Insirah Kitabi Yilmaz Dundar

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 345

İNŞİRAH

Sadr Kalb Fuad Lüb

Yılmaz DÜNDAR
YILMAZ DÜNDAR

Euzü Billahi mineş şeytanir racim


Bismillahir Rahmanir Rahiym.

1
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

2
YILMAZ DÜNDAR

3
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

İNŞİRAH
Sadr Kalb Fuad Lüb

Yılmaz Dündar

ISBN: 978-605-87210-3-6

İkinci baskı 2000 adet

Ağustos 2012

4
YILMAZ DÜNDAR

SUNUŞ

Arz’da halifetullah dilenen insan, “Esfe-


le Safiliyn” yapının gereği olarak hayata
kalbinde maraz ile başlar. İnsanın, “Kalb-i
Selim” için bu marazdan kurtulması ge-
rekir. Kalbteki bu maraz sebebiyle insan,
“Allah Yokmuş Gibi” veya sanki “Allah
VahidülEhadüsSamed Değilmiş Gibi”
inanır ve buna göre yaşar. Bu marazdan
kurtulmak ise, yalnız ve yalnız “Amen-
tü Billahi ve Rasulihi” ve Salih Amel ile
mümkündür. Reçete ise, Kur’an ve Efen-
dimiz (sav)’in açıkladıklarıdır.

Bu kitapçık bu konuyu ele almak üzere


Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb organizasyonu-
nu ilgili ayet ve hadisler çerçevesinde, bir
reçete şeklinde dikkatlerinize sunmaya
çalışmaktadır.
Allah bizleri kendisine kalb-i selim ile ula-
şanlardan eyleyiverir İnşaAllah (Amin).

5
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

6
YILMAZ DÜNDAR

Euzü Billahi mineş şeytanir racim


Bismillahir Rahmanir Rahiym.
1) Elem neşrah leke sadrak
2) Ve vada’na anke vizrak,
3) Elleziy enkada zahrak,
4) Ve rafe’na leke zikrak,
5) Fe inne meal usri yüsra,
6) İnne meal usri yüsra,
7) Fe iza ferağte fensab,
8) Ve ila rabbike ferğab.
Sadakallahul aziym.

7
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

Mealen:
1) Senin için sadrını inşirah etmedik mi?
2) Böylece yükünü senden almadık mı?
3) Ki o senin zahrını çatırdatmıştı!
4) Ve senin için zikrini yükseltmedik mi?
5) Bundan ötürü o zorlukla beraber bir
kolaylık vardır.
6) Muhakkak ki, bu zorlukla beraber bir
kolaylık vardır.
7) Boş kaldınmı hemen başka işe koyul,
8) Ve Rabbine rağbet et.
Sadakallahul aziym.

Sübhane rabbike rabbil ızzeti amma


yasifun, Ve Selamün alel mürseliyn,
Velhamdülillahi rabbil alemiyn. Âmin

***
Âlimlerin çoğunluğuna göre İnşirah Sûresi
Mekke’de Duha Sûresi’nden sonra onikinci sıra-
da nazil olmuştur ve sekiz ayettir.
Şimdi ilerideki açıklamaları birbiriyle kolay
ilişkilendirebilmek ve bizler için önemli olacak
manaları hızlı ve anlaşılabilir çıkarabilmek için
bazı tarifler yapacağız. Lütfen bunları anlamaya,
tarif edilen kelimeleri yakalamaya gayret ediniz.
VahidülEhadüsSamed olan Allah, Nefs-i
Vahide’den, yani Vahidiyet’in Ehad ve Samed
olan Kendini Hissetmesi’nden dileğini suretlen-
dirdikten sonra onun kendisini bilmesi için ona
nazar ederek “Kün” demiştir.
8
YILMAZ DÜNDAR

Paragrafımızdaki cümleyi kısım kısım ele al-


dığımızda: VahidülEhadüsSamed olan Allah,
Nefs-i Vahide’den; yani Vahidiyet’in kendini
hissetmesinden dileğini suretlendirdikten son-
ra, onun kendisini bilmesini dilemiş ve “Kün”
demiştir. VahidülEhadüsSamed, Vahidiyet’in
kavramamız gereken önemli bir özelliğidir. Daha
önce Tanrı İlmi konuları içerisinde VahidülEha-
düsSamed özelliğini ve Nefs-i Vahide’yi detaylıca
görmüş ve ayetlerden incelemiştik. Bu nedenle,
size yabancı gibi gelen kelimeler olursa onlara
tanrı ilmi kitapçığımızdan bakınız lütfen.
VahidülEhadüsSamed olan Allah Nefs-i
Vahide’den: Nefs-i Vahide Vahidiyet’in kendi-
ni hissetmesi demektir. Kendini hisseden, yani
Vahidiyet’te kendini hisseden! Nefsi incelerken
onun kendinizi hissetmenizle ilişkisini kurmuş
ve tanımlamıştık. Şimdi de tanımlar yapılırken
Kendini Hissetme Duygusu çok geçeceğinden,
onu kolay yakalayabilmek bağlamında Kendini
Hissetme Duygusu’na şöyle bakabiliriz:
Kendini Hissetme Duygusu’nun açılım ve or-
taya çıkış hallerinden birisiyle yaklaştığınızda,
siz sizde bulunan Kendini Hissetme Duygusu’na
can da diyebilirsiniz. Can veya “bir insanın
canı” dediğimiz zaman kastettiğimiz şey aslın-
da ondaki “Kendini Hissetme Duygusu”nun bir
halidir. Hatta siz “canım sıkılıyor” dersiniz ya,
bunu söylerken ileride gelecek konulara uyan
bir tanım yapmış ve “canım sıkılıyor” demekle
Kendini Hissetme Duygusu’yla ilgili çok önemli
bir bilgiyi itiraf etmiş olursunuz aslında.
9
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

İşte; Nefs-i Vahide’den, yani Vahidiyet’in kendi-


ni hissetmesinden Allah dilediğini suretlendirdik-
ten sonra, o surete “kendini bil” demiştir, o suretin
kendisini bilmesini istemiştir: Ve böylece çokluk
âlemi başlamıştır. O suretin kendisini bilmesi için,
bu dileği için o surete nazar ederek “Kün” demiş-
tir. “Kün”den hemen sonra “feyekûn” olur; OL
der ve olur. Dolayısıyla Allah, “kendini bil” için
“Kün” deyince hemen ”feyekün” sonucu Allah’ın
o kuldaki dileğinin şartları kaydının altında kul,
kendisindeki Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu
ile kendisini bilmiş ve bu halini de “BEN” diyerek
kendi kaydı dışına takdim etmiştir. Allah’ın dile-
ği suretlendiğinde, Allah o surete “kendini bil”
dediğinde o surette o kulda ne dilemişse, o su-
ret, o kul; o dileğin şartları altında, kendisindeki
“Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu” ile kendisini
bilmiş ve bu hali de “BEN” diyerek kendi dışına,
kendi kaydı dışına takdim etmiştir.
Kul’un “BEN” derken kendisindeki kastının ala-
nı o kulun SADR’ını oluşturur: Bakın Sadr’ı tarif
ediyoruz; göğüs diye anlamlandırılan sadr aslın-
da şudur: Kul “BEN” derken kendisinde bir şeyi
kast ediyor ya, işte kendisindeki bu kastının ala-
nı “SADR”dır! Kast ettiği şeyin alanı o kulun sad-
rını oluşturuyor. Yani kişi Kayıtlı Kendini Hisset-
me Duygusu’yla “BEN” dediğinde o kaydın oluş-
turduğu alanın, kayıt yüzünden kulda oluşan
kastın, onun kast ettiği şeyin alanı; yani birinin
“BEN” derken sunduğu, takdim ettiği, kast etti-
ği şeyin alanı o kulun sadrını oluşturur. Kul bu
alanla ilgili hissiyat dalgalanmalarını sırt ve göğ-
10
YILMAZ DÜNDAR

sünde gözleyebildiği için bu alana sadr diyoruz.


Yani kişi “BEN” derken kast ettiği alanda meyda-
na gelen hissiyat dalgalanmalarını esas itibariyla
göğsü ve sırtında gözleyebildiği, toplayabildiği
ve bulabildiği için bu alanın genel ismi sadrdır.
Aslında biz bir alandan bahs ediyoruz ve bu
alanın tümüne, tüm alana sadr denir diyoruz.
Kişi “BEN” dediğinde “BEN” derken “kast ettiği
kaydı”nı kapsayan bu alan onun sadrıdır. Demek
ki, bu alana bu geniş alana, alanın tümüne “sadr”
veya “göğüs” denmesi, bu ismin verilmesi; bu
alanın hissiyat dalgalanmalarını kulun göğsünde
ve sırtında hissetmesi nedeniyledir! Bu alanın ta-
mamına ait hissi göğsünde ve sırtında, bu bölge-
de yakaladığı ve hissettiği için alanın tamamına
sadr denmiştir! Bu yüzdendir ki, ayetlerde geçen
“sadr” bazen doğrudan göğüs kafesini, bazen de
alanın tamamını ifade eder. İşte “sadr” o alana
seslenme, tüm alanı işaret etme sadedinde veril-
miş bir isimdir. O alanda meydana gelen hissiyat
dalgalanmalarını, o alana ait duyguları hissetti-
ğiniz yer göğsünüz ve sırtınız olduğu için, onlar
göğüs ve sırt merkezli bir hissiyat olarak açığa
çıktığı için isim konulurken alanın tamamına
“sadr” denilmiştir.
Ancak; sadr genel çerçevenin adıdır ve içeri-
sinde “KALB”ı barındırır. Kalb’ı, Kalıb’ı barındırır.
Sadr genel alandır, genel çerçevedir, sadrın içinde
kalb vardır. KALB ise, işlevlerinden birisine atfen
“FUAD” olarak da adlandırılsa da, aslında KALB
“FUAD”ı barındırır. İşlevleri yüzünden “kalb” ye-
rine “fuad” ismi de kullanılıyorsa da veya “fuad”
11
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

yerine “kalb” manası çıkarılıyor ise de, aslında


“FUAD” kalbin bir işlevidir! Öyle bir işlevidir ki;
kalbin tamamını kaplar, kalbin tamamını kap-
layan bir işlev olduğu için kalb fuadı barındırır.
Evet, geniş alan, genel çerçeve SADR, sadrda
KALB, kalbde de FUAD!
Kalb ve Fuad’ın manasını yakalamak için,
tam oturmasa da bir örnek verelim. Kalble fuadı
şu şekilde düşünebilirsiniz: İngilizce’de bir “ho-
use”, bir de “home” vardır ya! Eve bazen yuva
dersiniz ya, işte ev derken kalbi düşünüyorsanız,
yuva derken de onun bir işlevini düşünürsünüz.
Oradaki bir işlev yüzünden ona “yuva” diyorsu-
nuz ya, işte “fuad” onun gibi bir şeydir.
Kalbin özünün, esasının öyle bir özü vardır
ki, onun adı da Lüb’dür. Şimdi bunları en dış-
tan itibaren sıralayacak olursak; SADR ve içinde
KALB, kalbde FUAD, fuadda da LÜB. Bunlar as-
lında farklı şeyler değillerdir, ama organize çalış-
tıkları için; sadr, kalb, fuad ve lüb isimleriyle ad-
landırdığımız organize bir mekanizma söz konu-
su olur. Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb bu mekanizma-
nın, bu organizasyonun fonksiyonel isimleridir.
Bunları adım adım tanıma yolunda ilerlerken,
birer cümleyle tanımlamaya ve bu tanımları ge-
nel çerçeveye yerleştirmeye çalışalım.
SADR; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
“kaydı”nın his alanıdır: His alanı! Eğer kişi,
esas Kendini Hissetme Duygusu’nu, sonra da
suretlerde bulunan Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’nu fark edemezse birçok şeyi doğru
tanımlayamaz, birçok şey ona farklı, kopuk ve
12
YILMAZ DÜNDAR

zor anlamlandırılan şeyler olarak gelir. Halbuki


herşey kökenini Kendini Hissetme Duygusu’ndan
alır. Suretlerde ise “Kayıtlı” Kendini Hissetme
Duygusu’ndan alır! Herşeyin kökeni budur!
Sadr neydi? Kul’da bulunan Kayıtlı Kendi-
ni Hissetme Duygusu’nun, yani nefs dediğimiz
kaydın his alanının tamamı sadr’dır.
KALB: Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
“kaydı”nı oluşturan kalıptır, kalbdır: Bunu iler-
ledikçe açacağız, şimdilik bu cümleyi tam yaka-
layalım! Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusunun
kaydını oluşturan kalbdır; kalıpdır; kalıbıdır!
Kul’da “Kendini Hissetme Duygusu” var, ama
kayıtlı. Kul’u kul yapan, kulu cüz yapan onun
kaydıdır ve o kaydın özelliğine göre kullarda
farklılıklar vardır. İşte o kaydın his alanı, o kaydın
hissinin kapladığı alan “sadr”dır. O kaydı oluştu-
ran kalb, yani kalıp, kaydın kalıbı ise “kalb” dedi-
ğimizdir. Kaydın kalbı; kaydın kalıbı! Bunu neye
benzetelim?
Para basılacağı zaman “kalp” yok mudur?
Kalpazanlar ne yaparlar? Parayı kalb ederler,
değil mi? O paranın bir kalbı vardır, kişi de onu
kalp eder, bu yüzden ona “kalpazan” denir. Bu
normalde de böyledir, ama “kalpazan” kelimesi
genellikle bu işi kötü niyetle yapanlar için, suç-
lar mahiyette kullanılır hale gelmiştir. Şimdi bir
“para”yı sizin “kaydınız” olarak düşünürseniz,
işte bu kaydınızı oluşturan bir kalıp, bir kalb var.
İşte o kalıp kalb olarak adlandırılmıştır! Basa-
mak basamak ilerliyoruz, gittikçe bunlar detay-
lanacak.
13
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

FUAD: Fuad’ı tarif ederken, bu tarifi yapar-


ken bizim öznemiz yine Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu. Çünkü kuldaki en önemli işlevsel özel-
lik budur. Kul’a “zat”lık kazandıran, kul çerçeve-
sinde “Biiznillah zat”lık kazandıran, yani ona
kul çerçevesinde “Biiznillah ind” kazandıran
özellik budur; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygu-
su! FUAD; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun,
bu halin yeteneğini, fuadla ilgili yeteneğini kendi
kaydından alan ve “analiz ve sentez”den sorumlu
olan bir “Kalbî Görüş” işlevidir! Yani fuad; Ka-
yıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun yeteneğini
kendi kaydından alan “analiz ve sentez”den
sorumlu bir Kalbî Görüş işlevidir. Yani bu işle
ilgili yeteneğini kendi kaydından alan, “analiz
ve sentez”den sorumlu; analiz ve sentez yapan,
kalble ilgili bir görme/görüş işlevidir. Bu işlev
Hakk yolda çalışabilirse, bu görüş “Basiret”e yol
açar; Basiret dediğimiz olay ortaya çıkar. Bunları
ve detaylarını da ayetlerle göreceğiz.
LÜB: Kul’un “Muhtar” olmadığını ve “Muhtar
olarak varım” zannından doğabilen her türlü şirk
halini AKLIN bulabilmesine imkân sağlayan bir
nurdur; İhlâs Sûresi hakikatli bir NUR’dur. “LÜB”
çok önemli bir nurdur, ama “ahiretî bir nur”dur.
Dünyayla ilgili olanlara hayatî denir ya, bir şey
çok önemliyse “bu iş çok hayati” denir ya, işte
onun gibi “LÜB” de çok ahiretî bir nur! O kadar
ahiretî ki, kişinin sonsuza dek olan yaşantısını et-
kileyen bir nur! Ne yapar? Bu nur kalbte faaliyet
gösterebilirse akla bir imkân sağlar, aklın bir şeyi
görebilmesini yakalayabilmesini sağlar. Öyley-
se LÜB; kul’un “Muhtar” olmadığını ve “Muhtar
14
YILMAZ DÜNDAR

zannı”ndan doğabilen her türlü şirk halini AKLIN


bulabilmesine imkân sağlayan bir NURdur: De-
mek ki kul; varlığını Allah’a eş koşmaktan an-
cak “LÜB” desteğiyle kurtarabilir! Sadr, Kalb,
Fuad ve Lüb Organize Mekanizması’na eğer Allah
lütfetmişse “LÜB” bir ikramdır: “LÜB” tamamen
bir ikramdır! Var olan bu yapıya, var olan kul ya-
pısına “LÜB” bir ikramdır.
Ama bu organizasyonda hükümdar “LÜB”
değildir. Mekanizmanın hükümdarı “KALB”dir.
Kalbin, kalıbın kulun vücudundaki merkezi “vü-
cudun kalbi”dir: Bahsettiğimiz bu kalbın, kulun
vücudundaki merkezi “vücudun kalbi” olduğu
için oranın ismi kalbdir. Kalbın merkezi oldu-
ğu için kalb denmiştir ona. Kalb; Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygusu’nun kaydını oluşturan kalıp
vücudun kalbi ve kan kimyasıyla bütün sadra
ulaşır. Sadr kaydın his alanıydı, işte kalıp/kalb
sadrın tamamına vücudun kalbi ve kan kimya-
sıyla ulaşır.
Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Organizasyonu’nun
işlevlerini ise KALB’ın yönü doğrultusunda vü-
cudun baş kısmındaki BEYİN ve vücuttaki diğer
“Nöron Sistemleri” fiillendirir. Burası çok önemli!
Bu anlaşılmadığı takdirde insanlar her işi beyne
bağlarlar! Demek ki; beyin bu organizasyonun
yalnızca hizmetçisidir! Evet; Sadr, Kalb, Fuad ve
Lüb Organizasyonu’nun işlevlerini kalbın yönü
doğrultusunda vücudun baş kısmındaki beyni
ve vücuttaki diğer nöron sistemleri fiillendirir.
Böylece bu organizasyona onun hizmetini gö-
ren BEYİN de eklenmiş oldu.
15
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

Kalb’ın Rabbine yönelmesi engellenirse Nef-


sin Şerri, vehmin zulmeti lehine hükümdarlığı ele
geçirir ve sadra hâkim olur. Böylece; beyni, diğer
nöronları ve kan kimyasını da ele geçirmiş olur.
“KALB’in rabbine yönelmesi engellenirse”
ne olur? “Sen Tanrı mısın” kitapçığından, “tan-
rı ilmi” müfredatından biliyorsunuz, iki yol var
ve bu iki ana yol yüzünden de esas iki nefs hali
vardır; nefs-i emmare ve nefs-i levvame! Esas
çatıyı bu iki nefs; nefs-i emmare ve nefs-i levva-
me oluşturur. Dolayısıyla, kalb; direksiyonu bu
ikisinden birine büker ve kalb direksiyonu nere-
ye bükmüşse beyin o doğrultuda fiil yapar! Bu
yüzden ayetlerde, inananlar Rabbine yönelmeleri
için uyarılır.
İşte kalbin Rabbine yönelmesi engellenirse;
nefsin şerri yönetimi ele geçirir. Nefsin şerrinin,
yani “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu”nun asi
davranışı, onun haddi aşan hali, esfele safiliyn
yapı ki; onların hepsine biz nefsin şerri diyoruz;
kalbin Rabbine yönelmesi engellenirse, nefsin
şerri hükümdarlığı ele geçirir.
Burada önemli bir bilgiyi not edelim: Eğer
konu ve anlatımlarda nefs ve nefsin şerri dav-
ranışları ayrılmazsa, okuyanlar ve anlamaya
çalışanlar nefsi tanıyamazlar ve nefse kızmaya
başlarlar. Oysa kızmaları gereken nefs değildir,
nefsin şerridir! Uymamaları gereken de nefsin
şerridir ki; işte o şerden nefsi temizleyip kurtar-
mak gerekir! Nefs kızacağınız değil, kurtaracağı-
nız bir şey! Onu o kirle, o şerle bırakırsanız ve o
kiri nefsin esası zannederseniz nefse zulmetmiş
16
YILMAZ DÜNDAR

olursunuz. Nefsinize zulmetmeyin demek; onu


şerrinden arındırın, onu şerre, asiye, isyancıya,
haddi aşana bırakmayın demektir.
Kalb’ın Rabbine yönelmesi engellenirse, nefsin
şerri bu organizasyonda vehmin zulmeti lehine
hükümdarlığı ele geçirir: Kalb Rabbine yönele-
mezse, Rabbine yönelmesi engellenirse o za-
man Sadr, Kalb, Fuad ve fonksiyon göstermeyen
Lüb Organizasyonu’nun yönetimi nefsin şerri-
nin eline geçer. Nefsin şerri bu yönetimi vehmin
zulmeti lehine yapar, yani vehmin zulmeti kural-
larıyla yapar. Nefsin şerrinin kuralları, yani nef-
sin şerrinin elindeki hayat yönetmeliği vehmin
zulmetidir. Dolayısıyla o zaman nefsin şerri bu
organizasyonu vehmin zulmeti lehine yönetir.
Böylece beyni, diğer nöronları ve kan kimyasını
da ele geçirmiş olur! Bu organizasyondaki yö-
netim nefsin şerrinin eline geçince Kalb Hakk’a
yönelik davranamaz. Bu durumda Kalbin kukla
duruşu ve “nefsin şerrinin yönetimi” söz ko-
nusudur: Böylece, nefsin şerri vücudun kalbi ve
kan kimyası sayesinde sadra hâkim olur.
Nefsin şerrinin kan kimyasını ele geçirmesiy-
le ilgili bir cümleyi, yeri ileride gelecek olmasına
rağmen buraya monte edelim. Bir hadiste şey-
tan kendisine verilen yetkileri sıralar ki; bunlar-
dan birisi insanın kanına girebilmesidir. Orada
şeytan; “bana insanın kanına girebilme yetkisi
verildi” der. İnsanın kanına nasıl girdiğini gördü-
nüz değil mi? Nefsin şerrinin kan kimyasını ele
geçirmesiyle, şeytan o kişinin “kanına girmiş”
oluyor!
17
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

Hatta biz günlük hayatta da, aramızda da


buna benzer cümleler kullanırız. Bir arkadaşınız
sizin arzunuzun dışında bir fikir ileri sürmüştür,
bir iş yapmıştır ve siz o fikrin veya o işin esas sa-
hibini bilirsiniz. O zaman ona dersiniz ki; şu kişi
senin kanına girdi. Bunu söylerken, onun gelip
de arkadaşınızın damarlarına girdiğini düşün-
mezsiniz, değil mi? “Senin kimyanı, kan kimyanı
o bozdu” demek istersiniz. İşte nefsin şerri de
kan kimyasını böyle ele geçirir.
Aslında kul, kendini bu son tanımladığımız es-
fele safiliyn hal üzere bulmuştur. Zaten dünyalı
olmak demek, bu sadr organizasyonunu nefsin
şerrinin yönetiyor olması demektir. Nefsin şer-
rinin sadrı vehmin zulmeti yönünde yönetiyor
olması, kalbi ve kan kimyasını da ele geçirmiş
olması demektir. Kul kendisini bu hal üzere bu-
lur! Ve işte bu haldir ki; onun adı esfele safiliyn
yapıdır.
Kul, dünyada bu “esfele safiliyn” hal üzere
kendisini bulmuştur ve sadr, “A” Takdim Formu
“BEN”in kasd alanı durumundadır: Sadrı, “BEN”
derkenki kastınızın alanı” olarak tarif etmiştik.
Kulun kendisini esfele safiliyn hal üzere bulması
nedeniyle sadrın kast ettiği “A” Takdim Formu
“BEN” olur. Yani sadr “A” Takdim Formu “BEN”in
alanı olur, haddi aşan “Asi BEN”in alanı olur. Za-
ten bu takdime, asi kelimesinin ilk harfi olarak
“A” diyorduk.
Nefsin şerrinin vehmin zulmeti lehine olan bu
sadr hâkimiyetinden kul ancak “LÜB” ikramıyla
kurtulabilir: Kul “kendini içinde bulduğu halin
18
YILMAZ DÜNDAR

imkânlarıyla” o halden kurtulamaz! Çünkü ken-


disini içinde bulduğu halde, o halin imkânlarında
onu oradan kurtaracak bir şey yok! Dolayısıyla
ancak “LÜB” ikramıyla kurtulabilir!
“LÜB” nuru kalbı sarıp tesirine alınca fuad
Hakk’a uygun analiz ve sentezler yaparak kalbi
hükümdarlığa kavuşturacak bilgi ve görmeyi ger-
çekleştirir: Dikkat edin fuad daha önce de çalışı-
yor. Fuad yalnız Lüb’de, yani Lüb varken çalışıyor
değil! Fuad daha önce de çalışıyordu ama analiz
ve sentezden vehmin zulmeti doğrultusunda
sonuçlar çıkarıyordu. Fuad’ın Hakk yolda sonuç
çıkarabilmesi için ona “LÜB desteği” lazım, fuad
ancak Lüb desteğiyle bunu ayırd edebilir.
Ve böylece yeni oluşturulan bilgi ve görmeyi
gerçekleştirir. Böylelikle bu organizasyonun hü-
kümdarlığını “kalb” tekrar ele geçirmiş olur: So-
nuçta, kalb beyni Hakk yolda yönetmeye başlar;
“Rabbine yönelmiş olarak” yönetmeye başlar.
Dedik ki, beyin KALB’in hizmetçisidir! Evet, be-
yin kalbın hizmetçisidir; beyin bu organizasyo-
nun hizmetçisidir. Bu yüzden, eğer organizasyon
nefsin şerrinin yönetimindeyse, beyin o doğrul-
tuda fiiller ortaya koyar. Ama kalb ve fuad Lüb
desteğiyle, Lüb nuruyla Hakk yolda analiz ve
sentez yapıyorsa, buradan çıkan bilgilere göre
davranacak olan beyin de Rabbine yönelmiş
olarak çalışmaya başlar.
Lüb Nuru ile Fuad’da açılan hakikatî gerçekleri
görme, hakikatle ilgili gerçekleri görme ise “Basi-
ret” olarak adlandırılır. Konuyu bu noktada bize
yine ayet açıklasın:
19
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

Hac Sûresi 46. Ayet: “Arzda hiç gezip seyret-


mediler mi ki, onlarla akledecekleri kalbleri
ve işittiğini anlayacak kulakları olsun. Çünkü
gözler âmâ olmaz, sadrların içindeki kalbler
âmâ olur.” Kur’an’ın, “âmâ” derken, “göremiyor”
derken kast ettiği şeyi de bu ayetle öğrenmiş
oluyoruz; “gözler âmâ olmaz, sadrdaki kalb
âmâ olur!”. Kalb nasıl âmâ olur? Kalb esası göre-
mezse, esastan perdelenirse ona âmâ deriz! Bu
yüzden, nefsin şerri sadr organizasyonunu yö-
netince kalb âmâdır. Ama fuad, Lüb ikramıyla,
Lüb Nuru’nun desteğiyle “analiz sentez” yapıp
buna uygun fikirler çıkarmayı başardığı zaman,
bu fikirlere uygun görmenin başlaması sonucu
artık kalb görmeye başlamıştır.
Kafa Gözü’yle hologramı görürsünüz, Kalb
Gözü’yle hologramın hakikatini görürsünüz: İki
görmenin farkı budur; kafa gözüyle hologramı
görebilirsiniz, hologramın hakikatini ise kalb
gözüyle görebilirsiniz. Kafa gözüyle gördüğün
kadar düşünebilirken, kalb gözü düşünebildiği
kadar görür. İşte iki görmenin farkı!
Şimdi söyleyeceğimiz şey “LÜB”ün önemli bir
özelliği, hatta tek özelliği! Bir hadis var. Ancak bu
hadisin kolay anlaşılabilmesi için açıklamasını
önce yapalım:
“LÜB” nuru ile desteklenen FUAD “analiz ve
sentez”lerinde özellikle İhlâs Sûresi’nin gerçeğin-
den sapmaz: Aklın İhlâs Sûresi’ni kavrayabilmesi
ve onun gerçeğinden sapmaması Lüb’den aldığı
nurla başarabileceği bir şeydir.
20
YILMAZ DÜNDAR

LÜB nuru ile desteklenen fuad analiz ve sen-


tezlerinde özellikle İhlâs Sûresi gerçeğinden sap-
maz ve Allah VahidülEhadüsSamed’dir müşaha-
desi ve bilgisini kalbe gönderir: Demek ki Fuad’ın
analizini yapıp tamamlaması yetmez. Fuad
Hakk yolda kendine sunulan verilerle yani Ka-
yıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydındaki
verilerle [kaydının gereği olarak, kaydının ona
sağladığı imkânlarla] dış çevredeki bilgilerden,
yani Sünnetullah’tan yararlanır. Onlardan ya-
rarlanma özelliği de yine kendi kaydındandır;
kendisindeki kayıt onlardan yararlanma imkânı
sağlar. Bu yüzden Hac Sûresi 46. Ayet; “arzda
hiç gezip seyretmediler mi?” diyor. Demek ki
“gezip dolaşmak” ayetlerle öneriliyor ama Hakk’ı
anlayabilmek için! Gezme dolaşma da bunun
için!
Evet, “arzda hiç gezip seyretmediler mi ki
onlarla akledecekleri kalbleri ve işittiklerini
anlayacakları kulakları olsun. Çünkü gözler
âmâ olmaz, sadrların içindeki kalbler âmâ
olur” diyen Hac Sûresi 46. Ayeti görmüştük.
Böylece, fuad analiz ve sentezden elde ettiği
müşahedeyi ve bilgiyi kalbe gönderir. Bilgi kal-
be tesbitlendikten sonra kullanılabilir olur: Bil-
gi kalbte/kalıpta tesbitlendikten sonra, beyin
o tespitin emrini alır ve ona uygun işler yapar.
Fuad’ın analiz ve sentezinin sonucu tek başına
fiile dönüşmeye yetmez, yani beyinde bir emre
dönüşmeye yetmez. Çünkü o fikrin kalble de
tasdiklenmesi lazım! Yani kul fuadın bulduğu
sonucu kalbiyle tasdik etmesi lazım. Kalbiyle
21
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

tasdik verdikten sonradır ki beyin ona yönelik


işleve hazır olur, ona yönelik fiiller ortaya koyar.
Mesela bazı ameller duyarsınız ve fuadınız
sizin için hızlıca bir analiz sentez yapar. Ancak,
siz o amele kalben tasdik verirseniz beyin sizi o
amele hazırlar ve böylece o iş size kolaylaşır inşa-
Allah. Kalben tasdik vermeniz demek, o bilginin
kalbe girmesi ve tesbitlenmesi demektir.
Bakara Sûresi 225. Ayet buyuruyor ki: “Bil-
meyerek yaptığınız yeminlerden dolayı Al-
lah sizi sorumlu tutmaz, fakat kalbleriniz
kazandıklarıyla sorumludur; Allah Ğafurun
Haliym’dir”. Allah kalblerinizi kazandıklarıy-
la sorumlu tutar. Şu hadisle konuyu anlamak
daha kolay olacaktır inşaAllah. Efendimiz sallal-
lahu aleyhi vesellem buyuruyor; “Allah nefsle-
rinin konuştuklarından ümmetimi sorumlu
tutmayacaktır”. Bu ayeti ve bu hadisi birlikte
düşündüğümüz zaman; sadr mekanizmasında
üretilmiş ama kalbe girmemiş bilgilerin, kurun-
tuların hadiste nefsin konuşması olarak adlan-
dırıldığı görülür. Kalbe giremiyeceği, tasdiklenip
beyinde de ona uygun ameller üretilmeyeceği
için Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; Allah
nefslerinin konuştuklarından ümmetimi so-
rumlu tutmaz buyuruyor. Yani sadra herhangi
bir bilgi girdiğinde o bilgi fuada ulaşsa bile, fuad
onunla ilgili herhangi bir analiz sentez yapmış
olsa bile, Allah oradaki o bilgiden kulu sorum-
lu tutmaz. Neden? Kalb o bilgiye sahip çıkma-
dığı için! Fuad onunla ilgilendi analiz ve sentez
yaptı, ama o sonuç kalbe girmediyse kul ondan
22
YILMAZ DÜNDAR

sorumlu olmaz! Bu ayet ve hadisten anlıyoruz


ki; sorumluluk için kalbin, kalbın, kalıbın o bil-
giyi kabullenmesi gerekiyor. O bilgi kalıpta yer
alacak ki o kalıba uygun suret çıksın. Diyelim ki
kalpazanlar para basacaklar. Oturup konuşmuş
ama basmamışlarsa bir sorumlulukları olmaz,
dedikodu yapmış olurlar. Ama konuştuklarını
kalıba tesbitlemişler ve ona uygun da bir suret
çıkarmışlarsa sorumlu olurlar. Kalp, kalb işte
böyle bir şey! Bir şeyin sizde suret bulması için
onun kalbı hazırlanmalı. Hazırlanacak olan o
kalba bilgi fuaddan gelir. Gelen bu bilgiyi kalb
tespitlerse, beyin ona uygun suretleri sizden fiil
olarak çıkarır ve sorumluluk başlar.
Eğer fuad Hakk’a yönelik, Rabbine yönelik
analiz ve sentezler yapar, kalb de onları tespit-
ler ve sadr organizasyonunun hükümdarlığını
ele geçirirse kalb “NANKÖRÜN ESİRİ OLMA
HASTALIĞI”ndan kurtulur.
Nefsin şerri nankördür. Kime? Yaradanına
nankördür. Nankör olduğu için “asi” ve nankör
olduğu için “haddi aşan” ya! İşte o nankörün
nankörlük davranışlarıyla kalbi esir alması ve
böylece onu Yaradanına karşı hasta pozisyona
sokması kalbin marazlı, kasvetli ve hastalıklı
olması demektir. İşte böylece, Rabbine yönel-
miş bir kalb Nankörün Esiri Olma Hastalığın-
dan da kurtulur.
Bir hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi ve-
sellem buyuruyor ki; “yararsız bilgiden sana
sığınırım Allahım”. Yararsız bilgiden korkuyor
ve korkmamızı istiyor! Niye? “Yararsız bilgi”nin
23
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

günümüzde anlaşılması çok kolay; o bilgi virüs


tesiri yapabilir ve sizin fuad mekanizmanızı sar-
sabilir. Peki, yararsız olan bilgi nedir? Bilginin
hangisi yararlı hangisi yararsız bilemezsiniz! Kim
bilir? Sahibi bilir. Bu yüzden sahibine; “Allahım
yararsız bilgiden sana sığınırım, beni koruyu-
ver” diyorsunuz.
Bir başka hadisinde Efendimiz sallallahu aley-
hi vesellem buyuruyor ki; “bilgi iki türlüdür.
Biri dile bağlı bilgi, diğeri kalbe bağlı bilgi”.
Kalbe bağlı bilgi; esir olmamış, kukla olmayan
kalbin bilgisidir. Eğer kalb nankörün esiri olmuş
da kukla gibi duruyorsa, onun yerine nefsin şerri
vehmin zulmeti yönünde sadra hâkimse ve fuad
bu doğrultuda analiz sentez yapıp bilgi üreti-
yorsa aslında kalb onu almadığı halde almış gibi
gözükür. Esir ya! Almıyor, ama almış gibi görü-
nüyor. Böylece o bilgi o kulun dilinde kalan bir
bilgi oluyor. Kalbin hakikate ait bilgi tesbit et-
tiği yere nefsin şerri tesir edemez.
Tevbe Sûresi 124. Ayet: “Bir sure inzal edil-
diğinde onlardan kimi “bu hanginizin imanı-
nı artırdı” der. İman etmiş olanlara gelince;
onların imanı artmıştır, onlar müjdeleşip se-
viniyorlar”. Devamı:
Tevbe 125. Ayet; “kalblerinde hastalık olan-
lara gelince; inzal ettiklerimiz onların pisliği-
ne pislik katıp artırmış ve onlar kâfir olduk-
ları halde ölmüşlerdir”. Dikkatimizi çekmesi
gereken önemli şey bu ayetin kalb hastalığın-
dan bahsetmesi! Tevbe Sûresi 125, kalbin hasta
olabileceğini bize öğreten bir ayet, kalbi hasta
24
YILMAZ DÜNDAR

olanların Allah’ın hükümlerine karşı “alaylı” dav-


randıklarını bize gösteren bir ayet!
Tevbe Sûresi 28. Ayeti de hatırlayacaksınız;
“ey iman edenler, müşrikler ancak bir neces-
tir, bir pisliktir”. Müşriklik, şirk Kur’an ayet-
lerince “kir ve pislik” kabul edildiği için Tevbe
Sûresi 125. Ayet; “kalblerinde hastalık olanla-
ra gelince; inzal ettiklerimiz onların pisliğine
pislik katıp artırmış ve onlar kâfir oldukları
halde ölmüşlerdir” diyor.
Maide Sûresi 52. Ayet: “Kalblerinde hastalık
olanların, “dairenin bize isabet etmesinden
korkuyoruz” diyerek, onların yahudi ve nasa-
ranın arasına süratle daldıklarını görürsün.
Umulur ki Allah feth olarak gelir veya indiri-
len bir emr getirir de enfüslerinde sıraladık-
ları üzerine nadim olurlar.” Ayetin üstüne ve
altına bakıldığında görülür, bu cümleler Efendi-
miz zamanında savaşa çağırılan, ama kalblerin-
de hastalık olan kişilere aittir! Kalblerinde has-
talık olanlar “dairenin bize isabet etmesinden
korkuyoruz” derken şunu kast ediyor: Dairenin;
yani zafer yerine mağlubiyetin, refah yerine sı-
kıntı ve darlığın bize isabet etmesinden korku-
yoruz”. Onların; yani o zamanki karşı tarafın,
yahudi ve nasaranın arasına süratle daldıkla-
rını görürsün. Umulur ki Allah feth olarak ge-
lir veya indirilen bir emr getirir de enfüslerin-
de sıraladıkları üzerine nadim olurlar. Maide
Sûresi 52. ayet bize kalbin hastalanabileceğini
söylüyor. Eğer rabbine yönelmemişse ayetlerde
bu kalbin hasta kalb kabul edildiğini görüyoruz.
25
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

Hac Sûresi 53. Ayet: “Allah böyle yapar ki,


kalblerinde hastalık bulunan ve kalbleri kas-
vetli olan kimseler için şeytanın kattığı şeyi
bir fitne kılsın diye! Muhakkak ki zalimler
uzak bir şikak içindedirler.” Bundan önce Hac
Sûresi 52. Ayet bir olaydan bahseder; rasul ve
nebilerin istisnasız hepsinde, gelip de Hakk yol-
da açıklamalar yaptıklarında veya bir temennide
bulunduklarında, bir ideallerini dile getirdikle-
rinde şeytan mutlaka beşeri yaklaşımlar katar!
Allah’ın emriyle! Bu yüzden Hac Sûresi 53. Ayet
bunu açıklıyor: Allah böyle yapar ki, kalblerinde
hastalık bulunan ve kalbleri kasvetli olan kimse-
ler için şeytanın kattığı şeyi bir fitne kılsın diye!
Ayetlerde geçen “fitne” kelimesi özellikle şu
manadadır: İkilem! Fitne ikilem demektir. “Ya
Allah’ın dediği gibi değilse? Ya Allah yoksa? Ya
öyle olmayacaksa? Ya öldükten sonra dirilmeye-
ceksek?” gibi vesveselerle kişiyi sürekli ikilemde
tutar. İkilem ise şeytaniyettir!
Şeytaniyeti görev olarak alan İblis “ikilemi”
başlatarak bu görevin ilk icracısı olmuştur ve
sonra bu görevle görevlendirilmiştir. Bu görevi
alacağı için de ilk icraatını yapmıştır. Rabbi ona
“secde et” dediği zaman, o ikileme düşmüş ve
Âdem’e secde etmemiştir! Melaike behemehâl
secde ettiği halde İblis secde etmemiştir. Çünkü
kâfirlerdendi, yani kafası fitne fücurdu. İşte bu
yüzden fitne; seni Allah’a karşı ortak çıkaran fi-
kirler demektir. Allah’a karşı “ben de varım, ben
de düşünürüm, sen öyle diyorsan ben de böyle
diyorum” diyen bir sistemin ismidir fitne! Aksi
26
YILMAZ DÜNDAR

halde ayetlerde fitne geçtiğinde, normal hayat-


ta arkadaşlar arasında insanların birbirlerini
kışkırtmalarını düşünmemek lazım. Fitne; sizi
Allah’a karşı kışkırtan ve kendinizi O’na ortak
koşturtacak fikirlerdir! İşte bu yüzden “şeyta-
nın kattığı şeyi bir fitne kılsın diye” diyor Hac
Sûresi ve ekliyor; “muhakkak ki zalimler uzak
bir şikak içindedirler“.
Ankebut Sûresi 2. Ayet bunu daha kolay
anlamamızı sağlayacaktır inşaAllah: “İnsanlar
fitneye düşürülmeksizin “iman ettik” deme-
leriyle bırakılıverileceklerini mi sandılar?”
Çok korkutucu! İnsanlar fitneye düşürülmeksizin
“iman ettik” demeleriyle bırakılıverileceklerini mi
sandılar? Bu ayet Hac Sûresi 53. ayeti daha iyi
anlamamızı sağlar.
Hac Sûresi 54. ayet, az önce okuduğumuz
ayetin devamıdır: “Ve bir de kendilerine ilim
verilenler, onun Rabbinden Hakk olduğunu
bilsinler de ona iman etsinler ve ona kalbleri
ihbât olsun, mutmain olsun! Muhakkak ki Al-
lah, iman etmiş kimseleri Sıratı Müstakıym’e
hidayet edendir”.
Ayette “bir de kendilerine ilim verilenler!”
geçiyor. Biraz önceki ayette zalimlerden, kalbi
hastalıklı kasvetli olanlardan bahsettik. Hac-54
ise; “Ve bir de kendilerine ilim verilenler, onun
Rabbinden Hakk olduğunu bilsinler de ona iman
etsinler ve ona kalbleri ihbât olsun, mutmain ol-
sun!” ifadesi var. Bakın şimdi; kendilerine ilim
verilenler! Detayına baktığımızda, bunlar Lüb’ü
çalışanlardır. Nebi ve rasullerin açıkladıklarını
27
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

duydukları zaman şeytan onlara fitne verir ki,


onlar da o fitneye karşı bir savunma duygusu
oluşturarak “hayır, bu Hakk’tır!” desinler. Biraz
sonra bunun insan için hikmetini göreceğiz.
“Hayır, bu Hakk’tır” desinler ve ona iman et-
sinler. Ve ona kalbleri mutmain olsun, onu tesbit-
lesin: Rasul ve Nebi bir şey söylediğinde fuadın
kuvvetli ve geri dönüşsüz analiz ve sentez yapa-
bilmesi için karşı tez lazım. Karşı tez nasıl olu-
şacak? İşte karşı tezi de şeytan verir, fitne olarak
verir. Bu fitne karşısında karşı tezi seven kalbi
hastalıklı ve kasvetli olan kaybeder! Ama kendi-
sine ilim verilenler ne yapar? Onlar bu karşı tez
vasıtasıyla fuadlarını daha kuvvetli çalıştırırlar.
O analiz ve sentezde karşı tezle mücadele eden
fuad öyle bir fikir çıkarır ki, kişi “Nebi ve Rasu-
lün söylediği Hakk’tır” der. Ve o bilgi kalbe girer
ve kalb mutmain olur, yani o bilgiyi tesbit eder.
Bu durumda artık nebi ve rasulün o bilgisi kulun
bilgisi olmuştur. Ve beyin işte o zaman o bilgiye
yönelik fiiller ortaya koymaya hazırdır. Bu meka-
nizma çalışsın diye, “sadr, kalb, fuad, lüb meka-
nizması” çalışsın diye Allah böyle yapar” diyor
ayette. Muhakkak ki Allah, iman etmiş kimseleri
Sıratı Müstakıyme hidayet edendir.
Ra’d Sûresi 28. Ayet: “Onlar iman etmişler-
dir ve kalbleri Allah zikriyle mutmain olur.
Dikkat edin, kalbler Allah zikriyle itminan
olur!”.
Allah Ra’d Sûresi 28. Ayette “dikkat edin!”
diye uyarıyor! “Dikkat edin; dikkatinizi buraya
toplayın, fuad burada dikkatli çalışsın! Dikkat
28
YILMAZ DÜNDAR

edin ki kalbe sıkı tesbit yapın, bu çok önemli bir


gerçek” diyor. Onlar iman etmişlerdir ve onların
kalbleri Allah zikriyle mutmain olur! Kalblerin
düzgün yola gireceği, mutmain olacağı, mutlu
olacağı hal, sahibinin söylediğine göre, ancak
Allah’ın zikriyle mümkündür. Dolayısıyla, kişide
sadrı nefsin şerri yönetiyorsa kalblerin mutlu ol-
ması mümkün değildir! Onlar ancak; nefsin şerri
doğrultusunda vehmin zulmeti içindeki rahatlık
ve memnuniyetleri mutluluk sanarlar! Rahat ol-
duklarında, memnun olduklarında mutlu olduk-
larını sanarlar. Oysa Ra’d Sûresi 28. Ayet diyor ki;
“gerçek mutluluk ancak Kalb’te Allah zikriyle
mümkündür!”
Kalbteki hastalığa değinen bir diğer ayet,
Nur Sûresi 50: “Onların kalblerinde bir maraz
mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Yoksa
Allah’ın ve O’nun Rasulünün kendilerine haif
edeceğinden, haksızlık edeceğinden mi kor-
karlar? Hayır, onlar zalimlerin ta kendileridir!”
Bakın yineleniyor: Eğer nefsin şerri sadra hâkimse
kalb hastadır. Kalbte hastalık varsa, bir maraz
varsa fuad şüpheli tereddütlü fikirler ortaya çıka-
rır! Nur Sûresi 50. Ayetten bunları anlıyoruz.
Kalb Sözde Varlık ve Muhtariyet İddiası’nın
oluşturduğu perdelilikten sıyrılınca, bu perdelili-
ğin oluşturduğu hastalıktan kurtulunca sadrı isti-
la etmiş olan vehmin zulmeti kuralları da fonksi-
yonsuz hale gelir. LÜB’le gelen nurun tesiri bütün
SADR’ı kaplar.
Bakara Sûresi 257. Ayet: “Allah iman eden-
lerin velisidir. Onları zulmetten nura çıkarır.
29
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

Fiilen küfür halinde olanlara gelince, onların


evliyası tağuttur. İşte onlar ashabun nar’dır.
Onlar onda ebedi kalıcılardır”. Kişilerin Allah
dışında oluşturdukları ilahlar ve bu yoldaki fikir-
leri onları nurdan zulmete çıkarır ki, bu hal başka
ayetler de geçmektedir. Bu ayetten öğreniyoruz
ki: Efendimizin açıkladığı şekilde imanını deklare
edenlerin ve sonra bu deklarasyona uygun fiiller
ortaya koymak için mücadele edenlerin velisi
Allah’tır! Ve Allah onları zulmetten nura çıka-
rır! Hani nefsin şerri ve vehmin zulmeti vardı
ya, zulmet onlardır, işte Allah onları o zulmet-
ten nura çıkarır. Biraz sonra duamızın içinde de
bu kavramlar geçecek. Bu kavramlar ayetlerde
“zulmet” ve “nur” olarak aynen geçer; “o iman
edenleri Allah zulmetten nura çıkarır”. Demek ki,
bir kulun kendisini içinde bulduğu Sadrı yöne-
ten nefsin şerri ve vehmin zulmeti! Ve bu halin
içinde onu oradan kurtarabilecek bir özellik bir
dayanak yok. Onu o halden ancak Allah lütfuy-
la kurtarır ki, işte; “onu o zulmetten alır nura çı-
karır” budur. Oysa küfrünü deklare etmiş olan
ve buna uygun da küfür fiilleri ortaya koyanla-
rın yol göstericisi tağuttur; yani Allah’ın dışında
iddia ettikleri ilahlık onların yol göstericisidir!
Bu nedenle de onlar o yola uygun fikirlere tabi
olurlar. İşte bu yüzden ayet onları “ashabun nar;
nar ashabı” diye isimlendiriyor. İşte bu hakikate
işaret eden bazı ayetler:
İbrahim Sûresi 1. Ayet: “Elif Lam Ra. O, in-
sanları Rablerinin izniyle zulmetten nura ve
Aziyzil Hamiyd’in sıratına çıkarman için sana
inzal ettiğimiz bir kitaptır.”
30
YILMAZ DÜNDAR

Ahzab Sûresi 43: “O’dur ki, sizi zulmetten


nura çıkarmak için size salât eder ve O’nun
melekleri de. O müminlere Rahıym’dir.” Ah-
zab Sûresi’nin bu ayetinden de öğreniyoruz
ki; imanlı kişileri, imanını deklare etmiş kişileri
“zulmetten nura” çıkarmak için Allah ona des-
tek verir! Buradaki “salât” destek manasınadır;
destek verir, onu yalnız bırakmaz demektir. Ve
O’nun melekleri de! Melekler de bu konuda o
Kul’u yalnız bırakmazlar, destek verirler. Çünkü
O Müminlere Rahıym’dir.
Hadiyd Sûresi 9: “O sizi zulmetten nura çı-
karmak için apaçık ayetleri Kul’unun üzerine
tenzil eden, tafsilen indirendir. Muhakkak ki
Allah size karşı Raufün Rahıym’dir.”
Bu ayetlerde görüyoruz; iki hal var: Birisi
zulmet, birisi nur! Kul’u zulmet halinden nura
çıkarması Allah’ın lütfudur, bu ancak lütfuyla
mümkündür. Demek ki; “LÜB” bir ikramdır!
A’raf Sûresi 43. Ayet müjdeler ki; “biz onların
sadrlarından ğıll’den ne varsa söküp attık.”
Ayetin “onlar” dediğinin cennet ashabı oldu-
ğu önceki ve sonraki ayetlerden anlaşılmaktadır.
Şimdi biz bu ayetle birlikte yeni bir kavram öğ-
reniyoruz; Ğıll!
Meallerde baktığınız zaman bunu parantez
içinde sevgisizlik, kin, nefret gibi açıyorlar veya
“ĞILL” yazmadan doğrudan bunları yazıyor-
lar. Ayeti kavrayabilmek beşeri tanımlarla
mümkün olmaz! Kur’an Arap harfleriyle yazıl-
mıştır, ama manası Rabca’dır. Kur’an’ın yazılışı
Arapça’dır, manası Rabca’dır. Bu yüzden Kur’an
31
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

kelimelerini manalandırırken bu özelliğe çok


dikkat etmek lazım! Onlara normal hayatın için-
deki manalara göre bakar ve yerine öyle koyar-
sanız, İslam’ın önerilerini normal yaşantının içe-
risine monte etmeye çalışmış olursunuz! Oysa
Kur’an; bize o yaşantıyı “terk etmeyi” öneriyor!
Ama kişi hem onu yaşayacak, hem de onu yaşar-
ken içine bunları monte edecek sanıyor. Neden?
Yanlış yönlendirmeler yüzünden!
Şimdi “Ğıll”i göreceğiz, ama A’raf Sûresi 3’den
önemli bir şey öğreniyoruz; sadrlarda bulunan
Ğıll! “Biz onların cennet ashabının sadrından
Ğıll’den ne varsa söküp attık.” Demek ki; sadr-
da Ğıll bulunduğu sürece kişi cennete giremez!
O zaman bu cennetin kabul etmeyeceği bir hal!
Ancak, bu Ğıll öyle bir şey ki; Kul kendisini sad-
rındaki Ğıll ile beraber bulur ve onu normal zan-
neder, hiç mücadele de etmeyebilir. Hatta elin-
de ondan kurtulabilecek “bir araç”ı da yoktur!
Hıcr Sûresi 47. Ayet: “Biz Ğıll’den onların
sadrlarında olanı söküp attık, kardeşler ola-
rak serirler üzerinde mütekabildirler”. Yine
cennet ehlinden bahsediliyor; onlar karşılıklı
“kardeşler hâli”ndeler deniyor. Kardeşler haline
gelebilmeleri için sadrlarında “Ğıll”in olmaması
lazım! Aksi halde müminler kardeş olamaz! Ğıll
kardeşliği bozan, mümin kardeşliğini bozan bir
şeydir! Neden ve nasıl bozuyor, biraz sonra daha
açık tarif edeceğiz.
Peki, sadrdaki bu Ğıll’den kurtulmak için
ne yapacağız, çaresi nedir? Onu da Haşr Sûresi
10. Ayette Rabbimiz bize öğretiyor: “Onlardan
32
YILMAZ DÜNDAR

sonra gelenler; Ensar ve Muhacir’den sonra ya-


şayan müminler, şöyle derler; Rabbimiz bizi ve
imanda bizi öne geçmiş kardeşlerimizi mağfi-
ret et. Kalblerimizde, iman etmiş olanlar için
bir Ğıll oluşturma. Rabbimiz muhakkak ki
sen Rauf’sun Rahıym’sin.” Ayetin orijinali:
“Rabbenağfir lena ve liıhvani nelleziyne
sebekûna Bil’iymani ve la tec’al fiy kulubine
ĞılI’len lilleziyne amenu Rabbena inneKE Ra-
ufun Rahıym”. Bu ayeti “Kalb Duası” olarak ad-
landırdığımız kompozisyonda da bulacaksınız.
Ğıll ne demektir?
Hakk’a [Hakk açıklamalara!] ve Hakk’ı ha-
tırlatan şeylere karşı sevgisizlik, hoşnutsuzluk,
rahatsızlık, kin, nefret gibi duyguların bütünü
Ğıll’dir. Aksi halde; normal hayatta insanların
birbirlerine duydukları kin, nefret ve sevgisizlik
değildir Ğıll! Bu yaklaşım ve bakış açısı dua ve
yakarışlarımızda da çok önemli!
Şimdi verilecek örneği iyi anlarsak Ğıll’in ta-
nımını da iyi yakalarız. Kişi bir vicdan muhase-
besi yapıyor diyelim, gününü muhasebe yapı-
yor; “gündüz şöyle yaptım, şunu üzdüm, şunu
kırdım, şuna kızdım, şuna haksızlık ettim” diye
üzülüyor ve bir daha yapmama kararı alıyor. Bu-
nun Muhammedî bakış ve yaşayış için bir önemi
yok! Eğer siz bir muhasebe yaparken, muhasebe-
yi sizle Allah arasında yaparsanız ancak bunun
Muhammedî bir değeri vardır! “Ben Allah’ın hü-
kümlerine karşı neler yaptım?” derseniz bu sizi
tövbeye götürür, ama “ben şu kişiye şunu yap-
33
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

tım” derseniz, gider özür dilersiniz, “aferin” der-


ler ve iyi insan olursunuz. Peki, ölçü ne?
Bir şey “doğru mu, değil mi?” anlayabilmek
için, onu fuada doğru sunabilmek için, fuadın
doğru analiz sentez yapması yanılmaması için ve
virüs programlardan korunması için; tarif ettiğin
bir davranışı, açıkladığın bir fikri, deklare ettiğin
bir inanışı “Muhammedî olmayan birisi de yapa-
bilir mi?” ona bakacaksın! Muhammedî olma-
yan birisi gece oturup vicdan muhasebesi yapa-
maz mı? Daha dürüst, daha iyi insan olma kararı
alamaz mı? Bu yalnızca Muhammedîlere has bir
şey mi? O zaman bu Muhammedî bir davranış
değil! Öyle bir davranış tarif edeceksin ki, onu
ancak Muhammedîler yapabilecek, bir başka-
sı yapabiliyorsa o da Muhammedî olacak, yani
Muhammedî olmadan o yapılamayacak! Mesela
bir hayr veriş düşünün! Muhammedî olmayan-
lar hayır yapamazlar mı, onların “hayır dernek-
leri” yok mu? Afrika’yı karış karış gezip, misyo-
nerlik yapmıyorlar mı? Demek ki, öyle bir “hayr”
tarif edeceksin ki yalnız Muhammedî olan o
hayrı yapabilsin! Veya kim öyle hayr yaparsa o
da Muhammedî olsun! Yine, öyle bir îman tarif
edeceksin ki ancak Muhammedi olan öyle ina-
nabilsin! Çünkü bir başkası öyle inanamaz, bir
başka felsefe onu öyle açıklayamaz, mümkün
değil yapamaz! Yaparsa, yapabilirse zaten o da
Muhammedî olur.
Ğıll de öyle bir şey, normal ibadetleriniz de!
Kendinizi incelemeniz gerekiyor, yani fuadını-
za görev vermeniz gerekiyor; “haydi bir analiz
34
YILMAZ DÜNDAR

sentez yap bakalım, benim ikame ettiğim salât


Muhammedî mi, tuttuğum oruç Muhammedî
mi?” demeniz gerekiyor. Bunu nasıl yapacaksın?
Örneğin, nasıl bir salât ikame ediyorsan,
kendin otur baştan sona yaz. Eğer, inanmayan
birisi de aynısını yapabiliyorsa senin salâtın
Muhammedî değil! Bir başkası yapabiliyor çün-
kü! Öyle bir salât tarif etmelisin ki; o salâtı Mu-
hammedi olmayan yapamamalı! Yaparsa da
Muhammedî olmalı! Öyle bir oruç tarif etme-
lisin ki yanlış olmamalı. Yanlış tarif edersen bir
başkası da yapabilir, çok titiz de uygulayabilir.
“Yeni bir şey yapıyorum” diye, “kutsal bir şey
yapıyorum” diye heyecanlanır, duygulanır, ağlar
da! Hatta sahuru kaçıracağım diye uyumaz da!
Sahura da kalkar, iftarını da yapar, aç ta durur.
Dilini de bağlar, elini de bağlar, belini de bağlar.
Peki, bunu yapınca Muhammedî mi oldu şimdi?
Aynısını yaptı, peki oruç mu tutmuş oldu? “Ama
efendim biz de aynısını yapıyoruz?” diyorsan o
zaman incelemen gerekiyor! Öyle bir oruç tarif
edeceksin ki, onu ancak Muhammedî olan bi-
risi yapabilsin, bir başkası yapamasın. Biri onu
yaparsa da onun Muhammedî olacağı bir tarif
olsun! Bütün amellerinizde buna dikkat etme-
lisiniz! Bütün amellerde! İşte Ğıll de bunlardan
birisi.
Ğıll’i öyle bir tarif etmeli, tanımlamalısın ki,
Muhammedî olmayan birisi çıkıp “bende za-
ten Ğıll’den eser yok” diyememeli! Aksi halde;
kişi çok iyi, çok hümanist bir tanrıdır, çok iyi bir
Polyanna tanrıdır ve “bende Ğıll’den eser yok”
35
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

der, senin tarifine göre de haklı olur. Çünkü


senin tarifin öyle! Oysa Ğıll; Hakk’a ve Hakk’ı
hatırlatan şeylere karşı hissedilen sevgisizlik,
hoşnutsuzluk, rahatsızlık, kin, nefret gibi duygu-
ların tümünün ortak adıdır! Eğer kişideki Sadr
Organizasyonu’nu nefsin şerri yönetiyorsa o kişi
Hakk’a karşı Ğıll içindedir, Hakk’a ait cümleleri
duymayı sevmez. Siz bir yerdesiniz diyelim, tele-
vizyonda birden bir dini sohbet veya bir Kur’an
tilaveti başlamış olsa bazıları onu duymaya da-
yanamaz, koşar gider kapatır! Onu duymaya da-
yanamaz! Ezan sesini duymaya dayanamaz! “Gü-
rültü kirliliği” diye şikâyet dilekçelerini görseniz...
O dayanamaz çünkü! Ayet; “inzal olan ayetler
inananların imanını artırır, kâfirlerin küfrünü
artırır” diyor!
İşte bu Ğıll, kendinizi içinde bulduğunuz hal-
de var! Sizin onu bulup tanımanız gerekiyor!
Dikkat edin, yaşantıda çok rastlıyorsunuzdur
Ğıll’inize! Rastladığınızda onu umursamalısınız!
“İşte bu benim sadrımın hastalığıdır. Bu hasta-
lıkla beni cennete almazlar, cennet için heyet
raporu vermezler” demelisiniz. Bilirsiniz, bazı
yerlere başvurmak için “heyet raporu” istenir.
Heyet raporunuzda “sağlam” değilseniz olmaz!
Cennetin de heyet raporunda “Ğıll’sizdir” yaza-
cak ki oraya kabul edilesin! Öyleyse onu sorul-
madan önce temizlemek lazım!
Nasıl temizleyeceğiz? Haşr Sûresi öğretiyor;
Allah’tan isteyeceğiz. “Allahım kendimi içinde
bulduğum o Ğıll’den beni koru, beni kurtar,
beni temizle” deyip isteyeceğiz, sonra sabr ede-
36
YILMAZ DÜNDAR

ceğiz. Neye? Allah’ın hükmünün gelmesine! O


hüküm gelecek seni temizleyecek!
Şimdi sadrla ve o hükümle ilgili bir parantez
açmak istiyorum: Bir kişi Rasulullah’ı görmek,
Rasulullah’la bir olmak, Rasulullah’ı dinlemek
Onunla konuşmak istiyor. Çok istiyor. Öncelik-
le bilmelidir ki, onun bu muhabbeti çok önem-
li! Çünkü bu muhabbet öyle büyür ki, içinden
Muhammed SAV çıkar; senden çıkacak olan
Muhammed’i bu muhabbet oluşturur! Bu mu-
habbet olmayınca Muhammed Hakikati filizle-
nemez ki! Nuru Muhammedî’nin sulayanı, onu
yeşerteni bu muhabbettir. Muhabbet olmayınca
olmaz, doğru! Fakat bu muhabbet sahibi şöyle
söyleyelim de üzülmesin: Diyelim ki, çok önemli
bir kalb cerrahını görmek istiyorsunuz. Onunla
yolda mı karşılaşmak istersiniz, yoksa kalbinize
müdahale edilmesi gereken hayatınızın o zor
anında, o cerrahın birden şak diye gelmesini
mi istersiniz? Anlatabildim mi? Bu yüzden, siz o
muhabbeti taşıyın. O muhabbeti taşırsanız, size
operasyon gerektiği zaman, o muhabbet duy-
duğunuz sizinle olacaktır! İşte onun zamanını
beklemek sabrdır. Allah’ın hükmünü beklemek
sabrdır. Allah’ın hükmünü beklemenin ismidir
sabr! Yoksa beşeri münasebetlerde insanların
birbirlerine katlanıp tahammül etmeleri değil!
Kur’an’ın açıkladığı sabr; hanîf olarak Allah’a
yönelmek, salih amel yapmak ve Allah’ın hük-
münü beklemektir. Allah’ın hükmünü bekle-
mek sabrdır.
37
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

“Ğıll’in temizlenmesi için ne yapmalıyız?»


demiştik ya, şimdi işte onu sahibi tarif edi-
yor; “Rabbenağfir lena ve liıhvaninelleziyne
sebekûna Bil’iymani ve la tec’al fiy kulubine
Ğıll’len lilleziyne amenu, Rabbena inneKE Ra-
ufun Rahıym”, böyle deyin diyor; “Rabbimiz bizi
ve imanda bizi öne geçmiş kardeşlerimizi mağ-
firet et. Kalblerimizde, iman etmiş olanlar için
bir Ğıll oluşturma. Rabbimiz muhakkak ki sen
Rauf’sun Rahıym’sin”.
Bunu umursamak lazım! Beşeri sistem içeri-
sinde insan neleri umursuyor bir bakın! Beşeri
yaşantı içerisinde “şu şunu dedi, bu bunu dedi”
diye neleri umursuyoruz! Ama Allah yolunda?
Diğerleri hayatî olabilir, bu da ahıretî, o kadar!
Dolayısıyla, Yaradan’ın dediğini çok umursa-
yan bir kalb bizim için çok önemli!
Şimdi Ğıll’le ilgili çok uç bir örnek vereceğim.
Bu örneği günümüzün konusu olduğu için de
veriyoruz: Başı örtülü bir kardeşimize tepkili ba-
kış doğrudan Ğıll’dir! Kişi bir yere gidiyor, bakı-
yor ki başı örtülüler var, rahatsız oluyor, hemen
içinde bir rahatsızlık hissediyor. Hatta ne diyor
biliyor musunuz? İçim daraldı! Bakın içi; göğ-
sü daralıyor. Hakk’a karşı sadrı daraldı! Neden?
Hâkimiyet nefsin şerrinin de ondan!
Diyelim ki; birisi bilerek bilmeyerek, modaya
uyarak uymayarak örtünmüş; ama örtünmüş!
Yani Kur’an’daki emri yapmış, o emre uymuş!
Sen de onu görünce bir şekilde rahatsız oluyor-
sun, işte bu doğrudan Ğıll’dir!
38
YILMAZ DÜNDAR

Hac Sûresi 30. Ayete bakalım: “İşte böyle;


kim Allah’ın hürmetlerine tazim ederse, o
onun için Rabbi’nin indinde daha hayrlıdır.”
Kim Allah’ın hürmetlerine, işaretlerine, O’na
ait gözüken davranışlara hürmet ederse, saygı
gösterirse, onun o davranışı Rabbi’nin İNDinde
daha hayrlıdır. Kişi Rabbi’nin İNDine talibse
böyle!
Hac Sûresi 32. Ayet: “İşte böyle; kim Allah’ın
şeairine tazim ederse, muhakkak ki o; kalb-
lerin takvasındandır”. Bu ayet, kim Allah’ın
hükmüne hürmet eder, saygı gösterirse o; kulun,
kalbinin takvasının işaretidir, diyor.
Buraya kadar anlatılanları düşünerek bir Kalb
Duası yapalım, anlattıklarımızı duaya çevirelim.
Bu duadaki ayet ve hadisleri meallerden, tefsir-
ler ve âlimlerin kitaplarından inceler araştırır,
“neler önerilmiş?” diye detaylı bilgi edinirsiniz.
Eğer uygun görürseniz zaman zaman da bu du-
ayı yapabilirsiniz. Bu dua kalbinizin kendini için-
de bulduğu perdelilikten, hastalıktan kurtulma-
sı, Lüb ikramının ulaşması ve onun sonsuza dek
size destek olması, özellikle kalb gözünüzün açıl-
ması, kalble görmeye başlamanız ve hakikati gö-
rüyor olmanız için bir yakarıştır. Sadece ayet ve
hadisleri içermektedir, herhangi bir beşeri bakış,
yorum, cümle yoktur! Duayı yaparken sağ elimi-
zi göğsümüze, sadrın hissiyatının dalgalandığı
bu noktaya koyacağız. Sağ elimiz kalbın/kalıbın
vücudumuzdaki merkezi olan vücudun kalbine
gelirse, elimiz hem göğsümüz hem de kalbde
olur. Bu duayı nasıl bir tefekkürle yapmalıyız?
39
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

Diyelim ki vücudunuzun bir yerinde size çok


sıkıntı veren bir rahatsızlığınız var ve çok güven-
diğiniz bir kişi de size şifa ayetlerini ve hadislerini
içeren bir dua verdi ve “sağ elini göğsüne koy,
bunu da oku” dedi. O ızdırabı hissediyorsun ya,
ne kadar yürekten koyarsın elini, hiç formalite-
den yapmazsın! Kalbindeki hastalığın rahatsızlı-
ğını o ızdıraptan daha fazla hissetmeli ve rahat-
sız olmalısın ki, bu el çalışsın!
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’den öğ-
rendiğimiz bir hadis nedeniyle “sağ elimizi göğ-
sümüze” koyuyoruz. Efendimiz bir sahabeye
şeytandan korunması için “böyle yap” diyerek
öğretiyor. Onun sadrının yönetimini şeytana
vermemesi için elini böyle koyduruyor ve İhlâs,
Felak, Nas okutturuyor. Efendimizin tarif ettiği
gibi elimizi göğsümüze koymuşken ayetlerden
yararlanarak bazı yakarış ve duaları da bir ara-
ya getirdik. Ayrıca, bir hadis gereği dualarımızı
iki salâvat arasına alacağız. Salâvatların kabul
olma ihtimalleri çok yüksek olduğundan Efendi-
miz sallallahu aleyhi vesellem; “kabul olmasını
istediğiniz dileğinizi iki salâvat arasına koyun,
salâvatlar kabule yükselirken aralarındaki du-
ayı da yükseltirler” buyuruyor. Biz bu hadisten
de yararlanarak bir paket program yapacağız.
Okurken dikkatinizi çekecektir, duamızdaki
salâvatlardan birisi feth edici açıcı bir salâvattır.
Duanın sonunda ise, birisi bize Rahmani Güç
sağlayacak, yani bizi Feth-i Zulmani’ye değil de
Feth-i Nurani’ye doğru götürecek bir salâvat,
diğeri ise tüm rasul ve nebileri, tüm mürseliyn’i
40
YILMAZ DÜNDAR

içeren bir salâvat okuyoruz. Ki; Allahım kalbimi


nebi ve rasullerinin zincirinin arasına koydum,
kabul buyur Allahım demiş olalım.
Euzü Billahi mineş Şeytanir Raciym
Bismillahir Rahmanir Rahıym
• Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem
yelid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven
ehad.
• Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem ye-
lid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven ehad.
• Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem
yelid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven
ehad (İhlâs Sûresi)
Bismillahir Rahmanir Rahıym
• KuL e’uzü BiRabbil felak; Min şerri ma ha-
lak; Ve min şerri ğasikın iza vekab; Ve min şerrin
neffasati fil’ukad; Ve min şerri hasidin iza hased.
(Felak Sûresi)
Bismillahir Rahmanir Rahıym
• KuL e’uzü Birabbin Nas; Melikin Nas; İlahin
Nas; Min şerril vesvasil hannas; Elleziy yüvesvi-
sü fiy sudurin Nas; Minel cinneti ven Nas. (Nas
Sûresi)
SadakAllahul Azıym.
• Subhane Rabbike Rabbil ızzeti amma yası-
fun; Ve Selamun alel murseliyn; Vel Hamdu Lil-
lahi Rabbil alemiyn (Sâffât Sûresi-180, 181, 182)
Amin. Ya HU, Ya men HU, Lailahe illa HU. Ya
men HU;
41
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

• SubhanAllahi ve ma ene minel müşrikiyn.


(Yusuf Sûresi-108)
• Eşhedu en la ilahe illallahu ve eşhedu enne
Muhammeden abduhu ve rasuluhu.
• Allahümme salli a’la Muhammedin ve a’la
âli Muhammedin Kema salleyte a’la İbrahime ve
a’la âli İbrahim, inneke Hamiydun Meciyd.
• Allahümme barik a’la Muhammedin ve a’la
âli Muhammedin Kema barekte a’la İbrahime ve
a’la âli İbrahim, inneke Hamiydun Meciyd
• Cezallâhu annâ Seyyidenâ Muhammeden
ma huve ehluh.
• Allahümme salli alâ Seyyidinâ Muhamme-
dinil Fatihi lima uğlika vel Hatimi lima sebeka,
Nasıril-Hakka Bil Hakkı Vel Hâdî ila sıratıkel
müstakıym ve ala alihi Hakka Kadrihi ve migda-
rihil Azıym.
• Allahümme inniy es’elüke hubbeke ve hub-
be men yuhıbbuke.
• Yâ Hayyu, Yâ Kayyum, Yâ Zel Celali vel ik-
ram; Yâ Mukallibel Kulûb sebbit kalbiy alâ diyni-
ke ve es’eluke en yuhyi kalbiy Binûri ma’rifetike
ebeden Yâ Allah, Yâ Allah, Yâ Allah, Yâ Bedi’es
semâvâti vel ard.
• Ferdün, Hayyun, Kayyûmun, Hakemun, Ad-
lun, Kuddûsun…
• Allâhu lâ ilahe illâ Hû el Hayy’ül Kayyûm
lâ te’huzuHÛ sinetün vela nevm (Bakara
Sûresi-255)
42
YILMAZ DÜNDAR

• Allâhu Veliyyülleziyne amenû yuhricühüm


minez zulümati ilen Nûr… (Bakara Sûresi-257)
• Huvelleziy yusalliy aleyküm ve melaiketüHU
li yuhriceküm minez zulümati ilen Nûr ve kâne
Bil mu’miniyne Rahıyma. (Ahzab Sûresi-43)
• Leyse leha min dûnillahi kaşifetün. (Necm
Sûresi-58)
• Lakad kunte fiy ğafletin min hazâ fekeşef-
na anke ğıtaeke febasarukel yevme hadiyd. (Kaf
Sûresi-22)
• İnne zalike alellahi yesiyr. (Hac Sûresi-70)
• İnneHU Aziyzün Hakiym. (Enfal Sûresi-63)
• Rabbişrah liy sadriy; Ve yessirliy emriy. (Ta-
Ha Sûresi-25, 26)
• Rabbenağfir lena ve liıhvaninelleziyne
sebekûnâ Bil’iymani ve la tec’al fiy kulûbina
ğıll’len lilleziyne amenu Rabbena inneKE Raûfun
Rahıym. (Haşr Sûresi-10)
• Rabbiğfir verham ve ENTE hayrur Rahımiyn.
(Müminun Sûresi-118)
• Rabbena la tuzığ kulubena ba’de iz hedey-
tena ve heb lena min ledünKE Rahmeh. İnneKE
entel Vehhab. (Âl’u İmrân Sûresi-8)
• Allahümme salli alâ Seyyidina Muhamme-
din Rahmeten min Allah, Ni’meten min Allah,
Minneten min Allah, Kuvveten min Allah, Kud-
reten min Allah, Hikmeten İzzeten Azameten
min Allah.
43
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

• Allahümme salli alâ Muhammedin ve


Âdeme ve Nuhin ve İbrahiyme ve Musa ve İsa ve
ma beynehum minen nebiyyiyne vel mürseliyn,
salâvâtullâhi ve selâmuhû aleyhim ecmaıyn.
Birahmetike yâ Erhamer Rahımiyn Vel ham-
dü lillahi Rabbil âlemiyn.
• El Hamdu Lillahilleziy lem yettehız veleden
ve lem yekün leHU şeriykün fil mülki ve lem ye-
kün leHU veliyyün minez zülli ve kebbirHU tek-
biyra. (İsra Sûresi-111)
• Allahuekber Allahuekber, Lailahe illallahu
vallahu ekber, HUAllahuekber velillahil hamd…
Âmin.
Şimdi sizlerle kısa bir tefekkür antrenmanı
yapalım. Birlikte şu iki cümleyi tefekkür ede-
lim. Tefekkür ederken, lütfen cümleleri yaşa-
maya gayret ediniz. İlk tefekkür cümlemiz; ben
Varım ve Muhtarım. Ben varım ve muhtarım;
yani ben özgürüm! Kendi yönettiğim bir aklım,
kendi yönettiğim bir gücüm, kendi yönettiğim
bir mülküm var. Bütün bunlar nedeniyle ben de
kendime göre hüküm veririm. Muhtariyet, ben
varım ve muhtarımın üzerine kurulur hep. Şim-
di bu cümleyi tefekkür için söylerken bile nasıl
dikleşiyorsunuz!
Bir de; Biiznillah ben var görünenim cüm-
lesini tefekkür edelim. Bakın ses yumuşadı. Al-
lah buyuruyor ki; “Rasulün yanında sesinizi
yükseltmeyin”. Müthiş bir şey, uyarı! “Rasulün
yanında sesinizi yükseltmeyin” denildi, peki
44
YILMAZ DÜNDAR

Allah’ın yanında yükseltecek misiniz? Lütfen,


hayatımızın her anına dikkat edip; geçmişimize,
şımarık yaşantımıza tövbe edelim! Sesimizi yük-
selttiğimiz konu ne olursa olsun, sesimizi yük-
selttiğimiz her hal için af dileyelim, tövbe ede-
lim. Allah; var! Sesimizi yükseltmeyelim! Kişi Al-
lah yokmuş gibi düşününce kendiliğinden “Ben
Varım ve Muhtarım” haline bürünüyor! Cümle
“ben varım ve muhtarım” olunca tefekkürü de
ona göre gelişiyor, değil mi? Ama; Biiznillah BEN
var görünenim, daha haddi bilen bir sese kendi-
liğinden dönüşüyor.
Şimdi bunu tefekkür edin; Biiznillah BEN.
Biiznillah BEN; Allah’ın dilemesiyle var olan
ve O’nun dileğiyle O’nun izniyle de o var ola-
na “BEN” diyenim demektir. “O’nun izniyle var
görünen bu kul’a BEN diyorum” diyorsunuz:
Biiznillah BEN var görünenim. Kime göre var
görünen? Allah’a göre! Çok dikkat ediniz, bunu
tanrı ilminde detaylı gördük. Kul “Allah’a göre”
var görünendir! Biz birbirimize göre varız, var
görünenler birbirlerine göre vardır! Birbirlerine
göre yok olmazlar! Yok olan bir şeye karşı nasıl
sorumlu olacaksınız? Birbirimize göre varız, yani
“var görünenler” birbirlerine göre vardır! Ama
tüm var görünenler Allah’a göre yoktur! İşte
siz bu tefekkürü, “Biiznillah BEN var görünenim”
cümlesini Allah’a göre, Allah’a seslenerek söy-
lüyorsunuz. Dikkat edin, “Ben Varım ve Muh-
tarım” sözünü Allah’a seslenerek diyemezsiniz!
“Ben Varım ve Muhtarım”, bunu ancak çevrene
dersin! Ama şimdi “Biiznillah, BEN var görüne-
45
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

nim Allahım” diyerek Allah’a sesleniyorsun. Lüt-


fen bunu tefekkür edelim; Biiznillah BEN var
görünenim...
Bu iki tefekkürde, değişen kan kimyanızı ya-
kaladınız mı, aradaki farkı hissedebiliyor musu-
nuz? İki cümlenin tefekküründe kan kimyanız
nasıl? Dikkat ederseniz yakalayacağınız, ikisi ara-
sındaki o fark küfür farkıdır!
Eğer fuadınız “ben varım ve muhtarım”a uy-
gun analiz ve sentezleri yapar, onlara sahip çı-
kar ve kalbe de onu gönderirse, kalb de nefsin
şerrinin perdesi altında esarette ise, sonuç sanki
kalbden geliyormuş, kalbden yansıyormuş gibi
olur. Ama değildir! Bakın, bir ışığı yansıtan bir
aynayı bir cismin önüne koyunuz. Yani aynayı
cismin önüne koyup onunla o cismi örtünüz.
Cismi örtüp sakladığınız için, ışık bu noktaya
ulaşıp ta yansıdığı zaman, uzaktaki birisi ışığı
cisimden yansıyor sanabilir. Oysa cisim aynanın
arkasında sakladınız, örttünüz onu. İşte nefsin
şerri de kalbi öyle örter, saklar, duygu ve düşün-
celeri onun üstünden beyne yansıtır ve beyin de
o emri alır! Kalb ben varım ve muhtarım fikri-
ne sahip çıkarsa beyne onun emrini gönderir ve
beyin onun fiillerine bürünür; yürüyüşü, duruşu,
beden dili ona döner. İşte o küfür tefekkürüdür.
Bu yüzden, az önce yaptığımız o tefekkür için
tövbe edelim; Allahım anlamak için yaptığımız
birinci cümlenin tefekküründen dolayı bizi bağış-
la ya Rabbi. Fuadımız anlasın, antrenman yap-
sın diye o tefekkürü yaptık Ya Rabbi. Hâşâ! Bir
ayette, Rabbi Hazreti İsa’ya; “sen, ben ilahım mı

46
YILMAZ DÜNDAR

dedin, annem ilah mı dedin, ben Onun çocuğu-


yum mu dedin?” dediğinde, “hâşâ, ya Rabbi der
miyim öyle şey” diyecek, biz de o ayetten esinle-
nerek öyle diyelim: Ya Rabbi, der miyiz öyle şey?
Hâşâ! O tefekkür fuadımız öğrensin diyeydi! Bi-
iznillah BEN, “var görünenim” Allahım.
Evet, şuna da dikkat etmelisiniz; hangisinin
tefekküründe zorlanıyorsunuz, incelemelisiniz!
Ve ikisi arasındaki farkı iyi tesbit edip kendini-
ze doğru cevap vermelisiniz! Cevabınız; “birinci
cümleyi kolay tefekkür ediyorum ama ikincisi-
ni bir türlü kavrayamıyorum, anlayamıyorum”
mu? Çok doğal! Esfele safiliyn yapının tefekkü-
rünün kolay gelmesi çok doğal! O zaman demek
ki kurtulmanız gereken “İz”ler var! O izleri bulup
kendinizde tesbit etmelisiniz.
Bir şeyi düşündüğünüzde mekanizma şöyle
çalışıyor: Tefekkür yaparken fuad ilminizdeki
potansiyel ve tercihlerinizden yararlanarak ana-
liz ve sentez yapıp bir fikir oluşturuyor. Bu fikri
benimsediğinizde fikir kalbte tesbitleniyor ve
beyin bu tesbit doğrultusunda hareket ederek
organlara emrini ona göre veriyor. Küçük bir
antrenmanını yaptığımız bu sistem kendiliğin-
den çalışır!
Önemli olan şudur ki; bu sistemde LÜB nuru
yoksa, yapılan analiz ve sentezin sonucu bellidir.
Çünkü sadr’a esfele safiliyn yapı hâkim olduğu
için sonuç da bellidir. Hayatta bunun örnekleri
vardır. Bir yeri birileri yönetiyordur ve siz oradan
ne karar çıkacağını bilirsiniz, ne karar çıkacağı
belli dersiniz. Niye? O masada oturan belli çün-

47
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

kü! Adil değil, demokrat değil, faşizan bir yapısı


var. O zaman oradan ne karar çıkacağı bellidir
İşte nefsin şerri de faşisttir, faşizan karar verir.
Bu mekanizmadaki önemli bir şey de şudur:
Fuad, LÜB nurunun gösterdiği yolda çalışırken
kalbi Haşyetullah ile tanıştırır. Şöyle açalım;
fuad Hakk yolda; Rabbine yönelmiş olarak ana-
liz ve sentez yapıp, Rabbine yönelmiş fikirler
ürettiğinde bunu da kalbe kalıba döktüğünde,
kalıp titremeye sallanmaya başlar; Haşyetullahla
tanışır! Bu yüzden, Haşyetullah LÜB nurunun
sadrdaki savaşçısıdır. Bunu bir benzetmeyle
anlatalım da çok kolay anlaşılsın inşaAllah.
Vücuda bir mikrop girdiğinde savaşçı hücre-
ler; lökositler veya bağışıklık hücreleri gider onu
bulurlar ve onu organizmaya zarar vermeyecek
hale getirirler. Onu ya yok ederler ya da hiç ol-
madı etrafını çevirip hapsederler. Veya vücut-
tan dışarı atarlar. Hani, çıban çıkar da boşaltılır,
içi temizlenir ya, işte o yolla vücudun uygun bir
noktasından dışarı atılır. Bu savaşçı hücreler gibi;
Haşyetullah da SADR’da LÜB’ün savaşçısıdır.
Haşyetullah dillendirilince; hadis gereği sa-
bah ve akşam salâtlarından sonra okuduğunuz
Haşr Sûresi 21. Ayete bakalım: “Eğer şu Kur’anı
bir dağın üzerine inzal etseydik, elbette onu
“Allah haşyetinden” dolayı huşu ederek çat-
layıp parça parça olduğu halde görürdün.
İşte bu misalleri insanlara tefekkür etsinler
diye darb ediyoruz.” Bu yüzden veriyoruz bu
misalleri!
48
YILMAZ DÜNDAR

Evet, gördüğümüz tanımlarla baktığınızda


ayetin “ne demek istediğini” ne kadar kolay çö-
zeceksiniz bakın. “İnsanlara tefekkür etsinler
diye”nin manası nasıl anlaşılır hale gelir şimdi.
Hatırlayınız, Hakk yolda tefekkürü ve bunun
fuadla ilişkisini gördük. Hakk yolda tefekkür;
fuadın Hakk yolda analiz ve sentez yapması-
nın ismidir! Bu yüzden çok önemli bir ibadettir.
Çünkü oradan çıkacak fikirler kalıba dökülecek
ve böylece yeni suretlerimiz olacak Hakk yolda!
“Tefekkür” bunun için önemlidir; fuad çalışsın,
yeni kalıplara yeni fikirler döksün ve sizden o
yeni fikirlere uygun suretler çıksın! Demek ki,
Kur’an’daki ayetlerin, verilen misallerin bir öne-
mi de; tefekkür etmemiz için olmalarıdır. Yani
fuadımızı çalıştırmamız için!
“Eğer Kur’an hakikatini dağın üzerine in-
zal etseydik haşyetten parçalanırdı.” Bu kısım
da bizim için önemli bir ipucudur! SADR’ı nefsin
şerri yönetirken orada “ben varım ve muhtarım”
dağı vardır. “Kendisini Kaf Dağı’nda sanıyor” de-
nir ya. Hatta “küçük dağları ben yarattım” sa-
nıyor, “yürüyüşüne bak!” denir. İnsan açısından
baktığınızda buradaki dağ; sizdeki Sözde Tanrı-
lık İddiası’dır. O zaman bu ayete bakışımız na-
sıl olur: Eğer sen Kur’an’ın hakikatini o iddianın
üstüne koyar da Kur’an’ın hakikatini o iddiayla
tanıştırırsan, o tanrılık iddiası paramparça olur.
Eğer fuad, Kur’an’ın hakikatiyle tanrılık iddiasını
çarpıştırırsa o iddia orada paramparça olur. Peki
öyle olunca ne olur? Sonuç; “HAKK geldi, BATIL
rezil oldu” olur.
49
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

Fatır Sûresi 18. Ayet Efendimiz’e diyor ki; “sen


ancak; “Bil gayb Rablerinden haşyet duyan”
ve salâtı ikame edenleri uyarırsın!”.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in üzün-
tüsü üzerine Rabbi ona; “Habibim, nerdeyse
hasta olacaksın; seni dinlemiyorlar, alaya alı-
yorlar, açıkladığın hakikate geri dönüyorlar
diye hasta olacaksın. Sen ancak Bil gayb Rab-
lerinden haşyet duyan ve salâtı ikame eden-
leri uyarırsın”. Demek ki kalbin tanışacağı Haş-
yetullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in
uyarılarını kabullenmemiz, anlayabilmemiz ve
uygulayabilmemiz için de çok önemli! Çünkü
“ancak onları uyarabilirsin” diyor. “Sen Allah’ı
sevenleri uyarırsın” demiyor, dikkat ediniz!
İslamiyet’i insanlara yanlış bir şekilde “sevgi seli”
gibi anlatmaya çalışıyorlar, onlar Uzakdoğu fel-
sefelerini insanlara “İslam” adı altında sunmak-
tır. Bu anlatım tarzı insanların sadrlarını yöneten
nefsin şerrine çok hoş gelir; “işte benim aradığım
buydu” der. Doğru, nefsin şerrinin aradığı oydu!
Kişi o anlatılanı “din” zanneder de rehavete dü-
şer...
Yasin Sûresi 11. Ayet: “Sen ancak, Zikre tabi
olan ve Bil gayb Rahman’dan haşyet duyanı
uyarırsın. Onu bir mağfiret ve kerim bir ecir
ile müjdele”. Burda bir önemli şey daha öğre-
niyoruz. Uyarılan kulun halini şöyle düşünelim:
Kul müttaki olsun, korunsun diye korkuttun,
uyardın, kul da tedbirini aldı. İşte o zaman; artık
onu müjdele diyor. Yani sonsuza dek “korkut!”
demiyor. Korktu ve tedbirini aldı, öyleyse onu
50
YILMAZ DÜNDAR

müjdele. Neyle? Bir bağışlanma ve kerim bir


ecir ile müjdele.
Haşyetullahın önemini dile getirdik, şimdi
de kafamızda, beynimizde onu netleştirelim,
yani tanımlayalım. Çünkü tanımlayamadığınız
şeyi yapamaz, uygulayamazsınız. Bu yüzden, ta-
nım, bir şeyi tanımlamak çok önemlidir. Bir şeyi
tanımlayacaksınız ki netleşsin. Peki, bu tanımı
kime yaptırtacaksınız? Fuadınıza! Fuad o tanımı
yapacak ve kalıba dökecek. Şimdi fuadı çalıştı-
ralım, sonra kalıba dökelim inşaAllah.
Dünyada yaşayan kulun bir dünya yaşan-
tısı ve bu yaşantı sırasında oluşan deneyimleri
vardır. Dünya yaşantısı ve bu yaşantıyla oluşan
deneyimlerin hepsini bir potaya koyarsak, o kişi
için, o kul için buna “dünya ilmi” diyebiliriz.
Çünkü yaşantısına göre bir dünya ilmi edindi.
Bu dünya ilminin o kişide bir duygusu oluşur.
Yani bir ilim vardır, bir de o ilmin oluşturduğu
hissiyat vardır. Bu yüzden, dünya ilmi duygusu
içerisinde, yani o kişinin dünyaya ait yakaladığı
hissiyat içerisinde kin, nefret, korku, sevinç, telaş,
heyecan, sevgi, samimiyet gibi duygular vardır.
Kişi bu duyguların ne olduklarını, nasıl oldukla-
rını yaşayarak öğrendi. Yaşamak bir nevi ilim
edinmek demektir! Demek ki, kendimizi içinde
bulduğumuz dünya yaşantısında, ister istemez
“dünya ilmi” sahibi olunuyor ve bu ilmin de
“duygusu” oluşuyor. Kişi kendini tarif ederken
bu duyguya göre tanımlıyor zaten.
İşte bu dünya ilmi ve duygusunun oturduğu
bir taban, bir platform vardır ki; o cinsellik ve
51
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

öfkedir. Dünyaya ait ilmi besleyen, onu coştu-


ran ve motive eden bu platformdur; cinsellik
ve öfkedir. Çok başarılı bulunan roman, film, şiir
gibi şeylere, reyting yapan şeylere lütfen bakın;
hepsinin öfke ve cinsellik üzerine kurulduğunu
göreceksiniz! Cinselliği çok ele almadık. Ancak
bilmeliyiz ki, cinsellik yalnızca seks demek de-
ğildir. Cinsellik bir platformdur, ama “nasıl bir
platformdur?” onu ileride detaylı ele alırız in-
şaAllah. Çünkü; görmek lazım ki kurtulunsun!
Kurtulmak için görmek lazım! Ama şimdilik bi-
lelim ki; dünya ilminin platformu budur; öfke
ve cinsellik!
Bu böyleyken bir kula bu ilimle buluşmak
nasib olmuş ve bunun içine girmişse: İşte bu
ilmin içindeki bir kul LÜB ikramıyla imanını
deklare eder ve Yaradan’ını tanımaya başlarsa,
onda yaşantısına hiç uymayan “yeni bir ilim”
başlar; “daha önce şöyleydim, şimdi böyleyim”
dediği haller başlar. Çünkü onda yeni bir ilim
başladı! Onda başlayan Allah İlmidir! Bir kişide
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in açıkladı-
ğı “Muhammedî Hal”le öğrenme başladığın-
da yeni bir ilim başlamış demektir ki; o Allah
İlmi’dir. Kul girdiği Allah İlmi içerisinde Allah’ı
tanır. Bu sefer Allah ilminin ve Allah’ı tanımanın
kazandırdığı yeni bir hissiyat başlar ve “Allah
korkusu, Allah sevgisi, Allah rızası” gibi hisler-
le, arzularla tanışır, hayatına bunlar girmeye baş-
lar! Elbette böylece, “bir hissiyattan başka bir
hissiyata” geçer, geçmesi gerekir ve bunu hızlıca
yapmak gerekir ki; işte buna Esas Hicret denir.
Kişi o ilimden bu ilme hicret eder.
52
YILMAZ DÜNDAR

Hicret edenlerin haliyle ilgili bir ayet var.


