Bit Muayenesi - altKitap2018OykuSeckisi PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 123

Bit Muayenesi

altKitap 2018 Öykü Seçkisi

Editörler: Özge Calafato, Tuğba Çelik, Hande Ortaç, Ata


Tuncer, Engin Türkgeldi ve Mevsim Yenice
Yayına Hazırlayan: Su Başbuğu - Mevsim Yenice
Kitap ve Kapak Tasarım: Su Başbuğu

Tür: Öykü

© Ekim 2018 altKitap

Yapıtın tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak


kısa alıntılar dışında yayıncının izni olmaksızın hiçbir yolla
çoğaltılamaz. Tüm içerik CC Attribution-NonCommercial 3.0
Unported License altındadır.

www.altkitap.net
altkitap@altkitap.net
Bit Muayenesi
altKitap 2018 Öykü Seçkisi
İçindekiler

Birinci – İdris Erdoğdu - Bit Muayenesi


İkinci – Melis Oflas - Yenilik
Üçüncü – Efe Can Karabulat - Sakızlı’nın Üç Oğlanı 1: Uzun Saçlı

Ahmet Anaç - Sekerat


İlay Bilgili - Mimesis
Metin Çalışkan - Sarılma Seansları
Oktan Erdikmen - Karıncalar Grileri Sevmezler
Anıl Ergin - Olmaya Devlet Cihanda Yahut Babam
Gökhan Görmez - Ölü Saksağan Parıltısı
Özcan Kalbinur - Ben Böyle Olsun İstemezdim Rümü
Hüseyin Kural - Tekrarsız Yeni Bölüm
Hakan Unutmaz - Random /b/
Mahmut Yavuz - Meyyal
Ümit Yılmaz - Drango
Önsöz

Türkiye’nin ilk elektronik kitap yayınevi olan altKitap, altKitap


Öykü Ödülü’nün on birincisi 2018 baharında gerçekleştirdi. Başvuru
koordinasyonunu Su Başbuğu’nun gerçekleştirdiği altKitap yayın ku-
rulu üyeleri Özge Calafato, Tuğba Çelik, Hande Ortaç, Engin Türkgel-
di ve Mevsim Yenice ve 2017 altKitap Öykü Ödülü birinciliğini kazanan
Ata Tuncer’den oluşan seçici kurulun, başvuran 366 öykü arasından
yaptığı değerlendirme sonucunda Birincilik Ödülü Bit Muayenesi adlı 4
öyküsüyle İdris Erdoğdu’ya; İkincilik Ödülü Yenilik adlı öyküsüyle Me-
lis Oflas’a; Üçüncülük Ödülü ise Sakızlı’nın Üç Oğlanı 1: Uzun Saçlı adlı
öyküsüyle Efe Can Karabulat’a verildi.
Bit Muayenesi – altKitap 2018 Öykü Seçkisi, dereceye giren ilk
üç öykünün yanı sıra seçici kurulun yayımlanmaya değer gördüğü on
üç öyküyle birlikte toplam on altı öyküden oluşuyor.
Yenilikçi içeriği ve tasarımıyla 2000 yılından bu yana ücretsiz
e-kitap yayımlayan altKitap, Türkiye’deki çağdaş edebiyat üretimini
hareketlendirme ve yeni öykücüleri görünür kılma hedefini 2006’dan
beri düzenlemekte olduğu altKitap Öykü Ödülü’yle gerçekleştirmeye
çalışıyor. Satış ve maliyet kaygısından arınmış, içeriğin ön plana çıktığı,
altKitap’ın ayrılmaz bir parçası olarak her yıl hazırlanan altKitap Öykü
Seçkisi de bu anlayışla hazırlanıyor.
altKitap Öykü Ödülü’nün gerçekleşmesinde emeği geçen
herkese teşekkürlerimizi sunuyor, bütün katılımcılarımızı tekrar tebrik
ediyoruz.
1.
6

İdris Erdoğdu
1971 Erzurum ili, Şenkaya ilçesi, Gezenek Köyü doğumlu. Atatürk
Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Erzincan Eğitim Yük.
Ok. Sınıf Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Daha sonra Ana-
dolu Üniversitesi‘nde lisansını tamamladı. MEB’in açtığı eğitimleri
tamamlayarak özel eğitim öğretmenliği alanına geçti. Hâlen Anadolu
Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde okuyor. Yurdun değişik yerlerinde
köy öğretmenliği yaptı. Son görev yeri Bandırma Rehberlik Araştırma
Merkezi‘nde çalışmaya devam ediyor. Evli. Hélin adında bir kızı var.
Bit Muayenesi

Köyde herkeste sabun olmazdı. Deterjanın, adı dahi bilinmez-


di. Sabun yapmak için soda ve iç yağı karıştırılıp kaynatılarak elde
edilen karışım, donması için tahta kalıplara dökülür, böylece sabun
ihtiyacı karşılanırdı. Elbise yıkamak için kil, kap kacak yıkamak için te-
zek külü kullanılırdı. Temizlik bu şekilde olunca, iyice temizlenmeyen
vücutlarda, kirinden arındırılmayan çamaşırlarda bit olmaması imkân-
7
sızdı.
Devlet o yıl bitle mücadele kararı almıştı. Bütün kasabalara,
nahiyelere, köylere jandarma, öğretmen, imamlar aracılığıyla haber
salınıyor, bu beladan nasıl kurtulunacağı anlatılıyordu. Kasaba mer-
kezlerinde ve nahiyelerde mücadele, uygulamalı olarak gösteriliyor,
muhtarlıklar aracılığıyla hane başı fabrika sabunu dağıtılıyor, sabunla
baş edilemediği zaman karakol marifetiyle duruma müdahale edili-
yordu. Devlet işi ciddiye almıştı almasına ya, bizim memlekette bu iş
her mevsim ayrı bir dertti. Kışın, “Her gün banyo yapın,” diyen karakol
komutanı, nahiye müdürüyle beraber köylülerin ensesinde boza pişi-
riyordu. Söylemesi kolay, yapması hakikaten zor bir işti. Su, köyün çeş-
mesinde. En yakın çeşmeden kişi başı iki kova su getirmeye kalksan,
her evde en az yedi-sekiz nüfus vardı. Bu da otuz kırk kova su demek-
ti. Hadi suyu getirdin, ısıtmak için odun yarmak, tezek kırmak lazımdı.
Zaten herkes bir göz odada başlı kıçlı yatıyordu. Bu da halledilse bile,
nerede yıkanılacaktı? Kovayı kapan yetişkinler soluğu ahırda alıyordu.
Ahırın ortasında iki tahtanın üzerinde, hayvanlara göstere göstere
kadın, erkek yıkanıyorlardı. Tabi tasla başınızdan aşağı döktüğünüz
temiz su yere iniyor, yukarıdan dökülen su gübrelere çarpınca, dizle-
re kadar gerisin geri gübre sıvanıyordu. Bu, işin keyifli tarafıydı. Bit-
ten kurtulmak için kirli ya da eskiler giyilmemeliydi. Oh ne âlâ! Yeni
nerden bulunulacaktı? Yok. Harman bitip son güz gelince kuzusunu
satan kuzu parasıyla, satamayan ofise verdiği buğdayla, o da yoksa
fazladan yaptığı iki teneke peynirle kazâya gider, satar, oradan doğru
Sümerbank’a uğrardı. Son baharda Sümerbank’ın en çok sattığı şey
top Amerikan bezi idi. Herkes kesesine göre bir-iki top Amerikan bezi
alır, köyün yolunu tutardı. Bu bit muayenesi işi çıkınca, pırtıcılar köyle-
re kadar gelmişti; peynirle, unla, yağla pırtı satışı başlamıştı. Hükümet
“Milleti, kanlarını emen bu illetten kurtaracağız,” derken, pırtıcılar bit-
lerden beter dadanmıştı.
Kışı bir şekilde atlatıp bahara çıkınca, köylü azıcık rahatlıyor- 8
du. Tarlaya, çayıra, ekime gidenler, zaten üstte başta bir şey yok, olanı
da çalıya, taşa serip havalandırıyor, evdeki bitleri doğaya naklediyor-
lardı. Akşam eve gelince boşalanların yeri, sabaha kadar doluyordu.
Kış kadar olmasa da en sıkıntılı dönem yazdı. Çünkü herkes harmana,
tarlaya gece yarılarında gidip, akşam karanlığında dönüyordu. İnsan
gücüne en fazla ihtiyaç duyulan mevsimdi. Bunun bitle ilgisine gelin-
ce, bizim nahiye müdürü bu işi o kadar ciddiye almıştı ki; her sabah
karakoldaki üç dört jandarmayı, başlarında bir çavuşla nahiyenin içine
salar, yolda, belde, sokakta kaşınan birini gördüler mi, gördükleri yer-
de hane halkını müdürlük binasına döker, anadan üryan bit muayenesi
yapardı. Bu “muayene” sözcüğünün üzerine özellikle bastıra bastıra
söylerdi. Onu söylerken, kendince müdürlüğünü daha bir hissettiri-
yordu.
Oldu ki bit çıktı. Çıkmaması bir mucizeydi. Hane, Müdür Bey
tarafından karantinaya alınır, ev ilaçlanır, karantina süresince kimse
bir yere çıkamazdı. Harman ayında köylüyü evine kapatacağınıza, öl-
dürün daha iyiydi. Bu yüzden köyde kaşınırken yakalanıp karakola gi-
denlere “idam fermanı çıkmış” derlerdi.
Rasim Dayı on nüfusla kendini zar zor bahara atmıştı. “Allah
razı olsun şu kartolu bu memlekete getirenlerden. Eğer bu mübarek
olmasaydı biz ne yapardık? Kış bahara kadar un, den, kartol, ye ba-
bam ye. Bu mübarek o kadar bereketli ki hastalandın haşla, misafir
geldi kızart, çocukların gece evde canı sıkıldı, tuzla sobanın fırınına
at. Hiç yüzümü kara çıkarmadı,” diye yoksulluğuyla dalga geçer, ba-
har gelince, “Dişimiz yeşile değdi, artık bize ölüm yok,” derdi. Çoluk
çocuk, yenecek ne kadar ot varsa hepsini bilir, toplarlardı. Hani köy-
dekilerin çoğunun durumu aynıydı; ama o, bununla eğlenmesini bilir-
di. Bu “bit muayenesi” işi çıktığından beri keyfi kaçmıştı. Zaten huylu
adamdı, karşısındaki ne yapsa aynısını yapar, yapan vaz geçene kadar
Rasim Dayı kan ter içinde kalırdı. Köyde birkaç densiz Rasim Dayı’yı 9
karakolun önünden geçerken huylandırmış, Rasim Dayı huylanmaya
başlayınca, onu tanımayan askerler yaşlı adamı karga tulumba kara-
kola sokmuşlardı.
Köylüler, karakolda soyunmaktan değil, ama işten alıkonul-
maktan korktukları için karakolun önünden geçerken nizami geçiş
yapmayı, zor da olsa öğrenmişlerdi. Nahiye müdürü karakolun önün-
den kimseyi çeviremeyince muhbirler tutmuştu. Muhbirler kahvenin
önünde, camide geleni geçeni gözlüyor, evlerin kapılarını gizli gizli
dinliyor, şüpheli gördüklerini müdür beye bildiriyorlardı. Tek katlı köy
evinden bozma müdürlük binasının meydana bakan kapısı sürekli
açık dururdu. Müdür bey; kısacık boyu, kırılacakmış gibi duran boy-
nu üstündeki kocaman kel kafasıyla arada bir kapıda görünür, kapının
önündeki nöbetçi er her çıkışında hazır ola geçerek onu selamlardı.
Müdür bey bu durumu “Hah, efferim,” diyerek her seferinde ödüllen-
dirirdi.
Ağustosun sonuna doğru harman iyice sıkıştırmıştı, köylülerin
başını kaşıyacak zamanı yoktu. Öyle ki imam, “Cuma namazını kıldır-
mak için üç kişiyi bulur muyum?” diye caminin önünde beklemiş, kış
aylarında müezzinlik yapan Halil Efendi’yi görünce sevinmişti. Sırtında
yabayla, yeli kaçırmamak için koşarak harmana giden Halil Efendi’yi
“Halil Ağa, bir sela ver de Cumayı kılalım,” deyince, Halil Efendi bir
taraftan gidip, bir taraftan da “Koca nahiyede başka boş adam bula-
madın mı?” diye de imamı terslemişti.
Muhbirler gece boş durmamış, Müdür Bey’e bir sürü haber
taşımıştı. Müdür bey, ismi getirilenler içinden bir kaçını duymazlıktan
gelmişti. Bunlar nahiyenin varlıklı kişileriydi. Birisi, tarlasını Müdür
Bey’den hiçbir karşılık almadan ektirmiş, birisi, süt ihtiyacını karşılasın
diye iki tane sağılan keçi vermişti. Bir diğeri de Müdür Bey’in iki oğlunu
gündelikçi olarak çalıştırıp yevmiye veriyordu. Müdür Bey adı geçen-
leri kafasında ayıkladıktan sonra geriye Rasim Dayı kalmıştı. Hemen 10
kapıdaki askere bağırdı. Asker iki adımda Müdür Bey’in karşısında
esas duruşa geçti. Müdür Bey “Hah, efferim”ini çektikten sonra, arka-
sına yaslanıp masanın üzerindeki telefonu göstererek “Çevir bakalım
şu manyetoyu, bak bakalım Uzatmalı yerinde mi?” diye parmağıyla as-
kere çevirme işareti yaptı. Asker, tüfeği masaya dayayarak manyetoyu
birkaç kez çevirdi. İki bina ötede bulunan santraldeki Şener Efendi,
askerin isteğini hemen yerine getirip karakolu bağladı. Yan binadaki
karakolun telefon sesi sokak kapısından duyuldu. Karakol komutanı
Uzatmalı, kimin aradığını bilemediğinden kazadaki astsubay olacağı
düşüncesiyle, diri bir sesle telefonu açtı,
“Alo, buyurun, Uzatmalı Çavuş Ali.”
Nahiye müdürünün sesini tanıyınca bu sefer üstten alan bir
sesle “Buyur Müdür Bey, bir emrin mi var?” diye yarı alaylı bir sesle
cevap verdi. Müdür Bey otoritesini hatırlatmak için,
“Hemen yanına iki asker al, Rasim Akansu’yu buraya getir,”
deyip telefonu kapattı. Uzatmalı, normalde nahiye müdürünü çok dik-
kate almazdı, ama bu “bit muayenesi” işi yukarıdan da sıkı takip edil-
diği için,
“Baş üstüne Müdür Bey,” dedi, ama o arada telefon çoktan
kapanmıştı.
Şafaktan evvel çayıra gidip, ot toplayıp, şafakla birlikte bir
kağnı arabası ot getiren Rasim Dayı, harmanı şöyle bir dolanmış, ta-
vukları kovmuş, meydandan geçerek yorgun hâlde evine gidiyordu.
Daha ağzına bir lokma ekmek koymamıştı. Meydanda komşusu Kara
Nazım’la karşılaştı, selamlaştılar.
Kara Nazım, “Hayırdır Rasim Ağa, nereden böyle?”
Rasim Dayı, “Harmanı dolandım, birazdan ten kalkınca gem
(döven) koşacağım. Bir lokma bir şey yiyip döneceğim,” dedi. Kara
Nazım sırtında anadutla yaba, koltuğunda iki tırmıkla,
“Kolay gelsin,” diyerek uzaklaştı. Meydanı çıkmamıştı ki, 11
“Yahu yapmayın, etmeyin bu yaz günü Allah aşkına. Ben yal-
nız adamım. Neyse cezası vereyim. Harman sap dolu, öküzü boyundu-
rukta bıraktım. Bu yaptığınız Allah’tan reva mı?” bağırışlarına döndü.
Askerler, Rasim Dayı’yı karakola götürmek için sürüklüyor, o da gitme-
mek için direniyordu. Rasim Dayı’nın sesine, topal bakkalla kahveci de
çıkmıştı. Bakkal,
“Direnme Rasim Ağa, hökümet bu biti bitirecek arkadaş. Ka-
nun kanundur,” diye akıl verdi. Rasim Dayı bir taraftan ayaklarını yere
diremiş, gitmemek için çırpınırken, bir taraftan da bakkalın sataşması-
na cevap yetiştirdi.
“Ulan topal deyyus, bu namussuz, koca nahiyede sadece
bende mi var? Siz zemzem suyuyla mı yıkandınız?” Bakkal hem Rasim
Dayı’nın bundan sonra söyleyeceklerinden çekindiği için hem de ka-
rakol komutanına karşı yalakalık görevini yapmış olmanın huzuruyla
içeri girdi. Rasim Dayı’nın üst perdeden çıkışı kahveciyi de korkutmuş
olacak ki o da gözden kayboldu. Askerler, Uzatmalı önde, Rasim Dayı
aralarında, nahiye müdürünün odasına girdiler. Kapının üst eşiğinde
“Nahiye Müdürlüğü”, yan duvarda ise tahta levhanın üzerinde büyük
harflerle “DAİRE” yazıyordu. Uzatmalı kapıyı vurarak, Rasim Dayı’yı
getirdiklerini söyledi. Müdür Bey, ta başından beri olanı biteni gör-
müştü, ama haberi yokmuş gibi kaşlarını çatarak,
“Hayırdır şikâyet mi var?” diye sorunca, Uzatmalı,
“Rasim Akansu hakkında şikayet var efendim, o yüzden getir-
dik,” diye cevapladı.
Müdür Bey “Rasim Akansu, bit mücadelesine muhalefet et-
mişsin, senin yüzünden nahiyeyi bu illetten kurtaramıyoruz. Soyun
bakalım,” dedi. Rasim Dayı baktı ki söylenmenin faydası yok, üstünde-
kileri ters çıkarıp Müdür Bey’in masasına bıraktı. Müdür, iki askere,
“Bakın bakalım, elbiselerinin dikişlerinde bit var mı?” diye
emir verdi. İki asker, kırk yamalı ceketle pantolonu, Amerikan bezin- 12
den donu iyice bir incelediler.
“Yok, beyim,” dedi askerlerden birisi. Müdür Bey inanamamış
gibi,
“Nasıl yok? İyice bakın,” diye tersledi. Uzatmalı’ya dönerek,
“Koltuklarının altına bakın bakalım,” dedi. Rasim Dayı, içine düştüğü
durumun utancını atalı çok olmuştu. Müdürden yana dönerek,
“Müdür Bey, benim şeyimin kılındaki bit olmasa, sen de yapa-
cak iş bulamayacaksın herhâl.”
“Buyur Başefendi,” diyerek kollarını yukarı kaldırdı. Uzatmalı,
koltuk altları ormana dönmüş Rasim Dayı’nın çıkışına bozulduğu için
“İndir dayı, indir,” dedi. Muayeneden muzaffer bir edayla çıkan Rasim
Dayı, meydanı şöyle bir gözden geçirdi. Kimsecikler yoktu. Tekrar har-
mandan yana baktı, Kara Nazım elindekileri bırakmış geri geliyordu.
Kara Nazım, Rasim Dayı’yı görmediği için, bir eliyle koltuk altını tatlı
tatlı kaşıdı, etrafına şöyle bir bakındıktan sonra öbür elini uçkurundan
içeri sokup apış arasını kaşıdı. Kimse görür korkusuyla aceleyle elini
çekip, şapkasını düzelterek yürüdü. Rasim Dayı olanları görmüştü. Hiç
huyu değildi, ama bu sefer kızmıştı. Nahiye müdürünün odasına geri
döndü. Askerler çıkmış, Müdür Bey’le Uzatmalı içerde serin serin otu-
ruyorlardı. Rasim Dayı’yı karşılarında görünce hafifçe toparlandılar.
Müdür Bey,
“Hayırdır Rasim Akansu, buranın kapısı yok mu? Bak kapısın-
da “DAİRE” yazıyor, görmedin zaar,” dedi. Rasim Dayı,
“Benim okumam yok, o yüzden bilmiyorum Müdür Bey,” diye
gözlerinin içine bakarak cevap verdi. Ortamı yumuşatmak isteyen
Uzatmalı,
”Buyur Rasim Dayı, bir şey mi istedin?” diye sordu.
Rasim Dayı, “Kara Nazım’da bit var. Aha şimdi meydandan yu-
karı geliyor. Gücünüz bana mı yetiyor?” deyince, Müdür Bey birden
canlandı. Bu sefer asker çağırmadan kendisi kapını önüne çıktı. Kara 13
Nazım karşısındaydı. Öfkeli adamdı. O yüzden Müdür Bey,
“Nazım Ağa, hele buyur içeri, bir çayımızı iç,” diye alttan
alarak “DAİRE” ye davet etti. Kara Nazım bu davetin hayra alamet
olmadığını biliyordu. Ömründe kaç defa “DAİRE”ye çağrılmışsa, bu
her seferinde yıllarına mal olmuştu. Üç defa askere götürmüşlerdi. En
sonuncusunda esir düşmüş, firar etmiş, canını kurtarmıştı. Ama asker-
likten kurtulamamıştı. Bu yüzden “DAİRE”den uzak dururdu. Gönül-
süz gönülsüz içeri girdi. Komşusunu görünce, ne olduğunu az buçuk
tahmin etti. Bu sefer Uzatmalı, müdürü kurtarmak için,
“Gazi Baba, hakkında şikâyet var, bitliymişsin.” dedi. Kara Na-
zım,
“Haşa Başefendi, bende bit olmaz. Ben gece gündüz uyumam
çalışırım, benim kanım bana yetmez. Bit ne bulup emecek?” diye olayı
şakaya vurmaya çalıştı. Uzatmalı, sert bir tonda,
“Soyun baba, muayene edeceğiz.” Muayene derken yan gözle
Müdür Bey’e baktı. Müdür Bey Kara Nazım’ı izliyordu. Bu arada Rasim
Dayı köşede ellerini bağlamış, keyifle olanları izliyordu. Kara Nazım
“lahavle” çekip, başını sallayarak soyundu.
“Müdür Bey, zannedersem, hanımlardan daha çok senin ya-
nında soyunduk,” diye de takılmadan edemedi. Az önce Rasim Dayı’ya
yapılanların aynısını Kara Nazım’a da yaptılar. Ama bit bulamadılar.
Kara Nazım keyifle,
“Demedim mi? Bende bit olmaz,” diyerek giyindi. Rasim Da-
yı’ya dönerek,
“Rasim Ağa, haydi burada işimiz bitti. Ocakta bulgur aşı ol-
muştur, gidip karnımızı doyuralım,” diyerek içerdekileri baş başa bıra-
karak çıktılar.
“DAİRE”den on adım uzaklaşmamışlardı ki Kara Nazım’ın kol-
tuk altı kaşındı. Elini koltuk altına sokup kaşıdı, sonra çekti. Parmakla-
rının arasında sarı bir bit. Bite baktı, dudaklarına yaklaştırıp öptü. 14
“Afferim benim sarı kuşuma! Sen ki beni orada rezil etmedin,
git şimdi uyu,” diyerek onu tekrar koynundan içeri atıp yürüdü.
2.
15

Melis Oflas

İstanbul doğumlu. Editörlük ve çevirmenlik yapıyor.


Yenilik

Sırtındaki pardösüyü çıkarıp çıkartmayacağını soruyorum


matmazele. Küçükhanım pardösüyle evin içinde gezilir miymiş bakışı
atıyor hemen. Halbuki nezaket zorunlu, yoksa biz de biliyoruz pardö-
süyle gezilmez evin içinde Küçükhanım, hele sizinki gibi alttan ısıtmalı,
üstten klimalı, yandan şömineli bir evde sıkıyorsa o pardösüyle durun
da görelim bu yağmurlu kış günü.
16
Bir sonraki çağrıya kadar yerimde beklemek üzere aşağı iniyo-
rum. Macide Abla akşam yemeğini hazırlıyor; Küçükhanımın İtalya’dan
getirttiği yemek kitabını çözmeye çalışıyor. Bir resimlere, bir de sözlü-
ğe bakıyor. Hizmette yenilik gerektiren bir iş onunkisi, bu yüzden ba-
zen beni kıskanıyor. Kapıyı açmak, pardösü almak, hoş geldiniz demek
yüzyılların eskitemeyeceği bir gelenek ne de olsa, modası hiç geçmi-
yor; oysa damak zevkleri öyle mi? Geliştikçe gelişiyor, Küçükhanımın
her yurtdışı seyahatinde Macide Abla’nın ülseri bir parmak daha bü-
yüyor. Bir İtalyan aşçıyla şimdilik ikame edilmemesinin tek nedeni de
kıdemli sayılması ama o da risottonun dibi tutana kadar işte.
“Macide Abla,” diyorum, “yardım edeyim.”
Dalga geçtiğimi sanıyor, öfkeyle dönüp bakıyor. İçinden sa-
vurduğu küfrün sahibi olmadığımı bildiğimden çok üstelemiyorum,
mutfak masasına oturup gazeteleri karıştırıyorum. Az sonra zil çalıyor,
Küçükhanım yukarı çağırıyor. Gündüzden kapattırdığı elbisesinin fer-
muarını açmamı, yeni giydiği elbisesininkini de kapatmamı isteyecek
besbelli. Tek başına giyilemeyen giysiler yapan modacılara küfretme
sırası bende şimdi. Küçükhanımları hizmetlilerine bağımlı kılan dünya-
ya lanet olsun. Ne zaman kendi ayakları üstünde duracak bu küçücük-
hanımlar?
Odaya giriyorum, Küçükhanım ağlamaklı. Arkasını dönüp fer-
muarını işaret ediyor. Gözlerin konuştuğu, işaretlerle iletişim kurulan
bir ev burası. Pek konuşmayı seven yok. Sanki konuşsak hemen kavga
etmeye başlayacağız ve babamız bizi evden atacak, biz de gerçek bir
aile olduğumuzu o zaman anlayacağız. Giyilmiş elbisenin fermuarını
açıyor, yeni elbisenin giyilmesini beklerken pencereden dışarı bakı-
yorum. Bana da mola oluyor. Yağmur hâlâ şiddetli, ıhlamurun dalları
pencereye çarpıp duruyor ve tekdüzeliği şu sessizliğe biraz gerilim
katıyor. Sanki birazdan biri sinirlenip kökünden kesecek ağacı ya da
giyilmiş elbise birisinin kafasına atılacak. Bunların hiçbiri olmuyor, nis-
peten sakinleşmiş bir hüzün içindeki Küçükhanımın yeni elbisesinin 17
fermuarını işaret verildiğinde kapatıp yine işaret verildiğinde odayı
terk ediyorum. İşaretlere inanmaya mecburum.
Evdeki bir türlü toz tutmayı beceremeyen eşyalardan (sağ
olsun Gülsüm) en gürültücüsünün altından geçerken kafamı kaldırıp
bakıyorum: saat 19.10. Evin seksen ikilik babasının yirmi dakikası var
eve dönmeye. Gelip sessizliğe bir odun da o atacak, yatana kadar
çalışma odasında parasını hesaplayacak. Bana, Gülsüm’e, Macide Ab-
la’ya tefe-tüfe hesabıyla zam yapacak. Ama yapacak! Sahibi olduğu
fabrikanın eve hiçbir zaman zamanında dönemeyen işçileri de “Allahı
var, çok çalışıyor, diğer patronlar ve mirasyediler gibi yan gelip yatmı-
yor,” diyerek patronlarının onurunu koruyacaklar. Bütün gün telefon-
larına bakan, randevularını alan, çayına iki şeker atıp karıştıran, çiçek
gönderilmesi gereken yerlere çiçek yetiştiren sekreteri de onun bu
hâlini gördükçe kendi çalışmasından utanç duyacak, geç saatlere ka-
dar fabrikada kalıp bir sonraki günün toplantısının raporlarını hazırla-
yacak, gecenin üçüne telekonferans koyup Fiji’deki ortaklarla bilmem
ne anlaşması yapacak ama cefakâr patronuna yine de yaranamayacak.
Elli yıldır evine 19.30’da varan patronu kimse daha erken eve gitmeye
ikna edemeyecek, Küçükhanım bile. Azıcık gecikse balkabağı, akşam
çökmeden erken gelse gün ışığında toza dönüşecek vampir beyefen-
diyi düşündükçe şu sessizliğe doğru kıkırdıyorum. Duvarların dili olsa
söyleyecek bir şey bulamazlar; ben de biraz kıkırdayarak onlara küçük
sözler veriyorum.
Küçükhanımın aksine Beybabanın damak zevki oldukça mu-
hafazakâr yahut iş-ev arasında gelişmeye pek fırsat bulamamış. Ri-
sottonun yanında kendisi için karnıyarık ve pilav da pişiyor. Cacığın
sarımsağı Küçükhanımı ne kadar bayıyorsa risottonun şarabı sek rakı-
dan başkasını ağzına sürmeyen Beybabayı o kadar tiksindiriyor. Sıkıcı
birisi olduğunu pek fark etmiyor ama imkânsızı istemediği için Macide
Abla ona gönül borcu duyuyor. Yeninin y’si bile Beybabanın kulakla- 18
rının dikilmesine sebep oluyor, hizmetçilerini bile ölünce değiştirmek
zorunda kalıyor. Muhtemelen kokmasınlar diye. Çiçek kokularından
tiksindiği gibi ceset kokusuyla da arası yok besbelli.
Dört buçuk dakikada masayı hazırlayıp yemekleri yavaş yavaş
yukarı çıkarıyorum. Birazdan kapı çalar, işten yorgun argın gelen evin
beyi kurtlar gibi acıkmıştır, elini gözünü yıkayıp sofraya kurulur. Kapı
çalıyor, kapıya koşuyorum. Bekletilmekten hiç hoşlanmayan vakti de-
ğerli kimselere çalışmak koşmayı, en azından koşar adım ilerlemeyi
gerektirir.
Birkaç dakika sonra Küçükhanım da iniyor merdivenden, hep
beraber sofraya oturuyorlar, karşılıklı. Küçükhanım dik dik bakıyor ba-
basına. İki aydır babasına dik dik bakıyor ama adamın umrunda değil
pek. Aralık ayında Küçükhanımı istemeye gelen müstakbel nişanlısını
kovaladığı günden beri Küçükhanım bakıyor da bakıyor; artık baba-
sının yüzünde iyice derinleşen çizgilerin izlerini takip ederek bir tür
meditasyon yapıyor. Az ve öz konuşan Beybabanın iki ay önceki sesi
yemek odasında hâlâ yankılanıyor. Küçükhanım da kaçamıyor evden,
bir türlü kavuşamıyor nişanlısına; hem kaçsa kim açacak fermuarını,
kim alacak pardösüsünü.
Sıcak evde hepimiz sessizlikle mayışmış hâldeyiz. Arada bir
çatal bıçak sesleri geliyor ama öyle güzel metalden yapılmışlar ki
çini kâse gibi tınlıyor, dolap gibi inildeyip durmuyor. Tın tın sesleriy-
le kendimden iyice geçip dün geceki rüyama ek bir son düşünürken
mutfaktan tangır tungur sesler geliyor. Bir çığlık peyda oluyor Küçük-
hanımın ağzından. Sessizliğe o kadar alışmış ki korkudan bembeyaz
kesiliveriyor. “Hırsız mı girdi acaba?” diye kısık sesle konuşuyor ama
kime konuşuyor, belli değil. Kalenin burçlarındaki bütün muhafızları
mutfaktan bir tabak risotto çalmak için öldüren hırsızların dünyasını
anlamak işten bile değil.
Adımlarımın ses çıkarmamasına özen gösteriyor ama bir yan- 19
dan da “bu sorunla ilgileneceğim” kararlılığımı takınarak mutfağa
doğru yöneliyorum. İndiğimde mutfak dolabının aşağı indiğini, için-
deki tüm tabak çanakların yerlere saçılıp parçalandığını ve karşısın-
da duran Macide Abla’nın dehşet içinde duvardaki boşluğa baktığını
görüyorum. “Ne oldu?” diyorum; “Büyükhanımın hayaleti,” diyor. “Bü-
yükhanım bu tabakları hiç sevmezdi zaten ama Beybaba pintiliğinden
değiştirmeye hiç yanaşmadıydı,” diyorum. Macide Abla hayaletle-
re büyük bir ciddiyetle yaklaşır, onlarla alay edilmesine katlanamaz.
“Maaşımızdan keserlerse en az bir yıl bedava çalışmak zorunda kalı-
rız,” diyorum. Yıllarca çalışsak da ödeyemeyeceğimiz bir borçtan ya
da Beybabanın yapacağı herhangi bir “iyilik” karşısında hissetmemiz
gereken gönül borcundansa Büyükhanımın hayaletinin eve dadanıp
sevmediği eşyaları paramparça ettiği fikrine daha hoşgörülü yaklaşı-
yorum. Hayaletin mizah duygusu bana bahar temizliği vaktinin çoktan
geçip gittiğini ama hâlâ yapabileceğimiz bir şeyler olabileceğini ha-
tırlatıyor. Önce Büyükhanımın sevmediği eşyalardan başlayıp her şeyi
bir bir kırıp dökme fırsatını kaçırmak istemiyorum. İlk mutfağı hallet-
meli, sonraki günlerde diğer odaların icabına bakmalı.
Bir hayalet hikâyesi renksiz hayatımızda bir Japon şemsiyesi
gibi açılıyor; hem Büyükhanımın ruhunu kurtarıyor hem de bizi büyük
bir yükün altına girmekten alıkoyuyor.
Asla yerine koyamayacağımız, yerine koyamayız diye yapma-
cıklı bir özenle davranmak zorunda olduğumuz ne varsa şimdi tuzla
buz oluveriyor ve maneviyatımız güçleniyor; birkaç gece daha huşuy-
la uyuyoruz. Macide Abla’nın kavurduğu helvanın kokusu aramızda
bir sıcaklık yaratıyor; birlikte mutfak masasına oturup Büyükhanımın
ruhuna dondurmalı helvamızı soğumadan yiyoruz.

