Professional Documents
Culture Documents
Aydın Usta - Türklerin İslamlaşma Serüveni - Şamanizmden Müslümanlığa
Aydın Usta - Türklerin İslamlaşma Serüveni - Şamanizmden Müslümanlığa
Türklerin
İslamlaşma Serüveni
(Sâmâniler Devleti 874-1005)
Aydın Usta
YEDİTEPE YAYINEVİ®
Yeditepe Yayınevi: 71
İnceleme-Araştırma: 47
Şamanizmden Müslümanlığa
Türklerin İslamlaşma Serüveni
(Sâmâniler Devleti 874-1005)
Aydın Usta
© Yeditepe Yayınevi
İç Düzen: Burhan Maden
Kapak: Sabahattin Kanaş
Yeditepe Yayınevi
Çatalçeşme Sk. No: 27/15
34410 Cağaloğlu-İstanbul
Tel: (0212) 528 47 53
Faks: (0212) 512 33 78
http://www.yeditepeyayinevi.com
e-mail: bilgi@yeditepeyayinevi.com
Aydın Usta
01.04.1975 tarihinde İstanbul’da doğdu. İlkokulu Üsküdar Bağlarbaşı
İlköğretim Okulu’nda, Orta ve Lise öğrenimimi Üsküdar Cumhuriyet
Lisesi’nde bitirdi.
1992 yılında kazandığı MSGSÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü’nden 1996 yılında fakülte birinciliği ile mezun oldu. Aynı yıl içinde
MSGÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaçağ Tarihi programında Yüksek Lisans
öğrenimime başladı.
1997 yılı içinde MSGSÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ
Tarihi Anabilim Dalı’nda açık bulunan Araştırma Görevlisi kadrosuna atandı.
1999 senesinde Sâmânîler Devletinin Kuruluş Devri adlı teziyle bitirdiği Y.
Lisans Programının sonrasında Ocak 2000 tarihinde Enstitü’de Doktora
Programına başladı. Temmuz 2003’de Sâmânîler Devletinin Siyasî ve
Kültürel Tarihi (943-1005) adlı teziyle doktora programını bitirdi. Askerliğini
Kasım 2004 tarihinde T.C. Gnkur. Başkanlığı Askerî Tarih ve Stratejik Etüt
Başkanlığına (ATASE) bağlı Stratejik Araştırmalar ve Etüt Merkezi
(SAREM)’nde Topçu Teğmen rütbesiyle tamamladı. Halen MSGSÜ Tarih
Bölümü’nde Araştırma Görevlisi Öğr. Gör. Dr. olarak görev yapmaktadır.
İngilizce ve Arapça bilen Aydın Usta, evli, biri erkek biri kız iki çocuk
babasıdır.
Önsöz
Maveraünnehir ve Horasan bölgeleri Türk tarihi açısından büyük öneme
sahip bir coğrafyada yer almaktadır. Türklerin bu topraklarla olan münasebeti
Büyük Hun İmparatorluğu dönemine kadar gitmektedir. Daha sonra Ak-
Hunlar ve Göktürkler döneminde bölgede gittikçe güçlenen Türk nüfuzunun
bir sonucu olarak siyasî otorite tamamıyla Türklerin eline geçmiştir. Siyasî
gücün yanında, Ak-Hunların hakimiyeti döneminden başlayarak özellikle
Maveraünnehir’de Türk nüfusunun arttığı görülmektedir. Karahanlılar,
Gazneliler, Büyük Selçuklular, Harizmşahlar, Timurlular, Özbekler, Horasan
ve Maveraünnehir’de hüküm sürmüş olan büyük Türk devlet ve
imparatorluklarıdır. Birbiri ardına kurulan bu devletler sayesinde adı geçen
bölgeler zaman içinde tamamıyla Türkleşmiştir. Nitekim, bugün bu
toprakların büyük bölümü Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan Türk
Cumhuriyetleri arasında paylaşılmış durumdadır.
Çalışmamızın konusunu teşkil eden Sâmânîler Devleti de 874-1005 tarihleri
arasında aynı coğrafya üzerinde hüküm sürmüştür. Bu dönem ise Göktürkler
ile Karahanlı ve Gaznelilerin hakimiyetleri arasındaki zaman dilimini
kapsamaktadır. Sâmânî ailesinin kökeni hakkında ilim dünyasındaki genel
görüş İran asıllı oldukları şeklindedir. Dolayısıyla Sâmânîler dönemi,
Horasan ve Maveraünnehir’deki Türk hakimiyeti için bir ara dönem olarak
görülmektedir. Tezimizin ilk safhasında Sâmânîlerin soyu hakkındaki
görüşleri ele aldık. İncelediğimiz kaynaklarda karşımıza çıkan ilk kayıtlar ise,
bugün Sâmânîlerin İran asıllı olduğunu kabul eden görüşün dayanak
noktasını teşkil eden ve onları İranlıların ünlü kumandanı Behram Çubin’e
dayandıran şecereler oldu. Ancak, gerek bu şecerelerde geçen Türk isimleri
ve gerekse konuyla bağlantılı çeşitli bilgi ve düşünceler, Sâmânî ailesinin
Türk asıllı olabileceği şeklindeki düşüncelerimizin doğmasına yol açtı. Bu
konuyu, Giriş bölümünde Kaynaklar ile Horasan ve Maveraünnehir’in
coğrafyasının anlatımının sonrasında Birinci bölüm içerisinde tafsilatlı bir
şekilde ele almaya çalıştık.
Birinci bölümün devamında Sâmânîler Devleti’nin siyasî tarihini ayrıntılı
olarak yazmaya çalıştık. Bu bölümün yazımında Sâmânîler dönemine ait az
sayıdaki kaynaktan ve ikinci el kaynaklardan istifade ettik. Bölüm içinde her
hükümdarın dönemi ayrı bir başlık altında ele aldık. İkinci bölüm
“Sâmânîlerde Devlet Teşkilatı, Askerî Teşkilat Sosyal ve Ekonomik Hayat”
ana başlığını taşımaktadır. Burada Sâmânîler Devleti bünyesinde görev yapan
memurlar, devlet daireleri, sosyal hayat, bu dönem içindeki ticarî, tarımsal
faaliyetler, dinî yaşantı ve devletin askerî yapısı hakkında bilgiler
verilmektedir. Çalışmamızın üçüncü ve son bölümünde ise oldukça zengin
bir birikime sahip olan Sâmânîler dönemindeki kültürel hayat ele alınmaya
çalışılmıştır. Sâmânî hükümdarlarının alimleri himaye edip desteklemeleri
Horasan ve Maveraünnehir’de çok canlı bir ilim muhitinin oluşmasında etkili
olmuştur. Bu dönemde çeşitli ilim dallarında yetişen alimlerin çalışmaları
daha sonraki ilim adamları üzerinde etkili olmuştur. Bunların en başında ise,
Sâmânîlerin saray tabipliğini yapmış olan büyük tabip ve filozof İbn Sina
gelmektedir. Yine günümüzde dahi Türkler arasında etkisini sürdüren
Maturidiyye kelam ekolünün kurucusu Ebû Mansur el-Maturidî, astronomi ve
matematik konusundaki çalışmalarıyla tanınan Ebû Cafer el-Hazin, Sâmânîler
Devleti’nin hakim olduğu sahalarda yaşamış ve eserler vermiş olan
alimlerdir.
Bütün bu içeriği ile tezimiz gerek Avrupa’da ve gerekse Türkiye’de
Sâmânîler dönemi ile ilgili yapılmış en kapsamlı çalışmalardan biridir. Zira,
bunun öncesinde Sâmânîlerin siyasî tarihini konu alan birkaç makale ile bu
devlete hizmet etmiş komutan aileleri hakkında, kültürel hayat ve alimlerinin
hayatlarına dair yazılan bazı makaleler dışında Sâmânîler tarihini siyasî,
sosyal ve kültürel yönleriyle bir bütün halinde ele alan bir çalışma
bulunmamaktadır.
Çalışmamız sırasında sonsuz sabır ve gayreti ile beni destekleyen, yardım
ve tavsiyelerini esirgemeyen, bilim ve kültür tarihi konusundaki engin
bilgisiyle beni yönlendiren danışman hocam sayın Prof. Dr. Ramazan
ŞEŞEN’e en derin saygı ve teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca, destek ve
tavsiyelerini esirgemeyen hocam sayın Prof. Dr. Erdoğan MERÇİL’e,
çalışmam ile alakalı Çince kaynakları tercümesinde yardımcı olan hocam
sayın Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL’a teşekkür ederim.
Ayrıca, kullandığım Rusça makalelerin Türkçeye tercümesini yapan
arkadaşım Azer RIZAYEV’e, çalışmalarım sırasında bana her türlü kolaylığı
sağlayan IRCICA ve İSAM kütüphaneleri çalışanlarına, Yeditepe
Yayınevi’nden sayın Ersan Güngör’e maddî ve manevî desteğini daima
yanımda hissettiğim eşim Gülay USTA’ya şükranlarımı arzederim.
Aydın USTA
İstanbul
Haziran 2007
Kısaltmalar
a.g.k. : adı geçen kitap
a.g.m. : adı geçen makale
aynı mlf. : aynı müellif
Arp. trc. : Arapça tercüme
AÜİFD : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
bkz. : bakınız
BSOAS : Bulletin of the School of Oriental and African Studies
DİA : Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Ed : editör
EI2 : The Encyclopaedia of İslam supplement
EI : The Encyclopaedia of İslam first edition
Frs. trc. : Farsça Tercüme
hş. : Hicri-Şemşi
İA : Milli Eğitim Bakanlığı İslam Ansiklopedisi
İng. trc. : İngilizce tercüme
İTED : İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi
İÜ : İstanbul Üniversitesi
MÜ : Marmara Üniversitesi
nşr. : Neşir
ö. : ölümü
s : sayfa
TED : Tarih Enstitüsü Dergisi
Tfs. : Tafsilat
TM : Türkiyat Mecmuası
Trk. trc. : Türkçe tercüme
t.y. : tarih yok.
v.b. : ve benzeri
v.d. : ve diğer
yay : yayınlayan
yy. : yüzyıl
Giriş
I) Kaynaklar
A) Tarihî Kaynaklar
C) Coğrafî Kaynaklar
X. yy. İslam coğrafya literatürünün altın çağıdır. Bu asırda çok sayıda
büyük coğrafyacı yetişmiştir. Bunlar, İslam dünyasında uzun seyahatlere
çıkmışlar, pek çok bölgede incelemeler yapmışlardır. Gezdikleri bölgeler
hakkında ayrıntılı ve ilgi çekici bilgiler vermişlerdir. Bu bölgelerin en başta
gelenleri arasında Sâmânîlerin hakim oldukları Horasan, Maveraünnehir ve
Harizm bölgeleri vardır.
Bu coğrafyacılardan ilki, İbn Hurdâdbih (ö.912’den sonra)’dir. Kitâb el-
mesâlik ve’l-memâlik[60]adlı eseri Sâmânîler açısından erken devir
kaynaklarından biri olmasına ve fazla bilgi içermemesine rağmen,
hükümdarların lakap ve unvanlarına dair bölümü nedeniyle bizim için
değerlidir. İbn Hurdâdbih’in bu konuda verdiği bilgiler, kaynaklarda
Sâmânîlere ait soy zincirlerinde (şecerelerde) geçen isimler konusunda
karşılaştırma yapma imkanını vermektedir. Ayrıca, Abbasîlerin Harâc
Dîvânı’nda başkanlık yapmış bir kişi olması dolayısıyla, Horasan ve
Maveraünnehir’in vergi gelirleri hakkında önemli bilgiler sunmaktadır. el-
Ya’kubî (ö.905)’nin Kitâbü’l-büldân[61]adlı eseri, Sâmânîlerin erken
döneminde yazılmış bir diğer coğrafya kitabıdır. Bu eserde, tarımsal
faaliyetler ve vergi gelirleri hakkında değerli notlar bulunur. İbn Fakîh el-
Hemedanî (ö.913’den sonra) tarafından kaleme alınan Kitâb el-
Büldân’dan[62] da ise, sadece Semerkand şehri hakkında ayrıntılı bilgi vardır.
Bunların yanında 921 senesinde Abbasî halifesi Muktedir tarafından
Müslümanlığı yeni kabul eden İtil Bulgar hükümdarına gönderilen elçilik
heyetinde yer alan İbn Fazlan, bu seyahati sırasında geçtiği bölgelerin halkını,
adet, gelenek ve göreneklerini aktaran el-Rıhle (Seyahatnâme)[63] adlı değerli
bir eser kaleme almıştır. Eserde, yolculuğu sırasında uğradığı başkent Buhara
ve buradaki ikameti sırasında görüştüğü II. Nasr ve veziri el-Ceyhanî, yine
yolculuğu sırasında geçtiği Sâmânî toprakları, kullanılan bazı paralar
hakkında bilgiler vermiştir.
İbrahim b. Muhammed el-İstahrî (ö.957’den sonra) Kitâbü’l-memâlik el-
mesâlik[64] adlı eserinde Sâmânîler dönemindeki Horasan ve
Maveraünnehir’deki sosyal yaşantı, ekonomik faaliyetler, şehirler arasındaki
mesafeler konusunda önemli bilgiler vermektedir. Ayrıca, Sâmânîler
döneminin ünlü alimlerinden biri olan Ebû Zeyd el-Belhî’nin coğrafyaya dair
yazdığı Suvarü’l-ekâlim adlı kayıp eserinden geniş ölçüde faydalanmıştır.
el-İstahrî’nin coğrafya konusundaki kitabı İbn Havkal (ö.977’den sonra)
tarafından geliştirilmiştir. İbn Havkal, Sûret el-arz[65]’ını el-İstahrî’nin
yukarıda aktardığımız eseri üzerine bina etmiştir. Uzun bir müddet Horasan
ve Maveraünnehir’i gezen İbn Havkal bölgedeki şehirleri, buralardaki halkın
yaşantısını, ekonomik ve ticarî faaliyetleri canlı bir şekilde anlatmaktadır.
Özellikle, Sâmânîlerin doğu sınırında yer alan bölge ve şehirler hakkında el-
İstahrî’ye nispeten daha ayrıntılı bilgiler vermektedir. Eserde, Sâmânîlerin
askerî ve idarî teşkilatlanmasına dair diğer kaynaklarda bulunmayan çok
önemli notlar mevcuttur. Ayrıca, Maveraünnehir’deki tarımsal faaliyetlerin
can damarı olan kanallar hakkında da ayrıntılı bilgi vermektedir.
Horasan ve Maveraünnehir’de uzun bir süre kalmış ve buralar hakkında
tafsilatlı bilgiler vermiş bir diğer coğrafyacı ise el-Makdisî (ö.985’den
sonra)dir. Onun Ahsenü’l-tekâsîm[66]adlı eseri, İbn Havkal’ın kitabından
sonra birlikte bu bölge hakkında en geniş bilgi veren ikinci kaynaktır.
Ahsenü’l-tekâsîm’de, Horasan ve Maveraünnehir’deki şehirlerin tasvirinden
başka, toplanan vergilere, Sâmânî hükümdarlarına, bunların vezir ve
hâciblerine dair kısa notlar bulunmaktadır. I. Abdülmelik’in ölümünden
sonra, oğlu Nasr’ın bir günlük saltanatını bize aktaran yegane kaynaktır.
Yine, bölge halklarının giyim tarzı, dinî mezhepler arasındaki ilişkiler, gezip-
gördüğü şehirler halkının mizaç ve karakter özellikleri hakkında da değerli
bilgiler içermektedir.
X. yy.’da yazılmış bir başka coğrafya eseri, yazarı bilinmeyen Hudûd el-
Alem’dir[67]. Eserde, Horasan ve Maveraünnehir şehirleri hakkında kısa
bilgiler verilmektedir. Bunun dışında kitabı İngilizceye çeviren V. Minorsky
verilen bilgileri başka kaynaklardan aldığı bilgilerle zenginleştirmiştir.
Yakut el-Hamavî (ö.1229), Mü’cemü’l-büldân[68] adlı eserinde,
kendisinden önceki coğrafyacıların verdikleri bilgilerden ve seyahat
notlarından faydalanarak kaleme almıştır. Bu nedenle çalışmamız içerisinde
fazla kullanılmamış olup, sadece Buhara ve Semerkand şehirlerinde yer alan
mahalle ve sokaklar ile Penchir’deki gümüş yatakları ve bunların işletilmesi
bahislerinde faydalanılmıştır. Ayrıca Yakut’un, İrşad el-erîb ilâ marifet el-
edîb[69] adlı eserinden dönemin alim, şair ve edîplerinin biyografileri
hususunda istifade edilmiştir. Hamdullah el-Müstevfî (ö.1350)’nin Nüzhet el-
kulûb[70] adlı coğrafya kitabı da faydalandığımız kaynaklar arasında yer
almaktadır.
B) Horasan Bölgesi
Çok geniş bir sahaya yayılmış olan Horasan eyaleti doğuda Afganistan’ı
Hindistan’dan ayıran dağlar, batıda Oğuz Çölü, Cürcan ve Kumis, kuzeyde
Maveraünnehir ve Harizm, güneyde Fars Çölü ve Sistan ile çevriliydi. Hur
(güneş) ile asan (doğan) kelimelerinin birleşmesinden oluşan Horasan
kelimesi “doğan güneş memleketi” manasına gelmektedir[154]. Horasan,
Sasanîler devrinde her biri ispahbez (kumandan) adlı bir görevlinin
yönetiminde dört idarî bölgeye ayrılmıştı. Bu bölümleme İslam döneminde
de küçük farklılıklarla devam ettirilmiştir. Buna göre Horasan; Nisabur,
Herat, Merv ve Belh olmak üzere dört ana bölgeye ayrılıyordu.
Nisabur bölgesinin merkezi durumundaki Nisabur şehrinden bu
çalışmamızda tafsilatlı bir şekilde bahsedilecektir. Bunun dışında bölgede,
Tûs, Beyhak, Sebzvar, Cüveyn, Cacerm, İsferayin, Nesa ve Ebiverd şehirleri
yer almaktaydı[155].
Nisabur’un 80 fersah güney doğusunda dağların eteklerinde kurulan Herat
şehri, aynı adla anılan bölgenin merkezi durumundaydı. Burası, Sâmânîler
döneminin en büyük ve önemli şehirlerinden biriydi. Güçlü bir kalesi olan
şehrin surları çıkan bir isyan sonrasında Sâmânîler tarafından
yıktırılmıştı[156]. Herat, Dârü’l-İmare (Hükümet Konağı)’sinin ana şehrin
dışında yer almasıyla Arap şehircilik tarzından ayrılmaktaydı.
Bu şehrin Dârü’l-İmare’si 1/3 fersah mesafede Horasanâbâd denilen
mevkide bulunuyordu. Herat’da oldukça yaygın bir kanal sistemi mevcuttu.
Heri-rûd Nehrinden suyunu alan bu kanallar hakkında el-İstahrî ve İbn
Havkal’da tafsilatlı bilgi bulmak mümkündür[157]. Herat bölgesinin diğer
önemli şehirlerinin başında Genc-i Rüstak, İsfizar, Badgis, Bûsenc,
Esterbiyan ve Keruh bulunmaktaydı. Özellikle bu son iki şehirde yoğun bir
Haricî nüfusu yaşamaktaydı[158].
Merv bölgesinin merkezi olan Merv şehri müslümanların fethinden sonra
ordugah şehir olarak kullanılmıştır. Saffarîler ve Sâmânîler zamanında idarî
bir merkez olarak önemini kaybeden Merv yerini Nisabur’a bırakmıştır. el-
Makdisî burayı Filistin’deki Remle şehrine, havasını ise Şam şehrine
benzetmektedir[159]. Hudûd el-Âlem’e göre[160] göre ise, şehir Horasan’ın en
güzel yerinde kurulmuştu. Ancak, iklimi nemli ve hastalığa yakalanmaya
müsaitti[161]. Şehrin su ihtiyacı Murgâb (Merv-âb) nehrinden karşılanıyordu.
Merv önemli ticaret yollarının geçtiği bir noktada kurulu bir şehirdi. Bu
yollardan çalışmamız içinde bahsedilecektir. Merverrûd, Serahs, Dendenakan
bölgenin diğer önemli şehirleriydi.
İslam öncesi dönemde büyük bir idarî ve ticarî öneme sahip olan Belh
şehri, aynı isimle anılan bölgenin merkeziydi. Abbasîler döneminin ünlü
vezir ailesi Bermekîlerin soyu da Belh şehrine dayanıyordu. Yine, daha sonra
bahsedeceğimiz gibi, Sâmânîlerin atası Sâmân hûdat’ın bu şehrin hakimi
olduğuna dair rivayetler de bulunmaktadır. Şehir, İslamiyet öncesi dönemde
Budizmin önemli merkezlerindendi. Bütün Budistler tarafından ziyaret edilen
ünlü Nevbahar mabedi burada bulunuyordu[162]. Ilıman bir iklime sahip olan
Belh, Horasan’ın diğer üç büyük şehri gibi düz bir arazide kurulmuştu. En
yakın dağ ile arasındaki mesafe dört fersah idi. Bize göre bu ortak özellik
yukarıda adı geçen merkezlerin sosyal, ticarî ve demografik açıdan
gelişmelerinde yardımcı olan en büyük etkendi. el-Makdisî bu özelliklerinden
dolayı buraya İranlıların “Belhü’l-Behiyye (Muhteşem, Görkemli Belh)”
dediklerini belirtir[163]. Belh’in doğusundaki geniş topraklarda ise Toharistan
eyaleti yer almaktaydı. Başkenti Talekan olan eyalet, Yukarı Toharistan ve
Aşağı Toharistan olarak ikiye ayrılmıştı. Hulm, Vervaliz, Anderab, Simincan
eyaletin diğer önemli şehirleriydi.
Simcûrî ailesinin ıktası olan Kuhistan eyaleti, Nisabur’un güneyinde yer
alıyordu. Merkezi Kayin şehri olan bölge Horasan ve Kirman arasındaki
ticaret yolunun üzerindeydi. Bölgenin diğer bir önemli şehri ise, Kayin’e iki
günlük mesafedeki Tabes şehriydi[164].
Yukarıda coğrafî özelliklerini vermeye çalıştığımız bölgelerden başka
Sâmânîler, Sistan (Sicistan), Taberistan, Cürcan, Kirman ve Deylem üzerinde
zaman zaman egemenlik kurmayı başarmışlar, ancak bu kalıcı olmamıştır.
Bunlardan Sistan eyaleti, doğudan kendisi ile Hind toprakları arasında
kalan çöl, batıdan Horasan ve Hind topraklarının bir bölümü, kuzeyden
Afganistan toprakları, güneyden Kirman ile çevrilmişti. Merkezi Zerenc
şehriydi. Düz bir arazide kurulan şehir, sıcak iklim kuşağında yer aldığından
aşırı soğuklar görülmezdi. Şehrin içinde suyunu Hilmend Nehri’nden alan bir
çok kanal mevcuttu[165]. Zerenc’den sonra eyaletin en büyük şehri olan Büst
buranın sekiz konak güneyindeydi. Burası Hindistan ile yapılan ticaretin
önemli merkezlerinden biriydi. Saffarî ailesinin vatanı Karnin şehri
Zerenc’den Büst’e giden yol üzerinde sağ tarafta yer alıyordu. Tâk, Hûş,
Fere, Rûdan, Servan, Zalkan eyaletin diğer önemli şehirleriydi.
Sâmânîlerle, yerli Alevî hanedan arasında büyük bir hakimiyet
mücadelesine sahne olan Taberistan kuzeyde Hazar Denizi, güneyde Elbruz
dağları, doğuda Cürcan, batıda Deylem eyaleti ile çevrilmişti. Eyaletin, kesif
ormanlara sahip olmasına ve bol yağış almasına rağmen büyük akarsuların
azlığı sebebiyle sağlıklı olmayan bir iklimi vardı. İbn Havkal burada senenin
her mevsiminde yağan yağmurlardan dolayı güneşin görünmediğini
söylemektedir[166]. Merkezi Amul olan Taberistan’ın diğer önemli şehirleri
ise Sariye, Salus, Mematir, Tamişa idi.
Hazar Denizi’nin güney doğusunda yer alan Cürcan eyaletinin merkezi aynı
isimle bilinen Cürcan idi[167]. Şehir, ortasından geçen bir nehir ile ikiye
bölünmüştü. Burada bol miktarda turunçgil, üzüm, zeytin v.b. meyveler
yetişirdi[168]. Cürcan halkının büyük bölümü Hanefî mezhebine
mensuptu[169].
Hazar Denizine dökülen Sefid-rûd ve Salus ırmakları arasında kalan
Deylem, güneyden Kazvin ve Azerbaycan ve Rey topraklarının bir kısmı,
doğuda Rey topraklarının geriye kalan bölümü ve Taberistan, kuzeyde Hazar
Denizi, batıda Azerbaycan ile çevrilmişti[170]. Eyaletin kışları soğuk, yazları
ise ılık geçen ve bol yağış alan bir iklimi vardı. Genellikle dağlık olan eyalet
topraklarının Elbruz dağlarının eteklerinden Hazar Denizine kadar olan kısmı
düzlüktür. Merkezi ise Bervan şehridir[171].
Deylem ve Taberistan’ın güneyinde bugünkü Tahran yakınlarında bulunan
Cibal eyaletinin merkezi Rey şehri ticaret yollarının keşiştiği bir noktada
kurulmuştu. Şehir bu özelliği ve stratejik konumu nedeniyle X. yy., siyasî
arenasında yer alan devletlerin sürekli ellerinde bulundurmak istedikleri bir
yer olmuştur. Bu nedenle yapılan savaşlar neticesinde büyük tahribata
uğramıştı. Bazı İslam coğrafyacıları ise, burayı Deylem bölgesine bağlı
olarak kabul ederler[172]. Şehir sağlıklı bir iklime sahipti. Rey ile
Taberistan’ın merkezi Amul arasında beş konaklık bir mesafe vardı. Rey ile
Nisabur arası 12 konak idi. Hemedan, İsfahan ve Dinever, Cibal eyaletinin
diğer önemli şehirleriydi.
Birinci Bölüm
SİYASÎ VE ASKERÎ TARİH
I) Sâmânîlerin Ortaya Çıkışına Kadar ki Geçen Dönem İçinde
Bölgenin Siyasî Durumu
D) Abbasîler Dönemi
Abbasîlerin iktidara geçmesi, Emevîlerin yıkılmasında etkili olan grupların
hepsini memnun etmemişti. Abbasîler iktidarlarını sürdürmek için bu isyancı
gruplarla uğraşmak zorunda kaldılar. Abbasîlerin ilk Horasan valisi, ihtilalin
en önemli siması olan Ebû Müslim el-Horasanî oldu. Ebû Müslim önce Hz.
Ali ailesi taraftarı Şerik b. Şeyh el-Mihrî adlı bir Arabın Buhara’da çıkardığı
isyan ile uğraşmak zorunda kaldı[195]. Ebû Müslim tarafından Buhara üzerine
gönderdiği Ziyad b. Salih el-Huzâî, Buhar-hûdat Kuteybe b. Tuğşada’nın
yardımıyla şiddet kullanarak isyanı bastırdı. Bu olayın hemen ardından Ziyad
b. Salih, yerel beylerin arasındaki mücadelelerden istifade ederek Seyhun
nehri civarına kadar yaklaşmış bir Çin ordusunu 751 senesi Temmuz’unda
Talas ırmağı kıyısında mağlup etti[196]. Bugün Talas Savaşı olarak bilinen bu
savaşta Karluk Türkleri, Müslümanların tarafında yer almışlardı. Böylece II.
Göktürk devletinden sonra meydana getirilen Türkeş birliğinin yıkılmasından
sonra Maveraünnehir sınırlarına kadar uzanmış olan Çin nüfuzunun daha
batıya ilerlemesi engellenmiş oluyordu. Talas Savaşı’ndan sonra Çinliler
doğuya çekildiler. İslamiyetin Türkler arasında yayılması hızlandı. Yine,
Talas’da esir edilen Çinliler vasıtasıyla Semerkand’da bir kağıt imalathanesi
kurulmuştu.
Ebû Müslim içte ve dışta kazandığı başarılarla Horasan ve
Maveraünnehir’deki konumunu iyice kuvvetlendirmiş ve giderek merkezden
bağımsız hareket etmeye başlamıştı. Bunun üzerine harekete geçen Abbasî
halifesi el-Seffah (750-754), 753 yılında Ebû Müslim’in kumandanları Ziyad
b. Salih ve Sibâ b. Numan’ı gizlice, ona karşı isyana isyana teşvik etti. Ancak
her iki kumandan da Ebû Müslim tarafından öldürüldü. Nihayet Halife el-
Mansur (754-775), Rumiye’deki sarayına davet ettiği Ebû Müslim’i
öldürmeye muvaffak oldu (755). Ebû Müslim’in yerine ona karşı gizlice
halife ile anlaşmış olan Hilal b. Ebî Davud vali tayin edildi.
Ebû Müslim karizmatik kişiliği ve üstün zekası ile Horasan’da Emevîlere
muhalif tüm grupları bir bayrak altında toplamayı başarmıştı. Bunlar arasında
Müslüman Araplar, Mecusîler ve henüz İslamiyeti kabul etmemiş diğer
kişiler de vardı. Öldürülmesi Horasan’daki bu birliğin dağılmasına sebep
oldu. Onun intikamını almak bahanesiyle harekete geçen bu gruplardan
bazıları eski Sasanî devletini ve Mazdek inancını diriltmek, bazıları ise
Peygamberlik iddiasıyla ayaklandılar. Bu ayaklanmalardaki ortak özellik ise
isyan liderlerinin daha önce Ebû Müslim ile birlikte çalışmış olmaları ve
tenasüh (ruh göçü) inancına sahip olmalarıydı. Ebû Müslim’in ölümünün
ardından onun izinden giden taraftarlarına el-Mübeyyiza (Beyaz elbiseliler)
denmiştir. Mazdek dinini diriltmek amacıyla yapılan ilk isyan hareketi Ebû
Müslim zamanında bastırılmıştı[197]. Ebû Müslim’in öldürülmesinin
sonrasında ilk isyan hareketi onun kumandanlarından Mecûsî Sinbad
tarafından başlatıldı. Nisabur’da başlayan isyan kısa sürede çevreye yayıldı.
İsyancılar, Rey şehrini ve buradaki Ebû Müslim’e ait hazineleri ele
geçirmişlerdi. İsyan, halife el-Mansur’un gönderdiği Cumhur b. Merrar el-İclî
tarafından bastırıldı. Taberistan’a kaçan Sinbad burada öldürüldü�.
757 senesinde, daha önceden Ebû Müslim tarafından Türklere elçi olarak
gönderilmiş olan İshak adlı bir kimse Zerdüşt dinini yeniden kurmak üzere
isyan etmişti. Bunun ölümü üzerine Baraz adlı bir reisin idaresinde birleşen
isyancılar Horasan valisi Hilal b. Davud’u öldürdüler[198]. Yeni Horasan
valisi Abdülcebbar b. Abdurrahman’ın asilerle birleşmesi üzerine büyüyen
isyan 759’da halifenin oğlu el-Mehdi ve Hazm b. Huzeyme komutasındaki
kuvvetlerce bastırıldı. Abdülcabbar öldürüldü. Abbasî ordusu daha sonra
Taberistan üzerine yürüyerek burasını itaat altına aldı. 767 senesinde
peygamberlik iddiasıyla Herat ve çevresinde isyan eden Üstad-sis isyanı da
Hâzm b. Huzeyme tarafından bastırıldı.
Horasan ve Maveraünnehir’de Ebû Müslim taraftarlarının çıkardığı en
tehlikeli isyan hareketi el-Mukanna (peçeli) olarak da bilinen Hâşim b.
Hakim’in çıkardığı isyanı idi[199]. 159/776 senesinde Kişş yöresinde başlayan
isyan kısa sürede Maveraünnehir’e yayıldı. Abbasi halifelerini ululayan
Rafizîleri, Ebû Müslim taraftarı el-Mübeyyiza partisini ve Abbasilere muhalif
diğer unsurları birleştirmeyi başaran el-Mukanna’nın isyanı 161/777-778
senesinde Horasan valisi Müseyyeb b. Züheyr tarafından bastırıldı. Ebû
Müslim taraftarlarının çıkardığı isyanlar hükümet kuvvetleri tarafından
bastırılmasına rağmen bunlar bir müddet daha varlıklarını sürdürdüler.
Emevîler dönemindeki isyanlarıyla sürekli bu devlet için sürekli bir tehdit
oluşturan Haricîler, Abbasîler zamanında da boş durmadılar. Bunlardan
160/776-777 senesinde Horasan’da isyan eden Yusuf b. İsmail’in (Yusuf
Berm) isyanı aynı sene içerisinde Yezid b. Mezyed tarafından bastırıldı.
Halife’ye gönderilen Yusuf işkence ile öldürüldü. Bu isyanların
bastırılmasına rağmen Abbasîler adına Horasan ve Maveraünnehir’de gerçek
huzur hiç bir zaman sağlanamadı. Zira buraya tayin edilen valilerin halka
yüklediği aşırı vergiler yeni huzursuzluk ve isyanlara neden olmuştur.
Bu isyanlardan en önemlisi 190/805-806 senesinde Nasr b. Seyyar’ın
torunu Râfi’ b. el-Leys’in liderliğini yaptığı harekettir. Râfi, Semerkand’ı ele
geçirdikten sonra Türklerinde yardımıyla Horasan valisi Ali b. İsa b.
Mâhan’ın üzerine gönderdiği kuvvetleri yenerek bölgedeki hakimiyet
sahasını genişletti. Harun el-Reşid’in (786-809) bizzat Râfi üzerine yürümek
için harekete geçmesi bu isyanın ne derece tehlikeli olduğunu göstermesi
açısından önemlidir. Neticede Türklerden aldığı desteği kaybeden Râfi b. el-
Leys, 194/809-810 senesinde teslim oldu[200].
Harun el-Reşid’in 809 senesindeki ölümünü müteakip yerine oğlu el-Emin
geçmişti. Ancak onun halifeliği, babası tarafından doğu topraklarının
idaresiyle görevlendirilen kardeşi el-Me’mun tarafından kabul edilmedi.
Neticede iki kardeş arasında meydana gelen hilafet mücadelesi İranlı
kumandan Tahir b. Hüseyin’in çabalarıyla el-Me’mun’un zaferiyle
sonuçlandı (198/813-814). Abbasîler Devletini bir süre Merv’den idare eden
el-Me’mun, Bağdad’da çıkan karışıklar üzerine bu şehre gitmeye mecbur
kaldı. el-Me’mun Bağdad’a dönmesinden sonra 205/821 senesinde Tahir b.
Hüseyin’i Horasan valiliğine tayin etti. Tahir kısa süre sonra bağımsızlığını
ilan etti ise de 822’de halife tarafından zehirletildi. Yerine oğlu Talha b. Tahir
tayin olundu. Böylece Abbasîlerin Horasan’daki hakimiyeti sona eriyordu.
Bu tarihten sonra kurulan Tahirîler, Saffarîler ve Sâmânîler şeklen halifeye
bağlı olmalarına ve hutbeyi Abbasî halifeleri adına okutmalarına rağmen
bağımsız birer devlet olarak hüküm sürmüşlerdir.
II) Sâmânîlerin Menşei
Bir asırdan daha uzun bir süre Horasan ve Maveraünnehir’de hüküm süren
Sâmânîler Devleti’nin menşei konusunda İran ve Türk asıllı olduklarına dair
iki farklı görüş bulunmaktadır. Bunlar içinde de, İran asıllı oldukları
düşüncesi daha ağır basmaktadır. Ancak, bize göre bu tartışmaya açık bir
görüştür. Burada, Sâmânîlerin menşei ile ilgili görüşlerimizi açıklamadan
önce, fikirlerimizin anlaşılmasına yardımcı olacağı düşüncesiyle, Sâmânîlerin
hakim oldukları coğrafyadaki Türk nüfuz ve hakimiyetinin başlangıcını ve
gelişimini aktarmaya çalışacağız.
Ceyhun (Amu Derya), Seyhun (Sir Derya) nehirleri arasında kalan bölge
İslam coğrafyacıları tarafından Maveraünnehir olarak isimlendirilmiştir[201].
“Nehrin ötesi” (Ceyhun Nehri için) manasına gelen bu tanımlama bir yerde
doğu ile batıyı, Turan (Türk ülkeleri) ile İran’ı birbirinden ayıran sınırı da
göstermektedir. Buranın yerli ahalisini İran asıllı bir kavim olan Soğdlular
oluşturmaktaydı. Ticaretle uğraşan Soğdlular, sürekli ve merkezî bir devlet
kurmak yerine bölgeye hakim olan devletlerin himayesinde uzun yıllar doğu-
batı ticaretini ellerinde tutmakla yetinmişlerdir. Bölgede bu topluluk
tarafından kurulmuş uzun süreli bir siyasî güce tesadüf edilmez.
Maveraünnehir kuzeyden ve daha çok doğudan çeşitli sebeblerle batıya doğru
kaymaya başlayan milletlerin ve bilhassa Türklerin egemenliğinde kalmış ve
sonunda bir Türk ülkesi haline gelmiştir. Bilindiği gibi Maveraünnehir’de
hakimiyet tesis eden ilk Orta Asyalı kavim Kuşan Devleti’ni (M.Ö.160 -
M.S.367) kuran Hint-Avrupa asıllı olarak bilinen Yüe-chih’ler olmuştur.
Bunlar, Büyük Hun İmparatorluğu karşısında birbiri ardına uğradıkları ağır
mağlubiyetlerin ardından batıya göç etmek zorunda kalmışlardı.
Maveraünnehir’e hakim olan Yüe-chih’ler, Türk Wu-sun’lar tarafından daha
da batıya itilerek Toharistan ve civarına yerleşmek zorunda bırakıldılar. Yüe-
chih’lere son darbeyi vuran yine bir Türk kavmi olan Ak-Hunlar oldu. V.
yy’ın ilk yarısında Ak-Hunların ağır tazyiki neticesinde Yüe-chih’lerin
kurduğu Kuşan Devleti tarih sahnesinden çekildi. Ak-Hunlar,
Maveraünnehir’de gerçek anlamda hakimiyet kuran ilk Türk devletidir.
Ancak, daha önceleri de bölgede gelişen siyasî olaylarda Türklerin varlığı
göze çarpar. Semerkand’ın kuzeyinde Sir Derya nehrinin yanında Ho-chie,
Po-hu, Pi-kan, Chü-hai, Ho-pi-hsi, Ho-ts’o-su, Pa-ye-wei ve Ho-to gibi Türk
kabileleri yaşıyordu. Bunların 30.000 asker çıkarabilecek güçleri vardı[202].
Adı geçen kabilelerin zaman zaman Sir Derya nehrini geçerek
Maveraünnehir’e girdiklerini düşünmek pek ihtimal dışı değildir. Yine Hun
hükümdarı Chih-chi, M.Ö. 54-53 seneleri içinde ağabeyi Ho-han-yeh ile
arasının açılmasının ardından batıya yönelmişti. Talas nehri kıyısında
kurduğu şehri kendisine merkez edinen Chih-chi, Semerkand kralını
öldürerek yedi sene süreyle bu şehre ve çevresine hakim olmuştu[203]. O,
daha batıya sefer düzenleyerek bölgede güçlü bir Türk devleti kurmak
idealindeydi. Ancak, M.Ö. 36 senesinde Çinliler tarafından mağlup edilip
öldürülmesiyle düşüncesini fiiliyata geçirme imkanı bulamamıştır. Chih-
chi’nin düşüncesinin gerçekleşmesi, Maveraünnehir ve Horasan’ın Türk
hakimiyetine girme sürecini daha erken bir tarihe çekebilirdi. Neticede Ak-
Hunların hakimiyeti bunun için atılan ilk adım olmuştur. Kısa sürede
bölgenin süper gücü haline gelen Ak-Hunlar, o dönemde Horasan ve İran’a
egemen olan Sasanî İmparatorluğu’nu ağır bir baskı altına aldılar. Bu arada
Kuzey Hindistan’a hakim oldukları gibi Horasan ve Maveraünnehir’deki bazı
yerli kabileleri de kendi kabile birlikleri içine dahil ettiler[204]. Hakim
oldukları yerlerde halkın büyük çoğunluğunun İran asıllı olduğu
düşünüldüğünde; Ak-Hunların nasıl olup da öz benliklerini koruyarak
yaklaşık 200 sene (367-558 arası) bölgeye hakim oldukları sorusu akla
gelmektedir. Bunun yanıtını ise Türk askerî geleneğinde aramak gerekir.
Ordu-millet prensibi gereğince, Türklerde profesyonel bir ordu yoktu. Bunun
yerine kadın-erkek eli silah tutan herkes bir savaş çıktığında hep birlikte
hareket ederdi. Dolayısıyla bu noktadan hareketle 350’li yıllarda Orta
Asya’ya hakim olan Juan-juan’lardan ayrılarak bölgeye gelen Ak-Hunların
aileleri ile birlikte hareket ettiklerini söyleyebiliriz. Kuzey Hindistan’da
hüküm süren Ak-Hun Tegini Mihiragula (515-545)’nın Budizmi halkı için
tehlikeli sayıp Budistleri kontrol altında tutması[205] ve X. yy’da Kabil,
Gazne ve Kuzey Hindistan’da siyasî açıdan önemli rol oynayan Türk
Halaçların Ak-Hunların kalıntıları kabul edilmesi[206] bunların kendi
kimliklerini koruma hususunda ne kadar dikkatli ve başarılı olduklarının bir
delilidir. Ayrıca, Ak-Hunların, Juan-juan’ların hakimiyetinden memnun
olmayan Türk kabileleri ve Töles boylarının yeni göç dalgalarıyla beslenmiş
olabileceği ihtimali de göz ardı edilmemelidir. İşte bütün bunlar Türk nüfus
ve nüfuzunun bölgede yavaş yerleşmeye başladığına işaret etmektedir. Ak-
Hunlar 558 senesinde Orta Asya’da yeni bir güç olarak ortaya çıkan
Göktürklerin ve batıda Sasanîlerin ortak saldırısı sonucunda yıkıldı.
Galiplerin Ak-Hun toprakları üzerinde yaptıkları paylaşım neticesinde
Ceyhun Nehri iki taraf arasında sınır kabul edildi. Anlaşmayla nehrin
doğusundaki topraklar Göktürklerin idaresine bırakılıyordu. Bu,
Maveraünnehir’deki Türk hakimiyetinin gelişerek devam etmesi anlamına
geliyordu.
Göktürk Devleti de, Ak-Hunların siyasetini sürdürerek Sasa-nîleri baskı
altında tutmaya devam etti. Göktürkler, Ak-Hunlara nispeten daha
merkeziyetçi bir yapıya sahiptiler. Maveraün-nehir’deki yerel krallıklar gerek
evlilik ve gerekse buralara tayin olunan Türk idareciler vasıtasıyla
bağımsızlıklarını tamamen kaybettiler. Nitekim I. Göktürk Devleti’nin fetret
devri (630-681) ve bununla aynı zamana rastlayan Arap fetihleri devrinde
Maveraünnehir şehirlerini idare eden şahıslar Türk unvanları taşıyorlardı.
Yine, İslam tarihçilerinin de üzerinde dikkatle durduğu gibi, İslam ordularına
mukavemetin genellikle Türklerden gelmiş olması da bunu desteklemektedir.
Bütün bunlar Batı Göktürk kağanlığının devlet politikalarıyla yakından
ilgilidir. Tardu döneminde Batı ve Doğu Türkistan’da Soğdlu ahalinin
oturduğu şehirlere yönetici olarak birer tegin ve vergi toplamak için de
tudunlar tayin edildi[207]. Yine Tardu oğullarından birini Toharistan’ı idare
etmekle görevlendirmişti[208]. 603-611 senelerinde Batı Göktürklerinin
başında bulunan Ch’u-lo Kagan devleti daha rahat idare etmek için iki küçük
kağanlık tesis etmişti. Bunlardan biri de Soğd (Maveraünnehir) şehirlerini
idare etmek üzere Taşkent’in kuzeyinde idi[209]. T’ung Yabgu Kagan (ö.630)
ise devletin merkezini Kuca’nın kuzeyindeki San-mi-shan’dan daha batıya
Taşkent’in kuzeyindeki Ming-Bulak (Bin-Pınar)’a nakletti. T’ung Yabgu,
Maveraünnehir’deki şehirleri bir İlteber ile yönetiyor, Tudun ile vergi
topluyordu[210]. Ayrıca T’ung Yabgu’nun oğullarından Hsi-li (Ssu veya Sse)
Tegin Semer-kand’da bulunuyordu. Aileye mensup bir teginin ordu başında
bir bölgenin idaresiyle görevlendirildiklerinde Yabgu veya Şad ünvanı
aldıklarını biliyoruz[211]. Hsi-li (Sse veya Ssu) Tegin de 630’da babasının
ölümünün ardından amcası Bagatur ile giriştiği kağanlık mücadelesinin
sonrasında bu makama geldiğinde İ-p’i-po-lu-lü Yabgu Kagan ünvanını
almıştı[212]. Verilen bilgilerden, T’ung Yabgu’nun sağlığında, Hsi-li Tegin’i
(Sse veya Ssu) Semerkand’ın idaresiyle görevlendirdiğini söyleyebiliriz.
Semer-kand’ın bölge için siyasî önemi göz önüne alındığında bu son derece
normal bir harekettir. İslam fetihleri döneminde Semer-kand idarecilerinin
Guzek ve Tarhan gibi Türk unvanları taşımaları da bu ihtimali
kuvvetlendirmektedir[213].
T’ung Yabgu’nun 630 senesinde öldürülmesinin ardından çıkan
karışıklıklar neticesinde Batı Göktürkleri, Çin’e bağlanmak zorunda kaldı.
Çinlilerin askerî valilikler şeklinde parçaladığı Batı Göktürk ülkesinde,
Maveraünnehir’i idare etmek üzere An-hsi askerî valiliği kurulmuştu[214].
Buna rağmen Türkler, Maveraün-nehir üzerindeki etkilerini devam ettirdiler.
Bu süreklilik ise Batı Göktürk kağanlarının yukarıda bahsettiğimiz
çalışmalarının bir ürünüdür. Nitekim, kısa süre sonra başlayan İslam
fetihlerini anlatan Müslüman tarihçiler[215], fatihlere karşı yapılan
mukavemetin Türkler tarafından gerçekleştirildiği konusunda hem fikirdir.
H.A.R. Gibb[216] eserinde, Maveraünnehir’in zaptı sırasında, Arap fatihlere
karşı mücadele eden kuvvetler arasında Türklerin mevcudiyetinin 716
senesinden sonraki olaylarla alakalı olabileceği görüşündedir. Dolayısıyla,
Araplara karşı ilk mücadelelerin yerli Soğdlular tarafından yapıldığını
belirtmektedir. Aynı şekilde R.N. Frye, Soğdluların, Türklerden yardım
alarak Araplara karşı savaştıklarını söylemektedir[217]. Ancak, Araplar, bu
karşılaşmadan çok önceleri de Türkleri yakından tanımaktaydı[218]. İranlılarla
da gerek siyasî ve gerekse ticarî ilişkiler içindeydiler. Yine, yerli halkın
ağırlıklı olarak İran asıllı olmalarına rağmen bölgede siyasî hakimiyetin
Türklerin elinde olduğundan yukarıda bahsedildi. Bunlar dikkate alındığında
Müslüman yazarların eserlerinde, Maveraünnehir’in müdafilerini Türk olarak
belirtmelerinde herhangi bir yanlışlık söz konusu olamaz.
661 senesinde Muaviye’nin tek başına halife olmasıyla yeni bir atılım içine
giren İslam fetihleri, Türklerin Maveraün-nehir’deki direnişi nedeniyle büyük
güçlüklere uğradı. Yoğun bir mukavemetle karşılaşan Müslüman orduları
ilerleyişlerini güçlükle sürdürdüler. 705 senesinde Kuteybe b. Müslim’in
Horasan valisi tayin edilmesiyle Müslümanlar, Semerkand ve Buhara başta
olmak üzere bölgenin büyük bir kısmına hakim oldular. Ancak bu zatın 715
senesinde öldürülmesi durumu tekrar tersine çevirdi. Ortaya çıkan yeni
durum Abbasîler döneminde 751 senesindeki Talas savaşının ardından
Türklerin büyük gruplar halinde İslamiyeti kabullerine kadar devam etti. Bu
mücadeleler, konumuz dışında kaldığı için uzun bir şekilde anlatmaya gerek
görmüyoruz[219].
Yukarıda vermeye çalıştığımız bilgilerden anlaşılacağı üzere Türkler çok
uzun bir süreden beri Maveraünnehir ve buradaki yerli kavimlerle ilişki
içindeydiler. Özellikle Ak-Hun ve Göktürklerin birbirini takip eden idareleri
döneminde bölgedeki siyasî hakimiyetin Türklerin eline geçmesinin yanında,
nüfus olarak da bölgede Türklerin kendini hissettirmeye başladığı açıktır.
Maveraünnehir’deki Türk varlığının bu şekilde ortaya konulmasının
Sâmânîlerin menşei konusunda bir takım yeni düşünceleri açıklamak
hususunda yardımcı olacağı kanaatindeyiz.
Daha önce aktardığımız gibi, Sâmânîlerin menşei konusunda iki farklı
rivayet bulunmaktadır. Bunların büyük çoğunluğunu teşkil eden birinci grup
Sâmânîlerin soyunu Sasanîlere dolayısıyla İranlılara dayandırmaktadır.
Nerşahî (ö.959), Sâmânîler ile ilgili şu rivayeti aktarmaktadır “Esed b.
Abdullah el-Kasrî 734 senesinde ikinci kez Horasan valisi olunca yerli soylu
ailelerle dostluk kurdu. İster Arap, ister İranlı olsun halka iyi davrandı. Bu
sırada Belh hakimi olan Sâmânîlerin atası Sâmân-hûdat, düşmanlarının
baskısı sonucu Belh’den kaçarak Merv’de bulunan Esed b. Abdullah’ın
yanına geldi. Esed, onu iyi karşılayıp himayesine aldı. Düşmanlarını yenerek,
Belh’in idaresini tekrar ona verdi. Esed’in bu iyiliği sonucu Sâmân-hûdat
müslüman oldu. Sâmân-hûdat ismini Saman adlı bir köyden alır. Buhara
emîrine Buhar-hûdat denildiği gibi, Saman köyünün kurucusu olduğu için
ona da Sâmân-hûdat denmiştir. Sâmân-hûdat, Esed’e olan sevgisinden dolayı
oğluna Esed adını verdi. Bu zat, Sâmânîler Devleti’nin kurucuları Emîr Nasr
b. Ahmed (I. Nasr) ve Emîr İsmail b. Ahmed’in dedesidir. Sâmân-hûdat
meşhur Sasanî kumandanı Behram Çubin’in soyundan gelmektedir[220] ”.
Nerşahî ’de verilen bu rivayette Sâmân-hûdat’dan Behram Çubin’e kadar ki
soy kütüğü eksiktir. Bu şecere ise Gerdizî tarafından ; Sâmân-hûdat b. Hamta
b. Nuş b. Tamgaseb b. Şadil b. Behram Çubin b. Behram Husis b. Guzek b.
Esfiyan b. Kürdar (Kerdar) b. Dirgar b. Cem b. Cir b. Bistar b. Hûdat b.
Rencihan b. Fir b. Feravel b. Sim b. Behram b. Şaseb b. Guzek b. Cirdad b.
Sâferseb b. Kurekin b. Milad b. Merres (Mürres) b. Mervan b. Mihran b.
Fazan b. Küşrad b. Sadisad b. Bişdad b. Ahşin (Ihşin) b. Feridun b. Vemam
b. Arsatin n. Devser b. Minuçehr b. Guzek b. İrec b. Aferidun b. Esfiyansek
b. Surkav b. Ahşin(Ihşin) b. Kada-yin b. Dirkav b. Rimenkav b. Bifruş b.
Cemşid b. Veyunkehan b. Üskehd b. Huşenk b. Fervak münşi b. Keyümers
şeklinde verilmektedir[221]. Görüldüğü gibi verilen şecerede Sâmânîlerin soyu
efsanevi İran hükümdarı Keyumers’e kadar götürülmektedir. Bu şecere diğer
tarihçiler tarafından farklı şekillerde verilmektedir.
İbn el-Esîr ve el-Birunî’de, Sâmân-hûdat b. Cesman b. Tamgat(Tamgas) b.
Nuşred b. Behram Çubin b. Behram Huşenş olarak[222]
Hamdullah el-Müstevfi’de ise, İbn el-Esîr ve el-Birunî’de aktarılan
şecereye benzer bir versiyon ; Sâmân-hûdat b. Cesman b. Ta’am b. Nuşred b.
Behram Çubin şeklinde[223]
el-Sem’ânî’de; Sâmân b. Cabba b. Niyar b. Tamgas b. Behram Çubin
olarak[224]
Yakut el-Hamavî’de; Sâmân-hûdat b. Çubba (Cabba) b. Tumgas (Tamgas)
b. Nuşred b. Behram Gûr şeklinde[225] verilmektedir.
Yukarıda verdiğimiz bu şecerelerin iki ortak yönü olduğu göze
çarpmaktadır. Bunlardan ilki, şecerelerin neredeyse, tamamıyla birbirlerinden
farklı olmalarına rağmen Behram Çubin adının şecerelerin genelinde ortak
olmasıdır. Bilindiği gibi Behram Çubin ünlü bir Sasanî kumandanı olup, İran
tarihinin kahramanlığı ile ün salmış şahsiyetlerinden biridir. VI. yy’ın son
çeyreğinde Göktürklerden de yardım alarak Sasanî hükümdarı Hüsrev
Perviz’e (591-628) isyan etmişti. Ancak ilk dönemlerde kazandığı başarılara
rağmen Hüsrev Perviz’e mağlup olarak Göktürk hükümdarı Tardu’nun
yanına kaçmış ve onun kızıyla evlenmişti[226]. Ölümünden sonra varisleri
Maveraünnehir’de yaşamlarını sürdürdüler. Şecerelerdeki tutarsızlıklar
dikkate alındığında neden Behram Çubin isminin tüm şecerelerde geçtiği
sorusuna cevap bulmadan evvel, ortaçağda hakim sülalelerin sıkça
başvurdukları bir geleneği burada belirtmek gerekir.
Bu dönemde bir bölgede hakim olan yeni hanedanlar, meşruiyetlerini daha
sağlam bir zemine oturtmak ve güçlendirmek için kendilerini eski hükümdar
sülalelerine bağlamaktaydı. Bu her şeyden önce hükümranlığın bir şartı idi.
Mısır, Arabistan ve Suriye’deki hanedanlar genellikle Hz. Peygamberin
ailesinden veya ileri gelen sahabi’den birine kendi soylarını bağlamaya gayret
ederlerdi.
Örneğin, Fatimîler kendilerini Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatıma’ya
bağlamaktaydı. İran ve Horasan’daki hanedanlar ise bu bağlantıyı Sasanîlerle
yapmaktaydı. Dolayısıyla, yukarıda verdiğimiz şecerelere dayanarak
Sâmânîler hakkında yapılacak bir yorumun ne kadar güvenilir olacağı
şüphelidir. Araştırmacılar da bunu kabullenmekle birlikte, Sâmânîleri İran
asıllı bir hanedan olarak kabul ederler[227]. Zira ilk dönemleri hakkında
oldukça kısıtlı bilgilere sahip olduğumuz Sâmânîler hakkında
bulabileceğimiz yegane kaynak bu şecerelerdir.
Yeniden Sâmânîler ve Behram Çubin arasındaki bağlantıya
döndüğümüzde; bununla alakalı olarak şunları söyleyebiliriz ;
1) Sâmânîlerle Behram Çubin arasındaki ortak coğrafî mekan aynı olması
bu konudaki en önemli amillerden biridir. Çünkü, Behram Çubin, Hüsrev
Perviz’in karşısında aldığı mağlubiyetin ardından Göktürk hükümdarının
yanına kaçmıştı. Ölümünden sonra varisleri Maveraünnehir’de yaşamaya
devam etmişlerdi. Sâmânîler de aynı coğrafî sınırlar içinde ortaya
çıkmışlardır.
2) Yine, Sâmânîler devlet ve verasetlerinin eskiliğini göstermek için devlet
idareciliği ile tanınan bir kahramana dayanmak istediler. Bu konuda da, onlar
için en münasip kişi Behram Çubin idi. Zira, Behram Çubin, onlar için lider
bir kişilik ve devlet adamı portresi çizmekteydi. Dolayısıyla, Sâmânîler
saltanattaki meşruiyetlerini kendilerini eski İran tarihinin tanınmış bir
şahsiyetlerinden biri olan Behram Çubin’e bağlayarak sağlamlaştırmak
istediler[228].
Şecerelerdeki ikinci ortak yön ise, içlerinde geçen Türk isimleridir.
Şecerelerin, Sâmânîleri İran asıllı olarak göstermeleri dikkate alındığında bu
son derece ilgi çekici ve üzerinde durulması gereken bir detay olarak göze
çarpar. Gerdizî’nin verdiği şecerede üç defa Guzek adı geçmektedir. İbn
Hurdâdbih’e (ö.912 civarı) göre[229], Guzek küçük Türk hükümdarlarına
verilen isimlerden birdir. Yine aynı şecerede geçen Kürekin, bize bir Türk
ünvanı olan Külerkin’i[230] çağrıştırmaktadır. el-Sem’ânî ve Yakut el-
Hamavî’de Tamgas ve Tamgaseb olarak verilen isim Türkçe’de “saygıdeğer,
ulu bir devlete, millete sahip” manasına gelen Tamgaç ünvanıyla aynı
olmalıdır[231]. Divan-ı Lügati’l-Türk’de “Tat Tawgaç (Tamgaç)” kelimesinin
manası açıklanırken, tat’ın İranlıları, Tawgaç (Tamgaç)’ın ise Türkleri ifade
ettiği belirtilmiştir[232].
Sâmânîlerin menşei konusundaki ikinci grup rivayetler ise, bunların Türk
soyundan geldiklerini savunan müelliflerin anlattıklarıdır. Bu konudaki en
kapsamlı rivayeti bize ünlü İlhanlı veziri Reşideddin Fazlullah aktarmaktadır.
Bu rivayet [233] “Oğuzlar hükümdarları Dukur Yavku’nun ölümünden sonra
asilzade Sâmân Yavku’yu Maveraünnehir’de hükümdarlığa yükseltmişlerdi.
Araplar ise, ona Sâmân-hûdat adını vermişlerdir. Bu zat Sâmânîlerin atasıdır”
şeklinde verilmektedir. Şemseddin Günaltay, Müslihiddin Larî adlı bir geç
dönem müellifinin yazma halinde bulunan eserinde, Reşideddin’den aynı
bilgiyi naklettiğini belirtir. Kendisi de bu iki kaynağa dayanarak, Sâmânîlerin
Türk olduklarını ispata çalışmıştır[234]. Ancak, Sâmânîlerden çok sonraki
dönemlerde yaşamış olan Reşideddin’in eserinde, bu bilgiyi nereden aldığına
dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Onun için doğruluğu şüphelidir.
Z.V. Togan, Mahmud b. Veli adlı müellifin adını vermediği bir eserine,
dayanarak Sâmânîlerin, Batı Göktürk Kağanı T’ung Tabgu’nun (ö.630) oğlu
Sse (Cabba) Yabgu’nun soyundan geldiklerini söyleyerek[235] konuya çok
farklı bir bakış açısı getirir. Z.V. Togan adı geçen eseri, 1925’de Ankara
Hallac Mahmud Camii Kütüphanesi’nde 112 numarada rastladığını
söyleyerek, yazmayı daha sonra Ankara Maarif Kütüphanesine nakledilen
yazmalar arasında bulamadığını belirtir. Çin kaynaklarında[236] verilen
bilgiler ise, bu rivayeti destekler niteliktedir. Buna göre “T’ung Yabgu’nun
ölümünden sonra çıkan karışıklıklar esnasında Hsi-li Tegin (Ssu veya Sse
Yabgu) Semerkand’da idi. Amcası Bagatur’u Semerkand’da mağlup etti. Ni-
shu bunun üzerine Hsi-li’yi (Ssu Yabgu) davet etti. O da, Ni-shu’nun yerine
tahta geçerek İ-p’i-sha-po-lo-lü Yabgu Kagan ünvanını aldı.......... Ssu Yabgu
ki, (aynı şahıs, Lü Yabgu Kagan), o eski reisin oğlu ve halkın kalbini
kazanmış bir kimse idi. O zamanda batı tarafının Tou-lu Kağan ile Bagatur
Kağan’ın kötü idareleri yüzünden reislerin çoğu gelip ona itaat
etmişlerdi......Devletin insanları Ssu Yabgu’ya büyük kağanlık sundular. Ssu
Yabgu Kağan tahta geçti. Kuzeydeki Töleslere ve Sir-Tarduşlara büyük bir
sefer düzenledi. Fakat yenildi. Ssu Yabgu çok sert ve iftiracı bir mizaca sahip
olduğundan halkı kontrol altında tutamadı. ...Kötü davranışları yüzünden bazı
devlet adamları, ona karşı saldırı planladılar. Ssu Yabgu hafif süvarileri ile
K’ang-chü’ye (Semerkand) kaçtı. Sonra öldü”. Burada adı geçen Lü Yabgu
Kağan (Ssu Yabgu), Mahmud b. Veli’nin eserine aldığı Cabba (Sse) Han ile
aynı kişi olmalıdır. Yukarıda verdiğimiz şecerelerden el-Sem’ânî ve Yakut el-
Hamavî’de verilenlerlerde de bu adın geçtiğini görüyoruz.
