Professional Documents
Culture Documents
Katkılar PDF
Katkılar PDF
HARİKALAR DİYARI VE
DÜNYANIN SONU
Yazan: Haruki Murakami
www.dogankitap.com.tr / edit-
or@dogankitap.com.tr /
satis@dogankitap.com.tr
Haşlanmış Harikalar Diyarı
ve
Dünyanın Sonu
Haruki Murakami
Bu mümkün değil.
O ana kadar “onlar” korkutucu
ölçüde titiz ve temkinli, bir o kadar da
ciddiydiler. Onlar sanki her bir adım-
larını cetvelle ölçerek yürüyorlarmış
gibi yaparak gerçekten küçük
ayrıntılara varana kadar gözden
kaçırmamışlardı. Binanın ana gir-
işinde iki güvenlik görevlisi tarafından
durdurulmuş, kimi ziyarete geldiğim
sorulmuş, ziyaretçiler listesinden kon-
trol edilmiş, sürücü ehliyetim kontrol
edilerek ana bilgisayardaki bilgilerle
karşılaştırılmış, metal detektörleriyle
her yerim kontrol edilmiş ve tüm
bunlardan sonra asansöre bindirilmiş-
tim. Darphane gezisi için bile bu kadar
sıkı kontrol yapılmaz. Hal böyleyken,
bu aşamaya kadar geldikten sonra o
dikkatli hallerinin bir anda ortadan
kalkıvereceğini düşünmek bir hayli
güç.
3 750 yen?
Hesap yanlıştı.
Proust?
“Olur” dedim.
“Teveccühünüz” dedim.
Alçakgönüllü davranmak istemiştim.
“Palat?”
“Damak yani. Damak yapısı.
Damağın ne şekilde hareket edip, ses-
in nasıl çıktığı gibi konuları
araştırıyorum. En iyisi şuna bir bak.”
“Haklısınız” dedim.
“Benim nispeten genç yaşlarımdan
itibaren kafatası merakım vardı, o
yüzden bıkmadan usanmadan to-
pladım. Kırk yıl kadar oldu. Kemik
dediğimiz şeyi tam olarak anlamak
tahmin edilebileceğinden daha fazla
zaman alıyor. Bu anlamda eti kemiği
yerinde insanları anlamak daha kolay.
Bu düşünce hep gelir, aklıma takılır
kalır. Gerçi, senin gibi genç yaşlarda
et kısmı daha ilgi çekici oluyor el-
bette” diyen ihtiyar adam yine fuhho-
hhoh diye kahkaha attı. “Benim dur-
umumda ise, kemiklerden gelen sesi
duyabilmem tam otuz yılımı aldı.
Otuz yıl dediğimiz, az uz bir süre
değil.”
“Ses?” dedim. “Kemiklerden ses mi
geliyor?”
“Çok cömertsiniz.”
“Ne peki?”
“Yeterli” dedim.
“Tamam” dedim.
“Acaba?” dedim.
“Hımm” dedim.
“Konuşamayınca alışveriş de
sıkıntılı olur herhalde.”
“Geçiş yöntemi?”
“Elbette.”
“Bitti” dedim.
“Haydi, geçmiş olsun. Bir hayli
uzun sürdü” dedi.
Pantolonumun iç kısmına
yaptırdığım özel cepten önemli dokü-
manları koymak için kullandığım yu-
muşak metalden kapsülü çıkarıp, sayı
listesini içine koyarak kilitledim.
“O da kurallardan biri.”
“Hmm” dedim.
“Gerilemeye yol açacak her şey ya-
sak.”
“Peki ya kahve?”
“Kahve de güzeldi.”
“Çok yazık.”
“Bu ne?”
“Makbuz?”
“Yatmam. Herhalde.”
“Neden?”
“O da olur.”
“Doğru mu acaba?”
“Kamaşma?”
“Sanırım evet.”
“Benim annemin de yüreği vardı”
dedi kız. “Fakat annem, ben yedi
yaşındayken yok oldu. Sanırım bu
kesinlikle, annemin senin gibi yüreği
olması yüzünden.”
