Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 2414

Şamanizmden Müslümanlığa

Türklerin
İslamlaşma Serüveni
(Sâmâniler Devleti 874-1005)

Aydın Usta
YEDİTEPE YAYINEVİ®
Yeditepe Yayınevi: 71
İnceleme-Araştırma: 47
Şamanizmden Müslümanlığa
Türklerin İslamlaşma Serüveni
(Sâmâniler Devleti 874-1005)
Aydın Usta
© Yeditepe Yayınevi
İç Düzen: Burhan Maden
Kapak: Sabahattin Kanaş
Yeditepe Yayınevi
Çatalçeşme Sk. No: 27/15
34410 Cağaloğlu-İstanbul
Tel: (0212) 528 47 53
Faks: (0212) 512 33 78
http://www.yeditepeyayinevi.com
e-mail: bilgi@yeditepeyayinevi.com
Aydın Usta
01.04.1975 tarihinde İstanbul’da doğdu. İlkokulu Üsküdar Bağlarbaşı
İlköğretim Okulu’nda, Orta ve Lise öğrenimimi Üsküdar Cumhuriyet
Lisesi’nde bitirdi.
1992 yılında kazandığı MSGSÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü’nden 1996 yılında fakülte birinciliği ile mezun oldu. Aynı yıl içinde
MSGÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaçağ Tarihi programında Yüksek Lisans
öğrenimime başladı.
1997 yılı içinde MSGSÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ
Tarihi Anabilim Dalı’nda açık bulunan Araştırma Görevlisi kadrosuna atandı.
1999 senesinde Sâmânîler Devletinin Kuruluş Devri adlı teziyle bitirdiği Y.
Lisans Programının sonrasında Ocak 2000 tarihinde Enstitü’de Doktora
Programına başladı. Temmuz 2003’de Sâmânîler Devletinin Siyasî ve
Kültürel Tarihi (943-1005) adlı teziyle doktora programını bitirdi. Askerliğini
Kasım 2004 tarihinde T.C. Gnkur. Başkanlığı Askerî Tarih ve Stratejik Etüt
Başkanlığına (ATASE) bağlı Stratejik Araştırmalar ve Etüt Merkezi
(SAREM)’nde Topçu Teğmen rütbesiyle tamamladı. Halen MSGSÜ Tarih
Bölümü’nde Araştırma Görevlisi Öğr. Gör. Dr. olarak görev yapmaktadır.
İngilizce ve Arapça bilen Aydın Usta, evli, biri erkek biri kız iki çocuk
babasıdır.
Önsöz
Maveraünnehir ve Horasan bölgeleri Türk tarihi açısından büyük öneme
sahip bir coğrafyada yer almaktadır. Türklerin bu topraklarla olan münasebeti
Büyük Hun İmparatorluğu dönemine kadar gitmektedir. Daha sonra Ak-
Hunlar ve Göktürkler döneminde bölgede gittikçe güçlenen Türk nüfuzunun
bir sonucu olarak siyasî otorite tamamıyla Türklerin eline geçmiştir. Siyasî
gücün yanında, Ak-Hunların hakimiyeti döneminden başlayarak özellikle
Maveraünnehir’de Türk nüfusunun arttığı görülmektedir. Karahanlılar,
Gazneliler, Büyük Selçuklular, Harizmşahlar, Timurlular, Özbekler, Horasan
ve Maveraünnehir’de hüküm sürmüş olan büyük Türk devlet ve
imparatorluklarıdır. Birbiri ardına kurulan bu devletler sayesinde adı geçen
bölgeler zaman içinde tamamıyla Türkleşmiştir. Nitekim, bugün bu
toprakların büyük bölümü Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan Türk
Cumhuriyetleri arasında paylaşılmış durumdadır.
Çalışmamızın konusunu teşkil eden Sâmânîler Devleti de 874-1005 tarihleri
arasında aynı coğrafya üzerinde hüküm sürmüştür. Bu dönem ise Göktürkler
ile Karahanlı ve Gaznelilerin hakimiyetleri arasındaki zaman dilimini
kapsamaktadır. Sâmânî ailesinin kökeni hakkında ilim dünyasındaki genel
görüş İran asıllı oldukları şeklindedir. Dolayısıyla Sâmânîler dönemi,
Horasan ve Maveraünnehir’deki Türk hakimiyeti için bir ara dönem olarak
görülmektedir. Tezimizin ilk safhasında Sâmânîlerin soyu hakkındaki
görüşleri ele aldık. İncelediğimiz kaynaklarda karşımıza çıkan ilk kayıtlar ise,
bugün Sâmânîlerin İran asıllı olduğunu kabul eden görüşün dayanak
noktasını teşkil eden ve onları İranlıların ünlü kumandanı Behram Çubin’e
dayandıran şecereler oldu. Ancak, gerek bu şecerelerde geçen Türk isimleri
ve gerekse konuyla bağlantılı çeşitli bilgi ve düşünceler, Sâmânî ailesinin
Türk asıllı olabileceği şeklindeki düşüncelerimizin doğmasına yol açtı. Bu
konuyu, Giriş bölümünde Kaynaklar ile Horasan ve Maveraünnehir’in
coğrafyasının anlatımının sonrasında Birinci bölüm içerisinde tafsilatlı bir
şekilde ele almaya çalıştık.
Birinci bölümün devamında Sâmânîler Devleti’nin siyasî tarihini ayrıntılı
olarak yazmaya çalıştık. Bu bölümün yazımında Sâmânîler dönemine ait az
sayıdaki kaynaktan ve ikinci el kaynaklardan istifade ettik. Bölüm içinde her
hükümdarın dönemi ayrı bir başlık altında ele aldık. İkinci bölüm
“Sâmânîlerde Devlet Teşkilatı, Askerî Teşkilat Sosyal ve Ekonomik Hayat”
ana başlığını taşımaktadır. Burada Sâmânîler Devleti bünyesinde görev yapan
memurlar, devlet daireleri, sosyal hayat, bu dönem içindeki ticarî, tarımsal
faaliyetler, dinî yaşantı ve devletin askerî yapısı hakkında bilgiler
verilmektedir. Çalışmamızın üçüncü ve son bölümünde ise oldukça zengin
bir birikime sahip olan Sâmânîler dönemindeki kültürel hayat ele alınmaya
çalışılmıştır. Sâmânî hükümdarlarının alimleri himaye edip desteklemeleri
Horasan ve Maveraünnehir’de çok canlı bir ilim muhitinin oluşmasında etkili
olmuştur. Bu dönemde çeşitli ilim dallarında yetişen alimlerin çalışmaları
daha sonraki ilim adamları üzerinde etkili olmuştur. Bunların en başında ise,
Sâmânîlerin saray tabipliğini yapmış olan büyük tabip ve filozof İbn Sina
gelmektedir. Yine günümüzde dahi Türkler arasında etkisini sürdüren
Maturidiyye kelam ekolünün kurucusu Ebû Mansur el-Maturidî, astronomi ve
matematik konusundaki çalışmalarıyla tanınan Ebû Cafer el-Hazin, Sâmânîler
Devleti’nin hakim olduğu sahalarda yaşamış ve eserler vermiş olan
alimlerdir.
Bütün bu içeriği ile tezimiz gerek Avrupa’da ve gerekse Türkiye’de
Sâmânîler dönemi ile ilgili yapılmış en kapsamlı çalışmalardan biridir. Zira,
bunun öncesinde Sâmânîlerin siyasî tarihini konu alan birkaç makale ile bu
devlete hizmet etmiş komutan aileleri hakkında, kültürel hayat ve alimlerinin
hayatlarına dair yazılan bazı makaleler dışında Sâmânîler tarihini siyasî,
sosyal ve kültürel yönleriyle bir bütün halinde ele alan bir çalışma
bulunmamaktadır.
Çalışmamız sırasında sonsuz sabır ve gayreti ile beni destekleyen, yardım
ve tavsiyelerini esirgemeyen, bilim ve kültür tarihi konusundaki engin
bilgisiyle beni yönlendiren danışman hocam sayın Prof. Dr. Ramazan
ŞEŞEN’e en derin saygı ve teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca, destek ve
tavsiyelerini esirgemeyen hocam sayın Prof. Dr. Erdoğan MERÇİL’e,
çalışmam ile alakalı Çince kaynakları tercümesinde yardımcı olan hocam
sayın Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL’a teşekkür ederim.
Ayrıca, kullandığım Rusça makalelerin Türkçeye tercümesini yapan
arkadaşım Azer RIZAYEV’e, çalışmalarım sırasında bana her türlü kolaylığı
sağlayan IRCICA ve İSAM kütüphaneleri çalışanlarına, Yeditepe
Yayınevi’nden sayın Ersan Güngör’e maddî ve manevî desteğini daima
yanımda hissettiğim eşim Gülay USTA’ya şükranlarımı arzederim.
Aydın USTA
İstanbul
Haziran 2007
Kısaltmalar
a.g.k. : adı geçen kitap
a.g.m. : adı geçen makale
aynı mlf. : aynı müellif
Arp. trc. : Arapça tercüme
AÜİFD : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
bkz. : bakınız
BSOAS : Bulletin of the School of Oriental and African Studies
DİA : Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Ed : editör
EI2 : The Encyclopaedia of İslam supplement
EI : The Encyclopaedia of İslam first edition
Frs. trc. : Farsça Tercüme
hş. : Hicri-Şemşi
İA : Milli Eğitim Bakanlığı İslam Ansiklopedisi
İng. trc. : İngilizce tercüme
İTED : İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi
İÜ : İstanbul Üniversitesi
MÜ : Marmara Üniversitesi
nşr. : Neşir
ö. : ölümü
s : sayfa
TED : Tarih Enstitüsü Dergisi
Tfs. : Tafsilat
TM : Türkiyat Mecmuası
Trk. trc. : Türkçe tercüme
t.y. : tarih yok.
v.b. : ve benzeri
v.d. : ve diğer
yay : yayınlayan
yy. : yüzyıl
Giriş
I) Kaynaklar

A) Tarihî Kaynaklar

el-Taberî’nin (ö.922), Kitâbü ahbâr el-rüsul ve’l-mülûk (Târih el-rüsul ve’l-


mülûk)[1] adlı eserinde Sâmânîlerin ilk dönemlerine ait olaylar kısa notlar
halinde kaydedilmiştir. Bunun en önemli nedeni onun, eserinin son kısmını
oluşturan kendi dönemine ait olayları kısa bir şekilde aktarmasından
kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, genel olarak eserinin son kısımlarındaki
olayların anlatımı yetersizdir[2]. Diğer taraftan Târih el-rüsul ve’l-mülûk’da,
Sâmânîler hakkında verilen bilgilere baktığımızda bunların; Afşin’in oğlu
Hasan’ın yakalanıp Bağdat’a yollanması, Saffarî hükümdarı Amr b. el-Leys
ile mücadele, onun esir edildikten sonra Bağdat’a gönderilmesi, Sistan seferi
ve Sübkerî’nin yakalanıp Bağdat’a gönderilmesi gibi Abbasîlerle ilgili
haberler olduğu görülür.
IV/X. yy., tarih yazıcılığının din alimlerinin tekelinden sıyrılıp, sarayda
görev yapan katip v.b. memurların eline geçtiği bir dönem
olmuştur.Bunlardan biri olan Sâmânîler devrinin önemli tarihçilerinden
Ebu’l-Hüseyin el-Sellamî, Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac’ın katipliği
yapmış ve Kitâbü ahbâr-i vulat-i Horasan[3]adlı bir eser kaleme almıştır.
Ancak, ne yazık ki bu kitap günümüze ulaşmamıştır. I. Nuh devrine kadarki
olayların anlatıldığı ve çalışmamız açısından son derece önemli olduğunu
düşündüğümüz Kitâbü ahbâr-i vulat-i Horasan’dan, kaynaklarımızdan
Gerdizî ve İbn el-Esîr geniş ölçüde faydalanmışlardır.
Sâmânîler dönemine ait olup, bugün elimizde mevcut en önemli kaynak ise
bir şehir tarihi olan Nerşahî’nin (ö.959) Târih-i Buhara[4]adlı eseridir. Târih-i
Buhara’nın, Arapça aslı zamanımıza ulaşmamış olmasına rağmen, daha sonra
el-Kubavî (ö.1129) tarafından yapılan Farsça tercüme ve zeyli mevcuttur.
Kitapta, Sâmânîlerin menşei (kökeni) konusundaki en ayrıntılı rivayetlerden
biri yer almaktadır. Müellifin, Sâmânîler Devleti tarihi konusunda bize
aktardığı bilgilerin yanında, başkent Buhara’nın tarihi, topografyası, yapıları,
v.s. konular hakkında verdiği bilgiler, eserin bizim açımızdan önemini
arttırmaktadır. Nitekim çalışmamızda, Sâmânîler dönemindeki imar
faaliyetleri, şehirde çıkan yangınlar ile ilgili bahisler, ağırlıklı olarak
Nerşahî’nin verdiği bilgilerden faydalanmak suretiyle anlatılmıştır. Târih-i
Buhara’da, İsmail b. Ahmed’in Buhara’ya hakim olması, ağabeyi I. Nasr ile
arasındaki mücadele konusunda, diğer kaynaklarda bulunmayan bilgiler
tafsilatlı bir şekilde aktarılmaktadır. Ancak, maalesef İsmail b. Ahmed’den
sonraki Sâmânî hükümdarları ve dönemleri kısa olarak ele alınmıştır.
Sâmânîler döneminde mevcut dîvânları ve bunların Buhara’da nerede
bulunduğunu, Nerşahî vasıtasıyla öğrenebiliyoruz. Çalışmamız sırasında
eserin Arapça nüshasının yanında Farsça ve İngilizcesinden de istifade ettik.
Eserin Farsça nüshasının sonunda oldukça geniş notlar yer almaktadır.
Buhara şehrinin tarihi konusunda Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b.
Süleyman el-Buharî (ö.312/924-925) ve Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed
b. Muhammed el-Buharî el-Günçar (ö.412/1021-1022) tarafından yazılan iki
Buhara Tarihi daha bulunmaktadır.[5] Ancak, bu eserler zamanımıza
ulaşmamıştır.
Sâmânîlerin batıdaki en büyük hasımları olan Büveyhîlerin hizmetinde
çalışan ve Dîvân el-İnşâ başkanlığı yapan Ebû İshak İbrahim b. Hilâl el-Sâbî
(ö.994) Büveyhîler hanedanının tarihini konu alan bir eser kaleme almıştır.
Kitâbü’l-tâcî fi ahbâri’l-devleti’l-Deylemiyye[6] adını taşıyan bu eserden bazı
parçalar günümüze ulaşmış ve Muhammed Hüseyn el-Zebidî tarafından
1977’de Bağdat’da el-Münteza‘ min Kitâb el-tâcî li-Ebî İshak el-Sâbî adıyla
yayınlanmıştır.
Mevcut kısımlarda, Sâmânîlerin ilk dönemlerinde Taberistan ve Cürcan’da
gelişen olaylarla ilgili enteresan bilgiler bulunmaktadır. Daha sonraki
dönemlerde Taberistan tarihine dair iki önemli eser kaleme alan İbn
İsfendiyar ile el-Mar‘aşî’nin, Ebû İshak’ın bu eserinden istifade etmiş
olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Sâmânîler devrinde yazılmış olup, günümüze gelmeyen bir diğer eser, ünlü
hadis alimi el-Hâkim el-Nisaburî’nin (ö.1014), Sâmânîler Devleti’nin ikinci
merkezi olan Nisabur şehriyle ilgili kaleme aldığı Târih-i Nisabur’dur. Bu
kitaptan, kuruluşundan itibaren şehrin tarihini, yapıları, mahallelerini, burada
yetişen alimlerini anlatan parçalar zamanımıza ulaşmıştır.
Bu pasajlardan, özellikle şehrin mahallelerinin tasviri konusunda geniş
ölçüde faydalandık. el-Sem’ânî’nin, el-Hâkim el-Nisaburî’nin eserinden
aktardığı bazı notlar[7] Simcûrîler ve onların faaliyetleri hakkında bizim
açımızdan oldukça önemli sayılabilecek bilgiler içerir ve müellifin, bu aileye
karşı bir sempatisi olduğu görülür.
Sâmânîlerin çağdaşı olan İbn Miskeveyh’in (ö.1030) Tecâribü’l-ümem[8]
adlı kitabı çalışmamız sırasında sıkça başvurduğumuz kaynaklardan biridir.
İbn Miskeveyh, uzun süre Büvey-hîlerin hizmetinde çalışmıştır. Bununla
birlikte eseri, Büveyhîler lehine bazı tarafgirlikler içeren Ebû İshak Hilal el-
Sâbî’nin eserine nispeten çok daha objektiftir. I. Nuh, I. Abdülmelik ve I.
Mansur dönemlerinde batıda Büveyhîlerle yapılan mücadelelerin seyri ile
ilgili bize farklı bakış açıları sunması bakımından önem arz eder. İbn
Miskeveyh, bu mücadeleleri bizzat savaşa iştirak etmiş kişilerin ağzından
aktarmaktadır. Bunlardan biri de ünlü Büveyhî veziri İbn el-Amid’dir. Yine,
999 senesindeki Karahanlı istilası öncesinde Buhara’daki durumu,
Sâmânîlerin yaklaşan bu büyük tehlikeyi önlemek için harcadıkları beyhude
çabaları ve halkın buna tepkisini İbn Miskeveyh’in eserinden öğrenmekteyiz.
Sâmânîler döneminde Horasan Berîd Amilliği (Posta Müdürlüğü)
görevinde bulunan ve Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî’nin katipliğini yapan
Ebû Nasr Muhammed b. Abdülcabbar el-Utbî (ö.1036 veya 1040)’nin, Târih-
i Yeminî� adlı eseri çalışmamız açısından büyük önem taşır. Kitap, genel
anlamda bir Gazneliler tarihidir. Zira el-Utbî, 996 senesinde Gaznelilerin
hizmetine girmiştir. Eserinde, ağırlıklı olarak Gazneliler Devleti’nin kurucusu
Sebüktegin ve oğlu Mahmud’un dönemlerini anlatmaktadır. Bununla birlikte,
Sâmânîlerin son dönemlerinde meydana gelen olaylar hakkında en önemli
kaynağımızdır. II. Nuh’un saltanatından itibaren, Sâmânîler hakkında ayrıntılı
bilgiler verir. Ebû Ali el-Simcûrî’nin, Sâmânîler Devleti’ne isyan etmesi,
Herat ve Tûs Savaşları, Ebû Ali’nin yakalanması, Gaznelilerin Sâmânîler
üzerindeki nufuzları hakkında değerli bilgiler verir. Muhtemelen bu olaylara
bizzat şahit olmuştur. Ayrıca, Sâmânîlerin son hükümdarı İsmail el-
Muntasır’ın faaliyetleri hakkındaki bilgilerimizin büyük bir bölümünü de el-
Utbî’ye borçluyuz.
Yukarıda değindiğimiz gibi el-Sellamî’nin eseri günümüze ulaşmamış
olmasına rağmen, daha sonra bir çok tarihçi tarafından kullanılmıştır.
Bunlardan biri de, Ebû Said Abdülmelik b. Dahhak el-Gerdizî (ö. 1053)’dir.
Onun, Zeyn el-ahbâr[9]adlı kitabı çalışmamız sırasında sıkça başvurduğumuz
kaynaklardan biri olmuştur. Gerdizî, Farsça kaleme aldığı eserini 1041 yılı
olaylarına kadar getirmiştir. Sâmânîlerin kökeni hakkındaki en geniş şecere
bu eserde yer almaktadır. el-Utbî’nin Târih-i Yeminî’sinden sonra
Sâmânîlerin son hükümdarı İsmail el-Muntasır’ın faaliyetlerini ayrıntılı bir
şekilde veren ikinci eserdir. Gerdizî, el-Sellamî’nin dışında pek çok
kaynaktan faydalanmıştır. Nitekim, kendisi gibi el-Sellamî’den faydalanan
İbn el-Esîr ile kimi olayların anlatımında yada şahıs isimlerinde zaman zaman
ihtilafa düşmekte ve farklı bilgiler vermektedir. I. Nuh döneminde meydana
gelen Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac’ın isyanının anlatımında bu durum
açıkça kendisini göstermektedir.
Sâmânîler Devleti’nin yıkılmasından kısa bir süre sonra kaleme alınan bir
diğer çalışma ise Ebu’l-Hasan Muhammed b. Hasan el-Beyhakî (ö.1077)’nin
Târih-i Beyhakî[10] adıyla bilinen eseridir. Farsça kaleme alınan eser,
Mahmud el-Verrak (ö.1057’den sonra)’ın yaratılıştan 1018 yılına kadar
getirdiği eserine zeyl olarak yazılmıştır[11]. Farsça kaleme alınmış olan Târih-
i Beyhakî bu tarihten 1059 senesine kadar geçen süre içinde gelişen olayları
anlatmaktadır. Genel anlamda Gazneliler tarihi olan eserin, ancak 1030-1044
yılları olaylarından bahseden kısmı zamanımıza gelmiştir. Bu zaman dilimi
içerisinde kalan olayların anlatımı sırasında Gazneliler Devleti’nin kurucusu
Sebüktegin ve oğlu Mahmud dönemlerine ait olaylar hakkında bilgi
verilmekte, dolayısıyla da Sâmânîlerle ilgili bilgiler yer almaktadır. Bunlar,
ağırlıklı olarak II. Nuh ve oğlu II. Mansur dönemlerine aittir. Çalışmamız
sırasında Târih-i Beyhakî’nin Farsçasının yanında Arapça tercümesinden de
faydalandık.
Gazneliler devrinde yaşamış olan Hüseyin b. Mansur el-Merğanî (ö.
1021’den sonra)’nin dört ciltten oluşan el-Ğurar fî siyer el-mülûk ve
ahbârihâ adlı eserinin son cildinde Sâmânîler tarihine ait ayrı bir bölüm
bulunmaktadır. Ancak, eserin ilk iki cildinin günümüze ulaşabilmiştir. Son
iki cildi kayıptır[12].
Ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk (ö.1092) tarafından yazılan
Siyasetnâme’de[13], II. Nasr dönemindeki Batınî hareketine dair en geniş
rivayetlerden biri yer almaktadır. Eserde Batınîlerin, I. Nuh’dan yedikleri ağır
darbenin sonrasında I. Mansur döneminde yeniden ortaya çıktıklarına dair
zayıf bir rivayet mevcuttur. Bunların dışında Siyasetnâme’den, Sâmânîler
Devleti’nin saray ve taşra teşkilatında görev alan memurlar hususunda azamî
ölçüde faydalanmaya çalıştık.
Yine bu dönemde kaleme alınmış olan Târih-i Sistan[14] adlı Farsça anonim
eser, Sâmânîlerin bu bölge için verdikleri mücadeleleri bize aktaran çok
değerli bir kaynaktır. Burada yer alan bilgiler sayesinde Sâmânîlerin Herat
şubesinin lideri İlyas ve oğlunun faaliyetleri hakkında bilgi sahibi
olabilmekteyiz. Ayrıca eser, Sistan’ın fethi, I. Mansur ve II. Nuh
dönemlerindeki Sistan seferleri hakkında son derece zengin ve orijinal
bilgiler içermektedir. Târih-i Sistan, yapılan zeyllerle XIV. yy.’ın başlarına
kadar getirilmiş ve bu şekliyle Melikü’ş-Şuara Bahar tarafından 1314’de
Tahran’da neşredilmiştir.
Ebu’l-Hasan el-Beyhakî (ö.1170)’nin, Târih-i Beyhâk[15]adlı eserinde
Sâmânîlerin, Gûr bölgesine yaptıkları sefer hakkında bilgiler bulunmaktadır.
Ayrıca, Sâmânîler devrindeki ilmi yaşantıya dair muhtasar bilgiler
verilmektedir.
Özellikle Sâmânîlerin ilk dönemlerinde Taberistan’da meydana gelen
mücadelelerin anlatımında, bu bölgenin tarihi hakkında kaleme alınmış olan
iki eserden geniş ölçüde faydalandık. Bunlardan ilki İbn İsfendiyar
(ö.1216)’ın Târih-i Taberistan[16] adlı eseridir. İkincisi ise, Zahirüddin el-
Mar‘aşî (ö.1487)’nin Târih-i Taberistan u Rûyan u Mazenderan’ıdır[17]. Her
iki eser de, bölgenin hakimi durumundaki Seyyidler ve daha sonra kurulan
Ziyârî-lerle, Sâmânîler arasındaki mücadeleler konusunda orjinal bilgiler
içermektedir. Ancak, el-Mar‘aşî’nin eseri, İbn İsfendiyar’ın Târih-i
Taberistan’ına nispeten daha muhtasardır.
Sâmânîler Devleti’nin büyük kentlerinden biri olan Semer-kand’ın tarihi ile
ilgili çeşitli eserler kaleme alınmıştır. Bunlardan biri, Ebû Hafs Ömer el-
Nesefî (ö.1142)’nin el-Kand fî zikri Ulemâi Semerkand’ıdır[18]. Eserde,
Semerkand’da yetişmiş yada şehri ziyaret etmiş alimlerin kısa
biyografilerinin yanında şehrin mahalleleri hakkında bilgi bulmak
mümkündür. Ayrıca, Sâmânî devlet teşkilatında görevli bazı memurlarla ilgili
notları, bu eser sayesinde elde edebildik. Daha önce yazılan, Ebu’l-Abbas
Ca’fer b. Muhammed el-Müstağfirî el-Nesefî (ö.1041)[19] ve Ebû Sa’d
Abdurrahman b. Muhammed el-İdrisî (ö.1014)[20] tarafından yazılan Târih-i
Semerkand adlı iki eser ise zamanımıza gelmemiştir.
Çalışmalarımız sırasında sıkça başvurduğumuz kaynaklardan biri de
İzzeddin Ali b. Muhammed b. el-Esîr (ö.1233)’in el-Kâmil fi’l-târih’dir[21].
Arapça kaleme alınan eserde, Sâmânîler dönemi olaylarının anlatımında
geniş ölçüde el-Sellamî’nin eserinden faydalanılmıştır. İbn el-Esîr,
Sâmânîlerin batıda Büveyhîlerle yaptıkları mücadeleleri anlatırken Iraklı
tarihçilerin rivayetlerine de yer vermiştir. Bu, onun objektifliğe verdiği önemi
göstermekte ve bize bilgileri karşılaştırma yapma imkanı sağlamaktadır. el-
Kâmil yıllara göre tertip edilmiştir. Eserde her yılın sonunda, o sene içinde
meydana gelen doğal felaketler, vefat eden alimler, yıl içinde meydana gelen
diğer olaylara dair kısa notlar vardır. Çalışmamız içerisinde yer alan Doğal
Felaketler adlı konunun yazımında geniş ölçüde bu notlardan faydalandık.
Sâmânîler hakkında bilgi veren XIII. yy.’a ait bir diğer çalışma ise Tabakât-
ı Nâsırî’dir[22]. Minhâceddin Osman b. Muhammed el-Cüzcânî (ö.1261’den
sonra)’nin Farsça kaleme aldığı bu eserde Sâmânîler tarihinin anlatıldığı ayrı
bir bölüm yer almaktadır. Ancak, Sâmânî hükümdarlarının şahsî portreleri
dışında diğerlerinden farklı bir bilgi yoktur.
İlhanlı veziri Reşidüddin Fazlullah (ö.1318)’ın Câmiü’l-tevârih’inde[23],
Sâmânîlerin menşeini Oğuzlara dayandıran bir rivayet yer almaktadır. Ancak,
bu bilgiyi nereden aldığı konusunda bilgi vermemesi aktardığı rivayet
konusunda çeşitli şüphelere yol açmaktadır. Bunun dışında eserde
Sâmânîlerle ilgili orijinal bir bilgi yoktur.
Hamdullah el-Müstevfî (ö.1350), Sâmânîlerden çok sonraları yaşamış
olmasına rağmen Târih-i Güzide[24]sinin bu ailenin menşei hakkında diğer
kaynaklarda bulunmayan bilgiler vermektedir. Nitekim, Sâmânîlerin atası,
Sâmân-hûdat’ın Eşnas şehrinden olduğuna hakkındaki rivayet Hamdullah el-
Müstevfî tarafından aktarılmaktadır. Büyük ölçüde Reşidüddin Fazlullah’ın
Câmiü’l-tevârih’ine dayanmasına rağmen, Reşideddin tarafından aktarılan
Sâmânîlerin Türk olduğuna dair rivayet Târih-i Güzide’de yer almaz. Bunun
yerine Hamdullah el-Müstevfî, bu aileyi Behram Çubin’e bağlayan bir şecere
vermiştir.
Timurlular dönemi tarihçilerinden biri olan Mirhond (ö.1498)’un Ravzatü’l-
safâ� adlı eserinin IV. cildinde Sâmânîlere ayrılmış bir bölüm
bulunmaktadır. Bu bölüm daha önceki yazarların verdikleri bilgilerden
derlenmiştir. Ancak, Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac isyanının anlatımında
olduğu gibi bazı farklı bilgiler sunması ve diğer kaynaklarda verilen bilgileri
kontrol etme imkanı sağlaması nedeniyle çalışmamızda bu eseri de kullandık.
Mirhond’un torunu Gıyaseddin Hondmir tarafından yazılan Düstûru’l-
vüzera[25] adlı eser de çalışmamız sırasında kullandığımız kaynaklar arasında
yer almıştır.

B) Tabakâtlar, Ansiklopedik Eserler


Uzun yıllar Sâmânîlerin dîvân teşkilatında çalışan Ebû Abdullah
Muhammed el-Harizmî (ö.997)’nin Mefâtihu’l-ulum[26]adlı eserinde,
Nerşahî’de adı geçmeyen bazı devlet dîvânlardan bahsedilir. Sâmânî devlet
teşkilatındaki Dîvânü’l-ma‘ (Su Dîvânı) ile Dîvânü’l-Ceyş (Ordu Dîvânı)’nın
varlığını el-Harizmî’nin verdiği bilgilerden öğreniyoruz. Ancak, bu kitap
dîvânlarla ilgili çok kısa bilgi verir ve daha çok dîvânlarında kullanılan
terimler üzerinde durur. Bunda el-Harizmî’nin, eserini daha çok devlet
dîvânlarında görev alacak memurların işlerinde kolaylık sağlayabilmeleri
maksadıyla teknik terimleri anlattığı bir şekilde tasarlamasının etkisi
vardır[27]. İslamiyetin ilk dört asrı içindeki bilimsel faaliyetler konusunda
bugün elimizdeki en önemli kaynak durumundaki İbn el-Nedim (ö.1010)’in
el-Fihrist’i[28], çalışmamız açısından bazı önemli notlar içermektedir. Bu
eserden, II. Nasr’ın şiiliğine dair rivayet ile bazı alimler ve eserleri hususunda
faydalandık. Ayrıca, el-Fihrist’de yer alan Maniheistlerin anlatıldığı bölüm,
bunların Sâmânî topraklarındaki faaliyetlerini ve Sâmânîlerin bu dinin
mensuplarına bakışını yansıtması açısından bizim için değerlidir.
Sâmânîler döneminde tasavvufun gelişimi ve bu sırada yetişen önemli
mutasavvıflar konusunda ağırlıklı olarak Ebû Abdurrahman el-Sülemî
(ö.1021) tarafından kaleme alınan eserlerden istifade ettik. Onun, Risaletü’l-
melâmatiyye[29] ve Kitâbü Fütüvve[30] adlı eserleri, Sâmânîler devrinde
Horasan ve Mavera-ünnehir’de etkili olan Melametiyye tarikatı ve fütüvvet
hakkında yazılmış ilk eserlerdendir.
Bize, Melamîler ve tasavvufî manadaki fütüvvet ile ilgili değerli bilgiler
vermektedir. el-Sülemî’nin, çalışmamız sırasında faydalandığımız bir diğer
kitabı, mutasavvıfların biyografilerini anlattığı Tabakâtü’l-Sufiyye’dir[31].
Kendisi de, Sâmânîlerin son dönemlerinde yetiştiği için, bu eseri birinci elden
kaynak durumundadır. Yine, Sâmânîlerin çağdaşı olarak kabul
edebileceğimiz Ebû Nuaym el-İsfahanî (ö.1038)’nin Hilyetü’l-evliya’sı[32]
Sâmânîler döneminin mutasavvıflarının hayatlarını anlatan bir diğer önemli
kaynaktır. Ayrıca bu konuda, el-Hücvirî (ö.1064’den sonra)’nin Keşfü’l-
Mahcûb[33] adlı eserinden, el-Kuşeyrî (ö.1072)’nin Risaletü’l-Kuşeyriye diye
bilinen el-Risale’sinden[34], Feridüddin Attar (ö.1221)’ın Tezkiretü’l-
evliya[35]ve İbn Mülakkin (ö.1401)’in Tabakâtü’l-evliya[36] adlı eserlerinden
istifade ettik.
Abdülmelik b. Muhammed el-Seâlibî (ö.1038)’nin Yetimetü’l-dehr’inde[37],
Sâmânîler coğrafyasında yetişmiş yada buraları ziyaret etmiş şairlerin
biyografileri ve şiirlerinden örnekler yer almaktadır. Ancak, bundan daha
önemlisi kitabın bize, Nerşahî’nin ve el-Harizmî’nin dîvânlar hakkında
verdikleri bilgileri tamamlama imkanını vermesidir.
Zira, Yetimetü’l-dehr’de şairlerin biyografilerinin yanında eğer devlet
kademelerinde görev almışlar ise, bu görevleri de belirtilmiştir. Bu sayede
çalışmamızda, berîd amili, dîvân katibi, Dîvân el-Resâil başkanı v.b. dîvân
görevlileri hakkında örnekler verebilme imkanına sahip olabildik. Ayrıca, bu
eser, Sâmânîler döneminde Arapça şiirler yazan şairler hakkında bilgi veren
başlıca kaynağımızdır.
Bunlardan başka, el-Birunî (ö.1048)’nin Asarü’l-bakiye[38]adlı eserinde
Maveraünnehir’de İslamiyetin dışında varlığını sürdüren çeşitli dinler ve
bunların mensuplarına dair bilgiler yer almaktadır. Yine, Tahdidü nihayati’l-
emakin[39]adlı eseri, bilgilerimizin çok kısıtlı olduğu Sâmânîler devrindeki
astronomi çalışmaları hakkında değerli bilgiler vermektedir.
Kaşgarlı Mahmud (ö.1074)’un Divan-ı Lugati’l-Türk’ünden[40] Sâmânîlerin
şecerelerinde geçen bazı isimlerin manalarının açıklanması hususunda
faydalandık.
Nizamî-i Aruzî (ö.1156)’nin Çehar Makale[41]adlı eseri bazı kronoloji
hatalarına rağmen, Sâmânîlere ait bazı orijinal ve ilginç bilgiler içermektedir.
el-Sem’ânî (ö.1167)’nin Kitâb el-ensâb[42]adlı eserinde, Buhara ve
Semerkand gibi Sâmânîler döneminin önemli şehirleri, bunların mahalleleri
ve bağlı kasabalar hakkında bilgiler bulunmaktadır. Kitapta ayrıca, X. yy.’da
Horasan ve Maveraünnehir’de yetişen alimler, Sâmânî devlet teşkilatında
görev alan kişiler hakkında muhtasar bilgiler yer almaktadır.
Bu dönemde yetişmiş Farsça şiirler yazan şairler için ağırlıklı olarak el-
Avfî (ö.1235’den sonra)’nin Lübab el-elbab’ından[43] faydalandık. Ayrıca,
Cevâmiü’l-hikâyât[44]adlı eserinin içinde bulunan Sâmânîlerle ilgili bazı
kıssalardan istifade ettik. X. yy.’da Horasan ve Maveraünnehir’de yetişmiş ve
eserler vermiş hadisçi, fakîh ve kelamcılar ile ilgili olarak çeşitli tabakât
kitaplarında bilgiler mevcuttur.
Bu konuda Hanefî ve Şafiî alimlerin biyografilerinden bahseden tabakâtlar
vardır. Çalışmamız sırasında Şafiî alimlerin biyografîleri için İbn Salâh
(ö.1245)’ın Tabakâtü’l-fukahai’l-şafiiyye’si[45], el-Sübkî (ö.1370)’nin
Tabakâtü’l-şâfiyyeti’l-kübra[46] adlı eseri, el-İsnevî (ö.1370)’nin Tabakâtü’l-
şafiiyye[47] ve İbn Kâdî Şuhbe (ö. 1448)’nin Tabakâtü’l-fukahai’l-
şafiiyye[48]adlı eserlerinden Hanefî alimleri için Ebu’l-Muîn el-Nesefî
(ö.1114)’nin el-Tabsiratü’l-edille fi usuli’l-din[49], Abdülkadir b. Muhammed
el-Kureşî (ö.1373)’nin el-Cevahirü’l-mudiyye fi tabakâti’l-hanefiyye[50], İbn
Kutluboğa (ö.1474)’nın Tâcü’l-teracim fi tabakât el-hanefiyye[51], Leknevî
(ö.1887)’nin el-Fevâidü’l-behiyye fi terâcimi’l-hanefiyye[52] adlı eserleri
başvurduğumuz kaynaklar olmuştur.
Bunların dışında İbn Hallikan (ö.1282)’ın Vefeyâtü’l-a’yân ve enbâü
ebnâ’el-zaman’nı[53] ile el-Zehebî (ö.1347)’nin Siyerü a’lâmi’l-nübelâ� ve
Tezkiretü’l-huffâz[54]adlı eserlerinde, her iki mezhebe mensup alimlerin
biyografileri verilmiştir.
Sâmânîler döneminde felsefe, tıp, matematik gibi aklî ilimler konusunda
çalışan alimler hakkında Ebu’l-Hasan el-Beyhakî’nin Tetimmetü’l-sıvan el-
hikme[55], Târihü hukemai’l-İslam[56] adlı eserlerinden, el-Kıftî (ö.1248)’nin
İhbâr el-ulemâ bi ahbâr el-hukemâ’[57] adlı eserinden ve İbn Ebî Usaybia
(ö.1270) Uyûn el-enbâ fî tabakât el-etibbâ’sından faydalandık[58].
Ayrıca, Katib Çelebi’nin Keşf-i zünun[59]adlı kitabından Sâmânîler
döneminde kaleme alınan çeşitli ilim dallarındaki eserler ve müellifleri
konusunda istifade ettik.

C) Coğrafî Kaynaklar
X. yy. İslam coğrafya literatürünün altın çağıdır. Bu asırda çok sayıda
büyük coğrafyacı yetişmiştir. Bunlar, İslam dünyasında uzun seyahatlere
çıkmışlar, pek çok bölgede incelemeler yapmışlardır. Gezdikleri bölgeler
hakkında ayrıntılı ve ilgi çekici bilgiler vermişlerdir. Bu bölgelerin en başta
gelenleri arasında Sâmânîlerin hakim oldukları Horasan, Maveraünnehir ve
Harizm bölgeleri vardır.
Bu coğrafyacılardan ilki, İbn Hurdâdbih (ö.912’den sonra)’dir. Kitâb el-
mesâlik ve’l-memâlik[60]adlı eseri Sâmânîler açısından erken devir
kaynaklarından biri olmasına ve fazla bilgi içermemesine rağmen,
hükümdarların lakap ve unvanlarına dair bölümü nedeniyle bizim için
değerlidir. İbn Hurdâdbih’in bu konuda verdiği bilgiler, kaynaklarda
Sâmânîlere ait soy zincirlerinde (şecerelerde) geçen isimler konusunda
karşılaştırma yapma imkanını vermektedir. Ayrıca, Abbasîlerin Harâc
Dîvânı’nda başkanlık yapmış bir kişi olması dolayısıyla, Horasan ve
Maveraünnehir’in vergi gelirleri hakkında önemli bilgiler sunmaktadır. el-
Ya’kubî (ö.905)’nin Kitâbü’l-büldân[61]adlı eseri, Sâmânîlerin erken
döneminde yazılmış bir diğer coğrafya kitabıdır. Bu eserde, tarımsal
faaliyetler ve vergi gelirleri hakkında değerli notlar bulunur. İbn Fakîh el-
Hemedanî (ö.913’den sonra) tarafından kaleme alınan Kitâb el-
Büldân’dan[62] da ise, sadece Semerkand şehri hakkında ayrıntılı bilgi vardır.
Bunların yanında 921 senesinde Abbasî halifesi Muktedir tarafından
Müslümanlığı yeni kabul eden İtil Bulgar hükümdarına gönderilen elçilik
heyetinde yer alan İbn Fazlan, bu seyahati sırasında geçtiği bölgelerin halkını,
adet, gelenek ve göreneklerini aktaran el-Rıhle (Seyahatnâme)[63] adlı değerli
bir eser kaleme almıştır. Eserde, yolculuğu sırasında uğradığı başkent Buhara
ve buradaki ikameti sırasında görüştüğü II. Nasr ve veziri el-Ceyhanî, yine
yolculuğu sırasında geçtiği Sâmânî toprakları, kullanılan bazı paralar
hakkında bilgiler vermiştir.
İbrahim b. Muhammed el-İstahrî (ö.957’den sonra) Kitâbü’l-memâlik el-
mesâlik[64] adlı eserinde Sâmânîler dönemindeki Horasan ve
Maveraünnehir’deki sosyal yaşantı, ekonomik faaliyetler, şehirler arasındaki
mesafeler konusunda önemli bilgiler vermektedir. Ayrıca, Sâmânîler
döneminin ünlü alimlerinden biri olan Ebû Zeyd el-Belhî’nin coğrafyaya dair
yazdığı Suvarü’l-ekâlim adlı kayıp eserinden geniş ölçüde faydalanmıştır.
el-İstahrî’nin coğrafya konusundaki kitabı İbn Havkal (ö.977’den sonra)
tarafından geliştirilmiştir. İbn Havkal, Sûret el-arz[65]’ını el-İstahrî’nin
yukarıda aktardığımız eseri üzerine bina etmiştir. Uzun bir müddet Horasan
ve Maveraünnehir’i gezen İbn Havkal bölgedeki şehirleri, buralardaki halkın
yaşantısını, ekonomik ve ticarî faaliyetleri canlı bir şekilde anlatmaktadır.
Özellikle, Sâmânîlerin doğu sınırında yer alan bölge ve şehirler hakkında el-
İstahrî’ye nispeten daha ayrıntılı bilgiler vermektedir. Eserde, Sâmânîlerin
askerî ve idarî teşkilatlanmasına dair diğer kaynaklarda bulunmayan çok
önemli notlar mevcuttur. Ayrıca, Maveraünnehir’deki tarımsal faaliyetlerin
can damarı olan kanallar hakkında da ayrıntılı bilgi vermektedir.
Horasan ve Maveraünnehir’de uzun bir süre kalmış ve buralar hakkında
tafsilatlı bilgiler vermiş bir diğer coğrafyacı ise el-Makdisî (ö.985’den
sonra)dir. Onun Ahsenü’l-tekâsîm[66]adlı eseri, İbn Havkal’ın kitabından
sonra birlikte bu bölge hakkında en geniş bilgi veren ikinci kaynaktır.
Ahsenü’l-tekâsîm’de, Horasan ve Maveraünnehir’deki şehirlerin tasvirinden
başka, toplanan vergilere, Sâmânî hükümdarlarına, bunların vezir ve
hâciblerine dair kısa notlar bulunmaktadır. I. Abdülmelik’in ölümünden
sonra, oğlu Nasr’ın bir günlük saltanatını bize aktaran yegane kaynaktır.
Yine, bölge halklarının giyim tarzı, dinî mezhepler arasındaki ilişkiler, gezip-
gördüğü şehirler halkının mizaç ve karakter özellikleri hakkında da değerli
bilgiler içermektedir.
X. yy.’da yazılmış bir başka coğrafya eseri, yazarı bilinmeyen Hudûd el-
Alem’dir[67]. Eserde, Horasan ve Maveraünnehir şehirleri hakkında kısa
bilgiler verilmektedir. Bunun dışında kitabı İngilizceye çeviren V. Minorsky
verilen bilgileri başka kaynaklardan aldığı bilgilerle zenginleştirmiştir.
Yakut el-Hamavî (ö.1229), Mü’cemü’l-büldân[68] adlı eserinde,
kendisinden önceki coğrafyacıların verdikleri bilgilerden ve seyahat
notlarından faydalanarak kaleme almıştır. Bu nedenle çalışmamız içerisinde
fazla kullanılmamış olup, sadece Buhara ve Semerkand şehirlerinde yer alan
mahalle ve sokaklar ile Penchir’deki gümüş yatakları ve bunların işletilmesi
bahislerinde faydalanılmıştır. Ayrıca Yakut’un, İrşad el-erîb ilâ marifet el-
edîb[69] adlı eserinden dönemin alim, şair ve edîplerinin biyografileri
hususunda istifade edilmiştir. Hamdullah el-Müstevfî (ö.1350)’nin Nüzhet el-
kulûb[70] adlı coğrafya kitabı da faydalandığımız kaynaklar arasında yer
almaktadır.

D) Araştırma Eserleri ve Makaleler


Barthold’un Moğol İstilasına Kadar Türkistan[71], adlı kitabı Sâmânîler
tarihi konusunda öncelikli olarak başvurduğumuz çalışmalardan biri
olmuştur. Tarihî olayların gelişimi hakkında verilen bilgilerin yanında,
kitabın ilk bölümünde Maveraünnehir coğrafyası anlatılmaktadır. Çalışmamız
sırasında, Barthold’un Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler[72] ve İslam
Medeniyeti Tarihi[73] adlı kitaplarından da faydalandık. Bunlardan ikincisi
M. Fuat Köprülü tarafından yapılan tercümenin yanında notlarla
genişletilmiştir. Her iki çalışmadan da, Sâmânîler devrinde kültürel hayat ve
Sâmânî topraklarında yaşayan gayri müslim halk konularında istifade ettik.
Müellifin “Orta Asya’da Moğol Fütühatına Kadar Hıristiyanlık” adlı
makalesi, L. Ligeti’nin Bilinmeyen İç Asya’sında[74] verilen bilgilerle birlikte
Sâmânîlerin Hıristiyan ve Maniheist tebaları hakkında en çok
faydalandığımız iki çalışmadır.
Bunun dışında, Sâmânîlerin siyasî tarihi ile alakalı yapılan araştırma
baktığımızda özellikle şu üç isim karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan ilki R.N.
Frye’dır. Nerşahî’nin eserini İngilizceye tercüme etmesinin yanında,
Sâmânîler Devleti’nin başkenti Buhara’nın kuruluşundan itibaren tarihini,
sosyal ve kültürel gelişimini ele aldığı Bukhara[75] adlı bir kitabı vardır.
Büyük bir bölümü Sâmânîler dönemine ait olan kitap bizim açımızdan
önemli bir çalışmadır. Sâmânîler Devleti’nin tarihi yanında, bu dönem içinde
şehirdeki sosyal ve kültürel gelişim ile dîvânlar hakkında bilgiler
vermektedir. Frye’ın “The Samanids”[76] adlı makalesi ve bunun H.D. Yıldız
tarafından yapılan Türkçe tercümesi, çalışmamızın başlangıç safhasındaki
gelişimi ve kaynaklarımızın genişletilmesi açısından büyük yarar sağlamıştır.
el-Hakîm el-Nisaburî’nin Târih-i Nisabur’unun günümüze ulaşan kısımları
da Frye tarafından bir makale halinde derlenmiştir[77]. Nisabur şehrinin
mahalleleri hakkındaki bilgilerimiz büyük ölçüde bu makaleye
dayanmaktadır. Frye, siyasî tarihinin yanında Sâmânîler dönemindeki
edebiyat ve dil konusunda da makaleler kaleme almıştır. “The Arabic
Language in Khurasan”[78] ve “Development of Persian Literature under the
Samanid and Qarakhanids”[79] adlı makalelerinde ağırlıklı olarak Sâmânîler
Devleti’nin resmi dilinin Farsça olduğu tezini savunmaktadır. Ancak, bu tam
manasıyla doğru bir tespit değildir. Bu konuyla ilgili düşüncelerimizi
çalışmamız içinde aktarmaya çalıştık.
C.E. Bosworth’un The History of Saffarids of Sistan[80]adlı kitabından
Sâmânîlerin, Sistan bölgesinin hakimiyeti için verdikleri mücadeleler
konusunda faydalandık. The Ghaznavids, Their Empire in Afghanistan and
Eastern Caliphate (994-1040)[81], Sâmânîlerin son 25 yılına damgasını vuran
Gazneliler Devleti ile alakalı önemli bir çalışmadır. Bosworth’un “An
Alleged Embassy from the Emperor of China to the Amir Nasr b. Ahmad, A
Contribution to Samanid Military History” adlı makalesi[82] çalışmamız
açısından çok büyük öneme sahiptir. Makale, Kadı Ebu’l-Hüseyn Ahmed b.
el-Zübeyr’in el-Zahâir ve’l-tuhaf adlı eserinde verilen, II. Nasr döneminde
Çin’den Sâmânî topraklarına gelen elçilik heyetinin hikayesiyle ilgili
bölümünün tercümesidir. Bu makale sayesinde, Sâmânîler Devleti askerî
teşkilatı konusunda oldukça önemli bilgilere sahip olabilmekteyiz. “The
Armies of Saffarids”[83] adlı makalede ise, Sâmânîlerin çağdaşı Saffarîler
Devleti’nin ordusu ele alınmıştır. Bu makaleden, her iki devletin askerî
teşkilatlanmasının birbiriyle benzerlikler içerebileceği düşüncesiyle
faydalanmaya çalıştık. Aynı yazarın, “The Rulers of Chaghaniyan in Early
İslamic Times”[84], adını taşıyan makalesi Sâmânîler Devleti tarihinde önemli
roller üstlenmiş ve uzun bir süre Horasan valiliği görevini ellerinde tutmuş
olan Muhtacoğulları ailesi hakkında kaleme alınmıştır. Bosworth’un
bunlardan başka konumuzla ilgili çeşitli makale ve ansiklopedi
maddelerinden istifade ettik.
Erdoğan Merçil’in, Sâmânîler döneminin ünlü kumandan ailesi
Simcûrîlerin önemli simaları hakkında yazdığı makalelerinden[85] çalışmamız
sırasında azamî ölçüde istifade etmeye çalıştık. Merçil’in, Simcûrîlerin
haricinde dönemin bir diğer ünlü kumandan ailesi Muhtacoğullarına dair
kaleme aldığı “Muhtac-oğulları”[86] adlı makaleden, Bosworth’un aynı aile
ile ilgili makalesiyle birlikte, II. Nasr ve I. Nuh dönemi olaylarının anlatımı
sırasında geniş ölçüde faydalandık. “Karategin Ailesi”[87] ve “Sâmânîler
Devletinde Türklerin Rolü”[88] isimli makaleleri de, çalışmamız sırasında
sıkça başvurduğumuz araştırma eserleri arasındadır. Merçil’in, İsmail b.
Ahmed’den, İsmail el-Muntasır’a kadar geçen süre içindeki olaylarda birinci
derecede rol oynayan bu kumandanlar hakkında kaleme aldığı makaleler
tezimizin siyasî bölümünün şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. İlk
Müslüman Türk Devletleri Tarihi[89] ve Gazneliler Devleti Tarihi[90]adlı
kitapları Merçil’in yararlandığımız diğer çalışmalarıdır.
Luke Treadwell’in “İbn Zafir al-Azdî’s Accaunt of Murder of Ahmad b.
İsmail al-Samani and Succesion of his son Nasr”[91] adlı çalışmasından, gerek
Ahmed b. İsmail’in gulâmları tarafından öldürülmesi hakkındaki geniş
rivayet ve gerekse teşkilat tarihi konusunda makalede mevcut örnekler
hususunda faydalandık. Makalede ele alınan rivayet, bir çok bakımdan diğer
kaynaklarda verilen bilgilerle uyum göstermektedir. Ancak, Simcûr el-
Devâtî’nin, anlatılan olayların gelişimindeki rolüne biraz şüphe ile yaklaşmak
gerekmektedir.
Zira, diğer bütün kaynakların ortak olarak birleştikleri gibi Simcûr el-
Devâtî, Ahmed b. İsmail’in öldürülmesi sırasında Sistan valiliği görevini
sürdürmekteydi. Ancak, onun öldürülmesinden sonra Sistan’da patlak veren
isyanın sonrasında bölgeyi bırakarak geri dönmek mecburiyetinde
kalmıştı[92]. Bunun yanında, bütün çabalarımıza rağmen Treadwell tarafından
1991’de Oxford Üniversitesi’nde yapılmış The Political History of the
Sâmânîd State adlı basılmamış doktora tezine ulaşmayı başaramadık.
Ancak, kanaatimizce bu çalışma başlığından anlaşıldığı üzere Sâmânîlerin
siyasî tarihi konusunda hazırlanmış olmalıdır. Bizim çalışmamız ise, siyasî
tarihin yanında devlet teşkilatı, kültürel, sosyal ve ekonomik ve ilmî hayat
konularını da kapsamaktadır. Yine Maurice Lombard’ın İlk Zafer Yıllarında
İslam[93]adlı çalışmasının içinde Sâmânîler devrindeki ticaret, edebî
gelişmeler konusunda bilgiler bulunmaktadır.
Bu devletin hakim olduğu coğrafyanın özelliklerini, halkının yaşayışını,
gelenek-göreneklerini aktaran coğrafî kaynakların tahlilinde, bunlarda adı
geçen bazı şehirlerin yerinin tespitinde Guy Le Strange’nin The Lands of
Eastern Caliphate[94] adlı eserinden geniş ölçüde faydalandık. Ramazan
Şeşen’in İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri[95] adlı
kitabının son bölümünde (s.212-272 arasında) verilen İbn Havkal ve
Makdisî’nin eserlerinin Maveraünnehir ile ilgili kısımlarının tercümeleri
çalışmamız açısından son derece faydalı oldu. Bize büyük kolaylık sağladığı
gibi, bu iki eserde geçen yer isimlerinin doğruluğunu tahlil imkanı sağladı.
Bunların yanında, Hudûd el-Alem’in İngilizce tercümesini yapan V.
Minorsky’nin verdiği notlar ve açıklamalara, Fuat Sezgin’in editörlüğünde
çıkartılan İslamic Geography serisinin ilgili ciltlerine[96], DİA ve İA’nın
maddelerine başvurduk.
Kaynaklarda aktarılan bilgilerin en önemli tamamlayıcısı durumundaki
nümizmatik konusunda ise, İbrahim ve Cevriye Artuk’un İslamî Sikkeler
Kataloğu[97], Florian Schwarz’ın Sylloge Numorum Arabicorum Tübingen,
Gazna / Kabul XIV d - Hurâsân IV[98], G.C. Miles’in The Numismatic
History of Rayy[99], M. A., Broome’un A Handbook of Islamic Coins[100],
Elena Davidovich’in “Barab, Newly Discovered Central Asian Mint under
the Samanid and Anushteginids”[101], “The Samanid Coins, Coined in
Quba”[102] adlı çalışmalarından geniş ölçüde faydalandık.
Sâmânîler dönemindeki mevcut kelam ekolleri konusunda ağırlıklı olarak
Montgomery Watt’ın İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri[103], Bekir
Topaloğlu’nun Kelam İlmi[104], A.S. Tritton’un İslam Kelamı[105] adlı
çalışmalarından istifade ettik. Bunun yanında, bu ekoller hakkında yazılan
ansiklopedi maddelerini kullandık. Bu dönemin iki büyük kelamcısı olan el-
Maturidî ve İbn Fûrek ile ilgili yapılmış Yusuf Şevki Yavuz’un İslam
Akaidinin Üç Şahsiyeti[106] adlı çalışması ile M. Said Yazıcıoğlu’nun
“Maturidî Kelam Ekolünün İki Büyük Siması; Ebû Mansur el-Maturidî ve
Ebu’l-Mu‘in el-Nesefî”[107] isimli makalesinden adı geçen alimlerinin
anlatımı sırasında büyük ölçüde istifade ettik.
Ömer Rıza Doğrul tarafından Türkçeye tercüme edilen Ebû Abdurrahman
el-Sülemî’nin Risaletü’l-Melâmetiyye[108]adlı ese-rininin giriş bölümünde
mütercimin, melamîliğin gelişimi hakkında verdiği malumattan geniş ölçüde
faydalandık. Yine, Sâmânîler devrinin en önemli tasavvufî ekolü olan
melamîlik hakkında Abdülbaki Gölpınarlı’nın Melâmîlik ve
Melâmîler[109]adlı bir çalışması bulunmaktadır. Çalışmamız sırasında
kullanmaya çalıştığımız bu kitap, ağırlıklı olarak Melamîliğin Sâmânîlerden
sonraki dönemler içindeki gelişimini aktarmaktadır. Bu dönemde yetişen
mutasavvıflar konusunda DİA’nın ilgili maddelerinden de azamî ölçüde
faydalanmaya çalıştık.
Sâmânîler devrindeki ilmî ve edebî faaliyetler hakkında yukarıda
belirttiğimiz çalışmaların dışında R. Bulliet’in The Patricians of
Nishapur’u[110], A.J. Arberyy’nin Classical Persian Literature’ı[111] ve C.E.
Bosworth ile M.S. Asimov’un editörlüğünü yaptığı UNESCO tarafından
çıkartılan History of Civilizations of Central Asia[112]adlı çalışmayı
kullandık. Bulliet’in çalışması, Sâmânîlerin ikinci merkezi Nisabur’daki dinî
yaşantı, Hanefî-Şafiî çekişmesi ve bunun yansımalarını aktarması açısından
oldukça önemlidir.
Sâmânîlerin son dönemlerinde yetişen ve İslam biliminin en büyük
simalarından biri olan İbn Sînâ, Sâmânîler döneminde felsefe ve tıp ilimleri
konularının ağırlık noktasını oluşturmaktadır. İbn Sînâ’nın hayatı ve
çalışmaları konusunda Henry Corbin’in İslam Felsefesi Tarihi[113], Hilmi
Ziya Ülken’in İslam Felsefesi[114], Macit Fahrî’nin İslam Felsefesi
Tarihi[115]adlı eserlerinden, Esin Kahya tarafından yapılan İbn Sînâ’nın el-
Kanun fi’l-tıbb[116]adlı eserinin Türkçe tercümesinin giriş kısmından ve ilgili
ansiklopedi maddelerinden istifade ettik. Fuat Sezgin’in Geshichte des
Arabischen Schrifttums’u ise, dönemin diğer filozof ve tabibleri konusunda
faydalandığımız en önemli çalışmadır. Matematik ve astronomi konularında
da, Sezgin’in aynı eserinin yanında Ebu’l-Kasım el-Kurbanî’nin
Zindeginâme-i Riyazidenan-ı Devreyi İslamî�, adlı çalışmasından istifade
ettik.
Çalışmamız sırasında özellikle Sâmânîler döneminden kalan nümizmatik ve
arkeolojik materyaller konusunda çeşitli internet sitelerinden faydalandık.
Bunlara dipnot ve bibliyografya içinde işaret edilmiştir.
II) Sâmânîler Devletinin Coğrafyası
Sâmânîler Devleti, Maveraünnehir ve Horasan’ı içine alan çok geniş bir
coğrafyada hüküm sürmüştür. Bu coğrafya günümüzde Özbekistan,
Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan, İran ve Afganistan
arasında paylaşılmış durumdadır. Bu topraklar o zaman Ceyhun’un
ötesindeki Maveraünnehir toprakları, Ceyhun’un batısındaki Horasan
toprakları olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Gerek Horasan ve gerekse
Maveraünnehir yakasında toprakları bulunan Harizm bölgesi genellikle
Maveraünnehir’in bir parçası sayılıyordu.

A) Maveraünnehir ve Harizm Bölgesi


Sâmânîler Devleti’nin başkenti Buhara, Maveraünnehir bölgesinde yer
almaktaydı. Coğrafî bir terim olarak Mâverâ-ünnehir[117], Seyhun (Sir Derya)
ile Ceyhun (Amu Derya) nehirleri arasında kalan bölgeye verilen isimdir.
Kelime manası olarak Arapça da “nehrin ötesi” anlamına gelmektedir.
Mâverâünnehir güneyde Ceyhun Nehri, batıda Harizm ve Aral Gölü, kuzeyde
Sir Derya Nehri, doğuda Talas ve Fergana toprakları ile çevrilmiştir. Bu iki
nehrin etrafındaki arazi de Maveraünnehir’den kabul ediliyordu. Ilıman
iklimi, tarıma elverişli topraklarıyla yoğun nüfusa sahip bir bölgedir. Ayrıca,
Türk ülkelerinden yapılan köle ve hayvan ticaretinin önemli noktalarından
birini teşkil etmesi, Hindistan, Orta Asya ve Çin’den gelen ticaret yollarının
batıya açılma noktası olması sebebiyle İslam dünyası içinde her zaman büyük
bir öneme sahip olmuştur. Halkı başlangıçta Arî kökenli olmasına rağmen,
siyasî açıdan daha çok Orta Asya’ya bağlı kaldığından zamanla
Türkleşmiştir. Maveraünnehir, ilk İslam fetihlerinin sonrasında, doğudaki
gayri müslimlere karşı savaşın yürütüldüğü bir suğur (sınır) bölgesi olmuştur.
Bölge, Harizm’den İsficâb’a kadar Oğuz sınırı, İsficâb’dan Fergana’ya kadar
Karluk sınırı ile çevrili olduğu için buraya gaza yapmak üzere İslam
dünyasının dört bir tarafından gönüllüler gelirdi. Bu gönüllülerin ikamet
etmeleri için rıbatlar[118] inşa edilmişti. Bunlar askerî amaçlarla olduğu kadar
ticarî faaliyetler için de kullanılmaktaydı. İbn Havkal bölgedeki rıbatların
sayısının 10.000’i bulduğunu söylemektedir[119].
Maveraünnehir bölgesinin batı sınırını oluşturan Ceyhun Nehri, gerek
civarındaki toprakların verimliliği ve gerekse İran ve Türk hükümdarları
arasında yapılan anlaşmalarda doğal sınır olarak kabul edilmesinden dolayı
tarihte her zaman Seyhun’dan daha büyük bir öneme sahip olmuştur. Ayrıca,
Maveraünnehir’in geneline yayılmış olan kanal sisteminin kaynağı olması da
önemini bir kat daha arttırmaktadır. Değişik isimlerle adlandırılan[120]
Ceyhun Nehri, Pamir ve Hindikuş dağlarının birleştiği bölgeden doğar.
Nehrin yukarı mecrası Ceryâb (Penc) Nehri olarak bilinir. Ceyhun doğduğu
yerden Huttel’e kadar olan saha içinde kendisinden küçük diğer nehirler ile
birleşmektedir. Bunlar, Ceyhun üzerindeki önemli geçitlerden biri olan
Arhan’a varmadan Ceyhun ile birleşirler[121]. Daha sonra nehir, önce batı
sonra kuzey batı yönünde çöl boyunca ilerleyerek bir delta oluşturduktan
sonra Aral Gölüne dökülür[122]. Ceyhun’un, Aral Gölüne döküldüğü bu
mevkiye Halican denilmekteydi[123]. Burası ile Seyhun Nehri’nin Aral
Gölüne döküldüğü yer arasında yaklaşık 10 günlük bir mesafe
bulunmaktaydı[124].
Mâverâünnehir bölgesinin Ceyhun’un yukarı mecrası üzerinde yer alan ilk
eyalet merkezi Hulbuk olan, geniş ve dağlık bir arazi yapısına sahip Huttel
(Huttelan) idi. Vahş bölgesi de idarî bakımdan Huttel eyaletine bağlıydı.
Buranın başkenti Hulbuk’tan büyük olan Halâverd şehriydi. Andiçerağ,
Levkend, Halaverd, Temliyat, Fargar ve Münk eyaletin diğer önemli
şehirleriydi[125]. Eyaletin Abbasîlerin ilk dönemlerindeki harâcı(vergisi)
193.300. dirhem idi[126].
Huttel ve Vahş eyaletlerinin ardından suları Ceyhun ile birleşen Kubadiyan
ve Vahşab nehirleri arasında kalan Kubadiyan bölgesi gelmekteydi. Bu küçük
eyaletin merkezi Fazz şehriydi. Ceyhun üzerinde yer alan Uzec, Kevdi
geçitleri de bu eyaletin sınırları içindeydi[127].
Kubadiyan’dan sonra Çağaniyân(Sağaniyan) eyaleti yer alıyordu. Eyaletin
başşehri Çağan-rûd (Çağaniyan) nehrinin kıyılarından itibaren yükselen
dağların eteklerine kurulmuş olan Çağaniyan şehriydi. Şehir islam fetihleri
öncesinde IV. ve V. yy.’lar arasında Türk asıllı Ak-Hun (Eftalit) devletine
başkentlik yapmış olup ticarî ve stratejik açıdan mühim bir mevkide yer
alıyordu.
Ak-Hunların hemen ardından bölge kaynaklarda Çağan-hûdat[128] (Sağan-
hûdat) olarak adı geçen yerel hükümdarlar tarafından yönetilmeye
başlanmıştı. 86/705 senesinde İslam hakimiyetine giren eyalet Sâmânîler
devrinde Muhtâcoğulları tarafından idare ediliyordu. Bu dönemde eyaletin
yıllık harâcı(vergisi) 48.520 dirhem idi[129]. Çağaniyan şehrinin yukarısında,
Zamil ve Kubadi-yân nehirleri arasında güçlü kale ve tahkimatlara sahip olan
Şûman ve Akharun şehirleri de idarî açıdan Çağaniyan eyaletine bağlıydı.
Çağaniyan şehrinin yukarısında Vahşab ve Kubadiyan nehirlerinin arasında
küçük bir eyalet olan Vâşcird bulunuyordu. Buranın merkezi Kubadiyan
nehrinin kaynağının yakınlarındaki Vâşcird şehriydi. Abbasîler devrinin
başlarında eyaletin vergisi 1000 dirhem idi[130].
Çağaniyan’ın kuzeyinde Buhara ve Semerkand’a giden yol üzerinde Kiş ve
Nesef şehirleri yer alıyordu. Kişş ile Çağaniyan arasında altı konaklık bir
mesafe vardı. Kişş verimli topraklarının yanısıra çukur bir arazide yer aldığı
için bol miktarda turfanda meyve-sebze yetiştirilen bir yerdi. Ancak, iklimi
insan sağlığı açısından uygun değildi[131]. Buhara’ya 30 fersah mesafedeki
Nahşeb ise, düz bir arazi üzerinde kurulmuştu. Şehir özellikle yaz aylarında
büyük su sıkıntısı çekerdi[132]. el-Makdisî, buranın halkını karışık, ırkçı ve
mutaasıp olarak tasvir etmektedir[133].
Çağaniyan ve Huttel arasında Türk asıllı Kumîcîler yaşıyordu. Hırsızlık,
yağmacılık ve köle ticareti ile geçinen bu savaşçı kabile aynı zamanda
hayvan sürüleri beslerdi. Kumîcîlerin Çağaniyan hudutları içinde yaşayanları
Şuman ve Vâşcird arasında Saylakan bölgesinde, Huttel tarafındakiler ise
Temliyat ve Munk şehirleri ve civarlarında yaşarlardı. Savaşçı bir kabile olan
ve dağınık halde her biri kendi beyinin idaresi altında yaşayan Kumîcîler
gerektiğinde para karşılığı Çağaniyan ve Huttel emîrlerine askerî destek
sağlarlardı[134].
Çağaniyan sınırları içinde kalmasına rağmen gerek stratejik ve gerekse
ticarî önemi dolayısıyla Tirmiz şehrini ayrı olarak ele almak gerekir. Şehir,
Ceyhun Nehri’nin kuzey kıyısında Belh yolunun Zâmil nehriyle birleştiği
noktada kurulmuştu. Tirmiz’in karşısında Ceyhun üzerinde Aral Peygamber
(Orta Aral)[135] adası bulunuyordu. Şehir, kuzeyden güneye giden ticaret
yolunun merkez noktalarından birini teşkil etmektedi. Ayrıca, merkezî
konumu ve yukarıda bahsettiğimiz adanın varlığı dolayısıyla Ceyhun Nehri
üzerindeki en önemli geçiş noktalarından biri idi[136].
Tirmiz’in sonrasında Ceyhun’un sol yakasında Zemm ile onun hemen
karşısında Ahsisek şehirleri vardı. Bu noktadan başlayarak Ceyhun nehrinden
sulama amaçlı olarak yararlanılmaya başlanırdı. Her iki şehir idarî açıdan
Mâverâünnehir’e bağlıydı[137]. Bu iki şehrin ardından Ceyhun üzerindeki en
önemli geçiş noktası olan ve Horasan yakasında yer alan Amul (Çarçuy)[138]
şehri bulunuyordu. Amul’un hemen karşısında ise, Buhara’ya bağlı Firebr
kasabası yer alıyordu.
Çalışmamızın içinde tafsilatlı bir şekilde anlatılacak olan Buhara ve
Semerkand şehirlerinin arasında Suğd (Zerafşan) Nehrinin suladığı geniş
Suğd (Zerafşan) Vadisi yer almaktaydı. Burası verimli toprakları ve
bütünüyle yeşillerle bezenmiş mükemmel manzarası ile dünyadaki dört
cennet bahçesinden biri olarak kabul edilirdi[139].
Ceyhun’dan sonra Maveraünnehir’i çevreleyen ikinci nehir olan Sir Derya
X. yy’da müslüman ülkeleri ile henüz müslüman olmamış Türk ülkelerini
birbirinden ayıran doğal bir sınır durumundaydı. Bu nehir, Greklerce
Yaxartes, Türkler tarafından Yinçi-Ögüz, Çinlilerce Yao-şa veya Yo-şa,
Araplar tarafından Seyhun adıyla bilinmekteydi. Yine Arap coğrafyacılar
nehrin üzerinde yer alan bölge ve şehirlere nispeten Sir Derya’yı Şaş Nehri,
Hocend Nehri, Ahsiket Nehri olarak isimlendirmişlerdir. Sir Derya Nehri, iki
yukarı kolu olan Kara Derya ve Narin (Haylam) ırmaklarının birleştiği
noktadan Aral Gölüne döküldüğü yere kadar 2.800 km.’lik bir yol
katediyordu[140]. Narin ve Kara Derya arasındaki bölge yerli halk tarafından
Miyan-rûdan (iki su arası) olarak bilinirdi. Nehir kaynağını aldığı Fergana
sınırları içinde ilk önce güney batı yönünde akarken, daha sonra kuzey batıya
yöneliyordu. Sir Derya, üzerinde gemi işlemesine müsait olmasına rağmen,
sulama olanakları bakımından büyük bir öneme sahip değildi. Ayrıca,
Ceyhun gibi verimli bir delta arazisi yoktu. Sir Derya nehri üzerindeki ilk
eyalet olan Fergana geniş bir alana yayılmış olup genellikle dağlık bir arazi
yapısına sahipti. Fergana’nın merkezi Sir Derya Nehri’nin kuzeyinde düzlük
bir mevkide yer alan Ahsiket şehriydi[141]. Kuba, Özkend, Uş eyaletin diğer
önemli şehirleriydi. el-Makdisî bu eyaleti üç ana bölgeye ayırmıştır[142].
Fergana’nın Sâmânîler zamanında ödediği yıllık vergi 280.000 Muhammedî
dirhem idi[143].
Uşrusana eyaletinin merkezi Buncikes (Bencikes)[144] şehriydi. Zamin,
Dizek ise, eyaletin diğer önemli şehirleriydi. Yine eski dönemlerde idari
açıdan ayrı bir eyalet olarak kabul edilen ve üzerinde bir çok müstahkem
mevki ve köy bulunan Buttam dağları da, X.yy’da Uşrusana eyaletine bağlı
kabul ediliyordu[145].
Uşrusana’dan sonra Sir Derya Nehrinin her iki yakasında coğrafî bir
bütünlük teşkil eden Şaş ve İlak eyaletleri yer alıyordu. Düz bir arazide yer
alan Şaş, Maveraünnehir’deki en geniş eyalet durumundaydı. Şaş’ın merkezi
bugün Taşkent (Özbekistan Türk Cumhuriyetinin başkenti) olarak bilinen
Bunkes (Binkes)[146] şehriydi.
İlak eyaletinin merkezi olan Tunkes, Bunkes’in 1/2’si kadardı. Bu iki şehir
arasında 8 fersahlık bir mesafe bulunmaktaydı. Bu şehrin yakınlarından İlak
Nehri akıyordu. Maveraünnehir’de sadece Buhara, Semerkand ve İlak’ta
darphane bulunmaktaydı[147].
Sir Derya Nehri’nin sağ yakasında yer alan İsficâb, Maveraünnehir’in
kuzey-doğudaki en uç noktasını teşkil etmekteydi. Eyalet X. yy’da İslam
dünyasıyla müslüman olmayan Oğuzlar arasındaki önemli bir suğur ve ticaret
merkeziydi. Stratejik ehemniyeti dolayısıyla buradan her yıl gönderilen
sembolik hediyeler dışında vergi alınmazdı[148]. İsficâb’ta müslüman
olmayan Oğuzlara karşı gaza vazifesini yerine getirmek için İslam dünyasının
dört bir tarafından gelen gönüllüler için yapılmış rıbatlar bulunurdu. el-
Makdisî bunların sayısını 1700 olarak verir[149]. Eyaletin aynı adla anılan
merkezi, Bunkes şehrinin 1/3’ü büyüklüğündeydi.
Ceyhun Nehri’nin aşağı mecrasında yer alan Harizm eyaletinin toprakları
Horasan ve Maveraünnehir bölgelerine yayılmış durumdaydı. Eyalet, ticarî,
siyasî önemi dolayısıyla X. yy. İslam coğrafyacıları tarafından
Maveraünnehir ve Horasan’dan ayrı bir bölge olarak ele alınmıştır[150]. Dört
taraftan çöllerle çevrili olan Harizm toprakları, kuzeyden Oğuz sınırı ve Aral
Gölü, doğu, batı ve güney yönlerinden ise Horasan ve Maveraünnehir
topraklarıyla çevrilmiş durumdaydı. Harizm’in biri Ceyhun Nehri’nin
sağında, diğeri ise sol yakasında olmak üzere iki başkenti vardı. Nehrin sağ
yakasında yer alan Harizm topraklarının merkezi durumundaki Kat (Kas)[151]
idari açıdan daha büyük bir öneme sahip olmasına rağmen sol yakanın
merkezi Gürgenc (Cürca-niyye) zamanla gerek idari ve gerekse ticari açıdan
Kat’ı geride bırakarak ön plana geçmiştir[152]. Kat’ın şehristan ve kuhendizi
Ceyhun nehrinin düzenli taşmaları sonucunda Sâmânîler döneminde harap
olmuş ve terkedilmiş durumdaydı.
Ahali evlerini taşan nehir sularının zarar veremeyeceği iç kesimlere
taşımıştı. Ayrıca, el-Makdisî, kanalizasyonların dışarıya akmasından dolayı
şehrin çok pis olduğunu ve bu sebeple yabancıların şehri ancak gündüz
vakitlerinde gezebileceklerini belirtmiştir[153]. Cürcaniyye,
Maveraünnehir’deki Karategin köyü ile birlikte Oğuzlarla yapılan ticaretin
önemli merkezlerinden biriydi. Ayrıca, Kuzey Avrupa ülkeleri ve Bulgar
topraklarına yapılan ticaret de, Harizmli tacirler tarafından yürütülüyordu.
Harizm, ticarî faaliyetlerin yanında suyunu Ceyhun Nehri’nden alan kanallar
sayesinde tarım ürünleri açısından da zengin bir eyaletti.

B) Horasan Bölgesi
Çok geniş bir sahaya yayılmış olan Horasan eyaleti doğuda Afganistan’ı
Hindistan’dan ayıran dağlar, batıda Oğuz Çölü, Cürcan ve Kumis, kuzeyde
Maveraünnehir ve Harizm, güneyde Fars Çölü ve Sistan ile çevriliydi. Hur
(güneş) ile asan (doğan) kelimelerinin birleşmesinden oluşan Horasan
kelimesi “doğan güneş memleketi” manasına gelmektedir[154]. Horasan,
Sasanîler devrinde her biri ispahbez (kumandan) adlı bir görevlinin
yönetiminde dört idarî bölgeye ayrılmıştı. Bu bölümleme İslam döneminde
de küçük farklılıklarla devam ettirilmiştir. Buna göre Horasan; Nisabur,
Herat, Merv ve Belh olmak üzere dört ana bölgeye ayrılıyordu.
Nisabur bölgesinin merkezi durumundaki Nisabur şehrinden bu
çalışmamızda tafsilatlı bir şekilde bahsedilecektir. Bunun dışında bölgede,
Tûs, Beyhak, Sebzvar, Cüveyn, Cacerm, İsferayin, Nesa ve Ebiverd şehirleri
yer almaktaydı[155].
Nisabur’un 80 fersah güney doğusunda dağların eteklerinde kurulan Herat
şehri, aynı adla anılan bölgenin merkezi durumundaydı. Burası, Sâmânîler
döneminin en büyük ve önemli şehirlerinden biriydi. Güçlü bir kalesi olan
şehrin surları çıkan bir isyan sonrasında Sâmânîler tarafından
yıktırılmıştı[156]. Herat, Dârü’l-İmare (Hükümet Konağı)’sinin ana şehrin
dışında yer almasıyla Arap şehircilik tarzından ayrılmaktaydı.
Bu şehrin Dârü’l-İmare’si 1/3 fersah mesafede Horasanâbâd denilen
mevkide bulunuyordu. Herat’da oldukça yaygın bir kanal sistemi mevcuttu.
Heri-rûd Nehrinden suyunu alan bu kanallar hakkında el-İstahrî ve İbn
Havkal’da tafsilatlı bilgi bulmak mümkündür[157]. Herat bölgesinin diğer
önemli şehirlerinin başında Genc-i Rüstak, İsfizar, Badgis, Bûsenc,
Esterbiyan ve Keruh bulunmaktaydı. Özellikle bu son iki şehirde yoğun bir
Haricî nüfusu yaşamaktaydı[158].
Merv bölgesinin merkezi olan Merv şehri müslümanların fethinden sonra
ordugah şehir olarak kullanılmıştır. Saffarîler ve Sâmânîler zamanında idarî
bir merkez olarak önemini kaybeden Merv yerini Nisabur’a bırakmıştır. el-
Makdisî burayı Filistin’deki Remle şehrine, havasını ise Şam şehrine
benzetmektedir[159]. Hudûd el-Âlem’e göre[160] göre ise, şehir Horasan’ın en
güzel yerinde kurulmuştu. Ancak, iklimi nemli ve hastalığa yakalanmaya
müsaitti[161]. Şehrin su ihtiyacı Murgâb (Merv-âb) nehrinden karşılanıyordu.
Merv önemli ticaret yollarının geçtiği bir noktada kurulu bir şehirdi. Bu
yollardan çalışmamız içinde bahsedilecektir. Merverrûd, Serahs, Dendenakan
bölgenin diğer önemli şehirleriydi.
İslam öncesi dönemde büyük bir idarî ve ticarî öneme sahip olan Belh
şehri, aynı isimle anılan bölgenin merkeziydi. Abbasîler döneminin ünlü
vezir ailesi Bermekîlerin soyu da Belh şehrine dayanıyordu. Yine, daha sonra
bahsedeceğimiz gibi, Sâmânîlerin atası Sâmân hûdat’ın bu şehrin hakimi
olduğuna dair rivayetler de bulunmaktadır. Şehir, İslamiyet öncesi dönemde
Budizmin önemli merkezlerindendi. Bütün Budistler tarafından ziyaret edilen
ünlü Nevbahar mabedi burada bulunuyordu[162]. Ilıman bir iklime sahip olan
Belh, Horasan’ın diğer üç büyük şehri gibi düz bir arazide kurulmuştu. En
yakın dağ ile arasındaki mesafe dört fersah idi. Bize göre bu ortak özellik
yukarıda adı geçen merkezlerin sosyal, ticarî ve demografik açıdan
gelişmelerinde yardımcı olan en büyük etkendi. el-Makdisî bu özelliklerinden
dolayı buraya İranlıların “Belhü’l-Behiyye (Muhteşem, Görkemli Belh)”
dediklerini belirtir[163]. Belh’in doğusundaki geniş topraklarda ise Toharistan
eyaleti yer almaktaydı. Başkenti Talekan olan eyalet, Yukarı Toharistan ve
Aşağı Toharistan olarak ikiye ayrılmıştı. Hulm, Vervaliz, Anderab, Simincan
eyaletin diğer önemli şehirleriydi.
Simcûrî ailesinin ıktası olan Kuhistan eyaleti, Nisabur’un güneyinde yer
alıyordu. Merkezi Kayin şehri olan bölge Horasan ve Kirman arasındaki
ticaret yolunun üzerindeydi. Bölgenin diğer bir önemli şehri ise, Kayin’e iki
günlük mesafedeki Tabes şehriydi[164].
Yukarıda coğrafî özelliklerini vermeye çalıştığımız bölgelerden başka
Sâmânîler, Sistan (Sicistan), Taberistan, Cürcan, Kirman ve Deylem üzerinde
zaman zaman egemenlik kurmayı başarmışlar, ancak bu kalıcı olmamıştır.
Bunlardan Sistan eyaleti, doğudan kendisi ile Hind toprakları arasında
kalan çöl, batıdan Horasan ve Hind topraklarının bir bölümü, kuzeyden
Afganistan toprakları, güneyden Kirman ile çevrilmişti. Merkezi Zerenc
şehriydi. Düz bir arazide kurulan şehir, sıcak iklim kuşağında yer aldığından
aşırı soğuklar görülmezdi. Şehrin içinde suyunu Hilmend Nehri’nden alan bir
çok kanal mevcuttu[165]. Zerenc’den sonra eyaletin en büyük şehri olan Büst
buranın sekiz konak güneyindeydi. Burası Hindistan ile yapılan ticaretin
önemli merkezlerinden biriydi. Saffarî ailesinin vatanı Karnin şehri
Zerenc’den Büst’e giden yol üzerinde sağ tarafta yer alıyordu. Tâk, Hûş,
Fere, Rûdan, Servan, Zalkan eyaletin diğer önemli şehirleriydi.
Sâmânîlerle, yerli Alevî hanedan arasında büyük bir hakimiyet
mücadelesine sahne olan Taberistan kuzeyde Hazar Denizi, güneyde Elbruz
dağları, doğuda Cürcan, batıda Deylem eyaleti ile çevrilmişti. Eyaletin, kesif
ormanlara sahip olmasına ve bol yağış almasına rağmen büyük akarsuların
azlığı sebebiyle sağlıklı olmayan bir iklimi vardı. İbn Havkal burada senenin
her mevsiminde yağan yağmurlardan dolayı güneşin görünmediğini
söylemektedir[166]. Merkezi Amul olan Taberistan’ın diğer önemli şehirleri
ise Sariye, Salus, Mematir, Tamişa idi.
Hazar Denizi’nin güney doğusunda yer alan Cürcan eyaletinin merkezi aynı
isimle bilinen Cürcan idi[167]. Şehir, ortasından geçen bir nehir ile ikiye
bölünmüştü. Burada bol miktarda turunçgil, üzüm, zeytin v.b. meyveler
yetişirdi[168]. Cürcan halkının büyük bölümü Hanefî mezhebine
mensuptu[169].
Hazar Denizine dökülen Sefid-rûd ve Salus ırmakları arasında kalan
Deylem, güneyden Kazvin ve Azerbaycan ve Rey topraklarının bir kısmı,
doğuda Rey topraklarının geriye kalan bölümü ve Taberistan, kuzeyde Hazar
Denizi, batıda Azerbaycan ile çevrilmişti[170]. Eyaletin kışları soğuk, yazları
ise ılık geçen ve bol yağış alan bir iklimi vardı. Genellikle dağlık olan eyalet
topraklarının Elbruz dağlarının eteklerinden Hazar Denizine kadar olan kısmı
düzlüktür. Merkezi ise Bervan şehridir[171].
Deylem ve Taberistan’ın güneyinde bugünkü Tahran yakınlarında bulunan
Cibal eyaletinin merkezi Rey şehri ticaret yollarının keşiştiği bir noktada
kurulmuştu. Şehir bu özelliği ve stratejik konumu nedeniyle X. yy., siyasî
arenasında yer alan devletlerin sürekli ellerinde bulundurmak istedikleri bir
yer olmuştur. Bu nedenle yapılan savaşlar neticesinde büyük tahribata
uğramıştı. Bazı İslam coğrafyacıları ise, burayı Deylem bölgesine bağlı
olarak kabul ederler[172]. Şehir sağlıklı bir iklime sahipti. Rey ile
Taberistan’ın merkezi Amul arasında beş konaklık bir mesafe vardı. Rey ile
Nisabur arası 12 konak idi. Hemedan, İsfahan ve Dinever, Cibal eyaletinin
diğer önemli şehirleriydi.
Birinci Bölüm
SİYASÎ VE ASKERÎ TARİH
I) Sâmânîlerin Ortaya Çıkışına Kadar ki Geçen Dönem İçinde
Bölgenin Siyasî Durumu

A) İslamiyet Öncesi Dönem

Yukarıda coğrafî özelliklerinden bahsettiğimiz Horasan ve Maveraünnehir


bölgeleri ilk olarak Massagetlerin ve bunların ardından M.Ö. 8. ve 6. yy’lar
arasında yaşayan ari asıllı Medlerin hakimiyetinde kalmıştır. Bu bölgeler eski
dönemlerde Baktria ve Soğdiana olarak isimlendirilmekteydi. M.Ö.550’den
itibaren ise bölgede, bu devlete son veren hint-ari kökenli Persler (Ahame-
nitler)in egemenliği başlamıştır. Perslerin hakimiyeti Makedonyalı Büyük
İskender’in, bu devleti yıkarak bölgeyi kendine bağlaması ile M.Ö.331’de
son bulmuştur[173]. Baktria ve Soğdiana onun ölümünü müteakip, kurduğu
devleti paylaşan generallerinden Selevkos’un payına düşmüştü. Bu devlet
zamanla buralardaki hakimiyetini Yunan-Baktria Devletine (M.Ö.245-
M.Ö.140 ila 130) kaptırmıştı. M.Ö.160 civarında Hunların baskısından kaçan
Yüe-çi’ler (Kuşanlar) bölgede merkezî büyük bir devlet kurdular[174].
Devletin başkenti Belh şehriydi. Kuşanlar göçebelerin bölgeye yaptıkları
akınlar nedeniyle M.S. 3. yy. içinde zayıflayarak yıkıldı. 227 senesinde
Parthların yerine kurulan Sasanîler Devleti sınırlarını Murgab nehrine kadar
genişletti ise de daha ileriye gidemedi. 420 senesinden itibaren bu bölgelerde
hakim olan Ak-hun (Eftalit) Devleti, 557 senesinde Göktürk-Sasanî ittifakı
karşısında yıkılıncaya kadar bölgenin siyasî gelişiminde önemli rol
oynamıştır. Arap fetihleri döneminde bile bu devletin kalıntıları Toharistan ve
Huttel bölgelerinde küçük devletçikler halinde hüküm sürmekteydi. Ak-
hunların yıkılmasıyla Ceyhun nehri Sasanîler ile Göktürkler arasında sınır
olmuştu. Daha sonra 630 yılında I. Göktürk Devletinin yıkılmasıyla
Maveraünnehir’de küçük şehir devletçikleri ortaya çıkmıştı. Bu arada giderek
zayıflamakta olan Sasanîler de Murgab Nehri gerisine çekilmişlerdi. İlk Arap
fetihleri döneminde Horasan’da, artık parçalanmış olan olan Sasanî
imparatorluğunun vali ve komutanları bulunurken, Maveraün-nehir ve
Toharistan’da birbirinden ayrı küçük şehir devletçikleri hüküm sürmekteydi.

B) Bölgenin Müslümanlar Tarafından Fethi


1) İlk İslam Fetihleri
632 senesinde Hz. Peygamberin ölümünü müteakip Ridde olayları ile kısa
bir sarsıntılı dönem geçiren İslam Devleti 633 yılında bu isyanların
bastırılmasıyla huzura kavuşmuştu. Arabistan yarımadasında birliğin ve
düzenin sağlanmasıyla İslam orduları sınır ötesi fetihlere başladılar. İşte bu
fetih hareketleri sırasında Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer dönemlerinde, yapılan
bir dizi savaştan sonra 642 senesinde kazanılan Nihavend Zaferi (Zaferlerin
Zaferi) ile Sasanî İmparatorluğuna son verildi. Adı geçen devletin
yıkılmasıyla bütün İran toprakları, Horasan ve bununda ilerisinde
Maveraünnehir topraklarının fethi için İslam ordularının önündeki en büyük
engel ortadan kaldırılmış oluyordu. Nihavend savaşının ardından 642-643
seneleri içinde Azerbaycan, Hemedan, Dinever, Rey, İsfahan, Kazvin,
Zencan gibi İran şehirleri müslümanların eline geçti. Aynı dönem içinde
Taberistan ve Cürcan da Müslümanlar tarafından fethedilmişti.
Nihavend’deki bozgunun ardından Horasan’a kaçan son Sasanî kisrası III.
Yezd-cerd’in yeni bir ordu toplamasını engellemek amacıyla el-Ahnef b.
Kays idaresindeki bir ordu onu takip ederek Horasan’a girdi. el-Ahnef; Herat,
Merv, Nisabur, Serahs, Merverrud ve Belh gibi şehirleri alarak Ceyhun nehri
kıyısına ulaştı. Durumunu bir mektupla Hz. Ömer’e bildirdi. Halife ise,
nehrin karşı kıyısına geçilmemesini emretti. Herhalde ordunun nehri
geçtikten sonra alınabilecek herhangi bir mağlubiyet karşısında dönüş
yolunun nehir tarafından kesilmesinden korkmuş olmalıdır. Bu arada Kisra
III. Yezd-gerd’in yardım çağrısı üzerine harekete geçen Türk hakanı[175] ile
el-Ahnef b. Kays Murgab Nehri kıyısında karşılaştılar ise de iki taraf arasında
herhangi bir savaş olmadı. Hakan yurduna giderken, el-Ahnef’de bölgedeki
şehirlere amiller (valiler) atayarak Basra’ya geri döndü. Bu fetihlerin kalıcı
olmadığı Basra valisi Abdullah b. Amir’in 31/651-52 senesinde Basra’daki
kuvvetlerle bölgeye yürümesinden anlaşılıyor. Müslüman orduları bir kere
daha Ceyhun nehri kıyılarına ulaştılar. Reb’î b. Ziyad el-Harisî komutasında
Sistan’a gönderilen kuvvetlerde bu bölgeyi hakimiyet altına aldılar. Hz.
Osman’ın öldürülmesi, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki halifelik mücadeleleri
sırasında Horasan’daki Arap hakimiyeti kısa bir zayıflama dönemine girdi.
661 senesinde Emevî Devleti’nin kurulmasından sonra Muaviye tarafından
Basra ve Horasan valisi tayin edilen Abdullah b. Amir 662’de düzenlediği bir
seferle buradaki Arap hakimiyetini pekiştirdi. Horasan şehirlerinin bir
bölümü vergi karşılığı diğerleri ise kılıç zoruyla Müslümanların hakimiyetini
kabul etmek zorunda kaldı. Abdullah b. Amir buraya ilk önce Kays b.
Heysem’i daha sonra Abdullah b. Hazm’ı vali tayin etti.
Muaviye, 44/644 senesinde İbn Amir’i azlederek yerine Ziyad b. Ebîhî’yi
Basra ve Horasan valiliklerine atadı. Bu tayin ile doğudaki fetih hareketleri
için yeni bir sayfa açılmış oluyordu. Ziyad ilk olarak eyalet üzerinde tam
kontrolü sağlayabilmek amacıyla Horasan’ı dört idarî parçaya böldü. Ancak
sonraları bunun kabile mücadelerini körüklediği görülünce, bütün idarî
birimler Hakem b. Ömer el-Gıfârî’nin valiliği altında birleştirildi. Ziyad,
düzensiz ve sadece ganimet elde etmeye yönelik akınlarla bölgede İslam
hakimiyetinin kurulamayacağının farkında idi. Zira yapılan bu akınların
hemen ardından fatihlerin bölgeden ayrılmasıyla sulh veya kılıç zoruyla ele
geçirilmiş olan yerler bağımsızlıkları için isyan ediyorlardı. Ziyad bunu
önlemek amacıyla Basra ve Kûfe’den getirttiği 50.000 Arap ailesini Merv
başta olmak üzere Belh, Nisabur, Herat, Tûs gibi belli başlı şehirlere
yerleştirerek Horasan vilayetini oluşturdu. Buranın merkezi ise iklim
koşulları nedeniyle Arapların yerleşimine uygun olan Merv şehriydi. Bu
uygulama ile Maveraünnehir’in fethi için zemin hazırlanmış oluyordu.
Nitekim 667’de Hakem b. Ömer, Toharistan seferinden sonra Ceyhun nehrini
geçerek Maveraünnehir’e giren ilk Arap kumandanı oldu[176]. Arap orduları
Çağaniyan toprakları üzerine bir akın yaptılar. Onun halefi Rebî’ b. Ziyâd el-
Harisî 671’de düzenlediği sefer ile Toharistan’daki Ak-hun (Eftalit) Türk
devletçiklerinin birleşik ordularını mağlup ettikten sonra Ceyhun Nehri
üzerindeki Amul ve Zemm üzerinden Harizm’e kadar uzanan bir sefer
düzenledi. Ziyad’ın 53/673 senesindeki ölümünü müteakip Horasan
Basra’dan bağımsız bir eyalet durumuna getirilerek başına Ziyad’ın oğlu
Ubeydullah (673-675) getirildi. Bu zat 673 senesinde Ceyhun nehrini geçerek
Beykend ile Buhara çevresinde bulunan bazı şehir ve kasabaları aldı.
Ardından Buhara’yı da haraca bağlayarak geri döndü. Ubeydullah’tan sonra
sırasıyla Horasan valisi olan Said b. Osman b. Affan (676-680) ve Selm b.
Ziyad (680-683) da Buhara’ya birer sefer düzenledikleri gibi Semerkand
şehrini de haraca bağladılar. Bu arada Selm’in 61/680-681 senesinde
Hocend’e gönderdiği kuvvetler, Türkler tarafından mağlup edilmişti. Biz
burada kısa olarak Buhara ve Semerkand şehirlerinin hakimlerinden
bahsetmek gerektiğine inanıyoruz. Arap kaynaklarında açık bir kayıt
olmamasına rağmen bir Çin yıllığında[177] Buhara ve Semerkand’da Soğd
asıllı ailelerin hüküm sürdüğüne dair kayıtlar bulunur. Bazı araştırmacılar[178]
da adı geçen bu iki şehrin Arap fetihleri sırasında Soğd asıllı ailelerin
idaresinde olduğunu kabul etmektedir. Ancak İbn Ziyad’ın 673’de Buhara’ya
yaptığı sefer esnasında kaynaklar Kabac (Kıbac) Hatun veya sadece Hatun
olarak adlandırılan bir kadından bahsetmektedir[179]. Adından açık bir şekilde
Türk olduğu anlaşılan bu hanım Soğd asıllı Buhar-hudat Bidun ile
evlenmişti[180]. Eşinin ölümünden sonra küçük oğlu Tuğşada (Tuğ-şad)[181]
adına şehri idare etmeye başlamıştı. Ubeydullah b. Ziyad’a başarıyla karşı
koyan bu hanım onunla harac ödemek ve Ubeydullah’ın ordusunda hizmet
etmek üzere 2000 Türk okçusu vermek şartlarıyla barış yaptı. Bunlar
muhtemelen hatunun şehirdeki Soğd asıllı rakiplerine karşı yardıma çağırdığı
Türklerdi. Nitekim, daha sonra da devam eden bu iç mücadelelerin seyri
sırasında Arap kumandanı Kuteybe b. Müslim, bu hatunun oğlu Tuğşada’nın
tarafını tutarak onun Buhara hakimi olmasını sağlamıştı.
Semerkand şehrinin ise Akhunlar zamanından itibaren Türklerin
hakimiyetinde olduğu bilinmektedir. Batı Göktürk Devletinin 630 senesinde
yıkılmasından sonra da Türk hakimiyetinde kaldığı şehrin hakiminin Türkçe
Tarhun (Tarhan) ünvanından anlaşılmaktadır[182].
683 senesinde Selm b. Ziyad’dan tehdit ile Horasan valiliğini alan Abdullah
b. Hazm kendi valiliği döneminde (683-691) Horasan Araplarının çıkardığı
isyanlarla uğraşmak zorunda kaldı. Bu vali, Abdülmelik ile İbn Zübeyr
arasındaki hilafet mücadelesinde İbn Zübeyr tarafını tutmuş ve Abdülmelik
adına Horasan valisi olmayı reddetmişti. Neticede Abdülmelik’in aynı
teklifini kabul eden Bükeyr b. Vişah tarafından, daha önce Tirmiz’i ele
geçirmiş olan oğlu Musa’nın yanına kaçmaya çalışırken öldürüldü. İbn
Hazm’dan sonra Bükeyr b. Vişah kısa bir süre bu makamda kaldı (691-693).
Daha sonra Horasan Araplarının genel isteği üzerine karışık olan durumu ve
kabile kavgalarını düzeltmek için Emevî ailesinden Ümeyye b. Abdullah b.
Halid (693-697) Horasan valiliğine atandı[183]. Ancak Ümeyye’nin bu
makama tayini durumu değiştirmedi. Maveraünnehir’e kısa bir sefer
düzenleyen Ümeyye, Bükeyr b. Vişah’ın Merv’de çıkardığı isyan nedeniyle
geri dönmek zorunda kaldı. İsyan bastırılarak Bükeyr öldürüldü. Valiliği
döneminde Huttel’de çıkan yerel bir isyanı da bastıran Ümeyye’nin yerine,
Irak valiliğine atanan Haccac tarafından Mühelleb b. Ebî Sufra (697-701)
atandı. Ezrakî Haricilerine karşı başarılı savaşlar veren Mühelleb bu göreve
gelirken kendi kabilesi olan Ezdlileri de yanında getirmişti. Ezdliler güney
Araplarına mensuptu. Bu durum Mühelleb’den sonra gelen valilerin lehte
veya aleyhte tutumları sebebiyle kuzey ve güney Arapları arasındaki kabile
savaşlarını körüklemiştir. Mühelleb ve kendisinden sonra kısa bir süre valilik
yapan oğulları Yezid (701-704) ve Mufaddal dönemlerinde gerçekleştirilen
en önemli olay, yukarıda zikredilen Tirmiz hakimi Musa b. Hazm’ın
öldürülmesidir[184]. Musa, 704 senesi içinde Horasan valisi Mufaddal’ın
gönderdiği, Osman b. Mesud idaresindeki Arap ordusu tarafından kuşatıldı.
Bu orduya Huttel ve Çağaniyan’ın yerli hükümdarları da katıldı. Kuşatma
sonucunda Musa öldürülerek Tirmiz’in tekrar Horasan valilerinin kontrolüne
geçmesi sağlandı. Bu seferin hemen ardından Haccac, Mufaddal’ı azlederek
yerine Rey valisi Kuteybe b. Müslim’i (704-715) getirdi. Kuteybe’nin ilk işi
Mühelleb ailesini yakalayarak Haccac’a göndermek, onlar tarafından atanan
valileri değiştirmek oldu. Bu tür hareketler her vali değişimi sırasında
gelenek halini almıştı. Dolayısıyla her vali değişimi Horasan’daki Arap
kabileleri arasındaki dengeleri bozarak aradaki düşmanlığı körüklüyordu. Her
yeni gelen vali gerek kendi ve gerekse hükümet politikası icabı kuzeyli veya
güneyli Arapları ön plana çıkardığında bu durum diğerinin kin tutmasına
neden oluyordu.
2) Kuteybe b. Müslim Dönemi
Daha sonra Kuteybe 704 senesinde Mufaddal’ın Merverrud ve Talekan
üzerine yapmak istediği seferi gerçekleştirdi. Belh’te yerli dihkan ve
hükümdarların tabiiyeti altına aldı. Bu arada Çağaniyan hükümdarının,
Şuman ve Akharun akınlarına karşı yardım çağrısına uyarak adı geçen iki
devleti itaat altına aldı. Bu sefer sırasında Toharistan hakimi Yabgu ve
Badgis hakimi Nizek Tarhan ile sulh anlaşması yapıldı. Yine, bu sefer
sırasında kardeşi Abdurrahman komutasında Fergana üzerine gönderdiği
kuvvetler buraya başarılı bir akın yaparak geri dönmüştü. Toharistan tarafını
emniyete alan Kuteybe 705-708 yılları arasında düzenlediği seferlerle
Beykend, Ramisene ve Tumişket’i ele geçirdi. Bu sayede Buhara’yı almak
için önünde hiçbir engel kalmayan Kuteybe yaptığı 90/708’de yaptığı seferle
bu şehri fethetti. Buhara’da bir cami inşa edilerek, şehre bir amilin idaresinde
Arap kuvvetleri yerleştirildi[185]. Semerkand hakimi Tarhan ise, Buhara’dan
sonra sıranın kendisine geldiğinden korkarak Kuteybe ile barış yaptı.
Buhara seferi sırasında Kuteybe’nin yanında bulunan Nizek Tarhan, sefer
dönüşü Kuteybe’nin izniyle ordudan ayrılarak Toharistan’a gitmişti. Burada
isyan eden Nizek, Faryab, Talekan, Belh ve Merverrud’u Araplara karşı
ayaklandırdı. 709 senesinde Nizek üzerine yürüyen Kuteybe, onu teslim
olmaya zorladı. Ardından Nizek ve yakınlarını Haccac’ın emriyle idam
ettirdi. Bunun neticesinde isyan eden diğer şehirlerin hakimleri de barış
istemek zorunda kaldılar. Bu seferin ardından Şuman, Kişş ve Nesef üzerine
yürüyen Kuteybe bu şehirleri kesin itaat altına aldı. 710 yılında Haccac’ın
isteği üzerine düzenlenen seferle Sistan’ın Türk hakimi Rutbil vergiye
bağlandı. Bir sonraki yıl Kuteybe, Maveraünnehir’in Arap hakimiyeti dışında
kalmış son büyük şehri Semerkand üzerine bir sefer düzenlemek için
hazırlıklara başlamıştı. Bu şehrin alınmasıyla Maveraünnehir’in fethi
tamamlanmış olacaktı. Bu sırada Harizm hükümdarının, asi kardeşi
Hürrezad’a karşı yardım çağrısı üzerine kararını değiştirerek Harizm üzerine
yürüdü. Hürrezad yenilerek öldürüldü. Fakat kısa bir süre sonra Harizm’de
yeni bir karışıklık çıkması üzerine yapılan ikinci bir sefer ile Harizm
toprakları kesin olarak müslümanların hakimiyetine geçti. Harizm’e yapılan
seferin hemen ardından, Semerkand üzerine yapılacak ani bir seferin
sonucunda bu şehrin eline düşebileceğini düşünen Kuteybe ansızın şehir
üzerine yürüdü. Kuşatma sırasında şehrin hakimi Guzek b. Ihşid’in yardım
istemesi üzerine harekete geçen Fergana, ve Şaş eyaletlerine bağlı Türkler
ona yardıma geldiler. Kuteybe’nin onları mağlup etmesi üzerine Guzek, şehri
teslim etti. Kuteybe, şehirde bir Arap garnizonu bıraktıktan sonra Merv’e
döndü. Kuteybe, Maveraünnehir bölgesinin güvenliğini sağlamak üzere 712
senesinde yerli hükümdarlardan aldığı yardımcı kuvvetlerle Şaş ve Fergana
bölgeleri üzerine yürüdü. Zira Maveraünnehir’deki herhangi bir isyan
durumunda isyancıların yardım isteği hep bu bölgelerden cevap bulmaktaydı.
Düzenlenen seferle Şaş ve Fergana toprakları tamamen tahrip edildi. Ertesi
yıl yine Fergana ve Şaş üzerine yürüyen Kuteybe hamisi Haccac’ın ölümü
üzerine geri dönmek zorunda kaldı. Hamileri Haccac ve I. Velid’in birbiri
ardına ölümleri ve ardından kendisinden nefret eden Süleyman b.
Abdülmelik’in halife olması Kuteybe için hiçte iyi olmadı[186]. 715 senesi
içinde yapılan Fergana seferi sırasında yeni halifeye karşı isyan eden Kuteybe
kendi birlikleri tarafından öldürüldü.
Arapların, Maveraünnehir’e kesin olarak nüfuz etmeleri Kuteybe’nin
valiliği döneminde olmuştur. Ziyad b. Ebîhî’nin, Horasan’nın Merv, Belh,
Herat, Tûs gibi önemli şehirlerinde gerçekleştirdiği buralara Arap
garnizonları yerleştirme projesi Kuteybe tarafından Maveraünnehir’de
Buhara ve Semerkand gibi iki merkezi şehirde uygulanmıştı. Adı geçen
şehirlerin Ku-teybe’den sonra gelen valiler döneminde Türkeşlerin akınları ve
yerlilerin isyanları sırasında Arapların tutunabildikleri yegane iki merkez
olması Kuteybe’nin başarısını gösterir. Yine bölgede düzenlediği seferler
sırasında yerli kıtaları geniş ölçüde kullanan ilk Horasan valisi de
Kuteybe’dir. Bununla birlikte kendisi zulmü ve ahde vefasızlığı nedeniyle
kötü bir üne sahip olmuştu.
Kuteybe’den sonra ikinci kez bu makama getirilen Yezid b. Mühelleb (714-
718), 716’da Cürcan ve Taberistan üzerine yürüyerek bu iki eyaletin
hakimlerini vergiye bağlamıştı.

C) Yerel İsyanlar, Türkeş İstilası ve Emevî İdaresinin


Sona Erişi

Özellikle Haccac’ın (694-714) Irak genel valiliğinden itibaren Horasan ve


Maveraünnehir’deki Müslümanlardan zımmilerden alınan verginin aynısının
tahsil edilmesi ve Müslüman olan yerli halka (mevali) yapılan ikinci sınıf
vatandaş muamelesi yeni müslüman olan bu kimseler arasında giderek artan
bir hoşnutsuzluğa yol açmıştı. 720 senesinden itibaren bölgeye gönderilen
Abbasî davetçileri (dailer) de bu hoşnutsuzluklardan istifade ederek halkı,
Hz. Peygamberin ailesine biata davet etmeye başlamışlardı. Bu
olumsuzlukları gidermek için Halife Ömer b. Abdülaziz’in (717-720) yapmak
istediği düzenlemeler onun erken ölümü nedeniyle başarıya ulaşamadı[187].
Maveraünnehir’deki ilk geniş kapsamlı isyan hareketi II. Yezid döneminde
Said b. Abdülaziz b. el-Haris (720-721)’in valiliği döneminde başladı.
İsyancılar Türkeş hakanı Su-lu tarafından da desteklenmekteydi. Said, 721
yılında Ceyhun nehrini geçerek Maveraünnehir’e girdi ise de Türkeş
kuvvetleri tarafından ağır bir mağlubiyete uğratıldı. Bu başarısızlık üzerine
görevinden azledilerek yerine Said b. Amr el-Hareşî (721-722) tayin edildi.
Yeni vali isyanı şiddet yoluyla bir süre için bastırmaya muvaffak oldu. Bu
sırada topraklarını terkederek Fergana’ya sığınmak isteyen bir grup Soğdlu
mülteci Hocend kalesinde kuşatıldı. Teslim olan mülteciler, kendilerinden
para sızdırılmak istenen tüccarlar dışında tamamıyla katledildi[188]. Ancak
gösterdiği şiddet dolayısıyla Türkeş hakanına ilticaların çoğalması ve yeni
isyan hareketlerinden de korkulduğu için Said görevinden alınarak 722
yılında yerine Müslim b. Said el-Kilabî getirildi. Yeni vali, 724’de bozulan
durumu düzeltmek için Maveraünnehir’e karşı bir sefere çıktı. Belh
yakınlarında bulunan Barukan mevkindeki Yemen Araplarına mensup
kabileler bu sefere katılmak istemiyorlardı. Bunlar, valinin üzerlerine
gönderdiği Nasr b. Seyyar konutasındaki birlikler tarafından yenilerek sefere
katılmaya zorlandılar. Ancak sefer tam bir başarısızlıkla sonuçlandı.
Fergana’ya kadar ilerleyen Müslüman kuvvetleri, Su-lu idaresindeki Türkeş
orduları karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Bu ricat sırasında Türkler
tarafından takip edilen ve su ile bağlantıları kesilen müslüman ordusunu kati
bir hezimetten, bazı kumandanların cesaretleri kurtarmıştı[189]. Aynı sene
içinde el-Kilabî’nin yerine Esed b. Abdullah el-Kasrî tayin olundu. Bunu
Eşres b. Abdullah el-Sülemî’nin (727-730) valiliği takip etti. Bu birbiri ardına
yapılan vali değişikliklerinden de anlaşılacağı üzere Maveraünnehir’deki
isyanlar, Arapların buralardaki Semerkand ve Buhara gibi birkaç merkez
dışında kontrolü kaybetmelerine yol açmıştı. Emevîler sürekli vali
değiştirerek duruma hakim olmaya çalışıyorlardı. Eşres bölgede yeniden
konrolü sağlamak için daha farklı bir yöntemi tercih etti.
Bu gaye ile daha önce Ömer b. Abdülaziz devrinde uygulanan vergi
politikasını yeniden yürürlüğe koyarak müslüman olanlardan vergi
alınmayacağını ilan etti. Onun bu iş ile görevlendirdiği kişiler büyük bir
başarı gösterdi. Ancak vergi gelirlerinin düşmesi üzerine yine Eşres’in
emriyle yeni Müslüman olmuş kimselerden tekrar eski vergiler tahsil
edilmeye başlandı. Bunun sonucunda içlerinde Buhara ve Semerkand’ın da
bulunduğu bir çok şehir isyan ederek Türkeşleri yardıma çağırdılar[190]. Bu
şekilde başlayan savaşlar Eşres’den sonra valilik makamına gelen Cüneyd b.
Abdurrahman (730-734) döneminde de devam etti.
Savaşlar esnasında gerek Araplar ve gerekse Türkler büyük kayıplara
uğramıştı. İki tarafın savaş alanı haline gelen Mave-raünnehir toprakları ise
tamamen tahrip olmuştu. Savaşlardan iyice bunalan bölge halkının Çin’den
yardım ve tabilik talepleri de neticesiz kaldı[191]. 734 senesinde ikinci kez
Horasan valiliği görevine getirilen Esed b. Abdullah el-Kasrî 738’de Huttel
seferi sırasında karşılaştığı Türkeş hakanı Su-lu’yu ağır bir mağlubiyete
uğrattı. Su-lu’nun daha sonra Kursul adlı bir bey tarafından öldürülmesi ve
bunun Türkler arasında meydana getirdiği karışıklık Maveraünnehir’deki
Türk baskısının gevşemesine yol açtı. Bu arada bir önceki vali Asım b.
Abdullah el-Hilalî döneminde “Allah’ın kitabına ve peygamberin sünnetine
uyma” iddiasıyla harekete geçen Haris b. Süreyc’in isyanı[192] Esed’in
valiliği döneminde de devam etti. Bu isyan sırasında kontrolü sağlamak
amacıyla valilik merkezi Merv’den Belh’e nakledildi. İkinci valiliği sırasında
yerli halk ve yerel yöneticilerle iyi ilişkiler kuran Esed b. Abdullah 738
senesinde vefat etti. Onun ölümünün ardından bu göreve Nasr b. Seyyar
(738-750) getirildi. Bu zat Emevîlerin son Horasan valisidir. Nasr’ın 739
senesinde düzenlediği Mavera-ünnehir seferi sırasında, Türkeşlerin başına
geçmiş olan Kursul yakalanarak idam edildi. Böylece Kursul’un yeniden
toparlamaya çalıştığı Türkeş boyları dağıldığı gibi Maveraünnehir’deki Arap
hakimiyeti üzerindeki Türk baskısı da ortadan kalkmış oluyordu. Nasr uzun
süren savaşlar neticesinde yurtlarını terketmek zorunda kalan Soğdlulara
yurtlarına geri dönmeleri için izin verdi. Yine müslüman oldukları halde
kendilerinden cizye vergisi alınan 30.000 müslüman üzerindeki bu
uygulamayı kaldırdı. Bunun yerine bu vergiler 80.000 gayri müslim üzerine
yüklendi[193]. İç huzuru sağlamak yolunda yapılan bütün çalışmalara rağmen,
Nasr’ın kendisinin de mensup olduğu kuzey Araplarını idarî makamlara
getirmesi, güneyli arapların isyanına sebep oldu. 743 senesinde Cuday b. Ali
el-Kirmanî liderliğinde patlak veren isyan, Horasan’daki Emevî idaresinin
sona ermesinde en büyük etken olmuştur. Horasan’daki bu iki fırka
arasındaki mücadele sayesinde 720 senesinden itibaren bölgede faaliyet
göstermekte olan Abbasî davetçilerinin işine yaradı. Bu hareket 745 yılında
Ebû Müslim el-Horasanî’nin[194] liderliği ele almasıyla yeni bir güç kazandı.
Ebû Müslim, Emevî idaresinden memnun olmayan geniş halk kitleleri
yanında, Nasr b. Seyyar ile mücadele eden Yemen Araplarını da tarafına
çekmeye muvaffak oldu. Bu şekilde güçlenen Ebû Müslim karşısında fazla
direnemeyeceğini anlayan Nasr b. Seyyar 748’de batıya kaçmak zorunda
kaldı. Netice de Horasan’da Ebû Müslim el-Horasanî, batıda ise Abbasî
ailesinden Abdullah b. Ali önderliğinde başlayan Abbasî ihtilali, bu ailenin
750 yılında Emevîlerin yerine başa geçmesiyle sonuçlandı.

D) Abbasîler Dönemi
Abbasîlerin iktidara geçmesi, Emevîlerin yıkılmasında etkili olan grupların
hepsini memnun etmemişti. Abbasîler iktidarlarını sürdürmek için bu isyancı
gruplarla uğraşmak zorunda kaldılar. Abbasîlerin ilk Horasan valisi, ihtilalin
en önemli siması olan Ebû Müslim el-Horasanî oldu. Ebû Müslim önce Hz.
Ali ailesi taraftarı Şerik b. Şeyh el-Mihrî adlı bir Arabın Buhara’da çıkardığı
isyan ile uğraşmak zorunda kaldı[195]. Ebû Müslim tarafından Buhara üzerine
gönderdiği Ziyad b. Salih el-Huzâî, Buhar-hûdat Kuteybe b. Tuğşada’nın
yardımıyla şiddet kullanarak isyanı bastırdı. Bu olayın hemen ardından Ziyad
b. Salih, yerel beylerin arasındaki mücadelelerden istifade ederek Seyhun
nehri civarına kadar yaklaşmış bir Çin ordusunu 751 senesi Temmuz’unda
Talas ırmağı kıyısında mağlup etti[196]. Bugün Talas Savaşı olarak bilinen bu
savaşta Karluk Türkleri, Müslümanların tarafında yer almışlardı. Böylece II.
Göktürk devletinden sonra meydana getirilen Türkeş birliğinin yıkılmasından
sonra Maveraünnehir sınırlarına kadar uzanmış olan Çin nüfuzunun daha
batıya ilerlemesi engellenmiş oluyordu. Talas Savaşı’ndan sonra Çinliler
doğuya çekildiler. İslamiyetin Türkler arasında yayılması hızlandı. Yine,
Talas’da esir edilen Çinliler vasıtasıyla Semerkand’da bir kağıt imalathanesi
kurulmuştu.
Ebû Müslim içte ve dışta kazandığı başarılarla Horasan ve
Maveraünnehir’deki konumunu iyice kuvvetlendirmiş ve giderek merkezden
bağımsız hareket etmeye başlamıştı. Bunun üzerine harekete geçen Abbasî
halifesi el-Seffah (750-754), 753 yılında Ebû Müslim’in kumandanları Ziyad
b. Salih ve Sibâ b. Numan’ı gizlice, ona karşı isyana isyana teşvik etti. Ancak
her iki kumandan da Ebû Müslim tarafından öldürüldü. Nihayet Halife el-
Mansur (754-775), Rumiye’deki sarayına davet ettiği Ebû Müslim’i
öldürmeye muvaffak oldu (755). Ebû Müslim’in yerine ona karşı gizlice
halife ile anlaşmış olan Hilal b. Ebî Davud vali tayin edildi.
Ebû Müslim karizmatik kişiliği ve üstün zekası ile Horasan’da Emevîlere
muhalif tüm grupları bir bayrak altında toplamayı başarmıştı. Bunlar arasında
Müslüman Araplar, Mecusîler ve henüz İslamiyeti kabul etmemiş diğer
kişiler de vardı. Öldürülmesi Horasan’daki bu birliğin dağılmasına sebep
oldu. Onun intikamını almak bahanesiyle harekete geçen bu gruplardan
bazıları eski Sasanî devletini ve Mazdek inancını diriltmek, bazıları ise
Peygamberlik iddiasıyla ayaklandılar. Bu ayaklanmalardaki ortak özellik ise
isyan liderlerinin daha önce Ebû Müslim ile birlikte çalışmış olmaları ve
tenasüh (ruh göçü) inancına sahip olmalarıydı. Ebû Müslim’in ölümünün
ardından onun izinden giden taraftarlarına el-Mübeyyiza (Beyaz elbiseliler)
denmiştir. Mazdek dinini diriltmek amacıyla yapılan ilk isyan hareketi Ebû
Müslim zamanında bastırılmıştı[197]. Ebû Müslim’in öldürülmesinin
sonrasında ilk isyan hareketi onun kumandanlarından Mecûsî Sinbad
tarafından başlatıldı. Nisabur’da başlayan isyan kısa sürede çevreye yayıldı.
İsyancılar, Rey şehrini ve buradaki Ebû Müslim’e ait hazineleri ele
geçirmişlerdi. İsyan, halife el-Mansur’un gönderdiği Cumhur b. Merrar el-İclî
tarafından bastırıldı. Taberistan’a kaçan Sinbad burada öldürüldü�.
757 senesinde, daha önceden Ebû Müslim tarafından Türklere elçi olarak
gönderilmiş olan İshak adlı bir kimse Zerdüşt dinini yeniden kurmak üzere
isyan etmişti. Bunun ölümü üzerine Baraz adlı bir reisin idaresinde birleşen
isyancılar Horasan valisi Hilal b. Davud’u öldürdüler[198]. Yeni Horasan
valisi Abdülcebbar b. Abdurrahman’ın asilerle birleşmesi üzerine büyüyen
isyan 759’da halifenin oğlu el-Mehdi ve Hazm b. Huzeyme komutasındaki
kuvvetlerce bastırıldı. Abdülcabbar öldürüldü. Abbasî ordusu daha sonra
Taberistan üzerine yürüyerek burasını itaat altına aldı. 767 senesinde
peygamberlik iddiasıyla Herat ve çevresinde isyan eden Üstad-sis isyanı da
Hâzm b. Huzeyme tarafından bastırıldı.
Horasan ve Maveraünnehir’de Ebû Müslim taraftarlarının çıkardığı en
tehlikeli isyan hareketi el-Mukanna (peçeli) olarak da bilinen Hâşim b.
Hakim’in çıkardığı isyanı idi[199]. 159/776 senesinde Kişş yöresinde başlayan
isyan kısa sürede Maveraünnehir’e yayıldı. Abbasi halifelerini ululayan
Rafizîleri, Ebû Müslim taraftarı el-Mübeyyiza partisini ve Abbasilere muhalif
diğer unsurları birleştirmeyi başaran el-Mukanna’nın isyanı 161/777-778
senesinde Horasan valisi Müseyyeb b. Züheyr tarafından bastırıldı. Ebû
Müslim taraftarlarının çıkardığı isyanlar hükümet kuvvetleri tarafından
bastırılmasına rağmen bunlar bir müddet daha varlıklarını sürdürdüler.
Emevîler dönemindeki isyanlarıyla sürekli bu devlet için sürekli bir tehdit
oluşturan Haricîler, Abbasîler zamanında da boş durmadılar. Bunlardan
160/776-777 senesinde Horasan’da isyan eden Yusuf b. İsmail’in (Yusuf
Berm) isyanı aynı sene içerisinde Yezid b. Mezyed tarafından bastırıldı.
Halife’ye gönderilen Yusuf işkence ile öldürüldü. Bu isyanların
bastırılmasına rağmen Abbasîler adına Horasan ve Maveraünnehir’de gerçek
huzur hiç bir zaman sağlanamadı. Zira buraya tayin edilen valilerin halka
yüklediği aşırı vergiler yeni huzursuzluk ve isyanlara neden olmuştur.
Bu isyanlardan en önemlisi 190/805-806 senesinde Nasr b. Seyyar’ın
torunu Râfi’ b. el-Leys’in liderliğini yaptığı harekettir. Râfi, Semerkand’ı ele
geçirdikten sonra Türklerinde yardımıyla Horasan valisi Ali b. İsa b.
Mâhan’ın üzerine gönderdiği kuvvetleri yenerek bölgedeki hakimiyet
sahasını genişletti. Harun el-Reşid’in (786-809) bizzat Râfi üzerine yürümek
için harekete geçmesi bu isyanın ne derece tehlikeli olduğunu göstermesi
açısından önemlidir. Neticede Türklerden aldığı desteği kaybeden Râfi b. el-
Leys, 194/809-810 senesinde teslim oldu[200].
Harun el-Reşid’in 809 senesindeki ölümünü müteakip yerine oğlu el-Emin
geçmişti. Ancak onun halifeliği, babası tarafından doğu topraklarının
idaresiyle görevlendirilen kardeşi el-Me’mun tarafından kabul edilmedi.
Neticede iki kardeş arasında meydana gelen hilafet mücadelesi İranlı
kumandan Tahir b. Hüseyin’in çabalarıyla el-Me’mun’un zaferiyle
sonuçlandı (198/813-814). Abbasîler Devletini bir süre Merv’den idare eden
el-Me’mun, Bağdad’da çıkan karışıklar üzerine bu şehre gitmeye mecbur
kaldı. el-Me’mun Bağdad’a dönmesinden sonra 205/821 senesinde Tahir b.
Hüseyin’i Horasan valiliğine tayin etti. Tahir kısa süre sonra bağımsızlığını
ilan etti ise de 822’de halife tarafından zehirletildi. Yerine oğlu Talha b. Tahir
tayin olundu. Böylece Abbasîlerin Horasan’daki hakimiyeti sona eriyordu.
Bu tarihten sonra kurulan Tahirîler, Saffarîler ve Sâmânîler şeklen halifeye
bağlı olmalarına ve hutbeyi Abbasî halifeleri adına okutmalarına rağmen
bağımsız birer devlet olarak hüküm sürmüşlerdir.
II) Sâmânîlerin Menşei
Bir asırdan daha uzun bir süre Horasan ve Maveraünnehir’de hüküm süren
Sâmânîler Devleti’nin menşei konusunda İran ve Türk asıllı olduklarına dair
iki farklı görüş bulunmaktadır. Bunlar içinde de, İran asıllı oldukları
düşüncesi daha ağır basmaktadır. Ancak, bize göre bu tartışmaya açık bir
görüştür. Burada, Sâmânîlerin menşei ile ilgili görüşlerimizi açıklamadan
önce, fikirlerimizin anlaşılmasına yardımcı olacağı düşüncesiyle, Sâmânîlerin
hakim oldukları coğrafyadaki Türk nüfuz ve hakimiyetinin başlangıcını ve
gelişimini aktarmaya çalışacağız.
Ceyhun (Amu Derya), Seyhun (Sir Derya) nehirleri arasında kalan bölge
İslam coğrafyacıları tarafından Maveraünnehir olarak isimlendirilmiştir[201].
“Nehrin ötesi” (Ceyhun Nehri için) manasına gelen bu tanımlama bir yerde
doğu ile batıyı, Turan (Türk ülkeleri) ile İran’ı birbirinden ayıran sınırı da
göstermektedir. Buranın yerli ahalisini İran asıllı bir kavim olan Soğdlular
oluşturmaktaydı. Ticaretle uğraşan Soğdlular, sürekli ve merkezî bir devlet
kurmak yerine bölgeye hakim olan devletlerin himayesinde uzun yıllar doğu-
batı ticaretini ellerinde tutmakla yetinmişlerdir. Bölgede bu topluluk
tarafından kurulmuş uzun süreli bir siyasî güce tesadüf edilmez.
Maveraünnehir kuzeyden ve daha çok doğudan çeşitli sebeblerle batıya doğru
kaymaya başlayan milletlerin ve bilhassa Türklerin egemenliğinde kalmış ve
sonunda bir Türk ülkesi haline gelmiştir. Bilindiği gibi Maveraünnehir’de
hakimiyet tesis eden ilk Orta Asyalı kavim Kuşan Devleti’ni (M.Ö.160 -
M.S.367) kuran Hint-Avrupa asıllı olarak bilinen Yüe-chih’ler olmuştur.
Bunlar, Büyük Hun İmparatorluğu karşısında birbiri ardına uğradıkları ağır
mağlubiyetlerin ardından batıya göç etmek zorunda kalmışlardı.
Maveraünnehir’e hakim olan Yüe-chih’ler, Türk Wu-sun’lar tarafından daha
da batıya itilerek Toharistan ve civarına yerleşmek zorunda bırakıldılar. Yüe-
chih’lere son darbeyi vuran yine bir Türk kavmi olan Ak-Hunlar oldu. V.
yy’ın ilk yarısında Ak-Hunların ağır tazyiki neticesinde Yüe-chih’lerin
kurduğu Kuşan Devleti tarih sahnesinden çekildi. Ak-Hunlar,
Maveraünnehir’de gerçek anlamda hakimiyet kuran ilk Türk devletidir.
Ancak, daha önceleri de bölgede gelişen siyasî olaylarda Türklerin varlığı
göze çarpar. Semerkand’ın kuzeyinde Sir Derya nehrinin yanında Ho-chie,
Po-hu, Pi-kan, Chü-hai, Ho-pi-hsi, Ho-ts’o-su, Pa-ye-wei ve Ho-to gibi Türk
kabileleri yaşıyordu. Bunların 30.000 asker çıkarabilecek güçleri vardı[202].
Adı geçen kabilelerin zaman zaman Sir Derya nehrini geçerek
Maveraünnehir’e girdiklerini düşünmek pek ihtimal dışı değildir. Yine Hun
hükümdarı Chih-chi, M.Ö. 54-53 seneleri içinde ağabeyi Ho-han-yeh ile
arasının açılmasının ardından batıya yönelmişti. Talas nehri kıyısında
kurduğu şehri kendisine merkez edinen Chih-chi, Semerkand kralını
öldürerek yedi sene süreyle bu şehre ve çevresine hakim olmuştu[203]. O,
daha batıya sefer düzenleyerek bölgede güçlü bir Türk devleti kurmak
idealindeydi. Ancak, M.Ö. 36 senesinde Çinliler tarafından mağlup edilip
öldürülmesiyle düşüncesini fiiliyata geçirme imkanı bulamamıştır. Chih-
chi’nin düşüncesinin gerçekleşmesi, Maveraünnehir ve Horasan’ın Türk
hakimiyetine girme sürecini daha erken bir tarihe çekebilirdi. Neticede Ak-
Hunların hakimiyeti bunun için atılan ilk adım olmuştur. Kısa sürede
bölgenin süper gücü haline gelen Ak-Hunlar, o dönemde Horasan ve İran’a
egemen olan Sasanî İmparatorluğu’nu ağır bir baskı altına aldılar. Bu arada
Kuzey Hindistan’a hakim oldukları gibi Horasan ve Maveraünnehir’deki bazı
yerli kabileleri de kendi kabile birlikleri içine dahil ettiler[204]. Hakim
oldukları yerlerde halkın büyük çoğunluğunun İran asıllı olduğu
düşünüldüğünde; Ak-Hunların nasıl olup da öz benliklerini koruyarak
yaklaşık 200 sene (367-558 arası) bölgeye hakim oldukları sorusu akla
gelmektedir. Bunun yanıtını ise Türk askerî geleneğinde aramak gerekir.
Ordu-millet prensibi gereğince, Türklerde profesyonel bir ordu yoktu. Bunun
yerine kadın-erkek eli silah tutan herkes bir savaş çıktığında hep birlikte
hareket ederdi. Dolayısıyla bu noktadan hareketle 350’li yıllarda Orta
Asya’ya hakim olan Juan-juan’lardan ayrılarak bölgeye gelen Ak-Hunların
aileleri ile birlikte hareket ettiklerini söyleyebiliriz. Kuzey Hindistan’da
hüküm süren Ak-Hun Tegini Mihiragula (515-545)’nın Budizmi halkı için
tehlikeli sayıp Budistleri kontrol altında tutması[205] ve X. yy’da Kabil,
Gazne ve Kuzey Hindistan’da siyasî açıdan önemli rol oynayan Türk
Halaçların Ak-Hunların kalıntıları kabul edilmesi[206] bunların kendi
kimliklerini koruma hususunda ne kadar dikkatli ve başarılı olduklarının bir
delilidir. Ayrıca, Ak-Hunların, Juan-juan’ların hakimiyetinden memnun
olmayan Türk kabileleri ve Töles boylarının yeni göç dalgalarıyla beslenmiş
olabileceği ihtimali de göz ardı edilmemelidir. İşte bütün bunlar Türk nüfus
ve nüfuzunun bölgede yavaş yerleşmeye başladığına işaret etmektedir. Ak-
Hunlar 558 senesinde Orta Asya’da yeni bir güç olarak ortaya çıkan
Göktürklerin ve batıda Sasanîlerin ortak saldırısı sonucunda yıkıldı.
Galiplerin Ak-Hun toprakları üzerinde yaptıkları paylaşım neticesinde
Ceyhun Nehri iki taraf arasında sınır kabul edildi. Anlaşmayla nehrin
doğusundaki topraklar Göktürklerin idaresine bırakılıyordu. Bu,
Maveraünnehir’deki Türk hakimiyetinin gelişerek devam etmesi anlamına
geliyordu.
Göktürk Devleti de, Ak-Hunların siyasetini sürdürerek Sasa-nîleri baskı
altında tutmaya devam etti. Göktürkler, Ak-Hunlara nispeten daha
merkeziyetçi bir yapıya sahiptiler. Maveraün-nehir’deki yerel krallıklar gerek
evlilik ve gerekse buralara tayin olunan Türk idareciler vasıtasıyla
bağımsızlıklarını tamamen kaybettiler. Nitekim I. Göktürk Devleti’nin fetret
devri (630-681) ve bununla aynı zamana rastlayan Arap fetihleri devrinde
Maveraünnehir şehirlerini idare eden şahıslar Türk unvanları taşıyorlardı.
Yine, İslam tarihçilerinin de üzerinde dikkatle durduğu gibi, İslam ordularına
mukavemetin genellikle Türklerden gelmiş olması da bunu desteklemektedir.
Bütün bunlar Batı Göktürk kağanlığının devlet politikalarıyla yakından
ilgilidir. Tardu döneminde Batı ve Doğu Türkistan’da Soğdlu ahalinin
oturduğu şehirlere yönetici olarak birer tegin ve vergi toplamak için de
tudunlar tayin edildi[207]. Yine Tardu oğullarından birini Toharistan’ı idare
etmekle görevlendirmişti[208]. 603-611 senelerinde Batı Göktürklerinin
başında bulunan Ch’u-lo Kagan devleti daha rahat idare etmek için iki küçük
kağanlık tesis etmişti. Bunlardan biri de Soğd (Maveraünnehir) şehirlerini
idare etmek üzere Taşkent’in kuzeyinde idi[209]. T’ung Yabgu Kagan (ö.630)
ise devletin merkezini Kuca’nın kuzeyindeki San-mi-shan’dan daha batıya
Taşkent’in kuzeyindeki Ming-Bulak (Bin-Pınar)’a nakletti. T’ung Yabgu,
Maveraünnehir’deki şehirleri bir İlteber ile yönetiyor, Tudun ile vergi
topluyordu[210]. Ayrıca T’ung Yabgu’nun oğullarından Hsi-li (Ssu veya Sse)
Tegin Semer-kand’da bulunuyordu. Aileye mensup bir teginin ordu başında
bir bölgenin idaresiyle görevlendirildiklerinde Yabgu veya Şad ünvanı
aldıklarını biliyoruz[211]. Hsi-li (Sse veya Ssu) Tegin de 630’da babasının
ölümünün ardından amcası Bagatur ile giriştiği kağanlık mücadelesinin
sonrasında bu makama geldiğinde İ-p’i-po-lu-lü Yabgu Kagan ünvanını
almıştı[212]. Verilen bilgilerden, T’ung Yabgu’nun sağlığında, Hsi-li Tegin’i
(Sse veya Ssu) Semerkand’ın idaresiyle görevlendirdiğini söyleyebiliriz.
Semer-kand’ın bölge için siyasî önemi göz önüne alındığında bu son derece
normal bir harekettir. İslam fetihleri döneminde Semer-kand idarecilerinin
Guzek ve Tarhan gibi Türk unvanları taşımaları da bu ihtimali
kuvvetlendirmektedir[213].
T’ung Yabgu’nun 630 senesinde öldürülmesinin ardından çıkan
karışıklıklar neticesinde Batı Göktürkleri, Çin’e bağlanmak zorunda kaldı.
Çinlilerin askerî valilikler şeklinde parçaladığı Batı Göktürk ülkesinde,
Maveraünnehir’i idare etmek üzere An-hsi askerî valiliği kurulmuştu[214].
Buna rağmen Türkler, Maveraün-nehir üzerindeki etkilerini devam ettirdiler.
Bu süreklilik ise Batı Göktürk kağanlarının yukarıda bahsettiğimiz
çalışmalarının bir ürünüdür. Nitekim, kısa süre sonra başlayan İslam
fetihlerini anlatan Müslüman tarihçiler[215], fatihlere karşı yapılan
mukavemetin Türkler tarafından gerçekleştirildiği konusunda hem fikirdir.
H.A.R. Gibb[216] eserinde, Maveraünnehir’in zaptı sırasında, Arap fatihlere
karşı mücadele eden kuvvetler arasında Türklerin mevcudiyetinin 716
senesinden sonraki olaylarla alakalı olabileceği görüşündedir. Dolayısıyla,
Araplara karşı ilk mücadelelerin yerli Soğdlular tarafından yapıldığını
belirtmektedir. Aynı şekilde R.N. Frye, Soğdluların, Türklerden yardım
alarak Araplara karşı savaştıklarını söylemektedir[217]. Ancak, Araplar, bu
karşılaşmadan çok önceleri de Türkleri yakından tanımaktaydı[218]. İranlılarla
da gerek siyasî ve gerekse ticarî ilişkiler içindeydiler. Yine, yerli halkın
ağırlıklı olarak İran asıllı olmalarına rağmen bölgede siyasî hakimiyetin
Türklerin elinde olduğundan yukarıda bahsedildi. Bunlar dikkate alındığında
Müslüman yazarların eserlerinde, Maveraünnehir’in müdafilerini Türk olarak
belirtmelerinde herhangi bir yanlışlık söz konusu olamaz.
661 senesinde Muaviye’nin tek başına halife olmasıyla yeni bir atılım içine
giren İslam fetihleri, Türklerin Maveraün-nehir’deki direnişi nedeniyle büyük
güçlüklere uğradı. Yoğun bir mukavemetle karşılaşan Müslüman orduları
ilerleyişlerini güçlükle sürdürdüler. 705 senesinde Kuteybe b. Müslim’in
Horasan valisi tayin edilmesiyle Müslümanlar, Semerkand ve Buhara başta
olmak üzere bölgenin büyük bir kısmına hakim oldular. Ancak bu zatın 715
senesinde öldürülmesi durumu tekrar tersine çevirdi. Ortaya çıkan yeni
durum Abbasîler döneminde 751 senesindeki Talas savaşının ardından
Türklerin büyük gruplar halinde İslamiyeti kabullerine kadar devam etti. Bu
mücadeleler, konumuz dışında kaldığı için uzun bir şekilde anlatmaya gerek
görmüyoruz[219].
Yukarıda vermeye çalıştığımız bilgilerden anlaşılacağı üzere Türkler çok
uzun bir süreden beri Maveraünnehir ve buradaki yerli kavimlerle ilişki
içindeydiler. Özellikle Ak-Hun ve Göktürklerin birbirini takip eden idareleri
döneminde bölgedeki siyasî hakimiyetin Türklerin eline geçmesinin yanında,
nüfus olarak da bölgede Türklerin kendini hissettirmeye başladığı açıktır.
Maveraünnehir’deki Türk varlığının bu şekilde ortaya konulmasının
Sâmânîlerin menşei konusunda bir takım yeni düşünceleri açıklamak
hususunda yardımcı olacağı kanaatindeyiz.
Daha önce aktardığımız gibi, Sâmânîlerin menşei konusunda iki farklı
rivayet bulunmaktadır. Bunların büyük çoğunluğunu teşkil eden birinci grup
Sâmânîlerin soyunu Sasanîlere dolayısıyla İranlılara dayandırmaktadır.
Nerşahî (ö.959), Sâmânîler ile ilgili şu rivayeti aktarmaktadır “Esed b.
Abdullah el-Kasrî 734 senesinde ikinci kez Horasan valisi olunca yerli soylu
ailelerle dostluk kurdu. İster Arap, ister İranlı olsun halka iyi davrandı. Bu
sırada Belh hakimi olan Sâmânîlerin atası Sâmân-hûdat, düşmanlarının
baskısı sonucu Belh’den kaçarak Merv’de bulunan Esed b. Abdullah’ın
yanına geldi. Esed, onu iyi karşılayıp himayesine aldı. Düşmanlarını yenerek,
Belh’in idaresini tekrar ona verdi. Esed’in bu iyiliği sonucu Sâmân-hûdat
müslüman oldu. Sâmân-hûdat ismini Saman adlı bir köyden alır. Buhara
emîrine Buhar-hûdat denildiği gibi, Saman köyünün kurucusu olduğu için
ona da Sâmân-hûdat denmiştir. Sâmân-hûdat, Esed’e olan sevgisinden dolayı
oğluna Esed adını verdi. Bu zat, Sâmânîler Devleti’nin kurucuları Emîr Nasr
b. Ahmed (I. Nasr) ve Emîr İsmail b. Ahmed’in dedesidir. Sâmân-hûdat
meşhur Sasanî kumandanı Behram Çubin’in soyundan gelmektedir[220] ”.
Nerşahî ’de verilen bu rivayette Sâmân-hûdat’dan Behram Çubin’e kadar ki
soy kütüğü eksiktir. Bu şecere ise Gerdizî tarafından ; Sâmân-hûdat b. Hamta
b. Nuş b. Tamgaseb b. Şadil b. Behram Çubin b. Behram Husis b. Guzek b.
Esfiyan b. Kürdar (Kerdar) b. Dirgar b. Cem b. Cir b. Bistar b. Hûdat b.
Rencihan b. Fir b. Feravel b. Sim b. Behram b. Şaseb b. Guzek b. Cirdad b.
Sâferseb b. Kurekin b. Milad b. Merres (Mürres) b. Mervan b. Mihran b.
Fazan b. Küşrad b. Sadisad b. Bişdad b. Ahşin (Ihşin) b. Feridun b. Vemam
b. Arsatin n. Devser b. Minuçehr b. Guzek b. İrec b. Aferidun b. Esfiyansek
b. Surkav b. Ahşin(Ihşin) b. Kada-yin b. Dirkav b. Rimenkav b. Bifruş b.
Cemşid b. Veyunkehan b. Üskehd b. Huşenk b. Fervak münşi b. Keyümers
şeklinde verilmektedir[221]. Görüldüğü gibi verilen şecerede Sâmânîlerin soyu
efsanevi İran hükümdarı Keyumers’e kadar götürülmektedir. Bu şecere diğer
tarihçiler tarafından farklı şekillerde verilmektedir.
İbn el-Esîr ve el-Birunî’de, Sâmân-hûdat b. Cesman b. Tamgat(Tamgas) b.
Nuşred b. Behram Çubin b. Behram Huşenş olarak[222]
Hamdullah el-Müstevfi’de ise, İbn el-Esîr ve el-Birunî’de aktarılan
şecereye benzer bir versiyon ; Sâmân-hûdat b. Cesman b. Ta’am b. Nuşred b.
Behram Çubin şeklinde[223]
el-Sem’ânî’de; Sâmân b. Cabba b. Niyar b. Tamgas b. Behram Çubin
olarak[224]
Yakut el-Hamavî’de; Sâmân-hûdat b. Çubba (Cabba) b. Tumgas (Tamgas)
b. Nuşred b. Behram Gûr şeklinde[225] verilmektedir.
Yukarıda verdiğimiz bu şecerelerin iki ortak yönü olduğu göze
çarpmaktadır. Bunlardan ilki, şecerelerin neredeyse, tamamıyla birbirlerinden
farklı olmalarına rağmen Behram Çubin adının şecerelerin genelinde ortak
olmasıdır. Bilindiği gibi Behram Çubin ünlü bir Sasanî kumandanı olup, İran
tarihinin kahramanlığı ile ün salmış şahsiyetlerinden biridir. VI. yy’ın son
çeyreğinde Göktürklerden de yardım alarak Sasanî hükümdarı Hüsrev
Perviz’e (591-628) isyan etmişti. Ancak ilk dönemlerde kazandığı başarılara
rağmen Hüsrev Perviz’e mağlup olarak Göktürk hükümdarı Tardu’nun
yanına kaçmış ve onun kızıyla evlenmişti[226]. Ölümünden sonra varisleri
Maveraünnehir’de yaşamlarını sürdürdüler. Şecerelerdeki tutarsızlıklar
dikkate alındığında neden Behram Çubin isminin tüm şecerelerde geçtiği
sorusuna cevap bulmadan evvel, ortaçağda hakim sülalelerin sıkça
başvurdukları bir geleneği burada belirtmek gerekir.
Bu dönemde bir bölgede hakim olan yeni hanedanlar, meşruiyetlerini daha
sağlam bir zemine oturtmak ve güçlendirmek için kendilerini eski hükümdar
sülalelerine bağlamaktaydı. Bu her şeyden önce hükümranlığın bir şartı idi.
Mısır, Arabistan ve Suriye’deki hanedanlar genellikle Hz. Peygamberin
ailesinden veya ileri gelen sahabi’den birine kendi soylarını bağlamaya gayret
ederlerdi.
Örneğin, Fatimîler kendilerini Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatıma’ya
bağlamaktaydı. İran ve Horasan’daki hanedanlar ise bu bağlantıyı Sasanîlerle
yapmaktaydı. Dolayısıyla, yukarıda verdiğimiz şecerelere dayanarak
Sâmânîler hakkında yapılacak bir yorumun ne kadar güvenilir olacağı
şüphelidir. Araştırmacılar da bunu kabullenmekle birlikte, Sâmânîleri İran
asıllı bir hanedan olarak kabul ederler[227]. Zira ilk dönemleri hakkında
oldukça kısıtlı bilgilere sahip olduğumuz Sâmânîler hakkında
bulabileceğimiz yegane kaynak bu şecerelerdir.
Yeniden Sâmânîler ve Behram Çubin arasındaki bağlantıya
döndüğümüzde; bununla alakalı olarak şunları söyleyebiliriz ;
1) Sâmânîlerle Behram Çubin arasındaki ortak coğrafî mekan aynı olması
bu konudaki en önemli amillerden biridir. Çünkü, Behram Çubin, Hüsrev
Perviz’in karşısında aldığı mağlubiyetin ardından Göktürk hükümdarının
yanına kaçmıştı. Ölümünden sonra varisleri Maveraünnehir’de yaşamaya
devam etmişlerdi. Sâmânîler de aynı coğrafî sınırlar içinde ortaya
çıkmışlardır.
2) Yine, Sâmânîler devlet ve verasetlerinin eskiliğini göstermek için devlet
idareciliği ile tanınan bir kahramana dayanmak istediler. Bu konuda da, onlar
için en münasip kişi Behram Çubin idi. Zira, Behram Çubin, onlar için lider
bir kişilik ve devlet adamı portresi çizmekteydi. Dolayısıyla, Sâmânîler
saltanattaki meşruiyetlerini kendilerini eski İran tarihinin tanınmış bir
şahsiyetlerinden biri olan Behram Çubin’e bağlayarak sağlamlaştırmak
istediler[228].
Şecerelerdeki ikinci ortak yön ise, içlerinde geçen Türk isimleridir.
Şecerelerin, Sâmânîleri İran asıllı olarak göstermeleri dikkate alındığında bu
son derece ilgi çekici ve üzerinde durulması gereken bir detay olarak göze
çarpar. Gerdizî’nin verdiği şecerede üç defa Guzek adı geçmektedir. İbn
Hurdâdbih’e (ö.912 civarı) göre[229], Guzek küçük Türk hükümdarlarına
verilen isimlerden birdir. Yine aynı şecerede geçen Kürekin, bize bir Türk
ünvanı olan Külerkin’i[230] çağrıştırmaktadır. el-Sem’ânî ve Yakut el-
Hamavî’de Tamgas ve Tamgaseb olarak verilen isim Türkçe’de “saygıdeğer,
ulu bir devlete, millete sahip” manasına gelen Tamgaç ünvanıyla aynı
olmalıdır[231]. Divan-ı Lügati’l-Türk’de “Tat Tawgaç (Tamgaç)” kelimesinin
manası açıklanırken, tat’ın İranlıları, Tawgaç (Tamgaç)’ın ise Türkleri ifade
ettiği belirtilmiştir[232].
Sâmânîlerin menşei konusundaki ikinci grup rivayetler ise, bunların Türk
soyundan geldiklerini savunan müelliflerin anlattıklarıdır. Bu konudaki en
kapsamlı rivayeti bize ünlü İlhanlı veziri Reşideddin Fazlullah aktarmaktadır.
Bu rivayet [233] “Oğuzlar hükümdarları Dukur Yavku’nun ölümünden sonra
asilzade Sâmân Yavku’yu Maveraünnehir’de hükümdarlığa yükseltmişlerdi.
Araplar ise, ona Sâmân-hûdat adını vermişlerdir. Bu zat Sâmânîlerin atasıdır”
şeklinde verilmektedir. Şemseddin Günaltay, Müslihiddin Larî adlı bir geç
dönem müellifinin yazma halinde bulunan eserinde, Reşideddin’den aynı
bilgiyi naklettiğini belirtir. Kendisi de bu iki kaynağa dayanarak, Sâmânîlerin
Türk olduklarını ispata çalışmıştır[234]. Ancak, Sâmânîlerden çok sonraki
dönemlerde yaşamış olan Reşideddin’in eserinde, bu bilgiyi nereden aldığına
dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Onun için doğruluğu şüphelidir.
Z.V. Togan, Mahmud b. Veli adlı müellifin adını vermediği bir eserine,
dayanarak Sâmânîlerin, Batı Göktürk Kağanı T’ung Tabgu’nun (ö.630) oğlu
Sse (Cabba) Yabgu’nun soyundan geldiklerini söyleyerek[235] konuya çok
farklı bir bakış açısı getirir. Z.V. Togan adı geçen eseri, 1925’de Ankara
Hallac Mahmud Camii Kütüphanesi’nde 112 numarada rastladığını
söyleyerek, yazmayı daha sonra Ankara Maarif Kütüphanesine nakledilen
yazmalar arasında bulamadığını belirtir. Çin kaynaklarında[236] verilen
bilgiler ise, bu rivayeti destekler niteliktedir. Buna göre “T’ung Yabgu’nun
ölümünden sonra çıkan karışıklıklar esnasında Hsi-li Tegin (Ssu veya Sse
Yabgu) Semerkand’da idi. Amcası Bagatur’u Semerkand’da mağlup etti. Ni-
shu bunun üzerine Hsi-li’yi (Ssu Yabgu) davet etti. O da, Ni-shu’nun yerine
tahta geçerek İ-p’i-sha-po-lo-lü Yabgu Kagan ünvanını aldı.......... Ssu Yabgu
ki, (aynı şahıs, Lü Yabgu Kagan), o eski reisin oğlu ve halkın kalbini
kazanmış bir kimse idi. O zamanda batı tarafının Tou-lu Kağan ile Bagatur
Kağan’ın kötü idareleri yüzünden reislerin çoğu gelip ona itaat
etmişlerdi......Devletin insanları Ssu Yabgu’ya büyük kağanlık sundular. Ssu
Yabgu Kağan tahta geçti. Kuzeydeki Töleslere ve Sir-Tarduşlara büyük bir
sefer düzenledi. Fakat yenildi. Ssu Yabgu çok sert ve iftiracı bir mizaca sahip
olduğundan halkı kontrol altında tutamadı. ...Kötü davranışları yüzünden bazı
devlet adamları, ona karşı saldırı planladılar. Ssu Yabgu hafif süvarileri ile
K’ang-chü’ye (Semerkand) kaçtı. Sonra öldü”. Burada adı geçen Lü Yabgu
Kağan (Ssu Yabgu), Mahmud b. Veli’nin eserine aldığı Cabba (Sse) Han ile
aynı kişi olmalıdır. Yukarıda verdiğimiz şecerelerden el-Sem’ânî ve Yakut el-
Hamavî’de verilenlerlerde de bu adın geçtiğini görüyoruz.
Sâmânîlerin tarih sahnesine çıktıkları mekan açısından bakıldığında ise;
Semerkand şehri Sâmânîlerin çıkış yerlerinden biri olarak
gösterilmektedir[237]. Bunun yanında, Sâmânîlerin çıkış yeri olarak
Semerkand’dan başka Belh[238] ve Eşnas[239] şehirlerinin isimlerini
vermektedir. Belh şehri, Ak-Hunlar zamanında Türk hakimiyetine girmiş ve
bu devletin önemli şehirlerinden biri olmuştur. Ak-Hunların yıkılmasından
sonra şehir Gök-Türk Devleti’nin sınırları içinde kaldı. Batı Göktürk Hakanı
T’ung Yabgu zamanında bölgeyi ziyaret eden Çinli seyyah Hsüen-tsang
buranın hakimi olan Sse Yabgu Kağan (630-633) ve Nevbahar tağınağının bir
rahibi arasında geçen bir olayı notlarında aktarmıştır[240]. Yine Belh’in
doğusunda bulunan Toharistan bölgesi, İslam fetihleri sırasında dahi Türk
egemenliği altındaydı. Sâmânîler dönemiyle ilgili en önemli kaynaklardan
biri olan Nerşahî, Sâmânîlerin atası Sâmân-hûdat’ı Belh sahibi olarak
göstermektedir. Bir an için Sâmânîlerin, Behram Çubin gibi asil ve kahraman
bir İranlı kumandanın soyundan geldiğini düşünürsek, onların bu şehirdeki
hakimiyetlerinin çok öncelere dayanması gerekir. Fakat şehir, Behram
Çubin’den önce dahi Türk hakimiyetinde idi. Sâmânîler döneminde ise, yine
bir Türk hanedanı olan Banicûrîlere başkentlik yapmıştı[241]. Dolayısıyla,
eğer Sâmânîlerin ortaya çıktıkları yer olarak bu şehrin kabul edilmesi halinde
onların Türk olduğu kabul etmek daha makul olacaktır. Eşnas şehri ile ilgili
X. asır İslam coğrafyacılarının eserlerinde herhangi bir bilgiye rastlanmaz.
Yalnızca Mahmud b. Veli’nin, Hey’et el-ekâlim adlı eserden naklettiğine
göre; şehir Sir Derya nehri kıyısında yer almaktaydı[242]. Sâmânîlerin
anavatanı olarak Eşnas şehrini kabul eden Hamdullah el-Müstevfî de, Sâmân-
hûdat’ın burada valilik görevini yaptığını ve deve sürülerine sahip olduğunu
söyler[243]. Diğer iki şehir gibi Eşnas şehrinin bulunduğunu varsaydığımız
bölge de Türk egemenliği altındaydı. Görüldüğü gibi kaynaklarının galip
çoğunluğunun, Sâmânîleri İran asıllı olarak göstermelerine rağmen bazı
kaynakların, dikkatle incelendiklerinde ailenin soyundaki Türk varlığına
işaret ettikleri görülmektedir.
Sâmânîlerin menşei konusunda en ilgi çekici ayrıntılardan biri de ailenin
atası Sâmân’ın unvanı olan hûdat kelimesidir. Kelime Farsça’da “sahip, rab”
manalarına gelen huda kelimesinin değişmiş şeklidir. Eski Uygur
Türkçesinde de “unvan, rütbe” manasında kullanılmaktaydı[244]. Kelimenin
Farsça menşeyli olmasına rağmen eski dönemlerden beri Türkçe’de de yer
aldığı bellidir. Nerşahî’nin yukarıda aktardığımız rivayetinde “Buhara
hakimlerine Buhar-hûdat denildiği gibi, Saman köyünün kurucusu olduğu
için ona da Sâmân-hûdat denmiştir” şeklinde bir cümle geçmektedir.
Ancak, Nerşahî ve diğer kaynaklarda Buhar-hûdat, Vardana ve Sâmân-
hûdat ve Çağan-hûdat örnekleri haricinde bu unvana sahip yöneticilerin idare
ettiği başka bir şehrin adına rastlanmaz. Buhara şehri, Çin yıllıklarının verdiği
bilgilere göre 22 nesilden beri Soğd asıllı bir aile tarafından
yönetilmekteydi[245]. İslam kaynakları ise Arap fetihleri sırasında şehrin,
Türk hükümdarının eşi Kıbac Hatun adlı bir kadının idaresinde bulunduğunu
belirtirler[246]. Bu hanım eşinin ölümünden sonra oğlu Tuğşada’nın (Tuğ-şad)
[247] yerine vekaleten şehri yönetmekteydi.

Emevîlerin Horasan valisi Ubeydullah b. Ziyad’ın 673 senesinde Buhara’ya


karşı yaptığı sefere başarıyla karşı koymuştu. Daha sonra, onunla harac
ödemek ve Ubeydullah’ın ordusunda hizmet etmek üzere 2000 Türk okçusu
vermek koşuluyla barış yapmıştı. Oğlu Tuğşada (Tuğ-şad)’da, Emevî valisi
Kuteybe b. Müslim’in desteğiyle şehirdeki hakimiyetini sağlamlaştırmıştır.
Buna göre şehrin idaresi Göktürkler döneminde el değiştirerek Türklerin
eline geçmiş olmalıdır.
İkinci örnek olan Vardan-hûdat kelimesi de Nerşahî tarafından
nakledilmektedir. Buna göre “Buhar-hûdat Tuğşada (Tuğ-şad)’ın veziri olan
Vardan-hûdat, aslen Türkistanlı olup Vardana imaretinin sahibi idi. Kuteybe
b. Müslim ile defalarca harp etmiş ve Kuteybe ancak, onu Vardana’dan
çıkarıp Türkistan’a kaçmasını sağladıktan sonra Buhara’ya hakim
olabilmişti”[248]. Burada, Sâmân-hûdat’ı ayrı tutacak olursak diğer iki örnekte
de Hûdat unvanının Türkler için kullanıldığı görülmektedir. Bu konudaki son
örnek olan Çağan-hûdat ise, Sâmânîler döneminin ünlü kumandan
ailelerinden biri olan Muhtacoğullarının ataları hakkında kullanılmaktadır. Bu
ailenin ise, kesin olarak İran asıllı olduğu şüpheli olup, bu ailenin Arap
aslından geldiği de ileri sürülmektedir[249].
Sâmân-hûdat’ın ve dolayısıyla Sâmânîlerin tarih sahnesine çıkmaları VIII.
yy’ın ilk yarısına rastlamaktadır. Ancak, bundan sonra kaynakların aile için
verdikleri bilgiler nedeni bilinmez bir şekilde kesintiye uğrar. Aradaki
karanlık dönem 819 senesine kadar sürer. Bu tarihte Esed b. Sâmân-hûdat’ın
oğulları Ahmed, İlyas, Nuh ve Yahya’ya Rafi b. el-Leys isyanının
bastırılmasında Abbasîlere yaptıkları yardımlara karşılık dört şehrin
valilikleri verilmiştir. Abbasî halifesi Me’mun’un emriyle Horasan valisi
Gassan b. Abbad tarafından yapılan tayinlerle Nuh Semerkand, Ahmed
Fergana, Yahya Şaş ve İlyas Herat valiliklerine atanmışlardı[250].
805 senesinde Abbasîlere karşı isyan bayrağını açan Rafi b. el-Leys’in
merkezi Semerkand şehri idi. Şaş Türkleri[251], Fergana ve Uşrusana gibi
Türk hakimiyetinde bulunan yerlerden, Dokuz Oğuzlar ve Karluklardan
da[252] yardım alan Rafi, Abbasîlerin doğudaki hakimiyetini uzun süre tehdit
etti. Sâmânîlerin, bu isyanın bastırılması konusundaki katkıları Nerşahî ’ye
göre iki taraf arasında barış için aracılık yapmak suretiyle olmuştur[253]. Rafi
b. el-Leys’i barışa ikna etmelerine ödül olarak kendilerine valilikler
verilmiştir. Burada dikkati çeken konu ise, Sâmânîlere verilen valilikler
arasında Şaş, Semerkand ve Fergana şehirlerinin bulunmasıdır. Adı geçen
şehirlerin daha bir sene öncesinde isyancı liderin safında yer aldığı ve
özellikle Şaş ile Fergana’da Türklerin nüfus ve nüfuz olarak etkili oldukları
düşünüldüğünde İran asıllı olduğu kabul edilen bir valinin buralarda nasıl bir
hakimiyet tesis edeceği yanıtlanması gereken bir sorudur. Yine Sâmânîlerin
İran sahasına daha yakın olan Herat kolunun kısa süre sonra ortadan
kalkmasına rağmen, Türklerin etki alanı içinde yer alan Semerkand, Fergana
ve Şaş’daki Sâmânî hakimiyeti gelişerek bir devlet kurma yoluna girmiştir.
Sâmânî hükümdarlarının isim ve unvanlarına bakıldığında ise, bunlarının
tamamının Arapça isimler olduğunu görürüz[254]. Sâmânîler, şecerelerde
kendilerini eski İran hükümdarlarına bağlamada gösterdikleri gayrete rağmen
isim konusunda herhangi bir çaba göstermemişlerdir. Bölgede kurulmuş olan
Tahirîler, Ziyârîler ve Büveyhîler gibi İran asıllı diğer hanedanlara
baktığımızda ise, bu vurguyu açıkça görmek mümkündür. Örneğin
Ziyârîlerin kurucusu Merdaviç b. Ziyâr, eski Sasanî Devleti’ni yeniden
diriltme çabası içindeydi. Tahirîler, Harun el-Reşid’in 809 senesindeki
ölümünün ardından başlayan el-Me’mun-el-Emin mücadelesinde İranlı bir
cariyeden olma el-Me’mun’un tarafını tutarak, onun halifelik makamını ele
geçirmesinde diğer İranlı unsurlarla birlikte mühim rol oynamışlardır. Bu
olay Abbasî Devleti için, el-Emin’in temsil ettiği Arap nüfuzunun yerini el-
Me’mun’un temsil ettiği İran etkisine bırakmasıdır. Ayrıca bu hanedanlar
Abbasîlerle olan ilişkilerinde zaman zaman problemler yaşamışlardır. Ancak,
Sâmânîler tüm bunların aksine Abbasîlerle iyi geçinmişler ve devlet
teşkilatında onları örnek almışlardır. Bu örnek, daha sonraları Sâmânîler
vasıtasıyla Karahanlılar, Gazneliler ve Selçukluların devlet teşkilatında da
etkili olmuştur.
Yukarıda Reşideddin Fazlullah’dan aktardığımız rivayette; Sâmânîlerin
atası Sâmân-hûdat’ın Oğuz Yabgusu olarak gösterildiğinden bahsetmiştik.
Türkler, İslamiyetle tanışmadan önceki dönemlerde genel olarak şamanizm
inancını benimsemişlerdi. Bu kelime Arapça’da şemeniyye olarak
geçmektedir. Aynı zamanda putperest, mecûsî, sabî ve budistler için
kullanılmaktaydı[255]. Bu dinin ayinlerini yöneten kişiye şemen veya şaman
denirdi. Bu kelime eski İran edebiyatında sıkça geçer. Şaman kelimesinin
eski Mançu dilinde Saman, Çince’ye Sha-men olarak geçen Sanskritçedeki
Şramana veya Çramana’dan geldiği konusunda da görüşler
bulunmaktadır[256]. Yine Arapça’da put manasına gelen sanem kelimesinin
Şemen kelimesiyle bağlantılı olduğu söylenmektedir. Bunlara bakılarak
semen kelimesiyle Şaman kelimesi arasında bir bağlantı olduğu
düşünülebilir. Ancak, Sâmân-hûdat’ın faaliyetleri hakkında kaynaklarda
herhangi bir bilgi bulunmaması lehte veya aleyhte daha fazla bir şey
söylenmesine engel olmaktadır.
Sonuç olarak; Sâmânîlerin kendilerini Behram Çubin’e ve dolayısıyla İran
soyuna bağlama gayretlerinin sadece bir hakimiyet prensibinin icrası olduğu
görülmektedir. Kaynaklarda verilen şecerelerde görülen farklılıklar bu görüşü
destekler niteliktedir. Yine Behram Çubin’in, İran kisrasının önünden
kaçışının ardından, Göktürk hakanıyla akrabalık kurduğu unutulmamalıdır.
Şecerelerde geçen Türk isimleri ve yukarıda vermeye çalıştığımız tüm
hususiyetler bize ailenin Türk soyundan gelebileceği fikrini vermektedir.
Ancak gerek o döneme ait Sellamî’nin Târih-i Vulât-ı Horasan gibi
kaynakların bugün elimize ulaşmamış olması ve gerekse ailenin ilk
dönemleriyle ilgili kaynakların suskunluğu kesin olarak bir görüşün kabulüne
engeldir. Bununla birlikte mevcut kaynaklardaki bilgiler bir araya getirilip
gözden geçirildiğinde Sâmânîlerin, Türk olması ihtimalinin daha fazla olduğu
görülür.
III) İlk Faaliyet ve
Sâmânîler Devletinin Kuruluşu
Kaynaklar Sâmânîlerin menşei ile ilgili yukarıda aktardığımız rivayetleri
verdikten hemen sonra, Sâmân-hûdat ve oğlu Esed’in faaliyetleri konusunda
suskun kalmaktadır. Bu suskunluk Halife Harun el-Reşid dönemine kadar
devam eder. Harun el-Reşid, 905 senesinde Semerkand’da isyan eden Rafi b.
el-Leys’in üzerine Herseme b. Ayan idaresinde bir ordu yollamış ve bu
ordunun ardından oğlu el-Me’mun’u da doğuya göndermişti.
Herseme’nin idaresindeki Abbasî ordusu, Semerkand’da bulunan Rafi’yi
kuşattığı halde herhangi bir başarı elde edememişti. Bunun üzerine bölgeye
ulaşan el-Me’mun, Esed’in oğullarına mektuplar yazarak Rafi isyanının
bastırılmasında Abbasî kuvvetlerine yardımcı olmalarını istemişti.
Sâmânîlerin buna müspet cevap vermesi üzerine siyasî arenada giderek
yanlızlaştığını ve Abbasî ordusu karşısında tutunamayacağını anlayan Rafi
daha sonra teslim olmak zorunda kalmıştı (809)[257]. Bu arada halife Harun
el-Reşid bizzat kendisi Rafi b. el-Leys’in üzerine yürüyecek iken Tûs’da
ölmüştü. Babasının yerine geçen kardeşi el-Emin’i bertaraf eden el-Me’mun
813 senesinde Abbasî halifesi oldu.
Görüldüğü gibi Sâmânîlerin aradan geçen bu süre içinde Maveraünnehir ve
çevresinde söz sahibi oldukları anlaşılıyor. Ancak, kaynaklarda onların
hakkında herhangi bir bilgiye rastlanmaması, bu gücün mahiyeti ve onların
bunu nasıl elde ettikleri sorusunu cevapsız bırakmaktadır.
el-Me’mun halife olması Sâmânîler için son derece müspet bir gelişme
olmuştu. Nitekim, yeni halife Horasan valisi tayin ettiği Gassan b. Abbad’a,
Esed b. Sâmân-hûdat’ın oğullarına yaptıkları yardımlara karşılık valilikler
verilmesini emretti. Buna göre; Nuh Semerkand, Ahmet Fergana, Yahya Şaş
ve İlyas Herat valil-liklerine tayin edildi[258].
Arap geleneğine göre, Arap olmayan bir kimse müslüman olduğunda, bir
müslüman Arabın himayesine girerdi. Böylece, onun kabilesinden sayılır,
mevlası olurdu. Yeni müslüman olan bu kimse, himayesine girdiği kişinin
mirasçısı da olabilmekteydi. Buna göre Sâmân-hûdat’ın da, Esed b. Abdullah
el-Kasrî’nin mevlası durumuna geldiği söylenebilir. Bilindiği gibi, Abbasî
ihtilali sırasında güney Araplarına mensup kabileler, Abbasî taraftarları
arasında yer almışlardı.
İhtilalden önce 738 yılında ölen Esed b. Abdullah ise bu güney Araplarının
lideri (şeyhi) sayılmaktaydı. Dolayısıyla Esed’in mevlası sıfatıyla Sâmân-
hûdat’ın da güneyli Araplar ile birlikte Abbasîlerin safında yer aldığı
söylenebilir. Bu da bir yere kadar Sâmânîlerin Abbasîlerle olan iyi ilişkilerine
bir açıklık getirmektedir.
Ancak erken dönem kaynakları bu konuda her hangi bir bilgi vermez.
Sadece daha sonraki devirlerde yaşamış olan İbn el-Cevzî (ö.1200), Sâmân-
hûdat’ın Abbasî ihtilali sırasında Ebû Müslim’in yanında yer aldığını
yazmaktadır[259]. Fakat, Sâmânîlerden çok sonraları yaşamış olan İbn el-
Cevzî’nin eserinde geçen bu kaydın doğruluğu diğer kaynaklarca
desteklenmediği gibi, müellif de bilgiyi aldığı kaynağı belirtmemiştir.
Dolayısıyla İbn el-Cevzî’nin verdiği bu malumata şüphe ile yaklaşmak
gerekmektedir.
Diğer taraftan Sâmânîlerin 819 senesine kadar olan faaliyetlerinin
karanlıkta kalmasına rağmen, bunların kendilerine valilikler verildiği sırada
yeterince güçlü oldukları kesindir. Zira, Gassan b. Abbad’ın Horasan
valiliğinden azlinden sonra burada idareyi ellerine alan Tahirîler döneminde
de Maveraünnehir’i yönetmeye devam etmişlerdir.
Ailenin Herat valisi olan üyesi İlyas b. Esed hakkında fazla bir şey
bilinmemektedir. Sadece Tarih-i Sistan’daki kayıtlardan onun Abdullah b.
Tahir (828-844) tarafından Sistan Haricîleriyle mücadele etmekle
görevlendirildiğini öğreniyoruz[260]. 20 Safer 208/4 Temmuz 823 Perşembe
günü Sistan’ın başkenti Zerenc’e giren İlyas, şehirde uzun süre tutunamamış
ve bir önceki vali Muhammed b. Hüseyin’in kardeşi Muaddal’ın şehirde
hakimiyeti ele geçirmesi üzerine görevini ve valilik sarayını ona bırakmak
zorunda kalmıştı. Ancak, eyaletteki idareyi yeniden ele geçirmek için
faaliyetlerini sürdüren İlyas, nihayetinde kendi tarafını tutan halkın isyanı
üzerine Muaddal’ı, Farah’a[261] çekilmek zorunda bıraktı. Burada, Haricîlerin
de yardımıyla yeniden Sistan’ın tamamını ele geçirmeyi başaran Muaddal’ın
bu başarısı da sürekli olmadı. Onun ele geçirdiği toprakları Haricîlere
dağıtmasının meydana getirdiği hoşnutsuzluk üzerine halife tarafından Sistan
valiliğine Muhammed b. Ahvaz tayin edildi. Tüm bu olayların gelişimi
sırasında pasif bir durumda kaldığı anlaşılan İlyas ise Horasan’a geri döndü.
Nihayetinde 242/856-857 senesinde Herat’ta vefat etti. Kendisinden sonra
yerine geçen oğlu İbrahim[262], Tahirîlerin Horasan orduları komutanlığı
görevine getirildi. Ancak, onun bu görev için Herat valiliğini bıraktığı
anlaşılıyor. Zira kaynaklarda Saffarî emîri Yakub b. el-Leys’in Herat’ı fethi
sırasında Tahirîlerden Hüseyin b. Abdullah b. Tahir’in burada vali olduğunu
görüyoruz[263].
Abdullah b. Tahir’in emriyle Sistan’daki Haricîlerle mücadele etmekle
görevlendirilen İbrahim, bunda pek başarılı olmadı. Abdullah tarafından
Herat’ı kuşatmış olan Yakub b. el-Leys üzerine gönderilen İbrahim 253/867
senesinde Fuşeng yakınlarında yapılan savaşı kaybedip Nisabur’a kaçmış,
aynı yıl içerisinde yakalanarak Sistan’a götürülmüştür. Kaynaklar,
Sâmânîlerin Herat kolu ile ilgili olarak bu tarihten sonra herhangi bir bilgi
vermezler.
Herat’ın aksine Sâmânîler, Maveraünnehir üzerinde hakimiyetlerini kesin
olarak yerleştirmeyi başardılar. Ailenin reisi durumundaki Semerkand valisi
Nuh b. Esed, Tahirîler ve Abbasîler ile iyi geçinerek Sâmânîlerin bölgedeki
hakimiyetini sağlamlaştırdı. Bu arada Abbasî halifesi el-Me’mun’un
Uşrusana’yı itaat altına almak için Ahmed b. Ebî Halid idaresinde bölgeye
gönderdiği Abbasî ordusu Uşrusana’yı tekrar itaat altına almayı
başarmıştı[264]. Bu ordunun Uşrusana’ya gitmek için Maveraünnehir
üzerinden de geçtiğine göre, Sâmânîlerin de bu sefere iştirak ettikleri
düşünülebilir. Zira daha sonra Sâmânîlerle Ahmed b. Ebî Halid arasında iyi
ilişkiler kurulduğunu görüyoruz. Ahmed b. Ebî Halid, bu dostluğun bir
göstergesi olarak Sâmânî ailesinden Ahmed b. Esed’e karşı Fergana’da çıkan
bir isyanı bastırmıştı[265]. Barthold, Tahirîlerin üçüncü hükümdarı Abdullah
b. Tahir’in oğlu Tahir’i, Oğuz memleketlerine gazaya gönderirken
Sâmânîlerden de yardım almış olabileceğini söyler[266]. Bunu
kabullenmemek için hiçbir sebeb yoktur. Zira, geçen zaman içinde Sâmânîler
bölge siyasetinde önemli bir güç haline gelmişlerdi. İbn Havkal da “Halife el-
Mutasım, Abdullah b. Tahir’e bir mektup yazarak, Horasan ve
Maveraünnehir’deki asker mevcudunun kendisine bildirilmesini emretmiş
Abdullah da konuyu mektupla Nuh b. Esed’e bildirerek bu konudaki
görüşlerini almak istemişti. Nuh, ona verdiği cevabta “Maveraünnehir ve
Horasan’da 300.000 köy vardır. Bunlardan herbirinden bir süvari ve bir yaya
çıksa halk bunların yokluğunun farkına bile varmaz[267]” diyerek bir yerde
Sâmânîlerin elinde mevcut olan potansiyel güce işaret etmiştir.
225/839-840 senesine gelindiğinde Abdullah b. Tahir, halife el-Mutasım
tarafından gözden düşen ünlü komutan Afşin b. Kavus’un oğlu Hasan’ın
yakalanmasıyla görevlendirilmişti. Abdullah ilk önce Nuh b. Esed’e bir
mektup yazarak durumdan haberdar ederek birlikte Hasan’a karşı bir tuzak
hazırladılar. Plan gereğince, Abdullah b. Tahir, Nuh b. Esed’i Maveraünnehir
valiliğinden azlettiğini duyurarak onun yerini Hasan’a teklif etti. Hasan b.
Afşin, Nuh b. Esed’den görevi devralmak üzere çok az bir maiyetle
Semerkand’a geldiğinde ise, Nuh tarafından yakalanarak Abdullah b. Tahir’e
gönderildi[268]. Burada Sâmânîlerin çok ince ve akıllı bir siyaset takip
ettikleri anlaşılmaktadır. Zira, daha önceki Rafi isyanında olduğı gibi burada
da hükumet kuvvetlerinin yanında yer alarak bölgedeki durumlarını giderek
güçlendirdiklerini görmekteyiz. Sâmânîler, tam bağımsızlıklarını kazandıktan
sonra da Abbasîlere karşı aynı politikayı takip etmelerine rağmen bilhassa ilk
dönemlerde buna daha çok dikkat etmişlerdir. Nuh, 840 senesi içinde İsficâb
civarındaki Türklere karşı başarılı bir sefer düzenledi[269]. Şehir ve
etrafındaki bağlar Nuh’un emriyle bir sur ile çevrildi. Onun 227/841-842
senesindeki ölümünün ardından Maveraünnehir’in idaresi kardeşleri Yahya
ve Ahmed’in elinde kaldı. Yahya’dan daha aktif olan Ahmed,
Maveraünnehir’in idaresinin tamamını ele geçirmeye muvaffak oldu. Ancak
bunun ne şekilde olduğuna dair kaynaklarda herhangi bir malumat yoktur.
Ahmed’in Nasr, Yakub, Yahya, Esed, İsmail, İshak ve Hamid adlarında yedi
oğlu vardı. 250/864-865 senesindeki ölümünün sonrasında büyük oğlu Nasr,
Sâmânî ailesinin başına geçerek Semerkand’ta oturmaya devam etti. Halife
el-Mu’temid 261/874-875 senesinde Maveraünnehir’in idaresini bir fermanla
I. Nasr’a verdi[270]. Böylece Sâmânîlerin, Maveraün-nehir’deki hakimiyeti
halife tarafından da onaylanmış oluyordu. Bu tarih Sâmânîler Devleti’nin
kuruluş tarihi olarak da kabul edilmektedir.
Bu arada Sistan’a hakim olmuş olan Saffarîler, hakimiyetlerini genişletmek
çabası içine girmişlerdi. Saffarîler Devleti’nin kurucusu Yakub b. el-Leys,
Tahirîleri yıkarak Horasan’ı ele geçirmişti. Ancak, Yakub daha sonra
Tahirîlerin vekili Rafi b. Herseme ile Horasan için hakimiyet mücadelesine
girişmek zorunda kalmış ve iki taraf arasındaki çekişme bölgenin karışmasına
neden olmuştu. Bu arada I. Nasr, Yakub’un Maveraünnehir topraklarına
geçmesini önlemek için Ceyhun Nehri kıyısına bir birlik göndermişti. Bu
birlik başlarındaki kumandanı öldürerek Buhara şehrine geri dönmüş ve I.
Nasr’ın şehirdeki vekili Ahmed b. Amr da, hayatından endişe duyarak
şehirden ayrılmıştı. I. Nasr’ın vekilinin şehirden ayrılması üzerine yerine
Nasr b. Seyyar’ın torunlarından Ebû Haşim Muhammed b. Mübeşşir b. Rafi
b. el-Leys getirilmişti. Ancak kısa süre sonra askerler, onu azlederek yerine
Ahmed b. Muhammed adlı bir kişiyi kendilerine emîr şeçtiler. Ancak bu da
uzun sürmedi. Askerler bu defa da Hüseyin b. Muhammed’i kendilerine emîr
seçtiler ise de onu da azlettiler. Şehirdeki idarî karmaşa durumdan
faydalanmak isteyen Hüseyin b. Ali el-Taî ve emrindeki Harizmli askerlerin
kolay bir şekilde Buhara’yı işgal etmelerine neden oldu. Ancak, Harizmlilerin
şehirde yağma ve katliam yapması, Buhara halkının işgalcilere karşı harekete
geçmesine neden oldu. Şehir içinde yapılan ve neticesiz kalan mücadeleler
sonucunda iki taraf arasında bir anlaşma yapıldı ise de fazla uzun sürmedi.
Mücadelenin tekrar başlaması üzerine Hüseyin b. Ali, daha önce şehri yağma
etmek suretiyle toplamış olduğu ganimetleri yanına alamadan
beraberindekilerle şehirden kaçmak zorunda kaldı. Geride bıraktığı
ganimetler halk tarafından yağma edildi. Nerşahî, daha sonraki yıllarda
zenginlikleriyle şehirde belli bir yer sahibi olan kimselerin zenginliklerini, bu
yağmaya borçlu olduklarını söylemektedir[271].
Buhara halkı devam eden karışıklıkları sona erdirmek gayesiyle Ebû
Abdullah b. el-Seyyid Ebû Hafs başkanlığında birleştiler. Ebû Abdullah da,
Semerkand’da bulunan I. Nasr’a bir mektup göndererek, Ondan Buhara’yı
idare etmek için bir kişinin gönderilmesini rica etti. Bunun üzerine I. Nasr
kardeşi İsmail’i Buhara’nın idaresini adına düzenlemek üzere şehre gönderdi.
İsmail şehir halkıyla görüşmeler yapmak için bir süre Buhara’nın
kasabalarından Kerminiyye’de kaldı. Görüşmelerin sonunda Buhara halkı,
onun şehrin valisi olmasını kabul etti. Kısa bir süre önce şehrin idaresini ele
almış olan Hüseyin b. Muhammed el-Haricî de, onun yardımcısı olacaktı.
İsmail, bunun sonrasında 260 Ramazan/Haziran-Temmuz 874’de Buhara’ya
girdi[272]. Ancak, şehre girişinin hemen ardından Hüseyin b. Muhammed’i
yakalayarak hapsetti. Buhara’da Yakub b. el-Leys adına okutulmakta olan
hutbe, I. Nasr ve İsmail b. Ahmed adına okunmaya başladı. İsmail, şehrin
idaresini düzene koymakla işe başladı. Kısa sürede durumu yoluna koymayı
başardı.
Ardından yeğeni Ebû Zekeriyya Yahya b. Ahmed’i yerine vekil olarak
bırakarak Nasr’dan izin almadan Semerkand’a gitmek üzere yola çıktı. İsmail
henüz Ramisene’de iken Nasr, onun gelişini haber almıştı. Ancak,
kendisinden izinsiz gelmesinden ötürü ona kızarak karşılamaya çıkmadı.
Yerine Semerkand Sâhib-i Şurta’sını göndererek İsmail’in Semerkand
kalesinde ikamet etmesini istedi. İsmail, ağabeyini selamlamak için onun
huzuruna çıktığında Nasr onunla konuşmadığı gibi geri dönmesine de izin
vermedi. Bu durum 13 ay kadar devam etti. Nihayetinde İsmail b. Ahmed,
amcasının oğlu Muhammed b. Nuh ile Abdülcabbar b. Hamza’yı aracı
koyarak ağabeyinden Buhara’ya geri dönmek için izin almayı başardı.
Nasr’ın, İsmail’e karşı takındığı sert tavır ilk bakışta anlamsız gözükse de iki
kardeşin arasının daha önceden de pek iyi olmadığını göstermektedir. Onların
arasındaki bu olayların kaynağı ise büyük olasılıkla aile içi hakimiyet
mücadelesidir. Herhalde Nasr aklı ve idarî alanda gösterdiği beceri ile
sivrilen kardeşini Buhara gibi sorunlu bir şehre göndererek onu yanından
uzaklaştırmak istemişti. İsmail’in izinsiz olarak yanına gelmesine gösterdiği
tepki de bundan kaynaklanıyor olmalıdır. Nitekim daha sonradan gelişen
olaylar da düşüncelerimizi doğrular niteliktedir.
Yine de Nasr, bu sefer kardeşini tek başına Buhara’ya göndermedi. Onun
hareketlerini gözetim altında tutmak için İsmet b. Muhammed el-
Merverruzî’yi vezir, Fazl b. Ahmed el-Merver-ruzî’yi de katip olarak
İsmail’in yanına verdi. İsmail’in uğurlanması sırasında I. Nasr ile devlet
adamları arasında geçen bir diyalog da aradaki soğukluğu açık şekilde gözler
önüne sermektedir. Bu uğurlama sırasında I. Nasr, yakın adamlarından
Abdülcabbar b. Hamza’ya “Bu çocuğu gönderiyorum. Ancak ondan ne
bekleyebilirim?” şeklinde bir serzenişte bulunmuş, Abdülcabbar ise “Bu
şekilde konuşmayın, O, sizin emrinizdedir. Siz ne derseniz onu yapacak ve
size karşı gelmeyecektir” diyerek I. Nasr’a, onun hakkındaki görüşlerini
sormuştu. Nasr bu soruyu “Onun mizacında ve gözlerinde isyan ve itaatsizlik
görüyorum” diyerek cevaplamıştı[273].
Bundan sonra İsmail Buhara’ya döndü. Bu arada İsmail’in yokluğu
sırasında çıkan karışıklıklardan istifade eden bazı kimseler Ramitin ve
Berkad arasında yol keserek haydutluk yapmaya başlamıştı. İsmail haydutlara
karşı Sâhib-i Şurta (Polis şefi) Hüseyin b. el-Âlâ’yı görevlendirdi. Bu zat,
soyluların da yardımıyla haydutları bertaraf etmeye muvaffak oldu. İsmail bu
şekilde Buhara ve çevresindeki güvenliği sağladıktan sonra, daha önce de
şehri ele geçirmiş olan Hüseyin b. Tahir el-Taî ile uğraşmak zorunda kaldı.
Hüseyin beraberindeki 200 Harizmli ile birlikte Buhara’ya saldırmak üzere
Hüseyin Amul yakınlarından Ceyhun Nehrini geçmişti. Harekete geçen
İsmail, Buhara’dan topladığı kuvvetlerle onları yenmeyi başardı. Savaşın
ardından Buhara’ya dönen İsmail, şehirdeki durumunu sağlamlaştırmak üzere
harekete geçti. Bundan anlaşıldığı üzere şehirde hala ona muhalif gruplar
bulunmaktaydı. Muhaliflerin liderliğini, Buhar-hûdat Ebû Muhammed ile
şehrin zenginlerinden Ebû Hatim el-Yesarî birlikte üstlenmişlerdi[274].
İsmail,muhaliflere karşı doğrudan harekete geçmek yerine siyasî bir manevra
ile bu ikisinin başkanlığında şehrin ileri gelenlerinden oluşan bir heyeti
Semerkand’daki ağabeyine elçilik vazifesiyle gönderdi. Ona hitaben yazdığı
mektubunda gönderdiği elçilerin bir müddet için hapsedilmelerini istemişti.
Nasr, kardeşinin isteğini yerine getirdi. İsmail, geçen süreden Buhara’yı tam
kontrol altına almakta faydalandı. Ardından Nasr’a ikinci bir mektup yazarak
elçilerinin tekrar serbest bırakılmasını istedi. Elçilik heyeti geri
döndüklerinde ise, onlara son derece iyi davrandı. Böylece bir taraftan
Buhara’nın kontrolünü tamamen eline alırken, bir yandan da onların
hapsedilmelerinin sorumluluğunu da ağabeyinin üzerine yıkmış oluyordu.
Diğer taraftan İsmail b. Ahmed, Tahirîlerin Horasan’daki vekili Rafi b.
Herseme ile irtibat kurmuş ve herhangi bir olay vukûunda birbirlerine
yardımcı olacakları konusunda bir anlaşma yapmıştı. İsmail, aralarındaki iyi
ilişkilerden de faydalanarak Rafi’den Harizm’e vali tayin edilmesini istemiş,
Rafi de bunu kabul ederek İsmail’i Harizm’e vali tayin etmişti[275]. Bu sayede
Rafi, hem güneyde Saffarîlere karşı girişeceği mücadelede arkasını
güvenceye alırken, hem de güçlüye karşı zayıfı destekleyerek, iki kardeşin
arasını açmak ve belki de gelecekte hakim olmayı düşündüğü
Maveraünnehir’de iyice artmış olan Sâmânî nüfuzunu kırmak istiyordu.
I. Nasr, kardeşini Buhara’ya gönderirken onun her yıl kendisine 500.000
dirhem vergi ödemesini şart koşmuştu. İsmail’in istenilen parayı ödememesi
iki kardeşin arasının açılmasına neden oldu. Bunun üzerine Şaş ve Fergana’yı
yönetmekte olan diğer kardeşleri Ebu’l-Eş’as ve Ebû Yusuf Yakub b. Ahmed
ile İsficâb Türklerinden yardım alan I. Nasr, İsmail’in üzerine yürüdü. İsmail,
onun karşısında tutunamayacağını anlayınca Farab’a kaçtı. I. Nasr, kardeşini
Buhara’da bulamayınca Beykend’e giderek burada konakladı. Bu arada
İsmail, Horasan’da bulunan Rafi b. Herseme’den yardım istemişti. Bunun
Maveraünnehir’i ele geçirmek için iyi bir fırsat olduğunu düşünen Rafi
hemen harekete geçti. Kış nedeniyle Ceyhun’un buz tutmasından da
faydalanarak, nehri kolayca geçti. Ardından, Buhara önlerinde İsmail ile
birleşti. Zira I. Nasr, Rafi’nin Ceyhun Nehrini geçmesi üzerine Buhara’ya
geri çekilmişti. Müttefikler, Nasr’ı burada kuşattılar. Ancak Rafi’nin ordusu,
halkın düşmanca davranışları nedeniyle erzak sıkıntısı çekmeye başlamıştı.
Çünkü halk, İsmail’in kardeşine karşı giriştiği bu hareketi tasvip etmiyordu.
Onu meşru idareye karşı isyan etmiş bir asi olarak görüyorlardı. Yine,
İsmail’in ağabeyine karşı dış güçlerden yardım alması halkın tepkisini çekmiş
olmalıdır. Kuşatmanın uzaması ve halkın düşmanca tutumu yanında, iki
kardeşin gizlice kendisine karşı birleşmesinden de korkan Rafi Horasan’a
geri dönmeye karar verdi. Neticede, iki kardeşin arasında barışın
sağlanmasına aracı oldu. 273/886 senesinde yapılan anlaşmanın şartları
Nerşahî’nin eserinde verilmektedir[276]. Buna göre; İsmail b. Ahmed, Buhara
valiliğini bırakarak sadece vergi toplamakla yükümlü olacaktı. İsmail her yıl
Nasr’a 500.000 dirhem vergi ödeyecek, hutbe ve divanlarda İsmail’in adı
geçmeyecekti. Ayrıca İshak b. Ahmed, Nasr’ı tanımak koşuluyla Buhara
valisi olacaktı. Rafi yapılan anlaşmadan sonra Horasan’a geri döndü.
Nasr da, Buhara’da kendi adına düzeni sağladıktan sonra Semerkand’a
döndü. Aradan 15 ay kadar bir süre geçtikten sonra İsmail’e bir amilini
göndererek ondan anlaşma şartlarına uygun olarak istenilen parayı (vergi)
ödemesini istedi. Ancak, İsmail’in buna yanaşmaması iki kardeşin arasının
yeniden bozulmasına sebeb oldu. Zira, İsmail aradan geçen bu süre içinde
yeterince güçlenmişti. Nitekim, Rafi b. Herseme’nin de, Nasr’ın ondan
istediği vergiyi ödemesi konusunda yaptığı uyarıları önemsemediği gibi savaş
hazırlıklarına başladı. Kardeşinin faaliyetlerini haber alan Nasr da ordusunu
topladı. İlk önce Fergana hakimi olan kardeşi Ebu’l-Eş’as’ı İsmail’in üzerine
gönderdi. Ebu’l-Eş’as’ın üzerine yürüdüğünü haber alan İsmail, Buhara’dan
çıkarak şehre yedi fersah mesafedeki Tavavis’e gitti. Taraflar Kerminiyye’de
karşı karşıya geldi. Yapılan muharebe sırasında Buhara ordusu bir ara
bozuldu ise de İsmail b. Ahmed, Ebu’l-Eş’as’ın da yer aldığı düşman
merkezine şiddetli bir saldırı yaparak Semerkand ordusunu mağlup etti.
Ebû’l-Eş’as Semerkand’a kaçtı. Buradan aldığı takviyelerle yeniden İsmail’in
üzerine yürüyen Ebû’l-Eş’as, bu kez Rabincan’da onu mağlup etmeyi
başardı. Bu başarı haberini alan I. Nasr da Rabincan’a gelerek Ebû’l-Eş’as ile
birleşti. İsmail ise, mağlup olan ordusunu toparlamaya çalışıyordu.
Kuvvetlerini yeniden birleştirdikten sonra Buhara’dan da takviyeler alarak
ağabeyinin üzerine yürüdü. İki taraf arasında 15 Cema-ziyelahir 275/26 Ekim
888’de Vedbin (Vadbin) köyü civarında yapılan savaşı Semerkand ordusu
kaybetti. Ebû’l-Eş’as Ferga-na’ya kaçtı. I. Nasr ise, İsmail’in gulâmlarından
Sima el-Kebir tarafından esir edildi[277]. İsmail, ağabeyine son derece iyi
davrandı. Ona, bir hükümdar gibi muamele etti. Ardından Sima el-Kebir ile
Abdullah b. Müslim’i yanına refakatçi olarak vererek Nasr’ı Semerkand’a
gönderdi. Kendisi de, Buhara’yı ona bağlı olarak yönetmeye devam etti.
Nihayetinde, Emîr Nasr’ın 23 Cemaziyelevvel 279/21 Ağustos 892
senesinde ölümü üzerine Sâmânî ailesinin ve dolayısıyla Maveraünnehir’in
idaresi İsmail b. Ahmed’in eline geçti. Nasr’ın ölümünden sonra
Semerkand’a giden İsmail, burada Nasr’ın oğlu Ahmed’i vekil bırakarak
Buhara’ya döndü. Onun Maveraün-nehir’deki hakimiyeti Halife Mu’tazıd-
billah (892-902) tarafından gönderilen bir fermanla (taklid) ile onaylandı[278].
İsmail’in bölgede idareyi ele alışı siyasî bir takım değişiklikleri de
beraberinde getirmiştir.
Bunlardan en önemlisi ailenin ve Maveraünnehir bölgesinin merkezinin
Semerkand’dan Buhara’ya kaymasıdır. Bu tarihten sonra siyasî olarak
Buhara’nın ardından ikinci planda kalmaya başlayan Semerkand, Sâmânî
ailesi içindeki taht iddiacılarının merkezi durumuna gelmiştir. Bununla
beraber şehir kültürel, sosyal ve ticarî açıdan önemini her zaman muhafaza
etmiştir.
IV) İsmail b. Ahmed Dönemi
(892-907)

A) Talas Seferi

İsmail b. Ahmed, Maveraünnehir hakimi olduktan sonra ilk olarak Seyhun


Nehri’nin aşağı mecrasında yer alan İsficâb’a bir sefer düzenledi. İsficâb,
İslam ülkelerinin müslüman olmamış Türk ülkeleri sınırında yer alan bir
sugur(cephe) eyaletiydi. Türkler bu bölge üzerinden Maveraünnehir’e
yaptıkları yağma akınlarıyla Müslüman ahaliye büyük zarar veriyorlardı. Bu
nedenle Buhara ve Semerkand gibi şehirler ve bunların çevresi Türk
akınlarından korunmak için geniş surlarla çevrilmişti. İsmail b. Ahmed
280/893 senesinde Maveraünnehir topraklarının güvenliğini sağlamak
amacıyla başlattığı sefer sırasında Türklerin güçlü direnişine rağmen Talas’a
kadar ilerleyen Sâmânî ordusu şehri ele geçirdi[279]. Türk hakanının eşi ve
babası dahil 10.000 kişi esir alındı. Bir çok ganimet elde edildi. Talas
şehrinde bulunan bir Hıristiyan kilisesi, camiye çevrilerek Abbasî halifesi ve
İsmail b. Ahmed adına hutbe okundu. Yapılan başarılı seferin sonrasında
İsmail b. Ahmed, Buhara’ya döndü.
Daha sonra Türklerin 291/903-904 senesinde büyük bir kuvvetle
Maveraünnehir’e yaptıkları yağma akınını, İsmail b. Ahmed, gönüllülerin de
yardımıyla geri püskürtmeye muvaffak oldu. Bu tarihten sonra İslamiyetin,
Türkler arasında yayılmasının hız kazanması nedeniyle Seyhun boylarından
Maveraünnehir’e yapılan yağma akınları giderek azaldı. İsmail b. Ahmed’in
düzenlediği bu iki seferle Sâmânîler doğu ve kuzey-doğudaki en geniş
sınırlarına ulaştılar.

B) Saffarîlere Karşı Yapılan Mücadeleler

Saffarî hükümdarı Yakub b. el-Leys’in 265/879 senesindeki ölümünün


ardından, yerine kardeşi Amr geçmişti. Bu zat, ağabeyinin Horasan için Rafi
b. Herseme’ye karşı başlattığı mücadeleyi devam ettirmiş ve neticede
279/892-893 senesinde Rafi’yi yenerek eyalete hakim olmuştu. Bunun
sonrasında, Rafi’ye karşı elde ettiği başarıyı Abbasî halifesi el-Mutazıd’a
bildirerek, ondan Horasan’ın yanında İsmail b. Ahmed’in hakimiyetindeki
Maveraün-nehir bölgesinin menşurunun kendisine verilmesini istemişti.
Abbasîler 821’de Tahirîlerin Horasan’da bağımsızlıklarını ilan
etmelerinden sonra buradaki hakimiyetlerini kaybetmişlerdi. Yine de, bu
eyaletin hakimlerinin durumlarını tasdik etmek üzere menşurlar göndererek
şeklen de olsa Horasan ile olan bağlantılarını devam ettiriyorlardı. Zira
Abbasîler, çoğunluğu sünnî inanca sahip bölge halkının gözünde İslam
dünyasının dinî lideri ve gerçek hakimi konumundaydılar. Dolayısıyla,
Horasan hakimleri ve diğer sünnî hükümdarlar kendilerini, halifenin onayını
almak için zorunlu hissediyorlardı. O dönemde Horasan valiliğini ellerinde
bulunduran kimseler genellikle Bağdat şıhneliği görevini de yürütmekteydi.
Bunlar bir vekil vasıtasıyla şıhnelik görevlerini yerine getirirlerdi. Bu sayede
Horasan’daki hakimiyetlerini sürdürebilmek ve daha başka isteklerinin yerine
getirilmesi için halife üzerinde baskı kurabiliyorlardı. Tahirîler (821-873) ve
Büveyhîler (932-1062) bunun en açık iki örneğidir. Kurucuları eskiden
haydutluk yapmış kimseler olan Saffarîler ise, daha çok askerî düzene dayalı
bir devletti.[280]. Saffarî Ordusu içinde sünnî düşünceye muhalif Haricîler ve
diğer dinî gruplar da bulunmaktaydı. Devletin kurucusu da eski bir Haricî idi.
Tüm menfi yönlerine rağmen Amr b. el-Leys de yukarıda bahsettiğimiz
nedenlerden dolayı Horasan ve Maveraünnehir hakimiyeti için halifenin
onayını almak istemişti. Abbasî halifesi el-Mutazıd ise, kendilerine daha
yakın olan Tahirîleri yıkan bu güçlü düşmandan çekinmesine rağmen ilk önce
çeşitli armağanlar göndererek Amr’ı oyalamak istedi. Asıl hediyeler ve
hakimiyet menşuru ise Ali el-Müktefî, Bedr el-Mu’tazidî ve vezir Ubeydullah
b. Süleyman’ın kontrolünde Rey’de bekletiliyordu. Hediyeler Cafer b.
Fulan(?) el-Hâcib[281] tarafından Amr’a sunuldu. Amr, halifenin yapmak
istediği şeyi anladığından hakimiyet menşuru gelmeden ilk hediyeleri kabul
etmek istemedi. Cafer bu durumu Rey’de bulunan Abbasî heyetine bildirdi.
Bunun üzerine elçilik heyeti Nisabur’a gelerek hakimiyet menşuru ve diğer
hediyeleri de Amr’a takdim etmek zorunda kaldı[282]. Halifeden gelen
hediyeler arasında mücevherlerle işlenmiş sekiz hil’at, yakut ve diğer
kıymetli mücevherlerle süslenmiş bir taç, yine koşum takımları
mücevherlerle süslenmiş 11 at yer alıyordu[283]. Bu hediyelerin ve
Maveraünnehir’in hakimiyet menşurunun sunulması sırasında Amr, menşur
kendisine takdim edilirken elçiye “Bu nedir ?” diye sormuş ve elçi “İstediğin
şeydir” diye cevap verince Amr “Ben bunu ne yapayım. 100.000 kılıç
olmadan İsmail, elindeki yerleri bana teslim etmez” demişti[284]. Amr bu
hareketiyle Maveraünnehir için halifeden almak isteği onayın sadece bir
formalite olduğunu gösteriyor ve sonuçta Sâmânî hükümdarı İsmail b.
Ahmed ile mücadeleye gireceğini kabullenmiş oluyordu. Zaten, onun
buradaki niyeti daha çok Sâmânîlere karşı girişeceği sefer öncesinde bu
menşurla ağırlığı sünnîlerden oluşan Maveraünnehir halkını etki altına
almaktı. Amr b. el-Leys daha sonra civarda bulunan yerel hükümdarlardan
kendisine itaat etmelerini istedi. Cüzcan hakimi Ahmed b. Ferîgûn, Belh ve
Toharistan hakimi Banîcûrîlerden[285] Ebû Davud Muhammed b. Ahmed,
Amr’ın isteğini kabul ettiler. Ona tabi olmayı kabul etmeyen Merv hakimi Ali
b. Hüseyin ise, İsmail b. Ahmed’e sığındı. Bu arada Cuma namazı sırasında
minberlerden İsmail’i tel’in ettirerek, Amr’ın valiliğini halka ilan ettiren
Abbasî halifesi bir yandan da durumu gizlice Sâmânî hükümdarı İsmail b.
Ahmed’e ileterek Amr ile yapacağı mücadelede onu destekleyeceğini
bildirdi. Görüldüğü gibi, Halife el-Mutazıd, bölgedeki iki güçlü devleti
birbirine düşürerek, onları zayıflatmak istiyordu. Zira onun hilafeti
döneminde toparlanma sürecine giren Abbasîler kaybettikleri siyasî iktidarı
tekrar kazanma çabası içindeydiler. Öte yandan halifenin kendisine
gönderdiği fermandan sonra hemen harekete geçen Amr b. el-Leys, İsmail b.
Ahmed’e bir mektup yazarak Maveraünnehir’in halife tarafından kendisine
verildiğini ve bölgedeki diğer hükümdarların kendisine tabi olduğunu
belirterek, ondan kendisine itaat etmesini istedi. İsmail b. Ahmed, halifenin
gönderdiği mektubun da tesiriyle Amr’ın mektubuna olumlu bir yanıt
vermediği gibi elçinin yanında Saffarî hükümdarını aşağıladı. İsmail, Amr’ın
elçisine “Efendin bu kadar cahil mi ki kendini benimle aynı seviyede
görebiliyor? Cüzcan ve Toharistan hükümdarları benim kullarımdır
(tabiyetimdedir), Benim cevabım kılıçla olacaktır. İkimizin arasında savaştan
gayri bir şey olamaz. Geri dön ve ona savaş için silahlarını hazırlamasını
söyle” dedi[286]. Amr, Sâmânî hükümdarından aldığı cevap üzerine emîrlerini
ve danışmanlarıyla bundan sonra ne yapılması gerektiği hususunda bir
toplantı yaptı. Onlar da Sâmânî hükümdarına ikinci bir elçilik heyeti
gönderilmesini ve ilkinden daha uzlaşıcı bir tutum takip edilmesi gerektiğini
belirttiler. Bunun üzerine Amr b. el-Leys, Nisabur’un şeyhlerinden
(yaşlılarından) bazılarının yanına kendi adamlarını da katarak İsmail’e
gönderdi. Amr, İsmail’e gönderdiği ikinci mektubunda ona şu teklifte
bulunuyordu “Gerçi Müminlerin Emîri bu toprakların idaresini bana
vermiştir. Ben seni bu toprakların idaresinde kendime ortak yapacağım.
Benimle dost olmalı ve aramızda hiçbir sorun olmamasına dikkat etmelisin.
İkimizin arasında dostluk ve birlik olsun. Sen düşman sınırında olan
Maveraünnehir vilayetini korumalısın. Buralar senindir. Aileni ve mülkünü
istemiyorum. Senin refahından başka bir şey istemiyorum. Ayrıca senden
başka kimseye güvenmiyorum. Sen de bana güvenmeli ve benimle
anlaşmalısın. Aramızdaki dostluk güçlenmeli”[287]. Amr’ın bu sözlerinde ne
kadar samimi olduğu şüphelidir. Herhalde İsmail b. Ahmed gibi güçlü bir
rakibe karşı harekete geçmeden gerekli hazırlıkları tamamlamak üzere böyle
bir yol izlemiş olmalıdır. Ancak İsmail b. Ahmed, Ceyhun Nehri kıyısına bir
birlik göndererek gelmekte olan elçilik heyetinin nehrin karşı tarafına
geçmesini engelledi. Bu hareketi ile Saffarî emîrini küçümsediğini bir kere
daha gösteriyordu. İsmail’in davranışına çok kızan Amr, askerî harekata karar
verdi. Bunun için de, öncelikle kanatlarını güvence altına almak istedi.
285/891 senesinde Muhammed b. Amr el-Harizmî ve Ali b. Şervin
idaresindeki bir orduyu Harizm üzerine gönderdi. Eyalet, Sâmânîlere bağlı
Afrig oğulları hanedanından Harizmşah Irak b. Mansur’un idaresindeydi.
Ceyhun Nehrini geçen Saffarî ordusu, İsmail b. Ahmed’in Harizmşah’a
yardıma gelmesi üzerine geri çekilmek zorunda kaldı. Amr, daha sonra gözde
kumandanlarından Muhammed b. Bişr[288] idaresindeki yeni bir orduyu
Ceyhun Nehri kıyılarına yolladı. Muhammed emrindeki kuvvetlerle nehrin
karşı kıyısına geçmeden bekleyecekti. Amr, gönderdiği takviyelerle bu
orduyu iyice güçlendirdi. Saffarî hükümdarı belki de böyle bir güç
gösterisiyle İsmail b. Ahmed’i barışa zorlamak istiyordu. Ancak beklemedik
bir anda 20.000 kişilik kuvvetiyle Ceyhun Nehrini geçen İsmail b. Ahmed,
Saffarî birliklerini ağır bir mağlubiyete uğrattı (Ekim-Kasım 899). Saffarî
Ordusuna kumanda eden Muhammed b. Bişr dahil bir çok kimse öldürüldü.
Alınan esirler ise İsmail’in emri üzerine serbest bırakıldı. İsmail savaşın
ardından elde ettiği ganimetlerle birlikte Buhara’ya geri döndü�. Nisabur’da
bulunduğu sırada bozgun haberini alan Amr ise, bizzat Maveraünnehir
üzerine yürümeye karar vererek savaş hazırlıklarına girişmişti. İsmail b.
Ahmed de, ona karşı koyabilmek için yetenek ve vasıflarına dikkat
etmeksizin her sınıftan insanı askere almaya başlamıştı. Fakat Maveraünnehir
halkı, bu şekilde bir ordunun toplanmasından rahatsız olmuştu. Zira böyle bir
ordunun Amr’ın ordusuna karşı koyamayacağını düşünüyordu. Sâmânî
Ordusu, Türkistan, Harizm ve Fergana’dan yapılan katılımlarla giderek
büyüdü. Nerşahî, Harizm’den gelerek Sâmânî ordusuna katılanlar arasında
Pars el-Beykendî ve Karategin’in adını zikreder[289]. Yapılan katılımlarla
iyice güçlenen Sâmânî Ordusu Ceyhun Nehri üzerindeki Amul şehrinde
karargah kurdu. Bu sırada Amr b. el-Leys, Nisabur’dan hareket ederek Belh’e
gelmişti. Bunun üzerine Ceyhun Nehrini geçen Sâmânî Ordusu Belh’e doğru
yürüyüşe geçti. İsmail b. Ahmed, Muhammed b. Harun’u ordunun öncü
birliklerine komutan tayin etmişti. Bu zat daha önceleri Rafi b. Herseme’nin
hizmetinde bulunmuş ve onun, Amr b. el-Leys tarafından öldürülmesinden
sonra, kaçarak İsmail b. Ahmed’e sığınmıştı. Sâmânî ordusunun üzerine
geldiği haberini alan Amr ise, Belh’in çevresinde hendekler kazdırarak
savunma hazırlıklarına başladı. Amr’ın bu faaliyetlerinden, İsmail b.
Ahmed’in topladığı büyük ordu karşısında tedirgin olduğu anlaşılıyor.
Amr’ın civarda bulunan bazı birliklerini imha eden Sâmânî Ordusu Belh
yakınlarındaki Âli-âbâd köyünde karargah kurdu. Amr, bunun üzerine şehrin
o tarafındaki kapıları güçlendirdi. Mancınıklar hazırlattı. Yol üzerinde bir
pusu hazırlattı. Ancak, düşmanın hareketlerini yakından takip eden İsmail b.
Ahmed, ertesi gün karargahını kaldırarak şehrin diğer yakasındaki Ata
Köprüsü tarafından sürpriz bir saldırı düzenledi. Amr, bundan dolayı büyük
şaşkınlığa uğramış ve mancınıkları bu tarafa nakletmek zorunda kalmıştı. Ata
Köprüsü yanında üç gün kalan İsmail b. Ahmed şehirden gelen suyun
kesilmesini emretti. Bunun icra edilmesi üzerine şehrin duvarları yıkılmış ve
ağaçlar köklerinden sökülmüştü. Bu arada İsmail, Saffarî ordusunda Amr’ın
baskısından bunalmış bazı kumandanları gizlice kendi tarafına çekmeyi
başarmıştı. Ardından bunalttığı düşmanına son darbeyi indirmek üzere 15
Rebiülevvel 287/19 Mart 900 Perşembe günü Belh üzerine yürüdü. kısa bir
çarpışmadan sonra Saffarî kuvvetleri mağlup edildi[290]. Güçlü Saffarî
ordusunun bu kadar kısa bir sürede mağlup edilmesinde İsmail b. Ahmed’in
ustaca yürüttüğü savaş taktiği kadar, Belh’te kuşatılmış olan Saffarî
birliklerinin içine düştüğü moral bozukluğu önemli rol oynamıştır. Ayrıca,
Amr b. el-Leys’in savaşa karar verdikten sonra bile İsmail’in karşısında
gösterdiği çekingen tutum da mağlubiyette etkili olmuştur. Saffarî
ordusundan alınan esirler arasında Amr b. el-Leys de bulunuyordu. İsmail,
ona iyi davranarak gözetim altında Semerkand’a gönderdi. Tarih-i Sistan
müellifine göre[291], “Amr yakalandıktan sonra Yusuf b. Yakub el-Nakib
vasıtasıyla yeğenleri Tahir ve Yakub’a haber göndererek 20.000.000 dirhem
kurtuluş akçesinin halifeye gönderilmesi şartıyla serbest bırakılacağını
bildirmişti. Bu mektubun cevapsız kalması üzerine Amr, yeğenlerine ikinci
bir mektup göndererek fidyenin 10.000.000 dirheme düştüğünü bildirdi.
Ancak, Saffarî ordusundaki komutanlar ve devlet adamlarıyla görüşen Yakub
ile Tahir istenilen parayı ödememeye karar verdiler. Zira komutanlar
geçmişte işledikleri şuçlardan ötürü Amr’ın kendilerini cezalandıracağından
korkuyordu. İki kardeş, Hafs b. Ömer el-Fera’yı Amr’a göndererek bu parayı
ödeyemeyecekleri için ondan özür dilediler”. Ancak, bu rivayetin doğruluğu
şüphelidir.
Amr b. el-Leys, İsmail b. Ahmed tarafından esir edildikten sonra Halife el-
Mutazıd, Abdullah b. Feth başkanlığında bir heyeti Sâmânî hükümdarına
yollayarak, Amr’ın Bağdat’a göndermesini istedi. Neticede, İsmail kendi
gulâmı Eşnas’ı da heyetin yanına katarak Amr’ı, halifeye gönderdi. Amr b.
el-Leys, 289/902 senesine kadar Bağdat’da hapishanede kaldı. Bu sene içinde
Halife el-Müktefî’nin başa geçişi sırasında vezir Kasım b. Ubeydullah’ın
emriyle öldürüldü.
Maveraünnehir bölgesinin hakimiyeti için Sâmânîler ve Saffarîler arasında
yapılan mücadele Horasan ve Maveraün-nehir’in siyasî tarihi için belirleyici
bir faktör olmuştur. Saffarîler, Yakub ve Amr b. el-Leys gibi yetenekli iki
askerin idaresi altında merkezi Sistan olmak üzere Horasan, Kirman, Fars,
Taberistan ve Deylem gibi geniş bir sahada hakimiyet kurmuşlardı. Ancak
Amr b. el-Leys’in, Sâmânîlere esir düşmesinden sonra Saffarîler adı geçen
eyaletler üzerindeki hakimiyetlerini kaybederek, Sistan’da önemsiz bir yerel
hanedan olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Saffarîlere karşı kazandığı bu
zaferin ardından Sâmânî hükümdarı İsmail b. Ahmed’e halife tarafından daha
önce onların idaresinde bulunan Horasan, Taberistan ve Deylem’in hakimiyet
menşurları gönderilmiştir. Herşeyden önemlisi Belh savaşının sonrasında
Sâmânîler bölgedeki en büyük güç olarak temayüz etmişlerdir.