Sâmânîlerin tarih sahnesine çıktıkları mekan açısından bakıldığında ise;
Semerkand şehri Sâmânîlerin çıkış yerlerinden biri olarak
gösterilmektedir[237]. Bunun yanında, Sâmânîlerin çıkış yeri olarak
Semerkand’dan başka Belh[238] ve Eşnas[239] şehirlerinin isimlerini
vermektedir. Belh şehri, Ak-Hunlar zamanında Türk hakimiyetine girmiş ve
bu devletin önemli şehirlerinden biri olmuştur. Ak-Hunların yıkılmasından
sonra şehir Gök-Türk Devleti’nin sınırları içinde kaldı. Batı Göktürk Hakanı
T’ung Yabgu zamanında bölgeyi ziyaret eden Çinli seyyah Hsüen-tsang
buranın hakimi olan Sse Yabgu Kağan (630-633) ve Nevbahar tağınağının bir
rahibi arasında geçen bir olayı notlarında aktarmıştır[240]. Yine Belh’in
doğusunda bulunan Toharistan bölgesi, İslam fetihleri sırasında dahi Türk
egemenliği altındaydı. Sâmânîler dönemiyle ilgili en önemli kaynaklardan
biri olan Nerşahî, Sâmânîlerin atası Sâmân-hûdat’ı Belh sahibi olarak
göstermektedir. Bir an için Sâmânîlerin, Behram Çubin gibi asil ve kahraman
bir İranlı kumandanın soyundan geldiğini düşünürsek, onların bu şehirdeki
hakimiyetlerinin çok öncelere dayanması gerekir. Fakat şehir, Behram
Çubin’den önce dahi Türk hakimiyetinde idi. Sâmânîler döneminde ise, yine
bir Türk hanedanı olan Banicûrîlere başkentlik yapmıştı[241]. Dolayısıyla,
eğer Sâmânîlerin ortaya çıktıkları yer olarak bu şehrin kabul edilmesi halinde
onların Türk olduğu kabul etmek daha makul olacaktır. Eşnas şehri ile ilgili
X. asır İslam coğrafyacılarının eserlerinde herhangi bir bilgiye rastlanmaz.
Yalnızca Mahmud b. Veli’nin, Hey’et el-ekâlim adlı eserden naklettiğine
göre; şehir Sir Derya nehri kıyısında yer almaktaydı[242]. Sâmânîlerin
anavatanı olarak Eşnas şehrini kabul eden Hamdullah el-Müstevfî de, Sâmân-
hûdat’ın burada valilik görevini yaptığını ve deve sürülerine sahip olduğunu
söyler[243]. Diğer iki şehir gibi Eşnas şehrinin bulunduğunu varsaydığımız
bölge de Türk egemenliği altındaydı. Görüldüğü gibi kaynaklarının galip
çoğunluğunun, Sâmânîleri İran asıllı olarak göstermelerine rağmen bazı
kaynakların, dikkatle incelendiklerinde ailenin soyundaki Türk varlığına
işaret ettikleri görülmektedir.
Sâmânîlerin menşei konusunda en ilgi çekici ayrıntılardan biri de ailenin
atası Sâmân’ın unvanı olan hûdat kelimesidir. Kelime Farsça’da “sahip, rab”
manalarına gelen huda kelimesinin değişmiş şeklidir. Eski Uygur
Türkçesinde de “unvan, rütbe” manasında kullanılmaktaydı[244]. Kelimenin
Farsça menşeyli olmasına rağmen eski dönemlerden beri Türkçe’de de yer
aldığı bellidir. Nerşahî’nin yukarıda aktardığımız rivayetinde “Buhara
hakimlerine Buhar-hûdat denildiği gibi, Saman köyünün kurucusu olduğu
için ona da Sâmân-hûdat denmiştir” şeklinde bir cümle geçmektedir.
Ancak, Nerşahî ve diğer kaynaklarda Buhar-hûdat, Vardana ve Sâmân-
hûdat ve Çağan-hûdat örnekleri haricinde bu unvana sahip yöneticilerin idare
ettiği başka bir şehrin adına rastlanmaz. Buhara şehri, Çin yıllıklarının verdiği
bilgilere göre 22 nesilden beri Soğd asıllı bir aile tarafından
yönetilmekteydi[245]. İslam kaynakları ise Arap fetihleri sırasında şehrin,
Türk hükümdarının eşi Kıbac Hatun adlı bir kadının idaresinde bulunduğunu
belirtirler[246]. Bu hanım eşinin ölümünden sonra oğlu Tuğşada’nın (Tuğ-şad)
[247] yerine vekaleten şehri yönetmekteydi.
A) Talas Seferi
A) Sistan Seferleri
1) I. Sistan Seferi
Amr b. el-Leys’in İsmail b. Ahmed’e yenilmesinden sonra Saffarîler
Devleti bünyesinde karışıklıklar başlamıştı. Bu devletin Fars valisi Sübheri
bağımsızlığını ilan etmişti. Böylelikle daha önce Taberistan, Cürcan ve
Horasan’ı kaybetmiş olan Saffarîlerin hakimiyet sahası Sistan ile
sınırlandırılmış oluyordu. Sübheri, Amr’dan sonra birbiri ardına Saffarîlerin
başına geçen Tahir b. Muhammed b. Amr (901-908) ile el-Leys b. Ali’yi
(908-910) yakalayarak Abbasî halifesi el-Muktedir’e göndermişti. el-
Leys’den sonra başa geçen Muhammed b. Ali (910-911) ise kardeşi
Muaddal’ı Zerenc şehrinin iç kalesinde hapsetmişti. Muhammed’in halka
karşı takındığı baskıcı tavır, adam öldürme ve yağmaların çoğalması
dolayısıyla bölge tam bir karışıklığa sürüklenmişti. Bu sırada Abbasî halifesi
el-Muktedir, Sâmânî hükümdarı Ahmed b. İsmail’e Sistan’ın hakimiyet
menşurunu yolladı[302]. Bunun üzerine Ahmed b. İsmail, Hüseyin b. Ali el-
Merverruzî komutasındaki bir orduyu 298/910-911 senesinde Sistan üzerine
gönderdi. Orduda Simcûr el-Devâtî, Ahmed b. Sehl, Muhammed b. Muzaffer
b. Muhtac gibi kumandanlar bulunuyordu. Ahmed b. İsmail de bu ordunun
arkasından Herat’a gitti. Muhammed b. Ali, Sâmânî ordusunu halktan
topladığı yardımcı kuvvetlerle Râmtû denilen yerde karşıladı.
Uzun süren çarpışmalar neticesinde Saffarî ordusu mağlup oldu.
Muhammed, Zerenc’e sığındı. Ancak çevresindekilerin telkiniyle serbest
bıraktığı kardeşi Muaddal’ın iç kalede isyan etmesi üzerine Büst’e kaçtı.
Onun kaçışının ardından Sâmânî ordusu Zerenc’i kuşattı. Muhammed b.
Ali’nin, Büst halkına karşı takındığı sert tutum burada Sâmânîler lehine bir
isyana sebep oldu. İbrahim b. Yusuf b. el-Ariş adlı bir reisin liderliğinde
ayaklanan halk, şehirdeki idareyi ele geçirdi. Büst’de Ahmed b. İsmail adına
hutbe okundu[303].
Ancak Zemin-Dever hakimi Feth b. Mukbil, Muhammed b. Ali adına çıkan
isyanı bastırmayı başardı. Buna rağmen Muhammed’in şehirdeki hakimiyeti
uzun sürmedi. Buradaki durumu haber alan Ahmed b. İsmail, Herat’dan Büst
üzerine yürüyerek şehre hakim oldu[304]. Sâmânî kuvvetlerinin önünden
kaçmaya çalışan Muhammed b. Ali esir edildi.
Aynı sıralarda Hüseyin b. Ali idaresindeki Sâmânî ordusu ise Zerenc
kuşatmasına devam ediyordu. Sâmânî ordusuna karşı şiddetle direnen
Muaddal b. Ali, kardeşinin esir edildiği haberinin gelmesi üzerine şehri
teslim etmek zorunda kaldı. Sâmânî ordusunun 1 Zilhicce 298/31 Temmuz
911 tarihinde şehre girişiyle birlikte camilerde Ahmed b. İsmail adına hutbe
okunmaya başlandı. Sistan valiliği görevi ilk olarak Simcûr el-Devâtî’ye
verildi ise de daha sonra Ebû Salih Mansur b. İshak bu göreve getirildi. Bu
arada Abbasî ordusuna yenildikten sonra Sâmânîlere sığınan Fars hakimi
Sübkeri, Muhammed b. Ali b. el-Leys ile birlikte halifeye gönderildi[305].
2) II. Sistan Seferi
Sistan Sâmânîlerin idaresine girmesine karşılık eyalette huzursuzluklar
gerçek manasıyla giderilememişti. Buradaki Sâmânî valisi Mansur b. İshak’ın
yanlış uygulamaları da gerginliği arttırıyordu. Nitekim onun, eyaletin
vergilerini gereksiz yere yülkseltmesi ve Sâmânî askerlerini Zerenc şehrinin
içine yerleştirilmesi halk arasında büyük hoşnutsuzluğuna sebep olmuştu.
299/912 senesinde Mevla Sandalî olarak bilinen Muhammed b. Hürmüz şehir
halkını etrafında toplayarak isyan etti. İsyancılar Saffarî hanedanından Ebû
Hafs Amr b. Yakub b. Muhammed b. Amr b. el-Leys adına hareket
ediyorlardı. İsyanın ele başısı Mevla Sandalî, Târih-i Sistan’da Muhammed
b. Amr’ın mevlası olarak tanımlanırken, Gerdizî ve İbn el-Esîr’de yaşlılığı
dolayısıyla Sâmânî ordusundan terhis edilmiş Haricî bir asker olarak
zikredilir[306]. Bu zat şehir halkı ve ayyarların yardımıyla burada bulunan
Sâmânî askerlerinin bir çoğunu öldürüp, Mansur b. İshak’ı esir etmeyi
başardı. Ancak, onun hutbeyi kendi adına okutmak istemesi isyancıların iki
gruba ayrılmasına neden oldu. Ebû Hafs adına hareket eden, Muhammed b.
Abbas el-Gülekî liderliğindeki grup, Mevla Sandalî ve taraftarlarını mağlup
etti. Saffarîlerin yeniden Sistan’a hakim olmaları üzerine Ahmed b. İsmail,
Hüseyin b. Ali el-Merverruzî’yi bir kere daha Sistan’ın fethiyle
görevlendirdi. Hüseyin b. Ali 300/912’de eyaletin merkezi Zerenc önlerine
gelerek şehri kuşattı. Sâmânî ordusu, ilk olarak şehrin Halefâbâd kapısı
önünde karargah kurmuştu. Fakat bu tarafta herhangi bir başarı elde
edilemeyince karargah Nizek kapısı önüne nakledildi. Hüseyin b. Ali bir
yandan kuşatmayı sürdürürken diğer taraftan şehrin içindeki bazı ayyarlarla
mektuplaşıyordu. Neticede kuşatmadan bunalan şehir halkının da yardımıyla
Sâmânî ordusu şehrin rabazına girmeyi başardı. Muhammed b. Abbas el-
Gülekî ve Ebû Hafs idaresindeki isyancılar ise, şehristana çekilerek
savunmaya devam ettiler. Kuşatmanın uzaması üzerine Ahmed b. İsmail, Ebu
Bekr b. Muzaffer ile Simcûr el-Devâtî’yi Hüseyin b. Ali’nin yardımına
gönderdi. Aldığı takviyelerle güçlenen Sâmânî ordusuna karşı
koyamayacaklarını anlayan savunucular teslim oldular[307]. On ay süren
kuşatmanın ardından Sâmânî ordusu 14 Şevval 300/24 Mayıs 913 tarihinde
şehri tekrar ele geçirdi. Sistan valiliği Simcûr el-Devâtî’ye verildi. Sâmânî
ordusunun kumandanı Hüseyin b. Ali ise, Muhammed b. Abbas el-Gülekî ile
Saffarî emîri Ebû Hafs’ı yanına alarak Buhara’ya döndü.
A) İç İsyanlar
1) İshak b. Ahmed İsyanı
Sâmânî ailesinin en tecrübeli simalarından biri olan Ahmed b. İsmail
öldüğü sırada Semerkand valiliği görevini yürütüyordu. Muhtemelen Sâmânî
tahtı ile ilgili bazı emeller besliyordu. Nitekim, daha önce de Ahmed b.
İsmail 205/907 senesinde babasından sonra Sâmânî devletinin başına
geçmesinin ardından Semerkand ve Fergana’yı yöneten İshak b. Ahmed’i
Buhara’ya davet etmiş ve İshak isyan etmemesi için bir müddet burada
tutulmuştu. Ardından Ahmed b. İsmail durumunu kuvvetlendirdiğinde onu
hapisten çıkartarak yeniden Semerkand valiliğine tayin etmişti[318].
Ahmed b. İsmail’in öldürülmesinden sonra ise yerine 8 yaşındaki oğlu II.
Nasr geçmişti. Henüz çocuk yaştaki yeni hükümdarın adına devlet işlerini
vezirlik görevine getirilen Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ceyhanî
idare ediyordu. Maveraünnehir halkı, II. Nasr’ın henüz devleti idare
edemeyecek yaşta olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle, o sırada Sâmânî
ailesinin en yaşlı üyesi olan İshak b. Ahmed’in devletin başına geçmesini
istiyorlardı. Durum bu şekilde gelişirken sadece Buhara II. Nasr’ a sadık
kaldı[319].
Halkın desteğini alan İshak b. Ahmed 914 senesinde Semerkand’da isyan
etti. Oğlu İlyas ile birlikte güçlü bir ordunun başında Buhara üzerine yürüdü.
II. Nasr ise, onlara karşı Hamuye b. Ali idaresinde bir ordu gönderdi. Yapılan
savaşta mağlup olan İshak ve oğlu Semerkand’a geri dönmek zorunda
kaldılar. Onların ikinci kez Buhara’yı ele geçirme teşebbüsleri de Hamuye b.
Ali tarafından engellendi. İshak ve oğluna karşı kazandığı ikinci zaferden
sonra Semerkand’ı kuşatan Hamuye b. Ali şehri zorla ele geçirdi. İshak b.
Ahmed esir edilip Buhara’ya götürüldü. Oğlu İlyas ise Fergana’ya kaçtı.
İshak b. Ahmed, 21 Safer 302/15 Eylül 914 tarihinde hapiste öldü.
2) Hüseyin b. Ali el-Merverruzî İsyanı
Aynı dönem içinde, İshak b. Ahmed’in oğlu Mansur da Nisabur’da isyan
etmişti. Yukarıda aktarıldığı gibi Hüseyin b. Ali el-Merverruzî de onunla
birlikteydi. Mansur b. İshak, Ahmed b. İsmail’in ölümünün hemen ardından
Nisabur’da hutbeyi kendi adına okutmaya başlamış, Herat’da bulunan
Hüseyin b. Ali’de onun yanına gelmişti. II. Nasr isyancıların üzerine Hamuye
b. Ali kumandasında bir ordu gönderdi. Ancak, bu arada Hüseyin b. Ali
bilinmeyen bir nedenle Mansur b. İshak’ı zehirleyerek öldürmüş[320] ve
Nisabur’dan ayrılarak Herat’a çekilmişti. Bunun üzerine Hamuye b. Ali’nin
de, Hüseyin’in üzerine yürümeden Buhara’ya dönmüştü. Hüseyin b. Ali,
onun geri dönmesinden faydalanarak, kardeşi Mansur’u Herat’da bırakarak
tekrar Nisabur üzerine yürüyerek şehri ele geçirdi. II. Nasr’ın, Şurta şefi
(Polis şefi) Muhammed b. Hayd bu sırada Nisabur’da bulunuyordu. Bu zat
merkezden verilen direktiflere uymayarak Buhara’ya dönmek istemişti.
Dolayısıyla, II. Nasr tarafından cezalandırılacağından korkarak Hüseyin b.
Ali ile birleşti[321]. Hüseyin’in giderek güçlenmesi üzerine bu defa Ahmed b.
Sehl idaresinde büyük bir ordu hazırlanarak, onun üzerine gönderildi. Sâmânî
ordusu ilk önce Herat üzerine yürüdü. Şehri ele geçirerek, Hüseyin’in şehirde
vekil olarak bıraktığı kardeşi Mansur’u esir etti. Daha sonra Nisabur üzerine
yürüyen Sâmânî ordusu Rebiülevvel 306/Ağustos-Eylül 918 de şehri kuşattı.
Bu ordu karşısında fazla direnemeyen Hüseyin b. Ali teslim olurken[322]
Muhammed b. Hayd, Merv’de kaçmıştı. Ancak daha sonra o da, Ahmed b.
Sehl’e teslim oldu. Ahmed b. Sehl, onun mallarını ve arazilerini müsadere
ederek Hüseyin b. Ali ile birlikte Buhara’ya gönderdi. Bir süre hapiste kalan
Hüseyin b. Ali, vezir el-Ceyhanî’nin şefaatiyle affedilerek yeniden II. Nasr’ın
hizmetine girmiştir.
3) Ahmed b. Sehl İsyanı
Ahmed b. Sehl, Hüseyin b. Ali’nin isyanı bastırıldıktan sonra Nisabur’da
kalmıştı. Merv’li ünlü bir dihkan ailesine mensup olan Ahmed b. Sehl, Amr
b. el-Leys zamanında Araplar ile İranlılar arasında yapılan mücadelelerde
öldürülen İranlıların intikamını almak için halkı ayaklandırmıştı. Daha sonra
Amr tarafından yakalanarak Sistan’da hapsedilmişti. Ahmed, hapishaneden
kurtulduktan sonra İsmail b. Ahmed’e sığınmış ve İsmail b. Ahmed, Ahmed
b. İsmail ve onun oğlu II. Nasr dönemlerinde Sâmânîlerin hizmetinde
çalışmıştı. Ancak Hüseyin b. Ali isyanını bastırdıktan sonra, II. Nasr ile arası
açıldığından 307/919-920 senesinde Nisabur’da isyan etti[323]. Onun isyan
etmesindeki en önemli nedenlerden biri de Hüseyin b. Ali isyanını
bastırmasına karşılık II. Nasr’ın daha önce kendisine söz verdiği yerleri
vermemesidir. Gerçi Sâmânî hükümdarı buna karşılık ona bazı toprakları ikta
etti ise de Ahmed b. Sehl bunları kabul etmemişti. Bundan başka İbn el-
Esîr’de geçen ilginç bir rivayet ise onun isyandaki gerçek maksadını ortaya
koymaktadır. Müellif, eski hükümdar Ahmed b. İsmail’in, Ahmed b. Sehl
için “Onu hükümdarın sarayından ve gözden uzak tutmamak gerekir. Zira o
yalnız başına kaldığında büyük işler peşinde koşacaktır” dediğini yazar[324].
Buradan Ahmed b. Sehl’in isyandaki amacının kendi hükümranlığını ilan
etmek olduğu anlaşılıyor.
Ahmed b. Selh ilk olarak kendisine güçlü bir müttefik bulmak üzere
harekete geçti. Abbasî halifesi el-Muktedir’e bir mektup yazarak,
Horasan’daki hakimiyetinin tanınması şartıyla kendisini metbu tanıyacağını
bildirdi. Nisabur’da hutbeyi kendi adına okutmaya başladı.
Ardından Cürcan üzerine yürüyen Ahmed b. Sehl, buradaki Sâmânî valisi
Karategin’i bölgeden uzaklaştırdı. Onun, Sâmânîlerin Horasan’daki
hakimiyetini tehlikeye sokması üzerine II. Nasr, Hamuye b. Ali’yi isyanı
bastırmakla görevlendirdi. Hamuye komutasındaki Sâmânî ordusunun
üzerine geldiğini öğrenen Ahmed, Merv şehrine çekilerek burayı tahkim
etmeye başladı. Şehir üzerine yürüyen Sâmânî ordusu Merverrud’da karargah
kurdu. Hamuye b. Ali, Ahmed b. Sehl’i Merv’den çıkarmak için her türlü
çareye başvurmasına rağmen hiçbir başarı elde edemedi. Bu arada Ahmed b.
Sehl, Sâmânî ordusundaki bazı subaylarla gizlice mektuplaşmaya başlamıştı.
Bunlar, şehirden çıktığı taktirde onun tarafına geçerek Hamuye b. Ali’yi
kendisine teslim edeceklerini söylediler.. Bu sözlere güvenerek Merv dışına
çıkan Ahmed b. Sehl, Receb 307/Aralık 919 tarihinde Merverrud’a bir
merhale mesafede karşı karşıya geldiği Sâmânî ordusu tarafından bozguna
uğratıldı ve esir edilerek Buhara gönderildi. Zilhicce 307/Nisan-Mayıs 920
tarihinde hapishanede öldü.
4) İlyas b. İshak İsyanı
Bu zatın 914 senesinde babasıyla, II. Nasr’a karşı giriştikleri başarısız isyan
hareketinden sonra Fergana’ya kaçtığını belirtmiştik. İlyas, burada
Muhammed b. Hüseyin b. Mût’un da[325] yardımıyla Türklerden 30.000
kişilik bir ordu toplamayı başarmıştı. 310/922-923 senesinde Semerkand
üzerine yürüyen İlyas b. İshak’ın ordusu şehre bir günlük mesafede Sâmânî
kuvvetleri tarafından tuzağa düşürüldü. Sâmânî ailesinden Ebû Amr
Muhammed b. Esed kumandasındaki 2.500 kişilik bir birlik kurdukları tuzak
sayesinde İlyas’ın ordusunu yenmeyi başardı. İlyas tekrar Fergana’ya
kaçarken İsficâb’a giderken yardımcısı Muhammed b. Hüseyin b. Mût ise
yerel beyler tarafından öldürülerek başı Buhara’ya gönderildi. Şaş valisi
Ebu’l-Fazl b. Ebî Yusuf’un yardımıyla yeniden harekete geçen İlyas’ın
üzerine bu kez Muhammed b. İlyas gönderildi. Sâmânî kuvvetlerine bir kere
daha yenilen İlyas bu kez Kaşgar’a kaçtı. İlyas’a yardım eden Şaş valisi ise,
yakalanarak Buhara’ya gönderildi. İlyas b. İshak, Kaşgar hakimi Togan
Tekin’in yardımıyla üçüncü bir isyan girişiminde daha bulundu ise de
Fergana valisi Muhammed b. Muzaffer tarafından bozguna uğratıldı. Artık
Sâmânî tahtını ele geçirmek için hiçbir şansının kalmadığını gören İlyas,
Fergana valisine teslim oldu[326]. Buhara’ya gönderilen İlyas, II. Nasr
tarafından affedildi.
5) Ebû Zekeriyya Yahya b. Ahmed İsyanı
II. Nasr’a karşı yapılan son isyan hareketi kardeşi Yahya b. Ahmed
liderliğinde gelişmişti. II. Nasr, Sâmânî hükümdarı olduktan sonra kardeşleri
Ebû Zekeriyya Yahya, Ebû Salih Mansur ve Ebû İshak İbrahim’i Buhara
kalesinde hapsetmişti. Bunların dışarıyla olan münasebetlerini ise Ebû Bekr
Habbaz adlı bir kimse yürütmekteydi[327]. II. Nasr’a karşı düşmanlık besleyen
Ebû Bekr, bir grup askerle hükümdarın hapiste bulunan kardeşlerini
kurtarmak üzere anlaşmıştı. Bu arada II. Nasr 317/929-930 senesinde
kendisine karşı asi bir tavır sergileyen Esfar b. Şiruye’yi cezalandırmak için
Buhara’dan ayrılarak Nisabur’a gitmeye karar verdi. Ebu’l-Abbas el-Gûsec
(Köse)’i yerine vekil bırakarak yola çıktı. Onun şehirden ayrılması, Ebû
Bekr’e beklemekte olduğu fırsatı vermiş ve daha önceden anlaştığı askerlerle
birlikte mahkumları Cuma günü kurtarmayı planlamıştı. Ebû Bekr Perşembe
günü kuhendize (İç kale) girerek geceyi burada geçirdi. Ertesi gün son derece
dindar biri gibi görünerek kuhendizin kapısında nöbet tutan askerin yanına
geldi. Ona beş dinar bahşiş vererek, Cuma namazını kaçırmamak için
kendisine kapıyı açmasını rica etti. Nöbetçi de onun ricasını kabul ederek
kapıyı açtı. Kapı açılır açılmaz Ebû Bekr, kararlaştırıldığı üzere kuhendizin
kapısında beklemekte olan adamlarına seslenerek onları yanına çağırdı.
Bunlar hemen harekete geçerek kapıcıları etkisiz hale getirip kuhendize
hakim oldular. II. Nasr’ın tutuklu bulunan kardeşlerini serbest bırakarak,
bunlardan Yahya b. Ahmed’i kendilerine emîr tayin ettiler[328]. Bu sırada
hapishanede bulunan Deylemler, Alevîler ve ayyarlar da serbest bırakılmıştı.
Bunların hepsi Şervin el-Cilî komutasında asilere katıldı. Daha önce II.
Nasr’a isyan eden Hüseyin b. Ali el-Merverruzî’nin oğlu da isyancıların
arasındaydı[329]. İsyancılar ilk önce II. Nasr’ın şehirdeki saray ve kasırlarını
yağmaladılar. Bu arada isyanı haber alan II. Nasr süratle geri döndü. Yahya
b. Ahmed ise, ağabeyinin Ceyhun Nehri üzerinden geçişini önlemek üzere
Ebû Bekr’i bir miktar askerin başında buraya göndermiş kendisi de
Semerkand’a gitmişti. Yahya’nın bu hareketinden isyancıların yeterince
kuvvetli olmadıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca Buhara şehri de daha önceleri de
olduğu gibi II. Nasr’a sadık kalmış olmalıdır. Zira, II. Nasr Buhara’ya
girdiğinde halka karşı hiçbir cezalandırma hareketine girişmemiştir. Hüseyin
b. Ali el-Merveruzi’nin oğlu da, II. Nasr’ın, Ceyhun nehri üzerinden geçişini
önlemekle görevlendirilen Ebû Bekr’in yanındaydı. Bu zat II. Nasr’ın veziri
Muhammed b. Ubeydullah el-Belamî ile anlaşarak Sâmânî ordusunun
Ceyhun Nehri üzerinden rahatça geçmesini temin etti. Yakalanan Ebû Bekr,
Buhara’da işkence ile öldürüldü[330]. Semerkand’da da tutunamayan Yahya b.
Ahmed ise Çağaniyan üzerinden Belh’e gitti. Buranın valisi Karategin de
onunla birleşti. İkisi birlikte Merv’e gittiler. Bu sırada, Sâmânîlerin Horasan
valiliği görevi Ebû Bekr Muhammed b. Muzaffer’in elindeydi. Bu zat, yanına
çağırdığı Mâkân b. Kakî’yi Nisabur’da bırakarak isyancıları batıdan
sıkıştırmak üzere harekete geçti. Ebû Bekr, Yahya’yı oyalamak için etrafa
onunla birleşmek istediği haberini yayıyordu. Ancak yolda aniden yön
değiştirerek Herat ve Busenc şehirlerini ele geçirdi. Buradan da oğlu Ebû Ali
b. Muhtac’dan takviye kuvvetler alabilmek için Garcistan yolu ile
Çağaniyan’a geçmeye karar verdi. Yahya, onun bu hareketini engellemek için
üzerine asker gönderdi ise de buna mani olamadı. Ebû Bekr gerekli
takviyeleri almasının ardından Mansur b. Karategin’in[331] elinde bulunan
Belh şehrini şiddetli bir savaştan sonra ele geçirdi. Yenilen Mansur ise,
Cüzcan’a çekildi. Ardından Çağaniyan’a dönen Ebû Bekr Muhammed,
olanları bir mektupla II. Nasr’a bildirdi. O da başarılarından ötürü Belh ve
Toharis-tan’ın idaresi de Ebu Bekr Muhammed’e verildi.
Ebû Bekr, bu yerleri oğlu Ebû Ali’ye bıraktıktan sonra Yahya’nın takibini
sürdürmek üzere Belh civarında II. Nasr’a katıldı. Belh’in Ebû Bekr
Muhammed’in eline geçmesi üzerine asilerden Karategin Cüzcan’a kaçarken
Yahya, Nisabur’a gitti. Ancak, Ebû Bekr Muzaffer’in vekili Mâkân b. Kakî
tarafından şehre girmesine izin verilmedi. Bunun üzerine Herat’a giden
Yahya, burada tekrar Karategin ile birleşti. II. Nasr’ın üzerlerine geldiğini
öğrenen Karategin, takipten kurtulmak için Yahya’yı Buhara’ya gönderdi.
Kendisi de yeniden Cüzcan’a kaçtı.
Yahya, II. Nasr’ın kendisini şiddetle takibi yüzünden Buhara’da da uzun
süre kalamadı. Önce Semerkand, sonra tekrar Nisabur’a kaçmak zorunda
kaldı. Mâkân b. Kakî’nin Cürcan’a gitmesinden sonra şehri ele geçirmiş olan
Muhammed b. İlyas, Yahya’ya tabi oldu. Şehirde hutbe Yahya b. Ahmed
adına okunmaya başlandı. Ancak II. Nasr’ın 320/932 senesinde Nisabur
üzerine yürümesi neticesinde Yahya ve Muhammed b. İlyas şehirden
ayrılmak zorunda kaldı. Yahya, Büst ve Ruhhac’da bulunan Karategin’in
yanına giderken, Muhammed b. İlyas Kirman’a çekilerek buraya hakim
oldu[332]. II. Nasr aynı sene içinde Yahya ve Karategin’i affetti. Böylece
Sâmânî devleti bünyesinde II. Nasr’a karşı başlatılan son isyan hareketi de
bastırılmış oldu.
B) Dış Mücadeleler
1) Sistan’ın Sâmânîlerin Hakimiyetinden Çıkması
Ahmed b. İsmail döneminde Hüseyin b. Ali el-Merver-ruzî’nin 298/910-
911 ve 300/912-913 senelerinde yaptığı iki seferle Sistan, Sâmânî idaresine
girmişti. Son seferden sonra eyaletin idaresi Simcûr el-Devâtî’ye verilmişti.
Sâmânî hükümdarı Ahmed b. İsmail’in 301/914 senesindeki ölümünün
ardından Sistan’ın merkezi Zerenc’de bulunan Sâmânî kumandanları arasında
anlaşmazlık çıkmış ve Simcûr el-Devâtî, şehir halkı tarafından çıkarılabilecek
muhtemel bir isyan tehlikesini önlemesine karşılık kumandanlar arasındaki
bu anlaşmazlığı giderememişti.
Ebû Bekr Muhammed b. Muzaffer’in, buradaki Sâmânî ordusundan bir çok
subayı da alarak Herat’daki Hüseyin b. Ali el-Merverruzî’nin yanına gitmesi
Sâmânîlerin bölgedeki gücünü oldukça azaltmıştı.
Bu kopmaların sonrasında Simcûr’un yanında sadece kendi gulâmları
kalmış ve neticede Zerenc ileri gelenlerinin ön ayak olduğu bir isyan hareketi
sonucunda Sistan’dan ayrılmak zorunda kalmıştı[333].
Böylece dört sene gibi kısa süren bir hakimiyetten sonra Sistan,
Sâmânîlerin elinden çıkmış oluyordu. Sâmânîlerin ayrılmasından sonra bölge
bir müddet Abbasî halifesi tarafından tayin edilen valilerin idaresinde kalmış
ve daha sonra Saffarî ailesi yönetimi yeniden ele almıştı.
2) Taberistan Alevîleri ile Yapılan Mücadele
Ahmed b. İsmail’in son dönemlerinde Taberistan’da isyan eden Seyyid
Nasır-ı Kebir, buradaki Sâmânî valilerini kovarak bölgeye hakim olmuştu.
Ahmed’in oğlu II. Nasr tahta çıkışının hemen sonrasında Muhammed b.
İlyasa’yı Taberistan’daki bu isyanı bastırmakla görevlendirdi. Ancak, 10.000
kişilik Sâmânî ordusunun başında Taberistan’a giren Muhammed b. İlyasa,
Sariye yakınlarında Seyyid Nasır-ı Kebir tarafından mağlup edildi[334]. Bu
mağlubiyetten sonra Sâmânîler bir süre Taberistan işlerine karışmadılar.
Onlar Horasan’daki asi kumandanlarının çıkardıkları isyanlarla uğraşırken
Cürcan ve Gilan bölgeleri Alevî-lerin eline geçti.
Sâmânîlerin mağlup edilip bölgeden uzaklaştırılmalarının ardından Seyyid
Nasır-ı Kebir, Sâhibü’l-Ceyş Hasan b. Kasım’ı Gilan’a göndererek bu
eyaletlerin hakimlerini kendisine bağlamasını emretmişti. Hasan b. Kasım
kısa sürede bölgedeki yerel hakimlerin Alevîlere bağlanmasını sağladı.
Ancak, onun başarıları ve giderek güçlenmesi Seyyid Nasır-ı Kebir’i
endişelendiriyordu. Nitekim endişelerinde haksız olmadığı da anlaşıldı.
Hasan b. Kasım, Amul’a dönüşünde Seyyid Nasır-ı Kebir’i tutuklayarak
Larican kalesine gönderdi. Ancak, Taberistan Alevîlerinin ünlü
kumandanlarından Leyla b. Numan ordusuyla birlikte Sariye’den Amul’a
gelerek durumun tekrar Seyyid Nasır’ın lehine dönmesini temin etti.
Adamları tarafından terkedilen Hasan b. Kasım ise affedilerek Cürcan’a
gönderildi[335]. Ancak burada Esterâbâd yakınlarındaki Kajin kalesinde
Türkler tarafından kuşatıldı. Kendisine yardıma gelmiş olan Ebu’l-Kasım
Cafer b. Seyyid Nasır tarafından terkedilen Hasan b. Kasım kuşatmayı
yararak Amul’e gelmeye muvaffak oldu. Daha sonra da Gilan’a gitti ise de
bir süredir siyasetten uzaklaşıp ilim ve ders vermekle meşgul olan Seyyid
Nasır-ı Kebir 5 Şaban 304/1 Şubat 917’de ölümü üzerine Daî ile’l-Hâk
ünvanıyla onun yerini aldı �. Hasan b. Kasım’ın Taberistan Alevîlerinin
başına geçmesini kabul etmeyen Seyyid Nasır-ı Kebir’in oğullarından Ebu’l-
Kasım Cafer Rey’de bulunan Sâmânî valisi Muhammed b. İbrahim el-
Sûlûk’un yanına giderek Abbasîlerin siyah rengini kabul ettiğini, paralarda
Sâmânî hükümdarının adını bastırıp, hutbelerde onun adını zikredeceğini
belirterek Taberistan’ı geri almak için ondan yardım istemişti[336]. Ebu’l-
Kasım, Sâmânîlerden aldığı yardımlarla 306/918-919 senesinde kardeşi
Ebu’l-Hüseyin Ahmed’in elindeki Gilan’ı ele geçirdi. Ancak onun yedi aylık
süre içinde gösterdiği kötü yönetim ve halkı küstürmesi sonucunda kardeşi
Ebu’l-Hüseyin, Seyyid Hasan b. Kasım adına bölgeyi yeniden ele geçirmeye
muvaffak oldu.
Görüldüğü gibi Taberistan Alevîleri Sâmânîlere karşı başarıyla mücadele
etmelerine ve Taberistan’a hakim olmalarına rağmen kendi aralarındaki iç
mücadelelerle sürekli olarak yıpranmışlar ve bölgede tam bir otorite
kuramamışlardır. Bu ise, Sâmânîlerin lehine bir durumdu.
İç mücadelelerin ardından Taberistan’da bir süre için düzeni sağlamayı
başaran Seyyid Hasan b. Kasım, 309/921-922 senesinde Leyla b. Numan’ı
Damgan üzerine gönderdi. Burasını Sâmânîler adına Karategin’in kardeşi
Bekçur idare ediyordu[337]. Leyla’nın Damgan üzerine yürüdüğü haberini
alan Bekçur’un, Horasan’a kaçması üzerine Leyla b. Numan kolayca
Damgan’a girdi. Ancak, burada kendisiyle şehir halkı arasında anlaşmazlıklar
neticesinde halk, Alevî ordusuna karşı silahlandı. Duruma kızan Leyla b.
Numan askerlerine şehri yağmalatarak, ahalisinden birçok kimseyi öldürdü.
Ardından, Cürcan’a gitti. Alevî ordusunun Sâmânîlere bağlı topraklardaki
faaliyetleri Sâmânîleri de harekete geçirmişti. Karategin idaresindeki bir
Sâmânî ordusu Cürcan’a geldi. İki taraf arasında Cürcan’a 12 fersah
mesafedeki Firûzkend civarında yapılan savaşı kaybeden Karategin Nisabur’a
kaçmak zorunda kaldı.
Ahmed b. Sehl’in kardeşi Ebu’l-Kasım Hafs ve Karategin’in Pars adlı Türk
gulâmı 1000 kadar adamıyla birlikte bu sırada onun yanından kaçarak Leyla
b. Numan’a sığınmıştı. Leyla, bunlara iyi davranarak Pars’ı, kendi kızıyla
evlendirdi[338]. Fakat yapılan katılımlar nedeniyle sayısı giderek artan Alevî
ordusunun malî yönden sıkıntı içine girmesi üzerine Leyla b. Numan, Hasan
b. Kasım ve Ebu’l-Kasım Hafs’ın teşvikiyle Nisabur üzerine yürüdü. Şehirde
bulunan Karategin burada da tutunamayarak kaçmak zorunda kaldı. Nisabur,
Leyla b. Numan’ın eline geçti. Onun, Sâmânîlerin Horasan’daki merkezi olan
bu şehri ele geçirmesi üzerine Sâmânî hükümdarı aralarında Vezir
Muhammed b. Ubeydullah el-Bel’âmî, Ebû Cafer el-Sûlûk, Harizmşah,
Buğra Han, Simcûr el-Devâtî’nin de bulunduğu yeni bir orduyu Hamuye b.
Ali komutasında Horasan’a gönderdi[339]. Yukarıda komutanlar arasında
zikrettiğimiz Buğra Han adından, II. Nasr’ın doğudaki komşusu Karahanlı
Devletinden de yardım aldığını anlıyoruz. Bu gerek Sâmânîlerin
Taberistan’daki mücadelelerde ne kadar güç durumda kaldıklarını ve gerekse
Karahanlıların o dönemdeki gücünü göstermesi açısından önemlidir. Tûs
yakınlarında yapılan savaşta Sâmânî ordusunu mağlup eden Leyla b. Numan,
onları Merv’e kadar kovaladı. Burada yeniden toparlanan Sâmânî kuvvetleri
Alevî ordusunu yendikleri gibi Leyla b. Numan’ı esir etmeye muvaffak
oldular (309/921-922). Esir alınan Leyla b. Numan, Hamuye b. Ali’nin
emriyle idam edildi.
Leyla b. Numan’ın öldürülmesiyle ilgili olaylar Hilal el-Sâbî’de
diğerlerinden biraz daha farklı olarak anlatılmıştır. Buna göre[340]; Sâmânî
ordusu ile Alevî ordusu Tûs’a iki fersah mesafedeki el-Nukan denilen yerde
karşılaştı. Şiddetli bir savaşın ardından Leyla b. Numan kalan kuvvetleriyle
bir kaleye sığınmak zorunda kaldı. Sâmânî ordusu onun sığındığı kaleyi
kuşattı. Kuşatmanın uzamasıyla birlikte şehirdeki erzakın tükenmiş ve şehir
halkı susam yağı veya birer avuç arpa ile idare etmek zorunda kalmıştı.
Sonunda işler daha da kötüleşince Deylemler, Leyla’nın yanına giderek
tamamen güçten düşmeden kaleden çıkıp savaşmak istediklerini söylediler.
Bunun üzerine Leyla b. Numan kaleden çıkarak savaşmak zorunda kaldı. İki
taraf arasındaki çarpışmalar sırasında Leyla cesurca çarpışmasına rağmen
öldürüldü. Sâmânî askerleri onun başını keserek bir mızrağa taktılar. Bunun
üzerine Alevî ordusu dağıldı. Leyla’nın kesilen başı ilk önce Buhara’ya sonra
Bağdat’a gönderildi.
Onun öldürülmesi Taberistan Alevîleri arasında yeni karışıklıkların
çıkmasına neden oldu. Savaşı müteakip Cürcan’a çekilen Alevî ordusu
içindeki bazı Gilanlı komutanlar aralarında anlaşarak Seyyid Hasan b.
Kasım’a suikast tertiplemek istediler[341]. Ancak, durumu haber alan Seyyid
Hasan b. Kasım tarafından yakalanarak öldürüldüler Bunların öldürülmesi
üzerine yakınları Sâmânîlerin hizmetine girdiler.
Alevîler arasında çıkan karışıklıklardan faydalanmak isteyen Karategin
idaresindeki Sâmânî kuvvetleri Cürcan’a girdi. Leyla b. Numan, Nisabur
üzerine yürümeden önce burada Karategin’den kaçan Pars’ı vekil bırakmıştı.
Karategin Pars’ı öldürerek bölgeyi yeniden Sâmânîlerin hakimiyetine soktu.
Karategin’in Cürcan’a girdiği sırada Seyyid Hasan b. Kasım ve Seyyid Nasır-
ı Kebir’in oğlu Ebu’l-Hüseyin, onunla savaşmaya cesaret edemeyerek
Tamişa’ya çekilmişlerdi. Burada, Ebu’l-Hüseyin, Seyyid Hasan’dan ayrıldı.
Gilan’da bulunan kardeşi Ebu’l-Kasım’ın yanına giderek onunla birleşti.
Yalnız kalan Seyyid Hasan ise İspadbeh Muhammed b. Şehriyar’a sığındı.
Ancak, İbn Şehriyar, onu zincire vurarak Abbasîler adına Rey’i yönetmekte
olan Ali b. Vehsudan’a gönderdi. Seyyid Hasan, Ali b. Vehsudan’ın emriyle
Bağdat’a gönderilmeyerek Alamut kalesinde hapsedildi[342]. Seyyid,
Muhammed b. Müsafir’in İbn Vehsudan’ı mağlup etmesine kadar burada
kaldı. Ardından Hüsrev Firuz kendisini kurtararak onu Gilan’a gönderdi. Bu
arada Cürcan’da bulunan Karategin de, burada uzun süre kalmadı. Onun
bölgeden ayrılması üzerine hapisten kurtulan Hasan b. Kasım ve Ebu’l-
Hüseyin yeniden Cürcan’a hakim oldular (310/922-923)[343].
Cürcan’ın yeniden Alevîlerin idaresine girmesi üzerine II. Nasr, Simcûr el-
Devâtî’yi beraberinde Muhammed b. Ubeydullah el-Bel’âmî ve Buğra Han
olduğu halde 4.000 kişilik bir süvari birliğininin başında Taberistan’a
gönderdi. Simcûr, Cürcan şehrinde bulunan Ebu’l-Hüseyin’i kuşattı. Kuşatma
sırasında Ebu’l-Hüseyin kaleden çıkarak savaşmaya karar verdi[344].
Neticede taraflar Celayin denilen yerde savaşa tutuştular. Deylem ve
Gilanlılardan oluşan 8.000 kişilik Alevî ordusu Surhab b. Vehsudan’ın
idaresinde idi. İki taraf arasında yapılan çarpışmalarda Sâmânî kuvvetleri
mağlup olarak kaçmaya başladılar. Alevî ordusunun bir bölümü onları takip
ederken diğerleri Sâmânî ordugahını yağmalıyordu. Bu sırada Simcûr’un
önceden pusuya yerleştirdiği birlikler ortaya çıkarak yağmaya dalmış Alevî
ordusunu mağlup ettiler(310/922-923)[345].
İbn el-Esîr bundan sonra, Ebu’l-Hüseyin’in yanında bulunan Mâkân b.
Kakî, Ali b. Buveyh ve daha bir kaç kişiyle birlikte kaçmak zorunda kaldığını
yazar[346]. Simcûr ise ileri harekatına devam ederek, Ebu’l-Hüseyin’in
Sariye’ye giderken Esterâbâd’ta bıraktığı Mâkân b. Kakî’yi kuşattı. Uzun
süren kuşatmaya rağmen Mâkân karşısında hiçbir başarı kazanamayan
Simcûr, onunla anlaşmak zorunda kaldı. Yapılan anlaşma gereğince ; Mâkân,
Simcûr’un şehri ele geçirmesine izin verecek, Simcûr ayrıldıktan sonra tekrar
şehri alacaktı. Bundan, Simcûr’un kazandığı başarılı bir savaştan sonra böyle
bir muvaffakiyetsizlikle geri dönmek istemediği anlaşılıyor. Taraflar
anlaşmayı uyguladılar. Simcûr, Buğra Han’ı küçük bir birlikle burada
bırakarak Nisabur’a gitti. Onun dönüşünden sonra Mâkân b. Kakî, Esterâbâd
önlerine geldi. Yanındaki kuvvetlerle ona karşı koyamayacağını anlayan
Buğra Han da geri çekilince Mâkân kolayca şehre sahip oldu[347].
Sâmânî ordusunun geri çekilmesi ile ilgili İbn İsfendiyar’da[348] yine farklı
bir rivayete rastlamaktayız. Buna göre, Celayin’de aldıkları mağlubiyetin
ardından Tamişa’ya kaçan Ebu’l-Hüseyin ve Seyyid Hasan b. Kasım dağılan
Alevî ordusunu burada toparlamayı başarmışlardı. Bunlar, Mâkân b. Kakî’yi
Tamişa’da bırakarak takviye kuvvetler bulmak üzere Amul’e gittiler. Daha
sonra topladığı kuvvetlerle Cürcan üzerine yürüyen Ebu’l-Hüseyin, burada
bulunan Türkleri mağlup ederek Cürcan’ı yeniden ele geçirmeyi başardı. İbn
İsfendiyar’ın burada bahsettiği Türkler, herhalde yukarıda İbn el-Esîr’in
rivayetinde de verdiğimiz Buğra Han ve ona bağlı askerler olmalıdır.
Neticede her iki kaynağın da aktardığı üzere Sâmânîler kısa bir süre için
Cürcan’ı ele geçirmeyi başarmalarına rağmen, Alevî ordusunun toparlanması
üzerine burayı yeniden terketmek zorunda kalmışlardır.
Sâmânî ordusunun geri çekilmesinden sonra Seyyid Hasan b. Kasım ve
Ebu’l-Hüseyin bir süre Amul’de oturduktan sonra Cürcan’a gittiler. Ancak,
ikisi arasındaki barış uzun sürmedi. Ebu’l-Hüseyin Hasan b. Kasım ile
anlaşmazlığa düşerek kardeşi Ebu’l-Kasım’ın yanına kaçtı. İki kardeş Hasan
b. Kasım’a karşı, Deylemli komutanlardan Mâkân b. Kakî, Ali b. Hurşid,
Esfar b. Şiruye ve Resamuç b. Şirmerdan ile birleştiler. Seyyid Hasan b.
Kasım ise Rüstem b. Şervin ile anlaşarak Amul’den Sariye’ye gitti. Bu arada
yaptıkları ittifaklarla güçlerini arttıran Ebu’l-Hüseyin ve Ebu’l-Kasım, Hasan
b. Kasım’ın üzerine yürüdüler. Onların karşısında tutunamayacağını anlayan
Seyyid Hasan kaçmak zorunda kaldı. Amul’e giren müttefik ordusu Ebu’l-
Hüseyin’e biat etti (8 Cumadiyelevvel 331/24 Ağustos 923 Perşembe)[349].
Ancak, Ebu’l-Hüseyin’in aynı sene içinde ölümü üzerine yerine kardeşi
Ebu’l-Kasım geçti. Ebu’l-Kasım, topladığı askerlerle idareyi ele geçirmek
üzere harekete geçen Hasan b. Kasım’ı bir kere daha mağlup etti[350]. Seyyid
Hasan b. Kasım bu kez Gilan’a kaçtı. Ebu’l-Kasım 312/925 senesinde ölünce
ordu, Ebu’l-Hüseyin’in oğlu Ebû Ali Muhammed b. Ahmed’e biat etti.
Seyyid Ebû Ali’nin hükümdarlığı Taberistan Alevîleri arasında yeni bir
ihtilafa neden oldu. Cürcan valisi Mâkân b. Kakî, kardeşi Ebu’l-Hüseyin b.
Kakî, Hasan b. Firuzan, Ebû Ali b. İsfahanî ile Ebû Ali’nin yerine Ebu’l-
Kasım’ın oğlu İsmail’i geçirmek üzere anlaştılar. Hilal el-Sâbî’nin[351]
verdiği bilgiye göre İsmail, Hasan b. Firuzan ile anne tarafından kardeşti.
Hasan b. Firuzan ise, Ebu’l-Hüseyin ve Mâkân’ın yeğeni idi. Herhalde
Mâkân, İsmail ile aralarındaki akrabalığın Taberistan ve Cürcan’ın idaresinde
kendisini daha ön plana çıkaracağını düşünmüş olmalıdır. İbn
İsfendiyar’ın[352] verdiği bilgilerden Mâkân’ın bu arzusunda başarıya
ulaştığını anlıyoruz. Nitekim Mâkân, az sayıdaki adamıyla Mematir’e gelen
Seyyid Ebû Ali’yi yakaladı. Daha sonra İsmail ile birlikte Amul’e giderek
İsmail’i tahta çıkarttı. Seyyid Ebû Ali ise hapsedilmek üzere Cürcan’a Emir
Ka b. Verdasf’ın yanına gönderildi. Bundan sonra İsmail adına devleti
yönetmeye başlayan Mâkân ilk olarak kardeşi Ebu’l-Hüseyin’i Cacerm ve
Horasan üzerine gönderdi. Ebu’l-Hüseyin, Seyyid Ebû Ali adına Cacerm’i
yönetmekte olan Ali b. Buye’yi mağlup etti. Ardından eline geçen bütün
Horasanlı askerleri öldürdü. İbn İsfendiyar’da[353] geçen bu tabirden Ebu’l-
Hüseyin’in bu sefer sırasında Sâmânî topraklarına bir akın harekatında
bulunduğu anlaşılıyor. Mâkân, kardeşinin başarılarının ardından ona
Cürcan’a giderek Ka b. Verdasf’dan idareyi devralmasını ve gönderdiği gizli
bir mektupla da ondan, Seyyid Ebû Ali’yi öldürmesini istedi. Ancak,
Mâkân’ın beklediğinin aksine Seyyid Ebû Ali, Ebu’l-Hüseyin’i öldürmeyi
başardı. Bu arada, Ali b. Hurşid ve Esfar b. Şiruye Mâkân’la anlaşmazlığa
düştüklerinden dolayı ona isyan ederek Cürcan civarında yağmacılık
yapmaya başlamışlardı. Seyyid Ebû Ali yüzüğünü onlara göndermesi üzerine
bu ikisi kendisine gelerek biat ettiler. Seyyid Ebû Ali, onların da yardımıyla
Cürcan’ı yeniden ele geçirmeyi başardı[354].
İbn el-Esîr ise, bundan biraz farklı olarak Seyyid Ebû Ali’nin Mâkân’ın
kardeşinin öldürülmesine sevinen komutanlarca tahta çıkarıldığını yazar[355].
Seyyid Ebû Ali daha sonra Ali b. Hurşid’i ordunun başına getirmiş ve Sâmânî
kumandanı Ebû Bekr b. Muhammed b. İlyasa’nın yanında olan Esfar b.
Şiruye’ye mektuplar yazarak yanına çağırmıştı. Esfar, Ebû Bekr’in de iznini
alarak Ebû Ali’nin yanına geldi. İbn el-Esîr, konuyla ilgili olarak Esfar’ın
önceleri Mâkân’ın hizmetinde olduğunu ve kötü huylarından dolayı ordudan
atılınca Nisabur’da bulunan Ebû Bekr b. Muhammed b. İlyasa’nın yanına
giderek Sâmânîlerin hizmetine girdiğini belirtir[356]. Taberistan Alevîlerinin
kendi aralarındaki mücadelelerin ardından mağlup olan tarafın Sâmânîlere
sığınıp, onların yardımına başvurmaları çok rastlanılır bir olaydı. Ayrıca
Sâmânîlerin de kendi çıkarları dolayısıyla bunları sürekli olarak desteklediği
düşünülürse İbn el-Esîr’de geçen bu rivayetin gerçeğe daha yakın olduğu
anlaşılır. Ancak, yukarıda Ebu’l-Kasım ve Ebu’l-Hüseyin’in, Seyyid Hasan
b. Kasım’a karşı birleştiği kumandanlar arasında Mâkân ile birlikte Esfar’ın
da adının geçmesi, onun Mâkân’ın ayarında bir kumandan olduğunu akla
getirmektedir. Yine Esfar’ın daha sonraki faaliyetleri de onun Alevîler
arasındaki güçlü şahsiyetlerden biri olduğunu göstermektedir. Buna göre,
Esfar b. Şiruye, muhtemelen Seyyid Ebu’l-Kasım’ın ölümünden sonra
meydana gelen olayların ardından Seyyid seçimi nedeniyle Mâkân ile
anlaşmazlığa düşerek Sâmânîlerin hizmetine girmiş olması daha olası
gözükmektedir.
Nihayetinde Seyyid Ebû Ali, topladığı kuvvetlerle Mâkân’ın üzerine
yürüdü. Mâkân, onun karşısında tutunamayarak dağlara sığınmak zorunda
kaldı. Böylece, Taberistan ve Cürcan’ın tamamını kendi idaresi altında
birleştirmeye muvaffak oldu. Ancak kısa süre sonra ölümü üzerine yerine
kardeşi Ebû Cafer geçti. Daha önce Seyyid Ebû Ali ile birleşmiş olan Esfar b.
Şiruye, yeni Seyyid’den ayrılarak Cürcan’a gitti. Bunu fırsat bilen Mâkân b.
Kakî, Seyyid Ebû Cafer’i mağlup ederek tekrar Amul’u ele geçirdi. Gilan ve
Deylemlerden aldığı destekle yeniden güçlenen Seyyid Hasan b. Kasım da
Mâkân ile birleşti. İkisi birlikte bu sırada Sariye’yi ele geçirmiş olan Esfar’ın
üzerine yürüyerek onu mağlup ettiler. Mağlubiyetin ardından Esfar, Cürcan’a
giderek yeniden Sâmânîlerin hizmetine girdi.
Diğer taraftan II. Nasr’ın hükümdarlığının başlarında meydana gelen iç
mücadeleler sırasında, Sâmânîler Devletinin batıdaki en uç noktası olan Rey
şehri 304/916 yılında Azerbaycan hakimi Yusuf b. Ebî Sa’c’ın eline geçmişti.
Bu ara dönemde ülke içinde kendisine karşı çıkan isyanları bastırdıktan sonra
düzeni sağlayan II. Nasr yeniden dış meselelerle ilgilenme fırsatı bulmuştu.
İlk olarak da Sâmânîlerin elinden çıkmış ticarî ve stratejik açıdan çok önemli
olan Rey şehrini yeniden ele geçirmek istiyordu. Rey, İbn Ebî Sa’c’dan sonra
birkaç kez yönetim değiştirmişti. En son İbn Ebî Sa’c’ın azatlısı Fatik, şehre
hakim olmuştu. Onun halifeye karşı düşmanca bir tutum içine girmesi üzerine
halife Sâmânî hükümdarını Rey’i ele geçirmek üzere teşvik etmeye başladı.
Bunun üzerine II. Nasr 314/926 senesinde 30.000 kişilik bir orduyla Rey
üzerine yürüdü[357]. İbn İsfendiyar’ın[358] verdiği bilgilerden Sâmânî
hükümdarının Rey’den başka yukarıda bahsettiğimiz iç mücadelelerden de
faydalanarak Taberistan’ı da ele geçirmek niyetinde olduğu anlaşılıyor.
Nasr’ın kalabalık bir ordu ile harekete geçmesi de bunu doğrulamaktadır.
Nitekim, Seyyid Hasan b. Kasım’ın Şehriyar-kuh[359] valisi Ebû Nasr,
Sâmânî ordusunun geçeği yoları tahkim edip, köprüleri yıktırdı. Böylece
Sâmânî ordusu geçilmesi güç dağ yollarına sapmak zorunda kalacak ve
yürüyüşü yavaşlayacaktı. Ayrıca bu büyüklükte bir ordunun böyle bir
durumda erzak temini konusunda da güç durumda kalacağı tabi idi. Sâmânî
ordusu Şehriyar-kuh mevkine geldi. II. Nasr yapılan hazırlıkları görünce
buradan geçmenin mümkün olamayacağını anladı. Bunun üzerine Seyyid
Hasan b. Kasım’a haberciler göndererek onunla barış yapmak istedi. Seyyid
de, Abdullah b. Selam ve Ebu’l-Abbas b. Zürriyaseteyn’i görüşmeler yapmak
üzere Nasr’ın yanına gönderdi. Neticede Sâmânî hükümdarının 20.000 dinar
vermesi ve Horasan’a geri dönmesi şartlarıyla barış yapıldı. İki taraf arasında
yapılan barışın ikinci maddesinde görülen Sâmânî ordusunun Horasan’a geri
dönmesi şartı, büyük ihtimalle Sâmânîlerin Taberistan’a saldırmaması ile
alakalı olmalıdır. Sâmânî hükümdarının bundan sonraki faaliyetleri ile ilgili
bilgileri İbn el-Esîr’de[360], bulmaktayız. Buna göre, II. Nasr, Ebû Nasr’ın
kendisine geçiş izni vermemesi üzerine, onunla 30.000 dinar karşılığında
geçiş iznini aldı. Yukarıda II. Nasr’ın Alevîlere 20.000 dinar verdiğinden
bahsettik. Ancak bu rakamların hangisinin doğru olduğunu bilemediğimizden
her iki rakamı da burada vermeyi uygun gördük. Böylece Sâmânî ordusu Rey
üzerine yürüyüşüne devam etti. Sâmânîlerin gelişini haber alan Fatik,
mukavemet edemeyeceğini anlayarak şehirden ayrıldı. Sâmânî ordusu
Cemaziyelahir 314/Ağustos-Eylül 926 tarihinde Rey’e girdi. II. Nasr, şehre
ilk olarak Simcûr el-Devatî’yi vali tayin etti. Burada iki ay kalan II. Nasr,
Buhara’ya dönüşünden kısa bir süre önce, Sâmânîler adına daha önceleri de
aynı görevi yapmış olan Muhammed b. Ali Sûlûk’u Rey valiliğine getirdi. Bu
iki kaynaktan elde ettiğimiz bilgilere dikkat edildiğinde bunların birbirini
tamamladığı görülmektedir. II. Nasr, Taberistan Alevîlerinin kendi
aralarındaki mücadelerinden, onların hakimiyetindeki Taberistan ve Cürcan’ı
ele geçirmek suretiyle faydalanmak istemiştir. Ancak, geçeceği yolların
tahrip edilmesi nedeniyle dağlık arazilerden ilerlemeyi de göze alamayan II.
Nasr, Rey şehriyle yetinmek zorunda kalmıştır.
II. Nasr’ın Rey’i ele geçirdikten sonra Buhara’ya dönmesinin ardından
Taberistan Alevîleri arasında yeniden iç mücadeleler başladı. Mâkân b.
Kakî’nin davranışlarından tedirgin olan Seyyid Hasan, ondan ayrılarak
İspadbeh Şervin b. Rüstem ile birlikte Gilan’a gitti. Mâkân’ın onu geri
döndürme çabaları bir sonuç vermedi. Seyyid Hasan’ın Mâkân’dan
ayrılmasını fırsat bilen Esfar b. Şiruye, Türkler, Deylemler ve Gilanlılardan
oluşan 7.000 kişilik bir orduyla Amul’da bulunan Mâkân’ın üzerine yürüdü.
Ancak mağlup olarak bir kere daha Cürcan’a Sâmânî kumandanı Ebû Bekr b.
Muhammed b. İlyasa’nın yanına geri dönmek zorunda kaldı[361]. Bundan,
Esfar b. Şiruye’nin II. Nasr’ın Rey seferi sırasında Cürcan’ı Sâmânîlere
bıraktığı ve yeniden onların hizmetine girdiği anlaşılıyor. Mâkân, daha sonra
kendisine mağlup olmasının ardından dağlara sığınmış olan eski Seyyid Ebû
Cafer’i, Hasan b. Firuzan vasıtasıyla ele geçirdi. Onun, Ebû Cafer’e karşı
kötü davranması Seyyid Hasan b. Kasım’ın tepkisine neden olmuş ve Hasan,
Ebû Cafer’in kendisine gönderilmesini istemişti. Mâkân’ın bunu kabul ederek
Ebû Cafer’i ona göndermesi iki taraf arasındaki ilişkilerin yeniden
yumuşamasına neden oldu. Hasan b. Kasım, Deylemler ve Gilanlılardan
oluşan ordusuyla Amul’e gelerek tekrar Mâkân ile birleşti.
316/928 senesinde Mâkân ile Hasan b. Kasım Rey üzerine yürüyerek şehri
ele geçirdiler. Sâmânîler adına şehri yönetmekte olan Muhammed b. Ali el-
Sûlûk onların karşısında tutunamayarak şehirden ayrılmak zorunda kaldı.
Rey’in dışında Cibal bölgesinde yer alan Kazvin, Zencan, Ebher ve Kum
şehirleri de Alevilerin hakimiyetine girdi. Ancak, onların Rey’de
bulunmaları, Sâmânîler adına Cürcan’ı yönetmekte olan Esfar b. Şiruye’ye
Taberistan’ı ele geçirmek için beklediği fırsatı vermişti. Esfar kendisi gibi
Sâmânîlerin hizmetinde olan Merdaviç b. Ziyâr ve kardeşi Veşmgir ile
birlikte Taberistan üzerine yürüdü. Esfar’ın idare ettiği Sâmânî ordusunun
Taberistan’a girdiğini öğrenen Mâkân b. Kakî ve Seyyid Hasan’ın bundan
sonraki faaliyetleri hakkında üç farklı rivayet bulunmaktadır.
İbn İsfendiyar’a göre[362] ; Mâkân b. Kakî kendisi ordu ile birlikte Esfar’ın
üzerine yürürken, Seyyid Hasan’a Rey’de kalmasını rica etmiş, ancak Seyyid,
onu dinlemeyerek yanında 500 kişi olduğu halde Amul üzerine yürümüştü.
Burada, şehir halkı fakîh Ebu’l-Abbas’ın da telkinleri neticesinde kendisine
yardım etmekten çekindi. Bu sırada Sariye’de bulunan Esfar, Seyyid’in zayıf
durumda olduğunu haber alınca derhal harekete geçerek Amul önlerine geldi.
Yapılan savaşta Seyyid Hasan’ın az sayıdaki kuvvetleri mağlup olduğu gibi
kendisi de Merdaviç b. Ziyâr tarafından öldürüldü. Öldürülenler arasında Ebû
Cafer Menkadim de bulunuyordu.
Hilal el-Sâbî’ye göre ise[363] ; Seyyid Hasan b. Kasım, Esfar’ın Taberistan’ı
işgal ettiğini öğrenince onunla savaşmak üzere Mâkân b. Kakî’yi
görevlendirmişti. Ancak Mâkân, onun bunu “Esfar’ı Taberistan’dan çıkarmak
için senin harekete geçmen daha doğru olur.
Çünkü sen imamsın. İnsanlar senin önünde savaşırlar. Taberistan’daki
gönüllüler (mutatavvi’a) senin yanında toplanırlar. Eğer onunla savaşmak
için ben gidersem, Taberistan halkı benim için savaşmaz ve benden
uzaklaşırlar” diyerek kabul etmedi. Böylelikle Seyyid Hasan, Esfar’la
savaşmak üzere Rey’den Amul üzerine yürümek zorunda kalmış oluyordu.
İki taraf Amul kapısı önlerinde karşılaştılar. Seyyid Hasan b. Kasım
gönüllülerden beklediği desteği bulamadı. Yapılan savaşta ordusu mağlup
olduğu gibi kendisi de Merdaviç b. Ziyâr tarafından öldürüldü (24 Ramazan
316 Salı/) Ölenler arasında Seyyid’in hâcibi Ebû Cafer Menkadim’de
bulunuyordu.
