Professional Documents
Culture Documents
Bit Muayenesi - altKitap2018OykuSeckisi PDF
Bit Muayenesi - altKitap2018OykuSeckisi PDF
Bit Muayenesi - altKitap2018OykuSeckisi PDF
Tür: Öykü
www.altkitap.net
altkitap@altkitap.net
Bit Muayenesi
altKitap 2018 Öykü Seçkisi
İçindekiler
İdris Erdoğdu
1971 Erzurum ili, Şenkaya ilçesi, Gezenek Köyü doğumlu. Atatürk
Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Erzincan Eğitim Yük.
Ok. Sınıf Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Daha sonra Ana-
dolu Üniversitesi‘nde lisansını tamamladı. MEB’in açtığı eğitimleri
tamamlayarak özel eğitim öğretmenliği alanına geçti. Hâlen Anadolu
Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde okuyor. Yurdun değişik yerlerinde
köy öğretmenliği yaptı. Son görev yeri Bandırma Rehberlik Araştırma
Merkezi‘nde çalışmaya devam ediyor. Evli. Hélin adında bir kızı var.
Bit Muayenesi
Melis Oflas
20
3.
21
Ahmet Anaç
1966 Batman doğumlu. Bu öyküsüyle ilk defa altKitap 2018 Öykü Ya-
rışması’na katıldı.
Sekerat
İlay Bilgili
Tam yetmiş sekiz yıldız sayıyor gökte Zarife hala. Aklı bir ço-
cuğun aklı gibi. Zarife halaya bakıyorum. Sanki bin yıllardır, hiç büyü-
meden, kalmadan ve gitmeden aynı balkondaki aynı minderde oturup
gün deviren, tek kaygısı, oyası yeni bir yazma olan Zarife halaya ve
kendime bakıyorum. Gün yerini yetmiş sekiz yıldızlı geceye bırakıp
gitmiş. Cırcır böcekleri kendilerine buldukları bir erik kovuğunda, bir
40
çam dalında aralıksız ötüyorlar. Gecenin şarkısı derin bir sessizlik ve
durmadan öten cırcır böcekleri. Gündüz çocukların toza toprağa ka-
rışarak oynadıkları kirazın gölgesi, yerini yılanlara, akreplere bırakmış.
Gökçeli yaylası karşıda selam duruyor bana. Yapraklarından çok mey-
vesi olan elma ağaçları emeklerini sabırla taşıyor. Yemişler kâh yerler-
de çürüyor, kâh dallarda yemyeşiller. Biberler sıra sıra, taze fasulyeler
çalılara dolanmış arsızca saçaklanıyor.
Sabah, ışıklarını dağlardan çamlara, çamlardan yayla evinin
avlusuna saldığında ilk Cumali uyanıyor. Hortumu toparlıyor, un çu-
valını hazırlıyor. Annem hamuru mayalıyor. Sonra odunları ateşe, saca
kavuşturuyor. Üzümler isli duman kokusuna uyanıyor. Mayalar yüzle-
rini güneşe dönmüş, güneş içmeyi en çok incirler bilir. Ateşte yana
yana bala çalar içleri, orada birkaç karınca kendine kışlık arar. Yuva-
larına, güneşten çatlamış mayaların ballarını taşırlar. Herkes telaştay-
ken, şehirler bize kendimizi unuttururken. Şehirler…
Rüya olduğunu hissettiğim bu sıcak günler, sakin geçerken
eşyalarımı toparlayıp neden buraya geldiğim ara ara aklıma düşüyor.
Şehirden, o zavallılıktan, o görünmezlikten biraz olsun sıyrılabilmek
için geldiğim köy evimizdeki bu umursamaz, bu tıkır tıkır işleyen dü-
zen daha üçüncü günde beni boğmaya başlıyor. Gözlerimin içinden
bakan ve kimsenin farkında bile olmadığı, yaralı, yalpalayan, can tes-
lim etmek üzere ama canı çıkmayan beni, kimse görmüyor. Bir incir
balından çatlıyor, bir karıncaya sofra oluyor. Bazı şeylerin içlerini kıs-
kanıyorum. Cumali çayı ocağa sürüyor, tavuklar yerleri deşmeye baş-
lıyor.