C) Taberistan ve Deylem Seferleri


1) I. Taberistan Seferi
Amr b. el-Leys’in, İsmail b. Ahmed’in eline esir düşmesinden sonra, onun
idaresinde bulunan Taberistan’da, Alevî Seyyidlerin hakimiyeti başlamıştı.
Hz. Ali’nin oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in soyundan gelen bu
kimselere karşı gerek Emevîler ve gerekse Abbasîler baskıcı bir politika takip
etmişlerdi. Bunlar da Taberistan ve Deylem gibi kısmen dağlık yerlere
çekilerek siyasî ve dinî düşüncelerini buralarda yaymak istemişlerdi.
Seyyidler, Taberistan’daki yerli sülale Cûstanîlere karşı siyasî açıdan büyük
bir mücadele vermişlerdi. Neticede onları ikinci plana iterek bölgedeki
hakimiyetlerini pekiştirmişler ve İslamiyetin yayılmasında önemli rol
oynamışlardır. Taberistan’ın bu sülaleden gelen ilk seyyid hakimi Hasan b.
Zeyd olmuştur. Onun 270/884 senesinde ölümünden sonra yerine kardeşi
Muhammed b. Zeyd geçmişti. İsmail b. Ahmed’in halifeden, Horasan ve
Taberistan’ın hakimiyet menşurunu aldığını yukarıda belirtmiştik. Bu arada
Seyyid Muhammed b. Zeyd de Cürcan’a girmiş ve Amr’ın mağlubiyetinin
ardından yönetim boşluğu doğmuş olan Horasan’ı ele geçirmek için harekete
geçmişti. Bunun üzerine Sâmânî hükümdarı, Ona bir mektup yazarak elindeki
ile yetinmesini istemişti. Ancak, Muhammed b. Zeyd, Cürcan’da, Amr’a ait
hazineleri ele geçirerek iyice kuvvetlendiği için[292] Sâmânî hükümdarının
isteğini kabul etmedi. Bunun üzerine İsmail, Muhammed b. Harun el-Serahsî
idaresindeki bir orduyu Taberistan üzerine gönderdi. Bu zat daha önce Rafi b.
Herseme’nin hizmetinde çalışırken Taberistan-Deylem sınırındaki Salus
şehrinde valilik yapmıştı. Dolayısıyla bölgeyi iyi tanıyordu.
287/900 senesinde Cürcan şehri önlerinde yapılan savaşın ilk safhasında
Seyyid Muhammed b. Zeyd idaresindeki Alevî ordusu, Sâmânî ordusuna
karşı üstünlük sağladı. Ancak, yanında bulunan az sayıdaki muhafızıyla
Sâmânî ordusunun merkezine saldıran Seyyid Muhammed’in öldürülmesi
üzerine Alevî ordusu bozguna uğradı[293]. Seyyid Muhammed’in kesik başı,
esir edilen oğlu ile birlikte Buhara’ya gönderildi. Seyyid’in başsız vücudu ise
Cürcan kapısı önünde gömüldü. Burası sonradan Gûr-i Daî olarak
isimlendirilmiştir. Sâmânîlerin idaresine geçen Taberistan ve Deylem
eyaletlerinin valiliği Muhammed b. Harun’a verildi.
2) Muhammed b. Harun İsyanı ve II. Taberistan Seferi
Muhammed b. Harun, Muhammed b. Zeyd’e karşı kazandığı başarının
sonrasında merkezden bağımsız hareket etmeye başlamıştı. Bu arada
289/901-902 senesinde Rey ahalisinin çağrısı üzerine harekete geçerek bu
şehre hakim olmuştu. Onun asi tutumunu sürdürmesi üzerine İsmail b.
Ahmed bizzat Taberistan üzerine yürüdü. Sâmânî hükümdarı karşısında
tutunamayacağını anlayan asi vali Deylem’e geri çekildi. Taberistan’a giren
İsmail, Amul yakınlarındaki Likani ovası üzerinde bulunan Aşile-deşt denilen
yerde karargah kurdu. Burada kaldığı süre içinde bir takım malî düzenlemeler
yaptı. Seyyidlerin idaresinde geçen dönem içinde kendilerinden haksız bir
şekilde para sızdırılan yerli soylu beylerin ve dihkanların paralarını iade etti.
Halkın üzerindeki ağır vergileri hafifletti. Taberistan valiliği görevini
amcasının oğlu Ebu’l-Abbas Abdullah b. Muhammed b. Nuh’a verdi.
Cürcan’ı da ona bağlı olarak Pars el-Kebir idare edecekti. Ancak, onun
Buhara’ya dönmesinin ardından Taberistan’da yeni bir isyan patlak verdi.
Ebû Muhammed el-Hasan b. Ali adlı bir kimse, Seyyid Muhammed b.
Zeyd’in kanını bahane ederek ayaklandı. Kendisine Seyyid Nasır-ı Kebir
ünvanını veren bu zata el-Utruş (sağır) da denilmekteydi [294]. Bu adı
Muhammed b. Zeyd döneminde katıldığı bir savaş sırasında başına aldığı bir
darbe sonucu işitme duyusunu yitirmesi nedeniyle almıştı. İsmail b. Ahmed,
ona karşı oğlu Ahmed ve amcasının oğlu Ebu’l-Abbas idaresinde bir ordu
gönderdi. 290/903 senesinde Taberistan’daki Falas mevkiinde yapılan savaşı
Sâmânî ordusu kazandı.
Bu arada, daha önce Sâmânî ordusunun önünden Deylem’e kaçan
Muhammed b. Harun ve Taberistan’ın yerli hükümdar ailesinden gelen
Custan b. Vehsudan, Seyyid Nasır-ı Kebir ile birleşerek ona biat ettiler.
Birlikte Sâmânî valisi Ebu’l-Abbas’ın üzerine yürüdüler. Ebu’l-Abbas, onlara
karşı İspedbeh Şehriyar b. Padzuban ve İspedbeh Şervin b. Rüstem ile
birleşti. Ayrıca İsmail b. Ahmed’den yardım istedi. İki taraf arasında bir
buçuk aydan fazla süren çarpışmalardan sonra Ebu’l-Abbas Mematir’e geri
çekilmek zorunda kaldı. Bunlar olurken Ahmed b. İsmail’in idaresinde Ebu’l-
Abbas’ın yardımına gelen Sâmânî kuvvetleri savaşa hiçbir müdahalede
bulunmadılar. Muhtemelen bunda Ebu’l- Abbas ile Ahmed arasındaki
gerginliğin rolü büyüktür. Zira Ebu’l-Abbas’ın, babası tarafından kendisine
tercih edilerek Taberistan valiliğine atanması Ahmed’i, ona karşı
kinlendirmişti. Ancak, Sâmânî hükümdarı Ebu’l-Abbas’ın şikayeti üzerine
oğlunu Buhara’ya geri çağırdı. Ebu’l-Abbas ise, Rey’e giderek, yerine Pars
adlı bir Türk’ü Taberistan’da vekil bıraktı. Seyyid Nasır-ı Kebir ve
müttefikleri karşısında başarıya ulaşamayacağını anlayan Pars bir hileye
başvurdu. İsmail b. Ahmed’e haber göndererek, sancak, yüzük ve diğer
saltanat alametlerini kendisine göndermesini rica etti. Ardından, İsmail b.
Ahmed’in bölgeye geldiği söylentisini etrafa yaydı. İki taraf savaş
meydanında karşı karşıya geldiği sırada da subaylarından birine İsmail b.
Ahmed’in kaftanını giydirdi. Onun sancağını açtı. Neticede Sâmânî
hükümdarının bizzat savaş meydanında bulunduğunu zanneden düşman
ordusu mukavemet göstermeksizin dağıldı[295]. Bu arada Muhammed b.
Harun Sâmânî askerleri tarafından esir edildi.
Bu hadise İbn el-Esîr’de daha farklı bir şekilde anlatılmaktadır[296]. Buna
göre; Muhammed b. Harun, Rey’i aldıktan sonra bu şehirde oturmaya
başlamıştı. O sırada Abbasî halifesi el-Müktefi, İsmail b. Ahmed’e Rey
şehrinin hakimiyet menşurunu göndermiş, İsmail de, bu menşuru aldıktan
sonra Rey üzerine yürümüştü. Sâmânî ordusunun Rey’i ele geçirmesi üzerine
Muhammed, Kazvin ve Zencan taraflarına çekildi. Sonra Taberistan’a döndü.
İsmail b. Ahmed, Cürcan valiliğine tayin ettiği Pars el-Kebir’e zorla veya
anlaşarak Muhammed b. Harun’u yanına getirmesini emretti. Pars,
Muhammed’i, onun Sâmânî hükümdarıyla ile arasını düzeltmek istediğini
söyleyerek ikna etti. Bu konuda, güvence verdi. Bunun üzerine Muhammed,
Custan b. Deylemî’den ayrılarak Buhara’ya gitmek istedi. Fakat Merv’e
geldiğinde zincire vurularak Buhara’ya gönderildi. Burada hapiste öldü.
Görüldüğü gibi İbn el-Esîr, Muhammed b. Harun’un isyan ettiğini açıkça
belirtmemektedir. Ancak olayların gelişiminden, Onun, Sâmânîlere asi
olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Dolayısıyla İbn el-Esîr’deki bu bilgiler bir
bakıma İbn İsfendiyar’ın Tarih-i Taberistan’ını tamamlar niteliktedir. Zira,
İbn İsfendiyar, Muhammed’in Rey’e hakim olmasından sonra bu şehrin
akibeti konusunda bilgi vermez. Ayrıca İbn el-Esîr’deki bilgilerden İsmail b.
Ahmed’in Muhammed üzerine yürümesinde Abbasî halifesinin de rolü
olduğu anlaşılmaktadır.

D) İsmail b. Ahmed’in Ölümü ve Şahsiyeti


295/907 senesi içinde Herat civarında Ebû Bilal adlı bir Karmatî reisi isyan
etti. Bu isyan Buhara’dan gönderilen yardımcı kuvvetlerin de katılmasıyla
Herat valisi Muhammed b. Herseme tarafından bastırıldı[297]. Aynı sene
içinde İsmail b. Ahmed, Buhara’da hastalandı. Doktorlar, Buhara’nın
rutubetli havasından kurtulması gerektiğini söylediler. Bunun üzerine
kendisinin yaptırdığı Cûy-i Mûliyân’daki sarayından ayrılarak, Buhara’nın
köylerinden Zerman’a gitti. Ancak durumunda bir değişiklik olmadı. Sâmânî
hükümdarı, 15 Safer 295/25 Kasım 907 tarihinde burada vefat etti[298].
İsmail b. Ahmed, Sâmânîler Devleti’nin gerçek kurucusu sayılmaktadır.
Saffarî tehlikesini bertaraf ederek Sâmânîlerin, Maveraünnehir’deki
hakimiyetlerini pekiştirmiştir. Onun zamanında yapılan fetihlerle Sâmânîler
Devletinin sınırları doğuda ve kuzey-doğuda Seyhun Nehrinden, batıda Rey’e
kadar bütün Horasan’ı, içine alacak şekilde genişlemişti. Hazar Denizi
kıyılarındaki Taberistan, Deylem, Harizm ve Cürcan eyaletleri de Sâmânîlere
bağlanmıştı. İsmail b. Ahmed döneminde Abbasî halifeliği ile de iyi ilişkiler
kurulmuştu. Sâmânî hükümdarı yaptığı işler hakkında Abbasî halifesine
düzenli raporlar gönderirdi. Ancak, İsmail, Cuma hutbelerinde Abbasî
halifesinin adını zikretmesine rağmen, halifeye hediyeler dışında her hangi
bir para veya vergi göndermezdi.
İsmail b. Ahmed askerî başarıları ve fetihlerinin yanısıra adil ve âlî-cenâb
bir emîr olarak tanınmıştı. Kendisi Ebû İbrahim künyesini kullanırdı.
Ölümünden sonra ise ona Emîr-i Mazi ünvanı verilmiştir[299]. 234/849
senesinde Fergana’da doğan İsmail b. Ahmed’in hükümdarlığı yirmi sene
devam etmiştir. Ölümü üzerine yerine oğlu Ebû Nasr Ahmed geçmiştir.
V) Ahmed b. İsmail Dönemi
(907-914)
Ahmed b. İsmail’in Sâmânîler Devleti’nin başına geçmesi üzerine Halife
el-Müktefî, veziri Tahir b. Ali b. Vezir aracılığı ile sancak, hil’at ve çeşitli
hediyeler göndererek onun hakimiyetini onayladı[300]. Ahmed b. İsmail ilk
olarak Buhara’daki devlet işlerini düzene koyduktan sonra Cürcan valiliği
görevini yürüten Pars el-Kebir’in üzerine yürümek istedi. Zira, Pars bölgeden
topladığı vergileri Buhara’ya göndermek üzere iken İsmail b. Ahmed’in
ölümünü ve yerine oğlu Ahmed’in geçtiğini haber alarak bu paraları kendisi
için alıkoymuştu. Yeni Sâmânî hükümdarı da asi valiyi cezalandırmak için
Rey üzerine yürümek istiyordu. Ancak danışmanı İbrahim b. Zeyduye,
Semerkand’da bulunan amcası İshak b. Ahmed’i herhangi bir isyan
ihtimaline karşı böyle bir harekete girişmemesini tavsiye etmişti. Bunun
üzerine amcasını Buhara’ya davet eden Ahmed b. İsmail, onu bir müddet
burada göz hapsinde tuttu[301]. Ardından Rey üzerine yürüdü. Fakat, Nisa-
bur’a geldiğinde Pars’ın Bağdat’daki Abbasî halifesinin yanına kaçtığını
öğrenince Buhara’ya geri döndü.

A) Sistan Seferleri
1) I. Sistan Seferi
Amr b. el-Leys’in İsmail b. Ahmed’e yenilmesinden sonra Saffarîler
Devleti bünyesinde karışıklıklar başlamıştı. Bu devletin Fars valisi Sübheri
bağımsızlığını ilan etmişti. Böylelikle daha önce Taberistan, Cürcan ve
Horasan’ı kaybetmiş olan Saffarîlerin hakimiyet sahası Sistan ile
sınırlandırılmış oluyordu. Sübheri, Amr’dan sonra birbiri ardına Saffarîlerin
başına geçen Tahir b. Muhammed b. Amr (901-908) ile el-Leys b. Ali’yi
(908-910) yakalayarak Abbasî halifesi el-Muktedir’e göndermişti. el-
Leys’den sonra başa geçen Muhammed b. Ali (910-911) ise kardeşi
Muaddal’ı Zerenc şehrinin iç kalesinde hapsetmişti. Muhammed’in halka
karşı takındığı baskıcı tavır, adam öldürme ve yağmaların çoğalması
dolayısıyla bölge tam bir karışıklığa sürüklenmişti. Bu sırada Abbasî halifesi
el-Muktedir, Sâmânî hükümdarı Ahmed b. İsmail’e Sistan’ın hakimiyet
menşurunu yolladı[302]. Bunun üzerine Ahmed b. İsmail, Hüseyin b. Ali el-
Merverruzî komutasındaki bir orduyu 298/910-911 senesinde Sistan üzerine
gönderdi. Orduda Simcûr el-Devâtî, Ahmed b. Sehl, Muhammed b. Muzaffer
b. Muhtac gibi kumandanlar bulunuyordu. Ahmed b. İsmail de bu ordunun
arkasından Herat’a gitti. Muhammed b. Ali, Sâmânî ordusunu halktan
topladığı yardımcı kuvvetlerle Râmtû denilen yerde karşıladı.
Uzun süren çarpışmalar neticesinde Saffarî ordusu mağlup oldu.
Muhammed, Zerenc’e sığındı. Ancak çevresindekilerin telkiniyle serbest
bıraktığı kardeşi Muaddal’ın iç kalede isyan etmesi üzerine Büst’e kaçtı.
Onun kaçışının ardından Sâmânî ordusu Zerenc’i kuşattı. Muhammed b.
Ali’nin, Büst halkına karşı takındığı sert tutum burada Sâmânîler lehine bir
isyana sebep oldu. İbrahim b. Yusuf b. el-Ariş adlı bir reisin liderliğinde
ayaklanan halk, şehirdeki idareyi ele geçirdi. Büst’de Ahmed b. İsmail adına
hutbe okundu[303].
Ancak Zemin-Dever hakimi Feth b. Mukbil, Muhammed b. Ali adına çıkan
isyanı bastırmayı başardı. Buna rağmen Muhammed’in şehirdeki hakimiyeti
uzun sürmedi. Buradaki durumu haber alan Ahmed b. İsmail, Herat’dan Büst
üzerine yürüyerek şehre hakim oldu[304]. Sâmânî kuvvetlerinin önünden
kaçmaya çalışan Muhammed b. Ali esir edildi.
Aynı sıralarda Hüseyin b. Ali idaresindeki Sâmânî ordusu ise Zerenc
kuşatmasına devam ediyordu. Sâmânî ordusuna karşı şiddetle direnen
Muaddal b. Ali, kardeşinin esir edildiği haberinin gelmesi üzerine şehri
teslim etmek zorunda kaldı. Sâmânî ordusunun 1 Zilhicce 298/31 Temmuz
911 tarihinde şehre girişiyle birlikte camilerde Ahmed b. İsmail adına hutbe
okunmaya başlandı. Sistan valiliği görevi ilk olarak Simcûr el-Devâtî’ye
verildi ise de daha sonra Ebû Salih Mansur b. İshak bu göreve getirildi. Bu
arada Abbasî ordusuna yenildikten sonra Sâmânîlere sığınan Fars hakimi
Sübkeri, Muhammed b. Ali b. el-Leys ile birlikte halifeye gönderildi[305].
2) II. Sistan Seferi
Sistan Sâmânîlerin idaresine girmesine karşılık eyalette huzursuzluklar
gerçek manasıyla giderilememişti. Buradaki Sâmânî valisi Mansur b. İshak’ın
yanlış uygulamaları da gerginliği arttırıyordu. Nitekim onun, eyaletin
vergilerini gereksiz yere yülkseltmesi ve Sâmânî askerlerini Zerenc şehrinin
içine yerleştirilmesi halk arasında büyük hoşnutsuzluğuna sebep olmuştu.
299/912 senesinde Mevla Sandalî olarak bilinen Muhammed b. Hürmüz şehir
halkını etrafında toplayarak isyan etti. İsyancılar Saffarî hanedanından Ebû
Hafs Amr b. Yakub b. Muhammed b. Amr b. el-Leys adına hareket
ediyorlardı. İsyanın ele başısı Mevla Sandalî, Târih-i Sistan’da Muhammed
b. Amr’ın mevlası olarak tanımlanırken, Gerdizî ve İbn el-Esîr’de yaşlılığı
dolayısıyla Sâmânî ordusundan terhis edilmiş Haricî bir asker olarak
zikredilir[306]. Bu zat şehir halkı ve ayyarların yardımıyla burada bulunan
Sâmânî askerlerinin bir çoğunu öldürüp, Mansur b. İshak’ı esir etmeyi
başardı. Ancak, onun hutbeyi kendi adına okutmak istemesi isyancıların iki
gruba ayrılmasına neden oldu. Ebû Hafs adına hareket eden, Muhammed b.
Abbas el-Gülekî liderliğindeki grup, Mevla Sandalî ve taraftarlarını mağlup
etti. Saffarîlerin yeniden Sistan’a hakim olmaları üzerine Ahmed b. İsmail,
Hüseyin b. Ali el-Merverruzî’yi bir kere daha Sistan’ın fethiyle
görevlendirdi. Hüseyin b. Ali 300/912’de eyaletin merkezi Zerenc önlerine
gelerek şehri kuşattı. Sâmânî ordusu, ilk olarak şehrin Halefâbâd kapısı
önünde karargah kurmuştu. Fakat bu tarafta herhangi bir başarı elde
edilemeyince karargah Nizek kapısı önüne nakledildi. Hüseyin b. Ali bir
yandan kuşatmayı sürdürürken diğer taraftan şehrin içindeki bazı ayyarlarla
mektuplaşıyordu. Neticede kuşatmadan bunalan şehir halkının da yardımıyla
Sâmânî ordusu şehrin rabazına girmeyi başardı. Muhammed b. Abbas el-
Gülekî ve Ebû Hafs idaresindeki isyancılar ise, şehristana çekilerek
savunmaya devam ettiler. Kuşatmanın uzaması üzerine Ahmed b. İsmail, Ebu
Bekr b. Muzaffer ile Simcûr el-Devâtî’yi Hüseyin b. Ali’nin yardımına
gönderdi. Aldığı takviyelerle güçlenen Sâmânî ordusuna karşı
koyamayacaklarını anlayan savunucular teslim oldular[307]. On ay süren
kuşatmanın ardından Sâmânî ordusu 14 Şevval 300/24 Mayıs 913 tarihinde
şehri tekrar ele geçirdi. Sistan valiliği Simcûr el-Devâtî’ye verildi. Sâmânî
ordusunun kumandanı Hüseyin b. Ali ise, Muhammed b. Abbas el-Gülekî ile
Saffarî emîri Ebû Hafs’ı yanına alarak Buhara’ya döndü.

B) Taberistan Olayları ve Ahmed b. İsmail’in Öldürülmesi


Ahmed b. İsmail, Sâmânî Devletinin başına geçtikten sonra kin beslediği
Ebu’l-Abbas’ı 297/909-910 senesinde Taberistan valiliğinden azlederek
yerine Sellam adlı bir Türk gulâmını atamıştı. Ancak bu tayin, Ebû Salih
Mansur ve Pars gibi Sâmânî kumandanlarının hoşuna gitmedi. Bunlar Ebu’l-
Abbas’a bağlılık yemini etmek istediler. Bu sırada Cürcan’a çekilmiş olan
Ebu’l-Abbas ise Pars ile bağlantı kurmaya çalışıyordu. Muhtemelen yeni vali
tayininden hoşnut olmayan komutanlarla birleşerek Ahmed b. İsmail’e isyan
etmek düşüncesini taşıyordu. Ancak onun bu girişimi Tamişa hakimi
Hürmüz-kama, Rüstem b. Karin ve İspadbeh Şehriyar tarafından engellendi.
Bunun üzerine Ebu’l-Abbas Amul’e dönerek Rûyan üzerinden Rey’e gitmeye
çalıştı. Fakat, onu Encir’de bekleyen İspadbeh Şehriyar tarafından ikna
edilerek Rey’e gitmekten ve Sâmânî hükümdarına isyan etmekten
vazgeçirildi. Bu arada Buhara’daki devlet ileri gelenleri, Ahmed b. İsmail’e
Ebu’l-Abbas’ın olası bir isyan teşebbüsüne karşı, onu taltif ederek 30.000
süvarinin başında Irak’a göndermesini tavsiye etmişlerdi. Ahmed b. İsmail
verilen tavsiyeye uyarak Muhammed b. Hacer’i elçi olarak Ebu’l-Abbas’ın
yanına gönderdi. İbn Hacer, ona yeni görevini bildirdi. Ebu’l- Abbas’ın
Taberistan’dan ayrılmasından sonra yeni vali Sellam, Amul’a gelerek
görevine başladı. Ancak onun vergileri aşırı derecede yükseltmesi bir isyana
neden oldu. İsyan eden halkı teskin etmek için onlar tarafından sevilen Ebu’l-
Abbas yeniden Taberistan valiliğine getirildi. Bu arada 298/910 senesinde
gemilerle Hazar Denizi üzerinden Taberistan’a akın yapan Ruslar Sariye ve
Penc-i Hazar’ı yağma ettiler[308]. Aynı sene içinde Ebu’l Abbas’ın vefat
etmesi üzerine yerine Rey’i Sâmânîler adına idare etmekte olan Muhammed
b. İbrahim el-Sûlûk atandı. Bu zatın valiliği esnasında 301/914 senesinde
Taberistan’da büyük bir isyan başlatıldı. İsyanın lideri Seyyid Nasır-ı Kebir
veya el-Utruş olarak da bilinen Hasan b. Ali idi. Onun, 289/902’de İsmail b.
Ahmed döneminde çıkardığı isyanın Pars el-Türkî tarafından bastırıldığını
söylemiştik. Bunun üzerine Deylem’e kaçan Seyyid Nasır-ı Kebir, burada
uzun süre kalmış ve Deylemler arasında İslamiyeti yaymaya çalışmıştı.
Ardından, topladığı askerlerle Taberistan’a dönmüş ve halkı, Sâmânîlere
karşı isyana teşvik etmeye başlamıştı. Ancak halk, Ebu’l-Abbas’a karşı
duydukları sevgilerinden dolayı buna yanaşmamıştı[309]. Ancak bir ara
Ahmed b. İsmail’in şahsi garazı yüzünden Ebu’l-Abbas’ı görevden alması
Taberistan’da hoşnutsuzluğa sebeb olmuş ve bunun üzerine yukarıda da
aktardığımız gibi Ebû’l Abbas görevine iade edildi. Şimdi ise yeni vali
Muhammed b. İbrahim el-Sûlûk’un görevini suistimal etmesi, halkın daha
önce Sâmânîlere karşı var olan sempatisini yok ederek Taberistanda büyük
bir isyana neden oldu. Halk daha önce kabul etmediği halde Sâmânîlere karşı
Seyyid Nasır’ın etrafında toplandı. Böylece halkın da desteğini arkasına alan
Seyyid Nasır ilk olarak oğlu Ebu’l-Hasan Ahmed’i Rûyan’a gönderdi. Ebu’l-
Hasan, buradaki Sâmânî valisini uzaklaştırarak şehri ele geçirdi. Seyyid Nasır
ise, Kalar’a giderek İspadbeh Muhammed b. Hasan’ı kendisine tabi kıldı.
Sonra Gûr-ı şir ve Salus üzerine yürüdü. Onun öncülüğünü amcasının oğlu
Hasan b. Kasım yapmaktaydı. Gelişmeleri haber alan Muhammed b. İbrahim
el-Sûlûk da, Seyyid Nasır üzerine yürüdü. Ancak Cemaziyelahir 301/Ocak
914’de Burâbâd yakınlarında yapılan savaşı Sâmânîler kaybetti. Sâmânî
ordusundan 4.000 kişi öldürüldü. 5.000 kişilik bir kuvvet ise Ebu’l-Vefa
Halife b. Nuh adlı komutanın idaresinde Salus kalesine sığındılar[310]. Seyyid
Nasır-ı Kebir bunlara aman vererek buradan ayrılmalarına izin verdi.
Muhammed b. İbrahim el-Sûlûk ise, savaşın sonrasında Rey’e kaçmıştı[311].
Onun kaçışının ardından Seyyid Nasır bütün Taberistan’ın hakimi durumuna
geldi ve Amul’da ikamet etmeye başladı. Taberistan’daki bu gelişmeler
üzerine Ahmed b. İsmail, buraya Muhammed b. Abdülaziz idaresinde bir
ordu gönderdi ise de Seyyid Nasır bu orduyu da kısa sürede mağlup etmeyi
başardı.
Birbiri ardına yaşanan bu başarısızlıklar üzerine, Ahmed b. İsmail,
Türkistan’dan aldığı takviyelerle sayısı 40.000 kişiye ulaşan ordusuyla
Taberistan üzerine yürümeye karar verdi. Ancak seferin başlangıcında 11
Cemaziyelahir 301/12 Aralık 913 senesinde Firebr’de gece çadırında kalırken
Türk gulâmları tarafından öldürüldü[312]. Onun ölümü ile Taberistan seferi
yarım kaldı. Seyyid Nasır-ı Kebir, bundan Taberistan’daki hakimiyetini
sağlamlaştırmak hususunda faydalandı. Bu arada Ahmed b. İsmail’in ölümü
üzerine Sâmânîlerin İspadbeh Şervin gibi yerli müttefikleri Seyyid Nasır ile
anlaşmak zorunda kaldılar[313]. Sâmânî hükümdarını öldüren gulâmların
bazıları ve onlara suç ortaklığı yaptığı düşünülen katip Ebu’l-Hasan Nasr b.
İshak idam edildi. Diğer gulâmlar ise Türkistan’a kaçtılar.
Araştırmacılar, Ahmed b. İsmail’in öldürülme sebebi olarak ulemanın
sözlerine fazla itibar etmesi ve Arapça bilen memurları himaye etmesini
gösterirler[314]. Onlara göre hassa askerlerinin komutanları bundan
duydukları hoşnutsuzluk sebebiyle Ahmed b. İsmail’i öldürmüşlerdir. Bize
göre onun öldürülme nedeni muhtemelen anlatılanlardan daha farklıdır.
Nitekim, Ahmed b. İsmail’in ölümünden sonra yerine oğlu II. Nasr geçmişti.
Onun hükümdarlığını kabul etmeyen Sâmânî ailesinden Mansur b. İshak b.
Ahmed, dönemin ünlü komutanlarından Hüseyin b. Ali el-Merverruzî ile
anlaşarak 302/914-915 senesinde isyan etti. İbn el-Esîr’e göre bu isyanın
sebebi şuydu[315]; “Hüseyin b. Ali, Ahmed b. İsmail adına Sistan’ı iki defa
fethetmişti. Ancak eyaletin valiliği hükümdar tarafından ilk seferde Mansur
b. İshak’a, ikinci seferde ise Simcûr el-Devâtî’ye verilmişti. Hüseyin b. Ali
bu nedenle Simcur’a kin besliyordu.” Muhtemelen Ahmed b. İsmail’e karşı
da aynı hisleri taşımaktaydı. Zira İbn el-Esîr’deki kayıtlar şöyle devam
etmekteydi; “Bu nedenle Mansur b. İshak ile Ahmed b. İsmail’in ölümünden
sonra onun Sâmânî emîri olması konusunda anlaştılar. Kendisi de Mansur b.
İshak adına Horasan’ı idare edecekti”. İbn el-Esîr’de verilen bu bilgiden
Mansur b. İshak ile Hüseyin b. Ali’nin Ahmed b. İsmail’i öldürmek üzere
ittifak yaptıklarını anlaşılmaktadır. Bunu da, İsmail b. Ahmed’in gulâmla-
rınından bazılarını kendi taraflarına çekerek kolayca başarmışlardır. Nitekim,
Sâmânî hükümdarının öldürülmesinin hemen ardından katillerin
sorgulanmadan idam edilmeleri bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.
Ahmed b. İsmail avlanmayı çok severdi. Bu sebeble devlet işlerini kimi
zaman ihmal etmekteydi. Kendisi av merakı sebebiyle bir aslan besler ve
hayvan geceleri onun kapısının önüne bağlanırdı. Aslan’nın korkusundan
kimse ona yaklaşmaya cesaret edemezdi. Ahmed b. İsmail’in öldürüldüğü
gece hizmetçiler aslanı kapıya getirmeyi unutmuşlardı. Durumu fırsat bilen
suikastçiler o gece emîrin yattığı yere girerek kendisini öldürmüşlerdi[316]. Bu
da suikastin planlanmış bir olay olduğunu göstermektedir. el-Cüzcanî, Ahmet
b. İsmail’in sert ve enerjik bir yapısı olduğunu söyler[317]. Bu nedenle
dönemin ünlü komutanlarından Cürcan valisi Pars el-Kebir, Abbasî
halifesinin yanına kaçmak zorunda kalmıştır. Yine şahsi garezi nedeniyle,
Taberistan halkı tarafından çok sevilen vali Ebu’l-Abbas’ı görevinden almış
ise de sonu görevine iade etmek zorunda kalmıştır. Taberistan’daki bu keyfi
vali değişimi eyalette Sâmânîlere bağlı idareciler ve halk arasında
huzursuzluk yaratmıştı. Dolayısıyla Ahmed b. İsmail’in ölümüne yakın bir
zamanda çıkan el-Utruş isyanı kolaylıkla tüm Taberistan’a yayılmıştır.
Ahmed b. İsmail’in Nasr, Mansur, İbrahim ve Yahya adlarında dört oğlu
vardı. Ölümünden sonra yerine yukarıda belirttiğimiz gibi oğullarından Nasr
geçmiştir.
VI) II. Nasr b. Ahmed Dönemi
(914-943)
II. Nasr b. Ahmed b. İsmail’in dönemi özellikle idarî yapılanma ve kültürel
gelişim açısından Sâmânî Devleti’nin zirvesini teşkil etmektedir. Siyasî
olarak ise, II. Nasr’ın bu uzun saltanat dönemi, yeni fetihlerden ziyade,
önceden ele geçirilmiş yerlerin elde tutulması için yapılan mücadeleler ve iç
isyanlarla uğraşmakla geçmiştir. Bu nedenle II. Nasr döneminin siyasî
faliyetlerini iç mücadeleler ve dış isyanlar olarak iki ana alt başlık altında ele
almaya çalışacağız

A) İç İsyanlar
1) İshak b. Ahmed İsyanı
Sâmânî ailesinin en tecrübeli simalarından biri olan Ahmed b. İsmail
öldüğü sırada Semerkand valiliği görevini yürütüyordu. Muhtemelen Sâmânî
tahtı ile ilgili bazı emeller besliyordu. Nitekim, daha önce de Ahmed b.
İsmail 205/907 senesinde babasından sonra Sâmânî devletinin başına
geçmesinin ardından Semerkand ve Fergana’yı yöneten İshak b. Ahmed’i
Buhara’ya davet etmiş ve İshak isyan etmemesi için bir müddet burada
tutulmuştu. Ardından Ahmed b. İsmail durumunu kuvvetlendirdiğinde onu
hapisten çıkartarak yeniden Semerkand valiliğine tayin etmişti[318].
Ahmed b. İsmail’in öldürülmesinden sonra ise yerine 8 yaşındaki oğlu II.
Nasr geçmişti. Henüz çocuk yaştaki yeni hükümdarın adına devlet işlerini
vezirlik görevine getirilen Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ceyhanî
idare ediyordu. Maveraünnehir halkı, II. Nasr’ın henüz devleti idare
edemeyecek yaşta olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle, o sırada Sâmânî
ailesinin en yaşlı üyesi olan İshak b. Ahmed’in devletin başına geçmesini
istiyorlardı. Durum bu şekilde gelişirken sadece Buhara II. Nasr’ a sadık
kaldı[319].
Halkın desteğini alan İshak b. Ahmed 914 senesinde Semerkand’da isyan
etti. Oğlu İlyas ile birlikte güçlü bir ordunun başında Buhara üzerine yürüdü.
II. Nasr ise, onlara karşı Hamuye b. Ali idaresinde bir ordu gönderdi. Yapılan
savaşta mağlup olan İshak ve oğlu Semerkand’a geri dönmek zorunda
kaldılar. Onların ikinci kez Buhara’yı ele geçirme teşebbüsleri de Hamuye b.
Ali tarafından engellendi. İshak ve oğluna karşı kazandığı ikinci zaferden
sonra Semerkand’ı kuşatan Hamuye b. Ali şehri zorla ele geçirdi. İshak b.
Ahmed esir edilip Buhara’ya götürüldü. Oğlu İlyas ise Fergana’ya kaçtı.
İshak b. Ahmed, 21 Safer 302/15 Eylül 914 tarihinde hapiste öldü.
2) Hüseyin b. Ali el-Merverruzî İsyanı
Aynı dönem içinde, İshak b. Ahmed’in oğlu Mansur da Nisabur’da isyan
etmişti. Yukarıda aktarıldığı gibi Hüseyin b. Ali el-Merverruzî de onunla
birlikteydi. Mansur b. İshak, Ahmed b. İsmail’in ölümünün hemen ardından
Nisabur’da hutbeyi kendi adına okutmaya başlamış, Herat’da bulunan
Hüseyin b. Ali’de onun yanına gelmişti. II. Nasr isyancıların üzerine Hamuye
b. Ali kumandasında bir ordu gönderdi. Ancak, bu arada Hüseyin b. Ali
bilinmeyen bir nedenle Mansur b. İshak’ı zehirleyerek öldürmüş[320] ve
Nisabur’dan ayrılarak Herat’a çekilmişti. Bunun üzerine Hamuye b. Ali’nin
de, Hüseyin’in üzerine yürümeden Buhara’ya dönmüştü. Hüseyin b. Ali,
onun geri dönmesinden faydalanarak, kardeşi Mansur’u Herat’da bırakarak
tekrar Nisabur üzerine yürüyerek şehri ele geçirdi. II. Nasr’ın, Şurta şefi
(Polis şefi) Muhammed b. Hayd bu sırada Nisabur’da bulunuyordu. Bu zat
merkezden verilen direktiflere uymayarak Buhara’ya dönmek istemişti.
Dolayısıyla, II. Nasr tarafından cezalandırılacağından korkarak Hüseyin b.
Ali ile birleşti[321]. Hüseyin’in giderek güçlenmesi üzerine bu defa Ahmed b.
Sehl idaresinde büyük bir ordu hazırlanarak, onun üzerine gönderildi. Sâmânî
ordusu ilk önce Herat üzerine yürüdü. Şehri ele geçirerek, Hüseyin’in şehirde
vekil olarak bıraktığı kardeşi Mansur’u esir etti. Daha sonra Nisabur üzerine
yürüyen Sâmânî ordusu Rebiülevvel 306/Ağustos-Eylül 918 de şehri kuşattı.
Bu ordu karşısında fazla direnemeyen Hüseyin b. Ali teslim olurken[322]
Muhammed b. Hayd, Merv’de kaçmıştı. Ancak daha sonra o da, Ahmed b.
Sehl’e teslim oldu. Ahmed b. Sehl, onun mallarını ve arazilerini müsadere
ederek Hüseyin b. Ali ile birlikte Buhara’ya gönderdi. Bir süre hapiste kalan
Hüseyin b. Ali, vezir el-Ceyhanî’nin şefaatiyle affedilerek yeniden II. Nasr’ın
hizmetine girmiştir.
3) Ahmed b. Sehl İsyanı
Ahmed b. Sehl, Hüseyin b. Ali’nin isyanı bastırıldıktan sonra Nisabur’da
kalmıştı. Merv’li ünlü bir dihkan ailesine mensup olan Ahmed b. Sehl, Amr
b. el-Leys zamanında Araplar ile İranlılar arasında yapılan mücadelelerde
öldürülen İranlıların intikamını almak için halkı ayaklandırmıştı. Daha sonra
Amr tarafından yakalanarak Sistan’da hapsedilmişti. Ahmed, hapishaneden
kurtulduktan sonra İsmail b. Ahmed’e sığınmış ve İsmail b. Ahmed, Ahmed
b. İsmail ve onun oğlu II. Nasr dönemlerinde Sâmânîlerin hizmetinde
çalışmıştı. Ancak Hüseyin b. Ali isyanını bastırdıktan sonra, II. Nasr ile arası
açıldığından 307/919-920 senesinde Nisabur’da isyan etti[323]. Onun isyan
etmesindeki en önemli nedenlerden biri de Hüseyin b. Ali isyanını
bastırmasına karşılık II. Nasr’ın daha önce kendisine söz verdiği yerleri
vermemesidir. Gerçi Sâmânî hükümdarı buna karşılık ona bazı toprakları ikta
etti ise de Ahmed b. Sehl bunları kabul etmemişti. Bundan başka İbn el-
Esîr’de geçen ilginç bir rivayet ise onun isyandaki gerçek maksadını ortaya
koymaktadır. Müellif, eski hükümdar Ahmed b. İsmail’in, Ahmed b. Sehl
için “Onu hükümdarın sarayından ve gözden uzak tutmamak gerekir. Zira o
yalnız başına kaldığında büyük işler peşinde koşacaktır” dediğini yazar[324].
Buradan Ahmed b. Sehl’in isyandaki amacının kendi hükümranlığını ilan
etmek olduğu anlaşılıyor.
Ahmed b. Selh ilk olarak kendisine güçlü bir müttefik bulmak üzere
harekete geçti. Abbasî halifesi el-Muktedir’e bir mektup yazarak,
Horasan’daki hakimiyetinin tanınması şartıyla kendisini metbu tanıyacağını
bildirdi. Nisabur’da hutbeyi kendi adına okutmaya başladı.
Ardından Cürcan üzerine yürüyen Ahmed b. Sehl, buradaki Sâmânî valisi
Karategin’i bölgeden uzaklaştırdı. Onun, Sâmânîlerin Horasan’daki
hakimiyetini tehlikeye sokması üzerine II. Nasr, Hamuye b. Ali’yi isyanı
bastırmakla görevlendirdi. Hamuye komutasındaki Sâmânî ordusunun
üzerine geldiğini öğrenen Ahmed, Merv şehrine çekilerek burayı tahkim
etmeye başladı. Şehir üzerine yürüyen Sâmânî ordusu Merverrud’da karargah
kurdu. Hamuye b. Ali, Ahmed b. Sehl’i Merv’den çıkarmak için her türlü
çareye başvurmasına rağmen hiçbir başarı elde edemedi. Bu arada Ahmed b.
Sehl, Sâmânî ordusundaki bazı subaylarla gizlice mektuplaşmaya başlamıştı.
Bunlar, şehirden çıktığı taktirde onun tarafına geçerek Hamuye b. Ali’yi
kendisine teslim edeceklerini söylediler.. Bu sözlere güvenerek Merv dışına
çıkan Ahmed b. Sehl, Receb 307/Aralık 919 tarihinde Merverrud’a bir
merhale mesafede karşı karşıya geldiği Sâmânî ordusu tarafından bozguna
uğratıldı ve esir edilerek Buhara gönderildi. Zilhicce 307/Nisan-Mayıs 920
tarihinde hapishanede öldü.
4) İlyas b. İshak İsyanı
Bu zatın 914 senesinde babasıyla, II. Nasr’a karşı giriştikleri başarısız isyan
hareketinden sonra Fergana’ya kaçtığını belirtmiştik. İlyas, burada
Muhammed b. Hüseyin b. Mût’un da[325] yardımıyla Türklerden 30.000
kişilik bir ordu toplamayı başarmıştı. 310/922-923 senesinde Semerkand
üzerine yürüyen İlyas b. İshak’ın ordusu şehre bir günlük mesafede Sâmânî
kuvvetleri tarafından tuzağa düşürüldü. Sâmânî ailesinden Ebû Amr
Muhammed b. Esed kumandasındaki 2.500 kişilik bir birlik kurdukları tuzak
sayesinde İlyas’ın ordusunu yenmeyi başardı. İlyas tekrar Fergana’ya
kaçarken İsficâb’a giderken yardımcısı Muhammed b. Hüseyin b. Mût ise
yerel beyler tarafından öldürülerek başı Buhara’ya gönderildi. Şaş valisi
Ebu’l-Fazl b. Ebî Yusuf’un yardımıyla yeniden harekete geçen İlyas’ın
üzerine bu kez Muhammed b. İlyas gönderildi. Sâmânî kuvvetlerine bir kere
daha yenilen İlyas bu kez Kaşgar’a kaçtı. İlyas’a yardım eden Şaş valisi ise,
yakalanarak Buhara’ya gönderildi. İlyas b. İshak, Kaşgar hakimi Togan
Tekin’in yardımıyla üçüncü bir isyan girişiminde daha bulundu ise de
Fergana valisi Muhammed b. Muzaffer tarafından bozguna uğratıldı. Artık
Sâmânî tahtını ele geçirmek için hiçbir şansının kalmadığını gören İlyas,
Fergana valisine teslim oldu[326]. Buhara’ya gönderilen İlyas, II. Nasr
tarafından affedildi.
5) Ebû Zekeriyya Yahya b. Ahmed İsyanı
II. Nasr’a karşı yapılan son isyan hareketi kardeşi Yahya b. Ahmed
liderliğinde gelişmişti. II. Nasr, Sâmânî hükümdarı olduktan sonra kardeşleri
Ebû Zekeriyya Yahya, Ebû Salih Mansur ve Ebû İshak İbrahim’i Buhara
kalesinde hapsetmişti. Bunların dışarıyla olan münasebetlerini ise Ebû Bekr
Habbaz adlı bir kimse yürütmekteydi[327]. II. Nasr’a karşı düşmanlık besleyen
Ebû Bekr, bir grup askerle hükümdarın hapiste bulunan kardeşlerini
kurtarmak üzere anlaşmıştı. Bu arada II. Nasr 317/929-930 senesinde
kendisine karşı asi bir tavır sergileyen Esfar b. Şiruye’yi cezalandırmak için
Buhara’dan ayrılarak Nisabur’a gitmeye karar verdi. Ebu’l-Abbas el-Gûsec
(Köse)’i yerine vekil bırakarak yola çıktı. Onun şehirden ayrılması, Ebû
Bekr’e beklemekte olduğu fırsatı vermiş ve daha önceden anlaştığı askerlerle
birlikte mahkumları Cuma günü kurtarmayı planlamıştı. Ebû Bekr Perşembe
günü kuhendize (İç kale) girerek geceyi burada geçirdi. Ertesi gün son derece
dindar biri gibi görünerek kuhendizin kapısında nöbet tutan askerin yanına
geldi. Ona beş dinar bahşiş vererek, Cuma namazını kaçırmamak için
kendisine kapıyı açmasını rica etti. Nöbetçi de onun ricasını kabul ederek
kapıyı açtı. Kapı açılır açılmaz Ebû Bekr, kararlaştırıldığı üzere kuhendizin
kapısında beklemekte olan adamlarına seslenerek onları yanına çağırdı.
Bunlar hemen harekete geçerek kapıcıları etkisiz hale getirip kuhendize
hakim oldular. II. Nasr’ın tutuklu bulunan kardeşlerini serbest bırakarak,
bunlardan Yahya b. Ahmed’i kendilerine emîr tayin ettiler[328]. Bu sırada
hapishanede bulunan Deylemler, Alevîler ve ayyarlar da serbest bırakılmıştı.
Bunların hepsi Şervin el-Cilî komutasında asilere katıldı. Daha önce II.
Nasr’a isyan eden Hüseyin b. Ali el-Merverruzî’nin oğlu da isyancıların
arasındaydı[329]. İsyancılar ilk önce II. Nasr’ın şehirdeki saray ve kasırlarını
yağmaladılar. Bu arada isyanı haber alan II. Nasr süratle geri döndü. Yahya
b. Ahmed ise, ağabeyinin Ceyhun Nehri üzerinden geçişini önlemek üzere
Ebû Bekr’i bir miktar askerin başında buraya göndermiş kendisi de
Semerkand’a gitmişti. Yahya’nın bu hareketinden isyancıların yeterince
kuvvetli olmadıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca Buhara şehri de daha önceleri de
olduğu gibi II. Nasr’a sadık kalmış olmalıdır. Zira, II. Nasr Buhara’ya
girdiğinde halka karşı hiçbir cezalandırma hareketine girişmemiştir. Hüseyin
b. Ali el-Merveruzi’nin oğlu da, II. Nasr’ın, Ceyhun nehri üzerinden geçişini
önlemekle görevlendirilen Ebû Bekr’in yanındaydı. Bu zat II. Nasr’ın veziri
Muhammed b. Ubeydullah el-Belamî ile anlaşarak Sâmânî ordusunun
Ceyhun Nehri üzerinden rahatça geçmesini temin etti. Yakalanan Ebû Bekr,
Buhara’da işkence ile öldürüldü[330]. Semerkand’da da tutunamayan Yahya b.
Ahmed ise Çağaniyan üzerinden Belh’e gitti. Buranın valisi Karategin de
onunla birleşti. İkisi birlikte Merv’e gittiler. Bu sırada, Sâmânîlerin Horasan
valiliği görevi Ebû Bekr Muhammed b. Muzaffer’in elindeydi. Bu zat, yanına
çağırdığı Mâkân b. Kakî’yi Nisabur’da bırakarak isyancıları batıdan
sıkıştırmak üzere harekete geçti. Ebû Bekr, Yahya’yı oyalamak için etrafa
onunla birleşmek istediği haberini yayıyordu. Ancak yolda aniden yön
değiştirerek Herat ve Busenc şehirlerini ele geçirdi. Buradan da oğlu Ebû Ali
b. Muhtac’dan takviye kuvvetler alabilmek için Garcistan yolu ile
Çağaniyan’a geçmeye karar verdi. Yahya, onun bu hareketini engellemek için
üzerine asker gönderdi ise de buna mani olamadı. Ebû Bekr gerekli
takviyeleri almasının ardından Mansur b. Karategin’in[331] elinde bulunan
Belh şehrini şiddetli bir savaştan sonra ele geçirdi. Yenilen Mansur ise,
Cüzcan’a çekildi. Ardından Çağaniyan’a dönen Ebû Bekr Muhammed,
olanları bir mektupla II. Nasr’a bildirdi. O da başarılarından ötürü Belh ve
Toharis-tan’ın idaresi de Ebu Bekr Muhammed’e verildi.
Ebû Bekr, bu yerleri oğlu Ebû Ali’ye bıraktıktan sonra Yahya’nın takibini
sürdürmek üzere Belh civarında II. Nasr’a katıldı. Belh’in Ebû Bekr
Muhammed’in eline geçmesi üzerine asilerden Karategin Cüzcan’a kaçarken
Yahya, Nisabur’a gitti. Ancak, Ebû Bekr Muzaffer’in vekili Mâkân b. Kakî
tarafından şehre girmesine izin verilmedi. Bunun üzerine Herat’a giden
Yahya, burada tekrar Karategin ile birleşti. II. Nasr’ın üzerlerine geldiğini
öğrenen Karategin, takipten kurtulmak için Yahya’yı Buhara’ya gönderdi.
Kendisi de yeniden Cüzcan’a kaçtı.
Yahya, II. Nasr’ın kendisini şiddetle takibi yüzünden Buhara’da da uzun
süre kalamadı. Önce Semerkand, sonra tekrar Nisabur’a kaçmak zorunda
kaldı. Mâkân b. Kakî’nin Cürcan’a gitmesinden sonra şehri ele geçirmiş olan
Muhammed b. İlyas, Yahya’ya tabi oldu. Şehirde hutbe Yahya b. Ahmed
adına okunmaya başlandı. Ancak II. Nasr’ın 320/932 senesinde Nisabur
üzerine yürümesi neticesinde Yahya ve Muhammed b. İlyas şehirden
ayrılmak zorunda kaldı. Yahya, Büst ve Ruhhac’da bulunan Karategin’in
yanına giderken, Muhammed b. İlyas Kirman’a çekilerek buraya hakim
oldu[332]. II. Nasr aynı sene içinde Yahya ve Karategin’i affetti. Böylece
Sâmânî devleti bünyesinde II. Nasr’a karşı başlatılan son isyan hareketi de
bastırılmış oldu.

B) Dış Mücadeleler
1) Sistan’ın Sâmânîlerin Hakimiyetinden Çıkması
Ahmed b. İsmail döneminde Hüseyin b. Ali el-Merver-ruzî’nin 298/910-
911 ve 300/912-913 senelerinde yaptığı iki seferle Sistan, Sâmânî idaresine
girmişti. Son seferden sonra eyaletin idaresi Simcûr el-Devâtî’ye verilmişti.
Sâmânî hükümdarı Ahmed b. İsmail’in 301/914 senesindeki ölümünün
ardından Sistan’ın merkezi Zerenc’de bulunan Sâmânî kumandanları arasında
anlaşmazlık çıkmış ve Simcûr el-Devâtî, şehir halkı tarafından çıkarılabilecek
muhtemel bir isyan tehlikesini önlemesine karşılık kumandanlar arasındaki
bu anlaşmazlığı giderememişti.
Ebû Bekr Muhammed b. Muzaffer’in, buradaki Sâmânî ordusundan bir çok
subayı da alarak Herat’daki Hüseyin b. Ali el-Merverruzî’nin yanına gitmesi
Sâmânîlerin bölgedeki gücünü oldukça azaltmıştı.
Bu kopmaların sonrasında Simcûr’un yanında sadece kendi gulâmları
kalmış ve neticede Zerenc ileri gelenlerinin ön ayak olduğu bir isyan hareketi
sonucunda Sistan’dan ayrılmak zorunda kalmıştı[333].
Böylece dört sene gibi kısa süren bir hakimiyetten sonra Sistan,
Sâmânîlerin elinden çıkmış oluyordu. Sâmânîlerin ayrılmasından sonra bölge
bir müddet Abbasî halifesi tarafından tayin edilen valilerin idaresinde kalmış
ve daha sonra Saffarî ailesi yönetimi yeniden ele almıştı.
2) Taberistan Alevîleri ile Yapılan Mücadele
Ahmed b. İsmail’in son dönemlerinde Taberistan’da isyan eden Seyyid
Nasır-ı Kebir, buradaki Sâmânî valilerini kovarak bölgeye hakim olmuştu.
Ahmed’in oğlu II. Nasr tahta çıkışının hemen sonrasında Muhammed b.
İlyasa’yı Taberistan’daki bu isyanı bastırmakla görevlendirdi. Ancak, 10.000
kişilik Sâmânî ordusunun başında Taberistan’a giren Muhammed b. İlyasa,
Sariye yakınlarında Seyyid Nasır-ı Kebir tarafından mağlup edildi[334]. Bu
mağlubiyetten sonra Sâmânîler bir süre Taberistan işlerine karışmadılar.
Onlar Horasan’daki asi kumandanlarının çıkardıkları isyanlarla uğraşırken
Cürcan ve Gilan bölgeleri Alevî-lerin eline geçti.
Sâmânîlerin mağlup edilip bölgeden uzaklaştırılmalarının ardından Seyyid
Nasır-ı Kebir, Sâhibü’l-Ceyş Hasan b. Kasım’ı Gilan’a göndererek bu
eyaletlerin hakimlerini kendisine bağlamasını emretmişti. Hasan b. Kasım
kısa sürede bölgedeki yerel hakimlerin Alevîlere bağlanmasını sağladı.
Ancak, onun başarıları ve giderek güçlenmesi Seyyid Nasır-ı Kebir’i
endişelendiriyordu. Nitekim endişelerinde haksız olmadığı da anlaşıldı.
Hasan b. Kasım, Amul’a dönüşünde Seyyid Nasır-ı Kebir’i tutuklayarak
Larican kalesine gönderdi. Ancak, Taberistan Alevîlerinin ünlü
kumandanlarından Leyla b. Numan ordusuyla birlikte Sariye’den Amul’a
gelerek durumun tekrar Seyyid Nasır’ın lehine dönmesini temin etti.
Adamları tarafından terkedilen Hasan b. Kasım ise affedilerek Cürcan’a
gönderildi[335]. Ancak burada Esterâbâd yakınlarındaki Kajin kalesinde
Türkler tarafından kuşatıldı. Kendisine yardıma gelmiş olan Ebu’l-Kasım
Cafer b. Seyyid Nasır tarafından terkedilen Hasan b. Kasım kuşatmayı
yararak Amul’e gelmeye muvaffak oldu. Daha sonra da Gilan’a gitti ise de
bir süredir siyasetten uzaklaşıp ilim ve ders vermekle meşgul olan Seyyid
Nasır-ı Kebir 5 Şaban 304/1 Şubat 917’de ölümü üzerine Daî ile’l-Hâk
ünvanıyla onun yerini aldı �. Hasan b. Kasım’ın Taberistan Alevîlerinin
başına geçmesini kabul etmeyen Seyyid Nasır-ı Kebir’in oğullarından Ebu’l-
Kasım Cafer Rey’de bulunan Sâmânî valisi Muhammed b. İbrahim el-
Sûlûk’un yanına giderek Abbasîlerin siyah rengini kabul ettiğini, paralarda
Sâmânî hükümdarının adını bastırıp, hutbelerde onun adını zikredeceğini
belirterek Taberistan’ı geri almak için ondan yardım istemişti[336]. Ebu’l-
Kasım, Sâmânîlerden aldığı yardımlarla 306/918-919 senesinde kardeşi
Ebu’l-Hüseyin Ahmed’in elindeki Gilan’ı ele geçirdi. Ancak onun yedi aylık
süre içinde gösterdiği kötü yönetim ve halkı küstürmesi sonucunda kardeşi
Ebu’l-Hüseyin, Seyyid Hasan b. Kasım adına bölgeyi yeniden ele geçirmeye
muvaffak oldu.
Görüldüğü gibi Taberistan Alevîleri Sâmânîlere karşı başarıyla mücadele
etmelerine ve Taberistan’a hakim olmalarına rağmen kendi aralarındaki iç
mücadelelerle sürekli olarak yıpranmışlar ve bölgede tam bir otorite
kuramamışlardır. Bu ise, Sâmânîlerin lehine bir durumdu.
İç mücadelelerin ardından Taberistan’da bir süre için düzeni sağlamayı
başaran Seyyid Hasan b. Kasım, 309/921-922 senesinde Leyla b. Numan’ı
Damgan üzerine gönderdi. Burasını Sâmânîler adına Karategin’in kardeşi
Bekçur idare ediyordu[337]. Leyla’nın Damgan üzerine yürüdüğü haberini
alan Bekçur’un, Horasan’a kaçması üzerine Leyla b. Numan kolayca
Damgan’a girdi. Ancak, burada kendisiyle şehir halkı arasında anlaşmazlıklar
neticesinde halk, Alevî ordusuna karşı silahlandı. Duruma kızan Leyla b.
Numan askerlerine şehri yağmalatarak, ahalisinden birçok kimseyi öldürdü.
Ardından, Cürcan’a gitti. Alevî ordusunun Sâmânîlere bağlı topraklardaki
faaliyetleri Sâmânîleri de harekete geçirmişti. Karategin idaresindeki bir
Sâmânî ordusu Cürcan’a geldi. İki taraf arasında Cürcan’a 12 fersah
mesafedeki Firûzkend civarında yapılan savaşı kaybeden Karategin Nisabur’a
kaçmak zorunda kaldı.
Ahmed b. Sehl’in kardeşi Ebu’l-Kasım Hafs ve Karategin’in Pars adlı Türk
gulâmı 1000 kadar adamıyla birlikte bu sırada onun yanından kaçarak Leyla
b. Numan’a sığınmıştı. Leyla, bunlara iyi davranarak Pars’ı, kendi kızıyla
evlendirdi[338]. Fakat yapılan katılımlar nedeniyle sayısı giderek artan Alevî
ordusunun malî yönden sıkıntı içine girmesi üzerine Leyla b. Numan, Hasan
b. Kasım ve Ebu’l-Kasım Hafs’ın teşvikiyle Nisabur üzerine yürüdü. Şehirde
bulunan Karategin burada da tutunamayarak kaçmak zorunda kaldı. Nisabur,
Leyla b. Numan’ın eline geçti. Onun, Sâmânîlerin Horasan’daki merkezi olan
bu şehri ele geçirmesi üzerine Sâmânî hükümdarı aralarında Vezir
Muhammed b. Ubeydullah el-Bel’âmî, Ebû Cafer el-Sûlûk, Harizmşah,
Buğra Han, Simcûr el-Devâtî’nin de bulunduğu yeni bir orduyu Hamuye b.
Ali komutasında Horasan’a gönderdi[339]. Yukarıda komutanlar arasında
zikrettiğimiz Buğra Han adından, II. Nasr’ın doğudaki komşusu Karahanlı
Devletinden de yardım aldığını anlıyoruz. Bu gerek Sâmânîlerin
Taberistan’daki mücadelelerde ne kadar güç durumda kaldıklarını ve gerekse
Karahanlıların o dönemdeki gücünü göstermesi açısından önemlidir. Tûs
yakınlarında yapılan savaşta Sâmânî ordusunu mağlup eden Leyla b. Numan,
onları Merv’e kadar kovaladı. Burada yeniden toparlanan Sâmânî kuvvetleri
Alevî ordusunu yendikleri gibi Leyla b. Numan’ı esir etmeye muvaffak
oldular (309/921-922). Esir alınan Leyla b. Numan, Hamuye b. Ali’nin
emriyle idam edildi.
Leyla b. Numan’ın öldürülmesiyle ilgili olaylar Hilal el-Sâbî’de
diğerlerinden biraz daha farklı olarak anlatılmıştır. Buna göre[340]; Sâmânî
ordusu ile Alevî ordusu Tûs’a iki fersah mesafedeki el-Nukan denilen yerde
karşılaştı. Şiddetli bir savaşın ardından Leyla b. Numan kalan kuvvetleriyle
bir kaleye sığınmak zorunda kaldı. Sâmânî ordusu onun sığındığı kaleyi
kuşattı. Kuşatmanın uzamasıyla birlikte şehirdeki erzakın tükenmiş ve şehir
halkı susam yağı veya birer avuç arpa ile idare etmek zorunda kalmıştı.
Sonunda işler daha da kötüleşince Deylemler, Leyla’nın yanına giderek
tamamen güçten düşmeden kaleden çıkıp savaşmak istediklerini söylediler.
Bunun üzerine Leyla b. Numan kaleden çıkarak savaşmak zorunda kaldı. İki
taraf arasındaki çarpışmalar sırasında Leyla cesurca çarpışmasına rağmen
öldürüldü. Sâmânî askerleri onun başını keserek bir mızrağa taktılar. Bunun
üzerine Alevî ordusu dağıldı. Leyla’nın kesilen başı ilk önce Buhara’ya sonra
Bağdat’a gönderildi.
Onun öldürülmesi Taberistan Alevîleri arasında yeni karışıklıkların
çıkmasına neden oldu. Savaşı müteakip Cürcan’a çekilen Alevî ordusu
içindeki bazı Gilanlı komutanlar aralarında anlaşarak Seyyid Hasan b.
Kasım’a suikast tertiplemek istediler[341]. Ancak, durumu haber alan Seyyid
Hasan b. Kasım tarafından yakalanarak öldürüldüler Bunların öldürülmesi
üzerine yakınları Sâmânîlerin hizmetine girdiler.
Alevîler arasında çıkan karışıklıklardan faydalanmak isteyen Karategin
idaresindeki Sâmânî kuvvetleri Cürcan’a girdi. Leyla b. Numan, Nisabur
üzerine yürümeden önce burada Karategin’den kaçan Pars’ı vekil bırakmıştı.
Karategin Pars’ı öldürerek bölgeyi yeniden Sâmânîlerin hakimiyetine soktu.
Karategin’in Cürcan’a girdiği sırada Seyyid Hasan b. Kasım ve Seyyid Nasır-
ı Kebir’in oğlu Ebu’l-Hüseyin, onunla savaşmaya cesaret edemeyerek
Tamişa’ya çekilmişlerdi. Burada, Ebu’l-Hüseyin, Seyyid Hasan’dan ayrıldı.
Gilan’da bulunan kardeşi Ebu’l-Kasım’ın yanına giderek onunla birleşti.
Yalnız kalan Seyyid Hasan ise İspadbeh Muhammed b. Şehriyar’a sığındı.
Ancak, İbn Şehriyar, onu zincire vurarak Abbasîler adına Rey’i yönetmekte
olan Ali b. Vehsudan’a gönderdi. Seyyid Hasan, Ali b. Vehsudan’ın emriyle
Bağdat’a gönderilmeyerek Alamut kalesinde hapsedildi[342]. Seyyid,
Muhammed b. Müsafir’in İbn Vehsudan’ı mağlup etmesine kadar burada
kaldı. Ardından Hüsrev Firuz kendisini kurtararak onu Gilan’a gönderdi. Bu
arada Cürcan’da bulunan Karategin de, burada uzun süre kalmadı. Onun
bölgeden ayrılması üzerine hapisten kurtulan Hasan b. Kasım ve Ebu’l-
Hüseyin yeniden Cürcan’a hakim oldular (310/922-923)[343].
Cürcan’ın yeniden Alevîlerin idaresine girmesi üzerine II. Nasr, Simcûr el-
Devâtî’yi beraberinde Muhammed b. Ubeydullah el-Bel’âmî ve Buğra Han
olduğu halde 4.000 kişilik bir süvari birliğininin başında Taberistan’a
gönderdi. Simcûr, Cürcan şehrinde bulunan Ebu’l-Hüseyin’i kuşattı. Kuşatma
sırasında Ebu’l-Hüseyin kaleden çıkarak savaşmaya karar verdi[344].
Neticede taraflar Celayin denilen yerde savaşa tutuştular. Deylem ve
Gilanlılardan oluşan 8.000 kişilik Alevî ordusu Surhab b. Vehsudan’ın
idaresinde idi. İki taraf arasında yapılan çarpışmalarda Sâmânî kuvvetleri
mağlup olarak kaçmaya başladılar. Alevî ordusunun bir bölümü onları takip
ederken diğerleri Sâmânî ordugahını yağmalıyordu. Bu sırada Simcûr’un
önceden pusuya yerleştirdiği birlikler ortaya çıkarak yağmaya dalmış Alevî
ordusunu mağlup ettiler(310/922-923)[345].
İbn el-Esîr bundan sonra, Ebu’l-Hüseyin’in yanında bulunan Mâkân b.
Kakî, Ali b. Buveyh ve daha bir kaç kişiyle birlikte kaçmak zorunda kaldığını
yazar[346]. Simcûr ise ileri harekatına devam ederek, Ebu’l-Hüseyin’in
Sariye’ye giderken Esterâbâd’ta bıraktığı Mâkân b. Kakî’yi kuşattı. Uzun
süren kuşatmaya rağmen Mâkân karşısında hiçbir başarı kazanamayan
Simcûr, onunla anlaşmak zorunda kaldı. Yapılan anlaşma gereğince ; Mâkân,
Simcûr’un şehri ele geçirmesine izin verecek, Simcûr ayrıldıktan sonra tekrar
şehri alacaktı. Bundan, Simcûr’un kazandığı başarılı bir savaştan sonra böyle
bir muvaffakiyetsizlikle geri dönmek istemediği anlaşılıyor. Taraflar
anlaşmayı uyguladılar. Simcûr, Buğra Han’ı küçük bir birlikle burada
bırakarak Nisabur’a gitti. Onun dönüşünden sonra Mâkân b. Kakî, Esterâbâd
önlerine geldi. Yanındaki kuvvetlerle ona karşı koyamayacağını anlayan
Buğra Han da geri çekilince Mâkân kolayca şehre sahip oldu[347].
Sâmânî ordusunun geri çekilmesi ile ilgili İbn İsfendiyar’da[348] yine farklı
bir rivayete rastlamaktayız. Buna göre, Celayin’de aldıkları mağlubiyetin
ardından Tamişa’ya kaçan Ebu’l-Hüseyin ve Seyyid Hasan b. Kasım dağılan
Alevî ordusunu burada toparlamayı başarmışlardı. Bunlar, Mâkân b. Kakî’yi
Tamişa’da bırakarak takviye kuvvetler bulmak üzere Amul’e gittiler. Daha
sonra topladığı kuvvetlerle Cürcan üzerine yürüyen Ebu’l-Hüseyin, burada
bulunan Türkleri mağlup ederek Cürcan’ı yeniden ele geçirmeyi başardı. İbn
İsfendiyar’ın burada bahsettiği Türkler, herhalde yukarıda İbn el-Esîr’in
rivayetinde de verdiğimiz Buğra Han ve ona bağlı askerler olmalıdır.
Neticede her iki kaynağın da aktardığı üzere Sâmânîler kısa bir süre için
Cürcan’ı ele geçirmeyi başarmalarına rağmen, Alevî ordusunun toparlanması
üzerine burayı yeniden terketmek zorunda kalmışlardır.
Sâmânî ordusunun geri çekilmesinden sonra Seyyid Hasan b. Kasım ve
Ebu’l-Hüseyin bir süre Amul’de oturduktan sonra Cürcan’a gittiler. Ancak,
ikisi arasındaki barış uzun sürmedi. Ebu’l-Hüseyin Hasan b. Kasım ile
anlaşmazlığa düşerek kardeşi Ebu’l-Kasım’ın yanına kaçtı. İki kardeş Hasan
b. Kasım’a karşı, Deylemli komutanlardan Mâkân b. Kakî, Ali b. Hurşid,
Esfar b. Şiruye ve Resamuç b. Şirmerdan ile birleştiler. Seyyid Hasan b.
Kasım ise Rüstem b. Şervin ile anlaşarak Amul’den Sariye’ye gitti. Bu arada
yaptıkları ittifaklarla güçlerini arttıran Ebu’l-Hüseyin ve Ebu’l-Kasım, Hasan
b. Kasım’ın üzerine yürüdüler. Onların karşısında tutunamayacağını anlayan
Seyyid Hasan kaçmak zorunda kaldı. Amul’e giren müttefik ordusu Ebu’l-
Hüseyin’e biat etti (8 Cumadiyelevvel 331/24 Ağustos 923 Perşembe)[349].
Ancak, Ebu’l-Hüseyin’in aynı sene içinde ölümü üzerine yerine kardeşi
Ebu’l-Kasım geçti. Ebu’l-Kasım, topladığı askerlerle idareyi ele geçirmek
üzere harekete geçen Hasan b. Kasım’ı bir kere daha mağlup etti[350]. Seyyid
Hasan b. Kasım bu kez Gilan’a kaçtı. Ebu’l-Kasım 312/925 senesinde ölünce
ordu, Ebu’l-Hüseyin’in oğlu Ebû Ali Muhammed b. Ahmed’e biat etti.
Seyyid Ebû Ali’nin hükümdarlığı Taberistan Alevîleri arasında yeni bir
ihtilafa neden oldu. Cürcan valisi Mâkân b. Kakî, kardeşi Ebu’l-Hüseyin b.
Kakî, Hasan b. Firuzan, Ebû Ali b. İsfahanî ile Ebû Ali’nin yerine Ebu’l-
Kasım’ın oğlu İsmail’i geçirmek üzere anlaştılar. Hilal el-Sâbî’nin[351]
verdiği bilgiye göre İsmail, Hasan b. Firuzan ile anne tarafından kardeşti.
Hasan b. Firuzan ise, Ebu’l-Hüseyin ve Mâkân’ın yeğeni idi. Herhalde
Mâkân, İsmail ile aralarındaki akrabalığın Taberistan ve Cürcan’ın idaresinde
kendisini daha ön plana çıkaracağını düşünmüş olmalıdır. İbn
İsfendiyar’ın[352] verdiği bilgilerden Mâkân’ın bu arzusunda başarıya
ulaştığını anlıyoruz. Nitekim Mâkân, az sayıdaki adamıyla Mematir’e gelen
Seyyid Ebû Ali’yi yakaladı. Daha sonra İsmail ile birlikte Amul’e giderek
İsmail’i tahta çıkarttı. Seyyid Ebû Ali ise hapsedilmek üzere Cürcan’a Emir
Ka b. Verdasf’ın yanına gönderildi. Bundan sonra İsmail adına devleti
yönetmeye başlayan Mâkân ilk olarak kardeşi Ebu’l-Hüseyin’i Cacerm ve
Horasan üzerine gönderdi. Ebu’l-Hüseyin, Seyyid Ebû Ali adına Cacerm’i
yönetmekte olan Ali b. Buye’yi mağlup etti. Ardından eline geçen bütün
Horasanlı askerleri öldürdü. İbn İsfendiyar’da[353] geçen bu tabirden Ebu’l-
Hüseyin’in bu sefer sırasında Sâmânî topraklarına bir akın harekatında
bulunduğu anlaşılıyor. Mâkân, kardeşinin başarılarının ardından ona
Cürcan’a giderek Ka b. Verdasf’dan idareyi devralmasını ve gönderdiği gizli
bir mektupla da ondan, Seyyid Ebû Ali’yi öldürmesini istedi. Ancak,
Mâkân’ın beklediğinin aksine Seyyid Ebû Ali, Ebu’l-Hüseyin’i öldürmeyi
başardı. Bu arada, Ali b. Hurşid ve Esfar b. Şiruye Mâkân’la anlaşmazlığa
düştüklerinden dolayı ona isyan ederek Cürcan civarında yağmacılık
yapmaya başlamışlardı. Seyyid Ebû Ali yüzüğünü onlara göndermesi üzerine
bu ikisi kendisine gelerek biat ettiler. Seyyid Ebû Ali, onların da yardımıyla
Cürcan’ı yeniden ele geçirmeyi başardı[354].
İbn el-Esîr ise, bundan biraz farklı olarak Seyyid Ebû Ali’nin Mâkân’ın
kardeşinin öldürülmesine sevinen komutanlarca tahta çıkarıldığını yazar[355].
Seyyid Ebû Ali daha sonra Ali b. Hurşid’i ordunun başına getirmiş ve Sâmânî
kumandanı Ebû Bekr b. Muhammed b. İlyasa’nın yanında olan Esfar b.
Şiruye’ye mektuplar yazarak yanına çağırmıştı. Esfar, Ebû Bekr’in de iznini
alarak Ebû Ali’nin yanına geldi. İbn el-Esîr, konuyla ilgili olarak Esfar’ın
önceleri Mâkân’ın hizmetinde olduğunu ve kötü huylarından dolayı ordudan
atılınca Nisabur’da bulunan Ebû Bekr b. Muhammed b. İlyasa’nın yanına
giderek Sâmânîlerin hizmetine girdiğini belirtir[356]. Taberistan Alevîlerinin
kendi aralarındaki mücadelelerin ardından mağlup olan tarafın Sâmânîlere
sığınıp, onların yardımına başvurmaları çok rastlanılır bir olaydı. Ayrıca
Sâmânîlerin de kendi çıkarları dolayısıyla bunları sürekli olarak desteklediği
düşünülürse İbn el-Esîr’de geçen bu rivayetin gerçeğe daha yakın olduğu
anlaşılır. Ancak, yukarıda Ebu’l-Kasım ve Ebu’l-Hüseyin’in, Seyyid Hasan
b. Kasım’a karşı birleştiği kumandanlar arasında Mâkân ile birlikte Esfar’ın
da adının geçmesi, onun Mâkân’ın ayarında bir kumandan olduğunu akla
getirmektedir. Yine Esfar’ın daha sonraki faaliyetleri de onun Alevîler
arasındaki güçlü şahsiyetlerden biri olduğunu göstermektedir. Buna göre,
Esfar b. Şiruye, muhtemelen Seyyid Ebu’l-Kasım’ın ölümünden sonra
meydana gelen olayların ardından Seyyid seçimi nedeniyle Mâkân ile
anlaşmazlığa düşerek Sâmânîlerin hizmetine girmiş olması daha olası
gözükmektedir.
Nihayetinde Seyyid Ebû Ali, topladığı kuvvetlerle Mâkân’ın üzerine
yürüdü. Mâkân, onun karşısında tutunamayarak dağlara sığınmak zorunda
kaldı. Böylece, Taberistan ve Cürcan’ın tamamını kendi idaresi altında
birleştirmeye muvaffak oldu. Ancak kısa süre sonra ölümü üzerine yerine
kardeşi Ebû Cafer geçti. Daha önce Seyyid Ebû Ali ile birleşmiş olan Esfar b.
Şiruye, yeni Seyyid’den ayrılarak Cürcan’a gitti. Bunu fırsat bilen Mâkân b.
Kakî, Seyyid Ebû Cafer’i mağlup ederek tekrar Amul’u ele geçirdi. Gilan ve
Deylemlerden aldığı destekle yeniden güçlenen Seyyid Hasan b. Kasım da
Mâkân ile birleşti. İkisi birlikte bu sırada Sariye’yi ele geçirmiş olan Esfar’ın
üzerine yürüyerek onu mağlup ettiler. Mağlubiyetin ardından Esfar, Cürcan’a
giderek yeniden Sâmânîlerin hizmetine girdi.
Diğer taraftan II. Nasr’ın hükümdarlığının başlarında meydana gelen iç
mücadeleler sırasında, Sâmânîler Devletinin batıdaki en uç noktası olan Rey
şehri 304/916 yılında Azerbaycan hakimi Yusuf b. Ebî Sa’c’ın eline geçmişti.
Bu ara dönemde ülke içinde kendisine karşı çıkan isyanları bastırdıktan sonra
düzeni sağlayan II. Nasr yeniden dış meselelerle ilgilenme fırsatı bulmuştu.
İlk olarak da Sâmânîlerin elinden çıkmış ticarî ve stratejik açıdan çok önemli
olan Rey şehrini yeniden ele geçirmek istiyordu. Rey, İbn Ebî Sa’c’dan sonra
birkaç kez yönetim değiştirmişti. En son İbn Ebî Sa’c’ın azatlısı Fatik, şehre
hakim olmuştu. Onun halifeye karşı düşmanca bir tutum içine girmesi üzerine
halife Sâmânî hükümdarını Rey’i ele geçirmek üzere teşvik etmeye başladı.
Bunun üzerine II. Nasr 314/926 senesinde 30.000 kişilik bir orduyla Rey
üzerine yürüdü[357]. İbn İsfendiyar’ın[358] verdiği bilgilerden Sâmânî
hükümdarının Rey’den başka yukarıda bahsettiğimiz iç mücadelelerden de
faydalanarak Taberistan’ı da ele geçirmek niyetinde olduğu anlaşılıyor.
Nasr’ın kalabalık bir ordu ile harekete geçmesi de bunu doğrulamaktadır.
Nitekim, Seyyid Hasan b. Kasım’ın Şehriyar-kuh[359] valisi Ebû Nasr,
Sâmânî ordusunun geçeği yoları tahkim edip, köprüleri yıktırdı. Böylece
Sâmânî ordusu geçilmesi güç dağ yollarına sapmak zorunda kalacak ve
yürüyüşü yavaşlayacaktı. Ayrıca bu büyüklükte bir ordunun böyle bir
durumda erzak temini konusunda da güç durumda kalacağı tabi idi. Sâmânî
ordusu Şehriyar-kuh mevkine geldi. II. Nasr yapılan hazırlıkları görünce
buradan geçmenin mümkün olamayacağını anladı. Bunun üzerine Seyyid
Hasan b. Kasım’a haberciler göndererek onunla barış yapmak istedi. Seyyid
de, Abdullah b. Selam ve Ebu’l-Abbas b. Zürriyaseteyn’i görüşmeler yapmak
üzere Nasr’ın yanına gönderdi. Neticede Sâmânî hükümdarının 20.000 dinar
vermesi ve Horasan’a geri dönmesi şartlarıyla barış yapıldı. İki taraf arasında
yapılan barışın ikinci maddesinde görülen Sâmânî ordusunun Horasan’a geri
dönmesi şartı, büyük ihtimalle Sâmânîlerin Taberistan’a saldırmaması ile
alakalı olmalıdır. Sâmânî hükümdarının bundan sonraki faaliyetleri ile ilgili
bilgileri İbn el-Esîr’de[360], bulmaktayız. Buna göre, II. Nasr, Ebû Nasr’ın
kendisine geçiş izni vermemesi üzerine, onunla 30.000 dinar karşılığında
geçiş iznini aldı. Yukarıda II. Nasr’ın Alevîlere 20.000 dinar verdiğinden
bahsettik. Ancak bu rakamların hangisinin doğru olduğunu bilemediğimizden
her iki rakamı da burada vermeyi uygun gördük. Böylece Sâmânî ordusu Rey
üzerine yürüyüşüne devam etti. Sâmânîlerin gelişini haber alan Fatik,
mukavemet edemeyeceğini anlayarak şehirden ayrıldı. Sâmânî ordusu
Cemaziyelahir 314/Ağustos-Eylül 926 tarihinde Rey’e girdi. II. Nasr, şehre
ilk olarak Simcûr el-Devatî’yi vali tayin etti. Burada iki ay kalan II. Nasr,
Buhara’ya dönüşünden kısa bir süre önce, Sâmânîler adına daha önceleri de
aynı görevi yapmış olan Muhammed b. Ali Sûlûk’u Rey valiliğine getirdi. Bu
iki kaynaktan elde ettiğimiz bilgilere dikkat edildiğinde bunların birbirini
tamamladığı görülmektedir. II. Nasr, Taberistan Alevîlerinin kendi
aralarındaki mücadelerinden, onların hakimiyetindeki Taberistan ve Cürcan’ı
ele geçirmek suretiyle faydalanmak istemiştir. Ancak, geçeceği yolların
tahrip edilmesi nedeniyle dağlık arazilerden ilerlemeyi de göze alamayan II.
Nasr, Rey şehriyle yetinmek zorunda kalmıştır.
II. Nasr’ın Rey’i ele geçirdikten sonra Buhara’ya dönmesinin ardından
Taberistan Alevîleri arasında yeniden iç mücadeleler başladı. Mâkân b.
Kakî’nin davranışlarından tedirgin olan Seyyid Hasan, ondan ayrılarak
İspadbeh Şervin b. Rüstem ile birlikte Gilan’a gitti. Mâkân’ın onu geri
döndürme çabaları bir sonuç vermedi. Seyyid Hasan’ın Mâkân’dan
ayrılmasını fırsat bilen Esfar b. Şiruye, Türkler, Deylemler ve Gilanlılardan
oluşan 7.000 kişilik bir orduyla Amul’da bulunan Mâkân’ın üzerine yürüdü.
Ancak mağlup olarak bir kere daha Cürcan’a Sâmânî kumandanı Ebû Bekr b.
Muhammed b. İlyasa’nın yanına geri dönmek zorunda kaldı[361]. Bundan,
Esfar b. Şiruye’nin II. Nasr’ın Rey seferi sırasında Cürcan’ı Sâmânîlere
bıraktığı ve yeniden onların hizmetine girdiği anlaşılıyor. Mâkân, daha sonra
kendisine mağlup olmasının ardından dağlara sığınmış olan eski Seyyid Ebû
Cafer’i, Hasan b. Firuzan vasıtasıyla ele geçirdi. Onun, Ebû Cafer’e karşı
kötü davranması Seyyid Hasan b. Kasım’ın tepkisine neden olmuş ve Hasan,
Ebû Cafer’in kendisine gönderilmesini istemişti. Mâkân’ın bunu kabul ederek
Ebû Cafer’i ona göndermesi iki taraf arasındaki ilişkilerin yeniden
yumuşamasına neden oldu. Hasan b. Kasım, Deylemler ve Gilanlılardan
oluşan ordusuyla Amul’e gelerek tekrar Mâkân ile birleşti.
316/928 senesinde Mâkân ile Hasan b. Kasım Rey üzerine yürüyerek şehri
ele geçirdiler. Sâmânîler adına şehri yönetmekte olan Muhammed b. Ali el-
Sûlûk onların karşısında tutunamayarak şehirden ayrılmak zorunda kaldı.
Rey’in dışında Cibal bölgesinde yer alan Kazvin, Zencan, Ebher ve Kum
şehirleri de Alevilerin hakimiyetine girdi. Ancak, onların Rey’de
bulunmaları, Sâmânîler adına Cürcan’ı yönetmekte olan Esfar b. Şiruye’ye
Taberistan’ı ele geçirmek için beklediği fırsatı vermişti. Esfar kendisi gibi
Sâmânîlerin hizmetinde olan Merdaviç b. Ziyâr ve kardeşi Veşmgir ile
birlikte Taberistan üzerine yürüdü. Esfar’ın idare ettiği Sâmânî ordusunun
Taberistan’a girdiğini öğrenen Mâkân b. Kakî ve Seyyid Hasan’ın bundan
sonraki faaliyetleri hakkında üç farklı rivayet bulunmaktadır.
İbn İsfendiyar’a göre[362] ; Mâkân b. Kakî kendisi ordu ile birlikte Esfar’ın
üzerine yürürken, Seyyid Hasan’a Rey’de kalmasını rica etmiş, ancak Seyyid,
onu dinlemeyerek yanında 500 kişi olduğu halde Amul üzerine yürümüştü.
Burada, şehir halkı fakîh Ebu’l-Abbas’ın da telkinleri neticesinde kendisine
yardım etmekten çekindi. Bu sırada Sariye’de bulunan Esfar, Seyyid’in zayıf
durumda olduğunu haber alınca derhal harekete geçerek Amul önlerine geldi.
Yapılan savaşta Seyyid Hasan’ın az sayıdaki kuvvetleri mağlup olduğu gibi
kendisi de Merdaviç b. Ziyâr tarafından öldürüldü. Öldürülenler arasında Ebû
Cafer Menkadim de bulunuyordu.
Hilal el-Sâbî’ye göre ise[363] ; Seyyid Hasan b. Kasım, Esfar’ın Taberistan’ı
işgal ettiğini öğrenince onunla savaşmak üzere Mâkân b. Kakî’yi
görevlendirmişti. Ancak Mâkân, onun bunu “Esfar’ı Taberistan’dan çıkarmak
için senin harekete geçmen daha doğru olur.
Çünkü sen imamsın. İnsanlar senin önünde savaşırlar. Taberistan’daki
gönüllüler (mutatavvi’a) senin yanında toplanırlar. Eğer onunla savaşmak
için ben gidersem, Taberistan halkı benim için savaşmaz ve benden
uzaklaşırlar” diyerek kabul etmedi. Böylelikle Seyyid Hasan, Esfar’la
savaşmak üzere Rey’den Amul üzerine yürümek zorunda kalmış oluyordu.
İki taraf Amul kapısı önlerinde karşılaştılar. Seyyid Hasan b. Kasım
gönüllülerden beklediği desteği bulamadı. Yapılan savaşta ordusu mağlup
olduğu gibi kendisi de Merdaviç b. Ziyâr tarafından öldürüldü (24 Ramazan
316 Salı/) Ölenler arasında Seyyid’in hâcibi Ebû Cafer Menkadim’de
bulunuyordu.
İbn el-Esîr[364], konu ile alakalı olarak diğer iki kaynağın aksine savaşın
Sariye önlerinde yapıldığını ve Hasan b. Kasım’ın ordusunda bulanan bazı
kumandanların isteksizce savaşmalarının onun mağlubiyetine neden
olduğunu belirtir. Bunun nedeni olarak, daha önce Seyyid Hasan b. Kasım’a
suikast tertipledikleri için öldürülen Gilanlı liderlerin intikamını almak
istemelerini gösterir. İbn el-Esîr savaşa Mâkân b. Kakî’nin de katıldığını
belirtirse de bu yanlıştır.
Görüldüğü gibi her üç kaynakta Sâmânîlerin Cürcan valisi Esfar b.
Şiruye’nin galibiyeti konusunda hemfikirdir. Savaşın meydana geldiği yer
konusunda ise İbn İsfendiyar ve Hilal el-Sâbî’de verilen bilginin daha doğru
olacağı kanaatindeyiz. Zira Amul’un Taberistan’ın merkezi idi. Buraya hakim
olacak olan tarafın Taberistan’ın tamamına hakim olması daha kolay olacaktı.
Nitekim, Seyyid Hasan b. Kasım’ın buradaki insanlardan ve gönüllülerden
alacağı yardımlardan sonra Esfar’ın karşısına daha güçlü bir şekilde çıkma
arzusun da olduğu anlaşılıyor. Ancak, Amul halkının ve gönüllülerin ona
beklediği yardımı etmemeleri, bölgede Esfar ve dolayısıyla Sâmânîler lehine
bir gelişmenin varlığına işaret ediyor. Yine, iyi bir asker olduğu kadar usta
bir siyasetçi olan Mâkân b. Kakî’nin de bu gerçeği sezmesinden dolayı
Seyyid’i buraya yalnız başına göndermiş olmalıdır. Seyyid’in daha önce
kendisine suikast tertip etmek isteyenlere karşı giriştiği hareket de
Taberistan’da kendi aleyhine bir durumun doğmasına etki etmişti. Nitekim
olayın ardından öldürülen bu kişilerin yakınları ve bunlara bağlı kimseler ya
Sâmânîlerin tabiyetine girmişler ya da Seyyid’e karşı uygun bir zamanı
kollamaya başlamışlardı. İbn el-Esîr’in yukarıda verdiğimiz rivayeti de bunun
bir delilidir. Zira Seyyid’in kendisi de bu suikast nedeniyle öldürülenlerden
Vehsudan b. Tirzad’ın yeğeni Merdaviç b. Ziyâr tarafından öldürülmüştür.
Galibiyetin ardından Esfar, Rey’de bulunan Mâkân b. Kakî’nin üzerine
yürüdü. Mâkân, Esfar’ın karşısında tutunamayarak Taberistan’a kaçtı. Esfar,
Rey’e Aguşi adlı bir Türkü vali atadıktan sonra Mâkân’ı takip ederek yeniden
Taberistan’a girdi. Mâkân bu kez de Deylem’e kaçmak zorunda kaldı.
Böylece Taberistan ve Rey, Esfar’ın şahsında bir kere daha Sâmânîlerin
idaresine girmiş oluyordu. Cürcan ve Taberistan’da hutbe Sâmânî hükümdarı
II. Nasr adına okunmaya başladı. Sâmânî hakimiyetinin yeniden kurulması ile
birlikte bölgede sünnî ideolojisinin yeniden yayılmaya başladığını görüyoruz.
Buraları Sâmânîler adına yönetmekte olan şii mezhebine mensup Esfar’da
bundan rahatsızlık duymuş olmalıdır. Olayların bu şekilde gelişmesinin
ileride kendisi için problem olabileceğini düşünen Esfar, Amul valisi Ebû
Musa Harun b. Behram’a bir mektup göndererek Seyyid Nasır-ı Kebir’in
torunlarından Ebû Cafer’i imam tayin ederek başına kalansüve konulmasını
emretti[365]. Ancak bu durum Sâmânî hükümdarının hoşuna gitmemiş ve II.
Nasr, Esfar’a Ebû Cafer ve onunla birlikte olanların yakalanıp Buhara’ya
gönderilmesini emretmişti. Esfar da, onun emrine muhalefet edemedi. Ebû
Cafer ve Zeyd b. Salih’i yakalayarak Buhara’ya gönderdi. Buhara’da
hapsedilen bu kişiler 317/930 senesindeki Yahya b. Ahmed isyanına kadar
hapiste kaldılar.
İbn el-Esîr ise[366]; Amul valisi Harun b. Behram’ın, Esfar’dan habersiz
burada hutbeyi Ebû Cafer adına okuttuğunu söyler. Ancak Esfar, bundan
rahatsız olmuş, onun yeniden Taberistan’a hakim olup fitne çıkarmasından
çekinmişti. Bunun üzerine Harun’a bir mektup göndererek, onun Amul ileri
gelenlerinden birinin kızıyla evlenmesini ve bunlara bir düğün ziyafeti
vermesini istemiş, Harun da, onun isteğini yerine getirmek zorunda kalmıştı.
Ancak, Esfar ziyafet günü askerleriyle Amul’e gelip, ziyafetin verildiği
Harun’un evini basarak Ebû Cafer ve diğer alevî ileri gelenlerini yakalatıp
Buhara’ya göndermişti.
Onların, Buhara’ya gönderilmesi Esfar’ın işine yaramıştı. Nitekim, bu
şekilde bölgedeki gücünü arttıran Esfar zamanla, metbu olan Sâmânî
hükümdarına karşı da bağımsız hareket etmeye başladı. Bunun üzerine II.
Nasr Buhara’dan ordusuyla Esfar’ın üzerine yürüdü�. Onun gelişini haber
alan Esfar da savaş hazırlıklarına başlamıştı. Ancak, veziri Mutarrıf b.
Muhammed el-Cürcanî’nin, ordusunda Türkler ve Sâmânîlere bağlı
kimselerin olduğunu söyleyerek bunlarla II. Nasr’a karşı savaşa girmenin
doğru olmayacağını belirtmesi üzerine Esfar, Sâmânîlerle barış yapmanın
daha uygun olacağını anladı. Rey ve çevresinden topladığı vergilerin bir
kısmını Buhara’ya gönderdi. Kardeşi Yahya’nın kendisine karşı Buhara’da
isyan çıkardığını haber alan II. Nasr da, onun teklifini kabul ederek
Buhara’ya döndü. Bu şekilde yerini muhafaza etmeyi başaran Esfar’ın
Taberistan’daki hakimiyeti de fazla uzun sürmedi. Kumandanlarından
Merdaviç b. Ziyâr, Mâkân b. Kakî’nin kışkırmasıyla ona karşı isyan etti.
Nihayetinde, Merdaviç tarafından mağlup edilen Esfar 319/931 senesinde
öldürüldü[367]. Diğer taraftan Esfar b. Şiruye’ye karşı işbirliği yapan Mâkân
b. Kakî ve Merdaviç’in dostluğu da fazla uzun sürmedi. Esfar’ın
öldürülmesinin ardından Mâkân b. Kakî hakimiyet alanını Horasan’a kadar
genişletmişti. Bu sırada kardeşlerinin isyanı ile uğraşan II. Nasr isyanı
bastırdıktan sonra Nisabur’a döndü. Mâkân b. Kakî’ye bir mektup yazarak
ondan kendi hakimiyet bölgesine dönmesini istedi. Mâkân’da buna uyarak
Cürcan ve Taberistan’a döndü[368]. Ancak, onun Sâmânîlerle girdiği yakın
ilişki Merdaviç ile arasının bozulmasına neden oldu. Merdaviç Cibal, İsfahan
gibi hakimiyeti altındaki bölgelere haberciler gönderip asker topladıktan
hemen sonra 316/928-929 senesinde Mâkân’ın üzerine yürüdü. Mâkân ise,
Merdaviç’e karşı koyamayarak Deylem bölgesine kaçtı[369].
İbn İsfendiyar[370] Merdaviç’in seferi hakkında daha farklı bilgiler
vermektedir. Buna göre, “Mâkân, Merdaviç ile barış yaptıktan sonra
Horasan’dan Taberistan’a gelmişti. Burada Merdaviç’in veziri Mutarrif’in
akrabalarından Ebu’l-Fazl Şakird’den zor kullanarak para sızdırmaya
çalışmıştı. Olayı öğrenen Mutarrif de, Merdaviç’i Taberistan üzerine
yürümeye kışkırtması üzerine Mâkân Amul’e döndü. Bu sırada Merdaviç,
Nasır adlı bir kumandanını Larican ve Demavend üzerinden yola çıkarmıştı.
Fakat Mâkân, onu Vala-rûd yakınlarında karşıladı. Yapılan savaşta Nasır da
dahil olmak üzere birçok adamı öldürüldü. Bunun üzerine Merdaviç,
Demavend yolu üzerinden Rey’e çekildi.” Görüldüğü gibi İbn İsfendiyar
burada Merdaviç’in Mâkân karşısında mağlubiyetinden bahsetmektedir.
Ancak bu rivayet, diğer kaynaklar tarafından verilen ve yukarıda
bahsettiğimiz rivayetlere ile bu tarihten sonra gelişen olaylara ters
düşmektedir. Dolayısıyla İbn Miskeveyh ve İbn el-Esîr de verilen rivayetleri
kabul etmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz.
Mâkân’ın Deylem’e kaçmasından sonra Merdaviç Taberis-tan’ın idaresini
Ebu’l-Kasım b. Bancin’e bırakarak Cürcan üzerine yürüdü. Mâkân’ın burada
bulunan valileri onun önünden kaçtılar. Merdaviç, Sûrhab b. Bavis’i
Cürcan’a vali tayin etti. Tabe-ristan ve Cürcan’ın genel idaresi ise Ebu’l-
Kasım b. Bancin’e bırakıldı. Deylem’e kaçan Mâkân ise, buranın
hakimlerinden Ebu’l-Fazl el-Sair’den yardım alarak Taberistan üzerine
yürüdü. Ancak, Ebu’l-Kasım b. Bancin’e mağlup olarak Sâmânîlere sığınmak
zorunda kaldı. Mâkân Nisabur’da kaldığı süre içinde Sâmânîlerin yardımını
sağlamaya muvaffak oldu. II. Nasr’ın onayı ile Horasan Valisi Ebû Ali
Ahmed b. Muhammed b. Muhtac[371] ile birlikte Taberistan üzerine yürüdü.
Onların gelişini Cürcan da iken öğrenen İbn Bancin, derhal Merdaviç’ten
yardım istemişti. Merdaviç’in gönderdiği takviye kuvvetleriyle gücünü
artıran İbn Bancin, Ebû Ali b. Muhtac ve Mâkân’ı mağlup etmeyi başardı.
Mağluplar Nisabur’a döndüler. Bir müddet Nisabur’da kalan Mâkân,
Sâmânîlerin yardımıyla Damgan üzerine yeni bir sefer düzenledi ise de
Merdaviç’in naibi el-Ceyş b. Ümidvar ve İbn Bancin tarafından mağlup ve
tekrar Nisabur’a kaçmaya mecbur edildi.
Bu şekilde Taberistan’daki hakimiyetini sağlamlaştıran Merdaviç 321/933
senesinde, tekrar Sâmânîlerin hakimiyetine girdiği anlaşılan Cürcan üzerine
yürüdü. Ebû Bekr Muhammed b. Muzaffer b. Muhtac bu sırada Cürcan’da
bulunuyordu. Ancak hastalığından dolayı Merdaviç’e karşı herhangi bir
direnme göstermeden Nisabur’a çekildi. II. Nasr ise, kardeşi Yahya’nın
çıkardığı isyanı bastırdıktan sonra veziri Muhammed b. Ubeydullah el-
Bel’âmî ile birlikte Nisabur’a gelmişti. Merdaviç’in faaliyetlerini yakından
izleyen el-Bel’âmî, onun veziri Mutarrif b. Muhammed’e mektuplar yazarak
kendi tarafına meylettirmeye çalıştı. Ancak, bu haberleşmeyi öğrenen
Merdaviç vezirini öldürttü. Gelişmeleri öğrenen el-Bel’âmî, Merdaviç’e şu
mektubu yazdı[372] “Ben, Emîr el-Said’in sana karşı olan davranışlarından
hoşlanmadığını biliyorum. Cürcan’a gitmene sebeb vezirin Mutarrif idi. O,
Cürcan halkına senin katındaki yerini göstermek için seni alıp oraya
götürmüştü. Bir zamanlar katibi Ahmed b. Rebia’nın Ömer’i alıp Belh’e
götürdüğü gibi Mutarrif de seni alıp Cürcan’a götürdü. Ahmed b. Rebia’nın
gayesi de Belh halkına Ömer’in katındaki mevkini ve durumunu göstermekti.
Bu gaye ile Ömer’i buna teşvik etmişti. Sonradan Ömer’in başına gelenleri
biliyorsun. Ayrıca ben, senin 100.000 askerinin yanında kendisi ve babasının
binlerce gulâmı bulunan bir hükümdara karşı gelmeni ve onunla savaşmanı
uygun bulmuyorum. Senin yapacağın tek doğru şey Cürcan’ı ona terk etmek
ve Rey’den harac (mal) vermektir”. Bu mektubun tesiriyle yapılan anlaşmaya
neticesinde Merdaviç Cürcan’dan çekilerek Sâmânîlerle barış yaptı[373].
Ayrıca Merdaviç, Rey şehri için Sâmânîlere belli bir miktar para ödemeyi de
kabul ediyordu. Böylece Sâmânî veziri el-Bel’âmî zekası ve kurnazlığı
sayesinde, Merdaviç ile vezirini birbirine düşürerek Sâmânîleri onun gibi
güçlü bir düşmanla karşı mücadeleden korumuş oluyordu. Zira Ebû
Zekeriyya Yahya isyanını henüz bastırmış olan II. Nasr ve Sâmânî ordusu
yogun bir durumdaydı. Ziyârî hükümdarı ile girişilecek bir mücadelenin
Sâmânîler için neler getireceği bilinemezdi. Ancak yapılan bu anlaşma ile
Sâmânîlerin Cürcan’daki hakimiyeti tescillenirken, Merdaviç de, Sâmânîlerin
üstünlüğünü kabullenmiş oluyordu.
Merdaviç ile yaptığı barış anlaşmasıyla Taberistan ve Cürcan cephesinde
rahatlayan II. Nasr, Kirman’ı fethetmek üzere Mâkân b. Kakî komutasındaki
bir orduyu buraya gönderdi. Kirman bu sırada eski Sâmânî komutanlarından
Muhammed b. İlyasa’ın hakimiyetinde idi[374]. Bu zat daha önce Ebû
Zekeriyya Yahya isyanında, Yahya’yı metbu kabul ederek Nisabur’da onun
adına hutbe okutmuştu. Ancak II. Nasr’ın Nisabur üzerine yürümesi üzerine
Kirman’a kaçarak buraya egemen olmuştu. Mâkân b. Kakî, sefer sırasında
onu mağlup ederek bölgeyi Sâmânî hakimiyetine soktu. Bu sırada, Merdaviç
b. Ziyar 323/935 tarihinde ordusundaki Türk askerleri tarafından öldürüldüğü
haberini alan Mâkân II. Nasr’dan aldığı emir doğrultusunda bölgeden ayrıldı.
Kirman’dan ayrılırken yerine Ebû Ali İbrahim b. Simcûr’u bırakmıştı. Ebû
Ali İbrahim, Muhammed b. İlyas’ı H.nak ( kAnh) kalesinde kuşattı. Ancak
Büveyhîlerden İmadüddevle Ali b. Buveyh’nin Fars bölgesini aldıktan sonra
kardeşi Ahmed’i Kirman üzerine gönderdiği haberini alan Ebû Ali İbrahim,
Büveyhiler karşısında tutunamayacağını anlayarak kuşatmayı kaldırarak
Horasan’a döndü�. Böylece Sâmânîlerin bölgedeki kısa hakimiyeti de sona
ermiş oldu. Sâmânî ordusunun Kirman’dan ayrılması üzerine Muhammed b.
İlyas H.nak kalesinden çıkarak Kirman ile Sistan arasında yer alan Bemm
şehrine gitti. Ancak Ahmed b. Buye’nin Bemm’e yürüdüğü haberini alınca
Sistan’a kaçtı. Onun Sistan’a kaçmasıyla Kirman’daki Büvey-hîlerin
hakimiyeti pekişmiş oldu.
Diğer taraftan Merdaviç’in öldürülmesi üzerine ona bağlı askerlerden bir
grup Büveyhîlerin, özellikle Türklerden meydana gelen ikinci bir grubu ise
Abbasî halifesinin hizmetine girmişti. Bu kopmalar, Ziyârî ordusunun gücünü
önemli oranda azaltmıştı. Ziyârî ordusundaki Deylem ve Gilanlı askerler ise
Merdaviç’in Rey’de bulunan kardeşi Veşmgir’e bağlılık yemini ettiler.
Sâmânî hükümdarı II. Nasr, Ziyârî ordusunun bu şekilde zayıflamasından
faydalanmak arzusunda idi. Horasan valisi Ebû Bekr Muhammed b.
Muzaffer’e bir mektup yazarak Kumis’e gitmesini ve Kirman’da bulunan
Mâkân b. Kakî’ye de Cürcan ve Rey üzerine yürümesini emretti. Mâkân
hemen harekete geçerek çöl üzerinden Damgan’a geldi. Bu arada Veşmgir b.
Ziyâr, Ebu’l-Kasım b. Bancin el-Deylemî idaresindeki büyük bir orduyu
Cürcan’a göndermişti. Onun faaliyetlerinden, kendi hakimiyeti altında
bulunan yerlere karşı girişilebilecek hareketlere karşı hazırlıklı olduğu
anlaşılıyor. Mâkân, Ziyârî ordusuna karşı Ebû Bekr Muhammed b. Muzaffer
ile birlikte harekete geçecekti. Fakat, Ebû Bekr’in gelmesini beklemeden
ilerleyen Mâkân, Ziyârî ordusu karşısında tutunamayarak Nisabur’a dönmek
zorunda kaldı(323/935)[375].
Sâmânî sınırlarının kuzeybatısında yaşanan bu mücadeleler devam ederken
322/933-934 senesi içinde Çağaniyan’ın Basend şehrinde bir kişi
peygamberlik iddiasında bulunarak isyan etmişti. Horasan valisi, Ebû Bekr
Muhammed kendi iktasında ortaya çıkan sahte peygamberin üzerine bir ordu
göndererek sahte peygamber ve birçok müridi öldürüp isyan bastırıldı[376].
Mâkân’ın mağlup edilmesinden sonra Ebu’l-Kasım b. Bancin, Veşmgir
adına Cürcan’ı yönetmeye devam etti. Onun 324/935-936 senesinde polo
oynarken atından düşerek ölmesi üzerine Cürcan’da bulunan Ziyârî ordusu,
İbrahim b. Guşyar’a bağlılık yemini etti. Ancak, İbrahim kısa süre sonra
Veşmgir tarafından görevinden alındı. Bu arada, Nisabur’da bulunan Mâkân
b. Kakî’nin, Sâmânîlerin Horasan valisi Ebû Bekr Muhammed ile arası
bozulmuştu. Ebu’l-Kasım b. Bencin’ın ölüm haberinin gelmesi üzerine
Mâkân, Cürcan üzerine yüreyerek Ramazan 324/Temmuz-Ağustos 936
tarihinde buraya hakim oldu.
Mâkân b. Kakî’nin Cürcan’ı ele geçirmesi ile alakalı İbn Miskeveyh’de[377]
daha farklı bir rivayet yer almaktadır. Buna göre, Mâkân, Merdaviç’in ölüm
haberini alınca Kirman’dan ayrılarak Cürcan üzerine yürüdü. Burayı Veşmgir
adına Ebu’l-Kasım b. Ebu’l-Hasan yönetmekteydi. Mâkân, Veşmgir’e bir
mektup yazarak ona eskiden kendisine ait olan bu bölgenin yeniden kendisine
teslimini istedi. Bu sırada Veşmgir çok sıkışık bir durumdaydı. Hem
Sâmânîler, hem de Büveyhîler tarafından tazyik ediliyordu. Dolayısıyla
Cürcan’ı Mâkân’a vermeyi kabul etti. Ebu’l-Kasım b. Ebu’l-Hasan’a bir
mektup yazarak eyaleti Mâkân’a teslim etmesini istedi. Bununla yetinmeyen
Mâkân, bir süre sonra Sariye’nin de kendisine teslimini istedi. Veşmgir, onun
bu isteğini de kabul etti. Böylece Mâkân ile Veşmgir arasında dostça ilişkiler
kurulmuş oldu.
Mâkân’ın Cürcan’da hakimiyet kurduğu sırada Sâmânîlerin Horasan
valiliğinde de değişiklik olmuştu. Ramazan 327/Ha-ziran-Temmuz 939
tarihinde bu görevde bulunan Ebû Bekr Muhammed, II. Nasr’a mektup
yazarak hastalandığını ve görevinden ayrılmak istediğini bildirmişti. Bunun
üzerine II. Nasr, onun yerine oğlu Ebû Ali Ahmed b. Muhtac’ı tayin etti. Ebû
Bekr Muhammed ise oğlunun Nisabur’a gelmesinden sonra Buhara’ya
döndü. Yeni Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac 328/939-940 senesinde Mâkân
b. Kakî’nin hakimiyetindeki Cürcan üzerine yürüdü. Mâkân, Cürcan’a hakim
olduktan sonra Taberistan hakimi Veşmgir b. Ziyar ile Sâmânîlere karşı bir
ittifak arayışı içine girmiş ve Veşmgir ile anlaşmasının ardından okunan
hutbelerden Sâmânî hükümdarının adını keserek kendi adına hutbe okutmaya
başlamıştı. Dolayısıyla yukarıda anlattığımız İbn el-Esîr ve İbn İsfendiyar
tarafından aktarılan rivayetlerinde bir şekilde kendilerini tamamladıklarını
görmekteyiz.
Ancak, Mâkân’ın bu tavırları Sâmânî sarayında hoş karşılanmamış ve Ebû
Ali b. Muhtac’a, onun üzerine yürümesi emri verilmişti. Sâmânî ordusunun
harekete geçtiği haberini alan Mâkân, ordunun geçeceği yolu sular altında
bıraktı. Böylece Sâmânî ordusunun ilerleyeşini yavaşlatmak istiyordu. Ancak
Sâmânî ordusu başka bir yoldan ilerleyerek Cürcan şehri önlerine gelip şehri
kuşattı. Sâmânî ordusunun bu kadar hızlı bir şekilde ilerleyeceğini
beklemediği için hazırlıksız yakalanan Makan derhal Veşmgir b. Ziyar’dan
yardım istedi. Veşmgir, Deylem ve Gilan’dan topladığı askerleri Ebû Davud
b. İsfahî’nin komutasında onun yardımına gönderdi. Bu arada Ebû Ali
kuşatmayı şiddetle sürdürüyordu. Veşmgir’in, Şireh b. Leyla[378] idaresinde
yeni takviye birlikler göndermesine rağmen Cürcan, yedi aylık bir
kuşatmanın ardından Sâmânî ordusunun eline geçti[379]. Mâkân ise Sariye’ye
çekildi. Ebû Ali, işleri düzene koymak için Muharrem 329/940 Ekim-Kasım
tarihine kadar burada kaldı. Daha sonra İbrahim b. Simcûr el-Devâtî’yi,
Cürcan’a vali tayin ederek Veşmgir üzerine yürüdü. Bu arada Veşmgir ise
Büveyhîlerle savaş halindeydi. Hasan b. Büveyh idaresinde Rey’e saldıran
Büveyhî ordusu Veşmgir tarafından mağlup edilmişti. Savaşın ardından
Rey’e giden Veşmgir, Sariye’de bulunan Mâkân b. Kakî’ye mektup yazarak
kendisiyle birleşmesini istedi. Mâkân, yeğeni Hasan b. Firuzan’ı, Sariye’de
bırakarak Veşmgir’in yanına gitti. Veşmgir karşısında başarısızlığa uğrayan
Büveyhîler ise, ona karşı bir ittifak arayışı içine girmişlerdi. Bu nedenle
Ziyârîlerin müttefiki olan Mâkân ile mücadele etmekte olan Sâmânîlerle
yakınlaşmaya gayret ettiler. Mâkân’ın elinde bulunan Cürcan’ı işgal etmiş
olan Sâmânîlerin Horasan Orduları Başkomutanı Ebû Ali b. Muhtac’a
mektuplar yazarak onu, Veşmgir ile savaşmaya kışkırttılar. Rey üzerine
yürüyüp Veşmgir ile bir meydan savaşı yaparsa kendisini destekleyeceklerine
söz verdiler. Bunun üzerine Ebû Ali b. Muhtac, Cürcan’dan ayrılarak
Damgan yolu üzerinden Rey’e yürüdü. Sâmânî ordusunun hareket haberini
alan Rüknüddevle idaresindeki Büveyhîler de Kum ve Kasan üzerinden
Rey’e yürüdüler. Kendisine karşı bu iki gücün birleşmek üzere olduğunu
haber alan Veşmgir ise, Türkler ve Araplar hariç 7.000 Deylem ve Gilanlıdan
oluşan bir ordu hazırlamıştı. Mâkân da derhal harekete geçerek onunla
birleşti. Mâkân’ın gelişiyle birlikte Ziyârî ordusunun gücü büyük ölçüde
artmıştı. Ancak Veşmgir tüm hazırlıklarına rağmen, Mâkân’ın kendisini
uyarmasını dikkate alıp Sâmânî ve Büveyhî kuvvetlerinin birleşmesini
önleyecek yerde ordugahında ziyafetler vermekle meşgul oldu[380]. Sâmânî
ve Büveyhî kuvvetleri Rey yakınlarındaki İshakâbâd denilen yerde birleştiler.
Bu haberin gelmesi üzerine Veşmgir ve Mâkân İshakâbâd’a hareket ettiler.
İki tarafın orduları 21 Rebiülevvel 329/24 Aralık 940 tarihinde karşı karşıya
geldi. Burada cereyan eden savaşın gelişimi hakkında elimizde iki rivayet
bulunmaktadır.
Bunlardan İbn İsfendiyar ve el-Mar’âşî’ye göre savaş şu şekilde
gelişmişti[381]; Veşmgir b. Ziyar, Horasan ordusunun ilk saldırısından sonra
savaş meydanını terketmiş Mâkân ise, 1.400 Deylem ve Gilanlı muhafızının
arasında savaşa devam etmişti. Bütün muhafızlarının öldürülmesinden sonra
Sâmânî ordusundan 20 Türk askeri üzerine atılarak onu öldürdüler.
İbn Miskeveyh ve İbn el-Esîr’de ise gelişen olaylar daha tafsilatlı bir
şekilde anlatılmaktadır[382]. Buna göre; Ebû Ali b. Muhtac savaştan önce bir
kısım askerini ayırarak, onlara doğrudan düşmanın merkezine saldırmaları
emrini vermişti. Bunlar ilk saldırıdan sonra geri çekilerek, düşmanı açılan sağ
ve sol kanatların ortasına almaya çalışacaklardı. Savaş başladığında Sâmânî
ordusunun bir kısmı daha önceden belirlendiği gibi düşman ordusunun
merkezine saldırdı. Mâkân b. Kakî’de bu sırada Veşmgir’in ordusunun
merkezinde yer alıyordu. Sâmânî askerlerinin mağlup olduğunu sanarak
yanındaki askerlerle onları takibe başladı. Sâmânî askerleri belirlenen yere
geldiklerinde geri dönerek tekrar savaşmaya başladılar. Bu arada Sâmânî
ordusunun sağ ve sol kanatları Mâkân’ı ve yanındaki kuvvetleri çembere
almışlardı. Mâkân şiddetle savaşa devam etmesine rağmen bir okla alnından
vurularak öldürüldü. Veşmgir ve ordusundan kurtulabilenler ise Taberistan’a
kaçtılar.
Kazanılan zaferden sonra Rey Sâmânî ordusunun eline geçti. Mâkân’ın
kesilen başı ise, diğer esirlerle birlikte Buhara’ya gönderildi. Burada İbn
Miskeveyh ve İbn el-Esîr’de savaşın gidişatı hakkında verilen. bilgilerden
anlaşılacağı üzere Ebû Ali b. Muhtac, Veşmgir ve Mâkân’ın ordusunu Türk
bozkır taktiğini kullanarak mağlup etmişti[383]. Bu da Sâmânî ordusundaki
belirgin Türk nüfuzuna işaret etmektedir. Mağlubiyeten sonra iyice
zayıflayan Veşmgir ise bir müddet sonra Sâmânîlere tabi olmak zorunda
kalacaktı. Ebû Ali b. Muhtac savaşın ardından Rey’de oturmaya başladı.
Buradan askerî birlikler göndermek suretiyle başta Zencan, Ebher, Kazvin,
Kum, Hemedan, Nihavend, Dinever olmak üzere Hulvan sınırına kadar olan
yerleri ele geçirdi[384]. Böylece Sâmânîler Devleti batıdaki en geniş
sınırlarına ulaşmış oluyordu.
Bu arada Taberistan’a çekilen Veşmgir, Mâkân b. Kakî’nin yeğeni Hasan b.
Firuzan’ın Sariye’de çıkardığı isyanla uğraşmak zorunda kaldı. Hasan,
Mâkân’ın öldürülmesinden Veşmgir’i sorumlu tutuyordu. Bu nedenle de
Veşmgir’in birlikte hareket etme teklifini red etmişti. Veşmgir, onun üzerine
Şireh b. Leyla’yı gönderdi. Şireh’in, Sariye’yi ele geçirmesi üzerine Hasan
önce Esterâbâd’a sonra Rey’de bulunan Ebû Ali b. Muhtac’ın yanına kaçarak
onu, Veşmgir üzerine yeni bir sefer yapmaya ikna etti. İşte burada yine
kaynaklar arasında farklıklar meydana çıkmaktadır. İbn İsfendiyar ve el-
Mar’âşî’ye göre[385]; Ebû Ali b. Muhtac yanında Hasan olduğu halde
Sariye’de bulunan Veşmgir’in üzerine yürümüş ve taraflar Sariye
yakınlarında Veliceyl denilen yerde karşılaşmıştı. Savaşın ortasında II.
Nasr’ın ölüm haberi gelmesi üzerine Ebû Ali, Veşmgir ile barış yaparak.
Hasan b. Firuzan ile birlikte geri döndü. Ancak dönüş esnasında Hasan b.
Firuzan haince Sâmânî ordusunun ağırlıklarını yağmalayıp Ebû Ali’nin
vezirini de öldürdükten sonra Cürcan’a çekildi.
İbn el-Esîr ise[386] ; Ebû Ali’nin, Hasan b. Firuzan ile birlikte Sariye’de
bulunan Veşmgir’i kuşattığını aktarmaktadır. Mevsim kış olduğu için
kuşatma çok güç şartlar altında devam ettiriliyordu. Veşmgir’in bu sırada
barış teklifi üzerine iki taraf arasında barış yapıldı. Ebû Ali, Veşmgir’in
itaatini garanti altına almak için onun, Salar adlı bir oğlunu rehin olarak aldı.
Daha sonra Hasan b. Firuzan ile Cemaziyelahir 331/943 Ocak-Şubat
tarihinde Nisabur’a dönmek için yola çıktı. Sâmânî ordusu Cürcan’a ilerlediği
sırada II. Nasr’ın ölüm haberi geldi. Bunun üzerine Hasan, Sâmânî ordusunun
ağırlıklarını yağmaladı. Daha sonra Veşmgir’in oğlu Salar’ı da yanına alarak
Cürcan’a gitti. Hasan, Damgan ve Simnan’da dahil bütün bölgeyi hakimiyeti
altına aldı. Onun, Cürcan’a gelmesi üzerine buradaki Sâmânî valisi İbrahim
b. Simcûr, şehirden ayrılarak Nisabur’a döndü. Şehre hakim olan İbrahim,
Veşmgir’e karşı yaptığı seferden dönen Ebû Ali’yi şehre almak istemedi.
Ancak iki taraf arasında yapılan görüşmelerden sonra Ebû Ali b. Muhtac,
Nisabur’a girebildi.
Görüldüğü gibi kaynaklarda taraflar arasında bir anlaşmanın olduğundan
bahsedilmektedir. İbn İsfendiyar ve el-Mar’âşî’de bu anlaşmanın II. Nasr’ın
ölümü üzerine yapıldığı belirtilirken, İbn el-Esîr ise bu anlaşmanın II. Nasr’ın
ölümünden önce yapıldığı söylenmektedir. Ancak Hasan b. Firuzan’ın daha
sonraki faaliyetleri göz önüne alındığında İbn el-Esîr’deki rivayetin daha
uygun olduğu anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak bakıldığında, II. Nasr döneminde, Horasan ve Taberistan’daki
siyasî ve askerî olayların hep aynı çerçeve içinde geliştiğini görmekteyiz. Bu
dönemde Taberistan ve Cürcan’ın hakimiyeti için yapılan mücadeleler
sırasında Ziyârîler ve Büveyhîlerin iki yeni güç olarak ortaya çıktıkları
görülür. Özellikle Büveyhîler bölgede sürekli büyüyen bir güç olarak bu
tarihten sonra siyasî arenada söz sahibi olacaklardır. Yine Deylem ve
Taberistan’daki Alevî hanedanının zayıflamasından sonra ortaya çıkan
Ziyârîler ise, daha sonraları Büveyhî-Sâmânî mücadelelerinde tampon devlet
rolünü üstleneceklerdir. II. Nasr döneminde batıda yapılan yegane fetih
hareketi İshakâbâd’da kazanılan zaferin ardından Ebû Ali b. Muhtac’ın
331/942-943 tarihinde Rey’den Hulvan’a kadar olan sahanın ele geçirmesi
olmuştur.
C) II. Nasr’ın Ölümü ve Şahsiyeti

Nasr 27 Receb 331/6 Nisan 943 tarihinde 13 aylık hastalık devresinden


sonra akciğer vereminden vefat etti[387]. Kaynaklarda, akıllı, hilm sahibi
(yumuşak huylu), cömert, adil ve dindar bir kimse olarak gösterilmiştir[388].
Nitekim, hastalığı döneminde kendisi için yaptırdığı küçük bir mescidde
sürekli olarak ibadetle meşgul olmuştu. Ancak, Ebu’l-Fazl el-Beyhakî’de
bütün yazılanların aksine II. Nasr, sert bir mizaca sahip bir insan olarak
gösterilir[389]. el-Beyhakî’nin verdiği bilgileri kullanan Barthold, II. Nasr
zamanında yapılan icraatların tamamını onun vezirleri Ebû Abdullah el-
Ceyhanî ve Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî’ye nisbet eder[390]. II. Nasr’ın 30 yıllık
hakimiyeti dönemi sürekli iç ve dış mücadelelerle geçmiştir. İç isyanlar ve dış
devletlerle yapılan yıpratıcı mücadelelere rağmen Sâmânîler Devleti gücünü
muhafaza edebilmiştir. Yine Sâmânî Saray Teşkilatı, onun döneminde kemale
ermiştir. Tüm bunlar, ondaki yöneticilik vasıflarının bir göstergesidir.
Dolayısıyla devletin gücünün korunmasında vezirlerinin olduğu kadar,
onunda payı olduğunu söylemenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz. Bize
göre yazıldıkları dönemler için son derece güvenilir kaynaklar olan Nerşahî
ve İbn el-Esîr’e inanmamak için hiçbir neden yoktur. Özellikle Nerşahî’nin
eseri Sâmânîler tarihi için başlıca kaynaklardan biridir. II. Nasr’ın kendisine
isyan edenleri affetmekte gösterdiği âlicenaplık ve sarayının alimlerin ve
şairlerin himaye edildiği bir yer olması İbn el-Esîr ve Nerşahî’deki bilgileri
doğrular niteliktedir. II. Nasr döneminin en önemli gelişmelerinden biri de
Horasan ve Maveraünnehir’de şii propagandasının artmasıdır. 29 Rebiülahir
297/15 Ocak 910 tarihinde Kuzey Afrika şii Fatimî devletinin kurulmasından
sonra şiiler siyasî bir güç elde olarak kendilerini göstermişlerdi. Bundan
sonra sürekli olarak İslam aleminin diğer bölgelerine dailer göndererek kendi
mezheplerini yaymak üzere faaliyete geçtiler. Şiiliğin Batinîyye koluna
mensup bu dailerin doğudaki ilk merkezleri Rey şehri olmuştur. Buraya
gönderilen ilk dai ise Halef b. Hallac’dır. Üçüncü dai Gıyat zamanında Batinî
propagandası Horasan ve Maveraünehir topraklarında yapılmaya başlandı.
Bunların başlangıçtaki merkezleri Nisabur şehri idi[391]. Daha sonra Hüseyin
b. Ali el-Merverruzî’nin dailiği sırasında Merverrud şehrine nakledildi.
Batinîler Hüseyin’den sonra gelen Muhammed b. Ahmed el-Nesefî
zamanında propagandalarını Maveraün-nehir’de ve özellikle Sâmânîlerin
merkezi olan Buhara şehrinde arttırdılar. Sâmânî sarayından bir çok yüksek
rütbeli kimse de bu mezhebi kabul etti. Diğer kaynaklarda herhangi bir bilgi
olmamasına rağmen, Bazı İslam tarihçileri de eserlerinde hükümdar II.
Nasr’ın da bu mezhebi kabul ettiğini yazarlar.
Bunlardan İbn el-Nedim konuyu şu şekilde aktarmaktadır[392] ;
Horasan’daki batinî daisi Ebu Said el-Şiranî’nin ölümünden sonra yerine
Hüseyin b. Ali Merverruzî geçmişti. Onun devrinde bu mezhep güçlendi.
Sonraları II. Nasr, onu hapse attırdı. Hüseyin hapiste öldü. Ona, el-Nesefî
halef oldu. Bu zat nihayetinde II. Nasr’ı da kendi mezhebine girmeye ikna
etmişti. Hatta Sâmânî hükümdarı, Hüseyin b. Ali’nin diyeti olan 118 dinarın
her bir dinarı için Fatimîlere 1.000 dinar ödemeyi kabul etmişti. Ancak daha
sonraları kendini yatağa düşüren bir hastalığa yakalanınca yaptıklarından
pişman olarak durumu ölmeden önce oğluna anlattı. Babasından sonra
devletin başına geçen I. Nuh fakihleri toplayarak el-Nesefî’yi çağırdı.
Fakihler onunla yaptıkları münazaralarda onun mezhebini red ve cerh ettiler.
Ayrıca Nesefî’nin, Hüseyin b. Ali’nin diyeti olarak verilen paradan 40.000
dirhemi kendi zimmetine geçirdiği de öğrenilince I. Nuh’un emriyle diğer
batinîlerle birlikte idam edildi. Öldürülenler arasında II. Nasr’ın
kumandanları ve yakın adamlarından Batınîliği kabul etmiş kişiler de
bulunuyordu.
Aynı hadise Nizamülmülk’ün eserinde ise şöyle anlatılmaktadır[393] ;
Hüseyin b. Ali öleceği zaman mezhebinin liderliğini Mu-hammed b. Ahmed
el-Nesefî’ye bırakarak, ona batinîliği Mavera-ünnehir’de yaymasını vasiyet
etti. Eğer II. Nasr ve devlet büyüklerine Batinîliği kabul ettirebilirse bu
mezhebin çok güçleneceğini söyledi. Hüseyin’in tavsiyesine uyan el-Nesefî
Maveraünnehir’e gelerek mezhebini yaymaya başladı. Onun çalışmalarının
neticesinde Sâmânî sarayından Debir-i Hass Eş’ab, Ebû Mansur el-Çağanî,
Hâcib-i Hass Keytaş, Vekil-i Hass Ali Zerrad, Havastan ve Eylak (İlak?)
valisi Hasan Emîr ve birçok kimseye Batinîliği kabul ettirmeyi başardı. Bu
kişilerin vasıtasıyla II. Nasr’ın sohbetlerine katılmaya başlayan el-Nesefî,
zaman içinde onun da batinîliği kabul etmesini sağlayarak onun üzerinde
büyük bir nüfuza sahip oldu. Öyleki onunda telkinleri üzerine hükümdar
vezirini idam ettirmekten dahi sakınmamıştı. Batinîlerin bu şekilde
güçlenerek Sâmânî hükümdarına bile nüfuz etmeleri ulema ve komutanların
hoşuna gitmiyordu. Bunlar II. Nasr’ı bu konuda uyarmalarına karşın bir
sonuç elde edemediler. Neticede kumandanlar, ulema ile anlaşarak ordu
başkumandanını (Sipehsalar) II. Nasr’ın yerine tahta çıkarmak üzere
anlaştılar. Ordudaki yaşlı ve tecrübeli bir askerin tavsiyesiyle Sipehsalar bir
plan hazırladı. Buna göre, II. Nasr’a, müslüman olmayan Türkler üzerine
gazaya çıkmadan önce bir meclis tertip etmek istediğini bildirerek ondan bu
ziyefet için gerekli halı, çatal, bıçak gibi eşyaların kendisine verilmesini
istedi. Düzenlenecek bu mecliste sipehsalar kendisi için gerekli biatı aldıktan
sonra, II. Nasr’ın hazinesinden alınan bu eşyalar komutanlara dağıtılacak,
sonrada hükümdar ve bütün Batinîler katledilecekti. Ancak bu hazırlıklardan
haberi olan II. Nasr’ın oğlu Nuh, babasını durumdan haberdar ederek gerekli
tedbirlerin alınmasını sağladı. Önce sipehsalar bir bahane ile saraya
çağrılarak başı kesildi. Daha sonra oğlu ve muhafızlarıyla meclisin
düzenlendiği yere giden II. Nasr, sipehsaların kesik başını orada bulunan
diğer komutanların önüne attı. Bunlar gördükleri manzara karşısında korkuya
kapılarak af dilediler. Ardından II. Nasr tahttan feragat ettiğini açıklayarak
yerine oğlunun geçtiğini açıkladı. Nuh ilk iş olarak orada bulunan
kumandanları affedip, babasının hazinelerini onlara dağıttı. Daha sonra
müslüman olmayan Türkler üzerine gazaya çıkmadan önce el-Nesefî ve diğer
Batinîlerin öldürülmelerini emretti. Bir hafta süren bu takibat sonunda bir çok
Batinî öldürüldü. Sünnî müslümanların bu olaylardan zarar görmemesi içinde
gerekli tedbirler alındı. Maveraünnehir’de bir tek Batinî kalmadı.
Bazı araştırmacılar[394] bu iki müellifin verdiği bilgilere dayanarak II.
Nasr’ın Batinîliğini kabul etmektedir. Ancak bize göre durum biraz farklıdır.
Zira iki kaynağın verdiği bilgileri incelediğimizde bunlarda anlatılan
olayların hem birbirleriyle hem de diğer kaynaklarda verilen bilgilerle
çatıştığı görülür. Örneğin İbn el-Nedim, Hüseyin b. Ali el-Merverruzî’nin
hapiste öldüğünden bahsetmektedir. Halbuki yukarıda da bahsettiğimiz gibi
bu zat 306/918 senesindeki isyan hareketinden sonra Buhara kalesinde
hapsedildi ise de sonradan vezir el-Ceyhanî’nin de araya girmesiyle
hükümdar tarafından affedilerek yeniden saraya alınmıştı. Barthold, onun
affedilmesinin ardından vezir el-Bel’âmi’ye yazdığı bir teşekkür kasidesinin
el-Sealibî’nin eserinde bulunduğunu belirtir[395]. Kaynaklar el-
Merverruzî’nin bundan sonra herhangi bir isyan hareketinden bahsetmezler.
Dolayısıyla Hüseyin’nin hapiste öldüğüne dair kesin bir bilgi yoktur.
Nizamülmülk’ün eserinde II. Nasr’ın Batinîliği kabul ettikten sonra el-
Nesefî’nin de etkisiyle vezirini idam ettirdiği anlatılır. Ancak bu diğer
kaynaklarca teyid edilmemiştir. Yine Nizamül-mülk’de “Nuh’un babasını
hapsedip, başını kestirdiği” şeklinde bir ibare yer almaktadır[396]. Ancak İbn
el-Nedim’in de içinde yer aldığı diğer kaynaklar onun bir hastalığın sonunda
vefat ettiğini söylerler. Sadece Hamdullah el-Müstevfî’de onun gulâmları
tarafından öldürüldüğüne dair zayıf bir rivayet bulunmaktadır[397].
Netice olarak II. Nasr’a atfedilen, Batinîliği kabul ettiği şeklindeki görüşün
bir yakıştırmadan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Bu muhtemelen, onun
hükümdarlığı döneminde Hüseyin b. Ali ve el-Nesefî’nin önderliğinde
gelişen Batinî hareketinin Maveraünnehir’de nasıl bir yükseliş içinde
olduğunu vurgulamak amacıyla yapılmış olmalıdır. II. Nasr’ın iç ve dış
meseleler nedeniyle bu hareketi engellemek için herhangi bir teşebbüste
bulunmaması, Batinîliğin Maveraünnehir’de kolayca yayılmasına zemin
hazırlamıştır. Bu hareketin Sâmânî sarayında bile taraftar bulduğu
görülmektedir. II. Nasr’dan sonra başa geçen I. Nuh ilk olarak başta el-Nesefî
olmak üzere bütün batinîlerin öldürülmesi konusunda emirnâme çıkardı.
Alınan bu karar sonrasında çok ağır bir darbe yiyen Batinîler Maveraünnehir
ve çevresindeki hareketlerini gizliden gizliye sürdürdüler.
II. Nasr, Emîr-i Said lakabıyla anılırdı[398]. Ölümünden sonra yerine üç
oğlu arasından Nuh geçmiştir. Muhammed ve İsmail adlarında iki oğlu daha
vardı.
VII) I. Nuh B. Nasr Dönemi
(943-954)
II. Nasr’ın 943 senesinde ölümünün ardından yerine oğlu I. Nuh geçti.
Halife Muttaki-billah, Maveraünnehir ve Horasan menşuru ile birlikte ve
sancak göndererek, onun hükümdarlığını onayladı[399]. Yeni hükümdar,
devrin ünlü alimlerinden Ebu’l-Fazl Muhammed el-Sülemî’yi vezir tayin etti.
I. Nuh devri Sâmânîler Devleti için yeni bir dönemin başlangıcına işaret
etmektedir. Sâmânîler Devleti, babası II. Nasr döneminin sonlarında yapılan
fetihlerle en geniş sınırlarına ulaşmıştı. Bu siyasî genişlemeye parelel olarak
sosyal, kültürel ve idarî alanda da devlet altın çağını yaşamaktaydı. I. Nuh
dönemiyle birlikte ise; Sâmânîler için bir duraklama dönemi başlamıştır. Başa
geçen hükümdarların yetersizliği, ordu kumandanlarının devlet işlerine
müdahalesi ve isyanları, Sâmânî sınırlarının ötesinde özellikle doğuda
Karahan-lıların yeni ve taze bir güç olarak ortaya çıkması da bu düşüşün
nedenleri arasında gösterilebilir.
Ayrıca, II. Nasr döneminde batıda yapılan uzun mücadelelerin kesin sonuç
getirmekten uzak olması orduyu ve maliyeyi oldukça yıpratmıştı. Dolayısıyla
tüm pozitif yönlerine rağmen II. Nasr zamanının (914-943) yukarıda
saydığımız gelişmelere bir başlangıç teşkil ettiğini de söyleyebiliriz.
I. Nuh devletin başına geçtikten sonra ilk olarak babası döneminden kalan
meselelerle ilgilenmek zorunda kaldı. Zira, II. Nasr döneminin sonlarına
doğru Maveraünnehir’de özellikle Buhara ve çevresinde etkilerini artırarak
devlet kademelerine kadar sızan Batınîler[400], Sâmânîler için giderek daha
tehlikeli hale gelmeye başlamışlardı. Genç hükümdar bunların lideri
Muhammed b. Ahmed el-Nesefî’yi mezhebini savunmak üzere saraya davet
etti. Onun huzurunda yapılan tartışmalarda aralarında Ebû Hafs Ahmed b.
Muhammed el-İclî’nin de[401] bulunduğu sünnî alimler Batınîlere üstün
geldiler. Bu şekilde alimlerin de desteğini alan I. Nuh, el-Nesefî ve arkadaşı
Muhammed b. Said b. Muaz el-Menadilî el-Buharî’yi idam ettirdi[402]. Bunu
tüm Batınîlere karşı başlatılan bir takibat izledi. Bir hafta süren takipler
neticesinde bölgede iyice güçlenmiş olan Batınî nüfuzu kırıldı. Fakat, bu
mezheb mensupları faaliyetlerini gizliden gizliye sürdürmeye devam ettiler.
Batınîlerin bertaraf edilmesinden sonra genç hükümdar babası döneminden
beri nefret ettiği ünlü komutan Hamuye b. Ali’nin oğlu Ahmed’e karşı
harekete geçmeyi düşünüyordu. Zira, II. Nasr sağlığında büyük oğlu İsmail’i
veliaht tayin etmiş, İsmail’e işlerinde yardımcı olmak üzere Ahmed b.
Hamuye’yi görevlendirmişti[403]. Onun, II. Nasr’ın diğer oğlu Nuh ve
taraftarlarına karşı takındığı olumsuz tavır, Nuh ile aralarında karşılıklı bir
nefretin doğmasına neden olmuştu. Ancak, Ahmet b. Hamuye’nin talihi pek
yaver gitmedi. Hacibi olduğu İsmail’in babasından önce ölmesi üzerine
yerine Nuh veliaht tayin edildi. Ardından, II. Nasr’ın 943 senesinde ölümü ve
Nuh’un Sâmânî tahtına geçmesi üzerine Ebu’l-Fazl Ahmet b. Hamuye yeni
hükümdar tarafından cezalandırılmaktan korkarak Amul’a [404] kaçtı. Zira bu
konuda eski hükümdar tarafından “Ben ölürsem kendi canını kurtarmaya bak.
Nuh’un, sana karşı olan davranışlarından emin olamam” şeklinde
uyarılmıştı[405]. Ahmed b. Hamuye, Amul’den, Horasan valisi Ebû Ali b.
Muhtac’a bir mektup yazarak, aralarındaki akrabalık bağı dolayısıyla
kendisine sığınmak istediğini bildirdi[406] ise de Ancak, I. Nuh’dan çekinen
Ebû Ali, onun bu isteğini geri çevirdi. Bir süre Amul’de saklanan Ahmed b.
Hamuye, Sâmânî hükümdarının bizzat kaleme aldığı bir amannâme ile
yeniden Buhara’ya geri döndü. Hükümdar, ona ikram ve ihsanlarda
bulunarak Semerkand valiliğine tayin etti.

A) Abdullah b. Eşkam İsyanı


Sâmânî tahtındaki değişiklik devlete bağlı eyaletlerde de bir takım
kıpırdanmalara neden olmuştu. İsmail b. Ahmed (892-907) döneminden beri
Sâmânîlere tabi olan Harizm’in yerli hanedanı Afrigîlere[407] mensup
Abdullah b. Eşkam 332/943-944 senesinde isyan etti[408]. I. Nuh buna ilk
tepki olarak isyanın merkezine daha yakın olmak amacıyla Buhara’dan
Merv’e gitti. İbrahim Baris el-Saklâbî kumandasındaki bir orduyu da
Harizm’e gönderdi. Ancak, ordu kumandanının yolda vefat etmesi Abdullah
b. Eşkam’a Sâmânîlere karşı kendisine yeni müttefikler bulmak hususunda
istediği zamanı kazandırmıştı. Türk hükümdarı ile haberleşen isyancı vali
kendisine yardım etmesi koşuluyla, onun himayesine girmeyi kabul etti. Bu
arada, Abdullah b. Eşkam’ın hareketlerini dikkatle takip etmekte olan I. Nuh
da Türk hükümdarına bir mektup yazarak Abdullah b. Eşkam’ı yakalayıp
teslim ettiği takdirde Buhara’da tutulmakta olan oğlunu serbest bırakılacağını
söyledi[409]. Türk hükümdarının daha cazip bulduğu I. Nuh’un teklifini kabul
etti. Böylece en büyük desteğinden mahrum kalan Abdullah b. Eşkam
isyandan vazgeçerek I. Nuh’dan özür dilemekten başka seçeneği kalmıyordu.
I. Nuh da, onun isteğini kabul ederek kendisine ihsanlarda bulundu.
Böylelikle, Harizm’de patlak veren ve genişleme emareleri gösterebilecek
isyan hareketi I. Nuh’un siyasî manevrasıyla fazla büyümeden bastırılmış
oldu.
Burada bahsi geçen Türk hükümdarının kimliğine gelince; 840’da kurulmuş
olan Karahanlıların, II. Nasr döneminden itibaren Sâmânîlerin batıya
düzenledikleri seferlere yardımcı kuvvet gönderdiklerini biliyoruz. Ancak
Karahanlılar, Harizm’e göre daha doğuda bulunuyorlardı. Dolayısıyla
bunların kısa sürede ve etkili bir şekilde Harizm’den yapılacak bir yardım
çağrısına cevap vermeleri imkansız gözükmektedir. 940 senesinde Abbasî
halifesinden, İslamiyeti kabul etmiş olan Bulgar hükümdarına elçilik
vazifesiyle giderken bu topraklardan geçen heyet içinde yer alan İbn Fazlan,
Harizm’den çıktıktan sonra Oğuz topraklarına girdiklerini yazar[410]. Yine, X.
yy. İslam coğrafyacılarından İbn Havkal, Harizm (Aral) gölünün karşı
kıyısında Oğuzların bulunduğunu ve bunların barış zamanında ticaret yapmak
üzere Karategin köyüne indiklerini söyler[411]. Bu bilgilerin ışığı altında
Abdullah b. Eşkam’ın yardıma çağırdığı Türk hükümdarının Oğuz Yabgusu
olduğunu düşünebiliriz. Ancak şimdi de, karşımıza Oğuz Yabgusunun
oğlunun hangi nedenlerle Buhara’da tutulduğu sorusunu çıkmaktadır. Bu
soruya ; Sâmânîlerin etki sahasının Oğuz topraklarına kadar genişlemesi
üzerine, Oğuz hükümdarının sadakatinin bir göstergesi olarak oğlunu Sâmânî
başkentine göndermiş olabileceği şeklinde bir cevap vermek mümkündür.
Fakat, kaynakların verdiği bilgilerin yetersizliği bu konuda daha fazla bir şey
söylenmemize mani olmaktadır.

B) Rey Seferi ve Ziyârîlere Yardım


İçteki meselelerin halledilmesiyle sıra sınırlar ötesine yapılacak harekatlara
gelmişti. Özellikle batıda ticarî ve stratejik açıdan önemli bir konumu
bulunan Rey şehrinin, II. Nasr’ın ölümünü takip eden karışıklıklar sırasında,
önce Ziyârîlerin, daha sonra Büveyhîlerin eline geçmesi Sâmânîlerin
bölgedeki nüfuzunu oldukça sarsmıştı. II. Nasr’ın son dönemlerinde yeni ve
taze bir güç olarak ortaya çıkan Büveyhîler, bu devletin batıdaki hakimiyeti
açısından büyük bir tehlike arz ediyordu. 932 senesinde tarih sahnesine çıkan
Büveyhîler, kurulan her yeni devlet gibi hakimiyet alanını genişletme çabası
içine girmişti. Bu konuda önlerindeki en büyük engel ise aynı siyasî
coğrafyada yer alan Ziyârîler Devleti idi. Kurucusu Merdaviç b. Ziyâr’ın
323/934-935 senesinde öldürülmesinin ardından büyük bir sarsıntı geçiren
Ziyârîler, onun kardeşi Veşmgir’in üstün gayretleriyle ayakta kalmayı
başarmıştı. Büveyhîler önlerindeki bu engeli ortadan kaldırmak, hiç değilse
zayıflatmak üzere, yine o sırada Ziyârîlerle mücadele halinde olan
Sâmânîlerle anlaştılar. Veşmgir’in birleşik Sâmânî-Büveyhî kuvvetleri
karşısında 329/940 senesinde İshakâbâd’da aldığı mağlubiyetle Büveyhîlerin
de önü açılmış oluyordu. Savaşın hemen ardından Sâmânî birliklerinin Rey
şehrini ele geçirmesine rağmen uzun vadede, kazanılan zaferin meyvelerini
toplamak Büveyhîlere düşmüştü.
Şimdi ise Sâmânîler için, güçlenmelerine büyük ölçüde yardımda
bulundukları ve artık tamamıyla kendi aleyhlerine dönmüş bulunan Büveyhî
tehditinin bertaraf edilmesi gerekiyordu. Sâmânî hükümdarı I. Nuh hemen
gerekli hazırlıklara başladı. Nisabur’da bulunan Horasan valisi Ebû Ali b.
Muhtac’ı Merv’e çağırdı. İkisi arasında yapılan müzakerelerin neticesinde
Ebû Ali’nin güçlü bir orduyla Rey üzerine sefere çıkması kararlaştırıldı. Ebû
Ali, Nisabur’a dönerek sefer hazırlıklarına başladı.
Sâmânî ordusunun beklenen ileri harekatı 333/944-945 senesi içinde
başladı. Sâmânî ordusunda Mansur b. Karategin gibi önemli kumandanlar da
bulunuyordu. Ordu Sebzvar’a geldiğinde I. Nuh’dan yardım istemek üzere
yola çıkmış olan Ziyârî hükümdarı Veşmgir ile karşılaşıldı. Veşmgir,
Rüknüddevle Hasan ve Hasan b. Firuzan karşısında birbiri ardına aldığı
mağlubiyetlerden sonra Taberistan ve Cürcan’daki hakimiyetini kaybetmişti.
Ebû Ali b. Muhtac, onu Merv’de[412] bulunan Sâmânî hükümdarının yanına
gönderdi. Daha sonra yürüyüşüne devam eden Sâmânî ordusu Bistam’a
geldiğinde kumandanlardan Mansur b. Karategin, bir grup askerle birlikte,
ordudan ayrılarak[413] Cürcan üzerine yürüdü. Sâmânî ordusunda yaşanan
kopmaların nedeni kaynaklarda açıkça verilmemektedir. Bizce bu konuda iki
ihtimal göz önünde bulundurulmalıdır. Bunlardan ilki, iki lider arasında
orduya kumanda konusunda yaşanan bir anlaşmazlık, ikincisi ise Mansur’un,
Veşmgir ile karşılaştıktan sonra Cürcan ve Taberis-tan’ı fethedip Sâmânî
hükümdarının gözüne girmek istemiş olabileceği ihtimalidir. Neticede
Mansur’un ayrılmasıyla önemli bir güç kaybına uğrayan Ebû Ali b. Muhtac,
Rey üzerine yürüyüşüne devam etti. Rey’deki Büveyhî emîri Rüknüddevle
Hasan (947-977) da ordusuyla birlikte Sâmânîleri karşılamak üzere şehrin
dışında karargah kurmuştu. İki ordu Rey’e üç fersah uzaklıktaki bir mevkide
karşı karşıya geldiler. Savaşın kaderini Sâmânî ordusunu terk ederek
Büveyhîlerin tarafına geçen Kürtler tayin etti. Mağlup olan Ebû Ali ve
Sâmânî ordusu, Nisabur’a geri dönmek zorunda kaldı[414]. Diğer taraftan,
daha önce ana kuvvetlerden ayrılarak Cürcan üzerine yürüyen Mansur b.
Karategin de buranın hakimi Hasan b. Firuzan tarafından mağlup edilerek
Nisabur’a dönmeye mecbur edilmişti[415].
Seferinin başarısızlıkla sonuçlanmasına rağmen I. Nuh ve Ebû Ali b.
Muhtac ümitsizliğe düşmeden derhal şehir üzerine yapılacak ikinci bir seferin
hazırlıklarına başladılar. Ancak, I. Nuh, ikinci Rey seferine başlamadan önce
kendisine sığınmış olan Veşmgir’in yardım isteğine karşılık olarak,
Taberistan ve Cürcan üzerine bir ordu göndermeye karar verdi. Zira adı geçen
bölgeleri Veşmgir’in elinden almış olan Hasan b. Firuzan, Sâmânîlere karşı
düşmanca bir siyaset izlemekteydi. Kuzeyde böyle bir tehditin varlığı Rey’e
yapılacak ikinci seferi de tehlikeye atabilirdi. Bu nedenle I. Nuh, Mansur b.
Karategin’i[416] 30.000 süvarinin başında Veşmgir ile birlikte Hasan b.
Firuzan’ın üzerine gönderdi. Hasan önce direnmeye karar verdi. Fakat güçlü
Sâmânî ordusu karşısında fazla bir şey yapamayacağını anlayarak
Esterabâd’dan Taberistan’ın merkezi Amul’e çekildi. Bu esnada Sâmânî
ordusunun geçeceği bütün yol ve köprüleri tahrip etti. Böylece müttefiklerin
ilerleyişini yavaşlatmayı amaçlıyordu. Ancak Mansur b. Karategin ve
Veşmgir’in Amul’e yaklaşmaları üzerine bu kez de Deylem’e kaçtı.
Müttefikler, onu takip ederek Salus’a geldiklerinde Mansur b. Karategin,
Veşmgir’den ordunun ihtiyacını karşılamak üzere para talep etti. Herhalde bu
durum Veşmgir’in kendisine yardım edilmesine karşılık yapılacak seferin
masraflarını üslenmeyi kabul etmiş olması ile alakalıdır. Nitekim, Amul’e
dönüp gerekli parayı Mansur’a vermesinin sonrasında Taberistan ve
Cürcan’da bulunan Hasan b. Firuzan’ın üzerine yürümüşlerdi. Zira gücünü
muhafaza etmekte olan Hasan, onun Taberistan ve Cürcan’daki hakimiyeti
için hala tehlikeli bir rakipti. Veşmgir, Deylem’de deniz kıyısında Derbend
denilen yerde Hasan b. Firuzan’ın kuvvetlerine yetişti. Yapılan savaşı
kaybeden Hasan, Rûyan’a çekildi ise de, kendisini ısrarla takip eden Veşmgir
tarafından bir kere daha mağlup edildi. Daha sonra elde ettiği başarıyı yeterli
gören Veşmgir, Amul’e dönerken, Hasan b. Firuzan Esterâbâd’daki Kechin
kalesine çekildi[417].
C) Rey’in Fethi ve Ebû Ali b. Muhtac’ın İsyanı

Kuzeydeki sınırın güvence altına alınmasından sonra Sâmânîler dikkatlerini


Rey üzerine yapacakları sefer üzerine yoğunlaştırdılar. Ebû Ali b. Muhtac
kumandasındaki güçlü Sâmânî ordusu Cemaziyelahir 333/Ocak-Şubat 945
tarihinde Nisabur’dan ayrıldı. Ancak, bu sırada I. Nuh ve Ebû Ali arasında
başlayan sürtüşme, Rey üzerine yürümekte olan Sâmânî ordusunda bir takım
huzursuzluklara neden oldu. Zira, I. Nuh, sefer hazırlıkları yapılırken,
Horasan ordusunun işlerini denetlemek üzere bir ârız görevlendirmişti. Bu
zatın görevini yaparken takındığı menfî tavır askerleri kızdırdı. Çünkü, ârız
kendi keyfine göre askerleri sicil ve dîvân kayıtlarından çıkarıyor yada dahil
ediyordu[418]. Bunun yanı sıra Sâmânî hükümdarı sefer sırasında ordunun
işlerini yönetmek üzere tam yetkili bir memur görevlendirmesi de, II. Nasr
döneminden beri tüm bu işleri elinde bulunduran Ebû Ali ile arasının iyice
açılmasına sebep olmuştu. Yaşanan olumsuzluklara rağmen, Ebû Ali b.
Muhtac, Rey’de bulunan Büveyhî emîri Rüknüddevle Hasan’ın şehri
boşaltması üzerine şehre kolayca hakim oldu (Ramazan 333/Nisan-Mayıs
945)[419]. İleri harekatına devam eden Sâmânî ordusu bütün Cibal bölgesini
ele geçirdi. Ebû Ali b. Muhtac, Cibal’in idaresini kardeşi Ebu’l-Abbas Fazl’a
bıraktı. Kazanılan bu başarılarla Sâmânîler batıda, II. Nasr dönemindeki
sınırlarına yeniden ulaşmış oluyordu.
Sâmânî ordusunun, Rey seferine çıktığı günlerde I. Nuh, Merv’den
Nisabur’a gelerek 50 gün kadar şehirde kalmıştı. Bu esnada, Ebû Ali b.
Muhtac’a muhalif olan gruplar, onun ve adamlarının halka son derece kötü
davrandığı konusunda şikayette bulundular. Bunun üzerine zaten Ebû Ali’ye
karşı iyi duygular beslemeyen I. Nuh, İbrahim b. Simcûr’u Nisabur valisi ve
Horasan sipehsaları tayin etti[420]. Daha sonra Ramazan ayı içinde Buhara’ya
döndü. Nisabur’da yaşanan gelişmelerin haberi Rey’deki Sâmânî ordusuna
ulaştığı sırada onlar, I. Nuh’un sefer öncesinde tayin ettiği memurun ihmalkâr
ve kötü davranışları sebebiyle isyan etme noktasına gelmişti. Artık çıkması
an meselesi haline gelen isyan, I. Nuh, Buhara’ya geldiği sırada patlak verdi.
Ebû Ali b. Muhtac’ın isyanın liderliğini üstlenmesi konusunda ise
kaynaklar farklı bilgiler vermektedir. Bu olay İbn el-Esîr’de şu şekilde
anlatılmaktadır[421]; I. Nuh’un gönderdiği memurların görevlerini suistimal
etmeleri askerler arasında huzursuzluklara neden olmuş, Hemedan’da
bulunan ordudaki kumandanlar aralarında anlaşarak I. Nuh’un amcası
İbrahim b. Ahmed b. İsmail’e biat etmeye karar vermişlerdi. İbrahim b.
Ahmed, o sırada Musul Hamdanî hükümdarı Nasırüddevle’nin (935-969)
yanında buluyordu.
Komutanlar kararlarını Ebû Ali b. Muhtac’a bildirdiler. Ebû Ali, aldığı bu
kararı beğenmeyip onları isyandan vazgeçirmeye çalıştı ise de komutanların
itiraz ettiği takdirde onu tutuklayacaklarını söylemeleri üzerine isyancılara
uymak zorunda kaldı.
İbn Miskeveyh’de ise bu konuyla ilgili olarak daha farklı bilgi
verilmektedir[422]. Ona göre; “Sâmânî ordusunun sefere çıktığı sırada Rey’de
bulunan Rüknüddevle Hasan, durumu Şiraz’da bulunan ağabeyi
İmadüddevle’ye (934-949) bildirerek bu durumda ne yapması gerektiğini
danışıp yardım istemişti. İmadüddevle ise, Sâmânîlere karşı hazırladığı bir
planın icabı olarak, şehirden ayrılmasını, Sâmânî ordusunun önünden
çekilerek kendi yanına gelmesini söyledi. Böylece Sâmânî ordusu kolayca
Rey’e girdi. Daha sonra İmadüddevle, I. Nuh’a gizli bir mektup yazarak, bu
kadar büyük bir ordunun erzak ihtiyacının karşılanması yanında Rey’in çok
küçük bir önem arzettiğini söyledi. Aralarındaki anlaşmazlığı gidermek için,
Ebû Ali’nin her yıl ödediğinden 100.000 dinar fazla vergi vermesi
karşılığında Rey’in kendisine bırakılmasını istedi. Paranın bir bölümünü
peşin ödeyebileceğini ve bunun için I. Nuh’un özel bir temsilci göndermesini
rica etti. Ayrıca, Ebû Ali’ye karşı Sâmânî hükümdarına yardım etmeyi de
üstlendi. I. Nuh gerek Ebû Ali b. Muhtac’a karşı olan düşmanca duygularının
tesiri ve gerekse onun muhaliflerinin, İmadüddevle’nin teklifini kabulündeki
ısrarları neticesinde Büveyhî emîrine olumlu yanıt verdi. Daha sonra Ebû
Ali’nin Buhara’daki yakınlarını ve adamlarını tutuklattı. İmadüddevle ise,
teklifin kabul edilmesinden sonra Ebû Ali’ye de bir mektup yazarak onu, I.
Nuh’a karşı uyardı. Kendisine yardım teklifinde bulundu”.
Her iki rivayet de olayların Ebû Ali b. Muhtac’ın isteği dışında geliştiği
intibaını vermektedir. Yine İbn Miskeveyh’in aktardıklarından
İmadüddevle’nin Ebû Ali ile Sâmânî hükümdarı arsındaki ihtilaf konusunda
bilgi sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Ebû Ali b. Muhtac, II.
Nasr döneminden beri Sâmânîlere sadakatle hizmet etmiş ve uzun yıllar
Horasan valiliği görevinde bulunmuş bir kimse idi. Bu görevin daha önce
babasının elinde olduğu düşünülürse I. Nuh’un, Ebû Ali’nin şahsında
Muhtacoğullarının devlet içinde gidarek artan nüfuzlarını kırmak istediği
düşüncesi ağır basmaktadır. Sâmânî hükümdarının yukarıda bahsettiğimiz
faaliyetleri de buna işaret etmektedir. Özellikle Nisabur valiliği ve Horasan
sipehsalarlığının İbrahim b. Simcûr’a verilmesi Ebû Ali b. Muhtac için
bardağı taşıran son damla olmuştu. Zira Ebû Ali b. Muhtac, kazandığı
başarılardan sonra hükümdardan taltif bekliyordu[423]. Beklentilerinin tam
aksine bir durumun oluşması Ebû Ali b. Muhtac’ın isyanın liderliğini
üstlenmesi sürecini kolaylaştırmış olmalıdır. Neticede isyana karar veren Ebû
Ali b. Muhtac, I. Nuh’un Musul’da bulunan amcası İbrahim b. Ahmed’i biat
etmek üzere yanına çağırdı. Ramazan 334/Nisan 946’da harekete geçen
İbrahim b. Ahmed aynı senenin Şevval/Mayıs’ında Hemedan’da kendisini
beklemekte olan Ebû Ali b. Muhtac ile birleşti. Birlikte Rey şehrine geldiler.
Bu arada Ebû Ali kardeşi Ebu’l-Abbas el-Fazl’ın, Sâmânî hükümdarını
isyandan haberdar ettiğini öğrendi. Hemen kardeşini yakalatarak hapse
attırdı. Daha sonra, Rey’de gerekli düzenlemeleri yapıp civar bölgelere
valiler tayin eden Ebû Ali b. Muhtac, yanındaki İbrahim b. Ahmed ile
Nisabur üzerine yürüdü. Sâmânîlerin kendi içinde yaşadıkları bu bunalım
Büveyhîleri de harekete geçirmişti. Ebû Ali b. Muhtac’ın, Rey’den
ayrılmasının hemen ardından Rüknüddevle Hasan yeniden şehre hakim oldu.
İbn Miskeveyh ise, Ebû Ali b. Muhtac’ın Rey’den hareket etmeden önce
İmadüddevle’yi durumdan haberdar ettiğini nakletmektedir[424]. Ebû Ali,
Nisabur’a doğru ilerlediği sırada, ordusunu toplayan I. Nuh da Buhara’dan
ayrılmıştı. İşte bu noktada üç farklı rivayet karşımıza çıkmaktadır. İbn Esir’e
göre[425]; Ebû Ali b. Muhtac, Nisabur’a vardığı sırada İbrahim b. Simcûr ve
Mansur b. Karategin şehirde bulunuyordu. Ebû Ali b. Muhtac, onları
kendisiyle birlikte olmaya ikna ettikten sonra Muharrem 335/Ağustos 946’da
şehre girdi. Daha sonra Mansur b. Karategin’in kendisine muhalif bir tutum
içine girmesinin ardından onu tutuklattı. Gerdizî�, Mansur b. Karategin ile
İbrahim b. Simcûr’un, onun gelmesinden önce şehirden ayrılarak I. Nuh’un
yanına gittiklerini söyler. İbn Miskeveyh ise, Gerdizi’nin rivayetin bir ileri
safhasını olduğu anlaşılan rivayetinde[426], yanında Mansur b. Karategin ve
İbrahim b. Simcûr olduğu halde Ebû Ali b. Muhtac’ın üzerine yürüyen I.
Nuh’un mağlup olduğunu ve adı geçen iki kumandanın Ebû Ali’nin eline esir
düştüklerini söylemektedir. Buhara’dan ayrıldıktan sonra Merv’e gelen I.
Nuh, burada yeni bir isyan hareketiyle karşı karşıya kaldı. Şehirde
konaklayan Sâmânî ordusu, vezir Ebu’l-Fazl Muhammed el-Sülemî’nin
maaşların ödenmesi konusunda ihmalkâr davrandığını, askere ikta
dağıtılmadığını ve Ebû Ali b. Muhtac ile birlikte hareket ettiğini ileri sürerek
öldürülmek üzere kendilerine verilmesini istediler. I. Nuh’un bu isteklerini
yerine getirmemesi halinde asi Horasan valisi ile birleşecekleri tehdidinde
bulundular. Zaten güç durumda olan Sâmânî hükümdarı, askerlerin
isteklerine fazla direnemeyerek veziri, onlara teslim etti[427]. Bu sayede
yapılan kısa süreli bir uzlaşmaya rağmen maaşlarını alamayan askerlerin bir
kısmı, Ebû Ali b. Muhtac’ın ordusuna katıldılar. Elinde kalan kuvvetlerle Ebû
Ali karşısında daha fazla bir şey yapamayacağını anlayan I. Nuh, Buhara’ya
dönmek zorunda kaldı.
Konu ile ilgili yukarıda verdiğimiz kaynakları incelediğimizde bunların
birbirlerini tamamlayan bilgiler verdikleri göze çarpar. Bazı farklı yönlerine
rağmen her üç kaynak da Mansur b. Karategin ile İbrahim b. Simcûr’un, Ebû
Ali’nin yanında oldukları konusunda birleşir.
Gerdizî ve İbn el-Esîr’in bahsettiği, Merv’de çıkan ikinci isyanda ise, II.
Nasr döneminde birbiri ardına yapılan seferlerin ve uzun süren savaşların
devlet maliyesinde neden olduğu zafiyetin uzun vadede etkisi olduğunu
söyleyebiliriz. Yine, I. Nuh’un veziri Ebu’l-Fazl el-Sülemî’nin devlet
adamlığı yönünden çok din adamı yönünün ağır basması ve acil bir şekilde
halledilmesi gereken bu meseleye bir çözüm getirememesi isyanın gelişimini
hızlandırmıştır.
Vezirin feda edilmesinin de durumu düzeltmeye yetmediği anlaşılıyor. Zira,
bunun hemen ardından devletten maaşlarını alamayan askerlerin Ebû Ali b.
Muhtac ve İbrahim b. Ahmed’in saflarına katıldıklarını görüyoruz.
Neticede yeni katılımlarla daha da güçlenen Ebû Ali b. Muhtac ve İbrahim
b. Ahmed’in önünde Sâmânî başkentine yürümek için herhangi bir engel
kalmamıştı. I. Nuh ise yaklaşan büyük tehlike karşısında merkezini
savunmanın faydasız olacağının farkında idi. Bu nedenle Semerkand’a
çekilerek gelişmeleri takip etmeye başladı. Müttefikler Cemaziyelevvel
335/Aralık 946 tarihinde Buhara’ya girdiler. Şehirde İbrahim b. Ahmed adına
hutbe okundu[428]. Buhara’nın alınması ve Sâmânî tahtındaki değişiklik
isyancıların kesin zaferini belgeliyordu. Ancak, Ebû Ali b. Muhtac’a muhalif
olan grubun yeniden faaliyete geçmesi durumun birdenbire tersine dönmesine
neden oldu. Kaynaklar bu konuda birbirinden farklı bilgiler vermelerine
rağmen Ebû Ali’ye karşı olan muhalif hareket konusunda hemfikirdir. İbn el-
Esîr’e göre olaylar şöyle gelişmiştir[429]; Ebû Ali b. Muhtac, yeni hükümdar
İbrahim b. Ahmed’in, kendisine karşı gizlediği kötü niyeti öğrenince,
Buhara’dan ayrılarak Türkistan’a gitti. O sırada elinde tutsak bulunan Mansur
b. Karategin’i serbest bıraktı. Mansur da, Semerkand’da bulunan I. Nuh’un
yanına gitti. Buhara’da kalan İbrahim ise, şehir halkıyla I. Nuh lehine tahtan
çekilmek ve Ebû Ali’ye karşı onunla birlikte mücadele etmek hususunda
anlaşmıştı. Buhara halkı bu anlaşmanın ardından, şehirde kalmış olan Ebû Ali
b. Muhtac’ın adamlarına karşı harekete geçti. Olanları haber alan Ebû Ali b.
Muhtac derhal geri dönerek şehri ateşe vermek istedi. İsyancı valiyi
kararından Buhara yaşlılarının araya girip, şefaat istemeleri
vazgeçirebildi[430]. Buhara’da duruma yeniden hakim olan Ebû Ali b.
Muhtac, artık İbrahim’e güvenemezdi. Onun yerine Sâmânî tahtına I. Nuh’un
kardeşi Ebû Cafer Muhammed b. Nasr’ı çıkartmayı çıkarları için daha uygun
gördü. Bunu, hakimiyeti altındaki bölgelere bir genelge ile bildirdi. Ancak,
ordu mensuplarının kendisine karşı olan olumsuz tavırlarının devam ettiğini
görünce yönetimi tamamıyla Ebû Cafer’e bırakarak Semerkand’a gitmek
üzere yola çıktı. Fakat asıl niyetini gizlemekteydi. Nitekim yolda yönünü
değiştirerek önce Nesef’e, oradan da Çağaniyan’a gitti. Onun şehirden
ayrılmasından sonra askerlerden bir grup ve ayak takımından (ayyarlar)
kimseler, I. Nuh’a bir mektupla durumu bildirdiler.
Aynı olaylarla ilgili olarak İbn Miskeveyh bize şu rivayeti
aktarmaktadır[431]; Ebû Ali b. Muhtac’ı çekemeyen kimseler, İbrahim b.
Ahmed’e, onu kötüleyip, Horasan ordusunun başına geçmek ve I. Nuh ile
anlaşmak için kendisini kullandığını söylediler. Bu nedenle Ebû Ali b.
Muhtac’a karşı daha dikkatli davranmasını tavsiye ettiler. Bu sözler
İbrahim’in, Ebû Ali b. Muhtac’dan şüphelenmesine sebeb oldu. Daha sonra,
ona danışmaksızın İbrahim b. Simcûr ve Mansur b. Karategin’i serbest
bırakarak hil’atler giydirdi. İbrahim’in bu hareketi, Ebû Ali b. Muhtac’ın
darılmasına ve şehirden ayrılmasına neden oldu. Ebû Ali’nin gidişinin
ardından, Mansur b. Karategin ve İbrahim b. Simcûr şehirde idareyi ellerine
geçirmeyi başardılar. Semerkand’da bulunan I. Nuh’a mektuplar yazarak, onu
durumdan haberdar ettiler.
İbn el-Esîr’e parelel bir rivayet aktaran Mirhond ise, İbrahim b. Ahmed’in,
Buhara halkı ile yaptığı anlaşmayı aktardıktan sonra İbn el-Esîr’den ayrılır.
Ona göre[432], şehir halkı İbrahim’in fikrini beğenerek, I. Nuh’a haberciler
gönderdiler. Gelişmeleri öğrenen I. Nuh, kendi kuvvetleri ile harekete geçti.
İbrahim ise, Buhara ordusuyla onun hizmetine girmek için hareket etti.
Birleşen iki ordu Ebû Ali’nin üzerine yürüdü. Ancak Ebû Ali b. Muhtac,
onları mağlup etmeyi başardı. Bu mağlubiyetten sonra I. Nuh bir dağa
sığınırken Ebû Ali, Buharalılar üzerine yeni bir hücum düzenledi. Buharalılar
mağlup olarak, şehirlerine doğru kaçmaya başladılar. Onları takiben şehre
giren Ebû Ali b. Muhtac, şehri yakmak istedi ise de şehir büyüklerinin araya
girmesiyle bundan vazgeçti. Mirhond’un rivayeti, bu noktadan sonra tekrar
İbn el-Esîr’de verilen rivayet ile birleşmektedir.
Kaynaklarda konuyla alakalı olarak verilen bilgileri tahlil ettiğimizde
isyancıların Buhara’ya hakim olmalarından sonra giderek güç kaybettikleri
göze çarpmaktadır. Ebû Ali b. Muhtac’a karşı olan muhalefetin yeniden
kendini göstermesinin yanında, şehir halkının da I. Nuh’a olan sadakatlerini
muhafaza ettiği görülmektedir. Nitekim Ebû Ali b. Muhtac’ın, Buhara’dan
ayrılmasının sonrasında şehirde kalan İbrahim b. Ahmed ve Ebû Cafer’in,
Buhara’da tutunabilmesi için hiçbir dayanakları kalmamış oluyordu.
Buhara’da meydana gelen olaylardan sürekli olarak haberdar edildiği
anlaşılan I. Nuh, Ebû Ali b. Muhtac’ın şehirden ayrıldığını öğrenince gerekli
hazırlıkları yaparak Semerkand’dan Buhara üzerine yürüdü.
Şehrin dışında kendisini karşılamaya çıkan İbrahim b. Ahmed ve Ebû Cafer
affedilmelerini istediler. Ramazan 335/Mart-Nisan 947 tarihinde Buhara’ya
giren I. Nuh, önceleri amcasıyla kardeşine iyi davrandı. Daha sonra her
ikisinin gözlerine de mil çektirdi. I. Nuh yeniden hakim olduğu Buhara’da
gerekli düzenlemeleri yapmakla meşgul oldu. Ebû Ali b. Muhtac ile işbirliği
yapan Buhara şıhnesi Togan Hâcib’i görevinden alarak oğulları ile birlikte
idam ettirdi[433]. Kendisine sadık kalan Mansur b. Karategin’i, mükafat
olarak Horasan valiliğine tayin etti[434]. Bundan sonra, Çağaniyan’a çekilmiş
olan Ebû Ali b. Muhtac’ın üzerine yürümek için askerî hazırlıklara başlandı.
Sefer için ordu kumandanlığı görevine Ebû Ali’nin kardeşi Ebu’l-Abbas el-
Fazl getirildi. Bu zatın isyanın başlarında I. Nuh ile mektuplaşmasından
dolayı Ebû Ali tarafından hapsedilmesinden bahsetmiştik. Ebu’l-Abbas daha
sonra nöbetçilerle anlaşarak hapisten kaçmış ve I. Nuh’un yanına gelmişti.
Çağaniyan’a çekilmiş olan Ebû Ali b. Muhtac ise, Sâmânî hükümdarının
yaptığı hazırlıkları öğrenince ordusunu topladı. Savaşı kendi iktası olan
Çağaniyan’da kabul etmek yerine Belh’e hareket etti. Diğer taraftan I. Nuh,
Sâmânî ordusunu Çağaniyan’a göndermeden evvel son bir kez barış yolunu
denemek için Ebû Ali b. Muhtac’a elçiler gönderdi[435]. Muhtemelen, kendi
topraklarında son derece güçlü olan Ebû Ali’nin üzerine yapılacak seferin
getireceği olası tehlikelerin farkında idi. Zira, alınacak kötü bir netice
durumunu yeniden sarsabilirdi. Ebû Ali b. Muhtac da, Sâmânî hükümdarıyla
aynı şeyleri düşünüyordu. Çünkü, Buhara’da yaşamış olduğu kötü
tecrübelerin ardından I. Nuh’a karşı uzun vadede herhangi bir başarı şansı
olmadığını görmüştü. Bu nedenle I. Nuh’un barış teklifini kabul etme
taraftarıydı. Ancak daha önceki mücadeleler sırasında kendi safında yer alan
kumandanlar, Sâmânî hükümdarı tarafından cezalandırılmaktan
korkuyorlardı. Bunların “Önce, bizi evlerimize geri göndermeni ve sonra
barış yapmanı istiyoruz”[436] şeklindeki sözleri karşısında Ebû Ali b.
Muhtac’ın önünde savaşmaktan başka bir seçenek kalmıyordu. Birliklerini
toplayarak Buhara üzerine yürüdü. İki taraf Cemaziyelevvel 336/Kasım-
Aralık 947 tarihinde Curcik[437] denilen yerde karşı karşıya geldiler. Savaşın
gelişimi hakkında elimizde iki farklı rivayet bulunmaktadır. Olayı daha
tafsilatlı bir şekilde anlatan Gerdizî’ye göre[438], Ebû Ali b. Muhtac’ın,
Belh’den Buhara üzerine yürümesi üzerine, I. Nuh da kendi süvarileriyle
(serhengler) birlikte harekete geçti. Sabahtan ikindi vaktine kadar süren savaş
esnasında I. Nuh ve süvarileri Buhara’ya geri döndüler. Savaş meydanında
kalan Ebu’l-Hâris b. Ebu’l-Kasım, Fetekin Hazinedar, Ebû Ali b. İshak ve
Pars’ın kardeşi Ahmed, Ebû Ali b. Muhtac ile mücadeleyi sürdürdüler.
Neticede Ebû Ali b. Muhtac mağlup olarak geri çekildi. Ordusunda bulunan
İsmail b. Ebu’l-Hasan ve Ebû İshak Zerganî esir edildi. Baycur öldürüldü.
Semerkand taraflarında yakalanan Ali b. Ahmed b. Abdullah ile Nahşeb’de
yakalanan Ahmed b. Hasan el-Utbî, Buhara’ya getirildi. Esirler
cezalandırılarak malları müsadere edildi. Ebu’l-Abbas Muhammed b. Ahmed
ise, bu sırada öldü. Savaşı daha kısa bir şekilde anlatan İbn el-Esîr’e göre
ise[439], Ebû Ali b. Muhtac’ın ordusu, Curcik denilen yerde Ebu’l-Abbas el-
Fazl idaresindeki Sâmânî ordusuyla karşılaşmış ve. sabahtan ikindi vaktine
kadar süren savaş esnasında Ebû Ali b. Muhtac’ın ordusunda bulunan İsmail
b. el-Hasan’ın, I. Nuh’dan aman dilemesi üzerine isyancılar dağılmışlar ve
Ebû Ali b. Muhtac ise Çağaniyan’a dönmüştü. Savaş sırasında, Ebû Ali b.
Muhtac’ın başkatibi İskafî de, Sâmânî ordusu tarafından esir edilmişti. I.
Nuh, onu daha sonra Dîvân el-Resâil başkanı Ebû Hasan el-Hüseyn İbn el-
Amid’in yardımcılığına tayin etti[440].
Kazanılan zafer Sâmânî hükümdarının durumunu iyice kuvvetlendirmişti.
Savaşın sonrasında yeniden harekete geçen Sâmânî ordusu Çağaniyan
üzerine yürüdü. I. Nuh karşısında birbiri ardına yaşadığı başarısızlıklardan
sonra Ebû Ali b. Muhtac’ın gücü oldukça yıpranmıştı. Mücadelenin bundan
sonraki bölümü kendi topraklarında cereyan edecekti. Yeniden gücünü
toplaması gerekiyordu. Bu sebeble Belh ve Toharistan şehirlerini işgal ederek
buraların vergilerini kendi adına toplamaya başladı. Diğer taraftan Banicûrî
ailesine mensup Huttel hakimi Ahmed b. Cafer’in kuvvetleriyle birlikte,
kendisine katılması Ebû Ali’nin durumunun düzelmesini sağladı. Sâmânî
ordusuna karşı yapacağı mücadelede kendi topraklarının zarar görmesini
istemeyen Ebû Ali b. Muhtac kuvvetleri ile birlikte Tirmiz’e geldi. Buradan
Ceyhun nehrini geçerek önce Belh’e, oradan da Cüzcan’a gitti. Ahmed b.
Cafer, Simingan’da onunla birleşti. Ancak, Ebu’l-Abbas el-Fazl idaresindeki
Sâmânî ordusu, Ebû Ali b. Muhtac’ı takip etmek yerine direkt olarak
Çağaniyan üzerine yürüyerek burasını yağmaladı[441]. Yaptığı manevranın bir
işe yaramadığını gören Ebû Ali b. Muhtac süratle Çağaniyan’a döndü.
Kuvvetlerini, merkezlerinden bir hayli uzaklaşmış olan Sâmânî ordusunun
ikmal yollarını kesmek üzere çevreye dağıttı. Ebû Ali b. Muhtac’ın bu icraatı
hemen etkisini gösterdi. Sâmânî ordusu, Buhara ile bağlantılarının büyük
ölçüde kesilmesinden dolayı özellikle hayvan yemi hususunda sıkıntıya
düşmüş ve komutanlar arasında bir takım ayrılıklar baş göstermişti. Bazı
emîrler, I. Nuh’a ordu komutanı Ebu’l-Abbas el-Fazl’ın kardeşi Ebû Ali b.
Muhtac’a meylettiğini şeklinde bir haber gönderdiler. Bunun üzerine I. Nuh,
el-Fazl’ın tutuklanarak Buhara’ya gönderilmesini emretti. Sâmânî
hükümdarının isteği hemen yerine getirildi.
Ortaya çıkan yeni durumdan faydalanmak isteyen Ebû Ali b. Muhtac,
Sâmânî ordusu üzerine yürüdü. Çağaniyan’a iki fersah mesafede bulunan
Kumgânân köyünde taraflar karşı karşıya geldi. Ancak mücadelenin
sonucunda Ebû Ali b. Muhtac bir kez daha mağlup olarak Şumnan taraflarına
çekildi (Rebiülevvel 337/Eylül-Ekim 948)[442]. Galipler ise yeniden
Çağaniyan’ı yağmalamakla meşgul oldular. Şumnan’a çekilen Ebû Ali b.
Muhtac, civardaki yerli hükümdarların yardımları sayesinde yeniden
toparlanma imkanı buldu. Huttel emîri Ahmed b. Cafer, Serheng-i Buzürg
idaresinde büyük bir kuvveti Ebû Ali b. Muhtac’ın yardımına gönderdi. Raşt
emîri , İlak ordusu ve Kumîcî Türkleri de Ebû Ali’ye yardıma gelenler
arasında yer alıyordu[443]. Böylelikle Ebû Ali b. Muhtac komutası altında
yeniden güçlü bir ordu toplanmıştı. Ancak bu defa Sâmânî ordusuyla
karşılaşmak yerine, onların ikmal hatlarını kesmekle yetindi. Sâmânî
ordusunun merkezle olan bütün bağlantıları kesildi. Yirmi gün kadar bu
durumda kalan Sâmânî ordusu, Ebû Ali ile barış yapmak üzere elçiler
göndermek zorunda kaldı. Kötü gitmekte olan talihini bu şekilde değiştirme
imkanı bulan Ebû Ali, müzakere teklifini derhal kabul etti. Oğlu Ebu’l-
Muzaffer Abdullah’ı rehin olarak I. Nuh’a göndermesi koşuluyla
Cemaziyelahir 337/Aralık 948 tarihinde anlaşma yapıldı[444]. Anlaşmanın
ardından Ebû Ali b. Muhtac, Çağaniyan’da kalırken, oğlu Ebu’l-Muzaffer’i
Buhara’ya gönderdi. Ebu’l-Muzaffer, Buhara’da büyük bir törenle karşılandı.
I. Nuh, ona kalansüve giydirerek, nedimleri arasına aldı. Ebu’l-Muzaffer,
Buhara’daki ikameti sırasında babasının kendisi için gönderdiği atı tecrübe
ederken atın üzerinden düşerek öldü. Onun ölümüne çok üzülen Sâmânî
hükümdarı, naaşını Çağaniyan’a yolladı. Cenaze alayı ile birlikte Nasr-ı
Şarabdâr adlı bir adamını da başsağlığı dilemek üzere Ebû Ali’ye gönderdi
(Rebiülevvel 340/Ağustos-Eylül 951)[445].
Ebû Ali b. Muhtac isyanına kısaca göz atığımızda, bunun Sâmânîler
açısından son derece önemli neticeler doğurduğunu söylemek mümkündür.
Devlete bağlı bir kumandan olarak Ebû Ali b. Muhtac’ın çıkardığı isyanın,
başkentin bile asilere terk edilecek kadar genişlemesi ve güçlenmesi
Sâmânîlerin içine düştüğü aczin bir göstergesidir. Gelişen olaylarda genç
hükümdarın tecrübesizliğinin de payı büyüktür. Ayrıca devletin içinde
bulunduğu maddî zorlukları da hesaba katmak lazımdır. İsyanın ikinci
safhasında Ebû Ali b. Muhtac’ın saflarında yer alan Banicûrîler, Kumîcîler ve
Raşt emîri Sâmânîlere bağlı olarak varlıklarını sürdürmekteydiler. Ebû Ali b.
Muhtac’ın isyanı, bunların bağlılığının ne denli zayıf olduğunu ortaya
çıkarmıştı. İsyan, Ebû Ali’nin yeniden Sâmânîlere bağlanması ve bunun bir
göstergesi olarak oğlunu Buhara’ya rehin göndermesi ile son bulmuştur.
Barthold, Ebû Ali b. Muhtac’ın oğlunun Buhara’da karşılanış şeklinden ve
anlaşmanın hemen öncesinde Sâmânî ordusunun içinde bulunduğu
zorluklardan, zaferin asilerce kazanıldığı sonucunu çıkarmıştır[446]. Bizce bu
görüş tam manasıyla doğru değildir. Başlangıcından itibaren isyanın gelişimi
incelendiğinde, Ebû Ali b. Muhtac’ın uzun vadede, Sâmânîlere karşı herhangi
bir başarı şansı olmadığı görülmektedir. Bilhassa isyanın ikinci safhasında,
Sâmânî ordusu karşısında aldığı peşpeşe mağlubiyetler de bunun bir
göstergesidir. Bütün bunların bilincinde olan Ebû Ali b. Muhtac da kötü bir
seyir izlemekte olan durumu, hiç olmazsa fazla aleyhine olmayan bir
anlaşmayla sona erdirmek istemiş ve bunun içinde savaş alanında güç
yetiremediği Sâmânî ordusuna karşı yıpratıcı bir çete harbine girişmişti.
Sâmânîler açısından ise, kazanılan başarılara rağmen, Ebû Ali b. Muhtac’ı
kendi topraklarından tamamen atmanın güçlüğü anlaşılmıştı. Böylelikle iki
taraf içinde oldukça yıpratıcı geçmekte olan mücadele tarafları memnun
edecek bir anlaşmayla sona erdirilmiştir.
Diğer taraftan daha Sâmânî ordusu Çağaniyan’da Ebû Ali b. Muhtac ile
mücadeleyi sürdürmekte iken I. Nuh, Ebû Ali’nin Horasan’daki
müttefiklerini bertaraf etmek üzere harekete geçmişti. I. Nuh, Buhara’ya
yeniden hakim olmasından hemen sonra Horasan valisi tayin etmiş olduğu
Mansur b. Karategin’i, Merv’de bulunan Ebû Ahmed Muhammed b. Ali el-
Kazvinî’nin üzerine göndermişti. Ebû Ahmed, Sâmânîler tarafından
kendisine yapılabilecek muhtemel bir saldırıyı sezmiş olmalı ki, Amul ile
Merv arasındaki bütün su kuyularını ve sarnıçlarını doldurtmuş ve daha sonra
muhtemelen ne yapacağı konusunda fikrini almak için Ebû Ali b. Muhtac’ın
yanına gitmişti. Onunla görüştükten sonra tekrar Merv’e geri döndü.
Mansur b. Karategin ise, 2.000 kişilik bir süvari kuvveti ile Buhara’dan
ayrılarak hızlı bir yürüyüşle Merv’e beş fersah mesafede yer alan Kuşmahin’a
ulaştı. Ebû Ahmed aldığı tedbirlerin sonrasında Sâmânî ordusunun bu derece
süratle hareket edeceğini düşünememişti. Bir anda Sâmânî kuvvetlerini
karşısında gören isyancı vali, direnmek yerine Merv’e giren Mansur b.
Karategin’i karşılayarak, ona ikramlarda bulundu. Şehre tamamen hakim olan
Mansur b. Karategin, Ebû Ahmed ve adamlarını yakalayarak Buhara’ya
gönderdi. I. Nuh önceleri ona karşı iyi davrandı ise de Ebû Ahmed, kendisine
karşı kötü niyetini sürdürmeye devam ediyordu. Bunun üzerine I. Nuh,
suçunu itiraf ettirdikten sonra Ebû Ahmed’i idam ettirdi[447].

D) Muhammed b. Abdürrezzak İsyanı


Ebû Ali b. Muhtac isyanının sona ermesiyle rahat bir nefes alan I. Nuh, bu
kez de Tûs valisi Muhammed b. Abdürrezzak’ın çıkardığı isyanla karşı
karşıya kaldı. Muhammed b. Abdürrezzak, Ebû Ali b. Muhtac isyanı
sırasında çıkan karışıklıklardan faydalanarak Nisabur’u ele geçirmiş ve bunun
ardından iyice güçlendiğine kanaat getirerek 336/947-948 senesinde
Sâmânîlere isyan etmişti.
Bu sırada I. Nuh, Merv’de bulunan Mansur b. Karategin’in yanına gitmişti.
Rüknüddevle ve Hasan b. Firuzan tarafından Cürcan’dan çıkarılan Veşmgir
de onların yanına geldi. Sâmânî hükümdarından, Cürcan’ı yeniden ele
geçirmek hususunda kendisine yardımcı olmasını istedi. I. Nuh, Veşmgir’in
isteğine olumlu cevap vermesine karşın, öncelikle Muhammed b. Abdür-
rezzak’ın çıkardığı isyanın bastırılmasını istiyordu. Bunun için Mansur b.
Karategin’e, Veşmgir ile birlikte önce Muhammed b. Abdürezzak’ın,
ardından da Cürcan üzerine yürümesi emrini verdi. Mansur harekete geçtiği
sırada Muhammed b. Abdür-rezzak, Nisabur’da bulunuyordu. Sâmânî
ordusunun üzerine geldiği haberini alınca, hiçbir direniş göstermeksizin
Cürcan’a kaçtı. Buradan da Büveyhî hükümdarı Rüknüddevle’ye mektuplar
yazarak kendisine sığınmak istediğini bildirdi. Rüknüddevle, bunu kabul
ederek İbn Abdürrezzak’a Rey’e gitmesini emretti[448]. Böylelikle Sâmânî
ordusu kan dökmeksizin Nisabur’a yeniden hakim oldu. Ancak isyancı
valinin asıl yönetim yeri olan Tûs şehri hâla bu zatın kardeşi Rafi b.
Abdürrezzak’ın elinde idi. Ailenin mal ve serveti de burada bulunuyordu.
Sâmânî ordusu isyanı tamamıyla bastırmak ve İbn Abdürrezzak’ın servetini
ele geçirmek için derhal Tûs üzerine yürüdü. Şehir yakınlarındaki Şemilan
kalesine çekilmiş olan Rafi muhasara altına alındı. Kuşatma sırasında bir
grup askerin Sâmânîlerden aman dilemesi üzerine Rafi, ailesi ve maiyetiyle
birlikte Şemilan’a üç fersah mesafedeki Derek kalesine kaçtı. Şemilan’a giren
Mansur b. Karategin, kaledeki mal ve paraları ele geçirdi. Ardından Rafi’nin
çekildiği Derek kalesi kuşatıldı. Uzun süren kuşatma sırasında kaledekiler
oldukça güç durumda kaldılar. Bu kez de akrabalarının, Sâmânîlerden aman
dilemesi, Rafi’yi bir kere daha kaçmak zorunda bıraktı. Rafi, yakın adamları
ile yanına alabildiği altın ve gümüş mücevherlerle birlikte dağlara kaçtı.
Geride bıraktığı ağırlıklar, Sâmânîler tarafından geçirildi. Annesi ve ailesi de
esir edilerek Buhara’ya gönderildi[449]. Rüknüddevle’nin yanına kaçan
Muhammed b. Abdürrezzak ise, Büveyhîler adına Azerbaycan’a sefer
düzenleyerek buraya hakim oldu. Ancak, daha sonradan I. Nuh ile yazışarak
yaptıklarından dolayı affedilmesini istedi. Bu arzusunun kabul edilmesi
üzerine Mansur b. Karategin, 339/950 tarihinde Rey’i ele geçirdiği sırada
ıktası olan Tûs’a döndü.

E) Cürcan Seferi ve Ziyârîlere Yardım


İçteki huzurun sağlanmasının ardından Sâmânî ordusu, I. Nuh’un
Veşmgir’e verdiği sözü yerine getirmek için Cürcan’a yürüdü. Veşmgir’in
Sâmânî ordusuyla birlikte geldiği haberini alan Hasan b. Firuzan oldukça
telaşlanmıştı. Ancak, Mansur b. Karategin ve Veşmgir’in birbirinden ayrı
yollardan ilerlediklerini öğrenince rahatladı. Hemen Mansur b. Karategin ile
görüşmelere başlayarak, oğlunu rehin bırakmak şartıyla onunla anlaştı
(337/948-949)[450].
Sâmânî ordusu Cürcan’da iken başkentten gelen bir haber Mansur b.
Karategin’i siyasî geleceği konusunda endişelenmeye sevk etmişti. Gelen
habere göre, I. Nuh, Karategin’in kölelerinden Büst valisi Hatkin’in kızı ile
evlenmişti. Sâmânî hükümdarı daha öncede Mansur’un kızını kölelerinden
biriyle evlendirmişti[451]. Tüm bunlar, Mansur’a olayların kendisi aleyhine
gelişeceği intibaını vermişti. Bunun için ileride kendisine karşı oluşabilecek
herhangi bir harekete karşı önlem olmak üzere Hasan b. Firuzan ile yeni bir
anlaşma yaparak yanında rehin tuttuğu Hasan’ın oğlunu da, ona iade edip
Nisabur’a döndü. Veşmgir ise, Cürcan’da kaldı.

F) Büveyhîler ile Mücadele


1) Mansur b. Karategin’in Valiliği Dönemi
Sâmânî topraklarının huzur ve barış ortamına kavuşmasının sonrasında I.
Nuh yeniden dış meselelerle ilgilenmeye başladı. Cürcan üzerine tertip edilen
seferle kuzey sınırı güvenlik altına alınmış ve buradaki Büveyhî nüfuzu
şimdilik bertaraf edilmişti. Devletin doğu ve güney sınırlarında da herhangi
bir tehlike işareti görünmüyordu. Fakat, batıda Rey şehri Ebû Ali b.
Muhtac’ın isyanı sırasında yeniden Büveyhîlerin eline geçmişti. Dolasıyla
Sâmânî ordusu batıda Büveyhîler üzerine yapacağı sefer için var gücüyle
hazırlıklara başladı.
Sâmânîlerin iç meselelerle uğraşmasından faydalanan Büvey-hîler, Cibal
bölgesine kuvvetli bir şekilde yerleştikleri gibi Abbasî hilafetinin merkezi
olan Bağdat’ı işgal ederek halifeleri tahakkümleri altına almışlardı. Bu
dönemde Büveyhîlerin aleyhine olarak nitelendirebileceğimiz tek olay ise
ailenin reisi durumundaki İmadüddevle’nin 338/949 senesindeki ölümü
olmuştu. Ağabeyinin ölüm haberini alan Rey hakimi Rüknüddevle yerine Ali
b. Kâme’yi bırakarak Şiraz’a gitmişti. Mansur b. Karategin, Onun
yokluğundan da istifade ederek Safer 339/Temmuz-Ağustos 950 tarihinde
harekete geçti. Hasan b. Firuzan, Muhammed b. Mâkân Veşmgir ise, Şireh b.
Leyla idaresinde Sâmânî ordusuna yardımcı birlikler gönderdiler[452]. Ali b.
Kâme güçlü Sâmânî ordusuyla savaşmak yerine İsfahan’a çekilmeyi tercih
etti. Rey’e giren Sâmânî birlikleri bunun hemen ardından Hemedan ve
Karmisin başta olmak üzere bütün Cibal bölgesini ele geçirdiler. Mansur,
bölgedeki şehirlere valiler tayin etti[453].
Rüknüddevle, Şiraz’da bulunduğu sırada Rey’in Sâmânîlerin eline geçtiğini
öğrendi. Derhal kardeşi Muizüddevle (936-977) ile yazışarak kendisine
yardımcı kuvvetler göndermesini istedi. Muizüddevle, Hâcib Sebüktegin[454]
adlı bir komutanın emrinde Deylemler, Türkler ve Araplardan oluşan güçlü
bir orduyu Rüknüddevle’nin yardımına gönderdi. Rüknüddevle, bu kuvvetleri
Hâcib Sebüktegin kumandasında derhal Sâmânîler üzerine sevketti. Hâcib
Sebüktegin ordunun ağırlıklarını geride bıraktı. Böylelikle daha hızlı hareket
etme imkanına kavuşan Büveyhî ordusu kısa sürede Karmisin önlerine geldi.
Şehir, Sâmânîlerin Hemedan valisi Yınal Kam tarafından Beckem el-
Humarteginî adlı bir kumandanın idaresine verilmişti. Büveyhîlerin bu derece
hızlı hareket edemeyeceğini düşünen Sâmânî birlikleri hazırlıksız
yakalanmışlardı. Karmisin’e giren Büveyhî kuvvetleri, şehirdeki Sâmânî
askerlerinden bır kısmını öldürdüler. O esnada hamamda bulunan komutan
Beckem el-Humarteginî yakalanarak Muizüd-devle’ye gönderildi.
Karmisin’de olanları haber alan Cibal bölgesindeki diğer Sâmânî kuvvetleri
Yınal Kam’ın idaresindeki Hemedan’da toplandılar. Ancak Hâcib
Sebüktegin’in Hemedan üzerine yürümesi üzerine savaşmaksızın buradan
ayrıldılar[455]. Bundan Cibal bölgesindeki Sâmânî kuvvetlerinin yeteri kadar
kuvvetli olmadıkları anlaşılıyor. Şevval 340 / Mart-Nisan 951 tarihinde şehre
giren Hâcib Sebüktegin, Rüknüddevle’nin gelişine kadar burada kaldı. Çok
geçmeden Rüknüddevle de, Hemedan’a ulaştı.
Durumu öğrenen Mansur b. Karategin, Sâmânî ordusuyla birlikte Rey’den
harekete geçerek Hemedan üzerine yürüdü. Ancak, şehre 20 fersah kadar
yaklaşıldığı sırada Mansur b. Karategin ani bir karar değişikliği ile orduyu
İsfahan’a yöneltti. Mansur’un bu manevrası Büveyhî emîri Rüknüddevle’yi
oldukça rahatlatmıştı. Zira Rüknüddevle, o sırada Hâcib Sebüktegin’in
ordusunda bulunan Tüzüniyye[456] Türklerin isyanıyla karşı karşıya kalmıştı.
Rüknüddevle, Hâcib Sebüktegin’i yine öncü olarak Sâmânîler üzerine
göndermek üzere iken bunlar isyan ederek karışıklık çıkarmışlardı. Asiler
başta Büveyhî veziri Ebu’l-Fazl Muhammed b. el-Amid’in[457] evi olmak
üzere şehirdeki bir çok evi yağmaladılar. Bir yandan Sâmânî ordusunun
ilerleyişi, diğer taraftan ise bu isyan hareketi ile uğraşmak zorunda kalan
Rüknüddevle çok zor durumda kalmıştı. İbn el-Esîr “Şayet Mansur, Hemedan
üzerine yürüseydi Rüknüddevle, ona karşı çıkamaz, uzaklaşırdı”
demektedir[458]. Ancak, Sâmânî ordusunun İsfahan’a yönelmesi, ona içteki
isyanı bastırmak fırsatını verdi. Derhal isyancıların üzerine saldıran
Rüknüddevle, onları mağlup ederek şehirden uzaklaştırdı. İsyanın haberini
alan Muizüddevle de, İbn Ebî Şevk el-Kürdî ve diğer kumandanlara
gönderdiği emirlerde bunların yakalanarak cezalandırılmalarını emretmişti.
İbn Ebî Şevk, aldığı emir üzerine, Hemedan’dan kaçanların bir kısmını
öldürdü. Kalanlar ise Musul’a gittiler. İşlerini yeniden düzene koyan
Rüknüddevle, İsfahan üzerine yürüdü.
Öte yandan İsfahan’da bulunan Büveyhî memur ve askerleri Sâmânî
ordusunun üzerlerine geldiği haberini aldıktan sonra şehren ayrılmışlar ve bu
durum halk arasında panik çıkmasına neden olmuştu. İsfahan halkı normal
binek hayvanlarının yanısıra öküzleri dahi aynı iş için kullanarak şehre dokuz
fersah uzaklıkta bulunan Han-Lencan’a göç ettiler. İsfahanlıların göçü
sırasında İsfahan ile Han-Lencan arasındaki yolculuk için bir binek veya
öküzün kirası 100 dirheme ulaşmıştı. Buna rağmen halk, Han-Lencan ile
İsfahan arasındaki mesafenin kısa olmasından dolayı Mansur b.
Karategin’den çekiniyor ve kendilerini güvende hissetmiyorlardı. Ancak
umulanın aksine İsfahan’a giren Mansur’un idaresindeki Sâmânî ordusu
herhangi bir yağma girişiminde bulunmadı[459]. Rüknüddevle’nin yaklaştığı
haberinin gelmesi üzerine Mansur b. Karategin, İsfahan’dan çıkarak, şehrin
yanındaki çöl istikametinde harekete geçti. Bu arada Rüknüddevle, Cerbeza-
kan’a ulaşmıştı. Mansur, Büveyhî ordusunu karşılamak üzere Zerinrûd’da
karargah kurdu. Büveyhî ordusunun çölü geçerken güçten düşeceğini ve
susuzluk problemi ile karşılaşacağını düşünüyordu. Ancak, casusları
vasıtasıyla bunu haber alan Rüknüddevle yönünü değiştirerek Han-Lencan’a
gitti. Bunun üzerine Mansur b. Karategin ve Sâmânî ordusu da o tarafa
yöneldi. İki ordu Zerinrûd ile Han-Lencan arasında Ruzbar[460] denilen yerde
karşı karşıya geldi. Arazinin durumu piyade ve süvarinin hareketine müsait
değildi. Buna rağmen taraflar var güçleri ile birbirlerine saldırdılar. Savaş,
altıncı gününü doldurmasına rağmen tüm şiddetiyle devam ediyordu. Her iki
ordu, birbirlerinden başka erzak ve yiyecek sıkıntısı ile de mücadeleye
başlamışlardı[461]. Savaşa iştirak etmiş olan Rüknüddevle’nin veziri İbn el-
Amid olanları şöyle anlatmaktadır ; “Rüknüddevle ve Büveyhî ordusu
kendilerini korkunç bir erzak sıkıntısının ortasında bulmuşlardı. Zira onların
daha önceden kendileri ve hayvanlarının erzak sıkıntısı nedeniyle
karşılaştıkları güçlük konusunda hiçbir tecrübeleri yoktu. Etrafımız
çevrilmişti. Bunun için hiçbirimiz kamptan çıkmaya cesaret edemiyorduk.
Bütün yardımlar durmuştu. Erzak bize yalnız Kürtler tarafından getiriliyor ve
aşırı ücretler karşılığında satılıyordu. Bir Kürt bize bir çuval at yemi yada un
getirebiliyordu. Ne zaman erzağı bitirsek, yeni gelen erzağı da çabucak orada
bitiriyorduk. Az miktarda un toprakla karıştırılarak yeniyordu. Aynı şey arpa
ve buğday ile de yapılıyordu. Kesmek için atları ve develeri kullanıyorduk.
Kesilen bir hayvanın eti çok sayıda insan tarafından paylaşılıyordu. Böylece
Deylemlerin açlığa tahammülü ve inadıyla sağ kalmayı başarıyorduk.
Düşmanlarımız olan Türkler de kötü durumdaydılar. Ancak, onların bizim
kadar açlığa tahammülleri yoktu. Bizim kadar kanaatkâr değillerdi. Biz bir
deve kesip bununla yetinirken, onlar bir düzine deve kesiyorlardı. Şavaş
bizim için en zor noktaya geldiğinde, diğerleri komutanlarına karşı seslerini
yükseltmeye ve savaş için isteksiz davranmaya başlamışlardı[462]”.
Bu sırada Büveyhî emîri Rüknüddevle de, savaşın gidişatıyla ilgili olarak
endişelenmeye başlamıştı. Geceleyin, Sâmânî ordusunun haberi olmadan
savaş meydanından çekilmeyi planlıyordu. Bu konudaki düşüncesini İbn el-
Amid’e açtığında veziri, savaş meydanını terk etmeleri halinde Sâmânî
kuvvetlerinin peşlerine takılıp, kendilerini tamamıyla yok edebileceklerini,
ancak düşmanlarının da aynı durumda olduğunu ve biraz daha dayanmaları
gerektiğini söyledi[463]. Bu konuşmanın sonrasında Rük-nüddevle bir süre
daha dayanmaya karar verdi.
İbn el-Amid’in gözlemlediği gibi Sâmânî ordusundaki itaatsizlikler baş
göstermişti. Ordu erzak ve yiyecek konusunda oldukça sıkıntılı bir
durumdaydı. Askerler, komutanlarına karşı seslerini yükseltmeye
başlamışlardı. Bu şekilde daha fazla dayanamayacağını düşünen Mansur b.
Karategin savaşın yedinci günü gece yarısı muharebe meydanını terk ederek
Rey’e döndü (Muharrem 340/Haziran-Temmuz 951). Sâmânîlerin ansızın
çekilişi Büveyhî ordusunda şüphe ile karşılanmıştı. Bunun bir tuzak
olabileceği kuşkusuyla uzun süre herhangi bir hareketten kaçındılar. Daha
sonra haberin doğrulanması üzerine Sâmânîlerin boşalttığı ordugaha giren
Büveyhî birlikleri, onların geride bıraktıkları ağırlıkları yağmaladılar.
Rey’e geri dönen Mansur b. Karategin, yorucu ve herhangi bir kazanç
getirmeyen seferin moral çöküntüsünün yanısıra askerlerin son dönemlerde
takındığı serkeş ve disiplinsiz davranışları nedeniyle görevinden istifa etmeyi
düşünüyordu. Durumu I. Nuh’a bildirerek, Horasan valiliği ve sipehsalarlık
görevlerinden affedilmesini istedi. Herat’a gitmek istediğini, elindeki diğer
yerlerin istenilen kişiye verilebileceğini bildirdi. I. Nuh, Mansur b.
Karategin’den gelen bu istek üzerine Horasan valiliğine getirebileceği uygun
bir aday aramaya başladı. Devlete karşı isyan etmiş olmasına rağmen Ebû Ali
b. Muhtac, bu konuda ön plana çıkıyordu. Çünkü, daha önce de Horasan
valiliği yapmış tecrübeli bir kimse idi. Ordu ve saraydaki bazı muhaliflerine
rağmen Asker tarafından da seviliyordu. Bütün bunları dikkate alan I. Nuh,
Ebû Ali b. Muhtac’ı Horasan valisi tayin etti. Ona hil’atler ve sancaklar
göndererek Nisabur’a gitmesini emretti. Diğer iktalarının yanında Rey şehri
de Ebû Ali’ye verildi[464]. Bunlar olurken Mansur b. Karategin Rebiülevvel
340/Ağustos 951 tarihinde yakalandığı hastalığın tesiriyle Rey’de vefat
etti[465]. Diğer bir görüşe göre ise, arka arkaya gece gündüz devamlı içki
içmiş ve bunun tesiriyle bir gece ansızın vefat etmiştir[466].
2) Ebû Ali b. Muhtac’ın Valiliği Dönemi
Ebû Ali b. Muhtac, I. Nuh’un menşurunu aldıktan hemen sonra Ramazan
340/Şubat 952’de oğlu Ebû Mansur’u Çağa-niyan’da bırakarak harekete
geçti. İlk olarak Merv şehrine ulaştı. Harap ve boş durumda olan Harizm
bölgesini yeniden imar edip nüfus bakımından canlandırıncaya kadar burada
kaldı. Nihayetinde, Zilhicce/Mayıs ayında Nisabur’a ulaştı[467].
Sâmânîlerin Horasan valileri bölgenin coğrafî konumu ve siyasî olaylar da
göz önüne alındığında aslî olarak Cürcan, Taberistan ve Cibal bölgelerindeki
olaylarla ilgilenirlerdi. Büvey-hîlerin ortaya çıkışına kadar bu ilginin
genellikle Taberistan ve Cürcan’daki meseleler ile buradaki Ziyârîler ve
Seyyidler hanedanlarıyla sınırlı kaldığını görüyoruz. Ancak Seyyidlerin ve
Ziyârîlerin güçten düşüp, batıda Büveyhîlerin yeni ve güçlü bir tehdit halini
almasıyla mücadelenin yönü daha güneye Cibal bölgesine kaymıştır. Bundan
sonra Horasan valilerinin başlıca iki mesele ile uğraştıklarını görmekteyiz ;
1) Artık, Sâmânîlere tabi hale gelmiş ve sürekli Büveyhîler tarafından
sıkıştırılan Ziyârîlere yardım etmek.
2) Sâmânîler ile Büveyhîler arasında ciddi ve kalıcı bir sorun halini alan
Rey şehrinin ele geçirilmesi yada elde tutulması.
Özellikle I. Nuh’un hakimiyetinin başlangıcından itibaren bunlar,
Sâmânîlerin Horasan valileri için rutin bir iş halini almıştı. Ancak,
Büveyhîlere karşı düzenlenen uzun ve yorucu seferlerin kalıcı bir başarı
getirmemesi, Sâmânîlerin siyasî ve askerî gücünün sürekli olarak
yıpranmasına neden olmaktaydı. Bu seferlerde yaşanılan başarısızlıkların en
önemli nedenlerinden biri de mesafenin giderek uzaması sebebiyle ordunun
ikmali konusunda gösterilen zafiyettir. Sâmânîlerin, Rey’e düzenledikleri son
sefer bunun en açık örneklerinden biridir. Sefer sırasında askerlerin serkeş
hareketleri ve verilen emirlere karşı itaatsizlikleri ordudaki yıpranmanın
derecesini göstermesi açısından dikkate değerdir. Siyasî açıdan ise, yapılan
bütün hazırlıklara ve birbiri ardına düzenlenen seferlere rağmen Rey’in elde
tutulamaması Sâmânîler Devleti için bir prestij kaybı idi. Nitekim Mansur b.
Karategin’in ölümünün hemen sonrasında harekete geçen Büveyhî emîri
Rüknüddevle, Ebû Ali b. Muhtac’ın henüz bölgeye ulaşmamış olmasından da
faydalanarak Rey’i tekrar ele geçirmiş, ardından Sâmânîlerin bölgedeki sadık
müttefiki Veşmgir’in üzerine yürüyerek onun idaresindeki Cürcan ve
Taberistan’ı kontrolü altına almıştı. Veşmgir, Rüknüddevle’nin geri
dönmesiden sonra onun valileri Ali b. Kâme ve Hasan b. Firuzan’ı mağlup
ederek kaybettiği yerleri yeniden ele geçirdi[468]. Ancak, kazandığı başarıya
rağmen, Büveyhî gücüne kuvvetli bir darbe indirilmeden Cürcan ve
Taberistan’daki hakimiyetinin sağlam temeller üzerinde duramayacağının
farkında idi. I. Nuh’a başvurarak, Rüknüddevle’ye karşı kendisine yardım
etmesini istedi. Bu istek, Rey’i Büveyhîlere kaptırmış olan I. Nuh için
beklediği bir fırsattı. Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac’a bir mektup yazarak
Rey üzerine yürüyüp Rük-nüddevle ile savaşmasını emretti. Ebû Ali b.
Muhtac, Ziyârîler tarafından da takviye edilen güçlü bir orduyla Rey’e doğru
harekete geçti (Rebiülevvel 342/Temmuz-Ağustos 953). Bu sırada
Rüknüddevle, Rey yakınlarındaki Taberek kalesinde bulunuyordu. Sâmânî
ordusunun gücü konusunda aldığı haberlerin tesiriyle bulunduğu yerde kalıp
savunma yapmaya karar vermişti. Ebû Ali b. Muhtac’ın komutasındaki
Sâmânî kuvvetleri, Rüknüd-devle’yi Taberek’de kuşattı. Ancak, uzun süren
kuşatma sırasında herhangi bir başarı elde edilemedi. Kuşatmanın uzaması
önceden beri varolan ikmal sıkıntısını yeniden gündeme getirmişti. Yaklaşan
kış mevsimi, kuşatmacılar için ayrı bir endişe kaynağı idi. Bütün bunları
dikkate alan Ebû Ali b. Muhtac, özellikle kış mevsiminin getireceği yıkıcı
etkileri de göz önüne alarak Rüknüd-devle ile barış görüşmelerine başladı.
Müzakerelerde Sâmânîleri, ünlü astronomi ve matematik alimi Ebû Cafer el-
Hazin[469] ve Muhammed b. Abdürrezzak temsil ediyordu. Yapılan
görüşmeler sonunda Rüknüddevle’nin her yıl için Sâmânîlere 200.000 dinar
vergi vermesi koşuluyla anlaşmaya varıldı. Rey şehri ise, Büveyhîlerin elinde
kalacaktı. Anlaşmanın sonrasında Sâmânî ordusu Nisabur’a döndü�.
Rey şehrinin hala Büveyhîlerin elinde olması bir tarafa bırakılacak olursa,
bu anlaşma Sâmânîler için oldukça kazançlı olmuştu. Zira, Büveyhîler
200.000 dinar vergi vermekle bir bakıma Sâmânîlerin siyasî üstünlüğünü de
kabul etmiş oluyorlardı. Bu ise Rey üzerine yapılmış önceki seferlerin
olumsuz etkisini ortadan kaldırmaktaydı. Ancak elde edilen netice, Ebû Ali b.
Muhtac’ın yanında bulunan Veşmgir’i memnun etmemişti. O, Büveyhîlerin
askerî gücünü ve kendi üzerindeki baskılarını kırmak için talep ettiği
yardımın Ebû Ali b. Muhtac’ın tarafından gerektiği gibi yerine getirilmediği
düşüncesindeydi. Taberek’de başarılı bir savunma yapan Rüknüddevle,
kendisinden çok Sâmânîlerin gücünü yıpratmayı başarmıştı. Üstelik Rey şehri
de hala onun elindeydi. Rüknüddevle’nin bundan sonraki hedefinin
Taberistan ve Cürcan yani Veşmgir’in hakimiyet sahası olması kaçınılmazdı.
Bu nedenle Veşmgir, Ebû Ali b. Muhtac’a karşı kızgınlık ve kin duymaya
başlamıştı. I. Nuh’a, Ebû Ali’nin savaş sırasında yeterince samimi
davranmadığını ve hatta Rüknüddevle tarafına meylettiği şeklinde bir mektup
gönderdi[470]. Merkeze gelen haberler ve Rey’in Büveyhîlerin elinde kalışı I.
Nuh’u hayal kırıklığına uğratmıştı. Bunun sonrasında, Veşmgir’den gelen
mektup, Sâmânî hükümdarının Ebû Ali b. Muhtac ile arasındaki eski
düşmanlık ve nefretin yeniden su yüzüne çıkmasını kolaylaştırdı. I. Nuh, Ebû
Ali’yi Horasan valiliği görevinden azletti (343/953-954). Yerine Ebû Said
Bekr b. Malik el-Ferganî tayin olundu. Azil haberini öğrenen Ebû Ali b.
Muhtac, I. Nuh’dan özür diledi. Bunu da yeterli görmeyip, Nisabur halkından
bir heyeti kendisi için şefaatçi olmaları için Buhara’ya göndermek istedi ise
de Nisaburlular, Ebû Ali b. Muhtac’ın isteğini kabul etmediler[471]. Bunun
üzerine görevinde tutunmak için herhangi bir dayanağı kalmayan Ebû Ali b.
Muhtac, Nisabur’da ikinci kez isyan etti.
Sâmânî toprakları yeni bir iç isyan hareketinin arefesinde iken,
Rüknüddevle, Büveyhî ordusunu toplayarak Veşmgir’in üzerine yürüdü.
Sâmânîlerin desteğinden mahrum kalan Veşmgir mağlup olup İsferayin’e
kaçtı. Rüknüddevle, hiçbir direnişle karşılaşmadan Taberistan’ı işgal etti.
G) I. Nuh’un Ölümü

I. Nuh, yeni Horasan valisinin tayininin hemen ardından 25 Rebiülahir


343/28 Ağustos 954 tarihinde Buhara’da vefat etti[472]. Tarihçiler tarafından
halka karşı gayet iyi davranan, güzel huylu cömert bir kişi olarak tasvir
edilir[473]. Siyasî açıdan bakıldığında ise karşımıza daha farklı bir tablo
çıkmaktadır. Saltanatının başlangıcında, Maveraünnehir’de çok geniş bir
tarafta kitlesi bulmuş olan Batinîlere karşı giriştiği başarılı mücadele ile
temayüz eden I. Nuh, daha sonraları aynı başarıyı sürdürememiştir. Özellikle
Muhtacoğullarına karşı ortaya koyduğu düşmanca tavır ve onların devlet
içindeki nüfuzlarını kırmak için sürdürdüğü yanlış politika Sâmânîler
Devletini derinden sarsmıştır. Nitekim, Ebû Ali b. Muhtac’ın çıkardığı isyan
ve neticelerinden yukarıda bahsedildi. Batıda ise, I. Nuh’un Rey’in fethi
konusunda takındığı ısrarcı tutum ve Büveyhîlerle girişilen savaşlar sürekli
olarak devletin askerî, malî ve siyasî gücünü yıpratmaya devam etmiştir.
I. Nuh’un; Abdülmelik, Mansur, Nasr, Ahmed ve Abdülaziz adlarında beş
oğlu vardı[474]. Ölümünden sonra bunlardan hangisinin devletin başına
geçeceği hususunda bir sıra belirlemişti. Buna göre Abdülmelik’i kendisine
veliaht tayin etmişti. Onun ardından da sırasıyla Mansur ve Nasr veliaht tayin
edilmişlerdi.
I. Nuh, Ebû Muhammed künyesinin yanında Emir el-Hamîd ünvanıyla
anılırdı[475].
VIII) I. Abdülmelik b. Nuh Dönemi
(954-961)

A) Ebû Ali b. Muhtac’ın İkinci İsyanı

Yukarıda Ebû Ali b. Muhtac’ın, Sâmânîlere karşı ikinci kez isyan etmesinin
nedenlerinden bahsedildi. İsyan haberi Buhara’ya ulaştığı sırada I. Nuh
hayatta idi. Derhal Veşmgir’e ve Sâmânîlerin hizmetine girdiği anlaşılan
Hasan b. Firuzan’a mektuplar yazarak Ebû Ali’ye karşı birlikte hareket
etmelerini emretti[476]. Sürekli birbirleriyle mücadele halinde olan bu ikisi,
Sâmânî hükümdarının emrine uyarak Ebû Ali b. Muhtac’a karşı birleştiler.
Nisabur ahalisi tarafından da fazla kabul görmeyen Ebû Ali b. Muhtac bir
anda yalnız kalmıştı. Bu nedenle, Büveyhîlerin Rey emîri Rüknüddevle ile
temasa geçerek onun yardımına başvurdu. Daha sonra, bizzat kendisi Rey’de
bulunan Rüknüddevle’nin yanına gitti. Büveyhî emîri, Ebû Ali b. Muhtac’ı
şehrin dışında karşılayarak ikram ve ihsanlarda bulundu. Büveyhî ordusunda
bulunan Türkler de, Ebû Ali ve yanındakilere ziyafetler tertip ettiler.
Rüknüddevle’nin gösterdiği misafirperverlik ve dostluk Ebû Ali b. Muhtac’ı
ümitlendirdi. Ona, Nisabur’da kendi adına okutmaya başladığı hutbenin,
halife tarafından onaylanmasını ve Horasan’ın hakimiyet menşurunun
kendisine verilmesi hususunda aracı olmasını rica etti.
Zira, Büveyhîler 334/945 senesinde Bağdat’ın kontrolünü ellerine
geçirmişlerdi. Daha önceleri Beckem, İbn Raik, Tüzün gibi Emîrü’l-
Ümeralık[477]makamında bulunan Türk komutanların kontrolü altındaki
Abbasî halifeleri bu kez de Büveyhîlerin nüfuzuna girmişlerdi. Özellikle
Büveyhîler sayesinde el-Müstekfî’nin yerine 334/946 senesinde halifelik
makamına oturan el-Mutî (946-974) emir ve idare yetkilerinden yoksun bir
halife portresi çizmekteydi. İdare yetkileri tamamıyla Büveyhî emîri Muizüd-
devle’nin eline geçmişti. Halifenin en ufak bir nüfuzu yoktu[478]. Sâmânîler,
doğal olarak rakipleri Büveyhîlerin etkisi altındaki halifeyi tanımamışlardı.
Onun yerine eski halife el-Müstekfî adına hutbe okutuyorlardı[479].
Dolayısıyla Ebû Ali istediği menşuru, Büveyhîler vasıtasıyla kolaylıkla elde
edebilirdi. Rüknüddevle, bunun temini için kendi elçisini, Ebû Ali b.
Muhtac’ın elçisiyle Bağdat’a kardeşi Muizüddevle’ye gönderdi.
Ebû Ali b. Muhtac bu şekilde çabaladığı sırada I. Nuh vefat etmiş ve yerine
oğlu Abdülmelik, Sâmânî tahtına oturmuştu. Yeni hükümdar da, babasının
Horasan valiliği konusunda yaptığı atamayı onaylayarak henüz yola
çıkmamış olan yeni vali Ebû Said Bekr b. Malik el-Ferganî’yi Ebû Ali b.
Muhtac ile mücadele etmekle görevlendirdi.
Ebû Ali b. Muhtac ile Rüknüddevle’nin elçileri Bağdat’a ulaştıklarında
Muizüddevle tarafından merasimle karşılanarak derhal halife el-Mutî’nin
yanına çıkarıldılar. el-Mutî, Ebû Ali b. Muhtac’ın istediği menşuru Ebû
Muhalled ve Ebû Bekr b. Ebû Amr el-Şarabî adlı elçileriyle gönderdi. Ayrıca,
Muizüddevle, Ebû Mansur’un komutasındaki bir birliği de Ebû Ali b.
Muhtac’a yardımcı olmak üzere yolladı. Beklediği menşur ve yardımları alan
Ebû Ali, tekrar Nisabur üzerine yürüyerek şehre hakim oldu. Hutbeyi halife
el-Mutî adına okuttu[480]. Bu olay Horasan’da bir ilkti. Zira yukarıda
bahsettiğimiz gibi Sâmânîler el-Mutî’nin halifeliğini kabul etmiyorlardı.
Diğer taraftan Sâmânîlerin yeni Horasan valisi Ebû Said Bekr b. Malik el-
Ferganî, Buhara’dan Nisabur üzerine yürümekteydi. Onun geliş haberi, aldığı
yardım ve takviyelere rağmen yeterince güçlü olmadığı anlaşılan Ebû Ali b.
Muhtac’ı Nisabur’u terk etmek zorunda bıraktı. Oluşan panik havası içinde
Ebû Ali b. Muhtac’ın kuvvetleri dağıldı. Yanında 200 kadar sadık adamı ve
küçük bir Deylemli gruptan başka kimse kalmamıştı[481]. Ebû Said Bekr b.
Malik el-Ferganî, Şaban 343/Aralık 954 tarihinde kolayca Nisabur’a girdi.
Şehrin idaresini yeniden düzenleyerek Ebû Ali taraftarlarını takibata uğrattı.
Yeniden Rüknüddevle’ye sığınmak zorunda kalan Ebû Ali Muhtac ise,
Rey’de oturmaya başladı.