İbn el-Esîr[364], konu ile alakalı olarak diğer iki kaynağın aksine savaşın
Sariye önlerinde yapıldığını ve Hasan b. Kasım’ın ordusunda bulanan bazı
kumandanların isteksizce savaşmalarının onun mağlubiyetine neden
olduğunu belirtir. Bunun nedeni olarak, daha önce Seyyid Hasan b. Kasım’a
suikast tertipledikleri için öldürülen Gilanlı liderlerin intikamını almak
istemelerini gösterir. İbn el-Esîr savaşa Mâkân b. Kakî’nin de katıldığını
belirtirse de bu yanlıştır.
Görüldüğü gibi her üç kaynakta Sâmânîlerin Cürcan valisi Esfar b.
Şiruye’nin galibiyeti konusunda hemfikirdir. Savaşın meydana geldiği yer
konusunda ise İbn İsfendiyar ve Hilal el-Sâbî’de verilen bilginin daha doğru
olacağı kanaatindeyiz. Zira Amul’un Taberistan’ın merkezi idi. Buraya hakim
olacak olan tarafın Taberistan’ın tamamına hakim olması daha kolay olacaktı.
Nitekim, Seyyid Hasan b. Kasım’ın buradaki insanlardan ve gönüllülerden
alacağı yardımlardan sonra Esfar’ın karşısına daha güçlü bir şekilde çıkma
arzusun da olduğu anlaşılıyor. Ancak, Amul halkının ve gönüllülerin ona
beklediği yardımı etmemeleri, bölgede Esfar ve dolayısıyla Sâmânîler lehine
bir gelişmenin varlığına işaret ediyor. Yine, iyi bir asker olduğu kadar usta
bir siyasetçi olan Mâkân b. Kakî’nin de bu gerçeği sezmesinden dolayı
Seyyid’i buraya yalnız başına göndermiş olmalıdır. Seyyid’in daha önce
kendisine suikast tertip etmek isteyenlere karşı giriştiği hareket de
Taberistan’da kendi aleyhine bir durumun doğmasına etki etmişti. Nitekim
olayın ardından öldürülen bu kişilerin yakınları ve bunlara bağlı kimseler ya
Sâmânîlerin tabiyetine girmişler ya da Seyyid’e karşı uygun bir zamanı
kollamaya başlamışlardı. İbn el-Esîr’in yukarıda verdiğimiz rivayeti de bunun
bir delilidir. Zira Seyyid’in kendisi de bu suikast nedeniyle öldürülenlerden
Vehsudan b. Tirzad’ın yeğeni Merdaviç b. Ziyâr tarafından öldürülmüştür.
Galibiyetin ardından Esfar, Rey’de bulunan Mâkân b. Kakî’nin üzerine
yürüdü. Mâkân, Esfar’ın karşısında tutunamayarak Taberistan’a kaçtı. Esfar,
Rey’e Aguşi adlı bir Türkü vali atadıktan sonra Mâkân’ı takip ederek yeniden
Taberistan’a girdi. Mâkân bu kez de Deylem’e kaçmak zorunda kaldı.
Böylece Taberistan ve Rey, Esfar’ın şahsında bir kere daha Sâmânîlerin
idaresine girmiş oluyordu. Cürcan ve Taberistan’da hutbe Sâmânî hükümdarı
II. Nasr adına okunmaya başladı. Sâmânî hakimiyetinin yeniden kurulması ile
birlikte bölgede sünnî ideolojisinin yeniden yayılmaya başladığını görüyoruz.
Buraları Sâmânîler adına yönetmekte olan şii mezhebine mensup Esfar’da
bundan rahatsızlık duymuş olmalıdır. Olayların bu şekilde gelişmesinin
ileride kendisi için problem olabileceğini düşünen Esfar, Amul valisi Ebû
Musa Harun b. Behram’a bir mektup göndererek Seyyid Nasır-ı Kebir’in
torunlarından Ebû Cafer’i imam tayin ederek başına kalansüve konulmasını
emretti[365]. Ancak bu durum Sâmânî hükümdarının hoşuna gitmemiş ve II.
Nasr, Esfar’a Ebû Cafer ve onunla birlikte olanların yakalanıp Buhara’ya
gönderilmesini emretmişti. Esfar da, onun emrine muhalefet edemedi. Ebû
Cafer ve Zeyd b. Salih’i yakalayarak Buhara’ya gönderdi. Buhara’da
hapsedilen bu kişiler 317/930 senesindeki Yahya b. Ahmed isyanına kadar
hapiste kaldılar.
İbn el-Esîr ise[366]; Amul valisi Harun b. Behram’ın, Esfar’dan habersiz
burada hutbeyi Ebû Cafer adına okuttuğunu söyler. Ancak Esfar, bundan
rahatsız olmuş, onun yeniden Taberistan’a hakim olup fitne çıkarmasından
çekinmişti. Bunun üzerine Harun’a bir mektup göndererek, onun Amul ileri
gelenlerinden birinin kızıyla evlenmesini ve bunlara bir düğün ziyafeti
vermesini istemiş, Harun da, onun isteğini yerine getirmek zorunda kalmıştı.
Ancak, Esfar ziyafet günü askerleriyle Amul’e gelip, ziyafetin verildiği
Harun’un evini basarak Ebû Cafer ve diğer alevî ileri gelenlerini yakalatıp
Buhara’ya göndermişti.
Onların, Buhara’ya gönderilmesi Esfar’ın işine yaramıştı. Nitekim, bu
şekilde bölgedeki gücünü arttıran Esfar zamanla, metbu olan Sâmânî
hükümdarına karşı da bağımsız hareket etmeye başladı. Bunun üzerine II.
Nasr Buhara’dan ordusuyla Esfar’ın üzerine yürüdü�. Onun gelişini haber
alan Esfar da savaş hazırlıklarına başlamıştı. Ancak, veziri Mutarrıf b.
Muhammed el-Cürcanî’nin, ordusunda Türkler ve Sâmânîlere bağlı
kimselerin olduğunu söyleyerek bunlarla II. Nasr’a karşı savaşa girmenin
doğru olmayacağını belirtmesi üzerine Esfar, Sâmânîlerle barış yapmanın
daha uygun olacağını anladı. Rey ve çevresinden topladığı vergilerin bir
kısmını Buhara’ya gönderdi. Kardeşi Yahya’nın kendisine karşı Buhara’da
isyan çıkardığını haber alan II. Nasr da, onun teklifini kabul ederek
Buhara’ya döndü. Bu şekilde yerini muhafaza etmeyi başaran Esfar’ın
Taberistan’daki hakimiyeti de fazla uzun sürmedi. Kumandanlarından
Merdaviç b. Ziyâr, Mâkân b. Kakî’nin kışkırmasıyla ona karşı isyan etti.
Nihayetinde, Merdaviç tarafından mağlup edilen Esfar 319/931 senesinde
öldürüldü[367]. Diğer taraftan Esfar b. Şiruye’ye karşı işbirliği yapan Mâkân
b. Kakî ve Merdaviç’in dostluğu da fazla uzun sürmedi. Esfar’ın
öldürülmesinin ardından Mâkân b. Kakî hakimiyet alanını Horasan’a kadar
genişletmişti. Bu sırada kardeşlerinin isyanı ile uğraşan II. Nasr isyanı
bastırdıktan sonra Nisabur’a döndü. Mâkân b. Kakî’ye bir mektup yazarak
ondan kendi hakimiyet bölgesine dönmesini istedi. Mâkân’da buna uyarak
Cürcan ve Taberistan’a döndü[368]. Ancak, onun Sâmânîlerle girdiği yakın
ilişki Merdaviç ile arasının bozulmasına neden oldu. Merdaviç Cibal, İsfahan
gibi hakimiyeti altındaki bölgelere haberciler gönderip asker topladıktan
hemen sonra 316/928-929 senesinde Mâkân’ın üzerine yürüdü. Mâkân ise,
Merdaviç’e karşı koyamayarak Deylem bölgesine kaçtı[369].
İbn İsfendiyar[370] Merdaviç’in seferi hakkında daha farklı bilgiler
vermektedir. Buna göre, “Mâkân, Merdaviç ile barış yaptıktan sonra
Horasan’dan Taberistan’a gelmişti. Burada Merdaviç’in veziri Mutarrif’in
akrabalarından Ebu’l-Fazl Şakird’den zor kullanarak para sızdırmaya
çalışmıştı. Olayı öğrenen Mutarrif de, Merdaviç’i Taberistan üzerine
yürümeye kışkırtması üzerine Mâkân Amul’e döndü. Bu sırada Merdaviç,
Nasır adlı bir kumandanını Larican ve Demavend üzerinden yola çıkarmıştı.
Fakat Mâkân, onu Vala-rûd yakınlarında karşıladı. Yapılan savaşta Nasır da
dahil olmak üzere birçok adamı öldürüldü. Bunun üzerine Merdaviç,
Demavend yolu üzerinden Rey’e çekildi.” Görüldüğü gibi İbn İsfendiyar
burada Merdaviç’in Mâkân karşısında mağlubiyetinden bahsetmektedir.
Ancak bu rivayet, diğer kaynaklar tarafından verilen ve yukarıda
bahsettiğimiz rivayetlere ile bu tarihten sonra gelişen olaylara ters
düşmektedir. Dolayısıyla İbn Miskeveyh ve İbn el-Esîr de verilen rivayetleri
kabul etmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz.
Mâkân’ın Deylem’e kaçmasından sonra Merdaviç Taberis-tan’ın idaresini
Ebu’l-Kasım b. Bancin’e bırakarak Cürcan üzerine yürüdü. Mâkân’ın burada
bulunan valileri onun önünden kaçtılar. Merdaviç, Sûrhab b. Bavis’i
Cürcan’a vali tayin etti. Tabe-ristan ve Cürcan’ın genel idaresi ise Ebu’l-
Kasım b. Bancin’e bırakıldı. Deylem’e kaçan Mâkân ise, buranın
hakimlerinden Ebu’l-Fazl el-Sair’den yardım alarak Taberistan üzerine
yürüdü. Ancak, Ebu’l-Kasım b. Bancin’e mağlup olarak Sâmânîlere sığınmak
zorunda kaldı. Mâkân Nisabur’da kaldığı süre içinde Sâmânîlerin yardımını
sağlamaya muvaffak oldu. II. Nasr’ın onayı ile Horasan Valisi Ebû Ali
Ahmed b. Muhammed b. Muhtac[371] ile birlikte Taberistan üzerine yürüdü.
Onların gelişini Cürcan da iken öğrenen İbn Bancin, derhal Merdaviç’ten
yardım istemişti. Merdaviç’in gönderdiği takviye kuvvetleriyle gücünü
artıran İbn Bancin, Ebû Ali b. Muhtac ve Mâkân’ı mağlup etmeyi başardı.
Mağluplar Nisabur’a döndüler. Bir müddet Nisabur’da kalan Mâkân,
Sâmânîlerin yardımıyla Damgan üzerine yeni bir sefer düzenledi ise de
Merdaviç’in naibi el-Ceyş b. Ümidvar ve İbn Bancin tarafından mağlup ve
tekrar Nisabur’a kaçmaya mecbur edildi.
Bu şekilde Taberistan’daki hakimiyetini sağlamlaştıran Merdaviç 321/933
senesinde, tekrar Sâmânîlerin hakimiyetine girdiği anlaşılan Cürcan üzerine
yürüdü. Ebû Bekr Muhammed b. Muzaffer b. Muhtac bu sırada Cürcan’da
bulunuyordu. Ancak hastalığından dolayı Merdaviç’e karşı herhangi bir
direnme göstermeden Nisabur’a çekildi. II. Nasr ise, kardeşi Yahya’nın
çıkardığı isyanı bastırdıktan sonra veziri Muhammed b. Ubeydullah el-
Bel’âmî ile birlikte Nisabur’a gelmişti. Merdaviç’in faaliyetlerini yakından
izleyen el-Bel’âmî, onun veziri Mutarrif b. Muhammed’e mektuplar yazarak
kendi tarafına meylettirmeye çalıştı. Ancak, bu haberleşmeyi öğrenen
Merdaviç vezirini öldürttü. Gelişmeleri öğrenen el-Bel’âmî, Merdaviç’e şu
mektubu yazdı[372] “Ben, Emîr el-Said’in sana karşı olan davranışlarından
hoşlanmadığını biliyorum. Cürcan’a gitmene sebeb vezirin Mutarrif idi. O,
Cürcan halkına senin katındaki yerini göstermek için seni alıp oraya
götürmüştü. Bir zamanlar katibi Ahmed b. Rebia’nın Ömer’i alıp Belh’e
götürdüğü gibi Mutarrif de seni alıp Cürcan’a götürdü. Ahmed b. Rebia’nın
gayesi de Belh halkına Ömer’in katındaki mevkini ve durumunu göstermekti.
Bu gaye ile Ömer’i buna teşvik etmişti. Sonradan Ömer’in başına gelenleri
biliyorsun. Ayrıca ben, senin 100.000 askerinin yanında kendisi ve babasının
binlerce gulâmı bulunan bir hükümdara karşı gelmeni ve onunla savaşmanı
uygun bulmuyorum. Senin yapacağın tek doğru şey Cürcan’ı ona terk etmek
ve Rey’den harac (mal) vermektir”. Bu mektubun tesiriyle yapılan anlaşmaya
neticesinde Merdaviç Cürcan’dan çekilerek Sâmânîlerle barış yaptı[373].
Ayrıca Merdaviç, Rey şehri için Sâmânîlere belli bir miktar para ödemeyi de
kabul ediyordu. Böylece Sâmânî veziri el-Bel’âmî zekası ve kurnazlığı
sayesinde, Merdaviç ile vezirini birbirine düşürerek Sâmânîleri onun gibi
güçlü bir düşmanla karşı mücadeleden korumuş oluyordu. Zira Ebû
Zekeriyya Yahya isyanını henüz bastırmış olan II. Nasr ve Sâmânî ordusu
yogun bir durumdaydı. Ziyârî hükümdarı ile girişilecek bir mücadelenin
Sâmânîler için neler getireceği bilinemezdi. Ancak yapılan bu anlaşma ile
Sâmânîlerin Cürcan’daki hakimiyeti tescillenirken, Merdaviç de, Sâmânîlerin
üstünlüğünü kabullenmiş oluyordu.
Merdaviç ile yaptığı barış anlaşmasıyla Taberistan ve Cürcan cephesinde
rahatlayan II. Nasr, Kirman’ı fethetmek üzere Mâkân b. Kakî komutasındaki
bir orduyu buraya gönderdi. Kirman bu sırada eski Sâmânî komutanlarından
Muhammed b. İlyasa’ın hakimiyetinde idi[374]. Bu zat daha önce Ebû
Zekeriyya Yahya isyanında, Yahya’yı metbu kabul ederek Nisabur’da onun
adına hutbe okutmuştu. Ancak II. Nasr’ın Nisabur üzerine yürümesi üzerine
Kirman’a kaçarak buraya egemen olmuştu. Mâkân b. Kakî, sefer sırasında
onu mağlup ederek bölgeyi Sâmânî hakimiyetine soktu. Bu sırada, Merdaviç
b. Ziyar 323/935 tarihinde ordusundaki Türk askerleri tarafından öldürüldüğü
haberini alan Mâkân II. Nasr’dan aldığı emir doğrultusunda bölgeden ayrıldı.
Kirman’dan ayrılırken yerine Ebû Ali İbrahim b. Simcûr’u bırakmıştı. Ebû
Ali İbrahim, Muhammed b. İlyas’ı H.nak ( kAnh) kalesinde kuşattı. Ancak
Büveyhîlerden İmadüddevle Ali b. Buveyh’nin Fars bölgesini aldıktan sonra
kardeşi Ahmed’i Kirman üzerine gönderdiği haberini alan Ebû Ali İbrahim,
Büveyhiler karşısında tutunamayacağını anlayarak kuşatmayı kaldırarak
Horasan’a döndü�. Böylece Sâmânîlerin bölgedeki kısa hakimiyeti de sona
ermiş oldu. Sâmânî ordusunun Kirman’dan ayrılması üzerine Muhammed b.
İlyas H.nak kalesinden çıkarak Kirman ile Sistan arasında yer alan Bemm
şehrine gitti. Ancak Ahmed b. Buye’nin Bemm’e yürüdüğü haberini alınca
Sistan’a kaçtı. Onun Sistan’a kaçmasıyla Kirman’daki Büvey-hîlerin
hakimiyeti pekişmiş oldu.
Diğer taraftan Merdaviç’in öldürülmesi üzerine ona bağlı askerlerden bir
grup Büveyhîlerin, özellikle Türklerden meydana gelen ikinci bir grubu ise
Abbasî halifesinin hizmetine girmişti. Bu kopmalar, Ziyârî ordusunun gücünü
önemli oranda azaltmıştı. Ziyârî ordusundaki Deylem ve Gilanlı askerler ise
Merdaviç’in Rey’de bulunan kardeşi Veşmgir’e bağlılık yemini ettiler.
Sâmânî hükümdarı II. Nasr, Ziyârî ordusunun bu şekilde zayıflamasından
faydalanmak arzusunda idi. Horasan valisi Ebû Bekr Muhammed b.
Muzaffer’e bir mektup yazarak Kumis’e gitmesini ve Kirman’da bulunan
Mâkân b. Kakî’ye de Cürcan ve Rey üzerine yürümesini emretti. Mâkân
hemen harekete geçerek çöl üzerinden Damgan’a geldi. Bu arada Veşmgir b.
Ziyâr, Ebu’l-Kasım b. Bancin el-Deylemî idaresindeki büyük bir orduyu
Cürcan’a göndermişti. Onun faaliyetlerinden, kendi hakimiyeti altında
bulunan yerlere karşı girişilebilecek hareketlere karşı hazırlıklı olduğu
anlaşılıyor. Mâkân, Ziyârî ordusuna karşı Ebû Bekr Muhammed b. Muzaffer
ile birlikte harekete geçecekti. Fakat, Ebû Bekr’in gelmesini beklemeden
ilerleyen Mâkân, Ziyârî ordusu karşısında tutunamayarak Nisabur’a dönmek
zorunda kaldı(323/935)[375].
Sâmânî sınırlarının kuzeybatısında yaşanan bu mücadeleler devam ederken
322/933-934 senesi içinde Çağaniyan’ın Basend şehrinde bir kişi
peygamberlik iddiasında bulunarak isyan etmişti. Horasan valisi, Ebû Bekr
Muhammed kendi iktasında ortaya çıkan sahte peygamberin üzerine bir ordu
göndererek sahte peygamber ve birçok müridi öldürüp isyan bastırıldı[376].
Mâkân’ın mağlup edilmesinden sonra Ebu’l-Kasım b. Bancin, Veşmgir
adına Cürcan’ı yönetmeye devam etti. Onun 324/935-936 senesinde polo
oynarken atından düşerek ölmesi üzerine Cürcan’da bulunan Ziyârî ordusu,
İbrahim b. Guşyar’a bağlılık yemini etti. Ancak, İbrahim kısa süre sonra
Veşmgir tarafından görevinden alındı. Bu arada, Nisabur’da bulunan Mâkân
b. Kakî’nin, Sâmânîlerin Horasan valisi Ebû Bekr Muhammed ile arası
bozulmuştu. Ebu’l-Kasım b. Bencin’ın ölüm haberinin gelmesi üzerine
Mâkân, Cürcan üzerine yüreyerek Ramazan 324/Temmuz-Ağustos 936
tarihinde buraya hakim oldu.
Mâkân b. Kakî’nin Cürcan’ı ele geçirmesi ile alakalı İbn Miskeveyh’de[377]
daha farklı bir rivayet yer almaktadır. Buna göre, Mâkân, Merdaviç’in ölüm
haberini alınca Kirman’dan ayrılarak Cürcan üzerine yürüdü. Burayı Veşmgir
adına Ebu’l-Kasım b. Ebu’l-Hasan yönetmekteydi. Mâkân, Veşmgir’e bir
mektup yazarak ona eskiden kendisine ait olan bu bölgenin yeniden kendisine
teslimini istedi. Bu sırada Veşmgir çok sıkışık bir durumdaydı. Hem
Sâmânîler, hem de Büveyhîler tarafından tazyik ediliyordu. Dolayısıyla
Cürcan’ı Mâkân’a vermeyi kabul etti. Ebu’l-Kasım b. Ebu’l-Hasan’a bir
mektup yazarak eyaleti Mâkân’a teslim etmesini istedi. Bununla yetinmeyen
Mâkân, bir süre sonra Sariye’nin de kendisine teslimini istedi. Veşmgir, onun
bu isteğini de kabul etti. Böylece Mâkân ile Veşmgir arasında dostça ilişkiler
kurulmuş oldu.
Mâkân’ın Cürcan’da hakimiyet kurduğu sırada Sâmânîlerin Horasan
valiliğinde de değişiklik olmuştu. Ramazan 327/Ha-ziran-Temmuz 939
tarihinde bu görevde bulunan Ebû Bekr Muhammed, II. Nasr’a mektup
yazarak hastalandığını ve görevinden ayrılmak istediğini bildirmişti. Bunun
üzerine II. Nasr, onun yerine oğlu Ebû Ali Ahmed b. Muhtac’ı tayin etti. Ebû
Bekr Muhammed ise oğlunun Nisabur’a gelmesinden sonra Buhara’ya
döndü. Yeni Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac 328/939-940 senesinde Mâkân
b. Kakî’nin hakimiyetindeki Cürcan üzerine yürüdü. Mâkân, Cürcan’a hakim
olduktan sonra Taberistan hakimi Veşmgir b. Ziyar ile Sâmânîlere karşı bir
ittifak arayışı içine girmiş ve Veşmgir ile anlaşmasının ardından okunan
hutbelerden Sâmânî hükümdarının adını keserek kendi adına hutbe okutmaya
başlamıştı. Dolayısıyla yukarıda anlattığımız İbn el-Esîr ve İbn İsfendiyar
tarafından aktarılan rivayetlerinde bir şekilde kendilerini tamamladıklarını
görmekteyiz.
Ancak, Mâkân’ın bu tavırları Sâmânî sarayında hoş karşılanmamış ve Ebû
Ali b. Muhtac’a, onun üzerine yürümesi emri verilmişti. Sâmânî ordusunun
harekete geçtiği haberini alan Mâkân, ordunun geçeceği yolu sular altında
bıraktı. Böylece Sâmânî ordusunun ilerleyeşini yavaşlatmak istiyordu. Ancak
Sâmânî ordusu başka bir yoldan ilerleyerek Cürcan şehri önlerine gelip şehri
kuşattı. Sâmânî ordusunun bu kadar hızlı bir şekilde ilerleyeceğini
beklemediği için hazırlıksız yakalanan Makan derhal Veşmgir b. Ziyar’dan
yardım istedi. Veşmgir, Deylem ve Gilan’dan topladığı askerleri Ebû Davud
b. İsfahî’nin komutasında onun yardımına gönderdi. Bu arada Ebû Ali
kuşatmayı şiddetle sürdürüyordu. Veşmgir’in, Şireh b. Leyla[378] idaresinde
yeni takviye birlikler göndermesine rağmen Cürcan, yedi aylık bir
kuşatmanın ardından Sâmânî ordusunun eline geçti[379]. Mâkân ise Sariye’ye
çekildi. Ebû Ali, işleri düzene koymak için Muharrem 329/940 Ekim-Kasım
tarihine kadar burada kaldı. Daha sonra İbrahim b. Simcûr el-Devâtî’yi,
Cürcan’a vali tayin ederek Veşmgir üzerine yürüdü. Bu arada Veşmgir ise
Büveyhîlerle savaş halindeydi. Hasan b. Büveyh idaresinde Rey’e saldıran
Büveyhî ordusu Veşmgir tarafından mağlup edilmişti. Savaşın ardından
Rey’e giden Veşmgir, Sariye’de bulunan Mâkân b. Kakî’ye mektup yazarak
kendisiyle birleşmesini istedi. Mâkân, yeğeni Hasan b. Firuzan’ı, Sariye’de
bırakarak Veşmgir’in yanına gitti. Veşmgir karşısında başarısızlığa uğrayan
Büveyhîler ise, ona karşı bir ittifak arayışı içine girmişlerdi. Bu nedenle
Ziyârîlerin müttefiki olan Mâkân ile mücadele etmekte olan Sâmânîlerle
yakınlaşmaya gayret ettiler. Mâkân’ın elinde bulunan Cürcan’ı işgal etmiş
olan Sâmânîlerin Horasan Orduları Başkomutanı Ebû Ali b. Muhtac’a
mektuplar yazarak onu, Veşmgir ile savaşmaya kışkırttılar. Rey üzerine
yürüyüp Veşmgir ile bir meydan savaşı yaparsa kendisini destekleyeceklerine
söz verdiler. Bunun üzerine Ebû Ali b. Muhtac, Cürcan’dan ayrılarak
Damgan yolu üzerinden Rey’e yürüdü. Sâmânî ordusunun hareket haberini
alan Rüknüddevle idaresindeki Büveyhîler de Kum ve Kasan üzerinden
Rey’e yürüdüler. Kendisine karşı bu iki gücün birleşmek üzere olduğunu
haber alan Veşmgir ise, Türkler ve Araplar hariç 7.000 Deylem ve Gilanlıdan
oluşan bir ordu hazırlamıştı. Mâkân da derhal harekete geçerek onunla
birleşti. Mâkân’ın gelişiyle birlikte Ziyârî ordusunun gücü büyük ölçüde
artmıştı. Ancak Veşmgir tüm hazırlıklarına rağmen, Mâkân’ın kendisini
uyarmasını dikkate alıp Sâmânî ve Büveyhî kuvvetlerinin birleşmesini
önleyecek yerde ordugahında ziyafetler vermekle meşgul oldu[380]. Sâmânî
ve Büveyhî kuvvetleri Rey yakınlarındaki İshakâbâd denilen yerde birleştiler.
Bu haberin gelmesi üzerine Veşmgir ve Mâkân İshakâbâd’a hareket ettiler.
İki tarafın orduları 21 Rebiülevvel 329/24 Aralık 940 tarihinde karşı karşıya
geldi. Burada cereyan eden savaşın gelişimi hakkında elimizde iki rivayet
bulunmaktadır.
Bunlardan İbn İsfendiyar ve el-Mar’âşî’ye göre savaş şu şekilde
gelişmişti[381]; Veşmgir b. Ziyar, Horasan ordusunun ilk saldırısından sonra
savaş meydanını terketmiş Mâkân ise, 1.400 Deylem ve Gilanlı muhafızının
arasında savaşa devam etmişti. Bütün muhafızlarının öldürülmesinden sonra
Sâmânî ordusundan 20 Türk askeri üzerine atılarak onu öldürdüler.
İbn Miskeveyh ve İbn el-Esîr’de ise gelişen olaylar daha tafsilatlı bir
şekilde anlatılmaktadır[382]. Buna göre; Ebû Ali b. Muhtac savaştan önce bir
kısım askerini ayırarak, onlara doğrudan düşmanın merkezine saldırmaları
emrini vermişti. Bunlar ilk saldırıdan sonra geri çekilerek, düşmanı açılan sağ
ve sol kanatların ortasına almaya çalışacaklardı. Savaş başladığında Sâmânî
ordusunun bir kısmı daha önceden belirlendiği gibi düşman ordusunun
merkezine saldırdı. Mâkân b. Kakî’de bu sırada Veşmgir’in ordusunun
merkezinde yer alıyordu. Sâmânî askerlerinin mağlup olduğunu sanarak
yanındaki askerlerle onları takibe başladı. Sâmânî askerleri belirlenen yere
geldiklerinde geri dönerek tekrar savaşmaya başladılar. Bu arada Sâmânî
ordusunun sağ ve sol kanatları Mâkân’ı ve yanındaki kuvvetleri çembere
almışlardı. Mâkân şiddetle savaşa devam etmesine rağmen bir okla alnından
vurularak öldürüldü. Veşmgir ve ordusundan kurtulabilenler ise Taberistan’a
kaçtılar.
Kazanılan zaferden sonra Rey Sâmânî ordusunun eline geçti. Mâkân’ın
kesilen başı ise, diğer esirlerle birlikte Buhara’ya gönderildi. Burada İbn
Miskeveyh ve İbn el-Esîr’de savaşın gidişatı hakkında verilen. bilgilerden
anlaşılacağı üzere Ebû Ali b. Muhtac, Veşmgir ve Mâkân’ın ordusunu Türk
bozkır taktiğini kullanarak mağlup etmişti[383]. Bu da Sâmânî ordusundaki
belirgin Türk nüfuzuna işaret etmektedir. Mağlubiyeten sonra iyice
zayıflayan Veşmgir ise bir müddet sonra Sâmânîlere tabi olmak zorunda
kalacaktı. Ebû Ali b. Muhtac savaşın ardından Rey’de oturmaya başladı.
Buradan askerî birlikler göndermek suretiyle başta Zencan, Ebher, Kazvin,
Kum, Hemedan, Nihavend, Dinever olmak üzere Hulvan sınırına kadar olan
yerleri ele geçirdi[384]. Böylece Sâmânîler Devleti batıdaki en geniş
sınırlarına ulaşmış oluyordu.
Bu arada Taberistan’a çekilen Veşmgir, Mâkân b. Kakî’nin yeğeni Hasan b.
Firuzan’ın Sariye’de çıkardığı isyanla uğraşmak zorunda kaldı. Hasan,
Mâkân’ın öldürülmesinden Veşmgir’i sorumlu tutuyordu. Bu nedenle de
Veşmgir’in birlikte hareket etme teklifini red etmişti. Veşmgir, onun üzerine
Şireh b. Leyla’yı gönderdi. Şireh’in, Sariye’yi ele geçirmesi üzerine Hasan
önce Esterâbâd’a sonra Rey’de bulunan Ebû Ali b. Muhtac’ın yanına kaçarak
onu, Veşmgir üzerine yeni bir sefer yapmaya ikna etti. İşte burada yine
kaynaklar arasında farklıklar meydana çıkmaktadır. İbn İsfendiyar ve el-
Mar’âşî’ye göre[385]; Ebû Ali b. Muhtac yanında Hasan olduğu halde
Sariye’de bulunan Veşmgir’in üzerine yürümüş ve taraflar Sariye
yakınlarında Veliceyl denilen yerde karşılaşmıştı. Savaşın ortasında II.
Nasr’ın ölüm haberi gelmesi üzerine Ebû Ali, Veşmgir ile barış yaparak.
Hasan b. Firuzan ile birlikte geri döndü. Ancak dönüş esnasında Hasan b.
Firuzan haince Sâmânî ordusunun ağırlıklarını yağmalayıp Ebû Ali’nin
vezirini de öldürdükten sonra Cürcan’a çekildi.
İbn el-Esîr ise[386] ; Ebû Ali’nin, Hasan b. Firuzan ile birlikte Sariye’de
bulunan Veşmgir’i kuşattığını aktarmaktadır. Mevsim kış olduğu için
kuşatma çok güç şartlar altında devam ettiriliyordu. Veşmgir’in bu sırada
barış teklifi üzerine iki taraf arasında barış yapıldı. Ebû Ali, Veşmgir’in
itaatini garanti altına almak için onun, Salar adlı bir oğlunu rehin olarak aldı.
Daha sonra Hasan b. Firuzan ile Cemaziyelahir 331/943 Ocak-Şubat
tarihinde Nisabur’a dönmek için yola çıktı. Sâmânî ordusu Cürcan’a ilerlediği
sırada II. Nasr’ın ölüm haberi geldi. Bunun üzerine Hasan, Sâmânî ordusunun
ağırlıklarını yağmaladı. Daha sonra Veşmgir’in oğlu Salar’ı da yanına alarak
Cürcan’a gitti. Hasan, Damgan ve Simnan’da dahil bütün bölgeyi hakimiyeti
altına aldı. Onun, Cürcan’a gelmesi üzerine buradaki Sâmânî valisi İbrahim
b. Simcûr, şehirden ayrılarak Nisabur’a döndü. Şehre hakim olan İbrahim,
Veşmgir’e karşı yaptığı seferden dönen Ebû Ali’yi şehre almak istemedi.
Ancak iki taraf arasında yapılan görüşmelerden sonra Ebû Ali b. Muhtac,
Nisabur’a girebildi.
Görüldüğü gibi kaynaklarda taraflar arasında bir anlaşmanın olduğundan
bahsedilmektedir. İbn İsfendiyar ve el-Mar’âşî’de bu anlaşmanın II. Nasr’ın
ölümü üzerine yapıldığı belirtilirken, İbn el-Esîr ise bu anlaşmanın II. Nasr’ın
ölümünden önce yapıldığı söylenmektedir. Ancak Hasan b. Firuzan’ın daha
sonraki faaliyetleri göz önüne alındığında İbn el-Esîr’deki rivayetin daha
uygun olduğu anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak bakıldığında, II. Nasr döneminde, Horasan ve Taberistan’daki
siyasî ve askerî olayların hep aynı çerçeve içinde geliştiğini görmekteyiz. Bu
dönemde Taberistan ve Cürcan’ın hakimiyeti için yapılan mücadeleler
sırasında Ziyârîler ve Büveyhîlerin iki yeni güç olarak ortaya çıktıkları
görülür. Özellikle Büveyhîler bölgede sürekli büyüyen bir güç olarak bu
tarihten sonra siyasî arenada söz sahibi olacaklardır. Yine Deylem ve
Taberistan’daki Alevî hanedanının zayıflamasından sonra ortaya çıkan
Ziyârîler ise, daha sonraları Büveyhî-Sâmânî mücadelelerinde tampon devlet
rolünü üstleneceklerdir. II. Nasr döneminde batıda yapılan yegane fetih
hareketi İshakâbâd’da kazanılan zaferin ardından Ebû Ali b. Muhtac’ın
331/942-943 tarihinde Rey’den Hulvan’a kadar olan sahanın ele geçirmesi
olmuştur.
C) II. Nasr’ın Ölümü ve Şahsiyeti
Yukarıda Ebû Ali b. Muhtac’ın, Sâmânîlere karşı ikinci kez isyan etmesinin
nedenlerinden bahsedildi. İsyan haberi Buhara’ya ulaştığı sırada I. Nuh
hayatta idi. Derhal Veşmgir’e ve Sâmânîlerin hizmetine girdiği anlaşılan
Hasan b. Firuzan’a mektuplar yazarak Ebû Ali’ye karşı birlikte hareket
etmelerini emretti[476]. Sürekli birbirleriyle mücadele halinde olan bu ikisi,
Sâmânî hükümdarının emrine uyarak Ebû Ali b. Muhtac’a karşı birleştiler.
Nisabur ahalisi tarafından da fazla kabul görmeyen Ebû Ali b. Muhtac bir
anda yalnız kalmıştı. Bu nedenle, Büveyhîlerin Rey emîri Rüknüddevle ile
temasa geçerek onun yardımına başvurdu. Daha sonra, bizzat kendisi Rey’de
bulunan Rüknüddevle’nin yanına gitti. Büveyhî emîri, Ebû Ali b. Muhtac’ı
şehrin dışında karşılayarak ikram ve ihsanlarda bulundu. Büveyhî ordusunda
bulunan Türkler de, Ebû Ali ve yanındakilere ziyafetler tertip ettiler.
Rüknüddevle’nin gösterdiği misafirperverlik ve dostluk Ebû Ali b. Muhtac’ı
ümitlendirdi. Ona, Nisabur’da kendi adına okutmaya başladığı hutbenin,
halife tarafından onaylanmasını ve Horasan’ın hakimiyet menşurunun
kendisine verilmesi hususunda aracı olmasını rica etti.
Zira, Büveyhîler 334/945 senesinde Bağdat’ın kontrolünü ellerine
geçirmişlerdi. Daha önceleri Beckem, İbn Raik, Tüzün gibi Emîrü’l-
Ümeralık[477]makamında bulunan Türk komutanların kontrolü altındaki
Abbasî halifeleri bu kez de Büveyhîlerin nüfuzuna girmişlerdi. Özellikle
Büveyhîler sayesinde el-Müstekfî’nin yerine 334/946 senesinde halifelik
makamına oturan el-Mutî (946-974) emir ve idare yetkilerinden yoksun bir
halife portresi çizmekteydi. İdare yetkileri tamamıyla Büveyhî emîri Muizüd-
devle’nin eline geçmişti. Halifenin en ufak bir nüfuzu yoktu[478]. Sâmânîler,
doğal olarak rakipleri Büveyhîlerin etkisi altındaki halifeyi tanımamışlardı.
Onun yerine eski halife el-Müstekfî adına hutbe okutuyorlardı[479].
Dolayısıyla Ebû Ali istediği menşuru, Büveyhîler vasıtasıyla kolaylıkla elde
edebilirdi. Rüknüddevle, bunun temini için kendi elçisini, Ebû Ali b.
Muhtac’ın elçisiyle Bağdat’a kardeşi Muizüddevle’ye gönderdi.
Ebû Ali b. Muhtac bu şekilde çabaladığı sırada I. Nuh vefat etmiş ve yerine
oğlu Abdülmelik, Sâmânî tahtına oturmuştu. Yeni hükümdar da, babasının
Horasan valiliği konusunda yaptığı atamayı onaylayarak henüz yola
çıkmamış olan yeni vali Ebû Said Bekr b. Malik el-Ferganî’yi Ebû Ali b.
Muhtac ile mücadele etmekle görevlendirdi.
Ebû Ali b. Muhtac ile Rüknüddevle’nin elçileri Bağdat’a ulaştıklarında
Muizüddevle tarafından merasimle karşılanarak derhal halife el-Mutî’nin
yanına çıkarıldılar. el-Mutî, Ebû Ali b. Muhtac’ın istediği menşuru Ebû
Muhalled ve Ebû Bekr b. Ebû Amr el-Şarabî adlı elçileriyle gönderdi. Ayrıca,
Muizüddevle, Ebû Mansur’un komutasındaki bir birliği de Ebû Ali b.
Muhtac’a yardımcı olmak üzere yolladı. Beklediği menşur ve yardımları alan
Ebû Ali, tekrar Nisabur üzerine yürüyerek şehre hakim oldu. Hutbeyi halife
el-Mutî adına okuttu[480]. Bu olay Horasan’da bir ilkti. Zira yukarıda
bahsettiğimiz gibi Sâmânîler el-Mutî’nin halifeliğini kabul etmiyorlardı.
Diğer taraftan Sâmânîlerin yeni Horasan valisi Ebû Said Bekr b. Malik el-
Ferganî, Buhara’dan Nisabur üzerine yürümekteydi. Onun geliş haberi, aldığı
yardım ve takviyelere rağmen yeterince güçlü olmadığı anlaşılan Ebû Ali b.
Muhtac’ı Nisabur’u terk etmek zorunda bıraktı. Oluşan panik havası içinde
Ebû Ali b. Muhtac’ın kuvvetleri dağıldı. Yanında 200 kadar sadık adamı ve
küçük bir Deylemli gruptan başka kimse kalmamıştı[481]. Ebû Said Bekr b.
Malik el-Ferganî, Şaban 343/Aralık 954 tarihinde kolayca Nisabur’a girdi.
Şehrin idaresini yeniden düzenleyerek Ebû Ali taraftarlarını takibata uğrattı.
Yeniden Rüknüddevle’ye sığınmak zorunda kalan Ebû Ali Muhtac ise,
Rey’de oturmaya başladı.
D) I. Abdülmelik’in Ölümü
B) Sistan Olayları
Bilindiği gibi Saffarîlerin hakimiyetindeki Sistan, Ahmed b. İsmail
döneminde (907-914) yapılan iki seferle Sâmânî topraklarına katılmıştı.
Ancak, Ahmed’in 914 senesinde gulâmları tarafından öldürülmesi ve çocuk
yaştaki oğlu II. Nasr’ın tahta çıkarılması Sâmânîler Devleti içinde
karışıklıklar çıkmasına neden olmuştu. Devlet, kumandanların ve taht
iddiacılarının çıkardığı isyanlar nedeniyle oldukça ciddi bir kaosun içine
düşmüştü. Sistan halkı ise, bundan Sâmânîlerin egemenliğinden çıkmak
hususunda faydalandı. Bu eyalette bulunan Simcûr el-Devâtî komutasındaki
Sâmânî ordusunda çıkan anlaşmazlıklar da Sistan’ın Sâmânîlerden ayrılma
sürecini kolaylaştırmış ve Sâmânî ordusu aynı yıl içinde (301/914) bölgeyi
terk etmek zorunda kalmıştı[527]. Bundan sonraki birkaç yıl içinde Sistan bir
çok kez el değiştirdi. Nihayetinde, Saffarî hanedanından Ebû Cafer Ahmed b.
Muhammed, bölgede yeniden Saffarîlerin hakimiyetini tesis etmeye
muvaffak oldu (311/923). Ebû Cafer Ahmed’in 352/963 senesinde gulâmları
(memlukları) tarafından öldürülmesi üzerine yerine oğlu Halef geçti[528].
Halef’in 353/963 senesinde Mekke’ye hacca gitmesi Sistan’da durumun
yeniden karışmasına sebep oldu. Zira, Halef hacca gitmeden akrabalarından
Ebu’l-Hüseyin Tahir b. Ali’yi şehirde yerine vekil bırakmıştı. Târih-i Sistan’a
göre Ebu’l-Hüseyin Tahir daha önceleri Sâmânîlerin Horasan ordusunda
görev yapmış ve onların takdirini kazanmıştı[529]. Sistan’a dönüşünde,
dönemin Sâmânî hükümdarı I. Abdülmelik, Sistan hakimi Ebû Cafer
Ahmed’e bir mektup yazarak, onun Farah valiliğine tayin edilmesini
istemişti. Ebû Cafer de, Sâmânî hükümdarının bu arzusuna uyarak, Tahir’i
adı geçen şehrin valiliğine getirmişti. Buradan da anlaşıldığına göre Sistan’ın,
Sâmânîlere olan bağlılığı şeklen de olsa devam etmekteydi.
Tahir b. Ali, Halef b. Ahmed’in hacca gitmesinden sonra kendi çıkarları
doğrultusunda hareket etmeye başlamış ve kısa sürede bütün kontrolü eline
geçirmişti. Halef b. Ahmed, Sistan’a döndüğünde herşeyin aleyhine dönmüş
olduğunu gördü. Ancak, peşinen bunu kabullenmeye niyetli değildi.
Buhara’ya giderek Sâmânî hükümdarı I. Mansur’dan yardım istedi. I.
Mansur, onu çok iyi karşılayıp ikramlarda bulundu ve askerî yardımda
bulunmaya söz verdi. Sâmânî hükümdarının yardım vaadini hayata
geçirmesinin ardından Halef, güçlü bir Sâmânî ordusuyla beraber Buhara’dan
çıkarak Sistan’a yöneldi. Tahir ise, o ve beraberindeki Sâmânî ordusuyla
çarpışmak yerine İsfizar’a çekilmeyi tercih etti. Halef direnişle
karşılaşmaksızın 12 Receb 358/1 Haziran 969’da Sistan’ın merkezi Zerenc’e
girdi. İdareyi ele geçirdi ve hutbeyi kendi adına okutmaya başladı[530]. Fakat,
Zerenc’e ele geçirdikten sonra beraberindeki Sâmânî kuvvetlerini geri
gönderdiği anlaşılan Halef’in şehirdeki hakimiyeti de uzun sürmedi. İsfizar’a
çekilmiş olan Tahir b. Ali, Sâmânîlerin bölgeden ayrılmasıyla tekrar harekete
geçti. Motkaran[531] denilen yerde yapılan şiddetli muharebeyi kazanarak,
Halef’i Büst’e çekilmeye mecbur etti[532]. Kendisi ise muzaffer bir şekilde
Sistan’ın merkezi Zerenc’e girdi. Büst’e çekilen Halef b. Ahmed 29 Şaban
358/18 Temmuz 969’a kadar burada kaldı. Sonra yeniden Sâmânîlerden
yardım istemek üzere Buhara’ya gitti. Bu sırada Zerenc’de hakimiyet bir kez
daha el değiştiriyordu. Tahir’in 20 Zilkade 359/3 Ekim 970 tarihindeki
ölümünün ardından idare oğlu Ebû Ahmed Hüseyin’in eline geçmişti.
Buhara’ya ulaşan Halef ise, bir kere daha I. Mansur’u, kendisine yardım
konusunda ikna etmeyi başarmıştı. Sâmânî kuvvetleriyle Zerenc önlerine
gelen Halef, Hüseyin b. Ahmed’in kumandasındaki kuvvetlerle karşılaştı. 3
Cemaziyelahir 360/3 Nisan 971 günü yapılan savaş, Sâmânîlerinde etkisiyle
Halef’in zaferiyle sonuçlandı. Tahir’in ileri gelen kumandanlarından Bars el-
Deylemî, Ahmed b. Ebu’l-Feth, Ebû Muhammed, Ebu’l-Ezher ve daha bir
çok kimse savaş sırasında öldürüldü�. Zerenc’e giren Halef, şehirdeki
Hüseyin taraftarlarını takibata uğratarak, birçoğunu öldürdü. Şehrin güney
doğusundaki Fars kapısı ve etrafını yağmalatıp, tahrip ettirdi. Hüseyin b.
Tahir ise Kûh’a (Kûha) çekildi. Burada dağılan kuvvetlerini yeniden toplayıp
düzenlemeyi başardı. Bir süre sonra elindeki kuvvetlerle Zerenc üzerine
yürüdü. 6 Şaban 361/23 Mayıs 972’de Hilmend nehrini[533] geçti. Halef de,
rakibini karşılamak için Zerenc’den ayrılmıştı. Ancak, bu defa yapılan
savaşta zafer Hüseyin b. Tahir’in tarafında kaldı. Halef b. Ahmed ise
Cüveyn’e çekildi. Zerenc’de hutbe tekrar Hüseyin’in adına okundu. Şehre
girmesinden bir hafta sonra Hüseyin dört filinde bulunduğu güçlü bir
ordunun başında Zerenc’den ayrıldı. Ramhorabad[534] denilen yerde karargah
kurdu. Hüseyin’in hedefinin neresi olduğu kesin olmamakla birlikte,
muhtemelen, Halef’in üzerine yürümek istemiş olmalıdır. Onun Zerenc’den
ayrıldığını haber alan Halef de yanındaki 3.000 süvari ve yayadan oluşan
kuvvetiyle hızlı bir şekilde şehir üzerine yürüdü. Hüseyin’in yokluğundan da
istifade ederek ani bir saldırı ile burasını ele geçirmek istiyordu. Ancak
olaylar Halef’in düşündüğünden daha farklı şekilde gelişti. Zerenc halkı,
tarafından şehre sokulmayan Halef, bunun üzerine Daşhan’da[535] karargah
kurdu. Olanları haber alan Hüseyin ise süratle şehre geri döndü. Kaleye
girerek, şehrin kapılarını kapattırdı. Taraftarlarından Abdullah Sabunî de,
kale kapılarını tuğla ile ördürdü. Zerenc’i kuşatan Halef, şehri ağır bir baskı
altına aldı (25 Şaban 361/11 Haziran 972). Uzun süren kuşatma esnasında
Hüseyin’in askerlerinden pek çoğu hayatını kaybetti. Ağır baskı karşısında
bunalan Hüseyin, Sâmânî hükümdarı I. Mansur b. Nuh’a[536] bir mektup
yazarak kendisine yardımcı olmasını rica etti. Onun isteğini dikkate alan I.
Mansur, Halef’e gönderdiği mektubunda, Hüseyin b. Tahir ve Abdullah el-
Sabunî’nin, yanına gelebilmeleri için kuşatmanın kaldırılmasını emretti. Bu
emre uyan Halef de kuşatmayı kaldırdı. Hüseyin b. Tahir ve Abdullah el-
Sabunî zengin hediyelerle Buhara’ya gittiler. Onların ayrılmasıyla Sistan’da
kontrol tamamıyla Halef b. Ahmed’in eline geçti[537]. Sâmânîlere tabi olmayı
sürdüren Halef, ise senelik vergisini ve hediyelerini Buhara’ya göndermeye
devam etti.
E) I. Mansur’un Ölümü
I. Mansur b. Nuh, 15 senelik saltanatının ardından 11 Şevval 365/13
Haziran 976 tarihinde vefat etti[570]. Ölümüyle ilgili bazı kaynaklar daha
farklı tarihler vermektedir. Bunlardan İbn el-Esîr, Şevval 366/Haziran
977[571], Mirhond 11 Receb 365/15 Mart 976[572], Nerşahî ise, 16 Muharrem
365/25 Eylül 975[573] tarihlerini verirler. Genel olarak bakıldığında ise, İbn
el-Esîr dışındakilerin ay farkı haricinde 365/976 senesini verdikleri
görülmektedir. Dolayısıyla I. Mansur’un bu sene içinde vefat ettiğini
söyleyebiliriz. Onun, Alp-Tegin’in isyanıyla başlayan saltanatı sırasında
yapılan icraatların genellikle Sâmânîlerin lehine sonuçlandığını söylemek
mümkündür. Bu dönemi kısaca gözden geçirdiğimizde şu tesbitlerde
bulunabiliriz. Alp-Tegin’in isyanı ve Gazneliler Devleti’nin kurulmasına
kadar geçen olaylara bakıldığında bunların açıkça Sâmânîlerin zayıflığına
işaret etttiği şüphe götürmez bir gerçektir. Ancak, Alp-Tegin’in oğlu Ebû
İshak İbrahim’in, Sâmânîlere tabi olmasıyla buradaki prestij kaybı bir yerde
dengelenmiştir. Ayrıca Alp-Tegin’in devlet üzerindeki güçlü etkisinin
ortadan kaldırılmasıyla I. Mansur siyasî kararlarını alırken daha rahat hareket
edebilmiştir. Dönemin bir başka önemli ve olumlu gelişmesi de batıda
Büveyhîlere karşı sürdürülen savaşın lehte sayılabilecek bir anlaşmayla
sonuçlandırılmasıdır. Cürcan-Tabe-ristan ve Kirman’daki gelişmeler
nedeniyle Sâmânîlerin artık bir anlamda barışa mecbur olduklarından
yukarıda bahsedildi. I. Mansur da, bütün bunları objektif bir şekilde
değerlendirerek bu barışı kabullenmiştir. Ortaya çıkan netice ise, I.
Mansur’un, II. Nasr’dan sonraki Sâmânîler içinde en dirayetli ve başarılı
hükümdar olduğunu ortaya koymaktadır. Kaynaklarda verilen bilgiler de
bunu doğrular niteliktedir. İbn Havkal, onu “Devrindeki hükümdarların
yaşayış bakımından en adili, zayıf bir vücut yapısına sahip olmasına rağmen
tuttuğu yol bakımından en üstünü, ihtiyatlı, keskin görüşlü, kararlılık
gerektiren işlerde azimli bir kimse” olarak tanımlar[574]. Hamdullah el-
Müstevfî ise “adil, merhametli ve hayrı bol bir hükümdar” olarak tarif
eder[575]. Yine el-Cüzcanî, “ I. Mansur zamanında ülkenin her tarafında
isyanlar çıktığını ve isyancıların itaatten uzaklaştıklarını ancak, Allah’ın
yardımıyla I. Mansur’un bunları bastırdığını” yazar[576]. I. Mansur’un lakabı
el-Emîr el-Sedid ve künyesi Ebû Salih şeklindeydi[577]. Nerşahî ise, ondan
Emîr el-Sedid lakabının yanında el-Melik el-Muzaffer lakabına sahip
olduğunu söyler[578]. Ölümünden sonra yerine oğlu II. Nuh geçmiştir.
X) II. Nuh b. Mansur Dönemi
(976-997)
I. Mansur’un ölümü üzerine devlet ileri gelenleri, 13 yaşındaki oğlu Nuh’a
biat ettiler (365/976). Abbasî halifesi el-Tai de, onun hakimiyetini tasdik
edip, hakimiyet menşuru ve sancak gönderdi[579]. Yeni hükümdarın çocuk
yaşta olması sebebiyle devlet işlerini annesi[580] ve vezir Ebû Abdullah
Muhammed b. Ahmed el-Ceyhanî idare etmekteydi[581]. II. Nuh’un yaşının
küçük olması, artık devlete karşı bağlılıkları azalmış olan bazı kumandan ve
memurların isyan duygularını kuvvetlendirmiş olmalıdır. Bu nedenle çocuk
hükümdarın vasileri olası bir başkaldırıyı engellemek için hazinenin
kapılarını sonuna kadar açtılar. Askerlere, ordu kumandanlarına, memurlara
bahşişler dağıtıldı. el-Utbî’nin deyimiyle “kıymetli hil’atler ve padişah
bağışlarıyla gönülleri alındı”[582]. Bu sayede, onların itaat etmeleri sağlanmış
ve merkezde II. Nuh’un durumu sağlamlaştırılmış oluyordu.
Buhara’daki kumandan ve yüksek kademedeki memurlara karşı uygulanan
yatıştırma siyasetî taşrada da devam ettirildi. Özellikle devlet içinde askerî ve
siyasî alanlarda büyük bir güce sahip olan Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-
Simcûrî için bu son derece gerekli idi. Onun itaati, II. Nuh’un hakimiyetinin
sağlam bir zemine oturtulması açısından büyük önem taşıyordu. Bu nedenle
II. Nuh, Ebu’l-Hasan’ın desteğini sağlamak ve onunla akrabalık kurmak
üzere harekete geçti. Buhara gazileri kumandanı Ebû Abdullah Hafs, elçilik
vazifesiyle Ebu’l-Hasan’a gönderildi. Elçilik heyeti, Sâmânî hükümdarının
mektubunu zengin hediyelerle birlikte Nisabur’a götürdü. Ebû Abdullah
Hafs, Ebu’l-Hasan’a hediye ve hil’atleri sunduktan sonra, kendisine
Nasırüdevle ünvanının verildiğini ve Horasan valiliği görevinin tasdik
olunduğunu, elindeki yerlerin dışında Nisabur, Herat ve Kuhistan, Ebu’l-
Hasan’ın iktasına ilave edildiğini bildirdi[583]. Ayrıca Sâmânî hükümdarı,
Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin kızı ile evlenecekti. Elçi daha sonra II. Nuh’un,
Ebu’l-Hasan’a hitaben yazdığı mektubu takdim etti. Mektupta “Seleflerimizin
yapmadığı üç şeyi sana yaptık. Birincisi, seninle akrabalık kurduk ki, sana
inanmamızın işareti, senin kadrinin ve şerefinin fazlalaşmasının gereği olsun.
İkincisi vilayetlerini arttırdık. Bu da senin işinin büyüklüğünün delili olsun.
Üçüncüsü, lakap verdik ki, görüşme ve mektuplaşmalarda akranların ve
emsallerin arasında senin yüceliğin olsun” denilmekteydi[584]. Sâmânî
hükümdarının bu şekilde hareket etmesi Ebu’l-Hasan’ı memnun etti. II.
Nuh’a itaatini belirterek, elçiyi mukabil hediyelerle Buhara’ya geri yolladı.
II. Nuh, Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin yanısıra Cüzcan hakimi Ebu’l-Hâris
Muhammed b. Ahmed b. Ferigûn ile de akrabalık kurarak, onu da kendisine
bağlamaya muvaffak oldu. Böylece hakimiyeti, Sâmânîler Devleti
bünyesinde kuvvetli bir şekilde yerleşmiş oluyordu. Bundan sonra,
yaşlılığından dolayı görevinden affedilmesini isteyen vezir el-Ceyhanî’nin
yerine Rebiülahir 367/Kasım-Aralık 977 tarihinde Ebu’l-Hüseyin Abdullah b.
Ahmed el-Utbî’yi vezir tayin edildi[585]. II. Nuh bu değişikliği yapmadan
önce Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin fikrini de almak istemişti.
Ebu’l-Hasan, verdiği cevapta “Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin bu makam için
gerekli hususiyetlere sahip olmasına rağmen yaş itibariyla tecrübesiz
olduğunu ve bu göreve getirilmesinin şimdilik doğru olmayacağını
belirtmişti[586]. II. Nuh, Ebu’l-Hasan’ın tavsiyesine rağmen Ebu’l-Hüseyin el-
Utbî’yi vezaret makamına getirdi. Yeni vezir, Horasan valisinin, kendisi
hakkında II. Nuh’a söylediği sözleri öğrendiği zaman ona karşı kin
beslemeye başladı. Ancak, düşmanlığını siyasî alandaki nüfuzunu
güçlendirinceye kadar gizli tutmayı tercih etti.
Yapılan vezir değişikliğini merkezde yeni atamalar takip etti. Utbi ailesinin
gulâmlarından (memlûklerinden) olup, ailenin o zamanki reisi Ebû Cafer el-
Utbî tarafından I. Mansur’a hediye edilmiş olan Ebu’l-Abbas Taş Hâcib-i
Büzurg görevine, yine I. Mansur’un gulâmlarından Fâik el-Hassa Emîr-i
Hâcib’lik görevine getirildi[587]. Bunlardan özellikle Ebu’l-Abbas Taş, vezir
Ebu’l-Hüseyin el-Utbî ile tam bir kader birliği içerisinde idi. Siyasette ikisi
tamamıyla ortak hareket ediyorlardı. Ebu’l-Hüseyin, Ebu’l-Abbas Taş’ın da
yardımıyla zaman içinde siyasî alanda büyük bir nüfuza sahip olmayı başardı.
Bundan sonra sıra en büyük rakibi Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin
bertaraf edilmesine gelmişti. Ebu’l-Hüseyin bu konuda harekete geçmekte
gecikmedi. Fırsat buldukça II. Nuh’un huzurunda Ebu’l-Hasan’ı kötülemeye,
aleyhinde konuşmaya başladı. Horasan valisi hakkında “Ebu’l-Hasan acizdir.
Ondan iş çıkmaz. Horasan, onun elinde kayıptır. Gayreti müsadere etmek ve
harac toplamaktır. Onunla akraba olmak doğru değildir” diyordu[588]. Târih-i
Yeminî’nin müellifi ve vezirin akrabası olan Ebû Nasr el-Utbî ise, bu konuda
Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin adını vermeden saraydaki bazı kimselerin“Ebu’l-
Hasan’ın düşmanları fırsat bularak, onun hakkında Sâmânîlerin nimetleri,
iyilik, merhamet ve ikramları devletin kullarından hiç kimseye
Simcûroğullarına olduğu kadar bol ulaşmamıştır. Mansur b. Nuh, onu
diğerlerine tercih etmiştir. Devletin en seçkin ve en değerli toprağı Horasan’ı,
ona layık görmüştür. O, devletin koruyucusuydu. Bugün ise nimete
küfretmeye başladı” şeklindeki sözlerini aktarmaktadır[589]. Bu ifadelerden,
Ebû Nasr el-Utbî’nin akrabası olan veziri koruma gayretinin yanısıra Ebu’l-
Hasan el-Simcûrî’nin, Buhara’da Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin dışında başka
rakipleri olduğu şeklinde bir sonuç çıkarılabilir. Bunlar, Ebu’l-Hüseyin ile
aynı zamanda harekete geçerek, Ebu’l-Hasan’ın azline kadar, Sâmânî
hükümdarına telkinde bulunmaya devam ettiler. Nihayetinde II. Nuh, Ebu’l-
Hasan el-Simcûrî’yi Horasan valiliği görevinden alarak yerine Hüsamüd-
devle Ebu’l-Abbas Taş’ı atadı(371/982)[590]. Bununla yetinmeyen Ebu’l-
Hüseyin el-Utbî, Ebu’l-Hasan’ı kendi adamları önünde küçük düşürmek için
azil haberini götüren elçiye, mektubu herkesin önünde yüksek sesle okuyarak
Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’ye vermesini emretti. Nisabur’a ulaşan elçi, vezirin
kendisine verdiği emri yerine getirdi. Bu durum maiyetinin arasında ayakta
olduğu halde kendisini karşılayan Ebu’l-Hasan’ı oldukça öfkelendirmiş ve
Ebu’l-Hasan Buhara üzerine yürümek için, askerin toplanmasını emretmişti.
Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin gereksiz tahriki nedeniyle Sâmânîler Devleti bir
anda daha önce yaşamış olduğu Ebû Ali b. Muhtac ve Alp-Tegin isyanlarına
bir yenisinin eklenmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu isyanların
devletin bünyesinde meydana getirdiği tahrip göz önüne alındığında, vezirin
yaptığı tahrikin günden güne zayıflamakta olan Sâmânîleri yıkılışa kadar
götürebileceği aşikardı.
Diğer taraftan Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin asker topladığı haberi Buhara’ya
ulaşmış ve Ebu’l-Hüseyin’in yaptıklarından ötürü pişmanlık ve endişe
duymasına neden olmuştu. Vezir, genç hükümdarın aynı zamanda akrabası
olan Ebu’l-Hasan’ın tarafını tutarak kendisini cezalandırmasından
çekiniyordu[591]. Ancak merkeze ulaşan yeni haberler onun endişelerini boşa
çıkardı.
Horasan valisi aradan bir süre geçtikten sonra yaptıklarından pişman
olmuştu. el-Utbî’nin ifadesiyle “İşlerin aklî tarafı daha ön plana çıktı.
Velinimetine isyanın vahim neticeler doğuracağını düşündü. İhtiyarlık
günlerini nankörlüğün alameti ve üzerindeki isyan izi ile geçirecekti. Bu
nedenle pişman oldu. Belayı üzerine çekmenin ve zehiri şüphe ile tatmanın
akıllı insanların işi olmadığını düşündü[592]”. Bu düşüncelerle, çocuklarını,
taraftarlarını ve dostlarını sakinleştirdi. Nasihatlarda bulunarak onları
isyandan vazgeçirdi. Daha sonra Sâmânî elçisini yeniden yanına çağırarak, II.
Nuh’un emirlerine itaat edeceğini bildirdi. Elçiyle birlikte, Ebû Nasr Ahmed
b. Ali el-Mikailî başkanlığında güvendiği Nisabur-lulardan oluşan bir heyeti
özrünü yinelemek üzere Buhara’ya gönderdi[593]. Kendisi de Nisabur’dan
ayrılarak iktası Kuhistan’a çekildi.
Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin azil kararını kabullenmesi ve yerine Ebu’l-
Abbas Taş’ın tayini ile Ebu’l-Hüseyin el-Utbî, bir taşla iki kuş vurmuş
oluyordu. Hırslı vezir bu sayede hem en büyük düşmanını bertaraf etmiş, hem
de kendisine sadık Taş’ın Horasan valiliğine tayini ile devlet üzerindeki
nüfuzunu arttırmıştır.
I. Abdülmelik devri olaylarını anlatırken kumandanlar arasındaki nüfuz
mücadeleleri ve sonuçlarından daha önce bahsedildi. Adı geçen hükümdarın
son zamanları ve ardından I. Mansur dönemlerinde izlenen politikalarla bu
mücadelelerin ateşi biraz olsun küllenmişti. Ancak Ebu’l-Hüseyin el-
Utbî’nin, Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’ye karşı giriştiği son hareket
Sâmânîler Devleti üzerindeki çıkar çatışmalarının yeniden başlaması için bir
kıvılcım oldu. Önceki dönemde sadece kumandanlar arasında cereyan ettiğini
gördüğümüz bu çekişmeler, idarî açıdan en yüksek rütbeli memur olan
vezirlerin de katılımıyla çok daha şiddetli bir duruma geldi. İşte bu
çatışmaların neden olduğu kaosun Sâmânîler Devleti için ortaya çıkardığı
menfî etkiler çok geçmeden kendini gösterecekti.