20
3.
21

Efe Can Karabulat

1989 Ankara doğumlu. 2011 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk


Fakültesi’nden mezun olmuştur. Hâlen araştırma görevlisi olarak
çalıştığı Gazi Üniversitesi’nde kamu hukuku doktorasını sürdürüyor.
Ekmek İptilası öyküsüyle 2017 Ankara Barosu Öykü Yarışması’nda
ikincilik ödülü aldı.
Sakızlı’nın Üç Oğlanı-1: Uzun Saçlı

Zemberek’in avucunda bir köpekbalığı dövmesi var. Sebebini


Sakızlı’da herkes bilir ama kimse birbiriyle bu konuda konuşmaz. Baş
parmağının kalın bir yay gibi kavisle el ayasından ayrıldığı yere işlen-
miş, gümüş rengi, mavi gözlü, dişlerini göstermeyen bir köpekbalığı-
dır bu. Size onu anlatacaktım.
Her zamankinden farklı, Allah’ın belası bir geceydi. Zembe-
22
rek, Nazar Boncuğu Palas’ta yaşanan felaketten sonra birkaç günlü-
ğüne kendini eve kapatmış, işe falan da çıkmamıştı. Mahalleli kendi
arasında Zemberek’i birbirine soruyor, bir şey biliyorlarsa da bilmez-
den geliyordu. Zemberek o günlerde ne kumarhaneye gidiyor ne de
bir köşe başında muhabbet ediyordu kimseyle. Evinde oturmuş, saka-
lını salmış, rakı içmekle ve radyo dinlemekle kendini avutuyordu.
Kapının yumruklandığını duydu birden. Telaşlı ama nazik, her
hâlükarda gürültülü vuruşlar kapıyı zorlamaktaydı. Bir rüyadan uyanır
gibi gözlerini yavaşça saatine kaydırdı. Gecenin bir buçuğuydu. Ne o
güne kadar ne o günden sonra bu saatte Zemberek’e birinin uğradığı
görülmüştür.
Açmak istemedi ama vuruşlar şiddetleniyordu. İsteksizce
ama hızla yerinden kalktı, üzerinde siyah bir atlet ve donundan başka
hiçbir şey yoktu, mühimsemeden kapıya yürüdü. İki odalı küçük evini
birkaç adımda arşınladı çıplak ayaklarının altında kıpırdanan tozlara
aldırmadan.
Ayakları holdeki küçük kırmızı halının üzerinde durdu, bir şey
olacağından değil ya, her zaman ayakkabılığında bulunan kamasına
uzandı eli. Delikten falan bakmadı, “Kimsin?” diye de sormadı, doğru-
dan açtı kapıyı.
“Uzun Saçlı? Ne oldu oğlum bu saatte?”
Salim, Nam-ı diğer Uzun Saçlı, karşısında durmaktaydı. Olma-
yacak şey! Sakızlı’da nadir bulunan hazinelerden, okumuş çocuklar-
dandır Salim. Bu saatte yatıp uyumadığına göre muhakkak önemli bir
şey olsa gerek. Bu yüzden Zemberek’in sesindeki azara biraz, hani
nasıl desem, yan sokaktan güzel bir kadın geçer de güzelliği sözün
soluğu ile yayılır ya, hani o kadının parfümünün kokusu duyulmasa da
başkasından duyulur ya, işte öyle bir merak tonu karışmıştı.
Eli ayağı titriyordu Salim’in. “Abi, girebilir miyim?” diye sordu
hemen. Zemberek onu içeri aldı, arkasından kapıdan uzanıp sokağa
baktı, peşinde birileri olmasından şüphelenmişti. Bir yandan Salim’i 23
azarlamakla meşguldü:
“Geç odaya, geç! Sana bir hâller olmuş, geç.”
Parmakları avını yakalamaya hazırlanan bir örümcek gibi ka-
masının üstünde gezinirken, oturmadı Zemberek, misafirinin karşısına
dikildi. Sonra bir şey unutmuş gibi yarım kalan rakısını sehpadan alıp
bir dikişte içtikten sonra soran gözlerle Salim’e, daha doğrusu göğsü-
ne baktı. Zemberek’in acayip huylarından biri bu da, karşısındakinin
yüzüne bakmak için başını ne eğer ne kaldırır. Salim, Zemberek’ten
bir baş uzun olduğu için göğsüne bakıyordu şimdi, sanki cevap onun
göğsünden fırlayıp kendini ihbar edecekti.
Salim konuşamadı, o da gözlerini Zemberek’in gözlerine dike-
mediği için saçlarının arasından belli belirsiz görünen yara izine dikip
temkinle soluk alıp verdi. Sözcüklerin o istemeden ağzından fırlayı-
vermesinden korkuyormuş gibiydi.
Baktı ki Salim’in dizlerinin bağı çözülmüş, “Sen hele bir otur
bakalım!” derken neredeyse aynı anda göğsünden itip kanepeye
oturttu. O da karşısına oturdu, 2001 paketine uzanıp bir sigara aldı.
“2001 yazısı küle dönene kadar konuştun konuştun, yoksa sa-
çından tutar sokağa atarım seni,” diye homurdandı. Sigarasından da,
inadına, derin mi derin bir nefes asıldı.
Radyo kısık feryatlar içinde: Ne güzel de duruyor resmin du-
varda… Salim’in sahiden elleri titriyor. Zemberek bir şeyler daha söy-
leyecek ama kendini verdiği sözle bağlamış, söyleyemiyor. Birden bire
geceyi uyandıran tek el silah sesi gibi patlıyor, “Abi söyleyemiyorum!
Öldürürsün sen beni.” Zemberek çatışma çıkacak diye bekliyor ama
devamı gelmiyor. Ağzını açmadan sigarasını işaret ediyor.
“Abi valla billa söyleyemiyorum. Ağzımdan çıkmıyor!” Sesi de-
ğişiyor, sakinleşiyor birden, bir satıcının sesine dönüşüyor, “Sana ne
oldu abi? Felek Ablayla mı kavga ettiniz?”
Susuyor Zemberek. Radyoda şarkı da susuyor. 24
“Abi tamam söylüyorum ama kızma bak… Ben zaten tahmin
edersin diye… Abi ben bir bok yedim. Sen beni öldürürsün biliyorum
ama yine kalktım sana geldim, senden başka yol yordam bilen kimimiz
var abi?”
Salim susuyor, anlasın diye gözünün içine bakıyor. Zemberek
uzlaşacak gibi değil.
“Abi anladın değil mi? Merak abi, başka bir şey değil. Hem
bak kalktım sana geldim, bir şey de olmaz.” Susuyor. Sonra bir el silah
sesi daha, “Abi fazlası çıkmıyor ağzımdan. İstersen tut sokağa at. Bu
kadar söyleyebiliyorum.”
Zemberek başını sallıyor, filtresine kadar çekiyor sigarayı.
Gözlerinde belli belirsiz bir Allah belanı versin ifadesi, sağ avcunu
hafifçe kaldırıp Salim’e gösteriyor.
“Haplandın değil mi eşşoğlueşek?” diye mırıldanıyor. Salim
omzunda taşıdığı yükten bir anda kurtulmanın rahatlığıyla, “Evet abi!”
diyor, bağırıyor neredeyse.
Zemberek dudaklarını kemiriyor usul usul:,“İyi bok yedin
Uzun Saçlı.”
***
Zemberek ağlamaz. O gün duvarın üstünde oturmuş bira
içerken ağladığını biliyorum yalnızca. Yanımızdan mahallenin çocuk-
ları geçiyor. Birinin altında nereden bulmuşsa bir kaykay, ellerini kal-
dırmış bağırıyor, “Maviyim ben, masmaviyim!” Hakikaten de masmavi
giyinmiş çocuk, neden anası öyle giydirmiş bilinmez.
Zemberek’in çocukları izlediğini, gözünde yaşlar belirdiğini,
ne tuhaftır ki bir kız çocuğu gibi hıçkırdığını gördüm. Hep söylüyorum
ya, Sakızlı’nın ahalisi bir tuhaftır. Pisliğin, bataklığın tam ortasındadır.
Burada kumarın da fuhuşun da uyuşturucunun da bayağısını bulursu-
nuz. Eğer eskaza yolunuz düşmüşse gasp edilir, bir daha bu toprakla-
ra basmamaya yemin ederken canınızın kurtulduğuna sevinirsiniz. 25
Sakızlı’da roman kahramanları yoktur. Burada herkes mutlaka
bir tarihte kendisini en ağır utançlara sürükleyecek bir iş yapmış ya
da yapılmasına göz yummuştur. Belki de bu yüzden ahalinin gizli an-
laşması kimsenin birbirine karışmaması üzerinedir. Zaten neyin doğru
neyin yanlış olduğu üzerine çok düşünmezler, buralarda ahlak kadısı
el yordamıdır. Onun dediği olur.
Uzun Saçlı ise mahallenin kıymetlisiydi. Başka yerde olsa
“Kardeş… Yanlış anlama ama bu saçlar ne manaya geliyor?” diye soru-
lacak atkuyruğu saçlarını savurarak Sakızlı sokaklarında dolaşabiliyor-
du. Haplanıp Zemberek’in kapısına dayanacak cesareti ise belli ki yeni
bulmuştu.
Zayıf mazeretlerini sıraladı, “Abi, ne yapayım dayanamadım,
moralim de bozuk! Ev olmuş cehennem, okul da uzayacak gibi. Bari
geceyi kurtarayım dedim! Bak kalktım geldim, boynum kıldan ince
karşında. İstersen vur beni ama yaptım! Eğer atmadan gelseydim izin
vermezdin, ben de emrivaki yaptım. Eşeklik ettim abi ama gözünü se-
veyim mademki bu haltı yedim, bırak da keyfini çıkarayım. Olmaz mı
abi? Bak yanında uslu uslu otururum, sen anlatırsın ben dinlerim. Ol-
maz mı ha?”
Zemberek sustu, büsbütün keyfi kaçmıştı. Tuhaf, mahallenin
oğlanlarından biri uyuşturucuya sardı diye değil, hüzünden mabedi
bir geceliğine çöktü diye canı sıkılıyordu daha çok. Bu zıpırın evde
gözleri faltaşı gibi açık dört dönmesini, saatlerce susmadan konuşma-
sını çekecek hâlde değildi.
“Tamam abi, gidiyorum o zaman ben…” diye ayaklandı cılız
bir sesle Salim. Zemberek cevap vermedi. Neden sonra, “Ne kadar
oldu?” diye sordu.
“Yarım saat falan abi.”
“Var mı bir şey?”
“Yok abi.” 26
“Yanında başka yok değil mi?”
“Vallahi yok abi.”
“İyi. Geç otur şuraya.”
Salim, “Abi ensemde bir gıdıklanma hissediyorum…” diyene
kadar karşılıklı sustular ki bu yaklaşık on dakika aldı. Zemberek umur-
samaz görünmeye çalışıyor, rakısını içmeyi sürdürüyor ama gerçekte
barut!
Salimın gıdıklanması artıyor, artıyor ve tatlı bir karıncalan-
maya dönüşüyor. Karıncalanma ensesinde sıcak bir nefes gibi sırtına
yayılırken parmakları da tutuşuyor. Parmaklarından ellerine yayılan
karıncalanma göğsüyle birleşip bütün vücudunu kaplıyor.
“Abi uçuyor gibiyim!” diyerek ayağa fırlıyor Salim.
***
Koca üç saati bütün detaylarıyla anlatacak değilim. İşin hüla-
sası üç saat boyunca Salim, Zemberek’e her türlü işkenceyi yapıyor.
Duruyor, birden başlıyor onu ne kadar sevdiğini anlatmaya. Zaten tat-
lı dilli puşt, bir de kafası güzelleşince iyice coşuyor. Nereden bulup
çıkarır bilinmez, bin türlü övgüyle gönlünü almaya çalışıyor Zembe-
rek’in.
Zemberek’in dinleyecek hâli yok, gerçi bir yandan hoşuna da
gitmiyor değil ama derdi iradesinden büyük, aklını veremiyor. Bu kez
taktik değiştiriyor Salim, dedik ya kafası zehir gibi, “Abi anlatsana ne
oldu?” diye ısrara başlıyor. O anlatmayınca kendisi başlıyor bu defa:
“Felek abla değil mi? Ben de çok üzülüyorum biliyor musun siz böyle
birbirinizi yiyorsunuz diye… Ama sana bir şey söyleyeyim mi abi, bü-
yük aşk sizinkisi! Böylesini kitaplar yazmadı abi. Sizi var ya film yapar-
lar film!” Bu konuşma böyle sürüp gidiyor.
Bazen birden bire susuyor, gözleri sabitleniyor. Bir-iki daki-
ka böyle kalıp, yine ansızın çözülüveriyor. Çok mutlu. “Abi nerelere
gittim geldim bir bilsen…” diyor ve başlıyor yeniden anlatmaya. Du- 27
ruyor, “Benim arpam fazla kaçtı!” diyor hınzırca gülerek, evde bir tur
atıp geliyor. Yerdeki halının desenini kedi, halının üstündeki çorabı
fare zannediyor, onların birbirini kovalamasını izliyor ve tabii ki bunları
uzun uzun, hiç susmadan anlatıyor.
Her şeyden fazla ise yaşadığı hislerden bahsediyor, “Nasıl bir
şey biliyor musun abi? Hani şimdi, bak mesela, dünyanın öbür ucunda
kim var? Çinliler var abi. Hah, şimdi Çinliler orada ya… Ben Çinlilerle
ilgili bir şey anlatıyordum neydi o?” Duruyor, bacaklarını huzursuzca
sallıyor, “Hah, hatırladım! Dünyanın öbür ucunda Çinli bir çocuk var
ya, bu arada inanılmaz tatlı bir çocuk... Zaten bu çekik gözlü çocuklar
pek tatlı oluyor. Ne anlatıyordum? Hah, abi elimi uzatınca o çocuğa
dokunuyorum sanki. Başını okşuyorum, elimin tek hareketiyle o ço-
cuğu giydiriyorum abi. Eline bir şeker tutuşturuyorum, bak gülüyor
işte… Ama o çocuk, işte o Çinli çocuğu diyorum, o tek bir çocuk değil
abi. Dünyadaki bütün çocuklar o çocuğun şahsında toplanmış gibi,
sanki bir okşayışla bütün çocukların saçlarına dokunuyor elim. Dünya-
nın bütün çocukları burada! Abi inanır mısın, hepsi çok mutlu. Ben de
çok mutluyum abi.” Susmuyor, susmuyor lanet olası!
Bir ara yerinden kalkıyor, etrafına bakıp gözlerini ovuşturu-
yor. “Abi senin evin de ne kadar güzelmiş!” diyor. Zemberek “Güzeldir
ya…” diyor, hani neredeyse ilgilenecek. Mutlu ulan işte, zembereği
boşalmış dünyada feleğin kaypaklığına inat birileri hâlâ mutlu. Sevin
ulan işte, neyine üzülüyorsun? İlgilen çocukla, bırak yarın yaptığından
utanacağı halttan bir şey anlasın.
“Ben senin evi bir gezineyim abi, valla ben hayatımda bu ka-
dar güzel bir ev görmedim,” diyerek yine ayağa fırlayıp bu kez ağır
ağır evin içinde dolaşmaya başlıyor. Zemberek yerinden kalkmıyor.
Dakikalar ilerliyor, Salim ortada yok. Zemberek nihayet me-
raklanıp evin diğer odasına bakmaya karar veriyor. Salim’i orada bu-
luyor. Pencerenin kenarında, yüzünde müthiş bir hayranlık ifadesi, 28
dışarıyı izliyor.
Zemberek’in bir şey demesine fırsat vermeden başlıyor ko-
nuşmaya: ‘’Abi, sen bu evi nasıl yaptırdın?’’
Anlamıyor Zemberek.
“Abi, denizin altına nasıl ev yaptırdın?” diye üsteliyor Salim.
“Ben de ara sıra gelsem, buradan balıkları izlesem olur mu? Vay vay…
Abi şu köpekbalığına bak, kocaman, parıldayan gümüş rengi! Bak diş-
lerini gösteriyor bize ama yine de sevimli değil mi?”
Zemberek gecenin başından beri ilk defa gülecek gibi oluyor,
“Oğlum halisünasyon görüyorsun,” diyor, “camdan mahalleye bakıyor-
sun. Yine de güzelmiş ama. Bak ben de merak ettim şimdi. Ulan sizde
de artık nasıl bir bünye varsa, bir hapla ne hâllere geliyorsunuz…”
Zemberek camı açacak ama Salim eline yapışıyor, “Yapma abi,
ne yapıyorsun, boğuluruz!” Elini çekmek istiyor ama oğlana deli kuv-
veti gelmiş, yapıştı mı bırakmıyor. Zemberek güç bela kurtarıyor elini,
bileği kıpkırmızı. Camı açıyor. Bir anda Salim’in hayranlığı iki katına
çıkıyor,
“Abi okyanus… Okyanus camın dışında ama içeri girmiyor.
Sanki camın hemen dışında katılaşmış, geçmesine izin vermeyen bir
kuvvete takılmış gibi. Elimi uzatsam dokunacağım. Müsaade et de
parmaklarımın ucuyla dokunayım.”
Salim’in eli havaya dokunuyor, parmakları ıslanıyor. İşte görü-
yor, hissediyor parmaklarının ucundan akan damlaları. “Halıyı da ba-
tırdım abi…” diye özür diliyor. Zemberek sırtına vuruyor Salim’in, “Gel
içeri oturalım, birazdan kendine gelirsin,” diye alıp içeri götürüyor
onu.
Oturuyorlar, Salim anlatmayı sürdürüyor. Evinin güzelliğini,
Zemberek’in delikanlılığını, gözlerini kapattığında beyaz bir atın sır-
tında dörtnala koşturduğunu… Zemberek bile dayanamıyor, dinleme-
ye başlıyor. 29
“Abi ben hemen geliyorum…” diye kalkıyor bir ara. Bir daki-
ka boyunca ortalıkta gözükmeyince Zemberek meraklanıyor, “Uzun
Saçlı?” diye sesleniyor. “Abi geliyorum birazdan!” diye geliyor cevap.
Zemberek biraz daha bekliyor, birden içeriden gelen sesle irkiliyor:
“Abi ben dayanamıyorum, biraz yüzeceğim!”
Ne sehpa kalıyor ne radyo ne rakı şişesi. Zemberek yoluna
çıkan her şeyi kökünden söken bir fırtına gibi içeri fırlıyor. Yazık! Yazık
Sakızlı’nın oğlanına…
Zemberek odanın kapısına vardığında, Salim ona son kez ba-
kıyor “Abi okyanus o kadar güzel ki…” diyip gecenin karanlığına balık-
lama atlıyor.
Kurtaramadılar Uzun Saçlı’yı.
***
30