B) Büveyhîler ile Mücadele


Rüknüddevle, Ebû Ali b. Muhtac’ın yanına gelmesinden sonra onunla
birlikte Rebiülevvel 344/Haziran-Temmuz 955’de Cürcan’da bulunan
Veşmgir’in üzerine yürüdü. Veşmgir herhangi bir çarpışma olmaksızın
bölgeyi terkederek Horasan’a kaçtı[482]. Bölgeyi kontrolüne alan
Rüknüddevle Muharrem 334/955’de Rey’e döndü.
Büveyhîlerin kuzeye yaptıkları harekat ve Veşmgir’in Horasan’a gelmesi,
Sâmânîlerin Rey üzerine yapacakları yeni bir seferin habercisi idi. Nitekim,
Bekr b. Malik, bunun hemen akabinde Sâmânî ordusuyla birlikte Nisabur’dan
çıkarak Dîh-i Azadvar[483] köyünde karargah kurarak Büveyhîler üzerine
yapılacak seferin hazırlıklarına girişti. Hazırlıklar devam ederken ordu ileri
gelenleri Bekr b. Malik’e, ulufe miktarının azaldığını ve askere hiçbir şey
verilmediğini söyleyip, savaşmaya pek istekli olmadıklarını bildirdiler.
Uyarıları dikkate alan Bekr b. Malik, durumu bir mektupla I. Abdülmelik’e
bildirerek, gerekli malzeme ve paranın gönderilmesini istedi. I. Abdülmelik
istenilenleri Muhammed b. Tuğyan ile birlikte gönderdi[484]. Bununla da
yetinmeyerek yeni takviye birliklerini yola çıkardı. Buhara’dan gelen
malzeme ve takviyelerle iyice güçlenen Sâmânî ordusu harekete geçti. Ünlü
Deylemli kumandan Mâkân b. Kakî’nin oğlu Muhammed de, Sâmânî
ordusunda bulunuyordu. Rüknüddevle ise, bir kere daha Bağdat’da bulunan
kardeşi Muizüddevle’ye haber göndererek yardımcı kuvvetler göndermesini
istemişti. Muizüddevle, ağabeyinden gelen yardım çağrısı üzerine daha önce
olduğu gibi Hâcib Sebüktegin’i güçlü bir orduyla Rey’e gönderdi[485]. Bu
arada, Muhammed b. Mâkân komutasında Sâmânî ordusundan ayrılan
kuvvetli bir birlik İsfahan üzerine sevk edilmişti. Bekr b. Malik,
Rüknüddevle’nin buradaki hazinelerini ve haremini ele geçirmek istiyordu.
Bu sayede orduyu malî açıdan biraz olsun rahatlatmak ve Rüknüddevle’yi
güç durumda bırakmak istemiş olmalıdır. Sâmânî birliklerinin hedefi haline
gelen İsfahan şehri, Rüknüd-devle’nin oğlu Ebû Mansur Büveyh tarafından
idare ediliyordu. Ebû Mansur şehirde tutunamayacağını anlayarak babasının
hazineleri ve haremini yanına alıp Han-Lencan’a çekildi. Savaşmadan
İsfahan’a giren Sâmânî birlikleri, burada fazla beklemeden Ebû Mansur’un
üzerine yürüdüler. Yolda Ebû Mansur’un yardımına yetişmiş olan
Rüknüddevle’nin veziri İbn el-Amid’in idaresindeki kuvvetlerle karşılaştılar.
Yapılan mücadelenin başlarında Büveyhîler yenilerek geri çekilmek zorunda
kaldılar. Sâmânî birlikleri ise, onların geride bıraktıklarını yağmalıyorlardı.
Cereyan eden olaylar İbn el-Amid’in ağzından İbn Miskeveyh’de şöyle
aktarılmaktadır “Adamlarım dağılmış, Tek başıma kalmıştım.
Efendim Rüknüddevle’nin yanına dönmek istedim. Fakat kendi kendime –
ona hangi yüzle döneyim – diye düşündüm. Çünkü, onun çoluk çocuğunu,
mallarını ve topraklarını düşmana teslim etmiş, tek başıma kurtulmuştum.
Bunun ne önemi vardı. O zaman ölüm bana çok daha kolay geldi. Olduğum
yerde durdum. İbn Mâkân’ın askerleri, karargahımı ve mallarımızı
yağmalayıp duruyorlardı[486]”.
Sâmânî birliklerinin yağması devam ederken, dağılmış olan Büveyhî
askerleri İbn el-Amid’in yanında toplanmaya başlamışlardı. Ardından,
Sâmânîlerin üzerine bir kere daha hücum ettiler. Bu saldırı karşısında şaşıran
ve yağmaya dalmış Sâmânî birlikleri mağlup olarak geri çekildiler.
Sâmânî askerlerinden bir kısmı öldürüldü, bir kısmı da esir edildi. Esirler
arasında Muhammed b. Mâkân da bulunuyordu. Daha sonra İsfahan’a
yürüyen İbn el-Amid’in şehirdeki Sâmânî birliklerini kovmasıyla bölgede
durum eski haline döndü.
Diğer taraftan Rey’de bulunan Rüknüdevle, devam eden savaşa rağmen
barış için sürekli Bekr b. Malik’e elçiler gönderiyordu. Neticede Bekr b.
Malik yıllık 200.000 dinar vergi ve hediyeler verilmesi, buna karşılık Rey ve
Cibal’in Büveyhîlerin elinde kalması koşuluyla barışa razı oldu. Ayrıca
Rüknüddevle, Veşmgir’e karşı herhangi bir tacizkâr harekette
bulunmayacaktı[487].
Anlaşmanın sonrasında Abbasî halifesi de, Sâmânî hükümdarına, Horasan
hakimiyet menşuru ve bayrak gönderdi[488].
Aynı dönem içinde Rey’de ikamet etmekte olan Ebû Ali b. Muhtac, çıkan
bir veba salgını sırasında hayatını kaybetmiş (Receb 334/Ekim-Kasım 955)
ve cenazesi Çağaniyan’a götürülerek, burada defnedilmişti[489]. Ebû Ali b.
Muhtac, Sâmânîlerin ilk dönmelerinden itibaren Sâmanîler Devleti
bünyesinde önemli görevler üstlenen Muhtacoğulları ailesinin son önemli
üyesi idi. Ölümüyle birlikte ailenin devletin siyasetinde herhangi bir tesir ve
etkisi kalmamıştır. Onların bıraktığı bu pozisyon ise, kısa sürede Simcûrîler
tarafından devralınacaktır.

C) Sâmânî Sarayındaki Nüfuz Mücadelesi


Sâmânîler Devleti’nin çöküşünde rol oynayan en büyük etkenlerden biri
devlete bağlı kumandanların çıkardıkları isyanlar, devlet ve hükümdarlar
üzerinde birbirleriyle giriştikleri çıkar mücadeleleridir. Hükümdarların genç
hatta çocuk denecek yaşta başa geçmelerinden dolayı idare yetki ve güçleri
son derece kısıtlı idi. Dolayısıyla kumandanlar arasında, bunları kendi nüfuzu
altına almak üzere kıyasıya bir mücadele yaşanmaktaydı. Sâmânî
hükümdarlarının zaman zaman izledikleri yanlış politikalar da bu çöküş
sürecini hızlandırmaktaydı.
Uzun ve hiçbir kazanç getirmeyen seferlerin devletin maliyesi ve asker
üzerinde ortaya çıkadığı olumsuz tesirler ve bunlara köklü bir çözüm
getirilmemesi, baştaki hükümdarın güç ve prestijini azalttığı ölçüde,
kumandanların etki ve gücünü arttırmaktaydı. I. Nuh döneminde, Ebû Ali b.
Muhtac’ın çıkardığı isyan ve vezir Ebu’l-Fazl Sülemî’nin öldürülmesi bunun
en çarpıcı örneklerindendir.
Yukarıda söylediğimiz gibi, I. Nuh ölümünden önce, kendisinden sonra
kimin tahta geçeceği hususunda oğulları arasında bir sıra belirlemişti.
İçlerinden Abdülmelik’i kendisinden sonra veliaht tayin etmişti. Mansur ve
Nasr da, Abdülmelik’den sonra sırayla başa geçeceklerdi. Ayrıca, henüz
küçük yaştaoldukları için bunların her birine işlerinde yardımcı olmaları için,
kumandanlar arasından birer Hâcib tayin etmişti[490]. Ayrıca, I. Nuh’un
kendisinden önce veliaht tayin edilen ağabeyi İsmail’in hâcibiyle yaşadığı
sürtüşme de unutulmamalıdır.
I. Abdülmelik’in saltanatı ise, nüfuz mücadelelerinin had safhaya ulaştığı
ve artık kontrolün tamamıyla emîr ve kumandanların eline geçtiği bir
dönemdir. I. Abdülmelik, babasının ölümünden sonra devletin başına geçtiği
sırada on yaşındaydı. Onun yerine işleri vezir tayin ettiği Ebû Mansur
Muhammed b. Uzeyr idare etmekteydi. Devlet içindeki en önemli
görevlerden biri olan Horasan valiliği görevi ise, daha önce bahsedildiği
üzere Ebû Said Bekr b. Malik el-Ferganî’ye verilmişti. Yeni vali, Büveyhîler
ile olan mücadeleyi lehte bir anlaşmayla sonuçlandırmasına rağmen, Horasan
ordusunda uzun süredir güçlü bir şekilde kendisini hissettiren malî
problemlere köklü bir çözüm getirememişti. Ayrıca, ordunun isteklerini
hafife almakla ve ordu mensuplarına kötü davranmakla suçlanıyordu[491].
Merkezde, devlet idaresi ile ilgili bütün işler, Abdülmelik’in tahta
geçmesinden kısa bir süre sonra Hâcibü’l-hüccablık görevini yürüten Alp-
Tegin[492] adlı bir Türk kumandanının eline geçmişti. I. Nuh döneminde bu
göreve getirilen Alp-Tegin, I. Abdülmelik üzerinde büyük bir nüfuza sahip
olmuştu.
Horasan valisi Bekr b. Malik kendisinden şikayetçi olan bazı komutanların,
Buhara’ya gelerek bu rahatsızlıklarını dile getirmeleri üzerine, merkeze
çağrıldı. Bekr, Ramazan 345/Aralık 956’de Buhara’ya geldi. Yanında 37
kumandanını da getirmişti[493]. Bekr b. Malik’e hil’atler giydirildi.
Beraberinde getirdiği komutanlar ise geri gönderildi. Bekr b. Malik, I.
Abdülmelik’in huzuruna çıkmak üzere saraya giderken Fetegin el-Hazinedâr
onun sağında, Alp-Tegin el-Hâcib ise solunda yer almışlardı. Saray kapısına
geldikleri sırada sesini yükselttiği bahanesiyle Alp-Tegin el-Hâcib, onu yere
düşürdü. Ardından, harbe ve kılıçlarla vurarak Bekr b. Malik’i öldürdüler
[494].

Bekr b. Malik’in öldürülmesi bir bakıma Sâmânîler Devleti içinde


Muhtacoğullarının tasviyesiyle büyük bir darbe yiyen askerî ve siyasî
alandaki İran nüfuzunun tamamıyla ortadan kalkması anlamına geliyordu.
Bekr b. Malik’in saf dışı bırakılması Alp-Tegin siyasî arenadaki gücü daha da
artmış oldu. Vezir Ebû Mansur Muhammed b. Uzeyr’in azledilerek yerine
Ebû Cafer b. Muhammed b. el-Hüseyin el-Utbî’nin getirilmesini sağladı[495].
Horasan valiliği görevi ise Ebu’l-Hasan Muhammed b. Simcûr’a verildi
(Ramazan 345/Aralık 956-Ocak 957). Valilik menşuru ve sancak Alp-
Tegin’in oğlu İbrahim vasıtasıyla kendisine gönderildi[496]. Ancak, Ebu’l-
Hasan’ın görevini suistimal edip halka kötü davranması, görevinden
azledilmesine sebeb oldu (Rebiülahir 349/Haziran 960). Yerine Ebû Mansur
b. Muhammed b. Abdürrezzak tayin edildi[497]. Yeni Horasan valisine hil’at
ve sancağı Ebû Nasr Mansur b. Baykara tarafından getirildi[498]. Barthold, bu
sırada Alp-Tegin’in hâciblik görevinden azledildiğini düşünmektedir[499].
Ancak, kaynaklarda bunu teyid eden herhangi bir bilgi yoktur. İbn
Abdürrezzak, görevi sırasında gayet iyi bir yönetim gösterdi. Öte yandan
merkezde, Alp-Tegin’in siyasî nüfuzu gün geçtikçe artmaktaydı. Alp-Tegin,
I. Abdülmelik’i ikna ederek el-Utbî’nin görevinden azledilmesini sağladı.
Onun yerine, Ebû Mansur Yusuf b. İshak vezir tayin edildi[500]. Bu zat da
görevinde uzun bir süre kalamadı. Alp-Tegin’in etkisiyle azledilerek yerini
Ebû Ali el-Bel’âmî’ye bıraktı[501]. Vezaret makamına Alp-Tegin sayesinde
gelmiş olan el-Bel’âmî tamamıyla onun istekleri doğrultusunda hareket
ediyordu. Artık, Sâmânîler Devleti içinde Alp-Tegin’in nüfuzu doruk
noktasına ulaşmıştı. Ancak, I. Abdülmelik, onun devlet üzerindeki etkisinin
ileride kendisi için tehlikeli olacağının farkına varmıştı. Bu nedenle, onu
bertaraf etmek hiç değilse merkezden uzaklaştırmanın çarelerini aramaya
başladı. İlk olarak, Türk kumandanlardan Nectegin’i (İnanç Tegin)
öldürttü[502]. Ancak bu hareket tam manasıyla ters etki yaptı. Horasan’da
karışıklıklar çıktı. Alp-Tegin’e karşı güç kullanarak bir yere varamayacağını
anlayan I. Abdülmelik yeni bir strateji izlemeye başladı. Alp-Tegin’e Belh
şehri valiliğini vererek bu şehre gitmesini emretti. Ancak, Alp-Tegin
kendisinin Hâcibü’l-Hüccab olduğunu ve dolayısıyla amillik gibi daha aşağı
bir görevi kabul edemeyeceğini hükümdara bildirdi. Alp-Tegin’i Buhara’dan
uzaklaştırmak konusunda kararlı görünen Sâmânî hükümdarı bu kez, ona
Horasan valiliği görevi verdi[503]. Daha önce bu görevi yürüten Muhammed
b. Abdürrezzak ise, iktası Tûs’a çekildi (Zilhicce 349/Ocak-Şubat 961). Alp-
Tegin, yeni görevine rağmen vezir Ebû Ali el-Bel’âmî vasıtasıyla merkezle
olan bağlantısını sürdürmeye devam etti..

D) I. Abdülmelik’in Ölümü

I. Abdülmelik, Alp-Tegin’in Horasan valiliğine tayini ile biraz olsun rahat


hareket etme imkanı bulmuştu. Ancak, çok geçmeden 11 Şevval 350/23
Kasım 961 tarihinde Buhara meydanında çevgan oynarken attan düşerek
öldü�. I. Abdülmelik’in ölümü üzerine Buhara’da karışıklıklar çıktı.
Gulâmlar, hükümdarın sarayını yağmalayarak tahrip ettiler[504].
Yedi yıl Sâmânîler Devleti’ni idare eden I. Abdülmelik devrinde
kumandanlar arasında kıyasıya bir nüfuz mücadelesinin cereyan ettiğini
görmekteyiz. Bu ise, hükümdarın gücünün yıpranmaktan öte artık tamamen
sıfırlanmaya başladığının bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Ancak, bütün
bunların aksine el-Makdisî “Sâmânîler içinde Abdülmelik gibisi yoktu”
diyerek, onun devrini övmektedir[505]. Aynı tabirleri Mirhond’un eserinde de
görmek mümkündür[506]. Fakat devrin siyasî olayları, el-Makdisî ve
Mirhond’un görüşlerini yalanlar niteliktedir. Belki de gençliğinin ve
tecrübesizliğinin getirdiği dezevantaj ve Alp-Tegin gibi kudretli bir
kumandanın gölgesinde kalması, I. Abdül-melik’in tam manasıyla devletin
dizginlerine elinde tutmasını engellemiştir.
I. Abdülmelik, Ebu’l-Fevaris künyesiyle anılırdı[507]. Ölümünden sonra ise,
ona el-Reşid lakabı verilmiştir[508].
IX) I. Mansur B. Nuh Dönemi
(961-976)
I. Abdülmelik’in ansızın ölümü, Sâmânîler Devleti bünyesinde tahta kimin
geçeceği konusunda yeni bir kaosun doğmasına neden oldu. Gerçekte, I.
Nuh’un daha önceden yapmış olduğu düzenlemeyle tahta geçiş sırası belli bir
düzene konulmuştu. Buna göre I. Abdülmelik’den sonra I. Nuh’un diğer oğlu
Mansur’un tahta geçmesi gerekiyordu. Ancak durum umulandan biraz daha
farklı gelişti. I. Abdülmelik’in ölümünün hemen ardından vezir Ebû Ali el-
Bel’âmî, merkezdeki gelişmleri Horasan valisi Alp-Tegin’e bildirmişti. Bu
zatın, I. Abdülmelik dönemindeki faaliyetlerinden ve devlet içinde sahip
olduğu nüfuzdan yukarıda bahsedildi. Vezir mektubunda, ölen hükümdarın
yerine kimin tahta çıkarılmasının uygun olacağını soruyordu. Alp-Tegin,
cevabında ölen hükümdarın oğlunun hükümdarlık için daha münasip
olduğunu bildirdi[509]. Böylece Alp-Tegin, I. Nuh’un vasiyetine ters düşen bu
kararıyla devlet üzerindeki etkisini sürdürmek arzusunu göstermiş oluyordu.
Alp-Tegin’den aldığı direktifler doğrultusunda hareket eden vezir Ebû Ali el-
Bel’âmî, I. Abdülmelik’in oğlu Nasr’ı tahta çıkarttı. Ancak alınan karardan,
ağabeyinden sonra tahta çıkması beklenen Mansur’un hâcibi Fâik el-
Hassa’nın da aralarında bulunduğu diğer kumandanlar memnun olmadılar.
Bunlar aralarında anlaşarak, Nasr’ın tahta çıkarılmasından bir gün sonra[510],
I. Nuh’un vasiyetine uygun olarak Mansur’u devletin başına getirdiler.
Böylece, Sâmânîler Devleti’nin son dönemlerinde gelişen olaylara damgasını
vuran şahsiyetlerden biri olan Fâik el-Hassa siyaset sahnesine çıkmış
oluyordu. Bu defa vezir Ebû Ali el-Bel’âmî, onlara karşı zayıf kaldığını
anlamıştı. Hamisi Alp-Tegin, uzakta Horasan’da idi. Dolayısıyla, Alp-
Tegin’e karşı meydana getirilmiş yeni oluşumun saflarına katılmanın kendisi
için daha hayırlı olacağı düşüncesiyle Mansur’un tarafına geçti. Böylelikle,
Mansur’un, Sâmânî tahtına geçmesi merkezde herkes tarafından kabul
görmüş oluyordu. Alp-Tegin ise, bunu kabul etmeye pek taraftar değildi.
Kendi adayı Nasr’ı Sâmânîlerin başına geçirmek üzere hazırlıklara girişti.

A) Horasan Valisi Alp-Tegin İsyanı ve Gazneliler


Devleti’nin Temellerinin Atılması

I. Mansur’un başa geçmesi, Alp-Tegin’in devlet üzerindeki nüfuzunu


tehlikeye düşürmüştü. Ayrıca, I. Abdülmelik’in oğlu Nasr’ı tahta aday
gösterdiği için yeni hükümdarın kendisi hakkında pek iyimser olmayacağını
düşünüyordu. Bunda da, haksız sayılmazdı. Zira, merkezde I. Mansur’un
yakın çevresi onu, Alp-Tegin’e karşı kışkırtmaya başlamışlardı[511].
Alp-Tegin durumu yeniden kendi lehine çevirmek üzere, Nasr’ı zorla tahta
çıkarmaya karar verdi. İlk iş olarak kendisinden önce Horasan valiliği
görevini yürütmüş olan ve bölgedeki en ciddi rakibi Muhammed b.
Abdürrezzak ile anlaşmak ve Buhara’ya karşı harekete geçmeden önce
arkasını güven altına almak istedi. Alp-Tegin’in elçileri Tûs’da bulunan
Muhammed b. Abdürrezzak’ın yanına gittiler. Ancak görüşmeler başladığı
sırada merkezden gelen elçiler de, İbn Abdürrezzak’ın yanına ulaştılar. I.
Mansur’un emriyle, Alp-Tegin’in Horasan valiliğinden azledildiğini ve
yerine kendisinin tayin edildiğini bildirdiler. Ayrıca menşurda “Alp-Tegin’in,
Buhara üzerine yürüyeceğini, dolayısıyla İbn Abdürrezzak’ın gafil olmaması,
onunla savaşması emrolu-nuyordu[512]. Bunun üzerine Muhammed b.
Abdürrezzak derhal Alp-Tegin ile yaptığı görüşmeleri durdurdu. Artık,
durum bütünüyle Alp-Tegin’in aleyhine dönmüştü. Buhara’da, kendisine
karşı Fâik el-Hassa liderliğinde oluşan rakip parti, ondan daha önce harekete
etmiş ve kendisini yeni hükümdarın gözünden düşürmeyi başarmışlardı. İki
ateş arasında kalan Alp-Tegin için, düşündüklerini gerçekleştirmek üzere
süratle harekete geçerek Buhara üzerine yürümekten başka bir çözüm yolu
kalmamıştı. Zilkade 350/Aralık 961-Ocak 962’de Nisabur’dan ayrıldı. I.
Mansur tarafından Horasan valiliğine getirilmiş olan Muhammed b.
Abdürrezzak, onun hemen ardından harekete geçti. Nisabur’a bağlı Taberan
ve Nukan’ı işgal ettikten sonra Alp-Tegin’i takibe başladı. Alp-Tegin,
Ceyhun kıyılarına ulaşarak karargah kurduğu sırada, ordusunda bulunan
kumandanlara, Buhara’daki hükümdar, vezir ve vekildâr adıyla, onun bir
gasıp olduğuna dair mektuplar gönderilmişti[513]. Olanları haber alan Alp-
Tegin tüm aleyhte şartların yanında bir de kendisine bağlı kumandanların
isyan etmeleri riskiyle karşı karşıya idi. Ordusunda çıkabilecek olası bir isyan
ihtimaline rağmen Buhara üzerine yürümesi tehlikeli olabilirdi. İşte bu
noktada, artık Nasr’ı başa geçirmek konusunda herhangi bir başarı imkanı
kalmadığını anlayan Alp-Tegin daha farklı bir yol izlemeye karar verdi.
Horasan’da kalması geleceği açısından tehlikeliydi. O halde kendisine yeni
bir hareket sahası bulması gerekiyordu. Batı bölgeleri, Fars, Kirman
Büveyhîlerin elinde idi. Buralarda herhangi bir şekilde hakimiyet kurabilmesi
zordu. Ancak, güneyde Gazne şehri bu sırada pek de güçlü olmayan mahalli
bir hanedanın elinde bulunuyordu. Ele geçirilmesi diğer yerlere nazaran daha
kolaydı. Ayrıca Gazne’den, gayri müslim Hindistan topraklarına yapacağı
sefer ve akınlarda elde edeceği zengin ganimetlerle rahatlıkla güçlenebilirdi.
Gerek bu zenginliklerin cazibesi ve gerekse gaza amacıyla yanına gelecek
olan insanlar vasıtasıyla asker ihtiyacı da fazlasıyla karşılanabilirdi.
Alp-Tegin düşüncelerini ordusunda bulunan kumandanlara açarak geri
dönüp tekrar Sâmânîlerin hizmetine girmek yada kendisiyle gelmek
konusundaki kararlarında serbest bıraktı[514]. Kumandanlardan bir grup
Buhara’ya geri dönmek taraftarıydı. Alp-Tegin, Şeref Muhammed el-Erzanî
liderliğindeki bu gruba Buhara’ya geri dönmeleri için izin verdi. Kendisi ise
3.000 kişiyle Gazne’ye yöneldi[515]. Alp-Tegin’in güneye yöneldiği haberini
alan I. Mansur derhal dayısının kumanda ettiği[516] 15.000 kişilik bir kuvveti,
onun arkasından gönderdi. Sâmânî ordusu Belh civarında Alp-Tegin ve
yanındakilere yetişti. Bu bölgede konaklamış olan Alp-Tegin, gaza etmek
isteyen kimselerin kendisine katılması hususunda etrafa haber göndermiş ve
katılımları beklemek üzere birkaç ay Belh şehrinde kalmaya karar vermişti.
Sâmânî ordusunun yaklaşması üzerine Belh’den çıkarak Hulm’a[517] giden
yol üzerinde bulunan Hulm geçitlerinde, beraberindeki kuvvetleri savaş
düzenine soktu. Yanında 2.200 gulâmı ve gaza için gelen 800 atlı vardı[518].
Görüldüğü gibi bu sayı Alp-Tegin’in güneye inme kararını aldıktan sonra
yanında kalan kuvvetlerin sayısıyla eşittir. Muhtemelen Sâmânî ordusu
süratle hareket ederek, Alp-Tegin’e yeni katılımlar olmadan evvel ona
yetişmiş olmalıdır. Kaynakta gaza için ona katılan 800 kişiden
bahsedilmektedir ki, bunların Sâmânî ordusundan kendisine katılanlar olması
ihtimali yüksektir.
Alp-Tegin ve beraberindekilere yetişen Sâmânî kuvvetleri geçidin önüne
gelerek burada karargah kurdular. Bu şekilde iki ay geçti. Bu süre zarfında
Sâmânî karargahına saldıran Sebüktegin idaresindeki bir kısım kuvvetler,
onlara bir hayli zayiat verdirdi. Uzayıp giden mücadeleyi sonuçlandırmak
isteyen Alp-Tegin yeni bir plan yaptı.
Gece yarısı geçidin içinde bulunan karagahını kaldırarak oradan ayrıldı.
Ancak Sebüktegin ve Doğan adlı kumandanları idaresindeki 1.000’er kişiden
oluşan iki birliği geçidin iki tarafında pusuya yatırdı. Ertesi gün, Alp-
Tegin’in geçidi bıraktığını anlayan Sâmânî ordusu, ona yetişmek için geçide
girdi. Sâmânî kuvvetlerinin yarısı geçide girdiği sırada pusudaki kuvvetler,
bunların üzerine saldırdı. Alp-Tegin de geri dönerek saldırıya geçti.
Beklenmedik bu saldırı karşısında şaşıran Sâmânî ordusu bozguna uğradı.
Sâmânî karargahına giren Alp-Tegin’in askerleri at, silah, deve, altın, gümüş,
ipek, köle v.s. ne buldularsa aldılar. Çadır ve halı gibi eşyaları bırakıp geri
döndüler. Belh köylüleri bir ay süreyle Sâmânî ordugahından kumaş taşıdılar.
Sâmânî ordusunun kaybı yaralılar dışında 4.750 kişiydi (Rebiülevvel
351/Nisan 962)[519]. Galibiyetin ardından Alp-Tegin, Gazne üzerine yürüdü.
Şehir yerel bir hanedan olan Leviklerden Ebû Bekr Levik tarafından idare
ediliyordu. Alp-Tegin hemen Gazne’yi muhasara altına aldı. Dört ay süren
mücadelenin sonucunda şehir Alp-Tegin’in eline geçti (13 Zilhicce 351/12
Ocak 963)[520]. Bu aynı zamanda Gazneliler Devleti’nin tarih sahnesine
çıkmasının ilk adımı idi.
Sâmânî hükümdarı I. Mansur çok geçmeden, Hulm geçitlerinde uğranılan
mağlubiyetin intikamını almak için Ebû Cafer adlı bir kumandanının
idaresinde 25.000 kişilik yeni bir ordu hazırladı. Alp-Tegin’in üzerine sevk
edilen bu kuvvet, onun Gazne’yi ele geçirmesinin hemen ardından bölgeye
ulaştı. Bu sırada Gazne’deki hakimiyetini sağlamlaştırmakla uğraşan Alp-
Tegin, Sâmânî ordusunu şehir yakınlarında karşıladı. Kısa süren bir savaşın
ardından Sâmânî kuvvetleri mağlup edildi. Ebû Cafer perişan bir halde
Buhara’ya geri döndü. Sâmânîlerin geride bıraktıkları her şey Alp-Tegin’in
eline geçti[521]. Sâmânî ordusunun Gazne’nin alınmasından hemen sonra
bölgeye gelmesi göz önüne alındığında bu savaş 351/963 senesi içinde
gerçekleşmiş olmalıdır. I. Mansur, Sâmânî ordusunun aldığı son mağlubiyetle
Alp-Tegin’i güç kullanarak bertaraf edemeyeceğini anlamıştı. Politikasını
değiştirerek aradaki buzları eritmek için ele geçirdiği yerlerin idaresini ona
verdiğini belirten bir fermanı Alp-Tegin’e gönderdi[522]. Böylelikle Sâmânî
hükümdarı, onun gücünü ve kurduğu yeni devletin varlığını da kabullenmiş
oluyordu. Kaynaklar bundan sonra iki taraf arasında Alp-Tegin’in 20 Şaban
352/13 Eylül 963 tarihindeki ölümüne kadar herhangi bir olaydan
bahsetmezler. Ancak, Alp-Tegin’in ölümü bir takım yeni gelişmelerin ortaya
çıkmasına neden oldu. Zira yerine geçen oğlu Ebû İshak İbrahim babası
kadar güçlü bir idareci değildi. Bu durumdan faydalanan şehrin eski hakimi
Ebû Bekir Levik[523] yeniden Gazne üzerine yürümüştü (353/964). Ona karşı
direnemeyen Ebû İshak İbrahim, Buhara’ya giderek I. Mansur’dan yardım
istemek zorunda kaldı. Sâmânî hükümdarı, onun bu isteğine olumlu
karşılayarak emrine güçlü bir ordu verdi. Yanındaki kuvvetlerle Gazne’ye
dönen Ebû İshak İbrahim, şehirde yeniden hakimiyetini kurmaya muvaffak
oldu[524]. Ebû İshak İbrahim’in, Sâmânîlerden yardım istemekle onların
tabiiyetine girmeyi kabullendiği aşikardır. Dolayısıyla Ebû İshak’ın Gazne’yi
yeniden ele geçirmesi, bir yerde bölgenin Sâmânîlerin yüksek hakimiyetine
girmesi anlamına geliyordu. Gazneliler tarafından basılan sikkeler de bunu
doğrulamaktadır. Ebû İshak İbrahim ve ondan sonra başa geçen Bilge Tegin
adına basılan sikkelerde Sâmânî hükümdarı I. Mansur’un adına rastlanır[525].
364/975’den sonra başa geçen Böri Tegin’e ait paralarda ise I. Mansur’un
ismine rastlanmaz. Bunun nedeni, Sâmânîlerin aşağıda bahsedeceğimiz
bölgeye yaptıkları sefer ve Böri Tegin’in çok kısa süre başta kalması
gösterilebilir. Sâmânîler, Alp-Tegin döneminde Gaznelilere karşı
kaybettikleri prestijlerini bu olayla geçici bir süre de olsa yeniden kazanmış
oldular.
I. Mansur’un zamanında iki taraf arasında gerçekleşen son münasebet,
Sâmânî hükümdarına yakın kumandanlardan biri olan Fâik el-Hassa’nın
teşvikiyle Gazne’ye düzenlenen seferdir. Bu sırada Ebû İshak İbrahim ölmüş
ve yerine Bilge Tegin Gazne hükümdarı olmuştu. Gazneliler Devleti, Ebû
İshak İbrahim zamanında Sâmânîlere tabi olduğuna göre seferin hangi
sebeblerle yapıldığı sorusu ön plana çıkmaktadır. Seferi anlatan Şebankareî,
Fâik el-Hassa’nın Gazne’de bağımsız bırakılmış bir Türk grubunun varlığına
şiddetle karşı çıktığı için Gazne üzerine bir ordu gönderilmesini teşvik
ettiğini belirtir[526]. Olaylara bu açıdan bakıldığında Fâik el-Hassa’nın
Sâmânîler Devleti siyasî bünyesinde bir hayli önem ve nüfuz kazanmaya
başladığını görürüz. Alp-Tegin’in, I. Abdülmelik devrinde icra ettiği siyasî
nüfuzun bir benzerini Fâik de, I. Mansur üzerinde kurmaya çalışmıştır. Zira,
taraflar arasında herhangi bir sürtüşme olmaksızın, böyle bir harekete
girişilmesi Fâik’in bu çabasına işaret etmektedir. Ancak, Gazne önlerine
gelen Sâmânî ordusu, Bilge Tegin tarafından tarafından bir kere daha mağlup
edilince Sâmânîler, Gazne’yi ele geçirmek yolundaki çabalarına son vermek
zorunda kaldılar.
Alp-Tegin’in, Sâmânîlere isyan etmesinden Gazne’nin alınması için
düzenlenen son sefere kadarki gelişmelere bakıldığında şu sonuçları çıkarmak
mümkündür.

Menfi sonuçlarına rağmen Alp-Tegin’in devlet üzerindeki nüfuzu


kırılmıştır.
Alp-Tegin’in güneye yönelmesinden itibaren, üzerine gönderilen
Sâmânî ordularını birbiri ardına mağlup etmesi, Sâmânîlerin prestijlerini
oldukça sarsmıştır. Zira Alp-Tegin’in, Sâmânîler Devleti bünyesinde bir
kumandan olduğu unutulmamalıdır. Sâmânîler artık kendi bünyesinden
çıkan bir kumandanla dahi başa çıkamamaktadır.
Ebû İshak İbrahim döneminde Gaznelilere yapılan yardım ve
Gaznelilerin, Sâmânîlere tabi olması durumu bir noktaya kadar
düzeltmişse de, Gazne’ye düzenlenen son seferde uğranılan başarısızlık,
bunun etkilerini çabucak silmiştir.
Gazneliler, Sâmânîlerin güney sınırında taze bir güç olarak ortaya
çıkmışlardır. İki taraf arasında Sâmânîlerin aleyhine gelişen bütün
olaylara rağmen Gazneliler ileride de görüleceği üzere bu devletin
ömrünü kısa bir süre daha uzatan unsur olacaklardır.

B) Sistan Olayları
Bilindiği gibi Saffarîlerin hakimiyetindeki Sistan, Ahmed b. İsmail
döneminde (907-914) yapılan iki seferle Sâmânî topraklarına katılmıştı.
Ancak, Ahmed’in 914 senesinde gulâmları tarafından öldürülmesi ve çocuk
yaştaki oğlu II. Nasr’ın tahta çıkarılması Sâmânîler Devleti içinde
karışıklıklar çıkmasına neden olmuştu. Devlet, kumandanların ve taht
iddiacılarının çıkardığı isyanlar nedeniyle oldukça ciddi bir kaosun içine
düşmüştü. Sistan halkı ise, bundan Sâmânîlerin egemenliğinden çıkmak
hususunda faydalandı. Bu eyalette bulunan Simcûr el-Devâtî komutasındaki
Sâmânî ordusunda çıkan anlaşmazlıklar da Sistan’ın Sâmânîlerden ayrılma
sürecini kolaylaştırmış ve Sâmânî ordusu aynı yıl içinde (301/914) bölgeyi
terk etmek zorunda kalmıştı[527]. Bundan sonraki birkaç yıl içinde Sistan bir
çok kez el değiştirdi. Nihayetinde, Saffarî hanedanından Ebû Cafer Ahmed b.
Muhammed, bölgede yeniden Saffarîlerin hakimiyetini tesis etmeye
muvaffak oldu (311/923). Ebû Cafer Ahmed’in 352/963 senesinde gulâmları
(memlukları) tarafından öldürülmesi üzerine yerine oğlu Halef geçti[528].
Halef’in 353/963 senesinde Mekke’ye hacca gitmesi Sistan’da durumun
yeniden karışmasına sebep oldu. Zira, Halef hacca gitmeden akrabalarından
Ebu’l-Hüseyin Tahir b. Ali’yi şehirde yerine vekil bırakmıştı. Târih-i Sistan’a
göre Ebu’l-Hüseyin Tahir daha önceleri Sâmânîlerin Horasan ordusunda
görev yapmış ve onların takdirini kazanmıştı[529]. Sistan’a dönüşünde,
dönemin Sâmânî hükümdarı I. Abdülmelik, Sistan hakimi Ebû Cafer
Ahmed’e bir mektup yazarak, onun Farah valiliğine tayin edilmesini
istemişti. Ebû Cafer de, Sâmânî hükümdarının bu arzusuna uyarak, Tahir’i
adı geçen şehrin valiliğine getirmişti. Buradan da anlaşıldığına göre Sistan’ın,
Sâmânîlere olan bağlılığı şeklen de olsa devam etmekteydi.
Tahir b. Ali, Halef b. Ahmed’in hacca gitmesinden sonra kendi çıkarları
doğrultusunda hareket etmeye başlamış ve kısa sürede bütün kontrolü eline
geçirmişti. Halef b. Ahmed, Sistan’a döndüğünde herşeyin aleyhine dönmüş
olduğunu gördü. Ancak, peşinen bunu kabullenmeye niyetli değildi.
Buhara’ya giderek Sâmânî hükümdarı I. Mansur’dan yardım istedi. I.
Mansur, onu çok iyi karşılayıp ikramlarda bulundu ve askerî yardımda
bulunmaya söz verdi. Sâmânî hükümdarının yardım vaadini hayata
geçirmesinin ardından Halef, güçlü bir Sâmânî ordusuyla beraber Buhara’dan
çıkarak Sistan’a yöneldi. Tahir ise, o ve beraberindeki Sâmânî ordusuyla
çarpışmak yerine İsfizar’a çekilmeyi tercih etti. Halef direnişle
karşılaşmaksızın 12 Receb 358/1 Haziran 969’da Sistan’ın merkezi Zerenc’e
girdi. İdareyi ele geçirdi ve hutbeyi kendi adına okutmaya başladı[530]. Fakat,
Zerenc’e ele geçirdikten sonra beraberindeki Sâmânî kuvvetlerini geri
gönderdiği anlaşılan Halef’in şehirdeki hakimiyeti de uzun sürmedi. İsfizar’a
çekilmiş olan Tahir b. Ali, Sâmânîlerin bölgeden ayrılmasıyla tekrar harekete
geçti. Motkaran[531] denilen yerde yapılan şiddetli muharebeyi kazanarak,
Halef’i Büst’e çekilmeye mecbur etti[532]. Kendisi ise muzaffer bir şekilde
Sistan’ın merkezi Zerenc’e girdi. Büst’e çekilen Halef b. Ahmed 29 Şaban
358/18 Temmuz 969’a kadar burada kaldı. Sonra yeniden Sâmânîlerden
yardım istemek üzere Buhara’ya gitti. Bu sırada Zerenc’de hakimiyet bir kez
daha el değiştiriyordu. Tahir’in 20 Zilkade 359/3 Ekim 970 tarihindeki
ölümünün ardından idare oğlu Ebû Ahmed Hüseyin’in eline geçmişti.
Buhara’ya ulaşan Halef ise, bir kere daha I. Mansur’u, kendisine yardım
konusunda ikna etmeyi başarmıştı. Sâmânî kuvvetleriyle Zerenc önlerine
gelen Halef, Hüseyin b. Ahmed’in kumandasındaki kuvvetlerle karşılaştı. 3
Cemaziyelahir 360/3 Nisan 971 günü yapılan savaş, Sâmânîlerinde etkisiyle
Halef’in zaferiyle sonuçlandı. Tahir’in ileri gelen kumandanlarından Bars el-
Deylemî, Ahmed b. Ebu’l-Feth, Ebû Muhammed, Ebu’l-Ezher ve daha bir
çok kimse savaş sırasında öldürüldü�. Zerenc’e giren Halef, şehirdeki
Hüseyin taraftarlarını takibata uğratarak, birçoğunu öldürdü. Şehrin güney
doğusundaki Fars kapısı ve etrafını yağmalatıp, tahrip ettirdi. Hüseyin b.
Tahir ise Kûh’a (Kûha) çekildi. Burada dağılan kuvvetlerini yeniden toplayıp
düzenlemeyi başardı. Bir süre sonra elindeki kuvvetlerle Zerenc üzerine
yürüdü. 6 Şaban 361/23 Mayıs 972’de Hilmend nehrini[533] geçti. Halef de,
rakibini karşılamak için Zerenc’den ayrılmıştı. Ancak, bu defa yapılan
savaşta zafer Hüseyin b. Tahir’in tarafında kaldı. Halef b. Ahmed ise
Cüveyn’e çekildi. Zerenc’de hutbe tekrar Hüseyin’in adına okundu. Şehre
girmesinden bir hafta sonra Hüseyin dört filinde bulunduğu güçlü bir
ordunun başında Zerenc’den ayrıldı. Ramhorabad[534] denilen yerde karargah
kurdu. Hüseyin’in hedefinin neresi olduğu kesin olmamakla birlikte,
muhtemelen, Halef’in üzerine yürümek istemiş olmalıdır. Onun Zerenc’den
ayrıldığını haber alan Halef de yanındaki 3.000 süvari ve yayadan oluşan
kuvvetiyle hızlı bir şekilde şehir üzerine yürüdü. Hüseyin’in yokluğundan da
istifade ederek ani bir saldırı ile burasını ele geçirmek istiyordu. Ancak
olaylar Halef’in düşündüğünden daha farklı şekilde gelişti. Zerenc halkı,
tarafından şehre sokulmayan Halef, bunun üzerine Daşhan’da[535] karargah
kurdu. Olanları haber alan Hüseyin ise süratle şehre geri döndü. Kaleye
girerek, şehrin kapılarını kapattırdı. Taraftarlarından Abdullah Sabunî de,
kale kapılarını tuğla ile ördürdü. Zerenc’i kuşatan Halef, şehri ağır bir baskı
altına aldı (25 Şaban 361/11 Haziran 972). Uzun süren kuşatma esnasında
Hüseyin’in askerlerinden pek çoğu hayatını kaybetti. Ağır baskı karşısında
bunalan Hüseyin, Sâmânî hükümdarı I. Mansur b. Nuh’a[536] bir mektup
yazarak kendisine yardımcı olmasını rica etti. Onun isteğini dikkate alan I.
Mansur, Halef’e gönderdiği mektubunda, Hüseyin b. Tahir ve Abdullah el-
Sabunî’nin, yanına gelebilmeleri için kuşatmanın kaldırılmasını emretti. Bu
emre uyan Halef de kuşatmayı kaldırdı. Hüseyin b. Tahir ve Abdullah el-
Sabunî zengin hediyelerle Buhara’ya gittiler. Onların ayrılmasıyla Sistan’da
kontrol tamamıyla Halef b. Ahmed’in eline geçti[537]. Sâmânîlere tabi olmayı
sürdüren Halef, ise senelik vergisini ve hediyelerini Buhara’ya göndermeye
devam etti.

C) I. Mansur Devrinde Büveyhîler ile Yapılan Mücadeleler


Sâmânîleri askerî, siyasî ve ekonomik açıdan en çok meşgul eden olayların
başında batıda Büveyhîlere karşı sürdürülen mücadeleler geliyordu. Uzun
süredir devam etmekte olan bu savaşta taraflar birbirlerine kesin bir üstünlük
sağlayamamışlardı. Rey üzerinde yoğunlaşan mücadeleler sırasında şehir
sürekli olarak Büveyhîler ve Sâmânîler arasında el değiştirmekteydi. Yapılan
anlaşmalar da uzun süreli olamıyordu. I. Mansur devrine gelindiğinde, iki
taraf arasında Sâmânîlerin eski Horasan valisi Bekr b. Malik el-Ferganî ile
Büveyhî emîri Rüknüddevle arasında yapılan barış anlaşması geçerliliğini
sürdürmekteydi. I. Mansur, Horasan valiliği görevini Alp-Tegin’in, yukarıda
anlatılan isyanının ardından Muhammed b. Abdürrezzak’a vermişti. Ancak,
yeni vali görevini suistimal ederek Horasan şehirlerini yağmalamaya başladı.
İlk olarak Merv üzerine yürüdü. Ancak şehirdeki muhafızlar kalenin
kapılarını açmadılar.
Merv’e giremeyen İbn Abdürrezzak askerlerini yağma için etrafa dağıttı.
Nesa ve Ebiverd’i yağmalattı[538]. Bütün bu yaptıklarından sonra, Sâmânîler
tarafından cezalandırılacağını bildiği için Büveyhî emîri Rüknüddevle ile
haberleşmeye başladı. Onu, birlikte Sâmânîlerin müttefiki olan Veşmgir’in
elinde bulunan Cürcan üzerine yürümeye teşvik etti. Veşmgir ise ikisi
arasında böyle bir anlaşmanın gerçekleşmesi halinde büyük bir tehlike ile
karşı karşıya kalacağını anlamıştı.
Bu nedenle İbn Abdürezzak’ı bertaraf etmek üzere onun doktoru Yuhanna
el-Tabib ile anlaştı. Doktor, 1.000 dinar karşılığında İbn Abdürrezzak’ı yavaş
yavaş zehirleyecekti[539]. Horasan’da bunlar olurken, gelişmeleri haber alan I.
Mansur, Muhammed b. Abdürrrezzak’ı görevden alarak, Ebu’l-Hasan el-
Simcûrî’yi Horasan valiliğine tayin etmiş (350/961-962) ve ona, İbn
Abdürrezzak ile mücadele etme görevi vermişti.
Nisabur’a gelerek görevine başlayan Ebu’l-Hasan el-Simcûrî, daha önceki
valiliğinin aksine gayet iyi bir yönetim gösterdi. Halka iyi muamele ettiği gibi
vergiler konusunda adil davrandı. Alimlerle iyi geçindi. Daha önce yaptığı
kötülükleri unutturacak şekilde davranarak idareyi düzene koydu[540]. Şehirde
gerekli düzenlemeleri yaptıktan sonra İbn Abdürrezzak’a karşı harekete geçti.
Bu sırada İbn Abdürrezzak, Rüknüddevle ile birleşmişti. Ebu’l-Hasan, onlara
Nisabur’a bağlı Habuşan’da[541] yetişti. İki taraf arasında şiddetli bir savaş
meydana geldi. Mücadele devam ederken, Veşmgir’in daha önceden İbn
Abdürrezzak’a verdirdiği zehir, savaşın gidişatına tesir etmeye ve zehirin
etkisiyle İbn Abdürrezzak’ın gözleri görmemeye başladı. Onun bu durumu
askerleri arasında panik çıkmasına sebebiyet verdi. Askerler, kendisini
terkettiler. Meydana gelen karmaşa sırasında Ahmed b. Mansur b. Karategin
idaresindeki Sâmânî süvarileri, İbn Abdürrezzak’a yetiştiler. İçlerinden
Saklabî (Slav, Bulgar) bir gulâm (memluk), onun başını kesti[542]. İbn
Abdürrez-zak’ın öldürülmesi Sâmânîlerin zaferini kesinleştirdi. Ebu’l-Hasan
el-Simcûrî, Nisabur’a geri döndü.
Muhammed b. Abdürrezzak’ın öldürülmesinin ardından Sâmânîlerin
Horasan toprakları barış ve sukunete kavuştu. Ebu’l-Hasan beş sene müddetle
herhangi bir askerî harekata girişmeksizin Nisabur’da oturdu[543]. Ancak
sürekli olarak Büveyhîlerle mücadele halinde olan Veşmgir’in, bir kere daha
Sâmânîlerin yardımına müracaat etmesi bu ortamın bozulmasına neden oldu.
I. Mansur, Horasan valisi Ebu’l-Hasan’a bir mektup göndererek Veşmgir’e
yardım etmesini emretti[544]. Bunun üzerine Nisa-bur’dan ayrılan Ebu’l-
Hasan el-Simcûrî, Veşmgir ile birleşerek Büveyhîler üzerine yürüdü.
Rüknüddevle, bir kere daha ailenin diğer fertlerinden yardım istemek zorunda
kalmıştı. Muizüd-devle’nin oğlu İzzüddevle Bahtiyar ve kendi oğlu
Azudüddevle çabucak yardım kuvvetleri hazırlayarak, ona gönderdiler.
Özellikle Azudüddevle, hazırladığı kuvvetlere Horasan üzerine yürümelerini
emretmişti. Zira, sefer nedeniyle Horasan tamamen askerden arınmıştı. Bu
haber Sâmânî ordugahına ulaştığında kısa bir duraksama yaşandı. Daha sonra
ordu yeniden harekete geçerek Damgan’a ulaştı[545]. Rüknüddevle de Sâmânî
ordusunu karşılamak için Rey’den çıktı.
Sâmânî ordusunun ilerleyişi esnasında Veşmgir bir gün avlanmak üzere
ordudan ayrıldı. Av sırasında yaraladığı bir yaban domuzunun saldırısına
uğrayarak hayatını kaybetti (Muharrem 357/Aralık 967)[546]. Onun zamansız
ölümü, Rey seferinin neticesiz kalmasına neden oldu. Ebu’l-Hasan el-Simcûrî
ve Sâmânî ordusu önce Cürcan’a, oradan da Nisabur’a döndü. Dönüş
yolculuğu sırasında meydana gelen gelişmeler Sâmânîler açısından yeni bir
takım problemlerin doğmasına neden olacaktı.
Veşmgir’in sefer sırasında ölümü üzerine Ziyârî ordusunun ileri gelenleri, o
sırada ordugahta bulunan oğlu Kâbus’u hükümdar seçerek biat etmişlerdi[547].
Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî de, onu destekliyordu. Veşmgir’in
Taberistan’da bulunan diğer oğlu Bîsutun ise yapılan seçime rıza göstermek
niyetinde değildi. Hemen harekete geçerek gerekli tedbirleri almaya başladı.
İlk iş olarak Taberistan’dan ayrılıp, Cürcan’da bulunan Ebu’l-Hasan el-
Simûrî’nin yanına geldi. Bir süre Ebu’l-Hasan’ın yanında kalan Bîsutun, onu
Kâbus’u desteklemekten vazgeçiremedi. Bunun sonucu, Bîsutun tahtı ele
geçirmek için güçlü bir desteğe ihtiyacı olduğunu anladı. Ebu’l-Hasan’dan,
Taberistan’a gitmek, oradaki kalelerden hazinelerini alarak maiyetinin
durumun düzeltmek ve Rey’e gitmek üzere izin istedi[548]. Bîsutun, Ebu’l-
Hasan’dan uzaklaşmak ve yeni müttefikler aramak için böyle bir mazereti
öne sürmüş olmalıdır. Gerdizî tarafından aktarılan başka bir rivayet
Bîsutun’un geri dönüşünü daha iyi açıklar. Buna göre[549]; Ebu’l Hasan el-
Simcûrî, Horasan ordusunun durumunu iyileştirilmesi için merkezden mal ve
para talebinde bulunmuştu. I. Mansur cevabî mektubunda malın Bîsutun’dan
alınması gerektiğini bildirmişti. Bu durum Bîsutun’un Ebu’l-Hasan’ın
yanından ayrılması için bir mazeret olmuş ve Bîsutun, malların Taberis-
tan’da olduğunu söyleyerek, ordudan ayrılmıştı.
Her iki rivayeti incelediğimizde ikisinin de ortak bir noktada birleştiklerini
görmekteyiz. Muhtemelen Ebu’l-Hasan el-Simcûrî, I. Mansur’a yazdığı
mektubunda Bîsutun’un tasarrufunda olan bu hazinelerden bahsetmiş
olmalıdır. Sâmânî hükümdarının cevabı ise, Horasan ordusunun uzun ve
yorucu seferlerin neticesinde devletin içine düştüğü durumun bir göstergesi
olarak kabul edilebilir. Barthold’da aynı noktaya işaret etmektedir[550].
Ebu’l-Hasan’nın yanından ayrıldıktan sonra Bîsutun, Büveyhîlerin Rey
emîri Rüknüddevle’nin yanına gitti. Onun desteğini sağlamaya muvaffak
oldu. Çok geçmeden de Büveyhîlerin yardımıyla Ziyârî tahtını ele geçirdi.
Büveyhîlerin elinde adeta bir oyuncak haline gelen Abbasî halifesi el-Mutî,
ona hil’atle birlikte Taberistan, Rûyan, Cürcan ve Salus’un hakimiyet
menşurunu gönderdi ve Zahirüddevle ünvanını verdi[551]. Bunlar olurken,
Bîsutun’un emrindeki Ziyârîlerin ileri gelen kumandanlarından Salar b. Şirzil
ve Şehriyar b. Zerrin-Kâmer, Ebu’l-Hasan’ın yanına geldiler. Onlara iyi
muamele eden Ebu’l-Hasan, Salar b. Şirzil’e Beyhak’ı ikta verdi (358/968-
969). Salar b. Şirzil valiliği sırasında çok kötü bir yönetim gösterdi. Aynı
senenin Zilhicce/Ekim-Kasım ayı içinde Bîsutun ile savaşmak üzere
Taberistan’a gönderdi. Ancak onunla yaptığı savaşta öldürüldü�.
Bisutun’un Ziyârî tahtını ele geçirmesiyle, Sâmânîler uzun yıllardır
Büveyhîlere karşı sürdürdükleri amansız mücadelelerde sadık müttefikleri
Ziyârîlerin desteğini kaybetmiş oldular. Bundan sonra Sâmânîlerin, batıda
takip ettikleri politikayı gözden geçirip, yeni bir hareket tarzı belirlemeleri bir
zorunluluk haline gelmişti. Ancak, daha önce Sâmânîlerin kendi iç
bünyesinde ortaya çıkan bir probleme çözüm bulmaları gerekiyordu.
Büveyhîler üzerine düzenlenen seferin daha başlamadan sona ermesi ve
Ziyârî tahtında Sâmânîlerin aleyhine gerçekleşen değişiklik Ebu’l-Hasan el-
Simcûrî’yi mevkinden etmek isteyen Buhara’daki düşmanları için bulunmaz
bir fırsattı. Bunlar Kumis, Cürcan, Salus ve Rûyan’ın Ebu’l-Hasan el-Simcûrî
yüzünden kaybedildiğini söyleyerek I. Mansur’u, onun aleyhine kışkırmaya
başladılar. I. Mansur, bunların tesiriyle Eş’as b. Muhammed idaresindeki bir
kuvveti Nesa’ya, Nasr b. Malik’i de Gürgenc’e gönderdi[552]. Muhtemelen
Bisutun’a karşı bir sefer planlıyordu. Sâmânî hükümdarı bununla da
yetinmeyerek Eş’as b. Muhammed’e Nisabur valiliğini vermeyi
düşünmekteydi[553]. Buhara’daki gelişmeleri haber alan Ebu’l-Hasan hemen
harekete geçerek Buhara’ya geldi. I. Mansur’un nezdinde kaybettiği prestijini
yeniden kazanmak üzere faaliyetlere girişti. Nihayetinde, Sâmânî
hükümdarının güvenin yeniden kazanarak görevinde kalmayı başardı. Bunun
yanısıra Merv vilayetinin idaresi de kendisine verildi[554]. Ebu’l-Hasan el-
Simcûrî siyasî alanda rakiplerine karşı kazandığı bu başarının ardından
Nisabur’a döndü. Yeniden dış meselelerle ilgilenmeye başladı. Gün geçtikçe
zayıflamakta olan Sâmânîlerin, Ziyârîlerin de saf değiştirmesinden sonra
Büveyhîlere karşı sürdürülen mücadelelerde askerî bir başarı kazanma
olasılığı çok zorlaşmıştı. Ayrıca doğuda giderek güçlenmekte olan
Karahanlıların yanısıra güneyde Sistan’da patlak veren ve bir türlü çözüme
kavuşturulamayan olaylar Sâmânî Devleti’nin geleceği için potansiyel bir
tehdit durumundaydı. Dolayısıyla, devletin varlığının ortaya koyulacağı bu
yeni mücadelelere hazırlanmak, Sâmânî ordusunun ve devletin maliyesinin
batıdaki savaşlarla daha fazla yıpranmasını önlemek için Büveyhîlerle barış
yapılması gerekliliği ortaya çıkmaktaydı. Bütün bunların bilincinde olan
Ebu’l-Hasan var gücüyle barış için çalışmaya başladı. Onun gayretleri
361/971-972 senesinde iki taraf arasında yapılan bir barış anlaşmasıyla
sonuçlandı. Anlaşmaya göre ;

Rüknüddevle ve oğlu Azudüddevle, I. Mansur b. Nuh’a her yıl için 150


bin dinar para ödemeyi kabul ediyorlardı.
Azudüddevle’nin kızı ile I. Mansur’un oğlu Nuh evlenecek ve iki taraf
arasında akrabalık kurulmuş olacaktı.
Azudüddevle kızını gönderdiği gelin alayı ile birlikte I. Mansur’a çok
miktarda hediye ve mal gönderdi[555]. Anlaşmanın yıllık vergi ile alakalı
maddesiyle Büveyhîler, Sâmânîlerin siyasî üstünlüğünü kabullenmiş
oluyorlardı. Daha önceki dönemlerde elde edilen başarısız sonuçlara rağmen
bunun Büveyhîlere kabul ettirilmesi, barışın mimarı olan Ebu’l-Hasan için
büyük bir başarıydı. Ebu’l-Fazl el-Beyhakî “Barışın Ebu’l-Hasan el-Simcûrî
ölene kadar 30 yıla yakın süreyle devam ettiğini, onun ölümünden sonra
Sâmânîler ile Büveyhîlerin arasındaki barışın sona erdiğini” söyler[556].
Bilindiği gibi iki taraf arasında daha önceden de buna benzer anlaşmalar
yapılmıştı. Ancak, bu anlaşmalar çeşitli sebeblerle çok kısa süre içinde
geçerliliklerini yitirmişlerdi. Burada, Sâmânîlerin her geçen zaman
uğradıkları güç ve prestij kaybı da gözardı edilmemelidir. Taraflar arasında
akrabalık kurulması ise barışın daha da pekişmesini sağlamıştır. Bu
anlaşmayla Sâmânîlerin batı sınırı büyük ölçüde sukunete kavuşmuştur.

D) Kirman ve Gûr Bölgelerinde Gelişen Olaylar


Kirman, II. Nasr döneminde 322/933-934 senesinde Deylemli kumandan
Mâkân b. Kakî tarafından Sâmânî topraklarına dahil edilmişti[557]. Ancak
Mâkân b. Kakî’nin 323/935 senesinde bölgeden ayrılmasıyla buradaki
Sâmânî otoritesini zayıflatmıştı. Mâkân’ın yerini alan İbrahim b. Simcûr el-
Devâtî, aynı dönemlerde Kirman’ı ele geçirmek üzere harekete geçen
Büveyhîlere karşı koyamayacağını anlayarak Horasan’a dönmüştü.
Sâmânîlerin Kirman’dan ayrılmasının ardından Büveyhiler bir süre için
Kirman’a hakim oldular. Daha sonra, Sâmânîlerin gelişinden önce burada
hüküm sürmekte olan İlyasoğullarından Muhammed b. İlyas yeniden idareyi
ele almayı başardı. Onun hakimiyeti 348/959-960 senesinde Halife Mutî
tarafından gönderilen sancak ve menşur ile tasdik olundu[558]. Bu ise tam
bağımsızlık anlamına geliyordu. Yine de İlyasoğulları, Kirman’da eski
efendileri Sâmânîler adına hutbe okutturmaya devam ettiler[559].
356/966-967 senesine gelindiğinde Kirman hala İlyasoğul-larının
idaresinde idi. Ailenin lideri Muhammed b. İlyas yaşlılık ve hastalık gibi
nedenlerle idaresindeki yerleri ve mallarını üç oğlu arasında paylaştırmayı
düşünüyordu. Bunun için büyük çocuklarını toplayıp, onlarla yönetim işini
görüştü. Daha önceki bir hareketinden dolayı kendisinden çekindiği için
yerini Elyasa’ya bıraktı. Elyasa’dan sonra ailenin başına geçmek üzere diğer
oğlu İlyas’ı veliaht tayin etti. Üçüncü oğlu Süleyman’a ise, asıl memleketleri
olan Suğd bölgesine gidip, ailelerine ait olan mal ve paraları getirmesi
görevini verdi. Ama onun asıl gayesi Elyasa ile Süleyman arasında var olan
düşmanlık sebebiyle Süleyman’ı, Elyasa’dan uzaklaştırmaktı[560]. Aile
içindeki sürtüşmelerin bu paylaşımda etkili olduğu açıkça görülmektedir.
Ancak, Muhammed’in çabaları iki oğlu arasında her an çıkması beklenen
mücadeleyi geciktirmeye yetmedi. Emirlerine itaat etmeyip el-Sircan’a giden
Süleyman’ın üzerine diğer oğlu Elyasa’yı göndermek zorunda kaldı.
Elyasa’nın karşısında mağlup olan Süleyman, Sâmânîlere sığındı. Gelişmeler
bununla da sınırlı kalmadı. İlyasoğulları içinde, bir sonraki mücadele ise baba
ile büyük oğul arasında meydana geldi. Muhammed, Elyasa’nın, Kirman’da
kazandığı prestij ve güç dolayısıyla kendi geleceği için endişelenmeye
başlamıştı. Onun kaygılarına çevresindekilerin telkinleri de eklenince,
Elyasa’yı hapsettirdi. Ancak, hapisten kurtulmayı başaran Elyasa, ikamet
ettiği kalede babasını kuşattı. Neticede Kirman’dan ayrılması şartıyla, ona
aman verdi. Horasan’a gitmek isteyen Muhammed, Büveyhîlere karşı
Elyasa’ya yardımcı olacağını taahhüt ederek yanına alabildiği kadar mal ve
para ile birlikte Sâmânîlerin merkezi Buhara’ya gitti. Bu sıralarda I. Mansur,
Büveyhîler üzerine yapacağı seferin hazırlıklarıyla meşgul idi. Buhara’ya
gelen Muhammed b. İlyas, I. Mansur tarafından çok iyi karşılandı. Kendisine
gerekli hürmet gösterilip, ikramlarda bulunuldu. Muhammed, Buhara’ya
yerleşmesinin sonrasında Sâmânî hükümdarını Büveyhî topraklarını ele
geçirmesi için kışkırtmaya başladı. Bunu kolay göstererek, naiplerin ve diğer
görevlilerin, ona bu konuda samimi davranmadıklarını, Deylemlerden
devamlı rüşvet aldıklarını söyledi[561]. İbn el-Esîr, Büveyhîler üzerine yapılan
sefer hazırlıklarını aktarırken Muhammed’in, Veşmgir ile birlikte seferin
düzenlemesinde etkili olduklarını belirtir[562]. Muhammed b. İlyas’ın gerek
Kirman’dan ayrılışı sırasında oğluna verdiği söz ve gerekse Buhara’daki
faaliyetlerine bakıldığında Büveyhîlerin, İlyasoğulları için sürekli bir tehdit
teşkil ettikleri söylenebilir. Nitekim Kirman’a düzenledikleri sefer ve
buradaki kısa süreli hakimiyetlerinden yukarıda bahsedildi. Muhammed b.
İlyas, Büveyhîlerin bu kadarla yetinmeyeceğini ve Kirman’ı ele geçirmek için
yeni teşebbüslerde bulunacaklarını çok iyi biliyordu. Ancak, çok geçmeden
Buhara’da öldü. Onun ölüm tarihiyle alakalı İbn el-Esîr 356/967[563], İbn
Miskeveyh ise Ramazan 357/Ağustos 968[564] tarihini vermektedir.
Muhammed’in Kirman’da kalan oğlu Elyasa ise yönetimdeki tecrübesizliği
nedeniyle devlet ileri gelenlerini küstürmüş, bunlarda Azudüddevle’nin
yanına gitmişlerdi. Elyasa’nın bu şekilde davranmasından faydalanan
Azudüddevle, Ramazan 957/Ağus-tos 968 tarihinde Kirman üzerine yürüdü.
Ona karşı koyamayan Elyasa, Sâmânîlere sığındı. I. Mansur, babasının
ardından kendisine sığınan Elyasa’ya da aynı izzet ve ikramda bulunmasına
rağmen, askerî yardımda bulunmak ve onu Kirman’a göndermek konusunda
ağır davranıyordu. Elyasa, bundan dolayı Sâmânîlere karşı serzenişlerde
bulunmaya başlamıştı. Ancak, Elyasa’nın yakınmaları, I. Mansur’u
kızdırmaktan başka bir işe yaramadı ve Harizm’e sürgüne gönderildi[565].
Elyasa’ya, sürgünün yanısıra bir darbe de Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-
Simcûri’nin oğlu Ebû Ali tarafından vuruldu. Ebû Ali el-Simcûrî, onun
durumundan haberdar olunca, Buhara’ya gidişi sırasında Horasan’da
bırakmış olduğu mal ve eşyalara el koydu[566]. Artık, Kirman’a dönmek
konusunda ümidi kalmayan Elyasa, Harizm’de yakalandığı hastalıktan
kurtulamayarak hayatını kaybetti.
Sâmânîlerin, Elyasa’ya gerekli yardımı yapmamalarına rağmen Kirman’ı,
Büveyhîlere bırakmaya pek niyetli olmadıkları anlaşılıyor. Nitekim 359/969-
970 senesinde, ailenin Buhara’da bulunan bir diğer üyesi Süleyman b.
Muhammed b. İlyas’ı, Kirman üzerine gönderdiler. Bu durum, Sâmânîlerin
neden Elya-sa’ya yardım etmediklerini de açıklamaktadır. I. Mansur’un,
Kirman tahtı için Elyasa’nın yerine Süleyman’ı tercih ettiği bu hareketle çok
açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Süleyman, bölgeye gitmesi halinde
Kirman’daki Kufs ve Balûs aşiretlerinin kendisini destekleyip, itaat
edecekleri konusunda I. Mansur’u ikna etmişti. I. Mansur, onun emrine bir
ordu tahsis etti. Süleyman, Sâmânî ordusu ve Elyasa’nın iki oğlu Bekr ve
Hüseyin ile birlikte Kirman üzerine yürüdü. Onun bölgeye gelmesi,
Büveyhîlere muhalif güçleri de harekete geçirdi. Bunlar derhal Süleyman’la
irtibata geçtiler. Kufs ve Balûs aşiretleri de, onunla birleştiler. Yapılan
katılımlarla güçlenen Süleyman, Kirman’daki siyasî dengeleri lehine
çevirmeye başlamıştı. Ancak, Azudüddevle’nin Kirman valisi Kurkîr b.
Cestan, daha fazla güçlenmesine fırsat vermeden onun üzerine yürüdü. Ciruft
ve Bemm arasında yapılan savaş, Süleyman ve Sâmânî ordusunun
mağlubiyetiyle sonuçlandı. Süleyman, yeğenleri Bekr, Hüseyin ve Sâmânî
ordusunun ileri gelen kumandanlarından bazıları öldürüldü. Kesik başları ilk
önce Azudüddevle’ye, oradan da Rüknüddevle’ye gönderildi[567]. Bu yenilgi
Sâmânîlerin, Kirman’daki nüfuzunun sonu oldu. Kuzeyde Ziyârîlerin
Büveyhîlerle anlaşmalarının ardından Kirman’ın Büveyhîler tarafından işgali
Sâmânîlerin, onların etrafında oluşturmuş olduğu çemberin kırılması
anlamına geliyordu. Böylece, Sâmânîler, batıda Büveyhîlerle barış yapmanın
gerekliliğini daha güçlü bir şekilde idrak etmeye başladılar. Neticede iki taraf
arasında yukarıda bahsettiğimiz barış anlaşması yapılmıştır.
Aynı dönem içinde Sâmânîler için sorun teşkil eden bölgelerden biri de Gûr
vilayeti idi. Herat vilayetinden Ebû Ali Muhammed b. Abbas el-Tulekî
adında bir kale muhafızı Sâmânîlere isyan etmişti. Tulek kalesini[568] tahkim
eden Ebû Ali Muhammed el-Tulekî, bir grup insanı etrafında toplamıştı.
Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî, isyan haberini alınca Ebû Cafer
Ahmed b. Müslim el-Ziyadî adlı kumandanını asî liderin üzerine gönderdi.
Tulek hisarında Ebû Ali’yi kuşatan Ebû Cafer, onun aman dilemesi sonucu
kaleyi ele geçirdi. Daha sonra Ebû Ali’yi de yanına alarak Nisabur’a döndü.
Başarılarından dolayı adı geçen bölgenin idaresi Ebu’l-Hasan tarafından Ebû
Cafer el-Ziyadî’ye verildi (364/974)[569]. Bu tayinden sonra Gûr’a yeni bir
sefer düzenleyen Ebû Cafer fazla bir başarı elde edemedi. Sefer sırasında,
bölgenin henüz müslümanlığı kabul etmemiş olan halkından bir çok esir ve
birkaç kalenin ele geçirilmesiyle yetinildi. Dolayısıyla Sâmânîlerin Gûr’daki
nüfuzu Hîsâr ve Tulek kalelerinden daha ileriye gidemedi.

E) I. Mansur’un Ölümü
I. Mansur b. Nuh, 15 senelik saltanatının ardından 11 Şevval 365/13
Haziran 976 tarihinde vefat etti[570]. Ölümüyle ilgili bazı kaynaklar daha
farklı tarihler vermektedir. Bunlardan İbn el-Esîr, Şevval 366/Haziran
977[571], Mirhond 11 Receb 365/15 Mart 976[572], Nerşahî ise, 16 Muharrem
365/25 Eylül 975[573] tarihlerini verirler. Genel olarak bakıldığında ise, İbn
el-Esîr dışındakilerin ay farkı haricinde 365/976 senesini verdikleri
görülmektedir. Dolayısıyla I. Mansur’un bu sene içinde vefat ettiğini
söyleyebiliriz. Onun, Alp-Tegin’in isyanıyla başlayan saltanatı sırasında
yapılan icraatların genellikle Sâmânîlerin lehine sonuçlandığını söylemek
mümkündür. Bu dönemi kısaca gözden geçirdiğimizde şu tesbitlerde
bulunabiliriz. Alp-Tegin’in isyanı ve Gazneliler Devleti’nin kurulmasına
kadar geçen olaylara bakıldığında bunların açıkça Sâmânîlerin zayıflığına
işaret etttiği şüphe götürmez bir gerçektir. Ancak, Alp-Tegin’in oğlu Ebû
İshak İbrahim’in, Sâmânîlere tabi olmasıyla buradaki prestij kaybı bir yerde
dengelenmiştir. Ayrıca Alp-Tegin’in devlet üzerindeki güçlü etkisinin
ortadan kaldırılmasıyla I. Mansur siyasî kararlarını alırken daha rahat hareket
edebilmiştir. Dönemin bir başka önemli ve olumlu gelişmesi de batıda
Büveyhîlere karşı sürdürülen savaşın lehte sayılabilecek bir anlaşmayla
sonuçlandırılmasıdır. Cürcan-Tabe-ristan ve Kirman’daki gelişmeler
nedeniyle Sâmânîlerin artık bir anlamda barışa mecbur olduklarından
yukarıda bahsedildi. I. Mansur da, bütün bunları objektif bir şekilde
değerlendirerek bu barışı kabullenmiştir. Ortaya çıkan netice ise, I.
Mansur’un, II. Nasr’dan sonraki Sâmânîler içinde en dirayetli ve başarılı
hükümdar olduğunu ortaya koymaktadır. Kaynaklarda verilen bilgiler de
bunu doğrular niteliktedir. İbn Havkal, onu “Devrindeki hükümdarların
yaşayış bakımından en adili, zayıf bir vücut yapısına sahip olmasına rağmen
tuttuğu yol bakımından en üstünü, ihtiyatlı, keskin görüşlü, kararlılık
gerektiren işlerde azimli bir kimse” olarak tanımlar[574]. Hamdullah el-
Müstevfî ise “adil, merhametli ve hayrı bol bir hükümdar” olarak tarif
eder[575]. Yine el-Cüzcanî, “ I. Mansur zamanında ülkenin her tarafında
isyanlar çıktığını ve isyancıların itaatten uzaklaştıklarını ancak, Allah’ın
yardımıyla I. Mansur’un bunları bastırdığını” yazar[576]. I. Mansur’un lakabı
el-Emîr el-Sedid ve künyesi Ebû Salih şeklindeydi[577]. Nerşahî ise, ondan
Emîr el-Sedid lakabının yanında el-Melik el-Muzaffer lakabına sahip
olduğunu söyler[578]. Ölümünden sonra yerine oğlu II. Nuh geçmiştir.
X) II. Nuh b. Mansur Dönemi
(976-997)
I. Mansur’un ölümü üzerine devlet ileri gelenleri, 13 yaşındaki oğlu Nuh’a
biat ettiler (365/976). Abbasî halifesi el-Tai de, onun hakimiyetini tasdik
edip, hakimiyet menşuru ve sancak gönderdi[579]. Yeni hükümdarın çocuk
yaşta olması sebebiyle devlet işlerini annesi[580] ve vezir Ebû Abdullah
Muhammed b. Ahmed el-Ceyhanî idare etmekteydi[581]. II. Nuh’un yaşının
küçük olması, artık devlete karşı bağlılıkları azalmış olan bazı kumandan ve
memurların isyan duygularını kuvvetlendirmiş olmalıdır. Bu nedenle çocuk
hükümdarın vasileri olası bir başkaldırıyı engellemek için hazinenin
kapılarını sonuna kadar açtılar. Askerlere, ordu kumandanlarına, memurlara
bahşişler dağıtıldı. el-Utbî’nin deyimiyle “kıymetli hil’atler ve padişah
bağışlarıyla gönülleri alındı”[582]. Bu sayede, onların itaat etmeleri sağlanmış
ve merkezde II. Nuh’un durumu sağlamlaştırılmış oluyordu.
Buhara’daki kumandan ve yüksek kademedeki memurlara karşı uygulanan
yatıştırma siyasetî taşrada da devam ettirildi. Özellikle devlet içinde askerî ve
siyasî alanlarda büyük bir güce sahip olan Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-
Simcûrî için bu son derece gerekli idi. Onun itaati, II. Nuh’un hakimiyetinin
sağlam bir zemine oturtulması açısından büyük önem taşıyordu. Bu nedenle
II. Nuh, Ebu’l-Hasan’ın desteğini sağlamak ve onunla akrabalık kurmak
üzere harekete geçti. Buhara gazileri kumandanı Ebû Abdullah Hafs, elçilik
vazifesiyle Ebu’l-Hasan’a gönderildi. Elçilik heyeti, Sâmânî hükümdarının
mektubunu zengin hediyelerle birlikte Nisabur’a götürdü. Ebû Abdullah
Hafs, Ebu’l-Hasan’a hediye ve hil’atleri sunduktan sonra, kendisine
Nasırüdevle ünvanının verildiğini ve Horasan valiliği görevinin tasdik
olunduğunu, elindeki yerlerin dışında Nisabur, Herat ve Kuhistan, Ebu’l-
Hasan’ın iktasına ilave edildiğini bildirdi[583]. Ayrıca Sâmânî hükümdarı,
Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin kızı ile evlenecekti. Elçi daha sonra II. Nuh’un,
Ebu’l-Hasan’a hitaben yazdığı mektubu takdim etti. Mektupta “Seleflerimizin
yapmadığı üç şeyi sana yaptık. Birincisi, seninle akrabalık kurduk ki, sana
inanmamızın işareti, senin kadrinin ve şerefinin fazlalaşmasının gereği olsun.
İkincisi vilayetlerini arttırdık. Bu da senin işinin büyüklüğünün delili olsun.
Üçüncüsü, lakap verdik ki, görüşme ve mektuplaşmalarda akranların ve
emsallerin arasında senin yüceliğin olsun” denilmekteydi[584]. Sâmânî
hükümdarının bu şekilde hareket etmesi Ebu’l-Hasan’ı memnun etti. II.
Nuh’a itaatini belirterek, elçiyi mukabil hediyelerle Buhara’ya geri yolladı.
II. Nuh, Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin yanısıra Cüzcan hakimi Ebu’l-Hâris
Muhammed b. Ahmed b. Ferigûn ile de akrabalık kurarak, onu da kendisine
bağlamaya muvaffak oldu. Böylece hakimiyeti, Sâmânîler Devleti
bünyesinde kuvvetli bir şekilde yerleşmiş oluyordu. Bundan sonra,
yaşlılığından dolayı görevinden affedilmesini isteyen vezir el-Ceyhanî’nin
yerine Rebiülahir 367/Kasım-Aralık 977 tarihinde Ebu’l-Hüseyin Abdullah b.
Ahmed el-Utbî’yi vezir tayin edildi[585]. II. Nuh bu değişikliği yapmadan
önce Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin fikrini de almak istemişti.
Ebu’l-Hasan, verdiği cevapta “Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin bu makam için
gerekli hususiyetlere sahip olmasına rağmen yaş itibariyla tecrübesiz
olduğunu ve bu göreve getirilmesinin şimdilik doğru olmayacağını
belirtmişti[586]. II. Nuh, Ebu’l-Hasan’ın tavsiyesine rağmen Ebu’l-Hüseyin el-
Utbî’yi vezaret makamına getirdi. Yeni vezir, Horasan valisinin, kendisi
hakkında II. Nuh’a söylediği sözleri öğrendiği zaman ona karşı kin
beslemeye başladı. Ancak, düşmanlığını siyasî alandaki nüfuzunu
güçlendirinceye kadar gizli tutmayı tercih etti.
Yapılan vezir değişikliğini merkezde yeni atamalar takip etti. Utbi ailesinin
gulâmlarından (memlûklerinden) olup, ailenin o zamanki reisi Ebû Cafer el-
Utbî tarafından I. Mansur’a hediye edilmiş olan Ebu’l-Abbas Taş Hâcib-i
Büzurg görevine, yine I. Mansur’un gulâmlarından Fâik el-Hassa Emîr-i
Hâcib’lik görevine getirildi[587]. Bunlardan özellikle Ebu’l-Abbas Taş, vezir
Ebu’l-Hüseyin el-Utbî ile tam bir kader birliği içerisinde idi. Siyasette ikisi
tamamıyla ortak hareket ediyorlardı. Ebu’l-Hüseyin, Ebu’l-Abbas Taş’ın da
yardımıyla zaman içinde siyasî alanda büyük bir nüfuza sahip olmayı başardı.
Bundan sonra sıra en büyük rakibi Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin
bertaraf edilmesine gelmişti. Ebu’l-Hüseyin bu konuda harekete geçmekte
gecikmedi. Fırsat buldukça II. Nuh’un huzurunda Ebu’l-Hasan’ı kötülemeye,
aleyhinde konuşmaya başladı. Horasan valisi hakkında “Ebu’l-Hasan acizdir.
Ondan iş çıkmaz. Horasan, onun elinde kayıptır. Gayreti müsadere etmek ve
harac toplamaktır. Onunla akraba olmak doğru değildir” diyordu[588]. Târih-i
Yeminî’nin müellifi ve vezirin akrabası olan Ebû Nasr el-Utbî ise, bu konuda
Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin adını vermeden saraydaki bazı kimselerin“Ebu’l-
Hasan’ın düşmanları fırsat bularak, onun hakkında Sâmânîlerin nimetleri,
iyilik, merhamet ve ikramları devletin kullarından hiç kimseye
Simcûroğullarına olduğu kadar bol ulaşmamıştır. Mansur b. Nuh, onu
diğerlerine tercih etmiştir. Devletin en seçkin ve en değerli toprağı Horasan’ı,
ona layık görmüştür. O, devletin koruyucusuydu. Bugün ise nimete
küfretmeye başladı” şeklindeki sözlerini aktarmaktadır[589]. Bu ifadelerden,
Ebû Nasr el-Utbî’nin akrabası olan veziri koruma gayretinin yanısıra Ebu’l-
Hasan el-Simcûrî’nin, Buhara’da Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin dışında başka
rakipleri olduğu şeklinde bir sonuç çıkarılabilir. Bunlar, Ebu’l-Hüseyin ile
aynı zamanda harekete geçerek, Ebu’l-Hasan’ın azline kadar, Sâmânî
hükümdarına telkinde bulunmaya devam ettiler. Nihayetinde II. Nuh, Ebu’l-
Hasan el-Simcûrî’yi Horasan valiliği görevinden alarak yerine Hüsamüd-
devle Ebu’l-Abbas Taş’ı atadı(371/982)[590]. Bununla yetinmeyen Ebu’l-
Hüseyin el-Utbî, Ebu’l-Hasan’ı kendi adamları önünde küçük düşürmek için
azil haberini götüren elçiye, mektubu herkesin önünde yüksek sesle okuyarak
Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’ye vermesini emretti. Nisabur’a ulaşan elçi, vezirin
kendisine verdiği emri yerine getirdi. Bu durum maiyetinin arasında ayakta
olduğu halde kendisini karşılayan Ebu’l-Hasan’ı oldukça öfkelendirmiş ve
Ebu’l-Hasan Buhara üzerine yürümek için, askerin toplanmasını emretmişti.
Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin gereksiz tahriki nedeniyle Sâmânîler Devleti bir
anda daha önce yaşamış olduğu Ebû Ali b. Muhtac ve Alp-Tegin isyanlarına
bir yenisinin eklenmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu isyanların
devletin bünyesinde meydana getirdiği tahrip göz önüne alındığında, vezirin
yaptığı tahrikin günden güne zayıflamakta olan Sâmânîleri yıkılışa kadar
götürebileceği aşikardı.
Diğer taraftan Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin asker topladığı haberi Buhara’ya
ulaşmış ve Ebu’l-Hüseyin’in yaptıklarından ötürü pişmanlık ve endişe
duymasına neden olmuştu. Vezir, genç hükümdarın aynı zamanda akrabası
olan Ebu’l-Hasan’ın tarafını tutarak kendisini cezalandırmasından
çekiniyordu[591]. Ancak merkeze ulaşan yeni haberler onun endişelerini boşa
çıkardı.
Horasan valisi aradan bir süre geçtikten sonra yaptıklarından pişman
olmuştu. el-Utbî’nin ifadesiyle “İşlerin aklî tarafı daha ön plana çıktı.
Velinimetine isyanın vahim neticeler doğuracağını düşündü. İhtiyarlık
günlerini nankörlüğün alameti ve üzerindeki isyan izi ile geçirecekti. Bu
nedenle pişman oldu. Belayı üzerine çekmenin ve zehiri şüphe ile tatmanın
akıllı insanların işi olmadığını düşündü[592]”. Bu düşüncelerle, çocuklarını,
taraftarlarını ve dostlarını sakinleştirdi. Nasihatlarda bulunarak onları
isyandan vazgeçirdi. Daha sonra Sâmânî elçisini yeniden yanına çağırarak, II.
Nuh’un emirlerine itaat edeceğini bildirdi. Elçiyle birlikte, Ebû Nasr Ahmed
b. Ali el-Mikailî başkanlığında güvendiği Nisabur-lulardan oluşan bir heyeti
özrünü yinelemek üzere Buhara’ya gönderdi[593]. Kendisi de Nisabur’dan
ayrılarak iktası Kuhistan’a çekildi.
Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin azil kararını kabullenmesi ve yerine Ebu’l-
Abbas Taş’ın tayini ile Ebu’l-Hüseyin el-Utbî, bir taşla iki kuş vurmuş
oluyordu. Hırslı vezir bu sayede hem en büyük düşmanını bertaraf etmiş, hem
de kendisine sadık Taş’ın Horasan valiliğine tayini ile devlet üzerindeki
nüfuzunu arttırmıştır.
I. Abdülmelik devri olaylarını anlatırken kumandanlar arasındaki nüfuz
mücadeleleri ve sonuçlarından daha önce bahsedildi. Adı geçen hükümdarın
son zamanları ve ardından I. Mansur dönemlerinde izlenen politikalarla bu
mücadelelerin ateşi biraz olsun küllenmişti. Ancak Ebu’l-Hüseyin el-
Utbî’nin, Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’ye karşı giriştiği son hareket
Sâmânîler Devleti üzerindeki çıkar çatışmalarının yeniden başlaması için bir
kıvılcım oldu. Önceki dönemde sadece kumandanlar arasında cereyan ettiğini
gördüğümüz bu çekişmeler, idarî açıdan en yüksek rütbeli memur olan
vezirlerin de katılımıyla çok daha şiddetli bir duruma geldi. İşte bu
çatışmaların neden olduğu kaosun Sâmânîler Devleti için ortaya çıkardığı
menfî etkiler çok geçmeden kendini gösterecekti.

A) Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın Horasan Valiliği ve


Büveyhîler ile Mücadele

II. Nuh tarafından Hüsamüddevle lakabı verilen[594] Ebu’l-Abbas Taş o


zamana değin pek az Horasan valisine nasip olan destek ve merasimle
Buhara’dan ayrıldı. Devletin ileri gelen kumandanlarından bir kısmı emrine
verilirken, Fâik el-Hassa da, ona yardımcı olmakla görevlendirdi. Hazineden
para, binekler, saz, kumandanlık alametleri verildi[595]. Hüsamüddevle Ebu’l-
Abbas Taş 15 Şaban 371/13 Şubat 982’de Nisabur’a girdi[596]. Şehirde bir
takım idarî ve malî düzenlemelerde bulundu. Bu arada batıdaki Büveyhîler,
ailenin en yaşlı üyesi Rüknüddevle’nin Muharrem 366/Eylül 976’daki
ölümüyle, birbirleriyle mücadeleye başlamışlardı. Zira bir federasyon yapısı
arzeden Büveyhîler için Rüknüddevle, aile içi anlaşmazlıklarda bir denge
unsuruydu. Rüknüddevle ölümünden önce idare ettiği toprakları oğulları
Azudüddevle, Fahrüddevle ve Müeyyedüddevle arasında paylaştırmıştı.
Bunlardan Azudüddevle, kendi yerini alacaktı. Azüdüd-devle 338/949-
950’de ölen amcası İmadüddevle’nin vasiyeti gereğince, o tarihten bu yana
onun idaresindeki toprakları da yönetmekteydi. Diğer iki oğlundan
Müeyyedüddevle İsfahan ve çevresini, Fahrüddevle ise Hemedan ve Rey’i
elinde tutacaktı. Rüknüd-devle’nin yaptığı paylaşıma rağmen, kendisinden
hemen sonra aile içinde gruplaşmalar başladı. Irak Büveyhî emîri Bahtiyar b.
Muizzüddevle, Hemedan ve Cibal hükümdarı Fahrüddevle ile ailenin yeni
lideri Azudüddevle’ye karşı bir ittifak meydana getirdiler. Ziyârî hükümdarı
Kâbus da, onları destekliyordu. İsfahan hakimi Müeyyedüddevle ise
Azudüddevle’nin tarafını tutuyordu. Ancak, kısa bir süre sonra tüm Büveyhî
topraklarını yüksek hakimiyetinde birleştirecek olan Azudüddevle bu
mücadelelerden galip çıkmasını bildi. Mağluplardan Bahtiyar öldürülürken,
Fahrüddevle, Cürcan’a Ziyârî hükümdarı Kâbus b. Veşmgir’in yanına
kaçmak zorunda kaldı. Azudüddevle, Kâbus’dan kardeşinin kendisine
teslimini istedi. Ancak, Kâbus Fahrüddevle’yi teslime yanaşmadı. Bunun
üzerine Azudüddevle, diğer kardeşi Müeyyedüddevle idaresindeki bir orduyu
Cürcan ve Taberistan üzerine gönderdi. Kâbus, Büveyhî ordusunu
Cemaziyelevvel 371/Kasım 981’de Esterâbâd önlerinde karşıladı. Yapılan
savaş Ziyârî ordusunun mağlubiyetiyle sonuçlandı[597]. Savaş meydanından
kaçan Kâbus ve adamları zahire ve mallarını depoladıkları bazı kalelere
gidip, buralardan ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra Nisabur’a, Horasan valisi
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın yanına gittiler. Fahrüddevle de, çok
geçmeden Nisabur’a geldi. Hüsamüddevle, II. Nuh’u, onların gelişinden
haberdar etti. Sâmânî hükümdarı, Hüsamüddevle’ye gönderdiği cevapta
Kâbus ve Fahrüddevle’ye gereken itibarı göstermesini, ikramda bulunmasını,
asker toplayıp, düşmanlarını yenerek, onları memleketlerine iade etmesini
emretti[598].
Hüsamüddevle aldığı emir üzerine savaş hazırlıklarına girişti. Büveyhîlerle
yapılmış olan barışın bozulması anlamına gelen bu sefere, Sâmânîlerin son
derece önem verdikleri anlaşılıyor. İbn el-Esîr savaş hazırlıkları esnasında
Nisabur’un askerle dolup taştığını belirtmektedir[599]. Muhtemelen
Sâmânîler, Büveyhîlerin arasındaki anlaşmazlıklardan kendi lehlerine
faydalanmak istiyorlardı. Zira bu sayede Ziyârîler yeniden Sâmânîlere
bağlanacak ve dolayısıyla Cürcan ve Taberistan tekrar Sâmânî nüfuz sahası
içine girmiş olacaktı. Ayrıca kendilerinden yardım talep eden Fahrüddevle
makamına iade edildiği takdirde Sâmânîler için daha karlı bir anlaşmanın önü
açılabilirdi.
Hazırlıkların tamamlanmasıyla birlikte, Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş,
yanında Kâbus b. Veşmgir ve Fahrüddevle olduğu halde harekete geçti.
Sâmânî ordusunun ilk hedefi Cürcan oldu. Ordunun yürüyüşü sırasında
Hüsamüddevle, Fâik el-Hassa’yı Kumis üzerinden Rey’e gönderdi. Fâik,
Cürcan’da bulunan Müeyyedüddevle’ye gelebilecek yardımların önünü
kesecek ve düşmanın dikkatini başka tarafa çekecekti. Fâik emrindeki
kuvvetlerle birlikte asıl ordudan ayrıldı. Ancak, kısa bir süre sonra,
Hüsamüddevle’den gelen yeni bir emirle geri döndü. Horasan valisi
kuvvetlerini bölmenin, kendisini zayıflatabileceği endişesiyle böyle bir karar
almıştı. Sâmânî güçleri Dih-i Azadvar[600]’da yeniden birleştiler. Bundan
sonra ilerleyişine devam eden Sâmânî ordusu, Müeyyedüddevle tarafından
savunulan Cürcan’ı kuşattı. Şehir Büveyhîler tarafından tahkim edilip
güçlendirilmişti. İki ay süren kuşatma sırasında Sâmânî ordusu herhangi bir
başarı elde edemedi. Ancak geçen bu süre içinde şehirdeki yiyecek stokları
tükenmeye başlamış ve Büveyhî ordusu açlık tehlikesiyle karşı karşıya
kalmıştı. Erzak yokluğu nedeniyle arpa kepeği, çamur ile yoğrulup ekmek
yapılıyordu. Şehri savunan Büveyhî askerlerinin takatleri son sınırına
ulaşmıştı. Bu durumda şehir dışına çıkıp Sâmânî ordusuyla karşılaşmaktan
başka bir çarenin kalmadığını gören Müeyyedüddevle, şehirden çıkarak
Sâmânî ordusunun karşısında saf tuttu. Tarih 22 Ramazan 371/21 Mart
982’yi gösteriyordu[601]. Hüsamüddevle de, Sâmânî ordusunu savaş düzenine
sokmuştu. Kendisi, merkezde Ebû Said el-Şebîbî ile birlikte kalırken, sağ
kanada Fahrüddevle, sol kanada ise Fâik el-Hassa komuta edecekti[602].
Sâmânî ordusundaki genel düşünce, Büveyhîlerin iki ay boyunca yaptıkları
gibi bir süre savaştıktan sonra yeniden şehre geri dönecekleri şeklindeydi.
Ancak, beklenenin aksine Büveyhî ordusu bütün gücüyle Sâmânîlerin üzerine
saldırdı. Sâmânî ordusunun sağ kanadına kumanda eden Fahrüddevle, Ali b.
Kâme’nin emrindeki Büveyhî kuvvetlerini karşılamak zorunda kaldı. Derhal,
Büveyhîlerin üzerine hücum ederek, bir hamlede onları yerlerinden attı. Bu
baskıya dayanamayan Ali b. Kâme, Esterâbâd tarafına çekilmek zorunda
kaldı. Târih-i Yeminî’nin müellifi “Horasan askerleri, Fahrüddevle’ye yardım
etselerdi, savaşı kazanacaklardı” düşüncesinde idi[603]. Ancak, bu
gerçekleşmedi. Büveyhî ordusunun bir kısmı, yağmaya dalmış olan
Fahrüddevle kumandasındaki Sâmânî birliklerini kuşattı. Bir anda etrafları
sarılan Sâmânîlerin sağ kanadında panik baş gösterdi. Durumdan faydalanan
Büveyhîler, buradaki Sâmânî askerlerinin büyük kısmını öldürdüler. Bunlar
olurken, Sâmânî ordusunun sol kanadında savaşın neticesine etki edecek
olaylar cereyan ediyordu. Müeyyedüddevle, Sâmânî kumandanlarından Fâik
el-Hassa’yı daha kuşatma devam ederken kendi tarafına çekmeye muvaffak
olmuştu. Çıkış hareketinin öncesinde, ona kendiliğinden mağlup olarak geri
çekilmeyi teklif etmişti. Fâik, Büveyhî emîrinin teklifini kabul etmekte
tereddüt göstermedi[604]. Savaş günü geldiğinde de, fazla bir direniş
göstermeksizin geri çekildi. İki kanadı birden savaş dışı kalan Sâmânî ordusu
için mağlubiyet kaçınılmazdı. Buna rağmen merkezde bulunan
Hüsamüddevle Taş emrindeki kuvvetlerle vargücüyle mücadeleye devam
ediyordu. Kaynaklar, Fahrüddevle’nin Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın
yanında sabırla savaşa devam ettiğini söylemektedir[605]. Muhtemelen
Fahrüddevle, Sâmânî ordusunun sağ kanadının dağılmasından sonra
Hüsamüddevle’nin yanına gelerek savaşa devam etmiş olmalıdır.
Hüsamüddevle’nin emrinde bulunan bir grup Harizmli okçu askeri de,
Sâmânî ordugahına yaklaşmaya çalışan Büveyhî askerlerine şiddetle karşı
koymaya devam ediyorlardı[606]. Harizmli okçuların gösterdiği mukavemet
sebebiyle Büveyhî ordusu ağır kayıplara uğradı. Ancak, gücü giderek
azalmakta olan Hüsamüddevle, savaş meydanını terketmek zorunda
kaldı[607]. Sâmânî ordugahına giren Büveyhî askerleri bol ganimet elde
ettiler. Mağlubiyetten sonra Nisabur’a geri dönen Hüsamüddevle Ebu’l-
Abbas Taş, Fahrüddevle ve Kâbus, II. Nuh’a bir mektup yazarak onu
durumdan haberdar ettiler. Ancak, uğranılan mağlubiyeti fazla önemsemeyen
II. Nuh, onları cesaretlendirerek para ve güçlü bir ordu göndereceğini söyledi.
Buhara’dan gelen bu cevap üzerine Hüsamüddevle, yeni sefer için
hazırlıklara başladı. Dağılan askerlerini topladığı gibi, yeni askerî birlikler
teşkil etti. Hazırlıkların tamamlanmasının ardından Buhara’dan gönderilecek
yardımcı birlikleri beklemeye başladı.
II. Nuh ise, Hüsamüddevle’ye gönderdiği mektuptan hemen sonra savaş
hazırlıklarının yapılması için gerekli emirleri vermiş ve bu iş için vezir Ebu’l-
Hüseyin el-Utbî’yi görevlendirmişti. Ebu’l-Hüseyin, Sâmânî sınırları
dahilindeki her yere mektuplar yazarak askerî birlikler oluşturulmasını ve
bunların Merv’de toplanmalarını istedi. Çalışmalar devam ederken I. Nuh,
toplanacak olan orduya kumanda etme görevini Ebu’l-Hüseyin’e verdi. Bu,
Sâmânîler Devleti tarihinde görülen ilk ve yegane uygulama idi. Böylelikle,
Ebu’l-Hüseyin’in güç ve nüfuzu zirveye ulaşmış oluyordu. Ancak, vezirin
kaderi “işler kemale ulaşınca zevale döner” misalindeki gibi oldu[608]. Çünkü,
Ebu’l-Hüseyin’in gücünün sürekli artmasına parelel olarak düşmanları da
artmaktaydı. Bunların başında görevinden azledilmesine neden olduğu sabık
Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî geliyordu. Ebu’l-Hasan kendisine
yapılanları unutmamış ve intikam almak için zaman kolluyordu. İlk olarak
Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’ye karşı, kendisine Buhara’dan müttefik bulmak üzere
harekete geçti. Cürcan önlerinde alınan mağlubiyetten sonra Buhara’ya
dönmüş olan Fâik el-Hassa bu iş için seçilebilecek en uygun kişiydi. Onu,
Ebu’l-Hüseyin’e karşı kışkırtmaya başladı. Kısa bir süre sonra çalışmalarının
neticesini aldı. Sâmânî vezirine karşı, Ebu’l-Hasan ile ortak hareket etmeyi
kabul eden Fâik, I. Mansur’un gulâmlarıyla (Gulâmân-ı Sedidî) Ebu’l-
Hüseyin el-Utbî’yi öldürmeleri konusunda anlaştı. Kendisine karşı kurulmuş
olan bu komplo vezirin kulağına ulaşmıştı. O da durumu, II. Nuh’a aktardı.
Sâmânî hükümdarı, kendi gulâmlarından bir kısmını Ebu’l-Hüseyin el-
Utbî’yi korumakla görevlendirdi. Ancak alınan bütün bu tedbirler bir fayda
getirmedi. Ebu’l-Hüseyin el-Utbî bir gece korumalarıyla saraya gitmek üzere
yola çıktığı sırada Fâik’in anlaştığı gulâmların saldırısına uğradı.
Onu korumakla görevli gulâmlar ise mukavemet göstermeksizin dağıldılar.
Tek başına kalan vezir öldürüldü (372/982-983)[609]. Ebu’l-Hüseyin’in
ölümü, Büveyhîler üzerine yapılması düşünülen seferin daha başlamadan
bitmesine neden oldu. Onu, Nisabur’da beklemekte olan Hüsamüddevle Taş,
Fahrüddevle ve Kâbus, ölüm haberini alınca seferden vazgeçtiler. Horasan
valisi Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş bozulan durumu ve çıkan
karışıklıkları düzeltmek üzere II. Nuh tarafından Buhara’ya çağırıldı.

B) Sistan Olayları
Sistan eyaletinin Sâmânîler için ortaya çıkardığı problemler II. Nuh b.
Mansur döneminde de devam etmekteydi. 10 Rebiülevvel 362/19 Aralık
972’de Hüseyin b. Tahir’in Buhara’ya gitmek üzere Sistan’dan ayrılmasıyla
Halef b. Ahmed, Sâmânîlere bağlı olarak bölgenin tamamında hakimiyetini
yerleştirmeyi başarmıştı. Ancak, geçen zaman içinde durumunu güçlendiren
Halef, her yıl Buhara’ya gönderdiği hil’at, hediye, hizmetçi ve paraları
göndermemeye başladı (364/972).
Buhara’dan defalarca yapılan uyarı ve nasihatlere rağmen isyankâr
tutumunu sürdürdü[610]. Bu durum, Sâmânîleri yeniden harekete geçirdi. II.
Nuh, Buhara’da bulunan Hüseyin b. Tahir’i güçlü bir ordunun başında Sistan
üzerine gönderdi. Sâmânî ordusunda Maveraünnehir ve Horasan’dan bir çok
emîr ve kumandan yer alıyordu. Halef, bölgeye ulaşan Hüseyin b. Tahir ve
Sâmânî ordusunu 4 Muharrem 369/1 Ağustos 979 tarihinde Cüveyn’de
karşıladı. Taraflar arasında gece yarısına kadar süren ve her iki taraftan da
pek çok kimsenin öldüğü şiddetli bir savaş cereyan etti. Ancak, güçlü Sâmânî
ordusuna karşı meydan savaşını sürdürmenin aleyhine olacağını anlayan
Halef b. Ahmed, Zerenc’e çekildi[611]. Onu takip eden galipler, şehrin güney
doğusundaki Fars kapısı önünde karargah kurdular. Halef ise şehristan ve
şehrin güney kapısı Dar-ı Ta’am’ı elinde bulunduruyordu. 7 Safer/3 Eylül
günü Uk[612] kalesine giden Halef, burasını tahkim etti. Askerlerini savaşa
hazırladı. Böylece çok uzun sürecek olan bir muhasara başlamış oldu. Sürekli
olarak takviye edilen Sâmânî ordusu, buna rağmen Halef b. Ahmed’e baş
eğdirmeyi başaramadı. Tam aksine Halef, yaptığı baskın ve hilelerle
kuşatmacılara büyük zararlar verdiriyordu. Ellişer kişiden oluşan küçük
birliklerle yaptığı ani çıkış hareketleriyle, Sâmânî ordusunda hatırı sayılır
kayıplara neden oluyordu. Yapılan baskınlar sonucunda Sâmânîlerin ileri
gelen kumandan ve soylularından birçok kimse hayatını kaybetti[613].
Halef’in özellikle bunları hedef alarak hareket ettiği aşikardır. Zira
kendilerine komuta edecek kimselerden yoksun kalacak kuşatmacıların daha
fazla bir şey yapamayacağını ve moral çöküntüsü içine gireceklerini çok iyi
biliyordu. Hurûc hareketleriyle yetinmeyen Halef, çeşitli hilelerle Sâmânî
birliklerini canlarından bezdiriyordu. Sistan yılan bakımından çok zengin bir
bölgeydi. Bunları adamlarına toplatan Halef, mancınıklara koydurup Sâmânî
ordugahına attırıyordu. Bu nedenle Sâmânî askerleri muhasara sırasında bir
yerden bir yere taşınıp duruyorlardı[614]. Uzun süren kuşatma ile birlikte
Sâmânî askerlerinde yorgunluk ve bıkkınlık emareleri kendisini göstermeye
başlamıştı. İkmal konusunda Sâmânî ordusunda kronikleşen sıkıntılar
yeniden kendini göstermişti. Karşı tarafta ise her geçen gün savunucuların
kendilerine olan güvenleri artmaktaydı[615]. Durumun giderek kötüleşmesi
üzerine II. Nuh yeni tedbirler alma gereğini hissetti. Horasan valiliği
görevinden azledilmesinin ardından Kuhistan’a çekilmiş olan Ebu’l-Hasan el-
Simcûrî, Sistan’daki durumu çözüme kavuşturmakla görevlendirildi. Ebu’l-
Hasan, Sâmânî hükümdarının, Halef’e hitaben yazdığı bir mektupla birlikte
Sistan’a geldi. Halef, onun gelişini haber alınca, Tâk kalesine çekildi. Ebu’l-
Hasan, Sâmânî hükümdarının mektubunu Halef’e ulaştırdığı gibi onunla
gizlice irtibat kurdu. İkisi arasında eskiye dayanan bir dostluk bulunuyordu.
Bu nedenle, Halef’e gizli bir haber göndererek “Bütün Horasan ümera ve
büyükleri, burada senin elinle öldüler. Sâmânî hükümdarı şimdi beni
gönderdi. Benimle senin aranda dostluk olduğunu biliyorsun. Ben geri
dönünceye kadar Hüseyin’e bir şey yapma. Onun yazısını alayım ve askeri
geri döndüreyim. Sen, Hüseyin’in üzerine yürüyeceğin zamanı iyi
bilirsin[616]” tavsiyesinde bulundu.
Muhtemelen Ebu’l-Hasan, Sistan’da fazla kalmak istemiyordu. O, kısa bir
süre sonra Horasan’da cereyan edeceğini düşündüğü mücadeleler başlamadan
geri dönmeyi ve buna hazırlanmayı düşünüyor olmalıdır. Nitekim, daha
Sistan’da iken Sâmânî veziri Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’ye karşı Fâik el-Hassa ile
mektuplaşmaya başlamıştı. İkisi arasındaki bu ittifak bilindiği gibi Ebu’l-
Hüseyin’in öldürülmesiyle neticelenmişti. Ebu’l-Hasan’ın teklifi, Halef
tarafından kabul gördü. Onun, Ebu’l-Hasan’ın tavsiyelerine uygun olarak
yumuşaması taraflar arasında barış görüşmelerinin başlamasına zemin
hazırladı. Neticede yapılan anlaşmaya göre, Tâk kalesi ve ziyâ (verimli
topraklar, köyler ve gelirler) Halef’e, Zerenc ve çevresi ise Hüseyin b.
Tahir’e kalıyordu[617].
Anlaşma gereğince Halef, Uk kalesini bırakarak Tâk kalesine yerleşti.
Halef’in ayrılmasının hemen ardından Ebu’l-Hasan ve Hüseyin b. Tahir,
şehre girdiler. Hutbe yeniden Sâmânî hükümdarı II. Nuh adına okunmaya
başladı[618]. Ebu’l-Hasan el-Simcûrî bir süre Sistan’da kalarak buradaki işleri
düzenledi. Daha sonra geri dönüşüne gerekli zemini hazırlamak için Hüseyin
b. Tahir ve Zerenc’deki ulemadan “Ebu’l-Hasan buraya geldi. Şehir ve hisarı
alarak bana teslim etti ve işini tamamladı[619]” şeklinde yazılar aldı. 17
Zilhicce 372/2 Haziran 983 tarihinde Sistan’dan ayrılarak Horasan’a
döndü�.
Ebu’l-Hasan’ın dönüşünden hemen sonra Sistan’da mücadele yeniden
başlamış ve Halef b. Ahmed, Hüseyin’in üzerine yürüyerek durumu tekrar
lehine çevirmeyi başarmıştı. Sâmânîler çok kısa süren barış devresinin
ardından başlayan bu çekişmelere tekrar müdahale etmek ihtiyacı duydular.
Ebu’l-Hüseyin el-Utbi’nin öldürülmesinden sonra vezaret makamına getirilen
Ebu’l-Hasan Müzenî, Ebû Ali el-Simcûrî’yi Sistan meselesini halletmekle
görevlendirdi[620]. Bunun üzerine Ebû Ali el-Simcûrî 1.000 kişilik bir
kuvvetle Sistan üzerine yürüdü. Onun, Sistan seferi hakkında sadece
Gerdizî’nin eserinde anlatılanlar sayesinde bilgi sahibi olabilmekteyiz.
Müellif, bu seferi Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin ölümünden önceki olaylar içinde
anlatmaktadır. Ancak bunun, Ebu’l-Hasan’ın Sistan’dan dönüşünden sonra
yani 372/983 yılı içinde gerçekleşmesi daha olası gözükmektedir[621]. Ebû
Ali el-Simcûrî, Sistan üzerine yürümeden önce II. Nuh tarafından kendisine
Bûsenc şehrinin idaresi verildi. Daha sonra emrindeki 1.000 süvari ile
Sistan’a yöneldi. Halef, Baytüz’ün[622] gulâmlarını 4.000 süvari ile birlikte,
Ebû Ali el-Simcûrî’ye karşı gönderdi. Bunların yanında dört tane de savaş fili
bulunuyordu. Ebû Ali el-Simcûrî üzerine gönderilen bu kuvveti mağlup ettiği
gibi fillerden ikisini ele geçirdi. Sefer dönüşünde Badgis şehrinin iktalarına
katılmasıyla mükafatlandırıldı. Ayrıca, Sâmânî hükümdarının araya
girmesiyle Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş ile arasındaki anlaşmazlık
düzeltildi[623].
Ebû Ali el-Simcûrî’nin, Halef’e karşı elde ettiği bu başarı Sâmânîler
Devleti ve müttefiki Hüseyin b. Tahir için herhangi bir fayda getirmedi.
Aksine Halef, Hüseyin’i sıkıştırmaya devam etti. Hüseyin, yardım için bu kez
Gazne hakimi Sebüktegin’e başvurdu. Ancak, bundan da bir sonuç elde
edemedi. Sonunda, aynı sene içinde taraflar arasında kalıcı barış sağlandı.
Barışın hemen sonrasında Hüseyin’in ani ölümü, Halef’i Sistan’ın tartışılmaz
hakimi durumuna getirdi. Ortaya çıkan sonuç ise, Sâmânîlerin çok uzun bir
süredir Sistan’da boş yere çabaladıklarını belgeliyordu. Yaklaşık 18 senelik
bir süre boyunca bölgeye düzenlenen seferler ve son olarak Halef’e karşı
gerçekleştirilen uzun süreli kuşatma Sâmânî ordusunu güç, moral ve prestij
açısından oldukça yıpratmıştı. Daha da önemlisi hiçbir kazanç getirmemişti.
İbn el-Esîr’de geçen şu cümleler, durumu çok iyi bir şekilde özetlemektedir.
“Bu isyan ve olaylar Sâmânî Devleti’nin ilk defa başına gelen ve zaaf
gösterdiği bir olay idi. Civardaki emîrlerin, Sâmânî görevlilerinin, valilerinin
emirlerini dinlememesine fırsat ve cesaret vermiştir[624]”. Bu tarihten sonraki
gelişmeler de müellifi doğrular niteliktedir. Sâmânîler Devleti bünyesindeki
zayıflık emarelerinin bundan çok daha önceleri ortaya çıktığı bilinmektedir.
Ancak, İbn el-Esîr’in tespitleri Sistan’a birbiri ardına düzenlenen seferlerin ve
sonuçsuz kuşatmaların devlet bünyesinde ve ordu üzerindeki menfi etkisine
vurgu yapması açısından önemlidir.

C) Sâmânîler Devletinde Nüfuz


Mücadelelerinin Yeniden Başlaması

1) Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş


ve Simcûrîler Arasındaki Mücadele
I. Abdülmelik döneminde (954-961) ortaya çıkan, devlet içindeki nüfuz
mücadeleleri II. Nuh’un saltanatıyla birlikte daha büyük bir şiddetle kendini
göstermiştir. II. Nuh’un henüz bir çocuk oluşu da buna hız kazandırmıştır.
Onun adına devlet işlerini idare eden vezir Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin,
Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’yi görevinden azlettirmesi, bu
çekişmelerin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu olayı unutmayan Ebu’l-
Hasan el-Simcûrî, vezire karşı ittifak yaptığı Fâik el-Hassa sayesinde, onu
öldürterek intikam almayı başarmıştı. Bütün bu olayların gelişiminden
yukarıda bahsedildi. Suikastin ardından Buhara’da karışıklıklar baş
göstermiş, Horasan valisi ve öldürülen vezirin en yakın, en sadık müttefiki
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş, durumu düzeltmek ve katilleri yakalamak
üzere Buhara’ya çağırılmıştı. Kâbus ile Fahrüddevle’yi, Nisabur’da bırakan
Hüsamüddevle, süratle hareket ederek Buhara’ya geldi. Ebu’l-Hüseyin el-
Utbî’nin katillerinden bir kısmı yakalanarak öldürüldü. Diğerleri ise,
Buhara’dan kaçarak kendilerini bekleyen sondan kurtuldular. Durumu
kontrol altına alan Hüsamüddevle, vezirlik görevinin Ebu’l-Hasan el-
Müzenî’ye verilmesini sağladı[625]. el-Müzenî bütün gücüyle çözüm bekleyen
devlet işlerini halletmeye çalıştı. Ancak, onun kuşağı bu görevin getirdiği
sorumluluğu taşıyamadı[626]. Zira, Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin öldürülmesi
sadece bir başlangıçtı. Bundan sonra kopması beklenen fırtınayı tek başına
önlemesi mümkün değildi.
Nitekim, Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın en büyük rakibi Ebu’l-Hasan
el-Simcûrî’nin merkezden izin almadan Sistan’dan Horasan’a dönmesi,
fırtınanın bir habercisi idi (372/983). Ebu’l-Hasan, Horasan’da karışıklık ve
fitne çıkmasını, Hüsamüddev-le’nin Cürcan önlerinde aldığı mağlubiyetin
sonrasında sipehsalarlığın yeniden kendisine verilmesini umuyordu[627].
Onun niyetini anlayan el-Müzenî, kendisine bir haberci göndererek
Horasan’dan ayrılmasını istedi Ayrıca emrindeki kuvvetleri oğlu Ebû Ali’ye
vererek Sistan’a göndermesini ve kendisinin de Kuhistan’a gitmesini söyledi.
Buna uyması halinde ise Genc-i Rüstak ve Badgis’in de iktalarına
katılacağını bildirdi[628]. Sâmânîler Devleti içindeki kutuplaşmaların farkında
olan el-Müzenî, böylelikle Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’yi Horasan’dan
uzaklaştırarak, durumu biraz olsun yatıştırmak umuyordu. Ebu’l-Hasan,
vezirin isteğine uyarak Kuhistan’a çekildi. Yukarıda anlatıldığı gibi oğlu Ebû
Ali el-Simcûrî’yi Sistan’a gönderdi. Ebû Ali el-Simcûrî başarılı bir seferin
sonrasında yeniden Horasan’a döndü. el-Müzenî’nin çabaları sayesinde
meydana gelen sukunet devresini taraflar hazırlık ve planlarını tamamlamakla
geçirdiler. Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş, Ebu’l-Hüseyin’e yapılan
suikastin gerçek faillerinin Ebu’l-Hasan el-Simcûrî ve Fâik el-Hassa
olduğunu biliyor, intikam almak için uygun bir fırsat kolluyordu. Simcûrîler
ise, ellerinden alınmış olan Horasan valiliğini yeniden ele geçirmek için
planlar hazırlıyorlardı. Ebû Ali el-Simcûrî bu maksatla Fâik el-Hassa ile
mektuplaşıp, haberleşmeye başladı. Onu, birlikte Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas
Taş’a karşı cephe almaya davet etti. Fâik’in, teklifi kabul etmesinin ardından
babası Ebu’l-Hasan el-Simcûrî de, onlara katıldı[629]. Ziyârî hükümdarı
Kâbus b. Veşmgir’e haberciler gönderen Ebu’l-Hasan ve oğlu Ebû Ali el-
Simcûrî, onu da kurulan ittifaka katılmaya davet ettiler[630]. Artık kaçınılmaz
hale gelen mücadele, Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın yaptığı büyük bir
siyasî hata ile başladı. Ebû Ali el-Simcûrî, Horasan’a dönüşünün ardından,
Hüsamüddevle’den Nisabur vekilliğinin kendisine verilmesini istemişti[631].
Hüsamüddevle, hiçbir şeyden kuşkulanmaksızın Ebû Ali el-Simcûrî’nin
isteğini kabul etti. Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin öldürülmesiyle zaten durumu
zayıflamış olan Hüsamüddevle için bu çok büyük bir hata idi. Devletin ikinci
merkezini kendi eliyle rakiplerine teslim etmişti. Ebû Ali el-Simcûrî, belki de
kendisinin bile beklemediği bu atamanın sonrasında hemen harekete geçti.
Hüsamüddevle’nin bölgedeki amillerini tutuklatarak, mallarını müsadere
ettirdi. Daha sonra, Fâik el-Hassa ile birlikte Merv üzerine yürüdü. Olanları
haber alan Hüsamüddevle geç de olsa yaptığı hatayı anlamıştı. Hazineleri,
birikmiş malları, silah ve askerlerini toplayarak Buhara’dan ayrıldı. Ancak
başkentten ayrılmadan önce, kısa süre sonra kendi sonunu hazırlayacak olan
bir hata daha yaptı. Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik’in sırdaşı olarak gördüğü
vezir Ebu’l-Hasan el-Müzenî’yi azlederek yerine kendi kethüdası
Abdurrahman b. Ahmed el-Farisî’yi tayin etti[632]. Tutuklanıp hapsedilen eski
vezir çok geçmeden üzüntüsünden vefat etti.
Buhara’dan ayrılan Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş, Ceyhun kıyısındaki
Amul’da konakladı. Bu esnada beklenmedik bir şekilde taraflar arasında barış
için elçiler gidip gelmeye başladı. Muhtemelen Hüsamüddevle, rakiplerinin
meydana getirdiği ittifaka karşı üstünlük sağlayamayacağını anlamış ve
barışa razı olmuştu[633]. Ayrıca biraz sonra bahsedileceği gibi Buhara’daki
siyaset ibresinin kendi aleyhine dönmeye başladığını hissetmiş olmalıdır.
Yapılan anlaşma şu şartları içeriyordu; Nisabur ve sipehsalarlık görevi
Hüsamüddevle’ye, Belh Fâik el-Hassa’ya ve Herat da Ebû Ali el-Simcûrî’ye
verilecekti[634]. Bundan başka, daha önce sabık vezir el-Müzenî tarafından
Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’ye verilen Badgis ve Genc-i Rüstak’ın yine Ebu’l-
Hasan’ın elinde kalması onaylandı[635].
Anlaşmanın sonrasında taraflardan herbiri kendi bölgesine çekildi. Burada
dikkati çeken en önemli nokta, anlaşmanın şartları içinde herhangi bir şekilde
Sâmânî hükümdarının adının geçmemiş olmasıdır. Anlaşmanın altına imza
atan tarafların Sâmânîler Devleti’ne hizmet eden birer kumandan oldukları,
dolayısıyla bu devletin başındaki kişiye tabi oldukları düşünüldüğünde konu
daha da ilginçleşmektedir. Bütün bunlar, artık olayların Sâmânîlerin istek ve
iradeleri dışında gerçekleştiğini ve devlete bağlı kumandanların bağlılığının
tamamen şekilden ibaret olduğunu açıkça göstermektedir.
Diğer taraftan Buhara’da gelişen olaylar, Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş
için sonun başlangıcı oldu. II. Nuh, belki de saltanatı sırasında kendi
iradesiyle aldığı nadir kararlardan birini alarak Hüsamüddevle’nin vezir tayin
ettiği Abdurrahman b. Ahmed el-Farisî’yi görevinden azletti. Yerine,
Abdullah b. Üzeyr’i tayin etti[636]. Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş, Merv’de
bulunduğu sırada haber kendisine ulaştı. Yeni vezirin, el-Utbî ailesi ve
bunların yakınlarına karşı şiddetli bir düşmanlık beslediği biliniyordu.
Gerçekten de İbn Üzeyr göreve gelmesini takip eden dönemde II. Nuh’u,
Hüsamüddevle’ye karşı kışkırtmaya başladı. Devletin güç kaybının
seleflerinin zayıflığı ve kötü tedbirleri sonucu meydana geldiğini
söylüyor[637], eski vezir Ebu’l-Hüseyin’i ve dolayısıyla da Hüsamüddevle’yi
şuçluyordu. Abdullah b. Üzeyr’in konuşmaları kısa sürede etkisini gösterdi.
II. Nuh, Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ı görevinden alarak yerine Ebu’l-
Hasan el-Simcûrî’yi tayin etti (Rebiülevvel 376/Temmuz-Ağustos 986)[638].
Hüsamüddevle’ye bir ferman gönderilerek azil haberi bildirildi. Ordu
kumandanlığı ve Horasan valiliği görevlerinden alındığı, bunun yerine Nesa
ve Ebiverd’in kendisine ikta olunduğu söylenerek, buraya gitmesini
emredildi. Ayrıca, Hüsamüd-devle lakabını ve Emîr-i Hâciblik görevini
muhafaza edeceği bildirildi[639]. Fermanı alan Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas
Taş, rakiplerinin başarıya ulaştığını anlamıştı. Yine de, tayin olunduğu
bölgeye gitmeyerek Serahs’da durdu. Ordusundaki kumandanlara görevinden
alındığını duyurarak, kendisinden ayrılmaları yada yanında kalmaları
konusundaki kararlarında serbest bıraktı. Ancak kumandanlar,
Hüsamüddevle’nin yanında kalmayı tercih ettiler. Böylece ordusunun da
desteğini alan Hüsamüddevle, Sâmânî hükümdarı ve İbn Üzeyr’i aldıkları
karardan döndürmek için elinden gelen çabayı sarf etti ise de, bir sonuç elde
edemedi. Son olarak emrindeki kumandanlar, ona şefaat edilmesi için
Buhara’ya bir mektup yazdılar. Ancak, Hüsamüddevle’ye karşı düşmanlığını
sürdürmekte kararlı olan Abdullah b. Üzeyr, bu mektuba cevap verme
zahmetinde dahi bulunmadı. Aksine, mektuplar göndererek onları
liderlerinden ayırmaya çalıştı. Bu kez de askerler, vezirin mektubuna iltifat
etmedikleri gibi, Hüsamüd-devle’nin etrafında daha sıkı bir şekilde
kenetlendiler[640]. Tercihleri giderek azalmakta olan Hüsamüd-devle için,
mevkini silah zoruyla yeniden elde etmekten başka bir seçenek kalmamıştı.
Çünkü, II. Nuh ve ona sıkı bir şekilde nüfuz eden vezir İbn Üzeyr’den daha
fazla bir şey beklemenin faydasızlığını anlamıştı. Hüsamüddevle Ebu’l-
Abbas Taş isyan kararı almasından sonra, eski dostu ve müttefiki Büveyhî
emîri Fahrüddevle Ali’den yardım isteyerek askerî gücünü arttırmaya çalıştı.
Bilindiği gibi Fahrüddevle, Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin öldürülmesi ve
Hüsamüddevle Taş’ın Buhara’ya çağrılması üzerine Kâbus b. Veşmgir ile
birlikte Nisabur’da kalmıştı. Cürcan önlerinde uğranılan başarısızlığın
sonrasında, yeniden ülkesine dönmenin çarelerini arıyordu. Kardeşleri
Azudüddevle’nin 372/983 yılında, Cibal hakimi Müeyyedüddevle’nin de
Şaban 373/Ocak-Şubat 984 tarihinde birbiri ardına ölmeleri, ona aradığı
fırsatı verdi. Müeyyedüddevle’nin veziri Sahib b. Abbad, onun ölümü üzerine
devlet ileri gelenlerini ailenin en yaşlı üyesi Fahrüddevle’nin tahta çıkması
hususunda ikna etmeyi başarmıştı. Neticede Sahib b. Abbad ve devlet ileri
gelenleri tarafından Cürcan’a davet edilen Fahrüddevle Ramazan 373/Şubat
984 tarihinde şehre gelerek, Büveyhîlerin Cibal kolunun başına geçmişti[641].
Bunu bir mektupla Hüsamüdevle Ebu’l-Abbas Taş’a bildirdi. Hüsamüddevle
de, Fahrüddevle’ye yazdığı cevabında onu tebrik etmiş ve kendisine
yapılanlar hakkında şikayette bulunmuştu[642]. Fahrüddevle gönderdiği
cevapta, ona her türlü yardımda bulunacağını bildirdi. Hüsamüddevle’nin
gönderdiği Ebû Said el-Şebibî adlı elçiye her türlü ikramda bulundu. 2000
kişilik Arap ve Türk süvarilerinden oluşan bir birliği, eski kader arkadaşına
yardım için elçiyle birlikte gönderdi. Bu arada yeni Horasan valisi Ebu’l-
Hasan el-Simcûrî Nisabur’a gelerek görevine başlamıştı. Hüsamüddevle,
Fahrüd-devle’nin gönderdiği yardım kuvveti ve Ebû Said el-Şebibî ile
Nisabur yakınlarında birleşti. Bu arada Horasan kumandanı (Leşker-i
Horasan) Abdullah b. Muhammed b. Abdürrezzak ve bir grup Nisaburlu da,
onlara katıldı[643]. Hüsamüddevle, daha sonra harekete geçerek Nisabur
önlerine ulaştı ve şehrin batısında karargah kurdu. Ebu’l-Hasan el-Simcûrî
ise, kuhendize çekilmişti. İki taraf arasında başlayan savaş birkaç gün devam
etti. Fahrüddevle’nin gönderdiği ikinci bir yardım kuvveti mücadelenin
Hüsamüddevle’nin lehine sonuçlanmasında büyük pay sahibi oldu. Silah ve
techizatları mükemmel 2.000 kişilik bir Deylem süvari kuvvetinin gelişi,
Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’yi mücadelenin gidişatı konusunda endişeye
düşürmüştü. Savaşı sürdürmek yerine Nisabur’u, Hüsamüddevle’ye bırakarak
geri çekilmenin daha akıllıca bir hareket olacağını düşünerek gece yarısı
şehirden ayrıldı. Kuhistan’a gitti. Horasan valisinin, şehirden ayrıldığını
öğrenen Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın kuvvetleri, peşinden giderek
ağırlıklarını yağmaladılar. Nisabur’a giren Hüsamüd-devle ise, şehrin
doğusunda konakladı. Yeniden Buhara ile temesa geçerek geçmişteki hata ve
günahlarının bağışlanması için II. Nuh ve annesine mektuplar gönderdi[644].
Abdullah b. Üzeyr’in görevinden azledilmesi hususundaki düşüncelerini
belirtti. II. Nuh’un annesi de, onunla aynı fikirdeydi[645]. Ancak vezirin,
Sâmânî hükümdarı üzerindeki nüfuzu daha üstün geldi ve Hüsamüddevle’nin,
II. Nuh tarafından bağışlanmasını engelledi.
Nisabur önlerindeki savaşın sonrasında Kuhistan’a çekilen Ebu’l-Hasan el-
Simcûrî ise, burada Hüsamüddevle’nin ilgisinden uzak, Nisabur’a tekrar
hakim olmanın planlarını yapıyordu. Cibal Büveyhî emîri Fahrüddevle
tarafından en geniş imkanlarla desteklenen Hüsamüddevle’ye karşı tek başına
başarılı olamayacağını anlamıştı. Buhara’dan yardımcı kuvvetler istemek
yerine Fahrüddevle’nin rakibi Kirman Büveyhî emîri Ebu’l-Fevaris b.
Azudüddevle’ye başvurdu. O da, 2.000 Arap süvarisini Ebu’l-Hasan’ın
yardımına gönderdi. Öte yandan, Fâik el-Hassa da topladığı kuvvetlerle,
Ebu’l-Hasan’a katıldı. Böylelikle Ebu’l-Hasan’ın askerî gücü önemli
derecede arttı[646]. Ebu’l-Hasan el-Simcûrî, gerekli hazırlıkların
tamamlanmasından sonra müttefikleriyle Nisabur üzerine yürüdü.
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş ise, Buhara’dan beklediği cevabı
alamamasının yanısıra Nisa-bur’da kalma süresinin uzaması nedeniyle
askerlerinin erzak ve para ihtiyacını karşılama konusunda oldukça güç
duruma düşmüştü. Buna rağmen, Ebu’l-Hasan el-Simcurî ile savaşmak üzere
şehirden çıktı. Taraflar arasında Nisabur yakınlarında çok şiddetli bir savaş
cereyan etti. Maaşlarını alamayan Hüsamüddevle’nin askerlerinin isteksiz
savaşmaları, onu adım adım yenilgiye yaklaştırıyordu. Bunu önlemek isteyen
Hüsamüddevle, düşman ordusunun merkezine son bir hücum yapmaya karar
verdi. Ancak, Ebu’l-Hasan el-Simcûrî ve oğlu Ebû Ali el-Simcûrî’nin güçlü
mukavemeti dolayısıyla ordugahına çekilmek zorunda kaldı. Daha sonra
savaş meydanını terk ederek Cürcan’a gitti. Ebu’l-Hasan’ın birlikleri, mağlup
olan Hüsamüddevle’nin ordusuna bağlı Deylemli ve Horasanlı askerleri
kuşattılar. Bunlardan bir kısmı öldürüldü, bir kısmı esir alınarak Buhara’ya
gönderildi (7 Şaban 377/2 Aralık 987)[647]. Ebu’l-Hasan el-Simcûrî,
Nisabur’a girdi. Müttefiklerinden Fâik el-Hassa Belh’e, oğlu Ebû Ali el-
Simcûrî ise Herat’a döndüler.
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın mağlup edilip Horasan topraklarının
sukunete kavuşmasına rağmen vezir Abdullah b. Uzeyr bunu yeterli
görmüyordu. Muhtemelen vezir hala el-Utbî ailesi ve bu ailenin yakınlarına
duyduğu şiddetli düşmanlık doğrultusunda hareket etmekteydi. Horasan’daki
Ebu’l-Hasan’a mektuplar yazarak, Hüsamüddevle’ye karşı kışkırtıyor,
Cürcan üzerine yürümesini istiyordu. Ancak Ebu’l-Hasan el-Simcûrî, Cürcan
üzerine düzenlenecek bir seferin neler getireceği konusunda endişeliydi. Ebû
Nasr el-Utbî, onun bu konudaki düşüncelerini şöyle özetlemektedir. “Ebu’l-
Hasan bir şeyhe (yaşlı bir kimseye) yaraşır hilm ve vakar üzere hareket
ediyordu. Sakinliği tercih ediyor, bu işten kaçmak için gerekçeler öne
sürüyordu. Deylem askerlerinin müdahalesinden ve maksadına
ulaşamamaktan korkuyordu[648]”.
Cürcan’a kaçan Hüsamüddevle ise, Cibal Büveyhî emîri Fahrüddevle
tarafından çok iyi bir şekilde karşılanmıştı. Öyleki, Fahrüddevle örtüler,
kıymetli saz aletleri, altından kapkacaklar, mutfak ve şaraphane aletleri v.s.
eşya ve hazine ile donatılmış sarayını Hüsamüddevle’ye tahsis ederek Rey’e
gitmişti. Buradan da, atlar ve kılıçların da içinde bulunduğu birçok hediye
gönderdi. Ayrıca, Cürcan, Dihistan ve Abiskun’un haracını, masraflarını
karşılaması için Hüsamüddevle’ye bıraktı[649]. Fahrüddevle’nin,
Hüsamüddevle’ye yaptığı yardım ve ihsanlar veziri Sahib b. Abbad
tarafından uyarılmasına neden olmuş, Ancak Fahrüdevle, ona şu mukabelede
bulunmuştu “Allah’ın bana bağışladığı memleket, hazine ve diğer şeylerde
ortaklığımız vardır. Asker, mal, mülk, silah, saz, her ne isterse, onun için
bunların yokluğu olmaz. Yanında olduğumuz süre içinde cömertlikler,
nimetler, iyilik ve bu uğurdaki çabalar esirgenmemişti. Bunları unutmadım.
Eğer bütün ömrümü bu nimetlere şükür ve cömertliklere karşılık vererek
geçirsem, memluklarımı, elimdeki şeyleri bu uğurda sarf etsem azdır[650]”.
Hüsamüddevle, Fahrüddevle’nin yardımları sayesinde yeniden eski gücüne
kavuşma imkanı buldu. Askerleri durumlarını düzelttiler. Bir süre sonra da
tekrar Horasan’a geri dönmek için Fahrüddevle’den yardım istedi. Onu,
Sâmânîler Devleti’ne isyan ettiği tarihten bu yana sürekli desteklemiş olan
Fahrüddevle bir kez daha yardım için harekete geçti. Esfar b. Kerdûye adlı bir
kumandanın idaresinde 2.000 kişilik bir kuvveti Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas
Taş’ın yanına gönderdi. Nasr b. Hasan b. Firuzan’a da bir mektup yazarak
bütün gücüyle Hüsamüddevle’yi desteklemesini emretti. Nasr, bu emri yerine
getirmesine rağmen Hüsamüddevle tarafından yanına gönderilen Ebû Said el-
Şebîbî’yi, Kumis’de öldürttü. Fahrüddevle derhal Nasr’ı cezalandırmak üzere
harekete geçti. Hüsamüddevle’yi de yanına çağırdı. Kısa süre içinde
Fahrüddevle tarafından ele geçirilen Nasr, ancak Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas
Taş’ın aracı olması sayesinde kurtuldu[651]. Ancak bu olay,
Hüsamüddevle’nin Horasan’a geri dönme çabalarına son darbeyi vurmuştu.
el-Utbî tarafından aktarılan bu olayların anlatımı sırasında herhangi bir tarih
verilmez. Sadece Hüsamüddevle’nin Cürcan’a gelişinden üç sene sonra böyle
bir harekete giriştiği belirtilmektedir. Onun, 377/987 senesinde Cürcan’a
geldiği ve 378/989’da çıkan bir veba hastalığı sırasında öldüğü düşünülürse
verilen tarihin hatalı olduğu anlaşılmaktadır. Sâmânîler Devleti içindeki
olaylar gözden geçirildiğinde, bunlar bize olayın tarihi ile ilgili bir takım
ipuçları verebilir. Hüsamüddevle’nin mağlup edilmesinin sonrasında
Nisabur’a giren Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin, vezir Abdullah b. Uzeyr
tarafından Hüsamüddevle’ye karşı kışkırtıldığından yukarıda bahsedildi.
Ancak İbn Üzeyr, II. Nuh tarafından 377/988-989 senesinde görevinden
alınarak, yerine Ebû Ali el-Damganî atamıştı[652]. Hemen sonrasında Horasan
valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî, Nisabur’da aniden vefat etmişti (Zilhicce
378/Mart-Nisan 989)[653]. Simcûrî ailesinin başına oğlu Ebû Ali el-Simcûrî
geçmişti. Bunlar dikkate alındığında Hüsmaüddevle’nin, en büyük rakipleri
vezir Abdullah b. Üzeyr’in azli ve Ebu’l-Hasan’ın ölümünün ardından
Horasan’a dönmek istemiş olması muhtemeldir. Bu da Zilhicce 378/Mart-
Nisan 989’dan Hüsamüd-devle’nin aynı yıl içinde[654] Cürcan’da vebadan
öldüğü tarihe kadarki kısa süre içinde gerçekleşmiş olmalıdır. Ölümünden
sonra askerleri, Cürcan halkına karşı kötü davrandıkları için onların
saldırısına uğradılar. Ancak, askerlere güç yetiremeyen Cürcan-lılar af
dilemek zorunda kaldılar.
Bu olay, Hüsamüd-devle’nin adamlarına Cürcan’da daha fazla
kalamayacaklarını göstermişti. Ancak, ne yapılması gerektiği konusunda
aralarında anlaşmazlık çıktı. Eski hassa askerleri ve hizmetkârlar Horasan’a
dönerek, Ebû Ali el-Simcurî’nin hizmetine girdiler. Adları yeniden ordu sicil
defterlerine kaydolundu ve vilayet askerlerine dahil edildiler. Diğer bir grup
ise, Fahrüd-devle’nin yanında kalmayı tercih etti[655].
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın ölümü, Sâmânîler Devleti üzerinde
oynanan nüfuz mücadelelerinde bir dönemin sonunu ve Simcûrîlerin zaferini
belgeliyordu. Hüsamüddevle ve Simcûrî ailesi arasındaki çekişmeler dikkatle
incelendiğinde, oldukça çarpıcı sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
İlk elden çıkarılabilecek en kesin netice Sâmânî hükümdarının idarî
gücünün kalmadığı yada son derece zayıfladığıdır. Fâik el-Hassa, Simcûrîler
ve Hüsamüddevle arasında yapılan barış anlaşmasının şartlarının arasında II.
Nuh’un adının dahi geçmemesi de bunun bir delilidir. Daha sonra,
Hüsamüddevle’nin azlini müteakip güç kullanarak mevkini yeniden elde
etme çabası ise ilginç bir değişimi gösterir ki, buna göre; artık kumandanlar,
azil ve tayin yetkisi Sâmânî hükümdarının elinde olan Horasan valiliği
meselesini, kendi aralarında güç kullanarak halletmeye başlamışlardır.
Sâmânî hükümdarının buradaki rolü ise, sadece kazananın konumunu
onaylamaktan ibarettir. Diğer taraftan, Hüsamüddevle’ye karşı yürüttükleri
mücadeleden galip çıkan Simcûrîler, bundan sonra Ebû Ali el-Simcûrî’nin
liderliğinde bağımsızlıkları için harekete geçeceklerdir.
2) Sâmânîler ve Simcûrîler
Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin ölümünün ardından ailenin liderliği oğlu Ebû
Ali el-Simcûrî’ye geçmişti. Ebû Ali el-Simcûrî, babasının ölümü sırasında
Herat’da bulunuyordu. Kardeşi Ebu’l-Kasım el-Simcûrî ise, babasının
yanında idi. Ebu’l-Hasan’ın ölümü üzerine, ailenin düşmanları iki kardeşin
arasını açmaya çalıştılarsa da, Ebu’l-Kasım, bunlara iltifat etmeyerek, Ebû
Ali el-Simcûrî’nin liderliğini kabullendi. Babasının gulâmları (memlukları)
ve hazineleri ile birlikte Ebû Ali el-Simcûrî’nin bulunduğu Herat şehrine
gitti. Yanında getirdiklerini, ağabeyine sunarak itaatini bildirdi (379/989)[656].
Daha sonra Ebû Ali el-Simcûrî, kardeşiyle Nisabur’a geldi. Horasan valiliği
ve sipehsalarlık görevi ırsen kendisine verildi[657]. II. Nuh, Ebû Ali el-
Simcûrî’nin Horasan valiliği görevini onayladı. Fakat, gelişen olaylar Sâmânî
hükümdarının bunu gönülsüz bir şekilde yaptığını göstermektedir. Tahta
çıktığı sırada 13 yaşında olan II. Nuh, o sırada 25 yaşına ulaşmış ve devletin
dizginlerini tek başına ele alma çabası içine girmişti. İlk olarak Abdullah b.
Uzeyr’i vezirlikten azledip, yerine Ebû Ali el-Damganî’yi atayarak, İbn
Uzeyr’in baskısından kurtulmuştu. İbn Uzeyr ise, Harizm’e sürgün edilmişti.
Yeni vezir Ebû Ali el-Damganî işleri düzene koymak için çok çalıştı. Sâmânî
topraklarında yaşayan halkın başka yerlere göç etmesine neden olan
karışıklıkları ortadan kaldırdı. Ancak askerin baskısı karşısında görevinden
alındı. Yerine hatipliği ile meşhur bir kimse olan Ebû Nasr b. Zeyd getirildi.
Ebû Nasr da kısa süre sonra görevi yeniden Ebû Ali el-Damganî’ye bırakmak
zorunda kaldı[658]. Birbiri ardına yapılan bu vezir atamaları devletin idarî
sisteminin tam bir çöküş içerisinde olduğunun göstergesidir. Her şeye rağmen
II. Nuh, devlet üzerinde otoritesini yerleştirmeye kararlıydı. Bu nedenle,
Simcûrîlerin devlet içinde artan nüfuzlarını kırmak üzere harekete geçti.
Zira, Fâik el-Hassa’nın da yardımıyla, Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ı
bertaraf eden Simcûrîlerin etki ve gücü had safhaya ulaşmıştı. II. Nuh,
babasından daha hırslı ve atak bir kişiliğe sahip olan Ebû Ali el-Simcûrî’den
çekiniyordu[659].
Sâmânî hükümdarı, bu aile ile Fâik el-Hassa arasındaki ittifakı bozmakla
işe başladı. Ebû Ali el-Simcûrî’nin elindeki Herat şehrini Fâik el-Hassa’ya
verdi. Gelişmeleri haber alan Ebû Ali el-Simcûrî derhal Nisabur’dan Herat’a
yürüdü. Bu görevi kabul ettiği için Fâik’e kızgındı. Ona, aralarındaki eski
hukuku, geçmişteki dostluklarını ihmal ettiğinden dolayı serzenişte
bulunduğu bir mektup gönderdi. Bunun sonrasında yapılan görüşmeler iki
eski müttefiki tekrar birbirlerine yaklaştırdı.
Herat’ın Fâik el-Hassa’nın elinde kalması, Ebû Ali el-Simcûrî’nin de
Nisabur’u ve kumandanlık(sipehsalarlık) görevini alması şartlarıyla
aralarında anlaştılar[660]. Neticede Fâik Herat’a giderken, Ebû Ali el-Simcûrî
Nisabur’a döndü. Buhara’da ise, II. Nuh, bu ikisi arasında bir düşmanlık
ortaya çıkarmak konusundaki ısrarını sürdürüyordu. Ordu kumandanlarına
verilmesi adet haline gelmiş olan hil’at ve menşur, Ebû Ali el-Simcûrî’ye
gönderilmek üzere başkentten yola çıkarıldı. Ebû Ali el-Simcûrî, bunların
kendisine gönderildiğine şüphe etmiyordu. Ancak, armağanları getiren heyet
Herat yoluna ulaşınca bu tarafa yöneldi. Hil’at ve menşur Fâik’e sunuldu[661].
Bu son olay II. Nuh’un, Ebû Ali el-Simcûrî’ye karşı olan düşüncelerini
tamamen gözler önüne sermişti. Sâmânî hükümdarı tarafından gönderilen
hediyeleri kabul eden Fâik el-Hassa da, Herat’dan Ebû Ali el-Simcûrî’nin
üzerine yürüdü. Artık, Ebû Ali el-Simcûrî’nin önünde yeni kuralın icrasından
başka bir seçenek kalmıyordu. O da, bunu uygulamak yani “güç kullanarak
bu mevkii elde etmek” için harekete geçti. Seçkin adamlarından oluşan bir
süvari birliğinin başında Fâik’i karşılamak üzere yola çıktı. Herat ile Bûsenc
arasındaki bir mevkide onu yakaladı. Fâik, Ebû Ali el-Simcûrî’nin
süvarilerinin şiddetli saldırıları karşısında mağlup olarak Merverrûd’da
çekilmek zorunda kaldı (378/989)[662]. Ebû Ali el-Simcûrî’nin bir kısım
kuvvetleri, onu takip ediyordu. Ancak, Merverrûd köprülerini tahkim edip
kuvvetlerini yeniden düzenleyen Fâik, bunları mağlup edip bir kısmını esir
aldı. Esirler, Buhara’ya gönderildi[663]. Merv’e giden Ebû Ali el-Simcûrî ise,
II. Nuh’a bir mektup yazarak selefleri gibi kendisinin de Sâmânîler
Devleti’ne hizmet etmek istediğini ve sadakatini belirtip Horasan valiliğinin
kendisine verilmesini istedi. Simcûrîler ve Sâmânîler arasındaki eski
dostluğun ve hukukun, seleflerinde olduğu gibi kendisi için de kalıcı olmasını
temenni etti[664]. Fâik el-Hassa’nın mağlup edilmesiyle Ebû Ali el-Simcûrî’ye
karşı elindeki son kozu da kaybetmiş olan II. Nuh için bu teklifi kabul
etmekten başka bir seçenek kalmamıştı. Ebû Ali el-Simcûrî’nin istediği
valilik menşuru, hil’at ve sancak kendisine gönderildi. Ceyhun’un
güneyindeki bütün eyaletlerdeki hakimiyeti onaylandığı gibi, kendisine
İmadüddevle lakabı verildi[665]. Ebû Ali el-Simcûrî’nin elde ettiği
ayrıcalıklar, onun Sâmânîler Devleti içindeki rakipsizliğini belgeliyordu. Bir
nebze olsun devlet üzerinde otoritesini yerleştirme gayretinde olan II. Nuh
ise, tek başına daha fazla bir şey yapamayacağını acı bir tecrübeyle anlamıştı.
Bundan sonra, Ebû Ali el-Simcûrî’nin kafasında Horasan’da bağımsız bir
devlet kurma konusundaki fikirler netleşmeye başlamış olmalıdır. Olayların
izlediği seyirden anlaşılacağı üzere Ebû Ali el-Simcûrî, başlangıçta
bağımsızlık konusunda kesin bir düşünceye sahip değildi. II. Nuh’un,
Simcûrîlere karşı izlediği politika, onun hükümdar ile arasını açmıştı. Ayrıca,
Fâik’e karşı kazandığı zaferin sonrasında, kendisine verilen imtiyazlar,
Sâmânîlerin çaresizliğini gözler önüne sermişti. Babası Ebu’l-Hasan el-
Simcûrî’ye nisbeten daha hırslı ve atak bir kişiliğe sahip olan Ebû Ali el-
Simcûrî için ise bu fırsatı değerlendirmekten daha tabii bir şey olamazdı. Ebû
Ali el-Simcûrî ilk olarak durumunu sağlamlaştırmakla işe başladı. Malî ve
askerî gücünü arttırmaya çalıştı. Bu faaliyetleri sırasında Nisabur halkı ve
uleması da onun tarafında yer almışlardı[666]. Hakimiyetini, Horasan’ın
tamamına yerleştirip kuvvetlendirmeyi başardı. Eyaletdeki vergilere el
koyması, bunda büyük ölçüde etkili oldu. Haris Horasan valisi, ordusunun
masraflarını karşılamak bahanesiyle harâc, eclâb (gelirler), ehdas (vakıflar),
madenler ve ziyâ‘-i sultânî’ye (devlete ait çiftlikler), bir başka değişle
Horasan eyaletinin bütün gelirlerine el koydu[667]. Bunları adamları arasında
paylaştırarak onların, kendisine karşı sadakatlerini arttırdı. Ancak, vergilerin
toplanması sırasında Ebû Ali el-Simcûrî adına bazı olumsuz gelişmeler de
yaşanmaktaydı. Horasan valisi, el-Nesefî adlı bir kimseyi eyaletin vergilerini
toplamakla görevlendirmişti. el-Nesefî’nin görevini yerine getirirken takip
ettiği zulüm ve müsadere metodu halk arasında hoşnutsuzluğa yol açmıştı.
Şikayetçiler, durumu bir tezkireyle Ebû Ali el-Simcûrî’nin dîvânına
bildirdiler. Bunun üzerine Ebû Ali el-Simcûrî, el-Nesefî’yi görevinden alarak
tutuklattı. Bütün malları müsadere edilen el-Nesefî işkence ile öldürüldü.
Ebû Ali el-Simcûrî, bir yandan askerî ve malî gücünü arttırmaya çalışırken,
diğer taraftan da kendisine el-Muzaffer[668], Emirü’l-Ümera el-Müeyyed
mine’l-sema[669] gibi ünvanlar alıyordu. Yine Târih-i Yeminî’de aktarılan
Bediüzzaman el-Hemeda-nî’nin bir kasidesinde, Ebû Ali el-Simcûrî’den
Seyyid el-Ümera olarak bahsederken[670], onun 383/993 tarihinde Nisabur’da
II. Nuh adına bastırdığı paranın bir yüzünde de Seyyid el-Ümera ünvanını
kullandığını görürüz[671]. Aynı şekilde, Ebû Ali el-Simcûrî tarafından
bastırılan diğer paralarda Emîr el-Celil el-Muzaffer lakabı da yer
almaktadır[672]. Onun giderek gücünü arttırmasının yanında, Horasan’dan
elde edilen vergi gelirlerinin kesilmesi II. Nuh’u tedirgin etmişti. Zira,
Horasan’ın vergisi devletin malî yapısı içinde önemli bir yere sahipti. Sâmânî
hükümdarı, Ebû Ali el-Simcûrî’ye haber göndererek, Horasan’daki bazı
vilayetlerin gelirlerinin Dîvân-ı Hâss’ın idaresine bırakılmasını istedi.
Horasan valisi II. Nuh’un isteğine “Bu yerde sayısız bir maiyet toplanmıştır.
Dîvâna ait vergiler, onlara yetmiyor. Vilayetlerin kapladığı saha, onların
maaşları için yeterli olmuyor. Buhara’dan, onların maaşlarının arttırılması
için emir verilmesi ve Sâmânî topraklarından bir tarafın bizim iktalarımıza
ilave edilmesi gerekir” şeklinde bir cevap verdi[673].
Bu, Ebû Ali el-Simcûrî’nin devlete olan bağlılığının ve itaat hislerinin ne
kadar zayıf olduğunun açık bir göstergesidir. Yukarıda anlatılan
faaliyetlerinden de anlaşılacağı üzere zaten yarı bağımsız bir hükümdar gibi
hareket etmeye başlamıştı. Ancak, nedeni bilinmez bir şekilde bağımsızlığını
ilan etmekten çekiniyor, Horasan’da hutbeyi Sâmânî hükümdarı adına
okutuyordu[674].
Muhtemelen eski ve köklü bir devlet olan Sâmânîlere karşı tek başına
hareket etmek riskini almak konusunda tereddüt içindeydi. el-Utbî de, bunu
destekler mahiyette Ebû Ali el-Simcûrî’nin, Sâmânîlere itaat ve isyan
arasında kararsız bir durumda olduğunu belirtmektedir[675]. Dolayısıyla işleri,
kendisi için daha kolay hale getirebilecek bir müttefik aramaya başladı. Bunu
da çok geçmeden Karahanlı hükümdarı Buğra Han’ın şahsında buldu.

D) Karahanlılar ile Mücadele


840 senesinde Büyük Uygur Kağanlığı’nın Kırgız saldırıları sonucunda
yıkılmasından sonra bu devlete bağlı bazı boyların birleşmesiyle Karahanlılar
Devleti tarih sahnesine çıkmıştı. Kuruluşu ve birliği oluşturan boylarla ilgili
ortaya koyulan farklı görüşler dolayısıyla Karahanlıların ilk dönemleriyle
ilgili bilgilerimiz çeşitlilik arzetmektedir[676]. Karahanlılar eski Türk idarî
geleneğine uygun olarak ikili teşkilat sistemini benimsemişlerdi. Doğu ve
batı olarak ikiye ayrılan devletin asıl hakimi doğudaki Büyük Kağan idi.
Batıdaki yöneticiler, ona bağlıydı.
Karahanlılar Devleti’nin, bilinen ilk Büyük Kağan’ı Bilge Kül Kadir Han
zamanında, Sâmânîlerle aralarında siyasî münasebetlerin başladığı
görülmektedir.
Zira Sâmânîler, doğuda gayri müslim Türk topraklarına sınır bölgede
kurulmuş bir İslam devletiydi. Bu özellikleri dolayısıyla da müslüman
topraklarını doğudan gelebilecek saldırılara karşı korumak ve düşman Türk
topraklarına yapılacak gazaları organize etmekle yükümlüydüler.
Karahanlıların ise, doğuda Çin’in varlığı, gücü, nüfusu ve geçmişteki
tecrübeler göz önüne alındığında yayılma alanı olarak kendilerine batı
istikametini seçmiş olmaları muhtemeldir. Sâmânîlerle Karahanlılar
arasındaki ilk münasebetler 225/840 senesinde Nuh b. Esed’in İsficâb şehrini
Karahanlıların elinden alması, İsmail b. Ahmed döneminde 280/893 ve
291/903 tarihlerinde düzenlenen iki sefer ile başlar. Yukarıda belirtilen
amaçlar doğrultusunda gerçekleştirilen bu seferler Sâmânîlerin üstünlüğü ile
neticelenmiştir. Bunun sonrasında taraflar arasındaki ilişkiler daha dostâne
bir seyir izlemeye başlamıştır.
Nitekim, Sâmânîlerin batıdaki rakipleriyle yaptıkları mücadelelere,
Karahanlılar yardımcı kuvvetler göndermek suretiyle katılmışlardır. Daha
sonra, Karahanlı topraklarında faaliyet gösteren müslüman din adamlarının
(sûfilerin) ve Sâmânîler arasındaki iç mücadeleler sırasında bu devlete
sığınan Ebû Nasr adlı Sâmânî şehzadesinin çabaları neticesinde[677]
Karahanlılar arasında İslamiyetin hızla yayıldığını görüyoruz. Ancak bu
şehzadenin kimliği konusunda elimizde fazla bir bilgi bulunmamaktadır.
Satuk Buğra Han da, devletin ilk müslüman hükümdarı olmuştur
(muhtemelen 333/944-945). İki devlet arasındaki barış ortamının II. Nuh b.
Mansur devrine kadar devam ettiği anlaşılıyor.
Geçen süre içinde lehte veya aleyhte herhangi önemli bir olaya rastlanmaz.
Ancak, Sâmânîler Devleti’ndeki zayıflık izleri gün geçtikçe
belirginleşmekteydi. Bu ise, asi kumandanların dışında, Sâmânî toprakları
üzerinde çıkarları olan diğer devletler için oldukça cazip bir durum teşkil
ediyordu. Bunlardan biri olan Karahanlılar Devleti de, Sâmânîlerle arada
mevcut olan barışın, kendileri için gelecekte bir fayda sağlamayacak
oluşunun yanında genişlemeleri için ayakbağı olacağı düşüncesi ön plana
çıkmaya başlamıştı. Bu yeni politika doğrultusunda harekete geçen
Karahanlılar ilk olarak 367/977-978’de Fergana’yı ele geçirdiler[678].
Karahanlıların politikasındaki değişim, devletin batı kısmını idare eden
Buğra Han Harun (ö. 992) zamanında daha güçlü bir şekilde kendisini
hissettirmeye başlayacaktı. Buğra Han, önce Sâmânî idaresinden memnun
olmayan bazı Maveraünnehir ileri gelenlerinin davetinden faydalanarak
380/990 senesinde İsficâb şehrini zaptetti[679]. Sâmânîlerin doğu sınırında
beliren Karahanlı tehlikesi, devlete isyan etmiş asi kumandanların isteklerini
gerçekleştirebilmeleri için iyi bir fırsat olmuştu. Özellikle Horasan valisi Ebû
Ali el-Simcûrî, durumdan elden geldiğince faydalanmak düşüncesini
taşıyordu. Buğra Han’ın, İsficâb’ı ele geçirmesinden sonra, onunla irtibat
kurarak Sâmânîlere karşı birlikte hareket etmeyi teklif etti. Taraflar,
Horasan’daki Sâmânî topraklarının Ebû Ali el-Simcûrî’nin,
Maveraünnehir’in ise Buğra Han’ın elinde kalması ve gerektiğinde
birbirlerine yardım etmek şartlarıyla anlaştılar. Ceyhun nehri ise müttefikler
arasında sınır olacaktı[680].
Ebû Ali el-Simcûrî’nin yanısıra bir diğer asi Fâik el-Hassa da, Karahanlı
hükümdarını Sâmânî toprakları üzerine yürümeye teşvik ediyordu. Onun,
Ebû Ali el-Simcûrî karşısında aldığı mağlubiyetin sonrasında Merverrûd’a
çekildiğinden yukarıda bahsedildi. Bir süre Merverrûd’da kalan Fâik
durumunu güçlendirmeye uğraştı. Eski askerî gücüne ulaşması ile birlikte, II.
Nuh’un izni olmadan Buhara’ya yürümeye teşebbüs etti ise de II. Nuh’un
üzerine yolladığı, Begtüzün ve İnanç Hâcib[681], tarafından mağlup edilen
Fâik bir kere daha savaş meydanından kaçmak zorunda kaldı. Ceyhun
Nehrini güçlükle geçerek Belh’e ulaştıktan birkaç gün sonra da Tirmiz’e gitti.
Buradan, Karahanlı hükümdarına mektuplar yazarak, onu Sâmânîlere karşı
kışkırtmaya başladı. II. Nuh, aldığı mağlubiyetlere rağmen düşmanca
tavırlarından vazgeçmeyen Fâik ile mücadele etme görevini Ebu’l-Haris
Muhammed b. Ahmed el-Ferigûnî’ye verdi. Ancak, bu kez Fâik’in talihi
savaş meydanını terketmek zorunda kaldığı daha önceki iki muharebeye
nispeten daha yaver gitti. el-Ferigûnî komutasındaki kuvvetleri, Türklerden
ve Araplardan oluşan 500 kişilik seçkin süvari kuvvetiyle mağlup etmeyi
başardı. Galibiyetin ardından ele geçirdiği zengin ganimetlerle Belh’e
döndü�. Şehirde kaldığı süre içinde, Karahanlı hükümdarıyla
mektuplaşmaya devam etti.
Ebû Ali el-Simcûrî’nin, Fâik’in ve Maveraünnehir ileri gelenlerinin yaptığı
kışkırtmalar etkisini göstermekte gecikmedi. İsficâb’ı ele geçirmesinin
sonrasındaki muhtemel hedefinin Maveraünnehir olması beklenen Buğra
Han, aldığı mektuplar ve özellikle Ebû Ali el-Simcûrî ile yaptığı anlaşma
nedeniyle daha da cesaretlenmişti. Nihayetinde, 383/993-994 senesinde
İsficâb’dan, Sâmânî toprakları üzerine yürüdü. II. Nuh, Karahanlıların
ilerleyişini durdurmak üzere İnanç Hâcib’i, Sâmânî ordusunun başında, sınıra
yolladı ise de savaş Karahanlı ordusunun galibiyetiyle sonuçlandı.
Mülkün direği ve devletin umudu olan[682] İnanç Hâcib, Sâmânî ordusunun
ileri gelen kumandanlarıyla birlikte esir edildi[683]. Bu galibiyetle Karahanlı
ordusu için Buhara yolu açılmış ve kendilerine karşı koyabilecek hiçbir engel
kalmamıştı. Haber, Buhara’ya ulaştığında II. Nuh, büyük bir umutsuzluk ve
çaresizlik içine düştü. Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî’nin yapılan yardım
çağrılarını cevapsız bırakması durumu daha da kötüleştirmekteydi.
Böyle bir ortamda muhaliflerden Fâik el-Hassa, Karahanlı ordusunun
ilerleyişini durdurabileceği düşüncesiyle Buhara’ya davet edildi. Sâmânî
hükümdarı için bu bir mecburiyetti. Zira Fâik’in, devletin aleyhine yaptığı
faaliyetler malumdu. Onun yardımına duyulan şiddetli ihtiyaç tam manasıyla
“denize düşen yılana sarılır” misalinin gerçekleşmesiydi. Başkente gelen
Fâik, ikram ve iltifatlarla karşılandı. Yeni hazırlanmış bir ordunun başında
Semerkand’a gönderildi. Fâik’in sınıra ulaştığını öğrenen Buğra Han derhal,
onun üzerine saldırdı. Harceng[684] yakınlarında kısa süren bir savaşın
ardından Fâik el-Hassa mağlup olarak Buhara’ya döndü. Kaynaklar[685], bu
mağlubiyetin perde arkasında Fâik’in daha önceden Buğra Han ile gizlice
anlaşmasından ötürü gerçekleştirdiği ihanetin olduğunu belirtirler. Onun
ileride anlatılacak faaliyetleri de bu bilgileri doğrular niteliktedir.
Son çare olarak görülen Fâik’in mağlup olarak Buhara’ya dönmesi, II.
Nuh’a yapacak daha fazla bir şey bırakmıyordu. Çaresizlik içindeki Sâmânî
hükümdarı başkentini terketmek zorunda kaldı. Ceyhun’un karşı kıyısındaki
Amul’da konakladı. Buğra Han ise Rebiülevvel 382/Mayıs-Haziran 992
tarihinde Buhara’ya girdi[686]. Fâik tarafından karşılanan Karahanlı
hükümdarı Cûy-i Mûliyân’da konakladı. Buğra Han’ın hizmetine girme
hususunda acele eden Fâik el-Hassa, Belh’e gitmek için izin istedi. Belh’de
hutbeyi Buğra Han adına okutacak ve onun adına sikke bastıracaktı. Bunu
kabul eden Karahanlı hükümdarı, Fâik’i Belh valisi tayin etti.
Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, Buğra Han’ın Buhara’ya girdikten sonra Sâmânîlere
ait zengin hazine ve mallara el koyduğunu söyler[687]. Ancak bu rivayet yeteri
kadar gerçekçi görünmemektedir. Zira bir süredir, Ebû Ali el-Simcûrî’nin
menfi tutumu nedeniyle Horasan’ın vergisi merkeze gönderilmiyordu. II.
Nuh’un, Ebû Ali el-Simcûrî’den Horasan’ın bazı gelirlerini Dîvân-ı Hâss’a
bırakması konusundaki isteğinden ve bunun sonucundan yukarıda bahsedildi.
Bunun yanısıra Karahanlılar üzerine gönderilen iki ordunun ikmal ve techiz
edilmesi için gereken masraflar, devletin uzun süreden beri malî durumunun
bozukluğu ve II. Nuh’un Buhara’dan ayrılışı sırasında hazinede kalan paranın
bir kısmını yanına almış olabileceği ihtimali de göz ardı edilmemelidir.
Dolayısıyla Buğra Han’ın, Sâmânî hazinesinden ele geçirdiği ifade edilen
meblağlar müellif tarafından abartılmış olmalıdır.
Öte yandan Amul’a çekilmiş olan II. Nuh, etrafa dağılmış olan gulâmlarını
ve hizmetçilerini toparlamaya ve durumunu düzeltmeye çalışıyordu. Ebû Ali
el-Bel’âmî’ye yeniden vezirlik görevi verildi.
Ancak, Ebû Ali el-Bel’âmî işleri düzeltmeye güç yetiremedi. Askerlerin
isteklerine karşılık veremedi. Bunun üzerine II. Nuh, Harizm’den geri
çağırdığı Abdullah b. Uzeyr’i ikinci kez vezaret makamına getirdi[688].
Sâmânî hükümdarı yeniden toparlanmak konusundaki olanca gayretinin
yanında, sürekli olarak Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî’ye mektuplar
göndererek yardım isteğini yeniliyordu. Bu mektuplardan birinde, ondan
başka bir yardım ümidinin kalmadığını, bütün yardım yollarının kapandığını
belirtiyor ve kendisinin yardımına koşmasını istiyordu[689]
Sâmânî Devleti’nin sonunun geldiğine ve kendi ikbal döneminin
başladığına inanan Ebû Ali el-Simcûrî ise, II. Nuh’un yardım çağrılarını
oyalayıcı cevaplar ve vaadlerle geçiştiriyordu. Asıl maksadı olan Sâmânî
topraklarının paylaşımı konusunda Buğra Han ile yaptığı anlaşmayı hayata
geçirmek için Nisabur’dan ayrılarak önce Serahs’a, oradan da Merv’e gitti.
Burada Karahanlı hükümdarını beklemeye başladı[690]. Ancak olaylar, Ebû
Ali el-Simcûrî’nin beklentilerinin aksine gelişmeye başladı. Önemli bir
güçlükle karşılaşmadan Buhara’ya giren ve şehirdeki durumunu
kuvvetlendiren Buğra Han için, Ebû Ali el-Simcûrî ile yaptığı anlaşmanın
hiçbir değeri kalmamıştı. Karahanlı hükümdarı muhtemelen, Sâmânî
topraklarına yapacağı sefer sırasında Ebû Ali el-Simcûrî’yi hareketsiz
bırakmak için böyle davranmıştı. Bilindiği gibi taraflar arasında yaplan
anlaşmaya göre; Ceyhun’un batısındaki Sâmânî topraklarının tamamı Ebû Ali
el-Simcûrî’ye kalacaktı. Ancak Buğra Han, Fâik el-Hassa’yı kendi adına Belh
valisi tayin ederek anlaşmanın Ebû Ali el-Simcûrî’nin lehine olan bu
maddesini çiğnemişti. Yine, onun bu tarihten sonra Ebû Ali el-Simcûrî’ye
yazdığı mektuplarında ordu kumandanlarına karşı yapılan şekilde muhatabına
hitap etmeye başladığını görüyoruz. Netice itibarıyla Ebû Ali el-Simcûrî için
elde edilen sonuç tam bir hayal kırıklığı idi. Ortaya çıkan gelişmeler, isyancı
valinin yeniden metbuna yanaşmasına ve onun yardım çağrısını kabul
etmesine neden oldu. Bunu yaparken de, Sâmânî hükümdarından
kazanabileceği kadar imtiyaz elde etmek için gayret gösterdi. Özellikle
şimdiye kadar yanlızca Sâmânîlerin kullandığı “Veliyyü Emirü’l-mü’minin”
ünvanının kendisine verilmesinde ısrar ediyordu. Çaresizlik içindeki II. Nuh,
bu teklifi de kabul etti[691]. Ancak Karahanlı hükümdarının, Buhara’daki
ikameti sırasında aniden rahatsızlanması, II. Nuh’un beklenenden daha kolay
ve Ebû Ali el-Simcûrî’nin yardımı olmaksızın başkentini yeniden ele
geçirmesine imkan verdi. Buhara’nın havası ve meyveleri, Buğra Han’ın
basur hastalığına yakalanmasına neden olmuştu. Hekimler, onun hastalığına
bir çare bulamışlar ve son olarak Türkistan’ın havasının iyi gelebileceği
tavsiyesinde bulunmuşlardı. Buğra Han, hekimlerin tavsiyesine uyarak
Buhara’dan ayrılmaya karar verdi. Bunun öncesinde, Sâmânî hanedanından
Abdülaziz b. Nuh b. Nasr’ı yanına çağırarak şehrin idaresini ona bıraktı.
Daha sonra Karahanlı ordusuyla birlikte Türkistan’a yöneldi. Hastalığı
ağırlaşmış olduğundan tahterevan üzerinde yolculuk ediyordu. Onun,
şehirden ayrılmasının hemen sonrasında Buhara halkı intikam almak
maksadıyla Karahanlı ordusunun ardçı birliklerine saldırarak pek çok kimseyi
öldürdüler. Ordunun ağırlıklarını yağmaladılar. Buharalıların bu hareketi
sırasında, onlarla birlikte olan Selçuklular, bölgedeki siyaset arenasında ilk
defa kendisini gösteriyordu. Oğuz Yabgu Devleti’nden ayrılan Selçuk Bey
idaresindeki bir grup Cend şehrine yerleşmişti. Daha sonra müslümanlığı
kabul eden Selçuk Bey, Oğuz Yabgusu ile yaptığı mücadeleler sonrasında
bölgede büyük bir ün kazanmıştı[692]. II. Nuh, Buhara’dan ayrılmasının
ardından, Selçuk Bey’le bağlantı kurmuş olmalıdır. Bu olayın nasıl
gerçekleştiği konusunda ise kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır.
Ancak Selçuk Bey, Sâmânî hükümdarının yardım isteğini kabul etmiş ve
oğullarından Arslan idaresindeki bir kuvveti, Sâmânîlere yardım için
yollamıştı.
Karahanlıların çekilişi sırasında bu yardım kuvveti, Buhara halkıyla birlikte
hareket ederek, Karahanlı ordusunun ardçı birliklerine ağır kayıplar
verdirmişlerdir.
Diğer taraftan, geri dönüş yolculuğu sırasında hastalığı ağırlaşan Buğra Han
Koçkarbaşı denilen yerde vefat etmişti[693].
II. Nuh ise, Karahanlıların Buhara’dan ayrıldıkları haberini almasından
sonra hemen harekete geçerek 15 Cemaziyelahir 382/17-18 Ağustos 992’de
şehre girdi.
Buğra Han’ın şehrin idaresini bıraktığı Abdülaziz b. Nuh’u tutuklattı. Daha
sonra gözlerine kafur doldurtarak kör etti[694]. Böylelikle kontrolü tamamen
eline geçirmiş oldu.
Karahanlıların, Sâmânî topraklarını ele geçirmek üzere düzenledikleri ilk
seferin neticesi Sâmânîlerin lehine sonuçlanmış gözükse de sonun giderek
yaklaştığı iyice su yüzüne çıkmıştı.
Karahanlı hükümdarı Buğra Han’ın aldığı davetler ise, Sâmânîlerin siyasî
itibar ve nüfuzunun yok denecek kadar azaldığını göstermektedir. II. Nuh
biraz da talihinin yaver gitmesiyle duruma yeniden hakim olmayı
başarabilmişti.
Ancak, olayların başlangıcındaki gelişmeler, Maveraünnehir bölgesini ele
geçirmekte kararlı olan Karahanlılar için açık bir davet niteliği taşımaktaydı.
Zira, bu konuda girişilecek ikinci bir teşebbüsün, ilkinden daha fazla bir
direnişle karşılaşmayacağı anlaşılmıştı.

E) Sâmânîlerin Gazneliler Devleti’nin


Nüfuzu Altına Girmesi

II. Nuh’un yeniden Buhara’ya hakim olması ve Karahanlı ordusunun


çekilişi, muhaliflerin Sâmânî toprakları üzerindeki çıkarlarına büyük bir
darbe vurmuştu. Buhara’ya giren Sâmânî hükümdarı süratle durumunu
güçlendirerek, işleri yoluna koymayı başarmıştı. Muhalifler arasında bütün
bu gelişmelerin ortaya çıkardığı şaşkınlıktan ilk kurtulan Fâik el-Hassa oldu.
Buğra Han tarafından Belh valisi tayin edilen Fâik, onun dönüşünün hemen
ardından Buhara üzerine yürüyerek şehri ele geçirmek ve II. Nuh’u yeniden
tahakkümü altına almak istedi. II. Nuh, Fâik’in hareket haberini alınca
üzerine bir ordu gönderdi. Ceyhun nehrini geçen Fâik el-Hassa ile Sâmânî
ordusu arasında çok şiddetli bir savaş meydana geldi. Her iki taraftan da pek
çok insan öldürüldü. Neticede, mağlup olan Fâik savaş meydanını terk etmek
zorunda kaldı[695].
Diğer bir muhalif Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî ise, Fâik’den daha
farklı bir yol takip etmek düşüncesindeydi. II. Nuh’un, duruma yeniden
hakim olması onu büyük bir şaşkınlık ve endişeye düşürmüştü. Sâmânî
hükümdarının daha önceki yardım tekliflerini reddettiği için kendisinin
üzerine yürümesinden çekiniyordu. Yakınları ve kumandanlarıyla bir toplantı
yaparak bu durumu onlarla görüştü. Ebû Ali el-Simcûrî’ye, Sâmânî
hükümdarından af dilemesi gerektiğini tavsiye ettiler. Asi Horasan valisi,
aldığı tavsiyeler doğrultusunda değerli hediyeler hazırladı. Bunları ikna edici
ve tatlı dilli bir elçiyle II. Nuh’a göndermeyi ve yeniden onun teveccühünü
kazanmayı umuyordu[696]. Ancak, Sâmânî ordusunun karşısında aldığı
mağlubiyetin sonrasında Merv’e gelen Fâik, Ebû Ali’nin düşüncelerinin
değişmesine neden oldu. O sırada Merv’de bulunan Ebû Ali el-Simcûrî’nin
yanına ulaşan Fâik el-Hassa, ona Sâmânî hükümdarına karşı birlikte hareket
etmeyi teklif etti. Ebû Ali, Fâik’in gelişinden çok memnun olmuştu. II. Nuh’a
göndermek üzere hazırladığı hediyeleri Fâik’e verdi. İkisi yeniden
Sâmânîlere karşı cephe aldılar. Daha sonra savaş hazırlıklarını tamamlamak
için Nisabur’a döndüler (383/993)[697]. Barthold ve Merçil, Sâmânîler
karşısında uğradığı mağlubiyete rağmen Fâik el-Hassa’nın elinde hala
oldukça mühim kuvvetler olduğu düşüncesindedirler[698]. Bu son derece
yerinde bir tesbittir. Zira Fâik’in askerî gücü, daha kısa süre öncesine kadar
Sâmânî hükümdarı ile barışma eğiliminde olan Ebû Ali’nin kararından
vazgeçerek, kendisiyle ittifak yapmasında etkili olmuştur.
Ebû Ali el-Simcûrî’nin ve Fâik’in yaptığı ittifak II. Nuh’u oldukça güç
durumda bırakmıştı. Onlara karşı tek başına mücadele etmesi pek mümkün
görünmüyordu. Dolayısıyla, ortaya çıkan bu tehditi durumu kendisi adına
ortadan kaldıracak bir müttefik aramaya başladı. O sırada bölgedeki
gelişmelerden uzak, Hindistan’a gaza yapmakla meşgul olan Gazne hakimi
Sebüktegin (977-997) bu konudaki en güçlü aday olarak ön plana
çıkmaktaydı. II. Nuh, Ebû Nasr Ahmed b. Muhammed el-Farisî el-Naib’i
Sebüktegin’e elçi olarak gönderdi[699]. Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik el-Hassa
tarafından, yapılan kötülükleri anlatarak, ikisine karşı kendisine yardımcı
olmasını istedi. Sebüktegin, Sâmânî hükümdarının teklifini kabul ederek, ona
yardım için söz verdi. Ardından Gazne’den ayrılarak Maveraünnehir’e gelen
Sebüktegin II. Nuh ile Semerkand-Nahşeb arasındaki Kişş’de[700] buluştu. İlk
olarak tabi ile metbu arasındaki mutad protokol yerine getirildi. Sâmânî
hükümdarıyla karşılaştığında atından inerek yer öpen Sebüktegin, daha önce
hizmete gelemediği için özür diledi. II. Nuh’un atının dizginlerini tutarak
birkaç adım ilerledi. II. Nuh, ona izaz ve ikramlarda bulundu[701].
Taraflar arasında, bu seromo-ninin sonrasında yapılan görüşmelerde,
Sebüktegin’in askerî hazırlıklarını tamamlamak üzere Gazne’ye dönmesi
kararlaştırıldı. II. Nuh, ayrılmadan önce Sebüktegin’e hil’atler giydirerek
çeşitli ikramlarda bulundu. Daha sonra her ikisi de hazırlıklarını tamamlamak
üzere memleketlerine döndüler[702].
Gerdizî, Sebüktegin’in Ebû Ali el-Simcûrî’yi yola getirmek üzere, ona
mektuplar yazdığını ancak Ebû Ali’nin bu mektupları dikkate almadığını
yazar[703]. Muhtemelen Ebû Ali’nin, Sebükte-gin’in mektuplarına karşı
gösterdiği ilgisiz tutum, aşağıda değineceğimiz Büveyhî hükümdarıyla
yaptığı anlaşmadan kaynaklanmış olmalıdır.
Gaznelilerle yapılan bu ittifak Sâmânîler Devletinin ömrünü on seneye
yakın bir süre uzatmıştı. Ancak, Sebüktegin ile II. Nuh arasındaki tabilik-
metbuluk protokolüne rağmen asıl güç Sebüktegin’in elindeydi. Sâmânîler
Devleti tamamıyla, onun nüfuzu altına girmişti. Sebüktegin’in, Sâmânîlerin
haklarını korumaktaki gayretini olan vefa borcunun yanında, doğudaki
Karahanlılara karşı arada tampon bir bölge oluşturmak ve ileride kendisinin
de ele geçirmek istediği Horasan’da güçlü bir Ebû Ali el-Simcûrî’nin
bulunması yerine zayıf bir Sâmânî Devletinin bulunmasını tercih etmesine
bağlamak mümkündür.

F) Herat savaşı
II. Nuh ile Sebüktegin’in anlaştığı haberi Ebû Ali el-Simcûrî’yi
telaşlandırmıştı[704]. Zira gücünü iyi bilip, takdir ettiği Sebüktegin’in
Sâmânîlere yardım etmesi, onun gelecekle ilgili planlarına darbe vurabilirdi.
Bu nedenle, eğer Sebüktegin’e karşı başarılı olmak istiyorsa, yeni bir
müttefik bulması gerektiğini anladı. Konuyu danıştığı yakınları, Cibal
Büveyhî hükümdarı Fahrüddevle ile irtibat kurmak gerektiğini söylediler.
Ebû Ali el-Simcûrî de, Fahrüddevle’ye elçi göndermeye karar verdi. Ebû
Cafer b. Zülkarneyn adlı bir adamını bu işle görevlendirdi. Horasan ve
Maveraünnehir’de yetişen değerli şeylerden hediyeler hazırlatarak
Fahrüddevle’ye gönderdi. Büveyhî hükümdarının veziri Sahib b. Abbad’a
da[705] aynı hediyeleri göndermeyi ihmal etmedi. Nitekim İbn Abbad, taraflar
arasında ittifak yapılması hususunda, Fahrüddevle’nin nezdinde büyük çaba
gösterdi. Onun gayretleri neticesinde Fahrüddevle ile Ebû Ali el-Simcûrî
arasında anlaşma imzalandı[706]. Bundan dolayı başlangıçtaki endişelerine
rağmeni, Büveyhî emîri ile yaptığı anlaşmanın sonrasında yukarıda
aktarıldığı gibi Sebüktegin’in mektuplarına itibar etmemiştir.
Bu arada Buhara’da savaş hazırlıklarını tamamlamakla uğraşan II. Nuh ise,
bir taraftan da Ebû Ali’nin karşısına yeni güçlükler çıkarmak için çaba
sarfediyordu. Karahanlıların, Buhara’yı işgali sırasında şehirden ayrılan II.
Nuh’a, Harizm’deki tabileri Harizmşah Ebû Abdullah Muhammed ve
Gürgenc valisi Ebû Ali Me’mun b. Muhammed yakınlık göstererek yardımcı
olmuşlardı. II. Nuh durumunu düzelttikten sonra, onları geçmişteki
yardımlarından dolayı ödüllendirmek istedi. Nesa’yı Me’mun’a, Ebiverd’i ise
Harizmşah Ebû Abdullah’a ikta verdi. Her ikisine de, bu hususta ferman
gönderdi. Ancak adı geçen iki şehrin de, Ebû Ali el-Simcûrî’ye ait olması, II.
Nuh’un çok daha değişik amaçlar peşinde olduğunu göstermektedir.
Muhtemelen Sâmânî hükümdarı, Ebû Ali el-Simcûrî’nin karşısına yeni
rakipler çıkarmak ve onu meşgul etmek istiyordu. Nitekim düşüncesinde
kısmen başarılı oldu. Ebû Ali, Nesâ’yı Me’mun’a teslim etmesine rağmen
Ebiverd’i kardeşinin iktası olduğu ve dîvândan bunun karşılığında bir yer
verilmediği takdirde Harizmşah’a veremeyeceğini bildirdi[707]. Görünüşe
göre Ebû Ali el-Simcûrî de, II. Nuh’un ne yapmak istediğini anlamıştı.
Kendisi de, eskiden beri aralarında düşmanlık bulunan Me’mun ve
Harizmşah’ın anlaşmazlıklarını körükleyerek, tehlikeyi şimdilik ortadan
kaldırmayı başarmıştı. Ancak, onun bu davranışı Harizmşah Ebû
Abdullah’ın, kendisine karşı kin gütmesine neden oldu.
Ebû Ali el-Simcûrî’yi bekleyen asıl tehlike ise, daha yeni harekete geçmek
üzereydi. Sâmânî hükümdarıyla Kişş’de buluşmasının ardından hazırlık
yapmak ve asker toplamak üzere Gazne’ye dönen Sebüktegin gerekli tüm
hazırlıkları tamamlamıştı. Daha sonra, II. Nuh ile buluşmak için Gazne’den
ayrılan Se-büktegin’in ordusunda, Hindistan seferi sırasında elde edilen 200
fil de yer alıyordu. II. Nuh da, büyük bir orduyla birlikte Buhara’dan ayrıldı.
Cüzcan’a ulaştığında, bölgenin hakimi Ebu’l-Hâris Muhammed b. Ahmed el-
Ferigûnî, Sâmânî ordusuna katıldı. Garcistan hakimi Şar Muhammed Şah ve
diğer emîrler de II. Nuh ile birleştiler. Son olarak Sebüktegin ordusuyla, II.
Nuh’un yanına geldi. Hep birlikte Herat üzerine yürüdüler. Şehir, Ebû Ali el-
Simcûrî’nin adamlarından Hâcib İlmengü’nün idaresindeydi[708]. II. Nuh ve
Sebüktegin, Herat yakınlarındaki Nahiyet-i Bağ denilen yerde karargah
kurdular[709]. Bu arada Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik el-Hassa da, Nisabur’dan
çıkarak Herat’a yönelmişlerdi. Ebû Ali el-Simcûrî’nin ordusu,
Fahrüddevle’den aldığı 2.000 Deylem süvarisi ve Ziyârî hükümdarı Kâbus’un
oğlu Dârâ’nın katılımlarıyla oldukça güçlenmişti. Herat’a ulaşan Ebû Ali,
şehir önlerinde karargah kurdu. II. Nuh ve Sebüktegin de, onun karşısındaki
yerlerini aldılar. Mücadele başlamadan önce Ebû Ali el-Simcûrî ani bir
kararla Sebüktegin’e bir elçi göndererek Sâmânî hükümdarı ile arasını
düzeltmesini rica etti. Asi Horasan valisinin düşüncelerinde meydana gelen
bu değişim, karşısındaki ordunun büyüklüğünden duyduğu endişeden
kaynaklanmış olmalıdır. Gerdizî’nin aktardığı bir olay da, Ebû Ali el-
Simcûrî’deki değişimin nedenleri hakkında oldukça tatmin edici bilgiler
vermektedir. Buna göre “Ebû Ali, Sâmânî ordugahında bir casusu vardı.
Sebüktegin de durumu biliyordu. Ancak, casusu ortaya çıkarmayı münasip
görmedi. Savaşın öncesinde Sebüktegin’e, Dârâ b. Kâbus’un harp esnasında,
kendilerine sığınmak istediği arzedildi.. Sebüktegin, çok memnun oldu.
Ardından, casusu yanına çağırarak, ona bir iş verdi. Nedimlerinden biri ile,
onun duyacağı şekilde konuşmaya başladı. Ebu’l-Kasım el-Simcûrî’nin, Fâik
el-Hassa ve Dârâ’nın savaş sırasında Sâmânî ordusu saflarına geçecekleri ve
içlerinden birinin, Ebû Ali el-Simcûrî’yi yakalayarak kendisine teslim
edeceğinden bahsetti. Konuşmaları duyan casus, derhal Ebû Ali el-Simcûrî’yi
olanlardan haberdar etti. Ebû Ali kuşkulandı. Daha önceleri kabul etmediği
sulh teklifine sıcak bakmaya başladı[710]”. Görüldüğü gibi Sebüktegin,
Dârâ’nın yanısıra Ebu’l-Kasım ve Fâik’in adlarını da bu olayın içine dahil
ederek, düşman ordusunda güvensizlik ve fikir ayrılıklarının yeniden su
yüzüne çıkmasına sebeb olmuştur. Özellikle Ebû Ali ve Fâik arasında daha
önceden de, aynı güvensizliklerin yaşandığını ve neticede olayların iki tarafı
savaşa kadar götürdüğünü biliyoruz.
Ebû Ali el-Simcûrî, Sebüktegin’e gönderdiği mektubunda ise, onunla
babası arasındaki eski dostluğu hatırlatıyor ve kendisinin de, babasının
izinden gittiğini belirtiyordu. Geçmişten gelen bu dostluk nedeniyle, II.
Nuh’un kendisini affetmesi için Sebük-tegin’in şefaatçi olmasını istiyordu.
Sebüktegin, Ebû Ali el-Simcûrî’nin isteğini II. Nuh’a iletti. Sâmânî
hükümdarı af konusunda razı olana kadar ısrarını sürdürdü. Neticede Ebû Ali
affedildi. Sebüktegin, bu haberi hemen Ebû Ali’ye bildirdi. Ancak II.
Nuh’un, hatalarına tazminat olarak 15.000.000 dirhem para göndermesini,
selefleri gibi devlete itaat etmesini istediğini bildirdi[711]. Ebû Ali el-Simcûrî,
Sebüktegin’den aldığı bu cevap üzerine durumu yakınları ve kumandanlarıyla
konuştu. Çoğunluk öne sürülen şartların kabul edilmesi hususunda görüş
bildirdi. Ancak genç ve tecrübesiz kimselerden oluşan bir grup ise, bu kararı
kabul etmeye yanaşmadılar. Toplantının bitmesinden sonra Sebük-tegin’in
ordugahına saldırdılar. Nöbetteki bir gulâmı ve yakaladıkları birkaç kişiyi
öldürdüler. Bunlar olurken, Sebüktegin’in elçisi dönüşü sırasında Ebû Ali
Simcûrî’nin öncülerinden bir grupla karşılaşmıştı. Bunlar, “Biz kılıçlarımızı
kullanmadan kınına sokmayız. Aşağılayıcı ve utanç verici bir şeye neden razı
olalım” şeklindeki sözleriyle elçiye hareket edip, alay ettiler[712]. Gerdizî ise;
Ebû Ali el-Simcûrî’nin askerlerin anlaşmaya razı olmadıklarını
naklederek[713] bir bakıma el-Utbî’de verilen bilgileri doğrulamaktadır.
Sebüktegin elçisine yapılanları ve ordugahına düzenlenen baskını öğrenince
çok sinirlendi. Ebû Ali’ye haber göndererek savaşa hazırlanmasını istedi.
Daha sonra ordusunun sağ ve sol kanatlarını düzenleyerek savaş fillerinden
bir set oluşturdu. Kendisi de, II. Nuh ve oğlu Mahmud ile birlikte merkezdeki
yerini aldı. Barış ümidinin olanaksız hale gelmesi üzerine Ebû Ali el-Simcûrî
de, ordusunu savaş düzenine soktu. Kardeşi Ebu’l-Kasım el-Simcûrî’ye sol,
Fâik el-Hassa’ya ise sağ kanadın idaresini verdi. Kendisi de merkezi idare
edecekti. Kaçınılmaz hale gelen savaş 15 Ramazan 384/23 Ekim 994 Salı
günü başladı[714]. Savaşın başlarında durum Ebû Ali el-Simcûrî’nin lehine
gelişmekteydi. Ebu’l-Kasım’ın idaresindeki sol kanat ile Fâik’in idaresindeki
sağ kanat karşılarında yer alan kuvvetleri mağlup etmeyi başarmışlardı. Ebû
Ali el-Simcûrî zaferini kesinleştirmek için, Sâmânî ordusunun merkezine
hücum etmeye karar verdi. Her iki ordunun merkez kuvvetleri birbirlerine
yaklaştıkları sırada savaşın kaderini değiştirecek bir olay meydana geldi. Ebû
Ali el-Simcûrî’nin ordusunda merkezde yer almış olan Dârâ b. Kabûs ihanet
ederek, Sâmânî ordusu saflarına katıldı. Ebû Ali el-Simcûrî’nin askerlerine
saldırdı. Ebû Ali, onun ihanetini öğrendiğinde diğer askerlerinden de emin
olamadı. Dârâ’nın ihanetinin, onları da etkilemesinden korktu. Ebû Ali el-
Simcûrî’nin endişe ve korkuları, Sebüktegin’in kendi askerleriyle hücuma
geçmesiyle gerçeğe dönüştü. Bu saldırı karşısında dayanamayan Ebû Ali el-
Simcûrî’nin ordusu dağıldı.
Sebüktegin’in oğlu Mahmud, kaçanların peşinden giderek
yakalayabildiklerini öldürdü. Bir kısmını da esir aldı. Mağlubiyetin
kesinleşmesi üzerine Ebû Ali el-Simcûrî, yanındaki gulâmlarıyla
(memluklarıyla) birlikte savaş meydanını terkederek Nisabur’a kaçtı[715].
Tarihçi el-Utbî, Ebû Ali’nin ordusunun savaş meydanında bıraktığı ganimet,
saz, silah ve diğer hazinelerin sayılamayacak kadar çok olduğunu belirtip,
“eğer işin başında bunu kendi rızalarıyla verselerdi, bu zilletten kurtulurlardı”
demektedir[716].
Galipler, alınan ganimetleri paylaşmak üzere birkaç gün daha Herat’da
kaldılar. Bu arada II. Nuh, Sebüktegin’e Nasırüddevle, oğlu Mahmud’a ise
Seyfüddevle ünvanlarını verdi. Ayrıca Mahmud, Ebû Ali el-Simcûrî’nin
yerine Horasan valiliği ve ordu başkomutanlığı görevlerine getirildi[717].
Mahmud, tam teçhizatlı bir orduyla Nisabur üzerine yürüdü. Mağlubiyetin
sonrasında şehre gelmiş olan Ebû Ali el-Simcûrî ise, savaşın yaralarını
sarmaya ve durumunu düzeltmeye çalışıyordu. Mahmud’un üzerine geldiği
haberini alınca Nisabur’dan ayrılmak zorunda kaldı.
Daha önce anlaşma yaptığı Cibal Büveyhî hükümdarı Fahrüddevle’nin
yanına gitmek üzere Cürcan’a yöneldi. Ebû Nasr el-Hâcib’i[718]
Fahrüddevle’ye göndererek başından geçen olayları anlattı. Sahib b. Abbad’a
da mektuplar göndererek bu konuda kendisine yardımcı olmasını istedi.
Nihayetinde Fahrüddevle, vezirinin de etkisiyle Ebû Ali el-Simcûrî’ye
yardım etmeyi kabul etti.
Ebû Ali el-Simcûrî’nin ve ordusunun masrafları için Cür-can’ın
gelirlerinden bir kısmı ile 1.000.000 dirhem-i şahî tahsis edildi[719].

G) Tûs Savaşı
1) Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik’in Cürcan’daki Durumu
ve Savaş Öncesi Gelişmeler
Fahrüddevle’nin şahsında kendisine emin bir koruyucu bulan Ebû Ali el-
Simcûrî, Safer-Rebiülevvel 385/Mart-Nisan 995’te hala Cürcan’da ikamet
etmekteydi. Bu süre içinde Fâik de, ona katılmıştı.
Ebû Ali el-Simcûrî’nin Cürcan’a gitmesinden sonra Mahmud, Nisabur’a
hakim oldu. Sebüktegin ve II. Nuh ise bir süre daha Herat’da kaldıktan sonra
Nisabur’a gittiler. Ancak, burada müttefikler arasında bir sürtüşme meydana
geldi. Emîr Sebüktegin ve oğlu Mahmud, vezir Abdullah b. Uzeyr’in
görevinden alınmasını istediler. Onu, kendileri aleyhine konuşmak, bazı
vilayet ve iktaların kendilerine verilmemesi hususunda çalışmakla suçladılar.
II. Nuh, olayı öğrenince vezirini korumak amacıyla, onunla birlikte Tûs’a
gitti. Mahmud, onların Nisabur’dan ayrıldıklarını haber alınca peşlerinden
gitti. Sâmânî hükümdarını bağlılık ve itaatleri konusunda ikna etmeyi başardı.
Ancak, bu arada Abdullah b. Uzeyr, Mahmud’un gelişinden korkarak Merv’e
gitmişti. II. Nuh, taraflar arasında uzlaşmayı sağladıktan sonra vezirinin
arkasından Merv’e, oradan da Buhara’ya döndü[720].
Nisabur’da kalan Sebüktegin ve Mahmud ise, şehirde adaletli ve iyi bir
yönetim gösterdiler. Simcûrîler döneminden kalan düzensizlikleri ve
haksızlıkları ortadan kaldırdılar. Halkın güven ve emniyet içinde yaşamasını
sağladılar. Zamanla Horasan vilayeti bayındır hale getirildi. Tüccarlar ve
kervanlar yeniden çalışmaya başladılar. Yollar emniyetli bir hale geldi[721].
Zira, sürekli yapılan savaşlar neticesinde bölge halkı tedirginlik içindeydi.
Cürcan’da bulunan Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik el-Hassa için ise sıkıntılı
günler başlamak üzereydi. Safer 385/Mart 995’de en büyük destekçileri olan
vezir Sahib b. Abbad öldü. Sahib b. Abbad, Fahrüddevle ile Ebû Ali
arasındaki anlaşmanın gerçekleşmesinde ve sürdürülmesinde çok önemli rol
oynamıştı. Ebû Ali el-Simcûrî için bu olayın olumsuz neticeleri ortaya
çıkmakta gecikmedi. Ebû Ali ve Fâik, Rey’de bulunan Fahrüddevle’ye bir
mektup yazarak, Cürcan’ın gelirlerinin artık kendilerine ve askerlerinin
masraflarına yetmediğini belirttiler. Ondan, kendilerine para göndermesini
istediler. Fahrüddevle, Ebû Nasr el-Hâcib tarafından kendisine iletilen
mektuba, yeteri kadar hizmet ettiğini söyleyerek bu hususta özür dilediğini
bildiren bir cevap verdi[722]. Mirhond ise, Fahrüddevle’nin yaptığı yardımları
kesmesiyle ilgili olarak “Ebû Ali ve Fâik, Cürcan’daki ikametleri sırasında
aşırı istekleriyle Fahrüddevle’ye rahatsızlık verdiler. Bu ihmal ve
gafletlerinden dolayı, onun gözünden düştüler[723]” şeklinde ilginç bir kayıt
yer almaktadır. Muhtemelen Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik, Fahrüddevle’den,
daha önceden Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’a yaptığı gibi sınırsız bir
destek bekliyorlardı. Ancak Fahrüddevle’nin, onlara Hüsamüddevle’ye
olduğu gibi bir minnet borcu olmadığı gibi, aralarında özel bir dostluk da
bulunmuyordu. Taraflar arasında yapılan anlaşmanın garantisi Sahib b.
Abbad idi. Fahrüddevle, onun ölümü üzerine Ebû Ali ve Fâik’e yaptığı
yardımı kesmiş olmalıdır. Büveyhî hükümdarından aldıkları cevap, iki asi
komutanı üzüntü ve ümitsizlik içine düşürdü. Malî yardımın kesilmesinin
yanısıra, Cürcan’ın havasının kötü olması bölgeden ayrılarak yeni bir yer
bulmayı zorunlu kılıyordu. Bu konuyla ilgili olarak yakınları ve ileri gelen
komutanlarıyla bir toplantı yaptılar. Toplantıda çeşitli görüşler ortaya atıldı.
Komutanlardan bir kısmı Cürcan’ı Sâmânîler adına ele geçirmeyi teklif
ettiler. Sikkeyi II. Nuh adına bastırıp, hutbeyi onun adına okuttukları takdirde
Sâmânî hükümdarının kalbini yeniden kazanacaklarını düşünüyorlardı.
Ayrıca bunlar, II. Nuh’a bağlılık ifade eden bir mektup yazılmasını
istiyorlardı[724].
Fâik el-Hassa ise, “Sebüktegin Nisabur’dan ayrıldı. Oğlu, Mahmud’un da
bize mukavemet edecek gücü yoktur. Askerleriyle Horasan’da yalnızdır.
Çabuk hareket eder ve Horasan’a yürürsek bize mukavemet edemez.
Nisabur’a girerek, Mahmud’u şehirden çıkarırız. Bölgeyi ele geçiririz. Ayrıca
yaz mevsimi gelmek üzeredir. Cürcan’ın havası kötü ve pis kokuludur.
Askerler bu havadan rahatsızdır. Eğer geri dönmezsek acz içine düşeriz. Bu
hava askeri kırar. Sonbahar gelince Cürcan’ın havası daha da kötüleşecektir”
diyordu[725]. Yukarıda bu münazaraları bize aktaran tarihçi el-Utbî,
toplantının neticesinde Fâik’in görüşünün üstün geldiğini ve Ebû Ali el-
Simcûrî’nin de, alınan karara uymak zorunda kaldığını belirtmektedir. Ancak
müellif, Ebû Ali el-Simcûrî’nin düşünceleri hakkında herhangi bir malumat
vermez. Konuyla alakalı olarak Ebu’l-Fazl el-Beyhakî’nin eserinde “Ebû
Ali’nin Cürcan’dan ayrılıp Fars ve Kirman’ı ele geçirmek arzusunda olduğu”
şeklinde bir kayıt yer almaktadır[726]. Belki, Ebû Ali el-Simcûrî bu
düşüncesini yapılan toplantıda dile getirmiş olmalıdır.
Toplantıda ortaya atılan fikirler gözden geçirildiğinde karşımıza şu tablo
çıkmaktadır ; Cürcan’ı, Sâmânîler adına ele geçirmek başlangıçta mantıklı ve
uygulanabilir bir plan olarak göze çarpmaktadır. Çünkü, Sâmânîlerin İsmail
b. Ahmed döneminden (892-907) itibaren bölge için sürekli mücadele ettiği
bilinmekteydi. Ancak II. Nuh devri, Sâmânîler için saldırgan ve yayılmacı bir
politikadan ziyade, savunmaya çekilip eldeki toprakların korunması fikrinin
benimsendiği bir dönem olmuştur. Dolayısıyla Sâmânîlerin, Cürcan’ın
idaresini Büveyhîlere rağmen ele geçirmeyi kabul etmeleri ve ele geçirdikleri
takdirde bölgede hakimiyetlerini nasıl sürdürecekleri belli değildi. Zira en
güçlü dönemlerinde bile Sâmânîlerin Cürcan’ın idaresi ve elde tutulması
konusunda zorlandıkları görülmüştü. Yine muhaliflerin böyle bir harekete
girişmeleri halinde, o zamana kadar kendilerine yardımcı olmuş olan Cibal
Büveyhîlerinin düşmanlığını kazanmaları da kaçınılmaz oluyordu.
Ebû Ali’nin Fars ve Kirman taraflarına gitme konusundaki ısrarı ise, Herat
savaşında II. Nuh ve Sebüktegin’in karşısında aldığı mağlubiyeten ve Gazne
hakimi’nin gücü karşısında düştüğü umutsuzluktan kaynaklanmış olmalıdır.
Ayrıca Fars ve Kirman bölgeleri Büveyhî ailesi içinde Fahrüddevle’nin rakibi
Samsa-müddevle’nin elindeydi. Bu bakımdan adı geçen bölgeleri ele
geçirmek için Fahrüddevle’nin yardımına da güvenilebilirdi. Ancak, Ebû Ali
el-Simcûrî’nin bu fikrinin fazla kabul görmediği anlaşılıyor. Horasan’a
dönüp, burayı ele geçirmek arzusunda olan Fâik el-Hassa ise, Gazne hakimi
Sebüktegin’in oğlu Mahmud’u Nisabur’da bırakıp Herat’a gitmesinden
faydalanmak istiyordu. Fâik’in doğru bir şekilde tesbit ettiği gibi Nisabur’da
tek başına kalan Mahmud’un gücü oldukça zayıflamıştı. Kararlı ve hızlı bir
şekilde hareket edildiği takdirde Horasan’ın merkezinin ele geçirilme ihtimali
yüksekti. Neticede de, Fâik’in bu görüşü kabul edildi.
Ebû Ali el-Simcûrî, kardeşi Ebu’l-Kasım el-Simcûrî ve Fâik el-Hassa
Rebiülevvel 385/Nisan 995’de kuvvetleriyle birlikte Cürcan’dan ayrıldılar.
Fâik, öncü olarak İsferayin yolundan ilerledi. Nisabur hududunda tekrar
birleşen muhalifler, şehir üzerine yürüdüler. Onların gelişini haber alan
Seyfüddevle Mahmud, durumu babasına bildirdi. Daha sonra beraberindeki
az sayıdaki askerle birlikte şehirden ayrılarak, bir fersah mesafedeki Amr-ı
Leys bağında karargah kurdu. Bu arada, Nisabur’da bulunan Gaznin şehri
reisi Hoca Ebû Nasr Naki’nin anne tarafından atası Ebû Nasr Mahmud Hâcib
ve Nisabur halkı ise Ebû Ali el-Simcûrî’yi karşılamaya çıkarak, sevinç
gösterilerinde bulundular[727]. Yukarıda Sebüktegin ve oğlu Mahmud’un
Nisabur’a girmeleri sonrasında, Ebû Ali el-Simcûrî’nin şehirde yaptığı
kötülükleri sildiklerini ve bozulan ticarî hayatı yeniden düzene
koyduklarından bahsedildi. Şimdi ise, şehir halkının sevinç gösterileriyle Ebû
Ali el-Simcûrî’yi karşılamaya çıkmaları, bu bilgiyle çelişmektedir. Bunun
nedenlerini ise, Nisabur’da Hanefîler ve Şafiîler arasında süre gelen
çekişmelerde aramak gereklidir. Saffarî hükümdarı Amr b. el-Leys’in
287/900 senesinde İsmail b. Ahmed tarafından mağlup edilmesiyle şehir
Sâmânîlerin hakimiyetine girmişti. Sâmânîler, şehirdeki Hanefîleri himaye
ederek, kadılık görevini yapan kimselerin Hanefî alimlerden tayin edilmesine
özen göstermişlerdi. Simcûrîlerin Horasan valiliği görevine getirilmelerinde
sonra, bu durum yavaş yavaş değişmeye başlamıştı. Simcûriler zaman içinde,
bağlı bulundukları Sâmânîlerin aksine Nisabur kadılarını Şafiîler arasından
seçerek, onları korumaya gayret ettiler[728]. Bunda, Simcûrîlerin, Sâmânîlere
karşı şehirdeki Şafiîlerin desteğini kazanmak istemeleri etkili olmuştur.
Nisaburlular tarafından sevinç gösterileriyle karşılanan Ebû Ali el-Simcûrî
ve Fâik el-Hassa, derhal Seyfüddevle Mahmud’un üzerine yürüdüler.
Seyfüddevle Mahmud ise, emrindeki kuvvetlerin rakiplerine oranla daha az
olmasına rağmen savaşa girmekten çekinmedi. Ancak şiddetli geçen bir
mücadelenin sonrasında savaş meydanını terkederek, Herat’da bulunan
babasının yanına gitmek zorunda kaldı. Savaş meydanında bıraktığı
ağırlıklar, techizat, birkaç fil ve Hindli maiyetinden bir grup Ebû Ali’nin
eline geçti[729]. Savaşın ardından Nisabur’a giren Ebû Ali, Ebu’l-Fazl el-
Beyhakî’ye göre; şehirde hutbenin kendi adına okunmasını emretti[730].
Ancak diğer kaynaklar, bağımsızlık işareti olarak nitelendirilebilecek Ebû Ali
el-Simcûrî’nin bu davranışı konusunda herhangi bir bilgi vermezler. Birazdan
anlatılacak olaylar da, Ebu’l-Fazl el-Beyhakî tarafından aktarılan bu bilginin
yanlış olduğu izlenimini kuvvetlendirmektedir.
Seyfüddevle Mahmud’u yenerek, Nisabur’dan uzaklaştırması Ebû Ali’nin,
kendisine olan güvenini tazelemişti. Nisabur’a yerleştikten sonra, şehirdeki
durumunu kuvvetlendirmeye çalıştı. İleri görüşlü bazı kumandanlarının
Sebüktegin ve Seyfüddevle Mahmud’un peşlerinden gitmesi ve
toparlanmalarına fırsat verilmemesi hususundaki tavsiyelerini dikkate almadı.
Aksine Buhara’daki Sâmânî hükümdarına mektuplar göndererek, kalbini
kazanmaya çalıştı. Aynı şekilde Sebüktegin’e de bir mektup göndererek
“Eğer tercih dizginleri benim elimde olsaydı, diğerleri teşvike cesaret
edemeyeceklerdi. Ben de, Cürcan’dan ayrılmayıp Horasan’a geçmeyecek ve
senin rızana aykırı davranmayacaktım” dedi[731].
Bütün bu gelişmeler, Ebû Ali el-Simcûrî’nin bağımsızlıktan ziyade, elde
ettiği başarılarla yetinip, II. Nuh ve Sebüktegin ile barışmak taraftarı
olduğunu göstermektedir. Böylelikle, Nisa-bur’u elinde tutabilmeyi
umuyordu. Bu durum, onun Sebük-tegin’in gücü ve Sâmânîlere sağladığı
destek karşısında daha fazla bir şey yapamayacağını anlamış olması şeklinde
yorumlanabilir. Zira, Ebû Ali’nin Karahanlıların Buhara’yı işgali sırasında
Sâmânî hükümdarına karşı takındığı tavır ve düşünceleri unutulmamalıdır.
Ayrıca, Ebû Ali el-Simcûrî’nin, II. Nuh’un dışında Sebüktegin’e de
mektuplar yazarak af dilemişti. Bu da, muhaliflerin arasındaki ittifakın ne
kadar zayıf olduğunu ortaya koymaktadır.
2) Tarafların Savaş Hazırlıkları,
Savaşın Başlaması ve Sonuçları
Sebüktegin, Ebû Ali el-Simcûrî’nin barışmak için sarfettiği gayrete rağmen,
barış konusunda pek fazla istekli değildi. Nisabur’u ele geçirmiş olan Ebû Ali
el-Simcûrî’nin güçlenmesine de müsaade edemezdi. Oğlu Seyfüddevle
Mahmud’un yanına ulaşmasının hemen ardından kendisine tabi emîrlere
mektuplar göndererek, asker toplamalarını istedi. Ayrıca, II. Nuh’u
gelişmelerden haberdar ederek savaş için hazır olmasını istedi. Sebüktegin’in
çağrısına uyan Sistan hakimi Halef b. Ahmed ve oğlu Tahir, Cüzcân hakimi
Ebu’l-Hâris Muhammed b. Ahmed Ferîgûn kuvvetleriyle, Sebüktegin’in
ordusuna katıldılar. Bu ikisini bölgedeki diğer emîrler takip etti. Böylelikle
Sebüktegin’in emrinde çok büyük bir ordu toplanmış oldu[732].
Sebüktegin savaş hazırlıklarıyla meşgul olurken, muhaliflerin arasındaki
ittifakta güvensizlikler ve bunun meydana getirdiği çatlaklar giderek etkisini
arttırmaktaydı. Ebû Ali el-Simcûrî’nin en önemli müttefiki olan Fâik el-
Hassa, Nisabur’un ele geçirilmesinin ardından Tûs’a gitmiş ve Sebüktegin ile
mektuplaşmaya başlayarak hizmetine girmek istediğini bildirmişti.
Sebüktegin ise, uygun cevaplarla, Fâik’in gururunu okşuyor, Ebû Ali el-
Simcûrî ile arasını açmaya çalışıyordu. Ebû Ali’nin bir diğer müttefiki
Emirek Tûsî de, onunla birlik olup olmama konusunda tereddütte idi. Ebû Ali
el-Simcûrî ile yakınlaşmaktan kaçınıyordu[733]. Sebüktegin’in savaş
hazırlıklarını haber alan Ebû Ali el-Simcûrî de, gerekli hazırlıklara başladı.
Ancak, müttefiklerinin takındığı tutum karşısında endişelenmekteydi. Yakın
adamlarından Ebu’l-Kasım Fakîh’i, Fâik el-Hassa ve Emirek el-Tûsî’ye
göndererek, onları yeniden yanına çekmeye çalıştı. Ebu’l-Kasım Fakîh
verilen görevi başarıyla yerine getirdi. Taraflar arasındaki anlaşmazlıkları
ortadan kaldırdı. Fâik ve Emirek el-Tûsî’den söz ve yemin aldığı gibi Ebû Ali
el-Simcûrî’ye de çabuk hareket ederek, bu ikisiyle birleşmek gerektiğini
haber verdi[734]. Bunun üzerine Ebû Ali, Nisabur’dan ayrılarak süratle Tûs’a
yöneldi. Fâik ve Emirek el-Tûsî de, onunla birleştiler. Ebu’l-Fazl el-
Beyhakî’nin naklettiği bir rivayetten anlaşıldığına göre Sebüktegin’in
çabalarına rağmen yeniden Fâik ve Emirek el-Tûsî’yi tarafına çekmeyi
başaran Ebû Ali el-Simcûrî de aynı şekilde, Gazne hükümdarından bir
mektup almıştı. Sebüktegin, Ebû Ali’ye gönderdiği bu mektubunda şöyle
diyordu “Sizin hanedanınız eskidir. Bunun için elimde yok olmasını
istemiyorum. Nasihatimi kabul et ve barış yapalım. Biz tekrar Merv’e
dönelim. Sen, Nisabur’da oğlum Mahmud’un vekili olursun. Ben de araya
gireyim. Horasan emîrinin, senin gönlünü hoş tutması için şefaat edeyim.
Böylece işler düzene girsin ve aradaki düşmanlık kalksın[735]”. Yukarıda
Sebüktegin’in, aynı siyaseti Fâik’e karşı izlediğinden bahsedildi. Ebu’l-Fazl
el-Beyhakî’nin, Sebüktegin ve Ebû Ali el-Simcûrî arasındaki mektup olayı ile
ilgili aktardıkları da el-Utbî’nin verdiği bilgilerin bir devamı olarak
görülebilir. Bütün bunlar ise, Sebüktegin’in bir yandan savaş hazırlıklarıyla
meşgul olurken, diğer taraftan da düşmanın gücünü bölüp zayıflatmaya
çalıştığını ortaya koymaktadır. Nitekim Gazne hükümdarının, Herat Savaşı
sırasında da benzer şekilde hareket ettiği unutulmamalıdır. Ancak, bu defa
Sebüktegin’in yeterince başarılı olamadığı Ebu’l-Fazl el-Beyhakî’nin
aktardığı rivayetin devamından anlaşılıyor. Buna göre; Ebû Ali el-Simcûrî,
Sebüktegin’den gelen mektubu adamlarıyla müşavere etmiş, onlar da
savaşmak gerektiği hususunda ısrar etmişlerdir. İki taraf arasında barış
yapmak isteyenlerin çabaları da bir sonuç vermemiştir[736].
Sonunda Sebüktegin, yapılan katılımlarla güçlenen ordusunun başında Tûs
üzerine yürüdü. Ordunun ilerleyişi sırasında Halef b. Ahmed Pûseng’de
bırakılırken, oğlu Tahir Sebüktegin’in yanında kaldı. Gazne ordusu, Ebû Ali
el-Simcûrî’nin karargah kurduğu Tûs yakınlarındaki Andarıh(Andarah)
köyüne geldi. Savaş 19 Cemaziyelahir 385/22 Temmuz 995 günü başladı. İki
tarafın gençleri ve ahdasları akşama kadar savaştılar. Birbirlerine üstünlük
sağlayamayınca havanın kararmasıyla birlikte ordugahlarına çekildiler. Aynı
gece Ebû Ali el-Simcûrî, ileri gelen kumandanlarıyla ne yapacakları
konusunda müşaverede bulundu. Emirek el-Tûsî’nin de içlerinde bulunduğu
bir grup tecrübeli kumandan “Dağa sığınalım ve etrafını tahkim edip
sağlamlaştıralım. Daha sonra Tûslu piyadeleri göndererek, düşmana gece
baskınları yapalım. Hayvanlarını ve mallarını ele geçirelim. Ağırlıklarını ve
techizatlarını yağmalayalım. Bu süre içinde, onların arasında karışıklık
çıkacak ve dağılacaklardır. İşte biz de, o zaman üstlerine saldırır ve işlerini
bitiririz[737]” teklifinde bulundular. Sebük-tegin’in ordusunun gücü dikkate
alındığında son derece yerinde bir fikir olarak görünen bu plan, toplantıya
katılan başka bir grup kumandan tarafından kabul görmedi.
İtiraz edenler, bu şekilde hareket etmenin kuvvet ve kudretin zaafına işaret
olacağını söyleyerek “böyle acz ve alçaklığa muvafakat etmeyelim”
dediler[738]. Neticede ikinci grubun fikirleri galip geldi. Sabah olmasıyla
birlikte savaş tüm şiddetiyle yeniden başladı. Her iki taraf da kahramanca
savaşıyordu.
Mücadele esnasında Sebüktegin’in askerlerinden bir kısmı, Ebû Ali el-
Simcûrî’nin ordusunun sol kanadının arkasına sarkmayı başardı. Seyfüddevle
Mahmud da, emrindeki güçlü bir birlikle o tarafa geldi. İki ateş arasında
kalan Ebû Ali el-Simcûrî şaşkın ve karar veremez bir duruma düşmüştü. Son
çare olarak, ordusunun iki kanadını da merkezde toplayıp, Sebük-tegin’in
komuta ettiği düşmanın merkez kuvvetlerine saldırmaya karar verdi. Burada
bulacağı bir gedikten kaçmayı umuyordu. Ancak Sebüktegin’in güçlü direnişi
ve savaş fillerinin devreye girmesiyle, bu amacında başarıya ulaşamadığı gibi
ağır kayıplara uğradı. Seyfüddevle Mahmud’un babasının yardımına
yetişmesiyle Ebû Ali el-Simcûrî’nin ordusu çembere alınarak mağlup edildi
(20 Cemaziyelahir 385/22 Temmuz 995). Savaşın gidişatıyla ilgili bütün bu
tafsilatlı bilgiler el-Utbî’nin eserinde yer almaktadır[739].
Diğer kaynaklar ise[740] savaş hakkında kısa bilgi vermektedir. Yalnız
Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, el-Utbî’de aktarılanlardan farklı olarak; savaşın ikinci
günü Sebüktegin’in mağlup olması an meselesi haline geldiği sırada oğlu
Seyfüddevle Mahmud ve Tahir b. Halef’in dinlenmiş süvarileriyle daha önce
kararlaştırılan şekilde tuzaktan çıkarak Fâik ve İlmengü’ye hücum ettiklerini
aktarır. Seyfüddevle’nin hücumu karşısında, onların mağlup olup kaçmaları,
Ebû Ali el-Simcûrî’yi de etkilemiş ve savaş meydanını terk etmesine neden
olmuştu[741]. Zaferin ardından Ebû Ali el-Simcûrî’nin ordugahı yağmalandı.
İleri gelen kumandanlarından bir çoğu esir edildi. Bunlar arasında; Ebû Ali b.
Buğra Hâcib, Begtegin el-Fergânî, Arslan Beg, Ebû Ali b. Nuştegin, Leşker-
sitân b. Ca’fer el-Deylemî[742], Muhammed b. Hâcib Togan, Yınal Tegin,
Muhammed Şârtegin, Ahmed Arslan el-Hazin ve Arslan Semerkandî de[743]
yer alıyordu. Seyfüddevle Mahmûd kaçanların peşlerine düştü.
Tûs savaşı, Ebû Ali el-Simcûrî’nin Horasan’daki siyasî kimliğinin ve
nüfuzunun sonunu belirlemişti. Diğer taraftan bu savaşın sonucunda, Horasan
görünüşte Sâmânî toprağı olarak kalmasına rağmen güç ve kontrol tamamıyla
Sebüktegin’in eline geçmişti.
Ebû Ali el-Simcûrî, Herat savaşında uğradığı kayıpları, Cibal
Büveyhîlerinin yardımıyla gidermeyi başarmıştı. Ancak Tûs savaşının
neticesinde ordusunun büyük bir kısmı imha edilmişti. Bunun ise, herhangi
bir telafisi söz konusu değildi. Savaşın sonrasındaki gelişmeler de bunu daha
açık bir şekilde gösterecekti.
3) Savaştan Sonraki Gelişmeler ve
Ebû Ali el-Simcûrî’nin Yakalanması
Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik el-Hassa mağlubiyetin ardından çok müstahkem
bir kale olan Kelât’a[744] sığındılar[745]. Ancak, ikisinin savaşın sonrasında
nereye gittikleri ile ilgili Gerdizî’de çok daha farklı bir rivayet yer almaktadır.
Gerdizî’ye göre “Ebû Ali el-Simcûrî, Tabes yoluyla Rey’e gitmiş ve Büveyhî
hükümdarı Fahrüddevle, onu iyi bir şekilde karşılayarak, ikramlarda
bulunmuştu.. Ebû Ali el-Simcûrî’ye her ay için 50.000 dirhem tahsis etmişti.
Sofrasına davet etmek isteği zamanlarda techizatlı bir at gönderip, bunu Ebû
Ali el-Simcûrî’ye hediye ederdi. Ancak, Ebû Ali el-Simcûrî’nin gönlü
daraldı. Bir kadın için Nisabur’a döndü. Seyfüddevle Mahmud, onu yakaladı
ve hapsetti. Daha sonra hapisten kaçmayı başaran Ebû Ali el-Simcûrî
Harizm’e gitti[746].” Bu rivayet diğer kaynaklar tarafından teyid edilmemiştir.
Ancak el-Utbî, Ebû Ali el-Simcûrî’nin oğlu Ebu’l-Hasan’ın Tûs savaşı
sırasında Kayin’da olduğunu belirttikten sonra şu bilgileri vermektedir
“Ebu’l-Hasan b. Ebû Ali el-Simcûrî, babasının Tûs’da mağlup olduğunu
haber alınca Rey’e gitti. Şehrin hakimi Fahrüddevle kendisini çok iyi bir
şekilde karşıladı....[747].” Bundan sonra verilen bilgiler, Gerdizî’nin
aktardıklarıyla birleşmektedir. İbn el-Esîr ve Ebu’l-Fazl el-Beyhakî[748] Tûs
savaşından sonra Rey’e kaçan kişinin Ebû Ali el-Simcûrî değil, oğlu Ebu’l-
Hasan olduğu konusunda el-Utbî’ye parelel bilgiler vermektedir. Bütün
bunlar Gerdizî’nin, Ebû Ali el-Simcûrî’nin savaşın sonrasındaki
faaliyetlerini, oğlunun faaliyetleriyle karıştırdığını göstermektedir.
Diğer taraftan Ebû Ali’nin en büyük yardımcılarından biri olan kardeşi
Ebu’l-Kasım el-Simcûrî, Tûs savaşının öncesinde, ağabeyi ile arası açılmıştı.
Bunun nedeni ise, Ebû Ali’nin, kardeşinin elindeki Herat’ı, kendi hâcibi
İlmengü’ye vermesiydi. Bu duruma sinirlenen Ebu’l-Kasım Andarıh’da Ebû
Ali’den ayrılmıştı. Ebû Ali el-Simcûrî, kardeşinin vefasızlığı ve
ayrılmasından dolayı çok üzülmüştü[749]. Zira, savaş öncesinde meydana
gelen bu ayrılık, onun için çok büyük bir kayıp olmuştu.
Yeniden Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik el-Hassa’nın Tûs savaşından sonraki
faaliyetlerine döndüğümüzde; Kelât kalesinde ikamet etmekte olan iki asi
komutan, kalenin sahibi Emirek el-Tûsî tarafından birkaç gün misafir
edildiler. Bu süre içinde, ordusundan arta kalanlar Kelât’a gelerek Ebû Ali el-
Simcûrî ile birleştiler. Muhalifler, Kelât’da bir durum değerlendirmesi
yaptılar. Aynı sıralarda yeni bir gelişme daha yaşandı. Daha önce
Seyfüddevle Mahmud’un Nisabur’dan çıkarılması sırasında ele geçirilen
birkaç fil, Ebû Ali tarafından Emirek el-Tûsî’ye bırakılmıştı. Tûs savaşında,
Sebüktegin tarafından esir edilen kumandanlar Emirek el-Tûsî’ye,
Sebüktegin’in ele geçirilen fillerin teslim edilmesi karşılığında, kendilerini
serbest bırakacağını bildirdiler. Emirek el-Tûsî durumu Ebû Ali el-
Simcûrî’ye bildirdi. Ebû Ali, bunu kabul etti.
Emirek el-Tûsî de, filleri Sebüktegin’e gönderdi. Böylece, onunla
yakınlaşma fırsatını elde etmiş oldu. Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik ise,
Kelât’dan ayrılarak Ebiverd’e gittiler. Muhalifler, şehre ulaştıklarında, Fâik
el-Hassa, Ebû Ali el-Simcûrî’ye haber vermeden Serahs’a yöneldi.
Müttefikinin hareketini haber alan Ebû Ali ise, Fâik’in arkasından bir
adamını yollayarak, kendisini beklemeye ikna etti. Bunun üzerine Fâik, yolda
durarak Ebû Ali el-Simcûrî’nin yanına gelmesini bekledi. Birlikte önce
Serahs’a, daha sonra da Merv’e gittiler. Sebüktegin, onların haberini aldığı
zaman oğlu Seyfüddevle Mahmud’u Nisabur’da bırakarak peşlerinden gitti.
Sebüktegin’in kendilerini takip ettiğini öğrenen Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik
el-Hassa, Amul’a kaçtılar. Merv ile Amul arasındaki çölün, Sebüktegin’in
kalabalık ordusunun ilerleyişini yavaşlatacağını düşünüyorlardı.
Amul’a ulaştıklarında, Sâmânî hükümdarı II. Nuh ile aralarını düzeltmenin
yollarını aramaya başladılar. Bu maksatla Ebû Ali el-Simcûrî, Ebu’l-Hüseyin
Muhammed b. Kesir’i, Fâik el-Hassa ise Abdurrahman b. Ahmed el-Fakîh’i,
II. Nuh nezdinde elçilikle görevlendirdiler[750].
Buhara’ya gelen elçiler büyük bir gayret sarfederek Sâmânî hükümdarını
affa razı etmeye çalıştılar. II. Nuh, Fâik’in elçisini tutuklatırken, Ebû Ali el-
Simcûrî’nin elçisine iyi muamele etti. Daha sonra geri gönderilen elçi
vasıtasıyla Ebû Ali el-Simcûrî’ye, Gürgenc(Cürcaniyye)’e[751] gidip, orada
ikamet etmesi ve geçim vasıtasının sonradan düşünüleceği bildirildi. Gürgenc
valisi Me’mun’a da bir mektup yazılarak, Ebû Ali el-Simcûrî’yi iyi
karşılaması ve kaldığı süre içinde masraflarının karşılanması emredildi. II.
Nuh’un, Ebû Ali el-Simcûrî’yi affetmesindeki asıl maksadının, onu Fâik’den
ayırmak olduğu açıkça görülmektedir. Nitekim, Sâmânî hükümdarının
düşüncesini anlayan Fâik, Ebû Ali el-Simcûrî’ye “Seni Gürgenc’e
göndermekten maksat, ikimizin arasını açmaktır.
Aramızdaki birliği bozmaktır. Eğer basiret gözüyle düşünürsen, bunu
anlarsın. Arkadaşlığımdan bıkmış olabilirsin. Fakat ben, senden ayrılmak
istemiyorum. İyi ve kötü günde seninle arkadaşlık yapmak isterim. Fakat bu
konuda başka bir karar alırsan sana uyarım” dedi[752]. Faik’in bu ısrarına
rağmen uğradığı başarısızlıklar dolayısıyla yılgınlık içinde olan Ebû Ali,
Sâmânî hükümdarının teklifini kabul etmeyi düşünüyordu. Fâik, onu ikna
edemeyeceğini anlayınca Karahanlı hükümdarı İliğ Han Nasr’a sığınmaya
karar verdi. Ceyhun nehrini geçti. Bu haberi duyan II. Nuh, Hâcib
Begtüzün’ü Fâik’in üzerine gönderdi. Sâmânî kuvvetleri Nesef civarında Fâik
el-Hassa ve yanındakilere yetiştiler. Ancak iki taraf arasında çatışma olmadı.
Daha sonra Karahanlı hükümdarının yanına ulaşan Fâik el-Hassa çok iyi
kabul gördü[753].
Ebû Ali el-Simcûrî ise, Fâik’in ayrılmasından sonra Harizm’e yöneldi.
Harizm sınırındaki Hazâresb[754] denilen köye ulaştı. Harizmşah Ebû
Abdullah adamlarını göndererek, onu karşıladı. İhtiyaç duyduğu gerekli
eşyaları gönderdi. Hizmette geç kaldığı için özür dileyerek ertesi gün bizzat
geleceğini bildirdi. Ancak, Harizmşah’ın bütün bu davranışları bir hileden
ibaretti. Yukarıda, onun Ebiverd’in kendisine verilmemesinden ötürü Ebû Ali
el-Simcûrî’ye karşı kin beslediğinden bahsedildi. O zamandan beri Ebû
Ali’den intikam almak için fırsat kollayan Harizmşah, nihayet beklediği bu
şansa sahip olmuştu. 2.000 süvari ve piyadeden oluşan bir kuvveti geceleyin
Ebû Ali el-Simcûrî’nin üzerine gönderdi.
Durumu öğrenen Ebû Ali, karşı koymak yerine, adamlarının tavsiyesine
uyarak teslim oldu (Ramazan 385/Eylül-Ekim 995). Harizmşah Ebû
Abdullah’ın merkezi Kat[755] şehrine getirilen Ebû Ali el-Simcûrî, bir kaleye
hapsedildi. Beraberindekiler ise zincirlere vuruldu[756]. Ancak Ebû Ali el-
Simcûrî’nin, Harizmşah’ın yanındaki esaret hayatı fazla uzun sürmedi.
Hâcib İlmengü’nün başlarında bulunduğu bir grup adamı, hapisten kaçarak
Gürgenc hakimi Me’mun b. Muhammed’in yanına gittiler. Me’mun, Ebû Ali
el-Simcûrî’nin kurtarılması için hemen harekete geçti. Böylelikle eski
düşmanı Harizmşah’ın da işini bitirmeyi planlıyordu. Askerlerini toplayarak,
Hâcib İlmengü komutasında, Harizmşah’ın merkezi olan Kat şehri üzerine
gönderdi.
Şehir önlerinde yapılan savaşı kaybeden Harizmşah Ebû Abdullah esir
alındı. Ebû Ali el-Simcûrî hapisten kurtarıldı. Böylece durum bir anda tersine
dönüyor, emîr esir olurken esir de emîr oluyordu[757]. Ebû Ali el-Simcûrî
ikram ve hürmetle Gürgenc’e götürüldü. Harizmşah ise, adi elbiseler ve bir
eşeğin üzerinde aynı yolu almak zorunda kaldı. Şehre ulaşan Ebû Ali el-
Simcûrî, Me’mun tarafından karşılandı. Me’mun misafirine bir çok mal ve
eşya bağışladı. Böylelikle Ebû Ali el-Simcûrî ve yanındakiler durumlarını
düzeltmeye muvaffak oldular. Harizmşah Ebû Abdullah ise, Ebû Ali el-
Simcûrî’nin bulunduğu bir mecliste öldürüldü. Onun öldürülmesiyle bütün
Harizm’i idaresi altında birleştiren Me’mun, Harizmşah unvanını aldı[758].
Me’mun’un bunun sonrasında da, Ebû Ali el-Simcûrî’ye yardım etmek
hususundaki gayretlerini sürdürdüğünü görüyoruz. Zira kısa bir süre sonra
Sâmânî hükümdarı II. Nuh’un, Ebû Ali’yi affetmesi için aracılık yapmaya
başladı. Ebû Ali el-Simcûrî’nin geçmişte işlediği suçlardan ötürü affedilmesi
ve aradaki düşmanlığın kalkması için ısrar etti. Harizmşah’ın ısrarları
karşısında II. Nuh, bir emir göndererek Ebû Ali’yi Buhara’ya çağırdı[759]. Bu
emir üzerine Ebû Ali el-Simcûrî, yakın adamları ve akrabalarıyla birlikte yola
çıktı. Buhara’ya ulaştığında vezir Abdullah b. Uzeyr, hâcibler ve katipler
tarafından karşılandı. Abdullah b. Uzeyr’in eşliğinde şehre giren Ebû Ali el-
Simcûrî, Rigistan Sarayı’nda II. Nuh’un huzuruna çıktı. Ancak, Sâmânî
hükümdarının emriyle yanında bulunan akrabaları ve yakın adamlarıyla
birlikte tutuklanarak Buhara kalesinde hapsedildi (Cemaziyelahir 386/Hazi-
ran-Temmuz 996). Binekleri, techizat ve silahları yağmalandı[760].
Bu sırada Merv’de bulunan Sebüktegin, Ebû Ali el-Simcûrî’nin
yakalandığını öğrenince Belh’e gelerek II. Nuh’dan, Horasan’da düzenin
sağlanabilmesi için Ebû Ali’nin kendisine teslimini istedi. Fakat II. Nuh’un
yakınları, Ebû Ali’nin Sebük-tegin’’e teslim edilmesine gerek olmadığını
söylüyorlardı[761]. Muhtemelen bu kişilerin arasında Simcûrî ailesinin eski
müttefiki vezir Abdullah b. Uzeyr de bulunuyordu[762]. Böylelikle II. Nuh,
Ebû Ali el-Simcûrî’yi Buhara kalesinde tutmaya devam etti.
Babası Ebu’l-Hasan’ın ölümünden Buhara’da yakalanmasına kadarki Ebû
Ali el-Simcûrî’nin faaliyetleri gözden geçirildiğinde; Onun, Sâmânîlerin son
dönemlerine damgasını vuran şahsiyetlerden biri olduğu daha rahat
anlaşılacaktır. Sâmânîlerin yavaş yavaş yolun sonuna doğru yaklaştığını
anlayan Ebû Ali, babasının takip ettiği devlete sadakat politikasını
terkederek, bu yeni durumdan elden geldiğince faydalanmak istemişti.
Başlıca gayesi, Sâmânîlerin yıkılmasından sonra, devletin Horasan’da kalan
toprakları üzerinde bağımsız bir devlet kurmaktı. Ancak, yukarıda da
değindiğimiz çeşitli nedenlerden ötürü, amacında başarılı olamamıştır. Belki
de bu nedenlerin en önemlisi, II. Nuh’un, ona karşı Gazne hakimi
Sebüktegin’i yardıma çağırmasıdır. Ebû Ali’nin, Sebüktegin’e karşı
kaybettiği iki savaş, siyasî hayatının da sonunu hazırlamıştır. Ancak,
müttefikleri ile arasındaki güvensizlik ve şüphelerin de, onun
başarısızlığındaki etkisi unutulmamalıdır. Ebû Ali el-Simcûrî’nin
yakalanması, liderliğini üstlendiği Simcûrî ailesinin siyasî arenadaki
etkinliğini de ortadan kaldırmıştır.