“Yok mu oldu?”
Bilmediğimi söyledim.
veya
Demir yumruk tekniğine giriş, gibi.
1. Memeliler
2. Resimli Açıklamalarıyla
Memeliler
3. Memelilerin Kemik Yapısı
4. Memelilerin Tarihi
5. Bir Memeli Olarak Ben
6. Memelilerde Otopsi
7. Memelilerin Beyni
8. Hayvanların Kemik Yapısı
9. Kemikler Anlatıyor
Kitaplar bunlardı.
Tuhaf görünüyorlardı.
Boynuz?
Eğer bu doğruysa, elimdeki bir tek-
boynuz kafatasıydı. Bir kez daha Res-
imli Memeliler Atlası’nın sayfalarını
karıştırıp, alnında tekboynuzu olan
memeli hayvan aradım. Ne kadar
bakarsam bakayım, öyle bir hayvan
yoktu. Yalnızca gergedan o tanıma
yakındı, ama büyüklük açısından
bakıldığında, elimdekinin bir
gergedan kafatası olması mümkün
değildi.
“Hoşgörüme mi sığınıyorsun?”
“Haklısın” dedim. “Gerçekten zor
bir durumdayım.”
“Ben de o söylediklerinin
tamamının ayrıntılarını bilmiyorum”
dedi yaşlı adam, sakince. “Sözlerle
tam olarak anlatamayacağım şeyler
var, söylememem gereken şeyler.
Fakat senin endişelenmeni gerektire-
cek bir şey yok. Şehir bir anlamda
adaletlidir. Sana lazım olan şeyleri,
senin bilmen gereken şeyleri, şehir bi-
rer birer önüne koyar. Senin de bunları
kendi başına teker teker öğrenmen
gerekir. Beni iyi dinle. Burası bütün
bir şehirdir. Bütün demek, her şeyin
olması demektir. Fakat burayı tama-
men anlayamadığın sürece, burada
hiçbir şey yoktur. Bütünlük hiçliğe
dönüşür. Bunu aklından hiç çıkarma.
Başkalarından öğrendiklerini çok
çabuk unutursun, ama kendi başına
öğrendiklerin kalıcı olur. Ayakta dur-
manı sağlar. Gözünü açıp, kulak ke-
silip, kafanı çalıştırıp şehrin önüne
koyacağı şeylerin anlamını idrak et-
men gerekir. Yüreğin varsa, henüz
varken çalıştır. Sana öğretebileceğim
tek şey bu.”
Eğer kızın yaşadığı zanaatkârlar
semti bir zamanlardaki ışıltıları karan-
lığa gömülmüş bir yerse, şehrin
güneybatısına yayılan lojmanlar
semti, kuru ışık altında rengi sürekli
solup giden bir yerdi. Baharın getird-
iği canlılığı yaz eritiyor, kış mevsimi
de rüzgârına katıp götürüyordu. “Batı
Tepesi” olarak adlandırılan hafif yük-
seltinin eğimi boyunca iki katlı beyaz
lojmanlar sıralanmıştı. Aslında her
birine üç aile yerleşecek şekilde tas-
arlanmışlardı ve yalnızca ortasından
çıkıntı yapan giriş holleri ortak kul-
lanım alanlarıydı. Ahşap duvarları,
pencere pervazları, dar balkonları,
pencere parmaklıkları beyaza boyan-
mıştı. Her yer beyazdı. Batı tepesinde
her türden beyaz renk bir aradaydı.
Boyası henüz yeni kurumuş doğallık-
tan uzak bir biçimde ışıldayan beyaz,
uzun süre güneş ışığı altında kalarak
solmuş beyaz, yağmurla karışık gelen
rüzgârla her şeyini yitirmiş gibi duran
beyaz... İşte böyle farklı türden beyaz
renkler tepenin çevresini dolaşan çakıl
yolun iki kıyısında göz alabildiğince
uzanıyordu. Lojmanların bahçe duvarı
yoktu. Dar verandalarının hemen
aşağısından başlayan, eni bir metre
kadar ince uzun çiçeklikler vardı.