“Hicret edenler ölürken, ecelleri geldiğinde onların
yanlarında, onların ölümleriyle onlarla ilgilenen,
onların ölümünü misafir kabul eden Allah’tır”
anlamında bir ayet var. Bu hicret bu kadar
önemlidir ve bu Allah yolunda hicrettir! Hic-
retin bir zahiri vardır [ve çok önemlidir] bir de
batını. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bize
hem zahirini hem batınını göstermiştir! Hicret-
le ilgili mücadeleyi bir savaş dönüşünde; “kü-
çük cihattan geldik büyük cihada gidiyoruz”
diye bildirmiştir! Yine esas hicretin; küfür hali
ve yaşantısından, yani dünyanın cazibesinden
Allah’a sığınmak, Allah’a geçmek olduğunu bize
bildiren ayet ve hadisler vardır. Dünya ilmi ve
duygusundan hicret edeceğimiz “yeni bir ilim”
başlar ki bu Allah İlmidir. Her ilmin bir duygusu
olduğu gibi, artık bu ilmin duyguları oluşmaya
ortaya çıkmaya başlar. Lütfen dikkat ediniz:
Allah ilminin duygusuna, duygu bütünü-
ne Haşyetullah denir! Haşyetullah; salt korku,
yani yalnızca korkmak değildir! Allah İlmi’nin ve
Allah’ı tanımanın sizde oluşturduğu duygunun
hissiyatın adı Haşyetullah’dır. Bunun platformu
ise; Allah’tan sakınmak, Allah’tan korkmak
ve Allah’tan utanmak duygularıdır; Haşyetul-
lah Platformu budur! Bu yüzden, haşyetullah
ele alınırken daha çok ve en fazla “korku” dile
getirilir. Bu noktada karıştırılan nedir peki? Şim-
di lütfen fuadınıza emir verin, kıyasını yapsın
ve kalbe çabuk emir versin de kalıbı döksün:
Dünya İlmi’yle tanıdığınız, öğrendiğiniz korkuyla
53
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

Allah’tan korkulmaz! Haşyetullah için anlatılan


Allah Korkusu o değildir. Allah Korkusu, sizin
dünya tecrübenizle, dünya ilmiyle yakaladığı-
nız duygular kapsamdaki bir korku değildir!
Ama “yanlış yapmayayım” diyor ve yanlış yap-
mak istemiyorsan, o korkuyu da Allah’a yönelt,
o korkuyu da Allah’a çevir ki; orada yerini bul-
sun! Anladık ki, Haşyetullah kapsamındaki Allah
korkusu bize “yeni gelecek bir hissiyat”tır, daha
önce bildiğimiz bir hissiyat değil! Allah ilmiyle
tanıştıktan, Allah’ı tanımaya başladıktan sonra
oluşacak bir hissiyattır o! Çünkü Haşyetullah,
Allah İlmi’nin duygusudur. Şimdi, yaşantıdan,
ama çok fark etmediğimiz bir ipucu verelim:
Diyelim ki, insanlar toplumsal bir yanlışı ne-
deniyle bir kişiden rahatsız oldular ve o kişiyi de
inancı yönünden eleştirecekler. Sitem ve eleşti-
ri için ona bir söz söylerler. Onu bu yanlışı yü-
zünden eleştireceklerinde kurdukları cümleye
lütfen dikkat edin; sende hiç Allah korkusu
yok mu? “Sende hiç Allah’tan utanma yok mu,
Allah’tan utanmadın mı?” denir. O yanlış yapana
kızarken “sende hiç Allah sevgisi yok mu?” diye
kızmazlar değil mi? “Sende hiç Allah korkusu
yok mu, hiç mi Allah’tan korkmadın?” denir! Bu
cümleyle bilmeden, farkında olmadan itiraf edi-
lir ki, kişiye doğruyu yaptırtacak şey korkudur!
Ama bu, Haşyetullah’ın içerisindeki korkudur!
Bunu şöyle bir şeye benzeterek tanımlamaları
bitirmiş olalım.
Bir büyük orkestra düşününüz; çok sesli, çok
enstrümanlı bir klasik müzik orkestrası. Bir mü-
54
YILMAZ DÜNDAR

ziği çaldıkları zaman onlardan tek bir ses, tek


bir melodi çıkar ve en fazla da onu seversiniz.
Zaten kişi orkestranın karşısına onu dinlemek
için geçer. Bu esnada, bazen müstakil, bazen solo
ama onu tamamlayan enstrümanları da içinde
dinlersiniz; kısa olmak kaydıyla! O bütünlüğü
bozmadan, o bütünlüğün içinde, hatta o bü-
tünlüğü tamamlayan bir şekilde onları da dinler
kişi. İşte; siz Allah İlmi’ni öğrendikçe bu enstrü-
manlar artar, çeşitlenir. Tanıdıkça artar… İşte bu
enstrümanların çaldıkları tek bestenin, tek ortak
bestenin, tek sesin adıdır Haşyetullah! Onun
tek sesi! Oradaki; Allah sevgisi, Allah korkusu,
Allah utanması, Allah sakınması gibi bütün duy-
guların, neler varsa hepsinin ortak sesinin ismi-
dir ki Haşyetullah! O tek bestenin ismidir ki Haş-
yetullah! Kolay kavranması için örneğimize şunu
da ekleyelim:
Bu orkestrada sık sık solo yapan korku ens-
trümanıdır. Dinleyici uyumasın diye çeki düzen
verir! Geçmişte Avrupa’da bu yapılmış. O dö-
nemde konserlere gitmek soyluların bir nevi
görevleri! Bu yüzden, kimi zaman isteyerek git-
miyor, yorulmuşsa da orada uyukluyor. İşte, on-
lar uyumasın diye, bestelerin arasına arada bir
davul sesi koyuyorlar! O kuvvetli bir vuruyor,
kişiler uyanıyor, yeniden dinlemeye başlıyor. Bu-
nun gibi, korku enstrümanı da uyanık tutmak
için önemli; müttakiyi uyanık tutmak için! Eğer
siz “insanlara dini hoş göstereceğim” diye, onun
içerisinden beşeri duygularınızla korkuyu çıkarır
kendi zannınızla bir tarif yapar ve “herşey sevgi-
55
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

dir efendim, sevgidir efendim...” diye sevgi ens-


trümanını çok çaldırırsanız müttakilerin hepsi
uyur, uyurlar! Şeytan da bunu istiyor; uyusunlar!
Demek Haşyetullah Allah İlmi’nin duygusu!
Haşyetullah’ın bir sesi, sesli ifadesi vardır.
Haşyetullah’ın sesli ifadesi Allahuekber’dir! O,
Haşyetullah’ın seslenişi, sesli dile getirilişidir:
Allahuekber! Bu yüzden, özellikle ve öncelik-
le salâtta Allahuekber’lerinizi yerine koymaya,
manaca yerine koymaya gayret ediniz!
Allah ilmi duygusu olan Haşyetullah’ı yaşa-
yan Kul’un, bu halini sesle “Allahuekber” diye
dile getiren Kul’un bir Beden Dili vardır. Onun
beden dilinin, bedeninin görünüşünün ifadesi
huşûdur! Huşû odur! “Onlar salâtlarını huşu
içerisinde ikame ederler”; yani onlar pür
haşyetullah içerisinde, haşyetten kütük gibi
olmuşlar. İşte Allahuekber o haşyetin, o kütü-
ğün gıcırdama sesidir! “Allahuekber” haşyetin
sesidir. Haşyetin beden dili ise “huşû”dur. “Huşû
içerisinde…” denilen budur! Aksi halde, huşûyu
Uzakdoğu rahiplerinin duruşu zannederseniz o
felsefelere aldanırsınız. O düşüncelerin hiçbirisi,
onların hiçbir açıklaması Muhammedî olamaz!
Tanımladığımız Haşyetullah’ın parampar-
ça ettiği “dağ”a gelelim şimdi de: O dağ; kulda
“varım ve muhtarım” iddiasının sonucu orta-
ya çıkan Sözde Tanrılık İddiası’dır ki, bu dağın
parçalanması sonucu kul İhlaslı olur; İhlâslı Kul
ona denir. O dağ, o tanrılık dağı parçalanmış-
sa, fonksiyonsuzlaşmışsa o zaman ihlâslı olunur.
56
YILMAZ DÜNDAR

Aksi halde, ihlâslı olmak kişilerin birbirine karşı


samimi olmaları, art niyetli olmamaları değildir,
öyle duygularla ilgili değildir. Haşyetullah’ın siz-
deki Sözde Tanrılık İddiası’nı paramparça et-
mesi ve sizin huşu beden diline girmeniz sizin
ihlâsınızdır, işte siz o zaman ihlâslı olursunuz!
İşte, bütün bu bilgi ve hallerle fuad ve kalbin
“görüyorum” demesi Kul’un ihsan sahibi ol-
masını sağlar. Hani tarihte birisi “eureka eureka”
diye, “buldum, buldum” diye koşup çıkmış ya, ni-
hayet öyle olur! Fuad ve kalbin çalışmaları sonu-
cu “kalbin gözü”ndeki katarakt kalkar, kalb net
görmeye başlar ve “görüyorum” der. İşte fuad ve
kalbin “görüyorum” demesi Kul’un ihsan sahibi
olmasını sağlar.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyu-
ruyor ki; “Allah’ı görüyormuş gibi yaşayın
ve ibadet edin. Siz O’nu görmüyorsanız da
O’nun sizi gördüğünü bilin. “O’nun sizi gör-
düğünü bilin”, bu da bir diğer derecedir ve bize,
hiç değilse böyle yapın diye önerilmektedir. Bu
makamdır, İhsan Makamı’dır! Demek ki, fuad
ve kalb nihayet “görüyorum” der ve bu durum-
da Kul “İhsan Sahibi” olur.
Biraz önce Allah İlmi’ni ve duygusunu ele
aldık, peki “alim” kime denir? Çünkü ayetlerde
“alimler” ifadesiyle karşılaşacaksınız. Bakın Fatır
Sûresi 28. Ayet: “Kullardan ancak âlimler haş-
yet duyarlar”. Bu ayeti görünce, “efendim, biz
âlim mi olacağız” demeyin! Allah İlmini düşün-
düğümüzde, Kur’an’ın bahsettiği âlimlerin da-
ğıtılan “profesör sertifikaları” ile ilgisi yoktur! Bir
57
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

kişi “B” İmanı”nı deklare etti mi, Kur’ana göre


âlimdir, alim bir kuldur ve en ordinaryüs profe-
sörden daha önemlidir.
Bir hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi vesel-
lem buyuruyor, öğretiyor ki; “hikmetin başı Al-
lah korkusudur”.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem yine
bir başka hadiste; “Allah’ı en çok tanıyanı-
nız, Allah’tan en çok korkanınızdır. Ben ise
O’ndan en çok korkanınızım” buyuruyor.
En’am Sûresi 125. Ayet: “Allah kime hidayet
etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar, ge-
nişletir. Kimi de saptırmayı dilerse, onun da
sadrını darlatıp zorlaştırır ki, o sanki semada
yükseliyor gibidir. Böylece Allah iman etme-
yenler üzerine pislik, azab çökertir”.
Zümer Sûresi 22. Ayet: “Allah kimin sadrını
İslam’a şerh etti açtı genişletti ise o Rabbinden
bir nur üzere değil midir? Allah’ın zikrinden
kalbleri kasvetlenenlere veyl olsun! İşte onlar
apaçık bir sapıklık içindedirler.”
Bu ayetleri ve hadisleri açıklamalarımızı bun-
lara dayandırdığımız için veriyoruz. Dikkat eder-
seniz, bunları hepsini vurguladık: Allah’ın hi-
dayet etmesi kulun sadrının İslam’a açılması,
sadrının genişletilmesiyledir, bu da Rabbinden
bir nurla mümkündür! Çünkü ayetler bunun
böyle olduğu bildiriyor. Peki, bu ayetleri okuyan
kul bu ayetler karşısında ne demeli, kendisini na-
sıl ifade etmelidir?
58
YILMAZ DÜNDAR

Sebe Sûresi 50. Ayet: “De ki, eğer saparsam


ancak kendi nefsimin aleyhine saparım. Eğer
doğru yolu bulursam Rabbimin bana vah-
yettiği şey iledir. Muhakkak ki O Semiyun
Gariyb’dir”.
En’am Sûresi 125. Ayetten sonra; “Allah kime
hidayet etmek dilerse onun sadrını İslam’a
açar, genişletir” ayeti gelince sorulan sorularla
oluşan bu hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellem’e soruyorlar; ey Allah’ın Rasulü, göğüs
sadr açılır mı? Efendimiz buyuruyor; “evet”.
“Alameti nedir?” diyorlar. Efendimiz buyuruyor;
“Aldanma yurdundan uzaklaşmak, ebediyet
yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüm
için hazırlıktır”. Dikkat edin lütfen; Efendimizin
bahsettiği aldanma yurdu özellikle “dünya”dır!
Şimdi yeri gelmişken sadrın daralması ve
genişlemesine de bakalım. Örneğin sadr ile ilgili
olarak ayette diyor ki; “kimin sadrını şerh et-
mek dilerse onun sadrını İslam’a açar, sadrını
İslam’a genişletir. Kimi de saptırmayı dilerse,
onun da sadrını darlatıp zorlaştırır…” Yani
sadrın genişlemesi yalnız imanlılarla ilgili değil!
Küffarın da sadrı genişler! Eğer sadrı “nefsin şer-
ri” yönetiyorsa sadr o doğrultuda genişler! O ki-
şinin sadrı Hakk’a karşı daralır, ama batıla karşı
genişler, Allah muhafaza etsin. Mesela bir yerde
geziyor, bakar bazı masalarda yanlışla meşgul
olanlar var; içi açılır, göğsü genişler; “oo, bizimki-
leri bulduk” der! Doğru “bizimkileri” buldu! Bakın
sadr genişledi, ama batıla! Mü’minin göğsü ise
batıla karşı daralır, Hakk’a karşı genişler.
59
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

Bir de üçüncü bir sadr hali vardır ki; bu sad-


rın her türlü hale karşı açılımı ve geniş olması
demektir! Ama Rahmanî yönde! Peki, bu ne de-
mektir? İşte bu İnşirah Sûresi’nde Efendimiz sal-
lallahu aleyhi vesellem’e söylenendir. Rabbi ona
sesleniyor ya; “sadrını genişletmedik mi?” diye,
işte öyle derken buyrulan bu üçüncü haldir.
Buraya kadar temel bazı kavramları birlikte
paylaştık, şimdi de Sadr Sistemi’nin Hakk yolda
çalışmasını sağlayan nurlarla devam edelim.
Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonu’nun
Hakk yola çevrilebilmesindeki, onun Rabbine
yönelebilmesindeki temel faktör o Kul’un Bil-
lahi anlamındaki imanıdır. Kul Billahi anla-
mındaki imana ulaşmamışsa Sadr, Kalb, Fuad
Lüb Organizasyonu’nun yönetimi Rabbine
yönelmez. “Rabbine yöneliyormuş gibi” çeşitli
davranışlar ortaya koyar, ama aslında Rabbine
yönelen yola, Hakk yola giden yola girmemiştir!
Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonu’nun Hakk
yola girebilmesi, Rabbine yönelebilmesi için
Billahi anlamındaki iman birinci şarttır. Nedir
bu? Bu “Amentü Billahi”dir! Bu yüzden, İmanın
Şartları diye bildiğimiz anlaşma şartlarının ilki
budur; Amentü Billahi. “Amentü Billahi”siz ol-
maz, önce Amentü Billahi! “Amentü Allahi” değil
Amentü Billahi! Bu organizasyonun Hakk yola,
yani Rabbine yönelmesi Amentü Billahi ile baş-
lar. Peki, bunu sağlayacak olan nedir?
Bu organizasyonun Rabbine yönelmesini
sağlayacak, ona “Amentü Billahi” dedirtecek şey
ise Rabbinden doğrudan bir nur olan İman
60
YILMAZ DÜNDAR

Nuru’dur. Yani bu organizasyonun içerisine


İman Nuru dâhil olmalıdır. Bu organizasyonun
içerisine İman Nuru dâhil olmadığı sürece bu or-
ganizasyonu nefsin şerri yönetir, daima! Ve bu
yönetimden kurtulmak mümkün olmaz!
Hatırlayacaksınız, ayetlerden anlatmıştık ki;
bu organizasyonun içerisinde İman Nuru’nun
tesiri kalbedir. Kalb dediğimiz vücudun kalbidir,
ama asıl o kalbin irtibatta olduğu kalıp, Kulun
Kalbı önemlidir. Kalp ve kalb! Demek ki, iman
nurunun tesiri kalbe! Peki, kalbe, yani bu kalba,
bu kalıba iman nuru tesir edince ne olur? Kalb,
Hakk yolda tesbit edilmiş sözlere, bilgilere sahip
olur. Kalbe tesbit edilmiş, kalp edilmiş Hakk
yolda sözlere; Hakk yolda bilgilere sahip olur.
“Hakk yolda tesbit edilmiş bilgilere sahip olur”
şu demektir: Kalb, Hakk yolda amel için “emir
bilgi”lere sahip olur. Yani ancak o zaman kalp
“Hakk yolda amel için” emir bilgilere sahip olur!
Amel için emir bilgi, “âminû” ve “amilüs saliha-
ti” halini sağlar.
Ayetlerde daima “kurtulmuş kişilerin özel-
likleri” olarak belirtilen “âminû” ve “amilüs
salihati” hali ancak; iman nurunun kalbe tesir
etmesi, o kalbin Hakk Bilgi’yi tesbitlemesi ve o
bilgilerin amele dönecek hale gelmesiyle, yani
amel için emir verecek bilgi haline gelmesiyle
mümkündür. Bakın şimdi şu hadisi hayatımız
için daha anlamlı bulacağız. Efendimiz sallalla-
hu aleyhi vesellem buyuruyor; “bildiği ile amel
eden kimseye Allah bilmediğini öğretir”. Bu
hadisten çıkan bir anlam da; bildiklerinizle amel
61
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

ederseniz kazanacaksınız demektir. Kazanılacak


olan nedir peki? Allah’ın size sunacağı yeni bil-
giler! Bu yüzden, yeni bilgileri kazanmanın yolu,
bildiğinle amel etmektir, bildiğini amele çevir-
mektir! Çünkü seni ilerletecek olan şey ameldir!
Öğrenmiş olduk ki; kalbi tesirinde tutan
İman Nuru! Bu nurun nasıl bir açılım yaptığını
da birkaç cümleyle belirttik. Gelelim sadra, sadrı
tesirinde tutan nedir? Sadrı tesirinde tutan ise
İslam Nuru’dur. Sadr İslam nurunun tesiri al-
tındadır ve İslam Nuru, bu mücadelede sadrın
başarısını yükseltir. Sadrın Hakk yolda başarılı
olmasını, Hakk yolda ilerlemesini İslam Nuru
sağlar. Kalb amel edebileceği bilgileri iman nu-
ruyla kalbe kalbeder. Bu kalbediş, bu tespit ediş-
ten sonra kalb beyne bu doğrultuda emir verip
beyin bunu amele çevirdiğinde sadr İslam Nuru
etkisine girer. Ve İslam Nuru sadrı Hakk yola
ulaşması için yükseltir...
Sonra devreye fuadın daha aktif çalışma-
sı girer. Fuadın daha aktif çalışması şudur ki;
gelinen bu hal, fuada “sıran geldi, haydi daha
aktif çalış” der. Aslında organizasyon üyelerinin
hepsi sürekli faaliyettedir ama sakladıkları esas
bilgiler, onların aktif olmalarını gerektirecek
durumu bekliyordur. O bilgiler aktif olmalarını
gerektirecek sinyali bekler! İşte, kalb ve sadrın
anlattığımız çalışmalarıyla fuad motive edilmiş
olur. Böylece, fuadı tesirinde tutan Marifet Nuru
fuada tesirini artırır.
Demek ki; kalbe tesir eden İman Nuru, sad-
ra tesir eden İslam Nuru ve fuada tesir eden ise
62
YILMAZ DÜNDAR

Marifet Nuru! Demek ki; analiz sentez yapan ve


kalbin görmesini sağlayan, yani kalbin göreni
olan fuada tesir eden Marifet Nuru’dur. Bu nok-
taya gelince marifet nuru fuada etkisini artırır.
Fuad, analiz ve sentezlerinde marifet nuru-
nun sağladığı açılımlarla kafa gözüne; “aslında
gören sen değilsin, gören beyin! Sen nasıl görmek
için beyinden yararlanıyorsun, şimdi de gel kalb-
den yararlan” der, ona yol açar! Daha önce kalb
kördü, bu yüzden kafa gözü görmek için kalpten
yararlanamazdı! Ama fuad; marifet nurunun te-
siriyle çalışmaya başlayıp da beyne ve göze; “gör-
mek için artık kalpten de yararlanabilirsin” sin-
yallerini sağladığında, işte o zaman kalp âmâ
olmaktan kurtulur. Ve aslında “Basiret” dedi-
ğimiz bu görme, kalpte fuad sayesinde böylece
başlamış olur.
Daha sonra, kişi bildikleriyle amelde ısrar ve
sabra devam ederse (ki etmelidir ve eder de!)
işte o zaman Allah ona bilmediklerini öğretir!
Zaten saydığımız bu olaylar, kişi bu tabiatta ol-
duğu için cereyan ediyordur. Yolun herhangi
bir yerinde işi bırakıp; “tüh ya, biz fuadla boşu-
na çalıştık” diyecek bir yapıda değildir, zaten bu
tabiatta olduğu için bu akışla gider. Biz sadece
bir prosedürü anlatma sadedinde; kişi bildiğiy-
le amelde ısrar ve sabra devam ederse, Allah
ona bilmediklerini öğretir diyoruz.
Bu ikisi önemlidir; ısrar ve sabr. Israr ve
sabr… Israr bildiğinle amel etmek, amel etmeye
devam etmektir! Peki, sabr? Bir kere katlanmak
demek değil. Sabr; Allah’ın hükmünü beklemek
63
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

demektir. Biz normal yaşantı içerisinde sabr ke-


limesini kullanırken, bir şeylere dayanmak, kat-
lanmak, birilerinin yükünü çekmek gibi kulla-
nırız, Muhammedî sabr öyle değildir! Kur’ana
göre sabr; Allah’ın hükmünü beklemek demek-
tir, Allah’ın hükmünü beklerken geçen süreye
sabr denir.
Başlarken dedik ki; İman Nuru kalbi tesiri al-
tına alır, sadr ise İslam Nuru’yla başarı elde et-
meye çalışır. Yani kalbe bilgi gelir, tesbitlenir ve
amel üretilir; yani bilgiler amele dönüşür. Ne-
den? Çünkü bu mekanizma çalışıyor; kişi bildi-
ğiyle amel ediyor, bildiğiyle amel ettiği için Allah
bilmediklerini ona öğretiyor. Bakın, fuad saye-
sinde görmeye başladı, artık müşahede nokta-
sına geldi. Dolayısıyla onun bildiği; artık sadece
duyduğu değil, gördüğü olmaya başlar! Şimdi
de bu noktadaki bildikleriyle amel etmeye baş-
lar. Prensip yine aynı; bildiğiyle amel!
İşte böyle yapmakla, yani bildiğiyle amelde
ısrar ve sabra devam etmekle o Lüb’ü motive et-
miş olur. “Lüb” zaten faaliyette, ama esas işine,
etkisini yüksek düzeyde göstermeye sıra gelmiş-
tir! Bu işte hedefi “12”den vuracak olan Lüb’tür,
işte şimdi onun sırası gelmiştir. Bu nedenle Lüb
daha aktif çalışmaya başlar. Peki, Lüb’e tesir eden
nedir? Lüb’ü tesirinde tutan Tevhid Nuru’dur.
Kul bu hale gelince, Tevhid Nuru Lüb’ü motive
eder ve Lübün fuada, kalbe, sadra tesiriyle öyle
olur ki; bu durumda Tevhid Nuru sadrın tama-
mını kaplar. Bu hal Tevhid Nuru’nun özelliğidir!
64
YILMAZ DÜNDAR

Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuru-


yor ki; “el kanattır, iki ayak postacıdır, iki göz
yardımcıdır, kulaklar toplayıcıdır, ciğer rah-
mettir, dalak gülüştür, akciğer nefestir, kalb
ise hükümdardır. Hükümdar iyi olursa asker-
ler iyi olur, hükümdar bozuk olursa askerler
de bozuk olur”. Kalbin bozuk olması, hükümdar
olan kalbin bozuk olması ne demektir? Kalbin
bozuk olması; Yaradan’ından gafil olması, O’na
karşı âmâ ve cahil olması demektir. Kalb; Yara-
dan’ından gafil, Allah’a karşı âmâ ve bilgi olarak
da cahilse bozuktur; hükümdar bozuk demektir.
Bu durumda şu hadis bize neyi anlatıyor; “dili bil-
gili, kalbi cahil münafıktan Allah’a sığınırız!”.
Aslolan iman nuru olduğu için, kalbteki iman
nurunun kuvvetli olması ve devamlılığı diğer
nurların tetikleyicisidir. İslam nuru, iman nuru,
marifet nuru ve tevhid nuru diye farklı nurlar-
dan bahsediyoruz gibi olsak da, aslında tek bir
nur vardır; bu da kalbteki iman nurudur! İman
Nuru fuadda çalışırken; oluşan işlevden ve bu
nurun tesiriyle çıkan oradaki bilgilerden dolayı
nurun ismi ve özelliği değişiyor, Marifet Nuru
oluyor. Yine aynı nur Lüb’de çalıştığı zaman; Lüb
ortamında, Lüb hakikatinde o nur değişir, Tev-
hid Nuru olur. Ama hepsi aslında tek nurdur ve
esas nur, kalbe ilk gelen nur İman Nuru’dur.
Konuları ele alırken neden aralara hadisleri
koyuyoruz? Öyle yapıyoruz, çünkü konularla
ilgili hadisleri böyle ilişkilendirdiğimizde, daha
önce duyduğumuz hadisler olmasına rağmen,
onlar hayatımız için çok anlamlı hale gelmeye
65
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

başlayacak, göreceğiz. Bakın bir hadisi şerifte


Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor
ki; “müminin ferasetinden sakınınız. Çün-
kü o Allah’ın nuru ile nazar eder”. Bahsettik
ya nurdan, işte o nur Allah’ın nuru! Ancak bu
hadiste dikkatimizi çeken bir başka ifade daha
var; “müminin ferasetinden sakınınız!”. Dikkat
edin lütfen; müslümanın ferasetinden sakınınız
değil! Yine akıllının ya da bilgilinin ferasetinden
sakınınız da dememiş. Mümin! Kul’u tamamen
bu özelliğiyle tarif ediyor! Müminin ferasetinden
yani kalbinde iman nuru çalışanın ferasetin-
den sakının, yani onun kalbindeki iman nurun-
dan sakının! Onu hafife almayın! Çünkü o nur,
onun beşeriyetinde bulunan bir şey değil! Allah
onun sadrını İslam’a genişletmek istediği için, o
nur oraya onun beşeriyeti dışında, Rabbinden
doğrudan bir nur olarak geldi; Sebe Sûresi 50.
Ayeti hatırlayınız; “eğer doğru yolu bulursam
bu Rabbimin bana vahyettiği şey iledir”. İşte
bu yüzden o ona doğrudan bir nurdur! İşte “o
nur”dan sakının! O nuru taşıyan kişiye mümin
denir! Mümin iman nuru taşıyan kişidir. Öyleyse
o nuru taşıyandan sakının; çünkü o, Allah’ın
nuru ile nazar eder!
Evet, esas itibarıyla aynı olan, ama sebep ol-
dukları idrak seviyeleri itibarıyla farklı isimler-
le anılan İslam Nuru, İman Nuru, Marifet Nuru
ve Tevhid Nuru tesirlerini nasıl gösterir? Dikkat
edin lütfen, bu çok önemli! İnsan bu noktaları
iyi yakalar, hayatında da onları iyi analiz ederse
kendisini Hakk yolda çok güzel yönetebilir. İşte
66
YILMAZ DÜNDAR

bu nurların tesirleri; yani İslam Nuru’nun sadr’a


tesiri, İman Nuru’nun kalb’e tesiri, Marifet
Nuru’nun fuad’a tesiri, Tevhid Nuru’nun lüb’e
tesiri tek bir şey üzerine bina edilmiştir; korku
ve ümit, havf ve reca! Havf ve recayı çok du-
yarsınız; korku ve ümit diye. İşte korku ve ümit
birlikte, hayatınızda ikisi birlikte olsun. Bakış açı-
larınızda, fikir, düşünce ve hayallerinizde, haya-
tınızda ve nihayet her şeyinizde korku ve ümit
eşit olsun! Kur’an ve hadislerdeki ismiyle havf ve
reca eşit olsun!
Sadr, kalb, fuad ve lüb’ün her birinin kendisi-
ne ait korku ve ümitleri vardır. Onların hedefle-
rine ve kulu getirecekleri idraklere uygun farklı
korku ve ümitler oluşur. Çünkü hedef sadrda
başkadır, kalbde başkadır, fuadda başkadır, lüb-
de başkadır. Dolayısıyla ulaşıldığı zaman, o he-
deflere ulaşılınca onların kulda oluşan idrakleri
de farklıdır. İşte o idraklar için nasıl bir korku ve
ümit lazımsa ona o yaşatılır! Evet, bu nurların
çalışma mekanizması, temel tesir tarzı korku ve
ümit üzerinedir, ama bu korku ve ümitler hedef-
lerine göre değişir, yani korkulan ve ümit edilen
şeyler değişir!
Şimdi Nur Sûresi 35. Ayetle konuyu biraz de-
ğiştirip tekrar nurlar ve onlara ait korku ve ümit-
leri açıklamaya devam edeceğiz.
Nur Sûresi 35, daha önce çok duyduğunuz
bir ayet, ama şimdi tam onun yeri geldi. Öyle
bir noktada olduğumuz için bu ayeti vereceğiz,
ayete yalnızca değinip geçeceğiz. Ancak daha
sonra siz, konumuzla çok ilgili olduğu için ayetin
67
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

tefsirini İmamı Gazâli Hazretleri’nin Mişkât’ül


Envâr; Nurlar Feneri adlı kitabından okuyabilir-
siniz, öneririm. İnce, bir solukta okuyacağınız bir
kitaptır. Bir solukta okuyup bitireceğiniz, ama “o
solukları” bir ömür devam ettireceğiniz bir eser-
dir. Anlamak için yeniden başvuracağınız ve hep
bir solukta okuyacağınız bir kitaptır. Konumuz
çok genişlemesin diye biz ayetin mealini vere-
ceğiz, siz lütfen ayetle ilgili açılımları, manaları
İmamı Gazâli Hazretleri’nin Nurlar Feneri kita-
bından okuyunuz inşaAllah.
Nur Sûresi 35: “Allah Semaların ve Arz’ın
nurudur. O’nun Nuru’nun meseli temsili, ör-
neği içinde lamba-çırağ bulunan bir kandillik
gibidir”. Bu ayet tamamen misaller üzerine ku-
rulmuş bir anlatımdır, İmamı Gazâli Hazretleri
bu misalleri kitabında hakikatlerin ışığı altında
açıyor!
“O’nun Nuru’nun bir örneğini vermek gerekir-
se” bakışıyla bu ayet bize ne diyor: “Allah, Sema-
ların ve Arz’ın nurudur. Onun nurunun me-
seli içinde lamba-çırağ bulunan bir kandillik
gibidir. O lamba çırağ da bir “cam-sırça” için-
dedir”. Bazı meallerde bu “cam-sırça”yı “kalb”
olarak paranteze almışlar, onun kalbi anlattığını
düşünüp yorumlamışlar! Detaylarına bakacaksı-
nız. “O sırça-cam sanki inciden bir kevkeb ge-
zegen, yıldız gibidir ki, şarkî ve garbî olmayan
bir ağaçtan, yani zeytinden yakılıp tutuştu-
rulur. Onun yağı neredeyse kendisine bir nar
dokunmasa da ziya verir. Nur üstüne nurdur.
Allah dilediği kimseyi kendi nuruna hidayet
68
YILMAZ DÜNDAR

eder. Allah insanlar için misaller veriyor. Al-


lah herşeyi Aliym’dir”. Siz ayetle ilgili detaylı
bilgiye, konusu yalnızca bu ayet olan Mişkat’ül
Envar’dan bakın inşaAllah.
Burada “zeytin” de önemli. Tîn Sûresi’nden
biliyorsunuz, zeytin yemin edilen bir bitki, zeyti-
ne yemin var!
Bu ayeti, bahsettiğimiz nurun bize ayetle bil-
dirildiğini ve önemini vurgulamak için verdik.
Konumuza dönelim, anlatımımızı sadr içeri-
sinde, işi sadrla sınırlı tutarak sürdürüyoruz.
İnsan hayata başlarken kendisini içinde bul-
duğu halde, yani kendini tanımaya başlarken
kendini bulduğu halde onun sadrına Esfele Safi-
liyn yapı hükmeder. Kendisini öyle bulur, bu hal-
de bulur! Bu yapıyı nasıl benimsediğini ve ona
nasıl sahip çıktığını tanrı ilmi notlarında geniş,
uzun anlattık. Ama bilmeliyiz ki, o kendisini Esfe-
le Safiliyn yapıda bulur, yani onun sadrına nefsin
şerri hâkimdir. İşte sadra nefsin şerrinin hâkim
olduğu bu durumdan, sadrı bu hâkimiyetten
kurtaracak olan şey İslam Nuru’dur. Peki, İslam
nurunun çalışma sistemi nedir? Havf ve reca;
korku ve ümittir! Ne yapar? İslam Nuru burada
son nefes korkusu verir. Eğer; bir kişide henüz
bu korku bile başlamamışsa, onda daha sadr
mücadelesi bile başlamamış demektir! Ki bu
daha ilk aşama! Yani, kalbde iman nuru çalıştı,
kalb Hakk yolda ilk bilgileri tesbitledi ve onları
amele çevirdi. İşte o zaman beyin telaşlanır, son
nefesin önemini anlar ve kişiye “son nefesimde
69
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

ben ne yapacağım, ya müslüman ölmezsem?”


korkusu verir. Bir yandan “son nefeste müslüman
ölmezsem” korkusunu verir, ama bir yandan
da “şu kurallara uyarsam kurtulurum” ümidini
verir. İslam Nuru seni İslami kurallara dayalı
çalışmaya sürükler. Sen sadrı kurtarmak için
önce İslam’ın yasaklarından kaçmaya ve “yap”
dediklerini yapmaya başlarsın. Bu senin ilk işin,
başlangıcındır. Peki, sonra bırakacak mısın? Ha-
yır! Bu bırakmak için değil, başlayabilmek için!
İlk böyle başlarsın!
Sadrın bu çalışmasının başarıya ulaşabilmesi
için burada korku ve ümit çizgisi şudur: Acaba
ben müslüman mı öleceğim? Hafizenallah, Allah
muhafaza etsin, ya müslüman ölmezsem korku-
su ve yapması gereken işlere sarılırsa korktuğun-
dan kurtulma ümidi! İslam Nuru sadrı bu korku
ve ümit çizgisinde çalıştırarak bu yolda başarıya
ulaştırır inşaAllah.
İslam Nuru’nun sadrdaki başarısı nasıl anla-
şılır? “A” Takdim Formu “BEN”in fonksiyonsuz-
laştırılmış olmasıyla anlaşılır! “A” Takdim Formu
“BEN” kişinin hayata başlarken sadrını içinde
bulduğu haldir. İslam Nuru havf ve reca sistemi
ile sadrı İslam’ın yasaklarından kaçındırıp, emir,
tavsiye ve öğütlerine uydurtup da “A” Takdim
Formu “BEN”i fonksiyonsuz yapıncaya kadar iş-
levine devam eder. Sonra durur mu? Hayır, onu
burada sabit tutmak da onun işidir, yani A” Tak-
dim Formu “BEN” fonksiyonsuz olduktan sonra
onu orada sabit tutar.
70
YILMAZ DÜNDAR

Peki, kalbdeki İman Nuru nasıl çalışır? O da


korku ve ümit ile çalışır ama korktuğu ve ümit
ettiği şeyler hedefine göre değişiyor. Bakın,
sadrda mesele günah-sevab meselesiydi, zahiri
günah sevab meselesiydi. Önce onun bitmesi
lazım! Çünkü o bitmeden veli çalışmaları yapıl-
maz! Aksi halde kişi veli çalışmalarını boşa ya-
par! Yani, ehliyetinizin diplomanızın olmadığı
herhangi bir meslekte uğraşıp duruyorsunuz!
Boşunadır o, yasal değildir! Bu yüzden önce sad-
rı kurtaracaksın, önce sadr bu esaretten kurtu-
lacak. Nasıl? “A” Takdim Formu “BEN” fonksiyon-
suzlaştırılarak.
Sadr mücadelesi devam ederken kalb, fuad
ve lüb durmuyor, aynı anda onlar da çalışıyor-
lar. Kalb ne yapıyor, iman nuru kalbde çalışırken
nasıl bir korku ve ümit oluşturuyor? Kalb iman
nurunun tesirinde Allah’ın razı olmadığı, hoşnut
olmadığı davranışlardan korkar. Bakın, korku-
nun şekli değişti! “A” Takdim Formu “BEN”i tam
fonksiyonsuzlaşmasa da kişi sadrı rahatlattığı
ve nisbeten hâkimiyeti altına aldığı zaman artık
korktuğu şeyler değişir, düşünceleri değişir; he-
vesleri, idealleri, duaları değişmeye başlar. Kalb
iman nurunun tesiriyle Allah’ın razı olmadığı
davranışlardan korkunca, bu korkuyla ne ya-
par? Allahım, razı olmadığın, hoşnut olmadığın
hallerden beni koruyuver, kurtarıver, bana senin
razı olduğun halleri lutfediver ya Rabbî der. “Ya
Rabbî, Allahümme ente Rabbî, medet Ya Rabbî”
diye seslenir, yakarır… Kalbde İman Nuru bu
korku ve ümitle çalışır.
71
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

Sadrın fikir vereni nefsin şerriydi, ona fikir ve-


ren esfele safiliyndi. Kalbin esas fikir vereni esfele
safiliyn değildir. Esfele safiliyn kalbe giremez, an-
cak onu esir alabilir. Şöyle düşünün: Çok önemli
birini esir alabilirsiniz, parmaklıklar arasına ko-
yabilirsiniz, ama onun beynine, düşüncelerine
giremezsiniz. İşte bu yüzden, tanrısal âlemde de
“düşünce suçları” diye itiraz edilen şeyler vardır.
İnsanı demir parmaklıklar arkasına koyabilirsin,
ama beynini? Bunun misalidir ki, esfele safiliyn
kalbi esir alabilir ama onun içine giremez! Nefsin
şerrinin kalbi esir etmesine Nankörün Esareti
demiştik. Nefsin şerri kalbi esir alınca emirler
sanki kalpten geliyormuş gibi beyne emir verir.
Bu durumda beyne amel etme emrini esfele
safiliyn verir, ama sanki emirler kalpten geliyor-
muş gibi verir. Amacımız kalbi düştüğü bu esa-
retten kurtarmak!
Sadra fikir verenin nefsin şerri olduğunu,
ama onun kalbe giremediğini gördük. Peki, kal-
be fikri ne veriyor? Kalbte ilham veren, fikir ve-
ren Ahseni Takviym yapıdır, Ahseni Takviym
Kalb’dır. O fikirlerin bilgilere dönüşmesini teş-
vik edecek, sağlayacak olan da iman nurudur, o
fikirlere sahip çıkmayı sağlayacak olan bu iman
nurudur. Kalbte iman nurunun kullandığı korku;
“Allah’ın razı olmadığı şeyler”den korkmaktır!
Onların neler olduğu bir yerde yazmaz. Bunla-
rı, yazılı olanların dışında, kendin bulursun. Bir
sürü şey bulursun; şu halimden Allah razı olma-
dı diye kanaatler çıkarırsın. Bunlar bir yerlerde
yazılı değildir, ancak sen bulursun onları! İşte
72
YILMAZ DÜNDAR

kalb sana o korkuyu ilham eder, sana onu verir.


Sonra da ondan nasıl kurtulacağının duasını ve
ümidini verir. Ne zamana kadar bunu yapar?
Sen teslimiyeti yaşayıp ıhbat edene kadar!
Sen teslimiyeti yaşarsın, ıhbat edenlerden olur-
sun; yani teslimiyetle boyun eğersin, böylece
iman nuru seni orada sabitler. Bunu ayetlerde
göreceğiz…
“Fuadda ise Marifet Nuru çalışır” demiştik.
Marifet nurunun korku ve ümit çizgisi nedir,
yani o çalışırken neyle korkutur ve neyin ümi-
dini verir? Kaderden korkutur kader ümidi ve-
rir! Kaderden korkutur kadere sığındırtır, ka-
derden korkutur kadere sığındırtır… Yani “euzü
bike minke” yaptırtır. Böylece fuadının geldiği
bu noktada sen; aslında herşeyin kaderi anla-
mak, kaderi kavramak, kaderi yaşamakla olaca-
ğını anlarsın. Bu seni oraya, o noktaya getirir.
Fuada ilham veren, onun ilham vereni nedir?
Fuada bu yolda ilham veren nefs-i levvamedir!
Fuada ilham veren Tanrı İlmi notlarımızda uzun-
ca ve detaylarıyla tarif ettiğimiz nefs-i levvame-
dir, Allah’ın “üstüne yemin ederim” dediği nefs-i
levvamedir. Önemli bir noktadır ki; Kul burada
artık bilgileri müşahedesinden almaya başlar.
Peki, marifet nurunun fuaddaki bu çalışmasının
amacı nedir, Kul’u nereye götürmektir? Hedef,
Kul’un razı olmasıdır, Kul razı olana kadar bu işi
yapar. Kul razı olana kadar!
Biz diğer nurları anlatırken, onlar çalışırken
Lüb de çalışıyordu. Fakat bu noktadan sonra Lüb
73
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

bir başka çalışır tabi! Lüb’ü tesirinde tutan Tev-


hid Nuru’dur” dedik. Peki, bu nurun verdiği kor-
ku ve ümit nedir? Bu, Rablığı müşahedede olu-
şan korkudur; Allahuekber Korkusu’dur. Onun
korkusunun adı Allahuekberdir, herhangi bir iş
değil. Bu onun Rabbı müşahededeki korkusu ve
titremesidir! Ve ümidi de yalnızca Rabbi’nden-
dir. Artık korku da, ümit de hep Rabbi’yle ilgili-
dir. Daha doğrusu, fuad burada öyle bir görme
yapar ki; fuad Rabbi’nden Rabbi’ni seyreder.
Ve o, ayetlerde bahsedilen hali yaşar; “ancak
Allah’tan korkarız ve ancak Allah’tan ümit
ederiz”. Biz bunun bir benzerini bu hale gelebil-
mek için söyleriz, burayı arzu ettiğimiz bir dua
olarak söyleriz; iyyake na’budu ve iyyake nes-
taıyn. İyyake na’budu ve iyyake nestaıyn der-
ken arzumuz burasıdır!
İman nurunun sadr, kalb, fuad, lüb organizas-
yondaki hâkimiyetini, önemini ve onun “doğru-
dan Rabbinden bir nur, bir lütuf” olduğunu vur-
guladık. Bu bakışla, inanan için, talib için iman
çok önemli bir yerdedir. Bu imanın konumuzla
ilgili çok önemli bir inceliğini ele alalım.
Normal yaşantımızda imanla ilgili bir yanlış
yapmamak ve imanı uygulanabilir, kullanılabilir,
yükseltilebilir hale getirebilmek için, onun geri
dönüşümsüz olması için iman inceliklerini bil-
mek gerekir. İmanın önemli bir inceliği şudur:
Biliyoruz ki, kişi kendini esfele safiliyn yapıda,
vehmin zulmetinde buluyor. Esfele safiliyn yapı
senin imana yöneldiğini fark ettiğinde sadr haki-
miyetini kaybetmemek için sana imanla ilgili bir
74
YILMAZ DÜNDAR

oyun oynar. Bu tamamen akla, beyne, mantığa


uygun bir oyundur. Aslında iman akıl işi değil-
dir ama o, senin imana akılla bakmanı sağlama-
ya çalışır ve buna göre bir oyun oynar. Der ki;
önce gör, sonra inan! Önce incele, gör, iste sonra
inan! Esfele Safiliyn yapı seni “ikandan imana”
götürmek ister.
Söylediğimizin anlaşılabilmesi için basit bir
örnek verelim. Daha önce verdiğimiz bir örnek,
yeri geldiği için yine kullanalım. Diyoruz ki, dini-
mizde domuz eti haramdır. Şimdi esfele safiliy-
nin oyununa bakın. Kişi de şöyle der: “Tamam,
söylediklerini kabul ettik, ama niye haram ol-
sun? Ne olacak, o da bir besin, o da şöyle, o da
böyle… Bana bir izah et, beni ikna et de, ben de
haram olduğuna inanıp yemeyeyim.” Yani ona
iman etmek için ikna olmak istiyor! İman için
“ikna” olur mu? Ama buna rağmen oturup kişi-
ye, domuz etiyle ilgili sakıncaları sayalım; bilim-
sel olarak kanıtlanmış, literatürlere girmiş yakla-
şık yirmi maddelik bir sakınca listesi var, onları
anlatalım. Onlarla izah ettik diyelim ve o da bi-
limsel bir gözle baktı ve “ha, gerçekten çok sakın-
calıymış, ben artık domuz eti yemeyeyim” dedi.
Çünkü anlatım tarzımız onun yöntemi! Ona
bunu dünya yöntemiyle anlattık. O da dünya gö-
züyle baktı ve sakıncalı bulup yememeye karar
verdi. Bunun İslamiyet’le bir ilgisi yok! Domuz
eti yemeyerek sağlık açısından kazanır, ama se-
vab kazanamaz! Ben ona zararlarını anlattıktan
sonra “ha öyle mi, öyleyse ben de domuz etinden
uzak durayım” dedi. Bakın, Allah yasakladığı için
75
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

değil de ona zararlarını gösterdiğimiz için uzak


duruyor! Oysa Allah bir şeye “yasak” demişse
mutlaka zararlı mıdır diye incelenmez ki. Fay-
dalı bir şey de olabilir, “yemeyin” dediyse yeme-
yeceksin! “Efendim, yasaklanmış ama şu kadarı
faydalıymış, şu kadar gram alınırsa damarı şöyle
yaparmış…” Böyle saçma şeylerle iman olmaz!
Bunlar Esfele Safiliyn yapının oyunları! “İnanı-
yorum” demekle olmadığını size ayetlerle anla-
tacağım. Zaten imanla ilgili vurgulamayı onun
için yaptık. Sadrda bunların başlayabilmesi için
kalbdeki imanın doğru olması şart! Amentü
Billahi’nin çalışması şart! Ama sen şartlı yaklaşı-
yorsun. Hayır! İmanın çalışması şart! Senin ima-
na yaklaşman için söylediğin şartlar geçerli değil!
Bir başka örnek: Sigara içen birine “bunu
içme, sakıncalıdır, mekruhtur, hatta bazı konula-
ra göre haramdır” dedik. Ama dinlemez! Sonra
öyle bir noktaya gelir ki, doktor ona sigarayı ya-
saklar. Sana da gelir ben artık sigara içmiyorum
der. Sigaranın mekruh ve haramlığını çok anlat-
tınız ya, zannedersiniz ki anlattıklarınız tesir etti
de bıraktı. “Hayr olur inşaAllah ne oldu?” dersin.
Doktorlar, “sigara içmeye devam edersen yaşa-
yamayacaksın dedi”, cevap bu! Sen onu Allah
yasakladı diye bırakmadın ki, doktor yasakladı
diye bıraktın.
İmanı iyi incelemek lazım! Allah indinde doğ-
ru olanı bulmak, kazanmak için “iman ettik”
dediğin şeyi iyi incelemek lazım. Dikkat edin;
esfele safiliyn yapı “gör de inan, ikandan sonra
inan” der. Değil, böyle değil! Esfele safiliyn yapı-
76
YILMAZ DÜNDAR

nın sana sağladığı ikan zulmanidir. Oysa makbul


olan sistemde “ikan imandan sonra”dır. İkan,
iman etmek için değildir! İmandan sonradır ve
imanı daha kavi yapmak içindir. Ve imandan
sonra gelen ikan lütuftur, Rahmani’dir. İman-
dan önce istediğiniz ikanlar ise, görseniz yakala-
sanız bile zulmanidir ve sizi imana değil zulmani
“BEN”liğinize götürür, “ben gördüm, ben bildim”
olursunuz!
Şimdi esfele safiliyn yapının, vehmin zulme-
tinin argümanlarını ve iman ehlinin bunlara ba-
kışını ayetlerle ele alacağız ki ayetleri anlayalım,
konuyu ayetlerle anlayalım.
Hicr Sûresi 6: “Dediler ki; ey kendisine Zikr
indirilen kişi, muhakkak ki sen mecnunsun”.
Demiştik ya; alay edecekler diye! İşte esfele safi-
liyn yapı kabul etmeyecek!
Hicr Sûresi 7: “Eğer doğru söyleyenlerden
isen, bize melaike getirmeli değil misin?” Ba-
kın bir güç istiyorlar. İman etmek için; hayret
edeceği, korkacağı, insanüstü bir şey, bir güç is-
tiyor. Esfele safilin yapı için; kudret istemek, güç
istemek, onları beklemek ve ummak çok önem-
lidir. Dikkat edin; kim bunun aşkına düşerse,
geldiğinde Deccal’le karşılaşırsa onun ümmeti
olur, kesin! Çünkü tüm aradıklarını, kudretle il-
gili herşeyi onda bulur. Eğer Deccal’le karşılaş-
mazsa, günümüzde Deccaliyet’in kurbanı olur,
bu da kesin! Tanrı İlmi notlarının zikrullahtan
bahsettiğimiz kısımlarında, hep talip kardeşle-
rimizi uyarmaya çalıştık; sakın zikrullahı kudret
istemek için yapmayınız, tesir eder de o yanla-
77
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

rınız kuvvetlenir, zikrullahla esfele safiliyn yapıyı


kuvvetlendirirsiniz dedik. Oysa zikrullah; ancak,
Allah’ı anlamak, şirkten korunup kurtulmak,
dünyanın cazibesinden kurtulmak, sizin güç
zannettiğiniz ama sizi bu dünyaya bağlayan şey-
lerden kurtulmak için yapılır. Eğer siz dünyayla
ilgili olaylar için, oralardaki bir şeyler için zikrul-
lah yapıyorsanız mekanizmayı ters çalıştırıyor-
sunuz demektir. Bakın esfele safiliynin damarı
o! Bu duygular; “eğer doğru söyleyenlerden isen,
bize melaike getirmeli değil misin?” diyenlerin, bir
şekilde güç isteyenlerin bugünkü genetik deva-
mı!
Hicr Sûresi 8. Ayet bunlara cevap veriyor:
“Biz melaikeyi ancak Bil-Hakk indiririz. O va-
kit de onlara zaten mühlet verilmez”. Melaike
indi mi felaket var demektir, en azından ölecek
demektir. Kişi ölecek! Melaike ya onun için ya
da bir felaket için iner! Buyruluyor ki; “melaikeyi
indirirsek, artık zaten mühlet verilmez, vakit
tamam demektir”.
Yunus Sûresi 2: “İnsanlar için şaşılacak bir
şey mi oldu; “insanları uyar ve iman edenle-
re de kendileri için Rableri katında Kadem-i
Sıdk Sıddıklık Mertebesi olduğunu müjdele”
diye içlerinden bir Racül’e vahyetmemiz?
Kâfirler; “muhakkak ki bu adam apaçık bir
büyücüdür” dedi”. Bu ayette Allah “içinizden
birisine de vahyettik, böyle bir mertebe var,
Sıddıklık Mertebesi var” buyuruyor ve inanma-
yanlar yine; “böyle şey olmaz, bu kişi büyücüdür”
diye itiraz ediyorlar.
78
YILMAZ DÜNDAR

Kadem-i Sıdk Sıddıklık Mertebesi hususun-


da Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in hadi-
si: Hazreti Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem
buyurdu ki: “Şayet bu Ebu Bekr’in imanı bir
kefeye, sair insanların imanı da diğer kefeye
konulsa, Ebu Bekr’in imanı ağır basar. Ve Ebu
Bekr salât ve oruç çokluğu ile size üstün ol-
madı. Fakat onun sadrında bir şey vaki oldu”.
Yunus Sûresi 2. Ayette Kadem-i Sıdk ile Sıddık-
lık Mertebesi ile müjdelenen Hazreti Ebu Bekr
Essıddıyk radıyallahu anh Efendimiz’in hadisle
de bir açıklanışını görüyoruz. Böyle bir iman!
Böyle bir imanla yaklaşmak ve yaşamak! Sair
insanların imanlarından ağır gelecek bir iman!
Fuad analiz yapmaya yetişemiyor!
Yunus Sûresi 97: “Onlara tüm ayetler gelse
bile iman etmezler, elim azabı görünceye ka-
dar”.
Yunus Sûresi 101: “De ki; Semavatta ve
Arz’da ne oluyor bir bakın! O ayetler ve uyar-
malar iman etmeyen kavme fayda vermez”.
Hud Sûresi 12: “Rasulüm belki de sen, “O’na
bir hazine inzal edilseydi yahut beraberinde
bir melek gelseydi ya” demelerinden ötürü,
sana vahyolunanın bazısını terk edecek ve
sadrın ona daralacak mı? Sen ancak bir uyarı-
cısın. Allah herşeye Vekiyl’dir”. Bu ayetin tefsir
ve açıklamasında o dönemle ilgili olayları görür-
sünüz. Efendimizin yanında bir güç, bir kuvvet,
bir hazine, bağlar bahçeler, onu besleyen özel gı-
dalar olmadığı için, özel hizmet edenleri olmadığı
için, gelen vahyin bir kısmını “söylesem mi?” te-
79
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

reddütleriyle ilgili gelen bir uyarı; “sen ancak bir


uyarıcısın, onların o sözlerine bakma!”.
Hud Sûresi 13: “Yoksa “O’nu uydurdu” mu
diyorlar. De ki: “Haydi siz de onun misli on
sure getirin. Allah’tan gayrı gücünüzün yetti-
ği kim varsa çağırın. Eğer sözünüzde sadıklar
iseniz”. Efendimizin döneminde de, Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellem tebliğini, açıklamaları-
nı yaparken, inanmayanların önemli bir özelliği;
kudret istemek, kudret beklemek! Açıklanan Tev-
hid, Tevhidî Bilgi onları tatmin etmiyor, kudret
istiyorlar! O safta olmamak lazım! “İnanıyorum
ama” diyerek bile o safta olmamak lazım! Çün-
kü onların safı, onların geni günümüzde de var,
sakın “onlar geçmiş gitmiş, bu olaylar olmuş bit-
miş” demeyin. Aynı izler şimdi de mevcut oldu-
ğu için o izleri yakalayıp, o grupta olmamak, o
gruba girmemek için gayret etmek gerekiyor.
İnşirah Sûresi’ni geniş olarak ele alıyoruz ya,
ilerleyen kısımlarda “onlar öyle söylüyor diye
sadrın daralıyor” mealindeki ayetleri ve ayet-
lerde geçen “sadr daralmasını” göreceğiz. O
ayetler geldiği dönemde, henüz Efendimiz sal-
lallahu aleyhi vesellemin batıla karşı, küfre karşı
sadrı daralmaktadır. Duyduğu zaman, gördüğü
zaman küfre karşı göğsü daralıyor! Efendimizde
İnşirah edilen, açılan hal bununla ilgilidir, onu
ileride göreceğiz inşaAllah.
Tabi, enteresan şey şudur ki; Efendimiz sallal-
lahu aleyhi vesellem açıklama yaptığı dönemde
ona itiraz edenler bir şeylere inanıyorlar, yani
putları ve taptıkları şeyler var. Bu insanlar, Efen-
80
YILMAZ DÜNDAR

dimiz sallallahu aleyhi vesellemin açıkladığıyla


ilgili olarak yaptıkları sorgulamayı kendi putla-
rına, kendi inandıklarına yapmıyorlar; onlardan
herhangi bir kudret istemiyor, beklemiyorlar!
Hatta putları kendileri yapıyorlar! Hazreti Ömer
radıyallahu anh Efendimiz bir olayını anlatıyor,
diyor ki; “eskiyi düşündüğüm zaman iki şey
var. Birisini düşününce halime gülüyor, bir
diğerini düşününce çok ağlıyorum, çok tövbe
ediyorum. Hamurdan küçük kurabiyeler ya-
pardık. Yola çıkınca tapar, acıkınca da onları
yerdik; bu saçmalığımıza gülüyorum. Ama bir
de kızım… O yavrumu gömerken, onun “baba,
baba” diye yalvarışı çırpınışı gözümden gitmi-
yor. Ona da çok ağlıyorum” diyor.
Bakın, hiç kendi taptıklarını sorgulamıyorlar!
Ama Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e gelip
ondan kudret, melaike, hazine gibi şeyler isti-
yorlar. Bu da önemli bir çelişki!
Müminun Sûresi 24. Ayet: “Onun Nuh’un
kavminden kâfir olan mele’ ileri gelenleri dedi
ki: “Bu sizin gibi bir beşerden başka değil.
Size üstünlük murad ediyor. Eğer Allah dile-
seydi bir beşer irsal etmek yerine elbette mela-
ike inzal ederdi. Biz ilk babalarımız içinde bu
açıklananı işitmedik”.
Furkan Sûresi 7: “Dediler ki: Bu nasıl Rasul-
dür ki, yemek yiyor ve çarşılarda gezip dolaşı-
yor. O’na bir melek inzal edilmeli, beraberin-
de bir neziyr uyarıcı olmalı değil miydi?”
Furkan Sûresi 8: “Yahut ona bir hazine ilka
olunmalı yahut ondan yiyeceği bir cennet
81
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

bahçesi olmalı değil miydi? Zalimler dediler


ki; siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyor-
sunuz.”
Furkan Sûresi 9: “Bak, senin için nasıl ben-
zetmeler yaptılar da bu sebepten saptılar!
Artık bir yol bulamazlar.” Buradaki “artık bir
yol bulamazlar” şöyle: Artık seninle! Bu iş artık
sensiz olmaz! Öyle bir saptılar ki, artık sensiz ol-
maz! Hiçbir şansları yok!
Furkan Sûresi 21: “Bize lika’yı kavuşmayı
ummayanlar dedi ki: “Bizim üzerimize mela-
ike inzal edilmeli yahut Rabbimizi gözle gör-
meli değil miydik?” Andolsun ki kendi nefsle-
rinde kibre kapıldılar ve büyük bir azgınlık ile
kibirlenerek haddi aşıp itaatten çıktılar.”
Bakara Sûresi 260. ayet konuyu bir noktaya,
bir yere topluyor, onun için lütfen yine dikkat
edelim: “Hani İbrahim de bir zaman; “Rabbim
göster bana, ölüleri nasıl diriltirsin?” demiş-
ti. Rabbi dedi; “iman etmedin mi ki?” İbrahim
dedi; “elbette iman ettim, ama kalbim mut-
main olsun için!” Rabbi buyurdu; “o halde
kuştan kuş cinsinden dört çeşit al, tut. Onları
kendine çek, alıştır, zabt et. Sonra onlardan
birer cüz alarak her bir dağın üzerine koy.
Sonra onları çağır, sa’yederek koşarak sana
gelirler. Bil ki Allah Aziyzül Hakiym’dir”. Bu
ayette, Hazreti İbrahim aleyhisselam ölülerin na-
sıl diriltildiğini görmek istiyor, Rabbinden istiyor.
Rabbi iman ettiğini biliyor ama “iman etmedin
mi?” diyor! Bu tür olaylar hep bizim anlamamız,
bir mana, bir ders çıkarmamız, kendimizle ilgili
82
YILMAZ DÜNDAR

bir yol çizmemiz için bize birer senaryo aslın-


da! Bu tür örneklerin niye verildiğini ayetlerle
göreceğiz, Kur’an bize söyleyecek. Evet, dikkat
ederseniz Hazreti İbrahim “elbette iman ettim”
dedikten sonra ikanı yaşıyor! “Hayır, göreyim de
inanayım” demiyor, “bir göreyim sonra iman
edeceğim” demiyor. Bilin ki “elbette iman et-
tim” dedikten sonra ikan gelir! İşte İbrahim aley-
hisselam da ikanı yaşıyor.
Ancak dikkat ederseniz; o ikan hali bile, yani
bir ölüyü diriltmek bile Hazreti İbrahim aleyhis-
selamdan açığa çıkıyor. O işi o yapıyor! Rabbi,
ölüyü Hazreti İbrahim aleyhisselama dirilttiri-
yor! “İmandan sonra ikan” olduğu için Hazreti
İbrahim işi kimin yaptığını, kendisinden yapa-
nı biliyor. Anlaşılıyor mu? Eğer ikandan sonra
iman olursa dışarıda gördükleriniz gibi olur,
kendilerini sihirbaz ilan edenlerinki gibi olur;
“yarattım” der, “ben de yapıyorum” der! Firavun
da Musa aleyhisselama; ben de öldürür diriltirim,
ben de yaparım, benim de gücüm var dedi ya!
Ama “imandan sonra ikan” çok başka bir şey!
Hazreti İbrahim kendi sözüyle kuşları diriltiyor
ama onu kendinde ve kendinden kimin yaptığını
biliyor.
Burada ayet bize bir başka şeyi daha öğreti-
yor; bilme ve görme farkı! “Bilmek” görmek gibi
değildir, “görmek” de bilmek gibi değildir. Kalb
bilir, fuad görür! Çok benzemese de şöyle bir
örnek verelim ve konuyu biraz anlayınca örne-
ği kaldıralım. Çünkü örnek, kalb fuad ilişkisine
çok benzemeyecek, kalb fuad ilişkisi çok farklı
83
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

bir şey! Ben pencereden bakıyorum, dışarıyı gö-


rüyorum. İçeride de birisi var soruyor; Ahmed
Bey geliyor mu? Baktım, Ahmed Bey geliyor,
gördüm, içeriye söyledim. İçerideki olayı görme-
di ama biliyor, oysa ben gördüm. Görmek farklı!
Çünkü görmede, gördüğünle ilgili; onun gelişi,
şekli gibi birçok şey var. O bunları görmedi, ama
biliyor. Görme ve bilmenin farkı bunun gibidir.
“Görme” fuadın işi! Fuad gördüğünü kalbe
bildirir ve kalb de bilir; o bilgiyi kalb eder. Ama
o bilgiyi görüp de kalbe bildiren fuaddır. O iş-
lev onun, o marifet fuadın marifeti. Niye? Çünkü
orada Marifet Nuru var! Dolayısıyla “bilmek ve
görmek” böyle farklı olduğu gibi bunların yaşan-
tıdaki açılımı da farklıdır.
Hazreti İbrahim aleyhisselamın Şuara Sûresi
83. Ayetten öğrendiğimiz bir duası vardır. İşte
Hazreti İbrahim aleyhisselam bunu fark ettiği
için; “Rabbi hebliy hukmen ve elhıkniy bis sa-
lihıyn; Rabbim bana hüküm hediye et, lutfet,
bahşet ve beni salihlerin zümresine katıver”
diye dua ediyor.
Şimdi burada geçen “hüküm”ün manasını
anlamamızda fayda var, çünkü ileride “hüküm”
geçecek. “Rabbi hebliy hukmen” diye hüküm
istemek niçin? Taha Sûresi 114. Ayetten öğren-
diğimiz bir dua vardı; Rabbi zidniy ilmen; Rab-
bim ilmimi artır. Burada bir başka dua öğren-
dik; Rabbi hebliy hükmen. Tanrılık iddiasında
olanın çarpıcı üç temel özelliği vardır; hüküm
sahibidir, güç sahibidir, mülk sahibidir. Bura-
daki bu hüküm tanrının “hüküm sahibiyim”
84
YILMAZ DÜNDAR

demesi değil. Rabbi hebliy hukmen demek,


“hikmeti kavrayan akıl” istemektir! Yani Alla-
hım hükmünün hikmetini kavrayan akıl hedi-
ye et bana demektir. “Ben de hüküm vereyim,
hükümdar olayım” demek değildir.
Evet, şimdi baba İbrahim ve oğlu İsmail’den
bahsedeceğiz; Hazreti İbrahim aleyhisselam ve
Hazreti İsmail aleyhisselam’dan! Saffat Sûresi
103. ayet ve devamı o olayla ve anlamamız gere-
ken konuyla ilgilidir:
103: “İkisi de teslim olup O’nu alnı şakağı
üzerine yıkınca”,
104: “Biz O’na “Ya İbrahim” diye nida ettik”,
105: “Gerçekten rüyanı tasdik ettin. Doğ-
rusu biz muhsinleri böyle cezalandırırız”.
106: “Muhakkak ki bu apaçık bir beladır;
idrak ettirici bir tecrübedir”.
107: “O’na Sema’dan Zibh-i Aziym; büyük
kurbanlık fidye; bedel verdik”.
108: “Ahıriyn içinde Onun üzerine ona
alamet olan bir bakışla anış, yâd ediş bıraktık.”
Ahıriyn; sonrakiler, Vahdet Ehli demektir. Örne-
ğin zamanımızda bizler.
109: “Selâm olsun İbrahim’e.” Allah bir
Kul’una, ayette ismini anarak; “Selâm olsun
İbrahim’e” diyor! Hazreti İbrahim’e Allah’ın bu
muhabbetini sağlayan şeyi anlatmaya çalıştık
burada. Bakın, Kur’an bize imanı, ikanı şimdi de
teslimiyeti anlatıyor. Öyle bir teslimiyet ki çok
önemli! Şimdi burda, bir insanı Hakk yolda çok
85
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

hızlı ilerletebilecek bir noktayı, popüler tabirle


“bir sırrı” konuşacağız.
Sır nedir? Normal hayatta sır; insanların bil-
mediğini bilmektir. Birisi onu biliyor, siz de gider
sorar onu öğrenirsiniz. Ama Dinimiz’de sır o
değildir. “Şu sırdır” denirse onun manası şudur:
Onun bilgisi sende var, sen onun üstünü sırlamış,
örtmüşsün. Onu açarsan öğrenirsin! Bazı insanlar
veya öğrendiğiniz bilgiler sizdeki o bilginin sırrı-
nı, üstünü açar, açmaya vesile olur. Ancak aradı-
ğınız sizdedir. Burda paylaşacağımız sır da öyle,
sizdedir o, ama üstü örtülüdür. Esfele Safiliyn
yapı var ya, o onun üstünü öyle bir örtmüştür
ki! İşte onu açacaksınız, o zaman sır kalmaz. Sır-
rı, yani üstündeki örtüyü çeker kaldırırsanız bilgi
ortaya çıkar.
Daha önce Tanrı İlmi kitapçığında kurbanı,
kurban işini açmıştık. Orada Hazreti İbrahim
aleyhisselamın teslimiyetini anlatırken verdiği-
miz örneği burada yine verelim. Ama burada
konumuz gereği işin imanla ilgili kısmına baktı-
ğımız için, sanki yarımmış gibi gelebilir, gelme-
sin. Çünkü daha önce onları geniş olarak paylaş-
mıştık.
Hazreti İbrahim aleyhisselamın döneminde
enteresan bir alışkanlık var; insan kurban et-
mek! Maalesef günümüzde de böyle! İnsan kur-
ban etmek doğal ve normal hayatta! Herhangi
bir şey için, herhangi bir evrensel olay için insan
kurban etmek yaygın! Dört yüz, dört yüz elli yıl
öncesine, yani günümüze yakın sayılabilecek bir
zamana ait bir kaynakta, Meksika’da bir tapınak
86
YILMAZ DÜNDAR

açılışında, yanlış hatırlamıyorsam, yirmi bin in-


san kurban ediliyor. Yani hala insan kurbanı var!
Ama geçmişte bu hem çok daha yaygın, hem
çok daha önemli! Hazreti İbrahim aleyhissela-
mın; “çocuğum olursa sana kurban ederim”
demesi bu yüzden o kadar normal. O günün ya-
şantısı içerisinde o iş çok doğal ve normal. Ama
sonra yapamıyor? Ancak yavrusu “baba emro-
lunduğunu yap, ben hazırım” dediğinde öyle bir
teslimiyet yaşıyor ki! İşte o teslimiyetle ileriye ait
hiçbir üzüntü olmaksızın, hiçbir tasası olmaksı-
zın, öyle bir şeyin söz konusu bile olmadığı bir
halde, ikisi de çok mutmain bir şekilde teslimler!
Ayetten öğreniyoruz, ayet diyor ki; “alnını
taşa koyupta bıçağı uzattığında O’na seslen-
dik: Ya İbrahim, tamam rüyanı doğruladın
dedik ve o teslimiyetinin fidyesini verdik”. Lüt-
fen dikkat ediniz, “hediye ettik” demiyor, “arma-
ğan ettik” demiyor. Bir yerlerde rastlamayacağı-
nız önemli bir şey bu; “fidyesini verdik!”. Allah o
teslimiyeti satın alıyor, fidyesini ödüyor, Hazreti
İbrahim’in teslimiyetini ödüyor, ona bedel veri-
yor. Onun o işine, o teslimiyetine fidye veriyor,
bedel veriyor.
Buradan çıkaracağımız ders ne, bizde üstü
örtülü olan şey, sır ne? Şimdi onu açalım.
Beklenen şey; fidye teslimiyetten sonra! An-
cak teslim olduktan, yani ihbattan sonra! İkisi
de ihbat etti, teslim oldu, boynunu büktü ve Al-
lah onların o hallerini satın aldı, bedelini verdi.
Ayetlerde diyor ki, “daha sonra gelecekler için
bu davranış hayrla anılsın diye bu olayı da bı-
87
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

raktık, hatırlattık”. Yani hem Hazreti İbrahim’i


bu olayların içerisinde hayrla anın, hem de apa-
çık bir bela, yani idrak ettirici bir tecrübe var
burada, onu da edinin! Yalnızca, size bir kıssa
duyasınız diye anlatmış değiliz, burada sizin için
bir bela var, idrak etmeniz gereken bir tecrübe
var, onu çıkarın! Olayı da hayrla anın! Bu olayı
hayrla anın! Bir işi hayrla anmanın en güzel şekli
nedir biliyor musunuz? O olayı yalnızca söyle-
mek değil yaşatmaktır! Normal dünya hayatın-
da birisini anmak istediklerinde ne yapıyorlar?
Onu eserleriyle gündeme getiriyorlar, yani onu
yaşatıyorlar. Daha çok yaşatmak için onun adına
eserler yapıyorlar. Demek ki, yalnızca söz değil,
önemli olan yaşatmak! Dolayısıyla “İbrahim’i
hayrla anın” demek, bu bilgiyi yaşatın demektir.
“Sizdeki Hazreti İbrahim olayına bakın, bu işi
yaşatın, ben satın alayım, fidyesini ödeyeyim”
demektir. Bu olayı bir ayetle daha pekiştirip, kısa
bir yorumunu yapacağız.
Bu ayet Uhud Savaşı sırasında gerçekleşen
bir olayla ilgilidir; Al-u İmran Sûresi 154. Aye-
tin daha kolay ve daha iyi anlaşılması için önce
ayetle ilgili bilgiyi verelim. Uhud Savaşı sırasında
bakıyorlar ki, düşmanın sayısı inananlardan kat
kat fazla, çok fazla. Silahları da öyle! Ve o savaş
bugünkü gibi “düğme”lerle olmuyor. Düğme-
lerle olan savaşta sayı çok önemli olmayabilir.
Bu savaş kılıçla, mızrakla, yüz yüze! Dolayısıyla;
kılıç sayısı, mızrak sayısı, insan sayısı, at sayısı
çok önemli; çünkü savaş bunların üzerine bina
edilmiş. Böyleyken, karşıya bakıyorlar ki müthiş
88
YILMAZ DÜNDAR

kalabalık ve silah da çok. Bu tablo karşısında


inananlar temelde ikiye ayrılıyor. Bir grup; “bu
savaş başlamadan önce bizim görüşümüz so-
rulmadı ki! Sorulsaydı gelmezdik. Burada boşu
boşuna ölmezdik! Şimdi boşuna öleceğiz, bu sa-
vaşın bizi ilgilendiren bir yanı yok” diyor. Bunu
diyenler müslümanların içerisinde! Bir kısmı da
az önce bahsettiğimiz Hazreti İbrahim olayında-
ki gibi boyun bükmüş, teslim olmuş; “emir veren
Allah” çünkü! Buradaki çok önemli şey; Allah’ın
emrine teslim olmak, bir beşere değil! Burada
Rasulullah’a teslim olmak Allah’a teslim olmak-
tır. Çünkü Allah’ın emrini duyuruyor size. Bu se-
beple de onlar teslim olmuşlar. Ve savaş başlıyor,
başlar başlamaz münafıklar kaçıyor. Ama bakı-
nız; Allah savaşın tam ortasında onları uyutuyor.
Allah’a teslim olanlar kalabalıktan korkup da sa-
vaşta psikolojik bir mağlubiyet yaşamasınlar diye
Uhud Günü savaşta uyuyorlar. Hatta bunlardan
birisi Ebu Talha radıyallahu anh. Düşünebiliyor
musunuz; bir iş, bir olay yaşıyorlar, dönüyorlar ki
Allah o olayı anlatıyor, ayet onları anlatıyor! On-
ların içlerinden Aliymün Bi-Zatis’sudur sonucu
geçen cümlelere, bu ayetlere muhatap bir grubu
düşünün! Böyle bir hal! Şimdi bunun imanı nasıl
olur, bunun ameli nasıldır… Evet, Ebu Talha ra-
dıyallahu anh Ayeti dinledikten sonra diyor ki;
“Uhud Günü uyudum, kılıcım düştü. Aldım.
Yine uyudum, kılıcım düştü aldım. Yine uyu-
dum, kılıcım düştü aldım” ve böyle savaşıyor-
lar, savaş oluyor, devam ediyor aslında. O teslim
olanların teslimiyetlerini Allah fidyelendiriyor!
İşte onu anlatan bir ayet:
89
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

Al’u İmran Sûresi 154: “Sonra o gamın ardın-


dan üzerinize bir emene bir güven, sizden bir
taifeyi bürüyen bir uyuklama inzal etti. Bir
taife de münafıklar gerçekten kendi nefsleri-
nin kaygısına düşmüştü. Allah’a hak olmayan
bir şekilde cahiliye zannı gibi bir zanla yak-
laşıyorlardı. “Bu emirden bize bir şey var mı,
bize ne?” diyorlardı. De ki; “EMR, bütünüyle
Allah’ındır”. Onlar sana açmadıklarını kendi
nefslerinde gizliyorlar. “Şu emr’den bize de
bir şey olsaydı burada öldürülmezdik” derler.
De ki; evlerinizde kalsaydınız da üzerlerine
öldürülme yazılmış olanlar, elbette yine dev-
rilip yatacakları yere gideceklerdir. Bu, Allah
sadrlarınızdakini denesin ve kalblerinizin
içinde olanı arındırıp temizlesin diyedir. Al-
lah Aliymün Bi-Zatis’sudur’dur”.
Biraz önceki açıklamalarımızın devamı olarak
söyleyelim, bu ayetten anladığımız bir şey daha
var ki; “bu olay, Allah sadrlarınızdakini dene-
sin; sizin sadrınızdan geçen duyguyu, fikri, fiili
denesin diye!”. Burada olduğu gibi birçok ayette
de “denesin ve denemek” geçer, lütfen bu ifade-
ye de dikkat edelim. Deneme ve imtihanı “Allah
deneyip de görecek” gibi yorumladığınız zaman,
İhlâs Sûresi’ne tamamen aykırı bir mana çıka-
rırsınız. Öyle değil! “Sadrlarınızdakini denesin”
demek; o denediği zaman siz öğrenin demektir!
Onu o sadrın sahibi öğrenir, bilir. Sonra da; ya
burada anlatılan münafıklar gibi sadrında olu-
şan duyguya sahip çıkar, döner gider veya ina-
nanların yaptığı gibi o duyguyla mücadele edip;
90
YILMAZ DÜNDAR

“ben Rasulullah’a uyacağım” der ve bu bilgiyi


kalbine kalbeder, beyne de o emr verilir, savaşta
uyusa bile gider savaşır! Böylece bu denemenin
sonucunu yaşar! Kul onun sonucunu yaşar. Za-
ten o iş kul öğrensin diyedir. Peki, sonuç?
Bakın sadrlardakini bilmek esfele safiliynle
ilgili! Bu olay ise tesbit edilen bilgiyi, yani kalb-
lerinizin içinde olanı; yani tesbit edilmiş ama
sizi yanıltan bilgileri, yani kalbi yanıltan, kalbi
esir alan bilgileri arındırıp “temizlesin” diyedir.
Temizleyin diye değil! Allah sizin bu davranışı-
nızdan sonra kalbinizi temizler. Siz teslim oldu-
ğunuzda Allah temizler, ayetten öyle anlıyoruz;
“Allah sadrlarınızdakini denesin ve kalbleri-
nizin içinde olanı arındırıp temizlesin diyedir.
Allah Aliymün Bi-Zatis’sudur’dur”.
“Aliymün Bi-Zatis’sudur” ne demektir, Aliy-
mün Bi-Zatis’sudur’u nasıl anlamalıyız?” bunu
ilerleyen sayfalarda göreceğiz.
İbrahim aleyhisselamın teslimiyetini tefek-
kür edebilelim diye hayatın içinden bir örnek,
insanlardan bir örnek gördük; savaştaki örneği
gördük! İbrahim aleyhisselamın teslimiyetini te-
fekkür eder hayatınızda incelerseniz, gün içinde
benzer o kadar çok olayla karşılaştığınızı görür-
sünüz ki! Ve onları iyi gözler, buradaki ayetlerin
ışığı altında teslimiyeti yaşarsanız, Allah’ı tanıma
yolunda, Allah’ı idrak yolunda çok hızlı ilerleme
kaydedersiniz. Ve o bir kere başladığı zaman
artık birbirini tetikleyen bir şekilde gider; gözle-
mek, fark etmek, yaşamak!
91
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

Şimdi Saffat Sûresi 110. Ayeti hatırlamanın


tam zamanı; “muhsinleri böyle cezalandırı-
rız!”. İşte muhsinlerin karşılığı budur, onlara
böyle yaparız işte! Siz bu teslimiyeti yaşadığınız-
da, bu ikramları hayatınızda tek tek bulacaksı-
nız! Hatta zorlayın, «bu olay teslimiyetle ilgili ola-
bilir, bu da teslimiyetle ilgili olabilir” diye zorlayın!
Birisi dinlediğinde “burada teslimiyet ne gezer!”
dese bile siz ona bakmayın, zorlayın, yanılmazsı-
nız! Zorlayın ve “bu teslimiyettir” deyin. O işin, o
olayın teslimiyetle ilişkisini bulmak için zorlayın,
bulun ve uygulayın. Bunu yapmak için de büyük
olaylar beklemeyin!
Siz bu teslimiyeti yaşadığınızda ne olur? Sı-
rayla; huşu gelişir, huşu İhlâsı getirir, İhlâs da İh-
sanı. Bakın şimdi huşuyu tahayyül edelim. Haz-
reti İbrahim ve İsmail Arafat’ın devamında, taş-
talar. Hazreti İbrahim “kararı tam” verdi; dönüşü
yok, bıçağını uzattı. Hazreti İsmail “kararı tam”
verdi; dönüşü yok, boynunu uzattı. “Bu iş” onlar
için bitti! Ve onun peşine fidye geldi ve bu ni-
dayı duydular. Şimdi onların beden dillerini bir
tahayyül edin; Allah’a karşı nasıl bir hale girdiler?
Yaradan’larına karşı nasıl oldular? Elleri ayakla-
rı ne hale geldi? Bedenleri, kalbleri nasıl oldu?
Vücutları nasıl titredi? İşte huşu! Bu teslimiyet
olursa, normal hayatınızda bunu hep yaşarsınız!
Huşu İhlâsı getirir, fuadın görmesi netleşir o da İh-
sanı getirir; işte o zaman Saffat Sûresi 110. Aye-
tin muhatabı olursunuz: “İhsan sahiplerini, yani
muhsinleri böyle cezalandırırız”.