H) Karahanlılarla Anlaşma Yapılması


Ebû Ali el-Simcûrî’nin devletin iç bünyesinde meydana getirdiği tehlikenin
bertaraf edilmesi Sâmânîlere biraz olsun nefes alma imkanı sağlamıştı.
Ancak, bu durum fazla süreli olacakmış gibi görünmüyordu. Ebû Ali el-
Simcûrî’den ayrıldıktan sonra Karahanlılara sığınan Fâik el-Hassa, İliğ Han
Nasr’ı Maveraün-nehir üzerine bir sefer düzenlemek için kışkırtmaya
başlamıştı. Buğra Han’ın ölümünden sonra Batı Karahanlıların başına geçen
İliğ Han da, selefinin Sâmânîlere karşı sürdürdüğü saldırı politikasını
genişleterek devam ettirmek eğilimindeydi. Bu nedenle Fâik’in kışkırtmaları
kısa sürede semeresini verdi. İliğ Han, Maveraünnehir seferi için hazırlıklara
başladı (386/996). Karahanlıların Maveraünnehir üzerine yürüyecekleri
haberinin duyulması Sâmânî başkentinde büyük bir heyecan ve endişeye
neden oldu. II. Nuh derhal Sebüktegin’e mektuplar göndererek, onu
kendisine yardım etmeye çağırdı. Sâmânî hükümdarından birbiri ardına gelen
bu yardım çağrıları üzerine Sebüktegin, yakın adamlarını ve danışmanlarını
toplayarak, durumu görüştü. Bunların her biri değişik fikirler ortaya attılar.
Neticede toplantıdan bir sonuç çıkmadı. Ancak Sebüktegin, daha sonradan
Sâmânîlere yardım etmeye karar verdi[763]. Onun, daha önceki olaylarda çok
süratli bir şekilde Sâmânîlerin yardımına koştuğu halde, burada gösterdiği
tereddüt oldukça dikkat çekicidir. Zira, Ebû Ali el-Simcûrî’nin, kendisine
teslim edilmemesinden dolayı II. Nuh’a karşı kırgınlık duymaktaydı. Ancak,
Karahanlılarla arasında tampon bölge görevini yerine getiren Sâmânîlerin
ortadan kalkması, Gaznelilerin bölgedeki çıkarları açısından daha ciddi
sorunlar ortaya çıkarabilirdi. Aynı şekilde Sâmânîler adına hakim olduğu
Horasan’a da henüz kuvvetli bir şekilde yerleşememişti. Bunun için biraz
daha zamana ihtiyacı vardı. Dolayısıyla, Karahanlıların Maveraünnehir’i ele
geçirmesinin engellenmesi Gaznelilerin çıkarlarına daha uygun düşüyordu.
Bu düşüncelerin de tesiriyle harekete geçen Sebüktegin savaş hazırlıklarına
başladı. Gazne, Horasan ve Zabulistan’daki tabilerine ve komutanlarına haber
göndererek, Karahanlılar üzerine düzenlenecek sefer için asker toplamalarını
istedi. Hazırlıkların tamamlanmasından sonra ordusuyla birlikte Ceyhun
nehrini geçti. Kişş ve Nesef arasındaki Niyazî denilen köyde konakladı.
Burada, ordusuna yapılacak katılımları beklemeye başladı. Cüzcân, Huttel,
Çağaniyan ve diğer bölgelerin askerleri, Sebüktegin’in ordusuna katıldılar.
Oğlu Seyfüddevle Mahmud da, tam techizatlı bir ordu ile Nisabur’dan
hareketle babasının yanına geldi. Sebüktegin’in, Sâmânîleri korumak
gayesiyle Maveraünnehir’e girmesi üzerine İliğ Han Nasr, ulemadan bir
kimseyi elçi olarak, onun yanına gönderdi. Mektubunda, aralarında din
kardeşliği bulunduğu ve ikisinin de İslamı yaymak için kafir Türk ve Hind
beldelerine gaza ettiğini söylüyordu. II. Nuh’un ise, zengin bir memlekete
sahip olmasına rağmen gaza etmek yerine Horasan ve Maveraünnehir’in
zenginliklerini faydasız şeylere sarf ettiğini, bu nedenle Maveraünnehir’i, II.
Nuh’un elinden alıp bu vilayetin zenginliklerini gaza yolunda harcamak
istediğini belirtiyor, Sâmânî topraklarını paylaşmayı ve daha sonra da Allah
yolunda gaza etmeyi teklif ediyordu[764].
Sebüktegin ise cevabında, II. Nuh’un büyük bir hükümdar olduğunu, onun
seleflerinin İslam dünyasına iyi hizmetler yaptığını, diğer devletler ve ümera
arasında da, bütün bunların bilindiğini söyledi. Bu nedenlerden ötürü II.
Nuh’un memleketini korumakta kararlı olduğunu iletti[765]. Gazne
hakiminden aldığı olumsuz yanıt üzerine İliğ Han Nasr savaş hazırlıklarını
daha sıkı bir şekilde sürdürmeye başladı. Ülkesinin her tarafına ve Türk
kabilelerine haberciler göndererek, asker topladı. Kısa sürede emrinde büyük
bir ordu toplandı.
Bu arada Sebüktegin, II. Nuh’a haber göndererek yanına gelmesini rica
etmişti Ancak, vezir Abdullah b. Uzeyr, Sebük-tegin’in askerlerinin çok ve
techizatlarının mükemmel olduğunu, bunun yanında II. Nuh’un askerlerinin
ise tam tersi bir durumda olduğunu belirterek Sâmânî hükümdarının,
Sebüktegin’in yanına gittiği takdirde bunun saltanatına uygun düşmeyeceğini
ve alay konusu olabileceğini söyledi[766]. II. Nuh, vezirinin yaptığı bu
telkinler sonrasında Sebüktegin’in yanına gitmekten vazgeçti. Bir miktar
kuvveti, Gazne ordusuna katılmak için gönderdi ise de kendisi Buhara’dan
ayrılmadı.
İbn Üzeyr’in bu konudaki gayretinin arkasında, Herat savaşının sonrasında
Sebüktegin ile yaşadığı çekişmenin izlerini görmek mümkündür. O zaman
yaşanan olaylar nedeniyle hala Sebüktegin’den çekiniyor olmalıdır. Zira II.
Nuh’un, Sebük-tegin’in teklifini kabul ederse İbn Uzeyr de, onunla birlikte,
Sebüktegin’in yanına gitmek zorunda kalacaktı. Bu takdirde Sebüktegin, ona
karşı aralarındaki eski düşmanlık nedeniyle yeniden harekete geçebilirdi.
İkinci bir neden olarak, İbn Üzeyr’in, Buhara’da hapiste bulunan Ebû Ali el-
Simcûrî’yi kurtarmak istemesi gösterilebilir. Sâmânî veziri, Hüsamüddevle
Ebu’l-Abbas Taş olayından bu yana Simcûrîlerle iyi ilişkiler içinde olmuştu.
Muhtemelen, Ebû Ali el-Simcûrî’nin affedilmesini sağlayarak, onu
Sebüktegin’e karşı koz olarak kullanmak istiyordu. II. Nuh, Sebüktegin’in
yanına gitmesi halinde, Gazne hükümdarı Ebû Ali el-Simcûrî’nin kendisine
teslimini daha rahat bir şekilde sağlayabilirdi. Ancak herşeye rağmen İbn
Uzeyr, Sâmânîlerin artık herhangi bir siyasî ve idarî gücünün kalmadığı
gerçeğini göz ardı etmekteydi. Şimdi bu güç, görünüşte Sâmânîlerin tabi olan
Sebüktegin’in elindeydi. Sâmânîler Devleti’nin varlığı da, Sebüktegin’in
vereceği karara bağlıydı. Nitekim, II. Nuh’un teklifini reddetmesinde İbn
Uzeyr’in parmağı olduğunu öğrenen Sebüktegin çok kızdı. Yine de ilk önce
Karahanlıların neden olduğu tehlikenin ortadan kaldırılmasının daha uygun
olacağını düşünerek, bu konuyu bir süre için tehir etmeye karar verdi. Zira,
İliğ Han emrindeki güçlü Karahanlı ordusuyla Maveraünnehir sınırlarına
dayanmıştı. Sebüktegin, derhal ordusuyla birlikte harekete geçti. Ancak,
savaşın öncesinde İliğ Han’ın, Sebüktegin’e elçi göndermesiyle başlayan
barış görüşmeleri olumlu sonuçlandı. İliğ Han emri altında çok güçlü bir ordu
olmasına rağmen, Sebüktegin ile bozuşmak istememişti. Yapılan
görüşmelerde Sâmânîler adına hareket eden Sebüktegin, bu devletin Sir
Derya sahasını Katvan çölüne kadar Karahanlılara bırakması şartıyla İliğ Han
ile anlaştı. Ayrıca, Karahanlılara sığınmış olan Fâik el-Hassa’ya, İliğ Han’ın
isteği üzerine Semerkand şehri valiliği verildi[767]. Böylece Sebüktegin’in,
Sâmânîler üzerindeki nüfuzunu bir kere daha açık bir şekilde gözler önüne
serilmişti.
Anlaşmanın yapılmasından sonra Sebüktegin, Belh’e döndü. Artık sıra,
Sâmânî veziri Abdullah b. Uzeyr’in cezalandırılmasına gelmişti. Sebüktegin
oğlu Seyfüddevle Mahmud ve kardeşi Buğracuk kumandasında 20.000 kişilik
bir kuvveti İbn Uzeyr’i görevinden uzaklaştırmak üzere Buhara’ya
gönderdi[768]. Orduyla birlikte kendisinin vezir adayı Ebû Nasr b. Ebî Zeyd’i
de Buhara’ya yolladı.
Gazne birlikleri, Sâmânî başkentine ulaştığında II. Nuh’un, ne bunlara ne
de Sebüktegin’in isteklerine direnecek bir durumu kalmamıştı. Derhal
Abdullah b. Uzeyr’i vezaret görevinden alarak yerine Ebû Nasr b. Ebî Zeyd’i
tayin etti. Yeni vezir uzun süre Sâmânîlerin Resâil Dîvânında başkanlık
yapmıştı[769]. Ayrıca Sebüktegin, II. Nuh’a yazdığı mektubunda, Abdullah b.
Uzeyr’in ihanetini, Ebû Ali Simcûrî’nin tarafını tuttuğunu ve bu ikisinin
birlikte hareket ettiklerini söyledi. İbn Uzeyr ile Ebû Ali el-Simcûrî ve
yakınlarının, kendisine gönderilmesini istedi. O zamana kadar, Ebû Ali’yi
yanında tutmakta direnmiş olan II. Nuh, bu kez mecburen Sebüktegin’in
istediğini yapmak zorunda kaldı. Abdullah b. Uzeyr, Ebû Ali el-Simcûrî, oğlu
Ebu’l-Hasan, Hâcib İlmengü ve Emirek el-Tûsî, Belh’te bulunan
Sebüktegin’in yanına gönderildi (Şaban 386/Ağustos 996)[770].
Ancak, II. Nuh kısa bir süre sonra Ebû Ali el-Simcûrî’yi, Sebüktegin’e
gönderdiği için pişmanlık duymaya başladı. Bu nedenle. Sebüktegin’e bir
mektup yazarak, Ebû Ali el-Simcûrî’nin geri gönderilmesini istedi. Fakat,
Sâmânî sarayında bulundurduğu casusları sayesinde, II. Nuh’un bu
düşüncesini haber alan Sebüktegin, Sâmânî hükümdarının mektubu kendisine
ulaşmadan gerekli önlemleri almış ve Ebû Ali el-Simcûrî, oğlu Ebu’l-Hasan,
Hâcib İlmengü ve Emirek el-Tusî’yi önce Gazne’ye, oradan da Gerdiz
kalesine gönderildi. Daha sonra Sâmânî elçisi, Sebüktegin’in yanına
geldiğinde “Horasan’ın durumu karışıktır. Bu işten kurtulduğum zaman
Gazne’ye gideceğim ve Ebû Ali’yi o zaman geri göndereceğim” cevabıyla
karşılaştı[771]. Ancak Sebüktegin, Ebû Ali el-Simcûrî ve diğerlerini hiçbir
zaman geri göndermedi. 387/997 senesi içinde Gerdiz kalesinde öldüler.
Cenazeleri Simcûrî ailesinin ıktası olan Kuhistan’daki Kayin şehrine
getirilerek defnedildi[772]. Diğer taraftan Sebüktegin, sabık Sâmânî veziri
Abdullah b. Uzeyr’i, bilinmeyen bir sebepten ötürü serbest bırakarak ve
Maveraünnehir’e dönmesine izin vermiştir.
Ebû Ali el-Simcûrî ile oğlu Ebu’l-Hasan’ın yakalanmaları ve ardından
Gerdiz kalesinde tutuklu bulundukları sırada ölmeleri üzerine Simcûrî
ailesinin liderliği Ebû Ali’nin kardeşi Ebu’l-Kasım el-Simcûrî’nin eline geçti.
Bilindiği gibi, Ebu’l-Kasım Tûs savaşından önce ağabeyi ile arasının açılması
nedeniyle, ondan ayrılmış, daha sonra da Sebüktegin’in yanına giderek,
hizmetine girmiş ve yükselme yolları aramıştı. Ebu’l-Kasım’a çeşitli
ikramlarda bulunan Sebüktegin, Sâmânî hükümdarı II. Nuh’a bir mektup
yazarak Simcurî ailesinin eski iktası olan Kuhistan’ın, ona verilmesini
sağlamıştı[773]. Ancak Sebüktegin ile arasındaki iyi ilişkiler yukarıda
bahsedilen Karahanlıların Maveraünnehir seferine kadar devam edebildi. Bu
sırada savaş hazırlıklarına başlayan Sebüktegin, diğer tabilerine olduğu gibi
Ebu’l-Kasım el-Sim-cûrî’ye de bir mektup göndererek savaş için hazırlık
yapıp yanına gelmesini istemişti. Ebu’l-Kasım el-Simcûrî ise, ağabeyi Ebû
Ali’nin başına gelenleri düşünerek Sebüktegin’in yardım isteğini geri
çevirmiş ve özür dilemişti. Ancak, bu yüzden Sebüktegin tarafından
cezalandırılacağını çok iyi biliyordu. Bunu beklemek yerine, kendisi harekete
geçmeyi tercih etti. Karahanlı seferi dönüşü Sebüktegin’in, vezir Abdullah b.
Uzeyr’e karşı yaptığı cezalandırma hareketi nedeniyle Seyfüddevle Mahmud
ve amcası Buğracuk’un Nisabur’da olmamasından faydalanarak şehri işgal
etti. Ebû Nasr b. Mahmud el-Hâcib de, ona katıldı. İkisi birlikte Horasan’da
karışıklık çıkardılar. Halkın mallarını yağmaladılar. Amillerin (vergi
memurlarının) topladıkları malları müsadere ederek, şehirleri tahrip
ettiler[774]. Muhtemelen, yukarıda, II. Nuh’un, Sebüktegin’den Ebû Ali el-
Simcûrî’nin geri gönderilmesini istediğinde, Gazne hakiminin Horasan’da
sözünü ettiği karışıklık Ebu’l-Kasım el-Simcûrî’nin isyanı olmalıdır. Ancak
isyan fazla uzun sürmedi. Sebüktegin, Sâmânî hükümdarına Abdullah b.
Uzeyr konusundaki isteklerini kabul ettirmesinden sonra bu kez Ebu’l-Kasım
el-Simcûrî’ye karşı harekete geçti. Oğlu Seyfüddevle Mahmud ve kardeşi
Buğracuk’u, Nisabur’a gönderdi. Onların arkasından, kendisi de Belh’den
hareket etti. Gazne ordusuyla savaşmayı göze alamayan Ebu’l-Kasım el-
Simcûrî, Nisabur’u terkederek Cürcan’a kaçtı. Eyaleti elinde bulunduran
Cibal Büveyhî hükümdarı Fahrüddevle, onu çok iyi karşıladı. Cürcan,
Damgan ve Kumis’in gelirlerini, kendisinin ve askerlerinin masraflarını
karşılaması için Ebu’l-Kasım el-Simcûrî’ye bıraktı. Bu tarihten sonra Ebu’l-
Kasım da Cürcan’da ikamet etmeye başladı[775].

I) II. Nuh b. Mansur’un Ölümü


Karahanlılar ile yapılan barış anlaşması Sâmânîlerin ömrünü iki sene kadar
uzatmasına rağmen devletin doğu sınırının biraz daha gerilemesine neden
olmuştu. Horasan valisi ve sipehsalar tayin edilen Seyfüddevle Mahmud’un
idaresine bırakılan Horasan’da ise, artık herhangi bir Sâmânî etkisinden söz
edilemezdi. Dolayısıyla Sâmânîlerin direkt hakimiyetleri altında
bulundurdukları bir tek Maveraünnehir bölgesi kalmıştı. Ancak, bölgenin en
önemli şehirlerinden biri olan Semerkand bile eski muhaliflerden ve
Karahanlılara yakınlığı ile bilinen Fâik el-Hassa’nın yönetimindeydi.
Abdullah b. Uzeyr’in azlinden sonra vezaret makamına tayin olunan Ebû
Nasr b. Ebî Zeyd, Sâmânîler adına Maveraünnehir’de aşayişi sağlamak için
çok sert tedbirlere başvurdu. Şiddet metodunu kullanarak kanı kanla
temizledi[776]. Ancak, vezirin devam ettirdiği bu sert uygulamalar kendisine
karşı genel bir hoşnutsuzluk meydana getirmişti. Neticede, göreve gelmesinin
beşinci ayında bazı gulâmlar tarafından hançerlenerek öldürüldü�.
Onun ölümü, II. Nuh için yeni bir sıkıntı vesilesi oldu. Sâmânî hükümdarı,
vezirin öldürülmesinden Sebüktegin’in kendisini sorumlu tutacağından
çekindi. Bu nedenle derhal harekete geçti. Katilleri yakalanarak idam edildi.
Daha sonra Yunus el-Hâcib adlı bir adamını Sebüktegin’e göndererek,
vezirlik görevine kimin getirilmesi gerektiği hususunda, ona danıştı.
Sebüktegin’in, Ebu’l-Muzaffer Muhammed b. İbrahim el-Bargaşî’yi tavsiye
etmesi üzerine el-Bargaşî vezir tayin edilerek, hil’at giydirildi[777].
II. Nuh, yeni vezirini tayin ettikten kısa bir süre sonra 14 Receb 387/23
Temmuz 997 Cuma günü vefat etti[778]. Ona ölümünden sonra el-Razî ünvanı
verilmiştir[779]. Sağlığında ise, Ebu’l-Kasım nisbesini kullanıyordu[780].
Nerşahî, ondan Emir el-Reşid olarak da bahsetmektedir[781]. Ayrıca, İbn el-
Esîr bir başka yerde, II. Nuh’un devletin başına geçtiğinde el-Mansur
ünvanını aldığını yazar[782].
II. Nuh, II. Nasr’dan sonra en uzun süre tahta kalan Sâmânî hükümdarıdır.
21 sene dokuz ay süresinde devleti idare etmişti. Onun döneminin en belirgin
özelliklerinden biri devlet adamları ve kumandanlar arasında yoğun bir
şekilde yaşanan nüfuz mücadeleleriydi.
Kendisi bu karışıklıkların içinde, idareyi tekelinde toplama imkanı
bulamamıştır. 13 yaşında Sâmânîler Devleti’nin başına geçen II. Nuh’un ilk
dönemleri annesi, vezir Ebu’l-Hüseyin el-Utbî ve Horasan valisi
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın etkisi altında geçmişti. Daha sonra
bunların yerini, diğer bir vezir Abdullah b. Uzeyr almıştı. II. Nuh’un devlet
içinde otoritesini yerleştirmek için giriştiği bazı zayıf teşebbüsler de başarıya
ulaşamadığı gibi Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî’ye isyan etmek için
beklediği fırsatı vermişti. Hızlı bir gelişim gösteren bu isyanı bastırmak için
ise, bilindiği gibi Gazneli hükümdarı Sebüktegin yardıma çağırılmıştı. Ancak
bu kez de devlet üzerinde Gazneli nüfuzunun başlamasının önüne geçilemedi.
Bütün bunların ışığında II. Nuh için, Sâmânî hükümdarlarının arasında en
silik ve yetersizlerinden biri olduğu şeklinde bir yorum yapılabilir. Ancak,
devletin hızlı bir çöküşe doğru gittiği, Karahanlılar ve Gazneliler gibi atılım
gücü olan iki yeni devletin varlığı göz önüne alındığında bu yorumu biraz
olsun yumuşatmak da mümkündür.
İbn el-Esîr, II. Nuh’un ölümü ile ilgili olayları anlatırken, onun ölümüyle
Sâmânîlerin büyük bir sarsıntı geçirdiğini, belirgin bir şekilde zayıfladığını ve
çevresindeki devletlerin topraklarına göz dikmesi sonucunda kısa sürede
yıkıldığını yazar[783]. Bu, II. Nuh’un son dönemlerinde, Sâmânîler Devleti’ni
ayakta tutmak için kullandığı denge politikasıyla ilgili olmalıdır. II. Nuh,
devleti yıkabilecek Ebû Ali el-Simcûrî ve Karahanlı tehditlerine karşı
Sebüktegin ile anlaşarak bir denge oluşturmaya çalışmış ve böylelikle
Sâmânîlerin ömrünün biraz olsun uzamasını sağlamıştı. Nitekim, ölümünün
ardından halefi II. Mansur, babasının politikasını terkederek, Gaznelileri
küstürmüştü. Bu ise, devletin kısa bir süre sonra yıkılmasına neden olmuştur.
II. Nuh’un, Mansur, Abdülaziz, İsmail ve Muhammed adlarında dört oğlu
vardı[784]. Ölümünden sonra bunlardan Mansur, Sâmânî tahtına çıktı.
XI) II. Mansur b. Nuh Dönemi
(997-999)
II. Nuh’un Receb 387/Temmuz 997’de ölümü üzerine yerine, daha önceden
veliaht tayin etmiş olduğu oğlu Ebu’l-Hâris Mansur geçti. Devlet ileri
gelenleri ve kumandanlar, ona biat etti. Bunların itaatini sağlamlaştırmak için
devlet hazinesinden para ve mal dağıtıldı[785].
el-Sem’ânî, Maveraünnehir halkının başa geçmesinden sonra
Zilkade/Kasım ayı içinde, II. Mansur’a biat ettiği ve Nesef şehrinde 15
Zilkade 387/19 Kasım 997’de adına hutbe okunduğunu yazar[786].
Horasan’daki sözde hakimiyetlerinin dışında, Sâmânîler Devleti’nin aslî
topraklarının sadece Maveraün-nehir’den ibaret olduğunu düşünecek olursak,
aradaki dört aylık zaman farkı oldukça uzun bir süredir. Buna göre,
Sâmânîlerin ellerinde kalan topraklarda bile hakimiyet tesisinde zorlandıkları
söylenebilir.
Gerdizî, Abbasî halifesi el-Kadir-billah (991-1031)’ın menşur ve sancak
göndererek, II. Mansur’un hükümdarlığı onayladığını söylemektedir[787].
Ancak, diğer kaynaklarda bununla ilgili bir kayıt yer almaz.
Aksine, Seyfüddevle Mahmud’un 389/999 senesinde Horasan’ı,
Sâmânîlerin elinden aldıktan sonra hutbeyi el-Kadir-billah adına okuttuğunu
ve daha önce Sâmânîlerin el-Taî adına hutbe okuttukları için, bunun bir ilk
olduğunu belirtirler[788]. Yine II. Mansur’un tahta çıktığı 387/997 senesinde
Nisabur’da adına basılan parada, halife olarak el-Taî’nin ismini
görmekteyiz[789].
Aynı şekilde, Gazne tahtı için birbirleriyle mücadele eden Sebüktegin’in
oğulları İsmail ve Mahmud, metbuları II. Mansur adına bastırdıkları 387/997
tarihli paralarda da el-Taî’nin adını kullanırlarken, Seyfüddevle Mahmud’un,
Horasan’ı ele geçirmesinin sonrasında bastırdığı 389/999 tarihli parada ise,
el-Kadir-billah’ın adı bulunmaktadır[790].
Bütün veriler, Gerdizî’nin bu konuda aktardığı bilginin yanlışlığına işaret
etmektedir. Ancak, 382/991’den beri Abbasî hilafetinin başında bulunan el-
Kadir-billah’ın, Sâmânîlerle arasındaki ilişkileri iyileştirmek, Horasan ve
Maveraünnehir’de halifeliğinin tanınmasını sağlamak amacıyla, II.
Mansur’un tahta çıkışı sırasında böyle bir jest yapabileceği ihtimali de göz
ardı edilmemelidir. II. Mansur, babasının son dönemlerinde vezirlik görevine
getirilmiş olan Ebu’l-Muzaffer el-Bargaşî’yi mevkinde bıraktı. Devlet
işlerinin düzenlenmesi ve yürütülmesi ise Begtüzün[791] ve Fâik el-Hassa’nın
[792] tasarrufundaydı.

Kaynakların ifadesiyle[793] II. Mansur yakışıklı bir kimse olmasının


yanında, fikrî, ahlakî yönleri ve cesaretiyle kendisini göstermekteydi.
Kuvvetli bir politika takip ederek ülkesinde düzeni sağlamaya çalıştı. Bunu
yaparken de, güç kullanmaktan çekinmedi. Ancak, bütün olumlu yönlerine
rağmen, giderek sona doğru yaklaşmakta olan Sâmânîler Devleti’ni
kurtarması pek mümkün görünmüyordu. Nitekim, daha saltanatının
başlangıcında Sâmânîler yeni bir Karahanlı tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

A) Karahanlılarla Mücadele
Daha önce, Abdullah b. Uzeyr’in tevkif edilip, Sebüktegin’in yanına
gönderilmesiyle ilgili olaylardan bahsedildi. Sebüktegin, onu bir süre hapiste
tuttuktan sonra bilinmeyen bir nedenle ötürü serbest bırakmış ve
Maveraünnehir’e dönmesine izin vermişti[794]. Bu dönüşün sonrasında İbn
Uzeyr’in, Sâmânîlere karşı cephe aldığını görüyoruz. İbn Uzeyr muhtemelen,
II. Nuh’un kendisini Sebüktegin’e teslim etmiş olmasından ötürü intikam
almak için böyle bir harekete girişmişti.
İbn Uzeyr ilk olarak, İsficâb hükümdar ailesine mensup[795] Ebû Mansur
Muhammed b. Hüseyin b. Mut el-İsficâbî’yi, Sâmânîlere karşı isyana teşvik
etti. Birlikte, Karahanlı hükümdarı İliğ Han Nasr’dan yardım istediler. Bu
fırsatı kaçırmak istemeyen İliğ Han Nasr, derhal harekete geçerek
Maveraünnehir’e girdi. Onun gelişi üzerine Ebû Mansur el-İsficâbî, İbn
Uzeyr’i de yanına alarak az sayıdaki adamıyla Karahanlı ordugahına gitti.
Ancak Karahanlı hükümdarı, ikisini de tevkif ettirip hapse attırdı[796]. Bunun
sonrasında Semerkand valisi Fâik el-Hassa’ya haber göndererek yanına
gelmesini emretti.
Semerkand’dan ayrılan Fâik, Karahanlı hükümdarının huzuruna çıktı.
Hürmet ve çeşitli ikramlarla karşılandı. Fâik’in emrine 3.000 kişilik bir
kuvvet veren İliğ Han Nasr, onu Karahanlı ordusunun öncüsü olarak Buhara
üzerine yolladı. Görüldüğü gibi Fâik el-Hassa bir Sâmânîlerden çok
Karahanlıların emrindeki bir kumandan gibi hareket ediyordu.
Fâik el-Hassa’nın idaresindeki Karahanlı öncülerinin Buhara’ya
yaklaştıkları haberini alan II. Mansur çok güç durumda kalmıştı. Buhara’nın
savunması için bazı tedbirler aldıysa da fazla bir şey yapamadı. Neticede en
iyi çözüm yolu olarak yakın adamlarıyla birlikte şehirden ayrılmayı tercih
etti. Ceyhun nehrini geçerek Amul’a geldi. Bu arada Buhara’ya giren Fâik el-
Hassa ise, hemen II. Mansur’un sarayına gitti. Ancak, Sâmânî hükümdarını
burada bulamadı. Hâcibleri, meclisine çağırdı. II. Mansur’un başkentinden,
atalarının mekanından ayrılması nedeniyle üzüntüsünü dile getirdi. Daha
sonra Buhara’nın ileri gelenlerinden bir heyeti, II. Mansur’un peşinden
göndererek, itaatini bildirdi. Yeniden Buhara’ya dönmesini rica etti. II.
Mansur, Fâik’in gösterdiği bu davranışlardan ve elçilerin söylediklerinden
tatmin olmuştu. Buhara’ya dönen elçilerle birlikte, Fâik el-Hassa’ya itaatini
ve gösterdiği yakınlığı öven bir mektup gönderdi. Daha sonra kendisi de
maiyetiyle birlikte Buhara’ya döndü[797].
Bu gelişmelerin yanısıra, İliğ Han Nasr’ın nedensiz bir şekilde geri
dönüşüyle II. Mansur duruma yeniden hakim olmayı başardı. Böylece
Sâmânîler, Karahanlıların ileri harekatı sırasında herhangi bir kayba
uğramaksızın kazançlı çıkmış oldular. Zira İbn Uzeyr’in teşvikiyle Ebû
Mansur el-İsficâbî’nin çıkardığı isyan, Sâmânîlerin müdahalesine gerek
kalmadan Karahanlılar tarafından bastırılmış oldu. Ayrıca bu olay, Fâik’in
devlet içindeki etkisini de arttırmıştı.

B) Hâcib Begtüzün’ün Horasan Valiliğine Tayini

Karahanlı tehditinin ortadan kalkmasından sonra II. Mansur devletin iç


bünyesindeki uyumu sağlayabilmek için çalışmalara başladı. Zira devletin
ileri gelen iki komutanı Fâik ve Begtüzün arasında eskiye dayanan bir
düşmanlık ve kin mevcuttu. Fâik, II. Nuh döneminde 382/992 yılı içerisinde
Buhara’ya karşı düzenlediği askerî harekatın Begtüzün ve İnanç Hâcib
tarafından başarısızlığa uğratılmasını unutmamıştı. Yine Ebû Ali el-
Simcûrî’den ayrıldıktan sonra, İliğ Han Nasr’ın yanına kaçarken Begtüzün
tarafından takip ve taciz edilmişti. Bu nedenlerden ötürü onu çekemiyor ve
kin besliyordu. II. Mansur ise, iki komutanı elden geldiğince birbirlerinden
uzak tutmak için çabalıyordu. Karahanlı saldırısı sırasında, Buhara’yı
terkettiğinde Begtüzün de, kendisiyle birlikte gelmişti. II. Mansur, daha sonra
Buhara’ya giren Fâik el-Hassa’dan aldığı teminatlar üzerine başkentine
dönmeye karar verdiğinde ise, Fâik el-Hassa ile Begtüzün’ü bir araya
getirmemek için bir şeyler yapmak gereğini hissetmişti. Bu nedenle,
Begtüzün’ü Horasan valiliği ve ordu komutanlığı görevleriyle Nisabur’a
gönderdi. Ayrıca, ona Sinanüddevle ünvanını verdi (387/997)[798]. Bilindiği
gibi bu görevler II. Nuh döneminde Sebüktegin’in oğlu Seyfüddevle
Mahmud’a verilmişti. Ancak II. Nuh’un ölümünden kısa süre sonra Şaban
387/Ağustos 997’de Sebüktegin de vefat etmiş ve ölümünden sonra yerine
veliahtı İsmail geçmişti. Sebüktegin’in, Horasan’da bulunan diğer oğlu
Seyfüddevle Mahmud ise bu durumu kabullenmeye pek de istekli değildi.
Seyfüddevle ilk önce, II. Mansur’a bir mektup yazarak, olanları anlattı.
Gazne tahtını elde etmek için kardeşine karşı harekete geçeceğini bildirdi.
Daha sonra, Horasan’dan ayrılarak Gazne üzerine yürüdü. Onun gibi, kardeşi
İsmail de, II. Mansur ile irtibat kurarak Sâmânîlere bağlılığını belirtmiş ve
Sâmânî hükümdarı adına para bastırmıştı[799].
Seyfüddevle Mahmud’un Horasan’dan ayrılması, II. Mansur’a hiçbir
güçlükle karşılaşmaksızın, onun görevlerini Begtüzün’e vermesini sağlamıştı.
Begtüzün, Nisabur’a giderek görevine başladı. II. Mansur da rahat bir şekilde
Buhara’ya döndü. Kısa vadede bakıldığında, Sâmânî hükümdarı Fâik el-
Hassa ve Begtüzün’ü birbirlerinden ayrı tutmayı ve bu sayede devlet içinde
bir uyum sağlamayı başarmıştı. Ancak, Seyfüddevle Mahmud’un buna nasıl
bir tepki gösterceği hesaba katılmamıştı. II. Mansur’un düşünmediği bu
ayrıntı ileride kendisi ve Sâmânîler Devleti için çok büyük problemler ortaya
çıkaracaktı.
Begtüzün, eyaletin vergilerini yükselterek yeniden Sâmânîler adına
toplamaya başladı[800]. Bu sırada Fâik el-Hassa ise, onun karşısına yeni
düşmanlar çıkarabilmek için bir arayış içerisindeydi. Ayrı olmalarına rağmen
Begtüzün’e olan düşmanlığının ateşi küllenmemiş görünüyordu. Bu amaçla,
kısa bir süre öncesine kadar kader birliği içinde olduğu Simcûrî ailesinin yeni
lideri Ebu’l-Kasım el-Simcûrî ile mektuplaşmaya başladı. Onu, Begtüzün’e
karşı, Simcûrî ailesinin eski mansıbı olan sipehsalarlık görevini tekrar ele
geçirmesi için kışkırtmaya başladı. Ebu’l-Kasım el-Simcûrî ise, yanına
sığınmış olduğu Cibal Büveyhî hükümdarı Fahrüddevle’nin 387/997’deki
ölümü üzerine, çocuk yaştaki oğlu Mecdüddevle’nin Cibal Büveyhîlerinin
başına geçmesinden faydalanmak istiyordu. Bu konuda Ziyârî hükümdarı
Kâbus b. Veşmgir ile haberleşerek, Cürcan’ı, ona teslim etmek isteğini
bildirmişti. Sebüktegin’in önünden kaçmasından sonra Ebu’l-Kasım el-
Simcûrî’nin askerî gücünü hızla düzelttiği anlaşılıyor. Nitekim, Cürcan’da
kaldığı sırasında Simcûrî ailesinin Horasan’da bulunan adamlarından arta
kalanlar, onun emri altında toplanıyordu. Gerek yapılan katılımlar ve gerekse
Fahrüd-devle’nin yardımları sayesinde Ebu’l-Kasım el-Simcûrî’nin askerî
gücü artmış, durumu düzelmişti[801]. Ancak, Horasan’a dönme isteğini hala
muhafaza etmekteydi. Bu nedenle Fâik el-Hassa’nın teklifini değerlendirmek
için hazırlıklara başladı. Daha sonra Cürcan’dan ayrılarak Nisabur üzerine
yürüdü. Ebû Ali b. Ebu’l-Kasım el-Fakîh adlı bir komutanını öncü olarak
sevketti. Ebû Ali el-Fakîh, Begtüzün’e bağlı bir askerî birliğin bulunduğu
İsferayin’a ulaştı.
Bunları mağlup ederek Nisabur önlerine kadar kovaladı. Kısa bir süre sonra
Ebu’l-Kasım el-Simcûrî de, şehir önlerine geldi. Begtüzün, ona gönderdiği
bir mektupta “Savaşa itimad olmaz. Kuvvet ve kudretine dayanmak ve
mağrur olmak akıllıca bir hareket değildir. Doğrusu senin ailenin iktası olan
Kuhistan’da oturmandır. Ben de, Sâmânî hükümdarına bir adam göndererek
Herat vilayetini ve çevresinin de sana verilmesini temin edeyim[802]”
teklifinde bulundu.
Bu, Tûs savaşının sonrasında Horasan’daki siyasî nüfuzunu büyük ölçüde
yitirmiş olan Simcûrî ailesi için oldukça faydalı bir teklif olarak
görülmektedir. Ayrıca mektupta dikkati çeken bir diğer önemli husus da,
Begtüzün’ün daha önceden II. Nuh tarafından Sebüktegin’e ikta edilmiş olan
Herat ve çevresini Ebu’l-Kasım el-Simcûrî’ye teklif etmesidir. Muhtemelen
Begtüzün, güç ve kudretini fazla hesaba katmadığı, o sırada Gazne tahtı için
mücadele etmekte olan Seyfüddevle Mahmud’u Horasan’dan uzaklaştırmak
istiyordu. Böylelikle, onun karşısına yeni rakipler çıkarırken, Horasan
valiliğindeki yerini sağlamlaştırmayı planlıyordu.
Ancak, Horasan vilayetinin tamamına sahip olmak isteyen Ebu’l-Kasım el-
Simcûrî ile çıkarlarının uyuşması mümkün olmadı. Ebu’l-Kasım barış
teklifine fazla iltifat etmeyerek savaşmak için Begtüzün’ün üzerine yürüdü.
Artık savaşmaktan başka seçeneği kalmayan Begtüzün de ordusunu
düzenleyerek, Ebu’l-Kasım el-Simcûrî’nin karşısındaki yerini aldı. İki taraf
arasındaki savaş Nisabur’un dışında Beşce denilen köy yakınlarında
Rebiülevvel 388/Mart-Nisan 998 tarihinde cereyan etti. Fakat Ebu’l-Kasım
el-Simcûrî’nin beklentilerinin aksine Begtüzün’ün galibiyetiyle sonuçlandı.
Simcûrî ordusundan Ebû Ali el-Fakîh’in de içinde bulunduğu bir grup asker
esir edildi.
Ebu’l-Kasım el-Simcûrî ise, Kuhistan’a kaçtı. Savaşın galibi Begtüzün,
civardaki emirlere haberciler göndererek zaferini müjdeledi. Onun kazandığı
başarı, Fâik için ise tam bir hayal kırıklığı olmuştu[803]. Mağlubiyetin izlerini
silmek için bir süre Kuhistan’da kalan Ebu’l-Kasım el-Simcûrî, daha sonra
Bûsenc’e gitti. Burada vergileri kendi adına toplamaya başladı.
Ebu’l-Kasım’ın yeniden harekete geçtiğini öğrenen Begtüzün de,
Nisabur’dan ayrılarak Busenc üzerine yürüdü. Ancak, bu defa taraflar
arasında gidip gelen aracıların sayesinde savaş önlendi. Ebu’l-Kasım el-
Simcûrî’nin oğlu Ebû Sehl’i, Begtüzün’e rehin olarak vermesiyle taraflar
arasında barış yapıldı. Ebu’l-Kasım, Kuhistan’a giderken, Begtüzün de,
Nisabur’a döndü (Receb 388/Haziran-Temmuz 998)[804]. Ebu’l-Kasım’ın,
kendisi için ortaya çıkardığı bu tehlikeyi bertaraf eden Begtüzün, aynı
zamanda Fâik el-Hassa’nın planını da boşa çıkarmış ve Horasan’daki yerini
sağlamlaştırmış oldu.
Diğer taraftan, Begtüzün-Ebu’l-Kasım el-Simcûrî mücadelesinden
beklediği sonucu elde edemeyen Fâik’in, bu kez de, Buhara’da bir karışıklığa
sebeb olduğunu görüyoruz. Sâmânî veziri Ebu’l-Muzaffer el-Bargaşî’ye karşı
harekete geçen Fâik, onu yerinden etmek üzere çalışmaya başladı.
Ebu’l-Muzaffer el-Bargaşî ise çareyi II. Mansur’un sarayına sığınmakta
buldu. Buna rağmen Fâik el-Hassa saraya bir adamını gönderip II.
Mansur’dan, vezirin kendisine teslimini istedi. Sâmânî hükümdarı boş yere
ikisinin arasını bulmaya çalıştı ise de Fâik’i ikna edemedi. Bu konudaki
ısrarını sürdüren Fâik el-Hassa’nın öfkesini araya giren Buhara’nın yaşlıları
dindirebildi. Yapılan uzlaşma gereğince Ebu’l-Muzaffer el-Bargaşî
görevinden azledilerek Cüzcan’a sürgün edildi[805].
el-Bargaşî’nin vezirlikten azli ile ilgili Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, daha farklı
bir rivayeti bize aktarmaktadır. Buna göre; Ebu’l-Muzaffer el-Bargaşî,
Sâmânîlerin çökeceğini anlamış ve görevini bırakarak mallarını korumaya
karar vermişti. Bu sebeble, yalandan ayağının kırıldığını söyleyerek,
görevinden affını istedi. 5.000 dinar rüşvet karşılığında anlaştığı bir hekim
vasıtasıyla da, II. Mansur’u inandırmayı başardı. Sâmânî hükümdarının,
kendisini görevinden alması üzerine Cüzcan’a giderek, buradaki mülküne
çekildi. Daha sonra da, mallarını satarak Nisabur’a yerleşti[806].
Ebu’l-Muzaffer el-Bargaşî’nin ardından vezirlik görevi Ebu’l-Kasım Abbas
b. Muhammed el-Bermekî’ye verildi. Ebu’l-Kasım Bermekî ahlak ve fazilet
yönleriyle temeyyüz etmiş bir kişi idi. Ancak, Türk gulâmları(memlukları) ve
askerin ileri gelenleri ile maaşlar ve iktalar konusunda anlaşmazlığa düşünce,
bunlar tarafından öldürüldü[807]. Daha sonra bu göreve Ebu’l-Fazl
Muhammed b. Ahmed el-Ceyhanî tayin edildi[808].

C) Gazneliler ile Mücadele ve


II. Mansur’un Tahtan İndirilmesi

Sâmânîler adına Horasan ve Maveraünnehir’de işlerin yeniden yoluna


girdiği ve düzenin sağlandığı bir sırada, o zamana kadar gözardı edilmiş olan
tehlike kendisini göstermekte gecikmedi. Gazne tahtı için kardeşi İsmail ile
yaptığı mücadeleyi kazanan[809] Seyfüddevle Mahmud, bunun sonrasında
güçlü bir ordunun başında Belh’e gelmişti. Burada ikamet etmeye başlayan
Seyfüddevle, II. Mansur’a bir elçi göndererek, kardeşi İsmail’e karşı
kazandığı başarıyı ve yeniden Horasan’a dönüşünü bildirdi. Ayrıca, kendisine
ait olan Horasan valiliği görevinin, elinden alınmasından duyduğu
memnuyetsizliği belirtti. Babasının, Sâmânîler Devleti’nin koruyucusu ve
bekçisi olduğunu, onun ölümünden sonra şimdi de, kendisinin bu görevi
yapmaya hazır olduğunu söyledi. Eski hükümdar II. Nuh ile aralarındaki
hukuku hatırlattı. II. Mansur ise, Ebu’l-Hasan el-Alevî vasıtasıyla gönderdiği
cevabî mektubunda; Gazne tahtı için Seyfüddevle Mahmud’u tebrik edip,
Belh, Tirmiz, Herat ve Büst’ün, ona ait olduğuna dair bir ferman
gönderiyordu. Ancak, Horasan valiliği ve sipehsalarlık görevleri hakkında
ise, bunların Begtüzün’e verildiğini ve ondan geri alınmasının mümkün
olmadığını söyledi[810]. Seyfüddevle Mahmud aldığı olumsuz yanıta rağmen,
Horasan’dan bu kadar kolay bir şekilde vazgeçmeyi düşünmüyordu. Yalnız
askerî hareketa başlamadan önce son bir kez daha sulh yolunu denemek
istedi. Ebu’l-Hasan el-Hamûlî’yi, II. Mansur’a hitaben yazdığı bir mektupla
Buhara’ya gönderdi. Bu mektubunda “Babamın ve benim tahtınıza olan
hizmetlerimizin hukuku sabittir. Düşmanların kötülük ve hilesiyle kayba
uğratılmamalıdır. Öteden beri Horasan işlerini güzel bir şekilde görmüş ve
Horasan sipehsalarlığını hakkıyla yapmış olduğununa güveniniz ortadan
kalkmamalıdır” diyordu[811]. Fakat, bu görüşmelerden de bir sonuç çıkmadı.
Ayrıca, II. Mansur’un, Seyfüddevle’nin elçisi Ebu’l-Hasan el-Hamûlî’yi vezir
olması için kandırması, Gazne hakiminin daha da öfkelenmesine neden oldu.
Bu şekilde bir yere varamayacağını anlayan Seyfüddevle Mahmud, güç
kullanarak meseleyi halletmeye karar verdi. Belh’den, Nisabur üzerine
yürüdü. Nisabur’da bulunan Begtü-zün, onun gelişini haber alınca şehirden
ayrıldı. Nesa ve Ebiverd taraflarına gitti. Daha sonra Buhara’ya durumu
bildirip, yardım istedi. Gelişmeler üzerine II. Mansur ve Fâik el-Hassa, derhal
bir ordu hazırlayıp Begtüzün’ün yardımına koştular. Merv’e ulaşan Sâmânî
ordusu birkaç gün burada kaldıktan sonra Serahs’a yürüdü. Sâmânî
ordusunun hareketini yakından takip etmekte olan Seyfüddevle Mahmud da,
Nisabur’dan ayrıldı. Merverrûd’a yönelerek, buraya bağlı Zagul Köprüsü
denilen yerde karargah kurdu[812]. Begtüzün de, Seyfüddevle Mahmud’un
ayrılmasından tekrar Nisabur’u ele geçirdi. Daha sonra, Serahs’daki Sâmânî
ordusuna katıldı. İşte bu noktadan sonra olaylar çok farklı bir seyir izlemeye
başladı. Serahs’a geldikten sonra, II. Mansur’un huzuruna çıkan Begtüzün,
beklediği ilgiyi görememişti. Sâmânî hükümdarının yanından ayrıldıktan
sonra, konuyu Fâik’e açarak, II. Mansur’un yaptıklarını anlattı. Fâik’de aynı
durumdan şikayetçi oldu. İki komutan, II. Mansur’un kusurları hakkında
konuştular. Daha sonra diğer komutanların da onayı ile, II. Mansur’u tahtan
indirmeye karar verdiler[813].
II. Mansur’un ha’l’i ile alakalı Ebu’l-Fazl Beyhakî ise biraz daha farklı
bilgiler vermektedir. Müellif, Fâik el-Hassa ve Begtüzün’ün, Sâmânî
hükümdarının savaş veya barış yapmak konusundaki kararsızlığını,
Seyfüddevle Mahmud’a meyletmesine bağladıklarını söylemektedir. Daha
sonra iki komutan, Ebû Ali el-Simcûrî’nin akibetine uğrayıp, Seyfüddevle
Mahmud’a teslim edilmekten korkarak, II. Mansur’u tahtan indirmeye karar
vermişlerdi[814].
Yukarıda II. Mansur’un saltanatının başlangıcında güç ve şiddet kullanarak
devlet içindeki bozuklukları gidermeye çalıştığından bahsedildi. Sâmânî
hükümdarının aynı karakter özelliklerini devam ettirdiği anlaşılıyor.
Dolayısıyla, II. Mansur’un sert mizacından bıkan, kumandanların bu tür bir
harekete girişmeleri olası gözükmektedir. Bunun yanısıra Gazne hakimi ile
barış yapılması durumunda, kısa zaman önce yaşanan Ebû Ali el-Simcûrî
olayının izleri hala akıllarda idi. Seyfüddevle Mahmûd’un gücü ve nüfuzu
göz önüne alındığında ikinci rivayetin de, II. Mansur’un tahtan indirilmesi
konusundaki sebeblerden birini ve hatta en önemlisini teşkil ettiği daha rahat
anlaşılacaktır. Dolayısıyla her iki rivayetin de, II. Mansur’un sonunu
hazırlayan sebepleri ihtiva ettiği ve birbirine parelel bilgiler içerdiğini
söylemek daha doğru olacaktır.
Begtüzün ve Fâik el-Hassa, II. Mansur’u tahtan uzaklaştırmak konusunda
anlaştıktan sonra, bu kararlarını uygulamaya koymak üzere harekete geçtiler.
II. Mansur’un huzuruna çıkan Begtüzün, onu bundan sonra Seyfüddevle
Mahmud’a karşı ne yapacaklarını konuşmak üzere bir toplantıya davet etti.
Sâmânî hükümdarının bunu kabul edip yanlarına gelmesinin hemen ardından,
onu tevkif ettiler. Daha sonra da, Begtüzün’ün emriyle gözlerine mil
çekildi[815]. Begtüzün ve Fâik el-Hassa, Sâmânî tahtına II. Mansur’un henüz
devleti idare edecek yaşta olmayan kardeşi Abdülmelik’i geçirdiler (12 Safer
389/2 Şubat 999)[816]. Bir sene yedi ay süreyle Sâmânîler Devleti’ni idare
eden II. Mansur, hızla çökmekte olan devleti güç ve şiddet kullanarak ayakta
tutmaya çalışmıştı. Genç hükümdar özellikle iç siyasette iki eski düşman Fâik
el-Hassa ve Begtüzün’ün arasını bulmak ve dengeyi sağlamak için olağanüstü
bir gayret sarfetmişti. Ancak, bunu yaparken, devlet üzerindeki Gazneli
nüfuzunu ve Sâmânîlerin varlığının dahi, Gaznelilerin alacakları tavıra bağlı
olduğu gerçeğini gözardı etmişti. II. Mansur’un tecrübesizliğinden
kaynaklanan bu hatası, hem kendisinin hem de çok yakın bir gelecekte
Sâmânîler Devleti’nin sonunu hazırlamıştır. II. Mansur, Ebu’l-Haris
nisbesiyle de anılırdı[817]. Ayrıca, Horasan valisi Begtüzün tarafından 387
/997 tarihinde Nisabur’da bastırılan parada II. Mansur için el-Melik el-
Müşeddid lakabının kullanıldığını görülmektedir[818]
XII) II. Abdülmelik b. Nuh Dönemi
(999)
Serahs’daki Sâmânî ordugahında Begtüzün, Fâik el-Hassa ve ordu ileri
gelenleri tarafından tahta çıkarılan II. Abdülmelik henüz devleti idare
edebilecek yaşa gelmemişti. Bu nedenle yönetim tamamıyla Fâik ve
Begtüzün’ün ellerine geçmişti. Ancak, tahtan indirilen II, Mansur’un akibeti
halk arasında bir takım karışıklıklara neden olmuştu. Seyfüddevle Mahmud
da, Fâik el-Hassa ve Begtüzün’e bir mektup göndererek, yaptıklarından
dolayı onları kınamış ve II. Mansur’un intikamını alacağını açıklamıştı[819].
Mektubun arkasından, Serahs üzerine yürüdü. Begtüzün ve Fâik el-Hassa,
Seyfüddevle’nin harekete geçtiğini öğrendiklerinde II. Abdülmelik ile birlikte
Serahs’dan ayrılarak Merv’e çekildiler. Sedid b el-Leys’i işleri idare etmek
üzere vezir tayin ettiler[820]. O zamana kadar olaylara herhangi bir
müdahalede bulunmamış olan Ebu’l-Kasım el-Simcûrî de, Merv’de Sâmânî
ordusuna katıldı. Onun katılımıyla Sâmânî ordusunun gücü önemli ölçüde
artmış ve Seyfüddevle Mahmud da, bu yeni gelişme karşısında savaş
konusunda tereddüte düşmüştü[821]. Gazne hakiminin duraksaması, taraflar
arasındaki gerilimin azalmasına ve barış görüşmelerinin başlamasına neden
oldu. Merv yakınlarında yapılan görüşmelerin sonucunda Begtüzün’ün
Horasan ve Nisabur valiliği görevlerine devam etmesi, Seyfüddevle
Mahmud’un Belh ve Herat şehirlerini alması şartlarıyla anlaşmaya varıldı
Seyfüddevle Mahmud kan dökülmeden böyle bir anlaşma yapıldığı için
fakirlere 2.000 dinar sadaka dağıttı[822]. Fakat yapılan anlaşma daha taraflar
birbirlerinden ayrılmadan bozuldu. Sâmânî ordusunda bulunan Dârâ b.
Kâbus’un komutasındaki bir grup asker, geri dönmek üzere harekete geçmiş
olan Gazne ordusunun artçı birliklerine saldırdılar. Kardeşi Nasr’ın
idaresindeki artçı birliklerinin saldırıya uğraması üzerine Seyfüddevle savaş
kararı aldı. Akşam vaktine kadar devam eden savaş Gazneli ordusunun
galibiyetiyle sonuçlandı. Sâmânî ordusu savaş meydanında 2.000 ölü ve
2.500 esir bırakarak geri çekildi. Mağlubiyetten sonra II. Abdülmelik ve Fâik
el-Hassa Buhara’ya, Begtüzün Nisabur’a ve Ebu’l-Kasım el-Simcûrî ise
Kuhistan’a kaçtılar (27 Cemaziyelevvel 389/16 Mayıs 999)[823]. Seyfüddevle
Mahmud, savaştan hemen sonra Tûs şehrine gitti. Nisabur’a kaçan Begtüzün
ve Kuhistan’a kaçan Ebu’l-Kasım el-Simcûrî’nin yeniden toparlanmasına izin
vermek istemiyordu. Kumandanlarından Arslan Cazib’i, Begtüzün’ün
peşinden gönderdi. Arslan Cazib, yakalanma korkusuyla Cürcan taraflarına
yönelen Begtüzün’ü, Horasan sınırlarından çıkıncaya değin takip etti. daha
sonra yeniden Tûs’a döndü. Seyfüddevle Mahmud ise, şehri onun idaresine
bırakıp Herat’a gitti. Ancak, Begtüzün, yeniden Nisabur’u ele geçirdiğini
öğrenince, Herat’dan ayrılarak, onun üzerine yürüdü. Seyfüd-devle’nin
karşısında tutunamayacağını anlayan Begtüzün önce Ebiverd yolu üzerinden
Merv’e kaçmak zorunda kaldı. Bu şehri yağmaladıktan sonra Amul’a, oradan
da Buhara’ya gitti[824]. Aynı sıralarda Ebu’l-Kasım el-Simcûrî’nin bulunduğu
Kuhistan’a giren Arslan Cazib komutasındaki Gazne kuvvetleri, onu mağlup
ederek Tabes’e kaçmak zorunda bırakmıştı.
Böylece Sâmânîlerin, Horasan’daki son bakiyelerini de temizleyen
Seyfüddevle Mahmud, eyaletin tamamına sahip oldu. Kardeşi Nasr’ı, kendi
adına Horasan valisi tayin etti. Hutbe, o zamana kadar Sâmânîler tarafından
halife olarak tanınmamış olan Kadir-billah adına okunmaya başladı. Bu,
Seyfüddevle’nin Horasan’ın tek hakimi olduğunu belgeliyordu. Gazneli
hükümdarının, Bağdat’a gönderdiği elçiler, halife Kadir-billah tarafından
gönderilen hil’at, tac, bayrak ve Horasan’ın hakimiyet menşuru ile geri
döndüler. Halife gönderdiği hediyelerin dışında Seyfüddevle Mahmud’a,
“Veliyyü Emirü’l-mü’minin” ve “Yeminüddevle ve Emin el-Mille”
lakaplarını da veriyordu (Zilkade 389/Kasım 999)[825].
Horasan’ın kesin olarak kaybı, Sâmânîler için çok büyük bir darbe olmuştu.
Ancak herşeye rağmen Fâik el-Hassa ve Begtüzün’ün çabalarıyla
toparlanmaya ve Horasan’ı yeniden ele geçirebilmek ümidiyle asker
toplamaya başladılar. Hazırlıkların devam ettiği sırada Fâik’in Şaban
389/Temmuz-Ağustos 999 tarihinde ölümü bütün bu çabaların sonuçsuz
kalmasına neden oldu[826]. Zira, Amidüddevle[827] lakaplı Fâik’in ölümü,
Sâmânîlerin bütün direncini ve ümitlerini yok etmişti. Bundan sonra,
kendilerine kalmış son toprak parçası olan Maveraünnehir’de güç ve
kudretleri tamamen yok olmuş bir durumda akıbetlerini beklemeye başladılar.
Beklenen darbe ise, doğudaki rakipleri Karahanlılardan geldi. Batı Karahanlı
hükümdarı İliğ Han Nasr 387/997’deki Maveraünnehir seferinin sonrasında
herhangi bir harekete girişmeden gelişmeleri takip etmekle yetinmişti.
Gaznelilerin, Horasan’ı ele geçirmeleri ve Fâik el-Hassa’nın ölümünün
Sâmânîler açısından ortaya çıkardığı aleyhte durumun çok iyi farkındaydı.
Kendisinin de, harekete geçme zamanının geldiğini düşünüyordu. Sefer
hazırlıklarının tamamlanmasından sonra Karahanlı ordusuyla birlikte
Maveraünnehir üzerine yürüdü. İliğ Han bu seferinin gerçek amacını
gizleyerek Sâmânîlerle dost olduğunu ve II. Abdülmelik’e yardım etmek için
geldiğini etrafa yayıyordu[828]. Karahanlı hükümdarının yayılmasını istediği
bu sahte haberler etkisini göstemekte gecikmedi. II. Abdülmelik ve
Begtüzün, Karahanlılara karşı herhangi bir savunma tedbiri alma ihtiyacı
duymadılar. Bunun tersi bir durumda bile Sâmânîlerin, Karahanlı ordusuna
karşı etkili bir direniş için güçleri yoktu. Begtüzün, Yınaltegin el-Fâikî ve
diğer kumandanlar, Buhara’ya yaklaşmakta olan Karahanlı hükümdarını
karşılamaya çıktılar. İliğ Han, huzuruna gelen kumandanların hepsini tevkif
ettirdi. Mallarına, bineklerine ve silahlarına el konuldu. Begtüzün ve diğer
kumandanların yakalanması geçte olsa Sâmânîleri harekete geçirdi. Karahanlı
ordusu şehre yaklaştığı sırada, hatipler camilerin minberlerinden halkı
Karahanlılara karşı direnmeye, Sâmânîleri müdafaya çağırdılar. Bu çağrılar
üzerine şehir halkı, din alimlerin fetvasına başvurmaya ihtiyacı duydu.
Alimler ise, herhangi bir direnişte bulunmalarının doğru olamayacağı
söylediler. Böylelikle, Sâmânîlerin bu husustaki çabalarından bir sonuç
çıkmadı[829]. İliğ Han Nasr ve emrindeki Karahanlı ordusu ise, 10 Zilkade
389/23 Ekim 999 Salı günü Buhara’ya girdi[830]. Sâmânî hükümdarı II.
Abdülmelik, Karahanlı ordusuna mukavemet imkanı olmadığını görünce
saklanmayı tercih etti. Rigistan sarayına giren İliğ Han Nasr, II.
Abdülmelik’in yakalanması için casuslarını görevlendirdi. Nihayetinde,
Sâmânî hükümdarı yakalanarak, İliğ Han Nasr’ın yanına getirildi. II.
Abdülmelik’in dışında Sâmânî ailesinin diğer üyeleri de yakalandı. Cafer
Tegin adlı bir kumandanını Buhara’nın idaresiyle görevlendiren Karahanlı
hükümdarı, esirleriyle birlikte Özkend’e döndü. Buraya getirilen Sâmânî
ailesi mensupları arasında II. Abdülmelik’in yanısıra, II. Nuh b. Mansur’un
diğer oğulları Ebu’l-Hâris II. Mansur, Ebû İbrahim İsmail ve Ebû Yakub,
bunların amcaları Ebû Zekeriyya, Ebû Salih ve Ebû Süleyman
bulunuyordu[831]. Bütün esirler ayrı hücrelere yerleştirildi.
Dokuz ay gibi kısa bir süre Sâmânîler Devleti’nin başında kalan II.
Abdülmelik’in siyasî karakteri ile alakalı yorumda bulunmak imkansızdır. Bu
kadar kısa bir süre başta kalmasının dışında, yaşının küçük olması nedeniyle
devletin yönetiminin, Fâik el-Hassa ve Begtüzün tarafından organize edilmesi
de buna engel olmaktadır. II. Abdülmelik, Ebu’l-Fevaris nisbesiyle de
anılmaktaydı[832].
XIII) Ebû İbrahim İsmail el-Muntasır Dönemi
(1000-1005)
Sâmânî ailesi mensuplarının Özkend’e götürülüp, hapsedilmeleriyle bu
devletin tarih sahnesinden çekildiği düşünülüyordu. Sâmânîlerin, Horasan’da
toprakları Gazneliler Devleti’nin, Maveraünnehir toprakları ise
Karahanlıların hakimiyetine girmişti. Böyle bir ortamda, II. Nuh b.
Mansur’un oğullarından Ebû İbrahim İsmail, Özkend’de hapiste tutulduğu
yerden kaçmayı başardı. Birbirlerinden ayrı hücrelere yerleştirilmiş olan
Sâmânî ailesi mensupları içinde Ebû İbrahim İsmail’in hizmetini görmesi için
bir cariye görevlendirilmişti. cariye elbiselerini, İsmail’e vererek kaçmasına
yardımcı oldu. Ebû İbrahim İsmail’in gardiyanları da, onu cariye zannettikleri
için müdahalede bulunmadılar. Hapisten kurtulduktan sonra Buhara’ya
ulaşan Ebû İbrahim, yaşlı bir Buharalının evinde gizlendi. Aramalar sona
erince Buhara’dan ayrılarak Harizm’e gitti. Kendisine “el-Muntasır” lakabını
aldı[833]. Sâmânîlerin etrafa dağılmış olan adamları, onun etrafında
toplanmaya başladılar. Halk arasında Sâmânîlere sempati besleyen kimseler
de, İsmail el-Muntasır’ın saflarına katıldılar. İsmail el-Muntasır emri altında
toplanmış olan kuvvetleri Hâcib Arslan Balu (Yalu) kumandasında Buhara
üzerine sevketti. Buhara’daki Karahanlı birlikleri beklenmedik bir anda
üzerlerine saldıran Hâcib Arslan Balu karşısında tutunamayarak Semerkand
taraflarına kaçmak zorunda kaldılar. Buhara şıhnesi Cafer Tegin’in de
içlerinde bulunduğu 17 Karahanlı kumandanı esir edilerek Gürgenc’a
gönderildi[834]. Daha sonra kaçanları takibe başlayan Hâcib Arslan Balu,
onları Semerkand yakınlarındaki Kûhek köprüsüne kadar izledi. Burada,
Semerkand şıhnesi Togan Han komutasındaki Karahanlı kuvvetleriyle
karşılaştı. Buhara’dan kaçanlar da, Togan Han’ın emrindeki kuvvetlere
katılmışlardı. Ancak, yapılan savaş bir kere daha Sâmânî ordusunun zaferiyle
sonuçlandı. Hâcib Arslan Balu, elde edilen ganimetlerle Buhara’ya döndü.
Gurgenc’de bulunan İsmail el-Muntasır da, muzaffer bir şekilde Buhara’ya
girdi. Hükümdarlık tahtına oturdu. Şehir halkı, Sâmânî ailesinden bir
kimsenin yeniden başa geçmesinden dolayı çok memnun oldular (390 /1000)
[835]. Buharalıların bir sene önceki Karahanlı işgali sırasında takındıkları
umursamaz ve sessiz tutum dikkate alındığında, İsmail el-Muntasır’ı
karşılarken gösterdikleri sevinç, İsmail için olumlu bir gelişme olarak kabul
edilebilir. Fakat, şehirdeki bu iyimser hava fazla uzun sürmedi. Gelişmeleri
öğrenen İliğ Han Nasr, Karahanlı ordusuyla birlikte Maveraün-nehir’e girdi.
Onun karşısında başarı şansları olmadığını anlayan Hâcib Arslan Balu, İsmail
el-Muntasır’a Buhara’dan ayrılmayı teklif etti. Bunun üzerine emrindeki
kuvvetlerle Buhara’dan ayrılan İsmail el-Muntasır, Ceyhun’un karşı
kıyısındaki Amul’a gidip, bir süre burada kaldı. Bölgenin vergisini topladı.
Daha sonra çöl yolundan Ebiverd’e gitti. Sâmânî hükümdarının Ebiverd’den
sonraki durağı ise Nisabur oldu. Ancak, Horasan’ın merkezi olan bu şehre
girebilmesi savaş yoluyla gerçekleşebildi. Zira, İsmail el-Muntasır’ın Nisabur
üzerine yürüdüğünü haber alan Gaznelilerin Horasan valisi ve Yeminüddevle
Mahmud’un kardeşi Nasr, Sâmânî ordusunu karşılamak üzere Nisabur’dan
ayrılmıştı. 29 Rebiülevvel 391/26 Şubat 1001 Çarşamba günü YoAfb ve
Beşce arasındaki düzlükte[836] meydana gelen savaş, Sâmânî ordusunun
zaferiyle sonuçlandı. Gazne ordusunun ileri gelen kumandanlarından Hindu-
beççe, alınan esirler arasında yer alıyordu[837]. Nasr ise, önce Bûsenc’e,
oradan da Herat’a çekildi. Savaşın ertesi günü İsmail el-Muntasır, Nisabur’a
girdi[838]. Harac ve diğer vergileri kendi adına toplamaya başladı. Gazneli
hükümdarı Yeminüd-devle Mahmud, kardeşinin mağlubiyetini ve Nisabur’un
Sâmânîlerin eline geçtiğini öğrenince derhal Horasan’a yürüdü. Bu kez İsmail
el-Muntasır, Gazne hükümdarının önünden kaçmak zorunda kaldı.
Nisabur’dan ayrılarak İsferayin’a gitti. Ancak, Yeminüddevle Mahmud’un
amansız takibi sonucunda burada da tutunamayarak Cürcan’a gitti. İsmail el-
Muntasır’ın ardından Nisabur’a giren Yeminüddevle Mahmud, gulâmlarının
beklenmedik isyanıyla karşılaştı. İsyan haberini alan Gazneli hükümdarı,
isyancılara iyi davranmaya karar verdi. Onun bu hareketi isyancıların
kendiliğinden dağılmalarına neden oldu. Bir süre sonra durum sakinleştiğinde
gulâmlardan bir kısmı yakalandı. Diğerleri ise kaçtılar. Bunları takip eden
Yeminüddevle Mahmud bir kısmını öldürdü. Kalanlar ise, İsmail el-
Muntasır’ın yanına geldiler (Cemaziyelevvel 391/22 Nisan 1001)[839].
Cürcan’a kaçmış olan İsmail el-Muntasır ise, Ziyârî hükümdarı Kâbus b.
Veşmgir tarafından son derece iyi karşılandı. Kâbus, altın, gümüş işlemeli
takımlarla donatılmış atlar, renkli Tuster kadehleri, hükümdarlara mahsus
elbiseler, çeşitli alet ve eşyanın yanısıra 1.000.000 dirhem-i şahî, 3.000 altın
dinar ve askerlerinin maaşları için sarfedilmek üzere önemli bir miktar parayı
İsmail el-Muntasır’a gönderdi[840]. Ayrıca onu, Rey üzerine yürüyüp, bu şehri
ele geçirmeye teşvik etti. Bilindiği gibi Cibal Büveyhî hükümdarı
Fahrüddevle Ali’nin 387/997 senesindeki ölümünün ardından yerine çocuk
yaştaki oğlu Mecdüddevle geçmişti. Devletin asıl hakimi ise, çocuk
hükümdarın annesi Seyyide idi. Kâbus, İsmail el-Muntasır’a bunları
hatırlatıyor ve Rey tahtının kudretli bir hükümdara ihtiyacı olduğunu
söylüyordu. Sâmânî hükümdarının Rey üzerine yürüdüğü takdirde, oğulları
Dârâ ve Menuçehr’i destek amacıyla, onun hizmetine vereceğini bildirdi.
Buhara ve sonrasında Nisabur’da yaşadığı iki zorlu tecrübenin ardından
Ziyârî hükümdarının teklifi, İsmail el-Muntasır’a çok daha münasip göründü.
Bu nedenle Kâbus’un teklifini kabul etti. Rey üzerine yürüyerek şehri kuşattı.
Ancak, burada hiç de beklemediği bir direnişle karşılaştı. Şehri savunan
Büveyhî askerleri, zaman zaman çıkışlar yaparak, Sâmânî ordugahına
saldırıyorlardı. Rey hakimesi Seyyide ise, Ebu’l-Kasım el-Simcûrî, Hâcib
Arslan Balu ve Sâmânî ordusundaki diğer kumandanlarla irtibat kurarak para
ve hizmet vaadiyle onları kandırmayı başarmıştı. Bu kumandanlar “Senin
kadrinin büyüklüğü ve isminin yüceliği, bundan fazladır[841]” şeklindeki
sözleriyle İsmail el-Muntasır’ı, Rey’i ele geçirme fikrinden vazgeçirdiler.
Muhasarayı kaldıran Sâmânî hükümdarı Damgan tarafına yöneldi. Bu sırada,
Sâmânî ordusunda bulunan Kâbus’un oğulları Dârâ ve Menuçehr, İsmail el-
Muntasır’dan ayrılarak Cürcan’a döndüler. Böylece İsmail el-Muntasır’ın,
Rey seferi tam bir fiyasko ile neticelenmiş oldu[842]. Maveraünnehir’in
Karahanlılar, Horasan’ın Gazneliler tarafından idare edildiği ve bu devletlerin
gücü dikkate alındığında, İsmail el-Muntasır Sâmânîler Devleti’ni yeniden
canlandırmak için belkide en büyük fırsatını burada kaybetmiş oldu. Zira
dönemin en güçlü iki devleti karşısında Horasan ve Maveraünnehir’de sürekli
bir başarı ihtimali çok zordu. Rey seferinden sonraki gelişmeler de, bunu açık
bir şekilde gösterecekti.
Bu arada yeniden Horasan’a dönen İsmail el-Muntasır ikinci kez Nisabur
üzerine yürüdü. Gaznelilerin Horasan valisi Nasr, ona mukavemet etmeyerek
Büzcan’a çekildi. Ağabeyi Yeminüd-devle Mahmud’a haberciler göndererek
yardım istedi. İsmail el-Muntasır ise 29 Şevval 391/21 Eylül 1001 tarihinde
Gaznelilerin boşalttığı Nisabur’a girdi. Şehrin vergilerini topladı[843]. Ancak,
bu başarı da uzun süreli olmayacaktı. Zira, kardeşi Nasr’ın yardım çağrılarını
alan Gazneli hükümdarı Yeminüddevle Mahmud, Herat valisi Hâcib Ebû
Sâid Altuntaş’ı, ona yardım etmekle görevlendirdi. Hâcib Altuntaş, aldığı
emir üzerine Türk ve Hindli-lerden oluşan tam techizatlı bir ordunun başında
harekete geçerek Nasr ile birleşti. Gazne ordusu, daha sonra İsmail el-
Muntasır’ı Nisabur’dan çıkarmak üzere harekete geçti. İsmail el-Muntasır da,
Hâcib Arslan Balu ve Ebu’l-Kasım el-Simcûrî’yi, Gazne ordusuna karşı
görevlendirdi. Nisabur’un dışında karşı karşıya gelen iki ordu arasında çok
şiddetli bir savaş cereyan etti. Neticede mağlup olan Sâmânî ordusu savaş
meydanını terketmek zorunda kaldı. Mağlubiyetin sonrasında Nisabur’dan
ayrılan İsmail el-Muntasır, Ebiverd taraflarına gitti. Onun arkasından şehre
giren Nasr ise, halk tarafından sevinç gösterileriyle karşılandı. Burada fazla
kalmayan Nasr, İsmail el-Muntasır’ın peşinden gitti. Bu arada Ebu’l-Kasım
el-Simcûrî ve Hâcib Arslan Balu tekrar İsmail el-Muntasır ile birleşmişlerdi.
Nasr, onları Cürcan hududuna kadar kovaladı. İsmail el-Muntasır’ı, burada
başka bir sürpriz bekliyordu. Bir önceki sefer, kendisini çok iyi bir şekilde
karşılamış olan Ziyârî hükümdarı Kâbus, bu defa Kürtlerden müteşekkil
2.000 kişilik bir kuvveti, onu Cürcan’dan uzaklaştırmakla görevlendirilmişti.
Bu nedenle İsmail el-Muntasır, Cürcan’da da kalamadı.
Ziyârî hükümdarının, İsmail el-Muntasır’a karşı gösterdiği bu iki farklı
tepki incelendiğinde ortaya şu sonuç çıkmaktadır; İsmail el-Muntasır’ın,
Cürcan’a ilk gelişi esnasında Kâbus, Sâmânîlerin geçmişi, köklü bir
hükümdar ailesi olması ve Sâmânîlerle daha önceki iyi ilişkileri sebebiyle,
onu bir hükümdara yaraşır şekilde karşılayıp, misafir etmişti. Yukarıda
anlatıldığı gibi Rey seferi de, Kâbus’un tavsiyesiyle gerçekleşmişti. Ancak
Rey seferinin fiyasko ile sonuçlanması ve sonrasında Gazneliler karşısında
yaşanan ikinci başarısızlık Kâbus’un, İsmail el-Muntasır’ın geleceğine
duyduğu güvenin kaybolmasına neden olmuştu. İşte bu gelişmeler üzerine
Kâbus, Gaznelilerin tepkisini çekmemek için İsmail el-Muntasır ve
yanındakileri Cürcan’a sokmak istememiş olmalıdır. Yine, bu iş için 2.000
kişilik bir kuvvetin yeterli görülmesi, Sâmânîlerin, Gaznelilerle Nisabur
önlerinde yaptıkları ikinci savaşta oldukça yıprandıklarını göstermektedir.
Neticede Ziyârîlerden umduğu desteği bulamayan İsmail el-Muntasır sıkıntı
içine düşmüş ve Rey önünde hatalı hareket ettiğini anlamıştı. Rey ve
sonrasında Nisabur’da yaşadığı başarısızlıkların kabahatini, Karahanlıların
hapsinden kaçtığından bu yana sürekli yanında yer almış olan Hâcib Arslan
Balu’ya yükledi. Onu, kendisine baskı yaptığı ve Nisabur önlerindeki son
savaşta, sözde Ebu’l-Kasım Simcûrî’yi kıskandığı için yeterince gayret
göstermediğini gerekçe göstererek öldürttü. Bu durum, Sâmânî ordusu içinde
karışıklığa ve askerlerin İsmail el-Muntasır’a dil uzatmasına neden oldu.
Meydana gelebilecek daha kötü olaylar, Ebu’l-Kasım el-Simcûrî’nin askerleri
teskin etmesiyle önlendi[844].
Bundan sonra İsmail el-Muntasır, Ebu’l-Kasım el-Simcûrî ile birlikte
Serahs’a gitmeye karar verdi. Şehrin reisi olan Pûser-i Fakîh, kendi
taraftarlarından olup, daha önceden de para ve mal yardımında bulunmuştu.
Serahs’a gelen Sâmânî hükümdarı, bölgenin vergisini topladı. Ancak,
Horasan valisi Nasr, olanları öğrendiğinde, emrindeki kuvvetlerle Serahs’a
yöneldi. Zira, İsmail’in gücünü topladığı takdirde, tekrar kendisine karşı
harekete geçmesinden çekiniyordu.
İsmail el-Muntasır da askerleriyle birlikte Gaznelilerle savaşmak üzere
Serahs’dan ayrıldı. Ancak, savaş Gazne ordusunun galibiyetiyle sonuçlandı.
Savaş meydanından kaçan İsmail el-Muntasır için bu mağlubiyet çok
pahalıya mal olmuştu. Çünkü, Gazne ordusuna esir düşenler arasında en
büyük yardımcıları Ebu’l-Kasım el-Simcûrî ve Tuztaş el-Hâcib de
bulunuyordu. Horasan valisi Nasr, bu iki önemli tutsağı Gazne’ye gönderdi
(Rebiülevvel 392/Ocak-Şubat 1002)[845].
İsmail el-Muntasır ise, kaynakların ifadesiyle şaşkın ve avare bir vaziyette
yoluna devam etti[846]. Serahs savaşında uğradığı ağır kayıpları telafi
edebileceği ve kendisine yardımcı olabilecek yeni bir müttefik aramaya
başladı. Ebiverd’e doğru ilerlediği sırada Selçuklu Oğuzlarına rastladı[847].
Daha önce de anlatıldığı gibi İsmail el-Muntasır’ın babası II. Nuh da,
382/992’de Karahanlıların Buhara’yı işgal ettikleri sırada Selçuklu
Oğuzlarının[848] yardımına başvurmuştu. Selçuklular, bölgenin siyasî arenası
içinde yavaş yavaş kendilerine bir yer edinmek için uğraşıyorlardı. Bu
nedenle sürekli olarak ikamet edebilecekleri bir yer ve mal edinme gayreti
içindeydiler. İsmail el-Muntasır ile birlikte Karahanlılara karşı savaşa
girdikleri takdirde, istediklerini elde edebilirlerdi. İşte gerek mal edinme
isteği ve gerekse daha önceki iyi ilişkiler Selçuklu Oğuzlarını, Sâmânî
hükümdarına yardım etmeye sevketti. Babası Selçuk Bey’den sonra, Selçuklu
Oğuzlarının başına geçmiş olan Arslan Yabgu, İsmail el-Muntasır ile
akrabalık kurdu[849].
Daha sonra Selçuklularla birlikte harekete geçen İsmail el-Muntasır,
Ceyhun nehrini geçerek Maveraünnehir’e girdi. Buhara’nın alınmasının
ardından Semerkand’a doğru ilerledi. Kuhek denilen yerde Subaşı Tegin
kumandasındaki Karahanlı ordusunu mağlup etmeyi başardı[850].
İsmail el-Muntasır’ın yeniden Maveraünnehir’e girmesi, Karahanlı İliğ Han
Nasr’ı da harekete geçirmişti. İliğ Han, güçlü bir Karahanlı ordusunun
başında Semerkand sınırına geldi. Sâmânî ordusunun vurucu gücünü
oluşturan Selçuklu Oğuzları, bir anda asıl Karahanlı ordusunu karşılarında
görünce , bir meydan savaşına girmek hususunda kararsızlığa düştüler. Kendi
aralarında yaptıkları müzakerelerin neticesinde, Karahanlı ordusuna bir gece
baskını yapmaya karar verdiler.
Gece yarısı yapılan baskın tam bir başarı ile neticelendi. Selçuklular,
mağlup olan Karahanlı ordusunun büyük bir kısmın yağma edip, bir çok
ganimet elde ettiler. Ayrıca ileri gelen 18 Karahanlı kumandanını esir etmeyi
başardılar (Şevval 393/Ağus-tos 1003)[851]. Savaşın görünürdeki diğer galibi
İsmail el-Muntasır, yaptığı bütün ısrarlara rağmen Selçukluların esir ettikleri
Karahanlı kumandanlarını, kendisine teslim etmelerini sağlayamadı. Bunun
dışında onların, İliğ Han Nasr ile savaşmaktan dolayı pişmanlık duyduklarını
ve Karahanlı hükümdarı ile yakınlaşmak için ellerindeki esirleri serbest
bırakmak düşüncesinde olduklarını haber almıştı. Selçukluların niyetlerini
gerçekleştirdikleri takdirde, büyük bir tehlike içine düşeceğini anlayan İsmail
el-Muntasır, onlardan ayrılmaya karar verdi. Yakınları ve güvendiği
kişilerden 300 süvari ve 400 piyade[852] toplam 700 kişi ile birlikte bir gece
yarısı Selçuklulardan ayrıldı[853]. Ceyhun nehri kıyısına ulaştığında nehrin
buz tutmuş olduğu görüldü. İsmail el-Muntasır, buzun üzerine toprak
dökülmesini emretti. Bu sayede küçük Sâmânî kuvveti nehri geçmeyi başardı.
Selçuklular ise, İsmail el-Muntasır’ın endişelerini haklı çıkarırcasına, onun
ayrıldığını öğrendiklerinde derhal peşine düştüler. Fakat gündüz olduğu için,
Ceyhun nehrinin üzerindeki buzlar güneşin etkisiyle çözülmeye başlamıştı.
Bu tehlikeyi göze alıp, nehri geçmek istemeyen Selçuklular geri dönmek
zorunda kaldılar. Diğer taraftan İsmail el-Muntasır, nehri geçtikten sonra
Amul’a gitmişti. Burada, Müras (SRm) Nâkib adlı bir adamını Gazneli
sultanı Yeminüd-devle Mahmud’a gönderdi. Seleflerinin hukukunu hatırlatıp,
kendisine yardımcı olmasını istedi. Elçinin yola çıkmasının ardından,
Selçukluların korkusundan Amul’dan ayrılarak Merv’e yöneldi. Kuşmahin
denilen yerde konakladı. Gaznelilerin Merv valisi Ebû Cafer Hâher-zâde’ye
bir elçi gönderip, yardımcı olmasını istedi. Ancak vali, bu isteği
önemsemediği gibi şehirden çıkarak İsmail el-Muntasır ve yanındakilere
saldırdı. Mağlup olan Sâmânî hükümdarı Ebiverd taraflarına gitmek zorunda
kaldı. Bu arada Yeminüddevle Mahmud’a gönderdiği elçi Gazne’ye
ulaşmıştı. Gazneli hükümdarı, elçiyi çok iyi karşılayıp, ikramlarda bulundu.
Daha sonra hediyelerle birlikte geri gönderdi. Merv valisi Ebû Cafer’e de bir
nâme göndererek, İsmail el-Muntasır’dan özür dilemesini ve bütün
ihtiyaçlarını karşılamasını emretti[854].
Bunlar olurken, Merv valisi tarafından bu şehrin sınırlarından uzaklaştırılan
Sâmânî hükümdarı Nesa civarına gelmişti. Nesa valisi Ebû Nasr el-Hâcib,
Gaznelilere itaati terkederek, İsmail el-Muntasır’ın emrine girmeyi tercih etti.
Ancak Nesa halkı, onun bu kararına uymayı kabul etmediler. Harizmşah’a bir
mektup yazarak, yardım istediler. Harizmşah da, ileri gelen
kumandanlarından Ebu’l-Fazl el-Hâcib’i, Nesa’ya gönderdi. Harizm
askerlerinin üzerine geldiğini öğrenen Ebû Nasr el-Hâcib, İsmail el-
Muntasır’ın yanına gitmek zorunda kaldı. Birlikte Üstüva rüstağına[855]
gittiler. Fakat Ebu’l-Fazl el-Hâcib’in kumandasındaki Harizmliler, onları
takip ediyordu. Bunlar, güneşin doğuşuna yakın Sâmânîlerin konakladığı
yere bir baskın düzenlediler. Yapılan mücadele bir kez daha İsmail el-
Muntasır’ın mağlubiyetiyle neticelendi. Sadık yardımcılarından Ebû Nasr el-
Hâcib ve Sâmânîlerin eski Horasan valisi Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın
oğlu öldürüldü. Sağ kalanlar etrafa dağıldılar (394/1003-1004)[856].
Baskından kaçmayı başaran İsmail el-Muntasır ise İsferayin’e gitti. Ancak
şehir halkı, onu kabul etmek istemedi. Bunun üzerine beraberindeki az
sayıdaki adamıyla Serahs tarafına yönelen İsmail el-Muntasır birkaç gün bu
civarda kalarak Harizmlilerin baskını sırasında dağılmış olan adamlarının
kendisine katılmalarını bekledi. Daha sonra Ceyhun nehrini geçerek bir kere
daha Maveraünnehir’e girdi.
İsmail el-Muntasır’ın biraz önce bahsedildiği üzere, Gazne hükümdarı
Yeminüddevle Mahmud’dan istediği yardımın kabul edilmesine rağmen
Maveraünnehir’e dönmesi dikkat çekicidir. Muhtemelen, Yeminüddevle’den
böyle bir karşılık beklemediğinden[857] veyahut da Nesa valisini, kendi
tarafına çekmesinden ötürü, onun bu yardımdan vazgeçeceğini düşünerek
Maveraün-nehir’e gitmeyi tercih etmiş olmalıdır.
Ancak Ceyhun nehrini geçtikten hemen sonra kendisini yakalayıp,
Karahanlı hükümdarına teslim etmek isteyen Buhara şıhnesinin saldırısına
uğradı. Onun karşısında tutunamayan İsmail el-Muntasır, Nûr derbendine
sığındı. Buhara şıhnesi, onun peşinden Debusiye’ye geldi. Takipçilerine karşı
bir gece baskını düzenleyen Sâmânî hükümdarı bu defa galip gelmeyi
başardı. Kazandığı başarı, birazdan lehine cereyan edecek gelişmeler için bir
başlangıç oldu. Semerkand ayyarlarının reisi İbn Alemdâr 3.000 kişiyle,
İsmail el-Muntasır’ın saflarına katıldı.
Semerkand şeyhleri, 300 gulâmı silahlandırarak, onun hizmetine
gönderdiler. Selçuklular da, yeniden İsmail el-Muntasır ile birlik oldular[858].
Böylece İsmail el-Muntasır hiç beklemediği bir anda oldukça önemli bir güce
ve desteğe sahip oluyordu. Bu arada, Buhara ve Semerkand’ın elden çıktığını
öğrenen Karahanlı hükümdarı, Maveraünnehir üzerine yürüdü. Burnamez[859]
denilen yerde meydana gelen savaşta İliğ Han mağlup olarak Türkistan’a
dönmek zorunda kaldı.
Karahanlı ordusunu yağmalamaya başlayan Selçuklu Oğuzları, birçok
ganimet ele geçirdiler (Şaban 394/7 Mayıs-Haziran 1004)[860].
Ancak İliğ Han Nasr, yeni bir ordu toplayıp Maveraün-nehir’e dönmekte
gecikmedi. Selçuklular bir önceki savaş sırasında elde ettikleri ganimetlerle
yetinip yurtlarına dönmüşlerdi. Bu sebeble İsmail el-Muntasır, Karahanlı
ordusunu Selçukluların desteğinden yoksun karşılamak zorunda kaldı.
Taraflar Dizek ve Havas arasında[861] bir kere daha karşı karşıya geldiler.
Savaşın öncesinde İsmail el-Muntasır’ın kumandanlarından Ebu’l-Hasan b.
el-Tâk’ın 5.000 kişiyle, İliğ Han Nasr’ın tarafına geçmeleri, Sâmânî ordusunu
büyük ölçüde zayıflattı. Bunun tabi bir neticesi olarak, savaş Sâmânîlerin
mağlubiyetiyle sonuçlandı. Karahan-lılar bir çok kimseyi öldürdüler. Savaş
meydanını terkederek Ceyhun nehri kıyısına ulaşan İsmail el-Muntasır,
kendisini karşıya geçirecek herhangi bir vasıta bulamadı. Nihayetinde kıyıda
bulduğu kereste parçalarından bir sal yaparak karşı kıyıya geçmeyi başardı.
Merverrûd yakınlarındaki Zagul Köprüsü civarında savaş sırasında dağılmış
olan adamlarının kendisine katılması için bir süre bekledi. Gazneli hükümdarı
Yeminüddevle Mahmud, onun Horasan’a geçtiğini öğrenince toparlanmasına
ve Horasan’da karışıklık çıkarmasının önüne geçmek için hemen harekete
geçerek Belh şehrine geldi. Ferigûn b. Muhammed kumandasındaki bir
Gazne ordusunu da, İsmail el-Muntasır’ı takip etmekle görevlendirdi. Sâmânî
hükümdarı ise, Cüzcan taraflarını yağmalayarak Merv üzerine yürüdü�.
Daha sonra yolunu değiştirerek Gazne ordusunun takibinden kurtulmak için
Kuhistan’a gitti. Bu seferde Horasan valisi Nasr, Tûs valisi Arslan Cazib ve
Serahs valisi Togancık, Sâmânî hükümdarının peşine düştüler. Gaznelilerin
sıkı takibi karşısında Kuhistan’da da duramayan İsmail el-Muntasır, Bistam’a
gitti. Ancak Ziyârî hükümdarı Kâbus, 2.000 kişilik bir kuvvet gönderip,
İsmail’i kendi sınırlarından uzaklaştırdı. Düşmanlarının amansız takibi
karşısında bunalan Sâmânî hükümdarı, Nesa’ya ulaştığında biraz olsun
dinlenme imkanı bulabildi[862].
Horasan’da rahat hareket edemeyeceğini anlayan İsmail el-Muntasır,
kaynaklarda[863], Sâmânî ailesine mensup olduğu belirtilen İbn Sürhak adlı
birinin daveti ile yeniden Maveraünnehir’e dönmeye karar verdi. Ancak davet
bir hileden ibaretti. Zira İbn Sürhak gizlice İliğ Han Nasr ile anlaşarak İsmail
el-Muntasır’ı yardım vaadiyle Maveraünnehir’e döndürme işini üzerine
almıştı. İsmail el-Muntasır, onun aldatıcı sözlerinin tesiriyle Buhara’ya
dönmek üzere harekete geçti. Fakat, Ceyhun nehrini geçmesinden kısa bir
süre sonra sürekli savaşmaktan ve şehirden şehire dolaşmaktan bıkmış olan
adamları, kendisini terkettiler. O civarda bulunan Karahanlı hükümdarının
hâcibleri Süleyman ve Sâfi’ye sığındılar. Kendilerinin ayrılmasının
sonrasında İsmail el-Muntasır’ın çok güç duruma düştüğünü ve kuvvetlerinin
zayıfladığını haber verdiler. Hemen harekete geçen Karahanlı birlikleri,
yanlarına sığınmış olan kaçakların yardımıyla İsmail el-Muntasır ve
maiyetindekilerin yerini tespit edip kuşattılar. Bir saat kadar süren
mücadelenin ardından İsmail’in kardeşi ve adamlarının çoğu Karahanlılar
tarafından esir edildi. Esirler, Özkend’e gönderildi. Ceyhun nehrinin geçitleri
de Karahanlılar tarafından tutulmuş olduğundan, İsmail el-Muntasır için
Maveraünnehir büyük bir hapishane haline gelmişti. Buna rağmen yanında
kalanlardan sekiz kişi ile nehri geçmeyi başardı. Karahanlı ordusunun
takibinden kurtulmak için Merv civarındaki çöle girdi. Burada İbn Büheyc
adlı bir liderin reisi olduğu Arap kabilesine sığındı. Fakat, Gazneli
hükümdarının bölgedeki amili Ebû Abdullah Mâh-rûy’un teşvikiyle bu
kabilenin üyeleri tarafından geceleyin öldürüldü (Rebiülevvel 395/Aralık
1004-Ocak 1005)[864].
Onun ölümüyle birlikte 100 küsur seneden bu yana Maveraünnehir ve
Horasan’ı idare etmiş olan Sâmânîler Devleti kesin olarak tarih sahnesinden
çekilmiş oluyordu. Bazı tarihçiler tarafından İliğ Han Nasr’ın Buhara’yı işgal
ettiği 999 tarihi bu devletin yıkılış tarihi olarak kabul edilse de İsmail el-
Muntasır’ın ölüm tarihi olan 1005 yılını Sâmânîlerin yıkılışı olarak kabul
etmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz.
Zira, İsmail’in Özkend’deki hapishaneden kaçmasından sonra Buhara’yı ele
geçirip tahta çıkması, bir hükümdar olarak el-Muntasır lakabını alması, Ziyarî
emîri Kabus tarafından bir hükümdar gibi karşılanışı dolayısıyla, onun ölüm
tarihi olan 1005 yılı daha makul görülmektedir. Diğer şekliyle de, onun
Sâmânîler Devletini yeniden canlandırmak üere giriştiği başarı ve
başarısızlıkların iç içe olduğu beş senelik mücadelesi, iki önemli merkez
Buhara ve Nisabur’a kısa sürelerle de olsa hakim olması da onu bir hükümdar
kabul etmek için bir diğer sebeptir. Ancak, diğer taraftan sürekli olarak
hareket halinde olmasının bir sonucu olarak hükümdarlık alametlerinden
sayılan adına basılmış bir paranın olmadığı da bir gerçektir.
İkinci Bölüm
SÂMÂNÎLERDE DEVLET TEŞKİLATI,
ASKERÎ TEŞKİLAT, SOSYAL
VE EKONOMİK HAYAT
Sâmânîler idarî teşkilatkanma konusunda genellikle Abbasîlerin etkisinde
kalmışlar, devlet kurumlarının çoğunu onlardan devralmışlardır. Sâmânîlere
modellik eden bu idarî yapımım kökleri ise Hz. Peygamber ve Dört Halife
devrine kadar uzanmaktadır. Şöyle ki ; İslam devlet teşkilatı, Hz. Peygamber
devrinde henüz oluşmamıştı. Devlet kuruluş halindeydi. Dört Halife devrinde
fetihlerin yaygın bir hal almasıyla İslam Devleti’nin toprakları genişlemiş ve
devlette çözümlenmesi ivedi bazı problemler ortaya çıkmıştı. Hz. Ebû
Bekr’in halife seçilmesiyle İlk olarak hilafet müessesesi kurulmuştu. İslam
Devleti’ni ilk teşkilatlandıran kişi ise, ikinci halife Hz. Ömer’dir. Bunda bir
dereceye kadar fethedilen topraklarda varolan Bizans-Sasanî devlet
teşkilatından da faydalanıldı. Hz. Ömer zamanında daimi ordu kuruldu.
Devletten maaş alacak memurlar ve askerler için bir dîvân teşkilatı meydana
getirildi. Memurların, askerlerin maaş ve ücretleri defterlere kaydedildi.
Fethedilen yerlerdeki toprakların statüleri belirlendi. Hicrî takvim kabul
edildi. Ülke vilayetlere ayrıldı. Bu vilayetlere valiler, vergi memurları tayin
edildi. Ordugah şehirler kuruldu. Devlet bürokrasisinin temellerinin de bu
sırada atıldığı söylenebilir. Hz. Ömer ele geçirilen bölgelerdeki eski malî
düzenlemelere fazla karışmadı. Sadece vergi miktarlarında, zımmîlerin
durumunda ayarlamalar yaptı. Malî teşkilat fethedilen yerlerde eski şeklinde
devam etti. Vergi defterleri Şam’da Grekçe, Irak ve İran’da Pehlevice olarak
tutulmaya devam etti.
İslam devlet teşkilatında ikinci önemli atılımı Emevî Devleti’nin kurucusu
Muaviye b. Ebî Süfyan yaptı. 661 yılında hilafet makamını ele geçiren
Muaviye, devletin birliğini yeniden sağladıktan sonra idarede yeni
düzenlemelere girişti. Muaviye ile birlikte, halifeliğin babadan oğula geçen
bir saltanata dönüştürülmesinin İslam dünyasındaki akisleri büyük oldu.
Muaviye’nin uygulâması daha sonraki halifeler ve İslam devletlerinde bir
kural haline geldi. Yine bu dönemde, yeni kurumlar ortaya çıktı. Bunların
başında ise, saray teşkilatı gelir. İlk dört halife sade bir yaşam tarzını
benimsemiş ve halkla birlikte yaşamayı tercih etmişlerdi. Fakat, bunun
neticesi olarak Hz. Ebû Bekir’den sonraki üç halife de siyasî suikastte kurban
gitmişlerdi. İslam Devleti’nin ve toplumunun tartışmasız lideri durumundaki
kişilerin bu şekilde öldürülmeleri, Muaviye’yi bazı önlemler almak zorunda
bıraktı. Öncelikle halkla arasına mesafe koyarak bir devlet ve saray protokolü
meydana getirdi. Halife, ancak haftanın belirli günlerinde saray
muhafızlarının eşliğinde halkın karşısına çıkmaya başladı. Muaviye ile
başlayan saray yaşantısı, daha sonraki halifeler zamanlarında birlikte,
başlangıçtaki sade şeklini kaybederek, oldukça kapsamlı, çeşitli seremoni ve
kurallarla örülü, bir çok insanın içinde yer aldığı bir sistem haline geldi.
Bilhassa Abbasîlerin, Bağdat şehrinde bina ettikleri Hilafet Sarayı bu
sistemin en güzel örneğini teşkil etmektedir. Öyle ki, devletin idarî
mekanizmasının kalbi olan Bağdat Hilafet Sarayı, bu işlevinin yanında Binbir
Gece Masalları gibi Arap ve dünya edebiyatının en önemli klasiklerinden
birine ilham kaynağı olmuştur. Gelişen ve kurumsallaşan saray yaşantısının
uzantısı olarak Emevîler devrinden itibaren sarayla ilgili çeşitli görevler ve
bunları yerine getirmekten sorumlu vezir, hâcib, vekil, nedim v.b. kimseler
ortaya çıktı.
İslam Devleti içindeki ilerlemeler sarayla sınırlı kalmadı. Devlet teşkilatıyla
ilgili kurumlar oluşmaya, var olanlar ise gelişmeye devam etti. Abbasîlerin
başa geçmesiyle vezirlik kurumu kesin olarak ortaya çıktı. Bugünkü devlet
daireleri niteliğindeki Dîvân el-Harâc, Dîvân el-Cayş, Dîvân el-Resâil ve
Dîvân el-Berîd gibi kurumlar oluşturuldu. Mevcut olanlar genişletildi.
Abbasîler döneminde dîvân sistemi yaygınlaştığı gibi, vezirlik makamı
aracılığıyla merkezi bir bürokratik yönetim teşkil edildi. Abbasîlerin
başlarında ortaya çıkan vezirler, bütün dîvânların idaresinden sorumlu idiler.
Yine, Emevîler döneminde devlet idaresi ve saray yaşantısında kendisini
gösteren Bizans etkisi, Abbasîlerle birlikte yerini İran etkisine bıraktı.
Elbette ki bu, siyasî merkezin Suriye’den, Irak’a kaydırılması ve
Abbasîlerin, İranlıların çoğunlukta bulunduğu mevali[865] kitlesinin desteği
ile iktidarı ele geçirmesiyle yakından ilgiliydi. Nitekim, Abbasîlerin iktidarı,
önce İranlı, daha sonraları da Türk unsurun devlet içinde ön plana çıktığı bir
dönem oldu. Bu gelişme ise, siyasî parçalanmayı beraberinde getirmiştir. O
zamana değin bir bütün halinde kalabilmiş olan İslam Devleti’nin toprakları
üzerinde, Abbasîlere asla itaat etmemiş olan Endelüs Emevîl-erinden sonra;
batıda İdrîsîler (789-926), Ağlebîler (800-909), Ortadoğu’da Tolunoğulları
(868-905), Hamdânîler (905-1004) ve Ihşîdîler (935-969), doğuda Tahirîler
(821-873), Saffarîler (867-1495) ve Sâmânîler (819-1005) devletleri kuruldu.
Siyasî olarak Abbasîlerden ayrılan bu devletler, dinî bakımdan ve devlet
teşkilatlarının işleyişi bakımından Abbasî halifeliğine bağlı idiler. Başa geçen
hükümdarların otoritesi, halife tarafından gönderilen menşur ve sancakla
tasdik olunarak, pekiştiriliyordu. Ayrıca, bunlar idarî teşkilat olarak da,
Abbasî sistemini kendilerine örnek olarak almaktaydılar.
I) Saray ve Saray Teşkilatı

A) Hükümdar

Sâmânîler Devleti, emîr unvanlı hükümdarlar tarafından idare edilmekteydi.


Bunlar bir sultanın sahip olduğu bütün yetkilere sahiptiler. Sadece, bu ünvanı
taşımıyorlardı. II. Nasr’ın saltanatının başlarında bölgeyi gezen İbn Fazlan
eserinde, Harizm valisinin Sâmânî hükümdarından Büyük Emîr olarak
bahsettiğini yazar[866]. Genel anlamda bakıldığında emîr, İslam devlet
teşkilatında bir bölgenin askerî, malî ve idarî yönetiminden sorumlu valilere,
halife veya kumandanlara verilen bir unvandı[867]. Sâmânîler Devleti’nin
başındaki kişilerin uygulama ve icraatlarına baktığımız zaman bunların, bir
emîr’den (vali) çok bağımsız bir hükümdar gibi hareket ettiklerini görürüz.
Bunun gerekçelerini şu şekilde sıralamak mümkündür ;
Sâmânîler ile Büveyhîler arasında yapılan anlaşmalara dikkat edildiğinde,
bu anlaşmalarda yer alan maddelerden biri olan Büveyhîlerin, Sâmânîlere
harâc vermesi şartı oldukça önemli bir husustur. Abbasî halifelerini
tahakkümleri altına alabilecek ölçüde kuvvetlenmiş olan Büveyhîlere böyle
bir şartın kabul ettirilmesi Sâmânîlerin statü olarak Büveyhîlerden daha üstün
olduğunu vurgulamaktadır. Diğer taraftan Abbasî halifelerinin Büveyhîlerin
nüfuzu altında bulundukları dönem içinde Sâmânîler, baştaki halifeleri
tanıyıp tanımama hususunda kendilerini özgür saymışlardı. Büveyhîler
tarafından 334 / 946 senesinde bu makama getirilen el-Mutî’nin halifeliğinin
Horasan ve Maveraünnehir’de tanınması ancak, 948/959-960’dan sonra
gerçekleşebilmiştir. Aradaki bu süre içinde Sâmânîler eski halife el-Müstekfî
adına hutbe okutup, para bastırıyorlardı[868]. Dolayısıyla, aldıkları kararlarda
da, Abbasî halifesinin onayını almak gibi bir zorunluluğun ötesinde
tamamıyla bağımsız olarak hareket ediyorlardı.
Bir diğer önemli husus ise, daha çok halife ve hükümdarların elinde
olduğunu gördüğümüz sancak ve menşur gönderme, lakap verme yetkilerinin
Sâmânîler tarafından alt rütbedeki idareciler için kullanılmış olmasıdır.
Sâmânîler, Horasan vilayetinin idaresini, aynı zamanda sipehsalarlık (ordu
kumandanlığı) görevini yerine getiren valilere verirlerdi. Bunlar arasında
Muhtacoğulları ve Simcûrîler gibi aileler, Sâmânîler Devleti’nde çok önemli
siyasî roller üstlenmişlerdir. Sâmânîler tarafından 345/957’de ilk olarak
Horasan valiliği ve sipehsalarlık görevine tayin olunan Ebu’l-Hasan el-
Simcûrî’nin valilik menşuru, hil’at ve sancağı, Hâcibü’l-Hüccab Alp-
Tegin’in oğlu Ebû İshak İbrahim tarafından getirilmişti. Yine, Ebu’l-Hasan
el-Simcûrî’ye, I. Mansur’un ölümünden sonra tahta çıkan II. Nuh tarafından
hil’atler ve çeşitli hediyelerin yanında Nasırüddevle lakabı verilmişti.
Yukarıda emîrlerin doğrudan halife veya sultana bağlı olduklarından
bahsedildi. Sâmânîler ise, Abbasî halifelerine, manevî bağ dışında siyasî
olarak herhangi bir şekilde bağlı değillerdi. Bunun ötesinde Horasan,
Afganistan ve Kuzey Hindistan topraklarını kapsayan büyük bir devlet
kurmuş olan Gaznelilerin ilk dönemlerinde, görünüşte de olsa Sâmânîlere
bağlı olarak hareket ettiklerini bilinmektedir. İlk Gazneli hükümdarları
Sebüktegin ve Mahmud, Sâmânîler adına para bastırıp, hutbe okutmuşlardı.
Gaznelilerin bastırdıkları paralarda, yine Sâmânîlerin kabul ettikleri
halifelerin isimleri bulunmaktaydı. Bu durum, Gaznelilerin 389/999
tarihinde, Sâmânîlerden Horasan’ı almalarına kadar devam etmiştir. Gazneli
hükümdarı Mahmud, Horasan’ı ele geçirmesinin sonrasında, Abbasî halifeliği
ile doğrudan temasa geçerek, Sâmânîlerin o zamana değin tanımadıkları
Halife el-Kadir-billah (991-1031) adına hutbe okutup, para bastırmıştı[869].
Diğer taraftan İslam dünyasının siyasî ve dinî lideri pozisyonundaki
Abbasîlerin el-Mutasım devrinden (833-843) sonra, Müslümanlar üzerindeki
siyasî güçlerini yavaş yavaş terke mecbur kaldıklarını görmekteyiz. Zaman
içinde Abbasî halifeleri, siyasî güçten yoksun bir dinî otorite, Sünnî
dünyasının manevî lideri pozisyonuna düştüler. Bazen manevî otoriteleri dahi
tartışılabilir duruma gelebiliyordu. Dolayısıyla bütün bu bilgilerin ışığında
Sâmânîlerin, Abbasîlerle genelde iyi bir seyir takip eden ilişkilerine ve
onların manevî liderliğine hürmeten emîr unvanıyla yetindikleri, ancak
uygulamada ise tamamıyla bağımsız bir hükümdar gibi hareket ettikleri
ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle onları, “emîr”den ziyade bir “hükümdar
(sultan)” olarak nitelemenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz.
Bu tespitin ardından Sâmânî hükümdarlarının durumunu, yetki ve
sorumluluklarını şu şekilde tespit edebiliriz; Merkezî bir idareyle yönetilen
Sâmânîler Devleti’nin yönetim piramidinin en üstünde emîr ünvanını taşıyan
hükümdar yer almaktaydı. Bu kişi idarî, askerî açıdan devletin en yetkili
kişisi idi. Tayin ve aziller için menşur çıkarmak, savaşlarda orduya kumanda
etmek, mezâlim mahkemesinde halkın şikayetlerini dinlemekle
yükümlüydü�. Hükümdarın olmadığı zamanlarda, mezâlim mahkemesine
Sâmânî ailesine mensup bir kimse yada hükümdarın tayin ettiği bir görevli de
başkanlık edebilmekteydi. Örneğin II. Nasr’ın hükümdarlığını kabul etmeyip,
isyan eden büyük amcası İshak b. Ahmed, İsmail b. Ahmed döneminde
Buhara mezâlim mahkemesine başkanlık yapmıştı[870].
Sâmânî hükümdarlarının hakimiyeti Abbasî halifesi tarafından gönderilen
menşur ve sancak ile tasdik edilirdi. Ancak bu işlem sadece pekiştirici bir
anlam ifade ediyordu. Siyasî yönden bağlayıcılığı yoktu. Horasan valisi Ebû
Ali b. Muhtac’ın 335/946 senesindeki ilk isyanı sırasında, Sâmânî tahtı için
aday gösterdiği İbrahim b. Ahmed, halifenin de desteğini almıştı. Buna
rağmen özellikle Maveraünnehir’deki halk I. Nuh’a sadık kaldı. Neticede, I.
Nuh duruma yeniden hakim olmayı başardı. Ebû Ali b. Muhtac devlete karşı
ikinci defa isyan ettiğinde ise, Sâmânîlerin tanımadığı Halife el-Mutî adına
hutbe okutmuştu.
Ancak bu hareketi, kendisine herhangi bir fayda getirmemiş, ilkinde olduğu
gibi ikinci isyan hareketinde de başarısızlığa uğramıştı. Daha önce
bahsedildiği gibi, Büveyhîlerle aralarındaki siyasî rekabet, Sâmânîlerin
Abbasî hilafetine karşı tutumlarında etkileyici bir faktör idi.
Bunun yanında hutbede ve parada adının geçmesi hükümdarının hakları
arasında yer alıyordu. Sâmânîler adına basılan paralarda hükümdarın adı ve
lakabı, devlet tarafından tanınmış olan halifenin adıyla birlikte yer alırdı.
Eğer para Sâmânîlerin Horasan valileri ya da tâbilerinden biri tarafından
bastırılmışsa, buna valinin ya da tâbinin adı da eklenirdi. II. Nuh b. Mansur
adına 374/984-985 tarihinde Nisabur’da bastırılan altın parada hükümdarın
adının dışında Horasan valisi Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın da adı
bulunmaktaydı[871]. Yine devletin tâbilerinden Gazne hükümdarı
Sebüktegin’in 380/990-991 senesinde Fervan (Pervan)’da bastırdığı paranın
üzerinde metbu II. Nuh b. Mansur’un adı ile birlikte halife el-Taî’nin ve
kendisinin adı yer almaktaydı[872]. Hutbe ise, Horasan ve Maveraünnehir gibi
doğrudan Sâmânîlerin hakimiyetinde bulunan toprakların dışında, Kirman,
Gazne ve Harizm gibi devlete tâbi bölgelerde de Sâmânî hükümdarları adına
okunmaktaydı.
Ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk, iyi bir hükümdarın vasıflarını
anlatırken onun, emrindeki kimselere akıl ve bilgisi orantısında iş vermesi ve
adaletli olması gerektiğini söyler. Ayrıca, ülkenin imarı için, su yolları ve
kanallar açması, imar faaliyetlerinde bulunup, ilim ehline yardımcı olması ve
halkın iyiliği hususunda çalışması gerektiğini söyler[873]. Barthold ise, bunu
İran idealleriyle açıklamaya çalışmaktadır[874]. Ancak, yukarıda verilen
özelliklerin her bölge ve her devlet için aynı şekilde olması gerektiği
aşikardır. Nizamülmülk’ün bu özellikleri taşıyan hükümdarlar konusunda
verdiği örneklerin arasında Sâmânîlerden İsmail b. Ahmed de yer almaktadır.
Gerçekten, yüzyılı aşkın bir süre Horasan ve Maveraünnehir’e hakim olan
Sâmânî hükümdarlarına baktığımızda, İsmail b. Ahmed’in çok belirgin bir
şekilde diğerlerinden ayrıldığını görürüz. Halefleri, asla onun seviyesine
ulaşamamışlar ve zaman içinde devlet üzerindeki nüfuz ve etkileri azalmıştır.
Özellikle, I. Abdülmelik b. Nuh dönemi ve sonrasında bu durum giderek
acizlik halini almaya başlamıştır. Ancak, I. Mansur b. Nuh’un saltanatını
bundan ayrı tutmak gerekir.
Hükümdarların idarî kabiliyetten yoksun ve tecrübesiz oluşları, devlete
bağlı kumandanlar arasında nüfuz mücadelelerinin doğmasına neden
olmuştur. Sâmânîlerin son dönemlerine damgasını vuran bu çekişmeler
sırasında hükümdarın rolü güçlü olanın konumunu ve elde ettiği kazançları
onaylamaktan öteye gidememiştir. Kontrolü tamamıyla ele geçiren
komutanlar, devletin mukadderatına yön veren en önemli kişiler durumuna
gelmişler ve bazen işi daha da ileriye götürerek baştaki hükümdarı tahtan
indirmekten çekinmemişlerdir. Begtüzün ve Fâik tarafından tahttan
uzaklaştırılıp, gözlerine mil çekilen II. Mansur b. Nuh, bunun en açık
örneğidir. İlk dönem Sâmânî hükümdarlarından Ahmed b. İsmail de, bir
suikast sonucu öldürülmüştür. Sâmânîlerle ilgili bilgi veren geç dönem
kaynaklarından İbn Zâfir’e göre, Ahmed b. İsmail’in öldürülmesinden sonra
yerine geçen oğlu II. Nasr, Türk gulâmlarının (memluklar) muhalefetine
rağmen, diğer devlet ileri gelenleri, Buhara şeyhleri ve gönüllü askerlerin
(mutatavvia) liderlerinin desteğiyle şeçilmişti[875].
Tahttan uzaklaştırma ve suikastlerin dışında, veliahtlık konusunda belirli
bir düzen mevcuttu. Hükümdar, diğer siyasî örneklerinde olduğu gibi,
selefinin daha önceden almış olduğu karar gereğince başa geçerdi. I. Nuh b.
Nasr, oğulları Abdülmelik, Mansur ve Nasr’ı sırasıyla veliaht tayin etmişti.
Yine ünlü Sâmânî hükümdarı İsmail b. Ahmed de, ağabeyi I. Nasr’ın
vasiyetiyle devletin başına geçmişti.
Son olarak Sâmânîlerin, devletlerarası ilişkilerindeki konumlarına
baktığımızda, bunun yukarıda anlattığımız olumsuzluklarla tam bir zıtlık
içinde olduğunu görürüz. İdarinin mevcut bütün zâfiyetlerine rağmen
Sâmânîler, devletlerarası hukukta oldukça iyi bir yere sahiptiler. Bunun
izlerini, Sâmânî-Büveyhî barış anlaşmalarında, bütün güç ve kudretlerine
rağmen Gazneli hükümdarı Sebüktegin ve oğlu Yeminüddevle Mahmud’un,
bu devlete tâbî olmalarında görmek mümkündür. Sâmânîlerin son hükümdarı
İsmail el-Muntasır’ın, devleti yaşatma konusunda verdiği mücadeleler
sırasında 391/1001 senesinde Cürcan’a ilk gidişinde, Ziyârî hükümdarı Kabus
b. Veşmgir’in, ona gösterdiği yakınlık ve yardımlar da, bunun bir
göstergesidir.

B) Hâcib
İslam devletlerinde saray teşkilatı ve idarî teşkilatlanmadaki en önemli
görevlilerinin başında Hâcib yer alırdı. Hâcibler, saray protokolünde
hükümdardan sonra, devlet protokolünde ise vezirden sonra gelirlerdi. Hâcib
kelimesi “araya girmek, mani olmak, birinin bir yere girmesini engellemek”
manasına gelen hâcb masdarından türetilmiştir. Hâciblerin görevleri de, bu
anlam çerçevesinde şekillenmektedir. Bu görevleri şöyle sıralayabiliriz ;

Hükümdarın, devlet adamları, memurlar ve halk ile irtibatını sağlamak


Saray protokolünün işleyişini düzenleyip, denetlemek.
Gerektiğinde hükümdarı korumak.
Mezâlim mahkemelerinde şikayetçilerin mektuplarını, hükümdara
sunmak.
Yabancı elçilerin her türlü işleriyle ilgilenmek
Bütün bunların yanında hâciblerin askerî bir lider olarak da görev
aldıklarına çok sık rastlanmaktadır.

Nizamülmülk, hâciblik müessesesinin varlığını Sasanîler dönemine kadar


götürmektedir[876]. İslam devletlerinde ise, bunun ferdî örneklerine Hz.
Peygamber ve Dört Halife dönemlerinde rastlanmasına rağmen[877] bir
müessese olarak saray teşkilatında yer alması Emevîlerin başında I. Muaviye
döneminde olmuştur[878].
Ancak Hâcib’in, Emevîler dönemindeki fonksiyonu hakkında fazla bilgimiz
yoktur. Daha sonra Abbasîler devrinde hâcib, devlet içinde vezirden sonra
gelen en yüksek rütbeli ikinci görevli olmuştur. Batıda Endelüs Emevîlerinde
ise, doğudaki örneklerine oranla hâciblerin görev ve yetkileri çok daha fazla
idi. Özellikle, X. yy.’da hâcibler, vezirin bütün işlerini görmekte ve
hükümdarın emriyle, onun bütün yetkilerini temsil edebilmekteydi. Hâcib-
liğin, vezirlikten daha önemli olduğu Endelüs Emevîlerinde hâcib’e el-
vezirü’l-akreb (en yakın vezir)de denirdi[879].
Doğuda Abbasîler’de de, hâcibler zaman zaman vezirlerin önüne
çıkabilmekteydi. Örneğin, Ebû Ca’fer el-Mansur ve oğlu el-Mehdi’nin hâcibi
Rebî’ b. Yunus, Yakub b. Davud’u vezir tayin ettirmek için 100.000 dinar
rüşvet almıştı[880].
Abbasîler döneminde hâciblerin sayısı giderek çoğalmış ve el-Muktedir
zamanında 940 senesinde hâcibü’l-hüccablık (baş hâciblik) makamı ihdas
edilmiştir.
Devlet teşkilatlanmasında Abbasîleri örnek alan Sâmânîlerde ise, hâciblerin
önemli siyasî roller üstlendiklerini görüyoruz. Sâmânî hükümdarı II. Nasr
döneminde gerçek manasıyla işlerlik kazanan saray ve devlet teşkilatı içinde,
hâcibler asker kökenli kimselerden seçilmekteydi. Bunlar da, genellikle azat
edilmiş gulâmlardan (memluklar) olurdu.
İsmail b. Ahmed, Herat bölgesinde Karmatîler tarafından çıkarılan bir isyan
üzerine bölgeye kuvvet sevketmek ihtiyacını hissetmişti. Hâciblerinden
birine, 500 gulâm (memluk) hazırlamasını, bunların komutanına 10.000
dirhem para vermesini emretmişti. Hazırlanan askerler ertesi gün Cûy-i
Mûliyân’da İsmail b. Ahmed’in kontrolünden geçecekti[881]. Burada da
hâcib’in saraydaki diğer görevlilerle, hükümdar arasındaki bağlantıyı
sağladığını görüyoruz.
Sâmânîler Devleti’nde, hâciblerin yukarıda saydığımız görev ve yetkilerin
yanında idarî alanda da, kimi zaman vezirin üzerinde yer aldığını
görmekteyiz. I. Abdülmelik döneminde hâcibü’l-hüccablık (baş hâciblik)
görevini elinde bulunduran Alp-Tegin, devlet yönetimi konusunda hükümdar
üzerinde büyük bir nüfuza sahipti. Siyasî arenada kendisine rakip olabilecek
tek güç olan Horasan valisi Bekr b. Malik el-Ferganî’yi 345/956 senesinde
düzenlediği bir komplo ile bertaraf etmeyi başarmıştı. Bundan sonra devletin
ikinci adamı haline gelen Alp-Tegin, hükümdara istediği her şeyi
yaptırabiliyordu. Horasan valileri ve vezirler, onun istekleri doğrultusunda
atanıyordu. I. Abdülmelik’in son veziri Ebû Ali el-Bel’âmî de tamamıyla bu
görevini borçlu olduğu Alp-Tegin’den aldığı direktifler doğrultusunda
hareket etmekteydi. I. Abdülmelik, Alp-Tegin’in tahakkümünden kurtulmak
için çareyi, onu Horasan valisi tayin etmekte bulmuştu[882].
Görüldüğü gibi Hâcibü’l-Hüccablık (Hâcib-i Büzurg) görevini sürdüren
kişiler, devletin idarî teşkilatında çok önemli bir yeri olan Horasan valiliği
görevine de atanabiliyorlardı. II. Nuh’un saltanatının başlarında
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş Hâcib-i Büzurg (Büyük Hâcib) görevine,
Fâik el-Hassa ise Emîr-i Hâcib görevine tayin olunmuştu[883]. Hüsamüddevle
daha sonra 371/982’de Horasan valiliği görevine getirilmiş ve 376/986
senesinde valilik görevinden azledildiğinde hâcib-i büzurg görevini
sürdürmesine izin verilmişti.
Yine, Sâmânî hükümdarlarından II. Mansur, Emîr-i Hâcib Fâik el-Hassa ve
Hâcib Begtüzün tarafından düzenlenen bir komplo sonucu tahtan indirilmiş
ve yerine kardeşi II. Abdülmelik tahta çıkarılmıştı. Bu olay, hâciblerin
Sâmânîler Devleti bünyesinde elde ettikleri gücün en güzel örneklerinden
biridir.
Sâmânîler Devleti’nin tarihini anlatan kaynaklarda sarayı ve hükümdarı
koruyan candarlar ile ilgili herhangi bir örnek bulunmamaktadır. Muhtemelen
bu görev de Hâcib-i Hass ünvanlı bir hâcibin emrindeki askerler tarafından
yerine getiriliyordu. II. Nasr’ın Hâcib-i Has’ı Keytaş ile Fâik el-Hassa’yı
bunlara örnek gösterebiliriz.
Hâcibler, zaman zaman elçilik vazifesini de yerine getirirlerdi. Nitekim Ebû
Ali el-Simcûrî, 384/994’de Herat savaşında II. Nuh ve Sebüktegin karşısında
uğradığı mağlubiyetin ardından Ebû Nasr el-Hâcib adlı bir adamını Cibal
Büveyhî hükümdarı Fahrüddevle’ye göndererek yardım istemişti[884].
Diğer taraftan hâcibler, Türk devlet geleneğinde sıkça karşımıza çıkan
atabeylik müessesesindeki gibi hükümdarın çocuklarının işlerinin idaresi ve
eğitimiyle de görevlendirilebiliyorlardı. Sâmânî hükümdarı I. Nuh
kendisinden sonra tahta çıkacak oğullarının sırasını belirlemiş ve bunların
işleriyle ilgilenmek üzere birer hâcib görevlendirilmişti. Yine I. Nuh’un daha
önceleri, babası döneminde veliaht ilan edilmiş olan kardeşi İsmail’in işlerini
idare eden ile olan sürtüşmesi de unutulmamalıdır.
C) Emîr-i Hares

Bu görevli hükümdarın verdiği cezaları yerine getirmekle yükümlüydü.


Hâcib’ten sonra saraydaki en büyük ikinci görevli konumundaydı[885].
Hükümdar gibi kös, alem ve növbet çaldırabilme hakkı vardı. Görevinden
dolayı insanlar hükümdardan çok, ondan korkarlardı. Emrinde işini
yapabilmesi için zaptiyeleri (çubdarlar) bulunurdu. Barthold, Nerşahî’yi
referans göstererek İsmail b. Ahmed’in ağabeyi Nasr’ın Semerkand’daki
sarayında emîr-i hares olarak hizmet ettiğini söylemektedir[886]. Ancak, onun
verdiği bu bilgiye Nerşahî ’nin eserinde tesadüf etmedik. Bununla birlikte,
İsmail b. Ahmed’in Rey valiliğine tayin ettiği Ebû Salih Mansur b. İshak’ın,
Ahmed b. Sehl’i, kendi emîr-i haresliğine atadığı bilinmektedir[887]. İslam
Devletlerinde taşradaki idarî teşkilatlanmanın, merkez ve saray teşkilatlarını
örnek alarak şekillendiği düşünülürse aynı görevin Buhara sarayında da
varolduğunu söyleyebiliriz.

D) Vekil-i Hâs (Vekildâr)

Özellikle olağanüstü durumlarda saraydaki işleri düzenlemek üzere vekil-i


hâs tayin edilirdi. Bu göreve getirilen kişinin saygıdeğer ve tanınan bir kişi
olmasına dikkat edilirdi. Nizamülmülk, vekil-i hâs’ın yetki ve
sorumluluklarını “Mutfağın, şaraphânenin, kasırların, hükümdar çocuklarının,
has ahırın ve hayvanların durumuyla ilgilenmek... Bu konularla ilgili her ay,
gerektiğinde her gün yüce meclisin huzuruna çıkıp gelişmeler hakkında bilgi
vermek, Harcamaları arzetmek...[888]” şeklinde sıralamaktadır. Vekil-i hâs’ın
bu görevleri tam manasıyla yerine getirebilmesi için, hürmet ve haşmetinin
tam olması gerekmekteydi. II. Nasr’ın vekil-i has’ı Ali Zerrad, Batınîlerin
Horasan ve Maveraünnehir’de etkinliklerini arttırdıkları dönemde bu
mezhebe dahil olmuştu[889].
I. Mansur’un tahta çıkışının hemen sonrasında meydana gelen Horasan
valisi Hâcib Alp-Tegin isyanı sırasında asi vali kuvvetleriyle birlikte Buhara
üzerine yürümüştü. Bu esnada I. Mansur, veziri ve vekildârı (vekil-i hâs),
Alp-Tegin’in komutanlarına mektuplar göndererek, onun bir gasıp olduğunu
belirtmişlerdi. Burada sarayda hükümdardan sonraki en yüksek rütbeli ikinci
görevli olan Vekil-i Hâs’ın, vezir ile birlikte askerlere mektuplar yazması,
Nizamülmülk’ün de belirttiği gibi hatırı sayılır ve sözü dinlenen bir şahsiyet
olduğuna işaret etmektedir. Nitekim, bundan endişelenen Alp-Tegin de
kendine sadık adamları ile Gazne’ye çekilmişti[890]. II. Nuh, Ebû Ali el-
Simcûrî ve Fâik el-Hassa’ya karşı yardım istemek üzere Gazne hakimi
Sebüktegin’e gönderdiği Ebû Nasr el-Farisî, aynı zamanda onun vekil-
dârıydı[891].

E) Hazinedâr (Hazin)

Hükümdarın özel hazinesini idareyle görevlidir. Hz. Peygamber


döneminden Abbasî döneminin başlarına kadar İslam devletinde baştaki
halifenin şahsına mahsus bir hazine yoktu. Onun yerine bütün gelirlerin
toplanıp, devlete ait harcamaların yapıldığı beytü’l-mâl mevcuttu. Halifenin
şahsına ait beytü’l-mal-i hassa (hazine-i hassa) ilk olarak Abbasî halifesi Ebû
Cafer el-Mansur döneminde (754-775) tesis edildi. Bu hazinenin başındaki
kişiye ise hazin-i hass veya hazinü beyti’l-mâl-i hâssa denilirdi[892]. Halifenin
şahsına mahsus oluşturulan bu hassa hazinesi daha sonraki İslam devletleri
tarafından da taklit edilmiştir.
Nizamülmülk eserinde II. Nasr’ın Batınîliğe meyli ve Türk kumandanların
ona karşı isyanlarının anlatıldığı bölümde Sâmânî hükümdarının özel
hazinesiyle ilgili bilgilere de tesadüf edilmektedir. Buna göre; Türk sipehsalar
(ordu kumandanı) diğer kumandanları kendi tarafına çekmek için düzenlemek
istediği ziyafet için daha önceden hazırladığı plan gereğince II. Nasr’dan,
gerekli olan yemek takımları, halı v.b. eşyanın temini için yardım istemişti.
Alacağı bu eşyaları komutanlara dağıtarak onları kendi tarafına çekebilmeyi
umuyordu. II. Nasr da, “Gerekli olan her şeyi hazinemizden, şaraphane ve
firaşhaneden al” diyerek sipehsaların bu ricasını kabul etmişti[893].
Yine Sâmânî hükümdarı Ahmed b. İsmail’in öldürülmesi olayının
faillerinden biri de hükümdarın hazinedârı idi[894]. Bu görevi yerine getiren
kişilerin genellikle asker kökenli olduklarını görmekteyiz. Bunlar devlet
içinde oldukça etkili bir rol üstlenmişlerdi. I. Nuh ve I. Abdülmelik
dönemlerinin hazinedârı Fetegin el-Hazinedâr bunun en güzel
örneklerindendir.
Bu zat, I. Nuh ve Ebû Ali b. Muhtac arasında Curcik’de gerçekleşen savaş
esnasında hükümdar serhengleri ile birlikte çekilmesinden sonra Ebû Ali’ye
karşı savaşı sürdüren kumandanlar arasında yer almıştı[895]. I. Abdülmelik
dönemiyle birlikte nüfuzunu daha da arttıran Fetegin el-Hazinedâr, bu
dönemdeki nüfuz mücadelelerine katılmıştı. Nitekim Horasan valisi Ebû Said
Bekr b. Malik el-Ferganî’nin sarayın kapısının önünde öldürülmesi olayında
Alp-Tegin el-Hâcib ile birlikte başrolü üstlenmişti[896].
el-Seâlibî Yetimetü’l-dehr’de, Buhara’ya geldikten sonra bu göreve Ebû
Bekr Muhammed b. Osman el-Nisaburî el-Hazin’in tayin edildiğini
söyler[897]. Bu zatın hangi tarihte Buhara’ya geldiği ve hangi Sâmânî
hükümdarı tarafından bu göreve getirildiği müellif tarafından belirtilmemiştir.
Ancak bunun, II. Nasr dönemi (914-943) veya sonrasında olması kuvvetle
muhtemeldir.
el-Sem’ânî ise, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Musa el-Hazin el-
Kadı adlı şahsı anlatırken, onun ve babasının bazı Sâmânî hükümdarlarının
hazinliği görevinde bulunduklarını söyler[898].

F) Camedâr (Sâhibü’l-Kisve)
Sarayda hükümdarın elbiselerinin dikimi, giyip-çıkarmasına yardım etmek
ile yükümlü görevlidir[899]. Yine hükümdar tarafından gelen elçilere,
yararlılık gösteren hizmetlilere, komutanlara ve tabi hükümdarlara verilen
hil’atlerin bulunduğu odanın kontrolü de camedâr’ın sorumluluğundaydı.
Sâmânîler Devleti’nde bu göreve getirilen kimselerin asker kökenli gulâmlar
(memluk) olduğu görülmektedir. Camedârlık, gulâmların yetiştirilmesi
sırasında her gulâmın geçmesi gereken kademelerden biri idi. Saraya
yetiştirilmek üzere alınan gulâmlar eğitimlerinin altıncı safhasında sarayda
esvabcılık yaparlardı[900]. Muhtemelen bunlar camedârın emri altında
çalışıyorlardı. Camedârlar, hükümdarın fermanıyla hâciblik ve diğer büyük
devlet hizmetlerine tayin olunabilirdi[901].
Ahmed b. İsmail’in öldürülmesi olayında, bu işi yerine getirmek üzere
hükümdarın çadırına girenlerden biri de, onun sâhibü’l-kisve’si
(camedâr)idi[902].

G) Devâtdâr (Devâdâr, Divitdâr)


Devat (divit) Abbasîlerde ve Selçuklularda vezirlik alametiydi. Bu göreve
tayin olunan kimseler hükümdarın yazı takımlarından sorumluydu. Bazı
araştırmacılar[903] müessesenin Selçuklular zamanında kurulduğunu
söylemektedir. Ancak bunun doğruluğu şüphelidir[904]. Nitekim Sâmânîler
Devleti’nin en önemli kumandan ailelerinden biri olan Simcûrîlerin atası
Simcûr da, devâtî yani devetdâr ünvanı taşımaktaydı[905]. Sarayda bu tip
görevlerin ağırlıklı olarak gulâmlara verildiği ve Simcûr’un da gulâm asıllı
bir kumandan olduğu düşünüldüğünde bu son derece doğaldır. Dolayısıyla
müessesenin Sâmânîler döneminde de varolduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca, Ebu’l-Fazl el-Beyhakî 426/1034 senesi olaylarını anlatırken Gazneli
Sultan Mesud’un Harizm seferi sırasında Gazne ordusunda sahibü’l-devat
ünvanını taşıyan bir Türkten bahsetmektedir[906]. Bu da müessesenin
Selçuklulardan önceleri de varolduğuna dair başka bir delil olarak görülebilir.

H) Şarabdâr
Saray için içki ve tıbbî şurupların temini, bunların muhafaza edildiği
şaraphanenin sorumluluğu Şarabdâr’a aitti. Sarayda tertip edilen meclislerde
içilecek şeylerin dağıtımına da bu görevli nezaret ederdi. Şarabdârların zaman
zaman elçilik vazifesiyle gönderildiklerine de tesadüf ediyoruz. Nitekim
Sâmânî hükümdarı I. Nuh, yanında rehin olarak bulunan Çağaniyan emîri
Ebû Ali b. Muhtac’ın oğlu Ebu’l-Muzaffer’in bir kaza sonucu ölmesi üzerine
Nasr el-Şarabdâr adlı adamını baş sağlığı dilemek için Ebû Ali’ye
göndermişti[907].
Diğer taraftan el-Utbî, II. Nuh dönemi olaylarını anlatırken, 371/982
senesinde Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın Horasan valiliğine tayin
olunduğunda ona yardımcı olmak üzere Fâik el-Hassa ve diğer ileri gelen
komutanlarla birlikte Nasr b. Tazz el-Şarabî adlı bir emîrden bahseder[908].
İçki meclislerinde içilecek içki ve meşrubatın dağıtılmasıyla görevli
kimselere saki denirdi. Bunlar, Nizamülmülk’ün eserinde[909], hükümdarın
arkasında birinci halkada yer alan hizmetkârlar yani yüksek dereceli
memurlar arasında zikrediliyorlarsa da, muhtemelen şarabdârın emrinde
çalışırlardı. Ayrıca her devlet büyüğünün kendi sakisi vardı. Sâmânî
sarayında yetiştirilen gulâmlar eğitimlerinin beşinci senesinde sakilik
yaparlardı[910].
I) Emîr-i Ferraş

Sarayda hükümdarın yatak ve halılarını sermek, hükümdar sarayın dışında


kaldığı zamanlarda da çadırını kurmakla görevli kimselere ferraş veya firaşî
denirdi[911]. Bunların amiri ise emîr-i ferraş (Ferraşbaşı) idi. Bu görev için de
genelde gulâmlar tahsis edilirdi. Sâmânîler dönemini anlatan kaynaklarda
emîr-i ferraş ile alakalı bir örnek mevcut değildir. Ancak Nizamülmülk, II.
Nasr’ın batınî oluşuyla ilgili rivayeti anlatırken ferrraşların toplandıkları ve
ilgili malzemenin saklandığı Firaşhane’den bahsetmektedir[912].

İ) Nedimler

Hükümdarı eğlendiren, ona sohbetlerde arkadaşlık eden kişilerdir. Bunlar


cesur, faziletli, güzel görünüşlü, sır tutabilen, savaş sanatını ve santrancı iyi
bilen kimseler arasından seçilirdi. Nizamülmülk, bir nedimde bulunması
gereken özellikleri “cesaret, fazilet, güzel görünüşlü, savaş sanatını ve
santrancı iyi bilmek....” olarak saymaktadır[913]
II. Nasr’ın debir-i hâss’ı (baş katibi) olan ve Batınî olduğu için öldürülen
Eş’ab aynı zamanda hükümdarın nedimiydi[914]. Yine I. Nuh, Ebû Ali b.
Muhtac ile barıştıktan sonra, onun rehine olarak Buhara’ya gönderdiği oğlu
Ebu’l-Muzaffer Abdullah’ı nedimleri arasına almıştı[915]. Yine, Büveyhî
veziri İbn el-Amid’in nedimlerinden biri olan şair Ebû Muhammed, vezirin
ölümünün sonrasında Buhara’ya gelerek Sâmânî hükümdarının nedimleri
arasına katılmıştı[916]. Hükümdarın adının belirtilmemesine rağmen bu
muhtemelen I. Mansur olmalıdır.

J) Saray Muhafızları

Sâmânî sarayında hükümdarı ve sarayı korumak görevinin kimler


tarafından üstlenildiği açık değildir. Selçuklularda ve Gazneliler’de bu görevi
yerine getiren candarların[917] Sâmânî Devleti içindeki varlığı ile alakalı
elimizde herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Bununla birlikte Sâmânî hükümdarını korumak görevinin genelde bir
hâcibin emrindeki gulâmlar tarafından yapıldığını söyleyebiliriz. Sâmânîlerin
son dönemlerine damgasını vuran Fâik el-Hassa, ünvanından da anlaşılacağı
üzere, bir dönem bu görevi yerine getirmiş olmalıdır. Fâik’in kendisi de I.
Mansur’un gulâmı idi.
Yine, Vezir Ebu’l-Hüseyin el-Utbî, Ebu’l-Hasan el-Simcûrî ve Fâik el-
Hassa tarafından kendisine karşı hazırlanan suikast teşebbüsünü haber
aldığında II. Nuh’dan yardım istemişti. Bunun üzerine Sâmânî hükümdarı,
babasının gulâmlarını (gulâmân-ı sedidî) vezirini korumakla
görevlendirmişti[918].
I. Nuh b. Nasr, asi Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac’a karşı mücadeleyi
sürdürürken 336/947’de meydana gelen Curcik savaşı sırasında süvarileriyle
birlikte savaşa iştirak etmiş ve bir süre sonra da yanındakilerle birlikte savaş
meydanından ayrılmıştı. Savaş ise diğer komutanlar tarafından devam
ettirilmişti[919]. Bu süvariler, I. Nuh’un muhafız kıtası görevini
üstlenmişlerdi.
Diğer taraftan gulâmları tarafından öldürülen Ahmed b. İsmail, Buhara da
olmadığı zamanlarda geceleri güvenliğini sağlamak üzere çadırının önüne
evcil bir aslan zincirlerdi. Öldürüldüğü gece ise bu tedbiri almayı
unutmuştu[920].

K) Saray Kadınları
Sâmânîler döneminde saray kadınlarının faaliyetleri ve harem ile alakalı
elimizde bir bilgi bulunmamaktadır. Yine de, kaynaklar bu dönemde devlet
idaresinde rol oynamış iki kadın hakkında bilgi vermektedir. Bunlardan ilki,
gulâmları tarafından öldürülen Ahmed b. İsmail’in annesidir. İbn Zafir’e
göre; gulâmlar Ahmed b. İsmail’i öldürdükten hemen sonra haber Buhara’ya
ulaşmadan kendi hükümdar adayları İshak b. Ahmed adına şehri ele geçirmek
istemişlerdi. Ancak bu fikre muhalefet eden genç gulâmlar bir mektupla
öldürülen hükümdarın annesini gelişmelerden haberdar ettiler. Aldığı haberi
oğlunun şehirdeki vekili Muhammed b. Ali’ye ileten bu hanım, gulâmların
planlarının başarıya ulaşmasını engellemiştir. Daha sonra onun da onayı ile
torunu Nasr, Sâmânî tahtına oturmuştu[921].
Kaynaklarda bahsi geçen diğer hanım ise II. Nuh’un annesidir. Adı geçen
Sâmânî hükümdarı da çok küçük yaşta başa geçmişti. Onun adına devlet
işlerini vezir Ebu’l-Hüseyin el-Utbî ile birlikte annesi idare ediyordu[922].
Hatta bu hanım, Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin öldürülmesinden sonra onun
yerine geçen Abdullah b. Uzeyr ile asî Horasan valisi Hüsamüddevle Ebu’l-
Abbas Taş’ın affedilmesi hususunda ihtilafa düşmüştü. Muhtemelen asî
valinin oğlu tarafından affedilmesini sağlayarak, onu giderek devlet içinde
nüfuzunu arttırmakta olan yeni vezire karşı kullanmak istiyordu. Ancak,
mesele vezirin lehine çözümlenmiş ve Hüsamüd-devle’nin af isteği kabul
edilmemişti.
II) Bürokratik Yapı

A) Vezir ve Diğer Önemli Görevliler

1) Vezir
İslam devlet teşkilatında halife veya hükümdardan sonra gelen en yetkili
kişi vezirdir. Vezaret müessesesi, Abbasîlerin iktidarı ele geçirmesinden
sonra İslam devletinde kendisini daha fazla hissettirmeye başlayan İran
etkisinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Vezir ünvanını taşıyan ilk kişi,
Abbasî hanedanlığının kurucusu Ebu’l-Abbas Seffah’ın veziri Ebû Seleme
Hafs b. Süleyman el-Hallal’dır. Abbasîlerin ilk dönemlerinde bu makama
sadece bir kişi tayin edilmiş ve her azilden sonra yine bir vezir atanmıştır.
Ancak daha sonraları vezir sayısı artırılmıştır. Abbasîlerde vezirlik genellikle
İran asıllı kişilere verilirdi[923]. Bunlar içinde de Bermekîlerin ayrıcalıklı bir
yeri vardır[924].
Vezirlerin yetki ve sorumluluklarına baktığımızda ise; ilk olarak, vezâret el-
tefvîz ve vezaret el-tenfiz olmak üzere iki tip vezirlik olduğunu görürüz.
Bunlardan birinci gruba dahil olanlar idarî yönlerinin yanında askerî açıdan
da temayüz etmiş kişilerdi. Vezaret el-tefviz rütbesine sahip olan vezirler
savaş zamanlarında orduya kumanda edebilir, hükümdar adına berat verip,
atama yapabilirdi. Ayrıca para ve hutbelerde adı geçerdi. Diğer gruba giren
vezirler ise ilmiye sınıfından seçilirdi. Bunların yetki ve sorumlulukları,
hükümdarın emirlerini yerine getirmekle sınırlıydı. Vezirlik sembolü divit ve
sarık idi[925]. Bir kişi vezir tayin olunduğunda hükümdar tarafından hil’at
giydirilip, kılıç kuşatılırdı. Vezir, zaman zaman Dîvân el-İnşâ’ya başkanlık
yapardı.
Diğer taraftan Nizamülmülk, tabi hükümdar ve yabancı devletlerden gelen
elçilerin gerektiğinde izin almadan vezirin huzuruna girebildiklerini,
hükümdar ile yüzyüze konuşamayacakları için, arzu ve isteklerini ona veya
onun vasıtasıyla hükümdara iletebileceklerini söyler[926]. Dolayısıyla,
vezirlerin yeri geldiğinde gelen elçilik heyetleriyle de ilgilenirlerdi.
Ayrıca ideal bir vezirin dini bütün, itikadı sağlam, şafî veya hanefî
mezheplerinden birinden, dirayetli, saygı gören, devlet işlerini bilen,
hükümdarı seven bir kişi olması gerekliydi[927].
Sâmânîler dönemine baktığımızda ise, kaynaklarda tespit edebildiğimiz ilk
Sâmânî veziri İsmail b. Ahmed tarafından bu göreve getirilen Ebu’l-Fazl el-
Bel’âmî’dir[928]. Genel olarak bakıldığında ise, Sâmânî vezirlerinin daha çok
ilmî yönleriyle temayüz ettikleri görülmektedir. Ayrıca, bunların önemli bir
kısmı daha önce Dîvân el-İnşâ’da çalışmış ve hatta bu dîvâna başkanlık
yaptıktan sonra vezaret makamına atanmışlardır. Dolayısıyla kalem
ehlindendiler (vezâret el-tenfiz). Bununla birlikte baştaki hükümdarların
devlet idaresi konusunda yetersiz kaldıkları zamanlarda veya çocuk yaşta
başa geçmelerinden ötürü aslında vezâret el-tenfiz sınıfına giren Sâmânî
vezirleri çoğu zaman vezâret el-tefviz yetkilerini de kullanmışlardır. Örneğin,
çocuk yaşta Sâmânî Devleti’nin başına geçen II. Nuh adına devleti, annesinin
yanı sıra Vezir Ebu’l-Hüseyin el-Utbî idare ediyordu. II. Nuh, Horasan Valisi
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın 371/982 senesindeki başarısız Cürcan
seferinden sonra yapılan yeni sefer hazırlıkları sırasında Vezir Ebu’l-Hüseyin
el-Utbî’ye hil’at giydirerek ordu kumandanlığı görevini de ona vermişti[929].
Bu uygulâma Sâmânîler Devleti tarihi içinde ilk ve tekti. Fakat, Ebu’l-
Hüseyin yeni görevini ifa etmek için zaman bulamadan bir suikast sonucu
öldürülmüştü. Ebu’l-Hüseyin’in öldürülmesinden sonra onun yerine geçen
Abdullah b. Üzeyr de aynı yetki ve nüfuza sahipti.
Diğer taraftan II. Nasr döneminde yapılan bazı askerî harekatlarda diğer
komutanların yanında vezir Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî’nin de adı geçmektedir.
Nitekim 309/921-22 senesinde Hamuye b. Ali kumandasında Alevî komutan
Leyla b. Numan’a karşı girişilen askerî hareket sırasında Sâmânî ordusunda
vezir Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî de bulunuyordu[930].
Yine II. Nasr dönemindeki Ebû Zekeriyya Yahya isyanı sırasında
Buhara’ya dönen Sâmânî ordusunun Ceyhun nehrinden herhangi bir
mukavemetle karşılaşmadan geçmesini Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî temin
etmişti[931]. Vezirlerin elde ettikleri bu geniş selahiyetler zaman zaman devlet
bünyesinde bir takım olumsuzlukları da beraberinde getiriyordu. Sâmânîler
Devleti’nin yıkılmasında en etkin rolü kumandanlar arasındaki nüfuz
mücadeleleri ve bunların çıkardıkları isyanlar oynamıştı.
Devlet içindeki etkinliklerini arttıran vezirlerin bu mücadeleye dahil
olmaları devletin yıkılma sürecini daha da hızlandırmıştır. Sâmânîlerin son
dönemlerinde II. Nuh’un veziri Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin Ebu’l-Hasan el-
Simcûrî ile mücadelesi, bunun hemen sonrasında Abdullah b. Uzeyr ile
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş arasındaki mücadeleler bunun en canlı
örnekleridir.
Ancak kimi zaman bunun tam tersi durumlar da yaşanabiliyordu. I.
Abdülmelik devrinin Hâcibü’l-Hüccab’ı Alp-Tegin, hükümdarın üzerinde
kazandığı büyük nüfuz sayesinde vezir atamalarını kendi isteğine göre
yaptırabiliyordu. Özellikle I. Abdülmelik’in son veziri olan Ebû Ali el-
Bel’âmî, tamamıyla bu görevi borçlu olduğu Alp-Tegin’in direktifleri
doğrultusunda hareket etmekteydi. Nitekim, I. Abdülmelik’in ölümünden
sonra o sırada Horasan valiliği görevini sürdüren Alp-Tegin’den aldığı
direktifler doğrultusunda ölen hükümdarın oğlu Nasr’ı tahta çıkarmıştı[932].
Yine Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş, vezir Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin
öldürülmesinin ardından çıkan karışıklar sırasında Buhara’dan Simcûrîlere
karşı harekete geçmeden önce yeni vezir el-Müzenî’yi görevinden azletmişti.
Ebu’l-Hasan el-Simcûrî (yada Ebû Ali’nin) ve Fâik el-Hassa’nın sırdaşı
olmakla suçladığı sabık vezirin yerine kendi kethudası Ebû Abdurrahman el-
Farisî’yi vezir tayin etmiştir[933]. Böylelikle Buhara’daki durumunu daha da
sağlamlaştırmayı ummuştur.
Vezirler devletler arası ilişkilerde de etkin rol oynarlardı. II. Nasr ile Ziyarî
hükümdarı Merdaviç b. Ziyar arasında 321/933 senesinde meydana gelen
gerginlik sırasında II. Nasr’ın veziri Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî, Merdaviç’in
veziri Mutrif b. Muhammed’e mektuplar yazarak, Sâmânîler tarafına
çekmeye çalışmıştı. Bunu haber alan Merdaviç vezirini öldürünce el-Bel’âmî,
bu defa da Merdaviç’e bir mektup yazmış, Mutrif’in, onu aldattığını
söyleyerek, Sâmânî hükümdarının büyüklüğü ve ona karşı çıkmanın
getireceği felaketler konusunda Merdaviç’i uyarmıştı. Neticede Merdaviç
ikna olmuş ve iki taraf arasında Sâmânîler lehine bir anlaşma yapılmıştı[934].
Ayrıca, çocuk yaşta başa geçen Sâmânî hükümdarları adına devlet işlerinin
vezirler tarafından idare edildiği de unutulmamalıdır.
Sâmânîler Devleti’nin, Gaznelilerin nüfuzu altına girmesinden ve özellikle
Abdullah b. Uzeyr’in azlinden sonra vezir tayinleri tamamıyla Gazne
hükümdarı Sebüktegin’in istekleri doğrultusunda yapılmaya başlanmıştır.
Sebüktegin 386/996 senesinde II. Nuh’un veziri Abdullah b. Uzeyr’in
azledilmesi ve Ebû Ali el-Simcûrî’nin kendisine teslim edilmesi için oğlu
Mahmud ve kardeşi Buğracuk idaresinde 20.000 kişilik bir kuvveti
Buhara’ya göndermişti. Bu ordunun içinde Sâmânîler için önerdiği kendi
vezir adayı Ebû Nasr b. Ebî Zeyd de bulunuyordu. Bu baskı karşısında
direnemeyen II. Nuh Abdullah b. Uzeyr’i görevinden azlederek, yerine Ebû
Nasr b. Ebî Zeyd’i vezir tayin etmek zorunda kalmıştı[935]. Yeni vezir de,
diğer Sâmânî vezirleri gibi bir süre Dîvân el-İnşâ’da çalışmış ve bu dîvâna
başkanlık etmiştir[936].
Kaynaklarda verilen bilgilerden Sâmânî vezirlerinin, askerlerin maaşlarının
ödenmesinden de sorumlu oldukları anlaşılmaktadır. II. Nuh’un veziri Ebu’l-
Fazl el-Sülemî dindarlığı ile ün kazanmış bir kimse ve döneminin ileri gelen
hanefî fakîhlerinden biriydi. Ancak, vezirlik görevinde, ilmî kariyeri kadar
başarılı olamamış ve neticede askerler tarafından maaşlarının
ödenememesinden sorumlu tutularak öldürülmüştür[937].
Sâmânîler Devleti bünyesinde görev alan vezirlere bakıldığında aynı
aileden olan kimselerin göreve getirildiğini görülmektedir. Nitekim
Nizamülmülk de eserinde bir vezirde olması gereken özellikleri anlatırken bu
göreve tayin olunacak kişinin vezir oğlu vezir olmasının çok daha iyi
olacağını söyler[938]. el-Bel’âmî, el-Utbî ve el-Ceyhanî aileleri Sâmânîler
Devleti’nde görev almış vezir ailelerindendir.
Ancak bunlar Abbasîlerdeki Bermekî vezir ailesi örneğinde olduğu gibi
birbiri ardına görev almamışlardır. Bu vezir aileleri daha çok Barthold’un da
değindiği gibi; bir vezirin düşüşünden sonra iktidar makamı çoğunlukla
hasmının eline geçer ve birçok yıl sonra oğlu bu makama geçebilirdi[939].
Sâmânîler Devleti’nin son dönemlerinde sıkça yapılan vezir tayinlerine
parelel olarak devletin idarî sisteminin de bozulduğu görülmektedir. Zira
vezir, idarî bürokrasinin başkanıydı. Bozulan idarî yapının beraberinde
getirdiği olumsuzluklar, Sâmânîler Devleti’ni bekleyen sonun gelişimini
hızlandırmıştır.
2) Naib
Merkezde hükümdarın yokluğunda, onun yetkilerini kullanarak idareyi
üstlenen kişidir. Bu göreve getirilen kimse geçici olarak hükümdarın yerine
tayin ve aziller yapıp, orduya kumanda etmekle yükümlüydü. Ancak, önemli
konularda hükümdarı haberdar ederdi.
301/914 senesinde Ahmed b. İsmail’in öldürülmesini takip eden olaylar
sırasında naib Muhammed b. Ahmed derhal Buhara’da yönetimi ele alarak,
asi gulâmların (memlukların) İshak b. Ahmed adına şehri ele geçirmesini
engellemişti. Buhara’daki askerî birlikleri organize ederek asileri bertaraf
eden Muhammed b. Ahmed, öldürülen hükümdarın oğlu Nasr’ın tahta
çıkmasını sağlamıştır[940].
Yine II. Nasr, 317/930 senesinde Horasan’da meydana gelen olaylar
nedeniyle buraya hareket etmeden önce Buhara’da Ebu’l-Abbas el-Gûsec
(Köse)’i yerine naib olarak bırakmıştı. Hükümdarın merkezden ayrılmasını
fırsat bilen şehirdeki muhalifleri, kardeşlerini hapiste tutuldukları
kuhendizden çıkararak, bunlardan Ebû Zekeriyya Yahya’ya biat etmişlerdi.
Naibinin çıkan olayları bertaraf etmekte yetersiz kalması üzerine II. Nasr
süratle Buhara’ya geri dönerek durumu yeniden lehine çevirmeyi
başarmıştı[941].
Diğer taraftan Sâmânîler döneminde valilerin de yerlerine naib tayin
ettikleri görülmektedir. Bunlardan biri Emîr Bektaş adına 351/962 - 352/963
senelerinde Semerkand’ı idare eden Ebû Salih Ahmed b. Abdülaziz b.
Muhammed b. Merzban b. Türkeş el-Merzbanî’dir[942]. Horasan valisi
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş, Buhara’da bulunduğu sırada en büyük
rakibi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin oğlu Ebû Ali el-Simcûrî’yi Nisabur
naipliğine getirmişti[943].
235/849-850 senesinde vefat eden Semerkandlı alimlerden Ebu’l-Hasan Ali
b. Ali b. Hakim b. Zaid el-Saidî el-Semerkan-dî’nin cenaze namazını, o
sırada Katrandize üzerine sefere çıkmış olan I. Nasr ’ın yerine Semerkand’da
yerine halife (vekil, naib) olarak bıraktığı el-Hasan b. Hilkam kıldırmıştı[944].
3) Vali
Valiler hükümdar tarafından bir bölgenin yada bir şehrin idaresiyle
görevlendirilmiş kişilerdir. Bunlar yönetimini üstlendikleri yerin idarî, malî
ve askerî işleriyle ilgilenirlerdi. Genellikle asker kökenli kimseler vali tayin
edilirdi. Bu nedenle valilerin, bağlı bulundukları idarenin zayıflaması
durumunda bağımsızlığını kazanmak için başkaldırmaları sıkça rastlanan bir
olaydı. Abbasîlerin zayıflamasından sonra Horasan, Mısır ve Kuzey
Afrika’da ortaya çıkan devletler bunun en güzel örneğidir. Ancak bu devletler
dinî otorite olarak Abbasîleri tanımaya devam etmişlerdir. Abbasîlerin
bunların üzerindeki nüfuzu dinî liderliğin yanında başa geçen kişilerin
hükümdarlığını tasdik etmekten öteye gidememiştir.
Sâmânî ailesinin Maveraünnehir’de cereyan eden siyasî olaylara karıştıkları
dönemlere geri dönüldüğünde ; Esed b. Sâmân-hûdat’ın oğullarına Rafi b. el-
Leys isyanını (190-194/805-810) bastırılmasındaki yardımlarından ötürü
Semerkand, Şaş, Fergana ve Herat valiliklerinin verildiğini görürüz. Daha
sonra, Mavera-ünnehir’deki iktidarlarını güçlendiren Sâmânîler, Abbasî
halifesi el-Mutemid’in 227/841-842’de I. Nasr’a gönderdiği fermanla bir
devlet vasfı kazanmışlardı. Bununla birlikte, Sâmânîler yukarıda hükümdar
bahsinde de anlatıldığı gibi kendilerini Abbasîlerin valisi (emîri, amili) olarak
isimlendirmeye devam etmişlerdir. Ancak bu tamamıyla sembolik bir
hareketti.
Sâmânîler Devleti, hakim olduğu sahalar göz önüne alındığında biri
Maveraünnehir ve diğeri Horasan olmak üzere iki ana parçadan oluşmuştu.
Başkent Buhara aynı zamanda Maveraün-nehir’in merkeziydi. Devletin
Horasan kısmı ise Nisabur’da oturan ve merkezden atanan sipehsalar (ordu
kumandanı) ünvanlı valiler tarafından idare edilirdi. Sâmânîler tarihi boyunca
devletin dış siyasetinin şekillendiği ana yön batı olmuştu. Burada,
Sâmânîlerin Horasan’daki topraklarına komşu devletlerle yapılan
mücadeleler Horasan valilerinin eliyle yürütülürdü. Bu nedenle Horasan
valileri çok geniş yetkilerle donatılmıştı. Bu yetkiler arasında orduya
kumanda etmek, tayin ve aziller yapmak, vergi memurları (amiller) tayin
etmek, dış devletlerle barış yapmak vardı. Horasan’da basılan paralarda
hükümdar ve halifeden sonra valilerin adları geçerdi. Nitekim, II. Mansur
adına Horasan’da bastırılan 387/997 tarihli paranın üzerinde II. Mansur ve
halifenin adının yanında Horasan valisi Begtüzün’ün adı da
bulunmaktadır[945]. Ayrıca merkezdeki idarî teşkilatın küçük bir örneği de
Nisabur’da oluşturulmuştu. Horasan valilerinin görevleri arasında bölgenin
imarıyla ilgilenmek de yer alıyordu. Ebû Ali b. Muhtac 340/952’de ikinci kez
bu göreve getirildiğinde önce Merv’e giderek boş ve harebe durumda
bulunan Harizm’in yeniden imar ve iskanı tamamlanıncaya kadar burada
kalmıştı[946]. Horasan valileri hükümdar tarafından gönderilen menşur ile bu
göreve getirilirdi. Menşurun yanında hil’at giydirilip değerli hediyeler
verilirdi. Diğer taraftan Sâmânî hükümdarları tarafından bazı Horasan
valilerine ünvanlar da verilmiştir. Örneğin, II. Nuh tahta çıktığı sırada
Horasan valiliği görevini sürdürmekte olan Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin
merkeze karşı bağlılığını artırmak için ona Nasırüddevle ünvanını
vermişti[947]. Ebu’l-Hasan’dan sonra bu göreve getirilen Ebu’l-Abbas Taş’a
Hüsamüddevle[948], 384/994’de asi Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî’nin
Herat savaşında mağlup edilmesinden sonra yine II. Nuh tarafından Horasan
valisi tayin edilen müstakbel Gazne hükümdarı Mahmud’a Seyfüddevle[949]
ünvanı verilmişti. II. Mansur devri Horasan valisi Begtüzün’ün ünvanı ise
Sinanüddevle idi[950].
Sâmânîler Devleti’nde Horasan valiliğinin ne zaman tesis edildiği ve ilk
olarak bu göreve kimin getirildiği pek açık değildir. Horasan 287/900
senesinde Saffarîlere karşı kazanılan zaferin ardından İsmail b. Ahmed
döneminde Sâmânîlerin eline geçmişti. Adı geçen hükümdar ve oğlu Ahmed
dönemlerinde Sâmânîler henüz yeni ele geçirdikleri bu bölgede
hakimiyetlerini sağlamlaştırmakla meşgul oldular. Dönemi anlatan
kaynaklarda daha sonraları Horasan’ın merkezi olacak olan Nisabur şehri ve
buranın Sâmânîler için idarî açıdan önemine dair herhangi bir malumat
yoktur. Daha sonra II. Nasr döneminin başlarında meydana gelen iç isyanlar
sırasında şehrin sürekli asilerce merkez olarak kullanıldığını görmekteyiz.
Hatta şehir 309/921-922 senesinde bir ara Deylemli kumandan Leyla b.
Numan tarafından işgal edilmişti. Dolayısıyla bu tarihe kadar geçen süre
içinde Sâmânîler Devleti’nde genel anlamda bir Horasan valiliğinden
bahsedilemez. II. Nasr içteki huzuru sağlayıp, dış meselelerle ilgilenmeye
başlaması ile Horasan valiliğinin kurulması birbiriyle yakından ilgilidir. Bu
dönemde II. Nasr, Taberistan ve Cürcan’da Seyyidler ve bunların arkasından
Ziyârîler ile mücadele etmek için bu iki eyalete yakın bir noktada idarî ve
askerî bir üs kurmak mecburiyetini hissetmişti. Bunun için en ideal yer ise,
Sâmânîlerden önce de idarî açıdan son derece önemli bir şehir olan Nisabur
idi. İşte Nisabur merkez olmak üzere Horasan valiliğinin kurulması bu ihtiyaç
ve şartlara paralel olarak ortaya çıkmıştı. Bu göreve getirilen ilk kişi, Ebû
Bekr Muhammed b. Muzaffer b. el-Muhtac’dır[951]. Onun 327/939’da
hastalığı nedeniyle görevinden çekilmesiyle yerine oğlu Ebû Ali b. Muhtac
getirilmişti. Horasan valiliğine yapılan bu ikinci atama, görevin babadan
oğula geçmesi gibi bir geleneği de beraberinde getirmişti. Böylece, Horasan
valiliği, Sâmânîler tarihi içinde de önemli rol oynayan Muhtacoğulları gibi
kumandan ailelerinin elinde kalmasına neden olmuştur. Nitekim, Ebu’l-
Hasan el-Simcûrî’nin ölümünden sonra oğlu Ebû Ali el-Simcûrî irsen bu
göreve getirilmişti[952]. Ancak her zaman oğul babasından sonra göreve
getirilmezdi. Kimi zamanda yapılan diğer atamaların ardından, belli bir süre
sonra Horasan valisi tayin edilirlerdi.
Muhtacoğulları ve Simcûrîler, elde ettikleri geniş selahiyetler neticesinde
zamanla güçlenerek bağımsızlık için merkezi idareye başkaldırmaktan
çekinmemişlerdir. Ebû Ali b. Muhtac ve Ebû Ali el-Simcûrî isyanları bunun
en güzel örnekleridir.
Sâmânîlerin, Horasan valiliğinin dışında yaptıkları vali tayin ve azillerinde
çok önemli bir farklılığın olduğu göze çarpmaktadır. Devletin ilk
dönemlerinde özellikle İsmail b. Ahmed ve Ahmed b. İsmail, önemli valilik
görevlerini, Sâmânî ailesine mensup kimselere vermeye dikkat etmişlerdir.
Nitekim her iki hükümdar döneminin Semerkand valisi İshak b. Ahmed b.
Esed idi.
Daha sonra, onun yerini Ebu’l-Muzaffer Muhammed b. Lokman b. Nasr b.
Ahmed b. Esed almıştı. Yine Ahmed b. İsmail, Sistan’ın hakimiyet altına
alınması üzerine buraya Semerkand valisi olan amcasının oğlu Mansur’u vali
tayin etmişti. Ancak daha sonraki dönemlerde bu uygulamaya pek de dikkat
edilmemiştir.
4) Sâhibü’l-Şurta (Sâhibü’l-Me‘unet)
Ortaçağda bugünkü polis ve jandarmanın görevleri, şurtalar tarafından
yerine getirilirdi. Bunlar şehirdeki inzibat ve asayişi sağlamanın yanında,
bulundukları şehrin muhafazasından da sorumlu idiler. Bu teşkilatın başına
Sâhib el-şurta denirdi. Daha sonra bunlara şıhne denilecektir. Sâhibü’l-
şurtalar askerî sınıfa mensup kişiler arasından seçilirdi. Bu görev özellikle
Abbasîlerin zayıflamasından sonra büyük önem kazanmıştı. Tahirîlerin,
Büveyhîlerin ve daha sonra Selçukluların Bağdat şıhneleri, Abbasî halifeleri
üzerinde büyük nüfuza sahipti. Sâmânîler döneminde Horasan’ın her şehrinde
bir sahibü’l-me’ûnet bulunurdu[953].
II. Nasr’ın saltanatının başlarında Hüseyin b. Ali’nin 306/918 senesinde
çıkardığı isyan sırasında, Buhara sahibü’l-şurtası Muhammed b. Hayd da
isyancı komutana katılmıştı. Sâmânî hükümdarı tarafından özel bir görevle
Nisabur’a gönderilen bu zat, izinsiz olarak yeniden Buhara’ya dönmek
istemişti. II. Nasr tarafından uyarılan Muhammed b. Hayd, yolda yönünü
değiştirerek Herat’da bulunan Hüseyin b. Ali’ye katılmıştı. Hüseyin b.
Ali’nin mağlup edilmesinden sonra Merv’de yakalanan sabık Buhara
sahibü’l-şurtasının mallarına el konmuş ve kendisi de Harizm’e sürgüne
gönderilmiştir[954].
I. Nuh’un Buhara şıhnesi Muhammed b. Togan Hâcib, Ebû Ali b. Muhtac
isyanı sırasında, Sâmânî başkentine giren asi Horasan valisi ile işbirliği
yapmıştı. Ancak, daha sonra yeniden duruma hakim olan ve Buhara’yı ele
geçiren I. Nuh, Muhammed b. Togan Hâcib ve oğullarını idam ettirmiştir[955].
İsmail b. Ahmed, ağabeyi Nasr döneminde Buhara valisi iken şehir
civarında yol kesip, haydutluk yapan bazı kimselere karşı Buhara sahibü’l-
şurtası Hüseyin b. Â’la’yı görevlendirmişti. Hüseyin b. Â’la, soyluların da
yardımıyla bunları cezalandırmıştı[956]. Yine, İsmail b. Ahmed 260/874’de
Buhara’da göreve başlamasından hemen sonra ağabeyinden izinsiz olarak
Semerkand’a gittiğinde, onun emriyle Semerkand sahibü’l-şurtası tarafından
karşılanmış ve onun Semerkand kalesindeki konutunda ikamete mecbur
edilmişti[957].
Sâmânîler devri Semerkand valilerinden el-Abbas b. Mahmud b.
Abdurrahman’ın (ö.321/933) babası Semerkand’da sahibü’l-şurta görevinde
bulunmuştu[958]. Yine Gavz b. Muhammed el-Halkamî adlı şahıs da
Semerkand’da aynı görevi icra etmişti. Bu zat, aynı zamanda İshak b.
Ahmed’in şehirdeki naibi idi[959].
5) Muhtesib
İslam devletlerinde belediye işlerini tanzim eden, sosyal ve ticarî düzenin
sağlanmasında önemli rol oynayan görevlidir. Daha çok din adamları
arasından seçilen muhtesibler, el-emr bi’l-ma’ruf ve’l-nehy ani’l-münker
(iyilikleri tavsiye ve kötülüklerden men etmek) ile görevliydiler. Muhtesibler,
sanat erbabı, halk ve esnafın şeriat ve örfe uygun hareket edip etmediklerini
kontrol eder, pazar ve çarşılarda satılan malların ve eşyaların kalite
kontrolünü, ölçü ve tartı aletlerinin doğru olup olmadığını denetlerlerdi.
Ayrıca görevli oldukları şehre yiyecek temini, çarşıların, yolların, sokakların,
camî ve medreselerin bakım ve imar işleriyle de ilgilenirlerdi. Sâmânîlerde
bu işlerin genel yönetimi ve muhtesiblerin atanmasıyla ilgilenen bir Muhtesib
Dîvânı mevcuttu[960].
el-Hakim Ebû Nasr Mansur b. Muhammed b. Ahmed b. Harb, Sâmânîler
döneminde uzun süre Buhara muhtesibliği görevinde bulunmuş ve 381/991-
992 senesinde vefat etmiştir[961]. Yine el-Fakîh Ebû Hafs Ahmed b. Ahd b.
Hamdan el-Ebrehinî adlı zat da Buhara halkından olup, Sâmânîler zamanında
muhtesiblik görevinde bulunmuştu[962].
6) Amil
Devlet adına vergi toplamakla görevli memurdur. Amiller toplanacak
verginin miktarı, taksimi ve tahsilinden sorumlu idiler. Toplanan vergiden
belli oranda pay alırlardı. Bazı önemli bölgeler dışında diğer yerlerdeki amil
atamaları, o bölgenin valisinin veya emîrinin tekelinde idi.
Örneğin, Ahmed b. Tolun Mısır’da yönetimi ele aldığı sırada, bölgenin
malî işlerinden sorumlu görevlisi halife tarafından bu göreve Ahmed b. el-
Müdebbir idi[963]. Amil ünvanı zaman zaman bir şehrin veya bölgenin valisi
için de kullanılırdı. Selçuklularda, amillik vergi tahsildarlığının yanında,
genel anlamda devlet memurluğunu ifade ediyordu[964]. Sâmânîler de ise,
genelde vergi memurları için kullanılmıştır.
Amiller, Sâmânîler Devleti tarihi boyunca sıkça tesadüf ettiğimiz iç
isyanlar sırasında başlıca hedef durumundaydı. Nitekim, Hüsamüddevle
Ebu’l-Abbas Taş tarafından Nisabur naibliğine getirilen Ebû Ali el-Simcûrî,
ona karşı harekete geçtiğinde ilk olarak Hüsamüddevle’nin amillerini
tutuklatıp, mallarını müsadere etmişti[965].
Yine, Horasan’da isyan eden Ebu’l-Kasım el-Simcûrî, kendisine katılan
Ebû Nasr b. Mahmud el-Hâcib ile birlikte ilk olarak bölgedeki amillerin
mallarını müsadere etme yoluna gitmişlerdi[966].
Diğer taraftan amillerin vergi toplarken kimi zaman aşırıya kaçıp,
suistimalde bulundukları da olurdu. Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî’nin bu
iş ile görevlendirdiği el-Nesefî adlı şahıs yaptığı zulüm ve müsadereler
nedeniyle halk tarafından Ebû Ali’ye şikayet edilmişti. Bunun üzerine el-
Nesefî’nin malları müsadere edilmiş ve kendisi de öldürülmüştü[967].
7) Reis
Reisler, bulundukları şehrin ileri gelen ve itibarlı aileleri arasından seçilirdi.
Bunlar bir sanat veya meslek grubunun lideri oldukları gibi şehirdeki mahalli
idareyi temsil etmekteydiler. Sâmânîler döneminde idarî görevdeki reislerin
kimler tarafından tayin edildiği açık değildir. Ancak, bu atamanın hükümdar
ya da Horasan valileri tarafından yapılması muhtemeldir. Reisler şehirdeki
milis kuvvetlerine (el-ahdas) de komuta ederlerdi. Sâmânîlerin son
dönemlerinde Horasan’daki Serahs şehrinin reisi Puser-i Fakîh adlı bir
kişiydi. Bu zat, 392/1002’de Gazne ordusu önünden çekilen son Sâmânî
hükümdarı İsmail el-Muntasır’ı iyi karşılayarak para ve mal yardımında
bulunmuştu[968].
Ahmed b. İsmail’in öldürülmesinden sonra Buhara’da gelişen olaylarda,
şehirdeki meslek gruplarının reislerinin (şeyh), ve bunlar arasında da özellikle
silah imalatçılarının reisi Ebû Yakub İshak b. İbrahim’in önemli rol
oynadığını görüyoruz[969]. Nisabur’da ise, bu görev Mikaili ailesinin
elindeydi. Ebu’l-Abbas el-Mikaili de bunlardan biriydi[970]. Yine aynı aileden
Ebû Muhammed Abdullah b. İsmail el-Mikaili[971] bu görevde bulunmuş bir
başka aile üyesidir. Mikaili ailesi, reislik görevlerinin yanında alim ve şair
yönleriyle tanınıyorlardı.
8) Elçiler
Halifeye, civar hükümdarlara ve tabilere gönderilen elçilerin devlet içi ve
devletler arası ilişkilerde önemli bir yeri vardı. Sâmânîler döneminde elçilik
sürekli bir memuriyet değildi. Elçiler, gidilecek yer ve vazifenin gereğine
göre kalem ehlinden yada kılıç erbabından seçilirlerdi. Nitekim, devlete karşı
isyan eden Ebû Ali el-Simcûrî ve Fâik el-Hâssa, II. Nuh ve müttefiki
Sebüktegin karşısında aldıkları birbiri ardına mağlubiyetlerden sonra,
bağışlanmak için II. Nuh’a elçiler göndermişlerdi. Ebû Ali el-Simcûrî, Ebu’l-
Hüseyin Muhammed b. Kesir’i, Fâik el-Hâssa ise Abdur-rahman b. Ahmed
el-Fakîh’i bu işle görevlendirmişlerdi[972]. Görüldüğü gibi her iki elçi de
kalem ehlindendi. Ebû Ali ve Fâik, onların bu konumlarını da kullanarak,
Sâmânî hükümdarını affa razı edeceklerini umuyorlardı. Ancak II. Nuh,
Fâik’in elçisini tutuklatıp, Ebû Ali’nin elçisine ikramda bulunarak, onu
bağışladığını göstermişti.
Yine Ebû Ali el-Simcûrî, Karahanlıların çekilmesinden sonra, yardım
çağrılarına cevap vermediği Sâmânî hükümdarından af dilemek için değerli
hediyeler hazırlamıştı. Bunları tatlı dilli ve ikna kabiliyeti olan bir elçiyle II.
Nuh’a göndermeyi tasarlamıştı[973]. Burada da bir elçide bulunması gereken
özellikler yani elçinin hitabeti bilen ve ikna kabiliyeti olan biri olması
şartlarını buluyoruz. Yine elçiler gittikleri hükümdar ve devletin siyasî
nabzını tutar ve istihbarat çalışmaları yaparlardı. Elçilerin hakarete uğraması
veya öldürülmesi savaş sebebi sayılırdı. Örneğin; Herat Savaşı öncesinde Ebû
Ali el-Simcûrî’nin barış isteği Sebüktegin’in de çabalarıyla II. Nuh tarafından
kabul edilmişti. Ancak, Ebû Ali’nin ordusundan bir grup askerin
Sebüktegin’in affın şartlarını bildirmek üzere gönderdiği elçiye hakaret
etmeleri durumu tersine çevirmişti. Neticede yapılan savaş Ebû Ali’nin
mağlubiyetiyle sonuçlanmıştı[974].
Kalem ehline göre karşımıza daha az çıkan kılıç erbabı elçiler daha çok
askerî yardım istemek için gönderilirlerdi. Horasan valisi Hüsamüddevle
Ebu’l-Abbas Taş 376/986 senesinde devlete karşı isyan etmişti. Bu teşebbüsü
başarısızlığa uğrayınca kumandanlarından Ebû Said el-Şebîbî’yi Cibal
Büveyhî hükümdarı Fahrüddevle’ye elçi göndererek yardım istemişti[975]. Bir
diğer Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî de, Sâmânîler ve onların yardımına
gelen Gazne hakimi Sebüktegin karşısında 384/994 tarihinde uğradığı Herat
yenilgisinin sonrasında Ebû Nasr el-Hâcib adlı adamını Fahrüddevle ve onun
veziri Sahib b. Abbad’a göndererek yardım istemişti[976].
Sâmânîlerle, şeklen de olsa bağlı oldukları Abbasî hilafeti arasında her
hükümdarın tahta geçişinden sonra elçilik heyetleri gidip gelirdi. Bağdat’dan
gelen elçiler, yeni Sâmânî hükümdarına halife tarafından gönderilen menşur,
hil’at, sancak ile birlikte diğer hediyeleri sunarlardı. Aynı şekilde Sâmânî
hükümdarı da buna mukabele de bulunurdu. Ancak elçilerin gelip-
gidişlerinde gerçekleştirilen seromoni konusunda II. Nasr devrinde Çin’den
gelen elçilik heyetinin karşılanması sırasında yapılan tören sayesinde bilgi
sahibi olabiliyoruz. 327/939 senesinde gerçekleşen bu ziyaret sırasında
Buhara şehri, Sâmânîlerin güç ve azametini göstermek üzere baştan başa
ipekler ve taklarla süslenmişti. Şehirdeki her meydanda 200 ile 1000 kadar
adamın başında ayyarlar yer almışlardı. Muhtemelen Rigistan Meydanında
hükümdar için hazırlanmış olan mücevherlerle süslü tahta giden yol üzerinde
II. Nasr’ın hâcibleri, süslü kaftanlarını giymiş bir şekilde 1.000’er gulâmın
başında bekliyorlardı. Bunların önünde ise, her biri altın kılıçlı ve altın
kemerli 10’ar gulâm bulunuyordu. Hâciblerin ardından silahlı bir şekilde
yolun iki tarafına dizilmiş 100’er şeyh (lonca başkanı) yer alıyordu. Daha
sonra yine yolun iki tarafına dizilmiş vahşi hayvan eğitmenleri bulunuyordu.
Çin elçilik heyeti bütün bunların arasından geçerek Sâmânî hükümdarının
huzuruna gelmişler ve Çin hükümdarının mektubunu sunmuşlardı. Yapılan
seromoninin sonrasında elçilik heyeti, kırk gün boyunca Dârü’l-rusul
(Elçilerin ikametine ayrılmış ev)’da kaldılar. Bunun sonrasında yeniden II.
Nasr’ın huzuruna çıkarak, onun Çin hükümdarına yazdığı cevabî mektubunu
alarak ülkelerine geri döndüler[977].
Yine, İbn Fazlan’ın bir elçilik heyetiyle birlikte Bulgar ülkesine yaptığı
yolculuk sırasında elçilik heyetinin, Buhara’da Sâmânî hükümdarı II. Nasr ile
görüşmesine dair muhtasar malumat vardır. Buna göre ; Abbasî halifesi
tarafından Bulgar hükümdarına gönderilen elçilik heyeti, Buhara’ya ulaşınca
ilk olarak vezir el-Ceyhanî tarafından karşılanmışlardı. el-Ceyhanî, onların
hükümdarın huzuruna çıkmaları için izin aldı. Heyet, II. Nasr’ın huzuruna
çıkınca ona emîrlik selamı verdiler. II. Nasr, onlara halifenin nasıl olduğunu
ve sağlığını sordu. Elçiler de, halifenin iyi olduğunu söyleyerek, onların
Sâmânî topraklarında rahatça yolculuk etmelerinin teminini emreden
mektubunu II. Nasr’a verdiler. Daha sonra halifenin diğer isteklerini de
ilettiler[978]. İbn Fazlan’ın, Sâmânî hükümdarının huzuruna çıkmaları ile ilgili
verdiği malumat bunlarla sınırlıdır.
Sâmânîler döneminde elçilerle ilgili bazı ilginç olaylar da yaşanmıştır.
Bunlardan belki de en dikkat çekici olanı II. Mansur’un, Gazne hakimi
Seyfüddevle Mahmud tarafından gönderilen Ebû İshak el-Hamûlî’yi,
kendisine vezir tayin etmesidir[979]. Mah-mud’un, Sâmânî hükümdarından
Horasan valiliğinin yeniden kendisine verilmesini rica için Buhara’ya
gönderdiği bu zat, II. Mansur’un ısrarları karşısında görevini unutarak vezaret
makamına geçmeyi kabul etmişti. Ancak bu durum, Sâmânîler ile Gazneliler
arasındaki iyi ilişkilerin kopmasına ve hatta iki taraf arasında bir savaşa
neden olmuştu.