Ahmet Anaç

1966 Batman doğumlu. Bu öyküsüyle ilk defa altKitap 2018 Öykü Ya-
rışması’na katıldı.
Sekerat

Ortaokulu okuduğu yıllarda, civarda sekerata girmiş biri ol-


duğu zaman annesi hemen hasta evine koşardı. Tabii Baran’ın elinden
tutup onu da götürür, gelenek ve göreneklerini öğrenerek büyüme-
sine, ölüm-yaşam arası o aralıkta dinî vecibelerin eksiksiz yapılmasına
çok önem verirdi. Bu nedenle Baran, “sekerat” denilen şeyin ölüm ön-
cesi can çekişme olduğunu çok erken yaşlarda öğrenmişti.
31
O kadar çok sekerat ziyaretine katılmışlardı ki Baran bir za-
man sonra fanilerin dünyadan ayrılırken üç gruba ayrıldığını fark et-
mişti: Birinci grup canını hemen teslim edenlerdi. Hiç direnmeyip ca-
nını veren bu grup için annesi,
“Bak oğlum,” derdi, “Allahuteala okuduğun Yasin-i Şerif’in
yüzü suyu hürmetine Azrail’e faninin emanetini hemen teslim alması
emrini verdi.”
İkinci gruptakiler, Azrail ile inatlaşıp birkaç saat bile olsa bu
dünyada kalmak için çaba sarf edenlerdi. Okunan Yasinler bu grup-
takilerin acı çekmeden bir an evvel ruhunu teslim etmesi için pek
işe yaramazdı fakat bu zavallıların direnişleri de beyhudeydi. Baran
okumaktan, mevta adayı direnmekten yorulunca ağıt yakanlar, ah vah
edenler arasında Azrail kaçınılmaz son darbeyi indirirdi.
Üçüncü grup ise Azrail ile olan mücadeleden galip çıkıp ya-
şam mücadelesine geri dönenlerdi. Annesinin en çok sevindiği grup
bunlardı. Her seferinde,
“Bak oğlum!” derdi, “okuduğun Yasin’-i Şerif işe yaradı, Alla-
huteala bu sefer faninin canını bağışladı. Başka sefere Allah kerimdir.”
Baran o zaman bir yaşam kurtarmış olmanın gururuyla kendini önemli
hissederdi.
Bazen hasta evinde o kadar çok kalabalık ve feryat figan olur-
du ki ayak direyip, “Okula gitmem lazım,” dese de annesi,
“Boş ver okulu, “ derdi, “sevap kazanmak daha iyidir.” Annesi
ve o, hayatın tüm zorluklarına karşı adeta ölüme sığınıyorlardı; başka-
larının ölümüne…
Beyaz etamin kumaş üzerine rengârenk ipliklerle Arap harfle-
rinin ve şahmeran figürünün nakşedildiği Kur’an kılıfının askısını boy-
nuna geçirip faniye doğru yola çıktıklarında annesinin, Baran’ın artık
neredeyse ezberlediği nutku da başlardı. Onu okuldan kurtaran seke-
rat okuyuculuğunun tek can sıkıcı yanı bu nutuklardı. Yol boyunca ah
vah ile üzüntüsünü ve korkusunu bastırmaya çalışan annesi, şaşmaz 32
bir şekilde hep aynı şeyleri anlatırdı,
“Her kim ki iyi amel işlemişse Azrail ona çok sevdiği biri gibi
görünür, hiç canını acıtmadan canını alırmış. Kim ki kötü amel işle-
mişse Azrail o derece kötü bir şekilde karşısına çıkıp faninin canını
büyük bir azapla alırmış.” Baran, bunu cami imamından da defalarca
dinlemişti. Gidilen mesafeye göre uzayıp kısalan konuşma, sonunda
hep aynı sözlerle bağlanırdı, “Allah bize el verdi, göz verdi, diş verdi…”
diye başlayıp o anda aklına gelen tüm uzuvları ve organları sayar, son-
ra aklına ilk gelen nimetleri iştahlıca sıraya dizdikten sonra derin bir
iç geçirip, “Tüm bu iyiliklere karşılık kurban olduğum Allah için biz ne
yapıyoruz? Ona iyi birer kul olabiliyor muyuz?” diye kendince zor ama
bir o kadar haklı bir soruyla sözü bağlardı. Baran hemen her zaman,
“Anne, zaten bunları biliyorum,” dese de annesi açıklayıcı konuşmasını
her seferinde huşû içerisinde tekrar eder; yapacağı işin önemini her
seferinde hatırlatmayı da ihmal etmezdi, “Yasin Suresi’nin okunması,
faninin ölmeden önce çekeceği azabı azaltıyor ve bu dünyada işlediği
günahların affedilmesine vesile oluyormuş.”
“Azap” derken buruşan ve derin bir korkuyla gölgelenen an-
nesinin yüzü, “af” sözcüğünü telaffuz ettiğinde ise umutla, içten bir
bağlılık ve saygı ifadesiyle aydınlanıyordu. Kendini bildi bileli anne-
sinin kafası sürekli ölümle doluydu. Ölüm korkusuyla hayatı kendine
zindan etmiş, yaşamayı unutmuştu. Günleri korkuyla, geceleri kâbus-
larla doluydu. Anlattığına göre, tüm rüyalarında ya ölüp büyük azaplar
çekiyor ya da evlerine hırsız giriyor, elindeki bıçakla onlara saldırıyor,
neleri varsa çuvallara doldurup kaçıyordu. Anlattığı her masalda, dinî
hikâyede, vermeye çalıştığı her dinî bilgide mutlaka acıklı ve ölüm-
lü bir sahne olurdu. Baran yıllar sonra, annesini teslim alan bu ölüm
korkusunun temelinde Ermeni anneannesinin tüm ailesini küçükken
kaybetmiş olmasının yattığını fark edecekti.
Baran, sekerat okuyuculuğunda zamanla profesyonelleşmişti. 33
Artık herkese aynı şekilde dua etmiyordu. Çocuk aklıyla okuma to-
nunu ve sesinin seviyesini, faninin can çekişmesine göre ayarlıyordu.
Mevta adayı morarmaya başlamışsa Azrail’in onu duyup işkenceye
son vermesi için sesini yükseltir, faniliğin sınırında gezen zavallının
her sarsılışında sesine biraz daha acıklı bir hava katmaya çalışırdı.
Böyle yapınca Azrail’i insafa getirdiğine dair sarsılmaz bir inancı vardı
fakat zaman ilerleyip de büyümeye başlayınca annesinin söyledikle-
rine olan inancı sarsılmaya yüz tutmuştu. Hanife teyze, Osman dayı
gibi iyi bir insan olduğuna yürekten inandığı daha birçok insan en az
dört beş saat can çekiştikten sonra canlarını ancak teslim edebilmiş-
lerdi. Oysa insanları korkutan, herkesin kaçındığı Bıçakçı Haso, ayık
günü görülmemiş ayyaş Koçer Şehmuz, konu komşunun tavuklarını
çalan Hırsız Salih, herkesin “MİT’tir, ajandır,” dediği birçok kişiyi ihbar
ettiğini söylediği suratsız muhtar Selim Osman gibileri hemencecik,
azap çekmeden ölüp gitmişlerdi. Baran, ta o yaşlarda ölümün bile adil
olmadığını fark etmişti.
Baran, herkesin hayatı boyunca en fazla birkaç kez karşılaştığı
Azrail ile mahallede ölen kişi sayısınca bir arada bulunmuş, onun so-
ğuk nefesini yakından hissetmişti. Hiçbir ölüm diğerine benzemezdi.
Neredeyse ölen kişi sayısı kadar farklı ölüm çeşidi olduğunu mahal-
lesindeki ölümlere tanıklık ederek öğrenmişti. Kimi ölürken gülerdi,
kimi hüzünlenir, kimi ağlamaklı, kimi ise efkârlı... Kiminin bakışlarından,
gözü arkada kalmış gibi büyük bir tedirginlik okunurdu. Kimi derin bir
korku ve dehşet yaşıyordu. Mevta adayının o dehşetle bakan gözle-
rinden geçmiş yaşantısının tüm tasası, hayıflanması rahatlıkla okuna-
biliyordu. Geride bıraktıklarının tasası ve gidecekleri yerin bilinmezli-
ği son nefeslerinde bile yakalarını bırakmıyor, enselerine yapışıyordu.
Yüreğinde onu etkileyen birçok ölüm olsa da Güla Din’in (Deli Gül)
ölümünün ayrı bir yeri vardı. İlkokul üçüncü sınıftan ortaokul yılları-
na kadar tanıdığı Güla Din, yoksul kızı dışında kimsesi olmayan, yarı 34
deli bir kadındı. Amed ve civarında Ermeni kökenli vatandaşlara sıkça
rastlanırdı. Bunların büyük bir kısmı sonradan, zorunlu olarak Müslü-
man olmuştu. Müslüman biri Güla Din’i Müslümanlaştırmış, sonra da
onunla evlenmişti. Bir kızı doğduktan sonra “Eski dinime döneceğim,”
diye tutturan Güla Din’i boşayan kocası, onu küçük çocuğuyla birlikte
kapının önüne koymuştu. Aç açıkta kalan, birçok gece camide veya
komşularının ahırlarında sabahlayan Güla Din, çok geçmeden aklını
yitirip delirmişti. Hayat ona çok hoyrat davranmış, başkalarının vere-
ceği bir kuru ekmeğe, birkaç kuruş sadakaya mecbur bırakmıştı. Yıllar
sonra Güla Din’in peşinde sefil olan kızı, mahalleliler tarafından, kız
daha çocuk yaştayken, babası yaşındaki bir adamla evlendirilmişti.
O zamanlar kadının güzelliği konu olur ama erkeğin yaşı, yakışıklılığı
mevzu yapılmazdı. Bir kadın için önemli olan, erkeğin evine ekmek
getirip getirmediğiydi. Bu trajedinin tek iyi yanı, artık Güla Din diye
anılan eski Gül Ana’nın, kızı sayesinde sokaklardan kurtulmuş, akşam-
ları başını sokabileceği, sıcak bir şeyler yiyebileceği bir yer bulmuş
olmasıydı.
Baran, Güla Din ile daha çocuk yaşlarda tanışmıştı. Ne zaman
sevdiği kız Nazê’nin yaşadığı mahalleye gidip onun yolunu gözlese
Güla Din’e rastlardı. O günlerde Baran ile artık son yıllarını yaşayan
yaşlı kadın arasında garip bir arkadaşlık başlamıştı. Baran artık boş
zamanlarının önemli bir kısmını onunla geçiriyordu. O yüzden Güla
Din ve Nazê, anılarında hep birbirini çağrıştırırdı. Nazê’yi görmek için
dakikalar boyunca bekler ama karşılaştıklarında tek laf edemez, uzak-
tan izlemekle yetinirdi. Güla Din’le beraber akşama kadar sokaklarda
gezerdi. Onunla zaman geçirdikçe Nazê’nin yüreğine yüklediği yük az
da olsa hafiflerdi; bu nedenle onu buldu mu yapışırdı eteğine, akşama
kadar bırakmazdı.
Güla Din, çoğu zaman beline bağladığı keseden bir bez yu-
mağı çıkarır, sıkı sıkı sardığı yirmi otuz bez parçasını tek tek özenle 35
açıp içinden üzerinde kadın portresi olan yarım liralardan ve gri renkli
kuruşlardan çıkarırdı. Sonra beraber Xaltiya Rındê (Rındê Teyze)’nin
bakkal dükkânına gider, kullanılmış defter, kitap sayfalarından kopa-
rılarak yapılmış külahı ağzına kadar leblebiyle doldurtur ya da çubuk
şeker, şekerli leblebi, ay çekirdeği alırlardı. Baran’ın en sevdiği abur
cubur, “Türkan Şoray Göbeği” denilen şekerdi. Güla Din, her ne kadar
aklı birçok şeye ermese de o şekerlemeden sadece Baran’a almayı,
ertesi güne parasının kalmasını akıl ederdi. Bazen de paraları olmaz,
yaşlı kadın “Ay yüzlü oğlan,” dediği Baran’ı mutlu etmek için bakkala
borç yazdırırdı. Kızı ya da damadı söylenerek borcunu ödediğinden,
artık veresiye satış yapmaktan çoğu kez kaçınan bakkal, istediğini ver-
mediğinde Güla Din sinirlenir, okkalı küfürler etmeye başlardı. Sonun-
da, utancından olsa gerek, Xaltiya Rındê bir avuç şeker ya da leblebi
vermek zorunda kalırdı. Güla Din, şekerleme ve yiyeceklerin hepsini
Baran’a verir, Baran ne kadar ısrar ederse etsin kendisi asla yemezdi.
Bazen de Güla Din’le beraber ayakkabılarını çıkarıp paçalarını olabil-
diğince yukarı doğru sıvar; sokaktaki, yıkıntı yerlerdeki çamurlu sulara
basarak akşama kadar gezerlerdi.
Yazları sokakta, bahçelerde, avlularda buldukları taşları ve kı-
rık briket parçalarını sur dibine taşımak en büyük eğlencelerindendi.
Yetecek kadar malzeme topladıklarında onları yan yana, üst üste dizip
bir iki karış yüksekliğinde duvar örerek iki üç odalı küçük küçük ev-
ler yaparlardı. Evlerinden aşırdıkları ya da sokakta buldukları kilim ve
bez parçalarını getirir yaptıkları evlerinin odalarının içine serer, kendi
eseri olan evlerinde gururla oturur, gelip geçenleri izlerlerdi. Yoldan
geçip onlara gülenlere onlar da gülümseyerek karşılık verirlerdi. Bazı
sabahlar, gün boyu bin bir emekle yaptıkları duvarlarının yıkıldığını
görünce üzülürlerdi. Güle Ana’nın beddua ettiği hiç görülmemişti.
Duvarlarını yıkanlara da hiç beddua etmezdi. Üzüntüleri uzun sürmez,
hemen işe koyulurlardı. Uzun bir uğraştan sonra duvarlarını tekrar 36
onarır, yanlarında taşıdıkları kilimlerini serer, keyifle otururlardı. Baran
bazen ilaç kutularını kullanarak “lezzo” veya “oralet” ve şeker katarak
buzdolabının dondurucusunda yaptığı, bazen parayla satın alarak ya-
nında getirdiği eskimoları cömertçe Güla Din’e verir, yaşlı kadın hiç
reddetmez, Baran’la oturup afiyetle yerdi. “En ekşi olanı seç,” derdi
hep, “bunlar içimi serinletiyor, gönlümü ferahlatıyor.”
Kışlar ise tüm zorluklarına karşın başka bir güzeldi çünkü de-
vasa kardan adamlar yapma zamanıydı. Mahallede hiç kimse onların
yaptığı boyutlarda ve güzellikte kardan adam yapamazdı. Xaltiya Rın-
dê’nin dükkânından ve evlerden aşırılan yer fıstıkları, siyah zeytin; eski
tülbent ve atkılar, kardan adamın endamına renk katardı.
Bahar gelince buğday tarlalarından “kamçı” denilen irice ya-
bani bitkileri toplayıp mahalleye getirir, onları uç uca bağlar, sonra
bir ucundan tutup güle oynaya sokakları dolaşırlardı. Bir gün uç uca
eklediği kamçılara birkaç boş teneke kutu bağlayıp sokakta koşturan
Baran, Xaltiya Rındê’nin bakkal dükkânına varıp durduğunda ondan
okkalı bir tokat yemişti. Anlaşılan Xaltiya Rındê, kutuların çıkardığı
melodiden Baran kadar hoşlanmamıştı. Güla Din bu tokat olayını du-
yunca soluğu orada almış, “Sokaklar senin babanın tapulu malı mı, el
kadar çocuğu nasıl döversin?” diye avaz avaz bağırarak ortalığı ayağa
kaldırmış, etmedik küfür bırakmamıştı. Son anda araya giren Ömer
dayı, Güla Din’e zor bela engel olabilmişti.
Güla Din bazen durgunlaşırdı. Baran, öyle zamanlarda onun
eski günleri özlediğini düşünürdü; sessizce durur, anlatmasını bekler-
di. “Bak ay yüzlü oğlum!” diye söze başlardı yaşlı kadın, “seninle köye
gideceğiz. Üzümleri toplayacağız, üzümlerin şırasını kendi ellerimle
çıkartacağım. Oğluma bir küp pekmez, bir çuval sucuk ve pestil yapa-
cağım.” Köylerinin adı Küzeribe’ydi. En güzel pekmezler o köyde yapı-
lırmış. Baran’ın belki de yüz kere duyduğu bu sözleri söylerken Güla
Din, her seferinde gözlerinin içi güler, sonra hüzünlenirdi ve ardından 37
gözleri nemlenmeye başlardı.
Orta ikinci sınıftayken bir gün sokakta, “Güla Din tabancay-
la vurulmuş, can çekişiyor, sekerata girmiş,” haberini aldı. Ağlayarak
koşa koşa gidip annesine haber verdi, Yasin Suresi’ni dolabın üstün-
den kapıp annesini beklemeden Güla Din’in kızının evine doğru olan-
ca hızıyla koştu. Eve vardığında Güla Din gerçekten de can çekişiyor-
du. Başı kan revan içindeydi. Ağzından, burnundan kırmızı pembemsi
köpükler geliyor; nefes almakta güçlük çekiyordu. Göz kapakları yarı
kapanmış, gözleri yana kaymıştı. Baran, “Gül Ana! Gül Ana!” diye ses-
lendiyse de hiçbir cevap alamadı. Zavallı yoksul kızı, çaresiz, perişan
bir hâlde onu izliyordu. Baran hemen Yasin Suresi’ni okumaya baş-
ladı. Sesinin her tınısına, surenin her harfine dikkat ediyordu. Sanki
bir yanlış yapsa Güla Din daha çok acı çekecekti. Annesi geldiğinde
okumaya ara verip “Anne, duayla olmaz, hemen onu hastaneye götü-
relim!” dedi. Annesi,
“Oğlum, sekerata girmiş kişinin eceli gelmiş demektir,” dedi,
“bu durumdaki birine hiçbir doktor çare bulamaz. Kurtulacaksa ancak
Allah’ın yardımıyla, kendi kendine kurtulabilir.”
Annesinin haklı olduğunu biliyordu çünkü sekerata giren hiç
kimse için doktor çağrılmaz, can çekişen insanın dünyadaki son kon-
foru olan yatağından alıkonulup hastaneye götürülmesi yakışık almaz-
dı. Herkes bunun kader olduğunu düşünürdü. Yoksulluğun diz boyu
olduğu o yıllarda sekerata girdiklerini düşündükleri durumu ağır olan
hastalar için doktor çağırmamak veya onları hastaneye götürmemek,
imkânsızlıklardan kaynaklanan bir şey miydi yoksa yanlış inançtan do-
layı mıydı, çok da emin değildi. Güla Din çok can çekişti. O canını
teslim ettikten sonra Baran saatlerdir hıçkırıklar içinde okuduğu Ya-
sinlere son vermiş, çekildiği bir odada hüngür hüngür ağlamıştı.
Baran, hıçkırıklar içinde cenazenin yıkanmasına ve nereye
gömüleceğine dair tartışmalara kulak misafiri olmuş ama o zamanlar 38
buna anlam verememişti. Güla Din’in aklını yitirmeden önce eski di-
nine dönüş yaptığını iddia edenler vardı. Bu yüzden Müslüman âdet-
lerine göre yıkanıp defnedilemezmiş. Öğleden sonra papaz giysile-
rini giymiş Ömer dayı, yanında getirdiği birkaç kişiyle cenazeyi alıp
götürürken kışkırtılan mahalle çocuklarının onları taşlamasına engel
olmaya çalışan Baran’a bir tek Nazê yardım etmişti. Dağkapı’dan Balık-
çılarbaşı’na doğru uzanan, o zamanlar Baran’a kocaman gözüken cad-
deye gelindiğinde tabut caddede bekleyen at arabasına yüklenmişti.
Balıkçılarbaşı’na kadar cenaze konvoyunun koruyuculuğunu yapmış-
lardı. Gulê Ana için, hele de Nazê’yle beraber, bir şey yapmak Baran’a
çok iyi gelmişti. İlk defa o gün, büyüdüğünü, çok önemli, büyük bir iş
yaptığını hissetmişti. Güla Din’in onunla gurur duyduğuna emindi.
39

İlay Bilgili

1981 Elazığ doğumlu. Marmara Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği Bö-


lümü’nde öğrenim gördü. Öğretmen olarak görev yapıyor. Artis isimli
öyküsü 2017 Altkitap Öykü Seçkisi’ne girmeye hak kazandı. Öyküleri
Oggito Öykü, Edebiyat Haber, altZine, Duvar Dergi ve Notos Dergi’de
yayımlandı. Yazdım Sihir Oldu isimli bir kitabı bulunmaktadır.
Mimesis

Tam yetmiş sekiz yıldız sayıyor gökte Zarife hala. Aklı bir ço-
cuğun aklı gibi. Zarife halaya bakıyorum. Sanki bin yıllardır, hiç büyü-
meden, kalmadan ve gitmeden aynı balkondaki aynı minderde oturup
gün deviren, tek kaygısı, oyası yeni bir yazma olan Zarife halaya ve
kendime bakıyorum. Gün yerini yetmiş sekiz yıldızlı geceye bırakıp
gitmiş. Cırcır böcekleri kendilerine buldukları bir erik kovuğunda, bir
40
çam dalında aralıksız ötüyorlar. Gecenin şarkısı derin bir sessizlik ve
durmadan öten cırcır böcekleri. Gündüz çocukların toza toprağa ka-
rışarak oynadıkları kirazın gölgesi, yerini yılanlara, akreplere bırakmış.
Gökçeli yaylası karşıda selam duruyor bana. Yapraklarından çok mey-
vesi olan elma ağaçları emeklerini sabırla taşıyor. Yemişler kâh yerler-
de çürüyor, kâh dallarda yemyeşiller. Biberler sıra sıra, taze fasulyeler
çalılara dolanmış arsızca saçaklanıyor.
Sabah, ışıklarını dağlardan çamlara, çamlardan yayla evinin
avlusuna saldığında ilk Cumali uyanıyor. Hortumu toparlıyor, un çu-
valını hazırlıyor. Annem hamuru mayalıyor. Sonra odunları ateşe, saca
kavuşturuyor. Üzümler isli duman kokusuna uyanıyor. Mayalar yüzle-
rini güneşe dönmüş, güneş içmeyi en çok incirler bilir. Ateşte yana
yana bala çalar içleri, orada birkaç karınca kendine kışlık arar. Yuva-
larına, güneşten çatlamış mayaların ballarını taşırlar. Herkes telaştay-
ken, şehirler bize kendimizi unuttururken. Şehirler…
Rüya olduğunu hissettiğim bu sıcak günler, sakin geçerken
eşyalarımı toparlayıp neden buraya geldiğim ara ara aklıma düşüyor.
Şehirden, o zavallılıktan, o görünmezlikten biraz olsun sıyrılabilmek
için geldiğim köy evimizdeki bu umursamaz, bu tıkır tıkır işleyen dü-
zen daha üçüncü günde beni boğmaya başlıyor. Gözlerimin içinden
bakan ve kimsenin farkında bile olmadığı, yaralı, yalpalayan, can tes-
lim etmek üzere ama canı çıkmayan beni, kimse görmüyor. Bir incir
balından çatlıyor, bir karıncaya sofra oluyor. Bazı şeylerin içlerini kıs-
kanıyorum. Cumali çayı ocağa sürüyor, tavuklar yerleri deşmeye baş-
lıyor.
Zarife hala çocuk aklıyla beni her gördüğünde tek gözüyle
gülümsüyor, “Canım benim,” diyor. Dünyanın en naif kahkahası Zarife
halanın yüzünde çiçekler gibi patlı-yor, beni sarıp sarmalıyor. Sonra
yine dağlara bakıyor Zarife hala, tam kırk dört yıldır sadece dağlara
bakıyor. Sanki birisi kulağına, “Gözlerini hiç ayırmadan dağlara bak,”
demiş de o da, “Tamam canım benim,” demiş gibi. 41
Üç gün önce evimin penceresinden baktığım sokak, o çamu-
rumsu kalabalık, o görünmezlik yangını sarıyor her yanımı. Dağlara
değil de Kadıköy’ün anason ve sigara kokan sokaklarına baktığım her
gün geliyor, boğazıma yapışıyor adeta. Şehirler… Elimi cebime atı-
yorum, orada mı diye bakıyorum. Terlemiş avuç içim ile kavrıyorum
notu. Karnıma düşen tohum, yeşeren yapraklar, Mustafa. Mustafa’nın
“O çocuğu aldıracaksın,” demesi. Hepsi Çukurova’nın cehennem ate-
şinde kaynıyor. Kendi içini yok etmek benden istediği. Yapıyorum.
İçimdeki hikâyeyi yok edip köye kaçıyorum. Notu içimdeki boşluğa bı-
rakıyorum. Yanaklarımı çatlatan rüzgâr, bana çarpıp dalları dolanıyor,
kıpırdamaya mecali olmayan yapraklara dalıp gidiyorum. Annemin
sesini duyuyorum birden, “Cumali bazlamaları çevir oğlum. Evreağaç
şurada.” Dünyanın en önemli şeyinin ateşi harlamak, bazlamaların pi-
şip pişmemesi olduğu bu zincirde çok değil dört, beş gün kadar önce
uzandığım o yeşil ameliyathane örtüsü, tepemdeki sarı ışık ve gözleri-
min içindeki dehşet öyle sıradanlaşıyor ve saydamlaşıyordu ki gerçek
ve hayal ayırt edilemez bir hâl alıyor. Çamları çatırdatan sıcağında
Çukurova’nın, bereketli ve cömert topraklarında o esnada bin akrep
gölgelere saklanmış, yılanlar, çıyanlar kafalarını sessizce sürüyerek
akıp gidiyorlar ağaçların arasında. Misafir misafirliğini bilecek!
Annem Cumali’ye kibarca emrederek -ki bunu becermekte
ustadır- bazlamalara tereyağı sürdürüyor. Bir yandan durmadan anla-
tıyor. Cumali’ye sorsan kendi isteğiyle dinliyor. Bana sorsan… Annem
bana hiç sormadı. Aniden neden ziyarete geldim, neden hâlsizim, ne-
den buradayım hiç sormadı. Ateşi harladı, bostanları suladı, kollarını
açtı ama beni sarmadı. İçimdeki boşluğu kimse görmese o görür san-
dım, görmedi. Yeşil ameliyathane örtüsünü, yıllardır sıkı sıkıya kapattı-
ğım bacaklarımın arasındaki hazinemi, lanetimi ortaya çıkarıp içimdeki
müstesna günahıma, sevabıma dokunan elleri düşünürken, eksilirken,
yanımda ne Mustafa ne de annem vardı. İçinden kan sızan bereketim- 42
le karanlık eve geldiğimde bir gölgeydim artık. Göğsümün altından
başlayan ve leğen kemiğimde biten boşluktan dünya geçiyordu. Da-
lıp gidiyorum. Cumali’nin görünmeyen tasmasında annemin anneliği,
hanımlığı akrebin iğnesi gibi sivriliyor. “Çok güzeldim. Belime kadar
saçlarım vardı,” diye anlatıyor Cumali’ye annem. Ateşten kızarmış
yanakları parıldıyor, kaşlarını indirip kaldırıyor konuşurken. Yüzünde
övünç dans ediyor, alnındaki kırışıklıklardan dudaklarına, dudakların-
dan gözlerinin içine… “Ana, kız ana, bak saçıma kına vurmazsan bak-
mam buzağılara! Buzağılarımız vardı! Belden kemerli, bebe yakalı, sırtı
aşağıya kadar düğmeli elbiselerim vardı. Düz kol istemezdim, man-
şetli olacak,” diye devam ederken bizi görmez oluyor annemin gözü.
Çatlamış, kırışmış ellerini beline tutuyor, sonra saçlarına götürüyor
parmaklarını… Kimseye söz hakkı vermeden devam ediyor, “Babam
buğday verirdi yörüklere. Feke’nin, İmamoğlu’nun yörükleri gelirdi.”
Öğlen odun ateşine sürülecek dolmanın patlıcanları, biber-
leri sabah ezanı dağlarda dolanırken toplanmış. Eciş bücüş yayla do-
matesleri parıldıyor musluğun altında. Avrat olmak, avrat olabilmenin
kitabını yazıyor annem, ben sıradan bir kadın bile olamayışımla yine
kaçıp onun iğnesinin altına saklanıyorum. Orada mıyım, değil miyim
emin olamadığım bir anda annemin o gurur dolu sesi kulaklarımın
içinden zihnime, oradan üzeri örtülü divanlara yol buluyor.
“Saçlarımı iki belik örerdi anam. Kınalardı. Beliklerimin ucunu
tutar, eğri yerlerini keserdim makasla. Dümdüz olurdu uçları. Anam
görürdü, gene kesmişsin saçlarını derdi, kızardı. Yok ana, düzelttim,
derdim,” dedikten sonra keyfe geliyor iyice, basıyor kahkahayı. Gö-
zümün önünden annemin beni eğdiği, büktüğü, onun gibi gururla an-
latamayacağım onlarca çocuk hâlim boynu bükük geçiyor. Onları da
kimse görmüyor. Cumali bir yandan iş tutuyor bir yandan keyifle, kı-
kırdayarak dinliyor annemi. Cumali’nin kamaşan dişlerinin arasındaki
salyaları hissedebiliyorum, Yeter, diye bağırmak istiyorum. Kahvaltıya 43
kadar üst kata çıkmak için yerimden kalktığımda annem hemen susu-
yor, nazikçe emrediyor.
“Aynur, otur kızım. Cumali çay koy ablana. Bazlamalar oldu,
otur da ye hadi. Zarife halana da ver bir tabak.” Öylece kalıyorum, ses
etmeden çay koyan Cumali’ye bakıyorum, Cumali bir erik ağacı, bir
kırmızı küpeli çiçeği, bir acı süs biberi kadar buralı. Ben… Ömrümün
tüm yazlarının geçtiği bu koca bahçeye ilk kez gelmiş gibi ürkeğim, içi
boşaltılmış ölü bir hayvandan farkım yok!
Çayımı alıyorum. Dallarındaki elmaları taşıyamayan bir ağacın
altında sıcaktan çatırdayan toprakta dolaşıyorum. Yalınayak. Gökyüzü
parlak, hafif esen poyraz tüm her şeyi yalayarak geçiyor aramızdan.
Mustafa dönmüş müdür diye düşüyor aklıma. Eve gelmiş midir geri?
Anahtarı kapıyı açmayınca… İçimdeki boşluğu da alarak yok olduğu-
mu anlamış mıdır? Notu buluyorum cebimde yine. İlk kez cesaret edip
okuyorum.
“Ben de kendi mağaramın duvarına bakıp izledim seni. Burada
yalnızız sandım. Ne güzel vuruyordu arkamızdan ışık. Ne güzeldi yan-
sımalarımız perdelerde, koltuklarda. İnsan da yaratabiliyor biliyorsun.
Seni ikimiz yarattık. Birlikte yapabildiğimiz tek şey de bu oldu. Giz-
lediklerimin sızdığı rüyalarımda konuşuyordum. Ayağa kalkamadığım,
altında doğrulamadığım çatıların gölgesinde sıkışarak fırlıyordum
uykulardan. Rüyaymış, diyerek gölgelerime sarılıyordum. Mağaramın
güzel duvarlarına. Duvarlar, gölgeler, ışık, rüyalar, tavanlar, koridorlar,
gerçekler birbirine karışmıştı ya hani? Gerçi sen aynı tarafa bakmıyor-
dun, öyle ya. Gölgelerin boyları büyüdü sonra. Uzadı, esnedi gölgeler.
Öyle uzadılar ki yok oldular. Yarattığını unutuyorsun. Tanrı’dan farkın
bu olsa gerek. Yüklemi olmayan bir cümle olduk sonra. Bir gizli özney-
din sen ve gerisi belirtili belirtisiz bir öykü. Ağdalı gölgeni daha fazla
önemseyemedim affet. Esneyen, kopmak istemeyen o acınası, zavallı
gölgenle seni baş başa bırakmalıydım. Beraber uyuduğumuz geceler- 44
de toprak olmuş yastığında bir orman sandığım başına kendi ellerim-
le balta vurdum. Bir bir kestim saçaklanan köklerini. Zor da olmadı.
Bir süre yastıktaki boşlukla hoş olmadı aramız. Günbegün kokuşmuş,
çürüyen bir bataklığa dönüştü kafanın yastıkta yarattığı boşluk. Ko-
kusu, yarası çarşafa yayıldı sonra. Odayı kaplayan kokudan bir türlü
kurtulamadım. Nevresimleri değiştirdim, kaynar sularda beklettim
hepsini. Güneşte kuruttuktan sonra katlayıp lavanta koydum araları-
na. Duvarlardan güç aldı boşluk, sarmaşık sarmaşık kapladı dolapların,
çekmecelerin içini. Sıkı sıkı sardı her yanı. İnanmazsın nevresimleri la-
vantalarla beraber tortop ettim, attım. Yatağı bir ikinci elciye verdim.
Çekmeceleri tütsüledim. Yeni bir nevresim aldım kendime. Tek kişilik.
Çekyatta bir ben ordusuyum, yalnız değilim merak etme.”
Notu buruşturup ateşe fırlatıyorum. Tortop kâğıt alevlerin
gücüyle yavaş ve titreyerek açılıyor. Ortasında bir boşluk oluşuyor
sonra, delikten başlayan kıvılcım, kâğıdı bir süre sonra yok ediyor.
Zarife halanın yanına gidiyorum. Gülümsüyor beni görünce, “Canım
benim,” diyor. Elini uzatıyor. Eli içimdeki boşluktan geçiyor, sırtımı sa-
rıyor. Annemin kahkahası geliyor bostandan, Zarife hala duymazdan
geliyor.

45
46

Metin Çalışkan
1989 İstanbul doğumlu. 2013 yılında Kocaeli Üniversitesi Reklam-
cılık Bölümü’nden mezun oldu. Öykü, şiir, edebiyat inceleme ve
sinema yazıları Ünisanat, Sinemasal, Modern Zamanlar, Roman
Kahramanları, Galapera Öykü, İnsan ve Kültür, Sahte Putlar, Öykü
Gazetesi, Lacivert, Çevrimdışı İstanbul, Yazı Evi Dergi gibi mecra-
larda ve Özgür Kocaeli gazetesinde yayımlandı. Üniversite döne-
minde amatör kısa film oluşumu sistemfilm’in, mezuniyet sonrasıysa
amatör sanat oluşumu Artistik Bellek’in kurucuları arasında yer aldı.
Hâlen, Artistik Bellek fanzin ekibinde çalışmalarını sürdürüyor.
Sarılma Seansları

İnsanoğlu kollarını havaya kaldırdığında ortaya çıkan yapay


boşluğun hüznünü keşfettiğinden bu yana; kollarının arasını doldur-
mak için ümitsizce didindi durdu. Kimileri ilk insandan itibaren sorun-
larını görmezden gelip kaçmayı seçtiklerinden, kollarını sadece ge-
rektiği zamanlarda, gündelik ihtiyaçlarını giderebilecekleri ölçülerde
havaya kaldırmayı seçtiler. Geri kalanlarsa, tüm içgüdülerimizi red-
47
dederek, tutkunun, dürüstlüğün, güvenin, merhametin ışığını taşıyan
sarılma sanatına kendilerini adayıp, bu sanatın tüm inceliklerini öğ-
renmeye çalışarak, birikimlerini kuşaktan kuşağa aktardılar. Ta ki...
***
Doksan sekiz mi? Bu imkânsız. Nefes alamıyorum. Nasıl olur?
Düşün, düşün, düşün. Tüm soruları yaptım. Sakin ol! Bir yanlışlık olmalı
öyle değil mi? Her şeyin mantıklı bir açıklaması vardır. Her şeyin mi?
Amma laf. Kâğıdımı görmeliyim. Bu benim en doğal hakkım. Çıldıra-
cağım. Millet nasıl da sakin duruyor. Olacak iş değil. Oysaki çoğu ber-
bat notlar aldı. Bense doksan sekiz! Bir dokuz ve bir sekizin yan yana
gelmesinin beni böyle uçurumlara sürüklemesi... Haksızlık bu! Uyku-
suz gecelerime rağmen, onca çalışmaya rağmen. Hayır, inanmıyorum.
Bağıra çağıra söyleyebilirim yeniden; inanmıyorum. Aman olsun, Suat
elli almıştı. Neden ümitsizliğe kapılayım ki? Ah kimi kandırıyorsun!
Onun sertifikası var, senin yok. Hem hocayla yaptığın anlaşmayı da
unutuyorsun. Selma’ya nasıl da sarılıyor uluorta. Kim karışır? Böyle
bir hak elde etmiş. Bir kişi de çıkıp Selma da sarılmak istiyor mu diye
sormuyor. Yasa böyle. Aman bana ne! Bana ne de Selma sanki Suat’ın
gövdesinde yitip gitmiyor mu, midem bulanıyor. Annem iyi ki korumuş
beni böyle durumlardan. Bu mesele kesinlikle bir saçmalıktan ibaret...
Donuk gözlerle izliyordum onları. Belki bir şey hissetmem lazımdı,
onca yıl birlikte büyüdük Selma’yla ama hiç! Doğru ya, bana ne! Nasıl
da gerine gerine göstermişti sertifikasını. Sırtını devlete yasladı ta-
bii. Allah belanı versin Suat, kolların kopsun Suat... Göğsüm ağrıyor.
Düşün, düşün, düşün. Evet, sen düşünürken Suat mağrur bir şekilde
parklarda, vergi dairelerinde, köprülerde, okul önlerinde listesindeki
insanlara sarılmaya devam etsin. Sen düşünürken yağmur yağsın, in-
sanlar çabucak bir yerlere kaçışsın. Sen düşünürken trenler işlemeye
devam etsin. Sen düşünürken... Her zaman yaptığın gibi hayatın ke-
narında kalmayı seç ama hakkını alamadığını, buna başkalarının mani
olduğunu düşün. Şikâyet et. Düşün, düşün, düşün. 48