Zarife hala çocuk aklıyla beni her gördüğünde tek gözüyle
gülümsüyor, “Canım benim,” diyor. Dünyanın en naif kahkahası Zarife
halanın yüzünde çiçekler gibi patlı-yor, beni sarıp sarmalıyor. Sonra
yine dağlara bakıyor Zarife hala, tam kırk dört yıldır sadece dağlara
bakıyor. Sanki birisi kulağına, “Gözlerini hiç ayırmadan dağlara bak,”
demiş de o da, “Tamam canım benim,” demiş gibi. 41
Üç gün önce evimin penceresinden baktığım sokak, o çamu-
rumsu kalabalık, o görünmezlik yangını sarıyor her yanımı. Dağlara
değil de Kadıköy’ün anason ve sigara kokan sokaklarına baktığım her
gün geliyor, boğazıma yapışıyor adeta. Şehirler… Elimi cebime atı-
yorum, orada mı diye bakıyorum. Terlemiş avuç içim ile kavrıyorum
notu. Karnıma düşen tohum, yeşeren yapraklar, Mustafa. Mustafa’nın
“O çocuğu aldıracaksın,” demesi. Hepsi Çukurova’nın cehennem ate-
şinde kaynıyor. Kendi içini yok etmek benden istediği. Yapıyorum.
İçimdeki hikâyeyi yok edip köye kaçıyorum. Notu içimdeki boşluğa bı-
rakıyorum. Yanaklarımı çatlatan rüzgâr, bana çarpıp dalları dolanıyor,
kıpırdamaya mecali olmayan yapraklara dalıp gidiyorum. Annemin
sesini duyuyorum birden, “Cumali bazlamaları çevir oğlum. Evreağaç
şurada.” Dünyanın en önemli şeyinin ateşi harlamak, bazlamaların pi-
şip pişmemesi olduğu bu zincirde çok değil dört, beş gün kadar önce
uzandığım o yeşil ameliyathane örtüsü, tepemdeki sarı ışık ve gözleri-
min içindeki dehşet öyle sıradanlaşıyor ve saydamlaşıyordu ki gerçek
ve hayal ayırt edilemez bir hâl alıyor. Çamları çatırdatan sıcağında
Çukurova’nın, bereketli ve cömert topraklarında o esnada bin akrep
gölgelere saklanmış, yılanlar, çıyanlar kafalarını sessizce sürüyerek
akıp gidiyorlar ağaçların arasında. Misafir misafirliğini bilecek!
Annem Cumali’ye kibarca emrederek -ki bunu becermekte
ustadır- bazlamalara tereyağı sürdürüyor. Bir yandan durmadan anla-
tıyor. Cumali’ye sorsan kendi isteğiyle dinliyor. Bana sorsan… Annem
bana hiç sormadı. Aniden neden ziyarete geldim, neden hâlsizim, ne-
den buradayım hiç sormadı. Ateşi harladı, bostanları suladı, kollarını
açtı ama beni sarmadı. İçimdeki boşluğu kimse görmese o görür san-
dım, görmedi. Yeşil ameliyathane örtüsünü, yıllardır sıkı sıkıya kapattı-
ğım bacaklarımın arasındaki hazinemi, lanetimi ortaya çıkarıp içimdeki
müstesna günahıma, sevabıma dokunan elleri düşünürken, eksilirken,
yanımda ne Mustafa ne de annem vardı. İçinden kan sızan bereketim- 42
le karanlık eve geldiğimde bir gölgeydim artık. Göğsümün altından
başlayan ve leğen kemiğimde biten boşluktan dünya geçiyordu. Da-
lıp gidiyorum. Cumali’nin görünmeyen tasmasında annemin anneliği,
hanımlığı akrebin iğnesi gibi sivriliyor. “Çok güzeldim. Belime kadar
saçlarım vardı,” diye anlatıyor Cumali’ye annem. Ateşten kızarmış
yanakları parıldıyor, kaşlarını indirip kaldırıyor konuşurken. Yüzünde
övünç dans ediyor, alnındaki kırışıklıklardan dudaklarına, dudakların-
dan gözlerinin içine… “Ana, kız ana, bak saçıma kına vurmazsan bak-
mam buzağılara! Buzağılarımız vardı! Belden kemerli, bebe yakalı, sırtı
aşağıya kadar düğmeli elbiselerim vardı. Düz kol istemezdim, man-
şetli olacak,” diye devam ederken bizi görmez oluyor annemin gözü.