B) Sâmânîler Devletinde Dîvânlar


Yukarıda Sâmânîler Devleti idarî teşkilatı içinde görev alan memurlardan
bahsedildi. Şimdi ise, bunların bağlı oldukları dîvânlar (devlet daireleri)
hakkında bilgi vermeye çalışacağız. Bilindiği gibi devletin dördüncü
hükümdarı II. Nasr dönemi (914-943) Sâmânîler için zirveyi temsil
etmektedir. Siyasî açıdan sınırların genişlemesinin yanında bu dönem sosyal
ve kültürel olarak da devletin altın çağını temsil etmektedir. Yine aynı dönem
içinde idarî yönden de bir dîvân teşkilatı oluşturulmuştur. Bu dîvânların
meydana getirilmesinde II. Nasr’ın veziri el-Ceyhanî’nin de büyük gayretleri
olmuştur. el-Ceyhanî, diğer İslam devletlerindeki örneklerini inceleyerek,
Sâmânîler Devleti için en uygun dîvân sistemini oluşturmaya çalışmıştır[980].
Sâmânîler dönemi tarihçilerinden Nerşahî, Târih-i Buhara adlı eserinde
Buhara’da Sâmânîlere ait sarayların anlatıldığı bölümde, II. Nasr’ın Rigistan
meydanında yaptırdığı sarayın karşısında, her bir dîvân için ayrı bir bina inşâ
ettirildiğini yazar. Bu dîvânları şöyle sıralar; Vezir Dîvânı, Müstevfî Dîvânı,
Dîvân-ı Amid-i Sultan, Sâhibü’l-Şurta Dîvânı, Sâhibü’l-Müeyyed Dîvânı,
Dîvân-ı Şerif, Dîvân-ı Memleketü’l-Hass, Muhtesib Dîvânı, Evkaf Dîvânı,
Kaza Dîvânı[981].... Bununla birlikte dönemi anlatan diğer kaynaklarda
Nerşahî’nin adını vermediği bazı dîvânlar ile ilgili kayıtlara rastlamak
mümkündür. Nitekim, Sâmânîlerin son dönemlerinde yaşamış ve uzun bir
süre dîvânlarda göre almış olan el-Harizmî, bunların yanısıra Dîvânü’l-Ma‘
(Su Dîvânı) ve Dîvânü’l-Müsadere’den bahsetmektedir. Şimdi bu dîvânlar
hakkında bilgi vermeye çalışacağız.
1) Vezir Dîvânı
Diğer bütün İslam devletlerinde olduğu gibi Sâmânîler Devleti’nde de vezir
idarî teşkilatın başıydı. Vezirin devlet işlerini yürüttüğü kendisine mahsus bir
dîvânı mevcuttu. Vezirin konumu göz önüne alındığında bu dîvânın diğerleri
üzerinde yer aldığını söyleyebiliriz. Vezir, belirli zamanlarda bütün dîvân
reislerini dîvânında toplayarak devlet meselelerini görüşürdü.
Bu dîvândan vezirin imzasıyla çıkan fermanlar, hükümdarın fermanlarından
sonra en geçerli belgelerdi. Hükümdarın yaptığı tayin ve azillerin dışında
gerekli gördüğünde vezir de tayin ve aziller yapabilirdi. Örneğin II. Nuh’un
veziri el-Müzenî, Simcûrîler ile Horasan Valisi Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas
Taş arasında çıkması muhtemel bir mücadeleyi önlemek için tarafları
birbirlerinden uzaklaştırmaya gayret ediyordu. Bu amaçla, Horasan’daki
karışıklıkları fırsat bilerek Sistan’daki görevini bırakarak Horasan’a dönen
Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’ye ortamı daha da gerginleştirmemesini ve kendi
iktası olan Kuhistan’a çekilmesini emreden bir mektup göndermişti. Ayrıca,
Sistan’da yeniden patlak veren olayları bastırmak üzere oğlu Ebû Ali’yi bu
bölgeye göndermesini söylüyor, bunları yaptığı takdirde Badgis ve Genc-i
Rüstak’ın da, onun iktalarına dahil edileceğini bildiriyordu[982].
Vezir Dîvânı’nda mektup ve evrakları kaleme alan katipler mevcuttu.
Gaznelilerde ve Selçuklularda da aynı dîvânın olduğu ve hatta zaman zaman
Selçuklularda, Dîvânü’l-Riyase ve’l-vezare (Reislik ve Vezirlik Dîvânı)
olarak isimlendirildiği bilinmektedir[983].
2) Evkaf Dîvânı
Sâmânîler döneminde, Maveraünnehir’deki sosyal yaşantıya etki eden en
büyük olgulardan biri de rıbatlar (kervansaraylar) ve vakıflardı. Sınır bölgesi
(suğur) ve ticaret yolları üzerinde bulunması nedeniyle Maveraünnehir’de
büyük bir sosyal canlılık hakimdi. Çeşitli İslam ülkelerinden savaşçılar, gayri
müslimlere karşı gaza etmek maksadıyla buralara akın ederlerdi. Sâmânî
hükümdarları ve bölge halkının ileri gelenleri bunların ve tüccarların
faydalanabilmesi için rıbatlar ve çeşitli vakıflar tesis etmişlerdi. Vakıfların
idaresi Evkaf Dîvânı’nın tekelinde toplanmıştı. Bu dîvân, Sâmânî toprakları
dahilindeki tüm vakıfları denetleyerek bunların yöneticilerini tayin ederlerdi.
Evkaf Dîvânı’nın idaresi ilim ehlinden bir kişiye verilirdi. Ancak kaynaklar,
Sâmânîler döneminde bu dîvânın başındaki kişiler konusunda sessiz
kalmaktadır. Bununla birlikte Abbasîlerde ve diğer İslam devletlerinde bütün
vakıf işlerinin idaresinin kadılara devredildiği bilinmektedir[984]. Dolayısıyla
Sâmânîler döneminde de, vakıfların idaresinin kadıların yada ilmiyye sınıfına
mensup başka bir kişinin elinde olduğu söylenebilir. Nitekim, Sâmânîler
dönemi hadis alimlerinden Ebu’l-Kasım Abdülaziz b. Abdullah b.
Muhammed b. Abdülaziz el-Darekî (ö.375), Nisabur’da ders verdiği sırada
Ebû Amr el-Haffaf’ın vakıflarının idaresini de üstlenmişti[985].
Bütün vakıflar içinde özellikle rıbatlar (kervansaraylar) sosyal hayatın en
canlı yaşandığı yerlerdi. X. asır coğrafyacılarından İbn Havkal,
Maveraünnehir’deki rıbatların sayısını 10.000 olarak verir. Rıbatlarda
konaklayan kimselere durumuna göre yemek verilir, hayvanlarının yem
ihtiyaçları giderilirdi[986].
Rıbatlar aynı zamanda birer askerî karakol vazifesini görmekteydi. İbn
Havkal, konuyla ilgili şu bilgileri vermektedir; “Maveraünnehir halkı
zenginliklerini, mallarını bu rıbatlara, yolların imarına, cihad yoluna tahsis
edilen vakıflara harcamaktan çekinmezlerdi. Bölgede yolculuk edenlerin
susuzluk çekmemeleri için belli mesafelerle buzlu sebil suları konulmuş ve
çeşmeler yaptırılmıştı. Semer-kand’da dış surlar da dahil olmak üzere şehrin
surlarında 2.000’den fazla çeşme, su dolu bakır küpler, duvarlara
yerleştirilmiş küplerde buzlu sebil suları bulunmaktaydı”[987]. Nerşahî,
Buhara’ya bağlı Nur kasabasında bir çok rıbatın bulunduğunu
söylemektedir[988]. Yine bir tüccarlar şehri olan Bey-kend’de 1.000 kadar
rıbat mevcuttu[989].
Sâmânî hükümdarlarından İsmail b. Ahmed, Buhara’ya bağlı Şarğ (Şariğ)
köyünü satın alarak gelirini, Buhara’nın Semerkand kapısı tarafında şehrin iç
tarafında yaptırdığı rıbatın bakım ve onarımına vakfetmişti[990]. Bundan
başka, Buhara kalesinin bitişiğindeki Daştek adlı yeri 10.000 dirheme satın
alarak gelirini Büyük Cami’nin bakım ve diğer giderleri için tahsis
etmişti[991]. Hükümdarlar gibi devlet adamları ve komutanlar da çeşitli hayır
işlerinde bulunurlardı. İsmail b. Ahmed, Ahmed b. İsmail ve II. Nasr
dönemlerinin ünlü komutanlarından Karategin el-İsficâbî, İsficâb’da kendi
adıyla bilinen bir rıbat yatırmış ve ölümünden sonra da burada defnedilmişti.
Karategin, bu rıbatın yanında fakirlere yemek dağıtılması için geliri aylık
7.000 dirhem olan bir çarşı inşa ettirmişti[992].
Semerkand’da Ra’s el-Tâk denilen yerde bulunan kanalın tamir ve bakımı
için etrafında vakfedilmiş akarları vardı. Vakıf şartlarına göre, bu kanalı
koruyan ve bakımını üstlenen mecûsîlerden cizye vergisi alınmazdı[993].
Yine Semerkand’da bağlı Şavzar’da ikamet eden Hıristiyanların da
kendilerine ait vakıfları mevcuttu[994].
Diğer taraftan askerî amaçlı vakıfların varlığına da tesadüf edilmektedir.
Sâmânî hükümdarlarının gözde mekanlarından biri olan Cûy-i Muliyân’da,
İsmail b. Ahmed kasırlar ve bahçeler inşa ettirmiş ve bunların gelirini de
gulâmlarının masrafları için vakfetmişti. Bu nedenle de Cûy-i Mûliyân,
zaman içinde Cûy-i Mevâliyân olarak anılmaya başlanmıştı[995].
3) Müstevfî Dîvânı
Sâmânîler Devleti’nde bütün malî işlerin sorumluluğu Müstevfî Dîvânı’na
aitti. Bu dîvân, Abbasîlerdeki Dîvân el-Harâc ile Selçuklulardaki Dîvân el-
İstifa’nın karşılığı durumundaydı. Devletin gelir ve giderlerinin
hesaplanması, vergilerin tahsil edilmesi ve diğer malî konular Müstevfî
Dîvânı’nın yetki sınırları dahilindeydi. Dîvân, adından da anlaşılacağı gibi
Müstevfî ünvanlı bir kimse tarafından yönetilirdi. Müstevfî’nin emrinde
amiller, hasibler ve katipler çalışırdı. Bu görevliler vergilerin takdiri, tahsili
ve defterlere işlenmesi, vergilerin dışında devlet hazinesine giren gelirlerin ve
yapılan harcamaların defterlere kaydedilmesinden sorumlu idiler.
Sâmânîlerin son dönem vezirlerinden bir olan el-Müzenî, daha önce Müstevfî
Dîvânı’nın başkanlığını yapmıştı[996]. Ebû Ali el-Hasan b. Muhammed el-
Hasib el-Semerkandî, I. Nasr’ın hasiblerinden biriydi[997]. Müstevfî Dîvânı
yaygınlık ve işlevsellik açısından devletin en önemli dîvânlarından biriydi.
Zira her bölge ve şehirde vergilerin toplanması işini yürütmek üzere
buralarda, merkezdeki dîvânın küçük bir kopyası bulunurdu. Müstevfî
Dîvânı’nda tutulan maaş ödemeleri ve diğer konularla ilgili defterlerin eski
asılları, düsturları ve ruznâmeleri vardı[998]. Bu defterlere vergiye tabi
arazilerin durumları (ölçüleri) ve buralardan ne kadar vergi alınacağı ve vergi
mükelleflerinin isimleri kaydolunurdu. Vergiler genellikle yılda iki defa
toplanırdı. Ancak savaş zamanları gibi özel durumlarda bütün verginin bir
kerede toplandığı olurdu. Toplanan vergiler öncelikle, o bölgedeki
ihtiyaçların karşılanmasında kullanılır, kalan meblağ ise merkeze
gönderilirdi.
Kendilerinden önceki Emevîlere nispeten daha merkeziyetçi bir politika
takip eden Abbasîler bunu malî konulara da yansıtmışlardı. Fakat aynı durum
teşkilatlanma olarak kendilerine Abbasîleri örnek alan Sâmânîler için söz
konusu değildir. Abbasîlerin siyasî ve malî açıdan önemli bölgelerde idarî ve
malî yönetimleri birbirlerinden ayrı tutmaya bilhassa dikkat etmişlerdir. Bu
gibi yerlerdeki malî dîvânlar ve bunların yöneticileri doğrudan merkeze karşı
sorumlu idiler. Konuyla alakalı olarak Mısır örneğinden yukarıda amil
bölümünde bahsedildi. Sâmânîlere baktığımızda ise, bu işin daha çok
valilerin eline bırakıldığını görürüz. Ancak, böyle bir uygulamanın bazı
olumsuzlukları da beraberinde getirmesi kaçınılmazdı.
İsmail b. Ahmed döneminin Rey valisi olan Pars el-Kebir, İsmail’den sonra
başa geçen Ahmed b. İsmail ile arasının açık olmasından ötürü toplanan
vergilerle birlikte maiyetini de yanına alarak Bağdat’a kaçmıştı[999]. Yine,
Ahmed b. İsmail’in 297/910 senesinde Taberistan valiliğine tayin ettiği
Selam adlı gulâmının vergileri aşırı yükseltmesi bölge halkının isyanına
sebep olmuştu[1000]. Sâmânîlerin Kerminiyye de dahil olmak üzere Buhara
cevresinden aldığı haraç 1.168.566 dirhem ve 5.5 daneklik bir rakama tekabül
etmekteydi. Ancak bu verginin çeşitli nedenlerden ötürü alınmadığı yada
defterden düşüldügü de olurdu. Nitekim, bazı köy ve çiftliklerin sular altında
kalmasından ötürü, bu bölge üzerindeki harâç vergisi kaldırılmış ve zararı
telafi etmek üzere Alevîler ve fakihlerin ellerindeki topraklara vergi
konmuştu. Ayrıca bazı çiftlikler de hükümdarın giderlerine tahsis edildiği için
harâç defterlerinden kayıtları silinmişti. Zaman içinde Kerminiy-ye’nin
aharacı Buhara’dan ayrı alınmaya başlanmışt[1001].
Zaman zaman toplanan vergilerin merkeze gönderilmediği de olurdu. Öyle
ki, II. Nuh, vergileri kendisi adına toplamaya başlayan Horasan valisi Ebû Ali
el-Simcûrî’den bazı vergilerin Dîvân-ı Hâss’a bırakılmasını istemişti. Ancak,
devlete karşı isyan etme hazırlıkları yapan Ebû Ali el-Simcûrî, hükümdarın
isteğini “Horasan’da sayısız maiyet ve haşem toplanmıştır. Alınan vergiler
bunların maaşlarını karşılamaya yetmemektedir. Bu nedenle de, daha başka
yerlerin de kendi iktasına katılması gerektiğini” söyleyerek geri
çevirmişti[1002].
Burada Müstevfî Dîvânı ve işleyişinden bahsedilmeye çalışıldı. Vergi
çeşitleri ve devletin diğer gelirlerinden ise Vergiler ve Devlet Gelirleri
bölümünde bahsedilecektir.
4) Amîdülmülk Dîvânı (Resâil Dîvânı)
İslam devletlerinde iç ve dış yazışmaların yapıldığı, tayin ve aziller için
menşurların kaleme alındığı devlet dairesi Resâil Dîvânı yada İnşâ Dîvânı
olarak isimlendirilmekteydi[1003]. Devlet bürokrasisinin merkezi
durumundaki bu dîvânın temelleri Emevîler döneminde atılmıştı. Abbasîler
döneminde gelişimini sürdüren Resâil Dîvânı, sonraki dönemlerde de
gelişimini devam ettirmiştir. Bu süreklilik içinde bürokratik evrakların
kaleme alınması bir sanat halini almıştı. Bunlar arasında II. Mervan’ın Dîvân
el-Resâil başkanı Abdülhamid el-Katib, Büveyhîlerin Dîvân el-Resâil
başkanlarından Sahib b. Abbad, İbn el-Amid, Salahaddin el-Eyyûbî’nin
Dîvân el-İnşâ başkanı el-Kadıl Fadıl, İmadeddin el-Katib el-İsfahanî,
Harizmşahların Dîvân el-İnşâ reisi Reşideddin Vatvat gibi bu konuda büyük
ün kazanmış kişiler yetişmişti. Yine yazılan inşâ örneklerini içeren çeşitli
mecmua ve kitaplar derlenmişti. Bunun ilk örneklerine daha Sâmânîler
döneminde rastlamak mümkündür. Abdurrahman b. Ali el-Yezdâdi, Ziyarî
hükümdarı Kabus b. Veşmgir’in mektuplarını içeren Kemalü’l-belağa adlı bir
kitap meydana getirmişti[1004].
Sâmânîler dönemine baktığımızda ise, bu dîvân karşımıza Amîdülmülk
Dîvânı olarak çıkmaktadır[1005]. Bunun yanında Resâil Dîvânı ve İnşâ Dîvânı
adlarının da kullanıldığını görmekteyiz[1006]. Amîdülmülk Dîvânına Hâce
Amîd ünvanlı bir kimse başkanlık etmekteydi. Bu unvan dîvânın adındaki
değişikliğe parelel olarak Ebu’l-Fazl el-Beyhakî’de Sâhib-i Dîvân el-Resâil
olarak verilmektedir[1007]. Başkanın emrinde halifeler (yardımcılar) ve
katipler çalışırdı. Sâmânîler döneminin en büyük inşâ ustası olan Ebu’l-
Kasım Ali b. Muhammed el-İskâfî, önceleri Horasan valisi Ebû Ali b.
Muhtac’ın Resâil Dîvânı’nın başkanı olarak çalışmıştı. Ebû Ali’nin
Sâmânîlere isyan etmesinden sonra gelişen olaylar sırasında esir edilerek
Buhara’ya getirilmişti. Dönemin hükümdarı I. Nuh tarafından bağışlanan el-
İskâfî, inşâ sanatındaki mahareti de göz önüne alınarak Resâil Dîvânı başkanı
Ebû Abdullah’ın halifeliğine yardımcılığına daha sonra bu zatın ölümü
üzerine Resâil Dîvânı başkanı olmuştu[1008]. Ebu’l-Feth Ahmed b.
Muhammed b. Yusuf el-Katib, Sâmânîlerin son dönemlerinde Resâil
Dîvânı’nda görev almış, Buğra Han’ın Buhara’yı işgalinden sonra da Resâil
Dîvânı’nın başına getirilmişti[1009]. Yine, Ebû Ali el-Zevzenî el-Katib de
uzun süre Sâmânîlerin Resâil Dîvânı’nda çalışmıştı[1010].
Resâil Dîvânına başkanlık eden kişilerin devletin idarî yapısı içerisinde çok
önemli bir yeri vardı. Zira Resâil Dîvânı’na başkanlık eden kimselerin bu
görevlerinin akabinde vezirliğe tayin edildiğini görmekteyiz. II. Nuh dönemi
vezirlerinden Ebû Ali Muhammed b. İsa el-Damganî’yi[1011] ve Ebû Nasr b.
Ebî Zeyd’i[1012] buna örnek verebiliriz. Öte yandan Resâil Dîvânı başkanları
görevleri icabı hükümdar ile çok yakın ilişki içindeydi. II. Nasr döneminde
Resâil Dîvânı’nın başında bulunan Ebû Tayyib el-Mus’abî, vezir Ebû
Muhammed el-Ceyhanî ile birlikte hükümdarın aldığı kararlarda etkili
olabilmekteydi[1013]. el-Mus’abî, çok iyi inşâ yazan, kalemi akıcı ve iyi bir
hatip idi. Arapça ve Farsça’yı da çok iyi bilirdi[1014]. Görüldüğü gibi burada
el-Mus’abî’nin şahsında Resâil Dîvânı’na başkanlık edecek kimselerde
aranan ve olması gereken özellikler de aktarılmıştır.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Sâmânîler döneminin en büyük inşâ ustası
şüphesiz Ebu’l-Kasım Ali b. Muhammed el-İskâfî’dir. Bu zat dönemin
kaynaklarında, “Horasan’ın dili, kitabet ve belagat konusunda devrinin en
ileri gelen kişisi” olarak tasvir edilmektedir[1015]. I. Nuh döneminde Resâil
Dîvânı’nın başına geçen el-İskâfî, I. Abdülmelik’in saltanatının ilk yıllarında
da görevini sürdürmüştür. Daha sonra azledilen el-İskafî, bunu müteakip kısa
bir süre sonra vefat etmiştir[1016].
5) Berîd Dîvânı
İslam devlet teşkilatında posta işlerinin düzenlenip, yürütülmesi, iç
istihbarat ve buradan elde edilen bilgilerin merkeze ulaştırılması Berîd
Dîvânı’nın sorumluluğunda idi. Özellikle bu sonuncu görev, devletin kendi iç
bünyesindeki güven ve istikrarın sağlanması açısından son derece önemliydi.
Nitekim, Nizamülmülk eserinde bunun gerekliliğine işaret etmektedir[1017].
Buna parelel olarak, Berîd Dîvânı da, Müstevfî Dîvânı gibi yaygın bir
teşkilatlanmaya sahipti. Sâmânîler dönemi coğrafyacılarından İbn Havkal
eserinde, Horasan bölgesini anlatırken, burada kadı, şıhne, bündar (katip) ve
berîd amilinin bulunmadığı hiçbir yerin olmadığını belirtir[1018]. Buralardaki
berîd amilleri bulundukları yerlerde meydana gelen olayları düzenli bir
şekilde merkeze rapor ederlerdi. Son olarak dîvâna başkanlık eden sâhibü’l-
berîd tarafından toplanan bu raporlar hükümdara sunulurdu.
Fuat Köprülü, Sâmânîler devrinde yazıldığı tahmin edilen anonim bir
eserden naklen, Sâhibü’l-Berîd’in vazife ve sahip olması gereken
özelliklerinden şöyle bahseder “Davaları dinleyip, hükmetmekle görevli
olduğu için dinî meseleleri iyi bilen, zahid, müttaki, alim ve fakîh olması, her
şeyi layıkıyla araştırması, doğru sözlü, iyi huylu ve herkesin hayrını isteyici
olması, hadiseleri arz ederken etraflıca düşünmesi gerekir.” Köprülü, naklin
sonrasında verdiği yorumda ise, berîd teşkilatının başındaki kişilerin adlî
işlere değil, istihbarat işlerine bakmasının da göz önünde bulundurulduğunda
verilen metnin izahının güç olduğunu belirtmektedir. Ancak, Köprülü’ye göre
meseleye mecazî açıdan bakıldığında durum aydınlığa kavuşmaktadır. Zira,
insanlar hakkında jurnal ve kanaatleri hükümdara sunmakla görevli olan bir
kişinin bu bakımdan tetkik ettiği evrağa göre hüküm veren bir yargıç olduğu
düşünülebilir. Nitekim, yukarıda nakledilen metnin son kısımları da, burada
anlatılan özelliklerin Sâhibü’l-Berîd’e ait olduğunu açıkça
göstermektedir[1019]. Verilen metin ve berîd amillerinin görevleri göz önüne
alındığında Köprülü’nün bu konudaki açıklamaları son derece yerinde ve
kabul edilebilir gözükmektedir.
Ahmed b. İsmail’in öldürülmesiyle sonuçlanan olaylar zincirinin başında
berîd amillerinin varlığı ile ilgili bir örneğe de rastlıyoruz. Buna göre;
Deylemli emîrlerden bir olan Dünbavend Dağı[1020] hakimi İbn Karin,
Ahmed b. İsmail’in yanına gelmişti. Ancak, aradan uzun bir süre geçmesine
rağmen hükümdarla görüşmeye muvaffak olamamıştı. Daha sonra
hükümdarın katibi Ebu’l-Hasan’a 6.000 dinar rüşvet vererek hükümdarın
huzuruna çıkabilmişti. İyi bir şekilde karşılanan İbn Karin, buna rağmen
Ebu’l-Hasan’ın davranışı nedeniyle geri dönmek için izin istemiş ve dönüş
yolculuğu sırasında Merv’e gelen İbn Karin, valinin sarayında ikamet etmişti.
Vali, Sâmânî hükümdarını nasıl bulduğunu sorduğunda İbn Karin “onunla
görüşmek için kendisinden 6.000 dinar alındığını” söylemişti. Vali, parayı
kimin aldığını sorunca “Ebu’l-Hasan el-Katib” cevabını vermişti. Bunun
üzerine Merv şehrinin Berîd amili, İbn Karin’den habersiz durumu Ahmed b.
İsmail’e bildirmişti. Bu sayede durumu öğrenen Sâmânî hükümdarı, Ebu’l-
Hasan el-Katib’e kızarak İbn Karin’in yeniden yanına gönderilmesini
emretmişti[1021].
Kaynaklarda, Sâmânîler zamanında Berîd amilliği görevinde bulunmuş
çeşitli kişilerin adları yer almaktadır. Bunlardan Ebû Muhammed Abdullah b.
Osman el-Vasıkî, Buhara’daki ikameti sırasında Buhara sınırları içindeki bir
yerin berîd amilliğine tayin edilmişti[1022]. Yine, Ebû Muhammed el-Hasan b.
Ali b. Matran Şaş’da berîd amilliği yapmıştı[1023]. Ebû Muhammed Adiyy b.
Muhammed el-Cürcanî, Buhara’da berîd amili mutasarrıfı idi[1024]. Halef b.
Şehid b. el-Hasan b. Haşim el-Nesefî, 320/932 senesinde Semerkand’da
Berîd amilliği görevinde bulunmuştu[1025]. Bu konudaki en dikkat çekici
örneklerden biri ise vezir Ebû Ali el-Bel’âmî tarafından Horasan beldelerinin
berîd amilliğine tayin olunan Ebû Nasr el-Zarifî el-Ebiverdî’dir[1026]. Burada
iki önemli husus göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki, el-Ebiverdî’nin Sâmânî
veziri tarafından bu göreve atanmasıdır. İkinci dikkat edilmesi gereken konu
ise, daha önce bahsettiğimiz Sâmânîler Devleti’nin Maveraünnehir ve
Horasan olmak üzere iki ana idarî bölgeye bölünmesi prensibinin, Berîd
Dîvânı’na da yansımış olmasıdır. Dolayısıyla bundan, Horasan şehirlerinde
bulunan berîd amillerinin Horasan’ın genelinden sorumlu bir berîd
yöneticisine, onunda merkezdeki ana Berîd Dîvânı’na bağlı olduğu sonucu
çıkmaktadır. Horasan’dan sorumlu bu görevli muhtemelen Nisabur’da ikamet
etmekteydi.
Berîd Dîvânı’nın diğer bir aslî görevi de posta işlerinin yürütülmesiydi. Bu
maksatla ana yollara belli aralıklarla posta istasyonları inşa edilirdi. Nitekim
Abbasîlerin ilk dönemlerinde ana yollar üzerinde yaklaşık her 12 veya 24
km.’de bir posta istasyonu kurulmuştu[1027]. Posta istasyonlarında at ve deve
gibi hızlı binek hayvanları bulundurulurdu. Görevli postacı veya ulak yolu
üzerindeki herhangi bir istasyonda yorulmuş olan bineğini, hazırda bekletilen
bir diğeri ile değiştirerek yoluna devam ederdi. Sâmânîler döneminde bu
istasyonların hangi yollar üzerinde bulunduğuna dair kaynaklarda herhangi
bir malumat yoktur. Ancak, berîd teşkilatına çok büyük önem veren
Abbasîlerin ilk dönemlerinde Çin’e kadar uzanan iki büyük berîd yolu
mevcuttu. Bunlardan ilki, Bağdat’dan başlıyor, Hulvan, Hemedan, Rey,
Nisabur, Merv, Buhara ve Semerkand’dan geçerek Çin’e uzanıyordu.
Merv’de ayrılan ikinci yol ise, Horasan’ın içinden geçerek Merverrûd ve
Talikan’a, oradan da Ceyhun nehri üzerinden Fergana’ya ulaşıyordu[1028].
Sâmânîlerin de, bu yolun hakimiyetleri altında kalan bölümünü daha da
geliştirerek kullanmış olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Diğer taraftan İbn Havkal verdiği bilgilerden, Sâmânîler Devleti’nde berîd
amillerinin aldıkları maaşlar hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Müellif,
Sâmânîlerin devlet kademelerinde çalışan amil, kadı, şıhne, berîd amili gibi
memurlara aynı maaşın verildiğini ve bunlardan birinin diğerinden fazla maaş
almadığını yazmaktadır. Horasan ve Maveraünnehir’deki berîd amillerinin
yirmiliklerini (maaşlarını) bir liste halinde vererek buna örnek gösterir. Bu
listeye göre berîd amilleri; Erbencan, Hocende, Zemm, Badgis, Tûs, Talikan,
Kuhistan, Çağaniyan, İştihan, Keşaniyye, İlak, Büst, Kişş, Genc-i Rüstak,
Bağ, Merverrûd, Bûsenc, Tirmiz, Şuman ve Sermenci’de 300 dirhem,
Semerkand’ta 750 dirhem, Uşrusana, Cüzcan ve Gürgenc (Cürcaniyye)’te
600 dirhem, Huttel, Amul ve Firebr’de 400 dirhem, Şaş’da 700 dirhem,
Fergana, Herat, Harizm, Belh ve amilliklerinde 1.000 dirhem, Kubadiyan’a
200 dirhem ve Nisabur’da 3.000 dirhem maaş almaktaydı[1029]. Bu rakamlar
yukarıda saydığımız görevliler için de geçerliydi.
6) Dîvânu Memleketi’l-Hâss
Sâmânî hükümdarı ve ailesinin masraflarını karşılamak için ayrılmış olan
toprakların kontrolü Dîvânü Memleketi’l-Hâss’ın[1030] elindeydi. Aynı dîvân,
el-Harizmî’de, Dîvânü’l-ziyâ‘ ve’l-nafakât olarak geçmektedir[1031].
Barthold’un da işaret ettiği gibi, bu dîvân Sâmânîler döneminde vekildâr’ın
emrinde çalışmaktaydı[1032].
Dîvânü memleketü’l-hâss (Dîvânü ziyâ‘ ve’l-nafakât), Abbasîler devrinde
Zıyâ‘ Dîvânı ve Nafakât Dîvânı olmak üzere iki ayrı dîvân halindeydi. Halife
Mehdî zamanında harâc toplama usulünü mukâsameye[1033]
dönüştürmeleriyle birlikte Dîvânü’l-zıyâ‘ ortaya çıkmıştı. Bu dîvân savafî
denen devlet arazîlerinden şahıslara ikta edilen ve ta’ma olarak verilen
arazilerin öşrünü hesaplamak ve toplamakla yükümlüydü. Hükümdarların ve
halifelerinin ziyâ‘ dîvânlarından başka vezirlerin, valilerin ve dîvân
reislerinin de ziyâ‘ dîvânları olduğu bilinmektedir. Abbasî vezirlerinden İbn
Furat’ın Dîvânü’l-zıyâ‘i’l-Furatiyye buna bir örnek teşkil etmektedir[1034].
Nafakât Dîvânı ise, devletin merkezindeki masraf hesaplarını araştırır ve bu
konuda raporlar hazırlardı. Bu nedenle diğer bütün dîvânlarla bağlantısı
mevcuttu. Nafakât Dîvânı, Abbasî idarî teşkilatlanmasındaki varlığını
Emîrü’l-ümeralığın ortaya çıkışına kadar sürdürmüştür[1035]. Burada, Nafakât
Dîvânı’nın görevleriyle, Sâmânî saray teşkilatı içinde bahsettiğimiz ve
Dîvân-ı Hâss’ın yönetimini elinde bulunduran vekildârın görev ve
sorumlulukları arasındaki benzerlik açıkça görülmektedir.
İsmail b. Ahmed, Buhara’ya bağlı Barkad köyünü satın alarak topraklarının
gelirinin 1/3’lük kısmını ailesi için ayırmıştı[1036]. Bunun dışında Sâmânî
ailesinin masrafları için ayrılmış topraklar hakkında kaynaklarda fazla bir
malumat yoktur. Yukarıda, Kerminiyye civarındaki bazı toprakların
hükümdarın harcamaları için tahsis edildiğinden bahsedildi[1037] Ancak, 992
senesinde devlete isyan hazırlığı içinde bulunan Horasan Valisi Ebû Ali el-
Simcûrî’nin, bölgedeki bütün vergi gelirlerine el koyduğu zaman II. Nuh bir
mektup göndererek bazı yerlerin gelirinin Dîvânü Memleketi’l-Hâss’a
bırakılmasını istemişti[1038]. Buradan da anlaşılacağı üzere Maveraünnehir’in
dışında, Horasan’da da bazı toprakların geliri bu dîvâna bırakılmaktaydı.
Ancak, bunların nerelerde olduğu belli değildir.
7) Sâhibü’l-Şurta Dîvânı
Nerşahî’nin eserinde, Rigistan meydanında olduğunu aktardığı dîvânlardan
biri de Sâhibü’l-Şurta Dîvânı’dır. Yukarıda, şurta ve görevlerinden
bahsedildi. Nerşahî, bu dîvânın adını zikretmesine rağmen işleyişi konusunda
bilgi vermez. Sâhibü’l-Şurta Dîvânı ve işleyişi hakkında diğer kaynaklarda da
bilgi yoktur. Barthold’a göre ise; Sâhibü’l-Şurat Dîvânı, Abbasîlerin Türk
Ordusu Dîvânı’na (Dîvânü Ceyşi’l-Etrak) benzemektedir. Müellif ayrıca,
ârız’ın da bu dîvânın görevlilerinden biri olduğu ve Sâhibü’l-Şurta’nın emri
altında çalıştığını yazar. Ancak, kaynaklarda Barthold’un görüşünü destekler
mahiyette bir bilgi yer almaz. Yine, Sâhibü’l-Şurta Dîvânı ile Abbasîlerdeki
Dîvânü Ceyşi’l-Etrak ile bağlantı kurmasına rağmen[1039], Abbasîlerde de bir
Şurta Dîvânı’nın varolduğunu göz ardı etmektedir[1040]. Dolayısıyla,
Sâhibü’l-Şurta Dîvânı’nın Barthold’un görüşlerinin aksine ülke genelinde
yaygın bir teşkilatlanmaya sahip olan[1041], şurta memurlarının tayin ve
azillerinden sorumlu olan ve bunların işleriyle ilgilenen bir devlet dairesi
olduğunu kabul etmek daha doğru olacaktır. Başında ise, Sâhibü’l-Şurta adlı
bir görevli bulunmaktadır. Bu kişiler de, görevleri icabı kılıç erbabı kişiler
arasından seçilmekteydi. Şurta memurları sanıkları yakalayıp sorguya çekme
ve suçu sabit olanlar hakkında verilen cezayı infaz yetkisine sahipti[1042]. Bu
nedenle de, kadılarla ortak hareket ederlerdi. Maaşları konusunda yukarıda
Berîd Dîvânı bahsinde bilgi verilmişti.
8) Muhtesib Dîvânı
Muhtesib ve görevleri hakkında yukarıda bilgi verilmişti. Muhtesib Dîvânı
da, bu görevi yerine getiren kişilerin meseleleriyle ilgilenen, bunların tayin ve
azillerinin yapıldığı divandı. Başında ise ilim ehlinde bir kimse yer alırdı.
Ancak, kaynaklarda bu dîvân ve işleyişi hakkında bir bilgi bulunmaması
nedeniyle Muhtesib Dîvânı hakkında fazla bir şey söylemek mümkün
olmamaktadır.
9) Müşrif Dîvânı
Müşrif Dîvânı, muhtemelen saray idaresine ayrılan paraları ve saray
harcamalarının kontrolünden sorumlu idi. Müşrif ünvanlı bir kişi tarafından
idare edilen dîvânın diğer bir önemli görevi de, ağırlıklı olarak mali ve idarî
konular olmak üzere diğer konularda müfettişlik yapmaktı[1043]. Ancak,
Muhtesib Dîvânı’nda olduğu gibi bu dîvânın Sâmânîler dönemindeki işleyişi
hakkında fazla bir bilgi bulunmamaktadır.
10) Kudât Dîvânı
Bu dîvân hakkında Sâmânîler Dönemi Adlî Teşkilatı adlı bölümde Mezâlim
dîvânı ile birlikte bilgi verilecektir
11) Su Dîvânı (Dîvânü’l-Ma‘)
Maveraünnehir ağırlıklı olmak üzere Sâmânî topraklarındaki tarımsal
faaliyetler büyük ölçüde sulama kanallarının varlığına dayanıyordu. Bölgede
Ceyhun ve Seyhun nehirlerinden sularını alan çok gelişmiş bir kanal sistemi
mevcuttu. Bu kanallar şehirlerin içlerine kadar uzanabilmekteydi. Ancak,
kanalların kullanımı konusunda bölge halkı arasında zaman zaman görüş
ayrılıkları ve kavgalar yaşanıyordu. Fıkıh kitaplarında da konuyla ilgili
herhangi bir hüküm bulunuyordu.
Bu nedenle Tahirîlerden Abdullah b. Tahir, Horasan’daki fakîhleri ve
Irak’dan davet ettiği bazı fakîhleri bir araya getirerek suların paylaşımı
konusunda kanunlar yaptırdı. Kitâbü’l-kuniy (Kanallar Kitabı) olarak bilinen
bir kitapta toplanan bu kanunlar Sâmânîler dönemi ve sonrasında da
geçerliğini korumuştur[1044]. Diğer taraftan buna ilave olarak Sâmânîler bir
Su Dîvânı teşkil etmişlerdir.
Bu dîvânda, kanallardan yararlanan kimselerin verecekleri vergiler
hesaplanır ve mükelleflerin isimleri defterlere kaydedilirdi. Her mükellefin
kanaldan hangi sınırlar çerçevesinde faydalanabileceği bu defterlerde
belirtilirdi. Buna darrakat yada mezrakat denirdi. Ayrıca, kanalların
bakımıyla uğraşan ve bunların üzerinde gemi işleten kişilere de müfriga[1045]
denilmekteydi[1046].
12) Müsadere Dîvânı
Sâmânîlerde varlığından haberdar olduğumuz bir diğer devlet dairesi ise
Müsadere Dîvânı’dır. Müsadere gelirleri devlete karşı suç işleyen kişilerin
mallarına ve servetlerine el koyulmak suretiyle elde edilirdi. Yine,
Sâmânîlerin son dönemlerinde, kumandanlar arasındaki nüfuz mücadeleleri
sırasında da tarafların öncelikli hedeflerinden biri de vergi amilleri olmuş ve
yakalanan amillerin malları müsadere edilmiştir.
I. Nuh devrinde, Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac’ın 334/946 senesinde
çıkardığı isyandan, adı geçen hükümdarın döneminin olaylarının anlatımı
sırasında tafsilatlı bir şekilde bahsedildi. Bu isyanın devam ettiği sırada iki
tarafın karşı karşıya geldiği ve Ebû Ali’nin mağlubiyetiyle sonuçlanan Curcik
savaşından sonra asi valinin yakın adamlarından bir çoğu esir edilmişti.
Bunlardan Semerkand sınırında yakalanan Ali b. Ahmed b. Abdullah ile
Nahşeb’de yakalanan Ahmed b. Hüseyin el-Utbî, Buhara’ya getirilmişler ve
burada her ikisinin malları müsadere edilmişti[1047]. II. Nuh döneminde,
Horasan valiliği görevini yürüten Ebû Ali el-Simcûrî, el-Nesefî adlı bir kişiyi
Horasan eyaletinin vergisini toplamakla görevlendirmişti. el-Nesefî, görevi
sırasında yetkilerini aşarak zulüm ve müsadereye başvurması üzerine Ebû Ali
el-Simcûrî tarafından tutuklanmıştı. Daha sonra malları müsadere edilen el-
Nesefî, işkenceyle öldürülmüştür[1048].
Müsadere ile ilgili bu gibi uygulâmalara şahit olduğumuz Sâmânîler
Devleti’nde, müsadere edilen malların kayıtlarının tutulduğu bir dîvânın
olması da son derece doğaldır.
III) Sâmâniler Dönemi Adli Teşkilatı

A) Kudât Dîvânı

Nerşahî ’nin Târih-i Buhara adlı eserinde Sâmânîler Devleti’nde mevcut


dîvânlar ile alakalı verdiği bilgiler, bu devlette Kudât Dîvânı’nın varlığı
konusunda elimizdeki yegane bilgi durumundadır. Bununla birlikte kaynaklar
ve özellikle de tabakat kitaplarında Sâmânîler döneminde Horasan ve
Maveraünnehir’de kadılık yapmış kişiler hakkında kısa bilgiler yer
almaktadır[1049]. Ancak, kimlerin hangi şartlar dahilinde Kudât Dîvânına
başkanlık ettiğine dair fazla bir bilgi yoktur.
Abbasîler ve diğer İslam devletlerine baktığımızda ise, Kudât Dîvânı’nın
başında Kâdı’l-Kudât ünvanını taşıyan Başkadı’nın olduğunu görmekteyiz.
Abbasî halifesi Harun el-Reşid zamanında ortaya çıkan bu müessesenin
başına getirilen ilk kişi Ebû Yusuf olmuştur[1050]. Kâdı’l-kudât’ın görevi ise,
kadıların tayin ve azilleriyle ilgilenmekti. Nizamülmülk, Sâmânîler
dönemindeki batınî hareketini aktardığı bölüm içinde Ebû Ahmed adlı
Buhara kadısını, Kâdı’l-kudât olarak anlatmıştır[1051]. Bu elimizdeki yegane
örnektir. Sâmânîlerin çağdaşı olan Büveyhîler’de de Ebu’l-Hasan el-Cürcanî
uzun süre Rey Kâdı’l-kudâtlığı görevinde bulunduğunu biliyoruz[1052].
Diğer taraftan kadı tayin edilecek bir kişide aranan şartlar, bütün İslam
devletlerinde kabul görmüş benzer kaidelerdi. Buna göre kadı; ilmî bakımdan
gerekli bilgi ve içtihada sahip, insanlar arasındaki husumet ve kavgalardan
uzak duran, paraya ve mala karşı tamahkâr olmayan bir kimse olmalıydı.
Kadıların hüküm verirken hangi mezhebin içtihadına göre hareket edecekleri
ve görev aldıkları bölgenin halkının hangi mezhebe bağlı olduğu da önemli
bir mesele idi. Diğer İslam devletlerindeki uygulamalara bakıldığında zaman
içinde dört mezhebe göre karar veren ayrı kadılar tayin edildiği
görülmektedir. Kendileri Hanefî mezhebinden olan Sâmânîler ise, genelde
Hanefîleri bu göreve getirmekle birlikte Şafiîlerden de kadılar tayin
etmişlerdi. Zaman zaman kadı tayinleri ile politikanın iç içe girdiğine de şahit
olmaktayız. Bu en açık şekilde Nisabur örneğinde karşımıza çıkmaktadır.
Sâmânîlerin ikinci başşehri niteliğindeki Nisabur, Hanefîlerle Şafiîlerin bir
arada yaşadıkları bir şehirdi. Sâmânîlerin 287/900 senesinden sonra şehre
hakim olmalarıyla birlikte Hanefî mezhebinden olan kimseleri kadı tayin
etmeye özen göstermişlerdi. Ancak, Simcûrî ailesinin Horasan valiliği ve
sipehsalarlık görevini dolayısıyla Nisabur’un idaresini ele almalarıyla birlikte
durum değişmeye başlamıştı. Bu ailenin üyelerinden biri olan Ebû Ali el-
Simcûrî’nin Sâmânî idaresinden ayrılmak için gösterdiği gayret ve
faaliyetlerinden yukarıda siyasî tarih kısmında bahsedildi. İşte bunun politik
bir yansıması olarak Simcûrîler şehirdeki Şafiîlerin desteğini sağlamaya ve
onları kendi saflarına çekmeye bilhassa önem vermişlerdi. Bu çerçevede Ebû
Bekr Ahmed el-Hirî el-Hareşî adlı Şafiî bir alimi Nisabur kadısı tayin
etmişlerdi. Yeniden, Hanefî bir kadı’nın Nisabur’da göreve getirilmesi ise,
ancak Sâmânîlerin, Ebû Ali el-Simcûrî’ye baskı ve telkinleri sonucu
gerçekleşebilmiş ve Ebû Â’la Said b. Muhammed bu göreve
getirilmiştir[1053].
I. Nuh’un (943-954) ilk veziri ünlü Hanefî alimi Ebu’l-Fazl Muhammed el-
Sülemî daha önce uzun süre Buhara kadılığı görevinde bulunmuş ve görevi
sırasında dürüstlüğü adaletiyle ün yapmıştı[1054].
Sâmânîler döneminde kadıların adlî görevlerini nasıl yerine getirdikleri,
yardımcıları ve aslî görevleri dışında hangi işlerde görev aldıkları konusunda
kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Yalnız şurta memurları görevleri gereği
kadılara yardımcı olmaktaydılar. Diğer taraftan II. Nasr döneminde
Buhara’daki Cuma Cami’inin ani bir şekilde çökmesinden sonra kaynakta adı
belirtilmeyen bir kadının bu göreve nezaret ettiği aktarılmaktadır[1055]. Yine,
vakıfların yönetiminde görev aldıklarından daha önce bahsedildi.

B) Mezâlim Dîvânı
Bir çeşit yüksek mahkeme niteliğindeki mezâlim mahkemesinde vali, vergi
amili, kadı ve diğer devlet görevlilerinin işledikleri suçlar ve halkın bunlar
hakkındaki şikayetleri karara bağlanırdı. Bu dîvâna bizzat Sâmânî hükümdarı,
onun olmadığı zamanlarda ise, Sâmânî ailesinin başka bir ferdi ya da yüksek
rütbeli bir devlet görevlisi başkanlık ederdi.
Nizamülmülk tarafından örnek bir hükümdar olarak tasvir edilen İsmail b.
Ahmed, kardeşi Semerkand valisi İshak ile birlikte Semerkand’ta kurulan
Mezâlim Dîvânına başkanlık etmişti[1056]. el-Sem’ânî, İshak b. Ahmed’in
Buhara’da mezâlime oturduğunu aktarmaktadır[1057]. Sâmânîlerin, Horasan
valilerinden Muhammed b. Abdürrezzak da bu şekilde Mezâlim Dîvânına
başkanlık yapmıştı[1058].
Mezâlim Dîvânı haftanın belirli günlerinde toplanarak yapılan şikayetleri
karara bağlardı. Muhtemelen, Sâmânîlerin merkezi Buhara’da da durum aynı
idi. Ancak, kaynaklarda konuyla alakalı bir bilgi yoktur. Bununla birlikte,
Buhara’daki idarî teşkilatın küçük bir örneğinin oluşturulmuş olduğu
Sâmânîlerin Horasan valilerinin merkezi Nisabur’da her Pazar ve Çarşamba
günleri Horasan valisi ya da onun kethüdası (veziri, danışmanı) başkanlığında
Mezâlim Dîvânı kurulduğu dönemin ünlü coğrafyacılarından Makdisî
tarafından anlatılmaktadır. Şehrin kadısı, reisi, alimler ve ileri gelen eşraftan
kimselerin de hazır bulunduğu bu mahkemede şikayetler dinlenir, verilen
hükümler Pazartesi ve Perşembe günleri Recâ Mescidinde açıklanırdı[1059].
Hükümdar ve yüksek rütbeli devlet adamlarının dışında, ilim adamlarının
da Sâmânî toprakları içinde çeşitli şehirlerde Mezâlim Dîvânı’na başkanlık
yaptığı görülmektedir. Bunlardan biri olan Ebû Said Halil b. Ahmed b.
Muhammed el-Sicezî el-Kadı çeşitli şehirlerde kadılık yaptıktan sonra
Fergana’da mezâlim dîvânı başkanlığı yaptığı sırada vefat etmişti[1060]. Ebû
Ali el-Misbahî, Belh’de Mezâlim mahkemesine başkanlık etmişti. el-Misbahî
bu görevini sürdürürken, bir arkadaşı Belh’de yetiştirilen ve üretilen
şeylerden kendisine hediyeler göndermesini istemişti. el-Misbahî ise, ona bir
mektup ve sabun göndererek “bu sabunu gönderiyorum ki, üzerimdeki
niyetlerini temizleyesin” cevabını vermişti[1061]. Yine, Ebu’l-Rebî el-Belhî
de, Şaş’da bulunduğu süre içinde buradaki Mezâlim Dîvânına başkanlık
etmişti[1062].
IV) Askeri Teşkilat

A) Sâmânî Ordusu

Sâmânîler Devleti, döneminin en güçlü ordularından birine sahipti. İdarî


teşkilatta olduğu gibi askerî yapılanma olarak da Abbasî örneğinden
yararlanılmıştır. Bosworth’un güçlü bir makine (savaş makinası) olarak tasvir
ettiği[1063] bu orduyu, X. yy.’da bölgeyi gezmiş olan İbn Havkal şöyle
anlatmaktadır “ Başka devletlerin orduları bir yenilgi nedeniyle dağıldıkları
zaman kolay kolay toparlanamazlar. Ancak, Horasan hükümdarlarının
(Sâmânîlerin) askerleri böyle değildir. Zira bunlar, mal ve altınla satın
alınmış kölelerdir. Aralarından biri yada bir grup öldürülürse, kalabalık
olduklarından onların yerine hemen başka bir adam konur. Bir savaşta
dağılırlarsa hepsi aynı yere dönerler. Diğer İslam askerlerinde görülen
kusurlar, onlarda görülmez. Askerlerin disiplinsizliklerinde, çeşitli ülkelerin
muhafızlarında olduğu gibi, başka birliklere dağıtılmasına ihtiyaç yoktur.
Zira, bu askerler güzel bir şekilde kumanda edilirler. Kendilerinden habersiz,
durumları sürekli kontrol edilir. Yakında olanlar kadar uzak bölgelerde
olanlar da aynı denetime tabi tutulur. Bir askere nerede olursa olsun,
yararlılık gösterince mükafatı geciktirilmez, suç işlerse sorguya çekilir. Hata
veya günah işlerse cezalandırılır[1064]”
Dönemin yazarları tarafından bu şekilde tasvir edilen Sâmânî ordusunun
tamamına yakını Türk unsurundan meydana geliyordu. 371/982 tarihinde
Cürcan önlerindeki savaşta ordunun merkezinde yer alan Harizmli okçuların
dışında, orduda Türklerden başka herhangi bir etnik grubun varlığına dair
kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Nitekim, Büveyhî veziri İbnü’l-Amid,
iki taraf arasında 340/951 tarihinde İsfahan yakınlarındaki Ruzbar denilen
yerde yapılan savaşın uzaması nedeniyle tarafların yaşadığı iaşe sıkıntısını
anlatırken Sâmânî ordusu için “düşmanlarımız olan Türkler” tabirini
kullanmaktadır[1065]. el-Makdisî, Cürcan bölgesi hakkında bilgi verirken,
burasının Deylemler ve Sâmânî Türkleri tarafından sürekli olarak tahrip
edildiğinden bahsetmektedir[1066]. Buradaki Türkler tabiri de büyük ihtimalle
Sâmânî Ordusu için kullanılmış olmalıdır. Bunun tabii bir sonucu olarak
ordudaki önemli mevkiler Türk kumandanlar tarafından işgal edilmişti.
Batıdaki seferlerde orduya kumanda görevi, hükümdarın nadiren katıldığını
gördüğümüz birkaç sefer dışında, Horasan valileri tarafından
üstlenilmekteydi. Bu nedenle Horasan valileri sipehsalar ünvanını da
taşıyorlardı. Doğuda gayri müslim Türklere karşı düzenli olarak yapılan
seferler ise gönüllüler kumandanının idaresi altında yürütülürdü. İsmail b.
Ahmed’in 280/893’deki ünlü Talas seferi ile 291/903’de yine doğuya yaptığı
ikinci bir seferin dışında Sâmânîler doğuyla pek ilgilenmemişler ve bu
taraftaki askerî işleri gönüllülere bırakmışlardır. Gönüllülerin durumları ve
faaliyetlerinden aşağıda bahsedilecektir.
Sâmânî ordusundaki asker sayısı hakkında ise elimizde net bir bilgi yoktur.
I. Nasr’ın Şâvegar üzerine düzenlediği sefere iştirak eden asker sayısı
300.000 olarak verilmekte ve bu mevcudun büyük bir bölümünün de
Maveraünnehir halkından olduğu belirtilmektedir[1067]. Bu çok büyük bir
rakamdır. Ancak, aktardığımız bilginin sahibi İbn Havkal, verdiği sayının
doğruluğunu anlattığı şu olayla kuvvetlendirmektedir. Onun anlattığına göre;
Halife el-Mutasım, Abdullah b. Tahir’e bir mektup yazarak Horasan’dan ne
kadar asker çıkarılabileceğini sormuştu. Abdullah b. Tahir de, Sâmânîlerden
Nuh b. Esed’e durumu bildirerek konuyu danıştı. Nuh, yazdığı cevapta,
“Horasan ve Maveraünnehir’de 300.000 köy bulunuyor. Bunlardan her
birinden bir süvari ile bir yaya askeri çıksa halk bunların yokluğunun farkına
bile varmaz” demiştir[1068]. Yine, Saffarî hükümdarı Amr b. el-Leys,
halifeden Maveraünnehir’in idaresinin kendisine verilmesi konusunda istekte
bulunmuştu.
Onun gücü karşısında zor durumda kalan halife bu isteği kabul etmek
zorunda kalmıştı. Onun, elçilerle kendisine yolladığı hakimiyet menşuru
ulaştığında Amr “Bu nedir” diye sormuştu. Elçi “İstediğin şeydir” cevabını
verdiğinde “Ben bunu ne yapayım, 100.000 kılıç olmadan İsmail (b. Ahmed)
elindeki yerleri bana teslim etmez” cevabını vermişti[1069]. Daha sonra sonra
Maveraünnehir’e karşı harekete geçen Amr kendisine doğru ilerleyen Sâmânî
ordusu karşısında Belh’e çekilerek bir savunma savaşı vermiş ve neticede
mağlup ve esir edilmişti. Nizamülmük, bu savaş sırasında Saffarî ordusunun
70.000 kişi, Sâmânî ordusunun ise 10.000 kişi olduğunu yazmıştır[1070]. Aynı
olayları nakleden Nerşahî ise, sadece Türkistan’dan 30.000 askerin gelip
Sâmânî ordusuna katıldığını söylemektedir[1071]. Her iki müellifin birleştiği
ortak nokta ise, Sâmânî kuvvetlerinin nitelik olarak yetersiz oluşudur. Bunun
öncesinde de Sâmânî hükümdarı, Amr’ın Muhammed b. Bişr idaresinde
gönderdiği güçlü bir orduyu 20.000 kişilik bir kuvvetle baskına uğratarak
mağlup etmişti[1072]. I. Nuh döneminde 333/944 senesinde Cürcan üzerine
gönderilen Mansur b. Karategin de, 30.000 kişilik bir süvari kuvvetini idare
etmekteydi[1073]. Ahmed b. İsmail, ölümünden önce Taberistan’a yapmaya
düşündüğü sefer için Türkistan’daki birlikler de sahil olmak üzere çeşitli
bölgelerdeki güçlerini bir araya toplamıştı. Bu ordunun mevcudu ise 40.000
kişiye ulaşmıştı[1074].
Bu bilgileri değerlendirdiğimizde, her şeye rağmen 300.000 rakamının
mübalağalı olduğu aşikardır. Ancak, Şavegar seferi gayri müslim Türklere
karşı yapılmıştı. Bu nedenle de sefere önemli sayıda gönüllü katılmış
olmalıdır. Dolayısıyla da sefer sırasında Sâmânî ordusunun mevcudunun
300.000 olmasa bile yüksek bir rakama ulaşmış olduğunu düşünebiliriz.
Saffarîlerle yapılan mücadele sırasında Sâmânî ordusunun mevcudu hakkında
verilen rakamlar daha makul görünmektedir. Burada, Saffarî emîrini Belh’de
bir savunma savaşı yapmaya zorlayacak kadar çekinmesine yol açan Sâmânî
ordusunun mevcudunun Saffarî ordusuna eşit olduğu düşünülebilir. Amr b.
el-Leys’in “Mavera-ünnehir’i, İsmail b. Ahmed’in elinden almak için
100.000 kılıç gereklidir.” şeklindeki sözleri de buna işaret etmektedir. Bütün
bunların ışığında Sâmânî ordusunun genel mevcudunun 40.000 ila 60.000
kişi arasında olduğunu söylemek mümkündür. Bu rakam özellikle doğuda
gayri müslim Türkler üzerine yapılan seferler sırasında gönüllülerin
katılımıyla artmaktaydı.
Sâmânîler Devleti’nin bir asır süreyle Horasan ve Maveraün-nehir’deki
hakimiyetini sağlayan ordusu ağırlıklı olarak süvari kuvvetlerinden
oluşmaktaydı. Sâmânî ordusunda istihdam edilmiş olan yaya askerlerin sayısı
ve görevleri hakkında yeterli bilgi mevcut değilse de, bunlar muhtemelen
kale kuşatmalarında kullanılıyordu. Meydan savaşlarında ise kısıtlı hareket
imkanları sebebiyle merkezde yer alırlardı. Mansur b. Karategin’in 340/951
tarihinde Büveyhîler üzerine çıktığı sefer sırasında İsfahan yakınlarındaki
Ruzbar denilen yerde iki taraf arasında cereyan eden savaşta arazinin süvari
ve piyadenin hareketine fazla olanak tanımadığını ve bu nedenle tarafların
savaşırken zorlandıkları anlatılmaktadır[1075]. Yine, Horasan valisi
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın, Büveyhîlerle Cürcan önlerinde 371/982
senesinde yaptığı savaş esnasında, Sâmânî ordusunun merkezinde yer alan
Harizmli okçuların düşman kuvvetlerine şiddetli direnişlerinden
bahsedilmektedir[1076]. Muhtemelen bu kuvvetler de yaya olarak savaşa
katılmışlardı.
Sâmânî ordusunun savaş düzeni klasik beşli düzendi ve merkez (kalp), sağ
ve sol kanatlar şeklindeydi. Yürüyüş esnasında öncüler (mukaddime) ve
artçılar (sâka) çıkarılırdı. Sâmânî ordusunun bu düzen içindeki yerleşimini en
açık şekilde 371/982 tarihinde Cürcan önlerinde Büveyhîlere karşı yapılan
savaşta görmekteyiz.
Bu savaş sırasında Horasan ordusu kumandanı Hüsamüd-devle Ebu’l-
Abbas Taş merkezde, Fahrüddevle sağ, Faik el-Hassa ise sol kanatta yer
almıştı[1077]. Yine Sâmânîlere isyan eden Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî,
birleşik Sâmânî-Gazne ordusuyla Herat yakınlarında yaptığı savaş sırasında
kendisi merkez kuvvetlerine komuta ederken, Fâik el-Hassa sağ, kardeşi
Ebu’l-Kasım el-Simcûrî de sağ kanada kumanda ediyordu.
Karşılarında ise Sâmânî hükümdarı II. Nuh, Gazne hakimi Sebüktegin ve
oğlu Mahmud ile birlikte merkezde yer almışlardı[1078].
Savaşlarda hükümdara süvarilerden oluşan bir muhafız birliği eşlik ederdi.
336/947’de asi Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac’a karşı Buhara
yakınlarındaki Curcik denilen yerde yapılan savaşa I. Nuh bu süvari
kuvvetiyle birlikte katılmıştı. Sabahtan ikindi vaktine kadar savaş
meydanında kalan Sâmânî hükümdarı daha sonra muhafızlarıyla birlikte
Buhara’ya dönmüş, savaş diğer kumandanlar tarafından sürdürülmüştür[1079].
Türklerden müteşekkil Sâmânî ordusunun savaş sırasında çeşitli taktikler
uyguladığını görmekteyiz. Bunlardan en sık kullanılan taktik ise, merkezin
mağlup olmuş havası içinde geri çekilmesinden sonra ilerleyen düşmanın sağ
ve sol kanatlardaki süvariler tarafından çevrilerek imha edilmesiydi. 329/940
senesinde Veşmgir b. Ziyâr ve Mâkân b. Kakî’nin birleşik ordusuna karşı bu
taktiği uygulayan Sâmânî ordusu kısa sürede düşman kuvvetlerini imha
etmeyi başarmıştı[1080]. Ancak, muharebe meydanlarında aldığı başarılı
sonuçlara rağmen Sâmânî ordusu kuşatmalarda aynı başarıyı elde
edememiştir. 342/953 tarihindeki Rey seferi sırasında Büveyhî hükümdarı
Rüknüddevle’yi Taberek kalesinde kuşatan Sâmânî ordusu uzun süren
kuşatmaya rağmen herhangi bir başarı elde edememiştir. Neticede, kış
mevsimin de yaklaşması üzerine kuşatmayı kaldırarak geri çekilmek zorunda
kalmıştı[1081]. Aynı şekilde, Sâmânîlere tâbilikten vazgeçen Halef b.
Ahmed’in Sistan’da kuşatılması sırasında da buna benzer bir durumla karşı
karşıya karşıya kalınmıştı. 369/979’dan 373/983’e kadar dört sene boyunca
devam eden kuşatma sırasında Sâmânî ordusu hiçbir başarı elde edemediği
gibi savunucuların baskınları çeşitli taktikleri nedeniyle oldukça zor
durumlara düşmüş ve birçok kumandanını kaybetmiştir. Daha sonra bu işle
görevlendirilen Ebu’l-Hasan el-Simcûrî, Halef ile gizli bir anlaşma yaparak
Sâmânî askerlerinin bölgeden ayrılmalarını sağlamıştır[1082].
Kuşatmanın yanında bir diğer problem de ordunun ikmali konusunda
yaşanmaktaydı. Nitekim, Sâmânî ordusunun bazı savaşları sadece bu yüzden
kaybettiğini görmekteyiz. Yukarıda değinilen Ruzbar savaşı esnasında
muharebenin altıncı gününü doldurmasından sonra taraflar yiyecek sıkıntısı
çekmeye başlamışlardı. Savaşa katılan Büveyhî veziri İbn el-Amid’in
anlatımıyla “kendileri kadar kanaatkar olamayan Türk askerleri (Sâmânî
askerleri) komutanlarına karşı seslerini yükseltmeye ve savaş için isteksiz
davranmaya başlamışlardı[1083].
Bunun üzerine ordunun kumandanı Mansur b. Karategin yedinci günü gece
yarısı savaş meydanını terkedip Rey’e dönmek zorunda kalmıştı. I. Nuh
döneminde, devlete isyan eden Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac, Buhara’dan
ayrılmasının ardından çekildiği Çağaniyan’da Sâmânî ordusu karşısında
birbiri ardına aldığı mağlubiyetler üzerine çareyi onların zayıf ikmal hatlarını
kesmekte bulmuştu. Onun bu hareketi karşısında zor durumda kalan Sâmânî
ordusu, üstün pozisyonuna rağmen barış istemek zorunda kalmıştı[1084].
Sâmânî ordusu esas olarak şu üç ana bölümden oluşuyordu.
1) Eyalet Askerleri (İktalı Askerler)
Abbasîler, III/IX. yy’dan itibaren bozulan iktisadî dengelerin bir sonucu
olarak ekonomik açıdan güç duruma düşmüştü. Devlet hazinesi askerlerin
maaşlarını ödenmesi konusunda zorlanmaya başlamıştı.
Bu nedenle, Abbasî halifeleri askerlerin maaşlarına karşılık onlara bazı
topraklar ve gelirlerini ıkta etmek yoluna gitmişti. Ikta sistemi Büveyhîlerin
Bağdat’ı işgallerinden sonra, daha sistematik bir şekilde kullanılmaya
başlandı. Ancak, söz konusu sistem, Selçuklular dönemindeki gibi toprağa
bağlı, hukuken olmasa bile örfî olarak babadan oğula geçen, arazinin imarını
mümkün kılan, gerek halkın gerekse ikta sahibinin yararına olan gelişmiş ıkta
sisteminden farklıydı. Burada sadece, askerlerin maaşlarının ödenmesi
gayesiyle ıkta olarak verilen toprağın vergisinin, bunlara iltizam edilmesi söz
konusuydu. Verginin toplanması sırasında bazen halka karşı kötü muameleler
olabiliyordu[1085].
Aynı sistemin askerî teşkilatlanma konusunda Abbasîleri örnek alan
Sâmânîler Devleti’nde de olması son derece doğaldır. Nitekim, 327/939
senesinde Çin’den gelen elçilik heyetine karşı bir güç gösterisi yapmak
isteyen II. Nasr, heyetin geçeceği yollar üzerinde, bölgede mevcut bütün
Sâmânî askerlerinin silahlarını kuşanmış halde saf tutmalarını emretmişti.
Heyet, Kerminiye’ye yaklaştığı sırada, oldukça kalabalık bir yaya birliği
yolun kenarında tüm teçhizatını kuşanmış bir halde saf tutmuştu. Elçiler,
Sâmânî hükümdarının bu kadar çok sayıda askere nasıl sahip olduğu ve
bunları techiz etmek için gerekli parayı nasıl temin ettiğini sordular. Onlara
refakat etmekte olan gönüllüler komutanı Ebû Ahmed b. Abdülvahid, bu
soruya “Bunlar ikta sahibi askerlerdir (ashabü’l-ıkta’at). Kendilerine, aileleri
ve emrindekilerin geçimini sağlamak için bir toprak tahsis edilir. Silahlarının
ve bineklerinin masraflarını bu şekilde karşılarlar. Kalan miktar ise ticarî
amaçlar ve fakirlere sadaka vermek için kullanılır” karşılığını vermişti[1086].
II. Nuh’un veziri Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin öldürülmesinden sonra
Horasan valisi Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş ile Sistan’dan dönen Ebu’l-
Hasan el-Simcûrî arasında ortaya çıkan gerginliği gidermek isteyen yeni vezir
el-Müzenî, Ebu’l-Hasan’a bir mektup yazdı. Oğlu Ebû Ali’yi yeniden karışan
Sistan’daki durumu düzeltmesi için buraya göndermesini, kendisinin ise
Kuhistan’a gitmesini rica etti. Bunları yaptığı takdirde, Genc-i Rüstak ile
Badgis’in ıktalarına katılacağını bildirdi[1087]. Bu konuyla ilgili bir başka
örnek ise, Ebû Ali el-Simcûrî ile ilgilidir. Ebû Ali, babasının ölümünden
sonra Horasan valiliğine tayin edilmişti. Ancak, bir süre sonra merkezle olan
bağlarını koparıp, bağımsızlığını ilan etmek hususunda çalışmalara
başlamıştı. Bu gaye ile, Horasan’ın bütün vergilerini kendisi adına
topluyordu. II. Nuh’un, bu durumu düzeltmesi için yaptığı uyarıya karşılık
olarak “Bu yerde sayısız haşem toplanmıştır. Dîvâna ait vergiler, onlara
yetmiyor. Vilayetlerin kapladığı saha, onların maaşları için yeterli olmuyor.
Buhara’dan onların maaşlarının arttırılması için emir verilmesi ve Sâmânî
topraklarından bir tarafın bizim iktalarımıza dahil edilmesi gerekir” cevabını
vermişti[1088].
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş’ın, Cürcan’da çıkan bir veba salgınında
ölmesi üzerine askerlerinden bir kısmı Fahrüd-devle’nin hizmetine girmişti.
Geri kalanlar ise Horasan’a dönmüşlerdi. Yeniden Sâmânîlerin hizmetine
giren bu askerlerin adları sicil defterlerine işlenmiş ve eyalet askerlerine dahil
edilmişlerdi[1089].
2) Gulâmlar (Memluklar)
Bunlar, Sâmânî ordusunun en seçkin sınıfını meydana getiriyordu.
Abbasîlerle birlikte ortaya çıkan gulâm sistemi, esir olarak getirilen genç
yaştaki erkek kölelerin belirli bir askerî eğitimden geçirildikten sonra orduda
istihdam edilmeleri esasına dayanıyordu. İranlılardan, Slavlardan,
Zencilerden ve Berberîlerden de gulâm alınmasına rağmen bu iş için daha
çok Türkler tercih edilirdi.
Öyleki, Abbasîler zamanında Horasan ve Maveraünnehir vergisinin bir
bölümü Türk kölesi olarak ödeniyordu. Halifelerin dışında vezirler, diğer
devlet adamları ve komutanların da gulâmları bulunurdu. Özellikle el-
Mutasım bu konuya çok önem vermiş, Horasan ve Maveraünnehir’e sürekli
adamlar göndererek kendisi için Türk kölesi satın aldırmıştı. Satın alınan her
Türk kölesi için 100.000 ila 200.000 dirhem para ödeniyordu. El-Mutasım,
bu konudaki çabaları neticesinde bir rivayete göre 8.000, bir başkasına göre
18.000 gulâm toplamıştı. Yine bu dönemde Türkler için yeni başşehir
Samarra inşa ettirilmiştir[1090].
Sâmânîlerde Abbasîlerin izinden giderek gulâm asker yetiştirmişlerdir.
Ayrıca, bu dönemde batıya yapılan köle sevkiyatı devam ettirilmiştir. Sâmânî
topraklarından geçen her Türk kölesi için 70 ila 100 dirhem arasında vergi
alınırdı[1091]. Buradan elde edilen gelir, devlet hazinesinin en büyük
kaynaklarından birini teşkil ediyordu. Sâmânîlerde gulâmların yetiştirilmesi
hususunda son derece titiz davranılıyordu. Selçuklu veziri Nizamülmük’ün
eserinde aktardığı notlardan Sâmânîlerin bu konudaki hassasiyetini anlamak
mümkündür. Buna göre; köle satın alındığı zaman bir yıl süreyle atın yanında
yürüyerek hizmet ederdi. Giysi olarak da uzun beyaz bir elbise ve ayağına
sadece çorap giyebilirdi. Bu süre içerisinde ata bindiği takdirde şiddetle
cezalandırılırdı. İkinci sene, oda başı, hâcible konuşur, o da durumu
hükümdara bildirirdi. Daha sonra gulâma, ham deriden mamul bir eğer,
sadece dizginleri olan bir Türk atı verilirdi. Gulâm bir sene boyunca da at ve
kamçıyla hizmet ederdi. Bu sene içinde kendisine uzun bir kılıç verilirdi.
Üçüncü sene dua ve kurban emredilir, oturma vaktine kadar oturabilirdi.
Dördüncü sene ise, daha güzel bir eğer, süslü koşum takımları, elbise ve ucu
halkalı bir çomağı almayı hakederdi. Beşinci sene sakilik görevini yerine
getirir, altıncı sene esvapçılık yapardı. Nihayet yedinci sene içinde kendisine
müstakil bir çadır ile yeni alınmış üç köle verilirdi. Gulâm bu sene içinde
visak başı (oda başı) rütbesini alır, siyah simli keçeden bir külah ve hazine
elbisesi giyerdi. Bu şekilde devam eden eğitim çerçevesinde her sene giyimi,
rütbesi ve emrindeki kişi sayısı artarak eğitim basamaklarını çıkan gulâm
neticede haylbaşı olurdu. Ancak, 35-40 yaşlarına gelinceye kadar kendisine
hiçbir şekilde emîrlik yada valilik verilmezdi[1092]. Nizamülmülk’ün burada
verdiği bilgilerden Sâmânî hükümdarlarının, gulâmların yetiştirilmesi işiyle
bizzat ilgilendikleri anlaşılmaktadır. Sâmânîlerin en kudretli hükümdarı
İsmail b. Ahmed’de Buhara’nın en güzel mekanı olan Cûy-i Mûliyân’da
gulâmları için arsalar satın alarak köşkler inşa ettirmiş ve bunları, onlara
dağıtmıştır. Nerşahî, bu tarihten sonra Cûy-i Mûliyân’ın Cûy-i Mevâliyân
olarak isimlendirildiğini söylemektedir[1093]. Ancak, kimi zaman Sâmânî
hükümdarları gulâmlarına gösterdikleri bu ilgi ve alâkanın karşılığını
alamamışlardır. Nitekim, Ahmed b. İsmail, şehir dışında bulunduğu bir sırada
gece uyurken gulâmları tarafından öldürülmüştür.
Eğitimlerini tamamlayan gulâmlar bir hâcibin komutasına verilirlerdi. 35-
40 yaşına geldiğinde ise sarayda ve taşrada çeşitli görevlere tayin edilirdi.
Örneğin, I. Abdülmelik döneminde hazinedarlık görevi gulâm asıllı
komutanlardan Fetegin’in elindeydi. Yine, Abdülmelik döneminin en önemli
şahsiyetlerinden bir olan ve Gazneliler Devleti’nin temellerini atan Hâcib
Alp-Tegin, Ahmed b. İsmail’in gulâmıydı. Sâmânîlerin son dönemlerine
damgasını vuran Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş, Fâik el-Hassa, İnanç
Hâcib, Hâcib Begtüzün de gulâmlıktan yetişme kimselerdi. Uzun süre
Horasan valiliği görevini ellerinde tutan Simcûrî ailesinin atası Simcûr el-
Devatî de gulâmlıktan yetişme bir komutandı[1094]. Gulâmlar, bağlı
bulundukları kişilerin yada hükümdarın nisbesiyle anılırlardı. II. Nuh’un
veziri Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin ölümüyle sonuçlanan suikast bir önceki
hükümdar I. Mansur’un gulâmları (Gulâman-ı Sedidi) tarafından
gerçekleştirilmişti[1095]. Sâmânî hükümdarlarından başka devlet adamlarının
da kendilerine bağlı gulâmları vardı. Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-
Simcûrî’nin 379/989-990 senesinde ölümünden sonra Nisabur’da bulunan
oğlu Ebu’l-Kasım, ailesine ait hazineyi ve babasının gulâmlarını (gulâmân-ı
emîr Ebu’l-Hasan) da yanına alarak Herat’da bulunan ağabeyi Ebû Ali’nin
yanına götürmüştü�. İsmail el-Muntasır’ın devleti yeniden diriltme çabaları
sırasında 394/1004 senesinde Semerkand’a geldiğinde şehirdeki şeyhler, 300
gulâmı silahlandırarak, onun hizmetine göndermişlerdi[1096].
Gulâmlar ağırlıklı olarak sarayın, hükümdarın ve yakınlarının korunması
görevini üstlenmişlerdir. Yukarıda değindiğimiz suikast olayında II. Nuh,
vezirini korumaları için kendi gulâmlarından (havass-ı hadem) bir grubu
görevlendirmişti[1097]. Bunlar, ayrıca, Gulâmân-ı Melikî�, Gulâmân-ı
Dergâh[1098] adlarıyla da bilinirlerdi.
Saray muhafızı olarak istihdam edilen gulâmlar, saraydaki elçi kabulleri
sırasında yapılan merasimlerde de yer alırlardı. 327/939 senesinde, Buhara’ya
gelen Çin elçilik hayetinin gelişi nedeniyle düzenlenen törende gulâmlar,
komutasında oldukları hâciblerin arkasında 1000’er kişilik birlikler halinde
yer almışlardı. Bunların herbiri ipekli kaftanlar ve samur kürkünden mamul
başlıklar giymişlerdi. Ayrıca her hâcibin önünde altın kılıçları ve kemerleri
ile birlikte yaldızlı topuzlar taşıyan 10 gulâm bulunuyordu[1099].
3) Gönüllüler (mutatavvia) ve Yardımcı Kuvvetler
Sâmânîler Devleti coğrafî sınır olarak İslam topraklarının doğudaki en uç
noktasında yer alıyordu. Dolayısıyla bir hudut bölgesiydi. Bu nedenle İslam
dünyasının çeşitli bölgelerinden gayri müslim Türklerle savaşmak ve cihad
görevini yerine getirmek için Maveraünnehir’e gönüllüler akın ederlerdi.
Bunların bölgedeki ikametini sağlamak üzere rıbatlar inşa edilirdi. Ayrıca,
sınır boylarındaki şehirlere yerleştirilirlerdi. İbn Havkal’a göre,
Maveraünnehir’de 10.000’den fazla rıbat bulunmaktaydı[1100]. Barthold,
vatanlarına bağlı olmadıkları için, bilhassa Mavera-ünnehirli gönüllülerin
nerede gaza olursa ve nerede ganimet ümidi varsa oraya gittiklerini ve
hükümdarların az çok tehlikeyi göze almadan bu gönüllülerin hizmetinden
sürekli olarak faydalanamadıklarını söylemektedir[1101]. el-Makdisî’nin,
Şaş’ın merkezi Bunket ve halkını “Ehli sünnet olmalarına rağmen mutaasıp,
cesur fakat karışık, hükümdarların hazır kuvveti, onu en çok meşgul eden
şehirdir.” şeklinde tanımlaması muhtemelen bununla ilgili olmalıdır[1102].
355/965-966 senesinde Horasan topraklarından Bizans üzerine gaza etmek
üzere yola çıkan 20.000 kişilik bir gönüllü ordusu Büveyhî topraklarında
oldukça karışıklığa sebep olmuşlardı. Düzensiz bir halde Büveyhî
topraklarına giren bu gönüllülerin arasında Sâmânîler döneminin ünlü fakîhi
el-Kâffal el-Kebir de bulunuyordu. Bunlar, Rey’e ulaştıklarında Büveyhî
vezirinden aralarında dağıtılmak üzere mal ve para verilmesini talep
etmişlerdi. Ardından da isteklerinde aceleci davranarak çevreye zarar
vermeye ve halkın mallarını yağmalamaya başlamışlar ve kendilerine
müdahale eden Büveyhî askerleri ile çarpışmışlardı. Olayları aktaran İbn el-
Esîr, bunların Sâmânî hükümdarıyla anlaşarak buraya geldiklerini
belirtmektedir. Ancak, Büveyhî hükümdarı Rüknüddevle, bunları mağlup
ederek bir kısmını öldürmüş, esir edilenleri para ve erzak vererek
memleketlerine göndermişti[1103].
Sâmânîler, savaşmak üzere topraklarına gelen bu gönüllüleri belirli bir
düzen ve disiplin altına almaya gayret etmiştir. Her gönüllü birliğinin bir
komutanı vardı. Bunlar, muhtemelen Bizans sınırında olduğu gibi her sene
düzenli olarak Türk topraklarına sefere çıkarlardı. Ayrıca, Sâmânîler
Devleti’nin doğu sınırının güvenliğinden de sorumluydular. II. Nasr
zamanında Çin’den gelen elçilik heyetine rafakat etme görevi Buhara
gönüllülerinin komutanı Ebû Ahmed b. Abdülvahid’e verilmişti. Yukarıda
bahsettiğimiz bu olay sırasında diğer askerler gibi gönüllüler de Çin
elçilerinin geçeceği yollarda bütün donanımlarıyla birlikte saf tutmuşlardı.
Bunların sayısı 40.000 olup, hepsi de zırhlı idi[1104]. Yine, II. Nasr
döneminde Semerkand gazilerinin komutanı olan Zebrek el-A’rac 348/959
tarihinde bu şehirde vefat etmiştir[1105]. II. Nuh tahta çıkışının ardından
Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’ye Buhara gönüllülerinin komutanı
Ebû Abdullah Hafs’ı elçi olarak göndermişti[1106].
Sâmânî ordusunda gönüllülerin yanısıra zaman zaman tabilerine veya
komşu devletlere ait birliklerin yardımcı kuvvet olarak yer aldığını
görmekteyiz. Bunların başında Taberistan ve Deylem askerleri gelmekteydi.
Ünlü Deylem kumandanı Mâkân b. Kakî bir müddet Sâmânî ordusuna hizmet
etmişti[1107]. Bunun oğlu Muhammmed de, I. Nuh döneminde Sâmânî
ordusunda görev almıştı. Yine, Sâmânîlerin batıda Büveyhîler üzerine
yaptıkları seferler sırasında Ziyarî ordusuna bağlı yardımcı kuvvetler de
Sâmânî ordusuna katılırdı. Ayrıca, II. Mansur’un tahtan indirilmesi ve II.
Abdülmelik’in Sâmânîler Devleti’nin başına geçirilmesiyle sonuçlanan
olaylar sırasında Sâmânî ve Gazne orduları arasında 389/999 senesinde vuku
bulan savaş, Ziyârî hükümdar Kabus’un, Sâmânî ordusunda bulunan oğlu
Dârâ idaresindeki yardımcı kuvvetlerin Gazne Ordusu artçılarına saldırması
sonucu çıkmıştı[1108]. Sâmânî kumandanları da birbirleriyle yaptıkları
mücadelelerde de, Deylem askerlerini kullanılmaktaydı. II. Nuh döneminde,
eski Horasan valisi Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş ile yeni vali Ebu’l-Hasan
el-Simcûrî arasındaki mücadeleler sırasında, Ebu’l-Abbas Taş, Cibal Büveyhî
hükümdarı Fahrüddevle’den aldığı 2.000 kişilik bir Deylem birliği sayesinde
rakibine üstünlük sağlamıştı. Ancak, Ebu’l-Hasan el-Simcûrî daha sonra
Fahrüd-devle’nin rakibi Kirman Büveyhî emîri Ebu’l-Fevaris b.
Azudüddevle’ye başvurmuş, o da, 2.000 Arap süvarisini, Ebu’l-Hasan’ın
yardımına göndermişti. Ebu’l-Hasan el-Simcûrî bu sayede durumu tekrar
lehine çevirmeyi başarmıştı[1109]. Bunların dışında, II. Nasr’ın döneminde
batıdaki seferlerde, Karahanlı birliklerinin Sâmânî ordusunda görev
aldıklarını biliyoruz[1110]. Son olarak burada bahsedebileceğimiz bir diğer
yardımcı kuvvet ise Kürtlerdir. Sâmânî ordusunda Kürtlerin varlığını aktaran
tek olay 333/944 senesinde Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac’ın Rey Seferi
sırasında meydana gelen gelişmelerdir. Bu sefer sırasında Büveyhî ordusuyla
karşılaşan Sâmânî ordusu, savaş esnasında karşı tarafın saflarına geçen
Kürtler nedeniyle mücadeleyi kaybetmişti[1111]. Muhtemelen bunlar, Sâmânî
ordusunun daimi kuvvetleri değildi. Sadece, bu sefer münasebetiyle orduda
yer almışlardı.
Sefer zamanlarında halktan da asker toplanıyordu. Ahdas (milis kuvveti)
adı verilen bu birlikler genelde toplandıkları şehrin reisinin komutasında
savaşa katılırdı. 385/995 tarihindeki Tûs savaşının ilk gününde her iki tarafın
gençleri ve ahdasları akşama kadar savaşmışlar ve daha sonra karargahlarına
çekilmişlerdi[1112].

B) Ordu Dîvânı ( Dîvânü’l-Ceyş)


Dönemin bütün İslam devletlerinde olduğu gibi Sâmânîler’de de asker ve
ordu ile ilgili meseleler Ceyş Dîvânı’nda halledilirdi. Bu dîvân ordunun malî,
kazaî ve diğer işlerinin yönetimini üstlenmiş durumdaydı. Dîvân’ın yönetimi,
Sâhibu’l-Dîvâni’l-Ceyş adlı bir şahsa aitti. Bu kişi vezire karşı sorumluydu.
333/945 senesinde patlak veren Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac’ın isyanı
sırasında Merv’de bulunan Sâmânî ordusu askerleri, maaşlarını
alamadıklarını söyleyerek isyan etmişler ve bundan sorumlu tuttukları vezir
Ebu’l-Fazl el-Sülemî’nin kendilerine verilmesini istemişlerdi. Bunların
isteklerine bir süre direnen dönemin hükümdarı II. Nuh, sonunda vezirini
onlara teslim etmek zorunda kalmış, askerler de Ebu’l-Fazl el-Sülemî’yi
öldürmüşlerdi[1113].
Merkezdeki ana dîvândan başka, Ceyş Dîvân’ının taşrada da şubeleri
bulunurdu. Yine dîvânın işleyişi çerçevesinde çeşitli işlemlerin
gerçekleştirildiği alt dîvânlarda mevcuttu. Bunlar ; Tahrir Meclisi, Esküdar
Meclisi, Takrir Meclisi, Mukabele Meclisi, Arz Meclisi, Ata ve Tefrika
Meclisi idi.
İnşâ Meclisi; Ceyş Dîvân’ının yetki sınırları dahilindeki her türlü
yazışmayla ilgilenmek, gelen yazıları dîvân başkanına iletmek görevini
üstlenmişti. Dîvân başkanı, gelen yazıları inceleyip eksikliklerini
tamamladıktan sonra onay verirdi[1114]. Daha sonra Tahrir Meclisi’ne giden
onaylı metin, temize çekilir ve bu metine üst yazısı eklenerek İstinsah
Meclisi’ne gönderilirdi[1115]. İstinsah Meclisi’nde gelen yazı çoğaltılarak,
evrak defterine kaydedilirdi[1116]. Çoğaltılan nüshalardan biri arşive bırakılır,
diğer nüshalar ise gerekli yerlere ulaştırılmak üzere Esküdar Meclisi’ne
gönderilirdi[1117]. Takrir Meclisi’nde askerlerin ücret maaşları ve ödeme
zamanları tesbit ediliyordu. Bu ödemelerle ilgili olarak cerideler hazırlanırdı.
Bu ceridelerde adı olmayan askere maaş verilmezdi[1118]. Sâmânîlerde,
askerlere üç farklı şekilde maaş verilmekteydi. Bunlardan biri Hisabü’l-
âşriniyye olup senede 4 tama‘ (maaş) olarak verilirdi. Bunlardan her tama‘
90. günün sonunda verilirdi. Her tama‘ın tutarı 5.000.000 dirhemdi. Çıkan
tama‘ ilk olarak gulâmlara, hassa askerlerine ve kumandanlarına daha sonra
diğer vazifelilere dağıtılırdı[1119]. Sâmânîlerin çağdaşı olan Saffarîlerde
askere maaşlarının dağıtılması işi, hükümdarın da hazır bulunduğu bir törenle
yapılırdı. Bu tören sırasında ilk sırada bulunan hükümdar, atı yedeğinde
bulunduğu halde maaşları dağıtan arızın elinden maaşını alırdı. Onu diğer
askerler takip ederdi[1120]. Buna benzer bir törenin Sâmânîler tarafından
uygulanmış olması muhtemeldir. Diğer iki maaşa ise Hisabü’l-Cünd ve
Hisabü’l-Mürtezika denip, birincisi senede iki tama‘, diğeri ise senede üç
tama‘ halinde verilmekteydi[1121]. İbn Havkal, toplanan vergilerin az,
haraçların diğer İslam ülkelerine nazaran daha değersiz olmasına rağmen
Sâmânî hükümdarlarının askerlerinin maaşlarını yüksek tuttuklarından
bahsetmektedir[1122]. Ancak, askerin zaman zaman maaşlarını alamadıkları
için çıkardığı isyanlar durumun biraz daha farklı olduğunu göstermektedir.
Dağıtılan maaşların dışında hükümdarların tahta çıkışları sırasında da
askerlere ve diğer görevlilere para dağıtıldığını görmekteyiz. Nitekim, II.
Nuh’un küçük yaşta tahta çıkmasından sonra annesi ile vezir Ebû Abdullah
Muhammed b. Ahmed el-Ceyhanî olası bir başkaldırıyı engellemek için
devlet hazinesinden askerlere, ordu kumandanlarına, memur (hadem)
tabakasına atiyyeler (bahşişler) dağıtmışlardı[1123].
Mukabele Meclisi’nde askere alınanların kayıtları tutulur ve bunların dış
görünüşleriyle ilgili özellikler defterlere işlenirdi[1124]. Horasan Valisi
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş, Sâmânîlere karşı başarısız bir isyan
teşebbüsünden sonra Cürcan’a sığınmış ve burada veba hastalığından
ölmüştü. Ölümünden sonra, ona bağlı askerlerden bir kısmı Büveyhî
hükümdarı Fahrüddevle’nin yanına giderken, kalanlar yeniden Horasan’a
dönmüşlerdir. Horasan’a dönen bu askerlerin adları yeniden sicil defterlerine
işlenerek vilayet askerlerine dahil edilmişlerdi[1125]. Yukarıda aktardığımız
Ebû Ali b. Muhtac isyanının en önemli nedenlerinden biri de I. Nuh’un,
orduyu denetlemek üzere bağımsız bir ârız ve dîvân işlerini yürütmek üzere
bir kişiyi görevlendirmesi olmuştur. Ârız’ın askere karşı keyfî davranışlarda
bulunması, maaşlarını ödemekte ihmalkar davranması askeri son derece
kızdırmıştı. Bunun yanında ârız dilediğini sicil defterlerine kaydediyor,
dilediğinin adını defterden siliyordu[1126]. Ordunun bu durum karşısında
isyan ederek Ebû Ali b. Muhtac’ın yanında yer almasıyla Sâmânîler
Devleti’ni büyük bir sarsıntının içine düşürecek olan isyan patlak vermiştir.
Arz Meclisi’nin görevi ise, askeri teftişe hazırlamaktı. Sâmânî
hükümdarları belirli zamanlarda orduyu teftiş ederlerdi. Nitekim, II. Nasr’ın
böyle bir teftiş sırasında, askerlerden biriyle arasında geçen diyalog İbn el-
Esîr tarafından aktarılmaktadır[1127]. Yine İsmail b. Ahmed, Herat’da çıkan
bir isyan üzerine bu bölgeye göndermeyi düşündüğü birliği Cûy-i Mûliyân’da
teftiş ettikten sonra hareketine izin vermişti[1128]. Ata ve Tefrika Meclisi’nde
de farklı statülere sahip askerlerin maaş ve yiyecek tahsisatları ödenmekteydi.
Bu ödeme tamamlandıktan sonra, tutulan kayıtlar Sâhibu’l-Dîvâni’l-Ceyş’e
sunulurdu[1129].
V) Sosyal Hayat
A) Şehircilik
Ortaçağ İslam dünyasında şehirler, iç kale (kuhendiz), şehristan ve rabaz
olmak üzere üç ana kısımdan meydana gelmekteydi. Merkezde yer alan,
hükümdar yada şehrin yöneticilerinin ikametgahlarının bulunduğu iç kaleyi
şehristan çevrelerdi. En dışta ise, şehrin dış mahallerinin oluşturduğu rabaz
yer alırdı. Bu yerleşim düzeni çok az istisna dışında dönemin bütün şehirleri
için geçerliydi. Bazen iç kale, şehristan’ın dışında olabilirdi. Nitekim,
Sâmânîlerin başşehri Buhara’da ve devletin Horasan bölümümün merkezi
Nisabur’da iç kale, şehristan’ın dışında kalıyordu.
Bu bölümde Sâmânîler döneminin üç önemli şehri olan Buhara, Semerkand
ve Nisabur ile ilgili bilgiler vermeye çalışacağız. Bunlar, yerleşim, sosyal
hayat ve ticarî etkinlik gibi yönleriyle Sâmânîler dönemi şehircilik anlayışını
en iyi yansıtan şehirler olarak o dönemin genel şehircilik anlayışına örnek
oluşturmaları ve bu tarzı yansıtmaları nedeniyle konumuzun anlatımı ve o
dönemin sosyal yaşantısına ışık tutması açısından büyük öneme sahiptir. Adı
geçen şehirler hakkında X. yy. İslam coğrafyacılarının eserlerinde ayrıntılı ve
oldukça ilgi çekici bilgiler bulmak mümkündür.
1) Buhara
Müslümanlar tarafından fethinden önce sadece şehristan’dan ibaret olan
Buhara, fethi takip eden yıllar içerisinde büyük bir gelişim göstererek III/IX
yy.’da iç kale, şehristan ve rabazdan oluşan gerçek şeklini almıştı. Şehrin
bundan sonra geçirdiği doğal felaketler ve istilalar nedeniyle defalarca tahrip
olmasına rağmen hep III/IX yy.’daki planına sadık kalınarak yeniden inşa
edilmiştir[1130]. Sâmânîlerin Maveraünnehir’de idareyi ele geçirmeleri ve
hanedanın en kudretli hükümdarı İsmail b. Ahmed’in Buhara’yı devletin
başkenti yapması, şehrin kaderini etkilemiştir. Mavera-ünnehir’in geleneksel
başkenti Semerkand’ın yerini alan ve Seyhun boylarından Irak-ı Acem’e
kadar uzanan geniş sahaya hükmeden bir devletin merkezi olması Buhara’nın
siyasî önemini büyük ölçüde arttırmıştı.
Buhara ve buraya bağlı topraklar, Türk akınlarından korunmak maksadıyla
Abbasîler devrinin başlarında topraktan bir duvar ile çevrilmişti. Bu duvar,
yerli halk tarafından Kanpirak diye isimlendirilmekteydi[1131]. Abbasî valisi
Mühtedi b. Hammad b. Amr el-Zehilî tarafından başlatılan duvarın yapım
çalışmaları 215/850 senesinde tamamlanmıştı. Duvarın her fersahında bir
kapı ve gözetleme kuleleri bulunuyordu[1132]. Ancak, daha sonraları
Türklerin İslam dinine girmeye başlamaları neticesinde bu duvar önemini
kaybetmiş ve Sâmânîler döneminde yıkıntı halini almıştı.
Buhara şehristanının dışında yer alan iç kalenin (kuhendiz) surlarının
efsanevi Turan hükümdarı Afrasyab’ın damadı Siyavuş tarafından
yaptırıldığına inanılırdı[1133]. Küçük bir şehir büyüklüğünde olan iç kalenin
biri doğuda diğeri ise batıda olmak üzere iki kapısı vardı. Doğudaki kapı,
yani Cuma Mescidi kapısı, adını önüne açıldığı şehrin Cuma Camii’nden
alıyordu. Batıdaki Rigistan (diğer adıyla Sehle Kapısı) Kapısı ise, sarayların
ve dîvânların (devlet dairelerinin) bulunduğu Rigistan meydanına
açılmaktaydı[1134].
Şehrin, Sâmânîlerden önceki eski yönetici ailesinin fertlerinden biri olan
Buhar-hûdat Bidun, iç kalede kendisi için yeni bir kale daha yaptırmıştı.
Ancak, yapılışından kısa bir süre sonra çökmüş ve daha sonra kale iki defa
daha yeniden inşa edildi ise de yine aynı akıbete uğramıştı. Bunun üzerine
şehirdeki alimlere danışan Buhar-hûdat, onların tavsiyesiyle bu yapıya
gökteki Büyük Ayı yıldızlarının sayısınca sütun ekleyince, daha önce
yaşanmış olan sonuç gerçekleşmemişti. Buhar-hûdat, kalenin kapısına adının
da yazılı olduğu bir demir levha koydurmuştu[1135]. Bina ve demir levha
Sâmânîler dönemine kadar varlığını korumuştur.
İlk Sâmânî hükümdarları da, burada ikamet etmişlerdir. Bu yapıların
dışında şehrin hapisanesi de, iç kalede bulunuyordu. İç kalenin iki katı
büyüklüğündeki bir alana yayılmış olan şehristan, demirden yedi kapısı olan
bir surla çevriliydi. Bu kapılar şu şekilde sıralanmaktaydı; Demir Kapı (Çarşı
Kapısı, Attarlar Kapısı), Şehristan Kapısı, Benû Esed Kapısı (Mühre Kapısı),
Benû Sa’d Kapısı, Kuhendiz Kapısı (İç Kale Kapısı), Hakrâh Kapısı ve Yeni
Kapı[1136]....
Kaynaklarda bu kapıların hangi mevkilerde olduğu belirtilmemiştir. Sadece,
Barthold’un da işaret ettiği gibi[1137], Kuhendiz Kapısının (İç Kale Kapısı)
şehristan’ın dışında yer alan iç kalenin (kuhendizin) karşısında olması
kuvvetle muhtemeldir.
Şehrin fatihi Kuteybe b. Müslim’in fetihten sonra mecûsî ateşgedesinden
camiye çevirdiği şehrin ilk Cuma Camisi (Mâh Cami) şehristan’da, iç kalenin
doğu kapısının önündeydi. Daha sonra Abbasîlerin Horasan valilerinden Fazl
b. Yahya el-Bermekî, şehristanın kuzeyinde yeni bir Cuma Camisi inşa
ettirmişti (178/794). Bunun sonrasında eski cami ise Dîvânü’l-Harâc olarak
kullanılmaya başlanmıştı. Bu cami, Sâmânî hükümdarı İsmail b. Ahmed
tarafından 290/902 senesinde onarılmış ve çevresindeki bazı binaların
istimlakıyla genişletilmişti[1138]. Yeni Cuma Camisinin yanında Dîvânü’l-
Tıraz yer alırdı[1139]. Dîvânlar (devlet daireleri), İç kalenin batı kapısının
karşısındaki Rigistan meydanındaydı.
Şehri en dıştan çevreleyen rabaz surunda ise 11 kapı mevcuttu. Bu kapılar ;
Horasan yönüne açılan Meydan Kapısı, doğuya açılan İbrahim Kapısı, Nesef
ve Belh taraflarına açılan Merdkuşan veya Merdkuşa Kapısı ve Kellâbâz
Kapıları, Semerkand tarafına açılan Semerkand Kapısı, Harizm’e açılan
Cedesrun Kapısı, Riv Kapısı, Fagaskun Kapısı (Bağaşkur Kapısı), Ğûsec
(Kûsec) Kapısı ve Ramisene Kapısı idi[1140]. Rabazı çevreleyen sur, Buhara
halkının isteği doğrultusunda Horasan emîri Muhammed b. Tahir b. Abdullah
tarafından hırsız ve yol kesicilere önlem olmak üzere 235/849-850 senesinde
inşa edilmişti[1141]. Surların üzerinde gözetleme kuleleri bulunuyordu
Buhara’nın çarşıları rabazda yer almaktaydı. Bu çarşılar da duvarlarla
çevrilmişti. Şehrin gelişmesine paralel olarak bu duvarlar yeni bir sur
meydana getirmişti. Nitekim İbn Havkal çarşılar arasında da 11 kapının
bulunduğunu[1142], Makdisî ise, mamurluğun artmasıyla rabazın kapılarına on
kapının daha eklendiğini yazar[1143]. Bunlara uygun olarak Barthold, her bir
kapısı rabaz surunun bir kapısına denk düşen bir surun eski şehrin sınırlarını
çevrelediğini söylemektedir[1144].
Bu surun kapıları ise şöyle sıralanmaktaydı ; Kellâbâz Kapısı karşısında
Hassan Köprüsü Kapısı, Merdkuşan ve Riv Kapıları karşısında Mâh Cami
civarındaki iki kapı, İbrahim Kapısı karşısında Rahne (Ruhna) Kapısı, Ğûsec
(Kûsec) Kapısı karşısında Süveyka (Küçük Pazar) Köprüsü Kapısı, Meydan
Kapısı karşısında Ebû Hişam Sarayı kapısı, Hadrişun Kapısı karşısında
Fârcek Kapısı, Ramisene Kapısı karşısında Dervazçe Kapısı, Fagaskun
Kapısı karşısında Mecûsîler Sokağı Kapısı, Semerkand Kapısı karşısında da
İç Semerkand Kapısı yer almaktaydı[1145]. Görüldüğü gibi Buhara,
müslümanlar tarafından fethinden sonra hızlı bir büyüme süreci içine
girmişti. Bu süreç Sâmânîler döneminde doruk noktasına ulaşmıştı.
Buhara gibi büyük bir şehrin su ihtiyacının karşılanması önemli bir
meseleydi. Bu durum bütün Ortaçağ İslam şehirlerinde olduğu gibi kanallar
vasıtasıyla çözümlenmişti. Öyle ki, Tahirîler döneminde bu kanalların
sularının kullanılmasıyla ilgili olarak Irak ve Horasan fakîhleri (hukukçuları)
birlikte bir kitap meydana getirmişlerdi. Kitâbü’l-kuniy adını taşıyan eserin
içerdiği kanunlar Sâmânîler döneminde dahi geçerliydi[1146].
Buhara ve çevresi oldukça geniş bir sulama kanalları zinciriyle çevrilmişti.
Bunlardan Rûd-i zer adlı kanal Buhara şehrinin su ihtiyacını
karşılamaktaydı[1147].
Kanal, Kellâbâz Kapısından şehre giriyordu. Öncelikli olarak şehirde,
özellikle bahar aylarında suların artmasıyla birlikte olması muhtemel su
baskınlarını önlemek için kanalın suyu kalaslarla çevrili havuzlara akıtılırdı.
Su seviyesindeki artışa göre havuzu çevreleyen kalasların üzerine yeni
eklemeler yapılırdı. Ancak, bütün bu önlemlere rağmen zaman zaman
yaşanan su baskınlarının önüne geçilemezdi. Havuzların olduğu yere Faşun
denilmekteydi[1148]. Şehrin aşağı kısmında Ra’sü’l-Varag denilen yerde de
aynı sistem mevcuttu. Havuzları dolduran sular, düzenli olarak şehir içinde
yayılmış olan talî kanallara verilirdi. Bu kanallar hakkında İstahri[1149] ve İbn
Havkal[1150] şu bilgileri vermektedir :
Feşîdîze Kanalı; Varağ denilen yerde ana kanaldan ayrılarak, Merdkuşan
Kapısı yakınlarındaki İbrahim deresine akar. Daha sonra Bâbü’l-
Bel’âmî’ye[1151] varır. Ardından Nevkende arkına dökülürdü. Kanalın
çevresinde 2.000’e yakın köşk, bahçe ve tarla bulunmaktaydı. Toplam
uzunluğu ise bir fersah idi.
Bekkâr Çayı Kanalı; Şehirde, Ahyed Mescidi denilen yerde Feşîdîze
Kanalı’ndan suyunu alır ve rabazın bir kısmını suladıktan sonra Nevkende
Kanalına dökülürdü. Etrafında 1.000 kadar bahçe ve dikili ağaçlar yer alırdı.
Kavarîriyyun Çayı Kanalı; Şehir içinde Ârız Mescidi önünde ana kanaldan
ayrılarak rabazın bir bölümünü sulardı. Suyu ve suladığı arazi Bekkar Çayı
Kanalı’ndan daha fazlaydı.
Cû-Ğûseç Kanalı; Suyunu Ârız Mescidi önünden alarak rabazın bir
bölümünü suladıktan sonra Nevkende Kanalıyla birleşirdi. Barthold, bu
kanalın şehrin batısından geçtiğini yazmaktadır[1152].
Beykend Kanalı; Şehrin içinde Huta sokağı başında ana kanaldan ayrılan
Beykend Kanalı, rabazın bir kısmını suladıktan sonra Nevkende Kanalına
dökülmekteydi.
Nevkende Kanalı; Hamdune Evi denilen yerde ana kanaldan ayrılır. Şehrin
güney batısında[1153] meskun rabaz halkı bu kanalın sularından faydalanırdı.
Daha sonra kendisiyle birleşen diğer kanalların sularıyla birlikte şehirden
çıkan Nevkende Kanalı’nın suları çölde kaybolmaktaydı. Görüldüğü gibi, bu
kanaldan şehirdeki diğer kanalların fazla sularının tahliyesi amacıyla da
faydalanılmaktaydı.
Tahune Kanalı; Şehir içinde Nevbahar denilen yerde ana kanaldan suyunu
alarak Buhara rabazının bir kısmını suladıktan sonra Beykend tarafına akardı.
Kuşne Kanalı; Yine Nevbahar denilen yerde ana kanaldan ayrılan bu kanal
da, rabazın bir kısmını suladıktan sonra Buhara’ya bağlı Maymurg yönüne
akardı.
Rigistan Kanalı; Rigistan civarında ana kanaldan suyunu alırdı. Rigistan
halkı ve iç kalede oturanlar bu kanaldan su ihtiyaçlarını tedarik etmekteydi.
Rabâh Kanalı; Rigistan Kanalı’ndan ayrılarak, rabazın bir bölümünü
sulayan bu kanal daha sonra adını aldığı Rabâh Kasrına ulaşırdı.
Adı bilinmeyen bir kanal; Hamdune Köprüsü yanında ana kanaldan
ayrılırdı. Daha sonra yer altından akarak Benû Esed Kapısı’ndaki havuzlara
varan kanalın suları, iç kalenin hendeğine dökülürdü.
Zukârkende Kanalı; Burağ[1154] denilen yerde ana kanaldan suyunu alır.
Dervazçe kapısının önünden Semerkand Kapısı’na kadarki alanı sular.
Etrafında Dervazçe’nin evleri vardır. Sepid-maşe denilen yeri de geçtikten
sonra Buhara ve bahçelerini dolaşırdı. Şehrin kuzeybatısından
geçmekteydi[1155]. Kanalların dışında şehirde büyük su sarnıçları da
bulunmaktaydı[1156].
Sulama kanallarının ortaya çıkardığı yeşil örtü sayesinde Buhara Sâmânîler
döneminde bölgeyi ziyaret eden coğrafyacıların hayranlığını kazanmıştı. İbn
Havkal “İslam dünyasında Buhara’dan daha güzel bir şehir görmedim ve
duymadım. Çünkü, iç kaleye çıktığında her taraftan yeşillik görürsün.
Yeşillik, gökyüzünün rengiyle birleşir. Mavi gökyüzü, yeşil bir halı üzerine
kapanmış gibidir. Ayrıca gayet iyi düzenlenmiş geometrik şekilli çiftlikler
arasında Tibet kalkanları, Lemptiyye siperleri ve yüksekteki yıldızlar gibi
beyaz ve parlak saraylar göze çarpar[1157].” diyerek şehir hakkındaki
görüşlerini dile getirmektedir. Ancak, el-Makdisî, şehrin sağlıksız ve rutubetli
havasından, çamurundan, sivrisineklerinden ve evlerinin birbiri içine sıkışık
inşa edilmiş olmasından şikayet etmekteydi[1158]. Bu şikayetlerinin dışında o
da, şehrin güzelliği konusunda İbn Havkal ile hem fikirdir. Şehrin evlerinin
bu derece dar olmasının en önemli nedeni, Buhara’nın giderek artan önemiyle
orantılı olarak nüfusunun da artması olmalıdır. Zira, şehri ziyaret eden
coğrafyacılar “Horasan ve Maveraünnehir’de Buhara’dan daha kalabalık bir
şehir olmadığı” görüşünde birleşirler[1159]. Evlerin sıkışık düzeni şehirde
çıkan yangınların daha fazla tahribata yapmasına neden olmaktaydı[1160].
Bununla beraber, Buhara’nın caddeleri oldukça genişti[1161]. Ayrıca bütün
binalar örme yapıyla yapılmış olup, yükseklikleri ve yapıldıkları araziyle olan
yükseklikleri gayet iyi bir şekilde ayarlanmıştı. Binalar duvarlara yada toplu
halde yapılarak tahkim edilmişlerdi[1162]. Bu ise, Arap şehircilik tarzının açık
bir etkisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Binaların arasındaki geniş caddeler
tamamıyla taşlarla döşenmişti. Burada ve evlerin yapımında kullanılan taş
malzeme, şehrin yakınlarındaki Verke Dağı’ndan getirilmekteydi[1163].
Kaynaklarda, Buhara’daki mahalle ve sokaklar hakkında bilgiler
verilmesine rağmen, bunlar mahalle ve sokakların bir çoğunun yerini tespit
edebilmemiz için yeterli değildir. Ancak, burada kaynakların imkan verdiği
ölçüde yerlerini tespit edebildiğimiz ya da sadece isimlerini öğrenebildiğimiz
mahalle ve sokaklar hakkında bilgiler vermeye çalışacağız.
Bu konudaki en tafsilatlı bilgiyi Nerşahî’nin eserinde bulmaktayız. Buna
göre[1164]; Kuteybe b. Müslim, Buhara’yı ele geçirmesinin sonrasında Çarşı
Kapısı (Demir Kapı, Attarlar Kapısı)’ından Yeni Kapı’ya kadar olan yerleri
Mudar ve Rebia kabilelerine yani kuzeyli Araplara, geri kalan yerleri ise
Yemenli kabilelere yani güneyli Araplara vermişti. Çarşı Kapısı’ndan şehre
girildiğinde sol tarafta Kûy-i Rindan (Mahalletü Füttak) Mahallesi yer
almaktaydı. Bu mahalleden sonra Benû Hanzala kabilesi tarafından camiye
çevrilmiş bir kilise bulunuyordu. Muhtemelen Benû Hanzala kabilesi de bu
caminin etrafında meskundu. Dolaysıyla, bu mıntıka büyük olasılıkla adı
geçen kabilenin adıyla anılıyordu.
Adını, Kuteybe b. Müslim’in kumandanlarından Vezir b. Eyyub b.
Hasan’dan alan sokak, Şehristan Kapısı’ndan girildiğinde sağda yer
almaktaydı. Buraya aynı zamanda Kûy-i Kâh (Kale Sokağı) da denmekteydi.
Şehristan surlarının altında rabaz tarafında tahtadan yapılma sebze tezgahları
ve şam fıstığı kırıcılarının çarşısı bulunuyordu.
Benû Sa’d Kapısı’nın girişinde Hasan b. Ala el-Suğdî’nin[1165] köşkü
bulunuyordu. Bu köşkün çevresi Ala Mahallesi olarak bilinirdi. el-Suğdî,
mahallenin etrafını duvarlarla çevirmişti. Her ay buradan 1.200 dinar gelir
elde etmekteydi. Benû Sa’d Kapısı’nın ilerisinde İslamiyet öncesinde Mühre
Kapısı olarak bilinen Benû Esed Kapısı vardı. Bu kapıdan şehrin içerisine
doğru ilerlendiğinde Sâmânîlerin sarayına geliniyordu.
Şehrin bir diğer kapısı olan Kuhendiz Kapısı’ndan içeri girildiğinde iç
kalenin önüne çıkılmaktaydı. Bu kapı ve çevresindeki mahalle Fagsadre diye
isimlendirilirdi. Arapların evleri bu mahallede yer alırdı. Ancak, Sâmânîler
dönemine gelindiğinde mahalle bir harabe halini almıştı. Bu dönemde,
mahallede bir mezarlık bulunuyordu.
Kuhendiz Kapısı’ndan sonra kuzey batıda yer alan[1166] Hakrâh Kapısı
gelmekteydi. İmam Ebû Hafs el-Kebir el-Buharî (ö.842) buradaki mahallede
yaşamıştı. Ölümünden sonra şehir içindeki Tell-Seyyid olarak adlandırılan
yere gömülmüştü. Daha sonra, mezarının çevresinde bir mescid inşa
edilmişti. Zaman içinde insanların Ebû Hafs’ın türbesini ziyaret için gidip-
geldikleri yol Hakrâh adını almış ve bu kesimdeki kapı da aynı adla anılmaya
başlanmıştı.
Hakrâh Kapısı’nın yanında ise Yeni Kapı bulunuyordu. Bu kapının
girişinde sağ tarafta Kureyş Mescidi yer alırdı.
Kuteybe’nin şehri ele geçirip, Araplarla yerli halk arasında paylaştırması
sırasında buradaki evlerini Araplara terkeden Ak-Hun Türklerinin soyundan
gelen[1167] bir grup zengin tüccar, şehristanın hemen dışında bulunan bölgeye
yerleştiler. Burada, kendileri için 700 köşk inşa ettiler. Köşklerin etrafına da
hizmetkarları için evler, parklar ve bahçeler yaptırdılar. Nerşahî bu kimseleri
Âl-i Keşkeseh olarak isimlendirmektedir[1168]. Daha sonraki dönem içinde
şehrin genişlemesiyle bunların bulunduğu mahalle şehristana dahil oldu.
Ancak, mahallenin şehristanın hangi kısmında kaldığı konusunda herhangi
bir malumat yoktur. Evlerin sakinleri eski inançlarını muhafaza ederek
mecûsî dinine bağlı kalmışlardı. Bu nedenle yerleştikleri alanda bir çok
ateşgede inşa etmişlerdi. Hatta evlerinin kapıları üzerinde aileyi kötü
ruhlardan koruduğuna inanılan[1169] tasvirler yer alırdı. Zaman içinde mahalle
Kuşk-i Muğan Mahallesi olarak anılmaya başlanmıştı. Sâmânîler dönemine
gelindiğinde mahalledeki villalardan bir çoğu harap olmuş, geriye birkaç villa
kalmıştı. Bu evlerde, hala eski sakinlerinin torunları yaşamaktaydı. I. Nuh’un,
buradan arazi satın alması, mahalledeki arsaların değerlerinin bir anda
yükselmesine neden olmuş ve hükümdarı takip eden Sâmânî ailesinin diğer
mensupları ve aileye yakın kişiler de buradan arsa almak için birbiriyle
yarışır hale gelmişlerdi. Bu nedenle arsa fiyatları 4.000 dirheme kadar
yükselmişti. Ancak, daha sonraları mahalledeki arsalara olan ilgi azalmış ve
arsa fiyatları normal değerinin de altına gerilemişti[1170]. Yine, Nerşahî’de
şehir içinde Bekkar sokağı ve Kerdûn Kaşan mahallesinin adı
geçmektedir[1171]. Bu sokak, muhtemelen şehrin batı kesiminde aynı isimle
anılan kanalın yakınlarında, Farcek ve Semerkand kapıları arasında
olmalıdır[1172].
Yukarıda anlatılan sulama kanalları bahsinde de, Ahyed Mescidi[1173], Arız
Mescidi[1174], Huta Sokağı[1175], Hamdune Evi ve Hamdune Köprüsü[1176],
Nevbahar[1177], Burağ[1178], Dervazçe[1179], Râ’sü’l-varag[1180], Faşun[1181]
Kellâbâz[1182] gibi yer isimlerinin geçtiği görülmektedir. Ancak, bunların
yerini tespit etmek için yeterli bilgi yoktur.
el-Sem’ânî’nin Kitâbü’l-ensâb’ında Buhara’da olduğu belirtilen Cedid
Sokağı[1183], Peyke (suffe) Sokağı[1184], Riv Mahallesi[1185], Meydan Kapısı
yanındaki Ferize Köşkü’nün[1186] isimleri geçmektedir.
2) Nisabur
Sâmânîler Devleti’nin Horasan’daki merkezi olan Nisabur, siyasî, ticarî ve
sosyal açıdan büyük bir öneme sahipti. Şehir ve etrafını çevreleyen topraklar
İslam coğrafyacıları tarafından Horasan’ı oluşturan dört coğrafî bölgeden biri
ve bunların arasında da siyasî merkez olarak kabul edilmekteydi.
Şehrin siyasî açıdan önem kazanması, Tahirîlerin Horasan’da idareyi ele
geçirdikleri döneme rastlamaktadır. Adı geçen devlet tarafından başkent
olarak seçilen Nisabur, daha sonra Horasan’a hakim olan Saffarîler
zamanında da bu fonksiyonunu devam ettirmiştir. 287/900 senesinde Sâmânî
hükümdarı İsmail b. Ahmed’in Saffarîlerden Amr b. el-Leys’i mağlup
etmesiyle birlikte Horasan ve dolayısıyla Nisabur Sâmânîlerin eline geçmiş
ve daha sonra, II. Nasr döneminde tesis edilen Horasan valiliğinin merkezi
olmuştur.
Düz bir arazide kurulmuş olan Nisabur, IV/X. yy.’da 1x1 fersahlık bir alana
yayılmış durumdaydı. Nisabur’un şehristanının dört kapısı vardı. Bunlar;
Köprübaşı Kapısı, Ma’kil Sokağı Kapısı, Kuhendiz Kapısı ve Tekin Köprüsü
Kapısı idi[1187]. Şehristan surlarının hemen önünde bunları çevreleyen bir
hendek vardı[1188]. İç kale (kuhendiz), Buhara’da olduğu gibi şehristan’ın
dışında yer almaktaydı. İki kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılardan biri şehristan
yönüne, diğeri ise rabaza açılmaktaydı. Şehristan ve İç kale arasında
hendeğin üzerinden geçen bir yol vardı[1189].
Nisabur rabazının ise elliyi aşkın kapısı bulunmaktaydı. Bunlardan en
önemlileri ; Irak ve Cürcan tarafına açılan Kibâb Kapısı, Belh, Merv ve
Maveraünnehir tarafına açılan Ceyş Kapısı, Fars ve Kuhistan’a açılan
Ahvazâbâd Kapısı, Tûs yönüne açılan bir kapı, Sohte Kapısı ve Sersebis
Kapısı idi.
Cuma cami, valilik sarayı ve hapisane rabazda yer almaktaydı. Bunların
birbirlerinden uzaklıkları yaklaşık 1/4 fersahtı. Cuma camisi, Muasker
Meydanında, valilik sarayı ve hapisane ise Meydan el-Hüseyniyyin’in
önünde idi[1190].
Nisabur yoğun ticarî faaliyetlerin yaşandığı bir şehirdi. Rabazda birçok
pazar yeri ve alış-veriş için kurulmuş dükkanlar bulunurdu. Bu pazar
yerlerinin en önemlileri ise, Murabba’atü’l-Kebire ve Murabba’atü’l-Sağire
adlarındaki çarşılarıydı. Bunlardan birincisi cuma caminin yanında, diğeri ise
birincinin biraz daha batısında Dârü’l-imare (Valilik Sarayı)’nin yakınlarında
bir yerde kurulmaktaydı. Çarşıların arasında tacirlerin ve alış-veriş için
gelenlerin kaldıkları hanlar, oteller ve dükkanlar yer almaktaydı[1191].
Şehrin su ihtiyacı kanallar vasıtasıyla karşılanmaktaydı. Vadi Savagar
(Şavagar) adı verilen ana kanaldan ayrılan kollar şehrin içine yayılmış
durumdaydı[1192]. Bazı kanallar ise yerin altından akmaktaydı[1193].
Nisabur şehrini oluşturan mahallelerin tertibiyle ilgili olarak elimizdeki en
önemli kaynak el-Hâkim el-Nisaburî’nin Târih-i Nisabur adlı eseridir.
Ancak, eserden sadece bazı küçük parçalar günümüze gelebilmiştir. R.N.
Frye tarafından bir makale şeklinde yayınlanan bu parçalarda şehrin
mahalleleri ile ilgili kısımda yer almaktadır. Buna göre şehir şu
mahallelerden oluşmaktaydı:
Cûlahekan Mahallesi; orta büyüklükte bir mahalle olup 300’den fazla
sokağı vardı. Hire Mahallesi; din büyüklerinin kabirleri, Büyük Hire Pazarı
ve şehrin diğer pazarlarının toplanmış olduğu bir yerdi. Şehirdeki ilk pazar bu
mahallenin başında yer alıyordu.
Bûyâbâd Mahallesi; Ebû Müslim el-Horasanî’nin, Nisabur’da kaldığı süre
içinde bu mahallede ikamet etmişti. Nasrâbâd Mahallesi; büyük ve geniş bir
mahalle idi. Şehirdeki alim ve tüccarların önemli bir kısmı burada ikamet
ederdi.
Zeyk (Zîk) Mahallesi, Yukarı Menaşek Mahallesi, Dîz Mahallesi; Şehrin
müslümanlar tarafından fethi sırasında sahabeler burada bir cami inşa
ettirmişlerdi. Nemdâbâd (Nimdâbâd) Mahallesi; Büyük bir mahalle idi.
Ebu’l-Esved Kapısı Mahallesi, Kibâb Mahallesi, Şadyâh Mahallesi; Abdullah
b. Tahir’in yeri burada idi. Mahalle Yakub b. el-Leys tarafından tahrip
edilmişti. Bu mahalleye Celâbâd Mahallesi bitişirdi. Telacird Mahallesi ise
Celâbâd Mahallesi’ne bitişmekteydi.
Hafsâbâd Mahallesi, Hamzaâbâd Mahallesi; büyük bir mahalleydi. Kız
(Kûz) Mahallesi ; büyük ve mamur bir mahalle olup, havası ve suyu çok
temizdi. Şehirdeki alimlerden bazıları burada ikamet ederdi. Bağ Kapısı
Mahallesi, Akil Kapısı Mahallesi, Asker Kapısı Mahallesi; burada
lokantacılar ve hayvan yemi satıcılarının dükkanları bulunurdu. Urve Kapısı
Mahallesi; Sâmânîler döneminde harap bir mahalle idi. Muaz Kapısı
Mahallesi, Murabba‘a Mahallesi, Serpûl Mahallesi, Zervan Mahallesi,
Ma’mer Kapısı Mahallesi, Hüseyin Meydanı Mahallesi, Simcûrd (Simcîrd)
Mahallesi, Rigaya Mahallesi, Yukarı Cûrî Mahallesi; şehirdeki bayram
namazları bu son mahalledeki camide kılınırdı.
Aşağı Cûrî Mahallesi, Serkûy Mahallesi, Sitane Mescidi Mahallesi, Razyan
Bağı Mahallesi; şehirdeki alimlerin ve tüccarların ikamet ettiği bir
mahalleydi[1194].
3) Semerkand
Semerkand, Sâmânîler döneminde idarî açıdan önderliğini Buhara’ya
kaptırmasına rağmen, ticarî ve sosyal alanlardaki liderliğini sürdürmekteydi.
Ticaret yollarının birleştiği bir noktada yer alması bu konuda şehre büyük
üstünlük sağlamaktaydı. İdarî merkezin Semerkand’dan Buhara’ya
kaydırılması iki şehir arasında bir takım çekişme ve düşmanlıkları da
beraberinde getirmişti. Özellikle Sâmânîlerin ilk dönemlerinde meydana
gelen taht kavgalarında bunun etkilerini açıkça görmek mümkündür.
Bu dönemde Semerkand halkı daima, Buhara’daki meşru idareye karşı
ayaklanan taht iddiacılarının yanında yer almış ve şehir bunların merkezi
olmuştur. Bundan dolayı dönemin coğrafyacılarından el-Makdisî, onların
emîrlerine karşı şımarık olduğundan bahsetmektedir[1195]. Aynı şekilde
Barthold şehir halkını “fesatçı şehrin halkı” olarak isimlendirmektedir[1196].
Şehir planlaması olarak Semerkand da, dönemin diğer şehirleriyle benzer
özellikler taşımaktaydı. Şehrin çevresi Buhara örneğinde olduğu gibi 12x12
fersah genişliğindeki alanı çevreleyen bir surla çevrilmişti. Bu surun 12
kapısı vardı[1197].
Semerkand şehristanını çevreleyen surların dört kapısı mevcuttu. Bunlar
doğudaki Çin Kapısı, batıdaki Nevbahar Kapısı, güneydeki Kişş Kapısı ve
kuzeydeki Buhara Kapısı idi[1198]. Rivayete göre; Kişş Kapısının üzerinde
Himyerî diliyle yazılmış eski bir kitabe bulunurdu. Sâmânîler döneminde
şehirde çıkan bir yangın sırasında kapı ile birlikte tahrip olan bu kitabe,
Sâmânî ailesinden Ebu’l-Muzaffer Muhammed b. Lokman b. Nasr b. Ahmed
b. Esed tarafından üzerindekiler değiştirilerek yeniden yerine
konulmuştu[1199].
İç Kale (Kuhendiz) ise, şehristanın güneyinde yüksekçe bir alanda yer
almaktaydı. Makdisî’ye göre[1200] adları şehir kapılarıyla aynı olan dört,
Yakut el-Hamavî’ye göre[1201] ise demirden iki kapısı vardı. Hapisane ve
Dârü’l-İmare (Valilik Sarayı) burada buluyordu. Aslında önceleri rabazda yer
alan Dârü’l-İmare İsmail b. Ahmed döneminde buraya taşınmıştı[1202]. 2x2
fersah genişliğindeki rabazın ise sekiz kapısı vardı. Bunlar, Gedaved, İsbesk,
Rivded, Suhaşin, Afşina, Kuhek, Versenin ve Ferruhşid Kapıları idi. Bu
kapılar, İsmail b. Ahmed devrinde olası bir isyan teşebbüsüne tedbir olarak
söktürülmüştü[1203]. Çarşıların büyük bir bölümü rabazın ortasında yer alan
Râ’sü’l-Tâk denilen yerdeydi. Semerkand’ın diğer mahallelerinin buraya
açılan yolları vardı. Cuma camisi de rabaz da bulunuyordu.
Sâmânîler zamanında, Semerkand’ın nüfusu o dönemin şehirleri için
oldukça fazla bir rakam olup 500.000’in üzerindeydi[1204]. Bu kadar kalabalık
bir şehrin su ihtiyacı kaynağını Soğd vadisinden alan geniş bir kanal ağı
sayesinde sağlanmaktaydı. Ancak, bu kanallar hakkında kaynaklarda yeterli
bilgi bulunmamaktadır. İbn Havkal, “evlerin pek azı hariç hepsinde akarsu
bulunur” diye belirtmesine[1205] rağmen kanallar hakkında fazla bilgi vermez.
Bununla birlikte Barthold’da[1206], suyun şehre batı kapısından girdiği ve dört
kola ayrıldığından bahsetmektedir. Şehre giren bu kanallar daha sonra ikişer
kola ayrılmaktaydı. Şehristanın su ihtiyacı ise bakırcılar tarafından yapılan ve
şehirdeki mecûsîlerin koruduğu kagir bir bent tarafından sağlanırdı.
Semerkand halkının evleri toprak ve ahşaptan inşa edilmişti. Şehirdeki
caddeleri döşemek için kullanılan taşlar, evlerin yapımında ihtiyaç duyulan
çamur şehre bir konak mesafedeki Kuhek dağından temin edilmekteydi[1207].
Şehrin içinde bol miktarda dikili ağaç bulunmaktaydı. İbn Havkal,
“şehristandan kuhendize bakmak için gözünü kaldırıp bakınca evlerin,
bostanların, kanalların kıyısındaki ve çarşılardaki ağaçlar tarafından
kapatıldığı için gözün kuhendizi göremez” demektedir[1208]. Semerkand’ın
iklimi ile ilgili olarak ise, şehrin oldukça kuru bir iklime sahip olduğunu ve
hatta buranın sokaklarında, evlerinde akan sular buharlaşmasa, söğüt ağaçları
çok olmasa bu durumun halk için zararlı olabileceğini söyler[1209]. Buna
karşılık el-Makdisî şehrin rutubetli bir havası olduğunu ifade etmektedir[1210].
Bunlardan başka, şehrin meydanlarında, caddelerinde servi ağaçlarından
oyulmuş at, deve, öküz ve vahşi hayvan heykelleri bulunmaktaydı[1211].
Semerkand şehrini oluşturan mahalle ve sokakların isimleri hakkında
kaynaklarda oldukça geniş malumat bulunmaktadır. Buna göre Semerkand’da
şu mahalleler yer almaktaydı; Bab-ı Destan mahallesi[1212], Köprübaşı
Mahallesi[1213], Ra’sü Devavenk Mahallesi[1214], Fegidize Mahallesi[1215],
Dervazçe Mahallesi[1216], İfrahî Mahallesi[1217], Tahune Mahallesi[1218],
Meydan Mahallesi[1219], Ustabdize Mahallesi[1220], İsfizarMahallesi[1221],
Penchin Mahallesi[1222], Zağrimaş Mahallesi[1223], Redrade (Sengdize)
Mahallesi[1224], Ferzamisen Mahallesi[1225], Kenven Mahallesi[1226], Maturid
Mahallesi[1227], Şuhenak Mahallesi (Cuma caminin yanında)[1228].
Bunlardan başka kaynaklarda şehirdeki Selm Sokağı[1229], el-Lebbadiyyin
Sokağı[1230], Hâitü Hayyan Sokağı[1231], Yezid Sokağı (Bab-ı Destan
Mahallesi’nde)[1232], Vassaf Sokağı[1233], Abbad Sokağı[1234], Emîr Nuved
Sokağı[1235], Mukatil Sokağı (Re’sü Devavenk Mahallesi’nde)[1236], Salih
Sokağı[1237], Sibidâr Sokağı[1238], Haitü Kuşkan Sokağı[1239], Ebû
Abdurrahman Sokağı[1240], Restuc Sokağı (Dervazçe Mahallesi’nde)[1241],
Umrec Sokağı[1242], Rızk (Rezk) Sokağı[1243], Aclan Sokağı[1244], Bekr
Sokağı[1245], Dayyikat Sokağı[1246]’nın adları geçmektedir.
Semerkand’ın ileri gelenleri ve alimler genellikle Çâkerdize
Mezarlığına[1247] defnedilirdi. Bunun dışında şehirde Meydan Mezarlığı[1248],
Dârü’l-Cüzcaniyye Mezarlığı[1249] ve Senkidizistan Mezarlığı[1250]
bulunmaktaydı.

B) İçtimai Hayat, Adetler, Gelenek ve Görenekler


Sâmânîler döneminde Maveraünnehir ve Horasan’daki şehirlerde son
derece canlı bir sosyal yaşantı mevcuttu. Bu canlılığın sağlanmasında ticaret,
gaza ruhu (cihad) ve din gibi üç önemli unsur rol oynamaktaydı.
Devletin ana toprağı olan Maveraünnehir, coğrafî konum itibarıyla
müslüman dünyasının doğusundaki gayri müslim Türklerin topraklarının
sınırında yer alıyordu. Dolayısıyla, bunlara karşı cihad etmek üzere İslam
dünyasının çeşitli bölgelerinden gönüllüler buraya akın etmekteydi.
Gönüllüler burada kaldıkları süre içerisinde rıbat adı verilen kışla-
kervansaray görevi yapan müstahkem binalarda ikamet ederlerdi. Bunun bir
yansıması olarak rıbatlar çeşitli özelliklerinin yanı sıra bir sosyal yaşam
merkezi ve kültürel etkileşimin yaşandığı yerler olarak ön plana çıkıyordu.
Kuşkusuz bölge halkı da olumlu ya da olumsuz bundan nasibini almaktaydı.
Sosyal hayata etki eden diğer bir önemli unsur ise ticaretti. Sâmânî
toprakları büyük ticaret yollarının üzerinde bulunuyordu. Semerkand,
Nisabur gibi şehirler bu özelliklerinden dolayı birer cazibe ve alış-veriş
merkezi durumundaydılar. Sürekli olarak da göç alıyorlardı. Bunun yanında
tüccarların birer kültür ve görgü taşıyıcısı oldukları, gezip gördükleri
yerlerden edindikleri kültürel birikimlerini yerli halkla paylaştıkları gözardı
edilmemelidir.
Üçüncü önemli unsur ise dindi. Maveraünnehir ve Horasan’da Müslüman
ahaliden başka Mecûsîler, Budistler, Maniheis-tler, Yahudiler ve Hıristiyan
halk yaşamaktaydı. Bu dinlerin mensupları, inançlarının da büyük ölçüde
etkide bulunduğu bir kültürel ve sosyal yaşam formatına sahiptiler. Farklı
adet ve gelenekleri vardı. Bu çeşitlilik, bölgenin sosyal hayatında canlılığı
beraberinde getirmekteydi. Biz, Sâmânî coğrafyasında yaşayan gayri
müslimlerin sosyal yaşantı ve adetlerine yeri geldikçe değineceğiz.
Devletin ahalisi Soğdlular, İranlılar, Türkler ve Araplardan oluşmaktaydı.
Soğdlular genellikle ticaretle uğraşırlardı. Maveraünnehir’deki ticarî
faaliyetlerin büyük bir bölümü bunlar tarafından organize edilmekteydi.
Sâmânî topraklarındaki yerleşik nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan
İranlılar ise, ticarî ve tarımsal faaliyetlerin yanında çeşitli devlet
memuriyetlerinde görev almaktaydılar. Türkler ise daha çok orduda istihdam
edilmişlerdi. Şehirlerde de yavaş yavaş yerleşik Türk nüfusu artmaktaydı.
İslam fetihleri sırasında Emevî valisi Ziyad b. Ebihi, Basra ve Kûfe
şehirlerinden 50.000 Arap ailesini Horasan’daki başta Merv olmak üzere
Belh, Nisabur, Herat gibi önemli şehirlere yerleştirmişti. Bölgede iskan edilen
bu Araplar şehirlere yerleşmek yerine genellikle şehrin dışında inşa ettikleri
ikinci bir şehirde (ordugah şehir) kalmayı tercih etmişlerdi. Nitekim,
Emevîlerin Horasan valisi Ziyad b. Ebihî tarafından Belh şehrine iskan edilen
Araplar, hemen şehrin dışında Bârukân adlı bir ordugah şehir inşa ederek
burada oturmuşlardır. Bu durum, Esed b. Abdullah el-Kasrî’nin valiliğine
(735) kadar bu şekilde devam etmiş ve bundan sonra Araplar yerli halkla bir
arada yaşamaya başlamışlardı[1251]. Bazı Arap kabileleri de göçebe olarak
yaşamlarını sürdürmekteydi. Sâmânîlerin son hükümdarı İsmail el-Muntasır,
Rebiülevvel 395/Aralık 1004-Ocak 1005 tarihinde yanlarına sığındığı göçebe
bir Arap kabilesinin mensupları tarafından öldürülmüştü.
Sâmânîler dönemindeki günlük yaşam ve eğlence hayatı ile ilgili elimizde
fazla bir bilgi yoktur. Bununla bereber, bazı coğrafya ve tabakat kitaplarında
bilhassa dönemin büyük şehirlerindeki yaşantı ve eğlence hayatı ile ilgili kısa
bilgiler bulunmaktadır.
Dönemin revaçta olan oyun ve eğlencelerine baktığımızda ise, santrancın
her dönemde olduğu gibi Sâmânîler zamanında da sevilen bir oyun olduğunu
görüyoruz. Ancak, dönemin ünlü şairlerinden Ebu’l-Kasım el-Kesrevî gibi bu
oyuna düşman olan kişilerde bulunmaktaydı[1252]. Sevilen bir diğer oyun ise
çevgan idi. Sâmânî hükümdarlarından I. Abdülmelik b. Nuh, Rigistan
meydanında çevgan oynarken atından düşerek ölmüştür[1253]. Ayrıca, bu
dönemde çeşitli meclisler düzenlenmekteydi. Bu meclislerde kimi zaman ilmî
sohbetler yapılırken (üns meclisleri) kimi zamanda eğlence amaçlı (işret
meclisleri) olarak düzenlenirdi.
Sâmânîler zamanında eğlence ve alışveriş amacıyla çeşitli panayırlar
düzenlenmekteydi. Bunlar, daha çok ticaret kısmında ele alınacaktır. Ancak,
mecûsîlerin Buhara’da yılda iki kez düzenledikleri Mâh Panayırı ilginç
içeriği nedeniyle bu kısımda ele alınmaya çalışılacaktır. Panayıra adını veren
Mâh’ın Buhara’nın eski hükümdarlarından bir olduğuna inanılırdı. Rivayete
göre, Melik Mâh, marangozlara ve boyacılara emir vererek, onlardan putlar
yapmalarını istemişti. Bunların yaptıkları putlar senede iki defa Buhara’da
kurulan panayırda satılırdı. Satışlardan elde edilen gelir 50.000 dirhemi
bulurdu. Melik Mâh, panayırın ortasında kurulan tahtında oturur ve halkı
putları almaya teşvik ederdi. Onun panayır meydanına yaptırdığı ateşgede,
müslümanların şehre hakim olmasından sonra camiye çevrilmiş ve bu cami
Sâmânîler dönemine kadar varlığını korumuştu. Ancak, bu sıralarda şehirde
çıkan bir yangın sonucu cami tamamıyla yanmış ve yerine II. Nasr tarafından
yeni bir cami inşa ettirilmişti.
Sâmânîler döneminde Maveraünnehir halkının giyim tarzı olarak, genellikle
üstlerine kabâ denilen bir palto (üst elbise) ve kalansüve denilen keçe ve
yünden yapılmış, siyah renkte sivri bir başlık giyerlerdi[1254]. Kabâ’nın içine
ise bir gömlek giyilmekteydi. Bundan biraz farklı olarak Harizmliler üstlerine
tunik (dize kadar uzanan bir elbise) ve başlarına eğri kalansüve giyerlerdi.
Kalansüveyi eğriltmek, onlara has bir adetti[1255]. Kaynaklarda bir bilgi
olmamasına rağmen Horasan halkının giyim tarzı da muhtemelen aynıydı.
Dönemin din alimleri ve kadılarının giyimleri ise biraz daha farklıydı. Bunlar
üzerlerine taylasan denilen bir cübbe giyer ve başlarına sarık sararlardı[1256].
Harun el-Reşid’in baş kadısı Ebû Yusuf’un, din alimlerinin diğer insanlardan
ayırt edilebilmeleri için taylasan giyilmesi tavsiye ve talimatı neticesinde
alimler arasında bu kıyafet moda olmuştu[1257]. Merv’de ilimle uğraşan bir
kimse terfi ettirilmek istenildiğinde kendisine taylasan giydirilirdi[1258].
Sistan’dakiler, bundan biraz farklı olarak sarıklarını taç gibi sararlardı.
Maveraünnehir’de ise taylasan fazla tercih edilmezdi.
Yine Mecûsîlere ait ilginç bir gelenek de Sâmânîler döneminde de Buharalı
mecûsîler tarafından devam ettirilmekteydi. Rivayete göre; İran hükümdarı
babası Keykavus’tan kaçan Siyavuş, Ceyhun nehrini geçerek Turan
hukümdarı Afrasyab’ın yanına sığınmıştı. Afrasyab, onu dostça karşılamış ve
kızı ile evlendirmişti. Burada ikamet etmeye başlayan Siyavuş, bölgedeki
insanların daha sonraları kendisini hatırlaması için bir şeyler yapmaya karar
vermiş ve bu amaçla Buhara’nın iç kalesini inşa ettirmişti. Kendisi de burada
kalmaya başlamıştı. Ancak, sonradan Afrasyab ile arası bozulunca, onun
tarafından öldürerek İç kalenin doğu kapısı yakınlarındaki bir yere
gömülmüştü. Burası daha sonra Buharalı mecûsîler tarafından kutsal bir
mekan haline getirilmişti. Mecûsîler her yıl nevruz günü, güneş doğmadan
önce buraya gelerek horoz kurban ederlerdi. Onların Siyavuş adına
söyledikleri şarkılar Mecûsî mersiyeleri olarak ün kazanmıştı[1259].
X. asırda Sâmânî topraklarını gezen İslam coğrafyacıları gezip-gördükleri
şehirlerin halkının davranış tarzları ve özellikleriyle ilgili olarak oldukça
ilginç bilgiler verirler. Örneğin el-Makdisî, Şaş halkı için “İyileri çok iyi,
kötüleri hasistir. Soğuk insanlar olup, kahramanlıklarına rağmen ahmaktırlar.
Cömert olmakla birlikte haşindirler”[1260] derken Semerkand halkını, soğuk
ve yabancılara karşı kaba olarak tasvir eder[1261]. İsficâb halkı için “Kalpleri
katıdır, Kendilerini ve mezhepleri çok beğenirler. Bunlara kötülükte etsen
iyilikte etsen aynıdır. Kasabaların halkı merkezin halkından daha iyidir.
Bunlar ülkelerinde yırtıcı hayvan, başka yerlerde koyun gibidir”[1262] der.
Buhara’dan bahsederken “Buraya açıktan günah işleyen, kötü ve hoş
olmayan işleri yapan, cemaati küçümseyen kişiler göçmüştür”[1263] der. Ona
göre, Harizmliler ise kaba insanlardır[1264].
Maveraünnehir halkının o dönemin coğrafyacılarını hayran bırakan en
önemli hasletlerinden biri de cömertlik ve müsafirper-verlikti. İbn Havkal’a
göre, “Maveraünnehir’in bir çok yerinde insanlar tek bir evin fertleri gibidir.
Bir adam, diğerine müsafir olunca adeta kendi evine gelmiş gibidir. Ev sahibi
evine gelene karşı asla kötü davranmaz. Hiçbir mükafat beklemeksizin
cömertçe konuğunun ihtiyaçlarını karşılamaya gayret eder. Bir müsafir
geldiğinde, onu ağırlamak için birbirleriyle yarışırlar. Maveraünnehir’de her
çiftlik sahibi geniş bir saray ve gelecek müsafirleri için bir ev edinmeye
çalışır”[1265].
Soğd bölgesinde bulunan bir evde ise, bazı geceler ev sahibinin hazırlığı
olmadan buraya 100, 200 veya daha fazla yolcu hayvanları ve adamlarıyla
iner, yaz-kış kapısı kilitlenmeyen bu evde konaklardı. Gelen misafirlerin
yemeklerini, hayvanlarının yemlerini, örtü ve yataklarını hazır bulurlar ve
yanlarındaki eşyayı kullanmazlardı. Ev sahibi de bunların temininde ve onları
ağırlamakta güçlük çekmezdi. Herkesi mennun etmekten, yaptıklarında
cömertlikten başka bir gayesi olmayan ev sahibi, konuklarının memnuniyetini
görür ve herkesi iyi ve eşit bir şekilde karşılamaya gayret ederdi[1266]. Bu
örnekte verilen rakamlarda şüphesiz bir mübalağa vardır. Ancak, bölge
halkının müsafirperverliğinin derecesini göstermesi açısından oldukça güzel
bir örnektir.

C) Dinî Yaşantı
Her dönemde olduğu gibi Sâmânîler döneminde de sosyal hayata etki eden
en büyük olgulardan biri de din idi. Zira, günümüzde dahi toplumların
yaşayış ve kültürlerindeki bir çok şey bunların hangi dine ve hatta hangi
mezhebe bağlı olduklarına göre değişmektedir.
X. yy.’da Sâmânîler Devleti coğrafyasında müslümanlar ağırlıkta olmak
üzere çeşitli dinlere mensup insanlar yaşamaktaydı. Devletin müslüman
ahalisi de çeşitli mezheplere bölünmüştü.
1) Müslümanlar
Devletin müslüman tebasının ağırlıklı kısmını Hanefîler oluşturuyordu.
Sâmânîler de Hanefî mezhebine mensuptular. Hanefîlerden sonra nüfus
olarak Şafiîler ikinci sırayı oluşturmaktaydı. Maveraünnehir’de Şaş ve İlak
halkı[1267], Horasan’da Tûs, Nesa, Ebiverd, İsferayin, Dandenekan, Cûyan
sakinleri Şafiî mezhebindeydiler. Ayrıca, Nisabur, Herat, Serahs ve Merv’de
de önemli miktarda Şafiî bulunmaktaydı[1268]. Şafiîlerle, Hanefîlerin birlikte
yaşadıkları yerlerde zaman zaman mezhep farklılığından dolayı gerginlikler
yaşanmaktaydı. Bu da, siyaset sahnesinde yaşanan mücadelenin taraflarınca
kullanılmaktaydı. Nitekim Hanefî mezhebindeki Sâmânîler, her iki
mezhepten de insanların yaşadığı Nisabur’a sürekli olarak Hanefî kadılar
tayin etmeleri şehirdeki Şafiîlerin hoşnutsuzluğuna neden olmuştu.
Sâmânîlerin son zamanlarına doğru bağımsızlıklarını kazanmak gayesiyle
devlete isyan eden Simcûrîler de, bu durumun farkındaydılar. Dolayısıyla,
şehirdeki Şafiîlerin desteğini kazanmaya özellikle dikkat etmişlerdi[1269]. el-
Makdisî, Nisabur’un batı tarafında yer alan Menaşek Mahallesi ile Hire
Mahallesi sakinleri arasında yekdiğerine karşı korkunç bir bağnazlık mevcut
olduğundan bahsetmektedir[1270]. Muhtemelen bu düşmanlık dinî sebeblere
dayanıyordu. Yine, Sistan ve Serahs’daki Hanefîler ve Şafiîler arasında
çekişmeler yaşanmaktaydı[1271]. Bu iki ehl-i sünnet mezhebinin dışında
Sâmânîler Devleti’nin tebaası arasında yer alan üçüncü grup ise Şiîlerdi.
Bilindiği gibi Sâmânîler bilhassa ilk dönemlerinde Cürcan ve Taberistan’a
hakim olan Şiîliğin Zeydiyye koluna mensup olan kişiler tarafından kurulmuş
olan Zeydîler Devleti ile mücadele etmişler ve zaman zaman adı geçen
topraklar üzerinde hakimiyet kurmuşlardı. Ayrıca, Zeydîler hanedanının
kurucuları mezheplerini Deylem ve Gilan bölgelerinde yaymışlardı.
Taberistan ve Cürcan, Sâmânî hakimiyetine girdikten sonra Zeydîler
hanedanına bağlı kumandanlar ve askerler Sâmânî ordusunda görev almaya
başladılar. Bunlar arasında dönemin ileri gelen kumandanlarından Mâkân b.
Kâkî[1272] de bulunuyordu. Sâmânîlerin öncesinde Buhara’da Şerik b. Şeyh
el-Mihrî’nin başını çektiği Abbasîlere karşı bir isyan hareketi ortaya çıkmıştı.
İsyanın ele başı ve taraftarları şia yanlısıydı. Bu isyan, Abbasî valisi Ziyad b.
Salih tarafından bastırılmıştı[1273]. el-Makdisî’ye göre Sâmânîler döneminde
Horasan’da çok miktarda Şiî yaşamaktaydı[1274]. İran şiirinin büyük
ustalarından biri olan el-Rûdekî de, Semerkandlı bir Şiî idi[1275]. Şiîliğin bir
kolu olan Kerramiyye, Horasan’ın bazı yerlerinde kendisine taraftar
bulabilmekteydi. Örneğin, Nisabur’da önemli sayıda bu mezhebe bağlı insan
mevcuttu.
Sâmânî toprakları üzerinde yaşayan müslümanlar arasında diğer bir grubu
ise Şiîliğin Batınî koluna mensup kişiler oluşturmaktaydı[1276]. Özellikle II.
Nasr’ın son senelerinde Horasan ve Maveraünnehir’deki Batınî dailerinin
yaptıkları propagandalar sırasında halktan ve devlet ileri gelenlerinden pek
çok kimse bu mezhebi kabul etmişlerdi.
Horasan’da Merverrûd, Talikan, Meymene, Herat çevresindeki,
Maveraünnehir’de de özellikle Nesef ve Buhara çevresindeki halk bu
mezhebe girmişti[1277]. Hatta, Sâmânî hükümdarı II. Nasr’ın dahi Batınîliği
mezhebi kabul ettiğine dair kaynaklarda çeşitli rivayetler bulunmaktadır[1278].
Ancak, bu bilgilerin doğruluğu şüphelidir. Batınî hareketinin gücünü ve ne
denli yayıldığını göstermek amacıyla verilmiş olmalıdır.
Batınîlerin giderek güçlerini artırması ve sünnî halka karşı yaptıkları kötü
muameleler ulema ve ordu komutanları arasında büyük hoşnutsuzluğa
sebebiyet vermişti. Neticede ordu tarafından başlatılan bir takibat neticesinde
özellikle Maveraünnehir’de yerleşmiş olan Batınî nüfuzu kırılmış ve
batınîlerin gücünü arttırmasına engel olamayan II. Nasr’ın yerine oğlu I. Nuh
tahta çıkarılmıştı. Yeni hükümdar, Batınîlerin reisi Muhammed b. Ahmed el-
Nesefi’yi sünnî alimlerle münazaralar yapmak üzerine huzuruna davet etti.
Yapılan münazaralarda sünnî alimler tarafından mezhebi cerh edilen (delilleri
çürütülen) el-Nesefî, I. Nuh’un emriyle idam edilmişti[1279].
Bu şekilde büyük bir darbe yiyen Batınîler, Karahanlılar dönemine kadar
bölgede herhangi bir varlık gösteremediler. Yalnız, Nizamülmülk’ün eserinde
bunların I. Mansur döneminde bir kere daha ortaya çıktıkları söylenmekte ve
olaylar ile Horasan valisi Alp-Tegin’in isyanı arasında bir bağ
kurulmaktadır[1280]. Ancak bununla ilgili diğer kaynaklarda bilgi yoktur.
Diğer taraftan büyük alim İbn Sinâ’nın babası da Batınî idi. Hatta, kendisinin
de bu mezhepten olduğu söylenmekte ise de bu doğru değildir.
Bunlardan başka, Fergana, Huttel, Cüzcan, Hocend, Kaşan ve
Semerkand’ın bazı rüstaklarında Mukanna[1281] taraftarı olan Mübeyyıza
(Beyaz Elbiseliler) yaşamaktaydı. Emevîler devrinin en aktif siyasî-dinî
grubu olan Haricîlerin faaliyetleri Abbasîler döneminde yavaşlamıştı.
Sâmânîler döneminde Sistan, Keruh ve Esterbiyan’da çok sayıda Haricî
yaşamaktaydı[1282].
İsmail b. Ahmed’in 260/874 senesinde Buhara’ya girişi sırasında,
kendisinden önce şehrin idaresini üstlenmiş olan Hüseyin b. Muhammed el-
Haricî’yi önce yardımcılığına getirmiş ise de şehre girişinin akabinde onu
yakalatarak hapsetmişti[1283]. Buradan anlaşılacağı üzere muhtemelen Buhara
ve çevresinde bir grup Haricî yaşamaktaydı. Yine İbn el-Esîr ve Gerdizî,
300/912-913 senesindeki Sistan olaylarını anlatırken, Sâmânîlere karşı
başlatılan isyanın ele başı olan Mevla el-Sandalî’nin Buhara’da ikamet eden
ve Sâmânî ordusunda görev almış bir Haricî olduğunu aktarmaktadır[1284].
2) Mecûsîler (Zerdüştler)
İran menşeli bir din olan mecûsîlik, kurucusunun adına nispetle Zerdüştlük
olarak da adlandırılmaktadır[1285]. Bu dinin esasını ise ateşe, iyi ve kötü
ruhlara tapınma oluşturmaktaydı. Fetihlerin sonrasında Müslümanlar idareleri
altına giren Mecûsîlere, ehl-i kitap statüsü tanıyarak zımmi saymışlar, cizye
ve harac vergileri almakla yetinmişlerdir. İslam fetihlerinin hemen öncesinde
Maveraünnehir’de Budizm ile sıkı bir mücadele içine giren Mecûsîlik,
zamanla Budizmin bölgedeki etkisini ortadan kaldırmıştı. Nitekim, Hz.
Muhammed’in vefatını takip eden yıllarda Horasan ve Maveraünnehir’de
Mecûsî dini hakim durumdaydı. Mecûsîler, Sâmânîler döneminde de devletin
hakim olduğu çeşitli yerlerde varlıklarını sürdürdüler.
Buhara’da, Mecûsîler Sokağı denilen ve şehirdeki eski Mecûsîlerin
torunlarının yaşadığı bölge Sâmânî hükümdarı I. Nuh’un buradan toprak
almasıyla son derece değer kazanmıştı. Zira, ailenin diğer mensupları ve
aileye yakın kişilerde buradan arsa edinmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.
Bu nedenle de sokağın eski sakinleri olan Mecûsîlerle müslümanlar arasında
çatışmalar meydana gelmişti[1286].
Buharalı Mecûsîlerin, Afrasyab’ın damadı Siyavuş adına her sene Nevruz
günü iç kalenin önünde düzenledikleri törenlerden yukarıda bahsedildi.
Semerkand şehrindeki Mecûsîler ise, şehirdeki su kanalının bakım ve
muhafazası karşılığında cizye vergisinden muaf tutulmuşlardı[1287]. Yine
Vahan’da da Sâmânîler döneminde Mecûsîlerin yaşadığı bilinmektedir[1288].
Bunların dışında, Horasan’ın kuzeybatısında kalan Ravend Dağı üzerinde
Sasanîler döneminin en kutsal mabetlerinden biri kabul edilen Burzun-mihr
Ateşgedesi yer almaktaydı. Yine, Herat’a iki fersah mesafede Belh yolu
üzerindeki bir dağda hala mamur durumda olan Şurşek Ateşgedesi
bulunuyordu[1289]. Ayrıca, dönemin ünlü şairlerinden el-Dakikî’nin de
Mecûsî olduğuna dair çeşitli rivayetler bulunmaktadır[1290].
3) Hıristiyanlar
Maveraünnehir ve Horasan’da Hıristiyanların mevcudiyeti oldukça eski
dönemlere rastlamaktadır. Bunu 300’lü yıllara kadar götürmek mümkündür.
Buradaki Hıristiyanlar Nasturî mezhebine[1291] bağlı idiler. Ancak,
Hıristiyanlık bölgede oldukça erken döneme rastlayan varlığına rağmen VII.
yy. sonu ile VIII. yy. başlarında etkili olabilmişti[1292]. Maveraünnehir’deki
Hıristiyan etkisi Semerkand’da bir Nasturî başpiskoposluğu kuracak kadar
güçlenmişti. Başpiskoposluğun kuruluşu ile ilgili çeşitli görüşler bulunmakla
birlikte, kurumun IX. yy.’da hala varlığını sürdürdüğü bilinmektedir. Ayrıca,
Merv ve Herat’da da Nasturî piskoposlukları vardı[1293].
Sâmânîler devrinde ise, Semerkand’da bağlı Şavzar’da hala oldukça
kalabalık bir Nasturî Hıristiyan cemaati bulunuyordu. Bunların güzel bir
kiliseleri ve kendilerine ait vakıfları vardı. Coğrafyacı İbn Havkal, buradaki
Hıristiyanların güzel ve temiz evleri olduğunu belirtir. Müellif, aynı bölgede
Irak Hıristiyanlarından bir gruba rastladığını ve bunların itikafa girmek
(uzlete çekilmek) amacıyla buraya yerleşmiş olduklarını söyler[1294]. Diğer
taraftan, İsficâb’a bağlı Mirki şehrinin camisi eskiden kilise olup Fâik el-
Hassa tarafından camiye çevrilmişti[1295]. Şaş’a bağlı Vinkerd köyünde de
büyük miktarda Hıristiyan ahali yaşamaktaydı[1296]. İsmail b. Ahmed,
280/893 senesindeki Talas seferi sırasında ele geçirdiği bu şehirdeki kiliseyi
camiye çevirmişti[1297].
Horasan’da da sayıları yahudilere göre daha az olmakla birlikte Hıristiyan
ahali yaşamaktaydı[1298]. Ancak, bunlar hakkında elimizde yeterli bilgi
bulunmamaktadır. Sadece, Herat’a iki fersah mesafede Belh yolu üzerinde
bulunan Şurşek Ateşgedesi’yle Herat arasında mamur bir kilisenin bulunduğu
kaynaklar tarafından aktarılmaktadır[1299]. Harizm’de de bir Hıristiyan
cemaati bulunuyordu. Ancak, bunlar diğerlerinin aksine Ortodoks mezhebine
mensup idiler[1300]. Hıristiyanlara oranla Horasan’da daha fazla yahudinin
yaşadığının belirtilmesine rağmen, bunlar hakkında bilgi yoktur. Sadece
tasavvuf konusunda yazılmış olan bir eserde Nisaburlu bir mutasavvıfın
şehirde yaşayan bir yahudi ile olan arkadaşlığından ve daha sonra yahudinin
müslüman olmasından bahsedilmektedir[1301].
4) Maniheizm
İran menşeyli bir din olan Maniheizm[1302]; Hıristiyanlık, Zerdüştlük ve
Budizmin ilkelerinin birleştirilmesiyle miladî III. yy.’da ortaya çıkmıştır.
Ancak, Sasanîler tarafından takibata uğratılan mani dini mensupları, bu
nedenle Türk hakimiyetindeki Maveraünnehir’e kaçmak zorunda kalmışlardı.
Burada yaşayan Soğdlulardan bir bölümü Maniheizmi kabul ettiler.
Böylelikle Maniheizm, tüccar bir kavim olan Soğdluların eliyle Çin’e kadar
ulaşma imkanı buldu. 763 senesinde Çin’e yaptığı bir sefer sırasında mani
rahipleriyle karşılaşan Uygur Kağanı Bögü, kısa süre sonra bu dinin
öğretilerini kabul edince Maniheizm, Uygur Devleti’nin resmî dini haline
geldi. Ancak, bu dinin kurallarının Türklerin yaşam tarzına uygun olmaması,
Uygurların zayıflamasında ve zaman içinde yıkılmasında büyük rol
oynamıştı. Müslümanların, İran ve Horasan’ı fethetmesinin sonrasında
Maveraün-nehir’deki Maniheistlerden bir kısmı tekrar geri dönmüşlerdi.
Müslümanların hakimiyetinde özellikle Emevîler döneminde rahat bir
yaşam süren Maniheistlerin, Abbasîlerin ikitidara gelmesinden sonra
durumları bozuldu. Sasanîler döneminde olduğu gibi takibata uğradılar.
Halife el-Muktedir (295-320/908-932) döneminde artan baskılar sebebiyle
yeniden Maveraünnehir’e gitmek zorunda kaldılar. Maniheistlerin bu ikinci
göçü Sâmânîler dönemine rastlamaktadır. Semerkand’a yerleşen
Maniheistler, burada 500 kişilik bir cemaat oluşturdular. Semerkand, bu dinin
en önemli merkezi haline geldi[1303]. Bunların, şehirde Nighuşek adlı bir
mabetleri bulunuyordu[1304]. Muhtemelen II. Nasr devrinde, Semerkand’da
oturan maniheistlere karşı takip edilen baskı politikası, bu dine mensup olan
Dokuzoğuz Kağanını harekete geçirdi. Sâmânî hükümdarına bir mektup
gönderen kağan “Sâmânî topraklarındaki Mani dini taraftarlarına nispeten,
kendi topraklarındaki müslümanların sayısının çok kalabalık olduğunu
belirterek, dindaşlarına karşı takibatın devam etmesi halinde, aynı şeyleri
memleketindeki müslümanlara uygulamak zorunda kalacağını” bildirdi. Bu
tehdit hemen etkisini gösterdi. Sâmânî hükümdarı, maniheistleri takip
etmekten vazgeçerek, onlardan cizye vergisi almakla yetindi[1305]. Bunun
sonrasında, Sâmânî topraklarındaki Maniheistlerle alakalı herhangi bir bilgiye
rastlanmaz. Sadece, yukarıdaki bilgileri bize aktaran İbn el-Nedim (ö.1010),
kendi zamanında İslam dünyasındaki mani dini mensupların azaldığını
yazmaktadır[1306]. Aynı şekilde Maveraün-nehir’deki Maniheist nüfusunun da
giderek azaldığını söylemek mümkündür.

D) Doğal Felaketler
Günümüzde olduğu gibi geçmişte de insanoğlunun karşılaştığı en büyük
zorluklardan biri de doğal felaketler olmuştur. Zaman zaman yaşanan
deprem, sel, kıtlık ve buna bağlı olarak ortaya çıkan salgın hastalıklar
nedeniyle bir çok can kaybının yanında büyük maddî zararlar da meydana
geliyordu.
Kaynaklarda Sâmânîler döneminde Maveraünnehir bölgesinde vuku bulan
bir deprem yada kıtlığa dair bir kayıt olmamasına karşılık Horasan’ın o kadar
da şanslı olmadığını görürüz. Nitekim, 323/934-935 senesinde meydana
gelen şiddetli kıtlık nedeniyle bir çok insan açlıktan hayatını kaybetmişti.
Öyle ki, ölenlerin hepsini birden kefenleyecek bez bulunamadığından fakir ve
kimsesizler gerekli hazırlıkların tamamlanmasına kadar bir evde
bekletilmişlerdi[1307].
331/942-943 senesinde Nesa şehrinde büyük ve şiddetli bir deprem
meydana gelmişti. Şehir ve civarındaki bir çok köy tahrip olmuş, yıkıntılar
arasında bir çok insan can vermişti[1308].
343/954-955 senesine gelindiğinde ise Horasan ve Cibal bölgelerinde
büyük bir veba salgını yaşandı. Bu salgın sırasında bir çok insan hayatını
kaybetmesinin yanında salgının etkileri bir sonraki senede kendini
göstermeye devam etmişti. Nitekim, Cibal’in merkezi Rey’de meydana gelen
yeni bir veba salgınının kurbanları arasında Büveyhîlere sığınmış olan asî
Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac ve oğlu da bulunuyordu[1309].
346/957-958 yılı da Sâmânî Devleti ve komşuları için tam bir deprem yılı
olmuştu. Bu yıl içinde Irak, Cibal, Kum bölgelerinde kırk gün süreyle
birbirini takip eden depremler meydana gelmişti. Depremin etkisiyle binalar
çökmüş, sular kaybolup gitmişti. Enkaz altında kalan bir çok insan da
hayatını kaybetmişti. Aynı sene içinde Talikan’da meydana gelen deprem de
büyük can kaybı ve maddî hasara neden olmuştu[1310].
373/983-984’de Cürcan’da meydana gelen veba salgınında ölenler arasında
Sâmânîlerin eski Horasan valisi Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş ve maiyeti
de bulunuyordu[1311].
Deprem ve veba salgınlarının dışında sel baskınları da büyük zararlara
neden olmaktaydı. Bunun en belirgin örneği Harizm’in merkezi Kat şehrinde
yaşanmıştı. Ceyhun nehrinden suyunu alan Harkerur Kanalı şehri ikiye
bölüyordu. Bu kanalın sularının zaman zaman taşması sonucunda yaşanan sel
baskınları nedeniyle şehir, iç kale (kuhendiz) ve iç kalenin arkasındaki cami
harap olmuş ve zaman içinde bunların izi ve yıkıntısı dahi kalmamıştı[1312].
Şehir halkı da bu nedenle evlerini kanal kıyısından belirli bir mesafe
uzaklıkta bina ediyorlardı.
Yukarıda Buhara şehrinin evlerinin sıkışık düzende, birbiri üzerine bina
edildiğinden bahsedildi. Bu durum Buhara için bir takım menfi neticeleri de
beraberinde getirmekte ve şehirde çıkan yangınlar büyük hasarlara yol
açmaktaydı. II. Nasr’ın kardeşi Ebû Zekeriyya’nın çıkardığı isyan sırasında
şehirde büyük bir yangın çıkmıştı (317-318/929-930)[1313]. Kerdûn Kaşan
mahallesinde çıkan yangın, bu mahallenin tamamının yanmasıyla
sonuçlanmıştı. Nerşahî, çıkan yangının alevlerinin Semerkand’dan dahi
görüldüğünü belirtmektedir[1314].
Receb 375/Mayıs 937 tarihinde şehirde ikinci bir büyük yangın olayı
yaşanmıştı. meydana gelmişti. Yangın Semerkand Kapısı yanındaki
Heresiyye yemeği[1315] satan dükkanlarda başlamıştı. Buradaki dükkan
sahiplerinden biri heresiyye kazanının altındaki külleri, dükkanının raflarında
kapamak istediği bir deliğin içine taşımıştı. Ancak, küllerin arasında kalan ve
dükkan sahibinin farkına varamadığı közler, rüzgarın da etkisiyle dışarıya
savrularak tüm çarşının alev almasına neden olmuştu.
Alevlerin büyüyerek etrafa yayılmasıyla Semerkand Kapısı civarındaki
bütün alan bu yangında harap olmuştu. Bekkar Mahallesi, Farcek Medresesi,
Ayakkabıcılar Çarşısı, Sarraflar Çarşısı ve Bezzazlar Çarşısı tamamıyla
yanmıştı. Yangın, daha sonra rüzgar sayesinde şehri ikiye bölen kanalın diğer
yakasına sıçramasıyla Mâh Cami de tamamıyla harap olmuştu. İki gün devam
eden yangın, şehir halkının bir aylık odun ihtiyacını karşılayacak miktarda
odunun kül olmasına neden olmuş ve 100.000 dirhemden fazla maddi zarar
meydana gelmişti. Olayı aktaran Nerşahî’nin ifadesiyle, bu yangın sırasında
yanan binalar hiçbir zaman eskisi gibi onarılamamıştır[1316].
Nitekim, 375/985 yılında Horasan ve Maveraünnehir seyahati sırasında
Buhara’ya gelen el-Makdisî şehirde yangında harap olmuş bir çok evin
varlığına tesadüf etmiştir[1317].

E) İmar Faaliyetleri
Sâmânî hükümdarları özellikle devletin merkezi olan Buhara’da saray,
park-bahçe, cami gibi yapılar inşa ettirmişlerdi. Ancak, gerek kullanılan
malzemenin ahşap veya dayanıksız olması gerekse daha sonraki dönemlerde
gerçekleşen istilaların ve yangınların meydana getirdiği tahripler bu yapıların
zamanımıza ulaşmasını engellemiştir. Bununla birlikte, İsmail b. Ahmed’in
adına inşa ettirilen türbe bütün özellikleriyle günümüze gelmeyi başarmıştır
(Bkz. Resim I,II). Bu türbenin inşasına İsmail b. Ahmed’in oğlu Ahmed
döneminde başlanmış ve torunu Nasr döneminde tamamlanmıştı. Türbenin
içinde İsmail b. Ahmed’in tabutundan başka iki tabut daha yer almaktadır.
Bunlardan birinin torunu II. Nasr’a ait olduğu tesbit edilebilmiştir[1318]. İç ve
dış inşaatında malzeme olarak pişmiş tuğla kullanılan bu yapı günümüz sanat
tarihçileri tarafından türünün en çarpıcı örneklerinden biri olarak kabul
edilmektedir[1319]. Türbe, dönemin dinsel mimarî eğilimine ters düşen formel
giriş kapılarıyla dikkati çeker. Saray sanatının etkisi altında inşa edilmiş olan
yapı, tuğla üslubunun ilk örneğidir. Türbenin iç bezemeleri de, konusunda
birer baş yapıt sayılmaktadır[1320].
Sâmânî hükümdarlarının ikameti için yapılmış olup günümüze ulaşmayan
saraylarla ilgili olarak Nerşahî ’nin eserinde oldukça geniş malumat
bulunmaktadır. Bunlardan ilki, II. Nasr’ın Rigistan Meydanı’nda yaptırdığı
saraydır. Çok güzel ve pahalı olan sarayın karşısına da devlet daireleri inşa
edilmişti. Bu saray I. Abdülmelik’in 350/961 senesinde çevgan oynarken
atından düşüp ölmesinin ardından gulâmları tarafından yağmalandı. Sâmânî
hükümdarının gözde cariyelerini paylaşan yağmacılar daha sonra sarayı
yaktılar. İçerideki altın ve gümüş eşyaların hepsi yandı. Yapı hiçbir iz
bırakmamacasına yok oldu. I. Abdülmelik’in veziri Ebû Cafer el-Utbî, bu
sarayın yanına çok güzel bir cami inşa ettirmişti[1321].
Rigistan meydanındaki sarayın bu şekilde tahrip olmasından sonra, I.
Abdülmelik’den sonra tahta çıkan kardeşi I. Mansur, aynı mevkide yeni bir
saray inşa edilmesini emretti. Eski sarayla birlikte yok olmuş olan her şey
burada daha güzel bir şekilde yeniden yapıldı. I. Mansur, yeni yapılan bu
sarayda ikamet etmeye başladı. Ancak, kısa süre sonra gece vakti çıkan bir
yangın neticesinde saray tamamıyla yandı. I. Mansur, aynı gece Cûy-i
Mûliyân’a gitti. Yanan saraydaki hazine ve mallarını da buraya getirtti[1322].
Çeşitli yapılardan oluşan bir başka saray da Rigistan Meydanı ile Daştek
denilen yer arasında inşa edilmişti. Kompleksin evleri birbirine son derece
orantılı olup, çok güzel bir taş işçiliğine sahipti. Ayrıca kompleksin
bünyesinde içinde fıskıyeleri ve kara ağaçlarıyla dört güzel bahçe
bulunuyordu. Bahçelerden birinde doğu ve batı yönlerinden güneş ışığı
almayan büyük bir kameriye (çardak) vardı. Bundan başka bahçelerde
birbirinden farklı türde çiçekler, armut, badem, fındık, üzüm, kiraz gibi
meyveler mevcuttu[1323].
Buhara’da Cûy-i Mûliyân[1324] olarak bilinen ve dönemin şairlerinin
şiirlerinde önemli bir yeri olan, güzelliğiyle cenneti andıran[1325] mevkide
Sâmânîlere ait saray ve bahçeler yer almaktaydı. Eski dönemlerde Buhara
hakimleri olan Buhar-hûdat ailesine ait olan bu yer, Sâmânîlerin başlarında
Abbasî halifelerinden Mutasım’ın kumandanlarından Hasan b. Muhammed b.
Talut’un mülküydü. Sâmânî b. Ahmed, burayı ondan satın alarak saraylar ve
bahçeler yaptırmıştı. İsmail b. Ahmed bu yapıların tamamlanmasından sonra,
onları gulâmlarına bağışlamış ve bu nedenle Cûy-i Mûliyân, Cûy-i Mevâliyân
olarak isimlendirilmeye başlanmıştı[1326]. Cûy-i Mûliyân’da saray ve
kasırlardan başka son derece güzel bir şekilde organize edilmiş park ve çiçek
bahçeleri, her yönden birbiriyle kesişen akarsular bulunurdu[1327].
I. Mansur 356/967 senesinde Yeni Kapı taraflarında yer alan Kerek-i
Aleviyyan’da çok güzel bir kasır inşa ettirmişti[1328].
Şehrin Sâmânîlerden önceki döneme ait olan Cuma Camisi ise II. Nasr
döneminde aniden çökmüş ve yıkıntılar arasında bir çok insan hayatını
kaybetmişti. II. Nasr gerekli bütün ihtiyaçların karşılanarak caminin yeniden
inşasını emretmişti. Şehrin kadısının yönetiminde başlayan inşaat bir sene
içinde bitirilmişti. Ancak, bir sene sonra caminin güney tarafındaki duvar
çöktü. Çöken duvar onarıldı. Bunun dışında II. Nasr’ın veziri el-Ceyhanî
masraflarını kendisi karşılayarak camiye bir minare ilave ettirdi[1329].
Yine I. Mansur, Buhara’da iç kaleye yarım fersah mesafedeki Samitin yolu
üzerindeki bahçeleri oldukça yüksek bir bedel ödeyerek satın almış ve
bayram namazlarının topluca kılınacağı bir cami yaptırmıştı[1330].
Buhara’daki yapıların dışında İbn Havkal, Semerkand’da İsfizar
mahallesinde Sâmânîlere ait bir sarayın varlığından bahseder[1331]. Bunların
dışında, o zamanki İslam şehirlerinde görmeye pek alışkın olmadığımız
şekilde Semerkand şehrinin meydanında yer alan hayvan heykellerini de
burada ele almak gerektiği kanaatindeyiz. X. yy’da, Semerkand’ı ziyaret eden
İbn Havkal, şehrin meydanında gördüğü, servi ağaçlarından yontulma fil,
deve, öküz ve diğer vahşi hayvanların figürleri karşısında hayranlığını ve
şaşkınlığını gizleyememiştir[1332]. Birbirleriyle konuşuyor gibi karşılıklı
duran bu heykeller, aynı zamanda birbirlerini yakalamaya çalışırcasına
ardarda şehir meydanına dizilmişlerdi. Bunlar, Semerkand halkının ticarî
faaliyetlerden elde ettikleri kazançlarını nasıl kültürel faaliyetlere
ayırabildiklerinin ve şehir düzenlemesinin güzel bir örneği sayılabilir.
Bunların dışında kaynaklarda, II. Nasr’ın Firebr’de yolcuların ücretsiz
ağırlandığı bir rıbat inşa ettirdiği aktarılmaktadır[1333]. Yine, Sâmânîler
tarihinin son dönemlerine damgasını vuran kumandanlardan biri olan Fâik el-
Hassa da, Tûs’da bir cami ve İsficâb’a bağlı Kulan kasabasının dışında bir
rıbat inşa ettirmişti[1334]. Burada aktarılan bilgiler kaynaklardan
ulaşabildiğimiz bilgilerdir. Ancak, özellikle Maveraünnehir’de 10.000 rıbatın
bulunduğu şeklindeki bilgiler düşünüldüğünde Sâmânî hükümdarları
tarafından inşa ettirilmiş daha bir çok rıbatın olduğunu söylemek
mümkündür.
VI) Ekonomik ve Ticari Hayat

A) Sâmânîler Devrinde Para

Sâmânîler devrinde Horasan ve Maveraünnehir’de yoğun ticarî faaliyetlerin


bir yansıması olarak kuvvetli bir para akışı yaşanmaktaydı. Devletin
hakimiyet alanı içinde kalan topraklarda çeşitli paralar kullanılmaktaydı.
Bunları fülûs dirhemler, dirhemler ve dinarlar olmak üzere üç grupta
toplayabiliriz.
Fülûslar (tekili fels)[1335] bakır ya da bu madenin yanına kalay, demir,
bronz gibi diğer madenlerin katılmasıyla darb edilmiş paralardı. Kullanım
alanları kısıtlı olup, tedavülde oldukları bölgenin dışında pek
kullanılmazlardı. Lombard, bu tür paraları “aksesuar şeklinde, herhangi bir
hukukî koruması olmayan, yerel bir siyasî güç tarafından bastırılmış mahallî
paralar olarak ifade etmektedir. Dolayısıyla da, ağırlıkları konusunda belli bir
standartının olmadığını belirtir[1336]. Ancak, bu yanlıştır. Nitekim, batıda
Bizans’ta bu tür para basımının bir nizamnâmeye bağlandığı
görülmektedir[1337].
İlk olarak Bizans ve Sasanî paralarını kullanan Müslüman-larında aynı
kuralları almış olmaları kuvvetle muhtemeldir. Fülûs dirhemler Sâmânîler
devrinde yoğun bir şekilde kullanılmaktaydı. Bu dönem içinde basılmış olan
fülûs dirhemler ağırlıklı olarak Semerkand ve Buhara’daki darphânelerde
basılmaktaydı[1338].
Bu dönemde kullanılan fülûs dirhemlerden biri olan Gıtrifiyye,
Abbasîlerden beri Maveraünnehir’de, özellikle de Buhara ve çevresinde
tedavülde idi. Gıtrifî dirhemler, Halife Harun el-Reşid’in, Horasan Valisi
Gıtrif b. Ata tarafından Buhara soylularının ve ileri gelenlerinin ricası üzerine
darbedilmeye başlanmıştı. Buharalılar, eskiden Buhar-hûdatlar tarafından
bastırılan gümüş dirhemlerin tedavülden kalkması ve mahallî ihtiyacı
karşılamak üzere yeni bir paraya ihtiyaç duyulması nedeniyle böyle bir
istekte bulunmuşlardı. Ancak, o dönem içinde gümüşün pahalı olması,
basılacak olan sikkelerin sadece bu madenden olma ihtimalini
zorlaştırmaktaydı. Bütün bunları dikkate alan Gıtrif b. Ata, gümüş ağırlıkta
olmak üzere altın, kurşun, kalay, demir, bakır karışımından oluşan ve eski
sikkelere benzeyen yeni bir para bastırdı. Üzerine kendi adını da koydurması
nedeniyle sikkeler Gıtrifî dirhemleri olarak isimlendirildi[1339].
Ancak, Buhara halkı Gıtrifî dirhemlere pek rağbet göstermeyince Gıtrif b.
Ata, 6 Gıtrifî’nin 1 gümüş dirheme eşit olduğunu ilan ederek yeni sikkeleri
resmileştirdi. Buhara ve çevresinin vergileri de, Gıtrifî olarak alınmaya
başlandı. Zaman içinde Gıtrifî dirhemin değeri artarak gümüş dirhemlerin
üzerine çıktı. Öyle ki, 100 gümüş dirhem 85 Gıtrifî’ye karşılık gelmeye
başladı[1340]. Bununla birlikte Gıtrifî dirhemlerin Sâmânîler döneminde değer
kaybettikleri görülmektedir.
Bu durum muhtemelen sikkeyi oluşturan madenlerin karışımlarının
değişmesiyle alakalıydı. Nitekim, Sâmânîler devrinde gıtrifî felsler, bakır,
tunç, kalay ve demir karışımından basılmakta olup, 100 gıtrifî 1 gümüş
dirheme eşitlenmişti[1341]. Diğer taraftan, bu dönemde de Buhara ve
çevresinin vergisi gıtrifî dirhem olarak tahsil edilmekteydi. Ayrıca, evlenecek
kadınların mihri için, gayri menkul, menkul ve köle alım satımında gıtrifî
dirhemler kullanılıyordu[1342].
Gıtrifî’nin dışında müseyyebî ve muhammedî fülûs dirhemler de
Maveraünnehir’de yaygın olarak kullanılmaktaydı[1343]. Bunlardan,
muhammedî dirhemler üzerinde okunamayan harflerle yazılmış işaretler
bulunmaktaydı[1344]. Müseyyebî dirhemler ise, diğerlerine nazaran daha
değerli olup, ismailiyye denilen gümüş dirhemlerden dahi üstün
tutulmaktaydı[1345]. Abbasîler döneminden miras kalan yukarıda adlarını
saydığımız fülûs dirhemlerin dışında Sâmânîler de kendi adlarına bu tür
dirhemler bastırmışlardı. Nitekim Nerşahî, gıtrifî dirhem hakkında bilgi
verdikten sonra bütün Sâmânî hükümdarlarının fülûs dirhemler bastırdıklarını
yazmaktadır[1346]. Sâmânîlerden ilk fülûs dirhem bastıran kişi Ahmed b. Esed
olup, darbedilen fülûs dirhem 244/858-859 tarihlidir[1347]. Yine, ailenin ilk
üyelerinden Nuh b. Esed adına Binket’de darbedilen sikkeler bu tür
dirhemlere bir örnektir[1348]. Fergana’ya bağlı Kuba şehrindeki darphanede
Sâmânî hükümdarlarından I. Nuh ile oğulları I. Abdülmelik ve I. Mansur
adına fülûs dirhemler basılmıştır[1349]. I. Mansur adına 356/967 senesinde
Buhara’da darp edilen fülûs dirhemler vardır[1350]. Aynı şekilde İsficâb’ın
yerel hükümdarlarının 310/922-923 senesinde Farab’da bastırdıkları fülûs
dirhemlerin üzerinde metbuları II. Nasr’ın adı yer almaktaydı[1351].
Sâmânîler coğrafyasında kullanılan diğer bir para çeşidi de gümüş
dirhemlerdir. Bunlar, fülûsların aksine uluslararası nitelikte ve her türlü
hukukî statüye sahiptiler. İslamiyet öncesinde doğuda Sasanîlerin
egemenliğindeki topraklarda batıdakinin aksine gümüş para esasına dayanan
büyük bir ekonomik güç vardı. Altın ise daha çok ziynet eşyası ve mobilya
olarak kullanılmaktaydı[1352]. Sasanî topraklarını fetheden müslümanlar, bir
süre daha onların dirhemlerini kullanmaya devam ettiler. İlk basılan İslamî
dirhemler de Sasanîleri örnek alarak darp edilmişti. İslamî dirhemlerin teorik
ağırlığı 2.97 gramdı. Ancak, IX. yy.’ın sonlarına doğru ağırlıkları 4-6 gram
arasında değişen dirhemler basılmıştı[1353].
Sâmânî hükümdarları arasında ilk gümüş dirhem bastıran kişi İsmail b.
Ahmed’tir[1354]. İsmail b. Ahmed devrinde çeşitli darphanelerde basılan
dirhemlerin farklı ağırlıklar taşıdığını görüyoruz. Örneğin, 293/906 senesinde
Ma’din Darphanesi’nde basılan gümüş dirhem 3.11 gram ağırlığında iken,
295/907-908’de Pervan (Fervan)’da basılan dirhemler 3.57 gram
ağırlığındaydı[1355]. İsmail b. Ahmed’in bastırmış olduğu dirhemler onun
adına nisbetle İsmailiyye olarak isimlendirilmişti[1356]. İsmail b. Ahmed’ten
sonra gelen Sâmânî hükümdarları da çeşitli ebad ve ağırlıkta gümüş
dirhemler bastırmışlardır[1357]. Bunlardan başka İbn Havkal, Semerkand
halkının kullandığı paraları anlatırken mükesser (kırık) dirhemlerden de
bahseder[1358].
Diğer müslüman hükümdarlar gibi Sâmânîlerin bastırdıkları paralarda da
dinî ibare, basım yeri, basım tarihi ve hükümdarın adından başka dinî
bakımdan bağlı bulundukları halifenin adı yer alırdı. Para, devletin valisi ya
da tabi bir hükümdar tarafından bastırılmış ise, bu zatın adı da paraya
eklenirdi.
İslam devletlerinde altın para birimi dinar (çoğulu denanir) idi[1359].
Sâmânîler Devleti’nde ilk dinar İsmail b. Ahmed’in hükümdarlığı zamanında
basılmıştı[1360]. Sâmânî dinarı, gümüş ve fülûslarda olduğu gibi Abbasî
paraları örnek alınarak darp edilmekteydi. Ancak, Sâmânî dinarlarının
ağırlıklarının Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan tarafından belirlenmiş
şer’i miskal ağırlığı olan 4.25 gramdan[1361] biraz daha hafif oldukları
gözlenmektedir. Örneğin, İsmail b. Ahmed adına 288/901’de Semerkand’da
basılan dinarın ağırlığı 4.10 gram iken, oğlu Ahmed’in 295/907-908
senesinde Semerkand’da bastırdığı dinar 3.80 gramdı. I. Nasr’ın adına
306/918-919’da Nisabur’da basılan dinar ise 4 gram ağırlığında idi[1362].
Diğer taraftan, I. Mansur adına 356/967 senesinde Nisabur’da basılan dinar
ise 5 gram ağırlığındaydı[1363]. Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan
zamanında dinarın standart ağırlığının saptanmasından başka 1 dinarın 20
gümüş dirheme eşit olduğu da belirlenmişti[1364]. Bu oran Abbasîler
tarafından da korunmuştu. Sâmânîler için de aynı değerlendirme geçerliydi.
Sâmânîlerde dinar darbı ağırlıklı olarak devletin ikinci merkezi
durumundaki Nisabur’da yapılmaktaydı[1365]. Bunun dışında Semerkand, Şaş,
Amul ve Buhara darphânelerinde de altın para basılırdı. Semerkand
darphânesi İsmail b. Ahmed ve oğlu Ahmed devirlerinde dinar basımının
büyük kısmını üstlenmiş durumdaydı. Ancak, II. Nasr dönemiyle birlikte
Nisabur’un siyasî ve idarî öneminin artmasıyla dinar darbı daha çok
Nisabur’da yapılmaya başlanmıştı.
Yine, Sâmânîlerin zaman zaman siyasî sınırları içine dahil ettikleri Cibal
bölgesinin şehirlerinden Hemedan’da da para bastırdıklarını görmekteyiz.
Hemedan’ın 329/940-941 senesinde Horasan Valisi Ebû Ali b. Muhtac’ın
komutasındaki askerî harekatın neticesinde Sâmânî topraklarına dahil
edilmesinden sonra, dönemin Sâmânî hükümdarı II. Nasr adına burada
330/942 senesinde altın para basılmıştı[1366]. Bunun dışında bölgenin merkezi
Rey’de de çeşitli zamanlarda Sâmânîler adına para darp edilmiştir[1367].

B) Madenler

Sâmânîler Devleti coğrafyasını oluşturan Horasan ve Maveraünnehir


toprakları ticarî, stratejik önemleri ve verimli topraklarının dışında çeşitli
yeraltı kaynaklarına da sahipti. Bu dönemde Sâmânî topraklarını gezen
coğrafyacılar, çıkartılan madenler hakkında bilgiler vermektedir. Madenler
çeşitli şekillerde çıkartılıp işlenmekteydi. Bunlar, durum ve ihtiyaca göre
yerel ihtiyacı karşılamak için kullanılmakta, kalan miktar ise ihraç
edilmekteydi. Sâmânî toprakları dahilinde çıkartılan madenleri şu şekilde
sıralayabiliriz :
Gümüş: Sâmânîlerin egemen olduğu topraklarda büyük gümüş madenleri
bulunuyordu. Ancak, çıkartılan gümüş, ihraçtan çok devletin kendi ihtiyaçları
için ayrılıyordu. Gümüş, ağırlıklı olarak para basımında kullanılmaktaydı.
Nitekim, dönemin önemli gümüş madenlerinin olduğu yerlerde para
darphâneleri de bulunmaktaydı.
Çıkartılan gümüş, genellikle kurşunla karışık gümüş yataklarından temin
edilmekte ve gümüş çeşitli işlemlerinin ardından kurşundan
ayrılmaktaydı[1368]. Bugünkü Kabil’in kuzeyinde yer alan Penchir’deki
gümüş madenleri, Sâmânîler devrinde büyük bir üretim kapasitesine
sahipti[1369]. Burası, İslam dünyası genelindeki en büyük iki gümüş
yatağından birisi idi[1370]. Sâmânîlerden çok sonraları yaşamış olan
coğrafyacı Yakut el-Hamavî (ö.1229) Pençhir’deki gümüş madeni hakkında
“Penchir Belh bölgesinde bir şehir olup, burada gümüş dağı bulunmaktadır.
Şehirde dirhem çok boldur.
Öyleki, birisi bir havucu bile bir dirhemden eksiğine satın alamamaktadır.
Gümüş ise şehre bakan dağın bir yamacında olup, kazılardan dolayı dağ
kalbur gibidir. Burada yaşayanlar bir gümüş damarına rastladıkları zaman,
madeni bulana kadar o damarı takip ederler. Anlatılanlara göre bir kazı işi
için 300.000 dirhemden azını veya fazlasını harcayabilirler. Bunu yapan kişi
kazı sonunda ya kendisine ve çocuklarına yetecek kadar gümüş bulur, yada
sadece masraflarını karşılayabilirdi. Bazen de kazı yapan kişi su birikintisiyle
karşılaşarak iflas eder, yoksullaşırdı”[1371] demektedir. Bunun dışında,
Maveraünnehir’de; İlak dağlarında[1372], Fergana’ya bağlı Nukad, Ahsisek ve
Yukarı Nesya’da, Sûh dağlarında[1373], Şilci ve Buttem dağlarında[1374],
Vahan’da[1375], Horasan kısmında ise ; Nisabur’a bağlı Nukan’da[1376], Kûh
ve Badgis’deki dağlarda[1377], Cüzcan dağlarında[1378], Herat ve Serahs
arasında yer alan bir dağda[1379] gümüş yatakları bulunuyordu.
Altın: Gümüşe oranla Sâmânî topraklarında daha az rastlanan altın da,
gümüş gibi para basımında kullanılmaktaydı. Maveraünnehir’deki Huttel
vadilerinde altın ve bol miktarda altın tozu mevcuttu. Bunlar, Vahan ve bu
bölge ile Tibet arasındaki ırmakların yataklarında ve sel yataklarında
birikmekteydi[1380]. Biriken bu altının çıkarılmasıyla ilgili İbn Hurdadbih şu
bilgileri vermektedir ; “Ceyhun nehri altın dağına uğradıktan sonra büyük taş
ve kayalar üzerinden geçer ve sürüklemiş olduğu altınları balığın derisindeki
pullar gibi buraya bırakırdı. Ceyhun’dan ayrılan Bahşu nehrinin yakınlarında
Vahad adlı bir köy vardı. Bu köyün sakinleri iki taraftan ipleri kazıklarla
tutturulmuş keçi derilerini nehrin üzerine atarlardı. Sonra bir kişi nehre iner
ve suyu derilerin üzerine serperdi. Başka biri de derileri sudan temizlerdi.
Derilerin kum ve altınla dolduğunu gördüklerinde sudan çıkararak, güneşin
altına sererlerdi. Kuruduktan sonra da altınları toplarlardı. Bu şekilde elde
edilen altın kırmızı, saf ve çok kaliteli olurdu”[1381]. Yine, Fergana’da Nukad,
Ahsisek ve Yukarı Nesya’da[1382], İlak dağlarında[1383], Cüzcan
dağlarında[1384] ve Buttem dağlarından[1385] altın çıkarılıyordu. Ayrıca,
Semerkand yakınlarındaki Kuhek dağında da altın ve gümüş olmasına
rağmen bunlar işletmeye müsait değildi[1386].
Nuşadur (Amonyak): Nuşadur, X. yy.’da bütün İslam dünyası içinde
Maveraünnehir’e özgü bir maden olarak biliniyordu. Ancak, İbn Havkal,
Sicilya’ya yaptığı seyahat esnasında burada da nuşadur olduğunu tespit
etmekle birlikte, bunun Maveraünnehir’deki kadar kuvvetli olmadığını
belirtmektedir[1387]. Maveraünnehir’de nuşadur, Buttem dağlarından, İlak ve
Fergana bölgelerinden elde ediliyordu[1388].
Bu madenden kaynaklanan yüksek ısı nedeniyle bölgede ticarî faaliyetler
belirli dönemlerde yapılabiliyordu. Zira özellikle yaz mevsimlerinde geceleri
100 fersah uzaklıktan, nuşadur çıkartılan dağlardan bir ateşin yükseldiği
görülebilirdi. Gündüzleri ise, güneş ışınları ve aydınlık sebebiyle burada
sadece bir duman görünürdü. Horasan tarafından Çin’e gitmek isteyen
tüccarların bu bölgeden geçmeleri gerekmekteydi. Bu nedenle, yolcular
buradaki yaklaşık elli mil uzunluğundaki vadinin kenarında yaşayan
köylülere başvururlardı. Buradaki rehberlerle iyi bir ücret karşılığında
yolcuların eşyalarını taşıyarak onlara vadide yol gösterirlerdi. Zira, bu vadide
hiçbir hayvan çalışamıyordu. Ayrıca her zaman yanlarında bulundurdukları
sopalarla vadideki sıcaklığın dehşetinden, sıkıntısından ölmemesi ve sürekli
dikkatli tutmak için ona vururlardı. Yolculuk dağların tepesindeki ormanlar
ve su birikintilerine ulaşana kadar sürmekteydi. Bütün bu yolculuklar ancak,
kış mevsiminde karların yağmasıyla mümkün olabilirdi. Yazın ise, şiddetli ısı
nedeniyle buraya yaklaşmak mümkün olmazdı[1389]. Kaynaklarda, Buttem
dağlarındaki nuşadur madeninin çıkarılmasıyla ilgili olarak oldukça enteresan
bilgiler bulunmaktadır. Buna göre ; bölgedeki dağlar üzerinde eve benzeyen
yapılar inşa edilmiş mağaralar bulunuyordu. Madenciler, bu yapıların kapı ve
deliklerini sıkıca kapatırlardı. İçeride ise buhar çıkan bir göz vardı. Buradan
çıkan buhar, evin duvarlarının ve tavanın iç kısımlarında keçeleşerek
nuşadura dönüşürdü. Ancak, binanın içi çok sıcak olduğundan insanların
yalın olarak içeri girmesinin imkanı yoktur. Bu nedenle, madenciler,
ıslatılmış keçelere sarınarak kısa bir süre için içeriye girip, oluşan nuşaduru
toplarlardı. Nuşadur buharı zaman zaman yer değiştirirdi. Bu olduğu zaman,
yeni bir yer kazılarak buhar ortaya çıkarılır, kaybolunca da aynı işlem
tekrarlanırdı. Çıkarılan nuşadur, İslam dünyasındaki bir çok bölgeye ihraç
edilmekteydi[1390]. Bu işte çalışanlar altları tahtadan yapılmış bir ayakkabı
giyerlerdi. Çünkü deriden yapılmış olan ayakkabılar içerideki yüksek ısıya
karşı dayanıklı değildi[1391].
Demir: Geniş kullanım alanları ve özellikle de silah imalinde faydalanıldığı
için Ortaçağ İslam dünyasında son derece büyük bir öneme sahipti. Ancak,
yetersiz teknolojik imkanlar dolayısıyla üretiminde bazı güçlükler ve
olumsuzluklar da yaşanmaktaydı. Özellikle maden ocaklarının işletilmesinde
yakıt olarak kullanılan odun ve odun kömürünün aşırı kullanımı, ormanlara
büyük zararlar vermekteydi. Örneğin, 10 kg. ince demir elde etmek için 150
metreküp odun kömürü gerekmekteydi[1392]. Başta Fergana bölgesi olmak
üzere Sâmânî toprakları demir madeni açısından oldukça zengin kaynaklara
sahipti. Fergana demiri yumuşak ve kaliteli olup istenilen şeklin verilmesi
kolaydı. Buraya bağlı Mink ve Mersümende’de Horasan ve Irak’a ihraç
edilen demir aletler yapılmaktaydı. Sanaatkârlar akıllarına gelen herşeyi bu
demirden imal edebiliyorlardı[1393]. Fergana’dan başka Sâmânî toprakları
dahilindeki Cüzcan dağlarında[1394], Nisabur’a bağlı Nukan’da[1395],
Uşrusana dağlarında[1396] demir çıkartılıyordu.
Bakır : Fergana dağlarından[1397], yine Fergana’ya bağlı Yukarı
Nesya’dan[1398], Tûs dağlarından[1399], Cüzcan dağlarından[1400], Merv
çevresinden[1401], Nisabur’a bağlı Nukan’dan[1402] elde edilmekteydi.
Kurşun: Bu maden ağırlıklı olarak Fergana dağlarından[1403], Cüzcan
dağlarından[1404] ve Tûs dağlarından[1405] çıkartılıyordu.
Civa: İbn Havkal’a göre Maveraünnehir, civa bakımından oldukça zengin
kaynaklara sahipti[1406]. Bu maden de diğerleri gibi Maveraünnehir’in maden
bölgesi olarak karşımıza çıkan Fergana ve çevresinden çıkarılmaktaydı[1407].
Yukarıda zikrettiğimiz madenler dışında Fergana bölgesinden, cam, kalay,
naft, katran, firuze, kömür gibi yanan siyah bir taş (taş kömürü)
çıkartılmaktaydı[1408]. Cüzcan dağlarında sürme taşı ve sülfirik asit[1409],
Bedehşan’da yakut ve benzeri değerli taşlar, fitil taşı[1410], Simingan ve
Beyhak’da mermer[1411], Vaşcird’de neft, zift ve firuze[1412], yine Nisabur’un
yakınlarındaki Rivend dağından da firuze elde edilmekteydi[1413].

C) Tarım ve Hayvancılık
Sâmânîler döneminde özellikle Maveraünnehir bölgesinde oldukça yaygın
bir kanal sistemi mevcuttu. Bu kanallar genellikle Ceyhun nehrinden ve Suğd
ırmağı’ndan ayrılıyordu. Bir çoğunda küçük gemiler işlemekteydi. Bu sistem,
yoğun tarımsal faaliyetleri ve mal taşıma kolaylığını da beraberinde
getirmekteydi. Sulama kanalları sayesinde tarım yapılan toprakların
verimliliği artmaktaydı. Bunun tarım ürünlerine bir yansıması olarak
meydana getirdiği çeşitlilik ve bolluk nedeniyle bölge halkı yiyecek
konusundaki gerekli bütün ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayabiliyordu.
Nitekim, X. yy.’da bölgeyi gezen İslam coğrafyacıları burayı “halkı bir kere
kıtlık görmeden, diğer yerlerin halkları defalarca kıtlık görürler. Eğer
ekinlerine veya zahirelerine zarar veren bir soğuk, sıcak veya başka bir afetle
karşılaşırlarsa, ülkelerindeki geri kalan zahire ve eşya onlara yeter. Bu kalan
miktarla dahi diğer yerlerden zahire ve mal getirmek ihtiyacını duymazlar”
şeklinde tasvir ederler[1414]. Bölgedeki tarım sahalarının etrafı kerpiç
duvarlarla çevrilerek göçebelerin hücumlarından korunması sağlanmaktaydı.
Diğer taraftan Maveraünnehir’de bol miktarda meyve de yetiştiriliyordu.
Öyle ki, sebil olan bu meyvelerden faydalanmak isteyenlere kimse mani
olmazdı[1415].
Şehirleri saran kanalların çevresinde bahçe ve bostanlar yer alırdı. Bu
nedenle de kanalların etrafı yeşil bir örtü ile sarılmış görüntüsü vermekteydi.
Buhara iç kalesinden şehre bakan İbn Havkal, yeşillikten başka bir şey
göremediğini ve yeşilliğin renginin gökyüzünün mavisiyle birleştiğini
aktarmaktadır[1416]. Kanallar bölgedeki şehirlerin hayat kaynağı idi. Bunlar
kimi zaman Semerkand da olduğu gibi iklimin daha sıhhatli olmasını
sağlarken[1417] kimi zaman da daha önce Cûy-i Mûliyân örneğinde görüldüğü
gibi şehir planlamasına bir estetik ve güzellik katmaktaydı.
Maveraünnehir’in ikinci önemli merkezi olan Semerkand ile Buhara
arasındaki Zerefşan Vadisi, o dönemde dört dünya cennetinden biri olarak
kabul ediliyordu[1418]. Dönemin başkenti Buhara, kanalların getirdiği sular
sayesinde oldukça verimli topraklara sahipti. 1 ceriblik[1419] toprağa sahip
birkaç kişilik bir aile, köleleri ile birlikte rahatlıkla geçimlerini
sağlayabilirlerdi. Ancak, şehir halkının kalabalık ve tüketimin fazla oluşu
nedeniyle burada üretilen ürünler şehir halkına yeterli gelmiyordu. Bu
sebeple diğer bölgelerden erzak ve yiyecek ithal edilirdi[1420].
Sâmânîler topraklarında yaygın bir şekilde huhubat tarımı yapılmaktaydı.
Semerkand’a bağlı Şavzar’da iyi kalitede huhubat yetiştiriliyordu. Yine
Semerkand’a bağlı Ebgar kuru bir toprak yapısına sahip bir bölge olmasına
rağmen 1 kile tohumun 100 veya daha fazla misli ürün verdiği görülürdü.
Buranın mahsulünün kuraklık ve afet zamanlarında bütün Suğd bölgesine
yettiği söylenirdi[1421]. el-Makdisî, Semerkand’ın rüstaklarından Der-gam’ın
da aynı özelliklere sahip olduğunu ve mahsulün iyi olduğu dönemlerde elde
edilen ürünün iki sene boyunca bütün Suğd, Buhara ve Semerkand bölgesine
yetebilecek miktarda olduğunu yazmaktadır[1422].
Harizm’de, iklimin soğuk olmasına rağmen Uşrusana’da, Hocend ve
Buttam rüstağında da yoğun bir şekilde huhubat tarımı yapılmaktaydı[1423].
Devletin Horasan tarafında ise, Enderab’da, Garcistan’da, Toharistan’da[1424],
Merv’de ve Nisa-bur’a bağlı Üstuva rüstağında bol miktarda huhubat ekimi
yapılıyordu[1425].
Baverd, Talikan, Hulm, Fargar, Merverrûd, Fergana’ya bağlı Renced
şehirleri ve buralara bağlı yerler ile Cüzcan bölgesinde de tarıma son derece
elverişli topraklar bulunmaktaydı.
Temel besin maddelerinden biri olan pirinç, Maveraün-nehir’de Fergana’ya
bağlı Teshan’da bol miktarda yetiştiriliyordu[1426]. Horasan’da Herat
taraflarındaki Marâbâd[1427], İsferayin, Belh, Vervaliz ve Bedehşan’da pirinç
tarımı yoğun bir şekilde yapılmaktaydı[1428].
Maveraünnehir’deki Şuman ve Vaşcırd arazilerinden çok miktarda safran
elde edilirdi[1429]. Kubadiyan’da ağırklı olarak Hindistan’a ihraç edilen kök
boyası bitkisi yetiştiriliyordu. Sâmânî hükümdarının da bu bitkinin gelirinden
özel bir hissesi vardı[1430]. Belh, Nesa, Vervaliz ve Ebiverd’de susam
yetiştirilirdi[1431].
Maveraünnehir bölgesinde yer alan Kişş şehri coğrafî özellikleri nedeniyle
Sâmânîler döneminde sebze ve meyve üretiminde ayrı bir yere sahipti. Diğer
bölgelere göre çukur bir alanda bulunan ve sıcak bir iklime sahip olan bu
şehirde yetiştirilen turfanda meyve-sebzeler Buhara başta olmak üzere
devletin diğer bölgelerine gönderilirdi[1432]. Ayrıca, Kişş dağlarında bir çok
şifalı bitki yetişmekteydi[1433]. Yine Horasan’da, Bûsenc dağlarında çeşitli
zehirli hayvan sokmalarına iyi gelen bir bitki yetişmekteydi[1434].
Sâmânî topraklarını gezen İslam coğrafyacıları burada yetişen meyvelerden
övgüyle ve oldukça tafsilatlı bir şekilde bahsederler. Yetiştirilen meyveler
devletin kendi topraklarındaki ihtiyacın karşılanmasının yanında diğer
ülkelere de ihraç ediliyordu. Bunların başında ise üzüm geliyordu. Harizm’de
bol miktarda üzüm yetiştirilirdi. Elde edilen mahsulün bir kısmı kurutulur, bir
kısmı da bölgedeki şırahanelerde işlenirdi. Özellikle Dargan şehrinin üzüm
bağları Ceyhun nehri boyunca uzanan iki fersah boyunca uzanmaktaydı.
Sayıları 500’den fazla olan bu bağlardan elde edilen üzümler kurutularak
ihraç edilirdi[1435]. Semerkand’ın Dergam rüstağında yetiştirilen üzümler,
Semerkand’ın diğer rüstaklarında yetiştirilen üzümlere tercih edilirdi[1436].
Nesef’de de kaliteli ve çok üzüm yetiştiriliyordu[1437]. Fergana topraklarında,
Amul’da ve Bedehşan’da bir çok üzüm bağı vardı[1438]. Devletin Horasan
kısmında ise, Herat, Merv, İsferayin, Belh, Rivend şehirlerinde bol ve kaliteli
üzüm yetiştiriliyordu[1439]. Bunlardan, Herat ve Bûsenc’deki şırahanelerde
çok lezzetli üzüm şurupları yapılıyordu[1440]. Talikan’da ise kaliteli şaraplar
üretiliyordu[1441]. Merv’e bağlı Kuşmahin şehri, Kuşmahanî adı verilen kuru
üzümüyle ünlüydü[1442].
Nisabur’a bağlı Rivend şehrinde hiçbir yerde misli görülmemiş ayvalar
yetiştirilmekteydi[1443]. Sıcak bir iklime sahip olan Tabeseyn’de çok miktarda
hurma ağacı bulunuyordu[1444].
Fergana’ya bağlı Şiket ceviz ağacı açısından oldukça zengin bir yerdi.
Burada 1000 ceviz bir dirheme satın alınabilirdi[1445]. Semerkand’ın Bunciket
rüstağında da bol miktarda ceviz ağacı bulunmaktaydı[1446]. Horasan’da,
Belh, Vervaliz şehirleri ve Cüzcan eyaletinde bol miktarda ceviz
yetiştirilmekteydi[1447].
Yukarıda adını saydığımı yerler dışında Maveraünnehir ve Horasan’ın
verimli topraklarında bir çok meyve türü yetiştirilmekteydi. Özellikle başkent
Buhara ve çevresi, Merv, Belh, Herat şehirleri ve Harizm bölgesi meyve
üretimi ve elde edilen mahsulün kalitesi açısından büyük bir üne sahiptiler.
el-İstahrî ve İbn Havkal, Maveraünnehir’in en tatlı ve en sağlam
meyvelerinin Buhara’da yetiştirildiğini yazarlar[1448]. Belh, Merv ve Herat
şehirleri de oldukça zengin meyve çeşitlerine sahiptiler. Bu türler arasında
kavun-karpuz, incir, badem, portakal, nar, fıstık, armut, elma gibi meyveler
vardı.
Meyvelerin dışında Sâmânî topraklarında son derece güzel ve nadide
çiçekler bulunmaktaydı. Fergana ile Türk ülkeleri arasında uzanan dağlarda
gül, menekşe gibi çiçekler bol miktarda bulunmaktaydı. Uşrusana’da
sonbaharın sonuna kadar gül ve fesleğen çiçekleri açardı. Cüzcan’a bağlı
Cerzuvan’da ve Horasan’da nadide renkli güller bulunmaktaydı. Ayrıca,
Maveraünnehir’de devamlı açan içi başka renkte, dışı başka renkte çiçek
taçları mevcuttu[1449].
Sâmânî topraklarında hayvancılık da oldukça gelişmişti. Maveraünnehir’de
her köyün veya şehrin su basan veya hayvanların merası olarak kullanılan su
basmayan arazisi bulunurdu[1450]. Türk ülkelerinden yapılan ithalatın dışında
burada binek hayvanları, büyük ve küçük baş hayvan yetiştirilmekteydi.
Özellikle bazı şehir ve eyaletler yetiştirdikleri hayvanlarla ün yapmışlardı.
Nitekim Kişş şehrinde, Maveraünnehir’in en dayanıklı, makbul ve aranılan
katırları yetiştirilirdi[1451]. Bunlar, Horasan’ın çeşitli yerlerine ihraç edilirdi.
Maveraünnehir’in çeşitli yerlerinde yetiştirilen atlar İslam dünyasında haklı
bir üne sahipti. Otlaklarındaki otların hayvanların içinde kaybolacağı kadar
bol ve uzun olan[1452] Çağaniyan’da küçük atlar yetiştiriliyordu[1453].
Huttel’de yetiştirilen atlar, İslam dünyasının her tarafına ihraç
edilmekteydi[1454]. Atların dışında Huttel’de bol miktarda sürü hayvanı
yetiştiriliyordu. Semerkand ve Fergana’da da cins atlar yetiştirilmekteydi.
“Şen” adı verilen bu atlara kan terleyen atlar deniyor ve kutsiyetlerine
inanılıyordu[1455]. Devletin Horasan tarafında yer alan Cüzcan ve
Toharistan’da bol miktarda at yetiştiriliyordu[1456].
Ceyhun nehrinin yukarı mecrasında yer alan Vahş’da buraya nispeten
Vahşî olarak isimlendirilen koyunlar yetiştiriliyordu[1457]. Fergana ve Şaş
eyaletlerinde de bol miktarda küçük baş ve büyük baş hayvan sürüleri
mevcuttu[1458].
Ceyhun nehri kıyısındaki Ahsisek şehri etrafındaki otlaklarda deve ve
koyun sürüleri yetiştiriliyordu[1459]. Harizm eyaleti de koyun sürüleri
bakımından oldukça zengindi[1460].
Cüzcan’da oldukça bol miktarda büyük ve küçük baş hayvan sürüleri
bulunuyordu[1461]. Serahs civarında yetiştirilmekte olan develer şehir halkının
en büyük zenginlik kaynaklarından biri sayılmaktaydı[1462].
Binek hayvanları, büyük ve küçük baş hayvanların yanı sıra Sâmânî
toprakları dahilinde balıkçılık da önemli bir geçim kaynağı idi. Ceyhun ve
Seyhun nehirleri ile bunlara bağlı kanallardan sulama faaliyetlerinin dışında
balıkçılık alanında da faydalanılırdı. Özellikle Harizm eyaleti bu bakımdan
oldukça zengindi. Ceyhun nehrinin Aral Gölü’ne döküldüğü Halican adı
verilen yerde balıkçılık ile uğraşan kişilerin kulübeleri yer alırdı[1463]. Aral
Gölü balık türleri açısından son derece zengin bir yapıya sahipti[1464].

D) Sanayi ve Ticaret
Sâmânîler Devleti tarihine yön veren en önemli unsurlardan biri hiç
şüphesiz bu devletin hakim olduğu coğrafyanın ticaret yolları üzerinde yer
almasıdır. Bu özellik devletin yükseliş ve ihtişamında, ordunun istihdamında
ne derece olumlu etkisi olmuşsa, kısa sürede güçten düşüp, yıkılmasında da
aynı derecede etkili olmuştur. Zira, ticaret yolları üzerindeki bu hakimiyet
Sâmânîlere önemli bir siyasî itibar sağlamaktaydı. Ticaretten elde edilen gelir
ve buradan alınan vergiler devlet ekonomisi için çok önemliydi. Gayri
müslim Türk ülkelerinden getirilen kölelerinin İslam ülkelerine dağıtımı
ağırlıklı olarak Sâmânî toprakları üzerinden gerçekleşmekteydi. Hatta,
Sâmânîlerin bağımsızlığını kazanmadan önceki dönemlerinde Maveraünnehir
ve Horasan’ın vergisinin bir kısmı Türk kölesi olarak ödeniyordu[1465]. Bu
kölelerin önemli bir kısmı Sâmânî ordusunda istihdam edilmekteydi. Bundan,
yukarıda Askerî Teşkilat bölümünde bahsedildi.
Semerkand, Buhara, Nisabur, Belh, Herat ve Merv gibi Sâmânîler
döneminin önemli önemli şehirleri Ortaçağda doğu ile batıyı birbirine
bağlayan ticaret yollarının ana güzergahları üzerinde yer alıyorlardı. Bu
ticaret yollarından belki de en önemlisi Çin’in ipeğini ve diğer ticarî
ürünlerini batıya sevk eden ünlü İpek yolu idi[1466]. Çeşitli alternatif ve tali
yolları bulunan İpek yolunun bizim konumuz içinde kalan kısmı Abbasîlerin
merkezi Bağdat yoluyla Antakya ve Sûr limanlarına bağlanan bu yol doğuya
doğru Hemedan, Rey, Damgan, Nisabur, Merv, Amul, Buhara Semerkand
üzerinden Zamin’e ulaşıyor ve burada biri Fergana diğeri Şaş yönüne olmak
üzere iki kola ayrılıyordu. Fergana yönünde devam eden yol Ahsiket ve
Özkend şehirlerine uğradıktan sonra Doğu Türkistan’a giriyor ve Çin’e doğru
devam ediyordu. Şaş’a giden yol ise İsficâb ve Talas üzerinden Çin’e
uzanıyordu. İki yol Tung Huang’da birleşerek Çin’in merkezine ulaşıyordu.
Kuzeyde, Don nehrinin denize döküldüğü yerden başlayarak Sibirya’nın
güneyindeki topraklar boyunca devam eden İpek Yolu’nun diğer bir kolu ise,
İran’a girmeden yeniden kuzeye yönelerek güney Sibirya üzerinden Tarım
Havzasına ulaşıyordu. Buradan, Çin’e doğru devam ediyordu. Bu yol Kürk
Yolu olarak da bilinmekteydi[1467]. Yine, Tibet miski ve Hindistan baharatını
Kabul, Gazne ve Herat üzerinden İslam dünyasının içlerine ulaştıran başka
bir yol daha mevcuttu. Diğer taraftan Ceyhun ve Seyhun nehirleri ile
buralardan suyunu alan bazı kanallarda gemiler işlerdi. Bu da, ticaret akışını
ve ulaşımı kolaylaştırıcı bir etkendi.
Yukarıda saydığımız bu ticaret yollarının üzerinde belli mesafelerde rıbatlar
(kervansaraylar) inşa edilmişti. Rıbatlar, askerî amaçlar için kullanılmasının
yanında ticarî bakımdan da çok büyük bir öneme sahipti. Buralarda
konaklayan kervancılar, hayvanları ve kendilerinin ihtiyaçlarını karşılayıp
dinlenme imkanı bulurlardı. Kervansaraylar aynı zamanda birer alışveriş
merkezi durumundaydı. İpek Yolu’nun tamamını geçerek Çin’e giden
kervanlara çok nadir rastlanıyordu. Kervancılar, daha çok bu
kervansaraylarda alış-veriş yapmayı tercih ederlerdi[1468]. Diğer yandan
ticaret yollarının ana güzergahı üzerinde yer alan, büyüklük ve zenginliklerini
buna borçlu olan Semerkand, Merv, Nisabur gibi merkezlerde, şehrin bir
ucundan diğerine kadar ulaşan büyük çarşılar mevcuttu. Bu çarşılarda
dükkanların yanında gelen tüccarların konaklamaları için hanlar ve oteller yer
alırdı. Örneğin, Nisabur’da Murabba’a’tü’l-kebire ve Murabb’a’tü’l-sağire
adlı iki büyük pazar yeri vardı. Başlıca dükkanların ve tüccarların
konakladığı otellerin bulunduğu 50 kadar sokak şehri düz bir çizgi halinde
geçerken, birbirlerini de dik olarak kesiyorlardı. Buradaki dükkanlarda her
çeşit mal satılırdı[1469]. Yine Semerkand’da çok büyük çarşılar mevcuttu[1470].
Bu şehirlerinin yanında Büst, Gazne, Kabul gibi ticaret yolları üzerinde
bulunan şehirler birer ticarî iskele durumundaydılar[1471].
Ayrıca, bölgenin diğer şehir ve kasabalarında da alış-verişler için panayır
yerleri kurulurdu. Buralarda yapılan ticaretin hacmi çok büyük meblağlara
ulaşmaktaydı. Kurulan bu panayırların en önemlilerinden biri de Buhara’ya
bağlı Tavavis’de kurulan panayırdı. Yılın belli zamanlarında kurulan
panayıra Horasan ve Maveraünnehir’in çeşitli yerlerinden tüccarlar gelirdi.
Bunların sayısı 10.000’i bulurdu[1472]. Fergana’ya bağlı Mersümende’de her
ayın başında kurulan panayır da çeşitli bölgelerden gelen tacirlerin ilgisini
çekmekteydi[1473]. Yine İsficâb’a bağlı Dih-i Nuciket denilen yerde bahar
günlerinde üç ay süreyle kurulan panayırda çok ucuza et bulmak mümkündü.
Burada etin 5 menni[1474] 1 dirheme satılırdı[1475].
Ticarî faaliyetler konusunda Harizmliler, Sâmânîler Devleti tebası içinde
belirgin bir şekilde ön plana çıkmaktaydı. İbn Havkal’ın deyimiyle “bu
bölgenin ahalisi bütün Horasan halkı arasında en çok sefer yapan ve etrafa en
çok dağılanlarıydı. Horasan’ın her büyük şehrinde Harizmlilerden oluşan bir
koloni bulunurdu”[1476]. el-Makdisî de, Harizm’i ticaret erbabı için kazançlı
bir yer olarak tasvir etmektedir[1477]. Gayri müslim Türk ülkeleriyle yapılan
ticaret daha çok Harizmlilerin eliyle yürütülmekteydi[1478]. İtil Bulgar
Devleti’nin toprakları üzerinden, Rusya, Orta ve Kuzey Avrupa’ya ulaşan
ticaret yolu üzerinde de Harizmli tüccarların etkin olduğunu görmekteyiz.
Ruslar ve Kuzey Avrupalı tüccarlar ile ticarî ilişkilerde İtil Bulgar Devleti’nin
merkezi olan Bulgar şehri büyük bir öneme sahipti. Kuzeyden gelen tacirlerle
müslüman tacirler buradaki pazarlara gelerek ticarî alış-verişi
gerçekleştirirlerdi[1479]. Kuzeyli tacirler İtil Nehri ve Hazar Denizi vasıtasıyla
da Harizm ve diğer İslam topraklarıyla ticarî ilişkilerini sürdürüyorlardı.
Ancak, bu irtibatın zaman zaman ticaretin dışına taştığını da
görmekteyiz[1480].
Ceyhun Nehri kıyısındaki Beykend şehri ahalisi de usta tüccarlar olarak
biliniyorlardı. Şehir halkının hemen hepsi ticaretle uğraşırlardı[1481]. Bunlar,
Çin ve diğer bölgelere kervan seferleri düzenliyorlardı. Ticaretten elde
ettikleri kazanç sayesinde oldukça zengin bir hayat sürdürmekteydiler. Devlet
merkezi olma özelliğini Buhara’ya kaptırmasına rağmen Semerkand şehri
ticarî önemini daima muhafaza etmiştir.
Sâmânî sınırları dahilinde üretimi ve ticareti yapılan ürünlere bakıldığında
bunların oldukça çeşitlilik arz ettiği görülmektedir. Bu ürünlerin bir
bölümünden yukarıda tarım ve hayvancılık bölümünde bahsedildi.
Sâmânî toprakları dahilinde yapılan ticarette ilk sırayı ise köle ticareti
alıyordu. Çeşitli bölgelerden getirilen köleleri satın alarak askerî alanda
istihdam etmek Abbasîlerle birlikte, İslam dünyasında yaygın bir uygulama
haline gelmişti. Gulâm (memluk) adı verilen bu kölelerin yetiştirilmelerinden
yukarıda askerî teşkilat kısmında bahsedildi. İslam dünyasına yapılan köle
sevkiyatı ağırlıklı olarak Sudan (Zenci köleler), Orta ve Kuzey Avrupa
(Sakalibe), gayri müslim Türk toprakları ve Hindistan’dan gerçekleşiyordu.
Bunlardan Sudan hariç yapılan bütün sevkiyat Sâmânî toprakları üzerinden
yapılıyordu.
Kuzeyden yapılan köle ticareti iki ayrı güzergah takip ediyordu. Bunlardan
ilki Hazar topraklarından geçiyordu. İkinci yol ise, Volga (İtil) ve Kama
nehirlerinin mecralarını izleyerek Bulgar ülkesinden geçiyor ve Harizm’den
Sâmânî topraklarına giriyordu[1482]. Türk ve Hintli kölelerde Sâmânî
toprakları üzerinden batıya gönderiliyordu. Bunların geçişleri sırasında alınan
vergiler önemli bir gelir kaynağıydı. Yukarıda bahsettiğimiz gibi bazı köleler
de Sâmânî ordusunda istihdam ediliyordu. Sâmânîler Devleti’nin tarihine
damgasını vuran önemli şahsiyetlerden Horasan valisi Alp-Tegin, Fâik el-
Hassa ve Hâcib Begtüzün bu gulâmlar arasından yetişmişlerdir. İbn Havkal,
Maveraünnehir’in en makbul kölelerinin Semerkand’a yetiştirildiğini
söyler[1483]. Bu konuda bahsedilmesi gereken bir diğer husus ise Maurice
Lombard’ın, Sâmânîler Devleti için yaptığı “bir hadım merkezi ve köleci
devlet” tanımlamasıdır[1484]. Dönemin önemli köle ticaret merkezlerinden biri
olmasına rağmen Sâmânîler için yapılan bu tanımlama mübalağalıdır. Zira
satın alınan kölelerin asker olarak yetiştirilip, kullanılmaları İslam
dünyasında bir gelenek haline gelmişti. Bu yolla yetiştirilen köleler sonraları
devlet kademelerinde çok yüksek mevkilere gelebilmekteydi. Hatta, Abbasî
ordusundaki Türk komutanlar, tam anlamıyla Abbasî halifelerini nüfuzları
altına almışlardı. Sâmânîler Devleti içinde de, I. Abdülmelik dönemi ve
sonrasında gulâm asıllı kumandanlar büyük bir güç ve nüfuz elde etmişlerdi.
Sâmânî topraklarında yapılan ticarette ikinci sırayı tekstil ürünleri alıyordu.
Maveraünnehir ve Horasan’ın çeşitli şehirlerinde yapılan elbise, seccade,
pamuklu kumaş, kilim gibi tekstil ürünleri diğer bölgelere ihraç edilirdi.
Devletin merkezi olan Buhara ve çevresindeki kasabalar imal ettikleri
pamuklu kumaşlarıyla ünlüydü. Buhara’da, Sâmânîlerden önceki dönemde
kurulmuş olan bir dokuma fabrikası mevcuttu. Fabrika Cuma camiinin yanına
inşa edilmişti. Abbasîlerin, Horasan için aldıkları verginin bir kısmı bu
fabrikada üretilen kumaşlarla ödenirdi. Ancak fabrika, Sâmânîler iktidara
gelmeden önce kapatılmıştı[1485]. İmalathanenin kapatılmasının sonrasında
buradaki dokuma ustaları Horasan’a ve diğer bölgelere dağılmışlardı. Bunlar,
gerekli araç ve gereçleri temin ederek daha önceleri hiçbir dokuma atölyesine
sahip olmayan Horasan’da bu mesleğin yayılmasını sağlamışlardır[1486].
Buhara’ya bağlı Zendana kasabası burada dokunan ve Zendecî adı verilen
kumaşları ve elbiseleriyle ünlüydü. Bunlar, Irak, Fars, Kirman, Hindistan ve
diğer bölgelere ihraç edilirdi. Zenginler ve soylular tarafından tercih edilen
bu elbiselerin fiyatları ipekli elbiselerinkiyle eşitti. Bu tür elbiselerin en çok
kırmızı, beyaz ve yeşil renkleri rağbet görmekteydi. Tavavis’de bol miktarda
dokunan yünlü elbiseler de dışarıya ihraç edilmekteydi[1487]. Diğer taraftan,
Buhara X. yy’da halı endüstrisinde İslam dünyasındaki önemli merkezlerden
biri olarak kabul ediliyordu. Şehirde dokunan seccadeler, kaliteli halılar ve el-
fundukiyye denilen kalın örtüler rağbet gören ihraç ürünleri arasındaydı[1488].
Semerkand’a bağlı Veyzar’da kasabanın adına itâfen Veyzariyye denilen
pamuklu kumaşlar dokunuyordu. Bu kumaşlar kassarlanmadan (kumaşı
ağartmadan) giyilirdi. Renkleri sarı olup, ipek gibi incedirler. Oldukça
makbul ve dayanıklı olan Veyzariyye kumaşları Irak, Fars ve başka bölgelere
ihraç edilirdi. Horasan ve Maveraünnehir’de kış mevsimlerinde hükümdar da
dahil olmak üzere vezir, kadı gibi ileri gelenler bu türden bir elbiseyi giymeyi
tercih ederlerdi. Veyzariyye kumaşından yapılmış bir elbiselerin fiyatları 2 ila
20 dinar arasında değişirdi. Irak’da oldukça aranılan bir kumaş olan
Veyzariyye’den yapılmış bir elbiseyi giyenler diğerlerine çalım
satarlardı[1489]. Harizm’de çok miktarda pamuklu ve yünlü elbise imalinin
yanında meleban adı verilen ipek dibaclar ( brokarlar), örtüler, halılar ve
seccadeler dokunmaktaydı[1490]. Çağaniyan ve özellikle buraya bağlı
Darzenci’de çeşitli yünlü elbiseler ve örtüler dokunuyordu[1491].
Devletin Horasan tarafında kalan topraklarının merkezi olan Nisabur ve
çevresi dokumacılık konusunda oldukça zengin bir çeşitliliğe sahipti. Burada
beyaz ve hafif kumaştan elbiseler imal edilirdi. Yine, el-hafiyye, beyne’l-
sevbeyn, el-attabî, el-zeraifî, el-muştî adı verilen elbiseler el-melaham adlı
ipekten mamül elbiseler, el-şahcaniyye sarıkları, el-rahtac, el-tahtac adlı
kaliteli yünlü baş örtüleri, kilim ve seccadeler buranın tekstil ürünleri
arasında ön sırada yer alıyorlardı[1492]. Ayrıca, Nesa ve Ebiverd’de ipekli
elbiseler, Herat’da yüksek kalitede ipekli dibaclar, Merv’de el-melahem adı
verilen ipekli elbiseler imal edilip diğer bölgelere ihraç edilirdi[1493].
İslam coğrafyacılarının Sâmânî toprakları dahilindeki dokumacılık ve
tekstil sanayi ile ilgili verdikleri bilgilerden bazı önemli sonuçlar ortaya
çıkmaktadır. Bunlardan en başta geleni ise, İpek Yolu vasıtasıyla Çin’den
batıya sevk edilen ipek ve ipekli kumaşların artık Horasan’daki Nisabur,
Merv, Herat gibi şehirlerde yapılmaya başlandığıdır. Sâmânîlerden önceki
döneme rastlayan bu gelişme neticesinde Merv şehri ipek böceği
yetiştirilmesi konusunda bir merkez halini almıştır. X. yy.’da diğer şehir
sakinleri ipek böceği yumurtalarını buradan temin ediyorlardı[1494]. Bu
durum, tabiatıyla Çin’den yapılan ipek sevkiyatında bir miktar azalmaya
neden olmuştu. Yine de, Çin ipeğinin, porselen, misk ve diğer ticaret
maddeleriyle birlikte İslam dünyasına ithali, Sâmânîler ve sonrasında da
devam etmiştir.
Köle sevkiyatı, dokuma ve tekstil ürünlerinin yanında daha bir çok ürün ve
madde Sâmânî topraklarından diğer ülkelere ihraç edilmekteydi. Bunun
yanında gayr-i müslim Türk ülkeleriyle, Bulgar havalisinden çeşitli
ürünlerinin ithali yapılıyordu. Türk ülkeleriyle yapılan ticarette İsficâb’a
bağlı Sabran, Taraz, Fergana’nın Özkend şehri, Harizm’deki Karategin Köyü
önemli merkezlerdi. Türkler sulh zamanlarında buralara gelerek
müslümanlarla alış-veriş yaparlardı[1495]. Türklerden özellikle canlı hayvan,
sansar, tilki v.b. hayvan derileri ve keçe alınırdı. Bulgar topraklarından,
Harizm’e çeşitli deriler, sahtiyanlar (bir çeşit deri), kılıçlar, kayın ağacı
kerestesi, fildişi, oklar, balık tutkalı, slav köleler, şahinler, balmumu, amber
v.b. eşyalar getirilirdi[1496]. Türk ülkelerine ise daha çok ipekli ve yünlü
elbiseler, bakır ve demirden eşyalar ve pamuk ihraç edilirdi.
Üretim ve ihracatı yapılan diğer ticarî ürünleri şöyle sıralayabiliriz[1497] ;
Çağaniyan ile Vaşcird arasındaki bölgede samur, sincap, tilki gibi
hayvanların kürkleri elde edilmekteydi. Hadenk ağacı ve hütüvv’den yapılma
eşyalar, av için eğitilmiş doğanlar bu bölgenin önemli ihraç malları arasında
yer alıyordu[1498]. Şaş’da kaliteli keymuthlar, sadaklar, hayvan postları, boya,
şal, kurutulmuş hurma, deri pelerinler, çiğit (yağ), kalitleli oklar üretilip ihraç
ediliyordu.
Belh ve Tirmiz’den sabun, Rabincan’dan kızıl keçeden kışlık şallar,
kurutulmuş hurma, gümüş bardaklar ve kenevir ipler, Semerkand’dan bakır
tepsiler, uzun boyunlu şişeler, üzengi, semer kolanları, gem gibi binicilik
takımları, kağıt, Fergana ve İsficâb’da imal edilen savaş makinaları, kılıçlar
ve zırhlar ihraç edilen ticarî ürünler arasında ön sırada yer alıyordu[1499].
Özellikle Semerkand kağıdı bütün dünyada aranılan bir üründü�.