Sarılma sanatının önemli isimlerini sayınız, bu isimlerden


seçtiğiniz birini kısaca anlatınız.
Garcia Cruz, Maria Azura, Şinasi Hisar, Meçhul Bayan S.
Şinasi Hisar: Şinasi Hisar, dededen toruna üç kuşak hekimlik
yapmış olan Hisar ailesinin bir üyesidir. Ruhla ilgili çalışmalarıyla tanı-
nır. Yurtdışında eğitim görür. Memleketine döndüğünde, aile üyeleri
onda tuhaf değişiklikler fark eder. Hızlı bir sosyal hayatı olan, dışarı
çıkmayı seven Şinasi Hisar, iki yıl boyunca kendini eve kapatır. Bu süre
zarfında, sarılma sanatının insan ruhuyla ilişkisini araştırır, görünürde
hiçbir sorunu olmayan fakat içten içe ıstırap çeken insanlara sarılma
sanatıyla yardım edilebileceğine inanarak, bu konuda denemeler ya-
par. Hisar ailesi Şinasi Hisar’ın rezilliklerine daha fazla katlanamaz, aile
ismine leke sürdüğü gerekçesiyle onun bir akıl hastanesinde tedavi
edilmesini uygun görür. Şinasi Hisar, ailesinin düşüncelerinden haber-
dar olur olmaz evden kaçar, atıl durumdaki bir tiyatro binasına sığınır.
Buna rağmen araştırmalarından vazgeçmez. Her sabah tiyatrodan
çıkıp Ümitler Meydanı’ndaki insanlara sarılır, notlar alır. Gelen şikâ-
yetler üzerineyse polisler tarafından yakalanıp hapse atılır. Ailesi tara-
fından reddedilir. Hapiste, diğer mahkûmların hikâyelerini dinleyerek
vakit geçirir. Hemen hepsiyle laflar. Onları tanımaya çalışır. İçlerinden
birisi özel olarak ilgisini çeker. Bu, kimseyle konuşmayan, yüzünde de-
rin çizgiler taşıyan Rıza Yadigâr’dır. Hisar onun suskunluğuyla etrafı-
na ördüğü duvarı bir türlü aşamaz. Sadece, Rıza Yadigâr bileklerini
kestiğinde, kısa bir an da olsa mesafeler ortadan kalkar. Şinasi Hisar,
uzun süredir üzerinde çalıştığı bir sarılma akımını oldukça başarılı bir
şekilde icra eder. Rıza Yadigâr, Şinasi Hisar’a gülümser, hayata gözle-
rini yumar.
Biliyordum. Notlarım tamam işte. Bu soruda eksiğim olamaz.
Şinasi Hisar’ı kendimden iyi tanıyorum. Ezberleyene kadar canım çık- 49
mıştı. Hata neyse düzeltilecektir. Kâğıdıma bakabilirsem... Sen öyle
san! Ya bu büyük hatadan dönülmezse... Kim bilir ne dalavereler çe-
virmiştir Suat. Araya adam mı soktu acaba? Sınavına yakın sık sık bize
geliyordu. Doğru dürüst çalıştığını bilmem. Gezsin tozsun varsa yok-
sa... Aslında severdim onu, sertifikadan sonra çok değişti. Ne demez-
sin! Severdim, hatta Selma’yla mutlu olsunlar isterdim. Yeter, senin
sevinçlerini, doğrularını, sevgini bilirim ben. Hoca da nerede kaldı?
Gelse de rahat etsem. Şu sınıftakiler, şu sırf doğru düzgün, sabit bir
gelir için, sigorta için, vize kolaylığı için burayı dolduranlar. Kanını em-
diniz milletin. Buradan benimle bir, tek insan çıkar mı? Onca zorluğa
rağmen... Zorluk mu dedin? Durumuma rağmen. Bıktım artık bu acizli-
ğinden, gerçekleri çarpıtmandan, boş hayallerin peşinde koşmandan.
Göğüs kafesinde hasta bir kuş yaşıyor senin. Yaşıyor demek de çok
doğru değil. Suat’la Selma arasına sıkışmış, öldü ölecek. Onu bile ora-
dan kurtarıp uçurmaya mecalin yok.
Sarılma akımlarını yazıp kısaca açıklayınız.
Sarılma Akımları
a) Güvene Dayalı Sarılma: En az rastlanan sarılma akımıdır.
Sarılan kişilerin birbirleriyle alakalı en ufak bir şüphelerinin olmaması
temeline dayanır. Bu tip sarılmalarda genellikle sarılanlardan biri, sa-
rılma sanatında yönlendirici bir rol üstlenir. Sarılmayı yönlendiren kişi-
nin kollarının pozisyonu, kapanma şekli vb. teknik özellikler sarılmanın
nasıl gerçekleşeceğine dair belirleyicidir.
b) Açık Sarılma: En sık rastlanan ancak en az başarıya ulaşan
sarılma akımıdır. Sarılma sanatçıları için zirve noktasıdır. Sarılacak ki-
şiler arasında ne sözcüklerle ifade edebildikleri ne de sessizliğe dö-
kebildikleri tek bir gizli düşüncenin, duygunun kalmamasıyla başarıya
ulaşılması mümkündür. Bu tür bir sarılmanın, sarılacak kişilerin ilişkile-
rindeki yoğunluğa ya da kırık döküklüğe göre diğer sarılma akımlarını
da kapsaması muhtemeldir. Sarılacak kişilerin kollarının pozisyonları, 50
teknikleri öngörülemezdir.
c) Merhamet Ekseninde Sarılma: Eyleme dökülene dek üze-
rinde en çok düşünülen, sarılacak kişilerin kararsızlıkla kıvrandıkları
sarılma akımıdır. Bu akımda merhamete ihtiyaç duyan sarılma sanat-
çısının kolları sarıldığı sanatçının sırtında birleşir. Eller üst üstedir.
Parmaklar bazen titremektedir. Böylece sarıldığı kişinin bedenine,
ruhuna, kalbine sığınmayı amaçlar. Merhamete daha az ihtiyaç duyan
sarılma sanatçısının sol eli sarıldığı kişinin bel kemiği hizasındadır, sağ
eliyse omuzların yakınını sıvazlamaktadır. Bu sarılma akımında duygu-
sal rahatlama yoğun olarak hissedilir.
d) Tutku Dolu Sarılma: En sık rastlanan sarılma akımı olmasına
rağmen özgürlük alanı çok kısıtlıdır. Gerek kişisel çekincelerden, ge-
rekse kamusal güvenlik sorunlarından, yasal zorunluluklardan dolayı,
sertifikalı sanatçılardan bile tutku dolu sarılma anını yaşayabilen kişi
sayısı çok azdır. Kolların şekli, sarılma sanatçıları arasında değişkenlik
gösterir, bu açıdan bakıldığında en özgün sarılma akımıdır.
Neyi kaçırdım? Bu soruda da hatam olamaz. Boynumdaki da-
mar patlayacak. İki puan, iki puan yani nedir ki? Bir gelecek, bir kıvanç,
bir galibiyet... Sınava gelirken annemin verdiği pirinçleri yutmadım.
Dualı diyordu, sıkıştıkça beddua ettiğinden inanmadım. Hocayla an-
laşmama rağmen Milli Eğitim Bakanlığı’na da bir mektup yazdım. İşte
şimdi beni güldürdün. Mektuba nasıl başladığını anımsıyor musun?
Selma beni uğurlamaya gelmişti. Arkamdan Suat’la kıs kıs gülmüşler-
dir. Saatlerce düşündün, Sevgili, Sayın... Hava güneşliydi ama şemsi-
yemi aldım. Uzadın gittin kelimelerle. Soruları en az on defa okudum,
bir şaşırtmaca olmasın diye. Nihayetinde aklına gelen tüm kelimeleri
kullandın. Saygıdeğer, Sevgili, Ulu, Sayın, Büyük... Yapabileceğimin en
iyisini yaptım. Hayır, yapmadın. Yaptıklarının yapabileceğinin en iyisi
olduğuna kendini inandırdın. Başkalarının hikâyelerinden beslendin
daima. Kendi hikâyenin peşine düşmedin. Bir başkası için değerli olan 51
senin için de değerliydi çoğunlukla. Kim neden korkuyorsa, bu korku-
sunu nasıl heyecanla anlattıysa, o korkuyu öyle içinde büyüttün. Tak-
dir ediyorum, asla yılmadın. Herkesin hikâyesinden bir şeyler aşırmak,
aşırdıklarının kendine ait olduğuna inanmak konusunda büyük bir ye-
teneğin var.

Sarılma sanatının temel problemi nedir, anlatınız.


Kollar açık, ruhlar özgür, bedenler sarılmak için hazır görü-
nüyor. Her şey normal seyrinde ilerliyor gibiyse de sarılma sanatı
bir türlü amacına ulaşmıyor. Sarıldığınız kişiyle aynı noktada buluşa-
mıyorsunuz. Böyle bir anda sarılma sanatının temel probleminden
bahsedebiliriz. Bilinenin aksine bu problem, zaman değil, bir mesafe
problemidir. Sarılmanın gerçekleşmemesi sarılacağınız kişiyle aranız-
da duran, söylenmemiş sözlerle, gizli kırgınlıklarla, toplumsal çekin-
celerle çizilmiş gizli sınırdır. Sarılacağınız an mesafenin sıfırlanması
gerekmektedir. Bu teori ortak bir zamanda aynı mekânda bulunmak-
tan çok daha fazlasını ifade etmektedir. Böyle bir durumda, soyut bir
anlam içermesine rağmen geçmişimizdeki bir insana sarılabilmenin
de mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Konuya ışık tutması için anıların
işlevinden söz edebiliriz.
Not: Sertifikalı (yasal) sarılma sanatçılarının önemli bir görevi
de, listelerindeki kişilerle sarılma sanatının temel problemini yaşadık-
larında, o kişilerin adlarının acil olarak genel merkeze bildirilmesidir.
Ne işler çeviriyorsun Suat? Nasıl bir oyun bu? Bu sorudan da
eminim. Sertifika almamdan endişelendin değil mi? Neden? Nasılsa
asla saha çalışmasına çıkamam. Yine nutuk mu atacaksın? O köpeği
tekmelediğimde yaptığın gibi. Haklıydı, içten içe biliyorsun, orada öy-
lece duruyordu. Hayır, benim kapımın önünde duruyordu. Üstelik bir
zamanlar en yakın arkadaşımdı. Gelip geçenlere kendini sevdirmek
dışında ne yapıyordu? Saçmalama, bu kadar basit değil. Evime girip 52
çıkanlara sinsice yanaşıp sırnaşıyordu. Sırf bu yüzden mi? Sen gördü-
ğüm en acınası… Sus artık, sus. Biraz kemik, birkaç okşama için ne şak-
labanlıklar yapıyordu. Biliyorsun, biliyorum. O pire torbasının yaşama-
sı bile gereksizdi. Suat gelip seninle konuştu, bir dost gibi. Geldi ve
ahkâm kesti, akıl verdi. Peki, şimdi benim önümü tıkayan Suat efendi,
kendine ne diyeceksin? Her zaman böyleydin. Olan biteni birilerinin
üzerine yıkmak senin karakterinin bir parçası. Tıpkı her zaman hasta
hissetmen gibi. Tıpkı Selma’yı... Sus, sus Allah aşkına. Bırak Selma’yı.

Mesleğiniz dışında, sarılma hakkına sahip olmak istediğiniz


en fazla üç kişi yazınız.
...
...
...
Boş boş bakıyorum. Böyle bir şey mi vardı? Neden şimdi ak-
lıma geldi? Birilerini yazmış olmalıyım. Annemi, belki Suat’ı, Selma’yı.
Hadi en olmadı seni sevgili iç sesim. Bana ikinci tekille konuşan şu
mendeburu. Ne yani sayılmaz mı? Çıldıracağım. Sol kolum ağrıdan
uyuşmuş. Boğazım kupkuru. Hocayla konuşunca...
Kalem etekli, küt saçlı bir kadın sınıfa giriyor ben bütün bun-
larla boğuşurken.
“Selim hocanız hasta olduğundan gelemedi. Uygulama sınavı-
nı birlikte yapacağız arkadaşlar,” diyor.
Sırayla öğrencileri kaldırıyor. Başım kırılıp düşünceler ortaya
saçılacak diye korkuyorum. Şimdi nereye gittin? En zor anımda suçla-
mak yok mu, hey?
Hoca beni işaret ediyor. Ne yapacağım? Anne, Suat, Selma,
pire torbası, iç sesim, hastalıklar, yalanlar, acımasızlıklar ne yapaca-
ğım? Şiirler, şarkılar, fotoğraflar, filmler, ışık, karanlık, ne yapacağım?
Hoca gülümsüyor. Benden övgüyle bahsettiklerini söylüyor. 53
Durumu açıklamaya çalışıyorum. “Kâğıdıma bakabilirsem,” cümlem
yarıda kalıyor. Biraz anlayış, isteğim sadece biraz anlayış. “Özel bir
durumum...” yarıda kalıyorum. Kendisine böyle bir bilgi verilmediğini
belirtiyor. Kollarını açıp bana doğru geliyor.
“Şimdi arkadaşlara, merhamet ekseninde sarılma akımından
güzel bir örnek gösterelim.”
Nabzım hızlanıyor. Görmedim. Görsem yazardım. Yaklaşıyor.
Nefes alamıyorum.
Gövdesi gövdeme değiyor.
Gözlerim kararıyor. Gerisi ve dahası yalnızlık. Kollarım kopsun
Suat.
54

Oktan Erdikmen

1984 Merzifon doğumlu. Öğrencilik yıllarından itibaren çeşitli gazete


ve dergilerde muhabirlik yaptı. Parşömen ve Eylül Öykü dergilerin-
de hikâyeleri yayımlandı. Dayı adlı öyküsü, Kayseri Yazarlar Birliği’nin
Göç temalı seçki kitabında yer aldı.
Karıncalar Grileri Sevmezler

Dün gece, belki bu sabah güzel bir güne uyanırım umuduyla


yatmıştım ama yanılmışım. Zaten yaz kış küf kokan bu odada, herhan-
gi bir gün mutlu uyanmak ne mümkün? Çatı katı, daha doğrusu tavan
arası olduğu için kışın buzdolabı etkisi yaptığından ve daha önemlisi
parası kiraya dahil olmadığından, yatarken kaloriferi kapatıyorum. Vü-
cudum yorganın altında kaldığı için soğuğu pek hissetmiyorum ama
55
kulaklarım ve burnum buz gibi oluyor. Kulaklarım bir sabah elimde
kalacaklar diye korkuyorum. Almanya’daki ilk yıllarımda böyle korku-
larım yoktu. Yurtta kaldığım dönemde, bazı geceler sıcaktan terleme-
mek için kalkıp camı açmak zorunda kalsam bile asla kaloriferi kapat-
mazdım. Üstelik bunu Almanlardan nefret ettiğim ve ekonomilerini
çökertmek istediğimden değil, Türkiye’de sonuna kadar açamadığım
şeylerin acısını çıkarmak için yapardım. Zaten dünyanın bütün kalori-
ferleri 7 gün 24 saat çalışsa ve faturaları da Almanlar ödeseler, ekono-
milerinin çökeceğini sanmam.
Her sabah olduğu gibi, evde çalınabilecek hiçbir şey olma-
masına rağmen, kapıyı iyice kilitleyip mahalledeki eski Alman fırınına
doğru gitmeye başladım. Kaldırımdan yürüyorum çünkü Almanya’da
yolun ortasından yürünmez. Bakın, kaldırımlara çocukların okullarını
bulabilmeleri için sarı ayak izleri bile çizmişler. Onları takip edince,
dosdoğru okul binasına gidiyorsunuz. Kırşehir’de bizim ilkokulun yo-
lunu gösteren tek bir işaret bile yoktu ama yolumuzu da bir kez bile
kaybetmemiştik. Yine de Almanlar yaptığına göre, bu sarı işaretlerin
bir hikmeti vardır. Üniversitede görmüştüm. En basit bir şeyi bile yap-
madan önce toplanıyorlar, grafik çiziyorlar. Örneğin bu çizgiler için,
adım başına harcanacak boya miktarını ve bir çocuğun bu sarı boya
olmasa, okulun yolunu kaybetme ihtimalini hesaplıyorlar. Hatta boya
fabrikasında çalışan işçilerin sigorta paralarını bile düşünüyorlardır.
Belki de düşünmüyorlardır ama eğer düşünüyorlarsa gerçekten şa-
şırmam. Düşünmek Almanlara yakışıyor. Oysa bizde birisi, “Çocuklar
okulun yolunu daha iyi bulsunlar diye sokaklara sarı boyalarla ayak
izleri çizelim,” dese, vallahi kimseyi ikna edemez. “Aman efendim ne
gerek var,” deriz. “Yağmurda o boyalar silinir,” deriz. “Çocuklar zaten
servisle gidip geliyorlar,” deriz. Velhasıl, biz sokaklara sarı boyalarla
ayak izleri çizemeyiz.
İşte karşıdan bu hesap adamlarından biri geliyor. Bizim bi-
nanın hemen yanındaki müstakil evde tek başına oturan adam, Herr 56
Schneider. Adamın adı Schneider ama kendisi marangoz değil. Ne iş
yaptığını tam bilmiyorum ama lüks bir arabası ve büyük bir evi oldu-
ğuna göre iyi para kazanıyor olmalı. İşte, bana doğru yaklaşıyor. Yan
yana gelince önce gülümserim, sonra, “Guten Morgen Herr Schnei-
der!” derim. Yoksa sadece “Morgen!” mı demeliyim? Almanlar birbi-
rine “Morgen!” der geçer, “Guten Morgen!” sadece kurslarda öğre-
tilir. Ben de sadece “Morgen!” dersem, kursa gitmekle kalmadığımı
ve tümüyle entegre olduğumu gösterebilirim. Sonra o hesap adamı,
bana ne iş yaptığımı sorar. “Öğrenciyim,” derim. Kaç senedir burada
yaşadığımı öğrenmek ister, “Sekiz,” derim. 40 senedir günde sekiz
saat diş macunu kapağı sıkan Türk işçinin Almancasıyla karşılaştıra-
rak, Almancamın ne kadar da iyi olduğunu söyler, “Teşekkür ederim,”
derim. Nasıl geçindiğimi sorar, “Üniversiteyi 8 senedir bitiremediğim
için bursum kesileli 4 yıl, yurttan atılalı 2 yıl oldu,” derim. “Aaa öyle mi?
Bizim şirkette de zaten bir öğrenci asistan ihtiyacımız vardı, isterseniz
yarın gelin bir görüşelim. Haftada 3 gün çalışırsanız, ayda bin avro
alırsınız. Öğrenciyken ben de çok zorluk çekmiştim, sizi en iyi ben
anlarım,” der. Kabul eder ve pazartesi sabahı işe başlarım. Belki de
hemen bu öğleden sonra gider başlarım.
O da ne, bu ihtiyar Alman, kafasını hiç kaldırmadan yanım-
dan geçip gitti. Belki de uzaktan beni görmüş ve Türk olduğum için
“Şunun yanından selam vermeden geçip gideyim,” demiştir. Belki de
hiç görmemiştir. Belki de sarı ayak izlerini takip ediyordur. Çünkü bu
lanet olası Alman köyünde bu sarı ayak izlerinin gösterdiği okulda
okumamış olan tek bir kişi bile bulmanız, neredeyse imkansızdır.
Ana caddeye çıktım ve işte mültecilerin kaldığı binanın he-
men yanından yürümeye devam ediyorum. Buradan her geçtiğimde
içeri girsem mi diye düşünürüm. “Merhaba!” desem, “Siz İstanbul’un
neresinden geldiniz? Mecidiyeköy’deki kırmızı ışıklarda arabaların
camlarını bu ellerle mi sildiniz? Tarlabaşı’ndaki otelin zilini bu parmak- 57
larla mı çaldınız? Nasılsınız?”
O zaman bana ne cevap verirler acaba? Belki de, “Hadi be
sen de, biz zaten Türkiye’den kurtulmak için canımızı tehlikeye atıp bu
kadar yol geldik,” derler. “Burada da mı buldunuz bizi?” derler. Belki
de sarılır, hasret giderirler. “Birlikte Fenerbahçe’nin maçını seyrede-
lim mi?” derler. “Haftasonu bize gelsene,” derler. “Körling oynayalım,”
derler. “Ata binelim,” derler. Hiç yapmadığım ve büyük ihtimalle hiç
yapmayacağım ama adını sevdiğim ve eğer yapsaydım kesinlikle çok
memnun kalacağım bir sürü şeyi art arda teklif ederler. Belki de hiçbir
şey demezler ve kapıyı uzun uzun çalmama rağmen, ne olur ne olmaz
diye açmazlar bile.
Köşeyi döndüm ve mülteciler geleli değeri 300,000 Avro ka-
dar düşen bina arkamda kaldıktan sonra yaklaşık yirmi adım attım.
Bu yol okula gitmediği için, sarı ayak izleri yok. Almanlar en az 55
sene önce yaptıkları kaldırımları dört adımda bir gri ve yarım adımda
bir kırmızı kiremitlerle döşemişler. Herr Schneider gibi gözümü aşağı
diktim ve yürürken taşları dikkatlice incelemeye başladım. Karıncalar,
gri taşları es geçip kırmızılara öbeklenmişler, oralarda bir şeyler taşı-
yorlar. Anlaşılan karıncalar grileri sevmiyorlar. Ben de sevmiyorum. Bu
ülkedeyse her şey gri. İnanmazsanız gökyüzüne bakın.
İşte fırınla aramda birkaç adım kaldı. Şimdi içeri gireceğim ve
kapıdan adımımı attığım anda “Dong!” diye bir ses gelecek. O ses
duyulunca otomatik olarak hırsız olmadığımı ve her ne kadar tipim bu
köyün eski sahiplerine çok benzemese de, kibarlık açısından onlardan
eksik kalır yanım bulunmadığını göstermek için gülümseyeceğim. Ben
gülümseyince onlar da bana gülümser gibi yapacaklar ama 38 yıldır
tanıdıkları ve adı da, sanı da, tipi de kendileri gibi olan Frau Schmidt
yerine beni gördükleri için de mutsuz olacaklar.
“Dong!” İçeri girdim ve “Morgen,” dedim. Tezgahın arkasında-
ki iki kadın aynı anda bana “Morgen,” dediler. Bir tanesi beni görünce 58
arka tarafa geçti. Oysa gelen Frau Schmidt olsaydı, “Nasılsınız Frau
Schmidt?” diyecekti. “Andreas, Berlin’de işe başlamış, selam söyleyin,”
diyecekti. “Pazar günü kiliseye geliyorsunuz, değil mi?” diyecekti. “Su-
samlı ekmekten almayın isterseniz, bakın çekirdekli olan daha taze,”
diyecekti. Frau Schmidt ise onun için fazla bir anlamı olmayan tüm bu
konuşmaları beş dakika sonra unutacaktı. Oysa fırıncı arkaya geçmek
yerine bana da birkaç soru sorsaydı, kim bilir ne kadar sevinirdim. “An-
nenizden haber aldınız mı, nasıl durumu?” deseydi. “Okulu bitirmeye
ne kadar kaldı?” deseydi. “Köye yeni bir diş doktoru gelmiş, çok iyiy-
miş,” deseydi. O kadar, o kadar çok sevinirdim ki, bu fırıncıya birisi bir
şey yapacak olursa sanki kendi canımı korur gibi karşısına dikilirdim.
Kar yağdığında kapısının önünü temizler, hatta üstüne kar tozu bile
serper ve tüm sokağı pırıl pırıl yapardım. Hiçkimse de kayıp düşmezdi
ve bu kuşkusuz Frau Schmidt’in de daha çok işine gelirdi. Bu yüzden
ona sorsalardı, beş dakika sonra unutacağı sıradan bir konuşmadan
ziyade, karlı günlerde pırıl pırıl yürüyebileceği sokakları tercih ederdi.
Bense, hep onları düşündüm. Yanımda elli Avro getirdiğim günlerde,
yarı mahcup bir şekilde çıkarıp, paramın bütün olduğunu ve bozup
bozamayacaklarını düşündüm. Onların bu parayı bozamamalarından
endişe duydum. Oysa onlar, beni bu düşüncemden dolayı takdir et-
mek şöyle dursun, belki de bu parayı çalmış olabileceğimi bile akıl-
larından geçirmiş olabilirlerdi. En azından bazı günler elli, yüz hatta
iki yüz Avro bütün para veren ve kasada bozuk para olup olmamasını
zerre kadar umursamayan Frau Schmidt’in bu paraları çalmış olma ih-
timalini düşünmedikleri kesindi.
Elimde bir kahve, bir peynirli ekmek, bir kruvasan ve kırk
beş avro elli iki cent para üstüyle fırından çıktım. İkinci kadın beni
görünce tezgahın arkasına saklanmasaydı, “Kırk beş Avro yeterlidir,”
derdim. Aksanımdan dolayı anlamayıp bozuk parayı bana uzattığın-
da, “Lütfen onu Trinkgeld kutunuza atın, hizmetiniz için çok teşekkür 59
ederim,” derdim. O da içinden “Sen kim oluyorsun da bana bahşiş
bırakıyorsun, pis Türk!” diye geçirip parayı kutuya atardı. Belki de hiç-
bir şey düşünmeden parayı kutuya atardı. Ancak bazı günler yarım
saat sohbet ettikleri Frau Schmidt para üstünü kutuya atmasını istese,
içinden, “Sen kimsin ki bana bahşiş veriyorsun, pis bunak!” diye geçir-
meyeceği kesindi.
Kimin neden alışveriş yaptığını bilmediğim bir sürü küçük
dükkanın yanından geçerek mezarlığa doğru yürüdüm. Girişe vara-
na kadar kahvem buz gibi oldu. Peynirli ekmeği yemiştim, kruvasanı
da bitirmek için mezarlık bahçesinin kapısında bir dakika kadar bek-
ledim. Ölülerin arasında dolaşırken bir şey yemenin saygısızlık oldu-
ğunu bana küçükken kim öğrettiyse çok iyi öğretmiş, hâlâ aklımdan
çıkmıyor. Keşke öğretmenlerim de derste anılarını anlatacakları yer-
de, bana her şeyi mezarlıkta yemek yenmeyeceğini öğretenler gibi
öğretmiş olsalardı diye düşündüm. Karton kahve bardağını ve torbayı
girişteki çöpe attıktan sonra içeri girdim.
“Günaydın, Herr Maier!”
“Merhaba, Frau Müller! Bugün nasılsınız?”
Birinci Dünya Savaşı’nda ölenler, Herr Wagner, Herr Becker
ve Herr Schulz. “Hayır, benim doğduğum topraklara ayak basan sade-
ce siz değilsiniz. Eminim Frau Fischer her yaz Alanya’da tatil yapardı
ve Türkleri çok severdi. Herr Meyer, İstanbul’daki Mercedes otobüs
fabrikasının kuruluşunda çalışmıştır. Frau Hoffman, Türk savaşlarında
esir alınan bir askerin torununun torunudur.”
Ve işte yirmi metre ötede en yakın arkadaşım yatıyor. Mezar-
lıktaki tek Müslüman, Salih Abdullah. Onunla bu köye taşındığım ilk
günlerde tesadüfen geldiğim mezarının başında tanıştım. Çoktandır
ölü olmasına rağmen, beni kendisine yaşayan herkesten daha yakın
hissetmemi sağladı. O günden beri hemen hemen her gün geldim
ve tüm derdimi, tasamı ona anlattım. Kiramı ödemek için haftada bir 60
gün havaalanında işçi olarak çalıştığımı ve kıt kanaat geçindiğimi,
Kırşehir’e her gittiğimde annemin zorla verdiği Cumhuriyet altınla-
rının bitmek üzere olduğunu, babamın ben henüz on iki yaşındayken
kollarımda öldüğünü, ablamla şimdi hatırlayamadığım saçma sapan
bir sebepten ötürü altı aydır konuşmadığımı -en acısı da onun bunu
hiç umursamadığını-, Almanya’dan döndüğümde evleneceğimizi san-
dığım kızın üçüncü çocuğuna hamile kaldığını ve benim her gün bu
hayattan nasıl kurtulacağıma dair planlar yapmama rağmen hiçbirini
uygulayamadığımı anlattım. Ne anlattıysam dinledi, dinledi ve belki
ölü olduğu için, belki de bu konularda söylenecek her şey zaten söy-
lenmiş olduğu için sustu, hiç konuşmadı.
Doğum: 1975, Ölüm: 2005. Altında Arapça veya Farsça yazılar,
“Ruhuna Fatiha” gibi bir şey olmalı. Diğer mezarların hepsinde çiçek-
ler, biblolar, vitraylar hatta heykeller var. Salih’in mezarıysa sadece
çakıl taşlarıyla kaplı.
İşte aramızda birkaç metre kaldı. Aman Allahım! Salih, Salih
yok. Gitmiş. Bu nasıl olur? Bunca süredir tek bir mezarın bile bir yere
götürüldüğü olmadı. Mezar taşı yerli yer-inde ama çakıl taşları da, Sa-
lih de yok. “Salih Abdullah” yazılı mermerin önünde 1,5 metrelik bir
boşluk.
Eğilip dikkatlice baktım, hayır Salih yok. Gözlerimi ovuştur-
dum ve yeniden baktım, rüyada da değilim. Mezarlık İdaresi hemen
yan tarafta olmalı. Oraya doğru hızla koşmaya başladım.
Kapıyı iterek girmemle, içerideki 2 kişinin korkuyla ayağa
kalkması bir oldu. Bu lanet olası mezarlıkta 20 yıldır hiçbir olay mey-
dana gelmediğinden, Noel gecesi komşularına anlatabilecekleri bir
anı yakalamış olma heyecanıyla yüzüme baktılar. Birini tanıyorum,
zaman zaman ortalığı temizlerken karşılaştığım yaşlı adam, buranın
bekçisi. Orta yaşlı kadınsa evrak işlerine bakan sekreter olmalı.
“Salih” dedim, “Salih Abdullah, nereye götürdünüz onu?” 61
Sekreter, bekçiye dönerek, “Bugün süresi dolanı soruyor,”
dedi. Sonra da bana doğru, “Mezar sözleşmesi yenilenmediği için yeri
boşaltıldı. Parası ödenmemişti,” diye kısık sesle söylendi.
“Çabuk!” dedim, “çabuk! Nereye götürdüyseniz getirin onu.
Mezarın parasını ben vereceğim.”
Memur önce bunun mümkün olmadığını söylese de, biraz ba-
ğırıp çağırmam ve dediğimi yapmazlarsa sözleşme bitmeden mezarı
boşalttıklarını üstlerine bildireceğim konusunda tehditler savurmam-
dan ötürü yumuşadı. Aslında bu ikincisini tamamen uydurmuştum
ama bağırmam o kadar etkili oldu ki, kimsenin aklına çıkarıp sözleş-
meye bakmak gelmedi.
Hatta bu nedenle ölmeden önce hiç tanımadığım bir kişinin
mezar ücretini ödeyerek mezarlıkta kalmasını 40 sene daha garanti
altına almama bir şey demediler. Normalde bu yasaktı. Ancak bu kor-
kaklar ülkesinde biraz sesinizi yükseltirseniz, her dediğinizi yaptırabi-
lirsiniz. Bağırışmaya alışık olmadıklarından, bir an evvel sizden kurtu-
lup rutin hayatlarına dönmek ve o bol kremşantili çilekli pastalarından
yemeye devam edebilmek için, ne isterseniz yaparlar.
Annemin Cumhuriyet altınlarından kalan 3 tanesini, şehirdeki
Türk kuyumcusunda normal fiyatının 50 Avro aşağısına bozdurduktan
sonra, akşam olmadan sekreteri yakalayıp parayı teslim ettim.
Biraz daha geç kalsam onu önce tabutuyla birlikte yakacaklar
-Salih’in öldüğü dönemde Almanya’da kefenle defin yasaktı-, sonra da
küllerini çöpe atacaklardı.
Mezarlığa yeniden girdiğimde, yaşlı bekçi Salih’in tabutu üze-
rine toprak atmayı henüz bitirmişti. Ben gelince, sabahki asabi hâlim-
den kaynaklandığını sandığım bir çekingenlikle, “Çakıl taşlarını geri
toplamak mümkün olmadı,” dedi.
Ben de, zaten çakıl taşı istemediğimi, Salih’in mezarına artık
çiçek dikeceğimi söyledim. 62
Salih’i işaret ederek, “Nesi oluyorsunuz?” diye sordu.
“Tanımıyorum,” desem çok ayıp olacaktı. “Arkadaşım,” diyerek
yalan söyledim, “en yakın arkadaşım.”
“Sarı ayak izlerini takip eder, beraber yürürdük. 4 adımda bir
kırmızı taşlara gelince, karıncaları ezmeyelim diye zıplardık,” dedim.
“Gri taşlara ise gönül rahatlığıyla basardık.”
“Çünkü,” dedim, “karıncalar grileri sevmezler…”
Şaşkınlıkla yüzüme baktı. O esnada bir uçak gürültüsü duyul-
du. Kafasını yukarı kaldırdı. Gökyüzü, çakıl taşları kadar griydi. Hiç
şaşırmadı…
63