Hepsi de çok bakımlıydı; bahar
geldiğinde çiğdemler, menekşeler ve
kadife çiçekleri, son baharda ise koz-
mos çiçekleri açıyordu. Çiçekler
açınca, binalar iyice terk edilmiş bir
havaya bürünüyordu.
“Haklısınız.”
“Kiminle yattın?”
Farklılık.
“Elbette.”
“Aynısından olsun.”
“Haberlere de çıkmadım.”
“Ya reklam?”
“Hem de hiç.”
“Haklısın” dedim.
“Sanırım evet.”
“Savunmasız” dedim.
“Evet.”
“Krater ağzı?”
“Fotoğraf dışında.”
“Fotoğraf?” dedim.
Dünyanın sonu.
“Deney?” dedim.
“Beni...
“Alo?” dedim.
“Alo?” dedim.
“Ses mi alınıyor?”
“Evet, öyle” dedi kadın. “Ses boyutu
az önce aniden karışıverdi. Kesin de-
demin başına bir şey geldi. Orada
mısın?”
“Ne için?”
“Nereye gideyim?”
“Biraz” dedim.
“Anlıyorum” dedim.
Sistem dedim.
“Bak işte!” dedi bücür, yine iriyarı
olana. “Ben sana bu herif zeki
demedim mi?!” Sonra tekrar bana
döndü. “Fakat bunun için bir yem
lazım. Yem olmadan hiç kimse oltaya
gelmez. Seni yem olarak kul-
lanacağız.”
“Başka?”
“O kadar” dedim.
“Ormanda ne var?”
“Evet.”
Peki ne için?
Herhalde üçüncü kişilerin orada bir
şeyler arandığını sanması için.
“İşkence?” dedim.
“Çalışıyor” dedim.
“Teklif?”
Surlar.
“Önceki gün...”
“Evet, öyle. İki gün boyunca uyu-
dun” dedi yaşlı adam. “Sonsuza kadar
uyanmayacaksın sanmama sebep ola-
cak kadar. Ormana mı gittin yoksa?”
Başımı salladım.
“Akşamın sekizi.”
Yataktan kalkmaya çalıştım, ama
vücudum biraz yalpalıyordu.
“Fakat dinlenemem.”
“Haklısın.”
“O nasıldı peki?”
Ne yapacağımı bilemediğimden,
ahşap bankın üzerine oturarak kızın
gelmesini beklemeye başladım. Kapı
kilitli olmadığına göre, mutlaka
gelmesi gerekiyordu. Soğuktan
titreyerek, sabırla bekledim. Fakat ne
kadar beklediysem de, kız görünmedi.
Sadece her geçen saniye, karanlık
biraz daha koyulaşıyordu. Geride yal-
nızca ben ve kütüphane kalmış da,
dünyadaki geri kalan her şey uçup git-
miş gibi bir hisse kapıldım. Dünyanın
sonunda yalnız başına kalakalmıştım.
Elimi ne kadar uzaklara uzatırsam
uzatayım, artık dokunabileceğim
hiçbir şey kalmamıştı.
“İstiyorum” dedim.
17
Haşlanmış Harikalar Diyarı
Dünyanın sonu, Charlie Park-
er, saatli bomba
“Lütfen!” dedi tombul kız. “Bir
şeyler yapmazsak dünya sona erecek.”
“Bıçakla mı?”
“Saatli bomba?”
“Teyze?”
“Evet” dedim.
“Neden?”
“Hem yorgun gibisin hem de yor-
gunluğun bir tür enerjiye dönüşüyor-
muş gibi. Böyle şeyleri bir türlü an-
layamam. Bildiğim insanlar arasında o
türden bir kişi bile yok. Dedem asla
yorulmaz, ben de. Gerçekte yorgun
musun?”
“Çalamam” dedim.