B) Sistan Olayları
Sistan eyaletinin Sâmânîler için ortaya çıkardığı problemler II. Nuh b.
Mansur döneminde de devam etmekteydi. 10 Rebiülevvel 362/19 Aralık
972’de Hüseyin b. Tahir’in Buhara’ya gitmek üzere Sistan’dan ayrılmasıyla
Halef b. Ahmed, Sâmânîlere bağlı olarak bölgenin tamamında hakimiyetini
yerleştirmeyi başarmıştı. Ancak, geçen zaman içinde durumunu güçlendiren
Halef, her yıl Buhara’ya gönderdiği hil’at, hediye, hizmetçi ve paraları
göndermemeye başladı (364/972).
Buhara’dan defalarca yapılan uyarı ve nasihatlere rağmen isyankâr
tutumunu sürdürdü[610]. Bu durum, Sâmânîleri yeniden harekete geçirdi. II.
Nuh, Buhara’da bulunan Hüseyin b. Tahir’i güçlü bir ordunun başında Sistan
üzerine gönderdi. Sâmânî ordusunda Maveraünnehir ve Horasan’dan bir çok
emîr ve kumandan yer alıyordu. Halef, bölgeye ulaşan Hüseyin b. Tahir ve
Sâmânî ordusunu 4 Muharrem 369/1 Ağustos 979 tarihinde Cüveyn’de
karşıladı. Taraflar arasında gece yarısına kadar süren ve her iki taraftan da
pek çok kimsenin öldüğü şiddetli bir savaş cereyan etti. Ancak, güçlü Sâmânî
ordusuna karşı meydan savaşını sürdürmenin aleyhine olacağını anlayan
Halef b. Ahmed, Zerenc’e çekildi[611]. Onu takip eden galipler, şehrin güney
doğusundaki Fars kapısı önünde karargah kurdular. Halef ise şehristan ve
şehrin güney kapısı Dar-ı Ta’am’ı elinde bulunduruyordu. 7 Safer/3 Eylül
günü Uk[612] kalesine giden Halef, burasını tahkim etti. Askerlerini savaşa
hazırladı. Böylece çok uzun sürecek olan bir muhasara başlamış oldu. Sürekli
olarak takviye edilen Sâmânî ordusu, buna rağmen Halef b. Ahmed’e baş
eğdirmeyi başaramadı. Tam aksine Halef, yaptığı baskın ve hilelerle
kuşatmacılara büyük zararlar verdiriyordu. Ellişer kişiden oluşan küçük
birliklerle yaptığı ani çıkış hareketleriyle, Sâmânî ordusunda hatırı sayılır
kayıplara neden oluyordu. Yapılan baskınlar sonucunda Sâmânîlerin ileri
gelen kumandan ve soylularından birçok kimse hayatını kaybetti[613].
Halef’in özellikle bunları hedef alarak hareket ettiği aşikardır. Zira
kendilerine komuta edecek kimselerden yoksun kalacak kuşatmacıların daha
fazla bir şey yapamayacağını ve moral çöküntüsü içine gireceklerini çok iyi
biliyordu. Hurûc hareketleriyle yetinmeyen Halef, çeşitli hilelerle Sâmânî
birliklerini canlarından bezdiriyordu. Sistan yılan bakımından çok zengin bir
bölgeydi. Bunları adamlarına toplatan Halef, mancınıklara koydurup Sâmânî
ordugahına attırıyordu. Bu nedenle Sâmânî askerleri muhasara sırasında bir
yerden bir yere taşınıp duruyorlardı[614]. Uzun süren kuşatma ile birlikte
Sâmânî askerlerinde yorgunluk ve bıkkınlık emareleri kendisini göstermeye
başlamıştı. İkmal konusunda Sâmânî ordusunda kronikleşen sıkıntılar
yeniden kendini göstermişti. Karşı tarafta ise her geçen gün savunucuların
kendilerine olan güvenleri artmaktaydı[615]. Durumun giderek kötüleşmesi
üzerine II. Nuh yeni tedbirler alma gereğini hissetti. Horasan valiliği
görevinden azledilmesinin ardından Kuhistan’a çekilmiş olan Ebu’l-Hasan el-
Simcûrî, Sistan’daki durumu çözüme kavuşturmakla görevlendirildi. Ebu’l-
Hasan, Sâmânî hükümdarının, Halef’e hitaben yazdığı bir mektupla birlikte
Sistan’a geldi. Halef, onun gelişini haber alınca, Tâk kalesine çekildi. Ebu’l-
Hasan, Sâmânî hükümdarının mektubunu Halef’e ulaştırdığı gibi onunla
gizlice irtibat kurdu. İkisi arasında eskiye dayanan bir dostluk bulunuyordu.
Bu nedenle, Halef’e gizli bir haber göndererek “Bütün Horasan ümera ve
büyükleri, burada senin elinle öldüler. Sâmânî hükümdarı şimdi beni
gönderdi. Benimle senin aranda dostluk olduğunu biliyorsun. Ben geri
dönünceye kadar Hüseyin’e bir şey yapma. Onun yazısını alayım ve askeri
geri döndüreyim. Sen, Hüseyin’in üzerine yürüyeceğin zamanı iyi
bilirsin[616]” tavsiyesinde bulundu.
Muhtemelen Ebu’l-Hasan, Sistan’da fazla kalmak istemiyordu. O, kısa bir
süre sonra Horasan’da cereyan edeceğini düşündüğü mücadeleler başlamadan
geri dönmeyi ve buna hazırlanmayı düşünüyor olmalıdır. Nitekim, daha
Sistan’da iken Sâmânî veziri Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’ye karşı Fâik el-Hassa ile
mektuplaşmaya başlamıştı. İkisi arasındaki bu ittifak bilindiği gibi Ebu’l-
Hüseyin’in öldürülmesiyle neticelenmişti. Ebu’l-Hasan’ın teklifi, Halef
tarafından kabul gördü. Onun, Ebu’l-Hasan’ın tavsiyelerine uygun olarak
yumuşaması taraflar arasında barış görüşmelerinin başlamasına zemin
hazırladı. Neticede yapılan anlaşmaya göre, Tâk kalesi ve ziyâ (verimli
topraklar, köyler ve gelirler) Halef’e, Zerenc ve çevresi ise Hüseyin b.
Tahir’e kalıyordu[617].
Anlaşma gereğince Halef, Uk kalesini bırakarak Tâk kalesine yerleşti.
Halef’in ayrılmasının hemen ardından Ebu’l-Hasan ve Hüseyin b. Tahir,
şehre girdiler. Hutbe yeniden Sâmânî hükümdarı II. Nuh adına okunmaya
başladı[618]. Ebu’l-Hasan el-Simcûrî bir süre Sistan’da kalarak buradaki işleri
düzenledi. Daha sonra geri dönüşüne gerekli zemini hazırlamak için Hüseyin
b. Tahir ve Zerenc’deki ulemadan “Ebu’l-Hasan buraya geldi. Şehir ve hisarı
alarak bana teslim etti ve işini tamamladı[619]” şeklinde yazılar aldı. 17
Zilhicce 372/2 Haziran 983 tarihinde Sistan’dan ayrılarak Horasan’a
döndü�.
Ebu’l-Hasan’ın dönüşünden hemen sonra Sistan’da mücadele yeniden
başlamış ve Halef b. Ahmed, Hüseyin’in üzerine yürüyerek durumu tekrar
lehine çevirmeyi başarmıştı. Sâmânîler çok kısa süren barış devresinin
ardından başlayan bu çekişmelere tekrar müdahale etmek ihtiyacı duydular.
Ebu’l-Hüseyin el-Utbi’nin öldürülmesinden sonra vezaret makamına getirilen
Ebu’l-Hasan Müzenî, Ebû Ali el-Simcûrî’yi Sistan meselesini halletmekle
görevlendirdi[620]. Bunun üzerine Ebû Ali el-Simcûrî 1.000 kişilik bir
kuvvetle Sistan üzerine yürüdü. Onun, Sistan seferi hakkında sadece
Gerdizî’nin eserinde anlatılanlar sayesinde bilgi sahibi olabilmekteyiz.
Müellif, bu seferi Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin ölümünden önceki olaylar içinde
anlatmaktadır. Ancak bunun, Ebu’l-Hasan’ın Sistan’dan dönüşünden sonra
yani 372/983 yılı içinde gerçekleşmesi daha olası gözükmektedir[621]. Ebû
Ali el-Simcûrî, Sistan üzerine yürümeden önce II. Nuh tarafından kendisine
Bûsenc şehrinin idaresi verildi. Daha sonra emrindeki 1.000 süvari ile
Sistan’a yöneldi. Halef, Baytüz’ün[622] gulâmlarını 4.000 süvari ile birlikte,
Ebû Ali el-Simcûrî’ye karşı gönderdi. Bunların yanında dört tane de savaş fili
bulunuyordu. Ebû Ali el-Simcûrî üzerine gönderilen bu kuvveti mağlup ettiği
gibi fillerden ikisini ele geçirdi. Sefer dönüşünde Badgis şehrinin iktalarına
katılmasıyla mükafatlandırıldı. Ayrıca, Sâmânî hükümdarının araya
girmesiyle Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş ile arasındaki anlaşmazlık
düzeltildi[623].
Ebû Ali el-Simcûrî’nin, Halef’e karşı elde ettiği bu başarı Sâmânîler
Devleti ve müttefiki Hüseyin b. Tahir için herhangi bir fayda getirmedi.
Aksine Halef, Hüseyin’i sıkıştırmaya devam etti. Hüseyin, yardım için bu kez
Gazne hakimi Sebüktegin’e başvurdu. Ancak, bundan da bir sonuç elde
edemedi. Sonunda, aynı sene içinde taraflar arasında kalıcı barış sağlandı.
Barışın hemen sonrasında Hüseyin’in ani ölümü, Halef’i Sistan’ın tartışılmaz
hakimi durumuna getirdi. Ortaya çıkan sonuç ise, Sâmânîlerin çok uzun bir
süredir Sistan’da boş yere çabaladıklarını belgeliyordu. Yaklaşık 18 senelik
bir süre boyunca bölgeye düzenlenen seferler ve son olarak Halef’e karşı
gerçekleştirilen uzun süreli kuşatma Sâmânî ordusunu güç, moral ve prestij
açısından oldukça yıpratmıştı. Daha da önemlisi hiçbir kazanç getirmemişti.
İbn el-Esîr’de geçen şu cümleler, durumu çok iyi bir şekilde özetlemektedir.
“Bu isyan ve olaylar Sâmânî Devleti’nin ilk defa başına gelen ve zaaf
gösterdiği bir olay idi. Civardaki emîrlerin, Sâmânî görevlilerinin, valilerinin
emirlerini dinlememesine fırsat ve cesaret vermiştir[624]”. Bu tarihten sonraki
gelişmeler de müellifi doğrular niteliktedir. Sâmânîler Devleti bünyesindeki
zayıflık emarelerinin bundan çok daha önceleri ortaya çıktığı bilinmektedir.
Ancak, İbn el-Esîr’in tespitleri Sistan’a birbiri ardına düzenlenen seferlerin ve
sonuçsuz kuşatmaların devlet bünyesinde ve ordu üzerindeki menfi etkisine
vurgu yapması açısından önemlidir.
F) Herat savaşı
II. Nuh ile Sebüktegin’in anlaştığı haberi Ebû Ali el-Simcûrî’yi
telaşlandırmıştı[704]. Zira gücünü iyi bilip, takdir ettiği Sebüktegin’in
Sâmânîlere yardım etmesi, onun gelecekle ilgili planlarına darbe vurabilirdi.
Bu nedenle, eğer Sebüktegin’e karşı başarılı olmak istiyorsa, yeni bir
müttefik bulması gerektiğini anladı. Konuyu danıştığı yakınları, Cibal
Büveyhî hükümdarı Fahrüddevle ile irtibat kurmak gerektiğini söylediler.
Ebû Ali el-Simcûrî de, Fahrüddevle’ye elçi göndermeye karar verdi. Ebû
Cafer b. Zülkarneyn adlı bir adamını bu işle görevlendirdi. Horasan ve
Maveraünnehir’de yetişen değerli şeylerden hediyeler hazırlatarak
Fahrüddevle’ye gönderdi. Büveyhî hükümdarının veziri Sahib b. Abbad’a
da[705] aynı hediyeleri göndermeyi ihmal etmedi. Nitekim İbn Abbad, taraflar
arasında ittifak yapılması hususunda, Fahrüddevle’nin nezdinde büyük çaba
gösterdi. Onun gayretleri neticesinde Fahrüddevle ile Ebû Ali el-Simcûrî
arasında anlaşma imzalandı[706]. Bundan dolayı başlangıçtaki endişelerine
rağmeni, Büveyhî emîri ile yaptığı anlaşmanın sonrasında yukarıda
aktarıldığı gibi Sebüktegin’in mektuplarına itibar etmemiştir.
Bu arada Buhara’da savaş hazırlıklarını tamamlamakla uğraşan II. Nuh ise,
bir taraftan da Ebû Ali’nin karşısına yeni güçlükler çıkarmak için çaba
sarfediyordu. Karahanlıların, Buhara’yı işgali sırasında şehirden ayrılan II.
Nuh’a, Harizm’deki tabileri Harizmşah Ebû Abdullah Muhammed ve
Gürgenc valisi Ebû Ali Me’mun b. Muhammed yakınlık göstererek yardımcı
olmuşlardı. II. Nuh durumunu düzelttikten sonra, onları geçmişteki
yardımlarından dolayı ödüllendirmek istedi. Nesa’yı Me’mun’a, Ebiverd’i ise
Harizmşah Ebû Abdullah’a ikta verdi. Her ikisine de, bu hususta ferman
gönderdi. Ancak adı geçen iki şehrin de, Ebû Ali el-Simcûrî’ye ait olması, II.
Nuh’un çok daha değişik amaçlar peşinde olduğunu göstermektedir.
Muhtemelen Sâmânî hükümdarı, Ebû Ali el-Simcûrî’nin karşısına yeni
rakipler çıkarmak ve onu meşgul etmek istiyordu. Nitekim düşüncesinde
kısmen başarılı oldu. Ebû Ali, Nesâ’yı Me’mun’a teslim etmesine rağmen
Ebiverd’i kardeşinin iktası olduğu ve dîvândan bunun karşılığında bir yer
verilmediği takdirde Harizmşah’a veremeyeceğini bildirdi[707]. Görünüşe
göre Ebû Ali el-Simcûrî de, II. Nuh’un ne yapmak istediğini anlamıştı.
Kendisi de, eskiden beri aralarında düşmanlık bulunan Me’mun ve
Harizmşah’ın anlaşmazlıklarını körükleyerek, tehlikeyi şimdilik ortadan
kaldırmayı başarmıştı. Ancak, onun bu davranışı Harizmşah Ebû
Abdullah’ın, kendisine karşı kin gütmesine neden oldu.
Ebû Ali el-Simcûrî’yi bekleyen asıl tehlike ise, daha yeni harekete geçmek
üzereydi. Sâmânî hükümdarıyla Kişş’de buluşmasının ardından hazırlık
yapmak ve asker toplamak üzere Gazne’ye dönen Sebüktegin gerekli tüm
hazırlıkları tamamlamıştı. Daha sonra, II. Nuh ile buluşmak için Gazne’den
ayrılan Se-büktegin’in ordusunda, Hindistan seferi sırasında elde edilen 200
fil de yer alıyordu. II. Nuh da, büyük bir orduyla birlikte Buhara’dan ayrıldı.
Cüzcan’a ulaştığında, bölgenin hakimi Ebu’l-Hâris Muhammed b. Ahmed el-
Ferigûnî, Sâmânî ordusuna katıldı. Garcistan hakimi Şar Muhammed Şah ve
diğer emîrler de II. Nuh ile birleştiler. Son olarak Sebüktegin ordusuyla, II.
Nuh’un yanına geldi. Hep birlikte Herat üzerine yürüdüler. Şehir, Ebû Ali el-
Simcûrî’nin adamlarından Hâcib İlmengü’nün idaresindeydi[708]. II. Nuh ve
Sebüktegin, Herat yakınlarındaki Nahiyet-i Bağ denilen yerde karargah
kurdular[709]. Bu arada Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik el-Hassa da, Nisabur’dan
çıkarak Herat’a yönelmişlerdi. Ebû Ali el-Simcûrî’nin ordusu,
Fahrüddevle’den aldığı 2.000 Deylem süvarisi ve Ziyârî hükümdarı Kâbus’un
oğlu Dârâ’nın katılımlarıyla oldukça güçlenmişti. Herat’a ulaşan Ebû Ali,
şehir önlerinde karargah kurdu. II. Nuh ve Sebüktegin de, onun karşısındaki
yerlerini aldılar. Mücadele başlamadan önce Ebû Ali el-Simcûrî ani bir
kararla Sebüktegin’e bir elçi göndererek Sâmânî hükümdarı ile arasını
düzeltmesini rica etti. Asi Horasan valisinin düşüncelerinde meydana gelen
bu değişim, karşısındaki ordunun büyüklüğünden duyduğu endişeden
kaynaklanmış olmalıdır. Gerdizî’nin aktardığı bir olay da, Ebû Ali el-
Simcûrî’deki değişimin nedenleri hakkında oldukça tatmin edici bilgiler
vermektedir. Buna göre “Ebû Ali, Sâmânî ordugahında bir casusu vardı.
Sebüktegin de durumu biliyordu. Ancak, casusu ortaya çıkarmayı münasip
görmedi. Savaşın öncesinde Sebüktegin’e, Dârâ b. Kâbus’un harp esnasında,
kendilerine sığınmak istediği arzedildi.. Sebüktegin, çok memnun oldu.
Ardından, casusu yanına çağırarak, ona bir iş verdi. Nedimlerinden biri ile,
onun duyacağı şekilde konuşmaya başladı. Ebu’l-Kasım el-Simcûrî’nin, Fâik
el-Hassa ve Dârâ’nın savaş sırasında Sâmânî ordusu saflarına geçecekleri ve
içlerinden birinin, Ebû Ali el-Simcûrî’yi yakalayarak kendisine teslim
edeceğinden bahsetti. Konuşmaları duyan casus, derhal Ebû Ali el-Simcûrî’yi
olanlardan haberdar etti. Ebû Ali kuşkulandı. Daha önceleri kabul etmediği
sulh teklifine sıcak bakmaya başladı[710]”. Görüldüğü gibi Sebüktegin,
Dârâ’nın yanısıra Ebu’l-Kasım ve Fâik’in adlarını da bu olayın içine dahil
ederek, düşman ordusunda güvensizlik ve fikir ayrılıklarının yeniden su
yüzüne çıkmasına sebeb olmuştur. Özellikle Ebû Ali ve Fâik arasında daha
önceden de, aynı güvensizliklerin yaşandığını ve neticede olayların iki tarafı
savaşa kadar götürdüğünü biliyoruz.
Ebû Ali el-Simcûrî, Sebüktegin’e gönderdiği mektubunda ise, onunla
babası arasındaki eski dostluğu hatırlatıyor ve kendisinin de, babasının
izinden gittiğini belirtiyordu. Geçmişten gelen bu dostluk nedeniyle, II.
Nuh’un kendisini affetmesi için Sebük-tegin’in şefaatçi olmasını istiyordu.
Sebüktegin, Ebû Ali el-Simcûrî’nin isteğini II. Nuh’a iletti. Sâmânî
hükümdarı af konusunda razı olana kadar ısrarını sürdürdü. Neticede Ebû Ali
affedildi. Sebüktegin, bu haberi hemen Ebû Ali’ye bildirdi. Ancak II.
Nuh’un, hatalarına tazminat olarak 15.000.000 dirhem para göndermesini,
selefleri gibi devlete itaat etmesini istediğini bildirdi[711]. Ebû Ali el-Simcûrî,
Sebüktegin’den aldığı bu cevap üzerine durumu yakınları ve kumandanlarıyla
konuştu. Çoğunluk öne sürülen şartların kabul edilmesi hususunda görüş
bildirdi. Ancak genç ve tecrübesiz kimselerden oluşan bir grup ise, bu kararı
kabul etmeye yanaşmadılar. Toplantının bitmesinden sonra Sebük-tegin’in
ordugahına saldırdılar. Nöbetteki bir gulâmı ve yakaladıkları birkaç kişiyi
öldürdüler. Bunlar olurken, Sebüktegin’in elçisi dönüşü sırasında Ebû Ali
Simcûrî’nin öncülerinden bir grupla karşılaşmıştı. Bunlar, “Biz kılıçlarımızı
kullanmadan kınına sokmayız. Aşağılayıcı ve utanç verici bir şeye neden razı
olalım” şeklindeki sözleriyle elçiye hareket edip, alay ettiler[712]. Gerdizî ise;
Ebû Ali el-Simcûrî’nin askerlerin anlaşmaya razı olmadıklarını
naklederek[713] bir bakıma el-Utbî’de verilen bilgileri doğrulamaktadır.
Sebüktegin elçisine yapılanları ve ordugahına düzenlenen baskını öğrenince
çok sinirlendi. Ebû Ali’ye haber göndererek savaşa hazırlanmasını istedi.
Daha sonra ordusunun sağ ve sol kanatlarını düzenleyerek savaş fillerinden
bir set oluşturdu. Kendisi de, II. Nuh ve oğlu Mahmud ile birlikte merkezdeki
yerini aldı. Barış ümidinin olanaksız hale gelmesi üzerine Ebû Ali el-Simcûrî
de, ordusunu savaş düzenine soktu. Kardeşi Ebu’l-Kasım el-Simcûrî’ye sol,
Fâik el-Hassa’ya ise sağ kanadın idaresini verdi. Kendisi de merkezi idare
edecekti. Kaçınılmaz hale gelen savaş 15 Ramazan 384/23 Ekim 994 Salı
günü başladı[714]. Savaşın başlarında durum Ebû Ali el-Simcûrî’nin lehine
gelişmekteydi. Ebu’l-Kasım’ın idaresindeki sol kanat ile Fâik’in idaresindeki
sağ kanat karşılarında yer alan kuvvetleri mağlup etmeyi başarmışlardı. Ebû
Ali el-Simcûrî zaferini kesinleştirmek için, Sâmânî ordusunun merkezine
hücum etmeye karar verdi. Her iki ordunun merkez kuvvetleri birbirlerine
yaklaştıkları sırada savaşın kaderini değiştirecek bir olay meydana geldi. Ebû
Ali el-Simcûrî’nin ordusunda merkezde yer almış olan Dârâ b. Kabûs ihanet
ederek, Sâmânî ordusu saflarına katıldı. Ebû Ali el-Simcûrî’nin askerlerine
saldırdı. Ebû Ali, onun ihanetini öğrendiğinde diğer askerlerinden de emin
olamadı. Dârâ’nın ihanetinin, onları da etkilemesinden korktu. Ebû Ali el-
Simcûrî’nin endişe ve korkuları, Sebüktegin’in kendi askerleriyle hücuma
geçmesiyle gerçeğe dönüştü. Bu saldırı karşısında dayanamayan Ebû Ali el-
Simcûrî’nin ordusu dağıldı.
Sebüktegin’in oğlu Mahmud, kaçanların peşinden giderek
yakalayabildiklerini öldürdü. Bir kısmını da esir aldı. Mağlubiyetin
kesinleşmesi üzerine Ebû Ali el-Simcûrî, yanındaki gulâmlarıyla
(memluklarıyla) birlikte savaş meydanını terkederek Nisabur’a kaçtı[715].
Tarihçi el-Utbî, Ebû Ali’nin ordusunun savaş meydanında bıraktığı ganimet,
saz, silah ve diğer hazinelerin sayılamayacak kadar çok olduğunu belirtip,
“eğer işin başında bunu kendi rızalarıyla verselerdi, bu zilletten kurtulurlardı”
demektedir[716].
Galipler, alınan ganimetleri paylaşmak üzere birkaç gün daha Herat’da
kaldılar. Bu arada II. Nuh, Sebüktegin’e Nasırüddevle, oğlu Mahmud’a ise
Seyfüddevle ünvanlarını verdi. Ayrıca Mahmud, Ebû Ali el-Simcûrî’nin
yerine Horasan valiliği ve ordu başkomutanlığı görevlerine getirildi[717].
Mahmud, tam teçhizatlı bir orduyla Nisabur üzerine yürüdü. Mağlubiyetin
sonrasında şehre gelmiş olan Ebû Ali el-Simcûrî ise, savaşın yaralarını
sarmaya ve durumunu düzeltmeye çalışıyordu. Mahmud’un üzerine geldiği
haberini alınca Nisabur’dan ayrılmak zorunda kaldı.
Daha önce anlaşma yaptığı Cibal Büveyhî hükümdarı Fahrüddevle’nin
yanına gitmek üzere Cürcan’a yöneldi. Ebû Nasr el-Hâcib’i[718]
Fahrüddevle’ye göndererek başından geçen olayları anlattı. Sahib b. Abbad’a
da mektuplar göndererek bu konuda kendisine yardımcı olmasını istedi.
Nihayetinde Fahrüddevle, vezirinin de etkisiyle Ebû Ali el-Simcûrî’ye
yardım etmeyi kabul etti.
Ebû Ali el-Simcûrî’nin ve ordusunun masrafları için Cür-can’ın
gelirlerinden bir kısmı ile 1.000.000 dirhem-i şahî tahsis edildi[719].
G) Tûs Savaşı
1) Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik’in Cürcan’daki Durumu
ve Savaş Öncesi Gelişmeler
Fahrüddevle’nin şahsında kendisine emin bir koruyucu bulan Ebû Ali el-
Simcûrî, Safer-Rebiülevvel 385/Mart-Nisan 995’te hala Cürcan’da ikamet
etmekteydi. Bu süre içinde Fâik de, ona katılmıştı.
Ebû Ali el-Simcûrî’nin Cürcan’a gitmesinden sonra Mahmud, Nisabur’a
hakim oldu. Sebüktegin ve II. Nuh ise bir süre daha Herat’da kaldıktan sonra
Nisabur’a gittiler. Ancak, burada müttefikler arasında bir sürtüşme meydana
geldi. Emîr Sebüktegin ve oğlu Mahmud, vezir Abdullah b. Uzeyr’in
görevinden alınmasını istediler. Onu, kendileri aleyhine konuşmak, bazı
vilayet ve iktaların kendilerine verilmemesi hususunda çalışmakla suçladılar.
II. Nuh, olayı öğrenince vezirini korumak amacıyla, onunla birlikte Tûs’a
gitti. Mahmud, onların Nisabur’dan ayrıldıklarını haber alınca peşlerinden
gitti. Sâmânî hükümdarını bağlılık ve itaatleri konusunda ikna etmeyi başardı.
Ancak, bu arada Abdullah b. Uzeyr, Mahmud’un gelişinden korkarak Merv’e
gitmişti. II. Nuh, taraflar arasında uzlaşmayı sağladıktan sonra vezirinin
arkasından Merv’e, oradan da Buhara’ya döndü[720].
Nisabur’da kalan Sebüktegin ve Mahmud ise, şehirde adaletli ve iyi bir
yönetim gösterdiler. Simcûrîler döneminden kalan düzensizlikleri ve
haksızlıkları ortadan kaldırdılar. Halkın güven ve emniyet içinde yaşamasını
sağladılar. Zamanla Horasan vilayeti bayındır hale getirildi. Tüccarlar ve
kervanlar yeniden çalışmaya başladılar. Yollar emniyetli bir hale geldi[721].
Zira, sürekli yapılan savaşlar neticesinde bölge halkı tedirginlik içindeydi.
Cürcan’da bulunan Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik el-Hassa için ise sıkıntılı
günler başlamak üzereydi. Safer 385/Mart 995’de en büyük destekçileri olan
vezir Sahib b. Abbad öldü. Sahib b. Abbad, Fahrüddevle ile Ebû Ali
arasındaki anlaşmanın gerçekleşmesinde ve sürdürülmesinde çok önemli rol
oynamıştı. Ebû Ali el-Simcûrî için bu olayın olumsuz neticeleri ortaya
çıkmakta gecikmedi. Ebû Ali ve Fâik, Rey’de bulunan Fahrüddevle’ye bir
mektup yazarak, Cürcan’ın gelirlerinin artık kendilerine ve askerlerinin
masraflarına yetmediğini belirttiler. Ondan, kendilerine para göndermesini
istediler. Fahrüddevle, Ebû Nasr el-Hâcib tarafından kendisine iletilen
mektuba, yeteri kadar hizmet ettiğini söyleyerek bu hususta özür dilediğini
bildiren bir cevap verdi[722]. Mirhond ise, Fahrüddevle’nin yaptığı yardımları
kesmesiyle ilgili olarak “Ebû Ali ve Fâik, Cürcan’daki ikametleri sırasında
aşırı istekleriyle Fahrüddevle’ye rahatsızlık verdiler. Bu ihmal ve
gafletlerinden dolayı, onun gözünden düştüler[723]” şeklinde ilginç bir kayıt
yer almaktadır. Muhtemelen Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik, Fahrüddevle’den,
daha önceden Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’a yaptığı gibi sınırsız bir
destek bekliyorlardı. Ancak Fahrüddevle’nin, onlara Hüsamüddevle’ye
olduğu gibi bir minnet borcu olmadığı gibi, aralarında özel bir dostluk da
bulunmuyordu. Taraflar arasında yapılan anlaşmanın garantisi Sahib b.
Abbad idi. Fahrüddevle, onun ölümü üzerine Ebû Ali ve Fâik’e yaptığı
yardımı kesmiş olmalıdır. Büveyhî hükümdarından aldıkları cevap, iki asi
komutanı üzüntü ve ümitsizlik içine düşürdü. Malî yardımın kesilmesinin
yanısıra, Cürcan’ın havasının kötü olması bölgeden ayrılarak yeni bir yer
bulmayı zorunlu kılıyordu. Bu konuyla ilgili olarak yakınları ve ileri gelen
komutanlarıyla bir toplantı yaptılar. Toplantıda çeşitli görüşler ortaya atıldı.
Komutanlardan bir kısmı Cürcan’ı Sâmânîler adına ele geçirmeyi teklif
ettiler. Sikkeyi II. Nuh adına bastırıp, hutbeyi onun adına okuttukları takdirde
Sâmânî hükümdarının kalbini yeniden kazanacaklarını düşünüyorlardı.
Ayrıca bunlar, II. Nuh’a bağlılık ifade eden bir mektup yazılmasını
istiyorlardı[724].
Fâik el-Hassa ise, “Sebüktegin Nisabur’dan ayrıldı. Oğlu, Mahmud’un da
bize mukavemet edecek gücü yoktur. Askerleriyle Horasan’da yalnızdır.
Çabuk hareket eder ve Horasan’a yürürsek bize mukavemet edemez.
Nisabur’a girerek, Mahmud’u şehirden çıkarırız. Bölgeyi ele geçiririz. Ayrıca
yaz mevsimi gelmek üzeredir. Cürcan’ın havası kötü ve pis kokuludur.
Askerler bu havadan rahatsızdır. Eğer geri dönmezsek acz içine düşeriz. Bu
hava askeri kırar. Sonbahar gelince Cürcan’ın havası daha da kötüleşecektir”
diyordu[725]. Yukarıda bu münazaraları bize aktaran tarihçi el-Utbî,
toplantının neticesinde Fâik’in görüşünün üstün geldiğini ve Ebû Ali el-
Simcûrî’nin de, alınan karara uymak zorunda kaldığını belirtmektedir. Ancak
müellif, Ebû Ali el-Simcûrî’nin düşünceleri hakkında herhangi bir malumat
vermez. Konuyla alakalı olarak Ebu’l-Fazl el-Beyhakî’nin eserinde “Ebû
Ali’nin Cürcan’dan ayrılıp Fars ve Kirman’ı ele geçirmek arzusunda olduğu”
şeklinde bir kayıt yer almaktadır[726]. Belki, Ebû Ali el-Simcûrî bu
düşüncesini yapılan toplantıda dile getirmiş olmalıdır.
Toplantıda ortaya atılan fikirler gözden geçirildiğinde karşımıza şu tablo
çıkmaktadır ; Cürcan’ı, Sâmânîler adına ele geçirmek başlangıçta mantıklı ve
uygulanabilir bir plan olarak göze çarpmaktadır. Çünkü, Sâmânîlerin İsmail
b. Ahmed döneminden (892-907) itibaren bölge için sürekli mücadele ettiği
bilinmekteydi. Ancak II. Nuh devri, Sâmânîler için saldırgan ve yayılmacı bir
politikadan ziyade, savunmaya çekilip eldeki toprakların korunması fikrinin
benimsendiği bir dönem olmuştur. Dolayısıyla Sâmânîlerin, Cürcan’ın
idaresini Büveyhîlere rağmen ele geçirmeyi kabul etmeleri ve ele geçirdikleri
takdirde bölgede hakimiyetlerini nasıl sürdürecekleri belli değildi. Zira en
güçlü dönemlerinde bile Sâmânîlerin Cürcan’ın idaresi ve elde tutulması
konusunda zorlandıkları görülmüştü. Yine muhaliflerin böyle bir harekete
girişmeleri halinde, o zamana kadar kendilerine yardımcı olmuş olan Cibal
Büveyhîlerinin düşmanlığını kazanmaları da kaçınılmaz oluyordu.
Ebû Ali’nin Fars ve Kirman taraflarına gitme konusundaki ısrarı ise, Herat
savaşında II. Nuh ve Sebüktegin’in karşısında aldığı mağlubiyeten ve Gazne
hakimi’nin gücü karşısında düştüğü umutsuzluktan kaynaklanmış olmalıdır.
Ayrıca Fars ve Kirman bölgeleri Büveyhî ailesi içinde Fahrüddevle’nin rakibi
Samsa-müddevle’nin elindeydi. Bu bakımdan adı geçen bölgeleri ele
geçirmek için Fahrüddevle’nin yardımına da güvenilebilirdi. Ancak, Ebû Ali
el-Simcûrî’nin bu fikrinin fazla kabul görmediği anlaşılıyor. Horasan’a
dönüp, burayı ele geçirmek arzusunda olan Fâik el-Hassa ise, Gazne hakimi
Sebüktegin’in oğlu Mahmud’u Nisabur’da bırakıp Herat’a gitmesinden
faydalanmak istiyordu. Fâik’in doğru bir şekilde tesbit ettiği gibi Nisabur’da
tek başına kalan Mahmud’un gücü oldukça zayıflamıştı. Kararlı ve hızlı bir
şekilde hareket edildiği takdirde Horasan’ın merkezinin ele geçirilme ihtimali
yüksekti. Neticede de, Fâik’in bu görüşü kabul edildi.
Ebû Ali el-Simcûrî, kardeşi Ebu’l-Kasım el-Simcûrî ve Fâik el-Hassa
Rebiülevvel 385/Nisan 995’de kuvvetleriyle birlikte Cürcan’dan ayrıldılar.
Fâik, öncü olarak İsferayin yolundan ilerledi. Nisabur hududunda tekrar
birleşen muhalifler, şehir üzerine yürüdüler. Onların gelişini haber alan
Seyfüddevle Mahmud, durumu babasına bildirdi. Daha sonra beraberindeki
az sayıdaki askerle birlikte şehirden ayrılarak, bir fersah mesafedeki Amr-ı
Leys bağında karargah kurdu. Bu arada, Nisabur’da bulunan Gaznin şehri
reisi Hoca Ebû Nasr Naki’nin anne tarafından atası Ebû Nasr Mahmud Hâcib
ve Nisabur halkı ise Ebû Ali el-Simcûrî’yi karşılamaya çıkarak, sevinç
gösterilerinde bulundular[727]. Yukarıda Sebüktegin ve oğlu Mahmud’un
Nisabur’a girmeleri sonrasında, Ebû Ali el-Simcûrî’nin şehirde yaptığı
kötülükleri sildiklerini ve bozulan ticarî hayatı yeniden düzene
koyduklarından bahsedildi. Şimdi ise, şehir halkının sevinç gösterileriyle Ebû
Ali el-Simcûrî’yi karşılamaya çıkmaları, bu bilgiyle çelişmektedir. Bunun
nedenlerini ise, Nisabur’da Hanefîler ve Şafiîler arasında süre gelen
çekişmelerde aramak gereklidir. Saffarî hükümdarı Amr b. el-Leys’in
287/900 senesinde İsmail b. Ahmed tarafından mağlup edilmesiyle şehir
Sâmânîlerin hakimiyetine girmişti. Sâmânîler, şehirdeki Hanefîleri himaye
ederek, kadılık görevini yapan kimselerin Hanefî alimlerden tayin edilmesine
özen göstermişlerdi. Simcûrîlerin Horasan valiliği görevine getirilmelerinde
sonra, bu durum yavaş yavaş değişmeye başlamıştı. Simcûriler zaman içinde,
bağlı bulundukları Sâmânîlerin aksine Nisabur kadılarını Şafiîler arasından
seçerek, onları korumaya gayret ettiler[728]. Bunda, Simcûrîlerin, Sâmânîlere
karşı şehirdeki Şafiîlerin desteğini kazanmak istemeleri etkili olmuştur.
Nisaburlular tarafından sevinç gösterileriyle karşılanan Ebû Ali el-Simcûrî
ve Fâik el-Hassa, derhal Seyfüddevle Mahmud’un üzerine yürüdüler.
Seyfüddevle Mahmud ise, emrindeki kuvvetlerin rakiplerine oranla daha az
olmasına rağmen savaşa girmekten çekinmedi. Ancak şiddetli geçen bir
mücadelenin sonrasında savaş meydanını terkederek, Herat’da bulunan
babasının yanına gitmek zorunda kaldı. Savaş meydanında bıraktığı
ağırlıklar, techizat, birkaç fil ve Hindli maiyetinden bir grup Ebû Ali’nin
eline geçti[729]. Savaşın ardından Nisabur’a giren Ebû Ali, Ebu’l-Fazl el-
Beyhakî’ye göre; şehirde hutbenin kendi adına okunmasını emretti[730].
Ancak diğer kaynaklar, bağımsızlık işareti olarak nitelendirilebilecek Ebû Ali
el-Simcûrî’nin bu davranışı konusunda herhangi bir bilgi vermezler. Birazdan
anlatılacak olaylar da, Ebu’l-Fazl el-Beyhakî tarafından aktarılan bu bilginin
yanlış olduğu izlenimini kuvvetlendirmektedir.
Seyfüddevle Mahmud’u yenerek, Nisabur’dan uzaklaştırması Ebû Ali’nin,
kendisine olan güvenini tazelemişti. Nisabur’a yerleştikten sonra, şehirdeki
durumunu kuvvetlendirmeye çalıştı. İleri görüşlü bazı kumandanlarının
Sebüktegin ve Seyfüddevle Mahmud’un peşlerinden gitmesi ve
toparlanmalarına fırsat verilmemesi hususundaki tavsiyelerini dikkate almadı.
Aksine Buhara’daki Sâmânî hükümdarına mektuplar göndererek, kalbini
kazanmaya çalıştı. Aynı şekilde Sebüktegin’e de bir mektup göndererek
“Eğer tercih dizginleri benim elimde olsaydı, diğerleri teşvike cesaret
edemeyeceklerdi. Ben de, Cürcan’dan ayrılmayıp Horasan’a geçmeyecek ve
senin rızana aykırı davranmayacaktım” dedi[731].
Bütün bu gelişmeler, Ebû Ali el-Simcûrî’nin bağımsızlıktan ziyade, elde
ettiği başarılarla yetinip, II. Nuh ve Sebüktegin ile barışmak taraftarı
olduğunu göstermektedir. Böylelikle, Nisa-bur’u elinde tutabilmeyi
umuyordu. Bu durum, onun Sebük-tegin’in gücü ve Sâmânîlere sağladığı
destek karşısında daha fazla bir şey yapamayacağını anlamış olması şeklinde
yorumlanabilir. Zira, Ebû Ali’nin Karahanlıların Buhara’yı işgali sırasında
Sâmânî hükümdarına karşı takındığı tavır ve düşünceleri unutulmamalıdır.
Ayrıca, Ebû Ali el-Simcûrî’nin, II. Nuh’un dışında Sebüktegin’e de
mektuplar yazarak af dilemişti. Bu da, muhaliflerin arasındaki ittifakın ne
kadar zayıf olduğunu ortaya koymaktadır.
2) Tarafların Savaş Hazırlıkları,
Savaşın Başlaması ve Sonuçları
Sebüktegin, Ebû Ali el-Simcûrî’nin barışmak için sarfettiği gayrete rağmen,
barış konusunda pek fazla istekli değildi. Nisabur’u ele geçirmiş olan Ebû Ali
el-Simcûrî’nin güçlenmesine de müsaade edemezdi. Oğlu Seyfüddevle
Mahmud’un yanına ulaşmasının hemen ardından kendisine tabi emîrlere
mektuplar göndererek, asker toplamalarını istedi. Ayrıca, II. Nuh’u
gelişmelerden haberdar ederek savaş için hazır olmasını istedi. Sebüktegin’in
çağrısına uyan Sistan hakimi Halef b. Ahmed ve oğlu Tahir, Cüzcân hakimi
Ebu’l-Hâris Muhammed b. Ahmed Ferîgûn kuvvetleriyle, Sebüktegin’in
ordusuna katıldılar. Bu ikisini bölgedeki diğer emîrler takip etti. Böylelikle
Sebüktegin’in emrinde çok büyük bir ordu toplanmış oldu[732].
Sebüktegin savaş hazırlıklarıyla meşgul olurken, muhaliflerin arasındaki
ittifakta güvensizlikler ve bunun meydana getirdiği çatlaklar giderek etkisini
arttırmaktaydı. Ebû Ali el-Simcûrî’nin en önemli müttefiki olan Fâik el-
Hassa, Nisabur’un ele geçirilmesinin ardından Tûs’a gitmiş ve Sebüktegin ile
mektuplaşmaya başlayarak hizmetine girmek istediğini bildirmişti.
Sebüktegin ise, uygun cevaplarla, Fâik’in gururunu okşuyor, Ebû Ali el-
Simcûrî ile arasını açmaya çalışıyordu. Ebû Ali’nin bir diğer müttefiki
Emirek Tûsî de, onunla birlik olup olmama konusunda tereddütte idi. Ebû Ali
el-Simcûrî ile yakınlaşmaktan kaçınıyordu[733]. Sebüktegin’in savaş
hazırlıklarını haber alan Ebû Ali el-Simcûrî de, gerekli hazırlıklara başladı.
Ancak, müttefiklerinin takındığı tutum karşısında endişelenmekteydi. Yakın
adamlarından Ebu’l-Kasım Fakîh’i, Fâik el-Hassa ve Emirek el-Tûsî’ye
göndererek, onları yeniden yanına çekmeye çalıştı. Ebu’l-Kasım Fakîh
verilen görevi başarıyla yerine getirdi. Taraflar arasındaki anlaşmazlıkları
ortadan kaldırdı. Fâik ve Emirek el-Tûsî’den söz ve yemin aldığı gibi Ebû Ali
el-Simcûrî’ye de çabuk hareket ederek, bu ikisiyle birleşmek gerektiğini
haber verdi[734]. Bunun üzerine Ebû Ali, Nisabur’dan ayrılarak süratle Tûs’a
yöneldi. Fâik ve Emirek el-Tûsî de, onunla birleştiler. Ebu’l-Fazl el-
Beyhakî’nin naklettiği bir rivayetten anlaşıldığına göre Sebüktegin’in
çabalarına rağmen yeniden Fâik ve Emirek el-Tûsî’yi tarafına çekmeyi
başaran Ebû Ali el-Simcûrî de aynı şekilde, Gazne hükümdarından bir
mektup almıştı. Sebüktegin, Ebû Ali’ye gönderdiği bu mektubunda şöyle
diyordu “Sizin hanedanınız eskidir. Bunun için elimde yok olmasını
istemiyorum. Nasihatimi kabul et ve barış yapalım. Biz tekrar Merv’e
dönelim. Sen, Nisabur’da oğlum Mahmud’un vekili olursun. Ben de araya
gireyim. Horasan emîrinin, senin gönlünü hoş tutması için şefaat edeyim.
Böylece işler düzene girsin ve aradaki düşmanlık kalksın[735]”. Yukarıda
Sebüktegin’in, aynı siyaseti Fâik’e karşı izlediğinden bahsedildi. Ebu’l-Fazl
el-Beyhakî’nin, Sebüktegin ve Ebû Ali el-Simcûrî arasındaki mektup olayı ile
ilgili aktardıkları da el-Utbî’nin verdiği bilgilerin bir devamı olarak
görülebilir. Bütün bunlar ise, Sebüktegin’in bir yandan savaş hazırlıklarıyla
meşgul olurken, diğer taraftan da düşmanın gücünü bölüp zayıflatmaya
çalıştığını ortaya koymaktadır. Nitekim Gazne hükümdarının, Herat Savaşı
sırasında da benzer şekilde hareket ettiği unutulmamalıdır. Ancak, bu defa
Sebüktegin’in yeterince başarılı olamadığı Ebu’l-Fazl el-Beyhakî’nin
aktardığı rivayetin devamından anlaşılıyor. Buna göre; Ebû Ali el-Simcûrî,
Sebüktegin’den gelen mektubu adamlarıyla müşavere etmiş, onlar da
savaşmak gerektiği hususunda ısrar etmişlerdir. İki taraf arasında barış
yapmak isteyenlerin çabaları da bir sonuç vermemiştir[736].
Sonunda Sebüktegin, yapılan katılımlarla güçlenen ordusunun başında Tûs
üzerine yürüdü. Ordunun ilerleyişi sırasında Halef b. Ahmed Pûseng’de
bırakılırken, oğlu Tahir Sebüktegin’in yanında kaldı. Gazne ordusu, Ebû Ali
el-Simcûrî’nin karargah kurduğu Tûs yakınlarındaki Andarıh(Andarah)
köyüne geldi. Savaş 19 Cemaziyelahir 385/22 Temmuz 995 günü başladı. İki
tarafın gençleri ve ahdasları akşama kadar savaştılar. Birbirlerine üstünlük
sağlayamayınca havanın kararmasıyla birlikte ordugahlarına çekildiler. Aynı
gece Ebû Ali el-Simcûrî, ileri gelen kumandanlarıyla ne yapacakları
konusunda müşaverede bulundu. Emirek el-Tûsî’nin de içlerinde bulunduğu
bir grup tecrübeli kumandan “Dağa sığınalım ve etrafını tahkim edip
sağlamlaştıralım. Daha sonra Tûslu piyadeleri göndererek, düşmana gece
baskınları yapalım. Hayvanlarını ve mallarını ele geçirelim. Ağırlıklarını ve
techizatlarını yağmalayalım. Bu süre içinde, onların arasında karışıklık
çıkacak ve dağılacaklardır. İşte biz de, o zaman üstlerine saldırır ve işlerini
bitiririz[737]” teklifinde bulundular. Sebük-tegin’in ordusunun gücü dikkate
alındığında son derece yerinde bir fikir olarak görünen bu plan, toplantıya
katılan başka bir grup kumandan tarafından kabul görmedi.
İtiraz edenler, bu şekilde hareket etmenin kuvvet ve kudretin zaafına işaret
olacağını söyleyerek “böyle acz ve alçaklığa muvafakat etmeyelim”
dediler[738]. Neticede ikinci grubun fikirleri galip geldi. Sabah olmasıyla
birlikte savaş tüm şiddetiyle yeniden başladı. Her iki taraf da kahramanca
savaşıyordu.
Mücadele esnasında Sebüktegin’in askerlerinden bir kısmı, Ebû Ali el-
Simcûrî’nin ordusunun sol kanadının arkasına sarkmayı başardı. Seyfüddevle
Mahmud da, emrindeki güçlü bir birlikle o tarafa geldi. İki ateş arasında
kalan Ebû Ali el-Simcûrî şaşkın ve karar veremez bir duruma düşmüştü. Son
çare olarak, ordusunun iki kanadını da merkezde toplayıp, Sebük-tegin’in
komuta ettiği düşmanın merkez kuvvetlerine saldırmaya karar verdi. Burada
bulacağı bir gedikten kaçmayı umuyordu. Ancak Sebüktegin’in güçlü direnişi
ve savaş fillerinin devreye girmesiyle, bu amacında başarıya ulaşamadığı gibi
ağır kayıplara uğradı. Seyfüddevle Mahmud’un babasının yardımına
yetişmesiyle Ebû Ali el-Simcûrî’nin ordusu çembere alınarak mağlup edildi
(20 Cemaziyelahir 385/22 Temmuz 995). Savaşın gidişatıyla ilgili bütün bu
tafsilatlı bilgiler el-Utbî’nin eserinde yer almaktadır[739].
Diğer kaynaklar ise[740] savaş hakkında kısa bilgi vermektedir. Yalnız
Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, el-Utbî’de aktarılanlardan farklı olarak; savaşın ikinci
günü Sebüktegin’in mağlup olması an meselesi haline geldiği sırada oğlu
Seyfüddevle Mahmud ve Tahir b. Halef’in dinlenmiş süvarileriyle daha önce
kararlaştırılan şekilde tuzaktan çıkarak Fâik ve İlmengü’ye hücum ettiklerini
aktarır. Seyfüddevle’nin hücumu karşısında, onların mağlup olup kaçmaları,
Ebû Ali el-Simcûrî’yi de etkilemiş ve savaş meydanını terk etmesine neden
olmuştu[741]. Zaferin ardından Ebû Ali el-Simcûrî’nin ordugahı yağmalandı.
İleri gelen kumandanlarından bir çoğu esir edildi. Bunlar arasında; Ebû Ali b.
Buğra Hâcib, Begtegin el-Fergânî, Arslan Beg, Ebû Ali b. Nuştegin, Leşker-
sitân b. Ca’fer el-Deylemî[742], Muhammed b. Hâcib Togan, Yınal Tegin,
Muhammed Şârtegin, Ahmed Arslan el-Hazin ve Arslan Semerkandî de[743]
yer alıyordu. Seyfüddevle Mahmûd kaçanların peşlerine düştü.
Tûs savaşı, Ebû Ali el-Simcûrî’nin Horasan’daki siyasî kimliğinin ve
nüfuzunun sonunu belirlemişti. Diğer taraftan bu savaşın sonucunda, Horasan
görünüşte Sâmânî toprağı olarak kalmasına rağmen güç ve kontrol tamamıyla
Sebüktegin’in eline geçmişti.
Ebû Ali el-Simcûrî, Herat savaşında uğradığı kayıpları, Cibal
Büveyhîlerinin yardımıyla gidermeyi başarmıştı. Ancak Tûs savaşının
neticesinde ordusunun büyük bir kısmı imha edilmişti. Bunun ise, herhangi
bir telafisi söz konusu değildi. Savaşın sonrasındaki gelişmeler de bunu daha
açık bir şekilde gösterecekti.
3) Savaştan Sonraki Gelişmeler ve
Ebû Ali el-Simcûrî’nin Yakalanması
Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik el-Hassa mağlubiyetin ardından çok müstahkem
bir kale olan Kelât’a[744] sığındılar[745]. Ancak, ikisinin savaşın sonrasında
nereye gittikleri ile ilgili Gerdizî’de çok daha farklı bir rivayet yer almaktadır.
Gerdizî’ye göre “Ebû Ali el-Simcûrî, Tabes yoluyla Rey’e gitmiş ve Büveyhî
hükümdarı Fahrüddevle, onu iyi bir şekilde karşılayarak, ikramlarda
bulunmuştu.. Ebû Ali el-Simcûrî’ye her ay için 50.000 dirhem tahsis etmişti.
Sofrasına davet etmek isteği zamanlarda techizatlı bir at gönderip, bunu Ebû
Ali el-Simcûrî’ye hediye ederdi. Ancak, Ebû Ali el-Simcûrî’nin gönlü
daraldı. Bir kadın için Nisabur’a döndü. Seyfüddevle Mahmud, onu yakaladı
ve hapsetti. Daha sonra hapisten kaçmayı başaran Ebû Ali el-Simcûrî
Harizm’e gitti[746].” Bu rivayet diğer kaynaklar tarafından teyid edilmemiştir.
Ancak el-Utbî, Ebû Ali el-Simcûrî’nin oğlu Ebu’l-Hasan’ın Tûs savaşı
sırasında Kayin’da olduğunu belirttikten sonra şu bilgileri vermektedir
“Ebu’l-Hasan b. Ebû Ali el-Simcûrî, babasının Tûs’da mağlup olduğunu
haber alınca Rey’e gitti. Şehrin hakimi Fahrüddevle kendisini çok iyi bir
şekilde karşıladı....[747].” Bundan sonra verilen bilgiler, Gerdizî’nin
aktardıklarıyla birleşmektedir. İbn el-Esîr ve Ebu’l-Fazl el-Beyhakî[748] Tûs
savaşından sonra Rey’e kaçan kişinin Ebû Ali el-Simcûrî değil, oğlu Ebu’l-
Hasan olduğu konusunda el-Utbî’ye parelel bilgiler vermektedir. Bütün
bunlar Gerdizî’nin, Ebû Ali el-Simcûrî’nin savaşın sonrasındaki
faaliyetlerini, oğlunun faaliyetleriyle karıştırdığını göstermektedir.
Diğer taraftan Ebû Ali’nin en büyük yardımcılarından biri olan kardeşi
Ebu’l-Kasım el-Simcûrî, Tûs savaşının öncesinde, ağabeyi ile arası açılmıştı.
Bunun nedeni ise, Ebû Ali’nin, kardeşinin elindeki Herat’ı, kendi hâcibi
İlmengü’ye vermesiydi. Bu duruma sinirlenen Ebu’l-Kasım Andarıh’da Ebû
Ali’den ayrılmıştı. Ebû Ali el-Simcûrî, kardeşinin vefasızlığı ve
ayrılmasından dolayı çok üzülmüştü[749]. Zira, savaş öncesinde meydana
gelen bu ayrılık, onun için çok büyük bir kayıp olmuştu.
Yeniden Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik el-Hassa’nın Tûs savaşından sonraki
faaliyetlerine döndüğümüzde; Kelât kalesinde ikamet etmekte olan iki asi
komutan, kalenin sahibi Emirek el-Tûsî tarafından birkaç gün misafir
edildiler. Bu süre içinde, ordusundan arta kalanlar Kelât’a gelerek Ebû Ali el-
Simcûrî ile birleştiler. Muhalifler, Kelât’da bir durum değerlendirmesi
yaptılar. Aynı sıralarda yeni bir gelişme daha yaşandı. Daha önce
Seyfüddevle Mahmud’un Nisabur’dan çıkarılması sırasında ele geçirilen
birkaç fil, Ebû Ali tarafından Emirek el-Tûsî’ye bırakılmıştı. Tûs savaşında,
Sebüktegin tarafından esir edilen kumandanlar Emirek el-Tûsî’ye,
Sebüktegin’in ele geçirilen fillerin teslim edilmesi karşılığında, kendilerini
serbest bırakacağını bildirdiler. Emirek el-Tûsî durumu Ebû Ali el-
Simcûrî’ye bildirdi. Ebû Ali, bunu kabul etti.
Emirek el-Tûsî de, filleri Sebüktegin’e gönderdi. Böylece, onunla
yakınlaşma fırsatını elde etmiş oldu. Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik ise,
Kelât’dan ayrılarak Ebiverd’e gittiler. Muhalifler, şehre ulaştıklarında, Fâik
el-Hassa, Ebû Ali el-Simcûrî’ye haber vermeden Serahs’a yöneldi.
Müttefikinin hareketini haber alan Ebû Ali ise, Fâik’in arkasından bir
adamını yollayarak, kendisini beklemeye ikna etti. Bunun üzerine Fâik, yolda
durarak Ebû Ali el-Simcûrî’nin yanına gelmesini bekledi. Birlikte önce
Serahs’a, daha sonra da Merv’e gittiler. Sebüktegin, onların haberini aldığı
zaman oğlu Seyfüddevle Mahmud’u Nisabur’da bırakarak peşlerinden gitti.
Sebüktegin’in kendilerini takip ettiğini öğrenen Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik
el-Hassa, Amul’a kaçtılar. Merv ile Amul arasındaki çölün, Sebüktegin’in
kalabalık ordusunun ilerleyişini yavaşlatacağını düşünüyorlardı.
Amul’a ulaştıklarında, Sâmânî hükümdarı II. Nuh ile aralarını düzeltmenin
yollarını aramaya başladılar. Bu maksatla Ebû Ali el-Simcûrî, Ebu’l-Hüseyin
Muhammed b. Kesir’i, Fâik el-Hassa ise Abdurrahman b. Ahmed el-Fakîh’i,
II. Nuh nezdinde elçilikle görevlendirdiler[750].
Buhara’ya gelen elçiler büyük bir gayret sarfederek Sâmânî hükümdarını
affa razı etmeye çalıştılar. II. Nuh, Fâik’in elçisini tutuklatırken, Ebû Ali el-
Simcûrî’nin elçisine iyi muamele etti. Daha sonra geri gönderilen elçi
vasıtasıyla Ebû Ali el-Simcûrî’ye, Gürgenc(Cürcaniyye)’e[751] gidip, orada
ikamet etmesi ve geçim vasıtasının sonradan düşünüleceği bildirildi. Gürgenc
valisi Me’mun’a da bir mektup yazılarak, Ebû Ali el-Simcûrî’yi iyi
karşılaması ve kaldığı süre içinde masraflarının karşılanması emredildi. II.
Nuh’un, Ebû Ali el-Simcûrî’yi affetmesindeki asıl maksadının, onu Fâik’den
ayırmak olduğu açıkça görülmektedir. Nitekim, Sâmânî hükümdarının
düşüncesini anlayan Fâik, Ebû Ali el-Simcûrî’ye “Seni Gürgenc’e
göndermekten maksat, ikimizin arasını açmaktır.
Aramızdaki birliği bozmaktır. Eğer basiret gözüyle düşünürsen, bunu
anlarsın. Arkadaşlığımdan bıkmış olabilirsin. Fakat ben, senden ayrılmak
istemiyorum. İyi ve kötü günde seninle arkadaşlık yapmak isterim. Fakat bu
konuda başka bir karar alırsan sana uyarım” dedi[752]. Faik’in bu ısrarına
rağmen uğradığı başarısızlıklar dolayısıyla yılgınlık içinde olan Ebû Ali,
Sâmânî hükümdarının teklifini kabul etmeyi düşünüyordu. Fâik, onu ikna
edemeyeceğini anlayınca Karahanlı hükümdarı İliğ Han Nasr’a sığınmaya
karar verdi. Ceyhun nehrini geçti. Bu haberi duyan II. Nuh, Hâcib
Begtüzün’ü Fâik’in üzerine gönderdi. Sâmânî kuvvetleri Nesef civarında Fâik
el-Hassa ve yanındakilere yetiştiler. Ancak iki taraf arasında çatışma olmadı.
Daha sonra Karahanlı hükümdarının yanına ulaşan Fâik el-Hassa çok iyi
kabul gördü[753].
Ebû Ali el-Simcûrî ise, Fâik’in ayrılmasından sonra Harizm’e yöneldi.
Harizm sınırındaki Hazâresb[754] denilen köye ulaştı. Harizmşah Ebû
Abdullah adamlarını göndererek, onu karşıladı. İhtiyaç duyduğu gerekli
eşyaları gönderdi. Hizmette geç kaldığı için özür dileyerek ertesi gün bizzat
geleceğini bildirdi. Ancak, Harizmşah’ın bütün bu davranışları bir hileden
ibaretti. Yukarıda, onun Ebiverd’in kendisine verilmemesinden ötürü Ebû Ali
el-Simcûrî’ye karşı kin beslediğinden bahsedildi. O zamandan beri Ebû
Ali’den intikam almak için fırsat kollayan Harizmşah, nihayet beklediği bu
şansa sahip olmuştu. 2.000 süvari ve piyadeden oluşan bir kuvveti geceleyin
Ebû Ali el-Simcûrî’nin üzerine gönderdi.
Durumu öğrenen Ebû Ali, karşı koymak yerine, adamlarının tavsiyesine
uyarak teslim oldu (Ramazan 385/Eylül-Ekim 995). Harizmşah Ebû
Abdullah’ın merkezi Kat[755] şehrine getirilen Ebû Ali el-Simcûrî, bir kaleye
hapsedildi. Beraberindekiler ise zincirlere vuruldu[756]. Ancak Ebû Ali el-
Simcûrî’nin, Harizmşah’ın yanındaki esaret hayatı fazla uzun sürmedi.
Hâcib İlmengü’nün başlarında bulunduğu bir grup adamı, hapisten kaçarak
Gürgenc hakimi Me’mun b. Muhammed’in yanına gittiler. Me’mun, Ebû Ali
el-Simcûrî’nin kurtarılması için hemen harekete geçti. Böylelikle eski
düşmanı Harizmşah’ın da işini bitirmeyi planlıyordu. Askerlerini toplayarak,
Hâcib İlmengü komutasında, Harizmşah’ın merkezi olan Kat şehri üzerine
gönderdi.
Şehir önlerinde yapılan savaşı kaybeden Harizmşah Ebû Abdullah esir
alındı. Ebû Ali el-Simcûrî hapisten kurtarıldı. Böylece durum bir anda tersine
dönüyor, emîr esir olurken esir de emîr oluyordu[757]. Ebû Ali el-Simcûrî
ikram ve hürmetle Gürgenc’e götürüldü. Harizmşah ise, adi elbiseler ve bir
eşeğin üzerinde aynı yolu almak zorunda kaldı. Şehre ulaşan Ebû Ali el-
Simcûrî, Me’mun tarafından karşılandı. Me’mun misafirine bir çok mal ve
eşya bağışladı. Böylelikle Ebû Ali el-Simcûrî ve yanındakiler durumlarını
düzeltmeye muvaffak oldular. Harizmşah Ebû Abdullah ise, Ebû Ali el-
Simcûrî’nin bulunduğu bir mecliste öldürüldü. Onun öldürülmesiyle bütün
Harizm’i idaresi altında birleştiren Me’mun, Harizmşah unvanını aldı[758].
Me’mun’un bunun sonrasında da, Ebû Ali el-Simcûrî’ye yardım etmek
hususundaki gayretlerini sürdürdüğünü görüyoruz. Zira kısa bir süre sonra
Sâmânî hükümdarı II. Nuh’un, Ebû Ali’yi affetmesi için aracılık yapmaya
başladı. Ebû Ali el-Simcûrî’nin geçmişte işlediği suçlardan ötürü affedilmesi
ve aradaki düşmanlığın kalkması için ısrar etti. Harizmşah’ın ısrarları
karşısında II. Nuh, bir emir göndererek Ebû Ali’yi Buhara’ya çağırdı[759]. Bu
emir üzerine Ebû Ali el-Simcûrî, yakın adamları ve akrabalarıyla birlikte yola
çıktı. Buhara’ya ulaştığında vezir Abdullah b. Uzeyr, hâcibler ve katipler
tarafından karşılandı. Abdullah b. Uzeyr’in eşliğinde şehre giren Ebû Ali el-
Simcûrî, Rigistan Sarayı’nda II. Nuh’un huzuruna çıktı. Ancak, Sâmânî
hükümdarının emriyle yanında bulunan akrabaları ve yakın adamlarıyla
birlikte tutuklanarak Buhara kalesinde hapsedildi (Cemaziyelahir 386/Hazi-
ran-Temmuz 996). Binekleri, techizat ve silahları yağmalandı[760].
