Professional Documents
Culture Documents
Hilmi Ziya Ülken - Millet Ve Tarih Şuuru
Hilmi Ziya Ülken - Millet Ve Tarih Şuuru
II VATAN VE DEMOKRASİ
Millî Eğitim
Hürriyet
Vazife
Hürlük ve Mesullük
Hürriyete Giden Yollar
Demokratik Cemiyetlerde İleri ve Geri
Doğu ve Batı
İktisadi Devletçilik
Halk ve Aydınlar
Aile Davamız
Millet Tipleri
***
***
***
Birinci safha
Millî din olan Şintoizm ve ilk kabileler safhasıdır. Japon
kabileleri şimdiki Nippon adalarını işgal ederek tarihlerine
başladılar. İlk reisleri, Şintoizmin başı olan Tansiou Dai-sin
(İhtimal Hioung-Nou reislerinden biri), Ainuları Kuzey
adalarına sürerek memlekete hâkim oldu. Şintoizm, esaslarında
tamamen eski Türk (Şaman) ve Çin dilleriyle müşterek bir koz-
mogoniye[216] maliktir. Bu hanedanın sonuncusu Ava-se, Mikad-
olar hanedanının ve Dairi Kastı’nın babasıdır. Burada Şinto
mukaddes kitabı olan Yamaito Bumi, Şinto ilâhlarının yerli ruh-
larla nasıl mücadele ve onları mağlûp ettiğini anlatıyor.
İkinci safha
***
***
***
***
***
***
92/960
***
***
***
***
Mücerret–Müşahhas[340]
Şu karşımda duran yazı takımına bakıyorum. Bu kalem
ve bu hokka, benim onlar hakkındaki her türlü hükmümden
önce, kendilerine mahsus vasışarıyla orada duruyorlar. Nitekim
masamın üzerindeki kâğıtları sayarak “burada elli kâğıt var” ded-
iğim zaman da gerçekten ifade ettim şey, burada karşımda duran
kâğıt kümesidir. Fakat kâğıttan, kalemden ve bütün eşyadan ayrı
olarak “50” rakamını yazdığım yahut bir üçgen çizdiğim zaman
mesele değişiyor. Artık eşya ile ilgisiz, varlığı sırf zihinde olan bir
takım hakikatler sahasına giriyorum. Bunlardan birincilere
müşahhas (yeni terimlerle somut) ve ikincilere mücerret (soyut)
diyorum. İlim, işte bu mücerretler yardımıyla müşahhasları to-
plamak; onları mefhumlar, sınışar ve kanunlar şeklinde ifade et-
mekten ibarettir. Hâsılı mücerret olmasa, sayısız müşahhasları
toplamaya ve anlamaya imkân olmazdı.
Bununla beraber, insan zihni mücerredi daima yerinde
kullanmış değildir. Zihnin en büyük kudreti tecrit[341] yapmak,
evrensel mefhumlara ulaşmak olduğu halde bu evrensel mef-
humları, asıl gayeleri olan müşahhas varlıkları, yani gerçeği an-
lamak için kullanacak yerde, onlarla ilgisiz bir âlem haline ge-
tirebilir. Hatta daha ileri giderek bu mücerretlerin nasıl meydana
geldiğini ve kendi vazifelerini unutarak onları gerçeğin yerine
koyar; doğrudan doğruya gerçek sanmaya başlar. Mücerretlere
tapınma şeklini alan bu sapkın görüş, bugün değil, daha
İlkçağdan beri vardır. Hem de onun pek büyük, tanınmış Eşatun
gibi avukatları olduğu için bugüne kadar ayakta durmuştur.
Metafizik realizm diyebileceğimiz bu görüşe göre meselâ adâlet,
142/960
kökleşme ile terakkiyi, kültür ile medeniyeti birbirine zıt iki had
olarak koydu. Onları tıpkı şekil ile muhteva, mücerret ile müşah-
has gibi karşı karşıya getirdi.
Condorcet ile Herder’in münakaşaları yerinde idi. Fakat
aslında kökleşme ile terakkinin, kültürle medeniyetin ayrı ayrı
şeyler olduğunu zannetmek yanlıştı.