“Hmm” dedim.
“Fark etmez.”
“İstemez” dedim.
“Yoruluyorsun da.”
“Evet” dedim. “Yoruluyoruz.”
“Haklısın” dedim.
“Duygusal kabuk?”
“Koku?”
“Doğru” dedim.
“Yanlış değil”
“Neden?”
Kız not defterini bana verip, o kısmı
parmağıyla işaret etti. Orada ne bir şi-
fre ne de başka bir şey vardı. Yalnızca
kocaman bir çarpı ile tarih ve zaman
yazılmıştı. Büyüteçle bakılmadıkça
doğru dürüst okunamayacak kadar
küçük harflerle karşılaştırıldığında
çarpı işareti fazlasıyla büyüktü,
aralarındaki orantısızlık uğursuz
çağrışımlara yol açıyordu.
“İlk kez?”
“Görünce anlarsın.”
Hiçbir şey anlamamış halde kapının
kıyısındaki kuleye tırmanıp, dışarıdaki
dünyanın manzarasına baktım. Elma
korusu, sanki gökten tek parça iniver-
miş gibi duran karla kaplanmıştı.
Kuzeydeki zirveler de neredeyse
tamamen beyaza boyanmış, yalnızca
yara izi gibi yükselen kayalar açıkta
kalmıştı.
“Ölülerine ne oluyor?”
“Neden?”
“Onlarla konuşmak gibi bir
düşüncesi olmadığından. Onlar kötü
ruhlu yaratıklardır ve konuştukları
şeyler de kötülükten ibarettir. Kok-
uşmuş et ve çöpten başka bir şey ye-
mezler, pis sudan başka bir şey içmez-
ler. Eskiden beri mezarlıkların altında
yaşar, gömülen ölülerin etlerini yerler.
Elbette ölü yakma geleneği yaygın-
laşana kadar.”
“Eh, çoğunlukla.”
“Eh, evet.”
“Ondan başka da farklı pozisyonlar
var değil mi? Altta kalmak, oturmak,
sandalye kullanmak gibi…”
“Nasıl anladın?”
“Kanıtım yok, ama anlarım. Dedem
çok temkinli bir insandır, kolay kolay
da yakalanmaz. Birileri içeri girmek
için kapıyı kurcalamaya başlayınca,
mutlaka oradan kaçmıştır.”
“Korkuyor musun?”
“Bilemiyorum” dedim.
“Haklısın” dedim.
“Biraz” dedim.
“Ben Johnson?”
“Anlamadım.”
“Haklısın” dedim.
Karlı gecelerde
Keyifli pechka
Yan pechka, yan!
Konuşalım haydi
Eskilerden, çok eskilerden
Yan pechka, yan!
Şarkının geri kalan kısmının sözler-
ini bilmediğim için, gelişigüzel uydur-
arak söyledim. Hep birlikte pechka
yani şömine başında ısınırken birisi
kapıyı çalar, evin babası kapıya
çıkınca karşısında yaralı bir ren geyiği
bulur, geyik “Karnım aç. Bir şeyler
verin lütfen” der.
Rüyalarımdasın
Beyaz Noel
Beyaz kar manzarası
Nazik kalbim ve
Eski rüyaların
Sana verdiği
Hediyedir
Rüyalarımdasın
Beyaz Noel
Gözlerimi kapasam
Kızak çanları
Karın ışıltıları
Yüreğimde canlanır
“Buyur” dedim.
Nisan sabahı
Bisikletime bindim
Bilinmez yollardan
Ormana yöneldim
Yeni bisikletim
Rengi pembe
Gidonu da, selesi de
Her yeri pembe
Fren lastiği bile
Evet, pembe
“Nedendir bilmem, şarkı seni an-
latıyor gibi” dedim.
“Hoşuma gitti.”
“Elbette.”
