Mehmet Kaplan Lise 1-1

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 313

LİSE

e d e b iy a t

Hehmet Kaplan

DEVLET l( M.E.|( B . İD KİTAPLARI


İ Ç İ N D E K İ L E R

Ö N S Ö Z ...................................................................................... IX

1. B Ö L Ü M
Edebiyata Giriş -s
1) Edebiyat hakkında b ilg ile r ................................................ ı
2) Y azı çeşitleri ve edebiyat nevileri . ............................... 5
3) T ürk edebiyatının d e v ir le r i........................................... 19
4) Edebî bir eser nasıl okunur veya incelenir? . . . . 25

2. B Ö L Ü M / V'n
H ikâye tarzında yazılmış eserler:

L îslâmiyetten Önceki Devir;


' Oğuz K ağan Destanı . . . ! ............................................ 33
Budist U ygurlara ait bir hikâye ■........................................... 40

il İslâmî D evir:
Geyikli Baba (Âşık P a ş a ) .................................................... 48
Fatih ile Akşemseddin (Yazm a bir e s e r d e n ) ................. 50
H am za’nın A tı (H am zanâm e^den)....................................... 52
Dede K orkut K itab ı’ndan bir h i k â y e .............................. 55
Köroğlu Destanı ..................................................................... 73
Bir T ürk masalı: Pâdişâhın R ü y â s ı .............................. .... 88
Kerem ile Aslı . ..................................................................... 90
Leylâ ile M ecnun (Fuzûlî) .................................................... 94

III. A vrupai Devir:


^ Ferhunde K alfa (Hâlid Ziyâ U ş a k lıg il) ...................... 99
2) Diyet (Öm er S e y fe tt in ) ........................................ 102
3) Himmet Çocuk (Hâlide Edip A d ıv ar)..........................112
IV E D E B İY A T L İS E I

4) Son Sığmak’tan bir parça (Reşat Nûri G üntekin). . 119


5) H ayat Ne T atlı (Memduh Şevket Esendal) . . . . 126
6) Türk Ülkesi (Sait Faik A b a s ıy a m k ).............................. 131

3. B Ö L Ü M
Türk Şiiri :
I. îslâm iyet’ten önceki devir T ürk Ş iir i: 137
Bir Bahar T a s v i r i ................................................................ .... 138
Alper Tonga^ya A ğ ı t ................................................................ 143
A v ile E ğ l e n c e .........................................................................144
K ış-Yaz Tartışması .................................................................146
U ygur şiirinden ö r n e k le r ........................................................ 147
II. Îslâmî devir Türk Ş iir i:
K utadgu Bilig (Yusuf H a s h â c i p ) .......................................153
Yunus E m r e ......................................................................... . 157
Anadolu Halk ŞiirinMen örnekler : .................................. 160
Köroğlu, K u l Mehmed, Âşık Haşan, K ayıkçı K ul
Mustafa, K aracaoğlan.' Dadalc^ğlu. Bayburtlu Zih^i • •
• Divan Şiiri’nden örnekler ; . ... . . ' . ..............................
Süleyman Ç e l e b i .....................................................................171
Fuzûli ................................................................................. 174
B a k î ..............................................................................................177
N ef’ î .......................................................................................... 181
N e d îm ..........................................................................................182
III. A vrupai Devir T ürk Şiiri :
Namık K e m a l .........................................................................184
Abdülhak Hâmid T a r h a n ................................................... 185
M ehmet  kif E r s o y ................................................................ 186
Y ahya K e m a l............................................................................. 193
Ahmed Hâşim ......................................................................... i 94
Faruk Nâfiz Ç a m l ı b e l ............................................................196
Necip Fâzıl K ıs a k ü r e k ............................................................198
A. Hamdi T a n p m a r ................................................................ 199
Cahit Sıtkı T a r a n c ı ................................................................ 213
O rhan Veli K a n ı k ................................................................ 216
İÇ İN D E K İL E R V

4. B Ö L Ü M
T ürk Tiyatrosu
I. Türklerde seyir ve temaşa g elen eği:
Meddahlık, Karagöz, Orta O y u n u ....................................... 219

II. A vrupai Türk Tiyatrosu

Şair Evlenmesi (Ş in âsî)............................................... • • • 223


V atan yahut Silistre (Namık K e m a l ) .............................. 229
Akın (Faruk N âfiz Ç a m lıb e l)............................................... 237
Y aprak Dökümü (Reşat Nûri G ü n t e k in ) .......................... 242
Y o l (Behçet N e c a tig il) ............................................................ 253

5. B Ö L Ü M
Deneme ve Fikir Y a z ıla r ı:

I. İslâmiyet’ten önceki devir : \


Tonyukuk’tan d ü şü n celer................. ...................................... 261
Sekiz Y ü k m e k .................................. ............ ......................... 263
Eski T ürk A t a s ö z le r i..........................İ ..............................265

II. İslâmî Devir : '


Sinan Pa§a ............................................................................. 268
Birgivi Mehmed E f e n d i ........................................................270
K âtip Ç e l e b i ............................................................................. 272

III. A vrupai D evir : f


Namık K em al .........................................................................276 ‘
Z iyâ G ö k a l p ............................................................................. 281
Hâlid Ziyâ U ş a k lıg il................................................................ 285
Yahya Kem al B e y a t l ı ............................................................ 287
Peyâmî S a f â .............................................................................289
A t a t ü r k ......................................................................................290
Eğitimde gidilecek yolun hedefi veya istikameti bir kere tayin edildi mi, bundan
sonrası yolların veya vasıtaların bilinmesine kalır. Bunların arasında müfredat
programı veya okul programı yahut kısacası program denilen şey dikkati çeker.
Bilindiği gibi bazan müfredat programı, bazan okul programı denilen şey, adı ne
olursa olsun, öğrenci ile öğretmeni eğitim gayesi veya amacına götürmek isteyen
muhteva alanım ifâde eder. Ders kitapları da amaçların paralelinde öğretim mal­
zemesi olarak, öğretmenin yerini tutmasa bile, onların kapasitelerini genişleten
yardımcı unsurlardır.
M illî Eğitim Tem el Kanununda “ T ürk M illî Eğitiminin genel amacı, Türk
milletinin bütün fertlerini, Atatürk inkılâplarına ve Anayasanın başlangıcında ifa­
desini bulan T ürk milliyetçiliğine bağlı; Türk milletinin mdllî, ahlâkî, İnsanî, ma­
nevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren” . . . “ yapıcı, yaratıcı
ve verimli kişiler yetiştirmek” . . . “ Böylece, bir yandan T ü rk vatandaşlarının ve
Türk toplumunun refah ve mutluluğunu arttırmak; öte yandan m illî birlik ve bütün­
lük içinde İktisadî, sosyal ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve
nihayet T ürk m illetini çağdaş medeniyetin yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yap­
mak” biçiminde dile getirilmiş olmaktadır.
Şüphesiz, bu amaçların öğretmenlerce okul ve öğrenim kademelerine göre,
bir taraftan müşahede edilebilir davranışa irca edilmesi ve başka yandan da bir
eğitim gayesi olarak aktarılabilir tepkiler haline konulması gerekir.
Esasen, m illî eğitim amaçlarımızı bir davranış modeline çevirmeden, okulun
bu amaçlara erişip erişmediği hakkında karar vermek de mümkün değildir. Bilin­
diği üzere, okulun hedefi, öğrenciye sadece doğru olarak eylemde bulunmak ka­
biliyeti kazandırmaktan ziyâde, onun yaptığı şeyi genellikle değiştirmektir. Kişinin
nasıl davranışta bulunduğu onun (netice itibariyle değer sistemine dayanan) ga­
yesine, bilgi ve becerisi ile güvenine bağlıdır.
O kul, çocuğu sosyalleştirmede sorumlu olan en önemli âmillerden biridir.
Sosyalleştirme, kişiyi toplum içinde bir rol için hazırlam a işidir. Okulun birinci
derecede sorumluluğu, bazı becerileri ileri götürmek ve bilgiyi aktarmaktır. Bu
bakımdan, okulun âdeta yalnız zihnî öğrenme için plânlanmış bir yer olduğu söyle­
nir. Nitekim, bunda bir gerçeklik payı olduğu da, her zam an tesbit ve tescil edilmiş­
tir. Zaten, okulun bu gerçeklere ve çağın gereklerine bilgi ve beceri yönünden sırt
çevirmesi asla düşünülemez.
Böyle olduğu içindir ki, yaşadığımız yüzyılın ikinci yarısından itibaren te­
mel fen ilimleri ve bunlara dayalı olarak gelişen modern teknoloji alanında yaygın
hal alan değişiklikler, sanayileşmenin yepyeni imkânlarıyle ülkelerin hayat stan­
dardım etkilemiş, milletlerin güç ve zenginliğini hızla arttırmıştır. Şüphesiz,
bu değişmelerin hazırladığı şartlar, yalnız m addî hayat şartlarına yansımakla
kalmamış, aynı zam anda, fikir ve kültür ortamında da derin değişikliklere sebep
olarak, okulun muhteva ve metot anlayışında farklı tavırların doğuşuna zemin
teşkil etmiş ve böylece, gençlerin değişen şartlara ve geleceğin ihtiyaçlarına intibak
V III E D E B İY A T L İS E I

edebilecek ve bunları hesaba katan biçimde yetişmeleri için öğretim program-


lannda yeniliklere yol açmıştır.
Bu yönden, fen ilimlerinin temel ilkeler ile metot ve tekniklerini öğretmekten
uzak, ezberciliğe yol açan parça parça bilgi yığınlarından ibaret geleneğe bağlı
programlar yerine, özellikle 1960’lara doğru pek çok ülkede, gençlerde ilimlere
karşı ilgi uyandıran, başarılı olanları İlmî araştırma yapm aya yönelten, ezbere
dayanan ayrıntılı bilgilerden çok temel ilkeleri ve kavram ları ana-çizgileriyle
veren ve konuları araştırıcı bir metot ve teknikle işleyerek serbest düşünme alış­
kanlığı kazandıran, tabiattaki büyük düzen ve âhengi kavratm aya yarayan, bu
maksatla öğrencinin bilgiyi kendisinin elde etmesini mümkün kılan lâboratuvar
çalışmalarına, ferdî inceleme ve araştırmalara önem veren yeni programlar hazır­
lama ihtiyacı duyulmuş ve bu alanda çalışmalara girişilmiştir.

Bununla beraber, insan zihninin bu tarz beslenmesi ve doyurulması da, dik­


kati sadece zihin alanına çevirdiği için, maksada tam uygun olamaz. Z ira zihnî
bilgi, iyi bir sosyal gayeye çevrilmedikçe, zararlı olabilir. Aslında yalnız zihnî
sonuçları hesaba katan bir okul anlayışı, sosyalleşmeyi engellemiş de olabilir. Bu
bakımdan, okulun asıl sorumluluğu, toplumu yetişkinler olarak sevk ve idare
edecek olan fertleri ayırıp seçmesidir. Gayet tabiîdir ki, toplumumuzun değerlerine
ve bunun içindeki fertlerin başarılan ve başarısızlıklarını hesaba katarak, sosyal­
leşmenin hedefine eğilmekte fayda vardır. Kişinin kendine saygısını ve kendine
güvenini arttırıcı; kişinin hemcinslerinin haklarına saygılı olması ve onların tatmin
edici tarzda yaşamaları hususunda onlara yardımcı olması için başkalarıyla bir
arada bulunmasını sağlayıcı; kişinin benimsediği bazı gayeleri ve alâkaları bulun­
masında teşvik edici; kişinin özendirici tarzda hareket etme hedefini gözetici ted­
birlerin veya tedbirler manzumesinin derslere ve ders disiplinlerine ithal edilmesinde
bir zaruret olduğu çok açık ve seçik bir gerçektir.

Bu itibarla, okullafın dengeli bir şahsiyeti gerçekleştirmesi için, sosyalleştirme


işine gerektiği ölçüde yer vermesi, bugün kaçınılmaz bir zaruretin ifâdesi olm ak­
tadır. Zira kalkınmanın topyekûn tarzını gerçekleştirmekteki en üstün rol, eğitime
ait bulunmaktadır. İnsanoğlu tarafından gerçekleştirilen her türlü ilerlemenin,
kesinlikle beşer kaynaklarının vasfının iyileştirilmesi gibi bir manivelâya tâbi ol­
duğu muhakkaktır. Bu manivela, aslında m illî eğitimden başka bir şey değildir.

Eğitimin gayesini belirtirken, fertlerin farklılığını ve onların toplumlarma


farklı katkılarda bulunabileceğini unutmuş olmuyoruz. Elbette eğitim örnekleri
farklı ve değişik olacaktır; fakat amaçların herkes için aynı kalacağı muhakkaktır.
Şüphesiz, her gencin istidâdının, müsaadesi ölçüsünde, temelli bilgi ve beceriler
edineceği ve kendi gelişmesine uygun biçimde tutum ve davranışlarda bulunacağı
tabiî olmakla beraber, okulun kişide ortak temel değerleri gerçekleştirmek ve ba­
şarmak uğrundaki rolü de gözden ırak tutulmamalıdır. Bu bakımdan, okulun
gence olgun bir şahsiyet kazandırmak yönünden onu, içinde bulunduğu kültürünün
değerleriyle cihazlandırmak, sosyalleştirici hedefleriyle şekillendirmek görevi de
vardır. Bu demektir ki, okulun temsil ettiği değerlerle eğitilmiş insan, yalnız bilen
kimse olmaktan çok, bilgisinden faydalanma imkânı bulan kişidir.
ÖN SÖ Z IX

Bilindiği gibi, her milletin kendine has özel ihtiyaçları, kendi gelenekleri,
gelecek için kendine mahsus bekleyiş tarzları vardır. Ancak kendi başına belli bir
zaman içinde istediği eğitim tarzına karar verebilir. K endi başına kendi eğitim
önceliklerine yer verebilir. Nitekim, Atatürk daha 1922 de ne türlü eğitimin hedef
alındığım şöyle dile getirmiştir:
“ Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hudûdu ne
olursa olsun, en evvel ve herşeyden evvel T ürkiye’nin istikbâline, kendi benliğine
ve an’anat-ı milliyesine düşman olan bütün anâsırla mücadele etmek lüzûmu
öğretilmelidir. Beynelmilel vaziyet-i cihana göre, böyle bir cidalin istilzam eylediği
anâsır-ı rûhiye ile mücehhez olmayan fertlere ve bu mahiyette fertlerden mürekkep
cemiyetlere hayat ve istiklâl yoktur” .
îşte bu ders kitabı ve bu serideki diğer ders kitapları, İlmî muhtevası nispetinde
bugünkü T ürkiye’den daha küçük bir Türkiye’ye rıza göstermeyen bir anlayış ve
anlatış bütünlüğü içinde. M illî Eğitim Tem el Kanununun genel amaçları parale­
linde eğitimimizi “ millî” hüviyetine kavuşturmak ve muhtevasını da kendi ger­
çeklerimizin ifâdesine imkân ve zemin hazırlayacak duruma getirmek maksadıyle
tertiplenmiş bulunmaktadır.
Bu kitap, hususiyle, edebiyat dersini okuyacak öğrencilerimizi, Türk edebi­
yatının m uhteva, estetik değer, dil ve üslûp bakımından en mükemmel eserleriyle
karşı karşıya getirmek suretiyle, T ürk ruhunu ve T ü rk düşünce sisteminin devirden
devire, nesilden nesile değişen ve değişmeyen motiflerini tespite; T ürk edebiyatının
ana devreleri içinde, edebî nevilerin gelişme safhalarını, metinlere dayalı olarak
incelemeye; edebiyat tarihi de ihmal edilmemekle beraber, metin tahliline ve
muhtevaya ağırlık vermeye ve I. sınıfta daha ziyâde metnin ruhuna nüfuz etmeye,
aynı nev’in farklı şair ve yazarlarda farklı hayat ve edebiyat anlayışına paralel
olarak ortaya çıkan değişik örneklerini mukayeseye yöneltmeyi hedef ^utmaktadır.
Bu maksatların gerçekleştirilmesinde emek harcayan kitabın yazarı İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mehmet K aplan’a
teşekkürü borç bilirim .
Şüphesiz, m illî eğitim sistemimizi, m illî kültürümüzün özelliklerine göre dü­
zenlemekten sorumlu olan Talim ve Terbiye K urulu da, uygulamadan gelecek
teklifler istikametinde bu öğretim malzemesinin ve diğerlerinin daha başarılı ör­
neklerini görmenin sevincini paylaşmaktadır.

26 Ağustos 1976

R ıza Kardaş
T alim ve Terbiye Kurulu
Başkanı
ÖNSÖZ

Bu kitap, M illî Eğitim Bakanlığının tesbit ettiği yeni müfredat


programına göre hazırlanmıştır.
Bu müfredatın özelliği ve maksadı, a) edebiyat bilgisi b) metin
tahlili c) edebî neviler ile ç) edebiyat tarihi arasında bir münase­
bet kurmak ve öğrencileri bu konular üzerinde sınıf seviyesine göre
düşünmeye alıştırmaktır.
Ortaokuldan liseye geçen öğrencinin, m illî kültürün ana kay­
naklarından biri olan edebiyatı, basit okuma seviyesini aşarak, zevk
ile beraber bilgi ve kültürü de geliştiren bir ders olarak okuması, onun
zihin gücünü çalıştırarak şahsiyet kazanma temayülüne uygundur.
Edebî eserler, fikrî bir hazırlıktan sonra okundukları zaman,
daha derin bir mânâ ve önem kazanırlar. Bundan dolayı, kitabın
başında öğrenciye daha sonra okuyacağı ve inceleyeceği metinler
hakkında bilgi verilmiş, ancak bu bilgiler sınıf seviyesine göre ayar­
lanmıştır.
Öğrencilerin, metin incelemesine geçmeden önce, bu bilgileri
kafalarına yerleştirmelerinde fayda vardır. Öğretmenler bu bilgileri
kendi usullerine göre soru sorarak veya tekrarlatmak suretiyle öğre­
tebilirler.
K itabın bundan sonra gelen kısımları edebiyat nevilerine göre
I) Hikâye tarzında eserler II) Şiir III) Tiyatro IV ) Deneme olmak
üzere başlıca dört bölüme ayrılmış, bu dört nev’e ait örnekler Türk
edebiyat tarihinin devirlerine göre sıralanmıştır. Böyle yapmaktan
maksat öğrenciye aynı nevide Türk edebiyat tarihinin muhtelif
devirlerinde ne gibi eserler yaratıldığı hakkında bilgi vermektir.
Edebiyat nevîleri, medeniyet ve edebiyat devirleri kavramları,
edebiyat üzerinde düşünmenin temel kavramlarıdır. Nevî ve zaman
kavramları olmadan dağınık malzemeyi bir çerçeve içine sokmağa
imkân yoktur. A ynı nev’e giren eserlerin dili, muhtevası ve üslûbu
tarih boyunca değişmiştir. Zaman ile değişme, sosyal ve kültürel
hayatın temel kanunudur. Yaşı küçük olan öğrenci genellikle duyu
X II E D E B İY A T L ÎS E I

organlarının yarattığı aldatıcı bir hâlihazır vehmi içinde yaşar.


Tarihî zamanlar kavramına, duyu organları ile değil, kültür vasıta-
sıyle ulaşılır. Türk dilinin Türk cemiyetinin ve T ürk’ün hayata
bakış tarzının çağlar boyunca değiştiğinin, bu kitapta uygulanan
metodla öğrenciye daha iyi duyurulabileceğine kaniim. Öğrenciler
metinlere iyice hâkim olduktan sonra, onları çeşitli devirler üzerinde
düşündürmekte büyük fayda vardır. Türk milleti tarihin en dina­
mik kavimlerinden biridir. Onun bu dinamizmini, tarihî akış içinde
daha iyi görürüz.
Tarihî devir ve nevîlere ait metinler seçilirken ve onlar üze­
rinde sorular sorulur veya açıklamalar yapılırken, sınıf seviyesine
uyulmaya çalışılmıştır. Öğretmenler soru ve açıklamaları kendi­
lerine göre ayarlayabilirler.
K itapta öğrencilerin devirler ve metinler üzerinde düşünmesine
önem verilmekle beraber, şu hakikat hiç bir zaman unutulmam a­
lıdır ; Edebiyat dil ile yapılan bir “ sanat” tır. O da diğer sanat
eserleri gibi tekrar edilerek tadılır ve anlaşılır, Beethoven’e bir gün
çaldığı eser ile ne demek istediğini sormuşlar. Beethoven, aynı eseri
bir daha çalarak: “ îşte bunu!” demiş, Edebî eserler de, şarkılar ve
türküler gibi ezberlenebilir. Onları iyi okuyan aktörlerin dinleyici­
lere ne kadar derinden tesir ettiklerini herkes bilir.
Bazı edebî eserler, ezberlendikten sonra, beklenmedik bir za­
manda birdenbire aydınlanırlar.
Edebî eserlerde kullanılan kelimeler, ifâdeler ve cümleler, öğ­
rencilerin duygu ve düşüncelerine şekil verir. Bir metni güzel okuyan
ve kafasına yerleştiren öğrenciler de, bir şeyler kazanmış demektir.
Edebî eserlerin değer ve mânâsı, kullanılan kelimelere bağlı
olduğu için, öğrencilerin metinlerde geçen kelimelerin ses ve mânâ­
larını iyice bellemelerine önem verilmelidir. Öğrencilerin kelime
dağarcıkları ne kadar zengin olursa, onlar ileriki sınıflarda ve ha­
yatta o kadar başarılı olurlar. Fikirlerin anahtarları kelimelerdir.
Sınıf seviyesi düşünülerek bazı metinler bugünkü dile çevril­
miştir. Diğer metinlerde geçen kelimelerin mânâlarının bulunması
öğrencilere bırakılmıştır. Öğrenciler, bu kelimelerin mânâlarını, biz­
zat bulmalıdırlar. Cchit harcamadan, deneme yapılmadan ve al­
danmadan hiç bir şey öğrenilmez ve hatırda kalmaz.
ÖNSÖ!Z X III

Mânâsı bilinmeyen kelime, deyim ve cümlelere uygun mânâlar


bulmak, bilmeceler gibi, düşünceyi işleten zevkli bir iştir. Eski me­
tinlerin smıfta beraberce tartışılarak yaşayan dile en güzel ve uygun
şekilde çevrilmeleri de bir öğretim metodudur. Öğrenci bir yarışma
havası içinde metni daha iyi anlar. Uzun metinler evde okunduktan
sonra sınıfta tartışılmalıdır.
Fransız filozofu Alain: “ Eflâtun üzerinde yazılmış yüz incele­
meyi okumaktansa, Eflâtun’u yüz kere okumak daha faydalıdır”
der. Tarihçe değer kazanmış edebî metinler için de aynı şey söy­
lenebilir. Lise birinci sınıf öğrencisi bu kitapta verilen metinleri
kelime ve mânâsı ile öğrenebilir ve tekrarlayarak kafasına yerleş­
tirebilirse, ileriki sınıflarda daha büyük başarı sağlar.
Bu sınıfta öğrencilere dünya edebiyatından örnekler verilme­
miştir. Öğrencinin kendi milletinin edebiyatını öğrendikten sonra,
yabancılara gitmesi daha uygun görülmüştür.
Metinlerin doğru okunabilmesi için öğretmenler örnek olma­
lıdırlar ve her metni önce onlar okumalı ve öğrencileri doğru oku­
maya alıştırmalıdırlar. Doğru ve güzel okunan bir metin hemen
hemen anlaşılmış demektir.

Prof. Dr. Mehmet Kaplan


1. BÖLÜM

EDEBİYATA GİRÎŞ

I. EDEBİYAT HAKKINDA BİLGİLER

a) Edebiyat nedir? Kaç türlü edebiyat vardır?

Edebiyat söz ile yapılan bir sanattır, insanlar daha yazı icat
edilmeden önce, başlarından geçen maceraları, rüyaları, his, heye­
can ve hayâlleri başkalarına söz ile anlatmışlar, şiirler ve türküler
söylemişlerdir. Bunlardan güzel olanlar nesilden nesile aktarılmış,
bugüne kadar gelmiştir. Bugün Anadolu’da hâlâ sözlü olarak ma­
sallar, hikâyeler, fıkralar anlatılır. H alk arasında binlerce yıldan
beri yaşayan bu edebiyata “ sözlü edebiyat” derler.
Sözlü edebiyat yazıya geçtikten sonra, “ yazılı edebiyat gele­
neği” meydana gelmiştir. Fakat sözlü edebî eserlerden pek azı yazıya
geçmiş, çoğu zamanla kaybolmuştur. Y azılı eserler, daha iyi muha­
faza olunmuştur. Biz, yazılı eserler sayesinde yüzlerce, hattâ bin­
lerce yıl önce yaşamış insanların hayatları, duygu ve düşünceleri
hakkında, bugün yaşıyorlarmış gibi bilgi ediniyoruz.
Fakat yazılı edebiyat, sözlü edebiyat gibi, doğrudan doğruya
dinleyiciye hitap etmediği için, halktan uzaklaşmış, sun’ î bir hal
almıştır. Okuyucuyu doğrudan doğruya karşısında görmeyen ede­
biyatçı, anlaşılma endişesini duymadığı için, istediği kelimeleri kul­
lanabilir ve onlarla oynayabilir. Bundan dolayı yazılı eserler, sözlü
eserlere nazaran daha fazla işlenilmiştir, Okur-yazarlar ayrıca hüner
göstermek maksadıyle de, eserlerinde herkes tarafından anlaşılmayan
kelimeleri kullanmakta kendilerini serbest hissederler.
K âğıt üzerinde çalışma, durmaya, düşünmeye, düzeltmeye ve
değiştirmeye elverişli olduğu için, yazılı edebî eserler, daha karmaşık
ve mükemmeldirler. Sözlü olarak anlatılan bir halk hikâyesi ile bir
romanı karşılaştırınca, bu farkı, açıkça görürüz.
Bizim sözlü edebiyatımız gibi yazılı edebiyatımız da çok zen­
gindir.
2 E D E B İY A T L İS E I

b) Edebiyatı diğer sözlü ve yazılı eserlerden ayıran fark


nedir?

Biz dili, edebiyatın dışında günlük ihtiyaçlarımızı anlatmak


veya bilgileri aktarmak için de kullanırız. Bunlar edebiyat sahasına
girmezler. Günlük konuşmadan maksat, pratiktir. Bilgi sahasında ise
güzelliğe ve oyuna değil, kesin hakikatlere önem verilir. Edebiyata
giren sözlü ve yazılı eserlerde çarpıcı, nükteli, ahenkli, his ve hayâl
uyandırıcı bir taraf vardır. îy i yazılmış şiir, roman ve tiyatro eserleri
bizde tıpkı resim, heykel, musikî ve mimarî gibi güzellik duygusu
uyandırırlar. Bu güzellik duygusu, konudan değil, onu ele alış ve
anlatış tarzından ileri gelir.
insanlar günlük konuşmada bile duygu ve düşüncelerini anla­
tırlarken, çok defa, edebî eserlerde bol bol kullanılan teşbih, istiâre,
ve mecaz gibi oyunlara başvururlar. Bunların çoğu orta malıdır,
herkes tarafından kullanılır. Türkçede, kimin tarafından söylendiği
bilinmeyen, asırlar ötesinden gelme binlerce nükteli ifâde ve deyim
vardır. Türkçe deyim sözlüklerinde bunlara ait pek çok örnek bulur­
sunuz. İşte bunlardan birkaçı:
A ba altından değnek göstermek; Acem kılıcı gibi kesmek; A-
cemi çaylak; A ğaca çıksa pabucu yerde kalmaz; Ağır aksak fıstıkî
makam; Ağzı süt kokmak; Babaları tutmak; Bağrına taş basmak;
Bakar kör olmak; Baltayı taşa vurm ak; Can ciğer kuzu sarması
olmak; Can pazarı; Canı burnuna gelmek v.s.
Bu deyimlerden her biri bir fikri, bir hali, nükteli, sanatlı, çar­
pıcı bir şekilde anlatırlar. Türkçede çok zengin olan atasözleri de
sanatkârânedir.
Bunlara bakarak denilebilir ki, edebiyat günlük konuşma ile
başlar. Halk dilini dolduran bu nevi sözler, binlerce yıllık ortak bir
millî kültür hâzinesi teşkil eder.
Edebiyatçılar eserlerinde bu ortak deyimleri bol bol kullanırlar.
Fakat onlara, kendi icat ettikleri yeni deyimleri de katarlar. Bir ede­
biyatçının değeri aldığından çok verdiği ile ölçülür.

c) Edebiyatın konusu nedir?

Edebiyatın konusu her şeydir. Dünyada görülen ve yaşanan


her şey edebiyata girer. Edebî eserler bize insanların duygularını,
E D E B İY A T A G İR İŞ 3

düşüncelerini, hayâllerini, özleyişlerini, tabiatı, cemiyeti ve eşyayı


anlatır.
Fakat, yukarda da belirtildiği gibi, edebiyatı sanat haline ge­
tiren konu değil, konuyu ele alış, işleyiş, söyleyiş tarzıdır, İnsanlara
utanç veren, iğrenç ve pis şeylerle küfür ve hakaret teşkil eden ifâ­
deler, güzellik duygusunu incittikleri için edebiyat sahasına girmezler.
Edebiyat kelimesi arapça “ edeb” kelimesinden gelir. Edep,
terbiye demektir. Edebiyat terbiye dışına çıktı mı, güzel olma vas­
fını kaybeder. Kışkırtma maksadını güden eserler de edebiyat saha­
sına sokulmaz. Diğer güzel sanatlarda olduğu gibi, edebiyatta da
güzellik ölçülü, âhenkli, ince ve derin olmayı gerektirir.
Büyük yazarlar çirkin şeyleri anlatmak zorunda kalırlarsa, üstü
kapalı söylerler ve üzerlerinde fazla durmazlar.

ç) Edebiyatın faydası nedir?

Edebiyat bize insanların hayatını, duygu, düşünce ve hayâl­


lerini anlatır. Bu suretle bizim ufkum uzu genişletir. Edebî eserler
bizde uyuyan duyguları uyandırır ve besler. Biz onlar vasıtasıyle
eski çağlarda veya uzaklarda yaşayan insanlarla dost oluruz. Ede­
biyat bize hayatı, dünyayı ve insanları sevdirir, insanların çoğu,
duygu ve düşüncelerini anlatamazlar. Büyük yazarların eserleri,
onlara hem nasıl yaşanılacağım, hem de nasıl konuşulacağını öğretir.
Edebî eserlerden hoşlananlar, tek başlarına kalsalar da kitaplarda
kendilerine dost bulurlar, canları hiç sıkılmaz. Zira dünyada öyle
güzel eserler vardır ki, onları, okumak insana saadet verir. Kültürlü
insanlar, boş vakitlerini genellikle kitap okuyarak geçirirler. Güzel
eserler, bizim duygu, düşünce ve hayâllerimize çekidüzen verirler.
Edebî eserlerde söylenilenleri biz hayatta kimseden duymayız. Onlar
bizim kendi kendimize halledemediğimiz meseleleri çözerler. Her
insanın edebiyata ihtiyacı vardır. Bize hayatta doğru yolu, zevk,
sevinç ve saadet kaynağını büyük yazarlar gösterir,

d) Edebiyatın millet hayatı ile münasebeti var mıdır?

Her milletin dili, tarihi, sevindiği ve üzüldüğü şeyler ayrıdır.


Şairler, hikâyeciler, romancı ve tiyatro yazarları, eserlerinde kendi
şahsî duygularını da dile getirirler. Bundan dolayı biz edebiyatı­
4 E D E B İY A T L İS E I

mızda Türk milletinin asırlar boyunca nasıl yaşadığının, ne gibi


güçlüklerle karşılaştığının, onları nasıl yendiğinin, nelere sevindi­
ğinin ve üzüldüğünün en güzel şekilde anlatıldığını görürüz. M e­
selâ Oğuz Kağan Destanı bize Türklerin binlerce yıl önce, O rta As­
y a ’dan kalkarak, dünyanın dört yanına nasıl gittiğini, birlik ve barış
sağlamaya çalıştığını. Gök Türk Kitabeleri hürriyet ve istiklâl için
nasıl savaştığını söyler. Dede Korkut Kitabı atalarımızın yiğitliğini,
Mevlid dindarlığını. Halk şairleri tabiat ve hayat sevgisini dile geti­
rirler. Biz edebî eserlerimizde milletimizin çağlar boyunca duyduğu,
düşündüğü, inandığı değerleri buluruz. Bundan dolayı edebiyat
ile millet hayatı arasında sıkı bir münasebet vardır. Bizim edebiya­
tımız bize, bizi anlatır. Bu suretle bizde millî şuur, sevgi ve birlik
yaratır.
Ayrıca biz kendi eserlerimizde Türk dilinin asırlar boyunca
nasıl kullanıldığını, lûgât hazînesini, onu nasıl işlediğini de en güzel
örnekleriyle görürüz.
Namık K em al, edebiyat ile millet arasındaki münasebeti anla­
tırken şöyle der:
“ Edebiyatsız millet dilsiz insan kabîlindendir” . Namık K e ­
mal’in böyle demesinin sebebi, milletlerin edebiyatları vasıtasıyle
konuşmaları, kendi varlıklarım ortaya koymalarıdır.
Bizim binlerce yıllık bir dilimiz ve edebiyatımız vardır. Onlar
bizi anlatır, bizim varlığımızı ortaya koyar.
2. YAZI ÇEŞİTLERİ VE EDEBİYAT NEVİLERİ

a) Yazı çeşitleri nelerdir?

Y azı insanların günlük hayatında çok önemli bir yer tutar.


Biz istersek, her şeyi yazı ile anlatabiliriz. Bu iyi bir şeydir de. Zira
bir şey yazarken daha iyi düşünürüz. Yazı hâfıza vazifesini de görür.
Söylenenler unutulur, yazılanlar kalır.

Günlük hayatta biz yazıyı daha çok mektup yazmak, hâtırat


tutmak için kullanırız. Bunlardan güzel olanlar edebiyata girer.
Tarihçiler unutulmasın diye tarihî hâdiseleri yazı ile tesbit ederler.
Bunlar çeşit çeşittir. Eskiden sarayda, hükümdarların yanında olup
bitenleri yazıya geçiren “ vak’a-nüvisler” (vak’a yazanlar) varmış.
Biz bunlardan tarihimize ait çok şey öğreniyoruz. Din adamları,
dini öğretmek için, din kitapları yazmışlardır. Bunlar arasında çok
değerlileri vardır. Eskiden halk, din adamlarına neyin doğru, neyin
yanlış, neyin günah, neyin sevap olduğunu sorarlarmış. Onlar da
yazılı olarak bunlara cevap verirlermiş. Bunlara “ fetva” adı verilir.
K anunî Sultan Süleyman devrinde yaşamış büyük din âlimi Ebus-
suud Efendi’nin fetvaları meşhurdur.

Yazının en çok kullanıldığı yerlerden biri de İlmî eserler ve ders


kitaplarıdır. Her ilmi öğreten kitaplar vardır. Eskiden rüyâları
yormak, fala bakmak, cinleri, perileri çağırmak için bile kitaplar
yazılmıştır. Bugün bu ilimler geçerli olmadığı için unutulmuştur.
İlimler çağdan çağa değişir ve eskirler. Bugün de her gün, her ko­
nuya ait kitaplar yazıldığını ve basıldığını görüyoruz. Başka ülkelerde
olduğu gibi memleketimizde de yüzlerce gazete ve dergi çıkıyor.
Bunlar her tarafa, doğru veya yanlış, faydalı veya zararlı fikirleri
yayarlar. Bunların arasında hangilerinin güzel veya çirkin, doğru
veya yanlış olduğunu bildiren yazılar vardır ki bunlara “ tenkit”
(eleştiri) adı verilir.
Y azı çeşitleri saymakla bitmez. Bunlar milletin bilgilerini, gör­
gülerini genişletir, düşüncelerine ve duygularına şekil verir. Fakat
bunların hepsi, faydalı, eğlenceli olsalar bile edebiyata girmez.
6 E D E B İY A T L İSE I

Yazılı eserleri;

a) Çoğu para kazanmak, propaganda yapmak, oyalamak ve


eğlendirmek için yazılan ve basılan eserler,

b) İlim ve öğretim kitapları ve yazıları,


c) Edebî eserler,
olmak üzere üç kısma ayırabiliriz. Birinci nev’ e giren eserler kültür
bakımından büyük bir değer taşımazlar. Bunlar arasında zararlı
olanlar da vardır. Tenkitçi bir kafaya sahip olmayanlar, bu çeşit
yazılara kapılarak yanlış bilgilere sahip olabilirler. Bilgili ve sorumlu
kişiler tarafından yazılan ilim ve öğretim kitapları faydalıdır. Bun­
lardan tabiata, insana, cemiyete dair çok değerli bilgiler ediniriz.
Edebî eserler, hem eğlendirici, hem bilgi verici olmaları bakı­
mından ilk iki çeşit yazıya benzerlerse de, gayeleri ve yapıları on­
lardan farklıdır. Edebî eserler insanın duygu ve düşüncelerini en
güzel şekilde i l ^ e ederler. Onlarda öh planda gelen, eğlendirici
vasfı veya bilgi değil, güzelliktir. Bizi burada ilgilendiren edebî
eserlerdir.

b) Edebiyat sahasına giren eserler başlıca dört nev’e ayrılır:


I) Şiir.
II) Destan, masal, hikâye ve roman.
III) Tiyatro.
IV) Deneme.
V ) Diğer yazı çeşitleri.

I. ŞÎtR NEV’t

Şiir nev’ine giren eserler, umûmiyetle vezinli ve kafiyeli olur.


Vezin ölçü demektir. Vezinli şiirlerde mısra adı verilen şiir satırları
aynı .sayıda hecelerden oluşur. Aruz vezninde hecelerin uzun ve kısa,
açık ve kapalı olmasına da dikkat edilir. Bunların belli kalıpları var­
dır. Şairler, kelimeleri bu kalıplara uydurmak suretiyle âhenk temin
ederler. Her kelimeyi vezne sokmak ve bunu yaparken güzel söz
söylemek güçtür. Çokları vezne uydurmak için, kelimeleri uzatır,
kısaltır, cümle yapılarım bozarlar.
E D E B İY A T A G İR İŞ 7

Şiirde, mısralann sonundaki ses benzerliklerine ‘ 'kafiye” de­


nilir. Kafiyelerin sıralanması çeşitlidir. Aynı ölçüde mısralann so­
nunda benzer sesleri duymak insanların hoşuna gider. Şairler, keli­
melerin seslerini çok çeşitli şekillerde kullanırlar.
Şiirde vezin ve kafiye iyi kullanıldığı takdirde, bir âhenk temin
eder ama, bir şiirin güzel olması için bunlar yeterli değildir. Şiirde,
konunun, konuyu ele alış tarzının, hayâllerin de rolü vardır.

Vezin ve kafiye, şairi az ve öz söylemeğe zorlar. Şiirin hoşa


gitme sebeplerinden biri, az sözle çok şey ifâde etmesindedir. Çağdaş
şairler vezin ve kafiyeye baş vurmadan da güzel şiirler söylemişlerdir.
Onlarda vezin ve kafiyenin yerini “ edâ” , söyleyiş tarzı alır.
Şairler, tenkitçiler ve fikir adamları şiirin pek çok târifini yap­
mışlarsa da, güzel şiirin sırrını ve formülünü bulamamışlardır.

Şiir nev^i insanlık kadar eskidir. Şiirlerin şekli, konusu ve âhengi


milletten millete değiştiği gibi, aynı milletin edebiyat tarihinde de
değişir. Tercüme veya taklit yolu ile bir millet başka bir milletin
şiirinden de faydalanabilir. Türkler X uncu asırdan sonra Arap ve
Fars şiirinden, X I X uncu asırdan sonra Batı şiirinden faydalanmış­
lardır.
Şiir, ayrı bir edebiyat nev’i olmakla beraber, başka nevilerle de
birleşebilir. Meselâ şiir tarzında hikâye söylenir ki eski edebiyatta
buna “ mesnevi” denilir. Fuzulî Leylâ vü Mecnun mesnevisini vezinli
ve kafiyeli olarak yazmıştır. Eski edebiyatımızda “ mesnevi” tarzında
yazılmış pek çok hikâye ve masal vardır. Savaş hikâyeleri de bazen
mâ'nzum olarak söylenilmiştir.
Eskiler akılda kolay kalsın veya tesirli olsun diye, din, ahlâk,
ilim, hattâ lûgât kitaplarını bile vezinli kafiyeli yazmışlardır. Türk
edebiyatının en çok okunan eserlerinden biri olan Mevlid vt2.in\i ve
kafiyelidir.
Halk hikâyecileri, hikâyelerine şirler de karıştırırlar. Kerem ile
Aslı hikâyesinde çok güzel şiirler vardır.
Tiyatro eserleri de vezinli kafiyeli yazılabilir. Abdülhak Hâmid,
Hâlid Fahri Ozansoy birçok piyeslerini manzum olarak kaleme al­
mışlardır. Şiir bu nevi eserlere ayrı bir âhenk ve güzellik katmakla
beraber, hikâye ve tiyatro eserleri ayrı nev’e girerler.
8 E D E B İY A T L ÎS E I

Şiirleri anlattıkları konulara göre :


a) T ab iat şiirleri
b) Aşk şiirleri
c) Savaş şiirleri
ç) Didaktik (öğretici) şiirler
d) Sosyal şiirler
e) Kahram anlık şiirleri

gibi kısımlara ayırmak mümkündür. Fakat bu konular yanyana ve


iç içe de bulunabilir. İnsanoğlunun duyguları karmaşık olduğu için,
çağdaş şairler, onları karmaşık olarak anlatırlar. Bununla beraber,
güzel şiirlerde bütüne hâkim olan bir duygu veya anafikir vardır ki
buna “ tem” denilir.
Hâkim duygu veya anafikir, diğer duygu ve fikirlerle beslenir
ve geliştirilir. İç düzenine, sıralanmasına, birbirlerine bağlanış şekil­
lerine “ kompozisyon” adı verilir. Şiirde “ tem” ve “ kompozisyon”
vezin, kafiye ve hayâller kadar önemlidir. Çağdaş şairler, vezin ve
kafiyeye önem vermeseler bile “ tem” , “ kompozisyon” ve dilin özel
kullanılışı demek olan “ üslûp” a özen gösterirler. İlerde şiirleri ince­
lerken bu noktalar üzerinde duracağız.

II. MASAL, DESTAN, HİKÂYE VE ROM AN NEV’Î

Bu nev’e giren eserlerde, hayâli veya hakîkî bir vak’a anlatılır,


“ hikâye” edilir. Masallar insanlığın çok eski çağlarından kalmadır.
Bunlarda olağanüstü kahramanlara ve maceralara yer verilir. K on u­
ları hayâlidir. Bazılarına göre masallar eski çağ insanlarının din­
lerinden arta kalmadır. Fakat çocukları oyalamak için de masallar
uydurulmuştur. Masal ağızdan ağza geçerek yayıldığı için, aynı
masala veya onun değişik şekillerine çeşitli yerlerde rastlanılır. M a­
salların kendilerine has bir iç yapıları vardır. Masallarda tekerleme
denilen, mânâlı veya mânâsız söz oyunlarına da rastlanılır.
M asalların başlıca özelliği, hayâlin gerçeğe ve akla bağlı kal­
madan serbestçe gelişebilmesidir. Hikâye, daha ziyâde gerçeğe yak­
laşır. Çağdaş hikâyecilerden çoğu, hikâyenin ille de gerçek olmasını
isterler. Fakat çağdaş yazarlar arasında masal yazanlar da vardır.
E D E B İY A T A G tR ÎŞ 9

Bazı hikâyelerde hayâl ile gerçek birbirine karışır. Ahm et Hamdi


Tanpm ar’m Abdullah EfendVnin Rüyaları böyledir.
Masalları, her çağda, çocuklar gibi büyükler de sevmişlerdir.
Bazı masallar sırf oyalamak, hayret uyandırmak için söylenilmiştir.
Korkutucu, güldürücü, acıma duygusu uyandıran masallar da vardır.
Masallar; a) hayvan masalları, b) asıl masallar veya peri masalları
diye iki kısma ayrılır. Dünyanın her yerinde bu iki nevî masala rast­
lanılır. Türk Halk edebiyatı, masal bakımından çok zengindir.
Son zamanlarda, bunlar toplanılmış ve yazıya geçirilmiştir.
Bazı yazarlar hayvan veya peri masallarını manzum (vezinli
ve kafiyeli) olarak söylemişlerdir. Fransız edebiyatında L a Fontaine
manzum hayvan masalları ile ahlâkî fikirleri telkin etmeğe çalış­
mıştır. Bizde Ziya Gökalp, masallarla sosyal fikirlerini ortaya koy­
muştur.
Hikâyelerde olduğu gibi masallarda da vak’ayı idare eden an­
latıcıdır. Anlatıcı, masalın dilini ve üslûbunu da kendisine göre
ayarlar.
Hikâye nev’inin bir çeşidi olan destanlar da masallar kadar
eskidir. Destanları masallardan ayıran taraf, savaşları ve kahraman­
lıkları konu almasıdır. Destanlar, bu bakımdan tarihe yaklaşırlar.
Destanların çoğu, milletlerin yaptığı savaşlardan doğar. Destan­
larda, milletleri düşman istilâsından kurtaran ve onlara zaferler
kazandıran kahramanlar yüceltilir. Onların kahramanlıkları anla-
tıUr. Destanlara, bazen, masal unsurları da karışır. Fakat, destan­
ların esasını bunlar değil, savaş ve kahramanlık teşkil eder.
Destan kahramanlarının psikolojileri umûmiyetle basittir. O n ­
lar, yalnız bir şey düşünürler. İnançları tamdır, hiç şüphe etmezler
ve tereddüde düşmezler. Korkm azlar ve yılmazlar. Destan kahra­
manları, başka insanlarda bulunmayan üstün bir güce sahiptirler.
Destan kahramanları millîdirler. Her millet kendi kahraman­
larını yüceltir, karşı taraftakileri küçümser.
Destanlarda ön planda gelen bir tek kahraman vardır. Fakat
onların etrafında akıl verenler, yardım edenler, hünerli ve mârifetli
kimseler de vardır.
Destanlarda çağdaş hikâye ve romanlarda olduğu gibi tabiat,
eşya ve insan tasvirleri üzerinde fazla durulmaz. Destanlarda esas
vak’adır. Destan kahramanları destan boyunca aynı kaldığı halde,
10 E D E B İY A T L İS E I

vak’alar durmadan değişir. Bunlara Türkçede “ kol” , Batı dillerinde


“ epizot” denilir. Büyük destanlar arka arkaya sıralanan “ epizot” -
lardan kurulur. Bunlardan her biri kendi içinde heyecan verici sah­
neleri ihtiva eder.
Tarihleri boyunca pek çok savaş yapmış olan Türklerin des­
tanları varsa da, bunlardan maalesef pek azı yazıya geçmiştir. Çok
eski çağlara ait olduğu bilinen Oğuz Kağan Destanı^nın ancak özet­
leri ve bazı epizotları bugüne kadar gelmiştir. Anadolu’da teşekkül
eden destanlardan en meşhurları Seyyid Battal Gazi Destanı^ Ham-
za-nâme ve Köroğlu' destanlarıdır. Bunlar, yazıya geçtikleri için,
bugüne kadar gelmişlerdir. M anzum gazâ-nâme veya gazavat-nâ-
meler de destan nev’ine girer. Anadolu’da pek çok gazavat-nâme
yazılmıştır. Türkçenin en güzel eserlerinden olan Dede Korkut Hi­
kâyeleri ayrı kollardan veya boylardan ibaret destanlardır. K ırgız
Türklerinin saz çalarak söyledikleri manzum Manas adlı destanları
çok meşhurdur. Diğer Türk boylarının da destanları vardır.
Destanlar,, millî duyguları çağlar boyu devam ettiren ve besleyen
eserlerdir.
Anadolu halk şairleri, T^azı savaşlar dolayısıyle manzum kısa
destanlar söylemişlerdir. Türklerin son yüz yılda yapmış oldukları
savaşlar dolayısıyle aydın tabakaya mensup şairler de destanlar yaz­
mışlardır. Bazı Türk yazarları, eski T ürk destanlarının konularını
tiyatro veya roman şekline sokmuşlardır. T arihî kahramanların
maceralarını anlatan romanlar destan nevrine yaklaşıklar, fakat
onlarda vak’anın yanısıra tabiat, insan, eşya tasvirleriyle ruh tah­
lillerine de yer verilir.
Rom anları destanlardan ayıran taraf, gerçekçi, yaşanılan hayata
daha yakın, değişik ve karmaşık olmalarıdır. Roman kahramanlan
fevkalâde değil, hayatta rastlamlan insanlardır. Üstün bir güce
sahip değillerdir. Çok defa çevreleriyle anlaşamazlar. Yalnız ka­
lırlar. Durmadan didişir, üzülür veya yenilirler. Romanlarda, des­
tanlarda olduğu gibi büyük hâdiseler, savaşlar ve zaferler yoktur.
Romanların dokusunu ve iç yapısını çağdaş insanların aşk macera­
ları, sosyal meseleleri, geçim sıkıntıları, anlaşmazlıkları, çatışmaları
veya zevk ve saadetleri teşkil eder.
Rom anlarda şahısların yaşadıkları çevreler, ruh halleri, mekân,
zaman, kültür, gerçek insanın hayatına giren her şey, rüyâlarına,
E D E B İY A T A G İR İŞ ıı

en küçük intibalanna kadar teferruatiyle tasvir edilir. Çağdaş ro­


man fert ve cemiyetin bütün hayatmı aksettiren büyük bir ayna
olmaya çalışır.
Roman nev^i Türk edebiyatında X I X uncu yüzyıldan sonra
başlamış ve bugüne kadar pek çok roman yazılmıştır. Ahm ed
M idhat Efendi, Hüseyin Rahmi, Hâlid Ziyâ, M ehm ed Rauf, Y â-
kup Kadri, Hâlide Edib, Reşat Nûri, Peyâmi Safâ, Ahm et Hamdi
Tanpmar, K em al T ah ir T ürk edebiyatının en tamnmış romancı-
larmdandır. Onların dışında bilhassa Gurnhuriyet devrinde daha
birçok romancı yetişmiştir. Bu Türk romancılarının eserlerinde biz,
Türk cemiyetinin son yüz yılda yaşadığı hayat ‘sahnelerinin ve ye­
tişen çeşitli insan tiplerinin canlı tasvirlerini buluruz.
Hikâye, masal gibi kısadır fakat gerçeklik bakımından romana
benzer. Yalnız kısa olduğu için, onda her şey teferruatlı anlatılmaz.
Hikayeci, şair gibi anlatacaklarını süzgeçten geçirir, az sözle çok
şey anlatmaya çalışır. Hikâyenin güzelliğini de yoğunluk teşkil eder.
Hikâyelerde bir vak’a anlatıldığı gibi, tip tasvirleri de yapılabilir.
Türk edebiyatında hikâye nev^i de çok eskidir. Anadolu’da halk
arasında yüz yıllardan beri söylenen güzel aşk hikâyeleri vardır.
Dünyaca meşhur Nasreddin Hoca ve Bektaşî fıkraları, hikâyenin
bir başka çeşidini teşkil eder. Çok kısa olmalarına rağmen, onlar
bizi hem güldürür, hem de düşündürür. Fıkra, hikâye ve romanlar,
ahlâk dersi de verirler.
Güzel hikâye ve romanlarda bu ahlâk dersi, meyvenin içindeki
besleyici gıda gibi gizlidir. Biz onları ahlâk dersi verdikleri için
değil, güzel oldukları, hoşa gittikleri için okur veya dinleriz.
Masal, destan, hikâye ve roman nev’i, edebiyatın en zengin
bölürhünü teşkil eder.

ni. TİYATRO NEV’t

Tiyatro nevrinde vak’a veya insanlar, yazar tarafından anlatıl­


mazlar da, sahnede “ aktör” denilen oyuncular tarafından temsil
edilirler.
Tiyatroda anlatmanın yerini şahısların konuşmaları ve hare­
ketleri alır. M ekân istenilirse “ dekor” denilen resimler veya eşya­
larla gözönüne konulur.
12 E D E B İY A T L İS E I

Tiyatro okunan değil, seyredilen bir sanattır. Oyunu gözleri­


mizle görür, konuşulanları kulaklarımızla işitiriz. Sözleri musikî
ile ifâde edilen tiyatrolara “ operet” veya “ opera” denilir.
Tiyatro nev’i çok eski olmakla beraber, her millette gelişme­
miştir. Eski çağlarda tiyatro nev’i Yunanlılarda büyük yer tutu­
yordu.
Türklerde seyirlik çeşitli oyunlar vardı. Bunlardan Ortaoyunu
Batılı tiyatroya yakındır. Yalnız bizim Ortaoyunlarımızda yazılı
metin yoktur. Aktörler oyunu oynarken, söyleyecekleri sözleri o
anda kendileri icat ederler. Buna doğuşlar mânâsına “ tulûat” de­
nilir. Ortaoyunu da halk şiiri, halk masalı, halk hikâyesi gibi, yazılı
değil, sözlü bir sanattır.
Konuşma, hareket ve seyire dayalı başka bir Türk sanatı da
K aragöz’dür. K aragöz’de aktörlerin yerini deve derisinden yapılma
renkli şekiller alır. Bunlardan her biri ayrı bir tipi temsil eder. K a ­
ragözcü mum yakarak bunların gölgelerini perdeye aksettirir ve
şekilleri oynatır. Bir taraftan da onları kendisi taklit yaparak ko­
nuşturur.
Bu iki seyir sanatı Türklerde çok eskidir. Türkler Karagöz oyu­
nunu Anadolu’ya Orta Asya’dan gelirken getirmişlerdir.
Avrupa tiyatrosunda oyunun metni önceden yazıldığı için,
daha iyi işlenmiştir. Ortaoyunu ve K aragöz’de olduğu gibi tipler,
hep aynı kalmaz, her yazar kendisine göre yeni şahıslar yaratır,
onlarda vak’alar da çok değişiktir.
T anzim at’tan sonra bizde de Avrupalı tarzda piyesler yazılmış
ve oynanmıştır. Son yüz yıl içinde birçok tiyatro yazarı yetişmiştir.
Türkçe zengin bir konuşma diline sahip olduğu için, tiyatro nev’i
çabuk gelişmiştir.
Tiyatro nev’inde her şahsın kendi şahsiyet, durum ve mizâcına
göre konuşması lâzımdır. Bundan dolayı, tiyatro yazarı, kendisini
silmek, kahramanlarına boyun eğmek zorundadır. Tiyatro, seyirci
karşısında oynandığı için, dil ve üslûp bakımından şiir, hikâye ve
romandan farklı olması gerekir. Tiyatro seyircisi, roman okuyucusu
gibi, kelime ve cümleler üzerinde duramaz. Tiyatroda hareket ve
konuşma, her an değişir. Tiyatro, roman ve şiirden ayrı bir kabiliyet
ister.
E D E B İY A T A G ÎR ÎŞ 13

IV. DENEME NEV’İ

Bugün ilimler pek çok konuda bize kesin bilgiler veriyor, İlim­
ler bu başarılarım kullandıkları usuller ve âletlere borçludur. Bil­
hassa aritmetik ve geometri, hâdiseler hakkında kesin bilgiler sağ­
lamada büyük rol oynuyor. Bugün ilim adamları, gözle görünmez
atom, molekül, mikrop ve kanın terkibini vücûda getiren çeşitli
unsurlarla, güneşin ve yıldızların bulundukları yerleri ve onların
ağırlıklarını kesinlikle ölçebiliyorlar. Yüzlerce ilim adamının gün­
lerce çalışarak bulamadıkları hesap işlerini, bilgisayarlar kısa bir
zamanda bildiriyor. İlmin bu başarıları, gerçekten hayret vericidir.
Fakat insan hayatında ilmin henüz çözemediği hâdiseler de
vardır. İnsanların duygu ve düşüncelerini, sevinç ve kederlerini,
saadet ve bedbahtlıklarını ilim yoluyle ölçmek imkânsızdır. Bunlar
her insanın-günlük hayatında yaşadığı şeylerdir. H ayat hikâyelerini
okuyunca, en büyük ilim adamlarının da bizim gibi, varlığın sırları,
hayat, ölüm, aşk, saacfet, dostluk gibi konularda kesin sonuçlar elde
edemediklerini görüyoruz. Sosyal konularda da, insanlar durmadan
çekişiyorlar. İnanç ayrılıkları yüzünden, insanlar birbirlerini öl­
dürüyorlar. M illetler birbirleriyle savaş ediyorlar.
Bütün bunlar gösteriyor ki, ilmin çözemediği daha pek çok
şey vardır. İşte böyle ilmin kesin bilgiler vermediği konularda yazı­
lan yazılara “ deneme” adı verilir. Dünya edebiyatında “ deneme”
nev’inin en büyük temsilcisi X V I ncı asırda yaşamış olan Fransız
yazarı M ontaigne’dir.
Deneme nev’i, deneme kelimesinden de anlaşılacağı üzere,
bilgi edinmek maksadıyle bilinmeyen bir şeyi araştırmak veya yok­
lamaktır.
Bilinen şeyleri yeniden ele alan, onları taze bir bakışla gözden
geçiren yazılara da “ deneme” adı verilebilir. İnsanların duygu ve
düşünceleri çok defa katılaşır. Bazıları, bir kere inandıkları şeyden
şüphe etmezler. Boşluğa düşecekmiş gibi korkarlar. Fakat insanın
hakikati bulması için şüphe etmesi lâzımdır.
Tevfik Fikre tj
Şüphe bir nûra doğru koşmaktır.
der. Günlük hayatta, aldanmamak için biz her şeyi yeniden gözden
geçiririz. Bu güzel bir şeydir. Tenkit yanlış fikirleri ayıklar. Aynı
14 E D E B İY A T L tS E I

konuda çeşitli görüşleri karşılaştırınca hakikati bulamasak bile, bir


şeye körü körüne inanmayız.
Denemeler insan düşüncesini uyandıran yazılardır. Deneme­
lerin en alışılmış şekilleri gazete ve dergilerde çıkan makalelerdir.
Bunların hepsi değerli değildir. Deneme yazarları çok okumuş, hür
düşünceli insanlardır. Türk edebiyatında Tanzim at’tan sonra ga­
zete ve dergilerde bizim için yeni olan fikirleri anlatan pek çok yazı
yazılmıştır. Hâlid Ziya, Ziya Gökalp, Yakup Kadri, Halide Edib,
Reşat Nûri, Peyâmi Safa, Fâlih Rıfkı, Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi
Tanpmar, Abdülhak Şinâsî Hisar, Suut Kem al Yetkin, Selâhattin
Batu, Cemil Meriç, M âlik Aksel deneme nev’inin değerli yazarla­
rındandır.

V. DİĞER YAZI ÇEŞÎTLERÎ

Bu dört temel yazı nev’inden başka mektup, hâtırat, tarih ve


seyahat yazıları arasında da sanat değeri taşıyan, zevkle okunan
eserler vardır. Kısaca onlardan da bahşedelim.

M E K T U P N E V T : Sanat, fikir ve edebiyat adamlarının birbir­


lerine, sevdiklerine yazdıkları mektuplar, onların samimî duygu­
larını,, günlük hayatlarını, düşünce ve intihalarını anlatmaları bakı­
mından değer taşırlar. Mektup nevrinin özellik ve güzelliği tabiî
oluşundadır. Eskiden bizde “ inşâ” denilen mektuplar çok ağdalı
bir dille yazılırdı. Mektup nev’i Tanzim at’tan sonra, sade ve sa­
m imî bir şekil aldı. Namık Kem al, Abdülhak Hâmid ve Recaizâde
Ekrem, Ziyâ Gökalp, bizde bu nev’in öncüleridir. Cumhuriyet dev­
rinde Cahit Sıtkı Tarancı’nm arkadaşı Ziyâ Osman Sabâ’ya yaz­
dığı mektuplar, Ahmet Hamdi Tanpm ar’m mektupları bu nev’in
en güzel örneklerindendir. Bazı romancılar, romanlarını mektup
şeklinde yazarlar. M ektuplar da diğer edebiyat nevilerinin ele aldığı
her konuyu işleyebilir. Gerçek veya hayâli mektuplarla her duygu
ve fikir anlatüabilir.

H Â T IR A T NEV^Î: Bazı şahıslar başlarından geçen hâdiseleri,


tanıdıkları insanları veya gezdikleri yerlerde gördüklerini günü
gününe veya aradan zaman geçtikten sonra hatırlayarak yazarlar.
AvrupalIlarda hâtırat tutmak âdeti çok yaygındır. îy i kaydedebilir­
lerse, basit insanların hatıratı bile tarihi, sosyal bir vesika veya sanat
E D E B İY A T A G ÎR ÎŞ 15

değeri taşır. H âtırat yazmak insanı kendi varlığı, çevresi ve dünya


üzerinde düşünmeğe sevketmesi dolayısıyle, bir nevi vicdan muha­
sebesi vazifesini de görür.
Her insanın şahsiyeti, sosyal durumu, mesleği, hayat tecrübesi
farklı olduğundan hatıratın çeşitleri, yazanlara göre değişir. Hâtı-
ratın değeri, tarih gibi gerçeği vermesinden ileri gelir. Bununla
beraber, kullanılan dil, yazış tarzı da önemlidir.
Türk edebiyatında en tanınmış hâtıra yazarlarından biri Bâbür
Şah’tır (148 3-1530 ). Bâbür Şah, Horasan’ı, Semerkant’ı, Buha-
ra’yı ve birçok Hint şehirlerini görmüş büyük bir kumandan, devlet
adamı ve şairdir. Hatıratı çok canlı tasvirlerle âoludur.
Tanzim at’tan sonra Cevdet Paşa, Abdülhak Hâmid ve daha
birçok edebiyat ve siyaset adamı hâtırat tutmuşlar ve neşretmiş-
lerdir. Bunlardan H âlid Z iyâ’nm Kırk Yıl (1936), Saray ve ötesi (1942)
adlı hâtıraları büyük değer taşır.
Bazı romancılar v^ hikâyeciler eserlerini hâtırat şeklinde kaleme
alırlar. Gerçek hâtırat ile romancıların hâtırat nevrindeki romanları
arasında fark vardır. İkinciler bizde gerçeklik intibaı doğursalar
bile, hayâl mahsulüdürler. Fakat onlar da sanat bakımından değer
taşıyabilirler.

S E Y A H A T Y A Z IL A R I: Seyahat yazılan hatırat nev’inin


bir başka çeşididir. Hâtırat gibi, onlar da gerçeğe dayanırlar. Fa­
kat onlarda esas, gezilen, görülen yerleri ve insanları anlatmaktır.
Seyahat yazarı, eserinde kendisinden de bahsedebilir. Bazı yazarlar,
seyahat kitaplarında gördükleri yerlerin tarihî, coğrafî, sosyal ve
ekonomik hayatı hakkında bilgiler de verirler. Eski T ürk edebiya­
tında Evliyâ Çelebi (1611 - 1682) on cilt tutan çok güzel bir seyahat
kitabı yazmıştır. Dünyaca meşhur olan Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi,
X V II nci asır Türkiyesi ve Avrupası hakkında zengin bilgilerle
doludur. Fakat bu kitapta hoşa giden Evliyâ Çelebi’nin kendisi ve
anlatış tarzıdır. Elçilik vazifesiyle Avrupa veya Doğu ülkelerine
giden şahsiyetlerin Sefaret-nâme adı verilen kitapları da seyahat-nâ-
me nevrine girer. Bunlardan Yirm i Sekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin
(ölümü 1792) Paris Sefaret-nâmesi, o devirde bir Osmanlı gözü ile
görülen Avrupa’yı tanıtması bakımından bir değer taşır. Tanzim at’­
tan sonra pek çok seyahat yazısı yazılmıştır. Ahmed M idhat Efendi
(m844-1912) Avrupa^da Bir Cevelân adlı kitabında gördüklerinin
ı6 E D E B İY A T L ÎS E I

yanısıra, okuduğu kitaplardan da bilgi aktarmıştır. Seyahat yazıla­


rını canlı ve edebî kılan, aktarılan kuru bilgilerden çok, şahsî inti­
halardır. Fâlih Rıfkı Atay ile Selâhattin Batu’nun seyahat yazılan
dil ve üslûp bakımından da güzeldir.

T A R İH : Tarih, vesikalara dayanarak hakikati arayan bir ilim


olmakla beraber, edebiyatla da ilgilidir*.
Tarih, milletlerin geçmişte yaptıklarını, zafer ve mağlûbiyet­
lerini, karşılaştıkları güçlükleri ve onlar karşısında almış oldukları
tavrı, soğukkanlı şekilde anlatırken bile, o millete mensup olanlara
heyecan verir. Zira fertler, kendilerini milletleri ile birleştirir. M en­
sup oldukları milletin zaferleri onların göğüslerini kabartır, mağ­
lûbiyetleri hüzün verir. Tarih bu cephesiyle destana benzer. G er­
çek oluşu, bu heyecanı azaltmaz, bilâkis çoğaltır. Tarih, bir millete
mensup olanlarda millî şuur yarattığı için, edebiyat gibi, millî kül­
türün en mühim unsurlarından biri sayılmıştır.
Eski tarihçiler, bunu bildikleri için, eserlerini destana yaklaş­
tırmışlar, şiirlerle süslemişler, hattâ bazı heyecanlı hâdiseleri nazma
çekmişler, ifâdelerini süslemişlerdir.
Bunlarda canlı portreler, hattâ konuşmalar da vardır. Eski
Osmanlı tarihlerinin çoğu edebî özellikler taşır, bundan dolayı onlar
tarihe olduğu kadar, edebiyat sahasına da girerler.
Tanzim at’tan sonra, tarihî hadiseler açıklanırken, sosyal ve
ekonomik sebeplere daha fazla önem verilmiş olmakla beraber,
tarih yine de bir heyecan kaynağı olmakta devam etmiştir. Namık
K em al (1840-1888), Süleyman Paşa (1838-1892) ve M izancı
M urad Bey’in (18 5 4 -19 17) tarihî eserleri millî şuurun uyanma­
sında büyük rol oynamıştır.
Tarih, vesikalara dayanmakla beraber, tarihçi onlar arasından
bir seçme yapar, onları kendi anlayışına göre birbirine bağlar ve
yorumlar. Bunları yaparken tarihe, İlmî görünmekle beraber, şahsî
bir şekil verir. Hâdiselerin şu veya bu şekilde tertip ve takdimi,
onların mânâsını değiştirir. Kullanılan dil ve üslûp da okuyucuya
tesir eder. Bundan dolayı, tarih yazısı, daima bir sanat telâkki edil­
miştir. Gerçekten de böyledir. Kompozisyon, yorum ve üslûp, sa­
dece tarihe değil, coğrafya kitaplarına bile sanatkârane bir şekil
verir.
E D E B İY A T A G İR İŞ .1 7

BİYOGRAFİ : Hükümdar, devlet adamı, kâşif, âlim, şair, sanatçı,


fikir adamı vesair tamnmış kişilerin hayatla.rını anlatan eserlere
biyografi denilir. Biyografiler de tarih gibi vesikalara dayanır ve
hakikati araştırırlar. Tarihten farkları, cemiyeti değil, ferdi konu
almalarıdır. Bunlar arasında kısa bilgi verenler olduğu gibi, geniş
ve çok teferruatlı olanlar da vardır. Bazı biyografi eserleri tasvir,
tahlil, kompozisyon ve üslûp bakımından sanat değeri taşırlar.

Eski T ürk edebiyatında “ terâcim-i ahval” (hal tercümeleri)


denilen birçok eser yazılmıştır. Şairlerin hayatlarından bahseden
“ şuarâ tezkireleri” bu nev’e girer. Tanzim at’tan sonra Namık K e­
mal büyük tarihî şahsiyetlerin hayat hikâyelerine edebî bir şekil
vermiştir. Cum huriyet devrinde îbnülemin M ahm ud Kemal, şair
ve sadrazamların biyografilerini yazmıştır. T arihçi Ahmet R efik’in
de biyografik eserleri vardır. Y ahya K em al’in Tarihî ve edebî port­
reler^ M ehmet Emin Erişirgil’in Bir Fikir Adamının Romanı, Şevket
Süreyya Aydem ir’in Tek Adam, Yusuf M ardin’in Namık KemaVin
Londra Yıllan adlı eserleri, tarihe dayanmakla beraber, edebî vasıflar
da taşıyan biyografi örnekleridir.

EDEBİYAT TARİHİ VE TENKİT :

Edebî eserleri, şahsiyetleri, nesilleri ve devirleri tarihin akışı


içinde ele alan ve onları İlmî sebeplerle izah, tasvir ve tahlil eden
eserlere edebiyat tarihi denilir. Bizde İlmî T ürk edebiyat tarihinin
kurucusu Fuad K öprülü’dür. Ayrı devirleri ele alan edebiyat tarih­
leri de vardır. Ahm et Hamdi Tanpm ar XIX. Asır Türk Edebiyatı
Tarihi adlı eserinde Tanzim at’tan Servet-i Fünûn devrine kadar
gelen Türk edebiyatını incelemiştir. Nihat Sami Banarlı_, V asfi
M ahir K ocatürk ve Ahmet Kabaklı başlangıçtan bugüne kadar
Türk edebiyatını anlatan eserler yazmışlardır.

Edebî eserleri inceleyen ve değerlendiren yazılara tenkit denilir.


Bazı tenkitçiler edebî eserlerin kendi üzerlerinde bıraktığı intibaları
anlatırlar. Bu nevi tenkide “ Empresyonist tenkit (İntihalara da­
yanan tenkit)” denilir. Bizdeki en büyük temsilcisi Nurullah Ataç’-
tır. Edebî eserlerin muhteva, yapı ve üslûplah üzerinde duran,
onların özelliklerini belirten tenkide “ ilmî tenkit” adı verilir.
ı8 E D E B İY A T L İS E I

Edebiyatın şekil, kaide ve meselelerini genel olarak ele alan


eserler de tenkit adını alır. Bunlara edebiyat nazariyesi de denilir.

Edebiyat tarihleri ve tenkitler, devirlere, nesillere, şahıslara,


akımlara, görüş tarzlarına göre değişir. Aralarında farklar bulun­
duğu için onlara da “ deneme” gözü ile bakılabilir. Bazı yazarların,
edebiyatçıları veya edebî eserleri sanatkârâne bir üslûpla ele alma­
ları, onları denemecilere daha çok yaklaştırır.
y 3. TÜRK EDEBİYATININ DEVİRLERİ

Atlı akmcı bir kavim olan Türkler, tarih boyunca çeşitli ülke­
leri almışlar, buralarda devlet kurmuşlardır. Yaşayışlarına, bulun­
dukları ülke ve çağa göre yeni şekiller vermişlerdir.
Türklerin binlerce yıldan beri var olmalarımn sebebi, millî
şahsiyetlerini meydana getiren temel unsurları muhafaza ederek,
değişik, çağ ve çevrelere uyabilme kabiliyetleridir.
T ürk edebiyatı^ Türklerin yaşadıkları medeniyet tarzlarına,
ülke ve çevrelere göre değişmiştir.
T ürk edebiyatı tarihi ile uğraşanlar Türk edebiyatını:
I) İslâmiyet’ten önce,
II) İslâm iyet’i kabul ettikten sonra,
III) Batı medeniyeti tesiri altında,
olmak üzere başlıca üç büyük devre ayırırlar.

I. ÎSLAMÎYETTEN ÖNCE TÜ R K E D E B İYA TI:

Türkler, I X - X uncu asırda İslâm dinini kabul etmişlerdir. İs­


lâmlıktan önce Türkler, kendilerine has bir dine sahip idiler. Bu
dinde tabiat büyük bir yer tutuyordu. Şaman adı verilen din adam­
ları, uçar at veya büyük kuşlara binerek, hasta olanların veya ölenr
lerin ruhunu T an rı katma ulaştırıyorlardı. Ölenler için at kurban
ediliyor, “ yuğ"*^ adi verilen yas merasimleri yapıyorlardı. Eski Türk
dini savaşla da ilgili idi. Bir Türk ne kadar düşman öldürürse, on­
ların ruhları öbür dünyada ona hizmet ediyordu. Kahramanların
kabri etrafına, öldürdüğü düşman sayısınca balbal adı verilen hey­
keller dikiliyordu.
Türklerin bu devirde yarattıkları eserler sözlü olduğu için,
zamanla kaybolmuştur. Sözlü edebiyatta yaşayan bazı destanlar,
masallar, efsâneler ve şiirler, sonradan yazıya geçirilmiştir.
İslâmlıktan önceki yazılı Türk edebiyatı, kullanılan harflere
göre
20 E D E B İY A T L İS E I

a) Gök Türk veya Orhun harfleri ile yazılı olan eserler,


b) U ygur harfleri ile yazılı olan eserler,
olmak üzere ikiye ayrılır.
Eskiden Gök T ürk veya Hunların yaşadıkları M oğolistan’da
Orhun harfleriyle yazılı pek çok mezar taşı bulunmuştur. Bunların
^arasında Türklerin savaşlarını ve inançlarını anlatan büyük âbide­
ler de vardır. Son yıllarda ele geçen bazı vesikalar, Türklerin O r­
hun harflerini Isa’mn doğumundan önce de kullandıklarını gös­
teriyor.
Türkler Buda ve M ani dinlerini kabul ettikten sonra, U ygur
harfi denilen harflerle, bu dinlerle ilgili pek çok kitap yazmışlardır.
840 - 1240 yılları arasında Doğu ve Batı Türkistan’da büyük bir
medeniyet kuran U ygur Türklerinden resim ve heykellerle süslü
tapınaklar, kitaplıklar ve kitaplar kalmıştır. U ygur harfleri, Türkler
İslâmiyet’i kabul ettikten sonra da devam etmiştir.

^ II. ÎSLAMÎYETt KABUL ETTİKTEN SONRAKİ T Ü R K


EDEBİYATI:

İslâmiyet’i kabul eden ilk T ürk devleti X -X II nci asırlarda


Doğu ve Batı Türkistan’da yaşayan Karahanlılardır. Karahanlılar
devrinden bize büyük değer taşıyan iki eser kalmıştır. Bunlardan
birincisi Karahanlı devletinde önemli bir mevkide bulunan Y usuf
Has H âcib’in yazdığı Kutadgu Bilig (1069-1070) İkincisi ise Kaş-
gârlı M ahm ud’un vücuda getirdiği Dîvan ü Lügati’ t-Türk adlı Türkçe-
Arapça sözlüktür (1072 - 1074)
Bunlardan birincisi ahlâk ve sosyal devlet kurallarını öğreten
Türkçe manzum bir eserdir. Kaşgarlı M ahm ud ise, kitabını Arap-
lara Türkçe öğretmek maksadıyle yazılmıştır. Dîvan ü LugâtVt-Türk'dt
o devirde yaşayan T ürk boyları, onların atasözleri, töreleri ve şiir­
leri hakkında da bilgiler vardır.
İslâmiyet ile yeni bir güce sahip olan Türkler, muhtelif ülke­
lerde, birbirinden ayrı devletler ve şehirler kurmuşlardır. Bunların
her birinde ayrı edebiyat gelenekleri teşekkül etmiştir.
O rta-Asya’da meydana gelen Türk-lslâm edebiyatına Çağatay,
Azerbeycan’da meydana gelen edebiyata Azerî, Anadolu’da mey­
dana gelen edebiyata Anadolu-Türk edebiyatı adı verilir.
E D E B İY A T A G İR İŞ 2i

îslâm dini tesiri altında vücuda gelen bu üç Türk edebiyat


geleneği X I I I - X I V üncü asırdan X I X uncu asra kadar devam
etmiş, bu üç sahada da pek çok yazar yetişmiştir. Aynı harfleri kul­
lanan bu üç Türk edebiyatı arasında yakın çağlara kadar karşılıklı
tesirler devam etmiş, X X nci yüzyıl başında, harf birliği ortadan
kalktığı ve araya Demir-Perde girdiği için, çeşitli T ürk ülkeleri ara­
sındaki münasebetler, maalesef, kesilmiştir.
Bin yıldan beri hür ve müstakil yaşayan Anadolu Türkleri, Sel­
çuklu, Beylikler ve Osmanlı Devleti zamanında, kendi içinde sürekli
çok zengin bir edebiyat geleneği kurmuşlardır.

Anadolu ve Rum eli’de gelişen Türk edebiyatı;


a) Saray ve medrese,
b) Tekke,
c) Ordu,
ç) K öy ve göçebe çevrelerinde dil, şekil ve muhteva bakımın­
dan farklı eserler vermiştir.
Eski devirlerde matbaa olmadığı için, yazarlar sözlü ve yazılı
eserlerini bu çevrelerin zevk ve anlayışlarına göre düzenlemek zo­
runda idiler.
Saray ve medrese çevresine mensup olanlar, Arap ve Fars ede­
biyatlarının tesiri altında kaldıkları ve onları örnek aldıkları için,
halkın pek anlamadığı bir dil ve üslûp kullanıyorlardı. Bu çevrede
teşekkül eden edebiyata, Divan edebiyatı da denilir.
Tekkeler, İslâmiyet’i halka yayan, katı inançlardan çok sev­
giye dayanan, ayrı kıyafet ve töreleri olan kuruluşlardır. Tekkelere
mensup olan şairler, halk dili ve halk edebiyatı ile İslâmiyet’in mis­
tik yönünü birleştiren eserler vücuda getirmişlerdir.
Osmanlı devletinin kurduğu Yeniçeri teşkilâtına mensup şairler,
katıldıkları savaşları anlatan kahramanlık şiirleri söylemişlerdir.
K ö y ve göçebe çevresinden yetişen şairler, sazlı ve sözlü ede­
biyat galeneğini devam ettirmişlerdir. Bu şairlerden çoğu, hitap
ettikleri insanlar gibi okuma-yazma bilmiyorlardı. Bundan dolayı
onların diline pek az yabancı kelime girmiştir. Eski Türk geleneğine
bağlı olan bu şairlerin hayat karşısında aldıkları tavır, daha önce
sözü edilen çevrelerinkinden farklıdır.
22 E D E B İY A T L İS E I

K ö y ve göçebe çevresinde masal, hikâye ve destan anlatanlar


da vardı.
Türkiye’de esas halk tabakasını köylüler, göçebeler ve onlara
yakın olan kasabalılar teşkil ettiği için, İmparatorluk yıkıldıktan
sonra diğer edebiyat zümreleri ve onların edebiyatları tarihe karış­
tığı halde, halk edebiyatı adı verilen sazlı ve sözlü edebiyat bugüne
kadar devam etmiştir. Cum huriyet devri şair ve yazarları H alk
edebiyatı geleneğinden çok faydalanmışlardır.
Anadolu dışında yaşayan Türklerin de, yazılı edebiyatlarının
yanı sıra zengin bir sözlü edebiyatları da vardır. Son yüz yılda bun­
lar toplanarak yazıya geçirilmiştir.

^ m , BATI TESİRİ ALTINDA TÜRK ED E BİYA TI:

X uncu asırda İslâmiyet’ i kabul eden Türklerin muhtelif ülke­


lerde kurmuş oldukları devletler, X V I I nci asra kadar başarılı
olmuştur. Bunlardan Anadolu Türklerinin kurmuş olduğu Os-
manlı devleti, varlığını, bütün sarsıntılara rağmen, Cum huriyet’in
kuruluşuna kadar sürdürmüştür.
Osmanlı Devleti, bir Türk-îslâm devleti olmakla beraber, içinde
Türk olmayan yabancı kavimleri, bu arada Hıristiyanları da barın­
dırıyordu. Batılı devletler, asırlarca savaştıkları, fakat bir türlü yık­
maya muvaffak olamadıkları bu devleti çökertmek için maddî ve
mânevi olmak üzere, başlıca iki. vasıtaya başvurdular: M illiyetçilik
ideolojisi, ilim ve teknik.
Osmanlı devleti, Müslümanları kendisine bağlamak için İs­
lâmiyet’e, Hıristiyan tebeayı kendisine bağlamak için de hak, adâlet
ve müsamahaya dayanıyordu. Fransız ihtilâlinden sonra Avrupa-
lılar, Osmanlı devleti içinde yaşayan yabancılara milliyetçilik, hür­
riyet ve istiklâl fikrini aşıladılar, onları sürekli olarak kışkırttılar
ve desteklediler.
Bu tesirler altında T ürk olmayan kavimler, Osmanh devletin­
den ayrılmak için birer birer baş kaldırdılar, Avrupahların ve Rus­
ların himâyesinde küçük devletler kurdular.
Batılılar, İstanbul’un fethinden sonra Türkleri yıkmak için
yeni silâhlar icat etmişlerdi. Rönesans’tan sonra, Müslümanlardan
aldıkları ilimleri geliştirerek, yeni bir teknik ve medeniyet- vücûda
getirdiler.
E D E B İY A T A G İR ÎŞ 23

Osmânlı devleti, uzun yıllar, A vrupa’da doğan bu yeni mede­


niyete, ilim ve tekniğe yabancı kaldı.. Yeniçeri orduları arka arkaya
yenilmeğe başladıktan sonra, düşmanlarının kullandığı vasıtaları
ve onları yaratan müesseseleri, ilim ve tekniği farketti. Yaşam ak için,
aym silâhlara sahip olmaktan başka çare yoktu. Asırlardan beri
alıştıkları şeyleri bırakmak istemeyen halk, ordu ve aydın tabaka,
hakir gördüğü “ kâfirleri” taklit etmek istemiyor, yapılmak istenilen
yeniliklere karşı koyuyordu.
Tanzim at’tan sonra yetişen yeni nesiller, devlet ve milleti kur­
tarmak için sürekli olarak mücadele ettiler. Bu mücadeleye, yeni
edebiyat taraftarları da katıldı. Gecikerek de olsa Türkiye’ye giren
matbaa sayesinde, geniş kitleye hitap etme imkânım bulan bir yeni
edebiyatçılar zümresi teşekkül etti.
H alka çağdaş dünya görüşünü yaym a gayesini güden bu yeni
edebiyatçılar zümresi, edebiyatın dili ile beraber, şekil ve muhte-
vasım da değiştirmiştir.
Yeni edebiyatçılar, Türkiye’yi değiştirecek fikirleri Batı’dan
ahyorlar, fakat onları Türk halkının anlayacağı bir şekle sokuyor­
lardı. H alka tesir eden vasıtalardan biri gazete idi. M atbaa bir ma­
kaleyi on binlerce bastığı için, yazara gelir de sağhyordu. Bu suretle,
yazanlar eskiden olduğu gibi, sarayın yardımına muhtaç olmuyor­
lar, onu tenkit de edebiliyorlardı.
Y a zı dilinin halk seviyesine inmesinde ve yeni fikirlerin yayıl­
masında T anzim at’tan sonra çıkan ve sayısı gittikçe artan gazetenin
büyük rolü olmuştur.
Y eni T ürk edebiyatçılarının öncüleri olan Şinasî (1826- 1871),
Namık K em al (1840- 1888), A li Suâvî (1839- 1878), Ahm ed Mid-
hat Efendi (18 4 4 -19 12 ) gazetecidirler.
H alka hitap eden ikinci vasıta tiyatrodur. Tanzim at’tan sonra
gazeteciliğin yanı sıra, tiyatro nev’inde yazılan eserlerin sayısı da
artmıştır. T iyatro da, halka hitap ettiği için sade bir dil kullanılma­
sını ve halkın sevdiği ve ilgi duyduğu konuların işlenilmesini gerek­
tiriyordu.
Gazeteler halkı eğlendirecek hikâye ve roman neşretmek sure­
tiyle, bu nevilerin de gelişmesine yardım etti. K öklü bir geleneği
olan şiir de, bu geniş yenilik akımına uydu.
24 E D E B İY A T L ÎS E I

Son asırda, Türkiye’de hayatın her sahasında pek çok değişiklik


olmuş, buna göre edebiyat da değişmiştir.
Bu değişme, birbiri ardından gelen nesiller saysesinde gerçek­
leşmiştir. Edebiyata da tesir eden bu değişikliklerden en önemlileri
şunlardır:
ı) Karışık milletlerden kurulu Osmanlı im paratorluğu dağıl­
mış, onun yerine T ürk’e dayalı bir millî devlet kurulmiuştur.
2) Türkiye’yi yüzyıllar boyu idare eden padişahlık müessese-
sinin yerini Cumhuriyet rejimi almıştır.
3) O rtaçağ’a ait korunma, öğretim ve ulaşım vasıtalarımn ye­
rini çağdaş medeniyete ait kuruluşlar almıştır.
Bunlara hayatın başka sahalarında görülen daha pek çok ye­
nilik eklenebilir.