Hiçbir millet kendi kültürünü medeniyetten ayrı olarak
yaratmıyor. Hiçbir tarih şuuru, medeniyete bir şey katmaksızın
yalnızca hususî bir perspektif olarak kalmıyor. Her kültür inşası,
medeniyet kervanına katılmış yeni bir unsurdur ve milletler
birbirinin mürebbiliği ile yetişiyor. Fakat romantizmin asıl man-
ası anlaşılıncaya kadar biz tarihimizin uzunca bir devresini israf
ettik. Türk romantizmi Namık Kemal, Abdülhak Hamit ve
Gökalp olmak üzere üç merhaleden geçti. Namık Kemal mer-
halesinde, tarih şuuru bütün İslam dünyasına, vatan şuuru Os-
manlı vatanına çevrildi. İslam dünyasının müşterek kahraman-
ları arasında Türk vatanının karakteristiği kayboluyordu. Fransız
İnkılâbı’nın mücerret fikirleriyle, romantizmin istediği müşah-
has tarih ve vatan şuuru da birbirine karışıyordu. Abdülhak
Hamit merhalesinde, yıkılan İslam imparatorluklarının hasreti
daha barizleşti. Vatan hudutları bütün İslam âlemine yayıldı.
Gökalp merhalesinde, romantizm umumi Türk tarihine çevrildi;
fakat millî tarih ile ırkın tarihini birbirine karıştırdı. Her üç mer-
halede Türk romantizmi asıl millî tarihe, vatan hudutlarına,
müşahhasa dönemedi. Klasik zihniyetin esaslı vasfı olan mücer-
ret ve aklî şemalar etrafında dolaştı.
Namık Kemal’in Celâleddin Harzemşah yerine Melikşah
veya Alp Arslan’ı, Selâhaddîn-i Eyyübî yerine Kılıç Arslan’ı
koyması lâzımdı. Abdülhak Hamit Eşber, Abdurrahman Salis
veya Tarık yerine Fatih, Kanunî veya Barbaros’u koymalı idi.
Gökalp Tepegöz, Deli Dumrul, Uygur Destanı yerine Battal Gazi,
Kerem ve Şah İsmail’den bahsetmeli idi. Halbuki her üç mer-
halede de tarih şuuru, ne millî vatanın temelleri olan büyük
211/960
zincirlerinden başka bir şey değildir. O, alelâde tabii bir ardı ar-
dına gelişin şuurudur. Aslında bu ardı ardına geliş (succession),
arka arkaya dizilmiş mekânlardan ibarettir. Bir devir veya bir tip,
bir şekildir ve her şekil mekânî bir şeydir. Bundan dolayı tarihî
zaman, ancak mekânî bir surette ifade edilebilir; seneler ve asır-
lar veya çağlar ile ifade ettiğimiz, işte bu mekânî zamandır. Aris-
toteles’ten mülhem olan Schelling’de ve ondan mülhem olan H.
Spencer’de bu kanaati buluruz. Aristo’ya göre zaman, hareketin
ölçüsüdür. Schelling’e göre devam ve oluş yoktur, ancak varlık-
ların hür zincirlemesi vardır. Hürriyet, bir zarurî varlıktan diğer-
ine geçiştir. Bu inkişaf, tabiatta şuursuz ve kendiliğinden cereyan
eder. Onu biz, münferit vakalarda kavrayan sanatkâr sezgisiyle
görebiliriz. Bu suretle o, tarihî zamanı inkâr ederek, onun yerine
birbiri ardından yükselen şekiller ve tipleri koyar. Bu romantik
telâkki, Spencer’de mekanik tekâmülcülük şeklini aldı. Ona göre
de tarihî zaman yoktur; ancak ilmî hadise zincirleri (processus)
vardır. Hadiseler, gittikçe daha karmaşıklaşmak üzere birinden
ötekine geçebilen tabii ve beşerî tipleri meydana getirirler.
Devirler, onların sübjektif ifadelerinden başka bir şey değildir.
Hâsılı, mekânîleştirilmiş zaman fikri Spencer’de de tarihî zaman
sezgisinin yerine geçmiştir.
Bu telâkkinin en yeni ifadesini Durkheim’da bulabiliriz.
Ona göre sosyolog, kronolojik zaman fikrini terk etmelidir. İç-
timaî olguların ardı ardına gelmesi ancak tabii bir proses olarak
görülmelidir. Burada öncelik ve sonralığın rolü yalnız se-
bep–netice farkından ibarettir. Sebeple netice arasında ise mahi-
yet bakımından fark yoktur. Sosyolojide zaman, içtimaî tiplerin
mantıkî sırasının şuurudur. Böylece, kronolojik zamanda
birbirinden en uzak yerlere koyduğumuz iki içtimaî olgu,
hakikatte aynı içtimaî tipin içerisine girebilir. Görülüyor ki tabii
ve beşerî tipler telâkkisinin tarihî zaman sezgisine hücumu, çok
daha esaslıdır. Bu tıpkı nebatçının “tıbb-ı kadim”e itirazı gibidir.