Anıl Ergin
1980 Kırklareli doğumlu. Galataperform’un Yeni Metin Yeni Tiyatro
Yazarlık Atölyesi’nde tiyatro oyunu yazarlığı eğitimi aldı. ve atölye
sonunda yazdığı Geçmişten Gelen Ev isimli oyun, Galataperform’un
düzenlediği 3. Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali’nde okuma tiyatrosu
olarak sergilendi. Ceyda Aşar’ın senaryo atölyesinde senaryo yazımı
üzerine eğitim aldı. Yazarkafa dergisinde Sair’in Büyük Aşkı isimli öy-
küsü seçkiye girerek yayınlandı. Koca Pelvan ve Sarı Kızan isimli bir
romanı olan Ergin; 2010 yılından bu yana Lüleburgaz Belediyesi’nde
memur olarak çalışmaktadır.
Olmaya Devlet Cihanda Yahut Babam

Saim denen pezevengi vurdum. On yedi yıldır nüfus idaresin-


de aynı görevdeyim. Görevine benim kadar bağlı bir adam daha yok-
tur. Kafamı kaldırmadan, tuvalete dahi gitmeden, aralıksız, saatlerce
çalışabilirim ki bu durum, memur standartlarına göre değerlendirildi-
ğinde, pek rastlanan bir şey değildir.
Askerlik dâhil hayatımda hiç silah kullanmadım, bu Saim pe-
64
zevenginin kafasına tabancayı boşaltana kadar. Kaç el ateş ettim bil-
miyorum ama tetiğe son iki basışımda tabanca patlamadı. Şarjörde
mermi kalmamış. Niyetim de zaten buydu. Şarjörün tamamını Saim’in
kafasına boşaltmak amacındaydım ve bunu gerçekleştirmiş olmaktan
dolayı şu anda içim huzurla dolu.
Her sabah olduğu gibi o sabah da mesai başlamadan on beş
dakika önce bilgisayarımın başındaydım. Saim, mesai başladıktan beş
on dakika sonra gelir, kahvaltısını yapar, sigarasını, kahvesini içer öyle
geçerdi yerine.
Ben ömrümde hiç sigara içmedim ama Saim’i vurduktan sonra
masasının üzerinde duran sigara paketini alıp cebime koyacaktım ve
her şey bitince bir tane yakacaktım. Gelip yerine oturduğu gibi silahı
çektim ve yanına gittim. Son cümlesini gülerek kurdu, “O ne amına
koyayım?” Kendine o kadar güveniyordu ki, aldığım zevki uzatmak için
basabileceğimden bir saniye daha geç bastım tetiğe. Gözlerindeki
o yapamayacağımdan emin, küstah bakışı görene kadar beklemekti
niyetim ve Saim bir saniyede istediğimi verivermişti. Tetiğe art arda
bastım. Öldü. Silahı elimden bırakmadan ofisten çıktım. Çalışanlar ve
işlerini yaptırmak için daireye gelmiş vatandaşlar, silah seslerini an-
lamlandırmaya çalışıyordu. Herkesin yüzünden korku ve şaşkınlık akı-
yordu. Sesin hangi odadan geldiğini anlamaya çalışıyorlardı. Ağır ağır
kapıya doğru yürüdüm. Giriş kapısının orada güvenlik görevlisi Cavit
elimdeki silahı gördü. Ayaktaydı, oturdu. Asgari ücretle çalışıyordu ve
silahı yoktu. Ölmek zorunda değildi. Bankonun arkasına sindi. Göz-
leriyle beni takip ediyordu ama hiç kımıldamıyordu. Bu tavrı ile beni
kendisine hayran bıraktı. Ona verilen değer bunu gerektiriyordu. İş-
ler yolundayken karnın içeride, göğsün dışarıda bir duruşla kapının
önünde bekle, herkes sansın ki senin sayende güvendeyiz. Sonra bir
anda işler boka sarınca bankonun arkasına eğil. Böyle sisteme böyle
güvenlik yakışırdı. Haklıydı, doğrusunu yapıyordu. Kolay gelsin dedim
ve dışarı çıktım. Güler’in evine doğru yürümeye başladım. 65
Güler’le çok eskiden beri tanışıyoruz. Yaklaşık yirmi yıldır fa-
lan onunla sevişmeyi deli gibi istiyorum ama olmadı bir türlü. Kısmet
o güneymiş. Gittim, kapıyı açar açmaz hiçbir şey söylemeden sarıldım.
Bir süre öylece durduk. “İyi misin?” dedi. Dudaklarına yapıştım. Öpüş-
meye başladık. Güler’i öpmeye devam ederken elimdeki silahı giriş
kapısının yanındaki ayakkabılığa bıraktım ve dudaklarından ayrılma-
dan onu yatak odasına götürdüm. Üzerimizdeki kıyafetleri çıkarma-
dan birlikte olduk. Yirmi yıldır bekliyordum bu anı, soyunarak zaman
kaybedemezdim. Güler’le sevişirken peş peşe, siren çalan araçlar
geçti camın önünden. Herhâlde Saim’in cesedini almaya gidiyorlar-
dı. Boşaldıktan sonra üzerinden kalktım. Çıkıp gidecekken geri dön-
düm. Yatakta sırt üstü yatan kadının göğüslerini açıp, baktım. Bana hiç
karşı koymadı. Bir süre baktım onlara, eksik bir şey kalmamalıydı ar-
dımda. Aslında bağırmaya başlasa, itiraz etse, arkama bile bakmadan
kaçardım ama yapmıyordu. Yapamıyordu. Bu zamana kadar aklımdan
geçirip de kendimi tuttuğum ne varsa yapmalıydım. Odadan çıkıp,
ayakkabılıkta duran silahı tekrar aldım. O esnada Güler’in ev telefonu
çalmaya başladı. Büyük ihtimalle kocasının öldürüldüğünü haber ver-
mek için arıyorlardı.
On yaşlarındaydım, annemle beraber bir hastanenin korido-
runda sıra bekliyorduk. O zamanlar sürekli hastalanıyordum. Garip
bir şekilde tedavime başlandığı gibi iyileşip, hemen ardından başka
bir hastalığa tutuluyordum. O gün hastane koridoru her zamankin-
den çok daha kalabalıktı. Annemle ben erkenden gitmiştik hastane-
ye. Koridorda bulunan az sayıdaki oturma yerlerinden birine oturmuş
bekliyorduk. Zaman ilerledikçe bekleyen hasta sayısı artmaya başladı.
Doktorların mesaiye başlayacağı saat yaklaştığında koridorda iğne
atılsa yere düşmeyecek bir kalabalık toplanmıştı. Annemin kuca-
ğında oturmuş beklerken, doktor geldi. Bizi görür görmez: “Hanım
yok çocuğun bir şeyi, sen hastasın. Psikiyatri servisine gidin.” dedi. 66
Bıkmış ve sinirli bir hâli vardı doktorun. Sürekli hastalanıp iyileşme-
lerimin arkasında annemin psikolojik sorunları varmış meğer. Annem
hastasın dediğinde inanıyordum çünkü o annemdi. Doktor bir şeyin
yok dediğinde de inanıyordum çünkü o doktordu ve annem de ona
inanıyordu. Allah eksik etmesin, muhtaç da etmesin denen hastane
koridorlarında, annemin yüzünden bekleşip duruyorduk. Ne arıyordu
orada diye sonrasında epey bir kafa yordum. Şimdi düşünce anlıyo-
rum ki kadıncağız şefkat arıyordu benim üzerimden. Çocuğu hasta bir
kadına herkes anlayışla yaklaşır çünkü. Buldu mu? Sanmam. Gerçek-
ten hasta olsaydım da bulabileceğine inanmıyorum. Ben annem için
önemliydim fakat annem şunu unutuyordu; dışarıda bir sürü çocuk
vardı.
Liseyi bitirdiğim yıl babam, annemi vurdu. Annem öldü, ba-
bam tutuklandı. Böylelikle hastalandığımı düşünüp, beni hastaneye
götürecek kimse kalmadı. Babamın bir iki tanıdığı sayesinde nüfus
idaresinde çalışmaya başladım. Zaman içerisinde, şansımın da yardı-
mıyla devlet memuru kadrosuna atandım. Benden birkaç yıl sonra da
Saim geldi daireye. Kimsesizlik ile yalnızlık arasında derin bir uçurum
olduğunu o zamanlar bilmiyordum. Yalnız kalmayı tercih edebilirsiniz
ya da yaptığınız bazı hareketler, söylediğiniz sözler, yaşam tarzınıza
yönelik olarak insanların takındığı tavır sizi yalnız bırakabilir. Ne olursa
olsun, isteyerek ya da istemeyerek yalnız kalışınızda sizin bir etkiniz
vardır. Ancak kimsesizlik öyle bir şey değil. Babanız kimseye sorma-
dan sizi kolunuzdan tutup, hiç akrabanızın veya tanıdığınızın olmadığı
bir yere götürebilir bir anda. Hatta bunu birkaç kez yapabilir. Burada
sizden kaynaklı bir durum yoktur. Fikrinizi sormaz kimse ki zaten bir
fikriniz de yoktur o an için. Gidersiniz sadece. Sonra alışır gibi olur-
sunuz tam, bir daha gidersiniz, sonra bir daha. Bu öyle bir şeydir ki
gitmelere de kalmalara da alışamazsınız, öğrenemezsiniz ikisini de.
Her seferinde aynı acemilikle karşılarsınız yeni hayatınızı. Annenizden 67
ve babanızdan başka kimseniz yoktur. Sonra bir gün babanız anne-
nizi vurup, öldürür ve hapse girer. Tek başınıza kalırsınız. Şimdi bu,
yalnızlıktan çok farklı bir durumdur. Sizi tanıyan üç beş kişi illa vardır
etrafta ama bu sizin kimsesiz olduğunuz gerçeğini değiştirmez. Ufacık
bir zorlukla karşılaşınca zaten kavrayıverirsiniz o tanıdıkların aslında
başkalarının kimsesi olduğunu. Ne yaparsan yap, istersen insanlara
sevecen yaklaş, istersen onların derdini dert edin, fark etmez. Belirli
bir süre yalnızlığını giderebilirsin ama kimsesizlikten asla kurtulamaz-
sın. Böyle hisseden birisi için hayatın çok fazla değeri olmuyor. Olamı-
yor. Bu değersizliğe ses bile çıkarmadan katlandım yıllarca. Sustum.
Annem de susardı.
Bir sene Fenerbahçe çok kötü bir sezon geçiriyordu. Fanatik
fenerli babamdan neredeyse her hafta dayak yiyordum bu yüzden.
Boğazıma sarılıp, “Ağlama lan! Ağlama!” diyerek sallıyordu küçücük
bedenimi. O zamanlara denk gelir Güler’e sevdalanmam. Güler, dayak
yediğim bir gün, ben kapının önünde ağlarken yanıma gelip oturmuş
ve hiçbir şey söylememişti. Yüzüme bile bakmamıştı. Sadece yanımda
oturup, hıçkırıklarımı dinlemiş ve ben susunca gitmişti. Çok iyi gelmiş-
ti bu bana. Bu olay birkaç kez daha tekrarlanınca, iple çeker olmuştum
Fenerbahçe maçlarını. Ender de olsa Fenerbahçe galip geldiğinde
çok üzülürdüm dayak yiyemeyeceğim diye. Çıkardım yine de kapının
önüne ve bu üzüntümün de tesellisi olurdu Güler. Böyle böyle takıl-
dı sevda ilmeği boynuma. “Anası kim, babası kim, nerede oturuyor?”
diye meraklanmadım da ilk önce sesini merak ettim Güler’in. Nasıldı
acaba sesi? Biraz büyüdüğümüz zaman yan yana oturamaz olduk. İsti-
yorduk oturmayı, ayıptı fakat. Uzaktan hep izlerdim ama onu. Güler’in
sesini ancak Saim pezevengi ile nikâhlandığı gün duyabildim. O da
mikrofondan. Tam tahmin ettiğim gibiydi çok güzeldi. Sustum öylece
o gün de. Anneme çekmişim sanırım. Haklıydı Güler Saim ile evlen-
mekte. Ailesi Saim ile evlenmesini istiyordu; çünkü Saim’in babası nü- 68
fuslu bir adamdı. Bu sayede memuriyete benden sonra girdiği hâlde
benden hızlı yükselebilmişti. Her konuda benden bir adım öndeydi
Saim. Bir defa adam zengindi. Bu yüzden çatır çatır hakkımı yiyebil-
mişti birçok defa. Ben de hep susmuştum. Gerçi konuşsam ne olacak-
tı ki? Zaten herkes biliyordu neyin ne olduğunu, onlar da susuyordu.
Sonuçta haksız da olsa güçlü güçlüydü. Ne zaman ki bir silah geçti bir
yerden elime, güç dengesi bir anda benim lehime değişiverdi. Saim
yok oldu, iyi gün güvenlikçisi toz oldu, o kadar ki Güler benim oldu.
Hâlbuki Saim geberdiğinden beri silah boştu. Kurşunların tamamı
Saim’in kafasındaydı ama kimse bilmiyordu. Güçlü olmaya bile gerek
yokmuş, dedim. Öyle gözükmek yeterliymiş. Herkesin önünden geçip
giderken bir kişi bile bana müdahale etmedi. Bu duyguyu tatmayan
bilemez; o ürkek bakışlar daha da güçlü hissettiriyor insana kendisini.
Onlar korktukça, sen daha da güçleniyorsun sanki.
Babamın beni öldüresiye dövdüğü günlerden aklımda kalan,
onun bağırıp çağırmaları ya da yediğim dayakların acısı değildi. Anne-
min sessizliğini unutamıyordum. Rahmetli beni çok severdi, biliyorum.
Ben de severdim onu. Daha küçücüktüm ve hasta olduğumu düşü-
nüyordu ama ona rağmen babam beni döverken annem evi süpürüp,
çamaşır yıkamaya devam ediyordu. Aslında böyle davranması başlar-
da babamın yaptıklarının normal olduğunu düşündürüyordu bana fa-
kat zaman ilerledikçe farkına varıyor insan birçok şeyin ve sonrasında
nefret ile dolmaya başlıyor kalbin. Liseye başladığım yıl babamı öldür-
meye karar verdim. Ancak uygulamaya geçmem biraz zaman aldı. Li-
seden mezun olduğum gün, eve biraz geç gittim. Babamı o gün öldü-
recektim. Biraz dolaştım. Gidip, oldukça keskin bir bıçak aldım ve evin
yolunu tuttum. Bizim sokağa girince mahallelinin bizim evin önünde
toplanmış olduğunu gördüm. Babam, annemi öldürmüştü. Biraz daha
erken gidebilseydim eve her şey çok farklı olabilirdi. Her zulmüne,
her şerefsizliğine katlanmıştı babamın, bu yüzden öldürdü annemi. 69
Her şeyi yapabileceğini babama annemin korkaklığı düşündürdü ve
sonunda o da öldürdü onu. İyi babalar da varmış. Dövmüyorlar ve
hatta sövmüyorlarmış. Yapmak istemedikleri için öyledir o. Bir gün
yapmak isterlerse onları durduramazsınız.
Babamı tekrar görmem için on yedi yıl geçmesi gerekecekti.
Kapı çaldı bir gün, açtım. İki polis memuru babamı getirdi. Alzheimer
olmuş hapiste, hiçbir şey hatırlamıyor. Aldım mecburen içeriye. Bom-
boş bakıyor yüzüme. O gece sabaha kadar küfür ettim ona. Sabaha
karşı tuttum kolundan otobana götürdüm ve yolun ortasına bıraktım.
Beş dakika sonra bir tır gelip üzerinden geçti. Tır ona çarpmadan he-
men önce adımı söyledi ya da bana öyle geldi bundan pek emin deği-
lim, uzaktım ama bakışları eski günlerindeki gibi keskinleşmişti, bun-
dan eminim. Hemen karakola gidip, babamın kaybolduğunu bildirdim.
“Sabah uyandığımda evde yoktu,” dedim. Bir saat geçmeden aradılar,
bulmuşlar babamı. Ölmüş. Sonrasında işe gidip Saim’i de geberttim.
Babama bir kez bile karşı çıkamadım. Beni dövdü, annemi
dövdü, televizyonu sattı, halıları sattı. Bazılarının yenilerini alabildi,
bazıları satıldığı ile kaldı ama ben her şeyi annemle birlikte sessiz-
ce izledim. Babaların her şeyi yapmaya hakkı olduğunu sandım uzun
süre. Babalık böyle bir şeydi demek ki mecburen böyle davranıyor ol-
malıydı. İşe girdim her memur gibi benim de yeni babam devlet oldu.
O da pek insaflı davranmadı bana. Devlet olmak da en az baba olmak
kadar zordu. O da mecburen ezmek zorunda kalıyordu kendisini var
edeni. Hastalandı diye babamı bana getirdikleri gün devreleri yaktım.
Kutsal olan baba olmak da devlet olmak da değildi. Çünkü ikisinin de
var olmak için bana ihtiyacı vardı. Hep tersiymiş gibi anlattılar, böyle
yetiştirdiler ama beni var eden babam değildi asıl onu baba yapan
benim varlığımdı. Ben olmasam devlet de bir bok olamıyordu, babam
da… Peki ya onlar olmasa? Babamı otobana bıraktım ve gidip bir silah
aldım. 70
71

Gökhan Görmez

1980 Aydın, Söke doğumlu. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölü-


mü’nden mezun oldu. Çeşitli üniversite dergilerinde öykü ve şiirleri
yayımlandı. Aynı yıllarda Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin dü-
zenlediği yarışmada Sokaktan Sesler Geliyor Duyuyor musun? adlı öy-
küsüyle üçüncülük ödülü aldı. On yıldan fazla bir süre ara verdiği öykü
yazmaya yeniden döndü. 2016’dan itibaren çeşitli internet sitelerinde
öyküleri yayımlandı.
Ölü Saksağan Parıltısı

Yeni sürülmüş tarlanın köşesindeki kavak ağacından saksağa-


nın çakıldayarak havalanmasını tecrübeyle izledi.
Akılsız yaratık havada bir iki tur dönüp otobana konacak, eğer
dikkat etmezse de, ki etmeyecekti, otobüsün, kamyonun altında ka-
lacaktı. O bölgeden sonraki geçişinde hayvanın neredeyse asfalta
kaynamış leşini kazıyacak, omuzundaki çuvala atacaktı. Akşam mesai
72
bitiminde çuvalındaki -bulabilmişse- diğer saksağan, karga leşleriyle
beraber amirine saydıracak, leş başına aldığı primini cebine atıp evin
yolunu tutacaktı. Bugüne kadar hep böyle olagelmişti. Bundan sonra
böyle olmayacağını hatırlayınca yüzünü buruşturdu. Aslında keyiflen-
mesi gerekirken midesini ekşiten can sıkıntısıyla asfalta tükürdü. Bu
bölgeye yeniden gelmesi için diğer bölgelerin leşlerinin temizlenme-
si gerekiyordu. Bu birkaç günlük işti ve yarın işinde son, emekliliğinde
sıfırıncı gündü.
Havada hâlâ dönenen hayvanı belli ki bir daha görmeyecekti.
Emekli olunca kendine söz verdiği gibi bir daha asla asfalta karışmış
karga veya saksağan leşi görmek istemiyordu. İstemiyor muydu? Mes-
leki açıdan yılların getirdiği bir tiksinme vardı, tamam ama saksağan
leşlerini otobandan toplamak dünyanın en kıyak işiydi.
Ömer, pisliği, kokusu, püsürü gibi inkar edilemez sıkıntıları
görmezden gelmeyi çoktan başarmıştı. Onu geçindiren, hatta yazlık
ev almasını sağlayacak kadar rahat ettiren işine asla kötü gözle bak-
mazdı, baktırmazdı. Bu iş yüzünden evlenememişti bile. Olsun varsın-
dı, yaşlılığını sahildeki yazlıkta sakince geçirebilecekti, bunu bulama-
yanlar da vardı. Hem yıllarca tek başına bu otobanı bir aşağı bir yukarı
dolanırken yalnızlığa da alışmıştı. Alışmamış mıydı?
Günün ilk ışıklarında, otobanda çalışacağı bölgeye onu bıra-
kan servis aracı diğer toplayıcıları da bölgelerine dağıtmış belediye-
ye dönerken Ömer’in önünden korna çalarak geçti. Ovanın en bü-
yük nehrinin kılcal damarlarına benzeyen ve otoban boyunca uzanan
azmaklarda yetişen sazlıkların gölgesinde sigarasını tüttürmekteydi.
Eliyle servisin arkasından selam verdi. Sonra da havada dönmekte
inat eden saksağanı izlemeye devam etti. Bunlardan bazıları bazen
akıllı çıkıp asfalta konmamayı tercih ederdi. Eğer gerekli şartlar ye-
rine getirilirse illaki inecekti. Eskiden ne çok vardı bu hayvanlardan,
yazlık ev alacak kadar çok.
Ovayı dümdüz ikiye kesen gidiş geliş dört şeritli otobanın ucu 73
bucağı yoktu. Ömer iş hayatı boyunca bu kıvrımsız sonsuzluğu her
gün bölge bölge defalarca katetmişti. O gün çalışacağı bölgeyi kont-
rol etmeye çıkmadan bir kez daha yolun görebildiği kadarıyla sonunu
başını gözledi. Kilometrelerini adım adım harcadığı günlerin bitimin-
de dizlerinde peydahlanan ve sıklaşan ağrılar yüzünden boynu bükük
fısıltıyla amirine emekliliği kabul ettiğini bildirdiği anı hatırlayınca si-
garasını asfalta fırlatıp çuvalını omuzlayarak mesaisine başladı.
Her ne kadar işinden bıksa da aksaya topallaya bir yıl daha
devam etmeyi isterdi, biraz daha birikim yapabilirdi. Aslında yazlığın-
da geçecek dingin günler yerine sabahın serinliğinde ışıldayan asfaltı,
her akşam kazandığı parayı amirinin kayıt defterine yazdırmayı tercih
ederdi. Hem işini bıraktıktan sonra elden ayaktan düşenlerin hikaye-
lerini duyuyordu. Hayat amacın kalmıyordu. Ömrünü verdiğin ve iyi
de olduğun işten ayrılmak kadar ölüme yakın bir duygu var mıydı?
Sazlıkların arasında çamurlu suya atlayan kurbağanın sesiyle
kafasını meşgul eden düşüncelerden sıyrıldı. Servisin bıraktığı yerden
epey uzağa yürümüştü, henüz çuvalına atacak bir şey yoktu. Bundan
iki üç yıl öncesinde sabahın ilk ışıklarıyla çakıldayan saksağan sürüleri
kalmamıştı. Soyları kururken cesetlerini onun topladığını düşünüyor-
du çünkü o zamanlar, mesaisini çuvalın tamamı saksağan dolu bitirirdi.
Geniş ve bereketli ova bile yoksunlaşmış, kurumaya yüz tutmuşken
saksağanların soyunun tükenmesi de birbirine bağlı olaylar silsilesi-
nin sonuçlarındandı. Mevsimler aynı değildi. Azmaklarda çağıldayan
su bataklığa dönmüştü. İnsanoğlunun açgözlülüğünün sonu kuruyan
dünyayla sınanmaktı. Kendi cehennemini yavaş yavaş hazırlamıştı.
Başını söylene sallaya yürümeye devam etti, gidişata dudak büktü,
omuzlarını silkip “Yapacak bir şey yok” gibilerinden mırıldandı. Etliye
sütlüye karışmayan, yalnızlığıyla mutlu Ömer için sonuçta bir şekilde
yaşanıp gidiliyordu.
Toloz Dağı’na yönelen tali yol ile otobanın kesiştiği kavşağa 74
öğle sıcağına kalmadan varmıştı. Dağa giden yolun kesişme nokta-
sının iki yanındaki ağaçlardan geniş gölgeli olanın altında soluklandı.
Ağacın az ilerisinde çeşmesinin parmak kalınlığında akan her daim
serin suyunun altına kafasını soktu. Derin bir ohlamanın ardından göl-
geye dönüp çuvalının yamacına uzandı. “Şükür bugünü de yarıladık
sayılır.”
Yaz mevsiminin çoktan sonuna gelinmiş, eylülden günler har-
canmıştı da yazdan kalan sıcaklar hâlâ bunaltmayı beceriyordu. Oto-
banın bir ucu o meşhur tatil beldelerine varıyordu, yazın karınca mi-
sali akan kalabalıktan eser yoktu. Hepsi tatilden döneli çok olmuştu.
Araba sayısının azalmasıyla beraber ölü saksağan sayısı da bu “kuş”
kuraklığında dibe vurmuştu. Yine de siftahını yapmıştı. Yattığı yerden
uzanıp çuvalın dibindeki, tüylerini karıncalar sarmış, bir kanadı eksik
saksağan leşine baktı. Karıncalar çoktan gözlerinin yerine kuru çu-
kurcuklar bırakmıştı. Ezilmiş gagasındaki parıldayan boncuk benzeri
parçayı tırnağıyla kazıdı. Aptal hayvanlar parlak şeylere bayılırlardı.
Tilki, tavşan, başıboş köpek leşleri dışında otobana sadece parlak
nesneleri görünce konarlardı. Cam parçasıydı, şeker kağıdıydı, incikti
boncuktu dayanamazlardı. Çuvalı uzağa itti. Yanına yiyecek almamıştı,
son zamanlarda yemekle arası pek iyi değildi. Ellerini başının altına
koyup gerindi. Ağaçların güneş sızan yapraklarını izleyerek uykuya
daldı.
Rüyasında yazlığının önündeki kumsalda oturuyordu. Denizin
göz alan pırıltısına bakıp gülümsüyordu. Tuzlu kokuyu derin derin içi-
ne çekti. Gözleri denize ve parıltısına alışınca ileride açıklarda “daha
parlak” bir şey gördü. Güneş ışığını projektör gibi gözüne yansıtıyor-
du. Elini gözüne siper etti, dikkatle baktı, anlayamadı ne olduğunu.
Meraklandıkça içinde bir şey kıpırdandı, parlak şey ona ait olmalıy-
mış hissi arttı. Çağıldadıkça duramaz oldu, yutkunarak ayağa kalktı.
Koştu ve kendini suya attı. Boğazına bir yumru oturmuştu, ya başka 75
biri gelip alırsa? Rüyada saatlerce kavramı hangi zaman birimiyle öl-
çülüyorsa o kadar bir süre yüzdü, parlak nesneye bir türlü ulaşamadı,
hâlâ uzaktaydı. Güçten düşüp kulaç atamayacak hâle gelene kadar
yüzmeye devam etti. Geri dönmek istese, yazlığı ve önündeki kumsal
gözden kaybolmuştu. Dönmeyi de istemiyordu. Ufukta karaya benzer
bir çizgi görür gibi oldu, parlak nesne şimdi o çizginin üzerinde parıl-
dıyordu. İçinde kaynayan istekle son bir kez daha kulaç atmak istedi,
göğsüne saplanan ağrıyla nefes alamaz hâlde sulara gömüldü.
Ömer eli göğsünde, nefessiz uyandı. Yattığı yerden doğrul-
muş, alamadığı nefeslere sarılmış, hırıldayarak etrafına bakınıyordu.
Şaşkınlığı geçip de bedenini saran korkunç ve karanlık su kütlesi ye-
rine uykuya daldığı yerde bildiği ağaçları, çeşmeyi görünce rahatladı,
gördüğü rüyaya belalar okudu. Çuvalını kaptığı gibi yolun kalan kısmı-
na devam etti.
Akşam mesai bitiminde sabahki servis yanı başında durana
kadar yürüdü. Gün batımında ovaya çöken serin sessizliği içine çek-
meyi severdi ve her seferinde bu keyif servisin gelişiyle son bulurdu.
Onca yıl, mesai bitiminden fazla kalmamıştı yol kenarında. Otobanı
mesai saatlerinde bilirdi bir tek.
Alnını servisin titreşen camına yasladı. Akıp giden yolun ka-
ranlığa kayboluşunu izledi. Evlerin baygın sarı ampullerinin ortaya
çıkışına ve yorgun insanların yavaş hareketlerle evlerine gidişine iç
çekti. İşindeki son gününde vücudunu saran çaresiz hâlsizlikten öte
kimsesi yoktu. Belki çuvalındaki o tek saksağan leşi... O bile şu hâliyle
olanı biteni dürüstçe anlatmıyor muydu?
Amirinin onu görünce gülümsemesinde art niyet aramaya ni-
yetlendi.
“Tilki Ömer, yarın son günün.” Daha önce sırtını sıvazlamamış
bu adamın amacı neydi? Sormaya kalmadan amirin gülümsemesi daha
da yayıldı. “Yarın yanına genç bir arkadaş vereceğiz. Yapılması gere- 76
kenleri gösteriverirsin. Bir saat bile yeter işin ayrıntısını anlatmak.”
İşte son günün hatırına bir iki laf edeceği o sinir dolu an gelmişti.
Ömer otobanda yürürken çok düşünmüştü böylesi bir anı. Söyleye-
ceklerini tekrarlayıp durmuştu. Sesini çıkarmadı. Başını eğdi. Amirinin
çuvalı tartaklamasına izin verdi.
“İşler bugün de kesat, ha?”
Belediye tarafından görevlendirilen otoyol leş toplayıcıları-
nın işleri herkesçe kolay yoldan para kazanmanın bir yolu görülür-
dü. Uzaktan bir akraba iş ricasında bulununca bu bölüme atanıverir
ve unutulurdu. Oysa Ömer kendi çabalarıyla girmişti ve aslında bu
kimsenin umurunda değildi. Alayla karışık kıskançlık Ömer’in alıştığı
durumlardı. Ama tek alışamadığı şey az önce amirinin yaptığı gibi ona
lakabıyla seslenilmesiydi.
Tilki... Yolda bir anda beliriveren o hayvanlara benzetilmeyi
sevmiyordu. Bu lakapla ima edileni gayet iyi anlıyordu. Amirinin alay-
ları bitince başıyla selam verip personel odasına yöneldi. Tesisten
ayrılmadan dolabındaki bir iki eşyasını toplamalıydı. Soyunma odaları-
nın olduğu kısma geçti. “Dört ayaklı leş toplayıcıları” yeni dönmüştü.
Vardiya sonrası evlere dağılmadan temizleniyorlardı. Saksağan, karga
leşleri kolaydı. Asfalttan ayırması, taşıması... Otobanda kedi, köpek,
tilki gibi daha büyük cüsseli hayvanların leşlerini toplayan ekipler
gerçekten uğraşmalıydı. Leş öylesine dağılırdı ki toplayıcı kan ve sa-
katatla daha çok muhatap olurdu. En önemlisi de leşleri taşımak için
konteynerler kullanıldığından ekipçe çalışılırdı. İkili, üçlü gruplarla ge-
zilirdi. Ömer için işinin en cazibeli yanı yalnızlığıydı, bu yüzden kazancı
çok daha iyi olsa da asla dört ayaklı bölümüne geçmek istememişti.
Soyunma odasında, mesai arkadaşlarıyla göz teması kurma-
maya çalışarak dolabındakileri çöp poşetine doldurdu. Poşeti sırt-
lanıp evin yolunu tuttu. İnsanların evlerine gömüldüğü sokaklardan
geçerken yarın onunla gelecek acemiyi düşünüyordu. Keyfi kaçmıştı. 77
Asfalta son kez yalnız çıkamayacaktı. Acemiye işi ile ilgili ayrıntıların
ne kadarını anlatacağına da karar vermeliydi. Hepsini anlatmalı mıydı?
Amirin “bir saatte öğretirsin” lafı aklına gelince küfrü basarken soka-
ğına dönmüştü.
Hamit’in dükkanı açıktı. Sessizce içeri girdi. Vitrindeki ayna-
larda kendini izleyerek beklerken Hamit arkadaki atölyeden ön kısma
geçti. Ömer başıyla selam verdi. Hamit yazar kasanın arkasına geçip
alttan çıkardığı bez keseyi uzatmakla yetindi. Ömer yıllardır tanıdığı
adama son kez bakıp keseyi aldı, hafifçe sallayıp tarttı, arka cebinden
benzeri ama boş keseyi çıkarıp masaya bıraktı. Tüm alışveriş işte bu
sessiz, bıkkın bir iki hareketten ibaretti. Keseyi poşete atıp ayrıldı. Evi-
nin önüne varınca öylece durdu. Evlerin parlak ışıklarına gıpta ederek
baktı. Kiremit çatılı ışıklara karışıp evlerin, odaların bir parçası olmak
istedi. Hepsi onun olsun istedi.
Kanı kurumamıştı. Eğilip dikkatlice baktı. Bir kıpırtı falan ara-
dığı yoktu. Sadece yanı başında dikilen acemiden az da olsa uzaklaş-
mak derdindeydi. Yan gözle aceminin ne yaptığını yoklayıp saksağanı
inceleme oyununa devam etti. Uzun zamandır buzdolabında sakladığı
rakıyı dün gece bitirmiş, sabahında servisini kaçıracak kadar zor uyan-
mıştı. Başının zonklaması henüz geçmemiş, vücudunu ele geçiren kır-
gınlık yüzünden adım atamayacak hâle gelmişti. Öğlene doğru sıcak
bastırınca ne yapacaktı? Acemi yanında olmasa çoktan yol kenarında-
ki ağaçlardan birinin altına kendini atmıştı. Sabah onu uyandıran rüya-
yı hatırladı. Yazlığının önünde yine denize atlıyordu. Parıltının peşinde
boğuluyordu. Midesinden boğazına taşanları geri itip yutkundu. Bo-
ğazını temizleyip doğruldu.
“En çok gün ağarırken inerler asfalta. Eskiden, yani senin yaş-
larındayken on dakikada çuvalımı doldururdum. Paranın da para oldu-
ğu zamanlar.”
Genç dinliyormuş gibi yapıyordu, her hâlinden mutsuzluğu 78
belliydi. Yazık, eğer bu işi yapacaksa üzerinden bu karamsarlığı atması
gerekliydi.
“Şimdilerde diğer ekipler iyi kazanıyor. Yaş geçince kafa din-
lemekten başka bir şey istemediğimden bu kısımda devam ettim. Bak
evlat seni uyarayım; niyetin, hevesin yoksa hiç bulaşma. Bir süre yapa-
rım dersin, o bir süre içinde bir bakmışsın otobanın kenarında ömrün
gitmiş.”
Genç, otobanın başına sonuna baktı. Ömer’in dediklerini
hazmetmeye çabalarken sessizdi, başını sallamakla yetindi. Şimdiye
kadar işle ilgili aldığı en iyi öğüttü ama çaresizliğine yansın. “Sanırım
devam edeceğim Usta. Ederim yani.”
Ömer saksağanı tuttuğu gibi çuvalına attı. Leşi kaldırınca al-
tında parıldayan, asfaltın pütürlü yüzeyinde aralara kaçmış cam par-
çasını fark etti, tırnağıyla çıkarıp havaya kaldırdı. Parmaklarının ara-
sındaki parçayı pür dikkat izlerken ne yaptığını gördüğünden emin
olmak için yine genci yan gözle kontrol etti. Ömer’in ciddi halleri ilgi-
sini çekmişti. Parçayı avucuna alıp gence uzattı.
“Devam edeceğine eminsen... İşin sadece seni ilgilendirecek
ayrıntılarından konuşabiliriz. Madem ihtiyacın var, bu işte iyi olmanın
sırrını duyman gerek. Ama aramızda kalacağına yemin edeceksin. Ağ-
zını açmak yok.”
Acemi, gözlerini kırpıştırarak bir Ömer’e bir de avucunda pa-
rıldayan cam parçasına baktı. Bu boktan işte böylesine yeminler edi-
lecek ne sırlar olabilirdi?
Ömer çuvalını sırtladı, on dakika kadar o önde çırağı arkada
yürüdüler. Kuru bir çeşmenin yanına varınca Ömer aniden durup yo-
lun aşağısını ve yukarısını gelen giden için kontrol etti. Çuvalı bırakıp
asfalta dalıp gitti. Üzerinde akşamdan kalmalık, aklında boğulduğu
rüya vardı.
Acemi, Ömer’in gizemli hareketlerinden gerilmişti. Ömer ba- 79
şıyla işaret edince avucunu ikiletmeden açtı. Ve dün gece Hamit’in
dükkanında değiş tokuş edilen keseden avucuna renkli cam parçala-
rın dökülmesini izledi.
“Her işte olduğu gibi bu işte de zamanında çok para kazan-
mamın bir sebebi vardı. İşimi seviyorum ve her ayrıntısını özümsedim.
Şimdilerde yarım yamalak gençlere bakıyorum da... Şu zavallı kuşları
ovada neredeyse nesillerini tüketecek kadar yollara döktüm. Onları
çözdüm ve böylece yola her çağırıldıklarında körü körüne itaat et-
tiler. Canın sigara çeker, çene kemiklerin sızlar, o gün içmeyeceğine
söz vermene rağmen dayanamaz yakarsın. O kuşların hepsi bu ayna
kırıntılarına gagaları sızlayarak üşüştüler işte.”
Aceminin elindeki, parıldayan ekmek kırıntılarını kendi avu-
cuna aktardı. Ve bekletmeden hepsini yola savurdu. Tozdan bir parıltı
asfaltın pütürlü yüzeyine dağıldı.
“Eğer çok para kazanacaksan işini iyi yapacaksın. İşini iyi yap
ki patronların gerisini merak etmesin. Nasıl yaptığın kimin umurunda
olur o zaman? Rakip iş arkadaşların dışında. Hesap basit; önemli olan
leş sayısıdır, leşin kendisi değil. Ama... unutma, işe adanan hayatlara
yalnızlık sokuluverir. Seçim yapmalısın. Ya aileni geçindireceksin ya da
arkadaşlarının gözü önünde sürüneceksin.”
Başıyla az ilerideki çalılardan havalanan saksağanı gösterdi.
İhtiyar sırıtıyordu, işini seven, önemseyen, değer veren adamın sırıt-
masıydı bu.
“Elbette hangisi olacağına sen karar vereceksin.”
Kesede kalan ayna, cam kırıntılarını genç adamın avucuna
döktü. Son zamanlarda gördüğü kabuslar veya yarın emekliliğini kut-
layacağı yazlığının yalnızlığından bahsetmedi. Bazı şeyler öğretilme-
meliydi. Zamanla kendiliğinden öğrenilecekti zaten.
Kafasında dönüp duran boğulduğuna dair rüyadan sıyrılarak
tepelerinde süzülen saksağana baktı. 80
81