92
YILMAZ DÜNDAR

Bu ayete muhatap olduğunuz zaman İhlâs


Hayat Döngüsüne girersiniz ve o döngü çalışır.
Ve döner, döner, döner... Ne zamana kadar? “Sen
razı olana kadar” döner! Sonra? “Allah senden
razı oluverir” inşaAllah. Hani nefs-i raziye, nefs-i
marzıye denir ya, işte o oluverir inşaAllah.
Bu hal Fecr Sûresi 27, 28, 29, 30. ayetlerde ge-
çer: “Ey o nefs-i mutmainne; Radiye olarak,
Mardiye olarak Rabbine rucu et; Kullarımın
evliya zümresi içine dâhil ol; Cennetim’e dâhil
ol.» Öyle olur inşaAllah. Âmin.
Günlük yaşantı içerisinden, konuyla yakın
ilişkili ve idrakımızı çok olumlu etkileyecek, ama
fırsatını kaçırdığımız halleri inceleyelim şimdi
de. Bu halleri açıklayıp ayetlerle anlamaya çalı-
şacağız, sonra da Lüb’e giriş yapacağız.
Yaşantıdaki çok önemli hallerden, önemli
olaylardan birisi Ezan’ı dinlemek! Bunun size
getireceğini tahayyül bile edemezsiniz! Bunu
yapmadığınızda kaçırdığınızı da tahayyül bile
edemezsiniz! Ezan’ı dinlemek, duyabileceğimiz
sesle onu tekrar etmek, bitiminde Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellemin önerdiği salâvatı
okumak önemli bir olaydır. Günlük yaşantı içe-
risinde çok önemli bir olaydır ki; Ezan’ı dinlemek
“Büyük Haber’i dinlemek demektir, yani “Nebe-
ün Aziym”i dinlemek demektir.
Bakın Sâd Sûresi 65, 66, 67 ve 68. ayetler: “De
ki; ben ancak bir uyarıcıyım. İlahlık iddiaları
geçersizdir! Ancak; Vahidül Kahhar olan Al-
lah vardır! Semavat’ın Arz’ın, ikisi arasında
93
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

olanların Aziyzül Ğaffar olan Rabbidir. De


ki; HU gerçeği “Aziym bir haber”dir. Siz ise
O’ndan yüz çeviriyorsunuz.”
Yüz çevirenlerden olmamak, duymazdan
gelenlerden olmamak, ezan okunduğu halde
sanki ezan okunmuyormuş gibi olanlardan
olmamak gerekir. Öyle bir meşgul ki… Hele de
duymak istemeyenlerden olmamak gerekir. Bu
saydıklarım hepsi normal yaşantıda, yaşadığımız
toplumun içerisinde var.
Siz bu Aziym Haberden yüz çeviriyorsunuz.
Aziym haberden kim yüz çevirir? Elbette “A” tak-
dimi! O zaman ayetteki “siz”i bizdeki esfele safi-
liyn yapı olarak alırsak Sâd Sûresi 65. ayetin mu-
hatabı doğrudan biziz! Sizin o yapınız, bu haber-
den doğrudan yüz çevirir, siz farkında değilsiniz!
Bir yanda Ezan okunur, ama sen başka şeylerle
meşgulsün! Kaybedersin! Evet, kaybeden, fırsatı
kaçıran ve yüz çevirenlerdensin, o sınıfa giriyor-
sun! Bu ayete göre; Ezan’ı umursamayarak on-
dan yüz çeviriyorsun!
Bakın “dinlemek” de yetmiyor! Sahih hadis
diyor ki; tekrar da edeceksin! Büyük Haber’i
tekrar edeceksin! Eğer Ezan’ı takip ediyorsan; ki
onu takip eden olmak lazım! “Demek okunmuş
haa, farkında değilim” kapsamında olmamalı-
sın! Herşeyin farkındasın, hepsini takip ediyor-
sun! “Kim geldi, kim gitti, kim aradı, o program
şu saatte mi…” bak, takip etmeyi biliyorsun ama
Ezan’ı takip etmiyorsun! Kaybedersin! Kendin
bilirsin, ama kaybedersin! Dinleyen kazanıyor,
tekrar eden kazanıyor! Çünkü o cümlelerin her
94
YILMAZ DÜNDAR

biri “Rasulullah’ın Tebliği”dir, hem de o an! O


an tebliğidir ve bu ayet gereği Aziym bir haber-
dir. Büyük bir haber veriliyor, “HU Allah” gerçeği
duyuruluyor; La ilahe illallah Kelime-i Tevhid’i
ilan ediliyor. Ve bu ilan kesintisiz! Sürekli bu ha-
ber var dünyada, sürekli! Ve sen bundan yüz çe-
viriyorsun! Ayet “siz ise, O’ndan yüz çeviriyor-
sunuz” diyor. Hangi sınıfa giriyorsun dikkat et!
Devam edelim, Zümer Sûresi 45. Ayet: “Al-
lah, tekliği itibarıyla zikr edildiğinde ahirete
iman etmeyen kimselerin kalbleri hoşlan-
maz! O’nun dûnundakiler anıldığındaysa he-
men müjdelenmiş gibicesine yüzleri güler”.
Bakın, “Allahın tekliği itibarıyla zikr edilmesi”
yine Tam Davet’te var; Allah tekliğiyle duyu-
ruluyor! Aziym Haber’in içinde bu var! Ve bu
davetten, duyurudan ahirete iman etmeyenle-
rin kalbleri hoşlanmaz. Yani ayet kendinizi test
edin diyor: Ahirete iman ediyor musun, etmiyor
musun; bunu Ezan’a hürmetinden anlayabilirsin!
Demek ki yeterince inanmıyorsun! Dünyada,
dünya hayatı için inandığın her bir şeyi düşün,
cehennemin varlığına onlar kadar inanmıyorsun
ki; korkun yok!
Kendimizi test etmeye devam edelim: Oysa
“O’nun dûnundakiler anıldıysa”: Yani “san-
ki O’nun dışında bir şey varmış gibi” kabul edip
sonra da O’nun dışında bir şeymiş, O’nun dışın-
da varmış gibi düşündüğün bu varlıkları lan-
se etmek, anmak! Onlar anıldığında yüzünüz
gülüyor, seviniyor ve müjdelenmiş gibi dönüp
birbirinize bakıyorsunuz! Bu bir ünlü olabilir, se-
95
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

nin herhangi bir sevdiğin olabilir; Test et baka-


lım? Birisi anıldığında “aa şu anıldı, şöyle oldu”
diyorsun ya, test et! Belki de anılmasından hoş-
landığın o kişi, senin kutsal kabul ettiğin şeyle-
re küfreden birisi, hiç inancı olmayan birisi, ters
çalışan birisi! Ama sen, onu görmekten, onun
anılmasını duymaktan haz duyuyorsun, sevini-
yorsun, ama Ezan okunduğu zaman hiç dikkat
etmiyorsun! Oysa Kur’an diyor ki; “bu azim bir
haberdir, anlayabilirseniz”. Ölçü ayetler olunca
“nereye düştüğünü” test etmek, anlamak, bakın
ne kadar kolay oluyor!
Ne yapmalıyız peki? Ezan’ı, Tam Davet’i du-
yunca telaşınızı gösterin, onu duyduğunuzu belir-
ten bir hareket yapın mutlaka. Onu duyduğunu-
za dair bir telaş, bir hareket olsun hayatınızda;
yatıyorsanız kalkın, oturmuşsanız yatın; fark et-
mez! Ezan yüzünden pozisyon değiştirin, farklı
bir şey yapın! Telaşınız, gayretiniz bedeninizden
bir belli olsun, bedeniniz Ezan’ın yönetimine
girsin. Ezan dinleyerek nefsin şerrinin yönetimin-
den çıkarın onu! O Ezan’ın sesinden korksun!
Onu korkutun! Nasıl korkutursunuz onu? Ezan’ı
duyduğunuz zaman telaşa sokarak, telaşlanarak!
Telaşlandırın, mutlaka farklı bir harekete sokun.
Hatta öyle olsun ki, siz Ezan’ı tesadüfen duy-
mayın! Onun zamanını kollayın; dikkat edin,
hesaplayın, bekleyin! Bu gayretler, bu telaşlar so-
nunda siz, Ezan vakti olmadığı halde sanki Ezan
okunuyormuş gibi sesler duyarsınız da “acaba
Ezan okunuyor da ben kaçırdım mı?” dersiniz.
Ezan okunmuyor ama siz bir anda Ezan okunu-
96
YILMAZ DÜNDAR

yor sanarsınız. Dışarıdaki herhangi bir sesi; bir


araba sesini, bir bağırmayı bile Ezan sanabilirsiniz.
Neden? Artık kalbiniz o telaşta, onunla ilgili telaş-
ta, herşeyi onunla ilişkilendiriyor, elhamdülillah...
Ha, bir Ezan okunuyor sanarsınız, böyle san-
dığınız gibi bazen gerçekten duyarsınız da! Çün-
kü Ezan dünyada devamlı okunuyor… Yeter ki
siz o telaşa girin!
Ezan’ı bu şekilde hürmetle dinlediniz. Ama
bu bir davet, bu Tam Davet! Elbette sonra da
bu Tam Davet’e icabet! Tam Davet Tanrı İlmi
kitapçığında detaylı olarak var, oraya bakarsınız
inşaAllah. Salâvattaki Makamı Mahmud’u son-
ra konuşuruz diye kısaca geçmiştik. Demek ki;
Ezan hem Büyük Haber, hem de Tam Davet, öy-
leyse Tam Davete icabet çok önemli!
İnsanlar “davete icabetin sünnet” olduğunu
hiç olmadık yerlerde söyler. Din’le hiç ilişkisi
olmayan bir yere davet edilmişsinizdir, gitmek
istemezsiniz, gitmeyeceksinizdir! Siz bir bahane
ararsınız, onlar da inancınızı bildiklerinden sizi
oradan yakalamaya çalışıp; “davete icabet sün-
nettir kardeşim, niye uymuyorsun?” derler. Oysa
hakikat onların dediği gibi değil! Yanlış davete
icabet olmaz! Davet Ezan’dır, Ezan’a icabet
edeceksin, o farz! Ezan’la ilgili konulara davet
varsa işte sünnet odur, oraya icabet sünnettir!
Onunla ilgili bir toplantı olur, bu toplantı gibi
bir şey olur icabet edersiniz. Yalnızca burası de-
miyorum, bunun benzerleri neredeyse nasılsa
hepsi birer davettir. Ama “yanlış yerler” bu da-
vetin kapsamına girmez. Oralara katılmaları için
97
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

“icabet sünnettir” diye insanları sıkıştırmak ta


yanlış olur.
Davete icabet ettiniz, peki şimdi? Elbette
şimdi size icabet! Kesin! Şimdi de size icabet!
Zaten oraya icabet etmenizin sebebi size icabet!
Size icabet olan şey orada sizi bekliyor. Bunu ne-
reden anlıyoruz?
Mu’min Sûresi 60. Ayet: “Rabbiniz dedi ki;
bana dua edin size icabet edeyim! Muhakkak
ki benim ibadetimden kibirlenenler, dahiriyn
olarak; küçülmüş, alçalmış olarak cehenneme
gireceklerdir”. “İbadetten kibirlenme”nin ne
olduğunu içinde “mütekebbir” geçen ayetlerde
göreceğiz.
Günlük yaşantı içerisinde bizi, idrakımızı hız-
lı etkileyecek bir diğer husus salâtlarımızla ilgi-
lidir, salâtlarımızda yapacağımız bir şeydir. Bu
açıklamayı salât ikamesi konusunda daha önce
paylaştıklarımıza, bildiklerimize ekleyelim. On-
lara ilave edelim ki, salât ikamesindeki diğer
noktalar önemsizmiş gibi anlaşılmasın. Bütün
bildiklerimize bir ilave: Tahıyyat’a oturduğunuz
zamana özel önem verin! Tahıyyat’a özel önem!
Elbette salâtın her anının önemini yakalamak
lazım! Ama neden Tahıyyat’a özel önem? İka-
me ettiğiniz salâta dikkatle bakarsanız, salâtın
en ihmal edilen yerinin Tahıyyat olduğunu gö-
rürsünüz! Unuttuğunuz şeylerin aklınıza geldiği
yerin de orası olduğunu göreceksiniz! “Salâttan
sonra şunu yapayım” diye plan yaptığınız yere
dikkatle bakın, yine Tahıyyat’dır! Oturduğunuz
yerdir, Ettahıyyatü okuduğunuz yerdir. Çünkü
98
YILMAZ DÜNDAR

onu ezberlemişsinizdir, bir çırpıda okursunuz;


diliniz okur, ama kesinlikle o anda başka şeyle
meşgul olursunuz! Genellikle bu böyledir. Ne-
den? Çünkü o kadar önemli bir hal ki Tahıyyat,
oradan uzaklaşırsınız. O hali yakalamak için mü-
cadele gerekir. “Önemli şey”i yakalamak için hep
mücadele gerekir, mücadele edeceksiniz! Çün-
kü sizin dünyaya gelen yapınız, bu yapı “önemli
şey”e uygun değil! Ters! Ona terstir, sizi oradan
uzaklaştırır. Önemli şey için mücadele etmek
zorundasınız! İşte önemli şey:
“Ettahıyyatü lillahi ves Salavatu vet Tay-
yibat. EsSelâmü aleyke eyyühen Nebiyyü ve
Rahmetullahi ve Beraketühu. EsSelâmü aley-
na ve ala ibadillahis salihin. Eşhedü en la ila-
he illallaHU ve Eşhedü enne Muhammeden
AbduHU ve RasuluHU”.
Salâtla, salâttaki halle ilgili bir noktaya daha
kısaca değinelim. Salâtın her halinde dikkat
edilmesi gereken şeylerden birisi de eklemlerin
yerinde olmasıdır! Eklemler kendi yerinde du-
racak! Kasılıp zorlanıp da onları bir yerlere çek-
meyin, aklınıza gelince hemen bırakın. Bütün
eklemler yerine! Kasılıp zorlanarak bir pozisyon
almak salâttan sıkılmayı, salâttan uzaklaşma-
yı getirir ve benliğinizi kuvvetlendirir, salâtla
benliğinizi ilişkilendirir. Oysa eklemleri yerine
koyarsanız benliğinizi ve sıkıntılarınızı uzaklaş-
tırırsınız. Buna sebep, eklemler yerinde dursun!
Eklemler yerinde durursa, salâttan esfele safiliyn
olan yapıyı ve onun salâta müdahil olmasını
uzaklaşırmış olursunuz.
99
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

Ettahıyyatü’de de bu böyle; oturduğunuz-


da eklemlerinizin yerine gelmesine dikkat edin,
hepsi yerinde dursun. Otururken eklemleri baş-
ka yerlere çekmeyin. Belinizin, omurunuzun “S”
pozisyonuna, düzgün durmasına dikkat edin.
Ve; kıpırdamadan durmaya mümkün olduğun-
ca özen gösterin! Mümkün olduğunca kıpırda-
madan durmaya çalışmak önemli!
Bunlara dikkat ediyorsanız, bir de şuna ça-
lışın: Tahıyyat’tan önceki son secdede “şimdi
Tahıyyat’a gideceğim, Tahıyyat okuyacağım” diye
kendinizi Tahıyyat’a alıştırın. Aksi halde kendini-
zi bir anda Salli Bârik’de bulursunuz. Bakarsınız
ki, Salli Bârik okuyorsunuz, hatta o da bitmiş.
Fatiha’nın bittiğini “âmin”e gelince fark ediyor-
sunuz ya, işte bu da onun gibi olur!
Tahıyyat’ı bu şekilde okuyabilmek için, bir
kere önce bunun antrenmanını yapmak lazım.
Yazıp elinize alın ve bunun bir karşılıklı konuş-
ma olduğunu bilerek antrenman yapın. Bunu
salât anına bırakmayın, bir sporcu gibi antren-
manınızı müsabakaya çıkmadan önce yapın.
Çünkü salâtta Tahıyyat saniyelik bir iş; yaptın
yaptın, yapamadın geçiyor! Bu nedenle salât dı-
şında antrenmanını yapın, inşaAllah.
Tahıyyat’ta dört bölüm var. “Ettahıyyatü lil-
lahi ves Salavatu vet Tayyibat” ilk kısım. Biliniz
ki, salâtta ne yaptıysanız bunu söylemek için ya-
pıyorsunuz, onun için bu anı kaçırmayın! Tüm
yaptıklarınızı, zaten bunu söylemek için yaptı-
nız, Allah’a seslenmek için yaptınız, burada doğ-
rudan Rabbinize seslenmek için yaptınız. Daha
100
YILMAZ DÜNDAR

önce yaptıklarınızı düzgün yapışınız, onların


yerli yerinde olması, Tahıyyat’ın gerçek yapıla-
bilmesi içindi!
Benzetmelerin bunun yanında çok basit kal-
dığını biliyorum, yine de günlük yaşantıdan ak-
lıma gelen bazı benzetmeler yapayım. Lütfen,
anladıktan sonra onları zihnimizden silelim.
Acil paraya ihtiyacınız var, bankamatiğe gidip
para çekeceksiniz. Nedir? Oraya gitmenin bir
usulü var; ayakkabını giyeceksin, evden çıkacak-
sın, bankamatiğe gideceksin, sonra da dönüp
eve geleceksin. Gittin geldin, evdekiler sordu;
parayı getirdin mi? “Gittim ama parayı çekme-
dim!” der misiniz, öyle bir şey olur mu? Peki,
Tahıyyat farklı mı, o da öyle bir şey işte! Ben-
zetirsek; “tüm gerekleri yaptım ama Rabbimle
karşılaşmadım” demiş olursun. Oysa sen salâtta
bütün işleri “o konuşma” için yapıyorsun. Hatta
Tahıyyat’ta bunu yapa yapa öyle alışacaksın ki,
hayatta da hep Tahıyyat okuyacaksın! Normal
hayatta, kalbin görmeye başladığında, fuad ça-
lıştığında Rabbinle o kadar karşılaşacaksın ki,
hep Tahıyyat oku, cevap alacaksın. Normalde
arkadaşını görünce selamlaşıyorsun. Peki, ha-
yatta da Allah’ı gördün niye selamlaşmıyorsun?
Tahıyyat’la sana bunu öğretiyor!
“B” İmanı”nda olup olmadığın, bu işi bilip bil-
mediğin önemli değil, dikkat ediniz; salâta baş-
ladın mı, senin en alt pozisyonun nefs-i mutma-
inedir. Hazır bunu yakalamışken, eğer hayatını
nefs-i mutmainede geçirmek ve orada bitirmek
istiyorsan, salâttan hiç çıkma, öyle dur! Çünkü
101
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

salâtta nefs-i mutmainnedesin. Daha sen salâta


başlarken sana o elbiseyi giydirdiler! Çünkü baş-
ka türlü salât ikame edemezsin, mümkün değil!
Salât için Allah; “siz ne haşmetli bir işle meşgul
olduğunuzun farkında değil misiniz?” diyor.
Salâtta öyle haşmetli bir işle meşgulsünüz! Ama:
Dünyadaki en uyduruk işiniz o! Lütfen en itinalı
işinizden başlayarak bir liste yapın, salât ikame
ediyorsanız en alta onu yazacaksınız! Salât ika-
me ederim; yani onu da araya sıkıştırırım! Oysa
işleri salâtın arasına sıkıştıracaksınız! Ama siz
salâtı işlerin arasına sıkıştırıyorsunuz, olmaz! İş-
leyiş şöyle; ne kadar önem verirseniz, o kadar
önem bulursunuz.
Demek; Tahıyyat’ta bir karşılıklı konuşma
var, önce bunu fark ederek salâtı yerine getirmek
lazım. Oturdunuz, Rabbinizi karşıda bilin ve kar-
şıya söyleyin! Eğer siz “B” imandaysanız, korkma-
yın şirk olmaz, ötede beride olmaz! Ama kişi “B”
imanda değilse, “Amentü Billahi” kapsamında
imanını deklare etmemişse, onun ne olduğunu
bilmiyorsa, imanı böyle değilse; o zaman o kişi-
nin Allah için bir yere bakması şirktir. Eğer kişi
“B” imanda ise, salât ikame ederken Allah’ın
önünde eğildiğini de, ona baktığını da düşüne-
bilir, dokunduğunu da düşünebilir; hiç birisi şirk
olmaz! Neden? Kim şirk yapacak? Sen yoksun ki!
Şirk olması için senin var olman lazım! Sen “B”
imanla kendini yok ettin, şirki kim yapacak; her-
şey O’nda! Onun için dokunabilirsin de bakabi-
lirsin de! Zira dokunduğun zaman dokunan da
O, dokunduğun da O; ne fark eder ki!
102
YILMAZ DÜNDAR

Bir de Tahıyyat’ta önünüze bakarsınız ya,


işte Tahıyyat’ta bu avantajdan da yararlanarak,
gerekirse önünüze baktığınız yerde Kalbiniz-
le görmeye çalışın. Fuadı zorlayın ve görmeye
çalışın. Çünkü İhsan Makamı öyle olur, İhsan
Makamı’nı; Allah’ı görüyormuş gibi ibadet et-
meyi öyle açarsınız! Göremiyorsan bile, bunu ya-
pamıyorsan bile O’nun seni gördüğünü bilerek
yap, bu bir makam! Dolayısıyla Tahıyyat’ta sen
kalbini, fuadını zorla ve görüyormuş gibi seslen;
Ettahıyyatü lillahi ves Salavatu vet Tayyibat
de! Konunun heyecanı yüzünden meali uzatırım
diye korkuyorum, siz antrenmanını yaparken
mealine bakınız lütfen. Antrenman yaparken iki
cümle arasına biraz zaman verebilirsiniz, ama
salâtta ikinci cümleye geçerken beklemeyin. İki
cümle arasında kendi söylemenizle üç “Sübha-
nallah” deme süresini geçecek boşluk bırakma-
mak lazım. Ve ikinci cümleyi okurken dinleme
moduna geçin; “EsSelâmü aleyke Eyyühen
Nebiyyü ve Rahmetullahi ve Beraketühu”yu
dinleyin. Söyleyin ama dinleyin! Bunun detayı-
nı inşaAllah paylaşırız. O detayı gördüğünüzde
bunu çok kolay ve rahat uygularsınız inşaAllah.
Ama şimdi zorlayın, tefekkürle zorlayın! Neden
“dinleyin” diyoruz? Çünkü o cevap sizin diliniz-
den ama sizden değil. Bu yüzden onu dinleme
moduyla söyleyin. O cevap size Esas Mirac’tan
hediye! O hitap, sizde O’nun sünnetine uymayı
hedef edinmiş kişiye hediyedir, ondaki Nübüv-
vet boyutuna, Nübüvvet uygulamalarına Esas
Mirac’tan hediyedir. O hitap; “ey Rasulümün
sünnetini O’nun açıkladığı Nübüvvet’i kendinde,
103
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

bedeninde açan Kul’um” diyen bir sesleniştir!


Anlatabiliyor muyum? Efendimize seslenişi Ey
Nebi’dir, ama o hitap sana gelince; ey Nebi’nin
söylediklerini vücudunda fiilleştiren, fiile çevi-
ren demektir. Bu durumda sen Nebi’nin Nübüv-
vetinin uygulayıcısı oldun, sendeki Nübüvvet
Boyutu’nu fiillendirdin! O Nebi, sen de Onun
Nübüvvetini uygulayan oldun. Bu yüzden, hitap
senin nübüvvet boyutuna; amel boyutuna! Ri-
salet boyutuna değil! Neden? Çünkü sen zaten
işe başlarken o risaletle, o imanla başladın! O ol-
madan zaten olmuyor ki! Risalete uydun, şimdi
de “salih kişi” olman için Yaradan’ın senin amel
boyutuna Selam ediyor. Bu kısımdaki prensip:
“Salât ikame ediniz ki; Allah, sizin ağzınızla
size selam etsin” şeklindedir. Esma’ül Hüsna’da
Selam’ı biliyorsunuz, bu Selam’la siz salihler
zümresine girersiniz.
Evet dinleme modundan sonra üçüncü
cümleyle birlikte cevap moduna geç! Bunu iyi
tefekkür ettiğin zaman, “Ettahıyyatü lillahi ves
Salavatu vet Tayyibat” derkenki heyecanın,
söyleyişin ve sesin bu cevap moduyla birlik-
te düşer, yani sen cevap verirken sesin değişir.
Bunu fark edeceksin ve boyun bükmüş bir sesle;
“EsSelâmü aleyna ve ala ibadillahis salihin”
diyeceksin; ihbat edeceksin; boyun büktüğü-
nü göreceksin. Bunu da böyle söyledin ya; artık
kendini koroya dâhil et! Çünkü; “siz bilemezsi-
niz; Sema’da ve Arz’da ne varsa Allah’ı tesbih
etmektedir” anlamında ayetler var ve Hadiyd
Sûresinin ilk ayeti bunlardan birisi.
104
YILMAZ DÜNDAR

Hadiyd Sûresi 1. Ayet: “Semavat’ta ve Arz’da


olan herşey Allah’ı tesbih etmiştir. O Aziyz-ül
Hakiym’dir”. Bu yüzden, var olan sürekli tesbi-
hata dâhil ol, o koroya gir, o koroya kendini sok!
Ve o koroyla birlikte, tüm evrenle beraber; Eş-
hedü en la ilahe illallaHU ve Eşhedü enne Mu-
hammeden AbduHU ve RasuluHU de! Salâtta
bunu uygulamaya çalış inşaAllah. Çünkü sen
bunu uygularken artık “uygulayıcı” bir nefs-i
mutmainnedesin.
Sonra ne yapıyorsun? Şimdi de duaların, ta-
leplerin başlıyor. Mü’min Sûresi 60; “sana icabet
edilecek” dedi, şimdi dualara geçiyorsun; Salli
Bârik ve ne tür duaların varsa yapabilirsin. Efen-
dimiz buyuruyor ki, “eğer siz dua etmekte bık-
maz ve usanmazsanız, Allah da size vermekte
bıkmaz usanmaz”. “Bir an önce selam vereyim”
demez de orayı değerlendirirsen orası senin,
başla dua etmeye! Uygun ayet ve hadisleri bul,
onlarla dua etmeye çalış inşaAllah. Çünkü dua
etmemiz, istememiz gereken ne varsa, bize hepsi
ayet ve hadislerle öğretilmiş elhamdülillah...
Şimdi konumuzla ilgili olarak yine günlük ya-
şantı içerisindeki bir başka önemli yere geçelim.
Önce ilgili bir hadisi not edelim. Hadis, Buhari
kaynaklı ve kudsî hadis. Hz. Ebu Hureyre radı-
yallahu anh’den rivayet edilmiş: Allah Teâlâ Haz-
retleri şöyle ferman buyurdu: “Kim benim veli
kuluma düşmanlık ilan ederse ben de ona
harp ilan ederim. Kul’umu bana yaklaştıran
şeyler arasında en çok hoşuma gideni ona
farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum
105
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam


eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim
mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü
gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı, aklettiği
kalbi, konuştuğu dili ve sairi olurum. Benden
bir şey isteyince onu veririm. Benden sığınma
talep etti mi onu himayeme alır, korurum.
Ben yapacağım bir şeyde mümin kulumun
ruhunu kabzetmede tereddüde düştüğüm
kadar hiçbir şeyde tereddüde düşmedim. O
ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi
sevmem”. Evet, hadisi kudsî böyle. Çıkarılacak
sonuçlara da hızlıca bakalım:
Üstünde duracağımız esas sonuç “nafile” ile
ilgili, ama “veli kuluma düşmanlık edene harp
ilan ederim”deki “veli”ye bakıp oraya gelelim.
Bunu günlük yaşantıda uygulayabilmek için
hadisteki “veli”yi iki türlü ele almak lazım; biri
veli, diğeri veli gibi. Eğer kişi Billahi anlamında
imanını deklare etmiş ve açıkladığımız nefs-i
levvameye girmiş ve bu nefs-i levvameyi ıs-
rarla takip ediyorsa “veli gibi” muamele görür.
Veli değildir ama veli gibi muamele görür. Zira
Veli olmak başka şeydir! Dolayısıyla, veli değildir
ama veli gibidir, Allah ona veli gibi muamele ya-
par. Yani bu hadisten yararlanır!
“Veli kuluma düşman olana harp ilan
ederim”,, bu cümle âlimler tarafından genişçe
tartışılmış. “Veli kime düşman olur ki? O veliy-
se zaten kimseye düşman olmaz. O herkese şu
şekilde davranır.” gibi kanaatler dile getirilmiş.
Ama burada anlatılmak istenenler, normal ha-
106
YILMAZ DÜNDAR

yata ait, kavga, düşmanlık gibi şeyler değil. Allah


buyuruyor ki; “Veli Kul normal dünya yaşantısı
içerisinde, zaten o kadar kimsesiz, o kadar yal-
nız, o kadar gariban, o kadar arkası olmayan
ki, onun arkasında ben varım”, bu o demektir.
Hadis şöyle devam ediyor; farzlarla bana
yaklaşır, nafilelerle onu severim. Allah’a yak-
laşma nasıl bir şeydir, kulun Allah’a yaklaşması
nedir? Kul’un Allah’a yakınlığı; önce Billahi an-
lamında imanını mutmain kalb ile açıklamaktır,
önce bununla başlar. Yani; onun “var görünü-
şünü Allah’a eş ve ortak koşmayan” yöneliş ve
imanı bu yakınlığı başlatır. Nereye kadar gider?
İhsan Makamına kadar; kalben görme ve buna
göre yaşantı noktasına ulaşıncaya kadar! Kul’un
Allah’a yakınlığı bu deklarasyonla, yani dünya
yaşantısında bu imanı açıklamakla başlar ve İh-
san Makamı’na kadar devam eder.
Kul’un halktan uzaklığı; yaratılmışlardan,
yaratılmışların cazibesinden uzaklığı; kesret
içerisinde Tevhid’i yaşayarak kesretin de hiçbir
cazibesinin kalmayışı ile kemale ulaşır. Allah’ın
Kul’una yakınlığı; ona dünyada lutfedeceği ir-
fan, ahirette Rıdvan ve ikisi arasındaki nimet ve
ikramlarla anlaşılır. Allah, ilim ve kudretiyle,
yani ilim ve kudret özelliğiyle bütün insanlara
yakındır. Allah lütuf ve nusretiyle havasa ya-
kındır. Allah ünsiyetiyle veli kullarına yakındır.
Hadiste “yakınlık” geçiyor ya, bu da “yakınlıkla”
ilgili kısa bir bilgi, inşaAllah.
Onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu
eli olurum. Bunu da öncelikle şöyle anlamak
107
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

gerekir. Lütfen dikkat edelim, eğer bu cümleyi,


anlaşılması gereken en son manadan anlarsak
hadisin yorumu, açıklaması ve hayatınıza uygu-
laması çok kolay olmaz! En son anlaşılması ge-
reken mana da doğrudur, ama biz nereden baş-
layacağız? “Onun işittiği kulağı, gördüğü gözü,
tuttuğu eli ve sairi olurum”u öncelikle şöyle
anlamak gerekir: Kulağı benden başka bir şey
işitmez, gözü benden başka bir şey görmez,
dili benden başka bir şey söylemez; bu iş bura-
dan başlar. Eğer, “onun tuttuğu eli, işittiği kulağı,
gördüğü gözü ben olurum”u son manadan anlar
ve henüz fiilleri daha oraya ulaşmadığı halde
“kendinden O açılıyor” diye anlarsa kişi yanlışlara
düşer. Kendi beşeri haliyle yaptığı şeyler için; “Al-
lah benden şöyle yaptı, bende kim var siz biliyor
musunuz?” gibi yanlış yorumlara başlar ve onları
da bu hadislere bağlar. Onun için bu hadisi an-
lamak, hayatta uygulamak, amele dönüştürmek
için başlanacak nokta budur: Eğer kişi farzları
uyguluyor ve nafilelere de devam ediyorsa onu
severim! Sevdiğim zaman da onun işittiği kula-
ğı, gördüğü gözü, söylediği dili olurum” kısmını
demek ki nasıl anlıyoruz? “Onun kulağı o zaman
benden başka bir şey işitmez, ne işitiyorsa be-
nimdir, yani o ne duyuyorsa Rabbindendir. Gözü
benden başka bir şey görmez; ne görüyorsa ben-
den bilir. Dili benden başka bir söz söylemez; dili
daima benim öğütlerim, benim zikrimledir; di-
linde ben varım” olarak anlıyoruz. Bu iş buradan
başlar, sonra ilerler.
Arapçayı incelediğiniz zaman görürsünüz ki,
isim yapılan işin yerine de kullanılmaktadır. Yani
108
YILMAZ DÜNDAR

kulak “işitme” yerine de kullanılmaktadır. Onun


kulağı olurum; ifadesi halk arasında beni işitir
manasına da kullanılmaktadır.
Esası kavrayamadan ve yaşamadan tasavvuf
anlatmaya çalışanların, yani yorumlar yaparak
tasavvuf anlatanların bu anlatımlarından yanlış
uygulamalar çıkar ki; birisi şudur: Allah benden
açığa çıkacak! Bu yanlıştır! Allah kimseden açı-
ğa çıkmaz, buna çok dikkat edin! Neden? Çün-
kü Allah Samed’dir, sana ihtiyacı olmaz! Allah
senden açığa çıkacak; demek ki açığa çıkması
için sana ihtiyacı var manasını da içerir ki, o za-
man Allah Samed olmaz! Ve demek ki, sen daha
önemlisin ki Allah’ı açığa çıkarıyorsun! İnsanlar
bu sözü neden sever? Çünkü kendilerini kutsal
hale getiriyor; ben öyle önemli bir varlığım ki,
Allah benden açığa çıkıyor! Kibrin, kibirliliğin
dindar hali! O kadar önemliyim, Allah benden
çıkıyor. Yani “Allah senden değil benden çıkıyor”
der gibi, “sizin ev şöyle bizim ev böyle” der gibi
de bir mana oluşuyor. Allah kimseden açığa çık-
maz! Bu yüzden, bu hadisleri yanlış anlayıp,
yanlış yorumlayıp, yanlış beklentilere girmek
boş iş olur, insanlar ordan bir amel çıkaramaz.
Kişi Allah’ın kendisinden açığa çıktığını hele bu
düşünceyle hiç göremez. Bil ki; Allah Samed’dir,
sana ihtiyacı yoktur ve bir yerden açığa çıkmaz!
Sana da ihtiyacı yoktur ki senden açığa çıksın!
Ama senin O’na ihtiyacın var, sen Samed değil-
sin ve sen O’nda açığa çıkansın! Buna çok dik-
kat ediniz; sen O’nun ilminde açığa çıkarsın!
Açığa çıkan sensin, O değil! O zaten açıkta! O
109
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

açıkta olanda bir zan olarak açığa çıkan sensin!


İşte sen o zannı yok etmeye çalış, zaten onu yok
etmeye çalışacaksın! Dilerse…
Evet, zaten açıkta olan dilerse kendinde olan
bu zannı, bu suretteki bu zannı dilerse çeker de
suret yine kalır. Ama O sende açığa çıkmaz! Sen
O’nun ilminde açığa çıkarsın. Zaten açıkta olan
o! “Zahir de, batın da O” olanda, O’nda sen zan
olarak açığa çıkarsın. Bu yüzden, dilerse o suret-
teki zannı çeker de, suret gene kalır…
Peki, “nafile”yi nasıl anlayacağız? Nafile as-
lında halk dilinde, normal konuşmada “boş”
demektir, “boşuna” demektir, “yapsan da olur
yapmasan da” demektir. Fakat kullandığımız
pek çok kelimede olduğu gibi, nafile kelimesi
de, “yapsan da olur yapmasan da” manasına
rağmen başka manalara da sahiptir. Yaptığımız
ibadet ve ameller kapsamındaki nafileyi gerçek
manada görebilmek, anlayabilmek için şu kura-
la dikkat etmek lazım: Nafile dediğimiz zaman
aklımıza “nafile salâtlar ve nafile oruçlar” gelir.
Öyle bakılırsa işin bir kısmına bakmış olursunuz.
Oysa bilinmelidir ki; her fiilin, her düşüncenin,
her ibadetin, yani her halin bir farzı bir de na-
filesi vardır. Tanımın içine“her hal” girince, salât
ve oruç bu hallerden sadece ikisidir. Ama sizin
her düşüncenizin, her fiilinizin, sonuçta her ha-
linizin bir farzı bir de nafilesi vardır.
Peki, hallerimizin farzı nedir; farz nedir?
Bunu tanımlayalım: Her halimiz için öncelikle
şart olan şey vehmin zulmetinden çıkmaktır,
vehmin zulmetinden kurtulmaktır!
110
YILMAZ DÜNDAR

“Allahu veliyyülleziyne amenü yuhricühüm


minez zulumati ilan Nur; Allah inananların velisi-
dir, onları zulmetten alır nura sokar.” Ayet böyle
diyor, o zaman ilk şart bu, demek ki bunun ger-
çekleşmesi gerekiyor. Vehmin zulmetinden çık-
mak, nefsi şerrinden temizlemek gerekiyor. Yani
vehmin zulmetini, nefsin şerrini takdim ederken
söylediğiniz “A” Takdim Formu “BEN”i fonksi-
yonsuzlaştırmak, sözde tanrılık iddiasını hem
deklarasyon olarak, hem de fiillerde yok etmek
gerekiyor ki; bu sizin her türlü halinizin farzıdır.
Bu olmazsa olmaz! Farz budur; olmazsa olmaz!
Bu olmazsa olmaz, zira ilk farz budur. Yani bir
kişi nefs-i mutmainneye gelinceye kadar, 2. Te-
fekkür Şemamızda gösterilen B0 noktasında ka-
rarlı, istikrarlı, geri dönüşsüz yaşayıncaya kadar
onun ilk farzı, nefs-i levvame sürecindeki ilk far-
zı, seyri sülûku içerisindeki ilk farzı budur: Nefsi
şerrinden temizlemek, vehmin zulmetinden çık-
mak, A” Takdim Formu “BEN”i fonksiyonsuzlaş-
tırmak, sözde tanrılık iddiasını hem deklarasyon
olarak, hem de fiillerde yok etmek! Bu farzdır, bu
olmazsa olmaz!
Sözde tanrılık iddiasını yok etmek çok
önemli demiştik. Şimdi bu konulara talib olan
için önemli bir şeye vurgu yapalım; yok olmak
diye bir şey yoktur! Lütfen çok dikkat edin, yok
olmayı başaramazsınız! Çünkü yok olmak diye
bir şey yok. Ama yok etmek var! Yok olamazsın,
ama yok edersin. Dolayısıyla yok olmaya değil
yok etmeye çalışacaksın! Bu yoldaki mücadele
yok etme mücadelesidir. Yok etme mücadelesi-
111
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

nin sonunda, kişideki zan yok olduğu için ona


yok olmak denir, O mücadelenin sonucuna işa-
ret için, onu anlatmak için yok olma denmiştir.
Ama sen yok olma mücadelesi yaparsan yanlış
olur. Mücadele yok etmektir, yok etmek içindir.
Yok ettikten, yani mücadele bittikten sonraki
sonuca yok olmak diyebilirsin. Çünkü bir zan
yok olmuştur, bir kişilik yok olmuştur.
Bu yok etme mücadelesi devam ederken
günlük yaşantı içerisinde sorgulamalarınızı “ne
yaparsam olur?” sorusu ile yaparsanız iyi sonuç
vermez. “Ne yaparsam olur?” sorgusundan iyi
sonuç alamazsınız. “Ne yaptım da olmadı?” di-
yecek ve daima bunun analizini yapacaksınız. Bir
sonuca ulaşmak istiyordunuz, ama olmadı, he-
men “ne yaptım da olmadı?” sorgusuyla analiz
yapacaksınız, “ne yaparsam olur” değil! Çünkü:
esfele safilin yapıyla ne yaparsan yap olmaz! Za-
ten esfele safiliyn yapıyla bir şey yapar da sonuç
alırsan o senin kibrini kuvvetlendirir! O yapı ona
sahip çıkar, onun hicret etmesine izin vermez.
Bu yüzden “ne yaptım da olmadı?” dersen ken-
dindeki esfele safiliyn yapıyı suçlamış olursun.
Mesele, nefsin şerrini suçlamak! Nefsin şerri ne
yaparsa bu iş olur? Cevap: Nefsin şerrinin yapa-
cağı hiç bir şeyle olmaz! Çünkü şer ne yaparsa
yapsın şer çıkar! Bu yüzden sen; “ne yaptım da
olmadı?” diyeceksin, önemli olan analiz sorusu
budur!
Farzı, yani şart olanı anlatıyoruz ya, devam
edelim. Kendiniz için farz ve nafileleri anlamaya
çalışıyorsunuz diyelim. Kendinize ait tanrısal bir
112
YILMAZ DÜNDAR

davranış tesbit ettiniz ve tesbit ettiğiniz tanrısal


halden, bu mütekebbir halden ve davranıştan
kurtulmak için çalışıyorsunuz. Bu halinizin yan-
lış olduğunu ve doğrusunun da ne olduğunu
tesbit ettiniz, tespit ettiğiniz o doğruyu yapma-
ya başladınız, bazen yarım bazen tam yapıyor-
sunuz. Aradan zaman geçiyor tekrar yanlışa dü-
şüp “eyvah” diyorsunuz, “ben bunun doğrusunu
yapıyordum, tekrar yanlış yapmaya başladım.”
Mücadele ediyor, doğruyu yapıyorsunuz, tekrar
yanlışa düşüyorsunuz… Bu hal, o davranış için, o
hal için bir doğru-yanlış mücadelesidir. Bir ko-
nuda hep doğru-yanlış mücadelesi varsa başarı
elde edemiyorsunuz demektir ve bu iyi bir hal
değildir! Bu yüzden, Efendimizin bir duası vardır;
“Allahım beni ara yerde bırakma”. Mücadele-
de ara yerde kalmaktır bu; doğru yanlış, doğru
yanlış; hep doğru yanlış muhasebesi! Konu ney-
se, o konuda doğru yanlış muhasebesi sizin için
farzdır; mutlaka doğruya ulaşmanız gerekir, sizin
için bu farzdır; bu yanlıştan kurtulmanız o işin
farzıdır. Çünkü onun mütekebbir, yani tanrısal
bir düşünce, öyle bir hal veya bir fiil, bir davranış
olduğunu tesbit ettiniz. O zaman ondan kurtul-
mak sizin için farzdır. Peki “farzdır” ne demek?
Olmazsa olmaz demektir, o şart demektir, o si-
zin olmazsa olmazınız demektir. Diyelim ki kur-
tuldunuz, yani doğru davranışı geri dönüşsüz
yakaladınız, o halin doğrusunu geri dönüşsüz
yakaladınız, o zaman o halin farzını tamamlamış
olursunuz. Farzı tamamladınız, bitti mi, tamam
mı?
113
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

Eğer istiyorsanız, talibseniz bu sefer sizin için


yapsanız da olur yapmasanız da mücadelesi
başlar, yeni bir mücadele başlar. Çünkü siz, bir
düşüncenizi, bir hal veya fiilinizi mütekebbir
yapıdan, tanrısal yapıdan, ilahlık iddiasından
geri dönüşsüz kurtardınız. Artık o dosya tamam
demektir. O konudaki doğruyu geri dönüşsüz
sürdürdüğünüz için yeni bir şey yapmanız ge-
rekmez, yaparsanız o nafile olur. Peki, talibseniz,
yani isterseniz yeni başlayacak şey nedir? Şim-
di başlayacak olan; “daha iyisi ne?” sorusudur.
“Doğru yanlış” muhasebesi bittikten sonra baş-
layacak şey; “daha iyisi nedir, bu yaptığımın
daha iyisi nedir? Demek ki:
Günlük yaşantıda sizin öncelikle somut gör-
meniz gereken şey, mütekebbir yapının; tanrılık
iddiasının, esfele safiliyn yapının, küfür şirk ya-
pının platformunu oluşturan iki önemli şeydir
ki, birisi cinsellik, diğeri öfkedir. Hemen ele ala-
cağınız şey öfkedir ve onu izlerken çok şey öğre-
nirsiniz. Önce öfkenin doğru yanlış mücadelesi
başlar; öfkelendim mi öfkelenmedim mi? Öfke-
lendiğin zaman o öfkeyi yutmanın Allah indinde
en değerli yudum olduğunu Efendimiz sallalla-
hu aleyhi vesellem buyuruyor; “size yutabile-
ceğiniz en değerli yudumu söyleyeyim mi?”
“Söyle ya Rasulallah, öğret bize” diyorlar. “Öf-
kelendiğin zaman öfkeni yutmaktır.” Bunu
yapmak için önce öfkelenmek lazım! Bu hadis,
farzı yerine getirebilmen için teşviktir. Bu işi hal-
lettin ve öfkelenmiyorsan, ne yutacaksın? Bitti!
Bunu kendinde o kadar rahat izlersin ki ben bu
114
YILMAZ DÜNDAR

Rahmani olaylarla tanışmadan önce nasıl da öf-


kelenirdim dersin. Şimdiki hal bir antidepresanla
değil! Şu ilacı almadan çok öfkeleniyordum, şim-
di öfkelenmiyorum değil, hayır! Burada söylenen
bir ilaçla baskılama veya bir psikolog tedavisi
değil. Nedir bu? Öfkenin bizzat Allah’a olduğu-
nu fark etmendir! Çünkü öfkelenmenin Allah’ın
emirleriyle didişmek olduğunu, öfkelendiğin
kimsenin olmadığını ve aslında Allah’la kavga
ettiğini bilirsen, fuad sana bunu gösterirse, sen
o zaman öfkelenemezsin ki! Bu farzı yerine ge-
tirmiş olursun. O bitti, şimdi “daha iyisi ne?”
sorusu ve arayışı başlıyor, artık daha iyisini arar-
sın. İşte daha iyisini aramaya başladığın an sen
nafileyle meşgulsün demektir. Demek ki, nafile
farzdan sonra başlıyor, farz tamamlanmadan,
farz tam olmadan nafile olmuyor! Bunu hayatın
içinden basit bir örnekle kavramaya çalışıp son-
ra örneği yok edelim.
Bir markete gittiniz ki orası hala toz şekeri çu-
valdan tartıyor. Dediniz ki, bana 5 kg toz şeker
ver. Bizim çocukluğumuzda öyleydi, marketler,
paketler falan yoktu ki. Gider bakkaldan alır-
dık. Bu ibreli teraziler yeni çıkmıştı. İbreli terazi-
nin teknolojisi yeni ya, ibre dikkatimizi çekiyor,
o ibreye bakıyoruz, çünkü o bizim için yeni! O
tartıların kimi kolludur, “5 kg” dedik mi, kolunu
büker 5’e getirir ki, 5 kg şeker koyunca ibre 5’e
gelsin. Bazılarının tartma kapasitesi yüksektir,
onlarda 5 ortalarda bir yerdedir. Beş kg şeker
istedik, şimdi tartıyor; onun tam 5 kg tartması
farzın örneğidir, ibre 5’i gösterdi mi farz tamam.
115
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

Çünkü sen 5 kg istedin, ücretini öyle ödeye-


ceksin. Ama şimdi bak, tartan kişi onu bir iki
gram fazla tartsa sevinirsin. Halbuki 5 kg şekerin
içinde onun bir önemi yok, ama ibrenin azıcık
geçmesi seni sevindirir. Veya 5 kilograma tam
gelmedi bu sefer üzülürsün. Ya altı üstü bir tatlı
kaşığı şeker, eksik olsa ne olur ki! Ama yüzün de-
ğişir; “ne adam be, nelere tamah ediyor, alt tarafı
bir kaşık şeker!” diye düşünürsün. O görüntü, o
düşünce seni günlerce meşgul eder. Niye? 5 ki-
logramı tam almadın diye! Bu duygunun nere-
den geldiğini biliyor musun? Nereden bu duygu,
düşünebiliyor musun bu sana nereden geliyor?
Bu, biraz önceki hadisin duygusu işte! Orada
buyurdu ki; “farzları tam olursa ondan hoşla-
nırım ve iki üç gram da fazla olursa sevinirim”.
İşte bak sen de öylesin! Beş kilogramlık koca tor-
bada bir kaşık fazla şekere seviniyorsun! “Ne iyi
adam be, gözü tok, gördün mü bak şekeri fazla
verdi” diyorsun.
Ancak bakın; onun o fazlayı verebilmesi için
önce beş kilogramı tamamlaması lazım ki farz
olan o! Farz bitmeden nafilenin olmayacağı an-
laşıldı değil mi? Şimdi; eğer bahsettiğimiz bu
davranış salât ise farzları yerine getirdin tamam!
Bundan sonra “daha iyisi nedir, acaba daha ne
yapabilirim?” dersen şimdi karşına Efendimizin
sünnetleri çıkar. Vakit sünnetlerini yapıyorsun
ve yine “daha iyisi nedir?” dersen karşına işrak
çıkar, kuşluk çıkar, önemli gecelerdeki bazı sün-
netler çıkar… Unutma; bunları yapmasan da
olur. Ama sen farzı tamamladıktan sonra “daha
116
YILMAZ DÜNDAR

iyisi ne?” çalışması yapıyorsan ayrı! Çünkü “o


bana yaklaşır ve ben onu severim” hitabına
nail olmak, onun muhatabı olmak istiyorsan
bunu salâtlarda, oruçta yapabilirsin.
Tabi, evet her halin farzı sonra nafilesi var-
dır. Ama bunu uygularken önemli olan şey, çok
önemli bir prensip şudur; mutlaka, kişi “kendine
göre bir orta yol” tesbit etmelidir. Herkesin orta
yolu farklıdır, yapısına göre! Eğer ilerlerken, aşırı
“daha iyi ne yaparım?” duygusuna kapılırsa farz-
lardan da perdelenebilir. Bu yüzden, “makbul
olan az da olsa devamlı yapılan” ibadetlerdir.
Devamlı yapılan, yani sürdürülebilir olan doğ-
rular makbuldür!
Bu yüzden, her olayda ve her davranışta,
davranışların her birine ait orta yol farklı oldu-
ğundan, kendi sürdürülebilirliğinizi tesbit etme-
niz önemlidir! O davranış için kendi orta yolu-
nuzu tesbit edip, nafileleri de o orta yol içeri-
sinde yapmakta fayda vardır. Nafilelerle bir şey
başlar? Nafilelerle takva başlar; kişiyi takva ehli
yapan nafilelerdir. Farzdan sonra takva başlar.
Ayet buna işarettir; insanlar eşittir ancak tak-
vaca ayrılırlar! Dolayısıyla bu ayetten; insanlar
mecbur oldukları şeyi yapıncaya kadar aynıdır-
lar, ancak ondan sonra daha iyisini yaparken bir-
birlerinden ayrılırlar manası çıkar.
Bazen gündeme geliyor, âlimlerin bazıları
“namaza sonradan başlamış olanın farz borcu
varsa sünnet ve nafileleri yapmaması gerekir” di-
yor, buna nasıl bakmalıyız diye tartışılıyor.
117
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

Bu söylenen size mantıklı gelebilir, ama ko-


nulara daima “ayet ve hadislerde bu iş nasıl?”
diye bakmak lazım! Bakıyoruz hadislerde öyle
bir şey yok! Efendimiz bu işten habersiz değildi,
aksi halde bizi uyarır, “eğer şöyle işleriniz varsa
böyle yapın” derdi. “Efendimiz döneminde böy-
le kimseler yoktu” denirse, bu mazeret olmaz.
Çünkü Efendimiz bazı hadislerinde bugünleri
anlatıyor değil mi? Bugünkü ümmetin halini,
hatta gelecek ümmetlerin nasıl davranacakları-
nı söylüyor. Dolayısıyla bizi uyarırdı, böyle de bir
öğütte bulunurdu. Hadislerde; hesap zamanın-
da bir kulun farzları yeterli gelmezse, Rabbi;
“nafilelerine bakın, yok mu” der buyruluyor.
Demek ki, yaptığın nafileler, farzları tamamlar.
Bu yüzden eğer nafile yapacaksak şöyle bir yol
öneririm; önce normal salâtı bozmamak lazım.
Diyelim ki İkindi Salâtı’nı ikame edeceksin, onun
kendine ait bir sünneti ve kendine ait bir farzı
var. Sen; “benim zaten çok borcum var bu yüzden
bu sünneti yapmasam da olur, onun yerine ben
kaza yapayım” dersen olmaz. Hayır! Onu boz-
mamak lazım! Onu Efendimiz nasıl yapmışsa
olduğu gibi öyle muhafaza etmek gerekir. Ama
sonra: Diyelim ki İşrak Salâtı ikame edeceksin.
Niyet ederken “nafile salâtı” demen gerekmiyor
ki! Önemli olan, işrak vaktinde veya kuşluk vak-
tinde salât ikame ediyor olmaktır. Mesela, eğer
işrak vaktinde hiç değilse iki rekât salât ikame
edersen, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem
buyuruyor ki, tam bir hac ve umre sevabı alır.
Ama sabahın farzını yaptıktan sonra! Efendimiz
buyuruyor ki; kim sabahın farzından sonra iş-
118
YILMAZ DÜNDAR

rak vaktine kadar geçen süreyi dünya kelamı


olmadan dünyayla meşgul olmadan zikrul-
lahla geçirip, işrak vaktinde de yani güneş do-
ğup ta en az yarım saat geçtikten sonra iki rekât
salât ikame ederse tam hac ve umre sevabı
alır! Burada o hali teşvik var ve anlaşılsın diye
de üç kere tekrar var. “Hac ve umre görevinden
azat olur” demiyor, hac ve umre sevabı alır! İşte
bu vakitte iki rekât salât ikame edeceksen, önce
kamet getirip; “Allahım daha önce vaktinde ika-
me edemediğim üzerimde bulunan en son sabah
salâtına ait farzı bu vakitte kaza ile ikame ede-
ceğim” dersin. Hem nafile yapıyor olmanın se-
vabını, yani işrak vaktinde salât ikame etmenin
sevabını alırsın, hem de Rabbin kabul buyurursa
senin üstünde bulunan bir sabah salâtının far-
zını yapmışsın sayar. Dilerse! Yine, işrak vaktin-
de şart illa iki rekât değil ki, daha fazla da ikame
edebilirsin. Diyelim dört rekât ikame edeceksin,
o zaman da “öğlen salâtının farzı” dersin. Bizim
dikkat edeceğimiz şey normal salâtları aynıy-
la yapmak! Normal salâtları sünneti, farzı, son
sünnetiyle formunu bozmadan yaptıktan sonra
diğerlerini; işrak, kuşluk gibi nafile vakitlerdeki
salâtları, yapmadıklarının yerine telafi niyetiy-
le yaparsın, çok da güzel olur. Hem o kuşluğun
sevabını alırsın, hem de diyelim ki bir öğleni
ikame ettin, bir ikindiyi ikame ettin, ondan da
Rabbin muaf tutar inşaAllah. Dilerse. Çünkü;
kazaları ikame edin, kazalar kabul olacak diye
bir kural yok! Ama, sen bir nafile ibadette o na-
file ibadete böyle niyetlenerek Rabbinin dileği-
ne sığınıyorsun. Aslında âlimlerin de o konuda
119
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

söylemek istediği budur: “Sen nasıl olsa örneğin


işrakta salât ikame ediyorsun ya, fırsatı kaçırma,
hani ikame etmediğin bir sabah salâtı vardı, işte
onun farzına niyetlenerek ikame et. Hem onun
hem de işrak vaktinin sevabını almış olursun,
inşaAllah” demek istiyorlar, yani müjdeliyorlar.
Aksi halde “şöyle yapınız, şöyle yapmayınız” gibi
bir şey söylemek kimsenin haddi ve görevi değil-
dir! Kimse öyle bir şey diyemez. Ne söylenecek-
se Efendimiz söylemiş bitirmiş! Onu tercüme ve
yorumlamalarla değiştirmek, bazı eğitim yön-
temlerinin emirsel uygulanmasıyla değiştirmek!
Kur’an bile emir olduğu halde “emir veriyorum”
demiyor, “o bir öğüttür” diyor. Kur’an bir öğüt-
tür ama günümüze gelinceye kadar emir cüm-
lesine dönüşmüştür! Âlimlerin öyle söylemeleri
de bir öneridir; “nasıl olsa bunu yapıyorsun, bari
yararlan, bu fırsatı kaçırma” diyorlar. Anlatabil-
dim mi?
Konuyla ilgili bazı önemli noktalarla devam
ediyoruz: “A” Takdim Formu “BEN” kesretten
kurtulma çalışması yapmaz! “A” Takdim For-
mu “BEN” çokluktan, kesretten kurtulma ça-
lışması yapamaz. O ancak tanrısal tanımlardan
kurtulma çalışmaları yapabilir. Onun yaşadığı
dünyada her şeyin bir tanrısal tanımı vardır,
o tanımlardan kurtulmanın çalışmasını yapar,
yapabilir. Allah’ın yarattığı kesrete, tanrısal ta-
nımlar konulmuştur, bu tanımlara göre de gü-
nahlar ve yasaklar vardır, o ancak onlardan kur-
tulma çalışması yapabilir. Kesretten kurtulma
çalışmasını “B” Takdimindeki kişi yapar! Yani
120
YILMAZ DÜNDAR

“kesretten kurtulma çalışması” veli zatın işi-


dir, uğraşısıdır. Kişi gerçek kesrete ancak nefs-i
mutmainneye geldiğinde geçer. Bu gerçek kesret
Esma Dünyası’dır, kesret âleminin kendisi Esma
Âlemi’dir. Bizim yaşadığımız hal onun tanrısal
tariflerle damgalanmış halidir ki, önce ondan
kurtulmak lazım! O tanımlar esfele safiliyn ya-
pının tanımlarıdır ki; “A” Takdim Formu “BEN”
işte onlardan kurtulmalıdır. Eğer siz bunu fark
etmez de o yapıya kesretten kurtulma çalışma-
sı yaptırırsanız yanlış olur. Bocalar, yapamaz!
Hem işin içinden çıkamaz, hem ruhsal dengesi
bozulur hem de günahlardan kurtulamaz; çün-
kü günahları umursamaz! Velinin çalışmasının
içinde “günahtan kurtulma çalışması” olmadığı
için, kişi veliyi anlatan bir şey okur, onu okuduğu
zaman “günahtan kurtulma çalışması yok!” zan-
neder! Niye? Çünkü velinin çalışması içerisinde
böyle bir şey yazmıyor, o yüzden; “yok” der. Ya,
o veli, o “o işi” bitirmiş! Dolayısıyla, velinin çalış-
ması, yani kesretten de kurtulma çalışması anla-
tılırken, içinde “günahtan korunma çalışmaları”
yer almamış olabilir. Ama sen ona bakıp, velayet
noktasına gelmeden kesretten kurtulma çalış-
ması yapamazsın, yani günahlar ve tanrısal ta-
nımlardan kurtulmadan velinin uğraşı alanına
giremezsin. Sen önce günahlardan kurtulma ça-
lışması yaparsın! Bu çok önemli bir şey!
Nefs-i levvameye girmek için, mutlaka ve
mutmain olarak Billahi anlamında imanın
açıklanması yeterlidir. Ancak bu deklarasyonu
yaptınız diye, “A” BEN yapınızın yaşantısı hemen
121
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

Billahi idrakinde olan yapıya tam uygun hale


gelmez. İşte, “A” takdimindeki “BEN” yapınızın
yaşantısını da bu açıklamaya, yani Billahi anla-
mında iman’a geri dönüşsüz olarak uygun hale
getirdiğinizde, “A” takdimindeki BEN, artık “B”
Takdim Formu “BEN” olur.
Bu açıklamaların üstüne günahı ele alıp, iki
tip günahı ve onların ne olduğunu konuşalım.
Lütfen dikkat edin, çünkü anlatacaklarımız, gü-
nahla ilgili kavramlarda önemli! Bir: Şirk günahı
vardır. Eğer bir kişi imanını amentü billahi an-
lamında mutmain olarak deklare ederse bu şirk
günahından kurtulur. Böyle söylüyorlar, ben de
öyle söyleyip kurtulayım diye değil de inanarak
söylerse kişi şirk günahından kurtulur. Billahi
imanını mutmain olarak açıklarsa; yani var gö-
rünüşünü bile eş koşmadan Allah’a iman eder-
se, yani “ben varım ve muhtarım” demeden
Allah’a iman ederse şirk günahından kurtulur.
Kişi; “Allah dûnunda bir varlık yok, bu yüzden
ben “varım ve muhtarım” demiyorum, var görü-
nüşümü Allah’a eş koşmadan iman ediyorum”
derse şirk günahından kurtulur! Şirk günahın-
dan kurtulmanın önemini Zümer Sûresi 65.
ayetle anlamaya çalışalım:
Zümer Sûresi 65: “Eğer şirk işlerseniz tüm
amelleriniz boşa gider”. İşte kişi Billahi an-
lamındaki imanını deklare etmekle bu ayetin
muhatabı olmaktan kurtulmuş, şirk işlememiş
olur. Fakat! Bunu deklare etti ama henüz yapısı,
fiilleri bu deklarasyona uymuyor, bu açıklamaya
uymuyor? O zaman onun yeni bir mücadele-
122
YILMAZ DÜNDAR

si var demektir; fiillerini bu deklarasyona uy-


durmaya çalışacak! Bu mücadele tamamlanıp
bitince o B0’a gelir ki; bu noktaya gelene kadar
olan mesafe çok önemlidir, sevabı da çok yüksek
olan bir yoldur. Hadiyd Sûresi 10. Ayet: “Fetih
gelmeden, yani B0 noktasından önceki bu ha-
lin derecesi daha âzamdır, daha yüksektir”.
Yani nefs-i levvamede esfele safiliynle mücadele
edilen bu halin, bu sürecin sevabı daha fazladır.
Tamam, şirkten kurtaran açıklamayı yaptın
ve şirk günahından çıktın. Şimdi de mücadele
etmen gereken diğer günah var, şirk formatı
var, o duruyor! O durduğu için şirk formatından
kaynaklanan günahlar oluşmaya devam eder!
Ama bu formatın ürettiği günahlar şirk günahı
değildir! Bu nokta çok önemli!
Nisa Sûresi 48. Ayete bakalım: “Eğer bir kişi
şirk günahında değilse, Allah onun diğer gü-
nahlarını dilediğine dilediği şekilde bağışlar”.
Fark ettiniz mi? Kişi bu deklarasyonu yapmış,
sonra da her türlü halini ve fiillerini bu deklaras-
yona uydurma çalışması yapıyorsa, bu mücade-
le sürerken meydana gelen günahları “dilersem
bağışlarım” buyuruyor Allah. Ama bunun için,
Billahi deklarasyonunu umursamak ve fiille-
rini ona uygun hale getirme çalışması yapmak
şart! Deklarasyonu yap bir daha gözükme, yani
bir yere gidip “ben sınava gireceğim” de, sonra
çalışma, sınava da gitme! Öyle değil! Bu dekla-
rasyonu yapıp, ona uygun mücadeleyi yapıyor-
san, “bu mücadele sırasında meydana gelen
günahları dilersem bağışlarım” diyor. Yeter ki
123
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

şirki olmasın! Şirki varsa, bunların hepsi boşa


gider demektir.
Bakın şimdi Ârif’e tarif gerekmez sözünü
tarif edeceğiz, tarif ettiğimizde onu daha iyi
anlayacağız. Bu sözü normal hayatta kullanırız.
Neden? Çünkü o ariftir anlar, ona tarif etmeye
gerek yok, çünkü tarifi biliyor. Ama bizim bah-
settiğimizin manası böyle değil! «Arife tarif ge-
rekmez; arif artık tarif işini bıraktı, tanrısal tarif-
leri bıraktı!» demektir. Kişi ne zaman arif olur? B0
Noktası’ndan sonra! B0 Noktası’na gelene kadar
tanrısal tarifleri yıktı, yok etti, bu notayı geçti.
Artık o esma dünyasında, artık o tarifle meşgul
olmaz. Bu yüzden ona tarif gerekmez, o tarif is-
temez! Esma dünyasında olduğu için, artık tarif
onun için günahtır, tarif onun için küfürdür. İşte,
arife tarif bu yüzden gerekmez! Diğer manada
değil, arif tarifi biliyor ve çok seviyor değil! Bu;
“arif olmak için tariften kurtulmak lazım!” de-
mektir. Tariflerden kurtulunca arif olursun.
Zümer Sûresi 18. Ayet: “Onlar ki, o Kul’larım
ki, kavl’i hakkani sözü işitirler de onun en gü-
zeline tabi olurlar. İşte onlar Allah’ın hidayet
ettiği kimselerdir, onlar Lüb sahiplerinin ta
kendileridir”. İlerlerken konuyu da iyi anlayalım
diye imandan bahsettik ve şimdi yerimize gel-
dik, Lüb’e geldik! Lüb sahipleri için Zümer Sûresi
18; “onlar o Kul’larım ki; kavli hakkani sözü işi-
tirler de onun en güzeline tabi olurlar. İşte onlar
Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir ve işte onlar
Lüb sahiplerinin ta kendileridir” buyuruyor. Ayet-
te geçen Lüb sahipleri Lüb’leri aktif olanlardır,

124
YILMAZ DÜNDAR

Lüb’leri sadrı etkisine almış olanlardır. Lüb dâhil


bütün nurlar zaten çalışıyor. Ama önemli olan
nurun, Lüb nurunun sadrı etkisine alması! Kalbi
ve sadrı etkisine aldığında artık ona Lüb Sahibi
diyoruz. Neden? Onun sadrı “lüb, lüb” diyor da
ondan! Artık o Lüb Sahibi olmuş! Dikkat edin,
ayet “onlar Allah’ın emrini işittiklerinde ona tabi
olurlar” demiyor. Ya ne diyor? “Hakkani sözü
işitirler de onun en güzeline tabi olurlar!” Ne
demektir bu? “En iyisini” yapmaya çalışırlar, on-
lar nafileciler! Farzı tamamladı, nafileyi yapıyor!
Lüb sahipleri nafilecilerdir; “İşte onlar Allah’ın hi-
dayet ettiği kimselerdir, onlar Lüb sahiplerinin ta
kendileridir”. Nafilenin önemini Zümer Sûresi 18.
Ayetle ortaya koymaya çalıştık.
Şunu da ekleyelim: Ayette geçen “en güzel”
emirlerin kıyası olarak “en güzel” değildir. Yani,
Allah birçok emir vermiş onların bazıları güzel,
bazıları da değil ve kişi en güzelini seçiyor gibi
anlaşılmasın! Onlar uygulamanın en güzelini
seçerler demektir, uygulamanın en güzeline tabi
olurlar demektir. Onlar uygularken en güzeline
tabi olurlar! Lüb Sahiplerinin özelliklerini anla-
maya ve Lüb Sahiplerini tanımaya başlıyoruz.
Lüb Sahipleri Ehli Takva’dır. Biraz önce “onlar
nafilede yarışır” demiştik, işte nafilede yarışanlar,
takvada yarışıyorlar demektir. “Nafilede yarışan”
olmak öyle enteresan bir şeydir ki bakın. Diyelim
ki bir AVM’ye gittiniz, orada çok gösterişli, çok
zengin birini gördünüz. Buna çok sevinmezsiniz
değil mi? Onu çok yakınınız gibi, akrabadan gibi
görür müsünüz? Aklınıza bile gelmez, değil mi?

125
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

Bazılarının kıskandığı, bazılarının imrendiği, ba-


zılarının da siyasi olarak düşman olduğu o kişi
bu kadar azığa sahip olmasına rağmen, siz ona
özel bir kardeşlik, özel bir yakınlık hissetmez-
siniz. Ama diyelim ki, bir mescide, bir camiye
gittiniz, baktınız bir adam; o kadar güzel otu-
ruyor… Veya kalktı huşu içinde öyle güzel salât
ikame etti ki… Onu seversiniz, akrabanız gibi
gelir size. Oysa sizinle ne ilişkisi var? Sonuçta ne
yapıyorsa kendine; salâtı da kendine, duruşu da
kendine! Sizin için olursa zaten şirk olur. Onun
herşeyi kendine olduğu halde, size hiçbir faydası
olmadığı halde ve tanışmadığınız halde akraba
gibi ısınır, seversiniz onu. Niye, neden? Bakın çok
enteresan; orada onu seven kim? Sizde onu se-
ven kim? Siz bilmeden o sevgiye sahip çıkıyor-
sunuz ama sizde onu seven kim? Onu seversi-
niz… Çünkü o bir azık edinmiş! Diğeri dünyaya,
bu da ahirete azık yapmış. Bakıyorsun, üstünde
ahiret azığı var ve o onun azığı, ama sen onu
seviyorsun, için kaynıyor. Hatta hürmet ediyor,
geçerken şöyle çekiliyorsun. Onun o haline niye
hürmet ediyorsun? Oysa o zengine yapmadın!
Neden yapıyorsun bunu, seninle ne ilişkisi var?
Çok enteresan, bakın bu hürmet neyin göster-
gesi: Haliniz kendiliğinden Allah yolunda olanı
seviyor; istemsiz! Kendiliğinden ona bir muhab-
bet, bir yakınlık duyuyorsun ya, nafileyi seviyor-
sun aslında! Zümer Sûresi 18 bize öğretiyor ki;
“Lüb Sahipleri hakkani sözü işitirler ve onun en
güzeline tabi olurlar. İşte onlar Allah’ın hidayet
ettikleridir, Lüb sahiplerinin ta kendileridir”. Lüb
126
YILMAZ DÜNDAR

Sahiplerinin özelliği neymiş demek ki? Ehli Tak-


va olmaları! Onlar ehli takvadır, takva sahibidir.
Bakara Sûresi 269: “O Hikmet’i dilediğine
verir. Kime Hikmet verilirse gerçekten ona
pek çok hayr verilmiştir. Bunu Lüb sahiple-
rinden başkası anlayamaz”. Ayetlerden Lüb’ü
ve lüb sahiplerini tanımaya çalışıyoruz. Bakın bu-
rada da bir başka özelliği görüyoruz. “O Hikmet’i
dilediğine verir. Kime Hikmet verilirse gerçekten
ona pek çok hayr verilmiştir. Bunu Lüb sahiple-
rinden başkası anlayamaz.” Anlıyoruz ki, lüb sa-
hipleri Ehli Hayr ve Ehli Hükm’dürler; yani hü-
küm sahibidirler, hayr ehlidirler. Peki, Ehli Hayr
olmak ne demektir? Düşünceleri, sözleri, fiilleri
batıl olan her şeyden arınmış; hayr üzere olup
bu halin hayretlerini yaşıyorlar demektir! Onla-
ra, ikisi arasında çokça nimetler verildiğinden
birçok da hayret yaşıyorlar. Peki, Ehli Hükm ne
demektir? Hikmeti kavrayabilen akıl sahibi de-
mektir. Onlar hikmeti kavrayabilen akla sahip
kişilerdir, Allah’ın hükümlerinin hikmetini göre-
bilen kişilerdir. Evet, Lüb Sahipleri’nin özellikle-
rinden üçünü gördük; ehli takva, ehli hayr ve
ehli hükm!
Al’u İmran Sûresi 190: “Muhakkak ki Sema-
vat ve Arz’ın halkedilişinde, gece ile gündü-
zün birbiri ardına gelişinde lüb sahipleri için
elbette ayetler vardır”.
Al’u İmran Sûresi 191: “Onlar Lüb sahipleri
ki, kıyamda ayakta, kuud’da otururken ve yan-
ları üzere oldukları halde Allah’ı zikrederler
ve Semavat ve Arz’ın halkedilişi hakkında te-
127
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

fekkür ederler ve şöyle derler; Rabbimiz bunu


batıl olarak yaratmadın. Sen Sübhan’sın, bizi
narın azabından koru”. Bu iki ayette Lüb Sa-
hiplerinin Ehli Zikr oldukları anlatılıyor. “Tefek-
kür ederler ve şöyle derler” diyor ayet. Demek ki,
Lüb Nuru Fuad’a Hakk Yol’da bir analiz ve sentez
yaptırıyor, Hakk yolda tefekkür yaptırıyor, “tefek-
kür yaparlar” diyor. Ve bu tefekkürle Hakk bir
sonuca ulaşıyorlar ve bu sonuç da kalbe tesbit-
leniyor. Bu tesbit; bir sığınış, sakınış ve dua içe-
riyor. Tefekkürlerinin sonunda mütekebbirlik
yok! O tefekkürle El Hüsna’yı tasdik ediyorlar
ve o tefekkürün sonunda sığınış, sakınış ve dua
var! Nurların her birinin verdiği korku ve ümit
başkadır demiştik. Onun için, Tevhid Nuru’nun
verdiği korku ve ümit de başkadır: Tefekkürünün
sonucu sığınış, sakınış ve dua içeriyor. Lüb sahi-
bi tefekkür ediyor, tezekkür ediyor, ittika ediyor.
Zaten ayetler; “Lüb Sahipleri tefekkür ederler, te-
zekkür ederler” demekte ve “ittika edin” diye de
uyarmaktadır.
Bakara Sûresi 197: “Muhakkak ki azığın en
hayrlısı takvadır. Ey Lüb Sahipleri benden it-
tika edin”. Azık’tan bahsettik ya, biriktireceği-
miz azığın hayrlısını şimdi Yaratan bize öneriyor;
azığınızın en hayrlısı takvadır. Ey lüb sahipleri
benden ittika edin; yani sakın eş koşmayın. İtti-
ka etmek sakınmaktır. Öyle bir sakınmak ki; eş
koşmamak için sakınmak! Çünkü eş koşarsanız
herşey boşa gider! İttika edin demek, benden sa-
kının, sakın BENlik ortaya koymayın, mütekeb-
bir olmayın demektir. İttika edin!
128
YILMAZ DÜNDAR

Al’u İmran Sûresi 7. Ayet: “HU ki, Kitab’ı sana


inzal etti. Ondan ayetler muhkemdir. Ki onlar
Ümmü’l Kitap’tadır. Ve diğerleri ilk, ana, kök
olmayanlar ise müteşabihdirler. Ama kalble-
rinde zey’ art niyet olanlar, fitne isteyerek ve
O’nun te’vilini arzu ederek ondan sadece mü-
teşabih olanına tabi olurlar. O’nun te’vilini
ancak Allah ve ilim’de rasih derinleşmiş olanlar
bilir. Bu âlimler şöyle derler; O’na iman ettik;
hepsi Rabbimizin indindendir. Bunu Lüb sa-
hiplerinden başkası tezekkür edemez”. Yani
Lüb sahiplerinden başkası ibret alamaz demektir.
Bu ayet; Kur’an’da muhkem ve müteşabih ayetle-
rin olduğunu, bazı kimselerin bunlardan yalnız-
ca müteşabih olanlara yaslandığını, oysa onun
açıklamasını yalnızca Allah ve ilimde derinleşmiş
olanların bildiğini bildiriyor. Burada Lüb sahiple-
rinin bir yeni özelliği daha verildi: Onlar tezekkür
edendir, yani ayetlerden ibret alandır. İbret alan
ne demek? Yararlanan! Onlar OKUduğu zaman
ibret alandır; yararlanandır.
Maide Sûresi 100. ayet: “De ki; habis tayyib
ile müsavi olmaz, velev ki habisin çokluğu ho-
şunuza gitse de! O halde “ey Lüb sahipleri,
Allah’tan ittika edin ki felaha eresiniz”. Buna
benzer kıyasları, karşılaştırmaları ayetlerde gö-
receğiz. Burada habis ile tayyib kıyaslanmakta,
eşit olmadıkları söylenmektedir. Meallerde ha-
bis “kötü” olarak tanımlanmış; “kötü ile iyi bir
olmaz” diye açıklanmıştır. Ama bunun Muham-
medi açıklamadaki karşılığını bilmek için mana-
sını tam yerine koymak lazım. Çünkü “kötü”nün
129
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

ve “iyi”nin tanrısal dünyada oraya ait de mana-


ları var.
Allah’a ortak olarak yapılan her türlü hal
habistir! Bu kapsamdaki her türlü hal habistir,
necistir, pistir. Habis; necis, pis, iflah olmaz, dü-
zelmez demektir! Nedir o? O, Allah’ı örten her
türlü haldir! Ayet diyor ki; “velev ki habisin çoklu-
ğu hoşunuza gitse de!” Buraya da dikkat edelim.
Çünkü ayet bize; “Lüb sahipleri tezekkür eder” di-
yor. Lüb sahibi olmak için önce “lüb sahibi gibi”
davranmak lazım! Bu taklid çok önemlidir ve
insanı taklid ehli yapmaz. Taklid ehli; Billahi an-
lamında imanı açıklamamış kişidir ve yaptıkları
da taklid ehlinin işleridir. Amentü Billahi’yle ilgili
imanını deklare ettikten sonra kişinin yaptıkları
taklid değildir. O hal şuna benzetilebilir: Bir ço-
cuk konuşmayı öğrenirken evdeki büyüklerini
taklid etmez mi? Hatta büyüklerinden ayrı tu-
tulsa konuşmaya geç başlar. Niye? Taklid edemi-
yor! O konuşmayı öğrenirken, siz ona “sen taklid
ehlisin” diye kızar mısınız? Yine o çocuk büyük-
lerini taklid etmeden yürüyemez de. Demek ki,
doğru yolda taklid şart! Korkmamak lazım, bu
insanı “taklid ehli” yapmaz. Veliyi taklid etme-
den veli olunmaz! Lüb ehlini taklid etmeden
“lüb ehli” olunmaz. Ama “B” imandan sonra
ve nefs-i levvamede iseniz bu böyle! “B” imanını
açıklamamış ve nefs-i levvamede değilseniz siz
zaten taklid ehlisiniz, o zaman tüm yaptıklarınız
için size taklid ehli denir.
Kötü olan, yani Allah’ı örten herşey habistir
dedik. Tayyib; temiz demektir. Hakk yoldaki her
130
YILMAZ DÜNDAR

davranış temizdir, tayyibtir. Bazı arkadaşlarınız


olur, tanışırsınız, bakarsınız; herşeyi temiz her-
şeyi! Sözü temiz, bakışı temiz, yürüyüşü temiz,
niyeti temiz, aklı temiz, kalbi temiz, hepsi temiz,
herşeyi temiz… Hakk yol böyledir işte; onun
herşeyi temiz, tayyibdir! Diğeri habis; onun da
herşeyi kötüdür, hiç bir şeyi iflah olmaz. “Velev
ki habisin çokluğu hoşunuza gitse de” ayetinde
“hoşunuza gitse de” denilen şey esfele safiliyn ya-
pıdır! “Siz” derken kast ettiği, hep sizin kendinizi
içinde bulduğunuz ve mücadele etmeniz gere-
ken o yapıdır. Ayet; “habisin çokluğu mücadele
etmeniz gereken o yapının hoşuna gider” diyor.
Kendinizi içinde bulduğunuz o yapı habisin
çokluğunu sever; çok evi olmasını sever, çok
arabası olmasını sever, çok parasının olmasını
sever. Ama! Allah ve Rasulü çok umurunda ol-
maz! Hele onlar o kadar çok olur ki, Allah ve Ra-
sulü hiç aklına gelmez! Her işi çok rayında gider;
sağlığı çok iyi, işi çok iyi, eşi çok iyidir. Bazıları ba-
kar, yanılır der ki; arkadaş adamın dinle diyanet-
le işi yok, tuttuğu altın oluyor, evinden mutluluk
şakırdamaları geliyor, bu nasıl iş? Allah ona öyle
“çok” şey vermiş ki, Allah’ı unutmuş o! Sen onun
neyine özeniyorsun ya? Bir yanda da bir gariban
vardır; hastanede kuyrukta bekler bekler sıra
gelmez, geri döner. Beklerken acıdan “Allaah,
Allaah, Allah” der, inler. İşin aslını görürsen bu
adam şanslı!
Efendimiz diyor ki; “bu dünya bir ağacın
gölgesinde oturdun, dinlendin, kalktın” gibi
bir şeydir”. Ağaç gölgesinde servetin olsa ne
131
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

olur, biraz sonra kalkıp gideceksin ya! Veya is-


tasyonda üç beş dakika tren bekliyorsun, birisi
gelmiş; “şu büfe çok kar eder sana satayım” de-
yip duruyor. Az sonra trene binip gideceksin, ne
yapacaksın büfeyi, büfeyle ne işin var ya? Dünya
böyle bir şey! Azrail çekmiş sreni, tren geliyor!
Sırayla birileri binecek! Her an hazır ol! Valizini
hazırla, azığını hazırla; [en hayrlı azık takva!]
hazırla ve bekle! Ama sen? Yerini almamışsın,
valizin boş, hangi trene bineceğini bilmiyorsun,
istasyonda arsa kapma peşindesin. Olacak iş mi
ya! Bu yüzden ayet; “senin o yapın bu habisin
çokluğunu sever. Ama bunu Lüb sahipleri anlar”
diyor. Bunu anlayın, tefekkür edin, ittika edin;
esfele safiliynin cazibesine kapılmayın ki; felaha
eresiniz!
Maide Sûresi 111. Ayet: “And olsun ki on-
ların kıssalarında Lüb sahipleri için bir ibret
vardır. O Kur’an beşer tarafından uydurulan
bir söz değildir. Fakat kendinden öncekileri
tasdik eden, herşeyi tafsil eden ve iman eden
bir kavm için de hüda rehber ve rahmettir”.
Ra’d Sûresi 19. Ayet: “Ancak “Rabbinden inzal
olunan Hakk’dır”ı bilen kimse âmâ kimse gibi
midir? Yalnızca Lüb sahipleri tezekkür eder”.
İbrahim Sûresi 52. Ayet: “İşte bu, insanlara
bir tebliğdir; onunla uyarılsınlar, O’nun İla-
hun Vahid olduğunu bilsinler ve Lüb sahiple-
ri tezekkür etsinler diye”.
Sa’d Sûresi 29. Ayet: “Bu sana inzal ettiğimiz
bir Kitab’tır, mübarektir. O’nun ayetlerini
132
YILMAZ DÜNDAR

tedebbûr etsinler derinlemesine tefekkür et-


sinler ve Lüb sahipleri tezekkür etsinler diye”.
Zümer Sûresi 9. Ayet: “Böylesi mi, yoksa sa-
cid secde eden ve kaim kıyam eden olarak ge-
cenin vakitlerinde kânit müstakim, ahretten
hazer eden ikan hale yaraşmayan davranışlar-
dan sakınan ve Rabbinin rahmetini uman mı?
De ki, hiç bilen ile bilmeyen bir olur mu, eşit
olur mu? Ancak Lüb sahipleri tezekkür eder”.
Fatır Sûresi 19, 20, 21, 22 ve 23. ayetler: “Âmâ
ile basıyr bir olmaz, Zulmet ile Nur da bir ol-
maz. Zıll ile harur da, diriler ile ölüler de bir
olmaz... Muhakkak ki Allah dilediğine işitti-
rir... Sen kabirlerin içindeki kimselere işittiri-
ci değilsin. Sen ancak bir uyarıcısın”.
Ayete göre âmâ; kalbiyle göremeyendir! Kafa
gözü görmeyen değil kalbi kör olandır; fuadı ak-
tifleşmemiş kişidir. Basıyr; kalbi ile görebilendir.
Ayet işte bu ikisini kıyaslıyor ve “ikisi bir olmaz”
diyor. Âmâ ve Basıyr’in anlaşılması için zulmet
ile nuru, zıll ile harur yani gölge ile güneşli yeri
ve diri ile ölüyü karşılaştırıyor.
Buradaki diri ve ölü idrakla ilgilidir. Çünkü
bir de “idrak olarak ölü” olanlar vardır. Allah
dûnu’nda varlık iddiasında bulunan Allah için
ölüdür. Ayette “kabirlerin içindeki kimselere, ölü-
lere işittirici değilsin” ifadesindeki kabir içinde
olmak doğruya, hakikate karşı kendisini kabre
sokmuşluktur. Hakikate karşı kabre sokmuş, yani
düşüncelerine zincir vurmuş, hakikatın önünü ka-
patmış kişilere işittiremezsin!
133
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