Çatlamış, kırışmış ellerini beline tutuyor, sonra saçlarına götürüyor
parmaklarını… Kimseye söz hakkı vermeden devam ediyor, “Babam
buğday verirdi yörüklere. Feke’nin, İmamoğlu’nun yörükleri gelirdi.”
Öğlen odun ateşine sürülecek dolmanın patlıcanları, biber-
leri sabah ezanı dağlarda dolanırken toplanmış. Eciş bücüş yayla do-
matesleri parıldıyor musluğun altında. Avrat olmak, avrat olabilmenin
kitabını yazıyor annem, ben sıradan bir kadın bile olamayışımla yine
kaçıp onun iğnesinin altına saklanıyorum. Orada mıyım, değil miyim
emin olamadığım bir anda annemin o gurur dolu sesi kulaklarımın
içinden zihnime, oradan üzeri örtülü divanlara yol buluyor.
“Saçlarımı iki belik örerdi anam. Kınalardı. Beliklerimin ucunu
tutar, eğri yerlerini keserdim makasla. Dümdüz olurdu uçları. Anam
görürdü, gene kesmişsin saçlarını derdi, kızardı. Yok ana, düzelttim,
derdim,” dedikten sonra keyfe geliyor iyice, basıyor kahkahayı. Gö-
zümün önünden annemin beni eğdiği, büktüğü, onun gibi gururla an-
latamayacağım onlarca çocuk hâlim boynu bükük geçiyor. Onları da
kimse görmüyor. Cumali bir yandan iş tutuyor bir yandan keyifle, kı-
kırdayarak dinliyor annemi. Cumali’nin kamaşan dişlerinin arasındaki
salyaları hissedebiliyorum, Yeter, diye bağırmak istiyorum. Kahvaltıya 43
kadar üst kata çıkmak için yerimden kalktığımda annem hemen susu-
yor, nazikçe emrediyor.
“Aynur, otur kızım. Cumali çay koy ablana. Bazlamalar oldu,
otur da ye hadi. Zarife halana da ver bir tabak.” Öylece kalıyorum, ses
etmeden çay koyan Cumali’ye bakıyorum, Cumali bir erik ağacı, bir
kırmızı küpeli çiçeği, bir acı süs biberi kadar buralı. Ben… Ömrümün
tüm yazlarının geçtiği bu koca bahçeye ilk kez gelmiş gibi ürkeğim, içi
boşaltılmış ölü bir hayvandan farkım yok!
Çayımı alıyorum. Dallarındaki elmaları taşıyamayan bir ağacın
altında sıcaktan çatırdayan toprakta dolaşıyorum. Yalınayak. Gökyüzü
parlak, hafif esen poyraz tüm her şeyi yalayarak geçiyor aramızdan.
Mustafa dönmüş müdür diye düşüyor aklıma. Eve gelmiş midir geri?
Anahtarı kapıyı açmayınca… İçimdeki boşluğu da alarak yok olduğu-
mu anlamış mıdır? Notu buluyorum cebimde yine. İlk kez cesaret edip
okuyorum.
“Ben de kendi mağaramın duvarına bakıp izledim seni. Burada
yalnızız sandım. Ne güzel vuruyordu arkamızdan ışık. Ne güzeldi yan-
sımalarımız perdelerde, koltuklarda. İnsan da yaratabiliyor biliyorsun.
Seni ikimiz yarattık. Birlikte yapabildiğimiz tek şey de bu oldu. Giz-
lediklerimin sızdığı rüyalarımda konuşuyordum. Ayağa kalkamadığım,
altında doğrulamadığım çatıların gölgesinde sıkışarak fırlıyordum
uykulardan. Rüyaymış, diyerek gölgelerime sarılıyordum. Mağaramın
güzel duvarlarına. Duvarlar, gölgeler, ışık, rüyalar, tavanlar, koridorlar,
gerçekler birbirine karışmıştı ya hani? Gerçi sen aynı tarafa bakmıyor-
dun, öyle ya. Gölgelerin boyları büyüdü sonra. Uzadı, esnedi gölgeler.