Bu sırada Merv’de bulunan Sebüktegin, Ebû Ali el-Simcûrî’nin
yakalandığını öğrenince Belh’e gelerek II. Nuh’dan, Horasan’da düzenin
sağlanabilmesi için Ebû Ali’nin kendisine teslimini istedi. Fakat II. Nuh’un
yakınları, Ebû Ali’nin Sebük-tegin’’e teslim edilmesine gerek olmadığını
söylüyorlardı[761]. Muhtemelen bu kişilerin arasında Simcûrî ailesinin eski
müttefiki vezir Abdullah b. Uzeyr de bulunuyordu[762]. Böylelikle II. Nuh,
Ebû Ali el-Simcûrî’yi Buhara kalesinde tutmaya devam etti.
Babası Ebu’l-Hasan’ın ölümünden Buhara’da yakalanmasına kadarki Ebû
Ali el-Simcûrî’nin faaliyetleri gözden geçirildiğinde; Onun, Sâmânîlerin son
dönemlerine damgasını vuran şahsiyetlerden biri olduğu daha rahat
anlaşılacaktır. Sâmânîlerin yavaş yavaş yolun sonuna doğru yaklaştığını
anlayan Ebû Ali, babasının takip ettiği devlete sadakat politikasını
terkederek, bu yeni durumdan elden geldiğince faydalanmak istemişti.
Başlıca gayesi, Sâmânîlerin yıkılmasından sonra, devletin Horasan’da kalan
toprakları üzerinde bağımsız bir devlet kurmaktı. Ancak, yukarıda da
değindiğimiz çeşitli nedenlerden ötürü, amacında başarılı olamamıştır. Belki
de bu nedenlerin en önemlisi, II. Nuh’un, ona karşı Gazne hakimi
Sebüktegin’i yardıma çağırmasıdır. Ebû Ali’nin, Sebüktegin’e karşı
kaybettiği iki savaş, siyasî hayatının da sonunu hazırlamıştır. Ancak,
müttefikleri ile arasındaki güvensizlik ve şüphelerin de, onun
başarısızlığındaki etkisi unutulmamalıdır. Ebû Ali el-Simcûrî’nin
yakalanması, liderliğini üstlendiği Simcûrî ailesinin siyasî arenadaki
etkinliğini de ortadan kaldırmıştır.
A) Karahanlılarla Mücadele
Daha önce, Abdullah b. Uzeyr’in tevkif edilip, Sebüktegin’in yanına
gönderilmesiyle ilgili olaylardan bahsedildi. Sebüktegin, onu bir süre hapiste
tuttuktan sonra bilinmeyen bir nedenle ötürü serbest bırakmış ve
Maveraünnehir’e dönmesine izin vermişti[794]. Bu dönüşün sonrasında İbn
Uzeyr’in, Sâmânîlere karşı cephe aldığını görüyoruz. İbn Uzeyr muhtemelen,
II. Nuh’un kendisini Sebüktegin’e teslim etmiş olmasından ötürü intikam
almak için böyle bir harekete girişmişti.
İbn Uzeyr ilk olarak, İsficâb hükümdar ailesine mensup[795] Ebû Mansur
Muhammed b. Hüseyin b. Mut el-İsficâbî’yi, Sâmânîlere karşı isyana teşvik
etti. Birlikte, Karahanlı hükümdarı İliğ Han Nasr’dan yardım istediler. Bu
fırsatı kaçırmak istemeyen İliğ Han Nasr, derhal harekete geçerek
Maveraünnehir’e girdi. Onun gelişi üzerine Ebû Mansur el-İsficâbî, İbn
Uzeyr’i de yanına alarak az sayıdaki adamıyla Karahanlı ordugahına gitti.
Ancak Karahanlı hükümdarı, ikisini de tevkif ettirip hapse attırdı[796]. Bunun
sonrasında Semerkand valisi Fâik el-Hassa’ya haber göndererek yanına
gelmesini emretti.
Semerkand’dan ayrılan Fâik, Karahanlı hükümdarının huzuruna çıktı.
Hürmet ve çeşitli ikramlarla karşılandı. Fâik’in emrine 3.000 kişilik bir
kuvvet veren İliğ Han Nasr, onu Karahanlı ordusunun öncüsü olarak Buhara
üzerine yolladı. Görüldüğü gibi Fâik el-Hassa bir Sâmânîlerden çok
Karahanlıların emrindeki bir kumandan gibi hareket ediyordu.
Fâik el-Hassa’nın idaresindeki Karahanlı öncülerinin Buhara’ya
yaklaştıkları haberini alan II. Mansur çok güç durumda kalmıştı. Buhara’nın
savunması için bazı tedbirler aldıysa da fazla bir şey yapamadı. Neticede en
iyi çözüm yolu olarak yakın adamlarıyla birlikte şehirden ayrılmayı tercih
etti. Ceyhun nehrini geçerek Amul’a geldi. Bu arada Buhara’ya giren Fâik el-
Hassa ise, hemen II. Mansur’un sarayına gitti. Ancak, Sâmânî hükümdarını
burada bulamadı. Hâcibleri, meclisine çağırdı. II. Mansur’un başkentinden,
atalarının mekanından ayrılması nedeniyle üzüntüsünü dile getirdi. Daha
sonra Buhara’nın ileri gelenlerinden bir heyeti, II. Mansur’un peşinden
göndererek, itaatini bildirdi. Yeniden Buhara’ya dönmesini rica etti. II.
Mansur, Fâik’in gösterdiği bu davranışlardan ve elçilerin söylediklerinden
tatmin olmuştu. Buhara’ya dönen elçilerle birlikte, Fâik el-Hassa’ya itaatini
ve gösterdiği yakınlığı öven bir mektup gönderdi. Daha sonra kendisi de
maiyetiyle birlikte Buhara’ya döndü[797].
Bu gelişmelerin yanısıra, İliğ Han Nasr’ın nedensiz bir şekilde geri
dönüşüyle II. Mansur duruma yeniden hakim olmayı başardı. Böylece
Sâmânîler, Karahanlıların ileri harekatı sırasında herhangi bir kayba
uğramaksızın kazançlı çıkmış oldular. Zira İbn Uzeyr’in teşvikiyle Ebû
Mansur el-İsficâbî’nin çıkardığı isyan, Sâmânîlerin müdahalesine gerek
kalmadan Karahanlılar tarafından bastırılmış oldu. Ayrıca bu olay, Fâik’in
devlet içindeki etkisini de arttırmıştı.
A) Hükümdar
B) Hâcib
İslam devletlerinde saray teşkilatı ve idarî teşkilatlanmadaki en önemli
görevlilerinin başında Hâcib yer alırdı. Hâcibler, saray protokolünde
hükümdardan sonra, devlet protokolünde ise vezirden sonra gelirlerdi. Hâcib
kelimesi “araya girmek, mani olmak, birinin bir yere girmesini engellemek”
manasına gelen hâcb masdarından türetilmiştir. Hâciblerin görevleri de, bu
anlam çerçevesinde şekillenmektedir. Bu görevleri şöyle sıralayabiliriz ;
E) Hazinedâr (Hazin)
F) Camedâr (Sâhibü’l-Kisve)
Sarayda hükümdarın elbiselerinin dikimi, giyip-çıkarmasına yardım etmek
ile yükümlü görevlidir[899]. Yine hükümdar tarafından gelen elçilere,
yararlılık gösteren hizmetlilere, komutanlara ve tabi hükümdarlara verilen
hil’atlerin bulunduğu odanın kontrolü de camedâr’ın sorumluluğundaydı.
Sâmânîler Devleti’nde bu göreve getirilen kimselerin asker kökenli gulâmlar
(memluk) olduğu görülmektedir. Camedârlık, gulâmların yetiştirilmesi
sırasında her gulâmın geçmesi gereken kademelerden biri idi. Saraya
yetiştirilmek üzere alınan gulâmlar eğitimlerinin altıncı safhasında sarayda
esvabcılık yaparlardı[900]. Muhtemelen bunlar camedârın emri altında
çalışıyorlardı. Camedârlar, hükümdarın fermanıyla hâciblik ve diğer büyük
devlet hizmetlerine tayin olunabilirdi[901].
Ahmed b. İsmail’in öldürülmesi olayında, bu işi yerine getirmek üzere
hükümdarın çadırına girenlerden biri de, onun sâhibü’l-kisve’si
(camedâr)idi[902].
H) Şarabdâr
Saray için içki ve tıbbî şurupların temini, bunların muhafaza edildiği
şaraphanenin sorumluluğu Şarabdâr’a aitti. Sarayda tertip edilen meclislerde
içilecek şeylerin dağıtımına da bu görevli nezaret ederdi. Şarabdârların zaman
zaman elçilik vazifesiyle gönderildiklerine de tesadüf ediyoruz. Nitekim
Sâmânî hükümdarı I. Nuh, yanında rehin olarak bulunan Çağaniyan emîri
Ebû Ali b. Muhtac’ın oğlu Ebu’l-Muzaffer’in bir kaza sonucu ölmesi üzerine
Nasr el-Şarabdâr adlı adamını baş sağlığı dilemek için Ebû Ali’ye
göndermişti[907].
Diğer taraftan el-Utbî, II. Nuh dönemi olaylarını anlatırken, 371/982
senesinde Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın Horasan valiliğine tayin
olunduğunda ona yardımcı olmak üzere Fâik el-Hassa ve diğer ileri gelen
komutanlarla birlikte Nasr b. Tazz el-Şarabî adlı bir emîrden bahseder[908].
İçki meclislerinde içilecek içki ve meşrubatın dağıtılmasıyla görevli
kimselere saki denirdi. Bunlar, Nizamülmülk’ün eserinde[909], hükümdarın
arkasında birinci halkada yer alan hizmetkârlar yani yüksek dereceli
memurlar arasında zikrediliyorlarsa da, muhtemelen şarabdârın emrinde
çalışırlardı. Ayrıca her devlet büyüğünün kendi sakisi vardı. Sâmânî
sarayında yetiştirilen gulâmlar eğitimlerinin beşinci senesinde sakilik
yaparlardı[910].
I) Emîr-i Ferraş
İ) Nedimler
J) Saray Muhafızları
K) Saray Kadınları
Sâmânîler döneminde saray kadınlarının faaliyetleri ve harem ile alakalı
elimizde bir bilgi bulunmamaktadır. Yine de, kaynaklar bu dönemde devlet
idaresinde rol oynamış iki kadın hakkında bilgi vermektedir. Bunlardan ilki,
gulâmları tarafından öldürülen Ahmed b. İsmail’in annesidir. İbn Zafir’e
göre; gulâmlar Ahmed b. İsmail’i öldürdükten hemen sonra haber Buhara’ya
ulaşmadan kendi hükümdar adayları İshak b. Ahmed adına şehri ele geçirmek
istemişlerdi. Ancak bu fikre muhalefet eden genç gulâmlar bir mektupla
öldürülen hükümdarın annesini gelişmelerden haberdar ettiler. Aldığı haberi
oğlunun şehirdeki vekili Muhammed b. Ali’ye ileten bu hanım, gulâmların
planlarının başarıya ulaşmasını engellemiştir. Daha sonra onun da onayı ile
torunu Nasr, Sâmânî tahtına oturmuştu[921].
Kaynaklarda bahsi geçen diğer hanım ise II. Nuh’un annesidir. Adı geçen
Sâmânî hükümdarı da çok küçük yaşta başa geçmişti. Onun adına devlet
işlerini vezir Ebu’l-Hüseyin el-Utbî ile birlikte annesi idare ediyordu[922].
Hatta bu hanım, Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin öldürülmesinden sonra onun
yerine geçen Abdullah b. Uzeyr ile asî Horasan valisi Hüsamüddevle Ebu’l-
Abbas Taş’ın affedilmesi hususunda ihtilafa düşmüştü. Muhtemelen asî
valinin oğlu tarafından affedilmesini sağlayarak, onu giderek devlet içinde
nüfuzunu arttırmakta olan yeni vezire karşı kullanmak istiyordu. Ancak,
mesele vezirin lehine çözümlenmiş ve Hüsamüd-devle’nin af isteği kabul
edilmemişti.
II) Bürokratik Yapı
1) Vezir
İslam devlet teşkilatında halife veya hükümdardan sonra gelen en yetkili
kişi vezirdir. Vezaret müessesesi, Abbasîlerin iktidarı ele geçirmesinden
sonra İslam devletinde kendisini daha fazla hissettirmeye başlayan İran
etkisinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Vezir ünvanını taşıyan ilk kişi,
Abbasî hanedanlığının kurucusu Ebu’l-Abbas Seffah’ın veziri Ebû Seleme
Hafs b. Süleyman el-Hallal’dır. Abbasîlerin ilk dönemlerinde bu makama
sadece bir kişi tayin edilmiş ve her azilden sonra yine bir vezir atanmıştır.
Ancak daha sonraları vezir sayısı artırılmıştır. Abbasîlerde vezirlik genellikle
İran asıllı kişilere verilirdi[923]. Bunlar içinde de Bermekîlerin ayrıcalıklı bir
yeri vardır[924].
Vezirlerin yetki ve sorumluluklarına baktığımızda ise; ilk olarak, vezâret el-
tefvîz ve vezaret el-tenfiz olmak üzere iki tip vezirlik olduğunu görürüz.
Bunlardan birinci gruba dahil olanlar idarî yönlerinin yanında askerî açıdan
da temayüz etmiş kişilerdi. Vezaret el-tefviz rütbesine sahip olan vezirler
savaş zamanlarında orduya kumanda edebilir, hükümdar adına berat verip,
atama yapabilirdi. Ayrıca para ve hutbelerde adı geçerdi. Diğer gruba giren
vezirler ise ilmiye sınıfından seçilirdi. Bunların yetki ve sorumlulukları,
hükümdarın emirlerini yerine getirmekle sınırlıydı. Vezirlik sembolü divit ve
sarık idi[925]. Bir kişi vezir tayin olunduğunda hükümdar tarafından hil’at
giydirilip, kılıç kuşatılırdı. Vezir, zaman zaman Dîvân el-İnşâ’ya başkanlık
yapardı.
Diğer taraftan Nizamülmülk, tabi hükümdar ve yabancı devletlerden gelen
elçilerin gerektiğinde izin almadan vezirin huzuruna girebildiklerini,
hükümdar ile yüzyüze konuşamayacakları için, arzu ve isteklerini ona veya
onun vasıtasıyla hükümdara iletebileceklerini söyler[926]. Dolayısıyla,
vezirlerin yeri geldiğinde gelen elçilik heyetleriyle de ilgilenirlerdi.
Ayrıca ideal bir vezirin dini bütün, itikadı sağlam, şafî veya hanefî
mezheplerinden birinden, dirayetli, saygı gören, devlet işlerini bilen,
hükümdarı seven bir kişi olması gerekliydi[927].
Sâmânîler dönemine baktığımızda ise, kaynaklarda tespit edebildiğimiz ilk
Sâmânî veziri İsmail b. Ahmed tarafından bu göreve getirilen Ebu’l-Fazl el-
Bel’âmî’dir[928]. Genel olarak bakıldığında ise, Sâmânî vezirlerinin daha çok
ilmî yönleriyle temayüz ettikleri görülmektedir. Ayrıca, bunların önemli bir
kısmı daha önce Dîvân el-İnşâ’da çalışmış ve hatta bu dîvâna başkanlık
yaptıktan sonra vezaret makamına atanmışlardır. Dolayısıyla kalem
ehlindendiler (vezâret el-tenfiz). Bununla birlikte baştaki hükümdarların
devlet idaresi konusunda yetersiz kaldıkları zamanlarda veya çocuk yaşta
başa geçmelerinden ötürü aslında vezâret el-tenfiz sınıfına giren Sâmânî
vezirleri çoğu zaman vezâret el-tefviz yetkilerini de kullanmışlardır. Örneğin,
çocuk yaşta Sâmânî Devleti’nin başına geçen II. Nuh adına devleti, annesinin
yanı sıra Vezir Ebu’l-Hüseyin el-Utbî idare ediyordu. II. Nuh, Horasan Valisi
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın 371/982 senesindeki başarısız Cürcan
seferinden sonra yapılan yeni sefer hazırlıkları sırasında Vezir Ebu’l-Hüseyin
el-Utbî’ye hil’at giydirerek ordu kumandanlığı görevini de ona vermişti[929].
Bu uygulâma Sâmânîler Devleti tarihi içinde ilk ve tekti. Fakat, Ebu’l-
Hüseyin yeni görevini ifa etmek için zaman bulamadan bir suikast sonucu
öldürülmüştü. Ebu’l-Hüseyin’in öldürülmesinden sonra onun yerine geçen
Abdullah b. Üzeyr de aynı yetki ve nüfuza sahipti.
Diğer taraftan II. Nasr döneminde yapılan bazı askerî harekatlarda diğer
komutanların yanında vezir Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî’nin de adı geçmektedir.
Nitekim 309/921-22 senesinde Hamuye b. Ali kumandasında Alevî komutan
Leyla b. Numan’a karşı girişilen askerî hareket sırasında Sâmânî ordusunda
vezir Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî de bulunuyordu[930].
Yine II. Nasr dönemindeki Ebû Zekeriyya Yahya isyanı sırasında
Buhara’ya dönen Sâmânî ordusunun Ceyhun nehrinden herhangi bir
mukavemetle karşılaşmadan geçmesini Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî temin
etmişti[931]. Vezirlerin elde ettikleri bu geniş selahiyetler zaman zaman devlet
bünyesinde bir takım olumsuzlukları da beraberinde getiriyordu. Sâmânîler
Devleti’nin yıkılmasında en etkin rolü kumandanlar arasındaki nüfuz
mücadeleleri ve bunların çıkardıkları isyanlar oynamıştı.
Devlet içindeki etkinliklerini arttıran vezirlerin bu mücadeleye dahil
olmaları devletin yıkılma sürecini daha da hızlandırmıştır. Sâmânîlerin son
dönemlerinde II. Nuh’un veziri Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin Ebu’l-Hasan el-
Simcûrî ile mücadelesi, bunun hemen sonrasında Abdullah b. Uzeyr ile
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş arasındaki mücadeleler bunun en canlı
örnekleridir.
Ancak kimi zaman bunun tam tersi durumlar da yaşanabiliyordu. I.
Abdülmelik devrinin Hâcibü’l-Hüccab’ı Alp-Tegin, hükümdarın üzerinde
kazandığı büyük nüfuz sayesinde vezir atamalarını kendi isteğine göre
yaptırabiliyordu. Özellikle I. Abdülmelik’in son veziri olan Ebû Ali el-
Bel’âmî, tamamıyla bu görevi borçlu olduğu Alp-Tegin’in direktifleri
doğrultusunda hareket etmekteydi. Nitekim, I. Abdülmelik’in ölümünden
sonra o sırada Horasan valiliği görevini sürdüren Alp-Tegin’den aldığı
direktifler doğrultusunda ölen hükümdarın oğlu Nasr’ı tahta çıkarmıştı[932].
Yine Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş, vezir Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin
öldürülmesinin ardından çıkan karışıklar sırasında Buhara’dan Simcûrîlere
karşı harekete geçmeden önce yeni vezir el-Müzenî’yi görevinden azletmişti.
Ebu’l-Hasan el-Simcûrî (yada Ebû Ali’nin) ve Fâik el-Hassa’nın sırdaşı
olmakla suçladığı sabık vezirin yerine kendi kethudası Ebû Abdurrahman el-
Farisî’yi vezir tayin etmiştir[933]. Böylelikle Buhara’daki durumunu daha da
sağlamlaştırmayı ummuştur.
Vezirler devletler arası ilişkilerde de etkin rol oynarlardı. II. Nasr ile Ziyarî
hükümdarı Merdaviç b. Ziyar arasında 321/933 senesinde meydana gelen
gerginlik sırasında II. Nasr’ın veziri Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî, Merdaviç’in
veziri Mutrif b. Muhammed’e mektuplar yazarak, Sâmânîler tarafına
çekmeye çalışmıştı. Bunu haber alan Merdaviç vezirini öldürünce el-Bel’âmî,
bu defa da Merdaviç’e bir mektup yazmış, Mutrif’in, onu aldattığını
söyleyerek, Sâmânî hükümdarının büyüklüğü ve ona karşı çıkmanın
getireceği felaketler konusunda Merdaviç’i uyarmıştı. Neticede Merdaviç
ikna olmuş ve iki taraf arasında Sâmânîler lehine bir anlaşma yapılmıştı[934].
Ayrıca, çocuk yaşta başa geçen Sâmânî hükümdarları adına devlet işlerinin
vezirler tarafından idare edildiği de unutulmamalıdır.
Sâmânîler Devleti’nin, Gaznelilerin nüfuzu altına girmesinden ve özellikle
Abdullah b. Uzeyr’in azlinden sonra vezir tayinleri tamamıyla Gazne
hükümdarı Sebüktegin’in istekleri doğrultusunda yapılmaya başlanmıştır.
Sebüktegin 386/996 senesinde II. Nuh’un veziri Abdullah b. Uzeyr’in
azledilmesi ve Ebû Ali el-Simcûrî’nin kendisine teslim edilmesi için oğlu
Mahmud ve kardeşi Buğracuk idaresinde 20.000 kişilik bir kuvveti
Buhara’ya göndermişti. Bu ordunun içinde Sâmânîler için önerdiği kendi
vezir adayı Ebû Nasr b. Ebî Zeyd de bulunuyordu. Bu baskı karşısında
direnemeyen II. Nuh Abdullah b. Uzeyr’i görevinden azlederek, yerine Ebû
Nasr b. Ebî Zeyd’i vezir tayin etmek zorunda kalmıştı[935]. Yeni vezir de,
diğer Sâmânî vezirleri gibi bir süre Dîvân el-İnşâ’da çalışmış ve bu dîvâna
başkanlık etmiştir[936].
Kaynaklarda verilen bilgilerden Sâmânî vezirlerinin, askerlerin maaşlarının
ödenmesinden de sorumlu oldukları anlaşılmaktadır. II. Nuh’un veziri Ebu’l-
Fazl el-Sülemî dindarlığı ile ün kazanmış bir kimse ve döneminin ileri gelen
hanefî fakîhlerinden biriydi. Ancak, vezirlik görevinde, ilmî kariyeri kadar
başarılı olamamış ve neticede askerler tarafından maaşlarının
ödenememesinden sorumlu tutularak öldürülmüştür[937].
Sâmânîler Devleti bünyesinde görev alan vezirlere bakıldığında aynı
aileden olan kimselerin göreve getirildiğini görülmektedir. Nitekim
Nizamülmülk de eserinde bir vezirde olması gereken özellikleri anlatırken bu
göreve tayin olunacak kişinin vezir oğlu vezir olmasının çok daha iyi
olacağını söyler[938]. el-Bel’âmî, el-Utbî ve el-Ceyhanî aileleri Sâmânîler
Devleti’nde görev almış vezir ailelerindendir.
Ancak bunlar Abbasîlerdeki Bermekî vezir ailesi örneğinde olduğu gibi
birbiri ardına görev almamışlardır. Bu vezir aileleri daha çok Barthold’un da
değindiği gibi; bir vezirin düşüşünden sonra iktidar makamı çoğunlukla
hasmının eline geçer ve birçok yıl sonra oğlu bu makama geçebilirdi[939].
Sâmânîler Devleti’nin son dönemlerinde sıkça yapılan vezir tayinlerine
parelel olarak devletin idarî sisteminin de bozulduğu görülmektedir. Zira
vezir, idarî bürokrasinin başkanıydı. Bozulan idarî yapının beraberinde
getirdiği olumsuzluklar, Sâmânîler Devleti’ni bekleyen sonun gelişimini
hızlandırmıştır.
2) Naib
Merkezde hükümdarın yokluğunda, onun yetkilerini kullanarak idareyi
üstlenen kişidir. Bu göreve getirilen kimse geçici olarak hükümdarın yerine
tayin ve aziller yapıp, orduya kumanda etmekle yükümlüydü. Ancak, önemli
konularda hükümdarı haberdar ederdi.
301/914 senesinde Ahmed b. İsmail’in öldürülmesini takip eden olaylar
sırasında naib Muhammed b. Ahmed derhal Buhara’da yönetimi ele alarak,
asi gulâmların (memlukların) İshak b. Ahmed adına şehri ele geçirmesini
engellemişti. Buhara’daki askerî birlikleri organize ederek asileri bertaraf
eden Muhammed b. Ahmed, öldürülen hükümdarın oğlu Nasr’ın tahta
çıkmasını sağlamıştır[940].
Yine II. Nasr, 317/930 senesinde Horasan’da meydana gelen olaylar
nedeniyle buraya hareket etmeden önce Buhara’da Ebu’l-Abbas el-Gûsec
(Köse)’i yerine naib olarak bırakmıştı. Hükümdarın merkezden ayrılmasını
fırsat bilen şehirdeki muhalifleri, kardeşlerini hapiste tutuldukları
kuhendizden çıkararak, bunlardan Ebû Zekeriyya Yahya’ya biat etmişlerdi.
Naibinin çıkan olayları bertaraf etmekte yetersiz kalması üzerine II. Nasr
süratle Buhara’ya geri dönerek durumu yeniden lehine çevirmeyi
başarmıştı[941].
Diğer taraftan Sâmânîler döneminde valilerin de yerlerine naib tayin
ettikleri görülmektedir. Bunlardan biri Emîr Bektaş adına 351/962 - 352/963
senelerinde Semerkand’ı idare eden Ebû Salih Ahmed b. Abdülaziz b.
Muhammed b. Merzban b. Türkeş el-Merzbanî’dir[942]. Horasan valisi
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş, Buhara’da bulunduğu sırada en büyük
rakibi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin oğlu Ebû Ali el-Simcûrî’yi Nisabur
naipliğine getirmişti[943].
235/849-850 senesinde vefat eden Semerkandlı alimlerden Ebu’l-Hasan Ali
b. Ali b. Hakim b. Zaid el-Saidî el-Semerkan-dî’nin cenaze namazını, o
sırada Katrandize üzerine sefere çıkmış olan I. Nasr ’ın yerine Semerkand’da
yerine halife (vekil, naib) olarak bıraktığı el-Hasan b. Hilkam kıldırmıştı[944].
3) Vali
Valiler hükümdar tarafından bir bölgenin yada bir şehrin idaresiyle
görevlendirilmiş kişilerdir. Bunlar yönetimini üstlendikleri yerin idarî, malî
ve askerî işleriyle ilgilenirlerdi. Genellikle asker kökenli kimseler vali tayin
edilirdi. Bu nedenle valilerin, bağlı bulundukları idarenin zayıflaması
durumunda bağımsızlığını kazanmak için başkaldırmaları sıkça rastlanan bir
olaydı. Abbasîlerin zayıflamasından sonra Horasan, Mısır ve Kuzey
Afrika’da ortaya çıkan devletler bunun en güzel örneğidir. Ancak bu devletler
dinî otorite olarak Abbasîleri tanımaya devam etmişlerdir. Abbasîlerin
bunların üzerindeki nüfuzu dinî liderliğin yanında başa geçen kişilerin
hükümdarlığını tasdik etmekten öteye gidememiştir.
Sâmânî ailesinin Maveraünnehir’de cereyan eden siyasî olaylara karıştıkları
dönemlere geri dönüldüğünde ; Esed b. Sâmân-hûdat’ın oğullarına Rafi b. el-
Leys isyanını (190-194/805-810) bastırılmasındaki yardımlarından ötürü
Semerkand, Şaş, Fergana ve Herat valiliklerinin verildiğini görürüz. Daha
sonra, Mavera-ünnehir’deki iktidarlarını güçlendiren Sâmânîler, Abbasî
halifesi el-Mutemid’in 227/841-842’de I. Nasr’a gönderdiği fermanla bir
devlet vasfı kazanmışlardı. Bununla birlikte, Sâmânîler yukarıda hükümdar
bahsinde de anlatıldığı gibi kendilerini Abbasîlerin valisi (emîri, amili) olarak
isimlendirmeye devam etmişlerdir. Ancak bu tamamıyla sembolik bir
hareketti.
Sâmânîler Devleti, hakim olduğu sahalar göz önüne alındığında biri
Maveraünnehir ve diğeri Horasan olmak üzere iki ana parçadan oluşmuştu.
Başkent Buhara aynı zamanda Maveraün-nehir’in merkeziydi. Devletin
Horasan kısmı ise Nisabur’da oturan ve merkezden atanan sipehsalar (ordu
kumandanı) ünvanlı valiler tarafından idare edilirdi. Sâmânîler tarihi boyunca
devletin dış siyasetinin şekillendiği ana yön batı olmuştu. Burada,
Sâmânîlerin Horasan’daki topraklarına komşu devletlerle yapılan
mücadeleler Horasan valilerinin eliyle yürütülürdü. Bu nedenle Horasan
valileri çok geniş yetkilerle donatılmıştı. Bu yetkiler arasında orduya
kumanda etmek, tayin ve aziller yapmak, vergi memurları (amiller) tayin
etmek, dış devletlerle barış yapmak vardı. Horasan’da basılan paralarda
hükümdar ve halifeden sonra valilerin adları geçerdi. Nitekim, II. Mansur
adına Horasan’da bastırılan 387/997 tarihli paranın üzerinde II. Mansur ve
halifenin adının yanında Horasan valisi Begtüzün’ün adı da
bulunmaktadır[945]. Ayrıca merkezdeki idarî teşkilatın küçük bir örneği de
Nisabur’da oluşturulmuştu. Horasan valilerinin görevleri arasında bölgenin
imarıyla ilgilenmek de yer alıyordu. Ebû Ali b. Muhtac 340/952’de ikinci kez
bu göreve getirildiğinde önce Merv’e giderek boş ve harebe durumda
bulunan Harizm’in yeniden imar ve iskanı tamamlanıncaya kadar burada
kalmıştı[946]. Horasan valileri hükümdar tarafından gönderilen menşur ile bu
göreve getirilirdi. Menşurun yanında hil’at giydirilip değerli hediyeler
verilirdi. Diğer taraftan Sâmânî hükümdarları tarafından bazı Horasan
valilerine ünvanlar da verilmiştir. Örneğin, II. Nuh tahta çıktığı sırada
Horasan valiliği görevini sürdürmekte olan Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin
merkeze karşı bağlılığını artırmak için ona Nasırüddevle ünvanını
vermişti[947]. Ebu’l-Hasan’dan sonra bu göreve getirilen Ebu’l-Abbas Taş’a
Hüsamüddevle[948], 384/994’de asi Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî’nin
Herat savaşında mağlup edilmesinden sonra yine II. Nuh tarafından Horasan
valisi tayin edilen müstakbel Gazne hükümdarı Mahmud’a Seyfüddevle[949]
ünvanı verilmişti. II. Mansur devri Horasan valisi Begtüzün’ün ünvanı ise
Sinanüddevle idi[950].
Sâmânîler Devleti’nde Horasan valiliğinin ne zaman tesis edildiği ve ilk
olarak bu göreve kimin getirildiği pek açık değildir. Horasan 287/900
senesinde Saffarîlere karşı kazanılan zaferin ardından İsmail b. Ahmed
döneminde Sâmânîlerin eline geçmişti. Adı geçen hükümdar ve oğlu Ahmed
dönemlerinde Sâmânîler henüz yeni ele geçirdikleri bu bölgede
hakimiyetlerini sağlamlaştırmakla meşgul oldular. Dönemi anlatan
kaynaklarda daha sonraları Horasan’ın merkezi olacak olan Nisabur şehri ve
buranın Sâmânîler için idarî açıdan önemine dair herhangi bir malumat
yoktur. Daha sonra II. Nasr döneminin başlarında meydana gelen iç isyanlar
sırasında şehrin sürekli asilerce merkez olarak kullanıldığını görmekteyiz.
Hatta şehir 309/921-922 senesinde bir ara Deylemli kumandan Leyla b.
Numan tarafından işgal edilmişti. Dolayısıyla bu tarihe kadar geçen süre
içinde Sâmânîler Devleti’nde genel anlamda bir Horasan valiliğinden
bahsedilemez. II. Nasr içteki huzuru sağlayıp, dış meselelerle ilgilenmeye
başlaması ile Horasan valiliğinin kurulması birbiriyle yakından ilgilidir. Bu
dönemde II. Nasr, Taberistan ve Cürcan’da Seyyidler ve bunların arkasından
Ziyârîler ile mücadele etmek için bu iki eyalete yakın bir noktada idarî ve
askerî bir üs kurmak mecburiyetini hissetmişti. Bunun için en ideal yer ise,
Sâmânîlerden önce de idarî açıdan son derece önemli bir şehir olan Nisabur
idi. İşte Nisabur merkez olmak üzere Horasan valiliğinin kurulması bu ihtiyaç
ve şartlara paralel olarak ortaya çıkmıştı. Bu göreve getirilen ilk kişi, Ebû
Bekr Muhammed b. Muzaffer b. el-Muhtac’dır[951]. Onun 327/939’da
hastalığı nedeniyle görevinden çekilmesiyle yerine oğlu Ebû Ali b. Muhtac
getirilmişti. Horasan valiliğine yapılan bu ikinci atama, görevin babadan
oğula geçmesi gibi bir geleneği de beraberinde getirmişti. Böylece, Horasan
valiliği, Sâmânîler tarihi içinde de önemli rol oynayan Muhtacoğulları gibi
kumandan ailelerinin elinde kalmasına neden olmuştur. Nitekim, Ebu’l-
Hasan el-Simcûrî’nin ölümünden sonra oğlu Ebû Ali el-Simcûrî irsen bu
göreve getirilmişti[952]. Ancak her zaman oğul babasından sonra göreve
getirilmezdi. Kimi zamanda yapılan diğer atamaların ardından, belli bir süre
sonra Horasan valisi tayin edilirlerdi.
Muhtacoğulları ve Simcûrîler, elde ettikleri geniş selahiyetler neticesinde
zamanla güçlenerek bağımsızlık için merkezi idareye başkaldırmaktan
çekinmemişlerdir. Ebû Ali b. Muhtac ve Ebû Ali el-Simcûrî isyanları bunun
en güzel örnekleridir.
Sâmânîlerin, Horasan valiliğinin dışında yaptıkları vali tayin ve azillerinde
çok önemli bir farklılığın olduğu göze çarpmaktadır. Devletin ilk
dönemlerinde özellikle İsmail b. Ahmed ve Ahmed b. İsmail, önemli valilik
görevlerini, Sâmânî ailesine mensup kimselere vermeye dikkat etmişlerdir.
Nitekim her iki hükümdar döneminin Semerkand valisi İshak b. Ahmed b.
Esed idi.
Daha sonra, onun yerini Ebu’l-Muzaffer Muhammed b. Lokman b. Nasr b.
Ahmed b. Esed almıştı. Yine Ahmed b. İsmail, Sistan’ın hakimiyet altına
alınması üzerine buraya Semerkand valisi olan amcasının oğlu Mansur’u vali
tayin etmişti. Ancak daha sonraki dönemlerde bu uygulamaya pek de dikkat
edilmemiştir.
4) Sâhibü’l-Şurta (Sâhibü’l-Me‘unet)
Ortaçağda bugünkü polis ve jandarmanın görevleri, şurtalar tarafından
yerine getirilirdi. Bunlar şehirdeki inzibat ve asayişi sağlamanın yanında,
bulundukları şehrin muhafazasından da sorumlu idiler. Bu teşkilatın başına
Sâhib el-şurta denirdi. Daha sonra bunlara şıhne denilecektir. Sâhibü’l-
şurtalar askerî sınıfa mensup kişiler arasından seçilirdi. Bu görev özellikle
Abbasîlerin zayıflamasından sonra büyük önem kazanmıştı. Tahirîlerin,
Büveyhîlerin ve daha sonra Selçukluların Bağdat şıhneleri, Abbasî halifeleri
üzerinde büyük nüfuza sahipti. Sâmânîler döneminde Horasan’ın her şehrinde
bir sahibü’l-me’ûnet bulunurdu[953].
II. Nasr’ın saltanatının başlarında Hüseyin b. Ali’nin 306/918 senesinde
çıkardığı isyan sırasında, Buhara sahibü’l-şurtası Muhammed b. Hayd da
isyancı komutana katılmıştı. Sâmânî hükümdarı tarafından özel bir görevle
Nisabur’a gönderilen bu zat, izinsiz olarak yeniden Buhara’ya dönmek
istemişti. II. Nasr tarafından uyarılan Muhammed b. Hayd, yolda yönünü
değiştirerek Herat’da bulunan Hüseyin b. Ali’ye katılmıştı. Hüseyin b.
Ali’nin mağlup edilmesinden sonra Merv’de yakalanan sabık Buhara
sahibü’l-şurtasının mallarına el konmuş ve kendisi de Harizm’e sürgüne
gönderilmiştir[954].
I. Nuh’un Buhara şıhnesi Muhammed b. Togan Hâcib, Ebû Ali b. Muhtac
isyanı sırasında, Sâmânî başkentine giren asi Horasan valisi ile işbirliği
yapmıştı. Ancak, daha sonra yeniden duruma hakim olan ve Buhara’yı ele
geçiren I. Nuh, Muhammed b. Togan Hâcib ve oğullarını idam ettirmiştir[955].
İsmail b. Ahmed, ağabeyi Nasr döneminde Buhara valisi iken şehir
civarında yol kesip, haydutluk yapan bazı kimselere karşı Buhara sahibü’l-
şurtası Hüseyin b. Â’la’yı görevlendirmişti. Hüseyin b. Â’la, soyluların da
yardımıyla bunları cezalandırmıştı[956]. Yine, İsmail b. Ahmed 260/874’de
Buhara’da göreve başlamasından hemen sonra ağabeyinden izinsiz olarak
Semerkand’a gittiğinde, onun emriyle Semerkand sahibü’l-şurtası tarafından
karşılanmış ve onun Semerkand kalesindeki konutunda ikamete mecbur
edilmişti[957].
Sâmânîler devri Semerkand valilerinden el-Abbas b. Mahmud b.
Abdurrahman’ın (ö.321/933) babası Semerkand’da sahibü’l-şurta görevinde
bulunmuştu[958]. Yine Gavz b. Muhammed el-Halkamî adlı şahıs da
Semerkand’da aynı görevi icra etmişti. Bu zat, aynı zamanda İshak b.
Ahmed’in şehirdeki naibi idi[959].
5) Muhtesib
İslam devletlerinde belediye işlerini tanzim eden, sosyal ve ticarî düzenin
sağlanmasında önemli rol oynayan görevlidir. Daha çok din adamları
arasından seçilen muhtesibler, el-emr bi’l-ma’ruf ve’l-nehy ani’l-münker
(iyilikleri tavsiye ve kötülüklerden men etmek) ile görevliydiler. Muhtesibler,
sanat erbabı, halk ve esnafın şeriat ve örfe uygun hareket edip etmediklerini
kontrol eder, pazar ve çarşılarda satılan malların ve eşyaların kalite
kontrolünü, ölçü ve tartı aletlerinin doğru olup olmadığını denetlerlerdi.
Ayrıca görevli oldukları şehre yiyecek temini, çarşıların, yolların, sokakların,
camî ve medreselerin bakım ve imar işleriyle de ilgilenirlerdi. Sâmânîlerde
bu işlerin genel yönetimi ve muhtesiblerin atanmasıyla ilgilenen bir Muhtesib
Dîvânı mevcuttu[960].
el-Hakim Ebû Nasr Mansur b. Muhammed b. Ahmed b. Harb, Sâmânîler
döneminde uzun süre Buhara muhtesibliği görevinde bulunmuş ve 381/991-
992 senesinde vefat etmiştir[961]. Yine el-Fakîh Ebû Hafs Ahmed b. Ahd b.
Hamdan el-Ebrehinî adlı zat da Buhara halkından olup, Sâmânîler zamanında
muhtesiblik görevinde bulunmuştu[962].
6) Amil
Devlet adına vergi toplamakla görevli memurdur. Amiller toplanacak
verginin miktarı, taksimi ve tahsilinden sorumlu idiler. Toplanan vergiden
belli oranda pay alırlardı. Bazı önemli bölgeler dışında diğer yerlerdeki amil
atamaları, o bölgenin valisinin veya emîrinin tekelinde idi.
Örneğin, Ahmed b. Tolun Mısır’da yönetimi ele aldığı sırada, bölgenin
malî işlerinden sorumlu görevlisi halife tarafından bu göreve Ahmed b. el-
Müdebbir idi[963]. Amil ünvanı zaman zaman bir şehrin veya bölgenin valisi
için de kullanılırdı. Selçuklularda, amillik vergi tahsildarlığının yanında,
genel anlamda devlet memurluğunu ifade ediyordu[964]. Sâmânîler de ise,
genelde vergi memurları için kullanılmıştır.
Amiller, Sâmânîler Devleti tarihi boyunca sıkça tesadüf ettiğimiz iç
isyanlar sırasında başlıca hedef durumundaydı. Nitekim, Hüsamüddevle
Ebu’l-Abbas Taş tarafından Nisabur naibliğine getirilen Ebû Ali el-Simcûrî,
ona karşı harekete geçtiğinde ilk olarak Hüsamüddevle’nin amillerini
tutuklatıp, mallarını müsadere etmişti[965].
Yine, Horasan’da isyan eden Ebu’l-Kasım el-Simcûrî, kendisine katılan
Ebû Nasr b. Mahmud el-Hâcib ile birlikte ilk olarak bölgedeki amillerin
mallarını müsadere etme yoluna gitmişlerdi[966].
Diğer taraftan amillerin vergi toplarken kimi zaman aşırıya kaçıp,
suistimalde bulundukları da olurdu. Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî’nin bu
iş ile görevlendirdiği el-Nesefî adlı şahıs yaptığı zulüm ve müsadereler
nedeniyle halk tarafından Ebû Ali’ye şikayet edilmişti. Bunun üzerine el-
Nesefî’nin malları müsadere edilmiş ve kendisi de öldürülmüştü[967].
7) Reis
Reisler, bulundukları şehrin ileri gelen ve itibarlı aileleri arasından seçilirdi.
Bunlar bir sanat veya meslek grubunun lideri oldukları gibi şehirdeki mahalli
idareyi temsil etmekteydiler. Sâmânîler döneminde idarî görevdeki reislerin
kimler tarafından tayin edildiği açık değildir. Ancak, bu atamanın hükümdar
ya da Horasan valileri tarafından yapılması muhtemeldir. Reisler şehirdeki
milis kuvvetlerine (el-ahdas) de komuta ederlerdi. Sâmânîlerin son
dönemlerinde Horasan’daki Serahs şehrinin reisi Puser-i Fakîh adlı bir
kişiydi. Bu zat, 392/1002’de Gazne ordusu önünden çekilen son Sâmânî
hükümdarı İsmail el-Muntasır’ı iyi karşılayarak para ve mal yardımında
bulunmuştu[968].
Ahmed b. İsmail’in öldürülmesinden sonra Buhara’da gelişen olaylarda,
şehirdeki meslek gruplarının reislerinin (şeyh), ve bunlar arasında da özellikle
silah imalatçılarının reisi Ebû Yakub İshak b. İbrahim’in önemli rol
oynadığını görüyoruz[969]. Nisabur’da ise, bu görev Mikaili ailesinin
elindeydi. Ebu’l-Abbas el-Mikaili de bunlardan biriydi[970]. Yine aynı aileden
Ebû Muhammed Abdullah b. İsmail el-Mikaili[971] bu görevde bulunmuş bir
başka aile üyesidir. Mikaili ailesi, reislik görevlerinin yanında alim ve şair
yönleriyle tanınıyorlardı.
8) Elçiler
Halifeye, civar hükümdarlara ve tabilere gönderilen elçilerin devlet içi ve
devletler arası ilişkilerde önemli bir yeri vardı. Sâmânîler döneminde elçilik
sürekli bir memuriyet değildi. Elçiler, gidilecek yer ve vazifenin gereğine
göre kalem ehlinden yada kılıç erbabından seçilirlerdi. Nitekim, devlete karşı
isyan eden Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik el-Hâssa, II. Nuh ve müttefiki
Sebüktegin karşısında aldıkları birbiri ardına mağlubiyetlerden sonra,
bağışlanmak için II. Nuh’a elçiler göndermişlerdi. Ebû Ali el-Simcûrî, Ebu’l-
Hüseyin Muhammed b. Kesir’i, Fâik el-Hâssa ise Abdur-rahman b. Ahmed
el-Fakîh’i bu işle görevlendirmişlerdi[972]. Görüldüğü gibi her iki elçi de
kalem ehlindendi. Ebû Ali ve Fâik, onların bu konumlarını da kullanarak,
Sâmânî hükümdarını affa razı edeceklerini umuyorlardı. Ancak II. Nuh,
Fâik’in elçisini tutuklatıp, Ebû Ali’nin elçisine ikramda bulunarak, onu
bağışladığını göstermişti.
Yine Ebû Ali el-Simcûrî, Karahanlıların çekilmesinden sonra, yardım
çağrılarına cevap vermediği Sâmânî hükümdarından af dilemek için değerli
hediyeler hazırlamıştı. Bunları tatlı dilli ve ikna kabiliyeti olan bir elçiyle II.
Nuh’a göndermeyi tasarlamıştı[973]. Burada da bir elçide bulunması gereken
özellikler yani elçinin hitabeti bilen ve ikna kabiliyeti olan biri olması
şartlarını buluyoruz. Yine elçiler gittikleri hükümdar ve devletin siyasî
nabzını tutar ve istihbarat çalışmaları yaparlardı. Elçilerin hakarete uğraması
veya öldürülmesi savaş sebebi sayılırdı. Örneğin; Herat Savaşı öncesinde Ebû
Ali el-Simcûrî’nin barış isteği Sebüktegin’in de çabalarıyla II. Nuh tarafından
kabul edilmişti. Ancak, Ebû Ali’nin ordusundan bir grup askerin
Sebüktegin’in affın şartlarını bildirmek üzere gönderdiği elçiye hakaret
etmeleri durumu tersine çevirmişti. Neticede yapılan savaş Ebû Ali’nin
mağlubiyetiyle sonuçlanmıştı[974].
Kalem ehline göre karşımıza daha az çıkan kılıç erbabı elçiler daha çok
askerî yardım istemek için gönderilirlerdi. Horasan valisi Hüsamüddevle
Ebu’l-Abbas Taş 376/986 senesinde devlete karşı isyan etmişti. Bu teşebbüsü
başarısızlığa uğrayınca kumandanlarından Ebû Said el-Şebîbî’yi Cibal
Büveyhî hükümdarı Fahrüddevle’ye elçi göndererek yardım istemişti[975]. Bir
diğer Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî de, Sâmânîler ve onların yardımına
gelen Gazne hakimi Sebüktegin karşısında 384/994 tarihinde uğradığı Herat
yenilgisinin sonrasında Ebû Nasr el-Hâcib adlı adamını Fahrüddevle ve onun
veziri Sahib b. Abbad’a göndererek yardım istemişti[976].
Sâmânîlerle, şeklen de olsa bağlı oldukları Abbasî hilafeti arasında her
hükümdarın tahta geçişinden sonra elçilik heyetleri gidip gelirdi. Bağdat’dan
gelen elçiler, yeni Sâmânî hükümdarına halife tarafından gönderilen menşur,
hil’at, sancak ile birlikte diğer hediyeleri sunarlardı. Aynı şekilde Sâmânî
hükümdarı da buna mukabele de bulunurdu. Ancak elçilerin gelip-
gidişlerinde gerçekleştirilen seromoni konusunda II. Nasr devrinde Çin’den
gelen elçilik heyetinin karşılanması sırasında yapılan tören sayesinde bilgi
sahibi olabiliyoruz. 327/939 senesinde gerçekleşen bu ziyaret sırasında
Buhara şehri, Sâmânîlerin güç ve azametini göstermek üzere baştan başa
ipekler ve taklarla süslenmişti. Şehirdeki her meydanda 200 ile 1000 kadar
adamın başında ayyarlar yer almışlardı. Muhtemelen Rigistan Meydanında
hükümdar için hazırlanmış olan mücevherlerle süslü tahta giden yol üzerinde
II. Nasr’ın hâcibleri, süslü kaftanlarını giymiş bir şekilde 1.000’er gulâmın
başında bekliyorlardı. Bunların önünde ise, her biri altın kılıçlı ve altın
kemerli 10’ar gulâm bulunuyordu. Hâciblerin ardından silahlı bir şekilde
yolun iki tarafına dizilmiş 100’er şeyh (lonca başkanı) yer alıyordu. Daha
sonra yine yolun iki tarafına dizilmiş vahşi hayvan eğitmenleri bulunuyordu.
Çin elçilik heyeti bütün bunların arasından geçerek Sâmânî hükümdarının
huzuruna gelmişler ve Çin hükümdarının mektubunu sunmuşlardı. Yapılan
seromoninin sonrasında elçilik heyeti, kırk gün boyunca Dârü’l-rusul
(Elçilerin ikametine ayrılmış ev)’da kaldılar. Bunun sonrasında yeniden II.
Nasr’ın huzuruna çıkarak, onun Çin hükümdarına yazdığı cevabî mektubunu
alarak ülkelerine geri döndüler[977].
Yine, İbn Fazlan’ın bir elçilik heyetiyle birlikte Bulgar ülkesine yaptığı
yolculuk sırasında elçilik heyetinin, Buhara’da Sâmânî hükümdarı II. Nasr ile
görüşmesine dair muhtasar malumat vardır. Buna göre ; Abbasî halifesi
tarafından Bulgar hükümdarına gönderilen elçilik heyeti, Buhara’ya ulaşınca
ilk olarak vezir el-Ceyhanî tarafından karşılanmışlardı. el-Ceyhanî, onların
hükümdarın huzuruna çıkmaları için izin aldı. Heyet, II. Nasr’ın huzuruna
çıkınca ona emîrlik selamı verdiler. II. Nasr, onlara halifenin nasıl olduğunu
ve sağlığını sordu. Elçiler de, halifenin iyi olduğunu söyleyerek, onların
Sâmânî topraklarında rahatça yolculuk etmelerinin teminini emreden
mektubunu II. Nasr’a verdiler. Daha sonra halifenin diğer isteklerini de
ilettiler[978]. İbn Fazlan’ın, Sâmânî hükümdarının huzuruna çıkmaları ile ilgili
verdiği malumat bunlarla sınırlıdır.
Sâmânîler döneminde elçilerle ilgili bazı ilginç olaylar da yaşanmıştır.
Bunlardan belki de en dikkat çekici olanı II. Mansur’un, Gazne hakimi
Seyfüddevle Mahmud tarafından gönderilen Ebû İshak el-Hamûlî’yi,
kendisine vezir tayin etmesidir[979]. Mah-mud’un, Sâmânî hükümdarından
Horasan valiliğinin yeniden kendisine verilmesini rica için Buhara’ya
gönderdiği bu zat, II. Mansur’un ısrarları karşısında görevini unutarak vezaret
makamına geçmeyi kabul etmişti. Ancak bu durum, Sâmânîler ile Gazneliler
arasındaki iyi ilişkilerin kopmasına ve hatta iki taraf arasında bir savaşa
neden olmuştu.
A) Kudât Dîvânı
B) Mezâlim Dîvânı
Bir çeşit yüksek mahkeme niteliğindeki mezâlim mahkemesinde vali, vergi
amili, kadı ve diğer devlet görevlilerinin işledikleri suçlar ve halkın bunlar
hakkındaki şikayetleri karara bağlanırdı. Bu dîvâna bizzat Sâmânî hükümdarı,
onun olmadığı zamanlarda ise, Sâmânî ailesinin başka bir ferdi ya da yüksek
rütbeli bir devlet görevlisi başkanlık ederdi.
Nizamülmülk tarafından örnek bir hükümdar olarak tasvir edilen İsmail b.
Ahmed, kardeşi Semerkand valisi İshak ile birlikte Semerkand’ta kurulan
Mezâlim Dîvânına başkanlık etmişti[1056]. el-Sem’ânî, İshak b. Ahmed’in
Buhara’da mezâlime oturduğunu aktarmaktadır[1057]. Sâmânîlerin, Horasan
valilerinden Muhammed b. Abdürrezzak da bu şekilde Mezâlim Dîvânına
başkanlık yapmıştı[1058].
Mezâlim Dîvânı haftanın belirli günlerinde toplanarak yapılan şikayetleri
karara bağlardı. Muhtemelen, Sâmânîlerin merkezi Buhara’da da durum aynı
idi. Ancak, kaynaklarda konuyla alakalı bir bilgi yoktur. Bununla birlikte,
Buhara’daki idarî teşkilatın küçük bir örneğinin oluşturulmuş olduğu
Sâmânîlerin Horasan valilerinin merkezi Nisabur’da her Pazar ve Çarşamba
günleri Horasan valisi ya da onun kethüdası (veziri, danışmanı) başkanlığında
Mezâlim Dîvânı kurulduğu dönemin ünlü coğrafyacılarından Makdisî
tarafından anlatılmaktadır. Şehrin kadısı, reisi, alimler ve ileri gelen eşraftan
kimselerin de hazır bulunduğu bu mahkemede şikayetler dinlenir, verilen
hükümler Pazartesi ve Perşembe günleri Recâ Mescidinde açıklanırdı[1059].
Hükümdar ve yüksek rütbeli devlet adamlarının dışında, ilim adamlarının
da Sâmânî toprakları içinde çeşitli şehirlerde Mezâlim Dîvânı’na başkanlık
yaptığı görülmektedir. Bunlardan biri olan Ebû Said Halil b. Ahmed b.
Muhammed el-Sicezî el-Kadı çeşitli şehirlerde kadılık yaptıktan sonra
Fergana’da mezâlim dîvânı başkanlığı yaptığı sırada vefat etmişti[1060]. Ebû
Ali el-Misbahî, Belh’de Mezâlim mahkemesine başkanlık etmişti. el-Misbahî
bu görevini sürdürürken, bir arkadaşı Belh’de yetiştirilen ve üretilen
şeylerden kendisine hediyeler göndermesini istemişti. el-Misbahî ise, ona bir
mektup ve sabun göndererek “bu sabunu gönderiyorum ki, üzerimdeki
niyetlerini temizleyesin” cevabını vermişti[1061]. Yine, Ebu’l-Rebî el-Belhî
de, Şaş’da bulunduğu süre içinde buradaki Mezâlim Dîvânına başkanlık
etmişti[1062].
IV) Askeri Teşkilat
A) Sâmânî Ordusu
C) Dinî Yaşantı
Her dönemde olduğu gibi Sâmânîler döneminde de sosyal hayata etki eden
en büyük olgulardan biri de din idi. Zira, günümüzde dahi toplumların
yaşayış ve kültürlerindeki bir çok şey bunların hangi dine ve hatta hangi
mezhebe bağlı olduklarına göre değişmektedir.
X. yy.’da Sâmânîler Devleti coğrafyasında müslümanlar ağırlıkta olmak
üzere çeşitli dinlere mensup insanlar yaşamaktaydı. Devletin müslüman
ahalisi de çeşitli mezheplere bölünmüştü.
1) Müslümanlar
Devletin müslüman tebasının ağırlıklı kısmını Hanefîler oluşturuyordu.
Sâmânîler de Hanefî mezhebine mensuptular. Hanefîlerden sonra nüfus
olarak Şafiîler ikinci sırayı oluşturmaktaydı. Maveraünnehir’de Şaş ve İlak
halkı[1267], Horasan’da Tûs, Nesa, Ebiverd, İsferayin, Dandenekan, Cûyan
sakinleri Şafiî mezhebindeydiler. Ayrıca, Nisabur, Herat, Serahs ve Merv’de
de önemli miktarda Şafiî bulunmaktaydı[1268]. Şafiîlerle, Hanefîlerin birlikte
yaşadıkları yerlerde zaman zaman mezhep farklılığından dolayı gerginlikler
yaşanmaktaydı. Bu da, siyaset sahnesinde yaşanan mücadelenin taraflarınca
kullanılmaktaydı. Nitekim Hanefî mezhebindeki Sâmânîler, her iki
mezhepten de insanların yaşadığı Nisabur’a sürekli olarak Hanefî kadılar
tayin etmeleri şehirdeki Şafiîlerin hoşnutsuzluğuna neden olmuştu.
Sâmânîlerin son zamanlarına doğru bağımsızlıklarını kazanmak gayesiyle
devlete isyan eden Simcûrîler de, bu durumun farkındaydılar. Dolayısıyla,
şehirdeki Şafiîlerin desteğini kazanmaya özellikle dikkat etmişlerdi[1269]. el-
Makdisî, Nisabur’un batı tarafında yer alan Menaşek Mahallesi ile Hire
Mahallesi sakinleri arasında yekdiğerine karşı korkunç bir bağnazlık mevcut
olduğundan bahsetmektedir[1270]. Muhtemelen bu düşmanlık dinî sebeblere
dayanıyordu. Yine, Sistan ve Serahs’daki Hanefîler ve Şafiîler arasında
çekişmeler yaşanmaktaydı[1271]. Bu iki ehl-i sünnet mezhebinin dışında
Sâmânîler Devleti’nin tebaası arasında yer alan üçüncü grup ise Şiîlerdi.
Bilindiği gibi Sâmânîler bilhassa ilk dönemlerinde Cürcan ve Taberistan’a
hakim olan Şiîliğin Zeydiyye koluna mensup olan kişiler tarafından kurulmuş
olan Zeydîler Devleti ile mücadele etmişler ve zaman zaman adı geçen
topraklar üzerinde hakimiyet kurmuşlardı. Ayrıca, Zeydîler hanedanının
kurucuları mezheplerini Deylem ve Gilan bölgelerinde yaymışlardı.
Taberistan ve Cürcan, Sâmânî hakimiyetine girdikten sonra Zeydîler
hanedanına bağlı kumandanlar ve askerler Sâmânî ordusunda görev almaya
başladılar. Bunlar arasında dönemin ileri gelen kumandanlarından Mâkân b.
Kâkî[1272] de bulunuyordu. Sâmânîlerin öncesinde Buhara’da Şerik b. Şeyh
el-Mihrî’nin başını çektiği Abbasîlere karşı bir isyan hareketi ortaya çıkmıştı.
İsyanın ele başı ve taraftarları şia yanlısıydı. Bu isyan, Abbasî valisi Ziyad b.
Salih tarafından bastırılmıştı[1273]. el-Makdisî’ye göre Sâmânîler döneminde
Horasan’da çok miktarda Şiî yaşamaktaydı[1274]. İran şiirinin büyük
ustalarından biri olan el-Rûdekî de, Semerkandlı bir Şiî idi[1275]. Şiîliğin bir
kolu olan Kerramiyye, Horasan’ın bazı yerlerinde kendisine taraftar
bulabilmekteydi. Örneğin, Nisabur’da önemli sayıda bu mezhebe bağlı insan
mevcuttu.
Sâmânî toprakları üzerinde yaşayan müslümanlar arasında diğer bir grubu
ise Şiîliğin Batınî koluna mensup kişiler oluşturmaktaydı[1276]. Özellikle II.
Nasr’ın son senelerinde Horasan ve Maveraünnehir’deki Batınî dailerinin
yaptıkları propagandalar sırasında halktan ve devlet ileri gelenlerinden pek
çok kimse bu mezhebi kabul etmişlerdi.
Horasan’da Merverrûd, Talikan, Meymene, Herat çevresindeki,
Maveraünnehir’de de özellikle Nesef ve Buhara çevresindeki halk bu
mezhebe girmişti[1277]. Hatta, Sâmânî hükümdarı II. Nasr’ın dahi Batınîliği
mezhebi kabul ettiğine dair kaynaklarda çeşitli rivayetler bulunmaktadır[1278].
Ancak, bu bilgilerin doğruluğu şüphelidir. Batınî hareketinin gücünü ve ne
denli yayıldığını göstermek amacıyla verilmiş olmalıdır.
Batınîlerin giderek güçlerini artırması ve sünnî halka karşı yaptıkları kötü
muameleler ulema ve ordu komutanları arasında büyük hoşnutsuzluğa
sebebiyet vermişti. Neticede ordu tarafından başlatılan bir takibat neticesinde
özellikle Maveraünnehir’de yerleşmiş olan Batınî nüfuzu kırılmış ve
batınîlerin gücünü arttırmasına engel olamayan II. Nasr’ın yerine oğlu I. Nuh
tahta çıkarılmıştı. Yeni hükümdar, Batınîlerin reisi Muhammed b. Ahmed el-
Nesefi’yi sünnî alimlerle münazaralar yapmak üzerine huzuruna davet etti.
Yapılan münazaralarda sünnî alimler tarafından mezhebi cerh edilen (delilleri
çürütülen) el-Nesefî, I. Nuh’un emriyle idam edilmişti[1279].
Bu şekilde büyük bir darbe yiyen Batınîler, Karahanlılar dönemine kadar
bölgede herhangi bir varlık gösteremediler. Yalnız, Nizamülmülk’ün eserinde
bunların I. Mansur döneminde bir kere daha ortaya çıktıkları söylenmekte ve
olaylar ile Horasan valisi Alp-Tegin’in isyanı arasında bir bağ
kurulmaktadır[1280]. Ancak bununla ilgili diğer kaynaklarda bilgi yoktur.
Diğer taraftan büyük alim İbn Sinâ’nın babası da Batınî idi. Hatta, kendisinin
de bu mezhepten olduğu söylenmekte ise de bu doğru değildir.
Bunlardan başka, Fergana, Huttel, Cüzcan, Hocend, Kaşan ve
Semerkand’ın bazı rüstaklarında Mukanna[1281] taraftarı olan Mübeyyıza
(Beyaz Elbiseliler) yaşamaktaydı. Emevîler devrinin en aktif siyasî-dinî
grubu olan Haricîlerin faaliyetleri Abbasîler döneminde yavaşlamıştı.
Sâmânîler döneminde Sistan, Keruh ve Esterbiyan’da çok sayıda Haricî
yaşamaktaydı[1282].
İsmail b. Ahmed’in 260/874 senesinde Buhara’ya girişi sırasında,
kendisinden önce şehrin idaresini üstlenmiş olan Hüseyin b. Muhammed el-
Haricî’yi önce yardımcılığına getirmiş ise de şehre girişinin akabinde onu
yakalatarak hapsetmişti[1283]. Buradan anlaşılacağı üzere muhtemelen Buhara
ve çevresinde bir grup Haricî yaşamaktaydı. Yine İbn el-Esîr ve Gerdizî,
300/912-913 senesindeki Sistan olaylarını anlatırken, Sâmânîlere karşı
başlatılan isyanın ele başı olan Mevla el-Sandalî’nin Buhara’da ikamet eden
ve Sâmânî ordusunda görev almış bir Haricî olduğunu aktarmaktadır[1284].