Edebiyat sahasındaki yeniliklere gelince:


ı) Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerle dolu Osmanhcamn
yerini günlük konuşma dili almıştır.
2) Osmanlı hânedâm ile başlayan tarih görüşünün yerine, daha
önceki T ürk tarihini de içine alan, İlmî esaslara uygun, m illî tarih
görüşü geçmiştir.
3) H ayatı, tabiatı, insanı ve cemiyeti ihmal eden eski dünya
görüşüne karşı, gerçeği tasvir eden ve inceleyen edebiyat görüşü
müdafaa edilmiştir.
4) Kendisini kadere terkeden, içe dönük, pasif insan görüşü
bırakılmış, hayatı seven ve değiştiren aktif insan görüşüne önem
verilmiştir.
5) Tanzim at’tan sonra gelişen Türk edebiyatı, geçmişten çok
geleceğe yöneliktir. Cemiyeti ve insanı değiştirerek, yeni bir Türk
cemiyeti yaratırıayı gaye edinir.
Bu değişiklikleri yapan nesil ve şahsiyetlerden yeri geldikçe bah­
sedeceğiz.
^ 4. EDEBÎ BÎR ESER NASIL OKUNUR VEYA İNCELENİR?

Günlük hayatında herkes ekmek yer, su içer, hava teneffüs eder,


güneşi, ağacı, bulutu görür ama, bunların ne olduğunu, nelerden
yapıldığını bilmez. Bu bize gösterir ki, yaşamak ve görmek ile bil­
mek aynı şey değildir. Hayvanlar da yerler içerler, nefes ahrlar,
çevrelerinde olan şeyleri farkederler ama, bilgileri sathî bir tanıma­
dan ileri gitmez.
Bir şeyi gerçek mânâda bilmek, onun üzerinde durmak, yapı­
sını, dokusunu incelemek, nelerden yapıldığını ve nasıl yapıldığını
anlamak demektir.
İlim adamları işte böyle yaparlar. Okullarda öğrencilere, varlık
ve hâdiselere derin bir şekilde, inceleyici bir gözle bakmak öğre­
tilir. Fizik, kimya, tarih derslerinde olduğu gibi, edebiyat derslerin­
de de böyle yapılır.
V arlık ve hâdiselere inceleyici bir gözle bakmak, bizim onlara
karşı olan ilgimizi, daha çok arttırır. Bir şiir, roman veya hikâyeyi
okurken, güzelseler, onlardan zevk alırız. Bu iyi bir şeydir. Fakat
onları bir de inceleyici gözle okursak, zevkimiz daha çok artar.
Biz, çok defa, üzerinde durmadığımız şeyler hakkında aldanırız,
yanlış hükümler veririz. Zevkler de bizi aldatabilir. Halbuki bilerek'
zevk alırsak, kendi kendimizi ve — sevdiğimiz şeyleri başkalarına
da tavsiye ettiğimizden— başkalarını da aldatmamış oluruz.
Edebî bir eseri inceleyici bir gözle okumak istersek nelere dik­
kat etmemiz gerekir? Önce diline, kelimelerin ve cümlelerin mânâ­
sına! Zira, evvelce de söylediğimiz gibi, edebî eser, dil ile, kelime
ve cümlelerle yapılan bir sanattır. Kelim eler ses ile mânâdan mü­
rekkeptir. Yazarlar, kelimelerin hem ses, hem de mânâlarına önem
verirler. Edebî bir eseri anlamak ve onun zevkine varmak için,
bizim de önce kelimelerin ses ve mânâlarını bilmemiz gerekir.
Yanlış söylenilen veya mânâsı yanlış anlaşılan bir kelime, onu
bilenleri güldürür. Karagöz oyununda gülünçlük çok defa kelime­
leri yanhş söyleme veya anlamaya dayanır. Bütün dünyada olduğu
gibi, Türkiye’mizde de yerli ağızlar vardır. Aktörler çok defa bun­
ları taklit ederek seyircileri güldürürler.
26 E D E B İY A T L İS E I

Bir insanın kültürlü oluşu, kelimeleri doğru telâffuz edişinden,


kelime ve cümlelere doğru mânâ verişinden anlaşılır. Edebiyat ders­
leri, öğrenciler için bu bakımdan da faydalıdır.
Şiir veya nesri güzel okumak için, kelime ve cümlelerin mânâ­
larını iyi bilmek, sesi, mânâya göre ayarlamak lâzımdır. Başkala­
rının bizi anlamaları ve okuduklarımızdan zevk almaları da buna
bağlıdır.
Edebî eserlerde söyleniş tarzı veya mânâsı bilinmeyen kelime
ve deyimlerin nasıl telâffuz edileceği ve mânâları sözlüklerden ba­
kılmalıdır. Sözlükler kültürlü adamların en yakın arkadaşlarıdır.
Kelimeler ister eski, ister yeni, ister yerli, ister yabancı olsunlar,
öğrenilmesinde daima fayda vardır. Türkler binlerce yıl, çeşitli mil­
letlerle temas ettikleri için, onlara Türkçeden pek çok kelime ver­
dikleri gibi, onlardan da pek çok kelime almışlardır. Bütün medenî
milletlerin dillerinde yabancı dillerden alınma kelimeler vardır.
Bugün yazarken veya konuşurken, yabancı kelime kullanma­
maya dikkat ediyoruz ama, atalarımızı bundan dolayı suçlama­
malıyız. H er devrin kültürü, hayatı, modası başkadır.
Biz, binlerce yıl yabancı kavimleri içine alan devletler kurmuşuz,
onları idare etmişiz. Binlerce yıl aramızda mal, iş ve kültür alış-verişi
olmuş. Bundan dolayı onların bizden, bizim onlardan kelime alışı­
mızı y^dırgamamalıyız. Bugün de yabancılardan eşya ik- beraber
kelime alm ıyor muyuz ?
'^^îlim bizi anlayışlı davranmaya götürmelidir. Yazarlar, eser­
lerinde hangi kelimeleri kullanmışlarsa, onları bilmeğe mecburuz.
Kelime ve cümleleri bilme, bizi anlayışlı kılar. Edebiyat dersi öğ­
rencilerinin, metinde geçen kelimeleri bilmesinde büyük fayda var­
dır. Daha önce de belirtildiği gibi, edebî eserlerin mânâsı ancak
onda kullanılan kelime ve cümlelerin bilinmesine bağlıdır. O nlar­
dan zevk alınması da.
Edebî eserlerde kelimeler ya hakîkî yahut da m ecâzî mânâda
kullanılır. Bir kelime, hakîkî mânâsından farklı bir mânâda kulla-
mlırsa, buna “ mecaz” denilir. Edebî eserlerde kelimeler çok defa
“ m ecâzî” mânâlarda kullanılır. Bundan dolayı öğrenciler, kelime­
lerin hakîkî mânâda mı, yoksa mecâzî mânâda mı kullanıldığım
bilmelidirler.
E D E B İY A T A G İR ÎŞ 27

Günlük dil, mânâsını herkesin bildiği “ mecazlar” la doludur.


Bunlara basmakalıp mecazlar denilir. Edebiyatçılar, bunların yanı-
sıra, yeni, orijinal mecazlar da yaratırlar. Bunlardan bazıları açık,
bazıları kapalıdır. D îvan şairleri ile modern şairler, mânâsı zor an­
laşılır mecazlar kullanırlar. Bazıları bilmeceler kadar kapalıdır.
Fakat bilmeceleri çözmek kafayı çalıştırır ve zevk verir. Mânâsı
kapalı eserler de böyledir. Mânâsı kapalı diye, onlardan yüz çevir-
memelidir. Bazı kapalı sözlerin arkasında derin mânâlar gizlidir.
Yalnız D îvan şairleri ve modern şairler değil, halk şairleri de
mecâzî ifâdeler kullanırlar. îşte size büyük halk şairi Yunus Emre’-
den bir örnek:

I Hak'^dan gelen şerbeti içdük elhamdü lillâh


Şol kudret denizini geçdük elhamdü lillâh
2 Şol karşuki dağları meşeleri bağlan
Saghk safâlıkıla aşduk elhamdü lillâh
3 Kurıyıdık yaş olduk kanatlandık kuş olduk
Birbirmize eş olduk uçduk elhamdü lillâh
4 Vurduğumuz illere şol safâ gönüllere
Halka Tapduk md^nîsin saçduk elhamdü lillâh
5 Beri gel barışalum yadisen bilişelüm
Atumuz eyerlendi eşdük elhamdü lillâh
6 Indük RurrCı kışladuk çok hdyr ü şer işledük
Uş bahar geldi gerü göçdük elhamdü lillâh
7 Derildük pınar olduk irkildük ırmağ olduk
Akduk denize dalduk taşduk elhamdü lillâh
8 Tapdu^un tapusında kul olduk kapusında
Yunus miskin çiğidük pişdük elhamdü lillâh

Bu güzel şiirde pek çok kelime mecâzî olarak kullanılmıştır.


Şiirin güzelliği de büyük nisbette onlardan gelir.
M ecazlar, duygu ve düşünceleri yeni, güzel ve çarpıcı bir şe­
kilde ifâde etmekle kalmazlar, onlara derin bir mânâ da verirler.
Bundan dolayı edebî bir metni incelerken kelimelerin taşıdıkları
hakikî ve m ecâzî mânâlar üzerinde durmak, bize yazarı daha de­
rinden tanıtır.
28 E D E B İY A T L ÎS E I

Yunus Emre’nin yukardaki şiirini bu bakımdan kısaca gözden


geçirmeğe çalışalım:
ı) “ Haktan gelen şerbet” sözü ile şair acaba neyi kasdediyor?
Burada “ şerbet” kelimesi “ hakîkî” mânâda kullanılmamıştır. “ Şer­
bet” veya “ şarap” kelimesi a) aşk, b) ölüm mânâlarına da gelir.
Burada “ m addî” bir varlık, “ manevî” bir ruh halini anlatıyor.
Şarap, insanı kendinden geçirir, aşk ve ölüm de öyledir. “ Haktan
gelen” sözü fikre başka bir incelik katar. Bu şerbeti insanlara içiren,
aşk ve ölümü veren T an rı’dır. Bundan dolayı mutasavvıf, onları
seve seve kabul eder.
Halk şairleri âşık olmadan önce rüyâlarında genellikle bir “ p îr”
in elinden “ aşk şerbeti” içerler, uyandıkları zaman kendilerini
değişmiş bulurlar.
Bu şiirde Yunus, ölümden değil hayattan, hayatta başına ge­
len maceradan bahsettiğine göre, “ H ak’tan gelen şerbet” , “ aşk
şerbeti” dir. Bu şerbet yani “ aşk duygusu” T anrı’ya inanç, insana
büyük bir güç kazandırır. Şair bu fikri birinci beytin ikinci mısraında
“ ^0/ kudret denizini geçdük elhamdü lillâh''
diye ifâde eder. Burada “ kudret denizi” sözü de “ hakîkî” değil, “ me-
câzî” bir mânâ taşır. “ Kudret denizi” nden maksat, dünya, hayat
ve kâinattır. Görünen bütün varlıklar T anrı’nm kudretinin eseridir
ve bunlar sonsuzdur. însan, ömrü boyunca kendisine yabancı bir
âlemde yürür durur. Deniz nasıl tehlikeli ise, bu âlem de tehlikelidir,
insanın bu denizi geçmesi için bir güce ihtiyacı vardır ki, o da aşktır.
Yalnız bir noktaya dikkat etmek lâzımdır. Dindar için âlem
“ kudret denizi” ötesinde Tanrı, ebediyet olan bir mekândır. D ün­
yaya gelen her insan bu denizde yüzer. Fakat, içinde A llah sevgisi
yoksa, bu denizi geçemez. Çokları bu denizde boğuludar. Beyte bu
derinliği veren “ geçtik” kelimesidir.
2) İkinci beyitte geçen dağlar ve meşeler mecazî değil, hakikî
mânâdadır. Şair “ şu karşuki” sözü ile onların gerçek olduğunu be­
lirtmiştir. Bu beytin güzelliği, Yunus Emre’nin yaşadığı Anadolu
dekorunu gözönünde canlandırmasındadır. Onların aşılması da
kolay değildir. Bilhassa Yunus’un yaşadığı devirde dağlarda ve or­
manlarda eşkiyalar çoktu. Fakat Yunus ve Yunus gibi A llah’a ina­
nanlar, “ H ak’tan gelen şerbet” i içenler, onu da “ sağlık, safâhk”
ile aşıyorlardı.
E D E B İY A T A G ÎR ÎŞ 29

3) Ü çüncü beyitte “ kuru-yaş” ve *‘kuş” kelimeleri “ m ecâzî”


mânâda kullanılmışlardır. Burada da “ H ak’tan gelen şerbetlin,
Tanrı aşkının insanda doğurduğu değişiklik söz konusudur.
Tanrı aşkı, kuru ağacı yeşertir, meyveli yapar. Tanrı aşkı in­
sanı göklere yükseltir ve yalnızlıktan kurtararak, aynı yolda giden­
lere eş yapar. Yunus bu fikirleri üçüncü beyitte daha az kelime ile
söylemiştir.
'^^Kurü idik yaş olduk, kanatlandık kuş olduk^^

mısraı mecazlı anlatımın söze nasıl bir güzellik ve derinlik kazan­


dırdığını açıkça gösteriyor. Sanat işte buna derler. Yunus’un şiir­
lerinde böyle pek çok kesif, derin mânâlı, güzel mecazlı ifâdeler
vardır.
4) Dördüncü beyitte. Yunus neden oradan oraya dolaştığını
açıklıyor. Bundan maksat halka “ T apduk m a’nîsi” ni saçmaktır.
Burada geçen Tapduk kelimesini bazıları, Yunus’un bağlı bulun­
duğu şeyh mânâsına anlamışlardır. Böyle olması mümkündür.
Fakat Tapduk, kendisine tapılan varlık. T anrı mânâsına da gelir.
Beyit her iki şekilde de anlaşılabilir. Burada bahis konusu olan Y u ­
nus Emre’nin halka dinî fikirleri yayan bir derviş olmasıdır. O bu
suretle vardığı illerde gönüllere sefâ verdiğine kanidir.
5) Beşinci beyit, Yunus’un düz olarak da güzel söz söyleme
gücünü gösteren bir örnektir.

^^Beri gel banşalum yadisen bilişelürrC^

mısraimn güzelliği taşıdığı mânâda, derin bir fikri sade, kesif ve


çıplak olarak ifâde etmesindedir.
İslâmiyet birlik fikrine dayanır. İnsanlar aynı Tanrı tarafından
yaratılmışlardır. Bundan dolayı birbirlerinin kardeşi sayıhrlar. Y u ­
nus, kavganın ve savaşın çok olduğu devirde, insanlara işte bu fikri
yayarak sevgi ve barışı sağlamağa çalışıyordu.

^^Atumuz eyerlendi eşdük elhamdü lillâK''


mısraı m ecazî olarak “ hepimiz ölümlüyüz” mânâsına gelir.
Yunus Emre aynı fikri başka bir şiirinde şöyle söyler:
^^Gelün tanşuk idelüm işün kolayın tutalum
Sevelüm sevilelüm dünyaya kimse kalmaz^^
30 E D E B İY A T L tS E I

îk i beyitte de şair, insanlara sevişmeleri gerektiğini duyurmak


için hayatın geçici olduğunu, ölümü hatırlatıyor. Fânilik fikrini
şair, bir beytinde yalnız olarak “ dünyaya kimse kalm az’ ’, öteki bey­
tinde mecazî olarak “ atumuz eyerlendi” şeklinde ifâde ediyor.
6) Altıncı beyitte Rum kelimesi Anadolu mânâsına gelir. Es­
kiden Anadolu’da Rum lar oturdukları için buraya “ diyâr-ı R u m ”
(Rum ülkesi) deniliyordu. Daha sonra Anadolu’ya Türkler hâkim
olunca bu topraklara Türkiye adı verildi.
Beyitten anlaşıldığına göre; Yunus Emre, Anadolu’ya “ yukarı”
bir ülkeden kışın gelmiştir. Baharda tekrar eski yurduna geri dön­
müştür. O devirde, bir kısım Türkler göçebe hayatı yaşıyorlardı.
Hayvanlarıyle beraber kışın bir yerde kışlıyorlar, yaz gelince yaylaya
çıkıyorlardı. Yunus Emre’nin de Dede K orkut gibi göçebeler ara­
sında yaşayan, onlarla beraber kışlayan ve yazlayan bir şair olduğu
ileri sürülebilir.
Yunus Emre’ye göre insanlar, sadece ne iyi, ne de kötüdürler.
Tabiatlarında, iyilik tohumları gibi, kötülük tohumları da vardır.
Bundan dolayı, onlara müsamahalı bir gözle bakılmahdır.
' 7) Bu beyitte geçen “ pınar, ırmag, deniz” kelimeleri de mecâzî
mânâda kullamimışlardır.' Tasavvufa göre insanlar T a n n ’mn sonsuz
varhk denizinde birer damladırlar. T ek başlarına kaldıkları tak­
dirde havaya uçar giderler. Fakat bir araya gelince önce pınar, sonra
ırmak olurlar ve coşarak denize ulaşırlar.
8) Tapm ak kelimesinden gelen “ tapu” ibadet ve istek mânâ­
larına gelir. Tapduğun tapusunda” sözünü “ A llah’a ibadet ederek”
diye bugünkü dile çevirmek mümkündür. “ Çiğ idik pişdik” sözleri
de mecazîdir. Pişmek, olgunlaşmak mânâsına gelir. Din, insanlara
içgüdülerine gem vurm ayı, içindeki kötülükleri yenmeyi, başkala­
rına yardım etmeği, acılara katlanmayı öğretir. İnsanlar ancak
böyle bir terbiyeden geçtikten sonra olgunlaşırlar.
Bu açıklamalar gösteriyor ki, edebî eserlerde kelimeler bazen
“ hakîkî” (açık), bazen “ m ecâzî (kapalı) mânâlar taşırlar. “ M ecâzî”
(kapalı) kelimeler duygu ve düşünceye güç ve güzellikle birlikte
derinlik de kazandırırlar. M ecâzî ifâdelerin mânâsım anlamak için
üzerinde biraz kafa yormak lâzımdır. Onların mânâlarım çözmek
için.
E D E B İY A T A G İR İŞ 31

a) şiirin ve beytin bütününe hâkim olan mânâya, ‘


b) geleneğe bakmak lâzımdır.

Tasavvufta ve Divan edebiyatında, o saha ile uğraşanların


kolayca anlayacakları “ ortak” veya “ basma-kalıp” mecazlar vardır.
Çağdaş yazarlar kendilerine has, orijinal mecazlar kullamrlar. Eski
şairlerde geçen mecazları, aynı şairin başka şiirlerini veya aynı gele­
neğe bağlı diğer şairlerin eserlerini incelemek ve karşılaştırmak sure­
tiyle çözmek mümkündür.
Güzel olan edebî eserlerin hemen hepsi, bizi böyle düşünmeğe
götürür. En açık olanlar bile sanıldığı kadar vâzıh değildir.
Düşünmesini sevenler, edebiyattan daha derin zevk alırlar.
Edebiyat dersleri sadece zevk değil, aynı zamanda düşünce ders­
leridir.
Edebî eserlerde kelimelerin ses ve mânâlarından başka üzer­
lerinde durulacak daha birçok nokta vardır. Onlar her eserde de­
ğişik şekillerde göründükleri için, genel olarak değil, özel olarak,
her eserde göründükleri şekilde ele alınacak, üzerlerinde durularak
mânâ ve vazifeleri belirtilmeğe çalışılacaktır. Size yol göstermek
için metinlerden bazılarım biz inceleyeceğiz, bazılarım da sizin in­
celemenize bırakacağız. Eminiz ki onlar üzerinde düşünmek ve
konuşmak sizin de hoşunuza g id ecek tir..^

B iR iN C İ B Ö L Ü M E A Î T S O R U L A R

E D E B İY A T H A K K IN D A B İL G İL E R

a) Edebiyat nasıl bir sanattır? Sözlü edebiyat ile yazılı edebiyat arasındaki
farklar nelerdir?
b) Dil ile vücûda gelen her eser, edebiyat sahasına girer nii?
c) Edebiyatın konusu nedir? Bir eseri edebî yapan konu mudur, yoksa onu
anlatış ve işleyiş tarzı mıdır?
ç) Edebiyatın faydası nedir?
d) Edebiyat ile millet arasında ne gibi bir münasebet vardır? Milletleirin
edebiyatları birbirlerine benzer mi?
32 E D E B İY A T L İS E I

Y A Z I Ç E Ş İT L E R İ V E E D E B İY A T N E V İL E R İ

a) K a ç türlü yazı çeşidi vardır? Başlıca edebiyat nevileri nelerdir?


b) Şiiri nesirden ayıran farklar nelerdir?
c) M asal, destan, hikâye ve roman nev’inin özellikleıi nelerdir? Bunları
birbirinden ayıran özellikleri belirtiniz.
ç) Tiyatro nev’ini tarif ediniz.
d) Deneme nev’inin özelliklerini söyleyiniz.

T Ü R K E D E B İY A T IN D E V İR L E R İ

a) Türk edebiyatı kaç devreye ayrılır?


b) Bu devrelerin başlıca özellikleri nelerdir?
c) Son çağda Türk edebiyatında ne gibi değişiklikler olmuştur?
d) Bir edebî eser nasıl incelenir?
2.BÖLÜM

HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER

I. ÎSLÂMÎYETTEN ÖNCEKİ D E V İR :

OĞUZ KAĞAN DESTANI


D ünyada atı ilk defa Türkler ehlileştirmişler ve at sürüleri
beslemişlerdir. Eski Türk kültüründe at çok önemli bir yer tutar.
Çok iyi bindikleri at ve çok iyi kullandıkları ok sayesinde T ürk­
ler, tarihin en eski çağlarından itibaren, anavatanları olan Orta-
Asya’dan kalkarak doğuya, batıya, güneye, kuzeye akın etmişlerdir.
Asırlarca süren bu savaşlar, Türkleri savaşçı bir kavim yapmış
ve onlarda cihana hâkim olma idealini doğurmuştur.
T ürk tarihi akıncı tiplerle doludur. Eski Türk edebiyatında
büyük akıncıların savaşlarını anlatan pek çok eser vardır. Bu nevi
eserlere “ destan” adı verilir.
O ğuz K ağan Destanı, Türklerin en eski destanlarından biridir.
İlim adamlarının söylediklerine göre, destanda macerası anlatılan
O ğuz K ağan, M .Ö . III üncü asırda HiyungrNu devletini kuran M e­
te’dir.
O ğuz K ağan Destam, yüzyıllarca sözlü gelenekte yaşadıktan
sonra, çeşitli yerlerde değişik şekillerde yazıya geçirilmiştir. Bun­
lardan birisi nerede, ne zaman yazıldığı bilinmeyen U ygurca Oğuz
K ağan Destanı’dır.
Aşağıda bu destanın Türkçeye yapılan tercümesinden üç parça
alınmıştır. Bunlardan birincisinde O ğuz’un doğuşu ile ilk çocukluk
yılları, İkincisinde savaşları, üçüncüsünde ise, yaşlandıktan sonra
kazandığı toprakları oğullarına bırakışı tasvir edilmiştir.

Oğuz Kağan Destanı’ndan


I
Yine günlerden bir gün A y Kağanın gözü parladı. Doğum ağ­
rıları başladı ve bir erkek çoouk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök;
ağzı ateş (gibi) kızıl; gözleri elâ; saçları ve kaşları kara idi. Periler­
den daha güzeldi.
34 E D E B İY A T L İS E I

Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha em­


medi. Çiğ et, çorba ve şarap istedi. Dile gelmeğe başladı; kırk gün
sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi; beli
kurt beli gibi; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı göğsü gibi
idi. Vücûdü baştan aşağı tüylü idi. A t sürüleri güder, ata biner ve
av avlardı. Günlerden ve gecelerden sonra yiğit oldu.
y / O çağda, orada büyük bir orman vardı; birçok dereler ve ır­
maklar vardı. Buraya gelen avlar ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu
ormanın içinde büyük bir gergedan vardı. A t sürülerini ve halkı
yerdi. Büyük ve yam an bir canavardı. Ağır bir eziyetle halkı ezmişti.
Oğuz K ağan cesur bir adamdı. Bu gergedanı avlamak istedi. Gün­
lerden bir gün ava çıktı. K argı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti^^^^
Bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve gitti.
Sonra sabah oldu. T an ağarırken yine geldi ve gördü ki: G er­
gedan geyiği almış.
Sonra O ğuz K ağan bir ayı tuttu; onu altın kuşağı ile ağaca
bağladı, gitti.
Yine sabah oldu. T an ağarırken yine geldi ve gördü ki: Ger­
gedan ayıyı da almış.
Bu sefer o ağacın dibinde (kendisi) durdu. Gergedan geldi ve
başı ile O ğ u z’un kalkanına vurdu. O ğuz kargı ile gergedanın ba­
şına vurdu ve onu öldürdü. K ılıcı ile başını kesti, aldı gitti.
Tekrar geldiği zaman gördü ki: Bir ala doğan gergedanın bağır­
saklarını yemektedir. Y a y ve okla ala doğanı öldürdü ve başını kesti.
Sonra dedi ki: Gergedan geyiği yedi, ayıyı yedi. K argım onu öl­
dürdü; demir olsa (olduğu için). Gergedam da ala doğan yedi,
okum onu öldürdü; bakır olsa (olduğu için) dedi.

II

Sonra O ğuz K ağan büyük bir toy (ziyafet) verdi. H alka emir
(verdi ki . . .) (Oğuz K ağan halkı) çağırınca, ahali birbirine danıştı
ve geldi. O ğuz K ağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. T ürlü yemek­
ler, türlü şaraplar, tatlılar ve kımızlar yediler ve içtiler. Toydan
sonra O ğuz K ağan beylere ve halka buyruk verdi ve
H İK Â Y E T A R Z IN D A Y A Z IL M IŞ E S E R L E R 35

Ben sizlere oldum kağan,


Alalım yay ile kalkan,
Mşan olsun bize buyan,
Bozkurt olsun (bize) uran,
Demir kargı olsun orman.
Av yerinde yürüsün kulan.
Daha deniz, daha müren,
Güneş bayrak, gök kurıkan.

dedi. Ondan sonra Oğuz K ağan dört yana emirler yolladı; tebliğler
yazdı ve elçilere verip gönderdi. Bu tebliğlerde şöyle yazılmıştı:
“ Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin ka­
ğanı olsam gerektir. Sizden itaat dilerim. K im benim emirlerime
baş eğerse, hediyelerini kabul ederek, onu dost edinirim. K im baş
eğmezse, gazaba gelirim; düşman sayarak, ona karşı asker çıkarır
ve derhal baskın yapıp onu astırır ve yok ettiririm'’\
Yine o zamanlarda, sağ yanda Altun K ağan adında bir kağan
vardı. Bu Altun Kağan, Oğuz K ağan ’a elçi gönderdi. Pek çok altın,
gümüş takdim etti ve yakut taşlar alıp, pek çok cevahir yollayarak,
bunları O ğuz K ağan ’a saygı ile sundu. O na itaat etti, iyi hediyelerle
dostluk temin etti ve onunla dost oldu.
Sol yanında U rum adında bir kağan vardı. Bu kağanın askeri
ve şehirleri pek çoktu. Bu Urum K ağan, O ğuz K ağan ’ın emrini din­
lemezdi. Onun arkasından gitmezdi. Ben onun sözünü tutmam
diyerek emrine bakmadı. Oğuz K ağan gazaba gelerek onun üze­
rine yürümek istedi; bayrağını açarak, askeriyle ona karşı yürüdü.
K ırk gün sonra Buz D ağ adında bir dağın eteğine geldi. Çadı­
rını kurdurdu ve sessizce uyudu. T an ağarınca Oğuz K ağan ’ın ça­
dırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü ve gök yeleli
büyük bir erkek kurt çıktı. Bu kurt O ğuz K ağan’a hitap etti ve:
“ Ey O ğuz, sen Urum' üzerine yürümek istiyorsun; ey Oğuz, ben
senin önünde yürümek istiyorum"*^ dedi.
O ndan sonra Oğuz K ağan çadırını dürdürdü ve gitti. Gördü
ki, askerin önünde gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt yü­
rümektedir ve kurdun ardı sıra ordu gelmektedir.
36 E D E B İY A T L İS E I

Gök tüylü ve gök yeleli bu büyük erkek kurt birkaç gün sonra
durdu. Oğuz K ağan da askeri ile durdu; Burada İtil M üren adında
bir deniz vardı. Bu İtil M üren’in kenarında bir kara dağın önünde
savaş başladı. Okla, kargı ile ve kılıçla vuruştular. Askerlerin ara­
sında vuruşma çok oldu, halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Bo­
ğuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki İtil M üren’in suyu zencefre
gibi baştan başa kıpkırmızı oldu. Oğuz K ağan yendi ve U rum K a ­
ğan kaçtı, Oğuz K ağan, Urum K ağan ’m hanlığını ve halkını aldı.
Onun ordugâhına pek çok cansız ve pek çok canlı ganimet düştü.

III

Yine söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, cenupta Barkan


denilen bir yer vardır, çok zengin bir yurttur ve çok sıcak bir yerdir.
Burada çok av ve çok kuş vardır. Altını, gümüşü ve cevahiri çoktur.
Halkının çehresi kapkaradır. Bu yerin kağanı Masar adında bir
kağandı. O ğuz K ağan onun üzerine yürüdü. Çok yam an bir vuruş­
ma oldu. O ğuz K ağan yendi. Masar K ağan kaçtı. O ğuz onu hükmü
altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Onun dostları çok sevindiler,
düşmanları çok üzüldüler. O ğuz K ağan yendi. Sayısız eşya, at aldı
ve yurduna, evine doğru yola koyuldu, gitti.
Yine söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki O ğuz Kağandın
yanında ak sakallı, kır saçlı, uzun tecrübeli bir ihtiyar vardı. O , an­
layışlı ve asil bir adamdı. Oğuz K ağan’ın nâzın idi. Adı U luğ Türük^
idi. Günlerden bir gün uykuda bir altın yay ve üç gümüş ok gördü.
Bu altın yay gün doğusundan tâ gün batısına kadar ulaşmıştı ve
üç gümüş ok da şimale doğru gidiyordu. Uykudan uyanınca düşte
gördüğünü O ğuz K ağan ’a anlattı ve dedi ki: Ey kağanım senin
ömrün hoş olsun; ey kağanım, senin hayatın hoş olsun. Gök Tanrı
düşümde verdiğini hakikate çıkarsın. Tanrı bütün dünyayı senin
uğruna bağışlasın!
O ğuz K ağan U luğ Türük’ün sözünü beğendi; onun öğüdünü
diledi ve öğüdüne göre yaptı. Ondan sonra sabah olunca büyük ve
küçük oğullarını çağırttı ve: Benim gönlüm avlanmak istiyor. İh­
tiyar olduğum için benim artık cesaretim yoktur; Gün, A y ve Yıldız,

1 U lu T ürk.
H İ K Â Y E T A R Z IN D A Y A Z IL M IŞ E S E R L E R 37

doğu tarafına sizler gidin; Gök, D ağ ve Deniz, sizler de batı tarafına


gidin dedi.
Ondan sonra üçü doğu tarafına, üçü de batı tarafına gittiler.
Gün, A y ve Yıldız çok av ve kuş avladıktan sonra, yolda bir
altın yay buldular; onu aldılar ve babalarına verdiler. O ğuz K ağan
sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve: Ey büyük (oğullarım), yay siz-
lerin olsun; yay gibi okları göğe kadar atın dedi.
Gök, D ağ ve Deniz çok av ve çok kuş avladıktan sonra, yolda
üç gümüş ok buldular; aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz K ağan
sevindi, güldü, okları üçe üleştirdi ve: E y küçük (oğullarım), oklar
sîzlerin olsun. Y a y oku attı; sizler de ok gibi olun dedi.
Ondan sonra O ğuz K ağan büyük kurultay topladı. M aiyetini
ve halkını çağırttı. Onlar geldiler ve müşavere ettiler. O ğuz K ağan
büyük ordugâh. . . sağ yanına kırk kulaç direk diktirdi; üstüne bir
altın tavuk koydu; altına bir ak koyun bağladı. Sol yanma kırk
kulaç direk diktirdi. Üstüne bir gümüş tavuk koydu; dibine bir
kara koyun bağladı. Sağ yanda Bozoklar oturdu; sol yanda U ç Oklar
oturdu. K ırk gün, kırk gece yediler, içtiler ve sevindiler.
Sonra O ğuz K ağan oğullarına yurdunu üleştirip verdi ve:
Ey oğullanm , ben çok aştım; çok vuruşmalar gördüm; çok
kargı ve çok ok attım; atla çok yürüdüm ; düşmanları ağlattım; dost­
larımı güldürdüm. Ben Gök T an rı’ya (borcumu) ödedim. Şimdi
I yurdumu size veriyorum dedi.

^4^ ^ . SORU LAR:

t' 2 ı) Oğuz K ağan Destanı’nm “ hikâye” nev’ine girmesinin sebebi nedir?


— Burada Oğuz K ağan ’ın şahsiyeti ve hayat macerası “ hikâyeci” tarafm-
dan anlatılmıştır. Hikâyede esas O ğuz’un şahsiyet, hareket ve davranış tarzıdır.
O ğuz’un karakteri, yapmış olduğu “ hareket” lerle ortaya konulmuştur.
2) Birinci parçada O ğuz’un vücut yapısı ve vahşî bir hayvanı öldürüşü
tasvir edilmiştir. Bunlara göre Oğuz nasıl bir insandır? Nasıl bir çevrenin ada­
mıdır?
— Oğuz vücut yapısı bakımından çok kuvvetli, cesur bir kahramandır.
V ücut yapısı hayvanlar âleminden alınma benzetmelerle tasvir edilmiştir. O ğuz,
cesur bir genç olduğunu insanları ve at sürülerini yiyen gergedanı öldürmek sure­
tiyle ispat eder. Yapılan tasvirlere göre Oğuz, hayvancılık ve avcılığın hâkim ol­
duğu bir devirde ve çevrede yaşamıştır. O ğuz’un cesur ve kuvvetli oluşu ile bu
38 E D E B İY A T L ÎS E I

çevre arasında sıkı bir münasebet vardır. Böyle bir çevrede yaşayan insan cesur
ve kuvvetli olmak zorundadır.
3) Oğuz gergedanı avlarken zekâsını da kullanıyor mu? H angi âletleri kul­
lanıyor? Âletlerine bakış tarzı nasıldır?
— Oğuz vahşi gergedanı önce belli bir yere dadandırıyor. Bunun için de
geyik ve ayıyı yem olarak kullanıyor. Gergedanı belli bir yere dadandırdıktan sonra
kalkanının arkasına saklanarak kargısını vuruyor. O ğuz, başarılarında kullandığı
âletlerin önemini biliyor ye bunu açıkça belirtiyor.
4) Bu tasvir tarzına göre Oğuz, hangi devirde yaşamış olabilir?
— Türklerin avcılık ve hayvancılıkla uğraştıkları çok eski çağlarda yaşa­
mıştır.
5) O ğuz’un çevresiyle olan münasebeti nasıldır? Çevresinden ayrı mıdır,
yoksa onunla beraber midir?
— Oğuz çevresiyle beraber yaşayan bir insandır. İkinci parçada onun çev­
resi tarafından, vermiş olduğu bir ziyafette kağan seçildiğini görüyoruz.
6) O ğuz’un söylemiş olduğu “ savaş türküsü” nde m ısraların sonundaki
kelimeler ses bakımından birbirine benziyor. Buna “ kafiye” denilir. A yn ı tip kafi­
yenin arka arkaya sıralanması şiire kuvvetli bir âhenk veriyor. Bu şiiriyle Oğuz,
mensup olduğu topluluğu dünya fethine çağırıyor.
Daha deniz daha müren (nehir)
Güneş bayrak gök kurıkan (çadır)
mısraları, O ğuz’un cihangirlik ülküsünü çarpıcı bir şekilde belirtir.
(Uran) savaş bağrışı demektir. Eski Türk kültüründe bozkurt önemli bir yer
tutar. Türkler kendilerinin bozkurttan türediklerine inanıyorlardı. Savaşlarda
O ğuz’a boz tüylü, boz yeleli bir erkek kurdun yol göstermesi de eski Türklerin inanç­
ları ile ilgilidir.
Demir kargı olsun orman
mısraında orman kelimesi hakîkî mânâda m ı, mecâzî mânâda m ı kullanılmıştır?
M ecâzî mânâda kullanılmışsa, ona daha açık bir karşılık bulunuz.
Güneş bayrak gök kurıkan (çadır)
mısraını açıklayınız. Güneşin bayrak, göğün çadır olması nasıl bir duyguyu ifâde
eder? Burada darlık m ı, genişlik mi, içe dönüklük mü, dışa dönüklük mü söz ko­
nusudur?
Şiirde ifâde edilen duyguyu bir kelime ile ifâde ediniz?
7) O ğuz dünyanın dört yanına yollandığı tebliğlerde ne diyor? Dostluktan
da bahsediyor mu? O ğuz’un esas gayesi savaş mıdır, barış mıdır? O ğuz bu savaş­
larda maddî gaye de güdüyor mu? Bugünün büyük devletleri ile O ğu z’un dav­
ranışı arasında bir fark var mıdır?
— O ğuz maksadını açık olarak ortaya koyar. Bugünün devletleri ise mak­
satlarını gizlerler. “ Cihana hâkim olma ihtirası” yalnız Türklere mahsus değildir.
Tarihte kuvvetli olan bütün devletler aynı maksadı gütmüşlerdir. Bundan dolayı
H Î K Â Y E T A R Z IN D A Y A Z IL M IŞ E S E R L E R 41

— V ah zavallı dişi pars! Yavrulayalı yedi gün olmuş, yedi


yavrusuna yiyecek içecek bulamayınca, sıkılmış, yavrularını yemek
için burada bekliyor. Bundan daha zavallı bir mahlûk olur mu?
Bu sözü işiten prens Mahasatvi, kardeşine:
— Parslar ne yer, ne içer diye sordu.
Kardeşi şöyle cevap verdi:
— Parslar daima sıcak et yer ve kan içerler, dedi. Bunlardan
başka hiç bir şey onları diriltemez.
Bu sözü işiten ortanca prens M ahadavi ihtiyatsızca:
— Zavallı aç pars. Açlık ve susuzluktan neredeyse ölecek. Biz­
den başka ona kim yardım edebilir? Bu zavallı mahlûk için vücu­
dumu feda ederek ^onu yaşatmak isterdim.
Büyük prens bu sözü duyunca ortanca kardeşine:
— Ey kardeşim, dedi, serveti bırakmak zor, işi bırakmak zor,
fakat hiç bir şey hayatı bırakmaktan daha zor değildir, dedi.
Bu söz üzerine küçük prens M ahasatvi:
— Ey ağabeylerim, dedi, biz hepimiz, hayatımıza, vücûdumuza
fevkalâde bağlanmışız. Başkasına faydalı olmayı hatırımıza getir­
miyoruz. Fakat büyük gönüllü, merhametli, şerefli insanlar daima
kendi vücutlarını feda ederek mahlûklara faydalı olurlar, dedi. Sonra
kendi kendine şöyle düşündü.
“ Bu benim vücûdum yüz binlerce hayattan beri boşu boşuna,
kimseye faydası olmadan çürüyor. Nasıl yapmalıyım da bugün bu
pis kokulu, lüzumsuz vücûdu tükürük ve sümük gibi çıkarıp bu
zavallı aç parsın önüne atmalı ve ona ümit ve sığınak olmalıyım” ,
dedi ve kardeşlerine aç pars hakkında acıma dolu düşüncelerini
söyleyerek onun hâline ağladı. Prens M ahasatvi aç parsın etrafında
dönüyor ve ondan gözlerini ayıramıyordu.
“ Hayatımı atacak zaman geldi, dedi. Ben ezelden beri bu pis
kokulu, kanlı, irinli, değersiz ve iğrenç vücûda aldandım. O na yi­
yecek, içecek, elbise, mesken, at, fil, araba verdim. Servete taptım.
Bozulmak ve çürümek kanun olduğu için o da daima çürüdü ve
bozuldu. Ben bu vücûduma bu kadar baktığım, ağırladığım, ona
zarar vermemeğe çalıştığım halde, o bana üstün geldi, beni sevinçsiz
yaptı, bana nankörlük etti. Gerçek işte bu, bunu böyle bilmek gerek,
vücut gevşeklik ve bedbahtlık demektir. Faydasız olduğu gibi fena
42 E D E B İY A T L İS E I

ve korkunç bir düşmandır da. iğrençliği, kirliliği bakımından pis


gübre yığınıdır. O nun için ben bugünkü günde bu vücûdumu kul­
lanarak harikulade büyük bir iş yapmalı, bu varlık denizinde bir
gemi olmalıyım. Bu vücûdumu atarsam, onunla beraber sayısız
günahlarımı, sivilceli şişleri, irinli kanı, ağrıları, sızıları, korkuyu
da atmış olurum. O tuz altı türlü pisliklerle dolu, su üstündeki kabar­
cıklar gibi gevşek, bütün kurtların yığını, kanın, irinin yeri, sinirle
damarla' sarılı kemikler üstüne tutunmuş bu pis ve iğrenç vücûdu
bırakarak, daha yukarısı olmayan, en yukarıyı, en iyi, daim ve ebedî
N irvana’yı aram alıyım ” dedi. Kardeşlerinden ayrılarak, aç parsın
önüne geldi, elbiselerini çıkararak kamış dalma astı.
— Ben şimdi, daha yukarısı olmayan en yüksek Burhan şere­
fine nâil olmak arzusuyla, sarsılmaz, büyük merhametli gönülle
vücûdümü atıyorum. Buda şerefine nâil olmayı dilerim” dedi ve
kendisini aç parsın önüne attı. Fakat aç pars, onun büyük, merha­
metli gönlü, haşmeti uğrunda onu yemeğe kıyamadı. Bodisatva
bunu görünce yüksek dağa çıktı, vücudunu aşağı attı, yere düş­
tükte şöyle düşündü: “ bu aç pars zayıf ve güçsüz olduğu için beni
yiyem iyor” dedi, bir bıçak aradı, bulamadı. Sonra katı bir kamış
alarak boyun damarına sapladı. K an çıkardı, yavaş yavaş aç parsa
yaklaştı. Parsın yanına gelince bu ağır, büyük, kara yer yüzü altı
kere sarsıldı. Şiddetli bir yel gelerek göl suyunu dalgalandırdı, da­
ğıttı, göğe yükseltti. Gökyüzünde Güneş Tanrı, karanlık perisi tara­
fından yutulmuş gibi, ışıksız, soluk, ölü bir hal aldı, her taraf ka­
rardı, karanhk bir duman ile Örtüldü. Gökyüzünden İlâhî misk ko­
kusu ve çiçekler yağdı, ormanın içi çiçekle doldu. O zaman yukar-
daki T anrılar hayretle bu fevkalâde işi yapan Bodisatva’ya baktılar
ve kutsal işi dolayısıyle onu sevinçle övmeğe başladılar:

Canlı varlıklara ümit ve sığınak ölmakla


Büyük insan oldunuz.
Büyük merhametli bir gönülle
Bütün mahlûkları eşit görüyorsunuz^
Bu vücuttan doğan oğul ve kız gibi
Büyük bir yiğitlik ve sevinçle
Kendinizi esirgemeyen kutsal gönlünüzle
Vücûdunuzu feda ederek
Canlı varlıkları ıztıraptan kurtardınız
H İK Â Y E T A R Z IN D A Y A Z IL M IŞ E S E R L E R 43

Liyâkatiniz her ^eyin üstündedir


Ebedî, hakikî, en iyi yere,
Muhakkak surette ulaşacaksınız,
Sıkı olan doğmak ölmek bağından kurtularak,
Kısa bir zamanda eşsiz
Buda şerefine ulaşarak.
Huzur, sükûn ve sevinci bulacaksınız
O zaman aç pars, Bodisatva’nın boyun damarından akan kanı
gördü, sonra bu kanı yaladı ve etini tamamiyle yedi. Geriye kuru
kemikleri kaldı.

AÇIKLAM A

Okuduğunuz hikâye, Prof. Dr. Saadet Çağatay’ın yayın­


ladığı Ahun Taruk adlı kitaptan alınmıştır (Ankara 1945, s.
71-95), özetlenmiş ve düzeltilmiştir.
Hikâye, 840 - 1240 yılları arasında Doğu Türkistan’da
devlet kuran Budist U ygurlara aittir.
Budizm, M .Ö . V I ncı asırda Hindistan’da ortaya çıkmış
ve oradan Çin, Orta-Asya ve Japonya’ya yayılmıştır.
Budizme göre, kâinatta tek bir varlık vardır: O dur­
madan değişir, yeni şekillere girer. Ruh, hayvandan insana,
insandan T an rı’ya doğru gelişir.
İnsanoğlu hayatta iyilik yaparsa Tanrı katına doğru
yükselir. K ötülük yaparsa hayvan şekline girer, cezasını çek­
tikten sonra tekrar insan olur.
H ayvanlar, günahlarını çeken hayvan kılığına girmiş
insanlar telâkki edildiği için Budizm’de hayvanları öldür­
mek ve hayvan eti yemek en büyük günahtır.
V arlık çemberi şekilden şekle girerek tekerlek gibi dur­
madan döner. İnsanoğlunun huzur ve sükûna kavuşması
için bütün isteklerinden vazgeçmesi lâzımdır. Zira insanı
hayata bağlayan isteklerdir. İsteklerden kurtulan insan mut­
lak huzura kavuşur. Buna “ N irvana” denilir.
Budizm’de beş yasak vardır. Bunlar: ı. Zina etmemek,
2. Hırsızlık yapmamak, 3. Canlı varlıkları öldürmemek,
4. Y alan söylememek, 5. Sarhoş olmamaktır.
44 E D E B İY A T L İS E I

Kendini dünya işlerinden çekerek tamamiyle dine ve­


renlere “ Bodisatva” adı verilir. O nlar hayatlarında Buda’yı
örnek tutarlar. Onun gibi yaşarlar.
Türkler arasında Budizm 385 - 550 yılları arasında
K u zey-Ç in ’de kurulan T oba devleti zamanında yayılmıştır.
Aslen T ürk olan Tobalar, memur olarak Çinlileri kullanı­
yorlardı. Tobalar zamanla Budizm’i kabul ettiler ve Çinlileş-
tiler. V I I I inci asırda Çinlilerle işbirliği yapan ve diğer T ürk­
lerle savaşan Uygurlar, önce M ani, daha sonra Buda dinini
kabul ettiler. Doğu-Türkistan’da yaşayan U ygurlar çokluk
olduğu için dinlerini değiştirmekle beraber, dillerini koru­
dular ve Türkçe pek çok eser vücûda getirdiler.
Göktürkler, kendi örf ve âdetlerine uymadığı için Buda
dinini kabul etmemişlerdir.
Gerçekten de eski Türklerin hayata bakış tarzları ile
Budizm arasında büyük fark vardır.
Oğuz Kağan Destanı ile Üç Prens ve Pars HikâyesVni karşı­
laştırmak suretiyle bu farkı siz de görebilirsiniz.
O ğuz Kağan yaman bir hayvan avcısıdır. O , kendisini
hayvanlardan üstün görür ve hayvanları öldürmekten çekin­
mez. Eski Türklerde hayvan eti yemek günah değildir. T am
tersine onların başlıca gıdası hayvan etidir.
Eski Türkler hayatı severler, yemeden, içmeden, yaşa­
maktan hoşlanırlar. Dede Korkut hikâyelerinde bunu açıkça
görüyoruz. Halbuki Uygurca hikâyede Hint asıllı olan Prens
M ahasatvi hayattan, dünyadan ve kendi vücûdundan nefret
eder. O nun kendisini aç parsa yedirmesinde merhamet ve
iyilik duygusu kadar, hayattan ve kendi vücûdundan nefret
etme duygusunun da büyük rolü vardır.
M ahasatvi’nin kendi vücûdunu tasvir eden cümleleri bu
bakımdan dikkati çekicidir. M ahasatvi’ye göre insan vücûdu
pis kokulu, kanlı, irinli bir varlıktır. Bundan dolayı ruhu
yüceltm ek için onu feda etmek lâzımdır.
Oğuz Kağan Destanı'ndiZ. ise O ğu z’un vücûdu hayvanlar
âleminden alınma benzetmelerle yüceltilir. Türklerde vücut­
tan ve dünyadan nefret duygusu yoktur. Bu duygu onlara
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 45

yabancı dinlerden, Budizm ve M aniheizm ve bunlarla yakın


ilgisi olan tasavvuftan gelmiştir.
Esas itibariyle İslâmiyet de dünyayı ve hayatı hakir gör­
mez. Islâmiyette de savaş ve hayvan eti yemek günah de­
ğildir.
Türklerin büyük kısmı Budizm ve M aniheizm’i değil,
kendi din, örf ve âdetlerine uyan İslâmiyet’i benimsemiş­
lerdir.
İslâmiyet beden ile ruh, dünya ile âhiret arasında denge
kuran bir dindir.
II - İSLÂMÎ DEVİR

O ğuz K ağan ile Buda, hayat karşısında aldıkları tavır bakı­


mından birbirlerine tamamiyle zıttırlar.
O ğuz K ağan, dünyayı fethetmek ve onu kendi emrine boyun
eğdirmek isteyen bir cihangir, Buda ise dünyayı reddeden, onu
kötüleyen, saadeti varlık ötesinde arayan bir din adamıdır.
Bir hareket adamı olan O ğuz Kağandın sembolü ok ve yay,
Buda’nın ise ağaç ve lötüs çiçeğidir.
Bunlardan birincisi maddî, İkincisi ise manevi kuvveti temsil
ederler.
U zak-D oğu’da ve O rta-Asya’da Buda ve M ani dinleri ile karşı­
laşan Türkler, kendi inançlarından şüphe etmeğe başlarlar ve dış
tesirler altında zayıf düşerler. O n lan IX . asırda karşılaştıkları İslâ­
m iyet kurtarır.
İslâmiyet, dünyaya ve âhirete, madde ve ruha, dışa ve içe aynı
derecede ehemmiyet veren, bunlardan birini inkâr etmeyen, dengeli
bii: dindir. Türkler, İslâmiyet’te aradıklarım bulurlar.
Buda ve M ani dinleri, savaşı ve hayvan eti yemeyi en büyük
günah sayarlar. Halbuki eski T ürk dininde ve sosyal hayatında
savaş önemli bir yer tutar ve eski Türklerin başlıca gıdası ettir.
İslâm iyet bunları yasak etm^z. T am tersine eski Türk dininde
olduğu gibi İslâmiyet’te de savaş kutsaldır. Eski Türkler gibi Müs-
lümanlar da kurban eti yemekten hoşlanırlar. Üstelik İslâmiyet
eski T ürk dininde bulunmayan yerleşik medeniyeti kurmağa elverişli
kavram, kanun ve sosyal kuruluşlara sahiptir.
V I I . asırda doğan İslâmiyet, Türkler onu kabul edinceye kadar,
zaten yüksek bir medeniyet yaratmış bulunuyordu. Türkler İslâ­
miyet’i büyük bir sevgiyle benimserler. O nu kendi akıncı ruh ve
cihan devleti kurma idealleri ile kaynaştırırlar.
Türklerin Müslüman olmalarıyle T ü rk tarihi, İslâm tarihi ve
dünya tarihi değişir. İlk deneme olan K arahanlı devletinden sonra
Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları, bilhassa Osmanlılar za­
manında Türkler, İslâmiyet’e dayalı sürekli, büyük bir medeniyet
EDEBİYATA GİRİŞ 47

kurarlar. Bin yıldan beri devam eden Anadolu T ürk medeniyeti


Türklük ile İslâmiyet’in bir terkibidir.
Din ve medeniyet değişmesiyle Türk edebiyatı da değişir. Türk-
1er İslâmî devirde Arap ve Fars edebiyatlarının tesiri altında kalır­
lar. Türkçeye bu iki dilden pek çok kelime ve terkip girer.
Bu devirde, Oğuz Kağan Destam'nddL görülen Alp tipi, din uğ­
runa savaşan Gazi tipi şekline girer. Anadolu ve Rum eli’yi, bu tipe
giren kahramanlar fetheder. G aza ve cihad ve llâ-yı Kelim etullah
(Tanrı kelâmını, K u r an’ı yüceltme) Türkler için büyük bir ideal
olur. Anadolu T ürk edebiyatı gazilerle doludur.
Ülkeler fetheden gazilerin yanısıra insanların ruhlarını terbiye
eden M evlânâ, Yunus Emre, H acı Bayram V e lî gibi büyük din
adamları yetişir. G azilerin açtıkları ülkeler, Türklerin yaptıkları
câmî, medrese, tekke, çeşme, çarşı, köprü gibi güzel medeniyet
eserleriyle dolar.
İslâmî devir T ürk tarih ve edebiyatında bu devir T ürk cemi­
yetine şekil veren iki insan tipini, G azî ve V e lı’yi, daima beraber
buluruz.
Biri dünyaya, ötekisi ruh ve mânâ âlemine bakan bu iki insan
tipi birbirlerini tamamlarlar.
Bunların yanısıra, maddeyi işleyen, zenaat ve ticaretle meşgul,
aynı hayat görüşünü benimsemiş geniş bir sosyal tabaka da vardır.
Burada İslâmî devre şekil veren insan tipleri ile ilgili birkaç
örnek verilecektir. O nların Türk tarihinde oynadıkları rolü anlamak
için Gazavat-nâmeler ile Evliya Menkabelerini ve o devirde yazıl­
mış tarih ve biyografi kitaplarını okumak lâzımdır.
ÂŞIK PAŞA (1272 - 1333)

G E Y İ K L İ BA BA

Hele şimdi görelüm Orhan G azi Bursa’da neyler. Devletle


kim geldi imâret yaptı. V ilâyetin dervişlerini teftiş etmeğe başladı.
İnegöl yöresinde, Keşiş dağının aralığında bir nice dervişler gelmiş­
ler anda makam tutmuşlar. İçlerinde bir devriş var. Bu dervişlerden
ayrılur, varır dağda geğikçikleriyle yürür. V e ol Turgut Alp anı
sever. Dâim anun yanma gelür. Anunla musâhabet eder. Turgut
A lp pîr olmuştu. Orhan G a zî’ye bir âdem gönderdi kim “ benim
köylerim yanında bir derviş geldi, mukîm oldu. Aralarında bir
derviş vardır. Gâh gâh varır, dağda geğikçiklerle gezer ve hayli
mübarek kişidir” dedi. Orhan G azî aydur: “ Aceb kimün m ürididir.?”
dediler. A yıttı: “ Sorun kendüden” dedi. Geldiler sordular. A yıttı:
“ Baba llyas müridin” dedi. “ Seyyid Ebülvefa harîkindenin” dedi.
Emr etti kim “ V arun dervişi getürün” dedi. Geldiler, dâvet ettiler,
gelmedi. Derviş dahi haber ısmarladı kim: “ Sakın Orhan dahi gel-
mesün” dedi. Geldiler. Orhan G azi’ye haber verdiler. Orhan Gazi
yine adam gönderdi. “ Niçün gelmez ve beni niçün komaz anda
varm ağa?” Derviş cevap verdi kim “ dervişler göz ehilleri olurlar,
gözedirler. Dahi vaktinde varırlar kim duâları makbul oluna.” Bir
nice günden sonra bir kavak ağacını kopardı, omuzuna getürüp
doğru Bursa’nın hisarına geldi. Padişahın sarayına geldi. A vlu kapı­
sının iç yanında bu kavak ağacım dikmeğe başladı. Gördüler, Han^a
haber verdiler. “ O l derviş geldi, bir kavak ağacı dahi getirdi, kapuda
dikiyorur” dediler. Orhan Gazi çıktı, gördü kim ağacı dikmiş, dahi
sormayın Han^a aydur: “ Teberrükümüz oldukça dervişlerin duası
sana ve nesline makbuldür” dedi. Heman-dem dua etti, durmadı
döndü, gerü mekânına vardı. O kavak ağacı şimdi dahi vardır.
Saray kapısının içinde gayetle büyük ağaçtır. V e her gelen padişah
ol ağacın kurucasını giderirler. Andan sonra Orhan Gazi dahi der­
vişin ardınca mekânına vardı. A ydur: “ Derviş! Bu İnegöl nevâhi-
siyle senin olsun” dedi. Derviş aydur: “ M ülk mal hakkmdır. Ehline
ver. Biz anın ehli değilüz” der. Sordular: “ Ehli kimlerdir?” dediler.
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 49

Ayıttı: “ H ak T aala dünya mülkünü sizin gibi hanlara ısmarladı.


M alı dahi muamele ehline ısmarladı kim kulları birbiriyle mesalihin
görsünler deyu. Bizlere gün yeni, nasib olan rız dahi yeni” dedi.
Orhan G azi aydur: ^^Derviş nola benim de sözümü kabul etsen?”
Derviş aydur: “ Şu karşuda duran tepecikten berü yerceğiz derviş­
lerin avlusu olsun” dedi. Orhan Gazi dahi bu sözü kabul etti. Dua
aldı. Mekânına g itti. . . Orhan Gazi ol dervişin üzerine kubbe yaptı.
Yanında tekke yapıverdi. V e dahi Cum a mescidi yaptı. Şimdiki
vakitte üzerinde ihya olunup beş vakitte padişahlara dua ederler
kim dâim anarlar. Zaviyesine Geyik Baba zâviyesi derler.

SORULAR:

ı) Â ş ı k ’ Paşa tarihinden alın an y u k a n k i p arçad a k a ç insan tipi vardır?


2) G eyik li B a b a nerelerde yaşar ve ne ile m eşguldür?
3) O rh a n G a z î karşısında nasıl bir tavır alır? O n u n bağışlam ak istediği m al
ve mülke değer verir m i?

4) O rh a n G a z i nerede oturur? D a ğ ile saray arasında ne fark vardır?


5) G eyik li B a h a’nın O rh a n G a z i sarayı önüne diktiği k a va ğın sem bolik bir
m ânâsı olabilir m i? O sm a n G a z î de rüyâsında u lu bir a ğ a ç görür. O ğ u z K a ğ a n
D estanı’na hâkim olan ok ve y a y ile İslâm î devir T ü r k edebiyatm ı süsleyen ağa ç
ve çiçek sem bollerini m ukayese ediniz.

,0
O'

S/'
x!
. i
o
C
F A T ÎH ÎL E A K Ş E M S E D D ÎN

. . Merhum Sultan Mehemmed H an yirmi bir yaşmda padişah


oldu. Bir yıldan sonra Edirne’de ulemâ ile ümerâyı cem eyledi. Kos-
tantiniyye fethin müşâvere eyledi. H iç birisi mübâşerete râzı olm adı...”
“ Feth-i Kostantiniyye M ehdi’nindir” dediler, padişahı gazâdan
men eylediler. Akşemseddin bunların men’ini işitti. Cevap verdi
ki evvela Kostantiniyye’yi Sultan Mehemmed Han feth eyler, sonra
benî asfer alur, beni asfer elinden M ehdî yine feth eyler” dedi. Me-
vâli ile mübâhase eyledi. Akıbet Sultan Mehemmed Şeyhin sözüne
itibar ve îtikad eyleyip hazırlık yaptı. Kostantiniyye üzerine vardı.
Elli dört gün cenk eyledi. Ahar Frengistan’dan İstanbul’a büyük
gemiler geldi. Çok asker ve erzak geldi. K âfirler şenlik eylediler.
Pes ulemâ ve ümerâ cem oldu. Padişaha geldiler. “ Bir sofinin sözüyle
bu kadar asker helâk ettirdin ve denlu hazine telef eyledin. H âlâ
Frengistan’dan kâfire yardım geldi. Feth olmak ümidi kalmadı”
dediler. Sultan Mehemmed Han veziri Veliüddin oğlu Ahmed Pa-
şa’yı şeyhe gönderdi. “ K a l’a fetholmak ve adûya zafer bulmak var
m ıdır?” Şeyh cevap verip: “ Ümmet-i Muhamm ed’den bu kadar
Müslüm anlar ve gaziler bir kâfir kalesine müteveccih olalar, in-
şaallah feth olur” dedi. Padişah bu kadar işarete kanaat eylemedi.
Vezir-i mezbûru yine gönderdi. “ Tayin-i vakt eylesin” dedi. Akşem­
seddin murakabeye vardı. M übarek yüzü terledi, başın kaldırıp
“ bu senenin rebiülevvel ayının yirminci gün seher vaktinde sıdk u
himmetle filân cânibten yürüyüş eylesünler. O l gün feth ola, Kos­
tantiniyye içi sadâ-yı ezanla dola” . Pes ol gün ol saat oldu. Asker-i
İslâma yürüyüş buyruldu. Asker hisara hücum eyledi. Sultan M e­
hemmed şeyhi davet eyledi. M eğer Şeyh sofilere ısmarlamıştı ki
“ benim üzerime hiç kimse komayasız.” Padişah şeyh gelmeyicek
gazap eyledi. K alktı şeyhin çadırına geldi. Çadır berkinmiş. H an­
çerin çıkarıp çadırı bir miktar şak eyledi. İçeri baktı. Gördü çadırın
içinde döşenmiş yok, sâfi toprak. O l toprak üzre Şeyh namaza durup
mescide varmış. T acı mübarek başında yolunmuş. Başının ak saçı
nur gibi şaşaa vermiş. M übarek saçın, sakalın ve yüzün toprağa
bulamış. Gözünden yaş akar. Sofra kadar yer yaş olmuş münacât
eyler. Şeyhin bu hahni ve bunalışını görüp deşhet-nâk oldu. Döndü
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 51

makamına geldi. K aleye nazar eyledi. Gördü asker-i islâmm önünce


ak abalar giyinmiş bir tayfa. Hisara koyuldular. Hemen ol saat kale
feth old u . . .
Kostantiniyye feth olunduktan sonra Akşemseddin nâ-bedîd
olup Sultan Mehemmed Han aradı, bulamadı. Ü ç günden sonra
Edirne kapısı kurbunda bir vîrânede ibâdet eder buldular. O l za­
mandan beri ol mahalle A k şeyh mahallesi deyu ad kodular.
01 feth-i hâkânî belde-i tayyibe hurufu işareti muktezâsmca
sekiz yüz elli yedi tarihinde vâki oldu. O l hînde Sultan Mehemmed
gayet de şâd oldu. Hiç bir zamanda dahi böyle sevinmemişti. Pes
padişah ayıttı: “ Bu ferah ki bende görürsüz, bu kalenin fethine se-
vinür sanman, Akşemseddin benim zamanımda olduğuna sevi-
nürün” dedi. Hikâyet olunur ki Sultan Mehemmed şeyhe türlü
atâlar eyledi. K abul kılmadı, fakr u faka üslûbunu tebdil eylemedi.

SORU LAR ;

ı) O k u d u ğ u n u z b u p arçada kim g azi tipini, kim v eli (din adam ı) tipini


temsil eder? O rh a n G a z i ile Fatih, G eyikli B a b a ile Akşem seddin arasında bir
benzerlik var m ıdır?

2) İstan b u l’u n fethinde gaziler kadar velilerin de rolü olm uş m udur?


3) Akşem seddin, F a tih ’ in verdiği " a tâ la n ” (hediyeleri) kabul eder m i?
N ed en etm ez?
4) F atih A kşem seddin’ e karşı saygı du yar m ı?
5) M e tin o devir dili ile yazılm ıştır. O n u bu gü n kü dile çevirm eğe çahşmız.
Bu tarz çalışm a in san düşüncesini en çok çalıştıran işlerden biridir. A talarım ızın
dilini öğrenınenin d e b izim için bir vazife olduğu nu u n utm ayın ız.
H A M Z A ’N IN A T I

Anlatanlar şöyle derler ki, bir gün Hamza, kardeşi Hazret-i


Abbas’a şöyle d er: “ Ey kardeş! N ’olaydı, bana bir at olayd ı!” Abbas
cevap verir: “ Nice edelim? Sana her at dayanmaz. Eskiden buraya
bir at gelirdi. K ab e’nin etrafını dolanır, sonra giderdi. Atalarım ızdan
işitiriz ki o ata atamız Hazret-i İbrahim oğlu Hazret-i îshak binerdi.
Bir demir kırı attır. Am a kimse tutamaz. Gelir, K â b e’nin etrafım
dolanır, nereden gelir, nereye gider, kimse bilmez.^"’ dedi.
Ham za bu sözü işitince deliye döndü. A t âşıkı bir delikanlı idi,
sordu: “ Ey kardeşim, acaba o at ne taraftan gelirdi?” Abbas cevap
verdi: “ İşte şu taraftan gelir. Yine o tarafa gider” . Ham za gönlün­
den şöyle dedi: “ Varayım , A llah rast getirirse bulayım ” .
Arkadaşlarına haber vermeden tek başına, A llah ’a güvenerek
o tarafa doğru gitti. O gün siyah atı ile bir hayli yol almıştı. Çayırlı
çimenli bir yere geldi. Bir alay kavim de buraya gelmiş, konmuştu.
At, adam, deve, katır yayılıp geziyorlardı. Hamza bunları görünce:
“ A caba bunlar kimlerdir?” diye merak etti. Bir asker ötede at tımar
ediyordu. Onun yanma varıp sordu: “ Ey kişi, nereden gelirsiniz,
kimlersiniz?” Adam cevap verdi: “ Bu kavim, kırlarda yaşarlar.
M ekânları yoktur, kışın şehre gelirler, yazın yaylaya çıkarlar. Buraya
yakın bir mağara vardır, onun içinde de bir at vardır, bu kavim o
ata Tanrıdır diye taparlar. Böyle çayır zamanı olunca o at çıkar,
bunlar meydana arpa vesair şeyler dökerler, hangisinden at yerse
o bereketli olur” .
Ham za bildi ki bu kardeşinin dediği attır.
“ Ey kişi, lûtfeyle, o m ağarayı bana göster, belki o atı ele geti­
ririm” dedi. Adam :
“ Bire sen dîvane mi oldun? O at kırk bin göçebenin Tanrısıdır.
O senin dediğin at değildir. Hem ben sana onu gösteremem. Şimdi
akşam oldu. Bizim bir beğimiz vardır, adına Kamus derler, ona
söylersin, o ne derse ona göre hareket edersin” dedi. H am za’yı çadı­
rına götürdü, ona süt, yoğurt, taze peynir getirerek ziyâfet verdi.
Ertesi gün, işte bu kavim yerlerinden ayağa kalkarak âyinleri
üzere yüzlerini o mağaradan tarafa çevirerek dua ettiler: “ Ey bizim
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 53

mabudumuz, gel bize bereketler saç!” diye ağlaştılar. Ham za da


yerinden kalkarak Kam us’un önüne geldi. Bunlar gördüler, bir taze
genç, bir siyah ata binmiş, gelip selâm verdi. K am us;
“ Nedir yiğit muradm?” diye sordu. H am za: “ H icaz’da bir at
işittim, onu almağa geldim, ata ihtiyacım var da” dedi.
Kam us: “ Ey genç! O senin dediğin at değildir, bu kavmin
mabududur. Sen atı nasıl ele getirebilirsin?” dedi. Ham za:
“ A hayırsız adam! A t hiç mâbud olur mu? T an rı o yüce var­
lıktır ki, atları ve bütün yaratıkları yaratmıştır ve onların rızkını
verir. Hemen sen atı bana göster, bak ben onu nice ele getiririm”
dedi.
Kam us: “ Ey genç! O bizlere gelirken rızkımızda bereket vardı.
Ü ç yıldır bize küsüp gelmedi. Aslı nedir bilm iyoruz?” dedi. K öle­
sine bakıp: “ V a r bu gence o yeri göster. O , bunun hakkından gelir”
dedi. Köle, H am za’nm önüne düşerek mağaraya götürdü: “ V ar
şimdi göreyim elinden ne gelir?” deyip gitti. H am za A llah ’a güve­
nerek m ağara kapısına gelince, gördü kapı açık. Besmele ile kapı­
dan içeri girdi. Sol yanında bir sofa yapmışlar, üzerinde bir boz at
oturur. H am za atından aşağı inerek tutmak için o ata doğru gitti.
O at da kendine geldiğini bilerek bir kere arka ayaklarımn üzerine
yürüdü ki, ayağının altına alıp yok ede. Birdenbire orada bir ses
duyuldu. Şöyle diyordu:
“ Ey kutsal at! Bu kadar yıldan beri aradığın sahibin ayağına
geldi. Boyun eğ ve ayağına yüz sür!”
İshak bu sadadan ürpererek, hemen dört ayağım yere saldı,
anasını bulmuş tay gibi geldi, H am za’nm ayağına baş koyup yüzünü
sürdü. H am za İshak’ı kucaklayarak yüzünden öptü. Gördü boy­
nunda bir levha var, aldı, o levhayı okudu. Şöyle yazılıydı: “ İb­
rahim soyundan İsmail neslinden H am za adındaki ünlü kişi sensin.
Bu at da şenindir. Atın eğeri ve sair levâzım atı bu kubbenin içinde
bir sandık, var, hepsi ondadır. Aç, al ve sana kendi boyuna uygun
bir kat savaş âleti de konulmuştur, onu kuşan, bu ata bin, gazâlar et.
Gazâlarda bizi duâdan unutma. Ben ki H alil’in oğlu İshak idim,
bu ata binerek çok gazâlar ettim. Kapının anahtarı o kubbenin üst
eşiğindedir, a l!”
H am za anahtarı buldu, kubbenin kapısını açtı, içeri girdi, o
sandığı buldu. Peygamber İshak’ın tolgasım ahp başına giydi. H az­
54 EDEBİYAT LtSE I

ret-i İbrahim’in sarığını başına sardı. Peygamber îshak’ın örme


zırhını giydi, kemerini kuşandı. A ta binerek, kendi atını da yede­
ğine alarak mağaradan çıktı. O kavim ne olacak diye bekleşiyordu.
‘‘Acaba o yiğit atı ne yap tı?” diyorlardı. Sonra: “ Bire, ne duru­
yorsunuz, mabudumuz yolunda hepimiz kırılırız!” diye birden at­
larına bindiler, H am za’nm üzerine yürüdüler. Hamza, nara atarak
İshak’ın kıhcmı kınından çıkardı, bunların içinden ilk rast geldi­
ğine bir kılıç vurdu, dört parça etti. Ardınca gelenlerin hepsini gâh
kıhçia, gâh gürz ile, gâh yay ve okla perişan etti.

AÇIKLAM A

Yukarıdaki parça Anadolu’da çok okunan Hamzanâme adh


mensur destandan alınmış, bugünkü dile aktarılmıştır. Türk-
lerin kendilerine has destanlarının yanısıra, İslâmî devirde,
arapça ve farsçadan da destan mahiyetinde eserler çevril­
miş, arap ve fars kahramanlarını konu olan destanlar yazılmış­
tır. Bunlar genellikle din, İslâmiyet uğruna savaşan kahra­
manlardır. O nlarda tabiat-üstü, akıl-dışı unsurlar ağır basar.
Türk destanları onlara göre akıl ve gerçeğe daha yakındır.
Peygamber’in amcası H am za’nm şahsiyeti etrafında teşekkül
eden Hamzanâme'At tabiat-üstü kuvvetler önemli rol oynar.
Köroğlu Destam'’nd2i Üruşan Baba, K öroğlu’nun atim kendisi
bin bir emekle yetiştirdiği halde, H am za sahip olduğu atı
hazır bulur. O na bu ati veren gözle görünmez kuvvetlerdir.
H a m z a n â m e ' yiğit, gücünü kendisine değil, tabiat-üstü,
akıl almaz kuvvetlere borçludur.
İslâm î devre ait destanlara eski Türk destanlarından da
bazı unsurların karışmış olması muhtemeldir. Anadolu’da
ün kazanan destanlar arasında en çok tanınmış olanlardan
biri Battal Gazi Destam'dıv.
D ED E K O R K U T K İ T A B I

Türkler X uncu asırda İslâmiyet’i kabul etmekle beraber, kendi


m illî örf ve âdetlerini terketmemişlerdir. Bilhassa geniş halk taba­
kası, asırlardan beri devam eden sözlü edebiyat geleneğine bağlı
kalmış ve ona yeni yeni eserler ilâve etmiştir. Anadolu’da bugüne
kadar süregelen halk şiiri ve halk hikâyesi geleneği bunun en açık
delilidir.
Sözlü T ürk edebiyatının en güzel, en canlı eserlerinden biri
X V - X V I ncı asırlarda yazıya geçirilen Dede Korkut hikâyeleridir.
Bu hikâyelerde dil, Türk halkının günlük dilidir. Üslûbu son derece
sade, cam gibi berraktır.
Bu lıikâyelerde, Oğuz boylarının yaşayış tarzları, örf ve âdet­
leri, inançları tasvir edilmiştir. Dede K orkut hikâyelerinde insanlar
tabiat içinde yaşarlar. Aile bağları çok kuvvetlidir. Onlar da eski
Türkler gibi yiğitliğe önem verirler. Bu hikâyelerin her birinde ayrı
bir kahramanın başından geçen bir m acera anlatılmıştır. Bu ba­
kımdan onlar tek bir kahramanın hayatını konu alan O ğuz K ağan
Destam’ndan farklıdırlar. Buradaki dikkati çeken başka bir özellik
dışa yöneUk sürekli savaşlar olmayışıdır. Kahram anlar kendi ara­
larında anlaşamazlar. A z sonra okuyacağınız Boğaç Han destanında
olduğu gibi, baba ile oğul arasında da anlaşmazlık çıkar, fakat daha
sonra işler düzelir.
Dede K orkut hikâyelerinde şahıslar arası çatışmalar büyük
gerginlikler doğurur. Burada sadece “ hareket” değil, “ duygular”
da önemli rol oynar. Savaştan çok şahıslar arası anlaşmazlıklara yer
vermesi bakımından, Dede Korkut hikâyeleri modern hikâyeye yak­
laşır.
O ğuz K ağan Destanı gibi bu hikâyelerin de, kimin tarafından
söylendiği belli değildir. Onlar da, T ürk halkının “ ortak kültürü”
nün mahsulüdür. Bu hikâyelerde de, T ürk halkının m izaç ve ka­
rakteri dile gelir.
Aşağıda okuyacağınız hikâye, Prof. Dr. Muharrem Ergin’in
bugünkü dile çevirdiği Dede Korkut K ita b ı’ndan alınmıştır.
56 EDEBİYAT LİSE I

D İR S E H A N O Ğ L U B O Ğ A Ç H A N D E S T A N IN I ^
B E Y A N E D E R H A N IM H E Y }
l4 r '\ < T < . N v ^
Bir gün K am Gan oğlu H an Bayındır yerinden kalkmıştı. Şâm î
otağını yer yüzüne diktirmişti. A laca gölgeliği yökyüzüne yüksel­
mişti. Bin yerde ipek halıcığı döşenmişti. H anlar hanı H an Bayındır
yılda bir kerre ziyafet verip O ğuz beylerini misafir ederdi.
Gene ziyafet tertip edip attan aygır, deveden erkek deve, ko­
yundan koç kestirmişti. Bir yere ak otağ, bir yere kızıl otağ, bir yere
kara otağ kur durmuştu. K im in ki oğlu kızı yok, kara otağa kon­
durun, kara keçe altına döşeyin, kara koyun yahnisinden önüne
getirin, yerse yesin, yemezse kalksın gitsin, demişti. O ğlu olanı ak
otağa, kızı olanı kızıl otağa kondurun, oğlu kızı olm ayana Allah
T aâla beddua etmiştir, biz de beddua ederiz, belli bilsin, demiş idi.
Oğuz beyleri bir bir gelip toplanmağa başladı.
M eğer Dirse H an derlerdi bir beyin oğlu kızı yok idi. Söylemiş,
görelim hanım ne söylemiş:
Serin serin tan yelleri estiğinde
Sakallı boza çalan çayır ku^u öttüğünde
Sakalı uzun müezzin ezan okuduğunda
Büyük cins atlar sahibini görüp homurdandığında
Aklı karalı seçilen çağda
Göğsü güzel koca dağlara gün vurunca
Bey yiğitlerin kahramanların birbirine koyulduğu çağda
sabahın ilk aydınlığında Dirse Han kalkarak yerinden doğrulup,
kırk yiğidini beraberine alıp Bayındır Hancın sohbetine geliyordu.
Bayındır Hanın yiğitleri Dirse Hanı karşıladılar. Getirip kara
otağa kondurdular. K ara keçe, altına döşediler. K ara koyun yahni­
sinden önüne getirdiler. Bayındır Handan buyruk böyledir hanım,
dediler. Dirse Han der: Bayındır Han benim ne eksikliğimi gördü,
kılıcımdan mı gördü, soframdan mı gördü, benden aşağı kimseleri
ak otağa, kızıl otağa kondurdu, benim suçum ne oldu ki kara otağa
kondurdu, dedi. Dediler: Hanım, bu^ün Bayındır H andan buyruk
şöyledir ki oğlu kızı olmayana Tanrı T aâla beddua etmiştir, biz de
beddua ederiz demiştir, dediler. Dirse H an yerinden kalktı, der:
K alkarak yiğitlerim yerinizden doğrulun, bu garâip bana ya ben-
dendir, ya hatundandır dedi.
fo >

HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 57

Dirse Han evine geldi. Çağırıp hatununa söyler, görelim hanım


ne söyler:

Deyiş
Der:
^eri gel başımın bahtı evimin tahtı ^
^vden çıkıp yürüyünce servi boylu^i^''^'-'^'^ '00
İTopuğunda sarmaşınca kara saçlırri
Kurulu yaya benzer çatma kaşlım'
Çift badem sığmayan dar a ğ ızl^
Kavunum yemişim düvleğim^
Görüyor musun neler oldu
K alkarak Han Bayındır yerinden doğrulmuş, bir yere ak otağ,
bir yere kızıl otağ, bir yere kara otağ diktirmiş, oğulluyu ak otağa,
kızlıyı kızıl otağa, oğlu kızı olmayanı kara otağa kondurun, 'kara
keçe altına döşeyin, kara koyun yahnisinden önüne getirin, yerse
yesin, yemezse kalksın gitsin, onun ki oğlu kızı olmaya Tanrı T aâla
ona beddua etmiştir, biz de beddua ederiz, demiş. Ben varınca gele­
rek karşıladılar, kara otağa kondurdular, kara keçe altıma döşediler,
kara koyun yahnisinden önüme getirdiler, oğlu kızı olmayana Tanrı
T aâla beddua etmiştir, biz de beddua ederiz, belli bil, dediler. Sen­
den midir, benden midir, Tanrı T aâla bize bir topaç gibi oğul ver­
mez nedendir, dedi, söyledi:

Der:
Han kızı yerimden kalkayım mı
Takan ile boğazından tutayım mı
Kaba ökçemin altına atayım mı %
Kara çelik öz kılıcımı elime alayım mı ^ /\
ö z gövdenden başını keseyim mi
Can tatlılığını sana bildireyim mi
Alca kanını yeryüzüne dökeyim mi
Han kızı sebebi nedir söyle bana
Müthiş gazap ederim şimdi sana
dedi.
Dirse Hancın hatunu söylemiş, görelim ne söylemiş. Der: H ey
Dirse Han, bana gazap etme, incinip acı sözler söyleme, yerinden
58 EDEBİYAT LÎSE I

kalk, alaca çadırını yer yüzüne diktir, attan aygır, deveden erkek
deve, koyundan koç kes, îç Oğuzun Dış Oğuzun beylerini başına
topla, aç görsen doyur, çıplak görsen donat, borçluyu borcundan
kurtar, tepe gibi et yığ, göl gibi kımız sağdır, büyük ziyafet ver,
dilek dile, olur ki bir ağzı dualının hayır duası ile, T an rı bize bir
topaç gibi çocuk verir, dedi.
Dirse Han dişi ehlinin sözü ile büyük bir ziyâfet verdi, dilek
diledi. Attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kestirdi,
îç Oğuz, Dış O ğuz beylerini başına topladı. A ç görse doyurdu.
Çıplak görse donattı. Borçluyu borcundan kurtardı. Tepe gibi et
yığdı, göl gibi kımız sağdırdı. El kaldırdılar, dilek dilediler. Bir
ağzı dualının hayır duası ile, Allah T aâla bir çocuk verdi. Hatunu
hâmile oldu. Bir nice müddetten sonra, bir oğlan doğurdu. O ğlan­
cığını dadılara verdi, baktırdı.
A t ayağı çabuk, ozan dili çevik olur. Her kemikli gelişir, kabur-
galı büyür. O ğlan on beş yaşına girdi. Oğlanın babası Bayındır
Hanın ordusuna karıştı.
M eğer hanım, Bayındır Hanın bir boğası var idi, bir de erkek
devesi var idi. O boğa sert taşa boynuz vursa un gibi Öğütürdü. Bir
yazın bir güzün boğa ile erkek deveyi savaştırırlardı. Bayındır Han
kudretli O ğuz beyleri ile temaşa ederdi, seyreder eğlenirdi.
Meğer sultanım, gene yazın boğayı saraydan çıkardılar. Ü ç
kişi sağ yanından, üç kişi sol yanından demir zincir ile boğayı tut­
muşlardı. Gelip meydanın ortasında koyuverdiler. M eğer sultanım,
Dirse Hanın oğlancığı üç de kabile çocuğu meydanda aşık oynu­
yorlardı. Boğayı koyuverdiler, oğlancıklara kaç dediler.
O üç oğlan kaçtı. Dirse Hanın oğlancığı kaçmadı, ak meydanın
ortasında baktı durdu. Boğa da oğlana sürdü g e ld ^ ^ ile d i ki oğlanı
helak kılsın. O ğlan yumruğu ile boğanın alnına kıyasıya tutup vurdu.
Boğa geri geri gitti. Boğa oğlana sürdü tekrar geldi. O ğlan yine
boğamn alnına yumruğu ile sert vurdu. Oğlan bu sefer boğanın
alnına yumruğunu dayadı, sürdü meydanın başına çıkardı. Boğa ile
oğlan bir hamle çekiştiler. îk i kürek kemiğinin üstüne boğanın kö­
pük bağlandı. Ne oğlan yener, ne boğa yener. O ğlan fikreyledi,
der: Bir dama direk vururlar, o dama destek olur, ben bunun alnına
niye destek oluyorum duruyorum^ dedi. O ğlan boğanın alnından
yumruğunu giderdi, yolundan savuldu. Boğa ayak üstünde dura-
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 59,

madı, düştü tepesinin üstüne yıkıldı. O ğlan bıçağına el attı, boğanın


başını kesti. O ğuz beyleri gelip oğlanın başına toplandılar, aferin,
dediler. Dedem Korkut gelsin, bu oğlana ad koysun, beraberine alıp
babasına varsın, babasından oğlana beylik istesin, taht alıversin,
dediler.
Çağırdılar, Dedem Korkut gelir oldu. Oğlanı alıp babasına
vardı. Dede Korkut oğlanın babasına söylemiş, görelim hanım ne
söylemiş:

Der:
Hey Dirse Han beylik ver hu oğlana
Taht ver erdemlidir
Boynu uzun büyük cins at ver bu oğlana
Biner olsun hünerlidir
Ağıllardan on bin koyun ver bu oğlana
Etlik olsun hünerlidir
Develerden kızıl deve ver bu oğlana
Tük taşıyıcı olsun hünerlidir
Altın başlı otağ ver bu oğlana
Gölge olsun erdemlidir
Omuzu kuşlu cübbe elbise ver bu oğlana
Giyer olsun hünerlidir "
Bayındır Hanın ak meydanında bu oğlan cenk etmiştir, bir boğa
öldürmüş senin oğlun, adı Boğaç olsun, adını ben verdim yaşını
A llah versin, dedi. Dirse Han oğluna beylik verdi, taht verdi.
O ğlan tahta çıktı, babasının kırk yiğidini anmaz oldu. O kırk
yiğit haset eylediler, birbirine söylediler : Gelin oğlam babasına
çekiştirelim, olur ki öldürür, gene bizim izzetimiz, hürmetimiz
onun babasının yanında hoş olur, ziyâde olur, dediler.
V ard ı bu kırk yiğidin yirmisi bir yana, yirmisi de bir yana oldu.
Önce yirmisi vardı, Dirse Hana şu haberi getirdi, der: Görüyor
musun Dirse H an neler oldu, murada maksuda ermesin, senin oğlun
kötü çıktı, hayırsız çıktı, kırk yiğidini yanma aldı, kudretli Oğuzcun
üstüne yürüyüş etti, nerede güzel ortaya çıktı ise, çekip aldı, ak sa­
kallı ihtiyarın ağzına sövdü, ak bürçekli kadının sütünü çekti, akan
duru sulardan haber geçer, çapraz yatan A la Dağdan haber aşar,
hanlar hanı Baymdır^’a haber varır, Dirse Hancın oğlu böyle görül-
6o EDEBİYAT LÎSE I

memiş şey yapmış derler, gezdiğinden öldüğün daha iyi olur, Bayın­
dır Han seni çağırır, sana müthiş gazap eyler, böyle oğul senin nene
gerek, böyle oğul olmaktan olmamak daha iyidir, öldürsene, dediler.
Dirse Han varın getirin, öldüreyim, dedi.
Böyle diyince hanım, p nâmertlerin yirmisi daha çıka geldi ve
bir dedikodu onlar da getirdiler. Der: K alkarak Dirse Han senin
oğlun yerinden doğruldu, göğsü güzel koca dağa ava çıktı, sen var
iken av avladı kuş kuşladı, anasının yanına alıp geldi, al şarabın
keskininden aldı içti, anası ile sohbet eyledi, babasına kast eyledi,
senin oğlun kötü çıktı, hayırsız çıktı, çapraz yatan A la DağMan haber
geçer, hanlar hanı Bayındırca haber varır, Dirse Hancın oğlu böyle
görülmemiş şey yapmış derler, seni çağırtırlar, Bayındır Hancın ka­
tında sana gazap olur, böyle oğul nene gerek, öldürsene, dediler.
Dirse Han der: V arın getirin öldüreyim, böyle oğul bana gerekmez,
dedi. Dirse Hancın hizmetkârları der: Biz senin oğlunu nasıl geti­
relim, senin oğlun bizim sözümüzü dinlemez, bizim sözümüzle
gelmez, kalkıp yerinden doğrul, yiğitlerini okşa beraberine al, oğ­
luna uğra, yanına alıp ava çık, Ikuş uçurup av avlayıp oğlunu okla-
yıp öldürmeğe bak, eğer böyle öldürmezsen bir türlü daha öldüre-
mezsin, belli bil, dediler.