Münferit vakaların anbarı olarak anlaşılan tarih yerine, içtimaî
226/960
zaman fikri hatalıdır. Sene veya asır gibi itibarî bölümlerle ifade
edilen bu kronolojik zaman ancak, konkre, istikametleri ve şid-
detleri muhtelif tarihî zamanı izafî olarak göstermeye yarar; o
suretle ki, her konkre tarihî zaman seyri için ayrı bir kronoloji ol-
ması ve birinin asla diğerinde kullanılmaması icap eder.
Einstein, fizik değişmelerden bahsederken “Eğer bütün
tabiatta yalnız biteviye (régulier), bir istikamette tek bir hareket
olsaydı hiçbir değişme ve zaman olmayacaktı” diyor. Şu halde
farz edebiliriz ki bütün zamanî değişmelerin başlangıcı iki sırf
hareketin karşılıklı tesiridir (*)i. Nitekim, tarihî zaman için de
aynı şeyi söyleyebiliriz: Eğer tabiatta yalnız bir neviden (biyolojik
ve sosyolojik) hadiseler vukua gelebilseydi hiçbir değişme ve
zamana mahal kalmayacaktı. Bu takdirde, vakıa her hadise
diğerinden mahiyet bakımından ayrılmayacak ve mazi, istikbalin
aynı olacaktı. Fakat bu mücerret hadise zincirleri (process) yer-
ine konkre ve kompleks vakalar vardır. Onların karşılıklı tesirler-
inden doğan ve birbirine –bundan dolayı– değişmeler içer-
isindeki devamlarla bağlı olan zamanî bir realite vardır. Bu
zamanî realitenin şiddeti (geniş manada) bir nevi fonksiyon ile
gösterilebilir; o derecede ki tarihî zamanın şiddeti, karşılıklı
tesirin şiddetine tâbidir diyebiliriz. Yine bundan dolayı da tarihî
zaman, hem mutlak hem izafîdir. Mutlaktır; çünkü, onu bizzat
kozmik ve beşerî realitede karşılıklı tesirler mekanizmasına
bağlamak ve onun şiddetini tayin etmek mümkündür. İzafîdir;
çünkü o, karşılıklı tesirlerin şiddet istikametine göre muhtelif
istikametler, muhtelif izafî şiddetler almaya elverişlidir. Bazı
felsefe tarihlerinin her medeniyette ayrı bir tarihî zaman’dan ve
bir nevi tarihî izâfiyetçilikten bahsetmeleri bundan ileri gelir
(*)ii. Tarihî zamanda –bu görüşe göre– yalnız bir istatistik de-
terminizm mevcut olduğu için, orada teferruatın önceden kestir-
ilmesi daima imkânsız olacak; fakat heyet-i mecmua hakkında
gittikçe doğruya yaklaşan ihtimalî kanunlar bulunabilecektir.
İstikbal her zaman maziden farklı ve yeni bir unsuru hamil
233/960
Fasıl XIII:
Yunan medeniyeti, coğrafi vaziyeti ve halkının karakteri
ile bir zamanlar, içeride ve dışarıda, bir fikir mübadelesi,
tabiatın en geniş kıtalardan esirgediği bir faaliyet kuvveti
kurdu. Dilinin, musiki ve danstan, millî şarkılardan, ni-
hayet muhtelif kabile ve sömürgeler arasındaki serbest
gidip gelmelerden doğan orijinal bir karakteri vardı.
Dünyanın emsalsiz şairi Homeros’u yaratan mitolojileri,
musiki ve dansları gibi, millî terbiyelerinin temelidir.