2) Mecûsîler (Zerdüştler)
İran menşeli bir din olan mecûsîlik, kurucusunun adına nispetle Zerdüştlük
olarak da adlandırılmaktadır[1285]. Bu dinin esasını ise ateşe, iyi ve kötü
ruhlara tapınma oluşturmaktaydı. Fetihlerin sonrasında Müslümanlar idareleri
altına giren Mecûsîlere, ehl-i kitap statüsü tanıyarak zımmi saymışlar, cizye
ve harac vergileri almakla yetinmişlerdir. İslam fetihlerinin hemen öncesinde
Maveraünnehir’de Budizm ile sıkı bir mücadele içine giren Mecûsîlik,
zamanla Budizmin bölgedeki etkisini ortadan kaldırmıştı. Nitekim, Hz.
Muhammed’in vefatını takip eden yıllarda Horasan ve Maveraünnehir’de
Mecûsî dini hakim durumdaydı. Mecûsîler, Sâmânîler döneminde de devletin
hakim olduğu çeşitli yerlerde varlıklarını sürdürdüler.
Buhara’da, Mecûsîler Sokağı denilen ve şehirdeki eski Mecûsîlerin
torunlarının yaşadığı bölge Sâmânî hükümdarı I. Nuh’un buradan toprak
almasıyla son derece değer kazanmıştı. Zira, ailenin diğer mensupları ve
aileye yakın kişilerde buradan arsa edinmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.
Bu nedenle de sokağın eski sakinleri olan Mecûsîlerle müslümanlar arasında
çatışmalar meydana gelmişti[1286].
Buharalı Mecûsîlerin, Afrasyab’ın damadı Siyavuş adına her sene Nevruz
günü iç kalenin önünde düzenledikleri törenlerden yukarıda bahsedildi.
Semerkand şehrindeki Mecûsîler ise, şehirdeki su kanalının bakım ve
muhafazası karşılığında cizye vergisinden muaf tutulmuşlardı[1287]. Yine
Vahan’da da Sâmânîler döneminde Mecûsîlerin yaşadığı bilinmektedir[1288].
Bunların dışında, Horasan’ın kuzeybatısında kalan Ravend Dağı üzerinde
Sasanîler döneminin en kutsal mabetlerinden biri kabul edilen Burzun-mihr
Ateşgedesi yer almaktaydı. Yine, Herat’a iki fersah mesafede Belh yolu
üzerindeki bir dağda hala mamur durumda olan Şurşek Ateşgedesi
bulunuyordu[1289]. Ayrıca, dönemin ünlü şairlerinden el-Dakikî’nin de
Mecûsî olduğuna dair çeşitli rivayetler bulunmaktadır[1290].
3) Hıristiyanlar
Maveraünnehir ve Horasan’da Hıristiyanların mevcudiyeti oldukça eski
dönemlere rastlamaktadır. Bunu 300’lü yıllara kadar götürmek mümkündür.
Buradaki Hıristiyanlar Nasturî mezhebine[1291] bağlı idiler. Ancak,
Hıristiyanlık bölgede oldukça erken döneme rastlayan varlığına rağmen VII.
yy. sonu ile VIII. yy. başlarında etkili olabilmişti[1292]. Maveraünnehir’deki
Hıristiyan etkisi Semerkand’da bir Nasturî başpiskoposluğu kuracak kadar
güçlenmişti. Başpiskoposluğun kuruluşu ile ilgili çeşitli görüşler bulunmakla
birlikte, kurumun IX. yy.’da hala varlığını sürdürdüğü bilinmektedir. Ayrıca,
Merv ve Herat’da da Nasturî piskoposlukları vardı[1293].
Sâmânîler devrinde ise, Semerkand’da bağlı Şavzar’da hala oldukça
kalabalık bir Nasturî Hıristiyan cemaati bulunuyordu. Bunların güzel bir
kiliseleri ve kendilerine ait vakıfları vardı. Coğrafyacı İbn Havkal, buradaki
Hıristiyanların güzel ve temiz evleri olduğunu belirtir. Müellif, aynı bölgede
Irak Hıristiyanlarından bir gruba rastladığını ve bunların itikafa girmek
(uzlete çekilmek) amacıyla buraya yerleşmiş olduklarını söyler[1294]. Diğer
taraftan, İsficâb’a bağlı Mirki şehrinin camisi eskiden kilise olup Fâik el-
Hassa tarafından camiye çevrilmişti[1295]. Şaş’a bağlı Vinkerd köyünde de
büyük miktarda Hıristiyan ahali yaşamaktaydı[1296]. İsmail b. Ahmed,
280/893 senesindeki Talas seferi sırasında ele geçirdiği bu şehirdeki kiliseyi
camiye çevirmişti[1297].
Horasan’da da sayıları yahudilere göre daha az olmakla birlikte Hıristiyan
ahali yaşamaktaydı[1298]. Ancak, bunlar hakkında elimizde yeterli bilgi
bulunmamaktadır. Sadece, Herat’a iki fersah mesafede Belh yolu üzerinde
bulunan Şurşek Ateşgedesi’yle Herat arasında mamur bir kilisenin bulunduğu
kaynaklar tarafından aktarılmaktadır[1299]. Harizm’de de bir Hıristiyan
cemaati bulunuyordu. Ancak, bunlar diğerlerinin aksine Ortodoks mezhebine
mensup idiler[1300]. Hıristiyanlara oranla Horasan’da daha fazla yahudinin
yaşadığının belirtilmesine rağmen, bunlar hakkında bilgi yoktur. Sadece
tasavvuf konusunda yazılmış olan bir eserde Nisaburlu bir mutasavvıfın
şehirde yaşayan bir yahudi ile olan arkadaşlığından ve daha sonra yahudinin
müslüman olmasından bahsedilmektedir[1301].
4) Maniheizm
İran menşeyli bir din olan Maniheizm[1302]; Hıristiyanlık, Zerdüştlük ve
Budizmin ilkelerinin birleştirilmesiyle miladî III. yy.’da ortaya çıkmıştır.
Ancak, Sasanîler tarafından takibata uğratılan mani dini mensupları, bu
nedenle Türk hakimiyetindeki Maveraünnehir’e kaçmak zorunda kalmışlardı.
Burada yaşayan Soğdlulardan bir bölümü Maniheizmi kabul ettiler.
Böylelikle Maniheizm, tüccar bir kavim olan Soğdluların eliyle Çin’e kadar
ulaşma imkanı buldu. 763 senesinde Çin’e yaptığı bir sefer sırasında mani
rahipleriyle karşılaşan Uygur Kağanı Bögü, kısa süre sonra bu dinin
öğretilerini kabul edince Maniheizm, Uygur Devleti’nin resmî dini haline
geldi. Ancak, bu dinin kurallarının Türklerin yaşam tarzına uygun olmaması,
Uygurların zayıflamasında ve zaman içinde yıkılmasında büyük rol
oynamıştı. Müslümanların, İran ve Horasan’ı fethetmesinin sonrasında
Maveraün-nehir’deki Maniheistlerden bir kısmı tekrar geri dönmüşlerdi.
Müslümanların hakimiyetinde özellikle Emevîler döneminde rahat bir
yaşam süren Maniheistlerin, Abbasîlerin ikitidara gelmesinden sonra
durumları bozuldu. Sasanîler döneminde olduğu gibi takibata uğradılar.
Halife el-Muktedir (295-320/908-932) döneminde artan baskılar sebebiyle
yeniden Maveraünnehir’e gitmek zorunda kaldılar. Maniheistlerin bu ikinci
göçü Sâmânîler dönemine rastlamaktadır. Semerkand’a yerleşen
Maniheistler, burada 500 kişilik bir cemaat oluşturdular. Semerkand, bu dinin
en önemli merkezi haline geldi[1303]. Bunların, şehirde Nighuşek adlı bir
mabetleri bulunuyordu[1304]. Muhtemelen II. Nasr devrinde, Semerkand’da
oturan maniheistlere karşı takip edilen baskı politikası, bu dine mensup olan
Dokuzoğuz Kağanını harekete geçirdi. Sâmânî hükümdarına bir mektup
gönderen kağan “Sâmânî topraklarındaki Mani dini taraftarlarına nispeten,
kendi topraklarındaki müslümanların sayısının çok kalabalık olduğunu
belirterek, dindaşlarına karşı takibatın devam etmesi halinde, aynı şeyleri
memleketindeki müslümanlara uygulamak zorunda kalacağını” bildirdi. Bu
tehdit hemen etkisini gösterdi. Sâmânî hükümdarı, maniheistleri takip
etmekten vazgeçerek, onlardan cizye vergisi almakla yetindi[1305]. Bunun
sonrasında, Sâmânî topraklarındaki Maniheistlerle alakalı herhangi bir bilgiye
rastlanmaz. Sadece, yukarıdaki bilgileri bize aktaran İbn el-Nedim (ö.1010),
kendi zamanında İslam dünyasındaki mani dini mensupların azaldığını
yazmaktadır[1306]. Aynı şekilde Maveraün-nehir’deki Maniheist nüfusunun da
giderek azaldığını söylemek mümkündür.
D) Doğal Felaketler
Günümüzde olduğu gibi geçmişte de insanoğlunun karşılaştığı en büyük
zorluklardan biri de doğal felaketler olmuştur. Zaman zaman yaşanan
deprem, sel, kıtlık ve buna bağlı olarak ortaya çıkan salgın hastalıklar
nedeniyle bir çok can kaybının yanında büyük maddî zararlar da meydana
geliyordu.
Kaynaklarda Sâmânîler döneminde Maveraünnehir bölgesinde vuku bulan
bir deprem yada kıtlığa dair bir kayıt olmamasına karşılık Horasan’ın o kadar
da şanslı olmadığını görürüz. Nitekim, 323/934-935 senesinde meydana
gelen şiddetli kıtlık nedeniyle bir çok insan açlıktan hayatını kaybetmişti.
Öyle ki, ölenlerin hepsini birden kefenleyecek bez bulunamadığından fakir ve
kimsesizler gerekli hazırlıkların tamamlanmasına kadar bir evde
bekletilmişlerdi[1307].
331/942-943 senesinde Nesa şehrinde büyük ve şiddetli bir deprem
meydana gelmişti. Şehir ve civarındaki bir çok köy tahrip olmuş, yıkıntılar
arasında bir çok insan can vermişti[1308].
343/954-955 senesine gelindiğinde ise Horasan ve Cibal bölgelerinde
büyük bir veba salgını yaşandı. Bu salgın sırasında bir çok insan hayatını
kaybetmesinin yanında salgının etkileri bir sonraki senede kendini
göstermeye devam etmişti. Nitekim, Cibal’in merkezi Rey’de meydana gelen
yeni bir veba salgınının kurbanları arasında Büveyhîlere sığınmış olan asî
Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac ve oğlu da bulunuyordu[1309].
346/957-958 yılı da Sâmânî Devleti ve komşuları için tam bir deprem yılı
olmuştu. Bu yıl içinde Irak, Cibal, Kum bölgelerinde kırk gün süreyle
birbirini takip eden depremler meydana gelmişti. Depremin etkisiyle binalar
çökmüş, sular kaybolup gitmişti. Enkaz altında kalan bir çok insan da
hayatını kaybetmişti. Aynı sene içinde Talikan’da meydana gelen deprem de
büyük can kaybı ve maddî hasara neden olmuştu[1310].
373/983-984’de Cürcan’da meydana gelen veba salgınında ölenler arasında
Sâmânîlerin eski Horasan valisi Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş ve maiyeti
de bulunuyordu[1311].
Deprem ve veba salgınlarının dışında sel baskınları da büyük zararlara
neden olmaktaydı. Bunun en belirgin örneği Harizm’in merkezi Kat şehrinde
yaşanmıştı. Ceyhun nehrinden suyunu alan Harkerur Kanalı şehri ikiye
bölüyordu. Bu kanalın sularının zaman zaman taşması sonucunda yaşanan sel
baskınları nedeniyle şehir, iç kale (kuhendiz) ve iç kalenin arkasındaki cami
harap olmuş ve zaman içinde bunların izi ve yıkıntısı dahi kalmamıştı[1312].
Şehir halkı da bu nedenle evlerini kanal kıyısından belirli bir mesafe
uzaklıkta bina ediyorlardı.
Yukarıda Buhara şehrinin evlerinin sıkışık düzende, birbiri üzerine bina
edildiğinden bahsedildi. Bu durum Buhara için bir takım menfi neticeleri de
beraberinde getirmekte ve şehirde çıkan yangınlar büyük hasarlara yol
açmaktaydı. II. Nasr’ın kardeşi Ebû Zekeriyya’nın çıkardığı isyan sırasında
şehirde büyük bir yangın çıkmıştı (317-318/929-930)[1313]. Kerdûn Kaşan
mahallesinde çıkan yangın, bu mahallenin tamamının yanmasıyla
sonuçlanmıştı. Nerşahî, çıkan yangının alevlerinin Semerkand’dan dahi
görüldüğünü belirtmektedir[1314].
Receb 375/Mayıs 937 tarihinde şehirde ikinci bir büyük yangın olayı
yaşanmıştı. meydana gelmişti. Yangın Semerkand Kapısı yanındaki
Heresiyye yemeği[1315] satan dükkanlarda başlamıştı. Buradaki dükkan
sahiplerinden biri heresiyye kazanının altındaki külleri, dükkanının raflarında
kapamak istediği bir deliğin içine taşımıştı. Ancak, küllerin arasında kalan ve
dükkan sahibinin farkına varamadığı közler, rüzgarın da etkisiyle dışarıya
savrularak tüm çarşının alev almasına neden olmuştu.
Alevlerin büyüyerek etrafa yayılmasıyla Semerkand Kapısı civarındaki
bütün alan bu yangında harap olmuştu. Bekkar Mahallesi, Farcek Medresesi,
Ayakkabıcılar Çarşısı, Sarraflar Çarşısı ve Bezzazlar Çarşısı tamamıyla
yanmıştı. Yangın, daha sonra rüzgar sayesinde şehri ikiye bölen kanalın diğer
yakasına sıçramasıyla Mâh Cami de tamamıyla harap olmuştu. İki gün devam
eden yangın, şehir halkının bir aylık odun ihtiyacını karşılayacak miktarda
odunun kül olmasına neden olmuş ve 100.000 dirhemden fazla maddi zarar
meydana gelmişti. Olayı aktaran Nerşahî’nin ifadesiyle, bu yangın sırasında
yanan binalar hiçbir zaman eskisi gibi onarılamamıştır[1316].
Nitekim, 375/985 yılında Horasan ve Maveraünnehir seyahati sırasında
Buhara’ya gelen el-Makdisî şehirde yangında harap olmuş bir çok evin
varlığına tesadüf etmiştir[1317].
E) İmar Faaliyetleri
Sâmânî hükümdarları özellikle devletin merkezi olan Buhara’da saray,
park-bahçe, cami gibi yapılar inşa ettirmişlerdi. Ancak, gerek kullanılan
malzemenin ahşap veya dayanıksız olması gerekse daha sonraki dönemlerde
gerçekleşen istilaların ve yangınların meydana getirdiği tahripler bu yapıların
zamanımıza ulaşmasını engellemiştir. Bununla birlikte, İsmail b. Ahmed’in
adına inşa ettirilen türbe bütün özellikleriyle günümüze gelmeyi başarmıştır
(Bkz. Resim I,II). Bu türbenin inşasına İsmail b. Ahmed’in oğlu Ahmed
döneminde başlanmış ve torunu Nasr döneminde tamamlanmıştı. Türbenin
içinde İsmail b. Ahmed’in tabutundan başka iki tabut daha yer almaktadır.
Bunlardan birinin torunu II. Nasr’a ait olduğu tesbit edilebilmiştir[1318]. İç ve
dış inşaatında malzeme olarak pişmiş tuğla kullanılan bu yapı günümüz sanat
tarihçileri tarafından türünün en çarpıcı örneklerinden biri olarak kabul
edilmektedir[1319]. Türbe, dönemin dinsel mimarî eğilimine ters düşen formel
giriş kapılarıyla dikkati çeker. Saray sanatının etkisi altında inşa edilmiş olan
yapı, tuğla üslubunun ilk örneğidir. Türbenin iç bezemeleri de, konusunda
birer baş yapıt sayılmaktadır[1320].
Sâmânî hükümdarlarının ikameti için yapılmış olup günümüze ulaşmayan
saraylarla ilgili olarak Nerşahî ’nin eserinde oldukça geniş malumat
bulunmaktadır. Bunlardan ilki, II. Nasr’ın Rigistan Meydanı’nda yaptırdığı
saraydır. Çok güzel ve pahalı olan sarayın karşısına da devlet daireleri inşa
edilmişti. Bu saray I. Abdülmelik’in 350/961 senesinde çevgan oynarken
atından düşüp ölmesinin ardından gulâmları tarafından yağmalandı. Sâmânî
hükümdarının gözde cariyelerini paylaşan yağmacılar daha sonra sarayı
yaktılar. İçerideki altın ve gümüş eşyaların hepsi yandı. Yapı hiçbir iz
bırakmamacasına yok oldu. I. Abdülmelik’in veziri Ebû Cafer el-Utbî, bu
sarayın yanına çok güzel bir cami inşa ettirmişti[1321].
Rigistan meydanındaki sarayın bu şekilde tahrip olmasından sonra, I.
Abdülmelik’den sonra tahta çıkan kardeşi I. Mansur, aynı mevkide yeni bir
saray inşa edilmesini emretti. Eski sarayla birlikte yok olmuş olan her şey
burada daha güzel bir şekilde yeniden yapıldı. I. Mansur, yeni yapılan bu
sarayda ikamet etmeye başladı. Ancak, kısa süre sonra gece vakti çıkan bir
yangın neticesinde saray tamamıyla yandı. I. Mansur, aynı gece Cûy-i
Mûliyân’a gitti. Yanan saraydaki hazine ve mallarını da buraya getirtti[1322].
Çeşitli yapılardan oluşan bir başka saray da Rigistan Meydanı ile Daştek
denilen yer arasında inşa edilmişti. Kompleksin evleri birbirine son derece
orantılı olup, çok güzel bir taş işçiliğine sahipti. Ayrıca kompleksin
bünyesinde içinde fıskıyeleri ve kara ağaçlarıyla dört güzel bahçe
bulunuyordu. Bahçelerden birinde doğu ve batı yönlerinden güneş ışığı
almayan büyük bir kameriye (çardak) vardı. Bundan başka bahçelerde
birbirinden farklı türde çiçekler, armut, badem, fındık, üzüm, kiraz gibi
meyveler mevcuttu[1323].
Buhara’da Cûy-i Mûliyân[1324] olarak bilinen ve dönemin şairlerinin
şiirlerinde önemli bir yeri olan, güzelliğiyle cenneti andıran[1325] mevkide
Sâmânîlere ait saray ve bahçeler yer almaktaydı. Eski dönemlerde Buhara
hakimleri olan Buhar-hûdat ailesine ait olan bu yer, Sâmânîlerin başlarında
Abbasî halifelerinden Mutasım’ın kumandanlarından Hasan b. Muhammed b.
Talut’un mülküydü. Sâmânî b. Ahmed, burayı ondan satın alarak saraylar ve
bahçeler yaptırmıştı. İsmail b. Ahmed bu yapıların tamamlanmasından sonra,
onları gulâmlarına bağışlamış ve bu nedenle Cûy-i Mûliyân, Cûy-i Mevâliyân
olarak isimlendirilmeye başlanmıştı[1326]. Cûy-i Mûliyân’da saray ve
kasırlardan başka son derece güzel bir şekilde organize edilmiş park ve çiçek
bahçeleri, her yönden birbiriyle kesişen akarsular bulunurdu[1327].
I. Mansur 356/967 senesinde Yeni Kapı taraflarında yer alan Kerek-i
Aleviyyan’da çok güzel bir kasır inşa ettirmişti[1328].
Şehrin Sâmânîlerden önceki döneme ait olan Cuma Camisi ise II. Nasr
döneminde aniden çökmüş ve yıkıntılar arasında bir çok insan hayatını
kaybetmişti. II. Nasr gerekli bütün ihtiyaçların karşılanarak caminin yeniden
inşasını emretmişti. Şehrin kadısının yönetiminde başlayan inşaat bir sene
içinde bitirilmişti. Ancak, bir sene sonra caminin güney tarafındaki duvar
çöktü. Çöken duvar onarıldı. Bunun dışında II. Nasr’ın veziri el-Ceyhanî
masraflarını kendisi karşılayarak camiye bir minare ilave ettirdi[1329].
Yine I. Mansur, Buhara’da iç kaleye yarım fersah mesafedeki Samitin yolu
üzerindeki bahçeleri oldukça yüksek bir bedel ödeyerek satın almış ve
bayram namazlarının topluca kılınacağı bir cami yaptırmıştı[1330].
Buhara’daki yapıların dışında İbn Havkal, Semerkand’da İsfizar
mahallesinde Sâmânîlere ait bir sarayın varlığından bahseder[1331]. Bunların
dışında, o zamanki İslam şehirlerinde görmeye pek alışkın olmadığımız
şekilde Semerkand şehrinin meydanında yer alan hayvan heykellerini de
burada ele almak gerektiği kanaatindeyiz. X. yy’da, Semerkand’ı ziyaret eden
İbn Havkal, şehrin meydanında gördüğü, servi ağaçlarından yontulma fil,
deve, öküz ve diğer vahşi hayvanların figürleri karşısında hayranlığını ve
şaşkınlığını gizleyememiştir[1332]. Birbirleriyle konuşuyor gibi karşılıklı
duran bu heykeller, aynı zamanda birbirlerini yakalamaya çalışırcasına
ardarda şehir meydanına dizilmişlerdi. Bunlar, Semerkand halkının ticarî
faaliyetlerden elde ettikleri kazançlarını nasıl kültürel faaliyetlere
ayırabildiklerinin ve şehir düzenlemesinin güzel bir örneği sayılabilir.
Bunların dışında kaynaklarda, II. Nasr’ın Firebr’de yolcuların ücretsiz
ağırlandığı bir rıbat inşa ettirdiği aktarılmaktadır[1333]. Yine, Sâmânîler
tarihinin son dönemlerine damgasını vuran kumandanlardan biri olan Fâik el-
Hassa da, Tûs’da bir cami ve İsficâb’a bağlı Kulan kasabasının dışında bir
rıbat inşa ettirmişti[1334]. Burada aktarılan bilgiler kaynaklardan
ulaşabildiğimiz bilgilerdir. Ancak, özellikle Maveraünnehir’de 10.000 rıbatın
bulunduğu şeklindeki bilgiler düşünüldüğünde Sâmânî hükümdarları
tarafından inşa ettirilmiş daha bir çok rıbatın olduğunu söylemek
mümkündür.
VI) Ekonomik ve Ticari Hayat
B) Madenler
C) Tarım ve Hayvancılık
Sâmânîler döneminde özellikle Maveraünnehir bölgesinde oldukça yaygın
bir kanal sistemi mevcuttu. Bu kanallar genellikle Ceyhun nehrinden ve Suğd
ırmağı’ndan ayrılıyordu. Bir çoğunda küçük gemiler işlemekteydi. Bu sistem,
yoğun tarımsal faaliyetleri ve mal taşıma kolaylığını da beraberinde
getirmekteydi. Sulama kanalları sayesinde tarım yapılan toprakların
verimliliği artmaktaydı. Bunun tarım ürünlerine bir yansıması olarak
meydana getirdiği çeşitlilik ve bolluk nedeniyle bölge halkı yiyecek
konusundaki gerekli bütün ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayabiliyordu.
Nitekim, X. yy.’da bölgeyi gezen İslam coğrafyacıları burayı “halkı bir kere
kıtlık görmeden, diğer yerlerin halkları defalarca kıtlık görürler. Eğer
ekinlerine veya zahirelerine zarar veren bir soğuk, sıcak veya başka bir afetle
karşılaşırlarsa, ülkelerindeki geri kalan zahire ve eşya onlara yeter. Bu kalan
miktarla dahi diğer yerlerden zahire ve mal getirmek ihtiyacını duymazlar”
şeklinde tasvir ederler[1414]. Bölgedeki tarım sahalarının etrafı kerpiç
duvarlarla çevrilerek göçebelerin hücumlarından korunması sağlanmaktaydı.
Diğer taraftan Maveraünnehir’de bol miktarda meyve de yetiştiriliyordu.
Öyle ki, sebil olan bu meyvelerden faydalanmak isteyenlere kimse mani
olmazdı[1415].
Şehirleri saran kanalların çevresinde bahçe ve bostanlar yer alırdı. Bu
nedenle de kanalların etrafı yeşil bir örtü ile sarılmış görüntüsü vermekteydi.
Buhara iç kalesinden şehre bakan İbn Havkal, yeşillikten başka bir şey
göremediğini ve yeşilliğin renginin gökyüzünün mavisiyle birleştiğini
aktarmaktadır[1416]. Kanallar bölgedeki şehirlerin hayat kaynağı idi. Bunlar
kimi zaman Semerkand da olduğu gibi iklimin daha sıhhatli olmasını
sağlarken[1417] kimi zaman da daha önce Cûy-i Mûliyân örneğinde görüldüğü
gibi şehir planlamasına bir estetik ve güzellik katmaktaydı.
Maveraünnehir’in ikinci önemli merkezi olan Semerkand ile Buhara
arasındaki Zerefşan Vadisi, o dönemde dört dünya cennetinden biri olarak
kabul ediliyordu[1418]. Dönemin başkenti Buhara, kanalların getirdiği sular
sayesinde oldukça verimli topraklara sahipti. 1 ceriblik[1419] toprağa sahip
birkaç kişilik bir aile, köleleri ile birlikte rahatlıkla geçimlerini
sağlayabilirlerdi. Ancak, şehir halkının kalabalık ve tüketimin fazla oluşu
nedeniyle burada üretilen ürünler şehir halkına yeterli gelmiyordu. Bu
sebeple diğer bölgelerden erzak ve yiyecek ithal edilirdi[1420].
Sâmânîler topraklarında yaygın bir şekilde huhubat tarımı yapılmaktaydı.
Semerkand’a bağlı Şavzar’da iyi kalitede huhubat yetiştiriliyordu. Yine
Semerkand’a bağlı Ebgar kuru bir toprak yapısına sahip bir bölge olmasına
rağmen 1 kile tohumun 100 veya daha fazla misli ürün verdiği görülürdü.
Buranın mahsulünün kuraklık ve afet zamanlarında bütün Suğd bölgesine
yettiği söylenirdi[1421]. el-Makdisî, Semerkand’ın rüstaklarından Der-gam’ın
da aynı özelliklere sahip olduğunu ve mahsulün iyi olduğu dönemlerde elde
edilen ürünün iki sene boyunca bütün Suğd, Buhara ve Semerkand bölgesine
yetebilecek miktarda olduğunu yazmaktadır[1422].
Harizm’de, iklimin soğuk olmasına rağmen Uşrusana’da, Hocend ve
Buttam rüstağında da yoğun bir şekilde huhubat tarımı yapılmaktaydı[1423].
Devletin Horasan tarafında ise, Enderab’da, Garcistan’da, Toharistan’da[1424],
Merv’de ve Nisa-bur’a bağlı Üstuva rüstağında bol miktarda huhubat ekimi
yapılıyordu[1425].
Baverd, Talikan, Hulm, Fargar, Merverrûd, Fergana’ya bağlı Renced
şehirleri ve buralara bağlı yerler ile Cüzcan bölgesinde de tarıma son derece
elverişli topraklar bulunmaktaydı.
Temel besin maddelerinden biri olan pirinç, Maveraün-nehir’de Fergana’ya
bağlı Teshan’da bol miktarda yetiştiriliyordu[1426]. Horasan’da Herat
taraflarındaki Marâbâd[1427], İsferayin, Belh, Vervaliz ve Bedehşan’da pirinç
tarımı yoğun bir şekilde yapılmaktaydı[1428].
Maveraünnehir’deki Şuman ve Vaşcırd arazilerinden çok miktarda safran
elde edilirdi[1429]. Kubadiyan’da ağırklı olarak Hindistan’a ihraç edilen kök
boyası bitkisi yetiştiriliyordu. Sâmânî hükümdarının da bu bitkinin gelirinden
özel bir hissesi vardı[1430]. Belh, Nesa, Vervaliz ve Ebiverd’de susam
yetiştirilirdi[1431].
Maveraünnehir bölgesinde yer alan Kişş şehri coğrafî özellikleri nedeniyle
Sâmânîler döneminde sebze ve meyve üretiminde ayrı bir yere sahipti. Diğer
bölgelere göre çukur bir alanda bulunan ve sıcak bir iklime sahip olan bu
şehirde yetiştirilen turfanda meyve-sebzeler Buhara başta olmak üzere
devletin diğer bölgelerine gönderilirdi[1432]. Ayrıca, Kişş dağlarında bir çok
şifalı bitki yetişmekteydi[1433]. Yine Horasan’da, Bûsenc dağlarında çeşitli
zehirli hayvan sokmalarına iyi gelen bir bitki yetişmekteydi[1434].
Sâmânî topraklarını gezen İslam coğrafyacıları burada yetişen meyvelerden
övgüyle ve oldukça tafsilatlı bir şekilde bahsederler. Yetiştirilen meyveler
devletin kendi topraklarındaki ihtiyacın karşılanmasının yanında diğer
ülkelere de ihraç ediliyordu. Bunların başında ise üzüm geliyordu. Harizm’de
bol miktarda üzüm yetiştirilirdi. Elde edilen mahsulün bir kısmı kurutulur, bir
kısmı da bölgedeki şırahanelerde işlenirdi. Özellikle Dargan şehrinin üzüm
bağları Ceyhun nehri boyunca uzanan iki fersah boyunca uzanmaktaydı.
Sayıları 500’den fazla olan bu bağlardan elde edilen üzümler kurutularak
ihraç edilirdi[1435]. Semerkand’ın Dergam rüstağında yetiştirilen üzümler,
Semerkand’ın diğer rüstaklarında yetiştirilen üzümlere tercih edilirdi[1436].
Nesef’de de kaliteli ve çok üzüm yetiştiriliyordu[1437]. Fergana topraklarında,
Amul’da ve Bedehşan’da bir çok üzüm bağı vardı[1438]. Devletin Horasan
kısmında ise, Herat, Merv, İsferayin, Belh, Rivend şehirlerinde bol ve kaliteli
üzüm yetiştiriliyordu[1439]. Bunlardan, Herat ve Bûsenc’deki şırahanelerde
çok lezzetli üzüm şurupları yapılıyordu[1440]. Talikan’da ise kaliteli şaraplar
üretiliyordu[1441]. Merv’e bağlı Kuşmahin şehri, Kuşmahanî adı verilen kuru
üzümüyle ünlüydü[1442].
Nisabur’a bağlı Rivend şehrinde hiçbir yerde misli görülmemiş ayvalar
yetiştirilmekteydi[1443]. Sıcak bir iklime sahip olan Tabeseyn’de çok miktarda
hurma ağacı bulunuyordu[1444].
Fergana’ya bağlı Şiket ceviz ağacı açısından oldukça zengin bir yerdi.
Burada 1000 ceviz bir dirheme satın alınabilirdi[1445]. Semerkand’ın Bunciket
rüstağında da bol miktarda ceviz ağacı bulunmaktaydı[1446]. Horasan’da,
Belh, Vervaliz şehirleri ve Cüzcan eyaletinde bol miktarda ceviz
yetiştirilmekteydi[1447].
Yukarıda adını saydığımı yerler dışında Maveraünnehir ve Horasan’ın
verimli topraklarında bir çok meyve türü yetiştirilmekteydi. Özellikle başkent
Buhara ve çevresi, Merv, Belh, Herat şehirleri ve Harizm bölgesi meyve
üretimi ve elde edilen mahsulün kalitesi açısından büyük bir üne sahiptiler.
el-İstahrî ve İbn Havkal, Maveraünnehir’in en tatlı ve en sağlam
meyvelerinin Buhara’da yetiştirildiğini yazarlar[1448]. Belh, Merv ve Herat
şehirleri de oldukça zengin meyve çeşitlerine sahiptiler. Bu türler arasında
kavun-karpuz, incir, badem, portakal, nar, fıstık, armut, elma gibi meyveler
vardı.
Meyvelerin dışında Sâmânî topraklarında son derece güzel ve nadide
çiçekler bulunmaktaydı. Fergana ile Türk ülkeleri arasında uzanan dağlarda
gül, menekşe gibi çiçekler bol miktarda bulunmaktaydı. Uşrusana’da
sonbaharın sonuna kadar gül ve fesleğen çiçekleri açardı. Cüzcan’a bağlı
Cerzuvan’da ve Horasan’da nadide renkli güller bulunmaktaydı. Ayrıca,
Maveraünnehir’de devamlı açan içi başka renkte, dışı başka renkte çiçek
taçları mevcuttu[1449].
Sâmânî topraklarında hayvancılık da oldukça gelişmişti. Maveraünnehir’de
her köyün veya şehrin su basan veya hayvanların merası olarak kullanılan su
basmayan arazisi bulunurdu[1450]. Türk ülkelerinden yapılan ithalatın dışında
burada binek hayvanları, büyük ve küçük baş hayvan yetiştirilmekteydi.
Özellikle bazı şehir ve eyaletler yetiştirdikleri hayvanlarla ün yapmışlardı.
Nitekim Kişş şehrinde, Maveraünnehir’in en dayanıklı, makbul ve aranılan
katırları yetiştirilirdi[1451]. Bunlar, Horasan’ın çeşitli yerlerine ihraç edilirdi.
Maveraünnehir’in çeşitli yerlerinde yetiştirilen atlar İslam dünyasında haklı
bir üne sahipti. Otlaklarındaki otların hayvanların içinde kaybolacağı kadar
bol ve uzun olan[1452] Çağaniyan’da küçük atlar yetiştiriliyordu[1453].
Huttel’de yetiştirilen atlar, İslam dünyasının her tarafına ihraç
edilmekteydi[1454]. Atların dışında Huttel’de bol miktarda sürü hayvanı
yetiştiriliyordu. Semerkand ve Fergana’da da cins atlar yetiştirilmekteydi.
“Şen” adı verilen bu atlara kan terleyen atlar deniyor ve kutsiyetlerine
inanılıyordu[1455]. Devletin Horasan tarafında yer alan Cüzcan ve
Toharistan’da bol miktarda at yetiştiriliyordu[1456].
Ceyhun nehrinin yukarı mecrasında yer alan Vahş’da buraya nispeten
Vahşî olarak isimlendirilen koyunlar yetiştiriliyordu[1457]. Fergana ve Şaş
eyaletlerinde de bol miktarda küçük baş ve büyük baş hayvan sürüleri
mevcuttu[1458].
Ceyhun nehri kıyısındaki Ahsisek şehri etrafındaki otlaklarda deve ve
koyun sürüleri yetiştiriliyordu[1459]. Harizm eyaleti de koyun sürüleri
bakımından oldukça zengindi[1460].
Cüzcan’da oldukça bol miktarda büyük ve küçük baş hayvan sürüleri
bulunuyordu[1461]. Serahs civarında yetiştirilmekte olan develer şehir halkının
en büyük zenginlik kaynaklarından biri sayılmaktaydı[1462].
Binek hayvanları, büyük ve küçük baş hayvanların yanı sıra Sâmânî
toprakları dahilinde balıkçılık da önemli bir geçim kaynağı idi. Ceyhun ve
Seyhun nehirleri ile bunlara bağlı kanallardan sulama faaliyetlerinin dışında
balıkçılık alanında da faydalanılırdı. Özellikle Harizm eyaleti bu bakımdan
oldukça zengindi. Ceyhun nehrinin Aral Gölü’ne döküldüğü Halican adı
verilen yerde balıkçılık ile uğraşan kişilerin kulübeleri yer alırdı[1463]. Aral
Gölü balık türleri açısından son derece zengin bir yapıya sahipti[1464].
D) Sanayi ve Ticaret
Sâmânîler Devleti tarihine yön veren en önemli unsurlardan biri hiç
şüphesiz bu devletin hakim olduğu coğrafyanın ticaret yolları üzerinde yer
almasıdır. Bu özellik devletin yükseliş ve ihtişamında, ordunun istihdamında
ne derece olumlu etkisi olmuşsa, kısa sürede güçten düşüp, yıkılmasında da
aynı derecede etkili olmuştur. Zira, ticaret yolları üzerindeki bu hakimiyet
Sâmânîlere önemli bir siyasî itibar sağlamaktaydı. Ticaretten elde edilen gelir
ve buradan alınan vergiler devlet ekonomisi için çok önemliydi. Gayri
müslim Türk ülkelerinden getirilen kölelerinin İslam ülkelerine dağıtımı
ağırlıklı olarak Sâmânî toprakları üzerinden gerçekleşmekteydi. Hatta,
Sâmânîlerin bağımsızlığını kazanmadan önceki dönemlerinde Maveraünnehir
ve Horasan’ın vergisinin bir kısmı Türk kölesi olarak ödeniyordu[1465]. Bu
kölelerin önemli bir kısmı Sâmânî ordusunda istihdam edilmekteydi. Bundan,
yukarıda Askerî Teşkilat bölümünde bahsedildi.
Semerkand, Buhara, Nisabur, Belh, Herat ve Merv gibi Sâmânîler
döneminin önemli önemli şehirleri Ortaçağda doğu ile batıyı birbirine
bağlayan ticaret yollarının ana güzergahları üzerinde yer alıyorlardı. Bu
ticaret yollarından belki de en önemlisi Çin’in ipeğini ve diğer ticarî
ürünlerini batıya sevk eden ünlü İpek yolu idi[1466]. Çeşitli alternatif ve tali
yolları bulunan İpek yolunun bizim konumuz içinde kalan kısmı Abbasîlerin
merkezi Bağdat yoluyla Antakya ve Sûr limanlarına bağlanan bu yol doğuya
doğru Hemedan, Rey, Damgan, Nisabur, Merv, Amul, Buhara Semerkand
üzerinden Zamin’e ulaşıyor ve burada biri Fergana diğeri Şaş yönüne olmak
üzere iki kola ayrılıyordu. Fergana yönünde devam eden yol Ahsiket ve
Özkend şehirlerine uğradıktan sonra Doğu Türkistan’a giriyor ve Çin’e doğru
devam ediyordu. Şaş’a giden yol ise İsficâb ve Talas üzerinden Çin’e
uzanıyordu. İki yol Tung Huang’da birleşerek Çin’in merkezine ulaşıyordu.
Kuzeyde, Don nehrinin denize döküldüğü yerden başlayarak Sibirya’nın
güneyindeki topraklar boyunca devam eden İpek Yolu’nun diğer bir kolu ise,
İran’a girmeden yeniden kuzeye yönelerek güney Sibirya üzerinden Tarım
Havzasına ulaşıyordu. Buradan, Çin’e doğru devam ediyordu. Bu yol Kürk
Yolu olarak da bilinmekteydi[1467]. Yine, Tibet miski ve Hindistan baharatını
Kabul, Gazne ve Herat üzerinden İslam dünyasının içlerine ulaştıran başka
bir yol daha mevcuttu. Diğer taraftan Ceyhun ve Seyhun nehirleri ile
buralardan suyunu alan bazı kanallarda gemiler işlerdi. Bu da, ticaret akışını
ve ulaşımı kolaylaştırıcı bir etkendi.
Yukarıda saydığımız bu ticaret yollarının üzerinde belli mesafelerde rıbatlar
(kervansaraylar) inşa edilmişti. Rıbatlar, askerî amaçlar için kullanılmasının
yanında ticarî bakımdan da çok büyük bir öneme sahipti. Buralarda
konaklayan kervancılar, hayvanları ve kendilerinin ihtiyaçlarını karşılayıp
dinlenme imkanı bulurlardı. Kervansaraylar aynı zamanda birer alışveriş
merkezi durumundaydı. İpek Yolu’nun tamamını geçerek Çin’e giden
kervanlara çok nadir rastlanıyordu. Kervancılar, daha çok bu
kervansaraylarda alış-veriş yapmayı tercih ederlerdi[1468]. Diğer yandan
ticaret yollarının ana güzergahı üzerinde yer alan, büyüklük ve zenginliklerini
buna borçlu olan Semerkand, Merv, Nisabur gibi merkezlerde, şehrin bir
ucundan diğerine kadar ulaşan büyük çarşılar mevcuttu. Bu çarşılarda
dükkanların yanında gelen tüccarların konaklamaları için hanlar ve oteller yer
alırdı. Örneğin, Nisabur’da Murabba’a’tü’l-kebire ve Murabb’a’tü’l-sağire
adlı iki büyük pazar yeri vardı. Başlıca dükkanların ve tüccarların
konakladığı otellerin bulunduğu 50 kadar sokak şehri düz bir çizgi halinde
geçerken, birbirlerini de dik olarak kesiyorlardı. Buradaki dükkanlarda her
çeşit mal satılırdı[1469]. Yine Semerkand’da çok büyük çarşılar mevcuttu[1470].
Bu şehirlerinin yanında Büst, Gazne, Kabul gibi ticaret yolları üzerinde
bulunan şehirler birer ticarî iskele durumundaydılar[1471].
Ayrıca, bölgenin diğer şehir ve kasabalarında da alış-verişler için panayır
yerleri kurulurdu. Buralarda yapılan ticaretin hacmi çok büyük meblağlara
ulaşmaktaydı. Kurulan bu panayırların en önemlilerinden biri de Buhara’ya
bağlı Tavavis’de kurulan panayırdı. Yılın belli zamanlarında kurulan
panayıra Horasan ve Maveraünnehir’in çeşitli yerlerinden tüccarlar gelirdi.
Bunların sayısı 10.000’i bulurdu[1472]. Fergana’ya bağlı Mersümende’de her
ayın başında kurulan panayır da çeşitli bölgelerden gelen tacirlerin ilgisini
çekmekteydi[1473]. Yine İsficâb’a bağlı Dih-i Nuciket denilen yerde bahar
günlerinde üç ay süreyle kurulan panayırda çok ucuza et bulmak mümkündü.
Burada etin 5 menni[1474] 1 dirheme satılırdı[1475].
Ticarî faaliyetler konusunda Harizmliler, Sâmânîler Devleti tebası içinde
belirgin bir şekilde ön plana çıkmaktaydı. İbn Havkal’ın deyimiyle “bu
bölgenin ahalisi bütün Horasan halkı arasında en çok sefer yapan ve etrafa en
çok dağılanlarıydı. Horasan’ın her büyük şehrinde Harizmlilerden oluşan bir
koloni bulunurdu”[1476]. el-Makdisî de, Harizm’i ticaret erbabı için kazançlı
bir yer olarak tasvir etmektedir[1477]. Gayri müslim Türk ülkeleriyle yapılan
ticaret daha çok Harizmlilerin eliyle yürütülmekteydi[1478]. İtil Bulgar
Devleti’nin toprakları üzerinden, Rusya, Orta ve Kuzey Avrupa’ya ulaşan
ticaret yolu üzerinde de Harizmli tüccarların etkin olduğunu görmekteyiz.
Ruslar ve Kuzey Avrupalı tüccarlar ile ticarî ilişkilerde İtil Bulgar Devleti’nin
merkezi olan Bulgar şehri büyük bir öneme sahipti. Kuzeyden gelen tacirlerle
müslüman tacirler buradaki pazarlara gelerek ticarî alış-verişi
gerçekleştirirlerdi[1479]. Kuzeyli tacirler İtil Nehri ve Hazar Denizi vasıtasıyla
da Harizm ve diğer İslam topraklarıyla ticarî ilişkilerini sürdürüyorlardı.
Ancak, bu irtibatın zaman zaman ticaretin dışına taştığını da
görmekteyiz[1480].
Ceyhun Nehri kıyısındaki Beykend şehri ahalisi de usta tüccarlar olarak
biliniyorlardı. Şehir halkının hemen hepsi ticaretle uğraşırlardı[1481]. Bunlar,
Çin ve diğer bölgelere kervan seferleri düzenliyorlardı. Ticaretten elde
ettikleri kazanç sayesinde oldukça zengin bir hayat sürdürmekteydiler. Devlet
merkezi olma özelliğini Buhara’ya kaptırmasına rağmen Semerkand şehri
ticarî önemini daima muhafaza etmiştir.
Sâmânî sınırları dahilinde üretimi ve ticareti yapılan ürünlere bakıldığında
bunların oldukça çeşitlilik arz ettiği görülmektedir. Bu ürünlerin bir
bölümünden yukarıda tarım ve hayvancılık bölümünde bahsedildi.
Sâmânî toprakları dahilinde yapılan ticarette ilk sırayı ise köle ticareti
alıyordu. Çeşitli bölgelerden getirilen köleleri satın alarak askerî alanda
istihdam etmek Abbasîlerle birlikte, İslam dünyasında yaygın bir uygulama
haline gelmişti. Gulâm (memluk) adı verilen bu kölelerin yetiştirilmelerinden
yukarıda askerî teşkilat kısmında bahsedildi. İslam dünyasına yapılan köle
sevkiyatı ağırlıklı olarak Sudan (Zenci köleler), Orta ve Kuzey Avrupa
(Sakalibe), gayri müslim Türk toprakları ve Hindistan’dan gerçekleşiyordu.
Bunlardan Sudan hariç yapılan bütün sevkiyat Sâmânî toprakları üzerinden
yapılıyordu.
Kuzeyden yapılan köle ticareti iki ayrı güzergah takip ediyordu. Bunlardan
ilki Hazar topraklarından geçiyordu. İkinci yol ise, Volga (İtil) ve Kama
nehirlerinin mecralarını izleyerek Bulgar ülkesinden geçiyor ve Harizm’den
Sâmânî topraklarına giriyordu[1482]. Türk ve Hintli kölelerde Sâmânî
toprakları üzerinden batıya gönderiliyordu. Bunların geçişleri sırasında alınan
vergiler önemli bir gelir kaynağıydı. Yukarıda bahsettiğimiz gibi bazı köleler
de Sâmânî ordusunda istihdam ediliyordu. Sâmânîler Devleti’nin tarihine
damgasını vuran önemli şahsiyetlerden Horasan valisi Alp-Tegin, Fâik el-
Hassa ve Hâcib Begtüzün bu gulâmlar arasından yetişmişlerdir. İbn Havkal,
Maveraünnehir’in en makbul kölelerinin Semerkand’a yetiştirildiğini
söyler[1483]. Bu konuda bahsedilmesi gereken bir diğer husus ise Maurice
Lombard’ın, Sâmânîler Devleti için yaptığı “bir hadım merkezi ve köleci
devlet” tanımlamasıdır[1484]. Dönemin önemli köle ticaret merkezlerinden biri
olmasına rağmen Sâmânîler için yapılan bu tanımlama mübalağalıdır. Zira
satın alınan kölelerin asker olarak yetiştirilip, kullanılmaları İslam
dünyasında bir gelenek haline gelmişti. Bu yolla yetiştirilen köleler sonraları
devlet kademelerinde çok yüksek mevkilere gelebilmekteydi. Hatta, Abbasî
ordusundaki Türk komutanlar, tam anlamıyla Abbasî halifelerini nüfuzları
altına almışlardı. Sâmânîler Devleti içinde de, I. Abdülmelik dönemi ve
sonrasında gulâm asıllı kumandanlar büyük bir güç ve nüfuz elde etmişlerdi.
Sâmânî topraklarında yapılan ticarette ikinci sırayı tekstil ürünleri alıyordu.
Maveraünnehir ve Horasan’ın çeşitli şehirlerinde yapılan elbise, seccade,
pamuklu kumaş, kilim gibi tekstil ürünleri diğer bölgelere ihraç edilirdi.
Devletin merkezi olan Buhara ve çevresindeki kasabalar imal ettikleri
pamuklu kumaşlarıyla ünlüydü. Buhara’da, Sâmânîlerden önceki dönemde
kurulmuş olan bir dokuma fabrikası mevcuttu. Fabrika Cuma camiinin yanına
inşa edilmişti. Abbasîlerin, Horasan için aldıkları verginin bir kısmı bu
fabrikada üretilen kumaşlarla ödenirdi. Ancak fabrika, Sâmânîler iktidara
gelmeden önce kapatılmıştı[1485]. İmalathanenin kapatılmasının sonrasında
buradaki dokuma ustaları Horasan’a ve diğer bölgelere dağılmışlardı. Bunlar,
gerekli araç ve gereçleri temin ederek daha önceleri hiçbir dokuma atölyesine
sahip olmayan Horasan’da bu mesleğin yayılmasını sağlamışlardır[1486].
Buhara’ya bağlı Zendana kasabası burada dokunan ve Zendecî adı verilen
kumaşları ve elbiseleriyle ünlüydü. Bunlar, Irak, Fars, Kirman, Hindistan ve
diğer bölgelere ihraç edilirdi. Zenginler ve soylular tarafından tercih edilen
bu elbiselerin fiyatları ipekli elbiselerinkiyle eşitti. Bu tür elbiselerin en çok
kırmızı, beyaz ve yeşil renkleri rağbet görmekteydi. Tavavis’de bol miktarda
dokunan yünlü elbiseler de dışarıya ihraç edilmekteydi[1487]. Diğer taraftan,
Buhara X. yy’da halı endüstrisinde İslam dünyasındaki önemli merkezlerden
biri olarak kabul ediliyordu. Şehirde dokunan seccadeler, kaliteli halılar ve el-
fundukiyye denilen kalın örtüler rağbet gören ihraç ürünleri arasındaydı[1488].
Semerkand’a bağlı Veyzar’da kasabanın adına itâfen Veyzariyye denilen
pamuklu kumaşlar dokunuyordu. Bu kumaşlar kassarlanmadan (kumaşı
ağartmadan) giyilirdi. Renkleri sarı olup, ipek gibi incedirler. Oldukça
makbul ve dayanıklı olan Veyzariyye kumaşları Irak, Fars ve başka bölgelere
ihraç edilirdi. Horasan ve Maveraünnehir’de kış mevsimlerinde hükümdar da
dahil olmak üzere vezir, kadı gibi ileri gelenler bu türden bir elbiseyi giymeyi
tercih ederlerdi. Veyzariyye kumaşından yapılmış bir elbiselerin fiyatları 2 ila
20 dinar arasında değişirdi. Irak’da oldukça aranılan bir kumaş olan
Veyzariyye’den yapılmış bir elbiseyi giyenler diğerlerine çalım
satarlardı[1489]. Harizm’de çok miktarda pamuklu ve yünlü elbise imalinin
yanında meleban adı verilen ipek dibaclar ( brokarlar), örtüler, halılar ve
seccadeler dokunmaktaydı[1490]. Çağaniyan ve özellikle buraya bağlı
Darzenci’de çeşitli yünlü elbiseler ve örtüler dokunuyordu[1491].
Devletin Horasan tarafında kalan topraklarının merkezi olan Nisabur ve
çevresi dokumacılık konusunda oldukça zengin bir çeşitliliğe sahipti. Burada
beyaz ve hafif kumaştan elbiseler imal edilirdi. Yine, el-hafiyye, beyne’l-
sevbeyn, el-attabî, el-zeraifî, el-muştî adı verilen elbiseler el-melaham adlı
ipekten mamül elbiseler, el-şahcaniyye sarıkları, el-rahtac, el-tahtac adlı
kaliteli yünlü baş örtüleri, kilim ve seccadeler buranın tekstil ürünleri
arasında ön sırada yer alıyorlardı[1492]. Ayrıca, Nesa ve Ebiverd’de ipekli
elbiseler, Herat’da yüksek kalitede ipekli dibaclar, Merv’de el-melahem adı
verilen ipekli elbiseler imal edilip diğer bölgelere ihraç edilirdi[1493].
İslam coğrafyacılarının Sâmânî toprakları dahilindeki dokumacılık ve
tekstil sanayi ile ilgili verdikleri bilgilerden bazı önemli sonuçlar ortaya
çıkmaktadır. Bunlardan en başta geleni ise, İpek Yolu vasıtasıyla Çin’den
batıya sevk edilen ipek ve ipekli kumaşların artık Horasan’daki Nisabur,
Merv, Herat gibi şehirlerde yapılmaya başlandığıdır. Sâmânîlerden önceki
döneme rastlayan bu gelişme neticesinde Merv şehri ipek böceği
yetiştirilmesi konusunda bir merkez halini almıştır. X. yy.’da diğer şehir
sakinleri ipek böceği yumurtalarını buradan temin ediyorlardı[1494]. Bu
durum, tabiatıyla Çin’den yapılan ipek sevkiyatında bir miktar azalmaya
neden olmuştu. Yine de, Çin ipeğinin, porselen, misk ve diğer ticaret
maddeleriyle birlikte İslam dünyasına ithali, Sâmânîler ve sonrasında da
devam etmiştir.
Köle sevkiyatı, dokuma ve tekstil ürünlerinin yanında daha bir çok ürün ve
madde Sâmânî topraklarından diğer ülkelere ihraç edilmekteydi. Bunun
yanında gayr-i müslim Türk ülkeleriyle, Bulgar havalisinden çeşitli
ürünlerinin ithali yapılıyordu. Türk ülkeleriyle yapılan ticarette İsficâb’a
bağlı Sabran, Taraz, Fergana’nın Özkend şehri, Harizm’deki Karategin Köyü
önemli merkezlerdi. Türkler sulh zamanlarında buralara gelerek
müslümanlarla alış-veriş yaparlardı[1495]. Türklerden özellikle canlı hayvan,
sansar, tilki v.b. hayvan derileri ve keçe alınırdı. Bulgar topraklarından,
Harizm’e çeşitli deriler, sahtiyanlar (bir çeşit deri), kılıçlar, kayın ağacı
kerestesi, fildişi, oklar, balık tutkalı, slav köleler, şahinler, balmumu, amber
v.b. eşyalar getirilirdi[1496]. Türk ülkelerine ise daha çok ipekli ve yünlü
elbiseler, bakır ve demirden eşyalar ve pamuk ihraç edilirdi.
Üretim ve ihracatı yapılan diğer ticarî ürünleri şöyle sıralayabiliriz[1497] ;
Çağaniyan ile Vaşcird arasındaki bölgede samur, sincap, tilki gibi
hayvanların kürkleri elde edilmekteydi. Hadenk ağacı ve hütüvv’den yapılma
eşyalar, av için eğitilmiş doğanlar bu bölgenin önemli ihraç malları arasında
yer alıyordu[1498]. Şaş’da kaliteli keymuthlar, sadaklar, hayvan postları, boya,
şal, kurutulmuş hurma, deri pelerinler, çiğit (yağ), kalitleli oklar üretilip ihraç
ediliyordu.
Belh ve Tirmiz’den sabun, Rabincan’dan kızıl keçeden kışlık şallar,
kurutulmuş hurma, gümüş bardaklar ve kenevir ipler, Semerkand’dan bakır
tepsiler, uzun boyunlu şişeler, üzengi, semer kolanları, gem gibi binicilik
takımları, kağıt, Fergana ve İsficâb’da imal edilen savaş makinaları, kılıçlar
ve zırhlar ihraç edilen ticarî ürünler arasında ön sırada yer alıyordu[1499].
Özellikle Semerkand kağıdı bütün dünyada aranılan bir üründü�.
A) Tefsir İlmi
B) Hadis İlmi
İslam dininin iman ve amel ile ilgili bölümleri Kur’an ve sünnet[1560]
üzerine bina edildiği için hadis ilmi İslam dünyasında daima popüler bir ilim
olmuştur. Çeşitli ilim dallarıyla uğraşan alimler bunun yanında hadis
öğrenmeye önem vermişlerdir. Alimlerin yanısıra devlet adamları ve
hükümdarları da bunlara dahil edebiliriz. Alimlere karşı olan ilgi ve
teveccühlerinin yanında Sâmânî hükümdarları bizzat hadis ilmiyle
uğraşmışlardı. Örneğin, Ahmed b. Esed b. Sâmân, Süfyan b. Uyeyne ve
İsmail b. Aluyye, Yezid b. Harun, Mansur b. Ammar’dan hadis okumuş ve
kendisinden de, oğlu İsmail hadis rivayet etmişti. Yine, Ahmed b. Esed’in
diğer oğlu İshak da, babasından ve Abdullah b. Abdurrahman’dan hadis
rivayet etmiştir. Salih b. Ebi Rümeyh, Abdullah b. Yahya b. Musa ise,
İshak’dan hadis rivayet etmişlerdi. II. Nasr ise, babasından, Salim b. Galib el-
Semerkandî ve ünlü alim Ebû Abdullah Muhammed b. Nasr el-Merverzî’den
hadis dinlemiş, ondan da Sehl b. Şaduye hadis rivayet etmiştir[1561].
IX. yy.’da altın çağını yaşayan hadis çalışmalarında X. yy. içinde bir takım
değişiklikler yapılması gerekli hale gelmişti. Bu nedenle hadis ilmiyle
uğraşan alimler X. yy.’ı mütekaddimin (eski alimler) döneminin sonu,
müteahhirin (yeni alimler) döneminin başlangıcı olarak kabul ederler[1562].
Çünkü, İslam dünyasında yazılmış en kapsamlı ve en güzel altı eser IX. yy.
içinde meydana getirilmişti. “Kutûb el-Sitte” adıyla bilinen bu eserler ;
Buharî (ö.870) ve Müslim’in (ö.875) el-Sahih’leri, Ebû Davud (ö.888), İbn
Mace (ö.886) ve el-Nesaî’nin (ö.915) el-Sünen’leri ile Tirmizî’nin (ö.892)
Camiî’sidir. Dikkati çeken önemli bir noktada bunların hepsinin Sâmânî
sahasında yaşamış olmalarıdır.
Bu büyük kitapların yazılmasıyla birlikte hadisçiler, artık orijinal hadis
kitapları yerine kendilerinden önce yazılmış olan eserlerden özellikle “Kütûb
el-Sitte” den derlemeler, ihtisarlar yapmaya başladılar. Bununla birlikte İbn
Huzeyme (ö.923) ve İbn Hibban (ö.965) tarafından orijinal hadis kitapları da
yazılmıştır.
Ali Osman Koçkuzu, konuyla alakalı kaleme aldığı eserinde[1563] X.
yy.’dan itibaren İslam dünyasındaki hadis çalışmalarının duraklama ve
sonrasında gerileme dönemine girdiğini ve orijinal teliflerin yapılmadığını
yazmaktadır. Ancak, bu görüşe katılmak mümkün değildir. Zira, IX. yy.’da
yazılan altı büyük hadis kitabıyla birlikte hadislerin büyük bölümü bir
külliyat içinde toplanmıştı. Bunların üzerine konulabilecek daha fazla bir şey
yoktu.. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken nokta, X. yy. ile birlikte hadis
çalışmalarının daha çok teknik (usul-i hadis) ve tenkid (el-Cerh ve’l-ta’dil)
konulara kaymasıdır. Böylelikle hadis ilmi daha sağlam bir zemine
oturtulmuştur.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi bu yeni dönemde derlemeler ve ihtisarlardan
başka hadis ve hadisçilerin tenkidine dair “el-Cerh ve’l-ta’dil” kitapları ile
hadis usülüne dair “Usul-i Hadis” kitaplarının yazımına başlandı. Ünlü hadis
alimi el-Hâkim el-Nisaburî’nin Ma’rifetü ulumi’l-hadis adlı kitabı bu türün
ilk ve en önemli örneklerinden biridir. Yine el-İsmailî’nin (ö.982) kaleme
aldığı el-Müstahrec adlı eseriyle yeni bir tasnif türü olan “müstahrec”
çalışmaları başlatılmıştır. Müstahrecler, kendilerinden önce yazılmış olan
hadisleri, çeşitli açılardan güçlendirmek için, yeni bir isnad zinciriyle yeniden
toplandığı kitaplardır[1564]. Bir diğer hadis yazım türü ise müstedreklerdir.
Bunlar, bir hadis müellifinin şartlarına uygun olduğu halde eserine almadığı
hadislerin toplandığı çalışmalardır[1565]. el-Hâkim el-Nisaburî’nin el-
Müstedrek adlı eseri bu türün ilk ve en güzel örneklerindendir.
X. yy.’da hadis çalışmalarına etki eden bir diğer unsur ise medreselerin
ortaya çıkışıdır. Zira, medreselerin açılmasıyla birlikte İslam dünyasındaki
yüksek öğretim faaliyetleri belirli bir düzen ve içine girmeye başlamıştır.
Hadis eğitimi veren medreselerin (dârü’l-sünne) varlığı, hadisçilerin
başvurdukları “seyahat etme” yönteminin yavaş yavaş bir kenera
bırakılmasına neden olmuştur. XI. yy.’da Nizamiyye medreselerinin
açılmasıyla bu durum kesin bir gidişat kazanmıştır. Dolayısıyla X. yy’daki bu
gelişmeyi hadis ve diğer ilimlerin XI. yy.’daki durumları için bir hazırlık ve
geçiş dönemi olarak kabul edebiliriz. Ancak, her şeye rağmen X. yy. boyunca
hadisçiler “seyahat etme” yoluyla hadis öğrenme geleneğini devam
ettirmişlerdir. Buhara, Semerkand, Nisabur, Merv, Belh gibi önemli Sâmânî
şehirleri de hadis öğrenmek için seyahat eden bir çok kişi tarafından ziyaret
edilmiştir. Aynı şekilde Sâmânî topraklarından da diğer büyük İslam
beldelerine hadis öğrenmek için seyahatlar yapılmıştır. Bunlar, dönemin
büyük alimlerinin idaresinde kurulan imla meclisleri[1566] ve ders halkalarına
iştirak ederek hadis öğrenmeye devam etmiştir. Aşağıda Sâmânîler
döneminin önemli hadis alimleri hakkında bilgiler verilecektir.
1) el-Şeybânî el-Nesevî
Ebu’l-Abbas el-Hasan b. Süfyan b. Amir b. Abdüzaziz b. el-Nu’man el-
Şeybânî el-Nesevî. 213/828 senesinde Nesa’da doğdu. Buradaki alimlerden
okuduktan sonra Hicaz, Horasan, Irak ve Mısır’a giderek öğrenimini
sürdürdü. Bu gezileri sırasında çeşitli alimlerden hadis, fıkıh ve edebiyat
konularında dersler aldı. Daha sonra memleketine dönerek eser telifiyle
meşgul oldu. Hadis dersleri verdi. İbn Huzeyme, Ebû Bekr el-İsmailî, İbn
Hibban gibi alimler, ondan hadis dinlediler. el-Nesevî Ramazan 303/Mart-
Nisan 916 tarihinde Nesa’ya bağlı Baluz köyünde vefat etti. Hadis konusunda
sika (güvenilir, sağlam) bir alim olan el-Nesevî özellikle isnad (sebt, sened
zinciri) konusunda büyük bir bilgi birikimine sahipti. Bu nedenle kendisinden
sonra gelen el-Hâkim el-Nisaburî ve İbn Hibban gibi alimler tarafından
hakkında övgü dolu sözler söylenmiştir[1567]. el-Nesevî hadis konusunda
çeşitli eserler yazmıştır. Bunlardan en önemlisi Müsnedü’l-kebir’dir[1568].