Öyle uzadılar ki yok oldular. Yarattığını unutuyorsun. Tanrı’dan farkın
bu olsa gerek. Yüklemi olmayan bir cümle olduk sonra. Bir gizli özney-
din sen ve gerisi belirtili belirtisiz bir öykü. Ağdalı gölgeni daha fazla
önemseyemedim affet. Esneyen, kopmak istemeyen o acınası, zavallı
gölgenle seni baş başa bırakmalıydım. Beraber uyuduğumuz geceler- 44
de toprak olmuş yastığında bir orman sandığım başına kendi ellerim-
le balta vurdum. Bir bir kestim saçaklanan köklerini. Zor da olmadı.
Bir süre yastıktaki boşlukla hoş olmadı aramız. Günbegün kokuşmuş,
çürüyen bir bataklığa dönüştü kafanın yastıkta yarattığı boşluk. Ko-
kusu, yarası çarşafa yayıldı sonra. Odayı kaplayan kokudan bir türlü
kurtulamadım. Nevresimleri değiştirdim, kaynar sularda beklettim
hepsini. Güneşte kuruttuktan sonra katlayıp lavanta koydum araları-
na. Duvarlardan güç aldı boşluk, sarmaşık sarmaşık kapladı dolapların,
çekmecelerin içini. Sıkı sıkı sardı her yanı. İnanmazsın nevresimleri la-
vantalarla beraber tortop ettim, attım. Yatağı bir ikinci elciye verdim.
Çekmeceleri tütsüledim. Yeni bir nevresim aldım kendime. Tek kişilik.
Çekyatta bir ben ordusuyum, yalnız değilim merak etme.”
Notu buruşturup ateşe fırlatıyorum. Tortop kâğıt alevlerin
gücüyle yavaş ve titreyerek açılıyor. Ortasında bir boşluk oluşuyor
sonra, delikten başlayan kıvılcım, kâğıdı bir süre sonra yok ediyor.
Zarife halanın yanına gidiyorum. Gülümsüyor beni görünce, “Canım
benim,” diyor. Elini uzatıyor. Eli içimdeki boşluktan geçiyor, sırtımı sa-
rıyor. Annemin kahkahası geliyor bostandan, Zarife hala duymazdan
geliyor.
45
46
Metin Çalışkan
1989 İstanbul doğumlu. 2013 yılında Kocaeli Üniversitesi Reklam-
cılık Bölümü’nden mezun oldu. Öykü, şiir, edebiyat inceleme ve
sinema yazıları Ünisanat, Sinemasal, Modern Zamanlar, Roman
Kahramanları, Galapera Öykü, İnsan ve Kültür, Sahte Putlar, Öykü
Gazetesi, Lacivert, Çevrimdışı İstanbul, Yazı Evi Dergi gibi mecra-
larda ve Özgür Kocaeli gazetesinde yayımlandı. Üniversite döne-
minde amatör kısa film oluşumu sistemfilm’in, mezuniyet sonrasıysa
amatör sanat oluşumu Artistik Bellek’in kurucuları arasında yer aldı.
Hâlen, Artistik Bellek fanzin ekibinde çalışmalarını sürdürüyor.
Sarılma Seansları
Oktan Erdikmen
Anıl Ergin
1980 Kırklareli doğumlu. Galataperform’un Yeni Metin Yeni Tiyatro
Yazarlık Atölyesi’nde tiyatro oyunu yazarlığı eğitimi aldı. ve atölye
sonunda yazdığı Geçmişten Gelen Ev isimli oyun, Galataperform’un
düzenlediği 3. Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali’nde okuma tiyatrosu
olarak sergilendi. Ceyda Aşar’ın senaryo atölyesinde senaryo yazımı
üzerine eğitim aldı. Yazarkafa dergisinde Sair’in Büyük Aşkı isimli öy-
küsü seçkiye girerek yayınlandı. Koca Pelvan ve Sarı Kızan isimli bir
romanı olan Ergin; 2010 yılından bu yana Lüleburgaz Belediyesi’nde
memur olarak çalışmaktadır.
Olmaya Devlet Cihanda Yahut Babam
Gökhan Görmez
Özcan Kalbinur
90
91
Hüseyin Kural
10. bölüm ya da aşık bir adamı yolundan döndürebilecek tek şey yağ-
murdur
Bazı sabahlar bir başka güzeldir, bazı güneşler bir başka güzel. Güneş
her zaman doğudan doğar ama her gün başka biri için doğar. O gün,
benim için doğmuştu. Ben, o dünyalar güzeli için doğmuştum. O da
benim için. Biz birbirimiz için yaratılmıştık. Leyla ile Mecnun masaldı,
biz televizyon dizisi. Biz gişe rekorları kıran romantik bir aşk filmiydik.