E) Vergiler ve Diğer Devlet Gelirleri


Devletin en önemli gelir kaynağı olan vergilerin toplanması Müstevfî
Dîvânı’nın idaresinde yürütülmekteydi. Bu dîvânın işleyişinden yukarıda
bahsedildi. Sâmânîler Devleti’nde reayanın harâc dışında ödemekle yükümlü
olduğu vergiler konusunda kaynaklarda fazla bir bilgi bulunmamaktadır.
Bununla birlikte siyasî olayların akışı sırasında aktarılan bazı bilgilerden bu
dönemde var olan vergiler hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz.
Devletin tahsil ettiği vergi gelirleri içinde en büyük pay harâc vergisine
aitti. Kaynaklarda Sâmânîler Devleti’ne bağlı şehir ve eyaletlerden alınan
harâc miktarları konusunda ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. Buna göre,
Horasan ve Maveraünnehir’in toplam harâc geliri yıllık 40.000.000 dirhem
idi. Bu miktar iki taksit üzerinden tahsil edilirdi. Ancak, savaş, afet gibi bazı
özel durumlarda bir kerede de tahsil edilebiliyordu[1500]. Bu verginin
Maveraün-nehir’deki eyalet ve şehirlere göre dağılımı ise şu şekilde idi ;
Fergana 280.000 Muhammedî dirhem
Şaş 180.000 Müseyyebî dirhem
Suğd, Kişş,Nesef ve Uşrusana 1.039.031 Muhammedî dirhem
İsficâb 4 danek, menekşe vd. hediyeler
Buhara 1.136.867 Gıtrifî dirhem
Çağaniyan 48.529 dirhem
Vahan 40.000 dirhem
Harizm 420.120 dirhem = 45 danek

Bunlar dışında Hocend’in haracı, öşür olarak alınıyor ve bu meblağ


100.000 Müseyyebi dirheme tekabül ediyordu. Bir diğer vergi türü ise, gayri
müslimlerden (zımmîlerden) alınan cizye (baş) vergisi idi. Semerkand
mecûsîleri şehirdeki su ihtiyacını karşılayan su kanallarının bakımını
yapmaları karşılığında cizye vergisinden muaf tutulmuşlardı[1501]. Harâc ve
cizye vergilerinin toplanması, Müstevfî Dîvânı tarafından görevlendirilmiş
memurlar tarafından yapılıyordu. Bu işin zaman zaman mültezimlere
devredildiği de olurdu. Horasan valilerinin kendi sorumlulukları altındaki
bölgede bu görevlendirmeleri yaptıkları bilinmektedir. Nitekim, Horasan
valisi Ebû Ali el-Simcûrî, el-Nesefî adlı bir kişiye vermişti. Ancak, bu zatın
görevini icra ederken takip ettiği zorbalık ve müsadereler halkın şikayetine
neden olmuş ve sonuçta el-Nesefî idam edilmişti[1502]. Yapılan seferlerin
sonucunda ele geçirilen topraklarda yapılan ilk düzenlemelerden biri de
buraların harâcını toplamak üzere vergi memurları atamak olurdu.
Eyaletlerde toplanan vergiler ilk olarak o bölgenin ihtiyaçlarını karşılamakta
kullanılırdı. Kalan meblağ ise merkeze gönderilirdi. Ancak, devletin gücünü
yitirmeye başlayıp çöküşe doğru sürüklendiği dönemlerde Horasan valilerinin
toplanan vergileri merkeze göndermediklerini görüyoruz. Sâmânîlerin
zayıflamasından kendi bağımsızlığını kazanmak hususunda faydalanmak
isteyen Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî, gücünü arttırmak için toplanan
vergilerin tamamına el koymuştu. Onun giderek gücünü arttırmasının
yanında, Horasan’dan elde edilen vergi gelirlerinin kesilmesi Sâmânî
hükümdarı II. Nuh’u tedirgin etmişti. Zira, Horasan’ın vergisi devletin malî
yapısı içinde önemli bir yere sahipti. II. Nuh, Ebû Ali el-Simcûrî’ye haber
göndererek, Horasan’daki bazı vilayetlerin gelirlerinin Dîvân-ı Hâss’ın
idaresine bırakılmasını istedi. Horasan valisi II. Nuh’un isteğine “Bu yerde
sayısız bir maiyet toplanmıştır. Dîvâna ait vergiler, onlara yetmiyor.
Vilayetlerin kapladığı saha, onların maaşları için yeterli olmuyor.
Buhara’dan, onların maaşlarının arttırılması için emir verilmesi ve Sâmânî
topraklarından bir tarafın bizim ıktalarımıza ilave edilmesi gerekir” şeklinde
bir cevap vermişti[1503]. Kimi zaman ise, Horasan valisinin toplanacak vergiyi
daha önceden peşin olarak merkeze gönderdiği ve vergiyi kendisi adına
topladığı anlaşılıyor. Örneğin, I. Nuh’un Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac’ın
333/945 senesindeki Rey Seferi sırasında zor durumda kalan Büveyhî emîri
İmadüddevle, bu durumdan kurtulmak için Ebû Ali ile I. Nuh’un arasını
açmaya çalışmıştı. Bunun için I. Nuh’a gizlice haber göndererek Ebû Ali’nin
her sene ödediği vergiden 100.000 dinar daha fazlasını vermeyi teklif etmiş
ve Rey şehrinin kendisine bırakılmasını rica etmişti[1504].
Harâc dışında devlet hazinesinin bir diğer kaynağı da müsadere gelirleriydi.
Yukarıda, Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî tarafından öldürüldüğünü
söylediğimiz vergi memuru el-Nesefî’nin daha önce bütün malları müsadere
edilmişti. Yine, I. Nuh dönemindeki Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac isyanı
sırasında, isyancıların safında yer alan Ahmed b. el-Hasan el-Utbî ve Ali b.
Ahmed b. Abdullah yakalanmalarının ardından Buhara’ya getirilmişler,
burada malları müsadere edilerek cezalandırılmışlardır[1505].
Vergi gelirlerindeki diğer bir kalem ise savaşlarda elde edilen ganimetlerin
1/5’inin devlet hazinesine bırakılmasıydı. Ayrıca, komşu devletlerle yapılan
mücadelelerin neticesinde yapılan anlaşmalarda sıkça rastlanan maddelerden
biri de senelik bir vergi ödemesiydi. Sâmânîler Devleti’nin batı sınırında
Büveyhîlerle yapılan uzun mücadeleyi sonuçlandıran 361/971-972
senesindeki barış anlaşmasının şartları arasında Büveyhîlerin her yıl için
Sâmânîlere 150.000 dirhem vergi ödemeyi kabul etmesi de yer alıyordu[1506].
Devlet adına toplanan bazı vergilerin adlarıyla ilgili olarak yine Ebû Ali el-
Simcûrî ile II. Nuh arasında yukarıda verilen muhaberat sayesinde bilgi
sahibi olabiliyoruz. Buna göre Ebû Ali el-Simcûrî’nin el koyduğu vergiler ve
devlet gelirleri arasında arasında harâc’ın dışında, eclâb (gelirler), ehdas
(vakıflar), madenler ve ziyâ‘-i Sultânî’ye (devlete ait çiftlikler) bulunuyordu.
Vakıfların gelirleri ağırlıklı olarak camilere, mescitlere, medreselere,
buradaki müderris ve talebelere, yetim ve düşkünlere v.s.’ye sarfedilirdi. Bu
gelirler ise, vakıfların idaresindeki evler, değirmenler, hanlar, arsalar, tarlalar
ve otellerden sağlanmaktaydı. Bunlardan da belli oranda vergi alınmaktaydı.
Ancak, Sâmânîler Devleti’nde bunun miktarı ve ne şekilde alındığına dair
elimizde herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Devlet, kendi adına kurduğu çiftlikleri işletmesini şahıslara kiralayarak
bundan gelir elde etmekteydi. Muhtemelen Horasan’da da bu tarzda çiftlikler
bulunuyordu. Ancak, bunların nerelerde olduğu ve ne şartlarla kiraya
verildiğine dair kaynaklarda herhangi bir malumat yoktur.
Madenlerden elde edilen gelirler ise, devletin hakim olduğu topraklarda
çıkarılan madenlerin işletilmesiyle elde ediliyordu. Bazı madenler, şahıslara
ait iken bazıları da devletin tekelindeydi. Yukarıda, Madenler bölümünde
Penchir bölgesindeki gümüş madenlerinin çıkarılması konusunda şahısların
faaliyetlerinden bahsedildi. Devlet, bunların elde ettiği kazançtan bir miktar
vergi almakta yetinirdi. Devletin tekelinde olan madenler hakkında ise
elimizde bilgi yoktur. Ancak, nuşadur madeninin Sicilya dışında sadece
Maveraünnehir’de bulunması ve bunun Sicilya nuşadurundan çok daha
kaliteli olması nedeniyle bu madenin devletin tekelinde olması düşünülebilir.
Devletin tekelindeki madenlerin dışarıya ihracı ise belli düzenlemelere tabi
idi. Bu, devletçe uygun görülen oranlarda yapılırdı. Diğer taraftan madenlerin
yanı sıra Kubadiyan’da yetiştirilmekte olan Hindistan’a ihraç edilen kök
boyası bitkisi üzerinde Sâmânî hükümdarlarının belli bir hissesi vardı. Bazen
elde edilen ürünün fiyatı takdir edilerek parası nakit olarak ödenir ve mahsul
tamamıyla Sâmânî hükümdarına kalırdı[1507].
Bir diğer önemli vergi geliri ise Sâmânî toprakları üzerinden geçen ticaret
yollarından geçen kervanlar ve mallara üzerine konan gümrüklerden elde
ediliyordu. Bilhassa Sâmânî topraklarından batıya sevk edilen kölelerin geçişi
Sâmânî hükümdarının iznine bağlı idi. Onun izni olmaksızın özellikle erkek
kölelerin geçişine izin verilmezdi. Her köle için 70 ila 100 dirhem vergi
alınırdı. Kadın cariyelerin Türk olanlar haricindekiler vergisiz geçirilir, Türk
cariyelerden ise kişi başına 20 ila 30 dirhem vergi alınırdı. Deveden,
süvarilerden ikişer dirhem vergi alınıyordu. Gümüş eşyalar ise Buhara’ya
gönderilirdi. Burada teftişinin yapılmasından sonra geçişine izin verilirdi.
Bunlar dışındaki kervanlar ve taşıdıkları mallarından fazla vergi
alınmazdı[1508].
Üçüncü Bölüm
SÂMÂNÎLER DEVRİNDE
KÜLTÜREL HAYAT
Sâmânîlerin Maveraünnehir ve Horasan’da oluşturdukları siyasî istikrar,
yoğun ticarî faaliyetlerin ortaya çıkardığı gelişmiş refah düzeyi kültürel
hayattaki canlanmayı da beraberinde getirmişti. Devletin merkezi Buhara, o
dönemde İslam dünyasının kültürel ve sosyal aktiviteler açısından en gelişmiş
şehri kabul edilen Bağdat’ı bile gölgede bırakacak bir düzeye gelmişti[1509].
Semerkand, Nisabur gibi devletin diğer büyük şehirleri de kültürel gelişim
açısından Buhara’ya eşlik etmekteydi. Sâmânî hükümdarlarının ilim ve
sanata karşı gösterdikleri ilgi, ilim adamları, şairler, din adamları ve
sanatçılara karşı takındıkları olumlu ve cömert tavır, Buhara, Semerkand,
Nisabur gibi Sâmânîlerin büyük merkezlerini bu kişiler için cazip hale
getirmekteydi. Sâmânî hükümdarları ve devletin reayasının ilim konusundaki
hassasiyetini el-Makdisî; “Burada fakîhler hükümdarlar derecesindedir.
Bölge halkı alimlere ve ilme en çok rağbet eden, dinleri bütün kimselerdir”
şeklindeki sözleriyle dile getirmektedir[1510]. İbn Havkal ise, bölge halkını
“ilim ve doğruluk sahibi” olarak tasvir etmektedir[1511]. Sâmânî hükümdarları
da bizzat ilim ile uğraşırlardı. Bunlardan konu içinde yeri geldikçe
bahsedilecektir. 275/888-889 senesinde Semerkand’a gelen ünlü Şafii
alimlerinden Ebû Abdullah Muhammed b. Nasr el-Merverzî’ye,
Semerkand’daki ikameti süresince her yıl İsmail b. Ahmed ve kardeşi İshak
tarafından 4.000 dirhem para gönderilirdi. Yine, Semerkand halkı, bu büyük
aliminin şehirlerinde kalmasını sağlamak için her yıl topladıkları 4.000
dirhemi ona hediye etmişlerdir[1512]. 264/877 senesinde Semerkand’a gelen
hadis alimi Ebû Heysem Halid b. Ahmed b. el-Zühlî ise, şehre girişinde
bizzat hükümdar I. Nasr tarafından karşılanmıştı[1513]. Sâmânî ülkesine gelen
alimlerden bir kısmı ilmî çalışmalarının dışında Sâmânî bürokrasisinde de
görev almışlardır. Yukarıda idarî teşkilat bölümünde bunlarla ilgili örnekler
verilmiştir. el-Makdisî, Sâmânî hükümdarlarının her sene Ramazan ayının
Cuma gecelerinde alimleri sarayda toplayarak ilmi toplantılar yaptıklarını
söylemektedir. Bu toplantılarda huzura giren alimler yer öpme adetinden
muaf tutulmuşlardı. Sarayda toplanan alimler, hükümdarın ortaya attığı bir
mesele üzerinde görüşlerini bildirerek birbirleriyle münazarada
bulunurlardı[1514].
Buhara’daki Sâmânî sarayı, İslam dünyası içindeki en büyük
kütüphanelerden birini bünyesinde barındırmaktaydı. Oldukça zengin bir
birikime sahip olan bu kütüphane, Ortaçağın en büyük alimlerinden biri olan
İbn Sînâ’nın yetişmesinde önemli rol oynamıştır. Bu kütüphaneden
faydalanma imkanı bulan İbn Sînâ, daha önce ismini bile duymadığı pek çok
tabib ve filozofun eserlerini okuma fırsatını elde etmişti[1515]. Ancak,
kütüphane, II. Nuh b. Mansur döneminde çıkan bir yangın sırasında yanarak
tamamıyla tahrip olmuştur. Bunun yanısıra, Sâmânîler devri alimlerinden
bazılarının kendi özel kütüphanelerini oluşturduklarını görmekteyiz.
Bunlardan biri de büyük hadis alimi ve fakîh Ebû Hâtim Muhammed b.
Hibban el-Büstî (ö.965)dir. Semerkand ve Nisabur kadılığı yapan el-Büstî,
ilim öğrenmek için yaptığı geziler sırasında topladığı değerli kitaplardan
zengin bir koleksiyon oluşturmuştu. Memleketine dönüşünün ardından evinin
yanına bir mederese ve kütüphane inşa ettirerek, dışarı çıkarılmamak şartıyla
kitapları insanların kullanımına sunmuştu[1516].
Bazı ilim adamları ise, gayri müslim Türklerle savaşmak, onlara İslamiyeti
öğretmek için bu devrede Maveraünnehir ve Horasan’a gelmişlerdir. Bunlara
ilimle uğraşmalarının yanında hayatlarını ticaretle kazanan ve bu maksatla
bölgeye gelen alimleri de ekleyebiliriz. Yukarıda kendisinden bahsettiğimiz
Ebû Abdullah Muhammed b. Nasr el-Merverzî aynı zamanda ticaretle
uğraşıyordu. Mervli hadis alimi Ebû Süleyman Davud b. Ebî Davud, ilim
seyahatleri sırasında Semerkand’a geldiğinde bir yandan ilmi çalışmalarına
devam ediyor, diğer yandan kitapçılar çarşısında kağıt simsarlığı yaparak
geçimini sağlıyordu[1517].
I) Eğitim ve Öğretim
Ortaçağ İslam dünyasında eğitim-öğretime başlangıç kabul edebileceğimiz
kurum, günümüzdeki ilk okulun karşılığı olan küttablardı. Bunlar
bulundukları şehirlerde camilerde veya buna bitişik bir mekanda faaliyet
gösterirlerdi. Küttablara devam eden öğrenciler, Kuran-ı Kerim öğrenmenin
yanısıra Arap dilinin gramerini, Hz. Peygamber’in kıssaları, hadis, basit
aritmetik kuralları ile dinî temalar içermeyen şiirler öğrenirlerdi[1518]. Dersler,
muallim adı verilen öğretmenler tarafından işleniyordu. Maddî açıdan daha
zengin insanlar, devlet büyükleri ve hükümdarlar ise çocuklarının eğitimi için
müeddib adı verilen özel hocalar tutarlardı. Sâmânî hükümdarı İsmail b.
Ahmed’in oğlu Ahmed’in eğitimi ile görevlendirdiği müeddib ile arasında
geçen bir konuşma İbn el-Esîr tarafından bize aktarılmaktadır[1519]. II. Nasr
ise, hükümdar olmasının ardından daha önce kendisine karşı kaba ve kötü
davranan müeddibini cezalandırmak istemiş, ancak müeddib verdiği akıllıca
cevap sayesinde bundan kurtulmayı başarmıştı[1520]. I. Nuh’un veziri Ebu’l-
Fazl el-Sülemî de daha önceleri ona hocalık yapmıştı. Sâmânîler dönemi
şairlerinden bir olan Ebû İshak İbrahim b. Ali el-Farisî nahiv ve lugat
konularında çok yetenekli bir kişiydi. O bu yeteneklerini yazdığı şiirlerinin
yanında, Buhara’nın ileri gelen ailelerinin çocuklarına müeddiblik yaparak
değerlendiriyordu[1521]. Dönemin en büyük şairlerinden bir olan Ebû Bekr
Muhammed b. el-Abbas el-Harizmî de şiir, lugat ve nahiv konularında dersler
verirdi[1522]. Bunlardan başka bir çok alim ve şair de aynı yolu izlemiştir.
Dönemin en çok başvurulan bilgi edinme metodu ise “ilmî seyahatlere
çıkmak” idi. İlim tahsil etmek isteyen kişiler, kendi şehirlerindeki
öğrenimlerini tamamladıktan sonra İslam dünyasının diğer bölge ve
şehirlerindeki alimlerden dersler almak için seyahatler yaparlardı. Bunlar
uğradıkları şehirlerdeki alimlerin derslerine iştirak ederek bilgilerini arttırma
yoluna giderlerdi. İnsanların bu şekilde ilim öğrenmek gayesiyle yaptıkları
seyahatler çok uzun zaman sürebiliyordu. Neticede, yaptıkları seyahatleri
tamamlayan kimseler, doğdukları şehirlere dönerek, yada yerleştikleri şehirde
ders vermek ve eser telif etmekle meşgul olurlardı.
Medreseler daha tam olarak eğitim sistemi içine yerleşmediklerinden dolayı
alimler ders vermek için çeşitli mekanları kullanıyorlardı. Bu mekanların
başında ise camiler geliyordu. Camiler dinî fonksiyonlarının yanında
özellikle İslamiyetin ilk dört asrı içindeki eğitim-öğretim faaliyetlerinin
önemli bir bölümünün yapıldığı yerler olmuşlardır. Buralarda, Kur’an
ilimleri, hadis, fıkıh, kelam gibi dinî ilimlerin yanısıra felsefe, tıp, kimya,
matematik, edebiyat, şiir, gramer dersleri de verilmekteydi[1523]. Diğer
taraftan ders halkaları, alimlerin evlerinde de oluşturulabiliyordu.
Namazlardan sonra konularında uzman alimlerin nezaretinde camilerde
oluşturulan ders halkaları (ders kümeleri)nda eğitim verilirdi. İlim öğrenmek
gayesiyle seyahat eden kimseler de ders halkalarına iştirak ederlerdi. Ayrıca,
ders halkalarına isteyen herkesin serbestçe katılma hakkı vardı. Dolayısıyla
ders halkaları yapıldıkları şehrin sakinlerinin eğitimi konusunda son derece
önemli roller üstleniyorlardı. Philip Hıtti, bunu okul dışı eğitim (yaygın
eğitim) olarak açıklamaktadır[1524].
Ders halkaları belli bir düzen ve disiplin altında yapılıyordu. Dersi verecek
olan alime yardımcı olmak üzere çeşitli görevliler olurdu. Bunlardan biri de
müstemlî (imlacı, müzakereci) idi. Öğrenciler arasından bu görevi üstlenen
kişiler ders veren alimin anlattıklarını dikte ederlerdi. Ünlü hadis alimi el-
Hâkim el-Nisaburî, 13 yaşında iken İbn Hibban’ın müstemlîliğini yapmaya
başlamıştı[1525]. Yine, 382/992 senesinde Semerkand’da vefat eden hadis
alimi Ebû Muhammed Abdullah el-Semerkandî cenaze namazını Ebû Bekr
el-Müstemlî adlı bir kişi kıldırmıştır[1526].
Ders halkaları zaman zaman ücretsiz olduğu gibi, bazen katılan
öğrencilerden belli bir ücret isteniyordu. Sâmânîlerin son dönemlerinde
yaşamış olan İbn Habib el-Nisaburî (ö.1016)’in ders halkalarına çeşitli
bölgelerden gelen insanlar katılıyordu. el-Nisaburî derslere devam etmek
isteyen ve maddî durumu iyi olan kimselerden belli bir ücret alırken, maddî
açıdan durumu olmayan kimseleri ise bahçesinde çalıştırırdı. Ancak,
Nisaburlular, onun derslerine hiçbir ücret ödemeden katılma hakkına
sahiptiler[1527].
Sâmânîler devrinde eğitim faaliyetleri için kullanılan bir başka kurum ise
mutasavvıflar için inşa edilen hankahlar[1528] idi. Buralarda tasavvuf
eğitiminin dışında tefsir, hadis, fıkıh, akaid, Arapça v.s. dersler verilirdi. Ebû
Osman el-Hirî (ö.298/910) ve Ebu’l-Hasan el-Bûsencî (ö.348/959)’nin
Nisabur şehrindeki hankahlarını bunlara örnek olarak gösterebiliriz. Yine, İbn
Hibban el-Büstî, Semerkand’dan ayrılıp 334/945-946 senesinde Nisabur’a
gelmiş ve burada bir hankah inşa ettirerek öğrenci okutmaya başlamıştı[1529].
X. yy’da eğitim için kullanılan bir başka mekan ise rıbatlardı. Mutezileye
mensup ünlü kelam alimi Ebû Abdullah el-Belhî el-Kâ’bî (ö.329/940-941),
Semerkand ile Nesef arasındaki Cevbek rıbatında imlâ meclisleri tertip edip
öğrenci okuturdu[1530].
Bilindiği gibi İslam dünyasındaki eğitim-öğrenim faaliyetlerinin merkezi
medreselerdi. Ancak, ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün çabalarıyla ilki
1066 senesinde Bağdat’da açılan Nizamiyye medreselerinin ortaya çıkışına
kadar İslam dünyasındaki yüksek eğitim-öğretim faaliyetlerinde güçlü bir
medrese etkisinden bahsedilemez. İlk medrese örneklerine Horasan ve
Maveraünnehir’de rastlamaktayız. X. yy. içinde Belh, Nisabur, Merv,
Semerkand ve Buhara gibi büyük şehirlerde 30 kadar medrese inşa
edilmişti[1531]. Bu medreselerde ağırlıklı olarak hadis ve fıkıh dersleri
verilmekteydi. Sâmânî ailesinden Muzaffer b. Ahmed b. Nasr b. Ahmed,
Semerkand’da ünlü alim İbn Hibban için çardak görünümde (suffe, sofa) bir
medrese inşa ettirmişti[1532]. Yine aynı şehirdeki Ra’sü Sikketi Haiti Hayyan
Medresesi[1533] de muhtemelen Sâmânîler devrinde inşa edilmiş
olmalıdır[1534]. II. Nasr döneminde Buhara’da çıkan yangın sırasında tahrip
olan yapılandan biri de Farcek Medresesi idi[1535]. Sâmânîlerin Horasan valisi
Ebu’l-Hasan el-Simcûrî, Nisabur’a davet ettiği İbn Fûrek için şehirde bir
medrese inşa ettirmişti[1536]. İbn Hibban 354/965 senesinde Büst şehrinde
vefatının sonrasında evinin yakınlarındaki bir hadis medresesine
defnedilmişti[1537]. Sâmânî kumandanlarından Karategin el-İsficâbî,
Nisabur’da İmam Yusuf b. Cafer el-Nisaburî için bir medrese
yaptırmıştı[1538].
Sâmânîler devri medreselerini daha sonraki örneklerinden ayıran en önemli
özellikleri dönemin ünlü alimlerinin ders vermeleri için inşa edilmeleridir.
Bir diğer özellik ise, bunların hadis yada fıkıh öğrenimi vermek için yani
diğer bir deyişle sadece bir ilim dalında eğitim vermek için kurulmuş özel
medreseler olmalarıdır. Dolayısıyla, gerçek bir kurumsallaşma içinde
oldukları söylenemez. Bununla birlikte, Sâmânî medreselerinin, diğerlerinde
olduğu gibi bir düzen ve işleyişe sahip oldukları muhakkaktır. Adına medrese
kurulan alim buranın mütevellisi ve aynı zamanda baş müderrisi idi. Emrinde
müderrisler ve diğer yardımcılar çalışmaktaydı. Ebû Bekr Muhammed el-
Sübkî, baş müderrisi olduğu Nisabur’daki hadis medresesindeki görev ve
yetkilerini el-Hâkim el-Nisaburî’ye devretmişti[1539]. Medresenin ve maddî
durumu iyi olmayan öğrencilerin giderleri ise, banisi yada devlet tarafından
karşılanırdı. Muhtemelen, bu işler için vakfedilmiş çeşitli gelir kaynakları
mevcuttu.
Sâmânîler dönemindeki eğitim-öğretim dili ve devletin resmî dili
konusunda araştırmacılar Yeni Farsça üzerinde birleşmektedir. Bunlardan
Barthold, Sâmânî hükümdarlarının büyük çoğunluğunun resmî dil olarak
Farsça’yı tercih ettiklerini yazmıştır[1540]. Frye, Sâmânîlerin Maveraünnehir
ve Horasan’da idareyi ele almasından sonra Arap harfleriyle yazılan Yeni
Farsça’nın Arapçaya üstünlük sağladığını ve devletin resmî dili olduğunu
söylemektedir[1541]. Ancak, Frye bir başka eserinde[1542], Sâmânî sarayında
Farsça konuşulduğunu, yazı dilinin ise Arapça olduğunu belirtmektedir.
Bu konunun bir başka yönü ise, araştırmacıların Farsçanın X. yy.’daki
gelişimini İran asıllı olarak kabul ettikleri Sâmânîlerin hakimiyetiyle
ilintilendirmeleridir. Sâmânîlerin soyu ile ilgili düşüncelerimizi daha önceki
bölümlerde ortaya koyduğumuz için burada sadece devletin resmî dili ile
alakalı görüşlerimizi belirtmekle yetineceğiz. Öncelikle bu fikrin doğru veya
yanlış olduğu konusunda yorum yapmadan önce, Farsçanın İslam
fetihlerinden sonraki durumuna değinmenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Bilindiği gibi, müslüman fatihler Suriye ve İran’daki ilk İslam fetihlerinin
sonrasında idarî yapı konusunda fazla bir değişikliğe gitmeden eski sistem ve
yazılardan faydalanmışlardı. Dolayısıyla, Suriye’de dîvân kayıtlarının
Grekçe, İran’da ise Pehlevice olarak tutulmasına devam edilmişti. Bu durum
Emevî halifesi.Abdülmelik b. Mervan döneminde dîvânların Arapçaya
çevrilmesine kadar devam etmiştir. İşte bu tarihten itibaren Arapça, Farsçanın
da içinde bulunduğu diğer yerel dillere karşı üstünlük kurmaya başlamıştır.
İran ve Horasan’da halkın büyük çoğunluğunun İslam dinini kabul etmesi ve
Kur’an’ın Arapça olması, Arapçanın resmî dil olmasının yanında bir edebiyat
ve ilim dili olmasını sağlamıştır. 750 senesindeki Abbasî ihtilali, İranlılar ve
Farsça için yeni bir dönemin başlangıcını işaret etmektedir. Bu hareket,
büyük çoğunluğunu İranlıların oluşturduğu mevalinin katkısıyla başarıya
ulaşmıştı. Mevalinin bu tepkisi, Emevîler döneminde devletin Arap nüfusu
karşısında yüzyüze kaldıkları sosyal eşitsizliklere karşı ortaya konmuştu. Bu
nedenle Abbasîlerin başa geçmesiyle, onların iktidarlarını büyük ölçüde
borçlu oldukları İranlıların İslam Devleti üzerindeki etkisi artmaya başladı.
Bu etki, sosyal, kültürel ve idarî bütün sahaları kapsıyordu. Harun el-Reşid’in
ölümü ve oğulları el-Emin ve Me’mun arasındaki savaşın İranlıların
desteğiyle el-Me’mun’un lehine neticelenmesi bu etkiyi doruk noktasına
ulaştırmıştır. Diğer taraftan Abbasîlerin ilk dönemlerinde başlatılan tercüme
faaliyetleri sırasında Pehleviceden de tercümelerin yapılmasıyla eski İran
tarihine ve diline karşı olan ilgi arttırmış ve İranlı teba ana dilleri konusunda
şuurlanmaya başlamıştı. Zaten, İranlılar, resmî dilin ve ilim dilinin Arapça
olmasına rağmen Farsça konuşmaya devam etmişlerdi. İran menşeli
Tahirîlerin Horasan’da başa geçmesi her ne kadar bu hanedanın açık desteği
olmasa da[1543] Farsçanın gelişimini ve bu dile olan ilgiyi arttırmıştı.
Tahirîlerin aksine Abbasî etkisine uzak olan Saffarîlerin de bu gelişimdeki
etkilerini unutmamak gerekir. Sâmânîler dönemine gelindiğinde ise, Yeni
Farsça artık tam olarak şekillenmiş ve şiir, tarih, edebiyat konularında ilk
örneklerini vermiştir. Dolayısıyla, Farsçanın X. yy.’daki atılımı tedricî bir
gelişmenin sonucudur. Bunu sadece Sâmânîlere bağlamak yanlıştır.
Yukarıda aktardığımız Sâmânîlerin resmî dilinin Farsça olması
konusundaki görüşün en önemli dayanaklarından biri Hamdullah el-Müstevfî
tarafından aktarılan “Ahmed b. İsmail’in devletin resmî dilini Farsça’dan
Arapça’ya çevirdiğine” dair kayıttır[1544]. Ancak, bu bilgi diğer kaynaklar
tarafından teyid edilmemiştir. Ayrıca Hamdullah el-Müstevfî’nin,
Sâmânîlerden çok sonraları XIV. yy.’da yaşamış olduğu unutulmamalıdır.
Bu konuya ışık tutabilecek elimizdeki en önemli bilgi ise, Sâmânîler
Devleti’nin Resâil Dîvânı’nda çalışmış olan katiplerin inşa örnekleri ve
yazdıkları eserlerdir. Bunlardan bir olan I. Nuh ve I. Abdülmelik döneminin
Resâil Dîvânı başkanı el-İskafî yazılarını Arapça olarak kaleme
almaktaydı[1545]. Yine, II. Nuh devrinin ünlü katiplerinden Mefâtihü’l-ulum
adlı eserin müellifi el-Harizmî ilimlerin tasnifî ve dîvânların işleyişine dair
yazdığı bu kitabını Arapça olarak kaleme almıştır. Diğer taraftan, X. yy’da
şiir, edebiyat ve diğer alanlarda ilk örneklerini vermeye başlamış olan Yeni
Farsça’nın, o zamana değin İslam devletleri arasındaki yazışmalarda
kullanılan Arapçanın bir anda yerini alması mümkün görülmemektedir.
II) Dini İlimler

A) Tefsir İlmi

Tefsir ilmi, Kur’an-ı Kerim’in manası ve yorumuyla ilgilenmektedir. “İlmü


Kur’an ve ‘l-tefsir” olarak da isimlendirilen bu ilim hadis ilminin bir parçası
olarak kabul edilirdi[1546]. Tefsir ile ilgili çalışmalar tabi’in döneminde
başlamıştır. Ancak, tefsir konusundaki önemli çalışmalar IX. yy sonu ile X.
yy. başlarında ortaya çıkmıştır. Bu konudaki önemli çalışmalardan bir de
Taberî’nin içinde çok sayıda hadisinde yer aldığı Tefsirü’l-Kur’an adlı
çalışmasıdır. Sâmânîler sahasına baktığımızda ise çeşitli ilim dallarıyla
uğraşan alimlerin bu sahalarda yaptıkları çalışmalarının yanında Kur’an
tefsiri ile ilgili çalışmalar yaptıklarını görürüz. Müstakil olarak tefsir ilmiyle
uğraşan alimler ise yok denecek kadar azdır. Sâmânîler döneminde tefsir
konusundaki çalışmalarıyla ün yapmış en önemli şahıs İbn Habib el-
Nisaburî’dir.
1) İbn Habib el-Nisaburî
Ebu’l-Kasım el-Hasan b. Muhammed b. Habib el-Nisaburî. Nisabur’da
doğdu. Burada ve Tûs şehrinde aralarında İbn Hibban ve Ebu’l-Nadr el-
Tûsî’nin de bulunduğu çeşitli alimlerden hadis, fıkıh ve kıraat konularında
dersler aldı. Nisabur ve Cürcan’da hadis dersleri verdi. Zilhicce 406 / Mayıs
1016 tarihinde vefat etti[1547].
İbn Habib el-Nisaburî, Kur’an tefsiri konusunda büyük bir bilgi birikimi
olan bir alimdi. Bu özelliğinden dolayı “asrın müfessiri” olarak kabul
edilmekteydi[1548]. İbn Habib el-Nisaburî tefsirin yanında edebiyat, nahiv,
siyer konularıyla ilgilenmiştir. Başlangıçta Kerramiyye’ye mensup iken
sonrada Eş’arîliği kabul etmişti. Onun tefsir konusunda kaleme aldığı eseri
Tefsirü’l-Kur’ani’l-Kerim’dir.
Eser, Tefsirü’l-Nisaburî adıyla da bilinmektedir[1549]. Bunun bir nüshası
Türkiye’de Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde
bulunmaktadır[1550]. İbn Habib el-Nisaburî’nin dışında Kur’an tefsiri
konusunda eser vermiş olan önemli alimleri ve eserlerini şöyle sıralayabiliriz
:
2) Ebû Süleyman el-Hattâbi
Hayatı hakkında hadis bölümünde bilgi verilecek olan el-Hattâbî tefsir
konusunda Beyânü i‘câzi’l-Kur’an adlı bir eser kaleme almıştır[1551]. Burada,
Kur’an’ın lafzının ve manasının i‘cazı (aciz bırakmak) ele alınmıştır. Bunun
yanında sarfe[1552] meselesiyle Kur’an’ın geleceğe dair haberleri içeren yönü
üzerinde durmuştur. Eser Tunus’da 1953 yılında Abdülalîm el-Tehâvî
tarafından neşredilmiştir[1553].
3) el-Kaffâl el-Kebir
Hayatı hakkında fıkıh bölümünde bilgi verilecektir. el-Kaffâl el-Kebir’in
Tefsirü’l-Kur’an adlı bir eseri mevcuttur. el-Kaffâl önceleri mutezileye
mensup iken daha sonra Eş’arîliği şeçmiştir. Bu nedenle eserde, mutezîlenin
etki ve tesiri açıkça kendini göstermektedir. Eser, muhtevasındaki mutezileye
ait fikirler nedeniyle daha sonradan Suyutî’nin Esrârü’l-tenzih adlı kitabının
kaynakları arasında yer almıştır[1554].
4) Ebû Mansur el-Maturidî
el-Maturidî’nin Te’vilâtü’l-Kur’an adlı bir tefsir çalışması bulunmaktadır.
Maturidî’nin hayatı ve bu eseriyle ilgili kelamî konular ağırlıklı olduğu için
kelam bölümünde bilgi verilecektir.
5) Ebu’l-Leys el-Semerkandî
Sâmânîler döneminin ünlü fıkıh ulemasından biri olan Ebu’l-Leys el-
Semerkandî hayatı ile ilgili fıkıh bölümünde bilgi verilecektir. Onun, tefsir
konusunda Tefsirü’l-Kur’an adlı bir eseri bulunmaktadır[1555]. Dört cilt olan
bu eser bu eser, Osmanlılar döneminde İbn Arabşah (ö.1450-1451) tarafından
Türkçeye tercüme edilmiş ve bu tercüme Ebu’l-Fazl Musa el-İznikî
tarafından eklerle genişletilmiştir. Tam nüshası ise Kahire’de 1892-93 yılları
arasında yayınlanmıştır[1556].
Bu eserlere son olarak İbn Huzeyme’nin, el-Ayyaşî’nin[1557] el-
Kâ’bî’nin[1558] İbn Fûrek[1559], Tefsir adlı kitaplarını da ekleyebiliriz.

B) Hadis İlmi
İslam dininin iman ve amel ile ilgili bölümleri Kur’an ve sünnet[1560]
üzerine bina edildiği için hadis ilmi İslam dünyasında daima popüler bir ilim
olmuştur. Çeşitli ilim dallarıyla uğraşan alimler bunun yanında hadis
öğrenmeye önem vermişlerdir. Alimlerin yanısıra devlet adamları ve
hükümdarları da bunlara dahil edebiliriz. Alimlere karşı olan ilgi ve
teveccühlerinin yanında Sâmânî hükümdarları bizzat hadis ilmiyle
uğraşmışlardı. Örneğin, Ahmed b. Esed b. Sâmân, Süfyan b. Uyeyne ve
İsmail b. Aluyye, Yezid b. Harun, Mansur b. Ammar’dan hadis okumuş ve
kendisinden de, oğlu İsmail hadis rivayet etmişti. Yine, Ahmed b. Esed’in
diğer oğlu İshak da, babasından ve Abdullah b. Abdurrahman’dan hadis
rivayet etmiştir. Salih b. Ebi Rümeyh, Abdullah b. Yahya b. Musa ise,
İshak’dan hadis rivayet etmişlerdi. II. Nasr ise, babasından, Salim b. Galib el-
Semerkandî ve ünlü alim Ebû Abdullah Muhammed b. Nasr el-Merverzî’den
hadis dinlemiş, ondan da Sehl b. Şaduye hadis rivayet etmiştir[1561].
IX. yy.’da altın çağını yaşayan hadis çalışmalarında X. yy. içinde bir takım
değişiklikler yapılması gerekli hale gelmişti. Bu nedenle hadis ilmiyle
uğraşan alimler X. yy.’ı mütekaddimin (eski alimler) döneminin sonu,
müteahhirin (yeni alimler) döneminin başlangıcı olarak kabul ederler[1562].
Çünkü, İslam dünyasında yazılmış en kapsamlı ve en güzel altı eser IX. yy.
içinde meydana getirilmişti. “Kutûb el-Sitte” adıyla bilinen bu eserler ;
Buharî (ö.870) ve Müslim’in (ö.875) el-Sahih’leri, Ebû Davud (ö.888), İbn
Mace (ö.886) ve el-Nesaî’nin (ö.915) el-Sünen’leri ile Tirmizî’nin (ö.892)
Camiî’sidir. Dikkati çeken önemli bir noktada bunların hepsinin Sâmânî
sahasında yaşamış olmalarıdır.
Bu büyük kitapların yazılmasıyla birlikte hadisçiler, artık orijinal hadis
kitapları yerine kendilerinden önce yazılmış olan eserlerden özellikle “Kütûb
el-Sitte” den derlemeler, ihtisarlar yapmaya başladılar. Bununla birlikte İbn
Huzeyme (ö.923) ve İbn Hibban (ö.965) tarafından orijinal hadis kitapları da
yazılmıştır.
Ali Osman Koçkuzu, konuyla alakalı kaleme aldığı eserinde[1563] X.
yy.’dan itibaren İslam dünyasındaki hadis çalışmalarının duraklama ve
sonrasında gerileme dönemine girdiğini ve orijinal teliflerin yapılmadığını
yazmaktadır. Ancak, bu görüşe katılmak mümkün değildir. Zira, IX. yy.’da
yazılan altı büyük hadis kitabıyla birlikte hadislerin büyük bölümü bir
külliyat içinde toplanmıştı. Bunların üzerine konulabilecek daha fazla bir şey
yoktu.. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken nokta, X. yy. ile birlikte hadis
çalışmalarının daha çok teknik (usul-i hadis) ve tenkid (el-Cerh ve’l-ta’dil)
konulara kaymasıdır. Böylelikle hadis ilmi daha sağlam bir zemine
oturtulmuştur.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi bu yeni dönemde derlemeler ve ihtisarlardan
başka hadis ve hadisçilerin tenkidine dair “el-Cerh ve’l-ta’dil” kitapları ile
hadis usülüne dair “Usul-i Hadis” kitaplarının yazımına başlandı. Ünlü hadis
alimi el-Hâkim el-Nisaburî’nin Ma’rifetü ulumi’l-hadis adlı kitabı bu türün
ilk ve en önemli örneklerinden biridir. Yine el-İsmailî’nin (ö.982) kaleme
aldığı el-Müstahrec adlı eseriyle yeni bir tasnif türü olan “müstahrec”
çalışmaları başlatılmıştır. Müstahrecler, kendilerinden önce yazılmış olan
hadisleri, çeşitli açılardan güçlendirmek için, yeni bir isnad zinciriyle yeniden
toplandığı kitaplardır[1564]. Bir diğer hadis yazım türü ise müstedreklerdir.
Bunlar, bir hadis müellifinin şartlarına uygun olduğu halde eserine almadığı
hadislerin toplandığı çalışmalardır[1565]. el-Hâkim el-Nisaburî’nin el-
Müstedrek adlı eseri bu türün ilk ve en güzel örneklerindendir.
X. yy.’da hadis çalışmalarına etki eden bir diğer unsur ise medreselerin
ortaya çıkışıdır. Zira, medreselerin açılmasıyla birlikte İslam dünyasındaki
yüksek öğretim faaliyetleri belirli bir düzen ve içine girmeye başlamıştır.
Hadis eğitimi veren medreselerin (dârü’l-sünne) varlığı, hadisçilerin
başvurdukları “seyahat etme” yönteminin yavaş yavaş bir kenera
bırakılmasına neden olmuştur. XI. yy.’da Nizamiyye medreselerinin
açılmasıyla bu durum kesin bir gidişat kazanmıştır. Dolayısıyla X. yy’daki bu
gelişmeyi hadis ve diğer ilimlerin XI. yy.’daki durumları için bir hazırlık ve
geçiş dönemi olarak kabul edebiliriz. Ancak, her şeye rağmen X. yy. boyunca
hadisçiler “seyahat etme” yoluyla hadis öğrenme geleneğini devam
ettirmişlerdir. Buhara, Semerkand, Nisabur, Merv, Belh gibi önemli Sâmânî
şehirleri de hadis öğrenmek için seyahat eden bir çok kişi tarafından ziyaret
edilmiştir. Aynı şekilde Sâmânî topraklarından da diğer büyük İslam
beldelerine hadis öğrenmek için seyahatlar yapılmıştır. Bunlar, dönemin
büyük alimlerinin idaresinde kurulan imla meclisleri[1566] ve ders halkalarına
iştirak ederek hadis öğrenmeye devam etmiştir. Aşağıda Sâmânîler
döneminin önemli hadis alimleri hakkında bilgiler verilecektir.
1) el-Şeybânî el-Nesevî
Ebu’l-Abbas el-Hasan b. Süfyan b. Amir b. Abdüzaziz b. el-Nu’man el-
Şeybânî el-Nesevî. 213/828 senesinde Nesa’da doğdu. Buradaki alimlerden
okuduktan sonra Hicaz, Horasan, Irak ve Mısır’a giderek öğrenimini
sürdürdü. Bu gezileri sırasında çeşitli alimlerden hadis, fıkıh ve edebiyat
konularında dersler aldı. Daha sonra memleketine dönerek eser telifiyle
meşgul oldu. Hadis dersleri verdi. İbn Huzeyme, Ebû Bekr el-İsmailî, İbn
Hibban gibi alimler, ondan hadis dinlediler. el-Nesevî Ramazan 303/Mart-
Nisan 916 tarihinde Nesa’ya bağlı Baluz köyünde vefat etti. Hadis konusunda
sika (güvenilir, sağlam) bir alim olan el-Nesevî özellikle isnad (sebt, sened
zinciri) konusunda büyük bir bilgi birikimine sahipti. Bu nedenle kendisinden
sonra gelen el-Hâkim el-Nisaburî ve İbn Hibban gibi alimler tarafından
hakkında övgü dolu sözler söylenmiştir[1567]. el-Nesevî hadis konusunda
çeşitli eserler yazmıştır. Bunlardan en önemlisi Müsnedü’l-kebir’dir[1568].
Bundan başka hadis ile ilgili el-Câmi‘, el-Mu’cem[1569] ve el-Erba’in[1570]
adlı eserleri bulunmaktadır.
2) İbn Huzeyme
Ebû Bekr Muhammed b. İshak b. Huzeyme b. el-Muğire b. Salih b. Bekr el-
Sülemî el-Nisaburî. Safer 223/Ocak 838 tarihinde Nisabur’da doğdu. Küçük
yaşta hadis dinlemeye başladı. Öyleki, İshak b. Rahuye (ö.238/852-853) ve
Muhammed b. Humeyd’den (ö.248/862-863) hadis dinlemesine rağmen,
küçük olduğu için onlardan rivayet hakkını elde edememiştir[1571]. İbn
Huzeyme, Nisabur’daki alimlerin hadis derslerine iştirak ettikten sonra bu
konudaki bilgisini ilerletmek üzere seyahate çıktı. Rey, Bağdat, Kufe, Basra,
Şam, el-Cezire, Mısır ve Vasıt’a gitti. Buralardaki alimlerden hadis dinledi.
Bu seyahatlerin sonrasında Nisabur’a dönüp eser telifiyle ve ders vermekle
meşgul olduğu anlaşılan İbn Huzeyme 2 Zilkade 311/11 Şubat 924 tarihinde
vefat etti. Bu sırada 98 yaşında idi.
Hadis konusunda çok güvenilir ve bilgili bir alim olarak kabul edilen İbn
Huzeyme’nin 70.000 hadisi ezbere bildiği ifade edilmektedir[1572]. Kendisi
aynı zamanda fıkıh ve kelam konularında da bilgi sahibi bir kimseydi. Bu
konulardaki özelliklerinden ilgili bölümlerde bahsedilecektir. İbn Huzeyme,
hadislerin sağlam ve zayıf oluşlarını inceleyen el-Cerh ve’l-ta’dil konusunda
da uzman bir kişiydi. Sâmânî hükümdarı İsmail b. Ahmed’in Nisabur’da
bulunduğu sırada düzenlediği ilim meclislerine katılmıştı. Bu meclislerden
birinde İsmail b. Ahmed babasından bir hadis rivayet etmişti. Ancak, uzun
zamandan beri bu hadisin doğruluğu şüpheli olarak kabul edilmekteydi. Buna
rağmen mecliste bulunanların hiçbiri hükümdara karşı bir şey
söyleyememişti. Ancak İbn Huzeyme söz alarak bu hadisin hatalı yada tahrif
edilmiş olduğunu söyleyebilmiştir[1573]. Eserlerinin mevcudunun 140’ı
bulduğu belirtilen[1574] İbn Huzeyme’nin başlıca eserleri şunlardır;
el-Sahîh[1575]: İbn Huzeyme kitap ve fıkıh bablarına ayırdığı bu eserine
aldığı hadislerin elde edebildiği bütün senedlerini aktarmış ve yeri geldikçe
raviler hakkında bilgi vermiştir. Eserde bütün hadis ilimleri hakkında bilgi
verilmiş ve bölümlerin başlıklarındaki fıkhî görüşlerine ve hadislerde
görünen ihtilaflarla ilgili çözümler anlatılmıştır. Dörtte biri zamanımıza gelen
eser, Sahîhu İbn Huzeyme adıyla M. Muhammed el-A’zamî tarafından
1975’de Beyrut’ta dört cilt halinde neşredilmiştir[1576]. Kitâbü’l-tevhîd: Eser
hakkında kelam bölümünde bilgi verilecektir.
Müellifin yazdığı diğer eserler aşağıda sıralanacaktır. Ancak, bunların bir
kısmının “câmi‘” türü kitapların muhtevasına uygun düşmesi bakımından el-
Sahîh’den bölümler oldukları, bir kısmının ise müstakil eserler olduğu
belirtilmektedir[1577].
3) el-Serrâc
Ebu’l-Abbas Muhammed b. İshak b. İbrahim b. Mihran b. Abdullah el-
Serrâc el-Nisaburî. Horasan’ın yetiştirdiği en büyük muhaddislerden biri olan
Ebu’l-Abbas el-Serrâc 216/831-832 senesinde Nisabur’da doğdu. Hadis
konusunda İshak b. Rahuye, Ebî Kureyb, Muhammed b. Bekkar gibi ünlü
alimlerden dersler aldı. el-Kütûb el-Sitte müelliflerinden Müslim, el-Buharî
ile Ebû Hatim el-Razî’nin de içlerinde olduğu bir çok alim kendisinden hadis
rivayet etmiştir. el-Serrâc sika bir hadis alimiydi. Öğrencilerinden Ebû Selh
el-Sûlûkî, onun için “adı gibiydi” demiştir[1578]. Uzun bir süre Bağdat’da
oturan el-Serrâc burada hadis dersleri verdi. Daha sonra Nisabur’a döndü.
Kaynaklarda el-Serrâc hakkında verilen kısa hâl tercümelerinde bahsedilen
önemli konulardan biri de, onun muhtesibin görevleri arasında yer aldığını
gördüğümüz insanlar “iyiliğe davet ve kötülükten nehy” görevini yerine
getirmesidir[1579]. Yukarıda ilgili bölümde muhtesibin görevlerini anlatırken,
alimlerin bu görevlere atandığından bahsedilmişti. Ancak, el-Serrâc’ın
muhtesiblik yaptığına dair herhangi bir kayıt yoktur. Şafii mezhebine mensup
olan el-Serrâc ile Nisaburlu hanefîler arasında sürekli bir çekişme mevcuttu.
Ayrıca, zındıklıkla itham ettiği Kerramîlere hadis dersi vermezdi[1580]. el-
Serrâc Rebiülahir 313/Haziran-Temmuz 925 tarihinde 97 yaşında iken
Nisabur’da vefat etti. el-Serrâc’ın hadise dair el-Müsned adlı bir eseri
bulunmaktadır[1581].
4) el-Sübezmunî
Abdullah b. Muhammed b. Yakub b. el-Haris b. el-Halil el-Buharî el-Harisî
el-Üstad el-Sübezmunî. el-Zehebî, onun nisbesini el-Buharî el-Kelâbâzî
olarak vermektedir[1582].
258 Rebiülahir/Şubat-Mart 872 tarihinde doğdu. Hanefî hadis alimlerinden
biri olan el-Sübezmunî ilk olarak Buhara’da hadis dinledikten sonra ilmî
seyahatlere çıktı. Çeşitli alimlerden hadis dinledi. Mutezile görüşünü
benimsemişti. Bir süre Bağdat’da ikamet etti. Burada yazdığı eserleriyle
meşhur oldu. Daha sonra Belh şehrine yerleşti. Şevval 340/Mart 952
tarihinde burada vefat etti[1583]. Kelam konusunda da eserleri bulunan el-
Sübezmunî’nin muhaddisliği konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır.
Ağırlıklı görüş, onun hadis rivayeti konusunda zayıf bir ravi olduğu
şeklindedir. el-Sübezmunî hadise dair Mesnedü Ebû Hanife adlı bir eser
kaleme almıştır[1584]. Ayrıca Ebû Hanife’nin hayatını anlattığı Keşfü’l-asar fi
menakibi Ebû Hanife adlı bir eseri mevcuttur[1585].
5) Ebû Ali el-Nisaburî
Ebû Ali el-Hüseyin b. Ali b. Yezid el-Nisaburî. 277/890 senesinde
Nisabur’da doğdu. Gençliğinde kuyumculuk ile ilgilendi. Daha sonra, ilim
konusundaki yeteneğinin farkına varan bir alimin teşvikiyle 294 senesinden
itibaren hadis öğrenmeye başladı[1586]. Nisabur, Herat, Nesa, Cürcan, Bağdat,
Basra, Medine, Mekke, Vasıt, Ahvaz, İsfahan, Musul, Mısır, Gazze ve
Şam’da bir çok alimden hadis okudu. Bir süre Bağdat’da kaldı (295/907-908
senesinden sonra). Eser telifiyle meşgul oldu. 337/948-949 senesinde
Nisabur’da imlâ meclisi tertip ederek hadis dersleri verdi. el-Hâkim el-
Nisaburî ve Ebû Abdurrahman el-Sülemî de, onun meclislerine iştirak ederek
hadis dinlediler. el-Hâkim el-Nisaburî, Ebû Ali için “yaşadığı dönem içinde
doğudaki en büyük alimlerden biridir” demektedir[1587]. el-Zehebî ise, onu
“İmamü’l-muhaddisi’l-İslam” olarak nitelendirmektedir[1588].15
Cemaziyelevvel 349/13 Temmuz 960[1589] tarihinde Nisabur’da vefat eden
Ebû Ali el-Nisaburî’nin eserleri günümüze ulaşmamıştır.
6) İbn Hibban
Ebû Hatim Muhammed b. Hibban b. Ahmed el-Büstî el-Temimî. 277/890
senesinde Büst şehrinde doğdu. Arapların Temim kabilesine mensuptu. İlk
olarak Büst’deki alimlerden okudu. Bunun ardından başladığı ilmî seyahatleri
sırasında başta Horasan ve Maveraünnehir şehirleri olmak üzere Mısır, Irak,
Hicaz ve Şam’da birçok şehri ziyaret etti. İbn Huzeyme, el-Serrâc, Darekutnî,
Masercisî gibi dönemin ünlü alimlerinden dersler aldı. İlmî gezilerinin
sonunda Sistan’a giden İbn Hibban bir süre burada kaldı. Ancak, kelâm ve
felsefe ile meşgul olduğu gerekçesiyle zındıklıkla itham edilmesi ve hakkında
ölüm emri çıkarılması üzerine Sistan’dan kaçtı. Semerkand’a yerleşti.
330/941-942 senesine kadar Semerkand’a kalan İbn Hibban, kendisi için
şehrin valisi Sâmânîlerden Ebû’l-Muzaffer’in yaptırdığı medresede hadis ve
fıkıh dersleri verdi[1590]. Aynı sırada Semerkand kadılığı görevini de
yürütüyordu. Daha sonra Nisabur’a, oradan da Buhara’ya giderek bazı
alimlerle görüştü. Bunun sonrasında 334 / 949 senesinde yeniden Nisabur’a
döndü. İmlâ meclisleri tertip ederek hadis dersleri verdi. Bir süre Nesa
şehrinde kadılık yaptı. 337/949 senesinde üçüncü defa Nisabur’a geldi.
Kendisine bir hânkâh inşa ettirerek eser telifi ve öğrenci yetiştirmekle meşgul
oldu. el-Hâkim el-Nisaburî de on üç yaşında iken, onun derslerine katılmış ve
müstemliliğini yapmıştır. Nihayetinde memleketi Büst’e dönen İbn Hibban
21 Şevval 354/20 Ekim 965’de burada vefat etti. Evinin yanındaki hadis
medresesine defnedildi[1591].
Çok yönlü bir alim olan İbn Hibban başta hadis ve fıkıh olmak üzere tıp,
nücum, felsefe, kelam, lugat, hitabet ve edebiyat konularında bilgi sahibi bir
kimseydi. Hadis konusunda sika bir alim olarak kabul edilirdi. Özellikle
hadislerin sağlam veya zayıf olmalarını, senedlerini inceleyen el-Cerh ve’l-
ta’dil (hadis tenkidi) konusundaki başarılı çalışmalarıyla tanınmıştır. Hadis
ravilerini tenkid konusunda kimi zaman gösterdiği şiddetli tutum nedeniyle
sonraki tabakat yazarları tarafından eleştirilmiştir[1592]. Onun hadis
konusundaki çalışmalarını şöyle sıralayabiliriz ;
el-Müsnedü’l-sahîh[1593], alışılagelmiş tasnif metodlarından ayrı olarak
emirler, nehiyler, haberler, mubahlar ve peygamberin fiilleri olarak beş
bölüme ayırdığı bu eserinin tamamı günümüze ulaşmamıştır. Eldeki parçalar
ise, Abdülmuhsin el-Yemânî tarafından Medine’de üç cild halinde
neşredilmiştir.
el-Sikat, İbn Hibban alfabetik olarak tertip ettiği bu eserinde hadis ravilerini
tanıtmıştır. Muhammed Abdülreşid tarafından 1977-1983 yılları arasında
Haydarabad’da dokuz cild olarak yayınlanmıştır. Bu eserin parçası
sayılabilecek olan ve sahabenin hâl tercümelerini içeren Târihü’l-sahâbe
ellezîne ruviye anhüm el-ahbar adlı kısım Baran el-Dannavî tarafından
1988’de Beyrut’da yayınlanmıştır[1594].
Ma‘rifetü’l-mecrûhîn mine’l-muhaddisîn ve ‘l-du‘afâ ve’l-metrû-kîn[1595],
el-cerh ve’l-ta’dil tarzında yazılmış olan bu eser, zayıf ve mevzû hadisleri
tanımda önemli bir kaynaktır[1596]. Alfabetik olarak tertip edilmiştir. Çeşitli
baskıları bulunan eser ilk olarak el-Nakşibendî tarafından 1970’de
Haydarabad-Dekkan’da neşredilmiştir. Hadisü’l-akran, ‘İlelü hadisi Mâlik b.
Enes, ‘İlelü hadisi Zührî, Kitâbü mâ inferede bihî ehlü’l-Medine mine’l-
sünen, Füsulü’l-sünen, el-Tenbih ’ale’l-temvih, ‘İlelü menâkibi Ebî Hanife,
sadece Mekkeli ve Horasanlıların rivayet ettikleri hadislere dair beşer cüzlük
iki kitap, aynı şekilde Iraklıların rivayet ettikleri hadislere dair on cüzlük bir
kitap müellifin hadise dair diğer eserleridir[1597].
7) el-Hâkim el-Kebir
Ebû Ahmed Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Nisaburî. 285/898
yılında Nisabur’da doğdu[1598]. Hadis öğrenimine 20 yaşından sonra başladı.
el-Serrac, İbn Huzeyme ve Ahmed b. Muhammed el-Masercisî’nin de
aralarında bulunduğu bir çok alimden hadis okudu. On yedi yıl süren hadis
tahsili sırasında Rey, Taberistan, Şam, Irak, el-Cezire, Hicaz, Taberiyye,
Humus, Harran, Halep ve Horasan’ın şehirlerini dolaştı. 935 senesi civarında
Nisabur’a dönerek ders vermek ve eser telifiyle meşgul olmaya başladı.
333/944 senesinde Sâmânî hükümdarı I. Nuh tarafından Şaş kadılığına tayin
edildi. Sâmânî hükümdarının düzenlediği bir ilim meclisi sırasında hükümdar
huzurda bulunan alimlere Hz. Ebû Bekr ile alakalı bir hadis sormuştu. Orada
bulunan alimlerin sessiz kaldıkları bu soru meclise iştirak edilen el-Hâkim el-
Kebir tarafından cevaplanmıştır. Sâmânî hükümdarı da buna mükafat olarak
el-Hâkim’i Şaş kadılığına tayin etmişti[1599]. Dört sene kadar bu görevde
kalan el-Hâkim el-Kebir daha sonra Tûs kadılığına atandı. Bir süre sonra da
kadılıktan ayrılarak Nisabur’a döndü. Bir daha resmî görev almayarak ilim ve
ibadetle meşgul oldu. Hadis okuttu. Ünlü hadis alimi Ebû Abdullah el-Hâkim
el-Nisaburî de, onun talebelerindendir. el-Hâkim el-Kebir Rebiülevvel
378/Temmuz 988 tarihinde Nisabur’da vefat etti.
el-Hâkim el-Kebir, X.yy. içinde Horasan’da yetişen en ünlü hadis
alimlerinden biridir. Hadis konusunda çok güvenilir bir alimdi. Bu nedenle
el-Hâkim lakabını almış ve talebesi Ebû Abdullah el-Hâkim el-Nisaburî ile
karıştırılmaması için bunun sonuna el-Kebir sıfatı eklenmiştir. Kendisi kirbâs
denilen bir çeşit pamuklu bezin alım satımını yaparak geçimini sağladığı için
el-Kerâbisî nisbesiyle de bilinirdi.
el-Hâkim el-Kebir’in en ünlü eseri el-Esmâ‘ ve’l-künâ[1600]’dır. Eserde
2096 hadis ravisinin biyografileri verilmektedir. Yarı alfabetik bir düzene
sahip olan eserin baş tarafı kayıptır. Bu nedenle de metodu hakkında kesin bir
hükme varmak mümkün değildir. Burada hadis ravilerinin hal tercümeleri
verilirken zaman zaman onların naklettikleri hadislerin sağlam yada zayıf
oldukları konusunda tenkidini yapmıştır. Daha sonra Eyyübîler devri
alimlerinden Abdülganî el-Makdisî el-Cemmaîlî (ö.600/1203) eseri Telhisü’l-
künâ adıyla özetlemiştir. Eserin tam neşrî Yusuf b. Muhammed el-Duhayl
tarafından 1994 senesinde Medine’de yapılmıştır. Bu neşir dört ciltten
oluşmaktadır[1601].
el-Hâkim el-Kebir’in diğer eserlerini şöyle sıralayabiliriz; Şi‘âru ashabi’l-
hadis Subhi el-Sâmerraî tarafından Kuveyt’de, Abdülaziz b. Muhammed el-
Sedhan tarafından 1405 senesinde Beyrut’da neşredilmiştir. Avâli’l-İmâm
Mâlik, Muhammed Şâzilî tarafından 1406’da Tunus’da yayınlanmıştır. el-
Fevâ’id, bu eserin sadece on ve on birinci cüzleri mevcuttur. el-‘İlel, el-
Muharrec ‘alâ muhtasari’l-Müzenî, el-Şüyûh ve’l-ebvâb[1602], el-Şürût,
Tesmiyetü du‘afâ’i’l-muhaddisin, el-Emâlî, el-Eş‘arü’l-muhtâretü’l-sahîha
minhâ ve’l-mu‘âre[1603]. el-Hâkim el-Kebir’in bunlardan başka Buharî,
Müslim ve Tirmizî’nin Sâhih’leri üzerine müstahrec türü birer çalışması
vardır[1604].
8) el-Usmî
Ebû Abdullah Muhammed b. el-Abbas b. Ahmed b. Muhammed b. Usm el-
Dabbî el-Herevî el-Usmî, 294/906-907 senesinde Herat’da doğdu. İlk
öğrenimini Herat’da tamamladı. Daha sonra, onun Nisabur, Rey ve el-
Cezire’deki alimlerden hadis dersleri aldığını görmekteyiz. Bunların
sonrasında Bağdat’da bir süre fıkıh dersleri verdi[1605]. Daha sonra Nisabur’a
yerleşti. el-Usmî’nin ilmî konulardaki şöhreti nedeniyle Sâmânî hükümdarı,
kendisine Dîvân el-Resâil’in başına getirmek istemişti. Ancak el-Usmî, bunu
reddetmiş, vezir Ebû Cafer el-Utbî de, onun ilmî çalışmalarından ayrılmaması
gerektiğini belirtmişti. Böylece, el-Usmî bu göreve atanmadı. Nisabur’da
kalarak ilmî çalışmalarına devam eden el-Usmî 1 Safer 378/11 Mayıs 989
tarihinde vefat etti. Onun hadise dair el-Müstahrec ala Sahih-i Buharî adlı bir
eseri mevcuttur[1606]
9) el-Hattâbî :
Ebû Süleyman Ahmed b. Muhammed b. İbrahim b. Hattâb el-Hattâbî el-
Büstî, Receb 319/Ağustos 936 tarihinde Büst şehrinde doğdu. Muhtemelen
Türk asıllı bir aileden geliyordu[1607]. Onun, Hz. Ömer’in kardeşi Zeyd b.
Hattâb’ın soyundan geldiği[1608] konusundaki rivayetler doğru değildir[1609].
Büst’deki ilk öğrenimini tamamladıktan sonra Mekke, Nisabur, Basra,
Bağdat şehirlerini gezdi. Buralarda, dönemin büyük alimlerinden istifade
etmek imkanını buldu.
Ebû Bekr el-Kaffâl el-Şaşî ve Ebû Ali b. Ebî Hüreyre’den fıkıh, Ebû Said
el-A’rabî ve İsmail el-Saffar’dan hadis dersleri aldı. Daha sonra Nisabur’a
yerleşerek 359/970 senesine kadar hadis okuttu. el-Hâkim el-Nisaburî de,
onun derslerine iştirak etti. Nisabur’dan ayrılmasının ardından Buhara başta
olmak üzere Gazne, Fars, Sistan’a gitti. Nihayetinde 16 Rebiülahir 388/17
Nisan 998 tarihinde Büst’de Hilmend nehri kıyısındaki bir rıbatta vefat
etti[1610].
el-Hattâbî, hadisleri ilk olarak “sahih”, “hasen”, “zayıf” olmak üzere üçlü
bir ayrıma tabi tutan ve sahih hadisin ilk ayrıntılı tarifini yapan muhaddistir.
Ayrıca, hadis tenkidini, isnad zincirinden çok metin üzerinde
yoğunlaştırmıştı[1611]. Yine, hadis ilmiyle ilgilenenlerin hadislerin mana ve
hükümlerini tam olarak anlayabilmelerini temin etmek maksadıyla Buharî ve
Ebû Davud’un eserlerini ilk olarak şerh eden kişidir[1612].
el-Hattâbî muhaddisliğinin yanında fıkıh ve lugat konularında da usta bir
alimdi. Onun eserlerini şöyle sıralayabiliriz ;
Garibü’l-Hadis[1613]: Bu eserini Nisabur’daki ikameti sırasında yazmıştır.
Ebû Ubeyd Kasım b. Sellam ve İbn Kuteybe’nin aynı adlı eserlerine
almadıkları yada kendisinin bu iki muhaddisin yaptığı izahlarına katılmadığı
garip kelimleri açıklamak üzere kaleme alınmıştır. Eser, A. İbrahim el-
Azbâvî ve Abdülkayyum Abdürabbinnebi tarafından 1982-83 yılları arasında
Dımaşk’da üç cilt halinde neşredilmiştir[1614].
İslâhu galati’l-muhaddisin[1615]; Burada hadisçiler tarafından yanlış rivayet
edilmiş 140 kelimenin açıklamaları yapılmıştır. Eser ilk olarak Burhaneddin
el-Dağıstanî tarafından 1936 yılında Kahire’de yayınlanmıştır.
Me‘âlimü’l-Sünen[1616]; Ebû Davud’un el-Sünen adlı eserinin şerhidir. İki
cild olarak tertip edilen bu eser günümüze ulaşmış olup çeşitli baskıları
mevcuttur.
A‘lâmü’l-hadis fi şerhi Sahihü’l-Buharî�; Buharî’nin el-Sahih adlı
kitabının şerhidir. Eser, Muhammed b. Sa’d b. Abdurrahman Âl-i Saûd
tarafından Mekke’de dört cilt olarak yayınlanmıştır.
Tefsir sahasındaki Beyânü i‘câzi’l-Kur’ân[1617], Kitâbü şe’ni’l-du‘a’ ,
Kitâbü’l-‘Uzle, Ma‘rifetü’l-sünen ve’l-âsâr[1618], tıp konusundaki el-Tıbbü’l-
Nebevî, delail kitapları tarzında kaleme aldığı Delâ’ilü’l-nübüvve, Mes’ele fi
İbni’l-Seyyad, fıkıh konusundaki Tefsirü’l-lugat elleti fi Muhtasari’l-Müzenî,
kelamcıların aleyhine yazdığı Kitâbü’l-Gunye ‘ani’l-kelâm ve ehlih, Kitâbü
Şi‘ârü’ldin fi usûli’l-din, Kitâbü’l-Sirâc, Kitâbü’l-Sihâh, Kitâbü’l-Necâh,
Şerhü’l-ediyeti’l-mâ’sure[1619], Şerhü’l-Esmai’l-Hüsna[1620]müellifin diğer
eserleridir. Ayrıca, Kitâbü’l-Arûs ve Kitâbü’l-Cihâd adlı eserler de Hattâbî’ye
nisbet edilmektedir[1621].
9) el-Kelâbâzî
Ebû Nasr Ahmed b. Muhammed b. el-Hüseyin el-Buharî. 323/935
senesinde Buhara’da doğdu. İlk olarak buradaki bu şehirdeki dersler aldı.
Daha sonra Irak ve Horasan şehirlerini gezerek buralardaki alimlerden okudu.
İlmî seyahatlerinin sonrasında Buhara’ya yerleşti. Cemaziyelahir 398/Şubat-
Mart 1008 tarihindeki ölümüne kadar eser telifi ve öğrenci yetiştirmekle
meşgul oldu. Kelâbâzî yaşadığı dönem içinde Maveraünnehir’deki en bilgili
muhaddislerden biri olarak kabul ediliyordu[1622]. Yine, Buharî’nin el-Sâhih
adlı eserini en iyi bilen muhaddis idi[1623]. Kelâbâzî’nin hadis konusunda
kaleme aldığı eserleri[1624]; el-Kelâm alâ ricali’l-Buharî ve el-Hidâye ve’l-
irşâd fî ma‘rifeti ehli sika ve’l-sedâd ellezîne ahrece lehüm el-Buharî fî
Câ’mi‘ih ’dır. Müellif burada Buharî’nin eserindeki 1525 ravinin kısa hal
tercümelerini vermiştir. Eser alfabetik düzende yazılmıştır. 1987 yılında
Beyrut’da Abdullah el-Leysî tarafından neşredilmiştir.
10) el-Hâkim el-Nisaburî
Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. Hamdûye b.
Nuaym b. el-Hakem el-Dabbî el-Beyyî el-Nisaburî, 3 Rebiülevvel 321/3 Mart
933 tarihinde Nisabur’da doğdu. Daha üç yaşında iken babasından ve
amcasından ilim öğrenmeye başladı. Dokuz yaşına geldiğinde ilk hadis
derslerine iştirak etti. On üç yaşında iken dönemin ünlü alimlerinden İbn
Hibban’ın müstemlîliğini yaptı[1625]. Yirmi yaşına kadar eğitimini Nisabur’da
sürdürdü. Daha sonra eğitimini devam ettirmek için Irak’a gitti. Burada ve
ziyaret ettiği Hicaz ve Horasan şehirlerinde, Bağdat ve Rey’de çeşitli
alimlerden hadis, kıraat ve tefsir dersleri aldı. Bağdat ve Rey’de imlâ
meclisleri düzenleyerek hadis okuttu. Bu gezileri sırasında el-Hâkim el-
Nisaburî 2000’e yakın alimden faydalanmış ve sadece Nisabur’da 1000
kişiden hadis dinlemişti[1626]. Bunlar arasında hadis konusunda el-Hâkim el-
Kebir, İbnü’l-Ahrem, Ebû Ali el-Nisaburî, fıkıh konusunda Ebû Ali b. Ebî
Hüreyre ve Ebû Sehl el-Sûlûkî gibi alimlerde bulunmaktadır. Nisabur’a
dönüşünün sonrasında eser telifi ve öğrenci yetiştirmakle meşgul olan el-
Hâkim el-Nisaburî aynı zamanda devlet kademelerinde de görev almış, Nesa
ve Nisabur’da kadılık yapmıştı. Nisabur kadılığı yaptığı için “el-Hâkim”
ünvanını almıştır. Diğer taraftan, Sâmânîler adına Büveyhîlere elçi olarak
gitmiş ve bu görevini de başarıyla yerine getirmişti[1627]. el-Hâkim el-
Nisaburî 3 Safer 405/3 Ağustos 1014 tarihinde Nisabur’da vefat etmişti.
el-Hâkim el-Nisaburî, hadis konusunda döneminin en ileri gelen
hafızlarından biri olup Şeyhü’l-muhaddisin (hadisçilerin hocası) olarak
bilinirdi[1628]. Çağdaşı olan alimler dahi, onun bu konudaki bilgisini
kabullenmişler ve yaşadığı dönemde kendisine denk bir kimsenin olmadığını
belirtmişlerdir[1629]. Yukarıda belirttiğimiz gibi 2000’e yakın alimden
faydalanmış olan el-Hâkim el-Nisaburî arkasında bir çok eser bırakmıştır.
Bunları şöyle sıralayabiliriz ;
el-Müstedrek[1630]; Bu eserde Buharî ve Müslim’in Sahih’lerine almadıkları
hadisler derlenmiştir. 8803 hadis bulunan bu eserde bazı zayıf hadisler yer
almaktadır. el-Hâkim el-Nisaburî, burada yer alan Hz. Ali’nin faziletine dair
bir hadis nedeniyle şiilikle itham edilmiştir. Ancak, bu ithamlar doğru
değildir[1631]. Şafiî alimlerinin hal tercümelerini anlatan eserlerde ona yer
verilmiş olmasından hareketle şafiî mezhebine mensup olması daha gerçekçi
görünmektedir. Ayrıca, İmam Şafiî’nin faziletlerine dair bir eser kaleme
aldığı da unutulmamalıdır. el-Müstedrek dört cilt olarak 1334-1342 yıllarında
Haydarabad’da, Mustafa Abdülkadir Ata tarafından yine dört cild olarak
1441/1990 yılında Beyrut’da neşredilmiştir[1632].
Ma‘rifetü’l-ulumi’l-hadis[1633]; Eserde, usul-i hadis’e dair konular elli
bölüm halinde ele alınarak senedleriyle birlikte anlatılmıştır. Eser, Seyyid
Muazzam Hüseyin tarafından 1937 ve 1997 yıllarında Kahire ve Medine’de
iki defa neşredilmiştir[1634].
el-Medhal ilâ ma‘rifeti’l-sahih (el-Medhal ilâ ilmi’l-sahih)[1635]; Eser,
Sâmânîlerin Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî’nin isteği üzerine kaleme
alınmıştır. Müellifin diğer eserleri ise şunlardır ;
Su’âlâtü’l-Hâkim el-Nisaburî li’l-Dârekutnî fi’l-cerh ve’l-ta‘dil 1984’de
Riyad’da neşredilmiştir. Su’âlâtü Mes‘ûd b. Alî el-Siczî ma‘a es’ileti’l-
Bağdâdiyyîn ‘an ahvâli’l-ruvât 1988’de Beyrut’da neşredilmiştir. el-Fevâ‘id,
Cüz’, Kitâbü’l-‘iklil, el-Du‘afâ’, el-Emâlî, Fezâ’ilü Fatıma, Fezâ’ilü’l-Şafi‘î,
Hasâ’isü’l-‘aşere, İlelü’l-hadis, Kitâbü’l-du‘â’, Kitâbü’l-Erba‘in, Kitâbü’l-
Künâ, Maktelü’l-Hüseyin, el-Ma‘rife fi zikri’l-muhadramîn, Mu‘cemü
şüyuhi’l-Hâkim, Müzekki’l-ahbâr, Salâtü’l-duhâ, Terâcimü’l-müsned ‘alâ
şarti’l-sahihayn, el-Tabakât el-Hâkim el-Nisaburî’nin kaleme aldığı diğer
eserlerdir[1636]. Yine el-Hâkim el-Nisaburî’nin kaleme aldığı Târih-i Nisabur
adlı eserinden tarih kısmında bahsedilecektir.

C) Fıkıh İlmi
Hadis ilminde olduğu gibi fıkıh konusunda da X. yy içinde bir takım
değişiklikler meydana geldiği görülmektedir. Bunlardan belki de en önemlisi
mezheplerin ortaya çıkıp yerleşmesi sonucu ictihad konusunda yaşanan
gerilemedir. Bu dönemin öncesine bakıldığında ictihad, bu ilimle uğraşan
alimler için en önemli konulardan biri ve farz-ı kifaye derecesinde bir ibadet
olarak kabul ediliyordu. Ancak, X. yy. ile birlikte ictihada karşı bir hareket
başlamış, ictihadı terk etmeyen alimler eziyete uğramışlardır. Bu nedenle X.
yy.’dan itibaren “mutlak müstakil ictihad” nadir hale gelmiş, sonra ise
tamamen birkaç yüzyıl terkedilmiştir[1637]. Bunun bir diğer yansıması
kadıların artık mezheplere göre hüküm vermesi olmuştur. Diğer taraftan fıkıh
ilmine bağlı hilâf, furûk gibi konulardaki ilk eserler bu yüzyıl içinde meydana
getirilmiştir. Bu gelişimde Sâmânîler Devleti coğrafyasında yetişmiş olan
fıkıh alimlerin etkisi büyüktür.
Hilâf (Hilâfiyyat) ise, doğruluğu herkes tarafından bilinmekte olan
önermelere dayalı kıyas metodu olan cedelin fıkhî konulara uyarlanmış hali
ve fıkıh mezhepleri arasındaki ihtilafları konu edinen bir ilimdir[1638]. Hilâf
kendi içinde amaçları bakımından iki gruba ayrılmaktadır. Bunlardan birinci
grubun amacı kendi mezhebini savunmak, diğerinin ise karşı mezhebin
delillerini çürütmektir. Maveraünnehir ve Horasan ulemasının bu konudaki
çalışmaları neticesinde hilaf konusunda Irak ekolünün yanında bir de Horasan
Ekolü ortaya çıkmıştır[1639]. Bu ilmin kurucusu olarak kabul edilen Ebû Zeyd
el-Debûsî (ö.1039) Sâmânîlerin son dönemleri ile Karahanlılar döneminde
yaşamış ve Buhara’da vefat etmiştir. Yukarıda hilâfın, cedel ilminin fıkha
uyarlanmış hali olduğundan bahsetmiştik. Cedel konusunda ilk eser veren
kişi Sâmânîler döneminin ünlü kelam alimi Ebû Mansur el-Maturidî’dir.
Maturidî, Cedel adlı bir eser kaleme almıştır. Yine dönemin ünlü
fakîhlerinden el-Kaffâl el-Şaşî’nin de konuyla ilgili bir eseri mevcuttur.
Fıkhî meselelerin veya kurallarının arasındaki farkları konu alan furûk
hakkındaki ilk örneklerin X. yy.’da yazıldığını görmekteyiz[1640]. Yine,
mezhep imamlarının içtihadları talebeleri tarafından derlenip yazılırken
birbirini tutmayan ve manası hakkında izah gerektiren içtihad ve rey‘lere yer
verilmişti. Daha sonra yazılan eserlerde imama ait görüşlerin arasından
muteber olanları, muteber olmayanlardan ayırmak için yapılan tercih
çalışmaları da bu dönemde başlamıştır. Tercih de, rivayet ve dirayet şeklinde
iki kolu oluşmuştur[1641]. Bu kısa izahattan sonra, aşağıda Sâmânîler devrinde
yaşayan bazı fakîhlerden bahsedilecektir.
1) Ebû Abdullah Muhammed b. Nasr el-Mervezî
202/817-818 senesinde Bağdat’da dünyaya geldi. Adının sonundaki el-
Mervezî nisbesi babasının Mervli olmasından dolayı verilmiştir. Şafiî
mezhebine mensuptur. Bağdat dışında, Rey, Basra, Kufe, Medine şehirleri
ile, Mısır, Şam ve Horasan’daki şehirleri ziyaret ederek buradaki alimlerin
derslerine katıldı. İshak b. Rahuye, Yahya b. Yahya, Muhammed b. Bekkar,
onun ders aldığı alimlerden bazılarıdır. İlmî seyahatlerinin sonrasında Mısır’a
yerleşen Muhammed b. Nasr, 260/873-874 senesinde Nisabur’a geldi.
Kendisi aynı zamanda ticaretle uğraşarak geçimini sağlıyordu. Burada, bir
ortak edinmesinin ardından ticarî işleri bırakarak ilim ve ibadetle meşgul
oldu. 275/888-889 senesinde Semerkand’a giderek bu şehre yerleşti. İbadet
ve ilmî çalışmalarının yanında hadis ve fıkıh konusunda dersler verdi.
Semerkand’da Muharrem 294/Ekim-Kasım 906 tarihinde 92 yaşında vefat
etti[1642].
Muhammed b. Nasr hadis ve fıkıh konularında yaşadığı dönemin en bilgili
kişilerinden biri olarak kabul ediliyordu. Bu nedenle tabakat kitaplarında
kendisine, “şeyhülislam, hafız” gibi ünvanların verildiği görülmektedir[1643].
Ayrıca bu konularda bir ilim denizi olarak tasvir edilmektedir[1644]. Fıkıh
konusunda Mısırlı alimlerin derslerine iştirak etmiş ve Şafii fıkhını onlardan
öğrenmiştir. Fıkıh meselelerindeki bilgisi nedeniyle Nisaburluların sürekli
olarak danıştığı bir kimse olmuştur. Yine fıkıh ilminin bir kolu olan hilâfiyyat
konusunda da döneminin en bilgili alimlerinden biri olarak kabul
edilirdi[1645]. Semerkand’a yerleşmesinin sonrasında, onun gibi büyük bir
alimin şehirlerinde kalmasını arzu eden Semerkand halkı senelik olarak 4.000
dirhem para gönderirlerdi. Aynı meblağ Sâmânî hükümdarı İsmail b. Ahmed
ve Semerkand valisi olan kardeşi İshak tarafından da yollanmaktaydı[1646].
el-Mervezî, fıkhın yanı sıra hadis konusunda da bilgi sahibi bir alimdi.
Hâkim el-Nisaburî, onun için “döneminin en büyük hadis imamlarından
biriydi” tanımlamasını yapmaktadır[1647]. Bu konuda el-Müsned adlı bir eseri
vardır. Kendi ağzından nakledilen bir rivayete göre, hac için Mısır’dan
Mekke’ye yaptığı deniz yolculuğuna çıkmış ve gemisinin batması sebebiyle
hadis konusunda derlediği 1.000 cüz kaybolmuştur[1648]. Muhtemelen
kaybolan bu cüzler, onun el-Müsned’inden parçalar olmalıdır. el-Mervezî’nin
namaz konusuna ayrı bir önem vermiş ve Kıyâmü’l-leyl, Kıyâmü’l-Ramazan,
el-Vitr, Kitâbü tâ’zimi kadri’l-salât, Kitâbü Ra‘fi’l-yedeyn, Kitâbü’l-kırâat
fi’l-salât adlı eserleri yazmıştır[1649]. el-Mervezî, kelam ilmiyle de
uğraşmıştır. Bu konudaki fikirleriyle Mutezile’ye yaklaştığı görülmektedir.
Onun, imanın ve Kur’an kıraâtının mahluk olduğuna dair görüşleri bazı
alimler tarafından kabul görmüş ise de buna şiddetle karşı çıkanlarda
olmuştur[1650].
Muhammed b. Nasr el-Mervezî’nin fıkıh sahasında kaleme aldığı
eserlerinin başında el-Kassame gelmektedir. Bu eser, Sâmânîlerin başlarında
fıkıh konusunda yazılmış en kapsamlı kitaplardan biriydi. Nitekim, “Eğer
Muhammed b. Nasr bundan başka fıkha dair eser yazmamış olsa dahi bu
eserin insanlara fıkıh öğretmek için yeterli olacağı” şeklinde övgüler
almıştır[1651]. Müellifin bundan başka fıkha dair İhtilafü’l-fukaha, Mâ hâlefe
bihî Ebû Hanife Alîyen ve İbn Mes’ud adlı eserleri bulunmaktadır[1652].
2) el-Ayyaşî
Ebu’l-Nadr Muhamed b. Mes’ud b. Muhammed el-Ayyaşî el-Semerkandî
el-Şiî, Arapların Temim kabilesine mensup olduğu söylenen el-Ayyaşî,
Şia’nın İmamiyye koluna mensup idi. Döneminin en ünlü alimlerinden biri
olup, eserleri Maveraünnehir ve Horasan’da herkes tarafından tanınmaktaydı.
Semerkand’da yaşayan el-Ayyaşî, 320/932 senesinde aynı şehirde vefat
etmiştir.
Sâmânîler döneminde Maveraünnehir’deki Şiilerin önde gelen
fakîhlerinden biri olan el-Ayyaşî, 200’ün üzerinde eser yazmıştır. Bunlardan
büyük kısmı fıkıh sahasındadır. Kitâbü’l-akika, Kitâbü’l-mülahim, Kitâbü’l-
nevadır, Kitâbü’l-mi‘yâri’l-ahbâr, Kitâbü’l-Muvazzah, Kitâbü sîreti Ebî
Bekr, onun eserlerinden bazılardır[1653].
3) el-Hâkim el-Şehid
Ebu’l-Fazl Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Mervezî el-Belhî el-
Hâkim el-Şehid, doğum tarihi hakkında kesin bir kayıt yoktur. Ahmed b.
Hanbel’den hadis rivayet ettiğini ileri sürerek 241/855 senesinden önce
doğduğu konusunda fikir ileri sürülmüştür[1654]. Ancak, bu doğru
olmamalıdır[1655]. İlk olarak memleketi Merv’deki alimlerin derslerine devam
etti.
Daha sonra Rey, Nisabur, Bağdat, Mekke, Kahire, Buhara ve Kûfe
şehirlerini gezdi. Çeşitli alimlerden hadis okudu. Öğrenimini tamamladıktan
sonra, Buhara kadılığına getirildi. Adaleti ile ün yaptı. Bu arada kitap
yazmayı ve öğrenci yetiştirmeyi sürdürdü. Dönemin Sâmânî hükümdarı II.
Nasr’ın oğlu Nuh’a (I. Nuh) fıkıh dersleri verdi[1656]. Babasından sonra
devletin başına geçen I. Nuh, onu vezir tayin etmek istedi. el-Hâkim el-Şehid
uzun bir müddet bu isteğe direndi ise de sonunda kabul etmek zorunda kaldı.
Ancak, yeni görevinde ilmî çalışmalarındaki başarısını gösteremedi.
Rebiülahir 334 / Kasım 945’de Merv’de isyan eden askerler tarafından
öldürüldü[1657].
el-Hâkim el-Şehid gerek fıkıh ve gerekse hadis konusundaki bilgisi
nedeniyle, zamanında Maveraünnehir’in en büyük alimlerinden biri olarak
kabul ediliyordu. el-Hâkim el-Nisaburî, metod açısından onu, çağdaşı
fakîhlere oranla hadisçilere daha yakın olduğunu belirtmektedir[1658]. el-
Sem’ânî de, onun hadis konusundaki bilgisini över[1659].
Bununla birlikte el-Hâkim el-Şehid fıkıh konusundaki çalışmalarıyla
tanınmıştır. Onun bu konudaki en önemli çalışması el-Kâfî’[1660] adlı
kitabıdır. Bu kitap, İmam Muhammed’in “Zâhiru’l-rivâye” adıyla bilinen altı
eserinin yeniden düzenlenmesiyle ortaya çıkmıştır. Konular fıkıh bablarına
göre ayrılmıştır. el-Kâfî, hanefî fıkhının temel kaynaklarından biri olarak
kabul edilmektedir. Eserin daha sonraki dönemlerde çeşitli şerhleri
yapılmıştır. Bunlardan en önemlisi el-Serahsî’nin el-Mebsût adıyla yaptığı
şerhtir. Bu şerh 1324-1331 yılları arasında Kahire’de yayınlanmıştır[1661].
Müellifin fıkıh konusundaki ikinci çalışması el-Kâfî’nin başka bir
redaksiyonu mahiyetindeki el-Müntekâ’dır[1662].
4) Ebû Ahmed Muhammed b. Said b. Abdullah b.
Ebi’l-Kadı
Harizmli olan bu alimin doğum tarihi ile ilgili bir kayıt bulunmamaktadır.
Bağdat’da Ebû İshak el-Merverzî ve el-Sayrafî’den fıkıh dersleri aldı.
Öğrenimini tamamladıktan sonra memleketi Harizm’e döndü. İlmî çalışmalar
ve öğrenci yetiştirmekle meşgul oldu. 342/953-954 senesinde hacca gitmek
üzere bir kere daha Harizm’den ayrıldı. Hacdan sonra Bağdat’a yerleşti.
Ancak, Bağdatlıların bu şehirde kalma konusundaki tekliflerini geri çevirerek
Harizm’e döndü. Bir süre sonra burada öldü. Onun ölümüyle ilgili olarak el-
Sübkî tam bir tarih vermemekle birlikte 340’lı (951-961 arası) seneleri işaret
etmektedir[1663]. 342/953-954 senesinde hacca gittiği ve bir süre Bağdat’ta
kaldığı düşünülürse bu tarihin 340’lı senelerin sonlarında olduğu kabul
edilebilir.
Yaşadığı dönemde Harizm’in övünç kaynaklarından biri olarak
nitelendirilen Ebû Ahmed furûk ve usul-i fıkh konularında geniş bilgi sahibi
bir alimdi. Furûk konusunda kaleme aldığı el-Hâvî adlı eserini İbrahim el-
Müzenî’nin el-Câmiu’l-kebir adlı eseri ile Kitâbü’l-red‘ ale’l-muhâlifîn adlı
eseri üzerine bina etmiştir.
Kitâbü’l-hedaye: Ebû Ahmed’in usul-i fıkh konusunda yazdığı eseridir.
Oldukça faydalı ve güzel bir dili olan bu eser çağdaşı ve daha sonraki
alimlerin sıkça kullandıkları bir kitap olmuştur. Kitâb el-Amd adlı eserini ise
Bağdat’taki ikameti sırasında kaleme almıştır[1664].
5) el-Kaffâl el-Kebir
Ebû Bekr Muhammed b. Ali b. İsmail el-Kaffâl el-Şaşî el-Şafiî. 15 Şaban
291 / 2 Temmuz 904 tarihinde Şaş’da doğdu. Kilitçilik yaptığından dolayı el-
Kaffâl lakabıyla bilinirdi. el-Kebir sıfatı ise, diğer bir şafiî fakîhi Ebû Bekr
Abdullah b. Ahmed el-Mervezî el-Kaffâl el-Sağir (ö.417/1026)’den ayırt
edilmesi için verilmiştir. İlk olarak Şaş’daki alimlerin derslerine katılan el-
Kaffâl 309/921 senesinde ilmî seyahatlere başladı. Horasan, Irak, Hicaz ve
Suriye’de çeşitli şehirleri gezdi. İbn Huzeyme, el-Serrâc, Muhammed b. el-
Cerir el-Taberî, Ebu’l-Kasım el-Begavî’nin de aralarında bulunduğu bir çok
alimden hadis dinledi. Bunun yanında fıkıh, tefsir, kelam, şiir ve gramer
konularındaki bilgisini ilerletti. İlmî gezilerinin ardından Şaş’a döndü.
355/965-966’da Bizans’a gaza etmek üzere batıya giden Horasanlı gazilerle
katıldı. Büveyhî topraklarından geçişleri sırasında, onların sözcülüğünü yaptı.
Büveyhî hükümdarı Rüknüddevle ile görüştü. Ancak Gazilerin, Büveyhî
topraklarını yağmalamaları üzerine, Rüknüddevle onlara saldırarak mağlup
etti. Neticede, el-Kaffâl el-Kebir yeniden Şaş’a dönmek zorunda kaldı[1665].
Bundan sonra, eser telifi ve öğrenci yetiştirmekle meşgul oldu. Zilhicce
365/Ağustos 976’da vefat etti[1666].
Maveraünnehir’de yetişmiş olan alimlerin en büyüklerinden bir olarak
kabul edilen el-Kaffâl’ın fıkıh konusunda önemli çalışmaları bulunmaktadır.
Fıkıh usulünü (usul-i fıkh) çok iyi bilirdi[1667]. Aynı zamanda ictihadları
vardır. Nitekim hastanın namazları cem‘ edebileceği, yetişkin bir kimsenin
kendisi için akîka kurbanı kesmesinin müstehap olduğuna dair görüşleri, Şafiî
mezhebinin görüşlerinin dışında yer almaktadır[1668]. Fıkıh konusundaki
çalışmalarını şöyle sıralayabiliriz.
Mehâsinü’l-şerî‘a fî fürûi’l-Şâfi‘iyye[1669]; Eserin biri Topkapı Sarayı
Müzesi Kütüphanesi III. Ahmet Kolleksiyonunda ve Yale University Library
olmak üzere iki nüshası zamanımıza ulaşmıştır. Bu eser şer‘i hükümlerinin
illetlerine ilişkin bir soruya cevap olarak yazılmıştır[1670]. Şerhü risaleti’l-
Şâfiî, el-Kaffâl’in bu eseri sayesinde Şafiî fıkhı Maveraünnehir’de yayılma
imkanı bulmuştur[1671]. Usulü’l-fıkh adlı eseri ise cedel konusunda yazılmış
olan ilk eserdir[1672].
el-Kaffâl el-Kebir, bunların dışında kelam ilmiyle de ilgilenmiştir. Kendisi
önceleri Mu’tezile görüşlerini benimsemişti. Ancak, sonradan bu görüşleri
terk ederek, Eş’ariliği tercih etmiş ve Hasan el-Eş’arî’den kelam dersleri
almıştır. Bu nedenle başta Tefsirü’l-Kur’ân adlı eseri olmak üzere bazı
çalışmalarında Mu’tezilî görüşlerin etkisini görmek mümkündür[1673]. el-
Kaffâl’in, Hz. Peygamberin peygamberlik alametlerine (delillerine) dair
yazdığı Delâ’ilü’l-nübüvve adlı başka bir eseri bulunmaktadır.
6) Ebû Sehl el-Sûlûkî
Ebû Sehl Muhammed b. Süleyman b. Muhammed b. Süleyman b. Harun b.
İsa b. İbrahim b. Bişr el-Sûlûkî el-Şafiî. 296/908-909 senesinde doğdu.
İsfahanlı idi. Dört yaşında iken hadis öğrenmeye başladı. Nisabur’da İbn
Huzeyme, Ahmed b. Masercisî gibi dönemin büyük alimlerinden hadis
dersleri aldı. Ebû İshak el-Mervezî’den fıkıh öğrendi. Genç yaşında Sâmânî
veziri Ebu’l-Fazl Bel’âmî’nin ilim meclislerine katıldı. 321/933 senesinde
Bağdat’a gitti. Daha sonra Basra şehrini ziyaret etti. Bir süre burada ders
verdi. İsfahanlıların kendisini daveti üzerine Basra’dan ayrılarak bu şehre
yerleşti. Nisabur’daki amcasının ölüm haberini alıncaya kadar burada ders
vermekle meşgul oldu. Ancak bu haber üzerine gizlice şehirden ayrılarak
Nisabur’a gitti. Hayatının geri kalan bölümünü burada geçirdi. Eser yazmak
ve ders vermekle meşgul oldu. 15 Zilkade 369/2 Haziran 980 tarihinde
öldü[1674].
Çok yönlü bir alim olan Ebû Sehl el-Sûlûkî fıkıh, hadis, lugat, nahiv, tefsir,
şiir, aruz, kelam ve tasavvuf konularında bilgi sahibi bir alimdi. Bu
özelliğinden dolayı “Bitmez tükenmez bir ilim denizi” olarak tasvir
edilmiştir[1675]. Önceleri Hanefî mezhebinde iken sonraları Şafiî mezhebine
geçmiştir. Ebû Sehl el-Sûlûkî döneminin en büyük fakîhlerinden biriydi.
Nitekim, dönemin bir diğer şafiî fıkıhçısı el-Kaffâl el-Kebir’den daha iyi bir
fakîh olduğu vurgulanmaktadır[1676]. Şafiî fıkhı konusunda Nisabur halkının
daima danıştıkları bir kimse olmuştur. el-Sûlûkî, bu şehirde kaldığı süre
içinde her Çarşamba günü fıkıh dersi için meclis tertip ederdi. Hadis
konusunda da dönemin en büyük alimlerinden biri olan Ebû Sehl el-Sûlûkî,
Nisabur’a dönüşünün sonrasında uzun bir müddet bu konuda ders vermekten
kaçınmıştır. Daha sonra Receb 365/Mart-Nisan tarihinde imlâ meclisleri
tertip ederek hadis okutmaya başlamıştır. Bu konuda el-Fevaid adlı bir eser
kaleme almıştır[1677].
7) Halil b. Ahmed el-Sicezî
Ebû Said Halil b. Ahmed b. Muhammed b. Halil el-Sicezî el-Hanefî.
289/902 senesinde doğdu. Ebu’l-Kasım el-Begavî, İbn Huzeyme, Ebu’l-
Abbas b. Serrâc gibi alimlerden hadis dinledi. Eğitimi sırasında Irak, Şam,
Hicaz ve Horasan bölgelerinde bir çok şehri ziyaret etti. Buralardaki
alimlerden çeşitli konularda dersler aldı. Seyahatlerinin sonrasında
Maveraünnehir’deki bazı şehirlerde kadılık görevinde bulundu. Sonunda
Semerkand kadılığına tayin edildi. Cemaziyelahir 378/Eylül-Ekim 988
tarihinde burada vefat etti[1678]. Onun Fergana’da öldüğüne dair rivayetler de
bulunmaktadır[1679].
Re’ycilerin (akılcıların) ileri gelenlerinden biri olarak kabul edilen[1680] el-
Sicezî nazım ve nesirdeki ustalığıyla ün kazanmıştı. İyi bir vaiz idi. Mezâlim
mahkemesi başkanlığı[1681] görevinde bulunmuştur. Kaynaklar, bu büyük
Hanefî fakîhinin bir çok eseri olduğunu belirtmektedir. Ancak, adab ve vaaz
konularında kaleme aldığı el-Da’vat ve’l-adab ve’l-mevâiz[1682]dışında başka
kitabının adı verilmez.
8) Ebu’l-Leys el-Semerkandî
Ebu’l-Leys Nasr b. Muhammed b. Ahmed b. İbrahim el-Semerkandî el-
Hanefî. Doğum tarihi hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgi yoktur. el-
Semerkandî nisbesinden de anlaşılacağı üzere Semerkand’da doğmuştur.
Çocukluğundan itibaren çok iyi bir eğitim almış ve çeşitli alimlerin
derslerine devam etmiştir. Fıkıh konusunda, Hanefî fıkhını çok iyi
bilmesinden dolayı küçük Ebû Hanife olarak bilinen Ebû Cafer el-
Hinduvanî’den ve Lokman b. Hakim’den dersler almıştır. Tabakat
kitaplarında Ebu’l-Leys el-Semerkandî’nin hocaları dışında hayatıyla ilgili
başka bir kayıt yer almaz. Belki de bunun bir yansıması olarak vefat tarihi ile
alakalı çeşitli görüşler bulunmaktadır. Ağırlıklı görüş ise 11 Cemaziyelahir
393/17 Nisan 1003 tarihinde vefat ettiği şeklindedir[1683]. Bir diğer görüşe
göre, 11 Cemaziyelahir 373/20 Kasım 983 tarihinde vefat etmiştir[1684]. Bazı
kaynaklarda ise, 375/985 senesi de verilmektedir[1685].
Fıkıhtan başka tefsir, hadis ve tasavvuf konularıyla ilgilenen Ebu’l-Leys el-
Semerkandî’nin çalışmaları kendi döneminde ve sonrasında İslam dünyası
içinde büyük ün kazanmış ve bu nedenle kendisine “İmamü’l-hüda” lakabı
verilmiştir[1686]. Ebu’l-Leys el-Semerkandî’nin fıkıh konusunda kaleme
aldığı ve burada tanıtacağımız eserlerinden ilki Uyûnu’l-mesâil fi’l-furû‘
dur[1687]. Bu eser Hanefî fıkhı konusunda yazılmış olup, bu mezhebe mensup
fakîhlerin çeşitli fıkhî konulardaki görüşlerini içerir.
Günümüze kadar ulaşan eser 1960’da Haydarabad’da neşredilmiştir.
Ayrıca, Türkiye’deki kütüphanelerde çeşitli yazma nüshaları bulunmaktadır.
Uyûnu’l-mesâil daha sonraki dönemlerde çeşitli alimlerce üç defa şerh
edilmiştir. Bunlardan Muhammed b. Ömer el-Câvî’nin yazdığı şerhin Kahire
ve Mekke’de baskıları yapılmıştır[1688].
Kitâbü’l-Nevâzil fi’l-furû‘[1689] ; İlk dönem Hanefî fakîhlerinin hakkında
herhangi bir görüş bildirmedikleri meselelerle ilgili olarak bir sonraki
kuşaktan gelen Hanefî alimlerinin buldukları çözümleri ve fetvalarını ihtiva
etmektedir. Konusunda yazılmış ilk örnektir.
Hizânetü’l-fıkh[1690]; Hanefî fıkhının kaide ve hükümlerinin ele alındığı bu
risale zamanımıza ulaşmıştır. Türkiye’deki kütüphanelerde çeşitli yazma
nüshaları mevcuttur. (Köprülü, Atıf Efendi, Yeni cami v.d.)
Şerhü’l-fıkhi’l-ekber[1691]; İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin Fıkhü’l-ekber adlı
eserinin şerhidir.
el-Fetâvâ, Tenbihü’l-gafilin, Te’sisü’l-fıkh, Te’sisü’l-nazar, Muh-telifu’l-
rivâye, el-Nevadirü’l-fıkhiyye, el-Risale fi’l-fıkh fıkıh konusunda yazdığı
diğer eserlerdir. Müellif bunlardan başka akaid, tefsir v.b. konularda çeşitli
kitaplar kaleme almıştır[1692].
9) el-Kaffâl el-Sağir
Ebû Bekr Abdullah b. Ahmed b. Abdullah el-Kaffâl el-Sağir, 327/938-939
senesinde doğdu. Kilitçilik (çilingirlik) yaptığı için el-Kaffâl lakabıyla
bilinirdi. Aynı lakabla anılan Ebû Bekir Muhammed b. Ali el-Kaffâl el-
Kebir’den ayrılması için lakabının sonuna el-Sağir sıfatı eklenmiştir. el-
Kaffâl el-Sağir’in fıkıh ilmiyle olan ilişkisi otuz yaşından sonra başlamıştır.
Ebû Zeyd Muhammed b. Ahmed el-Fâşânî, Ebû Ali el-Hüseyin el-Sincî gibi
alimlerden fıkıh dersleri aldı. Merv, Buhara, Herat ve Beykend’de çeşitli
alimlerden hadis okudu. Horasan’da Şafiîlerin el-Mehdiyye adıyla bilinen
tarikatinin liderliğini yaptı. Cemaziyelahir 417/Temmuz-Ağustos 1026’da
Merv’de doksan yaşında vefat etti[1693].
el-Kaffâl el-Sağir Şafiî fıkhı konusunda döneminin en büyük alimi olarak
kabul edilirdi[1694]. Verdiği fıkıh derslerine katılmak için İslam dünyasının
çeşitli yerlerinden insanlar, ondan okumaya gelirlerdi. el-Kaffâl el-Sağir fıkıh
derslerinin yanı sıra hadis dersleri de verirdi. Onun fıkha dair eserlerini şöyle
sıralayabiliriz ;
el-Fetâvâ�; Eser bazı fıkhî konulara ilişkin sorular ve bunların cevaplarını
içermektedir. Müellif bu eserini katıldığı meclislerde hocasına sorulan sorular
ve bunlara verilen cevaplara kendi görüş ve düşüncelerini de ekleyerek
kaleme almıştır. Eserin belli bir düzeni yoktur. Çeşitli yazma nüshaları
mevcut olup bunlardan biri de Süleymaniye kütüphanesi yer almaktadır[1695].
Şerhü Füru‘i İbn Haddâd el-Mısrî ve Şerhü’l-Telhis fıkıh konusunda yazdığı
diğer eserlerdir.

D) Kelam ilmi
İslam dininin inançla ilgili ilkelerini Kur’an’dan hareketle belirleyen ve bu
ilkeleri aklî yöntemlerle destekleyip savunan kelam ilmi[1696] ana gelişimini
X. yy. içinde tamamlamıştır. Hz. Peygamber’in ölümünden sonra
müslümanlar arasında baş gösteren hilafet problemleri ve diğer siyasî
karışıklıkların ortaya çıkardığı dinî problemler kelam ilminin doğuşunda
etkili olmuştur. Diğer taraftan sınırların genişlemesiyle birlikte çeşitli din ve
kültürlere mensup insanların İslam dinini kabullenmeleri yada İslam
devletinin tebası olarak yaşamaya başlamaları da bir takım kültürel
etkileşimleri kaçınılmaz kılmaktaydı. Bu durum ise, yanıtlanması gereken
bazı problemleri beraberinde getirmişti. Böylece, Emevîler devrinden itibaren
bu devletin resmî akidesi olan Cebriyye[1697], Mürci’e[1698] ve Cehmiyye[1699]
gibi kelam ilk kelam mezhepleri ortaya çıkmış oldu. Cehmiyye, İslam
dünyasında Kur’an’ın yaratılmış olduğunu ve bazı durumlarda aklın,
Kur’an’ın zahirî manasını terketmeyi gerektiren kuvvetli bir bilgi kaynağı
olduğunu kabul eden ilk kelam ekolüdür. Cehmiyye’nin açtığı bu yol Vasıl b.
Ata’nın kurduğu Mu’tezile[1700] tarafından devam ettirilmiş ve Kur’an’ı
yorumlamada aklın ön plana çıkarılması ve Kur’an’ın yaratılmış olduğu
görüşü 850 senesine kadar Abbasîlerin resmî akidesi olmuştur. Bu görüşü
paylaşmayan ve Kur’an’ı yorumlamada Hz. Peygamber’in sünnetini esas alan
kelama muhalif Selefiyye[1701] mensuplarını cezalandırmak üzere mihne
denen baskı hareketi başlamıştır[1702].
X. yy.’a gelindiğinde ise ehli bid’at olarak kabul edilen mutezileye karşı
ehli sünnet görüşünü (ehli sünnet ve’l-cem’a) temsil eden Eş’ariyye ve
Maturidiyye kelam ekolleri (itikadî mezhep) ortaya çıkmıştır. Eski bir
mutezilî olan Ebu’l-Hasan el-Eş’arî (ö.324/935-936), mutezilenin kabul
etmediği Allah’ın sıfatlarını ispat etmiş, peygamberlik ve ahiret konularını da
akaide ilave ederek Eş’ariyye mezhebini kurmuştur[1703].
Bu dönem içinde ortaya çıkan diğer bir ehli sünnet kelam ekolü ise
Maturidiyye’dir. Bu ekol Sâmânîler devri alimlerinden Ebû Mansur el-
Maturidî tarafından kurulmuştur. Kendisi ve eserleri hakkında aşağıda
tafsilatlı bilgi verilecektir. Şafiî mezhebinin kelam ekolü sayılan Eş’ariyye’ye
karşılık Maturidiyye, Hanefî mezhebininin görüşlerini temsil ediyordu.
Maturidiyye de, Eş’ariyye gibi selefiyye ve Mu’tezile arasında bir orta yol
takip etmekle birlikte kelamda daha akılcı bir yöntem geliştirip uygulâmıştır.
Bilgi problemi, isbat-ı vâcib ilahî fiillerin hikmetli oluşu, insanın kendi
fiilerinin faili kılınması, nübüvvetin gerekliliği ve imanın din içindeki önemi
Maturidiyye’nin görüşlerinin temelini oluşturmaktadır. Bu ekolün
sistemleşmesinde büyük rol oynayan alimlerden biri de Ebu’l-Mu‘in el-
Nesefî (ö.508/1114)’dir[1704]. Bu zatın Kitâbü tabsirati’l-edille adlı eseri
Maturidiyye kelamının en önemli eserlerinden biridir[1705]. Eserde Ebû
Mansur el-Maturidî’nin ehl-i bid’at olarak nitelendirilen kelam ekolleri ve
kişilere karşı verdiği cevaplarının yanısıra, müellifinin bu konudaki
görüşlerini içermektedir. Yine, Necmeddin Ebû Hafs el-Nesefî
(ö.537/1142)’nin ‘Aka’id’i ile Ali b. Osman el-Uşî (ö.569/1173)’nin el-
Lamiyye fi’l-tevhid’i, Nureddin el-Sabunî el-Buharî’nin (ö.580/1184)’nin el-
Kitâb el-Bidaye mine’l-kifâye’si bu ekole mensup alimler tarafından kaleme
alınmış önemli çalışmalardandır. Maturidiyye düşüncesi, bu fikri kabullenen
Türkler tarafından Maveraünnehir’den alınarak İran, Irak, Anadolu, Suriye,
Mısır gibi İslam dünyasının çeşitli bölgelerine yayılmıştır[1706].
1) İbn Huzeyme
Hayatı ve eserleri hakkında daha önce hadis bölümünde bilgi verilmişti.
Burada, onun kelam konusunda kaleme aldığı Kitâbü’l-tevhid ve isbâtü
sıfâti’l-rabb[1707]adlı eserinden bahsedilecektir. Koyu bir selefiyye mensubu
olan İbn Huzeyme, başlangıçta kelam ile ilgili konulardan hoşlanmadığı ve
bunları şiddetle tenkid ettiği halde daha sonraları hadis öğrencilerini Mutezile
ve Cehmiyye gibi ehl-i bid’at kabul edilen kelam ekollerinin fikirlerine karşı
korumak amacıyla kelam ile ilgilenmeye başlamıştır. Böylelikle kaleme
aldığı Kitabü’l-tevhid adlı eserinde Allah’ın isim ve sıfatlarının te’vil (sözü
çevirme, başka bir mana vermeye çalışma) ve teşbihe gerek duymaksızın
kendisinin bildirdiği gibi kabul edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca,
Mu’tezile’nin ana prensiplerinden biri olan Kur’an’ın mahluk olduğu
şeklindeki görüşü şiddetle red etmiş ve bunu kabul edenin kafir sayılacağını
söylemiştir. Eser torunu Muhammed b. Fazl’ın kendisinden en son rivayet
ettiği şekliyle günümüze gelmiş ve 1403’de Kahire’de neşredilmiştir[1708].
2) el-Kâ’bî
Ebu’l-Kasım Abdullah b. Ahmed b. Mahmud el-Belhî el-Kâ’bî. 273/886
senesinde Belh’de doğdu. Tahsil hayatının büyük bir bölümünü Bağdat’da
geçirdi. Hüseyin el-Hayyat’dan kelam dersleri aldı. Daha sonra, Taberistan
hakimi Muhammed b. Zeyd’in yanında katip olarak çalıştı. Sâmânîler
Devleti’ne karşı isyan eden Ahmed b. Sehl’in vezirliğini yaptı. Bu görevi
sırasında kısa bir süre Ebû Zeyd el-Belhî ile çalıştı. Ancak, Ahmed b. Sehl’in
yakalanmasının sonrasında bir süre hapis yattı. Abbasî veziri Ali b. İsa’nın
yardımıyla hapisten kurtuldu. Nesef’de Cevbek rıbatında hadis dersleri verdi.
Şaban 319/Ağustos 931 tarihinde Belh’de öldü�.
el-Kâ’bî, Mutezile Kelam Ekolü’nün Horasan ve Maveraün-nehir’deki en
büyük temsilcisidir. Tevhid, alem gibi bazı konularda Iraklı Mutezilî
alimlerinden farklı görüşler ortaya koymuştur. Bununla birlikte Watt, onun
görüşlerinin Bağdat Mutezile Ekolüne yakınlık arzettiği görüşündedir[1709].
Ona göre tevhid, Allah’ın bir olduğunu kabul etmekten ziyade nesne ve
olayların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. el-Kâ’bî farklı görüşleri sebebiyle,
Mutezile içinde adına nisbetle el-Kâ’biyye olarak bilinen yeni bir ekol
kurmuştur[1710]. el-Kâ’bî, Irak’daki iki büyük Mutezile ekolünün
temsilcilerine, özellikle de el-Cübbaî’ye karşı şiddetli tenkidler yöneltip
reddiyeler yazmıştır. Ancak, kendisi de, Maturidîyye’nin kurucusu Ebû
Mansur el-Maturidî’nin ağır tenkidlerinden kurtulamamıştır. el-Kâ’bî, kelam
ilmi dışında tefsir, hadis, tarih, tabakat gibi konularda çeşitli eserler kaleme
almıştır. Ancak günümüze sadece el-Makâlât adlı çalışması
gelebilmiştir[1711].
3) Ebû Mansur el-Maturidî
Ebû Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Hanefî el-Maturidî
el-Semerkandî el-Hanefî, doğum tarihi ve hayatıyla ilgili olarak kaynaklarda
bilgi bulunmamaktadır. Madelung, el-Maturidî’nin hocalarından Ebû Nasr
Ahmed b. el-Abbas el-İyazî’nin 261/874-279/892 seneleri arasında
öldürülmesinden yola çıkarak, onun muhtemelen 260/873 tarihinden önce
doğmuş olması gerektiğini belirtmektedir[1712]. el-Maturîdî ve el-Semerkandî
nisbelerinden de anlaşılacağı üzere Semerkand’ın Maturid mahallesinde
yaşamıştır[1713]. Ebû Mansur el-Maturidî, el-İyazî’nin dışında Ebû Bekr
Ahmed el-Cüzcanî ve Ebû Süleyman el-Cüzcanî’den fıkıh dersleri
almıştır[1714]. Ebû Mansur el-Maturidî 333/944 tarihinde Semerkand’da vefat
etmiş ve Çakerdize Mezarlığına defnedilmiştir.
Hayatı hakkındaki bu kısa bilgilere karşılık Ebû Mansur el-Maturidî,
arkasında oldukça zengin telif çalışmalarının yanında kendi adıyla bilinen ve
İslam dünyasında asırlarca etkisini sürdürecek bir Kelam Ekolünü el-
Maturidiyye’yi miras bırakmıştır. Bu nedenle kaynaklarda kendisinden
“İmamu’l-mütekellimin” “İslam akaidinin musahhihi (düzelticisi)” ve
“Alemi’l-hüda yada İmamü’l-hüda” gibi sıfatlarla bahsedilmektedir[1715].
Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî ile birlikte ehli sünnet kelamının kurucusu olarak
kabul edilen Ebû Mansur el-Maturidî’nin kelamla ilgili eserlerini şöyle
sıralayabiliriz ;
Kitâbü’l-tevhid[1716]; Müellif bu eserini alışılmamış ve dağınık bir uslupta
kaleme almıştır. Bu nedenle kendisinden sonra gelen ve bu eseri kullanan
alimler, onu muğlak ve takibi zor olarak nitelendirmişlerdir. Ebû Mansur el-
Maturidî burada, İbnü’l-Ravendî, el-Ka’bî, Dehriyye ve Mecûsîler gibi
şahısların ve dinî fırkaların görüşlerine karşı ehli sünnet düşüncesini
savunmuş ve onlara bu çerçevede cevap vermeye gayret etmiştir. Bu
maksatla her bir fırka ve şahıs ayrı bir başlık altında ele alınmıştır. Yine
kulların fiilleri ve faillerinin belirlenmesi büyük günahlar ve bunları
işleyenlerin durumu, iman ve diğer islamî terimler ile ilgili konular ayrı
bablar halinde ele alınmıştır. Kitâbü’l-tevhid toplam beş bölümden
oluşmaktadır. Bu bölümlerde aralarında bablara ayrılmıştır. el-Maturîdî’nin
Kitâbü’l-Tevhid’in de göze çarpan bir diğer önemli husus ise çağdaşı
Eş‘arî’ye göre daha somut, daha teknik ve felsefî terimler kullanmasıdır.
Örneğin, bir nesnenin genel karakterini belirtmek için kullanılan “şey’iyyet”
kelimesini kelam ilminde ilk olarak kullanan el-Maturidî olmuştur[1717]. Eser
1970 senesinde Beyrut’da Fethullah Huleyf tarafından neşredilmiştir. H. Sadi
Erdoğan tarafından Tevhid adı altında Türkçeye tercüme edilmiş ve bu
tercüme 1981’de İstanbul’da yayınlanmıştır. Eserin bir başka tercümesi de
Bekir Topaloğlu tarafından İstanbul’da 2002 senesinde yapılmıştır[1718].
Te’vîlâtü’l-Kur’an[1719]; Bu eser Te’vîlâtü ehli’l-sünne adıyla da
bilinmektedir[1720]. el-Maturidî felsefî bir temel üzerine bina ettiği bu
çalışmasında Kur’an-ı Kerim’in tefsirini kendi savunduğu akidelere göre
yapmıştır. Ehli sünnet anlayışına zıt görüşleri aklî ve naklî delillerle
çürütmeye çalışmıştır. Eserde itikadî konuların dışında fıkhî meselelerde ele
alınmıştır. Tabakat yazarları bu eserin bir eşi benzeri olmadığı
düşüncesindedir[1721]. Esere daha sonraları Alaeddîn el-Semerkandî
tarafından bir şerh yazılmıştır[1722]. Te’vîlâtü’l-Kur’an’ın birinci cildi İbrahim
ve el-Seyyid Avadeyn tarafından 1971’de Kahire’de yayınlanmıştır. Kitabın
geri kalan bölümleri yazma halindedir[1723].
Şerhü’l-fıkhi’l-ekberi’l-mensub li-Ebî Hanife[1724]; Ebû Mansur el-
Maturidî’nin bu çalışması ise İmam-ı Azam’ın fıkha dair yazdığı Fıkhü’l-
Ekber adlı eserinin şerhidir. Kelamın ilmî bir terim olarak ortaya çıkışından
önce fıkh kelimesi anlam olarak hem kelam hem de fıkıh manalarını
içermekteydi. “el-Fıkhü’l-ekber” tabiri de kelamı ifade etmek için
kullanılıyordu[1725]. Adı geçen şerh 1321 senesinde Haydarabad’da
neşredilmiştir.
el-Maturidî, bunların yanısıra ehli sünnet düşüncesine karşı olan kişi ve dinî
fırkalar için çeşitli reddiyeler yazmıştır. Bunlar, el-Ka’bî’nin üç eserine karşı
yazdığı Reddü Kitâb el-Kâ’bî fi va’îdi’l-füssak, Reddü Evâili’l-adille li’l-
Kâ’bî, Reddü Tezhibü’l-cedel li’l-Kâ’bî adlı üç kitaptır. Ebû Amr el-
Bahilî’nin eserine karşı yazdığı Reddü Usuli’l-hamse, Rafizîlere karşı yazdığı
Reddü’l-imame, Mutezile’ye karşı yazdığı Beyanu vehmi’l- Mu’tezile,
Karmatîlere karşı yazdığı Redd alâ usuli’l-Karâmita ve Redd ala furû‘i’l-
Karâmita adlı iki kitaptır[1726].
el-Maturidî fıkıh konusunda da Ma‘huzü’l-şerai‘ fi usuli’l-fıkh ve el-
Cedel[1727]adlı iki eser kaleme almıştır. Maturidî’nin eserleri, daha sonra bazı
Hanefî fakîhlerinin kelam konusunda yaptığı çalışmalarda kendisinden sonra
gelenler tarafından örnek alınmıştır.
4) el-Hakim el- Semerkandî :
Ebu’l-Kasım İshak b. Muhammed b. İsmail el-Kadı el-Hakim el-
Semerkandî el-Hanefî. Semerkand’da doğdu. Burada, Belh ve Dımaşk’daki
alimlerden okudu. Semerkand’a döndükten sonra bu şehrin kadılığına tayin
edildi. Görevi sırasındaki adaleti ve fetvaları nedeniyle el-Hakim lakabını
aldı. 10 Muharrem 342/27 Mayıs 953 tarihinde Semerkand’da vefat etti.
Çakerdize Mezarlığında Ebû Mansur el-Maturidî’nin kabrinin yakınlarına
defnedildi[1728].
İlk dönem Maturidî alimlerinden biri olan[1729] el-Hakim el-Semerkandî’nin
kelam ve fıkıh konularında Ebû Mansur el-Maturidî’den ders aldığı
belirtilmektedir[1730]. Ancak, Mustafa Can, bu iki alim arasında bir hoca-
talebe münasebetinden ziyade aynı dönem ve çevrede yetişmiş olmalarının
sağladığı bir benzerlik ve yakınlıktan söz etmenin daha doğru olacağı
düşüncesindedir[1731]. Her iki alimin ölüm tarihlerinin birbirine yakın olması
da Can’ın bu düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Diğer taraftan kaynakların
ifadelerinden el-Hakim el-Semerkandî’nin Ebû Mansur el-Maturidî’ye büyük
bir sevgi ve hayranlık duyduğu anlaşılmaktadır[1732]. Ebu’l-Muin el-
Nesefî’ye göre el-Hakim el-Semerkandî kelam, fıkıh ve Kur’an te’vili
konusunda çok bilgi sahibiydi[1733].
el-Hakim el-Semerkandî’nin kelam konusunda kaleme aldığı en önemli
eseri el-Sevâdü’l-a‘zam’dır[1734]. Bu eserin hangi şartlarda yazıldığı
konusunda şöyle bir rivayet bulunmaktadır “Sâmânî hükümdarı İsmail b.
Ahmed, Maveraünnehir’deki alimleri toplayarak onlardan, ehl-i bid’atin
yayılma tehlikesine karşı sünnî inancı yorumlamalarını istemişti. Toplanan
alimler, sünnî prensiplerin tespiti ve yorumlanması görevini el-Hakim el-
Semer-kandî’ye verdiler. Onun bu konuyla ilgili olarak yazdığı eser, Sâmânî
hükümdarı İsmail b. Ahmed ve alimler tarafından onaylandı[1735].”
el-Sevâdü’l-azâm 62 ana başlıktan oluşmaktadır. Burada ehli sünnet
itikadına ait temel konular ele alınmıştır. Ayrıca, ehl-i bid’at olarak kabul
edilen kelam ekollerine karşı itirazlar bulunmaktadır. Maturidiyye kelam
ekolünün (itikadî mezhebinin) başlangıç devri eserlerinden biri olan bu kitap
yazıldığı dönemden itibaren Sâmânîler Devleti’nin resmî akidesi olarak kabul
görmüş ve medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur[1736]. Eserin çeşitli
neşirleri yapılmıştır. el-Hâkim el-Semerkandî’ye nisbet edilen Akidetü’l-
İmam adlı Farsça eser, Sevâdü’l-a‘zam’ın Farsçaya tercüme edilmiş
halidir[1737].
el-Hâkim el-Semerkandî’nin bir diğer eseri ise Hz. Peygamberin
“.......Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi cehenneme
gidip yalnız bir fırkası kurtulur.” Hadisini konu alan el-Risâle’sidir. Eser
Hâce Muhammed Pârsâ’nın aynı konudaki bir risalesiyle birlikte M. Taki
Danişpejuh tarafından Dû Risâle der Bâre-i Heftad ü dû gürûh adıyla
yayınlanmıştır[1738]. el-Hâkim el-Semerkandî’nin bunlardan başka el-
Sevâdü’l-‘azam’ın İstanbul nüshasının arkasında yer alan iki sayfalık Risâle fi
beyâni enne’l-imân cüz’ün mine’l-‘amel em lâ adlı risalesi mevcuttur[1739].
5) İbn Fûrek
Ebû Bekr Muhammed b. el-Hasan b. Furek el-İsfahanî. 330/941 yılı
civarında İsfehan’da doğdu. Eğitimine burada başladı. Fıkıh eğitimini
sürdürürken “Hacerü’l-esved yeryüzünde Allah’ın yeminidir” hadisinin
manası konusunda hocasından tatmin edici bir cevap alamayınca kelam
ilmine yöneldi. Bunun için Bağdat ve Basra şehirlerine ilmî seyahatler yaptı.
Eş’ariyye kelamının kurucusu Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’nin öğrencilerinden
Ebu’l-Hasan el-Bahilî’den kelam dersleri aldı.
360/970 senesinde memleketi İsfahan’a döndü. Ardından Rey’e gitti. Bu iki
şehirdeki Mutezileye mensup alimlerle münazaralar yaptı. Ancak, Rey’de
şiddetle tenkit ettiği Mutezilîler tarafından Buveyhî emîrine şikayet edildi.
Bunun üzerine işkenceye uğrayıp Şiraz’a sürgün edildi. Bir süre sonra
Sâmânîlerin Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî ve Nisabur halkının
daveti üzerine 368/978’de bu şehre geldi. Burada İbn Hürrezâd ve Abdullah
b. Cafer el-İsfahanî’den hadis dersleri aldı. Kendisi için, yaptırılan medresede
yıllarca ders okuttu.
Sâmânîlerin yıkılışından sonra da Nisabur’da ikametini sürdüren İbn Fûrek,
Gazneli Mahmud tarafından Gazne’ye davet edildi. Burada hükümdarın
huzurunda Kerramîlerle yaptığı münazaralarda onların delillerini cerhetmeyi
(çürütmek) başardı. Bu nedenle Kerramîlerin düşmanlığını kazandı.
Nisabur’a dönüş yolculuğu sırasında onlar tarafından zehirlendi. İbn
Fûrek’in, Sultan Gazneli Mahmut tarafından zehirletildiğine dair rivayetlerde
bulunmaktadır. Ancak, bu pek mümkün görülmemektedir[1740]. Neticede, İbn
Fûrek, Nisabur’a ulaşmadan 406/1015 tarihinde Büst yakınlarında vefat etti.
Cenazesi Nisabur’a nakledilerek Hire mahallesinde defnedildi[1741].
Eş’arî kelamının Horasan’daki en büyük temsilcilerinden biri olan İbn
Fûrek, bunun yanısıra tefsir, tabakat, tasavvuf, nahiv konularıyla da
ilgilenmiştir. Ayrıca iyi bir fıkıhçı olan İbn Fûrek, kendisine has bir metod
oluşturmuş ve fıkıh usulü konusunda çeşitli eserler kaleme almıştır. Ancak,
bunlardan hiçbiri zamanımıza ulaşmamıştır[1742]. Bununla birlikte İbn Fûrek,
kelam konusundaki çalışmalarıyla ön plana çıkmıştır. “Şeyhü’l-mütekellimin
(kelamcıların hocası, şeyhi)”[1743] olarak anılan İbn Fûrek, Eş’ariyye’nin
görüşlerine tamamen bağlı kalmamış, zaman zaman farklı görüşler ileri
sürebilmiştir[1744].
Onun bir diğer farklı yönü ise Şafiî mezhebine mensup olmasına rağmen,
Hanefî mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin eserlerine yaptığı
şerhlerdir. Bu nedenle, Hanefî alimlerinin hal tercümelerini (biyografilerini)
kaleme alan İbn Kutluboğa eserine, onu da dahil etmiştir[1745]. İbn Fûrek’in
kelam konusundaki çalışmalarını şu şekilde sıralayabiliriz ;
el-Hudûd fi’l-usul[1746]: Burada 130’a yakın kelam ve fıkıh teriminin
açıklaması yapılmıştır. Eser 1342’de Beyrut’ta Mukaddime fi nüket min
usuli’l-fıkh adıyla yayınlanmıştır[1747].
Risale fi ilmi’l-tevhid[1748]: Akaid konusunda kaleme alınmış olan bu eser
günümüze gelmiş olup yazma halindedir.
Şerhü’l-Alim ve’l-müte‘allim : İmam-ı Azam’ın akaid konusunda yazdığı
risalenin şerhidir. Bu eser Yusuf Şevki Yavuz tarafından tahkik edilip neşre
hazırlanmıştır[1749].
İbn Fûrek’in, bunlardan başka kelama dair ; Müşkilü’l-hadis ve beyânühu,
Mücerredü Makâlâti’l-Eş’arî, Tabakatü’l-mütekellimin, el-Nizami fî usuli’l-
dîn, Dekâ’iku’l-esrâr, Şerhü evaili’l-edille, İhtilafü’l-şeyheyn el-Kalanisi ve
‘l-Eş’arî, Makalatü İbn Küllâb ve’l-Eş’arî adlı eserleri bulunmaktadır[1750].

E) Tasavvuf İlmi ve Yetişen Alimler

Gelişim süreci olarak İslamiyetin ilk dönemlerine kadar götürebileceğimiz


tasavvuf ilmî gerçek manasıyla III./IX. yy.’da ortaya çıkmıştır. Tasavvuf, dinî
bir hayat tarzı olduğu kadar bir felsefî akımdır. Bunu, İslam dünyasında
giderek artan bir şekilde kendisini gösteren lüks ve israfa karşı bir tepki
olarak da nitelendirebiliriz. Tasavvuf yolunu seçen kimseler dünya
nimetlerinden ellerini çekerek zühd ve takva uğruna inzivaya çekilip sade bir
yaşam sürmeyi tercih ederlerdi. Bu inziva sırasında sürekli olarak ibadetle ve
Allah’a daha yakın olmak için nefislerinin terbiyesiyle meşgul olurlardı.
Bunlar, ahlakî açıdan tam bir saflık ve gönüllerinin Allah ile doğrudan
birleşmesini amaçlıyorlardı. Ayrıca, gerçek imanın alçakgönüllülükte
olduğunu savunuyorlardı. Giyim tarzı olarak kaba yün giysiler (sûf) içinde
dolaştıklarından sûfî olarak da isimlendirilmişlerdir. Tasavvuf ehlinin
görüşlerinin, İslam dünyasında felsefeyle uğraşan alimler üzerinde de önemli
tesirleri olmuştur.
Günümüz araştırmacılarının bir çoğu İslam tasavvufunun Hıristiyanlık, eski
Hellen kültürü, Buda dini, Mecûsîlik gibi çeşitli din ve kültürlerin etkisinde
kaldığı görüşünde birleşmektedir[1751].
IX. yy.’da ilk büyük simalarını yetiştiren tasavvuf hareketinin tarihî seyri
içerisinde X. yy.’da çeşitli tasavvuf okulları (ekolleri) ortaya çıkmıştır.
Bunlardan biri de Sâmânîler Devleti coğrafyasında yer alan “Horasan Ekolü”
idi. Horasan ekolünü diğerlerinden ayıran en önemli özelliği sahip olduğu
melâmetiyye öğretisiydi. Bunlar, çıkış noktası olarak Kur’an-ı Kerim’deki
bazı ayetleri delil sayıyorlardı[1752].
Görüş olarak melâmîler, nefis terbiyesini her şeyin üzerinde tutarlardı.
Hatta, ibadetleri sırasında da bunu devam ettirirlerdi. Bu nedenle de her türlü
gösterişe ve hatta tasavvuf ile uğraşan kimselerin sembolü olan aba, hırka,
post gibi şeylere tamamen karşı idiler. Diğer tarikatlardaki gibi dergahları
bulunmazdı. Melâmîlerin halka karşı olan tutumları “vakitlerini korumak,
Allah’ın kendilerine emanet ettiği gizli emanetleri ve sırları saklamak”
düşüncesi gereğince sert ve kabaydı[1753]. Bütün bu özelliklerinden dolayı
Melâmîler, kimi zaman tasavvuf ehlinden kabul görmemişler ve ayrı bir grup
ve düşünce olarak telakkî edilmişlerdir[1754]. Cl. Cahen de, onları “Delişmen
aşırı bir uç, Tanrı olmayan ne varsa hor gören, insanlık ahlakının dahi
yasalarını zedeleyen” kimseler olarak tasvir etmiştir[1755]. Melâmîlik
düşüncesinin Horasan’daki kurucusu ünlü sûfî Hamdun el-Kassar (ö.
884)’dır[1756].
Bu dönem içinde Horasan ve Maveraünnehir’deki tasavvuf ehlinin
(sûfîlerin) önemle üzerinde durduğu bir diğer konu da “fütüvvet
(centilmenlik)” olmuştur.
Sözlük anlamı olarak genç, kahraman anlamına gelen feta kelimesinden
türeyen fütüvvet kelimesi kahramanlık, mürüvvet, cömertlik” anlamındadır.
Tasavvufî manada ise, bu iki kelime sûfî ve tasavvuf deyimlerini karşılamak
üzere kullanılmıştır. Ancak, bu iki kelime asıl olarak sûfî’de bulunan
fedakarlık, iyilik, yardım, cömertlik, hoşgörü ve nefsine söz geçirme gibi
ahlakî nitelikleri karşılamaktaydı. Görüldüğü gibi mutasavvıflar, temel ahlakî
değerleri ve en önemli faziletleri fütüvvet kelimesine yükleyerek, onu
tasavvufun temel kavramlarından biri haline getirmişlerdir[1757].
Diğer taraftan, bilindiği gibi fütüvvet kelimesi zaman içinde tasavvufî
manasının dışına çıkarak sosyal, iktisadî ve siyasî bir yapılanmayı
tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır[1758]. Tasavvufî manadaki
fütüvvetle ilgili olarak Sâmânîlerin son dönemiyle Gazneliler döneminin
başlarında yaşamış olan Ebû Abdurrahman el-Sülemî’nin Kitâbü fütüvve adlı
bir eser kaleme almıştır[1759]. Bu dönemde yetişen önemli sûfîler şunlardır :
1) Ebû Osman el-Hirî
Ebû Osman Said b. İsmail b. Said b. Mansur el-Hirî el-Nisaburî. 230/884
senesinde Rey’de doğdu. İlk olarak, Rey’deki alimlerden okudu. Daha sonra
Irak’ın çeşitli şehirlerini gezdi. Dımaşk’da bulundu. Ardından Bağdat’ta
geldi. Kirman’da mutasavvıf Şâhü’l-Kirmanî’nin (ö.276/884) sohbetinde
bulundu. Ardından, dönemin ünlü sûfîlerinden Ebû Hafs el-Haddâd’ı
(ö.260/874) ziyaret etmek üzere Nisabur’a geldi.
Hire mahallesine yerleşti. Bu nedenle Hirî nisbesiyle anılmıştır. Burada Ebû
Hafs el-Haddâd’ın sohbetlerine katıldı. Onun kızıyla evlendi. 17 Rebiülahir
298/23 Aralık 910 tarihinde vefat etti[1760].
Ebû Osman el-Hirî döneminin en büyük mutasavvıflarından biri olarak
kabul edilir. Kaynaklara göre[1761] “tasavvuf konusunda Cüneyd-i Bağdadî ve
Abdullah b. Cella ile birlikte dünyada asla bir dördüncüsü olmayan üç
kişiden biri” olarak kabul edilmektedir. Onun faaliyetleri neticesinde
Sâmânîlerin ikinci merkezi durumundaki Nisabur’da tasavvufa olan ilgi son
derece artmıştır[1762]. Ebû Osman el-Hirî, Melâmetiyye’nin en büyük
simalarından biridir. Bu ekolün ana düşüncesi olan nefis terbiyesine son
derece önem verirdi. Kendisi son derece zühd ve tevazu sahibi bir kişi olup
her açıdan mutlak zahidliği tavsiye ederdi. Haram olan şeylerden sakınmayı
farz, yasak edilmeyen şeylerden kaçınmayı fazilet, helal olan şeylerden el
etek çekmeyi Allah’a yakınlık sayardı[1763].
Diğer taraftan, onun zaman zaman melâmîliğin dışında görüşlerinin
olduğunu görmekteyiz. Bunlardan biri de “sema”yı faydalı bulmasıdır. Ebû
Osman, melâmîlerin kabul etmedikleri “semâ”yı kabul etmiş ve bunu icra
edenlerin manevî hallerini arttırdıkları görüşünü savunmuştur[1764].
Ebû Osman el-Hirî’nin fikirlerinin melâmatiyye’nin gelişimi üzerinde
büyük tesirleri olmuştur. Onun, bu Melâmîliğe aşıladığı en önemli
görüşlerden biri de “bütün alemin şer olduğu ve içinde hiçbir hayır
bulunmadığı prensibidir”[1765]. Bu nedenle talebelerine “İbadet ediniz, ancak
ibadetteki kusuru da görünüz” şeklinde tavsiyelerde bulunmuştur. Ancak bu
tavsiye, Hakkın manevî huzurunda iken Hak’dan başka bir şey görmemek
prensibini görüşü kabul eden Irak menşeli sûfiler tarafından mecûsîlikten bir
parça sayılmıştır[1766].
Buna paralel olarak bazı modern araştırmacılar da, Ebû Osman el-Hirî’nin
nefis terbiyesiyle alakalı düşüncelerinde mecûsîliğin etkisi olduğu görüşünü
ileri sürmüşlerdir[1767].
2) Muhammed b. Fazl el-Belhî :
Ebû Abdullah Muhammed b. el-Fazl b. Abbas b. Hafs el-Belhî, Belh
şehrinde dünyaya geldi. Burada yetişti. Aralarında Kuteybe b. Said’in de
bulunduğu çeşitli alimlerden dersler aldı. Sûfilerden Ahmed b. Hadraveyh el-
Merverzî’nin (ö.240/854) sohbetlerine katıldı. Mezhebi nedeniyle doğup
büyüdüğü şehir olan Belh’den çıkarıldı. Bunun üzerine Semerkand’a giderek
buraya yerleşti. Tasavvuf ile ilgilendi. Halka vaaz edip, hadis okuttu. 319/931
tarihinde Semerkand’da öldü[1768].
Dönemin büyük mutasavvıflarından biri olan Muhammed b. el-Fazl ile Ebû
Osman el-Hirî arasında iyi bir dostluk mevcuttu. Ebû Osman el-Hirî, onun
tasavvuf konusundaki bilgisini her zaman takdir eder, “Kendimde güç bulsam
sırrımı saflaştırmak için Muhammed b. el-Fazl’ın huzuruna varırdım”
derdi[1769]. Çok iyi bir vaiz olan Muhammed b. el-Fazl halk üzerinde büyük
bir etkiye sahipti. Zehebî, onun bir vaazı sırasında dört kişinin kendinden
geçerek öldüklerini söyler[1770]. Son derece sade bir yaşam süren Muhamed
b. el-Fazl zühd ve takvanın yanında bilgi ve öğrenmeye de büyük önem
vermiştir. İlim öğrenmenin Allah’a yaklaşmanın bir yolu olduğunu
savunmuştur. Yine bu konuyla ilgili olarak “İslamın yaşamasına engel olan
dört şey vardır: Birincisi bildikleriyle amel etmemek, ikincisi bilmedikleriyle
amel etme, üçüncüsü amel etmediklerini öğrenmemek, dördüncüsü insanları
öğrenmekten alıkoymaktır.” “Kim ilmin tadına varırsa, ondan kendini
alamaz” şeklindeki sözleri önemlidir[1771].
Muhammed b. el-Fazl fütüvveti ise “Allah’ın verdiği sırrı korumak,
isanlara iyi davranmak ve ahlaklı olmak” şeklinde tanımlamıştır[1772].
3) el-Hakim el-Tirmizî
Ebû Abdullah b. Ali b. Hasan b. Bişr el-Hakim el-Tirmizî. III./IX. yy’ın ilk
çeyreği içinde Tirmiz’de doğdu. İlk olarak babasından okudu. Daha sonra
Irak ve Horasan’ın çeşitli şehirlerinde Kuteybe b. Said, Salih b. Abdullah el-
Tirmizî de dahil olmak üzere pek çok alimden okudu. Hanefî fıkhını öğrendi.
27 yaşında iken hac için Mekke’ye gitti. Bu sırada başladığı Kur’an
hafızlığını, Tirmiz’e dönüşünden sonra tamamladı. el-Hakim el-Tirmizî’nin,
tasavvuf ile ilgilenmesi de aynı döneme rastlamaktadır. İlk olarak Allah’ı
tanımak ve ahirete yönelmek için kitaplar okumaya, nafile namaz kılıp, oruç
tutmaya başlamıştı. Bu esnada Ahmed b. Asım el-Antakî’nin bir eserinden
etkilenerek kendisini dış dünyadan soyutlayarak inzivaya çekilmeye karar
verdi. Tasavvuf konusunda Ebû Bekr Muhammed b. Ömer el-Verrak, Ebû
Ali el-Hasan b. Ali el-Cüzcanî, Ebû Muhammed Yahya b. Mansur ve Ebû
Bekr Muhammed b. Cafer b. el-Haysem’den tasavvuf konusunda dersler aldı.
Aynı dönem içinde eser telifine başlayıp, Hatemü’l-evliya ve İlelü’l-şeri‘a
adlı eserlerini kaleme aldı. Ancak, bu eserlerindeki fikirlerinin halk
tarafından yanlış anlaşılması üzerine küfürle itham edilerek şehirden
çıkarıldı. Bunun üzerine Belh şehrine gitti. Burada mutasavvıflardan Ahmed
b. Hadraveyh el-Belhî, Ebû Turab el-Nahşebî, Yahya b. Muaz el-Razî ile
görüştü. Diğer taraftan, Belh’deki durumu da Tirmiz’den farklı olmadı.
Bid’at çıkardığı ve peygamber olduğunu söylediği ileri sürülerek şehrin
valisine şikayet edildi. Bu nedenle el-Hakim el-Tirmizî şikayete yol açan
konularda bir daha konuşmayacağına dair belge imzalamak zorunda kaldı.
285/898-899 senesinde bir süre için Nisabur şehrini ziyaret etti. Burada hadis
dersleri verdi. Hayatının son dönemlerinde yeniden Tirmiz’e döndü ve
320/932 senesi civarında vefat etti[1773].
el-Hakim el-Tirmizî İslam tasavvufunda çok özel bir yere sahiptir.
Kendisinden sonra gelen mutasavvıflar tarafından düşünceleri ve çalışmaları
örnek alınmıştır. Onun görüşlerinden etkilenenler arasında el-Hücvirî, İmam
Gazzâlî, İbn Ataullah el-İskenderî, Ebu’l-Hasan el-Şazilî, İbnü’l-Arabî gibi
büyük alim ve mutasavvıflar da bulunmaktadır.
Onun görüşlerini benimseyen mutasavvıfların oluşturduğu gruba el-
Hakimiyye denilmiştir. Bununla ilgili el-Hücvirî’nin eserinde ayrı bir bölüm
bulunmaktadır[1774]. el-Hakim el-Tirmizî, bütün sufîler gibi dünya
nimetlerinden el etek çekip zahidâne bir hayat tarzını tercih etmiştir. Bununla
ilgili olarak “Dünya hükümdarlar için gelin, zahidler için aynadır.
Hükümdarlar onunla güzelleşir, zahidler ise afetlerine bakarak ondan
uzaklaşır” şeklinde sözleri vardır[1775].
el-Hâkim’in, İslam tasavvufu üzerindeki en büyük tesirini velilik
konusundaki fikirleriyle bırakmıştır. Ona göre “Allah’dan gerçek manada
ilham alan veli, kendisine verilen bilgilerin doğruluğuna emin olur. Şeytan ya
da nefsi, onun bu durumunu ve vahyin doğruluğunu bozamaz[1776].” el-
Hakim, veliliğin de peygamberlik gibi kendisine özgü bir yapısı olduğunu ve
peygamberlerin mucizeye ihtiyacı olduğu halde velilerin buna ihtiyacı
olmadığı görüşünü ileri sürmüştür. Veliler fazilet ve iyiliğin canlı
örnekleridir. Kendilerini Allah’a hizmete adarlar. Onlar gökyüzündeki ilahî
kelamın yeryüzündeki yansımalarıdır[1777].
Fütüvveti ise “ hiç kimsenin yakasına yapışmamak, evinde bulunan
misafirle kendi aile bireylerini bir tutmak, Allah için nefsine hakim olmak”
şeklinde tarif etmiştir[1778].
el-Hakim el-Tirmizî’nin tasavvuf konusunda kaleme aldığı eserlerin büyük
bir kısmı zamanımıza ulaşmış ve neşredilmiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz ;
Hatmü’l-evliya‘ (Hatemü’l-evliya‘)[1779] ; Tirmiz şehrinden çıkarılmasına
neden olan bu eserde “peygamberlerin sonuncusu olduğu gibi velilerin de
sonuncusu vardır. Hâtemü’l-evliya sadece velilerin en sonuncusu değil, aynı
zamanda makam ve mertebesi en yüksek olanıdır” düşüncesini işlemiştir.
Ancak, eserde velilerin peygamberlerden üstün olduğuna dair herhangi bir
ibare yer almaz. Yirmi dokuz bölüm halinde tertip edilen eserin dördüncü
bölümünde tasavvufa dair 157 soru sorulmuş, önem ve anlamlarından dolayı
cevapları verilmemiştir. İbnü’l-Arabî, bunları cevaplandırmak için el-
Cevâbü’l-müstakim ‘amma se’ele ‘anhü el-Tirmizî el-Hakim adlı bir eser
kaleme almıştır. Hatmü’l-evliyâ’ 1965 senesinde Beyrut’da Osman İsmail
Yahya tarafından neşredilmiştir[1780].
‘İlelü’l-şeri‘a (‘İlelü’l-ubûdiyye)[1781] ; Eserde, Allah’ın nuru ile bakan bir
kimsenin şer‘i hükümlerin illet ve hikmetlerini anlayabileceği fikri üzerinde
durulmuş ve çeşitli örneklemeler yapılmıştır. Bir nüshası Bursa Eski Yazma
ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde bulunmaktadır[1782].
el-Menhiyyat; Dinin yasakladığı her şeyin arkasında yasaklanmayı
gerektiren bir sebep olduğunu göstermek için kaleme alınmıştır. el-Hakim,
burada fıkhî hükümleri ruhî gayelere bağlayarak, zahirle batın arasındaki sıkı
münasebeti göstermeye çalışmıştır. Eser ilk olarak 1985’de Beyrut’ta Ebû
Hâcir Muhammed el-Said tarafından neşredilmiştir.
Hakikatü’l-âdemiyyin : Hadis, tasavvuf gibi dinî ilimlerle akli ilimleri
bağdaştırmaya çalışılmış, naklî ilimlerin doğruluğu felsefî usullerle
ispatlanmıştır. Eser, Abdülmuhsin el-Hüseynî tarafından Mecelletü
Külliyeti’l-Adâb, II, 50-108’de yayınlanmıştır[1783].
el-Hâkim el-Tirmizî’nin bunlardan başka Büdüvvü şe’n adlı bir
otobiyografisi, tasavvuf, hadis ve fıkıh konusunda çeşitli eserleri
bulunmaktadır[1784].
4) Ebu’l-Abbas el-Dineverî
Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed el-Dineverî, Dinever’de doğdu. Yusuf
b. el-Hüseyin, Abdullah b. Harraz, Ebû Muhammed el-Cerirî, Ebu’l-Abbas b.
Ata’nın sohbetlerine iştirak etti. Genç yaşında dönemin en ünlü
mutasavvıfları arasına katıldı. Daha sonra Nisabur’a geldi. Burada halka
tasavvuf konusunda vaazlar verdi. Güçlü bir hatip olduğu için halk tarafından
çok sevilirdi. Bu nedenle Nisabur halkı, Semerkand’a gitmek için yola
çıktığında kendisini bırakmak istememişti. Semerkand’a yerleşen el-Dineverî
340/951 senesinde vefat etti[1785].
Tasavvufî manadaki fütüvvet hareketinin ilk temsilcilerinden biri olan el-
Dineverî, dönemindeki mutasavvıfların gerçek tasavvuf yolundan
ayrıldıklarını ifade ederek, çevresindekileri bu tür kişilere karşı uyarmıştır.
5) Ebû Bekr el-Tamestânî :
İran’daki Tamestan şehrinde doğdu. el-Farisî nisbesiyle de bilinir. Başta
İbrahim el-Debbâğ olmak üzere İran’ın çeşitli şehirlerindeki sufîlerin
meclislerine katıldı. Daha sonra Nisabur şehrine yerleşip 340/951 senesinden
sonra burada vefat etti[1786].
el-Sülemî, Tamestânî’yi “en büyük sûfilerden biri” ve “mutasavvıflar
arasında bir benzeri bulanmayan kimse” olarak tasvir etmiştir[1787]. el-
Tamestânî tasavvufî eğitim metodu olarak “sohbet etmek” yöntemini
benimsemiştir. Bunu da Hz. Peygamber ve ashabına dair yaptığı bir
örneklemeyle açıklar[1788]. Melametiy-ye’ye mensup olan el-Tamestânî nefis
terbiyesine büyük önem vermiş, insanların ilimle uğraşmalarının ancak
nefsanî arzulardan kurtulabildikleri takdirde mümkün olabileceğini ve Allah
ile kul arasındaki en büyük engelin nefis olduğunu savunmuştur[1789].
el-Tamestânî’nin “Ölüm ahiretin kapısıdır. Oradan girmeden vuslat
gerçekleşmez[1790].” sözü daha sonraları Mevlevîler tarafından şeb-i arûs
düşüncesinde uygulanmıştır. Yine, onun ait “Tasavvuf bir harekettir.
Sükûnun olduğu yerde tasavvuf yoktur[1791].” sözü İslam tasavvufunda bir
darbı mesel haline gelmiştir[1792].
6) Ebu’l-Hasan el-Bûsencî :
Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmed b. Selh el-Bûsencî. Buşenc’de doğdu.
Nisabur’da Ebû Osman el-Hirî, Irak’da İbn Ata, el-Cerirî, Şam’da Tahir el-
Makdisî ve Ebû Amr el-Dımaşkî’nin sohbetlerine katıldı. Döneminin ünlü
mutasavvıflarından el-Şiblî ile bazı tasavvufî meseleler yüzünden münazara
etti. Sonunda, yeniden Bûşenc’e döndü. Ancak, görüşleri nedeniyle şehirden
çıkarıldı. Bunun üzerine Nisabur’a yerleşti. Burada bir hankâh inşa ederek
insanlardan uzak sade bir yaşam sürdü. Talebe yetiştirdi. 348/959 tarihinde
vefat etti[1793].
Melâmetiyye ekolünün yetiştirdiği en büyük mutasavvıflardan biri olan
Ebu’l-Hasan el-Bûsencî, tevhîd ve muamelat ilimleri (kelam ve fıkıh) ile
tasavvuf ve fütüvvet konularında zamanın en büyük alimlerinden
biriydi[1794]. Ebu’l-Hasan el-Bûsencî de, el-Dineverî gibi, zamanında gerçek
tasavvufun kalmadığından şikayet ederek “Artık tasavvufun kendi değil ismi
kalmıştır. Halbuki eskiden tasavvufun ismi değil kendisi vardı” der[1795].
Gerçek tasavvufu ise “hürriyet, fütüvvet, cömertlikte samimiyet ve ahlakta
kibarlık” olarak tarif eder[1796]. Fütüvvet kavramını tasavvufun içinde ele alan
Ebu’l-Hasan el-Bûsencî’nin bu kavramın yayılmasında büyük katkıları
olmuştur. Fütüvveti ise, “Hak hukuk gözetmek, murakabeye (iç gözetleme,
oto kontrol) devam etmek, içte olmayan bir şeyi dışta göstermemektir”
şeklinde tanımlamıştır[1797].
7) Tacü’l-İslam el-Kelâbâzî
Ebû Bekr Muhammed b. İbrahim b. Yakub el-Buharî el-Kelâbâzî,
Buhara’da Kelâbâz mahallesinde doğdu. Muhammed b. Fazl’dan fıkıh, Faris
b. İsa’dan tasavvuf konusunda eğitim aldı. Çeşitli hocalardan hadis okudu.
Hayatı hakkındaki bilgilerimizin bunlarla sınırlı olan el-Kelâbâzî 380/990
tarihinde Buhara’da vefat etti[1798].
Sâmânîlerin son dönemlerinde yaşamış olan el-Kelâbâzî’ye göre tasavvuf
iki ana esas üzerine tesis edilmiştir. Bunlardan ilki, Allah’ın kazasına razı
olmak yani uluhiyeti müşahede etmek, ikinci güzel ahlak sahibi olmak, yani
halkın yükünü taşımak, insanlardan gelen eza ve cefaya katlanmaktır[1799].
Aynı zamanda bir hadis ve fıkıh alimi olan el-Kelâbâzî, İslam tasavvufunun
ilk üç asrına ışık tutan el-Tâ‘arruf li-mezhebi ehli’l-tasavvuf[1800]adlı çok
önemli bir eser kaleme almıştır. Bu eserde, ilk dönemdeki tasavvufî
faaliyetleri aktarmış ve tasavvufî terimlerin açıklamalarını yapmıştır. el-
Dineverî ve Ebu’l-Hasan el-Bûsencî gibi mutasavvıfların tasavvufun sahte
sûfîler tarafından tahrip edildiği şeklindeki şikayetlerini eserinin giriş
kısmında dile getirmiş ve kendisi de benzer görüşleri tekrarlamıştır. Beş
bölümden oluşan el-Taarruf, yazıldığı dönemden itibaren büyük bir ün
kazanmış ve üzerine şerhler yazılmıştır. Esere ilk şerhi el-Kelâbâzî’nin
çağdaşı Ebû İbrahim İsmail el-Müstemlî yazmış, daha sonra Alaeddin Konevî
(ö.719/1329) ve bilinmeyen bir kişi tarafından iki defa daha şerh edilmiştir.
Kitabın, A.J. Arberry tarafından The Doctrine of the Sûfis adıyla İngilizce
tercümesi yapılmıştır. Eserin, Süleyman Uludağ tarafından yapılan Türkçe
tercümesi ise 1979 yılında İstanbul’da yayınlanmıştır[1801].
el-Kelâbâzî’nin günümüze ulaşan diğer bir eseri de Bahrü’l-fevaid’dir.
Kelâbâzî’nin bu çalışması Me‘âniü’l-ahbâr adıyla da bilinmektedir. Eserde,
ibadet, tasavvuf, ahlak ve edeple ilgili 222 hadisin açıklaması yapılmıştır.
Bunu yaparken ayrıca 805 hadis daha kullanılmıştır. Bu eserde açıklaması
yapılan tasavvuf ile ilgili bazı hadisler Süleyman Uludağ tarafından müellifin
el-Ta‘arruf adlı eserinin Türkçe tercümesinin giriş kısmında verilmiştir.
Eserde aktarılan ilk 100 hadis de, Fikret Karapınar tarafından 1999’da
Konya’da neşredilmiştir[1802].
el-Kelâbâzî’nin, bunlardan başka günümüze ulaşmayan Emâlî fi’l-hadis,
Faslü’l-hitâb, Erba‘un fi’l-hadis, el-Eşfâ‘ ve’l-evtâr, Mu‘addilü’l-salât adlı
eserleri vardır[1803].
8) Ebû Abdurrahman el-Sülemî
Ebû Abdurrahman Muhammed b. el-Hüseyin el-Sülemî el-Nisaburî, 10
Cemaziyelahir 325/936 senesinde Nisabur’da doğdu. Tasavvuf ile uğraşan bir
aileden geliyordu. İlk olarak dedesi Ebû Amr İsmail b. Nüceyd’in derslerine
devam etti. Gramer, tefsir, hadis ve tasavvuf konularında eğitim aldı. Rey,
Hemedan, Merv, Bağdat ve Hicaz başta olmak üzere İslam dünyasının çeşitli
şehirlerini ziyaret etti. Buradaki alimlerden faydalandı. el-Sülemî’nin
hocalarının listesi Tabakâtü’l-sufiyye adlı eserinin giriş kısmında verilmiştir.
Tûslu mutasavvıf Ebû Nasr el-Serrac’ın sohbetlerine iştirak etti. el-Sülemî
eğitimini tamamladıktan sonra Nisabur’a döndü. 350’li senelerden itibaren
(961-971 arası) telif çalışmalarına başladı. Dedesinden kalan mirasla bir
hankâh inşa ettirdi. Bir yandan eser telif ederken öte yandan talebe
yetiştirmekle meşgul oldu. 412/1021 tarihinde vefat etti[1804].
Ebû Abdurrahman el-Sülemî, İslam tasavvuf tarihinin çok önemli
simalarından biridir. Onun yazdığı eserler vasıtasıyla tasavvuf tarihinin ilk
dönemlerindeki akımlar ve yetişen önemli sufîler hakkında bilgi sahibi
olabilmekteyiz. Onun tasavvufa dair yazdığı en önemli eseri Tabakâtü’l-
sufiyye’dir. Sülemî, bu eseri daha önce kaleme aldığı Kitâbü’l-zühd adlı
kitabının bir devamı olarak düşünmüştür. Eserde önemli mutasavvıflarının
hal tercümelerini ve onların tasavvuf ile ilgili sözlerini aktarmıştır. Beş bölüm
halinde hazırlanan kitabın her bölümünde yirmi mutasavvıfın hal tercümesi
olmak üzere toplam 100 mutasavvıf anlatılmıştır. el-Sülemî, hal tercümelerini
aktardığı mutasavvıfların seçiminde çok titiz davranmış ve dönemlerinin en
büyüklerini seçmeye özen göstermiştir. Tabakâtü’l-sufiyye bize kadar ulaşan
bu tür eserlerin ilk örneğidir. Eser ilk olarak Nureddin Şureybe tarafından
1953’de Kahire’de neşredilmiştir[1805].
Kitâbü’l-zühd ; Eserde Hz. Peygamberin sahabelerinin, ve onlardan sonra
gelen iki neslin hal tercümeleri (biyografilerini) verilmiştir. Risaletü’l-
melâmatiyye; X. yy’da Sâmânî topraklarındaki tasavvuf faaliyetlerine
damgasını vuran Melametiyye ekolü hakkında yazılan ilk eserdir. Bu eser
günümüze ulaşmış ve Ömer Rıza Doğrul tarafından İslam Tarihinde İlk
Melâmet, Melâmîliğe ait en eski vesikanın tercümesi adıyla Türkçeye tercüme
edilerek 1947’de Ankara’da basılmıştır. Fütüvve ; Bu eserde konusunda
yapılmış ilk çalışmadır. Fütüvvetin tasavvuf içindeki yeri ve ifade ettiği
anlamları ele alınmıştır. Kitap Süleyman Ateş tarafından Türkçeye tercüme
edilerek 1977 senesinde Ankara’da yayınlanmıştır. Burada
aktardıklarımızdan başka tasavvuf, hadis konularında çeşitli eserleri
bulunmaktadır[1806].
III) Tarih ve Coğrafya Yazıcılığı

A) Tarih İlmi

III/IX. yy.’ın ortalarında çeşitli monografi ve derlemelerle ortaya çıkan


malzemenin bir araya getirilmesiyle, tarih sahasında, bütün İslam tarihini
konu alan eserler yazılmaya başlanmıştı. Bunların girişinde İslamiyet öncesi
milletlerin tarihleri yer alıyordu. el-Taberî’nin (ö.922), 302/914 senesine
kadar getirdiği Târih el-rüsul ve’l-mülûk adlı eseri bu türün en güzel
örneğidir. Diğer taraftan, bu dönem içinde İslam tarihçiliği kendine özgü
konuları ve metodları olan bir ilim haline gelmişti[1807].
Sâmânîlerin de içinde yer aldığı IV/X. yy. ise, tarih ilmi için yeni bir
dönemin başlangıcı olmuştur. Zira, bu dönem içinde İslam dünyasındaki
siyasî parçalanmaya parelel olarak bölgesel tarihler ve hanedan tarihleri
ortaya çıkmaya başlamıştır. Yine daha önceleri genellikle din alimlerinin
tekelinde olan tarih yazıcılığı, devlet idaresinde görev yapan katipler ve
memurlar tarafından üstlenilmeye başlanmıştır. Tarihin bu şekilde dinî
incelemelerin dışına çıkarılmasıyla birlikte tarihçiler bu ilmin ahlakî
değerlerine dayanmaya başlamışlar ve “tarih iyi ve kötü işleri kaydeder.
Gelecek nesillerin ahlakını düzeltmek için örnekler verir” düşüncesini
benimsemişlerdir[1808]. Ancak, görevlerinin getirdiği bir avantaj olarak resmî
vesikalara rahatça ulaşabilen, o dönemin siyasetinin kalbî olan saraydaki
temas ve gözlemleri eserlerine aktarabilen bu katipler zaman zaman
objektiflikten uzaklaşmaktan kurtulamamışlardır. Tarih yazıcılığının bu
dönemde karşımıza çıkan bir başka formu ise şehir tarihleridir. Daha çok din
alimleri tarafından kaleme alınan şehir tarihlerinde, şehrin topografyası,
tarihi, yetiştirdiği alimleri, binaları, elde edilen ürünler v.s. anlatılmaktaydı.
Aşağıda, Sâmânîler döneminde yazılmış olan Nerşahî ’nin Târih-i Buhara’sı
ile el-Hâkim el-Nisaburî’nin Târih-i Nisabur adlı eserleri anlatılacaktır.
Bunladan başka, Ebû Abdullah Muhammed Günçar ve Ebû Abdullah
Muhammed b. Ahmed el-Buharî’nin Târih-i Buhara’ları ile Ebu’l-Abbas
Cafer b. Muhammed b. el-Mu’tezz el-Müstağfirî’nin Târih-i Semerkand adlı
eserleri vardır[1809]. Sâmânîler devrinde yazılan tarih kitaplarının hemen
hemen hepsi Arapça olarak kaleme alınmıştır. Bu dönemde Farsça kaleme
alınan tek eser el-Taberî’nin Târih el-rüsul ve’l-mülûk adlı eserinin
tercümesidir. Bu tercüme Sâmânî veziri Ebû Ali el-Belâmî tarafından
yaptırılmıştır. Bu tercümenin dinî ve siyasî nedenlerle özellikle de
Sâmânîlerin kendi rejimlerini savunmak konusundaki gayretlerinin
neticesinde kaleme alındığı şeklinde görüşler bulunmaktadır[1810]. Bu
tercüme dışında Sâmânîler döneminde yazılmış genel bir İslam tarihi yoktur.
Farsça tarih kitapları bir sonraki dönem içinde Gazneliler ve Selçuklular
zamanında ortaya çıkacaktır.
1) el-Sellamî
Ebu’l-Hüseyin Ali b. Ahmed el-Beyhakî el-Nisaburî el-Sellamî. Nisabur’a
bağlı Beyhak kasabasında doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. Sâmânîlerin
Horasan valisi Ebû Bekr b. Muhtac ve oğlu Ebû Ali’nin katipliğini yaptı[1811].
el-Sellamî, muhtemelen Nisabur’da vefat etmiştir. el-Sellamî, Sâmânîler
devrinde tarih konusunda eser yazmış ilk tarihçilerdendir. Kitâbü ahbâr-i
vulat-i Horasan adlı eseri günümüze ulaşmamış olmasına rağmen,
kendisinden sonra gelen bir çok tarihçi tarafından kullanılmıştır. Bunlar
arasında Gerdizî, İbn el-Esîr, el-Sem’ânî, İbn Hallikan ve el-Avfî ve
Cüveynî’nin adlarını zikredebiliriz. el-Sellamî bu eserinde, başta Tahirîler ve
Saffarîler olmak üzere Horasan valileri hakkında bilgiler verir, daha sonra
kendi zamanına kadarki Sâmânîler Devleti tarihini anlatır.[1812]. Eser, Arapça
olarak kaleme alınmıştır. Müellif, Horasan valilerinin katipliği yapmış olması
nedeniyle muhtemelen devlet içi yazışmalardan ve diğer önemli konulardan
haberdar idi. Diğer taraftan Barthold, onun zaman zaman objektiflikten
uzaklaştığı düşüncesindedir. Barthold’a göre; el-Sellamî, eserinde Horasan
tarihini geniş olarak anlattığı halde hükümdarların karanlık işlerini gizlemeye
çalışmıştır. Bunlara örnek olarak da, Tahir b. Hüseyin olayını, II. Nasr’ın
batınîliği meselesini örnek verir. Bu nedenle de, eserden faydalanan sonraki
tarihçilerin kitaplarında da bahsedilen bu olaylarla ilgili bir bilgiye
rastlanmaz[1813]. el-Sellamî’nin eserlerinden bahseden Fuat Sezgin, Kitâbü
ahbâr-i vulat-i Horasan’ın dışında ona ait Târih-i Horasan adlı başka bir
eserin adını daha vermektedir[1814]. Muhtemelen bu kitabın adının başka bir
şekli olmalıdır.
2) Nerşahî
Ebû Bekr Muhammed b. Ca’fer el-Nerşahî, 286/889 senesinde doğdu.
Hayatı hakkında kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Buhara’da yaşamış ve
348/959 tarihinde vefat etmiştir.
Nerşahî , Sâmânîler Devleti hakkında bugün elimizde mevcut en önemli
kaynaklardan biri olan Târih-i Buhara adlı Arapça eseri kaleme almıştır.
Eser, 332/943 tarihinde Sâmânî hükümdarı I. Nuh b. Nasr’a sunulmuştur.
522/1128 tarihinde Ahmed b. Muhammed el-Kubâvî tarafından eserin Farsça
tercümesi yapılmıştır. el-Kubâvî, esere kendi dönemine kadarki olayları
eklemiş ve gereksiz gördüğü bazı bölümleri çıkarmıştır. Daha sonra
Muhammed b. Züfer ve adı bilinmeyen bir şahsın tarafından yapılan zeyllerle
kitabın muhtevası Moğol istilası dönemine kadar uzatılmıştır. Eser bu haliyle
günümüze ulaşmıştır.
Târih-i Buhara, Buhara’da yaşamış olan fakîhlerden ve müellifin
faydalandığı bazı kaynaklardan bahsettikten sonra, Buhara’ya bağlı
kasabaların tasviriyle başlar. Buralarda yaşayanların adetlerinden,
ürünlerinden v.s. konular hakkında bilgiler verir. Ardından şehrin
kuruluşundan itibaren tarihini anlatmaya başlar. Beytü’l-Tiraz, Mâh Çarşısı,
İç Kale, şehri ve kasabalarını çevreleyen dış surlar hakkında bilgiler verir.
Şehrin adının menşeini ele alır. İslam fetihleri sonrasında şehrin durumu,
Cuma caminin inşası, yerli halk ve Araplar arasında şehrin paylaşılması ve
mahallelerin anlatımıyla devam eder. Ardından, Sâmânî ailesi ve nesepleri
hakkında bilgiler verir. Son olarak İsmail b. Ahmed’den başlayarak sırasıyla
Sâmânî hükümdarları ve dönemlerinde gelişen olaylar anlatılır. İsmail b.
Ahmed dönemi olaylarının diğerlerine nazaran daha kapsamlı bir şekilde
anlatıldığı göze çarpmaktadır.
Eser ilk olarak Schefer tarafından 1892’de Paris’de neşredilmiştir. Daha
sonra Taşkent ve Tahran’da çeşitli neşirleri yapılmıştır. R.N. Frye tarafından
1954’de ‘de Cambridge’de İngilizce tercümesi yayınlanmıştır. Abdülmecid
Bedevî ve Nasrullah Mübeşşir el-Tarâzî taraflarından 1965’de Arapçaya
tercüme edilmiştir. Bu tercümenin sonuna Hamdullah el-Müstevfî’nin Târih-i
Güzide’sinde Sâmânîler tarihi hakkında verdiği bilgiler de eklenmiştir[1815].
3) Ebû Ali el-Bel’âmî
Babası, Sâmânîler Devleti’nin ilk dönem vezirlerinden Ebu’l-Fazl el-
Bel’âmî’dir. Emirek Bel’âmî yada Bel’âmî-yi Kûçek olarak da bilinmektedir.
Sâmânî hükümdarlarından I. Abdülmelik’in son dönemleri ile I. Mansur ve
oğlu II. Nuh dönemlerinde vezirlik görevinde bulunmuştur. Ölüm tarihi kesin
bilinmemekle birlikte 992-997 yılları arasında vefat ettiği konusunda görüşler
mevcuttur.
Ebû Ali el-Bel’âmî, Farsça tarih yazıcılığının ilk örneği olarak kabul
edebileceğimiz Târih-i Taberî’nin Farsça tercümesini yaptırmıştır. Eser, onun
emriyle oluşturulan bir komisyon tarafından tercüme edilmiş ve Sâmânî
hükümdarı II. Nuh b. Mansur’a sunulmuştur. Yapılan tercüme serbest bir
tarzda yapılmış olup, eski İran şehnâmesinden ilaveler yapılmıştır. Tercüme-i
Târih-i Taberî yada Târihü Bel’âmî olarak da bilinen eser Osmanlılar
döneminde Türkçeye tercüme edilmiştir. Ancak, gerek Farsça ve gerek ondan
yapılan Türkçe tercüme, orjinaline nazaran ilmî kimliklerinden çok şey
yitirmiştir. Tercüme-i Târih-i Taberî’nin günümüzde çeşitli neşirleri yapılmış
olup, bunların en önemlisi Muhammed Ruşen tarafından bazı notlar ve fihrist
eklenerek üç cilt halinde 1345 yılında Tahran’da yapılan neşridir[1816].
4) el-Hâkim el-Nisaburî
Sâmânîler devrinde yazılan şehir tarihlerinin en önemlilerinden biri de ünlü
hadis alimi el-Hâkim el-Nisaburî’nin Târih-i Nisabur[1817]adlı eseridir. el-
Hâkim el-Nisaburî’nin hayatı ve diğer eserleri hakkında hadis kısmında bilgi
verilmiştir. Tarih konusunda kaleme aldığı Târih-i Nisabur, adlı eserinde
şehrin müslümanlar tarafından fethinden kendi dönemine kadarki tarihini
konu olarak almış, şehirde kalan sahabe, tabiin, yetişen alimlerin
biyografilerini kaleme almıştır.
Ayrıca, şehirdeki mescid, cami, kale gibi yapılarla, mahallleri tanıtmıştır.
Eserin aslından günümüze sadece parçalar gelebilmiştir. Bunlardan biri de
şehirdeki mescidin inşasını ve mahallelerini anlatan kısımdır[1818].
Ancak, Halife el-Nisaburî’nin Terceme-i Târih-i Nisaburî adıyla yapılan
Farsça tercümesi günümüze tam ulaşmış ve Behmen Kerimî tarafından Târih-
i Nisabur adıyla Tahran’da yayınlanmıştır. Abdülgafir el-Farisî bu farsça
tercümeye Kitâbü’l-siyak li-Târih-i Nisabur adıyla 1116 senesine kadar gelen
bir zeyl yazmıştır. Bu zeyl de, el-Sarifînî tarafından el-Müntehab min
Kitâbi’l-siyak li-Târih-i Nisabur adıyla hülasa edilmiştir. Gerek zeyl gerekse
hülasası günümüze gelmiş olup neşredilmiştir[1819].
5) Ebû Abdullah el-Harizmî
Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Yusuf el-Kâtib el-Harizmî el-
Belhî’nin hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Sadece, Belh’de
doğduğu ve Türk asıllı bir aileden geldiği belirtilmektedir[1820]. II. Nuh
döneminde uzun bir süre Sâmânî sarayında katip olarak görev yapmıştır. el-
Hârezmî, muhtemelen 387/997 tarihinde Buhara’da ölmüştür.
el-Harizmî, devlet kademelerinde görev yapacak katiplerde bulunması
gereken vasıfları ve onların işlerinde kolaylık sağlayabilecek teknik terimleri
anlattığı Mefâtihu’l-ulum[1821]adlı bir eser kaleme almıştır. Eserin
muhtevasından anlaşıldığna göre el-Harizmî, iyi bir katibin işiyle ilgili teknik
terimleri bilmesinin yanında aklî ve dinî ilimler konusunda bilgi sahibi
olması gerektiğini düşünüyordu. Kendisi de, Arapça ve Farsça bilmesinin
yanında Eski Yunanca’dan ve Süryanice’den yapılan tercümeler konusunda
bilgi sahibiydi.
Mefâtihu’l-ulum, iki makale, on beş bab ve doksan üç fasıldan meydana
gelir. Terimler ile ilgili açıklamaların dışında ilimler ve dîvânlar konusunda
da bilgi verilmiştir. İlimler, arabî (müslümanlara ait)ve acemî (yabancı
milletlere ait) olmak üzere iki gruba ayrılmış ve bunlar hakkında bilgiler
verilmiştir. el-Harizmî, dinî ve itikadî fırkalar ile ilgili bölümde Hıristiyanlık
mezhepleri, Manihenizm, Mazdek inancı hakkında da bilgiler vermektedir.
Eser ilk olarak G. von Vloten tarafından 1895’de Leiden’de neşredilmiş
daha sonra Kahire ve Beyrut’da çeşitli neşirleri yapılmıştır. E. Wiedmann ve
Bosworth da eser üzerinde çeşitli çalışmalar yapmışlardır. Mefâtihu’l-
ulum’un Farsça ve İngilizce tercümeleri de bulunmaktadır[1822].
6) Ebû Nasr el-Utbî
Ebû Nasr Muhammed b. Abdülcabbar el-Utbî, Gazneliler dönemi
tarihçilerinden biri olarak kabul edilmesine rağmen, Sâmânîler Devleti’ne
hizmet eden ünlü vezir ailesi Utbîlere mensubiyeti ve hayatının ilk
dönemlerinde Sâmânîlerin hizmetinde bulunmuş olması nedeniyle bu bölüm
içinde zikredilmesinin doğru olacağı kanaatindeyiz. Bunun yanında, el-
Utbî’nin eseri Sâmânîler Devleti’nin son dönemlerinde gelişen olayları
ayrıntılı bir şekilde ele almasından ötürü elimizdeki en önemli kaynaklar
arasındadır.
350/961’de Rey’de doğan Ebû Nasr el-Utbî, bu şehirdeki eğitimini
tamamladıktan sonra Horasan’a dayısı Ebû Nasr’ın yanına gitti. Onun gibi
Sâmânîler Devleti’nde katip olarak çalışmaya başladı. Dayısının ölümünden
sonra Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî’nin katipliğini yaptı. 996 senesinde
Gazne hakimi Sebüktegin’in hizmetine girdi. Hayatının bundan sonraki
kısmını Gaznelilerin hizmetinde geçirdi. 431/1040 tarihinde vefat etti.
Ebû Nasr el-Utbî Târih-i Yeminî adlı eserini Gazneli veziri Ahmed b. Hasan
el-Meymendî’ye sunmuştur. Eser, Arapça olarak kaleme alınmıştır. I. Mansur
devri dönemi olaylarıyla birlikte Sâmânîler tarihi hakkında tasfsilatlı bilgiler
vermeye başlar. Bunun yanında Sâmânîlerin son hükümdarı İsmail el-
Muntasır’ın faaliyetlerini geniş bir şekilde anlatır. Eserin bundan sonraki
kısımlarında tamamıyla Gazneliler tarihi ele alınmıştır. Yer yer Karahanlılara
ait bilgiler de verilmektedir. Arapça aslı oldukça edebî ve anlaşılması zor bir
üslupta kaleme alınmıştır. Bunda Ebû Nasr el-Utbî’nin katipliğinin de etkisi
olmalıdır. Ağır dili nedeniyle sonraki dönemlerde esere şerhler yazılmıştır.
Bunlardan en önemlisi el-Menînî tarafından yapılan şerhtir. 1286’da Mısır’da
Feth el-vehbî fî şerhi’l-yeminî adıyla yayınlanmıştır. 602/1204’de el-
Curfedakanî, eserin Farsça tercümesini yapmıştır. Bu tercüme zamanımıza
ulaşmış ve 1272’de Tahran’da neşredilmiştir. Ayrıca, J. Reynolds tarafından
yapılan İngilizce tercüme de The Kitâb-i Yaminî, Historical memories of the
Amir Sabuktegin and Sultan Mahmud of Ghazne adıyla 1858’de Londra’da
yayınlanmıştır[1823].

B) Coğrafya İlmi

İslam dünyasındaki coğrafya çalışmaları X. yy.’da en verimli dönemlerini


yaşamıştır Sâmânîler devri alimlerinden Ebû Zeyd el-Belhî’nin bu dönem ve
sonraki coğrafya çalışmalarına büyük etkisi olmuştur. Onun tarafından
kurulan Belh Coğrafya Ekolü’yle birlikte coğrafya konusundaki çalışmalarda
yeni bir sistem ortaya çıkmıştır. Bu ekole mensup coğrafyacılar eserlerinde
dünya coğrafyasını değil, İslam dünyasının coğrafyasını ele almayı tercih
etmişlerdir. Ayrıca, genel coğrafî gerçekleri Kur’an ve hadislerde yer alan
kavramlarla destekleme temayülünde idiler. İslam dünyasını iklim
bölgelerine ayırmışlar ve her iklim bölgesinin bir haritasını çizmişlerdir.
Diğer taraftan Irak Ekolü’nde olduğu gibi Arabistan yarımadasını dünyanın
merkezi olarak kabul etmişler ve haritalarını buna göre düzenlemişlerdir. Ebû
Zeyd el-Belhî’den sonra, el-İstahrî, İbn Havkal, el-Makdisî, bu ekolün en
önemli temsilcileridir[1824].
1) Ebû Zeyd el-Belhî :
Ebû Zeyd Ahmed b. Sehl el-Belhî, 236/850 tarihinde Belh’e bağlı
Şamistiyân adlı bir köyde doğdu. İlk olarak öğretmenlik yapan babasından
ders aldı. Daha sonra Irak’a gitti. Burada dönemin ünlü filozofu el-Kındî’nin
talebesi oldu. Felsefenin yanında dinî ilimler, tıp, matematik, astronomi ve
tabii ilimler konusunda çeşitli alimlerden dersler alıp araştırmalar yaptı.
Eğitimini tamamladıktan sonra Belh’e dönerek ders verme ve kitap yazma
faaliyetleriyle meşgul oldu.
307/919 senesinde Sâmânîlere karşı isyan eden Ahmed b. Sehl’in vezirlik
teklifini reddetti. Yine de bir süre onun katibi olarak çalıştı. Bunun
sonrasında Şamistiyân’da satın aldığı çiftlikte siyasî ortamdan uzaklaşarak
ilmî çalışmalarla meşgul oldu. Daha sonra Sâmânî hükümdarı II. Nasr’ın
vezirlik teklifini kabul etti. Ancak, Ceyhun kıyısına geldiğinde nehri
geçmekten korkarak Buhara’ya gitmekten vazgeçti.
Durumu bir mektupla Sâmânî hükümdarına bildirdi. Bunun üzerine II.
Nasr, onun geri dönmesine izin verdi. Yeniden Şamistiyân’a dönen Ebû Zeyd
el-Belhî 20 Zilkade 322/1 Kasım 934 tarihinde burada vefat etti[1825].
Ebû Zeyd el-Belhî coğrafya konusunda Suverü’l-ekâlim (Takvimu’l-büldan)
adlı bir eser kaleme almıştır. Eserinde dünyayı 20 bölgeye ayırmış ve bunlar
hakkında çizdiği haritaların açıklamalarını yapmıştır. Eser fazla hacimli
olmayıp, şehirler hakkında verilen bilgiler oldukça kısadır, düzen ve
sıralaması da kullanışlı değildir[1826]. Haritaların, Ebû Zeyh el-Belhî’ye değil,
Ebû Ca’fer el-Hazin’e ait olabileceği şeklinde yorumlar bulunmaktadır[1827].
Özellikle el-İstahrî, Kitâbü mesâlik el-memâlik adlı eserini yazarken geniş
ölçüde el-Belhî’nin bu çalışmasından faydalanmıştır. Makdisî ve İbn
Havkal’da bu konuda İstahrî’yi takip etmişlerdir. Suverü’l-ekâlim’in tek
yazma nüshası Necef’te Mektebetü’l-Hâkimi’l-Amme nr. 632’de olduğu
söylenmektedir[1828].
2) el-Ceyhanî
Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ceyhanî, II. Nasr’ın veziri 330/942
senesinde vefat etmiştir. Coğrafya konusunda el-Mesâlik ve’l-Memâlik adlı
yedi ciltlik bir eser kaleme almıştır. Eserini, vezirlik görevi sırasında, İslam
dünyasının çeşitli bölgelerinden Buhara’ya gelen seyyah ve tacirlerin
verdikleri bilgileri derleyerek hazırlamıştır.
El-Makdisî, el-Ceyhanî’nin zaman zaman bu tür kişileri toplayarak
onlardan gezip gördükleri ülkelerin genişliği, yollarının durumu ve gelir
kaynakları hakkında bilgi aldığını” yazar[1829]. el-Ceyhanî, İbn Hurdâdbih’in
coğrafyaya dair yazdığı eserden de geniş ölçüde faydalanmıştır[1830].
Bunların yanında, yıldızlar ve yer kürenin hareketleri konusundaki bilgileri
de esere eklemiştir. Ayrıca, Hintlilerin tanrıları, buradaki sanat eserleri,
vergiler, X. yy.’ın ikinci yarısında kullanılmayan seyahat menzilleri hakkında
da bilgiler vermiştir. Ancak, bölgeler hakkında yaptığı genel bir ayırımdan
sonra buralara bağlı yerleri tanıtmak üzere ikinci bir ayırım yapmamış ve
askerî bölgeleri belirtmemiştir[1831]. el-Ceyhanî’nin eseri günümüze
ulaşmamış olmakla birlikte, kendisinden sonraki coğrafyacılar, ondan geniş
ölçüde faydalanmışlardır.
3) Ebü’l-Müeyyed el-Belhî :
Edebiyat konusundaki çalışmalarıyla tanınan Ebü’l-Müeyyed el-Belhî,
coğrafya konusunda Acâ’ibü’l-ber ve’l-bahr olarak da bilinen Acâ’ibü’l-
büldan adlı bir eser kaleme almıştır. Günümüze ulaşmayan bu eserde kara ve
denizlerdeki olağanüstü varlık ve olaylar anlatılmaktadır. Eser, Sâmânî
hükümdarı II. Nuh’a ithaf edilmiştir[1832].
Yukarıda isimlerini ve eserlerini zikrettiğimiz müellifler dışında Sâmânî
coğrafyasında yetişmemiş olmalarına rağmen İbn Havkal’ın Suretü’l-arz ve
el-Makdisî’nin Ahsenü’l-tekâsîm adlı eserlerini de burada zikretmek
gerekmektedir. Zira her iki müellif de, bu devletin hakimiyetindeki Horasan
ve Maveraünnehir şehirlerini etraflıca dolaşmışlardır. Gezip gördükleri bu
şehirlerde yetişen ürünler, ticarî faaliyetler, adetler, gelenek ve görenekler,
yolllar v.b. konularda tafsilatlı bilgiler vermişlerdir. Eserlerinde yer alan
Maveraünnehir’e ait bölümlerin tercümeleri Ramazan Şeşen tarafından İslam
Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri adlı çalışmanın sonunda
Sâmânîler Devrinde Maveraünnehir başlığı altında s. 212-272 arasında
verilmiştir.
IV) Şiir ve Edebiyat
Sâmânîler devrinde, Horasan ve Maveraünnehir’de şiir ve edebiyat
konusunda önemli çalışmalar yapılmıştır. Sâmânî hükümdarlarından bazıları
bizzat şiir ile ilgilenmiştir. Bunlardan biri olan I. Nasr, İbn el-Esîr tarafından
gayet güzel şiirler yazan biri olarak tasvir edilmektedir[1833]. Sâmânî
hükümdarlarının şair ve edipleri himayet etmeleri ve çalışmalarını
desteklemeleri neticesinde başkent Buhara bir şiir ve edebiyat merkezi
durumuna gelmiştir. Bu devirdeki edebî faaliyetler hakkında en geniş eseri
yazan el-Seâlibî, Buhara’yı “Meliklerin kabesi, yeryüzündeki ediplerin
yıldızının doğduğu yer” olarak tasvir etmektedir[1834]. Sâmânî vezir ve devlet
adamları da şair ve ediplere karşı aynı tutum içerisinde olmuşlardır. Sâmânî
sarayının yanısıra şehirde ikamet eden edip ve şairlerin evlerinde edebî
meclisler düzenlenirdi. Buralarda şair ve edipler birbirleriyle sohbet edip,
şiirlerini okurlardı. Edebiyat ve şiir konusunda münazaralar yapılırdı.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Yeni Farsça konusunda Tahirîler ve Saffarîler
dönemlerinde ortaya çıkan şiir ve edebiyat örnekleri bu dönemde artarak
devam etmiştir. bu ilk dönem şairleri arasında Divan’ı olan Hanzala el-
Badgisî (ö.825), Firuz Maşrikî (ö.896), Mahmud el-Verrak (ö.836) ve
Mesud-ı Mervezî’yi örnek olarak verebiliriz[1835]. Daha önce, Abbasîler
devrinde İbn Mukaffa tarafından Arapçaya tercüme edilen Hint edebiyatının
en güzel örneklerinden biri olan Kelile ve Dimne, Sâmânîler devrinde
manzum olarak Yeni Farsçaya tercüme edilmiştir. Eser, daha önce de,
Anuşirevan zamanında Orta Farsçaya tercüme edilmiştir[1836]. Yine vezir Ebû
Ali el-Bel’âmî bir tercüme heyeti oluşturarak Taberî’nin Târih el-rüsul ve’l-
mülûk adlı eserini Farsçaya tercüme ettirmiştir. Bu çalışmalar hakkında
aşağıda bilgi verilecektir. Bu dönem içinde Ebu’l-Müeyyed-i Belhî’nin Yusuf
u Züleyha adlı çalışması gibi mesnevî türünden eserler kaleme alınmıştır.
Yine, İran milli destanı olan şehnâme ile ilgili çalışmalara da IV/X. yy. içinde
başlanmıştır. Bu yüzyılın başında yapılan çeşitli derlemelerin sonucunda
yüzyılın sonunda Firdevsî’nin ünlü eseri Şehnâme ortaya çıkmıştır. Bu
konuda aşağıda bilgi verilecektir.
Avrupalı araştırmacıların büyük çoğunluğu, Sâmânîlerin İran asıllı olduğu
şeklindeki görüşe parelel olarak İran edebiyatı ve şiirinde bu devirdeki
gelişimi, onların Farsçayı himaye etmelerine bağlamaktadır. Bu nedenle de,
neredeyse Sâmânîler döneminde yapılan Arapça şiir ve edebî çalışmalar yok
sayılmaktadır. Ancak, unutulmaması gereken en önemli konu, Sâmânîlerin
hiçbir ayırım gözetmeksizin hem Arapça hem de Farsça yazan kişileri
desteklemiş olmalarıdır. Ayrıca, Farsçanın bu dönemdeki atılımı, daha önce
belirttiğimiz gibi tedricî bir gelişimin sonucudur. Nitekim, bu süreklilik
içinde Farsça altın çağını XI. yy.’da Gazneliler ve Selçuklular devirlerinde
yaşamıştır.

A) Arapça Şiir Yazan Şairler

1) Ebû Ahmed b. Ebû Bekr el-Kâtib


Doğum ve ölüm tarihi bilinmemektedir. Muhtemelen Buhara’da dünyaya
gelmiştir. Babası Ebû Bekr b. Hamid, İsmail b. Ahmed döneminde katiplik,
Ahmed b. İsmail döneminde Ebû Abdullah el-Ceyhanî’den önce vezirlik
yapmıştır. Ebû Ahmed, Maveraünnehir’de yetişmiş Sâmânîlerin ilk dönem
şairlerindendir. Arapça kaleme aldığı şiirleri sayesinde büyük bir şöhret
kazanmıştı. Şiir tarzı konusunda dönemin ünlü şairlerinden biri olan İbn
Bessam’ın (ö.302/914) tarzını yani hicviyyeyi benimsemiştir. Ebû Ahmed’in
şiirlerinin önemli bir kısmını yaşadığı zamandan şikayet eden kasideler ve
devlet büyüklerine karşı yazdığı hicivler oluşturmaktadır. Onun hicivlerinden
babası dahi nasibini almıştı.
Ebû Ahmed’in böyle bir tarzı tercih etmesinde belki de en büyük rolü siyasî
alanda yaşadığı hayal kırıklıkları oynamıştı. Muhtemelen babası gibi
Sâmânîler Devleti’nde vezir olmak arzusundaydı. Ancak, bu isteği
gerçekleşmemiş, vezirlik makamında kendisinin yerine oturduklarını
düşündüğü Ebû Abdullah el-Ceyhanî ile Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî’yi sürekli
hicvetmiştir. Bu konuda gösterdiği aşırılıkları dolayısıyla, aldığı tehditler
solayısıyla çareyi Bağdat’a kaçmakta bulmuştu. Ancak, bir süre sonra
memleket özlemi içinde yeniden Buhara’ya döndü. Evine çekilerek şiir
meclisleri düzenlemek ve arkadaş edinmekle meşgul oldu. Bu sayede devrin
ünlü şairlerinden Ebû Tayyib el-Tahirî ve Mus’abî ile arkadaşlık kurma
fırsatını elde etmişti. Bir süre sonra, ilk önce Badgis, Bûsenc ve Herat
amilliklerinin başına, bunun sonrasında ise Horasan eyaletinin amil şefliğine
atanmış ve dolayısıyla bir müddet Nisabur’da ikamet etmişti. Ancak,
görevinde fazla uzun kalmamış, istifa ederek yeniden Buhara’ya dönmüş bir
süre sonra da geçim sıkıntısı içine düşmüş ve zehir içerek intihar etmişti[1837].
2) Ebû Tayyib el-Tahirî
Tahir b. Muhammed b. Abdullah b. Tahir, Horasan’ın eski hâkimleri olan
Tahirîlerin sülalesine mensuptur. Döneminin en büyük şairlerinden biriydi.
Buhara’da bulunduğu sırada, ailesine ait bu şehirdeki mülkler sayesinde
zengin bir yaşantı sürdü. Şehirdeki ikameti sırasında Sâmânîlerin hizmetinde
bulundu. Ancak, onları gizliden gizliye hicvetmekten de geri durmadı.
Şiirleri, Sâmânîler Devleti’nin sona ermesi temennileriyle doluydu. Bu
nedenle çeşitli baskılara maruz kaldı. el-Tahirî, Sâmânîlerin yanısıra vezirleri
ve Buhara hakkında da hicviyeler yazmıştı. Sokaklarının darlığı, kötü havası
ve kalabalık nüfusu sürekli şikayet konusu olan Buhara hakkında ilk hicviyye
yazan şairlerden biri idi. Ebû Tayyib el-Tahirî, baskıların artması nedeniyle
bir süre sonra Buhara’dan ayrılarak Nisabur’a yerleşmek zorunda kaldı.
Burada da Sâmânîleri hicvetmeye devam etti. Bu durum II. Nasr’ın huzuruna
çıktığı bir sırada, Sâmânî hükümdarının “Ey ! Ebû Tayyib, ne zamana kadar
insan eti yiyeceksin” şeklindeki sözlerine kadar devam etti. Bu sözler
karşısında utanan Ebû Tayyib el-Tahirî, Sâmânî ailesine karşı yönelttiği
hicivleri yazmaktan vazgeçti[1838]. Onun bundan sonraki hayatı hakkında
elimizde bilgi bulunmamaktadır.
3) el-Lahham
Ebu’l-Hasan Ali b. el-Hasan el-Lahham el-Harranî, nisbe-sinden de
anlaşılacağı üzere Harran’lıdır. II. Nuh döneminde Buhara’ya gelmiş ve I.
Mansur döneminin sonlarına kadar burada kalmıştır. Methiye ve hicviyyeler
yazardı. Ancak, onun şiirinde hicviyyeler daha ağır basıyordu. Vezirler,
devlet büyükleri de dahil hiçbir kimse onun hicivlerinden kurtulamamıştı. Bu
nedenle “el-Lahham” lakabını almıştı.
Ancak, bu özelliği vezir Ebû Ali el-Bel’âmî’nin düşmanlığını kazanmasına
sebeb oldu. Ebû Ali el-Bel’âmî, onu I. Mansur’a şikayet etti. Sâmânî
hükümdarı da, el-Lahham’ın dersininin yüzülerek cezalandırılmasını emretti.
Bu ceza Buhara’yı terketmesi şartıyla uygulanmadı. el-Lahham’ın şehirden
ayrılmasından sonra Ebû Ali el-Bel’âmî, onu serbest bıraktığına pişman oldu.
Yeniden kendisini hicvetmesinden çekindi. Kendisi gibi el-Lahham’ın hiciv
oklarına hedef olan Horasan Valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’ye bir mektup
yazarak, onun hareketlerini kontrol altında tutmasını istedi. Mektup, el-
Lahham’ın Nisabur’a girdiği sırada Ebu’l-Hasan el-Simcûrî’nin eline geçti.
Ancak, onun bir şey yapmasına gerek kalmadan, zaten hasta durumda olan el-
Lahham Nisabur’da öldü�. el-Lahham’ın çok güçlü bir ezber kabiliyeti
vardı. Şiirin sihirbazı olarak bilinirdi[1839].
4) el-Matrânî
Ebu’l-Hasan b. Ali b. Matran el-Matrânî’nin nisbesine bakılarak
Maveraünnehir’deki Nasturî Hıristiyanlarına mensup bir aileden geldiğini ve
sonradan İslamiyeti kabul etmiş olabileceğini söyleyebiliriz. el-Matranî
Şaş’da doğmuş ve sonradan Buhara’ya gelmiştir. Maveraünnehir’de yetişmiş
en büyük şairlerden biri idi. Çok güzel methiyeler yazar ve Bunlardan aldığı
atiyyelerle geçimini sağlardı. Şiirlerini Arapça kaleme alırdı. Bunun yanında
edebiyat ve şiir dersleri veriyordu. el-Lahham ile aralarında sürekli bir
çekişme vardı. Birbirlerine karşı hicviyyeler yazarlardı. Sealibî, onun Sâmânî
hükümdarı adına hazırladığı bir şiir divanının olduğunu ve Maveraünnehir’de
bunun gibi güzel bir eser daha yazılamayacağını belirtmektedir[1840].
5) Ebu’l-Nasr el-Huzeymî
Ebîverd şehrinde doğdu. I. Abdülmelik ve I. Mansur dönemlerinde uzun bir
süre Buhara’da ikamet etti. Bu süre içerisinde şehrin ileri gelenlerine
methiyelerini ve diğer şiirlerini sundu. Ebîverd’e dönüşünün sonrasında
şiirlerini toplamaya başlamıştır. el-Huzeymî şiirlerini Kitâbü mehâsini şi’r ve
Ehâsinü’l-mehâsin adlı iki kitapta toplamıştır[1841].
6) Ebû Bekr el-Harizmî :
Ebû Abdullah Muhammed b. el-Abbas el-Taberî el-Harizmî. 323/935
tarihinde Harizm’de doğdu. Ünlü tarihçi el-Taberî dayısıdır. Eğitim için
erken yaşlarda Harizm’den ayrılarak Bağdat ve Halep şehirlerine gitti.
Özellikle Halep’de Hamdanî hükümdarı Seyfüddevle’nin himayesi sayesinde
iyi bir eğitim aldı. Daha sonra Buhara’ya geldi. Sâmânî veziri Ebû Ali el-
Bel’âmî ile dostluk kurmaya çalıştı. Beklediği ilgiyi göremeyince, Ebû Ali’yi
hicvetti. Ardından Buhara’dan ayrılarak, Nisabur’a gitti. Şehrin en itibarlı
ailesi olan Mikâilî ailesiyle dostluk kurdu. Bir süre Sistan’da bulundu. Ancak,
buranın hakimi Tahir b. Muhammed’i hicvettiği için hapsedildi. Ebû Nasr el-
Mikailî’nin aracılığı ile hapisten kurtulduktan sonra sırasıyla Taberistan,
Nisabur ve İsfahan’a gitti. Yazdığı şiirleriyle Büveyhîlerin himaye ve
takdirlerini kazandı. Bu yakınlık Ebû Bekr el-Harizmî’nin şiirlerinde açıkça
kendisini göstermektedir.
Bir müddet sonra Nisabur’a dönen Ebû Bekr el-Harizmî, dönemin Sâmânî
veziri Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’yi hicvettiği için mallarının müsadere edilmesi
ve dilinin kesilmesi cezasına çarptırıldı. Ancak, muhafızların elinden
kurtularak Cürcan’a kaçtı. Büveyhî veziri Sahib b. Abbad’dan yardım gördü.
Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin öldürülmesinden sonra vezaret makamına geçen
el-Müzenî, şiirlerini beğendiği Ebû Bekr el-Harizmî’yi yeniden Nisabur’a
çağırarak müsadere edilen mallarını iade etti. Sürekli olarak seyahat eden, bir
şehirden diğerine giden Ebû Bekr el-Harizmî, hayatının bundan sonraki
bölümünü Nisabur’da geçirdi. Öğrenci yetiştirmekle, edebî çalışmalarıyla
meşgul oldu. Ancak, ölümünden kısa bir süre önce kendisini kıskanan
kişilerin davetiyle 382/992’de Nisabur’a gelen Bediüzzaman el-Hemedanî ile
edebî münazaralarda mağlup ilan edildi. Bunun sonrasında 383/993 tarihinde
Nisabur’da öldü.
Ebû Bekr el-Harizmî tartışmasız döneminin en büyük şair ve edibidir.
Hicivlerinin ve methiyelerin yanında mersiye, gazel ve tasvir türünde yazdığı
şiirleriyle tanınmıştır. Bunları bir divanda toplamıştır. Ancak, şiirlerinde
zaman zaman gösterdiği tutarsızlıklar, önceden methiye yazdığı bir kişiyi,
sonradan hicvetmesi, onun hayatını da etkilemiş ve sürekli şehirden şehire
dolaşmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle de “Onun dostluğu sabahtan akşama
kadar sürer” şeklindeki hicivlere hedef olmuştur[1842].
Ebû Bekr el-Harizmî’nin şiir çalışmalarının dışında, devlet adamları,
talebeleri ve dostlarıyla yaptığı yazışmaları içeren risaleleri bulunmaktadır.
Sayıları 150’yi bulan bu risaleler, onun çeşitli konulardaki düşüncelerini,
şahsî ilişkilerini, akide ve üslunubu anlatan, döneminin siyasî ve sosyal
yapısını aksettiren çok önemli vesikalardır. Günümüze ulaşan bu vesikaların
el-Resail (Resailü Ebi Bekr el-Harizmî) adıyla çeşitli neşirleri yapılmıştır.
Diğer taraftan Ebû Bekr el-Harizmî güvenilir bir lügat ve neseb alimi olarak
ün kazanmıştır[1843].

B) Farsça Şiir Yazan Şairler


1) el-Rûdekî
Ebû Abdullah Cafer b. Muhammed b. Hakim el-Rûdekî el-Semerkandî.
Semerkand’da bağlı Rûdek kasabasında doğdu. Onun doğuştan yada
sonradan kör olduğuna dair çeşitli görüşler bulunmaktadır[1844].
Küçük yaştan itibaren ilim öğrenmeye başladı. Dinî ilimlerin yanında
Arapça, felsefe ve mantık öğrendi. Sekiz yaşında iken Kur’an’ı ezberledi. İlk
şiirlerini de bu sırada yazdı. Güzel bir sese sahip olmasının yanında, bir çok
musikî aletini çalabiliyordu. Bu özellikleri sayesinde Sâmânî sarayında
kendisine çok önemli bir yer edindi. Büyük bir servet kazandı. 2000 gulâma
ve 400 deveye sahipti. II. Nasr’ın veziri Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî’den himaye ve
teşvik gördü. Ancak, vezirin ölümünden sonra saraydan kovuldu. Yeniden
doğduğu kasaba olan Rûdek’e döndü. 329/940-941 tarihinde burada öldü.
İran şiirinin ilk büyük şairi olarak kabul edilen el-Rûdekî’nin gazel,
mesnevî, rubaî tarzındaki çalışmalarından günümüze ancak parçalar
gelebilmiştir. Bunların büyük kısmı ise, hayatının son dönemlerine aittir.
Onun tarafından söylenen şiirlerle ilgili olarak 1.300.000 ile 700.000 beyit
arasında rakamlar telaffuz edilmektedir. Ancak, bütün bu rakamların
mübalağalı olduğu anlaşılmaktadır.
el-Rûdekî, Sâmânî sarayında kaldığı dönem içinde yazdığı şiirler sayesinde
II. Nasr üzerinde büyük bir etkiye sahip olmuştu. Nitekim, II. Nasr
311/922’de Buhara’dan ayrılarak Herat ve Badgis taraflarına giderek çiçek ve
portakal bahçeleriyle çevrili çok güzel bir bölgede ikamete başlamıştı.
Bölgenin güzelliği sebebiyle sürekli olarak Buhara’ya geri dönme zamanını
tehir ediyordu. Bu durum dört sene devam etti. Burada kalış süresinin
devamlı olarak uzaması üzerine hükümdarın maiyeti durumdan şikayetçi
olmaya başlamışlardı. el-Rûdekî’ye baş vurarak, Buhara’ya geri dönülmesi
için hükümdar üzerindeki etkisini kullanmasını rica ettiler. Bunun üzerine el-
Rûdekî, Cûy-i Mûliyân ile ilgili bir şiir kaleme alarak uygun bir zamanda
hükümdara okudu. Şiir karşısında heyecanlanan II. Nasr, el-Rûdekî’yi
ödüllendirdiği gibi, derhal Buhara’ya dönülmesini emretti.
el-Rûdekî’nin diğer bir önemli çalışması ise yukarıda da bahsettiğimiz
Kelile ve Dimne’nin manzum olarak Farsçaya tercümesidir[1845].
2) el-Dakikî
Ebû Mansur Muhammed b. Ahmed el-Dakikî el-Tûsî’in 320-330/932-942
tarihleri arasında doğduğu tahmin edilmektedir. Tûslu bir aileye mensuptu.
Ailesi, un işiyle uğraştığı için el-Dakikî nisbesini almıştı. Genç yaşta şiir
yazmaya başladı. Avfî, onun şiirlerini “ince bir ağdan daha zarif” olarak
tasvir etmektedir[1846].
Şiirlerinde zaman zaman kullandığı zerdüştlük teması nedeniyle bu dine
mensup olduğu ileri sürülmüştür. Ancak, bu görüşlerin doğruluğu
kanıtlanamamıştır. el-Dakikî, 346/957-958 senesinde Tûs valisi Ebû Mansur
Muhammed b. Abdürrezzak için, daha önce Ebû Mansur el-Ma‘merî’nin
başkanlığında zerdüşt dinine mensup dört kişi tarafından derlenen mensur
Şahnâme’yi nazma dökmek işini üzerine almıştı[1847].
Ancak, eserin ilk 1.000 mısrasını tamamladığı sırada kölesi tarafından
öldürüldü. Eser, daha sonra Firdevsî tarafından tamamlandı. el-Dakikî’nin
şiirlerinden zamanımıza sadece biyografi kitaplarında yer alan bazı parçalar
ulaşabilmiştir[1848].
3) Ebû Şekûr el-Belhî
Hayatıyla ilgili fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Muhtemelen, II. Nasr ile
oğlu I. Nuh devirlerinde yaşamıştır. Nisbesinden de anlaşılacağı üzere
Belhlidir. Buhara’ya yerleşmiş ve burada Sâmânî hükümdarlarına ve devlet
ileri gelenlerine yazdığı methiyelerle geçimini sağlamıştır.
Ebû Şekûr el-Belhî Aferin-nâme adıyla ahlak konusundaki düşündelerini
açıkladığı fıkraların, özdeyişlerin, hikmetli sözlerin yer aldığı eserini Sâmânî
hükümdarı I. Nuh b. Nasr’a sunmuştur. Şehnâme’nin 2/3’ü hacminde olduğu
söylenen bu eserden zamanımıza ancak bazı parçalar ulaşabilmiştir.
Bunlar, Ebû Şekûr el-Belhî’nin diğer şiirleriyle birlikte G. Lazard
tarafından Fransızça tercümeleriyle birlikte Les Premies Poetes Persans adlı
çalışmasında neşredilmiştir[1849].
4) Muncik el-Tirmizî
Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed el-Tirmizî. Muncik lakabıyla bilinirdi.
Sâmânîlerin son dönemlerinde yaşamış olan Muncik, Çağaniyan’ın yerel
hakimleri olan Muhtacoğullarının sarayında aranılan bir şair olmuştur. Onlara
yazdığı methiyelerden elde ettiği paralarla geçimini sağlardı[1850].
5) el-Kisaî
Ebu’l-Hasan (Ebû İshak) Mecdüddin el-Kisaî el-Mervezî el-Hakim.
341/953 tarihinde Merv’de doğdu. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. el-
Avfî, onu Gazneliler dönemi şairleri arasında zikretmesine rağmen, el-Kisaî
bir şair olarak yeteneklerini ilk olarak Sâmânî sarayında göstermiştir.
Sâmânî hükümdarları adına yazdığı kasideleri bulunmaktadır. el-Kisaî,
yaşam tarzı olarak sade ve basit bir yaşamı tercih etmiştir. Bu durum
şiirlerinde açıkça kendisini hissettirmektedir. Şiirlerinin önemli bir kısmı
zühd hakkındadır. Yine Hz. Ali’yi ve ehl-i beyti öven şiileri vardır.
el-Kisaî, 392/1002 tarihinde ölmüştür. Onun yazdığı şiirlerden günümüze
ulaşan parçalar Ethe tarafından Die Lieder des Kisaî adı altında
yayınlanmıştır[1851].

C) Edebî Çalışmalar
1) Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî
Sâmânîler Devleti’nin ilk dönem vezirlerinden biri olan Ebu’l-Fazl el-
Bel’âmî, aynı zamanda belagat ve edebiyat hakkında büyük bir bilgi
birikimine sahipti. Bu konularla alaklalı olarak el-Telkihü’l-belaga ve
Kitâbü’l-makalat adlı iki eser yazmıştır. Ancak, bunların hiçbiri günümüze
gelmemiştir. Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî’nin, bunlardan başka Sâmânî
hükümdarlarının emir ve kararlarını içeren ve Tevkî‘ât-ı Bel’âmî olarak
bilinen bir eseri daha bulunmaktadır. Bu eser, yazıldığı dönem içinde iyi bir
katip olabilmek için okunması gereken başlıca kaynaklardan biri olarak kabul
edilmekteydi[1852].
2) Ebü’l-Müeyyed el-Belhî
Hayatı hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. Ancak el-Avfî’nin, onu Sâmânîler
devri şairleri arasında zikretmesinden X. yy’da yaşamış olduğunu
anlamaktayız. Ebü’l-Müeyyed el-Belhî döneminde gelişmekte olan İran
edebiyatı için önemli bir şahsiyettir. Bu konuda Şahnâme-i Büzurg, Yûsuf u
Züleyha ve Kitâb-ı Gerşasb adlı eserleri kaleme almıştır. Bunların içinden
sadece Şahnâme-i Büzurg’dan bazı parçalar zamanımıza gelebilmiştir. Ebü’l-
Müeyyed el-Belhî’nin çalışmaları kendisinden sonrakilere kaynaklık etmesi
açısından önemlidir[1853].
3) Firdevsî
329/940 senesinde Tûs’a bağlı Bâz köyünde doğdu. Hayatının ilk
dönemleri hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Hatta adıyla ilgili de çeşitli
rivayetler mevcuttur[1854]. Edebî hayatına gazel ve kasideler kaleme alarak
başlayan Firdevsî, Farsça’nın yanında Arapça şiirler de yazmıştır. Babasından
yada Zerdüşt rahiplerden öğrendiği Pehlevice sayesinde eski İran tarihine ait
eserleri okumuş ve araştırmalar yapmıştır.
Firdevsî, kendisine asıl şöhretini kazandıracak olan Şehnâme’nin yazılması
işini 370/980 veya 380/990 yılında üzerine aldı. Bilindiği gibi daha önce
Dakikî tarafından yazılmaya başlanan eser, onun öldürülmesi üzerine yarıda
kalmıştı. Tûs valisi Hüseyn-i Kuteybe’nin teşvik ve himayesiyle yeniden
Şehnâme’nin yazımına başlayan Firdevsî 394/1004-1004 senesinde eserin
yazımını tamamladı. Gazneli Mahmud’a sundu. Ancak, beklediği ilgiyi
göremedi. Hatta, eserde yer alan Rüstem’in kahramanlıkları konusunda
girdiği dialog nedeniyle Gazneli Mahmud ile arası açıldı. Bunun üzerine
Gazne’den kaçmak zorunda kalan Firdevsî, önce Herat’a, oradan da
Taberistan’a gitti. Bir müddet sonra Tûs’a geri döndü ve 411/1020 tarihinde
öldü. Firdevsî’nin ölüm tarihinin 416/1025 olduğuna dair görüşler de
bulunmaktadır.
Dakikî tarafından yazımına başlanan ve Firdevsî tarafından tamamlanan
Şehnâme’de İran ile Turan arasındaki mücadeleleler, efsanevî İran hükümdar
ve kahramanlarının hikayeleri anlatılmaktadır. Sade bir üslupta yazılmış olan
eserde Arapça kelimelerden mümkün olduğunuca kaçınılmıştır. Eser dört ana
bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerde, Pişdadîler (15 hükümdar), Keyânîler
(10 hükümdar), Zerdüşt’ün ortaya çıkışı ve Ahemenîler devri, Eşkânîler ve
Sasanîler (9 hükümdar) dönemi anlatılır. Bütün bu olayların anlatımıyla
48.000 ila 52.000 beyitlik manzum bir eser meydana getirilmiştir. Firdevsî,
Şehnâme’yi yazarken Avesta’dan, Huday-nâme’den[1855], X. yy.’ın ilk
yarısında bu konuda yapılmış olan ilk derlemelerden, Ebu’l-Müeyyed el-
Belhî’nin mansur Şehnâme’si ile Huday-nâme’de yer almayan halk
rivayetlerinden faydalanmıştır.
Firdevsî, bir arkadaşının elindeki mensur bir şehnâme ile kendisine
geldiğini ve onu bu eseri nazma dökmeye teşvik ettiğini söylemektedir.
Ayrıca, eserin yazımı sırasında da fakirlikten ve himayesizlikten şikayet
etmiştir. Eserinde hiçbir Sâmânî hükümdarının adına da rastlanmaz[1856].
V) Akli İlimler

A) Felsefe İlmi

İslam devletinin sınırlarının genişlemesine parelel olarak, İslam toplumu


farklı düşünce ve inanç sistemleri ile karşı karşıya gelmişti. Fetihler
sonucunda elde edilen bölgeler daha önceleri Eski Yunan, Hint ve İran
kültürlerine ev sahipliği yapmış olan yerlerdi. Dolayısıyla müslümanlarla,
buraların halkları arasında bir etkileşimin olması kaçınılmazdı. Bu etkileşim,
Emevîler devrinden itibaren kendisini göstermeye başlamış, Abbasîlerin ilk
yüzyılı içinde doruk noktasına ulaşmıştı. Bu konudaki en büyük rolü ise
yapılan tercümeler oynamıştır. Eski Yunan, Hint ve İran kültürlerine ait
felsefe, tıp, matematik, mantık, astronomi v.s. eserlerin Arapçaya
tercümesiyle, müslümanlar bu kültürlere ait ilmi çalışmaları ve düşünce
sistemini daha yakından tanıma imkanına kavuştular[1857]. Zaman içinde
yaptıkları çalışmalarla bu ilimleri geliştirdiler. Diğer taraftan, müslümanlar
bu kültürlere mensup kimselerle ortaya çıkan dinî problem ve tartışmalarda
kendi inanç ve düşüncelerini sistemli bir şekilde savunmak ve İslam dininin
üstünlüğünü kanıtlamak zorundaydılar. Bu ortam içinde öncelikle II/VIII
yy.’dan itibaren müslümanlar arasında kelam ilmi (Teoloji) gelişmeye
başladı. Kelamcılar dinin çizdiği sınırların dışına çıkmadan iman, tevhid,
kader, kaza v.d. dinî konuları yorumlamaktaydılar. Bir dönem sonra bu
konulardaki görüşlerini din ile sınırlandırmayan ve Eski Yunan felsefesinin
açık etkilerini taşıyan düşünürler ortaya çıktı. Bunlar felâsife (filozoflar) yada
hukemâ olarak isimlendirilirken diğerleri mütekellim yada ehlü’l-kelam
(kelamcılar) adını aldılar. Felsefecilerin ilk temsilcisi el-Kindî olup, onu el-
Fârâbî, İbn Sînâ ve sonraki dönemlerde bir çok filozof takip etmiştir[1858].
Sâmânîler Devleti coğrafyasında gerçek anlamda felsefe ile ilgili çalışmalar
yapan ilk alim, el-Kindî’nin talebesi olan Ebû Zeyd el-Belhî’dir. Yine, İslam
dünyasının yetiştirdiği en büyük filozoflardan el-Fârâbî ve İbn Sînâ bu
topraklarda doğmuştur. Bunlardan Ebû Nasr el-Fârâbî 258/871-872’de
Türkistan’ın Farab kuresinin Vesic şehrinde dünyaya gelmiştir. Eğitiminin
büyük bölümünü Buhara, Semerkand, Merv ve Belh gibi Sâmânî şehirlerinde
tamamlamıştır. Yaklaşık 40 yaşlarında iken Bağdat’a gitmiş ve hayatının geri
kalan kısmını burada ve Dımaşk şehrinde geçirmiştir. Ebû Nasr el-Fârâbî
339/950 senesinde Dımaşk’da ölmüştür. İlmî alandaki faaliyetlerinin ve
teliflerinin büyük bir bölümünün hayatının ikinci dönemine ait olması
nedeniyle el-Fârâbî’yi Sâmânîler dönemi filozofları arasında
zikretmeyeceğiz [1859].
1) Ebû Zeyd el-Belhî
Hayatı hakkında coğrafya kısmında bilgi verilmiştir. Ebû Zeyd el-Belhî,
felsefeyi Bağdat’da kaldığı sırada hocası filozof el-Kindî’den öğrenmiştir.
İlahî bilginin (dinin) daha iyi anlaşılmasının beşerî bilgideki artış ve derinliğe
bağlı olduğunu, bunun için de felsefe tahsilinin gerekli olduğunu
benimsemişti[1860]. Bu doğrultuda din ile felsefeyi uzlaştırmaya çalışmıştır.
Diğer taraftan, Eski Yunan felsefesi konusunda oldukça kapsamlı bir bilgi
birikimine sahipti.
Onu diğer filozoflardan ayıran en büyük özelliği ise, felsefî araştırmalarını
din sınırları içinde ele almasıdır. Bu durum, el-Belhî’yi kelamcılara
yaklaştırmaktadır. Esmâüllah te‘âlâ ve sıfâtuhu, Şerâ‘i’u’l-edyân ve el-İbâne
‘an ‘ileli’l-diyane adlı eserleri kelama ait konular içermektedir. Öte yandan
el-Belhî’nin yazdığı eserlerin hemen hepsinde felsefî bir yaklaşımın olduğu
görülmektedir. İbn el-Nedim, eserlerindeki bu felsefî ağırlığı belirtmekle
birlikte el-Belhî’yi edebiyatçılar kısmına dahil etmiştir[1861].
Ebû Zeyd el-Belhî doğrudan felsefe ile ilgili olarak Aksâmü’l-‘ulûm adlı bir
eser kaleme almıştır. Büyük ölçüde hocası el-Kindî’nin görüşlerinden
esinlendiği bu eserinde felsefî ilimlerin tasnifini yapmıştır[1862].
İbn el-Nedim, bundan başka felsefe ile ilgili Ebû Zeyd el-Belhî tarafından
kaleme alınan Hudûdü’l-felsefe ile İnşau ulumi’l-felsefe adlı bir kitapların
adını zikreder[1863].
2) el-Nâtilî
Ebû Abdullah el-Hüseyin b. İbrahim b. el-Hasan el-Taberî el-Nâtilî, aslen
Taberistanlıdır. Buhara’da bulunduğu sırada İbn Sînâ’ya felsefe, mantık ve
matematik dersleri vermiştir. el-Natilî, Horasan valisi Ebu’l-Hasan el-Simcûrî
adına yunanlı alim Dioskarides’in Kitâbü’l-Hasâyis adlı eserinin yeni bir
tercümesini yapmıştır[1864].
3) İbn Sînâ
Ebû Ali el-Hüseyin b. Abdullah b. Ali b. Sina, Safer 370/980-981 tarihinde
Buhara’ya bağlı Afşina’da doğdu. Babası aslen Belhli olup, sonradan
Buhara’ya yerleşmiş ve Sâmânîler Devleti’nin hizmetinde memur olarak
görev yapmıştı. İbn Sînâ küçük yaştan itibaren gerek dinî ve gerekse aklî
ilimler konusunda çok iyi bir eğitim aldı. Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Hanefî
fakîhlerinden Ebû Muhammed İsmail el-Zahid’den fıkıh okudu. Ebû Bekr el-
Berkî’den dil ve edebiyat dersleri aldı. Diğer yandan, İsmailî görüşünü
benimsemiş olan babasının Buhara’daki evinde yapılan toplantı ve
tartışmalarda felsefe, geometri ve matematik konularındaki ilk bilgilerini
edindi. Babası vasıtasıyla o sırada Buhara’da bulunan Taberistanlı filozof
Ebû Abdullah el-Hüseyin b. İbrahim el-Natilî’den felsefe ve mantık dersleri
almaya başladı. Bir süre sonra hocasının bu konulardaki bilgilerinin yetersiz
kaldığı düşüncesiyle, onun da onayı ile Öklid’in Elementler ve Batlamyus’un
Almagest adlı eserlerinin büyük kısmını kendi başına okudu. Geometri ve
astronomi konusundaki bilgilerini ilerletti. Hocasının Buhara’dan
ayrılmasından sonra da felsefî eserler ve bunların şerhleri üzerindeki
çalışmalarını sürdürdü. Bu arada, Aristo’nun Metafizika adlı eserini defalarca
okumasına rağmen manasını ve içeriğini tam olarak anlayamadı. Ancak, bir
mezat sırasında tesadüfen satın aldığı el-Fârâbî’nin el-İbane adlı eseri
sayesinde metafizik konusundaki problemlerini çözümleyi başardı.
Aynı dönem içinde tıp ve eczacılık ile de ilgilenen İbn Sînâ, Ebû Sehl İsa b.
Yahya el-Mesihî ve Sâmânîlerin saray hekimi Ebû Mansur Hasan b. Nuh el-
Kûmrî’den tıp dersleri aldı. Felsefede olduğu gibi bir müddet sonra tıp ve
eczacılık konularındaki eserleri tek başına okumaya başladı. Teoriden pratiğe
geçerek tıp bilgisini arttırdı. Sâmânî hükümdarı II. Nuh’un yakalandığı ve
saray hekimleri tarafından tedavi edilemeyen bir hastalığını iyileştirmesi
üzerine Sâmânîlerin saray tabibliğine getirildi. Yeni görevi sayesinde oldukça
zengin bir birikime sahip olan Sâmânîlerin saray kütüphanesi Sıvan el-
Hikme’den faydalanma imkanı buldu. Daha önce hiçbir yerde görmediği tıp
ve felsefeye dair eserleri burada okudu.
Sâmânîler Devleti’nin 396/1005 tarihinde yıkılması üzerine İbn Sînâ,
kendisini bulup Gazne’ye götürmek isteyen Gazneli Mahmud’un takibinden
kurtulmak için önce Harizm’e gitti. Burada, Harizmşah Ali b. Me’mun’un
sarayında el-Birûnî, Ebû Sehl el-Mesihî ve İbn Irak gibi alimlerle sohbet ve
münazara fırsatını yakaladı. Ancak, Gazneli Mahmud’un ısrarı karşısında Ha-
rizm’den ayrılarak yedi yıl süreyle Horasan’ın şehirlerini dolaştı. Gazneli
Mahmud, onu bulmak için resmini yaptırıp çeşitli bölgelere gönderdi ise de
bir sonuç elde edemedi. İbn Sînâ, bu dönemin ardından önce Rey hakimi
Mecüdüddevle ve daha sonra Büveyhî hükümdarı Şemsüddevle’nin yanına
gitti. Şemsüddevle’nin vezirlik teklifini kabul ederek, onun ölümüne kadar bu
görevini sürdürdü. Hayatının son döneminde ise, siyasî gelişmeler
neticesinde bir süre hapsedilen İbn Sînâ, Kakûyîler emîri Alaüddevle
Muhammed tarafından kurtarıldı ve vezirlik makamına getirildi. On seneye
yakın bir süre bu görevini sürdürdükten sonra Alaüddevle’nin çıktığı bir sefer
sırasında Hemedan yakınlarında vefat etti (Ramazan 428/Haziran-Temmuz
1037)[1865].
Felsefî ekol olarak İbn Sînâ, el-Fârâbî, el-Kındî, İbn Rüşd gibi İslam
dünyasında yetişen en ünlü filozofların dahil olduğu Meşşaiyye (yürüyenler)
Ekolüne[1866] mensuptur. Meşşailer fikir olarak temelde Aristo’nun
felsefesini benimsemişlerdir. Aristo’nun yanında Eflatun ve Yeni
Eflatunculuktan da etkilenmişlerdir. Ancak, Meşşailerin hiç biri bütünüyle
Aristo’nun görüş ve fikirlerini benimsememişlerdir. Nitekim İbn Sînâ’da,
herşeyi madde olarak kabul eden Aristo’nun aksine ruhu esas almış ve
herşeyin, ruhun derece derece maddeleşmesi olduğunu savunmuştur. İbn
Sînâ, ruhu bir cevher olarak kabul etmiş ve Hayvanî ruh, nebatî ruh ve insanî
ruh olarak üçe ayırmıştır[1867].
İbn Sînâ, felsefe ve diğer ilimleri belirli bir düzene sokarak sistematik hale
getirmiştir. Bu nedenle de kendisine “el-Şeyhü’l-Reis” ünvanı
verilmiştir[1868]. Onun çalışmaları neticesinde kendi adıyla anılan bir felsefe
ekolü ortaya çıkmıştır. Bu ekolün en önemli temsilcileri arasında talebesi Ebû
Ubeyd el-Cüzcanî ve Ömer Hayyam vardır. Bunun yanında eserleri ve
düşünceleri yüzyıllar boyunca İslam dünyasındaki ve Avrupa’daki düşünce
sistemlerine ve bilimsel faaliyetlerine kaynaklık etmiştir[1869]. İbn Sînâ akılcı
bir filozof olmasına karşılık, dinin gerekliliği üzerinde de önemle durmuştur.
Ona göre din, fert ve toplumun mutluluğu için gereklidir.
İbn Sînâ’nın felsefesindeki ilk ve en temel nokta Allah’ın varlığını ispattır.
Bunun için ise, vacib kavramı, nedensellik ve hareket delillerini kullanmıştır.
İbn Sînâ varlığı zorunlu ve mümkün olmak üzere ikiye ayırmıştır. Burada
zorunlu varlık Allah’tır. Allah’ın varlığı ve mahiyeti ayrı olmadığı için cinsi,
faili, türü, eşi benzeri ve ortağı yoktur. Onun varlığı apaçıktır ve O, herşeyin
delilidir. İbn Sînâ, Allah’ı herşeyden mükemmel olarak görmüş ve O’ndan
daha mükemmel bir varlık düşünülemeyeceğini ortaya koymuştur. Mümkün
varlık ve akılın oluşmasında ise Eski Yunan’dan gelen ve el-Fârâbî’nin de
kullandığı “südûr (bir şeyin diğer bir şeyden ortaya çıkması” prensibini
kullanmıştır. Buna göre, Allah önce ilk akıllı yaratmıştır. Bu akıl ilk
prensiptir. Allah’a nispeti dolayısıyla varlığı zorunlu ve kendi açısından
mümkün bir varlıktır. Varlıktaki çokluktan ikilik ortaya çıkar. Bunun
neticesinde de diğer akıllar, nefs ve felek ortaya çıkar[1870].
İbn Sînâ’nın ahlak felsefesi ise, temel olarak hayır-şer kavramları üzerine
kurulmuştur. Ona göre şer, kısmen de olsa zorunludur. Zira salt iyi olan
vâcibu’l-vûcud’un dışındaki mümkün varlıkların imkan niteliği, aynı
zamanda onların eksik varlıklar oluşunun da sebebidir. Eksiklikte bir çeşit
kötülük olduğuna göre, kötülük içermeyen bir alem tasavvur etmek
imkansızdır. Bu nedenle de öncelikle hayır ve şerri kavramak için insandaki
cüzî iradenin varlığını kabul eder. Davranışlarından insanın kendisinin
sorumlu olacağını belirtir. Sonu mutlulukla bitecek eylemlerde bulunma
taraftarıdır. Bunları gerçekleştirmek için ise insanın nefsini yenmesi gerektiği
belirtir[1871].
İbn Sînâ bilginin sadece düşünceyle değil, sezgiyle de elde edilebilecği
görüşündedir. Mantık alanında, Aristo’nun Organon adlı eserini tek bir metin
halinde incelemiş ve “İsaguci (mantık ilmi)” terimini de bu esere ekleyerek,
Organon’daki bölüm sayısını dokuza çıkarmıştır. Onun bu zeylinin
sonrasında Organon artık dokuz bölüm halinde kabul edilmiş ve okunmuştur.
Yine bu konuyla alakalı olarak bir ilimler tasnifi yaparak ilimleri nazarî ve
amelî ilimler olarak ikiye ayırmıştır. Bu sıralamanın sonrasında ilimleri
gayelerine göre incelemiştir[1872].
Felsefe konusundaki görüşleriyle yüzyıllar boyunca doğu ve batı dünyasını
etkilemiş olan İbn Sînâ pek çok eser kaleme almıştır. Bunların içinde en
önemlisi Kitâbü’l-şifa’dır. Bu kitap, İbn Sînâ’nın felsefe konusunda yazdığı
en kapsamlı eseridir. Mantık, tabiiyyat, riyaziyyat ve ilahiyyat bölümlerinden
oluşan eser ansiklopedik bir düzene sahiptir. İlk neşri 1952-1983 yılları
arasında Kahire’de İbrahim Medkur başkanlığındaki bir heyet tarafından 20
cilt halinde yapılmıştır[1873].
el-Necat, el-Şifa’da anlatılan konuların okuyucu tarafından daha rahat bir
şekilde anlaşılmasını sağlamak üzere bu eserin bir özeti halinde yazılmıştır.
1593’de Roma’da yapılan bir baskısından sonra 1912 yılında Kahire’de
Muhyiddin Sabri el-Kürdî tarafından neşredilmiştir[1874].
el-İşarat ve’l-tenbihât: Felsefenin konuları arasında yer alan mantık,
ilahiyyat, tabiiyyat ve ahlak konularında kaleme alınmıştır. Eserde, ortaya
konulan görüşler el-Şifa ve el-Necat’a nazaran yeni bir sistematik içinde
verilmeye çalışılmıştır. Bu kitap İslam felsefe tarihinde en çok şerh edilmiş
eserlerden biridir. el-İşarat, ilk olarak 1892’de Leiden’de neşredilmiştir[1875].
Danişnâme-i Alâ’i; Felsefe konusunda Farsça yazılmış ilk eser olup,
Farsça’daki felsefe terminolojisinin gelişmesinde önemli etkileri olmuştur.
Muhammed Muin ve Seyyid Muhammed Mişkat bu eseri 1952 ve 1975
yıllarında Tahran’da yayınlamışlardır.
İbn Sînâ telif faaliyetlerine Buhara’da başlamıştır. Bu dönem içinde Sâmânî
hükümdarı II. Nuh adına, Makalatü’l-nefs adlı 10 bölümden oluşan bir eser
kaleme almıştır. Bu çalışma Almanca çevirisiyle birlikte neşredilmiştir.
Bunun dışında, yine Buhara’da felsefe literatürüne bir şerh olarak kaleme
aldığı 20 ciltlik el-Hasıl ve’l-mahsul isimli kitabı vardır. Fakat, günümüze
gelmemiştir[1876]. İbn Sînâ’nın bunların dışında felsefe konusunda bir çok
kitap ve risale kaleme almıştır[1877].