Özcan Kalbinur

1972 İstanbul doğumlu. İTÜ’den Metalurji Mühendisi olarak mezun


oldu. Özel sektörde çalışmayı sürdürüyor. İzmir’de kendini en iyi his-
settiği yerde, Karşıkaya’da yaşamakta. Tıstıs adlı öyküsü altKitap 2017
Öykü yarışmasında ikinci oldu. Başka Peron, Kirpi Düşün ve Edebiyat
gibi dergilerde öyküleri yayımlandı.
Ben Böyle Olsun İstemezdim Rümü

“Ben böyle olsun istemezdim, Rümü,” dedi fısıltıyla. İçinden


bir parça söküyorlarmış gibi acıyordu sesi.
Yalnızdı. Onu sadece alçak duvarın üstündeki parlak siyah
tüylü karga duyuyordu. Terminalinin kalabalıktan uzak bir yerinde
sırtını duvara vermişti. Kanlı iki yumruya dönmüş gözleri otobüs yazı-
hanelerinin arkasında sivrilen minareye dalıp gidiyordu. İki saat önce
82
genç bir adamın ölü bedeni vardı bu caminin içerisinde. Onu, sabah
namazına gelenler bulduğunda yerde bir yığın gibi boylu boyunca
cansız yatmaktaydı ve karnına saplanan bıçağın akıttığı kanı caminin
yeşil halısına kara bir göl gibi yayılmıştı.
Gözlerini bir an kapasa yine aynı şey olacak. Hep öyle olur.
Hatırlamak istemediği ne varsa, bakarken gördüğünden daha canlı
beliriverir. Son iki günün bir tek anını aklından çıkarabilmesi şimdi im-
kansız, gözlerini kapamasa bile.
Olay yeri çevrilmiş, polislerle, savcı ve doktorun ardından me-
raklı kalabalık dağılmış, maktul hastane morguna kaldırılmış, kısacık
zaman içinde otogar şaşırtıcı hızla her zamanki sıradanlığına bürün-
müştü. Oysa toprağında doğanlarla, zorunlu görev için gelenler dışın-
da kimsenin hatırlamadığı uzaklardaki bu yer, böyle kanlı bir vahşete
hiç tanık olmamıştı. Günde birkaç otobüsün gelip gittiği terminalse
yolcuların toplandığı zamanlar dışında sadece bayramlarla davullu
zurnalı asker uğurlamalarında kalabalıklaşırdı.
“Tanıdığım en temiz kalpli insandı o Rümü. Çok geçmeden
adını bile hatırlamayacak kimse. Ah Rümü! Ben onda masumiyeti gör-
düm. Bilirim ben adamın saf mı çakal mı olduğunu. Bakar bakmaz an-
larım. Bunu alnımın yazısı öğretti bana.”
Bir otobüs ayrıldı terminalden. Yolcularını uğurlayanlar ardın-
dan el salladı. Hafif bir rüzgar yerlerdeki tozu önüne katıp eserken,
cızırtılı mekanik bir ses ezan okumaya başladı. İki gün önce adımını
buraya attığı ilk anki gibiydi manzara. Nereye gideceğini bilmeden
çıktığı yolculukta; geçmişin sızılarını, belirsiz geleceğinin tedirginli-
ğini içinden paslı bir çivi sökülüyormuşçasına yaşadıktan sonra yere
adımını attığında başı topaç gibi dönüyordu. Dizlerinin bağı çözülüp
kendini olduğu yere bırakacakken elini tutan, şimdi ardından göz yaşı
döktüğü genç adam olmuştu. Valizini kapmış, birkaç adımda ahşap
banka oturmasına yardım etmişti. Su uzatmış, karşılamaya gelen ya-
kınlarının olup olmadığını, kendini nasıl hissettiğini sormuştu. Konuşa- 83
bilse bekleyeni olmadığını söyleyecekti ama işte o an artık tutamadığı
göz yaşları çağlan olup dökülmeye başlamıştı.
Az sonra otobüs yazıhanelerinin arkasındaki duvarın; bir kıs-
mının tek tük ağaçlarla gölgelendiği sarı otlarla kaplı, sersem sersem
köpeklerin dolaştığı, ilerideki sıvasız, kasvetli evlere kadar uzanmış
geniş araziye bakan diğer tarafında oturmuş, çekingen tavırlarla bir-
birlerini tanımaya çalışıyorlardı. İnsana ağır bir yalnızlık hissi veren
sahnenin içinde etrafı yavaş yavaş fark ediyordu. Ne dedi genç adam
ki peşine takıldı geldi buraya, nasıl yürüdü, orası silik, sonrasında ya-
şadıkları, konuştukları kadar açık değil zihninde. Genç adam “Buyur,”
diye duvara dayalı, döşemesinin yırtıkları arasından süngerleri fırla-
mış bir otobüs koltuğunu göstermişti. Kendi az ileride yere oturmuş,
dizlerini göğsüne çekip duvara yaslanmıştı. “Aç mısın?” diye sordu
sonra. Yine sustular. Uzaklara doğru bakıyordu ikisi de.
“Sırıkk!” diye biri çağırınca, burada ona öyle seslendiklerini
anladım Rümü, “Gelirim, korkma sen,” dedi, gitti. Yüzüme bakamıyor-
du ama içimi okuyor hissi veriyordu. Utanıyordum. Unutmak istediğim
ne varsa biliyordu sanki.
‘Sırık’ diyenler de çoktu genç adama, ‘leylek’ diyenler de. O,
görenler için ilk bakışta zar gibi deriyle kaplanmış iskeletti. İnce, uzun,
kambur hâli, başında çipil gözlerini gizleyen eşantiyon madeni yağ
şapkasıyla kolayca fark edilirdi. Tanıyanlar içinse; taşınacak bir yük,
temizlenecek araç ya da yazıhane olduğunda üç kuruşla iş yaptırılan,
otogar camisinin gönüllü hizmetçisi, kalan zamanda duvar dibinde pi-
nekleyip, bet sesli kargalarla konuşan yarım akıllı birisiydi.
“Önceki gün, dün, bu gece konuştukça aramıza sanki görün-
mez bir bağ gerildi Rümü. Acılarımız birimizden diğerine aktı. İçimi
boşaltamasaydım bileklerimi kesmeyi bir daha denerdim belki. Belki
değil yapardım. Kimsem yok benim. Küçük bir kızken hayali bir arka-
daşım vardı, onunla konuşurdum. Rümü derdim ona da. Babam bana 84
Rümü diyen çocukları azarlayıp, ‘Onun adı Rümeysa, bir daha duyar-
sam kırarım bacaklarınızı’ diye öfkelendiğinden; Rümü, hayali arkada-
şımın adı olmuştu. Hep bembeyaz tütüsü ile canlanırdı zihnimde. Ko-
caman mavi gözleri vardı. Parmaklarının ucunda dönüp dururdu güzel
arkadaşım. Masumiyetimle beraber onu da kaybettim.”
Genç adam ekmek arası köfte getirmişti döndüğünde. Rü-
meysa en son ne zaman boğazından bir lokma geçtiğini hatırlamıyor-
du. ‘Taksi bulabilir miyiz burada, yakında bir de otel?’ diye sormuştu
titreyen sesiyle. Şehre uzanan anayol üzerindeki, altı kahvehane üstü
harap üç katlı bina tek konaklama yeriydi beldenin. Genç adam,
“Gel,” dedi, “beş dakika sürmez buraya, bisiklet var.” Beş da-
kika bile sürmedi varmaları. Kahvehanenin kaldırımdaki masalarından
onlarca göz, dünyaya düşmüş bir uzaylıyla karşılaşmış gibi dikilmişti
üstlerine.
“Allah senden razı olsun,” dedi Rümeysa ayrılırken. Genç
adam ise,
“Adım Mustafa,” deyip bir anlık sessizlikten sonra “kimsen yok
mu geri dönsen?” diye ekledi. Rümeysa’nın nemlenen gözleriyle bakı-
şı veriyordu cevabı.
“İçerisi loştu Rümü, kaçtığım çöplükler gibi kokuyordu. Ca-
mın yanındaki kanepeye iri bir gövde kıvrılmıştı. Kalktı beni fark edin-
ce. Dizlerim boşaldı birden. Sanki Ayı’yı gördüm karşımda. Ayı Ömer
pezosu, benim belalım. Aynı kapkara surat, suratın ortasında yamyas-
sı aynı koca burun. Onun gibi pis pis bakıyordu. Örtümü düzelttim.
“Oda mı istiyorsun?” dedi, boru gibi. Sesimin titremesi belli olmasın
diye öksürerek “İki gece için,” diyebildim. Sonra ne yapacaktım bilmi-
yordum ama ‘sana benzeyen bir herif var ondan kaçıyorum, peşime
düşmüştür bile,’ diyemezdim. “Bir kat çık, merdivenin başındaki oda.
Anahtarı üstündedir. İçerde ayaklı pervane var,” derken yeterinden
fazla para bırakıp fırladım yukarıya. Allah’ın belası otel odaların biriy- 85
di. Kapıyı kilitledim. Portatif dolabı önüne ittim. Perdeyi çekip kendi-
mi yatağa attım. Ağladım.”
Rümeysa küçülerek yok olmak istercesine yatakta dizlerini
karnına çekip büzülmüşken; Mustafa duvarın ardındaki koltuğuna
dönmüştü bile. Biri omzuna konmuş, birkaçı ayaklarının dibindeki
kargalara, dedesinden dinlediği hikayelerden hatırladıklarını kim bilir
kaç bininci kez anlatıyordu. Hürmet ettiği dindar ihtiyarlara, gönüllü
hizmetkarı olduğu caminin gelmiş geçmiş imamlarına hiç benzemez-
di dedesi. Onun anlattıklarında insanları korkutarak yola sokmak için,
derin ve ateşli kuyular, sarı irinli kaynar sular yoktu. Bu dünyada iyi
insan olmanın ödülü; iri gözlü, devekuşu yumurtasına benzeyen dil-
berler, küpeli oğlanlar, gümüş kaplar ve billur kaselerle sunulan yiye-
cekler, içecekler, sütten ve süzme baldan ırmaklar, atlastan elbiseler,
altın kakmalı tahtlar olan saray alemi değildi. İyilik de kötülük de vic-
danla ilgiliydi. Tüm canlılara yürekten sevgi besleyen dedesinin dizi
dibinde büyüyen Mustafa’nın çocuksu yüreğine onun merhametli dini
yerleşmişti. Belki bu yüzden çevresindekiler gibi olamıyordu.
Mustafa, “Sırık!” diye seslenenlerin bir işini daha gördükten
sonra, kargalara anlattığı hikayeyi tamamlamış ve her hikayenin sonu-
nu dedesinin tespih ustalığına getirdiğinden, ezbere bir dua gibi aynı
sözleri tekrarlamıştı.
“Makbulü öd ağacından yapılanı derdi rahmetli. Kokusu ele si-
ner, öpene hoş gelir derdi. Adem Babamızla Havva Anamız yeryüzüne
gönderildikten sonra hangi ağacın altına sığındılarsa hiç biri kabul et-
memiş onları, bir tek öd ağacı kabul etmiş. Yüce Yaradan sormuş, “Sen
neden kabul ettin?” demiş ki ağaç, “Ey Rabbim, sen Hazreti Adem’in
alnına habibi ekremin nurunu kondurdun. O nurla bana sığındı.” Ya-
radan buyurmuş, “Sen ki Adem’in nuruna saygı gösterdin, onun hür-
metine seni cümle ağaçtan üstün kıldım. Sana çok güzel koku ihsan
eyledim lakin izinsiz kabul ettiğin için seni ateşle yaktıklarında ancak 86
o güzel koku çıkacak.” Böyle işte. Her usta da tespih yapamazmış
öd ağacının sert ahşabından. Rahmetli marifet sahibiydi. Su gibiydi
tespihleri. Ona da babasından kalmaymış bu hüner. Padişahlara bile
kıymetli tespihler yaparmış ataları. Ama kendi elinde tespih çektiğini
görmedi kimsecikler. Bir derviş hikayesi anlatırdı, “Eski zamanlarda
bir derviş, elinde sepet dolusu elmayla kızgın güneşin altında bayır
bayır dolaşan bir kızcağıza rastlamış. ‘Nereye götürüsün elmaları?’
diye sormuş. Uzakta bir tarlayı göstermiş kız ‘Orada sevdiğim çalışır,
ona götürürüm.’ ‘Kaç tane?’ demiş derviş sonra. Kızcağız şaşkın, ‘İn-
san sevdiğine götürdüğüni hiç sayar mı?’ deyince, derviş usulca kopa-
rıvermiş elindeki tespihin ipini.”
Gün geceye döndüğünde, uyuyakaldığı yataktan kapının
gümbürtüsüyle fırlamıştı Rümeysa. Yırtıcı bir hayvan gibi soluyan se-
siyle otelci inletiyordu ortalığı:
“Açsana kapıyı orospu! Orospu değil misin ulan! Kırdırma
bana şimdi!’
Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi çarpmaya başlamıştı. Az pis-
lik girmemişti hayatına, az puşt tanımamıştı. Ne belalar görmüş, ne
pezevenklerin elinde ne bataklarda sürünmüştü. Yine de gök gürültü-
sünden korkan küçük bir kız çocuğu gibi annesinin kucağına saklan-
mak istiyordu şu anda.
Gözü dönmüş adam hâlâ kapının ardında bağırıyordu:
“Aç lan! Biraz da bizim zurnayı öttür.”
Beladan kaçılmayacağının kabullenme zamanıydı belki. Ne
yapması gerektiğine karar verdiğinde hiç tereddüt etmedi. Dışarıdan
soluk bir ışık sızıyordu. Pencereyi açtı, fark edebildiği sadece kapkara
bir boşluktu. Atlamak, ya deneyip bir türlü başaramadığı ölümle kur-
tuluş olacaktı ya çok geç olmayacak belirsiz bir zamana kadar daha
kaçmanın bir yolu. Gözlerini kapayıp kendini bıraktı boşluğa. Bir kat
yüksekte caddenin aksi tarafındaydı oda. Arka bahçenin toprak zemi- 87
nine düştüğünden ölmemesi mucize olmadı. Feci sızlıyordu her yanı
sadece.
“Canım çok yanıyordu Rümü ama canımı yakan asıl talihsizli-
ğimdi. Ne dayaklar yedim ben. Kırılmadık kemiğimi bırakmamıştı Ayı.
Çok acı çektim. Kızgın demirle etini dağlasalar insanın, kör bıçakla
kesseler, onun bunun zevki olmak gibi ıstırap vermez. Tende acı nedir
ki?”
Ölü kadar sessizdi etraf. Koşmaya başladığında aklında ken-
dini yoldan hızla geçecek bir arabanın önüne atmak vardı. Düşe kalka
ne kadar gitti böyle farkına varmadı. Ürkütücü karanlığın ardından
gördüğü silik ışıklı yer otobüs terminaliydi. Durdu, derin bir soluk aldı.
Uzaklarda sokak köpeklerinin havlamaları sessizliği bölüyordu.
Gün ışıyana kadar, Mustafa’nın otobüs koltuğunda büzülmüş-
tü. Evrende bir nokta kadar hacimsiz kalmak, yok olmak istiyordu. Bu
sonu gelmez çilelerin neden onun omuzlarına çöktüğüne bir küçücük
sebep bulmaya çalışmıyordu artık. Ezan okunurken duvarının ardında
sesler duyulmaya başlamıştı.
Otogarda hayat olağan akışına bürünürken; Mustafa nama-
zını kılmış, duvarın arkasındaki yerine yürüyordu. “Sırık!” diye birileri
seslenmezse, yine gözlerden uzak kargalarla konuşup geçecekti za-
manı. Onun için günler; birbirinden farksız, heyecansız, sürüp gitti-
ğinden Rümeysa’yı duvar dibinde gördüğünde, beklenmedik anlarda
duyulan bir şaşkınlık hissetti çok kısa. Göz göze geldiklerinde birbirle-
rine dünden beri yaşadıklarını anlatmış oldular. Konuşmadan bir süre
oturduktan sonra Mustafa “Üşüyor musun?” diye sorup, “geleceğim
hemen,” diye fırladı. O dönmeden önce kargalar geldiler. Sağa sola
konup havalanırken acılı sesleri fark ediliyordu. Mustafa elinde saplı
bardakta çay, simit, kolunun altına sıkıştırdığı battaniye ile döndüğün-
de, bir damla göz yaşı usulca yanağına süzüldü Rümeysa’nın. Mustafa,
“Isınacak hava birazdan ama bütün gece donmuşsundur, al üstüne.” 88
dediğinde akşama dek sürecek karşılıklı iç döküşlerinin kilidini çevir-
miş oldu.
Biri; zulmünden kaçtığı Ayı Ömer’den kurtulma hayalini an-
lattı, diğeri; kimseye benzemediği için horlanarak, dışlanarak, hayat-
ta ayrıksı bir ot gibi kalışını. On yedisinde çocukken, kendinden ufak
bir kızı karın olacak diye getirmelerini, elini bile sürmediği zavallının
kaçıp gitmesini de. Kabuklarından sıyrılıyorlardı gittikçe. Ama sözler
sivri bıçak ucu gibi yüreklerine dokundukça sustular, kargalardan ko-
nuştular bir süre. Mendebur hayvanın biridir diye duyardı Rümeysa
kargaları; uğursuz, leşten beslenen, sevimsiz. Birçokları için kargalar
kara renkleriyle ölümü çağrıştıran, biri yuvasından ayrıldığında diğeri
gelip çalı çırpısını kaparak kendi yuvasına saklayan, o ayrıldığında ilki
onun yuvasından fazlasıyla sapı, yemi geri kaçıran hırsız yaratıklarsa
da, bu kulağında kalmış lafların aksine o, insanların dışında hiçbir can-
lının zararlı olamayacağını düşünürdü. Mustafa birçok şey daha anlattı
ona kargalarla ilgili. “Safsatalar dolanır ağızdan ağıza, kulak verme on-
lara sen,” dedi. Kargaların aslında tarlaları çekirgeler ve böcekler gibi
istila etmeyip, hatta ekinlerden ziyade tarlaya musallat olan zararlı
mahlukları yiyerek, insanlara hizmet ettiklerini anlattı. Hala söylene-
duran bir ninniyi de peşinden, “Karga karga gak dedi, bir kaşıcık yağ
dedi, yağ olmazsa bal olsun, benim oğlum sağ olsun.”
“Hava kararırken içime yine korku çöktü Rümü. Ne yapaca-
ğımı bilmiyordum. Ne dedi, ne zaman kalktık, peşinden yürüdüm, si-
linmiş aklımdan. Issız yollardan geçip bahçeli bir eve geldik. Gıcırtılı
bahçe kapısından girince tek katlı bir ev fark ettim. İleride iki katlı bir
ev daha vardı. Önce o tek katlı evde otururlarmış Rümü, babası büyük
evi yapınca oraya geçmişler. Mustafa kaçıp kaçıp kalırmış orada. O
yüzden yatak, yorgan hep vardı içeride. ‘Git, seni merak ederler. Al-
lah senden razı olsun,’ dedim. Öyle yakın bulmuştum ki onu kendime,
aslında kalsın, gitmesin isterdim yanımdan. Yine yalnızdım işte. Sonra 89
biraz dalmışım. Kapı vurulduğunda dün geceki kabus devam ediyor
sandım. Mustafa’ydı gelen. Yiyecek birşeyler getirmişti. Sıcak bir yuva
oldu eski ev bir anda Rümü. Ortalık güneşin yedi rengine büründü,
ışığa boğuldu. Huzur denilen his olmalıydı içime yayılan. ‘Kal, hiç git-
me’ dese kalabilirdim.’”
Kalabilirdi ama buna izin vermedi hayat. Unuttuğu kadar uzak
bir zamandan sonra ilk kez gözlerini huzurla yumup; gökyüzüne ku-
rulmuş salıncakla; yemyeşil kırların, bin türlü çiçeğin, kelebeğin, din-
ginliğin ve hafifliğin içinde kanatlanmış sallanırken, ter içinde uyandı.
Keskin bir bıçağın parlayan çeliği bir karaltıyı aydınlattı. Mustafa’ydı
bu. Yatakta kaskatı kaldı Rümeysa. Uzakta bir yerlerde olanlar gözün-
de capcanlı belirdi o an. “Kapatma mı yaptın hergele kadını kendine,
ananı avradını…” Ayı Cemil körük gibi soluyarak bağırıyordu, “Sahipsiz
mi sandın ulan onu!” Sonra peş peşe parlak metalin saplanışı, yere
yığılan gencecik bir adam; Mustafa.
Rümeysa tüm gücünü toplayarak kendini dışarı attı. Gördük-
leri gerçek olmasın diye yalvarıyordu. Cemil’den kurtuluşu yoktu, an-
lamıştı. Karşısına çıkıp canını hemen almasıydı şimdi tek dileği, yeter
ki Mustafa’ya dokunmasın. Saatler geçmişti sanki koşarken. Otogar
göründüğünde titreyen dizlerinin bağları çözülmüştü. Olduğu yere
bıraktı kendini. Bağırışlar, ekip arabaları anlatıyordu her şeyi.
“Ben böyle olsun istemezdim Rümü,” diye ağlarken içinden
bir parça sökülüyordu.

90
91

Hüseyin Kural

1978 Bursa doğumlu. 2002 yılında Bilkent Üniversitesi Amerikan Kül-


türü ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Mezuniyetinden bu yana
reklam ajanslarında reklam yazarlığı ve yaratıcı yönetmenlik yapıyor.
Okumayı söktüğünden beri edebiyatla ilgileniyor.
Tekrarsız Yeni Bölüm

1. bölüm ya da ben katil değilim


“O yakışıklı çocuk ölmeyecek değil mi?” diye sordu sevgilim iyi bir
sevişmenin sonrasında. Ben daha cevap vermeden, “Zaten bütün sev-
diklerini öldürdün, bari o yaşasın,” diye de ekledi gözlerini tavandan
ayırmadan.
İki gün önce annem de pazarda tam yeşillik tezgahının önünde suçla-
92
yıcı bir ses tonuyla; “Ne istedin o yaşlı, kimsesiz kadından. Ne olurdu
sanki biraz daha yaşasaydı?” demişti. Roka satan yaşlı adamın bana
bakışından rahatsız olmamış gibi yaptım. Televizyonda onca doktor-
dan rokanın faydalarını dinlemiştim ama roka satan adamlara karşı
nasıl davranılacağı henüz bildiğim bir konu değildi. O yaşlı rokacının
önünde anneme; “Yeter artık anne benimle böyle konuşma, ben katil
değilim. Hem o kadın eceliyle öldü,” demek istemiştim ama o kadının
eceliyle ölmesi bir sonraki hafta gösterilecekti, o yüzden susmakla ye-
tindim.