Lüb sahipleriyle ilgili ayetlerde “Kur’an’ın Lüb


sahipleri için bir öğüt, hatırlatma ve zikr oldu-
ğu” da belirtilir, bakın:
Talak Sûresi 10. Ayet: “Allah, onlar için şid-
detli bir azab hazırlamıştır. Allah’dan ittika
edin, ey iman etmiş Lüb sahipleri! Allah size
gerçekten bir Zikr inzal etmiştir”.
Sa’d Sûresi 43. Ayet: “O’na, Eyyub’a bizden
bir rahmet ve Lüb sahipleri için bir öğüt ol-
mak üzere hem ailesini hem de onlarla bera-
ber bir mislini bağışladık”. Eyyub aleyhissela-
mın hayatına baktığınızda, döneminde ailesinin
ve aşiretinin darmadağın olduğunu görürsünüz.
Daha sonra hem ailesi hem de ümmetinin bir
misli fazlası “bir rahmet” olarak kendisine yine
bağışlanmıştır. “Bu aynı zamanda Lüb sahipleri
için de bir öğüttür” diyor Sa’d Sûresi 43.
Zümer 21. Ayet: “Görmedin mi ki; Allah,
Sema’dan bir su inzal etti de onu Arz’daki
kaynaklara koydu. Sonra onunla renkleri
muhtelif ekinler çıkarıyor. Sonra o ekinler
kurur da sen onu sararmış görürsün. Sonra
onu bir hutam; kuru bitki, çöp kılar. Muhak-
kak ki bunda Lüb sahipleri için bir öğüt, bir
ibret vardır”.
Mu’min Sûresi 54. Ayet: “Lüb sahiplerine bir
hüda, bir öğüt olmak üzere”; hatırlatmak üze-
re!
Bu konudaki bir ayet de hukuki uygulamayla
ilgilidir. O da Lüb sahiplerini anlatan bir ayettir,
ama hukuki uygulama ile ilgilidir!
134
YILMAZ DÜNDAR

Bakara Sûresi 179: “Ey Lüb sahipleri, kısasta


sizin için hayat vardır. Umulur ki siz, bu saye-
de korunursunuz”.
Bunlar Lüb sahipleriyle ilgili ayetlerdi. Ayetle-
rin Dili’nden Lüb Sahipleri’nin Özelliklerini tanı-
maya çalıştık, ayetler bize Lüb sahiplerini anlattı.
Lüb’ü anlattığımız kısmı tamamlarken, Lüb’ü
bir kez daha tanımlayalım: LÜB; Kul’un “Muhtar”
olmadığını ve “BEN varım ve muhtarım” zannın-
dan doğabilecek her türlü şirk halini AKLIN fark
edebilmesine imkân sağlayan İhlâs Sûresi haki-
katli bir NUR’dur. Lüb’de çalışan Tevhid Nuru’dur
ki; kişiye “bir”lemeyi, muhtariyetten yani var-
lıktan kurtulmayı öğreten ve onun yolunu
gösteren bir manaya sahiptir. Lüb halinin İhlâs
Sûresi’yle doğrudan ilişkisi vardır.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuru-
yor; “muhakkak ki herşeyin bir kalbi vardır.
Kur’an’ın Kalbi ise YaSin’dir”.
Bir diğer hadis: “Herşeyin bir nuru vardır.
Kur’an’ın Nuru da “Kul HUvallahu Ehad”dır”.
Bu hadisler ve açıkladığımız manalarla Kur’anı
bir bütün olarak ele alırsanız; onun kalbi YaSin
ve onun nuru, yani oradaki manayı, idrakı açan
nur ise İhlâs Sûresi’dir. Peki, bu nur nasıl istenir?
Onu da Kur’an’dan öğreniyoruz. Bize iste-
meyi öğreten ve Talimi Mes’ele adıyla anılan
bir sure vardır; Fatiha Sûresi. Evet, bu nur Fatiha
Sûresi’yle istenir! Fatiha; anahtar, açan ve isteme-
yi öğreten olarak da isimlendirilmiştir.
135
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

Yasin, İhlâs ve Fatiha sureleriyle ilgili hadisler


ışığındaki bu bilgilerden sonra, izin verirseniz
hadis kaynaklı bir temenniyi de paylaşalım: Lüt-
fen bir plan yapınız ve hayatınız boyunca 500.000
İhlâs Sûresi okumayı hedefleyiniz! Bu miktara ha-
yatınız boyunca okuduğunuz tüm İhlâs Sûreleri
dahildir; salâtlarda okuduklarınız, okuduğunuz
diğer İhlâs’lar, hepsi dâhildir. Bir de, bu yolda
hayrlı açılımlara vesile olacak iki ayeti paylaşa-
lım, sonra da yeni bir konuya, konumuz içinde
yeni bir kısma devam edelim. Bu iki ayet, Enbiya
Sûresi 29 ve Kassas Sûresi 68. ayetler. İlerleyen
kısımlarda yeri gelecek ama, siz Enbiya Sûresi 29
ve Kassas Sûresi 68. ayetlere bakın lütfen. Bu iki
ayeti okumak, tefekkür etmek, bazı şeyleri anla-
mamızı kolaylaştırır inşaAllah.
Yukarıda Lüb’ü ve özelliklerini ayetlerle an-
lamaya çalıştık. Buradan itibaren sırasıyla Kalb’i,
Fuad’ı, Sadr’ı açacağız inşaAllah.
Kur’an’ın mesajının doğru anlaşılabilme-
si için, fark edilmesi ve manasının anlaşılma-
sı gereken kavramlardan birisi de mütekebbir
kelimesidir. Mütekebbir birçok ayette geçer
ve Kur’an’ın anlatmaya çalıştığı mesajla da çok
ilişkilidir. İçinde mütekebbir kelimesinin geçtiği
bazı örnek ayetlere bakacağız.
Şimdi izin verirseniz şöyle bir parantez aça-
lım. Kur’an’ın Mesajı diyoruz ya, bu tabir çok
kullanılır, hatta yanlış da kullanılır. Kur’an’ı bir
şifre, geleceği anlatan bir kehanet kitabı, bazı
şeyleri “fal gibi” anlamaya yarayan bir kitap
gibi değerlendirmemek lazım! Bu işlerle meşgul
136
YILMAZ DÜNDAR

olanlar tamamen boş işle meşguller. Kur’an’da


öyle bir şey yok ve Kur’an bir ansiklopedi falan
da değil! Kur’an insana tek bir mesaj verir! O me-
sajın ne olduğunu tanrı ilmi notlarımızda anlat-
tık, anlamaya çalıştık.
“Mütekebbir” kelimesi Kur’an’ın Mesajıyla
ilgili olarak çok önemli. Mutlaka iyi anlaşılma-
sı lazım, mutlaka! “Mütekebbir” aynı zamanda
bir Esma’ül Hüsna’dır. Bir esma’ül hüsna olarak
Mütekebbir’in manasına bakalım, esma’ül hüs-
na listesinde Mütekebbir ne demek söyleyeyim:
Mutlak BENlik O’na, Allah’a aittir. Mutlak BEN-
lik! BEN diyen yalnızca kendisidir. Yalnızca Allah
“BEN” diyebilir. Kim “BEN” sözüyle kendisine
varlık verirse, var oluşunun hakikatine ait BENli-
ği örtüp, göreceli BENliği öne çıkarırsa bunun so-
nucunu yanmak suretiyle yaşar! Çünkü Kibriya
O’nun vasfıdır! Mütekebbir, ancak Allah’ın BEN
diyebileceğini bize anlatan bir esma’ül hüsna’dır.
Diğer esma’ül hüsna manalarına bakarken buna
da bakılmıştır mutlaka, ama hatırlamak için tek-
rar bakınız lütfen.
Peki, mütekebbir meallerde nasıl geçiyor, ona
nasıl bir mana veriliyor? Genellikle kibirli, kibir-
lenen olarak çevrildiğini görüyoruz ve doğrudur
da. Normal hayatta bir insana mütekebbir dedi-
ğinizde ona kibirli demiş olursunuz. Mütekebbir,
kendini bir şey zanneden ve kendini bir şey zan-
netmesini baskı unsuru olarak kullanan, kendi-
sini bir şey sanışını öne çıkaran kişi manasında
kullanılır. Normal hayatta birisine “ne kibirli”
dediğinizde, siz aslında ona “mütekebbir” demiş
137
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

oluyorsunuz, ama Kur’an’da kastedilen mana bu


mudur?
Kur’an’da söylenmek istenen bu değil! Eğer
siz halkın kullandığı bu manayı meal olarak ya-
zarsanız, o zaman Kur’an’ın o ayetle açıklamak
istediği şeyi örtmüş olursunuz, o gözükmez!
Daha önce bir ipucu vermiştik: Bir fikriniz, bir
davranışınız, bir düşünceniz, bir yorumunuz,
hatta bir tanımınız, bir şeyi tanımlarsınız ya, işte
o “İslami midir, Muhammedi midir?” bunu mut-
laka test etmek ve incelemek gerekir. Bunu nasıl
yaparsınız? Şimdi bu testi “mütekebbir” örneğin-
de yapmaya çalışalım.
“Mütekebbir”in normal yaşantıdaki “kibirli
kişi, kibirlenen” şeklindeki halini meal olarak alır,
ayeti böyle anlamaya çalışırsak bunu bir başka-
sı da yapar. Yani Muhammedi olmayan birisi de
kibirli kişiden rahatsız olur, olmaz mı? Birinin
kibirli olmaması için veya kibirli kişiden rahat-
sız olması için mutlaka müslüman mı olması
gerekiyor? Müslüman olmayan da kibirli kişiden
rahatsız olur ve ona “ne kibirli” diye onu kına-
yabilir. Veya bir kişi müslüman olmadığı halde
prensip edinip, “ben mütevazi olacağım, kibirli
olmayacağım” deyip gayet mütevazi bir insan
olabilir. Onların kendi dünyalarında hümanist
ilan ettikleri kişiler bu idrakte değiller mi? O za-
man ayette “mütekebbir” olarak damgalananlar,
kınananlar hümanist olmayanlar mı? Öyle değil!
Eğer onu böyle ele alırsanız ayeti ötelemiş olur-
sunuz ki, en sık yapılan da budur!
138
YILMAZ DÜNDAR

Kişi Kur’an okurken birçok ayeti kendisiyle


ilgili bulmaz ve öteler. Neden öyle yapar? Ta-
nımların yanlışlığından! Tanımları zihnine yanlış
yerleştirdiği zaman ayetleri öteler ve “bana hi-
tap etmiyor ama hürmeten okuyayım” der, yani
kendisi için bir mesaj çıkaramaz. İşte böyle yan-
lış tanımlanan bir şey de mütekebbir kelimesidir.
Bahsettiğimiz bu durum, genellikle kişinin
normal hayatı içindeki kibirli davranışları ola-
rak algılanıyor, ama söz konusu olan, insanla-
rın tanrısal iddialarla birbirlerine sergiledik-
leri kibirli davranışlar değildir. Nedir öyleyse?
“Mütekebbir”le kastedilen; kişinin bilerek veya
bilemeyerek Allah’a karşı gösterdiği kibirdir.
Ayetlerde bahsedilen mütekebbir, insanlara kar-
şı kibirli olanın ismi değildir! İnsanları mütekeb-
bir olmakla suçlayan, onlara mütekebbir diyen
ayetlerin hedefi sizin “kendi aranızda birbirini-
ze karşı kibirli” olmanız değildir. Kişinin Allah’a
karşı kibirli olmasıdır, Allah’a karşı mütekebbir
olmasıdır! Allah’a karşı mütekebbir olmak ne
demektir? Allah’a karşı mütekebbir olan, bile-
rek bilmeyerek, aslında şunu söylemektedir: O
diyor ki, senden ayrıca ben de varım! Senden
başka, senin dışında, senin dûn’unda ben de va-
rım. Hatta bu iddia şudur: Varım ve Muhtarım!
“Senin dışında ben de varım; Varım ve Muhta-
rım” demesi, o kişinin Allah’a karşı kibir yapması,
Allah’a karşı mütekebbir davranması demektir.
Peki, böyle yapınca ne olur? Böyle yapınca Allah
üzerine yalan uydurmuş olur. “Allah üzerine ya-
lan uyduranlar” ayetlerde çok geçen bir husus-
139
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

tur, Allah üzerine yalan uydurmanın bir şekli de


budur! Yalan; olmayan bir şeyi söylemektir! Bu
iddia Allah’a iftira etmektir, O’nun hakkında bir
yalan uydurmaktır. Bakın diyor ki; senin dışında
ben de varım ve muhtarım. Böylece Allah’a ya-
lan uydurmuş, ayetlerin Allah üstüne yalan uy-
duranlar dediği gruplardan birine girmiş oluyor.
O ayetlerin kapsadığı gruplardan birisi de bun-
lardır!
Hümanist yaşantıdaki kibirsiz davranışlarla
ilgili olarak şu da çok önemlidir: Hümanist bir
tanrı, böyle bir insan normal hayatta insanlara
karşı kibirsiz olabilir, kibirli davranmadan yaşa-
yabilir, bu hususta çok dikkatli ve özenli olabilir.
Ama bu davranışı, onun Allah’a karşı olan kibrini
kaldırmaz! Buradaki çok önemli husus budur!
Oysa biz onu takdir eder, “ne mütevazi insan”
deriz. Neden takdir ediyoruz? Bize iyi davrandığı
için! Ama mesele; insanların bize iyi davranma-
sı değil, Allah’la ilişkisidir. Kur’an’da hep ele alı-
nan, insanın Allah’la olan ilişkisidir! Dolayısıyla
bir hümanistin, tanrısal yaşantıdaki bir kişinin
kibirsiz davranmayı başarması onun Allah’a
karşı olan kibrini kaldırmaz. Normal yaşantıda
mütevazi insan olmak da Allah’a karşı olan kibri
kaldırmaz. Oysa insan Allah’a karşı mütekebbir
olmaktan kurtulabilse, Allah’a karşı kibri kal-
dırabilse, “Allah’a karşı kibirli olmamak nedir?”
bunu öğrense, doğal olarak insanlara karşı da
kibirli olamaz.
Hadislerde; “kâfirlere karşı kibirli olmak, hatta
onlara karşı kibirli yürümek” ifadeleri geçer ki, o
140
YILMAZ DÜNDAR

başka bir şeydir. O ayrı bir şey ve hadiste geçen o


halin sadakaya giren kısmı da var, ama o başka.
Tabi, bunları okuyunca, “demek ki, insanla-
ra karşı davranışlar önemli değil” gibi bir anlam
çıkarmak doğru olmaz. Anlatmak istediğimiz
önemli şey şu: Bir kişinin insanlara davranışları-
na bakıp da; “ben insanlara karşı kibirli değilim,
kibirli davranmıyorum, bunu başardım” demesi,
bunu başarmış olması o kişinin Allah’a karşı olan
kibrini kaldırmaz! Çünkü o kibir ilişkisini Allah’la
kurmadı. Oysa kişi “Allaha karşı kibirli olmamak
nedir?” bunu öğrenir ve gereğini de uygularsa,
bu işin tabiatıdır ki zaten insanlara karşı kibirli
olamaz, bu yeni öğrendiğinin edebi içerisinde o
zaten vardır. O bilgi insanlara kibri de ortadan
kaldırır. “Mütekebbir”i bu anlattığımız şekilde
düşünerek ayetlere geçelim.
Mu’min Sûresi 56. Ayet: “Kendilerine gel-
miş bir sultan; delil, güç olmaksızın ayetler
hakkında mücadele edenler var, bu mücade-
le edenler var ya, onların sadrlarında ona asla
ulaşamayacakları bir kibirden; varlık duygu-
sundan, “varım” duygusundan başka bir şey
yoktur. O halde sen Allaha sığın. Muhakkak
ki, HU Semi’ul Basir’dir”.
Burada “ayetler hakkında mücadele eden-
ler” tabiri geçiyor: “Ayetler hakkında mücadele
edenler var ya”. Kişi bunu okuyor ve ekliyor; ben
ayetlerle mücadele etmiyorum ki! Böyle deyip
ayeti öteliyor. Nasıl öteliyor bakın! Bunu anla-
ması için, “ayetlerle mücadele edenler kimlerdir?”
onu tanımlamak gerekiyor. Ha, o tanıma girmi-
141
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

yorsa tamam, ama o tanıma giriyorsa bir mese-


lesi var demektir. “Ayetler hakkında mücadele
edenler kimlerdir” bakın: Ayetlerle mücadele;
ayetlere karşı şiddet içeren inkâr noktasından
başlayıp Kur’an’ı kabul ettiği halde içindekileri
umursamayan hayat tarzına kadar uzanan bir
yelpazedir. Bir ucu ayetleri öyle inkâr ediyor ki,
bu inkâr şiddet de içeriyor, mücadele ederken
şiddeti de kullanıyorlar. “Ayetler hakkında mü-
cadele edenler var ya” dediği bir zümre var, ayet
onları onların özelliklerini söylüyor, onların sadr-
larından bahsediyor: “Kendilerinde bir delil, bir
güç olmadığı halde, delilleri dayanakları olmadı-
ğı halde Allah’ın ayetleriyle mücadele ediyorlar”
ya, kim onlar? Bu güruhun iki ucu var: Bir uç; en
aşırı uçtur ki, ayetleri inkâr ediyor, inkârla bera-
ber ayetlere şiddetle saldırıyor, saldırı uyguluyor.
Ayetleri hem inkâr ediyor hem de şiddetle sal-
dırıyor! Diğer uç; Kur’an’ı kabul etmiş ama için-
dekileri umursamıyor! Umurunda değil! Allah’ın
ayetlerde insanlara “yapın” dedikleri onun umu-
runda değil. Skalanın iki ucu! Eğer sen skalanın
bir yerine düşüyorsan bu ayetten alman gereken
önemli bir mesaj var demektir.
İşte ayette bahsedilen bu grupta olanların
sadrlarında asla ulaşamayacakları bir şey var! Ne
o? Kibir! Kibir duygusu! Yani varım duygusu! Var-
lık duygusu! Buradaki kibir varlık duygusudur!
“Varım ve Muhtarım” iddiasıdır ki, bu nefsin
şerrinin iddiasıdır, nefsin şerrinindir! Nefsin şer-
rinin hâkimiyet yerini de tanımlamıştık; bu sadr-
dır. Nefsin şerri sadrda hâkimdir. Dolayısıyla ayet
142
YILMAZ DÜNDAR

bize “onların sadrlarındadır” diyor, kibir duygusu


onların sadrlarındadır. “Varım ve Muhtarım” de-
dikleri, ama hiç ulaşamayacakları bir duygu var
ya, işte o duygu onların sadrlarındadır. Çünkü o
nefsin şerrine ait bir duygudur ve yeri sadrdır!
Bu ayetin sonu “HU Semi’ul Basir’dir” diye bir
Esma’ül Hüsna’yla bitiyor. Bu ayette olduğu gibi
birçok ayetin esma’ül hüsna’yla bittiğini görü-
rüz. Eğer bir ayet bir esma’ül hüsna’yla bitiyorsa,
aslında orada anlatılan konuyla ilgili bir kanun-
sal mesaj vardır. Orada, ayetteki konu ve ayette
verilen mesajla ilgili bir uyarı ve o konuyla ilgili
olarak esma âleminin bir kanunu söz konusu
demektir. Ama bu çok ayrı, başlı başına bir ko-
nudur ve ayrıca ele alınması gerekir. Şimdi na-
sıl sadrı ele alıyoruz, onlar da böyle ele alınması
gerekir. Şimdilik yalnızca özel bir yeri olduğunu
söyleyerek bahsetmiş olalım.
Casiye Sûresi 37. Ayet bizi uyarır: “Kibriya
Semavat’ta ve Arz’da O’nundur. HU Aziyz’ül
Hakiym’dir”. Allah bu ayette bizi uyarıyor!
Mü’min Sûresi’nde bahsettiğimiz “Varım ve
Muhtarım” kibrini taşıyanlara diyor ki; Kibriya
Semavat’ta ve Arz’da ancak O’nundur, O’na aittir!
Mu’min Sûresi 35. Ayet: “Böylece Allah
her mütekebbir cebbarın kalbini tab’ eder”.
Mütekebbir; “Allaha karşı ben de varım” diyen!
Cebbar; bu iddiasıyla da çevresinde zorbalık ya-
pan! Allah, bunların kalbini tab’ eder, mühürler.
Bundan önce incelediğimiz ayette bu duygunun
sadrda olduğunu, nefsin şerrine ait olduğunu
öğrendik. Demek ki, onların sadrlarında böyle
143
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

bir duygu var! Bu ayette ise Allah, onlarla ilgili


bir uygulamayı anlatıyor, buyuruyor ki; “böylece
Allah her mütekebbirin, kalbini tab’ eder!”. Yani
Allaha karşı “ben de varım” diyenin ve bu iddi-
asıyla da çevresine de zorbalık yapanın kalbini
tab’ eder; mühürler. Dikkat ediniz, duygu sadr-
da, ama sadr mühürlenmiyor, kalbi mühürlüyor.
Ayet “kalbini mühürler” diyor. Bunu neden
böyle vurgulayarak tekrar ediyorum?
Çünkü meallerde ayetteki “sadr” yerine
“kalp” yazmışlar. Ayet “onların sadrında böyle
bir duygu vardır” diyor, ama mealde; “kalbinde
böyle bir duygu vardır” diye yazılmış. O öyle de-
ğil! O ifade mekanizmaya ters, olaya ters! Kur’an
kalbi de diğerlerini de yerinde kullanıyor ve kalb
gereken yere “kalb”, sadr gereken yere “sadr”,
fuad gereken yere “fuad”, lüb gereken yere “lüb”
diyor. Çünkü bu organizasyonda hepsinin bir
yeri görevi var, onlar bir prosedürün parçaları.
Onlar bir idrak yolundaki önemli açılımları sağ-
layan noktalar! Siz eğer meal yaparken onların
yerini, manasını değiştirirseniz okuyan yalnızca
“duygusal bir öğüt” okumuş olur, bir mekaniz-
mayı öğrenemez. Öyle olunca nasıl davranaca-
ğını da öğrenemez, bir amel çıkaramaz!
Evet Mu’min-35’ten öğreniyoruz ki; Allah,
kalbi mühürlüyor. “Sadrında mütekebbir duygu-
su olanın ve bu konuda cebbar olanın” yani bu
duygusuyla etrafa zulmedenin, zorbalık yapanın
kalbini tab’ eder, mühürler. Bu öyle bir cezadır
ki! Çünkü sadrdaki mütekebbir duyguyu, nefsin
şerrine ait olan mütekebbir duyguyu yok ede-
144
YILMAZ DÜNDAR

cek şey kalbteki açılımdır! Kalp mühürlendiği


zaman artık o bunu çözemeyecek demektir, o bu
işten kurtulamayacak ve bunun sonucunu ya-
şayacak demektir, Yani kalbteki Lüb ona doğru
yolu, Tevhid yolunu gösteremeyecek demektir.
Mu’min Sûresi 27. Ayet: “Musa dedi ki,
muhakkak ki ben hesap gününe iman etme-
yen her mütekebbirden Allah’a karşı “ben de
varım” diyenden benim de Rabbim sizin de
Rabbiniz’e sığındım”. Firavun döneminde, mü-
tekebbirliği büyük bir iddia haline getirerek ül-
keyi yöneten bir sistem içerisinde yaşayan Haz-
reti Musa aleyhisselamın sığındığı bir dua: Ben,
hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden,
Allah’a karşı “ben de varım” diyenden benim de
Rabbim sizin de Rabbiniz’e sığındım!
Zümer Sûresi 60. Ayet: “Kıyamet günü, Al-
lah üzerine yalan söylemişleri yüzleri simsi-
yah olmuş görürsün. Mütekebbirler için Al-
laha karşı “ben de varım” diyenler için mesva
kalma yeri, ikamet yeri cehennem de değil mi-
dir?” “Allah üzerine yalan” yine karşımıza çıktı!
Zümer–60. Ayet Allah üzerine yalan söyleyenleri
anlatıyor. O grubun en önemli özelliğinin; O’nun
dışında ben de varım iddiası olduğunu ve Varım
ve Muhtarım iddiasında olup bunu da fiile dök-
mek olduğunu, onlara bu yüzden; Allah üzerine
yalan söyleyenler dendiğini açıklamıştık. “Allaha
karşı yalan söyleyenleri sen yüzleri simsiyah ol-
muş görürsün. Mütekebbirlerin ikamet yeri ce-
hennemdir”.
145
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

Zümer Sûresi 72. Ayet: “Denildi ki; girin


cehennemin kapılarından, orada ebedi kalı-
cılar olarak! Mütekebbirlerin kalacakları yer
ne kötüdür”; Allah’a karşı ben de varım diyen-
lerin kalacakları yer ne kötüdür. Zümer Sûresi 60
ve 72, bize mütekebbirlerin ahiretteki hallerini
öğretiyor ve yaşantısında mütekebbir olanların,
Allah’a karşı ben de varım ve muhtarım diyenle-
rin kalacakları yeri cehennem olarak tanımlıyor.
Şimdi mütekebbirliği hayatımızdan bir halle
örneklendirelim, hayatımızdan mütekebbir bir
kare bulalım. Böyle birçok hal var, ama biz çok
sık rastladığımız ve mütekebbir konusunda çok
tuzağa düştüğümüz bir halle ilişkilendirelim ve
bu olay sırasındaki idraka dikkat edelim.
Ayetlerde “durr” tabiri geçer. Durr; zarar,
hastalık, sıkıntı gibi manalara gelir. İnsanlara bir
durr verilmesi; insanların başına bir sıkıntı, bir
hastalık, bir zarar gelmesi olaylarını içerir. İnsan
böyle bir “durr”la karşılaştığı zaman onun o dav-
ranışları biraz önce bahsettiğimiz mütekebbir
haliyle çok ilişkilidir, çok dikkat etmesi gerekir.
Durr, insan için çok önemli olan bir sınav de-
mektir, biraz önce bahsettiğimiz o halle ilgili çok
önemli bir sınav içerir, bir fitne içerir. Bir durr
sürecinde bir kişinin başına herhangi bir sıkın-
tı, herhangi bir hastalık, herhangi bir zarar ge-
liyorsa, böyle bir süreçte bir stres yaşıyorsa, kişi
bu süreçte şöyle düşünmelidir! Bu süreçle ilgili
şimdi paylaşacağım şey çok önemli, lütfen anlat-
maya çalıştığım şeyi yakalayabilmek için yüksek
bir gayret gösteriniz. Bir durrla karşılaştığında
146
YILMAZ DÜNDAR

kişi ne yapmalı, nasıl düşünmelidir? Kişi o za-


man şöyle düşünecek: Rahat ve memnun iken,
herşey yolunda gözüküyorken yaşantım nasıl?
Rahat ve memnun hallerinde, Allah’a karşı öz-
gürmüş hissiyle gerçekleştirdiği; haddi aşma, şı-
marma, Allah yokmuş gibi davranma ve ayetleri
bile bile inkâr etmelerini yakalayacak! Burası an-
laşıldı mı? Bir durrla karşılaştığında bunu mut-
laka yapacak, yapmalıdır! Bunu mutlaka yapma-
lıdır! Hatta o kişide mütekebbir yapı o halinden
dolayı ağır basıp da “ben bir şey yapmadım ki”
dese bile bunu yapmalıdır, bu dediğimi mutla-
ka yapmalıdır! Hemen; işinin sağlığının iyi gittiği,
o sıkıntısının olmadığı, rahat memnun, herşey
yolunda gözüküyorkenki yaşantısını mutlaka
didiklemeli, düşünmeli! Ve o rahatlık içerisinde
kendisini Allaha karşı özgür hissettiğinde “had-
di nasıl aştı, Allah’a karşı nasıl bir şımarma yaptı,
nasıl Allah yokmuş gibi davrandı, ayetleri bile
bile nasıl inkâr etti?” bunları tek tek bulmalıdır.
“Ayetleri bile bile inkâr etmek” tabiri ayetler-
de çok geçer, biraz sonra bazı ayetleri göreceğiz.
“Ayetleri inkâr etmek” ayrıdır. Ama bir de bir
grup insandan “ayetleri bile bile inkâr edenler”
diye bahsedilir ayetlerde. Peki, ayetleri bile bile
inkâr etmenin başladığı yer neresidir, bu durum
nereden başlar? Çünkü bu bir skaladır ve biz o
skalada mıyız değil miyiz bu önemli! Bakın ne-
reden başlar: Kişi bir ayet duyuyor, ama diyor ki;
“biliyorum günah ama yapmıyoruz. Yapmaya-
lım. Duyuyoruz öyle ama yani zamanımızda da
olacak şey mi?” İşte bu, ayeti bile bile inkârdır!
147
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

“Ayeti bile bile inkar” bu noktadan başlar. Bu ta-


nımları böyle aldığınız zaman hiçbir ayeti ötele-
yemezsiniz, hep ayetlerin içine düşersiniz, ayet-
lerin hepsi size hitap eder hale gelir.
Bir durr’la karşılaştık, durr halinde ne yap-
malıyız, şimdi ona dönelim. Kişi normal rahat
halini didikler ve onları bulursa ki bulmalı, mut-
laka bulmalı! Hatta “ben bir şey yapmadım ki”
diyorsa bile bunu böyle yapmalı, bulamasa bile,
bulamıyor olsa bile yapmalı. Ve bu didikleme-
nin peşine mutlaka; “Allahım rahat durumum-
daki haddi aşmalarımı bağışla, bana merhamet
et” diye tövbe etmelidir, af dilemelidir, bağışlan-
ma istemelidir. Sonsuz hayatın reçetesi budur!
Diğeriyle ilgili, dünya hayatıyla ilgili birçok reçe-
te bulabilirsiniz. Zarar etmişsinizdir, bir yerden
bir şey alır kapatırsınız, sıkıntınızı bir şekilde
giderirsiniz ve tekrar rahata çıkabilirsiniz. Ama
sonsuz hayatınızı kurtarmak istiyorsanız, sizin
için “durr” olan o halin size lütuf olmasını isti-
yorsanız, o halin sizin rahat olan zamanınızdaki
haddi aşmanızla ilgili olduğunu bilip tövbe et-
melisiniz, mutlaka: “Allahım rahat zamanımda
bilerek veya bilmeyerek nasıl haddi aşmışsam,
sana karşı nasıl şımarmışsam, seni nasıl yok farz
etmişsem beni bağışla Allahım, bana merhamet
et.” Bunu yaptığınız zaman o iş sizin için büyük
lütuf haline gelir. Ve bu tövbeniz; yani zorda
olanın yalvarması ve tövbesi çok önemlidir, çok
makbuldür. Bu yüzden, “durr” olan o şey sizin
için büyük bir nimettir ve sizi mütekebbirlikten
korur, kurtarır, sıyırır.
148
YILMAZ DÜNDAR

Bakara Sûresi 156 ve 157. ayetler, bize böyle


bir durumda, bir durr halinde nasıl bir idrakta
olmamız gerektiğini öğretir.
Bakara 156, 157: “Onlar ki, kendilerine bir
musibet isabet ettiği zaman “inna lillahi ve
inna ileyhi raciun” derler. İşte bunlar üzerine
Rablerinden salâvat ve bir rahmet vardır ve
işte bunlardır hidayet bulanların ta kendile-
ri”. Allah Allah! Allah vaad ediyor, ya! “Olur mu
canım?” diyemezsin, O vaat ediyor! Eğer bir mu-
sibetle karşılaşır ve o zaman “inna lillahi ve inna
ileyhi raciun” derlerse, işte bunlar üzerine Rable-
rinden salâvat ve bir rahmet vardır ve işte bun-
lardır hidayet bulanların ta kendileri! O durr hali
şimdi size bir lütuf, bir hediye oldu mu? Müthiş
bir şey, Rabbin öğretiyor bunu! Dolayısıyla böyle
bir zamanda inna lillahi ve inna ileyhi raciun;
yani “muhakkak ki biz Allah’ınız, Allah’a aidiz,
Allah içiniz, bu olanlar Allah’tan ve dönüşümüz
O’nadır” mealini içeren inna lillahi ve inna iley-
hi raciun zikrini çok yaparsa kişi çok isabetli bir
davranışa girmiş olur, ayetin önerisine uymuş
olur. Allahım dediğini yaptım; Allahım semi’na
ve ada’na, semi’na ve ada’na, semi’na ve ada’na;
işittik ve uyduk, işittik ve uyduk ya Rabbi! ver
mükâfatını. Çünkü ayette hep öyle diyor; korkut!
Ve kul korktu, şimdi müjdele! Korktu ya, müjdele
artık korkmasın diyor. Korkutmak sonuna kadar
değil, hep korksun diye değil, tedbir için. Korktu,
“semi’na ve ada’na” dedi, “işittik ve uyduk” dedi
ve gereğini yapıyor, “öyleyse müjdele!” diye ikram
geliyor. Bakın ayet müjdeliyor; “onlara rablerin-
149
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

den bir rahmet vardır, onlar hidayet bulanların


ta kendileridir. Bunları söyledin, yaptın, peki son-
ra yapacağın şey ne? Beklemek! Allahım, söyle-
dim yaptım bekliyorum.
Peki, o durr, o sıkıntı kalktı, şimdi ne olacak?
Yine ayetle uyarılıyoruz, insanların dünyada ya-
şayan formatlarının Sahibi bizi özelikle uyarıyor
bakın. Kişiden durr kalkar, sıkıntısı kalkar, onu
zorda bırakan şey neyse o kalkar ve:
Zümer Sûresi 49. Ayet: “İnsana bir durr do-
kunduğunda bizi çağırır. Sonra ona bizden
bir nimet lütfettiğimizde “o bana ancak bir
ilim üzere verilmiştir” der. Hayır, o nimet bir
fitne, mekrdir. Fakat onların ekseriyeti bil-
mezler”. Kula bir durr dokunursa mahzunlaşır
ve bizi çağırır, ister diyor. Ona bu “durr”unu keş-
federiz, onu yok eder, kaldırırız, o zaman da baş-
lar; “halletmek için az mı uğraştık, şu kişi olma-
sa bu işi başaramazdık, ben üstesinden geldim”
demeye. Televizyonlarda bunları çok dinliyoruz,
durr’dan kurtulmuş kişilerin bu konuda söyle-
diklerini, nasıl hallettiklerini roman haline getir-
diklerini, “yüksek moral ve enerjiyle başardım”
cümlelerini çok görüyorsunuz. Oysa ayet; “bü-
tün bunlar, bu nimetler onun için bir tuzağa
dönüştü, lütuf değil mekr oldu. Ama insanla-
rın çoğu bunu bilmez ve farkında değildir, bu
onun için bir imtihandır” buyuruyor.
Daha önce “imtihan”dan bahsettik, şimdi
kısaca hatırlatalım. İmtihan Kur’an’da sık geçer.
İmtihan veya “Allah sizi deniyor” gibi ifadeler;
Bu “Allah ne yapacağınızı bilmiyor, onu siz yap-
150
YILMAZ DÜNDAR

tıktan sonra öğrenecek” demek değildir. Normal


hayattaki imtihanın/sınavın manası böyledir,
ama Kur’an’da mana böyle değil! Unutmayalım;
Kur’an Rabca’dır! Arapça olarak, Arab harfle-
riyle yazılmıştır, ama manası Rabca’dır. Rabca’yı
öğrenmek gerekir! Burada bahsedilen “imtihan,
sınav” senin öğrenmen içindir, senin ne olduğu-
nu öğrenmen içindir. O imtihanın sonucu senin
içindir. “Ben şöyleyim, bu halimi düzeltmeliyim”
noktasına gelmen içindir. Aksi halde sen ya-
pacaksın, sonra Allah bakacak, “ha demek sen
böyleydin ha” diyecek değil. Sakın böyle yanlış
anlamayınız. Çünkü Allah’a noksan bir vasıf yük-
lemiş olursunuz, Allah muhafaza etsin.
Mütekebbirle, kibirle, haddi aşmışlıkla ilgili
hayatın içerisinden bir örnek verdik, şimdi de-
vam edelim. Bu noktada, “mütekebbir”i bize
biraz daha somutlaştıracak, onun nasıl bir şirk
olduğunu anlatacak bir örnek daha vermek is-
tiyorum. Bir ateist düşününüz, çok disiplinli
prensip sahibi bir ateist düşününüz. İnanmıyor,
hiçbir inancı yok! Allah’a inanmıyor, ama başka
bir şeye de inanmıyor. Yani güneşe de, aya da
secde etmiyor, herhangi bir putu, bir batıl inanı-
şı da yok; hiçbir şeye inanmıyor. “İnanmama”ya
inanıyor ve onu, inanmamayı başarmış! Şim-
di, bu ateistin halini düşünün. Bakın, eğer şirk
yanlış tarif edenlerin tarifi gibi anlaşılırsa ateis-
tin şirkte olmaması gerekir. Çünkü ötede beride
inandığı bir şey yok, bir putu da yok! Hiçbir şeye
inanmıyor ki şirk işlesin! Yani şimdi inanmama-
yı başarmış bu ateist şirk günahından kurtuldu
151
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

mu? Eğer şirk öyle tarif edilirse bakın bir şirki


yok, Allah’a karşı hiçbir şirki yok. Halbuki şirkin
tam göbeğinde! O kadar mütekebbir ki, ötede
beridekine bile inanmıyor, ona bile tenezzül
etmiyor; bu kadar mütekebbir, bu kadar kibirli.
Demek ki şirk anlayışı yanlış olursa ateist olan
birisi boşluktan yararlanabilir. Ama mütekebbiri
doğru tarif ederseniz, ateist olduğu gibi o şirkin
içerisine düşer. Öğrendik ki, mütekebbir bu, peki
ya hanif? Bir de hanife bakalım.
Esfele safiliyn yapının nefsin şerri olarak or-
taya çıkan bu “mütekebbir” davranışından yüz
çeviren, bu hale sırt dönen, böylece Rabbine
yönelen kullar Kur’an’da övülmüş ve bunların
halleri hanif olarak belirtilmiştir. Biraz önce an-
lattığımız o mütekebbir idrakinden ve o idrakın
davranışından, hayat tarzından yüz çeviren, o
hale sırt dönen ve bu haliyle Rabbine yönelen
Kul Kur’an’da övülmüş, onun hali, mütekebbire
karşılık hanif olarak belirtilmiştir. Hanif; sırtını
dönmek, vazgeçmek, caymak, dönmek demek-
tir. Kur’an’da, o mütekebbire, mütekebbir idraka
sırtını dönene hanif denmiştir! Şimdi de Kur’an
bize haniflerle ilgili ne diyor, birkaç ayetle ona
bakalım.
Nisa Sûresi 125: “Muhsin olarak vechi-
ni Allah’a teslim edenden ve hanif olarak
İbrahim’in milletine tabi olandan din olarak
daha güzel kimdir? Allah İbrahim’i “Halil”
edindi”. Ayet, biraz önce bahsettiğimiz “hanif”
hale; “ne kadar güzel bir hal, bundan daha güzel
kimdir!” diyor. Bizim için örnek bir ayet!
152
YILMAZ DÜNDAR

Beyyine Sûresi’nin 5, 6, 7 ve 8. ayetleri hanif-


lerle ilgilidir.
Beyyine-5: “Oysaki onlar hanifler olarak
dini O’na halis kılarak Allah’a kulluk yapma-
larından, salâtı ikame etmelerinden ve zekâtı
vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar.
İşte budur Dini Kayyimeh!” Budur sağlam
yol, sabit yol, güzel yol, istikrarlı yol, seçilmesi
gereken yol; Dini Kayyim! Bu ayetler, bize ney-
le emrolunduğumuzu ve neyle sorumlu olun-
duğumuzu özetleyen ayetlerdendir. Başlarken
söylediğimiz gibi, Kur’an’dan çeşitli kehanetler
çıkarmak, çeşitli şifreler uydurmak, onu oralara
yakıştırmaya çalışmak gibi şeylerin olmadığını
ortaya koyan ayetlerdir! “Oysaki onlar hanifler
olarak dini O’na halis kılarak Allah’a kulluk yap-
malarından, salâtı ikame etmelerinden ve zekâtı
vermelerinden başka bir şeyle emrolunmadılar.
İşte budur dini kayyim”.
Beyyine-6: “Muhakkak ki, ehli kitaptan ve
müşriklerden kâfir olanlar, içinde ebedi kalı-
cılar olarak narı cehennemdedirler. İşte onlar
şerrul beriyye’dir”. Bu ayetleri, içinde iki tanım,
iki hale ait isim geçtiği için de seçtik; Şerrul Be-
riyye, Hayrul Beriyye. İki grup insan anlatılıyor;
bir grup şerrul beriyye, diğer grup hayrul beriyye!
6. Ayet Şerrul Beriyye’yi anlatır ki; şerrul beriyye
yaratılanların en şerlisi demektir! Kur’an onlara;
“yaratılanların en şerlisi” diyor!
Beyyine-7: “İman edip hanif olarak salih
amel işleyenlere gelince işte bunlar hayrul
berriyedir; yaratılanların en hayrlısıdır”.
153
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

Beyyine-8: “Rableri indinde onların cezası


altlarından nehirler akan Adn Cennetleri’dir,
İçlerinde ebedi kalıcılar olarak. Allah onlar-
dan razı olmuştur ve onlar da O’ndan razı
olmuşlardır. İşte bu Rabbinden haşyet duyan
kimse içindir”. Hayrul beriyye, yani yaratılan-
ların hayırlıları için ayetin sonunda söylenen
müjdeye bakınız: Allah onlardan razı olmuştur
ve onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bu Rab-
binden haşyet duyan kimse içindir.
Bu hal ve duyguyla, bir dua yapalım inşaAllah.
Nefs ölümü tattığında sorulacak sorular bel-
li; imtihanın soruları da cevapları da belli! Şimdi
yapacağımız iki cümlelik dua, bunun antrenma-
nını da içeren bir güzel zikrullahtır, o antrenmanı
içeren bir duadır. Ayet diyor ki; “Allah onlardan
razı olmuştur ve onlar da O’ndan razı olmuşlar-
dır. İşte bu Rablerinden haşyet duyan kimse için-
dir”. O zaman biz de öyle diyelim:
Rabbim Allah, dinim İslâm, kitabım Kur’an,
nebim Rasulallah Muhammed Mustafa aleyhis
salâtü vesselam. Allahım bütün bunlardan Bi-
iznillah ben razıyım. Sen de benden razı oluver
Allahım. Sen de benden razı oluver Allahım.
Sen de bu kulundan razı oluver Allahım. Âmin.
Allahümme ente rabbi, medet ya rabbi,
medet ya rabbi, medet ya rabbi. Allahümme
ente rabbi. Âmin.
Duaların nasıl yapılacağı, nasıl olması gerek-
tiği, Kur’an’da tarif edilmiştir, inşaAllah bir konu
olarak ayrıca ele alırız nasipse.
154
YILMAZ DÜNDAR

Şimdi bu anlatacağımı belki bir ilgilisi duyar


diye not etmek istiyorum, birisini eleştirmek
için değil. Allah muhafaza etsin, haddimiz değil.
Amacımız bir yanlış örneği gösterip kıyasını ya-
pıp doğrusunu yakalamak, doğrusunu yapalım
diye! Cuma vaazlarının birisiydi, sanırım Kocate-
pe Camii’nin vaizi, merkezden vaaz ediyor, dua
yapıyor, vaaz tüm camilere de naklediliyor. Ezan
okunmaya başladı, kişi telaşlandı vaazı bitirecek.
Aslında camilerde vaaz verenlerin çok dikkat et-
meleri lazım, ezan başlamadan vaazı bitirmele-
ri lazım! Çünkü ezanın saati belli, sürpriz değil
ki. “Aa, ezan okunuyor” denilecek bir şey değil
bu. Ezanı dinlemeyi çok önemli olarak anlattık!
Ezanı dinlemek ve neler yapmamız gerektiğiyle
ilgili hadis var, hem de sıkı bir hadis; ahiretinizle
de çok ilişkili! Ama tabloya bakın: Ezan okunu-
yor, siz camidesiniz ve ezanı dinleyemiyorsunuz!
Niye? Çünkü ezanla yarışan birisi var, vaiz var!
O da ezanla yarışıyor, sesini daha yükselterek
yarışıyor. Bir an önce bitir! Ezanın vakti belli, o
vakitten önce bitir! Bitirmiyor ve ezanla yarışı-
yor! Dikkat edin; mütekebbirlik duygusu! Hadisi
hiçe saymak, kendi yaptığını daha aziz sanmak!
Vaaz edenin vakti daraldı, hızlı, sıkıştırarak
söylüyor, “önümde bazı pusulalar var, benden
dua istiyorlar. Bazılarının hastaları varmış. Her
evde de hasta vardır, onun için hemen dua ede-
lim ve vaazı bitirelim; Allahım tüm hastalara
şifa ver, şunu ver, bunu ver…” diye emirleri verdi
bitirdi. Böyle dua olmaz! Allah’a emir verir gibi
dua olmaz. Allah onu da bizi de muhafaza et-
155
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

sin inşaAllah, hafizenallah. Düşünün, o kişinin


yavrusu hasta olsa, hastaneye gitse, bir dokto-
ra çocuğunu götürse, doktora “çabuk buna bir
sağlık ver, bir sıhhat ver” dese doktor onu kovar.
Ama o Allah’tan böyle istiyor; bizlere sağlık ver,
bizlere birlik ver, bizlere servet ver! Olmaz! Dua
bir yakarış, bir sığınış olmalı. Kişi bir insandan
bir şey isterken bile yalvarıyor ve sığınıyor ama
Allah’a emrediyorsa olmaz! Dikkat etmek lazım,
çok dikkat etmek lazım!
Bunları anlattık ki; bakın görün, mütekebbir
hal nerelerde gizli! O mütekebbir hal buna ben-
zer çok yerlerde gizlidir.
Allah merhamet etti de kulu mütekebbir
halden kurtardıysa, eğer kul hanif olduysa, hanif
olanlara Kur’an’ın öğüdü nedir? Hanif olanların
nasıl övüldüğünü, onların “yaratılanların en ha-
yırlısı” diye vasıflandırıldıklarını hatırlayın. Peki,
Kur’an hanif olanlara ne öğütlüyor?
Hac Sûresi 31. Ayet: “Allaha hanifler olarak,
O’na şirk koşanlar olmaksızın yaklaşın. “Alla-
ha hanifler olarak, O’na şirk koşanlar olmak-
sızın!” Birbirinin zıttı; hanif olarak, mütekebbir
olmaksızın! Hanif olarak yaklaşın, mütekebbir
olmadan!
Yunus Sûresi 105: “Vechini hanif olarak o
tek dine tut ve sakın müşriklerden olma”.
Rum Sûresi 30: “Vechini hanif olarak o tek
dine doğrult. O Allah fıtratına ki, insanları
onun üzerine yaratmıştır. Allah yaratışına
tebdil yoktur. İşte bu dini kayyimdir. Fakat
156
YILMAZ DÜNDAR

insanların ekseriyeti bilmezler”. Ayetlerin


başka manalar da içeren diğer yanlarını sonra-
ya bırakıyoruz, şimdi yalnızca hanifi ele alacağız
inşaAllah.
Bu durumda kul ne demeli, bu idrakı nasıl
dile getirmelidir? Onu En’am Sûresi 79. Ayetten
öğreniyoruz: “Muhakkak ki ben vechimi hanif
olarak semavat ve arzın Fatır’ına yönelttim ve
ben müşriklerden değilim.” Bu öneriyi içeren
başka ayetler de var. Hadislerden öğreniyoruz ki,
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem salâta baş-
larken “Sübhaneke”den önce bu ayetleri okuyor.
Bu manadaki ayetlere ve konuya Tanrı İlmi ki-
tapçığından bakılabilir.
Mütekebbir, müşrik ve hanif idraklarının iliş-
kisini, bunların nasıl birbirlerinin zıttı oldukları-
nı daha açık anlayabilmenizi sağlayacak bir diğer
ayet Enbiya Sûresi 29’dur. Daha önce, “şu iki aye-
ti tefekkür edelim” diyerek, Enbiya Sûresi 29 ve
Kasas Sûresi 68. Ayetleri size takdim etmiştim.
İşte Enbiya Sûresi 29. Ayet burada konumuzun
bel kemiğini oluşturacak. Çok kısa bir ayet:
Euzü billahi mineş şeytanir racim. Bismilla-
hir Rahmanir Rahiym. “Ve men yekul minhüm
“inni ilahun min dûnihi” fe zalike neczihi ce-
hennem, kezalike necziz zalimiyn”. Mealen:
“Onlardan kim “muhakkak ki ben O’nun dûnunda
bir tanrıyım” derse biz onu cehennem ile cezalan-
dırırız. İşte zalimleri böyle cezalandırırız”.
Dûn’unda! Bunun tam bir Türkçe karşılığı
yok, bu yüzden “dûn’unda” diye kullanacağız.
157
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

Ama kullanmadan önce “dûn’unda” deyince


ne demek istediğimiz biraz anlaşılsın diye söy-
leyelim; Allah’ın dışında bir şey demektir. Allah
dışında, ayrıca, Allah’tan ayrı! Dûn’unda ifadesi-
ne; Allah’ın dışında, ayrıca manasını düşünerek
bakarsanız yerini bulur. Ayette “dûnihi” geçiyor,
HU ismiyle! Dûn’ihi; HU’nun dışında, O’nun dı-
şında. “Onlardan birisi muhakkak ki ben O’nun
dûn’unda bir tanrıyım derse!” Ayette kesinlik var,
“inni; kesinlikle ben” diyor. O kadar iddiasında
sabit ki “kesinlikle” diyor. “Kim, muhakkak ki ben
O’nun dûn’unda, O’nun dışında, O’ndan ayrıca
varım; yani bir tanrıyım derse onu cehennem ile
cezalandırırız. İşte zalimleri böyle cezalandırırız”.
Çok önemli olan bu ayetin meali, birçok me-
ale baktım, hemen hemen tüm meallerde böy-
le. Yani kelimeler o kadar net, o kadar yalın, o
kadar açık ki, yerine şunu yazalım deseler bile
yazacakları bir şey yok, bulamazlar! “Kim Onun
dışında ben tanrıyım derse biz onu cehennemle
cezalandırırız”. Ayette “muhakkak ki ben Onun
dûn’unda bir tanrıyım, derse” diyor. Bu ayeti
okudunuz ve ayette uyarılan mana doğrultu-
sunda birisine bir soru sormak istediniz, nasıl
sorarsınız? Sen tanrı mısın? “Sen tanrı mısın?”
diye sorarsınız. Tanrı ilmi kitapçığımızın ismi
neden “Sen Tanrı Mısın?”, fark ettiniz mi? Bu
ayeti okuyunca sorunuz “sen tanrı mısın?” olur.
Çünkü Enbiya Sûresi 29’un kişiye sorusu budur;
sen tanrı mısın? Cevap “evet” ise, ayet ona “senin
yerin cehennemdir” der, onun yerinin cehen-
nem olduğunu söyler. Bir kişi bilsin veya bilme-
158
YILMAZ DÜNDAR

sin, bilerek veya bilmeyerek Varım ve Muhtarım


derse mütekebbir olur, buna uygun hayat tarzı
uygularsa mütekebbirin ameli gerçekleşmiş olur.
Bir başka deyişle; “benim de özgür gücüm var,
özgürce hüküm verebilirim, benim de bana ait
mülküm var” manalarına gelecek duygu düşün-
ce, arzu istek, heva heves ve davranış biçimleri
doğrudan; ben Onun dûn’unda tanrıyım demek-
ten başka bir şey değildir!
Bu nokta da Kur’an’ın bize uyarıları vardır.
Bunlardan birisi Kasas Sûresi 68. Ayettir. Bu da
kısa bir ayet ve yine konumuzla “bel kemiği”
özelliğinde ilişkilidir!
Euzü billahi mineş şeytanir racim. Bismillahir
Rahmanir Rahiym. “Ve Rabbuke yahluku ma
yeşau ve yahtar. Ma kane lehümül hıyaratü,
sübhanallahi ve teâlâ amma yüşrikun”. Me-
alen; “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların
seçim hakkı yoktur. Şirk koştukları şeyden Allah
Aliy ve Sübhandır”.
Kur’an iman edebileceğimiz bir şey, tamamen
iman üzerine bina edilmiş! Bu yüzden iman gö-
züyle baktığınızda, mealen diyor ki; “Rabbin dile-
diğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur.
Şirk koştukları şeyden Allah Aliyy ve Sübhan’dır.
Bu mana hemen hemen tüm meallerde aynıdır.
Çünkü ifade çok açıktır, tevil edecek, yorumla-
yacak hiç bir yan bulunamamıştır, bulamazlar!
Ayet çok yalın, sade ve çok anlaşılır. İnşaAllah bu
iki ayete daha sonra tefsir ve lügatlerden bakıp
kelime kelime inceleyin.
159
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

Ayetin orijinalinde bir kelime geçiyor; yahtar.


“Onların seçim hakkı yoktur, onlar “yahtar” değil-
dir. Allah yahtardır; seçer! Onlar yahtar değildir,
onların “ihtiyarı” yoktur. Hani eskiden Yurttaşlık
Bilgisi’nde okurduk, köylerde bir “ihtiyar heyeti”
olurdu. İhtiyar yaşlanmış değil, tecrübeli demek-
tir, tecrübesi nedeniyle “seçen” demektir. Bir tec-
rübe kazanmış, bu tecrübe dolayısıyla bilgisi var
ve doğruyu seçer. Biz yaşlı ve ihtiyarı, ikisini aynı
mana da kullanırız, ama “ihtiyar sahibi” farklıdır.
Hatta çalışırken, yönetirken herhangi bir konu-
da seçim hakkınız yoksa “bu konuda ihtiyarım
yok” dersiniz. Ayete göre “yahtar” olan onlar
değil! Böyle olduğu halde, Allah “yahtar” olduğu
halde, kulların seçim hakkı olmadığı halde biri-
si “yahtar”ı kullanır; “ben de yahtarım” derse,
o zaman ona ne denir? Muhtar! Ona “muhtar”
denir! “Allah yahtardır” demek, “onlar muhtar
değildir” demektir! Ayetle doğrudan bunu anlı-
yoruz. Allah buyuruyor ki; Rabbin dilediğini ya-
ratır ve seçer, onlar muhtar değildir. Dolayısıyla
Varım ve Muhtarım demek; Enbiya Sûresi 29’a
göre “varım” demek, Kasas Sûresi 68’e göre de
“muhtarım” demek tehlikelidir!
Dedik ya “ben varım ve muhtarım” halinin
Kur’an’dan öğrendiğimiz üç önemli özelliği var-
dır. Lokman Sûresi 11. Ayet, “varım ve muhta-
rım” diyenlere meydan okuyor!
Lokman Sûresi 11: “Bu Allahın halk edişi-
dir. Haydi, gösterin bana Ondan başkasının
ne yarattığını? Hayır gösteremezler! Zalimler
apaçık bir dalalet içindedirler”.
160
YILMAZ DÜNDAR

İşte bu “ben tanrıyım” yaşantısında olanın üç


özelliği; benim özgür gücüm var, hüküm verebi-
lirim ve mülküm var, mülk sahibiyim! Tabi bura-
daki “mülk” anladığımız ev, para, pul manasında
değil. Bahsedilen esas mülk bedendir. Bedene
sahip çıkar, bu beden benim, bu beden benim
mülküm der. Diğer mülkler bedenin oyuncak-
ları zaten. “Bu beden benim” dedin mi diğerleri
onun oyuncakları olur. Demek ki esas mülk be-
den! “Bu beden benim, istediğimi yaparım” mı
diyorsun? Hayır, istediğini yapamazsın! Sahibi ne
diyorsa onu yaparsın! İnanıyorsan böyle!
Yine Lukman Sûresi 11. Ayette Yaradan bu-
yuruyor; “bu Allahın halk edişidir. Haydi, gös-
terin bana Ondan başkasının ne yarattığını?
Hayır gösteremezler! Zalimler apaçık bir da-
lalet içindedirler”. Demek ki, Allah’tan başkası
bir şey yaratamaz! Yaratmak; gücün, güç sahip-
liğinin en önemli göstergesidir, en uç göstergesi
yaratmaktır! İşte bu uç noktadan yola çıkarak
Lukman Sûresi bize diyor ki; “Allah’ın dûn’unda
bir şey yoktur! “Varım” diyenin de gücü yoktur!
Güç “İlla Allah”a aittir”. Bu gerçeği sürekli tekrar
ettiğimiz ve tekrar etmekle de sadaka sevabı
aldığımız bir zikir vardır. Nedir? Vela havle vela
kuvvete illa Billahil Aliyyil Aziym. Bu zikirde hep
bunu söylüyoruz, zaten söylediğimiz bu; bir güç,
bir kuvvet yok, böyle iddialar yok, İlla Allah! Böy-
le bir zikir!
Lütfen dikkat buyurunuz, bu ayetle bir de
şunu öğreniyoruz. Hani bazıları, kullar için “ya-
ratmak” fiilini kullanırlar ya, işte onun ne ka-
161
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

dar tehlikeli olduğunu öğreniyoruz! Yaratmak


Allah’a aittir. Bununla ilgili yaşanmış çok önemli
şeyler var, nasibse bilahare paylaşırız. Birilerinin
“yaratırım” demesi ve birilerinin de “yaratmak
Allah’a aittir” demesinden oluşan yaşanmış çok
hayat hikâyeleri vardır! Öyleyse, “ben o manayla
söylemiyorum” diye bir şey yok, kimse kimseyi
kandırmasın. Yaratmak Allah’a aittir doğru-
dan! O Allah için kullanılabilecek bir fiildir. Eğer
siz insanlar için “şöyle yaratıcı, şunu yarattı, bunu
yarattı” derseniz, Lukman Sûresi diyor ki; “kim
ne yaratmış gösterin bana! Hayır, gösteremezler!”.
O zaman ya burayı seçeceksin ya başka yeri!
Ayet bu kadar açık!
Bazıları; “bende yaratan kim ki, yaratmayı o
yüzden kullanıyoruz” der. Bu da mütekebbirlik-
tir! Yani kendisindeki “BEN” duygusuna o kadar
sahip çıkıyor ki; “BEN”de yaratan O! Kendi du-
ruyor ve kendi o kadar önemli ki, Allah’ın yarat-
ması için o elzem, o olmazsa yaratamaz! “Bende
yaratan kim? Bu yüzden, birisi için bunu rahat-
lıkla kullanabilirim” der. Bu da bir şirk yoludur!
Lukman Sûresi’nden öyle öğreniyoruz; “Yarat-
mak Allah’a aittir; güç Allah’a aittir”.
Mü’min Sûresi 20. Ayet: “Allah Bil Hakk
hükmeder. Onun dûn’unda çağırdıkları ise
hiçbir şeye hükmedemezler. Muhakkak ki
Allah Semi’ul Basıyr’dir”. Bu ayet “hükmeden
ancak Allah’tır”ı öğretiyor! Diyor ki; tanrılık id-
diasında bulunanlar hiçbir şeye hükmedemezler!
Hükmeden ancak Allah’tır.
162
YILMAZ DÜNDAR

Nur Sûresi 42: “Semaların ve arzın mülkü


Allah’ındır ve dönüş Allah’adır”. Bu ayetle de
mülkün ancak Allah’ın olduğu bize gösteriliyor
ve “O’nun dûn’unda ben tanrıyım” diyenlerin
mülk sahibi olmadıkları öğretiliyor.
Böylece; Mülk, Güç ve Hüküm üçlüsünün
nasıl tanrıya ait bir sahip çıkış olduğunu ayetler-
le görmüş olduk. Peki, sonuç ne, bütün bu anla-
tılanlardan sonra insanlar ne yaparlar?
Sonuç, Yunus Sûresi 106. Ayette söylenir;
“onların ekseriyatı ancak müşrikler olarak
Allah’a iman ederler”. Lütfen dikkat edin “on-
lar” dediği, iman etmeyenler değil! İman etme-
yenlerin yüzdesi zaten belli! Belli olan yüzdeye
değil bu hitap! Bu hitap, tereddütte olunan yer
için, yani “zaten inanıyorum” diyenler için! “On-
ların ekseriyatı ancak müşrikler olarak Allah’a
iman ederler!”. Yani onların ekserisi bunların far-
kında olmadan “Allah’a inanıyorum” derler. Bu
anlatılanları fark etmezler, ama “Allah’a inanıyo-
rum” derler. Şimdi Kur’an’ın öğrettiği bir başka
kelimeyle yolumuza devam edelim.
Kur’an bize; ihbat kelimesini, kalbi ihbat
edenleri, muhbitler’i, Rabbine ihbat edenleri
öğretir. Hem öğretir, hem de onları müjdeler. Hac
Sûresi 34 ve 35. Ayetler: “Sizin ilahınız İlahun
Vahid’dir, o halde O’na teslim olun. Muhbit-
leri müjdele! Onlar ki, Allah zikredildiğinde
kalbleri korkudan titrer. Onlar, kendilerine
isabet eden üzerine sabreden ve salâtı ikame
edendirler ve kendilerini rızıklandırdığımız
şeylerden de infak ederler”.
163
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

Bakın, Allah muhbitleri müjdeliyor, “onları


müjdeleyin” diyor. Neden? Çünkü onlar korktu-
lar korku işini, korunma işini hallettiler. Şimdi
de “müjdeleyin muhbitleri” deniyor. “Müjdele-
yin!” Muhbitlerin özellikleri: “Allah zikredildiğin-
de kalbleri korkudan titrer, kendilerine isabet
edenler üzerine sabrederler, salâtı ikame ederler
ve kendilerine rızk olarak verilenlerden infak
ederler”. Özellikle “Allah zikredildiğinde kalbleri
korkudan titrer” ne demek bu özelliğe bakalım:
“Allah zikredildiğinde kalbleri korkudan titrer”
ifadesinin orijinalindeki korku, havf ve haşyet
değil de “vecel” olarak geçiyor, buradaki korku
vecel olarak tarif ediliyor. İleride bu korkuları
tek başına bir konu yapar, detaylı bakarız inşa-
Allah. Şimdi anlatacaklarımız bir temel oluştu-
rur. Biliyorsunuz daha önce “haşyetullahı” ve
“havf’ı” tanımladık. Ayette geçen “vecel” farklı
bir korku. Öyle bir korku ki saygı içerir, yüksek
saygıdan kaynaklanan korkudur. “Havf ve reca”
diye bildiğimiz halin havf’ını, o korkuyu sadrı ve
sadrın İslam nuruyla nasıl onarıldığını anlatırken
kullandık. Sadece sadrda değil, aslında Kalb’de
Fuad’da ve Lüb’de de kullandığımız daha çok
“havf ve reca”, korku ve umuttur. Ümit üzerine
bina edilen korkudur; havf ve reca halidir. Vecel;
saygıdan, yüksek saygıdan kaynaklanan korku-
dur, saygının getirdiği titremedir. Normal hayatı-
nızda da yaşarsınız bunu. Çok saygı duyduğunuz
bir yöneticiyle, bir insanla, birisiyle karşılaştığı-
nızda, onu görünce bir ürker, ürperir, bir titrer-
siniz. Size herhangi bir şey yapmayacaktır ama
164
YILMAZ DÜNDAR

siz saygıyla ilgili bir titreme hissedersiniz, bu ya-


şadığınız bir şeydir. Vecel ayetlerle ilgili olan bir
hali anlatır! Ama havf, tanımladığınız bir olay-
dan korkmaktır. Tanımladığınız bir iş vardır, ba-
şınıza geleceğini bildiğiniz bir şey vardır, sizinle
ilgili o işten korkarsınız. Korktuğunuz şeyi “şu iş,
şu günah, şu olay, şu yaşantı” diye tarif de eder-
siniz, havf böyle bir korkudur. Haşyet ise; Allah
ilminin sizde oluşturduğu duygudur. Sizde Allah
ilminin oluşturduğu duygunun adıdır haşyet.
Şimdi, bu konuda önemle vurgulanması ge-
reken bir şeyi, kişiyi Rabbine ihbat ettirecek, onu
muhbit yapacak önemli bir şeyi paylaşacağız: Bu
kavramların her birinde önemli olan dengedir.
Dengeli yapmadığınız takdirde bu tarif edilenle-
ri başaramazsınız, dengesini kurmayı öğrenmek
gerekiyor! Vecel’deki saygı ve korku dengede ol-
malı; saygı kadar korku! Havf ve reca’da korku
ve umut dengeli olmalı; korkuyla ilgili olarak ta-
nımladığınız şeyin karşılığı kadar umut! Yani o
korku kadar umut taşımalısınız mutlaka. Eğer
korku fazla olursa ruh dengeniz bozulur. Eğer
korku az olur ümit fazla olursa bu sefer amelleri-
niz bozulur. Öyle bir denge olmalı ki hiç biri bo-
zulmasın. Ama bu denge için mutlaka korkuyu
teşvik etmelisiniz. Yani, korku ne kadar az olursa
dengeyi o kadar iyi sağlarım fikri doğru değildir.
Korku ve ümidi birlikte yükselterek oluşturula-
cak denge doğrudur. Ne kadar yüksek korku, o
kadar yüksek umut! Korku ve umudu dengede
tutabilmek, ancak muhbitlerin başardığı bir iştir,
bu dengeyi başarabilmek onlara aittir. Haşyette
165
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

denge ise, ne kadar ilim o kadar huşu; yani ilim


kadar huşudur. Sizde Allah ilmi duygusunun be-
deninize mutlaka yansıması gerekir ki; ne kadar
haşyet o kadar huşu olsun. Bu da dengeli olmalı.
Diyelim ki, birisi gelip size haşyeti öyle bir an-
latıyor, ama halinden de hiç belli değil! O zaman
onda “ilim huşu dengesi” yok demektir. Baksanı-
za hiç halinden belli değil! Ya, anlattığın bu ilim
nerene yansıdı? Şuna benzer: Birisi gelip size sağ-
lıktan bahsediyor, ama elini de hemen sigaraya
atıyor veya başka zararlı şeylerle meşgul. Yani
yaşantısına bakıyorsunuz ki, hiçbir şeye dikkat
etmiyor, “o zaman bu bilgi neye yarar?” dersiniz
ya, işte haşyette de öyle! Ne kadar Allah ilmi, o
kadar huşu! O ilmin size yansımış olan huşusu,
dengesi çok önemli, o huşuyla durmak ve yaşa-
mak çok önemli! İşte müjdelenen o muhbitler,
Allah’a kalbi ihbat edenler, Rabbine ihbat eden-
ler, Vecel’de korku ve saygıyı dengelemiş, havf ve
reca’da yüksek korku ve yanında yüksek umudu
dengelemiş, haşyette Allah ilmi ve huşuyu den-
gelemişlerdir. Onlar bunu amel olarak ilk nerede
uygularlar? Salâtta! Salâtta uyguluyorlar. Bu, ih-
bat edenlerin önemli özelliğidir.
Salâtla, salâttaki bir uygulamayla ilgili şimdi
söyleyeceğime hiç değilse takliden başlamak
lazım, özellikle de havf ve reca olarak uygulaya-
bileceğimiz haliyle başlamak lazım, çünkü yapa-
bileceğimiz şeyler. Zaten eğer vecel’i gerçekleş-
tirebilirsek o saygı ve saygının getirdiği titreme
tüm ayetler için geçerlidir, tüm ayetlerle ilgili
olarak görülür. “O titreme nedir?” onu da söy-
166
YILMAZ DÜNDAR

leyeceğim. Salâta durdunuz. Salâttasınız, salâtta


bu kalbi ihbat ettirmelisiniz, muhbit olmalısınız.
Salâtta kalbi ihbat ettirmek için yapacağınız ne?
Fatiha Sûresi 6. ve 7. Ayetler: “İhdinas sıratal
müstakıym, sırat elleziyne en’amte aleyhim..”
Burada bir duadasınız ve duanın ne istediğinizi
söylediğiniz önemli bir yerindesiniz.
Şimdi Fatiha’yla ilgili bir not: Fatiha ile ilgili
hadislerde Allah buyurur; “ben Fatiha’yı kulum-
la paylaştım”. Sizin “iyyake na’budu” dediğiniz
yere kadar olan kısım Allah’a aittir, devamı ise
Kul’a ait, kuluna ait; Kul Formu’na ait! Kişi şöyle
bir hata yaparsa Fatiha’dan perdelenir: Eğer Fati-
ha’daki “iyyake na’budu”ye kadar olan kısmın ne
olduğunu derinlemesine anlamaya, öğrenmeye
ve onu yaşamaya çalışırsa yapamaz. Yapamaz,
çünkü onun işi değil! Bu hadisten onu da an-
larız. İlk yapacağın iş sana ait yerin hakkını ver-
mek! “Kulumla paylaştım” dediği yeri halletme-
den üst kısmı yapamazsın. “Kulumla paylaştım”
dediği yeri halledersen, idrakın oranın pozisyo-
nuna geleceği için anlarsın. İdrakın oranın pozis-
yonuna gelmeden orayı anlamaya çalışır, oranın
tefekkürüne çok yoğunlaşırsan başaramazsın,
yanlış olur. “Güzel bir iş”le meşgul olursun ama
ücretini alamazsın, idrakın ilerlemez. Ama sen,
sana ait olan yerde idrakını muhbit idrak hali-
ne, kalbini ihbat eden idrak haline getirdiğin za-
man, idrak pozisyonun üst kısma uygun olunca
kendiliğinden orayı anlamaya ve yaşamaya baş-
larsın. İşte bu yüzden salâtta Fatiha’yı okurken
çok özen göstermek lazım! Fatiha’nın bittiğini
167
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

“âmin” dediğinde fark eden kaybeder! Fatiha’nın


çok önemli bir dua olduğunu bilmek ve şimdi
söyleyeceğimiz şeylere de öncelikle dikkat et-
mek lazım. Ve ilk onlara dikkat etmek lazım!
“İhdinas sıratal müstakıym, sırat elleziyne
en’amte aleyhim” diyoruz ya, burada bir istek
var. Allah’tan, indinde doğru olan yolu istiyor-
sunuz. Allahım, senin indinde doğru yol, sabit
yol, senin söylediğin yol neyse ben onu isterim ve
sen onu birilerine verdin. En’amda bulundukla-
rın, verdiklerin var ya, ben de onlar gibi isterim.
İşte bu kısım umut içermeli. Burası umudun
antrenmanını yapacağınız en önemli yerdir;
salâtta! Burada mutlaka umutlanarak okumalı-
sınız, orayı size mutlaka verecek! Bu umudu ne
kadar yüksek tutarsanız o kadar kazanırsınız.
“Ğayril mağdubi aleyhim ve leddaallîn” derken
de bu umudun yüksekliği gibi bir korku yaşa-
malısınız. Aman Allahım, sapanlardan doğruyu
öğrendim sanıp sapanlardan ve sana karşı nan-
kör olanlardan, nankörlerden yapma beni, beni
öyle yapma, bana öyle bir rol verme! Burda da
o korkuyu yaşamalısınız. O korkunun peşine de
sığınışla, Allah’a yaslanarak “âmîn” demelisiniz,
burada onu yaşamalısınız. İnşaAllah ileride daha
geniş ele alırız.
Hac Sûresi 54. Ayet: “Ve bir de kendileri-
ne ilim verilenler onun, ayetlerin Rabbinden
Hakk olduğunu bilsinler de O’na iman etsin-
ler ve O’na kalbleri ihbat etsin. Muhakkak ki
Allah iman etmiş kimseleri sıratı müstakıyme
hidayet eder”. Belki hatırlarsınız, üst kısmında
168
YILMAZ DÜNDAR

bir olay anlatılıyordu, bu ayet o olayın son kıs-


mıdır. Ayette “ilim verilenler” geçiyor. “Ve bir de
kendilerine ilim verilenler” diye kime deniyor?
İlim verilmesi nedir, nereden başlar? Örneğin, siz
“benim öyle bir ilmim yok ki” derseniz bu ayeti
ötelemiş olursunuz. Bir kişi mütekebbirin tanı-
mını öğrendi ve o an “ben mütekebbir olmak is-
temiyorum” dediyse, o an ilim verilenler sınıfına
girer. Çünkü bu cümleyi ancak kendisine ilim ve-
rilenler söyler, bu mücadeleye ancak onlar girer.
O zaman bu ayet onları kapsıyor. Ayete şimdi
bir de bu gözle bakalım: Mütekebbir olmak is-
temeyenler; yani Allaha karşı mütekebbir olmak
istemeyenler, yani Enbiya Sûresi 29’daki gibi
“Allah’ın dûn’unda ben de varım ve muhtarım”
demeyenler, “onun; bu gelenlerin, yani ayetlerin
Rabbinden Hakk olduğunu bilsinler de ona iman
etsinler ve ona kalbleri ihbat etsin. Muhakkak
ki, Allah iman etmiş kişileri sıratı müstakime hi-
dayet eder”. İhbatı, ihbatın kalble ilişkisini ve
kalbin ihbat etmesini gördük, ama biraz daha
inceleyelim.
İhbatın normal hayattaki manası; boşa git-
mek, değerini kaybetmek demektir, bu anlamla-
ra gelen habt kökünden türemiştir: Boşa çıkar-
mak, silip yok etmek manasına gelir. Kur’an’da
ihbatın bu manaya yönelik olarak kullanıldığı
ayet meallerinde bu manaya tam rastlayamazsı-
nız maalesef. İhbat çok iyi anlaşılmış kelimeler-
den olmadığı için “huşu edenler” gibi kelimelerle
meallendirilmiş. Ama o bir makamdır, az önce
anlattığımız halin adıdır! O makamdakilerin,
169
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

yani kalbleri ihbat eden muhbitlerin özelliklerini


şimdi bir sırayla görelim. Onları harmanladığınız
zaman sizde ihbat edenin hali gözükür. Hani bir
insanı tarif ederken onun özelliklerini söylersi-
niz ya, kişi onun tüm özelliklerini dinler, sonra
o özellikleri harman eder ve o kişi hakkında bir
şey düşünür, bir önerme çıkarır. Şimdi anlatınca
söyleyeceklerimden çıkacak önerme de o hali, o
ihbatı, o muhbiti anlatır.
Muhbit’in özellikleri nelerdir? Onun, “ben
varım ve muhtarım” iddiası söz konusu bile
olmayan bir imanı vardır, imanında “ben va-
rım ve muhtarım” söz konusu bile değildir. Bu
imana uygun amellerle meşguldür. Demek ki
önemli bir şey başarmış, bu imanın dışında bir
şey daha başarmış. Savaş halindeyiz diyelim, bir
düşman ilan edilmiş. Birisi çıkıyor, “tamam ben
onları düşman kabul ettim” diyor. Bu ilan savaşta
önemli bir şey! Ama birisi de çıkıyor “ben onları
düşman kabul ettim” diyor, hem de gidiyor onla-
rın hilelerini boşa çıkarıyor, düşmanla savaşıyor,
düşmanı yok ediyor. Onu düşman ilan etmenin
ötesine geçip onu boşa düşürüyor! İşte muhbit
“ben varım ve muhtarım” iddiasını boşa çıkaran,
silip yok eden kişidir! O iddiayı boşa düşüren ki-
şidir!
Muhbit olanlar haşyet’te, havf ve vecel’de na-
sıldırlar? Onlar Havf ve Reca’da korku ve umudu
yükseltmiş ve dengelemiştir, Vecel’de korku ve
saygıyı yükseltmiş ve dengelemiştir, Haşyet’te
Allah ilmini ve huşusunu yükseltip dengelemiş-
tir, başarabildiğince. Aslında burda yükseltmiş
170
YILMAZ DÜNDAR

ifadesi “bitirmiş” manasına gelirse çok doğru


olmaz. Söylenmek istenen, hep yükseltmeye
çalıştığıdır, sürekli yükselttiği ve yükseltirken de
dengelediğidir. Bir hal ki, bu özelliklerin tümüy-
le yoğrulmuş hal ile Rabbine yönelmiş. Rabbine
yönelirken bu saydıklarımızla yoğrularak yönel-
miş ama ihbat edene ait bir özellikle yönelmiş;
boyun bükmüş! Bu müthiş bir şey; bir iddiayı
yok etmiş, boyun eğmiş! İddiaya dönmüş yok
etmiş, Rabbine dönmüş boyun eğmiş! İhbat
sahibi; kalbi ihbat etmiş, Rabbini ihbat eden!
Tanrıyı boşa düşürmüş! O, tanrılar âlemine göre
bir cengâver! Ama Rabbine boyun eğmiş. Bu
boyun eğiş Mütekebbir’in boyun eğmesi olan
mütevazilikle değil! Yukarıda saydığımız şart-
larla boyun eğmiş, bütün bunlarla teslim olmuş
“eslemtü li rabbilalemin” demiş, “âlemlerin Rabbi
olan Allah’a teslimim” demiş. Bütün bunları ne-
rede somutlaştırmış? Fatiha’yı okurken “iyyake
na’budu ve iyyake nestaıyn”de somutlaştırmış.
Bu yüzden, kulun önceliği şudur; Fatiha’daki kul-
la ilgili kısımları halletmesi! Önce orası! Üst kısmı
okurken “Rabbim böyledir” diye oku. Nasib! Şim-
di “nasılmış” diye merak edersen yanlış yaparsın.
“Şöyle midir, böyle midir” der hayal kurarsın ama
yanlış olur. Oradaki klibin yanlıştır, yanlış klip oy-
natırsın. Senin idrakın o pozisyona gelince o klip
beyninde kendiliğinden açılır. Ama şu an yapa-
bileceğin şey; sana ait yerde; “iyyake na’budu ve
iyyake nestaıyn”de boyun büküş! Orası sana ait,
Fatiha’yı okurken orayı boyun bükmeden geç-
me! Boynunu bük ve sonra büyük bir umutla;
“ihdinas sıratal müstakiym, sırat elleziyne en’amte
171
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

aleyhim” de. Bunu derken gözlerinin içi gülsün.


Ama sonra bir anda yüzün düşsün, korkarak;
“gayril mağdubi aleyhim ve leddaalliyn” de, inşa-
Allah. İşte Fatiha’nın idrakları!
Hep duyarsınız, derin düşünen, derin bakışlı
tabirlerini, şimdi derin bakışlı insan ne demektir
ondan bahsedelim. Derin bakışlı, derin düşünen
insan ve derin bakmak nedir? Hayatta derin ma-
nalı düşünmek nasıl olur, bunu nasıl başarırız?
Şimdi herhangi bir esmayı düşünelim. Neden
esma düşünüyoruz? Çünkü biz bir esma zikriy-
le meşgulsek derin manalı bakan insan orada
önemli. Çünkü bir esmanın tefekkür edeceğiniz
sayfalarca manası vardır ve sizin onu bir saniye-
de düşünmeniz gerekir. Eğer derin manalı dü-
şünen bir beyin açamamışsanız o olmaz. Onun
için tefekkür edilen konuyla ilgili doğru bilgileri
genişletmek lazım. Örneğin Ehad veya Samed
kelimesiyle ilgili doğru bilgileri bulur, okur, te-
fekkür eder ve zihninizde genişletirseniz, sonra
o bilgilerin hepsini o kelimenin söyleniş süresi-
ne sıkıştırır ziplerseniz kendiliğinden derin dü-
şünürsünüz. Bunu normal hayatta yapar mıyız?
Elbette, yapıyorsunuz! Bir çocuğun annesine
seslenirken “anne” demesi o kadar çok şey içerir
ki! Bakın bu özellik insanda var! Yapmamız ge-
reken tek şey bu özellikleri Allah’a göç ettirmek!
Bunları nasıl yaparız, nasıl derin düşünürüz gibi
bir endişe yanlış. Çünkü bu özellikler zaten bizde
var, yalnızca bunları taşımak, göç ettirmek ge-
rekiyor! O zaman başarırısınız. Çünkü formatı-
mızda bunlar var. Dolayısıyla derin bakan, derin
172
YILMAZ DÜNDAR

düşünen olursanız bakışınız kendiliğinden deği-


şir; artık o bakışta sayfalarca mana vardır, o boş
bakmaz! İşte bu derin bakışı kazanmada Kur’an
kelimeleri önemlidir. Onları derinleştirdiğiniz za-
man ayetler sizde derinlik açar! Mesela “iyyake
na’budu ve iyyake nestaıyn” derkenki kısa süreye,
okuyup öğrendiğiniz bu kadar bilgiyi ve diğerle-
rini nasıl sığdırıp da ihbat edeceksiniz? Ancak;
derin manalı düşünmeyi yakalayarak! Nasıl olur
bu? Bu işle meşgul olduğunuzda kendiliğinden
olur. “İyyake na’budu ve iyyake nestaıyn” böyle
bir özelliği gerektirir.
Hud Sûresi 23. Ayet: “Muhakkak ki, iman
edip salih amel işleyenler ve Rablarına ihbat
edenler var ya, işte onlar ashabı cennettir.
Onlar orada ebedi kalıcılardır”.
Rabbine ihbat edenlerin, kalbi ihbat etmişle-
rin, muhbitlerin önemli bir özelliği de korku ve
umudu dengelemeleridir dedik. İşte bu korku ve
umutla ilgili önemli bir noktayı da paylaşalım
inşaAllah. Çünkü uygularken dünya yaşantısına
ters bir hali var bunun. Mesela normal yaşantı-
da herhangi bir mikroptan, gribal bir faktörden
korkuyorsan ne yaparsın? Tedbir alır korunur-
sun, gribe karşı müttaki olursun. Gripten korku-
yor, ona karşı tedbir alıyorsun. Birisi gelip “ne-
den korkuyorsun?” diye sorsa, “gripten” dersin.
“Peki, ne yapıyorsun?” dese, “gripten korunmak
için çalışıyorum” dersin, dünya yaşantısının ge-
reği yaptığın bu. Ama bu yöntemi bu yolda da
uygularsan olmaz. Neden olmaz? İnce bir nokta,
bu yüzden söyleyeceğime çok dikkat edelim! Bu
173
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

yolda korkmak için sebepler bulmak lazım mut-


laka. Kendi kendinize kaldığınızda; “ya, o kadar
çok havf ve reca, korku ve umut dediler ki! Ama
ben neden korkacağımı bile bilmiyorum” deyip,
korkacak şeyleri bulmanız lazım! “Nelerden
korkmam gerekiyor ve bu korku nedir, nasıldır?”
diye araştırıp, hakikaten bacağınızı titretecek
korkuları bulmanız gerekiyor! Demek, korkmak
için bir sebep bulman gerekiyor, burası tamam.
Ancak o korktuğun şeyden korunurken, korun-
ma işlerini o sebebe yönelik yapmamalısın, yal-
nızca Allah rızası için yapmalısın, izah edebildim
mi? Korkmak için bir sebep arayıp bulacaksın.
Ondan korunurken, onunla ilgili korunma çalış-
malarını, müttaki olma çalışmalarını yaparken,
uygulamalarını Allahümme ente maksudiy ve
rıdake matlubiy çerçevesinde yapacaksın. “Alla-
hım, hedef ve maksadım sensin, sana ulaşmak ve
yalnızca rızanı kazanmak!” diyeceksin. O sebep
ortadan kalkacak, ancak o zaman Allah rızası
için yapmış olursun. Yoksa korktuğun şey için
yapmış olursun! Bu çok önemli! Daha önce ben-
zerini verdiğimiz basit bir örnek var, onu yine
verelim. Diyelim bir kişi sigarayı bıraktı. İçiyor-
du, sigaranın zararlı olduğunu duydu ve bıraktı.
Sorduk; niye bıraktın? “Allah rızası için bıraktım”
dedi. Bakın korkmak için bir sebebi var tamam,
ama bırakma nedeni Allah rızası! Ama ona sor-
duğumuzda “çok zararlıymış onun için bırak-
tım” deseydi, o zaman Allah rızası için olmazdı.
Oysa şimdi ne yaptı? Zararlı diye korktu, ama
dinen hoş görülmüyor diye bıraktı. Bırakma işini
Allah rızası için yaptı, bırakırken “Allah rızası için
174
YILMAZ DÜNDAR

bıraktım” dedi. Bunu Allah rızası için yapıyor!