B) Tıp İlmi
II/VIII. yy’ın ortalarından itibaren, ağırlıklı olarak Yunancadan ve
Sanskritçeden yapılan tercümeler sayesinde İslam dünyasındaki tıp
çalışmaları büyük bir ivme kazanmıştı. Cündişapur Tıp Okulu’nda çalışmış
olan ve daha sonra Abbasîlerin hizmetine giren Nasturî Hıristiyan Buhtişu
ailesi de bu gelişimde önemli roller üstlenmişlerdir.
Buhtişu ailesine mensup Curcis b. Buhtişu (ö.152/769), Halife Mansur
adına Yunanca ve Süryanice bir çok tıp eserini Arapçaya tercüme
etmiştir[1878]. III/IX. yy.’da bu tercüme faaliyetlerine Huneyn b. İshak
(ö.260/873), Yuhanna b. Masaveyh (ö.857) ve diğerleri de katıldı. Bunlar,
yaptıkları tercümelerin dışında orijinal eserler de kaleme almışlardır. Aynı
dönem içinde, Emevîler zamanından itibaren kurulmaya başlayan
bimaristanlar (hastaneler), bu dönemde daha da fazlalaştı.
IV/X. yy.’a gelindiğinde tıp konusunda başlatılan telif faaliyetleri dev
külliyatlara dönüştü. Tıbbın yanısıra felsefe ile uğraşan tabibler bu döneme
damgasını vurdular. Muhammed b. Zekeriyya el-Razî’nin el-Havi ve
Kitâbü’l-tıbbi’l-Mansurî adlı eserleri ile bir dönem Sâmânîlerin saray hekimi
olarak görev yapan İbn Sînâ’nın el-Kanun fi’l-tıbb adlı dev çalışmasıyla
İslam tıbbı zirve noktasına ulaştı.
Ancak, bu dönemde Sâmânî toprakları dahilindeki tabiblerin faaliyetleri ve
ne kadar maaş aldıkları konusunda elimizde yeterli malumat yoktur. Bununla
birlikte, X. yy’da Sâmânî topraklarını gezen İbn Havkal bu devlete hizmet
eden memurların hepsinin aynı maaşı aldıklarını aktarmaktadır[1879]. Miktar
sadece görev yapılan şehirlere göre değişmekteydi.
Örneğin, bir posta memuru Semerkand’da 750 dirhem maaş alıyordu. Aynı
miktar kadı ve muhtesib için de geçerliydi. Buna göre tabibler de bir kadı,
yada muhtesib ile aynı maaşı alıyorlardı. Frye, Sâmânîler devrinde Arap
modelinden esinlenerek bilhassa son dönemde ilaçlar ve tıp konusunda
Farsça bir çok eser yazıldığını söylemektedir[1880]. Ancak, bunlarla ilgili
herhangi bilgi vermemiştir. Bu mütaaladan sonra, kaynakların elverdiği
ölçüde Sâmânîler devletine hizmet eden ve eser yazan tabibler hakkında bilgi
verilmeye çalışılacaktır.
1) Ebû Bekr Muhammed b. Zekeriyya el-Razî
250/864-865 tarihinde Rey’de doğdu. Bu şehirde yetişti. Daha sonra
Bağdat’a yerleşerek uzun yıllar Bağdat Hastanesi’nde baş hekim olarak
çalıştı. 313/925 tarihinde burada öldü[1881]. el-Razî yaşadığı mekan olarak
Sâmânîler Devleti coğrafyasının dışında kalmaktadır. Ancak, Sâmânî
ailesinin bir üyesi olan Rey valisi Mansur b. İshak adına yazdığı tıp
konusundaki eseri nedeniyle kendisine bu bölüm içerisinde yer verilmiştir.
el-Razî’nin bu eseri batıda Liber Almonsaris olarak bilinen Kitâbü’l-tıbbi’l-
Mansurî adlı kitabıdır. Kitap, on bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümünde
tıp ilminin genel bir tarifi ve konuları ele alınmıştır. İkinci bölümde insan
vucudunun anatomisi, zihinsel hastalıklar ve etkileri anlatılır. Üçüncü
bölümünde gıdalar ve bunların hastalık tedavisindeki etkileri, dördüncü
bölümünüde sağlığı korumak için yapılması gereken şeyler konusunda
bilgiler verilir.
Beşinci bölüm Ziynet (kozmetik v.s.) hakkındadır.
Altıncı bölümde yolculuk sırasında sağlık konusunda dikkat edilmesi
gereken kurallar sıralanmıştır.
Yedinci bölüm çeşitli yaralanmalar ve cerahatin tedavisi anlatılır.
Sekizinci bölüm zehirlenmeler ve böyle bir durumda uygulanması gereken
tedavi yöntemleri ele alınır.
Dokuzuncu bölüm, o dönemdeki ve geçmiş dönemlerde ortaya çıkan
hastalıklar hakkında bilgi verilir.
Onuncu bölüm ise tabiat ilmini (umuru’l-tabiyye) ele almıştır. Bu eser, İbn
Sînâ’nın el-Kanun adlı eserine kadar en çok kullanılan tıp kitablarından biri
olmuştur[1882].
2) Ebû Zeyd el-Belhî
Ebû Zeyd el-Belhî tıp konusunda Mesâilü’l-ebdan ve’l-enfüs adlı bir eser
kaleme almıştır. Bu çalışma tıp ve ahlak başlıkları altında iki ana bölümden
oluşmaktadır. el-Belhî bu eserinde, beden ve ruhun bir bütün olduğu
görüşünden hareketle, bu ikisi arasındaki müspet yada olumsuz etkileşimin
insan üzerindeki tesirlerini ortaya koymaya çalışmıştır.
Dış çevreden akseden davranışların, yemek-içmek, uyumak gibi doğal
aktivitelerin beden ve ruh sağlığı açısından önemine işaret eder. Ortaya çıkan
ruhî yada fiziksel hastalıkların tedavisinde müziğin olumlu bir rol
üstlenebileceğini belirtir.
el-Belhî, bu eseriyle İslam dünyasında tıp ve ahlak konularını aynı ilmî
disiplin içinde birleştiren düşüncenin öncüsü olmuştur. Mesâilü’l-ebdan Fuat
Sezgin tarafından 1984’de Frankfurt’da neşredilmiştir[1883].
3) Ebû Mansur el-Hasan b. Nuh el-Kumrî
Sâmânî coğrafyasında yaşamış olan tabiblerden biri de Ebû Mansur el-
Kumrî’dir.
Aslen Buharalıdır. II. Nuh b. Mansur döneminde saray tabib-liği görevinde
bulunmuştu. Zamanının en seçkin tabiblerinden biri olan el-Kumrî tıbbın
yanında usul ve furûk konularında da bilgi sahibi bir alimdi. İbn Sînâ’ya tıp
dersleri vermiştir. el-Kumrî’nin bu konuda telifleri de bulunmaktadır.
Bunlardan ilki Kitâbü’l-gina ve’l-müna’dır. Eser el-Künnaş olarak da
bilinmektedir. Perhiz, humma ve dış hastalıklar konusunda bilgiler veren çok
güzel bir eserdir. el-Kumrî, burada hastalıkların sebeblerini ve en iyi hangi
metodla tedavi edilebileceği konularını ele almıştır.
el-Tenvir fi istılahati’l-tıbbiyye; Tıbbi tabirlerin açıklamalarının yapıldığı
bu eserin İstanbul’un çeşitli kütüphanelerinde yazma nüshaları
bulunmaktadır. Kumrî’nin bunlardan başka İlelü’l-ilel ve Şemsiyyetü’l-
Mansuriyye fi’l-tıb adlı eserleri bulunmaktadır[1884].
4) Ebû Selh el-Mesihî
Ebû Sehl İsa b. Yahya el-Mesihî el-Cürcanî, Cürcan’da doğdu. Doğum
tarihi bilinmemektedir. Nasturî Hıristiyanlardandır. Eğitimini Bağdat’da
tamamlamış daha sonra Horasan’a yerleşmiştir. Çok iyi bir tabib olan el-
Mesihî, İbn Sinâ’ya tıp dersleri vermiştir. el-Mesihî tıp konusunda gözlem ve
araştırmaya büyük önem veren bir tabibti. 40 yaşında vefat etmesine rağmen,
bu konuda oldukça kapsamlı çalışmaları bulunmaktadır. Onun eserleri,
muhteviyatının yanında yazımı ve dilinin mükemmelliği ile de dikkat
çekmektedir. Bunlardan ilki Kitâbü’l-mi‘e fi sına’ati’l-tıbbiyye’dir. el-Mesihî,
burada kendi tıp usulünü “çok araştırma (gözlem) ve az tekrar yapmak en çok
tercih edilen tedavi metodudur” sözleriyle ortaya koymuştur. Bu esere
Eminüddevle b. el-Tilmiz tarafından bir haşiye yazılmıştır.
Kitâbü’l-tıbbi’l-küllî; İki bölüm halinde ele alınmış olup bölümlerden biri
çiçek hastalığı hakkındadır.
Risale fi tahkik emri’l-veba ve‘l-ihtiraz ‘anhü ve islahihi : Veba hastalığının
ele alındığı bu eser Harizmşah Ebu’l-Abbas el-Me’mun’a ithaf edilmiştir. Bir
nüshası Şehid Ali Paşa kütüphanesinde bulunmaktadır.
el-Mesihî’nin, bunlardan başka Usulü’l-tıbb, İhtisaru’l-Macestî, Kitâbü
izhari hikmetullahi’l-te’ala fi halki’l-insan, Ta’birü’l-rüyâ adlı eserleri
vardır[1885].
5) İbn Sînâ
İbn Sînâ filozofluğunun yanında İslam dünyasında yetişen en büyük
tabiblerden biridir. Felsefe ilimlerinde olduğu gibi tıp konusunda da,
kendisinden sonra gelenler için yol gösterici ve eserleri sürekli aranılan bir
tabib olmuştur. İbn Sînâ, tıpta Galen’i takip etmesine rağmen pratikte ve
uygulâmada onu çok gerilerde bırakmıştır. Bunun yanında zaman zaman Çin
ve Orta Asya tıbbından da faydalanmıştır. İbn Sînâ’ya göre tıp, tabii ilimlerin
bir alt dalıdır. Dolayısıyla da ilkelerini tabii ilimlerden almaktadır.
Diğer taraftan İbn Sînâ, tıp konusunda uygulâmaya büyük önem vermiştir.
Nitekim kendisi, Sâmânî sarayında II. Nuh’un hastalığının tedavisiyle
başlayan ve Büveyhî saraylarında devam eden bir çok başarılı tedavî
uygulâmalarıyla büyük bir ün kazanmıştır. Onun tıp sahasında yazdığı en
kapsamlı eser el-Kanun fi’l-tıbb adlı beş kitaptan meydana gelen büyük
külliyattır. Eserini yazarken, tabiblere tıp ilminin teorisi hakkında, şüpheye
düşmeyecekleri standart bir uygulâma kılavuzu sunmayı planlamıştır. Bu
nedenle, el-Kanun tıp ile ilgili bütün meseleleri kapsayacak, tıp eğitimi almak
isteyenlerin rahatlıkla kullanabilecekleri şekilde ve sistematik olarak kaleme
alınmıştır.
Birinci kitapta tıp ilminin genel ilkeleri ele alınmıştır. Bu kitap kendi içinde
de dört bölüme ayrılmıştır. İkinci kitapta hastalıkların tedavisinde hastaya
kolaylıkla uygulanabilecek 800 kadar ilacın listesi verilmiştir. Üçüncü kitapta
sağlığı korumak için yapılması gereken şeyler ele alınmıştır.
Dördüncü kitap çeşitli hastalıklar ve bunların tedavisiyle ilgilidir. Beşinci
kitapa ise 650’ye yakın ilacın yapımı ve kullanımı anlatılmıştır. el-Kanun fi’l-
tıbb yazıldığı dönemdeki tıp çalışmaları içinde zirve olarak kabul
edilmektedir. Gerek batıda ve gerekse doğuda çeşitli şerhleri, ihtisar ve
tercümeleri yapılmıştır. XV. yy.’da Latince’ye tercüme edilen eser yıllarca
Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.
Osmanlılar devrinde Tokatlı Mustafa Efendi eseri 20 cilt halinde Türkçeye
tercüme etmiştir. İlk olarak Mısır Bulak’da 3 cild halinde neşredilen el-
Kanun’un günümüzde çeşitli neşirleri ve kısmî tercümeleri yapılmıştır.
Örneğin, Fuat Sezgin, eseri 1996 yılında Franfurt’da üç cilt olarak
neşretmiştir. Eserin birinci kitabı da Esin Kahya tarafından günümüz
Türkçesine çevrilmiş ve bu çeviri 1995 senesinde Ankara’da
yayınlanmıştır[1886].
İbn Sînâ’nın tıp konusundaki bir diğer eseri ise Urcûze fi’l-tıbb’dır. el-
Kanun’nun özeti niteliğindeki bu eser teori ve uygulâma olmak üzere iki ana
bölüme ayrılmıştır. Teorik kısımda dört unsur, mizaclar, muhtelif hastalıklar,
pratik kısımda ise, genel sağlık kuralları, ilaçlar, besin maddeleri ve belli
başlı tedavi prensipleri ele alınmıştır. İbn Rüşd tarafından yapılan bir şerhi
mevcuttur. Urcûze fi’l-tıbb 1829’da Kalküta’da neşredilmiştir[1887].
Yukarıda aktardığımız eserlerden başka İbn Sînâ’nın tıp sahasında kaleme
aldığı çeşitli kitap ve risaleleri bulunmaktadır. Def‘ü’l-mazarri’l-külliye
‘ani’l-ebdani’l-insaniyye, Tedbirü’l-müsafir, el-Tıbb, Urcûze fi’l-fusûli’l-
erba‘a, el-Kulenc, el-Nabz, el-Urûkü’l-mefsude bunlardan bazılarıdır[1888].

C) Astronomi, Matematik İlimleri


Müslümanlarda, astronomi konusundaki çalışmalar, Abbasîlerin başlarında
Hindistan’dan Bağdat’a getirilen Sindhanta adlı eserle başlamıştır. Bu kitap,
İbrahim el-Fezarî tarafından Arapçaya tercüme edilmiştir. Aynı dönem
içinde, Pehleviceden zik denilen astronomi tabloları zic adı altında Arapçaya
çevrilmiştir.
İlk tercümelerin Pehleviceden yapılmasına rağmen, Müslümanlar daha çok
Eski Yunan astronomisinden etkilenmişlerdir. Nitekim, müslüman alimleri
astronomi ilminin temel hareket noktasını Aristo ve Batlamyus’un yer
merkezli sistemi (yer kürenin hareketsizliği) oluşturmaktaydı. Müslümanlar,
Eski Yunan’dan astronomiye dair çeşitli eserler tercüme ettiler. Özellikle
Ptolemios’un Almagest adlı eseri dört ayrı mütercim tarafından Arapçaya
çevrilmişti[1889]. Bunu aynı dilden yapılan diğer tercümeler takip
etmiştir[1890].
Kadrant, Usturlab, dial, glob gibi astronomi aletleriyle ilk çalışmalar İran’ın
güney batısındaki Cündişapur şehrinde yapılmaya başlandı. Bunu, halife
Me’mun devrinde Bağdat’daki Şemmasiye rasathanesinde, Sincar Ovasında,
Dımaşk’ın dışındaki Kâsiyûn Dağı’nın zirvesinde kurulan rasathanede
yapılan çalışmalar takip etti. Gökyüzünün hareketleri, güneşin ekliptik
düzleminin eğimi, güneş yılının hesaplanması gibi konularda araştırmalar
yapıldı. Müslüman astronomlar, yeryüzünün büyüklüğünü tasbit etmek
gayesiye bir boylam derecesinin uzunluğunu ölçmek için çalışmalar yaptılar.
Neticede, bunun uzunluğunu 56 2/3 olarak tesbit ettiler. Elde edilen sonuç
bugünkü ölçümlerden sadece 900 metre fazladır. el-Harizmî, Habeş el-Hâsib,
Maşallah, Sind b. Ali gibi alimlerin çalışmaları sayesinde astronomi
konusunda önemli gelişmeler kaydedildi. Yeni zicler ve astronomi kitapları
yazıldı[1891].
İslam dünyasında Matematik konusunda yapılan ilk çalışmalara
baktığımızda ise, Müslümanlar, İbrahim el-Fezarî’nin Pehlevîceden yaptığı
tercümeler sayesinde sıfırlı Hind sayıları İslam dünyasına girdi. III/IX. yy’ın
büyük matematik ve astronomi alimi el-Harizmî’nin (ö.237/847’den sonra)
Kitabü’l-Hisâbi’l-Hindî adlı eseriyle birlikte İslam dünyasında bu sayıların
kullanılması yaygınlaştı. Ancak, sayıları ifade etmek için kullanılan ve
Hisâbü’l-cumel denilen alfabe harflerinin veya kelimelerin kullanılmasına da
devam edildi. Yine, el-Harizmî’nin el-Cebr ve’l-mukabele adlı eseri ve daha
sonraki bazı alimlerin kitaplarıyla cebir, hesab ilminden farklı bir ilim dalı
olarak gelişti[1892].
Sâmânîler Devleti’nin egemenliğindeki bölgelerde ise, astronomi ve
matematik konularında çok önemli çalışmalar yapılmamıştır. Bununla birlikte
özellikle Sâmânîlerin ilk dönemlerinde Belh ve Semerkand’ta güneş ışığının
düşme açısı ile çeşitli şehirler arasındaki boylam mesafeleri konusunda
gözlemler yapıldığını biliyoruz. Sâmânî topraklarında matematik ve
astronomi ile ilgili çalışmalar yapan alimler ve başlıca eserlerini şöyle
özetleyebiliriz:
1) Ebû Davud Süleyman b. İsmet el-Semerkandî
Hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Semerkandlı olan
Süleyman b. İsmet, matematik ve astronomi çalışmalarını bir arada
yürütmüştür. 276/889 senesinde Belh şehrinde güneş ışınlarının yeryüzüne
düşme açısı ile ilgili çeşitli gözlemler yapmıştır. Bu gözlemlere göre, güneş
ışınlarının yeryüzüne düşme açısı 55 derecedir. Bunun yanında Gürgenc
(Cürcaniyye) ve Belh şehirleri arasındaki boylam mesafeleri konusunda da
çeşitli ölçümler yapmıştır. el-Birunî, onun yaptığı bu araştırmalardan
faydalanmış ve bazı eksikliklerini gidermiştir. Süleyman b. İsmet’in
astronomiye dair; Misahatü zevati’l-nevahi, Zîcü Nayyireyn, Makale fi
ameli’l-âla li ma‘rifeti ru‘yat el-Ehille, Öklides’in eserinin onuncu
makalesine şerh olarak yazdığı Makale fi zevati’l-asman ve munfasilât elleti
fi’l-makaleti’l-aşire min Kitâb-i Öklides adlı eserleri vardır[1893].
2) İbn Hafif el-Semerkandî
Ebu’l-Feth el-Said b. Hafif el-Semerkandî. IV/X. yy’da yaşamıştır.
Astronomiye dair Risale fi istihrac sa’at el-best ve-sa’ir-i evkat el-leyl ve’l-
nehar adlı bir eseri vardır. Burada gece ve gündüz süreleri konusunda yaptığı
gözlemlerini ele almıştır. Yine bu konuda kaleme aldığı Tahdid el-sa’at ve
Cedavilül’l-zill adlı iki eseri daha bulunmaktadır[1894].
3) Ebu’l-Haccac el-Nisaburî
Ebu’l-Haccac Yusuf b. Ahmed el-Nisaburî. IV/X. yy.’da yaşamasına
rağmen hayatı hakkında hiçbir bilgi yoktur. Ancak, nisbesi nedeniyle
Nisabur’da yaşamış olabileceği düşünülerek burada ele alınacaktır. Ebu’l-
Haccac el-Nisaburî’nin matematiğe dair Buluğü’l-tûllab ile’l-hakaik fi ilmi’l-
hisab adlı bir eseri bulunmaktadır. Arapça kaleme alınmış olan bu eserin bir
nüshası Leyden’dedir. Eser üç makaleden oluşmaktadır[1895].
4) Ebû Zeyd el-Belhî
Coğrafya ve felsefe çalışmalarının dışında Ebû Zeyd el-Belhî’nin astronomi
ve matematiğe karşı da özel bir ilgili bulunmaktaydı. Bunda, dönemin bir
diğer ünlü alimi Ebû Cafer el-Hazin’in büyük rolü vardır. Nitekim el-Belhî,
Aristo’nun el-Sema ve’l-‘Alem adlı eserinin ilk bölümüne yazdığı şerhi, ona
ithaf etmiştir. Bu eserin tam adı Kitâbü’l-tefsiri suver Kitabi’l-sema‘
ve’l-‘Alem li Ebi Ca’fer el-Hâzin’dir. Burada, Aristo’nun eserinin ilgili
bölümünde yer alan cisim, mekan ve hareket kavramları açıklanmış,
astronominin mekanik alt yapısı tahlil edilmeye çalışılmıştır. Kitâbü fazileti
‘ulûmi’l-riyaziyyat ise, Belhî’nin matematiğe dair kaleme aldığı eseridir[1896].
5) Ebû Cafer el-Hazin
Ebû Cafer Muhammed b. el-Hüseyin el-Hazin el-Horasanî el-Saganî. Merv
yakınlarındaki Sagan yöresinde doğdu. Hayatı hakkında kaynaklarda yer alan
bilgiler oldukça muhtasardır. Bu bilgilere göre, Sâmânîlerin Horasan valisi
Ebû Ali b. Muhtac’ın danışmanlığını yaptı. Onun, 342/953-954 tarihindeki
Rey Seferi sonrasında Büveyhîlerle yapılan barış görüşmelerinde Muhammed
b. Abdülrezzak ile birlikte Sâmânîler Devleti’ni temsil etti.
Ebû Cafer el-Hazin bundan sonra muhtemelen, Ebû Ali b. Muhtac’ın sefer
dönüşü azli ve daha sonra 343/954-955 tarihinde kalkıştığı neticesiz kalan
isyan hareketi sonrasında onunla birlikte yada bir müddet sonra Rey Büveyhî
emîri Rüknüddevle’nin yanına sığındı. Rüknüddevle’nin veziri İbn el-Amid
tarafından himaye edilip desteklendi. İbn el-Amid’in Rey’de kurdurduğu
rasathanede diğer alimlerle birlikte astronomik ölçümler ve araştırmalar
yaptı.
I. Mansur b. Nuh’un saltanatı sırasında bir süre Buhara’da bulundu. Daha
sonra tekrar Rey’e döndü. Hayatının geri kalan kısmını astronomik gözlemler
ve telif faaliyetleriyle geçirdi. Ebû Cafer el-Hazin’in 350-360 (961-971)
yılları arasında öldüğü tahmin edilmektedir[1897].
Uzun bir süre Sâmânîler Devleti’nin hizmetinde çalışan Ebû Cafer el-Hazin
hayatının son dönemlerinde Büveyhî vezirlerinden İbn el-Amid’in
himayesine girmiş, onun tarafından inşa ettirilen rasathanede çalışmıştır. Ebû
Cafer el-Hazin, matematik ve astronomi ile ilgili hesaplamalar konusunda
uzman bir alimdi. Ayrıca, astronomik gözlemlerle alakalı teorik ve pratik
kaideleri çok iyi bilirdi[1898].
Astronominin yanında matematik konusunda da döneminin en büyük
alimlerinden biri olarak kabul edilir. Onun matematik ile alakalı çalışmaları
ve düşünceleri, ancak zamanımıza parçalar halinde gelen risalelerden yada
kendisinden alıntı yapan başka alimlerin eserlerinden hareketle tespit
edilebilmektedir[1899]. Ebû Cafer el-Hazin, matematikle ilgili olarak
“Fermatın son teoremi[1900]” adı verilen denklem üzerinde çalışmalar
yapmış[1901], kübik denklemlerin[1902] çözümüyle ilgili çalışmalar yaparak
koni kesitleri yardımıyla bu işi başarmıştır. Ayrıca, küresel trigonometri[1903]
ile ilgili çalışmalar yapmıştır. Ebû Cafer el-Hazin matematik ve astronomi
konularında yirmiye yakın eser telif etmiştir[1904]. Bunlardan bazıları
şunlardır :
Zicü’l-safâ’ih ; Ebû Cafer el-Hazin’in astronomi sahasında kaleme aldığı en
önemli eserdir. Büveyhî veziri İbn el-Amid’e ithaf edilen bu eser, zîc
tablolarının yanısıra feleklerin hareketi konusunda yeni yorumları
içermekteydi. Ebû Cafer el-Hazin’den bir dönem sonra yaşamış olan el-
Birunî ve İbn Irak bu eserden alıntılar yapmışlardır. Ancak, eser zamanımıza
ulaşmamıştır[1905].
Tefsiru sadri’l-makâleti’l-‘aşire min Kitâbi Öklidis ; Öklides’in Elementler
adlı eserinin onuncu makalesinin tanınlarla ilgili giriş bölümünün tefsirini
içermektedir. Eserden çok sayıda nüsha zamanımıza ulaşmıştır[1906].
Risale fi’l-müsellesati’l-ka’imeti’l-zevâyâ ve’l-müntekati’l-adlâ‘ ; Rasyonel
kenarlı dik açılı üçgen teorisi hakkında yazılan eser, Ebû Cafer el-Hazin’in
Pisagor üçlüleri (Dik üçgenin kenar uzunlukları) üzerine yaptığı orijinal
çalışmaları içermektedir. Eser Adil Enbuba tarafından neşredilmiştir[1907].
Tefsirü’l-Macisti ; Batlamyus’un Almagest’inin şerhidir. Eserde, Me’mun
döneminde Bağdat’da yapılan bazı astronomik gözlemlerden de
bahsedilmektedir. Bir bölümü zamanımıza ulaşmıştır.
Kitabü’l-eb‘ad ve‘l-ecrâm ; Eserde, yıldızlar arasındaki mesafeler
incelenmiştir. Ancak, bu bilgiler verilirken ölçümlerin nasıl yapıldığına dair
herhangi bir malumat verilmemiştir[1908].
6) İbn Bamşad
Ebu’l-Hasan Ali b. Abdullah b. Muhammed b. Bamşad el-Kayinî. Hayatı
kakkında bilgi yoktur. Birunî’nin yaşadığı dönemde veya ondan biraz daha
önce yaşamıştır. Nisbesinden, Simcûrîlerin ıkta olan Kuhistan’ın merkezi
Kayin’da gözlemlerini yaptığı ve burada yaşadığı anlaşılmaktadır. İbn
Bamşad’ın matematik ve astronomi konusunda çalışmaları bulunmaktadır.
Bunları şöyle sıralayabiliriz ;
el-Makâle fi istihrac sa’at ma beyne tulû‘i’l-fecr ve’l-şems külle yevmin min
eyyami’l-sene bi medineti Kâyin ; Astronomiye dair yazılmış olan bu makale
1947 senesinde Haydarabad’da Resailü’l-müteferrika fi’l-hey’e içinde
dördüncü risale olarak yayınlanmıştır. M.L. Davidian ve E.S. Kennedy
tarafından ingilizceye tercüme edilmiştir. Eserde, gün ışığının fecr (tan vakti),
tulu‘ ve şafak vakitleri arasındaki süresi günlük olarak hesaplanmıştır.
Ayrıca, Kayin şehrinin yerküre üzerindeki yeri hesaplanarak 331 derece 55
dakika olarak tespit edilmiştir.
Makâle fi istihraci tarihi’l-yehud ; İbrani takvimleri konusunda kaleme
alınmış olan bu makalede Resailü’l-müteferrika fi’l-hey’e’de üçüncü risale
olarak yayınlanmıştır. Risâle fi istihrâci sa’at mâ beyne tulû‘i’l-fecr ve
tulû‘i’l-şems ve gurûbiha ve gurûbi’l-şafak izi’l-‘ilmü bi-ahadeyhima
yestelzimü’l-‘ilme bi’l-âhar[1909].
Yukarıda aktardığımız alimlerden başka İbn Sînâ’da özellikle el-Şifa adlı
eserinde matematik ve astronomi ile ilgili konularda görüşlerini belirtmiştir.
Zira bu eserini oluşturan dört bölümden biri de riyaziyyat başlığını
taşımaktadır. İbn Sînâ’nın bundan başka matematik ve astronomi konusunda
çeşitli risaleler kaleme almıştır. Bunlar ; astronomi aletleri hakkında yazdığı
el-Alatü’l-rasadiyye, Gıyaseddin Muhammed b. Melikşah’ın astronomiye
dair bir sorusu üzerine kaleme aldığı Sebebü rü’yeti’l-kevakib bi’l-leyl lâ fi’l-
nehâr, matematiğe dair Risale fi tahkiki’l-zaviye, Risale fi tahkiki mebadii’l-
hendese adlı risaleleridir[1910]. Astronomi konusundaki çalışmalarıyla ün
yapmış olan Amacur ailesinden Fergana doğumlu Ebu’l-Kasım Abdullah b.
Amacur’da bir süre Sâmânî topraklarında astronomi ile ilgili gözlemler
yapmıştır[1911]. Yine, Sâmânî vezirlerinden el-Ceyhanî coğrafya konusundaki
çalışmalarının yanında astronomi ile de ilgilenmiştir. Güneş ışınlarının
yeryüzüne düşme açısıyla alakalı çeşitli gözlemler yapmış ve bunu 47 derece
olarak hesaplamıştır[1912].
Sonuç
X. yy.’da Horasan ve Maveraünnehir’de büyük bir devlet kuran
Sâmânîlerin menşei ile ilgili genel görüş, bunların İran asıllı oldukları
şeklindedir. Kaynaklarda aktarılan şecereler, bu konudaki en büyük delili
teşkil etmektedir. Ancak, Sâmânîleri İranlı bir ataya bağlanma gayretine
rağmen, mevcut bütün şecerelerin birbirinden farklı olduğu görülmektedir.
Ağırlıklı olarak Behram Çubin’e bağlanan Sâmânîleri, Sasanî hükümdarı
Behram Gûr’a dayandıran şecereler de mevcuttur. Bu tutarsızlıklar, mevcut
şecerelerin ailenin gerçek aslını (kökenini) yansıtmadığı görüşünü ortaya
çıkarmaktadır. Muhtemelen Sâmânîler, İranlı nüfusun yoğun olduğu bir
bölgede kuruldukları için, halk nazarında hakimiyetlerini pekiştirmek için
böyle bir yol takip etmişlerdir. Bu, Ortaçağ İslam dünyasında sıkça rastlanan
bir durumdur. Ayrıca ailenin, İranlılara dayandırılma gayretine rağmen aynı
şecerelerde Guzek, Ihşin (Afşin), Tungas (Tamgas) gibi Türk isimleri
geçmektedir.
X. yy.’da kurulan İran asıllı diğer devletlere baktığımızda, bunların isim
olarak, düşünce ve faaliyet olarak İranlılıklarını açıkça vurguladıkları
görülmektedir. Nitekim, Ziyârîlerin emîri Merdaviç b. Zîyâr, Abbasîleri yıkıp
eski Sasanî İmparatorluğunu yeniden kuracağını ilan etmişti. Tahirîler, Harun
el-Reşid’in oğulları Emin-Memun ve dolayısıyla Arap-İranlı mücadelesinde
bütün İranlı mevali ile birlikte Memun’u desteklemişlerdir. Ayrıca,
Tahirîlerin, İran asıllı olduklarına dair herhangi bir şüphe yoktur. Sâmânîlere
bakıldığında ise, İranlılığa böyle bir vurgu yapıldığı görülmez. Diğer taraftan,
Sâmânîlerin ortaya çıkışları konusunda aktarılan rivayetler dikkatle
incelendiğinde, Sâmânîlerin öncesinde ve onların zamanında
Maverannehir’deki bazı siyasî gelişmelere bakıldığında bütün bunların,
ailenin kökeninin Türk aslından olabileceği görüşünü ön plana çıkardığı
görülmektedir. Bununla ilgili olarak Giriş bölümünde ayrıntılı bilgi
verilmiştir.
Sâmânîler hakkındaki ilk bilgilerimiz Emevîler dönemine aittir. Ailenin
atası Sâmân-hûdat’ın Emevîlerin Horasan valisi Esed b. Abdullah el-Kasrî ile
olan münasebetini anlatan bu bilgilerin sonrasında, kaynaklar Sâmânî
ailesinin faaliyetleri konusunda uzun süre sessiz kalmışladır. Nihayetinde,
Abbasî halifesi Memun (813-833) dönemiyle birlikte, Sâmânî ailesinin
fertlerini yeniden tarih ve dolayısıyla siyaset sahnesinde görüyoruz. Bu
dönem içinde daha önce 809 senesinde meydana gelen Rafi b. el-Leys
isyanının bastırılmasında gösterdikleri yararlılıklardan dolayı halifenin
emriyle Esed’in dört oğluna Semerkand, Fergana, Şaş ve Herat valilikleri
verilmiştir.
Bu tarihten sonra Sâmânîler gerek Abbasîlerle olan iyi ilişkileri ve gerekse
akılcı politikalarıyla sürekli olarak güç ve nüfuzlarını artırmışlardır. Ailenin
Herat şubesinin kısa bir süre sonra yıkılmasına rağmen, Sâmânîler
Maveraünnehir topraklarında hakimiyetlerini pekiştirmeyi başarmışlardır. Bu
durum Abbasî halifesi Mu’temid tarafından 261/874-875 senesinde I. Nasr’a
gönderilen bir menşurla tasdik edilmiştir. Dolayısıyla, bu tarihi Sâmânîler
Devleti’nin kuruluş tarihi ve Nasr’ı devletin ilk hükümdarı olarak kabul
edilebiliriz.
Sâmânîler Devleti asıl güç ve nüfuzunu I. Nasr’dan sonra başa geçen İsmail
b. Ahmed (893-907) döneminde elde etmiştir. İlk olarak devletin merkezini
Semerkand’dan Buhara’ya taşıyan İsmail b. Ahmed, daha sonra 280/893
senesinde doğuya Talas üzerine bir sefer düzenlemiştir. Bu seferin
neticesinde Sâmânîler, doğudaki en geniş sınırlarına kavuşmuşlardır. Batıda
ise, 287/900’de Saffarîlere karşı kazanılan Belh savaşından sonra Sâmânîler,
Horasan’ın hakimi durumuna geldiler. İsmail b. Ahmed’in halefleri Ahmed b.
İsmail (907-914) ve II. Nasr (914-943) dönemleri, Sistan, Taberistan, ve
Cürcan üzerinde hakimiyet kurmak için yapılan mücadelelerle geçti. Ayrıca
II. Nasr devrinde Rigistan meydanındaki sarayın karşısında resmî devlet
daireleri (dîvânlar) oluşturulup, bunlara ait binalar inşa edildi. Ebu’l-Fazl el-
Bel’âmî ve Ebû Abdullah el-Ceyhanî, adı geçen bu iki hükümdar
dönemlerinin siyasî olaylarında ön plana çıkan vezirler olmuşlardır.
I. Nuh döneminden (943-954) itibaren Sâmânîler Devleti’nde bazı zayıflık
emareleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Horasan valisi Ebû Ali b. Muhtac’ın
liderliğinde gelişen isyan hareketi, devletin iç bünyesinde büyük çalkantılara
neden olmuş ve güçlükle bastırılabilmiştir. Aynı dönem içinde batıda
Büveyhîlerin ortaya çıkmasıyla birlikte Sâmânîler, Rey üzerindeki hakimiyet
iddiaları için karşılarında güçlü bir hasım bulmuş oldular. Devletin ordu ve
maliyesi Rey için Büveyhîlerle yapılan savaşlarda sürekli olarak yıpratıldı. I.
Nuh’un oğlu I. Abdülmelik (954-961) devrine gelindiğinde Türk
kumandanların, bu genç hükümdarı tahakkümleri altına aldıklarını görüyoruz.
I. Abdülmelik devrinin en önemli şahsiyeti ise daha sonra Gazneliler
Devleti’nin temellerini atacak olan Horasan valisi Alp-Tegin’dir. Bu durum,
I. Mansur’un saltanatı döneminde (961-976) bu durum bir yere kadar
düzeltilmiş ise de II. Nuh devrindeki (976-997) gelişmeler, Sâmânîler
Devleti’nin durumunun iyileştirilmesi için daha fazla bir şey
yapılamayacağını ve bu konudaki tüm çabaların yetersiz kalacağını ortaya
koymuştur. II. Nuh’un yirmi iki seneye yaklaşan uzun saltanatı sırasında,
Sâmânîler Devleti, Horasan valisi Ebû Ali Simcûrî ve Fâik el-Hassa’nın
isyankar tavırları ve doğuda gücünü giderek arttırmakta olan Karahanlı
tehdidi ile mücadele etmek zorunda kalmıştır. Nitekim, Buhara 992 senesinde
bir müddet Karahanlılar tarafından işgal edilmiştir. Ancak, daha sonra
Karahanlı hükümdarı Buğra Han’ın hastalanıp geri dönmesiyle II. Nuh
duruma hakim olmayı ve başkentini yeniden ele geçirmeyi başarmıştır.
Bununla birlikte, Karahanlılara ve Horasan’daki Ebû Ali el-Simcûrî-Fâik el-
Hassa ittifakına karşı fazla bir şey yapamayacağını anlayan Sâmânî
hükümdarı, Gazne hakimi Sebük-tegin’den yardım istemiştir. Bu çağrıya
olumlu yanıt veren Sebüktegin, Horasan’a gelerek Ebû Ali el-Simcûrî-Fâik
ittifakını mağlup etmiş, her geçen gün büyüyen Karahanlı tehdidine karşı
Sâmânîler adına, bu devletle barış yapmıştır. Sâmânîler bu dönemden sonraki
siyasî mevcudiyetlerini II. Nuh’un uygulmaya çalıştığı devletler arası denge
politikasına borçludurlar. Nitekim, II. Nuh’tan sonra başa geçen II.
Mansur’un (997-999) bu politikayı terk etmesi devletin yıkılmasına sebeb
olmuştur. Başkent Buhara 999 senesinde Karahanlılar tarafından işgal edilmiş
ve II. Abdül-melik (999)’in de aralarında bulunduğu aile üyeleri Özkend’e
götürülerek hapsedilmişlerdir. Sâmânîler Devleti’nin son hükümdarı olarak
nitelendirebileceğimiz İsmail el-Muntasır (1000-1005)’ın, devleti yeniden
canlandırmak yolundaki çabaları bir sonuç vermemiş ve Sâmânîler Devleti
1005 tarihinde kesin olarak tarih sahnesinden çekilmiştir.
II. Nasr döneminde oluşturulan devlet daireleri (dîvânlar) Abbasîlerden
örnek alınarak düzenlenmiştir. Ayrıca, bölgenin hususî özelliklerine uygun
olarak teşkil edilmiş dîvânlar mevcuttu. Bunların en önemlisi Dîvânü’l-Ma‘
(Su Dîvânı) idi. Su Dîvânı Maveraünnehir’deki son derece gelişmiş bir
sisteme sahip olan kanalların kullanımını ve bunlardan faydalanan
kimselerden alınacak vergileri düzenlemekteydi. Aynı şekilde, Sâmânî saray
teşkilatı da Abbasîlerden örnek alınarak meydana getirilmişti. Bütün bu idarî
organizasyon daha sonra Gazneliler, Karahanlılar ve Selçukluların saray ve
idarî teşkilatlarına bir örnek teşkil edecektir.
Horasan ve Maveraünnehir gibi çok geniş bir coğrafyayı içine alan Sâmânî
topraklarında Müslümanların dışında, Hıristiyanlar, Yahudiler, Mecûsîler ve
Maniheistler yaşamaktaydı. Sâmânî toprakları yer altı ve yer üstü
zenginlikleri açısından da oldukça avantajlıydı. O dönemde çok nadir görülen
ve değerli bir maden olan nuşadur, Maveraünnehir’de bol miktarda
çıkarılmaktaydı. Penchir’deki gümüş madenleri, Ortaçağ İslam dünyasındaki
en zengin gümüş yataklarından biriydi. Ayrıca, demir, civa, bakır, altın v.b.
madenler, Sâmânî topraklarında çıkarılan yer altı zenginlikleri arasında yer
almaktaydı. Diğer taraftan Horasan ve Maveraünnehir, son derece zengin bir
tarım kültürüne sahipti. Bu topraklarda her türlü tarım ürünü bol miktarda
yetiştirilmekteydi. Yetiştirilen çeşitli meyveler dünyanın dört bir yanına ihraç
ediliyordu. Tarım alanında görülen bu çeşitliliğin en önemli nedeni ise
özellikle Maveraünnehir’de gelişmiş olan kanal sisteminin mevcudiyetiydi.
Sâmânîler Devleti doğu-batı, kuzey-güney yönlerindeki ticaret yollarının
üzerinde kurulmuştu. Bu yollardan en önemlisi Çin’den gelen İpek Yolu idi.
Türk topraklarından batıya yapılan köle sevkiyatının büyük bir bölümü
Sâmânî toprakları üzerinden gerçekleşiyordu. Ticaret yolları üzerinde işleyen
kervanlardan alınan vergiler devletin en önemli gelir kaynaklarından birini
oluşturmaktaydı. Harizmliler ve Beykent şehri halkı, Sâmânî tebası içinde
ticarî sahadaki maharetleriyle ön plana çıkmaktaydı.
Siyasî ve sosyal gelişmelerin yanında Sâmânîler devri kültürel açıdan da
oldukça verimli bir dönem olmuştur. Eğitimini ilerletmek isteyen kişiler,
seyahatlere çıkarak, İslam dünyasının çeşitli bölge ve şehirlerindeki alimlerin
derslerine katılırlardı. Buhara, Semerkand, Nisabur, Belh gibi Sâmânîler
döneminin büyük şehirleri, bu konuda en çok ziyaret edilen yerlerin başında
geliyordu. Aynı şekilde Sâmânî topraklarından da İslam dünyasının diğer
bölgelerine ilmî seyahatler yapılıyordu. Camiler, yeni kurulmaya başlayan
hânkâhlar ve medreseler eğitim-öğretim faaliyetlerinin yapıldığı en önemli
mekanlardı. Semerkand, Nisabur, Buhara’da hadis ve fıkıh dersleri verilen ilk
medreseler faaliyete geçmişti. Ancak, medreselerin İslam eğitim sistemi
üzerinde gerçek manada hakimiyet kurması Selçuklular devrinde Nizamiyye
Medreselerinin ortaya çıkmasının sonrasında gerçekleşecektir. Sâmânî
hükümdarları ilme ve ilim ehline karşı büyük hürmet göstermişlerdir. Bu
dönem içinde hadis sahasında el-Hâkim el-Kebir, el-Hâkim el-Nisaburî, İbn
Hibban, fıkıh sahasında Muhammed b. Nasr el-Mervezi, Ebû Sehl el-Sûlûkî,
Ebu’l-Leys el-Semerkandî, el-Hâkim el-Şehid, kelam sahasında el-Kâ‘bî, Ebû
Mansur el-Maturîdî, İbn Fûrek, tasavvuf sahasında el-Hakim el-Tirmizî, el-
Kelâbâzî, Ebû Abdurrahman el-Sülemî gibi önemli alimler yetişmiştir. Aklî
ilimler sahasında ise, İslam dünyasına olduğu kadar Avrupa’ya da büyük
etkide bulunan büyük tabib ve filozof İbn Sînâ, coğrafya, felsefe ve tıp
konusunda önemli eserler telif eden Ebû Zeyd el-Belhî, matematikçi ve
astronom Ebû Cafer el-Hazin Sâmânîler döneminde yetişen büyük
alimlerindendir.
Neticede, İranlı olduklarına dair mevcut görüşlere rağmen, Türk soyundan
gelmeleri çok daha muhtemel görünen Sâmânîler, X. yy.’da İslam dünyası
dahilindeki en önemli devletlerden biridir. Yaşadıkları coğrafyada cereyan
eden siyasî olayların oluşumuna birinci derecede etki eden Sâmânîler Devleti,
Horasan ve Maveraünnehir’de son derece canlı bir sosyal hayat ve yoğun
ticarî faaliyetlerin yaşanmasına da ön ayak olmuşlardır. Ayrıca Sâmânîler
kendilerinden sonraki yüzyıl içinde ortaya çıkacak olan Türk-İslam
kültürünün oluşumuna önemli katkılarda bulunmuşlardır. İşte bütün bu
özellikleriyle Sâmânîler Devleti, Ortaçağ Türk-İslam tarihinin en önemli yapı
taşlarından birini oluşturmaktadır.
Kronoloji
197/813’den sonra Esed’in Oğullarına Me’mun’un Emriyle Valilikler
Verilmesi
226/840-
Nuh b. Esed’in İsficâb Seferi
841
261/875-
Sâmânîler Devletinin Kuruluşu
875
275/888 Vedbin Savaşı
279/982 İsmail b. Ahmed’in Sâmânîler Devleti hükümdarı olması
280/893 Talas Seferi
287/900 Belh Savaşı
287/900 Taberistan’ın Fethi
295/907 İsmail b. Ahmed’in vefatı, Ahmed b. İsmail’in devletin başına geçmesi
298/910-
I. Sistan Seferi
911
299/912 II. Sistan Seferi
301/913 Ahmed b. İsmail’in Öldürülmesi ve II. Nasr’ın Saltanatı
309 / 921-
Leyla b. Numan’ın Öldürülmesi
922
321/933 Ziyârîlerle Barış Yapılması
323/935 Kirman Seferi
329/940 İshakâbâd Savaşı
331/943 II. Nasr’ın Ölümü ve I. Nuh’un Hükümdarlığı
333/944-
I. Rey Seferi
945
334/946 II. Rey Seferi ve Ebû Ali b. Muhtac İsyanı
340/951 Ruzbar Savaşı
343/953-
Ebû Ali Muhtac’ın İkinci kez İsyan Etmesi
954
I. Nuh’un Ölümü ve I. Abdülmelik’in Cülusu
350/961- I. Abdülmelik’in Ölümü ve II. Mansur’un Saltanatı Horasan Valisi Alp-Tegin’in Sâânîler
962 Devletine İsyan Etmesi
353/963 Sistan Olaylarının Başlaması
359/969-
Kirman Seferi
970
361/971- Sâmânî-Büveyhî Barışı
972
364/974 Gûr Seferi
365/976 II. Mansur’un Ölümü ve II. Nuh’un Saltanatı
371/982 Cürcan Savaşı
372/982- Vezir Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’nin Öldürülmesi ve Sâmânîler Devleti Bünyesinde Nüfuz
983 Mücadelelerinin Başlaması
Sistan Olaylarının Sonlandırılması
382/992 Karahanlıların Buhara’yı İşgali
II. Nuh’un Buhara’yı Yeniden Ele Geçirmesi
384/994 Herat Savaşı
385/995 Tûs Savaşı
386/996 Sabık Horasan valisi Ebû Ali el-Simcûrî’nin Yakalanması
Karahanlılarla Barış Yapılması
387/997 II. Nuh’un Ölümü ve II. Mansur’un Saltanatı
389/999 II. Mansur’un Tahtan İndirilmesi ve II. Abdülmelik’in Saltanatı
Serahs Savaşı ve Horasan’ın Kaybı
Karahanlıların Buhara’yı İşgali
390/1000 Son Sâmânî Hükümdarı İsmail el-Muntasır’ın Yeniden Buhara’yı Ele Geçirmesi
391/1001 Gaznelilerle Savaş ve İsmail el-Muntasır’ın Nisabur’a Girmesi
İsmâil el-Muntasır’ın Rey’i Ele Geçirme Teşebbüsü
392/1002 Serahs Savaşı
393/1003 Karahanlılarla Kuhek ve Semerkand Savaşları
394/1004 Burnamez Savaşı
395/1005 İsmail el-Muntasır’ın Öldürülmesi ve Sâmânîler Devletinin Yıkılması
1 – I. NUH DÖNEMİ SİYASİ HARİTASI (I)
2 – I. NUH DÖNEMİ SİYASİ HARİTASI (II)
3 – I. MANSUR DÖNEMİ SİYASİ HARİTASI
4 – İSMAİL el-MUNTASIR’IN FAALİYETLERİNİ
GÖSTEREN HARİTA (I)
5 – İSMAİL el-MUNTASIR’IN FAALİYETLERİNİ GÖSTEREN HARİTA (II)
6 – TİCARET YOLLARININ GÜZERGAHLARINI GÖSTEREN HARİTA
7- BUHARA ŞEHRİNİN PLANINI GÖSTEREN ŞEMA
Sâmânî Hükümdarı İsmail b. Ahmed’in Türbesi, Buhara.
Sâmânî Vezirleri Listesi
I. Nasr b. Ahmed dönemi
Bilinmiyor.

İsmail b. Ahmed dönemi


Ebu’l-Fazl el-Bel’amî

Ahmed b. İsmail dönemi


Ebû Bekr b. Hamid
Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ceyhânî

II. Nasr b. Ahmed dönemi


Ebu’l-Fazl b. Yakub el-Nisaburî
Ebu’l-Fazl el-Bel’âmî (309 / 921 – 326 / 937-938)
Ebû Abdullah el-Ceyhanî (?)

I. Nuh b. Nasr dönemi


Ebu’l-Fazl Muhammed el-Sülemî (el-Hakim el-Şehid) (ö. 335 / 946)
Ebû Mansur Muhammed b. Uzeyr

I. Abdülmelik b. Nuh dönemi


Ebû Cafer el-Utbî (azli 348 /
Ebû Mansur Yusuf b. İshak
Ebû Ali el-Bel’âmî

I. Mansur b. Nuh dönemi


Ebû Ali el-Bel’âmî
Ebû Mansur Yusuf b. İshak
Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed el-Ceyhanî

II. Nuh b. Mansur dönemi


Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed el-Ceyhanî
Ebu’l-Hüseyin el-Utbî (Rebiülevvel 367 / Kasım-Aralık 977 – 372 / 982-
983)
Ebu’l-Hasan el-Müzenî
Ebû Muhammed b. Abdurrahman b. Ahmed el-Farisî
Abdullah b. Muhammed b. Uzeyr ( 376 / Ağustos 986 – Rebiülahir 378 /
Temmuz 988)
Ebû Ali el-Damganî (Rebiülahir 378 / Temmuz 988 – 382 / 992
Ebû Ali el-Bel’âmî (ikinci kez) (382 / 992)
Abdullah b. Muhammed b. Uzeyr (ikinci kez) (382 / 992 – Şaban 386 /
Ağustos 996)
Ebû Nasr b. Muhammed b. Ebî Zeyd (Şaban 386 / Ağustos 996 – 387 /
997)
Ebu’l-Muzaffer Muhammed b. İbrahim el-Bargaşî 397 / 997 – ................)

II. Mansur b. Nuh dönemi


Ebu’l-Muzaffer Muhammed b. İbrahim el-Bargaşî
(................. – 388 / 998)
Ebu’l-Kasım Abbas b. Muhammed el-Bermekî (388 / 998)
Ebu’l-Fazl Muhammed b. Ahmed el-Ceyhanî
Ebu’l-Hasan el-Hamûlî

II. Abdülmelik b. Nuh dönemi


Sedid b. el-Leys

İsmail el-Muntasır dönemi


Bilinmiyor.

Horasan Valileri Listesi


II. Nasr dönemi
Ebû Bekr Muhammed b. el-Muzaffer b. Muhtac (321 / 933 – Ramazan 327
/ Haziran- Temmuz 939)
Ebû Ali Ahmed b. Ebû Bekr Muhammed b. el-Muzaffer b. Muhtac
(Ramazan 327 / Haziran – Temmuz 939 – Ramazan 333 / Nisan-Mayıs 945)
İbrahim b. Simcûr Ramazan (333 / Nisan-Mayıs 945 – Sevval 334 / Mayıs
946)
Mansur b. Karategin (335 / 947 – Rebiüevvel 340 / Ağustos 951)
Ebû Ali Ahmed b. Ebû Bekr Muhammed b. el-Muzaffer b. Muhtac (ikinci
kez) ( Zilhicce 340 / Nisan-Mayıs 952 – 343 / 953-954)
Ebû Said Bekr b. Malik el-Ferganî ( 343 / 953-954 -)
II. Nuh dönemi
Ebû Said Bekr b. Malik el-Ferganî (............. – Ramazan 345 / Aralık 956-
Ocak 957)
Ebu’l-Hasan Muhammed b. İbrahim el-Simcûrî ( Ramazan 345 / Aralık
956-Ocak 957 – Rebiülahir 349 / Haziran 960)
Ebû Mansur Muhammed b. Abdürrezzak ( Rebiülahir 349 / Haziran 960 –
Zilhicce 349 / Ocak-Şubat 961)
Alp-Tegin (Zilhicce 349 / Ocak-Şubat 961 - ................ )

I. Mansur dönemi
Alp-Tegin (.................. – Zilkade 350 / Aralık 961- Ocak 962)
Ebû Mansur Muhammed b. Abdürrezzak (Zilkade 350 / Aralık 961 – Ocak
962) Ebu’l-Hasan Muhammed b. İbrahim el-Simcûrî (ikinci kez) (Zilhicce
350 / Ocak-Şubat 962 - ................)

II. Nuh dönemi


Ebu’l-Hasan Muhammed b. İbrahim el-Simcûrî (............. – 371 / 982)
Hüsamüddevle Ebu’l-Abbas Taş ( Şaban 371 / Şubat 982 – Rebiüevvel 376
/ Temmuz-Ağustos 986)
Ebu’l-Hasan Muhammed b. İbrahim el-Simcûrî (üçüncü kez) (Rebiüevvel
376 / Temmuz-Ağustos 986 – Zilhicce 378 / Mart-Nisan 989)
Ebû Ali b. Ebu’l-Hasan Muhammed el-Simcûri 381 / 991-992 - Ramazan
384 / Ekim 994)
Mahmud b. Sebüktegin (Ramazan 384 / Ekim 994 – .................)

II. Mansur Dönemi


Mahmud b. Sebüktegin (............... – 387 / 997)
Hâcib Begtüzün (387 / 997 – 389 / 999)
Gaznelilerin hakimiyeti (389 / 999)
Bibliyografya
Abbas, İhsan, “İbn al-Amid”, EI, VII, 664.
......................, “Barmakids”, EI, III, 806-809.
Abdülhamid, İrfan, “Cebriyye”, DİA, VII, 205-208.
Abdülnaim, Mecid, el-Târih el-Siyasiyye li’l-Devletü’l-Arabiyye, II, Şam,
1982.
Adnan, Abdülhak, “Fârâbî”, İA, IV, 451-469.
el-Afifî, Ebu’l-Ala, el-Melâmetiyye ve Sufiyye ve ehlü’l-fütüvve, Kahire
1945.
Afsahzod, A., “Oral Tradition and the Litarary Heritage - Literature in
Persian”, History of civilization of Central Asia, IV, ed. C.E. Bosworth-M.S.
Asimov, Paris 2000, s. 369-378.
Ahmed, S. Maqbul, “Geodesy, Geology and Mineralogy, Geography and
Catlography”, History of Civilization of Central Asia, IV, ed. C.E. Bosworth-
M.S. Asimov, Paris 2000, s. 205-221.
......................, “Djughrâfiya”, EI, II, 581-582.
......................, “Coğrafya”, DİA, VIII, 50-62.
Ağırakça, Ahmet, “Emîrü’l-Ümera Tüzün”, Prof. Dr. Fikret Işıltan’a 80.
Doğum Yılı Armağanı, İstanbul 1995.
......................, “Büveyhîler Devrinde Türk Kumandanları I -Sebüktegin”,
Belleten, LIII, sayı : 207-208, Ağustos-Aralık 1989, s. 608-635.
Akhmedov, A., “Astronomy, Astrology, Observatories and Calenders”,
History of the Civilization of Central Asia, IV, ed. C.E. Bosworth - M.S.
Asimov, Paris 2000, s. 195-204.
Aksoy, Yavuz, Bilim Tarihi ve Felsefesi, İstanbul 1994.
Alper, Ömer Mahir, “İbn Sînâ-hayatı”, DİA, XX, 319-322.
Altundağ, Şinasi, “Süleyman b. Abdülmelik” İA, XI, 170-172.
Anonim, Hudûd el-Alem-Legion of the World, İng. trc. V. Minorsky, ed.
Fuat Sezgin, Frankfurt 1993.
Anonim, Târih-i Sistan, nşr. Melikü’ş-şuara Bahar, Tahran hş. 1314 ; İng.
trc., Milton Gold, Roma 1976.
Anonim, “Djândâr”, EI2, II, 444.
Anonim, “Emirülümera”, İA, IV, 264.
Anonim, “İbn Bamşad”, DİA, XIX, 358.
Arberyy, A.J., Classical Persian Literature, Londra 1958.
van Arendok, C., “Futuwwa”, EI2, III, 123-124.
Arneldoz, R., “Falsafa”, EI2, III, 769-775.
Arrianos, Anabasis. Arrian. With an English Translation by. D. Brunt. I-II,
Cambridge, Mass-London 1976-1983.
Artuk, İbrahim - Artuk, Cevriye, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Teşhirdeki
İslamî Sikkeler Katoloğu, I, İstanbul 1970.
......................, “Fels”, DİA, XII, 309.
Aşiteyanî, Abbas İkbal, Tarih-i Mufassal İran ez Sadr-ı İslam ta İnkirazı
Kaçariye, nşr. M. Debir-i Siyakî, Tahran hş. 1347.
Ateş, Ahmet, “Deylem”, İA, III, 567-573.
Attar, Ebû Hamid Feridüddin Muhammed b. Ebî Bekr el-Nisaburî,
Tezkiretü’l-evliya, II, tsh. Reynold Alleyne Nicholson, Brill 1905 ; Trk. Trc.,
Süleyman Uludağ, İstanbul 19912.
Ateş, Ahmet, “Batıniyye, İA, II, 339-342.
........................, “İbn Abbad”, İA, V/II, 692-693.
el-Avfî, Nureddin Muhammed b. Muhammed, Cevamiü’l-hikâyât ve’l-
levâmi el-rivâyât, tsh., Cafer Şi’ar, Tahran 1991.
....................., Lübab el-elbab, nşr., M. Abbasî, Tahran hş. 1361.
Ayalon, David, “Djamdâr”, EI, II, 421.
......................., , “Dawadâr”, EI, II, 172.
Aydınlı, Abdullah, “İmlâ”, DİA, XXII, 225-226.
Aydınlı, Osman, Fethinden Sâmânîlerin Yıkılışına Kadar (93-389/711-999)
Semerkand Tarihi, İstanbul 2001, basılmamış doktora tezi.
Aykaç, Mehmet, Abbasî Devletinin İlk Dönemi İdarî Teşkilatında Divanlar
(132-232 / 750-847), Ankara 1997.
Bakır, Abdülhalık, Ortaçağ İslam Dünyasında Itriyat, Gıda, İlaç Üretimi ve
Tağşişi, Ankara 2000.
........................, “Ortaçağ İslam Dünyasında Madenler ve Maden Sanayi”,
Belleten, LXI, sayı : 232, Aralık 1997, Ankara, s., 519-595.
........................, “Ortaçağ İslam Dünyasında Dokuma Sanayi”, Belleten,
LXIV, sayı : 241, Aralık 2000, s. 749-826.
Bala, Mirza, “Buhara”, İA, II, 761-771.
Barthold, V.V., Moğol İstilasına Kadar Türkistan, haz., H.D. Yıldız,
Ankara 1990.
...................., Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Trk. trc, K. Yaşar
Kopraman - A. İsmail Aka, Ankara 1975.
...................., İslam Medeniyeti Tarihi, Trk. trc ve ekler., Fuad Köprülü,
Ankara 1977.
........................, “Geographische Zeitschrift’s Preface”, İslamic Geography
General Outlines of İslamic Geography, ed. Fuat Sezgin, Frankfurt 1992.
........................, “Ebu Ali b. Muhtac”, İA, I, 169.
........................, “I. Abdülmelik”, İA, I, 97.
........................, “Alp Tegin”, İA, I, 386.
........................, “Ebu’l-Hasan”, İA, IV, 83.
........................, “Kas”, İA, VI, 372-373.
........................, “Gürgenc”, İA, IV, 846.
........................, “II. Abdülmelik”, İA, I, 97.
........................, “Bermekiler”, İA, II, 560-563.
........................, “Bel’amî”, İA, II, 465-466.
........................, “Amr b. el-Leys”, İA, I, 414.
........................, “Amr b. al-Layth”, EI2, I, 452-453.
........................, “İsmail b. Ahmed”, İA, V, 1111.
......................., “Ahmed b. Sehl”, İA, I, 173.
Bayat, Azizullah, “Ale Mohtaj, Ümerai Çağanî”, Berresıha-ye Tarikhi, sayı
:56, I, 275-281.
Bayraktar, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, Ankara 1997.
Beal, Samuel, Si-yu-ki Buddhist Records of the Western World,- Translated
from the Chinese of Hiuen Tsiang (A..D. 629), New York 1968.
Bebek, Adil, “el-Kâ’bî”, DİA, XXV, 27.
el-Belâzurî, Ahmed b. Yahya b. Câbir, Fütuh el-Büldan, ed. Fuat Sezgin,
Frankfurt 19922 ; Trk. trc., M. Fayda, Ankara 1987.
Bennigsen, A - Streck, M., “Amul”, EI2, I, 459-460.
Bereke, Abdülfettah Abdullah, “Hakim el-Tirmizî”, DİA, XV, 196-198.
el-Beyhakî, Ebu’l-Fazl Muhammed b. el-Hasan, Târih-i Beyhakî, thk., Ali
Ekber Feyyaz, Tahran hş. 1326 ; Arp. trc. Yahya el-Haşşab-Sadık Neşat,
Beyrut 1982.
el-Beyhakî (İbn Funduk), Zahireddin Ebu’l-Hasan Ali b. Ebu’l-Kasım
Zeyd, Târih-i Beyhak, nşr. Ahmed Behmenyar, Tahran hş. 1361.
....................., Târihü’l-hukemai’l-İslam, nşr. Muhammed Kürd Ali,
Dımaşk 1946.
....................., Tetimmetü Sivani’l-hikme, nşr. Muhammed Şefi, Dımaşk hş.
1351.
Bilgin, Mustafa, “Ebû Bekr et-Tamestânî”, DİA, X, 113-114.
Bilgin, Orhan, “Ebü’l-Müeyyed-i Belhî”, DİA, X, 337-338.
el-Birunî, Ebû Reyhan Muhammed b. Ahmed Tahdidü nihâyât el-emâkin,
İng. trc., Cemil Ali, ed. Fuat Sezgin, Frankfurt 1992.
....................., el-Âsarü’l-bâkiye ani’l-kuruni’l-hâliye, nşr. E. Sachau,
Leipzig 1923.
Blankinship, Y.K., The End of the Jihad State, New York 1994.
de Blois, F.C., “Rûdakî”, EI2, VII, 585-586.
de Boer, F. J., İslamda Felsefe Tarihi, Trk. trc., Yaşar Kutluay, Ankara
1960.
Bosworth, C.E., İslam Devletleri Tarihi, Trk. trc. E. Merçil-M. İbşirli,
İstanbul 1989
........................, The Ghaznavids, Their Empire in Afghanistan and Eastern
İran (994-1040), Beyrut 1973.
........................, The History of Saffarids of Sistan and Maliks of Nimruz
(247/861 to 949/1542-43), New York 1994.
........................, The İslamic Dynasties, Edinburg 19802 ; Trk. trc. Erdoğan
Merçil-Mehmet İpşirli, İslam Devletleri Tarihi, İstanbul 1980.
........................, “The Rulers of Chaghaniyan in Early İslamic Times”, İran,
XIX’dan ayrı basım, 1981, s. 1-20.
........................, “The Tahirids and Saffarids, Cambridge History of İran IV,
Cambridge 1975, s. 90-133.
........................, “ The Banû İlyas of Kirman (920-57/932-968)”, İran and
İslam, in Memory of the late Vladimir Minorsky, Edinburg 1971, s. 107-124.
......................., “The Armies of Saffarids”, BSOAS, 1968, sayı : 31, s. 534-
554.
......................., “The Titulature of the Early Ghaznavids”, Oriens, sayı. 15,
1962, s. 210-238.
......................., “The Tahirids and Persian Literature”, İran, IV, 1969, s.
103-106.
......................., “An Alleged Embassy from the Emperor of China to the
Amir Nasr b. Ahmad, A Contribution to Samanid Military History”, The
Medieval History of İran and Afghanistan, Londra 1977, s. 1-13.
......................., “The Rise of the Karramiyyah in Khurasan”, Muslim World,
sayı : 50, 1960, s. 5-14.
........................, C.E. Bosworth, “Arabic, Persian and Turkish
Historiography in the Eastern İranian World”, History of the Civilization of
the Central Asia, IV, ed. C.E. Bosworth-M.S. Asimov, Paris 2000, s. 142-
152.
........................, “Al-e Afrig”, İranica, I, 743-745.
......................., “Mâkân b. Kakî”, EI2, VI, 115-116.
......................., “Al-e İlyas”, İranica, I, 754-756.
......................., “Abû Saleh Mansur (I) b. Nuh”, EI, I, 364.
......................., “I. Nuh”, EI2, VIII, 109-110.
......................., “Abû Ali Muhammed b. İsa Damganî”, EI, I, 255
......................., “İlek-Khans or Karakhanids”, EI2, III, 1113-1117.
.......................,“Boghra Khan”, EI, I , 318-319.
......................., “Kish”, EI2, V, 181-182.
......................., “Mahmud b. Sebüktegin”, EI2, VI, 65-66.
......................., “İsmail b. Ahmed”, EI2, IV, 188-189.
......................., “II. Nuh”, EI2, VIII, 110.
......................., Abd al-Malek b. Nuh”, EI, I, 127.
......................., “Samanids”, EI2, VIII, 10225-1029.
......................., “Makan b. Kaki” , EI2, VI, 115.
......................, “Khaladj”, EI2, IV, 917.
......................., “Amil”, EI, I, 930-931.
......................., “Narshakhi”, EI2, VII, 966.
......................., “Mardawidj b. Ziyar”, EI2, VI, 539.
......................., “al-Utbî”, EI2, X, 945.
........................, “Banidjurids”, EI2, I, 125.
........................, “Abd al-Malek b. Nuh b. Nasr”, EI, I, 129.
........................, “Abu Saleh Mansur b. Nuh”, EI, IV, 383.
........................, “Ghazna”, EI2, II, 1048-1050.
........................, “Saffarids”, EI2, VIII, 795-798.
......................., “Ahmad b. Sahl”, İranica, I, 643-644.
......................., “Al-e Mohtaj”, İranica, I, 755-756.
......................., “Nasr b. Sayyar”, EI2, VII, 1016.
........................ - Savory, R.M., “Amır al-Omara”, EI, I, 969-971.
........................, “Alptigin”, EIr, I, 898.
........................ - Cahen, Claude, “Alp Takin”, EI2, I, 421.
Bozkurt, Nebi, “İpek Yolu”, DİA, XXII, 369-373.
Bowering, G., “al-Sulamî”, EI2, IX, 811-812.
Broome, M., A Handbook of İslamic Coins, Londra 1985.
de Bruijn, J.T.P., “Kisaî”, EI2, V, 175-176.
Buchner, V.F., “Sâmânîler”, İA, X, 140-143.
......................, “Mecus”, İA, VII, 441-446.
Budak, Mustafa “Çarçuy”, DİA, VIII
Bulliet, R., The Patricians of Nishapur, Cambridge 1972.
Caferoğlu, Ahmet, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, İstanbul 1968.
Cahen, Claude, İslamiyet, Trk. trc., E. Nermi Erendor, İstanbul 1990.
....................., “İbn al-Amid”, EI2, III, 703-704.
......................, “Fakhr al-Dawla”, EI2, II, 748.
...................... - Pellat, Ch., “İbn Abbad”, EI2, III, 670-673.
Can, Mustafa, “Hâkim es-Semerkandî”, DİA, XV, 193-194.
Çelebi, Ahmet, “Abbasîler Devri” Doğuştan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, III, ed. H.D. Yıldız, İstanbul 1986, s.15-327.
Çetin, Osman, “Horasan”, DİA, XVIII, 234-241.
el-Ceyuşî, Muhammed İbrahim, “al-Hakim al-Tırmıdhi : His Works and
Thoughts”, The İslamic Quarterly (İQ), 14 / I-IV, Londra 1970, s. 59-201.
Chabbi, J., “Khankah”, EI2, IV, 1025-1026.
Chy, A. Paket - Gilliot, C., “Works on hadith and its codification on
exegesis and on theology”, History of Civilizations of Central Asia, ed. C.E.
Bosworth - M.S. Asimov (UNESCO adına), Paris 2000, s. 91-116.
Corbin, Henry, İslam Felsefesi Tarihi, Trk. trc., Hüseyin Hatemî, İstanbul
1986.
Crombie, A.C., “Ortaçağ Bilim Geleneği Üzerine İbn Sina’nın Etkisi”, Trk.
trc., Mubahat Türker-Kuyel, İbn Sina’nın Doğumunun 1000. Yılı Armağanı,
ed. Aydın Sayılı, Ankara 1984.
Crone, P., “Mawla”, EI2, VI, 874-882.
el-Cüzcanî, Minhâceddin Osman b. Muhammed, Tabakât-ı Nâsırî, I, tsh.
Abdülhayy Habibî, Kandehar hş. 13422 ; İng. trc., I, H.G. Raverty, Yeni
Delhi, 19702.
Çubukçu, İbrahim Agah, “İbn Sina’nın İslam Felsefesindeki Yeri”, İbn
Sina’nın Doğumunun 1000. Yılı Armağanı, ed. Aydın Sayılı, Ankara 1984.
Çubukçu, Asri, “Devâtdâr”, DİA, IX, 221.
Daftary, Ferhad, A Short History of İsmailism, Cambridge 1998
Dames, M. Longworth, “Gazne”, İA, IV, 741-742.
Daniel, E.L., The Political and Social History of Khorasan Under Abbasid
Rule 747-820. Chicago, 1979.
Davidovich, Elana, “The Second Coins of Samanid Nuh b. Asad”,
Epigrafika Vostoka, IX, Moskova 1954, s. 38-39.
......................, “The Samanid Coins, Coined in Quba”, CA, 1960, II, s. 254-
257.
......................, “Barab, Newly Discovrered Central Asian Mint under the
Samanid and Anushteginids”, Pamyatniki Pis’mennosti Vostoka, Moskova
1977, s. 125-129.
Demirayak, Kenan, “Hârizmî, Ebû Bekr”, DİA, XVI, 220-222.
Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara 1990.
Devletşah, b. Alâeddevle Bahtîşah el-Semerkandî, Tezkiretü’l-şuara, nşr.
E.G. Browne, Brill 1901.
Dineverî, Kitab el-Ahbar el-Tival, nşr. C. Şeyyal-A. Amir, Kahire 1960.
Diodoros, Bibliotheke Historia, Diodorus of Sicily. With an English
Translation by C.H. Oldfather I-XII, London 1933-1967.[The Loeb Classical
Library ].
Donuk, Abdülkadir, Eski Türk Devletlerinde İdarî-Askerî Unvan ve
Terimler, İstanbul 1988.
Dunlop, D.M., “Bal’ami”, EI2, I, 984.
........................, “al-Balkhî, Abû Zayd”, EI2, I, 1003.
el-Durî, Abdülaziz, “Emîr”, DİA, XI, 121-123.
........................, “Amil”, EI2, I, 435-436.
........................, “Divan”, DİA, IX, 377-381.
Durmuş, İsmail, “İnşa”, DİA, XXII, 336.
Durusoy, Ali, “İbn Sînâ-felsefesi”, DİA, XX, 322-331.
Ebû Zehra, Muhammed, İslamda Siyasî, İtikadî ve Fıkhî Tezhepler Tarihi,
trk. trc., Sıbğatullah Kaya, İstanbul 1993.
Enverî, Hasan, İstılahati Divanî Devre-i Gaznevî ve Selçukî, Tahran t.y.
Erkal, Mehmet, “Amil”, DİA, III, 58-60.
Erünsal, İsmail E., “Dârülilim”, DİA, VIII, 539-541.
Esin, Emel, “Amu Derya”, DİA, III, s. 98-99.
Fahrî, Macit, İslam Felsefesi Tarihi, Trk. trc. Kasım Turhan, İstanbul 1987.
Fayda, Mustafa, “Abdullah b. Hazim”, DİA, I, 106-107.
......................., “Cerib”, DİA, VII, 402.
Fazlıoğlu, İhsan, “Hâzin, Ebû Ca’fer”, DİA, XVII, 126-129.
......................,“Cebir”, DİA, VII, 195-201.
......................, “Harizmî, Muhammed b. Musa”, DİA, XVI, 224-227.
Fehd, Tevfik, “İlm-i Felek”, DİA, XXII, 126-129.
Fırat, Ahmed Suphi, “al-Hakim al-Tirmidi ve Kitab al-aql wa’l-hawa
Risalesi”, Türkiyat Mecmuası, V, İstanbul 1964, s. 95-133.
Frye, Richard Nelson, Bukhara, the Medieval Achievement, Oklahama
1965.
......................, The Heritage of Central Asia, Princeton 1996.
......................, “The Samanids”, Cambridge History of İran IV, Cambridge
1975, s. 136-161 ; Trk. trc., Hakkı Dursun Yıldız, “Samaniler”, Doğuştan
Günümüze Büyük İslam Tarihi, VII, İstanbul 1988, s. 49-75.
......................, “The City Chronicles of Central Asia and Khorasan, The
Tarix-i Nişapur”, Zeki Velidi Togan Armağanı, İstanbul 1955, s.405-420.
......................, “The Arabic Language in Khurasan”, İran Society Silver
Jubilee Souvenir, Kalküta 1970, s. 131-134.
......................, “Development of Persian Literature under the Samanid and
Qarakhanids”, Ya’dna’me-ye Jan Rypka, Prag 1967, s. 69-74.
......................., - Sayılı, Aydın, “İslamiyetten Önce Orta Şarkta Türkler”,
Belleten, X, sayı : 37, Ankara 1946, s. 96-131.
Genç, Reşat, “Karahanlılar”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, VI,
ed. H.D. Yıldız, İstanbul 1987, s. 137-179.
......................, “Harun Buğra Han”, DİA, XVI, 257-258.
Gerdizî, Ebû Said Abdülmelik b. Dahhak, Zeyn el-Ahbar, şerh, Abdülhayy
Habibî, Tahran hş. 1367.
Gibb, H.A.R., Orta Asya’da Arap Fütuhatı, Trk. trc., M. Hakkı, İstanbul
1930.
......................, “Abd Allah b. Khazım”, EI, I, 47-48.
......................, “The Fiscal Rescript of Omar II”, Arabica, II, January 1955,
s. 1-16.
Gimaret, D., “Mu’tazila”, EI, VII, 783-793.
Goichon, M., İbn Sina Felsefesi ve Ortaçağ Avrupasındaki Etkileri, Trk.
trc., İsmail Yakıt, İstanbul 1993.
......................, “İbn Sina”, EI2, III, 941-947.
Golden, Peter B., “The Karakhanids and Early İslam”, Cambridge History
of Early İnner Asia, ed. Denis Sinor, Cambridge 1990, s. 343-370.
Goodman, L.E., “al-Razi”, EI2, VIII, 474-477.
Gordet, L., “Ilm al-Kalam” EI2, III, 1141-1150.
Gölcük, Şerafettin, “Cehmiyye”, DİA, VII, 235-236.
....................., “Cehm b. Safvân”, DİA, VII, 233-234.
Gölpınarlı, Abdülbakî Melamîlik ve Melâmîler, İstanbul 1992.
Gömeç, Saadettin, Kök Türk Tarihi, Ankara 1997.
Gözübenli, Beşir “Hakim el-Şehid”, DİA, XV, 195-196.
Grabar, Oleg, İslam Sanatının Oluşumu, Trk. trc., Nuran Yavuz, İstanbul
1998.
Grenard, M.F., “Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarih”, Trk. trc., Osman
Turan, Selçuklular ve İslamiyet, İstanbul 1993.
Grousset, Rene, Bozkır İmparatorluğu, Trk. trc. M. Reşat Uzmen, İstanbul
1993.
Günaltay, Şemseddin, “İslam Dünyasının İnhitatının Sebebi Selçuklu
İstilası mıdır?”, Belleten, sayı: 5-6, Ankara 1938, s. 73-88.
Günel, Fuat, “Cürcanî”, DİA, VIII, 132-133.
Güner, Ahmet “İbnü’l-Amîd, Ebü’l-Fazl”, DİA, XX, 485-486.
H.?, T., “Vezir ”, İA, XIII, 311.
Halm, H., “Batınyye”, EI, III, 861-863.
el-Hamavî, Şıhabeddin Yakut b. Abdullah el-Rûmî, Mü’cemü’l-buldan, I/I-
II, II/I-II, III/I, IV/I, ed. Fuat Sezgin, Frankfurt 1992.
......................., İrşad el-erîb ilâ marifet el-edîb, I-II, ed. D.S. Margoliouth,
Yeni Delhi 1982.
Hamdullah el-Müstevfî, Ahmed b. el-Atabek Taceddin Ebû Bekr Hamd,
Târih-i Güzide, nşr. E.G. Browne, Londra-Leiden 1910.
......................., Nüzhet el-kulûb, ed. G. Le Strange - Fuat Sezgin, Frankfurt
19932.
Harekat, İbrahim, “Berid”, DİA, V, 498-501.
el-Harezmî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Yusuf el-Katib,
Mefatihü’l-ulum, Kahire 1923.
Hartmann, R., “Cürcan”, İA, III, 245.
Hartner, W., “al-Djabr wa’l-mukabala”, EI, II, 360-362.
Herevî, Cevad, İran der Zaman-ı Samaniyyan, Meşhed hş. 1371.
Heyd, M., Yakındoğu Ticaret Tarihi, Trk. trc., Enver Ziya Karal, Ankara
1975.
Hsin Tang Shu, Tai-pei, 1985.
Hıtti, P.K., Siyasal ve Kültürel İslam Tarihi, I, Trk. trc. Salih Tuğ, İstanbul
1995.
Hilal el-Sâbî, Ebû İshak İbrahim, el-Münteza‘ min Kitâbi’l-tâcî li-Ebî İshak
el-Sâbî, yay. Muhammed Hüseyn el-Zebidî, Bağdat 1977.
Hinz, Walter, “İslamda Ölçü Sistemleri”, Trk. trc., Acar Sevim, MÜ.
Türklük Araştırmaları Dergisi, V, İstanbul 1990, s. 1-82.
Hodgson, M.G.S., İslamın Serüveni, I, Trk. trc., Alp Eker-Mutlu Bozkurt
v.d., İstanbul, 1992.
Hondmir, Ğıyâseddin Muhammed b. Hamîdeddin Muhammed, Düstûru’l-
vüzera, thk. Harbi Emin Süleyman, Mısır 1980.
Honigmann, Ernst, “Nisabur”, İA, IX,
http : //archnet.org/library/sites/one-site.tcl? site_id =3176, 12 Kasım 2002,
s. 1-2.
http: // www.grifterrec com/coins/islam/samanid html., 28.01.1999.
http://w3.nai.net/~froberts/sam.htm., 25.01-1999 ve 16.09.1999.
Horten, M., “Felsefe”, İA, IV, 540-546.
Huart, Clement, “Dakıki”, EI2, II, 100.
................... - Masse, Henry, “Fırdawsi”, EI2, II, 918-920.
Hudarî, M., “Emeviler Dönemi”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi,
II, ed. H.D. Yıldız, İstanbul 1986 , s.287-430.
el-Hücvirî, Ali b. Osman el-Cullabî, Keşfü’l-Mahcûb, İng. trc., R.A.
Nicholson, Londra 1970.
Işık, Mustafa, “İbn Huzeyme”, DİA, XX, 79-81.
İbn Asem el-Kûfî, Ahmed, Kitâb el-Fütuh, IV, Haydarabad 1971.
İbn Ebi Usaybia, Muvaffakuddin Ahmed b. el-Kasım, Uyûn el-enbâ fi
tabakâti’l-etibbâ, Beyrut t.y.,
İbn el-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali, el-Muntazam fî târih el-
ümem, V, Haydarabad hş. 1357.
İbn el-Esîr, İzzeddin Ali b. Muhammed, el-Kâmil fi’l-târih,, III-IX, nşr. C.J.
Tornberg, Beyrut 1979 ; Trk. trc. Ahmet Ağırakça vd İslam Tarihi el-Kâmil
fi’l-târih Tercümesi, III-IX, İstanbul 1986.
İbnü’l-Fakîh, Ahmed b. Muhammed el-Hemedânî, Muhtasaru Kitâb el-
Büldân, ed., M..J. de Goeje, Brill 1967.
İbn Fazlan, Ahmed, Seyahatnâme, Trk. trc. ve ekler, Ramazan Şeşen,
İstanbul 19952.
İbn Hallikan, Şemseddin Ahmed b. Muhammed, Vefeyâtü’l-a’yân ve enbâü
ebnâ el-zaman, I-VIII, thk. İhsan Abbas, Beyrut 1968.
İbn Havkal, Ebu’l-Kasım Muhammed, Sûret el-Arz, nşr. J.H. Kramers, Brill
1938.
İbn Hurdâdbih, Ebu’l-Kasım Ubeydullah b. Ahmed, Kitâb el-Mesâlik ve’l-
memâlik, ed. Fuat Sezgin, Frankfurt 19923.
İbn İsfendiyar, Târih-i Taberistan, I-II, thk. Abbas İkbal Aşiteyanî, t.y. ;
İng. trc. E.G. Browne, an Abriged Translation of the Tarikhi Tabarıstan,
Londra 1905.
İbn Kâdî Şuhbe, Takıyyüddin Ebû Bekr b. Ahmed b. Muhammed,
Tabakâtü’l-fukahai’l-şafiiyye, I-II, thk., A. Muhammed Ömer, Kahire t.y.
İbn Kutluboğa, Ebu’l-Fida Zeyneddin, Tâcü’l-teracim fi tabakât el-
hanefiyye, thk., İbrahim Salih, Beyrut 1992.
İbn Miskeveyh, Ebû Ali Ahmed, Tecâribü’l-ümem, I-III, tsh. D.S.
Margoliouth-H.F. Amedroz, Kahire, t.y.
İbn Mülakkin, Ebû Hafs Siraceddin Ömer b. Ali b. Ahmed, Tabakâtü’l-
evliya, thk. Nureddin Şureybe, Beyrut 1986.
İbn el-Nedim, Muhammed b. İshak, el-Fihrist, nşr. Şeyh İbrahim Ramazan,
Beyrut 1987.
İbn Salâh, Tabakâtü’l-fukahai’l-şafiiyye, I, Beyrut 1996.
İbn Sînâ, el-Kanun fi’l-tıbb, I, Trk. trc., Esin Kahya, Ankara 1995.
İbn Tiktaka, Nuh b. Ali, el-Fahrî, nşr. Derebourg, Beyrut 1966.
İlhan, Avni “Batıniyye”, DİA, V, 190-194.
el-İsfahanî, Ebû Nuaym Ahmed b. Abdullah, Hilyetü’l-evliya, X,
Matbaatü’l-saade 1979.
el-İsnevî, Cemaleddin Abdürrahim b. Hasan, Tabakâtü’l-şafiiyye, thk.,
Abdullah Muhammed el-Cuburî, Riyad 1981.
el-İstahrî, İbrahim b. Muhammed, Kitâbü Memâlik el-Mesâlik, ed. Fuat
Sezgin, Frankfurt 19923.
İzgi, Özkan, Çin Elçisi Wang Yen Te’nin Uygur Seyahatnâmesi, Ankara
1989.
de Jong F., – Algar, Hamid, “Melâmatıyya”, EI2, VI, 13-15.
Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü, İstanbul 19843.
....................., “Mahmud Gaznevî”, İA, VII, 173-183.
..................- Zettersteen, K.V., “Kuteybe b. Müslim” , İA, VI, 1051-1053.
Kara, Mustafa, “Hamdun el-Kassar”, DİA, XV, 455-456.
Karaman, Hayrettin, “Fıkıh”, DİA, XIII, 1-14.
Kallek, Cengiz, “Kaffâl, Muhammed b. Ali”, DİA, XXIV, 146-148.
......................., “Kaffâl, Abdullah b. Ahmed”, DİA, XXIV, 146.
Kanar, Mehmet, “Firdevsî”, DİA, XIII, 125-127.
Kandemir, M. Yaşar, “Hadis”, DİA, XV, 27-64.
......................., “Hâkim el-Nisaburî”, DİA, XV, 190-193.
Karacabey, Salih, “Hattâbî”, DİA, XVI, 489-491.
Karlıağa, H. Bekir, “İbn Sînâ-etkileri”, DİA, XX, 345-353.
Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügat-i’l-Türk, I-III, Trk. trc., Besim Atalay,
Ankara 19923.
Katib Çelebi, Keşf-i Zünun an esami’l-kütub ve’l-fünun, I-II, tsh., Şerafettin
Yaltkaya-Kilisli Rıfat Bilge, İstanbul 1941.
Kaya, Mahmud - Anay, Harun, “Felsefe”, DİA, XII, 311-330.
......................, Kaya, Mahmud, “Fârâbî”, DİA, XII, 145-162.
Kazıcı, Ziya, İslam Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1996.
Kehhale, Ömer Rıza, Mü’cemü’l-müellifin, c. I-XV, Beyrut 1986.
el-Kelâbâzî, el-Ta’arruf li-mezhebi ehlil’l-tasavvuf, trk. trc., Süleyman
Uludağ, İstanbul 1979.
Kennedy, H., The Early Abbasid Caliphate, Beckenham, 19862.
......................., “al-Mahdi”, EI, V, 1238-1239.
el-Kettanî, Muhammed Abdülhayy, et-Teratibü’l-İdariyye, I, Trk. trc.,
Ahmet Özel, Hz. Peygamberin Yönetiminde Sosyal Hayat ve Kurumlar,
İstanbul 1991.
Keykavus b. İskender, Kabusname, Trk. trc., Mercimek Ahmed, thk.,
Orhan Şaik Gökyay, İstanbul 1944.
el-Kıftî, Cemaleddin Ali b. Yusuf, Kitâbü’l-ihbari’l-ulema bi ahbâri’l-
hükema, nşr. Julius Lippert, Berlin 1903.
Kılavuz, A. Saim, “Bih-Afarid b. Mahfervedin”, DİA, VI, 138.
Kıster, M.S., “Hariths b. Surayc”, EI, III, 223-224.
Kitapçı, Z., Yeni İslam Tarihi ve Türkler, İstanbul, 1986.
......................., Orta Asya’da İslamiyetin Yayılması ve Türkler, Konya,
1989.
Koçkuzu, Ali Osman, Hadis İlimleri ve Hadis Tarihi, İstanbul 1983.
Konukçu, Enver, “Gazne”, DİA, XIII, 479-480.
...................., “Halaç”, DİA, XV, 228-229.
Köprülü, M.F., “Amil”, İA, I, 402-404.
....................., “Berid”, İA, II, 541-549.
......................., “Hâcib”, İA, V/I, 30-36.
Köymen, Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi-Kuruluş
Devri, I, Ankara 1989.
Kramers, J. H., “Sultan” İA, XI, 24-28.
....................., “Coğrafya”, İA, III, 208-209.
....................., “Geography and Commerce”, İslamic Geography General
Outlines of İslamic Geography, ed. Fuat Sezgin, Frankfurt 1992.
....................., “Kisaî”, İA, VI, 824-825.
.....................- Bosworth, C.E., “Sultan”, EI, IX, 849-851.
Kraus, P. – Pines, S., “el-Razî-Muhammed b. Zekeriyya el-Razî”, İA, IX,
642-645.
Kufralı, Kasım, “Ebû Yusuf”, İA, IV, 59-60.
Kurbanî, Ebu’l-Kasım, Zindeginâme-i Riyazidenan-ı Devreyi İslamî,
Tahran hş.1365.
Kureşî, Muhyiddin Ebû Muhammed Abdülkadir b. Muhammed el-Hanefî,
el-Cevahirü’l-mudiyye fi tabakâti’l-hanefiyye, I-III, thk., Abdülfettah
Muhammed el-Hulv, Kahire 1993.
Kurtuluş, Rıza, “el-Ceyhanî”, DİA, VII, 467-468.
...................., “Ebû Şekür-i Belhî”, DİA, X, 235.
Kutluer, İlhan, “Belhî, Ebû Zeyd”, DİA, V, 412-414.
...................., “Hârizmi, Muhammed b. Ahmed”, DİA, XVI, 222-224.
Kuşeyrî, Ebu’l-Kasım Abdülkerim b. Hevazin, Risaletü’l-Kuşeyriyye, Mısır
1966 ; Trk. trc., Ali Arslan İstanbul 1978.
O’Leary, de Lacy, İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, trk. trc., Hüseyin
Yurdaydın – Yaşar Kutluay, Ankara 1959.
Lane-Poole, Stanley, The Mohammadan Dynasties, Beyrut 1966.
Lawrance, Bruce L., “Khanagah”, EI2, VIII, 278-279
Leknevî, Muhammed b. Abdulhayy el-Fakîh el-Hindî, el-Fevâidü’l-behiyye
fi terâcimi’l-hanefiyye, thk. Ahmed el-Za’bî, Beyrut 1998.
Levy, R., An İntroduction to Persian Literature, New York 1969.
Ligeti, L, Bilinmeyen İç Asya, Trk. trc., Sadrettin Karatay, Ankara 1986.
Lombard, Maurice, İlk Zafer Yıllarında İslam, Trk. trc., Nezih Uzel,
İstanbul 1983.
Macdonald, D.B. “Kelam”, İA, VI, 541-545.
......................, “Maturidî”, İA, VII, 404-406.
Madelung, W., “The Minor Dynasties of Northern İran”, Cambridge
History of İran, IV, Cambridge 1975, s. 198-250 ; Trk. trc., Hakkı Dursun
Yıldız, “Taberistan”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, V, İstanbul
1987, s. 451-465.
......................, Arabic Texts Concerning the History of the Zaydi İmams of
Tabaristan, Daylaman and Gilan, Beyrut 1987.
....................., “Murdji’a”, EI2, VII, 605-607.
....................., “Maturidıyya”, EI2, VI, 847-848.
....................., “al-Maturidî”, EI2, VI, 846-847.
....................., “Abu’l-Qasem Eshaq Samarqadî”, EI, I, 358-359.
....................., The Early Mur’jia in Khurasan and Transoxaina and spread
of Hanafism” Der İslam, sayı : 59, 1982, s. 32-39.
el-Makdisî, Mutahhar b. Tahir, Kitab el-Bedi ve’l-Tarih, nşr.Cl. Huart,
Paris 1919.
el-Makdisî, Şemseddin Muhammed b. Ahmed el-Beşşarî, Ahsenü’l-tekâsim
fî marîfet el-ekâlîm, ed. Fuat Sezgin, Frankfurt 19924.
Mansel, A.M., Ege ve Yunan Tarihi, Ankara, 19885.
Mansuroğlu, Mecdud, “Cândâr”, İA, III, 24-25.
el-Mar‘aşî, Seyyid Zahireddin b. Nasırüddin b. Kemalettin, Tarih-i
Taberistan u ruyan u Mazenderan, nşr. M. Cevat Meşkur, Tahran 1966.
Marçais, Georges, “Rıbat”, İA, IX, 734-737.
Masse, Henry, “Rûdekî”, İA, IX, 761-763.
Mattahedek, R., “The Abbasid Caliphate in İran”, Cambridge History of
İslam, IV, Cambridge 19752, s.57-90.
el-Maturidî, Tevhid, Trk. trc., Bekir Topaloğlu, İstanbul 2002.
Meisami, Julie Scott, “Why Write History in Persian ? Historical Writting
in the Sâmânîd Period”, Studies in Honour of C.E. Bosworth, II, Leiden 2000,
s. 348-374.
Merçil, Erdoğan, İlk Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1991.
...................., Gazneliler Devleti Tarihi, Ankara 1989.
...................., “Muhtacoğulları”, Prof. Dr. Fikret Işıltan’a 80. Doğum Yılı
Armağanı, İstanbul 1995, s. 67-93.
......................, “Karategin Ailesi”, Türk Kültürü Araştırmaları, Prof. Dr.
İbrahim Yarkın’a Armağan, Ankara 1987, s. 1-16.
......................, “Simcûrîler I - Simcûr el-Devâtî”, İÜ Tarih Dergisi, sayı :
32, İstanbul 1979, s. 71-88.
......................, “Simcûrîler II İbrahim b. Simcûr”, Tarih Enstitüsü Dergisi,
sayı : 10-11, İstanbul 1981, s. 91-96.
......................, “Simcûrîler III- Ebu’l-Hasan Muhammed b. İbrahim b.
Simcûr”, İÜ. Tarih Dergisi, sayı : 33, İstanbul 1982, s. 115-132.
......................, “Simcûrîler IV - Ebu Ali b. Ebu’l-Hasan Simcûrî”, Belleten,
sayı.195, Ankara 1985, s. 547-567.
......................, “Simcûrîler V - Ebu’l-Kasım b. Ebu’l-Hasan Simcûrî”, İÜ.
Tarih Enstitüsü Dergisi, 1983-1987, s. 123-138.
......................, “Samanîler Devletinde Türklerin Rolü”, İÜ. Tarih Dergisi,
H.D. Yıldız’a Hatıra Sayısı, sayı : 35, İstanbul 1994, s. 253-266.
......................, “Sebüktegin Pend-nâmesi”, İslam Tetkikleri Enstitüsü
Dergisi (İTED), VI/1-2, İstanbul 1975, s. 203-232.
....................., Saffarîler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, ed.
H.D. Yıldız, V, İstanbul 1987, 417-449.
......................, “Tahirîler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, V,
yay. H.D. Yıldız, İstanbul 1987, s. 401-417.
......................, “Veşmgir b. Ziyar”, İA, XIII, 304-305.
......................, “Gazneliler”, DİA, XIII, 480-484.
......................, “Hazinedâr”, DİA, XVII, 141-143.
......................, “Amid”, DİA, III, 55.
......................, “Banicûrîler”, DİA, V, 59.
el-Mesudî, Ebu’l-Hasan Ali b. el-Hüseyin, Mürûc el-zeheb, nşr., M.
Muhyiddin Abdülhamid, Mısır 1964.
Miles, George Carpenter, “Numismatics”, Cambridge History of İran, IV,
Cambridge 1975, s. 364-377.
......................., The Numismatic History of Rayy, New York 1938.
......................., “Dirham”, EI2, II, 319-320.
......................., “Dinar”, EI2, 305-307.
Minorsky, V., “Tûs”, İA, XII/II, 123-130.
......................., “Nerşahî”, İA, IX, 197-198.
Miquel, A., İslam Medeniyeti, II. Trk. trc. A. Fidan, H. Menteş, İstanbul,
1991.
Mirhond, Hamîdüddin Muhammed b. Hondşah b. Mahmud el-Belhî,
Ravzatü’l-safâ fî sîret el-enbiya ve’l-mülûk ve’l-hulefâ, IV, Tahran hş. 1339.
Morrison, G. – Baldick, J. - Kadhanî, S., History of Persian Literature,
Leiden 1981.
Moscati, S., “Abû Müslim el Horasani” , EI2, I, 141.
Motlagh, Dj. Halegh, “Amırak Bal’ami”, EI, I, 971-972.
Muir, W., The Caliphate its Rise, Decline and Fall, Edinburgh 19154.
Murad, Hasan Kasım, “The Life and Works of Hakim al-Tırmidhî”,
Hamdard İslamicus (HI), II/I, Karachi 1979, s. 65-77.
Mustagh, Q.- Berggren, J.L., “İntroduction, The Mathematicians and their
linage-Mathematical Sciences”, History of the Civilization of Central Asia,
IV, ed. C.E. Bosworth-M.S. Asimov, Paris 2000, s.177-193.
Nader, Albert N., “al-Balkhî”, EI2, 1002.
Nallino, C.A., “Astronomi”, İA, I, 686-690.
Nayberg, H.S., “Mûtezile”, İA, VIII, 756-764.
Nazım, Muhammed, The Life and Times of Sultan Mahmud of Ghazna,
Yeni Delhi 1971.
......................, “Makan b. Kaki”, İA, VII, 202.
......................, “Merdaviç b. Ziyar”, İA, VI, 757.
......................, “Utbî”, İA, XIII, 83.
Necibullah, Persian Literature, Washington 1963.
Nedvî, Rical el-Fikr ve’l-Davet fi’l-İslam, Dımaşk, 1970.
Nerşahî, Ebû Bekr Muhammed b. Cafer, Târih-i Buhara, thk. Abdülmecid
Bedevî-Nasrullah Mübeşşir el-Tarazî, Kahire 1993 ; Frs. trc., Frs. trc.,
Ahmed b. Muhammed el-Kubavî, nşr., Muhammed Taki, Tahran hş. 1363 ;
İng. trc. R.N. Frye, The History of Bukhara, Cambridge 1954.
el-Nesefî, Ebû Hafs Necmeddin Ömer b. Muhammed, el-Kand fi zikr-i
ulemâi Semerkand, nşr., Nazr Muhammed Faryabî, Mektebetü’l-Kevser,
1991.
el-Nesefî, Ebu’l-Mu’in Meymun b. Muhammed, el-Tabsiratü’l-edille fi
usuli’l-din, I-II, thk., Hüseyin Atay, Ankara 1993.
Nizameddin, Muhammed, İntroduction to the Jawami’u’l-hikayat ve
lewami’u’l-riwayat of Sadidu’d-din Muhammad al-Awfî, Londra 1929.
Nizamî-i Aruzî, Çehar Makale, nşr. Muhammed Kazvini, Brill 1910 ; İng.
trc., E.G. Browne, The Four discources of Nidhami’l-Arudî, Cambridge
1978.
Nizamülmülk, Siyasetnâme, Trk. trc. Nurettin Bayburtlugil, İstanbul 19872.
Ocak, Ahmet Yaşar, “Fütüvvet”, DİA, XIII, 261-263.
Ögel, Bahaaddin, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, II, Ankara 1981.
Öğüt, Salim, “Ebû Yusuf”, DİA, X, 260-265.
Özaydın, Abdülkerim “Harizm”, DİA, XVI, 217-220.
......................, “Abdülmelik b. Nuh b. Nasr”, DİA, I, 271-272.
......................, “Fahrüddevle”, DİA, XII, 98-99.
......................, “Gıtrif. b. Ata”, DİA, XIV, 57-58.
......................, “Amr b. Leys”, DİA, III, 86-87.
Özel, Ahmet, Hanefî Fıkıh Alimleri, Ankara 1990.
Özen, Şükrü, “Hilâf”, DİA, XVII, 527-538.
....................., “Furûk”, DİA, XIII, 223-227.
Özkuyumcu, Nadir, “Haris b. Süreyc”, DİA, XVI, s. 201.
Pellat, Ch.,“Djayhanî”, EI2, 265-266.
....................., “Khwarazmî”, EI2, IV,1069.
Pingree, D., “Abû Ja’far al-Kazen”, EI, I, 326-327.
......................., “Ali b. Bamşad Qâ’enî”, EI, I, 870-871.
Plutarkhos,. Bioi Paralleloi (Aleksandros). Plutarch’s Lives. With an
English Translation by B. Perrin I-XI. London, New York 1928-1926. [The
Loeb Classical Library].
Polat, Selahaddin, “Ebû Ali el-Nisaburî”, DİA, X, 92.
......................., “Kelâbâzî, Ahmed b. Muhammed”, DİA, XXV, 191.
Pritsak, Omeljan, “Kara-Hanlılar”, İA, VI, 251-273.
Rahmatullaeva, Sulhiniso, “The Peculiarities of Samanid Decorative
Architecture” İng. trc. İraj Bashiri, http : //
www.iles.umn.edu/edu/faculty/bashiri/sulf%20folder/sulh.html, 16 Ekim
2002.
Rasonyi, Laszlo, Tarihte Türklük, Ankara 1998.
Reşüdüddin Fazlullah, b. İmadüddevle Ebu’l-Hayr Ali, Câmiü’l-tevârîh,
II/IV nşr. Ahmed Ateş, Ankara 1957.
Rıbat, Nasser, “Rıbat”, EI2, VIII, 493-506.
Ritter, H., “Dakıki”, İA, III, 462-464.
...................., “Eş’ari”, İA, IV, 390-392.
...................., “Firdevsî, İA, IV, 643-649.
Ruşen, M., Tarihnâme-i Taberî, Tahran 1987.
Sabra, A.İ., “İlm al-Hisab”, EI2, 1138-1141.
Sadi, L.M., “The Millennium of Ar-Razi (Rhazes)”, İslamic Medicine, Text
and Studies on Muhammed b. Zekeriyya el-Razi, c.XXV, ed. Fuat Sezgin,
Frankfurt 1996, s. 252-262.
Safa, Zebihullah, Tarih-i edebiyat der İran, I, Tahran 1985.
Sarı, Mehmet Ali, “İbn Habib el-Nisaburî”, DİA, XIX, 510.
Sahillioğlu, Halil, “Dirhem”, DİA, IX, 368-371.
......................, “Dinar”, DİA, IX, 352-355.
el-Salih, Subhi, Hadis İlimleri ve Hadis İstılahları, Trk. trc., M. Yaşar
Kandemir, Ankara 19732.
Samso, M., “al-Khazin”, EI, IV, 1182-1183.
Sayılı, Aydın, The Observatuary in İslam, ed. Fuat Sezgin, Frankfurt
19982.
el-Sealibî, Ebû Mansur Abdülmelik b. Muhammed, Yetîmetü’l-dehr fi
mehâsini ehl el-asr, IV, şerh ve thk., Müfit Muhammet Kumeyha, Beyrut
1983.
el-Sem’ânî, Ebû Sa’d Abdülkerim b. Muhammed, Kitâb el-ensâb, I-V, thk.
Abdullah Amr Barudî, Beyrut, 1988.
Sevim, Ali - Merçil, Erdoğan, Selçuklu Devletleri Tarihi, Siyaset-Teşkilat
ve Kültür, Ankara 1995.
Sezgin, Fuat, Geshichte des Arabischen Schrifttums, (GAS), I, III-VI,
Leiden 1967.
Schacth, J., “Abu’l-Layth al-Samarkandî”, EI2, I, 137.
Schaeder, H.H., “Semerkand”, İA, X, 468-471.
....................... - Bosworth, C.E., “Samarkand”, EI2, VIII, 1031-1034.
Schwarz, Florian, Sylloge Numorum Arabicorum Tübingen, Gazna / Kabul
XIV d - Hurâsân IV, Berlin 1995.
Shaban, M.A., The Abbasid Revolution, II, Cambridge 19792.
Shahbazî, A., “Bahram VI Çobin”, İranica, III, 520-522.
Sıddıkî, M. Zübeyr, Hadis Edebiyatı Tarihi, Trk. trc., Yusuf Ziya Kavakçı,
İstanbul 1996.
Sobernheim, M., “Devâtdâr”, İA, III, 557-558.
Sourdel, D., “al-Baramika”, EI2, I, 1064-1067.
....................., “Bih Afrid b. Far wardin”, EI, I, 1209.
....................., “The Abbasid Caliphate”, The Cambridge History of İslam, I,
Cambridge, 1970, s.104-139.
Sönmez, Mehmet Ali, “İbn Hibban”, DİA, XX, 63-64.
Spuler, B., “Ghaznawids”, EI2, II, 1050-1053.
......................, “Gurgandj”, EI2, II, 1141-1142.
......................, “Amu-Darya”, EI2, I, 455-457.
......................, “Trade in the Eastern İslamic Countries in the Early
Centuries”, İslam and Trade of Asia, ed. D.S. Richards, Oxford 1970, s.11-
20.
le Strange, Guy, The Lands of Eastern Caliphate, Londra 1993.
Streck, “Amul”, İA, I, 428.
Stern, S.M., Studies in Early İsmailism, Leiden 1983.
el-Sübkî, Taceddin Abdülvahhab b. Ali, Tabakâtü’l-şâfiiyyeti’l-kübra, II-V,
thk. M. Muhammed el-Tenahi - Abdülfettah Muhammed el-Hulv, Kahire
1964.
Suter, H., “Cebir”, İA, III, 40-41.
el-Sülemî, Ebû Abdurrahman Muhammed b. el-Hüseyn, Risaletü’l-
melâmatiyye, trk. trc. Ömer Rıza Doğrul, İslam Tarihinde İlk Melâmet,
Melâmîliğe ait en eski vesikanın tercümesi, Ankara 1947.
....................., Kitâbü Fütüvve, Trk. trc., Süleyman Ateş, Ankara 1977.
....................., Tabakâtü’l-sufiyye, thk. Nureddin Şureybe, Mısır 1953.
Süveyşî, Muhammed, “Hesap”, DİA, XVII, 242-244.
Şebankareî, Mecmaü’l-ensâb, Süleymaniye Kütüphanesi (Yenicami
Kütüphanesi Koleksiyonu), n. 909.
Şeşen, Ramazan, Müslümanlarda Tarih -Coğrafya Yazıcılığı, İstanbul
1998.
....................., İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri,
Ankara 20012 .
....................., “İlk Tercümeler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi,
III, ed. H.D. Yıldız, İstanbul 1986, s. 453-479.
....................., “Eski Araplara Göre Türkler”, Türkiyat Mecmuası, XV,
İstanbul 1968, s. 11-36.
....................., “Buhara”, DİA, VI, 364.
el-Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir, Kitâbü ahbâr el-rüsul ve’l-mülûk
(Târih el-rüsul ve’l-mülûk),X, thk. Ebu’l-Fazl İbrahim, Kahire 19796.
Taşağıl, Ahmet, Göktürkler, I, Ankara 1995.
....................., Göktürkler, II, Ankara 1999.
.....................,“Töles Boylarının Coğrafî Dağılımı”, MSÜ. Fen-Edebiyat
Fakültesi Dergisi, I, İstanbul 1991, s.234-243.
Tanerî, Aydın, “Gürgenc”, DİA, XIV, 321-323.
......................, “Hâcib”, DİA, XIV, 508-511.
......................, “Camedâr”, DİA, VII, 45.
......................, “Candar”, DİA, VII, 145-146.
Terzî, Mustafa Zeki, “Gulâm”, DİA, XIV, 178-180.
el-Tirmizî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. Hasen el-Hakîm, Büdüvvü
şe’n Ebî Abdullah Muhammed el-Hâkim el-Tirmizî, nşr., Muhammed Halid
Mesud, İslamic Studies, IV, 1965 Karachi 1965, s. 331-343.
Togan, Z.V., Umumî Türk Tarihine Giriş, İstanbul 19813.
....................., “Amu-Derya”, İA, I, 419-426.
.....................,“Herat”, İA, V/I, 429-442.
Togan, Nazmiye, “Peygamber Zamanında Şarki ve Garbi Türkistan’ı
Ziyaret Eden Çinli Budist Hüen-Çang’ın Bu Ülkelerin Siyasî ve Dinî
Hayatına Dair Kayıtları”, İÜ. TED, IV, sayı : 1-2, İstanbul 1964, s. 21-64.
Topaloğlu, Bekir, Kelam İlmi, İzmir 1985.
Treadwell, Luke, “İbn Zafir al-Azdi’s Accaunt of the Murder of Ahmad b.
İsmail al-Samanî and the Succession of his son Nasr”, Studies in Honour of
C.E. Bosworth, II, Leiden 2000, s. 397-419.
Tritton, A.S., İslam Kelamı, trk. trc., Mehmet Dağ, Ankara 1983.
Turan, Osman, Selçuklular ve İslamiyet, İstanbul 1993.
...................., “Ikta”, İA, V/II, 949-959.
Türer, Osman, “Bûşencî, Ebu’l-Hasan”, DİA, VI, 475-476.
el-Ukaylî, Seyfeddin Hacı b. Nizam, Asarü’l-vüzera, nşr. Celaleddîn
Hüseynî Urmevî, Tahran hş. 1337.
Udovitch, L., “Fals”, EI, II, 768-769.
Uludağ, Süleyman, İslam Düşüncesinin Yapısı, Selef, Kelam, Tasavvuf,
Felsefe, İstanbul 1979.
....................., “Hankah”, DİA, XVI, 42-46.
....................., “Fütüvvet”, DİA, XIII, 259-261.
....................., “Kelâbâzî, Muhammed b. İbrahim”, DİA, XXV,
Uslu, Recep, “Halef es-Saffar”, DİA, XV, 238-239.
el-Utbî, Ebû Nasr Muhammed b. Abdülcabbar, Târih-i Yeminî, I, şerh, Şeyh
el-Meninî, Kahire 1869 ; Frs. trc., Curfedakanî, Tercüme-i Târih-i Yeminî,
nşr., Cafer Şiar, Tahran hş. 1345.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devlet Teşkilatına Medhal, Ankara
1988
Ülken, Hilmi Ziya, İslam Felsefesi, İstanbul 1983.
....................., “İbn Sina”, İA, V / II, 807-824.
de Vaux, B. Carra, “Tefsir”, İA, XII/I, 603-604.
...................., “Tafsir”, EI2, VIII, 117.
Vernet, J., “al-Khwarazmi”, EI2, IV, 1070-1071.
Vezirî, Ahmed Ali Khan, Târih-i Kirman, nşr. Muhammed İbrahim -
Bostaniy-i Parizî, Tahran 1961.
Walzer, Richard, “Fârâbî”, EI2, II, 778-781.
Watt, Montgomery, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Trk. tr., Ethem
Ruhi Fığlalı, Ankara 1981.
....................., “Djabriyya”, EI2, II, 365.
....................., “Djahmıyya”, EI2, II, 388.
....................., “Ash’ariyya”, EI2, I, 696.
Wellhausen, Julius, Arap Devleti ve Sükutu, Trk. trc. Fikret Işıltan, Ankara
1963.
....................., İslamiyetin İlk Devirlerinde Dini Siyasi Muhalefet Partileri,
trc. Fikret Işıltan, Ankara, 1989.
Wensinck, A.J., “Mevla”, İA, VIII, 163-164.
...................., “Mürci’e”, İA, VIII, 808-809.
von Vloten, “Emeviler Devrinde Arap Hakimiyeti, Şia ve Mesih İnancı
Üzerine Araştırmalar”, trc. M.S. Hatipoğlu, AÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi,
sayı : 172, Ankara 1986, s.
el-Yakubî, Ahmed b. İshak b. Vâzıh, Kitâb el-büldan, nşr. M.J. de Goeje,
Brill 1967.
...................., el-Târih, Beyrut t.y.
Yavuz, Yusuf Şevki, İslam Akaidinin Üç Şahsiyeti, Ahmed b. Hanbel, İbn
Furek, Kadı Beyzavî, İstanbul 1989.
....................., “ İbn Furek”, DİA, XIX, 495-498.
....................., “Cedel”, DİA, VII, 208-210.
....................., “Kelam”, DİA, XXV,
.....................,“Eş’ariyye”, DİA, XI, 447-455.
....................., “Ebu’l-Hasan el-Eş’arî”, DİA, XI, 444-447.
Yazıcı, Tahsin, “Bel’amî-Ebu Ali”, DİA, V, 390.
......................, “Dakıkî”, DİA, VIII,
....................... “Sülemî”, İA, XI, 94-96.
......................, “Deylem”, DİA, IX, 263-265.
......................, “Belh”, DİA, V, 410-411.
......................, - İbşirli, Mehmet, “Ferrraş”, DİA, XII, 408-409.
Yazıcıoğlu, Mustafa Said, “Maturidî Kelam Ekolünün İki Büyük Siması ;
Ebû Mansur el-Maturidî ve Ebu’l-Mu‘in el-Nesefî”, AÜİFD, sayı : 27,
Ankara 1985, s. 281-298.
Yetik, Erhan, “Ebû Osman el-Hirî”, DİA, X, 208.
......................, “Dineverî, Ebu’l-Abbas”, DİA, IX, 358-359.
Yıldız, Hakkı Dursun, İslamiyet ve Türkler, İstanbul 1980.
......................, “Emirü’l-Ümera” DİA, XI, 158-159.
......................, “Bermekîler”, DİA, V, 517-520.
......................, “Ebû Müslim-i Horasanî”, DİA, X, 197-199.
......................, “Velid I”, İA, XIII, 293.
Yiğit, İsmail, “Cemdâr”, İA, III, 88.
Yves, G., “Horasan”, İA, V/I, 560
Zambaur, E.V., “Fels”, İA, IV, 539-540.
........................, “Dinar”, İA, III, 591.
........................, “Dirhem”, İA, III, 594.
el-Zehebî, Ebû Abdullah Şemseddin Muhammed b. Ahmed, Siyerü
a’lâmi’l-nübelâ, IX-XVI, thk., Şuayb el-Arnavud-Hüseyn el-Esed - v.d.,
Beyrut 1990.
......................., Tezkiretü’l-huffâz, II-IV, Haydarabad 1956.
Zettersteen, K.V. “I. Nuh”, İA, IX, 346-347.
.......................,“Ebu’l-Fazl b. el-Amid”, İA, V/II, 843-844.
......................., “Amir al-Umara”, EI, I, 446.
......................., “Mutî”, İA, VIII, 764.
......................., “II.Nuh”, İA, IX, 347-348.
......................., “Fahrüddevle”, İA, IV, 447-448.
......................., “Nasr b. Ahmed”, İA, IX,
......................., “Mehdi”, İA, VII, 474-480.
......................., “Harûnürreşid”, İA, V/1, 304-305.
Zeydan, C., İslam Medeniyeti Tarihi, II, trc. Zeki Meğamız, İstanbul, 1976-
1978.
Zirikli, Hayrettin, el-A‘lam Kamusü Teracim, I-VIII, Beyrut 1980.
[1] el-Taberî , Kitâbü ahbâr el-rüsul ve’l-mülûk (Târih el-rüsul ve’l-mülûk),
III-X, thk. Ebu’l-Fazl İbrahim Kahire 1979.
[2] Ramazan Şeşen, Müslümanlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, İstanbul
1998, s. 54.
[3]Fuat Sezgin, Geshichte des Arabischen Schrifttums, (GAS), I, Leiden
1967, s. 353.
[4] Nerşahî, Târih-i Buhara, thk. Abdülmecid Bedevî-Nasrullah Mübeşşir
el-Tarazî, Kahire 1993; Frs. trc., Muhammed Taki Tahran hş.1363; İng. trc.
R.N. Frye, The History of Bukhara, Cambridge 1954.
[5]Katib Çelebi, Keşf-i zünûn an esâmi’l-kütüb ve’l-fünun, I, tsh., Şerafettin
Yaltkaya-Kilisli Rıfat Bilge, İstanbul 1941, s. 286; Sezgin, GAS, I, 352.
[6] Şeşen, a.g.e., s. 69.
[7]el-Sem’ânî, Kitâb el-ensâb, I-V thk. Abdullah Amr b. el-Bedevî, Beyrut
1988.
[8]
İbn Miskeveyh, Tecâribü’l-ümem, I-III, tsh., D.S. Margoliouth - H.F.
Amedroz, Kahire t.y.
[9] Gerdizî, Zeyn el-ahbâr, şerh, Abdülhayy Habibî, Tahran hş. 1367.
[10] Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, Târih-i Beyhakî, thk., Kazım Gani-Ali Ekber
Feyyaz, Tahran hş. 1326; Arp. trc. Yahya el-Haşşab-Sadık Neşat, Beyrut
1982.
[11] Şeşen, s. 81.
[12] Şeşen, s. 70.
[13] Nizamülmülk, Siyasetnâme, Trk. trc., Nurettin Bayburtlugil, İstanbul
1987.
[14]Târih-iSistan, nşr., Melikü’ş-Şuara Bahar, Tahran hş. 1314; İng. trc.,
Milton Gold, Roma 1976.
[15]İbn Funduk (Zahireddin Ebu’l-Hasan Ali b. Ebu’l-Kasım Zeyd el-
Beyhakî), Târih-i Beyhak, nşr. Ahmed Behmenyar, Tahran hş. 1361.
[16] İbn İsfendiyar, Târih-i Taberistan, I-II, thk., Abbas İkbal Aşiteyanî, t.y.;
İng. trc. E.G. Browne, an Abriged Translation of the Tarikhi Tabarıstan,
Londra 1905.
[17]Seyyid Zahireddin el-Mar‘âşî, Târih-i Taberistan u Rûyan u
Mazenderan, nşr. M. Cevat Meşkur, Tahran 1966.
[18]Ebû Hafs Ömer el-Nesefî, el-Kand fi zikri ulemâi Semerkand,
Mektebetü’l-Kevser 1991.
[19] Katib Çelebi, I, 296; Sezgin, GAS, I, 353.
[20] Katib Çelebi, aynı yer.
[21] İbn el-Esîr, el-Kâmil fî’l-târih, III-IX, nşr. C. J. Tornberg, Beyrut 1979;
Trk. trc. Ahmet Ağırakça vd, İslam Tarihi el-Kâmil fi’l-Târih Tercümesi, III-
IX, İstanbul 1986.
[22]el-Cüzcanî, Tabakât-ı Nâsırî, I, tsh. Abdülhayy Habibî Kandehar hş.
1342; İng. trc., I, H.G. Raverty, Yeni Delhi 1970.
[23] Reşideddin Fazlullah, Câmiü’l-tevârîh, II/IV nşr. Ahmed Ateş, Ankara
1957.
[24]Hamdullah el-Müstevfî, Târih-i Güzide, nşr. E.G. Browne, Londra-
Leiden 1910.
[25] Hondmir, Düstûru’l-vüzera, thk. Fuat Abdülmutî el-Seyyad, Mısır
1980.
[26] Ebû Abdullah Muhammed el-Harizmî, Mefâtihü’l-ulum, Kahire 1923.
[27] İlhan Kutluer, “Hârizmî, Muhammed b. Ahmed”, DİA, XVI, 222.
[28] İbn el-Nedim, el-Fihrist, nşr. Şeyh İbrahim Ramazan, Beyrut 1987.
[29] Ebû Abdurrahman el-Sülemî, Risaletü’l-melâmatiyye, Trk. trc. Ömer
Rıza Doğrul, İslam Tarihinde İlk Melâmet, Melâmîliğe ait en eski vesikanın
tercümesi, Ankara 1947.
[30]
Ebû Abdurrahman el-Sülemî, Kitâbü Fütüvve, Trk. trc., Süleyman Ateş,
Ankara 1977.
[31] Ebû Abdurrahman el-Sülemî, Tabakâtü’l-sufiyye, thk. Nureddin
Şureybe, Mısır 1953.
[32] Ebû Nuaym el-İsfahanî, Hilyetü’l-evliya, X, Matbaatü’l-sa’ade 1979.
[33] el-Hücvirî, Keşfü’l-Mahcûb, İng. trc., R.A. Nicholson, Londra 1970.
[34] el-Kureşî, el-Cevahirü’l-mudiyye fi tabakâti’l-hanefiyye, I-III, Kahire
1993.
[35] Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-evliya, II, tsh. Reynold Alleyne Nicholson
Brill 1905; Trk. trc., Süleyman Uludağ, İstanbul 19912.
[36] İbn Mülakkin, Tabakâtü’l-evliya, thk. Nureddin Şureybe, Beyrut 1986.
[37]Ebû Mansur Abdülmelik b. Muhammed el-Seâlibî, Yetîmetü’l-dehr fi
mehâsini ehl el-asr, IV, şerh ve thk. Müfit Muhammet Kamihat, Beyrut 1983.
[38] el-Birunî, el-Âsarü’l-bâkiye ani’l-kuruni’l-hâliye, nşr. E. Sachau,
Leipzig 1923.
[39]el-Birunî, Tahdidü nihâyât el-emâkin, İng. trc., Cemil Ali, ed. Fuat
Sezgin, Frankfurt 1992.
[40]
Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügati’l-Türk, I-III, Trk. trc., Besim Atalay,
Ankara 1992.
[41]Nizamî-i Aruzî, Çehar Makale, nşr. Mirza Muhammed Kazvinî, Brill
1910; İng. trc., E.G. Browne, The Four discources of Nidhami’l-Arudî,
Cambridge 1978.
[42]el-Sem’ânî, Kitâb el-ensâb, I-V, thk. Abdullah Amr b. el-Bedevî,
Beyrut 1988.
[43] el-Avfî, Lübab el-elbab, nşr., M. Abbasî, Tahran hş. 1361.
[44]el-Avfî, Cevâmiü’l-hikâyât ve’l-levâmi el-rivâyât, tsh., Cafer Şi’ar,
Tahran 19833.
[45] İbn Salâh, Tabakâtü’l-fukahai’l-şafiiyye, I Beyrut 1996.
[46]el-Sübkî, Tabakâtü’l-şâfiiyyeti’l-kübra, II-V, thk. M. Muhammed el-
Tennahi-Abdülfettah Muhammed el-Hulv, Kahire 1964.
[47] Cemaleddin Abdürrahim el-İsnevî, Tabakâtü’l-şafiiyye, I-II, thk.,
Abdullah Muhammed el-Cuburî, Riyad 1981.
[48] Takıyyüddin Ebû Bekr İbn Kâdî Şuhbe, Tabakâtü’l-fukahai’l-şafiiyye,
I-II, thk., A. Muhammed Ömer, Kahire t.y.
[49]Ebu’l-Muîn el-Nesefî, el-Tabsiratü’l-edille fi usuli’l-din, I-II, thk.,
Hüseyin Atay, Ankara 1993.
[50]el-Kureşî, el-Cevahirü’l-mudiyye fi tabakâti’l-hanefiyye, I-III, thk.,
Abdülfettah Muhammed el-Hulv, Kahire 1993.
[51] İbn Kutluboğa, Tâcü’l-teracim fi tabakât el-hanefiyye, thk., İbrahim
Salih, Beyrut 1992.
[52] Leknevî, el-Fevâidü’l-behiyye fi terâcimi’l-hanefiyye, thk., Ahmed el-
Za’bî, Beyrut 1998.
[53] İbn Hallikan, Vefeyâtü’l-a’yân ve enbâü ebnâ el-zaman, I-VIII, thk.,
İhsan Abbas, Beyrut 1968
[54] el-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, II-IV, Haydarabad 1956.
[55] İbn Funduk, Tetimmetü Sivani’l-hikme, nşr. Muhammed Şefi, Dımaşk
hş. 1351.
[56]İbn Funduk, Târihü hukemai’l-İslam, nşr. Muhammed Kürd Ali,
Dımaşk 1946.
[57] el-Kıftî, Kitâbü’l-ihbari’l-ulema bi ahbâri’l-hükema, nşr. Julius Lippert,
Berlin 1903.
[58] İbn Ebî Usaybia, Uyûn el-Enbâ fi tabakâti’l-etibbâ, Beyrut t.y.
[59] Katib Çelebi, Keşf-i zünûn an esâmi’l-kütüb ve’l-fünun, I-II, tsh.,
Şerafettin Yaltkaya-Kilisli Rıfat Bilge, Ankara 1941.
[60] İbn Hurdâdbih, Kitâb el-mesâlik ve’l-memâlik, ed. Fuat Sezgin,
Frankfurt 19922.
[61] el-Yakubî, Kitâb el-büldân, nşr. M.J. de Goeje, Brill 1967.
[62] İbn Fakîh el-Hemedanî, Kitâb el-Büldân, ed., M. J. de Goeje, Brill
1967.
[63] İbn Fazlan, Seyahatnâme, Trk. trc., Ramazan Şeşen, İstanbul 19952.
[64]el-İstahrî, Kitâbü’l-memâlik el-mesâlik, ed., Fuat Sezgin, Frankfurt
19923.
[65] İbn Havkal, Sûret el-arz, nşr. J.H. Kramer, Brill 1939.
[66]el-Makdisî, Ahsenü’l-tekâsîm fî marîfet el-ekâlîm, nşr. M.J. de Goeje,
Frankfurt 19924.
[67]Hudûd el-Alem-Legion of the World, nşr. ve İng. trc., V. Minorsky,
Frankfurt 19932.
[68]Yakut el-Hamavî, Mü’cemü’l-büldân, I / I-II, II / I-II, III / I, IV / I,
Frankfurt 19922.
[69]Yakut el-Hamavî, İrşad el-erîb ilâ marifet el-edîb, I-V, ed., D.S.
Margoliouth - D. Litt, Yeni Delhi 1909-1927.
[70]Hamdullah el-Müstevfi, Nüzhet el-kulûb, ed., G. Le Strange, Frankfurt
19932; İng. trc., G. Le Strange, Frankfurt 19932.
[71]V.V. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, haz., H.D. Yıldız,
Ankara 1990.
[72]V.V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Trk. Trc., K.
Yaşar Kopraman – İsmail Aka, Ankara 1975.
[73]V.V. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Trk. trc. ve ekler, M.F.
Köprülü, Ankara 1977.
[74] L. Ligeti, Bilinmeyen İç Asya, Trk. trc., Sadrettin Karatay, Ankara 1986.
[75] R.N. Frye, Bukhara, The Medieval Achievement, Oklahama 1965.
[76]R.N.Frye, “The Samanids”, Cambridge History of İran, IV, Cambridge
1975, s. 136-161; Trk. trc., H.D. Yıldız, “Samanîler” Doğuştan Günümüze
Büyük İslam Tarihi, VII, İstanbul Ankara 1988, s. 49-75.
[77] R.N. Frye, “The City Chronicles of Central Asia and Khorasan, The
Tarix-i Nişapur”, Zeki Velidi Togan Armağanı, İstanbul 1955, s. 405-420.
[78] R.N. Frye, “The Arabic Language in Khurasan”, İran Society Silver
Jubilee Souvenir, Kalküta 1970, s. 131-134.
[79]R.N. Frye, “Development of Persian Literature under the Samanid and
Qarakhanids”,Ya’dna’me-ye Jan Rypka, Prag 1967, s. 69-74.
[80]C.E. Bosworth, The History of Saffarids of Sistan and Maliks of Nimruz
(247/861 to 949/1542-43), New York 1994.
[81] C.E. Bosworth, The Ghaznavids, Their Empire in Afghanistan and
Eastern Caliphate (994-1040), Beyrut 1973.
[82]C.E. Bosworth, “An Alleged Embassy from the Emperor of China to
the Amir Nasr b. Ahmad, A Contribution to Samanid Military History”, The
Medieval History of İran and Afghanistan, Londra 1977, s. 1-13.
[83] C.E. Bosworth, “The Armies of Saffarids”, BSOAS, 1968, s. 534-554.
[84]
C.E. Bosworth, “The Rulers of Chaghaniyan in Early İslamic Times”,
İRAN, XIX’dan ayrı basım 1981, s. 1-20.
[85] Erdoğan Merçil’in bu aile hakkında yazdığı ilk makale ailenin atası
Simcûr el-Devâtî hakkında olup, “Simcûriler I - Simcûr ed-Devatî” adını
taşımaktadır. Bu makale, İÜ Tarih Dergisi, sayı. 32, İstanbul 1979, s. 71-88
arasında yayınlanmıştır. Bunun sonrasında farklı dergilerde yayınlanan diğer
dört makaleye çalışmamız içerisinde ve bibliyografyada işaret ettik.
[86]
E. Merçil, “Muhtacoğulları”, Prof. Dr. Fikret Işıltan’a 80. Doğum Yılı
Armağanı, İstanbul 1995, s. 67-93.
[87] E. Merçil, “Karategin Ailesi”, Türk Kültürü Araştırmaları, Prof. Dr.
İbrahim Yarkın’a Armağan, Ankara 1987, s. 1-16.
[88]E. Merçil, “Samanîler Devletinde Türklerin Rolü”, İÜ. Tarih Dergisi,
Hakkı Dursun Yıldız’a Hatıra Sayısı, İstanbul 1994, s. 253-266.
[89] E. Merçil, İlk Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1991.
[90] E. Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, Ankara 1989.
[91] Luke Treadwell, “İbn Zafir al-Azdi’s Accaunt of the Murder of Ahmad
b. İsmail al-Samanî and the Succession of his son Nasr”, Studies in Honour
of C.E. Bosworth, II, Leiden 2000, s. 397-419.
[92] Bkz. Merçil, “Simcûrîler I”, s. 79.
[93] Maurice Lombard, İlk Zafer Yıllarında İslam, Trk. trc., Nezih Uzel,
İstanbul 1983.
[94] Guy Le Strange, The Lands of Eastern Caliphate, Londra 1993.
[95]
Ramazan Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri,
Ankara 20012.
[96] Bunlara tez içindeki dipnotlarda ve bibliyografyada işaret edilmiştir.
[97] İbrahim Artuk-Cevriye Artuk, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Teşhirdeki
İslamî Sikkeler Kataloğu, I, İstanbul 1970.
[98]Florian Schwarz, Sylloge Numorum Arabicorum Tübingen, Gazna /
Kabul XIV d - Hurâsân IV, Berlin 1995.
[99] G. Carpanter Miles, The Numismatic History of Rayy, New York 1938.
[100] M.A. Broome, A Handbook of İslamic Coin, Londra 1985.
[101] Elena Davidovich, “Barab, Newly Discovrered Central Asian Mint
under the Samanid and Anushteginids”, Pamyatniki Pis’mennosti Vostoka,
Moskova 1977, s. 125-129.
[102] Elena Davidovich, “The Samanid Coins, Coined in Quba”, CA, II,
1960, s. 254-257.
[103]Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Trk. trc.,
Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara 1981.
[104] Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, İzmir 1985.
[105] A. Tritton, İslam Kelamı, Trk. trc., Mehmet Dağ, Ankara 1983.
[106]Yusuf Şevki Yavuz, İslam Akaidinin Üç Şahsiyeti, Ahmed b. Hanbel,
İbn Furek, Kadı Beyzavî, İstanbul 1989.
[107]M. Said Yazıcıoğlu, “Maturidî Kelam Ekolünün İki Büyük Siması;
Ebû Mansur el-Maturidî ve Ebu’l-Mu‘in el-Nesefî”, AÜİFD, sayı : 27,
Ankara 1985, s. 281-298.
[108]Ebû Abdurrahman el-Sülemî, Risaletü’l-Melâmetiyye, Trk. Trc., Ömer
Rıza Doğrul, İslam Tarihinde İlk Melamet, İstanbul 1950)
[109] Abdülbaki Gölpınarlı, Melamîlik ve Melâmîler, İstanbul 1992.
[110] R. Bulliet, The Patricians of Nishapur, Cambridge 1972.
[111] A.J. Arberry, Classical Persian Literature, Londra 1958.
[112]History of Civilizations of Central Asia, ed. C.E. Bosworth-M.S.
Asimov, Paris 2000.
[113] Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi, Trk. trc., Hüseyin Hatemî,
İstanbul 1986.
[114] H. Ziya Ülken, İslam Felsefesi, İstanbul 1983.
[115] Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, Trk. trc. Kasım Turhan, İstanbul
1987.
[116] İbn Sînâ, el-Kanun fi’l-tıbb, I, Trk. trc., Esin Kahya, Ankara 1995.
[117] Burası aynı zamanda Haytâl olarakta adlandırılır. el-Makdisî
(Ahsenü’l-tekâsim, ed., Fuat Sezgin, Frankfurt 19924, s. 261; Trk. trc., R.
Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 20012
s. 252) bölgeyi bu ana başlık altında anlatmıştır. Le Strange, bu kelimeyi V.
yy’da Bizanslı yazarların Eftalifler olarak adlandırdıkları, Sasanîlerin en
büyük düşmanları olan Ak-hunların bir ismi olarak manalandırır. Ak-Hun
devletinin adı geçen dönemde bölge üzerindeki etkinliği de bu bilgileri
dogrulamaktadır. Bkz., The Lands of Eastern Caliphate, Londra 19932, s.
432.
[118]Rıbatlar için bkz., Nasser Rabbat, “Rıbat”, EI2, VIII, 493-506;
Georges Marçais, “Rıbat”, İA, IX., 734-737.
[119]Sûret el-arz, nşr. J.H. Kramers, Brill 1938, s. 466.
[120] Ceyhun (Amu Derya) nehri, Çinliler tarafından Wu-hu, İranlılar
tarafından Veh-rôz veya Beh-rôz, Araplar, Ceyhun, Belh nehri veya Zemm
nehri, Türkler Ögüz, Latinler ve Greklerde halk etimolojisi ile Oxus olarak
isimlendirilmiştir. bkz., Z.V. Togan, “Amu-Darya”, İA, I, 419; Le Strange,
a.g.e., s. 433-434; Emel Esin, “Amuderya”, DİA, III, 98.
[121]el-İstahrî, Kitâb el-mesâlik el-memâlik, ed., Fuat Sezgin, Frankfurt
19923, s. 296; İbn Havkal, a.g.e., s. 475; Trk. trc., Şeşen, s. 220.
[122]Ceyhun (Amu Derya) Nehri, X. ve XII. yy’lar arasında Aral Gölüne
döküldüğü halde bu dönemin öncesinde ve sonrasında bir süre için bazen
Hazar Denizine dökülmüş, bazen de kuzeydoğudaki çöllerin arasında
kaybolmuştur. bkz., Z.V. Togan, a.g.m., s. 420-426; B. Spuler, “Amu-
Darya”, EI2, I, 455-457.
[123] İbn Havkal, s. 480; Trk. trc., Şeşen, s. 224.
[124] İbn Havkal, s. 481; Trk. trc., Şeşen, aynı yer.
[125] el-İstahrî, a.g.e., s. 295-296; İbn Havkal, s. 475-476; Trk. trc., Şeşen, s.
221; el-Makdisî, s. 290-291; Trk. trc., Şeşen, s. 266-267.
[126] İbn Hurdâdbih, Kitâb el-mesâlik ve’l-memâlik, ed., Fuat Sezgin,
Frankfurt 19933, s. 36; V.V. Barthold, “Huttel”, İA, V/1, 920.
[127] İbn Havkal, s. 476-477; Trk. trc., Şeşen, s. 221; el-Makdisî, s. 289-290;
Trk. trc., Şeşen, a.g.e., s. 266.
[128]el-Taberî , Târih el-rüsul ve’l-mülûk, VII, thk. M. Ebû’l-Fazl İbrahim,
Kahire 19796, s. 110; İbn el-Esîr, el-Kâmil fi’l-târih, V, nşr. C.J. Tornberg,
Beyrut 1979, s. 200.
[129]el-Makdisî, s. 340. İbn Hurdâdbih (a.g.e., s. 37) ise, bu rakamı 48.500
dirhem olarak verir.
[130] İbn Hurdâdbih, s. 37.
[131] İbn Havkal, s. 501; Trk. trc., Şeşen, s. 237; el-Makdisî, s. 282; Trk.
trc., Şeşen, s. 261.
[132]İbn Havkal, s. 502-503; Trk. trc., Şeşen, s. 238-239; el-Makdisî, s.
282-283; Trk. trc., Şeşen, aynı yer.
[133] Ahsenü’l-tekâsîm, s. 283; Trk. trc., Şeşen, s. 261-262.
[134]el-Makdisî, s. 340. Hudûd el-Âlem’de Kumîcîlerin dışında (İng. trc., V.
Minorsky, Hudûd el-Alem-Legion of the World, ed. Fuat Sezgin, Frankfurt
19932 s.120) bu iki eyaletin arasında yaşayan Kenjine adlı başka bir Türk
kabilesinden daha bahsedilmektedir. Krş., V.V. Barthold, Moğol İstilasına
Kadar Türkistan, haz. H.D. Yıldız, Ankara 1990, s. 74.
[135] Emevî kumandanlarından Osman b. Mesud’un 85/704 senesinde
Tirmiz’i kuşatırken sayıları 15.000 olduğu söylenen askerlerini bu adaya
çıkardığı için Araplar tarafından “Osman’ın adası” olarak da bilinirdi.
(Barthold, a.g.e., s. 79).
[136] Barthold, s. 78-80; Le Strange, s. 440-442.
[137] İbn Havkal, s. 477; Trk. trc., Şeşen, s. 222.
[138] Bu şehrin, Ceyhun nehrine ismini verdiği konusunda görüşler
bulunmaktadır. bkz. Z.V. Togan a.g.m., s. 419, Strecker, “Amul”, İA, I, 428;
Mustafa Budak, “Çarçuy”, DİA., VIII, 224.
[139] İbn Havkal, s. 472-473; Trk. trc., Şeşen, s. 218-219. Krş., Barthold, s.
86-87
[140] V.V. Barthold, “Sir-Derya”, İA, X, 556; aynı mlf., “Sir-Derya”, EI,
VII, 449; Ayrıca, Barthold İA maddesi içinde (s. 567) Sir Derya’nın XIV.
yy’da mecrasını değiştirerek bazen Amu Derya ile birleştiğini, bazen de
çöller arasında kaybolduğunu belirtmektedir.
[141] el-İstahrî, s. 333; İbn Havkal, s. 512; el-Makdisî, s. 262. el-Yakubî
(Kitâbü’l-Büldan, nşr., M.J. de Goeje, Brill 19672, s. 294) ve el-Taberî (VI,
484) ise eyaletin merkezi olarak Ahsiket’e beş fersah mesafedeki Kasan
şehrini gösterirler. Krş., Barthold, s. 175; Le Strange, s. 477.
[142]Ahsenü’l-tekâsîm,s. 262; el-İstahrî (s. 334) ve İbn Havkal (s. 513)
bundan farklı olarak eyaleti, Yukarı Nesya, Aşağı Nesya, Esbireh, Nekad,
Miyan-rudan, Çedgal, Urest, Besfer, Uşt olarak 10 bölgeye ayırmışlardır.
[143] el-Makdisî, s. 389.
[144]el-İstahrî, s. 326; el-Makdisî, s. 277. İbn Havkal (s. 503)’de ise, şehrin
adı Bumeckes olarak verilmektedir. Krş., Le Strange, s. 474.
[145] Barthold, s. 182.
[146] el-İstahrî, s. 328; İbn Havkal, s. 508; el-Makdisî, s. 276. Krş., Barthold,
s. 185; Le Strange, s. 480.
[147] İbn Havkal, s. 510; el-İstahrî, s. 333; Şeşen, s. 238.
[148]el-Makdisî (s. 340) bu hediyeleri her sene sultana gönderilen dört
süpürge, dört danik para (1/6 dirhem) ve çeşitli hediyeler olarak belirtirler.
[149]Ahsenü’l-tekâsîm, s. 273; Trk. trc., Şeşen, s. 256.
[150] el-İstahrî, s. 299; İbn Havkal, s. 447.
[151] İbn Havkal, s. 448. Aynı müellif bundan farklı olarak şehre Kat-derhaş
denildiğini, el-Makdisî (s. 287) ise, Şehristan olarak isimlendirildiği
yazmaktadır.
[152] Barthold, s. 158-159.
[153]Ahsenü’l-tekâsîm, aynı yer; Trk. trc., Şeşen, s. 264.
[154] G. Yves, “Horasan”, İA, V/I, 560; Osman Çetin, “Horasan”, DİA, V,
430.
[155] Bkz., Le Strange, s. 378-390.
[156] İbn Havkal, s. 437. Krş., Z.V. Togan, “Herat”, İA, V/I, 430.
[157]Kitâbü memâlik el-mesâlik, s. 265-266; Sûret el-arz, s. 438.
[158] İbn Havkal, s. 439.
[159]Ahsenü’l-tekâsîm, s. 310, 322.
[160]Hudûd el-Âlem, s. 105.
[161]Hamdullah el-Müstevfî , Nüzhet el-Kulûb, ed., G. Le Strange - Fuat
Sezgin, Frankfurt 19932; İng. trc., Guy Le Strange, Frankfurt 19932 , s. 154.
[162] Nazmiye Togan, “Peygamber Zamanında Şarki ve Garbi Türkistan’ı
Ziyaret Eden Çinli Budist Hüen-Çang’ın Bu Ülkelerin Siyasî ve Dinî
Hayatına Dair Kayıtları”, İÜ. TED, IV, İstanbul 1964, sayı : 1-2, s. 46-47.
[163]Ahsenü’l-tekâsim, s. 302. Krş., Le Strange, s. 420; Tahsin Yazıcı,
“Belh”, DİA, V, 410.
[164] Le Strange, s. 352-363; J.H. Kramers, “Kuhistan”, İA, VI, 970-971.
[165]Hudûd el-Alem, s. 110.
[166]Sûret el-arz, s. 381
[167] İbn Havkal, s.382. el-Makdisî (s.354; Trk. trc., Şeşen, s.271) ise,
buranın merkezini Şehristan olarak vermektedir. Krş., R. Hartmann,
“Cürcan”, İA, III, 245.
[168] el-Makdisî, aynı yer.
[169] el-Makdisî, s. 365.
[170] el-İstahrî, s.204; İbn Havkal, s. 375. Hudûd el-Âlem (s.133-134)’de
Taberistan ve Cürcan’da buraya dahil edildiği gibi (s.136)’da Deyleman veya
Deylem el-Hassa adlı bir bölge zikredilerek bunun Taberistan, Gilan, Hazar
Denizi ve Cibal arasında kaldığı aktarılmaktadır. Krş., Ahmet Ateş,
“Deylem”, İA, III, 567; T. Yazıcı, “Deylem”, DİA, IX, 263-264.
[171] el-Makdisî, s. 353.
[172]el-İstahrî, s. 195; İbn Havkal, s. 378; el-Makdisî (s. 353)’de burayı
Deylem’e dahil ederken (s. 384)’de burayı Cibal’in nahiyelerinden biri olarak
göstermektedir. Hudûd el-Âlem (s. 132)’de burası Cibal hükümdarının
ikametgahı olarak gösterilir.
[173] Arrianos, Anabasis, III.21. 3-6; III.25. 3; Curtius Rufus, Historia
Alexsandri Magni Regis Macedonum, VI. 3. 9; Diodoros, Bibliotekhe
Historia, XVII. 73 vdd., XVII. 83. 7-9; Plutarkhos, Alexsandros, 43; Arif
Müfit Mansel, Ege ve Yunan Tarihi, Ankara 19885, s. 447; Z. V. Togan,
Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 19813, s. 38.
[174]R. Grousset, Bozkır İmparatorluğu, Trk. trc. M. Reşat Uzmen, İstanbul
19932, s. 45-51; Togan, a.g.e. s. 39-40; Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü,
İstanbul 19843, s.82.
[175] Taberî, IV, s.169-173; İbn el-Esîr, III, 34,35; Trk. trc., III, 40-41; Z.
Kitapçı, Yeni İslam Tarihi ve Türkler, İstanbul 1986, s. 207-212; H.D. Yıldız,
İslamiyet ve Türkler, İstanbul 1980, s. 7-8; Z.V. Togan (s.55) bu kişiyi Batı
Göktürk kağanı Tulu han olarak verir. Gerçekten de bu sırada Batı
Göktürklerinin başında Tou-lu adlı bir kagan bulunmaktaydı. Çin kaynakları
bu kağanın 641 senesinde bölgeye seferler yaptığını ve Maveraünnehir ve
Toharistan’ın onun hakimiyetinde olduğunu belirtirler (Hsin Tang Shu Tai-
pei 1985, 221B, s.6059; A. Taşağıl, Göktürkler II, Ankara 1999, s.65-68;
Saadettin Gömeç, Kök Türk Tarihi, Ankara 1997, s.40).
[176] Belazurî, Fütuh el-Buldan, ed., Fuat Sezgin, Frankfurt 19922, s.410;
Trk. trc. M. Fayda, Ankara 1987, s. 595-596; İbn el-Esîr, III, 456; Trk. trc.,
III, 462-463; H.A.R. Gibb, Orta Asya’da Arap Fütuhatı, Trk. trc., M. Hakkı,
İstanbul 1930, s. 15; İbn Fazlan, Seyahatnâme, Trk. trc. R. Şeşen, (tercümeye
yapılan ekler), İstanbul 19952, s. 196; M.A. Shaban, The Abbasid Revolution,
Cambridge 19792, H.D. Yıldız, a.g.e., s.10. Yine Belazurî’nin (s. 408) Ebû
Ubeyde’den yaptığı bir nakilde İbn Amir’in nehri geçerek Maveraünnehir
halkıyla bir anlaşma yaptığını ve Hz. Osman’ın onlar için bir ahidname
yazdığını belirtir. Ancak bu bilgi Ebû Ubeyde’den başka kaynaklarca teyid
edilmemiştir.
[177]Hsin Tang Shu, 221B, s.6644-6645 (Burada anlatılana göre Buhara’nın
Soğd asıllı idarecisi Çin İmparatoruna gönderdiği mektupta 22 nesilden beri
ailesinin burayı yönettiğini belirtmiştir).
[178]Gibb, a.g.e., s. 7; R. N. Frye, Bukhara, The Medieval Achievement,
Oklahama 1965, s.14-15; Shaban, a.g.e., s.14.
[179] Belazurî, s.410-411; Trk. trc., s. 596; İbn Asem el-Kufî, Kitâb el-
Fütuh, IV, Haydarabad 1971, s. 91; Nerşahî, Târih-i Buhara, thk.,
Abdülmecid Bedevî-Nasrullah el-Mübeşşir el-Tarazî, Kahire 1993, s.64; Frs
trc., Muhammed Taki, Tahran hş. 1363, s. 52-53; İng. trc., R.N. Frye, The
History of Bukhara, Cambridge 1954, s. 37-38; Gerdizî, Zeyn el-ahbâr, şerh,
Abdülhayy Habibî, Tahran hş. 1367, s.106; Taberî, V, 297-298; el-Yakubî,
Târih, II, Beyrut trhsz., s. 252; İbn el-Esîr, III, 499; Trk. trc. III, 37. Krş.,
Barthold, “Buhara”, EI, I, 1293; R.N. Frye-Aydın Sayılı, “ İslamiyetten Önce
Orta Şarkta Türkler”, Belleten, X, sayı : 37, Ankara 1946, s.105; Kitapçı, s.
215; aynı mlf., Orta Asya’da İslamiyetin Yayılması ve Türkler, Konya 1989,
s.120; H. D. Yıldız, s. 11; M. el-Hudarî, Doğuştan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, “Emevîler Dönemi”, II, 304; Mirza Bala, “Buhara”, İA, II, 762; R.
Şeşen, “Buhara”, DİA, VI, s. 363. Hatun kelimesinin Türkçe bir ünvan
olduğuna dair bkz. A. Donuk, Eski Türk Devletlerinde İdari-Askeri Ünvan ve
Terimler, İstanbul 1988, s. 29-31.
[180] Taberî (V, 297-298)’de bu hanım şehirde hüküm sürmekte olan Türk
hükümdarın eşi olarak verilirken, Nerşahî (s.64; Frs. trc., aynı yer; İng. trc.
aynı yer) ise onun küçük oğlu Tuğşada adına hüküm sürdüğünü belirtir. Bu
son rivayet gerçeğe daha uygundur.
[181] Şad kelimesinin Türkçe bir ünvan olduğuna dair, bkz. Donuk, a.g.e.,
s.33-36.
[182] İbn Hurdadbih, s. 40; el-Yakubî, II, 286-287; Taberî, VI, 399; Nerşahî,
s.70; Frs. trc., s. 57; İng. trc. s.,41; İbn el-Esîr, IV, 506; Trk. trc. IV, 454 .
Yukarıda saydığımız bu kaynakların hepsinde Semerkand hükümdarları için
bir Türk ünvanı olan Tarhun ünvanı kullanılmıştır. İbn Asem ise Semerkand
hükümdarı için yine bir Türkçe bir ünvan olan İhşid’i kullanır. Yine İbn
Hurdadbih (s.40-41) Türklerin küçük hükümdarlarına Tarhan, Nizek ve
Guzek dendiğini belirtir. Ayrıca bkz. Z.V. Togan, s. 75; Kafesoğlu, s. 111-
113; Nazmiye Togan, “Hüen-Çang’a Göre Peygamber devrinde Orta Asya”,
İTED, IV, sayı : 1-2, s.37-38, 19n; Abdülnaim, el-Tarih el-Siyasiyye li’l-
Devletü’l-Arabiyye, II, Şam 1982, s. 212-225. Donuk, s. 40-41; Taşağıl,
Göktürkler II,; Kitapçı, Orta Asya’da İslamiyetin...., s. 155-156; H.D. Yıldız,
s.12; H.H. Scahader, “Semerkand”, İA, X, 469.
[183] Karışıklıklar için bkz. Belazurî, s. 414-416; Trk. trc., s. 602-606;
Taberî, V, 545-551, 623-626, VI, 176-178, 199-201; İbn el-Esîr, IV, 154-158,
207-210, 345-347, 367-368; Trk. trc., IV, 146-150, 192-194, 232-235, 312-
314. Krş. Gibb, s. 22-23; aynı mlf., “Abd Allah b. Khazım, EI, I, 47-48;
Shaban, s. 42-48; Barthold, s.199; J. Wellhausen, Arap Devleti ve Sükutu,
Trk. trc. F. Işıltan, Ankara 1963; s.198-201; W. Muir, The Caliphate, İt’s
Rise Decline and Fall, Edinburg 1915, s. 330-331; M. Seligsohn, “Abdullah
b Hazım”, İA, I, 33; M. Fayda, “Abdullah b. Hazım”, DİA, I., 106-107.
[184] Abdullah b. Hazm’ın oğlu olan Musa, babasının ölümünden önce
Tirmiz’i ele geçirmişti. Kendisi babasının öldürülmesinden sonra
Mufaddal’ın valiliği dönemine kadar 15 yıl süreyle bu şehir ve civarında
bağımsız olarak hüküm sürmeyi başarmıştır. bkz. Gibb, s. 22; Barthold, s.
199-200; Muir, s.351-352; Wellhausen, s. 204; Shaban, s. 48-49, 58-62.
[185] Belazurî, s.420; Trk. trc., s. 612; el-Yakubî, II, 286; Dineverî, Kitâb el-
ahbâr el-Tıval, nşr. C. Şeyyal-A.Amir, Kahire 1960; Mutahhar b. Tahir el-
Makdisî, Kitâb el-Bedi ve’l-Târih, VI, nşr. Cl. Huart, Paris 1919, s.38; İbn
Asem el-Kufî, VII, 1974, s. 224; Taberî, VI, 442-444; Nerşahî, s.77; Frs. trc.,
s. 65-66; İng. trc., 47-48; İbn el-Esîr, IV, 542-543; Trk. trc., IV, 485-486.
Krş., Gibb, s. 34; Barthold, s. 200-201; aynı mlf., a.g.m., s. 1293; Muir, s.
359; Wellhausen, s. 207; Shaban, s. 65; Frye, s.15-16; el-Hudarî, s. 384;
Kitapçı, Yeni İslam Tarihi, s. 246-248; aynı mlf., Orta Asya’da İslamiyet,
s.122-124; H.D. Yıldız, s. 15-16; Bala, aynı yer; R. Şeşen, aynı yer; H.D.
Yıldız “Velid I”, İA, XIII, 293.
[186] Halife I. Velid, kardeşi Süleyman’ı veliahtlikten azlederek yerine
oğlunu geçirmek istemişti. Bu konuda fikirlerini sorduğu devlet adamlarından
sadece Haccac ve Kuteybe olumlu cevap vermişti. Neticede aradığı desteği
bulamayan halife bu arzusundan vazgeçmek zorunda kalmıştı. İşte bu
olaydan ötürü Süleyman Haccac ve Kuteybe’ye karşı kin beslemekteydi
(Taberî, VI, 498-499; İbn el-Esîr, V, 10-12; Trk. trc., V, 17-18. Krş.,
Kafesoğlu-Zettersteen, “Kuteybe b. Müslim”, İA, V, 1053; Şinasi Altundağ,
“Süleyman b. Abdülmelik”, İA, XI, 170).
[187] Bu halife, Horasan valisi Cerrah b. Abdullah’a (717-718) gönderdiği
bir emirle Müslüman olan kimselerden cizye ve harac vergilerinin alınmasını
yasakladığı gibi bunlara devlet dîvânından maaş bağlattı. Ancak vali bunları
yapmaktan imtina edince azledilerek yerine Abdurrahman b. Nuaym el-
Gamidî (718-720) getirildi. Ömer b. Abdülaziz’in ıslahatlarıyla ilgili bkz.
Nedvî, Rical el-Fikr ve’l-Davet fi’l-İslam, Dımaşk 1970, s.35-37; H.A.R.
Gibb, “The Fiscal Rescript of Omar II,” Arabica II, January 1955 s.1-16; P.K.
Hitti, Siyasal ve Kültürel İslam Tarihi, Trk. trc. Salih Tuğ, İstanbul 1980, II,
334-336; Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, II, Trk. trc. Zeki Meğamız,
İstanbul 1976-1978, II, 37-45; Wellhausen, s.128-145; Andre Miquel, İslam
Medeniyeti, II, Trk. trc. A. Fidan-H. Menteş, İstanbul 1991, s.101-102; K.V.
Zettersteen, “Ömer b. Abdülaziz”, İA, IX, 464; Muir, a.g.e., s. 373; Macid
Abdülnaim, a.g.e., s. 262-265.
[188]Taberî, VI, 621-622; İbn el-Esîr, V, 108-110; Trk. trc., V, 93-95. Krş.,
Gibb, a.g.e., s. 52-53; Wellhausen, s. 214-215; el-Hudarî, s. 416; Shaban, s.
102; Kitapçı, Orta Asya’da İslamiyet, s. 257-258; Yıldız, s. 21; Y.K.
Blankinship, The End of the Jihad State, Newyork 1994, s. 126-127.
[189]Taberî, VII, 32-35; İbn el-Esîr, V, 128-130; Trk. trc., V, 109-110. Krş.,
Gibb, s. 58-60; Shaban, s. 106-107; el-Hudarî, s. 420; Kitapçı, Orta Asya’da
İslamiyet, s. 278-279; Yıldız, aynı yer; Blankinship, s. 127-128.
[190]Taberî, VII, 54-66; İbn el-Esîr, V, 147-154; Trk. trc. V, 124-129. Krş.,
Gibb, s. 58-59; Wellhausen, s. 217-218; Shaban, s. 111-112; el-Hudarî, s.
420; Kitapçı, Orya Asya’da İslamiyet, s. 260-284; Yıldız, s. 22; Macid
Abdülnaim, s. 286.
[191] Gibb, s.50-51; Grousset, s. 125.
[192] Taberî, VII, 94-98; Gerdizî, s. 115-116; İbn el-Esîr, V, 185-187; Trk.
trc., V, 152-157. Krş., Gibb, s. 64-67; Muir, s. 399-400; Wellhausen, s. 221-
231; aynı mlf., İslamiyetin İlk Devirlerinde Dini Siyasi Muhalefet Partileri,
Trk. trc. F. Işıltan, Ankara 1989, s. 21 n.23; Van Vloten, “Emeviler Devrinde
Arap Hakimiyeti, Şia ve Mesih İnancı Üzerine Araştırmalar”, Trk. trc. M.S.
Hatipoğlu, AÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1986, sayı:172, s. 40-43;
Shaban, s.118-121; el-Hudarî, s.420-421; Yıldız, İslamiyet, s.23-24;
Blankinship, s.176-178; M.J. Kıster, “ Hariths b. Surayc”, EI, III, 223-224;
Nadir Kuyumcu, “Haris b. Süreyc, DİA, XVI, 201; Barthold (s.206-207) ise
Haris’i bir şii daisi olarak vermektedir. Ancak ne bu konuda ne de onun,
Abbasîlerle ilişkisi hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgi yoktur.
[193] Taberî, VII, 173; İbn el-Esîr, V, 236-237; Trk. trc., V, 196-197. Krş.,
Barthold, s. 208; Gibb, s. 74; Wellhausen, Arap Devleti, s. 226-228; K.V.
Zettersteen, “Nasr b. Seyyar”, İA, IX, 107; Shaban, s.129-130; Blankinship, s.
183; Bosworth, “Nasr b. Sayyar”, EI, VII, 1016.
[194] Ebû Müslim hakkında bkz., Çelebi, “Abbasîler Devri”, Doğuştan
Günümüze Büyük İslam Tarihi, III, ed. H.D. Yıldız, İstanbul 1986, s.28-33,
64-66, 75-89; Shaban, s. 152-155; S. Moscatî, “Abu Muslim el-Horasanî”,
EI, I, 141; Barthold, “Ebû Müslim el-Horasanî”, İA, IV, 39-41; H.D. Yıldız, “
Ebû Müslim-i Horasanî” , DİA, X, 197-199.
[195] Şerik, “Mervanîlerin belasından şimdi kurtulduk. Bizim için
Abbasîlere gerek yoktur. Peygamberin çocukları, onun varisi olmalıdır.”
diyerek Hz. Ali ailesi adına harekete geçmişti. bkz. İbn Tahir el-Makdisî, VI,
74 el-Yakubî, II, 354; Taberî, VII, 459; Nerşahî, s. 95-97; Frs. trc., s. 86-89;
İng. trc., s.62-65; Gerdizî, s.120,121; İbn el-Esîr, V, 448; Trk. trc., V, 364.
Krş., Gibb, s. 79; Barthold, s. 211; aynı mlf., “ Bukhara”, EI, I, 1294; Muir,
s.439; E.L. Daniel, The Political and Social History of Khurasan under
Abbasid Rule 747-820, Chicago 1979, s. 87-89; R. Mattahedek, “The
Abbasid Caliphate in Iran”, Cambridge History of Iran, IV, Cambridge 1975,
s. 63; Mirza Bala, a.g.m., s. 762; R. Şeşen, “Buhara”, DİA, VI, 363; Yıldız,
a.g.m., s. 198.
[196]İbn Tahir el-Makdisî, VI, 74-75; İbn el-Esîr, V, 449; Trk. trc., s. 365;
Tsu-Chih T’ung-Chien, Tai-pei 1935-1987, s. 6907-6908. Krş., Gibb, s. 79-
81; Barthold, s. 211-212; Muir, aynı yer; Grousset, s. 128; Çelebi, s. 52-58;
Mattahedek, aynı yer; E.L. Daniel, s. 89; Yıldız, a.g.m., s. 198.
[197] Emevîlerin son dönemlerinde saf Zerdüşt akidesini yeniden diriltmek
üzere harekete geçen Bih-Aferid adlı bir kişi, Parsi-Zerdüşt ruhban sınıfına
karşı saldırıya geçmişti. Bunların talebi üzerine Bih-Aferid’in bu hareketi
131/748-749 senesinde Ebû Müslim tarafından gönderilen Abdullah b. Şube
tarafından bastırılmışsa da onun taraftarları X. yy’a kadar faaliyetlerini
sürdürmüşlerdir. Bkz., Barthold, s. 210-211; Daniel, s. 90-92; D. Sourdel,
“Bih Afrid b. Farwardin”, EI, I, 1209; M. Stern, “Bih Afrid”, İA, II, 603, 604;
A. Saim Kılavuz, “Bih-aferid b. Mahfervedin”, DİA, VI, 138.
[198] Gerdizî, s.123-124. Krş., Barthold, s. 215; Daniel, s.132-133; Frye (s.
64) ise bir kargaşa sonucu Ebû Davud’un öldüğü belirtilmiştir. Taberî (VII,
503) ve İbn el-Esîr (V, 498; Trk. trc., V, 406) de Ebû Davud’un isyan eden
ordu mensuplarınca öldürüldüğü belirtilir. Ancak İshak ve Baraz’a hiçbir atıf
yoktur.
[199]el-Yakubî, Kitâb Büldan, s. 304; İbn Tiktaka, s.180; Taberî, VIII, 135-
144; Nerşahî, s. 98-108; Frs. trc., s. 89-104; İng. trc., 65-76; Gerdizî, s. 125-
128; Nizamülmülk, s. 314; İbn el-Esîr, VI, 38-40, 51-52; Trk. trc., VI, 42-43,
52-53. Krş., Muir, s. 472; Sourdel, “The Abbasid. Caliphate” The Cambridge
History of İslam, I, Cambridge 1970, s. 113; Mattahedek, s. 64-65; Daniel, s.
137-147; el-Fidaî, s.23-24; Çelebi, s.115; H. Kennedy, “al-Mahdi”, EI, V,
1238-1239; Zettersteen, “Mehdi” , İA, VII, 480.
[200] el-Yakubî, II, 305; İbn Tiktaka, s. 196-197; Taberî, VIII, 319-320, 323,
372-375; Gerdizî, s. 70-71, 132-133; Nerşahî, s.111; Frs. trc., s. 104; İng. trc.
s.76; İbn el-Esîr, VI, 195, 203-210, 229; Trk. trc., VI, 176-177,186. Krş.,
Barthold, s. 216,217; Muir, s. 480-481; Mattahedek, s. 71; Daniel, s. 172-
175; Sourdel, s. 119, Kennedy, s.130-132; Çelebi, s. 138-139; Zettersteen,
“Harun el-Reşid”, İA, V/1, 304.
[201]el-İstahrî, s. 286 İbn Havkal, s. 459; el-Makdisî, ise, (s. 261; Trk. trc.
Şeşen, s. 252) Ak-Hunlara nisbeten bu bölgeyi “Bilad-ı Haytal” olarak
adlandırmaktadır.
[202]Ahmet Taşağıl, “Töles Boylarının Coğrafî Dağılımı”, MSÜ, Fen-
Edebiyat Fakültesi Dergisi, I, İstanbul 1991, s. 237-238.
[203]Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, II, Ankara 1981, s.
172-173; Laszlo Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara 1998, s. 67-68.
[204] Kafesoğlu, s. 82.
[205] Grousset, s. 84; Kafesoğlu, s. 84.
[206]el-Harizmî, Mefâtihü’l-ulum, Kahire 1923, s. 141. Krş., Togan, Umumî
Türk Tarihine Giriş, s. 42; M. Fuat Köprülü, “Halaç”, İA, V/I, 111; Enver
Konukçu, “Halaç”, DİA, XV, 228-229; C.E. Bosworth, “Khaladj”, EI2, IV,
917.
[207] Ahmet Taşağıl, Göktürkler, II, s. 9.
[208] Ahmet Taşağıl, Göktürkler, I, Ankara 1995, s. 88.
[209] Taşağıl, Göktürkler, I, 92.
[210] Taşağıl, aynı yer.
[211] Donuk, s. 48.
[212] Taşağıl, Göktürkler, II, 64-65; belgeler kısmı T’ung Tien tercümesi, s.
92-93.
[213] İbn Hurdâdbih, s. 40.
[214] Taşağıl, Göktürkler, II, 75.
[215] el-Belazurî, s. 403-432; el-Taberî , IV-VIII; İbn el-Esîr, III-V; Trk. trc.,
III-V; İbn Asem el-Kûfî, Kitâb el-Fütuh, IV, Haydarabad 1971.
[216]Orta Asya’da Arap Fütuhatı, s. 6.
[217]The Heritage of Central Asia, Princeton 1996, s. 206.
[218] Bkz., Ramazan Şeşen, “Eski Araplara Göre Türkler”, TM, XV,
İstanbul 1968, s. 11-36.
[219] İslam fetihleri için bkz., Gibb,a.g.e.; Wellhausen, Arap Devleti ve
Sükutu, s. 189-267; H.D. Yıldız, İslamiyet ve Türkler, İstanbul 1980, s. 3-39.
[220]Târih-i Buhara, s. 90-91; Frs trc., s. 81-82; İng. trc., s. 59.
[221]Zeyn el-ahbâr, s. 145-146.
[222]el-Âsar el-bâkiye ani’l-kuruni’l-hâliye, nşr. E. Sachau, Leipzig 1923, s.
39; el-Kamil fi’l-târih, VII, 279; Trk. trc., VII, 232.
[223]Târih-i Güzide, nşr. E.G. Browne, Londra-Leiden 1910, s. 379-380.
[224]Kitâb el-ensâb, I, thk., Abdullah Amr b. el-Bedevî, Beyrut 1988, s. 201.
[225]Mu’cem el-Büldan, III/I, Frankfurt 19922, s. 13.
[226] Z.V. Togan, (Nazmiye Togan’ın, “Peygamber Çağında Orta Asya” adlı
makalesi içinde yer alan “Bermekîlerin ve Sâmânîlerin menşe’i ile ilgili
kayıtlar” adlı bölüm), s. 63-64.
[227] R.N. Frye, Bukhara, s. 35; V.V. Barthold, Türkistan, s. 225; Stanley
Lane-Poole, The Mohammadan Dynasties, Beyrut 1966, s. 131; C.E.
Bosworth, The İslamic Dynasties, Edinburg 1980, s. 101; Trk. trc. Erdoğan
Merçil-Mehmet İbşirli, İslam Devletleri Tarihi, İstanbul 1980, s. 127; Abbas
İkbal Aşiteyanî, Tarih-i Mufassal İran ez Sadr-ı İslam ta İnkıraz-ı Kaçariyye,
Tahran hş. 1347, s. 219; A. Shahbazî, “Bahram VI Çobin”, İranica, III, 520-
522.
[228] Cevad Herevî, İran der Zaman-ı Sâmânîyan, Meşhed hş. 1371, s. 32-
34.
[229] el-Mesâlik ve’l-memâlik, aynı yer.
[230] Unvanla ilgili bkz., Donuk, s. 15.
[231] Unvanla ilgili bkz., Donuk, s. 36.
[232]Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügati’l-Türk, I, Trk. trc., Besim Atalay,
Ankara 1992, s. 454.
[233]Câmiü’l-tevârîh, nşr. Ahmed Ateş, Ankara 1957, II/IV, 3.
[234] Şemseddin Günaltay, “İslam Dünyasının İnhitatının Sebebi Selçuklu
İstilası mıdır?”, Belleten, Ankara 1938, sayı: 5-6, s. 77.
[235] Nazmiye Togan, a.g.m., s. 64. Z.V. Togan’ın, eşinin makalesinin
içinde ayrı bir bölüm olarak kaleme aldığı bölümde yer alan bu rivayet
şöyledir :

Muhamed b. İbrahim şöyle der; “Saman ki, Sâmânîler ona nisbet edilir.
Kendisi Cabba’nın oğludur”.
[236] Taşağıl, Göktürkler II, belgeler kısmı T’ung Tien tercümesi, s. 92.
[237] el-Makdisî, a.g.e., s. 338; Yakut el-Hamavî, aynı yer.
[238] Nerşahî , s. 90; Frs. trc., s. 81; İng. trc., aynı yer.
[239] Hamdullah el-Müstevfî, aynı yer.
[240] Nazmiye Togan, s. 47.
[241]Yazıcı, “Belh”, s. 410; C.E. Bosworth, “Banidjurids”, EI2, I, 125; E.
Merçil, “Banicûrîler”, DİA, V, 59.
[242] Nazmiye Togan, s. 63.
[243] Târih-i Güzide, aynı yer.
[244] A. Caferoğlu, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, İstanbul 1968, s. 83.
[245] Hsin Tang Shu, 221b, 664-6645. Krş., R. Şeşen, “Buhara”, DİA, VI,
363.
[246]el-Belazurî, s. 410-411; el-Taberî , V, 297-298; İbn Asem el-Kûfî, IV,
91; Nerşahî , s. 24; İng. trc., s. 9; el-Yakubî, Târih, II, 252. Krş., R.N. Frye-
Aydın Sayılı, “İslamiyetten Önce Orta Şarkta Türkler”, s. 105; Mirza Bala,
“Buhara”, İA, II, 762; Şeşen, aynı yer. Ayrıca, hatun kelimesinin Türkçe bir
unvan olduğuna dair bkz., Donuk, s. 29-31.
[247] Tuğ ve Şad kelimeleri için bkz., Donuk, s. 33-36, 88.
[248]Târih-i Buhara, s. 24; Frs trc., s. 13-14; İng. trc., s. 10.
[249]
E. Merçil, “Muhtacoğulları”, Prof. Dr. Fikret Işıltan’a 80. Doğum Yılı
Armağanı, İstanbul 1995, s. 67.
[250] Gerdizî, s. 146; İbn el-Esîr, VII, 279; Trk. trc., VII, 232; el-Cüzcanî,
Tabakât-ı Nasırî, I, tsh., Abdulhayy Habibî, Kandehar hş. 1342, s. 202-203;
İng. trc., H.G. Raverty, I, Yeni Delhi, 1970, s. 28; Mirhond, Ravzatü’l-safâ fî
sîret el-enbiya ve’l-mülûk ve’l-hulefâ, IV, Tahran hş. 1339, s. 30. Sadece,
Nerşahî (s. 112; İng. trc., s. 76), diğerlerinden farklı olarak Ahmed b. Esed’e
Şaş değil, Merv valiliğinin verildiğini söyler. Krş., Barthold, Türkistan, s.
226; V.F. Buchner, “Sâmânîler”, İA, X, 140; Bosworth, The İslamic
Dynasties, s. 101-102; Lane-Poole, a.g.e., s. 131; R.N. Frye, “The Samanids”,
Cambridge History of İslam, IV, Cambridge 1975, s. 136; Trk. trc.,
“Sâmânîler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, ed. H.D. Yıldız,
İstanbul 1988, s. 49; Aşiteyanî, s. 220; Herevî, s. 48.
[251] el-Taberî , VIII, 323.
[252] el-Yakubî, Târih, II, 435-436.
[253]Târih-i Buhara, s. 111-112; Frs trc., s. 105; İng. trc., s. 76-77.
[254]Nizamülmülk (s.218), II. Nuh’un Şehinşah lakabını aldığını yazar.
Ancak bu, diğer kaynaklarca doğrulanmamıştır.
[255] Caferoğlu, a.g.e., s. 83.
[256]İbn Fazlan, Seyahatnâme, Trk. trc. Ramazan Şeşen, ekler, “Klasik
İslam Kaynaklarına Göre Eski Türklerin Dini ve Şaman Kelimesinin
Menşei”, İstanbul 19952, s. 178.
[257] Nerşahî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer; İng. trc., aynı yer.
[258] Gerdizî, s. 146; İbn el-Esîr, VII, 279; Trk. trc., VII, 237; el-Cüzcanî, I,
202-203; İng. trc., I, 28; Mirhond, IV, 30. Sadece Nerşahî (s.122; Frs. trc., s.
105; İng. trc., s.76)’de, Ahmed b. Esed’e Merv valiliğinin verildiği
söylenmektedir. Krş., Barthold, Türkistan, s. 226; Lane Poole, a.g.e., s.131;
Frye, “The Samanids”, s. 136; Trk. trc., “Samanîler”, s. 49; Aşiteyanî, s. 220;
Bosworth, a.g.e., s. 101-102; aynı mlf., “Samanids”, EI, VIII, 1026; V. F.
Buchner, “Samaniler”, İA, X, 140.
[259]
Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, el-Muntazam fi târih el-
Ümem, V, Haydarabad hş. 1357, s.141.
[260]Anonim, Târih-i Sistan, nşr. Meliküş-şuara Bahar, Tahran hş. 1314 s.
177-178; İng. trc. M. Gold, Roma 1976, s.141.
[261] Sistan’ın Gûr sınırı yakınlarında yer alan bir şehirdir. Bkz., Le Strange,
s. 341.
[262]Târih-i Sistan, s. 208; İng. trc., s. 166. İbn el-Esîr (VII, 280; Trk. trc.,
VII, 233)de ise, bu zatın adı Ebû İshak Muhammed b. İlyas olarak verilmiştir.
[263]Târih-i Sistan, aynı yer; İng. trc., aynı yer. Krş. Merçil, “Tahirîler”,
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, V, ed. H.D. Yıldız, İstanbul 1987,
s. 412. İbn el-Esîr ise (VII, 185, Trk. trc.VII, 156) Muhammed b. Evs el-
Enbarî adlı birinin burada valilik yaptığını belirtir.
[264] Belazurî, s. 430-431; Trk. trc., s. 626-627; İbn el-Esîr, VI, 383; Trk.
trc., VI, 331. Krş., Barthold, s. 227-228.
[265] Mirhond, IV, 30.
[266]Türkistan, s. 229. Ayrıca bkz., Bosworth, “The Tahirids and Saffarids”,
s. 99; Merçil, “Tahirîler”, 408-409.
[267]Sûret el-arz, s. 467-468; Trk. trc., Şeşen, s. 210.
[268] Taberî, IX, 106-107; İbn el-Esîr, VI, 512-513; Trk. trc., VI, 448-449.
Krş., Buchner, a.g.m., s.140.
[269] el-Sem’ânî, s. 201. İbn el-Esîr’de (VI, 509; Trk. trc., VI, 445), bu
seferin tarihi 224/839 senesinde gösterildiği gibi, Nuh’un İsficâb’dan başka
Fergana şehirlerinden Kasan ve Ureşt’i aldığı söylenmektedir. Krş., Barthold,
s. 228.
[270] İbn el-Esîr, VII, 279; Trk. trc., VII, 232; Nerşahî (s.112; Frs. trc., s.
106; İng. trc., s.77)’de bu fermanı veren kişinin el-Vasık-billah olduğunu
belirtmesine rağmen eserinin bir başka yerinde (s. 122; Frs. trc. s., 118; İng.
trc. 86) el-Mutazıd-billah’ın adını vermektedir. Ancak el-Vasık’ın 847-861,
el-Mutazıd’ın ise 892-902 tarihleri arasında halifelik yaptıkları
düşünüldüğünde verilen her iki isminde yanlış olduğu görülmektedir. Bkz.
H.D. Yıldız, “Abbasîler”, DİA, I, 37.
[271]Târih-i Buhara, s.114; İng. trc., s.78.
[272]Nerşahî, s.115; Frs. trc., s. 108; İng. trc., s. 80; Barthold, Türkistan, s.
240; Bosworth, “İsmail b. Ahmed”, EI, IV, 188; Buchner, s. 141.
[273] Nerşahî, s.116-117; Frs. trc., s. 110-111; İng. trc., s. 80-81.
[274] Nerşahî, s.118; Frs. trc., s. 112-113; İng. trc., s. 82.
[275] İbn el-Esîr, VII, 281; Trk. trc., VII, 233-234. Krş. Buchner, aynı yer.
[276]Târih-i Buhara, s.120; Frs. trc., s. 113; İng. trc., s.84.
[277] Nerşahî, s.121; Frs. trc., 116-117; İng. trc., s. 85.
[278] Taberî, X, 30; Nerşahî, s. 122-123; Frs. trc. s. 118; İng. trc., s. 86; İbn
el-Esîr, VII, 456; Trk. trc., VII, 381. Krş., Buchner, s. 141.
[279] Taberî, X, 34; Nerşahî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer; İng. trc. aynı yer;
İbn el-Esîr, VII, 464; Trk. trc., VII, 388. Krş., Bosworth, “Samanids”, EI,
VIII, 1026; aynı mlf., “İsmail b. Ahmed”, EI, IV, 188; Frye, “The Samanids”,
s. 138; Trk. trc., s. 52; aynı mlf., Bukhara, 39-40; Merçil, a.g.m., s. 254-255.
[280] Saffarîlerle alakalı bkz., Bosworth, The History of Sistan and the Malik
of Nimruz (247/861 to 949/1542-43), Newyork 1994; aynı mlf, “Saffarids”,
EI, VIII, 795-798; T.W. Haig, “Saffarîler”, İA, X, 5960; Merçil, “Saffarîler”,
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, V, ed. H.D. Yıldız, İstanbul 1987,
s. 417-449; Aşiteyanî, s. 187-218.
[281] Gerdizî, s. 144.
[282]Taberî, X, 67; Gerdizî, s. 144-145; İbn el-Esîr, VII, 500-501; Trk. trc.
VII, 416; İbn Hallikan, Vefeyat el-Ayan, thk. İhsan Abbas, Beyrut 1977, s.
425-426. Krş., Bosworth, The History of Sistan, s. 223; aynı mlf., “The
Tahirids and Saffarids”, s. 121; Merçil, a.g.m., s. 439.
[283] Gerdizî, aynı yer.
[284] Gerdizî, aynı yer; İbn Hallikan, VI, 426. Krş., Bosworth, The History
of Saffarids, s. 226.
[285] Bosworth, “Banidcurids”, EI, 125; Merçil, “Banîcûrîler”, DİA, V, 59.
[286] Nerşahî, s.124; Frs. trc., s. 119-120; İng. trc., s. 87.
[287] Nerşahî, aynı yer; Frs. trc., s. 120; İng. trc., s. 88.
[288] Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, VII, 501; Trk. trc. VII, 416.
[289]Nerşahî, s.125; Frs. trc., 122; İng. trc. s. 89; Merçil, “Karategin Ailesi”,
Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara 1987, s. 3.
[290] Taberî, X, 76-77; Gerdizî, s.145; s. 255-256; İng. trc., s. 202-203; İbn
el-Esîr, VII, 501; Trk. trc., s. 417; İbn Hallikan, VI, 427-428. Krş., Barthold,
“Amr b. el-Leys”, İA, I, 414; aynı mlf., “Amr b. el-Leys”, EI, I, 452-453;
Bosworth, The History of Sistan, s. 229-230; aynı mlf., “İsmail b. Ahmed”,
EI, IV, 188-189; Merçil, “Saffarîler”, s. 439-440; Aşiteyani, s. 209-210;
Abdülkerim Özaydın, “Amr b. Leys”, DİA, III, 87.
[291]Târih-i Sistan, s. 258-259; İng. trc., s. 204-205. Krş., Merçil, a.g.m., s.
441-442.
[292] Ebû İshak İbrahim b. Hilal el-Katib el-Sâbî, el-Münteza‘ min kitâb el-
tâcî li-Ebî İshak el-Sâbî, yay., M. Hüseyin el-Zebidî, Bağdat 1977; W.
Madelung, Arabic Texts Concerning the History of the Zaydi İmams of
Tabaristan, Daylaman ve Gilan, Beyrut 1987, s. 22 (Ebû İshak İbrahim b.
Hilal el-Katib el-Sâbî’nin Ahbârü’l-Devletü’l-Deylemiyye adlı eserinden
naklen) ve s. 128 (İmam Ebî Talib el-Natık bilhak’ın Kitâb el-ifade fi târih el-
eimmetü’l-saadet adlı eserinden naklen).
[293] Taberî, X, 81-82; İbn el-Esîr, VII, 504; Trk. trc. VII., 419; İbn
İsfendiyar, Târih-i Taberistan, thk., Abbas İkbal Aşiteyanî, s. 256-257; İng.
trc. E.G. Browne, an Abriged Translation of the History of Taberistan,
Londra 1905, s.193-194; Seyyid Zahireddin el-Mar‘aşî, Târih-i Taberistan u
Ruyan u Mazenderan, nşr. M. Cevat Meşkur, Tahran 1966, s. 141-142. Krş.,
W. Madelung, “The Minor Dynasties of Northern İran”, Cambridge History
of İran, IV, Cambridge 1975, s. 206; Trk. trc., “Taberistan”, Doğuştan
Günümüze Büyük İslam Tarihi, V, ed. H.D. Yıldız, İstanbul 1987, s. 458.
[294] Hilal el-Sâbî, s. 49n; İbn Miskaveyh, Tecaribü’l-Ümem, The Eclipse of
Abbasid Caliphate, I, tsh., D.S. Margoliouth- H.F. Amedroz, Oxford 1920, s.
36; Gerdizî, s. 149-150; İbn İsfendiyar, I, 268-269; İng. trc., s. 200; el-
Mar‘aşî, a.g.e., s. 143; İbn el-Esîr, VIII, 77; Trk. trc., VIII, 73; Mirhond, IV,
38. Krş., Frye, “The Samanids”, s. 141; Trk. trc., s. 54; W. Madelung, s. 208;
Trk. trc., s. 460.
[295] İbn İsfendiyar, I, 265; İng. trc., s. 197.
[296] el-Kâmil fi’l-târih, VII, 527; Trk. trc., VII, 439-440.
[297] Nizamülmülk, s. 301-302.
[298] Taberî, X, 137; Nerşahî, s.129; Frs. trc., 90-91; İng. trc., s. 93; Gerdizî,
s. 148; el-Sem’ânî, III, 201; Nizamülmülk, s. 302; İbn el-Esîr, VIII, 5; Trk.
trc., VIII, 13; el-Cüzcanî, I, 206; İng. trc., I, 33; Hamdullah el-Müstevfî, s.
381; Mirhond, IV, 36. Krş., Barthold, “İsmail b. Ahmed”, İA, V, 1111; Frye,
“The Samanids”, s.141; Aşiteyanî, s. 223.
[299] Nerşahî, s. 107; Frs. trc., s. 128; İng. trc., s. 77; İbn el-Esîr, aynı yer;
Trk. trc., aynı yer; el-Sem’ânî, III, 200. Krş., Bosworth, “İsmail b. Ahmed”,
EI, IV, 189.
[300] Taberî, aynı yer; İbn el-Esîr, VIII, 5; Trk. trc., VIII, 13.
[301] Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, VIII, 7; Trk. trc., VIII, 14/
[302]Târih-i Sistan, s. 290; İng. trc., s. 233. Krş., Bosworth, The History of
Saffarîds, s. 263; Merçil, “Simcûrîler I, Simcûr el-Devâtî”, İÜ. Tarih Dergisi,
sayı : 32, İstanbul 1979, s.73; aynı mlf., “Saffarîler”, s.446.
[303]Târih-i Sistan, s. 292; İng. trc., s. 235. Krş., Merçil, “Saffarîler”, s. 447.
[304]Târih-i Sistan, aynı yer; İng. trc., aynı yer; İbn el-Esîr, VIII, 60; Trk.
trc. VIII, 56. Krş., Bosworth, a.g.e., s. 265; Merçil, a.g.e., s. 447.
[305] Taberî, X, 144-145; İbn Miskaveyh, I, 19-20; İbn el-Esîr, VIII, 56-57;
Trk. trc., VII, 56-57.
[306] Zeyn el-Ahbâr, s. 149; Târih-i Sistan, s. 297; İng. trc., s. 240; el-Kâmil
fi’l-târih, VIII, 69-70; Trk. trc. VIII, 63-64. Krş., Bosworth, s. 269-270.
[307] Gerdizî, aynı yer; Târih-i Sistan, s. 301; İng. trc. s. 243; İbn el-Esîr,
VIII, 70; Trk. trc., VIII, 64. Krş., Bosworth, s. 271-272; aynı mlf., “The
Tahirids and Saffarids”, s. 266; Merçil, “Simcûrîler I-Simcûr ed-Devatî, s. 78.
[308] İbn İsfendiyar, I, 266; İng. trc., s. 199.
[309] İbn el-Esîr, VIII, 81-82; Trk. trc., VIII, 71-72.
[310] İbn İsfendiyar, I, 269; İng. trc., s. 200; Madelung, Arabic Texts, s. 90.
[311] İbn İsfendiyar, aynı yer; İng. trc., aynı yer; İbn el-Esîr’de(VIII, 72;
Trk. trc., VIII,) savaşın geçtiği mekan olarak Salus şehrine bir günlük
mesafede olan Nevruz adlı bir yerin adı verilirken, el-Mar‘aşî (s.145) ve
Madelung (Arabic Texts, s.79-80, 90,226)’da ise bu yerin adı Bevirud olarak
verilmiştir.
[312]el-Sem’ânî, III, 202; Yalnız Gerdizî’de (s. 150), Ahmed b. İsmail’in
ölüm tarihi olarak 21 Aralık 913 tarihi verilmektedir.
[313] el-Mar‘aşî, s.146.
[314] Barthold, Türkistan, s. 258-259; Frye, aynı yer.
[315]el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 87; Trk. trc., VIII, 77.
[316] Nerşahî, s. 131-132; İng. trc., s. 94; İbn el-Esîr, VIII, 77; Trk. trc.,
VIII, 69.
[317]Tabakat-ı Nasırî, I, 208; İng. trc., I, 33.
[318]Gerdizî, s. 148; İbn el-Esîr, VIII, 7; Trk. trc., VIII, 14. Krş., Frye,
Bukhara, s. 50; Buchner, a.g.m., 141; Aşiteyanî, s. 224-225.
[319] Gerdizî, s.151; İbn el-Esîr, VIII, 78; Trk. trc., VIII, 69. Krş.,
Zettersteen, “Nasr b. Ahmed”, İA, IX, 104.
[320] İbn el-Esîr, VIII, 87-88; Trk. trc., VIII, 77.
[321] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[322]Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Mirhond,
IV, 40. Krş., Barthold, Türkistan, s. 259; Zettersteen, a.g.m., s. 104;
Aşiteyanî, s. 226-227.
[323]Gerdizî, s. 151-152; İbn el-Esîr, VIII, 118-119; Trk. trc., VIII, 102;
Mirhond, IV, 41. Krş., Barthold, aynı yer; aynı mlf., “Ahmed b. Sehl”, İA, I,
173; Zettersteen, aynı yer; Bosworth, “Ahmad b. Sahl”, İranica, I, 643-644;
Merçil, “Karategin Ailesi”, s.2-3; Aşiteyanî, s. 227.
[324]el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 120; Trk. trc., VIII, 103-104.
[325] Barthold (Türkistan, s.260, 449n), bu zatın İsficâb hükümdar ailesi
fertlerinden biri olabileceği görüşündedir.
[326]İbn el-Esîr, VIII, 132-134; Trk. trc., VIII, 113-114. Krş., Barthold, aynı
yer; Zettersteen, s. 105; Merçil, “Muhtacoğulları”, s. 68.
[327] Gerdizî, s. 152; İbn el-Esîr, VIII, 209; Trk. trc., VIII, 174.
[328] İbn el-Esîr, VIII, 208-210; Trk. trc., VIII, 175.
[329] Gerdizî, s. 153.
[330]Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, VIII, 210; Trk. trc., VIII, 175. Krş.,
Barthold, s. 260, Merçil, “Karategin”, s. 5-6.
[331] İbn el-Esîr, VIII, 210-211 Trk. trc. VIII, 176. Krş. Merçil, “Karategin
Aiesi”, s.7; aynı mlf., “Muhtaçoğulları”, s.69.
[332] İbn el-Esîr, VIII, 212; Trk. trc., VIII, 177. Krş., Bosworth, “The Banû
İlyas of Kirman (320-57/932-68)”, İran and İslam, in Memory of the late
Vladimir Minorsky, Edinburg 1971, s.110; aynı mlf., “Al-e Elyas”, İranica, I,
755.
[333]Târih-i Sistan, s. 302; İng. trc., s. 245; İbn el-Esîr, VIII, 79; Trk. trc.,
VIII, 79. Krş., Bosworth, The History of Saffarids, s. 273; aynı mlf., “The
Tahirids and Saffarids”, s. 131; Merçil, “Simcurîler I”, s.79.
[334] İbn İsfendiyar, I, 271; İng. trc., s. 201.
[335] İbn İsfendiyar, I, 274; İng. trc., s. 203.
[336] İbn İsfendiyar, aynı yer; İng. trc. s. 204-205.
[337]Hilal el-Sâbî, s. 73; Madelung, Arabic Texts, s. 44 (Hilal el-Sâbî’den
naklen).
[338] İbn el-Esîr, VIII, 124; Trk. trc., VIII, 106. Krş., Madelung, s. 44 (Hilal
el-Sâbî’den naklen); Merçil, “Simcûrîler I”, s.81-82; aynı mlf., “Karategin
Ailesi”, s. 3.
[339] İbn el-Esîr, aynı yer. Hilal el-Sâbî, (s.74) ve Madelung, (Arabic Texts,
s. 45)’de bu kumandanlardan başka, Ahmed b. Muhammed b. Ferigûn, Boga
Timur, Bekr b. Muhammed b. İlyas, Karetegin’in kardeşi Bekçur, Uşrusana
hakiminin adlarını verir. Krş., Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet,
İstanbul 19933, s.162; Merçil, “Simcûrîler I”, s. 82.
[340]el-Münteza‘ min kitâbi’l-tâcî li-Ebî İshak el-Sâbî, s. 74-76; Madelung,
s. 45.
[341] İbn İsfendiyar I, 278, İng. trc. s. 205.
[342] İbn İsfendiyar, I, 281; İng, trc. 206.
[343] İbn el-Esîr, VIII, 131; Trk. trc., VIII, 112; İbn İsfendiyar ise (I, 281;
İng. trc., s. 206-207) Hasan b. Kasım ve Ebu’l-Hüseyin’in Karategin’i
mağlup ederek bölgeye hakim olduklarını söyler. Ancak, onların daha önce
kuvvetli Sâmânî ordusu karşısında etkisiz kalmaları bu bilginin doğru
olmadığını göstermektedir. Krş. Merçil, “Karategin Ailesi”, s. 4.
[344] İbn el-Esîr, VIII, aynı yer; Trk. trc., aynı yer. İbn İsfendiyar ise (Târih-
i Taberistan, I, 283-284; İng. trc., s. 208) biraz farklı olarak; Simcurîlerin
Horasan’da karışıklığa sebeb olması üzerine Ebû Ali İbrahim b. Simcûr’un
Cürcan’a geldiğini belirtir. O, burada bulunan Seyyidlerden şehri kendisine
güçlük çıkarmadan teslim etmelerini istemişti. Ancak seyyidler, onun bu
isteğini kabul etmemişlerdir. İbn İsfendiyar burada Simcûr el-Devâtî ile
oğlunu karıştırmıştır.
[345] İbn İsfendiyar, I, 284; İng. trc., s. 208. Hilal, s. 59; Madelung, Arabic
Texts, s.33 (Yalnız burada savaşın yapıldığı yerin adı