Nisan sabahı
Yakışır pembe
Başka renkler
Gelmez akla
Yeni bisikletim
Şapkam, kazağım
Her şey pembe
Pantolonum, iç çamaşırlarım
Evet, pembe
Yol üzerinde
Rastladım dedeme
Elbiseleri dedemin
Hepsi mavi
Unutmuş sakallarını kesmeyi
Sakalları da mavi
Sanki uzun geceler gibi
Derin bir mavi
Uzun, uzun geceler
Her zaman mavi
“Bu da ben miyim yoksa?” diye
sordum.
Ormana gitmekten
Vazgeç istersen
Diyor dedem
Ormanın kuralı
Hayvanlar içindir
İsterse
Nisan sabahı olsa bile
Su tersine
Akmaz asla
Nisan sabahında bile
Yine de ben
Bisikletimle ormana gidiyorum
Pembe bisikletimin üstünde
Aydınlık Nisan sabahı
Hiçbir şeyden korkmuyorum
Bisikletten inmezsem
Korkmam zaten
Ne kırmızı, ne mavi, ne de
kahverengi
Mükemmel bisikletim
Başlangıçta,
Even-through-be-shopped-degreed-
well
Efgven-gthouv-bge-shopevg-
egvele-wgevl
gibi duyuluyordu.
Efgven-gthouv-bge-shopevg-
egvele-wgevl
Efgven-gthouv-bge-shopevg-
egvele-wgevl
Efgven-gthouv-bge...
“Kalkmak?”
“Tipler?”
“Ayakkabılarım?”
“Çıkarsana.”
“Anladım.”
“Konuşalım.”
“Ne hakkında?”
“Yağmura ne dersin?”
“O olur işte.”
“Bilmiyordum” dedim.
“Neden?”
“Sanırım” dedim.
“Birkaç kez.”
“Ne olursa.”
“Ne anlatsam?..” dedi parmaklarıyla
masanın üstündeki kafatasına dokun-
arak. “Sanırım anneme karşı
başkalarına karşı hissettiklerimden
farklı duygular besliyordum. Elbette
çok uzun zaman önceydi, tam olarak
anımsayamıyorum, ama sanırım öy-
leydi. Babama, kız kardeşlerime karşı
hissettiklerimden farklıydı. Nedendir
bilemiyorum.”
“Bilemiyorum.”
“Neler konuşurdu?”
“Anımsamıyorum. Fakat bildiğimiz
türden kendi kendine konuşmalar
değildi. Tam olarak açıklayabile-
ceğimi sanmıyorum, ama sanırım bu
annem için çok özel bir şeydi.”
“Özel?”
“Şarkılar” dedim.
“Sen de konuşabilir misin aynı
şekilde?”
“Mesela?”
“Duymadım” dedim.
“Ne kanı?”
“Halat?”
“İyiyim. Teşekkürler.”
“Eh, haliyle.”
Bekçi sırıtarak sobanın alçak korku-
luğundaki ayaklarının yerini
değiştirdi. “Ders almak iyidir. İnsan
aldığı derslerle temkinli olmayı öğren-
iyor. Temkinli olunca da yara
almamaya başlıyor. En iyi sap bile
vücudunda bir yara taşır. Ne fazla, ne
de az. Yalnızca bir tane. Ne demeğe
çalıştığımı anlıyor musun?”
Başımı salladım.
“Hastalanmıştım” dedim.
“Plan?”
“Anlaşıldı” dedim.
Anlamadığımı söyledim.
“Elbette.”
“Nasıl insanlardı?”
“O simülasyonlar kusursuz
muydu?”
“Bilmiyorum.”
“Öykü?”
“O kadar da garip bir şey değil” dedi
profesör. “Usta müzisyenler bilinçler-
ini sese çevirir, ressamlar ise renklere
ve şekillere. Yazarlar ise öyküye
çevirir. Aynı mantık. Elbette
dönüştürüldüğü için, tam olarak doğru
bir klonlama değil, ama bilinci aşağı
yukarı anlayabilmek için gerçekten
kullanışlı bir yol. Ne kadar doğru bile
olsa birbirine karışmış görüntüler
karmaşasına bakacak olursan bütünü
yakalaman güçleşir. Bir de görsel ver-
siyonu kullanarak herhangi bir şey
yapacak olmadığımız için, birebir aynı
olması gerekliliği de yok. Bu görsell-
eştirme işlemini tamamen kendi
hobim olarak yaptım.”