Senaryoda bazı açıklar vardı, bazı gereksiz yan roller vardı ama bunlar
teknik konulardı ve zamanla düzeltilebilirdi. O gün, bu açıkları kapat-
ma günüydü.
Sete geldiğimde, teknik ekibe selam verdikten sonra bizim başrol
oyuncusunun karavanına gittim. Uzun zamandır gitmiyordum kara-
vanına o da şaşırmıştı. “Sana verdiğim kitapları alabilir miyim artık?”
dedim. Karavanın küçücük pencerelerinden giren güneş ışığı yüzünü
aydınlatıyordu. Fakat güneş her gün başroldekiler için doğmaz. Sine-
mayı sinema yapan karakter oyuncularıdır. Senaryoyu senaryo yapan
hayatını bir ot gibi yaşayan senaristlerdir. “Yanımda değil, bir ara ge-
tiririm,” dedi yüzüme bile bakmadan. Belki de yüzüme hiç ışık gelme-
diğinden yüzümü göremiyordu ve dikkati dağılıyordu. “Bir şey daha
var...” dedim, “o kızın peşini bırakmanı istiyorum. O kızın başka bir sev-
diği var çünkü,” dedim. “Nasıl yani, senaryo icabı mı? Bana bu hafta
gelen tekstte böyle bir şey yazmıyor ama...” dedi. “Hayır, gerçekte,
gerçek hayatta,” dedim. “Yoksa seni öldürürüm, hiç acımam,” dedim
arkamı dönüp karavanın kapısını kapatırken. Sesindeki şaşkınlık iyice
artmıştı, dışarıdayken bile sesini duyuyordum, “Senaryo gereği mi?”
diyordu hâlâ. Bir iki adım atıp, yüzümü güneşe döndüm ve ona şük-
ranlarımı sundum, bitkilere ve benim gibi otlara hayat veren güneşe...
98
11. bölüm ya da hayat aslında bir gündür
Bazıları hayatın hatta yirmi dört saatlik günün bile çok uzun olduğu-
nu düşünür. Oysa kısadır. Hayatın uzun olduğunu düşünenler tekrar
eden şeylere dikkat etmeyenlerdir. Kısadır hayat, ama tekrardan iba-
rettir. Güneş doğar, batar, birileri doğar, ölür ve sonra yine güneş do-
ğar, batar, birileri doğar, ölür... Kimisi aşkını yaşar, kimisi annesiyle her
hafta kurulan semt pazarında roka mı alsak semizotu mu diye düşünür
durur... Bazen roka tezgahında duran o yaşlı adam yerini oğluna bıra-
kır, her hafta roka almaya gelenler babaya bir şey mi oldu acaba diye
düşünür, bir sonraki hafta yine o yaşlı adamı görenler sevinir. Hayat
böyledir, tekrarlarla doludur. İnsanoğlunun en büyük hatası tekrar
eden şeylere karşı dikkatinin düşük, ilgisinin az olmasıdır.
Bir süredir kanal yönetiminin ve yapımcının kararıyla dizi her hafta
bir kere gösteriliyordu. Oysa eskiden hafta içi öğlen kuşağında bir
iki gün yayınlanırdı. Bir kere gösterilmesinin sebebi o saat diliminde
daha çok insanın izlemesiydi. Ayrıca yapılan araştırmalar göstermişti
ki, insanlar tekrarı olmayan dizileri daha dikkatli izliyorlardı. Dizinin
süresi üç saatti ve insanlar o büyük aşka daha dikkatli baksınlar diye
oğlanla kızı içim kan ağlayarak tekrar tekrar öpüştürüyordum. Çünkü
hayat aslında bir gündü, o da dizinin yayınlandığı gün.
100
101
Hakan Unutmaz
1991 Denizli doğumlu. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Türkçe Eğiti-
mi Bölümü’nü bitirdikten sonra İzmir’de Türkçe öğretmenliğine baş-
ladı. 2011’de Muğla’da Albatros adlı edebiyat ve kültür dergisini kurdu.