Deyiş
Serin serin tan yelleri estiğünde
Sakallı boza çalan çayır kuşu öttüğünde
Büyük cins atlar sahibini görüp homurdandığında
Sakalı uzun müezzin ezan okuduğunda
A klı karalı seçilen çağda
Kudretli Oğuzun gelininin kızının bezendiği çağda
Göğsü güzel koca dağlara gün vurunca
Bey yiğitlerin kahramanların birbirine koyulduğu çağda

sabahın ilk aydınlığında Dirse Han yerinden kalktı. Oğlancığını


yamna alıp kırk yiğidi beraberine aldı, ava çıktı.
A v avladılar, kuş kuşladılar. O kırk nâmerdin birkaçı oğlanın
yanma geldi, der: Baban dedi, geyikleri kovalasın getirsin benim
önümde tepelesin, oğlumun at koşturuşunu, kılıç çalışını, ok atışını
göreyim, sevineyim, kıvanayım, güveneyim, dedi, dediler. Oğlandır
ne bilsin, geyiği kovalıyordu, getiriyordu, babasının önünde vuru-
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 6ı

yordu. Babam at koşturuşuma baksın kıvansın, ok atışıma baksın


güvensin, ^kılıç çalışıma baksın sevinsin, diyordu. O kırk nâmertler
derler: Dirse Han, görüyor musun oğlanı, kırda bayırda geyiği kova­
lıyor, senin önüne getiriyor, geyiğe atarken ok ile seni vurup öldüre­
cek, oğlun seni öldürmeden sen oğlunu öldürmeğe bak, dediler..
O ğlan geyiği kovalarken babasının önünden gelip gidiyordu.
Dirse Han Korkut sinirli sert yayını eline aldı. Üzengiye kalkıp
kuvvetle çekti, doğrultup attı, oğlanı iki küreğinin arasından vurup
çaktı, yıktı. Ok isabet etti, alca kanı fışkırdı, koynu doldu, büyük
cins atımn boynunu kucakladı yere düştü. Dirse Han istedi ki oğlan­
cığın üstüne gürleyip düşsün. O kırk nâmert bırakmadı. Atının diz­
ginini döndürdü, yurduna gelir oldu.
Dirse Hanın hatunu oğlancığımın ilk avıdır diye attan aygır,
deveden erkek deve, koyundan koç kestirdi, kanlı O ğuz beylerine
ziyafet vereyim, dedi. Toparlanıp yerinden kalktı, kırk ince kızı
beraberine aldı, Dirse H an’a karşı vard^ Başım kaldırdı Dirse Hancın
yüzüne baktı. Sağ ile soluna göz gezdirdi, oğlancığını görmedi.
K a ra bağrı sarsıldı, bütün yüreği oynadı, kara süzme gözleri kan
yaş doldu. Çağırıp Dirse Han'’a söyler, görelim hanım ne söyler:

Beri gel başımın bahtı evimin tahtı ^


Han babamın güveyisi
Kadın anamın sevgisi.
Babamın anamın verdiği
Göz açıp da gördüğüm
Gönül verip sevdiğim
A Dirse Han
Kalkarak yerinden doğruldun
Yelesi kara cins atına sıçrayıp bindin
Göğsü güzel koca dağa ava çıktın ^ V ' ^^
îk i vardın bir geliyorsun yavrum hani
Karanlık gecede bulduğum oğul hani
Çıksın benim görür gözüm a Dirse Han yaman seğriyor
Kesilsin oğlanın emdiği süt damarım yaman sızlıyor
Sarı yılan sokmadan akça tenim kalkıp şişiyor ^
Yalnızca oğul görünmüyor bağrım yanıyor
Kuru kuru çaylara su saldım
Kara elbiseli dervişlere adaklar verdim
62 EDEBİYAT LtSE I

Aç görsem doyurdum çıplak görsem donattım


Tepe gibi et yığdım göl gibi kımız sağdırdım
Dilek ile bir oğul zorla buldum
Yalnız oğul haberini a Dirse Han söyle bana
Karşı yatan Ala Dağ^dan bir oğul uçurdunsa söyle hana
Taşkın akan koşan sudan bir oğul akıttınsa söyle bana
Aslan ile kaplana bir oğul yedirdinse söyle bana
y^Kara giyimli azgın dinli kâfirlere bir oğul aldırdınsa söyle bana
Han babamın katma ben varayım
Ağır hazine bol asker alayım
Azgın dinli kâfire ben varayım
Paralanıp cins atımdan inmeyince
Yenim ile alca kanımı silmeyince
K ol but olup yer üstüne düşmeyince
Yalnız oğul yollarından dönmeyeyim
Yalnız oğul haberini a Dirse Han söyle bana
Kara başım kurban olsun bugün sana

dedi, feryat figan eyledi ağladı. Böyle deyince, Dirse Han hatununa
cevap vermedi, o kırk nâmert karşı geldi, der: O ğlun sağdır esendir,
avdadır, bugün yarın nerde ise gelir, korkma kaygılanma, bey sar­
hoştur cevap veremez, dediler.

Dirse Hancın hatunu çekildi, geri döndü. Dayanam adı, kırk


ince kızı beraberine aldı, büyük cins ata binip oğlancığını aramağa
gitti. K ışta yazda karı buzu erimeyen K azılık D ağlına geldi çıktı.
Alçaktan yüce yerlere koşturup çıktı. Baktı gördü bir derenin içine
karga kuzgun iner çıkar, konar kalkar. Büyük cins atını ökçeledi,
o tarafa yürüdü.
M eğer sultanım, oğlan orada yıkılmıştı. K arga kuzgun kan
görüp oğlanın üstüne konmak isterdi. O ğlam n iki köpekceğizi var
idi, kargayı kuzgunu kovalardı, kondurmazdı. O ğlan orada yıkı­
lınca boz atlı Hızır oğlana hâzır oldu, üç defa yarasını eli ile sıvaz­
ladı, sana bu yaradan, korkma oğlan, ölüm yoktur, dağ çiçeği ana-
mn sütü ile senin yarana merhemdir dedi, kayboldu.

O ğlam n anası oğlanın üstüne koşturup çıka geldi. Baktı gördü


oğlancığı alca kana bulanmış yatıyor. Çağırarak oğlancığına söyler,
görelim hanım ne söyler:
HtKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 63

Der*
Kara süzme gözlerini uyku hürümü^ aç artık
On iki kemikçiğin harap olmuş topla artık
Tanrının verdiği tatlı canın seyranda imiş yakala artık
ö z gövdende canın var ise oğul haber hana
Kara başım kurban olsun oğul sana
Akar senin suların Kazılik Dağı
Akar iken akmaz olsun
Biter senin otların Kazılik Dağı
Biter iken bitmez olsun
Koşar senin geyiklerin Kazıhk Dağı
Koşar iken koşmaz olsun taş kesilsin
Ne bileyim oğul arslandan • mı oldu
Toksa kaplandan mı oldu ne bileyim oğul
Bu kazalar sana nereden geldi
O gövdende canın var ise oğul haber bana
Kara başım kurban olsun oğul sana
Ağız dilden bir kaç kelime haber bana

dedi. Böyle diyince oğlanın kulağına ses geldi. Başını kaldırdı, an­
sızın gözünü açtı anasının yüzüne baktı. Söylemiş, görelim hamm
ne söylemiş:

Der:
Beri gel ak sütünü emdiğim kadınım ana
A k bürçekli izzetli canım ana
Akanlardan sularına beddua etme
K azıhk Dağlanın günahı yoktur
Bitenlerden otlarına beddua etme
K azıhk Dağlanın suçu yoktur
Koşan geyiklerine beddua etme
K azıhk Dağv’nın günahı yoktur
Arslan ile kaplana beddua etme
Kazıhk Dağlanın suçu yoktur
Beddua ^edersen babama et
Bu suç bu günah babamdandır
dedi. Oğlan yine der: A na ağlama, bana bu yaradan ölüm yoktur
korkma, boz atlı H ızır bana geldi, üç kerre yaramı sıvazladı, bu
64 EDEBİYAT LÎSE I

yaradan sana ölüm yoktur, dağ çiçeği, ananın sütü sana merhemdir
dedi. Böyle diyince kırk ince kız yayıldılar, dağ çiçeği topladılar.
Oğlanın anası memesini bir sıktı sütü gelmedi, iki sıktı sütü gelmedi,
üçüncüsünde kendisini zorladı, iyice doldu, sıktı süt ile kan karışık
geldi. D ağ çiçeği ile sütü oğlanın yarasına sürdüler. Oğlam ata bin­
dirdiler, alarak yurduna gittiler. O ğlam hekimlere emanet edip
Dirse HanMan sakladılar.
A t ayağı çabuk, ozan dili çevik olur. Hanım, oğlanın kırk günde
yarası iyileşti, sapa sağlam oldu. O ğlan ata biner kılıç kuşanır oldu,
av avlar kuş kuşlar oldu. Dirse Han-’m haberi yok, oğlancığını öldü
biliyor.
O kırk nâmertler bunu duydular, ne eyleyelim diye konuştular.
Dirse H an eğer oğlancığını görürse, bırakmaz bizi hep öldürür de­
diler. Gelin Dirse Hanı tutalım, ak ellerini ardına bağlayalım, kıl
sicim ak boynuna takalım, alıp kâfir ellerine yönelelim diyerek,
Dirse H anı tuttular. A k ellerini ardına bağladılar, kıl sicim boy­
nuna taktılar, ak etinden kan çıkıncaya kadar dövdüler. Dirse Han
yayan, bunlar atlı yürüdüler, alıp kanlı kâfir ellerine yöneldiler.
Dirse H an esir oldu gider. Dirse Hancın esir olduğundan O ğuz bey­
lerinin haberi yok.
M eğer sultanım, Dirse Hancın hatunu bunu duymuş. O ğlan­
cığına karşı varıp söylemiş, görelim hanım ne söylemiş:

D er:
Görüyor musun ay oğul neler oldu
Sarp kayalar oynamadı yer. oyuldu

yurtta düşman yok iken senin babanın üstüne düşman geldi, o kırk
nâmertler babanın arkadaşları babanı tuttular, ak ellerini ardına
bağladılar, kıl sicim ak boyuna taktılar, kendileri atlı babanı yayan
yürüttüler, alıp kanlı kâfir ellerine yöneldiler, hanım oğul kalkarak
yerinden doğrul, kırk yiğidini beraberine al, babanı o kırk nâmertten
kurtar, yürü oğul, baban sana kıydı ise sen babana kıyma, dedi.
O ğlan anasının sözünü kırmadı. Boğaç Bey yerinden kalktı,
kara çelik öz kılıcını beline kuşandı, ak kirişli sert yayını eline aldı,
altın mızrağını koluna aldı, büyük cins atını tutturdu sıçrayıp bindi,
kırk yiğidini beraberine aldı, babasının ardınca koşturup gitti.
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 65

O nâmertler de bir yerde konmuşlardı, al şarabm keskininden


içiyorlardı. Boğaç Han sürüp yetişti. O kırk nâmert de bunu gör­
düler. Dediler: Gelin varalım şu yiğidi tutup getirelim, ikisini bir
arada kâfire yetiştirelim dediler. Dirse Han der:

Kırk yoldaşım aman


Tanrının birliğine yoktur güman

benim elimi çözün, kolca kopuzumu elime verin, o yiğidi döndüreyim,


ister beni öldürün ister diriltin, bırakıverin, dedi. Elini çözdüler,
kolca kopuzunu eline verdiler. Dirse H an oğlancığı olduğunu bil­
medi, karşı geldi. Söyler, görelim hanım ne söyler:

Der:
Boynu uzun büyük cins atlar gider ise benim gider
Senin de içinde bineğin var ise söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan alı vereyim dön geri
Ağıllardan on bin koyun gider ise benim gider
Senin de içinde etliğin var ise söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan alı vereyim dön geri
Develerden kızıl deve gider ise benim gider
Senin de içinde yük taşıyıcın var ise söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan alı vereyim dön geri
Altın başlı otağlar gider ise benim gider
Senin de içinde odan var ise yiğit söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan alı vereyim dön geri
A k yüzlü elâ gözlü gelinler gider ise benim gider
Senin de içinde nişanlın var ise yiğit söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan ah vereyim dön geri
A k sakallı ihtiyarlar gider ise benim gider
Senin de içinde ak sakallı baban var ise yiğit söyle hana
Savaşmadan vuruşmadan kurtarayım dön geri
Benim için geldin ise oğlancığımı öldürmüşüm
Yiğit sana günahı yok dön geri

dedi. Oğlan burada babasına söylemiş, görelim hanım ne söylemiş:

Boynu uzun büyük cins atlar senin gider


Benim de içinde bineğim var
Bırakmam yok kırk nâmerde
66 EDEBİYAT LÎSE I

Develerde kızıl deve senin gider


Benim de içinde yük taşıyıcım var
Bırakmam yok kırk nâmerde
Ağıllarda on bin koyun senin gider
Benim de içinde etliğim var
Bırakmam yok kırk nâmerde
Ak yüzlü elâ gözlü gelin senin gider ise
Benim de içinde nişanlım var
Bırakmam yok kırk nâmerde
Altın başlı otağlar senin gider ise
Benim de içinde odam var
Bırakmam yok kırk nâmerde
A k sakallı ihtiyarlar senin gider ise
Benim de içinde bir aklı şaşmış şuuru yitmiş ihtiyar babam var
Bırakmam yok kırk nâmerde
rv.dedif K ırk yiğidine tülbent salladı, el eyledi. K ırk yiğit büyük cins
atını oynattı, oğlanın etrafına toplandı. O ğlan kırk yiğidini berabe­
rine aldı, at tepti_, cenk ve savaş etti. Kim inin boynunu vurdu^
kimini esir eyledi. Babasını kurtardı, çekildi geri döndü. Dirse Han
burada oğlancığının sağ olduğunu bildi. Hanlar hanı Bayındır oğla^
na beylik verdi, taht verdi. Dedem K orkut destan söyledi deyiş dedi,
bu O ğuz nâmeyi düzdü koştu, böyle dedi:
Onlar da bu dünyaya geldi geçti
Kervan gibi kondu göçtü
Onları da ecel alı yer gizledi
Fâni dünya yine kaldı
Gelimli gidimli dünya
^ Son ucu ölümlü dünya
K ara ölüm geldiğinde geçit versin. Sağhkla, akılla devletini Hak
artırsın. O övdüğüm yüce Tanrı dost olarak medet eriştirsin.
D ua edeyim hanım: Yerli kara dağların yıkılmasın. Gölgeli
büyük ağacın kesilmesin. Taşkın akan güzel suyun kurumasın. K a ­
natlarının uçları kırılmasın. Koşar iken ak boz atın sendelemesin.
Vuruşunca kara çelik öz kılıcın çentilmesin. Dürtüşürken alaca
mızrağın ufanmasm. Ak bürçekli ananın yeri cennet olsun. A k sa­
kallı babanın yeri cennet olsun. Hakkim yandırdığı çırağın yana
dursun. K ad ir Tanrı seni nâmerde muhtaç eylemesin hanım h e y ! ...
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 67

SORULAR VE AÇIKLAM ALAR

ı) Hikâyede kendilerinden bahsedilen esas şahıslar kim­


lerdir? Bunlar birbirlerinin nesi olurlar? Hikâyenin gergin olu­
şunda şahıslar arası münasebetlerin rolü var mıdır?
— Hikâyede kendilerinden bahsedilen esas şahıslar baba
Dirse Han, oğlu Boğaç Han ve eşidir. Hikâyenin gergin ol­
masında yakın akraba oluşun büyük rolü vardır. Ana oğ­
luna çok bağlıdır. Oğlu ile kocasının aralarının açılması onu
çok üzer. Bohaç Han, babasının kendisini öldürmek istemesine
rağmen, ona karşı kin beslemez. Sevgisi onu babasına karşı
da saygılı kılar.
2) Hikâyede çatışmanın sebebi nedir?
— Bohaç H an’ı kıskanan nâmertlerin ortaya attıkları
iftira, çatışmanın sebebidir. Onlar Boğaç Han ile babasının
arasını açmak için, onun anasına ve babasına karşı saygı­
sızlıkta bulunduğunu ileri sürerler. Halbuki Boğaç Han
anasına ve babasına karşı son derece saygılıdır.
Hikâyede ortaya konulmak istenilen anafikir nedir?
— O ğulun ana ve babasına karşı mutlak bağlılığı. Aile
arasında saygı, ahlâka verilen yüksek değer.
4) Hikâyenin baştan sona kadar nasıl geliştiğini, her
parçanın özelliğini, taşıdığı mânâ ve değeri belirtiniz!
— Hikâye arka arkaya sıralanan küçük vak’alardan ku­
rulur. Bunlardan her birine “ epizod” denilir. Bunların sıra--
lanışı “ kompozisyon” adını alır. Kompozisyon: a) Giriş, b)
gelişme, c) sonuç olmak üzere başlıca üç kısma ayrılır.
Bu hikâyenin giriş kısmında Boğaç H an’ın doğumu,
yetişme tarzı ve yiğitliği anlatılmıştır. Hikâyede esas vak’a,
Boğaç H an tahta çıktıktan sonra başlar. T ah ta çıkan Boğaç
Han, babasının kırk yiğidini anmaz olur. O nlar da büna
kızarak, babasına oğlu aleyhinde iftira uydururlar. Bu çok
ağır bir iftiradır. Baba Dirse Han, “ böyle oğul bana gerek­
mez” der ve onu, tertiplenen bir av esnasında* öldürmek
I kasdıyle ok atar. Boğaç Han ölmez, anası onu kurtarır. Dirse
H an’ın bundan haberi yoktur. Oğlunu öldü bilir. Yalanla­
rının ortaya çıkacağından korkan kırk nâmert, Dirse H an’ın
68 EDEBİYAT LİSE I

ellerini ardına bağlayarak kâfire teslim ederler. Dirse H an’ın


hatunu bunu haber alır, oğluna babasını kurtarması için
yalvarır. Boğaç Han babasını kurtarır.
Hikâye, oğulun anasına ve babasına karşı duyduğu saygı
ile biter.
Hikâyenin esas kısmı geliştirme bölümü olmakla beraber,
hikâyeci giriş kısmı üzerinde de uzunca durmuştur.
Burada da bir çatışma söz konusudur. Hanlar ham H an
Bayındır, çocuğa büyük değer verir. îster ki, her beyin bir
kızı veya oğlu olsun. K ızı ve oğlu olmayanları “ A llah T aâla
beddua etmiştir. Bizde beddua ederiz” diye hakir görür.
Ziyafetlerde böylelerine îtibar edilmez. Dirse Han çocuğu ol­
mayışını karısından bilir. Kocasına çok bağlı, sabırlı, dindar
bir kadın olan Burla Hatun, dualar ve adaklarla nihayet bir
evlâda sahip olur. T ek evlâd olduğu için Boğaç H an anası
ve babası için pek kıymetlidir. Fakat tek evlâd da olsa, onun
yiğit ve ahlâklı olması lâzımdır. Giriş kısmında Türklerin
yiğitliğe verdikleri önem, Boğaç’m azgın boğayı öldürmesi
ile ortaya konulmuştur.
Boğaç’ın boğayı öldürmesi, O ğuz K ağan ’m gergedanı
öldürmesi hâdisesini hatırlatmaktadır. Diğer Dede Korkut
hikâyeleriyle başka T ürk destanlarında da vahşî veya azgın
hayvanları öldürme hâdisesine rastlanılır. Böyle m uhtelif
hikâyelerde birbirine benzer hâdiselere “ m otif” adı verilir.
Boğaç Han boğayı öldürdükten sonra, kendisine merasim­
le “ Boğaç” adı verilir. Bu adı Türkler arasında kendisine
karşı büyük saygı duyulan Dede Korkut koyar.
Bu epizod veya motif, eski Türklerde çocuğun yiğitlik
gösterdikten sonra İçtimaî bir şahsiyet haline geldiğini gös­
teriyor.
5) Hikâyede Türklerin yaşayış tarzları, örf ve âdetle­
riyle ilgili ne gibi unsurlar vardır?

— Bu unsurları şöyle sıralayabiliriz:


a) Eski Türkler büyük çadırlarda otururlar. Han Ba­
yındır’ın gölgeliği gökyüzüne değer.
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 69

b) Bu çadırların renkleri ve şekilleri şahısların sosyal


durumlarına göre değişir.
c) Eski Türkler, sık sık ziyafet vermekten hoşlanırlar.
Bu ziyafetlerde attan aygır, deveden erkek deve, koyundan çok
kestirilir.
ç) Ziyafetlerde herkes cemiyet içinde tuttuğu yere göre
ağırlanır. Lâyık olduğu şekilde ağırlanmamak, Türklerin ağı­
rına gider. Dirse Han, oğlu kızı olmadığı için kara otağda
ağırlanınca “ Bayındır Han benim ne eksikliğimi gördü,
kılıcımdan mı, soframdan mı gördü?” diye sorar.

K ılıç (yiğitlik), sofra (cömertlik) eski Türklerde sosyal


bir değer taşır.
d) Eski Türkler TanrıMan bir şey dilerken de ziyafet
verirler, fakirlerin karnını doyurur, çıplakları donatır, borç­
luyu borcundan kurtarırlar. Bu bize gösteriyor ki, Türklerde
yiğitlik ve cömertlik kadar iyilik duygusu da çok kuvvetlidir.
e) Türkler çocuğa, bilhassa erkek çocuğa büyük bir
değer verirler. Çocuğu olmamak uğursuzluk sayılır.
f) Türklerde aile duygusu çok kuvvetlidir. Çocuk, ana
ve babaya saygılı olmalıdır. Ahlâk dışı hareketlerin cezası
çok ağırdır. Baba ailede büyük bir otoriteye sahiptir.
g) Eski Türkler hayvan sürüleri beslerler. K atar katar
develer, at ve koyun sürüleri beslerler. Gıdalarının esasını et
teşkil eder.
ğ) Beraber yaşamaktan, yemeden, içmeden, eğlenceden
hoşlanırlar. Kendilerine mahsus bayramları vardır. Bu bay­
ramlarda boğaları güreştirirler.
6) O ğuz K ağan Destanı’nda olduğu gibi bu hikâyede de
şiire yer veriliyor. Bu şiirlerin konusu, şekli ve üslûbu nasıldır?
— Şiirlerde ses önemli bir yer tuttuğu için asıllarma göre
hüküm vermek daha doğru olur. Prof. Dr. Muharrem Ergin
Dede K orkut hikâyelerinin asıllarmı da neşretmiştir. Bugünkü
dile çevrilmiş olanlarda asıllarma ait özelliklerden çoğu
muhafaza edilmiştir. Onlara bakarak da bu özellikleri
görmek mümkündür:
70 EDEBÎYÂT LİSE I

a) Bu şiirlerde vezin serbesttir,


b) Mısra sonlarında kullanılan kelimeler arasındaki ses
benzerlikleri yapıya dayanırlar. T am kafiye teşkil etmezler.
Sabah vaktini tasvir eden birinci şiirde kelime başla­
rında birbirine benzer sesler kullamimıştır. Buna “ aliteras­
yon” denir. Dede Korkut K itabı’nda sadece şiirde değil,
nesirde de “ aliterasyon” a sık sık rastlanılır. Birinci parçanın
aslı şöyledir:

Salkum salkum tan yilleri esdüğünde


Sakallu hozaç turgay sayradukda
Sakalı uzun tat eri banladukda
Bidevi atlar issini görüp okradukda
Aklu karalu seçilen çağda
Göksi gözel kaba dağları gün değende
Big yiğitler cilasunlar birbirine koyulan çağda

Bu parçada (s), (t), (k) ve (g) sesleriyle başlayan kelime­


lerin çokluğu ve mısralarm son kelimelerinin yapı bakımından
benzeyişi hususi bir ahenk vücûda getiriyor.
Yukarıki parçada sabah vakti “ sabah olduğu vakit” diye
basit olarak belirtilecek yerde, bir sabah vakti duyulan ve
görülen şeyler gözönünde canlandırılmak suretiyle tasvir edi­
liyor. Böyle tasvirler bizde daha derin bir tesir uyandırır.
Bu parça hoşa gitmiş olmalı ki aynı hikâyede az sonra
bir kere daha tekrarlanıyor.
İkinci şiirde Dirse Han karısına hitap ederken şairane
benzetmeler yapıyor. Onun boyunu “ servi” ye, kaşlarını
“ kurulu y a y ” a benzetiyor. Bunlar basmakahp benzetmelerdir.
Fakat ağızm küçüklüğünü “ çifte badem sığmayan” diye
tavsif ve kadına “ kavunum, yemişim, düvleğim” diye hitap et­
me, orijinal ifâdelerdir. Böyle nadir rastlanan, yeni ve güzel
ifâdelere “ orijinal” denilir.
İkinci şiirde Dirse Han karısına karşı sevgisini ifâde
eder. Bu bir nevi aşk şiiridir. Üçüncü şiir hiddet ifâde eder.
Burada da benzer yapıdaki mısralarm arka arkaya tekrarı
bir âhenk vücuda getiriyor.
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER ^ı

“ K ab a ökçe” , “ kara çelik öz kılıç” , “ alca kan” , . .müthiş


gazap” ifâdelerinde isimlerin başına gelen sıfatlar Dirse
Ö an’ın hiddetini kuvvetlendiriyor.
Dede K orkud’un Boğaç’a isim verirken söylediği şiir bir
övgüdür. Bu parçada da benzer yapılı cümleler vasıtasıyle bir
âhenk temin ediliyor.
“ Boynu uzun büyük cins at”
“ K ızıl deve”
“ Altın başlı otağ”
“ Om uzu kuşlu cübbe” ifâdelerinde son kelimelerden önce
kullanılan kelimeler sıfattır. Edebiyatta sıfatlar da önemli rol
oynar. Varlıkların özelliklerini belirterek onları gözönünde
resim gibi canlandırır.
“ Altın başlı otağ” , “ omuzu kuşlu cübbe” sözlerinden an­
lıyoruz ki, göçebe Türkler güzel ve süslü şeylerden hoşlanı­
yorlar.
Dünyaca meşhur T ürk halıları, kilimleri ve heybeleri T ürk
halkının zevkini açıkça ortaya koyar.
Oğlunun avdan dönmeyişini görünce, kocasına oğlunu
ne yaptığını soran Burla Hatun’un söylediği şiir, bir T ürk
anasının evlâd sevgisini ve yiğitliğini ifâde eden güzel bir
şiirdir.
Bu şiirde âhenk vücuda getiren benzer yapıda ifâdelerle
çarpıcı sıfatları ve benzetmeleri belirtiniz!
^ T ürk kadını da erkekler gibi yiğittir. Bu şiirde hangi
fhısralar, Dirse Han’ın hatununun yiğitlik ve gözüpekliğini
ifâde ediyor?
Daha sonra gelen şiirlerde hangi duygular ifâde ediliyor?
Bu şiirlerde a) tabiat, b) eşya, c) insan ile ilgili kelimeleri
alt alta sıralayınız!
^Bu şiirlerde kullanılan dikkati çekici sıfatları belirtiniz!
T ürk halk hikâyelerinde vak’alar genellikle nesir ile, duy­
gular ise şiir ile ifâde olunur. Bu gösteriyor ki, Türk halkı sa­
dece vak’a ile yetinmiyor, şiir de istiyor.
Dede K orkut hikâyeleri hem vak’a tasviri, hem çeşitli
duyguları ifâde eden şiirleriyle gerçekten güzeldir.
72 EDEBİYAT LÎSE I

Bu güzellik, muhteva kadar dilin kullanılış tarzıyle de


ilgilidir.
Dede K orkut hikâyelerindeki şiirler, serbest söyleyiş bakı­
mından çağdaş şiire yaklaşırlar.
Hikâyenin sonundaki dua da dikkati çekicidir. Burada
o çağda yaşayan insanların neler istediklerini görüyoruz.
Bunlar, kendilerinin ve hayvanlarının içinde yaşadıkları güzel
tabiat, daima bindikleri ak boz at, savaşırken kullandıkları
kara çelik öz kılıç ile alaca mızrak ve sevdikleri ak bürçekli
anaları ile ak sakallı babalarıdır.
^ Dede K orkut hikâyelerinde cümleler kısa, açık ve sadedir.
K Ö R O Ğ L U DESTAN I

Oğuz Kağan Destanı binlerce yıl önce söylenmiş, bilinmeyen


bir tarihte yazıya geçmiş. Dede Korkut Kitabı X V -X V I ncı asırda
bilinmeyen birisi tarafından kaleme alınmış. Aşağıda okuyacağınız
Köroğlu hikâyesinin birinci bölümü, 1958 yılında, Erzurum ’da
Behçet M ahir adında bir halk hikâyecisinin ağzından teyple der­
lendi, daha sonra olduğu gibi yazıya aktarıldı.
Türk halkı arasında kahramanlık destanlarının X X nci asırda
hâlâ canlı olması, geleneklerin ne kadar sürekli olduğunun açık
bir delilidir.
Hikâyeyi söyleyen Behçet M ahir, fakir bir ayak satıcısıdır.
Ram azan geceleri halk kahvelerinde eski kahramanlık ve aşk hikâ­
yelerini anlatır, yerli halk Behçet M ahir’i zevkle dinler.
Behçet M ahir’den derlenen Köroğlu Destanı on beş bölümdür.
Burada sadece birinci bölüm verilmiştir. Öğrencinin bugün de ya­
şayan halk hikâyesi ve konuşulan halk dili hakkında bir fikir edin­
mesi için, metin özetlenmemiştir. Konuşma dilinde birçok tekrarlar,
geriye dönüşler ve cümle düşüklükleri vardır. Okur-yazarlarm ko­
nuşmalarında bile bu kusurlar görülür. Aslen Erzurumlu olan Behçet
Mahir, yerli bazı kelimeler kullanmıştır. Bunların mânâsı sözlükte
gösterilmiştir.

Hikâyenin özeti:
1. K öroğlu’nun babası Ürüşan Baba, Bolu Beylerinin yanında
at bakıcısıdır. Bolu Beyleri bir gün Ürüşan Baba’ya “ Anadolu’ya
git, bize eşi bulunmayan iki at getir” derler.
Ürüşan Baba, epey bir gurbet dolandıktan sonra Erzurum’un
Tercün kazasına gelir. O rada harman yerinde iki atın otladığım
görür.
Ürüşan Baba attan anlar. Bu iki tay bakımsız olmakla beraber,
eşi bulunmaz hayvanlardır, sahipleri de onların kıymetini bilmez.
2. Ürüşan Baba taylan alır, Bolu’ya gelir. Bolu Beyleri, görü­
nüşü hiç de güzel olmayan tayları beğenmezler ve Ürüşan Baba
74 EDEBİYAT LİSE I

kendileriyle alay ediyor diye, gözlerine mil çektirirler ve “ al bu tay­


lar senin olsun” derler.
3. Ürüşan Baba kaderine boyun eğer, tayları alır, evine gelir.
Ürüşan Baha’nın on iki yaşında A li adında bir oğlu vardır. A li ba­
basının haline bakar, üzülür ve ağlar.
4. Ürüşan Baba oğluna tayları göstereceği şekilde yetiştirme­
sini söyler. A tlar önce içeriye hiç bir ışık sızmayan bir ahırda bes­
lenecektir. A li, atlara arpasını verdikten sonra arkasına bakmaya­
caktır. Cenab-ı Allah bu atları rüzgârdan yaratmıştır. Sahibi ata
yem verince, hayvan kanat açar, sahibim bana yem verdi diye se­
vinir, şaha kalkar. Döner arkana bakarsan atların kanadı kırılır.
A tlar sabah ve akşam iki kere tımar edilecektir. Ali, atlara ba­
basının söylediği gibi bakar.
5. Bolu Beyleri Ürüşan Baba’nm gözlerini kör etmişlerdir. A cı­
dıkları için ona mutbaktan üç övün yemek verirler. Bu yemekleri
babasına A li götürür. Fakat her seferinde karşısına serseri çocuklar
çıkarak, yemeğin yağlı kısımlarını yerler, geriye sadece kemik bıra­
kırlar. A li buna kızar ama, korkusundan ses çıkaramaz.
6. A li bir gün tekrar eve yemek getirirken, yolda bir köpeğe
rastlar. K öpeğin etrafını başka köpeÛer sarmıştır. Fakat etrafı sarılan
köpek, diğer köpeklerin üzerine hücûm etmelerine aldırmaz, onları
kovar. A li bundan ders alır: “ Ulan, hele dur, der. Bu bir hayvan
iken beş-on tanesini dağıttı, ben neye karşı koym ayayım ” . Ertesi
gün yanına bir sopa alan Ali, kendisine hücum eden çocukları kovar.
Babası bunu farkederek sevinir.
7. Çocukların kendisinden intikam alacaklarını bilen Ali,
çomağın yetmeyeceğini düşünerek bir kılıç edinir. A li’nin kılıcı
kınından çıkardığını gören çocuklar çil yavrusu gibi dağıhrlar. Bunun
üzerine A li kendi kendine: “ U lan, demek yiğitlik böyle olurmuş”
der, kendisine ve kıhcma güvenir.
8. A li’nin şöhreti günden güne dillere destan olmağa başlar.
“ K ö r’ün oğlu böyle geldi, böyle gitti” derken, A li’nin asıl adı unu­
tularak, halkın ağzında “ K öroğlu” olarak kalır.
9. A radan üç yıl geçer. Ürüşan Baba’nm bir tarlası vardır,
onun etrafını çevirtir ve içine her gün su verdirir. Bu suretle tarla
tamamiyle çamur olur. Ürüşan Baba oğluna doru atı çıkartarak
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 75

tarlayı çiğnetmesini söyler. Köroğlu doru ata biner, doru at iki ne­
feste kendini tarlanın öbür tarafına atar. O ğlan sabahtan akşama
kadar çalışırsa da doru ata tarlayı çiğnetemez. Çam ur doru atın
ancak topuğunun üstüne çıkar. Akşam Ürüşan Baba gelir, atı yoklar,
topuğundaki çamuru farkeder. “ Eyvah oğlum der, ocağın batmış,
dorunun bir kanadı kırılmış” .
Köroğlu ahırı kontrol edince, bacadan mercimek kadar bir
delikten ışık sızdığım görür. Işık doru atın bir kanadını kırmış. Delik
tıkanır. Sıra kır ata gelir. Oğlan kır atı imkânı yok çamurlu tarlaya
sokamaz. K ır at tarlaya gelince bir başından öbür başına uçar. T ır­
naklan zerre kadar çamurlanmaz.

10. Bundan sonra Ürüşan Baba oğluna: “ Oğlum der, bu at


kanatsız bir kuştur. O nerede olursa olsun, seni düşmandan kur­
tarır. Bu ata bin ve Bolu Beylerinden benim intikamımı al” .

Köroğlu artık kır ata binerek kırlarda dolaşır, durur. Etrafı


vurur, kırar, K em ah ’da kimsenin ulaşamayacağı kulede barınır.
K ır at K öroğlu’nun can yoldaşı olur. Köroğlu başarısını atm a borç­
ludur. Bu münasebetle Behçet M ahir şu atasözünü söyler: “ A t se­
ğirtir, yiğit övünür, K ılıç keser, kol övünür’jj^
Bu atasözü ile O ğuz K ağan’ın başarılarını yay ve okuna bağ­
laması arasında bir münasebet vardır. İnsanı kullandığı âletler ve
vasıtalar başarılı kılar. Bu akıllıca bir görüştür. Köroğlu hikâyesinde
atın terbiyesine verilen ehemmiyet de bunu gösterir.

Köroğlu hikâyesi yiğitliğe ve ata önem veriş bakımından eski


Türk destanlarına bağlanır. Fakat burada bir ülke fethetmek değil,
bir haksızlığa isyan söz konusudur. Bolu Beyleri, iyi bir at terbiyecisi
olan Ürüşan Baba'ya değer vermemişler, onun gözlerini oydur-
muşlardır. Ürüşan Baba da o hakir görülen atları ve oğlunu terbiye
etmek suretiyle onlardan intikam almıştır.

Köroğlu Destanı'mıı diğer bölümlerinde K öroğlu’nun savaşları


hikâye edilmiştir. A tı sayesinde Köroğlu daima, başarı kazanır.
Köroğlu hikâyesinde de diğer destanlar gibi manzum kısımlar
vardır. Behçet M ahir bunlardan bir tanesini söylüyor. Başka riva­
yetlerde manzum parçalar daha çoktur ve daha güzeldir. Bunlardan
bazılarını Anadolu H alk şiirinden örnekler bölümünde vereceğiz.
76 EDEBİYAT LİSE I

K Ö RO Ğ LU ’NUN ZUHURU
I

Şimdi Köroğlu'ıuın esas neden K öroğlu olduğundan, baba­


sından ve kendisinden konuşacağım. Baştan ahiri gideceğim, konuşa
konu^fii izahat vereceğim; bu kol kol ve kafile kafile. Çünkü her
-yemeğin lezzeti ayrı ayrı mâlûm a.
Bolu beylerinin yanında babası, Ürüşan Baba, imrahor başı
idi. Bir gün Bolu Beyleri dediler ki: “ Bize iki tane Anadolu’dan at
getir, am^ öyle at bul ki dünyada o atların ikisinin eşi daha bulun­
maya. Biçimde ve kaçışta, o küheyhınları hiç daha başka bir biçimde
al tutm aya” . Dedi: “ Efendim, sizin bu dediğiniz atlar, küheylânlar
aram ayla bulunmaz, meğer Allah rast getire. Bana gün verin, müddet
verin, dolanayım. Eğer buldum duldum, bulamadım ne yapayım ?” .
Dediler: “ Dolan buldunsa buldun, bulmadınsa heç heç” .
Ürüşan Baba, Bolu Beylerinden epey bir harçlık alarak, gur­
bete çıktı.
Epey bir gurbet dolandıktan sonra, işte, bu bizim Anadolu,
Erzurum diyarında Tercan’a geldi, saat on bir. Çiftçiler harman­
larını sürüyorlardı. Katarları, küheylânları da yanlarında otluyordu.
Tım ar yok, arpa yok, sade düzde otladığı yeşilin umuduna.
D ünyada üç şey vardır ki garip düşer: Birincisi kühcylân, İkin­
cisi avrat, üçüncüsü saat. Bunlar şansa bağlıdır.
Ürüşan Baba, saat on bir, akşama bir saat var, T ercan’a köye
geldi ki ahırdan atlar gelip harmanlara dağılıyor. K ır ile dor, bacı
kardeş iki at da harmanlara dağılmış. M eğer bu kır ile dor deniz
aygırından doğmuşlardır. Sahibinin bile haberi yok, gulun tuttu­
ğuna. Rençberler tığ etmişler, dor tığın bir başından, alt başa atladı.
Bu iki hayvan birbirleri ile kudururken, kır da, tığın alt başından
üst başına atladı. Bunlar, birer defa atlayarak başladılar harman­
larda birbirlerini dolandırmaya. Harmancılar iş ile meşgul oldu­
ğuna, kimse göremedi bu atların tığları atladığını, sade Ürüşan
Baba gördü. Gördüğüne harm ancılara o iki tayı sual etti ki “ Şun-
ların sahibi kimdir ve şu taylar kim indir?” Dediler ki “ işte, ahan
şu harm anın sahibinin” . “ Pekâlâ” . Ürüşan Baba geldi, o tayların
sahibinin harmanının yanına: “ Selâmünaleyküm” , “ Aleykümselâm
baba” dediler. Dedi: “ Şu taylar senin midir?” “ Evet benimdir” .
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 77

“ Şu dor tayı satarsan, alayım da, çerçilik yapacağım, bu hayvanları


büyüteyim de, elime bir delil olsun, köylerde beş-on kuruş satar
kazanırım” . Dedi ki “ Satarım ama bunlar hele tay. Eğer at almak
istersen, başka atlar verelim .” “ Yok, dedi, başka büyük atlara gücüm
yetmez, şu dor olan tayı sat bana” . “ Peki” dedi.
E, bazen hakikat öyledir ki, mücevher kadrini sarraf iyi bilir.
“ Kardeş ben dor tayı sana bir altuna veririm” . îm rahor baba zan­
netti ki bu adam beni zevklenir, ne bir altun, ne bin altun bu tayın
kıymeti değil, olmıya ki bu adam beni zevklene. îm rahor baba kur­
nazlığa davranarak güle güle dedi ki “ Yahu, dedi, bir adam karşın­
da fakir olursa, o adamı niçin zemahiye alıyorsun, ne ise kıymeti
ben sana diyorum, ben fakirim, ama her şeyin kıymetini bilirim,
ne ise kıymeti söyle!” dedi. Dede: “ Baba, ben şimdiye kadar nef­
simden başka kimsenin üstüne gülmedim ve seni de zevklenmiyo­
rum, sen benden malımı alıyorsun, ben de malımın kıymetini di­
yorum bir altın, alırsan alırsın, almazsan Allah selâmetlik versin,
safa geldin hoş geldin, aşağı vermem” .
îm rahor Baba baktı ki bu adam kıymetini bilmiyor bu tayın,
bir altını muhkemlemek için: “ V er elini bana canım, dedi, bundan
hiç mi ikramın yok bana?” Dedi ki “ Bir kuruş desen kırmam, bir
övün ağzımdan çıkan sözümün sahibiyim, bir altın demişim dora,
bir altına veririm, aklın kesiyor al, aklın kesmiyor alm a!” “ V ar
hayrını gör!” dedi. Çıkardı Ürüşan Baba bir altını, adamın avucuna
verip saydı; doru getirdiler, tuttular, bir başlık taktılar, at yuları
ile satılır. Harm ancılar, çiftçinin komşuları Ürüşan Babaya dediler
ki “ Baba doru aldın, şu kırı da al; iki tay bacı kardeştir, kırı da al
hiç olmazsa hayvanlar birbirinden ayrılmasın” . Zaten Ürüşan ba­
banın gözü kırda, dedi ki: “ Yahu, bu adam bir kuruş kırmadı, çok
fiatlı verdi bana” . Anladı ki ne atın sahibi biliyor bu atın kıymetini,
ne de komşuları. “ Canım, dediler, biz de yardımederiz, bunu da
bir şey noksanına satsın sen de a l!” “ Pekâlâ, hele söyleyin bakayım
ne istiyor?” . Atın sahibi dedi ki “ Yahu o ki doru aldın, kırı da ayır­
ma; bu hayvan tek dolanamaz, yalnız kaldı, eşi yok, kın da al, bir
çeyreğini kırarım” . Bir altından bir çeyrek noksana pazarlık ederek
kırı da aldı. Bu iki tayları başlıklarını takarak başına, Ürüşan Baba
daha o köyde kalmadı. “ Baba bu dar vakit, hiç olmazsa bu taylan
çekerek ahıra, bu gece de bur da misafir kal, mal senin, aldın, param
verdin, sabahtan geç git” . “ Yok, dedi, aha bu yakında bizim tevlü-
78 EDEBİYAT LİSE I

gatlar var, köyümüz var, gider orada kalırım, çok sağ olun” . M ak­
sadı kaça. O lur ki birisi gelir de caydırır, atlar elinden gitmesin.
Bu iki tayı birbirine bağlayarak yularından tuttu, kır ile doru çeke
çeke doğru Bolu Beylerine.
Bolu Beylerine haber verdiler ki “ Gönderdiğiniz Ürüşan Baba
iki tane tay getiriyor, hele gelin getirdiği taylara bakın, dünya yığılsa
güler üstünüze” . Bu taylar ne tımar görmüş, ne arpa yemiş, ne de
bakım var, yeşilin umuduna otlayan h ayvan . . . Bolu Beyleri Ürü-
şan’ın seyrine çıktılar; dizgin elinde bu iki tayın arkasında gördüler.
“ Ey Ürüşan Baba!” hani at?” dediler. “ îşte dedi, efendim, işte,
iki tane at getirdim. Dünyayı dolansanız, acaba bu iki tane hayvanın
dengi bulunur mu? Arasanız bulamazsınız, bu atlar kanatsız bir
kuştur”
Ürüşan Baba’nm cevabı Bolu Beylerine hiç tahsil vermedi.
Neden? Görükeni bu değil mi? “ Ey Ürüşan Baba, şu kadar sene­
lerden beri bizim pulumuzu aldın, iyiliğimizi gördün, şimdi karmn
doydu, adam oldun, bizi zevkleniyorsun. Getirdiğin atlar bu m u?” .
Ürüşan Baba durdu, baktı ki atların sahibi gibi Bolu Beyleri de tanı­
mıyor. “ Ey, dedi, efendim siz bu atların ne olduğunu bilmediniz ve
bilmiyorsunuz. Bana dört sene mehil verin, dört sene, çok demiyo­
rum, ben bu hayvanları dört sene besleyeyim, benim dediğim ol­
mazsa, boynum kıldan incedir, ister beni idam edin, ister cellât
edin, ister azad edin. Ben sizin ekmeğinizi yemişim, senelerden beri
iyiliğinizi görmüşüm, şimdiye kadar size sahte bir iş görmedim ve
görmem, bu iki tayın kıymeti yoktur, efendim dünyayı dolansan
yoktur kıym eti” .
Bolu Beyleri imrahorun bu sözüne hiç inanmadılar: “ Ey im-
rahor, yeter ileri gittin, bu tayların görükeni bu değil mi, bunu şenlik
görse, nas görse, üstümüze bütün millet güler. Bolu Beylerinin kasa­
larında para yokmuş da ata güçleri yetmiyormuş da, iki taylak al­
mışlar, yanları yöreleri mayıslı, gübreli derler” . Bolu Beyleri hiddet­
lenerek, emir verdiler, Ürüşan Baba’nın kollarım bağladılar, diz
üstü oturttular, senelerden beri maiyetlerinde sadıkane olduğundan
camna kıym adılar ama milcilere emir verdiler, gözlerine mil attır­
dılar. “ E y imrahor başı nasıl olsa o iki beygiri almışsın, götür kendin
besle, kendin bin, bize lüzûmu yok. Gözlerini çıkarttığımıza kar­
şılık, çoluk çocuğun ve senin ölene kadar yiyeceğini giyeceğini temin
edeceğiz; al atları götür” dediler.
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 79

O zaman Urüşan baba, “ Ulan, ben halimi kime arzedeyim!


Bu heriflere ne kadar sadıkane iş gördümse, yaranamadım. Eyvah
felek, bundan böyle artık düştüm dilden dile, sahib-i hayrat ekmeği
ile büyüyeceğim, kazancımdan oldum, kârımdan oldum” diyerek,
canının acısından ağlaya ağlaya Bolu Beylerinin katında dertli dertli
şöyle dedi:

Ne yaptım neyledim hey felek sana


Tarap iki gözden eyledin heni
Doğru i^ gösterdim kıymet bilmedi
k Tarap iki gözden eyledin beni
Nasıl kalam cismim ile rayına
Elesti bezminden gelen payına \
îk i tay getirdim Bolu Beyine (
'^Tarap iki gözden eyledin beni ^
Ür^an ağlip göz yaşını silmedi
Nedendir dünyada yüzü gülmedi
Bolu Beyi iyliğimi bilmedi
Yarap iki gözden eyledin beni
Son sözüne nihayet verir vermez, gözlerine mil atan milciler,
elinden tutarak taylar ile beraber Ürüşan Babayı getirdiler hanesine.

II

Ürüşan Babanın on iki yaşında bir oğul evlâdı var idi, ismi Ali
idi. Babasının bu halini görür görmez, kapıdan dışarı çıktı, sarıldı
babasının boynuna, ağlaya ağlaya: “ Ey baba bu ne halin?” dedi.
“ Evlâdım ağlama, bir adam göreceğini görür, yazan kâtip yazmış
ezelden. Doğru olduğuma, sadıkane çalıştığıma ahir akıbetim inşallah
iyi gelir oğlum. Hayvanları çek tavlaya!” dedi. O ğlu ağlaya ağlaya
K ır ile Doru çekti babasının tavlasına. Dedi: “ Oğlum tavlanın pen­
cerelerini bütün kapat. Bu iki hayvanı zindan içinde besleyeceksin,
nasıl besleyeceksin, ben sana tarif edeceğim. “ Baş üstüne baba!”
Bacada ve duvarda ışık veren pencereleri A li kapattı, iki hayvan
zindan içinde kaldı. Ürüşan Baba oğlunu aldı yamna, başladı izahat
vermeye. D edi: “ Oğlum , iki göz verdim, ama sana iki tay kazan­
dırdım. Dünyayı dolansan, bu atların dengi yoktur. Bolu Beyleri
sonunda pişman olacak, ama iş işten geçecek ve geçti, zaten vermem
daha bu atları. îk i gözümü verdim oğlum. Bu iki hayvanı benim
8o EDEBİYAT LİSE I

tarifim ile zindan içinde besle!” . “ Peki baba baş üstüne besleyeyim,
nasıl besleyeyim?” dedi. “ O ğlum en evvel şu hayvanlarm arpasını
verdiğin zaman arkana dönüp geri bakmayacaksın. Bu küheylam
Cenâb-ı Allah rüzgârdan halketmiştir, yem verdiğin zamanda bu
hayvan kanat açar, açtığı kanadı göremezsin, sahibim bana yem
verdi diye şahlanır, geri dönüp baktığın gibi kanadı kırılır, küçülür.
Bu sebepten yavrum birinci teklifatım budur ki yem verdiğin zamanda
bu iki hayvana arkanı dönüp bakma bu bir; İkincisi sabahleyin
erkenden bu hayvanların tımarını yapacaksın baştan ayağa kadar;
üçüncüsü ikindi geçtikten sonra yemini verip suyunu içirdikten sonra
ikinci tımarım yaparsın. Yirm i dört saatta oğlum bu hayvanlan
iki kere tımar yaparsın, yalnız arpalarını verdiğin zaman arkana
dönüp bakma, bu sözümü unutma. Üçüncüsü oğlum, bacadır delik
olur, gün içeri düşer, tavlanın bacasını sıva, bir yandan zerre kadar
ışık içeri vurmasın” .
A li babasının bu tarifi üzerine bu iki hayvanı yirm i dört saatte
iki defa tımar ederek, yemini, arpasını, suyunu vererek başladı bu
atlara hizmet etmeğe.

Şimdi o, bu hizmette olsun, biz gelelim Bohı Beylerine.


Bolu Beylerinin mutbağmdan yemeği Ali getirirdi: Bir sabah,
bir öğlen, bir akşam üzeri. Garlangoç uşakları oğlanın önünü al­
dılar, “ Getir ulan getir, nereye götürüyorsun?” . “ Am an ağabey,
babam sakattır, Bolu Beyleri bize vermiş yemeği götürüyorum” .
“ G etir. . . Getir ulan fazla konuşma, indir” . Bolu Beylerinin verdiği
yemekleri garlangoç uşakları yer, karınları doyduktan sonra artamnı
“ D i götür bu da size yeter” . Oğlan karavananın dibinde o artan
yemek ilp artan ekmeği getirirdi eve. Babası elini sürerek “ O ğlum
bu parça ekmekler ne? Bu yemekler yiyilmiş” . “ Baba kazan dibini
veriyorlar ne yapayım ?” . “ Y â demek oğlum Bolu Beyleri hem göz­
lerimi oydurdu, hem de şu artıklarını dışarı dökmüyor da bize gön­
deriyor” . Lâkin ne yapsın bu Ürüşan Baba ağlaya ağlaya “ O ğlum
bu bulaşık ekmek, bu artık yemek yiyilmez, ama ne yapalım ki
karnım aç. Pancarı kim yer, her vakit naçar yer. Oğlum buna da
şükür, yemesem kalacağım aç” . Oğlan sözün doğrusunu söylemiyor
korkusundan, bir de onurundan; neden? Babası diyecek ki: “ O ğlum
iki el de senin var, birinin de mi hakkından gelemiyorsun, günde
bu yemekler yiyilir m i?”
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 8ı

A ra yerden geçti bir sene, oğlan bir sene tavlada emek verdi,
babasının tarif ettiği gibi. Kendisi de on üç yaşına girdi. Bir gün
giderken baktı ki sokağın birinden bir garip köpek şaşmış, düşmüş.
O civarın köpekleri o garip köpeği sürmek için başına her taraftan
yığıldılar. O ğlan da bir tarafta seyrediyor. Garip köpek hangisine
geri döndü ise, bir göğüs, birini bir yanda yuğurdu, öbürünün üs­
tüne koştu, o civarın köpeklerini eren peren etti, darmadağın, attı
kuyruğunu yukarı başladı sallana sallana gitti.

O ğlan bu garip köpeğin bu itliğini gördüğü gibi “ Ulan, dedi,


hele dur, bu bir hayvan iken beş-on tanesini vığılattı, şimdi de sal­
lana sallana gidiyor, bah daha kimse önüne çıkan yok. Ben de ada­
mım, ben de insanım, benim yiğitliğim bu bir köpek kadar da mı
yok? Günde garlangoç uşakları benim üç övün yemeğimi yesin de
ben de hiç sessiz gideyim eve? Aha ben bugün eğer bu yemekleri bu
garlangoç uşaklarına verirsem anamdan emdiğim süt bana haram
olsun.” Geri döndü, döndü geldi eve. Ne anasına, ne de babasına
bir şey demedi. Gizlin evden bir ufak çöğen aldı, değnek, yani es­
kiden çöğen derlerdi, lâkin şimdi çubuk değnek diyorlar. Koltuğuna
sıktırdı, tekrar bir daha geri döndü Bolu Beylerinin mutbağma.
Y arı yola gelir gelmez garlangoç uşakları A li’nin önünü aldılar:
“ îndir ulan” dediler. Bu sefer A li: “ Yok, dedi, şimdiye kadar bir
senedir yediğiniz yetti, bugün öyle duydunuz kebap kokusunu ama
himar dağlıyorlar, daha size yemek yok, ya ölürüm, ya öldürürüm,
bu yemeklerden bugün daha vermem size” . A li bu sözü söyler söy­
lemez garlangoç uşakları etrafını sardılar. O ğlan baktı ki bu iş iş
değil, koltuğundan çöğeni çekip, gelenin kafasına vurm aya başladı.
Artık kafadan gelir, gözden gelir, omuzdan gelir, ne tarafa vur­
duğunun kendisinin bile haberi y o k .. . Ogünsü gün o garlangoç
uşaklarım sabahın eri, eren peren etti, bir iki tanesinin kafası kırıldı,
öbürleri koydu, kaçtı. “ Ulan bugün bu pis it oğlu it akhnı mı
kaldırmış ne. U lan bu gün dellenmiş, bize yemek vermedi” .

Bunlar dağıldılar, oğlan da yemeği alıp evinin yolunu tuttu.


Babası anası sofrayı kurdular, oğlanla beraber, A li ile oturdular,
e babanın göz görmüyor ama ağız görüyor, yemeklerden bir iki
lokma alır almaz dedi: “ Oğlum ne ise bugün Bolu Beyleri insaflı
olmuş, bugün ne ise yemekler çıcık vermiş oğlum” . Oğlan korku­
sundan “ garlangoç uşakları yiyordu” diye babasına demedi, “ evet
82 EDEBİYAT LİSE I

baba bugün aşçıbaşı herhal merhamete gelerek yağlı doldurdu” .


“ Belli belli oğlum” .
Vakit geldi övleye, oğlan anladı ki: “ Bu ikisinin kafası kırıldı,
öbürleri koydu kaçtı, ben şimdi sabahleyin bunları beter ettim ama,
bunlar övlede çoğalır, bu hayıfı benden alırlar, ya ben ne yapayım ?”
Çöğenin büyüğünü aldı. “ Ben de değneğin irisini alayım, adam,
ya Allah onların dediğini eder, ya da benim. Bolu Beylerinin mut-
bağından övle yemeğini getirirken bunlar da çoğalarak on beş tane
birden oğlanın önünü aldılar. “ H ey ulan sabahtaki acı yanma mı
kalacak” dedi. “ V allahi sabahtankinden beterim, sabahtanki çö­
ğenim de ufak idi, bu ondan büyük öyle bilmiş olun ki sabahtan
ikinizin kafasını kırdım, bu öylede dördünüzün belki de birinizi öl­
dürürüm bana yakın gelmeyin. Bir senedir yediğiniz yeter, eğer
tavlandınız, eğer talçık aldınız yeter daha size ölürüm vermem” .
Oğlanın üzerine bunlar koşarak yine duvarın dibine indirdi, e çö­
ğenin irisini de almış zaten, üzerine gelene haydi o günsü gün dör­
dünün kafasını kolunu kırdı, öbürleri bıraktı, kaçtılar.
Efendiler, akşam oldu, övle yemeğini de düzenli götürdü, vakit
akşam oldu. Akşam oğlan bir kılıç vurdu koltuğuna. îşi döktü kılıca.
“ Çöğen iş görmez, bunların dcirdünün beşinin kırdım kafasını, bun­
lar bu acıyı mutlak benden alır” . M eğer bunlar da beş on yirmi
tane müşevre etmişler ki “ bu acıyı oğlandan çıkartalım” . K afaları
kırılanlar kafalarını sarmışlar, şikâyet eden yok, çünkü suç kendi­
lerinin, kimi şikâyet etsin. A li akşam yemeğini getirirken, tekrar
önünü aldılar. “ Hey pis it oğlu it, övledeki, sabahtanki ettiğin yanına
kalacak m ı?” Dedi: “ Kardeş ona razı olun, geri dönün, eğer ona
razı olmazsanız, bugün kelleyi verirsiniz” . K ılıcı kından sıyırır sı­
yırmaz, nasıl oğlanın elinde kılıcı gördülerse her biri bir yana da­
ğıldı, daha durmadılar. Oğlanısa baktı ki hiç bir tane önünde kal­
madı kimse, kaçtılar, yemeklerini alıp doğru geldi evine. A li kendi
kendine dedi ki: “ U lan demek yiğitlik böyle olurmuş ha, ben ağh-
yaydım, korkaydım, bunlar yine yemekleri yiyecek idi, beni de dürt-
meliye dörtmeliye yola vuracaklardı” . Oğlan yiğitliği köpekten altı,
işte Köroğlu, demek körünoğlu, esas babasının adı Ürüşen, kendinin
de esas adı Ali. Şimdi bu oğlan işi döktü kılıca, kılıcı döktü külünge.
Nihayet kargı, k a lk a n .. .
İşte efendiler, bu söylediğim hikâyeler, bu K öroğlu’nun bu hali,
aradan geçmiş dört asır belki de beşe geliyor, o zamamn devram
H İKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 83

kalkan kılıç devri, yay ok devri. A llah şimdi devletimize, milletimize


zeval vermesin. Karnını Anadolu’da doyur, yani Erzurum’da, sabah
kahvesini iç, öğleye de Ankara’da, İstanbul’da iç. Bu da bizim için
en büyük bir devlettir. Allah devletimizi, milletimizi var etsin.
Şimdi bu oğlan günden güne başladı dillerde destan olmaya.
Gittikçe ilerletti yiğitliği. Babası baktı ki bu oğlan gittikçe düşman
çoğaltıyor kendine, başladı oğlunun sağlığını düşünmeye. O ğlan
ise daha gittikçe ilerliyor, artık şenlik bunların şerrinden yakın gide­
miyorlar, Körün oğlu fena.

III.

Aradan geçti üç s e n e ... Kırm an dor mıtkalım buldu, yani


tam binim vakti geldi. Babası oğluna dedi ki: “ Yavrum, benim bir
gedikte tarlam var, şu tarlayı çiftçinin birisine herg ettir” . “ Ne di­
yorsun Ürüşan Baba ekecek misin?” . “ Sen ettir oğlum” . “ Başüs-
tüne” .
Gedikteki tarlayı herg ettirdi, su yakın.
“ Oğlum , tarlanın dört yanını hisar çektir, su üst baştan aksın,
bir baştan bir başa akıp gitmesin o tarlanın, her tarafına dağılsın su”
dedi.
Yirm i dört saat herge su aktı, nasıl, içerisine kuş girse kakılır
kalır, kanatlı kuş çık am ıyor... T arla lığ oldu. Oğlan geldi, babasına
dedi ki “ Baba dediğinden ziyâde oldu bu tarla, daha kuş da çıka­
mıyor” . Oğlum, dedi, en siftah doru al, takım vur, dor a bin, tarlanın
içine doğru bırak, akşama kadar tarlanın içini çığnat, akşam gel
kapının önünde in, beni seslen oğlum, ben çıkayım, o atı tırmağım
muayene edeyim, bakayım ki çamur neresine çıkm ış;;” . O ğlan:
“ Peki” dedi babasına. O zaman doru tavladan çekti, üzerine takım
vurdu, bindi. Tarlanın alt başından üst başına doğru sürdü. Dor
iki nefeste tarlanın alt başından üst başına kendini attı, üstten alta,
yine iki nefeste atladı. Oğlan ise “ U lan bu hayvan bu tarlayı çığna-
mıyor” . O ğlan zannetti ki babam bana o tarlayı çığnat dedi, atlar
ile. Her ne kadar bu "oğlan çabaladı ise, dor atın çamur topuğun­
dan yukarı çıktı. Akşam olana kadar böyle. Akşam olduğu gibi,
oğlan dedi ki: “ Ne edeyim, babam beni döverse dövsün. Çığnamadı
bu at tarlayı?
84 EDEBİYAT LİSE I

Gerisin geri atı çevirdi, doğru geldi kapısına, babasını seslendi,


babası yavaş yavaş gelip çıktı dışarı. Bîçâre adamın göz melûl. “ O ğ ­
lum, dedi, A li! Nasıl bu at o tarlayı koştu mu? “ Baba ister darıl,
ister darılma, iki ne^ste üst baştan alta, alt baştan üste atladı” . El­
lerini Ürüşan Baba dizine vurdu, o zaman oğlandan bu cevabı duyar
duymaz: “ Eyvah, dedi, O ğ lu m .. oğlum ocağın batmış, dorun kana­
dının biri kırılmış” .
“ Baba hangi kanat?’\ “ Oğlum, dedi, ben senelerden beri inıra-
horum, küheylânın ne olduğunu bilirim, sanatım o. Oğlum dorun
sağ tarafından kaburga üstüne sabah günü vurmuş, eğer benim
sözüme yavrum inanmazsan sabah güneşini kola, bak ki oğlum
sözüm doğru mu yalan mı?” Dedi: “ Baba baş üstüne, lâkin bacaları
bütün sıvadım senin sözüne karşı, güneşi nasıl vura?” . “ Oğlum tec­
rübe et, tavla da elinde at da elinde. Çek, dedi atı çek içeri” . Oğlan
dor atı çekti.
O gece geçti, sabah açıldı. Hayırlı sabahlar cümle eşin, dostun,
cümlenizin ve cümlemizin üzerine a çılsın .. . O ğlan sabah günü
bacaya vurur vurm az, baktı ki tamam babasının sözü gibi, bacadan,
bir ufak delik delinmiş, mercimek tanesi kadar, bir güneş, sağ tara­
fına kaburga üstüne vurdu. Am a bir saat sonra günün vurmasından
inandı. “ U lan hakikat hal benim babam tamamiyle usta imiş” .
Doru çekti içeri, babasına haber verdi. “ Evet baba dediğin doğl*u
imiş” . “ Oğlum , dor elden gitti, şimdi kıra emek ver” dedi. Tazeden
bir daha dorun çığnadığı tarlayı dört taraflı hisar çekip suyu bağ­
ladı. Bir müddet su aktıktan sonra ikinci defa kırın üzerine takımı
vurdu. K ırı tam terki bağlayıp babasının tarifi ile :“ Oğlum bu gün
de dor gibi kın o tarlada akşama kadar süreceksin. T arlada asla
bİT ham yer kalmıyacaktır. Akşam geri dönüp geldiğin zaman bana
içerden sesleneceksin, ben kırı muayene edeceğim, dedi, haydi ba­
kalım A llah işini rast getirsin” . Oğlan kırın üzerine binip o tarlanın
yanına vardı. Gözünü sevdiğim kır bir pay kurmada, kendisini attı.
O gün akşama kadar asla kır tırnağının ucunu çamura vurmadı.
K ırın dört ayağı da toz tozu kovarak, tarlanın alt başından üst başa,
üst baştan alt başa, ortadan asla geçmedi. Nihayet oğlan ise “ ne
yapayım at tarlaya girmiyor” dedi kendi kendine.
Akşam oldu, gerisin geri döndü, babasını çağırdı. Babası içerden
dışarı çıkıp “ Oğlum çamur kırın neresindedir?” dedi. O ğlan ise
HÎKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 85

babasından çekinip korkarak: “ Baba olmadı, kırı tarlaya sokamadım,


üzengi vurdum, kır kendini üst başa sıçrattı. Akşama kadar tarlanın
dört tarafından olmadı kırı zerre kadar tarlanın bir köşesine soka­
madım” dedi. Babası oğlandan bu cevabı işititği gibi sevinerek “ T u t
atın dizginini, hayvan bir yerime vurmasın” dedi. O ğlan kırın diz­
ginine yapışıp tuttu. îmrahor eğildi, kırın ön ayaklarının tırnaklarını
eli ile muayene edip hakikat hal baktı ki zerre kadar kırın tırnakla­
rına ıslah gelmemiş. O zaman başını kaldırıp sevinerek “ Oğlum
iki göz verdim ise iki tane at aldım, dorun kanadının biri kırılmıştır,
sabah günü dorun kanadını kırmıştır. Ancak kır kemale vardı. Bun­
dan sonra bu kır at altında oynarken eğer dostun, eğer düşmanın
hiç birisi seni tutumaz. Düşmandan bu at herhangi taraf olursa
olsun, çekinme sür, kurtarır. Kanatsız bir kuştur bu at. Artık ilerle
de oğlum, eğer benim helal evlâdım isen, Bolu Beylerinden benim
intikamımı alasın” dedi.

IV
Her vakit zaten oğlana bu ahi söylerdi. Lâkin oğlan babasına
bir şey demezdi, ama kendi kendisine “ Bolu Beyleri nere, ben nere!
Benim asla gücüm Bolu Beylerine yeter mi?” derdi. Nihayet bir
müddet kır ile her tarafı dolanmaya başladı. Oğlan her taraftan
dostundan çok düşman kendisine peydahlamıştı. Devletin, milletin
emrinden çıkan, gözden düşen adamın her vakit kılıç boynundadır
derler. Eğer canının korkusundan, eğer halk içinde zapta gelmedi­
ğinden. K ırı binip doru yedeğe alıp doğru Kem ah diyarlarında
Erzincan’a yakın şimdi Köroğlu kulesi denen yere vardı. K ule o gün­
den bugüne kadar durur. K ırat’tan başka asla o kuleye bir at çıka­
mazdı o zamanın devri. K ülünk ile kendiş atlarına ve kendisine ığsa-
nacak kadar kule yaptı. Başladı Köroğlu o kulede yaşamağa. Gece
eğleşir, gündüz kıratı biner, her tarafı dolanır, vurur, kırat, akşam
olduğu zaman oraya gelirdi. Geceleri kulenin içerisinde atlar ile be­
raber kalırdı. Gündüz oldu mu K ırat’ı biner, Dor orda bağlı, K ırat’m
üzerinde başlar her tarafı, dağları, taşları dolanmaya. îşi döktü
haramiliğe, günüz vurur, kırardı, yolcuların önünü alır, kıymetli
parasını soyar, elinden aldıktan sonra kendisini salıverir. O zaman
Sultan M urat emir verdi: “ Her kim Körünoğlu’nu, kellesini yahut
86 EDEBİYAT LİSE I

kendisini tutar getirirse dünyalığını vereyim ” . E K örünoğlu’nu


kim tutabilir; at seyirdir, yiğit övünür, kılıç keser, kol övünür. Evet
sade Köroğlu kahraman değil, öyle yiğitler varidi ki, o zaman Kör-
oğlu’nun hiç kıymeti yok. K ırat’ın yüzünden Köroğlu yiğitlik ediyor.
K ırat gökte uçan kuşa hükmediyor. Ne kadar yiğitler devletin ver­
diği bu emri duydu ise, ülkelerde K öroğlu’nu nanca dolandırdı ise
tutamadılar. Neden tutamadılar? K ıra t’a ayar at yok ki kavuşa
tuta. E o zam an delikli demir yok ki vursun. K alkan, kılıç devri,
sen benim, ben senin yanma gelmedikten sonra isterse Kahraman-ı
katil ol kaç para eder.

SORULAR VE AÇIKLAM ALAR:

ı) Köroğlu hikâyesinin birinci kısmında, bilmediğiniz


veya yadırgadığınız kelime ve deyimleri yazımz. H alk dilinde
okur-yazarların bilmediği birçok kelime ve deyim vardır. Bun­
lardan bazıları okur-yazarlardan halkın diline geçmiş, fakat
halkın söyleyişine göre değiştirilmiştir. Meselâ K öroğlu’nun
babasının adı “ Ürüşan” dır. Bunun aslı farsça “ Ruşen” dir.
Türkçede kelimeler (R) ile başlamadığı için, halk onu kendi
söyleyişine uydurarak “ Üruşan” yapmıştır.
Bazı kelimeler eskiden kalmadır. Halk dilinde Türkçenin
unutulmuş en eski kelimeleri hâlâ yaşar.
2) Bolu Beylerinin Üruşan Baba’ya zulüm etmelerinin
sebebi nedir? Herkes attan anlar mı? Bir şeyin görünüşüne
göre hüküm vermek doğru mudur? “ M ücevher kadrini sarraf
iyi bilir” sözünden ne anlıyorsunuz?
^ 3) Üruşan Baba atı nasıl yetiştiriyor? A t yetiştirmenin
'd« bir usülü var mıdır? Üruşan Baba oğluna atların, rüzgârdan
yapıldığım ve görünmez kanatları olduğunu söylüyor. Bu
gerçeğe uygun mudur? Halk arasında gerçek-dışı buna benzer
inançlar vardır, bunlara ne denir?
4) K üçü k A li de zayıf olduğu için haksızlığa uğruyor mu?
Karşı koyma dersini kimlerden alıyor? İnsanlar bugün de kuv­
vetli olmağa önem veriyorlar mı? Zulüm insanları kendini
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 87

korumaya götürür mü? Kuvvetli olmak ile zâlim olmak, kuv­


vetli olmakla hakkım koruma arasındaki farkı belirtiniz.
Kuvvetli ne zaman zâlim olur?
5) Üçüncü kısımda Üruşan Baha’nın atlara tatbik ettiği
terbiye tarzının gayesi nedir?
6) Köroğlu insan olarak zayıf olduğu halde başarıya nasıl
ulaşıyor? Dördüncü parçada bu soruya iki atasözü ile cevap
veriliyor. Onları bulunuz.

Metinde geçen mahallî kelime ve deyimler

nanca : Çok. Nice


rayma ; İnsafına, merhametine
garlangoç uşakları : V urucu kırıcı takımı. İpsiz sapsız takımı
vığlat : Bir köpeğin diğerini ısırarak bağırtması. Bir kimsenin değnek
v.s. ile vurarak köpeği bağırtması.
külek : Odundan, ağaçtan yapılmış yemek kabı
paykurmada : Bir atlayışta,, bir seferde.
BiR TÜ R K MASALI

Destan gibi masal da hikâye nevrinin bir koludur. O nda da


bir vak’a anlatılır. Yalnız masal, destan gibi savaş ve kahraman­
lıktan değil, saadet, zenginlik, yüksek bir mevkie ulaşma gibi, in­
sanların günlük, ebedî arzularından bahseder. M asallarda insan­
lar bu arzularına çalışarak değil, olağanüstü varlıklar, tesadüfler ve
tılsımlı şeylerle ulaşırlar. Bu bakımdan masallar gerçekten çok düşe
benzerler. Düşlerde olduğu gibi masallarda da insanlar içinden
çıkılması güç durumlarla karşılaşırlar, fakat yine bir tesadüfle kur­
tulur ve saadetlerine ulaşırlar.
M asallar çok eski çağlardan, ağızdan ağıza geçerek bugüne
kadar gelmişlerdir. Onların ilk defa ne zaman, nerede, kim tara­
fından söylendiğini bilmek imkânsızdır.
Sözlü T ürk edebiyatında pek çok masal vardır. Bunları, top­
layan bazı yazarlar onları genişletir, süsler ve değiştirirler.
Aşağıda doğrudan doğruya halk ağzından derlenmiş, hiç değiş­
tirilmemiş kısa bir masal metni verilmiştir. Bu masalı okuduktan
sonra şu sorulara cevap veriniz:

SORULAR:

ı) B u m asa ld a kaç kişi vardır? B u n lard an e n önem li şahıs hangisidir?

2) B u r a d a pâdişâh iyi mi, yoksa kö tü m ü gösterilm iştir? Pâdişâh neden


kızını o ç o c u ğ a verm ek istem iyor?
3) Ç o c u k kızı alm ak için bir g a yret sarfediyor m u ?
4) R ü y â d a görülen şeylerin gerçekleşm esi sizce m üm kün m üdür?

5) M a s a l nerelerde geçiyor?
6) B u ra d a bir aşağıdan yukarı çıkış, b ir saadete ulaşm a fik ri var m ıdır?
7) B ö y le bir saadete u laşm a kim lerin için den geçebilir?

8) S iz de b ildiğin iz bir m asalı y a zın ız !


P Â D İŞÂ H IN R Ü Y Â S I

Bir varmış, bir y o k m u ş... Köyün birinde bir çoban varmış.


Bu memleketin pâdişâhı bir gün' rüyasında görmüş ki, o çobanın
oğlu kendi kızını alacak! Pâdişâh sora sora bu çobanın köyünü bu­
lur, çobana giderek der ki:
“ Bu çocuğu bana satar mısın?”
“ Satarım.” Fakat, çocuğun anası razı olmuyor. Pâdişahla köylü
anlaşıyorlar, çocuğu lira ile tartıp pâdişâh alıp gidiyor. Buradan ayrıl­
dıktan sonra pâdişâh, bu çocuğu ölmesi için bir dağ başına bırakıyor.
O dağlarda hayvan otlatan başka bir çobanın sürüsündeki bir
keçi de gidip çocuğu oı ada emzirir. Keçinin sahibi de bir kocakarı,
bakar ki keçide süt yok. Ertesi gün çobana çıkışır: “ Çoban benim
keçimi niye sağıyorsun?”
“ Hayır, sağmıyorum” .
O gün çoban bu keçinin peşini takip ediyor. Bir de bakıyor ki
keçi bir mağaraya giriyor, orada bir çocuğu emziriyor. Çoban hemen
o çocuğu evine götürür, karısı bu çocuğu büyütür.
” Aradan yıllar geçer bu çocuk bir delikanlı olur. Pâdişâh yine
rüyâsında görür ki, o çocuk ölmedi, büyüdü, senin kızını alacak!”
Padişah araya sora bu delikanlının olduğu yere gelir, delikan-
hyı bulur. Eline bir kâğıt verir.
“ A l oğlum, bu kâğıdı vezire götür” .
Padişah kâğıda yazıyor ki, “ Bu çocuk yanınıza gelince hemen
katledeceksiniz!”
Delikanh kâğıdı alıp gidiyor. Pâdişâhın bahçesine girince uy­
kusu gelip uyum ağa başlıyor. Pâdişâhın kızı da pencereden bakı­
yormuş. Bunu görünce hemen yanma gelir, bakar ki çok güzel. O ğ ­
lanın cebini yoklarken babasının yazısını görüp okur. K âğıda baba-
sımn imzasını atarak içindekileri değiştirir: “ Bu delikanh oraya
gelince kızımı ona nikâh edin, düğün kurun!”
Padişah da dolanıp gelir ki düğün kurulmuş, çobanın oğlu,
kızını almış. Padişah dayatır:
“ Ben bunu katledeceğim!”
Vezirleri bırakmazlar: “ Am an efendimiz, yazıktır, böyle şeyol-
maz” . Padişah da fikrini değiştirip bu evlenmeye razı oldu.
KEREM İLE ASLI

^ İran. Türkleri arasında doğan, A nadolu’da şöhret bulan ve halk


arasında çok sevilen bir aşk hikâyesidir. Hikâyede dikkati çeken
nokta bir Müslüman olan K erem ’in bir Hıristiyan kızı olan Aslı’yı
sevmesi, durmadan onun peşinde dolaşmasına rağmen, isteğine
ulaşamamasıdır.