“Hobi?”
“Karşılaşmadım” dedim.
“Halüsinasyon görmüyorum, gaipten
sesler de duymuyorum. Yalnız belirli
bir tür kokuya karşı hassaslaşıyorum
sanırım. Çoğunlukla da meyve
kökenli kokular oluyor.”
“Neden peki?”
“Eh, öyle.”
“Olacaktı?”
“Evet, öyle. Olacaktı. Fakat şimdi
her şey boşa gitti. Şifreciler karanlık
karalarıyla işbirliği ederek gelip
laboratuarımı baştan sona tahrip et-
tiler. Tüm kayıtlarımı da alıp gittiler.
Onlar gittikten sonra bir kez laboratu-
ara dönüp baktım. Önemli olan şeyler-
in hiçbiri kalmamıştı. Kalanlarla
kayma ölçümü yapmak asla mümkün
değil. O tipler görselleştirdiğim karak-
utulara varana kadar her şeyi alıp git-
mişler.”
“Anlayamadım” dedim.
“Hayvanlar?”
“Doğru.”
“Eh, öyle.”
“Merhaba” dedim.
“Rüzgâr” dedim.
“Evet, öyle.”
“Sonsuza dek.”
“Ansiklopedi çubuğu?”
“Bilemiyorum.”
“Evet.”
“Çıkış?”
“Metro?”
“ Gaienmae ve Aoyama-iççome
durakları arasında bir noktaya
çıkıldığına göre, şu an bulunduğumuz
yer nereye denk geliyor peki?”
“Anladım.”
“Yerim” dedim.
“Lütfen” dedim.
“Umursamak?”
“Nasıl yani?”
“Ulaştık” dedim.
“Duyuyorum” dedim.
“Neden?”
El fenerlerimizin ışıklarıyla
bastığımız yeri aydınlatarak, adım
adım yan yan ilerledik. Arada sırada
yanaklarımızı yalayan serin rüzgâr,
ölü balık gibi iğrenç bir koku taşıyor,
her seferinde de nefesim ke-
siliverecekmiş gibi oluyordum.
Kendimi iç organları dışarı fırlayarak
böceklerin yuvası haline gelen devasa
bir balığın içerisine hapsolmuş gibi
hissediyordum. Karanlık karalarının
sesi hâlâ duyuluyordu. O seslerin
sanki ses çıkmasına imkân olmayan
bir yer sıkılarak zorla ses çıkarılıyor-
muş gibi bir havası vardı. Diyaframım
büzüşmüş, ağzımın içi tuhaf kokulu
bir tükürükle dolmuştu.
“Bilmiyorum” dedim.
“8.20” dedim.
“Ne düşünüyordun?”
“Bilmem” dedim.
Aklıma başka bir parça getirmeye
çalışırken, kanalizasyona ulaştık.
Kanalizasyon dediysem de, yalnızca
kalınca bir beton boruydu. Çapı bir
buçuk metre kadardı, dibinde iki san-
timetre kadar yükseklikte su akıyordu.
Suyun yol yaptığı çizgilerin kenar-
larında vıcık vıcık yosunlar bitmişti.
İleriden birkaç kez geçen trenlerin sesi
duyuldu. Tren sesi artık kulaklarımı
rahatsız eder bir hal almıştı, sarı, cılız
bir ışık da görünüyordu artık.
“Gördüm” dedim.
“İrkildin mi?”
“Tamam” dedim.
“Yatak?”
Dört?
Az önce baktığımda, evet üç
kişilerdi. Üç ihtiyar kürekleri kapmış
çukur açıyorlardı. Şimdi ise, dört ihti-
yar vardı. Herhalde sonradan bir kişi
daha katılmıştır, dedim. Lojmanlarda
sayılamayacak kadar ihtiyar insan
vardı. Dört ihtiyar dört ayrı yerden
sessiz sedasız çukurun ayaklarının di-
bindeki kısmını derinleştiriyorlardı.