2. bölüm ya da bir teselli birimi olarak para


Yıllarca kötü reklam ajanslarında reklam yazarlığı yaptıktan sonra bir
arkadaşımın sayesinde, tutan bir televizyon dizisinin senaryo grubuna
dahil olmuştum. Saçma sapan bir diziydi ama iyi kazanıyordum. Ayrıca
dizi yayınlandığı gün içinde en çok reyting alan diziydi. Annem, ba-
bam ve hatta sevgilim dahil herkes Cuma akşamları o diziyi izliyordu.
Bu iyi bir şey miydi tam emin değilim işte... Çünkü ne zaman diziyi
izleyen eş, dost ve akrabanın suçlayıcı bakışları ve garip sorularıyla
karşılaşsam hep aldığım parayı hatırlayarak teselli buluyordum. Para
çok tatlıydı, hayat acı...

3. bölüm ya da bir kas yığınıyla bir fondöten kutusunu kim üzmek


ister ki
Beş kişilik senaryo grubunun en zayıf halkasıydım, bütün fikirlerim
reddediliyordu, diyaloglarım değiştiriliyordu ama bizimkilerin umu-
runda değildi. Yeryüzüne gelmiş ve gelebilecek en kötü, en acımasız,
en kendini bilmez insan bendim ve böyle giderse annem, babam beni
evlatlıktan bile reddebilirdi ve bütün miras abime kalabilirdi. Bir avu-
kat arkadaşımın ofisinde gördüğüm Miras Hukuku kitabını okumanın
zamanı gelmiş olabilirdi. Sırf o tuğla gibi kitabı okumamak ve miras-
tan olmamak için senaryo ekibinin başına diziyi trajediden başka yöne 93
çekecek fikirlerimi söylediğim bile olmuştu. Senaryo ekibinin başının
o küçümseyici bakışlarını hayatım boyunca unutamam. “Oğlum mut-
lu sonla biten bölümlerin reytinginden haberin yok galiba senin... Bu
aralar komedi dizilerinde bile bir entrika, bir ölüm furyası almış yürü-
müş sen hâlâ mutlu son diyorsun,” demişti. Adamın yazdığı dördüncü
diziydi ve biz okumuş insanların tecrübeye saygısı sonsuzdu. O gün
kovulmadıysam eğer, dizide oynayan başrol oyuncusu eski manken şu
sarışın çocuğa bir kaç kitap tavsiye edip onun da beğenmesi sayesin-
de olmuştur herhâlde. O yakışıklı çocukla, Etgar Keret’in kitaplarını
verdiğimden beri ve o kitapları beğenip o da başrol oyuncusu dün-
yalar güzeli kadına önerdiğinden beri aramız çok iyiydi. Çünkü ben
iyi eğitimli biriydim, iyi bir ailede yetişmiştim; eğer para söz konusu
olmasaydı protein tozu ve makyaj masası gibi gezen insanlara kötülük
yapmak aklımın ucundan bile geçmezdi.
4. bölüm ya da kötüler hızlı değil, hayat çok yavaş
Senaryo grubuna katıldığım ilk günlerde ne zaman kovulacağımı dü-
şünüyordum. Şimdi ikinci sezonun sonundaydık ve ben senaryo ekibi-
nin başı olmuştum. Başarıya giden yol bir şeyi seçip, diğer şeyi terk
etmekle gelmişti. Annemin, babamın ve sevgilimin sevgisini terk et-
miştim. Başrol oyuncusu yakışıklı çocukla, güzel kıza hayatı zindan et-
miştim. Başarı merdivenlerini tek tek çıkmaktansa, kötü bir insan olup
asansör kullanmayı seçmiştim. Annem, babam, sevgilim hatta her haf-
ta yeşillik aldığımız pazarcı beni sevmiyor olabilirdi ama yapımcılar,
oyuncular, kanal yöneticileri ve yeni yetme senaristler peşimdeydi. Bu
hızlı yükselişi kötülüğe borçluydum. İnsanları öldürüyor, onları sevdik-
lerinden ayırıyor, iftiralar atıyor, minicik çocukları anasız babasız bıra-
kıyordum ve böylece hem maaşım hem de teklifler artıyordu. Çünkü
artık kırk yaşındaydım ve hayata geç kaldığımı düşünüyordum.
94
5. bölüm ya da hayranlık cehaletin yakın akrabasıdır
Gençken Charlie Chaplin’e hayrandım. Bütün filmlerini defalarca izle-
miş, sahneleri ezberlemiştim. Modern zamanlardı ve biz şehir ışıkları-
nı terk edip altına hücum etmiştik. Gençken sevdiğim insanlar altındı
ama her sevdiğim insanın kalbi altından değildi. Tıpkı Charlie Chaplin
gibi. Hayatıyla ilgili bir belgesel izlemiştim ve adamımın ne halt ol-
duğunu o zaman öğrenmiştim. Anarşisti, ateistti, rakiplerinin önünü
kesecek kadar hırslıydı, bazı sahneleri çalıntıydı ve küçük kızlarla aşk
yaşmaktan hoşlanıyordu. Böyle bir adamın nesini sevebilirsiniz ki?
Ben de öyle yaptım, o belgeseli izledikten sonra ondan nefret etme-
ye başladım. O günden beri şöhretlerin hayranlarına hep deli gözüyle
bakarım. Bizim başroldeki çocuğun hayranları da öyle... Aramız iyice
samimi olmaya başladığında söylemişti bana, ki bu ikinci sezonun baş-
larına denk gelir, onun da hayranlarına bakış açısı benimkiyle aynıydı.
O ise eskiden büyük bir Marlon Brando hayranıymış. Ayyaş herifin
teki olduğunu öğrenince hemen cehaleti bırakıp doğru yolu bulmuş
ve posterini yatak odasının duvarından indirmiş. Bir daha kimseye
hayranlık beslemeyeceğini düşünürken, başroldeki kocasından yeni
ayrılan kadın oyuncuya hayranlık duyduğunu söylemişti bana bir gün
karavanında içkilerimizi yudumlarken. Sen onu hiç tanımamışsın dos-
tum o senin gibilere yüz vermez demiştim. O dünyalar güzeli kadını
çok iyi tanıyordum ve tanıdıkça hayranlığım artıyordu. Benim olacaktı
seziyordum. Çünkü Charlie Chaplin’in de dediği gibi; hayat dar alan-
da trajedi, geniş açıda ise komediydi.

6. bölüm ya da esas film aşkın bittiği yerde başlar


Sevgilim benimle eskisi gibi sevişmiyordu. Bir şeyler eksikti ya da
eskiden bir şeyler fazlaydı. Sevişmiyordu, çünkü her geçen gün öl-
dürdüğüm insan sayısı artıyordu. Dağıttığım aileler, felç ettiğim yakın
akrabalar, kaçırılan çocuklar, sömürülen işçiler, kısa zamanda zengin 95
olan işverenler yatakta hep yanımızdaydı. Oysa biz mahremiyetine
önem verenlerdendik. Sevişirken birbirimize sorular sormamalıydık.
Hele hele sezon finalinde oğlanla kızın öpüşüp öpüşmeyeceğini hiç
sormamalıydık. Ben ki pazarcıların gazabını kazanmış biriydim, se-
vişmeden de o yataktan kalkmasını bilmeliydim. Bilmediğim şey ise
sevişmenin, birlikteliğin temeli olduğuydu. Aramızda, yarattığım ka-
rakterlerin yanında bir de şimdi koskoca bir soğukluk vardı. Bu soğuk-
luğun, benim başrol oyuncusu kadına aşık olmamla ilgisi de olabilirdi
çünkü bir senaristin en önemli hilesi yarattığı karakterlere seçim şansı
bırakıyor gibi yapmasıydı.

7. bölüm ya da mezarını derin kaz


Sevmediğimiz kişilerin konuşma özgürlüğünü savunmuyorsak, özgür-
lükten hiç bir şey anlamamışız demektir. Mesela, o yakışıklı başrol
oyuncusu, o dünyalar güzeli başrol oyuncusuyla ilişkisinin nasıl başla-
dığını size anlatıyorsa dinlemelisiniz ve mutluluklar dilemelisiniz. Ama
benim gibi özgürlük zırvalarına inanmayanlardansanız o an bir intikam
yemini de edebilirsiniz. Çinlilerin şu; “İntikam için yola çıkıyorsan iki
mezar kaz” sözü hep aklımdaydı ama hem Çin’de yaşamıyorduk hem
de ben sevdiğim kadını elde edemezsem zaten bir mezarda yaşaya-
cağına inananlardandım.
Bir dizinin jeneriğinde senaristin adı sonlarda yazılabilirdi ama se-
narist bir dizinin Tanrısı demekti. Yılların usta oyuncuları bile benim
yazdığım her şeyi harfiyen yapıyorken şu yeni yetme yakışıklı benim
dediğimi yapmayacak cesareti nereden buluyor ki?

8. bölüm ya da şu feleğin işine bak


Haftanın dört günü, yaklaşık on iki, on üç saat setteydik ve sette ben
ne dersem o oluyordu. Daha doğrusu ne yazarsam... O ikisini en azın-
dan haftanın bu günlerinde öpüştürmüyordum. Kalan diğer günler 96
için ise, kadere inanmaktan başka çarem yoktu. Fakat avuntum şuydu;
feleğin tekerine çomak soktuğum gün sayısı, feleğin dört tekerimi
de patlattığı gün sayısından fazlaydı. Yapımcıya başroldeki çocuğu
öldürmeyi önerdiğimde, yerine kimi koyacaksın peki demişti. Ben var-
dım. Senaryo konusunda tecrübeli, oyunculuk konusunda yetersiz bir
ben... Başroldeki çocuğu öldüremedim ama senaryoya ilginç bir diya-
log koymuştum, yapımcı kabul etseydi eğer her şeyin seyri bir anda
değişebilirdi. Başroldeki kız, çocuğa; “Başka birine aşık oldum ben,
ayrılmalıyız,” diyordu. Çocuk da kıza; “Felek yüzümü bir gün olsun
güldürmedi. Tıpkı senin gibi. Senin adın da felek olsun. Kahpe felek...”
O bölümde bunları söylemesini istediğim iki insan, aslında bölüm so-
nunda birbirlerinin gözlerinin içine bakarak aşklarını itiraf ediyorlar ve
bir daha hiç ayrılmayacaklarına söz veriyorlardı. Senaryo sıradan bir
yere doğru gidiyordu ve kader ağlarını örüyordu.
9. bölüm ya da iyi senaryoda kuru bir anlatıma yer yoktur
Şu dünyada en çok magazincileri kıskanırım. Çok kolaydır onların işle-
ri. Hiç olmayan ya da olmayacak şeyleri bile kesin habermiş gibi yazar-
lar. Yazdıklarını tekzip etmezler ve o haber artık gerçekmiş gibi dola-
nır insanların arasında. Bizim başroldekilerin arasında yaşananlara da
aşk diye yazıyordu magazinciler. Magazinciler, senaristlerden daha iyi
senaryo yazıyorlardı çünkü onun bir aşk değil heves olduğuna anne-
mi bile ikna edememiştim. “Ben anlarım oğlum aşkı, hevesi... Bunlar
birbirine sırılsıklam aşık,” demişti semt pazarının tam ortasında, sonra
rokacıya seslenmişti aynı ses tonuyla; “Aaa ama bu rokaları böyle sı-
rılsıklam yapıyorsun, sonra eve gidiyoruz iki günde bozuluyor. Yok mu
bunların kurularından?” O aşağılık iki oyuncu şimdi kim bilir neredey-
diler ve nerede sevişiyorlardı bilmiyorum ama ben pazardaydım, o ka-
dını seviyordum ve biliyordum ki sırılsıklam bir aşk uzun sürmüyordu.
Kuru, kupkuru bir roka gibi dimdik ayaktaydım pazarın ortasında ve 97
kolay kolay pes etmeyecektim.

10. bölüm ya da aşık bir adamı yolundan döndürebilecek tek şey yağ-
murdur
Bazı sabahlar bir başka güzeldir, bazı güneşler bir başka güzel. Güneş
her zaman doğudan doğar ama her gün başka biri için doğar. O gün,
benim için doğmuştu. Ben, o dünyalar güzeli için doğmuştum. O da
benim için. Biz birbirimiz için yaratılmıştık. Leyla ile Mecnun masaldı,
biz televizyon dizisi. Biz gişe rekorları kıran romantik bir aşk filmiydik.
Senaryoda bazı açıklar vardı, bazı gereksiz yan roller vardı ama bunlar
teknik konulardı ve zamanla düzeltilebilirdi. O gün, bu açıkları kapat-
ma günüydü.
Sete geldiğimde, teknik ekibe selam verdikten sonra bizim başrol
oyuncusunun karavanına gittim. Uzun zamandır gitmiyordum kara-
vanına o da şaşırmıştı. “Sana verdiğim kitapları alabilir miyim artık?”
dedim. Karavanın küçücük pencerelerinden giren güneş ışığı yüzünü
aydınlatıyordu. Fakat güneş her gün başroldekiler için doğmaz. Sine-
mayı sinema yapan karakter oyuncularıdır. Senaryoyu senaryo yapan
hayatını bir ot gibi yaşayan senaristlerdir. “Yanımda değil, bir ara ge-
tiririm,” dedi yüzüme bile bakmadan. Belki de yüzüme hiç ışık gelme-
diğinden yüzümü göremiyordu ve dikkati dağılıyordu. “Bir şey daha
var...” dedim, “o kızın peşini bırakmanı istiyorum. O kızın başka bir sev-
diği var çünkü,” dedim. “Nasıl yani, senaryo icabı mı? Bana bu hafta
gelen tekstte böyle bir şey yazmıyor ama...” dedi. “Hayır, gerçekte,
gerçek hayatta,” dedim. “Yoksa seni öldürürüm, hiç acımam,” dedim
arkamı dönüp karavanın kapısını kapatırken. Sesindeki şaşkınlık iyice
artmıştı, dışarıdayken bile sesini duyuyordum, “Senaryo gereği mi?”
diyordu hâlâ. Bir iki adım atıp, yüzümü güneşe döndüm ve ona şük-
ranlarımı sundum, bitkilere ve benim gibi otlara hayat veren güneşe...
98
11. bölüm ya da hayat aslında bir gündür
Bazıları hayatın hatta yirmi dört saatlik günün bile çok uzun olduğu-
nu düşünür. Oysa kısadır. Hayatın uzun olduğunu düşünenler tekrar
eden şeylere dikkat etmeyenlerdir. Kısadır hayat, ama tekrardan iba-
rettir. Güneş doğar, batar, birileri doğar, ölür ve sonra yine güneş do-
ğar, batar, birileri doğar, ölür... Kimisi aşkını yaşar, kimisi annesiyle her
hafta kurulan semt pazarında roka mı alsak semizotu mu diye düşünür
durur... Bazen roka tezgahında duran o yaşlı adam yerini oğluna bıra-
kır, her hafta roka almaya gelenler babaya bir şey mi oldu acaba diye
düşünür, bir sonraki hafta yine o yaşlı adamı görenler sevinir. Hayat
böyledir, tekrarlarla doludur. İnsanoğlunun en büyük hatası tekrar
eden şeylere karşı dikkatinin düşük, ilgisinin az olmasıdır.
Bir süredir kanal yönetiminin ve yapımcının kararıyla dizi her hafta
bir kere gösteriliyordu. Oysa eskiden hafta içi öğlen kuşağında bir
iki gün yayınlanırdı. Bir kere gösterilmesinin sebebi o saat diliminde
daha çok insanın izlemesiydi. Ayrıca yapılan araştırmalar göstermişti
ki, insanlar tekrarı olmayan dizileri daha dikkatli izliyorlardı. Dizinin
süresi üç saatti ve insanlar o büyük aşka daha dikkatli baksınlar diye
oğlanla kızı içim kan ağlayarak tekrar tekrar öpüştürüyordum. Çünkü
hayat aslında bir gündü, o da dizinin yayınlandığı gün.

12. bölüm ya da bazen namluya mermi değil gerçekleri sürersin


O dünyalar güzeli kadın öldü. Dizide değil gerçekten öldü. Final bö-
lümünün son sahnesini çekerken öldü. Amacım onu değil kitaplarımı
geri vermeyen o yakışıklıyı öldürmekti.
Savaş alanında ateşli silahları kullanan ilk ordudan bu yana galibiyet
hep ateşli silahları kullananlarındı. Bunu bir belgeselde izlemiştim ve
aşk için yapacağım ilk hamlenin ilhamını o belgeselden almıştım. Son
sahneyi çekecektik. Kızın eski sevgilisi kıza musallat olmuştu ve ona
dönmezse hem kendini hem de onu öldüreceğini söylüyordu. Son 99
sahnede o adam bizim kıza silah çekecek, araya bizim yakışıklı oğlan
girecek ve o vurulacaktı. Tabii ki senaryo icabı. Senaryonun gerçeğe
dönüşmesi küçük bir hamleye bakıyordu; silahtaki sahte mermileri
gerçekleriyle değiştirmeye... O sahne öncesi dünyalar güzeli kadının
silahla oynayıp kendini vuracağını bilemezdim. Böyle bir sahne yaz-
mamıştım.

13. bölüm ya da çağımızın iki hastalığı; biri aşk, diğeri umursamazlık


Aşkından deliren adamlar vardır. O yakışıklı da o olaydan sonra ken-
dini toparlayamadı. Hep kendini suçladı. Bir daha başka bir dizide
göremedik. Şöhretin ateşten gömlek olduğunu çok acı bir biçimde
anlamıştı. Kimse böyle olsun istemezdi. Kitaplarım hâlâ onda, geri ge-
tirmedi.
O olayda suçlu muyum diye ilk zamanlar çok düşündüm fakat teti-
ği çeken ben olmadığım için vicdanım rahat. Kimse beni suçlayamaz.
Ben senaryo yazarlığına devam ediyorum. Yeni sezon için iki dizi için
anlaştım bile. İkisi de ağır dram, aşk meşk meseleleri... Annemle her
hafta semt pazarına çıktığımızda tam da o rokacının önünde, yeni di-
ziler için ağzımdan laf almaya çalışıyor. Bense konuyu geçiştirmek için
roka mı alalım semizotu mu diye soruyorum ona.

100
101

Hakan Unutmaz
1991 Denizli doğumlu. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Türkçe Eğiti-
mi Bölümü’nü bitirdikten sonra İzmir’de Türkçe öğretmenliğine baş-
ladı. 2011’de Muğla’da Albatros adlı edebiyat ve kültür dergisini kurdu.
2014’te ise Sadece isimli şiir fanzinini çıkardı. Şiir ve eleştirileri Aka-
talpa, Eliz Edebiyat, Şiiri Özlüyorum, Şehir, Lacivert, Caz Kedisi, Ede-
biyat Nöbeti, Koza Düşünce, Kirpi, Deliler Teknesi, Kasabadan Esinti,
Yaşam Sanat, Anbean gibi dergilerde yayımlandı. Kuşlar Cesetken Ne
Düşünür İbrahim? adlı eseriyle 6. Homeros Öykü Ödülü’nü aldı. Hâ-
len Türkçe öğretmenliği yapıyor ve Ege Üniversitesi Gazetecilik Bölü-
mü’nde eğitimine devam ediyor.
Random /b/

Elbette bir şeyler eksik kalıyor. Her ne kadar yirmi dört saati
ağzına kadar dolu yaşasak da…
“Okul bitince tertemiz bir sayfa açarsın işte!” dedilerdi bir za-
manlar. Bir zamanlar dediysem, sanki aradan yıllar geçmiş. İki yıl önce
falandı bu cümleyi ciddi şekilde duyduğum vakit. İki yılda, birden fazla
olduğu için resmi olarak “yıllar” kategorisine girmiş oluyor.
102
Hayatını tam anlamıyla kurabilmen için -evliliği bu hayata da-
hil etmesen de olur- devlet kapısının tokmağının bir köşesinden tut-
man yeterli bu devirde. Özel sektörün de çok iyi imkânları var aslında
ama bu durumu topluma anlatma eylemi, dünyanın en yorucu işlerin-
den. Aslında toplumun ne düşündüğü umurumda değil ancak ailem
de toplumun rastgele bireylerinden seçilmiş bir parçası olduğu için
bu durumu göz ardı edemem.
Yaz bitmeseydi iyiydi. Yabancı dili biraz kıvırınca rahatlıkla
cebimi doldurabiliyorum sahillerde. Kumsalın haraççısıyla, itiyle, ko-
puğuyla da baş etmeyi öğrendim zamanla. Yaşımın küçük göstermesi
avantajından yararlanmamla beraber “üniversite öğrencisi” ayağına
kimse de pek ses çıkartmıyor anlayacağınız. Ama sezon sonu geldi
yine gereklilik kipinden. Küçücük çantayı toplayıp, baba evine dön-
menin vaktini sıvazladım. İlk başlarda sevinçle karşılansam da, yıl bo-
yunca çekeceğim suratın haddi hesabı yok. Babamla, karşılıklı olarak
her hareketimizden nem kapıyoruz zaten. Askerlik işini nasıl hallede-
biliriz peki? Tecil kasımda bitiyor, durumu en fazla bir dönem daha
uzatabilirim. Yüksek lisans için uğraşsam? Bu ortalamayla mı? Hunhar-
ca gülesim var.
Küçük otobüslere sığamıyorum bir türlü. Bir o kadar da pa-
halı bu rahatsız oturgaçlı götürgeçler. Yoksa çift koltuk alır, bağdaş
kurarak dönerim evime. Yedi saatlik saltanatım, varınca bitecek na-
sıl olsa. Düşünün artık, bunca yolu büyük bir aracın bile gitmeye te-
nezzül etmediği kırsallarda oturacağım yine aylar boyu. Doğduğum
yerden utandığımdan değil, bazı insanlarından tiksiniyorum sadece.
Annemin, yıl boyunca göğsüne diken gibi batan sorulara, gözleriyle
benden cevap vermemi beklemesinden korkuyorum en çok.
“Sizin oğlanın okul bitti mi?”
“Çalışmıyor mu daha?”
“Askere ne zaman gidecek?”
“E, evlenirse nasıl geçinecek?” 103
Bir tanrı varsa ve öldüğümde, bu sorulara benzer sorularla
beni sınamaya kalkarsa, iblislere zahmet ettirmeden, kıldan ince köp-
rüden aşağıya bırakırım kendimi.
Odamın içinde sessizce ölümü bekliyorum geceleri sanki. Bu
odada doğ-madım, karşıdakinde ağladım ilk olarak. Bak, bir de gö-
rülen geçmişle konuşuyorum, hatırlıyormuşum gibi. “Ben”liğim yine
oradaydı belki ama hatırlayamadığım rüyalarımda bile, “Sanki böyle
böyle olmuştu,” diye zaman kayması yaratıyorum kendimce.
Bu ilçede, her sene illa ki demir atsam da anlaşabildiğim, kay-
naşabildiğim çok fazla insan yok. Gurbet olarak tabir edilen yerlerde
geçen “eğitim” ergenliğimden sonra, bu topraklarda sıfırdan dostluk
kurmak niyetim de yok açıkçası. Öyle olursa, beni buraya bağlayan
birden fazla öğe oluşacak aniden. Ara bağlarımız çok güçlü olmasa
da, şimdilik bir “çekirdek aile” yetiyor uğramalarıma zaten.
Sanırım sigaramı değiştirmem gerekiyor. Daha ucuz bir mar-
kaya geçmenin vakti geldi. Annemden harçlık isterken yüzüm yerler-
de sürünüyor neredeyse. İçimdeki ritimsiz orkestranın gürültüsünü,
dışımda sessizliğim bastırmakta zorlanıyor. Tüm “tanıdık çocukları”,
“kimisinin oğlu”, “Alilerin, Velilerin kızları” evini- arabasını almış, çoluk
çocuğa karışmaya ramakları kalmışken, benim hâlâ arkadaki elma ağa-
cından sırıkla elma düşürmeye – ağaca çıkmaya bile üşeniyorum, siz
düşünün artık- çalışmam babamı delirtiyor, eminim.
“Eline ne geçti bunca yıl çalıştın da?”
“Yıllardır üç gözlük bir barakaya kira ödüyorsun!”
“Kömürü bile bin bir güçlükle alıyorsun sonbaharda.”
“Hep susuyorsun, mutlu musun?” diye haykırmayı o kadar çok
istiyorum ki babamın suratına. Tek çocukluğun beklentilerini karşıla-
yamayan, kahvedeki arkadaşları “oğullarıyla” övünürken, ona göre bir
“erkeğin” adının bile okunmadığı evlat parçasıyım bu hâlimle. “Devlet
Kapısı”na kıçımın bir ucunu dayayabilmiş olsam nasıl da övünecekti 104
kim bilir. Beni bir “kravat bağı”na mahkûm ederken, suratında oluşa-
cak gülüşü hayal edebiliyorum.
Yüzüme “bakmayışların” ağırlığını kaldıramayacak vaziyet-
teyim artık. Sürekli sigarayı ters yakmaya çalışma sürecim de bunun
yüzünden başladı, biliyorum. “Ah-lak” ve “Kültür” adlı kardeşlerin asır-
lar önce bizim gibi insanları düşünmeyip uydurduğu kurallara göre
yaşamayı istemiyorum. Annemden o saçma sapan kâğıt parçalarını
almamak için bir yol seçmeliyim, bunun vakti geldi. Sanki gazını çıka-
rabilmiş bebekler gibi tüm insanları bir anda rahatlatacak olsam da
ömrümden vazgeçmeye gidiyorum yarın sabah. Babamın gidişimden
haberi olmasa da, topluma göre “iyi haber”i aldığında sevinçten hava-
lara uçacak, çay ısmarlayacak adam, kahvedeki en yakın dostu (rakip-
leri) olan insanlara.
Basit bir sırt çantasıyla “kimsesizce” çıktım evden. “Misafir
odası” diye adlandırılmasına rağmen şimdiye kadar hiç misafir girme-
yen, sadece benim uykularımın duvarlarda göz bıraktığı odayla veda-
laştım acı sırıtarak. Hayvan pazarından bozma mini otogara yürürken
düşündüm:
“Büyüyünce ne olacaksın?”
“Ne zaman evleneceksin?”
“Kendinden vazgeçip ne ara sıradan insanlar gibi kredi öde-
meye başlayacaksın?” sorularını öldürmeye gidiyorum resmen. En ya-
kın il merkezinden “aktarımım” için bineceğim eski otobüsü süzdüm
sigaramı içerken. İçine girdiğimde sanki aynayla yüzleştim en ön kol-
tukta. Benim yaşlarımda, muhtemelen defalarca karşılaştığımız ama
belli ki hiç konuşmadığımız, benimle beraber tepeden tırnağa düşü-
nen bir adam!
Arapça bir “Merhaba,” ile oturdum yanına. Dudaklarından dü-
şecek ilk soruyu tam tahmin edecekken, erken davrandı ayna,
“Polislik için mi sen de?” 105
Saçlarım kadar uzun yol boyunca, yeryüzü hiç konuşmadı!
106

Mahmut Yavuz

1982 Erzurum doğumlu. Öğrencilik yıllarında kamuda muhasebecilik


yaptı. 2007 yılında Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun
oldu. Hâlen Erzurum Barosu’na kayıtlı olarak avukatlık yapıyor.
Meyyal

“İnsan ölümünü planlayabilen tek canlıdır.”