Kerem , Isfahan şahının oğlu. Aslı ise onun veziri olan Ermeni
keşişinin kızıdır. Isfahan şahı ile veziri, çocukları olmadığı için,
eğer A llah kendilerine bir oğlan ile bir kız verirse, onları lıeşik kert­
mece birbirlerine nişanlayacaklarına ve evlendireceklerine söz ve­
rirler. Bundan sonra Kerem ile Aslı doğarlar. Fakat keşiş kızını Ke-
rem’e vermek istemez. Ailesini alarak İsfahan’dan uzaklaşır. Kerem
de yanında sadık arkadaşı Sofu ile onların arkasından köy köy, şehir
şehir dolaşır. Hikâyenin esasını bu sevgili peşinde koşma, aşk için
her türlü sıkıntıya katlanma teşkil eder.

Bir seferinde Kerem, Kayseri şehrinde keşişin izini bulur. Adam


kendini gizlemek için zindancıbaşı olmuştur. Karısı dişçilik yapar,
Ash da ona yardım eder. Kerem Aslı’yı biraz daha fazla görebilmek
için, sapasağlam otuz iki dişini çektirir. K erem ’i seven Aslı Müslüman
olur, onunla evlenmek ister. Fakat hain babası Kerem ile Sofyş’yu
yakalattırır. Tekrar kızını kaçırır, H aleb’e gider. Keşiş Kerem ’den
kurtulmak için, bir hile düşünür. K ızını Kerem ’e vereceğini söyler,
düğün yapılır, keşiş kızına sihirli bir elbise giydirir. Bu elbisenin
düğmeleri açılınca, kendiliğinden hemen tekrar kilitlenir. Zavallı
Kerem , sabaha kadar Aslı’nın elbisesini açmağa muvaffak olamaz.
Sabaha karşı bir ah eder ve bu ah ile yanar. Aslı, Kerem ’in küllerini
süpürürken, uzun saçlarından tutuşur, o da yanar. Böylece iki âşık
birbirlerine kavuşmadan ölürler.
K erem ile Aslı hikâyesi de Dede Korkut hikâyeleri gibi şiirlerle
süslüdür.
A şağıya halk dili ile yazılmış Kerem ile Aslı hikâyesinden bir
parça alıyoruz :
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 91

Â Ş IK K E R E M

Kerem bütün gün zevk u safâ etmekte olsun, aradan bir ay


geçti. Yine başladı: “ Acaba babam ne zaman gidüp benim sevdi­
ğimi bana alıverecek? Bugün mü yarın m ı?” deyüp nâr-ı aşk içre
yanmağa başladı.. Ahar bir gün sabra karan kalmayup Kerem ayıttı:
“ Ben derdimi saz ile söylerim” deyüp aldı sazı eline. Aldı Kerem :

Aşandı karlı dağın ardına


Can Aslı'm aklıma düştü ağlarım
Hey ağalar dayanamam derdine
j- Han Asilim aklıma düştü ağlarım
Dertli Kerem oydur: bu derdim bitmez
) avrumun sevdası serimden gitmez
Yüz bin öğüt versen biri kâr etmez
Hân Asilim aklıma düştü ağlarım

deyüp kesti. Babası ayıttı: “ Oğlum ben seni keşişin kızına nişanla-
dımdı. Lâkin bir mikdar müddet aldı. Şimdi vaadesi tamam oldu”
deyüp başladı düğün tedârikin görmeye. Şimdi keşiş dahi şahdan
mühlet alup evine geldi. Karısına ayıttı: “ Ben sana demedim mi
idi, bu kız büyürse başımıza felâketler getürür? işte şah benden kızı
oğluna istedi. Geçen gün Ahmet Bey buraya geldikde kızı görmüş.
Babasına söylemiş. Şimdi benden kızı şah istedi. Ben de beş ay müh­
let aldım. K ızı nişanladım. Şimdi çare nedir?” dedi. Karısı ayıttı:
“ Sen elem çekme. Ben kızı alup kaçarım” deyüp kavi ü karar eyle­
diler. Günlerden bir gün gecenin birinde yükte h afif bahada ağır ne
varsa alup ve birer ata binüp gittiler. Çün sabah oldu, Zengi’nin
halkı bakıp gördüler ki bu gece keşiş kaçmış. Bunlar birbirine haber
verüp: “ Be canım, keşiş Zengi’nin içinde mergub bir adam idi. El­
bette kaçtığının bir aslı vardır. Bu memleket yere mi geçecek, yoksa
ateşe mi yanacak? Elbette bir şey vardır.” deyüp bunlar da birer
ikişer kaçmağa başladı. Biz gelelim şaha. Bunlar İsfahan’da günü
tamam edüp Isfahan halkı gelin almağa Zengi’ye gittiler. Kerem
bunlara dedi ki “ Ben ilerüleyim, sizler yavaş yavaş geliniz,” deyüp
atım sürdü. Bir de yolda giderken gördü ki birkaç ihtiyarlar acele
giderler. K erem bunları görüp ayıttı: “ Ne tarafa gidersiniz?” Bun­
lar ayıttılar: “ Efendim bir keşiş var idi. Her şeyi bilürdü. Bu gece
kaçmış. Biz acaba bugün (şehir) yere mi geçecek yoksa ateşe mi
92 EDEBİYAT LÎSE I

yanacak, Zira bu keşiş bizi bırakup gitmezdi deyü şimdi biz de amn
arkasından gideriz. Bize bir ziyan gelmesün” dediler. Kerem bu ha­
beri işidüp ağlamağa başladı. “ Eyvah sevdiğimi elimden uçurdum.
Keşişin gözü çıksun” deyüp aldı sazı eline. Bakalım ihtiyarlara ne
söyledi. Aldı Kerem :

Han AsUm Z^nğ'den firar eylemiş


Yol vermeyin başı dumanlı dağlar
Bile gitmiş atasıyla anası
Tol vermeyin başı dumanlı dağlar
Isfahan beyleri kalkdılar toya
^engVnin halkı da dayandı Hoya
Hâs kemişte olsa bir akça maya
Tol vermeyin başı dumanlı dağlar

deyüp kesti. Bir de babası gelmekde olsun. Kerem ihtiyarlardan bu


haberi işitüp oradan atı sürüp doğru Zengi’ye gelüp dâhil oldu.
Am a yüreğinden kan gider. Gezerekden keşişin konağına geldi. K ızı
bulmayınca bahçeye geldi acep sevdiğim bahçede olmasun deyü.
Baktı ki bahçede yok. Hemen kızın gergefin gördüğü gibi aşka gelüp
aldı sazı eline. Bakahm bahçede ne dedi. Aldı Kerem :

Geldim dost bağına eyledim nazar


Gördüm yârin bahçesinde gül yeri
A k gerdana dane dane dizilmiş
Aklımı başımdan aldı hal yeri
Gece gündüz çağırırım ya Halil
Kadir Mevlâm istemez de hem delil
Gergefin örtülmüş iğnesi melil
Bellü yârin gergefinde el yeri

deyüp kesti. Bir de bahçede ah u vâh edüp gezerken baktı ki bah­


çenin içinde kızın oturduğu köşkün yanma geldi. K ızı andıkça ağ­
ladı. Bir de köşkün yanında bir servi ağacı var idi. Kerem aydur:
“ Bari servi ağacına benim sevdiğimi sorayım” deyüp aldı sazı eline.
Bakalım servi ağacına ne söyledi. . . Bir de âh u vâh edüp gezerken
karşusunda bir köşk var idi. içinde bir kız oturur, aynı Aslı hana
benzer. Bu kızı görüp “ bî-vefâ! orada beni seyredüp zevklenürsün”
deyüp kıza doğru gelüp aldı sazı eline bakalım ne ded i. . . K ız dahi
K erem ’e bakup ayıttı: Beyim sen beni kime benzettin? Böyle türkü
H lK ÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 93

söylersin?” dedi. Kerem ayıttı: “ Ben seni Aslı H an’a benzettim.”


K ız ayıttı: “ Beyim ben Aslı değilim. Senin aradığın buradan gideli
beş gündür. İşte görmez misin Zengi’nin içinde kimse kalm adı.”
Kerem ayıttı: “ Şimdi ne tarafa gitti?” K ız ayıttı: “ H oy’a doğru
gitmiştir. ” dedi. Kerem bu haberi işidüp bahçesine geldi. Baktı ki
şenliği gitmiş. Bahçe melûl mahzun durur. Bahçenin ıssızlığın görüp
“ Eyvah” , senin bahçen de mahzun olmuş, deyü aldı sazı eline. Ba-
kahm ne dedi. Aldı Kerem :

Keşişin bahçesine geldim


Gördüm nazeninim gitmiş
Bağ gözüme hor göründü
Salınup gezenim g itm iş...
Kerem der böyle kalursam
Düşmenden öcüm alursam
Vadem yeter ben ölürsem
Mezarım kazanım gitmiş
deyüp kesti.
L E Y L A ÎL E M E C N U N

Leyla ile Mecnun, Îslâmî devir Türk edebiyatında herkesin


bildiği ve sevdiği bir aşk hikâyesidir. Konusunu Arap edebiyatından
alır. Türklerden önce onu İran şairleri de işlemişlerdir. T ürk edebi­
yatında bu konuyu anlatan birçok eser yazılmıştır. Bunlardan en
meşhûru Fuzûlî’nin 1535 de yazdığı Leylâ ve Mecnun mesnevisidir.

Leylâ ve Mecnun hikâyesinin özeti:


Arabistan’da zengin, iyi ve güçlü bir aşiret reisi vardır. Herkes
onu sever ve emirlerine boyun eğer. Fakat bu aşiret reisinin hiç ço­
cuğu olmaz. Öldükten sonra aşiretini, evini barkını bırakacak bir
evlâdı olmayan reis buna çok üzülür. Nihayet Tanrı adamın haline
acıyarak ona bir çocuk verir. Adını K ays koyarlar. K ays büyüdükten
sonra okula verilir. Okulda Leylâ adında çok güzel bir kıza rastlar.
Farkında olmadan onu sever. Leylâ da K ays’dan hoşlanır. İki genç
arasında başllyan bu temiz sevgi, giderek bir aşk ihtirası halini alır.
Çevre onların davranışlarını yadırgam aya başlar. Ailesi dedikodu­
lardan korkarak L eylâ’yı okuldan alır ve eve kapatır. Bunu gören
Kays deliye döner, delice hareketler yapar. Bundan dolayı halk ona
Mecnun adını takar.
Sevgilisini göremeyen Mecnun, tek başına kırlarda, çöllerde
dolaşmaya başlar, vahşi hayvanlarla dost olur. H iç bir kötülüğü
dokunmadığı için bütün hayvanlar bu garip âşıkı severler, onunla
beraber dolaşırlar.
Oğlunun haline üzülen babası, bir gün çöle gider, oğlunu bulur.
İnsanlardan ayrı yaşayan Mecnun, artık yalnızlığa, acıya alışmıştır.
Onun için aşk ıztırap demektir. Leylâ’nın hayâli ile teselli bulur.
Babası M ecnun’u şehre getirmek ister. Mecnun reddeder. Bera­
berce K â b e’ye giderler. Babası oğluna, bu aşktan kurtulması için
dua etmesini söyler. Aşkını kaybedince hayatının hiç bir mânâsı
kalmayacağını hisseden Mecnun, ba.basının isteğinin tersine, A llah ’a
aşk ve ıztırabını arttırması için dua eder. Oğlundan ümidini kesen
babası onu çölde bırakarak şehre döner. M ecnun aşkını dağlara, çöl
hayvanlarına, kuşlara anlatır. Eve kapatılan Leylâ da aşk sırrım
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 95

muma, mumun etrafmda dönerek yanan pervaneye, yeni doğan aya,


rüzgâra, bulutlara açar.
Bu esnada îbn Selâm admda zengin biri de L eylâ’ya âşık olur.
Çok mal ve mülk vererek, Leylâ’nın ana ve babasını razı eder. Leylâ
ile Mecnun arasındaki aşk macerasını duyan ve M ecnun’un şiirlerini
seven biri, Leylâ ile îbn Selâm’ın evlenmelerine engel olmak ve
L eylâ’yı M ecnun’a almak ister. Yam an bir savaşçı olan Nevfel,
L eylâ’nın kabilesiyle savaşır. Mecnun, Nevfel’in değil, Leylâ tara­
fının galip gelmesi için dua eder. Durum u öğrenen Nevfel, M ec­
nun’un ıslah edilmez bir âşık olduğunu anlayarak aradan çıkar.
M ecnun L eylâ’nın hasretine dayanam ayınca zaman zaman
çeşitli kıyafetlerle şehre gelir ve L eylâ’yı görür. Arada Zeyid adlı
dostu vasıtasıyle onunla mektuplaşır da. Mecnun, îbn Selâm ile ev­
lenmeye razı olduğundan dolayı L eylâ’ya sitem eder. M ecnun’u
seven Leylâ^ îb n Selâm’a teslim olmaz. îb n Selâm ve M ecnun’un
babası üzüntülerinden ölürler. Leylâ, atasının evine döner. M ec­
nun’un aşkı zamanla Leylâ’dan T an rı’ya döner. Onun artık dünya
ile ilişiği kalmamıştır. Bir gün çölde devesi yolunu şaşıran Leylâ,
M ecnun ile karşılaşır ve ona vuslatını sunar. Mecnun içinde taşıdığı
ulvî aşka bağlı kalmak için L eylâ’yı reddeder. Bu münasebetle söy­
lediği gazeldeki şu beyit M ecnun’un aşk anlayışını gösterir:
Hayâl ile tesellîdür gönül meyl-i visâl etmez
Gönülden taşra bir yâr olduğun âşık hayâl etmez
[Gönül hayâl ile yetinir, vuslata meyil etmekten çekinir. Âşık,
gönüldeki sevgilinin dışında bir sevgili hayâl etmez.]
M ecnun’a göre âşıkm, sevgilinin görünüşüne veya m addî var-
hğm a bağlanması cahillikten ileri gelir. Görünen her şey geçicidir.
Ebedî olan T an rı’dır.
Gönül aynası dış âleme ait hiç bir şeyi aksettirmemelidir. T anrı’-
mn birliğine inanan^ dış âlemi de, sevgilisini de, kendisini de unutur.
Leylâ, M ecnun’un bu yüksek aşkını över. Ondan ayrıldıktan
sonra, artık yaşamayı istemez. Güzelliğini kaybeder ve ölür. Onun
ardından. Mecnun da dünyayı terkeder.
Fuzulî, bu hikâyeyi manzum olarak çok sanatkârane bir şekilde
anlatmıştır. Leylâ ile Mecnun, duygularını gazellerle ifâde ederler.
Fuzulî’nin hikâyeyi anlatan beyitleri ile bu gazeller birbirine sar­
maşır.
96 EDEBİYAT LtSE I

Mecnun, Dede Korkut İTz^a^z’ndaki kahramanlardan çok fark­


lıdır. O , esas itibariyle eski Türk tipine uymaz. Eski Türkler için aşk,
evlenme ile sonuçlanan bir duygu çağıdır. M ecnun’un hayat karşı­
sında aldığı tavır normal değildir. Eski Türk, daima cemiyet içinde
yaşar, o zayıf değil, kuvvetlidir.
Mecnun, kadın ile erkek arasında kalın duvarlar ve yasaklar
olan bir cemiyetin adamıdır. Çevresine başkaldırmadığı için çöllere
gider, hayvanlarla dost olur.
Fuzulî^ bu aşk hikâyesini tasavvufî düşünce ile birleştirmiştir.
Tasavvufta insan. T anrı karşısında kendini ve dış âlemi unutur. Eski
Türklerde böyle bir düşünce yoktur.
M ecnun’un şahsiyetine hâkim olan, eski Türk tipinde olduğu
gibi, hareket ve kahramanlık değil, his ve hayâldir. Leylâ ve Mecnun
mesnevisi, baştan sona kadar çok ince his ve hayâllerle doludur.
K itapta M ecnun’un ince duygusunu gösteren güzel bir sahne
vardır. M ecnun bir gün çölde bir avcıya rastlar. Avcı, çöllerin güzel
hayvanı gazalleri avlamak için bir tuzak kurmuştur. Bir gazal gel­
miş, tuzağa düşmüştür. Mecnun gazale çok acır ve onu serbest bırak­
ması için avcıya yalvarır. Avcı, ben onu satarak geçiniyorum, der,
bırakmaz. Bunun üzerine Mecnun, üstündeki elbiseyi vererek, gazali
tuzaktan kurtarır ve onunla beraber çöle dalar. Aşağıdaki parçada
bu sahne tasvir edilmiştir:

Gördü ki bir avcı dâm kurmış


Damına gazaller yüz urmış
O l dama cefâ-yı çerh-i gaddar
B ir âhuyı eylemiş giriftar
Bir ahu esîr-i damı olmış
Kan yaşı kara gözine dolmış
Boynı burulu ayağı bağlu
Şehlâ gözi nemlü câm dağlu
Ahvâline rahm kıldı Mecnûn
Bahdı ana tökdi eşk-i gülgûn
Gönline katı gelüp bu bî’ dâd
Tumşak yumşak dedi ki sayyâd
Rahm eyle bu müşg-bû gazâle
Rahm etmez mi kişi bu hâle
HİKÂYE TARZINDA YAZILM IŞ ESERLER 97

Sayyâd hu nâ-tüvâna kıyma


K ıl canına rahm cana kıyma
Sayyâd şahın cefâ yamandur
Bilmezsen mi ki kana kandur
Seyyâd mana bağılla kanın
Yandurma cefâ odına canın
Sayyâd dedi budur maaşum
Açman ayağın giderse başum
Katlinde bu saydun etsem ihmâl
Etfâl ü lyâlüme rColur hâl
Mecnun ana verdi cümle rahtın
Pâk eyledi berkden dirahtın
Ol turfe gazalün açdı bendin
Şâd eyledi cân-ı derdmendin

Bugünkü dile çevrilmiş şekli :


Gördü ki bir avcı tuzak kurmuş
Tuzağına gazaller yüz vurmuş
O tuzağa acımasız feleğin cefası
Bir ahuyu tutmuş yakalamış
B ir ahu tuzağa esir olmuş
Kanlı yaşı kara gözüne dolmuş
.Boynu burulu ayağı bağlı
Şehlâ gözü nemli canı dağlı (yanık)
Mecnun haline acıdı
Ona baktı ve gül renkli gözyaşı döktü
Gönlüne bu zulüm çok (katı) gelerek
Yumuşak yumuşak dedi k i: Avcı
Bu misk kokulu gazele acı
Kişi bu hale acımaz mı?
Avcı bu zavallıya kıyma
Canına acı, cana kıyma
Avcı sakın cefa yamandır
Bilmez misin ki kana kandır
Avcı onun kanını bana bağışla
Canım cefa ateşine yakma
Avcı dedi: Benim geçimim bu!
Başım gitse ayağını açmam ■
98 EDEBİYAT LtSE I

Bu avı ben öldürmezsem


Çoluk çocuğumun hali nice olur?
Mecnun ona nesi var nesi yok verdi
Ağacım yapraktan soydu
O garip gazalin bağını çözdü
Dertli canım sevindirdi

SO R U

Mecnun’un bu gazale acıma duygusu ile aç pars hikâyesi arasında bir ben­
zerlik var mıdır? İkisi arasındaki benzerlik ve farkları belirtiniz ve bunun sebep­
lerini araştırınız.
m. AVRUPÂÎ DEVİR

^ HÂLÎD ZÎYÂ UŞAKLIGİL (1865 - 1945)

FERH U N D E K A LFA

(Son çağda Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de hikayeciler


ve romancılar günlük hayatta rastlanılan insanları tasvir ederler.
Tasvirlerini de gerçeğe uygun bir şekilde yaparlar.
Eserlerini bu tarzda vücuda getiren büyük Türk yazarlarından
biri Hâlid Ziyâ’dır. Aşağıda onun Ferhunde Kalfa adlı hikâyesinin
giriş kısmını alıyoruz. Y^zar Burada Ferhunde Kalfa’nm sosyal du­
rumunu, şahsiyet ve mizacını evin kızı Hasna ile mukayese ederek
belirtir. Mukayese, iki şahıs, iki eşya, iki durum arasındaki farkı
kuvvetle belirtir.)
Ferhunde, küçük hanımla beraber büyümüştü. Beraber büyü­
müş olmak imtiyazı Ferhunde’ye ev halkı içinde hususî bir mevki,
bir müstesna kader vermişti; birkaç kereler Efendinin ağzından işit-
mişti ki Ferhunde evin kızı gibidir. Onun için Hasna’ya ne yapılsa
mutlaka bir aynı, biraz daha muhtasar, biraz daha hafif olarak
Ferhunde’ye de yapılırdı; hiç olmazsa renk itibariyle bir karabet,
bir müşabehet gözetilir, Hasna’ya bir bayram için meselâ pembe
ipekten bir kumaş alınırsa Ferhunde için bir yünlü yahut bir basma,
fakat herhalde pembe bir şey alınırdı ve bu Ferhunde için iktifa
olunacak bir vicdan itminanı idi.
Onun için Hasna’ya görücüler gelmeye başlayınca Ferhunde
gizli bir sevinç duydu; bu görücüler kendine de bir izdivaç mübeşşiri
hükmünde idiler, madem ki küçük hanımdan ayrı tutulmuyor. Gö­
rücüler geldikçe ona kanatlar takılır, merdivenlerden uçarak iner
çıkar, yaşmaklan, feraceleri almak vazifesini başkalarına bırakarak
soluk soluğa koşar, küçük hanıma haber verir, giyilecek esvap hak­
kında uzun uzun mücadeleler eder, sonra bir aralık ortadan kay­
bolur, beş dakika sonra değişmiş olarak dönerdi. En mühim vazife
onundu, misafirlere kahve verir ve bu rasime için Ferhunde Kalfa
da giyinir kuşanırdı.
100 EDEBİYAT LİSE I

Âdet etmişti; mutlaka esvabmı küçük hammınkine yakıştırmaya


çalışırdı; bugün küçük hamm görücülere yeşil mantinlerle çıkacak
öyle mi? Ferhunde derhal karar verirdi: O da tirşe basmalarını
giyecek.
Sonra küçük hanım önde, Ferhunde kalfa arkada görücülerin
huzuruna çıkılırdı. Kahveleri verdikten sonra Ferhunde gider, yâ
küçük hanımın sandalyesine muvazi bir yerde gözlerini indirerek,
derunî bir hicap ile kızararak, tâ kalbinden gelen bir titreme ile elinde
kahve tepsisi, bekler, burada beş on dakika küçük hanımla beraber
görücüye çıkmış bir kız hayatını yaşardı.
Görücülerin yanından çıkılınca, halecan içinde, küçük hanımla
beraber koşar, onunla odaya kapanır, küçük hanımın boynuna
sarılır, zapta kuvvet bulunamamış bir sevinç coşkunluğu ile: “ Çıl­
dırdın mı? Ne oluyorsun? Kendine gel F e rh u n d e !...” ihtarlarına
rağmen, öperdi. îlk defalarında: “ Ah bilsen, küçük hanımcığım,
ne kadar sıkıldım !..” derdi. Sonraları “ Artık alıştım, şimdi üzül­
müyorum, artık gelin oluversen d e . . . ” demeye başlamıştı. O, mut­
laka giden görücülerin kendisine de bir şeyler getireceklerinden, bu
evin içinde dönen izdivaç meselelerinden kendisine de bir hisse
isabet edeceğinden vicdanî bir kanaatle emindi. Bunu ne onun, ne
başkalarının söylemesine hacet yoktu, bu o kadar tabiî bir şeydi ki
söylenmesi hattâ tabiîliğini ihlâl ederdi; madem ki küçük hanımdan
ayrı tutulmuyor.
Kendi güzelliğine itimadı vardı; hattâ görücüler gelmeye baş­
ladıktan sonra küçük hanımla kendi arasında mukayeseler kurar,
nisbetler tayin eder, hesap neticesinde kendisine pek de iftihara
medar olmayacak yekûnlar çıkarmazdı. Onun kısa kısa siyah,^kaş­
ları, yumuşakça küçük siyah gözleri, pek ziyâde utandığı zaman
donuk bir pembe tabaka altında dalgalanan kişmirî bir rengi, geniş
omuzlar altında gittikçe darlaşan gövdesiyle hoş bir endamı vardı.
Bütün bunları eski kırılmış bir aynadan aşırarak odasında ihtimamla
muhafaza olunan el kadar bir parçada uzun uzun tedkik ederek
hükmetmişti ki, Ferhunde Kalfa öyle yabana atılacak bir şey değildi.
Yalnız küçük hammın bir şeyini kıskanırdı; sarahatle tevil etmek­
sizin kıskanırdı: Sarı saçlar. .. Kaşlara, gözlere, tene o kadar ehem­
miyet vermezdi, kendisinde bunları karşılayacak kıymetler, mezi­
yetler bulunurdu; fakat saçlar. . . Ah, mümkün olsa onları değiştir­
mek, bu kara şeyleri sarı, sapsarı, sırma yapmak mümkün o lsa !.. . ”
HİKÂYE TARZINDA YAZILM IŞ ESERLER loı

SO RU LAR,

Bu suretle her paragrafta Ferhunde K alfa’nın bir özelliği belirtilmiştir.


Metni inceleyerek aşağıdaki sorulara cevap veriniz.
ı) E v halkı Ferhunde K alfa’ ya kendi kızlan olmadığı halde ^’ evin kızı”
gözüyle bakıyorlar ve ona böyle baktıklarını Hasna’ya aldıkları eşyanın benzerini
almak suretiyle gösteriyorlar. Bu benzerlik neye dayanıyor? Burada tam bir eşitlik
var mıdır? Aradaki fark nerededir?
2) Eve görücüler geldiği zaman Ferhunde K alfa nasıl davranıyor? ^'Görü­
cüler geldikçe kanatlar takılırdı” , sözü ne gibi bir ruh hâlini ifâde eder? Ferhunde
K alfa da görücülerden kendisine bir hisse çıkarır mı? Bu davranışlarına göre Fer­
hunde K alfa için aşağıdaki sıfatlardan hangisini kullanırsınız?
-a)- Açıkgöz.
-b)- Şımarık.
-e)- Terbiyesiz,
Saf.

3) Y azar, Ferhunde K alfa’nm duygularını anlatırken onun hareket, jest ve


mimiklerini belirtiyor. Parsçada bunları ifâde eden kelime de deyimleri söyleyiniz.
Hareket, jest ve mimiklerle hisleri anlatmak mümkün müdür? Korku, se­
vinç, hayret ve yorgunluk gibi halleri kelime söylemeden taklit ediniz.
Hareket, jest ve mimik hangi sanatlarda ön plâna geçer.
4) Y azar, Ferhunde K alfa’ nın portresini, eski, kırık, küçük aynasm a b a­
karken tasvir ediyor. Buna göre Ferhunde K alfa’ nm özellikleri nelerdir?
5) Ferhunde K alfa, H asna’ nm nesini kıskanıyor?
6) Parçada geçen bilmediğiniz kelimelerin bir listesini yapınız ve karşısına,
metne göre, anladığınız mânâyı veriniz. Daha sonra sözlüğe bakarak talıminle-
rinizi kontrol ediniz.
Ö M ER SEYFED D ÎN (1884 - 1920)

DİYET

Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan


dükkânında, tek başına, gece gündüz, kıvılcımlar saçarak çalışan
Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir ârslanı andırıyordu. Uzun
boylu, iri pençeli, kalın bazulu, geniş omuzlu bir pehlivandı. On
senedir bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç namluları
bütün Anadolu’da, bütün Rumeli’de serhat boylarında büyük bir
nâm kazanmıştı. Hattâ İstanbul’da bile yeniçeriler, satın alacakları
kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde “ Amel-i Ali ’ Usta”
damgasını arıyorlardı. O, çeliğe “ Çifte su” vermesini biliyordu.
Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, yine
kırılmazdı. “ Çifte su vermek” , sanatının, yalnız ona mahsus bir
sırrı idi. Yanma çırak almaz, kimse ile çok konuşmaz, dükkânından
dışarı çıkmaz habire uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu.
Memleketin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden çelikten ateşten başka
lâf bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız
muhârebe zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler,
kaybolur; muharebeden sonra meydana çıkardı. Şehirde ona dâir
birçok hikâyeler söylenirdi. Kimi “ cellât elinden kaçmış bir çelebi” ,
kimi “ sevgilisi öldüğü için vakitsiz dünyâyı terketmiş bir garip” derdi.
Siyah şâhâne gözlerinin yüksek bakışından, kibâr tavrından, mağrur
sükûnundan, düzgün sözlerinden onun öyle âdî bir adam olmadığı
belli idi. Amaj kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen
yoktu. Halk kendisini seviyordu. Şehirde böyle meşhur bir ustanın
bulunması herkes için ayrı bir iftihardı.
— Bizim A li. . .
— Bizim koca u sta...
— Dünyâda eşi yoktur.
— Zülfikârın sırrı ondadır! ..
Derlerdi. Koca Ali, en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi
incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi
kendine bulmuştu. Daha oniki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan
HİKÂYE TARZINDA YAZILM IŞ ESERLER 103

babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Deb­


debeli bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet
katında yetiştirecek, büyük mevkilere çıkacaktı. Fakat Ali’nin miza­
cında “ başkasına minnettar kalmak” ihtimâli derin bir elem sızlatı­
yordu. “ Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim” dedi. Bir gece amcasının
konağından kaçtı. Serseri bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı.
İsmini bilmediği memleketler dolaştı. Nihâyet Erzurum’da ihtiyar
bir demircinin yanma girdi. Otuz yaşma kadar Anadolu’da uğra­
madığı şehir kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Minnettar kalmadı.
Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı. Çok çalıştı. Emsalsiz
işler meydana getirdi. Pek az kazanca kanaat etti. İçinde “ mukaddes
ateş” ten bir şûle bulunan her mûcit gibi, para için değil, sanatı,
sanatının zevki için çalışıyordu. “ Çeliğe çifte su vermek” onun aşkıydı.
Gönüllü gibi muharebelere gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin,
sekbanların içinde “ Ali Usta” işinin medhini işittikçe tadı dille anlatıl­
maz manevî bir zevk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan
çalışırsa, daha birkaç bin gaazîye kırılmaz kılıçlar, kalkanları parça­
layan çelik yatağanlar, zırhları kesen ağır saldırmalar yapacaktı.
Bunu, düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, rûhundan
kopan bir hamleyle örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcımlar tutuş-
tururdu.
— Tak!
— Tak, tak!
Tak, ta k ...
işte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraş­
mıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı.
Ocağının sönmeğe başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle
terlerini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescidde hazin hazin akşam
ezanı okunuyor; bacasının tepesindeki yuvada leylekler nihayetsiz
bir takırtı koparıyorlardı, ikindi abdesti daha duruyordu. Yalnız
ellerini yıkarı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omuzuna attı.
Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeğe lüzum görmezdi.
Uzun meydandan mescide doğru yürüdü.. Şehrin kenarındaki bu
mütevazı mabede hep fakirler gelirdi. Minaresi sokağa bakan küçük
bir pencereydi. Müezzin, buradan başını çıkarır, ezanım okurdu.
Koca Ali, mescide girince her vakitkinden fazla bir kalabalık
gördü. Dâima üç kandil yakılırkem bu akşam Ramazan gibi bütün
104 EDEBİYAT LİSE I

kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına


çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye
kulak kabarttı. Konya’dan iki garip derviş geldiğini, yatsı namazına
kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.
Akşam namazı kılınıp bittikten sonra cemâatin bir kısmı çıktı.
Koca Ali yerinden oynamadı. Zâten biraz başı ağrıyordu.
“ Mesnevi dinler, açılırım” dedi. Büyük bir huşu’ içinde, iki garip
dervişin rûhu ürperten nağmeleriyle gaşyoldu. Her âşık gibi onun
kalbinde de nihâyetsiz bir vecd, bir heyecan, bir galeyan istidâdı
vardı. En küçük bir vesileyle coşardı. Mânâsını anlamadığı bu lisânın
uhrevî ahengi onun sâkin kanını sular altında saklı derin bir girdâp
gibi kaynattı. Her tarafı sebepsiz bir sarsıntı ile titriyor, sökülmez bir
hıçkırık boğazına tıkılır gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra,
mescidden çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu.
Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Saman uğrusu, sarı altın tozundan
nihâyetsiz bir bulut gibi göğün bir tarafından öbür tarafına uzanıyor­
du. Yürüdü. Yürüdü. Şehirden mandıralara giden yolun geçtiği tahta
köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine akseden
yıldızlar, nurdan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenarlardaki
karanlık top (Söğütlerde bülbüller Ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce
kımıldamadı. Dinlediği nağmelerin, rûhunda kalan âhenklerini işiti­
yor, tıpkı mescidde gibi gaşyoluyordu. Ansızın arkasından bir ses:
— Kimdir o ? . .
Diye bağırdı.

Daldığı tatlı âlemden uyandı. Döndü. Köprünün öbür tarafında


iki üç karaltı ilerliyordu. Gayr-i ihtiyârî cevap verdi:
— Yabancı yok!
— Kimsin?
— A l i ...
— Hangi Ali?

Gölgeler yaklaştılar. Bir adım kalınca onu kıyafetinden tanıdılar:


— Koca A li. . . Koca Ali, be. . .
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 105

— Sen misin Ali usta?


— Benim!..
— Ne arıyorsun bu vakit buralarda?
— H iç ...
— Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!..
__ !,..
Bunlar şehir subaşısının adamları, dizdarlardı. Kol geziyorlardı.
Ne cevap vereceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, ehl-i
ırzlar nazarında hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Ken­
dilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını
çıkarırlardı. Ama, ona fenâ muamele etmediler. Dizdarbaşı:
— Ali usta, sen deli mi oldun?
Dedi.
— Y o k ...
— Böyle gece yarısına yakın değil, hattâ yatsıdan sonra sokakta,
bâhusus böyle şehir kenarında kimsenin dolaşmasına ağamızın razı
olmadığını bilmiyor musun?
— Biliyorum.
— Ey, ne arıyorsun buralarda?
— H iç ...
— Nasıl h iç ? ..

Koca Ali, yine cevap vermedi. Dizdarlar onun namuslu bir adam
olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:
— Haydi yerine git, dolaşma...
Dediler. Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, rûhunda
demin dinlediği âhengi tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor,
uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye
rasgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki
leylek uyumamış, kefenli bir hayâl gibi ayakta duruyordu. Kapısı
aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapandığını hatırladı:
— Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!
Dedi. Dükkânında örsü ile çekicinden başka kıymetli şeysi yoktu.
Bunlar da çalınmağa değmezdi. Kimsenin işine yaramazdı ki, hırsız
aşırmak zahmetine girsin. . .
ıo6 EDEBİYAT LİSE I

içeriden kapıyı sürmeledi. Dizdarların müdâhalesi canını sık­


mıştı. îşte, şehirde yaşamak da, bir türlü esirlikti. Halbuki dağ başında,
köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini
yakmağa üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yorda-
miyle çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden ibâret olan yatakçığına uzandı.
Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliği ile:
— Kim o?
Diya haykırdı.
— Aç, çabuk.. .

Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ziya çizgileri


parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı.
Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü.
Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının, dükkânı dolduran
aydınlığı içinde palabıyıklı, yüksek kavuklu dizdarbaşıyı gördü.
Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyor­
lardı. “ Ne var?” gibi yüzlerine baktı. Dizdarbaşı:
— Ali Usta, dükkânı arayacağız.
Dedi. Koca Ali hayretle sordu:
— N için ?..
— Bu gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş.
— Ey, bana n e?. .
— Onun için işte dükkânı arayacağız.
. — O hırsızlıktan bana ne?
— Hırsızlar, çaldıkları bir kuzuyu köprünün altında kesmişler.
Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.
— Bana ne?..
— O keselerden bir tanesini de, bu sabah senin dükkânın önünde
bulduk. Sonra.. Şu eşiğe bak. Kan lekeleri v a r!
Koca Ali kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine baktı.
Hakîkaten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye
dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı dizdar:
— Hem bu gece, geç vakit, ben seni köprünün üstünde gördüm.
Orada ne arıyordun?
Dedi.
H İKÂYE TARZINDA YAZILM IŞ ESERLER 107

Koca Ali, yine verecek bir cevap bulamadı. Önüne baktı:


Arayın. . .
Diye geri çekildi. Dizdarla yamakları dükkâna girdiler. Örsün
yanından geçen başağa haykırdı:
— Ay, işte, işte. . .

Koca Ali, gayr-i ihtiyarî dizdarın baktığı tarafa gözlerini çevirdi.


Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden
kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının bir de mücrimin
yüzüne bakıyorlardı. Dizdarbaşı hiddetlenerek sordu:
— Çaldığın paralan nereye sakladın?
— Ben para çalmadım.
— İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.
— Bu deriyi ben buraya koymadım.
— Ya kim koydu?
— Bilmiyorum.

Koca Ali zaten çok lâkırdı söyleyemezdi. Subaşmm karşısına


çıkartıldığı zaman da gece geç vakit köprünün üstünde ne aradığını
anlatamadı. Dizdarların bulduğu bütün deliller aleyhine çıkıyordu.
Budak Bey’in yeni sattığı beşyüz koyun ücreti de mandıradan çalın­
mıştı. İki kuvvetli hırsız, bekçi çobanı sıkısıkı bağlamışlardı. Sonra
canını çıkarmcaya kadar dövmüşler, hattâ işkence için bir kolunu
da kırmışlardı. Ertesi gün hâkimin huzûrunda bu çoban, hırsızın
birini Koca Ali’ye benzettiğini söyledi. Gece geç vakte kadar dükkâ­
nına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı
önünde bulunması. Koca Ali’nin ithâmına kâfi geldi. Ne kadar inkâr
etse hırsızlığı te’vil götürmüyordu. Zâten hükümetçe nereden geldiği
nereli olduğu belli değildi. . .
Sol kolunun kesilmesine karar verildi.
Koca Ali, bu kararı duyunca ömründe ilk defa olarak sarardı.
Dudaklarını ısırdı. Kazaya rızâdan başka çâre yoktu. . . Sendeleyerek
ayağa kalktı. Hâkime dik bir sesle:
— Kolumu bırakın, kafamı kesin!
Diye ricâ etti. Bu ömründe onun ilk ricâsıydı. Fakat ihtiyar
hâkim çok âdildi:
ıo8 EDEBİYAT L İS E I

— Hayır oğlum, dedi, sen adam öldürmedin. Eğer çobanı


öldürseydin, o vakit kafan giderdi. Ceza kabahate göredir. Sen yalnız
hırsızlık ettin. Kolun kopacak. Hak böyle istiyor. Şerîatin kestiği yer
acımaz.. .

Koca Ali’nin kolu kafasından çok kıymetliydi. Çeliğe “ çifte su”


yu bu iki kol sayesinde veriyordu, bu iki el sâyesinde serhadlerde
dövüşen binlerce gaazîlere çelik kalkanları kıran, ağır zırhlan yırtan,
demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok
pahasına, pîr aşkına çalışıyordu.
Onu Ağa kapısında dizdarların odası altına kapadılar. Kısas
gününü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün
başında çekiç vuramayacağını düşünerek mabudu ölen bir mümin
matemini duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu...
Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.
. . . Bütün Şehir halkı, Koca Ali gibi mahir bir ustanın kolu
kesileceğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, kuvvetli, güzel
bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz vicdanlar
bile dayanamıyordu.
îşte herkes onu seviyordu.
Sipahiler kendilerine pek ucuz kılıç döven bu adamı kurtarmayı
sözleştiler. Şehrin en büyük zengini “ Hacı Mehmed” e mürâcaat
ettiler; bu adam Karun kadar mal sâhibi olduğu halde son derece
hasisti. Hâlâ şehrin pazar yerinde, küçük bir dükkânda kasaplık
yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratım ekşitti. Başını salladı.
Ama sipâhîlerle hoş geçinmek lâzımdı:
— Mâdem ki siz istiyorsunuz, dedi, ben onun kolu için diyet
veririm. Ama bir şartla. . .
— Ne gibi?
Diye sordular.
— Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana
bedâva hizmetçilik, çıraklık etmeğe râzı oirsa. . .
— Pekâlâ, pekâlâ. . . ^
. . . Sipâhîler Ağa kapısına koştular. Hacı kasabın teklifini
Koca Ali’ye söylediler. O, evvelâ “ kasaplık bilmediğini” ortaya
sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipâhîler “ Adam sen de! Kasaplık
iş mi? O kadar harp gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp
HÎKÂYE TARZINDA YAZILM IŞ ESER LER 109

kesemez misin?” diye ısrar ettiler. “ Kula kul olmak” , fâni dünyâda
“ birisine minnettar kalmak” azapların en ağırı idi.
O, daha pek gençken, vezir amcasının lûtfunu bile çekememiş,
minnettar kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine
atılmıştı. Şimdi kör talihi, onu, bak kime köle edecekti?’
Sipâhîler: “ Hacinın yaşı yetmişi aşmış. .. Zâten daha ne kadar
yaşar ki. .. O ölünce yine sen hür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi,
düşünme usta, düşünme” diyorlardı.
*

Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini hâkime saydığı gün.


Koca Ali’yi arkasına taktı. Dükkâna getirdi. Bu adam gâyet titiz,
gâyet huysuz, gâyet berbat bir ihtiyardı. Hiç durmadan dırdır söy­
lenirdi, Hasisliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutama­
mıştı. Koca Ali’yi eline geçirince hemen dükkânının köşesine bir
set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Herşeyi
ona yaptırmağa başladı. Ama, herşeyi. . . Sabah namazından beş
saat evvel şehirden iki saat öteki mandırasından o gün satılacak
koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parça­
lattırıyor, ona sattırıyor. . . tâ akşam namazına kadar durmadan
emirler veriyordu. Zavallıya verdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bâzen
kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı
baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatırmadan ertesi saUah için koyun
getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan
ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyor­
du. Hattâ evinin bahçesindeki lâğım kuyusunu bile ona ayıklattı.
Koca Ali, sâde suya bulgur çorbasıyle bu kadar zahmetlere
yıllarca göğüs gerebilecekti. Fakat Hacı Kasabın ikide bir:
— Ulan A li!.. Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak
kalacaktın!. .
Diye yaptığı iyiliği tekrarlamasını çekemiyordu. Bir gün, iki gün,
üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu:
Efendisinin karşısında elpençe dîvan durdu. Yine:
— Kolunun diyetini ben verdim.

— Şimdi çolak kalacaktın, h a. . .

— Benim sâyemde kolun var.


IIO EDEBİYAT LİSE I

Hacı Kasap, âdeta bu sözleri “ âferin” tarzında diline pelesenk


etmişti. Her emrinin icrâsından sonra, kır sakallı, çirkin, sıska suratım
ekşiterek mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer,
“ aklında tut, benim esirimsin!” der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı.
Koca Ali, susar, kalbinin yırtıldığını, göğsüne sıcak sıcak birşeyler
yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını
duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya
gidip gelirken, salhanede koyunlan yüzerken, müşterilere et keserken
“ Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünüyor, hiçbir şeye karar
veremiyordu. Dünyâda kimseye eyvallah etmeyerek kanaatle gurûru-
nun saâdeti için yaşamak isterken başına gelen bu belâ neydi?
Kaçmayı namusuna yediremiyordu.
İşte o vakit sahiden hırsızlık etmiş olacaktı.
Fakat bu herifin ikide birde bu yaptığını başa kakmasına taham­
mül . .. ölümden pek güç, ölümden pek acı, Ölümden pek ağırdı. ..
*

Hacı Kasaba köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden Cuma


idi. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunlan getirmiş, salhânede
yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük,
yağlı siyah taşta satırları biHyor, yine “ Ne yapacağım, ne yapacağım?”
diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satır
lan bitirince, büyük bıçakları bilemeğe başladı. “ Ne yapacağım, ne
yapacağım?” hülyâsma öyle dalmıştı k i ... kasabın geldiğini duy­
madı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğine ağzına getirdi:
— Ne yapıyorsun b e ? ,.
Döndü. Efendisi köşesinde oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:
— Bıçakları biliyorum.
Dedi.
— Hay tembel, miskin h a y ... Sabahtan beri ne yaptın?
Cevap vermedi. Kapakları çürümüş, bu küçük, bu hâin, bu
yılan gözlere kıpmadan baktı, baktı. İhtiyar, beklemediği bu acı
bakıştan kızdı. Sordu:
— Ne bakıyorsun?

Koca Ali, sesini çıkaramıyor, bir hafta içinde belki beş senelik
hizmetini durup dinlenmeden gördüğü hâlde, kendini yine “ tembel,
miskin” diye tahkir etmeğe sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla
HÎKÂYE TARZINDA YAZILM IŞ ESERLER 111

süzüyordu. Yine .kalbi yırtılır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler
yayılıyor, çeneleri kitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bu anda bu
titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl tahammül
etmişti? Şaşırdı. Hacı kasap, çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin
bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:
— Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba, dedi,
ben olmasam şimdi çolak kalacaktın. . .
Koca Ali, yine cevap vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı.
Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü
kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldır­
dığı ağır satırı öyle bir indirdi k i . .. O anda kopan kolunu tuttu.
Gördüğü şeyin dehşetinden gözleri dışarı fırlayan Hacı kasabın önüne:
— Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi!
Diye hızla fırlattı. Sonra evsâbının kolsuz kalan yenini sıkı bir
düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.
Onun, vaktiyle geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de şehirde kimse
öğrenemedi.

SO RU LAR

ı) Diyet hikâyesinde başlıca şahıslar kimlerdir?


2) K o ca A li’nin işi nedir?
3) K o ca A li çevresi tarafından sevilir mi?
4) K o ca A li’ nin karakterinin özelliği nedir?
5) İnsanın hayatta başkasına minnetdar kalmaması için nelere ihtiyaç vardır?
6) K oca Ali, nasıl bir iftiraya uğramıştır?
7) Ona verilen ceza bugünkü hukuk kurallarına uyar m ı?
8) Hikâyede iyi insanı temsil eden K o ca A li’ nin karşısında bir de kötü insan
vardır, onun özellikleri nelerdir?
9) Hikâye nasıl başlıyor, nasıl gelişiyor, nasıl sona eriyor? Buna göre hikâ­
yeyi bölümlere ayırınız ve her bölümde söz konusu olan şeyleri belirtiniz.
10) Hikâyede eşya, insan ve tabiat ile ilgili maddî (gpzIe görülür, elle tutu­
lur) şeylerin isimlerini bir liste halinde gösteriniz. Bunlardan bilmediklerinizin
altını çiziniz ve sözlükte karşılıklarını bulunuz. Bunlardan bazıları "tarih î” dir.
Eskiden kullanılmışlardır.
Bir hikâyede tarihî hava ve dekoru yaratm ak için, bu hikâyede olduğu gibi,
eski eşya, kıyafet, töre ve âdetlere baş vurulur.
1 1) ^^Minnet altında kalmamak” duygusu da tarihî” midir? Onun için
de ^^eskimiştir” diyebilir m iyiz?
H er devirde insanların değer verdikleri veya köyü buldukları davranışları
vardır. Bunlara örnekler veriniz.
HALİDE EDÎB ADIVAR (1884 - 1964)

H İM M ET ÇO CU K

Elvanlarda ihtiyar bir kılavuz aldık, kısmen yanmış, perişan,


herkes, fersiz ve şaşkın gözlerle kamyon denilen canavarın bî-lüzum
gürültüsüne bakıyordu. Herkesin ruhunda sonu gelmeyen meşakkatin,
açlığın, her günün gizli felâket ihtimallerinin yuğurduğu yeis ve lâ-
kaydî vardı. Onun için kimse Uşak’a kadar gelmek istemiyordu.
Parayı ne yapacaklardı? Ne alır ki? Yalnız zayıf yüzlü bir ihtiyar
halsiz bir sesle:
— Ben in e y ’ e kadar yolu biliyorum. Fakat beni Uşaiç.’a götürür­
seniz ve bana orada bir okka tuz verirseniz gelirim, dedi. Akşam
karanhğı basarken kamyon mırıldanarak, homurdanarak Anadolu’­
nun ıssız, yolsuz beyabanına daldı.
Kamyonda İstanbul Gazetecileri vardı. Yunan ordusunun em­
salsiz mezaliniinin külleri ve facia sahnesi üstünde tetkikat yapacaklar,
ben cephenin Yunan mezalimi raporünu hazırlarken onlar da ajansla
Türkün felâketini dünyaya bildireceklerdi, Anadolu’da hâkim, insan
değil tabiattır>( Kuytu ormanlar, batak ovalar, sarp, keskin yokuşlar,
sonra karanlık kımıldıyormuş gibi insanı keserek dondurarak esen
acı rüzgârın ortasından bin bir zahmetle bilmem kaç .saat geçtik.
İney^ bir derenin yamacından kurşunî bir yangın harâbesine
inkılâp eden bir köydü. Kamyon gırlayarak, çırpınarak köyün yoluna
girerken dünyada hilkat-i adem başlamış gibi etraf insan sesinden,
hayatından âriydi. Yalnız bir sürü çakal acı acı, karanlık esiyormuş
gibi dereyi yalayıp geçen rüzgârla hemâhenk uluyordu. İçimden:
— Eyvah, köyden hepsi gitmiş, nasıl tahkikat yapacağız?
diyordum.
Biraz sonra sağda bir kaya kovuğunda kızıl bir alevin önünde
ısınan iki hâki gölgenin kımıldadığını gördüm. Karanlık dereye,
kurşunî yaıîgın harâbesi olan yamaca vuran yegâne ışık bu ateş '
ve kamyonun yürüyen iki göze benzeyen fenerleriydi. . Köprünün
önünde şoför kocaman, âtıl makineyi durdurmaya çalışırken önünde
HÎKÂYE TARZINDA YAZILM IŞ ESERLER 113

birkaç karaltı kımıldadı. Sonra ışığın beyazlattığı taşlı yolda siyah


cübbeli, beyaz sarıklı, siyah sakallı bir adam, arkasındaki henüz
ışığın sahasına giremeyen karaltı halindeki arkadaşlarından ayrıldı.
Hiç unutamıyacağım vâzıh bir sesle:
— Halide onbaşı, sizi biz îney İPta^yonunda bekliyorduk, dedi,
— Geleceğimizi nerden biliyordunuz?
— İstasyonda biliyorlar. Tahkik heyeti gelecek, dediler.
Bu sesten gazeteci arkadaşlar hemen harekete geldiler, ka­
lem kâğıt çıkardılar, kamyondan fırladılar, karaltılardan tahkika
başladılar. Kaç ev yandı? Kaç kişi ö ld ü ?... Siyah sakallı adam
yanıma geldi. Fenerlerin verebildiği ışıkla notlarıma yiyecek' gibi
baktı.
— Kaç ev mi? Bütün köy yandı. Kaç adam mı Öldü? Sayı­
sını Allalı bilir. Eşkıya gelir öldürür, düşman gelir öldürür, yakar,
soyar. Görüyorsunuz ya ne ev, ne yiyecek, ne giyecek var. Sen onları
şimdi bırak, İsmet Paşa’ya başka şey söyle!
— Benim işim bunları yazmak.
Biraz daha hırçın ve sesi titrek: ‘
— Senin işin bizim halimizi söylemek... Kaç ev yandı, kaç
kişi öldü karnımızı doyurur, başımızı örtecek dam yapar mı? İs­
met Paşa’ya söyle. . .
Sesinde hayat için mücadele edenlerin âmiriyeti vardı; mutî,
sordum:
— Ne söyleyeyim?
— Ev isteriz, rüzgâr bıçak gibi kesiyor, çocukların başına so­
kacak kovuk bile yok. Uşak’ta birçok kereste ve Yunan esiri varmış,
bunlardan bize verilmesini emretsin. Hemen kendimize dam yapahm.
Ekmek isteriz, askerî ambarlarda. buğday var, bir saat ötede. . .
Emretsin, bize versinler, çiğ olsun çocuklarımıza yedirelim. (Sesi
acıyla, merhametle yırtılarak devam etti) Büyükler söz anlıyor, sesi
çakmıyor ama çocuklar söz anlamıyor, açhktan hep ağlıyörl;ar, sabaha
kadar ağhyorlar, bunu Paşa^ya söyle..
Çakal ulumasiyle, rüzgârın iniltisi arkasından öyle zannettim
ki aç çocuklar ağlıyor, göğsü sütsüz, boş, sırtı çıplak analar yumruk­
larını salhyarak dünyaya, talihe, hayata haykırıyorlar.
1 14 EDEBİYAT LİSE I

— Yazdım, dedim Şimdi bize Uşak’a kadar bir* kılavuz verin.


Herkes birbiriyle konuştu; biraz meşveret etti, sonra:
— Şu çocuk sizi şosaya çıkarsın, dediler.
Kocaman kurt derisi gocuk, kalın çizmeler, yün başlık artık
ısıtmıyor, yakıyordu. Bütün gün yemek yememiştik Yanımızda ihti­
yaten alınmış yarım çuval peksimet vardı ki o da daha ziyade yanım­
daki şoförle kamyondaki iki muhafız askere aitti. Fakat ne onlar, ne
arkadaşları, biraz evvel açlıktan şikâyet ettikleri halde, yemek arzu­
sundan bir günahmış gibi bahsetmiyorlardı. Yalnız makineyi düzelt­
mekle meşgul görünen nefer şoförün bir şey söylemeden içini yakan
bir arzusu kalbime geçti, yavaşça:
— Peksimedi köylülere verelim mi? dedim.
Bu söz yanmak için bekleyen kuru çıra ile temas eden bir kı­
vılcım gibi oldu. Nasıl oldu bilmiyorum, üç nefer peksimet çuva­
lını yakalamış, titremiş gölgelere zorla dağıtıyorlardı. Vakur ve mü­
tehammil bir ses:
— Uşak’ta belki ekmek bulamazsınız. Yanınızda kalsın, diyordu.
Yine kamyon hırıldadı, homurdadı, çatırdadı, ve karanlığa,
rüzgâra daldı. Yer olmadığı için kılavuz Himmet kamyonun basa­
mağında, yanımda alyakta duruyordu. Kamyona tutünan küçük
çocuk elinin za’fmı, zavalhhğım görmekle beraber İney’deki kü­
çüklerin açlık feryadiyle içim dolu gibiydi. Açı düşünüyorum, Bu,
kaç senedir gezdiğim sahada kül olan, sükkânı aç. ve ölmeğe' mah­
kûm olan kaçıncı köydü.
Anadolu hilkat günlerinin ilk devrelerindeki yoksuzluk, harabî
ve vasıtasızlık içinde îdi. Yeni Türkiye’yi inşa edecek millete yine
Hazreti Âdem’den sonraki devlere benzeyen kudret ve ■mesai kabi­
liyeti lâzımdı. Evsiz, ekmeksiz, meyus bir halk. . Dünya onların zafer
destanını terennüm ederken onlar ölümün gözlerinin içine bakıyor­
lardı. Memleketi kim yapacaktı? Nasıl yapacağız? Yanımda tiz fakat
sakin bir çocuk sesi: ■ iA - l
— Burası Kuzgunderesi, teyze!
Başımı çevirdim. Küçük, zayıf bir yüzü vardı. Çenesine doğru
uzanan ensiz yanağının derileri büzülmüş, çene iskeleti olduğu gibi
seçiliyordu. Bu açlık ve yeis içıtlde başının öyle derunî bir sevimliliği,
insanı hayata davet eden bir kudreti vardı ki sordum:
HİKÂYE TARZINDA YAZILM IŞ ESERLER 115

— Himmet, niçin peksimedini yemiyorsun?


■— Sonra yerim, teyze!
— Hele bir ye de sonra konuşalım.
Yavaş yavaş koynundan küçük lokmalara ayırarak çıkardığı
peksimedi yemesini bekledim. Çenesinin^ başımn bütün iskeleti,
peksimedi çiğnedikçe daha büyük vuzuhla meydana çıkıyordu.
Birdenbire gocuğumun içine küçük başım almak, bilmem neden
vaktiyle kendi çocuğumu uyuturken söylediğim ninniyi söylemek
istedim* Fakat bu arzum çok sürmedi. Küçük kuru yüzde merhameti,
za’fı menşeden bir olgunluk sezdim. Sakin ve arkadaş olmasına
çahştığım bir sesle konuşmağa başladım.
.Büyük bir gururla on üç yaşında olduğunu söyledi. Yedi yaşında
anasız, babasız, ihtiyar bir nine, genç bir kızkardeş, bir çift öküzle
kalmıştı. Öküzlerle kocasız iki kadının tarlalarım senelerce sürmüş,
ortakçılık etmiş, ninesini, kardeşini beslemiş, hattâ kızkardeşini
ere vermişti. Fakat bir gün o havaliye bir hayvan hastahğı gelmiş,
iki öküzü birden ölmüştü.

Hikâyenin burası kalbimi burdu. Sordum:


'— Ne yaptın?
Sükûnla omuzlarını silkti. Hiç, ne yapacaktı. Öküzsüz çalış­
mış, gündeliğe gitmiş, dul kadınların tarlalarını sürmüş, üç sene
çah§nuş ve nihayet iki şişman kocaman dombay almıştı.
Hikâyenin burası yine kalbimi heyecana verdi. Kimsesiz, sekiz
dokuz lyaşmda, kuru Anadolu’da mesaisi ile iki manda alan çocuk,
bu benim anladığım bildiğim kahramanlığın en yüksek derecesi
gibi bir şey. Avusturalya’yı kuru topraktan mamure hâline sokan,
vahşî Amerika’yı mesâisi ile yenip medeniyet merkezi yapan ruhlar
bu nevî ruhlardır.
— Dombaylar duruyor mu?
- Bu defa gözlerimi yaşartan bir ifâde ile ince omuzlarım silkti.
Kamyon karanlık bir vâdiden geçiyordu. Anadolu’da vâdiler, yar­
lar, uçurumlar insanın muhayyilesini ve arkasını soğuk soğuk ür­
pertir; Hicretlerin, kavgaların, cinayet ve soygunculukların sah­
nesi oralardır.
ıı6 EDEBİYAT LİSE I

Üç ay evvel bu meş’um derede Yunanlılar Himmet çocuğu


yakalamışlar, kesmeğe yatırmışlar, iki nefer arasında münakaşalar
olmuş, biri arabasını, mandalarını alıp bırakmak, öteki öldürmek
istiyormuş, nihayet salıvermek isteyen demiş ki:
— Arabasında yumurta varsa bırakalım, yoksa keselim.
Himmet çocuğun sakin sesi titreyerek:
— Ninem yolda yesin diye iki yumurta başladıydı, teyze. . .
dedi.
Derenin sağ tarafındaki uçurum üstünde karanlık rüzgâr tuhaf
tuhaf uluyor.v Çocuk susmuş, kamyona yapışmış, gidiyordu. Tabiî
bir sesle:
— Seni Uşak’a kadar götürelim, Himmet, dedim. Sen dön­
mekten korkmazsın, bilirim, fakat biz yolda bir yanhşhk yaparız,
şoför bilmiyor.
'— Olur, teyze.
Nefer şoförün yarım aydınlıkta kayadan oyulmuş gibi sabit
erkek yüzüj garip bir tebessümle harekete geldi.
Uşak’a girerken düşündüm, Anadolu’da geçen senelerimle yüz
haneden otuz haneye eriyerek dağılan, ölen erkeksiz ve kimsesiz
köylerde Himmet çocuğun eşlerine tesadüf ediyor, onlara memle­
ketin hayat tarihinde birer ışık ve nişane diye bakıyordum. Hayat
diye, insanhk diye Anadolu’da ne kalmış ise gayyur kadınlariyle
bu küçük gündelik kahramanların fevkalbeşer mesâisinden kal­
mıştı. Bunlardan bir tanesi kafamda ve kalbimde içimi kanatan
bir çivi gibi saplanmış kalmıştır.
Antalya’dan Burdur’a gelirken, nihayetsiz kar bürümüş, bozuk,
taşh, bir yanı uçurum, bir yanında dâimâ eşkiya gizlenen yokuş­
lardan birini tırmamyorduk.>; Buralarda arabalar durur, arabacılar
bir araya gelir, her arabaya üç dört çift hayvan takarlar, arabacılar
arabamn arkasına omuz verir. Bin türlü acayip sesler çıkararak
teker teker her arabayı yokuşun başına çekerler. Ve çok zaman da
bu kablettarihî vesaitle, terliyerek, inliyerek günlerce didişip Çine
ovasına kadar getirdikleri mallarım eşkıya çeteleri alır götürür,
elleri boş geldikleri yere dönerler. Böylece bir hengâme ortasında,
kahnh inceli hayvanları teşvik için birbirine karışan obalar aracında
billûr gibi bir ses:
HİKÂYE TARZINDA YAZILM IŞ ESERLER 117

— Ah kadın anam! ah gel de bir kez hahmı g ö r !..


Dedi. Kalbime ip takılmış gibi, ses gelen yere sürüklendim,
on on iki yaşlarında, gocuğundan sular damhyan, el kadar güzel
yüzlü, mavi gözlerini örten siyah kirpiklerinde yaş toplanmış bir
çocuk arabacı gördüm. Bu da Hrnımet çocuk gibi ihtiyar bir halaya
bakmak için bir fevkalbeşer hayat mücadelesinde pişen bir çocuktu.
Iztırabının mercii olsa olsa toprak olan bir kadın kalbi oluyordu.
Hâlâ Türkiye’yi bu küçük Himmet çocuklar yürütüyor. Belki
hâlâ acıları bir çocuğun değil bir devin kalbi gibi sağlam olan yü­
reklerinden taşarsa:
— Ah kadın anam ah! gel de bir kez halımı gör! diyorlar.

H İM M ET ÇO CUK

Himmet Çocuk hikâyesinin yazarı olan Halide Edib Adıvar


(1884-1964) büyük bir romancıdır. Cumhuriyet’ten önce eser
vermeğe başlamış, Cumhuriyet devrinde de yazı yazmaya devam
etmiştir. Hâlide Edib Adıvar şahsiyeti ve zengin kültürü ile Türkiye’­
de aydın kadınlara öncü ve örnek olmuştur. Hâlide Edib Adıvar,
aynı zamanda cesur bir hürriyetsever ve milliyetçidir. İstiklâl Savaşı’na
katılmış, Türk askerlerine cephede yardım etmiş, moral vermiştir.
Halide Edip, romanlarında çeşitli sosyal tabakalara mensup Türk
kadınlarının meselelerini, Türkiye’nin kültür ve medeniyet konu­
larını ele ahr. Canlı, sıcak, hayat ve sevgi dolu bir anlatış tarzı vardır.
Onun eserleri, bütün Türk gençlerine hayatı anlatacak sayfalarla
doludur.
Himmet Çocuk hikâyesinde Halide Edib, bize İstiklâl Savaşı
yıllarında tanıdığı bir köylü çocuğunu tasvir ediyor. Hikâyeyi evde
okuyarak ve üzerinde düşünerek şu sorulara cevap veriniz:

SO R U LAR

ı) Halide Edib hikâyede Anadolu’ya ne olarak gidiyor, vazifesi nedir? Bu


hikâyeye göre, gazete muhabirlerinin millet ve memlekete ne gibi hizmetler yap-
tıklanm anlatmız. Gazete muhabirleri olmasa, biz memlekette ve dünyada olup
bitenleri öğrenebilir m iydik?
ıı8 EDEBİYAT LİSE I

2) Halide Edib Anadolu’ da nerelere, hangi vasıtalarla gidiyor? Neleri gö­


rüyor? Kim lerle karşılaşıyor? Sırasıyle gittiği yer adlarını ve karşılaştığı insanları
yazınız.
3) Halide Edib çevresini gören bir insandır. Gördüklerini canlı olarak kay­
deder. Halide Edib’ in bu hikâyesinde hangi tabiat hâdisesi ve manzaralarına
dikkat ettiğini tesbit ediniz.
4) "A n ad o lu hilkat günlerinin ilk devrelerindeki yokluk, harabî ve vasıtasızlık
içinde idi” cümlesinden ne anlıyorsunuz? Anadolu bugün de öyle midir, yoksa
değişmiş midir?
5) Halide Edib Himmet Çocuk*a nerede rastlıyor? O na karşı nasıl bir duygu
besliyor?
6) Himm et Çocuk’un ailevî durumu nasıldır?
7) Himm et Çocuk fakirlik ve ıztırap karşısmda yenilmiş midir? Yoksa sa­
bırla çalışmış mıdır?
8) Y aza r, Himmet Çocuk’ ta “ mesaîsi” , (çahşması)yle geleceğin Türkiye’ sini
yaratacak bir kahraman görüyor. Y azarın bu fikrini belirten cümlelerini bulunuz
ve altını çiziniz. Çalışkan Anadolu çocukları, Halide Edib’in bu görüşünü isbat
etmişler midir? Nasıl?
9) Y aza r, Himmet Çocuk’ a benzer Anadolu çocukları için "b u küçük gün­
delik kahramanlar” deyimini kullanıyor. Bu deyim sizce doğru mudur? Sizin
yaşınızda bir çocuk da günlük hayatında çalışarak, zorluklarla savaşarak ailesine
ve başkalarma yardım edebilir m i? Himm et Çocuk’a benzer çocuklar tanıyor
musunuz? Tanıyorsanız, siz de onları yazılı olarak tasvir ediniz.
10) ^^Hâlâ Türkiye’y i bu küçük Himm et Çocuklar yürütüyor” cümlesine
göre yazarın hayata bakış tarzı iyimser midir, kötümser midir?
1 1 ) Hâlide Edib, hikâyesinde bazı orijinal sıfat ve benzetmeler kullanıyor.
Size çarpanları yazarak mânâlarmı açıklayımz ve değerlendiriniz. Onlar hikâ­
yeye bir renk ve canlılık katıyor m u?
R EŞA T N U R Î G Ü N TEK ÎN ’ÎN “ SON S IĞ IN A K ” A D LI
ROMANINDAN BÎR PARÇA

(Reşat Nuri Güntekin (1889- 1950) Cumhuriyet devrinin büyük


romancılarından biridir. 1922 yılında basılan Çalıkuşu romanı, Tür­
kiye’de en çok okunan eserlerdendir. Reşat Nuri bu romamnda
Çalıkuşu adı takılan çok canlı, iyilik dolu bir genç kızı öğretmen
olarak Anadolu’da dolaştırır; bize onun gözüyle Anadolu’yu ve Ana­
dolu insanlarını tamtır.
Reşat Nuri’nin kendisi de bir öğretmendir. Yıllarca Millî Eğitim
müfettişi olarak Anadolu’yu dolaşmış, Anadolu’yu ve Anadolu insa-
mnı yakından görmüştür. Reşat Nuri de Çahşkuşu gibi neşeli, sevgi
ve iyilik dolu bir insandır. Çalıkuşu bugün de her Türk gencinin
okuması gereken bir romandır.
Reşat Nuri’nin büyük meziyetlerinden birisi konuşulan Türkçeyi
çok iyi kullanmasıdır. O, gözü gören ve kulağı işiten, her şeye karşı
ilgili bir yazardır. Biz, Reşat Nuri’nin romanlarını okurken, kitabı
unutur, hayatın içine dalar, insanlara karşı derin bir ilgi duyarız.
Roman, şiir, hikâye ve tiyatroya nazaran uzundur, hayatı bütün
genişliği ile ele alır. Romanda hayatta rastlanılan, insanın duyduğu,
düşündüğü her şey girer. Çağdaş romanda gâye, hayatı her yönüyle
gözönüne sermek, hayat ile yarışmaktır. Bundan dolayı romanlarda
manâlı ayrıntılara büyük önem verilir. Romancı mânâlı bin bir küçük
ayrıntı ile insanları ve hayatı âdeta yeniden yaratır.
Romanda, hayat kısa bir an ve dar bir mekân içinde değil,
geniş zaman ve geniş bir mekân içinde ele alındığı için, onu bütün
olarak ele almak lâzımdır. Bununla beraber, bir ağacın yaprağı
nasıl o ağaç hakkında bize bir fikir verirse, güzel bir romandan birkaç
sahife de bize, yazarın hayatı kavrama ve anlatnja gücünü açıkça
gösterir. Yaprak nasıl ağacın bütün kök, dal ve gövdesini besleyen
özsuyunun bir ürünü ise, romanın her sahifesi de söyledir. Güzel bir
romam besleyen de hayatın özsuyudur. Reşat Nuri’nin Son Sığınak
adlı romanı, size bu konuda bir fikir verebilir. Reşat Nûri bu romanın­
da Anadolu’da dolaşan bir tiyatro kumpanyasında, onu teşkil eden
insanları, onların başına gelenleri anlatır. Reşat Nuri’nin başka ro­
manlarında olduğu gibi biz, bu romanda da pek çok insanla tanışırız).
120 EDEBİYAT LİSE I

Çocukken benim uykudan uyanışlarım komedya gibi bir şeydi.


Mecbur dadımız, nafile yere oramı, buramı döürttüşledikten sonra
karyolama girerek arkama yerleşir, kollarını koltuk altlarımdan
geçirip vücudumu yan yarıya yataktan kaldırır, çetrefil Çerkez
Türkçesiyle: “ Yine mektebe geç kalacağımı, ceza göreceğimi” an­
latmağa başlardı.
Gerçekten uykum ağır olduğundan mı; yoksa yatağın sıcağından
onun göğsünün sıcağına geçiş beni büsbütün gevşettiği için mi, tekrar
gözlerimi kapıyarak kendimden geçerdim. Nihayet, yanımızdaki
odasında şarkı söyliyerek tıraş olan Selim ağabeyim, ara kapıdan
girer: “ Sus Allah aşkına dadı, zaten sesin ninni söyler gibi senin...
Çocuğu daha çok uyutuyorsun!” diye bağırır, komodinin üstündeki
sürahiden avucuna doldurduğu suyu azar azar yüzüme serperdi.

. . . O gün de ikinci mevki bir kompartmanm kapısı yanındaki


köşemde uyurken böyle bir su serpintisiyle yerimden sıçradım. Fakat
bana bu oyunu yapan artık Selim ağabeyim değildi. Kapımn ağzında,
başucumda soğuktan kırmızı bir battaniyeye sarılmış bir kadın
duruyordu. Elinde bir su kupası vardı. Yaptığı kazadan telâşlanarak:
^ — Aman, Beyefendiciğim, aıfTedin, diye gülmeğe başladı, kaba-
hzjt bende değil, çocuğunuzda. . . Deminden beri susuzluktan carm
ya'hyordu biçare. .. Benim termosumda bir parça su kalmıştı, ikram
edeyim dedim, eliyle çarptığı gibi. . . (Daha kuvvetli gülerek) Kısmet
sizinmiş! . . .
Uyurken yakalanmak beni daima bir suçüstünde yakalanmış
gibi rahatsız eder. Derbeder hayatımda eski lükslerimden bir o,
kalmıştır. Ben de gülerek ve toparlanmağa çahşarak:
— Ziyanı yok, efendim, dedim ve teşekkür ettim.
Dört günden beri bir posta treniyle Diyarbakır’dan geliyordum.
Yolun (Fevzipaşa) ya kadar olan kısmında yıllardır görülmemiş
kar fırtınaları yüzünden uzun gecikmeler olmuştu. Oradan Toros-
lara kadar hava az çok yumuşuyordu. Fakat (Pozantı) da tünelin
ağzından çıkınca evvelkinden daha şiddetli bir fırtına ile karşılaşı­
yorduk. Hiç dinmiyen bir tipi. . . Camlar, buzla örtülüyor, sigara
dumanlariyle büsbütün ağırlaşmış bir hava içinde nerelerden geçti­
ğimizi, nerelerde durduğumuzu artık farketmiyorduk.
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER I2i

Tren, başını almış, rastgele bir yerlere gidiyor; rampalarda,


küçük İstasyonlarda saatlerce duruyoru. Nihayet adını bile sormak
içimden gelmiyen bir küçük kasaba istasyonunda büsbütün durup
kalmıştık.
Yolculuğa idmanım eskidir. Aynı yolu bir kere de çok eskiden
kırk kişilik bir asker vagonu içinde Kanal seferine giderken geçti­
ğimi hatırladım. Benim gibi birkaç İstanbul çocuğu, başka şey için
değil de pisliğe dayanamadığımız için ağlaştık. Sonra, onlardan sağ
kalmış bir tanesiyle Mısır’daki (Zekazik) kampında IngiHzlerin bizi
on beş gün kapadıkları bir nevi kuyu içinde bunu birbirimize anlat­
tığımız hiç hatırımdan çıkmaz.
Yaşımın artık o yaş olmamasına rağmen bu kara saplanmış
posta trenindeki köşemi de yine bir lüks gibi görmek lâzımdır.
Benim için bu yolculuğun asıl zorluğu biraz da hasta olan dört
yaşındaki küçük arkadaşımdan ileri geliyordu. Nihayet, tipinin
bir parça mola vererek etrafımızdaki ovanın büyük bir sessizlik
içine düştüğü bu istasyonda ikimiz de uyuyakalmıştık. Bu uykunun
epeyce uzamış olduğu, havadaki karanhktan anlaşılıyordu.
Kompartımandaki yol arkadaşlarımdan —sarı yorganına sa­
rılıp uyumuş— lâpçınlı bir ihtiyardan başka kimse kalmamıştı. Bu,
kantocu kızla kaçan torununu aramağa çıkmış bir adamcağızdı.
Uykusunda hep onunla uğraşıyor, uyanırken rüyasını birdenbire
hakikatten ayırdedemiyerek: “ Sen adam olmıyacak mısın?” diye
çıkışıyordu.
Kadınla hemen hemen yalnızdık. Uyurken yakalanmak beni
bir suçüstünde yakalanmak gibi rahatsız eder, demiştim. Gerçekten
hakir ve gülünç görünmekte benim için artık çekinilecek bir şey
kalmıyormuş gibi çehremin uykuda alabileceği çirkin ve aptal şekil­
lerden ürkerim.
İlk gençliğimde bir ara gönlümden geçirmiş olduğum bir kız
için de: “ Onunla evlenirsem mutlaka ayrı odalarda yatmalıyız;
uyurken yüzümü göstermemeliyim!” diye kararlar verdiğimi hatır­
larım.
Yukarıda dediğim gibi bugün eski hayatımdan kalmış tek lük­
süm budur.
Battaniyeli kadımn kapıdan ayrılmağa pek niyeti yok görünü­
yordu :
122 EDEBİYAT LİSE I

— Suyu verince ne kadar korktu, dedi. Sonra çocuğa sordu:


— Neye sesin çıkmıyor senin?
— Her zaman öyledir. Ürkek ve sessiz bir çocuktur, efendim...
— Sizin mi?
Kısa bir duraklamadan sonra:
— Evet, dedim, dört, beş günden beri. . .
Öyle çıngıraklı bir kahkaha kopardı ki öksürüğü tuttu. Neye
güldüğünü anlatmakta acelesi varmış gibi öksürüğün durmasını
beklemiyor, tıkana tıkana:
— Aman Bey<=‘fendi, ne tesadüf, diyordu, öyle bir tane de bende
var, iki haftadan beri. . . Ne mutlu bize. . . Emeksiz, masrafsız birer
çocuk sahibi olduk. Belki ileride birbiriyle evlendiririz de dünür
oluruz sizinle. .. Benimki kız. . . Bayılırsınız görseniz. . . Görecek­
siniz y a ! . . .
Dört gündür sade kompartımandakilerle değil, öteki vagon­
lardaki yolcularla da içli dışlı olmuştuk. Fakat onu ilk defa görüyor­
dum. Yakın istasyonların «birinden binmiş olacaktı. Halinden, deliş­
men, çalçene, erkeğe alışık bir kadın olduğu anlaşılıyordu. Yeni
Anadolu barlarından birinde artist olması da akla gelebilirdi. Kısa,
dolgun bir vücudu vardı. Battaniyenin kenarlarını tutan elleri,
konuşurken, çocuk elleri gibi durmadan oynuyordu. îkide bir ba­
şından ve vücudundan kayan battaniyeyi düzeltirken, bir İspanyol
şaliyle oynar gibi, becerikli, zarif jestler yapıyordu. Işık, arkasından
geldiği için yüzünü pek iyi seçemiyordum. Yalnız, konuşurken çe­
nesinin alt kısmına doğru biraz sivrilip uzayan tostoparlak ve boyasız
bir yüz. . .
— Müsaade eder misiniz, bir parça ilişeyim, dedi ve cevabımı
beklemeden karşıma oturdu. Sonra, bana çok ciddi bir sır tevdi
eder gibi başım yaklaştırıp sesini alçaltarak:
— Biliyor musunuz, Beyefendi, şu sakal, bıyık çok korkunç
şey, dedi, yirmi dört saatten beri sakal seyretmekten içim dondu.
Allah razı olsun (Gazi) den. .. Ne iyi etmiş onları zorla tıraş ettir­
diğine... “ Elin sakahndan sana ne?” diyeceksiniz... Fakat ol­
muyor k i . ..
Gülmekten kendimi alamadım. Çocuklara susuzluktan pen­
cere camlarını yalattıran dört günlük sefalet, treni bir karnaval
HİKÂYE TARZINDA YAZILMIŞ ESERLER 123

alayına çevirmişti. Erkeğinde, kadınında soğuğa karşı iplerle belden


bağlanmış battaniyeler, yorganlar, hattâ çuvallar, başlarda türlü
türlü bezlerden çeşit çeşit kavuklar ve daha başka türlü maskara­
lıklar . . . Bunlar arasında yalnız erkeklerin uzamış tıraşlarına takıl­
mak garip bir görüştü; fakat doğru idi. Trende benden başka sakalsız
erkek kalmamış olduğunu o zaman farkediyorum. Benimkisi bir
nevi deliliktir: Zekâzik kampındaki kuyu dibi arkadaşımla beraber
idama götürülmeyi beklediğimiz sıralarda bile küflü bir jilet bıça-
ğiyle sakalımı kazımayı ihmal etmemişimdir.
Battaniyeli kadının sözlerinde benim burada da becermekten
geri durmadığım bir marifete gizli bir kompliman vardı.
Konuşkan bir insan olmamaklığıma rağmen ben de ona bir
kompliman yapmaktan geri durmadım:
— Dün akşamdan beri arasıra dışarıdan çok güzel bir şarkı
sesi kulağıma geliyor, dedim, sakın bu sesin sahibi siz olmıyasımz?
— Sıkıntıdan Beyefendi, dedi, yoksa ben de dövüşe katılacağım.
Aman, ne dövüyor millet birbirini. . . Hattâ kadınlar d a. . . Isınmak
için başka çare var mı?
Sonra, yine o uzun kahkahalardan biriyle öksüre öksüre Narlı
istasyonunda bindiği vagonu anlattı:
— Görmeyin düştüğüm yeri. . . Harputlu bir aile var benim
vagon da... Alay alay kadın ve çocu k... Yorganlar, sepetler...
Yumurcaklar bağırışıp döğüşüyorlar. . . Kadınlar onları susturayım
derken bu sefer de kavga onlara sirayet ediyor. Yandaki kompar­
tımanda oturan ve hasta olduğunu söyliyen baba, arasıra kavgayı
yatıştırmaya gidiyor, kendi de ince vücudundan umulmıyacak
kadar bir dehşetle bağırıyor. Aman, ne direk gibi bir ses. . . Sözde
boğazından ameliyat olmağa gidiyormuş. .Efendi, soğuktan korun­
mak için bir istasyondan çuvallar satın alıp getirdi. Hanımlar, onları
harmaniye gibi sırtlarına alınca büsbütün âfet kesildiler; başladım
gülmeğe. .. Sonra da korktum, birbirlerini bırakıp hep birden bana
çullanırlar diye. . . Neyse ahbop olduk. Çocuklar azınca bağırıveri­
yorum . . . Hanımlara da şarkı söylüyorum. Zaten şarkıcıyım ben. . .
Bakın artist demiyorum. îki şarkı öğrenip artistim diye sahneye
çıkan mutfak mahsullerine o kadar içerliyorum ki. . . Bu kelimeden
iğrendim, şarkıcı deyip gidiyorum kendime. . . Urfa, Antep taraf-
lannda bir turneden dönüyorum. Çok tutarlar beni Anadolu’da.
(Ayseven) diye bir isim kulağınıza geldi mi acaba?..
124 EDEBİYAT LİSE I

“ Hayır!” dememek için; “ Pek güzel,bir isim” dedim.