Bundan başka hadis ile ilgili el-Câmi‘, el-Mu’cem[1569] ve el-Erba’in[1570]
adlı eserleri bulunmaktadır.
2) İbn Huzeyme
Ebû Bekr Muhammed b. İshak b. Huzeyme b. el-Muğire b. Salih b. Bekr el-
Sülemî el-Nisaburî. Safer 223/Ocak 838 tarihinde Nisabur’da doğdu. Küçük
yaşta hadis dinlemeye başladı. Öyleki, İshak b. Rahuye (ö.238/852-853) ve
Muhammed b. Humeyd’den (ö.248/862-863) hadis dinlemesine rağmen,
küçük olduğu için onlardan rivayet hakkını elde edememiştir[1571]. İbn
Huzeyme, Nisabur’daki alimlerin hadis derslerine iştirak ettikten sonra bu
konudaki bilgisini ilerletmek üzere seyahate çıktı. Rey, Bağdat, Kufe, Basra,
Şam, el-Cezire, Mısır ve Vasıt’a gitti. Buralardaki alimlerden hadis dinledi.
Bu seyahatlerin sonrasında Nisabur’a dönüp eser telifiyle ve ders vermekle
meşgul olduğu anlaşılan İbn Huzeyme 2 Zilkade 311/11 Şubat 924 tarihinde
vefat etti. Bu sırada 98 yaşında idi.
Hadis konusunda çok güvenilir ve bilgili bir alim olarak kabul edilen İbn
Huzeyme’nin 70.000 hadisi ezbere bildiği ifade edilmektedir[1572]. Kendisi
aynı zamanda fıkıh ve kelam konularında da bilgi sahibi bir kimseydi. Bu
konulardaki özelliklerinden ilgili bölümlerde bahsedilecektir. İbn Huzeyme,
hadislerin sağlam ve zayıf oluşlarını inceleyen el-Cerh ve’l-ta’dil konusunda
da uzman bir kişiydi. Sâmânî hükümdarı İsmail b. Ahmed’in Nisabur’da
bulunduğu sırada düzenlediği ilim meclislerine katılmıştı. Bu meclislerden
birinde İsmail b. Ahmed babasından bir hadis rivayet etmişti. Ancak, uzun
zamandan beri bu hadisin doğruluğu şüpheli olarak kabul edilmekteydi. Buna
rağmen mecliste bulunanların hiçbiri hükümdara karşı bir şey
söyleyememişti. Ancak İbn Huzeyme söz alarak bu hadisin hatalı yada tahrif
edilmiş olduğunu söyleyebilmiştir[1573]. Eserlerinin mevcudunun 140’ı
bulduğu belirtilen[1574] İbn Huzeyme’nin başlıca eserleri şunlardır;
el-Sahîh[1575]: İbn Huzeyme kitap ve fıkıh bablarına ayırdığı bu eserine
aldığı hadislerin elde edebildiği bütün senedlerini aktarmış ve yeri geldikçe
raviler hakkında bilgi vermiştir. Eserde bütün hadis ilimleri hakkında bilgi
verilmiş ve bölümlerin başlıklarındaki fıkhî görüşlerine ve hadislerde
görünen ihtilaflarla ilgili çözümler anlatılmıştır. Dörtte biri zamanımıza gelen
eser, Sahîhu İbn Huzeyme adıyla M. Muhammed el-A’zamî tarafından
1975’de Beyrut’ta dört cilt halinde neşredilmiştir[1576]. Kitâbü’l-tevhîd: Eser
hakkında kelam bölümünde bilgi verilecektir.
Müellifin yazdığı diğer eserler aşağıda sıralanacaktır. Ancak, bunların bir
kısmının “câmi‘” türü kitapların muhtevasına uygun düşmesi bakımından el-
Sahîh’den bölümler oldukları, bir kısmının ise müstakil eserler olduğu
belirtilmektedir[1577].
3) el-Serrâc
Ebu’l-Abbas Muhammed b. İshak b. İbrahim b. Mihran b. Abdullah el-
Serrâc el-Nisaburî. Horasan’ın yetiştirdiği en büyük muhaddislerden biri olan
Ebu’l-Abbas el-Serrâc 216/831-832 senesinde Nisabur’da doğdu. Hadis
konusunda İshak b. Rahuye, Ebî Kureyb, Muhammed b. Bekkar gibi ünlü
alimlerden dersler aldı. el-Kütûb el-Sitte müelliflerinden Müslim, el-Buharî
ile Ebû Hatim el-Razî’nin de içlerinde olduğu bir çok alim kendisinden hadis
rivayet etmiştir. el-Serrâc sika bir hadis alimiydi. Öğrencilerinden Ebû Selh
el-Sûlûkî, onun için “adı gibiydi” demiştir[1578]. Uzun bir süre Bağdat’da
oturan el-Serrâc burada hadis dersleri verdi. Daha sonra Nisabur’a döndü.
Kaynaklarda el-Serrâc hakkında verilen kısa hâl tercümelerinde bahsedilen
önemli konulardan biri de, onun muhtesibin görevleri arasında yer aldığını
gördüğümüz insanlar “iyiliğe davet ve kötülükten nehy” görevini yerine
getirmesidir[1579]. Yukarıda ilgili bölümde muhtesibin görevlerini anlatırken,
alimlerin bu görevlere atandığından bahsedilmişti. Ancak, el-Serrâc’ın
muhtesiblik yaptığına dair herhangi bir kayıt yoktur. Şafii mezhebine mensup
olan el-Serrâc ile Nisaburlu hanefîler arasında sürekli bir çekişme mevcuttu.
Ayrıca, zındıklıkla itham ettiği Kerramîlere hadis dersi vermezdi[1580]. el-
Serrâc Rebiülahir 313/Haziran-Temmuz 925 tarihinde 97 yaşında iken
Nisabur’da vefat etti. el-Serrâc’ın hadise dair el-Müsned adlı bir eseri
bulunmaktadır[1581].
4) el-Sübezmunî
Abdullah b. Muhammed b. Yakub b. el-Haris b. el-Halil el-Buharî el-Harisî
el-Üstad el-Sübezmunî. el-Zehebî, onun nisbesini el-Buharî el-Kelâbâzî
olarak vermektedir[1582].
258 Rebiülahir/Şubat-Mart 872 tarihinde doğdu. Hanefî hadis alimlerinden
biri olan el-Sübezmunî ilk olarak Buhara’da hadis dinledikten sonra ilmî
seyahatlere çıktı. Çeşitli alimlerden hadis dinledi. Mutezile görüşünü
benimsemişti. Bir süre Bağdat’da ikamet etti. Burada yazdığı eserleriyle
meşhur oldu. Daha sonra Belh şehrine yerleşti. Şevval 340/Mart 952
tarihinde burada vefat etti[1583]. Kelam konusunda da eserleri bulunan el-
Sübezmunî’nin muhaddisliği konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır.
Ağırlıklı görüş, onun hadis rivayeti konusunda zayıf bir ravi olduğu
şeklindedir. el-Sübezmunî hadise dair Mesnedü Ebû Hanife adlı bir eser
kaleme almıştır[1584]. Ayrıca Ebû Hanife’nin hayatını anlattığı Keşfü’l-asar fi
menakibi Ebû Hanife adlı bir eseri mevcuttur[1585].
5) Ebû Ali el-Nisaburî
Ebû Ali el-Hüseyin b. Ali b. Yezid el-Nisaburî. 277/890 senesinde
Nisabur’da doğdu. Gençliğinde kuyumculuk ile ilgilendi. Daha sonra, ilim
konusundaki yeteneğinin farkına varan bir alimin teşvikiyle 294 senesinden
itibaren hadis öğrenmeye başladı[1586]. Nisabur, Herat, Nesa, Cürcan, Bağdat,
Basra, Medine, Mekke, Vasıt, Ahvaz, İsfahan, Musul, Mısır, Gazze ve
Şam’da bir çok alimden hadis okudu. Bir süre Bağdat’da kaldı (295/907-908
senesinden sonra). Eser telifiyle meşgul oldu. 337/948-949 senesinde
Nisabur’da imlâ meclisi tertip ederek hadis dersleri verdi. el-Hâkim el-
Nisaburî ve Ebû Abdurrahman el-Sülemî de, onun meclislerine iştirak ederek
hadis dinlediler. el-Hâkim el-Nisaburî, Ebû Ali için “yaşadığı dönem içinde
doğudaki en büyük alimlerden biridir” demektedir[1587]. el-Zehebî ise, onu
“İmamü’l-muhaddisi’l-İslam” olarak nitelendirmektedir[1588].15
Cemaziyelevvel 349/13 Temmuz 960[1589] tarihinde Nisabur’da vefat eden
Ebû Ali el-Nisaburî’nin eserleri günümüze ulaşmamıştır.
6) İbn Hibban
Ebû Hatim Muhammed b. Hibban b. Ahmed el-Büstî el-Temimî. 277/890
senesinde Büst şehrinde doğdu. Arapların Temim kabilesine mensuptu. İlk
olarak Büst’deki alimlerden okudu. Bunun ardından başladığı ilmî seyahatleri
sırasında başta Horasan ve Maveraünnehir şehirleri olmak üzere Mısır, Irak,
Hicaz ve Şam’da birçok şehri ziyaret etti. İbn Huzeyme, el-Serrâc, Darekutnî,
Masercisî gibi dönemin ünlü alimlerinden dersler aldı. İlmî gezilerinin
sonunda Sistan’a giden İbn Hibban bir süre burada kaldı. Ancak, kelâm ve
felsefe ile meşgul olduğu gerekçesiyle zındıklıkla itham edilmesi ve hakkında
ölüm emri çıkarılması üzerine Sistan’dan kaçtı. Semerkand’a yerleşti.
330/941-942 senesine kadar Semerkand’a kalan İbn Hibban, kendisi için
şehrin valisi Sâmânîlerden Ebû’l-Muzaffer’in yaptırdığı medresede hadis ve
fıkıh dersleri verdi[1590]. Aynı sırada Semerkand kadılığı görevini de
yürütüyordu. Daha sonra Nisabur’a, oradan da Buhara’ya giderek bazı
alimlerle görüştü. Bunun sonrasında 334 / 949 senesinde yeniden Nisabur’a
döndü. İmlâ meclisleri tertip ederek hadis dersleri verdi. Bir süre Nesa
şehrinde kadılık yaptı. 337/949 senesinde üçüncü defa Nisabur’a geldi.
Kendisine bir hânkâh inşa ettirerek eser telifi ve öğrenci yetiştirmekle meşgul
oldu. el-Hâkim el-Nisaburî de on üç yaşında iken, onun derslerine katılmış ve
müstemliliğini yapmıştır. Nihayetinde memleketi Büst’e dönen İbn Hibban
21 Şevval 354/20 Ekim 965’de burada vefat etti. Evinin yanındaki hadis
medresesine defnedildi[1591].
Çok yönlü bir alim olan İbn Hibban başta hadis ve fıkıh olmak üzere tıp,
nücum, felsefe, kelam, lugat, hitabet ve edebiyat konularında bilgi sahibi bir
kimseydi. Hadis konusunda sika bir alim olarak kabul edilirdi. Özellikle
hadislerin sağlam veya zayıf olmalarını, senedlerini inceleyen el-Cerh ve’l-
ta’dil (hadis tenkidi) konusundaki başarılı çalışmalarıyla tanınmıştır. Hadis
ravilerini tenkid konusunda kimi zaman gösterdiği şiddetli tutum nedeniyle
sonraki tabakat yazarları tarafından eleştirilmiştir[1592]. Onun hadis
konusundaki çalışmalarını şöyle sıralayabiliriz ;
el-Müsnedü’l-sahîh[1593], alışılagelmiş tasnif metodlarından ayrı olarak
emirler, nehiyler, haberler, mubahlar ve peygamberin fiilleri olarak beş
bölüme ayırdığı bu eserinin tamamı günümüze ulaşmamıştır. Eldeki parçalar
ise, Abdülmuhsin el-Yemânî tarafından Medine’de üç cild halinde
neşredilmiştir.
el-Sikat, İbn Hibban alfabetik olarak tertip ettiği bu eserinde hadis ravilerini
tanıtmıştır. Muhammed Abdülreşid tarafından 1977-1983 yılları arasında
Haydarabad’da dokuz cild olarak yayınlanmıştır. Bu eserin parçası
sayılabilecek olan ve sahabenin hâl tercümelerini içeren Târihü’l-sahâbe
ellezîne ruviye anhüm el-ahbar adlı kısım Baran el-Dannavî tarafından
1988’de Beyrut’da yayınlanmıştır[1594].
Ma‘rifetü’l-mecrûhîn mine’l-muhaddisîn ve ‘l-du‘afâ ve’l-metrû-kîn[1595],
el-cerh ve’l-ta’dil tarzında yazılmış olan bu eser, zayıf ve mevzû hadisleri
tanımda önemli bir kaynaktır[1596]. Alfabetik olarak tertip edilmiştir. Çeşitli
baskıları bulunan eser ilk olarak el-Nakşibendî tarafından 1970’de
Haydarabad-Dekkan’da neşredilmiştir. Hadisü’l-akran, ‘İlelü hadisi Mâlik b.
Enes, ‘İlelü hadisi Zührî, Kitâbü mâ inferede bihî ehlü’l-Medine mine’l-
sünen, Füsulü’l-sünen, el-Tenbih ’ale’l-temvih, ‘İlelü menâkibi Ebî Hanife,
sadece Mekkeli ve Horasanlıların rivayet ettikleri hadislere dair beşer cüzlük
iki kitap, aynı şekilde Iraklıların rivayet ettikleri hadislere dair on cüzlük bir
kitap müellifin hadise dair diğer eserleridir[1597].
7) el-Hâkim el-Kebir
Ebû Ahmed Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Nisaburî. 285/898
yılında Nisabur’da doğdu[1598]. Hadis öğrenimine 20 yaşından sonra başladı.
el-Serrac, İbn Huzeyme ve Ahmed b. Muhammed el-Masercisî’nin de
aralarında bulunduğu bir çok alimden hadis okudu. On yedi yıl süren hadis
tahsili sırasında Rey, Taberistan, Şam, Irak, el-Cezire, Hicaz, Taberiyye,
Humus, Harran, Halep ve Horasan’ın şehirlerini dolaştı. 935 senesi civarında
Nisabur’a dönerek ders vermek ve eser telifiyle meşgul olmaya başladı.
333/944 senesinde Sâmânî hükümdarı I. Nuh tarafından Şaş kadılığına tayin
edildi. Sâmânî hükümdarının düzenlediği bir ilim meclisi sırasında hükümdar
huzurda bulunan alimlere Hz. Ebû Bekr ile alakalı bir hadis sormuştu. Orada
bulunan alimlerin sessiz kaldıkları bu soru meclise iştirak edilen el-Hâkim el-
Kebir tarafından cevaplanmıştır. Sâmânî hükümdarı da buna mükafat olarak
el-Hâkim’i Şaş kadılığına tayin etmişti[1599]. Dört sene kadar bu görevde
kalan el-Hâkim el-Kebir daha sonra Tûs kadılığına atandı. Bir süre sonra da
kadılıktan ayrılarak Nisabur’a döndü. Bir daha resmî görev almayarak ilim ve
ibadetle meşgul oldu. Hadis okuttu. Ünlü hadis alimi Ebû Abdullah el-Hâkim
el-Nisaburî de, onun talebelerindendir. el-Hâkim el-Kebir Rebiülevvel
378/Temmuz 988 tarihinde Nisabur’da vefat etti.
el-Hâkim el-Kebir, X.yy. içinde Horasan’da yetişen en ünlü hadis
alimlerinden biridir. Hadis konusunda çok güvenilir bir alimdi. Bu nedenle
el-Hâkim lakabını almış ve talebesi Ebû Abdullah el-Hâkim el-Nisaburî ile
karıştırılmaması için bunun sonuna el-Kebir sıfatı eklenmiştir. Kendisi kirbâs
denilen bir çeşit pamuklu bezin alım satımını yaparak geçimini sağladığı için
el-Kerâbisî nisbesiyle de bilinirdi.
el-Hâkim el-Kebir’in en ünlü eseri el-Esmâ‘ ve’l-künâ[1600]’dır. Eserde
2096 hadis ravisinin biyografileri verilmektedir. Yarı alfabetik bir düzene
sahip olan eserin baş tarafı kayıptır. Bu nedenle de metodu hakkında kesin bir
hükme varmak mümkün değildir. Burada hadis ravilerinin hal tercümeleri
verilirken zaman zaman onların naklettikleri hadislerin sağlam yada zayıf
oldukları konusunda tenkidini yapmıştır. Daha sonra Eyyübîler devri
alimlerinden Abdülganî el-Makdisî el-Cemmaîlî (ö.600/1203) eseri Telhisü’l-
künâ adıyla özetlemiştir. Eserin tam neşrî Yusuf b. Muhammed el-Duhayl
tarafından 1994 senesinde Medine’de yapılmıştır. Bu neşir dört ciltten
oluşmaktadır[1601].
el-Hâkim el-Kebir’in diğer eserlerini şöyle sıralayabiliriz; Şi‘âru ashabi’l-
hadis Subhi el-Sâmerraî tarafından Kuveyt’de, Abdülaziz b. Muhammed el-
Sedhan tarafından 1405 senesinde Beyrut’da neşredilmiştir. Avâli’l-İmâm
Mâlik, Muhammed Şâzilî tarafından 1406’da Tunus’da yayınlanmıştır. el-
Fevâ’id, bu eserin sadece on ve on birinci cüzleri mevcuttur. el-‘İlel, el-
Muharrec ‘alâ muhtasari’l-Müzenî, el-Şüyûh ve’l-ebvâb[1602], el-Şürût,
Tesmiyetü du‘afâ’i’l-muhaddisin, el-Emâlî, el-Eş‘arü’l-muhtâretü’l-sahîha
minhâ ve’l-mu‘âre[1603]. el-Hâkim el-Kebir’in bunlardan başka Buharî,
Müslim ve Tirmizî’nin Sâhih’leri üzerine müstahrec türü birer çalışması
vardır[1604].
8) el-Usmî
Ebû Abdullah Muhammed b. el-Abbas b. Ahmed b. Muhammed b. Usm el-
Dabbî el-Herevî el-Usmî, 294/906-907 senesinde Herat’da doğdu. İlk
öğrenimini Herat’da tamamladı. Daha sonra, onun Nisabur, Rey ve el-
Cezire’deki alimlerden hadis dersleri aldığını görmekteyiz. Bunların
sonrasında Bağdat’da bir süre fıkıh dersleri verdi[1605]. Daha sonra Nisabur’a
yerleşti. el-Usmî’nin ilmî konulardaki şöhreti nedeniyle Sâmânî hükümdarı,
kendisine Dîvân el-Resâil’in başına getirmek istemişti. Ancak el-Usmî, bunu
reddetmiş, vezir Ebû Cafer el-Utbî de, onun ilmî çalışmalarından ayrılmaması
gerektiğini belirtmişti. Böylece, el-Usmî bu göreve atanmadı. Nisabur’da
kalarak ilmî çalışmalarına devam eden el-Usmî 1 Safer 378/11 Mayıs 989
tarihinde vefat etti. Onun hadise dair el-Müstahrec ala Sahih-i Buharî adlı bir
eseri mevcuttur[1606]
9) el-Hattâbî :
Ebû Süleyman Ahmed b. Muhammed b. İbrahim b. Hattâb el-Hattâbî el-
Büstî, Receb 319/Ağustos 936 tarihinde Büst şehrinde doğdu. Muhtemelen
Türk asıllı bir aileden geliyordu[1607]. Onun, Hz. Ömer’in kardeşi Zeyd b.
Hattâb’ın soyundan geldiği[1608] konusundaki rivayetler doğru değildir[1609].
Büst’deki ilk öğrenimini tamamladıktan sonra Mekke, Nisabur, Basra,
Bağdat şehirlerini gezdi. Buralarda, dönemin büyük alimlerinden istifade
etmek imkanını buldu.
Ebû Bekr el-Kaffâl el-Şaşî ve Ebû Ali b. Ebî Hüreyre’den fıkıh, Ebû Said
el-A’rabî ve İsmail el-Saffar’dan hadis dersleri aldı. Daha sonra Nisabur’a
yerleşerek 359/970 senesine kadar hadis okuttu. el-Hâkim el-Nisaburî de,
onun derslerine iştirak etti. Nisabur’dan ayrılmasının ardından Buhara başta
olmak üzere Gazne, Fars, Sistan’a gitti. Nihayetinde 16 Rebiülahir 388/17
Nisan 998 tarihinde Büst’de Hilmend nehri kıyısındaki bir rıbatta vefat
etti[1610].
el-Hattâbî, hadisleri ilk olarak “sahih”, “hasen”, “zayıf” olmak üzere üçlü
bir ayrıma tabi tutan ve sahih hadisin ilk ayrıntılı tarifini yapan muhaddistir.
Ayrıca, hadis tenkidini, isnad zincirinden çok metin üzerinde
yoğunlaştırmıştı[1611]. Yine, hadis ilmiyle ilgilenenlerin hadislerin mana ve
hükümlerini tam olarak anlayabilmelerini temin etmek maksadıyla Buharî ve
Ebû Davud’un eserlerini ilk olarak şerh eden kişidir[1612].
el-Hattâbî muhaddisliğinin yanında fıkıh ve lugat konularında da usta bir
alimdi. Onun eserlerini şöyle sıralayabiliriz ;
Garibü’l-Hadis[1613]: Bu eserini Nisabur’daki ikameti sırasında yazmıştır.
Ebû Ubeyd Kasım b. Sellam ve İbn Kuteybe’nin aynı adlı eserlerine
almadıkları yada kendisinin bu iki muhaddisin yaptığı izahlarına katılmadığı
garip kelimleri açıklamak üzere kaleme alınmıştır. Eser, A. İbrahim el-
Azbâvî ve Abdülkayyum Abdürabbinnebi tarafından 1982-83 yılları arasında
Dımaşk’da üç cilt halinde neşredilmiştir[1614].
İslâhu galati’l-muhaddisin[1615]; Burada hadisçiler tarafından yanlış rivayet
edilmiş 140 kelimenin açıklamaları yapılmıştır. Eser ilk olarak Burhaneddin
el-Dağıstanî tarafından 1936 yılında Kahire’de yayınlanmıştır.
Me‘âlimü’l-Sünen[1616]; Ebû Davud’un el-Sünen adlı eserinin şerhidir. İki
cild olarak tertip edilen bu eser günümüze ulaşmış olup çeşitli baskıları
mevcuttur.
A‘lâmü’l-hadis fi şerhi Sahihü’l-Buharî�; Buharî’nin el-Sahih adlı
kitabının şerhidir. Eser, Muhammed b. Sa’d b. Abdurrahman Âl-i Saûd
tarafından Mekke’de dört cilt olarak yayınlanmıştır.
Tefsir sahasındaki Beyânü i‘câzi’l-Kur’ân[1617], Kitâbü şe’ni’l-du‘a’ ,
Kitâbü’l-‘Uzle, Ma‘rifetü’l-sünen ve’l-âsâr[1618], tıp konusundaki el-Tıbbü’l-
Nebevî, delail kitapları tarzında kaleme aldığı Delâ’ilü’l-nübüvve, Mes’ele fi
İbni’l-Seyyad, fıkıh konusundaki Tefsirü’l-lugat elleti fi Muhtasari’l-Müzenî,
kelamcıların aleyhine yazdığı Kitâbü’l-Gunye ‘ani’l-kelâm ve ehlih, Kitâbü
Şi‘ârü’ldin fi usûli’l-din, Kitâbü’l-Sirâc, Kitâbü’l-Sihâh, Kitâbü’l-Necâh,
Şerhü’l-ediyeti’l-mâ’sure[1619], Şerhü’l-Esmai’l-Hüsna[1620]müellifin diğer
eserleridir. Ayrıca, Kitâbü’l-Arûs ve Kitâbü’l-Cihâd adlı eserler de Hattâbî’ye
nisbet edilmektedir[1621].
9) el-Kelâbâzî
Ebû Nasr Ahmed b. Muhammed b. el-Hüseyin el-Buharî. 323/935
senesinde Buhara’da doğdu. İlk olarak buradaki bu şehirdeki dersler aldı.
Daha sonra Irak ve Horasan şehirlerini gezerek buralardaki alimlerden okudu.
İlmî seyahatlerinin sonrasında Buhara’ya yerleşti. Cemaziyelahir 398/Şubat-
Mart 1008 tarihindeki ölümüne kadar eser telifi ve öğrenci yetiştirmekle
meşgul oldu. Kelâbâzî yaşadığı dönem içinde Maveraünnehir’deki en bilgili
muhaddislerden biri olarak kabul ediliyordu[1622]. Yine, Buharî’nin el-Sâhih
adlı eserini en iyi bilen muhaddis idi[1623]. Kelâbâzî’nin hadis konusunda
kaleme aldığı eserleri[1624]; el-Kelâm alâ ricali’l-Buharî ve el-Hidâye ve’l-
irşâd fî ma‘rifeti ehli sika ve’l-sedâd ellezîne ahrece lehüm el-Buharî fî
Câ’mi‘ih ’dır. Müellif burada Buharî’nin eserindeki 1525 ravinin kısa hal
tercümelerini vermiştir. Eser alfabetik düzende yazılmıştır. 1987 yılında
Beyrut’da Abdullah el-Leysî tarafından neşredilmiştir.
10) el-Hâkim el-Nisaburî
Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. Hamdûye b.
Nuaym b. el-Hakem el-Dabbî el-Beyyî el-Nisaburî, 3 Rebiülevvel 321/3 Mart
933 tarihinde Nisabur’da doğdu. Daha üç yaşında iken babasından ve
amcasından ilim öğrenmeye başladı. Dokuz yaşına geldiğinde ilk hadis
derslerine iştirak etti. On üç yaşında iken dönemin ünlü alimlerinden İbn
Hibban’ın müstemlîliğini yaptı[1625]. Yirmi yaşına kadar eğitimini Nisabur’da
sürdürdü. Daha sonra eğitimini devam ettirmek için Irak’a gitti. Burada ve
ziyaret ettiği Hicaz ve Horasan şehirlerinde, Bağdat ve Rey’de çeşitli
alimlerden hadis, kıraat ve tefsir dersleri aldı. Bağdat ve Rey’de imlâ
meclisleri düzenleyerek hadis okuttu. Bu gezileri sırasında el-Hâkim el-
Nisaburî 2000’e yakın alimden faydalanmış ve sadece Nisabur’da 1000
kişiden hadis dinlemişti[1626]. Bunlar arasında hadis konusunda el-Hâkim el-
Kebir, İbnü’l-Ahrem, Ebû Ali el-Nisaburî, fıkıh konusunda Ebû Ali b. Ebî
Hüreyre ve Ebû Sehl el-Sûlûkî gibi alimlerde bulunmaktadır. Nisabur’a
dönüşünün sonrasında eser telifi ve öğrenci yetiştirmakle meşgul olan el-
Hâkim el-Nisaburî aynı zamanda devlet kademelerinde de görev almış, Nesa
ve Nisabur’da kadılık yapmıştı. Nisabur kadılığı yaptığı için “el-Hâkim”
ünvanını almıştır. Diğer taraftan, Sâmânîler adına Büveyhîlere elçi olarak
gitmiş ve bu görevini de başarıyla yerine getirmişti[1627]. el-Hâkim el-
Nisaburî 3 Safer 405/3 Ağustos 1014 tarihinde Nisabur’da vefat etmişti.
el-Hâkim el-Nisaburî, hadis konusunda döneminin en ileri gelen
hafızlarından biri olup Şeyhü’l-muhaddisin (hadisçilerin hocası) olarak
bilinirdi[1628]. Çağdaşı olan alimler dahi, onun bu konudaki bilgisini
kabullenmişler ve yaşadığı dönemde kendisine denk bir kimsenin olmadığını
belirtmişlerdir[1629]. Yukarıda belirttiğimiz gibi 2000’e yakın alimden
faydalanmış olan el-Hâkim el-Nisaburî arkasında bir çok eser bırakmıştır.
Bunları şöyle sıralayabiliriz ;
el-Müstedrek[1630]; Bu eserde Buharî ve Müslim’in Sahih’lerine almadıkları
hadisler derlenmiştir. 8803 hadis bulunan bu eserde bazı zayıf hadisler yer
almaktadır. el-Hâkim el-Nisaburî, burada yer alan Hz. Ali’nin faziletine dair
bir hadis nedeniyle şiilikle itham edilmiştir. Ancak, bu ithamlar doğru
değildir[1631]. Şafiî alimlerinin hal tercümelerini anlatan eserlerde ona yer
verilmiş olmasından hareketle şafiî mezhebine mensup olması daha gerçekçi
görünmektedir. Ayrıca, İmam Şafiî’nin faziletlerine dair bir eser kaleme
aldığı da unutulmamalıdır. el-Müstedrek dört cilt olarak 1334-1342 yıllarında
Haydarabad’da, Mustafa Abdülkadir Ata tarafından yine dört cild olarak
1441/1990 yılında Beyrut’da neşredilmiştir[1632].
Ma‘rifetü’l-ulumi’l-hadis[1633]; Eserde, usul-i hadis’e dair konular elli
bölüm halinde ele alınarak senedleriyle birlikte anlatılmıştır. Eser, Seyyid
Muazzam Hüseyin tarafından 1937 ve 1997 yıllarında Kahire ve Medine’de
iki defa neşredilmiştir[1634].
el-Medhal ilâ ma‘rifeti’l-sahih (el-Medhal ilâ ilmi’l-sahih)[1635]; Eser,
Sâmânîlerin Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî’nin isteği üzerine kaleme
alınmıştır. Müellifin diğer eserleri ise şunlardır ;
Su’âlâtü’l-Hâkim el-Nisaburî li’l-Dârekutnî fi’l-cerh ve’l-ta‘dil 1984’de
Riyad’da neşredilmiştir. Su’âlâtü Mes‘ûd b. Alî el-Siczî ma‘a es’ileti’l-
Bağdâdiyyîn ‘an ahvâli’l-ruvât 1988’de Beyrut’da neşredilmiştir. el-Fevâ‘id,
Cüz’, Kitâbü’l-‘iklil, el-Du‘afâ’, el-Emâlî, Fezâ’ilü Fatıma, Fezâ’ilü’l-Şafi‘î,
Hasâ’isü’l-‘aşere, İlelü’l-hadis, Kitâbü’l-du‘â’, Kitâbü’l-Erba‘in, Kitâbü’l-
Künâ, Maktelü’l-Hüseyin, el-Ma‘rife fi zikri’l-muhadramîn, Mu‘cemü
şüyuhi’l-Hâkim, Müzekki’l-ahbâr, Salâtü’l-duhâ, Terâcimü’l-müsned ‘alâ
şarti’l-sahihayn, el-Tabakât el-Hâkim el-Nisaburî’nin kaleme aldığı diğer
eserlerdir[1636]. Yine el-Hâkim el-Nisaburî’nin kaleme aldığı Târih-i Nisabur
adlı eserinden tarih kısmında bahsedilecektir.
C) Fıkıh İlmi
Hadis ilminde olduğu gibi fıkıh konusunda da X. yy içinde bir takım
değişiklikler meydana geldiği görülmektedir. Bunlardan belki de en önemlisi
mezheplerin ortaya çıkıp yerleşmesi sonucu ictihad konusunda yaşanan
gerilemedir. Bu dönemin öncesine bakıldığında ictihad, bu ilimle uğraşan
alimler için en önemli konulardan biri ve farz-ı kifaye derecesinde bir ibadet
olarak kabul ediliyordu. Ancak, X. yy. ile birlikte ictihada karşı bir hareket
başlamış, ictihadı terk etmeyen alimler eziyete uğramışlardır. Bu nedenle X.
yy.’dan itibaren “mutlak müstakil ictihad” nadir hale gelmiş, sonra ise
tamamen birkaç yüzyıl terkedilmiştir[1637]. Bunun bir diğer yansıması
kadıların artık mezheplere göre hüküm vermesi olmuştur. Diğer taraftan fıkıh
ilmine bağlı hilâf, furûk gibi konulardaki ilk eserler bu yüzyıl içinde meydana
getirilmiştir. Bu gelişimde Sâmânîler Devleti coğrafyasında yetişmiş olan
fıkıh alimlerin etkisi büyüktür.
Hilâf (Hilâfiyyat) ise, doğruluğu herkes tarafından bilinmekte olan
önermelere dayalı kıyas metodu olan cedelin fıkhî konulara uyarlanmış hali
ve fıkıh mezhepleri arasındaki ihtilafları konu edinen bir ilimdir[1638]. Hilâf
kendi içinde amaçları bakımından iki gruba ayrılmaktadır. Bunlardan birinci
grubun amacı kendi mezhebini savunmak, diğerinin ise karşı mezhebin
delillerini çürütmektir. Maveraünnehir ve Horasan ulemasının bu konudaki
çalışmaları neticesinde hilaf konusunda Irak ekolünün yanında bir de Horasan
Ekolü ortaya çıkmıştır[1639]. Bu ilmin kurucusu olarak kabul edilen Ebû Zeyd
el-Debûsî (ö.1039) Sâmânîlerin son dönemleri ile Karahanlılar döneminde
yaşamış ve Buhara’da vefat etmiştir. Yukarıda hilâfın, cedel ilminin fıkha
uyarlanmış hali olduğundan bahsetmiştik. Cedel konusunda ilk eser veren
kişi Sâmânîler döneminin ünlü kelam alimi Ebû Mansur el-Maturidî’dir.
Maturidî, Cedel adlı bir eser kaleme almıştır. Yine dönemin ünlü
fakîhlerinden el-Kaffâl el-Şaşî’nin de konuyla ilgili bir eseri mevcuttur.
Fıkhî meselelerin veya kurallarının arasındaki farkları konu alan furûk
hakkındaki ilk örneklerin X. yy.’da yazıldığını görmekteyiz[1640]. Yine,
mezhep imamlarının içtihadları talebeleri tarafından derlenip yazılırken
birbirini tutmayan ve manası hakkında izah gerektiren içtihad ve rey‘lere yer
verilmişti. Daha sonra yazılan eserlerde imama ait görüşlerin arasından
muteber olanları, muteber olmayanlardan ayırmak için yapılan tercih
çalışmaları da bu dönemde başlamıştır. Tercih de, rivayet ve dirayet şeklinde
iki kolu oluşmuştur[1641]. Bu kısa izahattan sonra, aşağıda Sâmânîler devrinde
yaşayan bazı fakîhlerden bahsedilecektir.
1) Ebû Abdullah Muhammed b. Nasr el-Mervezî
202/817-818 senesinde Bağdat’da dünyaya geldi. Adının sonundaki el-
Mervezî nisbesi babasının Mervli olmasından dolayı verilmiştir. Şafiî
mezhebine mensuptur. Bağdat dışında, Rey, Basra, Kufe, Medine şehirleri
ile, Mısır, Şam ve Horasan’daki şehirleri ziyaret ederek buradaki alimlerin
derslerine katıldı. İshak b. Rahuye, Yahya b. Yahya, Muhammed b. Bekkar,
onun ders aldığı alimlerden bazılarıdır. İlmî seyahatlerinin sonrasında Mısır’a
yerleşen Muhammed b. Nasr, 260/873-874 senesinde Nisabur’a geldi.
Kendisi aynı zamanda ticaretle uğraşarak geçimini sağlıyordu. Burada, bir
ortak edinmesinin ardından ticarî işleri bırakarak ilim ve ibadetle meşgul
oldu. 275/888-889 senesinde Semerkand’a giderek bu şehre yerleşti. İbadet
ve ilmî çalışmalarının yanında hadis ve fıkıh konusunda dersler verdi.
Semerkand’da Muharrem 294/Ekim-Kasım 906 tarihinde 92 yaşında vefat
etti[1642].
Muhammed b. Nasr hadis ve fıkıh konularında yaşadığı dönemin en bilgili
kişilerinden biri olarak kabul ediliyordu. Bu nedenle tabakat kitaplarında
kendisine, “şeyhülislam, hafız” gibi ünvanların verildiği görülmektedir[1643].
Ayrıca bu konularda bir ilim denizi olarak tasvir edilmektedir[1644]. Fıkıh
konusunda Mısırlı alimlerin derslerine iştirak etmiş ve Şafii fıkhını onlardan
öğrenmiştir. Fıkıh meselelerindeki bilgisi nedeniyle Nisaburluların sürekli
olarak danıştığı bir kimse olmuştur. Yine fıkıh ilminin bir kolu olan hilâfiyyat
konusunda da döneminin en bilgili alimlerinden biri olarak kabul
edilirdi[1645]. Semerkand’a yerleşmesinin sonrasında, onun gibi büyük bir
alimin şehirlerinde kalmasını arzu eden Semerkand halkı senelik olarak 4.000
dirhem para gönderirlerdi. Aynı meblağ Sâmânî hükümdarı İsmail b. Ahmed
ve Semerkand valisi olan kardeşi İshak tarafından da yollanmaktaydı[1646].
el-Mervezî, fıkhın yanı sıra hadis konusunda da bilgi sahibi bir alimdi.
Hâkim el-Nisaburî, onun için “döneminin en büyük hadis imamlarından
biriydi” tanımlamasını yapmaktadır[1647]. Bu konuda el-Müsned adlı bir eseri
vardır. Kendi ağzından nakledilen bir rivayete göre, hac için Mısır’dan
Mekke’ye yaptığı deniz yolculuğuna çıkmış ve gemisinin batması sebebiyle
hadis konusunda derlediği 1.000 cüz kaybolmuştur[1648]. Muhtemelen
kaybolan bu cüzler, onun el-Müsned’inden parçalar olmalıdır. el-Mervezî’nin
namaz konusuna ayrı bir önem vermiş ve Kıyâmü’l-leyl, Kıyâmü’l-Ramazan,
el-Vitr, Kitâbü tâ’zimi kadri’l-salât, Kitâbü Ra‘fi’l-yedeyn, Kitâbü’l-kırâat
fi’l-salât adlı eserleri yazmıştır[1649]. el-Mervezî, kelam ilmiyle de
uğraşmıştır. Bu konudaki fikirleriyle Mutezile’ye yaklaştığı görülmektedir.
Onun, imanın ve Kur’an kıraâtının mahluk olduğuna dair görüşleri bazı
alimler tarafından kabul görmüş ise de buna şiddetle karşı çıkanlarda
olmuştur[1650].
Muhammed b. Nasr el-Mervezî’nin fıkıh sahasında kaleme aldığı
eserlerinin başında el-Kassame gelmektedir. Bu eser, Sâmânîlerin başlarında
fıkıh konusunda yazılmış en kapsamlı kitaplardan biriydi. Nitekim, “Eğer
Muhammed b. Nasr bundan başka fıkha dair eser yazmamış olsa dahi bu
eserin insanlara fıkıh öğretmek için yeterli olacağı” şeklinde övgüler
almıştır[1651]. Müellifin bundan başka fıkha dair İhtilafü’l-fukaha, Mâ hâlefe
bihî Ebû Hanife Alîyen ve İbn Mes’ud adlı eserleri bulunmaktadır[1652].
2) el-Ayyaşî
Ebu’l-Nadr Muhamed b. Mes’ud b. Muhammed el-Ayyaşî el-Semerkandî
el-Şiî, Arapların Temim kabilesine mensup olduğu söylenen el-Ayyaşî,
Şia’nın İmamiyye koluna mensup idi. Döneminin en ünlü alimlerinden biri
olup, eserleri Maveraünnehir ve Horasan’da herkes tarafından tanınmaktaydı.
Semerkand’da yaşayan el-Ayyaşî, 320/932 senesinde aynı şehirde vefat
etmiştir.
Sâmânîler döneminde Maveraünnehir’deki Şiilerin önde gelen
fakîhlerinden biri olan el-Ayyaşî, 200’ün üzerinde eser yazmıştır. Bunlardan
büyük kısmı fıkıh sahasındadır. Kitâbü’l-akika, Kitâbü’l-mülahim, Kitâbü’l-
nevadır, Kitâbü’l-mi‘yâri’l-ahbâr, Kitâbü’l-Muvazzah, Kitâbü sîreti Ebî
Bekr, onun eserlerinden bazılardır[1653].
3) el-Hâkim el-Şehid
Ebu’l-Fazl Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Mervezî el-Belhî el-
Hâkim el-Şehid, doğum tarihi hakkında kesin bir kayıt yoktur. Ahmed b.
Hanbel’den hadis rivayet ettiğini ileri sürerek 241/855 senesinden önce
doğduğu konusunda fikir ileri sürülmüştür[1654]. Ancak, bu doğru
olmamalıdır[1655]. İlk olarak memleketi Merv’deki alimlerin derslerine devam
etti.
Daha sonra Rey, Nisabur, Bağdat, Mekke, Kahire, Buhara ve Kûfe
şehirlerini gezdi. Çeşitli alimlerden hadis okudu. Öğrenimini tamamladıktan
sonra, Buhara kadılığına getirildi. Adaleti ile ün yaptı. Bu arada kitap
yazmayı ve öğrenci yetiştirmeyi sürdürdü. Dönemin Sâmânî hükümdarı II.
Nasr’ın oğlu Nuh’a (I. Nuh) fıkıh dersleri verdi[1656]. Babasından sonra
devletin başına geçen I. Nuh, onu vezir tayin etmek istedi. el-Hâkim el-Şehid
uzun bir müddet bu isteğe direndi ise de sonunda kabul etmek zorunda kaldı.
Ancak, yeni görevinde ilmî çalışmalarındaki başarısını gösteremedi.
Rebiülahir 334 / Kasım 945’de Merv’de isyan eden askerler tarafından
öldürüldü[1657].
el-Hâkim el-Şehid gerek fıkıh ve gerekse hadis konusundaki bilgisi
nedeniyle, zamanında Maveraünnehir’in en büyük alimlerinden biri olarak
kabul ediliyordu. el-Hâkim el-Nisaburî, metod açısından onu, çağdaşı
fakîhlere oranla hadisçilere daha yakın olduğunu belirtmektedir[1658]. el-
Sem’ânî de, onun hadis konusundaki bilgisini över[1659].
Bununla birlikte el-Hâkim el-Şehid fıkıh konusundaki çalışmalarıyla
tanınmıştır. Onun bu konudaki en önemli çalışması el-Kâfî’[1660] adlı
kitabıdır. Bu kitap, İmam Muhammed’in “Zâhiru’l-rivâye” adıyla bilinen altı
eserinin yeniden düzenlenmesiyle ortaya çıkmıştır. Konular fıkıh bablarına
göre ayrılmıştır. el-Kâfî, hanefî fıkhının temel kaynaklarından biri olarak
kabul edilmektedir. Eserin daha sonraki dönemlerde çeşitli şerhleri
yapılmıştır. Bunlardan en önemlisi el-Serahsî’nin el-Mebsût adıyla yaptığı
şerhtir. Bu şerh 1324-1331 yılları arasında Kahire’de yayınlanmıştır[1661].
Müellifin fıkıh konusundaki ikinci çalışması el-Kâfî’nin başka bir
redaksiyonu mahiyetindeki el-Müntekâ’dır[1662].
4) Ebû Ahmed Muhammed b. Said b. Abdullah b.
Ebi’l-Kadı
Harizmli olan bu alimin doğum tarihi ile ilgili bir kayıt bulunmamaktadır.
Bağdat’da Ebû İshak el-Merverzî ve el-Sayrafî’den fıkıh dersleri aldı.
Öğrenimini tamamladıktan sonra memleketi Harizm’e döndü. İlmî çalışmalar
ve öğrenci yetiştirmekle meşgul oldu. 342/953-954 senesinde hacca gitmek
üzere bir kere daha Harizm’den ayrıldı. Hacdan sonra Bağdat’a yerleşti.
Ancak, Bağdatlıların bu şehirde kalma konusundaki tekliflerini geri çevirerek
Harizm’e döndü. Bir süre sonra burada öldü. Onun ölümüyle ilgili olarak el-
Sübkî tam bir tarih vermemekle birlikte 340’lı (951-961 arası) seneleri işaret
etmektedir[1663]. 342/953-954 senesinde hacca gittiği ve bir süre Bağdat’ta
kaldığı düşünülürse bu tarihin 340’lı senelerin sonlarında olduğu kabul
edilebilir.
Yaşadığı dönemde Harizm’in övünç kaynaklarından biri olarak
nitelendirilen Ebû Ahmed furûk ve usul-i fıkh konularında geniş bilgi sahibi
bir alimdi. Furûk konusunda kaleme aldığı el-Hâvî adlı eserini İbrahim el-
Müzenî’nin el-Câmiu’l-kebir adlı eseri ile Kitâbü’l-red‘ ale’l-muhâlifîn adlı
eseri üzerine bina etmiştir.
Kitâbü’l-hedaye: Ebû Ahmed’in usul-i fıkh konusunda yazdığı eseridir.
Oldukça faydalı ve güzel bir dili olan bu eser çağdaşı ve daha sonraki
alimlerin sıkça kullandıkları bir kitap olmuştur. Kitâb el-Amd adlı eserini ise
Bağdat’taki ikameti sırasında kaleme almıştır[1664].
5) el-Kaffâl el-Kebir
Ebû Bekr Muhammed b. Ali b. İsmail el-Kaffâl el-Şaşî el-Şafiî. 15 Şaban
291 / 2 Temmuz 904 tarihinde Şaş’da doğdu. Kilitçilik yaptığından dolayı el-
Kaffâl lakabıyla bilinirdi. el-Kebir sıfatı ise, diğer bir şafiî fakîhi Ebû Bekr
Abdullah b. Ahmed el-Mervezî el-Kaffâl el-Sağir (ö.417/1026)’den ayırt
edilmesi için verilmiştir. İlk olarak Şaş’daki alimlerin derslerine katılan el-
Kaffâl 309/921 senesinde ilmî seyahatlere başladı. Horasan, Irak, Hicaz ve
Suriye’de çeşitli şehirleri gezdi. İbn Huzeyme, el-Serrâc, Muhammed b. el-
Cerir el-Taberî, Ebu’l-Kasım el-Begavî’nin de aralarında bulunduğu bir çok
alimden hadis dinledi. Bunun yanında fıkıh, tefsir, kelam, şiir ve gramer
konularındaki bilgisini ilerletti. İlmî gezilerinin ardından Şaş’a döndü.
355/965-966’da Bizans’a gaza etmek üzere batıya giden Horasanlı gazilerle
katıldı. Büveyhî topraklarından geçişleri sırasında, onların sözcülüğünü yaptı.
Büveyhî hükümdarı Rüknüddevle ile görüştü. Ancak Gazilerin, Büveyhî
topraklarını yağmalamaları üzerine, Rüknüddevle onlara saldırarak mağlup
etti. Neticede, el-Kaffâl el-Kebir yeniden Şaş’a dönmek zorunda kaldı[1665].
Bundan sonra, eser telifi ve öğrenci yetiştirmekle meşgul oldu. Zilhicce
365/Ağustos 976’da vefat etti[1666].
Maveraünnehir’de yetişmiş olan alimlerin en büyüklerinden bir olarak
kabul edilen el-Kaffâl’ın fıkıh konusunda önemli çalışmaları bulunmaktadır.
Fıkıh usulünü (usul-i fıkh) çok iyi bilirdi[1667]. Aynı zamanda ictihadları
vardır. Nitekim hastanın namazları cem‘ edebileceği, yetişkin bir kimsenin
kendisi için akîka kurbanı kesmesinin müstehap olduğuna dair görüşleri, Şafiî
mezhebinin görüşlerinin dışında yer almaktadır[1668]. Fıkıh konusundaki
çalışmalarını şöyle sıralayabiliriz.
Mehâsinü’l-şerî‘a fî fürûi’l-Şâfi‘iyye[1669]; Eserin biri Topkapı Sarayı
Müzesi Kütüphanesi III. Ahmet Kolleksiyonunda ve Yale University Library
olmak üzere iki nüshası zamanımıza ulaşmıştır. Bu eser şer‘i hükümlerinin
illetlerine ilişkin bir soruya cevap olarak yazılmıştır[1670]. Şerhü risaleti’l-
Şâfiî, el-Kaffâl’in bu eseri sayesinde Şafiî fıkhı Maveraünnehir’de yayılma
imkanı bulmuştur[1671]. Usulü’l-fıkh adlı eseri ise cedel konusunda yazılmış
olan ilk eserdir[1672].
el-Kaffâl el-Kebir, bunların dışında kelam ilmiyle de ilgilenmiştir. Kendisi
önceleri Mu’tezile görüşlerini benimsemişti. Ancak, sonradan bu görüşleri
terk ederek, Eş’ariliği tercih etmiş ve Hasan el-Eş’arî’den kelam dersleri
almıştır. Bu nedenle başta Tefsirü’l-Kur’ân adlı eseri olmak üzere bazı
çalışmalarında Mu’tezilî görüşlerin etkisini görmek mümkündür[1673]. el-
Kaffâl’in, Hz. Peygamberin peygamberlik alametlerine (delillerine) dair
yazdığı Delâ’ilü’l-nübüvve adlı başka bir eseri bulunmaktadır.
6) Ebû Sehl el-Sûlûkî
Ebû Sehl Muhammed b. Süleyman b. Muhammed b. Süleyman b. Harun b.
İsa b. İbrahim b. Bişr el-Sûlûkî el-Şafiî. 296/908-909 senesinde doğdu.
İsfahanlı idi. Dört yaşında iken hadis öğrenmeye başladı. Nisabur’da İbn
Huzeyme, Ahmed b. Masercisî gibi dönemin büyük alimlerinden hadis
dersleri aldı. Ebû İshak el-Mervezî’den fıkıh öğrendi. Genç yaşında Sâmânî
veziri Ebu’l-Fazl Bel’âmî’nin ilim meclislerine katıldı. 321/933 senesinde
Bağdat’a gitti. Daha sonra Basra şehrini ziyaret etti. Bir süre burada ders
verdi. İsfahanlıların kendisini daveti üzerine Basra’dan ayrılarak bu şehre
yerleşti. Nisabur’daki amcasının ölüm haberini alıncaya kadar burada ders
vermekle meşgul oldu. Ancak bu haber üzerine gizlice şehirden ayrılarak
Nisabur’a gitti. Hayatının geri kalan bölümünü burada geçirdi. Eser yazmak
ve ders vermekle meşgul oldu. 15 Zilkade 369/2 Haziran 980 tarihinde
öldü[1674].
Çok yönlü bir alim olan Ebû Sehl el-Sûlûkî fıkıh, hadis, lugat, nahiv, tefsir,
şiir, aruz, kelam ve tasavvuf konularında bilgi sahibi bir alimdi. Bu
özelliğinden dolayı “Bitmez tükenmez bir ilim denizi” olarak tasvir
edilmiştir[1675]. Önceleri Hanefî mezhebinde iken sonraları Şafiî mezhebine
geçmiştir. Ebû Sehl el-Sûlûkî döneminin en büyük fakîhlerinden biriydi.
Nitekim, dönemin bir diğer şafiî fıkıhçısı el-Kaffâl el-Kebir’den daha iyi bir
fakîh olduğu vurgulanmaktadır[1676]. Şafiî fıkhı konusunda Nisabur halkının
daima danıştıkları bir kimse olmuştur. el-Sûlûkî, bu şehirde kaldığı süre
içinde her Çarşamba günü fıkıh dersi için meclis tertip ederdi. Hadis
konusunda da dönemin en büyük alimlerinden biri olan Ebû Sehl el-Sûlûkî,
Nisabur’a dönüşünün sonrasında uzun bir müddet bu konuda ders vermekten
kaçınmıştır. Daha sonra Receb 365/Mart-Nisan tarihinde imlâ meclisleri
tertip ederek hadis okutmaya başlamıştır. Bu konuda el-Fevaid adlı bir eser
kaleme almıştır[1677].
7) Halil b. Ahmed el-Sicezî
Ebû Said Halil b. Ahmed b. Muhammed b. Halil el-Sicezî el-Hanefî.
289/902 senesinde doğdu. Ebu’l-Kasım el-Begavî, İbn Huzeyme, Ebu’l-
Abbas b. Serrâc gibi alimlerden hadis dinledi. Eğitimi sırasında Irak, Şam,
Hicaz ve Horasan bölgelerinde bir çok şehri ziyaret etti. Buralardaki
alimlerden çeşitli konularda dersler aldı. Seyahatlerinin sonrasında
Maveraünnehir’deki bazı şehirlerde kadılık görevinde bulundu. Sonunda
Semerkand kadılığına tayin edildi. Cemaziyelahir 378/Eylül-Ekim 988
tarihinde burada vefat etti[1678]. Onun Fergana’da öldüğüne dair rivayetler de
bulunmaktadır[1679].
Re’ycilerin (akılcıların) ileri gelenlerinden biri olarak kabul edilen[1680] el-
Sicezî nazım ve nesirdeki ustalığıyla ün kazanmıştı. İyi bir vaiz idi. Mezâlim
mahkemesi başkanlığı[1681] görevinde bulunmuştur. Kaynaklar, bu büyük
Hanefî fakîhinin bir çok eseri olduğunu belirtmektedir. Ancak, adab ve vaaz
konularında kaleme aldığı el-Da’vat ve’l-adab ve’l-mevâiz[1682]dışında başka
kitabının adı verilmez.
8) Ebu’l-Leys el-Semerkandî
Ebu’l-Leys Nasr b. Muhammed b. Ahmed b. İbrahim el-Semerkandî el-
Hanefî. Doğum tarihi hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgi yoktur. el-
Semerkandî nisbesinden de anlaşılacağı üzere Semerkand’da doğmuştur.
Çocukluğundan itibaren çok iyi bir eğitim almış ve çeşitli alimlerin
derslerine devam etmiştir. Fıkıh konusunda, Hanefî fıkhını çok iyi
bilmesinden dolayı küçük Ebû Hanife olarak bilinen Ebû Cafer el-
Hinduvanî’den ve Lokman b. Hakim’den dersler almıştır. Tabakat
kitaplarında Ebu’l-Leys el-Semerkandî’nin hocaları dışında hayatıyla ilgili
başka bir kayıt yer almaz. Belki de bunun bir yansıması olarak vefat tarihi ile
alakalı çeşitli görüşler bulunmaktadır. Ağırlıklı görüş ise 11 Cemaziyelahir
393/17 Nisan 1003 tarihinde vefat ettiği şeklindedir[1683]. Bir diğer görüşe
göre, 11 Cemaziyelahir 373/20 Kasım 983 tarihinde vefat etmiştir[1684]. Bazı
kaynaklarda ise, 375/985 senesi de verilmektedir[1685].
Fıkıhtan başka tefsir, hadis ve tasavvuf konularıyla ilgilenen Ebu’l-Leys el-
Semerkandî’nin çalışmaları kendi döneminde ve sonrasında İslam dünyası
içinde büyük ün kazanmış ve bu nedenle kendisine “İmamü’l-hüda” lakabı
verilmiştir[1686]. Ebu’l-Leys el-Semerkandî’nin fıkıh konusunda kaleme
aldığı ve burada tanıtacağımız eserlerinden ilki Uyûnu’l-mesâil fi’l-furû‘
dur[1687]. Bu eser Hanefî fıkhı konusunda yazılmış olup, bu mezhebe mensup
fakîhlerin çeşitli fıkhî konulardaki görüşlerini içerir.
Günümüze kadar ulaşan eser 1960’da Haydarabad’da neşredilmiştir.
Ayrıca, Türkiye’deki kütüphanelerde çeşitli yazma nüshaları bulunmaktadır.
Uyûnu’l-mesâil daha sonraki dönemlerde çeşitli alimlerce üç defa şerh
edilmiştir. Bunlardan Muhammed b. Ömer el-Câvî’nin yazdığı şerhin Kahire
ve Mekke’de baskıları yapılmıştır[1688].
Kitâbü’l-Nevâzil fi’l-furû‘[1689] ; İlk dönem Hanefî fakîhlerinin hakkında
herhangi bir görüş bildirmedikleri meselelerle ilgili olarak bir sonraki
kuşaktan gelen Hanefî alimlerinin buldukları çözümleri ve fetvalarını ihtiva
etmektedir. Konusunda yazılmış ilk örnektir.
Hizânetü’l-fıkh[1690]; Hanefî fıkhının kaide ve hükümlerinin ele alındığı bu
risale zamanımıza ulaşmıştır. Türkiye’deki kütüphanelerde çeşitli yazma
nüshaları mevcuttur. (Köprülü, Atıf Efendi, Yeni cami v.d.)
Şerhü’l-fıkhi’l-ekber[1691]; İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin Fıkhü’l-ekber adlı
eserinin şerhidir.
el-Fetâvâ, Tenbihü’l-gafilin, Te’sisü’l-fıkh, Te’sisü’l-nazar, Muh-telifu’l-
rivâye, el-Nevadirü’l-fıkhiyye, el-Risale fi’l-fıkh fıkıh konusunda yazdığı
diğer eserlerdir. Müellif bunlardan başka akaid, tefsir v.b. konularda çeşitli
kitaplar kaleme almıştır[1692].
9) el-Kaffâl el-Sağir
Ebû Bekr Abdullah b. Ahmed b. Abdullah el-Kaffâl el-Sağir, 327/938-939
senesinde doğdu. Kilitçilik (çilingirlik) yaptığı için el-Kaffâl lakabıyla
bilinirdi. Aynı lakabla anılan Ebû Bekir Muhammed b. Ali el-Kaffâl el-
Kebir’den ayrılması için lakabının sonuna el-Sağir sıfatı eklenmiştir. el-
Kaffâl el-Sağir’in fıkıh ilmiyle olan ilişkisi otuz yaşından sonra başlamıştır.
Ebû Zeyd Muhammed b. Ahmed el-Fâşânî, Ebû Ali el-Hüseyin el-Sincî gibi
alimlerden fıkıh dersleri aldı. Merv, Buhara, Herat ve Beykend’de çeşitli
alimlerden hadis okudu. Horasan’da Şafiîlerin el-Mehdiyye adıyla bilinen
tarikatinin liderliğini yaptı. Cemaziyelahir 417/Temmuz-Ağustos 1026’da
Merv’de doksan yaşında vefat etti[1693].
el-Kaffâl el-Sağir Şafiî fıkhı konusunda döneminin en büyük alimi olarak
kabul edilirdi[1694]. Verdiği fıkıh derslerine katılmak için İslam dünyasının
çeşitli yerlerinden insanlar, ondan okumaya gelirlerdi. el-Kaffâl el-Sağir fıkıh
derslerinin yanı sıra hadis dersleri de verirdi. Onun fıkha dair eserlerini şöyle
sıralayabiliriz ;
el-Fetâvâ�; Eser bazı fıkhî konulara ilişkin sorular ve bunların cevaplarını
içermektedir. Müellif bu eserini katıldığı meclislerde hocasına sorulan sorular
ve bunlara verilen cevaplara kendi görüş ve düşüncelerini de ekleyerek
kaleme almıştır. Eserin belli bir düzeni yoktur. Çeşitli yazma nüshaları
mevcut olup bunlardan biri de Süleymaniye kütüphanesi yer almaktadır[1695].
Şerhü Füru‘i İbn Haddâd el-Mısrî ve Şerhü’l-Telhis fıkıh konusunda yazdığı
diğer eserlerdir.
D) Kelam ilmi
İslam dininin inançla ilgili ilkelerini Kur’an’dan hareketle belirleyen ve bu
ilkeleri aklî yöntemlerle destekleyip savunan kelam ilmi[1696] ana gelişimini
X. yy. içinde tamamlamıştır. Hz. Peygamber’in ölümünden sonra
müslümanlar arasında baş gösteren hilafet problemleri ve diğer siyasî
karışıklıkların ortaya çıkardığı dinî problemler kelam ilminin doğuşunda
etkili olmuştur. Diğer taraftan sınırların genişlemesiyle birlikte çeşitli din ve
kültürlere mensup insanların İslam dinini kabullenmeleri yada İslam
devletinin tebası olarak yaşamaya başlamaları da bir takım kültürel
etkileşimleri kaçınılmaz kılmaktaydı. Bu durum ise, yanıtlanması gereken
bazı problemleri beraberinde getirmişti. Böylece, Emevîler devrinden itibaren
bu devletin resmî akidesi olan Cebriyye[1697], Mürci’e[1698] ve Cehmiyye[1699]
gibi kelam ilk kelam mezhepleri ortaya çıkmış oldu. Cehmiyye, İslam
dünyasında Kur’an’ın yaratılmış olduğunu ve bazı durumlarda aklın,
Kur’an’ın zahirî manasını terketmeyi gerektiren kuvvetli bir bilgi kaynağı
olduğunu kabul eden ilk kelam ekolüdür. Cehmiyye’nin açtığı bu yol Vasıl b.
Ata’nın kurduğu Mu’tezile[1700] tarafından devam ettirilmiş ve Kur’an’ı
yorumlamada aklın ön plana çıkarılması ve Kur’an’ın yaratılmış olduğu
görüşü 850 senesine kadar Abbasîlerin resmî akidesi olmuştur. Bu görüşü
paylaşmayan ve Kur’an’ı yorumlamada Hz. Peygamber’in sünnetini esas alan
kelama muhalif Selefiyye[1701] mensuplarını cezalandırmak üzere mihne
denen baskı hareketi başlamıştır[1702].
X. yy.’a gelindiğinde ise ehli bid’at olarak kabul edilen mutezileye karşı
ehli sünnet görüşünü (ehli sünnet ve’l-cem’a) temsil eden Eş’ariyye ve
Maturidiyye kelam ekolleri (itikadî mezhep) ortaya çıkmıştır. Eski bir
mutezilî olan Ebu’l-Hasan el-Eş’arî (ö.324/935-936), mutezilenin kabul
etmediği Allah’ın sıfatlarını ispat etmiş, peygamberlik ve ahiret konularını da
akaide ilave ederek Eş’ariyye mezhebini kurmuştur[1703].
Bu dönem içinde ortaya çıkan diğer bir ehli sünnet kelam ekolü ise
Maturidiyye’dir. Bu ekol Sâmânîler devri alimlerinden Ebû Mansur el-
Maturidî tarafından kurulmuştur. Kendisi ve eserleri hakkında aşağıda
tafsilatlı bilgi verilecektir. Şafiî mezhebinin kelam ekolü sayılan Eş’ariyye’ye
karşılık Maturidiyye, Hanefî mezhebininin görüşlerini temsil ediyordu.
Maturidiyye de, Eş’ariyye gibi selefiyye ve Mu’tezile arasında bir orta yol
takip etmekle birlikte kelamda daha akılcı bir yöntem geliştirip uygulâmıştır.