Sanat merkezinden içeri girince yüzüme soğuk bir rüzgar


çarpıyor. Konukları kapıda karşılayan hoş bir kadın, elime bir de şal
tutuşturup, “Bu özel günün anısına,” diyor. Dekoltesi ve bacaklarının
tam olması gerektiği yerden başlayan mini eteği, bilimsel verilerle
milimetrik hesaplanmış olmalı. Soğuktan şikayet edip söylenenlere,
“Sanatçımız ölüm teması için mezbaha soğukluğu tatmamızı istedi,”
107
diye açıklama yapıyor. “Sanatçımız tüm duyularımıza hitap etmek is-
temiş.” Davetiyeleri, biletleri delen kondüktör gibi konukların elinden
alıp tüllü bir sepete atıveriyor.
Müdavimleri dışında müşterisi kalmamış tasarruflu jigololar,
yaşlanınca emlak işine girerler. İhtiyatlı orospular ise 30’lu yaşlarda ne
olur ne olmaz deyip hemşirelik ya da hasta bakımı sertifikası almayı
akıl ederler. Ben de ötanazi ya da kibar deyişle “Gönüllü Hayattan
Vazgeçme” yasallaşınca, gözde meslek olacağını öngörüp Ötanazi
Yardımcılığı Sertifikası edindim. Burada iş icabı bulunmama rağmen
sanatçının ölüm temasını işlemesi sürpriz oldu. Şu an burada bulunan
bir Meyyal, bir süredir takibim altında. İş dünyasında insanlara mudi,
sigortalı, yatırımcı ya da lehtar gibi şeyler derler. Bizim işimizde ise
intihar etmesi bilimsel ve istatistiksel olarak kuvvetle muhtemel, in-
tihara meyilli insanlara “Meyyal” denir. Onlarca değişken ve girdiyi
hesaba katan algoritmalarla intihar eğilimini birden yüze kadar bir sa-
yıyla tespit eden donanımlı bir yazılım kullanıyorum. Olumlu kullanıcı
yorumlarını dikkate alarak edindiğim bu donanımın çok işime yaradı-
ğını söylemeliyim. Algoritmaya göre takip ettiğim adam, 99 puanla en
yüksek riskli grupta. Birkaç kez Ötanazi Merkezi’ne ön kayıt yaptır-
mış. Daha da önemli referans ise önceki intihar girişimleri… Etkileyici
bir öz geçmiş...
Davetiyem saliselik bir göz kontağı ve gülümsemeyle, elim-
den alınıp tüllü sepete atılıyor. Bu günlerde erdem için davetiye ve
aidatlar gerekli. Hakikat ise deterjan kutularına koli bandıyla iliştirilen
kitaplarda pazar günleri indirime giriyor. Sanatçının eserlerinin ser-
gilendiği stantların sıralandığı uzun ve geniş salondan içeri girdim.
Stantların önüne asılı panoda eserin teması tek kelimeyle sonuna üç
nokta konularak yazılmış. Üç noktanın kendisi yoruma açık bir nokta-
lama işareti olarak temayı da yoruma açık hâle getiriyor olsa gerek.
KORKU standının etrafındaki kalabalığın içinde Meyyal’i fark
edip yaklaştım. İnsanlar sırayla standa yaklaşıyor, sihirbaz asistanına 108
benzeyen güzel bir kadın, gözlerine uyku maskesi takıyor, bir deliğin
içine ellerini sokuyorlar. Kadının teki “Ah! ısırıyor, bir şey elimi ısırdı,”
diye kıkırdayarak söyleniyor. Sunumu yapan kadın, benzer yöntemle
yerlilerin ayaklarını anakonda yuvasına sokarak avlandığını anlatıyor.
“Onlar hayatta kalmak için korkularıyla yüzleştiler, ya siz?” diye soru-
yor. Bu eserin teması benim için korkudan çok merak olurdu.
ARAYIŞ standında labirent maketinin üstünde peyniri bula-
madığı için intihar etmiş ama aslında labirentin sonuna çok da yaklaş-
mış olduğunu anladığımız bir fare boynundan asılı... Bu eserde hiçbir
hayvana zarar verilmemiştir diye de bir not düşülmüş. Çağımızın meş-
ruluk sınırları da tam olarak çocuklara ve hayvanlara zarar vermemek
kaydıyla her şeyi yapmak. Hatta denilebilir ki çağın meşruluk/yasallık
sınırı tam olarak yasal porno ile özdeştir.
Davetliler, performans eserleriyle biraz oyalandıktan sonra
asıl konuya gelinmek üzere. Meyyal, elini kolunu nereye koyacağını
bilmeden öylece dikilip etrafa bakınıyor. Davetiyede interaktif bir söy-
leşi olduğu yazılıydı. Yani katılımcıların ayakta halka oluşturduğu, me-
kandan tasarruf edilen ve rol çalmamak kaydıyla bir iki kelam etmele-
rine, daha çok onaylamalarına izin verilen bir söyleşi... Benim “güzel
gülen adam” dediğim konuşmacı, çağımızın diğer hikmetli insanları
gibi bol kesimli elbisesiyle beliriyor. Gelenek bozulmazsa konuşmanın
sonunda herkes yanındakine sarılacağından ben Meyyal’in yanında
yerimi kapmış, her şeyin planladığım gibi gitmesini umuyorum.
Güzel gülen adam, “Mış gibi yapıyoruz. Her şeyi aslında olma-
sı gerektiği gibi değil, sadece yaparmış gibi yapıyoruz,” gibisinden bir
şeyler anlatıyor. Göz teması kurdukları da onaylayıcı bakışlarla başla-
rını sallıyorlar. “Aslında yapacağın çok şey var ama ah şu potansiyelini
keşfetsen, artık bir şeyleri değiştirmenin vakti gelmedi mi?” nutku… O
konuştukça ben de asıl amacımdan sapmadan Meyyal’in yüz ifadesini
ve tepkilerini ölçüyorum. Aidiyet hissi veren herhangi bir kulüp ya da 109
topluluk, hatta bir futbol takımı, intihara meyilli insanı en azından bir
süre engelleyebilir. Ardı arkası timsahlarla dolu bir nehirden yüzerek
karşıya geçiyoruz. Doğa gereği birkaç fire verilmek zorunda. Karşıya
geçmeyi başaranları da sadece daha geniş otlaklarda yutulan, geviş
getirilen birbirinin aynısı günler bekliyor. Meyyal, bu gerçeği artık adı
gibi anlamış olacak ki konuşmacıyla göz düellosunu usanmış insanla-
ra has küstah bakışlarla kazandı. Onaycı olmayanlara tahammül ede-
meyen “güzel gülen adam” küsercesine yüzünü çevirdi. O an Meyyal
bende hayranlık uyandırdı.
Sıra “Her şeyin içini boşaltmışız’’ konuşmasına geldi. Ahlakın,
evliliğin v.s. neredeyse her şeyin gerçek anlamından uzaklaşıp özü-
nü yitirdiğinden filan bahsediyor. Kadim zamanlarda kelle koltukta
yapılan kahinlik ve şamanlığın yerini alan “İçindeki potansiyeli keşfet
pohpohlanması” işi, risksiz icra edilen bol kazançlı bir meslek. Ama
zorlu rekabetin olduğu sektörde dikkat çekmek için yaratıcılık şart.
Görecelilik çağında herkesi haklı olduğuna inandırmak basit ama akıl-
lıca... Belki de berberlik gibi ben de yaparım diye düşündüğümüz ama
kalkışırsak elimize yüzümüze bulaştıracağımız işlerden.
Güzel gülen adam, söyleşiyi interaktif kılmak adına dünyadaki
en güzel şeyin ne olduğunu sorup katılımcılardan bir çocuğun gülüm-
semesinden tutun sevdiğiniz birine sarılmaya kadar bir sürü basma
kalıp cevap alıyor. Zengin olduğu yüzündeki parayla satın alınamayan
ama zenginlere mahsus pembelik ve parlaklıktan anlaşılan yakışıklı bir
gencin,
“Yavru yunus balığının anne karnındayken yüzündeki o mü-
tebessim ifade,” cevabı kalabalıktaki kadınların gözlerini parlatıyor.
Yakışıklı insanların söylevleri her zaman ikna edicidir. Güzel gülen
adamın da etrafındaki bu nefes kesici kadınlara çakabildiğine göre
haklılık payı olmalı.
*** 110
Güzel gülen adamın final konuşması uzun süre alkışlanıyor.
Hatta kolu alçıda biri sağlam elini alçısına vurarak alkışlıyor. Gözüme
çarpan en saçma alkışlama tarzı buydu. Çok havaya girenlerden biri,
“intihar eden fare/labirent’’ konseptli esere bir araba para ödedi.
Satın alma anlaşmasını imzalarken bilimsel dekolteli kadınlardan biri,
patronundan pohpohlama konusunda bir şeyler kapmış olacak ki;
“İmzanız harika, ressam mısınız?” diye soruyor. Adamın tipine
baksam ben muhasebeci derdim. Alıcı, resme olan istidadının ebe-
veynlerince anlaşılmadığından yakınıp olağanüstü backhand vuruşla-
rı olan oğlunun yeteneği heba olmasın diye sarf ettiği gayretlerden
bahsediyor. Karısı,
“Fare gerçek mi?” diye gayet yerinde bir soru soruyor. Kendi-
sine farenin bas baya gerçek bir ölü fare olduğu belirtilip sanat ese-
rinin bütünlüğünün korunması açısından onun yerine maket farenin
nereden bulunabileceği konusunda fikir veriliyor. Karı-koca, ölü fare
sorunsalını nasıl çözeceklerine dair aralarında fısıldayarak konuşuyor-
lar. Aralarında bir süre gezegenimizi gözetleyen uzaylıların asla an-
layamayacağı türden saçma sapan bir konuşma geçiyor. Bense daha
çok “sanat eseri”nin paketlenmesine ve çil çil paranın ortaya döküle-
rek nakit ödeme yapılmasına, üstelik para üstünün de iade alınmasına
şaşırdım. Evrensel Hukuka göre evlilik birliğinde eş tarafından evin
bütçesinden yapılan yersiz ve savurgan bir harcama sonrası, diğer
eşe de aynı nispette savurganlık hakkı doğar. Alışverişten memnun
kalmayan kadın, cinsiyet değiştirdikten sonra nasıl görüneceğine dair
bir uygulamanın lisanslı sürümünü satın almasına izin vermediğini eşi-
ne hatırlatıyor. Cinsiyet değişikliği için biraz cesaretlenmeye ihtiyacı
olan eş, tenisçi oğlunun ikinci babası olmaya ve oğluna okulda hava
atmaya değer ilginç bir öykü çıkarmaya kararlı görünüyor. Cinsiyet
değişikliği sonrası cinsel yükümlülükten tamamen kurtulmayı uman
kocası ise bunun hâlâ iyi bir alışveriş olduğu kanaatinde. İlk iş heba 111
olmaması gereken körelmiş resim yeteneğini ihya etmek için bir resim
kursuna kaydolacak. Van Gogh da 30 yaşına kadar fırçayı eline alma-
mıştı. Cesaretlendirilmeye ihtiyaçları olan bu insanların düşünceleri
çağımızın “çocuklara ve hayvanlara zarar verip vermeme’’ kriterlerine
uygun olduğu için onaylanabilir.
Konuşma bittikten sonra tam da umduğum gibi herkes ya-
nındakine sarılıyor. Ben de elimi çabuk tutup Meyyale sımsıkı sarılıp
nihayet tanışma amacıma ulaştım. Belki de sol yanımdaki fıstık yerine
ona sarılmamı samimi bulmuştur. Ama bu büyülü an bizi birer arkadaş
yaptı. Müşteriyle arkadaş olma yasağını bu vakada ihlal ettim.
Bahsettiğim gibi Yasa Koyucu’nun öngördüğü şekilde intihar
etmenin yasallaşmasından bu yana sertifikalı bir Ötanazi Yardımcısı-
yım. İntihar eylemini yasaklayacak bir yasa, gülünç olmaktan da öte-
dir. İstediği zaman ışıkları söndürme hakkını tiranlar bile elimizden
alamaz. Yasanın öngördüğü şekilde intihar etmeyen, yani bizlerden
yardım almayan, ya da Ötanazi Merkezi’ne başvurmayan, kısaca or-
ganlarını kimseye vermek istemeyen bencil pisliklere öldükten sonra
elbette bir yaptırım ya da ceza uygulanamaz. Ama başarısız bir intihar
girişiminde bulunursa başına ciddi bir iş almış olur. Aylardır takip etti-
ğim ve sonunda arkadaş olmayı başardığım Meyyal de Ötanazi Mer-
kezine gitmektense Ötanazi Yardımcısı talep edecek tembel ve içe
kapanık tiplerden. Ötanazi Merkezlerinde insanlar Hansel ve Gratel
masalındaki gibi bir süre semizletilip şımartılır, ücretsiz sağlık tara-
maları yapılır, pisuvara işerken bile karşılarındaki led ekranda organ
bağışını teşvik edici kısa filmler izlettirilip öldükten sonraki hayat ve
reenkarnasyon propagandaları ile motive edilirler. Biz ise bu işi far-
makologların insanı organ nakline elverişli hâle getirmek için tasarla-
dığı kimyasalları kullanarak el yordamıyla yapıyor, intiharı ayaklarına
getiriyoruz. Böylece doğada hiçbir şey ziyan olmuyor.
*** 112
Haftalardır Meyyal’in evini karşı cepheden gören konumda
dürbünle gözetliyorum. Etrafa saçılmış büyük cam kırıklarını çöpe at-
tıktan sonra elektrikli süpürgeyle etrafı süpürüyor. Hani bir Hollywo-
od sineması klişesi vardır; hezeyan hâlinde biri etrafı dağıtıp, aynaya
yumruk atar, kesik elinden kan damlar. Kırık aynadaki o bölük pörçük
sureti aslında onun parçalanmış kişiliğini filan temsil ediyordur. Ger-
çek hayatta ise hizmetçisi olmayan bu insanlar, er geç o dağınıklığı da
kendileri toplamak zorundadır. İşin bu kısmı pek sinematik olmadığı
için filmlerde yer almaz. Birkaç saat sonra üç boyutlu gözlüğünü takıp
televizyonun karşısına geçiyor. Bu tür insanların evlerindeki tek lüks
eşya dev ekran televizyondur. Bu meslekte edindiğim sezgilerim, bi-
limsel istatistik ve raporlara göre üç boyutlu gözlükle porno izleyen
biri, en azından bu gece intihar etmez. Her şeyden önce hâlâ cinsel
enerjinin olması, yaşama içgüdüsünün kanıtıdır. Porno izleyen insan,
dünyada yaşamaya değer mükemmel ve kusursuz kadınların varlığı ve
onlarla beraber olmanın astronomik ihtimali fikrine bilinç dışı tutuna-
bilir. İntihar eden biri ise haftalardır çüküne dokunmamıştır. Bu adam
gibi uzun zamandan beri bu yayınları takip eden kişiler için artık film-
lerde oynayanlar aileden gibidir. Hatta bu filmlerdeki sıkı adamlarla
hafta sonu beraber takıldığını, kart oynadığını hayal ettiğine eminim.
Alışıldık finalde bu heriflerle birlikte doyuma ulaşmak da pratik ge-
rektirir. Işıkları sönünce çavuşu tokatlayan adamı gözetleme mesaim
bu gecelik bitiyor. Artık arkadaşım olan Meyyal ile buluşmalarımızın
birinde yaptığım mesleği de çıtlatmış, belki lazım olur diye şaka yol-
lu kartvizitimi bile vermiştim. Onu gözetleme işinden vazgeçip artık
elimdeki portföyle ilgileniyor, nedense onun er geç bir gün benden
yardım alacağını düşünüyordum. Başkasından intihar için yardım ala-
cak kadar bencil ve düşüncesiz biri değildi. Eski pazarlama taktiği-
ni uygulayıp borçlu hissetmesini sağlayacak cömertlikler yapmıştım.
Dünyaya bırakacağı tek mirası ölümü, tek yasal varisi de ben olmalı- 113
yım.
***
Hayatta asla intihar etmeyecek insanlar, intihar edebilecek
potansiyelde insanlar ve bir de intihar etmesi kaçınılmaz olan insanlar
vardır. Genellikle daha fazlasını hak ettiğini düşünen, daha fazlasını
yapabileceğini düşünen ve hâlâ amacı olan orta sınıf insanlar, intiharı
aklına getirmezler. Tek amacı birinci cetvele tabi olarak emekli olmak
olan bir memur ya da oyunculuk eğitimi almak, çalıştığı yerde yüksel-
mek, şarap mahzeni kurmak gibi planları olan insanlar bunlardandır...
Kötü bir filme gidip yine de yüzsüzce filmin sonunu bekleyenler gibi-
dirler. Toplumun imtiyazlıları dünyaya kazık çaktığı gibi, fakir insanlar
da garip şekilde yaşama dört elle sarılır. Bir de “size arkamı dönmüş
oldum, kusura bakmayın,” diyen fedakâr tipler vardır ki işte bunla-
rın yaşlılığa bağlı çoklu organ yetmezliği nedeniyle ölmesi enderdir.
Zamanla hayattaki anlamlarını, amaçlarını, sabırlarını, tahammüllerini
tüketip er geç intihar ederler. Haftalardır onu unutup başka işlerin
peşine bile düşmüştüm ki bir gün telefon açıp,
“Senden bir iyilik isteyebilir miyim? Telefonda anlatılacak tür-
den bir şey değil,” deyip zaten çok iyi bildiğim adresini verdi. Evine
gittiğimde aramızda sandığımdan daha kısa bir konuşma geçti. Yolda
aldığım atıştırmalıklar ve içkileri eve götüreceğim ister istemez ak-
lıma geldi. İmzalaması gerekli evrakları önüne koyup imza yerlerini
banka kredi memuru gibi teker teker gösterdim. Kayıt için kamerayı
çalıştırıp Gönüllü Hayattan Vazgeçme Hakkında Kanun’un Uygulama
Yönetmeliği’nde belirtilen adımları teker teker uyguladım.
“Size bir onay mesajı okuyorum,” deyip, “kimsenin tesiri al-
tında kalmadan, cebir, hile ve tehdit olmaksızın gönüllü olarak haya-
tımdan vazgeçmeyi ve organlarımın yetkililere teslim edilmesini kabul
ediyorum,’’ metnini kayıttaki kameraya bakarak onaylattım. Ötanazi
iğnesini vurduktan sonra hayat ve ölüm üzerinde tanrısal bir yetkim 114
varmış gibi hissettim. Prosedürün tamamlandığını Ötanazi Bürosu’na
ve organ nakli yetkililerine bildirdim. Beş dakika geçmeden adrese
gelip birkaç imza karşılığında onu devraldılar.
***
Kapısının önünde bir süre faturalar birikmeye devam ede-
cektir. Artık “İntihar edilen evler” statüsünde olan evine rayicinden
düşük kira bedeliyle yeni biri taşınır. Yakınları ve çevresi arasında bir
süre ölümü gündeme alınır. Ölümü nispeten beklenmiyorsa intihar
nedenleri hakkında anonim kültür ruhuyla varsayımlar türetilir. Onu
AIDS ilacı alırken görmüşlerdir, beyninde tümör vardır, tefecilere
bulaşmıştır... Müdavimi olduğu yerlerde bazen akıllardan geçer, yerli
yersiz bahsi açılır. Her geçen gün anılmamaya ve konuşulmamaya baş-
lar. Bu insanlar, ölümlerini planlama ayrıcalığına sahip olduklarından
bazen ölümden sonrası için kimi tasarruflarda bulunurlar. Külleri için
porselen vazo seçer ya da -şimdilerde moda bir zerdüşt geleneği- or-
gan naklinden arta kalan bedenlerinin kuşlara yedirtilmesini vasiyet
ederler. Bilim dininin imanlıları genelde kadavra olmayı tercih eder.
Başıma gelmedi ama nekrofillere bile bedenini bağışlayanı duydum.
Küllerini Mars’a gönderen milyarderler ve daha nicesi… O ise hiç so-
run çıkarmadan, talepte bulunmadan ölüp gitti.

115
116

Ümit Yılmaz

1970 Sivas doğumlu. Yurt içinde ve yurt dışında tasarım/yatırım pro-


jeleri yöneticisi olarak çalıştı. Hâlen özel bir şirkette yeni iş/satış mo-
delleri tasarlayan bir birimin yöneticisi olarak çalışmaya devam edi-
yor. Kısa öyküler yazmaya başladıktan sonra üniversite sınavına tekrar
girerek Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Lisans Programı’na
kaydoldu. Notos Öykü, Öykü Gazetesi dergilerinde ve internet orta-
mında Oggito Edebiyat web sitesinde öyküleri yayınlandı.
Drango

Köy mezarlığının bittiği yerde, yeşil ırmağın öbür yakasın-


daydı bostan. Elma, armut ağaçlarıyla doluydu ama sıra sıra dizilmiş
kavaklar da çokçaydı. Bostanın girişindeki taze boy atmış kavakları,
Saçlıların Cemal, oğlu Cemil için dikmişti. Dikmişti de ne bilirdi ki ka-
vaklar kesilecek yaşa geldiğinde oğlu mahpus damlarına düşecek.
Oğlun oldu mu kavak fidelerini alıp dikerdin. Öyleydi yani.
117
Oğlan büyüyecek, askere gitmeden baş göz edilecek. İşte o kavak-
lar o güne kadar serçelere yuva olurken kesilip yeni çiftin yuvasına
malzeme olacak, derdik ama o da eskidendi. Yani şimdilerde kimse
dikmez. Cemil mahpusa düştüğü günlerde de kavaklar satılır, para-
sıyla düğün masrafları karşılanırdı. Cemal’e nasip olmadı işte o kavak-
ları kesmek. Bugün kocaman oldular. Kabukları dökülür oldu da yine
de kesemedi. Niye kesmedi demeyin, nasıl kessin Cemal. Her hafta
yola düşer, kavakların önünden geçer de bir kez olsun bakmaz o yana,
doğruca şehre, mahpushaneye giderdi.
Cemil yakalanmadan bir gün önceydi. Boztosunların evinin
önünden geçiyordum. Recep Amca ahırı temizliyor, Cemil de mer-
divende oturuyordu. Şeytan Hoca ahırın kapısına dayalı küreği aldı.
Ahırdan çıkanları samanla karmaya başladı. Cemil kalktı bir süre son-
ra, Hoca’nın kardığı harca ellerini daldırdı top top yapıp kerpiç duvara
yapıştırmaya başladı. Fısır fısır bir şeyler konuşuyorlardı. Ben sesle-
nince bıraktı, yanında kuru tezeklerin dizili olduğu tulumbaya gitti.
Ellerini yıkadı geldi. Önce köy meydanına kadar yürüdük sessizce,
oradan da ırmağın kenarından bostana geçtik. Elma ağaçlarından bi-
rine tırmandım. İki elma koparıp atladım aşağı. Cemil doğduğunda
dikilmiş olan kavak ağaçlarından birinin dibine oturdum, elmalardan
birini Cemil’e savurdum, havada kaptı, geldi yanıma çöktü. Uzunca bir
süre oturduk orada. Çok sormak istedim Recep’e neden yardım etti-
ğini, sevmezdi onu, soramadım. O da hiç konuşmadı. Hocanın sesini
duyunca irkildi. İkindi ezanı okunuyordu. Ayağa kalktı, koşarak ırmağa
atlayıp karşıya geçti, bir anda gözden kayboldu.
Çocukluğumuzda da böyleydi Cemil. Rahat durmazdı. Tarlaya
dadanmış kargaları kandırmakta üstüne yoktu. Onlar gibi öterdi, hiç
anlamazdık farkı. Nasıl ederdi bilmem ama o ötünce doluşurdu karga-
lar. Karga gibi öte öte Boztosunların tarlaya giderdi. Tüm kargalar da
peşinden. Recep Amca şikâyet edince akşama da bir ton sopa yerdi
babasından ama ertesi gün yine giderdi. İnatçıydı. Kısacaydı, saçları 118
kaşları kar gibiydi. Doğduğunda Karin Ebe üç gün üç gece kahveyle
kardığı toprağa bulamış vücudunu, öyle kundaklamış, sarmış yine de
giderememiş beyazını. Ebe komşumuzdu. Evlerimizin bahçeleri yan
yanaydı. Çocukluğumuz daha çok Artin Amca’yla Karin Ebe’nin bah-
çesinde geçmişti.
Cemil’in doğumu köyde kulaktan kulağa yayılmış, şehre ka-
dar gitmiş haberi. Meleklerden Mikail inmiş köye, diyenler olmuş. Çok
uzun sürmemiş ama zamanla alışmış köylü. Bir ayağı aksardı. Çok dik-
katli bakınca fark edilirdi. Kabakulak geçirmiş dediler, İğneci Recep
Amca yanlış mı yapmış iğneyi ne, kısa kalmış bir bacağı diğerinden.
Aksaklığıyla alay etmezdik, ona biz Drango derdik, Drango Cemil.
“Kenanoğlu’yla beraberlermiş,” dediydi halam. Ona da Göçü-
köylülerin Hasan, eniştemin geçen yaz tamir ettirdiği patozu almaya
geldiğinde söylemiş. Önce Kenanoğlu’nu yakalamışlar, şehirdeymiş.
İki altın melek varmış heybesinde. Kenanoğlu biliyormuş önceden.
Bilmese, demiş Hasan, Jandarmalar Cemil’i alırken niye arabada ol-
sun ki, Cemil’i o göstermiş. Halam bir şey dememiş. Severdi Cemil’i.
Teni beyaz, saçları, kaşları, kirpikleri beyaz garip bir çocuktu
ama asıl garipliği her sesi taklit edebilmesiydi, drangoluğuydu yani.
Bazen halam seslenir sanırdım. Köyde sesini taklit edemeyeceği kim-
se yoktu. Artin amca öldüydü de Karin ebeye söyleyemediler kalp
hastası diye. Cemil’i ebeyle konuşturdular, peltek peltek aynı Artin
amca. Bir iki hafta böyle idare ettiler kadını. Geceleri evde kalmasın
diye güya şehre gidiyormuş da mal satacakmış diye oyun ettiler ka-
dına. Karin’in gözleri de artık görmüyordu, o sene vefat etti. Cemil’in
yakalandığı o günden bir hafta sonra yani ama hiç bilmedi kocasının
ondan önce göçüp gittiğini.
Ben o sabah camide görmüştüm Cemil’i, abdest alıyordu.
İçerde yanıma gelip bağdaş kurup oturdu. Namazı daha birinci rekât-
tayken terk etti. Dedim ya böyleydi, tuhaf bir çocuktu. Boztosunların 119
İğneci Recep, Köpoğlu madem namazı bozacaktın ne diye cemaatin
arasına girdin, diye söylene söylene çıktı camiden. Ayakkabılarımız
aynı yerdeydi, giymeden gitmiş. Kenanoğlu’yla birlikte araca bindir-
diklerinde çıplaktı zaten ayakları, çorapları da yoktu, diye anlatmıştı
Şeytan Hoca. Öğle ezanı için minareye çıkmadan önce görmüş. An-
layamamış herhâlde ne olduğunu. Caminin bahçesinde, yine biriyle
kavga etti, diye düşündüm, demişti.
Hoca da çocukluğunda çok hinmiş, aynı Cemil gibi çevirme-
diği dolap kalmamış, Deli Mıstık hep Hoca’nın definecilik hikâyelerini
anlatıp durur. Ne zaman Hoca’yı görse peşinden Şeytan, şeytan, defi-
neci şeytan diye bağırır. Hoca da tövbe estağfurullah çeke çeke yürür
gider. Adı Şeytan Hoca olarak kaldı işte. Kenanoğlu Deli Mustafa’nın
yani bizim Mıstık’ın yüzünden.
Halam hiç inanmadı Cemil’in o işi ettiğine. Yapmaz Mikail’im,
o yapmamıştır, ak saçına kına yaktığım kuzuma oyun etmişlerdir, de-
mişti. Duymazdan geldi köylü. Ben de kulak verdim dersem yalan olur.
Onun büyükannesiyle benim dedem kardeş. Bir bakıma kardeş sayı-
lırız. Az dalga geçmemişti benimle. Artin Amca’nın yerine geçmiş ol-
ması var bir de tabii. Malların gelip yalandığı tuz taşının önünde durur,
Artin amca gibi bir elini beline atar, Karin’im, diye seslenirdi ebeye.
Merdiven korkuluğuna tutuna tutuna inerdi garibim, Buyur bey, derdi.
Oturtur Karin’i tuz taşına, başlardı anlatmaya. Saatlerce konuşurlardı.
Bir akşam yine böyle konuşurlarken yanlarına gittiğimde hınzır hınzır
baktı bana. Karin, dedi. Bu sene şu boz danayı keseyim mi, diye sordu.
Biliyordu o danayı ne kadar çok sevdiğimi. Boz dana doğduğunda onu
bana vermişti Artin amca. Dişlerimi sıkıyordum. Ebe, Bizim haytanın o,
ona sorsana bey, demişti. Bir ayağını Artin Amca gibi sürüye sürüye
geldi yanıma. Söyle bakalım, dedi. Danaya kaç para istiyorsun. Onun
oyununa gelmeyecektim, istiyordu ki kendisine Artin Amca’ymış gibi
hitap edeyim, sustum ses etmedim. Allahtan halam geldi de bana ko- 120
nuşmak için sebep kalmadı.
“Sen görmedin mi?” diye sordu komutan.
“Hayır,” dedim.
Komutan çenesini sıvazladı, alnını kaşıdı, Hoca’ya döndü,
“Peki ya sen imam efendi, sen de sabah namazdan sonra görmedin
mi,” dedi.
“Allah sizleri başımızdan eksik etmesin komutanım, namazda
cemaatin arasındaydı ama namazı bitirdiğimde yoktu. Öğle namazına
kadar, yani siz onları götürene kadar da görmedim,” dedi.
Köy kahvesine toplanmıştı ahali. Recep Amca çeşmenin ya-
nında Göçüköylülerin Hasan’la konuşuyor. Halam Cemil’in babasının
yanında oturuyordu. Şeytan hoca,
“Namaz yaklaşıyor kumandan bey, iznin olursa gidip ezanı
okuyayım,” dedi.
“Daha çok var,” dedi komutan. Oturmasını işaret edince Hoca
ayağa kalkamadan geri oturdu.
Komutan tekrar bana döndü, “Neden Cemil demiyorsunuz?”
dedi. Cevap verecek oldum ama daha ben ağzımı açmadan Hoca atıl-
dı,
“O öğretmen olacak kızıl yüzünden komutanım, o anlatmış,
biz çocuklara ilim öğretiyor diye biliyorduk. Taklitçi papağan mıymış
ne! Taklitçi Cemil, Papağan Cemil demiyorlar da, Drango diyorlar.”
“Ayşe öğretmen köyden gideli yıllar oldu komutanım. Ayrıca o
papağan değil karga,” dedi Muhtar.
“Hem öyle solcu da değildi, hanım gibi hanım, bir evladımız-
dı,” diye ekledi Halam.
Komutan kahvenin köşesine yürüdü, çeşmeye doğru elini kal-
dırıp İğneci’ye gelmesini işaret etti. Recep Amca kahveye doğru koş-
tururken Hasan Amca yüklendiği bakraçlarla peşi sıra yürüyordu.
“Sınıhçılık yaparmışsın sen,” dedi komutan. 121
“Haşa beyim,” diye cevapladı Recep.
“Bostandaymışsın, doğru mu?”
“Evet, kumandan.”
“Ne yapıyordun orada?”
“Kavakları suluyordum.”
“Anlat bakalım!”
“Bir şey gördüm diyemem kumandan, Allah’tan korkarım. Ben
bostana giden tıkanmış sulama kanalındaki çalıyı çırpıyı temizliyor-
dum. Bir ara ayağım kaydı dereye yuvarlandım. Ayağa kalkamadım, bir
süre bekledim öylece. Kenanoğlu’nu kavakların arasından gördüm, til-
ki görmüş tavuk gibi kaçıyordu, ardında da taklitçi oğlan aksaya aksa-
ya koşturuyordu,” dedi Recep.
Komutan, “Peki Hatice bacı sen bulmuşsun Karin’i. Ne arıyor-
muş bostanda,” dedi.
“Ben patates topluyordum evladım. Silah mı patladı tüfek
mi bilmiyorum. Sesin geldiği yere doğru gittiğimde kavaklığın orda
derenin kenarında görmüştüm ebeyi. Oraya nasıl gelmiş bilmiyorum.
Önünde de kocaman bir çukur vardı. Daha yeni kazılmıştı. ‘Ebe sen
ne arıyorsun burada, hadi eve gidelim,’ dedim koluna girdim. ‘Sen de
duydun mu Hatice?’ dedi. ‘Duydum avcılardır,’ dedim. Birlikte eve gel-
dik,” dedi Hatice halam.
“Komutan bir iki kişiyle daha konuştuktan sonra araca bindi
gitti,” dedim enişteme. Bir bir anlattım olanı biteni.
Cemal’in diktiği susuzluktan kurumaya başlamış kavakların
arasından geçiyorduk. “Yalan söylüyor Recep,” dedi, “ben kızkapan-
daki tarladan dönerken görmüştüm, Hoca’yla beraberlerdi, Şeytan’ın
omzunda da kabarık bir heybe vardı, bostandan çıkmış köprüye doğ-
ru yürüyordu,” deyince garipsedim. Eniştem de hiç sevmezdi Recep’i
ama yalan da söylemezdi. Bu işte bir gariplik olduğunu o vakit anla-
mıştım. 122

You might also like