İzah edebildim mi, inşaAllah?
Aynı durum umut için de geçerlidir. Umut
için bir sebep bulmak lazım. Ama umutlanırken
Allah rızası için umutlanmak, rızasını umarak
umutlanmak lazım. Bu yöntemi, bu benzetmeyi
vecel ve huşu için de gerçekleştirdiğiniz zaman
“uygulamalar hep Allah rızası için olmalı” sonu-
cunu yakalar ve onu da uygularsanız güzel olur.
Güzel olur, doğru olur.
Şimdi paylaşacağımız şey idrak olarak da
uygulama olarak da çok önemli. Geldiğimiz bu
idrakten sonra, artık yapılabilecek bir şeyi şim-
di söyleyeceğim. Bir kişi düşünün “ben varım ve
muhtarım” demiyor, bu iddiada değil. Bunu fark
etti, anladı ve bu konuda nefs mücadelesi yapı-
yor, nefsini bu konudaki şerden temizliyor. Bu
kişi için sakınılması gereken önemli bir şey var,
onun bu noktadan sonra düşebileceği, düşüle-
bilecek, yapılabilecek bir yanlış var. Onun “varlık
ve muhtariyet” iddiası yok, tamam. Ama yaşadı-
ğı toplumda ve çevresinde “ben varım ve muh-
tarım” iddiasıyla yaşayanlar var. Eğer kişi onlara
karşılık verirken onları tasdik ediyorsa ilerleye-
mez! Tabi bu “karşılık verme” iyi anlaşılmalı. Bu
bir zihni yorum, bir zihni bakış veya bedenen bir
karşılık verme, bir mücadeleye çıkma manasın-
da değil, “tasdik” etmek manasınadır. Yani “ben
varım ve muhtarım” iddiasında olanları tasdik
ediyorsa o ilerleyemez! İzah edebildim mi? Biraz
daha açmaya çalışayım, açtığım çerçevede dü-
şünmeye gayret edin inşaAllah.
175
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

Kişi kendisi ben “varım ve muhtarım” demi-


yor. Hatta “Allahım ben sana varlık ve muhtari-
yet iddiasında olmadan iman ediyorum, o iddi-
aya sırtımı döndüm” diyor. Ama bakıyorsunuz,
“ben varım ve muhtarım” diyenleri, “ben de
Allah’ın dışında tanrıyım” diyenleri tasdik edi-
yor, onların hallerinin tasdikçisi! Ne yapıyor? En
azından takdir ediyor. “Ben Allah’ın dışında tan-
rıyım” diyen, yani o zihniyette olan birisi bir iş
yapıyor, varlık ve muhtariyet iddiasında olmadı-
ğını söyleyen de “helal olsun ya, nasıl yapmış şu
işi” diyor. Fark ettiniz mi? Ya o işi o mütekebbir-
ce yapmış, zaten mütekebbirliğini de ilan etmiş,
sen de yorum yaparken onun küfrünü takdir
ediyorsun, tasdik ediyorsun! Bilmem izah ede-
bildim mi? Bu söylediğimi iyi fark ederseniz, kü-
für ehlinden hayran olduklarınız olmaz, olamaz!
Bir kişi küfür ehli, Allah’a karşı tanrılığını ilan
etmiş, bunda ısrarlı bir yaşantısı var ve siz onu
tasdik ediyorsunuz. Olamaz, öyle bir şey olmaz!
Bu söylediğimi fark etmenizin size ne tür bir
faydası olur? Bir defa ayet kapsamına girersi-
niz; benim dostumla dost, düşmanımla düşman
olun. “Düşman olun” demek gidin düşmanlık
yapın demek değil; “onun küfrüne katılmayın”
demektir. Küfrüne katılma! Bunu anlarsanız
buğzu, buğzun ne demek olduğunu fark eder-
siniz. Siz hem onun yaptığı işin Allah yokmuş
gibi bir hal ve davranış olduğunu görüyorsunuz,
hem de ona hayranlık duyuyorsunuz! Olmadı!
Ancak; bu halden kurtulur, onu kabul etmez ve
onu tasdiklemezseniz hızlı ilerlersiniz.
176
YILMAZ DÜNDAR

Bunu, bir başka örnekle açmaya çalışalım.


Haberlerde MOBESE kameralarının yakaladığı
görüntülere rastlıyoruz; kuyumcu soyuyorlar,
benzinlik soyuyorlar… Ama o kameralar saye-
sinde yakalanıyorlar. Siz arkadaşlarınızla böyle
bir haber izliyor olsanız, içinizden biri de soy-
guncu için “bravo adama ya” diyor, onu takdir
ediyor, onların soygun işini tasdik ediyor, hatta
hayran! Şöyle döner bir bakar; “yarın birgün bu
da bir soygun yapar” dersiniz. Küfür de böyle
bir şey işte! Çocuğunuz o yanlışı tasdik etsin is-
ter misiniz? İstemezsiniz elbette! Çocuğunuz O
haberi izlerken “Allahım bizi böyle işlerden mu-
hafaza ediver” dese memnun olursunuz. Veya
çocuk dua işiyle meşgul değilse bile, normal
dünya sistemi içerisinde bir adaleti savunup o işi
kınarsa, “başkasının malına zarar veriyorlar, vic-
dansızlar” falan derse gene memnun olursunuz.
Neden? Çünkü o böyle bir işe karışmaya niyetli
değil demektir. Bir işi tasdik, o işi yapacak de-
mektir! Bu açıdan baktığınız zaman, “ben varım
ve muhtarım” iddiasında olanları izlediğinizde,
okuduğunuzda, karşılaştığınızda hayranlık du-
yar, yorumunuzda onları tasdik ederseniz siz o
işi yapacaksınız demektir, gizli gizli küfre hayran-
sınız demektir. Bunu tanrı ilmi notlarında; “insa-
nın dünyaya gelirken esfele safiliyn yapısının “ilk
aşkı” küfrünedir, küfrüne âşıktır” diye paylaşmış-
tık. Kişi küfrüne âşıktır! Bundan ancak Allah’a
âşık olursa kurtulabilir! Normal hayatınızda da
öyle değil midir, herhangi bir aşkı ancak daha
büyük bir aşk olursa silebilirsiniz. İşte bunun
gibi, kişinin küfrüne olan aşkını ancak Allah
177
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

Aşkı siler! O aşkı yakalamak gerekir! Ama kişi


kendini küfre aşkın içinde bulduğundan, “ben
varım ve muhtarım” iddialarını gizli gizli tasdik
eder. Eğer bu tasdikleri, bu takdirleri yakalayıp
onlardan kurtulursa buğz çerçevesine girmiş
olur. Buğz ettiği için, inşaAllah kendisi de onları
yapmayacak demektir. Ve aslında bu haliyle o,
nefsini şerrinden temizliyor demektir bir nevi.
Bu da önemli bir ipucudur.
Bir ipucu daha: Karşılaştığınız her türlü dü-
şünce, hal ve fiili iki şeyden birine havale eder-
siniz. Havale ettiğiniz şeye bakıp sormak lazım;
ben bunu şeytana mı havale ettim, Allah’a mı?
Çünkü mutlaka ikisinden birisi yapılır, mutlaka!
Her düşünce, her yorum ve her fiil için böyle-
dir, üçüncü bir şık yok! Kişi kendisini incelerken
buna da çok özen göstermesi gerekir.
İlk sayfalarımızda, Billahi anlamında iman
edenlerin, yani imanlıların kalbinin ancak Allah
zikriyle mutmain olduğunu ayetlerle görmüş
ve üzerinde durmuştuk. Bu tatmin sözde tan-
rı iddiasındaki yaşantıda nasıl olur, peki? Sözde
tanrı iddiasındaki yaşantıda sadrlar mutmain
olur, sadrlar tatmin olur! Dikkat edin tatmin
olan kalbler değil, sadrlar! Bu yaşantıda sadrlar
neyle mutmain oluyor? Şikâyetle! “Sözde tanrı-
lık iddiası”ndaki yaşantıda ise sadrlar şikâyetle
tatmin olur, öyle denge bulur. İman edenler için
“kalbler Allah zikriyle” tatmin olur, tanrılık id-
diasında olan ve bu yaşantıyı sürdürenlerde ise
“sadrlar şikâyetle” tatmin olur. Şaki kelimesi
şikâyetle aynı kökten gelir, şikâyet eden demek-
178
YILMAZ DÜNDAR

tir. Kimi? Allah’ı! Siz hangi konuyu konuşursanız


konuşun, kimi çekiştirirseniz çekiştirin, hep-
si Allah’ı şikâyettir, Allah’ı çekiştirmedir. Birisi
şikâyet ediyor, belki size bir şeyini anlatıyor. Siz
de dinlediniz, onun adına da üzüldünüz. Bakın
deneyin, ona şikâyeti dursun diye hayr duası
yapsanız rahatsız olur, o sizin hayr duası yapma-
nızdan rahatsız olur. “Ya boş ver bunları, hayrlısı
olsun” deseniz, rahatsız olur, size kızar, onun ta-
rafını tutmadığınızı söyler. Size sistemi anlatma-
ya çalışıyorum! Yani, eğer kişi şikâyetle tatmin
oluyorsa, sadr şikâyetle tatmin oluyorsa fiillerde
de hala bu var demektir.
Bir arkadaşınıza telefon ediyorsunuz, iki
cümleyle işinizi konuşursunuz, sonra başlarsınız
şikâyete; çocuktan, beyden, hanımdan, gelin-
den, kayın valideden, sistemden, trafik polisin-
den, arabadan… Şikâyet, hep şikâyet! Karşıdaki
de buna cevap verir, iş biter. Oohh, ikisinin de
sadrı rahatladı, dengeyi buldular! “Seninle de
sohbet ne güzel” dediler, onlar artık sıkıştıkça
birbirlerini ararlar. Duramazlar! Neden? Çünkü
sadrlarını rahatlatacaklar! Neyle? Şikâyetle! Dik-
kat edin, sürekli şikâyet bu şakiliğin fiilidir! Eğer
şikayetten kurtulmazsanız şaki fiilinden kurtul-
mak mümkün değildir. Öyleyse; insan hayatını
saniye saniye, satır satır incelemeye almalı, değil
mi? Eğer ahirette Allah’ın rızasına talibse! Allah
muhafaza etsin, tehlikeli bir hastalıkta doktor
ona “kendine saniye saniye dikkat edeceksin”
dediğinde dikkat ediyor. Yemesine, içmesine,
ilacına, dışarıda maskeli gezmesine, hepsine dik-
179
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

kat ediyor! Demek ki mümkün, insanda bu has-


let var, saniye saniye dikkat edebilir. Ama! Ama
bu özelliği Allah için kullanmaz! Yapmalı! Talibse
yapmalı; hayatını saniye saniye incelemeli, bu
tuzaklara nasıl düştüğüne bakmalı, düşmemek
için bakmalı!
Talib kurduğu cümleye hep dikkat etmelidir.
Cümle deyince onun yalnızca söylediği değil,
düşünürken kurduğu da cümledir! İpuçlarından
birisi bu: “Ben” diye başladığı her cümleye hemen
dikkat etmeli; o cümle onun için cehenneme mi
bir bilet kesiyor, yoksa cennete bir davetiye mi?
Bakın cennete bilet demiyorum, cennete bilet
olmaz! Cennetin ödeyebileceğiniz bir karşılığı
yok, ancak davet edilirsiniz; lütuftur, nimettir o!
“BEN”li bir cümle kurduğunuzda, siz o cümley-
le bir cehennem bileti mi alıyorsunuz, yoksa bir
cennet davetiyesi mi? Her cümleniz için dikkat
etmeniz ve korkmanız lazım! Aksi halde ayet;
“Allahım bizi geri gönder, biz orada yapamadık-
larımızı oradakilerle tekrar yapalım, bize fırsat
ver derler” diyor. O halde, elinde fırsat varken
her anı saniye saniye incelemek gerekir.
Şimdi insanların dünya hayatında kullandı-
ğı; “arkadaşını söyle, kim olduğunu söyleyeyim”
sözünü anlamak kolaylaştı. Aslında öğrendiği-
miz bu ilimle baktığımız zaman o şöyle demek
istiyor: Arkadaşını söyle, nasıl bir tanrı olduğunu
söyleyeyim! “Söyle de, senin nasıl bir tanrı oldu-
ğunu anlayayım” diyor. Eğer bu soru tanrı ilmi
çerçevesinde bir bilinçle sorulmuş değilse; ar-
kadaşını söyle de senin nasıl bir tanrı olduğunu,
180
YILMAZ DÜNDAR

narsist tanrı mı, hümanist tanrı mı, şifreci tanrı


mı, Polianna tanrı mı olduğunu anlayayım de-
mektir. Hatta daha da aslı; söyle arkadaşını, ar-
kadaşın şeytan mı, melek mi? “Hiç şeytandan
arkadaş olur mu?” diyorsanız Kur’an’a bakalım,
bu konuda cevap olarak Kur’an bize ne diyor?
Zuhruf Sûresi 36. Ayet: “Kim Rahman’ın zik-
rinden âmâ olursa ona bir şeytan hazırlarız,
takdir ederiz. O şeytan ona bir kariyndir”; yani
çok yakın arkadaştır. Demek ki, kim Allah yok-
muş gibi davranır, bu hatırlatma ve bu zikirden
uzak durursa ona bir şeytan hazırlarız. O şeytan
ona en yakın arkadaş olur. Şeytanla ilgili olarak
da tanrı ilmi kitapçığına atıf yapacağız. Çünkü
şeytanın ne demek olduğunu orada geniş anlat-
tık. “Sadra tesir ettiği” için ilerleyen sayfalarda
sadr-şeytan ilişkisine değiniriz inşaAllah.
Şeytanı kolay anlamak için onu iki türlü dü-
şünmek gerekir. Olayı şeytaniyet olarak düşün-
düğünüzde “şeytanlık” bir görevin ismidir. Bir
bu görevle görevli varlıklar vardır, bir de onların
zaten görevli olduğu işi yapan sende bir esfele
safiliyn yapı vardır. Ki o da şeytandır! Şeytan de-
yince ikisini birden düşünmeniz lazım. Böylece
ona bir şeytan hazırlarız; yani ona görevi şeytan-
lık olan bir varlık görevlenir. Bir de onun esfele
safiliyn yapısı o kadar kuvvetlenir ki şeytanlık ar-
tık onun karakteri, hali, kişiliği olur. Ayette geçen
kariyn; yakın arkadaş; yani kişilik demektir.
Yasin Sûresi 60. Ayet: Euzü billahi mineş
şeytanir racim. Bismillahir Rahmanir Rahiym.
“Elem e’hed ileyküm ya beniy Ademe en lâ
181
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

ta’budüş şeytan innehu leküm adüvvün mü-


biyn; “Ey AdemOğulları! Size söylemedim mi;
şeytana kulluk yapmayın! Muhakkak ki o sizin
için apaçık bir düşmandır”.
Dikkat ederseniz, şeytan burada arkadaş-
tan daha ileri geçiyor. Normal tanrısal hayatta,
zalim yönetici, yani narsist tanrı nasıl elemanı
sever? Kendisine kul köle olanı sever, hatta “şu
benim has elemanım” diye bahseder. Neden?
Ne desem yapar, sözümden çıkmaz, bana kul
köledir. Arkadaşlıktan, dostluktan ileri bir tanım
yapar; kulluk! İşte bu işi böyle düşündüğünüzde,
en azından bu işe bu çerçeveden baktığınızda
ayet diyor ki; “şeytana kulluk yapmayın, o sizin
için apaçık bir düşmandır”. Yasin Sûresi’nde Ya-
radan; “size böyle söylemedim mi, neden o hala
sizin arkadaşınız?” diye soruyor! Hani bir baba
çocuğuna; “yavrum o çocukla gezme demedim
mi sana?” O seni hep yanlış yerlere götürüyor.
Peki, o neden hala senin arkadaşın?” der ya, bu
da onun gibi! Baba bunu yavrusuna niçin söyler?
Şefkatinden, bu uyarıyı şefkatinden yapar. Ora-
da o şefkati, merhameti görüyorsun da, burada
neden aramıyorsun O’nun merhametini! “Ey
Âdemoğlu, sana, şeytana kulluk yapma diye söy-
lemedim mi?” Peki, bunu işittin ne yapacaksın?
Yasin Sûresi 61. Ayet: Euzü billahi mineş şey-
tanir racim. Bismillahir Rahmanir Rahiym. “Ve
enı’buduniy; hazâ sıratun müstakıym; bana
kulluk edin; sırat-ı müstakıym budur”.
Ayet, “bana kulluk edin; sırat-ı müstakıym
budur” dedi. O zaman “sıratı müstakıym, doğ-
182
YILMAZ DÜNDAR

ru yol” olarak tarif edilen bu halde miyiz, doğru


yolda mıyız değil miyiz, bunu anlamamız lazım!
Bunu kendimizde nasıl anlarız, nasıl inceleriz?
Hemen kendimize bir soru sorarak! Senin önceli-
ğin ne? Önceliğini söyle kim olduğunu söyleyeyim!
Yukarıda arkadaşlıkla ilgili de sormuştuk aynı
soruyu, bu da bir benzeri; hayattaki önceliğini
söyle, kim olduğunu söyleyeyim! Bütün hal ve
hareketlerinizde önceliğinize bakın; eğer sonuç
illa Allah ise sizin arkadaşınız meleklerdir. Çünkü
önceliğiniz illa Allah ise, sizinle ilgilenmek me-
leklerin görevleridir. Hayattaki her türlü hal ve
davranışınızı incelediğinizde önceliğiniz hep “illa
Allah, illa Allah, illa Allah” çıkıyorsa sizin arka-
daşınız meleklerdir, sizinle ilgilenmek de onların
görevidir.
Fussılet Sûresi 30. Ayet: “Muhakkak ki “Rab-
bimiz Allah’dır” deyip sonra bil fiil istikamet
edenlerin üzerine melaike tenezzül eder;
“korkmayın, mahzun olmayın ve vaad olun-
duğunuz cennet ile sevinin” der”. Devam ede-
ceğim ama buraya biraz bakalım. “Muhakkak ki”
dedi, demek kesinlik var. Kesinlikle “Rabbimiz
Allah’tır” diyen önemli, “Allahümme ente rabbi”
diyen kul bu kadar önemli! “Allahümme ente
rabbi” sığınışı çok önemli, ayetler bunu çok övü-
yor. “Allahümme ente rabbiy” diyen, “Rabbim
Allah’tır” diyen bu kulu çok övüyor. Bu yüzden
Allahümme ente rabbiy müthiş bir sesleniş tar-
zıdır. “Kim Rabbimiz Allah’tır der ve buna göre
de istikamette olursa onların üzerine melaike
tenezzül eder, iner”. “Tenezzül eder” ifadesini
183
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

normal yaşantıda da kullanırız. Birisi yükseklik


gösterse “aramıza tenezzül etmedi” der, tenezzül
kelimesini kullanırız. “Melaike” semadan inen
bir hal olduğu için burada kullanılan kelime de
tenezzül. “Onlara melaike tenezzül eder ve onla-
ra; korkmayın, mahzun olmayın ve vaad olun-
duğunuz cennet ile sevinin der”. Neden? Çünkü o
devamlı korku içerisinde! Konuşurken korkuyor,
“ben” derken korkuyor, salâtta korkuyor… O
korkuya eşit bir umut da taşıyor ama hep kor-
kuyor! İşte onlara diyor ki korkmayın, mahzun
olmayın! Bu olayı daha kolay anlamak için bir
basit örnek vereyim. Bir baba düşünün, çocuğu
sınavlara çalışıyor, ama yaşı da bisiklet yaşı veya
bilgisayar yaşı. Çocuk ders çalışmaktan yoru-
lunca baba; “yavrucuğum seneyi tamamla, sana
bilgisayar alacağım” diyor. Çocuk o sınavlara “ya
kalırsam” korkusuyla ama sınıfı geçeceği ve ile-
rideki yaşantı umuduyla çalışırken terler de, ba-
bası gelir “yavrucuğum iyi çalışıyorsun korkma,
bilgisayarı düşün, sevin” der ya, onun gibi; “vaad
olunduğunuz cennet ile sevinin” diyor, bunu size
ilham ediyor, telkin ediyor. Neden? “Korku”nun
yanına “umut” sabitlensin diye. Onun görevi o,
çünkü sizin için bir melaike, bir arkadaş o! Ön-
celiğin buysa görevlendiriliyor o! Çünkü önceliği
buysa ayet öyle diyor; “ona “korkmayın, mahzun
olmayın ve vaad olunduğunuz cennet ile sevinin”
derler”. Bakın devam edelim:
Fussılet-31: “Dünya hayatında da, ahirette
de biz sizin dostlarınızız”. Melaike böyle diye-
cek, böyle diyor; dünya hayatında da, ahirette
de sizin yakın arkadaşınızız, merak etmeyin biz
184
YILMAZ DÜNDAR

yanınızdayız. “Orada nefslerinizin arzu ettiği


şeyler vardır ve orada sizin için temenni ettiğiniz
şey vardır.” Ayet bize cennet için bir umut veri-
yor ve istikamette olanın arkadaşının kesinlikle,
muhakkak melaike olduğunu müjdeliyor.
Al’u İmran Sûresi 118. Ayet: “Ey iman eden-
ler, gayrınızdan sırdaş, dost edinmeyin. Onlar
size noksanlık vermekte gevşeklik göstermez-
ler, size sıkıntı verecek şeyi hoşlanarak ister-
ler. Buğzları ağızlarından taşmaktadır. Sadr-
larında gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer
aklederseniz, gerçekten biz sizin için ayetleri
açıkladık”. Ayette “sadr” geçiyor, konumuzla
ilgili ve önemli bir tabir. Ayet diyor ki; önceliği
farklı olanları, sakın dost edinme! Eğer kişinin ön-
celiği “illa Allah” değilse onu sakın sırdaş ve dost
edinme! Onlar size bir noksanlık gelsin diye hiç
gevşeklik göstermezler. Şimdi yaşadığınız, çalıştı-
ğınız yerleri bir düşünün. Onlara uygun yaşarken
Rabbim size lutfetti, elhamdülillah salâtla tanış-
tınız, Rasulullah’la tanıştınız; sallallahu aleyhi
vesellem… Haliniz değişti ya, diğerlerinin bakışı
hemen değişecektir; artık sizi sevmezler! Çünkü
onlar Allah’ı sevmezler, bu yüzden Allah’ı hatır-
latan şeyleri de sevmezler, sevemezler! Ve başı-
nıza bir şey gelsin diye de bir umutla beklerler,
bunu isterler. Sizin için ağızlarından taşan düş-
manlığı, “şöyle dedi, böyle dedi” dediklerini du-
yarsınız, onların sadrlarında gizledikleri ise daha
büyüktür. Bakın ayet “sadrlarında” diyor, kalb-
lerinde değil. İşte kişiler burayı meallendirirken
sadr yerine “kalp” yazarsa olmaz! Çünkü kişinin
gizlediği sadrında! Yani gizlediği nefsinin şerrine
185
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

ait bilgidir, esfele safiliyn yapının bilgisidir. Esfele


safiliyn yapı sadra hâkimdir ve kalbi kapatmış-
tır. Sanki emir kalbden geliyormuş gibi gözükür.
Ama aslında emri nefsin şerri verir, o da sadrda-
dır! O yüzden sadrlarında gizledikleri için; “gizle-
dikleri şey dillerindekinden daha büyüktür. Eğer
aklın varsa, işte sana açıklıyoruz” diyor.
Bu durumda kişiye, dünya ve ahireti için ön-
celiğin ne olduğunu daima gözetleyecek ve du-
rumu ortaya koyacak faideli bir şey lazım. Bir fa-
ideli şey lazım. Nedir bu faideli şey? Önceliğimizi
“illa Allah” yapacak, bunu gözetleyecek, duru-
mumuzu da ortaya koyacak ve gözle görünür
gibi yapacak faideli bir şey lazım. Bu faideli şey
fuaddır. Fuad faide kelimesinden türemiştir za-
ten, bu konuda faideli olduğu için adına “fuad”
denmiştir. Fuad, sana doğru yolu göstermesi ve
önceliğini “illa Allah” yapması için kullanacağın
faideli şeydir. Yanlış kullanırsan o ayrı!
Fuadın faideli olabilmesi için ihtiyacı “iman
nuru” ortamında faaliyet göstermektir. İman
Nuru! Sadr, kalb, fuad, lüb organizasyonun-
da, fuadın Hakk yolda faydalı olabilmesi için
mekândaki ambiyansın, yani ortamın iman nuru
olması gerekir. Çünkü fuadın iman nurunda ça-
lışması gerekir. Fuadın sürdürülebilir ve yükselen
faaliyeti iman nuru ortamında marifete ulaştı-
ğından, bu çerçevede İman Nuru marifet elbise-
si giyer ve Marifet Nuru olarak belirir.
Bu işi kalbe gelen iman nurunun başlattığını
daha önce ayetlerle; “Rabbından doğrudan bir
nur” olarak paylaşmıştık. Bu nur işte tüm sadra
186
YILMAZ DÜNDAR

yayılacak. Bu nurun tüm sadra yayılması; sadrla


beraber kalbi, kalbde fuadı ve lübü de bu orta-
ma alması demektir. Aynı nur sadrda çalışırken
hedefine yönelik olarak ismi “İslam Nuru”dur.
Aynı nurdur, farklı nurlar değildir, hepsi iman
nurudur. Bu nur sadrda günahlarla mücadele
eder. Ve bu işi İslami kurallara uyma, günahlar-
dan kurtulma olarak gören bir mücadele olduğu
için, nefsi şerrinden temizlerken nurun burada,
bu görevinden dolayı görünüşü İslam Nuru’dur.
Aynı nur fuadda bahsettiğimiz şartlarda çalışır
ve bu çalışma üst noktaya gelirse marifet açıldığı
için ismi Marifet Nuru olur. Lüb’te ise ismi Tev-
hid Nuru olur; açtığına göre.
Fuadı nasıl tanımlamışız, bir daha bakalım:
Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun, yeteneğini
yine kendi kaydından alan ve analiz ve sentez-
den sorumlu olan bir “Kalbi Görüş” işlevidir. Hakk
yolda çalışabilirse “Basiret”e sebep olur. Bakın,
Fuad görür, bu görüleni kalb bilir ve kalbeder.
Yani fuad bu gördüğünü kalbe iletir, kalb de bilir
ve bu bilgiyi kalbeder. Kalbedilen bu bilgiyi fiile
çevrilmek üzere beyne gönderir. Fiil için gönde-
rir, bilgiyi amele çevirmesi için beyne emir verir.
Bu süreç bazen çok kısa olur, bazen de uzar veya
kesintilere uğrar. Bu durum doğrudan iman
nurunun kuldaki gücüne bağlıdır! İşte şimdi,
Hazreti Ebubekr Essıddıyk radıyallahu anh Efen-
dimizdeki, onun fuadındaki, hıza yeniden bakıp
onu kavramaya çalışmak lazım!
Bu çerçevede “aminü” ve “amilüs salihati”
ikilisine de bakalım, bir de bu pencereden baka-
187
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

lım; Billahi anlamında iman etmek ve salih amel


işlemek ne demektir? Çünkü kurtuluş aminü ve
amilüs salihati’de! Bu ne demektir? İman nuru
ortamında kalb ve beynin birlikte çalışması de-
mektir. Neden? Kalb iman edecek, ikan olacak
ki beyin salih amel yapacak! Salih amel beyinle
olur. Ona o salih amelin ne olduğunu haber ve-
ren imani bilgi de kalble olur. Dolayısıyla kalble
beynin birlikte çalışmasının bu pencereden gö-
rünüşü; “aminü ve amilüs salihati”dir. Bu işler
için imanın kesintisiz ve yükselen olması önemli
olduğundan Efendimiz bize bir dua öğretir; “Al-
lahümme a’dıniy iymanen la yarteddü ve ya-
kinen leyse badehu küfran: Allahım imanımı
yükselt. Öyle yükselt ki, geri dönüşü olmayan bir
iman olsun”. Dönmesin hep yükselsin, onun seyr
grafiği hep yukarı doğru olsun. Hep yükselen bir
iman ver ve o imanın sonucunda da sonu küfür
olmayan bir yakiyn ver, inşaAllah. Bize böyle
bir dua öğretiyor Efendimiz sallallahu aleyhi ve-
sellem.
Şimdi fuadı Hazreti İbrahim’in hayatından
bir örnekle görelim. İbrahim Sûresi 37: “Rabbi-
miz, muhakkak ki ben zürriyetimden bazı-
sını Senin muharrem evinin yanına ziraatsız
bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, salâtı ika-
me etsinler diye! İnsanlardan bazısını onlara
meylettir ve kendilerini semerattan rızklan-
dır. Umulur ki şükrederler”.
Yavaş yavaş fuadı tanıyoruz. Bu ayet Hazre-
ti İbrahim aleyhisselamın hayatından bir parça.
Hazreti İbrahim aleyhisselam, hanımı Sare var ve
188
YILMAZ DÜNDAR

onun cariyesi Hacer var. Sonra Hacer’le de evlen-


diğinde Hacer validemizden Hazreti İsmail aley-
hisselam olur. Hazreti İsmail aleyhisselam dün-
yaya geldiğinde Hazreti İbrahim aleyhisselam
99 yaşındadır. Daha sonra Sare validemizden de
Hazreti İshak olur, o zaman da Hazreti İbrahim
aleyhisselam 112 yaşındadır. Hazreti İbrahim
aleyhisselam ailesini ve Hazreti İsmail’i Muhar-
rem Ev’in yani hürmet edilmesi, saygı duyulması
istenen ev’in, yani Kâbe’nin yakınlarına getiriyor
ve hiçbir ziraatı olmayan bir yere yerleşiyorlar.
İşte orada diyor; “Allahım, ailemi böyle bir yere
getirdim, salâtı ikame etsinler ve yalnızca sana
yönelsinler diye. İnsanların bazılarının fuadları-
nı burada açıkladığımıza meyl ettir ve burada-
ki yararlanacağımız nimetlerden bizi rızklandır”
diyor. Sonra da Zemzem Suyu’na kavuşuyorlar.
Ayetle ilgili bu kısa bilgiden sonra, burada insan-
ların işlere önce fuadlarıyla yaklaşacakları belir-
tiliyor! Meylin fuadla olacağı; şeytanın yaldızlı
sözlerine de, Hakk söze de meylederken meylin
fuadla olduğu bildiriliyor!
Nahl Sûresi 78: “Allah sizi analarınızın ba-
tınlarından bir şey bilmiyor olduğunuz halde
çıkardı. Şükredesiniz diye size sem’, basarlar
ve fuadlar verdi”. İbrahim Sûresi 37. Ayetin
sonu “umulur ki şükrederler” diye bitiyordu.
Fuadın geçtiği ayetlerde karşımıza çıkan önemli
yakarış, bekleyiş, umut budur; şükretmek! Şü-
kür! “Umulur ki şükrederler”. Şimdi fuadın şükür-
le çok önemli bir ilişkisini kuracağız.
189
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

Nahl Sûresi 78. Ayette deniyor ki; “Allah sizi


analarınızın batnından, karnından bir şey
bilmiyor olarak çıkardı. Şükredesiniz diye
size sem’ işitme sistemi, basarlar görme sistemi
ve fuadlar analiz-sentez sistemi verdi.” Bir olay,
çalışan bir sistem anlatılıyor dikkat ederseniz.
Bilgi toplayan bir sistem; işitme ve görme; sem’
ve basar; işitme ve görmeler! Genellikle “basar-
lar, görmeler” ifadesi “iki göz” nedeniyle çoğul
verilirken, iki kulak olmasına rağmen işitme
olayının tekil kullanımı var; ama işitme olayının
tekil kullanımı çoğuldur, onun tekliği çoğuldur.
“Şükredesiniz” diye verilen bir sistem ve bunun
içerisinde fuad var! Eğer fuad başka şekilde me-
allendirilirse anlaşılmaz ve kişi ayetlerdeki “şük-
retme amelini” kavrayamaz.
Şükretmek aslında bir kişinin ilk keşfidir!
Bir kişinin ilk keşfi şükretme halini bilmektir!
Bu keşfin başlayabilmesi için Billahi anlamında
iman şarttır, ondan sonra keşif olan şükür baş-
lar. Nefs-i levvamede kişiyi alıp hızla B0 Nokta-
sına getirecek ve orda istikrarlı olarak kalmasını
sağlayacak şeylerden birisi ondaki şükür halinin
kesintisiz devam ediyor olması, yani onun şükür
halini kesintisiz yaşıyor olmasıdır. Bunun için de
ona sem’, basar ve fuad sistemi verilmiştir ki;
bilgileri işitip, kafa gözüyle görüp, sonra fuadla
analiz sentez yaparak onu “Kalbî Görüş”e çevir-
sin diye. Bu sistem Kalbî Görüş’le görmek için!
Siz Kalbî Görüş’le gördüğünüzde hiç değişmez
ve sabitlenmiş şekilde “aslında bütün bunları
veren Allah’tır” dersiniz ki; bu sizin ilk keşfiniz-
190
YILMAZ DÜNDAR

dir. Aslında bütün bunları veren Allah’tır. Hep,


“veren Allah’tır” duygusunda olmak, “veren
Allah’tır” halinden, duygusundan sıyrılmamak
önemli!
Mu’minun Sûresi 78. Ayet: “HU O’dur ki, si-
zin için sem’, basarlar ve fuadlar inşa etti. Ne
az şükrediyorsunuz!”. Şükretmemiz için verilen
bir sistem açıklandı, şimdi de “ne az şükrediyor-
sunuz” denilerek bizim davranışımız değerlen-
diriliyor; Analiz ve sentezle bu sonuca “ne kadar
az” varıyorsunuz! Dikkat edin şükredenleriniz ne
az demiyor. Bilakis şükredenlere hitap ediyor
ve “ne az şükrediyorsunuz” diyor. Normal haya-
tınızda arada bir Allah diyorsunuz, ama sonra
veren Allah’tır hakikatini, Allah’ın verdiğini hep
unutuyorsunuz. Sizin fuadınız analiz ve sentez
yaparken rotasını şaşırıyor; ne kadar az rotada
duruyor!
Secde Sûresi 9. Ayet: “Sonra onu tesviye etti
ve ona kendi ruhundan nefhetti. Sizin için
sem’, ebsar ve fuadlar oluşturdu. Yine aynı hi-
tap; ne az şükrediyorsunuz!”.
Mülk Sûresi 23. Ayet: “De ki; sizi inşa eden
ve sizin için sem’, ebsar ve fuadlar oluşturan
O’dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!”.
İsra Sûresi 36. Ayet: “Hakkında ilmin olma-
yan şeyin ardına düşme, izleme. Muhakkak ki
sem’, basar ve fuad, işte onların her biri on-
dan mesuldür”. Bu ayette fuadla ilgili yeni bir
uyarı var bize. İlmin olmayan herhangi bir konu-
nun üstüne aşırı düşüp onu izleme, çünkü sem’,
191
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

basar ve fuad onunla kilitlenir! Sana lazım olma-


yacak ve seni saptıracak bir analiz yapar da per-
delenirsin. Bu sistem senin uğraştığın herşeyden
sorumlu! Oysa sizde “sem’, basar ve fuad” şük-
retmeyi gerçekleştiresiniz diye var! Böyleyken,
ahiretine bir yararı olmayan şeyin ardına düşer-
sen ve sem’, basar ve fuadını yanıltırsan buldu-
ğun yanlış sonuç sana süslü görünür de hüsrana
uğrayanlardan olursun!
Öğrendik ki, sem’, basar ve fuad şükretmen
için var! Oysa sen önceliğini bu yapmaz ve ahi-
retine faydalı olmayan şeylerin peşine düşer, on-
ları çok incelersen bu sistemi yanıltırsın. O za-
man onun bulduğu sonuç sana süslü gözükür ve
böylece hüsrana uğrayanlardan olursun!
Kehf Sûresi 54. Ayet: “Andolsun ki, biz şu
Kur’an’da insanlar için her türlü misalden sa-
yıp döktük. İnsan ise gerçekleri tartışmaya en
düşkün olanıdır”. Bu ayette insanın esfele sa-
filiyn yapının, “ben Varım ve Muhtarım” diyen
yapının bir özelliği vurgulanıyor; insan gerçekleri
tartışmaya en düşkün olanıdır. Dikkat edin, “tar-
tışmaya” demiyor, “gerçekleri tartışmaya” diyor!
Peki, burada tartışılan gerçek ne? Allah’ın bu-
yurduğu ayetler! Bahsedilen tartışma nedir, tan-
rılık iddiasında olan esfele safiliyn yapı ne yapar?
Bu yapı, ayetlerle bildirilen gerçeği saptırma,
rayından çıkarma amacıyla mücadele eder. Ona
karşı fikirler üretmeye, ona karşı tezler ortaya
koymaya çalışır ve insanın yapısı da buna çok
uygundur, insan buna çok düşkündür. Ayetten
böyle öğreniyoruz.
192
YILMAZ DÜNDAR

Kalb & Fuad ilişkisini anlamamıza yol aça-


cak bir ayet, Hazreti Musa aleyhisselam ile an-
nesinden bahseden Kasas Sûresi 10. Ayettir:
“Musa’nın anasının fuadı fariğ oldu; başka
bir şey düşünemez oldu. Müminlerden olması
için eğer kalbine rabıta koymasaydık az kal-
sın durumu açığa vuracaktı”. Hazreti Musa
aleyhisselamın Nil nehrine bırakılması annesine
vahy edilince, bu olaydan sonra annenin aklı fik-
ri yavrusuna sabitleniyor, saplantı haline geliyor,
tüm duyup gördüklerini oğluyla ilişkilendiriyor.
Fuad analiz ve sentez yaparken hep oğlu çıkıyor,
sonuç hep oğlu oluyor. Mekanizmaya dikkat
edelim: Eğer bu iş normal işlerse, Hazreti Musa
aleyhisselamın annesinin fuadı oğluna saplantı
haline geldiğinde, ordan hep oğluyla ilgili tered-
düt, kaygı içeren sonuçlar çıktığında kalbe bu bil-
gi gider ve beyne de bu doğrultuda emir gider. O
zaman ne yapar anne? Bu olayı açığa çıkarır, ken-
dini ele verir. Ya gider çocuğun etrafında dolaşır,
ya gider birisine söyler, böylece o çocukla ilişkisi
anlaşılır. Çünkü Firavun ve ailesi, Musa aleyhis-
selamı, çocuğu Nil nehrinde buldukları zaman
onu kendilerine tanrının gönderdiğini, onun he-
diyesi olduğunu zannederek aldılar “belki bizim
için bir müjdedir, bir hediyedir, bunu büyütelim”
deyip ona sahip çıktılar. Oysa kâhinler “bir erkek
çocuk gelip bu hanedanı yıkacak” dedikleri için,
Firavun’un askerleri erkek çocukların yaşaması-
na izin vermiyorlardı. Hazreti Musa’nın annesi
gider de fuadın bu sonucunu kalbine ve beynine
uygularsa bu işi açık edecek! Ayet diyor ki, “biz
inananlar yolunda, güvende kalması için kalbine
193
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

rabıta koymasaydık, kalbini tefviz etmeseydik, fu-


adın gönderdiği bilgiye karşı kalbini sabit ve ona
uymaz yapmasaydık açığa verecekti”. Dolayısıyla,
anlıyoruz ki fuaddan çıkan bilgi ayrı, kalbte olu-
şan sonuç ayrı! Beyne kalbte oluşan sonuç gidi-
yor; yani “dayan, dayan çünkü illa Allah” bilgisi
gidiyor ve müminlerden olarak dayanıyor! Bakın
kalbine rabıta konması onun müminlerden ol-
ması için! O işe dayanması için değil! Aksi halde
her dayanan mükâfat alır. Öyle değil! “İlla Allah”
diyerek bir şeye sabretmek başka bir şey, “İlla Al-
lah” demeden dayanmak başka bir şey, ikisi fark-
lı! Ayet; “müminlerden olması için kalbine rabıta
koyduk” diyor.
Şimdi bu ayetin meallerinde de maalesef aynı
hataları görüyoruz Diyanet’in mealinde de fua-
dın geçtiği yerlere “kalb”, sadrın geçtiği yerlere
bazen “kalb” bazen başka bir şey yazmışlar. Fua-
da bazen “gönül” bazen başka bir şey yazmışlar.
Şimdi, bu ayette ne yapacaklar peki? Çünkü bu
ayette hem fuad geçiyor hem de kalb: “Fuadı
fariğ oldu, kalbine rabıta koyduk”. Şimdi fuada
“kalb” yazsalar olmayacak, olmamış da, o zaman
“yürek” yazmışlar! Demişler ki, “Musa’nın anası-
nın yüreği fariğ oldu”. Aşağıda kalbi bırakmışlar.
Farkında olmadıkları için bu yanlışları yapıyorlar.
Oysa Kalb de, Fuad da belli başlı bir şeyin ismi,
burda ise bir sistemin adı! Bunu bize en iyi anla-
tan ayetlerden birisi de Kasas Sûresi 10. Ayettir.
“Fuadın Allah indindeki doğruya en üst seviye-
de sabitlenmesi ve sentez için de bir analize ihti-
yaç duymaması için, Allah dilerse fuadı sabitler.
194
YILMAZ DÜNDAR

Kasas-10’da Musa’nın annesinin “kalbine rabı-


ta konulduğu” bildirilmişti, kalb sabitlenmişti.
Ama dilerse “fuadı da” sabitler. Fuad sabitlenirse
bir sonuca ulaşmak için analize ihtiyaç duymaz!
Nasıl mı?
Hud Sûresi 120: “Rasullerin haberlerinden
senin fuadını sabitleyecek olan her birini
sana kıssa ediyoruz. Bu sûreyle de sana Hakk
tesbit olarak, müminlere ise bir ibret içeren,
öğüt ve hatırlatma gelmiştir”. Çeşitli nebi ve
rasullere ait kıssalar var. Ayet buyuruyor: O kıs-
saların öyle özellikleri var ki, sana onları vahy
ettiğimizde, sen onları aldığında senin fuadın
sabitlenir, senin fuadını sabitlemek için onları
sana kıssa ediyoruz. Böylece senin fuadın analiz
yapmadan sonuç çıkarır, hep böyle çalışır. Do-
layısıyla, “bu Hud Sûresi’yle sana bir Hakk tesbit
olarak bir hatırlatma, ama müminlere de fuadla-
rı bu okudukları ve bu dinledikleriyle analiz yap-
sın diye öğüt ve hatırlatma gelmiştir”. Bu ayetle
de fuadın bir başka yanını, bir başka özelliğini
gördük.
Furkan Sûresi 32. Ayet: “Kâfir olanlar dedi-
ler ki: Ona Kur’an “cümle-i vahide” olarak;
topluca, birden tenzil edilmeli değil miydi?
Oysa böylece senin fuadını sabitlemek için
onu tertil üzere bölüm bölüm okuduk”. Fur-
kan Sûresi 32. Ayet, Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellemin fuadının sabitlenmesi için Kur’an’ın
bölüm bölüm geldiğini anlattı. Oysa ters olan-
lar gerçekleri tartışmayı severler ya, gelen ayeti,
olayı düşürmek için zıt fikirler ileri sürerler. Kâfir
195
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

olanlar dediler ki: Ona Kur’an birden gelme-


meli miydi, niye böyle parça parça geliyor?
Oysa Kur’an’ın, Efendimiz sallallahu aleyhi ve-
sellemin fuadını sabitlemek için bölüm bölüm
indirildiğini bu ayetle öğrendik.
Necm Sûresi 11. Ayet: “Ru’yet ettiği şeyi;
yani gözleriyle gördüğü şeyi Fuad yalanlama-
dı”. Bu ayet fuadın Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellem özelinde bir başka yanını daha öğre-
tiyor. Bu ayette bir olay anlatılıyor: Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellem vahyi getiren Cebrail
aleyhisselamı birkaç kez aslî suretiyle görmüştür,
öğrendiğimiz bilgilere göre. Bu görüşmelerden
birisi de Sidretül Münteha’da olmuştur. Orası ya-
ratıklar âleminin son noktası olarak tarif edilir,
bu yüzden son ağaç; sidretül münteha benzet-
mesi yapılmıştır. Ayet diyor ki, Efendimiz sallal-
lahu aleyhi vesellem onu asli suretinde gördü-
ğünde “gözünün gördüğünü fuad yalanlamadı”.
Dikkat ederseniz fuadın buradaki çalışma
yöntemi normal hayata ters! Normalde; önce
göz görecek, yani sem’ ve basar çalışacak sonra
fuad Kalbi Görüş’le onu bilecek. Halbuki burada
doğrudan kafa gözü görüyor. Bunun için öyle bir
fuad lazım ki, kendi yapacağı işten önce gördü-
ğünü yalanlamasın! Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellemin fuadının özelliklerinden birini daha
öğrendik; “ru’yet etiğini, gözüyle gördüğünü fuadı
yalanlamadı”.
Peki, buna mukabil inkâr edenlerin dünya ve
ahiretteki fuadlarının durumu nedir?
196
YILMAZ DÜNDAR

Ahkaf Sûresi 26. Ayet: “Andolsun ki, sizi im-


kanlandırmadığımız şeylerle onları temkin
ettik ve onlara sem’, absar ve fuadlar oluştur-
duk. Fakat onların ne sem’leri, ne basarları ve
ne de fuadları onlardan bir şey savdı! Çünkü
bile bile Allah ayetlerini inkâr ediyorlardı.
Alay etmekte oldukları şey onları çepeçevre
kuşattı”.
Bu ayette Hud kavmi ve Mekkeliler kıyaslanı-
yor. Mekkelilere “Hud kavminin imkânları sizden
çok fazlaydı, onlara çok şey verdi, onlar sizden
çok güçlülerdi, imkânları çok fazlaydı ve onların
da sem’ absar ve fuadları vardı şükretsinler diye,
ama bu iş için kullanamadılar” deniyor. “Onların
sem’leri, basarları ve fuadları onların karşılaşa-
cakları şeyi onlardan savamadı. Çünkü bile bile
Allah ayetlerini inkâr ediyorlardı”. Bu ayete göre
Hud kavminin özelliği: İnanıyor, inanmaya mü-
sait, ama inkâr ediyor! Biraz önce bunun ska-
lasını oluşturmuştuk, bile bile inkârın iki ucunu
söylemiştik. Bu korkmak için çok önemli! Aye-
ti duyduğu halde umursamamak, öyle deniyor
ama ne yapalım demek, günah ama ne yapalım
demek de bile bile inkâr sınıfına girer. Allah’tan
merhamet ve yardım dileyelim inşaAllah. Çün-
kü o skalaya düşmemek için çok dikkat etmek,
çok dua etmek gerekiyor.
En’am Sûresi 110: “Biz onların fuadlarını ve
gözlerini kalbederiz. İlk keresinde ona iman
etmedikleri gibi onları kendi tuğyanları içe-
risinde kör ve şaşkın terk ederiz”. İnkârcılar
için diyor ki; nihayet onlar inkârda öyle geri dö-
197
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

nülmez bir noktaya gelirler ki, onların fuadlarını


ve gözlerini kalbederiz; çeviririz, artık tersine sa-
bitlenirler yani! Önce gördüğümüz sabitlemeler
Hakk yolundaydı. Şimdi ise “kalb ederiz” dediği
tersine! Sabitlenirler de artık ordan devamlı on-
ların tuğyanlarıyla ilgili sonuç çıkar. Ve bu du-
rumda kör ve şaşkın bocalar halde onları terk
ederiz. Şimdi “kör ve şaşkın bocalıyorlar” ifade-
sine yanlış bakarsak manayı da yanlış görürüz.
Onlar bu halde olmalarına rağmen, kendile-
rine “biz kör ve şaşkın bocalıyoruz” demezler.
“Kör ve şaşkın bocalıyorlar” diyen, onların o hali-
ni görendir! Fuadları ve gözleri kalb edilmiş olup
da kendi ürettikleri batıl fikirler içerisinde kör
ve şaşkın bocalayanlara amelleri süslenmiştir!
Onlar kendilerini çok doğru yolda zannederler.
Kendilerine kör ve şaşkın bocalıyoruz demezler.
Bunu ancak gören söyler, Hakk yolda olan on-
lara bakınca der ki; bunlar kör ve şaşkın boca-
lıyorlar. Bu yüzden buradaki bu ifade görenin
değerlendirmesidir.
En’am Sûresi 112: “Ve böylece her nebiye ins
ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Onlardan
bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler
vahy eder. Eğer Rabbin dileseydi onu yapmaz-
lardı. Artık onları iftiralar ile baş başa bırak”.
En’am Sûresi 113: “Ta ki ahirete iman et-
meyenlerin fuadları ona meyl etsin ondan
hoşlansınlar, da kazanıyor olduklarını elde
etmeye devam etsinler”. Bu iki ayet, fuadın
“yaldızlı sözler” diye anlatılan fikirlere, insandan
ve cinden şeytanların fikirlerine meyletmesinin
198
YILMAZ DÜNDAR

mümkün olduğunu anlatıyor. “Her nebiye ins


ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Çünkü ancak
iman etmeyenlerin fuadları onların o yaldızlı söz-
lerine meyletsin diye!”. Fuadın bir özelliği de bu,
bunu da bize ayet öğretti!
İbrahim Sûresi 43: “İşte o gün onlar zillet
içinde bakarak, başlarını dikerek koşuşur
haldedirler. Gözleri kendilerine bile dönüp
bakamaz! Fuadları iflas etmiş durumdadır”.
Bu da inanmayanların ahiretteki fuadı, onların
fuadlarının ahiretteki hali! Ayette; fuadın orda
faaliyette olabileceği, ama bazılarında çalışa-
maz hale geldiği, artık iflas etmiş olacağı, onla-
rın kendini kaybetmiş bir fuadla karşılaşacağı
söyleniyor.
Hümeze Sûresi 7: “O ki, çıkar kaplayıp örter
fuadlar üzerine!”. Bu manzara cehennemde ate-
şin fuadı kaplayacağıyla ilgilidir, Allah muhafaza
etsin. Hümeze Sûresi; “çekiştirme” manasına ge-
len “hümeze” işini adet edinenlerin “hudame”ye
atılacaklarını söyler. Bu öyle bir ateştir ki, fuad
onun acısı ve ızdırabıyla tam kaplanır. Ayet böy-
le diyor. Demek ki iflas eden o fuad yalnızca boş
olmakla kalmaz! Çünkü bazı ayetlerde “onların
fuadları boştur” der. Burda da fuad yalnızca boş
olmakla, iflas etmekle kalmaz o ateşin acısı ve
ızdırabıyla da kaplanır. Artık başka hiçbir sonuç
çıkaramaz. O fuadın çıkardığı tek şey o ateşin
acısı ve ızdırabıdır!
Kul’un Rabbine yönelmesi ve fuadının Hakk
yolda sonuçlar elde etmesi el Hüsna’yı tasdik
olarak değerlendirilmektedir. Bu manada Leyl
199
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

Sûresi 5, 6, 7, 8, 9 ve 10. ayetleri okuyayım: “Kim


verir ve korunursa, el Hüsna’yı tasdik eder-
se, böylece ona en kolayı kolaylaştırırız. Ama
kim de cimrilik eder ve müstağni olursa, el
Hüsna’yı yalanlarsa ona en zoru kolaylaştı-
rırız. Buradaki; “en kolay”, “en kolayı kolay-
laştırmak”, “en zor” ve “en zoru kolaylaştır-
mak” nedir, “vermek” ne demektir, “cimri” ne
demektir? Konumuzla ilgili olarak kısaca bunları
göreceğiz.
Kim “ben varım ve muhtarım” iddiasıyla
oluşan sözde ilahlık yaşantısının Muhtariyeti
Tercih Gücü’nü Sahibine verirse! Sonra bu yeni
idrakı ve imanıyla Allah’ın verdiğini infak eder-
se artık korunmak için nefs-i levvamede müca-
dele ederse ve bu süreçte fuadı her sınavda el
Hüsna’yı tasdik sonucuna ulaşırsa, onun için en
kolay yaşantı tarzı olan cennet hayatını biz
ona başarması için kolaylaştırırız!
Tanrı ilmi kapsamında güzel ve çirkini anlat-
mıştık. El Hüsna; yani güzel, Hakk yola, illa Allah
anlayışına verilen isimlerden birisidir. Güzel odur
ama insanların tarif ettikleri güzel o değildir. Kim
el Hüsna’yı tasdik ederse ayetiyle kastedilen
odur. Ayet bir de esas cimri’yi tarif ediyor: Kim
cimri davranır, mülkü kendisinin sanar, haddi
aşar, içinde bulunduğu vehmin zulmeti şartları-
nın gereği olarak içine düştüğü “varım ve muhta-
rım” zannına arkasını dönmez de ona sıkı bağla-
nır, bu iddiadan vazgeçmez, bu iddiayı oluşturan
Muhtariyeti Tercih Gücü’nü Sahibine vermez ve
davranışlarını da bu iddiaya göre gerçekleştirirse,
200
YILMAZ DÜNDAR

onun fuadı el Hüsna’yı yalanlayan sonuç bilgi-


lerle ona amelini süslerse, biz de yaşantısı çok zor
olan cehennem hayatını ona kolaylaştırırız!
Fuadın özelliklerini ve fuadla ilgili bazı bilgi-
leri ayetlerle böylece tamamlamış olalım. Fuadla
ilgili cevaplandırmamız gereken bir soru var: Fu-
adın ulaştığı noktayı nasıl izleyebiliriz? Bunun
için bir örnek vermeye çalışacağım. Bu konu as-
lında başlı başlına bir konu, bu nedenle Rabbim
izin verir, lutfederse ayrıca ele alınır. Ama şim-
di biz ondan biraz haberdar olmuş olalım diye
onun fuadla ilişkisini kurmak suretiyle ona deği-
nerek geçelim.
Fuadın izlenebilir özellikte ulaşılabileceği
nokta; kul için dönüm noktasıdır. Şimdi size bir
kul için fuadında izleyebileceği dönüm noktası
nedir, onu söyleyeceğim. Fuadın analiz ve sentez
yaparken ulaştığı sonucu oraya sabitleyebilirse
onun için bir dönüm noktasıdır! Bu dönüm nok-
tası Kur’an’ın Dili’yle, Kur’an Dili’yle ilgilidir.
Kur’an ayetlerinin bir kısmı kesret şartlarına
uygun dil ile bir kısmı da ulûhiyet şartlarına uy-
gun dil ile anlatılmıştır ki, Kur’an’da bu konuyla
ilgili uyarı da bulunmaktadır, bu konuda ciddi
uyarıların olduğu ayetler vardır. Yeri ve konusu
gelince onlara da bakacağız inşaAllah, ama biz
söylemek istediğimizi biraz ortaya koymak için
bir örnek verelim.
Bir kişi bir tefsir okur, tefsirde bir cümle
okur ve bir yorum yapar; “ha, aslında öyle de-
ğil, böyleymiş” der. İş böyle başlar! Bu yoruma
201
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

temel oluştursun diye iki önerme okuyayım.


Birisi; insan günah işlediği için cehenneme gider.
Diğeri; insan cehennemlik dilendiği için günah iş-
ler. Her ikisi de çok rastladığımız cümleler. Ama
daha çok duyulan; bir insan günah işlediği için
cehenneme gider cümlesidir. Kişi bir tefsir veya
bir yazı okuyor, orda farklı yazılmış; “bir insan
cehennemlik dilendiği için günah işler” diyor. O
zaman, biz öyle bilmiyorduk, demek ki böyleymiş
diyor. Bu cümleyi şimdi bir de cennetle ilgili ku-
ralım: Bir insan Allah’ın rızasına uygun yaşadığı
için cennete gider. İkinci cümle; bir insan cen-
netlik dilendiği için Allah’ın rızasına uygun yaşar.
Kur’an’da buna benzer cümleler geçer, çünkü
ayetler bu düzen üzeredir. Bu konu fuad için çok
önemlidir, fuad marifeti böyle bulur. Söyleyece-
ğim şey marifetin dönüm noktasını oluşturur!
Şimdi o iki önermeyi oluşturan cümleleri sıray-
la yorumlayalım. Genellikle yapılan şudur: Kişi
bu iki cümleden birini kendisine daha uygun,
daha inanılır bulur. Hele de şimdiki gibi ikisini
birden duymuşsa, birisini kendisine daha uy-
gun, daha inanılır bulur. Diğer cümleye de, “öyle
söyleniyor” diye kabul gösterir. Çünkü diğeri de
bir ayette, bir hadiste veya bir önemli kişinin
cümlelerinde geçiyordur, onu da o yüzden gibi
kabul eder, “şimdi anlamıyorum ama sonra an-
layabilirim” der. Yani birini daha inanılır bulur,
diğerini de hürmeten kabul eder! Bazen de “öyle
söylenmiş ama aslında öyle denmemektedir” di-
yerek bir yorum yapıp işin içinden sıyrılır. “Öyle
söylenmiş ama aslında öyle demek istenmiyor!”
yorumunu getirir.
202
YILMAZ DÜNDAR

Bu konudaki cümlelerin çok farklı anlam-


larmış gibi gözüküyor olması, ikisine de kesret
şartları içerisinde bakmaktan ve öyle değer-
lendirmekten kaynaklanır. Kişi bu iki önermeyi
değerlendirirken, değerlendirme yaparken eline
aldığı yönetmelik “Kesret Şartları Yönetmeliği”
olduğu için bu cümleleri birbirine aykırı ve ters
zanneder. Kesret gözlüğüyle baktığı için öyle
zanneder, faklı zannediş oradan kaynaklanır.
Oysa dikkat edin, her iki cümle de aynı manada-
dır! Tam aynı manadadır; birisi diğerinin aynısı-
dır! Ama nasıl?
Birisi olayın “emir anı” cümlesi, diğeri aynı
olayın “fiil anı” cümlesidir. Şimdi bu cümleye
göre okuyayım. Emir anı cümlesi: Bir insan ce-
hennemlik dilendiği için günah işler. Emir anı
için böyle! Fiil anı cümlesi: Bir insan günah işle-
diği için cehenneme gider. Fiil anından bakınca
da böyle ama ikisi de aynı olayın cümlesi! İkisi
de tıpatıp aynı. Bu cümlelerden birisine tabi ol-
mak ve diğeri yokmuş gibi davranmak Kur’an’da
yasaklanmıştır, ayetleriyle göreceğiz. Buralardan
doğmuş sapkın fırkalar var, Kaderiye ve Cebri-
ye fırkaları böyle doğmuştur. Bunlar, ayetlerden
birisine yaslanır ve diğer ayet yokmuş gibi davra-
nırlar!
Emir anı cümlesi iman için, fiil anı cümlesi
amel içindir ve ikisi beraberdir; yani “amenû” ve
“amilus salihati”dir. Cümlelere bu pencereden
bakarsak; “bir insan günah işlediği için cehenne-
me gider” cümlesi amel için, “bir insan cehen-
nemlik dilendiği için günah işler” cümlesi iman
203
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012

için! Aynı “amenû” ve “amilus salihati”de oldu-


ğu gibi ikisi beraber. Buradan şu sonuç çıkıyor;
iman ayetlere dayanmalı, fiil de ayetle olmalıdır.
Evet iman da ayete dayanmalı, fiil de ayete da-
yanmalıdır. Beşeri tanımlarla sanki bir boşluğu
dolduruyormuş gibi “iman” veya “amel” üret-
mek çok sakıncalı ve yanlış olup Batıl Fırka’lara
sebep olur.
Öyleyse gelinmesi gereken nokta, dikkat edil-
mesi gereken yer; bu iki cümleyi ayrı ayrı kabul
değil, tek cümle içerisinde ve bir seferde anla-
mak ve iman etmektir. Fuadı sabitleyeceğimiz
nokta öyleyse budur! Bu cümleleri, her iki öner-
meyi de öyle anlayacağız ki, “orasını anladım,
burasını anlamıyorum” kalmayacak, oraları dü-
zelteceğiz. İki ayrı cümle değil, “tek” cümle. Nok-
talı virgülle ayrılan, iki cümle gibi görünen tek
cümle! Noktalı virgülden sonrası önceki cümle-
nin devamı olan bir cümle! Bakın önce emir ve-
rildiği için emir cümlesiyle başlayalım. Bir insan
cehennemlik dilendiği için günah işler; ve bu in-
san günah işlediği için cehenneme gider.
Yaptığımız bu antrenman başlangıç içindi.
Sonra? Sonra bu iki cümle üst üste getirilip ça-
kıştırılmalıdır! Aslında fuadın başarması gereken
budur! İki cümle çakıştırılmalıdır ki, fuad bunu
çakıştırarak okumayı öğrensin! O zaman Kur’anı
OKUyabilir! Benzer şekilde geçen ayetlerde, iki
cümleyi çakıştırarak üst üste okumak! Böyle
olan ayetlerden örnekler vereceğim. Siz o zaman
neyi başarırsınız? Evvel Ahir Zahir Batın’ı birleş-
tirmiş, onları çakıştırıp tek yapmış olursunuz!
204
YILMAZ DÜNDAR

“Tek görüntü” ancak çakıştırdığınız zaman çıkar.


Ne gibi? Çok benzemese de anlamak için faydası
olacak bir şeye benzetelim.
Bir ışık tayfında, prizmada baktığınız zaman
mor ötesi ve kızıl ötesi ışıklar yayılır ve biz onları
gökkuşağında görürüz. Onları ayrı ayrı ışık gibi
görmek var, bir de tek ışık yapıp beyaz ışık gibi
görmek var. Kur’an’ın cümlelerini, işte öyle tek
ışık yapıp, beyaz ışık gibi görmek lazım. Tek ışık!
Vahidiyeti o zaman kavrar kişi ve bir anda sıçrar,
bir anda!
Konuştuğumuza benzeyen ayetler tanrı ilmi
kitapçığında örnek olarak çok geçti. Oradan da
bildiğimiz bir ayeti örnek vereyim; İnsan Sûresi
29 ve İnsan Sûresi 30. Eğer kişi İnsan Sûresi 29’a
daha fazla bağlanır 30’u ihmal ederse yanlış, İn-
san Sûresi 30’a daha fazla bağlanır 29’u ihmal
ederse de yanlış olur! Onları iki ayrı ayet gibi gö-
rür ikisini de kabul ederse başlangıç için doğru
olur, ikisini birleştirir “tek ayet” gibi anlarsa ba-
şarır!
İnsan Sûresi 29: “Muhakkak ki bu bir tez-
kiyedir öğüttür; dileyen Rabbine bir yol edi-
nir”. Bakın bir amel cümlesi.
İnsan Sûresi 30: “Dileyen yok, ancak Al-
lah diler. Muhakkak ki Allah Aliymen
Hakiyma’dır”. Cümlelerimizi meallere göre
oluşturduk. Bunların daha onarılmış, daha ileri
hallerini konumuzu işlerken kullanmıştık.
İnsan Sûresi 30’u en azından şöyle görmek
lazım; bir kulda var görünen zan, yani kuldaki
205
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

“benim” diyen ve var görünen zan, “diledim” di-


yerek bir olaya sahip çıkmadan önce onu Allah
dilemiştir! Bu Kul’un işi anlaması için bir anlatım
tarzıdır, ama başlangıç anlatımıdır. Kulun İnsan
Sûresi 30’u, hatta kaderi biraz anlayabilmesi için
bir başlangıç anlatımıdır, daha ileri cümlelere
taşınacak bir başlangıçtır, son değil! Tekrar not
edeyim: Var görünen zan, “benim” diyen zan, bir
olaya “diledim” diyerek sahip çıkmadan önce onu
Allah dilemiştir.
Bunun daha iyi anlaşılabilmesi için tefekkür
edebilesiniz diye bir cümleyle tamamlayalım.
İnsan Sûresi 29’da diyor ki; “dileyen Rabbine bir
yol tutar”. Rabbine! Bakın, “Rabbine” diyor! Ama
hemen altında, bir sonraki ayette İnsan Sûresi
30’da; “ancak Allah diler”! Dikkat ediniz; 29.
Ayette “Rabbine bir yol tutar, Rabbine yönelir”
dedi, yani “RAB” kelimesi geçti. Ama 30. Ayette
“dileyen Rabbidir” demiyor, “Allah diler, dileyen
Allah’tır” diyor. İnşaAllah tefekkür ederseniz ola-
ya daha yaklaşan sonuçlar elde edersiniz. Ba-
kın, araştırın. Tekrar tekrar araştırıp bakalım ki;
“Rabbine yönelir” ve “dileyen Allah’tır” ayetlerini
çakıştırıp tek bir ışık yaparak fuadın sonuca var-
ması ve ona göre fiil üretmesi, Rabbimizin hepi-
mize lutfettiği bir hal olur inşaAllah.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in bize
öğrettiği çok önemli bir başka dua ile devam
edelim “Yâ mukallibel kulûb, sebbit kalbiy ala
diynike”. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in
bu duayı çok sık yaptığı eşlerinden rivayet edili-
yor; “yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy ala diyni-
206
YILMAZ DÜNDAR

ke; ey kalbleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi


dinin üzerine sabitle”. Aslında manasına baktığı-
mızda “dilediği tarafa” manası yazılı olarak yok.
Biraz sonra başka manalarını da vereceğiz ama,
ona “kalbleri döndüren” diyebiliriz. “Dilediği ta-
rafa” anlamının manaya girmesinin özel sebebi,
seslenişin Allah’a olmasıdır, ondan kaynaklanı-
yor. Böyle bir seslenişi, insana yapacak olsanız di-
lediği tarafa döndüren demezsiniz, diyemezsiniz.
Çünkü o, bir talimat verilmiştir o onu yapar. Yâ
mukallibel kulûb; kalbleri kalbeden demektir.
“Kalp etmek” değil, ama “çevirmek” insanın da
yapabileceği bir şey. Ama burada sesleniş Allah’a
olduğu için ve artık “Yâ Mukallibel Kulûb” özel
bir isim haline geldiği için manasında bu özel-
liği oraya rahatlıkla koyuyoruz. Duanın idrakını
kavrayabilmek için de “ey kalbleri dilediği tarafa
döndüren” manası önemli. Bu manaları Kasas
Sûresi 68. Ayet ve İnsan Sûresi 30. Ayetten de
öğrenmiştik. Şimdi bu ayetler “dilediği tarafa”
manası için bir delil olarak tekrar hatırlanabilir.
Aslında bir şeyi hep söylüyoruz, vurguluyo-
ruz, yeri geldikçe yine hatırlatacağız: Allah için
kurulan cümlelerle insan için kurulan cümlele-
rin mutlaka farkının olması lazım, mutlaka! İn-
san için ve insana hitap ediyormuş gibi kurulan
cümleler, eğer Allah için de kullanılırsa çok yan-
lış olur, yanlışlıklar içerir.
Gelelim duamıza. “Neden bu duayı çok ya-
parsın ya Rasulallah?” diye sorulduğunda Efendi-
miz buyuruyorlar ki; “kalbi Allah’ın iki parma-
ğı arasında olmayan insan yoktur. Dilediğini
207
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

sebat ettirir, dilediğini de kaydırır”. Şimdi bu


açıklama üzerinden de bize lazım olan kulvarda
gitmeye çalışalım. Basamak basamak ilerleyip
önemli bir kelimeye gelmeye çalışacağım. Bu
basamakları dikkatli izlersek konuyu yakalamış
oluruz inşaAllah.
Ya Mukallibel Kulûb; kalbleri dilediği, istedi-
ği tarafa döndüren. Şimdi cümleyi başka bir şe-
kilde kuralım: Mukallibel Kulûb; kalbleri bir hal-
den başka bir hale çeviren. “Kalbetmek” ifadesi
ayetlerde “gece ve gündüz” için de geçer! Bakın
orada da bir halden bir hale çevrilmek; kalbedil-
mek var. Cümleyi “kalbleri bir halden başka bir
hale çeviren” olarak kurduk, şimdi onu biraz iler-
letelim. “Kalbleri” diyor ya, ondan şimdilik şunu
anlayalım: Biz şimdi özellikle insanı ele aldığımız
için insanı düşünüp şöyle bir tarif yapabiliriz:
Kalb; kulda, surette yani Allah’ın dileğinin sure-
tinde idrakı oluşturan esma kompozisyonudur!
Surette idrakı oluşturan esma kompozisyonu! Su-
rette idrakı oluşturan esma kompozisyonuna bu
basamakta kalb diyelim. Bunu ilerleteceğiz, ama
bulunduğumuz basamakta böyle diyelim. Bu
basamaktaki bu tarif yüzündendir ki, meallerde
kalb yerine “idrak”ın da kullanıldığını görürsü-
nüz. İdrak bir sonuçtur ve kalbin karşılığı değil-
dir. Kur’an’da geçen “kalb” ifadesini Türkçeleşti-
receğim derken yerine kullanılan “idrak” aslında
bir sonuçtur. “İdrak” demek yanlış değildir, ama
idrak “kalb” değildir, kalbin tamamı değildir!
Kalb; idrakı oluşturandır, idrakın oluşmasına
sebep olan esma kompozisyonunun tamamının
208
YILMAZ DÜNDAR

ismidir. Kalbden süzülen sonuçlar vardır, bunlar-


dan birisi idraktir. Ordan süzülen sonuçlardan
bir diğeri, gönüldür, bir diğeri nefsdir. Ama bun-
lar kalbin kendisi değildir. Bunlar, kalbin dünya
şartlarında vehimsel irtibatını sağladıktan sonra
görülen sonuçlardır, o sonuçlara verdiğimiz isim-
lerdir. Meallerde kalble ilgili bir mana verilirken,
gönül sonucuna uygunsa kalb yerine gönül de-
yip meallendirmişlerdir, idrak sonucuna uygun-
sa idrak demişlerdir. Ama en güzeli orijinal kalbi
değiştirmemektir. Çünkü kalbin ayrı bir manası
vardır. Oralarda parantez açıp, idrak veya gönül
sonucuna göre yorumlar yapılabilir. İdrak, nefs
ve gönlün birer sonuç olduğunu; “kalbin dünya
şartlarında vehimsel irtibatını sağladıktan sonra
görülen sonuçlar” olduğunu söylemiştik, işte bu
sonuçlardan birisi de şuurdur. Bu da bir sonuç-
tur ve bunu da “kalb”in yerine yazarsanız mana
eksik olur. Bakın Kur’an şuuru da kullanır, Zümer
Sûresi 25. ve 55. ayetlere bakarsanız “şuur”u gö-
rürsünüz, demek ki Kur’an şuur’u biliyor ve kul-
lanıyor! O bir sonuç; kalb çalışırken o anki işlevi-
ne göre bir sonuç. Dolayısıyla biz kurduğumuz
bu cümlede “ya mukallibel kulub; kalbleri bir
halden başka bir hale çeviren” dedik ya, bu cüm-
lede kalb için şimdilik şöyle düşünelim. Kalb; su-
rette idrakı oluşturan esma kompozisyonudur!
Mukallibel Kulûb; bu esma kompozisyonunu
dilediği bir halden dilediği bir başka hale çevi-
rendir!
Şimdi “çeviren”i ele alalım ve “bir halden baş-
ka bir hale çevirme”nin yerine bir başka kelime
209
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

koyalım. Sonucu farklı olduğu için buradaki “çe-


virme” ifadesi normal bildiğimiz bir şeyi çevir-
mek gibi değildir, halden hale sokmaktır. Hatta
buradaki “halden hale sokmak” da farklıdır; bu-
radaki özel halin ismi kalb etmektir. Kalb etmek;
kalbını çıkarmak, kalıp oluşturmak, bir kalıptan
başka bir kalıba çevirmek. Çünkü o surette so-
nuç o kalıba göre olacaktır. Sonuç suretin kalıbı-
na göre çıkar. Kalıbını değiştirdiğiniz zaman yeni
bir kalıp meydana gelir ve suret o yeni kalıbın
sonucunu yaşar. Öyleyse şimdi geldiğimiz nok-
tada cümleyi şöyle kuralım: Ya Mukallibel Kulûb;
ey kalbeden; idrakı oluşturan esma kompozisyo-
nunu bir halden başka bir hale kalbeden! Kalbe-
den! Neyi? Kalbi! Onu dilediği kalıba sokan!
İdrakı oluşturan esma kompozisyonu mey-
dana gelirken kalb edilerek, kalbı dökülerek
meydana geldiği için sonuç ürüne kalb denildiği
için, biz en son noktadan isimlendiriyoruz. Ona
“kalb” denmesi son nokta, ilk nokta değil. Bu
kalıba “kalb” denmesi onun meydana geliş pro-
sedürü kalb edilerek olduğu içindir. Kalp, kalb
edilerek meydana gelmiş yapı manasına kulla-
nılıyor. Kalb, yani bu kalıp Kayıtlı Kendini His-
setme Duygusu’nun kaydını oluşturan kalıptır.
Sendeki, Kendini Hissetme Duygusu’nun kayıt-
lı halidir! İşte sendeki Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’nun bu kaydını oluşturan kalıp kalbtir.
İnsanda, bahsettiğimiz bu kalıbın, kalbın dün-
ya şartlarında vehimsel irtibatını “vücut kalbi”
sağlar. Bu durumda karşımıza iki tane kalb çıkı-
yor. Birisi, idrakı oluşturan esma kompozisyonu
210
YILMAZ DÜNDAR

dediğimiz kalıp. Hatta daha ileri götürüp ona


“Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydını
oluşturan kalıp” dedik. O kalıp yüzünden kayıt
oluşuyor ve o kalıbın farklılığı yüzünden çeşitli
kayıtlar oluşuyor. Çünkü kalıplar farklı! İşte bu
kalıbın dünya şartları içerisinde vehimsel irtiba-
tını insan vücudunda sağlayan organ vücut kal-
bidir. Bu irtibat yüzünden vücut kalbine, yüreğe
kalb denir. Ona “kalb/kalp” denmesinin sebebi
kalıpla irtibatı sağlamasıdır, kalıpla irtibatı sağla-
yan olduğu için kalb denmiştir.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuru-
yor ki; “her şeyin bir kalbi vardır”. Bu hadis-
ten hareketle aşağıdaki sonucu şimdi kolaylık-
la çıkarırız: İnsanda bu kalıpla vehimsel irtibatı
sağlayan vücut kalbidir ve bu ancak insanda
böyledir. Diğer “şey”lerde böyle değildir! Onlar-
da bu irtibatı sağlayan başka şeylerdir. “Vücut
kalbi”nin kalıpla/kalpla ilişkiyi sağlaması yalnız-
ca insan için geçerlidir. Bu yüzden başka bir var-
lığa bakıp, “onda kalp yok. Bu yüzden de ayette
geçen kalb onda yok” derseniz yanılırsınız. Her
suretin kaydını oluşturan bir kalbı var. İnsanda
bu irtibatı yürek sağlar, diğer cisimlerde ve insan
dışı yaratıklarda ise farklı şeyler sağlar.
Geldiğimiz noktada İnşirah adlı tefekkür şe-
mamızın konuyla ilgili paragrafını paylaşalım Pa-
ragrafın sadece bizi ilgilendiren kısmı bu. Diğer
kısımlar daha önce Sen Tanrı mısın kitapçığında
geniş açıklandı, dilerseniz oradan bakabilirsiniz.
“VahidülEhadüsSamed olan Allah, Nefs-i
Vahide’den, yani Vahidiyet’in Ehad ve Samed va-
211
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

sıflı “Kendini Hissetmesi”nden dileğini suretlendir-


dikten sonra o suretin kendisini bilmesi için ona
nazar ederek “Kün” demiştir. “Feyekün” sonucu;
Allah’ın o Kul’daki dileğinin şartları surete KALB
olmuştur. Kul’daki nazar noktası “nazargah” ola-
rak kalmış ve KALB ismiyle anılmıştır.”
İlmullah’ta Allah’ın dileği şekillendikten son-
ra, bir şekil bulduktan sonra onun kendini bil-
mesi ayrı bir olaydır. Bunun basamaklarını daha
önce ayetlerle görmüştük. İşte o ilmi suretin
kendini bilmesi için ona “Kendini Bil” emri ge-
rekir. Lütfen dikkat edin; “Kendini Bil” emri için
o surete Allah’ın dileğinin yönelmesi, daha an-
laşılır söyleyelim oraya nazar etmesi, o nazarla
“Kün/Ol” demesi ve o emrin olması! İşte o oluş
kalb oluştur! Çünkü bir şeyi murad etti mi “Ol”
der “hemen olur”. “Kün feyekün”. “Kün” demesi
ve orada onun hemen olması, işte o oluş KALB
oluş! “Kün” emri, dileğin emri bir nazar! Ve bu
nazarın dokunduğu yerde KALB oluş! Dileğin
kalıbının çıkışı! Kendini Bil denildiğinde ne dilen-
mişse, o dileğin, yani o kompozisyonun kalıbı-
nın çıkması, orada kendini nasıl bilecekse onun
oluşması, yani kalb olması, o da “feyekün” sonu-
cu! Öyleyse surette bir nazar noktası var ve o
çok önemli. Çünkü bütün işi başlatan bu nazar;
suretteki bu nazar noktası! Emrin dokunduğu
nokta! Orası çok özel!
İşte orada o an oluşan nur, o nazarla ora-
da oluşan nur orada bir şey açar. Anlamak için
bazen insani örnekler gerekiyor. Bu yüzden hiç
ilişkisi olmasa da örneği verelim. Ancak tanım
212
YILMAZ DÜNDAR

anlaşıldıktan sonra onu silelim, çünkü hiç ilişkisi


yok. Bir bakışın bizde oluşturduğu etkiyi anlat-
mak için; “öyle bir baktı ki, içimi yaktı” deriz ya,
işte bir “bakış” orada bir şey açar! Bakış! Manayı
biraz yakalayalım diye versek de örnek buraya
hiç uymaz, bu yüzden şimdi örneği yok edelim.
Allah’ın “Kendini Bil” derkenki nazarı orada bir
nur oluşturur. O nazar, o emir o kalıpta bir nur
oluşturur. İşte o nur Kalb Nuru’dur ve o nur ora-
da durur. Ona kalb nuru deriz ve o çok önemli-
dir. Çünkü oraya o nazar değdi! Nazar, yani emir
değdi oraya! O emrin oraya ulaşması orada bir
nur oluşturdu, yani o kalb oluşurken o noktada
nur oluşturdu. İşte o nazar noktası sayesindedir
ki, kalb nazargah olur, artık orası bir nazargah-
tır, nazar yeridir. Böylece oluşan o nur; kalbin
nuru, sonradan yaratılanların tersine farklı, ilahi,
orijinal bir statüye sahiptir ve sonradan yaratıl-
mışta o orijinalliğiyle durur.
Kalb oluşa bir de farklı olarak bakalım. Ve-
him sisteminin çalışması günümüzde nasıl,
neyle açıklanmaktadır? Hologram Sistem ile.
Onu, yani “dünya şartlarındaki vehimsel siste-
mi” günümüzde şimdilik açıklayan Hologram
Mekanizması’dır. Bu vehim sisteminin mekaniz-
ması, onun çalışması vehim nuru alanında olur.
Herşey bir nurla ilgilidir çünkü! Bu yüzden bur-
daki bu mekanizmanın nurunu da vehim nuru
oluşturur. Vehim nuru; Allah’ın dileğinin kalb
oluşlarının aynasıdır. Vehim nuru Allah’ın dilek-
leri için bir aynadır. Burada yine bir insani ben-
zetme yapalım. Normal günlük yaşantıda bir
213
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

aynaya baktığınızda aynaya yansırsınız ya, işte


aynaya kalb olursunuz! Kalıbınız çıkar, sizin ka-
lıbınız aynaya çıkar, yani aynaya kalb olursunuz.
Olayı biraz anlamak için bunu benzetmiş olalım.
“Böyledir” sanarsak konuyu anlayamayız. Vehim
nuru alanında, aynasında Allah’ın dileklerinin
kalb olması, Allah’ın dileğinin vehim nuru ay-
nasında yansımasıdır. Öyle olunca; herşey, her
yaratılan vehim nuru aynasında bir yansımadır.
Hal böyle olunca; denir ki; bir düşün yansımasın;
sen bir yansımasın.
Bu yansımanın yani bu kalıbın nazar nokta-
sını oluşturan kalb nurundan insana nazar de-
vam eder! Ama öyle enteresan bir hal vardır ki,
bu nazar yukarıdan aşağıya devam ettiği gibi
aşağıdan yukarıya da olur! Fakat aşağıdan yu-
karıya olunca da, yukarıdan aşağıya olunca da
Kendisidir. Dolayısıyla yukarıdan aşağıya-aşağı-
dan yukarıya kendisinde, kendisiyle, kendisi ola-
rak bu nazar akışı devam eder! Nerede? Bu kalb
nuru noktasında! Bu nerede? Kalıpta, kalpta! Bu
yüzden nazar, Allah’ın Kendisini Hissetmesi’nin
emir ve seyir halini anlatır.
Vehim nuru aynasına yansıyan, kalb olan
Kul’un bir adı da âcizdir, bir özelliği nedeniyle
ona âciz de denir. Bunu anlatabilmek için yine,
konuyu anladıktan sonra hiçbir işimize yara-
mayacak olan bir insani tanım yapalım. Aynaya
baktınız, orada yansımanız var, o yansıma size
göre âciz değil midir? Vehim nuru aynasına yan-
sıyan, kalb olan Kul’un işte bu özelliği yüzünden
buradaki adı âcizdir; âciz kul veya kul âcizdir!
214
YILMAZ DÜNDAR

Dualarda, sığınışlarda, yakarışlarda; “biz aciz


kulların” diye sesleniriz, hatta bazen bunu itiraf
ihtiyacı duyar ve bu hususta “acziyetimi itiraf
ederim” deriz. Ama çok dikkat etmek lazım ki,
özellikle “nazar noktası”yla ilgili hususlar, anla-
yıp kavrandığı zaman insanı çok yükseğe çıka-
racağı gibi yanlış kullanıldığı zaman da çok aşa-
ğıya indirir! Eğer; “ey Allahım, en güçlü sensin,
ben senin gücünde değilim. Allahım biz senin
gibi güçlü değil aciziz” gibi düşünülür de acziyet
böyle anlatılırsa ve Allah’a yakarış böyle yapılır,
konuya böyle yaklaşılırsa bu çok yanlış olur. Bu-
nun bizim anlattığımızla hiç ilgisi yoktur; vehim
nuru aynasına yansımış olan kalbın âciziyeti ile
bu tarifin hiç ilişkisi yoktur. Çünkü bu yakla-
şımda güç karşılaştırması ve kıyası vardır; Allah
güçlü, insan onun gibi güçlü değil, zayıf! Bakın
iki tane güç var ve bunların karşılaştırılması ya-
pılıyor. Eğer kişi güç karşılaştırması yaparak da;
“Allahım, ben acizim yardım et” derse Allah ona
yardım eder. O ayrı! Allah gerçek merhamet sa-
hibidir; Erhamer Rahımiyn’dir, ona yardım eder.
Ama bu yakarış yanlıştır. Bu yüzden yardım alır
ama bu sesleniş onu yükseltmez, onun idrakını
yükseltmez! Yani balığı yer, ama balık tutmayı
öğrenemez. Neden? Çünkü kendisini de Allah’ı
da ayrı, ötede bir yapı ve varlık kabul edip iki-
sinin gücünü kıyasladı, bu kıyasta kendinin aciz
olduğunu gördü. Bu, işin aslına uymayan yanlış
bir yaklaşım tarzıdır. Dolayısıyla, bu yaklaşım
tarzı öyle önemlidir ki, o kişi için şirkin göbe-
ğini oluşturur, bu hal sonraki idrak için şirkin
göbeğidir, motorudur. Çünkü varlıkların Allah’la
215
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

kıyası yapılmıştır. Yapılmamalıdır! Allah’la konu-


şulurken, Allah’la ilgili bir fikir ileri sürülürken
bir tanım yapılırken varlıkların kıyası yapılamaz!
Kişi Allah’ı insan gibi düşünürse, insana seslenir
gibi Allah’a seslenirse kıyas yapar, yanlışa düşer.
Çünkü insani bakış açısıyla Allah’a yaklaşmıştır.
Bu da birçok yanılgının çıkış noktasını oluşturur.
Konumuz burada o olduğu için söyleyelim; Al-
lah ve Kul arasındaki kıyas daima “var ve yok”
üzerinden yapılmalıdır, buna çok dikkat etmek
lazım. Kıyas, VAR ve YOK üzerinden yapılma-
lıdır!
Vehim nuru aynasına yansıyan kalba, kalıba
bir özelliği nedeniyle aciz denmesi bu özelliğin
“güç”le ilgili olmasındandır, “güç”le ilgili oldu-
ğu içindir. O kalıba “güç” açısından bakılmıştır,
“güç” bakımından ona aciz denmiştir. Bu kıya-
sı insanlar arasında yaparsanız “az güçlü çok
güçlü” diye bakar, az güçlü olana aciz dersiniz.
İnsanlar arasında doğrudur bu bakış açısı, ama
Kul’la Allah arasında yanlıştır. Kul’la Allah ara-
sında VAR ve YOK kıyası yapılır, daima! İki
varın kıyası yapılmaz. Güç için de bu böyledir.
Dolayısıyla “aciz” denildiğinde az güç, çok güç
kıyası olmaz! Var ve yok; Allah’ta güç var, Kul’da
yok! “Yok” olduğu için acizdir o, az güçlü oldu-
ğu için değil “yok” olduğu için âcizdir! Güçsüz,
gücü yok, güç mevhumu yok; bu yüzden âciz!
Dolayısıyla buradaki aciz kelimesi güç açısından
yetersiz, gücü az gibi değil “yok” manasınadır,
böyle kullanılmalıdır! Çünkü dualarda ve yakla-
şımda bu çok önemlidir.
216
YILMAZ DÜNDAR

Şimdi yansımanın acizliğini bildiğimiz bir


şeyle anlatalım. Biz yansımanın acizliğini vehim
nuru noktasından başlayarak gerçek manada
nasıl vurgularız, nasıl dile getiririz? “Ve la havle
ve la kuvvete illa Billâh” ile, “ve la havle ve la
kuvvete illa Billâh” diyerek! Bu seslenişin başladı-
ğı nokta, vehim nuru aynasında kalbın kalb ol-
duğu andır, o andan itibarendir. Kalb olduğu an
o âcizdir: Ve la havle ve la kuvvete illa Billâh! Ve
la havle ve la kuvvete illa Billâhil Aliyyil Aziym!
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Hazreti
Ali efendimize buyurdular ki; “yatmadan önce
10 kez “la havle ve la kuvvete illa Billâhil aliy-
yil aziym” demen cennette yerini hazırlama-
na vesiledir”. Bu sesleniş bu kadar önemlidir
işte! Ama bu idrakla! “Bu idrakla” uyarısını bu
yüzden defalarca söyledik, çünkü bu idrakla
söylediğiniz zaman böyledir. Neden?
Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan rivayetle
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle bu-
yurdular; “dikkat et, sana cennetin altındaki
hazineyi bildiriyorum; la havle ve la kuvvete
illa Billâh”. Çünkü bu, kalb için işin başından
gelen bir özellik; o âciz! Kalb âciz! Ve daima, bu
acziyetin şuuru, bilinci, itirafı gerekiyor! Yansı-
manın acizliği böyle kavrandığı zaman, bu idrak,
bu kavrayış kişide çok önemli iki motoru birden
devreye sokar. Birden! “Kişi bu motoru nasıl his-
seder?” hem bunu, hem de bu idrakı ve o mo-
torlar çalışınca olacakları konuşacağız, lütfen
dikkat edelim. Dikkat eder ve her halinizi o süz-
geçten geçirirseniz yeni bir hayat başlar. Yeni ne-
217
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

siller bilmez, gençliğimizde Ankara’da su sıkın-


tısı çok olurdu, çeşitli yerlerden su bulurduk. O
suları kullanmak için hepsini tek tek süzgeçten
geçirmek ve kaynatmak zorundaydık. İşte onun
gibi, temiz bir hayat için hayatının her anını süz-
geçten geçirmek zorundasın.
Yansımanın acizliğinin idrakı oluştuğunda
devreye giren bu iki motor Hamd ve Şükür mo-
torlarıdır; onlar devreye bu idrakla girer. Sen
farkında ol olma, bu idraktaysan onlar çalışırlar,
sen bu idraktaysan kendiliğinden çalışırlar, sen
bu idraka gelince onlar çalışır. Hamd ve Şükür
çalışınca sende şükür ve hamd hali ortaya çıkar.
“Hal” olarak ortaya çıkar ki, o hal dilde zikrullah-
dan ileridir, zikrullahın bir üst mertebesidir.
Zikrullah üç aşamalıdır; dilde, halde ve fiilde
zikrullah. Zikrullahın fiile geçmesi için hal şart!
“Hal”den sonra o artık fiile dökülür. Hal ve fiili
de birbiriyle sürekli test etmek gerekir. Neden
sürekli test? İstikrar için!
Yansımanın acziyetini idrakla birlikte kişi fark
etse de etmese de aslında Esma Âlemi’ne giriş
yapar. Zihninize altını çizerek kaydedin lütfen,
kişi bu idrakla insani kesretten esma kesretine
geçer. İnsani kesretten Esma Kesreti’ne geçer ki
bu, Hamîd ve Şekûr esmalarının kişide hale dö-
nüşmesiyle, hal olmasıyla olur. Bahsettiğimiz
yansımanın acziyeti idrakı kişide sabitleşince, o
kulda Hamîd ve Şekûr esmaları hal olur. Hamîd
ve Şekûr esmaları onun hali olunca kul esma
kesretine geçer, eğer bu hali bozulursa da esma
kesretinden çıkar! O yüzden bu halde istikrar
218
YILMAZ DÜNDAR

çok önemlidir! Esma kesretine geçti, peki sonra?