Sanatları, son derecede güzel eserlerini tabiatın tak-
lidinden ziyade mitolojilerine ve poesie’lerine[482] borçlu-
dur. Destanî fıkralar, oyunlar, site hayatının inkişafı, to-
praklarının onlara verdiği mükemmel maddeler sanat-
larının olgunlaşmasına yardım etti. Kavimlerin ve
müesseselerinin farklarına rağmen, Delphi âyinleri, Am-
phitriyon’ların rekabet ve adalet hissini uyandıran umumi
oyunlar gibi bir takım müşterek âyinleri vardı. Kanun
kurucuları, ahlâkçıları ve hatipleri, insanlık için kaybol-
maz örnekler olarak kaldı. Felsefede mükemmel bir
düşünce hürriyeti numunesi verdiler. Ve her şeyden önce
mânevi ve siyasî ilimleri kurdular. Eski Yunan’ın o kadar
karmaşık inkılapları bununla beraber yine bazı sarih tabi-
at kanunlarına bağlıdır.Onlar muhaceretlerin, muhtelif
kabilelerdeki istidat çeşitliliğinin, demokrasi zihniyetinin
gittikçe daha çok hâkim olmasının, hegemonya (siteler
birliği) araştırmasının eseridirler. Fakat, Med muharebel-
erinden sonra parçalanmaların zarurî neticesi olarak Yun-
anistan önce Makedonyalı, sonra Romalı bir yabancı boy-
unduruğu altına girdi. Eski Yunan, diğer milletlere hiçbir
şey borçlu olmadığı orijinal ve tam gelişmesiyle, fakat
süratli sukutu[483] ile bize muayyen hal ve şartlar altında
inkişaf edebilen her şeyin gerçekten inkişaf ettiğine ait
265/960
***
***
KEREM
Aslı’m göçtü vatanından ilinden
Var rakibim hatırcığın hoş olsun
Bu ayrılık bize Mevlâ’dan geldi
Ağlayalım elâ gözler yaş olsun.
Salınarak dost bağına girdiğim
El uzatıp gonca gülün derdiğim
Yârim ile zevk ü sefa sürdüğüm
Şimdi dosta hayâl, bana düş olsun.
Beyler oynar satranç ile merdini
Çeken bilir ayrılığın derdini
Ben çekmişim bu dertlerin dördünü
Yürü Aslı’m, senin ile beş olsun.
289/960
ÂŞIK GARİP
4. Kerbelâ vakası
5. Temsilî karakterde halk raksları.
1. Ortaoyunları yakın zamanlara kadar yazılı veya tulûat
şeklinde oynanan meydan tiyatrolarıdır. Bu oyunların tekniği
Garp tiyatrosunda tamamıyla farklıdır. Eski Yunan am-
fiteatrından doğmuş olan Garp tiyatrosu, şekil bakımından ona
hiçbir ilâve yapmış değildir. Burada esas, temsili bir tarafa ve
seyircileri diğer tarafa koymak suretiyle, vaka ile seyredenleri
birbirinden ayırmaktır. Zamanımız tiyatrosu da şekil itibariyle
onun devamıdır. Ortaoyununda ise vaka seyircilerin ortasında,
âdeta aralarında cereyan eder. Oyuncular bir paravan arkasında
kılık değiştirmek suretiyle ortaya gelirler. Bu şekil, vakayı ötek-
ine nazaran daha çok hayata yaklaştırmakta, cemiyetin içine sok-
maktadırlar. Pirandello gibi bazı yeni Garp sahne muharrirleri
seyircilerle oyuncuları birbirine yaklaştırmaya çalışıyorlar; fakat
tiyatronun inşa tarzı aynı kaldığı için bu tamamıyla kabil
olmuyor.
Ortaoyunlarının eski iptidaî teknikleriyle, kalabalık şe-
hirlerin ve karışık mevzuların ihtiyacına yeteceği iddia edilemez.
Fakat aynı esaslardan hareket ederek daha yüksek teknikte in-
şaat vücuda getirmek mümkündür. Nitekim bu oyun tarzı –vak-
tiyle Ahmet Kutsi Tecer’in tasavvur ettiği gibi– ahşap
parçalardan ibaret, seyyar tiyatroların yapılmasına da elverişlidir
ki, bunlarla memleketin bütün şehirlerini dolaşmak kabil olur.
***
***
Kaşu hanı ordu Çiğil kend erkliği Uluğ Türk’ten başkanki Çiğil
Arslan il Tigül Alp Burguçan Alp Tarhan Bey ilentük uğrına…”
Uluğ Türk, büyük Türk tâbiri İslam’dan sonra ne oldu?
Kimlere verildi? Evvelâ şurasını söylemeli ki, Türk kelimesi hu-
dudunu genişleterek aynı kan ve aynı dil ailesinden olan bütün
kavimleri içine aldığı zaman, bu tâbirin ilk sahipleri şeref
bakımından olan yüksekliklerini “Uluğ Türk” adıyla sak-
lamışlardır. Nitekim vaktiyle umumi bir Arap tâbiri yoktu. Son-
radan birçok kavimleri içine alan bir ırk manasına gelince, buna
katılanlar Arab-ı âribe, Arab-ı mustârebe gibi adlar aldılar.