— Güzeldir ama takm adır.. . Piyasada öyle geçiyor. Asıl
adım: Makbule. Eski meşki ama ben, daha severim onu. . . Gelelim
çocuğa: onu on beş gün önce sokakta buldum. Daha doğrusu otel­
deki odamda. Komiser, bir alay sual sordu; “ Kimmiş? Kimin nesi
imiş? Odamda ne işi varmış?”
— Ben ne bilirim ayol, dedim, otelin sokaktan farkı var m ı? ..
Biri bırakmış iş t e ... Yani ne demek istiyorsunuz? Konser dönüşü
ben doğuruverdim de saklıyorum mu demek istiyorsunuz?.. So­
kağa bırakacakları yerde sizin karakola bırakmış olaydılar siz mi
doğurdunuz, diyecektik? Haydi, haydi uzun etmeyin! Verirsiniz
bana, olur; b ite r...
Şimdi, yandan vuran ışıkta çehresini daha iyi görüyordum:
otuz, otuz iki yaş arasında bir kadındı. Dajıa doğrusu: şirret bir
kocakarı ile daima çocuk kalacak bir kız çocuğu! Konuşurken dur­
madan birinden ötekine geçiyordu. Tombul çocuk yanakları ara­
sında her şeyi onunla kokluyor gibi ince, titrek kanadlariyle küçük,
toparlak bir burun; buna mukabil boya izleri hâlâ kaybolmamış
etli dudaklar. !. Bu burun ve dudaklar, aşk yaparken galiba fena
olmıyacaktı. Fakat kocakarılığı tutup kavgaya başlayınca Allah
saklasın! . . . Sesi de öyleydi.. .
Güldükten sonra hemen öksürmesinin de ilkönce sandığım
gibi hastalık değil, bir nevi tik olduğu anlaşılıyordu. Biraz tıkanık,
pürüzlü bir s e s ... Fakat bu ses, odasına bırakılmış çocuğu anla­
tırken olduğu gibi hoşlandığı ve duyduğu şeyleri söyleyişinde pek
az insanda işittiğim bir garip ahenk alıyordu. Anadolu’da halkın
kendisini çok tuttuğu hakkındaki sözleri, yalan değilse, bunun için
olacaktı.
Yanımızda uyuyan ihtiyar, bir ara doğruldu. îri iri gözlerini
açarak her zamanki nakaratını tekrar etti: “ Sen adam oldun mu
sen? Sen adam oldun mu sen?”
Kadın, bu muameleye hiç şaşmamış göründü; sadece: “ Kim
olmuş ki biz olalım efendi babacığım?” diye g ü ld ü ...
Koridorda bir fenerli belirdi. Kompartımana birdenbire bir
gece manzarası veren bu ışıkta tekrar .halimizi hatırladık. Memurun
elinde mumlar vardı; bir tane de bize vererek:
H İK Â Y E T A R Z IN D A Y A Z IL M IŞ E S E R L E R 12 5

— îki saat daha buradayız, dedi, resmîsi b u ... Lâkin siz,


yine sabaha kadar kalacakmışız gibi idare edin mumu. . .
Yalnız mumla iş bitmiyordu. Gece büsbütün bastırmadan
evvel bir parça yiyecekle suyun çaresine bakmak lâzımdı. Zaten
vagondaki sessizliğin bir sebebi de buydu. Kadına bunları söyleyerek
izin istedim.
— İsterseniz, size de dışardan bir parça bir şey alayım! dedim.
O : — Zahmet etmeyin dedi, bizim kompartımanda kuşsütünden
başka her şey var. Dolmalar, börekler, kavurmalar... Birkaç şarkı
ile her şeyi hallederim. Siz, hattâ çocuğu da bana verin. . . Bir şey
yedirip yatırırım benimkinin yanına. ..
Kucak çocuğu olmadığı halde İsmail’i kucağına alarak bir,
iki kere öptü:
r
— Bakın, hep kendim söyledim. Sizinkini nerede bulduğu­
nuzu sormadım, dedi. ^
“ Benimkinin hikâyesi biraz daha uzun” demek ister gibi gü- î,
lümsedim ve kadım büsbütün de cevapsız bırakmamış olmak için: j
— Yabancı değil, kardeşimin çocuğu! dedim. t
i
SO R U LAR :

ı) Okuduğunuz bu parçada kaç insandan söz ediliyor? Bunlar kimlerdir, .


özellikleri nedir? Y azar bize onları hangi tarafları ile verir? Bu özelliklerden on­
ların geçmişi, sosyal durumu, karakteri hakkında bir fikir edinebilir m iyiz? Bu \t'i
soruya her şahsa ait vasıfları ayrı ayrı inceleyerek cevap veriniz.
2) Rom anda vak’ a nerede geçiyor? M ekân neresidir? Y azar şahısların içinde
bulundukları yeri hangi özellikleriyle tasvir ediyor? Bunlar mânâlı mıdır? /
3) Okuduğunuz parçada ^^zaman” nasıl ele alınmıştır? Tek ve düz bir za-
man mı vardır? Yoksa yazar, şahısların geçmişleriyle hâlihazır durumlarmı bir­
likte mi verir? Geçmiş ile şimdiki zaman arasmda münasebet nasıl kurulur?
4) Okuduğunuz parçada günlük dilden alınma deyimler var mıdır? Bunların
bir listesini yaparak, yerlerine başka kelimeler koymak suretiyle, mânâlarını açık-
lam aya çalışınız.
5) Televizyonda olduğu gibi romanda da "'^görüntü” göze görülen şeyler
önemlidir. Okuduğunuz parçayı film e çekecek olsanız, şahısların kıyafetlerine ve
eşyaya da önem vermeniz gerekir. H ayat bir görüntüler yığmıdır. Rom ancı on­
lardan mânâlı olanlarını seçer. Okuduğunuz parçada "gözle görülen” hangi şeyler
vardır ve yazar bize bunlarla neyi verir? Siz de gözle görülenlere dayalı bir yazı
yazınız. Sokağmızı, annenizi, babanızı, tanıdıklarınızı anlatınız.
6) Şahısların konuşmaları onların zihniyetleri ve kültürleri, tutumları hak­
kında bir fikir veriyor m u? Siz de yazınızda şahısları kendi kelimeleri ve cümlele­
riyle konuşturunuz. Unutm ayınız ki konuşma insanın aynasıdır. Edebî eserlerde
konuşmaya bundan dolayı büyük önem verilir.
MEMDUH ŞEVKET ESENDAL (1883 - 1952)
t,
HAYAT NE T A T L I <f ^

Temmuz, öğle vakti. Komşuda bir kadm se si... Neye bağır­


dığı anlaşılmıyor. Belki çocuğuna haykırıyor. Müezzinin duvarla­
rından tahtaboşa bir kedi atladı. Birkaç ev ötede, bir tavuk gıdak-
hyor, bir horoz da ona yardım ediyor, sanki dem tutuyor.
Anası, aşağıda iki komşu hanımla oturmuş, her nedense ateş­
lenmiş, hızlı konuşuyor. Belli ki dedikodu yapıyorlar. Tekir kedi
minderin üzerine uzanmış, dört ayağım germiş, uyuyor. Eski kınk
konsolun üstündeki kırık fanuslarıyle anasının gelinlik Saksonya
lambaları; helezonlu, yaldızlı bir çift su bardağı, boncuk kapakları
altında uyuyup duruyor. Her şey yerli yerinde, hayat her vakit ol­
duğu gibi. . .
Hafız Nuri Efendi, kapının arkasından şemsiyesini aldı, ya­
vaşça sokağa çıktı. Neden? Bir işi yok. Hiç çıkmasa da olabilirdi.
Ancak çıkmış bulundu. Ayakları onu dört yol ağzına doğru götürdü.
Bir yanında bakkal, bir yanda mezarlık duvarı, karşısında iki evin
arasında bir boş arsadan demiryolu görünüyordu. Bu boş arsacıkta,
yan yatırılmış bir bayram salıncağı duruyor. Evlerden birinin kam­
burlaşmış belini üç uzun direkle desteklemişler. San tenekeden bir
tramvay arabası titreyerek, sarsılarak geçti. Yedikule tarafına gitti.
Sokaklar boş, derviş kılıkh inmeli bir adam, kolunun birini önüne
doğru sallandırarak, ayağının birini sürükleyerek geçti. Sokak ye­
niden boş kaldı. Birdenbire bir gürültü duyuldu. Tren geliyor.
Edirne’den gelen bir yük treni, yerleri sarsarak hızla geçip gidiyor.
Baş döndürücü bir geçiş. îki evin arasındaki dar aralıktan vagon­
ların geçtiği görülüyor. Geçti, sonra birdenbire bitti. Oooooh! . .
Nuri Efendi rahatsız olmuştu. Edirne’den İstanbul’a kadar gelmişsin,
Sirkeci kaç adımlık yer! Şöyle yavaş yavaş, kâmil kâmil gitse olmaz
m ı. . . Deli gibi, sanki kelle götürüyor.
Hafız Nuri Efendi, köşeye dayanmış duruyordu. Birdenbire
yanında birini gördü. K avaf’ın Şükrü. . . Arka sokaktan mı çıktı. . .
Nuri Efendi’ye:
HİKÂYE TAR 2TINDA YAZILM IŞ ESERLER 127

— Birini mi bekliyorsun, diye sordu.


— Yoooook!..
— E, durC.«,k- mısın?
— Bilmem, duruyorum işte. . .
Nuri sesini çıkarmadı. Biraz durduktan sonra gene Şükrü:
— E, duracak mısın? diye sordu.
— Duruyorum, bilmem, dedi.
— Gelirsen gel, seni Kumkapı’ya götüreyim.
Nuri boynunu büktü:
— Gidelim dersen, gidelim, dedi.
— Yürü, gezmiş olursun.
Yürüdüler. Karşı kaldırıma geçtiler, sağa sola saptılar, demir­
yoluna çıktılar. Şükrü:
— Sen gidedur, ben sana yetişirim, dedi, oradaki odun depo­
suna girdi.
Hafız Nuri Efendi yürüdü. Şemsiyesine dayanarak, iki yanda
bostanlara, marullara, salatalara bakarak yürüyor, tren sesi işitince
arkasını dönüp bekliyor, sonra yine yola düzülüp şemsiyesini salla­
yarak yürüyor. Hava sıcak, arkasındaki uzunca sako omuzlarına
asılıyor, fesi terden yapışıyor, ancak o aldırmıyor, yürüyordu. Vakit
erken ise de, Kumkapı deniz hamamlan kalabalıktı. îki yazmacı,
kenarda kayaların üstünde yazmalarını sermiş, kurutuyorlar. Nuri
Efendi yürüdü. Geçitten geçerek mahalle içinden istasyonun arka-
sım dolaştı, yeniden demiryoluna çıkacağı yerde mahallelerinin kö­
mürcüsü Halil ile karşılaştılar.
— Hayrola Nuri Efendi, nereye?
— Valla bilmem, işte böyle gidiyorum ...
Arkasına dönüp bakarak:
— Şükrü gelecekti, gelmedi.
Halil sordu:
— Hangi Şükrü;, dedi.
— K avaf’ın Şükrü!
— Bir yere mi gideceksiniz?
— Yooo, öyle, gidelim dedi idi d e ... Gelmedi.
Halü:
128 EDEBİYAT LÎSE I

— Bırak canım, dedi, Şükrü’nün ipi ile kuyuya inilir mi? Kim
bilir nereye takılmış kalmıştır. Ben mahalleye gidiyorum, hadi, dön
gidelim.
Nuri Efendi boynunu büktü:
— Olur, dönelim, dedi.
— Hadi, hadi, yürü!
Döndüler. Halil, kömür alamağa gelip de pazarlığı yapamadığını
anlatmağa başlamış ve daha on beş adım atmamışlardı ki arkadan
Halil’i çağırdılar. Bu çağırıştan bozulan pazarlığın düzeleceğini
anlayan Halil döndü. Nuri Efendi’ye:
— Sen, dedi gidedur! Ben yetişirim.
Nuri Efendi yürüdü. Geldiği yolu tutturup gene tek başına
mahallenin kahvesinin kapısı önüne kadar geldi.
îki kişi, ortada alçak hasır iskemlelere karşılıklı oturmuş, tavla
oynuyorlardı. O da gitti, üçüncü boş iskemleye oturdu. Dirseklerini
dizlerine dayadı, şemsiyesinin sapını ağzına aldı, tavla seyretmeğe
başladı.
Oyunculardan biri bir oyun kaybetti. Gene o adam ikinci oyunu
da kaybedip bir parti yenilmiş olunca kızdı. Yenilmesini Hafız’ın
uğursuzluğuna verdi. “ Geldi, zarımı kırdı” diye düşündü ise de açık­
ça söylemek istemedi.
Oyuncular yeniden başladılar. Biraz önce yenilen adam bir
oyun daha kaybedince sabrı tükendi.
— Hafız, dedi, valla geldin, zarımı kırdın. Biraz git, ötede dur.
Hafız Nuri Efendi, buna kızar gibi oldu: “ Benim sana ne ziyâ-
nım var” diyecekti, demedi. Kalktı ,kahve kapısına gitti, durdu.
“ Eve dönsem” diye düşündü. Artık ikindi vakti. Akşam oluyor.
Köşeden geçerken bakkaldan ekmeğini aldı. Eve gitti. Annesi kapının
ipini çekti. Mangalda pişen yemeğin kokusu bütün evi bürümüştü.
Odasına çıktı, gecelik entarisini, şamhırkasmı giydi, pencerenin
önüne oturdu. Akşam satıcıları geçiyor. Mahalleye akşam rengi
çöküyordu. Sokağın köşesinden bir çocuk:
— Hayriii, gel; annem seni çağırıyor! diye kardeşine sesleniyor.
Bir kız çocuk, elinde bir deste maydanoz, takunyalarını tıkırda­
tarak geçiyor. Komşu Gaffar’ın oğlu, iki boş küfeyi bostan kapısından
sokmağa çalışıyor. îki hanım, belli ki uzakça bir yere gitmiş ve geç
HİKÂYE TARZINDA YAZILM IŞ ESERLER 129

kalmışlardı, hızlı hızlı eve dönüyorlar^, mutfakta annesinin takun­


yalarla dolaştığı duyuluyor... ‘‘Hayat, ne tath şey’ j diye düşündü.
İnsanın ömrü olmalı da yaşam alı...

AÇIKLAMA " r

ı) Bu hikâyede mühim bir vak’a anlatılmış mıdır?


— Hayır! Bu hikâyede “ röühim-” denilebilecek bir vak’-a^^lpv^
yoktur. Anlatılan şey. Hafız Nuri Efendi adında bir adamın
başıboş gezintisinden ibârettir. Vak’a hikâyelerinin yanısıra,
hiç bir vak’a ihtiva etmeyen, günlük, basit hadiseleri anlatan
hikâyeler de vardır. İnsanların çoğunun hayatı. Hafız Nuri
Efendi’ninki gibi bomboş geçer. Fakat onlar yaşamaktan yine
de memnundurlar. Modern hikâyeci ve romancılar daha ziyâ­
de böyle basit adamların günlük hayatım anlatıyorlar.
2) Bunun sebebi nedir?
— Bunun sebebi, gerçeği gözönüne koymaktır. Modern
hikâyeci ve romancılar için, mühim olan “ vak’a” değil,
“ gerçek” tir. Bu hikâyede görüldüğü üzere, çok basit hadi­
seler de hikâye konusu olabilir.
3) Hikâyeci, mühim bir vak’aya dayanmasa da bize bir
şeyler duyuruyor, gösteriyor ve bildiriyor mu?
— Evet! Bu hikâyede biz önce bir “ çevre” yi ve bu
“ çevre” de yaşayan insanları tanıyoruz. Hikâyede “ vak’a”
kadar “ çevre” de önemlidir.
4) Bu hikâyede anlatılan “ çevre” neresidir? Yazar bu
çevreyi nasıl anlatıyor?
— Hikâyede anlatılan çevre, İstanbul’un fakir, dış ma­
halleleridir. Yazar, Hafız Nuri Efendi’nin gördüğü, işittiği
ve rastladığı şeyleri olduğu gibi tesbit ediyor.
“ Gerçekçi hikâye” de anlatış tarzı böyledir. Bir yerde
görülen ve işitilen şeyler, resim yapar gibi yazıya geçirilir.
Buna, “ gözlem” denilir. “ Gözlem” metodu ilim sahasında da
kullanılır. Yalnız ilimde gözlenilen şeyler hesaba vurulur,
ölçülür, tartılır. Edebiyatta “ tasvir” ile yetinilir.
130 EDEBİYAT LÎSE I

5) Acaba bu hikâyede “ gözlem” ! aşan bir taraf yok


mudur? Yazar bize göze görünenlerin dışmda daha başka
bir şeyler daha anlatmak istemiyor mu?
— Hikâyede bir “ çevre” ile beraber, bu “ çevre” de
yaşayan “ tip” de tasvir ediliyor: Hafız Nuri Efendi!
6) Hafız Nuri Efendi’nin özellikleri nedir?
— Hakkında fazla bilgi verilmiyor ama Hafız Nuri Efen­
di, işi gücü olmayan, hayatı rahat geçen bir adamdır. Hafız
olduğuna göre geçimini hafızlıkla temin ediyor olmalıdır.
Evinde işini gören annesi vardır. Hikâyede Hafız Nuri Efen­
di’nin herhangi bir sıkıntısından veya derdinden bahsedilmi­
yor. Oturduğu kahvede ondan hoşlanmayanlar çıkıyor ama
Hafız Nuri Efendi onlara aldırmıyor. Hafız Nuri Efendi gel
denilince gelen, git denilince giden, karşı koymayan, didiş­
meyen bir adamdır.
7) Yazar tasvir ettiği çevre ve Hafız Nuri Efendi hak­
kında kötüleyici veya tenkit edici bir söz söylüyor mu?
— Hayır. Yazar, sadece Hafız Nuri Efendi’nin gördük­
lerini, işittiklerini ve duyduklarını tasvir etmekle yetiniyor.
Kendisinin duygu ve düşüncelerini hiç belli etmiyor.
Gerçekçi yazarlardan çoğu böyle yapmazlar. Tasvir et­
tikleri “ çevre” veya “ şahıs” hakkında duygu ve düşüncelerini
gizli veya açık olarak bildirirler. Memduh Şevket Esendal
hükmü okuyucuya bırakıyor.
8) Size göre böyle işsiz-güçsüz, başı-boş bir hayat sür­
mek değerli ve mânâlı mıdır? Hafız Nuri Efendi, özenilecek,
örnek alınacak bir tip midir?
9) Hikâyede bir “ geçmiş zaman havası” vardır. İstan­
bul’un hikâyede anlatılan semtleri bugün çok değişmiştir.
Hikâyede eskimiş, durmuş^ düne ait ne gibi şeyler vardır?
Bunları tesbit ediniz.
10) Bu hikâyede kullanılan “ gözlem metodu” na göre,
içinde yaşadığınız çevrede gördüğünüz şeyleri ve insanları
tasvir eden bir yazı yazınız.
SAÎT FAİK?ABASIYANIK (1906 - 1954)

TÜRK ü l k e s i

Gazinonun birinde, Semiramis cazı, ötekinde meşhur tenor


Atina radyosundan Andon Çamakis ve arkadaşları, gitarist Lambo
refakatinde. Klüpte yemekli dans-kotyon ve sürprizler. Sahada
gece basketbol maçı, Paradisos’ta mehtap eğlencesi: Indos’ta dans
müsabakası...
Bir yaz gecesi, bir cumartesi akşamı, bir sayfiye yeri: ıhk mı
ılık, yıldızlı mı yıldızlı, durgun mu durgun.
Arasıra çamdan, fundadan, defne ve zeytinden, denizden ve
karanlıktan; köşk bahçelerinin havuzundan çıkma, yerli otlak bir
lüfer balığımn dibinde gezinişiyle fiske fiske denizden fırlama, öldü-
rürcesine serin, gebertircesine kokulu, kim olursa olsun, ne olursa
olsun, bir mahlûk dudaklarına muhtaç bir insanın ruh halini kam­
çılayan bir rüzgâr. . . Denizdeki sandalda gramofon, bahkçı kah­
vesinde oparlör, genç kız ve oğlan ağızlarında ıshk, her şarkıda
bir Maria ve M arik a.., Bir garip tabiat zevki ve insan zevksizliği
ile uçup giden bir gemiye benzeyen bir a d a ...
Bu kadar anasının gözü bir gecede yalnızdım.
O Türkçe tangolar yok mu iğreniyorum. O rumca Zehralı,
Aspasyalı, sagapolu ve kardiyalı şeyler yok mu pöf. O Amerikanca
inek böğürtülü “ kunduracı, kunduracı” diye haykıran raspalar
yok mu. . . ööö. . . ööö. . .
Şöyle iki dişe dokunan, ciğere işleyen söz işitsem, şöyle tath,
basit mütevazı sözleri yine öyle tatlı, basitçe ifâde eden bir musikî,
bir nağme duysam yok mu. . .
Ağustos gecesinin yıldızlarını dakikada bir kaydıran gök, fısıl­
dayan ağaçlar, havlayan köpekler; bahkçının çektiği küreğin şıpır­
tısı, bu oparlördeki adilikleri yadırgamışlar da daha peşten, daha
derinden, daha sessiz kayıyor yıldız; balıkçının çektiği küreğin sudan
çıktıktan sonra düşürdüğü damlaların sesi duyulmuyor, altında
oturduğum ağaç durmuş, tıkanmış kulaklarını, büzülmüş kabuğuna
132 EDEBÎYAT LİSE I

hissetmemek için. Nerdeler ağustos böcekleri? Nerde, soğuk fener­


lerini takmış o ateş böcekleri?
Rakı, şarap ve biraların karşısında, neon ışıkların altında peçete,
çatal, İstakoz, buz, buz kabı, dekolte^ sahte penbe inci, hakîkî pır­
lanta, pudramn koku, pırıltı ve lezzeti içinde, altında eğleniyorlar;
yuvarlacık kadınlarj. ile yuvarlacık, pırıl pırıl, refah içinde bir takım
tıraşlı erkekler eğleniyorlar.
Gazinoların camı ve perdesi dışında balıkçı aileleri de bu yu­
varlak ve zengin velinimetlerinin eğlentisine, dışardan da olsa, seyir
ile de olsa katıldıkları için memnunlar.
Bir balıkçı karısı ötekine:
— Aspasya bak sizin kiracılara...
Kiracılar şimdi birdenbire kıpkırmızı yanan ışıkların altında
veryansın ediyorlar sambayı.
Yol boyunca bu kadar taşkın, bu kadar kendine has, bu kadar
mahsus zevkten adım adım uzaklaşırken bir yapı yerine düştüm.
Yapı bir kenarda potrelleri, demir telleri, beton sütunları ile şimdilik
bir garip harabe halinde, köşeye tahtadan, küçücük bir kulübe yap­
mışlar. Bekâr işçilerin gece barınmaları için herhalde; dışardan
küçücük, şirin ama penceresiz bir yapı. İçersini sonradan gördüm.
Üstüste karanhk ve dar kerevetler koymuşlar, koğuş haline getir­
mişler. içerde, penceresiz, dört keşe odanın içine otuz beş kişiyi
yığıvermişler. Bereket ki kocaman bir kapısı var. İçerdeki ter ve
insan kokusuna dışarının yaz gecesi su gibi girip çıkıyor. Bu yapımn
önüne gelince bir bağlama sesi duydum. Arasıra sessizce: “ Yaşa,
varol âşık! diyen sessiz sesler işittim. Çömeldim. Dinledim. Âşık hep
yaylamn ve ıssız dağın insanının kelimelerini söylüyordu. Yar, di­
yordu. Kaza, kader diyordu. Merhaba, diyordu. Ölü, diyordu.
Vardım, diyordu. Zeval, diyordu. Dağa sordum, diyordu. Dağ ses
verdi, diyordu. Issız, diyordu. Gurbet, diyordu, Tevrat, Zebur,
K ur’an, İncil, diyordu.
Bir aralık dışardan birinin kafasım tahta kulübenin yüzüne yas­
layıp, gece yarısından sonra ıssız bir yerde mehtap seyreder gibi
dalnuş gitmiş bir adamın geldiğini mi âşığa haber verdiler, bilmem.
Belki de âşık kendi kendisine bana hitap eder gibi konuşuyordu.
Belki de kitapların bile düşman edemeyeceği bir insanlık olabileceğini
önce hesap edemedi. Bir dinsiz insan olarak dinleyemiyeceğimi, seze-
meyeceğimi sandığı insanlığıma söylermiş gibi:
HİKÂYE TARZINDA YAZILM IŞ ESERLER 133

— Tevrat ile, încil ile, Zebur ile. K u r’an ile geldin ise merhaba,
dedi.
Aynı kitabın bile insanları birbirine düşman ettiğini bilmiyorlar
mıydı? Bir kitapsızın insanlık duygularıyle âşıkı ve âşıkların meclisini
sambalara, rampa, raspalara, rumbalara değişmeyeceğini bilmi­
yorlar mıydı? Yeni dünyaların, yeni zevklerin, yeni hususî olmayan
eğlencelerin düşmansızlıklardan doğacağını bilenler penceresiz ku­
lübenin içinde incecik bir tek telden yeni dünyalar, yeni zevkler,
yeni duygular pazarım top kumaşlar gibi açmışlardı. Dinle duyduk­
larını bir dinsizin dinlediğini ve duyduğunu da sezmiş gibi, sereserpe,
bile bilmeye, atatuta, tek telden konuşan âşık bir aralık kızmış gibi
yaptı.
— Kitapsıza merhaba, dedi.
içim sevinçle doldu. Yakm kahveciye içerde kaç kişi oldukla­
rını sordum. Otuz beş kişi, dedi. Ya, dedim, ayrılıyordum. Orta
boylu, tıknaz, topal yapı sahibi arkamdan seslendi:
— Ne yapacaktın sayılarını? dedi.
— Hiç, sordum, dedim.
— Söyle, söyle hele.
— Birer gazoz ısmarlayacaktım d a. . .
— Sana tuzluya oturur, dedi.
Kahveci döndü, emretti.
— Götür onlara otuz beş gazoz, dedi.
— Var ol Mehmet Bey, dedim. Yapında âşık parmağı var,
zeval görmez, dedim.
— Geçen akşam ben de dinledim, dedi. Güzel okuyor, güzel
çalıyor oğlan, çobanmış, okumak yazmak bilmezmiş..
— Biz biliyor muyuz Mehmet Bey, dedim.
— Bilir geçiniyoruz a, dedi.
Rakısını kadehine doldurdu. Erzurumlu Ermeni kahveci opar-
lörü açtı. Pis tango:
Kıskanç değilim fakat
Başkalarına bakma
Beni çıldırtacaksın
diye haykırmağa başladı.
134 EDEBİYAT LİSE I

Gittim bir ağaç altına oturdum. Balıkçı küreğinin şıpırtısını


duymağa başlamıştım. Arada bir sazın sesi de geliyordu. Sırtımı
verdiğim ağaç da kımıldamağa başlamıştı.
Nasıl oldu bilmem, birdenbire sanki bir uçaktan bütün bir
Türk ülkesini bir anda kavramışım gibi oldum. Ne sabahleyin oku­
duğum pis gazete, ne hocasını öldüren kavruk delikanlı, açıkçası şu
İstanbul, daha doğrusu şehir denen bina ve insan, iş güç, politika,
gazete, tiyatro, sinema, radyo, dedikodu âleminden Öte bir başka
Türk varlığını yaşayan varlığımın ölünceye kadar benimle beraber
olacak ruhumla duydum. Bu, o yüz bin satan gazetelerin, âdi roman­
ların çirkin ve meşhur sesli radyo hanendelerinin, ümitsiz, gününü
gün etmeye çalışan politikacıların gürültüsünden sezilmeyen bir
musiki gibi bir şeydi. Aman Yarabbi, ne güzeldi bu Türk sesi! Aman
Yarabbi, neler söylemiyordu! Dağ, yayla, kır, orman, aç, hasta,
bakımsız, bilgisiz, cahil bir kalabalık şeklinde gösterilmek istendiği
zaman öyle olan insanların bulunduğu memleketti. Ama orada
sesler vardı ki hakikat denilen şeyin belki de aslı o seslerdi. Birdenbire
akşam oluyor, keder basıyor, bilgisiz, cahil, aç ve hasta adam, ormanın
kenarındaki çimenlere oturuyor ve kara koyununa meçhul bir sev­
giliden kavaliyle söz açıyordu. Bu sözde bilgi, bu sözde__
(Ne söylesem boş, ne söylesem anlatamam artık, iyisi mi susayım,
bitireyim hikâyemi.)

AÇIKLAMALAR VE SORULAR
Sait Faik Abasıyanık (1906- 1954) Cumhuriyet devrinin
büyük hikâyecilerinden biridir. 1936 yıhndan sonra yayınla­
nan küçük hikâyeler, geniş bir okuyucu zümresi tarafından
sevilmiş, bunlardan bazıları yabancı dillere de çevrilmiştir.
Sait Faik hayatımn büyük bir kısmını İstanbul’da, köşk­
lerinin bulunduğu Burgaz adasmda geçirmişti. Hikâyelerinde
bu çevreden aldığı intibaları ve insanları tasvir eder.
Kendini halka yakın hisseden Sait Faik, hikâyelerinde
umumiyetle halk tabakasına mensup insanlardan, bahkçılar-
dan, kahvecilerden, işçilerden, köylülerden bahseder. Çocuk­
lara ve tabiata karşı da büyük sevgisi vardır.
HİKÂYE TARZINDA YAZILM IŞ ESERLER 135

Sait Faik içi hasret, sevgi ve şiirle dolu, duyu organları dış
âleme açık bir yazardır. Hikâyelerindeki dünyayı, dış âlem­
den aldığı intibalar ve bunların içinde uyandırdığı duygular
ve hayâller kurar.
Sait Faik hikâyelerini Sem avi (1938), Sarnıç (1939), Şah­
merdan (1940), Lüzumsuz Adam (1948), Mahalle Kahvesi (1950),
Havada Bulut (1951}, Son Kuşlar (1952), Alemdağında Var Bir
Yılan (1954) adlı kitaplarında toplamıştır. Sait Faik’in Şimdi
Sevişme Vakti (1953) adlı bir şiir kitabı da vardır.
Sait Faik, “ Türk Ülkesi” adh hikâyesinde, İstanbul’da
bir adada yaşayan Rumlarla, gece bir kulübede toplanan ve
eğlenen Türk işçilerini tasvir eder. Rumlarla Türklerin eğleniş
tarzlarım, zevklerini ve hayat karşısında aldıkları tavrı mu­
kayese eden yazar, Türk işçilerinin sade, basit fakat sevgi,
müsamaha dolu türkülerini, o türkülerde varlığını hissettiği
Türk dünyasını sever.
Sait Faik birçok hikâyelerinde olduğu gibi, bu hikâyesine
de şahsî duygularım karıştırır. Hikâyeyi incelerken, Rumlarla
Türklerin eğlence, yaşayış, hayata ve insana bakış tarzları
arasındaki farka dikkat ediniz. Milletler, birbirlerinden sadece
dilleri ile değil, zevkleri, yaşayış tarzları, insan ve dünya
görüşleriyle de ayrılırlar. Aşağıdaki sorulara cevap verirken
bu farkları daha iyi kavrayacaksınız.
ı) Hikâyede bahsedilen Rumlar nerede eğleniyorlar?
Bu yerleri belirten kelimeleri yazınız.
2) Bu yerlere gidenler zengin mi, yoksa fakir midirler?
3) Yazar, Türk işçilerine nerede rastlıyor? Burası nasıl
bir yerdir?
4) Türk işçilerinin toplandıkları yer ile sosyal tabakaları
arasında bir münasebet var mıdır?
5) Rumlar nasıl eğleniyorlar? Musikîleri ve oyunlş^ na­
sıldır? Rumların musikî, oyun ve eğlenceleri ile ilgili kelime­
leri yazınız. Bunlar Türkler arasına da yayılmış mıdır? Bu
yayılma neyi gösteriyor?
6) Yazar, Rumların musikî, oyun ve eğlence tarzı kar­
şısında duyduğu hisleri nasıl anlatıyor?
136 EDEBİYAT LÎSE I

7) Rumların yaptıkları gibi, sandalda gramofon çalı­


nırsa, tabiatin zevkine varılabilir mi? Kahvede hoparlör
haykırırken insanların konuşmalarını ve ruh hallerini takip
edebilir misiniz?
8) Rumlar musikîleri, oyunları ve eğlence tarzları ile
tabiatın güzelliğini âdeta öldürüyorlar. Yazarın bu fikri ifâde
ettiği cümleyi bulunuz ve inceleyiniz.
9) Türk işçileri nasıl eğleniyorlar? Dinledikleri çalgı nasıl
bir çalgıdır? Âşık işçi türküsünde nelerden bahsediyor?
10) Türküde bahsi geçen Tevrat, încil, Zebur, Kur’an
nasıl kitaplardır?
11) Âşık işçi bu kitaplara sahip olanları ayırıyor mu?
Yoksa hepsini sevgi ile selâmlıyor mu?
12) Hikâyeciyi sevgi ile coşturan ve anlatamayacağı için
kalemi elinden bıraktıran söz ve duygu nedir?
13) Hikâyeci Türk işçilerinin arasına karışmak ve on­
ların duygularını paylaşmak istiyor mu?
14) Yazar hikâyesine neden “ Türk Ülkesi” adını ver­
miştir? Türküler, sevgiler ve inançlarla ülke ve millet ara­
sında nasıl bir bağ vardır?
15) Sait Faik orijinal sıfatlar ve benzetmeler kullanır.
Hikâyeyi yeni baştan okuyarak, irjinal isim ve sıfat tamla­
maları ile benzetmeleri tesbit ediniz ve onların ifâde ettikleri
duygu ve düşünceleri inceleyiniz.
3.BÖLÜM

TÜRK ŞÎİRÎ

I. İSLAMİYET’TEN ÖNCE TÜRK ŞİİRİ

Türkler dünyada şiiri en çok seven milletlerden biridir. Eski


Türk hükümdarlarından çoğu şair idiler. Fatih, Kanunî Sultan
Süleyman, Yavuz ve III. Selim Türkiye dışmdaki Türk hüküm-
darlanndan îsmail Safevî, Babür şiirleri ile de şöhret kazanmış­
lardır. Türk halkı arasından pek çok şair yetişmiştir. Bugün de Ana­
dolu’da şiir söyleyen halk şairleri vardır. Bunlardan bazıları okuma -
yazma bile bilmezler. Aydınlar arasındaki şairlere gelince, sayıla­
mayacak kadar çoktur. Şairlerin hayat ve eserlerinden bahseden eski
“ Şuara Tezkireleri” nde yüzlerce şair adına rastlarız. Bunların
eserleri yazma olarak kütüphanelerde saklıdır.
Bunlar gösteriyor ki, Türklerde çok eski ve yaygın bir şiir gele­
neği vardır.
Türkler eski çağlarda yazı kullanmadıkları için bu devre ait
şiirlerden çoğu kaybolmuştur. Türk şiirine ait yazılı ilk örneklere
Kaşgarh Mahmud’un 1072 - 1074 yıllarında kaleme aldığı Dîvan ü
LûgâtVt-Türk adi] kitabında rastlıyoruz.
Kaşgarh Mahmud bu kitabını Araplara Türkçe öğretmek ve
Türk dilinin zenginliğini ortaya koymak maksadıyle _ yazmıştır.
Divan ü Lûgâti’t-Türk^dt o devir Türk diline ve Türk kültürüne ait
pek çok bilgi vardır.
Divan ü LugatVt-Türk’deki şiirlerden çoğu X. yüzyıldan öncesine
aittir. Bunlardan Alp Er Tonga’ya ait olan Ağıt çok meşhurdur.
Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Toğan’a göre Alp Er Tonga M.Ö. V II.
asırda büyük bir devlet kuran Saka hükümdarıdır. îranlılar ona
Afrasyab, adını verirler. Eski İran destanı olan Şehnamemde Turan
hükümdarı olan bu kahramandan uzun uzun bahsedilir.
Kaşgarh Mahmud’un kaydettiği şiirler arasında destanların
yanısıra, aşk ve tabiat şiirleri de vardır. Bu şiirler hece vezniyle yazıl­
mışlardır. Şekil bakımından Anadolu’da söylenen halk şiirleri gibi
138 EDEBİYAT LİSE I

dörtlüklerden ibarettir. Kafiye tarzları koşmaya benzer. Bu şiir­


lerde kafiyeden başka mısraların başında ve ortasında da kelime­
lerin seslerinden faydalanılmıştır. Muhtevaları sade, kuvvetli ve ta­
biîdir. Aslı hakkında fikir edinmeniz için bu şiirlerden birisini ol­
duğu gibi veriyoruz. Geri kalanlar bugünkü Türkçeye çevrilmiştir.

B ÎR BAHAR T A S V İR Î
(Aslı)

1 Tumlıg kelip kapsadı


Kutlug yayığ tepsedi
Karlap ajunyapsadt
E t yin üşüp emrişür

2 Keldi esin esneyü


Kadka tükel üsneyü
Kirdi budun kasnayu
Kara bulıt kükreşür

3 Kar buz kamug erüşdi


T ağlar suwı akışdı
Kökşin bulıt örüşdi
Kayguk bolup egrişür

4 ördi bulıt ıngraşu


Aktı akın müngreşü
Kaldı budun tanglaşu
Kükrer takı manrdşur

5 Koydı bulıt yugmunn


Kerip tutar ak torın
Kırka kodtı ol karın
Akın akar engreşür

6 Ay kopup eıvlenüp
Ak bulıt örlenüp
B ir bir üze üklünüp
Sdçup suwı engreşür
TÜRK ŞİÎRİ 139

7 Yağmur yağıp saçıldı


Türlüg geçek suçuldı
Tinçü kabı açıldı
Çından yıpar yugruşur
8 Tümen çeçek tizildi
Bükünden ol yazıldı
ökü^ yatıp üzeldi
Terde kopa adrışur
9 Tegme çeçek üküldi
Bukuklanıp büküldi
Tügsin tügün tügüldi
Yargalımat yürge^ür
10 Kızıl sarig arkaşıp
Tipkin yaşıl yüzkeşip
Bir bir kerü yürkeşip
Talınguk anı tanglaşur
11 Kaklar kamug kölerdi
Taglar başı ilerdi
Ajun tını yılırdı
Tütü çeçek çerkeşür
12 Alın töpü yaşardı
Urut otın yaşurdı
Kölning suwın küşerdi
Sığır buka müngreşür
13 Kulan tükel komuttı
Arkar sukak yumuttı
Taylag tapa emitti
Tızgık tutup sekrişür
14 Yılkı yazın atlanur
Otlap anın etlenür
Begler semüz atlanur
Sevnüpögür ısrışur
15 Yaşın atıp yaşnadı
Tuman turup tuşnadı
Adgır kısır kişnedi
Öğür alıp okraşur
140 EDEBİYAT LİSE I

ı6 Koçngar teke sebildi


Sağlık sürüg koşuldt
Sütler kamug yuşuldı
Oğlak kuzu yamraşur

Bugünkü dile çevrilmiş şekli:

1 Soğuk gelerek (etrafı) kapladı


Kutlu yazı çekemedi
Dünyayı karlayarak örttü
însan vücûdu üşüyerek ürperiyor.
2 Rüzgar eserek geldi
Tamamiyle kar fırtınasına benziyordu
Halk titreşiyordu
Kara bulut kükrüyor.
3 Kar (ve) buz tamamen eridiler
Dağların suları aktı.
Mavi renkli bulut yükseldi
Kayık (şeklinde) olarak dolaşıyor.
4 Bulut inleyerek yükseldi
Seller gürültü ile aktı
Halk hayretler içinde kaldı
Kükrer ve bağrışır.
5 Bulut, yağmurunu bırakıverdi
Ak ağını gererek tutar
O karını kırlara koyar
Seller gürültü ile akar.
6 Ay çıkarak harelenip,
Ak bulut yükselip,
Birbiri üzerine yığılıp,
Suyunu saçarak inilder,
7 Yağmur yağarak saçıldı
Türlü çiçekfier) bitti.
İnci kabı (inci-mercan çiçekleri) açıldı
Sandal ağacı misk ile yuğrulmuş gibi kokar.
TÜRK ŞtİRt 141

8 Binlerce çiçek sıralandı


Tomurcuklarından açıldı
(Toprağın altında) çok yatıp (bekleyip) sıkıldı
Yerden yükselerek ayrışırlar.
9 Her çiçek toplandı
Tomurcuklanıp büküldü
Köşeli bir şekilde düğümlendi
Açılarak yine birbirine düğümlenir.
10 Kırmızı, sarı (çiçekler) ard arda çıkarak,
Menekşe yeşil yüze çıkarak, Mor
Birbirlerine sarılırlar
însan onları hayretle karşılar.
11 Kuru yerler tamamiyle göllendi
Tağlarm başı belirmeğe başladı
Dünyanın nefesi ılıdı
Binlerce çiçek sıralandı.
12 Dağ yamaçlan yeşerdi
Kuru ot (yerine) yeşil ot çıktı
Gölün suyu taşasıya doldu
Sığır, boğa böğrüşür.
13 Kulan tamamiyle coştu
Dağ keçisi, beyaz geyik bir araya geldi
Yaylaya doğru yola koyuldular
Sıralanıp seğriştiler
14 Yılkı, yazın at haline gelir
Otlayarak etlenir
Beğler semiz ata biner
Sevinerek, toplu halde birbirini ısırırlar.
15 Şimşek çakıp parladı
Duman (bulut) durup karşılaştı
Aygır (ve) kısrak kişnedi
Eşini alarak birlikte kişnerler.
16 Koç (ve) teke ayrıldı
Sağmal sürü sağıldı
Sütler tamamiyle fışkırdı (aktı)
Oğlak, kuzu anaları ile karıştılar.
142 EDEBİYAT LİSE I

a) Ş E K ÎL ; Şiirin şekli dörtlüklerden ibarettir. Her dörtlüğün


üç mısraı kendi arasında kafiyelidir. Dörtlüklerin dördüncü mısraları
kafiye bakımından birbirine uymaktadır. Türklere has olan bu kafiye
sıralanış tarzına Anadolu halk şiirinde de sık sık rastlanılır. Dört­
lüklerin son mısralarmm kafiye bakımından birbirine uyması hem
aralıklı bir ahenk, hem de bütünlük temin eder. Bu şekli harflerle
şöyle gösterebiliriz;

-------- a ---------c ---------d ---------e --------- f


-------- a ---------c ---------d -------- e --------- f
-------- a ---------c ---------d -------- e --------- f
-------- b ---------b ---------b ---------b --------- b
b) V E Z ÎN : Şiirin vezni 4 + 3 = 7 dir. Bu vezin Anadolu halk
şiirinde mânilerde kullanılır.
c) K A F İY E L E R : Anadolu halk şiirinde olduğu gibi yarım
kafiyeler kullanılmıştır.
d) SES U Y U M U : Bazı mısralarda yanyana gelen veya muh­
telif mısralarda altatla gelen kelimeler benzer seslidir: aktı akın,
yarug yulduzu, kurt kuş kamuğ, yınka yana, kalık kanç gibi. . Eski
Türk şiirinde görülen kelime başlarındaki ses benzeşmelerine Ana­
dolu halk şiirinde pek rastlanılmaz.
e) D iL : Bu devirde dil yabancı kelimelerle karışmamıştır. Kul­
lanılan kelimelerin hepsi saf türkçedir.
f) KO N U V E D U YG U : Şiirde bahar gelirken tabiatta görülen
değişiklikler neşe ve sevinçle tasvir ediliyor. Dış âlemden alınan
duyular zengindir. Eriyen kar suyu, ani gelen sel, doğan tan yıldızı,
kükreyen bulut, açılan çiçekler, dirilen kurt kuş, yayılan sürüler. . .
Şair, baharda tabiatta görülen her şeyi tesbit etmiştir. Arada bazı
benzetmeler de yapılıyor ama fazla değil. Şiire bütün olarak duyu
hâkimdir.
Zamanın değişmesini, güzel şeylerin geçici oluşunu hisseden şair,
son parçada hafif bir felsefe yapıyor.
Şiirde her şey görülen ve duyulandan ibarettir. Arka planda
gizli hiç bir şey yoktur. Din duygusu da söz konusu değildir.
Şiire dünyayı sakince seyreden ve onu seven gerçekçi bir duyuş
tarzı hâkimdir.
TÜRK ŞtİRt 143

II
A LP E R TO NGA’Y A A Ğ IT

1 Kahraman, erkek. Tonga öldü mü


Kötü dünya kaldı mı?
Zaman öcünü aldı mı
İmdi, yürek yırtılır
2 Beğler atlarını yordular
Kaygu onları durdurdu
Benizleri, yüzleri sarardi
Yüzleri, safran sürülmüş gibidir
3 Erler kurt gibi ulumuyorlar
Takalarını yırtarak bağrışıyorlar
Seslerinin son gücü ile haykırıyorlar
Ağlamaktan gözleri örtülüyor
4 Gönlüm için için yandı
Olgunlaşmış yarayı tırmaladı
Geçmiş zamanı hayal etti
Gece-gündüz geçerek hayal edilir
5 Zflman, fırsat kolladı
Düşman, tuzağını kurdu.
Beğler Beyi’ni azıttı
Kaçsa nasıl kurtulur?
6 Zflman çabucak geçer
İnsanın gücünü zayıflatır
Dünyayı, insandan azaltır
Kaçsa dahi yakalanır.
7 Zamanın geleneği böyledir
Bundan başka sebep de vardır
Zaman dağ başına ok atsa
Dağlar başı bile kertilir.
8 tamamiyle bozuldu
Fazilet sahibi kişiler azaldı
Kötü kişiler güçlendi
Bütün bunlar fazilet beyinin öldüğündendir.
144 EDEBİYAT LÎSE I

AÇIKLAMALAR VE SORULAR :
Kaşgârlı Mahmud kitabında Alp Er Tonga’nın ölümü
üzerine söylenen Ağıt şiirijıi dağınık olarak veriyor. Bunlar
kafiyelerine göre bir araya getirilince bir bütün teşkil ediyor,
ama, dörtlüklerin sıralanması kesin değildir.
Eski Türkler, birisi ölünce “ y^ğ” verilen bir tören
yaparlardı. Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı
Tarihi adlı kitabında bu töreni şöyle tasvir ediyor:
Bir kimse ölünce cesedi çadırının içinde yere yatırılır.
Bütün akrabası birer koyun veya at veya sığır kurban ederler.
Bunlar çadırın dışında yerlere serilir. Sonra hepsi atlar üze­
rinde feryadlar kopararak çadırın etrafını yedi defa dönerler
ve kapıya gelince yüzlerini bıçakla yaralarlar, kan göz yaş­
larına karışır. Cesedi gömmek için uğurlu bir zaman seçilmesi
âdetti. Bir kimse ilkbaharda veya yazın ölmüşse yapraklar dö-
külünceye kadar, sonbaharda veya kışın ölmüşse yapraklar
yeşerinceye kadar beklenir. Önce ölünün atı yakılır ve külü
ölüye ait diğer eşya ile birlikte olarak cenaze ile birlikte gömü­
lür. Asıl ölü gömme günü tekrar kurbanlar kesilir, mezarın et­
rafında atlarla dönülür ve mezarın üstüne ölenin hayatta iken
öldürdüğü düşman sayısınca taşlar veya heykeller dikilir kî
bunlara “ balbal” denilir.
ı) Alp Er Tonga’ya ait şiirde yuğ törenine ait ne gibi un­
surlar vardır? Burada da atlardan bahsediliyor mu?
2) Geride kalanlar acıma duygusunu nasıl ifade ediyorlar?
3) Şiirde ölüm dolayısıyle “ zaman” dan da bahsediliyor.
Ölüm ile zaman arasında nasıl bir münasebet vardır?
4) Ağıtı söyleyen “ zaman” hakkında neler diyor?

III
A V ÎL E EĞLEN CE

I Sazlar bütün düzüldü


Sürahi, kadeh dizildi
Sensiz gönlüm üzüldü
Gel de rahatça oynayalım
TÜ R K ŞİİRÎ 145

2 Sürahi başı kaz gibi


Kadeh dolu göz gibi
Sıkıntıları gizleyi
Gece gündüz sevinelim
3 Üç kere içip haykıralım
Yukarı doğru sıçrayalım
Arslancana kükreyelim
Sıkıntı gitti sevinelim
4 Yiğitler işe koyulsun
Ağaçtan yemiş toplasın
Geyik kulan avlasın
Bayram edelim avunalım
5 Doğanlar kuşları avlasın
Köpekler avları dişlesin
Tilki domuz kaçıssın
Erdemlikle öğünelim

SO R U LAR :

ı) Bu şiire şu duygulardan hangisi hâkimdir: a) Y iğitlik /b ) Yaşam a sevinci,


c) ö lü m korkusu
2) Şiirde hayvanlarla ilgili kelimelerin listesini yapmız
3) Burada tasvir edilen hayat, ev içinde mi, yoksa ku-da mı geçiyor?
IV
KIŞ-YAZ TARTIŞMASI

1 Kış yaz ile tartıştı


Kızgın gözle bakıştı
Yaklaşarak tutuştu
Yenmeğe uğraşıyor
2 Kış yaza şöyle söyler:
— Er, at bende tavlanır
Hastalıklar azalır,
E t ve deri gelişir.
3 Kar ve su kışın iner
Buğday onunla büyür
Düşmanlar kışın siner
Yaz gelince tepreşir
4 Sende çıkar çıyanlar
Kara sinek yılanlar
Sürü sürü akrepler
Kuyruk dikip yürüşür
5 Yaz kışa karşı durdu
Erdem yayını kurdu
Erce savaşa girdi
Gk atarak şöyle der:
6 — Sürü yazın iyilenir.
Otlar yazın etlenir
Beyler semiz atlanır
Sevişip ısırışır.
7 Serçeler senden kaçar
Kırlangıç bende tüner
' Bülbüller tatlı öter
Erkek dişi çiftleşir
8 Sende çamur yoğrulur
Yoksul fakir büzülür
Parmakları uyuşur
Ateş ile uğraşır
TÜRK ŞtÎRt 147

SO R U LA R :

ı) Bu şiirde şu konulardan hangisi ele ahnmıştu:: a) Aşk, b) Tabiat,


c) Yiğitlik.
2) Bu şiir hangi edebî sanata göre yazılmıştır?
3) Burada tabiat duygusuna din veya tabiat-üstü fikirler karıştırılıyor m u?
4) Bu şiirde süs^ ve benzetme var mıdır?
5) Bu şiir hayalci bir görüşle mi, yoksa gerçekçi bir görüşle mi yazılmıştır?

U Y G U R ŞİİRİN D EN Ö R N E K L E R

Mani ve Buda dinlerini kabul eden Uygur Türkleri (840 - 1240),


bu dinlerle ilgili hikâyelerin yanı-sıra şiirler de söylemişlerdir. Aşağıda
Uygurca aslı ve Türkiye Türkçesine çevrilmiş şekli verilen şiir Ma-
niheist Uygurlara aittir.
Metnin aslında dikkati çeken başlıca özellik, bazı kelime ve
seslerin tekrarı ile elde edilen kuvvetli ahenktir.
Üçüncü parçada “ tang tcngri” kelimeleri beşer kere tekrarlan­
maktadır. 5. ye 6 ncı mısralardan anlaşıldığına göre bu şiir, bazı
dua ve zikirlerde olduğu gibi, yüksek sesle ve hep birlikte okunuyor.
Belki de bunun kendine mahsus bir musikisi veya bestesi de vardı.
Şiir boyunca tekrarlanan “ tang tengri” kelimeleri bir davul sesini
hatırlatıyor.
(K) ve (Y) sesleri ile başlayan kelimelerin yanyana ve arka arkaya
getirilmeleri de dikkati çekiyor. Aliterasyon denilen bu ses tekrarına
eski Türklere ait başka şiirlerde de rastlıyoruz.
Bu şiir, güneşin doğduğu esnada söylenen bir sabah duası olmalı­
dır. Mani dininde aydınlık ile karanlık önemli bir yer tutar. Aydınlık
(ışık, güneş, ay) Tanrı’yı ve iyiliği; karanlık ve gece, şeytanı ve kötü­
lüğü .temsil eder. Nasıl tabiatta gece ile gündüz birbiri ardından
gelir, birbiriyle savaşırsa, insan hayatında da iyilik ile kötülük, sıhhat
ile hastalık, hayat ile ölüm de böyle daima birbiriyle çatışırlar. İnsan­
lar eğer iyi hareket ederlerse aydınlık karanlığa, iyilik kötülüğe üstün
gelir.
Sabah vakti Tanrı’nm timsali olan Tan, aydınlık, güneş doğduğu
için Mani dinine mensup olanlar sevinirler ve onu överler.
Çevirisine bakarak. Tan tanrının nasıl övüldüğü hakkında bir
fikir edinebilirsiniz.
148 EDEBİYAT LÎSE I

Tan Tanrı için şair “ güzel kokulu, misk kokulu, parıltılı, ışıltılı”
sıfatlarını kullanıyor.

Gören Güneş Tanrı


Siz bizi kurtarın
Görünen Ay Tanrı
Siz bizi kurtarın

mısralarından anlıyoruz ki Maniheistler güneşe ve aya kurtarıcı


Taiınlar gözüyle bakıyorlar ve onlardan medet umuyorlar.
Maniheizmden önceki eski Türk dininde tabiat önemli bir yer
tutar. İslâmiyet’e göre tabiat ve tabiata ait hiç bir şey Tanrı değildir.
Tanrı, kâinatın yaratıcısı, sahibi ve hâkimidir.

M E T ÎN BU GÜNKÜ D İL E Ç E V R İL M İŞ

tang tengri kelti Tan tanrı geldi,


tang tengri özi kelti Tan tanrı kendisi, geldi;
tang tengri kelti Tan tanrı geldi.
tang tengri özi kelti Tan tanrı kendisi geldi.
turunglar kamag begler kadarlar Kalkınız, bütün beyler, kardeşler,
tang tengrig ögelim Tan tanrıyı, övelim!
körügme kün tengri Gören Güneş, tanrı..
siz bizni küzeding Siz bizi koruyun!
körünügme ay tengri Görünen Ay tanrı.
siz bizni kurtanng Siz bizi kurtarın!
tang tengri Tan tanrı,
yıdlıg yıparlng Güzel kokulu, misk kokulu.
yaruklug yaşuklug Parıltılı, ışıltılı
tang tengri Tan tanrı
tang tengri Tan tanrı
tang tengri Tan tanrı,
yıdlıg yıparhg Güzel kokulu, misk kokulu,
yaruklug yaşuklug Parıltılı, ışıltılı
tang tengri Tan tanrı
tang tengri Tan tanrı
TÜ RK ŞÎİRl 149

Ö YLE Y E R L E R D E •

Adkuju turur kat kat tag-ta


Amil aglak aranyadan-ta.
Artuç söğüt ültın-ınta
Akar suv-luk-ta.
Amrançıgın uçdaçı kuş-kı-a-lar
Tirin-lik kuvrag-lık-ta.
Adkag-sız-^n mengı tegingülüg ol
Anı teg orun-lar-ta.

İç tering kat bük tag-ta


İrteki söki aranyadan-'ta.
îdiz tikim kay-a-lık basguk-lug erip
İdi tiki-siz-te.
İmirt çogurt söğüt arasınla
İnçge-ki-i suv kıdıg-ında.
llinmeksiz-in dyan olurgu-lug ol
Anı teg orun-lar-ta.

Sengir bulung tering tag-ta


Seviglig aranyadan-ta.
Sermelip akar suv-lug erip
Sep sem aglak-ta.
Sekiz türlüg yiil-ler öz-e teprenmetin
Serilip anta.
Sere yalnuz-ın nom mengi-sin tegingülüg ol
Anı teg orun-lar-ta.
Kökerip turur körklüg tag-ta
Köngül yar aşı aglak orun-ta.
Köp yigi telim söğüt-lüg erip
Köpirip turur kölmen suvluk-ta.
Köz başlap kaçıg-lann yagınıp
Köz-ünmiş bililmiş-çe [prun'\lar-ta.
Küsençig-siz-in mengi tegingülüg ol
Anı teg orun-lar-ta.
150 EDEBİYAT LİSE I

Ö YLE Y E R L E R D E

(Bugünkü dile çevrilmiş şekli)

Birbirine bağlı duran kat-kat dağlarda,


Sakin ve tenha aranyadana’da,
Ardıç ağaçları altında,
Akar sular boyunda;
Sevinç içinde uçuşan kuşcukların
Toplandıkları, bir araya geldikleri yerde.
Hiç bir şeye bağlanmadan, huzura kavuşmalı
îşte öyle yerlerde!
Iç-içe, derin, kat-kıt, kıvnm-kıvrım dağlarda.
Eski, kadim aranyadan’da.
Yüksek, yekpare kayalıkların baskısı altında.
Tam bir sessizlik içinde,
îmirt, çoğurt ağaçları arasında.
İncecik suların kıyısında,
Hiç bir şeye ilinmeden, dhyana’ya dalmalı
İşte öyle yerlerde!
Derin dağların köşesinde, eteğinde.
Sevimli aranyadan’da,
Süzülüp akan sular arasında,
Ip-ıssız bir tenhalıkta,
Sekiz türlü yel ile kımıldanmadan,
Orada sükûn içinde.
Sabırla, yalnızca töre huzurunu tatmalı
İşte öyle yerlerde!
Göğerip duran güzel dağlarda.
Gönlün hoşlandığı tenha yerlerde,
Kesif, sık söğütlükler içinde,
Kaynayıp köpüren göller arasında,
Başta göz olmak üzere, bütün hasselerden sıyrılıp,
Her şeyin göründüğü, bilindiği gibi olduğu yerde.
Hiç bir arzu beslemeden, huzur tatmalı
îşte öyle yerlerde!
TÜRK ŞlÎRt 151

A Ç IK LA M A LA R :
Yukarda metni ve tercümesi verilen şiir Budist
Uygurlara aittir. Şiirin aslına dikkat ederseniz âhengin, mısra
sonu kafiyeleriyle değil, mısra başında gelen kelimelerin ilk
sesleri ile temin edilmeğe çalışıldığını görürsünüz. Birinci
parçada mısralarm ilk kelimeleri (a), ikinci parçada (i), üçüncü
parçada (s), dördüncü parçada (k) ile başlıyor. Her parça
anı teg orun-larta (îşte öyle yerlerde)
mısraı ile sona eriyor.
Buda’ya göre insanlar dış âlemin gürûltü-patırtı, yalan ve
' ihtiraslarından çekinerek sâkin bir hayat yaşar ve kendi
içlerine dalarlarsa, hakikate ve saadete ulaşırlar. Bunun için
Budistler, tabiatın içinde, tenhâ ve kuytu köşelerde düşünmeyi
severler. Bu şiirde işte böyle bir arzu dile gelmiştir.
Şiirde geçen “ aranyadana” veya “ aranyadan” kelimesi,
bir köşeye çekilerek yaşama, tekke, dergâh mânâlarına gelir.
Böyle yerler için “ sâkin ve tenhâ” sıfatı kullanılıyor. Buraları,
insan kalabalığı ile dolu şehirlerde değil, birbirine bağlı duran
kat kat dağlarda bulunur.
Buralarda akar sular, ardıç ve söğüt ağaçları, sevinç içinde
uçuşan kuşlar vardır. Şiirde en çok özlenilen şey “ huzur” ,
“ sükûn” , “ sessizlik” ve “ tenhâhk” tır.
Budizm’e göre insanları dış âleme bağlayan arzular,
istekler ve ihtiraslardır. Onlar bizi bin bir şey ardında koşturur,
yorar ve tedirgin eder. Bundan dolayı huzura kavuşmak
için onlardan kurtulmak lâzımdır. Şiirde, hareketsizlik övülüyor

Hiç bir şeye bağlanmadan huzura kavuşmalı


Hiç bir şeye ilinmeden dhyana'ya dalmak
Sekiz türlü yel ile kımıldanmadan
Orada sükûn içinde
Sabırlar, yalnızca tör-e huzurunu tatmak
Başta göz olmak üzere, bütün hasselerden sıyrılıp
Hiç bir arzu beslemeden, huzur tatmak
152 EDEBİYAT LÎSE I

Her parçada geçen ve birbirine benzeyen bu mısralar, Bu­


dizm’in hayat karşısında aldığı tavrı çok iyi gösterir. Bu
görüş tarzı dünyayı fethe koşan akıncı Türklerin hayat fel­
sefelerine aykırıdır. Oğuz Kağan Destanı, Dede Korkut Kitabı
ve bütün Türk tarihi gösterir ki, Türkler bu dünyaya bağlı­
dırlar. Hareket ve mücadeleyi severler. Budizm’de görülen
bu hayat felsefesi, tasavvuf yoluyle İslâmiyet’e de girmiştir.
Fakat Türkler, hareket ile sükûnet, savaş ile barış arasında bir
denge kurmuşlardır. Türklerin aktif yönünü alplar ve gaziler,
mistik yönünü ise velîler ve dervişler temsil eder. İslâmî devir
Türk edebiyatında birbirine zıt görünen bu iki temayül de
güzel şiirlerle ifâde olunmuştur.
II - İSLÂMÎ DEVİR TÜRK ŞİİRİ

KUTADGU BİLİG

îlk Türk-Islâm devleti olan. Karahanlı devletinin büyük devlet


adamlarından Yusuf Has Hacib’in 1069 yılında Kaşgâr şehrinde
yazmış olduğu Kutadgu Bilig (Kutlu olma bilgisi) adını taşıyan kitap,
Türk edebiyatının en mühim eserlerinden biridir.
Aruz vezniyle mesnevi tarzında yazılmış olan kitap 6500 beyte
yakındır. Konusunu fert, cemiyet ve devletin saadet ve huzur içinde
yaşaması için hangi esaslara dayanması gerektiği teşkil eder.
Kitapta fikirler Ay-Toldı, Kün-Toldı, Ögdülmüş, Odgurmuş
adlı şahıslar arasındaki konuşmalar şeklinde ortaya konulur.
Kün-Toldı “ Adalet” ! temsil eden bir padişahtır. “ Devlet” i temsil
eden Ay-Toldı onun veziri, “ akıP’ı temsil eden Ögdülmüş onun oğlu,
“ Kanaatli temsil eden Odgurmuş ise vezirin kardeşidir. Kitapta,
bir devlette iş gören belli başlı memur ve sosyal tabakalardan herbiri-
nin ayrı ayrı meziyet ve özellikleri belirtilir.
Kitabın başında Tanrı’yı, Peygamber’i, baharı, yıldızları, in­
sanoğlunu ve dili öğen şiirler vardı. Aşağıda bu kısımdan bazı beyitler
ahyoruz. Doğu türkçesi ile yazılan Kutadgu Bilig, Türkiye Türkçesine
Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat tarafından çevrilmiştir.

1 . Kara yer ile mavi göğü, güneş ile’ ayı gece ile gündüzü,
zaman ile zamaneyi ve mahlûkları o yarattı.
2. îstedi ve bütün varlıkları yarattı; bir kere “ ol” dedi, bütün
dedikleri oldu.
3. Bütün bu yaratılmış olanlar ona muhtaçtır, muhtaç olmayan
yalnız Tanrı’dır, onun eşi yoktur.
4. Ey kuvvetli, kadir, ebedî ve müstağni olan Tanrı, senden
başkasına bu ad yakışmaz.
154 EDEBİYAT LİSE I

5. Ululuk ve büyüklük sana mahsustur; sana eş ve denk olan


başka biri yoktur.
6. Ey bir olan Tanrı, bir başkası sana şerik koşulamaz; başta
her şeyden evvel ve sonda her şeyden sonra sensin.
7. Senin birliğin hesaba gelmez; bu kudretin her şeye hâkimdir.
8. Senin varlığın, parlak güneş ve ay gibi, bellidir fakat nasıl
olduğunu kavrayacak gönül ve a:kıl yoktur.
9. Senin birliğin eşya ile ilgili değildir; eşyayı sen yarattın,
onlar şenindir.
10. Bu sayısız, yüz binlerce canlıyı, ova, dağ, deniz, tepe ve
çukurları sen yarattın.
1 1 . Mavi göğü, sayısız yıldızlar ile süsledin, karanlık geceyi
ışıklı gündüz ile aydınlattın.
12 . Uçan, yürüyen ve duranları hepsi rızklarını senden bularak,
yiyip içerler.

SO R U LA R :

ı) Bu şiirde T a n rı hangi vasıfları ile tanıtılıyor?


2) Tanrı tek olmasa kâinatta nizam olur muydu?
3) însan T a n rı’yı tam olarak bilebilir m i? Bilemezse neden?
4) T a n n ’ dan önce ve sonra bir varlık olması Tanrı fikrine uyar mı?
5) Canlı varlıklar yaşamak için gıdayı nerede bulurlar? Bunlar olmasa yaşa­
yabilirler mi?

II
BAHAR

1 . Şarktan bahar rüzgârı eserek geldi; dünyayı süslemek için,


cennet yolunu açtı.
2. Kâfur gitti, kara toprak misk ile doldu; dünya kendisini
süsleyerek bezemek istiyor.
3. Bahar rüzgârı eziyetli kışı sürüp götürdü; parlak yaz tekrar
saadet yayını kurdu.
TÜRK ŞÎİRt 155

4. Kurumuş ağaçlar yeşiller giyindi; tabiat, mor, al, yeşil ve


kızıl renkler ile süslendi.
5. Kara yer yüzüne yeşil ipek bağladı; Hıtay kervam da bunun
üstüne Çin kumaşı yaydı.
6. Düzlükler, dağlar, sahralar ve ovalar bunu yayıp döşendiler,
vâdiler ve yamaçlar al ve yeşil giyerek süslendiler.
7. Binlerce çiçekler gülerek açıldılar,, dünya misk ve kâfur
kokusu ile doldu.
8. Kaz, ördek, kuğu ve kıl-kuyruk fezayı doldurdu; bağrışarak,
bir yukarı, bir aşağı kaynaşıyorlar.
9. Bak, biri kalkıyor, biri konuyor, biri yüzüyor, biri su içiyor.
10. Keklik yüksek sesle öttü, sanki gülmekten katılıyor; ağzı kan
gibi kızıl, kaşı simsiyah.

A Ç IK LA M A LA R V E SO R U LA R ;

ı) Kâfur Uzak-Doğu’da bir bitkiden elde edilen beyaz,


yarı saydam, güzel kokulu bir maddedir. Şair bununla neyi
kasdediyor?
2) Misk, Asya’nın yüksek dağlarında yaşayan bir cins
ceylânın erkeğinin kann derisi altındaki bir bezden çıkarılan
güzel kokulu bir maddedir. Şair “ toprak misk ile dolu” derken
neleri kasdediyor?
3) Şiirde söz konusu olan renkler hangi çiçeklere aittir?
4) Beşinci mısrada söz konusu olan “ yeşil ipek” neye delâ
let eder?
5) Şiirde hangi hayvanlardan bahsediliyor? İçinizde bun­
ları gören var mı? Resmini veya tarifini yapabilir misiniz?
6) Onuncu mısrada geçen benzetmeleri söyleyiniz.

III
İNSANOĞLU, B İLG İ V E D İL

I. Tanrı insanı yarattı, seçerek yükseltti, ona fazilet, bilgi,


akıl ve anlayış verdi.
156 EDEBİYAT LÎSE I

2. Ona hem gönül verdi; hem de onun dilini açtı; ona güzel
biçim, güzel tavır ve hareket ihsan etti.
3. Bilgisiz insan hep hastalıkh olur; hastahk tedavi edilmezse,
insan çabuk ölür.
4. Anlayışın insana faydası çok olur, insan bilgi bilirse yücelir.
5. Bütün işini, gücünü anlayış yolu yap; eline geçen bu zamanı
israftan bilgi ile koru.
6. İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla saadet bulur;
insanı dil kıymetten düşürür ve insanın dili yüzünden başı gider.
7. Sözüne dikkat et, başın gitmesin; dilini tut, dişin kırılmasın.
8. Çok sözden fayda görmedim; amma söylemek de faydasız
değildir.
9. insan iki şey ile kendisini ihtiyarlamaktan kurtarır: Biri iyi
iş ve diğeri iyi söz.
10. İnsan ebedi değildir; ebedî olan onun adıdır; iyi kimselerin
adı bunun için ebedî kalmıştır.

SO R U LAR :

ı) Tanrı, insana hangi değerli şeyleri vermiştir?


2) Anlayışın faydalı olduğunu, örnek vererek belirtiniz.
3) Anlayış nasıl geliştirilir?
4) DiLneden hem en kıymetli, hem de en tehlikeli bir vasıtadır?
5) îy i iş sözü ile neler kasdolunuyor? Çoktan öldükleri halde bugün adları
saygı ile anılan birkaç insanın adını sayınız ve bunların ne yaptıklarını söyleyiniz.
6) İyi sözler de insan öldükten sonra yaşar mı? örnekler veriniz.
V " '
YUNUS E M R E
/
1240 - 1322 yıllan arasında yaşayan Yunus Emre, Anadolu Türk
edebiyatının kurucularındandır. O, aynı zamanda Türk ve dünya
edebiyatının, bugün de değer taşıyan büyük şahsiyetlerindendir.
Yunus Emre’nin yaşadığı devirde Türkiye, karışıklık ve savaş
içinde çalkalanıyordu. Selçukluların bin bir emekle kurdukları devlet.
Yunus Emre’nin doğduğu yıllarda yıkılmaya yüz tuttu. Önce Babaî
denilen büyük bir isyan Anadolu’yu alt-üst etti. Bunun arkasından
Anadolu, Moğol istilâsına uğradı. Moğollar Anadolu’yu yaktılar ve
yıktılar. 1320 yılında Selçuklu devleti son buldu. Onun yerini birbir-
leriyle savaşan bir sürü küçük beylik aldı.
Halkın büyük bir umutsuzluğa kapıldığı böyle bir devirde Yunus
Emre, halka umut, barış ve sevgi duygularını aşıladı. Halk anlasın
diye şiirlerini halkın konuştuğu dille yazdı. Onun büyük olan taraf­
larından biri de budur.
Yunus Emre, zaten bir köylü idi. O devirde bir kültür çevresi
olan din ve tarikat içinde yetişti. Şiirlerinde îslâm dininin başlıca
temeli olan Birlik fikrini işledi.
Bu fikre göre, bütün kâinatı ve insanları tek bir Tanrı yaratmıştır.
Yaratılmaktan maksat, bu dünyada varlık ve birlik şuuruna ulaş­
maktır.
Birlik şuuruna ulaşan insanlar, Tanrı ile beraber, birbirlerini de
severler, barış ve sevgi içinde yaşarlar.
Yunus Emre’nin bu fikirleri, bugün içinde büyük bir değer taşı^
maktadır.
Yunus Emre’ye göre, kâinat da Tanrı’nın eseri olmakla beraber,
Tanrı, bilhassa insanın içinde, gönlünde, kalbinde tecelli etmiştir.
Bundan dolayı insanı sevmek demek Allah’ı sevmek demektir. Bir
şiirinde Yunus Emre şöyle diyor:
Gönül Çalab'm tahtı
Çalab gönüle bahtı,
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise
158 EDEBİYAT LİSE I

Aşağıda Yunus Emre’den birkaç şiir okuyacaksınız. Bunlar


üzerinde düşünürseniz, siz de, yüzyıllarca önce yaşamış olan bu Türk
şiirim anlar ve seversiniz:

I
/
I On sekiz bin âlem halkı cümlesi bir içinde
A Kimse yok birden ayrı söyleyen dil içinde
Cümle bir anı birler cümle ana giderler
Cümle dil anı söyler her bir menzil içinde
Cümle göz anı gözler kimse yok nişan virür
Gören kim görinen kim kalduk müşkil içinde
Kimseden ayru görme her biriyle bile gör
Cümle âlem doludur bahr ile berr içinde

A Ç IK LA M A LA R V E SO R U LA R :

ı) “ Cümlesi” kelimesi “ hepsi” , “ cümle” kelimesi “ herkes”


mânâsına gelir. İslâmiyet’e göre, Tanrı yalnız bu dünyayı değil
bütün yıldızları da yaratmıştır. Birinci mısraa göre Yunus
Emre, bu dünyadan başka âlemlerde de insanların yaşadığına
inanıyor mu? Onlar dd aynı Tanrı’nın kanunlarına uyu­
yorlar mı? Kâinatta bir “ düzen birliği” olmasa ne olurdu?
2) “ Cümle ana giderler” sözünden maksat nedir?
3) İslâmiyet’e göre Tanrı, bütün varlıkların yaratıcısıdır
ama göze görünmez. Zira o yarattıklarından çok büyük ve
ayrıdır. 3. beyti bu fikre .göre açıklamaya çalışınız.
4) “ Her biriyle bile gör” cümlesinde “ bile” beraber mânâ­
sına gelir. Bu fikre göre, insanlara karşı saygısızlık yaparsak,
bu aynı zamanda Allah’a karşı da saygısızlık olamaz mı?
Tanrı bunu görmez ve bilmez mi?

II
Bir kez gönül yıkdun ise bu kılduğun namaz degül
Yetmiş iki millet dahi elün yüzün yumaz degül
Yol odur ki doğru vara göz oldur ki Hakkh göre
E r oldur ki alçak dura yüceden bakan göz degül
TÜRK ŞÎÎRt 159

SO R U ;

ı) Yunus Em re bu beyitlerde hangi fikirleri telkin ediyor? Yunus Em re’ye


göre gerçek müslümanlığm esası nedir?

III
l Aceb şu yirde varm-ola şöyle garip bencileyin
^ Bağrı başlu gözi yaşlu şöyle garip bencileyin
A Gezerem Rum ile Şam’ı Yukarı illeri kamu
\\Çok istediim bulımadum şöyle garip bancileyin
S Kimseler garip olmasun hasret odına yanmasun
G Hocam kimseler kalmasun şöyle garib bencileyin
^"^öyler dilüm ağlar gözüm gariblere göynür özüm
^M eg er ki gökde yıldızım şöyle garib bancileyin
J Niçe bu derd ile yanam ecel ire bir gün ölem
10 Meğer ki sinimde bulam şöyle garib bencileyin
İ^Bir garib ölmüş diyeler üç günden sonra duyalar
l^Soğuk su ile yuyalar şöyle garib bencileyin
i m ey Emre’m Tunus bîçâre bulunmaz derdüne çare
İL\Var imdi gez şardan şara şöyle garib bencileyin

SO R U LAR ;

ı) Yunus Em re’nin bu şiirinde kuvvetli bir dil âhengi vardır. Şair bu âhengi
nasıl sağlıyor? Ses ve yapıları birbirine benzer kelinaelere dikkat ederek bunu be­
lirtiniz.
2) Garib kelimesinin Türkçede kaç mânâsı vardır? Bu şiirde hangi mânâda
kullanılmıştır? Bu şiirden Yunus Em re’nin hayatı hakkında bazı neticeler çıkara­
bilir misiniz?
ANADOLU HALK ŞİİRİNDEN ÖRNEKLER

Anadolu halk şiiri, eski çağlardan beri süregelen sözlü edebiyatin


zengin hazînelerinden biridir. Halk şiiri genellikle saz ile söylenir.
Bunlardan bazıları öyle şöhret kazanır ki, kime ait oldukları zamanla
unutulur, ağızdan ağıza geçer durur. Böyle kime ait oldukları bilin­
meyen halk edebiyatı eserlerine ilim adamları “ anonim” derler.
Halk türkülerinden çoğu “ anonim” dir.
Bazı halk şairlerinin adları bilinir. Anadolu’da adı ve eserleri
belli pek çok halk şairi yetişmiştir. Bugün de Anadolu’da sazla şiir
söyleyen halk şairleri vardır. Bunlara “ âşık” da denilir.
Halk şairleri eserlerini hece veznine ve belli kalıplara göre yazar­
lar. Anadolu halk şairleri şiirlerini genellikle 4 + 4 + 3 = 1 1 veya 6 + 5
6 + 5 = 1 1 heceli vezinle ve koşma tarzında söylerler. Dört mısralık
parçalardan kurulan koşma şeklinde kafiye dizisi şöyledir :
----—a ------- c ------- d
-------b ------- c ------- d
------- a ------- c ------- d
-------b . ------- b ------- b
Bunlardan başka vezin ve şekiller de vardır. Onları örnekleri
incelerken göstereceğiz.
Halk şairleri kırda, bayırda yaşadıkları için tabiattan çok hoşla­
nırlar. Şiirlerinin konusunu tabiat, aşk veya sosyal bir konu teşkil
eder. Yeniçeri Ortalarında savaşa giden halk şairleri savaş şiirleri de
söylemişlerdir.
Anadolu’da Köroğlu gibi zulme başkaldıran halk şairleri yiğitliği
överler. Halk şiirine dinî inançlar, örf, âdet ve atasözleri de karışır.
Dîvan şiirinde olduğu gibi, halk şiirinde de fikir ve hayâller,
genellikle kafiyeden doğar. Halk şairleri kafiyelerinde çok titiz davran­
mazlar, hafif ses benzerlikleriyle yetinirler.

^ KÖROĞLU (XVI. y.y.)


Hemen Mevlâ ile sana dayandım
Arkam sensin kaVam sensin dağlar hey
Toktur senden gayri kolum kanadım
Arkam sensin kaVam sensin dağlar hey
TÜRK ŞîtR t ı6ı

Tüce yüce tepesinden yol aşan


Gitmez oldu gönlümüzden endişen
Mürüvvetsiz beyden yeğdir dört köşen
Arkam serisin kaVam sensin dağlar hey
Köroğlu der tepelerden bakarım
Gözlerimden kanlı yaşlar dökerim
Bunca yıldır hasretini çekerim
Arkam sensin kaVam sensin dağlar hey

SO R U LAR :

ı) H alk şiiri Dîvan şiirine nazaran konu ve şekil bakımından daha bütün­
dür. Bu şiirde bütünlüğü sağlayan unsur nedir?
2) Köroğlu’nun dağlara sığınmasının sosyal bir sebebi var mıdır? Bu sosyal
sebep hangi mısrada ifâde olunuyor?
3) Köroğlu sadece yiğit değil, aynı zamanda âşıktır. Hangi mısralarda bu
aşk duygusu dile geliyor?

Tol virin dumanlı dağlar


Açmağa Ayvaz geliyor
Çağlasın soğuk pınarlar
İçmeye Ayvaz geliyor
Bu dağlarda biten güller
Kokusu lal ider diller
Dalında cüdâ bülbüller
ötüşün Ayvaz geliyor
Bizim yaylanın yiğidi
Belinde gümüş dividi
Taylânın servi, söğüdü
Gölg{e) edin oğlum geliyor
Bizim yaylalar oluklu
Akan suları balıklı
A l balalı, mor yelekli
Kız gerek Ayvaz geliyor
Bizim yaylanın uşağı
Belinde Aydın bıçağı
Taylânın türlü çiçeği
Kokuşun Ayvaz geliyor
i 62 > EDEBİYAT LÎSE I

Köroğlü dir ki tayalar


Atlımız hayvan kovalar
Sarptaki yalçın kayalar
Tastılın Ayvaz geliyor

SO R U LA R :

ı) Bu şiirde hangi mevsim söz konusudıır? Köroğlu tabiatm güzelliğini du­


yuyor m u? Şiire tabiat hangi unsurlarla giriyor?
2) Şiire hâkim olan duygu nedir? Tabiat sevgisi mi, oğul sevgisi m i? İkisi
arasmda bir münasebet var mı?
3) Köroğlu kendi sevincine tabiatm da katılmasmı istiyor m u? Bu istek hangi
kelime ve rmsralar ile ifâde ediliyor?
4) Köroğlu neden seviniyor? Sevincinin sebebi nedir?
5) Şiirde A y v a z’ m kıyafetiyle ilgili unsurlar var mıdır? Bunlar nelerdir?
6) Köroğlu tek başına mıdır, yanında başkaları da var mıdır? A cab a bu
insanlar dağda ne ile geçiniyorlar? Şiirde bunu sevdiren kelimeler var mıdır?

KUL MEHMED (XVI. yy.)


KOŞMA

Tavrum, kuzum, seni aldırdım elden,


Kuzum kuzum, der de meler hir koyun.
Usandım da bezdim bu tatlı candan,
Kuzum, kuzum, der de meler bir koyun.
Yine çiçeklendi dağların ba^ı.
Koyun! Ben nideyim, Mevlânın i^i.
Dâim durmaz akar gözümün yaşı.
Kuzum, kuzum, der de meler bir koyun.
Koyun! Senin derdin çoktur, nideyim.
Yanına gel, başka kuzu katayım.
Varıp seni koyaklarda güdeyim. . .
Kuzum, kuzum, der de meler bir koyun.
Kuzum, senin budur alnında yazı,
Hiç elin kuzusu olur mu kuzu?
Yüreğimde vardır bir nice sızı,
Kuzum, kuzum, der de meler bir koyun.
TÜRK ŞttRİ 163

Seni güden çoban gayri gütmesin^


Yaydığı yerlerde otlar bitmesin^
Kuzunu yiyenler unup yetmesin. . .
Kuzum, kuzum, der de meler bir koyun.
Bugün koyun tuz taşına gelmedi,
Elin kuzusu da kuzu olmadı,
Arayıp da kuzusunu bulmadı,
Kuzum, kuzum, der de meler bir koyun.
Notaydı, sen koyun olmaya idin.
Elin kuzuların görmeye idin,
Ölüp de şu yere gelmeye idin . . .
Kuzum, kuzum, der de meler bir koyun.
Kul Mehemmed bunu böyle söyledi,
Koyunl sana yolum nerden uğradı.
Söyledi de yaşın yaşın ağladı.
Kuzum, kuzum, der de meler bir koyun.

SO R U LA R :

ı) Bu şiirin konusu nedir? Hayvanlarda da annelik duygusu var mıdır?


2) Bu şiirin veznini ve kafiye tarzını söyleyiniz.
3) Şair de kuzusunu kaybeden koyunun acısına katılıyor mu? H angi mıs­
ralar koyuna, hangi mısralar şaire aittir, ayırabilir misiniz?
4) Bu şiirde halk dilinde kullanılan bazı kelime ve deyimler vardır. Onları
belirtiniz.

I, b
 ŞIK HAŞAN
/ TÜ R K Ü

Senin yazın kışa benzer,


Bir sevdalı başa benzer,
Çok içmiş sarhoşa benzer.
Duman eksilmeyen dağlar
A dağlar, ah ulu dağlar!
Eşinden aynlan ağlar.
i 64 EDEBİYAT LlSE I

Selviye henzer me^esi^


DeVolup a§ka düşesi,
Toptop olmuş menekşesi,
Burcu burcu kokan dağlar, ..
A dağlar, ah ulu dağlar!
Eşinden ayrılan ağlar.
Mor menekşe boyun eğmiş,
Yapracığı suya değmiş,
Yazın yeşil kemha giymiş
Kışın beyaz giyen dağlar..
Ah dağlar, ah ulu dağlar!
Eşinden ayrılan ağlar.
Ben bu dağdan geldim geçtim.
Boz bulanık suyun içtim.
Ben yârimden ayrı düştüm,
Gördünüz mü, bakan dağlar?
A dağlar, ah ulu dağlar!
Eşinden ayrılan ağlar.
Yükseklerde yurdun mu var?
Şahinlerin kurdun mu var?
Bencileyin derdin mi var?
Gözü yaşı akan dağlar!
A dağlar, ah ulu dağlar!
Eşinden ayrılan ağlar,..