verilmekte olup Simcûr’un adı


geçmez). Diğer taraftan İbn el-Esîr, (VIII, aynı yer; Trk. trc., aynı yer)
savaşın gelişimi hakkında farklı bilgiler vermekle birlikte Sâmânîlerin
galibiyeti konusunda İbn İsfendiyar ve Hilal el-Sâbî ile hem fikirdir. Krş.,
Merçil, “Simcûrîler I”, s. 84,85.
[346]el-Kâmil fi’l-târih, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[347] İbn el-Esîr, VIII, 132; Trk. trc., VIII, 113.
[348]Târih-i Taberistan, aynı yer; İng. trc., aynı yer.
[349]İbn İsfendiyar, I, 286, İng. trc., s. 208; Hilal el-Sâbî, s. 59-60;
Madelung, s. 33-34 (Hilal el-Sâbî’den naklen).
[350] İbn İsfendiyar, aynı yer; İng. trc., aynı yer; Hilal el-Sâbî (s.60) ve
Madelung, (aynı yer)da ise bu savaşın Ebu’l-Hüseyin’in sağlığında
yapıldığını belirtilmektedir.
[351]el-Münteza‘ min kitâbi’l-tâcî li-Ebî İshak el-Sâbî, s. 61; Madelung, s.
35.
[352] Târih-i Taberistan I, 286-287; İng. trc., s. 210.
[353]Târih-i Taberistan aynı yer; İng. trc., aynı yer.
[354] İbn İsfendiyar, s. 287; İng. trc., s. 210-211.
[355]el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 176; Trk. trc., VIII, 148.
[356]el-Kamil fi’l-târih, VIII, 175; Trk. trc., aynı yer.
[357]
İbn el-Esîr, VIII, 166; Trk. trc., VIII, 140. Krş., Merçil, “Simcûrîler I-
Simcûr el-Devatî”, s. 86-87.
[358]Târih-i Taberistan, I, 290; İng. trc., s. 213.
[359] İbn İsfendiyar, aynı yer; İng. trc., aynı yer. Bu yerin ismi İbn el-Esîr
(aynı yer; Trk. trc., aynı yer) tarafından Cebel-i Karin olarak verilmiştir.
[360] İbn el-Esîr, el-Kâmil fi’l-târih, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[361] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer , İbn İsfendiyar, aynı yer; İng.
trc., aynı yer.
[362]Târih-i Taberistan, I, 292; İng. trc., s. 215.
[363]el-Münteza‘ min kitâb el-tâcî li-Ebî İshak el-Sâbî, s. 64-65; Madelung,
s. 36-37 (Hilal el-Sâbî’den naklen).
[364]el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 189-190; Trk. trc., VIII, 158-159.
[365] Hilal el-Sâbî, s. 65; İbn İsfendiyar, I, 293; İng. trc., s. 215; Madelung,
s. 37-38 (Hilal el-Sâbî’den naklen).
[366]el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 190; Trk. trc., VIII, 159.
[367] İbn Miskaveyh, I, 162; Hilal el-Sâbî, aynı yer; İbn İsfendiyar, I, 294;
Trk. trc., s. 216; el-Mar‘aşî, s.71. İbn el-Esîr ise (VIII, 193-196; Trk. trc.,
VIII, 162-164), Esfar’ın ölüm tarihi olarak 316/928-929 senesini verir. Krş.,
M. Nazım, “Mâkân b. Kakî”, İA, VII, 202; aynı mlf, “Merdaviç b. Ziyar”, İA,
VI, 757; Bosworth, “Mardawıdj b. Ziyar”, EI, VI, 539; Madelung, “The
Minor Dynasties”, s. 212; Trk. trc., s. 464.
[368] İbn Miskeveyh, I, 275.
[369] İbn Miskeveyh, I, 276; İbn el-Esîr, VIII, 197; Trk. trc., VIII, 165.
Yalnız İbn Miskeveyh bu seferin tarihi olarak 321/933 senesini vermektedir.
[370]Târih-i Taberistan, I, 294-295; İng. trc., s. 216-217.
[371]İbn Miskeveyh, I, 276-277. İbn el-Esîr (VIII, 198; Trk.trc., VIII, 165)
ise Ahmed b. Muhammed b. Muhtac’ı oğlu Ebû Ali ile karıştırarak bu seferde
Mâkân’a yardımcı olan Sâmânî komutanı olarak onun ismini verir. Krş., M.
Nazım, “Mâkân b. Kakî”, İA, VII, 202; Merçil, “Muhtaçoğulları”, s. 71.
[372] İbn el-Esîr, VIII, 263; Trk. trc., VIII, 219.
[373]İbn el-Esîr, VIII, 263; Trk. trc., VIII, 219. Krş. Nazım, “a.g.m., aynı
yer; Madelung, a.g.m., s. 213; Trk. trc., aynı yer; Merçil, “Muhtacoğulları”, s.
70.
[374] İbn Miskeveyh, I, 277-280; İbn el-Esîr, VIII, 278; Trk. trc., VIII, 232.
Krş., Bosworth, “The Banû İlyas of Kirman”, s. 111; aynı mlf., “Al-e Elyas”,
s. 755; aynı mlf. “Mâkân b. Kakî”, EI, VI, 115; Nazım, s. 202.
[375] İbn İsfendiyar, I, 295; İng. trc., s. 217; İbn el-Esîr, VIII, 304; Trk. trc.
VIII, 253-254. Krş., Merçil, “Veşmgir b. Ziyar”, İA., XIII, 304.
[376] Gerdizî, s. 158; İbn el-Esîr, VIII, 289-290; Trk. trc., VIII, 241-242.
Krş., Merçil, “Muhtacoğulları”, aynı yer.
[377] Tecaribü’l-ümem, II, 4.
[378] İbn İsfendiyar, I, 296; Trk. trc., s. 218; el-Mar‘aşî, s. 73; İbn el-Esîr
(VIII, 359; Trk. trc., VIII,), zatı Şireh b. Numan olarak verir.
[379] İbn İsfendiyar, aynı yer; İng. trc., aynı yer; el-Mar‘aşî, aynı yer; İbn el-
Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer. Krş., Bosworth, Bosworth, “The Rulers of
Chanhaniyan in early İslamic Times”, İran, XIX, 1981, s. 5; Merçil,
“Simcûrîler II- İbrahim b. Simcûr”, İÜ, TED, sayı : 10-11, İstanbul 1979-
1980, s. 92-93; aynı mlf., “Muhtacoğulları”, s. 72.
[380] İbn Miskeveyh, II, 5.
[381]Târih-iTaberistan, I, 297; İng. trc., s. 219; Târih-i Taberistan u ruyan u
Mazenderan, s. 73-74. Ayrıca savaş için bkz., Bosworth, a.g.m., s. 5; Merçil,
“Veşmgir b. Ziyar”, İA, XIII, s. 304; aynı mlf., “Muhtacoğulları”, s. 72-73;
Azizullah Bayat, “Ale Mohtaj, Ümerai Çağanî”, Berresıha-ye Tarikhi, sayı:
56, I, 283; Madelung, “The Minor Dynasties”, aynı yer; Trk. trc., s. 465.
[382]Tecaribü’l-ümem, II, 3-7; el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 380; Trk. trc., VIII,
313-314.
[383] Bu taktik için bkz. Kafesoğlu, s. 273-275.
[384] İbn el-Esîr, VIII, 288-299; Trk. trc. VIII, 329-330.
[385]Târih-i
Taberistan, I, 297-298; İng. trc., s. 219-220; Târih-i Taberistan
u ruyan u Mazenderan, s. 74.
[386]el-Kâmilfi’l-târih, VIII, 288-290; Trk. trc., VIII, 330. Krş., Merçil,
“Muhtacoğulları”, s. 73.
[387] İbn el-Esîr, VIII, 263; Trk. trc., VIII, 340; el-Cüzcanî, I, 208; İng. trc.,
I, 37; el-Sem’ânî, III, 202; Mirhond, IV,43. Sadece Hamdullah el-
Müstevfî’de (s.383) II. Nasr’ın 329/941 senesinde gulâmları tarafından
öldürüldüğüne dair bir kayıt vardır. Krş., Barthold, Türkistan, s. 263;
Zettersteen, s. 405-406.
[388]Nerşahî, s. 134; Frs. trc., s. 131-132; İng. trc., 96; İbn el-Esîr, aynı yer;
Trk. trc., aynı yer; Mirhond, aynı yer.
[389]Târih-iBeyhakî, thk., Kazım Gani-Ali Ekber Feyyaz, Tahran 1982, s.
106-107; Arp. trc., Yahya el-Haşşab- Sadık Neşet , Beyrut 1982, s. 110-111.
[390] Türkistan, s. 263.
[391] F. Daftary, A Short History of İsmailis, Cambridge 1998, s. 43.
[392]el-Fihrist, nşr. Şeyh İbrahim Ramazan, Beyrut 1997, s. 234.
[393]Siyasetnâme, s. 290-299.
[394] Barthold, s. 261-263; Daftary, aynı yer.
[395] Barthold, s. 261.
[396]Siyasetnâme, s. 302-303.
[397]Târih-i Güzide, s. 383.
[398] Nerşahî, s.133; Frs. trc., aynı yer; İng. trc., s. 95.
[399] el-Cüzcanî, I, 209; İng. trc., I, 38.
[400]Batınîler için bkz.; Daftary, age, M. Stern, Studies in Early İsmailism,
Leiden 1983; Ahmet Ateş, “Batıniyye, İA, II, 339-342; Avni İlhan,
“Batıniyye”, DİA, V, 190-194.
[401]Ebû Hafs Ömer el-Nesefî, el-Kand fi zikri ulemayi Semerkand,
Mektebetü’l-Kevser, 1991, s. 87-88.
[402] İbn el-Nedim, s. 234; Nizamülmülk, s. 297-299; el-Nesefî, aynı yer;
İbn el-Esîr, VIII, 404; Trk. trc., VIII, 343. Krş., Barthold, Türkistan, s. 262;
Daftary, s. 43.
[403] İbn el-Esîr, VIII, 403; Trk. trc., VIII, 342; Mirhond, IV, 44-45. Gerdizî
ise (s. 154) bu zatın adını Ebu’l-Abbas Ahmed b. Hamuye olarak verir.
[404]Streck, “Amul”, İA, I, 428; A. Bennigsen, “Amul”, EI2, I, 459-460;
Mustafa Budak, “Çarçuy”, DİA, VIII, 224-225.
[405] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[406] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer
[407]
Afrigîler için bkz., C.E. Bosworth, “Al-e Afrig”, İranica, I, 743-745.
Abdülkerim Özaydın, “Harizm”, DİA, XVI, 218.
[408] İbn el-Esîr, VIII, 415; Trk. trc., VIII, 353; el-Cüzcanî, aynı yer; İng.
trc., aynı yer. Krş., Barthold, s. 265.
[409] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer. Krş., K.V. Zettersteen, “I.
Nuh”, İA, IX, 346’da Abdullah’ın Türk hükümdarına sığındığını ve I.
Nuh’un, Türk hükümdarından oğluna karşılık, onu talep ettiğini söyler. Fakat
olayı anlatan İbn el-Esîr’de sadece Türk hükümdarını yardıma çağırdığı
şeklinde bir ibare yer almaktadır.
[410]Seyahatnâme, s. 34.
[411]Sûret el-arz, s. 480.
[412] İbn el-Esîr, VIII, 443; Trk. trc. VIII, 379; Mirhond, IV, 45. İbn
İsfendiyar ( I, 298; İng. trc., s. 220-221) ise, I. Nuh’un o sırada Buhara’da
olduğunu söylemektedir.
[413]
İbn el-Esîr, VIII, 444; Trk. trc., VIII, 380. Mirhond ise (aynı yer)
Sâmânî ordusu Damgan’a ulaştığında bu ayrılığın meydana geldiğini belirtir.
[414] İbn el-Esîr, VIII, 443; Trk. trc., VIII, 380; Mirhond, aynı yer. Krş.,
Merçil, “Muhtacoğulları”, s. 75; Bosworth, “The Rulers of Chaghaniyan”, s.
6; Zettersteen, aynı yer.
[415] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Mirhond, aynı yer.
[416] İbn el-Esîr, aynı yer; İng. trc., aynı yer. Metinde bu isim Karategin
olarak geçer. Fakat Karategin’in 321/933 senesinde öldüğü düşünüldüğünde
adı geçen kişi bu zatın oğlu Mansur olmalıdır. bkz. Erdoğan Merçil,
“Karategin Ailesi”, s. 7. Ayrıca İbn el-Esîr’de (aynı yer; Trk. trc., aynı yer)
bu zatın adı Malik b. Şekertegin olarak verilmektedir.
[417] İbn İsfendiyar, I, 229; İng. trc., s. 221-222. Konuyla ilgili daha
muhtasar bilgi veren İbn el-Esîr, (VIII, 458; Trk. trc., VIII, 480) ve
Mirhond’da (aynı yer) ise, Veşmgir’in yanında Ebû Ali b. Muhtac ve Malik
b. Şekertegin olduğu halde Hasan b. Firuzan’ın üzerine yürüdüğü ve Safer
333/Eylül-Ekim 944 tarihinde yapılan şiddetli bir savaşın ardından Hasan’ı
mağlup ederek Cürcan’a hakim olduğu aktarılmaktadır. Krş. Merçil,
“Karategin Ailesi”, s. 8; Aşiteyanî, s. 137.
[418] İbn el-Esîr, VIII, 458; Trk. trc., VIII, 392; Mirhond, IV, 46.
[419]İbn Miskeveyh, II, 100; İbn el-Esîr, VIII, 444; Trk. trc., VIII, 380;
Mirhond, aynı yer . Krş., Merçil, “Muhtacoğulları”, s. 76; Bosworth, “The
Rulers”, s. 6; Aşiteyanî, s. 262.
[420]
Nerşahî , s. 137; Frs. trc., s. 132; İng. trc., s. 97; Gerdizî, s. 155; İbn el-
Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Mirhond, aynı yer. Krş., Merçil,
“Muhtacoğulları”, aynı yer; aynı mlf., “Simcûrîler II”, s. 94; aynı mlf.,
“Karategin Ailesi”, s. 9; Frye, “The Samanids”, s. 151; Trk. trc., s. 65;
Bosworth, aynı yer; aynı mlf., “I. Nuh”, EI2, VIII, 110; Aşiteyanî, aynı yer.
[421]el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 458-459; Trk. trc., VIII, 392.
[422]Tecâribü’l-ümem, II, 100-101.
[423] Nerşahî , aynı yer; Frs. trc., aynı yer; İng. trc., aynı yer.
[424]Tecâribü’l-ümem, II, 102.
[425]el-Kâmil fi’l-târih, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[426]Tecâribü’l-ümem, aynı yer.
[427] Gerdizî, s. 156; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; el-Cüzcanî, I,
209; İng. trc., I, 39; Gıyaseddin Hondmir, Düstüru’l-vüzera, thk., Harbi Emin
Süleyman, Mısır 1980, s. 213. Krş., Zettersteen, aynı yer; Bosworth, “The
Rulers”, s. 6; Merçil, “Muhtacoğulları”, s. 79; Beşir Gözübenli, “Hakim el-
Şehid”, DİA, XV, 196.
[428] Nerşahî, s. 137; Frs. trc., s. 133; İng. trc., aynı yer; Gerdizî, aynı yer;
İbn el-Esîr, VIII, 460; Trk. trc., VIII, 393; Mirhond, IV, 46,47. Krş.,
Barthold, Türkistan, s. 266; aynı mlf., “Ebû Ali b. Muhtac”, İA, I, 169; K.V.
Zettersteen, “I. Nuh”, İA, IX, 346; Bosworth, s. 6-7; aynı mlf., “I. Nuh”, aynı
yer; Merçil, “Muhtacoğulları”, aynı yer; “Karategin Ailesi”, s. 9; Frye, aynı
yer; Trk. trc., aynı yer.
[429]el-Kâmil fi’l-târih, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[430] Gerdizî (aynı yer) ise, şehir halkının, kendi yakınlarını tutuklamaya
karar verdiklerini öğrendiğinde Ebû Ali’nin bu işi yapmaya karar verdiğini
belirtir. Ayrıca Ebû Ali bunu yapmadan önce şehirdeki bütün kumaşları ve
elbiseleri çıkarmaya karar vermişti. Ancak şehrin büyüklerinin şefaat dileyip,
kendisini “Allah” ile korkutmaları üzerine şehri yakmaktan vazgeçmiştir.
[431]Tecâribü’l-ümem, II, 103.
[432]Ravzatü’l-safâ, IV, 47.
[433] Gerdizî, aynı yer. Krş., Merçil, “Karategin Ailesi”, s. 10; Zettersteen,
aynı yer.
[434] Nerşahî , aynı yer; Frs. trc., aynı yer; İng. trc., aynı yer; Gerdizi, aynı
yer; İbn Esîr, VIII, 461; Trk. trc., VIII, 394-395; Mirhond, aynı yer. Krş.,
Barthold, s. 266; Zettersteen, aynı yer; Bosworth, “The Rulers”, s. 7; aynı
mlf., “I. Nuh”, aynı yer; Merçil, “Karategin Ailesi”, s. 10; aynı mlf.,
“Muhtacoğulları”, s. 81.
[435] İbn el-Esîr, VIII, 462; Trk. trc., VIII, 395. Krş. Merçil,
“Muhtacoğulları”, s. 82.
[436] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[437] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer. Gerdizî (aynı yer) ise, bu yerin
adını Harceng olarak verir. Krş., Barthold, s. 267, Bosworth, aynı yer; Merçil,
aynı yer.
[438]Zeyn el-ahbâr, aynı yer.
[439]el-Kâmilfi’l-târih, aynı yer; Trk. trc., aynı yer. İbn el-Esîr’de bahsi
geçen İsmail b. el-Hasan ile Gerdizî’deki İsmail b. Ebu’l-Hasan aynı kişi
olmalıdır.
[440] Bosworth, aynı yer; Merçil, aynı yer.
[441]Gerdizî, s. 158; İbn Esîr, VIII, 463; Trk. trc. VIII, 396. Krş., Bosworth,
“The Rulers”, aynı yer; Merçil, “Muhtacoğulları”, aynı yer.
[442] Gerdizî, s. 157; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[443] Gerdizî, aynı yer.
[444] Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Mirhond,
IV, 48. Krş., Barthold, Türkistan, s. 267; aynı mlf., “Ebû Ali b. Muhtac”, aynı
yer; Merçil, s. 83; Bosworth, s. 7-8.
[445] Gerdizî, 158; İbn el-Esîr, VIII, 492; Trk. trc., VIII, 423. Krş.
Zettersteen, aynı yer; Bosworth, s. 8; Merçil, s. 84.
[446]Türkistan, aynı yer.
[447]İbn el-Esîr, VIII, 461-462; Trk. trc., VIII, 394-395; Krş., Zettersteen, s.
346-347; Merçil, “Karategin Ailesi”, s. 10.
[448] İbn el-Esîr, VIII, 470; Trk. trc., VIII, 403; el-Mar‘âşî, s. 76; İbn
Miskeveyh ise (II,117) bu isyandan bahsetmez. Ancak, Muhammed b.
Abdürrezzak’ın efendisinden korkarak Rüknüddevle’ye sığındığını belirtir.
Krş., Merçil, “Karategin Ailesi”, s. 11.
[449] İbn el-Esîr, VIII, 471; Trk. trc., aynı yer. Krş., Merçil, aynı yer.
[450] İbn el-Esîr, VIII, 478; Trk. trc., VIII, 409; el-Mar‘âşî, s. 77; Mirhond,
IV, 48. Krş., Merçil, aynı yer.
[451] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer. Krş., Merçil, s. 12.
[452] İbn Miskeveyh, II, 138.
[453]
İbn Miskeveyh, aynı yer; İbn el-Esîr, VIII, 486; Trk. trc., VIII, 417;
Mirhond, IV, 48. Krş., Merçil, aynı yer; Aşiteyanî, s. 234.
[454] Bkz. A. Ağırakça, “Büveyhîler Devrinde Türk Kumandanları I-
Sebüktegin”, Belleten, LIII, sayı : 207-208, Ankara 1989, s. 608-635.
[455] İbn Miskeveyh, II, 139; İbn el-Esîr, VIII, 487; Trk. trc., VIII, 418.
Krş., Merçil, s. 12-13.
[456] Emîrü’l-Ümera Tüzün el-Türkî’ye bağlı gulâmlar. Tüzün el-Türkî,
Bağdat’da 943-945 tarihleri arasında Abbasîler adına Emîrü’l-ümeralık
görevinde bulunmuş güçlü bir Türk komutanıydı. Sara hastalığından dolayı
vefat ettiği tarihe kadar Büveyhîlere karşı Bağdat’ı korumuştu. Büveyhîler,
ancak onun ölümünün ardından Bağdat’da idareyi ellerine geçirebilmişlerdir.
Bkz., A. Ağırakça, “Emirü’l-Ümera Tüzün”, Prof. Dr. Fikret Işıltan’a 80.
Doğum Yılı Armağanı, İstanbul 1995, s. 119-142.
[457]İbn el-Amid hakkında bkz., K.V. Zettersteen, “Ebu’l-Fazl b. el-Amid”,
İA, V/II, 843; İ. Abbas “İbn al-Amid”, EIr, VII, 664; Cl. Cahen, “İbn al-
Amid”, EI, III, 703-704; A. Güner, “İbnü’l-Amîd, Ebu’l-Fazl”, DİA, XX,
483-484.
[458]el-Kâmil fi’l-târih, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[459]İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer. İbn Miskeveyh ise (aynı yer),
Mansur b. Karategin’in, İsfahan’da kaldığı süre içinde, şehir halkına çok kötü
muamele ettiğini söyler. İki tarihçi arasındaki bu fark, İbn el-Esîr’in Horasan
menşeyli, İbn Miskeveyh’in Irak menşeyli haberleri aktarmasında aramak
lazımdır. Krş. Merçil, s. 13.
[460] Kazvin şehrinin kuzey batısında kalan dağlık bölge. Bkz., Le Strange,
s. 220.
[461] İbn Miskeveyh, II, 139-140.
[462] İbn Miskeveyh, II, 140-141; İbn el-Esîr, VIII, 488; Trk. trc., VIII, 419.
[463] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[464] İbn el-Esîr, VIII, 493; Trk. trc., VIII, 424. Krş., Frye, aynı yer;
Bosworth, “The Rulers of Chaghaniyan”, s. 8; Merçil, “Muhtacoğulları”, s.
84-85; Aşiteyanî, s. 234.
[465] İbn el-Esîr, VIII, 492; Trk. trc., VIII, 423.
[466] İbn Miskeveyh, II, 143. Krş. Merçil, “Karategin Ailesi”, s. 14-15.
[467] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer. Krş., Merçil,
“Muhtacoğulları”, aynı yer.
[468] İbn el-Esîr, VIII, 499; Trk. trc., VIII, 429-430.
[469]Ebû Cafer el-Hazin için bkz., D. Pingree, “Abû Ja’far al-Kazen”, EI, I,
326-327; İhsan Fazlıoğlu, “Ebû Cafer Hazin”, DİA, XVII, 126-129.
[470] İbn el-Esîr, aynı yer. Krş., Bosworth, aynı yer; Merçil, aynı yer.
[471] İbn el-Esîr, VIII, 505; Trk. trc., VIII, 435. Gerdizî ise (s. 159), Ebû
Ali’nin Nisaburlulardan oluşan bir heyeti Buhara’ya gönderdiğini, ancak
heyet Buhara’ya ulaşmadan I. Nuh’un vefat ettiğini belirtir. Krş. Bosworth,
aynı yer; Merçil, s. 85-86.
[472] Nerşahî , s. 137; Frs. trc. , aynı yer; İng. trc., s. 98; İbn Miskeveyh, II,
157; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, VIII, 508; Trk. trc., 438-439; el-Sem’ânî,
III, 202; Mirhond, IV, 49; el-Cüzcanî, I, 210; İng. trc., I, 40. Krş., Barthold, s.
267; Zettersteen, s. 147; Bosworth, aynı yer; Merçil, s. 86; Aşiteyanî, aynı
yer.
[473] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Mirhond, aynı yer.
[474] Barthold, aynı yer.
[475] Nerşahî , aynı yer; Frs. trc , aynı yer; İng. trc., aynı yer.
[476] İbn el-Esîr, VIII, 505; Trk. trc., VIII, 435-436. Krş., Merçil, s. 86.
[477] “Emîrülümera”, İA, IV, 264; K.V. Zettersteen, “Amir al-Umara”, EI2,
I, 466; C.E. Bosworth-R.M. Savory, “Amır al-Omara”, EI, I, 969-971; H.D.
Yıldız, “Emîrü’l-Ümera” DİA, XI, 158-159.
[478] K.V. Zettersteen, “Mutî”, İA, VIII, 764.
[479] I. Abdülmelik’in 343/954’de bastırdığı paralarda halife olarak el-
Müstekfî’nin adı yer alırken, el-Mutî’nin adına ise ancak 348/959-960 tarihli
parada rastlamaktayız. Bunun nedeni ise, Sâmânîlerin 334/955 senesinde
Büveyhîlerle yaptıkları anlaşmanın sonrasında Bağdat ile de ilişkilerini
düzeltmelerini gösterebiliriz. Paralarla ilgili bkz., İbrahim Artuk-Cevriye
Artuk, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Teşhirdeki İslamî Sikkeler Katoloğu, I,
İstanbul 1970, s. 318.
[480] İbn Miskeveyh, II, 156-157. Krş., Barthold, Türkistan, s. 268; aynı
mlf., “Ebû Ali b. Muhtac”, aynı yer.
[481] İbn Miskeveyh, II, 157; İbn el-Esîr, VIII, 507; Trk. trc., VIII, 438.
[482] Gerdizî, s. 159; İbn el-Esîr, VIII, 509; Trk. trc., VIII, 439; İbn
İsfendiyar, II, 3; İng. trc., s. 224. Krş., Bosworth, s. 9; Merçil, s. 87.
[483]Nisabur-Cürcan yolu üzerinde yer alan Cüveyn nahiyesinin merkezi.
Bkz. Hudûd el-Alem, s.102; Le Strange, s. 391.
[484] Gerdizî, aynı yer.
[485] İbn Miskeveyh, II, 159; İbn el-Esîr, VIII, 511; Trk. trc., VIII, 441-442.
[486] İbn Miskeveyh, II, 160; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[487] Gerdizî, 159-160; İbn Miskeveyh, II, 161; İbn el-Esîr, VIII, 512; Trk.
trc., VIII, 442; el-Cüzcanî, I, 210; İng. trc., I, 40.
[488]İbn Miskeveyh, aynı yer. İbn el-Esîr (aynı yer; Trk. trc., aynı yer),
menşur ve sancağın Bekr b. Malik’e gönderildiğini belirtir. Ancak Bekr b.
Malik’in, Sâmânîlerin hizmetinde bir kumandan olduğu düşünüldüğünde İbn
Miskeveyh’in verdiği bilginin daha doğru olacağı düşünülebilir.
[489] Gerdizî, aynı yer; İbn Miskeveyh, aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk.
trc., aynı yer. Krş., Barthold, Türkistan, aynı yer; aynı mlf., “Ebû Ali b.
Muhtac”, aynı yer; Bosworth, s. 11; Merçil, aynı yer.
[490] el-Makdisî, s. 337.
[491] Gerdizî, s. 160. Krş., Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, Ankara 1989,
s. 2; aynı mlf., “Alp Tekin”, DİA, II, 525.
[492] Bkz. Barthold, “Alp Tegin”, İA, I, 386; C.E. Bosworth, “Alptigin”, EI,
I, 898; C.E. Bosworth-C. Cahen, “Alp Takin”, EI2, I, 421; Merçil, Gazneliler
Devleti, s. 1-5; aynı mlf., a.g..m., aynı yer.
[493] Gerdizî, aynı yer.
[494] Gerdizî, aynı yer.
[495] Gerdizî, aynı yer.
[496] Gerdizî, aynı yer. Krş., Merçil, “Simcûrîler III- Ebu’l-Hasan
Muhammed b. İbrahim b. Simcûr”, İÜ. Tarih Dergisi, sayı. 33, İstanbul 1982,
s. 115-116.
[497] Gerdizî, aynı yer. Krş., Barthold, s. 268; Merçil, a.g.m., s. 116; aynı
mlf., “Samanîler Devletinde Türkler”, s. 260; Aşiteyanî, s. 236.
[498] Gerdizî, aynı yer.
[499] Barthold, aynı yer.
[500] Gerdizî, s. 161.
[501] Bkz. D.M. Dunlop, “Bal’ami”, EI2, I, 984; Dj. Halegh Motlagh,
“Amırak Bal’ami”, EI, I, 971-972; Tahsin Yazıcı, “Bel’âmî-Ebu Ali”, DİA,
V, 390.
[502] İbn Miskeveyh, II, 177; İbn el-Esîr, VIII, 532; Trk. trc., VIII, 459.
Krş., Merçil, “Sâmânîler Devletinde Türkler”, s. 260.
[503]Gerdizî, aynı yer. Krş., Barthold, aynı yer; Frye, s. 152; Trk. trc., s. 66;
Merçil, Gazneliler Devleti, s. 2; aynı mlf., “Simcûrîler III”, s. 116; aynı mlf.,
“Alp-Tegin”, aynı yer; Aşiteyanî, aynı yer.
[504] Nerşahî, s. 46; Frs. trc., s. 37; İng. trc., s. 26.
[505]Ahsenü’l-tekâsîm, s. 338.
[506]Ravzatü’l-safâ, IV, 50.
[507]
Gerdizî, s. 159. Krş., Barthold, “I. Abdülmelik”, İA, I, 97; Bosworth,
“Abd al-Malek b. Nuh b. Nasr”, EI, I, 128; Abdülkerim Özaydın,
“Abdülmelik b. Nuh b. Nasr”, DİA, I, 271-272.
[508] Gerdizî, s. 161.
[509] Gerdizî, aynı yer; el-Cüzcanî, I, 211; İng. trc., I, 42. Nizamülmülk
(Siyasetnâme, s. 155) ve Mirhond (Ravzatü’l-safâ, IV, 51) ise bundan biraz
daha farklı olarak, Alp-Tegin’in, Mansur’un amcasını taht için önerdiğini
yazarlar Krş., Barthold, aynı yer; Bosworth, “Abu Saleh Mansur b. Nuh”,
EIr, IV, 383; Merçil, s. 260-261.
[510]el-Makdisî, aynı yer. Krş., Merçil, “Sâmânî Devletinde Türkler”, s.
260-261.
[511] Nizamülmülk, s. 156-157.
[512] Gerdizî, aynı yer.
[513] Gerdizî, s. 162. Krş., Merçil, “Sâmânîler Devletinde Türkler”, s. 261.
[514] Gerdizî, aynı yer.
[515] Mirhond, IV, 51; Hamdullah el-Müstevfî, s. 384.
[516] İbn el-Esîr, VIII, 544; Trk. trc., VIII, 469; Hamdullah el-Müstevfî, aynı
yer.
[517] Hulm şehri, Belh’in doğusunda bu şehre iki günlük mesafede yer
alıyordu. Bkz. Le Strange, s. 427.
[518]Nizamülmülk, s.160; Şebankareî (164b) de ise, 700 gulâm ve 2500
gönüllüden bahsedilmektedir. Krş. Bosworth, The Ghaznavids, Their Empire
in Afghanistan and Eastern İran (994-1040), Beyrut 1973, s.37; Merçil,
Gazneliler Devleti Tarihi, s. 3-4.
[519] Nizamülmülk, s. 160-163. Ayrıca bkz., Gerdizî, aynı yer; İbn
Miskeveyh, II, 191-192; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Hamdullah
el-Müstevfî, aynı yer; Mirhond, aynı yer. Krş., Merçil, Gazneliler Devleti
Tarihi, s. 3-4; aynı .mlf., “Alptegin”, DİA, II, 525.
[520]Bosworth, The Ghaznavids, aynı yer; aynı mlf., “Ghazna”, EI2, II,
1049; Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, s. 4; M. Longworth Dames,
“Gazne”, İA, IV, 741; B. Spuler, “Ghaznawids”, EI2, II, 1050.
[521] Nizamülmülk, s. 164-165; Mirhond, aynı yer. Hamdullah el-Müstevfî
(s. 385) ise bu ordunun sayısını 30.000 olarak verir. Krş., Bosworth, The
Ghaznavids, s. 38; Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, s. 5; aynı mlf.,
“Alptegin”, aynı yer .
[522] el-Cüzcanî, I, 211; İng. trc., I, 43. Krş., Merçil, aynı yer.
[523] Enver Konukçu, (“Gazne”, DİA, XIII, 479), bu kişinin adını Ebû Ali
olarak vermektedir. Ancak bu isim muhtemelen yanlış olarak alınmıştır.
[524]Şebankareî, 165b. Krş., Barthold, s. 270 Bosworth, The Ghaznavids, s.
38-39; Merçil, Gazneliler Devleti, s. 6; aynı mlf., “Gazneliler”, DİA, XIII,
481; Dames, aynı yer; Konukçu, a.g.m., aynı yer.
[525]Florian Schwarz, Sylloge Numorum Arabicorum Tübingen, Gazna /
Kabul XIV d - Hurâsân IV, Berlin 1995, s. 26.
[526]Mecmaü’l-ensâb, 165b-166a. Krş., Bosworth, The Ghaznavids, s. 38;
Merçil, aynı yer.
[527]
İbn el-Esîr, VIII, 79; Trk. trc., VIII, 70; Târih-i Sistan, s. 302; İng. trc.,
s. 245. Krş., Bosworth, The History of Saffarids, s. 273; aynı mlf., “The
Tahirids and Saffarids”, s. 131; Merçil, “Simcûrîler I”, s. 79.
[528] İbn el-Esîr, VIII, 563; Trk. trc. VIII, 484; Târih-i Sistan, s. 326; İng.
trc., s. 267-268. Krş., Bosworth, The History of Saffarids, s. 299-301; aynı
mlf., “The Tahirids and Saffarids”, 132; Recep Uslu, “Halef es-Saffar”, DİA,
XV, 238.
[529]Târih-i Sistan, s. 327-333; İng. trc., s. 268-273.
[530] el-Utbî, Târih-i Yeminî, I, şerh, Şeyh el-Meninî, Kahire 1869, s. 98;
Frs. trc., Curfedakanî, Tercüme-i Târih-i Yeminî, nşr., Cafer Şiar, Tahran hş.
1345, s. 41-42; Târih-i Sistan, s. 334; İng. trc., s. 273.
[531]Târih-i Sistan, aynı yer; İng. trc., aynı yer.
[532]Târih-iSistan, aynı yer; İng. trc., aynı yer; el-Utbî (aynı yer; Frs. trc., s.
42) ise, Halef’in Badgis’e çekildiğini söyler.
[533] Sistan eyaletinin en büyük nehri olup, kaynağını Hilmend dağından
alır. Bkz., Le Strange, a.g.e., s. 338-339.
[534] Bu yerin nerede olduğu konusunda bilgi verilmemiştir.
[535]Mevki hakkında herhangi bir bilgi bulunmamasına rağmen Sistan’ın
merkezi Zerenc’e bağlı kasabalardan bir olmalıdır.
[536] el-Utbî (aynı yer) ile Târih-i Sistan, (s. 333-334; İng. trc., s. 274)’de
Sâmânî hükümdarının adı II. Nuh b. Mansur olarak belirtilmekle birlikte
verilen tarihlere bakıldığında bunun I. Mansur b. Nuh olduğu açıkça
görülmektedir. Krş. Bosworth, The History of the Saffarids, s. 306.
[537]
el-Utbî, I, 99; Frs. trc., aynı yer; Târih-i Sistan, s. 336; İng. trc., s. 275;
Hamdullah el-Müstevfî, aynı yer. Krş., Bosworth, aynı yer; Uslu, “Halef es-
Saffar”, aynı yer.
[538]Gerdizî, s. 162. Krş., Barthold, s. 269-270; Merçil, “Simcûrîler III”, s.
116; Aşiteyanî, s. 237.
[539] Gerdizî, aynı yer. Krş., Merçil, aynı yer; Aşiteyanî, aynı yer.
[540] Gerdizî, aynı yer. Krş., Merçil, s. 117; Aşiteyanî, s. 238.
[541]Nisabur’un kuzeyinde yer alan Üstüva rüstağının merkezi olup,
doğusunda Nesa batısında ise İsferayin yer alır. Bkz. Le Strange, s. 393-394.
[542]Gerdizî, s. 163. Krş., Barthold, s. 270; Merçil, aynı yer; aynı mlf.,
“Karategin Ailesi”, s. 15; Aşiteyanî, aynı yer.
[543] Gerdizî, aynı yer.
[544] Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, VIII, 577; Trk. trc., VIII, 497; İbn
İsfendiyar, II, 3; İng. trc., s. 224; el-Mar‘aşî, s. 77. Krş., Merçil, “Simcûrîler
III”, s. 117; Aşiteyanî, aynı yer.
[545] İbn el-Esîr, aynı yer. Trk. trc., aynı yer.
[546] İbn el-Esîr, VIII, 578; Trk. trc., VIII, 498; İbn İsfendiyar, II, 3-4; İng.
trc., s. 225; el-Mar‘aşî, s. 77-78. Gerdizî ise (aynı yer) bu olayın 15 Zilhicce
356 / 21 Kasım 967 tarihinde meydana geldiğini yazar. Krş., Merçil,
“Simcûrîler III”, s. 118; aynı mlf., “Veşmgir b. Ziyar”, İA, XIII, 305;
Aşiteyanî, s. 139.
[547] Gerdizî, aynı yer; İbn İsfendiyar, II, 4; İng. trc., s. 225; el-Mar‘aşî, s.
78. Krş., Merçil, “Simcûrîler III”, s. 118-119; aynı mlf., “Veşmgir”, İA, XIII,
304-305; Aşiteyanî, s. 139; Madelung, “The Minor Dynasties of Northern
İran”, s. 214; Trk. trc., s. 466 .
[548] el-Mar‘aşî, s. 78. Krş., Merçil, s. 119.
[549]Zeyn el-ahbâr, aynı yer.
[550]Türkistan, s. 270.
[551] Gerdizî, aynı yer. İbn el-Esîr (VIII, 578; Trk. trc. VIII, 498) ise
Veşmgir’in ölümünün hemen ardından Bîsutun’un başa geçtiğini söyler. Krş.
Merçil, s. 118-119; Aşiteyanî, s. 138-139; Madelung, aynı yer.
[552] Gerdizî, aynı yer. Krş., Merçil, s. 120; Aşiteyanî, s. 238.
[553] İbn Funduk, s. 134. Krş., Merçil, aynı yer.
[554] Gerdizî, aynı yer. Krş., Merçil, aynı yer; Aşiteyanî, aynı yer.
[555] İbn el-Esîr, VIII, 626; Trk. trc., VIII, 537.
[556]Târih-i Beyhakî, s. 392; Arp. trc., s. 416.
[557] İbn Miskeveyh, II, 277-280; İbn el-Esîr, VIII, 278; Trk. trc., VIII, 232;
Ahmed Ali Khan Vezirî, Târih-i Kirman, nşr. Muhammed İbrahim-Bostaniy-
i Parizî, Tahran 1961, s. 319-320. Krş., Bosworth, “ The Banû İlyas of
Kirman (920-57/932-968)”, s. 111; aynı mlf., “Al-e İlyas”, İranica, I, 755;
aynı mlf., “Mâkân b. Kakî”, EI2, VI, 115; Merçil, “Simcûrîler II”, s. 91-92.
[558] İbn el-Esîr, VIII, 527; Trk. trc., VIII, 455; Bosworth, “Al-e İlyas”, aynı
yer.
[559] el-Makdisî, s. 472. Ancak Ali Khan Vezirî (s. 324) ise, Kirman’da
hutbelerde İmadüddevle’nin adının Ebû Ali Muhammed b. İlyas’dan önce
okunduğunu söylemektedir.
[560] İbn Miskeveyh, II, 250; İbn el-Esîr, VIII, 585; Trk. trc., VIII, 502-503.
[561] İbn Miskeveyh, II, 253; İbn el-Esîr, VIII, 577; Trk. trc., VIII, 497.
[562]el-Kâmil fi’l-târih, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[563]el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 586; Trk. trc., VIII, 503.
[564]Tecâribü’l-ümem, aynı yer.
[565] İbn el-Esîr, VIII, 587; Trk. trc., VIII, 504.
[566] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer. Krş., Bosworth (“The Banû
İlyas”, s. 117) ise, bu işi Ebû Ali’nin babası Ebu’l-Hasan’ın yaptığını belirtir.
[567]İbn Miskeveyh, II, 298; III, 360; İbn el-Esîr, VIII, 609; Trk. trc., VIII,
523. Krş., Bosworth, “The Banu İlyas”, aynı yer; aynı mlf., “Al-e İlyas”, aynı
yer.
[568]
Gûr bölgesinde Herat dağları hududunda yer alan bir kale, Bkz. İbn
Funduk, a.g.e., s. 126.
[569] Gerdizî, s. 164; İbn Funduk, s. 129-130. Krş., Merçil, “Simcûrîler III”,
s. 120.
[570]el-Utbî, I, 89; Frs. trc., s. 34; Gerdizî, s. 164; el-Sem’ânî, III, 202;
Hamdullah el-Müstevfî, aynı yer; el-Cüzcanî, I, 211; İng. trc., I, 44. Krş,
Barthold, s. 270; Bosworth, “Abû Saleh Mansur (I) b. Nuh”, EI, I, 364.
[571]el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 673; Trk. trc., VIII, 580.
[572]Ravzatü’l-safâ, IV, 52.
[573]Târih-i Buhara, s. 141; Frs. trc., s.136; İng. trc., s. 99.
[574]Sûret el-arz, s. 472.
[575]Târih-i Güzide, aynı yer.
[576]Tabakât-ı Nâsırî, aynı yer; İng. trc., I, 43-44.
[577]
Nerşahî s. 140; Frs. trc., s. 134; İng. trc., s. 98; Gerdizî, s. 164;
Hamdullah el-Müstevfî, s. 384. Krş., Bosworth, a.g.m., s. 383.
[578]Târih-i Buhara, aynı yer; Frs. trc., aynı yer; İng. trc., aynı yer.
[579] el-Cüzcanî, I, 212; İng. trc., I, 44.
[580] el-Utbî, I, 136; Frs. trc., s. 72; İbn el-Esîr, IX, 28; Trk. trc., IX, 31.
Krş., Barthold, s. 270-271; Merçil, s. 122; Frye, “The Samanids”, s. 156; Trk.
trc., s. 70; Aşiteyanî, s. 239; Zettersteen, “II.Nuh”, İA, IX, 347; Bosworth,
“II. Nuh”, EI2, VIII, 110.
[581] Nerşahî, s. 142; İng. trc., s. 99-100.
[582]Tarih-i Yeminî, I, 79; Frs. trc., s. 34.
[583] el-Utbî, I, 89-90; Frs. trc., s. 35; Gerdizî, aynı yer. Krş., Bathold,
“Ebu’l-Hasan”, İA, IV, 83; Merçil, aynı yer; Aşiteyanî, aynı yer.
[584] Gerdizî, s. 165.
[585] el-Utbî, I, 90; Frs. trc., aynı yer; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, IX, 10;
Trk. trc., IX, 19; Hamdullah el-Müstevfî, s. 386; el-Cüzcanî, aynı yer; İng..
trc., aynı yer Nerşahî ise (aynı yer; Frs. trc., s. 136; İng. trc., aynı yer) el-
Ceyhanî’nin ardından Muhammed b. Abdullah b. Uzeyr (Aziz)’in bu göreve
getirildiğini söyler. Ancak, İbn Üzeyr’in vezaret makamına getirilmesi çok
daha sonradır. Krş. Barthold, aynı yer; Merçil, aynı yer; Frye, aynı yer; Trk.
trc., aynı yer; Aşiteyanî, aynı yer.
[586]Gerdizî, aynı yer; Hamdullah el-Müstevfî, s. 385-386. Yalnız
Hamdullah, Ebu’l-Hasan’dan Emîrü’l-Ümera olarak bahsetmektedir.
[587] el-Utbî I, 40-41; Gerdizî, s. 165; el-Cüzcanî, aynı yer; İng. trc., aynı
yer. Krş., Merçil, aynı yer; Aşiteyanî, aynı yer.
[588] Gerdizî, aynı yer.
[589] Târih-i Yeminî, I, 97-98; Frs. trc., s. 45.
[590]el-Utbî, I, 102; Frs. trc., aynı yer; Gerdizî, s. 166; İbn el-Esîr, aynı yer;
Trk. trc., aynı yer; Mirhond, IV, 53; el-Cüzcanî, aynı yer; İng. trc., aynı yer.
Krş., Barthold, s. 271; aynı mlf., “Ebu’l-Hasan”, aynı yer; Frye, aynı yer;
Trk. trc., aynı yer; Merçil, s. 123; Aşiteyanî, s. 240; Zettersteen, aynı yer.
[591] Gerdizî¸ aynı yer.
[592]Târih-i Yeminî, I, 103-104; Frs. trc., s. 45.
[593] Gerdizî, s. 166.
[594]el-Utbî, I, 45; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı
yer; Mirhond, IV, 53. Krş., Merçil, s. 124; aynı mlf., “Samanîler Devletinde
Türkler”, s. 262.
[595] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., s. 47.
[596] Gerdizî, aynı yer.
[597] İbn Miskeveyh, III, 16-17; el-Utbî, I, 109; Frs. trc., s. 49-50; İbn el-
Esîr, IX, 11; Trk. trc., IX, 19-20; İbn İsfenfiyar, II, 5; İng. trc., s. 226;
Mirhond, aynı yer. Krş., Zettersteen, “Fahrüddevle”, İA, IV, 447; C. Cahen,
“Fakhr al-Dawla”, EI2, II, 748; Abdülkerim Özaydın “Fahrüddevle”, DİA,
XII, 98.
[598]
el-Utbî, I, 110; Frs. trc., s. 50; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer;
Mirhond, aynı yer.
[599] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[600] Nisabur’a bağlı Cüveyn nahiyesinin merkezi. Bkz., Le Strange, s. 391.
[601] İbn el-Esîr, IX, 12; Trk. trc., IX, 20; Mirhond, IV, 53; İbn İsfendiyar,
aynı yer; İng. trc., s. 226.
[602] el-Utbî, I, 111; Frs. trc., s. 51-52.
[603] el-Utbî, I, 112; Frs. trc., s. 51.
[604]İbn el-Esîr, IX, 12; Trk. trc., IX, 21; Mirhınd, aynı yer; İbn İsfendiyar,
aynı yer; İng. trc., s. 226.
[605]
el-Utbî, I, 113; Frs. trc., s. 52; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer;
Mirhond, IV, 54.
[606] el-Utbî, I, 112; Frs. trc. , aynı yer.
[607] el-Utbî, I, 112-113; Frs. trc., aynı yer; Gerdizî, s. 166; İbn el-Esîr, aynı
yer; Trk. trc., aynı yer; Mirhond, aynı yer; İbn İsfendiyar, aynı yer; İng. trc.,
s. 226; el-Mar‘aşî, s. 79; el-Cüzcanî, I, 212; İng. trc., I, 45.
[608] Mirhond, aynı yer.
[609]el-Utbî, I, 121-122; Frs. trc., s. 58-59; Hamdullah el-Müstevfî, s. 386;
Mirhond, aynı yer; Hondmir, s. 215. İbn el-Esîr ise (IX, 13; Trk. trc., IX, 21)
tüm bu olaylar içinde Fâik’in adını vermeden, Ebu’l-Hasan’ın bazı köleleri
Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’yi öldürmekle görevlendirdiğini söyler. Gerdizî (s.
166-167) ise, Fâik’in Ebu’l-Hüseyin el-Utbî’yi öldürmeleri için Gulâmân-ı
melikî ile anlaştığını belirtmektedir. Krş., Barthold, aynı yer; Zettersteen, s.
347; Frye, s. 156; Trk. trc., s. 70; Merçil, s. 126-127.
[610] el-Utbî, I, 99-100; Frs. trc., s. 42.
[611]Târih-i Sistan, s. 336-337; İng. trc., s. 275. Hamdullah el-Müstevfî, s.
386.
[612] Uk, Sistan’ın idarî bölgelerinden biri olup, Zerenc’in kuzeyinde yer
almaktaydı. Ayrıca Haricîlerin önemli merkezlerinden biri idi. Bkz., Târih-i
Sistan, s.28; İng. trc., s. 20; Bosworth, The History of Saffarids, s. 77-78.
[613]Târih-i Sistan, s. 337; İng. trc., aynı yer.
[614] el-Utbî, I, 101; Frs. trc., s. 44; İbn el-Esîr, VIII, 564; Trk. trc., VIII,
485.
[615] el-Utbi, I, 102; Frs. trc., aynı yer.
[616]Târih-i Sistan, s. 337-338; İng. trc., s. 276. Krş., Merçil, “Simcûrîler
III”, s. 125. el-Utbi (I, 104; Frs. trc., s. 46)’de eserinde bu mektuplaşmadan
bahsetmektedir.
[617]Târih-i Sistan, s. 338; İng. trc., aynı yer. Krş., Merçil, aynı yer.
[618]
el-Utbî, I, 104; Frs. trc., s. 47; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., VIII, 486;
Târih-i Sistan, aynı yer.
[619]Târih-i Sistan, aynı yer; İng. trc., aynı yer.
[620] el-Utbî, I, 126; Frs. trc., s. 63.
[621] Merçil, “Simcûrîler IV – Ebu Ali b. Ebu’l-Hasan Simcûrî”, Belleten,
sayı : 195, Ankara 1985, s. 548.
[622]Baytüz, Büst şehrine hakim olmuş Türk kumandanlarından biridir.
Ancak, onun buradaki hakimiyeti fazla uzun sürmemiş, şehrin eski hakimi
Togan, Gazne hakimi Sebüktegin’in de yardımıyla Büst’ü yeniden ele
geçirmiştir (977’den sonra). Bkz. Merçil, Gazneliler Devleti, s. 7-8; aynı mlf.
“Sebüktegin Pend-nâmesi”, İTED, VI, İstanbul 1975, s. 206-233.
[623] Gerdizî, s. 166. Krş., Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 547.
[624]el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 564-565; Trk. trc., VIII, 486.
[625]
el-Utbî, I, 125; Frs. trc., s. 63; Gerdizî, s. 167; Mirhond, IV, 55;
Hondmir, s. 215. Krş., Merçil, “Simcûrîler III”, s. 127.
[626] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer.
[627]el-Utbî, I, 125-126; Frs. trc., aynı yer; İbn el-Esîr, IX, 24; Trk. trc., IX,
28-29; Mirhond, aynı yer; Hondmir, aynı yer. Krş., Merçil, aynı yer.
[628] el-Utbî, I, 126; Frs. trc., aynı yer; Mirhond, aynı yer; Hondmir, aynı
yer. Krş., Merçil, aynı yer.
[629]el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., IX,
29; Mirhond, aynı yer. Krş., Merçil, s. 128.
[630] el-Mar‘aşî, s. 80.
[631] Gerdizî, aynı yer. Krş., Merçil, aynı yer.
[632]
el-Utbî, I, 128; Frs. trc., s. 64; Gerdizî, s. 167; Mirhond, aynı yer;
Hondmir, s. 215-216. Krş., Merçil, s. 128-129.
[633] Merçil, s. 128.
[634]el-Utbî, I, 127; Frs. trc., aynı yer; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, aynı
yer; Trk. trc., aynı yer; el-Mar‘aşî, 187-188; Mirhond, aynı yer. Krş.,
Barthold, s. 271; Zettersteen, a.g.m., s. 347; Frye, s. 156; Trk. trc., s. 71;
Merçil, aynı yer; Aşiteyanî, s. 240.
[635] Gerdizî, aynı yer.
[636]el-Utbî, I, 128; Frs. trc., s. 64-65; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, IX, 27;
Trk. trc., IX, 31; Mirhond, aynı yer; Hondmir, s. 216. Krş., Barthold, s. 272;
Zettersteen, aynı yer; Frye, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Merçil, s. 129;
Aşiteyanî, s. 240.
[637] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., s.s. 65; Mirhond, IV, 56.
[638] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, aynı
yer; Trk. trc., aynı yer; (yalnız olayı 373/983-984 senesi içinde zikreder ki, bu
yanlıştır); el-Mar‘aşî, s. 188; Mirhond, IV, 55; Hondmir, aynı yer. Krş.,
Barthold, aynı yer; Zettersteen, aynı yer; Frye, aynı yer; Trk. trc., aynı yer;
Merçil, aynı yer; Aşiteyanî, s. 241.
[639] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer.
[640] el-Utbî, I, 130; Frs. trc., s. 67.
[641]el-Utbî, I, 67-68; İbn Miskeveyh, III, 94 (Rudraverî zeyli); İbn el-Esîr,
IX, 26-27; Trk. trc., IX, 30-31; el-Mar‘aşî, aynı yer. Krş., Cahen, a.g.m., s.
749; Zettersteen, a.g.m., s. 447-448 Özaydın, “Fahrüddevle”, DİA, XIII, 99.
[642] el-Utbî, I, 134; Frs. trc., s. 70.
[643] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., s. 71; İbn el-Esîr, IX, 27; Trk. trc., IX, 31;
Gerdizî (s. 167)’de ise Abdullah b. Muhammed b. Abdürrezzak ve Ebû Said
el-Şebibî’nin, o sırada Nisabur’da olduklarını, Taş’ın şehir üzerine
yürümesiyle birlikte, ona katıldıklarını yazar. Krş. Merçil, s. 130.
[644]el-Utbî, I, 136; Frs. trc., s. 72; İbn el-Esîr, IX, 28; Trk. trc., IX, 31.
Mirhond ise (IV, 56), sadece II. Nuh’a mektup gönderdiğini söyler. Krş.
Merçil, s. 130.
[645] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[646] el-Utbî, I, 137-138; Frs. trc., s. 74.
[647] el-Utbî, I, 138-139; Frs. trc., s. 74-75; Gerdizî, s. 167; İbn el-Esîr, IX,
28-29; Trk. trc., IX, 31-32; el-Mar‘aşî, aynı yer. Krş., Barthold, s. 271;
Zettersteen, aynı yer; Merçil, s. 130-131; Aşiteyanî, s. 241.
[648] Târih-i Yeminî, I, 152; Frs. trc., s. 84.
[649] el-Utbî, I, 139-140; Frs. trc., s. 75-76; Mirhond, IV, 57.
[650] el-Utbî, I, 134; Frs. trc., s. 70-71; Mirhond, IV, 56.
[651] el-Utbî, I, 146-147; Frs. trc., s. 81.
[652] el-Utbî, I, 152; Frs. trc., s. 84; Hondmir, s. 216. Krş., Merçil, s. 131.
[653] el-Utbî, I, 153; Frs. trc., s. 85; Gerdizî, s. 168; Hamdullah el-Müstevfî,
s. 168. İbn el-Esîr (IX, 29; Trk. trc., IX, 32) ise, bu konuyu 373/983-984
olayları içinde aktarmaktadır. Krş., Barthold, s. 272; Zettersteen, aynı yer;
Frye, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Merçil, aynı yer; Aşiteyanî, s. 241.
[654] Gerdizî, aynı yer. Utbî (I, 149 ve İbn el-Esîr, (aynı yer; Trk. trc., aynı
yer), 377/987-988 tarihini verirken, el-Utbî’nin Farsça tercümesi (s. 82) ve
Mirhond (IV, 59)’da ise bu tarih 379/989 olarak verilmiştir. Krş., Barthold,
aynı yer; Zettersteen, aynı yer; Merçil, aynı yer; Aşiteyanî, aynı yer.
[655] el-Utbî,I, 151; Frs. trc., s. 83; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[656] Gerdizî, s. 168. Krş., Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 548.
[657] el-Utbî, I, 153; Frs. trc., s. 85; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer;
Trk. trc., aynı yer; Mirhond, IV, 59. Krş. Barthold, aynı yer; Merçil, s. 548-
549; Aşiteyanî, s. 241.
[658]
el-Utbî, I, 152-153; Frs. trc., s. 84-85; Hondmir, aynı yer. Krş.,
Bosworth, “Abû Ali Muhammed b. İsa Damganî”, EI, I, 255.
[659] Hamdullah el-Müstevfî, s. 387.
[660] el-Utbî, I, 153; Frs. trc., s. 75. Krş., Merçil, s. 549.
[661]el-Utbî, I, 153-154; Frs. trc., s. 85-86; İbn el-Esîr, IX, 98; Trk. trc., IX,
84. Krş., Barthold, aynı yer; Merçil, aynı yer; Aşitayanî, aynı yer.
[662]Nerşahî , s. 142; İng. trc., s. 100; el-Utbî, I, 154; Frs. trc., s. 86; İbn el-
Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Mirhond, aynı yer; Hamdullah el-Müstevfî,
aynı yer. Krş., Barthold, aynı yer; Zettersteen, s. 347-348; Frye, aynı yer;
Trk. trc., aynı yer; Merçil, aynı yer; Aşiteyanî, aynı yer.
[663] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer; Nerşahî, (aynı yer; İng. trc., aynı
yer) ise onun Merv’e kaçtığını belirtir. Krş. Merçil, aynı yer.
[664] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer.
[665]Nerşahî, aynı yer; Frs. trc. , aynı yer; İng. trc., aynı yer; el-Utbî, I, 155;
Frs. trc., s. 86-87; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., IX, 85;
Hamdullah el-Müstevfî, s. 386-387. Krş., Barthold, aynı yer; Zettersteen, s.
348; Merçil, s. 549-550; Aşiteyanî, aynı yer.
[666] el-Sem’ânî, III, 363.
[667] el-Utbî, I, 163; Frs. trc., s. 91; Gerdizî,aynı yer.; İbn el-Esîr, IX, 98;
Trk. trc., IX, 85; Mirhond, IV, 59; Krş., Barthold, s. 272; Merçil, s. 550.
[668] el-Sem’ânî, III, 363.
[669]el-Utbî, I, 155; Frs. trc., s. 87; Gerdizî, aynı yer; Mirhond, aynı yer;
Seyfeddin Hacı b. Nizam el-Ukaylî, Asarü’l-vüzera, nşr. Celaleddîn Hüseynî
Urmevî, Tahran hş. 1337, s. 187. Krş., Merçil, aynı yer.
[670] el-Utbî, I, 160; Frs. trc., s. 90.
[671] İbrahim Artuk-Cevriye Artuk, I, s. 320.
[672] Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 550, 18n.
[673] el-Utbî, I, 163; Frs. trc., s. 91. Krş., Merçil, s. 550-551.
[674] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., s. 92; Gerdizî, aynı yer.
[675]Târih-i Yeminî, aynı yer; Frs. trc., s. 91.
[676] Karahanlılarla ilgili bkz., Omeljan Pritsak, “Kara-Hanlılar”, İA, VI,
251-273; Reşat Genç, “Karahanlılar”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, VI, ed. H.D. Yıldız, İstanbul 1987, s. 137-179; Erdoğan Merçil, İlk
Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1991, s. 18-33 : Necef, a.g.e..
[677]
M.F. Grenard, “Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarih”, Trk. trc.,
Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet, İstanbul 1993, s., 147-187.
[678] Pritsak, a.g.m., s. 254; Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, s. 59.
[679]
el-Utbî, I, 164; Frs. trc., s. 92; Gerdizî, aynı yer. Krş., Pritsak, aynı yer;
Reşat Genç, Harun Buğra Han”, DİA, XVI, 257; aynı mlf., “Karahanlılar”,
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, VI, 144; Merçil, İlk Müslüman
Türk Devletleri, s. 20; aynı mlf., “Simcurîler IV”, aynı yer; Frye, “The
Samanids”, s. 157; Trk. trc., s. 71.
[680]el-Utbî, I, 163; Frs. trc., aynı yer; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, IX, 99;
Trk. trc., IX, 85; Mirhond, IV, 60. Krş., Barthold, s. 276; aynı mlf., “Ebû Ali
b. Simcûr”, İA, IV, 10; Pritsak, aynı yer; Genç, “Harun Buğra Han”, aynı yer;
aynı mlf., “Karahanlılar”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, VI; 144-
145; Zettersteen, s. 348; Merçil, İlk Müslüman Türk Devletleri, aynı yer; aynı
mlf., “Simcûrîler IV”, aynı yer; Aşiteyanî, s. 242.
[681] Curfedakanî, aynı yer; Mirhond, aynı yer; Bu isim el-Utbî (I, 164) , İbn
el-Esîr’de (aynı yer; Trk. trc., aynı yer) ve Hamdullah el-Müstevfî’de (s. 388)
Enc ( JnA) olarak geçer. Krş. Barthold, s.278; Merçil, “Simcûrîler IV”, aynı
yer.
[682] el-Utbî, I, 167; Frs. trc., aynı yer.
[683]
el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı
yer; Mirhond, aynı yer; Hamdullah el-Müstevfî, aynı yer. Krş., Barthold, aynı
yer; Merçil, s. 551-552; Aşiteyanî, aynı yer.
[684] Barthold, s. 278; Merçil, s. 552.
[685]el-Utbî, I, 168; Frs. trc., s. 94-95; Hamdullah el-Müstevfî, aynı yer;
Mirhond, aynı yer. Krş. Barthold, aynı yer; Merçil, aynı yer.
[686] Tarih için bkz.; Gerdizî, aynı yer; Hamdullah el-Müstevfî, aynı yer.
Ebu’l-Fazl el-Beyhakî ise (s. 199; Arp. trc., s. 214) Rebiülevvel 380/Haziran
990 tarihini vermektedir. Ayrıca İbn el-Esîr (IX, 98-99; Trk. trc., IX, 84-86)
bu olayı 383/993-994 yılı olayları içinde aktarmaktadır. Krş. Pritsak, aynı
yer; Barthold, aynı yer; Genç, “Harun Buğra Han”, aynı yer; aynı mlf.,
“Karahanlılar”, s. 145; Merçil, aynı yer; aynı mlf., İlk Müslüman Türk
Devletleri, aynı yer; Zettersteen, aynı yer; Frye, aynı yer; Bosworth, “İlek-
Khans or Karakhanids”, EI, III, 1113; aynı mlf., “Boghra Khan”, EI, I , 318-
319; Aşiteyanî, aynı yer.
[687]Târih-i Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., aynı yer.
[688] el-Utbî, I, 170; Frs. trc., s. 95-96; Gerdizî, s. 169; Hondmir, s. 216.
Krş., Barthold, s. 278; Merçil, s. 552; Tahsin Yazıcı, “Ebû Ali Bel’âmî”, DİA,
V, 390. Yalnız Barthold, Ebû Ali el-Bel’âmî’nin, o tarihte hayatta
olamayacağını belirtirse de bu yanlıştır.
[689] el-Utbî, I, 171; Frs. trc., s. 96-97.
[690] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., s. 96. Krş., Merçil, , aynı yer.
[691] el-Utbî, I, 194; Frs. trc., s. 97. Krş., Barthold, s. 279; Merçil, s. 533.
[692]Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi-Kuruluş
Devri, I, Ankara 1989, s. 11-32; Ali Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu
Devletleri Tarihi, Siyaset-Teşkilat ve Kültür, Ankara 1995, s. 15-17.
[693] el-Utbî, I, 176; Frs. trc., s. 98.
[694] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer; Gerdizî, s. 169; Ebu’l-Fazl el-
Beyhakî, s. 200; Arp. trc., s. 214-215; İbn el-Esîr, IX, 100; Trk. trc., IX, 86;
Mirhond, IV, 61-62; el-Cüzcanî, I, 212-213; İng. trc., I, 45-46. Krş., Barthold,
s. 279; Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 353; Zettersteen, s. 348; Frye, aynı yer;
Trk. trc., aynı yer; Aşiteyanî, s. 242.
[695]el-Utbî, I, 178; Frs. trc., s. 100-101; İbn el-Esîr, IX, 102; Trk. trc., IX,
88; Mirhond, IV, 62. Krş., Barthold, s. 279-280; Frye, “The Samanids”, s.
157; Trk. trc., s. 72; Merçil, s. 553; Aşiteyanî, aynı yer.
[696]el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., s. 99; Mirhond, aynı yer. Krş., Barthold, s.
280; Merçil, aynı yer.
[697] el-Utbî, I, 179; Frs. trc., s. 100-101; Gerdizî, s. 169; İbn el-Esîr, aynı
yer; Trk. trc., aynı yer; Mirhond, aynı yer. Krş., Barthold, aynı yer; Merçil, s.
554.
[698]Türkistan, aynı yer; “Simcûrîler IV”, aynı yer.
[699] el-Utbî, I, 180; Frs. trc., s. 101. Krş., Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 555.
[700] Bkz., Le Strange, s. 409-410; Bosworth, “Kish”, EI2, V, 181-182.
[701] el-Utbî, I, 181; Frs. trc., s. 102; Mirhond, aynı yer.
[702] el-Utbî, I, 181-182; Frs. trc., s. 102-103; Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, aynı
yer; Arp. trc., s. 215; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Mirhond, aynı
yer . Krş., Barthold, aynı yer; Merçil, aynı yer; Aşiteyanî, s. 242-243.
[703]Zeyn el-ahbâr, aynı yer.
[704] el-Utbî, I, 182; Frs. trc., s. 103.
[705]Sahib b. Abbad için bkz. Cl. Cahen-Ch. Pellat, “İbn Abbad”, EI2, III,
670-673; Ahmet Ateş, “İbn Abbad”, İA, V/II, 692-693.
[706]el-Utbî, I, 183; Frs. trc., s. 103-104; İbn el-Esîr, IX, 102-103; Trk. trc.,
aynı yer; Mirhond, IV, 62-63. Krş., Merçil, aynı yer.
[707]el-Utbî, I, 183-184; Frs. trc., s. 104; Mirhond, IV, 68. Krş., Barthold, s.
280-281; Merçil, s. 555-556.
[708] el-Utbî, I, 185.
[709] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., s. 105.
[710]Zeyn el-ahbâr, aynı yer.
[711] el-Utbî, I, 185-187; Frs. trc., s. 105-106.
[712] el-Utbî, I, 188; Frs. trc., s. 106.
[713]Zeyn el-ahbâr, aynı yer.
[714] Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., aynı yer; Gerdizî, s. 170; İbn
el-Esîr, IX, 102-103; Trk. trc. IX, 88-89; el-Cüzcanî, I, 213; İng. trc., I, 47.
[715] el-Utbî, I, 191-192; Frs. trc., s. 107; Gerdizî, s. 169-170; İbn el-Esîr,
IX, 103; Trk. trc., IX, 89; İbn İsfendiyar, II, 6; İng. trc., s. 227; Hamdullah el-
Müstevfî, s. 388; Mirhond, IV, 64. Krş., Barthold, s. 281; aynı mlf., “Ebû
Ali”, aynı yer; Merçil, Gazneliler Devleti, s. 10; aynı mlf., “Simcûrîler IV”, s.
556-557; Frye, “The Samanids”, s. 157-158; Trk. trc., aynı yer; Aşiteyanî, s.
243; Muhammed Nazım, The Life and Times of Sultan Mahmud of Ghazna,
Yeni Delhi 1971, s. 30.
[716]Târih-i Yeminî, I, 192; Frs. trc., s. 108.
[717]el-Utbî, I, 193; Frs. trc., aynı yer; Gerdizî, s. 170; Şebankareî, 163a;
İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; İbn İsfendiyar, aynı yer; İng. trc. aynı
yer; Mirhond, aynı yer; Hamdullah el-Müstevfî, s. 389. Krş., Barthold, aynı
yer; Kafesoğlu, s. 175; Bosworth, “Mahmud b. Sebüktegin”, EI2, VI, 65;
aynı mlf., “The Titulature of the Early Ghaznavids”, Oriens, sayı : 15, 1962,
s. 216-217; Merçil, Gazneliler Devleti, aynı yer; aynı mlf., “Simcûrîler”, s.
557; Nazım, a.g.e., s. 31; Aşiteyanî, aynı yer.
[718] el-Utbî, I, 196-197; Frs. trc., s. 108-109. el-Cüzcanî ise (aynı yer; İng.
trc., aynı yer), Ebû Ali’nin bu iş için oğlunu görevlendirdiğini yazar. Krş.
Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 557-558.
[719] el-Utbî, I, 197; Frs. trc., s. 110; Mirhond, IV, 65. Krş., Barthold,
Türkistan, aynı yer; Merçil, s. 558.
[720] el-Utbî, I, 198-199; Frs. trc., s. 110.
[721] el-Utbî, I, 199; Frs. trc., s. 111.
[722] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer.
[723]Ravzatü’l-safâ, IV, 65.
[724] el-Utbî, I, 200; Frs. trc., s. 111-112.
[725] el-Utbî, I, 201; Frs. trc., s. 112-113.
[726] Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, s. 205; Arp. trc., s. 220-221.
[727] Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., s. 221. Krş. Merçil, s. 559.
[728]Bkz. R. Bulliet, The Patricians of Nishapur, Cambridge 1972, s. 63,
201-205; Merçil, “Simcûrîler V-Ebu’l-Kasım b. Ebu’l-Hasan Simcûrî”, İÜ.
TED, sayı : 13, 1983-1987, s. 136-137.
[729] el-Utbî, I, 206-207; Frs. trc., s. 116-117; Gerdizî, s. 170; Ebu’l-Fazl el-
Beyhakî, s. 206; Arp. trc., aynı yer; İbn el-Esîr, IX, 107; Trk. trc., IX, 92;
Mirhond, aynı yer; Hamdullah el-Müstevfî, s. 389; el-Cüzcanî, I, 214; İng.
trc., I, 48. Krş. Barthold, s. 281; Frye, “The Samanids”, s. 158; Trk. trc., s.
72; Merçil, Gazneliler Devleti, aynı yer; aynı mlf., “Simcûrîler IV”, aynı yer;
Aşiteyanî, s. 243.
[730] Târih-i Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., aynı yer.
[731] el-Utbî, I, 208; Frs. trc., s. 117-118; Mirhond, aynı yer; İbn el-Esîr de,
(aynı yer; İng. trc., aynı yer), Ebû Ali’nin, Sebüktegin ile haberleştiğini
belirtmektedir.
[732]el-Utbî, I, 209; Frs. trc., s. 118; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer;
Trk. trc., aynı yer; Mirhond, aynı yer. Krş. Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 560.
[733] el-Utbî, I, 209-210; Frs. trc., s. 118-119.
[734] el-Utbî, I, 210; Frs. trc., s. 119. Krş., Merçil, s. 560-561.
[735]Târih-i Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., s. 221-222.
[736] Târih-i Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., aynı yer.
[737] el-Utbî, I, 211; Frs. trc., s. 120.
[738] el-Utbî, I, 212; Frs. trc. , aynı yer.
[739]Târih-i Yeminî, I, 211-214; Frs. trc., s. 120-121.
[740] Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer; İng. trc., aynı yer; Mirhond, IV,
66; Hamdullah el-Müstevfî, s. 389; el-Cüzcanî, aynı yer; İng. trc., aynı yer.
Krş. Barthold, Türkistan, aynı yer; Zettersteen, “II. Nuh”, aynı yer; Frye,
“The Samanids”, s. 158; Trk. trc., aynı yer; Merçil, Gazneliler Devleti, aynı
yer; aynı mlf., “Simcûrîler IV”, s. 560-561; Aşiteyanî, aynı yer.
[741]Târih-i Beyhakî, s. 207; Arp. trc., s. 222-223.
[742] el-Utbî, I, 214; Frs. trc., s. 121.
[743] Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., aynı yer.
[744] Muhtemelen Tûs sınırları içinde müstahkem bir mevkide yer alan bir
kale. Bkz. V. Minorsky, “Tûs”, İA, XII/II, 123-130.
[745] el-Utbî, I, 215; Frs. trc., s. 122. Krş. Merçil, s. 562.
[746]Zeyn el-ahbâr, s. 170-171.
[747]Târih-iYeminî, I, 251; Frs. trc., s. 144. Krş. Barthold,s. 282; Merçil,
“Simcûrîler V”, s. 135.
[748]Târih-i Beyhakî, s. 208; Arp. trc., s. 224; İbn el-Esîr, IX, 109; Trk. trc.,
IX, 94.
[749] el-Utbî,I, 210; Frs. trc., s. 119. Krş. Merçil, aynı yer.
[750]
el-Utbî, I, 217; Frs. trc., s. 124; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer;
Mirhond, aynı yer. Krş. Barthold, s. 282; Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 563.
[751] Harizm’in Horasan tarafında kalan kısmının merkezi bkz. Le Strange,
s. 447-449; Barthold, “Gürgenc”, İA, IV, 846; B. Spuler, “Gurgandj”, EI2, II,
1141-1142; Aydın Taneri, “Gürgenc”, DİA, XIV, 321-323.
[752] el-Utbî, I, 218; Frs. trc., s. 125-126.
[753] el-Utbî, I, 219; Frs trc., s. 127; İbn el-Esîr, IX, 108; Trk. trc., IX, 93;
Mirhond, IV, 67; Hamdullah el-Müstevfî, aynı yer. Krş. Barthold, aynı yer;
Zettersteen, aynı yer; Merçil, aynı yer; Aşiteyanî, s. 244.
[754] Harizm’in Horasan tarafında Buhara-Gürgenc yolu üzerinde yer alan
bir şehir. Gürgenc’in güneyinde yer alan Hazâresb, Harizm bölgesinin ünlü
kanallarının başlangıç noktalarından biridir. bkz., Le Strange, s. 452-453.
[755] Harizm’in Maveraünnehir tarafında kalan kısmının merkezi bkz.
Barthold, “Kas”, İA, VI, 372-373,; Le Strange, s. 444-447.
[756] el-Utbî, I, 222-224; Frs. trc., s. 128-129; Gerdizî, s. 171; İbn el-Esîr,
aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Mirhond, aynı yer; Hamdullah el-Müstevfî, aynı
yer. Yalnız olayları tafsilatlı bir şekilde anlatan el-Utbî 1 Ramazan 386/17
Eylül 996 tarihini vermektedir. Daha sonraki olayların gelişimi dikkate
alındığında bu tarihin yukarıda verildiği gibi 385/995 olması daha muhtemel
görünmektedir. Krş. Barthold, aynı yer; aynı mlf., “Ebû Ali”, aynı yer;
Merçil, s. 563-564; Frye, aynı yer; Trk. trc., s. 73; Aşiteyanî, aynı yer.
[757] el-Utbî, I, 227; Fr trc, s. 130.
[758]el-Utbî, I, 225-227; Frs. trc., s. 129-131; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr,
aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Mirhond, IV, 67-68. Krş. Barthold, Türkistan,
aynı yer; aynı mlf., “Ebû Ali”, aynı yer; Frye, aynı yer; Trk. trc., s. 73;
Bosworth, İslam Devletleri Tarihi, s. 136; Merçil, “Simcûrîler IV”, s, 564;
Taneri, a.g.m., s. 321-322 .
[759]el-Utbî, I, 228-229; Frs. trc., s. 130-131; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc.,
aynı yer; Mirhond, IV, 68; Hamdullah el-Müstevfî, s. 389. Gerdizî’ye göre
(aynı yer) ise, II. Nuh’un elçisi Ebû Ali el-Simcûrî’nin yanına geldi. Güzel
sözler söyleyip, çeşitli vaadlerde bulunarak, onu Buhara’ya davet etti. Bunun
yanısıra Ebû’l-Fazl el-Beyhakî’de (s. 207; Arp. trc., s. 223) II. Nuh’un, Ebû
Ali’yi aldattığını belirtmektedir. Krş. Barthold, Türkistan, aynı yer; aynı mlf.,
“Ebû Ali”, aynı yer; Merçil, s. 564-565.
[760] el-Utbî, I, 230; Frs. trc., s. 132; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, IX, 109;
Trk. trc., IX, 93; Mirhond, aynı yer. Sadece Ebû’l-Fazl el-Beyhakî (aynı yer;
Arp. trc., aynı yer), Ebû Ali el-Simcûrî’nin Buhara’ya gelişinden birkaç gün
sonra tutuklandığını yazar. Krş. Barthold, Türkistan, aynı yer; aynı mlf., “Ebû
Ali”, aynı yer; Zettersteen, aynı yer; Bosworth, The Ghaznavids, s. 58.
[761] Ebû’l-Fazl el-Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., aynı yer.
[762] Merçil, , aynı yer.
[763] el-Utbî, I, 231-232; Frs. trc., s. 133.
[764] el-Utbî, I, 232-233; Frs. trc., s. 133-134. Krş. Merçil, Gazneliler
Devleti, s. 10-11.
[765] el-Utbî, I, 234; Frs. trc, s. 134-135.
[766] el-Utbî, I, 235; Frs. trc., s. 136.
[767]el-Utbî, I, 240-241; Frs. trc., s. 139; Mirhond, aynı yer. Krş., Barthold,
Türkistan, aynı yer; Pritsak, s. 254-255; Frye, aynı yer; Trk. trc., aynı yer;
Merçil, Gazneliler Devleti, aynı yer; aynı mlf., “Simcûrîler V”, s. 125;
Nazım, aynı yer.
[768] el-Utbî, I, 236; Frs. trc., s. 136. Yalnız el-Utbî’nin Farsça
tercümesinde, sadece Seyfüddevle Mahmud’un adı verilmektedir. Krş.,
Barthold, s. 282-283; Merçil, Gazneliler Devleti, s. 11; aynı mlf., “Simcûrîler
IV”, s. 566; aynı mlf. “Simcûrîler V”, s. 124. İbrahim Kafesoğlu (“Mahmud
Gaznevî”, İA, VII, 174) ise, Gazne ordusunun Buhara’yı, Karahanlılardan
korumak üzere gönderildiğini söylemektedir. Ancak, olayların gelişimi onun
bu görüşünü doğrulamamaktadır.
[769] Hondmir, s. 217.
[770]el-Utbî, I, 239-240; Frs. trc., s. 138-139; Gerdizî,aynı yer; Ebu’l-Fazl
el-Beyhakî, s. 207-208; Arp. trc., s. 223-224; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc.,
aynı yer; Mirhond, IV, 69; Hondmir, s. 216. Krş., Barthold, s. 283; aynı mlf.,
“Ebû Ali”, aynı yer; Zettersteen, aynı yer; Frye, aynı yer; Trk. trc., aynı yer;
Merçil, Gazneliler Devleti, aynı yer; aynı mlf., “Simcûrîler IV”, aynı yer.
[771] Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, s. 208; Arp. trc., s. 224.
[772] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer; el-Sem’ânî, II, 202; İbn el-Esîr,
aynı yer; Trk. trc. aynı yer; Gerdizî ise (aynı yer), Ebû Ali ve arkadaşlarının
öldürüldüklerini yazar. Krş. Barthold, Türkistan, s. 284; aynı mlf. “Ebû Ali”,
aynı yer; Zettersteen, aynı yer; Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 566-567.
[773] el-Utbî, I, 245; Frs. trc., s. 141. Krş. Merçil, “Simcûrîler V”, s. 123-
124.
[774]el-Utbî, I, 247; Frs. trc., s. 141-142; İbn el-Esîr, IX, 109; Trk. trc., IX,
94. Krş., Merçil, Gazneliler Devleti, aynı yer; aynı mlf., “Simcûrîler V”, s.
124-125; Nazım, s. 32.
[775] el-Utbî, I, 249-250; Frs. trc., s. 143-144. Krş., Merçil, “Simcûrîler V”,
s. 126.
[776] el-Utbî, I, 241; Frs. trc., s. 139.
[777] el-Utbî, I, 250; Frs. trc., s. 144; Hondmir, aynı yer. Krş., Barthold, aynı
yer.
[778] el-Utbî, I, 255; Frs. trc., s. 146; Gerdizî, aynı yer; Ebu’l-Fazl el-
Beyhakî, s. 640; Arp. trc., s. 707; İbn Funduk, s. 69; İbn el-Esîr, IX, 129; Trk.
trc., IX, 108; Hamdullah el-Müstevfî, s. 395; Mirhond, aynı yer; el-Cüzcanî,
I, 214; İng. trc., I, 48. Yalnız, ölüm tarihini tam olarak veren el-Utbî, el-
Cüzcanî ve Hamdullah el-Müstevfî, 13 Receb 387’nin Cuma gününe
rastladığını söylemektedirler. Ancak Cuma günü, ayın on üçüne değil, on
dördüne rastlamaktadır. Yine bunlardan farklı olarak el-Sem’ânî (III, 202), II.
Nuh’un Receb ayının ilk on günü içinde öldüğünü yazar. Krş. Barthold, aynı
yer; Zettersteen, aynı yer; Frye, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Bosworth, “II.
Nuh”, EI2, VIII, 110; Merçil, “Simcûrîler V”, s. 127; Aşiteyanî, s. 244.
[779] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer; Gerdizî, aynı yer; Şebankareî, aynı
yer; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Hamdullah el-Müstevfî, s. 385.
[780] Nerşahî, s. 142; Frs. trc., s.; İng. trc., s. 99; Gerdizî, s. 164; Mirhond,
IV, 52.
[781]Târih-i Buhara, aynı yer; Frs. trc., s. 136; İng. trc., s. 98-99.
[782]el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 673; Trk. trc., VIII, 580.
[783]el-Kâmil fi’l-târih, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[784]el-Utbî, I, 329; Frs. trc., s. 184-185; İbn el-Esîr, IX, 148-149; Trk. trc.,
IX, 124; Mirhond, IV, 73-74; el-Cüzcanî, I, 212; İng. trc., I, 54.
[785] el-Utbî, I, 264-265; Frs. trc., s. 152; Mirhond, IV, 70.
[786]Kitâb el-ensâb, aynı yer.
[787]Zeyn el-ahbâr, aynı yer.
[788] İbn Miskeveyh, III, 440-441 (Hilal el-Sâbî zeyli); İbn el-Esîr, IX, 146;
Trk. trc., IX, 122.
[789] İbrahim Artuk-Cevriye Artuk, I, 321; M. Broome, A Handbook of
İslamic Coins, Londra 1985, s. 77.
[790] Schwarz, a.g.e., s. 26,66.
[791] İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[792] el-Utbî, I, 269; Frs. trc., s. 156; Gerdizî, aynı yer; Hamdullah el-
Müstevfî, aynı yer; Mirhond, aynı yer; el-Cüzcanî, I, 214; İng. trc., I, 48. Krş.
Barthold, s. 284.
[793] el-Utbî, I, 268-269; Frs. trc., s. 155-156; Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, s. 640;
Arp. trc., s. 706-707.
[794] Sadece Hondmir (aynı yer), onun hapiste öldüğünü söylemektedir.
[795] Barthold, aynı yer.
[796] el-Utbî, I, 269; Frs. trc., s. 156; Gerdizî, aynı yer. Krş. Barthold, aynı
yer.
[797] el-Utbî, I, 270-271; Frs. trc., s.156-157; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr,
aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Hamdullah el-Müstevfî, aynı yer; Mirhond, aynı
yer; el-Cüzcanî, I, 215; İng. trc., I, 49. Krş., Barthold, aynı yer; Aşiteyanî,
244-245.
[798] el-Utbî, I, 271; Frs. trc., s. 157; Gerdizî, aynı yer; Ebu’l-Fazl el-
Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., s. 707; Şebankareî, 163b; İbn el-Esîr, aynı yer;
Trk. trc., aynı yer; Hamdullah el-Müstevfî, aynı yer; Mirhond, aynı yer; el-
Cüzcanî, aynı yer; İng. trc., aynı yer. Krş. Barthold, aynı yer; Merçil,
Gazneliler Devleti, s. 14; aynı mlf., “Simcûrîler V”, s. 127; aynı mlf.,
“Sâmânîler Devletinde Türkler”, s. 264; Aşiteyanî, s. 245.
[799] Schwarz, s. 66.
[800] el-Utbî, I, 271; Frs. trc., s. 158.
[801] el-Utbî, I, 282-283; Frs. trc., s. 165. Krş., Merçil, “Simcûrîler V”, s.
127.
[802] el-Utbî, I, 285; Frs. trc., s. 166.
[803]
el-Utbî, I, 286; Frs. trc., ( aynı yer) ise, savaşın geçtiği yerin adını pjnib
olarak verir. Yine el-Utbî savaşın 22 Rebiülahir/23 Nisan Cuma günü
gerçekleştiğini yazar. Ancak verilen tarih Cuma değil, Cumartesi gününe
tekabül etmektedir. Gerdizî ise (s. 172) savaşın tarihi ile alakalı Rebiülevvel
388/Mart 988 tarihini verir. Krş., Merçil, aynı yer; Aşiteyanî, s. 245.
[804]el-Utbî, I, 288; Frs. trc., s. 177-178; İbn el-Esîr, IX, 138; Trk. trc., IX,
115. Krş., Merçil, s. 128-129.
[805] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer; Gerdizî, aynı yer; Hondmir, s. 216.
[806]Târih-i Beyhakî, s. 232; Arp. trc., s. 379. Krş. Barthold, s. 284.
[807] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., s. 178-179.
[808] Gerdizî, aynı yer. Krş., Barthold, s. 284-285.
[809] Tfs. için bkz. Merçil, Gazneliler Devleti, s. 12-13; Nazım, s. 38-41.
[810] el-Utbî, I, 291-292; Frs. trc., s. 169-170; İbn el-Esîr, IX, 39; Trk. trc.,
IX, 116; Mirhond, IV, 70. Krş., Barthold, s. 285; Merçil, Gazneliler Devleti,
s. 14; aynı mlf., “Simcûrîler V”, s. 129; Kafesoğlu, aynı yer; Nazım, s. 42.
[811] el-Utbî, I, 292; Frs. trc., s. 170; Mirhond, aynı yer.
[812]
el-Utbî, I, 295 , Frs. trc., s. 172; İbn el-Esîr (IX, 139; Trk. trc., IX, 116)
bu yerin adını Râûl Köprüsü, Mirhond (IV, 71) ise, Ragul köprüsü olarak
vermektedir.
[813]el-Utbî, I, 296-297; Frs. trc., s. 173; İbn el-Esîr, IX, 145; Trk. trc., IX,
121; Mirhond, aynı yer.
[814]Târih-i Beyhakî, s. 640-641; Arp. trc., s. 707.
[815] Ebu’l-Fazl el-Beyhakî (s. 641; Arp. trc., s. 708), bunun, II. Mansur’un
tahtan indirilmesinden bir hafta sonra yapıldığını belirtmektedir.
[816] el-Utbî, I, 298; Frs. trc., aynı yer; Gerdizî, aynı yer; Ebu’l-Fazl el-
Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., s. 707-708; İbn Funduk, aynı yer; Şebankareî,
aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Hamdullah el-Müstevfî, s.
389-390; Mirhond, aynı yer; el-Cüzcanî, I, 215; İng. trc., I,50. Krş., Barthold,
s. 285; Buchner “Sâmânîler”, s. 142; Frye, s.159; Trk. trc., aynı yer; aynı
mlf., Bukhara, s.146; Bosworth, “Samanids”, s.1028; Kafesoğlu, aynı yer;
Merçil, Gazneliler Devleti, s. 15; aynı mlf., “Simcûrîler V”, s. 129; aynı mlf.,
“Sâmânîler Devletinde Türkler”, s. 264-265; Aşiteyanî, s. 245; Nazım, s. 43;
Özaydın, “Abdülmelik b. Nuh b. Mansur”, DİA, I, 271.
[817] Nerşahî, s. 142; İng. trc., s. 100; el-Utbî, I, 264; Frs. trc., s. 108;
Gerdizî, s. 171; Hamdullah el-Müstevfî, s. 395; Barthold, “II. Mansur”, İA,
VII, 305.
[818] İbrahim Artuk-Cevriye Artuk, I, 321.
[819]el-Utbî, I, 298-299; Frs. trc., s. 174-175; Gerdizî, s. 173; Ebu’l-Fazl el-
Beyhakî, aynı yer,; Arp. trc., s. 708; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer;
Hamdullah el-Müstevfî, s. 391; Mirhond, IV, 72. Krş., Barthold, aynı yer;
Frye, “The Samanids”, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Bosworth, The
Ghaznavids, s. 45-46; Merçil, Gazneliler Devleti, aynı yer; aynı mlf.,
“Simcûrîler V”, aynı yer; Aşiteyanî, aynı yer.
[820] Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., aynı yer.
[821]Barthold, aynı yer; Merçil, Gazneliler Devleti, aynı yer; aynı mlf.,
“Simcûrîler V”, s. 130.
[822] Gerdizî, aynı yer; Ebu’l-Fazl el-Beyhakî (aynı yer; Arp. trc., aynı yer)
ise, büyük miktarda para ve mal dağıtıldığını yazmaktadır. Krş., Barthold,
aynı yer; Merçil, Gazneliler Devleti, aynı yer; aynı mlf., “Simcûrîler V”, s.
129-130.
[823] el-Utbî, I, 301-310; Frs. trc., s. 174-178; Gerdizî, aynı yer; Ebu’l-Fazl
el-Beyhakî, s. 642; Arp. trc., s. 708-709; Şebankareî, 163b-164a; İbn el-Esîr,
IX, 146; Trk. trc., IX, 121-122; Hamdulah el-Müstevfî, aynı yer; Mirhond,
IV, 72-73; el-Cüzcanî, I, 215-216; İng. trc., I, 50-51. Krş., Barthold, s. 286;
Frye, “The Samanids”, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Bosworth, Abd al-Malek
b. Nuh”, EI, I, 127; Merçil, Gazneliler Devleti, aynı yer; Trk. trc., aynı mlf.,
“Simcûrîler V”, s. 130; Aşiteyanî, aynı yer; Özaydın, a.g.m., aynı yer; Nazım,
s. 44.
[824] el-Utbî, I, 312-313; Frs. trc., s. 179; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı
yer.
[825] el-Utbî, I, 317-318; Frs. trc., s. 182; Gerdizî, s. 175; İbn Funduk, s. 70;
İbn el-Esîr, IX, 146 , Trk. trc., IX, 122. Krş., Bosworth, The Ghaznavids, s.
46; Kafesoğlu, s. 175; Dames, s. 744; Merçil, Gazneliler Devleti, s. 16 , aynı
mlf., “Gazneliler”, DİA, XIII, 481; Nazım, s. 45.
[826]el-Utbî, I, 318-319; Frs. trc., s. 183; Gerdizî, aynı yer; Ebu’l-Fazl el-
Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., s. 709; İbn el-Esîr, IX, 148-149; Trk. trc., IX,
124; Mirhond, IV, 73; el-Cüzcanî, I, 216; İng. trc., I, 51. Krş. Barthold, s.
286; Frye, aynı yer; Trk. trc., s. 74 , Aşiteyanî, aynı yer.
[827] Seyfeddin Hacı b. Nizam el-Ukaylî, a.g.e., I, 150.
[828]el-Utbî, I, 319; Frs. trc., s. 183-184; İbn el-Esîr, IX, 149; Trk. trc., IX,
124; Mirhond, IV, 73.
[829] İbn Miskeveyh, III, (Hilal el-Sabî zeyli), 373-374.
[830] el-Utbî, I, 319-320; Frs. trc., s. 184; Gerdizî, aynı yer; Ebu’l-Fazl el-
Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., aynı yer; Şebankareî, 164a; İbn el-Esîr, IX, 149;
Trk. trc., IX, 124; Mirhond, aynı yer; el-Cüzcanî, aynı yer; İng. trc., aynı yer.
Hamdullah el-Müstevfî (s. 391) ise bu tarihi 22 Zilhicce 389/4 Aralık 999
olarak vermektedir. Krş., Barthold, s. 287; aynı mlf., “Abdülmelik, aynı yer;
Buchner, s. 142; Pritsak, s. 255; Frye, Bukhara, s. 146-147; aynı mlf., “The
Samanids”, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Bosworth, “Samanids”, aynı yer;
aynı mlf., “II. Abd al-Malek ”, s. 128; Merçil, Gazneliler Devleti, s. 16; aynı
mlf., İlk Müslüman Türk Devletleri, s. 21; aynı mlf., “Simcûrîler V”, s. 132;
Peter B. Golden, “The Karakhanids and Early İslam”, Cambridge History of
Early İnner Asia, ed. Denis Sinor, Cambridge 1990, s. 360; Aşiteyanî, s. 246-
247; Özaydın, aynı yer.
[831]
el-Utbî, I, 320; Frs. trc., s. 184-185; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı
yer; Mirhond, IV, 73-74.
[832] Gerdizi, s. 173. Krş., Barthold, “II. Abdülmelik”, aynı yer; Bosworth,
“II. Abd al-Malek”, aynı yer; Özaydın, aynı yer.
[833] el-Utbî, I, 320-321; Frs. trc., s. 185; İbn el-Esîr, IX, 156; Trk. trc., IX,
130; Mirhond, IV, 74. Krş., Barthold, s. 288; Frye, Bukhara, s. 148; aynı mlf.,
“The Samanids”, aynı yer; Trk. trc., s. 74; Merçil, Gazneliler Devleti, s. 29;
aynı mlf., “Simcûriler V”, s. 132; aynı mlf., “Sâmânîler Devletinde Türkler”,
s. 265.
[834]el-Utbî, I, 322; Frs. trc., s. 185; Mirhond, aynı yer. Hamdullah el-
Müstevfî (s. 391) de, Cafer Tegin’in, İlek Han’ın kardeşlerinden biri olduğu
ve Semerkand’da bulunduğu yazmaktadır. Müellife göre, Sâmânî ordusu
Semerkand’ın sonrasında Buhara’ya yürümüştü.
[835]el-Utbî, I, 323; Frs. trc., s. 186; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer;
Mirhond, aynı yer. Krş., Barthold, aynı yer; Frye, “The Samanids”, aynı yer;
Trk. trc., aynı yer; Merçil, Gazneliler Devleti, s. 30; aynı mlf., “Simcûrîler
V”, aynı yer.
[836] el-Utbî, I, 324.
[837] Gerdizî, s. 175.
[838] el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., s. 186; Gerdizî, aynı yer; Mirhond, aynı yer;
Hamdullah el-Müstevfî, s. 392. İbn el-Esîr (IX, 157; Trk. trc., IX, 130-131)
ise, Rebiülahir 390/Mart-Nisan 1000 olarak verir. Krş. Frye, “The
Samanids”, s. 160; Trk. trc., s. 74; Merçil, Gazneliler Devleti, aynı yer; aynı
mlf., “Simcûrîler V”, s. 132 .
[839] Gerdizî, s. 175,177. Krş., Merçil (“Simcûrîler V”, s. 133, 30n),
Gerdizî’nin aktardığı bilgilerdeki kronolojik aksaklıkları işaret ederek bu
tespitte bulunmuştur. Gerçekten de Gerdizî, bu olayları verirken
birbirlerinden ayrı ve farklı olaylardan sonra aktarmaktadır. Yeminüddevle
Mahmud’un, İsmail el-Muntasır’a karşı bir defa Horasan’a geldiği
düşünüldüğünde bu tespitin son derece doğru olduğu görülecektir.
[840] el-Utbî, I, 325-326; Frs. trc., s. 187.
[841] el-Utbî, I, 327; Frs. trc., s. 188.
[842]el-Utbî, I, 326-328; Frs. trc., s. 187-188; İbn el-Esîr, IX, 157; Trk. trc.,
IX, 131; İbn İsfendiyar, II, 6-7; İng. trc., s. 227; Hamdullah el-Müstevfî, s.
392; Mirhond, IV, 74-75. Krş., Merçil, “Simcûrîler V”, s. 133.
[843]el-Utbî, I, 328; Frs. trc., aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer; Mirhond, IV,
75. Krş., Merçil, Gazneliler Devleti, aynı yer; aynı mlf., “Simcûrîler V”, aynı
yer.
[844]el-Utbî, I, 329; Frs. trc., s. 189; Hamdullah el-Müstevfî, aynı yer;
Mirhond, IV, 75-76. Krş., Barthold, s. 289; Merçil, , “Simcûrîler V”, s. 134.
[845]el-Utbî, I, 331-332; Frs. trc., s. 190; Gerdizî, s. 175; İbn el-Esîr, IX,
157-158; Trk. trc., IX, 131; Mirhond, IV, 76. Krş., Merçil, Gazneliler
Devleti, aynı yer; aynı mlf., “Simcûrîler V”, s. 134-135; Nazım, s. 46.
[846] el-Utbî, I, 332; Frs. trc., aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı
yer.
[847] Gerdizî, s. 176. el-Utbî (I,335; Frs. trc.,192) ise, onun avare bir halde
yolculuk ederken Oğuzlarla karşılaştığını yazarken, Hamdullah el-Müstevfî
(aynı yer), İsmail’in, Oğuzlara sığındığını belirtir.
[848]Bunların Selçuklu Oğuzları mı, yoksa Oğuz Yabgu Devletine bağlı
Oğuzlar mı olduğuna dair bkz., Barthold, aynı yer; Köymen, a.g.e., s. 52-57;
Sevim-Merçil, a.g.e., s. 17.
[849] Gerdizî, aynı yer.
[850] Gerdizî, aynı yer; Krş., Barthold, aynı yer; Köymen, s. 49; Sevim-
Merçil, aynı yer.
[851]el-Utbî, I, 336; Frs. trc., s. 193; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer;
Trk. trc., aynı yer; Mirhond, aynı yer. Krş., Barthold, aynı yer; Köymen, aynı
yer; Sevim-Merçil, aynı yer; Merçil, Gazneliler Devleti, aynı yer.
[852] Gerdizî, aynı yer.
[853] el-Utbî (I, 336; Frs. trc., s. 193) ve Mirhond, (aynı yer) sadece 700 kişi
olduklarını belirtirler. İbn el-Esîr (IX, 158; Trk. trc., IX, 131-132) ise,
İsmail’in yanına güvendiği kimseleri olarak Oğuzlardan ayrıldığını
belirtmekle birlikte, bu kuvvetin sayısı hakkında bir rakam vermez.
[854] el-Utbî, I, 337-338; Frs. trc., s. 194-195; Gerdizî, aynı yer; Mirhond,
IV, 77.
[855]Nesa’nın batısında yer alan bölgenin ismi. Merkezi Habuşan olup çok
zengin bir tarım arazisine sahiptir. bkz., Le Strange, s. 393-394.
[856] el-Utbî, I, 340; Frs. trc., s. 195; Mirhond, aynı yer. Krş., Barthold, s.
289.
[857] Merçil, Gazneliler Devleti, s. 31.
[858]el-Utbî, I, 341; Frs. trc., s. 196; Gerdizî, s. 176; Mirhond, IV, 78. Krş.,
Barthold, aynı yer; Köymen, s. 59.
[859]Semerkand’ın Zerefşan ırmağının kuzeyinde, Uşrusana taraflarında
bulunan bir rüstağı. Bkz., Barthold, s. 97-99.
[860]el-Utbî, aynı yer; Frs. trc., aynı yer; Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, IX,
158; Trk. trc., IX, 132; Mirhond, aynı yer. Krş., Barthold, s. 289-290; Frye,
“The Samanids”, s. 160; Trk. trc., s. 74-75; Köymen, s. 60; Merçil,
Gazneliler Devleti, s. 31.
[861] Uşrusana sınırları içinde yer alan iki şehir. Bunlardan Dizek,
Uşrusana’nın ikinci büyük şehridir. Bkz., Barthold, s. 180-181.
[862] el-Utbî, I, 342-343; Frs. trc., s. 197-198; Mirhond, aynı yer. Krş.,
Merçil, aynı yer; Nazım, s. 46.
[863]el-Utbî, I, 344; Frs. trc., s. 198; Mirhond, aynı yer. Gerdizî (s. 176) ise,
bu kişinin varlığından bahsetmekle birlikte, Sâmânîlerden olduğuna dair
herhangi bir malumat vermez. Krş., Barthold, s. 290.
[864] el-Utbî, I, 344-345; Frs. trc., aynı yer; İbn Funduk, s. 70; Şebankareî,
164b; İbn el-Esîr, IX, 158; Trk. trc., IX, 132; Mirhond, IV, 79; Hamdullah el-
Müstevfî, s. 393. Gerdizî (aynı yer) ise, bu tarihi Rebiülahir 395/Ocak 1005
olarak vermektedir. Krş., Barthold, aynı yer; Frye, Bukhara, s. 149; aynı mlf.
“The Samanids”, aynı yer; Trk. trc., s. 75; Bosworth, İslam Devletleri Tarihi,
s. 129; aynı mlf., “Samanids” , aynı yer; Merçil, Gazneliler Devleti, s. 31 .
[865]Bkz., A.J. Wensinck, “Mevla”, İA, VIII, 163-164; P. Crone, “Mawla”,
EI2, VI, 874-882.
[866] İbn Fazlan, s. 29-30.
[867] Tfs için bkz., Abdülaziz el-Durî, “Emîr”, DİA, XI, 121-123.
[868] Bkz. İbrahim Artuk-Cevriye Artuk, I, 318.
[869] bkz., Schwarz, s. 26, 64-66.
[870] el-Sem’ânî, III, 201. Krş. Barthold, Türkistan, s. 249, 362n.
[871] İbrahim Artuk-Cevriye Artuk, I, 320.
[872] Schwarz, s. 64.
[873] Nizamülmülk, s. 28-29.
[874] Barthold, Türkistan, s. 244.
[875]Luke Treadwell, “İbn Zafir al-Azdi’s Accaunt of the Murder of Ahmad
b. İsmail al-Samanî and the Succession of his son Nasr”, Studies in Honour of
C.E. BOSWORTH, II, Leiden 2000, s. 401-402/410-412.
[876]Siyasetnâme, s. 55-57, 66.
[877] M.A. el-Kettanî, et-Teratibü’l-İdariyye, I, Trk. trc., A. Özel, Hz.
Peygamberin Yönetiminde Sosyal Hayat ve Kurumlar, İstanbul 1991, s. 101-
105; A. Taneri, “Hâcib”, DİA, XIV, 508.
[878] Araştırmacılar müessesenin I. Muaviye mi, yoksa Abdülmelik b.
Mervan döneminde mi kurulduğuna dair bir ikilem içindedirler. Bkz., M.F.
Köprülü, “Hâcib”, İA, V/I, 36; Aydın Taneri, a.g.m., aynı yer. Ancak saray
hayatının I. Muaviye ile başladığı ve hâcib’in sarayın protokol işlerini idare
etme ve halk ile halife arasındaki bağlantıyı sağlamakla görevli olduğu göz
önüne alınırsa bu müessesenin I. Muaviye devrinde kurulmuş olması daha
muhtemel gözükmektedir.
[879] Taneri, aynı yer.
[880] İbn Tiktaka, a.g.e., s. 184-185. Krş. Zettersteen, a.g.m., aynı yer;
Taneri, aynı yer.
[881] Nizamülmülk, s. 301.
[882] Bkz., İlgili kısımlar.
[883] el-Utbî, I, 96-97; Frs. trc., s. 40-41; Gerdizî, s. 165; el-Cüzcanî, aynı
yer; İng. trc., aynı yer.
[884] el-Utbî, I, 196-197; Frs. trc., s. 108-109.
[885] Nizamülmülk, s. 191.
[886]Türkistan, s. 245.
[887] Gerdizî, s. 147.
[888]Siyasetnâme, s. 129.
[889] Nizamülmülk, s. 292.
[890] Gerdizî, s. 162.
[891]Nasireddin Münşî el-Katib, Nesaim el-eshar min letaim el-ahbâr,
Tahran 1959, s. 38.
[892] Erdoğan Merçil, “Hazinedâr”, DİA, XVII, 141; Mehmet Aykaç,
Abbasî Devletinin İlk Dönemi İdarî Teşkilatında Dîvânlar (132-232/750-
847), Ankara 1997, s. 170.
[893]Siyasetnâme, s. 294-295.
[894] Treadwell, a.g.m., s. 398/405.
[895] Gerdizî, s. 156.
[896] Gerdizî, s. 160.
[897] Ebû Mansur Abdülmelik b. Muhammed el-Seâlibî, Yetîmetü’l-dehr fi
mehâsini ehl el-asr, IV, şerh ve thk., Müfit Muhammet Kamihat, Beyrut
1983, s. 96.
[898]Kitâb el-ensâb, II, 307.
[899] Tf için bkz., A. Taneri, “Camedâr”, DİA, VII, 45; D. Ayalon,
“Djamdâr”, EI2, II, 421; İ. Yiğit, “Cemdâr”, İA, III, 88; H. Enverî, İstılahati
Dîvânî Devre-i Gaznevî ve Selçukî , Tahran t.y., s. 26-27.
[900] Nizamülmülk, s. 151.
[901] Nizamülmülk, s. 150.
[902] Treadwell, aynı yer.
[903] D. Ayalon, “Dawadâr”, EI2, II, 172; İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet
Teşkilatına Medhal, Ankara 1988, s. 299.
[904]Bkz., A. Çubukçu, “Devâtdâr”, DİA, IX, 221; M. Soberheim,
“Devâtdâr”, İA, III, 557-558; Merçil, “Simcûrîler I”, s. 72-73.
[905]Gerdizî, s. 149; İbn el-Esîr, VIII, 60; Trk. trc., VIII, 56; Treadwell,
400/408. Krş., Merçil, a.g.m., s. 71-88.
[906]Târih-i Beyhakî, s. 438; Arp. trc. s. 465.
[907] Gerdizî, s. 158.
[908]Târih-i Yeminî, I, 105; Frs. trc., s. 47.
[909]Siyasetnâme, s. 173.
[910] Nizamülmülk, s. 151.
[911] Tfs için bkz., Tahsin Yazıcı-Mehmet İbşirli , “Ferrraş”, DİA, XII, 408-
409.
[912]Siyasetnâme, s. 294-295. Bu rivayet yukarıda hazinedâr ile alakalı bilgi
verdiğimiz kısımda anlatıldı.
[913]Siyasetnâme, s. 131.
[914] Nizamülmülk, s. 291.
[915] Gerdizî, s. 157-158; İbn el-Esîr, VIII, 463; Trk. trc., VIII, 396.
[916] el-Seâlibî, IV, 144.
[917] Tfs için bkz., “Djândâr”, EI2, II, 444; M. Mansuroğlu, “Cândâr”, İA,
III, 24-25; A. Taneri, “Candar”, DİA, VII, 145-146.
[918] el-Utbî, I, 120-122; Frs. trc., s. 58-59.
[919] Gerdizî, s. 156.
[920]Nerşahî, s. 131-132; Frs. trc., s. 128; İng. trc., s. 94; İbn el-Esîr, VIII,
77; Trk. trc., VIII, 69.
[921] Treadwell, 399/406.
[922] el-Utbî, I, 136; Frs. trc., s. 72; İbn el-Esîr, IX, 28; Trk. trc., IX, 31.
Krş., Barthold, s. 270-271; Zettersteen, “I. Nuh”, İA, IX, 347; Bosworth, “ I.
Nuh”, EI2, VIII, 110; Frye, “The Samanids”, s. 156; Trk. trc., s. 70; Merçil,
“Simcûrîler” III”, s. 122; Aşiteyanî, s. 239.
[923] Vezirlik müessesesi ve Abbasîlerin ilk dönem vezirleri ile alakalı
tafsilatlı bilgi için bkz., T.H., “Vezir”, İA, XIII, 309-314; F. Babinger,
“Wazir”, EI, VIII, 1135-1136; Aykaç, s. 19-23.
[924]Bu aile için bkz., Barthold, “Bermekiler”, İA, II, 560-563; D. Sourdel,
“al-Baramika”, EI2, I, 1064-1067; İhsan Abbas, “Barmakids”, EI, III, 806-
809; H. D. Yıldız, “Bermekiler”, DİA, V, 517-520.
[925] T.H.?, “Vezir”, İA, XIII, 311.
[926]Siyasetnâme, s. 139-140.
[927] Nizamülmülk, s. 238.
[928] el-Sübkî, III, 188; Nasireddin Münşî el-Katib, a.g.e., s. 35; Seyfeddin
Hacı Nizam el-Ukaylî, s. 146. Krş., A. Bayat, “Vüzera-yi nami Silsile-yi
Sâmânî, Hanedan-ı Bel’âmîyan”, Barrassıha-ye Tarikhi, sayı : 58, III, Tahran
1975, s. 98-100.
[929] el-Utbî, I, 121; Frs. trc., s. 57-58.
[930] İbn el-Esîr, VIII, 124; Trk. trc., VIII, 106; Merçil, “Simcûrîler I”, s. 81-
82.
[931] Gerdizî, s. 153.
[932] el-Makdisî, s. 338.
[933]el-Utbî, I, 128; Frs. trc., s. 64; Gerdizî, s. 167. Krş., Barthold, s. 271;
Merçil, “Simcûrîler III”, s. 128-129.
[934] İbn el-Esîr, VIII, 263; Trk. trc., VIII, 219.
[935] el-Utbî, I, 236-240; Frs. trc., s. 136-139.
[936] Hondmir, s. 217.
[937] el-Sem’ânî, III, 477-478; Gerdizî, s.156; İbn el-Esîr, VIII, 458-459;
Trk. trc., VIII, 392; el-Cüzcanî, I, 209; İng. trc., I, 39; Hondmir, s.213. Krş.,
Barthold, s. 265; Bosworth, “The Rulers”, s.6; Merçil, “Muhtacoğulları”, s.
79; B. Gözübenli, “Hakim el-Şehid”, DİA, XV, 196.
[938] Nizamülmülk, aynı yer.
[939] Barthold, s. 247.
[940] Treadwell, s. 399,402/407,412. İbn el-Esîr (VIII, 78; Trk. trc., VIII,
69) ise bu zatın adını Muhammed b. el-Leys olarak verir.
[941] Gerdizî, s. 152-153; İbn el-Esîr, VIII, 208-212; Trk. trc., VIII, 174-
177.
[942] el-Sem’ânî, V, 256.
[943] Gerdizî, s. 167. Krş., Merçil, “Simcûrîler III”, s. 128.
[944] el-Nesefî, s. 366.
[945] İbrahim Artuk-Cevriye Artuk, I, 321.
[946]Gerdizî, s. 158; İbn el-Esîr, VIII, 492; Trk. trc., VIII, 423-424. Krş.
Barthold, Türkistan, s. 315; Merçil, “Muhtacoğulları”, s. 85.
[947]el-Utbî, I, 89-90; Frs. trc., s. 35; Gerdizî, s. 165. Krş., Merçil,
“Simcûrîler III”, s. 122.
[948]
el-Utbî’nin Frs. trc., s. 45; Gerdizî, s. 166; İbn el-Esîr, IX, 10; Trk. trc.,
IX, 19.
[949] el-Utbî, I,193; Frs. trc., s. 108; Gerdizî, s. 170; İbn el-Esîr, IX, 103;
Trk. trc., IX, 89. Krş., Barthold, s. 281; Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, s.
10; aynı mlf., “Simcûrîler IV”, s.557; Bosworth, “Mahmud b. Sabuktagin”,
EI2, VI, 65; aynı mlf., “The Titulature of the Early Ghaznavids”, s. 216-217.
[950] el-Utbî, I, 271; Frs. trc., s. 157.
[951]İbn el-Esîr,VIII, 264; Trk. trc., VIII, 219-220. Krş. Bosworth, “The
Rulers”, s. 4; Merçil, “Muhtacoğulları” s 68.
[952] el-Utbî, I, 153; Frs. trc., s. 85; Gerdizî, s. 163.
[953] İbn Havkal, s. 430.
[954] İbn el-Esîr, VIII, 87-88; Trk. trc., VIII, 77-78.
[955]Gerdizî, s. 155; İbn el-Esîr (VIII, 461; Trk. trc., VIII, 394)’de bu zatın
adı Hâcib Doğan olarak geçmektedir. Krş., Barthold, s. 266; Merçil,
“Karategin Ailesi”, s. 10; Zettersteen, “I. Nuh”, İA, IX, 346.
[956] Nerşahî, s. 117; Frs. trc., s. 111; İng. trc., s. 81.
[957] Nerşahî, s. 116; Frs. trc., s. 110; İng. trc., s. 80.
[958] el-Nesefî, s. 466.
[959] el-Nesefî, s. 484.
[960] Nerşahî, s. 46; Frs. trc., s. 36; İng. trc., s. 26.
[961] el-Sem’ânî, III, 212-213.
[962] el-Sem’ânî, III, 212.
[963] İbn el-Esîr, VII, 187; Trk. trc., VII, 158.
[964]A. Durî, “Amil”, EI2, I, 435-436; C. E. Bosworth, “Amil”, EI, I, 930-
931; M.F. Köprülü, “Amil”, İA, I, 402-404; M. Erkal, “Amil”, DİA, III, 58-
60.
[965]el-Utbî, I, 128; Frs. trc., s. 64; Gerdizî, s. 167. Krş., Merçil,
“Simcûrîler III”, s. 128-129.
[966]el-Utbî, I, 247; Frs. trc., s. 141-142; İbn el-Esîr, IX, 109; Trk. trc., IX,
94. Krş., Merçil, “Simcûrîler V”, s. 124-125.
[967] el-Utbî, I, 163; Frs. trc., s. 91. Krş., Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 551.
[968] el-Utbî, I, 331-332; Frs. trc., s. 190; Gerdizî, s. 190.
[969] Treadwell, s. 399/407.
[970] İbn Funduk, s. 117.
[971] el-Seâlibî, IV, 481-482; el-Sem’ânî, V, 474.
[972] el-Utbî, I, 217; Frs. trc., s. 124; İbn el-Esîr, IX, 109; Trk. trc., IX, 94.
Krş., Barthold, s. 282; Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 563.
[973]el-Utbî, I, 178; Frs. trc., s. 100-101; İbn el-Esir, IX, 102; Trk. trc., IX,
88. Krş., Barthold, s. 279-280; Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 553.
[974] el-Utbî, I, 188; Frs. trc., s. 106; Gerdizî, s. 169.
[975] el-Utbî, I, 134; Frs. trc., s. 70. Krş., Merçil, “Simcûrîler III”, s. 130.
[976] el-Utbî, I, 196-197; Frs. trc., s. 108-109. el-Cüzcanî ise (aynı yer; İng.
trc., aynı yer), Ebû Ali’nin bu iş için oğlunu görevlendirdiğini yazar. Krş.,
Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 557-558.
[977]C.E. Bosworth, “An Alleged Embassy from the Emperor of China to
the Amir Nasr b. Ahmad, a contribution to Samanid Military History”, The
Medieval History of İran Afghanistan and Central Asia, (XXII. Makale),
Londra 1977, s. 5-6.
[978]Seyahatnâme, s. 27-28.
[979] el-Utbî, I, 292; Frs. trc., s. 170.
[980] Gerdizî, s. 150.
[981] Nerşahî, s. 46; Frs. trc., aynı yer; İng. trc., s. 25-26.
[982]el-Utbî,I, 126; Frs. trc., s. 63; Mirhond, IV, 55. Krş., Merçil,
“Simcûrîler III”, s. 127.
[983] Köymen, III, 157; Merçil, “Gazneliler”, DİA, XIII, 482.
[984]Barthold, s. 249; Bahaeddin Yediyıldız, “Vakıf”, İA, XIII, 161; Kazıcı,
İslam Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1996, s. 198-199.
[985]el-Sübkî, Tabakâtü’l-şâfiiyyeti’l-kübra, II, thk., M. Muhammed el-
Tennahi-Abdülfettah Muhammed el-Hulv, Kahire 1964, s. 331.
[986]Sûret el-arz, s. 466.
[987]Sûret el-arz, s. 467.
[988]Târih-i Buhara, s. 27; Frs. trc., s. 17; İng. trc., s. 12.
[989] Nerşahî, s. 36; Frs. trc., s. 26; İng. trc., s. 18.
[990] Nerşahî, s. 30-31; Frs. trc., s. 21; İng. trc., s. 15.
[991] Nerşahî, s. 49; Frs. trc., s. 38; İng. trc., s. 28. Krş., Barthold, s. 126.
[992] el-Makdisî, s. 273 . Krş., Merçil, “Karategin Ailesi”, s. 7.
[993] İbn Havkal, s. 493.
[994] İbn Havkal, s. 498.
[995] Nerşahî, s. 49; Frs. trc., s. 39; İng. trc., s. 28.
[996] Nasıreddin Münşi el-Katib, s. 37.
[997] el-Sem’ânî, II, 154.
[998] İbn Havkal, s. 470.
[999] İbn el-Esîr, VIII, 7; Trk. trc., VIII, 14.
[1000] İbn İsfendiyar, I, 265; İng. trc., s. 198.
[1001] Nerşahî, s. 56; Frs. trc., s. 39-40.
[1002] el-Utbî, I, 163; Frs. trc., s. 91; Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 550-551.
[1003] Aykaç, s. 41-45.
[1004] İsmail Durmuş, “İnşâ”, DİA, XXII, 336.
[1005]
Nerşahî, s. 46; Frs. trc., s. 36; İng. trc., s. 25-26. Krş., Barthold, s.
247; Merçil, “Amid”, DİA, III, 55.
[1006] Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, s. 107; Arp. trc., s. 110; el-Seâlibî, IV, 109.
[1007] Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., aynı yer.
[1008] el-Seâlibî, IV, 108-109.
[1009] el-Seâlibî, IV, 506.
[1010] el-Seâlibî, IV, 164.
[1011] el-Seâlibî, IV, 163.
[1012] Nasireddin Münşî el-Katib, s. 38.
[1013] Ebu’l-Fazl el-Beyhakî, aynı yer; Arp. trc., s.110-111.
[1014] el-Seâlibî, IV, 90-91.
[1015] el-Seâlibî, IV, 108. Kronolojik açıdan bir çok yanlışlıkları
bulunmasına rağmen Nizamî-i Aruzî’nin Çehar Makale adlı eserinde de el-
İskafî’nin inşa konusundaki ustalığı vurgulanmaktadır (bkz., Çehar Makale,
nşr. Muhammed Kazvinî, Brill 1910, s. 13-16; İng. trc., E.G. Browne, The
Four discources of Nidhami’l-Arudî, Cambridge 1978, s. 26-30.
[1016] el-Seâlibî, IV, 111.
[1017]Siyasetnâme, s. 96-97.
[1018] İbn Havkal, s. 430.
[1019] “Berid”, İA, II, 544.
[1020]Dünbavend (Demavend) dağları Taberistan sınırları içersinde yer alan
bir dağ silsilesi olup, eski İran destanlarında Simurg’un evi olarak
bilinmektedir. Bkz. Le Strange, s. 371.
[1021] Treadwell, (İbn Zafir’den naklen), s. 397-398/402-404.
[1022] el-Seâlibî, IV, 220.
[1023] el-Seâlibî, IV, 132.
[1024] el-Seâlibî, IV, 175.
[1025] el-Nesefî, s. 22.
[1026] el-Seâlibî, IV, 153.
[1027] İbrahim Harekat, “Berid”, DİA, V, 499.
[1028] Aykaç, s. 60.
[1029]Sûret el-arz, s. 470.
[1030] Nerşahî, s. 46; Frs. trc., s. 36; İng. trc., s. 25-26.
[1031]Mefâtihu’l-ulum, s. 43-45.
[1032] Barthold, s. 249.
[1033] Mukasame sözlük anlamı olarak bölüştürmek paylaştırmak
anlamındadır. Bkz. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Lûgat,
Ankara 1996, s. 679. Terim olarak ise, Harâcî arazilerden yarı, üçte bir, beşte
bir gibi usullerle vergi alınmasını ifade etmektedir. Bkz. Aykaç, s. 144.
[1034] Aykaç, s. 143-144; Abdülaziz el-Durî, “Divan”, DİA, IX, 379.
[1035] Aykaç, s. 145-146; Durî, aynı yer.
[1036] Nerşahî, s. 32; Frs. trc., s. 22; İng. trc., s. 16.
[1037] Nerşahî, s.56; Frs. trc., s. 39-40.
[1038] el-Utbî, I, 163; Frs. trc., s. 91. Krş., Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 550-
551.
[1039]Türkistan, s. 248.
[1040]P.K. Hitti, Siyasal ve Kültürel İslam Tarihi, I, Trk. trc. Tuğ, İstanbul
1995, s. 495.
[1041] İbn Havkal, s. 430.
[1042]C. Cahen, İslamiyet, Trk. trc., E. Nermi Erendor, Ankara 1990, s. 93;
Aykaç, s. 28.
[1043] Barthold, s. 248-249.
[1044] Barthold, s. 229-230.
[1045] Müfriga, şekillendirici, dökücü manasındadır. Bkz. Devellioğlu,
a.g.e., s. 713. Ancak, görevi konusunda elimizde yeterli bilgi yoktur.
[1046] el-Harizmî, s. 45-46.
[1047] Gerdizî, s. 156-157.
[1048] el-Utbî, I,163; Frs. trc., s. 91. Krş., Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 551.
[1049]el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, thk., Şuayb el-Arnavud-Hüseyn el-
Esed - vd., XVI, Beyrut 1990, s. 28,94,371; aynı mlf., Tezkiretü’l-huffâz, III,
Haydarabad 1956, s. 921, 976-977; el-Nesefî, s.173, 232; el-Seâlibî, IV, 489,
397-398.
[1050]Ebû Yusuf hakkında bkz., Salim Öğüt, “Ebû Yusuf”, DİA, X, 260-
265; Kasım Kufralı, “Ebû Yusuf”, İA, IV, 59-60.
[1051]Siyasetnâme, s. 305.
[1052] İbn Hallikan, III, 281; el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübela, XVII, 19; el-
Sübkî, Tabakâtül’l-şafiiyye, III, 459-462. Krş., Fuat Günel, “Cürcanî”, DİA,
VIII, 132-133.
[1053]Richard Bulliet, The Patricians of Nishapur, Cambridge 1972, s. 62-
63; Merçil, “Simcûrîler V”, s. 136-138.
[1054]Nerşahî, s. 18; Frs. trc., s. 6-7; İng. trc., s. 6; İbn Kutluboğa, Tacü’l-
teracim, Beyrut 1992, s. 231-232.
[1055] Nerşahî, s. 79; Frs. trc., s. 69; İng. trc., s. 50.
[1056] İbn el-Esîr, VII, 282; Trk. trc., VII, 234; el-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz,
II, 653; el-Sübkî, Tabakâtü’l-şâfiiyyeti’l-kübra, II, 250.
[1057]Kitâb el-ensâb, III, 201. Krş., Barthold, s. 249, 362n.
[1058] Gerdizî, s. 161.
[1059] el-Makdisî, s. 327-328.
[1060] el-Sem’ânî, III, 224-225.
[1061] el-Seâlibî, IV, 167.
[1062] el-Seâlibî, IV, 402.
[1063] C.E. Bosworth, “An Alleged Embassy” s. 9.
[1064]Sûret el-arz, s. 471; Trk. trc., Şeşen, s. 217-218.
[1065] İbn Miskeveyh, II, 140.
[1066]Ahsenü’l-tekâsîm, s. 358; Trk. trc., Şeşen, s. 271.
[1067] İbn Havkal, s. 467; Trk. trc., Şeşen, s. 215.
[1068] İbn Havkal, s. 467-468; Trk. trc., Şeşen, aynı yer.
[1069] Gerdizî, s. 144-145; İbn Hallikan, VI, 426; Bosworth, The History of
Saffarids, s. 226.
[1070]Siyasetnâme, s. 41-42.
[1071]Târih-i Buhara, s. 125; Frs. trc., s. 122; İng. trc., s. 89.
[1072] Nerşahî, aynı yer; Frs. trc., s. 121; İng. trc., aynı yer.
[1073] İbn İsfendiyar, I, 298; İng. trc., s. 220-221. Krş., Merçil, “Karategin
Ailesi”, s. 8.
[1074] İbn İsfendiyar, I, 270; İng. trc., s. 201.
[1075] İbn Miskeveyh, II, 139-140.
[1076] el-Utbî, I,112; Frs. trc., s. 82.
[1077] el-Utbî, I,111; Frs. trc., s. 51-52.
[1078]
el-Utbî, I, 191-192; Frs. trc., s. 107. Krş., Merçil, “Simcûrîler IV”, s.
556-557.
[1079] Gerdizî, s. 156.
[1080] İbn el-Esîr, VIII, 380; Trk. trc., VIII, 313-314.
[1081]İbn Miskeveyh, II, 154-155; Gerdizî, s. 158; İbn el-Esîr, VIII, 504;
Trk. trc., VIII, 434-435; İbn İsfendiyar, II, 2-3; İng. trc., s. 224; el-Mar‘aşî, s.
77. Krş., Barthold, s. 267; Bosworth, “The Rulers of Chaghaniyan”, s. 8;
Merçil, “Muhtacoğulları”, s. 85; Aşiteyanî, s. 234.
[1082]Târih-i Sistan, s. 337-338; İng. trc., s. 275-276.
[1083] İbn Miskeveyh, II, 140-141.
[1084] Gerdizî, aynı yer; İbn el-Esîr, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; Mirhond,
IV, 48. Krş., Barthold, Türkistan, s. 267; aynı mlf., “Ebu Ali b. Muhtac”, aynı
yer; Bosworth, a.g.m., s. 7-8; Merçil, s. 83.
[1085] Osman Turan, “İkta”, İA, V/II, 951.
[1086] Bosworth, “An Allaged Embassy” s. 5.
[1087] el-Utbî, I,126; Frs. trc., s. 63. Krş., Merçil, “Simcûrîler III”, s. 127.
[1088] el-Utbî, I,163; Frs. trc., s. 91. Krş., Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 550-
551.
[1089] el-Utbî, I,151; Frs. trc., s. 83.
[1090]İbn Hurdâdbih, s. 39; Mustafa Zeki Terzi, “Gulâm”, DİA, XIV, 179;
D. Sourdel-C.E. Bosworth, “Ghulam”, EI2, II, 1079-1084.
[1091] el-Makdisî, s. 340; Trk. trc., Şeşen, s. 269.
[1092]Siyasetnâme, s. 151-152.
[1093]Târih-i Buhara, s. 49; Frs. trc., s. 39; İng. trc., s. 27-28.
[1094] Bkz., Merçil, “Simcûrîler I”, s. 71-72.
[1095]
el-Utbî, I,121-122; Frs. trc., s. 58-59. Gerdizî (s.167) ise, bunları
Gulâmân-ı Melikî (II. Nuh’un gulâmları) olarak vermektedir.
[1096] el-Utbî, I, 341; Frs. trc., s. 196; Gerdizî, s. 176; Mirhond, IV, 78.
[1097] el-Utbî, I, 121-122; Frs. trc., s. 58-59.
[1098] Nasireddin Münşî el-Katib, s. 38.
[1099] Bosworth, “an Alleged Embassy”, s. 5-6.
[1100]Sûret el-arz, s. 466; Trk. trc., Şeşen, s. 214.
[1101]Türkistan, s. 231-232.
[1102]Ahsenü’l-tekâsîm, s. 276; Trk. trc. Şeşen, s. 257-258.
[1103]el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 569-570; Trk. trc., VIII, 491-493.
[1104] Bosworth, “an Allaged Embassy”, s. 4.
[1105] el-Nesefî, s. 69.
[1106]el-Utbî, I, 89-90; Frs. trc., s. 35; Gerdizî, s. 165. Krş., Merçil,
“Simcûrîler III”, s. 122.
[1107] İbn el-Esîr, VIII, 511; Trk. trc., VIII, 442.
[1108] el-Utbî, I,301-310; Frs. trc., s. 174-178; Gerdizî, s. 173.
[1109]el-Utbî, I,137-138; Frs. trc., s. 74; Gerdizî, s. 167; İbn el-Esîr, IX, 28-
29; Trk. trc., IX, 31-32. Krş., Merçil, “Simcûrîler III”, s. 130-131.
[1110] İbn el-Esîr, VIII, 132; Trk. trc., VIII, 113.
[1111] İbn el-Esîr, VIII, 443; Trk. trc., VIII, 380; Mirhond, IV, 45. Krş.,
Merçil, “Muhtacoğulları”, s. 75; Bosworth, “The Rulers of Chaghaniyan”, s.
6
[1112] el-Utbî, I, 211; Frs. trc., s. 120.
[1113] Gerdizî, s. 156; İbn el-Esîr, VIII, 444; Trk. trc., VIII, 380; el-Cüzcanî,
I, 209; İng. trc., I, 39; Hondmir, s. 213. Krş., Zettersteen, aynı yer; Bosworth,
“The Rulers of Chaghaniyan”, s. 6; Merçil, “Muhtacoğulları”, s. 79;
Gözübenli, a.g.m., s. 196.
[1114] el-Harizmî, s. 50.
[1115] el-Harizmî, aynı yer.
[1116] el-Harizmî, aynı yer.
[1117] Aykaç, s. 83.
[1118] el-Harizmî, s. 42.
[1119] İbn Havkal, s. 468; Trk. trc., Şeşen, s. 216.
[1120]
C.E. Bosworth, “The Armies of Saffarids”, BSOAS, sayı : 31, 1968, s.
549-550.
[1121] el-Harizmî, s. 43.
[1122]Sûret el-arz, aynı yer; Trk. trc., Şeşen, aynı yer.
[1123] el-Utbî, I,79; Frs. trc., s. 34.
[1124] Aykaç, s. 84.
[1125] el-Utbî, I,151; Frs. trc., s. 83.
[1126]
İbn el-Esîr, VIII, 458; Trk. trc., VIII, 392; Mirhond, IV, 46. Krş.,
Bosworth, “The Rulers of Chaghaniyan”, s. 5; Merçil, “Muhtacoğulları”, s.
77.
[1127] Bkz., el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 402; Trk. trc., VIII, 341.
[1128] Nizamülmülk, s. 301.
[1129] Aykaç, s. 85-86.
[1130] Ramazan Şeşen, “Buhara”, DİA, VI, 364.
[1131] Nerşahî, s. 57-58; Frs. trc., s. 46; İng. trc., s. 33-34.
[1132] Nerşahî, s. 57; Frs. trc., s. 48; İng. trc., s. 33-34.
[1133] Nerşahî, s. 43; Frs. trc., s. 48-49; Trk. trc., s. 22-23.
[1134] Nerşahî, s. 44; Frs. trc., s. 32; İng. trc., s. 24; İbn Havkal, s. 483; Trk.
trc., Şeşen, a.g.e., s. 226; el-Makdisî, s. 280; Trk. trc., Şeşen, s. 260.
[1135] Nerşahî, s. 43-44; Frs. trc., s. 33; İng. trc., aynı yer.
[1136] Nerşahî, s. 84-89; Frs. trc., s. 73-81; İng. trc., s. 53-59. el-İstahrî (s.
306), İbn Havkal (aynı yer; Trk. trc., aynı yer) ve el-Makdisî (aynı yer; Trk.
trc., aynı yer) de ise son iki kapının adları Hufra Kapısı ve Nûr Kapısı olarak
geçmektedir.
[1137] Barthold, s. 106.
[1138] Nerşahî, s. 79; Frs. trc., s. 69; İng. trc., s. 49-50.
[1139] Nerşahî, s. 39; Frs. trc., s. 28; İng. trc., s. 19-20.
[1140]el-İstahrî, s. 306-307; İbn Havkal, aynı yer; Trk. trc., aynı yer; el-
Makdisî, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[1141] Nerşahî, s. 59; Frs. trc., s. 48-49; İng. trc., s. 35.
[1142] İbn Havkal, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[1143] el-Makdisî, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[1144] Barthold, s. 108.
[1145] Barthold, s. 109.
[1146] Barthold, s. 230.
[1147] Nerşahî, s. 55; Frs. trc., s .44-45; İng. trc., s. 32.
[1148] el-Makdisî, s. 331.
[1149] el-İstahrî, s. 307-309.
[1150] İbn Havkal, s. 484-485; Trk. trc., Şeşen, s. 221-223.
[1151] Barthold (s. 110), bu kapının İbrahim Kapısı olduğunu yazar.
[1152] Barthold, aynı yer.
[1153] Barthold, s. 111.
[1154] Barthold’a göre (aynı yer) Varağ.
[1155] Barthold, aynı yer.
[1156] el-Makdisî, aynı yer.
[1157]Sûret el-arz, s. 472; Trk. trc., Şeşen, s. 218.
[1158]Ahsenü’l-tekâsîm, s. 280; Trk. trc., Şeşen, s. 260.
[1159] İbn Havkal, s. 483; Trk. trc., Şeşen, s. 225; el-Makdisî, s. 281; Trk.
trc., aynı yer.
[1160]Buhara’da çıkan yangınlar hakkında “Yangınlar ve Doğal Felaketler”
konu başlığı altında bilgi verilecektir.
[1161] el-Makdisî, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[1162] İbn Havkal, s. 487; Trk. trc., Şeşen, s. 228.
[1163] İbn Havkal, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[1164]Târih-i Buhara, s. 84-89; Frs. trc., s. 73-81; İng. trc., s. 53-59.
[1165]Barthold (s. 112) yanlış olarak el-Sa’dî demektedir. Ancak metinde,
kelime YDrslA olarak geçmektedir.
[1166] Barthold, aynı yer.
[1167] Barthold, s. 113.
[1168]Târih-i Buhara, s. 52; Frs. trc., s. 42; İng. trc., s. 30.
[1169] Barthold, s. 114.
[1170] Nerşahî, s. 53; Frs. trc., s. 43; İng. trc., s. 30-31.
[1171]Târih-i Buhara, s. 133-134; Frs. trc., s. 131; İng. trc., s. 96.
[1172] Barthold, s. 117.
[1173] İbn Havkal, s. 484.
[1174] İbn Havkal, aynı yer.
[1175] İbn Havkal, aynı yer.
[1176] İbn Havkal, s. 484-485.
[1177] İbn Havkal, aynı yer.
[1178] İbn Havkal, s. 485.
[1179] İbn Havkal, aynı yer.
[1180] el-Makdisî, s. 331.
[1181] el-Makdisî, aynı yer.
[1182] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübela, XVII, 94.
[1183] el-Sem’ânî, II, 31.
[1184] el-Sem’ânî, III, 20.
[1185] el-Sem’ânî, III, 118.
[1186] el-Sem’ânî, IV, 331.
[1187]İbn Havkal, s. 431; el-İstahrî, s. 254 . Krş. Le Strange, s. 383; Ernst
Honigmann, “Nisabur”, İA, IX, 303; aynı mlf - C.E. Bosworth, “Nişhapur”,
EI2, VIII, 63.
[1188] el-Makdisî, s. 316.
[1189] el-Makdisî, aynı yer.
[1190] İbn Havkal, s. 431; el-İstahrî, s. 255 . Krş., Le Strange, s. 384.
[1191] İbn Havkal, aynı yer; el-İstahrî, aynı yer. Krş., Le Strange, aynı yer.
[1192] Honigmann, a.g.m., aynı yer.
[1193] el-Makdisî, s. 329.
[1194] R.N. Frye, “The City Chronicles of Central Asia and Khorasan, The
Tarix-i Nişapur”, Zeki Velidi Togan Armağanı, İstanbul 1955, s. 413-415.
[1195] Ahsenü’l-tekâsîm, s. 278; Trk. trc., Şeşen, s. 259.
[1196]Türkistan, s. 259.
[1197] İbn el-Fakih, s. 325-326.
[1198] el-İstahrî, s. 316; İbn Havkal, s. 492; Trk. trc., Şeşen, s. 232; el-
Makdisî, s. 278; Trk. trc., Şeşen, s. 259. Yalnız İbn el-Fakîh (s. 322) kapıların
adlarını Kişş Kapısı, Çin Kapısı, Uşrusana Kapısı ve Demir Kapı olarak
vermektedir. Krş., Barthold, s. 90; H.H. Schaeder, “Semerkand”, İA, X, 479;
aynı mlf. “Samarkand”, EI2, VIII, 1033.
[1199] el-İstahrî, s. 318; İbn Havkal, s. 494; Trk. trc., Şeşen, s. 233.
[1200] el-Makdisî, aynı yer.; Trk. trc., Şeşen, s. 259.
[1201] Yakut el-Hamavî, III/I, 133.
[1202] İbn Havkal, s. 493; Trk. trc., Şeşen, s. 232.
[1203] İbn Havkal, s. 494; Trk. trc., Şeşen, s. 233.
[1204] Barthold, s. 93.
[1205]Sûret el-arz, s. 493; Trk trc. Şeşen, s. 232.
[1206] Türkistan, aynı yer.
[1207] İbn Havkal, s. 495; Trk. trc., Şeşen, s. 233; el-Makdisî, aynı yer; Trk.
trc., Şeşen, aynı yer.
[1208]Sûret el-arz, s. 493-494; Trk. trc., Şeşen, s. 232.
[1209]Sûret el-arz, s. 495; Trk. trc., Şeşen, s. 233.
[1210]Ahsenü’l-tekâsîm, aynı yer; Trk. trc., Şeşen, aynı yer.
[1211] İbn Havkal, s. 492; Trk. trc., Şeşen, s. 231.
[1212] el-Nesefî, s. 188.
[1213] el-Nesefî, s. 200.
[1214] el-Nesefî, s. 276.
[1215] el-Nesefî, s. 363,507; el-Sem’ânî, IV, 393; Yakut el-Hamavî, III / II,
904.
[1216] el-Nesefî, s. 404.
[1217] el-Nesefî, s. 417.
[1218] el-Nesefî, s. 417-418.
[1219] el-Nesefî, s. 470.
[1220] el-Sem’ânî, I, 161.
[1221] İbn Havkal, s. 493; Trk. trc., Şeşen, s. 232.
[1222] el-Sem’ânî, I, 400.
[1223] el-Sem’ânî, II, 157.
[1224] Yakut el-Hamavî, III/I, 168.
[1225] el-Sem’ânî, IV, 364.
[1226] Yakut el-Hamavî, IV/I, 313.
[1227] el-Sem’ânî, V, 155.
[1228] el-Nesefî, s. 187.
[1229] el-Nesefî, s. 44, 423.
[1230] el-Nesefî, s. 82.
[1231] el-Nesefî, s. 145.
[1232] el-Nesefî, s. 188.
[1233] el-Nesefî, s. 202.
[1234] el-Nesefî, s. 260.
[1235] el-Nesefî, s. 275.
[1236] el-Nesefî, s. 276.
[1237] el-Nesefî, s. 286; el-Sem’ânî, III, 199.
[1238] el-Nesefî, s. 291.
[1239] el-Nesefî, s. 402.
[1240] el-Nesefî, aynı yer.
[1241] el-Nesefî, s. 404.
[1242] el-Nesefî, s. 406.
[1243] el-Nesefî, s. 408.
[1244] el-Nesefî, s. 429.
[1245] el-Nesefî, s. 492.
[1246] el-Nesefî, s. 542.
[1247] el-Nesefî, s. 145; el-Sem’ânî, aynı yer.
[1248] el-Nesefî, s. 172.
[1249] el-Nesefî, s. 272.
[1250] el-Nesefî, s. 492.
[1251] Gibb, s. 16; Wellhausen, s. 216, 222.
[1252] el-Seâlibî, IV, 94-95.
[1253]Nerşahî, s. 139; Frs. trc., s. 134; İng. trc., s. 98; İbn Miskeveyh, II,
179; İbn el-Esîr, VIII, 535; Trk. trc., VIII, 462; el-Sem’ânî, aynı yer;
Mirhond, IV, 50. Krş, Barthold, s. 269; aynı mlf., “Abdülmelik”, İA, I, 97;
Bosworth, “Abd al-Malek b. Nuh b. Nasr”, EI, I, 129; Frye, “The Samanids”,
aynı yer; Trk. trc., s. 66; Merçil, “Samanîler Devletinde Türkler”, aynı yer.
Bazı kaynaklar ise, onun atından düştükten sonra öldürüldüğünü yazarlar.
Bkz., Gerdizî, s. 161; el-Cüzcanî, I, 210; İng. trc., I, 41.
[1254] İbn Havkal, s. 490; Trk. trc. Şeşen, s. 230.
[1255] İbn Havkal, s. 481; Trk. trc., Şeşen, s. 224.
[1256] el-Makdisî, s. 328.
[1257] Hıtti, I, 515.
[1258] el-Makdisî, aynı yer.
[1259] Nerşahî, s. 43; Frs. trc., s. 32-33; İng. trc., s. 23; Kaşgarlı Mahmud,
III, 149-150. Krş., Barthold, s. 112.
[1260] Ahsenü’l-tekâsîm, s. 266; Trk. trc., Şeşen, s. 258.
[1261] Ahsenü’l-tekâsîm, s. 278; Trk. trc., Şeşen, s. 259.
[1262] Ahsenü’l-tekâsîm, s. 273; Trk. trc., Şeşen, s. 256.
[1263] Ahsenü’l-tekâsîm, s. 281; Trk. trc., Şeşen, s. 260.
[1264] Ahsenü’l-tekâsîm, s. 285; Trk. trc., Şeşen, s. 263.
[1265]Sûret el-arz, s. 465, 466; Trk. trc., Şeşen, s. 213-214.
[1266] İbn Havkal, s. 466; Trk. trc., Şeşen, s. 214.
[1267] el-Makdisî, s. 323; Trk. trc., Şeşen, s. 268.
[1268] el-Makdisî, aynı yer.
[1269] Bulliet, s. 63, 201-205; Merçil, “Simcûrîler V”, s. 136-137.
[1270]Ahsenü’l-tekâsîm, s. 336.
[1271] el-Makdisî, aynı yer.
[1272] M. Nazım, “Mâkân b. Kakî”, İA, VII, 202; C.E. Bosworth, “Mâkân b.
Kakî” , EI2, VI, 115.
[1273] Nerşahî, s. 95-97; Frs. trc., s. 86-89; İng. trc., s. 62-65. Krş., Barthold,
s. 214.
[1274]Ahsenü’l-tekâsîm, aynı yer.
[1275] V.V. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Trk. trc. ve ekler, M. Fuat
Köprülü, Ankara 1984, s. 177 (ekler kısmı); Zebihullah Safa, Tarih-i edebiyat
der İran, I, Tahran 1985, s. 245.
[1276] Batınîler hakkında bkz., F. Daftary, A Short History of İsmailism,
Ateş, “Batıniyye”, İA, II, 339-342; Avni İlhan, “Batıniyye”, DİA, V, 190-194;
H. Halm, “Batıniyye”, EI, III, 861-863; Hıtti, I, 683-685.
[1277] Nizamülmülk, s. 291-292.
[1278]Nizamülmülk, s. 292-299; İbn el-Nedim, s. 234. Krş., Barthold, s.
261-263.
[1279] Nizamülmülk, s. 297-299; İbn el-Nedim, s. 234; el-Nesefî, s. 87-88;
İbn el-Esîr, VIII, 404; Trk. trc., VIII, 343. Krş., Barthold, s. 262; Daftary, s.
43.
[1280] Nizamülmülk, s. 302-304.
[1281] Mukanna hakkında bkz., “Mukanna”, EI2, VII, 500.
[1282] el-Makdisî, aynı yer.
[1283] Nerşahî, s. 115; Frs. trc., s. 108; İng. trc., s. 80. Krş. Barthold, s. 210.
[1284]Zeyn el-ahbâr, s. 159; el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 69-70; Trk. trc., VIII,
63.
[1285] Bu din ile alakalı bkz., V.F. Buchner, “Mecus”, İA, VII, 441-446;
Hıtti, I, 550-551.
[1286] Nerşahî, s. 53; İng. trc., s. 30-31. Krş., Barthold, s. 113-114.
[1287] İbn Havkal, s. 493; Trk. trc., Şeşen, s. 232.
[1288]Hudûd el-Alem, s. 121.
[1289] İbn Havkal, s. 438; el-İstahrî, s. 265.
[1290] Bu konuyla ilgili olarak bkz., Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, s.
177; Tahsin Yazıcı, “Dakıkî”, DİA, VIII, 424; Cl. Huart, “Dakıki”, EI, II,
100; H. Ritter, “Dakıki”, İA, III, 463-464.
[1291] Bu mezheple ilgili bkz. L. Ligeti, Bilinmeyen İç Asya, Trk. trc.,
Sadrettin Karatay, Ankara 1986, s. 296-309; H.-J. Klimkeit, “Manichaeism
and Nestorian Christianity”, History of Civilization of Central Asia, IV, ed.
C.E. Bosworth-M. Asimov, Paris 2000, s. 221-226.
[1292]V.V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Trk. trc, K.
Yaşar Kopraman -A. İsmail Aka, Ankara 1975, s. 64.
[1293] V.V. Barthold, “Orta Asya’da Moğol Fütühatına Kadar Hıristiyanlık”,
Trk. trc., M.F. Köprülü, TM, I, İstanbul 1925, s. 63-63; Ligeti, a.g.e., s. 301;
Osman Aydınlı, Fethinden Sâmânîlerin Yıkılışına Kadar (93-389/711-999)
Semerkand Tarihi, basılmamış doktora tezi, , İstanbul 2001, s. 471.
[1294]Sûret el-arz, s. 498; Trk. trc., Şeşen, s. 238.
[1295] el-Makdisî, s. 277; Trk. trc., Şeşen, s. 237.
[1296] İbn Havkal, s. 507; Trk. trc., Şeşen, s. 241.
[1297] Nerşahî, s. 123; Frs. trc., s. 118; İng. trc., s. 86-87.
[1298] el-Makdisî, s. 323.
[1299] el-İstahrî, s. 265; İbn Havkal, s. 438.
[1300] el-Birunî, Âsarü’l-bâkiye, s. 296. Krş., Barthold, Orta Asya Türk
Tarihi Hakkında Dersler, s. 141; aynı mlf., “Orta Asya’da Hıristiyanlık”, s.
80.
[1301] el-Hücvirî, Keşfü’l-Mahcûb, İng. trc., R.A. Nicholson, Londra 1970,
s. 124.
[1302] Maniheizm hakkında bkz., Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, 86-93;
Ligeti, s. 258-260.
[1303] İbn el-Nedim, s. 411; el-Birunî, s. 209. Krş., Barthold, a.g.m., s. 90,
[1304]Hudûd el-Alem, s. 113. Niguşek kelimesi ise, Mani dinine mensup kişi
anlamına gelmektedir. Bkz., Ligeti, s. 257.
[1305]Hudûd el-Alem, s. 352; İbn el-Nedim, s. 410. Krş., Barthold, Orta
Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, s. 70.
[1306]el-Fihrist, aynı yer.
[1307] İbn el-Esîr, VIII, 312; Trk. trc., VIII, 260.
[1308] Gerdizî, s. 155; İbn el-Esîr, VIII, 404; Trk. trc., VIII, 343.
[1309] İbn el-Esîr, VIII, 509,512; Trk. trc., VIII, 439,443.
[1310] İbn el-Esîr, VIII, 521; Trk. trc., VIII, 448.
[1311] İbn el-Esîr, IX, 29; Trk. trc., IX, 31.
[1312] İbn Havkal, s. 478; Trk. trc., Şeşen, s. 222.
[1313]Gerdizî, s. 152-153; İbn el-Esîr, VIII, 208-211; Trk. trc., VIII, 174-
176. Nerşahî ( s. 133; İng. trc., s. 95) ise, bu isyanın tarihini 313/925 olarak
vermektedir. Ancak, bu tarih yanlıştır. Bkz., Bosworth, “The Rulers of
Chaghaniyan”, s. 4; Merçil, “Muhtacoğulları”, s. 70.
[1314]Târih-i Buhara, aynı yer; Frs. trc., s. 131; İng. trc., s. 96.
[1315] Buğday, sığır eti ve kuzu etinden yapılan ve Ortaçağ’da İslam
dünyasında çok yaygın olan bir yemek çeşididir. Bu yemekle ilgili olarak
bkz., Abdülhalık Bakır, Ortaçağ İslam Dünyasında Itriyat, Gıda, İlaç
Üretimi ve Tağşişi, Ankara 2000, s. 171-173, 177-178.
[1316]Târih-i Buhara, s. 134; Frs. trc. , aynı yer; İng. trc., aynı yer.
[1317] el-Makdisî, s. 281; Trk. trc., Şeşen, s. 260.
[1318] http : //archnet.org/library/sites/one-site.tcl? site_id =3176, 12 Kasım
2002, s. 1.
[1319] Oleg Grabar, İslam Sanatının Oluşumu, Trk. trc., Nuran Yavuz,
İstanbul 1998, s. 136; Sulhiniso Rahmatullaeva, “The Peculiarities of
Samanid Decorative Architecture” İng. trc. İraj Bashiri,
http://www.ileumn.edu/edu/faculty/bashiri/sulf%20folder/sulh.html, 16 Ekim
2002, s. 2.
[1320] Grabar, a.g.e., s. 136,179,187; Ayrıca bu bezemelere ve Sâmânî
dönemi yapı süslemelerinin özellikleri için Sulhiniso Rahmatullaeva’nın
yukarıda internet adresini verdiğimiz makalesine bakılabilir.
[1321] Nerşahî, s. 46; Frs. trc., s. 37; İng. trc., s. 25-26.
[1322] Nerşahî, s. 46-47; Frs. trc., aynı yer; İng. trc., s. 26-27.
[1323] Nerşahî, s. 47-48; Frs. trc., s. 38; İng. trc., s. 27.
[1324] Günümüzde Buhara’ya 1.5 mil mesafede yer alan bir köy.
[1325] Nerşahî, s. 47; Frs. trc., s. 39; İng. trc., aynı yer.
[1326] Nerşahî, s. 49; Frs. trc., aynı yer; İng. trc., s. 27-28.
[1327] Nerşahî, 47; Frs. trc., aynı yer; İng. trc., s. 27.
[1328] Nerşahî, s. 50; Frs. trc., s. 40; İng. trc., s. 28.
[1329] Nerşahî, s. 82; Frs. trc., s. 69; İng. trc., s. 52.
[1330] Nerşahî, aynı yer; Frs. trc., s. 72; İng. trc., aynı yer.
[1331]Sûret el-arz, s. 493; Trk. trc., Şeşen, s. 232.
[1332]Sûret el-arz, s. 492; Trk. trc., Şeşen, s. 231.
[1333] el-Makdisî, s. 291; Trk. trc., Şeşen, s. 267.
[1334] el-Makdisî, s. 275; Trk. trc, Şeşen, s. 257.
[1335] Latince follis kelimesinin arapçalaşmış şekli olup, akçe, para, mangır
manasına gelir. Bkz., İbrahim Artuk, “Fels”, DİA, XII, 309; E.V. Zambaur,
“Fels”, İA, IV, 539-540; L. Udovitch, “Fals”, EI2, II, 768-769.
[1336]İlk Zafer Yıllarında İslam, Trk. trc., Nezih Uzel, İstanbul 1983, s. 111.
[1337] Artuk, a.g.m., s. 310.
[1338] Artuk, aynı yer.
[1339]
Nerşahî, s. 61-62; Frs. trc., s. 50-51; İng. trc., s. 36. Krş., Barthold, s.
220-221; Abdülkerim Özaydın, “Gıtrif. b. Ata”, DİA, XIV, 57-58.
[1340] Nerşahî, s. 63; Frs. trc., s. 51; İng. trc., s. 37. Krş., Barthold, s. 221.
[1341] İbn Fazlan, s. 28; İbn Havkal, s. 490; Trk. trc., Şeşen, s. 230.
[1342] İbn Fazlan, aynı yer.
[1343] el-Makdisî (s. 337; Trk. trc., Şeşen, s. 269), bu sikkelerin Gıtrif,
Müseyyeb ve Muhammed adlı üç kardeş tarafından bastırıldığını ve sadece
Maveraünnehir’de geçerli olduklarını yazar. Ayrıca, adı geçen sikkelerin
fülûs dirhemler statüsünde olduklarını da belirtir.
[1344] İbn Havkal, aynı yer; Trk. trc., Şeşen, aynı yer.
[1345] İbn Havkal, aynı yer; Trk. trc., Şeşen, aynı yer.
[1346]Târih-i Buhara, s. 63; Frs. trc., s. 52; İng. trc., s. 37.
[1347]G.C. Miles, “Numismatics”, Cambridge History of İran, IV,
Cambridge 1975, s. 374.
[1348]Elana Davidovich, “The Second Coins of Samanid Nuh b. Asad”,
Epigrafika Vostoka, IX, Moskova 1954, s. 38.
[1349] Elana Davidovich, “The Samanid Coins, Coined in Quba”, CA, II,
1960, s. 254-257.
[1350] http: // www.grifterrec com/coins/islam/samanid html., 28.01.1999.
[1351]Elena Davidovich, “Barab, Newly Discovrered Central Asian Mint
under the Samanid and Anushteginids”, Pamyatniki Pis’mennosti Vostoka,
Moskova 1977, s. 124.
[1352] Lombard, a.g.e., s. 103.
[1353] Halil Sahillioğlu, “Dirhem”, DİA, IX, 370; G.C. Miles, “Dirham”,
EI2, II, 319-320; Zambaur, “Dirhem”, İA, III, 594.
[1354]
İbn Havkal, aynı yer; Trk. trc., Şeşen, aynı yer. Krş., Miles,
“Numismatics”, aynı yer.
[1355] Schwarz, s. 22, 64.
[1356] İbn Havkal, aynı yer; Trk. trc., Şeşen, aynı yer.
[1357]Bunlarla ilgili olarak bkz., Schwarz, s. 22-27, 64-67, 72-73; İbrahim
Artuk-Cevriye Artuk, I, 311-320; http://w3.nai.net/~froberts/sam.htm., 25.01-
1999 ve 16.09.1999.
[1358]Sûret el-arz, s. 500; Trk. trc., Şeşen, s. 237.
[1359] Dinar ile ilgili olarak bkz., E.V. Zambaur, “Dinar”, İA, III, 591; G.C.
Miles, “Dinar”, EI2, 305-307; Halil Sahillioğlu, “Dinar”, DİA, IX, 352-355.
[1360] Miles, “Numismatics”, aynı yer.
[1361] Sahillioğlu, a.g.m., s. 353.
[1362] İbrahim Artuk-Cevriye Artuk, I, 310-312.
[1363] İbrahim Artuk-Cevriye Artuk, I, 319.
[1364] Lombard, s. 112; Sahillioğlu, aynı yer.
[1365] Broome, s. 66.
[1366] İbrahim Artuk-Cevriye Artuk, I, 312.
[1367] Bkz., G.C. Miles, The Numismatic History of Rayy, New York 1938,
s. 135-154.
[1368] Lombard, s. 165.
[1369]Hudûd el-Alem, s. 109; İbn Havkal, s. 449; el-Makdisî, s. 303.
[1370] Lombard, aynı yer.
[1371] Yakut el-Hamavî, I/II, 743-744.
[1372]Hudûd el-Alem, s. 116; İbn Havkal, s. 509; Trk. trc., Şeşen, s. 242; el-
Makdisî, s. 326; Trk. trc., Şeşen, s. 269.
[1373]Hudûd el-Alem, s. 115-116; İbn Havkal, s. 488, 515 , Trk. trc. Şeşen, s.
229, 246.
[1374] İbn Havkal, s. 505 , Trk. trc., Şeşen, s. 240; el-Makdisî, s. 326; Trk.
trc., Şeşen, s. 269.
[1375] İbn Havkal, s. 477; Trk. trc., s. 221.
[1376] İbn Havkal, s. 434.
[1377] İbn Havkal, s. 440-441.
[1378]Hudûd el-Alem, s. 107.
[1379] İbn Havkal, s. 441.
[1380] İbn Havkal, s. 476; Trk. trc., Şeşen, s. 221.
[1381]Kitâb el-mesâlik ve’l-memâlik, s. 179.
[1382]Hudûd el-Alem, s. 116; İbn Havkal, s. 488, 515; Trk. trc., Şeşen, s.
229, 246.
[1383]Hudûd el-Alem, s. 117; İbn Havkal, s. 509; Trk. trc., Şeşen, s. 242; el-
Makdisî, s. 326 , Trk. trc., Şeşen, s. 269.
[1384]Hudûd el-Alem, s. 107.
[1385] İbn Havkal, s. 505; Trk. trc., s. 240.
[1386] İbn Havkal, s. 495; Trk. trc. Şeşen, s. 233.
[1387]Sûret el-arz, s. 465; Trk. trc., s. 213.
[1388]Hudûd el-Alem, s. 115 , İbn Havkal, s. 488, 505; Trk. trc., Şeşen, s.
229, 240; el-Makdisî, s.326; Trk. trc., Şeşen, s. 269.
[1389] el-Mesudî, Mürûc el-zeheb, nşr., M. Muhyiddin Abdülhamid, Mısır
1964, s. 152.
[1390] İbn Havkal, s. 505-506; Trk. trc., Şeşen, s. 240.
[1391]Özkan İzgi, Çin Elçisi Wang Yen Te’nin Uygur Seyahatnâmesi,
Ankara 1989, s. 66.
[1392] Lombard, s. 164; Abdülhalık Bakır, “Ortaçağ İslam Dünyasında
Madenler ve Maden Sanayi”, Belleten LXI, sayı : 232, Aralık 1997, Ankara,
s. 531.
[1393] İbn Havkal, s. 506; Trk. trc., Şeşen, s. 241.
[1394]Hudûd el-Alem, s. 107.
[1395] İbn Havkal, s. 434.
[1396]Hudûd el-Alem, s. 115.
[1397]Hudûd el-Alem,116; İbn Havkal, s. 488; Trk. trc., Şeşen, s. 229; el-
Makdisî, s. 325.
[1398] İbn Havkal, s. 515; Trk. trc., Şeşen, s. 246.
[1399]Hudûd el-Alem, s. 103.
[1400]Hudûd el-Alem, s. 107.
[1401] el-Makdisî, s. 324.
[1402] İbn Havkal, s. 434.
[1403]Hudûd el-Alem, s. 116.
[1404]Hudûd el-Alem, s. 107.
[1405]Hudûd el-Alem, s. 103.
[1406]Sûret el-arz, s. 464; Trk. trc., Şeşen, s. 213.
[1407]Hudûd el-Alem, s. 116; İbn Havkal, s. 488; Trk. trc., Şeşen, s. 229; el-
Makdisî, s. 326; Trk. trc., Şeşen, s 269.
[1408] İbn Havkal, aynı yer.
[1409]Hudûd el-Alem, s. 107.
[1410]Hudûd el-Alem, s. 112; İbn Havkal, s. 449; el-Makdisî, s. 303.
[1411]Hudûd el-Alem, s. 107; el-Makdisî, s. 326.
[1412] el-Makdisî, s. 326; Trk. trc., Şeşen, s. 269.
[1413] el-Makdisî, s. 320.
[1414] el-İstahrî, s. 287; İbn Havkal, s. 463; Trk. trc., Şeşen, s. 212-213.
[1415] el-İstahrî, s. 288; İbn Havkal, s. 474; Trk. trc., Şeşen, s. 219.
[1416] Sûret el-arz, s. 472; Trk. trc., Şeşen, s. 218.
[1417] İbn Havkal, s. 494; Trk. trc., Şeşen, s. 233.
[1418] Hıtti, I, 538.
[1419] Cerib, Hz. Ömer döneminden itibaren İslam dünyasında kullanılan bir
alan ve hacim ölçüsüdür. Bilhassa, haracî arazinin vergisinin tayininde
ceribin büyük önemi vardı. 1 cerib, 1366, 0416 metrekareye eşit olarak kabul
ediliyordu. Bkz., “Cerib”, İA, III, 109; Walter Hinz, “İslamda Ölçü
Sistemleri”, Trk. trc., Acar Sevim, MÜ. Türklük Araştırmaları Dergisi, V,
İstanbul 1990, s. 81; Mustafa Fayda, “Cerib”, DİA, VII, 402.
[1420] İbn Havkal, s. 488,499; Trk. trc., s. 229.
[1421] İbn Havkal, s. 499; Trk. trc., Şeşen, s. 236. Krş., Barthold, s. 98.
[1422]Ahsenü’l-tekâsîm, s. 279; Trk. trc., Şeşen, s. 259.
[1423]Hudûd el-Alem, s. 115; İbn Havkal, s. 481, 505; Trk. trc., Şeşen, s.
224, 240; el-Makdisî, s. 284; Trk. trc., Şeşen, s. 261.
[1424]Hudûd el-Alem, s. 105,109.
[1425] el-Makdisî, s. 299, 318-319.
[1426] el-Makdisî, s. 271; Trk. trc., Şeşen, s. 255.
[1427] el-İstahrî, s. 267; İbn Havkal, s. 439.
[1428] el-Makdisî, s. 318,321,323.
[1429]Hudûd el-Alem, s. 115; el-İstahrî, s. 298; İbn Havkal, s. 477; Trk. trc.,
Şeşen, s. 221.
[1430] el-İstahrî, aynı yer; İbn Havkal, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[1431] el-Makdisî, s. 323-324.
[1432]el-İstahrî, s. 325; İbn Havkal, s. 501; Trk. trc., Şeşen, s. 237; el-
Makdisî, s. 282; Trk. trc., Şeşen, s. 261.
[1433] İbn Havkal, s. 502 , Trk. trc., Şeşen, s. 238.
[1434]Hudûd el-Alem, s.104.
[1435]Yakut el-Hamavî, II/2, 567-568. Krş. Barthold, Türkistan, s. 154; Le
Strange, s. 451-452.
[1436] İbn Havkal, s. 499; Trk. trc., Şeşen, s. 236.
[1437] el-Makdisî, s. 283; Trk. trc., Şeşen, s. 261.
[1438]el-İstahrî, s. 279; İbn Havkal, s. 474; Trk. trc., Şeşen, s. 219; el-
Makdisî, s. 291; Trk. trc., Şeşen, s. 267.
[1439] el-Makdisî, s. 299, 305-307, 316, 318, 323.
[1440]Hudûd el-Alem, s. 104.
[1441]Hudûd el-Alem, s. 107.
[1442] el-Yakubî, Kitâbü’l-Büldan, s. 280.
[1443] el-Makdisî, s. 316.
[1444]Hudûd el-Alem, s. 103.
[1445] el-Makdisî, s. 271; Trk. trc., Şeşen, s. 255.
[1446] el-Makdisî, s. 279; Trk. trc., Şeşen, s. 259.
[1447] el-İstahrî, s. 271; el-Makdisî, s. 323.
[1448]Kitâb el-mesâlik ve’l-memâlik, s. 312; Sûret el-arz, s. 488; Trk. trc.,
Şeşen, s. 228.
[1449] İbn Havkal, s. 474; Trk. trc., Şeşen, s. 219-220.
[1450] İbn Havkal, s. 464; Trk. trc., Şeşen, s. 213.
[1451]Hudûd el-Alem, s. 113; İbn Havkal, s. 502; Trk. trc., Şeşen, s. 238.
[1452] el-Makdisî, s. 283; Trk. trc., Şeşen, s. 262.
[1453]Hudûd el-Alem, s. 114.
[1454]Hudûd el-Alem, s. 119; el-İstahrî, s. 297; İbn Havkal, s. 476; Trk. trc.,
s. 221.
[1455] Nazmiye Togan, “Peygamber Çağında Orta Asya” s. 37; Samuel
Beal, Si-yu-ki Buddhist Records of the Western World,-Translated from the
Chinese of Hiuen Tsiang (A..D. 629), New York 1968, s.31-32; Aydınlı, s.
352.
[1456]Hudûd el-Alem, s. 106,108.
[1457]Hudûd el-Alem, s. 120.
[1458]Hudûd el-Alem, s. 116,118; İbn Havkal, s. 514; Trk. trc., Şeşen, s. 246.
[1459] İbn Havkal, s. 477; Trk. trc., Şeşen, s. 222.
[1460] el-Makdisî, s. 286; Trk. trc., Şeşen, s. 264.
[1461]Hudûd el-Alem, s. 106
[1462]Hudûd el-Alem, s. 104. Krş., Le Strange, s. 396.
[1463]el-İstahrî, s. 303; İbn Havkal, s. 480; Trk. trc., Şeşen, s. 224. Krş.
Barthold, s. 165.
[1464] el-Makdisî, s. 325.
[1465] İbn Hurdâdbih, s. 39.
[1466] Bu yolla ilgili bkz., M. Heyd, Yakın-doğu Ticaret Tarihi, Trk. trc.,
Enver Ziya Karal, Ankara 1975, s. 53-54; Berthold Spuler, “Trade in the
Eastern İslamic Countries in the Early Centruies”, İslam and the Trade of
Asia, ed. D. Richards, Oxford 1970, s. 14-15; Nebi Bozkurt, “İpek Yolu”,
DİA, XXII, 371-372.
[1467] Bozkurt, a.g.m., s. 369.
[1468] Hıtti, I, 528.
[1469] Honigmann, “Nisabur”, 303.
[1470] İbn Havkal, s. 492; Trk. trc., Şeşen, s. 232.
[1471] Spuler, a.g.m, s.18-19.
[1472]Hudûd el-Alem, s. 113; Nerşahî, s. 28; İng. trc., s. 13; el-İstahrî, s. 313;
İbn Havkal, s. 489; Trk. trc., s. 229; el-Makdisî, s. 281; Trk. trc. Şeşen, s.
261.
[1473] İbn Havkal, s. 507; Trk. trc., Şeşen, s. 241.
[1474] Ortaçağ İslam dünyasında menn ağırlık ölçüsü birimi olarak
kullanılıyordu. 1 menn herbiri 130 dirhem olan 2 rıtl’a eşittir. Menn’in ölçüsü
bölgelere göre de değişmekteydi. Günümüzde İran’da halen kullanılan bir
ağırlık ölçüsüdür. Bkz., Hinz, a.g.m., s. 19-28.
[1475] el-Makdisî, s. 274; Trk. trc., Şeşen, s. 257.
[1476]Sûret el-arz, s. 481; Trk. trc., Şeşen, s. 224.
[1477]Ahsenü’l-tekâsîm, s. 283; Trk. trc., Şeşen, s. 262.
[1478] Barthold, s. 255.
[1479] Heyd, a.g.e. s. 53-54; Lombard, s. 53-54.
[1480] İbn İsfendiyar, I, 266; İng. trc., s. 199.
[1481] Nerşahî, s. 36; Frs. trc., s. 26; İng. trc., s. 44.
[1482] Lombard, s. 182.
[1483]Sûret el-arz, s. 494; Trk. trc., Şeşen, s. 223.
[1484]İlk Zafer Yıllarında İslam, aynı yer.
[1485] Nerşahî, s. 39; Frs. trc., s. 28; İng. trc., s. 20.
[1486] Abdülhalık Bakır, “Ortaçağ İslam Dünyasında Dokuma Sanayi”,
Belleten, LXIV, sayı : 241, Aralık 2000, s. 778.
[1487] el-İstahrî, aynı yer; İbn Havkal, s. 289; Trk. trc. Şeşen, s. 229.
[1488] Bakır, a.g.m., s. 805.
[1489] İbn Havkal, s. 520; Trk. trc., Şeşen, s. 249. Krş. Barthold, s. 100;
Bakır, a.g.m., s. 772-773.
[1490] el-İstahrî, s. 304; İbn Havkal, s. 481; Trk. trc., Şeşen, s. 224; Makdisî,
s. 224.
[1491]Hudûd el-Alem, s. 114; el-Makdisî, s. 283; Trk. trc., Şeşen, s. 262.
[1492]el-Makdisî, s. 323, 324. el-Makdisî’nin tafsilatlı açıklamalarının yanı
sıra Hudûd el-Alem (s. 102), el-İstahrî (s. 255), İbn Havkal (s. 433) da,
Nisabur’da gelişmiş bir dokumacılık sanayinin olduğu konusunda
hemfikirdir.
[1493]Hudûd el-Alem, s. 104; el-Makdisî, s. 324.
[1494]Hudûd el-Alem, aynı yer; el-İstahrî, s. 263; İbn Havkal, s. 436 . Krş.,
Heyd, s. 44; Le Strange, s. 404.
[1495] İbn Havkal, s. 480,511,513; Trk. trc., Şeşen, s. 224,243,245.
[1496] el-Makdisî, s. 325; Trk. trc., Şeşen, s. 268.
[1497] Daha önce, Madenler, Tarım ve Hayvancılık bölümlerinde yazılmış
olan ticarî ürünler bunlardan ayrı tutulmuştur.
[1498] el-İstahrî, s. 288-289; İbn Havkal, s. 465; Trk. trc., Şeşen, s. 213.
[1499] el-Makdisî, s. 324-326.
[1500] İbn Havkal, s. 468; Trk. trc., Şeşen, s. 216. Bu rakam el-Makdisî’de
(s. 340) 44.800.930 dirhem ve bunun yanında 20 at, 2000 koyun, 1000 köle,
1300 parça demir plaka olarak verilmektedir.
[1501] İbn Havkal, s. 493; Trk. trc., Şeşen, s. 232.
[1502] el-Utbî, I,163; Frs. trc., s. 91. Krş., Merçil, “Simcûrîler IV”, s. 551.
[1503] el-Utbî, I, aynı yer; Frs. trc., aynı yer. Krş., Merçil, aynı yer.
[1504] İbn Miskeveyh, II, 100-101.
[1505] Gerdizî, s. 156-157. Krş., Merçil, “Muhtacoğulları”, s. 82.
[1506] İbn el-Esîr, VIII, 626; Trk. trc., VIII, 537. Krş., Merçil, “Simcûrîler
III”, s. 121.
[1507] İbn Havkal, s. 477; Trk. trc., Şeşen, s. 221.
[1508] el-Makdisî, s. 340; Trk. trc., Şeşen, s. 269-270.
[1509]Hıtti, II, 727; M.G. Hodgson, İslamın Serüveni, I, Trk. trc., Alp Eker-
Mutlu Bozkurt v.d., İstanbul, 1992, s. 472.
[1510]Ahsenü’l-tekâsîm, s. 260-261; Trk. trc., Şeşen, s. 251-252.
[1511]Sûret el-arz, s. 463; Trk. trc., Şeşen, s. 212.
[1512] el-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, III, 651; el-Sübkî, Tabakâtü’l-şafiiyye,
II, 247-248.
[1513] el-Nesefî, s. 22.
[1514] el-Makdisî, s. 339.
[1515]İbn Ebî Usaybia, Uyun el-Enba fi tabakat el-etibba, Beyrut t.y., 438-
439. Krş., Ömer Mahir Alper, “İbn Sînâ-hayatı”, DİA, XX, 320.
[1516]Hayreddin Zirikli, el-A‘lam Kamusü Teracim, VIII, Beyrut 1980, s.
78; İsmail E. Erünsal, “Dârülilim”, DİA, VIII, 540.
[1517] el-Nesefî, s. 38.
[1518] Hitti, I, 626. Krş., Kazıcı, s. 222-224.
[1519]el-Kâmil fi’l-târih, VIII, 5; Trk. trc., VIII, 13.
[1520] el-Avfî, Cevâmiü’l-hikâyât, nşr., Cafer Şi’ar, Tahran 1983, s. 149.
[1521] el-Seâlibî, IV, 171.
[1522] el-Seâlibî, IV, 223.
[1523] Kazıcı, s. 227.
[1524]Siyasal ve Kültürel İslam Tarihi, I, 635.
[1525] Mehmet Ali Sönmez, “İbn Hibban”, DİA, XX, 63.
[1526] el-Nesefî, s. 194.
[1527] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVII, 237-238. Krş., Mehmet Ali
Sarı, “İbn Habib el-Nisaburî”, DİA, XIX, . 510.
[1528]Hankahlar ile ilgili bkz., Bruce L. Lawrance, “Khanagah”, EI, VIII,
278-279; J. Chabbi, “Khankah”, EI2, IV, 1025-1026; Süleyman Uludağ,
“Hankah”, DİA, XVI, 42-46.
[1529] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVI, 94; aynı mlf, Tezkiretü’l-
huffâz, III, 921.
[1530] el-Nesefî, s. 209.
[1531] Kazıcı, s. 231.
[1532] Sönmez, a.g.m., aynı yer; Aydınlı, s. 373.
[1533] el-Sem’ânî, III, 199.
[1534] Aydınlı, aynı yer.
[1535] Nerşahî, s. 134; İng. trc., s. 96.
[1536] el-Sübkî, IV, 128; Y. Şevki Yavuz, “ İbn Furek”, DİA, XIX, 495;
Merçil, “Simcûrîler V”, s. 138; Bulliet, s. 73.
[1537] Sönmez, aynı yer
[1538] İbn Funduk, Târih-i Beyhak, s. 104. Krş., Merçil, “Karategin Ailesi”,
s. 7.
[1539]
Abdülgafir el-Farisî, Târih-i Nisabur el-Müntehâb mine’l-siyak, nşr.,
M. Kazım Mahmudî, Kum hş. 1362, s. 6.
[1540]İslam Medeniyeti Tarihi, s. 83.
[1541] “The Arabic Language in Khurasan”, İran Society Silver Jubilee
Souvenir, Kalküta 1970, s. 132; aynı mlf., “Development of Persian
Literature under the Samanid and Qarakhanids”, Ya’dna’me-ye Jan Rypka,
Prag 1967, s. 70.
[1542]Bukhara, The Medieveal Achievement, s. 50.
[1543] Bununla ilgili olarak bkz., C.E. Bosworth, “The Tahirids and Persian
Literature”, İran, IV, 1969, s. 103-106.
[1544]Târih-i Güzide, s. 381.
[1545] el-Seâlibî, IV, 109-112; Nizamî-i Aruzî, Çehar Makale, s. 13-14; İng.
trc., s. 28-30.
[1546] B. Carra de Vaux, “Tafsir”, EI, VII, 603-604; aynı mlf., “Tefsir”, İA,
XII/I, 117; Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, s. 143-145.
[1547] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVII, 237-238; Abdülgafir el-
Farisî, a.g.e.,s. 268-269; Zirikli, II, 213; Kehhale, Mü’cemü’l-müellifin, III,
Beyrut 1986, s. 278; Fuat Sezgin, Geshichte des Arabischen Schrifttums,
(GAS), I, Leiden 1967, s. 109; M.D. Fedwa, “al-Nisaburî”, EI, VIII, 53;
Mehmet Ali Sarı, “İbn Habib en-Nisaburî”, DİA, XIX, 510.
[1548] Sarı, a.g.m., aynı yer.
[1549] Katib Çelebi, I, 460.
[1550] Sarı, aynı yer.
[1551] Sezgin, GAS, I, 211; Salih Karacabey, “Hattâbî”, DİA, XVI, 490.
[1552] Sarfe kelime anlamı olarak menâzil-i kamerden biri olarak tarif
edilmektedir. Menâzil-i kamer ise ayın üzerinde hareket ettiği farz olunan
mahrek üstünde varsayılan noktalardan biri olduğu belirtilmiştir. Bkz.,
Devellioğlu, s. 733,1104. Ayrıca Sarfe kelimesinin kelama ait bir konu
olduğu da bilinmektedir.
[1553] Karacabey, a.g.m., aynı yer.
[1554] Cengiz Kallek, “Kaffâl, Muhammed b. Ali”, DİA, XIV, 147.
[1555] Katib Çelebi, I, 441; Zirikli, VIII, 27; Kehhale, XIII, 91; Sezgin,
GAS, I, 445; J. Schacht, “Abu’l-Layth al-Samarkandî”, EI2, I, 137.
[1556] Schacht, a.g.e., aynı yer.
[1557] İbn el-Nedim, s. 241; Zirikli, VII, 95.
[1558] Katib Çelebi, I, 441.
[1559] Katib Çelebi, I, 439
[1560] Hz. Peygamber ve ashabının söz, hareket ve tasvibleri sünneti
meydana getirmektedir. Sünnet, Kur’an kadar kesin değildir. Söz ve manası
farklı olabilir. Sünnette önemli olan onun ifade ettiği manadır. Ayrıntılı bilgi
için bkz., Hıtti, I, 380-381.
[1561] el-Sem’ânî, III, 201.
[1562] M. Yaşar Kandemir, “Hadis”, DİA, XV, 33.
[1563]Hadis İlimleri ve Hadis Tarihi, İstanbul 1983, s. 328, 348-350.
[1564] Bkz. M. Zübeyr Sıddıkî, Hadis Edebiyatı Tarihi, Trk. trc., Yusuf Ziya
Kavakçı, İstanbul 1996, s. 38; Subhi el-Salih, Hadis İlimleri ve Hadis
İstılahları, Trk. trc., M. Yaşar Kandemir, Ankara 1973, s. 101-102;
Kandemir, a.g.m., s. 51.
[1565] Kandemir, a.g.e., s. 101.
[1566]İmlâ meclisleriyle ilgili olarak bkz., Abdullah Aydınlı, “İmlâ”, DİA,
XXII, 225-226.
[1567] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XIV, 158-159; aynı mlf.,
Tezkiretü’l-huffâz, II, 704; el-Sübkî, III, 264.
[1568] Zirikli, II, 192; Kehhale, III, 228.
[1569] Kehhale, III, 228.
[1570] el-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, II, 703; Sezgin, GAS, I, 169; Kehhale,
aynı yer.
[1571] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XIV, 365; aynı mlf., Tezkiretü’l-
huffâz, III, 271; el-Sübkî, III, 110.
[1572] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XIV, 372.
[1573] el-Sübkî, III, 111.
[1574] Mustafa Işık, “İbn Huzeyme”, DİA, XX, 80.
[1575] Katib Çelebi, II, 1075.
[1576] Işık, a.g.m., aynı yer.
[1577] Bkz., Işık, s. 81.
[1578] el-Sübkî, III, 108.
[1579] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XIV, 394-395; el-Sübkî, III, 108-
109.
[1580] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XIV, 395; aynı mlf., Tezkiretü’l-
huffâz, II, 723; el-İsnevî, Tabakâtü’l-şafiiyye, II, nşr., Abdullah Muhammed
el-Cuburî, Riyad 1981, s. 34.
[1581] Katib Çelebi, II, 1679.
[1582] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XV, 424.
[1583] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübela, XV, 424-425; el-Sem’ânî, III, 213-
214; el-Kureşî, el-Cevahirü’l-mudiyye fi tabakâti’l-hanefiyye, II, nşr.,
Abdülfettah Muhammed el-Hulv, Kahire 1993, s. 244-245; İbn Kutluboğa,
a.g.e., s. 112-113; Leknevî, el-Fevâidü’l-behiyye fi terâcimi’l-hanefiyye, nşr.
Ahmed el-Za’bî, Beyrut 1998, s. 177-178.
[1584] İbn Kutluboğa, s. 113.
[1585] İbn Kutluboğa, aynı yer; el-Kureşî, II, 245.
[1586] el-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, III, 903. Krş., Selahaddin Polat, “Ebû
Ali el-Nisaburî”, DİA, X, 92.
[1587] el-Sübkî, III, 277.
[1588] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVI, 56; aynı mlf., Tezkiretü’l-
huffâz, III, 902.
[1589] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, aynı yer; aynı mlf., Tezkiretü’l-
huffâz, III, 905; el-Sübkî, III, 278. Ancak, Selahaddin Polat (a.g.m., s.93),
Ebû Ali’nin vefat ettiği ay olarak Cemaziyelahir ayını vermektedir. Bu
yanlıştır. (a.g.m., s. 93).
[1590] el-İsnevî, a.g.e., I, 418; İbn Kâdî Şuhbe, Tabakâtü’l-fukahai’l-
safiiyye, I, nşr. A. Muhammed Ömer, Kahire t.y., s. 104. Krş., Mehmet Ali
Sönmez, “İbn Hibban”, DİA, XX, 63.
[1591] el-Sem’ânî, I, 348-349; el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVI, 92-
102; aynı mlf., Tezkiretü’l-huffâz, III, 920-922; el-Sübkî, III, 131-132; İbn
Salâh, Tabakâtü’l-fukahai’l-şafiiyye, I, Beyrut 1996, s. 115-118.
[1592] Mehmet Ali Sönmez, a.g.m., aynı yer.
[1593] Katib Çelebi, II, 1075; Sezgin, GAS, I, 190.
[1594] Sönmez, aynı yer.
[1595] Sezgin, aynı yer.
[1596] Sönmez, a.g.m., aynı yer.
[1597]
el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVI, 95. Krş., Zirikli, VI, 78;
Sönmez, aynı yer.
[1598]Zirikli,VIII, 20; Kehhale, Mü’cem, XI, 180; Mehmet Ali Sönmez,
“Hâkim el-Kebir”, DİA, XV, 188. el-Zehebî ise (Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVI,
370) bu tarihi 290/902-903 yılı civarı olarak vermektedir.
[1599] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVI, 373.
[1600] Kehhale, XI, 180; Sezgin, GAS, I, 204.
[1601] Mehmet Ali Sönmez, a.g.m., aynı yer.
[1602] Zirikli, VII, 20.
[1603] Sönmez, aynı yer.
[1604] Sönmez, aynı yer.
[1605] el-Sübkî, III, 176.
[1606] el-Sübkî, III, 177.
[1607] Salih Karacabey, “Hattâbî”, DİA, XVI, 489.
[1608] el-İsnevî, I, 468; Yakut el-Hamavî, İrşad el-erîb fi ma’rifet el-edîb, II,
nşr., D.S Margoliouth - D. Litt, Yeni Delhi 1982, s. 81. Zirikli, II, 273.
[1609] Bkz., el-Sübkî, III, 282; İbn Kâdî Şuhbe , I, 133. Krş., Karacabey,
a.g.m., aynı yer.
[1610]Yakut el-Hamavî, İrşad, aynı yer; el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ,
XVII, 27; aynı mlf, Tezkiretü’l-huffâz, III, 1020; el-Sübkî, III, 283. Krş.,
Karacabey, aynı yer.
[1611] Karacabey, s. 490.
[1612] Karacabey, aynı yer.
[1613] Sezgin, GAS, I, 211.
[1614] Karacabey, aynı yer.
[1615] Katib Çelebi, I, 108; Sezgin, aynı yer.
[1616] Sezgin, aynı yer.
[1617] Katib Çelebi, I, 120.
[1618] Katib Çelebi, II, 1739.
[1619] el-Seâlibî, IV, 84; el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVII, 26; aynı
mlf., Tezkiretü’l-huffâz, III, 283.
[1620] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, aynı yer; aynı mlf., Tezkiretü’l-
huffâz, aynı yer; el-Sübkî, III, 282; Katib Çelebi, II, 1032.
[1621] Karacabey, s. 491.
[1622] el-Sem’ânî, V, 114; el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVII, 95; aynı
mlf., Tezkiretü’l-huffâz, III, 210.
[1623] el-Sem’ânî, aynı yer; Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVII, 95. Krş.
Salahaddin Polat, “Kelâbâzî, Ahmed b. Muhammed”, DİA, XXV, 191.
[1624] Katib Çelebi, I, 88; Zirikli, I, 210; Sezgin, GAS, I, 216-217; Polat,
a.g.m., aynı yer.
[1625] Kandemir, “Hâkim el-Nisaburî”, s. 190.
[1626] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVII, 163. Krş., Kandemir, aynı
yer.
[1627] Kandemir, aynı yer.
[1628] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVII, 162; aynı mlf., Tezkiretü’l-
huffâz, III, 1039.
[1629] el-Sübkî, IV, 159.
[1630] Katib Çelebi, II, 1672-1673; Zirikli, VI, 227; Sezgin, GAS, I, 221.
[1631] Bununla ilgili olarak bkz., Kandemir, s. 190-91.
[1632] Kandemir, s. 191.
[1633] Zirikli, aynı yer; Sezgin, GAS, I, 222.
[1634] Kandemir, aynı yer.
[1635] Katib Çelebi, II, 1642; Zirikli, aynı yer; Sezgin, aynı yer.
[1636] Katib Çelebi, I, 55, 144, 165, 394; II, 1159-1160, 1298, 1839-1840;
Sezgin, GAS, I, 221-222.
[1637] Hayrettin Karaman, “Fıkıh”, DİA, XIII, 9.
[1638]
Hilaf ve Cedel hakkında tafsilatlı bilgi için bkz., Şükrü Özen, “Hilâf”,
DİA, XVII, 527-538; Yusuf Şevki Yavuz, “Cedel”, DİA, VII, 208-210.
[1639] İbn Hallikan, V, 312. Krş., Özen, a.g.m., s. 531.
[1640]Furûk ve bu konuda yazılan eserler için bkz., Şükrü Özen, “Furûk”,
DİA, XIII, 223-227.
[1641] Karaman, a.g.m., aynı yer.
[1642] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XIV, 33-40; aynı mlf., Tezkiretü’l-
huffâz, II, 653; el-Sübkî, II, 247; el-İsnevî, II, 372; İbn Kâdî Şuhbe , I, 52-53.
[1643] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XIV, 33; aynı mlf., Tezkiretü’l-
huffâz, II, 650.
[1644] İbn Salâh , I, 277.
[1645] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XIV, 34-35.
[1646] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XIV, 37; aynı mlf., Tezkiretü’l-
huffâz, II, 652; el-Sübkî, aynı yer; İbn Salâh , I, 279.
[1647] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XIV, 33; aynı mlf., Tezkiretü’l-
huffâz, II, 651; el-Sübkî, II, 246.
[1648] İbn Salâh, I, 279.
[1649]el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XIV, 34; Zirikli, VII, 125;
Kehhale, XII, 78; Sezgin, GAS, I, 494; Aydınlı, s. 410.
[1650] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübela, XIV, 39.
[1651] el-Sübkî, II, 247; İbn Salâh , I, 278; İbn Kâdî Şuhbe, I, 53.
[1652] Zirikli, aynı yer; Sezgin, aynı yer.
[1653] İbn el-Nedim, s. 240-242; Ebû Cafer el-Tûsî, el-Fihrist, Beyrut 1983,
s. 167; Zirikli, VII, 316; Kehhale, XII, 20.
[1654] Sezgin, GAS, I, 443.
[1655] Bkz., Gözübenli, s. 195.
[1656] el-Sem’ânî, III, 477.
[1657] İbn Kutluboğa, s. 231-232; el-Kureşî, III, 313-315; el-Sem’ânî, III,
477-478. Krş., Beşir Gözübenli, a.g.m., s. 195-196; Ahmet Özel, Hanefî
Fıkıh Alimleri, Ankara 1990, s. 32.
[1658] Gözübenli, s. 195.
[1659] el-Sem’ânî, III, 478.
[1660] Katib Çelebi, II, 1378; Zirikli, VII, 242; Sezgin, GAS, I, 443.
[1661] Gözübenli, s. 196; Özel, a.g.e., aynı yer.
[1662] Gözübenli, aynı yer.
[1663] el-Sübkî, III, 164-165.
[1664] el-Sübkî, III, 164.
[1665] İbn el-Esîr, VIII, 569-570; Trk. trc., VIII, 491-493.
[1666] el-Sem’ânî, IV, 533; el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVI, 283-
284; el-Sübkî, III, 200-201; İbn Salâh , I, 228-229; el-İsnevî, II, 70; İbn Kâdî
Şuhbe, I, 107-108. Krş. A. Paket Chy - C. Gilliot, “Works on hadith and its
codification on exegesis and on theology”, History of Civilizations of Central
Asia, IV, ed. C.E. Bosworth - M. Asimov (UNESCO adına), Paris 2000, s.
103; Cengiz Kallek, “Kaffâl, Muhammed b. Ali”, DİA, XXIV, 146-147.
[1667] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVI, 283; İbn Kâdî Şuhbe , aynı
yer.
[1668] Kallek, s. 147.
[1669] Katib Çelebi, II, 1608; Zirikli, VI, 274; Sezgin, GAS, I, 498.
[1670] Kallek, aynı yer..
[1671]el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVI, 284; el-İsnevî, aynı yer; İbn
Kâdî Şuhbe , aynı yer.
[1672]el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, aynı yer; el-Sübkî, III, 200; Zirikli,
aynı yer.
[1673] Kallek, aynı yer.
[1674]el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVI, 235-237; el-Sübkî, III, 167-
171; İbn Salâh , I, 159-161; el-İsnevî, II, 124-125; İbn Kâdî Şuhbe , I, 125-
126; İbn Hallikan, IV, 204-205.
[1675] el-Sübkî, III, 167.
[1676] el-Sübkî, III, 169; İbn Kâdî Şuhbe, I, 126.
[1677] Zirikli, VI, 149.
[1678] İbn Kutluboğa, s. 98-99; Kehhale, IV, 113.
[1679] el-Sem’ânî, III, 225; el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVI, 438.
[1680] el-Zehebî, aynı yer.
[1681] el-Sem’ânî, aynı yer.
[1682] İbn Kutluboğa, aynı yer; Zirikli, aynı yer; Kehhale, aynı yer.
[1683]Leknevî, a.g.e., s. 362; İbn Kutluboğa, s. 276; Kehhale, XIII, 91; J.
Schacth, “Abu’l-Layth al-Samarkandî”, EI2, I, 137.
[1684]
el-Kureşî, III, 545; Sezgin, GAS, I, 445; Zirikli, VIII, 27; A. Paket
Chy– C. Gilliot, a.g.m., aynı yer.
[1685]el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVI, 323; Katib Çelebi, I, 243,
334, 441; II, 1580.
[1686] Leknevî, aynı yer; el-Kureşî, III, 544; Kehhale, aynı yer; Zirikli, aynı
yer.
[1687] Katib Çelebi, II, 1257; Sezgin, GAS, I, 447.
[1688] Özel, s. 35.
[1689] Sezgin, GAS, I, 447.
[1690] Katib Çelebi, I, 703; Zirikli, aynı yer; Sezgin, GAS, I, 446.
[1691] Katib Çelebi, II, 1981; Sezgin, GAS, I, 450.
[1692]Bununla ilgili olarak bkz., Katib Çelebi, I, 334, 487, 668, 703; II,
1220, 1580, 1636, 1795; Zirikli, aynı yer; Sezgin, GAS, I, 446-450.
[1693]el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVII, 405-407; el-Sübkî, V, 53-62;
İbn Salâh, I, 496; İbn Kâdî Şuhbe , I, 158-159. Krş., Cengiz Kallek, “Kaffâl,
Abdullah b. Ahmed”, DİA, XXIV, 146.
[1694] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVII, 405; İbn Kâdî Şuhbe, I, 159.
[1695] Kallek, a.g.e., aynı yer.
[1696]Bkz., Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, Selef, Kelam,
Tasavvuf, Felsefe, İstanbul 1979, s.75-76; D.B. Macdonald, “Kelam”, İA, VI,
541-545; Yusuf Şevki Yavuz, “Kelam”, DİA, XXV, 196-199; L. Gordet, “Ilm
al-Kalam” EI2, III, 1141-1150.
[1697]Montgomery Watt, “Djabriyya”, EI2, II, 365; İrfan Abdülhamit,
“Cebriyye”, DİA, VII, 205-208.
[1698]
Bkz., Hitti, I,388; A. Tritton, İslam Kelamı, Trk. trc., Mehmet Dağ,
Ankara 1983, s. 45-50; W. Madelung, “Murdji’a”, EI2, VII, 605-607; A.J.
Wensinck, “Mürci’e”, İA, VIII, 808-809.
[1699]Bkz., Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Trk. tr.,
E. Ruhi Fığlalı, Ankara 1981, s. 178-183; aynı mlf., “Djahmıyya”, EI2, II,
388; Şerafettin Gölcük, “Cehmiyye”, DİA, VII, 235-236; aynı mlf., “Cehm b.
Safvân”, DİA, VII, 233-234.
[1700] Bkz., Tritton, a.g.e., s. 82-162; Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül
Devri, s. 149, 263-316; D. Gimaret “Mu’tazila”, EI2, VII, 783-793; H.
Nayberg, “Mûtezile”, İA, VIII, 756-764; Hıtti, I, 659-661; Muhammed Ebû
Zehra, İslamda Siyasî, İtikadî ve Fıkhî Mezhepler Tarihi, Trk. trc.,
Sıbğatullah Kaya, İstanbul 1993, s. 129-168; Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi,
İzmir 1985, s. 173-188.
[1701] Uludağ, a.g.e., s. 33-72.
[1702] Hıtti, I, 660-661; Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 349-
355.
[1703] Eş’ariyye ile ilgili bkz., Tritton, s. 163-172, 175-188; Watt, İslam
Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 148, 378-388; aynı mlf., “Ash’ariyya”, EI2,
I, 696; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 169-182; Topaloğlu, a.g.e., s. 24,135-142;
Yusuf Şevki Yavuz, “Eş’ariyye”, DİA, XI, 447-455; aynı mlf., “Ebu’l-Hasan
el-Eş’arî”, DİA, XI, 444-447; H. Ritter, “Eş’ari”, İA, IV, 390-392.
[1704]Bkz., Mustafa Said Yazıcıoğlu, “Maturidî Kelam Ekolünün İki Büyük
Siması; Ebû Mansur el-Maturidî ve Ebu’l-Mu‘in el-Nesefî”, AÜİFD, sayı :
27, Ankara 1985, s. 292-298.
[1705] Bkz. Ebu’l-Mu’in el-Nesefî, el-Tabsiratü’l-edille fi usuli’l-din, I-II,
nşr., Hüseyin Atay, Ankara 1993.
[1706] Maturidiyye hakkında geniş bilgi için bkz., W. Madelung,
“Maturidıyya”, EI2, VI, 847-848; M. Ebû Zehra, 183-218; Topaloğlu, s. 120-
143; A. Paket Chy - C. Gilliot, s. 125-129; Yavuz, “Kelam”, s. 202.
[1707] Katib Çelebi, II, 1406; Zirikli, VI, 29; Sezgin, GAS, I, 601; Işık,
a.g.m., s. 80.
[1708] Işık, aynı yer.
[1709] Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 375.
[1710] Zirikli, IV, 65; Kehhale, VI, 31; Bebek, a.g.m., aynı yer.
[1711] Kâ’bî’nin diğer eserleriyle ilgili bkz., Zirikli, aynı yer; Kehhale, aynı
yer; Sezgin, GAS, I, 622; Bebek, aynı yer.
[1712] W. Madelung, “al-Maturidî”, EI2, VI, 846.
[1713] el-Sem’ânî, V, 155.
[1714] Leknevî, s. 319.
[1715] Leknevî, aynı yer; İbn Kutluboğa, s. 201; D.B. Macdonald,
“Maturidî”, İA, VII, 404; Yazıcıoğlu, a.g.m., s. 281; Özel, a.g.e., s. 31.
[1716] Katib Çelebi, I, 336; Zirikli, VII, 19; Sezgin, GAS, I, 605.
[1717] Yazıcıoğlu, a.g.e., s. 287.
[1718] Bkz., Ebû Mansur el-Maturidî, Tevhid, Trk. trc., Bekir Topaloğlu.
[1719] İbn Kutluboğa, aynı yer; el-Kureşî, III, 360; aynı yer; Madelung,
a.g.m., aynı yer; Sezgin, aynı yer; Macdonald, a.g.m, s. 405.
[1720] Kehhale, XI, 300; Yazıcıoğlu, s. 289; Özel, s. 31.
[1721] Leknevî, s. 360.
[1722] Ebu’l-Mu’in el-Nesefî, I, 472. Krş., A. Paket Chy - C. Gilliot, s. 112.
[1723] Sezgin, GAS, I, 605.
[1724] Zirikli, aynı yer.
[1725] Macdonald, s. 405; Yavuz, “Kelam”, s. 196.
[1726] Ebu’l-Muin el-Nesefî, aynı yer; İbn Kutluboğa, s. 202; Katib Çelebi,
I, 262, 751; II, 1573, 1782, 1157; Zirikli, aynı yer; Kehhale, XI, aynı yer;
Özel, s. 32.
[1727] Katib Çelebi, II, 1408.
[1728]el-Kureşî, I, 372; el-Sem’ânî, II, 243-244; Leknevî, s. 77-78. W.
Madelung, “Abu’l-Qasem Eshaq Samarqadî”, EI, I, 358-359; Özel, s. 33;
Mustafa Can, “Hâkim el-Semerkandî”, DİA, XV, 193.
[1729] A. Paket Chy - C. Gilliot, 125; Can, a.g.m., aynı yer.
[1730] el-Kureşî, I, 374; Leknevî, s. 77.
[1731] Can, aynı yer.
[1732] Ebu’l-Mu’in el-Nesefî, I, 475-476.
[1733]Tabsiratü’l-edille, I, 473-474
[1734] Zirikli, I, 296; Kehhale, II, 237; Sezgin, GAS, I, 606.
[1735] W. Madelung, “The Early Mur’jia in Khurasan and Transoxaina and
spread of Hanafism” Der İslam, sayı : 59, 1982, s. 39; A. Paket Chy - C.
Gilliot, s. 124-125.
[1736] A. Paket Chy - C. Gilliot, s. 124-125; Can, s. 193-194.
[1737] Madelung, a.g.m., aynı yer; Can, s. 194.
[1738] Can, aynı yer.
[1739] Ziriklî, aynı yer; Can, aynı yer.
[1740]
Bununla ilgili bkz., Yusuf Şevki Yavuz, İslam Akaidinin Üç Şahsiyeti,
Ahmed b. Hanbel, İbn Furek, Kadı Beyzavî, İstanbul 1989, s. 77-78.
[1741] Abdülgafir el-Farisî, s. 7; el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVII,
214-216; el-Sübkî, IV, 127-132; İbn Hallikan, IV, 272-273. Krş., Watt,
a.g.m., s. 766-767; Zirikli, VI, 73; Kehhale, IX, 208; Sezgin, GAS, I, 495-
496; Yavuz, a.g.e., s. 73-78; aynı mlf., “İbn Furek”, DİA, XIX, 495-496.
[1742] Yavuz, a.g.m., s. 496.
[1743] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XVII, 214.
[1744] Bkz, Yavuz, s. 497.
[1745] İbn Kutluboğa, s. 213.
[1746] Sezgin, GAS, I, 610.
[1747] Yavuz, aynı yer.
[1748] Sezgin, aynı yer.
[1749] Yavuz, aynı yer.
[1750] Katib Çelebi, II, 1106, 1960; Zirikli, aynı yer; Kehhale, aynı yer;
Watt, s. 767; Sezgin, GAS, I, 610; Yavuz, İslam Akaidinin Üç Şahsiyeti, s.
82-88; aynı mlf., “İbn Furek”, s. 497-498.
[1751]Hıtti, I, 665-671; Cahen, İslamiyet, s. 181-182; de Lacy O’Leary,
İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, Trk. trc., Hüseyin Yurdaydın-Yaşar
Kutluay, Ankara 1959, s. 96-97; F. de Jong, “Malamatıyya”, EI2, VI, 13-14;
L. Massignon (B. Radthe)-W.C. Chittick, “Tasawwuf”, EI2, X, 313-324; L.
Massignon, “Tasavvuf”, İA, XII/I, 26-31.
[1752]Kur’an-ı Kerim, Maide Sûresi 54 ayet; Kıyamet Sûresi, 1. ve 2.
ayetler.
[1753] Melâmîlerle ilgili tafsilatlı bilgi için bkz., Ebû Abdurrahman el-
Sülemî, Risaletü’l-melâmatiyye, Trk. trc. Ömer Rıza Doğrul, İslam Tarihinde
İlk Melâmet, Melâmîliğe ait en eski vesikanın tercümesi, Ankara 1947, s. 7-
78 (mütercime ait giriş kısmı); el-Hücvirî, a.g.e., s. 62-69; F. de Jong -Hamid
Algar, “Melâmatıyya”, EI2, VI, 13-15.
[1754] Bkz. Abdülbakî Gölpınarlı, Melamîlik ve Melâmîler, İstanbul 1992, s.
17-21.
[1755] İslamiyet, s. 183.
[1756] Bu zat ile ilgili bkz., el-Sülemî, a.g.e., s. 46-49 (mütercimin giriş
kısmı); Mustafa Kara, “Hamdun el-Kassar”, DİA, XV, 455-456.
[1757] Süleyman Uludağ, “Fütüvvet”, DİA, XIII, 260.
[1758]Bkz., C. van Arendok, “Futuwwa”, EI2, III, 123-124; Ahmet Yaşar
Ocak, “Fütüvvet”, DİA, XIII, 261-263.
[1759]Bkz, Ebû Abdurrahman el-Sülemî, Kitâbü Fütüvve, Trk. trc.,
Süleyman Ateş, Ankara 1977.
[1760] Ebû Abdurrahman el-Sülemî, Tabakâtü’l-sufiyye, nşr. Nureddin
Şureybe, Mısır 1953, s. 170; el-Kuşeyrî, Risaletü’l-Kuşeyriyye, Mısır 1966, s.
32; Trk. trc., Ali Arslan, İstanbul 1978, s. 108; Ebû Nuaym el-İsfahanî,
Hilyetü’l-evliya, X, Matbaatü’l-saade 1979, s. 244; Feridüddin Attar,
Tezkiretü’l-evliya, II, nşr. Reynold Alleyne Nicholson, Brill 1905, s. 55; Trk.
Trc., Süleyman Uludağ, İstanbul 19912, s. 495; el-Hücvirî, s.132-134; İbn
Mülakkin, Tabakâtü’l-evliya, nşr. Nureddin Şureybe, Beyrut 1986, s. 239; el-
Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XIV, 62-63; İbn Hallikan, II, 369-370; Erhan
Yetik, “Ebû Osman el-Hirî”, DİA, X, 208.
[1761] el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 33; Trk. trc., s. 109; Attar, a.g.e., aynı yer; Trk.
trc., aynı yer; İbn Mülakkin a.g.e., aynı yer.
[1762] el-Sülemî, a.g.e., aynı yer.
[1763] el-Sülemî, s. 174.
[1764] el-Kuşeyrî, aynı yer ; Trk. trc., s. 110; Ebû Nuaym el-İsfahanî, a.g.e.,
s. 245.
[1765] el-Sülemî, Risaletü’l-melâmiyye, s. 50 (mütercime ait giriş kısmı).
[1766] Yetik, a.g.m., aynı yer; Sülemî, a.g.e., s. 50-51 (mütercime ait giriş
kısmı).
[1767] Ebu’l-Ala el-Afifî, el-Melâmetiyye ve Sufiyye ve ehlü’l-fütüvve,
Kahire 1945, s. 15.
[1768] el-Sülemî, Tabakât, s. 212; el-Kuşeyrî s. 35; el-Hücvirî, s. 140-141;
Ebû Nuaym el-İsfahanî, X, 212; İbn Mülakkin s. 300; el-Zehebî, Siyerü
a’lâmi’l-nübela, XIV, 523-526.
[1769] el-Sülemî, s. 212-213; Attar, s. 88; Trk. trc., s. 534.
[1770] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XIV, 525.
[1771] el-Sülemî, s. 214-215; Ebû Nuaym el-İsfahanî, X, 213; Attar, s. 88-
89; Trk. trc., s. 535.
[1772] el-Sülemî, s. 216.
[1773] el-Hakim el-Tirmizî, Büdüvvü şe’n Ebî Abdullah Muhammed el-
Hakim el-Tirmizî, nşr., Muhammed Halid Mesud, İslamic Studies, IV,
Karachi 1965, s. 331-343; el-Sülemî, s. 317; Ebû Nuaym el-İsfahanî, X, 233-
234; el-Kuşeyrî, s. 38; Trk. trc., s. 123; el-Hücvirî, s. 141-142; el-Zehebî,
Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, XIII, 439-441 el-Sübkî, II, 245-246. Krş., Zirikli, VI,
272; Kehhale, X, 315; Muhammed İbrahim el-Ceyuşî, “al-Hakim al-Tırmıdhi
: His Works and Thoughts”, The İslamic Quarterly, 14/I-IV, Londra 1970, s.
159-175; Hasan Kasım Murad, “The Life and Works of Hakim al-Tırmidhî”,
Hamdard İslamicus, II/I, Karachi 1979, s. 65-69; Ahmed Suphi Fırat, “al-
Hakim al-Tirmidi ve Kitab al-aql wa’l-hawa Risalesi”, Şarkiyat Mecmuası,
V, İstanbul 1964, s. 96-106; Abdülfettah Abdullah Bereke, “Hakim el-
Tirmizî”, DİA, XV, 196-197.
[1774]Keşfü’l-mahcûb, 210-241.
[1775] el-Sülemî, s. 220; Ebû Nuaym el-İsfahanî, X, 235.
[1776] el-Sülemî, aynı yer; Attar, s. 97-98; Trk. trc., s. 845-846.
[1777] Bereke, a.g.m., s. 197.
[1778] Attar, s. 97-99; Trk. trc. s. 546-548.
[1779] Katib Çelebi, I, 700-701; Sezgin, GAS, I, 654.
[1780] Bereke, s. 198.
[1781] Sezgin, aynı yer.
[1782] Bereke, aynı yer.
[1783] Bereke, aynı yer.
[1784]Bkz., Zirikli, aynı yer; Kehhale, aynı yer; Sezgin, GAS, I, 653-659;
el-Ceyuşî, a.g.m., s. 182-187.
[1785]el-Sülemî, s. 474; el-Kuşeyrî, s. 49-50; Ebû Nuaym el-İsfahanî, X,
383; İbn Mülakkin, s. 79; Erhan Yetik, “Dineverî, Ebu’l-Abbas”, DİA, IX,
358-359.
[1786] el-Sülemî, s. 471; el-Kuşeyrî, aynı yer; Ebû Nuaym el-İsfahanî, X,
382; Attar, s. 257-258; Trk. trc., s. 725; İbn Mülakkin, s. 353. Krş., Mustafa
Bilgin, “Ebû Bekr el-Tamestânî”, DİA, X, 113.
[1787] a.g.e., aynı yer.
[1788] el-Sülemî, s. 473; Ebû Nuaym el-İsfahanî, aynı yer.
[1789] el-Sülemî, s. 471-473; Ebû Nuaym el-İsfahanî, aynı yer; Attar, s. 258 ,
Trk. trc., s. 726.
[1790] el-Sülemî, s. 472.
[1791] el-Sülemî s. 474.
[1792] Bilgin, a.g.m., s. 114.
[1793] el-Sülemî, s. 458; Ebû Nuaym el-İsfahanî, X, 379; el-Kuşeyrî, s. 48;
Trk. trc., s. 157; Attar, s. 89; Trk. trc., s. 537; el-Sübkî, III, 344; İbn
Mülakkin, s. 252. Krş., Osman Türer, “Bûşencî, Ebu’l-Hasan”, DİA, X, 475.
[1794] el-Sülemî, aynı yer.
[1795] el-Sülemî, s. 459; Ebû Nuaym el-İsfahanî, aynı yer; Attar, s. 90; Trk.
trc., s. 538.
[1796]
el-Sülemî, s. 460. Attar’da ise (aynı yer; Trk. trc., aynı yer) bu söz
“tamahkar olmamak, ama daima faaliyette bulunmaktır” şeklinde
geçmektedir.
[1797] el-Sülemî, s. 461; Attar, aynı yer; Trk. trc., aynı yer.
[1798] el-Kelâbâzî, el-Ta’arruf li-mezhebi ehlil’l-tasavvuf, Trk. trc.,
Süleyman Uludağ, İstanbul 1979, s. 11 (mütercime ait giriş kısmı); Leknevî,
s. 161. Krş., J. Arberry, “Kelabazî”, İA, VI, 537-538; P. Nwyia, “al-
Kalabadhî”, EI2, IV, 467; Zirikli, V, 295 , Kehhale, VIII, 222; Sezgin, GAS,
I, 668; Süleyman Uludağ, “Kelâbâzî, Muhammed b. İbrahim”, DİA, XXV,
192.
[1799] el-Kelâbâzî , s. 29 (mütercime ait giriş kısmı).
[1800] Katib Çelebi, I, 419.
[1801] el-Kelâbâzî, s. 11-25, 33-43 (mütercime ait giriş kısmı); Arberry,
a.g.m., aynı yer; Kehhale, VIII, 222; Sezgin, GAS, I, 668-669; Nwyia, a.g.m.,
aynı yer; Uludağ, a.g.m., s. 192-193.
[1802] el-Kelâbâzî, s. 25-33 (mütercime ait giriş kısmı); Uludağ, s. 193.
[1803]el-Kelâbâzî, s. 14 (mütercime ait giriş kısmı); Katib Çelebi, I, 53;
Kehhale, aynı yer; Uludağ, aynı yer.
[1804] el-Sülemî, s. 16-28 (naşire ait giriş kısmı); el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-
nübelâ, XVII, 247-255; İbn Mülakkin, s. 313-315. Krş. G. Böwering, “al-
Sulamî”, EI2, IX, 811-812; Şeşen, Müslümanlarda Tarih-Coğrafya
Yazıcılığı, s. 86; Tahsin Yazıcı, “Sülemî”, İA, XI, 94-96.
[1805] el-Sülemî, s. 3 (mukaddime kısmı); Katib Çelebi, II, 1104; Şeşen,
aynı yer.
[1806]Bkz., el-Sülemî, s. 29-43 (naşire ait giriş kısmı); Sezgin, GAS, I, 671-
674; Kehhale, IX, 258-259.
[1807] Şeşen, s. 59.
[1808] Şeşen, s. 59-60.
[1809] Katib Çelebi, I, 286, 296; Sezgin, GAS, I, 353.
[1810] Julie Scott Meisami, “Why Write History in Persian ? Historical
Writting in the Sâmânîd Period”, Studies in Honour of C.E. BOSWORTH, II,
Leiden 2000, s. 356-358, 363-367.
[1811] el-Seâlibî, IV, 108.
[1812] Muhammed Nizameddin, İntroduction to the Jawami’u’l-hikayat ve
lewami’u’l-riwayat of Sadidu’d-din Muhammad al-Awfî, Londra 1929, s. 44-
46; C.E. Bosworth, “Arabic, Persian and Turkish Historiography in the
Eastern İranian World”, History of the Civilization of the Central Asia, IV,
ed. C.E. Bosworth-M.S. Asimov, Paris 2000, s. 143.
[1813]Türkistan, s. 11-12.
[1814]GAS, I, 352.
[1815] Nerşahî, s. 5-6,15 (mütercime ait giriş kısmı); Barthold, Türkistan, s.
15-16; V. Minorsky, “Nerşahî ”, İA, IX, 197-198; Şeşen, s. 66; Sezgin, GAS,
I, 351-352; C.E. Bosworth, “Narshakhi”, EI2, VII, 966; aynı mlf., “Arabic,
Persian and Turkish Historiography in the Eastern İranian World”, s. 145.
[1816] D.M. Dunlop, “Bal‘amî”, EI2, I, 984; Tahsin Yazıcı, “Ebû Ali el-
Bel’âmî”, 390; Barthold, “Bel’âmî”, İA, II, 465; Safa, a.g.e., s. 618-610; R.
Levy, An İntroduction to Persian Literature, New York 1969, 50-51; Ebû Ali
el-Bel’amî, Târihnâme-i Taberî, nşr. M. Ruşen, Tahran 1987, s. 16-29
(naşirin mukaddimesi).
[1817] Katib Çelebi, I, 38; Zirikli, VI, 227; Sezgin, GAS, I, 222.
[1818]R.N. Frye, “City Chronicles of Central Aisa and Khurasan the Tarix-i
Nisabur”, s. 405-420.
[1819] Kandemir, s. 192.
[1820]
E. Wiedmann, “Hârizmî”, İA, V/I, 257; İlhan Kutluer, “Hârizmî,
Muhammed b. Ahmed”, DİA, XVI, 222.
[1821] Katib Çelebi, II, 1756; Sezgin, GAS, III, 314-315.
[1822]E. Wiedmann, a.g.m., s. 257-258; A. İ. Sabra, “al-Khwarazmî”, EI2,
IV, 1068-1069; Kutluer, a.g.m., s. 222-224.
[1823]el-Seâlibî, IV, 457-465. Krş., Zirikli, VI, 184-185; Kehhale, X, 126;
Barthold, Türkistan, s. 20-21; M. Nazım, “Utbî”, İA, XIII, 83; C.E. Bosworth,
“al-Utbî”, EI2, X, 945; Şeşen, s. 72-73.
[1824] J. H. Kramers, “Coğrafya”, İA, III, 208-209; aynı mlf. “Geography
and Commerce”, İslamic Geography General Outlines of İslamic Geography,
ed. Fuat Sezgin, Frankfurt 1992, s. 343-344; Şeşen, s. 95-96; Maqbul Ahmad,
“Djughrâfiya”, EI2, II, 581-582; aynı mlf., “Coğrafya”, DİA, VIII, 53; aynı
mlf., “Geodesy, Geology and Mineralogy, Geography and Catlography”,
History of Civilization of Central Asia, IV, ed. C.E. Bosworth-M.S. Asimov,
Paris 2000, s. 219-221.
[1825] V.V. Barthold, “Geographische Zeitschrift’s Preface”, İslamic
Geography General Outlines of İslamic Geography, ed. Fuat Sezgin,
Frankfurt 1992, s. 391-393; D.M. Dunlop, “al-Balkhî, Abû Zayd”, EI2, I,
1003; Maqbul, Ahmad, “Geodesy, Geology and Minerology, Geograhy and
Catlography”, s. 218; İlhan Kutluer, “Belhî, Ebû Zeyd”, DİA, V, 412.
[1826] el-Makdisî, s. 4.
[1827]Bununla ilgili olarak bkz., Ahmad, (a.g.m., aynı yer) Ancak, Ahmad,
burada Barthold’un hangi eserinden faydalandığını belirtmemiştir.
[1828] Kutluer, a.g.m., s. 414.
[1829]Ahsenü’l-tekasîm, s. 3-4.
[1830]Barthold, Türkistan, s. 13-14; Ch. Pellat, “Djayhanî”, EI2, II, 265-
266; Rıza Kurtuluş, “el-Ceyhanî”, DİA, VII, 467; Maqbul Ahmad, “Geodesy,
Geology and Minerology, Geography and Catlography” s. 217-218.
[1831] el-Makdisî, s. 4.
[1832] Orhan Bilgin, “Ebü’l-Müeyyed-i Belhî”, DİA, X, 337-338.
[1833]el-Kâmil fi’l-târih, VII, 456; Trk. trc., VII, 381.
[1834]Yetime, IV, 115.
[1835]A. Afsahzod, “Oral Tradition and the Litarary Heritage - Literature in
Persian”, History of civilization of Central Asia, IV, ed. C.E. Bosworth-M.S.
Asimov, Paris 2000, s. 371.
[1836] Lombard, s. 54-55.
[1837] el-Seâlibî, IV, 73-78.
[1838] el-Seâlibî, IV, 79-83.
[1839] el-Seâlibî, IV, 116.
[1840] el-Seâlibî, IV, 132-140.
[1841] el-Seâlibî, IV, 147.
[1842] İbn Hallikan, IV, 34.
[1843] el-Seâlibî, IV, 223-292; el-Sem’ânî, II, 408; Katib Çelebi, I, 770;
Zirikli, VI, 183; Kehhale, X, 119-120; Ch. Pellat, “Khwarazmî”, EI, IV,
1069; Sezgin, GAS, II, 635-636; Kenan Demirayak, “Hârizmî, Ebû Bekr”,
DİA, XVI, 220-222.
[1844] Bununla ilgili bkz., H. Masse, “Rûdekî”, İA, IX, 759-760.
[1845] Bkz., el-Avfî, Lübab el-elbab, nşr., M. Abbasî, Tahran hş. 1361, s.
493-496; el-Sem’ânî, III, 103; Nizamî-i Aruzî, s. 31-34; İng. trc., s. 51-56;
Devletşah, Tezkiretü’l-şuara, nşr. E.G. Browne, Brill 1901, s. 3-33. Krş., A.J.
Arberyy, Classical Persian Literature, Londra 1958, s. 32-36; Necibullah,
Persian Literature, Washington 1963, s. 226-232; J. Rypka, History of
İranian Literature, Dordrecht 1968, s. 144-145; G. Morrison - J. Baldick-
Kadhanî, History of Persian Literature, Leiden 1981, s. 17-18; H. Masse,
a.g.m., s. 761-763; F.C. de Blois, “Rûdakî”, EI2, VII, 585-586; Safa, I, 360-
361; Afsahzod, a.g.m., s. 371-372.
[1846] el-Avfî, ,a.g.e., s. 498.
[1847] Arberry, a.g.e., s. 42-43; Necibullah, a.g.e., s. 235; Morrison-Baldick,
a.g.e., s. 22; H. Ritter, “Dakikî”, İA, III, 463; Lombard ise (s. 55), bu işin II.
Nuh’un emriyle başlatıldığı görüşündedir.
[1848] el-Avfî, s. 488-489; Necibullah, s. 232-234; Safa, I, 408-419; Rypka,
a.g.e., s. 153-154; Morrison, a.g.e., s. 21-22; Cl. Huart (H. Masse), “Dakikî”,
EI2, V, 100; H. Ritter, a.g.m., s. 462-464; Tahsin Yazıcı, “Dakikî”, DİA,
VIII, 423-424; Afsahzod, s. 373.
[1849]el-Avfî, s. 508; Safa, I, 403-408; J. Arberry, s. 36; Morrison, s. 19;
Rıza Kurtuluş, “Ebû Şekür-i Belhî”, DİA, X, 235; Afsahzod, s. 372.
[1850] el-Avfî, s. 500-501; Morrison-Baldick, aynı yer; Rypka, s. 146.
[1851]el-Avfî, s. 520-525. Krş., J. H. Kramers, “Kisaî”, İA, VI, 824-825;
Rypka, s. 145; J.T.P. de Bruijn, “Kisaî”, EI2, V, 175-176.
[1852] el-Zehebî, Siyerü a’lâmi’l-nübelâ, 125, 263, 268; el-Sübkî, III, 188;
Zirikli, VI, 259.
[1853]
Keykavus b. İskender, Kabusnâme, Trk. trc., Mercimek Ahmed, thk.,
Orhan Şaik Gökyay, İstanbul 1944, s. 8; el-Avfî, s. 513; Safa, I, 401-403,
611-612; Orhan Bilgin, “Ebü’l-Müeyyed-i Belhî”, DİA, X, 337-338.
[1854] Bkz., Arberry, s. 43; Mehmet Kanar, “Firdevsî”, DİA, XIII, 125.
[1855] Bu eser Emevîler devrinde 117/731 tarihinde Arapçaya tercüme
edilmişti. Bkz., H. Ritter, “Firdevsî, İA, IV, 647.
[1856]Devletşah, a.g.e, s. 44. Krş., Arberry, s. 43-50; Morrison-Baldick, s.
22-25; Rypka, s. 154-166; Frye, Bukhara, s. 95-100; H. Ritter, a.g.m., s. 643-
649; Cl. Huart (H. Masse), “Fırdawsî”, EI2, II, 918-920; Kanar, a.g.m., s.
125-127; Afsahzod, s. 373-374.
[1857] Felsefe ve mantık konusundaki tercümeler için bkz., Ramazan Şeşen,
“İlk Tercümeler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, III, ed. H.D.
Yıldız, İstanbul 1986, s. 464-466.
[1858] İslam dünyasındaki felsefenin gelişimi ile ilgili bkz., R. Arnaldez,
“Falsafa”, EI2, III, 769-775; M. Horten, “Felsefe”, İA, IV, 540-546; Mahmud
Kaya-Harun Anay, “Felsefe”, DİA, XII, 311-330.
[1859] Fârâbî hakkında bkz., Abdülhak Adnan, “Fârâbî”, İA, IV, 451-469;
Richard Walzer, “Fârâbî”, EI2, II, 778-781; Mahmut Kaya, “Fârâbî”, DİA,
XII, 145-162.
[1860] Kutluer, s. 413.
[1861] el-Fihrist, 170.
[1862] İbn el-Nedim, aynı yer; Zirikli, I, 134; Kutluer, s. 414.
[1863] el-Fihrist, s. 170.
[1864]
Ebu’l-Hasan Ali b. Zeyd el-Beyhakî, Târihü hukemai’l-İslam, nşr.
Muhammed Kürd Ali, Dımaşk 1946, s. 37-38; Sezgin, GAS, III, 315.
[1865] İbn Ebî Usaybia, s. 427-459; el-Kıftî, Kitâbü’l-ahbâri’l-ulema ve
ahbâri’l-hükema, nşr. Julius Lippert, Berlin 1903, s. 413-426; Ebu’l-Hasan
Ali b. Zeyd el-Beyhakî, Tetimmetü Sivani’l-hikme, nşr. Muhammed Şefi,
Dımaşk hş. 1351, s. 38-62; aynı mlf,. Târihü’l-hukemai’l-İslam, s. 52-72; İbn
Hallikan, II, 157-162. Krş., F. J. de Boer, İslamda Felsefe Tarihi, Trk. trc.,
Yaşar Kutluay, Ankara 1960, s. 93-94; Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi,
İstanbul 1983, s. 88-89; aynı mlf., “İbn Sînâ”, İA, V/II, 807-808; Macit Fahri,
İslam Felsefesi Tarihi, Trk. trc. Kasım Turhan, İstanbul 1987, s. 105-106;
Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi, Trk. trc., Hüseyin Hatemî, İstanbul
1986, s. 169-170; Mehmet Bayraktar, İslam Felsefesine Giriş, Ankara 1997,
s. 193-194; M. Goichon, “İbn Sînâ”, EI2, III, 941; Ömer Mahir Alper, “İbn
Sînâ-hayatı”, DİA, XX, 319-322.
[1866]Meşşaiyye ile ilgili bkz., Bayraktar, a.g.e., s. 102-103; Mahmut Kaya,
“Felsefe”, DİA, XII, 314.
[1867]Macit Fahri, a.g.e., s. 110-112; İbrahim Agah Çubukçu, “İbn Sînâ’nın
İslam Felsefesindeki Yeri”, İbn Sînâ’nın Doğumunun 1000. Yılı Armağanı,
ed. Aydın Sayılı, Ankara 1984, s. 17-18.
[1868] el-Kıftî, s. 413; İbn Ebî Usaybia, s. 437.
[1869] A.M. Goichon, İbn Sînâ Felsefesi ve Ortaçağ Avrupasındaki Etkileri,
Trk. trc., İsmail Yakıt, İstanbul 1993, s. 82-118; A.C. Crombie, “Ortaçağ
Bilim Geleneği Üzerine İbn Sînâ’nın Etkisi”, Trk. trc., Mubahat Türker-
Kuyel, İbn Sînâ’nın Doğumunun 1000. Yılı Armağanı, ed. Aydın Sayılı,
Ankara 1984, s. 21-39; Ülken, “İbn Sînâ”, s. 821-824; H. Bekir Karlıağa,
“İbn Sînâ-etkileri”, DİA, XX, 345-353.
[1870]
Fahri, s. 117-123; de Boer, a.g.e., s. 96-98; Corbin, a.g.e., s. 172-173;
Çubukçu, a.g.m., s. 14-16; Ülken, a.g.e., s. 100-103; aynı mlf., “İbn Sînâ”, s.
814-818; Bayraktar, s. 196-207; Ali Durusoy, “İbn Sînâ-felsefesi”, DİA, XX,
326-327.
[1871]
Ülken, İslam Felsefesi, s. 103-104; aynı mlf., “İbn Sînâ”, s. 818-819;
Durusoy, a.g.m., s. 327-329; Çubukçu, s. 18-19.
[1872]Fahri, s. 108-109; de Boer, s. 95-96; Ülken, İslam Felsefesi, s. 90-93;
aynı mlf., “İbn Sînâ”, s. 809-811; Durusoy, s. 323-324.
[1873] Ülken, “İbn Sînâ”, s. 808-809; Ömer Mahir Alper, “İbn Sînâ-
eserleri”, s. 338.
[1874] Ülken, a.g.m., s. 809; Alper, a.g.e., aynı yer.
[1875] Ülken, aynı yer; Alper, aynı yer.
[1876] Alper, aynı yer.
[1877] Zirikli, II, 241; Kehhale, IV, 20-23; Alper, s. 338-345.
[1878] Şeşen, “İlk Tercümeler”, s. 471-473.
[1879]Sûret el-Arz, s. 469; Trk. trc., Şeşen, s. 216.
[1880]Bukhara, s. 103.
[1881]
P. Kraus - Pines, “el-Razî-Muhammed b. Zekeriyya el-Razî”, İA, IX,
642-645; L.E. Goodman, “al-Razi”, EI2, VIII, 474-477.
[1882]el-Kıftî, s. 272-273; İbn Ebî Usaybia, s. 423; Katib Çelebi, II, 1784.
Krş. L.M. Sadi, “The Millennium of Ar-Razi (Rhazes)”, İslamic Medicine,
Text and Studies on Muhammed b. Zekeriyya el-Razi, c. XXV, ed. Fuat
Sezgin, Frankfurt 1996, s. 255.
[1883] Kutluer, s. 413-415.
[1884]İbn Ebî Usaybia, s. 475-476. Krş., Zirikli, II, 224; Kehhale, III, 299;
Sezgin, GAS, III, 319.
[1885] İbn Funduk, Târihü hukemai’l-İslam, s. 95-97; el-Kıftî, s. 408-409;
İbn Ebî Usaybia, s. 426-427. Krş., Zirikli, V, 110; Kehhale, VIII, 35; Sezgin,
GAS, III, 326.
[1886]
İbn Sînâ, el-Kanun fi’l-tıbb, I, Trk. trc., Esin Kahya, Ankara 1995,
XXXVII-XLIII (mütercime ait giriş kısmı; Katib Çelebi, II, 1311-1313;
Goichon, “İbn Sînâ”, 942; Alper “İbn Sînâ-eserleri”, s. 339-340.
[1887] İbn Sînâ, I, XXX-XXXI (mütercime ait giriş kısmı); Alper, a.g.m., s.
340.
[1888] Bkz., İbn Sînâ I, XXX - XXXVII (mütercime ait giriş kısmı); Alper,
s. 337-345.
[1889]Eser, yapılan ilk tercümeden sonra III/IX asırda sırasıyla Haccac b.
Matar, Huneyn b. İshak ve Sabit b. Kurra tarafından Arapçaya çevrilmiştir.
Bkz., Hitti, I, 570.
[1890] bkz., C.A. Nallino, “Astronomi”, İA, I, 607; Şeşen, “İlk Tercümeler”,
s. 466-471.
[1891] Tafsilatlı bilgi için bkz., Hıtti, I, 570-576; A. Akhmadov,
“Astronomy, Astrology, Observatories and Calenders”, History of the
Civilization of Central Asia, IV, ed. C.E. Bosworth-M.S. Asimov, Paris 2000,
s. 195-199; Nallino, a.g.m., I, 686-690; Tevfik Fehd, “İlm-i Felek”, DİA,
XXII, 126-129; D. Pingree, “İlm al-Hay‘a”, EI, III, 1135-1138.
[1892]Tafsilatlı bilgi için bkz., Hıtti, I, 578-580; J. Vernet, “al-Khwarazmi”,
EI2, IV, 1070-1071; H. Suter, “Cebir”, İA, III, 40-41; W. Harnet, “al-Djabr
wa’l-mukabala”, EI2, II, 360-362; İhsan Fazlıoğlu, “Cebîr”, DİA, VII, 195-
201; aynı mlf., “Harizmî, Muhammed b. Musa”, DİA, XVI, 224-227; A.İ.
Sabra, “İlm al-Hisab”, EI2, 1138-1141; Q. Mushtaq, “Mathematical
Sciences”, History of the Civilization of Central Asia, IV, ed. C.E. Bosworth-
M. Asimov, Paris 2000, s. 177-178, 182-193; Muhammed Süveyşî, “Hesap”,
DİA, XVII, 242-244.
[1893] el-Birunî, Tahdidü nihâyât el-emâkin, İng. trc., Cemil Ali, ed. Fuat
Sezgin, Frankfurt 1992, s. 65-66, 216-217; Aydın Sayılı, The Observatuary in
İslam, ed. Fuat Sezgin, Frankfurt 1998 (Ankara 1960 baskısından), s. 98-99;
Sezgin, GAS, VI, 170; Ebu’l-Kasım Kurbanî, Zindeginâme-i Riyazidenan-ı
Devreyi İslamî, Tahran hş. 1365, s. 264-265.
[1894] Sezgin, GAS, VI, 216-217.
[1895] Kurbanî, a.g.e., s. 73-74.
[1896] İbn el-Nedim, s. 170-171; Sezgin, GAS, VI, 191; Kutluer, s. 413-414.
[1897]İbn el,Esîr, VIII, 504; Trk. trc., VIII, 435; Sayılı, a.g.e., s. 103-104;
Kurbanî, s. 63; J. Samso, “al-Khazin”, EI2, IV, 1182-1183; İhsan Fazlıoğlu,
“Hâzin, Ebû Ca’fer”, DİA, XVII, 126-128.
[1898] Fazlıoğlu, a.g.e., s. 126.
[1899] Fazlıoğlu, s. 127.
[1900] Bu teorem cebirsel denklemlerin köklerinin bulunması ile ilgili
denklemleri içermektedir. Bkz., Yavuz Aksoy, Bilim Tarihi ve Felsefesi,
İstanbul 1994, s. 233.
[1901] Fazlıoğlu, aynı yer.
[1902] Küp ve benzeri cisimlerle ilgili matematiksel denklemler. Bkz.,
Aksoy, a.g.e., s. 112-114.
[1903] Trigonometri ile ilgili bkz., Aksoy, s. 93-96.
[1904] Kehhale, IX, 239; Sezgin, GAS, V, 298-299; VI, 190; Kurbanî, s. 64-
67.
[1905] Sezgin, GAS , V, 299; Kurbanî, s. 67; Fazlıoğlu, s. 128.
[1906] Sezgin, aynı yer; Kurbanî, s. 64; Fazlıoğlu, aynı yer.
[1907] Fazlıoğlu, aynı yer.
[1908] Fazlıoğlu, s. 129.
[1909]
Sezgin, GAS, V, 337; VI, 242; Kurbanî, s. 79-80; D. Pingree, “Ali b.
Bamşad Qâ’enî”, EI, I, 870-871; “İbn Bamşad”, DİA, XIX, 358.
[1910] Kurbanî, s. 29-34; Mushtaq, a.g.m., 179-180; Alper, “İbn Sînâ-
eserleri”, s. 344.
[1911]
Frye, “The Samanids”, s. 143; Trk. trc., s. 58; Sayılı, s. 101; Sezgin,
GAS, VI, 177.
[1912] Sezgin, GAS, VI, 211.

You might also like