2014’te ise Sadece isimli şiir fanzinini çıkardı. Şiir ve eleştirileri Aka-
talpa, Eliz Edebiyat, Şiiri Özlüyorum, Şehir, Lacivert, Caz Kedisi, Ede-
biyat Nöbeti, Koza Düşünce, Kirpi, Deliler Teknesi, Kasabadan Esinti,
Yaşam Sanat, Anbean gibi dergilerde yayımlandı. Kuşlar Cesetken Ne
Düşünür İbrahim? adlı eseriyle 6. Homeros Öykü Ödülü’nü aldı. Hâ-
len Türkçe öğretmenliği yapıyor ve Ege Üniversitesi Gazetecilik Bölü-
mü’nde eğitimine devam ediyor.
Random /b/
Elbette bir şeyler eksik kalıyor. Her ne kadar yirmi dört saati
ağzına kadar dolu yaşasak da…
“Okul bitince tertemiz bir sayfa açarsın işte!” dedilerdi bir za-
manlar. Bir zamanlar dediysem, sanki aradan yıllar geçmiş. İki yıl önce
falandı bu cümleyi ciddi şekilde duyduğum vakit. İki yılda, birden fazla
olduğu için resmi olarak “yıllar” kategorisine girmiş oluyor.
102
Hayatını tam anlamıyla kurabilmen için -evliliği bu hayata da-
hil etmesen de olur- devlet kapısının tokmağının bir köşesinden tut-
man yeterli bu devirde. Özel sektörün de çok iyi imkânları var aslında
ama bu durumu topluma anlatma eylemi, dünyanın en yorucu işlerin-
den. Aslında toplumun ne düşündüğü umurumda değil ancak ailem
de toplumun rastgele bireylerinden seçilmiş bir parçası olduğu için
bu durumu göz ardı edemem.
Yaz bitmeseydi iyiydi. Yabancı dili biraz kıvırınca rahatlıkla
cebimi doldurabiliyorum sahillerde. Kumsalın haraççısıyla, itiyle, ko-
puğuyla da baş etmeyi öğrendim zamanla. Yaşımın küçük göstermesi
avantajından yararlanmamla beraber “üniversite öğrencisi” ayağına
kimse de pek ses çıkartmıyor anlayacağınız. Ama sezon sonu geldi
yine gereklilik kipinden. Küçücük çantayı toplayıp, baba evine dön-
menin vaktini sıvazladım. İlk başlarda sevinçle karşılansam da, yıl bo-
yunca çekeceğim suratın haddi hesabı yok. Babamla, karşılıklı olarak
her hareketimizden nem kapıyoruz zaten. Askerlik işini nasıl hallede-
biliriz peki? Tecil kasımda bitiyor, durumu en fazla bir dönem daha
uzatabilirim. Yüksek lisans için uğraşsam? Bu ortalamayla mı? Hunhar-
ca gülesim var.
Küçük otobüslere sığamıyorum bir türlü. Bir o kadar da pa-
halı bu rahatsız oturgaçlı götürgeçler. Yoksa çift koltuk alır, bağdaş
kurarak dönerim evime. Yedi saatlik saltanatım, varınca bitecek na-
sıl olsa. Düşünün artık, bunca yolu büyük bir aracın bile gitmeye te-
nezzül etmediği kırsallarda oturacağım yine aylar boyu. Doğduğum
yerden utandığımdan değil, bazı insanlarından tiksiniyorum sadece.
Annemin, yıl boyunca göğsüne diken gibi batan sorulara, gözleriyle
benden cevap vermemi beklemesinden korkuyorum en çok.
“Sizin oğlanın okul bitti mi?”
“Çalışmıyor mu daha?”
“Askere ne zaman gidecek?”
“E, evlenirse nasıl geçinecek?” 103
Bir tanrı varsa ve öldüğümde, bu sorulara benzer sorularla
beni sınamaya kalkarsa, iblislere zahmet ettirmeden, kıldan ince köp-
rüden aşağıya bırakırım kendimi.
Odamın içinde sessizce ölümü bekliyorum geceleri sanki. Bu
odada doğ-madım, karşıdakinde ağladım ilk olarak. Bak, bir de gö-
rülen geçmişle konuşuyorum, hatırlıyormuşum gibi. “Ben”liğim yine
oradaydı belki ama hatırlayamadığım rüyalarımda bile, “Sanki böyle
böyle olmuştu,” diye zaman kayması yaratıyorum kendimce.