A Ç IK L A M A L A R V E SO R U LA R :

ı) Bu parça vezin ve şekil bakımından önceki şiirlerden


farklıdır. Vezni sekiz hecelidir. Dörtlüklerin sonuna, aynen
tekrarlanan iki mısra ilâve edilmiştir. Türkülerde, ahenk
dolayısıyle bu nevi ilâve beyit, mısra veya sözlere sık sık
rastlanır.
2) Şiirin esas konusunu şairin birtakım şahsî duygularla
bağlandığı, kendisine yakın bulduğu dağlar teşkil eder. Şiirde
dikkati çeken nokta şairin dağlar ile kendisi arasında hissî
bağlantılar kurmasıdır. Şairler çok defa duygularını tabiata
TÜ RK ŞÎİRt 165

yansıtırlar. Tabiatın insan duygularını beslediği ve destek­


lediği şiirlere “ lirik şiir” adı verilir.
3) Bu şiirde birçok “ benzetme” (teşbih) vardır. Ben­
zetme veya teşbihler, uygulandıkları varlıkları değiştirirler.
Meselâ burada şair dağlardan söz ederken “ senin yazın kışa
benzer” diyor. Neden? Dağların yazın nasıl kışa benzediğini
açıklayınız. Şairde bu intibaı uyandıran nedir? İkinci mısrada
aynı dağları “ bir sevdalı baş” a, üçüncü mısrada “ çok içmiş
sarhoş” a benzetiyor. Bu benzetmeler ile şair, dağlara insana
has özellikler veriyor.
4) Şairin dağlara “ sen” diye hitap etmesi de dikkati
çekici değil midir? Bu da dağları değiştiriyor mu? Sonuncu
parçada
Gözü ya^ı akan dağlar!

derken, şair dağları yine insana benzetiyor. Benzetme veya


başka vasıtalarla tabiat veya eşyayı insana benzetmeye “ teşhis”
(şahıs haline koyma) denilir.
5) Bu şiirde sıfatlar da önemli rol oynuyor. Baştan sona
kadar kullanılan sıfatları belirtiniz ve bunların bağlı oldukları
isimlere ne gibi özellikler verdiğini açıklayımz.
6) Bu şiirde hangi mevsim söz konusudur? Bunu gösteren
unsurlar nelerdir?
7) Şair hangi mısralarla kendisinden bahsediyor?' Neşeli
mi, yoksa kederli midir? Dağlarla âdeta konuşuyor. Bunun se-
bedi nedir?
KAYIKÇI KUL MUSTAFA (XVI.I yy.)

DESTAN

İptida Bağdad’a sefer olanda


Atladı hendeği geçti Genç Osman
Vuruldu sancaktar kaptı sancağı - •
İletti bedene dikti Genç Osman.
Eğer leyin kıratımın ikisin-
Fethedeyim düşmanların hepijir/^-
Sabah namazında Bağdat ka^ısjk
Allah Allah deyip açtı Genç Osman
Sultan Murad eydür gelsin göreyim
Nice kahramandır ben de bileyim
Vezirlik isterse üç tuğ vereyim
Kılıcından al kan saçtı Genç Osman
Kul Mustafa karakolda gezerken
Gülle kurşun yağmur gibi yağarken
Yıkılası Bağdat seni döğerken
Şehitlere serdar oldu Genç Osman

SO R U LAR :

ı) Bu şiirde şu duygulardan hangisi hâkimdir:

a) Aşk b) Tabiat c) Yiğitlik


2) Şiirde tarihî bir hadise söz konusudur. Şiirde geçen kelimelere göre bu
hâdisenin hangi padişah zamanmda olduğunu çıkarabilir misiniz? Hadise hakkmda
bilgi toplaymız.
3) Şiirde Genç Osman hangi özellikleriyle belirtiliyor?
4) Şiirde savaşla ilgili unsurlar nelerdir?
5) Şair Genç Osman’ ı seviyor ve ona acıyor m u? Bu sevgi ve acıma hangi
mısralarda ifâde olunuyor?
c /'’
KARAGAOĞLAN (1606? -1679?) X c

âemm evimi^
Eğlen şü dv^a^a
Vîrân ettin hahçem ile ba^rnjr^ ^ '\ ^ î,
>
Tomurcuk güllerim jıLdiye diye l
) \
-İnsanoğlu kurtulmuyor kazâdan.
Taralılar nasıl durur sıjzıdan
Akça ceylan kurtulmuş da tazıdan.
Kaldırmış başını;ç ö l^ iye diye^ ^
Seher zamanında uğradım sana
Görünce gül yüzlüm kaldım ben tana
Gafilken bir dolu sundun sen bana
İçirdin aûuyu baL diye diye^K
Karac-Oğlan der ki neyleyip netmek
Bir fikrim var şu sılayı terketmek
Tıkıl git diyorsun kolay mı gitmek ^ -
Sen getirdin beni gel diye diye A~ \

AÇIKLAMALAR VE SORULAR;
ı) Koşma tarzında yazılmış olan bu şiirde mısraların hece
sayısı 11 dir. Bunlar bazen 6 + 5 , bazen 4 + 4 + 3 olmak üzere
iki veya üç parçaya bölünüyor. Mısraın içten bölündüğü
yerlere “ durak” denilir.
2) Dörtlüklerin son mısralarında “ diye diye” kelimeleri
aynen tekrarlanıyor. Kafiyeden sonra burada olduğu gibi
i aynen tekrarlanan kelimelere “ redif” adı verilir. Yukarıki
şiirde rediften önce gelen kafiyeleri söyleyiniz. Bunlarda hangi
sesler birbirine benziyor?
3) 2-, 3. ve 4. parçaların ilk üç mısraları ayrıca kendi içle­
rinde kafiyelidir. Bu kafiyeleri de belirtiniz.
4) Halk şairleri halk arasından çıktıkları ve halka hitap
ettikleri için halkın bildiği kelimeleri kullanırlar. Bunlar
ı68 EDEBİYAT LİSE I

arasında halk diline girmiş ve yerlerşmiş yabancı kelimeler de


vardır. Yukarıki şiirde “ diyar, vîran, bahçe, insan, kaza, seher,
gafil, fikir, terketmek” kelimeleri Türkçe değildir. Türk
halkı ve halk şairleri onları bildiğine ve kullandığına göre bizim
de onlan benimsememiz gerekir. Bütün medenî milletlerin
dilinde başka dillerden gelen kelimeler vardır. Bugün yazarken
Türkçe kelimeleri tercih etsek bile, yüzlerce yıldan beri dilimize
giren yabancı kelimeleri bilmemiz gerekir.
Halk bazı kelimeleri kendi söyleyişine uydurur. Kara-
caoğlan sevgilisinin gözleri için “ ala” diyor. Acaba “ ala göz”
lerin rengi nasıldır, söyleyiniz.
5) Birinci parçanın ikinci mısraında “ eğlen” kelimesi
hangi mânâda kullanılmıştır?
6) Bu şiirde esas konu tabiat mıdır, aşk mıdır? Tabiata
ait unsurlar da var mıdır? Bunlar nelerdir?

_________ __ ,----- jf------------ - /

( n r! ( T tart * ı z' ^ ^ J /"c-Jji-

^
• 1 1C rv .

s <- A. -
i ‘ ' .V . . . . <■ ' V. >V o^
.1 Vo, VvVıV,,.-
,V .
V .\ ,
DADALOĞLU (1785? -jŞ68?).

Kalktı gögç eyledi Avşar illeri ,


Ağır ağır giden 0 fgr h izirt^
Arab atlar yakın eyler ırağı
Xüce daları ^ a n bizirnSıvl4 <e J ı'^
Belimizde kâıcımı^ k ir m d ^ ^ \ .
Ta^ı deler mızrağımın
Hakkımızda devlet etmiş fs m m i
, Ferman padişahın dağlar bizimdir '
>: <3
Dadaloğlu yarın kavga ^
öter tüfek davlumbazlar ^^
J^ice kçç yiğitler yere seri^^j^S^^ifr
ölen ölür kalan sağlar bizimdir ' ^•

SO R U LAR :

ı) Bu şiiri söyleyen şair göçebe mi yoksa yerleşik midir?


2) Avşarlar veya Afşarlar kimlerdir? Nerede yaşarlar? Bu konuda ansiklope­
dilerden bilgi toplaymız.
3) Avşarlarm savaşçıhğmı ne ile izah edersiniz? X X nci asırda aşiretlerin
eski yaşayış tarzlarını devam ettirmeleri mümkün müdür? Onlar devletin ordusu
ile başa çıkabilirler rai? Çağın şartları insanları değiştirmeğe zorlar m ı? Nasıl?

r , Jf U

X - s /i ) (\

^ 7 r o l - - ■■ —

je,NTX ^ ^ -L» — ^ i / f., ' '

İ âİM -
^ <" ^ A ^ L d M-fc4
1 •■ j y « - ( « s i I fs k U r I : , (2 _ -
^4rvr>v
BAYBURTLU ZÎHNÎ (1795? -1859)

Vardım ki yurdundan ayak götürmüş


Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar' şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı
Hangi dağda bulsam ben o merâli
Hangi yerde görsem çeşm-i gazali
Avcılardan kaçmış ceylan misâli
Geçmiş dağdan dağa yoktur durağı
Lâleyi sünbül gülü hâr almış
^evk u şevk ehlini âh ü zâr almış
Süleyman tahtını sanki mâr almış
Gama tebdil olmuş ülfetin çağı
Zihnî derd elinden her zaman ağlar
Vardım ki bağ ağlar bağban ağlar
Sümbüller perîşan güller kan ağlar
Şeydâ bülbül terk edeli bu bağı

SO RU LAR:

ı) Bu şiirde halk şiirinde pek rastlanmayan yüksek tabaka edebiyatından


gelme, günlük dilde kullanılmayan bazı kelimeler vardır. Bu kelimeleri tespit ediniz
ve mânâlarını araym ız!
2) Bayburtlu Zihni’nin bu kelimeleri kullanmasını nasıl açıklıyorsunuz?
3) Şiire hâkim olan duygu nedir? Sevinç mi, keder mi? Keder ise bunun
sebebi nedir?
4) Şiirde kullanılan mecaz ve benzetmeleri belirtiniz ve mânâlarını açık­
layınız !
DÎVAN ŞİİRİNDEN Ö R N E K L E R
SÜ LEYM AN Ç ELEB İ (? - 1422)

ME VLİD

Tanrı’mn kendisine Kur’an’ı bildirdiği Hazret-i Muhammed


Mustafa (571 - 632), yaşadığı devirden bugüne kadar Islâm ülkelerin­
de büyük bir saygı ve kutsî duygu ile anılmıştır. Hazret-i Muhammed,
sadece peygamber değil, aynı zamanda bir devlet kurucusu ve savaşçı­
dır. O, en yüksek ahlâklı insanlardan birisidir. Müslümanlar Kur’an
ile beraber peygamberin “ hadis” adı verilen sözlerine de inanırlar.
Müslümanların tanıdığı en yüksek insan olan Hazret-i Muham-
med’in hayatını anlatan manzum, mensur pek çok kitap yazılmıştır.
Müslüman olduktan sonra Türkler de, Hazret-i Muhammed’e karşı
büyük bir saygı duymuşlar ve Türkçe olarak doğumunu, hayatını ve
mûcizelerini anlatan yüzlerce eser vücûda getirmişlerdir. Bunlara
genel olarak Mevlid adı verildi. Bu mevlidler arasında Bursalı Süley­
man Çelebi’nin 1409 yılında yazdığı Mevlid en güzelidir.
Süleyman Çelebi’nin hususî bir beste ile okunan Mevli(Ti ken­
dinden önce ve sonra yazılan bütün mevlidleri unutturmuştur. Bununla
beraber bugün okunan Mevlid’e, mevlidhan denilen mevlid okuyu­
cuları, asıl Alevlid'dc olmayan birçok şiir karıştırmışlardır. Süleyman
Çelebi’nin Mevlid'i 1954 yılında Prof. Dr. Alımed Ateş tarafından
neşredilmiştir. Aşağıdaki parçalar oradan alınmıştır.

^r' ^
BAŞLANGIÇ
1 . Allah adın zikr idelüm evvelâ
Vâcib oldur cümle işde her kula
2. Allah adın her kim ol evvel ana
Her i^i âsân ide Allah ana
3. Allah adın her nefesde di müdâm
Allah adiyle olur her i{ temam
4 B ir kez Allah dise aşk ile lisan
Dökülür cümle güneh misl-i hazân
172 EDEBİYAT LİSE I

II
H AZRET-Î M UH AM M ED ’ÎN DOĞUŞU
ı
Hazret-i Muhammed doğmadan önce, olağan-üstü hâdiseler
olur. Annesi bu hadiseleri şöyle anlatır:

5. Didi bir nur çıkt{ı) evümden nâgehân


Ol nûr ile dopdolu oldu cihan
6. Hem havâ üzre dökendi bir döşek
Adı Sündüs döşeyen anı melek
7. Üç alem dahi dikildi üç yire
Edeyin her birini nire nire
8. Magrib ü maşrikte ikisi anun
Biri damında dikildi Kâ'be’nün
9. Bildüm anlardan ki ol halkın yeği
Kim yakın oldı cihâna gelmeği
10. Çünkü bu işler bana oldı yakın
Ben evümde otururken yalnızın
1 1 . Tarılup dîvâr çıktı nâgehân
Üç bile hûrî bana oldı ayân
1 2. Çevre yanuma gelüp oturdılar
Mustafffyı birbirine muştular
13. İrdi hûrîler bölük bölük buğur
Yüzleri nârından evüm doldı nûr
14. Didiler oğlun gibi hiç bir ağul
Yaradılalı cihan gelmiş değül

15. Susadum su diledüm içmekliğe


Virdiler bir k ıf ki dolu şerbeti
16. Kardan ağ idi vü hem soğuk idi
Dahi şirindi şekerden lezzeti
17. Sonra gark oldı vücûdum nûr ile
Bürüdi beni o nurun ismeti
18. Geldi bir ak kuş kanadıyla benüm
Arkamı sığadı kuvvetle kati
TÜRK ŞÎÎRt 173

19. Doğdı ol saatte ol şâh-ı resül


Kim anunla buldı âlem izzeti

20. Mekke şehri nûr ile doldı kamu


Nûra gark oldı eri vü avreti

2 1 . Yedi kat gök ehli cümle geldiler


AhmedH görüp ziyaret kıldılar

22. Hem sekiz uçmak içinde hûr-ı în


Görmeğe geldi o şâhun manzann
23. Her biri elinde bir nurdan tabak
Kim yaratmış sutı'ı birle ant Hak
24. içleri dolu cevahir anlarun
Başına saçu içün Peygamber^ün

SORULAR VE AÇIKLAMALAR;

ı) Yukarıki beyitlerde bilmediğiniz kelimelerin listesini


yapmız ve lûgâte bakarak karşıbklarmı bulunuz.
2) Müslümanlar bir işe başlarken “ bismillah” (Allah’m
adiyle) derler. Bunun sebebi, Allah’ı hiç bir zaman unut­
mamaları, ondan yardım dilemeleridir. Allah’ı daima yamnda
hisseden kötülük işlemekten çekinir.
Dökülür cümle güneh misl-i hazan

mısraında fikir bir benzetme ile ifâde olunmuştur. Burada ne


neye benzetiliyor?
3) Peygamber doğmadan önce ve doğduktan sonra olağan
üstü hadiseler oluyor. Bunlar nelerdir ? Bu inançların arkasında
ne gibi duygular ve istekler vardır? Magrib (batı) ve Maşrık
(doğu) ya iki alem (bayrak) dikilmesi ile îslâmiyeti’in Batı ve
Doğu’ya yayılması arasında bir münasebet kurulabilir mi?
4) Resmi yapılacak gibi göze hitap eden mısraları seçiniz.
FUZILJLÎ (1495 - 1556)

M U SAM M AT GAZEL

Beni candan usandırdı, cefâdan y â f usanmaz mı


Felekler yandı âkımdan, muradım ^em'j yanmaz mı
Kamu bîmârına cânân, devâ-yı derd§ihsan^^
Niçin kılmaz bana derman, beni bîmâr sanmaz mı ?
Şeb-i hicran yanar cânım, döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım, kara bakhtım uyanmaz mı
Gül-i ruhsârına karşu, gözümden kanlı akar su
‘'>£îabîbi^ fasl-ı güldür bu, akan sular bulanmaz rnı
Gamım pinhân tutardım ben, dediler yâre kil rûşen
Desem ol bî-vefa bitmen, inanır mı inanmaz mıi
Değildim ben sana mâil, sen ettin aklımı zâil
Bana ta'n eyUyen gâfil, seni görgeç^ ıttanmaz mı
Fuzulî rind-i şeydâdır, hemişe halka rüsvâdır
Sorun kim bu ne sevdadır, bu sevdâdim usanmaz mı

AÇIKLAMALAR VE SORULAR:
ı) Bu şiirde, okurken kendisini kuvvetle hissettiren bir
“ ahenk” vardır. Şair bu ahengi nasıl temin ediyor?
— Vezin ve kafiye ile. Şiirde her mısrada aynı vezin kulla­
nılıyor. Bunu şu5( şekilde gösterebiliriz: M EFÂÎLÜN. Bu he-
jcelerden birincisi kısa, diğer üçü uzundur. Aynı ölçüde mısra-
larm altalta sıralanması kuvvetli bir âhenk vücuda getiriyor.
Bu mısralar ikişer ikişer yanyana da sıralanabilir. Divan
edebiyatında böyle yanyana dört mefâîlün parçalarından
meydana gelen şiirlere “ müsemmat” derler. “ Müsemmat” , ^
inci, boncuk dizisi mânâsına ^elir.
Bu şiirde kafiyeler dc dikkati çekicidir. Birinci parçada
I ve 3 üncü mısralar serbest, 2 ve 4 üncü mısralar kendi
aralarında kafiyelidir. Diğer dörtlüklerin ilk üç mısraının
TÜRK ŞÎÎRt 175

kafiyeleri birbirine uyar. Dörtlüklerin sonuncu nusraları ben­


zer kafiyelidir. Kafiyelerin böyle benzeşmeleri kulağa hoş
■gelir.
Şiirin son mısraları hep soru şeklindedir. Acı çeken şair
sevgilisine ^ e kendisine sorular sorar. Aralıklı olarak dördüncü
mısralarm soru şeklinde olmasi da şiire bir özellik ve ahenk
sağlıyor.
2) Bu şiir oldukça sade bir dille yazılmış olmakla bera­
ber, bazı Farsça terkipler vardır. Bunların Türkçe karşılıkla­
rını verelim: , '
devâ-yı derd: Derdin devâsı.
şeb-i hicran: Ayrılık gecesi.
çeşnı-i giryan: Ağlayan göz.
gül-i ruhsar: Yanağının gülü.
fasl^-ı gül:_^Ğül mevsimi.
^ rind-i şeydâ; Aklını kaybetmiş kalender.
İslâmlıktan sonra arap ve fars kültürleriyle yakından meş­
gul olan ve onları örnek alan Türkler, onların vezin, şekil ve
hayâliyle beraber kelime ve deyimlerini de almışlardır. Az
önce karşılıkları verilen terkipler Farsça kaideye göre yapıl­
mıştır.
' îki ismin veya bir sıfatla bir ismin birleşmesine “ terkip”
denilir. Bazı terkiplerde isim ve sıfatların sayısı çok da ola­
bilir. Bir araya gelen iki kelimenin ikisi de isim ise, ona “ isim
terkibi” , biri isim biri sıfat ise “ sıfat terkibi” adını alır.
Türkçe terkiplerde tamlayıcı isim ve sıfat başta geldiği
halde, Farsça terkiplerde sonda gelir. Farsça terkiplere verilen
karşılıkları incelerseniz, sondaki kelimelerin başa alındığını
görürsünüz. /
Dîvan edebiyatında bu nevi terkipler pek çoktur. Yanyana
gelen isim ve sıfatlardan bazıları hayaller doğururlar. Yu-
karıki şiirde Türkçe bir terkip olan “ muradım şem’i” (arzu
ve isteğimin mumu) terkibinde sanatlı bir ifâde vardır. Murad
(arzu, istek) insanın içinde olan bir histir. Şem(rhum) ise
dışarda, gözle görülen bir varlıktır. Şair içindeki duyguyu
yanmamış, sönük bir muma benzetmekle bir sanat yapıyor.
176 EDEBİYAT LÎSE I

“ Muradımın mumu yanmadı” sözünü düz olarak “ arzum


yerine gelmedi” diye ifâde edebiliriz. Bu iki ifâde mânâ bakı­
mından aynı olmakla beraber, birincisi sanatlıdır.
Şeb-i hicran yanar câmm
mısraında da ince bir sanat vardır. Şair burada hicran gece­
sinde yana,n canını muma benzetiyor.
Gül-i ruhsârına karşu gözümden kanlı akar su
mısraında sevgilinin güle benzeyen yanağı ile şairin kanlı
gözyaşı arasında bir uygunluk vardır. Gül de, kanlı gözyaşı
da kırmızıdır.
Eski şairler böyle mânâ ve hayâl bakımından birbirine
bağlı kelimeler kullanmaktan hoşlanırlardı. Buna “ tenasüb”
(uygunluk) sanatı denilir.
1^ ) Aşağıdaki mısrada da kelimelerin hayâl ve mânâları
arasında bir münasebet vardır. Bu münasebeti bulmaya çalı­
şınız.
Felekler yandı âhımdau muradım ^errCi yanfKaz mı
4) Bu şiirin konusu nedir? Şair duygularını hangi keli­
melerle ifâde ediyor? Bu kelimelerden hangisi hakîkî, hangisi
mecâzî mânâda kullanılmıştır?
5) Şair ile sevgilisi arıasnda ne gibi l)ir münasebet var­
dır? Şair neden acı çekiyor? Bu acının sebebi nedir?
■İ*BÂKÎ (1526 - 1600)

1 Fermân-ı aşka can ile var inkıyâdımız


Hükm-i kazaya zerre kadar yok inâdımız
2 Baş eğmeziz edânîye dünyâ-yı dûn içiin
Allahladır tevekkülümüz itimâdımız
3 Biz müttekâ-yi zerkeş-i câha dayanmazız
Hakk’ın kemâl-i lûtfunadır iştinâd'i'Tnız
4 ^ühd ü salâha eylemeziz ilticâ hele
Tuttu eğerçi âlem-i kevni fesâdımız
5 Meyden safâ-yı bâtın-ı kumdur garaz heman
Erbâb-ı zâhir anlayamazlar tmrâ^mız
^6 Minnet Hudffya devlet-i dünyâ fenâ bulur
^ Bâkî kalur sahîfe-i âlemde lağımız \

o
(\ v\ o.
BU GÜNKÜ D ÎLE Ç E V R ÎL M iŞ Ş E K L Î:

1 Aşk fermanına can ile boyun eğeriz


Kaderin hükmüne zerre kadar karşı koymayız
2 Aşağılık dünya için aşağı kişilere baş eğmeyiz.
Allah’a tevekkül ederiz, ona güveniriz.
3 Biz mevki sahiplerinin altın kakmalı koltuk değneklerine
dayanmayız.
(Allah’ın büyük lutfuna istinat ederiz).
4 Biz sofulukta da sığınak aramayız.
Günahlarımız her ne kadar dünyayı tutsa da. I
5 Şaraptan maksat, şarap küpünün içindeki safâyı duy­
maktır.
Dıştan bakanlar bizim maksadımızı anlayamazlar.
6 Allah’a şükür, dünyanın refah ve saadeti sona erer.
Bizim adımız âlemin sahifesinde kalır.

/
178 ' EDEBİYAT LİSE I

AÇIKLAMALAR VE SORULAR:
Bu şiirde Fuzulî’nin şiirindekinden farklı vezin par­
çaları kullanılmıştır. Bu parçaları şöyle gösterebiliriz:
M ef’ûlü § Fâilâtü § Mefâîlü § Fâilün
Bu parçaların hepsi de değişiktir. Bunlara uyan kelime­
lerin âhenkleri de farklıdır.
Bu şekilde yazılan şiirlere “ gazel” adı verilir. Bu
gazelde kullanılan kafiye dizisini (aae vc bae) harflerini kulla­
narak gösteriniz.
3, Bu gazelde de Farsça terkipler kullanılmıştır. On­
ları yazarak Türkçe karşılıklarını veriniz.
y—>
v4) Ferman kelimesi ne mânâya gelir? “ Ferman-ı aşk”
terkibinde bu kelime aşk kelimesine tesir ediyor, onda bir
mânâ değişikliği yapıyor mu? Aşk fermanı sözü ile şair aşkı
neye benzetiyor? Burada padişahın emirlerine karşı bir meydan
okuma hissi gizli midir? Şair kimin emirlerine uyuyor? Pa­
dişahın mı, sevgilisinin mi? Bunlardan hangisini üstün bu­
luyor?
5. “ Kaza” kelimesi kader ve hüküm verme mânâsına ge­
lir. İslâmiyet’e göre Tanrı, dünyada olacak şeyleri önceden
tayin etmiş, hükme bağlamıştır.
Müslüman daima Allah’ın emirlerine uyar, buna rağmen
başına bir felâket gelirse, Allah’ın emri bu imiş diye boyun
eğer. Böyle davranış insanları soğukkanlı ve güçlü yapar,
^,6. Şairin Allah karşısında aldığı tavırla kul karşısında
aldığı tavır birbirinden farklıdır, ikinci beyti bu bakımdan
inceleyiniz ve bu farkı belirtiniz. Şairi alçak kimseler karşı­
sında başı dik kılan nedir? Korkak insanlar şereflerini koruya­
bilirler mi?
(7. “ Müttekâ-yi zerkeş-i câh” terkibinde üç kelime bir­
birine bağlanmıştır. Böyle terkiplere “ zincirleme terkip”
denilir. Böyle terkipleri anlamak için önce ilk iki terkibi çö­
zünüz. “ Müttekâ-yı zerkeş” altın kakmalı asâ veya koltuk
değneği mânâsına gelir, “ câh” mevkî, yer demektir. Bununla
kasdolunan yüksek mevkî sahipleridir. Böyleleri Allah’a değil,
TÜ R K ŞİÎRÎ 179

altınlarına güvenirler. Altın kıymetli bir madendir ama insa­


nın değeri, sahip olduğu altın veya mevkî ile ölçülmez. Bazıları
sırtlarını mevkî sahiplerine dayarlar. Bâkî onları hakîr görüyor.
“ Hakk’ın kemâl-i lûtfu” terkibini çözmeğe, mânâlandır-
mağa çalışınız. Lütuf, iyilik ve güzellik mânâsına gelir. Tanna­
nın sonsuz lûtuflarma örnekler veriniz. Hayat ve tabiat da,
Tanrı’nm bir lûtfu değil midir? Tanrı vermeseydi biz onları
yaratabilir miydik?
Bâkî burada servet ve mevkî sahiplerine karşı Tanrı’nın
lûtfunu ileri sürüyor. Bu suretle servet ve mevkî sahiplerinin
gururlarım kırmağa çalışıyor,
8.) Bâkî, Allah’a inanmak ve güvenmekle beraber, sofu
değildir. Dördüncü beyti bu bakımdan inceleyiniz. Sofu,
sadece öbür dünyaya ve ibâdete değer verir. Bu fikir sizce
doğru mudur? Tanrı eğer sadece öbür dünyaya önem ver­
seydi, bu güzel tabiatı, inşam ve insanı mesut eden şeyleri
yaratır,, mıydı?
- 9. Beşinci beyitte bir tezat vardır. Şair “ erbâb-ı zâhir”
(dışa-bakanlar) ile “ erbâb-ı bâtın” (içe önem verenler) ara­
sında bir fark gözetiyor. Şarap (mey) coşkunluk vermesi
dolayısıyle aşk duygusu ile birleştirilir. Tanrı aşkı da şarap
ile gösterilir. Ham sofular içe değil, dışa, aşka değil şekle
önem verirler. Sevgi dışta değil içtedir. Şair Tanrı’yı içten
seven gerçek dindar ile, dini dış görünüşte arayan zâhit ara­
sındaki farkı şarap küpünün dışı ile içi arasındaki farka ben­
zetiyor. Şarap küpünün dışı kirli ve pis görünmekle beraber,
içi cilâlı ve temizdir. Bâkî bu beyitle gerçek aşkın dıştan değil
içten anlaşılabileceğini, insanlar hakkında hüküm verirken de
dışa değil, içe bakmak gerektiğini söylüyor.
4 o. Altıncı beyitte geçen “ fenâ” kelimesiyle “ bâkî” keli­
mesi arasında tezat vardır. “ Fenâ” kötü ve geçici mânâlarına
gelir. Devlet kelimesi de iki mânâlıdır. Hem kuvvet, kudret,
hem zevk, refah ve saadet ifâde eder. Dünyada her şey gelir,
geçer. Bâkî (ebedî) olan Tanrı’dır. Bâkî, kendi adım da iki
mânâda kullanıyor. “ Bugün refah ve saadet içinde yaşayanlar
bir gün ölecekler ama, benim adım dünyanın sahifesinde ebedî
olarak kalacak” demek istiyor.
ı8o EDEBİYAT LÎSE I

Bu şiirde bir bütün olarak şair, para ve iktidar sahip­


lerine kafa tutuyor. Onların güvenilir gerçek bir değer
taşımadıklarını, insanın Allah’a ve kendisine güvenmesi gerek­
tiğini söylüyor. Şiirinin söylenişinde de yiğitçe bir eda, meydan
okuyan bir tavır vardır. Tanrı’ya inanç, şaire derin bir güven
duygusu veriyor.
Bu şiirin tadma varmak için onu ezberleyiniz ve ezberden
okumaya çahşımz.
İnsanlar karşısında ezilmemek, kafasını dik tutmak güzel
bir davramş tarzıdır. Bu şiiri söylerken içinizde bir gücün
uyandığını hissedeceksiniz. Bunda mânâ kadar nusraların
ses ve yapısının da rolü vardır.
NEF’Î’DEN (1572 - 1635) BEYİTLER

1. Ehl-i dildir diyemem sînesi saf olmayana ■


Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil
Vezni
Fâilâtün § feilâtün § feilâtün § feilün

AÇIKLAMA;

Bağrı temiz olmayana gönül ehlidir diyemem; gönül ehil­


lerinin birbirlerini bilmemesi insafa sığar bir iş değildir.
Eski edebiyatta sîne (bağır, göğüs) aynaya benzetilir; ayna
temiz, lekesiz olunca bakanı gösterir. Gönül ehli olanların,
seven insanların kalbleri ayna gibi temiz olur, bundan dolayı
onlar birbirine bakınca kendilerini görürler. Birbirlerini tanır
ve bilirler; birbirlerine karşı saygı duyarlar. Böyle olmayan­
lara gönül ehli denilemez.
2. Etse N e f î ri'ola ger gönlüyle dâim bezm-i hâs
Hem kadeh hem bâde hem bir ^ûh sâkîdir gönül
Vezni:
Fâilâtün § fâilâtün § fâilâtün § fâilün

AÇIKLAMA:

Nef’î gönlü ile her zaman hususî sohbetlerde bulunsa


kendi kendine eğlense ne çıkar?
Gönül hem kadeh, hem şarap, hem de neşeli bir içki su­
nucudur.
3. Ağyar elemin çekme gönül nâfile gamdır
Hasmın sitemin anlamamak hasma sitemdir
Vezni :
M ef’ûlü § mefâîlü § mefâîlü § feûlün
i 82 EDEBİYAT LİSE I

AÇIKLAMA:
Ey gönül, seni tanımayan, sana düşman olanlann derdini
çekme- bu boşu boşuna üzülmek demektir.
Düşmanın sitemini (zulüm, eziyet veya haksızlığını)
anlamamak, ona en iyi karşılığı vermektir.
Bazı insanlar ilgi çekmek, bizi rahatsız etmek için kötü
hareketlerde bulunurlar. Bunlar karşısında yapılacak şey,
onları yok farzetmektir. Bu onlar için en büyük cezadır.

NEDİM (Ölümü 1730)


ŞARKI

Bir safâ bahşedelim gel şu dil-i nâ-şâda


Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd’a
îşte üç çifte kayık iskelede âmâde
Gidelim serv-i revânım yürü Sa^d-âbâd'a
Gülelim oynayalım kâm alalım dünyâdan
M â-i Tesnîm içelim çeşme-i nev-peydâdan
Görelim âb-ı hayât aktığın ejderhâdan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’ d-âbâd’a
Geh varıp havz kenânnda hırâmân olalım
Geh gelip Kasr-i Cinan seyrine hayran olalım
Gâh şarkı okuyup gâh gazel-hân olalım
Gidelim serv-i revânım yürü Sa^d-âbâd’a
Bir sen ü bir ben ü bir mutrib-i pâkize-edâ
İznin olursa eğer bir de Nedîm-i şeydâ
Gayrı yârânı bu günlük edip ey şûh feda
Gidelim serv-i revânım yürü Sa^d-âbâd^a

AÇIKLAMALAR VE SORULAR:
ı) Halk edebiyatında olduğu gibi Dîvan edebiyatında da
bazı şiirler beste ile okunurdu. Bunlara şarkı denilirdi. Şarkı­
lar “ murabba” adı verilen dörtlüklerden meydana gelirdi.
Âhenkli olması için bunların dördüncü mısraları tekrarlanırdı.
TÜRK ŞÎİRÎ 183

Başka şekilde söylenen şarkılar, bestelenen gazeller de vardır.


Dîvan edebiyatında Nedim ve Enderunlu Vâsıf, şarkı tarzında
güzel şiirler yazmışlardır.
2) Nedim Türkiye’de yenilik hareketlerinin başladığı
III. Ahmed devrinde yaşamıştır. İstanbul’da
eğlence yerlerinin ve lâle bahçelerinin çoğaldığı bu devre
Lâle Devri de denilir. Nedim şiirlerinde bu devrin neşeli haya­
tını anlatır.
3) Okuduğunuz şiirde devrin hayat felsefesini, dünya
görüşünü en güzel ifâde eden mısra hangisidir?
4) Şiirde sık sık tekrarlanan Sa’d-âbâd, o devirde İs­
tanbul’da Kâğıthane’de padişah tarafından özel olarak ku­
rulan bir eğlence yeridir. Burada güzel köşkler, kasırlar,
bahçeler, çeşmeler ve havuzlar vardı. Nedim şarkısında on­
lardan bazılarını zikrediyor: Çeşme-i nev-peyda (yeni çeş­
me), Ejderha, havuz, kasr-i cinan (cennet kasrı) gibi.
5) Nedim sevgilisine “ serv-i revan” (akar gibi yürüyen
servi) diye hitap ediyor. Acaba bu sözle onun hangi özelliğini
belirtiyor?
6) Şarkıda Sa’d-âbâd’a hangi vasıta ile gidildiği belirti­
liyor mu? Bu nasıl bir vasıtadır?
7) Şiirde şair sevgilisi ile nerelerde dolaşıyor?
8) Acaba ,bu gezinti esnasında şarkı da söyleniliyor mu ?
9) Bir bütün olarak şiire hangi duygular hâkimdir?
III - AVRUPAİ DEVİR TÜRK ŞİİRÎ

N A M IK K E M A L (1840-1888)

Namık Kemal, yeni Türk edebiyatını kuranların başında gelir.


O, eserlerinde bugün bizim için kutsal olan “ vatan” , “ hürriyet” ,
“ millet meclisi” , “ terakki” gibi fikirlerin müdafaasını yapmış, çev­
resindeki gençlere ve daha sonragelen nesillere tesir ederek, bu fikir­
lerin yayılmasını ve yerleşmesini temin etmiştir. Namık Kemal, bu
fikirleri yücelten şiir ve gazete makalelerinin dışında piyesler ve
romanlar da yazmıştır. Piyeslerinin adı: Vatan yahut Silistre (1873),
Zavalh Çocuk (1873), Âkif Bey (1874), Gülnihal (1875), Celâleddin
Harzemşah (1885), Karabelâ îki romanı vardır: İntibah
(1876), Gezmi (1880). Namık Kemal tarih ve tenkit nev’ine giren
kitaplar da yazmıştır.
Aşağıda Namık Kemal’in şiirlerinden bugün de ezberlenmeğe
değer bazı beyit ve mısralar verilmiştir:
1 . *,
ulanmaz kendini insan bilenler halka hikmetten ,
t- •
Kopektir zevk,salan sayyad-ı bı-ınsafa L' İ4. aV.V'
fıızmetten , .- .'Avva'!
(insafsız avcıya hızmet^etmekten zevk alan kopektir)
3 Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten ^ ,WcV,
. ^\ /I Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhâ-yı hürriyet \v-x5
^^ Çah{ idrâki kaldır muktedirsen ademiyetten
(Zulüm ile işkence ile hürriyeti yok etmek mümkün müdür?
Elinden geliyorsa insanlıktan düşünme gücünü kaldır).
5 Sana senden gelir bir i^de ancak dâd lâzımsa
Ümidin kes zaferden gayrdan imdâd lâzımsa
(Bir işde kendine ancak sen yardım edebilirsin. Başkalarından
imdat beklersen başarıdan ümidini kes).
6 Sakın bir ferdi ezme gayret-i efrâd lâzımsa
(İnsanları korumak istiyorsan sakın bir ferdi ezme).
7 Beni nev'in halâs et âte^în kayd-ı esâretten
Cihanda bir de firdevs eylemek icâd lâzımsa
TÜRK ŞİÎRÎ X-
8
\' q

(Eğer dünyada bir cennet yaratmak istiyorsan, kendi nevinden


olanları, esaretin yakıcı bağlarından kurtarmaya çalış).
8 Hâke yüz sürmekle kaim s^^h . üstünde hayat
İhtiyar et altını hâkin hayâ^^rağmına
(Yer üstünde yaşam^İEy, toprağa yüz sürmekle mümkün ise,
topraktan da, hayattan da vazğeç'erek'^altını tercih et).
9 Musırnm sabitim tâ can verince halka hizmette
lo Bize gayret yakıdır, merhamet AllaKındvr.

ABDÜLHAK HİMÎD TARHAN (1852 - 1937)

1 Ne âlemdir bu âlem akl u fik ri bî-karar eyler


Hep Vcâzât-ı kudret pîş-i germimden güzâr eyler
2 Serâser nârlardır renklerle istitâr eyler
Semâvî handelerdir gökyüzünden Hak nisâr eyler
3 Çemendir^ bahrdir, kûh-sârdır, subh-ı rebiîdir
Bu yerlerde doğan bir {âir olmak pek tabiîdir

Bugünkü dille ifâdesi:


1 . Bu âlem ne (hayret verici) bir âlemdir? insanın aklım, fik­
rini kararsız kılar (şaşırtır). Gözümün önünden hep Tanrı’nın insanı
âciz bırakan eserleri geçer.
2. Baştanbaşa ışıklarla doludur, renklerle örtünür. Tanrı in­
sanlara gökyüzünden tebessümler gönderir.
3. Çemendir, denizdir, dağdır, bahar sabahıdır. Bu yerlerde
doğanların bir şair olması pek tabiîdir.

SO R U LA R ;

ı) Yukarıki parçada a) Cemiyet, Tabiat, c) Aşk konularından hangisi


hâkimdir?
2) Şairin dünyaya bakışı iyimse^ ’ midir, karamsar mıdır?
3) Şair T anrı’nm şölçyüzünden gönderdiği tebessümlerle neyi kasdetmiştir?
4) Hâm id’ e göre şiirin k o n a ğ ı nedir? ,

/ ' ■ f:
/ '
MEHMED ÂKİF ERSOY (1873 - 1936)

İSTİKLAL MARŞI

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al


Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak.\

Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hi\û:!


Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl.
Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.


Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarırn.

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.


Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var!
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmanı boğar
Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın!


Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakkhn.
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri '‘ ''toprak^'* diyerek geçme, tanı!


Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme yazıktır atanı.
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ.


Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün vârımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
TÜRK ŞİİRt 187

Rûhumun senden İlâhî, şudur ancak emeli:


Değmesin ma'hedimin göğsüne nâ-mahrem eli.
Bu ezanlar -k i şehâdetleri dînin temeli—
Ebedî yurdumun üstünde benim, inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder. — varsa— taşım.


Her cerîhamdan İlâhî boşanııp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-ı mücerred gibi yerden na’şım,
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!


Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl.
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyyet,
Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin istiklâl.

ÎST tK LİL MARŞI’NIN TAHLİLÎ

Metinlerin özelliklerini öğrencilere buldurmek ve onları düşün­


dürmek için sorulan sorular, bu maksada uygun olmakla beraber,
sürekli düşünce akımım sık sık keserler. Halbuki bir bütün olan sanat
eserinin bütünlüğünü kavramak için, düşüncenin sekteye uğramaması
gerekir. Bundan dolayı, öğrencilere sorular /sorulduktan sonra, bü­
tünü ele alan bir yazı yazdırılması faydalı olur. J^ompozisyon vazi­
fesi olarak yazılı metin tahlilleri yaptırılabilir. Örnek olmak üzere,
İstiklâl Marşı üzerinde bir tahlil denemesi veriyoruz.
İstiklâl Marşı, Cumhuriyet’in ilânından önce 1921 yılında ya­
zılmış olmakla beraber, Gumhuriyet’i müjdeler ve millî marş olarak
kabul edildikten sonra, hemen, her^ gün tekrarlandığı için, Atatürk
ile beraber Cumhuriyet devrinin sembolü ojur.
Bu devirden sonra yetişen bütün nesillerin daha ziyâde merasim
dolayısıyle kendisine has bestesi ile söyledikleri bu marş, şiir olarîîk
da üzerinde durulmağa değer. '
İstiklâl Marşı’nı değerlendirirken, yazıldığı devri gö^nünde
bulundurmak lâzımdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Mart
1921 yılında dört defa ayakta dinleyerek Iştiklâl Marşı olarak kabul
ettiği bu şiir, o yılların kutsal ve heyecanh havası ile doludur. Qîiu
ı88 EDEBİYAT LİSE I

O devir Türk edebiyatının en büyük şairlerinden biri olan Mehmet


Âkif yazmıştır. Mehmed Âkif bütün şiirlerinde sosyal duygulan an­
latan, söylediklerini gerçekten duyan bir şairdir. İstiklâl Savaşı’na
bütün varlığı ile katılan Âkif, bu savaşa iştirak edenlerin duygu ve
inançlarına bizzat sahip olduğu için, onlara en iyi tercüman olmuştur.
Şiiri söyleyen Âkif olmakla beraber, aslında o, kendi beni ile birleş­
tirdiği Türk milletinin duygu ve inancını dile getirir. Burada Âkif’in
yaptığı, o yıllarda en olgun seviyeye ulaşan şiir kudretiyle bu ortak
îmana, bütün milletin benimseyebileceği bir şekilde üslûp ve ifâde
vermek olmuştur.
Bazı kelime ve mısralardan da anlaşılabileceği üzere, o tarihte
henüz İstiklâl Savaşı kazanılmamıştır. Türk ordusu bu şiir yazıl­
dıktan bir yıl sonra, ı6 Ağustos 1922 sabahı büyük taarruza geçer.
Düşman karşıda bulunduğu için ordu ve millete cesaret vermek
isteyen şair, manzumesine “ Korkma!” kelimesiyle başlar.

Doğacaktır sana vâdettiği günler Hakkhn


Kim bilir belki yarın^ belki yarından da yakın

mısraları da ümitle bekleyişi ve geleceğe îmanı gösterir. Şiirde şanlı


mâzi ve ebedî bir istikbal fikrine de yer verilmekle beraber, yaşamlan
zaman, kan ve barut kokusuyla dolu olan halihazırdır.
İstiklâl Savaşı, Türk milletinin ölüm-kalım savaşıdır. Böyle yıl­
larda milletler kendilerini yaşatan temel kıymetlerin farkına varırlar.
Vatan, millet, hürriyet ve istiklâl gibi kavramların önemi, barış
devirlerinde pek anlaşılmaz. Hattâ onları umursamayanlar bile çıkar.
Fakat bir milleti ölüm ile karşı karşıya bulunduran savaş, onların ne
kadar hayatî olduğunu kuvvetle hissettirir. Bunlar öyle kıymetler­
dir ki, onlar olmadan yaşayamaz. Bundan dolayı millet, onlar uğruna
ölümü göze alır. Binlerce insan 'onlar uğruna öldüğü, yaralandığı
veya sakat kaldığı için, kutsal bir değer kazanırlar.
Âkif, İstiklâl Marşı’nda Türk milletinin ne için savaştığını, neye
inandığını açık ve seçik bir şekilde ortaya koymuştur. Şiirde bu değer­
ler, bazen sanatkârane bir ifâdeye bürünmüşlerdir. Şiiri tahlil ederken
bunlar üzerinde de durarak mânâ ve fonksiyonları açıklanacaktır.
Birinci dörtlükte bahis konusu olan “ al sancak” tır. Al sancak,
Türk milletinin sembolüdür. Burada şair fikrini anlatırken onun
uyandırdığı hayal ve çağrışımlardan da faydalanmıştır. Türk bay­
V

TÜRK ŞİİRt 189

rağının al, rengi, şairde bir alev intibaı uyandırmıştır. Bu alev “ sön­
mez” . Zira onun çıktığı kaynak her Türk ailesinin evinde yanan
ocaktır. Yurdun üstünde tüten en son ocak kaldıkça, bu bayrağın
alevi bu şafaklarda dalgalanacaktır. Âkif, bu benzetme ile “ bayrak”
ile “ millet” arasındaki bağlantıyı sanatkârane bir şekilde ifâde et­
miştir.
Türk bayrağında dikkati çelen ikinci sembol yıldızdır. İkinci
beyitte şair, bu yıldız ile gökteki yıldızı birleştirir. Gökteki yıldıza
kimsenin eli dokunamayacağı gibi, “ Türk milletinin yıldızı” olan
al bayrağın yıldızına da kimse el süremez. Yıldız kelimesi, aynı za­
manda kader, talih mânâlarına da gelir. Akif’in bu hayallerle belirt­
mek istediği Türk milletinin ölmezliği fikridir. O, ordu ve millete
“ Korkma!” derken böyle bir inanca dayanır.
İkinci dörtlükte Türk bayrağının üçüncü sembolü olan “ hilâl”
den hareket edilmiştir.^'Hilâl kelimesi eski Türk edebiyatında sev­
giliye benzetilir. Türk bayrağındaki ay (sevgili), tehlikeler içinde
bulunduğu ve kendisini sevenlerden fesdâkarlık beklediği için, kaş­
larını çatmıştır.; Eski Türk edebiyatında sevgilinin kaşı umumiyetle
aya benzetilir. Şair burada, vatanın timsali olan sevgiliye (hilâle)
gülmesi için yalvarır. Bu millet onun uğruna on binlerce şehit ver­
miştir. Yoksa o dökülen kanlarım helâl etmez.
Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin istiklâV’

mısraında “ Hak” kelimesi iki mânâda kullanılmıştır. Birinci mânâya


göre Hak, Tanrı mânâsına gelir. Müslüman olan Türkler ona tapar­
lar. Hak kelimesinin öteki mânâsı hak-hukuk deyiminde görüldüğü
üzere, adalet ile ilgilidir. Hak aynı zamanda yapılan bir iş, fedâkârlık
veya durum karşılığı alınması gereken paydır. Âkif bu beyitte İstiklâl
kavramı ile Hak (Tanrı ve adalet) kavramı arasında münasebet
kurmaktadır. İslâmiyet’in en mühim yönlerinden biri, adalete üstün
bir değer vermesidir. Hak kelimesinin iki veya üç mânâ kazanmasının
sebebi budur. Milletler yüksek kıymetlere inandıkları ve bağlı bulun­
dukları takdirde istiklâle hak kazanırlar. Bahis konusu mısra böyle
bir inanca dayanıyor.
Üçüncü kıt’ada “ hürriyet ’ kavramı bahis konusudur. Burada
şair “ ben” kelimesini kullanmakla beraber, kasdolunan Türk mille­
tidir. Şair, burada Türk milletini konuşturmaktadır. Türk milleti
190 EDEBİYAT LÎSE I

ezelden beri hür yaşamış ve hür yaşamağa alışmıştır. Ona zincir


vurulamaz. Böyle bir şey yapılmağa kalkıldığı takdirde, o, sel gibi
taşarak, bendini çiğner ve aşar. Anadolu Türk devleti gerçekten
de 1071 Malazgirt zaferinden bugüne kadar daima hür ve müstakil
olmuştur. Hür yaşamak, Türk devlet ve milletinin varlığı ile birdir.
Ondan mahrum kalmak bundan dolayı ona ağır gelir, onu çıldırtır.
Bu parçada millî bir değere bağlı olan millî iradenin gücü, tabiattan
alman benzetmelerle ifâde olunmuştur. Hürriyetin başlıca özelliği
sınır tanımamaktır. Yahya Kemal de, Açık Deniz şiirinde Türk mil­
letinin hür yaşama iradesini coşkun deniz sembolü ile anlatır.
Dördüncü kıt’da savaşan iki taraf, Türk milleti ile düşmanlar
mukayese edilmiştir. Garb (batı) maddî silâhlarının üstünlüğüne
güvenerek, Türkiye’ye saldırmıştır. Düşmanların bu maddî üstün­
lüklerine karşı, Türklerin hiç bir şey ile sarsılmayan “ îman” ları
vardır. îman, insanın taşıdığı manevî inançların bütünüdür. însanı
üstün kılan maddî gücü değil, îmanıdır. Zira îman olmazsa maddî
.güç, başarı kazanamaz. Manevî değerlere dayanmayan maddî güç,
İnsanî bir değer taşımaz.
Şair, hiç bir hakkı olmadığı halde başka milletlere saldıran
sözde medenî Batı’yı “ tek dişi kalmış bir canavar’a” benzetiyor.
“ Tek dişi kalmış” demesinin sebebi, onun dehşet verici gözükmesine
rağmen, eski gücünü kaybetmiş olmasıdır. Burada bütün vahşiliğine
rağmen, kendisini “ medenî” diye tanıtan Batı ile bir alay da vardır.
Devletler sadece maddî güçleriyle üstün gelmezler. Tarihî olaylar
bunu göstermiştir. Sömürgeci Batı’ya karşı, başta Türkler olmak
üzere ezilen, bütün milletler isyan etmiştir, ve Batı Birince Dünya
Savaşm’dan sonra üstünlüğünü kaybetmiştir. Bu bakımdan Mehmed
Akif’in onu “ tek dişi kalmış bir canavar” a benzetmesi yarindedir.
Bu parçada “ u lu su n ...” kelimesi bazıları tarafından yanlış
olarak “ ulu” (büyük) kelimesiyle karşılaştırılmaktadır. Burada
bir canavara benzetilen Batı’nm “ uluması” bahis konusudur. Şair,
“ Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar, bırak, varsın, ulusun” ,
onda artık korkulacak bir taraf kalmamıştır” demek istemiştir.
Beşinci kıt’ada düşmanla savaşan askere hitap ediliyor. Ordu
dayanırsa zafer muhakkaktır. Bu parçada geleceğe büyük bir inançla
bakılmaktadır. Tanrı, Türklcre (Müslümanlara) ebedî bir hayat
vadetmiştir. İstiklâl Savaşı’nın kazanılmasında dinî inancın büyük
rolü olmuştur. Bunu o devre ait pek çok vesikadan anlamak mümkün-
TÜRK ŞtİRt 191

dür. Âkif, burada Türk milletinin inancını dile getirmektedir. Âkif’in


kendisi de vatanına çok bağlı bir Müslümandı. İslâmiyet, iyimser
bir diridir. Ona îman edenler ebedî bir hayata kavuşurlar.
Altıncı kıt’ada “ vatan” bahis konusudur. Dış görünüşü bakı­
mından vatan bir “ toprak” parçasıdır. Fakat bu toprak parçası,
milletin tarih ve hayatına sımsıkı bağlıdır. Onu kutsal, kılan maddî
yönü değil, millet ve tarih ile olan münasebetidir. Bu vatan, binlerce
şehit tarafından kazanılmış ve korunmuştur. Bundan dolayı, ona
bakarken toprağı değil, ona gömülü olan şehitleri görmelidir. Dün­
yada hiç bir şey vatan kadar kursal ve değerli değildir.
Yedinci parçada yine “ vatan” kavramı bahis konusudur. Bu­
rada da vatan ile şehitler (şühedâ) arasındaki münasebet üzerinde
durulmuş, son beyitte vatana bağlılık duygusu başka bir şekilde
anlatılmıştır. Bir insan için en büyük yoksulluk, vatanından uzak
(cüda) kalmaktır. İnsan kendi canını veya sevgilisini kaybederse,
vatan ve milletinin var olacağı düşüncesiyle teselli bulur. Vatanını
kaybederse, milletinin varlığı da tehlikeye düşer.
Burada vatanın can ve cânandan (sevgiliden) da üstün bir değer
taşıdığı inancı vardır. İnsan, böyle bir inanca sahip olmazsa vatam
için ölümü göze alamaz.
Dokuzuncu ve onuncu kıt’alar birbirine bağlıdır. Burada “ din”
bahis konusudur. Akif’in bir Müslüman olarak Tanrı’dan istediği
en büyük şey mâbedine yabancıların el dokundurmaması ve dinin
temeli olan kıymetlere şehadet eden ezanların yurdun üzerinde ebedî
olarak inlemesidir.
Şu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
mısraında “ şehadet” kelimesi şahitlik mânâsına geldiği gibi ezanda
geçen
Eşhedü en lâ ilâhe illallah
Eşhedü enne Muhammeden resulullâh
cümlelerine de tekabül eder. Bunlardan birincisi “ Şüphesiz bilirim,
bildiririm, Allah’tan başka tapacak yoktur” , İkincisi “ Şüphesiz bi-
bilirim, bildiririm, Muhammed Allah’ın elçisidir” mânâlarına gelir.
Bir kimsenin Müslüman olabilmesi için “ kelime-i şehadet” denilen
bu cümleleri tekrarlaması ve onlara inanması lâzımdır. Müslüman
ülkelerde günde beş vakit okunan ezan ile İslâmiyet’in temelini teşkil
eden bu cümleler tekrarlanır.
192 EDEBİYAT LİSE I

Elin başparmaktan sonra gelen parmağına şehadet parmağı


denilir. Konuşamıyacak olan hastalar içlerinden dua ederken şehadet
parmaklarını kaldırırlar. Minareler gö|jere uzanmış şehadet par­
mağına benzer. Akif şiirinde buna da telmih ediyor. Açıkça söyle­
meden herkesin bildiği bir şeyi sezdirmeğe “ telmih” adı verilir.
Dindarlar ve eski kültüre sahip olanlar için “ şehadet” kelimesi bütün
I bu mânâları ve daha başka mânâları ifâde eser. Bir kelimenin çe­
şitli mânâlarını, işaret yoluyle hatıra getirmeğe “ tevriye” adı verilir.
Akif’in bu mısraın da “ telmih” ve tevriye” sanatları vardır.
İstiklâl Savaşı’nda din duygusunun önemli bir rol oynadığını
söylemiştik. Türk tarihinde “ din” , “ vatan” , “ millet” ve “ istiklâl”
duygulan yüzyıllar boyunca birbirine bağlı olarak yaşamış ve geliş­
miştir. Akif’in anladığı ve Safahat\di ortaya koyduğu İslâm dini, en
yüksek kıymetlere dayanır. Gerçekten de Türk devletinin var olma­
sında İslâmiyet’in büyük rolü olmuştur. Onun temelindeki “ birlik”
(vahdet), “ hak” (adalet), “ ezeliyet ve” “ ebediyet” fikri “ devlet-i
ebed-müddet” veya ölmezlik inancını doğurmuştur.
Dokuzuncu parçada konuşan şehittir. Din uğruna savaşan
asker, kendi öldükten sonra ezan seslerini işitirse, mezarından kal­
karak, yarasından kanları aka aka, her şeyden soyunmuş bir ruh
gibi göklere yükselir ve başı arşa değer. İslâm dinine göre şehitler
doğrudan doğruya cennete giderler. Bundan dolayı, onlar din ve
vatan uğruna ölmekten korkmazlar.
Onuncu ve sonuncu parça, şiirde ortaya konulan fikir ve inanç­
ların bir nevi özetidir. Burada da milletin ölmeyeceği, ebedî olarak
yaşayacağı inancı vardır.
İstiklâl Mör/z’nda bazı duyguları kuvvetli olarak belirtmek mak-
sadıyle kullanılan benzetmeler, halkın zevkine uygundur, ve bizde
süslü, yapmacık tesiri uyandırmazlar. Şiir dil ve üslûp bakımından
umimiyetle sadedir. Aruz veznine kuvvetle hâkim olan Âkif, mıs-
ralarma bir konuşma ve hitabet edası vermiştir. Başka şiirlerinde
nesre yaklaşan Akif, burada kıt’al arın dört mısraını da kendi içlerin­
de arka arlaya gelen dört sağlam kafiyeye oturtmak suretiyle muh­
tevaya uygun, basit olmakla beraber, kuvvetli bir ahenk sağlamıştır.
Bunu yaparken belki de halkı ve Mehmetçik’i düşünmüştür. Dil ve
şekil bakımından şiire hâkim olan düşünce, kuvvet, güven, duygusu
sağlamlık ve sadeliktir. Bunlar Türk halkı ve askerinin temel vasıf­
larıdır.
YAHYA KEMAL BEYATLI (1884 - 1958)

Yahya Kemal Beyatlı, Türk edebiyatının en büyük şairlerinden


biridir. O, eserlerinde Türk dilini en ahenkli, olgun ve mükemmel
şekilde kullanmış ve onlarda Türk milletini asırlardan beri yaşatan
kültür değerlerine tarih, din, mimarî, musikî, kahramanlık ve yaşama
sevincine yer vermiştir. Yahya Kemal’in şiirleri iki kitapta toplan­
mıştır. Kendi Gök Kubbemiz (1961), Eski Şiirin Rüzgariyle (1963).
Bu sonuncu kitapta toplanan şiirlerinde Yahya Kemal tarihî havayı
yaşatmak için tarihî dilimizi kullanmıştır. Yahya Kemal rübaî şek­
linde şiirler de yazmış ve Fars şairi Hayyam’ın rübaîlerini Türkçeye
çevirmiştir. Bunlar ayrı bir kitapta toplanmıştır. Yayha Kemal^ sanat,
edebiyat, tarih ve memleket konularını ele alan yazılar da yazmıştır.
Güzel şiir seven ve Türk kültür ve medeniyetini tanımak isteyen
gençler Yahya Kemal’in bütün eserlerini okumalıdırlar.

A K IN C I
Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi gendik;
Bin atlı, o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: ‘ ^îlerle /”
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan, kafilelerle. ,.
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan,
Şimşek gibi, Türk atlarının geçtiği yoldan,
B ir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla,
Terden yedi kat arşa kanatlandık, o hızla . . .
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de.
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde.
Bin atlı, akınlardaa çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

SO R U LA R :

ı) Bu şiirinde Y a h y a K em al, kendini geçmiş zaman kahramanlarmm ara-


smda hissediyor. Şiirde geçmiş zaman ile ilgili tarihî unsurlar nelerdir?
2) Tarih î bir haritayı inceleyerek, bugün T u n a nehrinin ötesinde kalan,
bir zamanlar Türklerin yaşadıkları şehirleri tesbit ediniz. Y ah ya K em al, Üsküp
194 EDEBİYAT LtSE I

şehrinde doğmuştur. Türkler Üsküp’ ü ne zaman almışlar ve ne zaman kaybetmiş­


lerdir? K a ç yüz yıl orada yaşamışlardır?
3) Bu şiirde geçen benzetmeleri tesbit ediniz ve onların mânâlarını açık­
layınız.
4) Şiirin sonunda şair birinci beyti tekrarlıyor. Neden böyle yapıyor?
5) Atlılar, akmlarınm sonunda nereye ulaşmışlardır?
6) Beşinci beyitte geçen "kızıl hâtıra” sözünde "kızıl” kelimesi ile şair neyi
kasdediyor?
7) Bu şiirde tarih ve kahramanlık ile beraber dine de yer verilmiştir. Hangi
kelimeler din ile ilgilidir?
8)' Bu şiirde şair kendi şahsî duygularını mı, yoksa millî ve İçtimaî duygu­
larını mı dile getiriyor? Bir topluluk içinde duyduğunuz ortak bir duyguyu "b iz ”
kelimesini kullanarak anlatınız.
AHMED HAŞİM (1885 -1933)

Ahmed Haşim, dış âlemden aldığı intibalarla duygu ve hayal­


lerini birleştiren güzel şiirler yazmıştır. Onu tarih ve cemiyet değil,
tabiat ve güzellik ilgilendirir. Şiirlerini Göl Saatleri (1921) ve Piyâle
(adlı kitaplarında^ toplamıştır.
Ahmed Haşim’in Bize Göre (1928), Gurabahane-i Laklakan
(1928) ve Frankfurt Seyahatnamesi (1933) adında mensur eserleri de
vardır. Haşim’in nesirleri de güzel, eğlenceli ve hayal doludur.
Sü v a r i
Şu bakır zirvelerin ardından
Bir süvari geliyor Jtan rengi.
Başlıyor şimdi melûl akşamda
Son ışıklarla bulutlar cengi. ..
SO R U LAR ;
ı) Bu şiirde Ahmed Haşim,
a) kendini anlatıyor
b) cemiyeti anlatıyor
batan güneşi anlatıyor.
Bu cümlelerden hangisi doğrudur?
2) Ahm ed Haşim şiirlerinde bir ressam gibi renkli manzaralar çizmekten
hoşlanır. Bu parçada hangi varlıklar renkli olarak gösterilmiştir?
3) Akşam için şair “ melûl” sıfatını kullanıyor. Bu kelime aslında insan için
mi, tabiat için mi kullanılır?
4) Bu şiirde bir savaş havası var mıdır? Savaşanlar kimlerdir? Şaire bu savaş
fikrini veren hangi hâdisedir?.

AĞAÇ,
r
Gün bitti. Ağaçta neş^e söndü.
Yaprak ateş oldu, kuş da yâkut\
Yaprakla kuşun parıltısından
Havzun suyu erguvana döndü.
SO R U LAR :
ı) “ Ağaçta neş’e söndü” sözünden ne anlıyorsunuz? Ağaç neş’e duyar m ı?
Bu kelimenin yerine başka bir kelime koyabilir misiniz?
2) Bu şiiri resim şeklinde tasvire çalışsanız, tabloda neleri gösterirdiniz?
Su ya hangi rengi verirdiniz? Neden?
3) Yaprak niçin ateş, kuş niçih yakuta dönüyor? Şaire bu fikri veren nedir?
FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL (1898 - 1973)

^ ÇO BAI^ ÇEŞM ESİ


Derinden derine ırmaklar, gğlgr^ , 4 b <W
%
£0^ ^ Çe§me^ ^ ıf '-t
E y suyun sesinden Wlayan oağlar.
N e söyler ^u dağa çoban çeşmesi"^
^^Gönlünü Şirindin aşkı sarınca^
*^Yol almış hayâtın ufuklarınca^ ^
“ O hızla dağlan Ferhad yarınca^Ç^
Başlamış akmaya çoban çeşmesV'
O zoMan başından aşkındı derdi,
Mermeri oyardı^ taşı delerdi. '
Kaç yamkj))dçuya soğuk su verdip
Değdi kaç dııdağa çoban çeşmesi !Q
V_ef^ıZ_jAs\iya yol gösteren bu,
Keremdin sazına cevap veren bu,
Kuruyan gözlere yaş gösteren bu. i .
Sızmazdı- tgpzasa çoban çeşmesi.
Leylâ gelin oldu, Mecnun mezarİda, . ^>r
B ir susuz yolcu yok şimdi dağlarda ■
Ateşten kızaran bir gül arar da, ^ ,
C'
Gezer bağdan ^ağo- çoban çeşmesi. i>
jV> şâi/yaş döker, ne âşık ağlar, o
Târihe karıştı eski sevdalar:^ ^
Beyhude seslenir, beyhûde çağlarJ^
'— ' Bir sola, bir s ^ a çoban çeşmesi!
ia ? İa 'Y )/^ - V •
SO R U LAR :
ı) Çoban Çeşmesi şiiri hece vezni ile yazılmıştır. Hece sayısı kaçtır?
2) Dörtlüklerin dördüncü mısralarında birbirine kafiye teşkil eden kelime­
leri söyleyiniz,
3) Şair bu şiirinde çeşmeye insanlara has bazı özellikler veriyor. Bu özellikler
nelerdir?
TÜRK ŞİÎRt 197

4) Şiirde, halk hikâyelerinde adı geçen bazı kahramanlardan bahsediliyor.


Bu hikâyelerin adlarını ve konularını biliyor musunuz?

5) Son parça ile önceki parçalar arasında ne fark vardır?


6) Bu şiirde geçen sıfat tamlamalarını belirtiniz.

7) Aşağıdaki cümlelerden hangisi doğrudur?


a) Bu şiir şehir hayatı ile ilgilidir.
b) Bu şiir şâirin kendi hayatı ile ilgilidir.
c) Bu şiir köy ile, Anadolu ile ilgilidir.
t
NEGÎP FAZIL KISAKÜREK (1903

KÖROĞLU

Sırmalı cepkeni attı koluna,


Tek elle dizgini gerdi Köroğlu.
Tozlarla atılıp dağın yoluna.
Yeşil muradına erdi Köroğlu.
Dağlar, omuz omza yaslanan dağlar.
Sular kararınca paslanan dağlar.
Azatlık ufkunda rastlanan dağlar;
Bu dağlara gönül verdi Köroğlu.
Dağların ardında kalınca çile,
Köroğlu yeniden gelmişti dile;
Ak saçlı anadan geçilse bile.
Dağlardan geçilmez^ derdi Köroğlu. . .

SO R U LAR :

ı) Bu şiirin veznini ve kafiye şemasını gösteriniz.


2) Şiirde insan ve tabiat ile ilgili hangi unsurlar vardır? Köroğîu ile dağlar
arasında ne gibi bir münasebet vardır?
3) Son iki mısrada “ geçilse” kelimesi ne mânâ taşıyor? Yerine başka bir
kelime koym aya çalışınız.
4) Köroğlu için dağların önemi nedir?
AHMET HAMDt TANPINAR (1901 - 1962)

BU RSA ’DA ZAMAN


V i . ■‘ ■

^una^da bir eski cami avlusu,


'■^üçük'''Yddırvanda ^akırdaygn^,
Orhan zamanından kalma bir dı^arrTT'
Onunla bir yaşta
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili' mavisi
Ve mimarîlerin ejL İlâhisi.
Bir zafer müjdesi burda her isim:
Yekpare bir anda gün, saat, mevsim
Şaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyânın.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle.
Gümüşlü^ bir fecrin zafer aynası,
'‘Mmadiy^e, sabrın acı meyvası, •
ömrünün timsâli beyaz Nilüfer,
Türbeler, câmiler^ eski bahçeler.
Şanlı hikâyesi binlerce erin
Sesi nabzım olmuş hengâmelerin
Nakleder yâdım gelen geçene.
Bu hayâlde uyur Bursa her gece, ^
Her şafak onunla uyanır, güler ^ , ;
Gümüş aydınlıkta serviler, ' güller
Serin hülyâsıyla çeşmelerinin.
Başındayım sanki bir mûcizenin.
Su sesi ve kanat şakırtısından
Millûr bir âvize Bursa’da zaman.
200 EDEBİYAT LİSE I

Teşü türbesmi gezdik dün akşam,


Duyduk bir musikî gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur'an sesini.
Fetih günlerinin saf nefesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.
İsterdim bu eski yerde seninle.
Başbaşa uyumak son uykumuzu, .^
Bu hayâl içinde. .. Ve ufkumuzu
Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk,
Havayı dolduran uhrevî ahenk. /
Bir ilâh uykusu olur elbette
Ölüm bu tılsımlı ebediyette.
Belki de rüyâsı büyük cedlerin,\^
Beyaz bahçesinde su seslerin^; - .

BU RSA ’DA ZAMAN Ş î l R i ’NİN T A H LİLÎ

Güzel bir şiir, bize, bir musikî parçası gibi daha ilk okuyuşta
sesiyle, âhengiyle tesit eder. Bizde bu tesiri uyandıran, onun vezni,
kafiyesi, cümle yapısı, kelimelerinin bir uyum içinde olmasıdır. Aynı
şiiri nesre çevirirsek, düzen bozulduğu için, ayni zevki vermez.
Fakat güzel bir şiirde, musikîde olmayan mühim bir şey vardır.
Düşünce! Şiir, sadcce musikî gibi ses ve âhenkten ibâre't değildir.
Onun içinde, aynı zamanda bir düşünce vardır.
Düşünce nedir? Çeşitli varlıklar arasında kurulan münasebet.
Bunu âlimler ve filozoflar da yapar. Şairler düşüncelerini âlimler
gibi kuru formüller halinde değil, hayaller ve sembollerle ifâde eder­
ler. Buna göre, güzel bir şiirde başlıca üç unsur vardır: a) Ses ve
ahenk, b) hayal ve sembol, c) düşünce.
Güzel şiirlerde, düşünceler çok defa insan ruhu gibi gizlidir.
Onları anlamak için biraz kafa yormak gerekir. Bu zevkli bir iştir.
Çiçekleri, yıldızları kuşları incelerken, nasıl tabiatın gizli kanunlarını
bulursak, şiiri incelerken de, insan ruhunu buluruz.
a) Ses ve âkenk: Şiir her şeyden önce ses ve âhenge dayandığı
için, ilkin Bursoüda ^^aman şiirini bu bakımdan inceleyelim. Bursa^da
^aman şiiri, Türk halk şairlerinin çok sevdikleri 6 + 5 vezniyle yazıl-
TÜ R K ŞİtRÎ Î20I

mıştır. Bütün şiirde ımsralarm hece sayısı 6 + 5 = 1 1 dir. Şiiri ahenkli


kılan âmillerden biri, her mısraın bu ölçüye uygun oluşudur. Biz
günlük dilde cümleleri böyle bir ölçüye uydurarak konuşmayız.
Günlük dil, yürümeye, şiir ise dans etmeğe benzer. Şiir, alelâde bir
söz dizisi değil, bir sanattır. Sanat ölçülü ve biçilidir. Türkçede
güzel bir kelime olan “ biçim” de bunu gösterir. Bir elbisenin güzel
olması için, onun da bir “ ölçüye göre” biçilmesi, dikilmesi lâzımdır.
M im arî eserleri de “ belli bir ölçü” ye göre yapılmaz mı?

Bursa^da şiirinde ses ve âhengi temin eden ikinci unsur


“ kafiye” dir. Burada kafiyeler “ mesnevi” tarzında sıralanmıştır:
Avlusu-su; dûvar-çınar; günü-hüznü; derinden-serinliğinden v.b.
Bu tarz kafiye düzeni aa, bb, cc, v.b. diye gösterilir. Eski mesneviler
bu kafiye dizisine göre sıralandığı için bu tarz kafiye dizisine “ mes­
nevi” denir. “ M esnevi” kelimesi arapça “ ikili” mânâsına gelir.
Günlük konuşmada ve nesirde kafiye de kullainılmaz. K afiye de bir
“ oyun” dur. Fakat halk danslarında ayakları belli bir şekilde vuruş
veya el çırpış gibi bir oyun. Her sanat eserinde oyuna benzer bir
taraf vardır. Her oyun bazı kurallara göre oynamr. Sanat da öyle.
Şiir, vezin, kafiye, cümle dizisi, söyleyiş vesair ses ve mânâ oyun-
larıyle alelâde sözden ayrılır. O , dili kendi kurallarına göre düzenler.
Vezinsiz, kafiyesiz şiirlerin görünüşlerine aldanmayın, güzel iseler
onlarda da şair, bazı oyunlara başvurur. G üzel şiirler dâimâ gizli
veya açık oyunlarla düz sözden ayrılır.
Bursa’ da Şamarı şiirinde ses ve âhengi temin eden üçüncü unsur
mısralar içinde de bazı kelimelerin sesleriyle oynanmasıdır. Yan-
yana gelen “ şadırvan-şakırdayan” kelimelerinin ilk ve son sesleri
birbirinin aynıdır. “ Bursa, eski, avlusu, su” kelimelerinde (s) sessizi
dört kere tekrarlamıştır. Üçüncü mısrada geçen “ Orhan” kelimesi
“ şadırvan, şakırdayan” a kafiye teşkil eder.

Burs(Cda Şamarı şiirinde vezin ve kafiye dışında bunlara benzer


daha birçok iç kafiye ve “ aliterasyon” denilen ses benzeşmeleri ve
tekrarları vardır. Ahmet Hamdi Tanpmar, ustaları olan Yahya
Kem al ve Ahm et Haşim gibi, şiirlerinde vezne, kafiyeye ve iç âhenge
önem verir.
b) Hayaller ve semboller: Vezin, kafiye ve ses oyunları, bir şiiri
güzel göstermek için yeterli değildir. Şiir ses, ve âhenk bakımından
202 EDEBİYAT LİSE I

musikî ile yanşam az. Şiiri musikîden ayıran taraf, gözönünde hayal­
ler uyandırması, bir his ve fikir teklin etmesidir.
Bursa^da ^aman şiiri adı üstünde “ Bursa” ile ilgilidir. Bursa,
seyrine doyum olmayan güzel bir Türk şehridir. İstanbul gibi Bur­
sa da, tabiat güzelliği ile mimarî güzelliği birleştirir. Tanpınar,
şiirinde Bursa’yı hem tabiat, hem de tarihî ve mimarî güzellikleri
ile ortaya koyuyor. Dış âlemde görülen varlıklar şiire ya olduğu gibi
veya gizli mânâlarla yüklü olarak giriyorlar.
Kelimeler varlıkların aynı değildirler. Bundan dolayı “ olduğu
gibi” sözünü, tıpkı tabiatta göründüğü gibi mânâsına almayınız.
Kelimeler varlıkların kendilerini değil^ kafamızda canlanan
hayallerini verirler.
Edebiyatta “ hayâl” diye, dış âlemdeki varlıkların kelimeler
vasıtasıyle zihnimizde uyanan görüntülerine denilir.

Bursa!da bir eski cami avlusu


mısrasını okuyunca, her Türkün kafasında bir “ eski cami avlusu”
hayali uyanır.

Küçük şadırvanda şakırdayan su


Orhan zamanından kalma bir dtmr
mısraları da gözönünde, daha doğrusu kafada “ hayâl uyandıran”
mısralardır.
Kelim eler vasıtasıyle dış âlemde görülen varlıkları, tabiatı, insan­
ları, eşyaları canlandırmak büyük bir hünerdir. Buna “ tasvir” de
denilir. Halk “ tasvir” kelimesini “ resim” mânâsına kullanır. Edebi­
yatta “ tasvir” âdetâ kelimelerle resim yapmaktır.
Tanpınar Bursa"da ^aman şiirinde Bursa’yı, Bürsa’da görülen
şeyleri “ tasvir” ediyor. Fakat bu “ tasvir” objektif bir tasvir değildir.
Şair, kelimeleri bir fotoğrafçı gibi değil, bir ressam gibi kullanıyor.
Tablosuna hoşuna giden şeyleri alıyor ve onlara istediği rengi veri-
yor.
Bursa'da J^aman şiiri, kelimelerle geniş ve zengin bir manzarayı
tasvir etmesi bakımından resme yaklaşır.
Anadolu halkı “ güzel kelimesini” aslına uygun olarak “ gözel”
şeklinde kullanır. “ G özel” , gözle görülen, göze hoş gelen demektir.
T Ü R K ŞtİRÎ 203

Aslında güzel olan dünyadır. Ressamlar renk ve çizgilerle, edebiyat­


çılar kelimeler ve cümlelerle, dış âlemde gözle görülen varlıkların
hayâllerini, görüntülerini tasvire çalışırlar. T a b iî ressamlar da, ede­
biyatçılar da, dış âlemde hoşlarına giden veya dikkati çeken şeyleri
seçerler ve kendilerine göre değiştirirler. Edebiyatçılar, bu değiş­
tirme ameliyesini, sıfatlar, isim tamlamaları ve benzetmelerle yapar­
lar. Yakından incelenirse, dış âleme duygularını ve hayâllerini de
aksettirdikleri görülür.
Bursa'da Şamarı şiirini bu bakımdan incelemeye, şu soruların
cevabını vermeğe çalışalım: Tanpm ar şiirine dış alemden; a) neleri
ahyor; b) onları hangi özellikleriyle belirtiyor; c) onlara kendinden
hangi duygu, hayal ve düşünceleri katıyor?
Bursa’da Zam an şiirine, dış âlemden giren unsurları; A) tabiat,
b) m im arî,.c) insan olmak üzere üç kısma ayırabiliriz. Fakat bu un­
surlar tek başlarına değil, iç içedirler. Şair onlara kendi duygularım
da karıştırır. Bundan dolayı, bu unsurları incelerken, zarurî olarak
aralarındaki münasebetleri de göstermek icap eder. Şiirin güzelliğini
onların iç içe girişi yapar.

Bursa'da bir eski cami avlusu


Şair, bize Bursa’yı önce bir cami avlusundan gösterir. Eski Türk
medeniyetinde ve mimârîsinde cami mühim bir yer tutar. O bayrak
gibi T ürk milletinin sembolüdür. Derin bir mânâ taşır. Türkiye’de
her köyde, her mahallede bir veya birkaç cami vardır. Cam i lügat
mânâsıyle cem eden, toplayan demektir. Eski Türk köyü, mahallesi
ve semti câmi etrafında toplanır. Cam i din, îman, cemaat birlik ve
aym zamanda tarih ve güzellik demektir. Türkler dünyada İslâmiyet’e
en derin mânâyı veren ve en güzel camileri meydana getiren mil­
lettir. Bundan dolayı, Türk cami ve minâresi, her yerde T ürk’ü Türk
tarih ve milletini gösterir.

Küçük şadırvanda şakırdayan su -


Burada su, güzel bir minıârî eseri içinden veriliyor. Türkler
“ su” ya büyük değer verirler. Su, hayat, temizlik ve güzelliktir. Türk­
ler T an rı’nın bu nimetini, billûr kadehlere benzeyen güzel çeşme­
lerden akıtmışlar, suyu bize sesi ve serinliği ile hissettiren mermer
şadırvanlar yapmışlardır. Bursa sokaklarında eskiden yüzlerce çeşme
akarmış. Bilirsiniz, Türklerde çeşme yapmak bir “ hayrat” tır.
204 EDEBİYAT LİSE I

İhtiyar çınar: Bursa’da su kadar güzel ve yaşlı çınarlar da dik­


kati çeker. Tabiata âşık olan Türkler su kadar çınarı da sevmişlerdir.
Eski cami avlularında su ile çınar beraber bulunur, ikisi de güzeldir.
Türkler onları m imarî güzelliği ile birleştirmişlerdir.
“ Tarihilik ve yaşlılık” ağaçlara ve insanlara bir olgunluk verir.
Biz Bursa’da “ zam an” ı sadece eskiden kalma çınarlarda değil, o
çınarların altında oturan, o camilerde namaz kılan yaşlı insanlarda
da hissederiz.
Şair, bir çınarın altından Bursa ovasına bakar. Çınar, âdeta
“ sâkin bir günü dört yana eler” .
Ovanın yenili göğün mavisi
mısraı kelimelerle yapılmış bir tablodur. Fakat dikkat ederseniz,
Tanpmar, bu tabiat manzarasını da beşerî ve tarihî bir çerçeve
içine alır. M anzara, güzelliği ile heyecan vericidir. Şair kendisini
âdeta rüyâda gibi hisseder. Yukarıdaki mısra tek başına değildir.
Kendinden önce ve sonra gelen mısralarla bir bütün teşkil eder:
B ir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çekmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mâvisi
Ve mimarîlerin en İlâhîsi.
Bu beş mısra tek bir cümle teşkil eder. Böyle cümlelere, “ komp­
leks cümle” veya “ karmaşık cümle’^ denilir. Biz dış âleme bakınca,
varlıkları “ karmaşık bir bütün” olarak görürüz. Ona, Tanpm ar’m
cümlesinde olduğu gibi, duygularımız da karışır. Böyle cümleleri
çözerken önce fiili ve fâili bulunuz. Yukariki cümlede fiil “ gülüyor”
dur. Gülen nedir?
Ovanın yeşili göğün mâvisi
Ve mimârîlerin en İlâhîsi
Diğer mısralar “ nasıl” sorusuna cevap veren ve “ za rf” vazifesini
gören kelimelerden meydana gelmektedir.
Ovanın yeşili göğün mâvisi
Ve mimârîlerin en İlâhîsi
şâire “ bir rüyadan arta kalmanın hüznü içinde” ve “ yüzlerce çeş­
menin serinliği arasından” gülümsüyorlar.
TÜ R K ŞtİRt 205

Bir rüyadan arta kalmanın hüznü

mısraı ile şair, Bursa’mn eski şanlı günlerini telmih eder. Bursa’nın
Türk tarihinde yeri çok büyüktür. O , Osmanlı devletinin ilk baş­
kentidir. îlk Osmanlı hükümdarları orada gömülüdürler.
Tanpınar, Beş şehir adlı güzel deneme kitabında Bursa’nın ta­
rihini de anlatır. Bu şiiri okurken, Beş Şehir'^dt Bursa’yı anlatan dene­
meyi de okursanız, Bursa'da Zurnan şiirini daha iyi anlarsınız.
Türkler, başka şehirlerde olduğu gibi Bursa’da da güzel mimarî
eserleri vücûda getirmişlerdir. Şiirde “ mimarîlerin en İlâhîsi” diye
yüceltilen “ Yeşil T ürbe” dünyada benzeri olmayârn bir şaheserdir.
Şair, Bursa ovasına bakarken, onu görüyor ve onu “ mimârîlerin en
İlâhîsi” kelimeleriyle tavsif ediyor.
Bursa"da^ Zaman şiirine baştan sona kadar sevgi ve hayranlık duy­
gusu hakimdir. Kullanılan her kelimede biz şairin Bursa’ya sevgi,
hayranlık ve iftihar duyguları ile baktığını hissederiz.