Bilgi problemi, isbat-ı vâcib ilahî fiillerin hikmetli oluşu, insanın kendi
fiilerinin faili kılınması, nübüvvetin gerekliliği ve imanın din içindeki önemi
Maturidiyye’nin görüşlerinin temelini oluşturmaktadır. Bu ekolün
sistemleşmesinde büyük rol oynayan alimlerden biri de Ebu’l-Mu‘in el-
Nesefî (ö.508/1114)’dir[1704]. Bu zatın Kitâbü tabsirati’l-edille adlı eseri
Maturidiyye kelamının en önemli eserlerinden biridir[1705]. Eserde Ebû
Mansur el-Maturidî’nin ehl-i bid’at olarak nitelendirilen kelam ekolleri ve
kişilere karşı verdiği cevaplarının yanısıra, müellifinin bu konudaki
görüşlerini içermektedir. Yine, Necmeddin Ebû Hafs el-Nesefî
(ö.537/1142)’nin ‘Aka’id’i ile Ali b. Osman el-Uşî (ö.569/1173)’nin el-
Lamiyye fi’l-tevhid’i, Nureddin el-Sabunî el-Buharî’nin (ö.580/1184)’nin el-
Kitâb el-Bidaye mine’l-kifâye’si bu ekole mensup alimler tarafından kaleme
alınmış önemli çalışmalardandır. Maturidiyye düşüncesi, bu fikri kabullenen
Türkler tarafından Maveraünnehir’den alınarak İran, Irak, Anadolu, Suriye,
Mısır gibi İslam dünyasının çeşitli bölgelerine yayılmıştır[1706].
1) İbn Huzeyme
Hayatı ve eserleri hakkında daha önce hadis bölümünde bilgi verilmişti.
Burada, onun kelam konusunda kaleme aldığı Kitâbü’l-tevhid ve isbâtü
sıfâti’l-rabb[1707]adlı eserinden bahsedilecektir. Koyu bir selefiyye mensubu
olan İbn Huzeyme, başlangıçta kelam ile ilgili konulardan hoşlanmadığı ve
bunları şiddetle tenkid ettiği halde daha sonraları hadis öğrencilerini Mutezile
ve Cehmiyye gibi ehl-i bid’at kabul edilen kelam ekollerinin fikirlerine karşı
korumak amacıyla kelam ile ilgilenmeye başlamıştır. Böylelikle kaleme
aldığı Kitabü’l-tevhid adlı eserinde Allah’ın isim ve sıfatlarının te’vil (sözü
çevirme, başka bir mana vermeye çalışma) ve teşbihe gerek duymaksızın
kendisinin bildirdiği gibi kabul edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca,
Mu’tezile’nin ana prensiplerinden biri olan Kur’an’ın mahluk olduğu
şeklindeki görüşü şiddetle red etmiş ve bunu kabul edenin kafir sayılacağını
söylemiştir. Eser torunu Muhammed b. Fazl’ın kendisinden en son rivayet
ettiği şekliyle günümüze gelmiş ve 1403’de Kahire’de neşredilmiştir[1708].
2) el-Kâ’bî
Ebu’l-Kasım Abdullah b. Ahmed b. Mahmud el-Belhî el-Kâ’bî. 273/886
senesinde Belh’de doğdu. Tahsil hayatının büyük bir bölümünü Bağdat’da
geçirdi. Hüseyin el-Hayyat’dan kelam dersleri aldı. Daha sonra, Taberistan
hakimi Muhammed b. Zeyd’in yanında katip olarak çalıştı. Sâmânîler
Devleti’ne karşı isyan eden Ahmed b. Sehl’in vezirliğini yaptı. Bu görevi
sırasında kısa bir süre Ebû Zeyd el-Belhî ile çalıştı. Ancak, Ahmed b. Sehl’in
yakalanmasının sonrasında bir süre hapis yattı. Abbasî veziri Ali b. İsa’nın
yardımıyla hapisten kurtuldu. Nesef’de Cevbek rıbatında hadis dersleri verdi.
Şaban 319/Ağustos 931 tarihinde Belh’de öldü�.
el-Kâ’bî, Mutezile Kelam Ekolü’nün Horasan ve Maveraün-nehir’deki en
büyük temsilcisidir. Tevhid, alem gibi bazı konularda Iraklı Mutezilî
alimlerinden farklı görüşler ortaya koymuştur. Bununla birlikte Watt, onun
görüşlerinin Bağdat Mutezile Ekolüne yakınlık arzettiği görüşündedir[1709].
Ona göre tevhid, Allah’ın bir olduğunu kabul etmekten ziyade nesne ve
olayların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. el-Kâ’bî farklı görüşleri sebebiyle,
Mutezile içinde adına nisbetle el-Kâ’biyye olarak bilinen yeni bir ekol
kurmuştur[1710]. el-Kâ’bî, Irak’daki iki büyük Mutezile ekolünün
temsilcilerine, özellikle de el-Cübbaî’ye karşı şiddetli tenkidler yöneltip
reddiyeler yazmıştır. Ancak, kendisi de, Maturidîyye’nin kurucusu Ebû
Mansur el-Maturidî’nin ağır tenkidlerinden kurtulamamıştır. el-Kâ’bî, kelam
ilmi dışında tefsir, hadis, tarih, tabakat gibi konularda çeşitli eserler kaleme
almıştır. Ancak günümüze sadece el-Makâlât adlı çalışması
gelebilmiştir[1711].
3) Ebû Mansur el-Maturidî
Ebû Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Hanefî el-Maturidî
el-Semerkandî el-Hanefî, doğum tarihi ve hayatıyla ilgili olarak kaynaklarda
bilgi bulunmamaktadır. Madelung, el-Maturidî’nin hocalarından Ebû Nasr
Ahmed b. el-Abbas el-İyazî’nin 261/874-279/892 seneleri arasında
öldürülmesinden yola çıkarak, onun muhtemelen 260/873 tarihinden önce
doğmuş olması gerektiğini belirtmektedir[1712]. el-Maturîdî ve el-Semerkandî
nisbelerinden de anlaşılacağı üzere Semerkand’ın Maturid mahallesinde
yaşamıştır[1713]. Ebû Mansur el-Maturidî, el-İyazî’nin dışında Ebû Bekr
Ahmed el-Cüzcanî ve Ebû Süleyman el-Cüzcanî’den fıkıh dersleri
almıştır[1714]. Ebû Mansur el-Maturidî 333/944 tarihinde Semerkand’da vefat
etmiş ve Çakerdize Mezarlığına defnedilmiştir.
Hayatı hakkındaki bu kısa bilgilere karşılık Ebû Mansur el-Maturidî,
arkasında oldukça zengin telif çalışmalarının yanında kendi adıyla bilinen ve
İslam dünyasında asırlarca etkisini sürdürecek bir Kelam Ekolünü el-
Maturidiyye’yi miras bırakmıştır. Bu nedenle kaynaklarda kendisinden
“İmamu’l-mütekellimin” “İslam akaidinin musahhihi (düzelticisi)” ve
“Alemi’l-hüda yada İmamü’l-hüda” gibi sıfatlarla bahsedilmektedir[1715].
Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî ile birlikte ehli sünnet kelamının kurucusu olarak
kabul edilen Ebû Mansur el-Maturidî’nin kelamla ilgili eserlerini şöyle
sıralayabiliriz ;
Kitâbü’l-tevhid[1716]; Müellif bu eserini alışılmamış ve dağınık bir uslupta
kaleme almıştır. Bu nedenle kendisinden sonra gelen ve bu eseri kullanan
alimler, onu muğlak ve takibi zor olarak nitelendirmişlerdir. Ebû Mansur el-
Maturidî burada, İbnü’l-Ravendî, el-Ka’bî, Dehriyye ve Mecûsîler gibi
şahısların ve dinî fırkaların görüşlerine karşı ehli sünnet düşüncesini
savunmuş ve onlara bu çerçevede cevap vermeye gayret etmiştir. Bu
maksatla her bir fırka ve şahıs ayrı bir başlık altında ele alınmıştır. Yine
kulların fiilleri ve faillerinin belirlenmesi büyük günahlar ve bunları
işleyenlerin durumu, iman ve diğer islamî terimler ile ilgili konular ayrı
bablar halinde ele alınmıştır. Kitâbü’l-tevhid toplam beş bölümden
oluşmaktadır. Bu bölümlerde aralarında bablara ayrılmıştır. el-Maturîdî’nin
Kitâbü’l-Tevhid’in de göze çarpan bir diğer önemli husus ise çağdaşı
Eş‘arî’ye göre daha somut, daha teknik ve felsefî terimler kullanmasıdır.
Örneğin, bir nesnenin genel karakterini belirtmek için kullanılan “şey’iyyet”
kelimesini kelam ilminde ilk olarak kullanan el-Maturidî olmuştur[1717]. Eser
1970 senesinde Beyrut’da Fethullah Huleyf tarafından neşredilmiştir. H. Sadi
Erdoğan tarafından Tevhid adı altında Türkçeye tercüme edilmiş ve bu
tercüme 1981’de İstanbul’da yayınlanmıştır. Eserin bir başka tercümesi de
Bekir Topaloğlu tarafından İstanbul’da 2002 senesinde yapılmıştır[1718].
Te’vîlâtü’l-Kur’an[1719]; Bu eser Te’vîlâtü ehli’l-sünne adıyla da
bilinmektedir[1720]. el-Maturidî felsefî bir temel üzerine bina ettiği bu
çalışmasında Kur’an-ı Kerim’in tefsirini kendi savunduğu akidelere göre
yapmıştır. Ehli sünnet anlayışına zıt görüşleri aklî ve naklî delillerle
çürütmeye çalışmıştır. Eserde itikadî konuların dışında fıkhî meselelerde ele
alınmıştır. Tabakat yazarları bu eserin bir eşi benzeri olmadığı
düşüncesindedir[1721]. Esere daha sonraları Alaeddîn el-Semerkandî
tarafından bir şerh yazılmıştır[1722]. Te’vîlâtü’l-Kur’an’ın birinci cildi İbrahim
ve el-Seyyid Avadeyn tarafından 1971’de Kahire’de yayınlanmıştır. Kitabın
geri kalan bölümleri yazma halindedir[1723].
Şerhü’l-fıkhi’l-ekberi’l-mensub li-Ebî Hanife[1724]; Ebû Mansur el-
Maturidî’nin bu çalışması ise İmam-ı Azam’ın fıkha dair yazdığı Fıkhü’l-
Ekber adlı eserinin şerhidir. Kelamın ilmî bir terim olarak ortaya çıkışından
önce fıkh kelimesi anlam olarak hem kelam hem de fıkıh manalarını
içermekteydi. “el-Fıkhü’l-ekber” tabiri de kelamı ifade etmek için
kullanılıyordu[1725]. Adı geçen şerh 1321 senesinde Haydarabad’da
neşredilmiştir.
el-Maturidî, bunların yanısıra ehli sünnet düşüncesine karşı olan kişi ve dinî
fırkalar için çeşitli reddiyeler yazmıştır. Bunlar, el-Ka’bî’nin üç eserine karşı
yazdığı Reddü Kitâb el-Kâ’bî fi va’îdi’l-füssak, Reddü Evâili’l-adille li’l-
Kâ’bî, Reddü Tezhibü’l-cedel li’l-Kâ’bî adlı üç kitaptır. Ebû Amr el-
Bahilî’nin eserine karşı yazdığı Reddü Usuli’l-hamse, Rafizîlere karşı yazdığı
Reddü’l-imame, Mutezile’ye karşı yazdığı Beyanu vehmi’l- Mu’tezile,
Karmatîlere karşı yazdığı Redd alâ usuli’l-Karâmita ve Redd ala furû‘i’l-
Karâmita adlı iki kitaptır[1726].
el-Maturidî fıkıh konusunda da Ma‘huzü’l-şerai‘ fi usuli’l-fıkh ve el-
Cedel[1727]adlı iki eser kaleme almıştır. Maturidî’nin eserleri, daha sonra bazı
Hanefî fakîhlerinin kelam konusunda yaptığı çalışmalarda kendisinden sonra
gelenler tarafından örnek alınmıştır.
4) el-Hakim el- Semerkandî :
Ebu’l-Kasım İshak b. Muhammed b. İsmail el-Kadı el-Hakim el-
Semerkandî el-Hanefî. Semerkand’da doğdu. Burada, Belh ve Dımaşk’daki
alimlerden okudu. Semerkand’a döndükten sonra bu şehrin kadılığına tayin
edildi. Görevi sırasındaki adaleti ve fetvaları nedeniyle el-Hakim lakabını
aldı. 10 Muharrem 342/27 Mayıs 953 tarihinde Semerkand’da vefat etti.
Çakerdize Mezarlığında Ebû Mansur el-Maturidî’nin kabrinin yakınlarına
defnedildi[1728].
İlk dönem Maturidî alimlerinden biri olan[1729] el-Hakim el-Semerkandî’nin
kelam ve fıkıh konularında Ebû Mansur el-Maturidî’den ders aldığı
belirtilmektedir[1730]. Ancak, Mustafa Can, bu iki alim arasında bir hoca-
talebe münasebetinden ziyade aynı dönem ve çevrede yetişmiş olmalarının
sağladığı bir benzerlik ve yakınlıktan söz etmenin daha doğru olacağı
düşüncesindedir[1731]. Her iki alimin ölüm tarihlerinin birbirine yakın olması
da Can’ın bu düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Diğer taraftan kaynakların
ifadelerinden el-Hakim el-Semerkandî’nin Ebû Mansur el-Maturidî’ye büyük
bir sevgi ve hayranlık duyduğu anlaşılmaktadır[1732]. Ebu’l-Muin el-
Nesefî’ye göre el-Hakim el-Semerkandî kelam, fıkıh ve Kur’an te’vili
konusunda çok bilgi sahibiydi[1733].
el-Hakim el-Semerkandî’nin kelam konusunda kaleme aldığı en önemli
eseri el-Sevâdü’l-a‘zam’dır[1734]. Bu eserin hangi şartlarda yazıldığı
konusunda şöyle bir rivayet bulunmaktadır “Sâmânî hükümdarı İsmail b.
Ahmed, Maveraünnehir’deki alimleri toplayarak onlardan, ehl-i bid’atin
yayılma tehlikesine karşı sünnî inancı yorumlamalarını istemişti. Toplanan
alimler, sünnî prensiplerin tespiti ve yorumlanması görevini el-Hakim el-
Semer-kandî’ye verdiler. Onun bu konuyla ilgili olarak yazdığı eser, Sâmânî
hükümdarı İsmail b. Ahmed ve alimler tarafından onaylandı[1735].”
el-Sevâdü’l-azâm 62 ana başlıktan oluşmaktadır. Burada ehli sünnet
itikadına ait temel konular ele alınmıştır. Ayrıca, ehl-i bid’at olarak kabul
edilen kelam ekollerine karşı itirazlar bulunmaktadır. Maturidiyye kelam
ekolünün (itikadî mezhebinin) başlangıç devri eserlerinden biri olan bu kitap
yazıldığı dönemden itibaren Sâmânîler Devleti’nin resmî akidesi olarak kabul
görmüş ve medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur[1736]. Eserin çeşitli
neşirleri yapılmıştır. el-Hâkim el-Semerkandî’ye nisbet edilen Akidetü’l-
İmam adlı Farsça eser, Sevâdü’l-a‘zam’ın Farsçaya tercüme edilmiş
halidir[1737].
el-Hâkim el-Semerkandî’nin bir diğer eseri ise Hz. Peygamberin
“.......Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi cehenneme
gidip yalnız bir fırkası kurtulur.” Hadisini konu alan el-Risâle’sidir. Eser
Hâce Muhammed Pârsâ’nın aynı konudaki bir risalesiyle birlikte M. Taki
Danişpejuh tarafından Dû Risâle der Bâre-i Heftad ü dû gürûh adıyla
yayınlanmıştır[1738]. el-Hâkim el-Semerkandî’nin bunlardan başka el-
Sevâdü’l-‘azam’ın İstanbul nüshasının arkasında yer alan iki sayfalık Risâle fi
beyâni enne’l-imân cüz’ün mine’l-‘amel em lâ adlı risalesi mevcuttur[1739].
5) İbn Fûrek
Ebû Bekr Muhammed b. el-Hasan b. Furek el-İsfahanî. 330/941 yılı
civarında İsfehan’da doğdu. Eğitimine burada başladı. Fıkıh eğitimini
sürdürürken “Hacerü’l-esved yeryüzünde Allah’ın yeminidir” hadisinin
manası konusunda hocasından tatmin edici bir cevap alamayınca kelam
ilmine yöneldi. Bunun için Bağdat ve Basra şehirlerine ilmî seyahatler yaptı.
Eş’ariyye kelamının kurucusu Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’nin öğrencilerinden
Ebu’l-Hasan el-Bahilî’den kelam dersleri aldı.
360/970 senesinde memleketi İsfahan’a döndü. Ardından Rey’e gitti. Bu iki
şehirdeki Mutezileye mensup alimlerle münazaralar yaptı. Ancak, Rey’de
şiddetle tenkit ettiği Mutezilîler tarafından Buveyhî emîrine şikayet edildi.
Bunun üzerine işkenceye uğrayıp Şiraz’a sürgün edildi. Bir süre sonra
Sâmânîlerin Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî ve Nisabur halkının
daveti üzerine 368/978’de bu şehre geldi. Burada İbn Hürrezâd ve Abdullah
b. Cafer el-İsfahanî’den hadis dersleri aldı. Kendisi için, yaptırılan medresede
yıllarca ders okuttu.
Sâmânîlerin yıkılışından sonra da Nisabur’da ikametini sürdüren İbn Fûrek,
Gazneli Mahmud tarafından Gazne’ye davet edildi. Burada hükümdarın
huzurunda Kerramîlerle yaptığı münazaralarda onların delillerini cerhetmeyi
(çürütmek) başardı. Bu nedenle Kerramîlerin düşmanlığını kazandı.
Nisabur’a dönüş yolculuğu sırasında onlar tarafından zehirlendi. İbn
Fûrek’in, Sultan Gazneli Mahmut tarafından zehirletildiğine dair rivayetlerde
bulunmaktadır. Ancak, bu pek mümkün görülmemektedir[1740]. Neticede, İbn
Fûrek, Nisabur’a ulaşmadan 406/1015 tarihinde Büst yakınlarında vefat etti.
Cenazesi Nisabur’a nakledilerek Hire mahallesinde defnedildi[1741].
Eş’arî kelamının Horasan’daki en büyük temsilcilerinden biri olan İbn
Fûrek, bunun yanısıra tefsir, tabakat, tasavvuf, nahiv konularıyla da
ilgilenmiştir. Ayrıca iyi bir fıkıhçı olan İbn Fûrek, kendisine has bir metod
oluşturmuş ve fıkıh usulü konusunda çeşitli eserler kaleme almıştır. Ancak,
bunlardan hiçbiri zamanımıza ulaşmamıştır[1742]. Bununla birlikte İbn Fûrek,
kelam konusundaki çalışmalarıyla ön plana çıkmıştır. “Şeyhü’l-mütekellimin
(kelamcıların hocası, şeyhi)”[1743] olarak anılan İbn Fûrek, Eş’ariyye’nin
görüşlerine tamamen bağlı kalmamış, zaman zaman farklı görüşler ileri
sürebilmiştir[1744].
Onun bir diğer farklı yönü ise Şafiî mezhebine mensup olmasına rağmen,
Hanefî mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin eserlerine yaptığı
şerhlerdir. Bu nedenle, Hanefî alimlerinin hal tercümelerini (biyografilerini)
kaleme alan İbn Kutluboğa eserine, onu da dahil etmiştir[1745]. İbn Fûrek’in
kelam konusundaki çalışmalarını şu şekilde sıralayabiliriz ;
el-Hudûd fi’l-usul[1746]: Burada 130’a yakın kelam ve fıkıh teriminin
açıklaması yapılmıştır. Eser 1342’de Beyrut’ta Mukaddime fi nüket min
usuli’l-fıkh adıyla yayınlanmıştır[1747].
Risale fi ilmi’l-tevhid[1748]: Akaid konusunda kaleme alınmış olan bu eser
günümüze gelmiş olup yazma halindedir.
Şerhü’l-Alim ve’l-müte‘allim : İmam-ı Azam’ın akaid konusunda yazdığı
risalenin şerhidir. Bu eser Yusuf Şevki Yavuz tarafından tahkik edilip neşre
hazırlanmıştır[1749].
İbn Fûrek’in, bunlardan başka kelama dair ; Müşkilü’l-hadis ve beyânühu,
Mücerredü Makâlâti’l-Eş’arî, Tabakatü’l-mütekellimin, el-Nizami fî usuli’l-
dîn, Dekâ’iku’l-esrâr, Şerhü evaili’l-edille, İhtilafü’l-şeyheyn el-Kalanisi ve
‘l-Eş’arî, Makalatü İbn Küllâb ve’l-Eş’arî adlı eserleri bulunmaktadır[1750].
A) Tarih İlmi
B) Coğrafya İlmi
C) Edebî Çalışmalar
1) Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî
Sâmânîler Devleti’nin ilk dönem vezirlerinden biri olan Ebu’l-Fazl el-
Bel’âmî, aynı zamanda belagat ve edebiyat hakkında büyük bir bilgi
birikimine sahipti. Bu konularla alaklalı olarak el-Telkihü’l-belaga ve
Kitâbü’l-makalat adlı iki eser yazmıştır. Ancak, bunların hiçbiri günümüze
gelmemiştir. Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî’nin, bunlardan başka Sâmânî
hükümdarlarının emir ve kararlarını içeren ve Tevkî‘ât-ı Bel’âmî olarak
bilinen bir eseri daha bulunmaktadır. Bu eser, yazıldığı dönem içinde iyi bir
katip olabilmek için okunması gereken başlıca kaynaklardan biri olarak kabul
edilmekteydi[1852].
2) Ebü’l-Müeyyed el-Belhî
Hayatı hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. Ancak el-Avfî’nin, onu Sâmânîler
devri şairleri arasında zikretmesinden X. yy’da yaşamış olduğunu
anlamaktayız. Ebü’l-Müeyyed el-Belhî döneminde gelişmekte olan İran
edebiyatı için önemli bir şahsiyettir. Bu konuda Şahnâme-i Büzurg, Yûsuf u
Züleyha ve Kitâb-ı Gerşasb adlı eserleri kaleme almıştır. Bunların içinden
sadece Şahnâme-i Büzurg’dan bazı parçalar zamanımıza gelebilmiştir. Ebü’l-
Müeyyed el-Belhî’nin çalışmaları kendisinden sonrakilere kaynaklık etmesi
açısından önemlidir[1853].
3) Firdevsî
329/940 senesinde Tûs’a bağlı Bâz köyünde doğdu. Hayatının ilk
dönemleri hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Hatta adıyla ilgili de çeşitli
rivayetler mevcuttur[1854]. Edebî hayatına gazel ve kasideler kaleme alarak
başlayan Firdevsî, Farsça’nın yanında Arapça şiirler de yazmıştır. Babasından
yada Zerdüşt rahiplerden öğrendiği Pehlevice sayesinde eski İran tarihine ait
eserleri okumuş ve araştırmalar yapmıştır.
Firdevsî, kendisine asıl şöhretini kazandıracak olan Şehnâme’nin yazılması
işini 370/980 veya 380/990 yılında üzerine aldı. Bilindiği gibi daha önce
Dakikî tarafından yazılmaya başlanan eser, onun öldürülmesi üzerine yarıda
kalmıştı. Tûs valisi Hüseyn-i Kuteybe’nin teşvik ve himayesiyle yeniden
Şehnâme’nin yazımına başlayan Firdevsî 394/1004-1004 senesinde eserin
yazımını tamamladı. Gazneli Mahmud’a sundu. Ancak, beklediği ilgiyi
göremedi. Hatta, eserde yer alan Rüstem’in kahramanlıkları konusunda
girdiği dialog nedeniyle Gazneli Mahmud ile arası açıldı. Bunun üzerine
Gazne’den kaçmak zorunda kalan Firdevsî, önce Herat’a, oradan da
Taberistan’a gitti. Bir müddet sonra Tûs’a geri döndü ve 411/1020 tarihinde
öldü. Firdevsî’nin ölüm tarihinin 416/1025 olduğuna dair görüşler de
bulunmaktadır.
Dakikî tarafından yazımına başlanan ve Firdevsî tarafından tamamlanan
Şehnâme’de İran ile Turan arasındaki mücadeleleler, efsanevî İran hükümdar
ve kahramanlarının hikayeleri anlatılmaktadır. Sade bir üslupta yazılmış olan
eserde Arapça kelimelerden mümkün olduğunuca kaçınılmıştır. Eser dört ana
bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerde, Pişdadîler (15 hükümdar), Keyânîler
(10 hükümdar), Zerdüşt’ün ortaya çıkışı ve Ahemenîler devri, Eşkânîler ve
Sasanîler (9 hükümdar) dönemi anlatılır. Bütün bu olayların anlatımıyla
48.000 ila 52.000 beyitlik manzum bir eser meydana getirilmiştir. Firdevsî,
Şehnâme’yi yazarken Avesta’dan, Huday-nâme’den[1855], X. yy.’ın ilk
yarısında bu konuda yapılmış olan ilk derlemelerden, Ebu’l-Müeyyed el-
Belhî’nin mansur Şehnâme’si ile Huday-nâme’de yer almayan halk
rivayetlerinden faydalanmıştır.
Firdevsî, bir arkadaşının elindeki mensur bir şehnâme ile kendisine
geldiğini ve onu bu eseri nazma dökmeye teşvik ettiğini söylemektedir.
Ayrıca, eserin yazımı sırasında da fakirlikten ve himayesizlikten şikayet
etmiştir. Eserinde hiçbir Sâmânî hükümdarının adına da rastlanmaz[1856].
V) Akli İlimler
A) Felsefe İlmi
B) Tıp İlmi
II/VIII. yy’ın ortalarından itibaren, ağırlıklı olarak Yunancadan ve
Sanskritçeden yapılan tercümeler sayesinde İslam dünyasındaki tıp
çalışmaları büyük bir ivme kazanmıştı. Cündişapur Tıp Okulu’nda çalışmış
olan ve daha sonra Abbasîlerin hizmetine giren Nasturî Hıristiyan Buhtişu
ailesi de bu gelişimde önemli roller üstlenmişlerdir.
Buhtişu ailesine mensup Curcis b. Buhtişu (ö.152/769), Halife Mansur
adına Yunanca ve Süryanice bir çok tıp eserini Arapçaya tercüme
etmiştir[1878]. III/IX. yy.’da bu tercüme faaliyetlerine Huneyn b. İshak
(ö.260/873), Yuhanna b. Masaveyh (ö.857) ve diğerleri de katıldı. Bunlar,
yaptıkları tercümelerin dışında orijinal eserler de kaleme almışlardır. Aynı
dönem içinde, Emevîler zamanından itibaren kurulmaya başlayan
bimaristanlar (hastaneler), bu dönemde daha da fazlalaştı.
IV/X. yy.’a gelindiğinde tıp konusunda başlatılan telif faaliyetleri dev
külliyatlara dönüştü. Tıbbın yanısıra felsefe ile uğraşan tabibler bu döneme
damgasını vurdular. Muhammed b. Zekeriyya el-Razî’nin el-Havi ve
Kitâbü’l-tıbbi’l-Mansurî adlı eserleri ile bir dönem Sâmânîlerin saray hekimi
olarak görev yapan İbn Sînâ’nın el-Kanun fi’l-tıbb adlı dev çalışmasıyla
İslam tıbbı zirve noktasına ulaştı.
Ancak, bu dönemde Sâmânî toprakları dahilindeki tabiblerin faaliyetleri ve
ne kadar maaş aldıkları konusunda elimizde yeterli malumat yoktur. Bununla
birlikte, X. yy’da Sâmânî topraklarını gezen İbn Havkal bu devlete hizmet
eden memurların hepsinin aynı maaşı aldıklarını aktarmaktadır[1879]. Miktar
sadece görev yapılan şehirlere göre değişmekteydi.
Örneğin, bir posta memuru Semerkand’da 750 dirhem maaş alıyordu. Aynı
miktar kadı ve muhtesib için de geçerliydi. Buna göre tabibler de bir kadı,
yada muhtesib ile aynı maaşı alıyorlardı. Frye, Sâmânîler devrinde Arap
modelinden esinlenerek bilhassa son dönemde ilaçlar ve tıp konusunda
Farsça bir çok eser yazıldığını söylemektedir[1880]. Ancak, bunlarla ilgili
herhangi bilgi vermemiştir. Bu mütaaladan sonra, kaynakların elverdiği
ölçüde Sâmânîler devletine hizmet eden ve eser yazan tabibler hakkında bilgi
verilmeye çalışılacaktır.
1) Ebû Bekr Muhammed b. Zekeriyya el-Razî
250/864-865 tarihinde Rey’de doğdu. Bu şehirde yetişti. Daha sonra
Bağdat’a yerleşerek uzun yıllar Bağdat Hastanesi’nde baş hekim olarak
çalıştı. 313/925 tarihinde burada öldü[1881]. el-Razî yaşadığı mekan olarak
Sâmânîler Devleti coğrafyasının dışında kalmaktadır. Ancak, Sâmânî
ailesinin bir üyesi olan Rey valisi Mansur b. İshak adına yazdığı tıp
konusundaki eseri nedeniyle kendisine bu bölüm içerisinde yer verilmiştir.
el-Razî’nin bu eseri batıda Liber Almonsaris olarak bilinen Kitâbü’l-tıbbi’l-
Mansurî adlı kitabıdır. Kitap, on bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümünde
tıp ilminin genel bir tarifi ve konuları ele alınmıştır. İkinci bölümde insan
vucudunun anatomisi, zihinsel hastalıklar ve etkileri anlatılır. Üçüncü
bölümünde gıdalar ve bunların hastalık tedavisindeki etkileri, dördüncü
bölümünüde sağlığı korumak için yapılması gereken şeyler konusunda
bilgiler verilir.
Beşinci bölüm Ziynet (kozmetik v.s.) hakkındadır.
Altıncı bölümde yolculuk sırasında sağlık konusunda dikkat edilmesi
gereken kurallar sıralanmıştır.
Yedinci bölüm çeşitli yaralanmalar ve cerahatin tedavisi anlatılır.
Sekizinci bölüm zehirlenmeler ve böyle bir durumda uygulanması gereken
tedavi yöntemleri ele alınır.
Dokuzuncu bölüm, o dönemdeki ve geçmiş dönemlerde ortaya çıkan
hastalıklar hakkında bilgi verilir.
Onuncu bölüm ise tabiat ilmini (umuru’l-tabiyye) ele almıştır. Bu eser, İbn
Sînâ’nın el-Kanun adlı eserine kadar en çok kullanılan tıp kitablarından biri
olmuştur[1882].
2) Ebû Zeyd el-Belhî
Ebû Zeyd el-Belhî tıp konusunda Mesâilü’l-ebdan ve’l-enfüs adlı bir eser
kaleme almıştır. Bu çalışma tıp ve ahlak başlıkları altında iki ana bölümden
oluşmaktadır. el-Belhî bu eserinde, beden ve ruhun bir bütün olduğu
görüşünden hareketle, bu ikisi arasındaki müspet yada olumsuz etkileşimin
insan üzerindeki tesirlerini ortaya koymaya çalışmıştır.
Dış çevreden akseden davranışların, yemek-içmek, uyumak gibi doğal
aktivitelerin beden ve ruh sağlığı açısından önemine işaret eder. Ortaya çıkan
ruhî yada fiziksel hastalıkların tedavisinde müziğin olumlu bir rol
üstlenebileceğini belirtir.
el-Belhî, bu eseriyle İslam dünyasında tıp ve ahlak konularını aynı ilmî
disiplin içinde birleştiren düşüncenin öncüsü olmuştur. Mesâilü’l-ebdan Fuat
Sezgin tarafından 1984’de Frankfurt’da neşredilmiştir[1883].
3) Ebû Mansur el-Hasan b. Nuh el-Kumrî
Sâmânî coğrafyasında yaşamış olan tabiblerden biri de Ebû Mansur el-
Kumrî’dir.
Aslen Buharalıdır. II. Nuh b. Mansur döneminde saray tabib-liği görevinde
bulunmuştu. Zamanının en seçkin tabiblerinden biri olan el-Kumrî tıbbın
yanında usul ve furûk konularında da bilgi sahibi bir alimdi. İbn Sînâ’ya tıp
dersleri vermiştir. el-Kumrî’nin bu konuda telifleri de bulunmaktadır.
Bunlardan ilki Kitâbü’l-gina ve’l-müna’dır. Eser el-Künnaş olarak da
bilinmektedir. Perhiz, humma ve dış hastalıklar konusunda bilgiler veren çok
güzel bir eserdir. el-Kumrî, burada hastalıkların sebeblerini ve en iyi hangi
metodla tedavi edilebileceği konularını ele almıştır.
el-Tenvir fi istılahati’l-tıbbiyye; Tıbbi tabirlerin açıklamalarının yapıldığı
bu eserin İstanbul’un çeşitli kütüphanelerinde yazma nüshaları
bulunmaktadır. Kumrî’nin bunlardan başka İlelü’l-ilel ve Şemsiyyetü’l-
Mansuriyye fi’l-tıb adlı eserleri bulunmaktadır[1884].
4) Ebû Selh el-Mesihî
Ebû Sehl İsa b. Yahya el-Mesihî el-Cürcanî, Cürcan’da doğdu. Doğum
tarihi bilinmemektedir. Nasturî Hıristiyanlardandır. Eğitimini Bağdat’da
tamamlamış daha sonra Horasan’a yerleşmiştir. Çok iyi bir tabib olan el-
Mesihî, İbn Sinâ’ya tıp dersleri vermiştir. el-Mesihî tıp konusunda gözlem ve
araştırmaya büyük önem veren bir tabibti. 40 yaşında vefat etmesine rağmen,
bu konuda oldukça kapsamlı çalışmaları bulunmaktadır. Onun eserleri,
muhteviyatının yanında yazımı ve dilinin mükemmelliği ile de dikkat
çekmektedir. Bunlardan ilki Kitâbü’l-mi‘e fi sına’ati’l-tıbbiyye’dir. el-Mesihî,
burada kendi tıp usulünü “çok araştırma (gözlem) ve az tekrar yapmak en çok
tercih edilen tedavi metodudur” sözleriyle ortaya koymuştur. Bu esere
Eminüddevle b. el-Tilmiz tarafından bir haşiye yazılmıştır.
Kitâbü’l-tıbbi’l-küllî; İki bölüm halinde ele alınmış olup bölümlerden biri
çiçek hastalığı hakkındadır.
Risale fi tahkik emri’l-veba ve‘l-ihtiraz ‘anhü ve islahihi : Veba hastalığının
ele alındığı bu eser Harizmşah Ebu’l-Abbas el-Me’mun’a ithaf edilmiştir. Bir
nüshası Şehid Ali Paşa kütüphanesinde bulunmaktadır.
el-Mesihî’nin, bunlardan başka Usulü’l-tıbb, İhtisaru’l-Macestî, Kitâbü
izhari hikmetullahi’l-te’ala fi halki’l-insan, Ta’birü’l-rüyâ adlı eserleri
vardır[1885].
5) İbn Sînâ
İbn Sînâ filozofluğunun yanında İslam dünyasında yetişen en büyük
tabiblerden biridir. Felsefe ilimlerinde olduğu gibi tıp konusunda da,
kendisinden sonra gelenler için yol gösterici ve eserleri sürekli aranılan bir
tabib olmuştur. İbn Sînâ, tıpta Galen’i takip etmesine rağmen pratikte ve
uygulâmada onu çok gerilerde bırakmıştır. Bunun yanında zaman zaman Çin
ve Orta Asya tıbbından da faydalanmıştır. İbn Sînâ’ya göre tıp, tabii ilimlerin
bir alt dalıdır. Dolayısıyla da ilkelerini tabii ilimlerden almaktadır.
Diğer taraftan İbn Sînâ, tıp konusunda uygulâmaya büyük önem vermiştir.
Nitekim kendisi, Sâmânî sarayında II. Nuh’un hastalığının tedavisiyle
başlayan ve Büveyhî saraylarında devam eden bir çok başarılı tedavî
uygulâmalarıyla büyük bir ün kazanmıştır. Onun tıp sahasında yazdığı en
kapsamlı eser el-Kanun fi’l-tıbb adlı beş kitaptan meydana gelen büyük
külliyattır. Eserini yazarken, tabiblere tıp ilminin teorisi hakkında, şüpheye
düşmeyecekleri standart bir uygulâma kılavuzu sunmayı planlamıştır. Bu
nedenle, el-Kanun tıp ile ilgili bütün meseleleri kapsayacak, tıp eğitimi almak
isteyenlerin rahatlıkla kullanabilecekleri şekilde ve sistematik olarak kaleme
alınmıştır.
Birinci kitapta tıp ilminin genel ilkeleri ele alınmıştır. Bu kitap kendi içinde
de dört bölüme ayrılmıştır. İkinci kitapta hastalıkların tedavisinde hastaya
kolaylıkla uygulanabilecek 800 kadar ilacın listesi verilmiştir. Üçüncü kitapta
sağlığı korumak için yapılması gereken şeyler ele alınmıştır.
Dördüncü kitap çeşitli hastalıklar ve bunların tedavisiyle ilgilidir. Beşinci
kitapa ise 650’ye yakın ilacın yapımı ve kullanımı anlatılmıştır. el-Kanun fi’l-
tıbb yazıldığı dönemdeki tıp çalışmaları içinde zirve olarak kabul
edilmektedir. Gerek batıda ve gerekse doğuda çeşitli şerhleri, ihtisar ve
tercümeleri yapılmıştır. XV. yy.’da Latince’ye tercüme edilen eser yıllarca
Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.
Osmanlılar devrinde Tokatlı Mustafa Efendi eseri 20 cilt halinde Türkçeye
tercüme etmiştir. İlk olarak Mısır Bulak’da 3 cild halinde neşredilen el-
Kanun’un günümüzde çeşitli neşirleri ve kısmî tercümeleri yapılmıştır.
Örneğin, Fuat Sezgin, eseri 1996 yılında Franfurt’da üç cilt olarak
neşretmiştir. Eserin birinci kitabı da Esin Kahya tarafından günümüz
Türkçesine çevrilmiş ve bu çeviri 1995 senesinde Ankara’da
yayınlanmıştır[1886].
İbn Sînâ’nın tıp konusundaki bir diğer eseri ise Urcûze fi’l-tıbb’dır. el-
Kanun’nun özeti niteliğindeki bu eser teori ve uygulâma olmak üzere iki ana
bölüme ayrılmıştır. Teorik kısımda dört unsur, mizaclar, muhtelif hastalıklar,
pratik kısımda ise, genel sağlık kuralları, ilaçlar, besin maddeleri ve belli
başlı tedavi prensipleri ele alınmıştır. İbn Rüşd tarafından yapılan bir şerhi
mevcuttur. Urcûze fi’l-tıbb 1829’da Kalküta’da neşredilmiştir[1887].
Yukarıda aktardığımız eserlerden başka İbn Sînâ’nın tıp sahasında kaleme
aldığı çeşitli kitap ve risaleleri bulunmaktadır. Def‘ü’l-mazarri’l-külliye
‘ani’l-ebdani’l-insaniyye, Tedbirü’l-müsafir, el-Tıbb, Urcûze fi’l-fusûli’l-
erba‘a, el-Kulenc, el-Nabz, el-Urûkü’l-mefsude bunlardan bazılarıdır[1888].
I. Mansur dönemi
Alp-Tegin (.................. – Zilkade 350 / Aralık 961- Ocak 962)
Ebû Mansur Muhammed b. Abdürrezzak (Zilkade 350 / Aralık 961 – Ocak
962) Ebu’l-Hasan Muhammed b. İbrahim el-Simcûrî (ikinci kez) (Zilhicce
350 / Ocak-Şubat 962 - ................)
Muhamed b. İbrahim şöyle der; “Saman ki, Sâmânîler ona nisbet edilir.
Kendisi Cabba’nın oğludur”.
[236] Taşağıl, Göktürkler II, belgeler kısmı T’ung Tien tercümesi, s. 92.
[237] el-Makdisî, a.g.e., s. 338; Yakut el-Hamavî, aynı yer.
[238] Nerşahî , s. 90; Frs. trc., s. 81; İng. trc., aynı yer.
[239] Hamdullah el-Müstevfî, aynı yer.
[240] Nazmiye Togan, s. 47.
[241]Yazıcı, “Belh”, s. 410; C.E. Bosworth, “Banidjurids”, EI2, I, 125; E.
Merçil, “Banicûrîler”, DİA, V, 59.
[242] Nazmiye Togan, s. 63.
[243] Târih-i Güzide, aynı yer.
[244] A. Caferoğlu, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, İstanbul 1968, s. 83.
[245] Hsin Tang Shu, 221b, 664-6645. Krş., R. Şeşen, “Buhara”, DİA, VI,
363.
[246]el-Belazurî, s. 410-411; el-Taberî , V, 297-298; İbn Asem el-Kûfî, IV,
91; Nerşahî , s. 24; İng. trc., s. 9; el-Yakubî, Târih, II, 252. Krş., R.N. Frye-
Aydın Sayılı, “İslamiyetten Önce Orta Şarkta Türkler”, s. 105; Mirza Bala,
“Buhara”, İA, II, 762; Şeşen, aynı yer. Ayrıca, hatun kelimesinin Türkçe bir
unvan olduğuna dair bkz., Donuk, s. 29-31.
[247] Tuğ ve Şad kelimeleri için bkz., Donuk, s. 33-36, 88.
[248]Târih-i Buhara, s. 24; Frs trc., s. 13-14; İng. trc., s. 10.
[249]
E. Merçil, “Muhtacoğulları”, Prof. Dr. Fikret Işıltan’a 80. Doğum Yılı
Armağanı, İstanbul 1995, s. 67.
[250] Gerdizî, s. 146; İbn el-Esîr, VII, 279; Trk. trc., VII, 232; el-Cüzcanî,
Tabakât-ı Nasırî, I, tsh., Abdulhayy Habibî, Kandehar hş. 1342, s. 202-203;
İng. trc., H.G. Raverty, I, Yeni Delhi, 1970, s. 28; Mirhond, Ravzatü’l-safâ fî
sîret el-enbiya ve’l-mülûk ve’l-hulefâ, IV, Tahran hş. 1339, s. 30. Sadece,
Nerşahî (s. 112; İng. trc., s. 76), diğerlerinden farklı olarak Ahmed b. Esed’e
Şaş değil, Merv valiliğinin verildiğini söyler. Krş., Barthold, Türkistan, s.
226; V.F. Buchner, “Sâmânîler”, İA, X, 140; Bosworth, The İslamic
Dynasties, s. 101-102; Lane-Poole, a.g.e., s. 131; R.N. Frye, “The Samanids”,
Cambridge History of İslam, IV, Cambridge 1975, s. 136; Trk. trc.,
“Sâmânîler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, ed. H.D. Yıldız,
İstanbul 1988, s. 49; Aşiteyanî, s. 220; Herevî, s. 48.
[251] el-Taberî , VIII, 323.
[252] el-Yakubî, Târih, II, 435-436.
[253]Târih-i Buhara, s. 111-112; Frs trc., s. 105; İng. trc., s. 76-77.
[254]Nizamülmülk (s.218), II. Nuh’un Şehinşah lakabını aldığını yazar.
Ancak bu, diğer kaynaklarca doğrulanmamıştır.
[255] Caferoğlu, a.g.e., s. 83.
[256]İbn Fazlan, Seyahatnâme, Trk. trc. Ramazan Şeşen, ekler, “Klasik
İslam Kaynaklarına Göre Eski Türklerin Dini ve Şaman Kelimesinin
Menşei”, İstanbul 19952, s. 178.
[257] Nerşahî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer; İng. trc., aynı yer.
[258] Gerdizî, s. 146; İbn el-Esîr, VII, 279; Trk. trc., VII, 237; el-Cüzcanî, I,
202-203; İng. trc., I, 28; Mirhond, IV, 30. Sadece Nerşahî (s.122; Frs. trc., s.
105; İng. trc., s.76)’de, Ahmed b. Esed’e Merv valiliğinin verildiği
söylenmektedir. Krş., Barthold, Türkistan, s. 226; Lane Poole, a.g.e., s.131;
Frye, “The Samanids”, s. 136; Trk. trc., “Samanîler”, s. 49; Aşiteyanî, s. 220;
Bosworth, a.g.e., s. 101-102; aynı mlf., “Samanids”, EI, VIII, 1026; V. F.
Buchner, “Samaniler”, İA, X, 140.
[259]
Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, el-Muntazam fi târih el-
Ümem, V, Haydarabad hş. 1357, s.141.
[260]Anonim, Târih-i Sistan, nşr. Meliküş-şuara Bahar, Tahran hş. 1314 s.
177-178; İng. trc. M. Gold, Roma 1976, s.141.
[261] Sistan’ın Gûr sınırı yakınlarında yer alan bir şehirdir. Bkz., Le Strange,
s. 341.
[262]Târih-i Sistan, s. 208; İng. trc., s. 166. İbn el-Esîr (VII, 280; Trk. trc.,
VII, 233)de ise, bu zatın adı Ebû İshak Muhammed b. İlyas olarak verilmiştir.
[263]Târih-i Sistan, aynı yer; İng. trc., aynı yer. Krş. Merçil, “Tahirîler”,
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, V, ed. H.D. Yıldız, İstanbul 1987,
s. 412. İbn el-Esîr ise (VII, 185, Trk. trc.VII, 156) Muhammed b. Evs el-
Enbarî adlı birinin burada valilik yaptığını belirtir.
[264] Belazurî, s. 430-431; Trk. trc., s. 626-627; İbn el-Esîr, VI, 383; Trk.
trc., VI, 331. Krş., Barthold, s. 227-228.
[265] Mirhond, IV, 30.
[266]Türkistan, s. 229. Ayrıca bkz., Bosworth, “The Tahirids and Saffarids”,
s. 99; Merçil, “Tahirîler”, 408-409.
[267]Sûret el-arz, s. 467-468; Trk. trc., Şeşen, s. 210.
[268] Taberî, IX, 106-107; İbn el-Esîr, VI, 512-513; Trk. trc., VI, 448-449.
Krş., Buchner, a.g.m., s.140.
[269] el-Sem’ânî, s. 201. İbn el-Esîr’de (VI, 509; Trk. trc., VI, 445), bu
seferin tarihi 224/839 senesinde gösterildiği gibi, Nuh’un İsficâb’dan başka
Fergana şehirlerinden Kasan ve Ureşt’i aldığı söylenmektedir. Krş., Barthold,
s. 228.
[270] İbn el-Esîr, VII, 279; Trk. trc., VII, 232; Nerşahî (s.112; Frs. trc., s.
106; İng. trc., s.77)’de bu fermanı veren kişinin el-Vasık-billah olduğunu
belirtmesine rağmen eserinin bir başka yerinde (s. 122; Frs. trc. s., 118; İng.
trc. 86) el-Mutazıd-billah’ın adını vermektedir. Ancak el-Vasık’ın 847-861,
el-Mutazıd’ın ise 892-902 tarihleri arasında halifelik yaptıkları
düşünüldüğünde verilen her iki isminde yanlış olduğu görülmektedir. Bkz.
H.D. Yıldız, “Abbasîler”, DİA, I, 37.
[271]Târih-i Buhara, s.114; İng. trc., s.78.
[272]Nerşahî, s.115; Frs. trc., s. 108; İng. trc., s. 80; Barthold, Türkistan, s.
240; Bosworth, “İsmail b. Ahmed”, EI, IV, 188; Buchner, s. 141.
[273] Nerşahî, s.116-117; Frs. trc., s. 110-111; İng. trc., s. 80-81.
[274] Nerşahî, s.118; Frs. trc., s. 112-113; İng. trc., s. 82.
[275] İbn el-Esîr, VII, 281; Trk. trc., VII, 233-234. Krş. Buchner, aynı yer.
[276]Târih-i Buhara, s.120; Frs. trc., s. 113; İng. trc., s.84.
[277] Nerşahî, s.121; Frs. trc., 116-117; İng. trc., s. 85.
[278] Taberî, X, 30; Nerşahî, s. 122-123; Frs. trc. s. 118; İng. trc., s. 86; İbn
el-Esîr, VII, 456; Trk. trc., VII, 381. Krş., Buchner, s. 141.
[279] Taberî, X, 34; Nerşahî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer; İng. trc. aynı yer;
İbn el-Esîr, VII, 464; Trk. trc., VII, 388. Krş., Bosworth, “Samanids”, EI,
VIII, 1026; aynı mlf., “İsmail b. Ahmed”, EI, IV, 188; Frye, “The Samanids”,
s. 138; Trk. trc., s. 52; aynı mlf., Bukhara, 39-40; Merçil, a.g.m., s. 254-255.
[280] Saffarîlerle alakalı bkz., Bosworth, The History of Sistan and the Malik
of Nimruz (247/861 to 949/1542-43), Newyork 1994; aynı mlf, “Saffarids”,
EI, VIII, 795-798; T.W. Haig, “Saffarîler”, İA, X, 5960; Merçil, “Saffarîler”,
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, V, ed. H.D. Yıldız, İstanbul 1987,
s. 417-449; Aşiteyanî, s. 187-218.
[281] Gerdizî, s. 144.
[282]Taberî, X, 67; Gerdizî, s. 144-145; İbn el-Esîr, VII, 500-501; Trk. trc.
VII, 416; İbn Hallikan, Vefeyat el-Ayan, thk. İhsan Abbas, Beyrut 1977, s.
425-426. Krş., Bosworth, The History of Sistan, s. 223; aynı mlf., “The
Tahirids and Saffarids”, s. 121; Merçil, a.g.m., s. 439.
[283] Gerdizî, aynı yer.
[284] Gerdizî, aynı yer; İbn Hallikan, VI, 426. Krş., Bosworth, The History
of Saffarids, s. 226.
[285] Bosworth, “Banidcurids”, EI, 125; Merçil, “Banîcûrîler”, DİA, V, 59.
[286] Nerşahî, s.124; Frs. trc., s. 119-120; İng. trc., s. 87.
[287] Nerşahî, aynı yer; Frs. trc., s. 120; İng. trc., s. 88.
[288] Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, VII, 501; Trk. trc. VII, 416.
[289]Nerşahî, s.125; Frs. trc., 122; İng. trc. s. 89; Merçil, “Karategin Ailesi”,
Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara 1987, s. 3.
[290] Taberî, X, 76-77; Gerdizî, s.145; s. 255-256; İng. trc., s. 202-203; İbn
el-Esîr, VII, 501; Trk. trc., s. 417; İbn Hallikan, VI, 427-428. Krş., Barthold,
“Amr b. el-Leys”, İA, I, 414; aynı mlf., “Amr b. el-Leys”, EI, I, 452-453;
Bosworth, The History of Sistan, s. 229-230; aynı mlf., “İsmail b. Ahmed”,
EI, IV, 188-189; Merçil, “Saffarîler”, s. 439-440; Aşiteyani, s. 209-210;
Abdülkerim Özaydın, “Amr b. Leys”, DİA, III, 87.
[291]Târih-i Sistan, s. 258-259; İng. trc., s. 204-205. Krş., Merçil, a.g.m., s.
441-442.
[292] Ebû İshak İbrahim b. Hilal el-Katib el-Sâbî, el-Münteza‘ min kitâb el-
tâcî li-Ebî İshak el-Sâbî, yay., M. Hüseyin el-Zebidî, Bağdat 1977; W.
Madelung, Arabic Texts Concerning the History of the Zaydi İmams of
Tabaristan, Daylaman ve Gilan, Beyrut 1987, s. 22 (Ebû İshak İbrahim b.
Hilal el-Katib el-Sâbî’nin Ahbârü’l-Devletü’l-Deylemiyye adlı eserinden
naklen) ve s. 128 (İmam Ebî Talib el-Natık bilhak’ın Kitâb el-ifade fi târih el-
eimmetü’l-saadet adlı eserinden naklen).
[293] Taberî, X, 81-82; İbn el-Esîr, VII, 504; Trk. trc. VII., 419; İbn
İsfendiyar, Târih-i Taberistan, thk., Abbas İkbal Aşiteyanî, s. 256-257; İng.
trc. E.G. Browne, an Abriged Translation of the History of Taberistan,
Londra 1905, s.193-194; Seyyid Zahireddin el-Mar‘aşî, Târih-i Taberistan u
Ruyan u Mazenderan, nşr. M. Cevat Meşkur, Tahran 1966, s. 141-142. Krş.,
W. Madelung, “The Minor Dynasties of Northern İran”, Cambridge History
of İran, IV, Cambridge 1975, s. 206; Trk. trc., “Taberistan”, Doğuştan
Günümüze Büyük İslam Tarihi, V, ed. H.D. Yıldız, İstanbul 1987, s. 458.
[294] Hilal el-Sâbî, s. 49n; İbn Miskaveyh, Tecaribü’l-Ümem, The Eclipse of
Abbasid Caliphate, I, tsh., D.S. Margoliouth- H.F. Amedroz, Oxford 1920, s.
36; Gerdizî, s. 149-150; İbn İsfendiyar, I, 268-269; İng. trc., s. 200; el-
Mar‘aşî, a.g.e., s. 143; İbn el-Esîr, VIII, 77; Trk. trc., VIII, 73; Mirhond, IV,
38. Krş., Frye, “The Samanids”, s. 141; Trk. trc., s. 54; W. Madelung, s. 208;
Trk. trc., s. 460.
[295] İbn İsfendiyar, I, 265; İng. trc., s. 197.
[296] el-Kâmil fi’l-târih, VII, 527; Trk. trc., VII, 439-440.
[297] Nizamülmülk, s. 301-302.
[298] Taberî, X, 137; Nerşahî, s.129; Frs. trc., 90-91; İng. trc., s. 93; Gerdizî,
s. 148; el-Sem’ânî, III, 201; Nizamülmülk, s. 302; İbn el-Esîr, VIII, 5; Trk.
trc., VIII, 13; el-Cüzcanî, I, 206; İng. trc., I, 33; Hamdullah el-Müstevfî, s.
381; Mirhond, IV, 36. Krş., Barthold, “İsmail b. Ahmed”, İA, V, 1111; Frye,
“The Samanids”, s.141; Aşiteyanî, s. 223.
[299] Nerşahî, s. 107; Frs. trc., s. 128; İng. trc., s. 77; İbn el-Esîr, aynı yer;
Trk. trc., aynı yer; el-Sem’ânî, III, 200. Krş., Bosworth, “İsmail b. Ahmed”,
EI, IV, 189.
[300] Taberî, aynı yer; İbn el-Esîr, VIII, 5; Trk. trc., VIII, 13.
[301] Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, VIII, 7; Trk. trc., VIII, 14/
[302]Târih-i Sistan, s. 290; İng. trc., s. 233. Krş., Bosworth, The History of
Saffarîds, s. 263; Merçil, “Simcûrîler I, Simcûr el-Devâtî”, İÜ. Tarih Dergisi,
sayı : 32, İstanbul 1979, s.73; aynı mlf., “Saffarîler”, s.446.
[303]Târih-i Sistan, s. 292; İng. trc., s. 235. Krş., Merçil, “Saffarîler”, s. 447.
[304]Târih-i Sistan, aynı yer; İng. trc., aynı yer; İbn el-Esîr, VIII, 60; Trk.
trc. VIII, 56. Krş., Bosworth, a.g.e., s. 265; Merçil, a.g.e., s. 447.
[305] Taberî, X, 144-145; İbn Miskaveyh, I, 19-20; İbn el-Esîr, VIII, 56-57;
Trk. trc., VII, 56-57.
[306] Zeyn el-Ahbâr, s. 149; Târih-i Sistan, s. 297; İng. trc., s. 240; el-Kâmil
fi’l-târih, VIII, 69-70; Trk. trc. VIII, 63-64. Krş., Bosworth, s. 269-270.
[307] Gerdizî, aynı yer; Târih-i Sistan, s. 301; İng. trc. s. 243; İbn el-Esîr,
VIII, 70; Trk. trc., VIII, 64. Krş., Bosworth, s. 271-272; aynı mlf., “The
Tahirids and Saffarids”, s. 266; Merçil, “Simcûrîler I-Simcûr ed-Devatî, s. 78.
[308] İbn İsfendiyar, I, 266; İng. trc., s. 199.
[309] İbn el-Esîr, VIII, 81-82; Trk. trc., VIII, 71-72.
[310] İbn İsfendiyar, I, 269; İng. trc., s. 200; Madelung, Arabic Texts, s. 90.
[311] İbn İsfendiyar, aynı yer; İng. trc., aynı yer; İbn el-Esîr’de(VIII, 72;
Trk. trc., VIII,) savaşın geçtiği mekan olarak Salus şehrine bir günlük
mesafede olan Nevruz adlı bir yerin adı verilirken, el-Mar‘aşî (s.145) ve
Madelung (Arabic Texts, s.79-80, 90,226)’da ise bu yerin adı Bevirud olarak
verilmiştir.
[312]el-Sem’ânî, III, 202; Yalnız Gerdizî’de (s. 150), Ahmed b. İsmail’in
ölüm tarihi olarak 21 Aralık 913 tarihi verilmektedir.
[313] el-Mar‘aşî, s.146.
[314] Barthold, Türkistan, s. 258-259; Frye, aynı yer.
[315]el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 87; Trk. trc., VIII, 77.
[316] Nerşahî, s. 131-132; İng. trc., s. 94; İbn el-Esîr, VIII, 77; Trk. trc.,
VIII, 69.
[317]Tabakat-ı Nasırî, I, 208; İng. trc., I, 33.
[318]Gerdizî, s. 148; İbn el-Esîr, VIII, 7; Trk. trc., VIII, 14. Krş., Frye,
Bukhara, s. 50; Buchner, a.g.m., 141; Aşiteyanî, s. 224-225.
[319] Gerdizî, s.151; İbn el-Esîr, VIII, 78; Trk. trc., VIII, 69. Krş.,
Zettersteen, “Nasr b. Ahmed”, İA, IX, 104.
[320] İbn el-Esîr, VIII, 87-88; Trk. trc., VIII, 77.
[321] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[322]Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Mirhond,
IV, 40. Krş., Barthold, Türkistan, s. 259; Zettersteen, a.g.m., s. 104;
Aşiteyanî, s. 226-227.
[323]Gerdizî, s. 151-152; İbn el-Esîr, VIII, 118-119; Trk. trc., VIII, 102;
Mirhond, IV, 41. Krş., Barthold, aynı yer; aynı mlf., “Ahmed b. Sehl”, İA, I,
173; Zettersteen, aynı yer; Bosworth, “Ahmad b. Sahl”, İranica, I, 643-644;
Merçil, “Karategin Ailesi”, s.2-3; Aşiteyanî, s. 227.
[324]el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 120; Trk. trc., VIII, 103-104.
[325] Barthold (Türkistan, s.260, 449n), bu zatın İsficâb hükümdar ailesi
fertlerinden biri olabileceği görüşündedir.
[326]İbn el-Esîr, VIII, 132-134; Trk. trc., VIII, 113-114. Krş., Barthold, aynı
yer; Zettersteen, s. 105; Merçil, “Muhtacoğulları”, s. 68.
[327] Gerdizî, s. 152; İbn el-Esîr, VIII, 209; Trk. trc., VIII, 174.
[328] İbn el-Esîr, VIII, 208-210; Trk. trc., VIII, 175.
[329] Gerdizî, s. 153.
[330]Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, VIII, 210; Trk. trc., VIII, 175. Krş.,
Barthold, s. 260, Merçil, “Karategin”, s. 5-6.
[331] İbn el-Esîr, VIII, 210-211 Trk. trc. VIII, 176. Krş. Merçil, “Karategin
Aiesi”, s.7; aynı mlf., “Muhtaçoğulları”, s.69.
[332] İbn el-Esîr, VIII, 212; Trk. trc., VIII, 177. Krş., Bosworth, “The Banû
İlyas of Kirman (320-57/932-68)”, İran and İslam, in Memory of the late
Vladimir Minorsky, Edinburg 1971, s.110; aynı mlf., “Al-e Elyas”, İranica, I,
755.
[333]Târih-i Sistan, s. 302; İng. trc., s. 245; İbn el-Esîr, VIII, 79; Trk. trc.,
VIII, 79. Krş., Bosworth, The History of Saffarids, s. 273; aynı mlf., “The
Tahirids and Saffarids”, s. 131; Merçil, “Simcurîler I”, s.79.
[334] İbn İsfendiyar, I, 271; İng. trc., s. 201.
[335] İbn İsfendiyar, I, 274; İng. trc., s. 203.
[336] İbn İsfendiyar, aynı yer; İng. trc. s. 204-205.
[337]Hilal el-Sâbî, s. 73; Madelung, Arabic Texts, s. 44 (Hilal el-Sâbî’den
naklen).
[338] İbn el-Esîr, VIII, 124; Trk. trc., VIII, 106. Krş., Madelung, s. 44 (Hilal
el-Sâbî’den naklen); Merçil, “Simcûrîler I”, s.81-82; aynı mlf., “Karategin
Ailesi”, s. 3.
[339] İbn el-Esîr, aynı yer. Hilal el-Sâbî, (s.74) ve Madelung, (Arabic Texts,
s. 45)’de bu kumandanlardan başka, Ahmed b. Muhammed b. Ferigûn, Boga
Timur, Bekr b. Muhammed b. İlyas, Karetegin’in kardeşi Bekçur, Uşrusana
hakiminin adlarını verir. Krş., Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet,
İstanbul 19933, s.162; Merçil, “Simcûrîler I”, s. 82.
[340]el-Münteza‘ min kitâbi’l-tâcî li-Ebî İshak el-Sâbî, s. 74-76; Madelung,
s. 45.
[341] İbn İsfendiyar I, 278, İng. trc. s. 205.
[342] İbn İsfendiyar, I, 281; İng, trc. 206.
[343] İbn el-Esîr, VIII, 131; Trk. trc., VIII, 112; İbn İsfendiyar ise (I, 281;
İng. trc., s. 206-207) Hasan b. Kasım ve Ebu’l-Hüseyin’in Karategin’i
mağlup ederek bölgeye hakim olduklarını söyler. Ancak, onların daha önce
kuvvetli Sâmânî ordusu karşısında etkisiz kalmaları bu bilginin doğru
olmadığını göstermektedir. Krş. Merçil, “Karategin Ailesi”, s. 4.
[344] İbn el-Esîr, VIII, aynı yer; Trk. trc., aynı yer. İbn İsfendiyar ise (Târih-
i Taberistan, I, 283-284; İng. trc., s. 208) biraz farklı olarak; Simcurîlerin
Horasan’da karışıklığa sebeb olması üzerine Ebû Ali İbrahim b. Simcûr’un
Cürcan’a geldiğini belirtir. O, burada bulunan Seyyidlerden şehri kendisine
güçlük çıkarmadan teslim etmelerini istemişti. Ancak seyyidler, onun bu
isteğini kabul etmemişlerdir. İbn İsfendiyar burada Simcûr el-Devâtî ile
oğlunu karıştırmıştır.
[345] İbn İsfendiyar, I, 284; İng. trc., s. 208. Hilal, s. 59; Madelung, Arabic
Texts, s.33 (Yalnız burada savaşın yapıldığı yerin adı