Oğuzlar da sonradan ikiye ayrılarak Onoğuz (Guz) ve
Dokuzoğuz (Tukuzguz) adlarını aldılar. İran sınırları üzerinde
Türkleşmiş olan eski İranlılara Tacik deniyordu. Oğuz töresine
göre, Türkmen yani Oğuzlardan başka on Türk kavmi vardı: Uy-
gur, Kıpçak, Kalaç, Kanıklı, Karluk, Agaceri, Çiğil, Argu, Tağma,
Tahis. Türkmenlerin Oğuz Han’dan başlayan 24’lü boy teşkilâtı
bu kavimlerde yoktu. Türkmenler çok muntazam olan bu
teşkilâtları sayesinde öteki kavimleri kaç defa idareleri altına
almış ve imparatorluklar kurmuşlardı. Efsaneye göre Oğuz, ba-
bası Karahan’ın elinden idareyi alarak kavmini bir Töre’ye göre
düzene koymuş ve büyük istilâlar yapmıştı. Bu efsane, Çinlilerin
Hiong-Nou dedikleri Türk İmparatorluğu’nun teşkilâtını an-
dırıyor. Oğuz bir ziyafette altı oğlunu çağırarak üç büyüğüne bir
altın yay, diğer üçüne birer ok veriyor. Üç kardeş, yayı aralarında
bölüşüyor. Bu suretle onlardan Bozok’lar ve Üçok’lar türüyor.
Oğuz, çocuklarına birbirlerine bağlı olmalarını, soy ve soptan
ayrılmamalarını vasiyet ediyor. “Yayı alanlar padişah, oku alan-
lar vezir olsun!” diyor. Kendisinden sonra Gün Han hükümdar,
Erkıl Ata hakîm ve vezir oluyor. Oğuz neslinde daima akıl
danışılan bir hakîm, bir ata vardır: Abuşî Hoca, Karasölek, Erkıl
Ata gibi. Erkıl Ata, Oğuz’un torunları zamanında soylara göre
24’lü teşkilâtı kuruyor. Her boya mahsus ayrı ongunlar, yani
işaretler alınıyor. Ondan atalık mevkiine sırasıyla Hoca Bude,
328/960
mülhem ise de, hiçbir zaman onun taklidi değildir. 10–12. yüzyıl-
larda Anadolu’da kurulan bu mükemmel medrese mimarisi az
zamanda Irak, Suriye, Mısır gibi komşu memleketlerde
yapılmıştır. Bunlardan Halep’te Argun Kâmil hastane ve
medresesini, Musul’da Gökbörü’yü, Mısır’da Mustansariye,
Kâmiliye ve bilhassa Sultan Hasan medreselerini zikretmeliyiz.
Kuzey Afrika eserlerinin aksine olarak Selçuk medresel-
erinin hemen daima tenazurlu[553] olması, dar ve dolambaçlı
sokakların arasında kurulacak yerde, genç şehirlerin inşasında
onlara hâkim bir yer verilmesinden ileri geliyordu. Kültür
merkezi halini alan bir Anadolu şehri, orada medrese veya
medreseler, cami, kervansaray, hamam vs. bir meydan etrafına
toplanmak üzere, sarayla beraber şehrin iç kalesini (Ahmedek)
vücuda getirir. Mahalleler, bunların etrafında bir daire teşkil
edecek surette yerleşirdi. Bu külliyelerin devamını temin için on-
lara yeter derecede vakıf tahsis edilir; bu vakfın iradı ile binalar
korunurdu. Bu sayede külliyeler yüzyıllarca sağlam kalmıştır.
Selçuk medreseleri umumiyetle sarımtırak ve nisbeten yumuşak
volkanik bir taştan yapılırdı. Bu taş üzerinde zengin Selçuk
dekorasyonunu işlemek kolay olmakla beraber, olanların yıpran-
ması da aynı derecede kolaydı. Bundan dolayı, bu medreselerin
zemine yakın kısımları aşındıkça sonradan yerine mermer veya
diğer sert taşlar konmuştur.
Tarihimizin bu ilk devrindeki kültür merkezlerinin çok-
luğunu, mutlaka nüfus kesişiğine bağlamak isteyenler aldanırlar.
Anadolu Selçukîleri devrinde taşkın bir nüfus yoktu. Eski şe-
hirlerden bazılarının kale izlerinden anlaşılıyor ki, onlar henüz
küçük şehirlerdi. Fakat yüzyıllarca müddet, her biri ayrı bir ilim
dalında derinleşmek üzere mükemmel uzmanlar yetiştirmişler-
dir. Nitekim eski Hollanda ve Almanya’da da küçük şehirler,
büyük mütefekkirlerin yetişmesine hizmet eden üniversiteleri
beslemişlerdir.
366/960