Bir zafer müjdesi burda her isim

Türklerin güzel bir âdeti vardır, insanların adlarını tabiata


veya mimarî eserlerine vermek suretiyle onlara saygı gösterirler.
İstanbul’da Fatih, Bayezit, Sultan Ahmet denilince bu adlarla am-
lan semtler ve camiler hatırlanır. Bursa’da da öyledir. T arihî büyük
kahramanlar yarattığına göre, bu doğrudur da. Fakat yer adları
arasında tarihle ilgisi olmayanlar da vardır. Yalnız bunlar da bir
mânâ taşırlar. Bugün şahıs ve yer adlarını tedkik bir ilim haline
gelmiştir. îçinde yaşadığımız şehirdeki yer adlarım bilenlere sorar­
sanız, oranın tarihi, efsanesi ve başka özellikleri hakkında fikir edi­
nebilirsiniz.
Bursa'da Zaman şiirinde “ mekân” ile ‘^ ‘zam an” beraberdir.
Şiirin adı da bunu gösterir. Şiire giren unsurlarda da, “ mekân” ve
“ zaman” iç içedir. Bunun sebebi, gerçekte de “ mekân” ve “ zaman” ın
beraber oluşudur. Şehir, dış âlemde gözle görülen bir yer. bir “ me-
kân” dır. Fakat şehir, aynı zamanda “ tarih” tir. O , belli bir zamanda
kurulmuş veya fethedilmiştir. Her binanın bir “ tarih” i vardır. Tan-
pınar’m Bursa^da Z^man şiirine hâkim olan anafikir, “ mekân, za­
man, tabiat, cemiyet ve insan arasındaki münasebet” tir. Bunların
hepsi birbirine bağlıdır.
2o6 EDEBİYAT LİSE I

Yekpare bir anda gün, saat, mevsim


Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın
Bu mısralar da birbirine bağh, karmaşık bir cümle teşkil ediyor.
Cümlenin fiili “ yaşıyor” kelimesidir. Fail “ gün, saat, mevsimedir.
Bursa’da “ zam an” , yâni “ gün, saat, mevsim” sanki “ geçmiş zamanın
sihrini yaşar” .
Bursa’da tarih “ geçmiş zaman” , kendisini güzel mimarî eser­
leriyle hissettirir.
Zaman, aslında gözle görülmez bir şeydir. însan hayatında
o, hareketler, işler ve eserlerle gürünür hale gelir. Sanat eserleri
geçen zamanı ebedileştirir. İnsan, maddeye kendi ruhunu aksettirir.

Hâlâ bu taşlarda gülen rüya

sözüyle şair işte bunu anlatır. M im ârî eserleri taştan yapılmışlardır


ama, insanların ruhlarını, inançlarını, özleyişlerini ifâde ederler.
Bursa’da “ geçmiş zamanın sihr” ini her şeyde görmek ve hissetmek
mümkündür.
Tanpm ar fikirlerini ve hislerini güzel ve orijinal sözlerle ifâde
eder.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle.

mısralarında ince bir duygu ve hayâl vardır.


Şair “ sessizHk kelimesini” “ güvercin bakışlı” kelimeleriyle
tavsif ediyor. Başka şairlerde rastlanmayan böyle tavsiflere veya
sıfatlandırmalara “ orijinal” diyoruz. Sessizlik Tanpınar’da bir “ gü­
vercin bakışı” hissi veya hayâli uyandırıyor. Bu belki de güvercin­
lerin dolaştığı sakin cami avlularının doğurduğu bir çağrışımdır.
Şair bununla da kalmıyor, “ güvercin bakışlı sessizlik” in “ bir sonsuz
devam vehmiyle çınladığını” hissediyor.
Her insanın içinde, bazı yerlerde, bazı sesleri dinlerken, bazı
şeylere bakarken böyle yeni, taze, orijinal his ve hayaller uyanır.
Fakat çokları bunları farketmezler, farketseler bile anlatamazlar.
Hiç bir dil insanın duygu, hayal ve düşüncelerini tam olarak ifâdeye
yeterli değildir. Bunun için yazarlar yeni terkipler, benzetmeler,
hayaller, hattâ kelimeler îcat ederler. Bursa’da eski bir cami veya
TÜ R K ŞİİRt 20^

türbeyi ziyâret ederken siz de içinizi dinleyiniz. O rda geçmiş zamanı,


ebediyeti duyar gibi olacaksınız. Tanpm ar’da “ geçmiş zaman duygusu’
öylesine kuvvetli ki, sadece camide ve çınarda değil, “ sessizlik” te
de onu hissediyor'.

Gümüşlü bir fecrin zafer aynası


mısraından

Nakleder yâdım gelen geçene


mısrama kadar olan mısralar bir cümle teşkil ediyor. Şair burada
Bursa’da gördüğü tarihî âbidelerle onların uyandırdığı hayâl, his
ve çağrışımları anlatıyor. Cümlenin faili “ Türbeler, camiler, eski
bahçeler” dir. Bu mısra da. Bursa'da Z^fnan şiirini ören “ tablo mısra”
lardan biridir. Şair, bu mısrada âdeta Bursa’nın görünüşünü özetler.
Bursa’ya

Türbeler, camiler ve eski bahçeler

hâkimdir ve bunlardan her biri “ binlerce şanlı erin hikâyesini” ,


“ sesi Türk milletinin nabzı olan hangâmeleri” , savaşları gelen geçene
anlatır.
Şair yukarda:

Bir zafer müjdesi burda her isim

demişti. Burada o isimlerden bazılarının sayıyor ve onları tavsif ediyor.

Gümüşlü, Osmanlı devletinin kurucusu olan Osman Bey’in


türbesinin adıdır. Bu türbe şairde bir ayna, “ bir fecrin zafer aynası”
hayalini uyandırıyor. Böyle demesinin sebebi, Osman Bey’in, altı
asır süren ve dünyaya hükmeden Osmanlı devletinin kurucusu ve
başlangıcı, şairin deyimiyle “ fecr” i olmasıdır. Türkün büyük zafer
güneşi bu “ fecir aynası” nda doğar.

1258 yılında doğan Osman Bey veya Osman Gazi, 1314 yılında,
Bursa’yı fethetmek için kale kapısına kadar gelmişse de alamamıştır.
Bunun üzerine etrafındakilere “ bu hisar cenkle alınmaz, buna sabır
gerektir” demiştir. Pek çok savaş yapan, fakat Bursa’yı alamayan
Osman Bey, yaşlanınca işleri oğlu Orhan Bey’e bırakmış, ona şu
vasiyette bulunmuştur: “ Oğul ben öldüğüm vakit, beni Bursa’da şol
gümüşlü kubbenin altına koyl'\ Orhan Bey, daha babası hayatta
2o8 EDEBtYAT LİSE I

iken Bursa’yı almaya çalışmışsa da, Osman Gazi Bursa’nın fethi


haberini 1326 yıhnda ölüm döşeğinde öğrenmiştir. Orhan G azi’nin
Bursa’yı fethettikten sonra ilk işi, babasını, uzaktan pırıl pırıl par­
layan “ şol gümüşlü kubbe” altına gömmek olmuştur.
Tanpm ar, Beş Şehir adlı kitabında “ Gümüşlü” den bahsederken
şöyle der:
“ Gümüşlü, bu, Osman Bey’in gömüldüğü eski kümbedin adıdır.
Bu tarihî vâkıayı bildiğim için mi, bu üç heceyi her işitişimde, göz­
lerimin önünde, fecre tutulmuş sihirli bir ayna parlıyor. Yoksa bu
parıltı sadece bu hecelerin yaptığı terkipten mi geliyor? Burada
gizlenen Türkçenin hangi sırrıdır? Gümüş kelimesinin mavimtrak
beyazlığını bu şafak renkleri neden bulandırdılar? Bursa fâtihleri,
yarım asra yakın bir zaman imanlı ve coşkun akışlarına yol gösteren
bu adamın hâtırasını elbette ancak böyle bir kelimeye, bir istikbal
rüyâsma benzeyen üç heceye emanet edebilirlerdi” .
Bu satırlar Tanpm ar’m “ Gümüşlü” kelimesini ses olarak da ne
kadar sevdiğini gösteriyor.
Şairler kültürleri kadar hayalleri, çağrışımları ve terkip kabili­
yetleriyle de zengin insanlardır. Bakın;

Gümüşlü bir fecrin zafer aynası

mısramın arkasında neler gizleniyor. Tanpm ar’ın birçok mısralarmm


arkasında böyle arka plânlar vardır.

Muradiye sabrın acı meyvesi

mısraı da böyledir. Birçokları “ sabrın acı meyvesi” sözüne açık ve


seçik bir mânâ verememişlerdir. Bazıları Bursa’daki M uradiye camiini
1389 yılında Kosova meydan muharebesinde şehit edilen I. M urad’
tarafından yaptırıldığını zannederek, Tanpınar’ın şiirinde bu hadiseye
telmih ettiğini sanmışlardır. Halbuki Muradiye camii, 1422 - 1426
yılları arasında, I. Murad öldükten 35 yıl sonra II. M urad tarafından
yaptırılmıştır, 140 4-1451 yılları arasında yaşayan II. M urad’m
hayatı da pek çok Osmanlı hükümdarının hayatı gibi savaşlar, sıkın­
tılar, zaferler, acılar ve sevinçlerle de doludur.
Biz, camilere ve türbelere bakınca huzur, sükûn ve güzellik
duygusu hissederiz. Halbuki onlar hayat boyu katlanılan acıların
meyveleridir. Tanpm ar:
TÜ R K ŞİİRÎ 209

Muradiye sabrın acı meyvesi


derken, onu yaptıran insanın hayatını düşünmüştür. Bundan başka
sanat eserleri de “ sabrın acı meyveleri” dir. Z ira onlar da büyük
emeklerle vücûda gelirler. Tanpmar, sanatta “ mükem meliyetle,
sabırlı çalışma ile ulaşılacağına inanan bir şairdir.

Sesi nabzım olmuş hengâmelerin

mısraı da üzerinde düşünülecek bir mısradır.


Tarihte yaşanılan hâdiseler, milletlerin hayatlarına şekil verir.
Tanpm ar gibi tarih duygusuna sahip olanlar, tarihte geçen “ henğâ-
meler” in, zafer ve mağlûbiyetlerin sesini nabızlarında duyarlar.
Şair bu fikri kapalı ve özet olarak ifâde ediyor.

Bu hayalde uyur Bursa her gece,


Her şafak onunla uyanır, güler

mısralarında şair “ uyur, uyanır, güler” fiilleriyle Bursa’ya insamn


özelliklerini veriyor. Burada “ teşhis” (kişileştirme) sanatı vardır.

Gümüş aydınlıkta serviler, güller

mısraı da hayâlim izde bir manzara canlandıran “ tablo mısra” lar-


dan biridir. Tanpm ar, bir ressam gibi birkaç kelime ile Bursa’ya
hâkim olan unsurları bulmuş ve yanyana getirmiştir.

Su sesi ve kanat şakırtısından


Billûr bir âvize Bursa" da zaman

beyti, Tanpınar’ın Bursa’dan almış olduğu duygulan çok güzel bir


şekilde özetler. Su, kanat şakırtısı, billûr âvize sözleri, gözlerimizin
önünde tekrar güvercinli, şadırvanlı bir cami hayâli uyandırır. Bursa’-
da âbideler âdetâ içinde zamanın parıldadığı “ billûr âvize” lere
benzer. Bu mısralar Tanpınar’ın hayâl ve sembol yaratm a gücünü
gösteren en güzel örneklerden biridir.
Şiirin son kısmında Tanpmar, sevgilisiyle beraber dolaştığı
“ Yeşil T ürbe” yi ve onun uyandırdığı his ve hayâlleri tasvir eder.
1421 yıhnda yapılan “ Yeşil T ürbe” ye, böyle denilmesinin
sebebi, yeşil renkli çinilerle bezenmiş olmasıdır. Sanatkâr ruhlu olan
Türkler, hahcılık gibi çinicilikte de ulaşılması imkânsız bir ustalık
göstermişlerdir. T anpm ar türbeyi gezerken:
210 EDEBİYAT LİSE I

Çinilere sinmiş Kur’ an sesini


duyar gibi olur. “ K u r’an sesinin çimlere sinmesi” de orijinal bir
duyuş ve buluştur.
Türkler dinî inançları, sâkin mezarlıkları ve güzel türbeleriyle
ölümün sert ve korkunç çehresini yumuşatmıştır.
M evlânâ ölüme “ şeb-i arus” (düğün gecesi) der. Zira ölüm,
İslâmiyet’e göre A llah’a kavuşmaktır. Y ahya Kem al de bir şiirinde

ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde

diye ölümü güzel gösterir. Tanpm ar da Yeşil Türbe’de aynı duyguları


hissediyor.
Aşk ile ölüm Tanpınar’ın bütün eserlerinde beraberdir. Şair
burada da aşk ile ölümü birleştiriyor. Ölüm denilen son uykuya burada
sevgilisiyle beraber dalmak istiyor. Böyle bir uyku ona “ bir ilâh
uykusu” kadar güzel geliyor. İlâh kelimesi Türkçede daha ziyâde
eski Yunan tanrıları için kullanılır. Bizim dinimizde A llah ’a böyle
bir hususiyet verilemez. Zaten Tanpm ar’m kasdı da bu değildir.
Onda böyle bir his uyandıran eski Yunan heykelleridir. Belirtilmek
istenilen de böyle bir dekorda sevgili ile beraber uyunacak uykunun
derinlik ve güzelliğidir. Şair, şiirinin sonunda:

Belki de rüyası büyük cedlerin


Beyaz bahçesinde su seslerinin
diyerek, eski Yunan ilâh uykusundan vazgeçerek, atalarının uykusuna
dönüyor.
Şaire ölümü güzel gösteren sadece mimârî değil, türbeyi beraber
gezdikleri güzel sevgilisidir.

Fetih günlerinin sa f neşesini


Aydınlanmış buldum tebessümünle

beytinde, Tanpmar, sevgilisi ile Bursa, Bursa’nm fetih günleri arasında


da bir bağlantı kuruyor. Sevgilisinin tebessümü ile “ fetih günlerinin
saf neşesini aydınlanmış buluyor” .
Bu beyit güzel, fakat mânâca kapalıdır. “ Aydınlanm a” kelimesi,
hem maddî, hem manevî bir mânâ taşır. Şairin bu iki mânâdan
hangisini kasdettiği belli değildir. M addî mânâ’da sevgilinin tebessü­
mü, şairde bir aydınlık tesiri uyandırarak, onun Bursa’ya daha neşeli
TÜ R K ŞttRt 211

bir duygu ile bakmasını sağlamış olabilir. Sevilen insanlarla beraber


güzel şeyleri seyretmek bizi mesut eder ve bu saadet hissi bize her
şeyi güzel gösterir. “ Bir şeyi açıklama, izah etmek” mânâsında aydın­
lanma, onun derin sebeplerini anlama demektir.
Sevgilinin tebessümü, sevgi ve saadete delâlet eder. Şair “ fetih
günlerinde yaşayanlar da, benim şimdi duyduğum saf neşeye benzer
bir neşe duymuşlardır” demek istemiş olabilir. Her iki mânâda da
ortak olan şairin sevgilisinin tebessümü ile “ fetih günlerinin saf
neşesi” arasında bir münasebet kurmasıdır.
Mekân ve zam an insana tesir eder. Güzel bir varlıkla yaşarken,
onunla aramızda ruhî bir anlaşma olur. Y ahya K em al bir şiirinde
İstanbullu bir kadından bahsederken:
IstanbuVu duydum daha bir kene sesinde
der. İstanbul, kadının sesine, yani şahsiyetine sinmiştir. Tanpm ar’ın
söz konusu beytinde de buna benzer bir görüş veya duyuş vardır.
c) Düşünce: Bursa'da Z^^man şiirinin başlıca üç unsura dayan­
dığım söylemiştik. Bunlardan ikisini a) ses ve ahenk ile b) hayâller
ve sembolleri açıkladık. Acaba Tanpm ar bu şiirlinde nasıl bir düşünce
ifâde ediyor? Şiiri incelerken gördük ki, T anpm ar’ın şiiri, Türk
halılarında olduğu gibi içe geçmiş veya yan yana dizilmiş hayâller
ve sembollerden ibarettir. Bursa'da 2iaman şiiri, didaktik bir şiir değil­
dir. Onda bir cümle ile özetlenebilecek bir fikir yoktur. Burada
düşünce, şiirin bütününe yayılmış bir ruh halindedir. O n a bir düşünce
demek de güçtür. O , bir “ duyuş” veya “ bakış” tarzıdır. Belli ki Tan-
pınar Bursa’yı seviyor. Fakat Bursa’da sevdiği tabiat ile T ürk tarih ve
mimârîsidir. Şiirde en çok kullanılan kelime “ zam an” dır. Tanpm ar
Bursa’da her şeyde, tabiatta, mimârîde ve insanda kendisini hissettiren
“ zam an” ı belirtmeğe çalışıyor. Buna göre diyebiliriz ki, şiire hâkim
olan anafikir “ zam an” dır.
Billûr bir avize Bursa'da zaman
mısraı bu anafikri özetliyor ve sembol haline koyuyor.
Böyle, bir şiire baştan sona kadar hâkim olan duygu veya düşün-
ceye “ tem” veya “ anafikir” denilir.
Tanpm ar, şiir ve nesirlerinde “ zaman” kavramı üzerinde çok
durmuştur. Zam an, insan hayatının, tarihin ve milletin âdetâ özü
veya rûhudur. Bu konuyu ileriki sınıflarda daha iyi anlayacaksınız.
Stıit EDEBİYAT LİSE I

SORU LAR;

r) Bursa^da ^aman şiirinde hangi vezin kullanılmıştır? Veznin şiirdeki rolü


nedir? Günlük konuşmada neden vezinli söz kullamimaz?
2) Bursa'da ^aman şiirinde kafiyeler nasıl sıralanmıştır? Bu sıralama tarzına
ne denilir?
Bursa'da Z<^man şiirinde iç kafiye veya “ aliterasyon” var mıdır? Şiirde
verilen örneklerden başka iç kafiye ve “ aliterasyon” ları bulun uz!
^ Bursa'da J^oman şiirinde a) tabiat, b) mimarî ve c) insanla ilgili unsurları
söyleyiniz!
5) Şiirde kullanılan sıfatlan ait oldukları isimlerle beraber yazın ız!
6) Şiirde, tek başına tablo teşkil eden mısraları gösteriniz!
Bursa'da Zflrnan şiirinde ışık ve renkle ilgili kelimeleri yazınız!
8) Bursa'da Zurnan şiirine hangi duygu ve düşünce hâkimdir?
CAHİT SITKI TARANCI (1910 - 1956)

BU SABAH H A V A B E R R A K

^ sabah hava berrak;


\Bu sabah her şey billûrdan gibi.
iGök masmavi bu sabah^
Güzel şeyler düşünelim diye, j
Yemyeşil oluvermiş ağaçlar,
(ii) ^Bulutlara hayretinden.
Işıldıyor kanat seslerinde kuşların
İlk uçtukları günün altın sevinci.
Karlı. AçrğlMÂr sefere çıkmış,\ (5)
® Vâdideki suyun şırıltısında. -
Ben gülüm, ben karanfil, ben de yasemin diye ■.V . , ‘ S)
ii^ J^mkjynk kokularla çiçekle'^
Sahiplerinden memnun evlerin bahçelerinde.
^ -^SZ.ksy gölgeleri kımıldar
Güneşi içmiş kaldvrırnlarda. i:,-;.
B elli adım atıflarından^
İçlerinden geçen şey.
İBütün erkekler delikanlı,
^ pütün kadınlar genç kız,
Fakirinde refah.
Hastasında jağhk.
Sorulsa çocuk bahçesidir derim,
Karşı bayırdaki mezarlık,
b u sabah hava berrak.
Bu sabah her şey billûrdan gibi.
İ2I4 EDEBİYAT LİSE I

A Ç IK L A M A L A R V E SO R U L A R ;

ı) Dikkat ederseniz bu şiirde vezin ve kafiye yoktur.


Bununla beraber bu şiir, bize okunurken yine de âhenkli
geliyor. Bunun sebebi bazı kelimelerin aralıklı olarak tek­
rarıdır. Şiirde tekrarlanan kelimeleri gösteriniz.
2) Âhengi temin eden şeylerden biri de bazı kelimelerin
baş, orta ve sonlarında benzer seslerin tekrarlanmasıdır. Y u-
kanki şiirde (s), (ş), (ç), (n), (r) seslerini taşıyan kelimelerin
bir listesini yapınız.
3) Bu şiire nasıl bir duygu hâkimdir? Bu duyguya bir
' ad veriniz.
^ ‘ ^15-4) Bu şiirde tabiata ait hangi varlıkların adı geçiyor?
Şair bunlar için neler söylüyor?
5) Şiirde geçen sıfatları gözden geçirerek bunların, bağlı
oldukları isimlerin hangi özelliklerini belirttiklerini açıklayınız.
6) Cahit Sıtkı, hayatı ve insanları seviyor mu? Bunu hangi
. ,mısralardan çıkarıyorsunuz ?

II
U ÇTU UÇTU

Uçtu uçtu leylek uçtu^


Uçtu uçtu masa uçtu
Uçtu uçtu Semahat uçtu,
Uçtu u çtu .. ?
Ne uçtu sanırsınız çocuklar?
Uçtu uçtu gençliğim uçtu.
T Ü R K ŞİİRİ 215

III

su SESÎ

Nasıl kızayım
Uykumu kaçırdığına^
Değirmene akan su!
Sesin öyle güzel ki^
Duymak isterdim
Öldükten sonra bile.

IV

Y A N L IŞ B İL M E S İN L E R BENÎ

Bahçem ağaçlardan, çiçeklerdendir \


Evim taştan yapılmış.
Annem, kardeşim gibi severim
Ağaçlan, taşlan, çiçekleri'.
Hepsine dair hâtıralarım var.
Kimi acı kimi tatlı hâtıralar.
Bu ağaç servi olmadan.
Bu taşa kitabem yazılmadan.
Bu çiçek kabrime çelenk diye getirilmeden.
Söyleseniz beni onlara kuşlar,
Yanlış bilmesinler beni.
ORHAN VELİ KANIK (1914 - 1950)

İS T A N B U L ’U D İN L İY O R U M

[ îstanbuVu dinliyorum, gözlerim kapalı; ^


i önce hafiften birirüzsâr esiyor;
'T / Tavas yavaş sallanıyor
^ \Tapraklar. ]^a^larda;
I Uzaklarda, çok uzaklarda,
I'Sucuların hiç durmıyan çıngırakları;
\^îstanhuru dinliyorum, gözlerim kapalı.

ÎstanbuVu dinliyorum, gözlerim kapalı;


^ u ş lar geçiyor, derken’.
Yükseklerden, sürü simL çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
B ir kadının suya değiyor ayaklan;
ÎstanbuVu dinliyorum, gözlerim kapalı.

ÎstanbuVu dinliyorum, gözlerim kapalı;


■Sezin..JMİ3 kapalı çar^ı;
Qlv.ıL cıvıl Mahmutpaşa;
\Güvercin dolu avlular.
Çekiç sesleri geliyor doklardan.
Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları;
ÎstanbuVu dinliyorurh, gözlerim kapalı.
D-
ÎstanbuVu dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski âlemlerin sarhoşluğu.
Loş kayıkhaneleriyle bir y a lı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
ÎstanbuVu dinliyorum, gözlerim kapalı.
T Ü R K ŞttRt 217

^ ' IstanbüVu dinliyorum, gözlerim kapalı]


Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, lâ f atmalar.
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı\


Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
^-(^albinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.

SORULAR:

ı) Bu şiirde vezin olmamakla beraber âhenk vardır. Bu âhenk nereden


geliyor?
2) Bu şiirde, şair, kelimelerle bir dünya kuruyor. Bu dünyaya giren unsurları:
a) T ab iat b) insan c) eşya
olmak üzere üç kısma ayırarak inceleyiniz!
3) Şairin bazı varlıklara verdiği sıfatlar dikkati çekicidir, Bvmlar o varlıklarm
hangi özelliklerini belirtiyor?
4) Bu şiiri yazarken Orhan V eli İstanbul’un içinde midir, uzakta mıdır?
Şiir doğrudan doğruya görmeye mi, yoksa hâtıraya mı dayanıyor? İkisi arasında
ne fark vardır?
5) Şiirde varlıklar bir düzene göre mi sıralanmıştır, yoksa karışık olarak mı
verilmiştir? Açıklayınız! \ V , \ ' ■' ' cl (jO-
I !.C I

( L .U t » - - .- •

) £ ■ ^
t If- ' ^ CZ l- 'r f u;
) -jll . ^ O

2 - '' I ; .

2 i IcvNP^aU

v2.Lv» • '
j f '* ' i.vf .•,
i^f-) ü ? o j ^ < ^ « /4 /wJK <J 4-Cc ^ L. Ü^‘ O.' L
j ^ C.e> 0‘ ^‘
~C »S’i « «o /\V^A'fiv ıQ-«-^ ö ' J ^
Ol*?t w <a^«a,

5-3 J ' , S-, /v^ı 5k^«\ A c\«<\ c*- 5. t


!.eXvAvja--!i, •.
T-

^ C O £ v/^
^e.8^D?)Uj G^s^v'^cE.ev _
MĞûıg-T m b 3 ^çl7 N eûe^.öfS.'^
TÜRK TİYATROSU

I. TÜRKLERDE SEYÎR VE TEMAŞÂ GELENEĞİ

Çağdaş Türk tiyatrosu, A vrupa’da olduğu gibi; önceden yazılı


metne dayanır ve hâdise yerini gösteren dekorlarla süslü sahnelerde,
aktörler tarafından oynanır. Bugünkü tiyatroda, piyes denilen oyun
metnini yazan ile onu oynayan aktörler, dekorcular ve oyunu sahneye
koyan kimseler umumiyetle ayrı insanlardır.
Türkiye’de bu tarz tiyatro Tanzim at’tan (1839) sonra başlamıştır.
Türklerde bu tarihten önce de seyir ve oyun sanatları vardı.
Fakat bunlar bugünkü tiyatrodan farklı idi.
K aragöz ve Ortaoyunu, bunlardan en yaygın olanıdır.

I) K A R A G Ö Z , mum ile aydınlatılmış perde arkasından deve


derisinden kesilmiş şekillerin gölgelerinin perdeye aksettirilmesi ile
oynanan bir oyundur. K aragözcü bu şekilleri kuklalar gibi oynatır
ve onları taklit ederek aralarında konuşturur.
Deve derisinden kesilmiş şekiller, başta K aragöz ve H acivat
olmak üzere çeşitli komik tipleri gösterirler. Onların hepsini perde
arkasında gizlenen K aragözcü oynatır ve konuşturur. K aragözcü bu
şekillerden her birinin sesini ve konuşmasını taklit eder.
Eskiden, bir iskemle üzerine oturarak, sadece taklitçi konuşma­
ları ile tek başına çeşitli tipleri canlandıran hikâyeciler vardı, bunlara
^ e d d a h ” adı verilirdi.
CcUo K aragözcü, bir nevi meddahtır. Yalnız o, taklidini yaptığı
şahısların gölgelerini perdeye aksettirmek suretiyle daha canlı olarak
gösterir.
Karagöz oyununun da bir konusu, hikâyesi ve insanları temsil
eden şekillerin ayrı adları ve özellikleri vardır.
O yunun baş kahramanı olan Karagöz, okuma-yazması olmayan
bir halk adamıdır. Canlı, neşeli, patavatsız, her işe burnunu sokan
bir tiptir. O , durmadan lügat paralayan aydınlarla alay eder.
Hacivat, okur-yazar takımındandır. Herkesi tanır, her şeyi
bilir, herkesin müşkülünü çözer. Yalnız afyon tiryakisidir.
220 EDEBİYAT LÎSE I

O yunda bu iki ana tipin dışında Çelebi, Tiryaki, Bebe Ruhi,


Tuzsuz Bekir, Zeybek, Sarhoş, K ülhanbeyi, Kayserili, Bolulu, K a ra ­
denizli, K ürt, Acem, Yahudi gibi tipler de vardır. Bunlardan her
birinin kendisine mahsus bir kıyafeti, bir özelliği, bir konuşma tarzı
vardır. K aragözcü bunlardan her birini taklit ederek canlandıran
büyük bir aktördür. '
Eskiden kalma K aragöz oyunlarım n sayısı yirmi sekizdir. Bunlara
daha sonra yeni oyunlar da katılmıştır.
Bazı araştırıcılara göre Türkler gölge oyununu geldikleri Uzak-
Doğu ülkelerinden almışlardır. Daha doğru bir iddiaya göre gölge
oyunu Türklerin eskiden içinde yaşadıkları çadırda doğmuş, Türkler-
den başka ülkelere yayılmıştır. Gerçek olan şu ki, Türkler, çok eski
çağlardan beri K aragöz oyununu oynatmışlar ve onu başkalarından
almış olsalar bile, kendi örf ve âdetlerine, sosyal hayatlarına, zevk ve
eğlence şekillerine uydurmuşlardır.
A nadolu’da yüzyıllar boyunca oynanan, çağdaş tiyatro ve sine­
manın ön plana geçmesiyle tarihe karışan Karagöz oyunu, tipleri,
konuşmaları ve nükteleriyle tamamiyle millîdir. K aragöz oyunları,
insanların gülünç, aksak ve kötü taraflarını iğneleyen nüktelerle
doludur.
K aragöz oyunları, Nasreddin H oca ve Bektaşi fıkraları ile,
gülme ve güldürmeden hoşlandığım ortaya koyan T ürk halkının
yarattığı bir sanat şeklidir.

II) O R T A O Y U N U :

Ortaoyunu, çeşitli tipleri temsil eden aktörler tarafından ortada


(meydanda) oynanan bir oyundur. Ortaoyunu K aragöz’den daha
çok modern tiyatroya yakındır. Zira burada oyun, deve derisinden
kesilmiş şekillerle değil, gerçek insanlar tarafından oynanır.
K aragöz’de olduğu gibi burada da taklitli konuşma esastır.
Yalnız her tipi ayrı bir şahıs taklit eder. Denilebilir ki Ortaoyunu,
K aragöz’ün deriden insana, perdeden meydana aktarılmış bir şeklidir.
T arih i kaynaklar daha Selçuklu devrinde Ortaoyunu’nun oynan­
dığını gösteriyor. \i
TÜ R K TİYATROSU 221

Bugün Anadolu’da köylerde Ortaoyunu’na benzer oyunlar


yaşadığına göre, Ortaoyunu’nun da Türkler arasında K aragöz gibi
çok eski ve yaygın olduğu neticesine varılabilir.
Ortaoyunu en parlak devrini 1839 - 1876 yılları arasında yaşamış,
bu devirde Attar Şükrü, K ör Mehmed ve K avuklu H am di gibi büyük
oyuncular yetiştirmiştir.
Ortaoyunu’na “ T ulûat tiyatrosu” da denilir. T ulûat, Osmanlıca
“ içe doğan fikirler ve sözler” demektir.
O rtaoyunu’nda çağdaş tiyatroda olduğu gibi, oyun önceden
yazılmaz, oyunun sadece konusu ve ana çizgileri bilinir, geri kalanını
aktörler, oynarken, duruma göre kendileri îcat ederlerdi. Bu oyunu
oynayan aktörlerin hazırcevap olıriaları, karşısındakinin sözüne ânında
nükteli, güldürücü karşılık vermeleri şarttı.
Ortaoyunu’nda, oyunu K avuklu ile Pişekâr yürütürler. Tipler
aşağı-yukarı K aragöz’dekinin aynıdır. Bunlar mirasyedi, züppe bir
tip olan Çelebi, kadını temsil eden Zenne, Tuzsuz Bekir, Külhanbeyi,
Efe, Kam bur, Denyo denilen mahalle aptabndan ibarettir. Bunların
yanı sıra konuşmaları taklit edilen Anadolu ve Rumelililer, Müslüman
azınlıklar (Arnavut, Acem, Kürt, Arap) ve Müslüman olmayan azın­
lıklar (Yahudi, Ermeni, Rum v.s.) ve Frenk adı verilen Avrupalılar
da vardı.
Karagöz gibi Ortaoyunu da güldürmeyi ve güldürerek insanların
aksak yönlerini iğnelemeyi gaye edinmiştir.

SORULAR:

ı) Karagöz nasıl bir oyundur? Nerede, ne ile, nasıl oynatılır?

2) Kairagöz oyununda belli-başlı tipler kimlerdir?

3) Karagözcü bunları nasıl canlandırır?

4) M eddah ne demektir? Meddah ile Karagöz arasında ne fark vardır?

5) Ortaoyunu’nun özellikleri nedir? Ortaoyunu’nun K aragöz’den farkı


nedir?

6) Karagöz ve Ortaoyunu’nun gayesi nedir?


II - AVRUPAİ T Ü R K TİYATROSU

Avrupai T ürk tiyatrosunda piyes adı verilen oyun metni önce­


den yazılır. Aktörler, o metni ezberleyerek, sahnede hareket, söz ve
kıyafetleriyle canlandırırlar. Çağdaş tiyatroda oyundaki vak’anın
geçtiği yerler de taklit edilir. Bunlara dekor denilir.
Tiyatro metninin önceden yazılmış olması, tiyatronun gelişme­
sinde büyük rol oynamıştır. Zira insan yazı yazarken, istediği gibi
düşünme, yazdıklarını düzeltme, değiştirme im kânına sahiptir.
Y azılı tiyatrolar, tulûat tiyatrolarından çok daha zengin, çeşitli,
düzenli ve güzeldirler.
Tiyatro yazarı, eserini mükemmel şekle sokmak için durmadan
çalışır. Bu suretle oyuncular, dikkat ve emeklerini sadece oyunlarına
verirler.
Piyes yazm a işinin oyundan ayrılması, tiyatroda oynanan oyun­
ların çeşidini arttırmıştır.
Her yazar, kendisine göre, başkasından ayrı piyesler yazınca,
oyuncular, onların içinden en iyilerini seçme imkânına kavuşmuşlardır.
Eski T ürk tiyatrosu, K aragöz ve Ortaoyunu aşağı-yukarı asır­
larca aym kaldığı halde, T anzim at’tan sonra gelişen T ürk tiyatrosu
durmadan değişmiştir.
Bu gelişmede tercüme ve adaptelerin de faydası olmuştur. T er­
cüme eserler, T ürk seyircisinin ufkunu genişletmiştir.
Y abancı bir eseri, şahısların adlarını, konuşmalarını, kılık, kıyafet
ve yaşayış tarzlarım bize uydurarak yeniden yazm aya “ adapte”
denilir. Büyük bir devlet adamı olan Ahm ed V efik Paşa (1828 - 1891)
Fransız komedi yazarı M oliere” in bazı piyeslerini Türkçeye çok
güzel adapte etmiştir.
Tanzim at devrinde Şinasî (1826- 1871), Namık K em al (1840-
1888), A li H aydar (18 3 6 -19 14 ), Ahmed M idhat (18 4 4 -19 12 ),
Abdülhak H âm id (18 5 2 -19 3 7) çeşitli konuları ele alan piyesler
yazmışlardır. II. Abdülham id devrinde sönük geçen T ürk tiyatrosu
1908 den sonra yemden canlanmıştır. Cumhuriyet devrinde, pek çok
tiyatro yazarı ve aktör yetişmiştir. Türkiye’de radyo başladıktan
sonra, radyo oyunları da yazılmıştır.
Aşağıda T ürk tiyatro yazarlarının eserlerinden bazı sahneler
seçilmiştir:
T Ü R K TİYATROSU 223

ŞAİR EVLENMESİ

İlk T ürk gazetecisi ve şair Şinasî’nin 1860 yılında yayınladığı


bu piyes, bir perdelik bir komedidir. Anafikrini eski usul görmeden
evlenme ile alay teşkil eder.
Şinasî’nin bu piyesi yazdığı yıllarda, T ürkiye’de kadınlarla
erkekler aransında âdeta kalın bir perde vardı. K adınlar yüzlerini
peçe ile örterler, erkeklerden kaçarlardı. Evlenen erkek, eşini evlen­
meden önce göremezdi. Evlenecek erkeğin eşini, anası veya kılavuz
kadınlar seçerdi.
Tanzim at’tan sonra Batı’dan gelen hürriyet fikriyle, insanların
kendi kaderlerini seçmelerine engel olan bu usule karşı tenkitler baş­
lamış; ana, baba ve cemiyet baskısını yeren pek çok eser yazılmıştır.
Bu konuyu bazıları komedi, bazıları trajedi şeklinde ele almış­
lardır. Kom edi tarzındaki eserlerde seyirci güldürülür, trajedi tarzın­
daki eserlerde ise ağlatılır. 1
Şinasî’nin Şair Evlenmesi^ sonu tatlıya bağlanan bir komedidir.
Fakir bir şair olan Müştak Bey, sevdiği genç ve güzel Kum ru
Hanım ile evlenmek ister. Fakat araya giren kılavuz kadın ve mahalle
imamı, ona, Kum ru Hanım’m yerine yaşlı ve çirkin ablası Sakine
Hanım ’ı nikâhlam ağa kalkarlar. Bunu farkeden Müştak Bey, Sakine
Hanım ’ın yüzünü bile görmek istemez. Bunun üzerine Ziba Dudu
nikâhı kıyan mahalle imamı Ebüllâklâka’yı çağırtır. İmam ile mahalle-
leli Sakine H am m ’ı Müştak Bey’e zorla kabul ettirm ek. için baskı
yaparlar. Bu sırada Müştak Bey’in arkadaşı Hikmet Bey imdada
yetişir. İm am a para vererek arkadaşını bu felâketten kurtarır.
Piyeste vak’a düğümlendikten sonra çözülür.
Şinasî bu küçük piyesinde sadece görücü usulü evlenmeyle alay
ederken, o devirdeki Türk toplumunun başlıca tiplerini, mahalle
imamını, bekçiyi, çöpçüyü, kılavuz kadını da göstermiştir.
Piyesteki şahısların adları, şahsiyet ve karakterlerine göre seçil­
miştir.
Müştak Bey’in adı arapça iştiyaklı, göreceği gelen, can atan
mânâsına gelir. Müştak Bey adına uygun olan bir tiptir. Bütün arzusu
sevgilisi K u m ru ’ya kavuşmaktır.'
Hikmet Bey’in adı ise akıl, düşünce mânâsına gelir. O , aklı ile
arkadaşını müşkül durumdan kurtarır.
224 EDEBİYAT LİSE I

M ahalle imamı, söylenişi bile inşam güldüren bir ad taşır: Ebül-


lâklâka! Lâklâka boş, mânâsız, faydasız söz demektir. “ E b ” baba
mânasına gelir. Ebüllâklâka boş söz söyleyenin babası demektir.

Piyeste diğer şahısların adları da ses veya mânâ bakımından


güldürücüdür.
Şinasî piyesinin anafikrini yan veya ek fikirlerle zenginleştirmiştir.
Piyeste eski evlenme usûlü ile beraber, imamın rolü mahallelinin
baskısı, para karşısında insanların gösterdiği zaaf da alaya alınmıştır.
Aşağıda piyesin altıncı ve yedinci.fıkraları alınmıştır:

Müştak Bey - Ziba Dudu - Habbe K adın - Ebüllâklâka - Batak


Ese - M ahalleli

Ebüllâklâka (Başında bir dildâde ile tebdil-i kıyafet ve lisanıyle


aymları çatlatarak ve kafları patlatarak) - Sanki bir telâş ile beni
böyle uykudan kaldırıp da getirmenin ne mânâsı var? Ortaoyununa
çıkar gibi bakın şu kıyafetime! A y ı p .. . Gürültünüz n’oluyor?

Ziba Dudu (Entarisinin ön eteğiyle başım örtmüş olduğu halde


Ebüllâklâka’nm elini öper) - Am anın efendim, güvey olacak şu herif,
isteye dileye aldığı hanımı şimdi istemiyor. Bütün saçını başım yoldu.
O şöyle dursun, yenge kadınla bana bir söylemediği edepsizlik kal­
madı. Size nakletmeye utanıyorum.

Ebüllâklâka (Müştak Bey’e) - V a y namussuz vay!

Müştak Bey-Efendim, kerem ediniz, bendeniz de bildiğim kadar


hakikati size anlatayım.
Ebüllâklâka - Sen sus, sefih! K adın ninen gibi bîçâre hatun
yalan mı söyleyecek?

Ziba D udu - Efendim, bu kızı mutlaka almalıdır.

Ebüllâklâka - Alm alı y a ! Almazsa, ırzına leke sürmüş demek


olur. (Mahalleliye) Ö yle değil, mi, komşular?

M ahalleli - H ay hay!
Müştak Bey - Alam am , efendim. Bunda bir yanlışlık var. Zira
bana nikâh ettiğiniz kız bu değildir. Bunun küçüğüdür. Ben onu
isterim.
T Ü R K TİYATROSU 225

Ebüllâklâka - Hayır, sana nikâh ettiğim büyük kızdır.


Müştak Bey - Değildir.
Ebüllâklâka - V a y ! Sen, beni de yalancı çıkarıyorsun ha? Bu ne
yüzsüzlüktür.
Batak Ese - Efendi, biliyormusunuz ki, ben bunun daha bilmen
nelerini bilürün. Durun, size deyivereyin. Bekçi olduğumdan için
geceleri mahallede dolanırken, buna çat pat çak sokak ortasında,
irast geliyorun. Bir kere kendiciğine nereden geliyosun diye soracak
oldum. Bana ne garşuluk verse iyu. T arator (tiyatro) dan geliyon,
demesin mi! Bu, beni maskaralığa alm a değil de ne demektir?
Bakın şu ahm ağa!
Müştak Bey - Ne ferasetli adam vay!
Batak Ese - Feres atlı adam sensin ulan hayvan! Bana kötü ilâ f
söyleyip durma. Şimdi sana fan fin demeyi gösterirün.
Ebüllâklâka - Bu herif hem edepsiz, hem deli.
Batak Ese - Benim aklıma kalırsa hem hapishaneye koymalı,
hem tımarhaneye.
Ebüllâklâka - Bana danışırsanız her şeyden evvel edepsiz ilâmını
alalım da bir daha mahallede oturtmayalım. Artık istemeyiz.
M ahalleli - İstemeyiz.

Yedinci Fıkra
Müştak Bey - Ziba D udu - H abbe K adın - Ebüllâklâka - Batak
Ese - A tak Köse - Hikmet Efendi.
A tak Köse (Arkasında küfe ve bir elinde kürek ve bir elinde
süpürge ile) - istemeyiz.
Hikmet Efendi (Dahi A tak Köse’nin arkasından yetişerek) - Ne
istemiyorsunuz ?
A tak Köse - Ben ne bileyin! M ahalleli istemeyiz diyor, ben de
böyle diyorun. Elbette onların böyle demesinde hakkı vardır.
Hikmet E fe n d i- A y , mahsıllelinin neden hakkı var?
A tak Köse - Hakkı olduğunu pek yavuz bilürün. Am a bak,
doğrusu, neden olduğunu bilmen.
226 EDEBİYAT LİSE I

Hikmet Efendi - Öyleyse bilmediğin şeye neye karışıyorsun?


Atak Köse - V a y , neye karışmam? Ben de bu mahallenin galbur
üstü gelenlerinden değil miyim?
Hikmet Efendi - Sen kim oluyorsun?
Atak Köse - D aha hâlâ sen benim kim olduğunu bilmiyor musun?
Hikmet Efendi - Hayır.
Atak Köse - Öyleyse, sen de bilmediğini neye soruyorsun. H ay
cahil, h a y ! Şimdi tutup da sana anlatacak mıyım ki, ben deheyy öteki
mahallede kiracıym ve bu mahallede siıprüntücü başıym diye.
Hikmet Efendi - H ay şaşkın, hay!
Atak Köse - Senin de aklın olaydı benim gibi şaşkın olurdun.
Maslahatta ne varmış. Haydi oradan süpürüver bakaym.
Ebüllâklâka (Müştak Bey’i göstererek) - V ay , sen şunun gibi
bir kabahatliye sahabet ediyorsun h a?. . Rıza-yı kabahat ayn-ı kaba­
hattir. Sen de onun gibi cezaya müstahaksm.
Hikmet Efendi - Efendim, gazaplanmaymız (Gizlice bir para
kesesi göstererek) K üçük kızı senden isteriz.
Atak E s e -E fe n d i, nedir o? Rüşvet mi alıyorsunuz?
Ebüllâklâka (Batak Ese’ye) - Ben öyle şey mi kabul ederim?
İstemem. (Gizlice Hikmet Efendi’ye) Y an cebime ko. (Hikmet Efendi
keseyi onun yan cebine koyar).
Atak Köse - Gizlice, yan cebime ko mu diyorsunuz?
Ebüllaklaka - Hayır. Yan cânibimde durnia git, diyorum. T â ki,
benden şüphelenmeyesiniz.
^ ^ atak Ese - G aliba parayı almışa benziyorsunuz.
Ebüllâklâka - Hâşâ sümme hâşâ! Eğer ben paraya elimi sürdümse
ellerim kırılsın.
Hikmet Efendi - Aman efendim, hakikat her neyse lâyıkıyle
meydana çıkarın da, ona göre şanınıza düşeni işleyin.
Ebüllâklâka - Böyle kibarâne yoluyla meramınızı ifâde buyuru-
şunuzdan gönlümdeki hiddet gitti de, yerine merhamet geldi. (M a­
halleliye) Yahu, mahalleli! Ben bu işte bir başka türlü hakkaniyet
görmeğe başladım. Zira, sonradan hatırıma bir şey geldi.
T Ü R K TİYATROSU 227

M ahalleli - Nedir o?
Ebüllaklaka - Kani, nikâhını kıydığım hanım büyük kızdır diye
deminden ikrar etmiştim y a. . .
M ahalleli - Ö yle ya!
Ebüllâklâka - Fakat büyük kız demekten muradım, yaşta büyük
değildir, boyda büyük demek mânâsınadır. Zira büyük kız, kırk
yaşını geçmiş olduğu halde damat beyin dengi olamaz. İşte benim
bildiğim bu kadardır. Her, bir zam anda ve her bir mekânda böyle,
doğrucasına şehadet ederim.
Batak Ese - Sîz buncaleyin dil ile ikrar ettikten geri biz de kabl
(kalb) ile tasdik ederiz.
M ahalleli - H ay hay!
Ebüllâklâka (Habbe Kadına) - Yenge kadın, boyda büyük
yani yaşta küçük olan asıl gelin'hanım ı var getir. Kendi elimle damat
beye teslim edeyim, bir daha yanlışlık olmasın. (Hikmet Efendi’ye)
Daha başka bir yanlış olmuş şeyler varsa söyleyin, onları dahi hasbîce
düzelteyim. Zira bu makûle hayırlı hizmette bulunmağı kendime bir
büyük iftihar bilirim.
Batak Ese (Müştak Bey’e) - Beyefendi, deminden size dediğim
ilâflarm hepiciği şaga içindi. Atak Köse (Hikmet Efendi’ye) - Efendim,
tövbe olsun, bir daha mahallelinin süpürüntüsünden başka bir işine
karışırsam adam değilim.

A Ç IK L A M A L A R :

M ahalle imamının başına giydiği “ dildâde” bazı insan­


ların âşıklığını göstermek için başlarına sardıkları renkli
mendildir. Bu kıyafet mahalle imamına uymaz. Şinasî, mahalle
imamını gülünç göstermek için onu bu kıyafetle sokağa çıkar­
mıştır. im am konuşurken ayınları çatlatarak ve kafları pat­
latarak konuşur. İmamlar K u r’an’ı aslına uygun olsun diye
Arapların söyleyişine göre okurlar. Bu alışkanlıkları dolayı-
sıyle, günlük dile girmiş arapça kelimeleri de böyle söylerler.
Halbuki T ürk halkı bu kelimeleri kendi söyleyişlerine uydurur.
Şinasî, imamı böyle konuşturmakla da gülünç göstermeğe
çalışır.
228 X BDEBÎYAT LİSE I

SO RU LAR :

ı) Okumuş olduğunuz iki parçada hâkim şahsiyet kimdir? O nun üstünlüğü


neye dayanıyor?
2) M ahalleli neden imama uyuyor? tmam, mahallenin kendisine uymasını,
şahsî menfaat için mi yoksa mahallenin menfaati için mi kullanıyor?
3) tm am ın bu davranışı tslâm ahlâkına uygun mudur? Din ile hile ve rüş­
vet uyuşur mu? Böyle bir durumda suçlu olan din mi, yoksa dinin emirlerine
uym ayan imam mıdır?
4) Dini kötüye kullanan bir imama göre dini kötülemek, hukuku kötüye
kullanan bir hâkime bakarak hukuku kötülemek doğru mudur?
5) îm am ı destekleyen kişiler, kültürlü insanlar mıdır? Yazar, Batak Ese ile
A tak Köse’yi neden gülünç gösteriyor? Bu şahıslar kültürlü olsalar, doğru konuş­
salar ve hakikati anlasalar onlara güler miyiz?
6) Kimlere ve nelere güldüğünüzü, hayatınızdan örnek vererek açıklayınız.
Kusurlara gfülme ve alayın terbiye edici bir yönü var rmdır?
7) Batak Ese’nin “ ferasetli adam” 1, Feres atlı adam” diye anlamasmda
n asıİD İr nükte vardır? Lügate bakarak “ feres” kelimesinin mânâsını bulunuz.
Batak Ese, neden “ lâ f” kelimesine “ ilâf” diyor. Türk halkı (1) ile başlayan keli­
melerin başına bir (i) ekler. Bunu gösteren örnekler bulunuz!
8) Eskiden mahalleyi rahatsız eden kimseler hakkında mahkemeden “ edep­
siz ilâmı” (terbiyesizlik bildirisi) alınır ve bunlar mahalleden kovulurdu. Böyle
bir ilâmı doğru bulur musunuz? Tartışınız!
8) A tak Köse, işin aslını bilmeden ve sormadan mahalleliye uyuyor. Bu
davranış size göre doğru mudur? Çevre baskısı karşısında insanlar körükörüne
hareket ederler mi? Bu hareket sizce doğru mudur?
9) M ahalle çöpçüsü olan Atak Köse, kendisi için “ ben de bu mahallenin
galbur üstü geknlerindenim” diyor. “ Kalbur üstü gelme” deyimi hakikî mânâda
mı, yoksa «necazD mânâda mı kullanılıyor? MeciİZT mânâda ise, onun açık karşı­
lığını b u l u n u l T
10) “ Y an cebime koy” sözü ile “ yan canibimde durma, git” sözü arasında
nasıl bir oyun vardır? Karagöz oyunlarında bu tip oyunlara çok sık rastlanır. Şi-
nasî bu oyunları yaparken, Karagöz’ün üslûbundan faydalanmıştır.
11) “ Hâşâ sümme hâşâ” , arapça “ Allah göstermesin” demektir. îm am
neden bu sözü Türkçe söylemiyor da arapça söylüyor? Türkler yüz yıllarca Arap
ve Fars kültürü içinde yaşadıkları için o dillerden Türkçeye bu nevi deyimler geç­
miştir. Bildiğiniz bu nevi deyimler varsa söyleyiniz. Bugün Batı dillerinden de
Türkçeye geçmiş bu nevi yabancı kelime ve deyimler vardır. Birkaç örnek veriniz.
Yabancı dil istilâsı karşısında nasıl davranmalıyız?
12) Batak Ese (kalb) kelimesini (kabl) diye söylüyor. H alk diline geçmiş
böyle yanlış söylenen yabancı kelimelere örnek veriniz!
13) M etinde geçen bilmediğiniz kelimeleri defterinize yazarak mânâlarım
araştırınız!
14) M etinde söz veya fikir oyununa dayanan başka örnekleri bulunuz!
TÜ R K TİYATROSU ■ 229

V A T A N Y A H U T S ÎL lS T R E

Tanzim at devrinin büyük yazarlarından Namık K em al (1840-


1888) gazete makalesi, şiir, roman, tarih ve biyografi kitaplarının
yanısıra piyesler de yazmıştır. Vatan yahut Silistre bunlardan en ün­
lüsüdür. I Nisan 1873 akşamı İstanbul’da OsmanU Tiyatrosun’da
oynanan piyes, seyircilerde büyük heyecan uyandırmış, politik faa­
liyetleri dolayısiyle hükümetin zaten hoşuna gitmeyen Nam ık K e ­
mal’in Kıbrıs’ta M agosa’ya sürgün edilmesine sebep olmuştur.
Namık Kem al bu piyesinin konusunu 1853-1856 yıllarında ya ­
pılan savaştan alır. Piyesin bazı şahısları gerçekten yaşamış kişilerdir.
Fakat Namık K em al’in bu piyesi yazmaktan maksadı, tarihî bir va­
kayı anlatmak değil, vatan sevgisini dile getirmektir.
Piyesin esas kahramanı Islâm Bey, büyük bir vatanseverdir.
Topladığı gönüllülerle beraber cepheye gider. Zekiye adındaki sev­
gilisi de asker kılığına girerek onu takip eder. Islâm Bey’in bundan
haberi yoktur. Zekiye Islâm Bey’in yanından ayrılmaz, onunla beraber
düşman cephaneliğini ateşlemeğe katılır. K ale kumandanlarından
Sıtkı Bey, Zekiye’nin öldüğü sandığı babası çıkar. Sıtkı Bey, büyük
bir haksızlığa uğramış, adını değiştirerek başka bir kimliğe bürün­
müştür. Piyeste Abdullah Çavuş adında çok sempatik bir asker de
vardır. Piyesin son kısımlarında Zekiye ve Sıtkı Bey’in esas şahsiyet­
leri ortaya çıkar ve piyes Islâm Bey ile Zekiye’nin düğünleri ile sona
erer.
Namık K em al piyesinde vak’aya değil, şahsiyetlere ve duygu­
lara önem vermiştir. Piyese baştan sona kadar vatan fikri, vatan sev­
gisi hâkimdir. Bununla beraber her şahsın ayrı bir özelliği vardır.
Eserin dili o devre göre sadedir. Namık K em al tiyatronun halka
hitabeden bir sanat olduğunu bilir. Bundan dolayı halk anlasın diye
piyesini günlük konuşma diliyle yazmıştır. Bir piyesin başarılı ol­
ması için ikinci şart, yazar, eser ve seyirci arasında bir duygu akımı
olmasıdır. Nam ık K em al büyük bir vatanseverdir. Eserinde ortaya
koyduğu duygu ve düşünceye samimi olarak inanmıştır. Son yüz
yılda düşmanların Osmanlı devletini yıkmak için açtıkları sürekli
savaşlar, halkın vatanseverlik duygusunu en yüksek seviyeye çıkarmış
bulunuyordu. H alk piyesi seyrederken onda kendi duygularının kuv­
vetli bir ifâdesini bulmuş, eseri ve yazarını büyük bir coşkunlukla
230 EDEBİYAT LÎSE I

bağrına basmıştır. O devirde ve daha sonra Vatan yahut Silistre piyesi


yüzlerce defa oynanmıştır.
Aşağıdaki parça, V atan yahut Silistre’nin ikinci perdesinden
ahnmıştır. D ili hiç değiştirilmemiştir. Bilmediğiniz kelime sayısına
bakarak Namık K em al’in tutumu hakkında bir fikir edinebilirsiniz.
Türkünün dilinde birkaç yabancı kelime ve terkip vardır. Karşıhk-
ları şöyledir :
U m um huzzâr: Bütün hazır olanlar; âmâl: İstekler; efkâr: Fikir­
ler; ikbâl-i vatan: V atan talihinin yüceliği; serhad: Sınır boyu; hâk-i
beden: Vücûdun toprağı; kâm almak: İsteğine ulaşmak, zevk almak;
gûşe: Köşe şîr: Arslan; lerze-resân: Titretici, korku verici; mâruf-ı
cihan: Dünyanın bildiği; ihvân: Kardeşler.

İK İN C İ F A S IL

(Perde açılınca Silistre kalesinin bir tabyasında ötede beride


birtakım gönüllü oturmuş. Zekiye erkek esvabıyle içlerinde görünür).

B İR İN C İ M E C L İS

Gönüllüler - Neferler - Abdullah Çavuş - Zekiye


Bir gönüllü - Susun. . . Susun. ..
Diğer bir gönüllü - Ne var?
Evvelki gönüllü - M ızıkayı işitmiyor musun?
İkinci gönüllü - Ey, telâşın ne? İşte asker geliyor.
Birinci gönüllü - H ava kavga havası. . .
Zekiye - M ızıka kavga havası çalıyorsa, biz de kavga türküsü
söyleriz.

İkinci gönüllü - Şunun da çocukluğuna bak!


Abdullah Çavuş - Bunun çocukluk neresinde? K avgada kavga
türküsü söylemekle kıyamet mi kopar?
Birinci gönüllü - Canım susun. . .
Birkaç kişi birden - Gelin türküye! Gelin türküye!
TÜ R K TİYATROSU 231

UM UM H UZZAR

ÂmâlimiZ) efkârımız ikbâl-i vatandır


Serhaddimize kaVa bizim hâk-i bedendir
OsmanlIlarız ziynetimiz kanlı kefendir

Gavgâda {ehâdetle bütün kâm alırız biz


Osmanlılanz cân veririz rıâm alırız biz

Kan ile kılıçtır görünen bayrağımızda


Cân korkusu gezmez ovamızda dağımızda
Her kûşede bir şîr yatar toprağımızda

Gavgâda şehâdetle bütün kâm alırız biz


Osmanlılanz cân veririz nâm alırız biz

Osmanlı adı her duyana lerze-resândır


Ecdâdımızın heybeti mâruf-ı cihandır
Fıtrat değişir sanma! Bu kan yine o kandır

Gavgâda şehâdetle bütün kâm alırız biz


Osmanlılanz cân veririz nâm alırız biz

Top patlasın ateşleri etrâfa saçılsın


Cennet kapısı cân veren ihvâna açılsın
Dünyâda ne bulduk ki ölümden de kaçılsın

Gavgâda şehâdetle bütün kâm alırız biz


Osmanlılanz can veririz nam alırız biz

II. Fasıl II. Meclis


Evvelkiler, Asker, Miralay Sıtkı Bey

S IT K I B E Y - Kalede kalmak isteyenler bir tarafa ayrılsın.


B iR G Ö N Ü L L Ü - Hep burada kalmak istiyoruz ki, buraya
geldik. Birbirimizden niçin ayrılacağız?
S IT K I B E Y (Hiç kimseye iltifat etmeyerek) - A ğalar! Düşman
suyu geçti. Şehrin öbür tarafında herkes birbirine giriyor. M em le­
ket bir iki güne kadar bütün muhasaraya uğrayacak gibi görünüyor.
232 EDEBİYAT LİSE I

A llah zeval vermesin, devlet kalesini kendi askeriyle de muhafazaya


kadirdir. İçinizden her kim burada bulunmak istemezse paşadan
izin var, hemen bugün dışarı çıksın.
B ÎR G Ö N Ü L L Ü - Düşman çok, asker az, bizi daha azaltmak
mı istiyorsunuz?
A B D U L L A H Ç A V U Ş - A s k e r az olmakla kıyamet mi kopar?
Azdan az olur, çoktan çok.
S IT K I B E Y - Kıyâm et mi kopar? K ıyâm et mi kopar? Sen sus
da biraz şunlar söylesin.
ABDU LLAH Ç A V U Ş - A y ben söyleyince kıyâmet m i . . .

S IT K I B E Y (Lâkırdısını keserek) - Süphânallah! A ğ a la r ...


M uhasarada kurşundan, gülleden başka açhk, susuzluk da var. K im
kendini kurtarmak isterse. ..
B ÎR G Ö N Ü L L Ü (M iralayın karşısına gelerek) - B e y ! Bey! Biz
buraya kendi irâdemizle geldik. Gelişimiz ancak bugün içindi. Siz
bir elinizle bize düşmanı gösteriyorsunuz, bir elinizle kaçacak ka­
pıyı! Saçıma sakahma ak düşmediğine mi bakıyorsun? Ben yaşa­
dığımı kâfi görüyorum. Kefenimi koynuma, şehitliği gözüme aldım.
Bağdat’tan buraya kadar o niyetle geldim.
A B D U L L A H Ç A V U Ş - îşte hepsi de böyle söyleyecek, hepsi
de bu a k ıld a.. A y! Ne darılıyorsun? Bir kere de iş benim dediğim
gibi çıkarsa kıyâmet mi kopar?
S I T K I B E Y (Hiç birine iltifat etmeyerek gönüllülere hitaben)
Birader, sözüm size değil.
B ÎR G Ö N Ü L L Ü - Hangimizedir.?
D ÎĞ E R B ÎR G Ö N Ü L L Ü - Hangimizi daha kavga başlamadan
düşmandan yüz çevirecek kadar alçak zannediyorsunuz?
S IT K I B E Y - Siz de bizim gibi vatan yolunda ölmek istiyor­
sunuz. Sâyiniz Allah indinde zâyi olmaz. Hayatınız giderse adınız
kalır. însan olan öldükten sonra bir güzel nam bırakmak belki hiç
ölmemekten hayırlıdır. Gönlünüzü kavî tutun, ölümden korkmayın
ki, korksamz da korkmasanız da elbette bir gün gelir sizi bulur. K u r­
tulamayacağı şeyden kaçmak insana lâyık değildir. (Zekiye’ye hi­
taben) Çocuk!
TÜ R K TİYATROSU 233

Z E K ÎY E - Efendim.
S IT K I B E Y (Bir garip nazarla yüzüne bakarak) - Sen kimsin?
Z E K ÎY E (Telâşile) Âdem.
S IT K I B E Y - A d m nedir?

Z E K ÎY E (Kendini toplayarak) - Âdem efendim.

S IT K I B E Y (Kendi kendine) - Ne münasebetsiz h ü lyalar!


(Zekiye’ye hitaben) Kaleden çıkmaya mezunsun.

Z E K ÎY E - Kalede kalmaya izin yok mu?


S IT K I B E Y - Ç o c u ğ u m ! Ne işe yararsm ki, seni alıkoyayım ?

Z E K Î Y E - V a t a n için öleceğim. Başka ne hizmet istersiniz?


S IT K I B E Y - Sen daha silâh kullanamazsın.

Z E K ÎY E - Ben size cammı arzediyorum. Siz bana yaşımın kü­


çüklüğünü söylüyorsunuz. Buraya adam öldürmek için mi geldiniz,
ölmek için mi? Öldürm ek içinse beni de öldürün. Ölmek içinse emin
olun ki sizden daha kolay, daha rahat ölürüm.

A B D U L L A H (M iralaya yaklaşarak) - îçim izde şu zavalh çocuk


kalınca kıyâmet mi kopar?

S IT K I B E Y - Sen galiba bir vakit olacak ki, kale elden giderse


yine kıyâmet mi kopar, diyeceksin.

A B D U L L A H - H ayır beyim, ben ölmeden kale elden gitmez.


Öldükten sonra da lâkırdı söyleyemem a. Nasıl “ kıyâmet mi kopar”
derim?
Z E K ÎY E - Benden ne istersiniz? V atan bir Allah tekkesi değil
midir? Tekkeye gelen kurbanın semizliğine, zayıflığına bakılır mı?
Lütfen, çocuklarınıza da devlet yolunda ölmeye izin verin. Bu kadar
gençler veremden, vebadan ölüyor, bir kişi de kurşundan, gülleden
ölürse ne olur?
A B D U L L A H - Şu sanki ne olur? Kıyâm et mi kopar?

S IT K I B E Y (Şefkatle Zekiye’nin yüzüne bakarak) - Çocuk !


(Kendi Kendine) Bıyıksızı ölmek ister, ak sakallısı ölmek ister. Ne
diyeyim. A llah cümlesini vatana bağışlasın.
234 EDEBİYAT LtSE I

III. Meclis
Evvelkiler - îslâm Bey.

ÎS L Â M B E Y (Göğsünde birkaç yara olduğu halde koşarak)


Bey! Bey!
Z E K ÎY E -A h !
ÎS L Â M B E Y - Sudan geçtiler.
Z E K ÎY E - K anlı nişanları göğsünde duruyor.
ÎS L Â M B E Y - O n bin kadar vardılar, üç yüz kişi ile karşıladık.
Ü ç saat uğraştık. U ç sa a tte ... Ah, üç saatte.. Arkadaşların hepsi
toprak oldu, hepsi âhirete gitti, Lâkin en ednâsı iki düşman olsun
beraber götürdü. Cenazeleri yerde yatıyor. H âlâ düşman uyur arslan
görmüş kartal gibi birine yaklaşamıyor da yanlarında dolaşıyor.
Bey! Ü ç yüz kişi idik, on bin süngüye karşı durduk. Gülle arasında
sektik. Başımıza dolu gibi kurşun yağdı. Âkibet süngü süngüye gel­
dik. Osmanlı ne demek olduğunu gösterdik, hepimiz ö ld ü k ., ,Ah!
Hepsi öldü. Yedi kişi kaldık. . . Sağlıkla kalmayaydık, Allah da bilir
ki, ben onlara kavuşmak istedim. . . A llah da bilir ki, ben herkesin
önünde id im . . . Cephanem tükendi, kılıcım kırıldı, kollarımdan
tuttular, kollarımı bir türlü kurtaramadım. Beni zorla kaleye çektiler.
Ne yapayım ? Ben ölümü kovaladım, tutamadım, beni kovalıyanlar
tuttular. Esir oldum. Bari vatandaşlarıma esir olmayaydım! Ah,
vatan! Senin hayatın muhatarada, ben hâlâ sağ duruyorum,
(Zekiye bu sözler arasında yavaş yavaş îslâm Bey’e yaklaşır,
îslâm bey bayılır. Zekiye’nin kucağına düşer. Herkes etrafında top­
lanır) .
S I T K I B E Y - Abdullah buraya gel. Şimdi beyi alırsın. Doğru
benim odam a götürürsün. Her hizmetine bakarsın. Cerrah çağı­
rırsın. Hekim getirtirsin Ben gelinceye kadar bir dakika yanından
ayrılmazsın anladın mı?
A B D U L L A H - îy i ama ya düşman kavgaya başlarsa ben bu­
lunm ayacak mıyım?
S I T K I B EY - Bulunmadığın vakit kıyâmet mi kopar?
A B D U L L A H - Evet! Öyle y a . . . Kıyam et mi kopar? K ıyâm et
kopmaz amma! Her ne ise .. (Kendini toplayarak) Ben de kaleyi
TÜ R K TİYATROSU 235

kurtarmaya çalışacağıma böyle kaleler değer bir yiğidi kurtarmaya


çalışırsam kıyamet mi kopar? (İslâm Bey’i kucaklayıp kaldırmak
ister).
Z E K ÎY E - Ç e k il!. .. İşte camm kucağım da. . . İşte ölüm hâ­
linde. .. Onu da sen mi alacaksın! Biliyor musun? Anlıyor musun,
seviyorum.
S I T K I B E Y - Ne oldun çocuğum?
Z E K ÎY E (Kendini şaşırarak ve toplamaya çalışarak İslâm’ı
Abdullah Çavuşa bırakır ve yavaş yavaş doğrulur) — K im ? .. Ben
m i ? ... Demek ki bilm iyorsunuz... Demek k i . . . (Bütün bütün
kendini toplayarak sahte bir metanetle) Anlamamışsınız. Ben M anas­
tırlıyım. Şimdiye kadar bu adamın sâyesinde yaşadım . . . İşte ölüyor.
Görüyorsunuz a .. . Ö lü yo r. . . Canımı alıp da ona verebilir misiniz
Veremezsiniz değil mi? Bari bırakın da, ben onun konağında doğdum;
o da ölecekse benim kucağımda ölsün. V atan nedir? Biliyorsunuz.
Gönül nedir? Bilmez misiniz?
S I T K I B E Y - G i t . . . G it yavrum. S e n d e beraber git. (Göz­
lerini silerek) Ne kadar senedir ki insanın gözü nasıl yaşarır unut­
muştum.
(Zekiye İslâm Bey’in arkasından gider. Öteki beriki yavaş ya­
vaş dağılmaya başlar).

SORULAR:

ı) Alınan parça, birinci meclis, ikinci meclis, üçüncü meclis diye üç küçük
kısma ayrılmıştır. Meclisten meclise şahıslarda bir değişiklik oluyor mu? Değişen
şahıslar meclise yeni bir fikir veya hava getiriyorlar mı? H çr mecliste üzerinde
durulan konu nedir? Piyeste sürekli değişiklik gerektir, derler. Bu görüş doğru
mudur?
2) Okuduğunuz kısımda adı bildirilmeyen “ gönüllü” 1er de konuşuyorlar.
Gönüllü ne demektir? Savaşa zorla giden mi, yoksa gönüllü olarak giden mi daha
iyi savaşır? Gönüllüleri savaşa sürükleyen nedir?
3) K avga türküsünü bugünkü dile çeviriniz. Namık Kem al bu türküde
neden Türk demiyor da Osmanlı diyor. Böyle demesinin o devir ile ilgisi var mıdır?
4) Türküde hangi duygaı ifâde ediliyor? Hangi mısra bu duyguyu en iyi
ifâde ediyor?
236 EDEBİYAT LtSE I

5) “ Fıtrat değişir sanma! Bu kan yine o kandır” mısraından ne anladığınızı


yazınız.
6) Sıtkı Bey ile gönüllüler arasındaki tartışmanın sebebi nedir? Abdullah
Çavuş bir cümleyi tekrarlıyor ve bu cümle onun şahsiyetinin en bâriz özelliğini
teşkil ediyor. Bu cümle nasıl bir davranışın ifâdesidir?
7) Bazı cümlelerde biz, dilin daha kuvvetli dokunaklı ve çarpıcı olarak kul­
lanıldığını hissediyoruz. Size böyle gelen cümleler hangileridir? Bunlarda teşbih,
istiare, mecaz gibi söz ve mânâ sanatları var mıdır? Araştırınız!
8) Piyeste geçen şahısların rollerini aranızda paylaşarak, sahnede oynar gibi
oynayınız. Payınıza düşen cümleleri aktörler gibi ezberlerseniz, konuşmanız daha
tabiî olur. Konuşurken, virgüllere, noktalara, kelimelerin vurgularına dikkat ediniz.
9) Okuduğunuz parçayı sahnede temsil etseniz nasıl bir dekor yapardınız,
tarif ve tasvir ediniz.
10) Tiyatroda şahıslar duygu ve düşüncelerini tabiî, günlük cümlelerle anla­
tırlar. Gençliğinde eczacı çırağı olan büyük bir tiyatro yazarı, tezgâhın arkasında
konuşulanları yazarmış. Bundan çok şey öğrenmiş. Siz de çevrenizde konuşulanlara
dikkat ediniz ve onları olduğu gibi kayda çalışınız. Bu işi teyple de yapabilirsiniz.
Konuşmalarına göre şahısların duygu ve düşüncelerini inceleyiniz. Bunlardan bazı­
ları korkak veya çekingen, bazıları cesur veya atılgan, bazıları neşeli, bazıları dur­
gun, bazıları geveze, bazıları ağırbaşlı veya nükteci olurlar. İnsanların karakter
ve mizaçları konuşmalarına akseder. Herkesin ses tonu, sevdiği kelime, deyim ve
cümle yapış tarzı farklıdır. Tiyatro yazarları ve aktörler buna çok dikkat ederler.
Siz de kendinizde böyle bir dikkati geliştirebilirsiniz.
A K I N

Faruk N âfiz Çamlıbel (1898-1973) aruz ve hece vezinlerini


ve günlük dili büyük bir rahatlıkla kullanan bir şairdir. Atatürk
devrinde onun tarih ve milliyetçilik anlayışını benimseyen Faruk
N âfiz Çamlıbel, güzel memleket şiirleriyle beraber piyesler de yaz­
mıştır.
1932 yılında Devlet matbaasında basılan manzum Akın piye­
sinde şair, Atatürk’ün tarih görüşüne uyarak, Türklerin O rta-Asya’­
dan dünyanın dört bir yanına göç edişlerini, iç denizin kuruması,
toprağın çorak hale gelmesiyle îzah eder.
Eskiden yurtları bir cennet gibi olan Türkler, onun çöl haline
gelmesi üzerine, başka ülkelere göç etmek zorunda kalmışlardır.
Atatürk, T ürk tarihine karşı büyük bir ilgi duyuyordu. Türk
tarihini incelemesi için Türk Tarih K urum u’nu kurmuştu.
Şu veya bu sebeple, Türklerin çok eski çağlardan beri, doğuya,
batıya, güneye ve kuzeye göç ve akın ettikleri tarihî bir gerçektir.
Bu göç ve akın dolayısıyle Türkler, Çin sınırından M acaristan ovasına
kadar yayılmışlar ve tutunabildikleri yerlerde çeşitli devletler kur­
muşlardır.
Faruk N âfiz Çamhbel, bu tarihî göç ve akın hadisesini anlatır­
ken, kendisine göre, eski çağlara uygun bir vak’a yaratır.
Şaire göre, birçok kavimlerde olduğu gibi, eski Türklerde de,
ülkenin üzerine çöken felâketten hükümdar sorumludur. Bu felâketin
giderilmesi için onun, oğul veya kızının kurban edilmesi lâzımdır.
Bundan binlerce yıl önce, Orta-AsyaM a başlayan ve on iki yıl
süren kıtlıktan da îstemi Han sorumlu tutulur. İstemi Han yurdu­
nun başına gelen felâketten muztariptir. Bunda suçlu kendisinin
olmadığını da bilir, îstemi Han, danışmak üzere üç başbuğu. Batı
Bey^i, Gün Bey^i ve Doğu Bey^i merkeze çağırır. îstemi H an’dan
sonra sıranın kendilerine geleceğini bilen ve Bakıcı’dan Gök Tanrı’mn
îstemi H an’ın kurban edilmesini istemediğini öğrenen üç başbuğ,
îstemi H an’ın kızı Suna’mn kurban edilmesi gerektiğini ileri sürer­
ler. Suna kurban edilmek üzere hazırlamr.
238 EDEBİYAT LİSE I

Ü ç başbuğun üç oğlu vardır; Demir, Bayan ve Bumin. Ü çü de


Suna’ya âşıktırlar. Bunlardan Demir, Bakıcı’yı sıkıştırarak, işin doğ­
rusunu öğrenir. Ü ç başbuğ sıra kendilerine geleceği için Bakıcı’yı
tehdit etmişler ve Suna’nm kurban edilmesi gerektiğini söylemeğe
onu zorlamışlardır.
Ne istemi Han, ne de halk Suna’nın kurban edilmesini istemez­
ler. Hakikati öğrenince üç başbuğu parçalarlar.
Bumin, Doğu Beyi (Altaylarm bekçisi). Bayan Batı Beyi (U ral’ın
bekçisi), Demir, Gün Başbuğu ve H akan’ın damadı olur. Y eni hedef,
Orta-Asya’dan başka ülkelere göç etmektir. Aşağıdaki parça, alınan
kararı ve yeni hedefi gösterir.

A K I N

Perde III
Meclis 3
İstemi, Suna, Ulcay, Yıldız, Bumin, Bayan, Demir
B U M İN - Ben Bumin, Doğu B e y i.. . Altaylarm sa h ib i.. .
Yasam budur: Canımdan korkmamak babam gibi.
B A Y A N - Ben Bayan, Batı B e y i... Bekçisiyim U ral’ı n . . .
Yasam budur; eğmemek toprağa doğru alın.
D E M İR - Ben, Demir, Gün Başbuğu. .. Tanırsın ker^di oğlun
Yasam senin yasandır, yolum da senin y o lu n ..
İS T E M İ H A N - Beyliğimiz yurda da, size de kutlu olsun.
Bastığımız çorak yer, güller, çimenle dolsun. .
Ey bana yavrum kadar öz olan yiğitlerim,
Sizlere Gök T a n n ’dan iyilikler dilerim.
Gördünüz, yapılacak işler çok ülkemizde
Bunları yapmak için eksik olan ne sizde?
Gücünüz karşısında fazla söz söylenemez,
Yalnız bu güç toprağın ısrarını yenemez.
O gene asırlarca suya hasret kalırsa,
İç denizler boşalır, ufuklar daralırsa.
O valar yeşermezse ne olur? Sormayınız,
Pas tutar omzunuzda altın olsa yayınız.
Gördünüz, elimizde yiğitlik kaldı derken,
T Ü R K TİYATROSU 239

Onu da siz tuttunuz bugün elden giderken!


Siz tuttunuz giderken, hem de can değerine,
Şerefler taşıdınız, babanızın yerine.
Düne kadar tehlike yalnız gövdenizdeydi.
Şimdi de kalbinize korkunun ucu değdi.
. Beni asıl titreten bu yılan başh oktur.
O bir kere zehrini verdi mi, çâre yoktur!
Bu yılan, sezdirmeden bağrımıza giriyor
Orada doğru, sağlam, ne varsa kemiriyor.
Bağrımızın bir çöle döndüğü gün, çocuklar.
Kardeş gürültüleri işitecek ufuklar.
Bir gün göreceğiz ki, bir parça ekmek diye
Baba evlât satıyor zengin bir şehirliye
Bir gün göreceğiz ki, yere düşmüş şeref, şan,
Üstünde bir can için birbiriyle boğuşan!
Bir gün göreceğiz ki, taş kayayı kırıyor,
Türkeli, Türkeline karşı baş kaldırıyor.
Bir gün göreceğiz k i. . . H ayır o gün gelmesin,
O sabahın güneşi bu yurda yükselmesin!
Denizi sızdırsa da toprağa diyârımız.
Damarından kanını boşaltmasın bağrımız.
Bu kanın cevherinde ne varsa sanat, ilim.
Bu kanın durduğu gün, ben artık ben değilim!
Sizde bir iz olmasa bu kanın cevherinden
Göçmüştük Suna’yla ben toprağın üzerinden
îşte hâlâ bu cevher nabzınızda duruyor.
M ilyonca Türkün kanı bir nabızda vuruyor.
Akıyor bin damardan bir damara te lâ şla ..
Bunu yaşatmak için çalışın canla, b a ş la .. .
Yoksa demin üç beyin adını silen erler
Gün geçmeden onların izlerinden giderler!

D E M ÎR - Bu kanın coşmasıyçin ne yapmalı?

ÎS T E M Î HAN - Akm ah,


K urak yeri kuruyan dallara bırakmalı.
Gelen bir yolcu var mı, bakınız, dört bir yana?
Asırlarca uzağız hem dosta hem düşmana.
Hani bizden bir karış toprak koparmak için
240 EDEBİYAT LİSE I

Canlı milyonlarını yollarda harcayan Çin?


Bağrımızda tüterken döğüşmek ihtiyacı
Kalm adı yurdumuza göz koyan bir yabancı
Dört yanımız dört duvar, girenler zindan samr!
Durdukta kan damarda, kılıç kında paslanır.
Kahram anlık yıllarca denemezse hızını
Bir gün çöl ortasında kaybeder yıldızını,
Bir köle nesli çıkar kahramanlar soyundan
Daha korkunç bir ölüm var mı dünyâda bundan?
O k yaya girmek gerek, kıhç girmemek kına!

D E M ÎR - Ü ç arkadaş, karşında and içeriz akına!

ÎS T E M Î H A N - Öyleyse . . . yaşamaktan «hiç korkumuz kalmadı.


Öyleyse günden güne yükselecek T ürk adı!
Akın alaylarını alarak pençenize
Haydi, dağdan, ovadan yol arayın denize.
Duydukça atınızın nal sesini uzaklar
Sizi tanıyacaklar, sizi tanıyacaklar
Çivisinden tanırlar Türk atının nalını,
Uçurun dört tarafa Asya’nın kartalını.
Kapısını, güç kolay size açar her belde.
Yürüyün, düşman da var, dost da yabancı elde,
Dört taraftan çevirmek istese dünya sizi,
Siz de gidin bulmaya dört taraftan denizi
Karşı çıkanlara siz sevgi atın, nur atın,
Anlamayan olursa ok ucuyla anlatın.
Uçun bir ok hızıyla durmadan ileriye,
Korkmayın, benliğiniz yad elde erir diye.
Hiç bir kanın cevheri sizden yüksek düşemez,
Hiç bir elin hüneri Türkle boy ölçüşemez!
Bir doğuya, bir güne, bir batıya savrulun.
Gidin, rüzgârlı dağlar, yeşil ovalar bulun. . .
O eller de bizimdir, nasıl bu yurt bizimse.
Bastığımız toprağa ayak basamaz kimse.
Daha yokken ortada göçe, akma giden.
Bir fetih rüyâsına dalıyorum şimdiden:
Bumin, seni koşarken görüyorum doğuya.
Susuz kalan bir arslan nasıl koşarsa suya. ..
TÜ R K TİYATROSU 241

Görüyorum batıya koşarken seni Bayan ,


Bir adımda ırmağı böyle bulur susayan. . .
Demir, güne koşarken görüyorum seni de.
Bir hakikat doğuyor, bu rüyadan gitgide,
Arkanızda atlılar, binlerce genç atlılar,
K endi atından, atı kendinden kanatlılar
Beyaz bir bulut gibi iniyorlar denize,
Niçin duruyorsunuz? Koşsanız, gitsenize!