Bu ilçede, her sene illa ki demir atsam da anlaşabildiğim, kay-
naşabildiğim çok fazla insan yok. Gurbet olarak tabir edilen yerlerde
geçen “eğitim” ergenliğimden sonra, bu topraklarda sıfırdan dostluk
kurmak niyetim de yok açıkçası. Öyle olursa, beni buraya bağlayan
birden fazla öğe oluşacak aniden. Ara bağlarımız çok güçlü olmasa
da, şimdilik bir “çekirdek aile” yetiyor uğramalarıma zaten.
Sanırım sigaramı değiştirmem gerekiyor. Daha ucuz bir mar-
kaya geçmenin vakti geldi. Annemden harçlık isterken yüzüm yerler-
de sürünüyor neredeyse. İçimdeki ritimsiz orkestranın gürültüsünü,
dışımda sessizliğim bastırmakta zorlanıyor. Tüm “tanıdık çocukları”,
“kimisinin oğlu”, “Alilerin, Velilerin kızları” evini- arabasını almış, çoluk
çocuğa karışmaya ramakları kalmışken, benim hâlâ arkadaki elma ağa-
cından sırıkla elma düşürmeye – ağaca çıkmaya bile üşeniyorum, siz
düşünün artık- çalışmam babamı delirtiyor, eminim.
“Eline ne geçti bunca yıl çalıştın da?”
“Yıllardır üç gözlük bir barakaya kira ödüyorsun!”
“Kömürü bile bin bir güçlükle alıyorsun sonbaharda.”
“Hep susuyorsun, mutlu musun?” diye haykırmayı o kadar çok
istiyorum ki babamın suratına. Tek çocukluğun beklentilerini karşıla-
yamayan, kahvedeki arkadaşları “oğullarıyla” övünürken, ona göre bir
“erkeğin” adının bile okunmadığı evlat parçasıyım bu hâlimle. “Devlet
Kapısı”na kıçımın bir ucunu dayayabilmiş olsam nasıl da övünecekti 104
kim bilir. Beni bir “kravat bağı”na mahkûm ederken, suratında oluşa-
cak gülüşü hayal edebiliyorum.
Yüzüme “bakmayışların” ağırlığını kaldıramayacak vaziyet-
teyim artık. Sürekli sigarayı ters yakmaya çalışma sürecim de bunun
yüzünden başladı, biliyorum. “Ah-lak” ve “Kültür” adlı kardeşlerin asır-
lar önce bizim gibi insanları düşünmeyip uydurduğu kurallara göre
yaşamayı istemiyorum. Annemden o saçma sapan kâğıt parçalarını
almamak için bir yol seçmeliyim, bunun vakti geldi. Sanki gazını çıka-
rabilmiş bebekler gibi tüm insanları bir anda rahatlatacak olsam da
ömrümden vazgeçmeye gidiyorum yarın sabah. Babamın gidişimden
haberi olmasa da, topluma göre “iyi haber”i aldığında sevinçten hava-
lara uçacak, çay ısmarlayacak adam, kahvedeki en yakın dostu (rakip-
leri) olan insanlara.
Basit bir sırt çantasıyla “kimsesizce” çıktım evden. “Misafir
odası” diye adlandırılmasına rağmen şimdiye kadar hiç misafir girme-
yen, sadece benim uykularımın duvarlarda göz bıraktığı odayla veda-
laştım acı sırıtarak. Hayvan pazarından bozma mini otogara yürürken
düşündüm:
“Büyüyünce ne olacaksın?”
“Ne zaman evleneceksin?”
“Kendinden vazgeçip ne ara sıradan insanlar gibi kredi öde-
meye başlayacaksın?” sorularını öldürmeye gidiyorum resmen. En ya-
kın il merkezinden “aktarımım” için bineceğim eski otobüsü süzdüm
sigaramı içerken. İçine girdiğimde sanki aynayla yüzleştim en ön kol-
tukta. Benim yaşlarımda, muhtemelen defalarca karşılaştığımız ama
belli ki hiç konuşmadığımız, benimle beraber tepeden tırnağa düşü-
nen bir adam!
Arapça bir “Merhaba,” ile oturdum yanına. Dudaklarından dü-
şecek ilk soruyu tam tahmin edecekken, erken davrandı ayna,
“Polislik için mi sen de?” 105
Saçlarım kadar uzun yol boyunca, yeryüzü hiç konuşmadı!
106
Mahmut Yavuz
115
116
Ümit Yılmaz