Esma kesretinden kurtuluşun da, Tevhid
yaşantısına geçişin de temelini hep Hamîd ve
Şekûr esmalarının hali oluşturur. Bu hal sabittir
ve o bina bu hal üstündedir, işin temeli bu hal-
dir; Hamîd ve Şekûr esmalarının hali!
Ancak “Hamîd ve Şekûr” esmaları ile ilgili
önemli olan husus şudur: “Hamîd ve Şekûr” es-
maları ayrı ayrı düşünülmemeli, ayrı ayrı tefek-
kür edilmemelidir. Şekur esması, ancak Hamid
esması idrakıyla yaşanabilir. İkisi ayrı ayrı çalış-
maz, ikisinin ayrı çalışması kula fayda sağlamaz,
hatta bu iki esmadan biri ağır basarsa kul sapa-
bilir, kulun idrakı sapabilir. Saptığı halde kendisi-
ni doğruyla meşgul, doğruyu yapıyor zanneder.
Evet, “Şekûr ve Hamîd” esmaları birlikte düşü-
nülmeli, birlikte ele alınmalıdır. Nasıl bakılmalı
ki bu esmalar birlikte olabilsin? Şöyle:
Hamid esması idraktır, Şekur esması amel-
dir. Dolayısıyla, “âminû ve amilüs sâlihâti” gereği
Hamid esması idrakıyla Şekur esması ameli yapı-
lırsa bunlar birlikte olur. Şimdi bu durumu daha
iyi anlamak için iki ayet okuyalım. Zahiren çok
kolay olan bu ayetleri lütfen derinlemesine in-
celeyin, tefsirlere meallere bakın, düşünün, ken-
dinize [kendiniz olan kütüphanenize!] bakın ve
onu genişletin, söylediklerimizi ilerletme adına
bunları yapınız. Kur’an’ın faydalarından biri de
budur; bir şeyi anlamak için ayetlerden yararla-
nırsanız, ayet tefekkür ederek o işi anlamaya ça-
lışırsanız hem o şeyi anlarsınız, hem birçok şeyi
anlarsınız inşaAllah.
219
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

Şimdi tefekkürünüz için iki ayet paylaşmak


istiyorum Lütfen bu ayetleri inceleyip hazineni-
ze kazandırınız, inşaAllah.
Ankebut Sûresi 63. Ayet şöyle buyuruyor:
“Yemin olsun ki, eğer onlara semadan suyu
tenzil edip de “ölümünden sonra arzı kim di-
riltti?” diye sorsan “elbette Allah” diyecekler.
De ki; elhamdülillah. Hayır, onların ekseriyeti
akletmezler”.
Lukman Sûresi 25. Ayet: “Yemin olsun ki,
eğer onlara “semavatı ve arzı kim yarattı?”
diye sorsan, “elbette Allah” diyecekler. De ki;
elhamdülillah. Hayır, onların ekseriyeti bil-
mezler”. Bu ayetleri değerlendirelim inşaAllah!
Yeni bir soruyla seyahatimize devam edelim:
Sendeki tek gerçek ne? Bu soruya cevap olarak,
“yansımasın, hayalsin” gibi birçok şey yazılır söy-
lenir, siz de onları okur dinler; “ha, bendeki hiç
bir şey gerçek değilmiş” dersiniz. Ama gerçek
olan bir şey var sizde. Sendeki tek gerçek ken-
dini hissetmen! Tek gerçek bu; kendini hisset-
men! Ancak bununla ilgili önemli bir hususu
şimdi paylaşalım, birlikte o basamaklara baka-
lım. Hissetme’yi fark edip düşünmenle birlikte
“Kendini Hissetme Duygusu” devreye girer;
o, bir duygu olur. “Kendini hissetmen”, kendini
hissedip düşünmenle birlikte “Kendini Hisset-
me Duygusu”na dönüşür, bir duygu hissedersin,
fark ettiğin için artık o bir duygu olur. İşte bu
duygudur ki kulda sapmaya müsait alanı oluş-
turur. Bütün bunlar çok hızlı olur. O kadar hızlı
olur ki, onları ayırd etmen mümkün olmaz. İşte
220
YILMAZ DÜNDAR

bunları ayırt etmenin ilmini almaya çalışıyoruz.


Normalde insanlar bunun üstüne düşünmezler,
bunu önemsemezler, onlar için önemli değildir
bu!
“Kendini hissetmen”, “Kendini Hissetme
Duygusu”na dönüştü. Peki, hemen sonra ne
olur? Hemen sonra “kendini ne hissettiğin” dev-
reye girer, bu basamak oluşur. Bakın üç aşama:
1) Kendini Hissetme: Esas gerçek bu ve bu ger-
çekten uzaklaşıyorsun; 2) Onu fark ettin, fark
ettiğin anda o Kendini Hissetme Duygusu haline
geldi 3) Ve hemen, hemen akabinde Kendini Ne
Hissettiğin devreye girdi.
Şimdi lütfen dikkat edin; var olan nedir, yok
olan nedir? Var olan kendini hissetmen, yok olan
kendini ne hissettiğindir! “Esas gerçek” olan, “Ev-
vel Ahir Zahir Batın” olan, “Ehad Samed” olan
kendini hissetmendir ki bu var! Hatta ona “var”
demek bile yanlış olur, ancak kul açısından “var”
diyebiliriz ona. Zira Sahibi açısından, ona “var”
demek sınır oluşturur, kul bir şeye “var” derse
onun sınırını çizer. “Kendini hissetme”ne kul ba-
kışıyla “var” diyebiliriz, ama Sahibi açısından o
kelime bile orada doğru olmaz. Peki, “yok” olan
nedir? Yok olan; kendini ne hissettiğin!
Burada şuna dikkat edelim: Senin kendini
ne hissettiğin yerde, o haldeyken sen kendini
Yaradan bile hissetsen bu bir sapma noktasıdır
ve yanlıştır! Böyle bir şey olamaz. Böyle idraklar
çoktur, ama onların bu işten haberi yoktur! Al-
lah Allah’tır, Kul Kul’dur. Kul Allah olamaz! De-
dik ki, “kendini hissetmen” ve bir de “kendini ne
221
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

hissettiğin” var, işte sen “kendini ne hissettiğin”


o yere Yaradan’la ilgili bir şey bile koysan, yani
o boşluğu doldurmak için oraya ulvi kelimeler,
cümleler de yazsan o bir sapmadır. Çünkü on-
ların hepsi zandır! Kendini ne hissettiğinle ilgi-
li herşey zandır! Bu kutsal bir zan olabilir, ama
sonuçta zandır! Peki, gerçek nedir? Gerçek, tek
gerçek; kendini hissetmen!
Ancak; kendini ne hissettiğin o kadar baskın
ve kuvvetlidir ki, bu yüzden kendini hissetmeni
de o sanarsın. Bu cümleyi yakalayalım! “Kendini
ne hissettiğin” dünyanın vehimsel şartları gereği
o kadar kuvvetli ve baskındır ki kendini ne his-
settiğin duygusu içinde kendini hissetmeni de o
sanarsın, kendini ne hissettiğinin içinde sanarsın.
“Kendini ne hissettiğini” tarif edersin ama onu
“kendini hissetmen” sanarak tarif edersin! Yani,
“kendini hissediyor musun?” sorusuna “evet,
kendimi hissediyorum, biliyorum” diye verdiğin
cevap, dikkat edersen “kendini ne hissettiğin”dir.
Tamam, ordan başlayacaksın, ama bil ki; senin
“kendini ne hissettiğin” sendeki “Kayıtlı Kendi-
ni Hissetme Duygusu”dur. Sen onun kaydına
“Allah” dersen yanlış olur! Çünkü o bir kayıt ve
sen o kayda Allah diyorsun, demek ki kendini
öyle zannediyorsun! Birinin kendisini Napolyon
zannetmesi gibi! Senin ona Napolyon demenle
o Napolyon olmuyor. Senin Kendini ne hissetti-
ğin bir kayıttır, sen bu kaydın altını istediğin gibi
doldur, o iş zihinsel tuzaklarla doludur! Bakın
kendisini Napolyon sanana biz gülüyoruz ama o
gülmüyor, o kendisini Napolyon sanıyor. Dikkat
222
YILMAZ DÜNDAR

edin, kendini Allah veya başka bir şey sanan da


kendisine gülmüyor; o öyle sanıyor! Çünkü boş-
luğu öyle doldurdu! Ama o bir kayıttır, kendini
ne hissettiğinin kaydıdır, bir zandır. Kendini ne
hissettiğin kayıttır!
Demek ki, kendini ne hissettiğin bu hal çok
kuvvetli! Neden? Dünyadaki vehimsel şart bunu
gerektiriyor, aksi halde vehim sistemi, hologram
yürümez. Bu mekanizmanın yürümesi bu hissin
baskın ve kuvvetli olmasıyla çok ilişkili. Ay’a gi-
den bir füze gibi! O dünya atmosferinden çıka-
bilecek bir hıza ulaşmalı ve yerçekimini yenmeli.
Yerçekimini yenemezse atmosferde kalır. Aynı
onun gibi, sen de vehimsel şartları yenemezsen
vehimsel şartların içinde kalırsın, o şartlarda
düşünürsün. Öyle bir halin olacak ki yerçekimi-
ni aşan füze gibi, vehimsel şartları geçeceksin,
aşacaksın onu! Hem o şartların içinde olup hem
de onu geçemezsin, çünkü o şartların içerisinde
onun hükmü sürer. O şartlardan kurtulmanın
yolu nedir?
O şartları aşmanın yolu Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygusu’ndan kaydı kaldırmaktır!
Ancak böyle! Sen Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’ndan kaydını kaldırdığın kadar “ken-
dini hissetmen”i fark edersin. Kayıt tam kalktı-
ğında o artık “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu”
değil, “Kendini Hissetmen”dir.
Şems Sûresi 9. Ayeti hatırlayalım. “Onu, nefsi
tezkiye eden gerçekten kurtulmuştur”. Nefsi
arındıran, yani onu kirinden kaydından arındı-
ran gerçekten kurtulmuştur. Ayet böyle diyor.
223
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

Bunu bir de geldiğimiz idrakın cümleleriyle söy-


leyelim; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
kaydını, kayıtlarını temizleyen gerçekten kurtul-
muştur.
Şems Sûresi 10. Ayet: “Onu, nefsi gömüp giz-
leyen ise gerçekten kaybetmiştir”. Özellikle
“A” Takdim Formu “BEN”le, o kayıtla nefsi örten
gizleyen gerçekten kaybetmiştir.
Şimdi bu idrakla ayetleri birleştirdiğinizde
ulaştığınız, yakaladığınız nokta ne kadar güzel,
değil mi?
Bu “A” ve “B” yapılarını anlamak üzere size il-
ginç bir örnek vereyim şimdi de. Bu örneği önce
akıllarda kalması için vereceğim. İkinci olarak da,
“bir şeyi ne kadar basitleştirerek gösterebilirsek
onunla o kadar büyük şeyler anlatabiliriz”, bunu
gösterebilmek için veriyorum. Bir şeyi ne kadar
basit gösterebiliyorsan, o basitlik içerisinde o ka-
dar büyük şey anlatabilirsin. Gösterim karmaşık-
sa kişinin beyni o karmaşıklık içerisinde anlatıla-
nın ancak çok azını anlar, çünkü beynin oradan
çıkması zor olur. Bu yüzden örneğimiz bir çorap
olacak! Bu zihinlerde kalması için, beynimiz için
bir vesile, beyninize seyahat ettirecek bir vesile,
ama bunlara hep misal gözüyle bakacağız.
Bir çorap düşünün, bu çorabın düzgün hali
ahseni takviym misalidir. Ahseni takviym dün-
yaya gelmekle ters çevrildi; çorabı ters çevirdik,
dışını içeri aldık, içini dışarı çıkardık; o zaman o
esfele safiliyn oldu! Hala aynı çorap, aynı do-
kuma! Herşey aynı, ama çirkin yüzünü çevirin-
224
YILMAZ DÜNDAR

ce esfele safiliyn oldu! Ahseni takviym denilen


düz hali onun dünyaya gelen hali değil, dünyaya
gelen hal o değil. O düz hal, Tiyn Sûresi’ndeki
“yemin olsun ki insan en güzel surette yara-
tılmıştır”; denilen ahseni takviym haldir! “Son-
ra esfele safiliyn’e itilmiştir, reddedilmiştir”.
İşte aynı şey, çorabı ters çevirmekle aynısı oldu,
o dünyaya geldi; esfele safiliyn oluştu! Dünyaya
böyle geliyor, dünyanın şartı bu, diğer türlü ge-
lemez. Olmaz, onun yeri ayrı, dünya için şart bu,
dünyanın şartı bu!
Peki, sonra ne oluyor, sen ne yapıyorsun? Sen
kendini bulduğun bu hale “BEN” diyorsun, bu
pozisyona “BEN” diyorsun. Kendini bunun için-
de bulduğun için kendini böyle hissediyorsun;
kaydın bu ve sen buna “BEN” diyorsun. Bu hale,
çorabın ters çevrilmiş haline sahip çıkıyorsun.
Eğer bir kişi bizim açıkladığımız nefs-i levvame-
ye girmeyip, inatla bu ters pozisyonda yaşamayı
sürdürürse ve amel diye bu işlerle meşgul olur-
sa, çorabın tersi olan bu hali âlim yapar, dindar
yapar, bunu Hac’ca Umre’ye götürür. Ona çeşitli
isimler verir; onu şeyh yapar, mehdi yapar, pey-
gamber yapar… Bir şey değişmez, hala çorap ters
çünkü! Kaydın üstündeki etiket değişir, çorabın
tersi değişmez. Çorap terstir!
Çorabın tersiyle anlatmaya çalıştığımız bu
hal Kur’an’da “asi” olarak anlatılmıştır. Bu asidir,
düze isyan etmiş, ters davranmış, haddi aşmış
yapıdır. Peki, buna mukabil, çorabın düzelmiş
hali nedir? O Haniftir! Hanif budur, diğeri hanif
olamaz. Hanif etiketi yapıştırabilirsiniz ama o
225
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

hanif olamaz! Oysa Hanif’e etiket gerekmez! Düz


çevirdiğiniz bu dünyada etiket yok zaten, “hal”
var, o yüzden etiket gerekmez!
Bu asi halin birkaç özelliğini söyleyeyim. “Es-
fele safiliyn, asi, haddi aşmış” dediğimiz bu ya-
pının ismi Kur’an’da çirkin olarak geçer, çirkin
budur, buna çirkin denir. O size şeklen çok güzel
gelebilir, onun şekline fiziksel yapısına hayran
olabilirsiniz, onlar “sizin” vehimsel davranışları-
nız! Ama Kur’ana göre bu hal çirkindir. Kur’ana
göre, görüntüsü çirkin olan bu halin yaşantısı ise
necistir, pistir, Kur’an buna necis demiş! Bunun
pozisyonunun adı da soldur. Kur’an’da geçen
sol ve sağın, normal hayatımızdaki sol ve sağla,
dünyanın kullandığı sol ve sağla, siyasi bakışlarla
hiç ilişkisi yoktur! Ters çevrilmiş bu halin, esfe-
le safiliynin pozisyonunun adıdır sol! Sol onun
yönü, yönünün adıdır! Ve bunun kalıbında buna
yapışmış olan çok önemli bir özelliği vardır; ğıll.
Bu esfele safiliyn yapıda ğıll vardır, bu yüzden
Kur’an ona şerrul beriyyeh der; bu yaratılmışla-
rın en şerlisidir, Kur’an’a göre! Ama sen? Sen ço-
rabın tersine, ters yüzüne “BEN” diyorsun hep!
Yatırımı hep ona yapıyorsun, onu süslüyor onu
gezdiriyor, onu önemsiyorsun… Oysa Kur’an
ona pis diyor! Eğer bir de böyle ölürse, onun
ismi o zaman ashabı nar’dır, Kur’an ona ashabı
nar ve ashabı şimal diye isim verir. Ve bu haliyle
aslında Yasin Sûresi 77. Ayetin yaşayanıdır o!
Yasin Sûresi 77: “İnsan görmedi mi ki biz
onu bir nutfeden yarattık. Böyle iken bir de
bakarsın o apaçık bir hasımdır”. Dindarsa
226
YILMAZ DÜNDAR

bile! İslam’ı fark etmişse de böyledir, fark etme-


mişse de; Allah’a hasımdır! Fark etmemişse o işi
daha fazla, daha farklı yapar! “Demişse demiş,
ne olacak, biz böyle yapıyoruz” der, Allah’a ha-
sımdır! Kişi bu ters çevrilmiş yapıyı değiştirme-
den Allah’a hasımlıktan kurtulamaz, hali budur
onun!
Bir de zıddı olan yapıdan bahsedelim. Eğer
kişi yaşarken çorabı düzeltmişse, çorabın düzü
haline gelmişse, gelebilirse, o zaman yine “BEN”
der, “BEN” demeye devam eder. Ama bu sefer
ahsene takviym yapıya “BEN” der ve bu “BEN”
“B” Takdim Formu “BEN”dir. Asi olan diğer
“BEN” deyişe “A” Takdim Formu “BEN” demiştik.
Bunları anlatırken Yunus Emre’nin; bir ben var-
dır bende benden içeru deyişini de örnek vermiş-
tik. Bakın şimdi işte o “içeru BEN”i, ters çevrildi-
ği için içeride kalmış asıl “BEN”i dışarıya getirip
düzeltiyoruz. Bu aslında çorabın hicret etmiş
halidir, çorabın tersi düze hicret etti. Gerçek hic-
ret budur; “A” BEN”den “B” BEN”e gelmektir. Hic-
retle ulaşılan bu “BEN” ahsene takviym yapıdır
ve Kur’anı Kerim buna güzel demiştir, Kur’an’ın
güzel dediği budur. Bunun yaşantısına da tahir
demiştir, tahir; temiz! “Tahir olmadan dokun-
mayın” denilen hal bu haldir. Bunun pozisyonu
sağ olarak tarif edilmiştir. Sağ, sağcı!
Dolayısıyla, özetlersek; senin çorabın tersi-
ni çevirip de “BEN” dediğin haller Kur’ana göre
soldur, o kişi solcudur ve ashabı meş’emeh diye
geçer. Çorabın düz haliyle anlatmaya çalıştığımız
“BEN” sağdır, o kişi sağcıdır, onlar sağcılar diye
227
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

geçer. Onlar ashabı meymenehdir. Eğer çorabın


dokuması hiç kalmazsa, yani kişi vehim yöneti-
minden çıkarsa Es-sabikûndur, diğer ifadeyle
Mukarrebûndur. Meymeneh ve Sabikun grup-
larının kalıbı Ğıll’den temizlenmiştir, onlarda ğıll
yoktur! Bu yüzden de Kur’an bunlara hayrul be-
riyyeh der; yaratılmışların en hayırlısı bu haldir,
Kur’ana göre. Bir de bu halle ölürlerse ashabul
cennet’tir onların adı. Yani kişi ashabı meş’emeh
ise o ashabı nardır. Ashabı nar’ın Kur’an’daki bir
diğer ismi ashabı şimaldir. Ashabul cennet’in
diğer adı ise ashabı yemindir.
Bu çorabın bir halinden de bahsedeyim, hat-
ta iki cümleyi birleştirelim. Bu çorabın bir bilezi-
ği, ağız kısmı var. Burası nedir biliyor musunuz?
Burası Hicret Köprüsü! “A” Takdim “BEN”in di-
ğer “BEN”e geçmesi için bu hicret köprüsünden
geçmesi lazım, başka türlü olmaz. Şart budur;
hicret köprüsünden geçecek! Çorabın bileziğin-
den o hayatı tamamen geçirmek lazım. Bunu
yapmadığınız takdirde siz dünyada çorabın ters
olan bu haline “BEN” der durursunuz. Şeytan da
o kişiye amellerini hep süslü gösterir. Kur’an’ın
söylediği gibi “o kendisini hep doğru yolda zan-
neder”. O halini hırsla savunur ve öyle de yaşar…
Bu ters hali düzeltmenin yolu, hayatımızı bu
hicret köprüsünden geçirmektir. Bilenlerin “size
bir bilen lazım” dediği budur işte! Peki, bu Bilen
kimdir? Çok dikkat ediniz lütfen! Sizin hayatını-
za benzetmiş olduğum bu hali, yani çorabın ters
olan bu halini kim düzeltirse, bunu kim yapa-
bilecekse ona “Bilen” denir. Çorabı tarif edene,
228
YILMAZ DÜNDAR

anlatana değil! İsterse hiçbir şey anlatmasın, eğer


bu ters hayatı bu bilezikten, hicret köprüsünden
geçiriyorsa o Bilen’dir. Bilen O’dur! “Bir Bilen’siz
olmaz” demek, çorabı bu bilezikten geçiren ol-
madan olmaz demektir. Ama günümüz öyle
bir idrak halini yaşamaktadır ki, kişi kendisini
bir Bilen yapabilir. “Sen Tanrı mısın?” notlarında
hep bunu anlatmaya çalıştık, hep kendi çorabını
kendinin nasıl düzeltebileceğini anlattık, bunun
yollarını, yöntemlerini paylaştık.
«İki cümleyi birleştirelim» demiştik, örneği
konumuzla ilişkilendirerek onu yapmış olalım.
Hicret Köprüsü dediğimiz çorabın bileziği olan
yer, fuaddan kalbe bir yolun olduğu yerdir! Ço-
rabın gövdesi senin kalıbın! Senin “BEN” dediğin
ise bu kalıbının uzantısı! Bu uzantıyı fuad yar-
dımıyla kalb etmen gerekir. Çorabı kalb etmen,
ters yüz etmen, bir halden bir hale çevirmen ge-
rekiyor. Çorabı yeniden kalb etmen gerekir ki, bu
kalbı, kalb etme işini sende yapacak olan fuad-
dır! Fuadın özelliklerini ve nasıl çalıştığını daha
önce ayetlerle anlattık, hatırlayınız. İşte, fuada
analiz ve sentez yaptırıp, sonuçlarını kalbe kalb
ettirip, onları da beyne emir olarak gönderip fiile
dönüştürerek yeni bir kalıp çıkarmak gerekiyor,
kalb etmek gerekiyor.
Bilinmesi gereken çok önemli bir şey daha
var. Bu ters yapıyı hicret ettirmek istiyorsun
değil mi? Bil ki bu “A” Takdim Formu “BEN”in
formatında hicretle ilgili karar ve arzu yeteneği
yoktur. Yani, yine çoraba benzetecek olursak;
çorabın tersinde çorabın tersini düzüne çevire-
229
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

cek olan mekanizma ve yetenek yoktur. Bu işi


çorabın tersiyle yapamazsınız. Uğraşırsınız, yap-
tım sanarsınız!
Peki, bu iş nasıl olacak?
Sebe Sûresi 50. Ayet: “De ki, eğer sapar-
sam ancak kendi nefsimin aleyhine saparım,
eğer doğru yolu bulursam Rabbimin bana
vahyettiği şey iledir. Muhakkak ki O Semiun
Garib’dir”.
Zümer Sûresi 22. Ayet: “Allah kimin sadrını
İslam’a şerh etti açtı, genişletti ise, o Rabbin-
den bir nur üzere değil midir? Allah’ın zikrin-
den kalbleri kasvetlenenlere veyl olsun! İşte
onlar apaçık bir sapıklık içindedirler”.
En’am Sûresi 125. Ayet: “Allah kime hida-
yet etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar,
genişletir. Kimi de saptırmayı dilerse onun da
sadrını daraltıp zorlaştırır ki, o sanki semada
yükseliyor gibidir. Böylece, Allah iman etme-
yenler üzerine pislik, azab çökertir”.
Ayetlerden anlıyoruz ki; bu iş için ayrıca
bir müdahale gerekiyor, “A” Takdim Formu
“BEN”den kurtulmak için Allah’tan ayrıca bir
müdahale gerekiyor, ancak böyle! Hal böyle
olunca; Allahım senden korkuyoruz, senden sa-
kınıyor ve sana sığınıyoruz:
Allahümme inniy euzü bi rıdâke min seha-
dıke ve bi muâfetike min ukûbetike ve bi rah-
metike min ğadabike ve eûzü bike minke. La
uhsıy senâen aleyke ente kemâ esneyte ala nef-
230
YILMAZ DÜNDAR

sike: Allahım hoşnutsuzluğundan rızana, cezalan-


dırmandan bağışlamana, gazabından rahmetine,
Senden Sana sığınırım. Senin Kendine olan senân
gibi senâ etmekten aczimi itiraf ederim.
Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy ala diy-
nike: Ey kalbleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi
dinin üzere sabitle.
Allahümme es’elüke en tuhyi kalbiy bi nûri
marifetike, ebeden: Allahım, senden kalbimi
ebeden marifet nurunla diriltmeni dilerim.
Bu duada neden marifet nuru isteniyor?
Kalbın/kalıbın dünya şartlarına ait vehimsel ir-
tibatları ölümle kesilir. Bu sebeple sadr ölümle
birlikte biter, ancak kalb devam eder. Kalb fuadı
barındırır ve fuad marifet nuru tesirindedir. Bu
yüzden “Allahümme es’elüke en tuhyi kalbiy bi
nûri marifetike, ebeden” diyerek fuad mekaniz-
masının canlanmasını istiyoruz, bunun duasını
yapıyoruz. O, kalb ve fuad olarak sonra da de-
vam edeceği için, Allah’tan sonsuza kadar böyle
devam etmesini diliyoruz. Diyoruz ki, onun nu-
runu canlandır, onu dirilt ve o çalışsın Allahım.
Çalışsın ki, bana Hakk bilgiyi üretsin, onu da kal-
be göndersin.
Ve bir başka duamız. Biz, Araf Sûresi 43, Hicr
Sûresi 47 ve Haşr Sûresi 10. ayetlerden öğren-
dik ki, esfele safiliyn yapı kalbinde bulunan ğıll
yüzünden cennete giremez; ğıll’le cennete giril-
mez! Bu yüzden Haşr Sûresi’nde Rabbimiz bize
“ğıll’den kurtulmayı isteyin benden” diyor ve du-
asını öğretiyor:
231
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

“Rabbenağfir lena ve liıhvani nelleziyne


sebekûna Bil’iymani ve la tec’al fiy kulubine
Ğıll’len lilleziyne amenu Rabbena inneKE Ra-
ufun Rahıym”
“Rabbimiz, bizi ve imanda bizden öne geçmiş
kardeşlerimizi mağfiret et. Kalblerimizde, iman
etmiş olanlar için bir ğıll oluşturma. Rabbimiz
muhakkak ki SEN Raufün Rahıym’sin.”
Ğıll’i çok önemsemek lazım. Bu yüzden, ge-
rekirse onu daha önce anlattığımız yere bakınız.
Ama bu duayı mutlaka çok yapınız.
Bakın bir hadis: Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellem, biraz sonra yapacakları bir toplantıya
sahabeden cennetlik olacak birisinin geleceğini
söylüyor. Ve sahabeler elbette merak ediyorlar.
Ve birisi işi çok önemsiyor. Önemsiyor, çünkü
başka bir düşüncesi yok! Gidiyor ona yapışıyor
ve Allah’a sığınarak bir mazeret belirtiyor diyor
ki; babam evde rahatsız, onu birkaç gün rahat
bırakayım, gelip sende kalayım mı, olur mu? “El-
bette, buyur” diyor. Amacı onu izlemek; bu kişi
ne yapıyor da bu müjdeyi alıyor, bir izleyeyim.
Biz de her şeyi yapıyoruz, ama bu mübarek farklı
ne yapıyor? Gidiyor üç gün o zatta misafir olup,
gündüz gece onu izliyor, ama “hah budur” diye-
ceği farklı bir şey bulamıyor. Herşey normal ve
hep orta yollu. Süre tamamlanınca, ey mübarek
diyor, hal böyle böyle, ama ben bir şey tesbit ede-
medim. Biliyorsan, söyle nedir bu? Diyor ki, “be-
nim kalbimde inananlara karşı ğıll yoktur”.
Elhamdülillah, bu yüzden müjdeyi hak ediyor!
Ğıll’le cennete gidilmez!
232
YILMAZ DÜNDAR

Bir diğer duamız: Rabbena la tuzığ kulube-


na ba’de iz hedeytena ve heb lenâ min ledün-
KE Rahmeh. İnneKE entel Vehhab. Bunu bize
Âl-u İmrân Sûresi 8. Ayette Rabbimiz öğretiyor.
Diyoruz ki, Rabbimiz gerçeğe erdirdikten sonra
kalbimizi o gerçekten saptırma, ne olur bize İN-
Dinden rahmet bağışla, kesinlikle sen Vehhab’sın!
Evet, korkuyor ve sığınıyoruz.
Kalbi tanımaya, kalble ilgili özellikleri ayetler-
le tanımaya devam ediyoruz. Yani kalbi ayetler-
den tanımaya anlamaya çalışıyoruz.
Mu’min Sûresi 18. Ayet: “Yaklaşan ölüm
günü ile onları uyar. O vakit gamla dolu ola-
rak kalbler hançerelerin yanındadır. Zalimle-
rin ne bir dostu ve ne de itaat edilir bir şefa-
atçısı vardır”.
Ayet, Rasulullah’a ölüm günüyle uyarılmamızı
söylüyor ve böylece hem gelen hadis bilgileriy-
le, hem de elimizdeki Kur’anı okuyarak uyarılı-
yoruz. “O an”ın zorluğu… Öyle bir hal ve öyle
bir korku var ki o an! Normal yaşantıda bir şey
olur da kişi çok korkar; “yüreğim ağzıma geldi,
neredeyse yüreğim ağzıma gelecek” der, onun
gibi ama… Bir kere, ölüm anıyla başlayan ahi-
rete ait şeyleri dünyadaki hislerinizle hiç kıyas-
lamayın. İyisi çok yüksek derecede iyi, zoru çok
yüksek derecede daha zor! Mesela, o ana ait ol-
duğu söylenen bir ferahlık varsa, dünyada öyle
bir ferahlığı hiç tatmamışsınızdır, o kadar yük-
sek! Bir korkudan bahsediliyor diyelim, dünyada
“hiç” öyle bir korku tanımamışsınızdır. Hislerin
frekansı “o an”dan itibaren o kadar yükselir!
233
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

Dünyaya ait vehimsel şartlar zayıfladıkça şartlar


değişir.
Ve kalbin ayette anlatılan bir başka özelliği;
demek ki hançerelere yakın hissedilecek! Yani
kalıbın ölüm emriyle öyle bir titreyecek ki, kay-
dın öyle bir titreyecek ki ölüm emriyle… O emri
ileride belki detaylı ele alırız; “emir nasıldır, Az-
rail nasıldır, ölüm anındaki mekanizma ve me-
lekler nasıldır?” inşaAllah bunları Kur’an’dan
dinleriz. Bu olayları Kur’an anlatır, Kur’an’ı yine
Kur’an’dan dinleriz inşaAllah. Evet, ölüm emriyle
kalıp öyle titrer ki, kalıbın bu titremesi, kalıbın
bu korkusu onun vehimsel irtibatı olan kalbi ye-
rinden söker! Ve işte o hal, o an korkuya ait ne
kadar hormon, enzim sistemi varsa onları mak-
simum devreye sokar ve kıpırdayamayan çaresiz
olan o kişi büyük bir korku yaşar. İşte o anda za-
limlerin hiçbir yardımcısı bulunmaz. “Zalimler”
deyince insanların birbirlerine yaptıkları zalimlik
zannedilmesin. Böyle değil! Artık çok iyi biliyo-
ruz ki; zalim, Allah’a karşı zalim olandır. Zalimle-
rin, doğruyu gizleyip Allah’a karşı iddiada bulu-
nanların “o an”da ne bir dostu ne de sözüne iti-
bar edilir bir referansçısı, bir şefaatçısı bulunur.
Onlara bakılmaz! Peki, o anda mümin ne yapar?
O korku müminde de var çünkü! Peki, mümin
ne yapar?
Müthiş bir şey bu, dikkat edin! Ayette “gam-
la dolu kalbler” tüm insanlar için anlatılıyor, sa-
dece kâfirler için değil! İkinci cümlede “zalimle-
rin bir dostu ve yardımcısı yoktur” deniyor, ama
“korku sadece zalimler içindir” demiyor. Peki, o
234
YILMAZ DÜNDAR

zaman müminin farkı ne? Düşünün, öyle bir


korku ki, hiçbir desteği yok! Yaslanacağı hiçbir
yer olmayan bir korku… Allah muhafaza eylesin,
hafizenallah. Müminin o anki en büyük desteği
ümit! Ümit! Havf ve Reca! Sadr nurunu anlatır-
ken, “sadr neyle ve nasıl çalışır?” dedik ve sadrın
İslam nuruyla çalıştığını, onu çalıştıran şeyin de
korku ve ümit sistemi; havf ve reca olduğunu
ifade ettik, tekrar bakabilirsiniz. İşte o anı yaşa-
yan imanlıda Allah’tan ümit oluşacak. O kor-
kuya eş bir ümit! Ve o ümit o korkuyu öyle bir
dengeler ki; korku kadar yüksek bir ümit!
Bakın bir hadis: Hazreti Enes radıyallahu anh
anlatıyor. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem
ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti,
hemen sordu; kendini nasıl buluyorsun? Ya
Rasulallah Allah’tan ümidim var ancak günah-
larımdan korkuyorum diye cevap verdi. Rasulul-
lah sallallahu aleyhi vesellem de şu açıklamayı
yaptılar: “Bu durumda olan bir kulun kalbin-
de ümit ve korku birleşti mi, Allah o kulun
ümit ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu
şeyden onu emin kılar!” Hadisle bize kalbin
bir özelliği öğretiliyor ve mümin kula Allah’ın
bir hediyesi müjdeleniyor: Bu durumda olan bir
kulun kalbinde ümit ve korku birleşti mi, Allah o
kulun ümit ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu
şeyden onu emin kılar!
Diğer bir kalbî özellik: Kalbler imana açılma-
mak üzere sonlandırılabilir. Allah, bir daha ima-
na açılmamak üzere kalbi mühürleyebilir, son-
landırabilir.
235
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

Casiye Sûresi 23. Ayet’te bu anlatılıyor: “He-


vasını ilah edinen, Allah’ın onu bu ilmi doğ-
rultusunda saptırdığı, sem’i; işitmesi ve kalbi
üzerine sonlandıran, basarı; görmesi, idrakı
üzerine perde koyduğu kimseyi gördün mü?
Allah’ın bu uygulamasından sonra ona kim
hidayet edebilir ki! Hala tezekkür etmiyor
musunuz?” Ayette “hevasını ilah edinen” geçi-
yor. Hevasını ilah edinenle ilgili birçok açıklama
vardır, o açıklamaların hepsi doğrudur, hepsi
“bir ana başlık” altındadır. Hevasını ilah edinen-
le ilgili ne tür açıklama varsa hepsi doğrudur,
ama onun bir ana başlığı vardır; tanrılık iddiasın-
da bulunmak! Kişi tanrılık iddiasında bulunursa
hevasını ilah edinmiştir ve bu haliyle o konuda
açıklanan ne varsa onların hepsini yapar. Bunun
kaynağının kendisini ilah ilan etmesi olduğunu
Enbiya Sûresi 29’dan öğrenmiştik. Bu ayette ve
Bakara Sûresi 7, En’am Sûresi 46 ve Şura Sûresi
24. ayetlerde de aynı mana geçmektedir; Allah’ın
imana açılmamak üzere kalbi sonlandırması;
mühürlemesi; kalıbı kapatması, kalıbın kapısı-
nı imana kapatması! Bu ayetlerde hatemallâhu
alâ kulûbihim geçer. Hatem Allâhu; sonlandırır
Allah. Ayetlerdeki tabir böyledir; “hatemallâhu
alâ kulûbihim”.
Bir başka kalb özelliği; Allah’ın kalbleri dam-
galaması, tab’ etmesidir. Ayette, “Allah kalble-
ri damgalar, tab’ eder” der. Damgalamak, bir
nevi işaretlemektir; işaret koyar. Bu işaretlendi,
buna dikkat edilecek, bu işaretli, o tab’ edildi. Bu
ayetlerde geçen tabir ise “tab’Allahu”dur. Diğeri
236
YILMAZ DÜNDAR

hatemallâhu alâ kulûbihim idi, bu tab’allâhu alâ


kulûbihim’dir. Meallerde ikisine de “mühürleme”
yazıldığından, karıştırılmaması için söylüyorum.
“Hatem Allâhu”; bir daha açılmamak üzere kal-
bin imana kapatılmasıdır, öyle sonlandırılması-
dır, bu halle sonlandırmaktır, Allah muhafaza
etsin. Tab’ Allâhu ise; damgalamak, işaretle-
mektir.
Muhammed Sûresi 16. Ayet: “Onlardan kimi
de gelip seni dinler. Nihayet senin yanından
çıktıklarında, kendilerine ilim verilmiş olan-
lara, dediler ki; “az önce ne dedi?” işte bunlar,
Allah’ın kalblerini tab’ ettiği, damgaladığı,
hevalarına tabi olmuş kimselerdir”.
O dönemde bazı kimseler var, bir şey anla-
sa da anlamasa da, Rasulullah sallallahu aleyhi
vesellem’in yanından çıktığı zaman, kendisine
ilim verilenlere küçümser tarzda “az önce ne
dedi?” diyor. Kimlere söylüyor? Kendisine ilim
verilenlere! Yani “siz inandınız, Ona tâbisiniz,
böyle peşindesiniz de “ne anlattı ki!” derler! Al-
lah “onlar böyle diyorlar” buyuruyor ve onların
kalblerini işaretlediğini, tab’ ettiğini, söylüyor.
Bu, “yine de bir şansı olabilir” demektir! Çünkü
Hatem Allâhu değil Tab’ Allâhu. İleride, davra-
nışlarına göre, bir şansı olabilir.
Kendilerine ilim verilenler kimlerdir? Daha
önce bunların kimler olduğunu söyledik! “Ken-
disine ilim verilen” sınıfında olmak çok önemli,
dikkat edelim lütfen. “İlim verilenler” tabiri ayet-
lerde çok geçer. Kendisine ilim verilen olmak
Billahi anlamında imanını açıklamış olmaktan
237
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

başlar! Billahi anlamında imanını açıklamış biri-


si kendisine ilim verilenler sınıfına girer. Çünkü
ona o ilim verilmemiş olsa o imanı açıklayamaz!
Kişi zaten, o ilmi ve o ilme uygun ameli ilerlettiği
kadar o yolda ilerleyebilir. Ama sınıfı kendilerine
ilim verilenlerdir. Burdan şunu çıkarıyoruz, ayet
diyor ki; hevasına tabi olanlar yani inanmayanlar
o meclisten çıktıkları zaman, Billahi anlamında
iman etmiş olanlara, Amentü Billahi demiş olan-
lara “az önce ne söyledi ki!” derler. İşte onların
kalblerini Allah tab’ etmiştir. Onlar hevalarına
tabi olan kimselerdir. “Tab’ etme”tabiri bu ayet
yanı sıra; Nisa Sûresi 155, Araf Sûresi 100, 101,
Tevbe Sûresi 87, 93, Yunus Sûresi 74, Nahl Sûresi
108, Rum Sûresi 59, Mu’min Sûresi 35, Münafi-
kun Sûresi 3. Ayetlerde de geçmektedir.
Kalbin Kur’an’dan öğrendiğimiz bir diğer
hali; kalblerde kilit olabilir. Muhammed Sûresi
24. Ayet: “Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı,
derinlemesine düşünmüyorlar mı? Yoksa
kalbler üzerinde kilitleri mi var?” Bu mana
“ala kulubin akfalüha” olarak ifade edilmek-
tedir. “Onların anlamalarını, bu işi yapmalarını
engelleyecek kilit mi var kalblerinde?” Demek ki
kalblerde böyle bir kilit olması da mümkün ki,
ayetlerde bu haber veriliyor.
Allah kalblere perde de koyabilir. En’am
Sûresi 25. Ayet: “Onlardan seni dinleyenler
vardır. Fakat biz onu anlamalarına engel ola-
rak kalblerinin üzerine perdeler, kulaklarının
içine de ağırlık koyduk. Her ayeti görseler yine
onlara iman etmezler. Hatta sana geldikle-
238
YILMAZ DÜNDAR

rinde seninle tartışırlar da kâfir olanlar şöyle


derler; bu, öncekilerin masallarından başka
bir şey değil.” Burada bahsedilen perde ayette
“ekinne” olarak geçer. Kalblerde “ekine”ler, per-
deler olması İsra Sûresi 46. Ayette ve Kehf Sûresi
57. Ayette de vardır. Bu “Ve cealnâ alâ kulûbihim
ekinneten” ifadesiyle anlatılır ve kalbdeki perde-
ler “ekinne” kelimesiyle bildirilir.
Şimdi Haşr Sûresi 14. Ayetle kalbin bir baş-
ka özelliğini öğreniyoruz. Günlük yaşantıda
dikkatimizi çekecek çok önemli bir özellik! İyi
dikkat edilirse bunu birçok alanda görebiliriz.
Billahi anlamında imanı olmayan kalbler cema-
at olamazlar! Kalblerin eğer Billahi anlamında,
Amentü Billahi gerçeğine dayalı bir imanı yoksa
onlar cemaat olamazlar. Bunu bize Haşr Sûresi
14. Ayet öğretiyor: “Onlar size toplu halde
ancak tahkim edilmiş karyelerde yahut du-
varların arkasından savaşırlar. Onların kendi
aralarındaki be’sleri şiddetlidir. Kalbleri ayrı
ayrı olduğu halde toplu sanırsın. Bu onların
akletmeyen bir kavim olmalarındandır”. On-
lar seninle savaşırlar, mücadele ederler. Onların
bulunduğu şehirler çok iyi kalelerle veya dona-
nımlarla çevrili olsa bile, seninle yüksek ve kuv-
vetli duvarlar arkasından savaşıyor olsalar bile
onların be’sleri şiddetlidir. Yani sen onları toplu
görürsün ama onların aralarındaki tanrısal çı-
kar kavgaları ve çekişmeleri çok kuvvetlidir. Bu
yüzden, sen onları toplu görsen de, aslında on-
lar kendi aralarında kavgadadırlar, onlar cemaat
olamazlar, bir bütün olamazlar. Kalbin bu özelli-
ği ayette “kulûbühüm şetta” diye geçmektedir.
239
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

Diğer bir özellik: Kalb paslanır, Allah yok-


muş gibi olan davranışlar kalbi paslandırır. Bu
ayet aynı zamanda günlük yaşantımız için bize
bir uyarıdır! Mutaffifîn Sûresi 14: “Hayır! Bilakis
kazanmakta oldukları, onların kalblerinin
üzerini bir pas gibi örtmüştür”. Ayette “râne
‘alâ kulubihim” geçer. “Rane” kalbi paslandıran,
kalbde pas yapan, üstünü kılıf gibi örten! Ayet
nasıl tarif ediyor? Kazandıkları; yani yaşarken
Allah yokmuş gibi yaptığı davranış kişide kalbe
pas üretiyor. Bakın bir hadisten bu hali daha iyi
kavrayacağız.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyu-
ruyor ki: “Günah ilk defa yapıldığında kalbde
bir siyah nokta yani kara bir leke olur. Eğer
günah sahibi pişman olur, tövbe ve istiğfar
ederse kalb yine parlar. Tövbe etmez de gü-
nah tekrarlanırsa o leke de artar. Arta arta
bir dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün
kalbi kaplar ki Mutaffifîn Sûresi’ndeki “râne”
de budur”.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir
başka hadisinde buyurur: “Şeytan ağzını
Âdemoğlunun kalbine koymuştur! O Allah’ı
zikrettikçe şeytan çekilir. Gaflete düşüp zikri
bırakırsa kalbini yutar!”. Allah’ı zikirden, yani
zikrullahdan gaflete düşmek; özellikle, Allah
yokmuş gibi yaşamaktır, özellikle budur! Allah
yokmuş gibi yaşamak; Allah’ı zikirden, Allah’ı
hatırlamaktan uzak kalmaktır. Allah yokmuş
gibi yaşamak Allah zikrinden gaflete düşmek
demektir! Hele de, sanki Allah VahidülEhadüs-
240
YILMAZ DÜNDAR

Samed değilmiş gibi inanıp yaşamak gafletin


yükseğidir. Kişi çeşitli şeyler söylese de bu du-
rum gaflet kapsamına girer. Dolayısıyla Allah’ı
anmak; Allah yokmuş gibi olan davranışlardan
kaçınmak demektir, özellikle budur!
Birde Kalb-i Selîm vardır. Dünyada Allah’a
Kalb-i Selîm ile yönelmek, ahirette selîm kalb
ile Ba’s Günü’ne gitmek bizlere nasib olur inşaAl-
lah. Şura Sûresi’nin aşağıdaki ayetleri bize Kalb-i
Selîm i öğretiyor: Dünyada Allah’a kalb-i selîmle
yönelmek, ahirette, ba’s sürecinde Kalb-i Selîm
olmak; Allah’a ba’s olurken Kalb-i Selîm ile gide-
bilmek!
Şura Sûresi 88, 89: “O süreçte zenginlik
de fayda vermez, oğullar da! Sadece Allah’a
Kalb-i Selîm ile gelmiş kimse müstesna!”.
Kur’an’da kalb-i selîm’e rastladığımızda ne
anlamalıyız, Kalb-i Selîm’i şimdi birkaç cümleyle
ele alalım. Allah’a karşı asi olan, haddi aşan, Ben
Varım ve Muhtarım iddiası ve yaşantısında ola-
nın kalbi Kur’an’da hasta, marazlı olarak tarif
edilir. Bunları ayetleriyle inceledik. Ayetlerde bu
durum “fiy kulubihim maradun” diye geçer. Bu
tabirin geçtiği sûre ve ayet numaraları şunlar-
dır: 2/10, 5/52, 8/49, 9/125, 22/53, 24/50, 33/12,
33/32, 34/23, 47/20, 47/29, 74/31.
Bu ayetler Şura Sûresi 89. Ayette geçen selîm
kalbin zıddı olan hastalıklı kalbten, marazlı kalb-
den bahseder. Hastalıklı kalbin karşıtı sağlıklı
kalbdir; maraz olmayan kalbdir ki, Kur’an ona
Kalb-i Selîm der. Ayetlerin “kalbinde maraz olan,
241
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

hastalık olan” diye bahsettiği kalblerin karşı-


tı hastalık olmayan kalbtir, hastalıklı olmayan
kalbtir! O kalb “kalb-i selîm” olarak anlatılır.
Selîm oluş sağlam kalbin özelliğidir, kalbin şirk-
ten temizlenmiş olmasının adıdır. Kalb-i Selîm
şirkten temizlenmiş kalb demektir.
Saffat Sûresi 84. Ayet Hazreti İbrahim
aleyhisselam’dan; “Rabbine Kalb-i Selîm ile yö-
nelmişti” diye bahseder. Demek ki Şura Sûresi
89. Ayet; ba’s sürecinde Kalb-i Selîm ile gelenle-
rin kazanacağını, Saffat Sûresi 84. ayet ise; dün-
yada da Kalb-i Selîm ile yönelebilmenin müm-
kün olduğunu ve aslında böyle olması gerekti-
ğini öğretiyor.
Bir de kalbin münîb olması vardır. Peki, ne-
dir? Kalbin münîb olması; dünyaya gelen bu
“Tanrılık İddiası Formatı”ndan Allah’a dönen
kalb demektir! Onu görüp Allah’a dönen, o for-
mata kapılmayan, o formatın ona cazip gelme-
diği kalb! O kalb onu görünce dönüyor; Allah’a!
“Kalb-i münib” tabiri Kaf Sûresi 33. Ayette
tanımlanır: “Gaybı olarak Rahman’dan haş-
yet eden ve Allah’a dönen; kalb-i münib ile
gelen kimse için...”. Kaf Sûresi, buraya kadar bir
dizi ayetle muttakilerden bahs eder; “muttaki-
lere cennet yaklaştırılmıştır, zaten uzak değildi”
der. Bu ayette muttakilerin bir özelliğini de söy-
ler: “Onlar gaybları olarak Rahman’dan haşyet
etmişlerdir ve onlar kalbi münib sahibidirler”.
Onlar dünyada tanrılık iddiası olan yaşantıdan,
yaşantılarından yüz çevirdiler, Allah’a döndüler,
kalblerini Allah’a döndürdüler.
242
YILMAZ DÜNDAR

Bu bakımdan uyarıcı bir hadiste kalb-i münib:


“Sahip olduklarının en faziletlisi; Allah’ı zik-
reden dil, şükreden kalb, imanında yardımcı
olan eştir”. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem
senin için dünyada “en faziletli olan üç şey”i sayı-
yor: Allah’ı zikreden dil, şükreden kalb, imanında
yardımcı olan eş! Şükreden kalb nedir? O kalb
Kalb-i Selîm dir, yani Kalb-i Münibdir. Yani has-
ta değildir, hastalıkları görüp hastalıktan dön-
müştür. Nereye? Allah’a!
Şu fark etmemiz gereken çok önemli bir şey:
Bir kul için dünya hayatı sürecindeki Billahi an-
lamındaki imanı, yani hastalıksız kalbi, yani kalbi
selîmi sonsuz hayat süreci içerisinde tesiri kav-
ranamayacak kadar önemlidir. Dünya yaşantısı
içerisinde bir kulun Amentü Billahi anlamında
iman etmesi ve bunu açıklaması ve ona uygun
ameller koymaya çalışması kavrayamayacağı-
mız kadar önemlidir! Bu yüzden, onun duası çok
önemlidir, hazinedir o! Dünyadan ayrılmış olan-
lar, Rasul ve Nebiler dâhil, bu dünyada yaşayan
imanlı kalbden dua isterler! Çünkü şans ondadır
ve o şans ancak dünyadayken vardır. Dikkat eder-
seniz, dünya süreci iman gerektiriyor; bu süreçte
ahirete iman gerektiren bir durum var. Neden
iman gerekiyor? Çünkü ölüm anından itibaren
başlayan süreç, yani ölüm sonrası size hiç somut
değildir. Bilen de onu size somut anlatmaz! Ne-
den? Anlatırsa imanın bozulur! Eğer Bilen sana
kabir hayatını, cenneti cehennemi gösterirse,
neye iman edeceksin? O zaman imanın önemi
kalmaz. Çünkü önemli olan iman, seni değerli
243
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

yapan iman, seni müthiş yapan iman! İşte bu


yüzden o haldeki kişinin duasına herkes ihtiyaç
duyar. Bu nedenle tüm nebi ve rasullere salâvat
okursun. Hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi ve-
sellem buyuruyor ki; “ve sen oraya gittiğin za-
man da hepsi sana yardımcı olur”. Çünkü sen
o imanlı ağzınla onlara dua ettin, sende o şans
varken nebi ve rasullerin hepsine dua okudun,
şimdi de sen artık zor bir yere gittin ya, orada
hepsi sana yardımcı olur. Çünkü hazine sendey-
ken onlar için kullandın! Bu şansı kaçırmamak
lazım, ahirete intikal etmiş kişiler için bu şansı
kaçırmamak lazım! Bu yüzden hayrlı evlad an-
nesine babasına dua edendir. Yani hazine elin-
deyken annesine babasına o imanlı ağızdan dua
edendir. Hatta ölmüş olmaları da şart değildir.
İnsanların yaşarken birbirine duaları önemlidir.
Bakın Furkan Sûresi 77. ayet: “De ki, eğer
duanız olmasa Rabbim size önem vermez”.
Ayetten anlıyoruz ki; kulu önemli yapan şey
dua. Ve dua için önemli bir şey: Duayı yükselten
önemli unsurlardan birisi günahsız ağızdır, gü-
nahsız ağızla yapılan dua çok makbuldür. Dün-
yaya “A” Takdimi “BEN” formatıyla gel, sonra da
günahsız ağızla dua yap, olacak iş mi? Doğru!
Ama ağızlarımız birbirimiz için günahsızdır ve
bu çok önemli bir şanstır! Benim ağzım, idra-
kım senin şirkini yüklenmez; benim ağzım ve
idrakım senin şirkin için günahsızdır. Bu yüzden
benim duam senin için, senin duan benim için
çok önemli! Bu manada, en önemli dualardan
birisi birbirimize Allah’ın Selâmı’nı istemektir, biz
244
YILMAZ DÜNDAR

bu yüzden selamlaşırız! Haber vermek falan için


değil, dualaşıyoruz. Selâm esmasının sana ulaş-
ması için dua ediyor, diyorsun ki; “Allah’ın Selâm
esması seni kaplasın kardeşim”. O da; “seni de
kaplasın kardeşim” der. Ne kadar güzel bir şey
değil mi? İkisi de birbiri için günahsız ağızlar! Ve
o günahsız ağızlarla selamlaşırlar. Allah’ın selâm
esması sana ulaştı mı ne olur? Onu nasıl anlata-
biliriz ki…
Kalble ilgili bir başka özellik şudur ki: Allah
kalbdekileri bilendir.
Nisa Sûresi 63. Ayet: “İşte onlar Allah’ın
kalblerindekini bildiği kişilerdir”.
Ahzab Sûresi 51. Ayet: “Allah kalblerinizde
olanı bilir. Allah Aliymen Haliym’dir”.
Bu iki ayet bir özellik açıklıyor; kalbdekileri,
oradakileri Allah bilir! Gayet de doğaldır, Sahibi
çünkü! “Ya’lemü ma fiy kulûbiküm”.
Bir de “Allah’ın kalbine iman yazdıkları,”
kalbine iman yazılanlar vardır. Ayette diyor ki;
“Allah onların kalbine iman yazmıştır”. Amin…
Ne güzel bir şey, değil mi? Bunu Mücadele Sûresi
22. Ayet öğretiyor. Bazı ayetler bizim için testtir,
hayatta kendimize test yapabileceğimiz ipuçla-
rını verir. Bu ayet de öyledir. “Amentü Billahi” de-
dim, “Billahi anlamında imanlıyım, bunu deklare
ettim” dediniz ve merak ettiniz; ama ben öyle mi
amel ediyorum, o sınıfta mıyım? Bunu anlayabil-
memiz için ayetlerde ipuçları vardır. Bazı ayetler;
“Billahi anlamında iman edenler şöyle yaparlar,
şöyle yapmazlar” der. Siz işte oralardan bakıp,
245
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

rahatlıkla görebilirsiniz; ben öyle dedim, diyo-


rum ama orada söylenen gibi miyim, değil mi-
yim? Eğer “değilim” diyorsak bu ayet bizim için
bir ipucudur, o ipuçlarından birisi de bu ayettir!
Ona göre dikkat edelim. Kalbe iman yazılması
ayette “ketebe fiy kulûbihimül îmâne” şeklinde
geçmektedir.
Mücade Sûresi 22: “Allah’a ve ahiret günü-
ne Billahi anlamında iman eden bir toplumu,
Allah ve Onun Rasulü ile zıtlaşanlarla sevişi-
yorlar bulamazsın. Bizim için çok önemli bir
hal bu! Velev ki bunlar onların babaları yahut
oğulları yahut kardeşleri veya akrabaları ol-
salar bile! İşte bunlar, Allah’ın kalblerinin içi-
ne iman yazdığı ve katından bir ruh ile onları
teyit ettikleridir. Ve onları içinde ebedi kalı-
cılar olmak üzere altlarından nehirler akan
cennetlere dâhil eder. İşte bunlar “Allah’ın
tarafında” olanlardır. Dikkat edin, muhak-
kak ki Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir”. İşte Mücadele Sûresi
22. Ayet böyle. Lütfen bunu inceleyelim ve amel
olarak ona uymaya gayret edelim! Rabbim
cümlemizi kalbimize imanı yazdıklarından eyle-
sin inşaAllah.
Şimdi kalble ilgili bir parantez açıp, sonra da
“sadr” ve “İnşirah” ile devam edeceğiz inşaAllah.
Abdülkerim el-Cîlî kaddesallahu sırrahu
Hazretleri’nin İnsan-ı Kamil’inden bir kudsi
hadis, hadisi kudsi: “Beni ne yerim aldı ne de
semam. Mümin kulumun kalbi beni “aldı”.
Kalb olmaya sebep olan nazar noktasının, bura-
246
YILMAZ DÜNDAR

nın nurunun bütün kalbi kaplaması “alış olarak


söylenmiştir “alış” budur. Böylece kalb; halka
ait müşahede yeri iken, Hakk’a ait olur. Kalbde
bir nokta olarak, bir nazar noktası olarak du-
ran Kalb Nuru’nun kalbin tamamını kaplaması,
“kalbin alışı” demektir. Bu, özellikle üç şekilde
olur.
Birisi ilmî alışdır. İlmi alış kalbdeki bu nazar
noktasının sağladığı imkânla kulda oluşan ilmin
kalbı kaplamasıdır; ilmin oluşturduğu idrakın
kalıbı, kalbı kaplamasıdır. Buna ilmel yakin de-
riz. Bunun yaşantısı da fiillerin tecellisi diye ta-
rif edeceğimiz bir halin içine girer.
Diğeri müşahede alışıdır. Burada, nurun fu-
adda hâkim kıldığı isim kalbde açılır, böylece
kulda da yaşantısı görülür. Nurun fuadda hâkim
kıldığı esma, ona doğru emir bekleyen kalb yü-
züne o ismi yansıtır. Böylece o isim kalbı kaplar.
Ve kul, kalbı kaplayan o esmanın tesirinde kalır,
onun yaşantısına girer, onun halini yaşar. Bu da
karşımıza aynel yakin ve hakkal yakin diye çı-
kar. Bilenler bunu “isimlerin tecellisi, sıfatların
tecellisi” diye tanımlar.
Bir diğer alış hilafeti alıştır, hilafet manasını
alıştır. Hilafeti alışın özeliği şudur ki, burada fuad
ve kalb çalışması yoktur, artık onlar devrede ol-
maz. Çünkü bu; nurun tam kaplaması olup isim
ve sıfatların hepsinin tahakkuk etmesidir, isim
ve sıfatların tamamı kayıtsız tahakkuk eder, bir
kayıt altında olmaksızın tahakkuk eder. Çünkü
kayıt fuad ve kalble ilgiliydi! Kalbi öyle tarif et-
miştik, hatırlayın; kaydın kalıbıydı o! Kalıp kal-
247
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012

madı kayıt da kalmadı! Artık o kişi kalbın yaptığı


izde, kalbın oluşturduğu izde ama içi boş, kay-
dı yok! Var olan nedir bu durumda? Tamamen
Nur! Her tarafı nazar noktası! Her tarafı kalb
nuru! Dolayısıyla orada isimlerin tamamı, sıfat-
ların tamamı, hepsi tahakkuk eder. Buna vusat-ı
istila; tam alış denir.
Ancak bunlara rağmen, bütün bunlar dahi
kul için “sübhanallah” kapsamındadır! Bunlara
bile bakarken kul sübhanallah diyecektir. Çün-
kü Allah vusat-ı istila’dan, tam alıştan bile
münezzehtir.
Şimdi Sübhanallah ile ilgili olarak, inşaAllah
ileride genişleteceğimiz bir iki cümleyi, paylaşalım.
“Allah kalbdekileri bilir”i ayetlerle görmüş-
tük. Şimdi sübhanallah’ı ileri götürmek için
söyleyelim; Allah Aliymün bi zatis’sudur’dur; sa-
dırlarda olanı da bilir. Bakın bir insanı düşünün.
İnsan kalbindekini bilemeyebilir, kalbini bileme-
yebilir ama sadrını bilir. İçinden geçenleri bilmez
mi insan? Demek ki insan da kendisi için “aliy-
mün bi zatis sudur”dur. Kendisi için! Bir başkası
için değil, kendisi için! “O biliş nasıl bir şeydir?” o
ayrı. Bu anlatacaklarımı da, şimdi İnsan-30 Plat-
formunda değil, İnsan-29 Platformunda cümle-
ler kurarak söylüyorum. Evet, insan kendisi için
“aliymün bi zatis sudur”dur. Oysa Allah hem
sizin için hem de tüm yarattıkları için “aliymün
bi zatis sudur”dur ve hiçbirini birbiriyle karıştır-
maz! “Ef’al Âlemi’ndeki her şey için aliymün bi
zatis sudurdur ve onları birbiriyle karıştırmaz.
İnsan bunu idrak edebiliyor mu?
248
YILMAZ DÜNDAR

Ef’al Âlemi’ni, yaratılmış âlemi düşünün, Al-


lah onların her biri için, her birini ayrı ayrı bilen
ve hiçbirini birbiriyle karıştırmayandır! Böyle bir
Ef’al Âlemi’ni bile kavrayamıyoruz, aslında, bir
hayal olduğu halde! Bu alem, bu varlık bir hayal,
bu bir yansıma, bir yansımanın özelliği, ama biz
onu Allah’ın özelliği gibi düşünüp sınırlıyoruz!
Oysa o bir yansımanın özelliği, bir hayal! Ef’al
Âlemi yok! “Yok”u bile kavrayamazken Allah’ı
kavramak mümkün değil. Hal böyle olduğu için
sübhanallah diyorsun! Yani, Allah bundan da
münezzeh, böyle de değil! Ne sanıyor, ne düşü-
nüyorsam, ne kadar ileri bilirsem öyle de değilsin;
SübhanAllah! Az önce saydığımız tüm alışların,
mertebelerin hepsi Sübhanallah kapsamında
olduğu için, bu yüzden “Allah’ı tam manasıy-
la anlamak ve kavramak mümkün olamaz
idrakı”nın kalbde yaşanması belki de ulaşılacak
gerçek alıştır! Burası anlaşıldı mı inşaAllah?
Yukarıda çok zor mertebelerden bahsettik,
Allah Sübhanallahtır, Allah o mertebelerden de
münezzehtir. Bu yüzden sübhanallah, ağırlığı
çok yüksek bir sesleniştir, çok yüksek bir kur-
tuluş reçetesidir; sözde, idrakta ve yaşantıda!
Ahiret için çok yüksek bir azıktır! Ayette Allah
buyuruyor ki; “sizin için en hayrlı azık ahire-
te hazırladığınız azıktır”. En hayrlı azık ahi-
retse ve diğeri de yani dünya da çöp olacaksa
ki; “hepsi çöp olacak, görmüyor musun geçmiş-
te çöp oldu” diyor ayetler, “Sübhanallah” ahiret
için çok değerli bir zikrullahtır. Eğer zamanı ge-
lince kullanabileceğimiz bir Nur Bankası varsa,
Sübhanallah’ın oradaki hesabı çok yüksektir!
249
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

Demek ki; “Allah’ı tam manasıyla anlamak


ve kavramak mümkün olamaz” idrakının kalb-
te yaşanması belki de ulaşılacak gerçek alıştır!
Abdülkerim el-Cîlî Hazretleri İnsanı Kamil’inde
bahsediyor ki; “Allah her şeyi Rasulullah sallalla-
hu aleyhi vesellem Efendimizin nurundan yarattı.
İsrafil aleyhisselamın yaratıldığı yer de, Rasullah
sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin kalb nuru
oldu, Efendimizin kalb nurundan yaratıldı. Bu se-
beple, bir nefeste bütün âlemi öldürdükten sonra
tekrar diriltir. İsrafil aleyhisselam, maddeye bağlı
meleklerin en güçlüsü ve Hakk’a en yakınıdır”.
“Elem neşrah leke sadrak” diyerek İnşirah
Sûresinin ilk ayeti ile başlamıştık. “İnşirah” adı
altında, ayetteki “sadrak” ifadesini, oradaki
“sadr” kelimesini anlamaya gayret ediyoruz.
Ayetin manasını ve bize mesajını anlamak için
“sadr” ifadesiyle kastedileni iyi bilmek gerekiyor.
Neden? Çünkü “sadr” birçok ayette geçiyor ve
sadrı anladığımız zaman o ayetleri anlamak, ilgi-
lerini oluşturmak çok kolaylaşacaktır. Sadr, Kalb,
Fuad, Lüb Organizasyonu dediğimiz bu meka-
nizmayı incelerken de hep yolculuğu Kur’an’da
yapıyoruz, Kur’an’dan ayrılmıyoruz.
Çünkü yöntemimiz Kur’anı yine Kur’an’dan
dinlemek; soruları Kur’an’dan sormak, cevapla-
rını Kur’an’dan almak! Mümkün olduğunca için-
de “bana göre” cümlesinin olmadığı bir anlatım
tarzında olmak! Eğer beşere göre bir şey olacak-
sa, onu da Efendimiz’in hadisleri kapsamında
olacak şekilde anlatmak! Dolayısıyla daima usu-
lümüz; Kur’anı Kur’an’dan öğrenmeye çalışmak!
250
YILMAZ DÜNDAR

Tevbe Sûresi’nin iki ayetinde de konumuzla


ilgili kelimeler geçer; 14. Ayette “sadr”, 15. Ayet-
te “kalb” geçer. Biliyorsunuz, konuyu özellikle
içinde “sadr ve kalb” geçen ayetleri ele alarak in-
celiyoruz, anlatış ve kompozisyonumuzun çatı-
sını özellikle bu ayetler oluşturuyor. Tevbe Sûresi
14 ve 15. ayetlerdeki “sadr ve kalb”in bize anlat-
mak istediği şeyi yakalayabilmek için, burada
bir önceki ve bir sonraki ayetlere de bakmamız
gerekir. Bu yüzden Tevbe Sûresi 13, 14, 15 ve 16.
ayetleri birlikte ele alalım inşaAllah.
Tevbe-13: “Yeminlerini bozmuş, er-Rasul’ü
yurdundan ihraca kastetmiş ve üstelik ilk
kere kendileri size savaşa başlamış bir kavme
karşı savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan
korkuyor musunuz? Eğer müminler iseniz
haşyet duymanız için “ehakk” Allah’tır”.
Tevbe-14: “Mukâtele edin onlarla ki Allah
sizin ellerinizle onları azablandırsın, rezil et-
sin onları, onların aleyhine size nusret versin.
Ve böylece müminler kavminin sadrlarına
şifa versin”.
Tevbe-15: “Kalblerdeki ğayzı gadabı gider-
sin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder.
Allah Aliymun Hakiym’dir”.
Tevbe-16: “Yoksa siz, Allah sizden müca-
hede edenleri, Allah’tan ve Rasulü’nden ve
iman edenlerden başkasını veli edinmeyenle-
ri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı san-
dınız? Allah yapmakta olduğunuz her şey için
Habiyr’dir”.
251
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

Bu dört ayet mealen böyle; o an için, ayet-


lerin geldiği an için meali böyle, zahiren böyle.
“Zahir”i birkaç şekilde ele almak lazım. Zahir ta-
rifini nasıl ele almalıyız, bunu az sonra ele alaca-
ğız, bir yöntem uygulayıp göreceğiz.
Zahiri en azından iki türlü düşünmek lazım.
Birisi; ayetin geldiği zamanki durum: Ayet hangi
ortam için, nasıl bir durumda ve “ne demek” için
geldi? Ancak “zahir”i ele alan kişi, zahire yalnız-
ca böyle bakarsa, böyle değerlendirirse işi orada
bırakır; bir hikâye okumuş gibi düşünüp o işi, o
manayı orada bırakır. Kişinin zahirle ilgili düşü-
neceği diğer hal; zahirin günümüze taşımasıdır.
“Tamam, bu ayetler o günün şartları ve olayları
içerisinde böyle geldi, bunu dedi, ama bugün
bana ne diyor? Zahiren bana şunu diyor!” diye
de bakması lazım. Eğer kişi bu iki zahiri bulup
amele çevirmezse onda “bâtınî mana” açılmaz.
Hem yeri geldiği hem de çok önemli oldu-
ğu için vurgulayarak söyleyelim; bâtınla amel
yapılmaz! Amel zahirle yapılır ve insanı kur-
taracak olan ameldir! İnsanı ahiret hayatında
kurtaracak olan şey amelidir. “Ne düşündün de
cennete gittin?” diye bir şey yok, “ne yaptın da
cennete gittin?” var. Bir şeyi “yanlış düşünerek,
yanlış inanışla” yaparsan zaten yaptıkların boşa
gider, o ayrı iş. Ayetlerden öğreniyoruz ki, yanlış
düşünerek, yanlış düşünceyle yapıyorsan [şirk
koşarsan] amellerin boşa gider. Şirk koştun mu
bitti, o zaten hesaba alınan bir şey değil! Ama
sadece düşünerek, doğru düşünerek cennete
gidilmez. O doğruyu yaparak gidilir, amelle gi-
252
YILMAZ DÜNDAR

dilir, bu yüzden de “Aminû ve amilus salihati”


prensibi önemlidir. İşte onun için bâtınla amel
olmaz! Hele de gözünüzü kapatıp hayal kurarak
bâtın yakalıyorsanız hiç amel olmaz. Onun adı
ham hayaldir. Kişi kendisini ibadette zanneder,
ama öyle bir ibadet yoktur; amel yapamadığınız
bir ibadet yoktur.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin hadi-
si şöyledir: “Her şeyin taşkınlığı olduğu gibi
bilginin de taşkınlığı vardır. Taşkın olan bilgi-
den korununuz”. Bilgi taşkınlığı nedir? Bir kere
seni ikileme düşüren bilgidir, bilginin seni Hakk
Yol’da tereddüde düşürmesidir. Böyle bakıldı-
ğında, az bilgili olup da ikileme düşmeyen kişi
daha şanslıdır! Düşün şimdi: Normal biçimde,
güzel güzel salâtını ikame ediyorken din adına
bir bilgi duydun ve tereddüde düştün: İnsan
salâtını ikame etmeli mi, etmemeli mi? O bilgi
seni tereddüde düşürdü, sende taşkınlık yaptı,
bu bilginin sana ne faydası var? Bu yüzden her
şeyi öğrenmeye çalışmak şeytana kapı açar. Peki,
nasıl bir yolla öğrenmeli?
Dengeleyerek! Bilgin kadar ameli, amelin ka-
dar bilgiyi dengeleyeceksin. Daima, öğrendiğin
bilgiyi bir amelle dengeleyeceksin, onu hayata
geçireceksin. Hayata geçiremediğin bir bilginin
peşine koşarsan ve onu da yığarsan taşkınlık
olur. Zaten hadiste de “bilgi zararlıdır” denmi-
yor, “taşkınlığı zararlıdır”! Amele çeviremediğin
bilgileri yığar da taşkınlık oluşturursan sana
zarar verir. Neden? Fitneye düşürüp amelden
uzaklaştıracağı için. Bu yüzden amel zahirle
yapılır, daima!
253
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

Peki, bâtınla amel olmaz mı? Şöyle olur: Bir


kişi zahirle amel ediyorsa ve amelinde de ihlâsı
yakalamışsa onun daha önce bâtın diye bildi-
ği bilgi onda zahir olur. Dolayısıyla yine zahirle
amel yapar. Bir bâtın bilgi sizde zahir olmadan
onunla amel yapamazsınız. O bâtın bilginin siz-
de zahir olması için, siz o bilgi kulvarının zahi-
rinin ne olduğunu iyi öğrenip amele çevirmeli,
sonra da onun ucundaki bâtının sizde zahir ol-
masını beklemelisiniz. Ki amel yapasınız!
Şimdi bir örnek uygulama yapalım. Bir yöntem
uygulayarak ayetlere [ilk basamak olarak] hem o
gün için hem de anımız için bakmaya çalışalım.
Tevbe Sûresi’nin 13, 14, 15, 16. ayetlerini ele
alıyoruz. Kur’anı Kerim’de Tevbe Sûresi’nin bir
özelliği var; sure Besmele’yle başlamaz! Çünkü
ültimatomdur, ültimatom Besmele’yle baş-
lamaz. Eğer Allah’ın ültimatomu Besmele’yle
başlarsa rahmeti gazabını geçer ve ültimatom
kalkar!
Bu yüzden, eğer bizler çok rahatlıkla, aklımıza
geldikçe Besmele kullanıyor, Besmele söylüyor-
sak bu bizim için nasıl bir lütuftur anlayın; ülti-
matomun dışındasınız! Eğer ültimatom kapsa-
mındaysanız Besmele’yi bile söyleyemezsiniz!
Size Besmele söylettirilmez, ki ültimatom yerine
gelsin!
Tevbe Sûresi birinci ayeti der ki; “bu Allah’tan
ve Rasulü’nden bir ültimatomdur, kendileriyle an-
laşma yaptığınız müşriklere!”. Sure bu ayetle baş-
lar, bu yüzden başına Besmele yazılmaz.
254
YILMAZ DÜNDAR

Şimdi Tevbe Sûresi 13, 14, 15 ve 16. ayetlerin-


den öğrendiğimiz nedir, ona bakalım.
Birincisi şu; onlar yeminlerini bozdular de-
niyor. Mekke müşriklerinden bahsediyor diyor
ki; siz onlarla anlaşma yapmıştınız, ama onlar
anlaşmalarını, yeminlerini bozdular, yaptıkları
anlaşmaya sadık kalmadılar.
İkincisi; ayrıca o Rasulü; er-Rasulü yerinden
yurdundan ihraç ettiler. Efendimiz sallallahu
aleyhi vesellemi Mekke’den çıkarmak için bir
sürü planlar yaptılar, uyguladılar, Efendimiz ni-
hayet Medine’ye hicret etti.
Üçüncüsü; bununla da kalmayıp saldırdılar,
savaştılar. Baktılar Efendimiz Medine’ye yer-
leşti, Medine’ye nifak tohumları ekerek O’nu
Medine’den çıkarmak için çalıştılar.
“Onlar”ın, yani bir savaştaki “karşı taraf”ın
özellikleri diye söylenen işte bunlar: “Onlar ye-
minlerini bozanlardır, onlar er-Rasulü ihraç eden-
ler ve her seferinde ilk saldıranlardır!”. Siz onlar
saldırınca kendinizi savunuyorsunuz. Hep onlar
saldırıyor, savaşı hep onlar çıkarıyor, ilkin onlar
savaş açıyor. Onlara ait üç önemli özellik; yemin-
lerini bozanlar, er-Rasulü ihraç edenler ve her
seferinde ilk saldıranlar!
Oysa bilmedikleri bir şey var! Elbette bilmi-
yorlar; çünkü gafletteler! O bilmedikleri şey ne?
O Enfal Sûresi 33. Ayetle bildiriliyor: “Hâlbuki
sen onların içindeyken Allah onlara azab ver-
mezdi. Ayrıca istiğfar edenler de varken Al-
lah onlara azab verici değildir”. Evet, müşrik
255
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

olmalarına rağmen Efendimiz sallallahu aleyhi


vesellem onların içindeyken ve onların içinde
Hakk’ı fark edip de sığınışta olanlar da varken
onlara azab verilmezdi! Ama bu şanslarını kay-
bettiler! Çünkü Rasulü ihraç ettiler. Ayet soru-
yor, “hal böyleyken onlarla savaşmayacak mısı-
nız?” Savaşmaması gerekenler size savaş açıyor,
sizinle savaşıyorlar, savaşması gerekenler çekin-
genlik gösteriyor! “Durum böyleyken, o halde
onlarla savaşmayacak mısınız, yoksa onlardan
korkuyor musunuz, korktuğunuz için mi savaş-
mıyorsunuz?” Oysa Allah izin vermese onların
size ne bir zararı dokunabilir ne de bir faydaları!
Size bir şey yapamazlar. Siz zaten böyle inanı-
yorsunuz, inananlar olarak bu düşüncede değil
misiniz? Ve eğer siz Allah’ın emrine muhalefet
ederseniz; “savaşın” dediği halde savaşmazsanız,
siz esas o zaman karşılaşacağınız azab ve gazap-
tan korkun! Bundan korkmanız gerekir, o zaman
bundan sizi kim kurtarabilir! Ve ayet hükmedi-
yor; “o halde korkmanız gereken ehakk Allah’tır”.
Korkmanız gereken Allah’tır.
Bu ayetteki “ehakk” kelimesi meallerde
“korkmanıza Allah layıktır, korkmanıza layık
olan Allah’tır” gibi meallendiriliyor. Bu doğru ol-
maz! Çünkü “korkup haşyet duyacağınız ehakk
Allah’tır” ayetine normal hayatta kullanılan dille
baktığınız zaman; buna Allah layıktır manası çı-
kar. Fakat hep diyoruz ki; Allah’la ilgili bir cüm-
le kuruyorsanız İhlâs Sûresi’nin dışına çıkan
bir mana verilemez! “Bunun hayattaki manası
bu”, “Araplar böyle diyor”, “Kelimenin geçmiş-
256
YILMAZ DÜNDAR

teki manası böyle” gibi bakış açıları normal ya-


şantının dili için geçerlidir. Allah derseniz onun
manası o çerçevede olur. Eğer siz “korkmanıza
Allah layıktır” derseniz, Allah’ı insanlarla kıyasla-
mış, insanlarla yan yana koyup kıyaslamış olur-
sunuz. Yanlış! Mana verirken meallendirirken
bunlara çok dikkat etmek lazım ki, zihin yanlışa
düşmesin. Bilmeden bile kıyasa düşse, zihniniz-
de tereddütler oluşur.
Ayet diyor ki; “savaşın, korkmayın savaşın!”
Peki, savaşmanızla oluşacak olan nedir, o zaman
ne olacak? “Savaşın ki Allah sizin ellerinizle
onları azablandırsın!” Bu, özellikle tasavvufla
meşgul olanların çok dikkat etmesi gereken bir
cümledir; Allah sizin ellerinizle onları azablan-
dırsın. Birincisi şu ki; normal hayatta, yani insa-
ni, beşeri alanda insan böyle bir cümle kurmaz.
Ne der? “Onların cezasını ellerinizle verin” der,
normal hayatta cümlenin böyle olması gerekir;
“gidin savaşın ve onların cezasını ellerinizle ve-
rin”. İnsan düşüncesine, insan zihniyetine uygun
cümle budur ve buna kimse de itiraz etmez.
Bize “git yap” dedi, “biz de gittik, elimizle cezasını
verdik” derler. Ama buradaki ifade ve mana öyle
değil. Ayet bir gerçeği içeriyor, bakın:
Birinci basamak zahiri mana; “Allah sizin elle-
rinizle onları azablandırsın! Ellerinizle azablandır-
sın! Siz değil Allah azablandıracak, azablandıran
Allah! Neyle? Sizin ellerinizle! Bu mana zahiren
düşünebileceğimiz ilk basamak. Peki, cümleyi
bâtınen nasıl kurabiliriz?
257
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

Bâtınen ilk basamak mana; “Allah sizin elle-


riniz olarak onları azablandırsın!”. Sizin elleriniz
olarak onları azablandırsın! Ancak yine dikkat
edilmesi gereken bir şey var! Bunu böyle bil-
mek başkadır, bir de iki manayı kıyaslayıp; “bu
öyle değil böyledir” demek başkadır! Bu tuzağa
düşmemek lazım, dikkat edin: Diyelim ki kişi bir
yerde bu ikinci cümleyi, ikinci manayı okudu.
Eğer o zaman; “bunun aslı Allah sizin ellerinizle
onları azablandırsın değilmiş, sizin elleriniz ola-
rak onları azablandırsın demekmiş” derse ken-
dini perdeler. Çünkü ikisi de doğru! Bir doğruyu
öğrenirken diğer doğrudan perdelenirseniz kesret-
te kalırsınız, hep! Tevhid’de ilerlemenin önemli
ipuçlarını veriyoruz, hep yapmaya çalıştığımız
bu! Tevhid yolunda ilerlemenin bir ipucu da;
Hakk yolunda duyduğunuz cümleleri cem et-
mektir! Kaç cümle duymuşsanız!
İnsanlar; “efendim ben şu önemli kişiden
şunu duydum, şu önemli kişiden bunu duy-
dum” diyerek önemli kişileri çarpıştırırlar. Hal-
buki kendilerini, kendi hayatlarını çarpıştırıyor-
lar. Oysa yapmaları gereken elele vermeleri! Ne
güzel; birisi bir önemli kişiden bir şey duymuş,
diğeri de bir şey duymuş! İşte bu iki bilgiyi, iki
cümleyi birleştirip “tek cümle” yapmak gerek!
Hakk yolda duyulanları birleştirip cem ederse-
niz Tevhid’i çabuk yakalarsınız. Eğer beyin böl-
meyi öğrenirse, Tevhid yolunda bile olsa bö-
lücüyse, bölücülükten; kesretten kurtulamaz!
Hakk yolda, birleştirmek insanı Tevhid’e hızlı
götürür. Bu, Hakk yoldaki cümlelerin birleştiril-
mesini de içerir. Dolayısıyla Allah sizin ellerinizle
258
YILMAZ DÜNDAR

onları azablandırsın, Allah sizin elleriniz olarak


onları azablandırsın, Allah onları azablandırsın
diye cümleleri çoğaltabilirsiniz. Bunların hepsi-
ni birleştirdiğinizde bulacağınız mana sizin için
daha yüksek bir manadır. Doğruya bunları eleye-
rek ulaşamazsınız! Peki, eleme yapılmaz mı veya
eleme ne zaman yapılır? Uygulayacağınız zaman
elemelisiniz! Bilgilerinizi amele dönüştürece-
ğiniz için o zaman elemeniz gerekir. Bu eleme;
sırası gelince alıp uygulamak için rafa koymak-
tır. O bilgiler sırası geldiğinde uygulamak üzere
saklamanız için önemlidir.
Allah sizin elleriniz olarak onları azablandırsın
cümlesi kişi için ne zaman zahir olur? Bu cüm-
le ancak nefs-i mutmainneden sonra zahirmiş
gibi söylenebilir. Bize bâtın gelir ama ona zahir-
dir. Onun yaşantısının hali olduğundan, o bu
cümleyi rahatlıkla kurar. Bu yüzden bu cümle de
doğrudur, diğeri de doğrudur. Ama bizim o gü-
nün şartlarını düşünüp buradan çıkarmamız ge-
reken önemli mana; perdelenmememiz gereken
mana, hatta titrememiz gereken mana; “Allah
sizin ellerinizle onları azablandırsın” denmesidir.
Gidin onları cezalandırın denmiyor! Bu önemli.
Böyle olunca ne olur? Böylece; “Allah on-
ların aleyhine size zafer versin”. Buraya bir
cümle koyalım ki; konuyu anlamaya çalışırken
ve tefekkür ederken yanlışa düşmeyi engelle-
sin! Kur’an’da anlatım tarzı muhataba göredir
ve bu Kur’an’da çok önemlidir. Muhatabın yani
hastanın tedavisine yönelik cümle kurulur. Çok
dikkat ediniz; hastanın tedavisine yönelik cüm-
259
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

leye bakılarak doktor değerlendirilmez! Öyle


yaparsanız yanlış yaparsınız. O cümle “sizin için”
öyledir! Bu ayette bu yöntemi nasıl görürüz, ba-
kalım:
Anlatıma bakınca, sanki karşı taraf Allah’ın
kulları değilmiş sanarsınız. Bu anlatım tarzına
bakıp da, sanki müşriklerin müşrik olma emrini
Allah vermemiş gibi düşünürseniz, sanki onların
o savaşma emrini Allah vermemiş sanarsanız ya-
nılırsınız. Eğer kişi kaderi iyi kavramışsa bilir ki;
karşıdakilerin de öyle olmalarının emrini veren
Allah’tır, dileyen Allah’tır, onları “karşı taraf” ya-
pan Allah’tır! Ayet; “Allah onları cezalandırsın”
dediğinde, cezalanacak kişideki Allah hakikatini
de görmek, ötelememek lazım. Ama bu bakış
“genel gerçek” içindir. Siz hem bu genel gerçeği
bilip hem de; “bu cümleler bu gerçeğe uymu-
yor” derseniz yanılırsınız. Ayette cümleler has-
tanın tedavisi için, tedavi cümleleridir ve muha-
taba göredir, doktora göre değildir. Az önce söy-
lediğimiz hakikat doktora göredir. Çünkü karşı
taraf ta, bu taraf ta doktorundur. Ama şimdi,
bu hastanın reçetesinde bu hasta için cümleler
böyledir. İşte bu bakışla deniyor; böyle yaparsa-
nız Allah onların aleyhine size zafer verir.
Böyle savaşırsanız ve Allah onların aleyhine
size zafer verirse ne olur? Bir kere müminlerin
şan ve şerefi yükselir. Çünkü çok ezildiler, hor-
landılar, yerlerinden sürüldüler… İşte böylece
şan ve şerefiniz yükselir. Bu, bugünkü cumhuri-
yet ve demokrasi sistemi içinde, birisine “seçim-
lerde şu kazanacak” demek gibi bir şey, “şan ve
260
YILMAZ DÜNDAR

şerefi yükselirse yönetimi ele alır” gibi bir mana.