Arada sırada esen rüzgâr ihtiyarların
ince ceketlerinin eteklerini savuruver-
iyordu, ama soğuk onları pek
etkilemiyor gibiydi. Yanakları kız-
armış halde, dinlenmeden kürek sal-
lamaya devam ediyorlardı. Aralarında
terleyip ceketini çıkaranı bile vardı.
Ceket sanki bir kabuk gibi, ağacın
dalında rüzgârla salınıp duruyordu.
Oda ısınınca sandalyeme oturup,
masanın üzerindeki akordeonu elime
alarak körüğünü yavaşça açtım. Kendi
odama getirdikten sonra bakınca, en
başta ormanda gördüğümde edindiğim
izlenimin tersine, çok daha ustalıkla
yapılmış olduğu anlaşılıyordu. Tuşları
ve körüğü eskimiş, renkleri atmıştı,
ama ahşap gövdesine sürülen boyanın
tek bir yeri bile soyulmamıştı, yeşil
renkle yapılan bitki motifleri de
bütünlüğünü koruyordu. Bir çalgıdan
ziyade, sanat eseri olarak da düşünüle-
bilirdi. Körüğünün hareketleri bir
parça hantallaşmıştı elbette, ama bu
kullanmaya engel değildi. Olasılıkla
uzun süre hiç insan eli değmeden
öylece kaderine terk edilmişti. Fakat
bu çalgının bir zamanlar nasıl bir in-
san tarafından çalındığını, hangi
süreçten geçerek o ormandaki yere
ulaştığını bilemiyordum. Her şey bir
gizem perdesinin arkasındaydı.
“Anlayamıyorum.”
“Nereden bindiniz?”
Şibuya, dedim.
“Anımsamıyor musunuz?”
“Kafamız dalgındı biraz” dedim.
“Tsudanuma?”
“Mesela yani” dedi istasyon görevl-
isi.
“Tsudanuma’dan mı geldiniz?”
“Bilmem” dedim.
“Biliyorum” dedim.
“Umarım” dedim.
“Hoş olmayacak.”
“Biliyor musun?”
“Evet” dedim.
“Öyle.”
“Şu an için.”
“Ben şişmanım diye mi istemiyor-
sun?”
“Hissediyorum yalnızca.”
“İspatlayabilir misin?”
“Sertleştim” dedim.
“Eh, yeterli.”
“Koklamak?”
Başımı salladım.
“Evet” dedim.
“O” dedim.
“Biliyorum” dedim.
“İsterim. Teşekkürler.”
“Depo?”
“Ne şekilde?”
“Sever misin?”
“Pinnock mu seversin?”
“Hayır.”
“Gayet hoş.”
“Aynısından” dedim.
“Meursault” dedim.
“Turgenyev.”
“Fena değil.”
“Benziyor” dedim.
“Bir ortak nokta olabilir.”
“Herhalde” dedim.
“Sanırım, biraz.”
“Çözüldü mü peki?”
“Çözülmüş değil. En azından onlar
açısından çözülmüş değil.”
“Neden?”
“Bu ne şimdi?”
“Nasıl anladın?”
“Garip” dedim.
“Başka?”
“Sonra?”
“Akordeon?” dedim.
“Danny Boy.”
“Neye bakıyorsun?”
“Giysilere” dedim.
“Neden?”
“Öyledir herhalde.”
“Nasıldı?”
“Hem de çok.”
“İstemez” dedim.
“Neler hissediyorsun?”
Uykuya dalıverdim.
“Seni çekerim.”
“Başarabilecek misin?”
“Emin misin?”
“Şaka yapıyorsun.”
“Evet, sanırım.”
“Karın mı?”
“Balzac mı?”
“Fark etmez.”
Uyku bastırmıştı.