“Şan ve şeref” kelimelerinden perdelenmemek
lazım! Bugünün şartlarında iktidar olmak için
nasıl “oy” lazımsa, o günün şartlarında da bunlar
lazım! Başka? Ezilmiş ve acı çekmiş müslümanla-
rın sadrları ferahlar. İnsanî cümleyle söylersek; iç-
lerine su serpilmiş gibi olur. Kur’an buna “şifây-ı
sadr; sadra şifa” diyor. Ve sonuçta Hakk yerini
bulur. Çünkü daha öncekiler haksız uygulama
ve haksız savaşlar! Bu saldırılar ve savaşlar haksız
yere savaşan grubu şımartıyor, haksız yere mağ-
dur olanın da içini eziyor, onun da içini bunaltı-
yor. Bu yüzden bir denge lazım! Nasıl bir denge?
Şımarığın şımarıklığını giderip mağdu-
ru Hakk’a yaklaştıracak bir denge! Şımarığın
da, mağdurun da buluşacağı bu çizgi Hakk
Çizgisi’dir. Burası dinginlik çizgisidir, rahatlık
çizgisidir, orta yol çizgisidir. Buraya gelince şı-
marık da mağdur da rahatlar. Bu çizgi salâttaki
saf gibidir. Orada kişinin rütbesi ne olursa ol-
sun, İmam’ın arkasında yan yana durur. Saftaki
kişi yanına bakıp da; “arkadaş ben müsteşarım,
sen hademesin, yan yana nasıl namaz kılarız?”
demez. İkisi de dingin olur ve mutlu olur; çün-
kü Hakk yerini bulmuştur! Zaten imanlı kişi dış
dünyada bundan öyle rahatsızdır ki, o Hakk
Çizgisi’ne geldiği zaman rahatlar, onunla yan
yana olmaktan rahatlık duyar. Beraber olmak-
tan, bir olmaktan mutlu olur. Bunu en iyi nerede
yaşarsınız? Kâbe’nin etrafında, ihramda yaşarsı-
nız! İnsani rütbelerin kalktığı, yani tanrısal rüt-
belerin kalktığı, Kul Rütbesi’nin hâkim olduğu
alanda yaşarsınız. Böylece, Hakk yerini bulunca,
261
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

bu dinginlikle birlikte galip tarafta da, mağlup


tarafta da gelecek için kin ortadan kalkar. Kin
ortadan kalkınca öfke oluşmaz. Bu sonuç her iki
tarafın da fuadında; değerlendirme merkezin-
de, analiz-sentez merkezinde bu meydana gelir.
Değerlendirme merkezi fuad, kinin oluşmadı-
ğı, öfkenin gazabın kalktığı bir sonuca ulaşır ve
bu bilgiyi kalbe gönderir, oraya bunu kalbeder;
“beyne böyle bilgi ver” der. Böylece onun kal-
bi beyne “kin, öfke” talimatı vermez, beyin de
kan kimyasını, hormon ve enzim sistemlerini bu
yeni gelen emre göre düzenler. Sonuçta ne olur?
Kalblerdeki gadap giderilir! Ayet buna; “yüzhib
ğayza kulubihim”; kalblerdeki gadabın gideril-
mesi diyor. Ve ayette; ”böyle olunca, umulur ki
onlar saldırılarına son verirler” diye bir temen-
ni var.
Ayet; “Allah dilediğinin tövbesini kabul
eder” diyerek devam ediyor. Bu da o anla ilgili
olarak çok önemli, ders alınması gereken bir şey.
Düşünün, karşı taraf saldırmıştı. Ama şimdi işler
düzeldi, tedavi gerçekleşti ve doktor devreye gir-
di. Hastanın ihtiyacı olan cümlelerle onun teda-
visini yaptı, şimdi doktor yeniden devreye girdi;
“tamam tedavi oldun, artık işe hücumla bakma;
Allah dilediğinin tövbesini kabul eder; oradakinin
de tövbesini kabul eder! Bunu bize Tevbe Sûresi
11. Ayet açıklıyor: “Eğer tövbe ederler, salâtı
ikame ederler, zekâtı verirlerse dinde kardeş-
leriniz olurlar. Biz ayetleri bilen kavme açık-
larız”. Bakın, kin gadab kalktı, tövbe kapısı da
herkese açık!
262
YILMAZ DÜNDAR

“Tövbe kapısı hiç kapanmaz” cümlesi çok


doğru değildir. Tövbenin kapısı yoktur ki kapan-
sın! Kapısı yoktur! Kapanmaz demek, kapısı yok
demektir. Kapanmayan bir yere kapı yapar mı-
sın? Hiç kapatmayacaksan oraya niye kapı yapa-
sın ki! “Tövbe kapısı kapanmaz” cümlesi, “tövbe-
nin kapısı yok” manasınadır.
Ankebut Sûresi 2. Ayet: “İnsanlar denenip
ne olduklarının sonucu görülmeden, “iman
ettik” lafıyla kurtulacaklarını mı sandılar?”
Demiştik ya; “ne düşüyordun da cennettesin?”
yok, ancak “ne yaptın da cennettesin?” var!
Efendimiz, sahabelerden birisine buyuruyor
ki, “ne zaman cennette yürüsem senin ayak
izini duyuyorum. Ne yapıyorsun da cennette
önde ayak sesin geliyor?” Bakın “ne düşünü-
yorsun da...” değil, “nasıl inandın da...” değil! Za-
ten inancın düşüncen yanlış olursa bu kulvarda
olamazsın, o ayrı bir iş. Ama seni bu kulvarda tu-
tacak şey amel! Ne yaptın da oradasın? Mübarek
buyuruyor ki; hep dediklerinizi yapıyorum başka
bir şey yapmam. Ancak düşünüyor ve diyor ki; ak-
lıma şöyle bir şey geldi. Her abdest aldığımda, he-
men peşine iki rekât salât ikame ederim, bir bu var.
Dolayısıyla, Ankebut Sûresi 2. Ayet bize; “insan-
lar denenip ne olduklarının sonucu görülmeden,
“iman ettik” lafıyla kurtulacaklarını mı sandılar?”
derken, demek ki “iman ettik” lafı kurtulmak için
yeterli değil diyor! Ayet, imanın amellerle ortaya
konulmuş olması gerektiğini söylüyor, “imanınız
amellerle ortaya konulmadan kurtulamayacaksı-
nız” gerçeğinin altı çiziliyor.
263
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

Ayette denenmek geçer, bu ne demektir, ona


da bakalım. Denenmek fitneye düşürülmek de-
mektir. Kur’an’da “imtihan edilmek, denenmek”
geçtiğinde bu daima fitneye düşürülmek demek-
tir. Fitne ne demektir? Fitne ikilemdir, ikilem de-
mektir. İkilem ise normal yaşantınızın hayatını-
zın, esfele safiliynin içindeki tereddüt ve ikilemler
değil, Hakk ve bâtıl konusunda ikilemdir! Bir fik-
rin, bir davranışın Hakk mı bâtıl mı olduğunda
ikileme düşmektir. İkileme düşünce bâtılın cazip
gelmesi de fitnedir. Peki, denemeye, imtihana
nasıl bakmalıyız? İmtihan, kulun bir konuda ne
yapacağını Allah’ın öğrenmesi değildir. İmtihan
o kulun öğrenmesi içindir; kulun kendisine ken-
disinin şahit olması içindir. Kulun ameline ken-
disinin şahit olmasına imtihan/deneme denir.
Bu konuda da, normal yaşantıdaki, insan yaşan-
tısındaki “deneme ve imtihan” kelimelerine ba-
karak “Allah insanları sınıyor” zannetmek Allah’ı
tanıyamamak demektir. “Deneme”yi ayetlerde
yeri geldikçe tekrar ele alacağız, ama buradaki
deneme; insanın kendisini tanımasının adıdır.
Tevbe Sûresi’nin dört ayetini o ana, o zamana
göre anlamaya çalıştık. Şimdi de bu ayetlerden
perdelenmemek için, ayetlere kendimiz için,
“günümüzde nasıl düşünmeliyiz?” diye bakalım.
Böyle bakarsak bu ayetlerde ne görürüz? Ayette
sözü edilen topluluğun özellikleri nelerdi: “On-
lar yani Kâbe müşrikleri yeminlerini bozmuşlar,
er-Rasulü yurdundan ihraç etmiş, hep savaş açan
ve ilk saldıran olmuşlardı”.

264
YILMAZ DÜNDAR

Şimdi yeminleri bozma halini günümüzle,


kendimizle ilgili değerlendirip, ayetin günümüz-
deki zahiri halini yakalamaya çalışalım. Böylece
iki zahiri yakaladıktan sonra ayetteki bâtinî ma-
nanın içine nüfuz etmeye başlayacağız. “Yemin-
lerini bozmuşlar” ne demek, bunu ipuçlarıyla
arayalım. Bakın ayetleri böyle incelerken aslında
hayatımızı ayetlere taşıma yöntemini uyguluyo-
ruz! O gün onlardaki üç hal; yeminlerini bozdu-
lar, er-Rasulü yurdundan ihraç ettiler, daima
ilk savaşı size onlar açtılar. Öyleyse bunlarla
savaşmayacak mısınız, yoksa onlardan korkuyor
musunuz? Önemli ipuçları bunlar, şimdi bunları
hayatımızda arayalım. Yeminlerini bozmuş ol-
mak nedir, bunu inceleyelim. Yöntemimiz hep
aynı: Bir şeyi ararken soruyu Kur’an’dan soraca-
ğız, cevabı da Kur’an’dan arayacağız!
A’raf Sûresi 172. ayet: “Hani Rabbin
Âdemoğullarından, onların bellerinden
kendi zürriyetlerini ahzedip alıp onları ken-
di nefslerine şahitlendirerek; elestü Bi Rab-
biküm; ben değil miyim Rabbiniz? Onlar da
Kalu; bela şehidna; evet bilfiil şahidiz dediler.
Kıyamet Günü; biz bundan gafil idik demeye-
siniz diye”. Bunu “Sen Tanrı mısın?” kitapçığı-
nın sondan ikinci bölümünde, Âdem aleyhisse-
lamın cennetten çıkışını ele alırken geniş olarak,
yerinde gördük. Burada sadece konumuzla ilgili
kısımlarını ele alıp geçeceğiz.
Ayetten anlıyoruz ki Kıyamet günü; ya Rabbi
biz bu bilgilerden habersizdik demeyesiniz diye
siz şahitlendirildiniz! “Kalıp”tan bahsetmiştik

265
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

ya, işte bu bilgi kalıbınıza işlendi. Siz de bunun


farkındasınız, yani kalıba işlenmeyi de tasdik et-
tiniz. İşte bu, o anlatım içerisinde “bir yemin”
oluşturuyor. Sizin kalbınıza, kalıbınıza “sizin Rab-
biniz kimdir?” bilgisi işlendi, bu bilgi size verildi;
kalıbınız buna şahid oldu ve bunda sizin tasdiki-
niz de var! Yani siz “evet, ben bu bilgiyi duydum
ama anlamamışım” diyemezsiniz. “Evet” diyen;
“kâlû bela şehidna” diyen şahitliğiniz var! Yani
bu bilgi de sizde mevcut! Bu Fıtrî Yemin olarak
geçer. Bu yemin, Kıyamet Günü; “bu işten haber-
sizdik” demeyesiniz diyedir. Başka ne içindir?
A’raf Sûresi 173. Ayet: “Ve bir de; “daha önce
atalarımız yalnızca müşrik olarak yaşarlar-
dı, biz de onlardan sonra onların devamı bir
zürriyetiz. Bâtılı işleyenler yüzünden bizi he-
lak mi edeceksin?” demeyesiniz diye!”. Hem
Kıyamet’te hem de dünyada “habersizdik” de-
meyesiniz diye! Hem Kıyamet’te hem de dünya-
da “biz bunlardan habersizdik, böyle bir bilgi biz-
de yoktu” demeyesiniz diye siz buna şahid kılın-
dınız! Bu yüzden A’raf Sûresi 172 ve 173. ayetler,
İslam Dini Prensipleri içerisinde özellikle Kul’un
Fıtrî Yemini kabul edilmiştir.
Şimdi bir de bir karşılaştırma yapalım; insa-
nın bu şahitliğini kıyaslayalım, şeytanın ve cinin
durumu nasıl ona bakalım.
Kehf Sûresi 51. Ayet: “Ben onları İblis’i, cin-
leri sema ve arzın yaratılmasına da kendi ya-
ratılmalarına da şahit tutmadım. Ve hiçbir
zaman mudill saptırıcı olanları yardımcı edin-
miş değilim”.
266
YILMAZ DÜNDAR

Dikkat ediniz; şeytanın böyle bir şahitliği yok,


kalıbında işlenmiş böyle bir bilgi yok ve böyle bir
yemini de yok! Böyle bir yeminden sorumlu de-
ğil! Ne böyle bir yemini ne de böyle bir bilgisi
var! “Sen Tanrı mısın?” kitapçığında bu olayın
geçtiği yerde demiştik ki, şeytan Hazreti Âdem’i
cennetten çıkması için kandırmış değildir! Kan-
dıracak olsa, Hz. Âdem hemen kanmaz! Oysa
o, kendisi için çok doğru olanı, yani inandığını
söylemiştir. Çünkü onun bilgisi bu, bu çerçeve-
de, buna inanıyor. Bu yüzden de bu bilgiye göre
doğruyu sunmuştur. Hazreti Âdem onun bu ha-
line; anlatırken yemin eden ve doğruyu sunan
bu haline kanmıştır; “anlatım tarzı” içerisindeki
ifadeyle!
Bu yemini destekleyen başka bir özellik Şems
Sûresi 7, 8, 9 ve 10. ayetlerde mevcuttur.
Şems Sûresi 7: “Nefse ve onu düzenleyene”,
Şems Sûresi 8: “Sonra da ona hem fücurunu
ve hem de takvasını ilham edene ki”;
Şems Sûresi 9: “Gerçekten onu arındıran
kurtulmuştur; nefsi arındıran kurtulmuştur.
Şems Sûresi 10: “Onu gömüp gizleyerek
yaşayan ise gerçekten kaybetmiştir. Nefsi gö-
müp gizleyen kaybetmiştir!”.
Özellikle Şems Sûresi 8. Ayetten anlıyoruz ki,
kalıpta bir şey daha var! Zamanında kalıba işlen-
miş bir şey daha var! Nedir o? “Sonra da ona hem
fücurunu ve hem de takvasını ilham edene!” Yani
ona; eğer bu yeminine uygun davranmazsan, fit-
267
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

ne fücurla meşgul olursan başına ne geleceğinin


veya Hakk yolda yarışırsan, takva sahibi olur da
takvada yarışırsan başına ne geleceğinin bilgileri
de işlendi, bu bilgiler de onda mevcut.
Yeminlerini bozdular ne demek, anlamaya
çalışıyoruz, bunu kendimiz için anlamaya çalışır-
ken Bakara Sûresi 30. Ayete de bakalım. Bu bilgi-
lerin yüklendiği bu kalıbın akıbetini, arza gitme-
den önce bu özellikleri almış olan kalbın akıbe-
tini anlamak için. Bakara Sûresi 30: “Hatırla ki,
Rabbin melaikeye; “muhakkak ki ben arzda
bir halife meydana getireceğim” dedi”. De-
mek ki, bu bilgilerle bu özelliklerle bu kalb arzda
halife olarak yaşayacak. Buradaki “arz” kelimesi-
ni bildiğimiz arzın dışında, onun gibi bir arz olan
insan bedeninin hali olarak ele alın. Şimdi bu üç
ayeti birleştirdiğimiz zaman karşımıza bu kalıbın
çok önemli bir şeyi çıkar. O nedir?
Araf Sûresi 172’de “Rabbimizsin” sözü ve şa-
hitliği, Şems Sûresi 8’de fücurunu ve takvasını
ilham ve Bakara Sûresi 30’daki; halifelik, yani
esmai külleha özelliğini birleştirdiğimizde karşı-
mıza bir şey çıkıyor: Muhtariyeti Tercih Gücü!
Biri “halife”nin özelliği olan esmai külleha, diğeri
“Rabbimizsin” söz ve şahitliği, bir diğeri fücurunu
ve takvasını ilham; bu üç bilgi yan yana gelip bir-
likte bir güç oluşturduğunda kalpta Muhtariyeti
Tercih Gücü ortaya çıkıyor. Bu özellikler bir ter-
cih gücü; tasarruf gücü meydana getirir! Dünya
yaşantısı şartlarında ilk basamak olan tasarruf
gücünü meydana getirir, Yani Muhtariyeti Tercih
Gücü! Genellikle ileri zatlar için kullandığımız
268
YILMAZ DÜNDAR

“tasarruf sahibi” olarak bildiğimiz hal bunun


ötesidir. Ama tasarruf sahipliğinin başlangıcı bu-
dur; bu olmadan o olmaz! Bir zata, bir ileri zata
“tasarruf sahibi” diyorsak, o; başlayan bu nokta-
nın Hakk yolda kullanılarak ulaşıldığı yeridir. Bu
üç özelliğin kalba sağladığı budur, kalbı tasarruf
sahibi yapar. Tasarruf sahipliğinin en önemli de-
lili Hadiyd Sûresi’nin ilk on ayeti içerisindedir.
Hadiyd-7: “İman edin Allah’a ve Rasulüne.
Hakkında sizi tasarruf sahibi kıldığı/hali-
fe kıldığı şeylerden infak edin. Sizden iman
eden ve infak eden kimseler var ya, onlar için
ecr-u kebiyr vardır.” Konuyu bu ayet içerisinde
çok açık anlıyoruz. Ayette geçen “mustahlefiyn”
tabirini lütfen inceleyiniz.
Bu yüzden Hadiyd Sûresi’nin ilk on ayeti
önem taşır ve içindeki bilgileri anlamak, söyle-
mek, hatta okumak önemlidir!
Bu üç özellik Muhtariyeti Tercih Gücü’nü
meydana getirdi, işte bu Muhtariyeti Tercih
Gücü’nün dünyada bâtıl yolda kullanılması ye-
minin bozulması demektir! Ayetteki üç özellik-
ten birisi yeminin bozulmasıydı, biz ayeti günü-
müze taşıdığımıza göre; “yeminini bozan kim?”
onu bugün için bulmalıyız. Bu olayı yalnızca o an
için düşünürsek ötelemiş oluruz, bir masal okur
gibi okur; “o zaman öyle olmuş demek ki” der
geçeriz. Halbuki biz diyoruz ki; bu ayet bugün
için, yani benim için ne diyor? “Birisine göre”
değil de ayetlere göre bakınca ipuçlarından biri-
sini yakalarız. Ayetler diyor ki, yemini bozmak;
Muhtariyeti Tercih Gücü’nü yanlış kullanmaktır,
269
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

dünyada kullanmaktır, bu tasarrufu bâtıl yolda


kullanmaktır. Bu hal yeminin bozulmasıdır.
Peki yeminini bozan kimdir, şimdi de onun
adını koyalım? Yeminini bozan “A” Takdim
Formu’dur. Dikkatinizi çekecektir, daha önce “A”
Takdim Formu “BEN” demiştik; o bunun “kim-
likli” halidir, yeminini bozan değil! Yeminini bo-
zan “A” Takdim Formu’dur. Bu “A” Takdim For-
mu yemini bozan yapıdır. Bu yapı kayıttır; nefsin
şerri yönündeki vehmin zulmeti olan kayıttır.
Kuldaki Kendini Hissetme Duygusu bu kayda
“BEN” deyince o zaman bu kayıtla ilgili Kayıtlı
Kendini Hissetme Duygusu meydana çıkar. Yani
bu geldiğimiz noktada şöyle bir ayırım yapıyo-
ruz: “A” Takdim Formu var; bu bir yapı. Sonra “A”
Takdim Formu yapısına gelip “BEN” diyen var.
Bunu çok iyi kavramalıyız, bu ilk basamak ola-
rak çok önemli! Bir “A” Takdim Formu var; Esfele
Safiliyn yapı dediğimiz, bir de buna “BEN” diyen
var. İkisi aynı değil; bunun ikisini aynı sanmaktır
ki insanı tehlikeye düşürür! Çünkü kişi yatırımını
buna [çöpe] yapar ki gafletin büyüğüdür! Allah
diyor ki, o çöp olacak!
İnsan hayatta hiçbir şeyi bu kadar net gör-
mez; ölümü ve çürümeyi! Buna rağmen hiç
görmüyor gibidir; her şeyden ders alır da bun-
dan ders almaz veya en az bundan ders alır. En
net bunu görür; ölüm vardır ve çöp olmaktadır!
Ama ölü evine gidip pide yer ayran içer; tamam
iş bitti, döner çöpe yatırım yapmaya devam
eder. Hepsi pide yiyip ayran içinceye kadardır!
Döner çöpe yatırım yapmaya gider. Hatta oraya
270
YILMAZ DÜNDAR

bir kayıt sistemi yerleştirip izleyin, pide ve ayran


faslına kadar “rahmetli”den konuşulur, pide ve
ayranla beraber, “tarla nasıl, araba nasıl, yarın ne
yapıyorsun şuraya gidelim mi? Seni yıllardır gör-
müyordum, ne iyi oldu görüştük. Gel de geze-
lim oturalım” başlar; dünya başlar; çöpe yatırım
başlar. Bu vehim mekanizması işte, bu olmasa
dünya olmaz zaten, vehim mekanizması bu işte!
Demek ki bir “A” yapı, isyan eden asi yapı var,
bir de ona “BEN” diyen var. İşte bu asi yapıdır ki,
yeminini bozmuş kalıptır. O yeminini bozmuş
bir kalıptır. İşte, o “BEN” diyenin Kendini His-
setme Duygusu önce onu görür de ona vuru-
lur, o yüzden ilk aşkıdır o! Ona öyle bir vurulur,
öyle bir cezbe oluşur ki onunla bütünleşir, ona
“BEN” der, bir türlü ondan sıyrılamaz. Ondan
sıyrılması için daha büyük bir aşk gerekir. Bu aşk
da, beşeri olarak Rasulullah Aşkı’dır, hakikatte
Allah Aşkı’dır. Ancak bu aşk onu ondan çeker
kurtarır. Bu aşktan başka türlü kurtulamaz, ilk
aşkıdır çünkü. Küfrüne; küfre âşıktır. Aşkına söz
söylettirmez, küfre söz söylettirmez! Bu yüzden;
kurtulabilmesi için yeni bir aşk lazımdır ki, o da
Allah Aşkı’dır. Yemini bozanı yakaladık; “A” Tak-
dim Formu yapısı!
İşte yemini bozan bu yapıya; “A” Takdim
Formu’na “BEN” demek Kur’an’da kalp hasta-
lığı olarak geçer. Kişinin bu kalble, bu kalıpla,
daha önce saydığımız şahitlik ve yemin bilgileri-
ne rağmen, gelip de bu esfele safiliyn yapıya, “A”
Takdim Formu’na “BEN” demesine hasta kalp
gözüyle bakılır, ona kalbi, kalıbı hastalanmış de-
271
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

nir. Eğer bu hastalıktan kurtulursa, kurtulmuş


kalbin adı kalb-i selîmdir; o sağlıklı kalbdir.
Ama bu “A” yapıya “BEN” dediği sürece o kalp
hastadır ve Kur’an ona hastalanmış kalp, ma-
razlı kalp der, ayetler onu böyle tanımlar.
Peki, bu hastalığın belirtisi/sonucu nedir?
Bu hastalığın belirtisi, sonucu bir iddiadır! Hani
klasikleşmiş bir hastalık var; kişinin kendini Na-
polyon sanması! Kişi eski bir palto bulur, elini de
böyle koyar; “ben Napolyon’um” der, bir iddia-
da bulunur. Aslında ne o Napolyon, ne de pal-
to Napolyon’un paltosu, ama girdiği bu kılıkta
bir iddiası var onun; “ben Napolyon’um” diyor.
İşte kalp de hastalanınca bir iddiada bulunuyor;
“Varım ve Muhtarım” diyor! Bunun iddiası da
bu; varım ve muhtarım!
Yemini bozmak ilk ipucuydu, peki ikinci ipucu
nedir? İkincisi Efendimiz sallallahu aleyhi vesel-
lemin ihraç edilmesi. Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellemin risaletinin ihraç edilmesi! Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellemin risaleti “A” Takdim
Formu’nun yaşantısına uymadığı için onu ihraç
etmiştir. Onda, orada Efendimizin Risaleti yok-
tur, onu ihraç edip çıkarmıştır. Bakın böylece ih-
raç edeni de yakaladık! Kimmiş? “A” Takdim For-
mu! Neyi ihraç ediyor? “A” Takdim Formu»nun
ihraç ettiği şey Efendimizin Risaleti! Bu risaleti
ihraç eden de “A” Takdim Formu yapısı!
Diyoruz ki, sizi cennete götürecek olan amel-
dir, ama doğru düşünürken amel! “İhraç”ta, dik-
kat ediniz, ameli ihraç etmiyor, risaleti ihraç
ediyor; er-Rasul’ü ihraç ediyor. En-Nebi’yi ihraç
272
YILMAZ DÜNDAR

etmiyor! Ayet, “er-Rasul’ü ihraç ettiler” diyor, “en-


Nebi’yi ihraç ettiler” değil! “A” Takdim Formu ri-
saleti ihraç ediyor. Niye? Doğru inanmaman için,
doğru düşünmemen için! Doğru düşünme diyor;
doğru düşünme de ne yaparsan yap! İster Hac’ca
ister Umre’ye git, ister hayır yap, ister namaz kıl,
yeter ki doğru düşünme! Eğer er-Rasul’ü ihraç
ederse, senin amelini zaten şeytan kullanır, salâtı
da hayrı da onun için yapıyor olursun. O kulla-
nacağı bir malzeme ya, bu yüzden en-Nebi’yi
ihraç etmiyor! Ayetten anlıyoruz ki er-Rasul’ü
ihraç ediyor. Evet, bu da bir ipucuydu ve “A” Tak-
dim Formu yapısında bu ipucunu da yakaladık.
Enfal Sûresi 33. ayet: “Halbuki sen onların
içindeyken Allah onlara azab vermezdi. Ay-
rıca istiğfar edenler de varken Allah onlara
azab verici değildir”. Burda gizli bir müjde var-
dır: Eğer er-Rasul, yani risalet o kalıptaysa, hele
bir de kişi tövbeyle meşgulse Allah ona azab
edici değildir. “A” Takdim Formu yapısı bunu
bilmez! Niye bilmez? “A” Takdim Formu yapısı
şeytaniyettir de ondan. Ayeti okuduk; ona bu
bilgi işlenmemiştir de ondan. O yüzden, esfele
safiliyn yaptığına tereddütsüz inanır, o kadar
kuvvetli inanır! Neden? Çünkü o bilgi onda yok,
o bilgi şeytaniyette yok! Evet, “oysa sen onların
içindeyken Allah onlara azab edici değildir!”.
Bütün bunları anladıktan sonra, şimdi haya-
tınıza dikkat edin: Eğer bir kişi nefs-i levvameyi
fark etmişse ona saldıran hep bâtıldır! Burda he-
men hatırlatalım ki “Amentü Billahi” demeden
nefs-i levvame olmaz! Kişi nefs-i levvameyi fark
273
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

etmiş ve nefs-i levvameye yönelik yaşarıyorsa


bâtıl hep saldırır. Hakk yol hep savunmadadır.
Hakk yol saldırmaz; “yeter ki bana dokunma
da işimle meşgul olayım” der, gidip saldırmaz,
ama bâtıl hep saldırır! Böylece diğer ipucunu da
yakaladık; ilk saldıran odur, hep savaşan odur.
Ayette geçen üç özellik “A” Takdim Formu ya-
pısında buluştu; yeminini bozan, er-Rasul’ü ih-
raç eden, daima savaşı çıkaran o! Şimdi ayet
bize soruyor; bununla savaşmayacak mısınız, siz
bununla savaşmayacak mısınız? Bakın o daima
savaş çıkarıyor!
Zaten başlangıçta şunu yapmıştır; kalbı dev-
re dışı bırakıp sadrı hükmü altına almıştır! Sadr;
nefsin şerrinin, yani şeytaniyetin, yani esfele safi-
liynin, yani deccaliyetin hükmü altındadır!
Evet, ayette bahsedilen ipuçlarını kendimiz-
de, kendimiz için yakalamış olduk. Ha Kâbe
civarında yaşayan Mekke müşrikleri, ha sizin
kendinizdeki “A” Takdim Formu yapısı! O zaman
hitap oraya, şimdi de aynı hitap sizin “A” Takdim
Formunuz için size! “A” Takdim Formunuza de-
ğil, size! Çünkü o düşman! Hitap ve soru “A” Tak-
dim Formuna “BEN” diyene, size: Onunla savaş-
mayacak mısınız? Dolayısıyla, “A” Takdim Formu
ve ona yardımcı olanlarla, o yolda ona yardım
edenlerle savaşmayacak mısınız? Yoksa ondan
ve onlardan korkuyor musunuz? Hakk’a karşı
hep savaşta olan bâtılla savaşmayacak mısınız?
Yoksa ondan ve onlardan korkuyor musunuz?
Yani “A” Takdim Formunun yapısı sana cazip ge-
liyor da terk etmekten mi korkuyorsun? Bunu
274
YILMAZ DÜNDAR

kendimize soruyoruz! Bu esfele safiliynin yaşan-


tısı cazip geliyor da o yaşantıyı terkten mi kor-
kuyorsun? “Tanrılık iddiası dünyası” ayıplayacak,
saf dışı edecek, sana selam vermeyecek, seninle
konuşmayacak diye onlar tarafından terk edil-
mekten mi korkuyorsun? Bu esfele safiliyn diya-
rından hicret etmekten mi korkuyorsun? Yoksa
bu esfele safiliyn yapıda menfaatlerin var da o
menfaatleri kaybetmekten mi korkuyorsun?
Oysa Hadiyd Sûresi 10. Ayette Yaradan buyu-
ruyor ki; “Semavat’ın ve Arz’ın mirası Allah’ın
olduğu halde, ne oluyor size ki Allah yolunda
infak etmiyorsunuz”; bütün hepsi Allah’a rücu
edeceği halde! Çöp olacaklar var, sen onlardan
mı korkuyorsun? “Esas Sahibi”ni görmüyor mu-
sun, neden “O’nun uğruna” bunlardan vazgeç-
miyorsun, neden savaşmıyorsun?
Al’u İmran Sûresi 175: “O şeytan ancak
kendi dostlarını korkutur! O halde onlar-
dan korkmayın, Benden korkun, eğer iman
ehli iseniz!” Hemen burada ele aldığımız Tevbe
Sûresi 13. Ayete gelelim: “Eğer müminler iseniz
haşyet duymanız için ehakk Allah’tır”. Geldi-
ğimiz bu noktada, sana soruyor, eğer “A” Tak-
dim Formu’yla savaşmaktan korkuyorsan hitap
sana! “Eğer müminler iseniz haşyet duymanız için
ehakk Allah’tır”.
Şimdi savaştaki “korku” üzerinden ilerleye-
lim. Bir savaşta iki tarafta da korku hâkimdir,
iki tarafta da korku vardır. Ama inanmayanların
korkusu ile inananların korkusu farklıdır! İkisinin
adı da korkudur, iki taraf da korkuyordur, ama
275
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

korkular farklıdır. İnanmayanlar savaştan, ölürse


“son”dan ve her şeyin bitmesinden korkar. Yani
inananlar tarafında ölüm müjdeyken inanma-
yan ölümden korkar, çünkü ona göre ölüm her
şeyin sonu! Bu çok enteresandır ve inananlarla
inanmayanlar arasındaki çok orantısız bir gü-
cün de göstergesidir. İnanmayanlar öldürmeye,
inananlar ise ölmeye gelmiştir. İki güç düşünün
biri ölmeye, diğeri öldürmeye gelmiş! Ölmeye
gelenin saldırma gücüyle, öldürmeye gelenin
saldırma ve sakınma gücü aynı olabilir mi? İşte
korkuları bunlar etkiler. Peki, “Billahi anlamın-
da inananlar tarafında korku nasıl?” bir de ona
bakalım. Aslında böyle derken ayetlerle “nasıl
korkmamız gerektiğini” öğreniyoruz.
Mu’minun Sûresi 60: “Ve onlar verdikle-
rini Rablerine rücu’ edecekler diye kalbleri
korkudan ürpererek verirler”. “Kulubühüm
veciletün!” ayette böyle geçmektedir; onlar ki
verdiklerini Rablerine rücu’ edecekler diye kalb-
leri korkudan ürpererek titreyerek verirler. Bu
ayet geldiğinde, Hazreti Aişe validemiz bu ayeti
daha iyi anlamak için mübarek eşleri Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellem’le bu ayeti konuşuyor.
Güzelliği görüyor musunuz? Ne güzel… Bir ayet
geliyor ve eşiyle; eşi Rasulullah sallallahu aleyhi
vesellem’le ayeti konuşuyor. Fırsata, güzelliğe ve
hediyeye bakın! Hazreti Aişe validemiz buyuru-
yor ki, bu ayet nazil olunca; “ayette zikredilenler
zina etmek, hırsızlık yapmak ve içki içmek gibi
haramları irtikâp eden, bunlarla meşgul olan-
lar mıdır, bunları mı kastediyor, bunlar mı kor-
karlar?” diye Rasulullah’a sordum. Rasulullah
276
YILMAZ DÜNDAR

buyurdu; “hayır, ya Aişe. Ayette anlatılmak


istenen, salât ikame edip, oruç tutup sadaka
verdiği halde “kabul olunup olunmaması”
endişesiyle tir tir titreyenlerdir”. Savaş mey-
danındaki de böyle bir korku!
Oysa ayet, inananlardaki bu korkuyu anlatır-
ken inanmayanlardaki korkuyu da tarif ediyor. O
tarifi görünce hemen sığınıyoruz ve diyoruz ki;
muhafaza buyuruver, bize merhamet ediver Al-
lahım. Semi’nâ ve ada’nâ, semi’nâ ve ada’nâ; işit-
tik ve itaat ettik! Semi’nâ ve ada’nâ, ğufrâneke
Rabbenâ ve ileykel masıyr.
Mu’minun Sûresi 63. Ayette; “fakat onların
kalbleri bu durumdan gaflet içindedir”: “Kulu-
bühüm fiy ğamretin”; ayetteki tabir bu ve bu ayet
de kalble ilgili! Bu işi bilmeyen ve bu korkuyu tanı-
mayanların kalbleri bu durumdan gaflet içindedir.
Bir de durumdan vazgeçenler vardır. Bir yere
gelmiş sonra da vazgeçmiş! Böyle olanların sadr
ve kalbleriyle ilgili ayetler de var! Nahl Sûresi
106, 107, 108, 109. ayetler vazgeçenlerin duru-
muyla ilgilidir, onların kalp ve sadrlarıyla ilgilidir.
Nahl-106: “Kalbi imanla mutmain olduğu
halde küfre zorlanan müstesna, kim ima-
nından sonra Allah’a kâfir oldu ve küfre sadr
açtı ise, işte onlar üzerine Allah’tan bir gadab
iner. Ve kendilerine azîm azap vardır”!
Nahl-107: “Vazgeçmelerinin sebebi dünya
hayatını ahirete tercih etmeleridir ve Allah’ın
kâfirler kavmini hidayete erdirmemesidir”.
Sahibi böyle açıklıyor; vazgeçmelerinin sebebi
277
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

yeni bir bilgi edinmeleri ve ona ikna olmaları de-


ğil! Onlar bile bile dünyayı ahirete tercih etmele-
ri yüzünden vazgeçtiler.
Nahl-108: “İşte bunlar, Allah’ın kalbleri,
işitme kuvveleri ve basiretlerinin üzerine
tab’ ettiği damga vurduğu kimselerdir. Ve on-
lar gafillerin ta kendileridir”.
Nahl-109: “Gerçek şu ki, onlar ahirette hüs-
rana uğrayanların ta kendileridir. İşte vazge-
çenlerin durumu da böyle!”.
Nahl Sûresi 106. ayette sadrın küfre açılma-
sı tabirini gördük; “onlar küfre sadr açmışlardır”.
En’am Sûresi 125. Ayette ise sadrın İslam’a açıl-
ması var: “Allah bir kulunun hidayetini dilerse
onun sadrını İslam’a açar”. Burada sadrın İslam’a
açılması anlatılırken Nahl Sûresi 106’da sadrın
küfre açılması anlatılıyor. Bu durumda, sadr küf-
re açılmışsa İslam’a daralmış, İslam’a açılmışsa
küfre daralmıştır!
“Elem neşrah leke sadrak”a geliyoruz.
Bir de, bir korkuyu yaşayanlar da var ki,
Kur’an onları övüyor. Neyin korkusu? Nur Sûresi
37. Ayet: “Onlar o ricaldir ki, kendilerini ne ti-
caret ne de alış veriş Allah’ın zikrinden, salât
ikamesinden ve zekâtı vermekten alıkoyar.
Onlar kendisinde kalblerin ve gözlerin takal-
lub edeceği günden korkarlar”. Onlar öyle bir
günden korkarlar ki, işte o günde kalbler ve göz-
ler takallub eder! Kalblerin ve gözlerin takallub
edeceği; alt üst olacağı, allak bullak edileceği o
günden korkarlar!
278
YILMAZ DÜNDAR

Takallub etmek; değişmek, allak bullak ol-


maktır, kelimenin normal hayattaki manası böy-
le. Ama konu özelindeki manası, konuya spesifik
manası; gözler ve kalbler dünyadaki rahatlıkları-
nı kaybettiğinde, Muhtariyeti Tercih Gücü denilen
“tasarruf” ellerinden çıktığında, bu tasarruf gücü
alındığında” demektir. Düşünün, bir çocuk elin-
deki oyuncağa dalmış oynuyor. Oyuncakla öyle
hayaller kurmuş ki… Tam öyleyken siz bir anda
gelip onu aniden elinden aldınız! Ne olur? Fele-
ğini şaşırır, allak bullak olur yani! Nasıl saldırır
ve hırçınlaşır. İşte Muhtariyeti Tercih Gücü; bu
kalptan ve onu idrak eden bakıştan ve o bakışı
fiile dönüştüren gözden alındığında kalbler ve
gözler takallub eder; alt üst olur, yeni bir kal-
ba girer; kalbı bozulur, kalbı sallanır! İşte onlar
o günden korkarlar! Niye? Eğer o gün hala kendi
idraklarında bir varlık, bir benlik varsa ve kal-
mışsa verilecek mükâfattan yararlanamayız diye
korkarlar. Öyle korkarlar ki, onları bugünden
yok edebilmek için çalışırlar! O gün bu yanlışlar-
la gelmekten ödleri kopar, bu yanlışı o güne ta-
şımamak için korkarlar! İşte Nur Sûresi 37. ayet
“öyle kişiler vardır, bunlar öyle ricaldir” diye
onları anlatıyor.
Bu tefekkürümüzü biraz daha geliştirmede
Mu’min Sûresi 19. Ayet bize yardımcı olur: “O
gözlerin hainliğini ve sadrların gizlediğini bi-
lir”. Bu ifade yaşadığımız an içindir; Allah gözle-
rin hainliğini ve sadrların gizlediğini bilir. Dikkat
ediniz, “takallub” ayetinde “gözlerin ve kalble-
rin” takallub edeceği söylendi. Şimdi ise dün-
279
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

yada yaşarken “gözlerin hainliği ve sadrların


gizlediğini bilir” ifadesi geçti. Dünyada yaşarken
“sadr” var ve sadr gizler, kalpten gelmesi gereke-
ni gizler ve örter. İşte Allah onun neyi örttüğü-
nü bilir! Dolayısıyla “sadr” burada içinde “kalb”
manasını içeren son fiil olarak geçmiştir. Haki-
kati örten! Aksi halde insanların birbirlerinden
gizledikleri bilgileri, onları örtmek değil! Burada
sadr; kalbin sadra verdiği hakikati örten, onu
gizleyendir ki; Allah bunu bilir! Gözler hainliğe;
erkeklerde Nur Sûresi 30. Ayete, kadınlarda
da Nur Sûresi 31. Ayete ters hareket etmekle
başlar!
Dünyada gözlerin hainliği? Bu tabir, yani
hain kelimesi bizi bir yere götürecek şimdi. “Va-
rım ve Muhtarım Bakış Tarzı” ve sadra hâkim
olan nefsin şerri gözlerde hainlik oluşturur! Bu
hainlik nasıl oluşur? O göz Allah’tan gayrı varlık
görmeye başlar! Allah’tan gayrı bir varlığı tanım-
layarak hakikate hainlik yapar, Allah’tan gay-
rı varlık görerek hainlik yapar. Kendini muhtar
ilan ettiği için kendisi gibi muhtarları görmeye
başlar. Ki suçta tek kalmasın! Suçta tek kalmasın
diye suçu organize hale getirir.
Hainlik şimdi bizi nereye götürecek bakın.
Enfal Sûresi 27. Ayet: “Ey iman edenler, Allah’a
ve er-Rasûl’e hıyanet etmeyin. Ve siz biliyor
olduğunuz halde emanetlerinize hainlik et-
meyin”. Uyarılıyoruz, gözlerin hainliğini Bilen
uyarıyor! Diyor ki; Allah’a ve O’nun Rasulün’e,
O’ndan size gelen emanetlere hainlik yapmayın,
hıyanet etmeyin. Ayetlerde geçen kelimeleri İs-
280
YILMAZ DÜNDAR

lami prensipler içinde değerlendirmek lazımdır


ki; doğru amel çıksın! Dolayısıyla, “emanetlere
hainlik etmeyin” denilince, kişi yalnızca dün-
ya yaşantısı içerisinde kendisine “al şunu sakla”
diye verilenleri anlayıp; “ayet bunlara hıyanet
etmeyin diyordu” deyip onlara sıkı sıkı sahip çı-
kıyorsa, bu güzel bir prensip olmasına rağmen
Muhammedî değildir. Bunu inanmayan da ya-
par, belki daha da iyi yapar, daha da iyi saklar.
Yapılan amel Muhammedî midir değil midir,
bunu daima araştırmak lazım! Muhammedî de-
ğilse yanılıyorsunuz demektir! Diğerini başkası
da yapar! Oysa Muhammedî bir ameli, inanma-
yan; yani “Amentü Billahi” demeyen yapamaz!
Yapmışsa o Muhammedî olur. Bir amel tarif
ettiniz, eğer onu Muhammedî olmayan da ya-
pıyorsa o iş İslamî değildir. Amentü Billahi diyen
ancak Muhammedî bir ameli tarif eder ve yapar.
Onu bir başkası da aynen yaparsa, zaten o da
Muhammedî olur! Sen ona benzemezsin de o
sana benzemiş olur! Dolayısıyla buradaki hıya-
net; Risalet ve Nübüvvet ile bize gelen ilim ve
marifetle ilgilidir; o bilgi ve yaşantıya hıyanet
etmeyiniz!
Enfal Sûresi 28. Ayet: “İyi bilin ki, mallarınız
ve evladınız ancak bir fitnedir. Allah’a gelin-
ce aziym ecir O’nun indindedir”. Konu hıya-
netle başladığı için ayet bizi uyarıp bir noktaya
getirecek ve Enfal Sûresi 29. Ayet “esas hedef”i
belirtecek. Enfal Sûresi 28. Ayet; “sizi bu hıyanet
yolunda fitneye düşürecek şey, mallarınız ve evla-
dınızdır; onlar sizin için bir fitnedir. Allah’a gelince,
aziym ecir O’nun indindedir” diyerek fitneye dü-
281
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

şürecek şeyi mallar ve evlat diye uyarıyor! Tabi


şu önemli; fitnenin buradaki mal ve evlatla ilgili
kısmını iyi kavrarsak ancak amelimiz doğru olur.
Şunun hesabı da vardır, unutmamak lazım:
Eğer siz ayetlerden yanlış hüküm çıkarıp, onu
uygulayıp insanlara haksızlık yaparsanız, “sen
nasıl benim adıma ve benim adımı kullanarak
bunu yaptın?” denir ve ayrıca bunun büyük bir
cezası vardır! Bu yüzden, ayetleri anlama yolun-
da çok titiz olmak lazım! Farklı tanrısal manaları
görüp onlara sarılmak çok tanrısal duygulara se-
bep olur ki, hesabı ve cezası da o yüzdendir ve
büyüktür.
Bunlara bir örnek de Enfal Sûresi 28. Ayettir.
“Fitne”yi daha önce ele aldık. Fitne; Hakk bilgi
ve bâtıl bilgiler hususunda tereddüde düşüren,
iki bilgi arasında “o mu, bu mu?” diye bocalat-
tırandır. “Aynı kulvarda aynı bilgi, öyle mi yoksa
böyle mi?” dedirten şeydir. Fitne, sana Hakk’la
bâtılı karıştırtan bilgi ve davranışlardır. Fit-
nenin neden mal ve evlatla ilişkisi kurulmuş?
“Mallar ve evladınız ancak bir fitnedir” denilince
bunu yanlış anlayan kişiler, evlatlarına ve yakın-
larına ters bakarlar. Böyle değil! Ters bakması ge-
reken kendisindeki “A” yapıdır. Çünkü bu fitneye
düşecek olan “A” yapıdır, evlat değil! Evlat fitneye
düşürmez! Sen “A” Takdim Formu’na “BEN” de-
yip onun özellikleriyle hareket edince, “A” Tak-
dim Formu evlat ve mallarla öyle bir tanrısal
ilişki kurar ve onlara olan bağlılığı öyle yanlış bir
noktaya taşırsın ki, o seni Hakk’tan uzaklaştırır.
Çünkü onlarla ilişkin, onlara olan sevgin ölçüle-
282
YILMAZ DÜNDAR

meyecek, hesaba alınamayacak noktalardadır!


Uyarıyor; oraların tuzağına düşme! Oralarda da
Allah rızasını ara, unutma diyor! Yoksa bu; “on-
lar kötüdür, onları terk et, onlardan uzak dur, on-
lara nefretle bak” uyarısı değil! Böyle anlaşılırsa,
çok yanlış olur, çok yanlış amel çıkar ki, insan
onun hesabını veremez! Bakın bu doğrultuda
sünneti izleyin, ne göreceksiniz. Zaten bir ko-
nuda tereddüt edildiği zaman hemen Sünnet’e
gitmek, Sünnet’te böyle bir şey var mı diye
bakmak lazım. Araştırınca görürsünüz ki, Efen-
dimiz sallallahu aleyhi vesellem’in; torunları, ço-
cukları, eşleri, yakınları ve mal-mülkle ilgili yan-
lış anlaşılacak hiçbir davranışı yoktur, sünnette
yoktur. Tam tersine büyük bir muhabbet vardır,
ama hepsi “karşılığı Allah’tan beklenen; Allah
rızası için; Allah için; Allah’la olan” hallerdir.
Yakalanması gereken de odur. Ayet bize; “bunun
dışındakine düşme!” demek istemektedir. Çünkü
bunun dışındakine çabuk düşülüyor!
Ve bize sonuç Enfal Sûresi 29. Ayetle geliyor:
“Ey iman edenler, eğer Allah’tan ittika eder-
seniz sizin için Furkan oluşturur, kötülükleri-
nizi kefaretler ve sizi mağfiret eder. Allah, Zül
Fadlil Azıym’dir”.
Bu ayetten ilk olarak öğrendiğimiz; eğer
Allah’tan ittika ederseniz Allah sizin kalbi-
nizde Furkan açar! Yani kendinizi korursanız;
Allah’tan korunursanız, Allah sizin kalbinizde
Furkan açar, kalbinize Furkan’ı koyar. Bu ma-
naları içerecek şekilde ayeti biraz genişleterek
bütünüyle görelim: Ey “amentü Billahi” diyenler,
283
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

eğer fıtrî ahdinize ve Rasulullah’tan aldıklarınıza


hıyanet etmezseniz Allah’tan kendinizi korumuş
olursunuz.
Yeminini bozanı yakalamış, onun özellikle-
rini, onun nasıl saldırgan olduğunu görmüştük.
Ama şimdi başka sonuçlar var, bakın:
Eğer yemininizi bozmazsanız, ancak o za-
man kendinizi Allah’tan korursunuz. Yemini-
nizi bozarsanız O Şediydül Ikab’dır; azabı yüksek
olandır, büyük olandır, şiddetli olandır, çabuk
olandır; eğer yemininizi bozarsanız! Ama yemi-
ninizi bozmazsanız, o yemine hıyanet etmez-
seniz o zaman siz kendinizi Allah’tan korumuş
olursunuz! Böylece Allah sizin için, kalbınızda,
Hakk ve bâtılı hızlı ve zamanında ayırt edebil-
me ilmi olan Furkan’ı oluşturur. Ve “A” Takdim
Formu “BEN” ile gerçekleştirdiğiniz davranışları
bağışlar ve dünya yaşantınızda bunu örter! Onu
örter, setr eder de başkaları görmez. Ve ahirette
günahlarınızı bağışlar; yok sayar. Çünkü O Zül
Fadlil Azıym; yani ihsan ve keremi aziym olandır.
Allah’ın mümin kula olan merhametini gör-
mek için Mu’min Sûresi 3. Ayete bakalım: “Ğa-
firiz zenbi ve Kabilit tevbi, Şediydül ıkabi, Zit
tavl. La ilahe illâ HU, ileyhil masıyr”. Allah
Ğafir’iz Zenb’dir; günahları mağfiret edici, örtü-
cüdür. Kabilit Tevb’dir; tövbeyi, Rabbine dönme-
yi, yönelmeyi kabul edicidir. Şediyd’ül Ikab’dır;
azabı şiddetli olandır. Ve Züt Tavl; lütfu ihsanı
bol olandır. La ilahe illa HU, ileyhil masıyr.
Ayette “La ilahe” geçiyor ya, “La ilahe”yi daha
iyi, daha ileri nasıl anlarız, bakın: “La ilahe”yi
284
YILMAZ DÜNDAR

daha iyi anlamak için şu manada da düşünme-


niz lazım. Hele de zikrini, tefekkürünü yaparken,
tefekkürle “La ilahe” derken, onun tefekkürünü
yaparken sizi hızla yükseltecek mana şudur, de-
neyin göreceksiniz: La ilahe; tanrılık iddiaları
boştur ve yoktur! Dikkat edin, “tanrı yoktur”
demiyoruz! O mana çok doğru değil! Hepsini
kapsayacak şekilde mana budur; tanrılık iddia-
ları boştur, yoktur! Tanrılık iddiaları yoktur, illa
HU, dönüş O’nadır.
Bir önceki paragrafa, Mu’min Sûresi 3. Aye-
te dönelim. Burada; “ğafiriz zenbi, kabilit tevbi,
zit tavl” diye üç özellik var ve bunların arasında
bir de “şediydül ıkab” geçiyor. Dikkat buyuru-
nuz lütfen. Merhameti görüp titremeye gayret
edin, işin ne kadar beşerî olmadığını yakalamaya
çalışın! Evet, “hıyanet edersen azabı şiddetlidir”,
doğru. Ama bu bilginin mümine sunuluşuna
bir bakın; etrafı nasıl örülmüş? Ayette “şediydül
ıkab” var, ama bunu neredeyse göremiyorsun!
Neden? Çünkü şu üç müjde ile etrafı örülmüş:
Ğafiriz zenbi; günahları mağfiret edici, kabilit
tevbi; tövbeleri kabul edici, şediydül ıkab; azabı
şiddetli, züt tavl; lütfü ve ihsanı bol. Kur’an’da
mümine, inanana Allah’ın şediydül ıkab oluşu
bile sunulurken etrafı merhametle, umutla çev-
relenmiş! Doğrudan Allah gazab edicidir demi-
yor. Ama kâfire bunu diyor; Allah şiddetli gazab
edicidir. İşte bu mümin olana, inanana Allah’ın
Rahıym ismidir. Kâfire hitaben “Allah şiddetli
azab sahibidir” denmesi doğrudan Rahman is-
midir! Çünkü Rahman’da Hakk ve adalet vardır;
dengededir. Ama Rahıym isminde adalet yoktur;
285
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

sırf nimet, lütuf ve hediyedir. Ayetteki “Şediydül


ıkab” mümine Rahıym ismi kapsamında sunul-
duğu için etrafı hep merhametle sarılmıştır. İşte
böyle bir sunuşu fark edelim.
Burada hem yaşantımızla ilgili önemli bir
ipucu, hem de hemen uygulayabileceğiniz çok
önemli çok önemli bir şey var! Bu söyleyece-
ğimin ortası yok! Konularımızı ele alırken hep
korku ve umuttan bahsettik, bunu çok anlattık
ve bunun dengesinden söz ettik. Şimdi söyle-
yeceğim şey sistemde inanan için otomatik ça-
lışan bir emir! Kendiliğinden çalışan bir emirdir!
Neden kendiliğinden çalışıyor? “KÜN feyekun”;
Allah “OL” der olur, bu kadar hızlı! İnanan için
bu iş “Kün feyekün”den de hızlı olsun diye emri
önceden verilip otomatikleştirilmiş! Yani inanana
bu kadar yakın! Bu nedir bakın:
İlk otomatik emir: Ne için Allah’tan çok kor-
karsan mutlaka seni korur, ama ancak Allah’tan!
Eğer Allah’tan çok korkuyorsan, o şey neyse, ne
için Allah’tan çok korkuyorsan, yaşantındaki o iş
ne olursa olsun, Allah mutlaka seni korur! Ne-
den korkuyorsan hemen bir bak, test et kendini:
Ben bu konuda neden çok korkuyorum? “Bu ko-
nuda şu şöyle der, bu böyle der, şu rütbemi alır”
korkusu olmamalı! Sahibi’nden kork, Sahibi’ne
yönel! İşin adı ne olursa olsun Sahibi’nden kor-
karsan, seni mutlaka korur!
İkinci otomatik emir: Neyi çok umarsan
umut edersen onu mutlaka verir, ama yalnızca
Allah’tan! “Şu tanıdık halledecek, bu tanıdığımız
yapacak, şurda şu kişiyi bulduk, ondan umuyo-
286
YILMAZ DÜNDAR

ruz” değil! Sahibi’nden! Yalnızca Allah’tan! Mut-


laka! Bir cümlede birleştirelim: Neden çok kor-
kuyorsan Allah korur, neyi çok umut ediyor-
san Allah verir! Yalnızca Allah’tan korkuyor
ve umuyor olmak şartıyla bu sistem şaşmaz!
“Kalbinde Furkan oluşturulur” demiştik ya,
şimdi o Furkan’la ilgili bir örnekle devam ede-
lim. Furkan neydi? Furkan; Hakk ve bâtılı birbi-
rinden hem hızlı hem de zamanında ayırandır!
Bu ayırma çok önemli! Bakın: Hazreti Musa
aleyhisselam’a bildirildi; “denize yürü, çünkü de-
niz yarılacak” dendi. Deniz yarıldı ve Musa aley-
hisselam kavmiyle beraber geçti. “Sen geçersen
ben de geçerim” deyip Firavun da yürüdü, ama
öyle bir noktaya geldi ki deniz kapandı, Hakk ve
bâtılı gördü, ama işe yaramadı! Furkan; hızlı ve
zamanında ayırabilme sağlıyor! Ne zaman olur-
sa değil, hızlı ve zamanında! Furkan; Hakk ve
bâtılı hızlı ve zamanında ayırt edebilme ve uy-
gulamaya koyabilmektir. Neden uygulama? Ba-
kın çok önemli; çünkü Furkan amelle birliktedir,
ameliyledir. Furkan; yalnızca ayırt etmek değildir,
yanında amelini de taşır, amelini yapabilme güç
ve şevkini de getirir. Furkan’ın böyle bir özelliği
vardır! Furkan geldi mi sen Hakk ve bâtılı hızla
ve zamanında ayırır, kendini amelin ortasında
veya sonrasında bulursun. Furkan seni o konuda
amelin içine atar! İşte ona bir örnek:
Bir münafık ile bir yahudinin arasında bir ih-
tilaf var. Yahudi, münafığı ikna etmeye çalışıyor
diyor ki; gel bu konuda sizin Rasulünüze gide-
lim. Yani bizim tabirimizle Rasulullah sallallahu
287
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

aleyhi vesellem Efendimiz’e götürmek istiyor.


Neden? Yahudi işin iyi görülmesini istiyor. Bili-
yor ki, bizim Efendimiz Hakk için doğru, adaletli
karar verir ve onu yaparken rüşvet düşünmez,
istemez. Yahudi bunu, işe dünya gözüyle baka-
rak, O’nu bir yönetici kabul ederek söylüyor.
Böyle bir şey bir müminin zaten aklına gelmez
ama, Efendimizin böyle davranacağını bildiği
için münafık da oraya gitmek istemiyor; “sizin
hakeminize gidelim” diyor. Çünkü onu mem-
nun edip istediği doğrultuda karar çıkartacak.
Fakat Yahudi çok ısrar edince onu ikna ediyor
ve Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e gidip
durumu anlatıyorlar. Efendimiz sallallahu aley-
hi vesellem, yahudinin haklı olduğunu söylüyor
ve çıkıyorlar. Ama münafık memnun olmuyor.
Neden? Karar kendi lehine olmadı; Hakk tamam
da, adalet tamam da, sonuç işine gelmedi! “Bir
de gel Ömer’e gidelim, bir de ona soralım” diyor.
Yahudi, peki diyor. Hazreti Ömer Efendimiz’e gi-
diyorlar, durumu izah ediyorlar. Hazreti Ömer
Efendimiz radıyallahu anh, dinliyor; “bekleyin, şu
odaya gidip geleyim de hükmü vereyim” diyor.
Yan odaya gidip, kılıcını çekip o anda münafığın
kafasını gövdesinden ayırması bir oluyor. Şimdi
bunu yarışmalardaki fotofinişler gösterebilir, bu
kadar hızlı yapıyor işini! “Rasulullah’ın hükmü-
ne razı olmayana benim hükmüm budur” deyip
kişiyi öldürüyor. Bu durum hemen duyuluyor
ve halk onun için doğruyu yanlıştan hızla ayırt
eden diye “Faruk” lakabını kullanmaya başlıyor.
Maalesef lakab günümüzde yanlış kullanılı-
yor; bir eğlence, alay olarak günah tarzda kullanı-
288
YILMAZ DÜNDAR

lıyor. Oysa lakap geçmişte çok önemlidir. Örne-


ğin, tarihten hatırlayacaksınız, eski Türklerde bir
çocuk doğduğu zaman onun adı yoktur, adsızdır.
Çocuk bir güzel şey, bir kahramanlık yapsın da
ona izafen ad verilsin, o işle anılsın diye bekler-
ler. Lakap böyle gelenek haline gelmiştir. İnsanlar
güzel bir şey yaptı mı o onun ismi olur. Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellem’in Risalet’ten önceki is-
minin “Emîn” olması gibi! Emîn risalet için çok
önemlidir. Emîn olmadan risalet yapamazsınız,
tebliğ yapamazsınız. Önce Emîn olacaksınız,
çevrenizde Emîn insan olacaksınız; bu Rasulul-
lah yöntemidir! Evet, anlatılan bu olaydan sonra
halk Hazreti Ömer için Ömer-ul Faruk lakabını
takıyor. Artık bir ismi daha var; Faruk; Ömer Fa-
ruk! Bu yüzden günümüzde bir Ömer ismi varsa
büyük ihtimalle yanında bir de Faruk vardır. Ve
bu olayın hemen peşine Nisa Sûresi 60. Ayet gelir
ki, bu olayla ilgilidir.
Nisa Sûresi 60. Ayet’te Yaradan buyurur ki;
“sana inzal olunana ve senden önce inzal
olunana iman ettiklerini sananları görmü-
yor musun? İnkâr etmeleri emredildiği halde
tağutu hakem yapmak tağuta göre muhake-
meleşmek dilerler”. Şeytan da onları uzak bir
daha dönemeyecekleri bir sapıklığa saptırmak
istiyor”. Ayet doğrudan bu olay için açıklama
yapıyor; “yasaklandığı halde, reddedilmesi isten-
diği halde, inanmayanların hükümlerine göre
hüküm arayanlar var” diye! Bu yüzden onlar için;
“onlar öyle bir hale gelirler ki, dönemeyecekleri
uzak bir dalalete düşerler” diyor.
289
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuru-


yor ki, “sizden önceki ümmetlerde de muhad-
desler, yani ilhama mazhar olanlar vardı. Bun-
lar rasul veya nebi olmadıkları halde Hakk’ı
dile getirirlerdi. Eğer ümmetimde bunlardan
biri varsa bu da Ömer’dir”.
Bir başka hadis: “Allah, Hakk’ı Ömer’in kalbi
ve lisanına koymuştur”. Kalbe Hakk konulunca
da, fuad daima Hakk doğrultuda sonuç çıkarıyor.
Fuaddan öyle sonuç çıkınca, beyin lisanı o doğ-
rultuda yapıyor. Daha önce görmüştük, sadr me-
kanizması böyle çalışıyor. Hadiste geçen “Hakk”
tabiri tefsir âlimlerince; Hakk’ı ilham etmekle
görevli melek olarak veya Hakk dediğimiz şeyin,
Hakk olayının sureti olarak yorumlanmıştır.
Ve bir başka hadis: “Ahiret hayatında Hakk’ın
musafaha ettiği; görünce hemen sarıldığı, sa-
rılacağı ilk kimse Ömer’dir, ilk selam verdiği
kimse de odur, ilk elinden tutup cennete ko-
yacağı kimse de o olacaktır”.
Anlattığımız bu olaydan, onun hemen peşine
ayet ve hadislerle gelen müjdelerden; Furkan’ın
kalbimizde yerleşmesinin, yani kalbimize Furkan
yerleştirilmesinin ne kadar önemli olduğunu, bu-
nun açılması için de önemli bir şartın Allah’tan
korunmak olduğunu, korunmanın yolunun da
yemini bozmamak olduğunu, yemini bozmazsak
Allah’tan korunmuş olacağımızı öğrenmiş olduk.
Peki, biz bu mekanizmayı çalıştıracak bir şey
yapıyor muyuz? Bilmeden çok önemli şeyler ya-
pıyoruz! Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım:
Bazen ilaç alırken ilacın ne olduğunu, nasıl etki
290
YILMAZ DÜNDAR

ettiğini bilmek çok önemli olmaz; çünkü o tesi-


rini gösterir. Ama bazı kimseler de vardır, bir ilaç
verirsin, inceler durur. Prospektüsünü inceler,
üstüne düşünür taşınır, gider gelir bakarsın ki
ilaç durur, miadı geçer hala duruyor. Hala ince-
lemekle meşgul, bir gün ilacı kullanacak… Bazısı
da öyle güvenir, bakarsın ki ilacı alıyor. Prospek-
tüsünü okudun mu? Okumamıştır bile, ama ilacı
alıyor! Tesir eder! Bunun gibi, yemini bozmama
yolunda bilmeden aldığımız ilaçlar vardır. “Biz
yeminlerini bozanlar değiliz” diye haykırdığımız
ve “taraf belirtme”ye çalıştığımız ilaçlar vardır.
Neden taraf belirtme? Çünkü Hakk yoldan yana
taraf belirtmek önemli!
Hazreti İbrahim ateşe atılacak. Nemrut şölen
olsun diye bunu ilan ediyor, karınca da bunu du-
yuyor, ama çok uzak bir diyarda! Ağzına biraz su
alıyor, düşüyor yola; yardım edecek! Yolda arka-
daşları görüyor; ne yapıyorsun, bu telaşla, ağzın-
da suyla nereye? Duydum ki, İbrahim aleyhisse-
lam ateşe atılacakmış, onun ateşini söndürmeye
gidiyorum! “Bre mübarek” diyorlar; bir, ağzında-
ki su yetmez, iki; yetişemezsin ki! “Ben de biliyo-
rum ama Allah’a tarafımı belli ediyorum” diyor!
Allah’a “ne tarafta olduğumu” belli ediyorum.
Bizim Allah’a yeminle ilgili olarak tarafı-
mızı belli ettiğimiz şeylerden birisi Seyyidül
İstiğfar’dır. Seyyidül İstiğfar; İstiğfarların Efen-
disi demektir. Tövbelerin en mükemmeli, tövbe-
lerin en üstünü, tövbenin şahı! Hani bir konuda,
“bu işin şahı, bu işin piri” denir ya, işte bu da töv-
benin şahı!
291
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

“Allahümme ente rabbî, la ilahe illa ente


halaktenî ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve
va’dike mesteta’tü, euzü bike min şerri ma
sana’tü ebûü leke bi nı’metike aleyye ve ebûü
bi zenbî, fağfirlî zünubî feinnehu la yağfiruz
zünube illa ente, birahmetike ya Erhamer
rahımîn.”
“Allahım Rabbim sensin. Tanrılık iddiaları
yoktur, yalnız beni yaratan sen. Ben senin kulu-
num ve gücüm yettiğince [“gücüm yettiğince”
kelimesi çok önemli] sana verdiğim ahdü va’d
üzere sabitim. Fiil ortaya koyma yetimin yetene-
ğimin şerrinden sana sığınırım. Bana ihsan bu-
yurduğun nimetini itiraf eder günahlarımı da iti-
raf ederim. Bununla beraber günahlarımı bağış-
la, çünkü günahları senden başka bağışlayacak
yoktur. Ya erhamer rahımiyn, ancak rahmetiyle
sen bağışlarsın.”
Sana verdiğim ahdü va’d üzere sabitim!
“Yemin”in önemini hatırlayın. İşte burada kişi bil-
meden ilacı alıyor, yeminle ilgili ayetleri bilmese
de ilacı alıyor, Furkan oluşacağını bilmeden ila-
cını alıyor, “Allahım ben tarafımı belli ediyorum;
ben yeminini bozanlardan değilim” diyor. Ve
merhamete bakın, “gücüm yettiğince” diyorsun,
bu öğretilmiş! Bu tövbe bize öğretilirken seni
korusun diye içine “mesteta’tü” konuluyor. “Ya
Rabbi, gücüm bu kadar yetti” diyebilesin diye.
“Böyle demiştin, ne var ne yok?” dendiğinde,
“benim gücüm bu kadar yetti” diyebilesin diye
oraya “mesteta’tü” konuluyor. İlacın içine mer-
hamet şırınga edilmiş, içmesi kolay olsun diye.
292
YILMAZ DÜNDAR

Evet; ben senin kulunum ve gücüm yettiğince


sana verdiğim ahdü va’d üzere sabitim. Fiil or-
taya koyma yetimin yeteneğimin şerrinden sana
sığınırım. Bana ihsan buyurduğun nimetini itiraf
eder günahlarımı da itiraf ederim. Bununla be-
raber günahlarımı bağışla, çünkü günahları sen-
den başka bağışlayacak yoktur. Ya erhamer ra-
hımiyn, ancak rahmetiyle sen bağışlarsın. Efen-
dimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurmuşlar
ki; “kim inanarak ve idrak ederek, karşılığını
Allah’tan bekleyerek bu istiğfarı gündüz okur
ve gece olmadan ölürse, o kişi cennete gider
ve yine gece okur da sabah olmadan ölürse o
da cennet ehlinden olur”.
Allah’a yeminimizi ve tarafımızı belli ettiği-
miz bir diğer hadis dua:
“Allahümme lekel hamdü, la ilahe illa ente
rabbî ve ene abdüke amentü bike muhlisan
leke fî diynî. İnni esbahtü ve emseytü ala ah-
dike ve va’dike mesteta’tü, etubü ileyke min
seyyi’i amelî ve estağfiruke bi zünûbilletî la
yağfiruhâ illa ente.”
“Allahım hamd sana aittir. “Tanrılık iddiaları”
yoktur, ancak Rabbim olan sen! Ve ben sana ih-
sanla iman ettim. Kesinlikle! Gücümün yettiğin-
ce sana verdiğim ahdü va’d hal üzere sabahladım
ve akşamladım. Beşer olarak yaptığım bâtıl amel-
lerin günahı için tövbe eder ve “estağfirullah” de-
rim. Başka bağışlayacak yoktur, ancak sen.”
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin bu
hadisinde yemin var! Efendimiz bu duayla ilgili
293
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

olarak yemin ederek buyuruyor; “vallahi de bil-


lahi, her kim bu istiğfarı sabah ve akşam üçer
kere okursa, o mutlaka cennete gider”.
Bu konuyla ilgili, çok iyi bildiğiniz bir başka
ilacı daha paylaşalım, inşaAllah zihnimizde bir
başka boyut açacak!
“Eşhedü en la ilahe illallah ve Eşhedü enne
Muhammeden abduhu ve rasulühu.” Bu
Kelime-i Şehadet dahi, aslında “ben yeminini bo-
zanlardan değilim, şahadet üzereyim” manasına
gelmektedir, Kelime-i Şehadet’in başlangıçtaki
esas manası budur, eğer bu manayla başlarsan
ilerisi şahitliktir! Eğer ben şahadetim üzere sabi-
tim manasıyla bunu söylersen, dünyada da sana
şahitlik açılır. Kelime-i Şehadet’teki zahirini ya-
kala, yani onda kendine ait zahiri yakala! Daima
bir amel yakala, daima! Çünkü ancak oradan
tutunup tırmanabilirsin. Halatı bir yerinden tut-
malısın. Oysa kişi tefekkür ediyorum diye gözünü
kapatıyor, bir halat düşünüyor ve gece gündüz
onun hayaliyle gidiyor. Ya, o Ömer Hayyam işi;
sarhoş olursun! Kişi gözünü kapatıp bir halat
düşünüyor uyanınca da halatı aşkla tarif ediyor.
Oysa ne halatı tutmuş, ne halata çıkmış, hiçbir
şey yok; ham hayal! Halatı bir yerinden tutma-
lı ve tırmanmalısın; amel etmelisin! Amel çok
önemli! Doğru halatı tut ve o halata tırman! İşte
Kelime-i Şehadet’in tutulacak en önemli yeri
önce bu manadır ki; o “ben yeminini bozanlar-
dan değilim, şehadetim üzereyim, fıtri ahdimi
bozmadım, oradaki ahdü va’d üzereyim” demek-
tir.
294
YILMAZ DÜNDAR

Kelime-i Tevhid’in devamı: Ve eşhedü enne


Muhammeden abduhu ve rasulühü: Yeminimi
bozmadım ve “onu bozmayanların ne yapacağı-
nı, Kul’un ve Elçi’n Muhammed’den öğrendim ve
tasdik ettim” demektir. Bu manadan sonra ileri-
deki şehadet açılır! Eşhedü en la ilahe illallahu;
bu bilgi sana işlendi. Ve Eşhedü enne Muhamme-
den abduhu ve Rasuluhu; bu da o bilginin ameli-
dir. Bunu da yakaladın, hemen yapıyorsun. Niye?
Şems Sûresi 8. Ayet sana; “fücurun şu olur, tak-
van şu olur” dedi. Efendimizden Risalet bilgisiyle
öğrendin, reçete de Nübüvvetle geldi.
Mademki “yemini bozanı”, “er-Rasulü ihraç
edeni” ve “hep savaş açanı” yakaladık; bütün
bunları yapan “A” Takdim Formu yapısıdır de-
dik, şimdi ayet “A” Takdim Formu’na “BEN” di-
yene sesleniyor. Dikkat edin, sesleniş “A” Takdim
Formu yapısına değil, ona “BEN” diyene: “O hal-
de onunla ve onlarla savaşın!”.
Tevbe Sûresi 20. Ayet: “İman eden, hicret
eden ve Allah yolunda mallarıyla canlarıy-
la mücahede edenler derece itibarıyla Allah
indinde daha azimdir, işte bunlar kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir”. Ayetteki iman eden;
“Amentü Billahi” diyendir. Manaları günümüze
getiriyoruz ya, bakın; hicret eden demek nefs-i
levvamede seyri sülukta olan demektir. Her şeyi-
ni yüklenmiş hicret yolunda, seyri sülukta! Allah
yolunda olan ise; İhlâs Hayat Döngüsü’ne gir-
miş ve bu döngünün içerisinde ilerleyendir.
Bir savaştan dönülmüştü, Efendimiz sallalla-
hu aleyhi vesellem buyurdu; “küçük savaştan
295
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

döndük, büyük savaşa giriyoruz”. Ashab; “ya


Rasulallah, geldiğimizden büyük savaş mı olur,
evimize geldik?” diye sorunca, Efendimiz sallal-
lahu aleyhi vesellem; “büyük savaş nefs müca-
delesidir” diye buyuruyor! Öyleyse bakın: Tev-
be Sûresi 13, 14, 15, 16’da bir savaş okuduk. O
zaman, bu hadisi şerife göre şimdi yaptığımız
mana “büyük savaş”a aittir. “Savaş”ı getirdik,
kendi özelimizde günümüze aktardık. Neyle?
Kalb ve sadr ayetleriyle.
İşte bu büyük savaşta zafer için önemli olan
şeylerden birisi; Hakk yolda güven duygumu-
zu ve savaş için şevk ve gücümüzü yükseltecek
derecede iman gücüne kavuşmaktır. Bu iman
gücünü sağlayan nedir, peki?
Bu iman gücünü sağlayacak şey ise mari-
fet nurudur. Bu yüzden de, fuadın “her türlü
acaba”dan kurtulması gerekir. Analiz ve sentez
yaparken o değerlendirme merkezinin lügatın-
da artık “acaba?” bulunmamalıdır. Fuad bir so-
nuca varacağında acaba şöyle mi, acaba böyle
mi, olmayacak! Vakit yok! Bu savaşta, savaşın bu
noktasında “acaba?” bulunmayan bir fuad la-
zım! Artık fuadın her türlü ikilemden sıyrılması
gerekir! Peki, bu nasıl olacak? Bu, kalbe Allah’ın
sekîne indirmesiyle hemen gerçekleşir! Allah
kalbe sekine indirince fuaddan “acaba?” silinir.
Kalbe sekine inmesi “acaba?”yı siler atar. Acaba
“orada” virüs programdır, sekine indirilince ona
bir format atar, artık fuadda o program çalışmaz
olur. Bunu hangi ayetlerden öğreniyoruz?
296
YILMAZ DÜNDAR

Fetih Sûresi 4. Ayet: “İmanlarının kat kat


artması için müminlerin kalblerine sekine
inzal eden O’dur. Semavat ve arzın orduları
Allah’ındır. Allah Aliymen Hakiyma’dır”.
Fetih Sûresi 18. Ayet: “Andolsun ki Allah,
o ağacın altında sana biat ettiklerinde mü-
minlerden razı oldu. Onların kalblerinde
olanı bildi ve üzerlerine sekine inzal etti ve
kendilerine “Feth-i Kariyb”i verdi”. Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellem hiç ilk saldıran olma-
dığı için, bu ayet inzal olmadan önce barış için
elçi göndermek istiyor. Savaşla ilgili ayetler, bize
hep; “savunma yapın, haddi aşmayın” diyor. Ka-
zandık diye haddi aşmayın, kendinizi savunun;
Hakk’ınızı alın ve orda durun. Bu yüzden hiç ilk
saldıran değiller ve barış elçisi göndermek hatta
elçi olarak Hazreti Ömer Efendimizi göndermek
istiyorlar. Hazreti Ömer; “benim yapımı, onlarla
ilgili duygumu düşüncemi, halimi, tavrımı bili-
yorlar; beni yaşatmazlar. Orada kimsem de yok,
kimin yanına gideyim” diyor. Çünkü o dönemde
birinin gelip “buna dokunmayın” demesi lazım,
değilse linç olur. Bunun üzerine orada akrabaları
var, çevresi var diye Hazreti Osman Efendimizi
gönderiyorlar. Müşrikler Hazreti Osman Efen-
dimizi dinliyorlar, ama umursamayıp hapsedi-
yorlar. Öldürmedikleri halde “öldürüldü” diye de
haber gönderiyorlar, kızıştırmak için! Tabi savaş
çıkıyor… Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem
“hadi savaşa gidelim” diyecek, ama savaştan kaç-
mamaları için savaşa gideceklerden söz alıyor;
“arkamda duracaksınız, kaçmayacaksınız” diye
297
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

söz alıyor. Efendimiz, bin dört yüz kişiden bazı


kaynaklara göre de bin beş yüz kişiden elini uza-
tıp söz alıyor; “ya Rasulallah, kaçmayacağız” diye
biat ediyorlar. Hatta “ne için biat ediyorsunuz?”
deyince bazıları; kalbinden ne geçiyorsa hepsine
biat ediyoruz ya Rasulallah deyip elini tutuyor-
lar. Ayet onların o halini tarif ediyor, diyor ki; “o
ağacın altında sana biat ettiler ya, o halden razı
oldum”. Bu yüzden o manzaranın ismi “Beyatü’r
Rıdvan; Razı olunan Biat” diye geçer.
Sahabeler kaçmamak üzere biat ediyorlar
ya, şimdi de onlara kaçmamaları için gerekli ik-
ram verilecek bakın. Bu nokta hep çok önemli
Allah için! Buna denir; “sen bir adım at Hakk’a,
sen yürü, Hakk sana koşar” diye. Bakın biat ta-
mamlandı, “ne dediniz ve ne için söz verdiyse-
niz öyle davranın” demiyor! “Kaçmayacağız”
dediniz, “kaçmayın” demiyor, kalbleri onların
kaçmayacağı şekle çeviriyor: Sekinedir bu! İşte
ayet onu söylüyor; Andolsun ki Allah, o ağacın
altında sana biat ettiklerinde müminlerden razı
oldu. Onların kalblerinde olanı bildi ve üzerlerine
sekine indirdi, sekine inzal etti ve onlara Feth-i
Kariybi müjdeledi, yani gittikleri zaman “en ya-
kın olacak zaferi” de müjdeledi.
Şimdi bunu günümüze, kendimize taşıyalım.
Günümüze taşıdığımızda biat eden ne demek-
tir? Biat hep vardır, geçerlidir, devam eder! Eğer
siz; “Amentü Billahi” der, ayetler ve sünnetlere
uygun bir şekilde nefs-i levvameye girerseniz
biat devam etmiş olur ve o razı olunan biat sı-
nıfına gireriz inşaAllah. Ayetlerin günümüze ta-
298
YILMAZ DÜNDAR

şınması halinde Biat ve Büyük Savaş bizi böyle


kapsar!
Feth-i Kariyb de, o yakın zafer de zahiren o
gün için öyledir, ama bizim için; kulun vehmin
yönetiminden kurtulmasıdır! Yani; Kul Allah’tan
razı olur; nefs-i radıye, sonra da Feth-i Kariyb‘le
Allah kuldan razı olur; nefs-i mardıye! Nefs-i
mardiye, vehmin yönetiminin o kişiden kalkma-
sıdır. Artık kişi vehmi yönetir ki; o yüzden ona
tasarruf sahibi denir. O zamana kadar vehmin
yönetimindedir o “BEN” diyen, sonra o “BEN” di-
yen vehmi yönetir. Yani oynarken yönetmen olur.
Fetih Sûresi 26. Ayet ne diyor: “O zaman
kâfirler kalblerine hamiyeti cahiliye taas-
subunu yerleştirmişlerdi. Kur’an’dan öğreni-
yoruz bunu da. Allah da Rasulü’nün ve mü-
minlerin üzerine sekine inzal etti ve onları
Kelime-i Takva üzerine sabitledi. Onlar bu
söze ehak ve ehil kimselerdi”. İşte şimdi bu-
rada “ehak” kelimesinin anlamı olarak; “onlar
Kelime-i Takva üzere sabitlenmeye layıktılar”
diyebiliriz. Ama Allah için “ehak” kelimesi geç-
tiğinde, “layıktır” diye meal veremezsin, öyle di-
yemezsin. Nitekim daha önce Allah için “ehak”
geçtiğinde “layıktır” diyememiştik, “korkmanız,
haşyet duymanız için ehak Allah!” diye meal-
lendirmiştik. Çünkü bir üst hale/makama bunu
diyemezsin. Ama şimdi insan söz konusu olun-
ca «onlar bu söze ehak/ehil kimselerdi” diyoruz.
Onlar bu işe layıktılar, hak ettiler, bu yüzden on-
ları Kelime-i Takva’ya; La ilahe İllallah Kelime-i
Tevhidi üzerine sabitledik.
299
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

Sekîne’nin inananlara sağladığını görü-


yor musunuz: Artık Lüb devrede! Biraz önce
Furkan’la birlikte fuad devreye girmişti, şimdi
Lüb devrede ve: onları La ilahe İllallah Kelime-i
Tevhidi üzerine sabitledik! Oysa kâfirler? On-
lar kabile etraf gayreti ve güveniyle duruyorlar.
Ama size; Allah kendi güvenini verdi, sizden
“acaba”ları kaldırdı, sizin kalbinize sekine indirdi
ve sizi Kelime-i Takva üzere sabitledi.
Ayette bahsedilen bu savaşta o ve onlar de-
nilen, karşı taraf denilen bir grup var. Ayetleri
yaşantımıza, daha doğrusu yaşantımızı ayetlere
taşıdığımızda “karşı taraf” veya “o ve onlar” de-
nilen nedir, onu bulmalıyız. O; şeytaniyet, onlar;
şeytan! O zaman bir de şeytaniyet ve şeytanın
durumuna bakalım. Bazen, bulunduğumuz ye-
rin cazibesi karşı tarafı incelemekle artar, bulun-
duğumuz yerin önemini öyle anlarız. İnsan kıyas
yaparak öğrenir ya, biz de karşı tarafın durumu-
na bakalım, o zaman bulunduğumuz yeri daha
çok sevebiliriz.
Zuhruf Sûresi 37. Ayet: “Muhakkak ki bun-
lar, şeytanlar onları yollarından alıkoyarlar da
onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını
zannederler”. Şeytan özellikle de şeytaniyet;
“A” Takdim Formu yapısıdır. Ona “BEN” demek-
le kişi de bu işe karışmış oluyor! Ama esas şey-
taniyet; esfele safiliyn yapı; “A” Takdim Formu
yapısıdır. Şeytan; “A” Takdim Formu yapısına
“BEN” diyeni «BEN» dediği o yapıya sıkı sıkı-
ya bağlamaya çalışan, onunla ilişkisini sıkı tut-
maya çalışan, onu iyi arkadaş yapmaya çalışan,
300
YILMAZ DÜNDAR

bu yüzden ona kariyn olduğu; ona iyi arkadaş


olduğu varlıktır, cin taifesinden olan varlıktır!
Şeytanın görevi ne, ne yapıyorlar? “A” Takdim
Formu’na “BEN” diyeni bir şekilde Hakk yoldan
saptırıyorlar, alıkoyuyorlar, engelliyorlar. Ama
işin korkunç ve tehlikeli olan yanı; “BEN” diye-
nin girdiği bu yanlış yolda kendisini doğru yolda
zannetmesidir. Yaptığını hakikat ve doğru zan-
nediyor. Ayet; “öyle zannederler” diyor. Ama “A”
Takdim Formu’na “BEN” diyen, eğer gerçeği fark
eder ve o “A” Takdim Formu “BEN”le savaşa ka-
rar verirse, ama özellikle de “amentü billahi” der
de bunu yaparsa! Bunu demezse yine şeytanla
işbirliği yapıyor demektir! Evet; “amentü billahi”
derse ve nefs-i levvameye girerse ve bu konuda
ısrarlı olursa, o zaman olacaklara bakın:
Enfal Sûresi 48 Ayet: “Hani şeytan onlara
amellerini süsledi ve şöyle dedi: Bugün in-
sanlardan size galip gelecek yoktur. Ben de
muhakkak sizin yanınızdayım. İki grup bir-
birini görünce, şeytan iki topuğunun üzerine
gerisin geri çark etti ve; muhakkak ben siz-
den ayrıyım. Gerçekten ben sizin göremedi-
ğiniz bir şeyleri görüyorum. Muhakkak ki ben
Allah’dan korkarım. Allah şediyd’ül ıkab’dır
dedi”.
Zuhruf Sûresi 37. Ayette anlatılan bu: Kişi “A”
Takdim Formu’na “BEN” demiş, ona karin arka-
daş olmuş, şeytan da her ikisine karin olmuş, ha-
yatlarını kendilerine göre güzel, mutlu yaşıyor-
lar, her yaptıklarını doğru zannediyorlar! Sistem
böyle! Ama ne zaman ki o “A” Takdim Formu’na
301
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

“BEN” diyen bir savaşa girerse! Biraz önce an-


lattığımız sistem içerisinde bir savaşa girer ve
bâtıla karşı Hakk’ın savaşçısı olmaya karar verir-
se! “Amentü Billahi” der nefs-i levvame seyri sü-
luğuna girerse; bu ikisinin savaşını, yani Hakk’la
batılın savaştığını ve “BEN” diyen Kul’un Hakk’ı
tutmakta ısrarlı olduğunu görünce şeytan çark
eder. Şeytan bu iki topluluğu görünce çark edip;
“ben sizden ayrıyım” der ve bir anda “A” Takdim
Formu’nu bırakır! “Ben sizden ayrıyım, işinize
karışmam. Gerçek şu ki ben sizin göremediğiniz
bir şeyi görüyorum. Allah’tan korkarım; Allah
şediyd’ül ıkab’dır” der, böyle diyor şeytan.
Demek ki, bu savaş “amentü billahi” deyip
nefs-i levvameye girince başlıyor. Ve şeytan bu
savaştaki kişinin ısrarını, bulunduğu yol nede-
niyle de ihlâsını görünce ortadan çekiliyor. Bunu
bize Sa’d Sûresi 82 ve 83. ayetler de söylüyor.
Sa’d Sûresi 82, 83: “İblis dedi; İzzetin adına
yemin ederim ki, bütün kullarına yollarını
şaşırttıracağım, ihlâslı kulların hariç olmak
üzere”. Eğer bir kulun batıla karşı savaş açmış
ve bu konuda ısrarlı ise, ihlâslı ise; yani İhlâs Ha-
yat Döngüsü’ne girmişse o hariç! Yani bir kulun
İhlâs Hayat Döngüsü’ndeyse veya İhlâs Hayat
Döngüsü’ne girmeye çalışıyorsa, o kulların hariç
hepsini yolundan şaşırttıracağım!
Nahl Sûresi 99, 100. ayetler: “Doğrusu onun
şeytanın iman edenler ve Rablerine tevekkül
edenler üzerine bir sultası yoktur. Onun sul-
tası ancak kendisini veli edinenler ve onu or-
tak koşanlar üzerinedir”. Anlıyoruz ki, aslında
302
YILMAZ DÜNDAR

şeytanın vesvese vermekten, avam diliyle “gaz


vermekten” başka yapacak hiçbir şeyi yok! Hele
de iman edenlere, “amentü billahi” diyenlere!
“Amentü Billahi” çok önemli! “Amentü Billahi”
diyenlerin ve bu konuda Rabbine yönelip sığın-
mış olanların; nefs-i levvamede ilerleyenlerin üs-
tünde şeytanın bir gücü, bir etkisi yoktur. Onun
gücü, ancak kendisini dost edinmiş ve onu ortak
koşanlar üzerinedir. Şeytan nasıl ortak koşulur?
Ayet; “onun sultası şeytanı ortak koşanlar
üzerindedir” diyor ve bize bir gerçeği vurgu-
luyor; yani onun gücü şeytaniyeti ortak koşan-
lar üzerinedir! Yani; “A” Takdim Formu yapısını
Allah’a ortak koşanlar üzerinedir. Yani “A” Takdim
Formu yapısına “BEN” deyip, “varım ve muhta-
rım” deyip onu Allah’a eş ve ortak yapanlar üze-
rinedir! Böylece kişi şeytanı, şeytaniyeti Allah’a eş
ve ortak koşmuş olur ki; bunu Nahl Sûresi 99 ve
100. ayetlerden çok rahatlıkla görüyoruz.
Bu savaşın yapıldığı meydan Levvame’dir ve
bu savaş Levvame Meydan Savaşı’dır.
Kıyamet Sûresi 2. Ayet: “Ve nefs-i levva-
meye kasem ederim, nefs-i levvameye yemin
ederim.” Kıyamet Sûresi’ndeki bu yemini, nefs-i
levvameye yapılan bu yemini nasıl anlamalıyız?
Sana yeminini bozdurmuş, Rasulullah sallallahu
aleyhi vesellem’in açıkladığı hakikati hayatından
ihraç etmiş, sana öyle bir hayat sunmuş ve Hakk
yolda seninle hep savaşan, önce saldıran bu tan-
rılık iddiasına ve yaşantısına karşı çıkan o nefse
yemin ederim ki! Bu özelliklerin tümünü kap-
sayan tanrılık iddiası ve yaşantısına karşı korun-
303
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

mak için müttaki olursan, “aminu ve amilus sa-


lihati zırhı”nı giyip de levvame savaş meydanına
çıkmışsan; işte o nefse yemin ederim ki! Levvame
savaş meydanına çıkan nefsin Allah indindeki
değeri azimdir, derecesi azimdir ki; bunu kav-
rayamazsın! Nefs-i levvameye girmiş bir nefsin,
saydığımız bu özellikleri taşıyan yapıya, o iddi-
aya savaş açmış bir nefsin Allah indindeki halini
kavrayabilesin diye diyorum ki; “o nefse; nefs-i
levvameye yemin ederim ki!”.
Düşmanın diğer bir özelliğini Nas Sûresi 5.
Ayetten öğreniyoruz: “Elleziy yuvesvisü fiy
sudurin nas: o ki insanların sadlarına vesve-
se üretir”; o ki insanların sadrlarında vesvese
üretir! Peki, vesvese nedir? Doğru tanımlansın
ki vesvese yanlış anlaşılmasın. Bizi hep yaşadı-
ğımız hayatın kuralları ve hali perdelemektedir.
Normal hayat içerisinde kapıldığımız evhamları
biz vesvese zannetmekteyiz. Evet, onlardan da
Allah’a sığınacaksın, ama senin için birinci de-
recede tehlikeli olan ve bu ayetlerde bahsedilen
vesvese onlar değildir. Vesvese; sana batılı ca-
zip göstererek seni Hakk yoldan uzaklaştıran
her türlü fikir, heva ve heveslerdir. Vesvese
batılı sana cazip gösterir. Öyle bir cazip gösterir
ki, o seni Hakk yoldan alıkoyar! Seni Hakk yol-
dan alıkoyacak, çevirecek cazip fikirler, heva ve
heveslerin hepsi vesvesedir. İşte şeytanın yaptı-
ğı vesvese esas itibariyle budur! Sen bir kere bu
vesveseye düşersen, senin “vesvese” diye tanım-
ladığın diğer şeyler onun için çerez sayılır, artık
onlar çok kolaydır.
304
YILMAZ DÜNDAR

Peki, vesvesenin tesiri nereye? Ayetten anlı-


yoruz ki, tesir sadra! Şeytan kalbe tesir edemez;
kalb, Allah’ın elindedir, kalbin yazısını Allah ya-
zar. Şeytan ancak kalbin üstünü örter, esfele safi-
liyn yapı ona hâkim olsun diye. Ve bu yüzden de
vesvesesini, tesirini sadra yapar. Eğer nefsin şerri
sadra hâkimse, yönetim ondaysa, sadrda zalim
hükümdar varsa, bu cazip işleri gider onun ku-
lağına fısıldar. Şeytanın sadra tesir ettiğini biz
Nas Sûresi’nden öğreniyoruz; “o ki insanların
sadrlarında vesvese üretir”! Bir önceki ayet ise
vesveseyi tarif eder: “Bıkmadan, usanmadan, yıl-
madan aynı şeyi devamlı yapar der. Üst üste, üst
üste vesvese yapar. Sen vazgeçersin yapar, vaz-
geçersin yapar… Seni ikna edinceye kadar vesve-
se verir, böyle bir vesvese üretendir o.
Nas Sûresi 6. Ayet; “minel cinneti ven nas”
diye biter. Diyor ki, sadrınıza gelen bu vesvese
cinlerden ve insanlardan! Bir önceki ayette şey-
tanın sadra vesvese verdiğini söyledi, şimdi de
şeytanın kim olduğunu söylüyor; cinler ve insan!
Cinlerden ve insandan olanlar sadra vesvese ve-
rir. Bu noktada anlıyoruz ki şeytaniyet; öncelik-
le yapılan bir işin, bir görevin ismidir. Bu işle gö-
revlendirilmiş bir gurup cin taifesi de meslekleri
o olduğu için şeytan diye anılır. Ama insan da
bu işi yapan gruptadır. Ne ile? “A” Takdim Formu
yapısıyla! Ve dikkat ediniz; “A” Takdim Formu ya-
pısının şeytaniyet gücü, bu işle görevlendirilmiş
şeytandan fazladır. Çünkü insanın elinde esma-i
külleha vardır! Bu demektir ki; şeytanda olma-
yan yetenekler “A” Takdim Formu’nda var!
305
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

Şeytanla ilgili bir diğer özellik: Şeytan, “ben


Allah’tan korkarım” diyor. Oysa “A” Takdim For-
mu Allah’tan korkmaz! Bütün bunlar birleşince
görürüz ki; kişideki “A” Takdim Formu yapısı şey-
tana pabucunu ters giydirir.
A’raf Sûresi 200: “Eğer şeytandan bir nez’ğ;
bir fit, seni fitneye düşürecek bir fikir, seni dür-
terse hemen Allah’a sığın. Çünkü O Semîun
Aliym’dir”.
Fussılet Sûresi 36. Ayet: “Eğer şeytandan bir
nez’ğ; bir fit, seni dürterse hemen Allah’a sı-
ğın. Muhakkak ki O Semîun Aliym’dir”.
Bu iki ayetteki fiti ancak savaşta olan fark
eder! Savaşta olmayan böyle bir fitin, dürtme-
nin olduğunu fark etmez ki! Niye? Çünkü o ona
sahip çıkıyor; şeytanın vesveselerine “benim
fikirlerim” diyor ya, bu yüzden o işi şeytana bı-
rakmaz. Levvame savaşında olan ise; kendisin-
de yavaş yavaş Furkan açıldığı için, Hakk diliyle
batıl dilini anlamaya başladığı için, vesveseleri
fark etmeye başlar ve şeytan beni dürttü der.
İşte “onu fark ettiğinde hemen Allah’a sığın, O
Semîun Aliym’dir” diyor ayette. Bu yüzden bi-
zim bir sığınma biçimimiz; “euzü billahis semi’ıl
aliymi mineş şeytanir raciym”dir. Özellikle Lev
enzelna’yı okurken bunu üç defa söyleriz. Bu,
bize ayetle öğretilen sığınma biçimidir; ayette
“Allah’a böyle sığının” denmiştir.
Bu şeytanın/şeytaniyetin, daha doğrusu
insanın veya açık ismiyle “A” Takdim Formu
“BEN”in önemli bir özelliği vardır ki; acelecidir.
306
YILMAZ DÜNDAR

Acelecidir! Bu yüzden, vesveseye uymak için o


kadar acele eder ki! Sadrına yapılan bu vesve-
seye uymak için o kadar acele eder ki! Bu acele
yüzünden vesveseyi yapanı bile göremez, ona o
kadar hızlı sahip çıkar. İnceleme yapmaz; “o fikir
benimdir” der ve vesveseyi hemen sahiplenir,
sonra da onu kendinde yanlış bir amele çevirir.
Bakın Ra’d Sûresi 6. Ayet: “İnsanlar senden
haseneden hayrdan önce seyyie’yi batılı ace-
le isterler”. Bir de böyle; “bâtılı acele isteme”
özelliği vardır onun. Batılı acele isterler; “hayrı
sonra da yaparız”, “o sonra da olur”; “onu sonra
da dinleriz”, “onu şimdi söylemesen de olur”, “şu
yanlışları bize biran önce ver, yap” derler, böyle
isterler. Aslında yapıları böyledir. Peki, neden?
Şura Sûresi 18. Ayet: “Ona O Saat’e iman et-
meyenler, onu acele isterler. Hesap Günü’ne;
cezalandırma günlerine, karşılık verme günle-
rine iman etmeyenler, onu acele isterler. İman
edenler ise ondan müşfiktirler; korkuyla ür-
perirler; o an için korkuyla ürperirler. Ve bilir-
ler ki o gün kesinlikle Hakk’dır. Onların acele
etme sebepleri; “o gün”e iman etmemeleri ve
“o gün”ün onların umurlarında olmamasıdır! O
“umurda olmama, umursamama” aceleyi getiri-
yor. Neyle ilgili bir acele? Tersini yapmakla ilgili!
Tersini yapmakta aceleci olduğu için “gelecek
gün”e de acele etmiş oluyor! Dikkat edin, O
Saat hakkında tartışanlar, muhakkak uzak
bir dalal içindeler”.
Şimdi bütünlük olması için Şura Sûresi 18.
Ayet mealini bir bütün olarak verelim; “Ona
307
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

O Saat’e iman etmeyenler, onu acele ister-


ler. İman edenler ise ondan müşfiktirler;
korkuyla ürperirler. Ve bilirler ki o kesinlik-
le Hakk’dır. Dikkat edin, “O Saat” hakkında
tartışanlar, muhakkak uzak bir dalal içinde-
dirler”. Çünkü inanmayanlar vesveseye öyle bir
dalarlar ki, “hesap” diye bir şeyi düşünmezler.
Onların vesvesedeki acelecilikleri hayat için ace-
leye dönüşür de geri dönemeyecekleri bir sapık-
lık içine düşerler. Çünkü:
Enbiya Sûresi 37. Ayet bize insanın bir özel-
liğini söyler; “insan acel’den yaratılmıştır” der.
“İnsan acelden yaratılmıştır, ayetlerimi ya-
kında size göstereceğim, acele etmeyin!” Acel;
aceleci yapı, aceleci davranış demektir ve bu,
şeytan için çok önemlidir. Bu aceleci yapı yüzün-
den kişi detaylı düşünmez, şeytan ve şeytaniyet
de bundan yararlanır. Oysa aslında “acel” yapı
çok ihtiyacımız olan bir şeydir. Ancak onu şeyta-
niyet kullandığı için bu tür sonuçlar çıkar. Acel
yapı bize o kadar lazımdır ki! Ama ne yaparsak?
Onu hicret ettirirsek! Hani çorabı örnek vermiş-
tik; tersini düzünü, işte çorabın tersi “A” Takdim
Formu yapısı, düzü “B” Takdim Formu yapısıdır.
Dokusu aynı, aynı çorap! Acel bu çorabın ipidir!
Dolayısıyla çorabın tersi olan “acel”i düzüne çe-
virip hicret ettirdiğiniz zaman o bize lazımdır.
Bakara Sûresi 148. Ayeti uygulayabilmemiz için
bize “acel” lazımdır. Ama bu acel, şeytanın ka-
rıştırdığı acel değil, hicret ettirilmiş aceldir.
Bakara Sûresi 148. Ayet: “O halde hayratta
yarışınız”. Acele etmezsen nasıl yarışacaksın?
308
YILMAZ DÜNDAR

Yatarak yarışamazsın ki, acele etmek zorunda-


sın. Dolayısıyla “hayratta yarışınız” ayetini yeri-
ne getirebilmek için sana acel lazım. Yeri gelmiş-
ken “hayrat” ne demektir, esas anlamıyla “hay-
ratta yarışmak” ne demektir, onu da tanımla-
yalım. “Hayrat”ın manaları geniş, ama buradaki
esas mana, ana başlık şu: Rabbini tanıyabilmekte
acele et, Rabbinizi tanıyabilmekte acele edin ve
yarışın.
Hadiyd Sûresi 21. Ayet: “Rabbinizden size
erişecek bir bağışlanmayı ve bir cenneti ka-
zanmak için yarışın”. Demek ki, acel aslında “B”
Takdim Formu için çok önemli bir özellik, onun
çok önemli bir özelliği! Orada ilerleyebilmesi
için, “takvada yarışın” ayetinin yerine gelebilme-
si için önemli bir özellik olan bu acelin göç etti-
rilmesi gerekiyor. Bu gerçeği görünce onu hicret
ettirmeğe başlarsan bakın ne olur? Şeytan baktı
ki sen aceli sırtlandın, ısrarla onu “B”ye taşıyor-
sun, o zaman şeytan diyor ki [Sa’d Sûresi 82, 83];
“onları saptıramam, onlara bir şey yapamam!
Onlar kafalarına bir “ihlâs” takmışlar, “illa İhlâs”a
gitmek için inat ediyorlar, oraya gidiyorlar; bir
şey yapamam onlara! Saptırmak isterim ama,
inat etmiş bir kere! Orası için inat etmiş kulları
saptıramam”. Dolayısıyla bir kişi eğer aceli sırtı-
na alıp hicret ettirmişse şeytan ona karışamaz.
Böyle olunca sen o aceli hayratta yarışmak için
takva yarışında kullanırsın.
Oysa; hadisler bize dünya işlerinde teenniyi
öğütler ki; teenni çok önemli iki özellikten biri-
sidir: Teenni; işin başını, ortasını, sonunu düşün-
309
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

mektir, dünya ile ilgili bir şey yapınca acele et-


memektir! Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem
buyuruyor ki; “ahiretle ilgili işlerinizde acele
ediniz, dünya ile ilgili işlerinizde teenni gös-
teriniz”.
Günümüzü, hayatımızı Tevbe Sûresi’nin o
dört ayetine taşıyoruz, şimdi geldiğimiz yer:
Savaşın ki Allah sizin ellerinizle o hali rezil rüs-
va etsin, size/sana zafer versin. Sizin elleriniz-
le; amellerinizle, tanrılık iddiasını ve yaşantısını
sizde durdursun; şirk içeren bütün hallerinizi
temizlesin, bu yaşantı tarzının cazibesini sizden
kaldırsın ve o hali sizin gözünüzde rezil rüsva
etsin. Tanrılık İddiası Dünyasının, Deccaliyet’in
aleyhine sana zafer versin.
“Sizin ellerinizle yani amellerinizle o hali rezil
rüsva etsin” dedik. Ama bunu kim yapacak? Al-
lah! Allah bunu sizin amellerinizle yapacak. Bu
mana ilk yakalayacağımız zahirdir. Bu manayı bir
ileri taşıyıp daha enfüsî daha bâtınî manalarını
görmek istiyorsak, bilin ki; bâtınî manalar savaş-
tan sonra açılır. Kişi bu savaşı yaparsa buradaki
sizin ellerinizle’nin derin manaları o kişide açıl-
mış olur, artık onlar onun için bâtınî olmaktan
çıkar zahir olur.
Nedir onlar? Onlar önce Fiillerin Tecellisi ola-
rak görülür. Ve fiillerin tecellisi ilk mana olarak
yaşanır, sonra da diğerleri... Ama bu savaştan
sonra!
Enfal Sûresi 37. Ayet: “Habis’i şakiyi
tayyib’ten saidden temyiz etsin ayırsın ve
310
YILMAZ DÜNDAR

habis’i birbiri üzerine yığıp bu yığıntıyla ce-


hennemi doldursun diye! İşte bunlar hüsrana
uğrayanların ta kendileridir!” Bu savaşı yapın!
Niye? “Ellerinizle/amellerinizle sizdeki tanrılık
iddia ve yaşantısını durdursun, ayrıca yaşadı-
ğınız toplumun içerisinde şaki’yi ve said’i birbi-
rinden ayırıp habisi/şakiyi de üst üste yığsın ve
bu yığıntıyı da ateş kaynağı olarak cehenneme
atsın” diye!
Şimdi, tefekküre yardımcı olur umuduyla çok
başka bir konuda bir cümle paylaşalım. Detayı-
nın incelenmesi gerekli bir şey, ama burada onu
bir cümleyle geçelim, altını doldurmayalım: Al-
lah ne dilemişse, o dilek Ef’al Âlemi’nde suretleşir;
Ef’al Âlemi’ne girince suretlenir. Ef’al Âlemi’nin
gereği budur! Dolayısıyla bir kişide Allah bir amel
dilemişse, bu dilek ef’al âlemine “emir” olarak gi-
rince o kişiden suretlenir. Bu yüzden, “elleriniz-
le, amellerinizle Allah yapsın” cümlesi oluşur ki
bu cümle ef’al âlemine uygun bir cümledir. Her
emir ef’al âleminde bir surete dönüşmek, bir su-
rete girmek zorundadır. Ef’al âleminin gereği bu-
dur! Bu işleyişi göremeyen kişiler Kur’an’da ge-
çen “biz” kelimesini yanlış yorumlarlar. “Allah bir
işi meleklere, onlara, bunlara yaptırır, bu yüzden
onlara “biz” diyor” derler. Tefsirlerde bile girmiş
bu tip yorumlar vardır. Oysa ef’al âleminin ge-
reği budur, bu kesretle ilgilidir! Ama Tevhid çer-
çevesi, Tevhid anlayışı içerisinde! Kesret âlemi
Tevhid’in dışında bir varlık ve varlıklar olarak de-
ğildir. “Altını doldurmayalım” dedik, ona uyup,
bu konuyu bu cümleyle burada kapatalım.
311
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

Kur’an’ı Kerim’i mealen okumaya başlayan


kardeşlerimiz okur okumaz, O’nu hemen anla-
mak, kavramak isterler. Bakın biz bir “elem neş-
rah leke sadrak” dedik, yalnızca “sadrak” için,
onu anlamak için ayetlerle hadislerde nasıl bir
yolculuk yaptık, sadece “sadrak” kelimesi için!
Öyle hemen olacak şey değil, hemen olmuyor.
Bu yüzden “A” Takdim Formu “BEN” olan yapı,
“A” Takdim Formu’ndan kaynaklanan yorumlar
yapar; “burda ne var, bunu ben de yazarım” gibi,
“ben bu cümleleri daha iyi yazarım” gibi yanlış-
lara düşer. Çok doğal! Ha, buralardan Allah’a sı-
ğınırsa bu yanlışlar onun için sevaba dönüşür, o
yanlışı fark edip de ona sahip çıkmazsa böyle bir
faydası da olur!
Şöyle de yanlış yapanlar, yanlış düşünenler
vardır. Okurlar bakarlar ve inanırlar; tamam
Kur’an Allah kelamı, Allah’tan. Ama o da ne, bir
üçüncü varlık var, bu ne iş? Bazı ayetlerde öyle bir
anlatılıyor ki, sanki ayeti Cebrail yazdırmış, Ceb-
rail bir şey söylüyor, bir başkası bir ayet söylüyor
gibi! Bu durumda bazıları, Allah söylemiyor da
sanki başka bir varlık söylüyor sanıp, öyle düşü-
nüp; “demek ki hepsi Allah kelamı değil, bazıları
Cebrail kelamı, bazıları şöyle kelam…” gibi yanlış
yorumlara girerler. Anlatım tarzı, dili ve olayın
hakikati bilinmediği için! Oysa ef’al âleminde
Allah’ın her türlü emri bu âleme girince sure-
te bürünür; suretleşir. Bu emir; ölüm emriyse
suret Azrail adını alır, vahiy emriyse suret Ceb-
rail adını alır, halife emriyse suret İnsan adını
alır. Ama bunlar Tevhid’in dışında olmayıp “illa
Allah” içerisindedir.
312
YILMAZ DÜNDAR

Evet: Sonuçta “sadr” şeytan ve şeytaniyet hük-


münden kurtulur, “A” Takdim Formu’na “BEN”
demekten, yani Sahiplenme Hastalığı’ndan
kurtulur ki bu durum için; “sadrına şifa oldu” de-
nir. Kur’an’da geçen sadra şifa budur, bu durum
sadra şifa olarak tanımlanır.
İşte bu savaşta bizim bir rehberimiz var! Pislik
çukurundan çıkmak için sımsıkı sarılıp tutuna-
cağımız bir ipimiz, bir şifa reçetemiz var. Bu ip,
bu şifa, bu rehber; Kur’an ve Rasulullah sallal-
lahu aleyhi vesellem’in getirdikleridir!
Bakın Alu-İmran Sûresi 103 ayet: “Ve toplu-
ca Allah’ın ipine sımsıkı tutunun ve tefrikaya
düşmeyin. Üzerinizdeki Allah nimetini zikre-
din. Hani sizler düşmanlar idiniz de O kalb-
lerinizin arasını telif edip uzlaştırdı, biraraya
getirdi. Onun nimeti sayesinde kardeşler ol-
dunuz. Siz nardan bir çukurun tam kenarın-
da idiniz, O sizi ondan kurtardı. İşte böylece
Allah ayetlerini size açıkça beyan ediyor ki
gerçeğe eresiniz diye!”
Bu ayet buyuruyor ki; “Allah kalbleri bir-
leştirendir”. O zaman anlıyoruz ki “gerçek kar-
deşlik” böyle gerçekleşebilir. Yani bu kardeşliği
engelleyen kalbteki ğıll Allah tarafından temiz-
lenirse gerçek kardeşlik mümkün oluyor! Ğıll Al-
lah tarafından temizlenirse kalbler birleşir.
Enfal Sûresi 63. Ayet: “Ve kalblerin arası-
nı telif etmiştir; birleştirmiş, uzlaştırmış, ülfet
oluşturmuştur. Şayet sen arzda ne varsa top-
tan infak etseydin, onların kalblerinin arasını
313
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

telif edemezdin. Fakat Allah onların arasını


telif etti; birleştirdi. Muhakkak ki o, Aziyzün
Hakiym’dir”.
Yunus Sûresi 57. Ayet: “Ey insanlar, size Rab-
binizden bir mevzıe, sadrlarda olanlara bir
şifa, müminler için bir hüda ve rahmet gel-
miştir”. Yani; ey insanlar, size Rabbinizden bir
mevzıe; ibret ihtiva eden haber uyarısı, sadrlar-
da olanlara bir şifa; yani “A” Takdim Formuna
“BEN” deme ve sahiplenme hastalığına bir şifa,
müminler için bir hüda ve rahmet gelmiştir.
Bu ayet bize anlatıyor ki; Kur’an’ın ve Efendimiz
Sallallahu Aleyhi Vesellemin getirdikleri sadra şifa,
kalbe ilaç, bir hidayet, bir rahmet ve bir rehberdir.
“Sadra şifanın belirtisi” şöyledir. Zümer Sûresi
23. Ayet: “Allah sözün en güzelini müteşabih
ve mesaniy bir kitabı indirdi. Rablerinden
haşyet duyan kimselerin ciltleri ondan ürpe-
rir. Sonra ciltleri ve kalbleri Allah’ın zikrine
yumuşar; işte bu Allah’ın hidayetidir. Onunla
dilediğine hidayet eder, Allah kimi saptırırsa
onun için hidayet edici yoktur.”
Sadr şifasına önemli bir belirti gördük: “Ciltler
ve kalbler Allah’ın zikrine yumuşar”: Yani koşa-
rak kabul eden hale, “acaba?”sız kabul eden hale
gelir. O nedir? Sekine inmesidir! Sadırlarda ola-
na şifa, aslında kalbe şifa gelmesindendir, yani
kalbin Kalb-i Selîm olmasındandır. Kalp “kalb-i
selîm” olunca “sadrlara şifa” gelir. Bu olayın en te-
mel sebebi; Kur’an’ın Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellemin kalbine inzal olmuş olmasıdır. Kur’an
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in kalbine
314
YILMAZ DÜNDAR

kalbolduğu için; oranın şifası olduğu için mümi-


ne de şifadır.
Bakara Sûresi 97. Ayet: “De ki, kim Cibril’e
düşman olduysa bilsin ki; muhakkak ki o
Biiznillah senin kalbin üzere o Kur’an’ı ken-
dinden öncekini tasdik edici ve müminlere
rehber ve müjde olarak indirmiştir”. Kalb’e
inmiştir, Kalbi’ne inmiştir. Böyle olduğunu ayet
öğretiyor bize.
Şura Sûresi 193 ve 194. Ayet: “Er-Ruh’ul
Emiyn; Cibril O’nunla indi senin kalbin üze-
rine. Ki uyarıcılardan olasın”.
Kur’an vahiylerle Efendimiz sallallahu aley-
hi vesellem’in kalbi oldu ve müminin kalbine
de ilaç oldu. Müminin kalbine Kur’an tespit
olunca, Kur’an ayetleri kalbe kalbolunca; kalbe
kalboldukça, beyin aracılığıyla bu kalboluşa uy-
gun düşünce ve fiillere dönüşür. Yani kalbe kalba
ayetler kalbolunca, bu hal beyin aracılıyla amel-
lere dönüşür. Ve bu durum müminin sadrında
görülür ve okunur! Kur’an ayetleri kalbolunca;
anlaşılır ve idrakıyla kalpte kalbolunca beyinde
amele dönüşür, bu amellerin sonucu da kişinin
sadrından görülür ve okunur; bakan bunu okur.
Bu durum sadrı Allah’ın Boyası ile boyar! Kalb,
Kalb-i Selîm olunca; sadr, kendisini saran şer’den
kurtulur, şifa bulur ve bütün sadr; Allah’ın Boya-
sı (SIBĞATULLAH) ile boyanır ki; artık bu boya
çıkmaz ve üstüne başka boya almaz! Oysa sadr
nefsin şerri tarafından yönetilirken ŞİKAK ile
boyanmıştır. Şikak niyetliler vücutlarına ayrıca
boya da yaparlar!
315
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

Bakara Sûresi 138. Ayet: “Sıbğatallah (Allah


Boyası). Boyaca Allah’tan daha güzel kim ola-
bilir! İşte biz O’na ibadet edenleriz.”
Ankebut Sûresi 49 Ayet: “Bilakis O Kur’an,
kendilerine ilim verilmiş olanların sadırla-
rında apaçık ayetlerdir! Ayetlerimizi ancak
zalimler bile bile inkâr eder”. Yukarıdaki açık-
lamaları, yani Kur’an ayetlerinin sadrdan görül-
mesini bu ayetten anlayıp yazıyoruz. Onların sa-
dırlarında apaçık ayetler haline gelir, görülebilir.
Sadrlardaki kalblere kalbolmuş Kur’an ayetleri
sadrlardan dışarı çıkar; görülebilir ayetlere dö-
nüşür; böylece, o sadr Kur’an’ın ikiz kardeşi
olur.
Ayette “ilim verilenler” geçiyor; “kendile-
rine ilim verilmiş olanların sadırlarında apaçık
ayetlerdir” deniyor. İlim verilenler şunlardır:
Kim “amentü billahi”yi idrak ederek söylerse ve
nefsi levvameye girerse ona ilim verilmiştir, o bu
haliyle ilim verilenler sınıfına girer. “İlim verilen-
ler” sınıfının başlangıcı budur. Aksi halde; “bu
âlimlere ait” der ötelersiniz! Yani “ben âlim mi-
yim ki? Âlim nerde, biz nerde! Âlim değilim, öy-
leyse bu ayet de bana hitap etmiyor, şu ayet de,
şu da..” olur! Ya, ne senin, hangisi sana hitap edi-
yor peki? Birşey kalmaz ki o zaman; ötelediğin
için hiç birşey kalmaz. Ama ötelemezsen bütün
ayetler senindir ve sen o zaman onun ikiz kar-
deşi olursun; hepsi senin sadrından dışarı çıkar.
Demek ki ilim verilen; “amentü billahi”yi idrak
ederek, inanarak söyleyen, uygulamak için nefs-i
levvameye girerek söyleyendir. Kişi o zaman ilim
316
YILMAZ DÜNDAR

verilenler sınıfına girmiştir. Dünya sistemindeki


ilim denilen işe ait ne kadar rütbe varsa, kişi o
rütbeleri almış ve hatta onun üst noktasında
da olsa, ne kadar “derin düşünen adam” diye de
tanınsa, eğer “amentü billahi” dememişse o kişi
Kur’an’ın tarif ettiği ilim verilenler sınıfında de-
ğildir. Öte yandan, hiç böyle bir rütbesi olmasa
bile “amentü billahi” demiş ve nefs-i levvameye
girmiş kişi Kur’an’a göre o ilim verilenler sınıfın-
dadır.
Zalimlerin sadrından ise ayetleri okuyamaz-
sın! Neden? Çünkü o yeminini bozmuştur. Ye-
minini bozduğu için sadrından ayetler çıkmaz,
sadrının kapısını ayetlerin çıkmasına kapatır,
yani bile bile inkâr eder! Niye, nereden biliyor
da inkar ediyor? Yemini var çünkü! O yeminini
bozmuş ve ona göre davranışlar ortaya koyuyor,
böyle olunca da bile bile inkâr etmiş olur; zalim.
Evet, sonuç: “Allah dilediğinin tövbesini ka-
bul eder”. Tövbe her durumda açık bir kapıdır.
Bize bunun müjdesi Enfal Sûresi 38. Ayetle ve-
riliyor. Enfal Sûresi 38. Ayet: “Kâfir olanlara de
ki, eğer vazgeçerlerse, geçmiş olan günahları
onlar için mağfiret edilir”.
Günümüzü, günlük yaşantımızı Tevbe Sûresi
13, 14, 15, 16. ayetlere taşımaya çalışıyoruz. Bu
taşınma ve anlamayı gerçekleştirirken son cüm-
lemiz:
Senin “dünya hayatı sürecinde kendini
bilmen”den önceki halinde, kalbına “Rabbin
Allah’tır bilgi ve şahitliği” ile “bu şahitliği tasdik
317
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

bilgisi” işlenmiştir. Bu “Rabbin Allahtır bilgi ve şe-


hadeti ile bu şahitliğin tasdik bilgisi”nin işlenmiş
olmasının yanı sıra dünya hayatı sürecinde de,
şahitlik ve tasdik ile olan ilişkine bizzat şahitliğin
gerçekleşmeden dünyadan ayrılamazsın! Ki bu
şahitliğin ismi dünya imtihanıdır!
Bir iki cümleyle bunu açalım.
Ayetlerini görmüştük hatırlayacaksınız; bir
kul dünya hayatı sürecinde kendini bildiği hal-
den önce, ona işin hakikati gösterildi ve o ona
şahit kılındı, buna da fıtri yemin dendi, kulun
fıtri yemini dendi. Kul [dünya hayatı sürecinde]
yapmış olduğu bu şahitlik ve tasdik ile yani kal-
bına işlenmiş olan bu bilgiyle olan ilişkisi gerçek-
leşmeden dünyadan ayrılamaz! Bu ilişki neyse;
ret veya kabul; “kabul”se ne derecede, “ret”se ne
derecede, bu ilişki gerçekleşmeden dünyadan
ayrılamazsın! Bu ilişkinin anlaşılmasına da imti-
han dünyası, dünya imtihanı denir. Bu öyle bir
ilişkidir ki; her türlü ve her yaştaki ölüm, her tür
hayat tarzı bu bakımdan bir ilişki tanımı oluştu-
rur, hatta kişi bu ilişki tanımı üzerine ölür, hatta
kişi bu ilişki tanımı üzerine ba’s olur! Kanaatim-
cedir ki, Azrail’in ölen kişiye görünen şeklini de
bu ilişki belirler!
Tevbe Sûresi 16. Ayet: “Allah yapmakta ol-
duğunuz herşey için Habiyr’dir.” Allah yap-
makta olduğunuz herşey için Habiyr’dir. Bir baş-
ka ayetle destekleyelim:
Hadiyd 4: “Nerede olursanız O sizinle bera-
berdir, Allah yaptıklarınızı Basiyr’dir.”
318
YILMAZ DÜNDAR

Bir önceki bölümü “sübhanAllah” anlamı


ile bitirdik, bu bölümde ise günümüzü Tevbe
Sûresi 13, 14, 15, 16. ayetlere taşıdık, bu ayet-
ler bize ne diyor bunu ele aldık ve bunu kalb
ve sadır ayetleriyle yorumlamaya çalıştık. Şimdi
sübhanAllah’ı, Allahuekber’i anlama gayretleri-
ne destek olacak sadrla ilgili önemli bir noktayı
incelemek üzere ayetlere devam edelim.
Mülk Sûresi 13. Ayet: “Düşündüğünüzü is-
ter içinizde tutun ister açığa vurun. Muhak-
kak ki o Aliymun Bi zatis’sudur’dur”. Burada
dikkat ederseniz “sadrlarınızdakini bilir” den-
miyor! “Sadrlarınızdakini bilir” diyen ayetler ay-
rıca var, ele alacağız, bu ayet; “sadrlarınızdakini
bizzat bilir; aliymun bi zatis’sudur” diyor. Bu
ayet tefekkür eden için kavrayamayacağı açı-
lımlar yapar. Kavrayamayacağı açılımlar yapar,
o tefekküre sokar. Açılımdan sonra kavrar kişi,
açılımdan önce kavrayamaz! Açıldıktan sonra
yavaş yavaş o tefekkürü kavrar. Bu ayet “sadr-
larınızdakini bizzat bilir” diyor, diğer bazı ayet-
lerde “sadrlarınızdakini bilir” diyor. “Aliymun bi
zatis’sudur”daki “bizzat” bizim için neden önem-
lidir? Bu ayeti tamamlayıp bu önemliliği ele ala-
lım.
Mülk Sûresi 13’te; “düşündüğünüzü ister
içinizde tutun, ister açığa vurun muhakkak
ki o Aliymun Bi zatis’sudur’dur” der. Bu yüz-
den Mülk Sûresi 14. Ayet “çünkü” manasına-
dır. Çünkü “yarattığını bilmez mi? O Latîfü’l
Habir’dir”. Şaşılacak ne var, yarattığını bilmez
mi?
319
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

Mülk Sûresi 13. Ayet’ten başka, Alu İmran


Sûresi 119 ve 154, Maide Sûresi 7, Enfal Sûresi
43, Hud Sûresi 5, Lukman Sûresi 23, Fatır Sûresi
38, Zümer Sûresi 7, Şura Sûresi 24, Hadiyd Sûresi
6, Teğabun Sûresi 4. ayette de “O Aliymun Bi
zatis’sudurdur” diye geçer.
Kur’an’da bilme ile ilgili ayetlerde; “Allah
kalblerdekini bilir, sadrlardakini bilir ve nefs-
lerdekini bilir” ifadeleri geçmektedir. Daha
önce görmüştük; Nisa Sûresi 63 ve Ahzab Sûresi
51’de; “Allah kalblerdekini bilir”. Alu İmran Sûresi
29, Neml Sûresi 74, Kasas Sûresi 69’da ise; “Al-
lah sadrlardakini bilir” diye geçer. Maide Sûresi
110’dan da öğreniyoruz ki; “Allah nefslerdekini
bilir”. Bakın “kalblerdekini bilir” geçiyor, “sadr-
lardakini bilir” geçiyor, “nefslerdekini bilir” ge-
çiyor. Bu yüzden bunları anlamak önemli! Yerin-
de ne demek istediğini mekanizmasıyla anlamak
önemli! Meallendirirken bunların hepsine başka
şeyler yazarak, hatta birbirlerinin yerlerine yaza-
rak; kalp geçen yere sadr, sadr geçen yere kalp,
nefs geçen yere bir başka şey yazarak meal yapı-
lırsa mana bozulur. Kur’an kalbi de, sadrı da, nef-
si de biliyor; hep yerinde kullanmış. Onu “daha
iyi anlaşılsın” diye bozmamak lazım! Yanlıştır ve
kişinin anlayamadığının işaretidir. Allah’ın yaz-
dığını “daha iyi anlaşılsın” diye bozmak, kişinin
onu anlayamadığının işaretidir!
Bir de Hadiyd Sûresi 3. Ayet var: “Ve Huve Bi
külli şey’in Aliym; Allah herşeyi bilir.” Bu ayet-
teki ifade hepsini kapsıyor! Ayette “Allah herşeyi
bilir” denildikten sonra, “kalblerdekini de biliyor
320
YILMAZ DÜNDAR

mu?” diye soru olmaz! “Allah herşeyi bilir”se,


“acaba sadrlardakini de bilir mi?” diye sorulur
mu? “Nefstekini de bilir mi” demek olur mu?
“Allah herşeyi bilir” dediği için Hadiyd Sûresi
3 hepsini kapsıyor. Diğer ayetlerde yerine göre,
kalblerdekini, sadrdakini, nefstekini bilir denme-
si, idrakımızın basamakları içindir, idrakımızın
taşınması içindir, idrak seyahati içindir! İdrakı-
mızın taşınması, yerine oturması ve bütün bun-
lardan “herşeyi bilir” bilincine ulaşmamız ve onu
yaşayabilmemiz için! Yani mekanizmayı kavra-
yabilmemiz için! “Ayrıca kalblerdekini de bilir”
ne demektir onu anla demektir. Bunu “sadr” için
de, “nefs” için de böyle anla gibi manalar içerir.
Konumuz “Aliymun Bi zatis’sudur”. Dikkat
edin, siz de kendiniz için aliymun bi zatis’sudur
değil misiniz, böyle diyemez misiniz? Bir kişi ken-
disi için; “ben kendim için aliymun bi zatis’sudu-
rum” diyemez mi? Der! Çünkü kendi sadrından
geçeni bilir. Daha da anlaşılması için normal dile
çevirerek basit bir cümleyle söyleyelim; kişi ken-
di içinden geçeni bilir. Kalbinden geçeni, yani
bahsedilen kalbı bilmeyebilir, ama “kalbın sad-
ra yansımış ve iç manasına gelen içinden geçeni”
kişi bilmez mi? Bilir! Öyleyse kişi de kendisi için
aliymun bi zatis’sudurdur. Bu durum zahirendir
ve zahiri, batını iyi görmemiz için de bir örnektir.
Kişi de; “bana verilen yetkiler içerisinde, bana ve-
rilen sermaye içerisinde ben de kendim için aliy-
mun bi zatis’sudurum” der. Bu zahiren böyledir.
Aynı zahirin batını ise; Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’nun kaydında bu özellik ne kadar varsa
321
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

o özelliği sahiplenmektir. Yani kaydında olduğu


kadarıyla kişinin aliymun bi zatis’sudura “BEN”
diyerek sahiplenmesidir! Bu sahiplenmeden
kaynaklanır, başka birşey değildir! Kişi zahiren
“ben de içimden geçenleri biliyorum” derken,
bâtınen kendisinde Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’nun kaydı çerçevesinde [her kuldaki
kaydın genişliği farklıdır] ne kadar aliymun bi
zatis’suduru varsa, kendi kaydının esma kompo-
zisyonuna ne kadar aliymun bi zatis’sudur düş-
müşse işte ona “BEN” demesinden başka birşey
değildir; ona “ben de biliyorum” der. Yani o da
yine aslında kayıtta Allah’ın bilmesidir; kayıt
çerçevesinde Allah’ın bilmesidir. Kul o kayda
“BEN” demiştir, yaşantı gereği! “BEN” demezse
KUL ortaya çıkmaz. İşte, “BEN” dediği o kaydı
kastederek ona diyor ki; ben de aliymun bi za-
tis’sudurum.
Biz anlattıklarımız somutlaşsın diye hep tır-
nağımızla bir yeri tutmak, oradan ilerlemek
için bir yöntem uyguluyoruz. Kulluk için gerekli
«BEN»e biz yasal yanlış demiştik. Yanlış ama
Sahibi izin veriyor; “anlayabilmen için bu kadar
yanlışa izin var” diyor. Yoksa kul ortaya çıkmaz,
kul yasal yanlışla ortaya çıkar. Yanlış ama ya-
sal! Peki, yasal olmayan yanlış ne? “A” Takdim
Formu’nda “BEN” demek yasal olmayan yanlış-
tır. Bu haddi aşmaktır, şımarık haldir, necis hal-
dir. Ama yasal yanlış olan hal tahirdir, “tahir”
sınıfındadır! Daima tırnağınla bir yeri tut, bir
yerden başla! Biz de şimdi bunu anlamak için bu
zahire tutunup ilerlemeye çalışalım.
322
YILMAZ DÜNDAR

Nedir o? Kişi; “ben de kendim için aliymun bi


zatis’sudurum” diyebilir.
Kaydınızı oluşturan bütün esmalar sizin kay-
dınızda tek esma gibidir, kaydınızı oluşturan
tüm esmalar sizi kul yapan tek esma olur. Ama
kaydınızda bir “B” kaydı vardır, bir de “A”. Esas
kayıt, esas esma “B” kaydınızdır, “B” formudur.
“A” kaydı “B” formunun izdüşümü olup onun
kopyasıdır. Kaydın gerek kopyası, yani sahte-
si, korsanı, gerekse ahseni takvim olan esası bir
esma kompozisyonudur. Ama senin kaydın olan
o kompozisyon da tek bir esmadır ve o esmaya
sen kendi adını verirsin! O da bir esmadır, esma-
lardan oluşan bir esmadır! Tüm esmalardan bir
kompozisyon oluşunca, o da tek başına bir özel-
likte esma olur; o da seni kul yapan tek esmadır.
Kişiler bunu fark etmezse esma kompozisyonu-
na karşı çıkar! Nasıl?
Bakın, kabul ettiğiniz esas esmanın altında
“esma-i külleha”dan gelen bir kompozisyon var
ve onların hepsi birer cüz, değil mi? Bu yüzden,
kayıttaki tüm esmalara zahir gözüyle baktığımız-
da cüz diye sesleniriz. İlmî suret böyle meydana
gelir; cüz olmasa ilmî suret de olmaz. Ancak;
cüz ile ilgili bir yanlış anlaşılmayı da burada bir
iki cümleyle izale etmeye çalışalım. Bu cüz tabiri
kendisiyle ilgili bazı tartışmalara, bazı yorumlara
ve farklı bakışlara sebep olmuştur, aynı şey irade
için de geçerlidir. Örneğin, dedik ki; «aliymun bi
zatis’sudur özelliği bizde de var”. Kişi bunu kabul
ediyor, ama “bende cüzi irade yok” diyor. Lütfen
o tuzağa düşmeyin. Cüzi iradesi olmayan kul
323
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

olmaz! Cüzi iradesi olmayan kul olmaz. Bu bir


hayaldir. Eğer o kişi kulsa, “BEN” diyorsa, bütün
esmaların cüzü onda vardır ve bunun içerisine
irade de dâhildir! İster “A” olsun ister “B”; “BEN”
diye kendini takdim ettiğin birşey varsa, [bakın
koşul söylüyoruz] yani kendini “BEN” diye tak-
dim ettiğin bir kayıt varsa o şey cüzdür. Ve bu
kayıtta bulunan her esma da, esma birleşimleri
de cüzdür!
Eğer “A” ve “B”den kurtulmak nasip olursa
o zaman kayıt kalmaz. Sadece bu kaydın, cü-
zün izi, kokusu kalır ki o başka bir haldir. Eğer
sen şimdiden o hali düşünüp tırnağını oraya
atarsan amel yapamazsın. Tırmanabilmek için
tırnağını şimdi tutabileceğin bir yere atmalısın.
Biz, şu an yapabileceğimiz, şu an tutup tırmana-
bileceğimiz şey nedir onu anlatmaya çalışıyoruz.
Öyleyse:
Anlaşılması gereken, tartışmak gerekiyorsa
tartışılması gereken şudur: Cüzler muhtar mı-
dır, değil midir? Mesele budur; bunu tartıştığı-
nız zaman doğruyu bulusunuz. “Cüzi irade var-
dır, cüzî irade yoktur” tartışmasına girerseniz ya-
nılırsınız. Çünkü cüzî irade olmadan olmaz! Sen,
“Allah’ta var olana” nasıl yok dersin? Küllî irade
var! Onun sendeki “var” dediğin kısmı cüzi ira-
dedir, “var” diyorsan o cüzdür! “Var” diyorsun
çünkü! “BEN” diyorsun ya! Sen “BEN” diyorsan,
iradenin küllünün sendeki kısmına, “BEN” dedi-
ğin, kavrayabildiğin yanına cüz denir. Ama “cüz”
demek “müstakil” demek değildir. Bu yüzden;
324
YILMAZ DÜNDAR

“cüzî irade muhtardır” dersen şirke girersin.


“Cüzî irade” muhtar değildir!
Evet, şimdi tekrar, tırnağımızı taktığımız
yere, yani bizim için zahir olana dönelim. Sizde
ve her ilmî suret boyutunda; aynı anda, her biri
için ayrı ayrı ve birisini diğerine karıştırmayan
bir aliymun bi zatis’sudur var! İlmî suret denince
aliymun bi zatis’sudur için yalnız insanı düşün-
meyelim. Hem sizde, hem de her ilmî suret bo-
yutunda aliymun bi zatis’sudur var! Bütün ef’al
âleminde! Bakın bütün olarak ef’al âlemini aldık.
Ve ef’al âlemini “tek bir ilmî suret” olarak düşü-
nün, onda da; aynı anda, her biri için ayrı ayrı
ve birisini diğerine karıştırmayan bir aliymun bi
zatis’sudur var. Peki, aliymun bi zatis’sudur ne de-
mektir?
Aliymun bi zatis’sudur, bizim somut olarak
yakalayabildiğimiz en önemli esmalardandır. Bu
esmayı somutlaştırıp yakalayabilirsek, bütün es-
maları çözme ipucunu yakalayıp esma âlemine
hızla girebiliriz.
Bakın, “esma kesreti”ne girmek çok önem-
lidir. Bir kişi “tanrı kesreti”nden, yani “insan
kesreti”nden “esma kesreti”ne geri dönüşsüz gi-
rerse velayet kapısından girmiş olur. Esma kes-
reti velayet içerir! O yüzden esma kesretinin bir
yerinden tutmak lazım. İşte şimdi aliymun bi
zatis’suduru düşünün: “Ben de içimden geçeni
bilirim” diyorsunuz ya, o dediğiniz neyse, neyi
kastediyorsanız, o kadarını tutun; onu tırnakla-
yın, onu yakalayın. Ben de içimden geçeni bili-
325
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

rim: Yalnız insanlar değil, bunu her yaratılan için


düşünün; dünyadan gitmişler, gelecekler dâhil
tüm ilmi suretler! Tüm ilmi suretler ve her deta-
yında! En küçük alt yapısı neyse; molekül, atom
ve atom altı parçacıklar, çünkü onlar da birer
müstakil varlık. Her detayı ayrı ayrı, ama bir de
bütün onları ef’al âlemi olarak “tek” düşünün.
“Ef’al âlemini tek bir bütün olarak düşündünüz
ya, işte onun da içinden geçeni bilen ve ondaki
detayların hepsini aynı anda bilen ve hiç birisi-
ni birbirine karıştırmayan ve bu olayın da ken-
disine yük olmadığı bir düşünce”yi düşünün! O
zaman Allah’ın “aliymun bi zatis’sudur” ifadesiy-
le demek istediğini anlamaya başlamış oluruz.
“Anlarız” diye birşey yok, anlamaya başlamış
oluruz!
Yalnızca aliymun bi zatis’sudur değil ki! Sınır-
sız… “Sayıları sınırsız, manaları sonsuz” olan her
esmayı da böyle “aynı an”da düşünün; hiç birisi
birbirine karışmıyor, hepsini yönetiyor! Siz esma
âlemine seslenirken Allah’ın esma âlemi boyu-
tuna sesleniyorsanız, “Allah” derken, nereye ses-
lendiğinizi düşünmeye çalışın. “Allah” dediğimiz
yer ulûhiyet noktası; çok a’la; çok yukarı! Esma
âlemine, ef’al âlemine, yani çoğul âlemine sesle-
nirken, sen böyle bir yapıya böyle bir güce sesle-
niyorsun. Ve “komik” olan ne biliyor musunuz?
İnsanca düşünerek tabi, insanca düşününce “ko-
mik” olan: Bütün bunları ilmullahta Allah bir an
düşünmüş, geçmiş gitmiş... Bizim esma âlemi diye
kavramaya çalıştığımız şey aslında yok! Esma
âlemi, ef’al âlemi diye bir şey yok! O bir hayal;
326
YILMAZ DÜNDAR

olmuş bitmiş! Daha hayalinin bir yanını anlaya-


bilmek mümkün değil! Hayalinin bir yanını, yani
olmayan bir şeyini bile anlayamıyoruz! Olan bir
şeyini değil, olmayan bir şeyini bile anlayabil-
mek, akla sığdırabilmek mümkün değil! Bu yüz-
den bizi kurtaracak en önemli sığınış kelimesi de
öğretilmiş; SübhanAllah! SübhanAllah…
Hadiyd Sûresi 6. Ayet: “Geceyi gündüzün
içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar
ve O Aliymun bi zatis’sudurdur”. Ve Huve
Aliymun bi zatis’sudur! Bakın dikkat edin, Ha-
diyd Sûresi 6. Ayet, verdiğimiz diğer ayetlerden
farklı olarak, ezberleri bozacak bir şekil içeriyor:
“Geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gece-
nin içine sokar. Ve O aliymun bi zatis’sudurdur”.
Hadiyd Sûresinin önceki ayetleri arz ve sema-
vatı, altı günde yaratılışı anlatır ve buraya gelir,
bu ayette gece ve gündüzü anlatır. Baktığınız
zaman, ayet gece ve gündüzü anlatıyor, ama
aliymun bi zatis’sudurla bitiyor. Eğer kişi burayı
anlamazsa “ne alaka!” der, sonra da tefsir ve me-
allerde alaka kurmaya çalışır. Var olan “gece ve
gündüz”ü beğenmez, bildiğimiz gece ve gündüz
ona yetmez, yeni “gece ve gündüz”ler uydurur.
“Aslında ayette gece dediği insanın şu yapısıdır,
gündüz dediği bu halidir, bu yüzden insan için
aliymun bi zatis’sudurdur” gibi yorumlarla kom-
pozisyon yazar, edebiyat yapar! Daima önce za-
hiri çözeceksin! Ayette ne yazılmışsa önce onu
çözeceksin! Onu çözmeden daha ileri bir mana
verilmez! Onu çözmeden ileri bir manaya geç-
mek gaflettir! Bir mana vereceksen, var olanı,
327
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

yani zahiri çözünceye kadar bekleyeceksin. Var


olanı, yani bildiğimiz gece gündüzü düşünerek,
“geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içi-
ne sokar ve O aliymun bi zatis’sudurdur” ayetin-
de önce bu zahiri çözmek gerekir ki, daha ileri
bir manaya ulaşılsın.
Alu İmran Sûresi 29. Ayete de bakalım: “De
ki; sadrlarınızda olanı gizleseniz de açıklasa-
nız da Allah onu bilir. Hem semavattakileri
ve arzdakileri de bilir, vAllahu ala külli şey’in
Kadîr”. Bakın bu ayet de “Kadîr”le bitiyor; “Al-
lah herşeye kâdirdir” diye tamamlanıyor. Ayet;
“sadrlardakini bilir” diyor ama devamında [diğe-
rinin tersine]; “semavattakileri ve arzdakileri de
bilir” deniyor. Senin içindekini bilir; çünkü senin
sadrını bilir. Semavattaki ve arzdakileri de bilir;
çünkü onun da sadrı var. Herşeyin sadrı var, yal-
nız insanın değil! Bu yüzden, Allah; bütün sadr-
lar için aliymun bi zatis’sudurdur.
Ef’al âlemi tek başına bir varlıktır ve onun da
sadrı vardır. Dünyaya, atmosferine baktığımız
zaman atmosferiyle birlikte o da bir bütündür,
onun da sadrı vardır ve Allah onun da aliymun
bi zatis’sudurudur. İşte bu yüzden; onun gecesini
gündüzünü birbirine kalbeder! Bunu çözdükten
sonra ancak, “bu ayetteki gece ve gündüzde be-
nim için acaba ne var?” demen çok faydalı olur.
O zaman; önce gel diğerini öteleme, sanki öyle
bir mana yokmuş gibi davranma! Sonra da gel
kendinde geceyi ve gündüzü ara! O zaman kolay
bulabilirsin.
328
YILMAZ DÜNDAR

Eğer var olanı, zahiri atlarsan bâtınî mana-


yı açıklayamazsın. Çünkü zihin daima kıyasla
doğruya gider. Sen zahirî manayı açıklarsan, ar-
dından yanına bir de bâtınî açıklama getirdiğin
zaman, yani zahiri ile bâtını kıyasladığın zaman,
kıyas yaptığın için o bâtın sana zahirleşir! Sen var
olanı, zahirî olanı atlar da zahirle bâtınî olanı kı-
yaslamazsan, yaptığın bâtınî mana havada kalır.
Hiçbir şeyle kıyaslayamayacağın için, o hep gö-
zünü yumup kurduğun bir hayal olarak kalır; hiç
bir zaman ikana dönüşmez.
Bir topluluktasınız ve içinizde birisi düşünce-
leri okuduğunu iddia etti. “Olur mu öyle şey?”
dediniz, o da başladı söylemeye: “Mutfağa gi-
dip çayın altını bir kısayım dedin”, biraz sonra
“acaba ne zaman kalkarlar, erken bitirir her-
halde, ikindiyi kaçırmayız inşaAllah” dedin gibi
içlerindekini söylemeye başladı. Ne yaparsınız?
Önce bir şaşırırsınız, sonra da “ne düşüneceği-
nizi” şaşırırsınız. Çünkü ne düşünürsek biliyor ve
söylüyor, “ben şimdi ne düşüneyim?” der, birşey
düşünmekten korkarsınız.
Allahu Ekber!
Allahuekber! Ya, Allah ne düşündüğümüzü
biliyor da hiç korkmuyoruz, hiç tınmıyoruz! Bir
insan sizin içinizden geçeni hissediyor diye dü-
şünürken korkuyor; “aman düzgün düşüneyim!”
diyorsunuz. Bu tarafta ayet; “Allah sadrları bilir,
kalbi bilir, nefsi bilir, herşeyi bilir; O aliymun bi
zatis’sudurdur” diye bağırıyor, ama siz; “olsun,
bir şey olmaz, nasıl olsa içimden geçiyor, bir şey
329
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

olmaz” diye rahat düşünüyorsunuz, hiç çekin-


miyorsunuz! Fark ettiniz mi? Bakın, “içimden ge-
çeni anlar, aman düzgün düşüneyim” deyip bir
insandan korkuyorsunuz, ama Allah için; “aman
batıl şeyler düşünmeyeyim, içinizden geçeni bi-
liyorum, dedi” demiyorsunuz! Enteresan! Niye?
Çünkü “A” Takdim Formu’nda bir yapı var:
“Amaan, ne olacak, böyle de olur” yapısı! “Ne
olacak ya, birşey olmaz” anlayış ve davranışı! “Ya
kardeşim abdestsiz namaz kılınmaz” diyorsun,
“birşey olmaz” diyor; kıldım birşey olmadı.
İşte bunlar için ayetler diyor ki; “bir mühlet
var, o güne kadar onlara birşey yapılmaz”. Örnek
aynı gibi olacak ama anlatımı basit olduğu için
verelim: Bir markete girdiniz, sepeti istediğiniz
kadar doldurun. “Sepeti çok doldurdu” diye gü-
venlik uyarıyor, sahibi de gördü; “boşver” diyor,
nasıl olsa kasadan geçecek doldursun. Ne fark
eder, nasıl olsa kasaya gelecek! Kasaya kadar
mühlet; marketi gez dur. Paran varsa geçersin,
yoksa nasıl olsa hepsini boşaltacaksın! Müh-
let verilmiş kasaya kadar; hesap gününe kadar;
ölüm anına kadar!
Demek ki buna sebep; “aman ne olacak, böy-
le de olur” anlayış ve davranışı! Şimdi önemli
birşey şu ki; “ne olacak, böyle de olur” anlayış ve
davranışını hicret ettirmek! Eğer hicret ettirirse-
niz, bu o kadar önemlidir ki aslında, bakın:
“İkisi de aynı düşünüyorsa” diyelim, eşi gelir
der ki; ya masa kırıldı kırılacak, birşey alalım. O
330
YILMAZ DÜNDAR

da “olsun, böyle de olur” der. Kişideki “ne ola-


cak, böyle de olur” anlayış ve davranışı, işte ora-
ya demek için! “Bugün halimiz olmadı, yemek
yapamadık” denildiğinde, “olsun böyle de olur,
böyle de yenir” demek için! Ama kişi tersini ya-
pıyor, onu Hakk’ı suistimal etmek için söylüyor:
Böyle de olur, kılmasan da olur, kalkmasan da
olur… Ters! Allah’ın rızasına ters! Onu hicret
ettireceksin! Çünkü çorabın tersi! Vurdumduy-
maz bu yapı, “aman ne olacak, böyle de olur”
yapısı “A” formatında var! Oysa ayetler bize
Allah’tan sakınmayı, Allah’tan ittika etmeyi öne-
riyor; “insanlardan sakınmayın Allah’tan sakının,
Allah’tan kendinizi koruyun” diyor.
Şimdi öyleyse; yapısında “A” formatının hiç
izi, olumsuz hiç bir izi bulunmayan Efendi-
miz sallallahu aleyhi vesellem’in, “aliymun bi
zatis’sudur”u nasıl anladığını, nasıl yaşadığını,
nasıl düşündüğünü tasavvur ediniz! “Aliymun
bi zatis’sudur”un kendisini tasavvur edeme-
dik. Ama; kendisinde vurdumduymaz yapının
izi silinmiş olanın, aliymun bi zatis’suduru nasıl
düşündüğünü bir tasavvur edin. Efendimiz’in,
içinden geçenleri bileni, herkesin içinden geçe-
ni bileni ve Bizzat bileni nasıl düşündüğünü
tasavvur edin. Hayatta kullanmaz mısınız; “o işi
bizzat ben söyledim, bizzat ben yaptım” demez
misin? İşte onu derken, “bizzat” derken kastetti-
ğiniz var ya, o “bizzat” derken kastettiğiniz gibi
bileni, yani Bizzat bileni; kendisinde vurdum-
duymaz yapı olmadan, “ne olacak böyle de olur”
demeksizin bu esmayı yaşayan Efendimiz sallal-
331
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

lahu aleyhi vesellem’i düşünün! İşte o zaman şu


hadisi anlamak bizim için kolaylaşacak:
Hud Sûresi 112. Ayet emrediyor: “O halde
sen emrolunduğun gibi müstakîm ol, senin-
le beraber tövbe edenler de! Sakın tuğyan
etmeyin! Çünkü O yapmakta olduklarınıza
Basıyr’dir”. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem,
özellikle bu ayetten sonra buyurmuşlardır ki;
“beni Hud Sûresi ihtiyarlattı”.
Ayet bize “emrolunduğun gibi dosdoğru
ol” deyince, “ee, yapıyoruz işte” deyip, bize ve-
rilen “mesteta’tü” kartını ortaya koyuyoruz!
Bize verilen “mesteta’tü; gücümün yettiği kadar”
kartı var ya, ona dayanıp işi bitiriyoruz! Bu doğ-
ru değil! Şimdi, elinde öyle bir kartı olmayanı,
Efendimizi düşünün. Diyor ki; “Hud Sûresi beni
ihtiyarlattı”. Bu hadisi ve “neden” öyle dediğini
anlamak şimdi bizim için kolaylaşır!
Hud Sûresi “emrolunduğun gibi dosdoğru ol”
diyor ve devam ediyor; “seninle beraber Rab-
bine yönelmiş olanlar da” ihtiyarlamamalı mı?
Seninle birlikte, tanrılık iddialarından dönenler
ve Rabbine yönelenler de ihtiyarlamamalı mı?
“Bu ayet onları neden ihtiyarlatmıyor?” diye so-
ruyor! Şimdi kendimize soruyoruz; yoksa hayat-
ta bizi ihtiyarlatan başka şeyler mi var? Neden
bizi böyle şeyler ihtiyarlatmıyor? Yoksa bizi ih-
tiyarlatan şeyler farklı mı? Kendimize bir test!
Test etmek için soruyoruz!
Evet. “Elem neşrah leke sadrak” ayetiyle
başlamıştık. “Biz senin sadrını açmadık mı?”
332
YILMAZ DÜNDAR

ayetindeki “sadr” kelimesini anlayabilmek için


bir tefekkür paylaşımı ve beyin fırtınası oluştur-
maya gayret ettik. Bunu anlayabilmek için ayet-
lerle dans ve vals etmeye çalıştık.
“Elem neşrah leke sadrak” ayetindeki “sad-
rı açmak” olumlu manadadır ve özel bir aşama-
dır. “Olumlu manadadır” ne demektir ve manası
nedir?” şimdi onu görelim.
Bu açış “Hakk Yol” içindir. Meal ve tefsirlerde
konular biraz karıştırılmış gibi olursa, okurken
onları karıştırmamanın yolu şudur: Sınıflandır-
mak! Eğer eşyalarınızı, evraklarınızı sınıflandırır-
sanız karıştırmazsınız. Buna arşivleme sistemi
denir, böylece karıştırmazsınız! Bilgileri de sı-
nıflandırmayı bilirseniz karıştırmazsınız. Yoksa
birbirine karışır, karışınca da sonuç elde etmek
zorlaşır, hatta anlamak zorlaşır!
Anlamada çok önemli olan şey beynin istik-
rarlı seyahatidir, idrakın istikrarlı seyahatidir.
Hangi yöne giderse gitsin, isterse çok yukarı
gitsin; istikrarlı seyahat ederse anlar. Eğer idrakı
zıplatırsanız anlayamaz! Öyle bir kompozisyon
oluşturmalısınız ki, beyin seyahat ederken istik-
rarlı bir hızla, istikrarlı bir şekilde gitsin. Hızın is-
tikrarlı; sürdürülebilir olması lazım! Şimdi sadrın
açılması, sadrın genişlemesini de anlamak için
basit bir şekilde sınıflandıralım. Bu, üç aşamalı-
dır; ayetlerdeki sadrın açılması, genişlemesi üç
aşamalıdır.
BİR: Bunu En’am Sûresi 125. ayetten öğren-
dik. “Allah bir kulun İslam’ı anlaması ve yaşa-
333
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

masını, yani onun hidayetini dilerse onun sad-


rını İslam’a açar”. Ayetten devamında da öğ-
rendik ki; “eğer bir kulunun da sapmasını di-
lerse onun da sadrını İslam’a daraltır”. Neye?
İslam’a karşı daraltır! İslam’a karşı açar, İslam’a
karşı daraltır. İslam’a karşı sadrı daralan kişinin
sadrı küfür yaşantısı için açılmış ve genişlemiştir.
Eğer sadr İslam’a karşı daraltılmışsa, küfür yaşan-
tısına karşı sadr açılmış ve genişlemiştir. Bu kişi
Allah yolundaki yaşantıları görürse sadrı daralır,
çünkü sadrı İslam’a daraltıldı. Böyle bir manzara
karşısında, hiç elinde olmadan bir anda sadr ka-
panır; kan kimyası onu boğar. Bu yüzden göğsü
daralır; kalbı sıkışır. Neden? Sadrı kapanır da on-
dan. Yani kimyası bozulur, kan kimyası bozulur.
Allah’a ait bir şeyler görünce onun kan kimyası
rahatsız olur. Çünkü Allah onun sadrını İslam’a
daralttı, kapattı! Bu bahsettiğimiz “açılma ve ka-
panma” sadrla ilgili birinci türdür; sadrın İslam’a
açılması ilk basamaktır, birinci aşamadır
İKİ: Sadrı bu şekilde İslam’a açılmış olanlar
İslamî fikir ve yaşantılara karşı çok olumlu tepki-
ler verir; görünce ferahlar ve rahatlarlar. Elham-
dülillahi rabbil âlemin, bakın yüzlerce sayfayı
zorlanmadan okuyorsunuz! Neden? Hep Allah
için, sadr İslam’a açıldığı için! İşte sadrı bu şekil-
de İslam’a açılmış olanlar, “Allah yokmuş gibi”
olan fikir ve yaşantılarla karşılaşınca bu kez onla-
rın sadrı daralır! Allah’ın sadrını İslam’a daralttığı
kişilerdekinin tam tersi olur yani! Çünkü bunun
da sadrı İslam’a açıldı. “Allah yokmuş gibi” bir
söz, bir davranış, bir kişi görünce, bu sefer onun
334
YILMAZ DÜNDAR

kan kimyası bozulur, sadrı daralır; “şu kişileri gö-


rünce içim daralıyor” der.
Maide Sûresi 41. Ayet: “Ey O Rasûl, kalb-
leriyle iman etmedikleri halde ağızlarıyla
“iman ettik” diyenlerden küfürde koşuşan-
lar seni mahzun etmesin”. Kur’an bize; böyle
bir daralmanın olduğunu ve bundan haberdar
olduğunu söylüyor ve öğretiyor: Bu daralma
normaldir ama seni mahzun etmesin. Bakın bizi
neye hazırlayacak?
A’raf Sûresi 2. Ayet, Efendimize hitaben bu-
yuruyor: “O sana inzal edilen bir Kitab’tır;
onunla uyarman ve mü’minlere öğüt vermen
için. Artık sadrında bundan dolayı bir sıkıntı
olmasın”.
Hud Sûresi 12. Ayet: “Rasûlüm, belki de sen,
“O’na bir hazine inzal edilseydi yahut bera-
berinde bir melek gelseydi ya” demelerinden
ötürü, sana vahy olunanın bazısını terk ede-
cek ve sadrın onunla daralacak mı? Sen ancak
bir uyarıcısın, Allah herşeye Vekiyl’dir”. Bu
ayetlerin “güzel hikâyeleri” de var. Ama konu-
muzu biraz farklı yönde genişletip, bizim anla-
mak istediğimiz yeri aşar diye yalnızca bize lazım
olan yerleri alarak geçiyoruz.
Hicr Sûresi 97: “Andolsun ki, onların söyle-
dikleri dolayısıyla senin sadrının daraldığını
elbette biliyoruz”.
Demek ki; birinci aşama kişinin sadrının
İslam’a karşı açılması. Bu süreçte bir de daral-
335
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

ma var. Neye karşı? Küfre karşı daralma! Birinci


açılmadan sonra küfre karşı bir daralma başladı.
Hazreti Musa aleyhisselamla ilgili açıklamaların
olduğu bazı ayetlerde bunu şöyle görürüz.
Şuara Sûresi 12: “Musa dedi ki; Rabbim mu-
hakkak ki ben, beni yalanlamalarından kor-
kuyorum”.
Şuara Sûresi 13. Ayet: “Sadrım daralıyor, di-
lim çözülmüyor bunun için Harun’a irsal et”.
Bu görevi ben başaramayacağım herhalde, kar-
deşime ver diyor. Ama ayetin devamında Rabbi;
merak etmemesini, Rabbine güvenmesini vahy
edip ikisini birden görevlendiriyor. Hani birisi;
“bana değil şuna ver” dediğinde; “madem öyle,
haydi ikiniz yapın” denir ya, onun gibi.
Ve bunlardan sonra Tâhâ Sûresi’nde Hazreti
Musa aleyhisselam Efendimizin bir duası vardır
ki; biz de onu kullanırız.
Taha Sûresi 25, 26, 27, 28. ayetler şöyledir:
“Kale; Rabbi’şrahlî sadriy ve yessirlî emriy,
vahlül ukdeten min lisaniy, yefkahu kavliy”.
Biz bu duanın “Rabbi’şrahlî sadriy ve yessirlî em-
riy” kısmını yaparız. Bu hem sık söylediğimiz du-
alardandır, hem de bizim kalb duamızın içeri-
sinde yer alır. Burada mealen ne diyor? Rabbim,
evet onları görünce sadrım daralıyor, ama sen
benim sadrımı açıp genişlet. Şimdi dikkat ediniz;
Hazreti Musa aleyhisselamın buradaki talebi;
“benim sadrımı İslam’a aç” mıdır? Zaten o yolda!
Buradaki dua; birinci aşamayı yaşayanın, ondan
sonra istediği ikinci aşamadır. Anlatırken bunlar
336
YILMAZ DÜNDAR

karıştırılırsa olaylar karışır. Bu dua birinci aşa-


madan sonrasının duası! Sadrı, Hazreti Musa’ya
görev gelirken zaten açılmış! Ama şimdi Musa
aleyhisselam küfre karşı daralıyor! Ve diyor ki;
Rabbim sadrımı açıp genişlet, işimi bana kolay-
laştır, lisanımdan düğümü çöz; kekelemeyeyim,
rahat konuşayım ki sözümü anlasınlar. Zahiren
böyle olan bu dua, aynı zamanda “lisanıma
derinlik ver” de demektir; “sözlerime tesir ver,
söylediğim zaman işlesin, tesir etsin” demektir.
Hatta Hazreti Musa bir seslenişinde de Yunus
Sûresi 88. Ayette bildirilen duayı ediyor, bu dua-
sı da kabul olarak ayetler devam eder.
Yunus Sûresi 88. Ayet: “Musa dedi ki; Rab-
bimiz muhakkak ki sen verdin “firavun ve
melesi”ne dünya hayatında ziynet ve mallar!
Rabbimiz senin yolundan saptırsınlar diye
mi? Rabbimiz mallarını sil, kalblerini sık!
Çünkü onlar elim azabı görmedikçe iman et-
mezler”.
Burada kalble ilgili bir başka özellikle karşıla-
şıyoruz; Kalbe şiddet uygulamak! Ayette Musa
aleyhisselamın; “Allahım onların kalbine şiddet
uygula; kalblerini sık” diye dua ettiğini görüyo-
ruz. Kalbi o kadar daralıyor ki; “sil onları” diyor!
“Sil de önümüz açılsın!”
Demek ki birinci sadr açılmasından sonra
sadrın daralması küfre karşı olur ve çok normal
bir süreçtir. Ancak böyle olunca ne olmalıdır, ne
yapmalıyız? Sadr daraldı, hücum mu etmeliyiz?
Bunu Kur’an bize öğütleyerek öğretiyor.
337
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

Zuhruf Sûresi 88 ve 89. ayetler: “Onun Rasu-


lün sözü; ya Rabbi, muhakkak ki bunlar iman
etmeyen bir kavimdir. Rasulüm sen onlara al-
dırma, affet, geniş ol. Ve “Selam” de! Yakında
bilecekler”. “Saldır” diye bir emir, öneri yok! Sen
o daralmayla mücadele edeceksin! Daralmayı
hücuma çevirmeyeceksin! Daralmayı çözecek-
sin! Yoksa orda [sınıfta] kalırsın, hiç ilerleyemez-
sin! Bu daralmayı hücuma da çevirmeyeceksin!
Sadrının daralması, senin daralman başkasına
hücum ve rahatsızlığa dönüşemez! Bu ayeti,
Zuhruf Sûresi 89’u tekrar edelim; “Rasulüm, sen
onlara aldırma! Affet, geniş ol ve “Selam” de! Ya-
kında bilecekler”.
Casiye Sûresi 14. Ayet: “İman edenlere de
ki; Allah’ın Günleri’ni; ceza günlerini umma-
yanları örtüp bağışlasınlar ki Allah bir kavmi
kazanmakta olduklarıyla cezalandırsın”; yani
o iş sonraya kalsın! Ef’al âleminde, dünya haya-
tında bırakın sizden ceza çıkarmayayım onlara,
affedin onları. Hatta örtün bağışlayın onları.
Ceza günü o kazandıklarıyla karşımıza gelirler
nasıl olsa! Ne kazanıyorlarsa!
Bu noktadan itibaren sadrın açılması kader-
le ilgilidir. İkinci aşama olarak sadrın açılması,
genişlemesi kaderle ilgilidir. İkinci aşama, kade-
re imanın; yani “amentü bil kaderi” yaşantısının
hale dönüşmesi, bu halin görülmesiyle başlar
ve sırasıyla şu idraklar meydana gelir. Gördüğü
olaylara sadrı daralır ama daralma şu idraklarla
geçer, ilerler: Önce Rabbinden bilmek: Rabbin-
den bilerek göğüs genişler. Rabbi bilmek: Daha
338
YILMAZ DÜNDAR

ileri idraktır ve göğsü genişler. İlla Billâh: Daha


bir ileri idrak olur, göğsü genişler. Bunlar, ikinci
aşamadakiler söylediklerimizin ancak dünyada-
ki vehimsel yaşantılarıdır. Yani bu halin görül-
mesi demek sırasıyla; Rabbinden bilmek, Rabbi
Bilmek ve İlla Billâh idraklarının vehimsel yaşan-
tılarıdır.
ÜÇ: Peki, sadrın açılmasının üçüncü aşama-
sı nasıldır? Sadrın açılmasının, genişletilmesinin
üçüncü aşaması; nefs-i levvame çalışmaların-
da, hayratta önde gidenlerin, öne geçmişlerin;
mukarrebûnun özellikle Hakk’tan halka dön-
düklerinde, Hakk idrak ve yaşantısıyla halk ya-
şantısının sadra sığdırılabilme özelliğini içerir.
Üçüncü aşama çok özel bir aşamadır özel bir
haldir. Bizim yakalayıp sürdürebileceğimiz, sabit
kalabileceğimiz hal mümkünse ikinci aşamadır o
aşamaya ulaşmaktır. “Yakalamamız gereken” hal
inşaAllah nasib olur.
Üçüncüsü, onun ilerisi olan bir sadr açıl-
masıdır, çok özel bir haldir! Nefsi levvame yo-
lunda hayratta öne geçmiş öncü olmuşların;
mukarrebûnun, Hakk idrak ve yaşantısından
halka döndükleri zaman; yani halkın içinde halk-
la beraber yaşıyor, yiyor içiyor, konuşuyor ve on-
lara isimleriyle hitap ediyor oldukları zaman, o
sadra Hakk idrak ve yaşantısıyla halk yaşantısını
mücadelesiz, ikilemsiz sığdırabilmeleridir. Dikkat
edin, “halk idrakını” değil, “halk idrakı” demedik!
“Hakk idrak” ve “yaşantısı”yla “halk yaşantısı”nı
yanyana mücadelesiz, ikilemsiz sığdırabilmektir,
buradaki sadrın açılması.
339
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

“Elem neşrah leke sadrak”daki açış, “biz se-


nin sadrını senin içini açmadık mı” derkenki açış
gerçekte bu üçüncü aşamadır.
Tabi hitap Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellem’e olunca “elem neşrah leke sadrak”da
şu açıklamayı geçersek olmaz.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin çocuk-
luğu mu, risaletten önceki gençliği mi, risaletten
sonraki hali mi olduğu, yani zamanı tartışılan bir
olay var. Hatta Duha Sûresi’nin inmesiyle bera-
ber olduğu da söylenir. Ancak ortak bir kanaat
Mirac Gecesi’nde cereyan ettiğidir. Yani tartışı-
lan bu hadisteki olayın varlığı değil, zamanıdır,
yorumlarıdır; tartışmasından bile ders çıkarabi-
leceğimiz yorumlarıdır.
Bu hadisi önemli hadis âlimleri Buharî, Müs-
lim, Tirmizî ve Nesaî müştereken, Katâde radı-
yallahu anh’ten rivayetle vermişlerdir. Hadiste
bir tereddüt yok! Hadisten önce şu açıklamayı
yapayım ki şerh, yani inşirah, şerhi sadır; normal
hayatta “eti açmak, eti şerh etmek” için kullanı-
lıyor. Dolayısıyla, bir kası, eti açmaya ve geniş-
letmeye, göğsü açmaya; bir operatörün göğsü
kesip açmasına “göğsü şerh etti, göğsü açtı” de-
niyor. Şerh etti; yani “o kişinin göğsünü inşirah
etti” demektir. Halktaki manası budur ve ayetin
bu manayla ilgili de yeri vardır, onu da burada
ekleyelim. Hadis şöyle:
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyu-
ruyor ki: “Ben Beyt’in yanında uyur uyanık
arası bir halde iken, içinde zemzem suyu bir
340
YILMAZ DÜNDAR

altın tasla bana gelindi. Gelindi de göğüsüm


şuraya, şuraya kadar yarıldı. Derken kalbim
çıkarıldı da zemzem suyuyla yıkandı. Sonra
tekrar yerine kondu. Sonra iman ve hikmet
dolduruldu. Sonra Burak geldi onun üzerin-
de Cebrâil aleyhisselam ile gittim, taa dünya
semasına vardık....” diye Mirac Olayı devam
eder.
Olaya “böyle şey olur mu?” diye yaklaşanlar
var! Yorumlarken “burada aslında öyle demiyor
ki, şöyle diyor” gibi yaklaşanlar da var. Onlar
başka bir konu ve şimdi oraya girmeyelim.
Ancak, ciddi bir bilim adamı gibi incelerseniz
görüyorsunuz ki, bu şekilde göğsün yarılışı, yani
zahiren et açılması gibi bu yarılış -Allahu ‘Alem-
Efendimiz için birkaç defa gerçekleşmiş olabilir.
Tartışmalar da bu yüzden olabilir. Ve Mirac da
öyle, o da birkaç kez olmuş olabilir. Ki bu anlat-
tığı da öyle bir Mirac’tır. Ayrıca ayetin şöyle bir
yanı da var:
Duha Sûresi gelmeden önce, vahiy bir süre
kesilmişti. Ve Efendimiz sallallahu aleyhi vesel-
lem de bu hale üzülmüş, “terk mi edildim?” diye
bir sıkıntıya düşmüştü. Bir kadın Onu, sallallahu
aleyhi vesellem Efendimizi bu haliyle gördü; “ar-
kadaşını görmüyorum, herhalde sana veda etmiş,
darılmış” diye konuştu. Sonra Duha Sûresi’nde
bu olaya hitaben 3. Ayet der ki; “Rabbin seni bı-
rakmadı ve darılmadı”. Hemen peşine de İnşi-
rah Sûresi gelmiştir. Hatta ikisini aynı sûre diye
yorumlayıp başlangıçta namazda ikisini beraber
341
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012

okuyanlar da olmuştur. Sonra “bunlar farklı


surelerdir” diye anlatılmış ve ayrılmışlardır. Do-
layısıyla bir manası da oradaki sıkıntısına çare
olmasıdır. O sıkıntı nedeniyle; “elem neşrah leke
sadrak; sen sıkılmıştın, seni ferahlatmadık mı!”
manasını da içermektedir.
Bu; Allah’tan Habibi’ne, Sevgilisi’ne; “biz sana
darılmadık, Rabbin seni bırakmadı ve darıl-
madı” diye bir sesleniştir.
Umarız ki onlar da bizi “sevgili” kabul ederler
ve bize sahip çıkarlar inşaAllah.
Âmin.
El-Fatiha.

342
YILMAZ DÜNDAR

Hakikat Yolcusu Talip için, bu yolun ilmini üç


basamakta incelemek mümkündür. Bu basa-
maklar; 1. “Tanrı” İlmi, 2. “B” İlmi, 3. “EhadüsSa-
med” İlmi diye isimlendirilebilir. Tanrı İlmi öğre-
tisinin talipte, geri dönüşsüz özellikte bir hayat
tarzı haline gelmesi, diğer basamakların anlaşı-
labilmesi ve yaşanabilmesi için olmazsa olmaz
bir şarttır. “Vehmin Zulmeti şartlarında Nefsin
Şerri program” gereği “Sözde Tanrılık İddiası” ile
dünyadaki yaşantısına başlayan insan, hakikate
talip ise, Tanrı İlmi onun en öncelikli meselesidir.
Kitapçık bu amaçla, Tanrı İlmi’ni konu alan bir
müfredat ile sunulmuştur.

kitap talebi için


www.birdusunyansimasi.com
birdusunyansimasi@gmail.com

343
Arz’da halifetullah dilenen insan, “Esfele
Safiliyn” yapının gereği olarak hayata kalbinde
maraz ile başlar. İnsanın, “Kalb-i Selim” için
bu marazdan kurtulması gerekir. Kalbdeki
bu maraz sebebiyle insan, “Allah Yokmuş
Gibi” veya sanki “Allah VahidülEhadüsSamed
Değilmiş Gibi” inanır ve buna göre yaşar.
Bu marazdan kurtulmak ise, yalnız ve yalnız
“Amentü Billahi ve Rasulihi” ve Salih Amel ile
mümkündür. Reçete ise, Kur’an ve Efendimiz
(sav)’in açıkladıklarıdır.
Bu kitapçık bu konuyu ele almak üzere Sadr,
Kalb, Fuad ve Lüb organizasyonunu ilgili ayet
ve hadisler çerçevesinde, bir reçete şeklinde
dikkatlerinize sunmaya çalışmaktadır.

ISBN: 978-605-87210-3-6

You might also like