SORULAR:

ı) Bu piyeste anlatılan hâdiseler binlerce yıl önce geçmiştir. Bugün yaşayan


insanlar binlerce yıl önce geçen hâdiseleri bilebilirler mi? Bilebilirlerse nasıl?
2) Şairler, romancılar, tiyatro yazarları tarihe bağlı kalmak zorunda m ı­
dırlar? Edebî eserle tarih arasında ne gibi farklar vardır? Tarihçi hayâlinden ol­
mamış vak’alar, yaşamamış şahıslar canlandırabilir mi?
3) Akın piyesinde konuşan şahısların adlan tarihîdir. Fakat bunlar tarihte
yaşarîîış belli, gerçek tarihî şahısları göstermezler. Yazar, buna neden lüzûm gör­
müştür? Onların yerine Ahmet, Mehmet, Haşan, Hüseyin dese uygun olur muydu?
4) Bu piyeste hangi hâdiseler “ gerçek” , hangileri “ hayâl” mahsulüdür, ayıra­
bilir misiniz?
5) Tarihte Türklerin yüzyıllarca O rta-A sya’dan başka ülkelere akın ve göç
ettikleri bir “ gerçek” tir. Tarih kitaplarına başvurarak, ne zaman, nerelere gittik­
lerini ve hangi Türk devletlerini kurduklarını bir harita üzerinde göstermeğe çalı-
şmız!
6) Türkler Anadolu’ ya ne zaman ve nereden gelmişlerdir? Bu akm ne kadar
devam etmiştir? Bildiğiniz büyük Türk akıncılarmm adlarmı yazınız!
7) Piyeste Türklerin O rta-A sya’dan göç ve akm etmeğe mecbur kalışları
nasıl izah ediliyor. Bu fikri ifâde eden mısraları söyleyiniz!
8) K ıtlık olursa, ülkede baş gösterecek felâketleri anlatan mısraları gösteriniz!
9) Kıtlık, açlık ve yoksulluğun insanları bugün de değişik şekillerde göçe
zorladığı söylenebilir m i? Bunu gösteren vak’alar biliyor musımuz?
10) Okuduğunuz parçada bazı kelimeler mecazî mânâda kullanılmıştır.
Bu kelimeleri bulunuz ve bunların neyi anlattığmı belirtmeğe çalışınız!
11) İstemi H an “ Kurak yeri kuruyan dallara bırakmalı” diyor. Bu fikir
her zaman doğru mudur? Bugün kuraklığa karşı göç ve akından başka çareler
yok mudur? Kurak biî- yeri sulak yapmanın çareleri ndk'rdir?
12) Türklerin akıncı olmasında atın büyük rolü vardır. Piyeste at ile ilgili
mısraları bulunuz.
REŞAT NURİ GÜLTEKÎN (1886 - 1956)

YAPRAK DÖKÜM Ü

B ÎR ÎN C İ P E R D E
TABLO I

^‘Altînjyaprak tütün şirketinde bir büro.. Yapı ve eşyası eski tertip..


Sağda kapı . . Sol köşede A li Rıza B e fin masası. . . Dipte evrak dolapları.
Solda bir asma saatin altında uzun bir elbise askısına asılmış birkaç acaip
şapka ve eski pardesü. . Süreyya, ortadaki masanın kenarına oturarak ayak­
larını sallandırmış. M uhtelif yaşta yedi memurdan dördü Süreyya’ nın etrafın­
da . . Üçü masalarında oturdukları yerden onu dinliyorlar. . . Çok fakir kıya­
fetli, ikisinin başında kalpak var. . Bunlardan birinin çenesi bağlıdır.. A li
Rıza. Bey kendi köşesinde işiyle meşgul. ,

SA H N E I
A L Î R IZ A , S Ü R E Y Y A , Y E D İ M E M U R
sonra M U Z A F F E R

Perde açıldığı zaman dışarda paydos zili çalmaktadır. Gözler gayri


ihtiyarî duvardaki saate çevrilir.’ ’
S Ü R E Y Y A , neşeli ve küstah jestlerle. — Peygamberce ilham bir m ağa­
rada gelmişti, bana da Altınyaprak anonim tütün şirketinin bir
mağaradan pek farklı olmayan şu loş köşesinde geldi. Karşıki piyaz-
cmm lök gibi mideme oturmuş kuru fasulyesini eritmeğe çalışarak
paydos zilini beklerken düşündüm ki, müdürümüz Muzaffer Bey’le
aram da pek büyük zekâ farkı yok, bilgi farkı yok. . . Yahut varsa da
benim aleyhime değil. . . ( Memurların bir hareketine karşı gülerek.)
Korkm ayın, burda değil, on dakika evvel otomobilini köprüde gördüm
Evet düşündüm ki o otomobilde gezer, ben yerde, o M ir’de giyinir,
ben hazırcılarda, hattâ arasıra bitpazarında, o ıstakoz yer ben, burada
hepinizle beraber zeytin peynir, lop yumurta, ayın ilk haftasında da
birkaç gün baş söğüşü. . Nihayet o müdür, ben hayatı onun dudağın­
daki iki kelimeye bağlı küçük muhasebe kâtibi -. Allah beni o yesin
ben bakayım, o avurt zavurt etsin, ben kafa sallayım diye mi yarattı?
K ır sür bu böyle mi gidecek, hem keşke para kazananların hepsi
TÜ R K TİYATROSU 243

benim müdür gibi olsa . . ( Biraz durduktan sonra.) Gene düşündüm ki


bu memurluk denen şeyin esasmda hayır yok. (Masadan atlayıp tak­
lidini yaparak.) Bir alay saçlı, sakallı adam mektep çocukları gibi
sıraya girmiş, ardarda birbirinin kuyruğuna yapışmış yerinde sayıyor.
Bulunduğun yerde ne kadar tepinsen, önündekini ne kadar kakışlasan
nafile. . . Bilmem kaç yıl geçecek, bilmem kim atılacak veya ölecek,
bilmem kimin keyfi yerine gelecek ve sen bir adım ilerliyeceksin.
Ölme eşeğim hikâyesi. . . Onun için “^Ya devlet başa, ya kuzgun leşe-”
dedim kendimi bu sürüden, yani (Etrafını göstererek.) içinde bulun­
duğumuz bu Altm yaprak anonim tütün şirketinden sokağa kapıp
k oyuverdim ... Hepiniz bana “ deli” dediniz, ' ‘intihar ediyorsun’"* de­
diniz, hani y a. . . Aranızdan ayrılalı iki ay var yok, çulu nasıl dü­
zelttim h a?. (Manken gibi önlerinde yavaş yavaş döner, gravatım, ipek
mendilini, parlak iskarpinlerini gösterir.) M am afih bir ahlâksızlık mı
yapıyorum, kimseye bir zararım mı dokunuyor? Ne gezer, sadece
H avyar hanında tekgöz bir komisyoncunun yanında çah şıyorum .. .
Tekdir ama neler görür o g ö z ... Onun hesabına gümrükden mal
k açır... ( Gülerek kendini toplar.) Çıkarıyorum, pardon. ( Gürültülü gülüş­
meler.) Şimdilik ehemmiyetsiz bir aylık. Eh bir parça da avanta. . .
Ne saklamah A llah ’a binbir bereket, geçinip gidiyoruz. . .

İH T İY A R , gençlere. — İşitin de ibret alın ç o c u k la r .. . Benden


geçti ama siz...........limon gibi suyumu sıktılar. . . .

SÜ REYYA. — U zağa gitmeyeceğim sade o H avyar hanında


neler neler döndüğünü bilseniz. . . Para oluk gibi akıyor. ( Gözleri
bir zamandan beri işini bırakarak kendisini dinlemeye başlamış olan A li
Rıza'ya ilişir, bozulur gibi olur ve bir mektep çocuğu gibi ürkekleşmiş bir ses
ve tavırla devam eder.) Beyefendi bu söylediklerim her halde hoşunuza
gitmez, siz peygam ber gibi insansınız. Fakat ne yapahm ki, bu her­
gele hayatın hergele hakikati..

A L İ RIZ-^i yumuşak ve biraz mahzun bir gülümsemeyle. — Bilirsiniz


ki kimsenin fikrine karışmam çocuğum. Keyfinize, menfaatinize uygun
her şeyi yapm akta serbestsiniz. Buradan hoşnut kalmadınız, başka
yere gidersiniz ve orada daha iyi kazanırsınız. Bu sizin hakkınız
ço cu ğ u m ... (Biraz durarak.) Ancak bana darılmayın, başka bir
cihetten size küçük bir sitemde bulunacağım. Dışarda daha iyi ka­
zanıyorsunuz. Â l â . . . İnşallah gün günden de daha iyi olursunuz.
244 . EDEBİYAT LİSE I

Fakat kendi köşelerinde çalışan kendi hallerinden, hayatlarından


hoşnut olan bir takım insanlarda hele bir çoğu çok genç, çok çocuk
olan eski arkadaşlarınızda olm ayacak birtakım arzular, isyanlar
uyandırmak niçin? Zekânızdan eminim Süreyya B e y .. . Düşünür­
seniz belki bana hak vereceksiniz. . .

S Ü R E Y Y A , biraz tereddütten sonra. — Bu acı hakikatleri söyleyen


yalnız ben olsam kolay, A li Kaza Beyefendi, söylesem olur b it e r ..
Ne çare ki galiba harp sonrası adı verilmeye başlanan bu acâip ve
karmakarışık yeni zaman insanları bu hakikatleri birbirinden değil,
hayatın kendisinden, gazetelerin şerâit-i hayatiye, şerâit-i İktisâdiye
dedikleri şeylerden öğreniyorlar.. Büyük dünya harbinden sonra
bütün dünyada bir garip uyanma oldu. Buna buhran, çılgınlık diyen­
ler de v a r . . 1925, inşam artık sizin ondokuzuncu asır sonunuzun
insanı değil^ bu m uhakkak. . Am pul yanacak, fakat gözler gene her
şeyi gölge içinde g ö re ce k .. O lur mu böyle şey beyefendi? Gözlerin
açılması hırsları, iştahları azdırdı, kimse artık kendi halinden memnun
değil, bütün dünya için bu böyledir. Eski ahlâk kaidelerinizin bu sel
önünde yıkılmamasma nasıl imkân görüyorsunuz ? ..

A L Î R IZ A . — Ben eski bir adamım, anlaşmamıza imkân y o k ..


İnsanların paradan başka şeylerle mesut olabileceklerine inanarak
yaşadım, o kanaatla öleceğim . . .

SÜ REYYA. — Olabilir beyefen di.. İnsan ibâdet veya musikî


ile de mesut olabilir, çiçek veya çocuk yetiştirmekle de mesut olabilir,
fakat bunların kökü de gene etraftaki havaya ve bir miktar dünyahğa
dayanıyor beyefendi. Meselâ babasımz, çocuklarınızı kış çiçekleri
gibi serde yaşatacak değilsiniz ya. (Eliyle işaretler yaparak.) Bu ayaklı
çiçekler açık havadadır. Gam, kapı, anahtar deliği boşdur: Hele
üstelik paranız da olmazsa çocuklarınız, âhır ömrünüzde size acı bir
yaprak dökümü manzarasını seyrettirmekten başka bir şey yapam azlar.

A L Î R IZ ^ i heyecanla yerinden doğrularak. — Yok yok, çocuğum,


hayattan bu kadar ümüdimizi kesmiyelim..
S Ü R E Y Y A , hafif bir alayla. — Ö yle olur inşallah b eyefen d i...
(Memurlar toplanmaya başlarlar.)
ÎH T ÎY A R . — Süreyya Bey’ciğim sana bir ufak borcum vardı,
ayıp oldu amma, halden anlarsın. Bugün ancak iki lirasını verebile­
TÜRK TİYATROSU 245

ceğim, izin verirsen: Y oo hepsini dersen o da mümkün, buraya kadar


zahmet etmeğe hacet yok, ben seni arar bulurum.

SÜREYYA^ bir kahkaha atarak. — Ne o? Şendeki alacağım ı iste­


meğe mi geldim sandm ?..
İH T İY A R . — Yok, ama borç borçtur.

S Ü R E Y Y A . — Âlâ, gene öyle olsun, sonra v e rirsin .. Hem pek


karıştırmağa gelmez, böyle ufak işleri. . . K im bilir benim eski arkadaş­
lara ufak tefek ne borçlarım ç ık a r ... Y ahu iyi aklıma geldi, şimdi
hep beraber çıkahm, size şöyle açık bir yerde birkaç kadeh bir şey
içireyim. ^
İH T İY A R . — Benden paso, kovarlar beni bu kıyafetle götüre­
ceğin yerden.
S Ü R E Y Y A . — Y ok canım.

İH T İY A R , Alay ederek. — Seni böyle kimi kalpaklı, kimi at


hırsızı gibi bir gürûhla görürlerse, hırsız kumpanyası sanırlar.

S Ü R E Y Y A . — Y ok canım bilirler onlar adamını?

İH T İY A R . — Hakîkaten beni affet.

S Ü R E Y Y A . — Sensiz olmaz billahi, densizlik etme. (Tehdit


ederek.) Y a gelirsin, y a h u t .. .

İH T İY A R . — Zorla mı götürürsün?

SÜ R E Y Y A . — Ne söylüyordun, demin borcun mu varmış ne


bana, ya gelirsin yahut hepsini bir tahtada sayarsın şim d i.. Nasıl
geliyor musun?

İH T İY A R , gülerek. — Gelmeyip de ne halt edeceğim, Allah


cezanı versin, ( Süreyya'yı göstererek) . A h para, çay semaveri gibi fıkır
fıkır kaynatıyor, küllânbeyi. ( Onlar çıkmağa hazırlanırlarken, müdür
Muzaffer, çantasiyle kapıyı açar.)

m u z a f f e r . — M erhaba çocuklar. (Saate bakarak.) V akit mi?


(Süreyya'yı göstererek.) Ne o sen burada mısın?. .

S Ü R E Y Y A . — Arkadaşları yoklamağa geldim beyefendi.

m u zaffer . — îşler iyi gidiyor y a . .


246 EDEBİYAT LİSE I

S Ü R E Y Y A . — Yuvarlanıyoruz b eyefen di..

M U Z A F F E R , kıyafetine bakarak. — îy i yuvarlanıyoruza benzi­


yorsun.
1
S Ü R E Y Y A . — Şikâyetim yok, çok şükür.
M U J^AFFER, etrafa bakarak. — Bir hazırlık var sizde. .

S Ü R E Y Y A . — Arkadaşlarla bir yerde oturup şöyle bir iki satır


konuşalım dedik.
m u z a f f e r . — Anlaşıldı, ziyafet var, peki ama ben neye
ıskartaya çıkarılıyorum anlayalım . . .

S Ü R E Y Y A . — Estağfurullah haddimiz mi? Biz eski kapı yoldaş­


ları . . .
m u zaffer . — H alt ettin b u n d a .. . .

S Ü R E Y Y A . — Tenezzül ederseniz büyük şeref olur bizim i ç i n ..


(Gülerek.) Fakat ben gene de cesaret edemiyeceğim. (İhtiyarı göstere­
rek.) Demin baba pek hoş lâkırdı etti; ‘^ ‘Bizi böyle acaip şapkalarla
at hırsızı gibi peşine takmaya utanmıyacak mısın?,^ d e d i.. .

m u z a f f e r , gülerek. — Y ok canım ne münasebet, ben de gelir­


dim, fakat hakikaten tutuluyum bu akşam, alacağım olsun ama
atlamak y o k . .

S Ü R E Y Y A . — Haddimize mi düşmüş sizi a tla tm a k ...

m u z a f f e r ^ anladığını göstermek için. — Keserim d ilin i..


(Memurlara.) H aydi güzel eğlenin, iki satırlık lâkırdılardan birini de
benim şerefime. (İbaretle.) Atfnayı unutmayın haa, size bir de iyi
haber vereyim, demin acaip şapkalardan bahsediliyordu ya, bu
hafta içinde sizin hepinizin de birer cici şapkanız olacak, idare heyetin­
den karar aldım, size yirmişer lira şapka avansı verilecek. Hem bizim­
kisi devlet avansından da aynalı, parayı geri alm ayacağız; haydi
hepinize uğurlar olsun. ( Onlar çıkarlarken A li Rıza Bey yürür.) Hocam
bonjur, siz çıkmıyor musunuz?

A L İ R IZ A . — Biraz daha işim var.


M UZAFFER. — Ehemmiyetli m i? .. Yarm a kalmaz m ı..
A L Î R IZ A . — Kalabilir, ehemmiyetli değil, yaln ız. . .
TÜ R K TİYATROSU 247

M U Z A F F E R . — Y a lm z .. . .

A L İ R IZ A . — Sizi görmek istiyordum, o halde boş durmaktansa


bir parça çalışayım dedim ..

m u zaffer . — Geleceğimi nerden biliyordun uz?..

A L Î R IZ A . — Hastahaneye gittiğinizi, dönüşte tekrar uğraya­


cağınızı hademeden öğrendim.

m u zaffer . — îşe dair m i? ..

A L Î R IZ A . — Hayır, h u su sî.. .

m u zaffer . — Ehemmiyetli mi? D aha doğrusu uzun mu?


Çünkü uzunsa yarına bırakmanızı rica edeceğim, sizinle konuşmaktan
ne kadar zevk aldığımı bilirsiniz, fakat odamda bir iki telefondan
sonra hemen çıkmağa mecburum, şu halde izin verirseniz yarına. . . .

A L Î R IZ A . — Zannederim beş dakika kifayet edecek, af buyurun,


rahatsız ediyorum, rahatsız etmekten ne kadar çekindiğimi bilirsiniz,
fakat bu gece yatağımda uyuyabilmem için bu mutlaka lâzım . . .

m u zaffer , h a fif bir endişeyle. — Y aaa, o halde ciddî bu mesele. .

A L Î R IZ A . — Ö y le ..

m u zaffer . — Odam a geçelim diyeceğim ama bir arkadaşla


beraber geldik. . .

A L Î R IZ A . — Burada da konuşabiliriz (K u a bir sükût.) Zanne­


derim hastahaneye daktilonuz Leman’ı yoklamağa g ittin iz?..

m u zaffer . — Evet oradan g eliyo ru m ..

A L Î R IZ A . — Nasıl o ld u ? ..

m u z a f f e r . — îy i, hemen bir şeyi kalmamış, birkaç güne


kadar çıkmağa hazırlanıyor, fakat ben bir ay izin vereceğim, iyice
kendini toplaması lâzım.

A L Î R IZ A . — Biraz evvel bir kadın buraya beni görmeğe geldi,


Lem an’ın annesiym iş..

M U Z A F F E R , şaşalamış. — Annesi mi? Ne münasebet?


248 e d e b iy a t LİSE I

A L Î R IZ A . — Ben de evvelâ şaşırdım, fakat ağlayarak konuş­


mağa başlayınca. (A li Rıza ayaktadır^ Muzaffer onun masasına oturmuş,
önündeki kâğıtlarla bir şeyler karalayarak, yüzüne bakmadan onu dinlemek­
tedir.) K adın Lem an’ın geçirdiği ameliyatın benim o dakikaya kadar
zannettiğim gibi bir apandisit ameliyatı olmadığını söyledi. (M uzaf­
ferden cevaj^ bekler, alamayınca devam eder.) Söylediği doğruysa, ki doğru­
dur, yalan olmasına sebep yoktur, bu kıza kürtaj yapılmış, a f buyurun,
konuşmakta güçlük çekiyorum, kadının bana neler söylemiş olabile­
ceğini bilmem tahmin buyurur musunuz? (Muzaffer gene başını kal­
dırmadan müphem bir işaret yapar.) K ızın sizin etrafınızda nasıl döndüğü­
nü farkediyordum, fakat aklıma pek fena şey gelmiyordu, aklı başının
bir karış üstünde parmak kadar bir kız çocuğu, hele onun gibi küçük
yaşında babasız kalmış, hemen hemen kimsesiz bir çocuk, müdürünün
nezâketine yanlış mânâ verebilirdi, kendisini ona beğendirmeyi
umabilirdi, halini, vaziyetini nasıl takdir edebilecek? Bîçâre ister
misiniz bir aşk değilse bile boş bir üm it, . ( Muzaffer başım ellerinin
içine almıştır.) Ne yalan söyleyim, zihnim tehlikenin ancak bu kadar-
cığı üstünde dönüp dolaşıyordu, daha ötesini aklıma sığdıramıyor-
dum, tâ ki biraz evvel o kadın ellerime sarılarak ağlamaya başlayın­
caya kadar. . . ( Fazla konuşmaya kuvveti kalmamış gibi bir sandalyeye
çöker.)

m u zaffer , toparlanır, yapacağım kararlaştırmış gibi bir tavırla


ayağa kalkar, bir sigara yakar, sesi açık fakat onunla göz göze gelmemeğe
çalışarak. — Hocam anladım, çok utanmakla beraber, size yalan
söyleyecek değilim, hakikat maalesef daktilonun annesinin anlattığı
gibidir. (Biraz acı ve alaylı.) Eskilerin de dediği gibi, düşmez kalkmaz
bir A llah; bu skandalin, çünkü başka bir kelime yoktur, hakîkaten
skandaldir; beni zaten sarsmış olacağını tahmin edersiniz. Fakat
kadının size başvurmasına da hemen o kadar üzüldüm, Lem an’ın
ve bu meselenin ne alâkası var sizinle rica ederim, sizi rahatsız etmek
niçin?
A L Î R IZ A , ayağa kalkarak. — M üdürün bu sözlerinde hürmetkâr
memurlara karşı haklı bir şikâyet v a r . .
M U Z A F F E R . — Estağfurullah, onu demek istemiyorum, yalnız.

A L Î R IZ A . — M evkiim i ve münasebetimizi takdir etmiyecek bir


adam olmadığımı bilirsiniz. . Benimle alâkası olmayan bir işte
T Ü R K TİYATROSU 249

âmirimi tenkit etmek hakkını nereden aldığımı sormakta haklısınız,


fakat ne yazık ki bu işle benim bir alâkam var, bu Lem an’ı bana
hemen hemen sokakta kalmış babasız bir çocuk olarak ta m ttıla r.. .
K endi çocuklarıma benzeyen babasız kızı sokağın ve açlığın tehlike­
lerine karşı korumak hayâliyle elinden tutup buraya getirmiş olan
benim . . .
M U Z A F F E R . — Hocam ellerinizi öpeyim, şu amirlik, memurluk
işini bir tarafa bırakalım, ne münasebet canım; biz âmir, memur
m uyuz? Biz âdeta baba-oğul gibiyiz. Düşününüz en müşkül bir
günümüzde bize olan iyiliklerinizi, babam Am asya’ya sürüldüğü
zam an intihar edecek kadar meyus ve hastaydı, siz mutasarrıftınız.
O na kardeş gibi kollarınızı açtımz sadece ona değil, bana senelerce
babalık ettiniz, hocalık ettiniz, düşünün bir kere, bir memleketin
mutasarrıfı makam odasında resmî işlerini bırakıyor, bu sürgünün
çocuğuna senelerce fransızca ve hesap okutuyor..

A L Î R I^ A . — Estağfurullah çocuğum, o mutasarrıf da yıllarca


memleket memleket dolaşıp yıprandı, ihtiyarladı, günün birinde
kimi eşikte kimi beşikte beş çocukla İstanbul’a düştü. İstanbul gerçi
onun memleketiydi, fakat orada bir sürgünden daha yalmzdı, o
zam an da siz ona elinizi uzattımz, kimsenin artık yüzüne bakmak
istemediği fakir mütekaidi değerinin çok üstünde bir aylıkla şirketi­
nize mütercim yaptınız, şayet ona ufak bir borcunuz oldu zannedi­
yorsanız bunu şahâne bir tarzda ödediniz, sizden gördüğüm hürmeti
unutmak mümkün m ü?. .
M U Z A F F E R . — A li R ıza Bey, sizin kadar çahşkan ve terbiyeli
bir memura kim olsa öyle y a p a ca k tı.. .
A L Î R IZ A . — A ltı sene benim gibi yaşlı bir adamın hayatında
büyük şeydir, bir tanesi müstesna, çocuklarımı hemen hemen meydana
çıkardım, bunlar sizin lûtfunuzla olmuştur. ^Muzaffer Bey, görüyor­
sunuz ki sizden gördüğüm iyiliği inkâr etmiyorum, bununla beraber
bu acı meseleyi sizinle konuşmaya mecburdum, bu kızın kırılmış
şerefini nasıl tam ir etmek fikrindesiniz?
m u z a f f e r , A li Rıza'yı zorla ellerinden tutup oturtarak. — O turu­
nuz allahaşkınıza, şimdi siz de 'beni dinleyin. A li R ıza Bey, siz bu
dünyada hemen hemen eşi kalmamış bir meleksiniz. Bu Leman
vak’ası acıdır, fakat zihninizde büyüttüğünüz kadar fevkalâde bir
250 EDEBİYAT LİSE I

şey değildir. Her gün, her yerde, birçok emsali görülen bir vak’adır.
Anladığıma göre, ne yapacağımı sormakla bana bu kızla evlenmeyi
teklif ediyorsunuz, olacak şey mi A li R ıza Bey?. Bu Lem an’ın benden
evvel kaç kişiyle düşüp kalktığını biliyor musunuz?

A L Î R I^ A . — Beyefendi oğlum, Leman ne de olsa iyiyi henüz


ayırdetmeğe kudreti olmayan bir kız çocuğu k i. ..

m u z a f f e r . — Size daha açık söyleyim A li R ıza Bey, kürtajla


alınan çocuğun babasının da kim olduğu şüpheli, kuvvetle zannedi­
yorum ki, bunu biraz evvel ağlayarak ellerinize kapanan anası da
biliyor, fakat muh.emel babaların şimdilik en prezantabl olanı ben
olduğum için bu şeref bana hasrediliyor. İğrenç bahsi sizinle bu kadar
açık konuşurken yerin dibine giriyorum, ama ne yapayım ki ben
de buna mecburum, başka yol y o k ..
A L Î R IZ A . — îşin bu kadar mahrem taraflarına girmeyi zaten
düşünmedim çocuğum, demek bu zavallı kıza yapılacak hiçbir şeyimiz
yok, öğrenmek istediğim sâde buydu.

M U Z A F F E R . — Onu biz aramızda çoktan hallettik, tazminat


vereceğim.

A L Î R IZ A . — Para tazminatı mı?

m u z a f f e r , istemeden gülerek. — Bu zam anda paradan daha


ciddî bir muavenet olabileceğine inanıyor musunuz? Biz Leman’la
dakkor kalmıştık, fakat annesi. (Tekrar ciddileşerek.) Şimdi izninizle
ben de size bir sual sorayım, ben de sizin bir oğlunuz sayılırım, kendi
oğlunuzun da böyle ne idiği belirsiz, yahut iyisi lüzumundan fazla
belli bir Lem an’la bir macerası olduğunu farzediniz, onu oğlunuzun
karı diye almasına, sizin böyle bir kızı gelinim diye bağrınıza, nur
gibi kızların arasına karıştırmanıza imkân var m ı?. . Cevap istiyorum
A li Rıza Bey. . .
A L Î R IZ A , zihni karışmış, elleriyle gözlerini kapayarak düşündükten
sonra. — H ayır, hakkınız var. . .

M U Z A F F E R , sevinçle. — O halde a n la ştık ...

A L Î R IZ A , gözlerini açarak. — H ayır anlaşmadık. Oğlum böyle


bir şey yapsaydı, onu reddederdim, bir daha yüzüne bakm azdım ..
T Ü R K TİYATROSU 251

m u z a f f e r . — A li R ıza Bey, tabiî olalım, makul olalım,


tekrar ediyorum, bunlar ana kız parti vurmak istiyorlar, sökmedi,
fakat buna mukabil onlara ümitlerinden çok para yardımında bulu­
nacağım, kendisi de anası da sıkıntıdan kurtulacaklar. ..
^A L Î RIZ.A, dinlemeyerek. — Y azık oldu, yazık oldu. .
m u zaffer . — H ayır yazık olmadı inanın b a n a ..
A L İ R IZ A , hafifçe boynunu yana eğerek gülümser. — Onlar geçti
artık, benim acıdığım onlar değil, kendi çocuklarım . . .
M U Z A F F E R . — Ne demek?
A L Î R IZ A . — Çünkü artık sizden ayrılmaya m ecb u ru m ..
m u zaffer . — R ica ederim beyefendi, size ne yaptım?
A L Î R IZ A . — Bilâkis şimdiye kadar bana iyilikten başka bir şey
yapmadınız, demin de söylediğim gibi, en düşkün zamanımda
elimden tuttunuz, uzun memurluk hayatımda hiç kimseden görme­
diğim hürmeti gösterdiniz, fakat elimle buraya getirdiğim bu kızın
başına bu hal geldikten sonra, nasıl kalırım, ne der herkes bana?
Belki hattâ şimdiden ne diyorlar? Oğlum böyle bir şey yapsa red­
dederim, dedim, siz de bir oğlumsunuz, reddediyorum, bundan tabiî
bir şey olamaz, bu ekmeği çoluk çocuğuma nasıl y ed iririm ?..
m u zaffer . — R ica ederim A li Rıza Bey, beni de söyletin. .
A L Î R IZ A . — Zahmet etmeyin, ne söyleyeceğinizi biliyorum,
bunlar belki doğrudur da, fakat benim ihtiyar kafamın alacağı şeyler
değil. (Parmağı ile takvimi göstererek). Ne tuhaf tesadüf, son ayhğımı
biraz evvel aldım, yarın artık gelmiyeceğim..
m u zaffer . — A li R ıza Bey görüyorum ki ne söylesem nafile,
hiç olmazsa size başka türlü nasıl bir yardımda bulunabileceğim .. .
A L Î R IZ A , sözünü keserek. — Artık sizden hiç bir yardım kabul
etmemeğe mecburum, üzülmeyin benim için, elbette bir kolayını
bulurum. .
m u zaffer . — Tekrar görüşecek miyiz, hiç olmazsa?
A L Î R IZ A , gülmeğe çalınarak ve kâğıtlarını toplıyarak. — Elbette
çocuğum, elbette sizi görmeye, geleceğim, gene görüşeceğiz, ona ne
şüphe, ona ne şüphe..
( Bu son sözler esnasında ortalık kararır.)
252 EDEBİYAT LÎSE I

[Derste zamandan kazanmak ve sorulara derli-toplu cevap


vermek için metin öğrenciler tarafmdan evde önceden okunmalıdır.]

SORULAR:

ı) “ T ab lo ” kelimesi ne mânâya gelir? Yazar neden şahıslarm konuşma-


smdan önceki kısma bu adı veriyor? Tiyatro ile tablo arasında ne gibi bir benzerlik
vardır? Bu benzerliği ifâde eden bir kelime bulunuz!
2) Yapılan bu yer tasviri ile orada yaşayan insanlar arasında bir münasebet
var mıdır? Bu tabloya bakarak orada çalışan insanların durumu hakkında bir
fikir edinebilir misiniz?
3) Okuduğunuz parçaya göre Süreyya, A li R ıza Bey ve Muzaffer’in şahsiyet
ve karakterlerini belirtiniz.
4) Süreyya’nın Altmyaprak şirketinden ayrılmasının sebebi nedir? Şimdi
hangi iş ile uğraşıyor? Yaptığı iş ahlâka uygun mudur? Gümrükten mal kaçırmak
ahlâka aykırı bir hareket değil midir? Süreyya bu suretle devletten, yani milletten
para çalmış olmuyor mu? Süreyya’nın yaptığı tarzda para kazanmanın namus
ve şerefle bir ilgisi var mıdır?
5) Süreyya, bu ahlâk düşüklüğünü tarihî hâdiselere bağlıyor. Bu tarihî hâ­
dise nedir? “ Şerâit-i hayâtiye” , şerâit-i İktisâdiye” sözlerinden ne anlıyorsunuz?
6) İnsan hayatta aklı, zekâsı, çalışkanlık ve kabiliyeti ile namuslu olarak
para kazanamaz mı? Bir doktor, bir mühendis veya bir işçi ile bir hırsıza aynı
gözle bakabilir misiniz? Hırsızlan, “ şerâit-i hayâtiye” , “ şerâit-i İktisâdiye” sözleri
ile namuslu, göstermek mümkün müdür?
7) Şirketin müdürü Muzaffer Bey, ahlâklı bir insan mıdır? Ahlâk bize bir­
takım sorumluluklar yükler mi? Başkalarını felâkete sürükleyenlere iyi bir gözle
bakabilir m iyiz? Bizden âciz insanları ezmek mi, yoksa kurtarmak ve yükseltmek
mi daha şereflidir?
8) A li R ıza Bey’in şahsiyet ve özelliğini yapan nedir? Kendisini sorumlu
hissediyor mu?
9) Okuduğunuz parçada, şahıslar, fikir ve duygularını anlatırlarken bazı
benzetme ve mecazî ifâdelere başvuruyorlar. Arada argo sayılabilecek sözler de
kullanıyorlar. Bunları bulunuz ve mânâlarını açıklamaya çalışınız.
10) Piyesin yazarı hakkında bilgi toplayınız. Reşat Nuri, bu eserinden başka
hangi eserleri yazmıştır? En ünlü eseri hangisidir?
TÜ R K TİYATROSU 253

BEHÇET NECATÎGtL (1916

YOL
I

(Ayak sesleri. Terde, ağaçlarda yaprak hışırtıları),

B ÎR ÎN C Î E R K E K — Park ne güzel değil mi? Derinlerine


daldıkça daha da güzelleşiyor.
B ÎR ÎN C Î K I Z {uykulu^ bezgin) — Evet, güzel.
B ÎR ÎN C Î E R K E K — Seninle ne kadar yürüsem bıkmayacağım
güzelliğinden.
B ÎR ÎN C Î K I Z (deminki gibi) Parkın mı?
B ÎR ÎN C Î E R K E K — Senin ve parkın.

(Kısa bir sessizlik. Yalnız ayak sesleri).


B ÎR ÎN C Î E R K E K — Neye konuşmuyorsun?
B ÎR ÎN C Î K I Z — Bilmem.
B ÎR ÎN C Î E R K E K — Yoruldun mu?
B ÎR ÎN C Î K I Z — Çok. Bu kaçıncı gece? V akit varken geri
dönsek; zaten çok geciktik. Sonu yok bu parkın.
B ÎR ÎN C Î E R K E K — Yürüyoruz; fena mı?
B ÎR ÎN C Î K I Z — Yerinde saymaya benziyor. Boşuna yorgun­
luk. Bir çıkış kapısı bulsaydık bari. Bu gidişle giriş kapışım aramaya
kalksak, korkarım onu da bulamayız.
B ÎR ÎN C Î E R K E K — H ayır h a y ır .. . îlerde elbette başka bir
kapı vardır; oradan çıkarız. Parklarda yalnız bir kapı olmaz ki!
B ÎR ÎN C Î K I Z — A caba? Dönüp dolaşıp hep aynı yerlerden
geçmiyor muyuz?
B ÎR ÎN C Î E R K E K — Nerden biliyorsun? Karanhk. Seçil­
miyor ki!
B ÎR ÎN C Î K I Z — Karanhk artıyor. Korkuyorum. Hem artık
çok yoruldum.
254 -EDEBİYAT LİSE I

(Yaklaşan yankılı ayak sesleri.)

P A R K B E K Ç ÎS Î (tok, hâkim bir sesle konuşur.) — Size daha


önce de rastladım. Bu kaçıncı geçişiniz aynı yerlerden?
B ÎR ÎN C t E R K E K — Biz hep ilerliyoruz; geri döndüğümüz
yok kil
P A R K B E K Ç tS i — Size öyle geliyor. Bu parka girenler hep
ilerlediklerini sanırlar; dolap beygiri gibi aynı yuvarlak içinde dö­
nerler, farkında olmazlar.
B lR Î N G l E R K E K — Elbet çıkış kapısını buluruz. Olmazsa
siz söyleyin; ne yanda o kapı?
P A R K B E K Ç iS l — (Küçümseyerek güler.) — Yok öyle bir kapı.
Bu parklara g irilir. . . ve çıkılmaz.
B ÎR ÎN C t K I Z (uykulu, bezgin.) — Gecelerdir yürüyoruz. A r­
tık yoruldum.
P A R K B E K Ç ÎS Î — Bir o kadar daha yürüseniz boşuna. Y ok
bunun sonu. Bu yol sapa, çıkmaz. Geri dönün, ana caddeye çıkın,
oradan yürüyün dosdoğru!
B ÎR ÎN C Î K I Z — Parkın giriş kapışım bulam ayız; karanhk
çoğaldı.
P A R K B E K Ç ÎS Î — Siz iyi insanlara benziyorsunuz; ben sizi
götüreyim parkın başına kadar.
B ÎR ÎN C Î K I Z — N ’olur götürüverin! Biz tek başımıza bula­
mayız. Artık çok yoruldum; karanhk da çoğaldı.
B ÎR ÎN C Î E R K E K (küçümser) — Zahmet etmesin, biz bulu­
ruz.
B ÎR ÎN C Î K I Z — Bulamayız! N ’olursun beni dinle! Bu yolun
sonu yok.
P A R K B E K Ç ÎS Î — Yoktur. Ben de bilmezsem kim bilecek.
Elli yıldır bu parkın bekçisiyim. Ben de bilm ezsem ...

(Sesler erir. Kısa bir sessizlik.)


TÜ R K TİYATROSU 255

II
(H ızlı ayak sesleri.)

IK Î N C Î K I Z (ağlamaklı) — Söylüyorum; beni dinlemiyorsun:


Çıkalım buradan. Yolum uzu kaybettik. Bu kaçıncı gece? Eve ne
yüzle döneceğim?
İK ÎN G Î E R K E K (sert) — Gel diyorum; dinle beni, yürü!
ÎK ÎN C Î K I Z (yalvarır) — Ne dedin de yapmadım şimdiye
kadar? A m a anla artık; sonu yok bu parkların! Ben yalnız dönece­
ğim; bırak beni!
Î K Î N C i E R K E K (sert) — Benimle geleceksin; gidemezsin!
(Yaklaşan^ yankılı ayak sesleri.) Bekçi, gene mi sen? Y ok mu senden
kurtuluş?
P A R K B E K Ç iS l — Yok! Ben bu parkın bekçisiyim; söyledim
size, beni dinlemediniz; son defa söylüyorum; siz de gelin! Bakın,
sizin gibi iki kişi daha.
B ÎR ÎN G i K I Z — Allah razı olsun Bay Bekçi’den. Yolum uzu
kaybettik, o bizi giriş kapısına götürecek; siz de gelin! Bu parkın
sonu yok! Bay Bekçi de s ö y lü y o r...
P A R K B E K Ç İS İ (sözünü keser) — Sonu yok.
B İR İN C İ E R K E K (sertçe) — Hadi, Bekçi biliyor, diyelim,
sen nerden biliyorsun?
B İR İN C İ K I Z — Sezgim yanıltmaz beni. Girmeden önce baş­
kalarından da duymuştum, yaşlılardan. Sonra, şimdi şimdi akhma
geliyor, kitaplarda da okumuştum.
İK İN C İ K I Z — Ben de! Duymuştum, biliyordum, nasılsa
unuttum girerken. Sonra da iş işten geçti^
B İR İN C İ K I Z — Geçmedi. Bay bekçi götürecek bizi; onunla
gidelim. Bu parkın sonu yok. İlerisi daha da karanlık.
İK İN C İ K I Z — Tehlike gittikçe artıyor, dönelim! llersi daha
da karanlık.
B İR İN C İ K I Z — Doğru. 'Tehlike artıyor. Şimdi hatırhyorum.
Böyle yerlerde hep biraz korku, biraz kan ve çok hayâl kırıklığı
var demişlerdi.
256 EDEBİYAT LİSE I

P A R K B E K Ç ÎS Î (yumuşak) — Daha fazla korkmayın diye


söylemedimdi. Öyledir. Eğilin bakın yaprakların altına; karanlıkta
bile görürsünüz. ( Yerde sağa sola itilen kuru yaprak hışırtıları.) Bakın,
bunlar sizden öncekilerden kalma. Arada sizinkiler de var. Gelin,
iş işten geçmeden götüreyim sizi!
ÎK ÎN G Î E R K E K (sert) — Sen bakma Bekçi’ye; gel benimle!
Geleceksin! . . .
ÎK ÎN G Î K I Z (yalvarır) — N ’olursun bırak beni! Sen yalnız
git!
ÎK ÎN G Î E R K E K — Korkuyorlar, onlar dönsünler geri. Biz
devam ediyoruz. Y ürü!
B ÎR ÎN G Î K I Z — Bay Bekçi, bırakmayın onları, yetkinizi kul­
lanın, onları da çevirin yollarından.
P A R K B E K Ç ÎS Î (üzgün) — Elimden ne gelir? Ben söyledim
gerekeni. Siz de söylediniz. Ötesine karışamam.
ÎK ÎN G Î K I Z (uzaklaşmış) — Siz gidin, siz gidin! Ne yapayım
bırakmıyor. Kaçsam öldürür ben i! Artık çok g e ç ! Siz gid in . . . (Sesi
uzaklarda dağılır. Kısa bir sessizlik. Sonra ayak sesleri. Terde ağaçlarda,
yaprak hışırtıları.)
P A R K B E K Ç ÎS Î — îşte geldik. Giriş kapısı burası. Buradan
çıkabilirsiniz.
B ÎR ÎN G Î K I Z (sevinmiş) — Ne çabuk geldik.
P A R K B E K Ç ÎS Î — Kestirme yolları bilirim ben. Elli yıldır
bu parkın bçkçisiyim.
B ÎR ÎN G Î K I Z — Şimdi ne yapacağız?
P A R K B E K Ç ÎS Î — Bundan sonrasına ben karışmam. G öre­
vim burada biter. Güle Güle, güle güle, (Sesi uzaklarda erir. Kısa bir
sessizlik.)
B ÎR ÎN G Î K I Z — Sen sevinmedin mi feraha çıktığımıza?
B ÎR ÎN G Î E R K E K (sıkıntılı) — Daha belli değil nereye çık­
tığımız! Sanki parktan farklı mı burası? Parkın ilersi de pekâlâ ay­
dınlığa çıkardı.
B ÎR ÎN G Î K I Z — Çıkm azdı; gördüm ötekileri, yollarını nasıl
kaybetm işler.. . .
T Ü R K TİYATROSU 257

B İR ÎN C l E R K E K — Onlar cesaretlerini kaybetmişler, yol­


larını değil. Bak, şimdi sokaktayız, ama gene karanlık her taraf. Ne
yana gitsek ki? (Kaldırımlarda ayak sesleri) Bir süre ayrı yönlere gitsek
bulamaz mıyız yolu? Sonra döner gelir, burada buluşurduk; yolu
bulan götürürdü ötekini.
B ÎR ÎN G Î K I Z — Olm az. Gözüm korktu; gidersek beraber
gideriz. Beni bırakamazsın!
B ÎR ÎN G Î E R K E K — Issız bir sokak. Yürüyelim b a k a lım ...
(sesler uzakladır.)

III
(Kaldırımlarda telâmla yaklaşan ayak sesleri.)

Ü Ç Ü N G Ü K I Z (kendi kendine konuşur) gibi — Nerelerde kaldı?


Ben şimdi gelirim, demişti. Hava da ne çok karardı! Ben şimdi geli­
rim, demişti. Yolu bulur, gelir seni alırım bekle,! demişti. Nerelerde
kaldı? Ortalık daha da k a ra r d ı!... (Sesini yükseltir.) Şey affeder­
siniz, buralarda bir erkek vardı, gürdünüz mü? Uzun boylu,
siyah saçlı, ben yaşta bir e r k e k ... Gördünüz mü?
B ÎR ÎN G Î K I Z — Görmedik, biz buraların yabancısıyız. G it­
mek istiyorduk, acaba, ana cadde ne tarafta?
Ü Ç Ü N G Ü K I Z (uzaklaşarak) — Ben şimdi gelirim, demişti.
Ayrılm ayın. K aranlık. Kaybolursunuz!
B ÎR ÎN G Î E R K E K (seslenir) — Ayrılsak da sonra burada bu­
luşmak için ayrı yönlerde gitsek, yolu bulamaz nuyız?
Ü Ç Ü N G Ü K I Z (daha da uzaklaşmamış) — Biz bulamadık. Bu-
lamazsımz. Nerelerde kaldı? Ben şimdi gelirim, demişti. Ayrılm ayın!

( Kısa bir sessizlik.) '

B ÎR ÎN G Î K I Z — îşte bizim gibilerden biri. Duydun, ne dedi?


B ÎR ÎN G Î E R K E K — Onlar birbirlerini kaybetmişler, yolu
değil. Ayrı yönlerde gitmek de sonunda aynı kapıya çıkar; buluşma
noktasında anlaşmaya bağlı. ,
258 EDEBİYAT LÎSE I

B İR ÎN C Î K I Z — Y a buluşacağımız yeri unutursak? Y a iki­


mizden biri dönüp gelmezse? Ötekini almaya gelmezse? K ız ne dedi?
Ayrılmayın, bırakmayın birbirinizi. . . dedi. Beraber olmanın tek
çâresi, artık bu sokağı birlikte yürümek.
B ÎR ÎN C Î E R K E K — Önce de yürüyorduk, yürüdük!
B İR İN C İ K I Z — Fakat tek yolda, bu yolda yürümek.
B İR İN C İ E R K E K — Dursak burada, daha hiç yürümesek!
(Kısa bir süre klaksiyon sesleri.)
S E SL E R — Durmayın, yürüyün, çekilin yoldan! Yürüyün,
durmayın, yol verin !
B İR İN C İ K I Z (şaşırmış) — Neredeyiz?
(Bir düdük öter. Yaklaşan ayak sesleri.)
P O L İS — K enara çekilin, kenara! Y o l ortasında durmayın
lütfen! T rafiğe engel oluyorsunuz!
B İR İN C İ K IZ (şaşırmış) — Hangi yol! Y ola mı çıktık biz?
P O L İS — Y o l tabiî. Ana cadde. K alabalığı görmüyor musu­
nuz? Y a bu sesler? Arabalar sizi bekliyor.
B İR İN C İ E R K E K (şaşırmış — Paki ama, karanlık burası!
P O L İS — Bu yol böyle bir yol. Ne yapahm, böyle bir yol.
(Sabırsız klakson sesleri.)
B İR İN C İ K I Z (telâşlı) — Bilmiyorduk, yabancıyız, ne yana
gitsek ki?
P O L İS (çabuk çabuk) — Doğru yürüyün. Sonunda, sonunda. ..
Işıklar ilerde! Durm ayın! Kenardan yürüyün! Durm ayın!
(Klakson sesleri. Uzaklaşan taşıtların gürültüsü.)
B İR İN C İ E R K E K — Bay Polis, biz sizi daha önce de gördük
galiba parkta.
P O L İS (h a fif güler) — Hiç sanmıyorum. A m a haklısınız bir
bakıma. Bu şehirde emniyeti sağlamakla görevliler, birbirimize ben­
zeriz. Üniformalarımız benzer de ondan belki.
B İR İN C İ K I Z — Hayır hayır; biz sizi bir yerden tanıyoruz.
P O L İS — Daha önce geçtinizse bu yoldan, görmüşsünüzdür.
Ben elli yıldır burada çalışırım. (Klakson sesleri.) Neyse, neyse., siz
TÜ R K TİYATROSU 259

iyi insanlara benziyorsunuz; fena örnek olmayın lütfen: Durm ayın


yol ortasında.
(Bir düdük öter, Geçip giden taşıt sesleri. Sonra kısa bir sessizlik.)
B İR İN C İ E R K E K — Sanki parktan çıktık da iyi oldu! Sonu
yokmuş; lâf!
B İR İN C İ K IZ — Burası da karanlık. Am a duymadın mı;
ana yolmuş. Yürüyelim, elbet aydınlanır ilerde. (Esner) Çok yor­
gunum, çook!
(Yaklaşan ayak sesleri.)
Y A Ş L I K A D IN — Gecenin bu saatinde durmayın burada,
kızım !
Y A Ş L I E R K E K — Gidin buradan, oğlum! Daha da geç ol­
madan yuvanıza yatağınıza gidin!
Y A Ş L I K A D IN (uzaktan) — Yatağınıza gidin!
YAŞLI ERK EK (uzaktan) — Y a ta ğ ın ız a ... (Sesi erir. Kısa
bir sessizlik.)
B İR İN C İ K I Z (esner) — Çok yorgunum, çook! Yanım ızdan
geçenler yatağınıza gidin, dediler. Sahi, önce yatacak bir yer bul­
malıyız kendimize,.
B İR İN C İ E R K E K — Ben yorgun değil miyim sanki? Evet,
yatıp dinlenmemiz gerek; çok yorulduk. Buralarda bir otel olmalı.
'A rayalım bakalım. . . {Sesler erir.)

YOL
AÇIKLAMALAR VE SORULAR:

Okumuş olduğunuz parça, şair Behçet Necatigil’in (Do­


ğumu 1916) radyo için yazdığı Tol adlı kısa oyunundan alınmış­
tır. Y azar bu oyununu başka kısa oyunlarıyle birlikte Üç Tu­
runçlar adı altında yayınlanmıştır (1970).
Okuduğunuz parçada şahısların adları, sosyal durumları
ve meslekleri belirtilmemiştir. Y azar için önemli olan bunlar
değildir. Ona göre önemli olan, genel olarak insanların hayata
alışılmışın dışına çıkmaktan doğan korku, endişe, çevreyle olan
münasebetleridir.
26o EDEBİYAT LlSE I

Alıştığımız yollan ve insanları iyi bildiğimiz için, onlar


bizde bir tedirginlik duygusu uyandırmazlar. Alışılmışın dışına
çıkınca da her şeyi yadırgarız. Y azar oyununda alışılmışın dışına
çıkmak isteyen bir kız ile erkeğin duygularını “ sembolik” olarak
anlatıyor.
E debî eserlerde “ sembol” önemli bir yer tutar. Sembol,
bir nevi mecazdır. M ecaz gibi sembol de, kelimenin gerçek
mânâsından ayrı bir mânâ taşır. Sembolü mecazdan ayıran
fark, mânâsının daha kapalı olmasıdır.
ı) Okuduğunuz parçada park ve yol, gerçek mânâların­
dan farklı bir mânâ taşıyor. Acaba yazar onlarla neyi anlatmak
istiyor?==- ^ V- V . ,*v,
2)' iCiz ile erkeğin park ve yol karşısında aldıkları tavır .
aynı mıdır? v.., K-u " ^
3) Y a za r park ve yolu neden karanlık göstermiştir? K a ­
ranlık neyin sembolüdür? ^ ^
4) Sizce hayatta “ dolap beygiri gibi” hep aynı yolda do­
laşmak mı doğrudur, yoksa korku verici olsa da, bilinmeyen
yollara gitmek mi? Bunlardan hangisi bizi “ yeni’’ ve “ ileri” ye
götürür?
5) Park bekçisi, neyi temsil ediyor? Park bekçisi, bilin­
meyen yollara gidebilir mi?
6) Okuduğunuz parçada bir “ ilerleme” mi, yoksa .“ boca­
lam a” mı söz konusudur? Sizce bu “ bocalam a” nm sebebi ne
olabilir?
7) Bilinmeyen, karanlık yollara gitmek isteyen bir insan­
da ne gibi meziyetler olmahdır? Sadece cesaret, başarı için
yeterli midir?
8) Okuduğunuz parçada bütün kelimeleri bildiğiniz hal­
de yazıyı anlatmakla neden güçlük çekiyorsunuz? Bu anlaşıl­
mazlıkla, konu arasında bir münasebet var mıdır? Anlaşılmaz­
lık karşısında nasıl davranmalıyız? Ondan vazgeçmek mi,
yoksa onu anlamaya çalışmak mı doğru olur? Bunlardan han­
gisi zekâyı geliştirir?
S.BÖLÜM

DENEME VE FİKİR YAZILARI


I. İSLÂMİYETTEN ÖNCEKİ DEVİR

insan düşünen bir varlıktır. H ayvanlar içgüdülerine göre, in­


sanlar düşüncelerine göre hareket ederler. Edebiyatta duygu ve hayâl
kadar, düşünce de büyük bir yer tutar.
Edebiyatta düşüncenin küçük birimi, halk dilinde yaşayan
“ atasözleri” dir._
Atasözleri, çeşitli konularda söylenilmiş kısa, çarpıcı cümle veya
mısralardan ibarettir.
O nlar.bize tecrübeye dayanan ve unutulmaması gereken haki­
katleri bildirirler. Okum a yazm a bilmeyen halk, büyük bir değer
verdiği atasözlerine uyar.
Atasözleri kısa, öz, çok defa mecazlı, çarpıcı ifâdeleri ile, bir
şiir gibi edebî bir değer taşırlar. Yalnız onları kimlerin, ne zaman
söylediği belli değildir.
Okur-yazarlar bazı düşünceleri geliştirirler. Bu geliştirmeler
birkaç sahife olabileceği gibi koca bir kitap da teşkil edebilir.
Fikirlerini geliştiren adamlara “ fikir adamı” veya “ mütefekkir”
deriz. Filozoflar, fikirlerini en düzenli ve en geniş şekilde geliştiren
fikir adamlarıdır.
^ Medeniyetlerin ilerlerne ve değişmesinde fikir adamlarının bü­
yük rolü olmuştur.
Fikirler de hayat şartlarına göre değişirler. Türk edebiyatında
fikir ifâde eden yazılara çok eski çağlardan beri rastlıyoruz.
Aşağıda bunlardan bazı örnekler vereceğiz:

T O N Y U K U K ’D A N D Ü Ş Ü N C E L E R

Göktürk devletinin kurucularından olan vezir Tonyukuk 720-


725 yılları arasında diktirdiği âbidelerde, hâdiseler arasında bazı
düşünceler ileri sürer.
262 EDEBİYAT LİSE I

Ç in esareti altında yaşayan Türkler isyan ederek müstakil bir


T ürk devleti kurmağa karar verdikleri zaman, henüz zayıftırlar.
Y edi yüz kişiden ibârettirler. Bunlardan bir kısmı yaya, bir kısmı
atlıdır. Tonyukuk’a da kendilerine katılmasını söylerler. Tonyukuk
bu harekete katılmağa karar verir. O nu bu karara sevkeden, eski
bir atasözü olan şu düşüncelerdir:
“ Z a y ıf boğa ve semiz boğa arkada tekme atsa, semiz boğa, za­
y ıf boğa olduğu bilinmezmiş derler.”
Bu atasözü, zayıf görünen bir kimsenin de hayatta başarı gös­
terebileceğini ifâde eder. Yunus Emre bu fikri bir şiirinde şöyle ifâde
etm iştir:

Bir sinek bir kartalı kaldırdı vurdu yere


Yalan değil bu gerçek ben de gördüm tozunu

Tonyukuk âbidesinde dikkati çekici başka bir fikir daha vardır:


“ Y ufka olanın delinmesi kolay imiş, ince olanı kırmak kolay,
înce olan zor imiş” .
Eski bir atasözü olan bu düşünce, insanların birleşince yıkılmaz
bir kuvvet haline geleceğini belirtir.
Tonyukuk aslında bir “ fikir adamı” değildir, bir “ hareket ada-
mı” dır. Fakat “ hareket” de ^‘düşünceye” dayanır. Kitâbeler bize
Tonyukuk’un düşünceleriyle devletine hizmet ettiğini gösteriyor.
SEKiZ YÜKMEK

Dinler, esas itibariyle inanç ve ibâdet sistemleridir. Fakat her


din, kâinat, hayat, insan ve cemiyet hakkında birtakım görüşler
ileri sürdüğü için, insanları bu konular üzerinde düşünmeğe şevket­
miş ve bu düşünceden felsefe doğmuştur. Şiir, hikâye kitapları olduğu
gibi, fikir ve düşünce kitapları da vardır.
Buda dinini kabul eden U ygur Türkleri arasında “ Sekiz Yük-
mek” adı verilen öğretici kitap en yaygın olamdır. Bu kitapta, Bodi-
satva adı verilen din adamları Buda’ya hayatın mânâsı hakkında
bazı sorular sorarlar. Buda onlara bu konuda bilgiler verir.
Aşağıda okuyacağınız parçada, bir Bodisatva’nın sorduğu so­
rudan bir kısım alınmıştır.
“ Tanrım, Çam budivin adı verilen bu yeryüzündeki canlılar,
en önceki sayısız on binlerce âlemden gelerek bugüne kadar nesilden
nesile durmadan doğmak ve ölmek suretiyle gelip geçiyorlar. Bun­
ların arasında bilgili olan az, bilgisizler çok. Buda’ya, şeriata (dinî
kâidelere) inanan canlılar az, şeytana, büyüye inanan canlılar çok.
Tem iz anlayışlı canlılar az, inancı bozuk olanlar çok. iyilik için
çalışanlar az, kötülüğe davranan, tembel (ihmalci) canlılar çok.
Uzun yaşayan canlılar az, vakitsiz ölen canlılar çok. Murakabeye
(dinî düşünceye) kendilerini veren, geniş düşünceli canlılar az, da-
ğ ^ k gönüllü, yanhş düşünceli canlılar çok. Zengin varlıklı canlılar
a * yoksul canlılar çok. Uysal, yumuşak iyi huylu canlılar az. Sert,
kaba, haşin canlılar çok. Dürüst (ahlâklı) canlılar az, hilekâr canlılar
çok. T am bilgili, dünya malına, mülküne değer vermeyen canlılar
az. Hiç bir şey bilmeyen, herşeyi isteyen canlılar çok. Cömert canhlar
az, sadaka vermek bilmeyen canhlar çok. Onun için bu dünyadaki
canlılar saadetten mahrum bedbahttırlar. Tanrım ! Onun için vü­
cutları durmadan azdırap çeker. Her ülkede, her şehirde, beğleri
veya yaşlıları (onları idare edenler) onlara zulüm ve tahakküm
ederler, h afif suçları olduğu halde, ağır cezalara çaptırırlar. Halk,
kendi bahtsızlığı, nasipsizliği yüzünden yoksul kalır, çok zahmet
çekerek bir şeyler kazanm aya çalışır ama, eline bir şey geçmez. Taze
ekini bitmez, çıplak boğazı aç kalır. Bilmez, anlamaz ki, onu bu
264 EDEBİYAT LİSE I

hale düşüren daha önceki âlemde işlediği günahlardır. “ Ben İçendi


işlediğim fenahklar yüzünden bu eziyetlere düşüyorum” demez de,
yere, göğe, Buda’ya, ülkeye, hana, beye kızar, öfkelenir. “ Bana
saadet vermez, beslemez” diye söylenir.
Buda, (bu sözleri) söyleyen Bodisatva’yı överek şöyle dedi:
Yerde, gökten en değerli varhk insandır, insan daima doğru
olan yolda yürümelidir. Böyle yaptığı zaman, gerçekten insan olur.
Dini insan süsler, din de insanı yükseltir. Hangi canlı varlık dine
sığınırsa, o devlet ve saadete ere. Canlı varhklar çok ıztırap çektik­
ten sonra, iyi davranırlarsa, insan vücûduna bürünürler” .

SORULAR:

ı) Dinler sadece inanç ve ibâdetten mi ibârettir? Din insanları düşünmeğe


sevkeder mi? Bizim dinimiz olan İslâmiyet içinde büyük filozoflar, fikir adamları
yetişmiş midir? Bunlardan hangisinin adını biliyorsunuz?
2) Yukarıki parçada Bodisatva insanları kaç kısma ayırıyor? Sayıları az
olan canlı varlıklar ile sayılan çok olan canlı varlıklar arasında nasıl bir fark vardır?
3) Bodisatva’ya göre insanların ıztırap çekmelerinin sebebi nedir? İslâmi­
yet’te insanların doğmadan önce başka hayatlar yaşadıkları inancı var mıdır?
4) “ Dini insan süsler” sözünden ne anlıyorsunuz? Bu fikri örnekler vererek
açıklayınız.
5) “ Din insanı yükseltir” sözü üzerinde düşünerek kısa bir yazı yazınız.
ESKÎ TÜRK ATASÖZLERİ

Aşağıdaki atasözleri Kaşgarlı M ahm ud’un sözlüğünden alın­


mıştır. Öğrencilerin eski Türk dili hakkında fikir edinmeleri için
asıllan da verilmiştir.
Atasözleri bir milletin hayat felsefesini, dünya görüşünü, inanç­
larım ve değer hükümlerini bildirir.
D il gibi atasözleri de bir milletin ortak mahdır. Yüzyıllar bo­
yunca devam eder. Bunlardan bazıları unutulur, bilinmeyen kay­
naklardan yenileri de katılır.
Çoğu çarpıcı, güzel, şairane veya komik bir dille ifâde edilen
atasözleri, şiir gibi hâlis birer sanat eseridir. M ecazh atasözlerini
anlamak için üzerlerinde düşünmek gerekir. Bu da insana zevk verir.
Atasözleri uzun hayat tecrübelerinin özetidir. Onları derinleş­
tirmek ve genişletmek mümkündür.
Aşağıdaki atasözlerinden her biri öğrenciler için bir soru ve
açıklama konusu olabilir.
Öğretm en her atasözü için, niçin, neden, nasıl doğru mu, ger­
çeğe uygun mu, diye sorular sormahdır.

K A Ş G A R L I M A H M U D ’U N T Ü R K Ç E L Ü G A T İN D E N
SE Ç M E A T A S Ö Z L E R İ

O 1 - Y ü zge körrtıe, erdem dile


Y ü ze bakma, erdem dile
2 - Su birmeske süt bir
Su vermeyene süt ver
3 - T ilkü öz inge ürse uyuz bolur
T ilk i öz inine ürerse uyuz olur
4 - Sündleç ışı ermez örtkün tepmek
Çayırkuşu işi değil harman döğmek
5 - U lugnı uluglasa kut bulur
Büyüğe saygı duyan saadete erer
6 - K a rg a kaza örkünse butı sınur
K a rg a kaza benzemeğe kalkarsa bacağı kırılır.
266 EDEBİYAT LİSE I

7 - T aygan yügürgenni tilkü sevmes


Tazının koşanım tilki sevmez.
8 - A vçı neçe al bilse adıg ança yol bilir
Avcı nice hile bilse ayı o kadar bilir
9 - K uzugda suv bar it burnu tegmes
K uyuda su var (ama) köpeğin burnu değmez.
10 - A ç ne yimes tok ne times
A ç ne yemez tok ne demez
11 - A ğız yise köz uyazur
Ağız yer göz utanır.
12 - Tam u kapugm açar tavar /
Cehennem kapısını açar mal \
_ 13 “ Ermegüge eşik art bolur
Üşenene eşik dağ geçidi olur
14 - Yılan kendi eğrisini bilmes, tevi boynun eğri tir
Y ılan kendi eğriliğini bilmez, deve boynun eğri der.
15 - K az kopsa ördet kölig igenür
K a z gidince ördek göle sahip çıkar
16 - Arslan kökrese at adaki tuşalır
Arslan kükreyince atın ayağı dolaşır
17 - Koş kıhç kınga sıgmas
Çifte kılıç kına sığmaz
18 - îvgek singek sütge tüşer
İven sinek süte düşer
19 - Bilmiş yek bilmezük kişiden yig
Bilinen şeytan bilinmeyen kişiden iyidir
O
20 - Y ir basrukı dağ budun basrukı beg
Y er baskısı dağ, budun baskısı beğ.
21 - îm bilse er ölmez.
İşaret bilen insan ölmez
22 - A rı kavçıtsa ısırur
A n kovalanınca sokar
23 - Yitüglig anası koyun açar
Bir şey yitiren onu anasının koynunda arar.
DENEME VE FİKÎR YAZILARI 267

24 - Yalınguk ogh munsuz bolmas


İnsanoğlu sıkıntısız olmaz.
25 - Smamasa arsıkar sakın masa tutsıkar
(İnsan) sınanmazsa aldanır, esirgemezse kaybeder.
26 - İki koçıngar başı bir aşaçta pişmas
İki koç başı bir tencerede pişmez.
27 - Yazın katılgansa kışın sevnür
Yazın katlanan kışın sevinir.
28 - Ermegük bulut yük bolur
Üşenene bulut yük olur.
29 - K u t belgüsü bilig
Saadetin alâmeti bilgidir.
30 Suv görmeginçe etük tartma
Su görmeden edik (papuç) çıkarma.
31 - İl kalır törü kalmaz
İl bırakılır, töre bırakılmaz
32 - K anıg kan bile yumas
K a n kan ile yıkanmaz.
33 - K urug yıgaç egilmes
K uru ağaç eğilmez
34 - Birin birin ming bolur
T am a tama köl bolur
Birer birer bin olur
Dam laya damlaya göl olur.
35 - Yalıngus kas ötmes
Y alnız (başına) kaz ötmez
35 - Kuş kanatın er atın
Kuş kanadıyle er atiyle
n. İ s lâ m ! d e v I r

SİNAN PAŞA’DAN (1437-1486) DÜŞÜNCELER

I
SURET V E M ÂNÂ

Her suret bir mânâsız olmaz ve her mânâ bir suretsiz bulunmaz.
Suret ki mânâsız ola âle benzer, mânâ ki suretsiz ola, hayâle benzer.

AÇIKLAMA:
Gözle görülen, belli şekilleri olan şeylere “ suret” denilir,
mânâ, onların içinde gizli olan fikirdir. Sinan Paşa’ya göre,
görülen her şeyin bir mânâsı vardır. Mânâsı olmayan bir
şekil veya görüntü bir “ âl” (hile) den ibarettir. Her “ suret” in
nasıl bir “ mânâ” sı varsa, her “ mânâ” nm da bir “ suret” i
olması gerekir. însan, düşündüğüne gözle görülen bir şekil,
bir “ suret” verdiği zaman, gerçeğe ulaşır. “ Suret” verilmeyen
mânâ “ hayâl” e benzer.
Mânâsı olmayan bir cümle yazarak, mânâsız bir “ suret” in
aldatıcı bir oyun olduğunu göstermeğe çalışınız.

B A K IŞ T A R Z I
Sûfî olan behişt ü hûri n’eyler, anda bir göz var ki, her baktığını
behişt eyler.

AÇIKLAMA:
Sûfî, A llah’ın birliğine ve varlıkta göründüğüne inanan
kimsedir. Halk behişt (cennet) ve huri (cennet kızı, sevgili)yi
öbür dünyada sanır.
Sûfiye göre cennet ve huri bu dünyada da vardır. Zira ona
göre görülen her güzel varlık T an rı’nın eseridir.

3
Fikirden yig (iyi) hem-dem (dost) olmaz ve akıldan özge mahrem
olmaz.
DENEME VE FİKİR YAZILARI 269

SORU:

Bu fikri açıklayınız. Mahrem en iç, en yakın dost mânâsına gelir. İnsan baş­
kasına söylese bile, bazı hakikatleri kendi içinden bilebilir. Bize akıl verecek
kişileri her yerde bulabilir miyiz? D ağda veya çölde tek başına çaresiz kalan bir
insanın, kendi aklı ile kurtulabileceğini bir hikâye ile anlatmaya çalışınız.

4
îlim ziyâde oldukça hayret artar ve hayret ziyâde oldukça
dehşet artar.
Bu cümleden ne anlıyorsunuz?

5
Güzellik gönül almaktır, sûret düzmek değil.
270 EDEBİYAT LİSE I

BÎRGÎVÎ MEHMED EFENDÎ

Birgivî Mehmed Efendi (Balıkesir 1522 - Birgi 1573) X V I .


asrın büyük din âlimlerindendir. Balıkesir’de doğmuş, İstanbul’da
okumuş, hayatını Birgi nahiyesinde geçirerek oradaki medresede
hocalık etmiştir. îslâm dini üzerine birçok eser yazmıştır. Anadolu’da
halka yakın olarak yaşayan Birgili Mehmed Efendi’nin çok sade bir
dili vardır. Aşağıda okuyacağınız parça onun Vasiyetname adlı eserin­
den alınmıştır.
Birgili bu yazısında T an rı’nm her şeyi bildiğini, gördüğünü ve
işittiğini kısa cümlelerle, halkın anlayacağı bir dille anlatır.

T A N R I H E R Ş E Y İ B İL İR
(O) her nesneyi bilür. Gönüllerde olanları ve yerde olanları,
gizlüleri ve âşikâreleri bilür. Ağaçların yaprakları sağışını ve cemi’
buğday ve arpa ve sair danelerin ve kutlarun sağışını bilür. Asla
bilmedüğü nesne yoktur. Cüziyâtı ve külliyâtı bilür. Geçmişleri ve
gelecekleri bilür. Ademin gönlüne geleni ve dili ile söylediğini ve içi
ve taşını cümle bilür. Hâzırları ve gâibleri bilür. Gâibleri ancak ol
bilür. Hiç bir kimse gaybı bilmez, meğer Allahu Teâlâ bildüre.
Unutmakdan ve gafletten ve sehvden beridir. V e bilmesi ezelîdir,
kadîmdir. Sonradan olma değildir. Sem’i semî’dir. Her âvâzı işitir,
gizlü âvâz olsun katı âvâz olsun. Bir kişinin kulağına fısıldasan, ol
işitmese Allahu Tealâ işitir. Basarı basîrdir. Her şeyi görür, karanu
gecelerde kara karıncanın kara taş üzerinde yürüdüğünü görür ve
ayağı tuşunu işitir. Lâkin işittiği bizcileyin kulağıla değil ve gördüği
göz ile değil. Gözden ve kulaktan berîdir. Diledüğin işler. Dilemediğin
vücûda gelmez. Hiç nesne ana lâzım ü vâcib değildir. Bir kimse ana
gücile bir nesne ettirmeğe kadir değildir. Her nesne ki âlemde vardır,
anın dilemesiyle olmuştur, eğer hayır ve eğer şer. Müminlerin imânın
ve mutîlerin tâatin dilemiştir. Dilememiş ise mümin ve mutî olmazdı.
K âfirin küfrünü ve fâsıkın fışkını dilemiştir. Eğer dilemese hiç bir
kimse fâsık ve kâfir olmazdı. Bir sinecik kanadın kımıldatamaz Allahu
T calâ dilemeyince. Her nesne kim işleriz, anın irâdetiyle işleriz.
Dilemediği nesne vücûda gelmez, zira alâmet-i aczdir. Dilese, cümleyi
mümin ve mutî ederdi ve ger dilese cümleyi kâfir ederdi. Eğer sual
edersen: “ Y a niçin cümlenin mümin olmasın dilemedi, bazısın kâfir
olmasın diledi?” Cevap oldur ki, ana dilediği ve işlediği nesneden
DENEME VE FİKÎR YAZILARI 271

sual olunmaz. O l cümleye sual eder. Fâil-i muhtardır. H er diledügi


ve işledüği nesnelerde fâideler ve hikmetler vardır. Âdem oğlanının
aklı ana erişmez. K âfirlerin yarattığında ve küfürlerin dilediğinde ve
yılanları ve akrebleri ve hınzırları ve gayn şeyleri yaratduğunda nice
hikmetler ve fâideler vardır. Anları bilmek lâzım değildir. Heman
bize lâzım olan böylece îtikad etmektir. V e irâdeti kadîm dir, ezelîdir,
sonradan olma değildir.

Birgili’nin yazısında dikkati çeken nokta, kâfirlere ve tabiatta


bulunan zararlı ve çirkin varlıklara karşı aldığı tavırdır. Birgili, onları
da A llah ’ın yarattığını söyleyerek onlara karşı anlayışlı davranmamızı
telkin eder. İnsanoğlunun aklı ermese de A llah hiç bir şeyi boşuna
yaratmaz. Her şeyin bir hikmeti vardır.
Birgili’ye göre Tanrı “ fâil-i muhtar” dır. Dilediğini yapmakta
serbesttir. Kimse ona kanşamaz ve nesap soramaz.
Dikkat ederseniz Birgili’nin yazısında dünyayı inkâr ve kötüleme
fikri yoktur. O , varlıkta kara karınca, yılan, domuz, kâfirlere ve
karıncaya kadar her şeye, Allah yarattı diye dikkat ve ibretle bakar.
KÂTÎP ÇELEBİ (1609 - 1657)

ÎN SA N V E İN S A N IN Ü S T Ü N L Ü Ğ Ü

a) İnsan:

Denir ki, insan küçük âlemdir ve büyük âlemde ne varsa, yani-


-kâin atta- onda da vardır. Yerden göğe kadar ne varsa, benzeri
onun küçüğü olan insanda da vardır. Tek tek her insan bir büyük
âlemdir. Güneşin ışığı, ayın nuru, gecenin karanlığı, havanın inceliği,
suyun berraklığı, dağların yoğunluğu, arslanın cesareti, eşeğin sabrı,
domuzun hırsı, karganın ihtiyatı, tilkinin kurnazlığı, alıcı kuşun
korkaklığı ve daha bunun gibi ne varsa. . . însan, ruh ve bedenden
meydana gelmiş bir mecmuadır: Kendisine akıl ve dil verilmiştir;
dış yüzü duyularla süslenmiştir, içi de takvâ ile. Gıdalanıp büyümesi
bakımından ona nebat denir; duyup hareket etmesi cihetinden hayvan
diye adlanır; eşyanın hakikatlerini bilmesi yönünden de melek adını
almıştır. Himmetini bu yönlerden hangi yöne sarfederse, ona iltihak
eder; yani nebat, hayvan veya melek olur. Bedende ruh, bir ülkede
vâli gibidir. İnsanın melekeleri ve âzası da onun kulları yerindedir;
bunlar bu bedene hükmederler. Beden şehirdir, kalb de o şehrin
merkezidir. Akıl şefkatli ve iyi öğütler veren bir vezir gibidir. G azap
ise münâfık bir veziri andırır ; görünüşte nasihat eder amma, iç yüzün­
den düşmandır ve onun âdeti daima akılla kavga etmektir. Aklın
durduğu yer kalbdir; tahayyül melekesinin yeri ise dimağın ön kısmı­
dır ki, hazinedar gibidir, dil de tercüman gibi, beş duyu ise haberci­
lerdir ve bunların müşterek duygusuna yol verir. Akıl, bunları hazine­
dara teslim eder; hazinedar da bunları, memleket işlerinde tedbir
almak üzere, ihtiyacı olduğu bir zamanda kullanması için saklar.

b) İnsanın üstünlüğü :
İnsanın üstünlüğüne gelince, insan, ruh ve beden bakımından
bütün hayvanlara üstündür. Ruh bakımından üstünlüğü, düşünme
melekesi iledir ki, bununla insanda akıl, bilgi, hikmet ve tedbir görü­
lür. Hayvanlarda ise, duyup tahayyül etse de, onlarda düşünce ol­
madığı gibi, bilinen vasıtasıyle bilinmeyeni çıkarmak gücü de yoktur.
DENEME VE FÎKİR YAZILARI 273

Eşyanın illetini de, sebeplerini de bilm ez; istidadında fikir sanatlarım


öğrenmek de yoktur; gerçi bazıları tahayyül edilen sanatları öğrenir;
bu yolda en kuvvetlisi fil ve maymundur,
İnsanın beden bakımından üstünlüğüne gelince, onda, işleyen
bir el vardır; konuşan dil vardır ve boyunun dik oluşu, bu dünyâda
ne varsa hepsine hâkim olduğunun delilidir. Allahü T eâlâ bu hususta
“ Biz, insanı ahsen-i takvim üzere halkettik” âyet-i kerîmesiyle ve
“ Size suret verdi ve suretlerinizi güzel kıldı” âyet-i kerîmesiyle ten-
bihte bulunmuştur. Bu ahsen-i takvim tâbiriyle yalnız yüz ve beden
güzelliğini değil, aynı zamanda akıl cihetinden suretini de kasdet-
miştir; yani iç güzelliğini, A llah’ın insanı şerefli kılması da, işte bu
yüzdendir; yani dış ve iç güzellikleriyledir; bundan dolayı da “ Biz
âdemoğlunu yüce kıldık” buyurmuştur.
însan, -insan olmakla kâinatın en üstün yaratığı olmuşsa da bu,
şarta bağlıdır; insan bu şarta riâyet etmekle insandır; bu da ilim ve
sağlam amellerdir. îlim ve sağlam amel ne kadar fazla olursa, o kadar
yüce olur. Bundan dolayı “ İnsanın değeri ilimlerden ve güzel amel­
lerden bildiği şeylerdir” demişlerdir.

c) însanm im tiy â z ı:

Am m a insan, yeme içme ve zürriyet bakımından nebattır; duy­


ması ve hareket etmesi bakımından hayvandır; suret cihetinden de
duvardaki nakış gibidir. Onun diğer yaratıklardan ayrılması söz
söylemekle, nâtıkasının fazla olduğu nisbette ve onun icap ettiği
kadar başkalarına üstündür. Bundan dolayı, “ lisan olmasaydı, insan
ancak değersiz bir hayvandan ve duvara yapılmış bir resimden ibâret
olurdu, insan olm azdı” demişlerdir. V e yine “ İnsan iki küçük şeyiyle
insandır, kalbiyle ve diliyle” demişlerdir. İnsan, hayvanla melek
arasında bir terkipten meydana geldiği için yüce ve aşağı iki cevher
arasında ortada bulunmaktadır. Bundan dolayı Allahü Teâlâ “ Biz
ona iki yol gösterdik” buyurmuştur ki, bunlar bir yönden akıl ve
hava; bir cihetten âhiret ve dünyâ; bir yüzden hidâyet ve dalâlet;
bir başka taraftan A llah ’a kul olmak ve şeytana kul olmak; aydmhk
ve karanlık, yani fazilet ve kusur ve hayat ile ölüm yollarıdır. A llah ’ın
kendisine doğru yolu gösterdiği ve gayeye ulaşmak için kuvvet verdiği
kimse, kendini idare etmiş, içini dışını temiz tutmuşsa, kötülüklerden
274 EDEBİYAT LÎSE I

kurtulup murada ermiştir; A llah ’m kendisine başarıyı haram ettiği


kimse ise, kendini ihmal etmiş ve nefsini türlü kötülüklerle kirletip
batırmışsa, ziyana uğramıştır.

d) İnsanlık :
Bu, insana mahsus olan zâtî faziletlerin bütünüdür. însan, bunu
elde ettiği nisbette ona hakkeder. İnsanların içinde bir kimse yükselip
tâ göklere ulaşsa, insanlık derecesinde bu yüksekliğinden dolayı,
büyük bir melek tasavvur edecek olursak, işte tam budur. Bunun
hakkında Allahü T eâlâ “ Bu, olsa olsa bir melektir” buyurmuştur.
Yine bir insan da alçalıp alçalıp da hayvanların sırasına inse, iki ayak
üzerine duran, konuşan bir köpek veya eşek tasavvur edecek olursak,
o da işte budur; insanlıktan soyunup çıkması bakımından. Sonra
bu ikisinin ortalarında olan bir başka tip insan vardır ki o, insanlık
derecelerinden çoğuna sahip bir mevkide bulunur; insanlık kelimesinin
taşıdığı mânâ, ahlâk ile güzel hareketlerden ibarettir. Bunun kötü
taraflarına gelince, insan bunda hayvanlarla ve şeytanlarla müşterek­
tir. Bukrat’a insanlık nedir? diye sormuşlar, “ Yüksek mevkide iken
tevâzu göstermek; fakir olduğu halde cömertlik etmek ve başa kak­
madan iyilikte bulunmaktır” diye cevap vermiş.

Orhan Şâik Gökyay,


K âtip Çelebi’den Seçmeler,
İst. 1968, s. 255-257.

AÇIKLAMALAR VE SORULAR :
ı) K âtip Çelebi (1609-1658) X V I L asır T ürkiye’sinde
yetişmiş büyük ilim ve fikir adamlarmdandır. Babası ile be­
raber savaşlara katıldı, çok yer gördü ve çok kitap okudu.
H ayatının son yıllarını İstanbul’daki evinde kitap yazm ak ve
ders vermekle geçirdi. Kâtip Çelebi çok geniş bilgili idi.
Eserleriyle Avrupa ilim âleminde de saygı uyandırmıştır. K âtip
Çelebi tarih, coğrafya, din, matematik ve sosyal konularda
değerli eserler yazmıştır. Orhan Şâik Gökyay, K âtip Çelebi’nin
hayat ve eserlerini, Kâtip Çelebimden Seçmeler adlı kitabında geniş
olarak tanıtmıştır.
“ İnsan ve insanın üstünlüğü” başlıklı yazı bu kitaptan alınmıştır,.
DENEME VE FİKİR YAZILARI 275

ı) K âtip Çelebi’ye göre insan kaç kısımdan ibarettir?


V ü cu t bakımından insan nebat ve hayvanlara benzer mi?
2) K âtip Çelebi’ye göre insan sadece iyilikten mi ibaret­
tir, yoksa onun içinde onu kötülüğe iten duygular da var mıdır?
İnsan zıt duygular arasında nasıl denge kurar?
3) K âtip Çelebi insanın varlığım nelere benzetiyor? Böyle
benzetmeler yapmasının sebebi nedir?
4) K âtip Çelebi’ye göre insanı hayvandan ayıran başlıca
güç nedir? İnsanda akıl ve düşünce gücü olduğunun delilleri
nelerdir? Hayvanların kültür ve medeniyetleri var mıdır?
5) “ Ahsen-i takvim ” en güzel bir biçimde demektir. Bu deyim
K u r’an’da geçer. İnsan gerçekten tabiatta en güzel en üstün
varlık mıdır?
6) K âtip Çelebi, insanın üstünlüğünü bazı şartlara bağlı­
yor. Bu şartlar nelerdir? İnsan, kötü ve çirkin çolabilir mi?
Hangi sebeplerle olur?
7) İnsanın değeri ne ile ölçülür? Para, kuvvet, mevki, bilgi
ve iyilikten hangisi sizce en üstün değerdir.? Neden?
8) K âtip Çelebi “ lisan” (dil) a büyük ehemmiyet veriyor.
D il gerçekten mühim midir?
9) Son paragrafta K âtip Çelebi, insanın insanlığını nerede
buluyor? M evki sahibi bir insanın gururu, zengin bir insanın
hasisliği hoşunuza gider mi? Sevdiğiniz insanlarda hoşunuza
giden özellikleri belirtinizi
m. avru p A ! d e v îr

NAMIK KEMAL’DEN DÜŞÜNCELER


Nam ık K em al (1840-1888) Tanzim at’tan sonra Türkiye’de
başlayan yenilik hareketlerinin ön safmda gelen bir yazardır. Bu
yeni hareketin dayandığı anafikirler çalışma, ilerleme, düşünce
hürriyeti ve vatanseverliktir.
Nanuk Kem al, insanların çahşarak bir şeyler kazanabileceklerine,
hem kendilerine, hem ailelerine, hem de cemiyete faydalı olabilecek­
lerine inanıyordu. O , fert, devlet ve milletin yerinde saymamasını,
durmadan ileri gitmesini istiyordu. A vrupa’nın ileri gittiğini yakından
görmüş, bizim de onlar gibi çalışarak 100 - 150 yıl içinde ileri gidece­
ğimize inanmıştı. O na göre A vrupa’yı ileri götüren başlıca âmiller­
den biri düşünce hürriyeti idi. Z îra düşünce hürriyeti, fert ve cemiyeti
kölelikten, yanlış fikirlerden kurtarıyor, ona, kendine güven duygusu
sağhyordu. Hürriyet genellikle m illî birliği olmayan cemiyetleri
birbirine düşman gruplara ayırır. Nam ık K em al, bundan dolayı,
m illî birliğin temellerinden biri olan vatanseverliğe büyük önem
veriyordu. Nam ık Kem al, makalelerinde bu fikirlerin yanısıra birçok
yeni fikirler de getirmiştir. Kem al, bu fikirleriyle hem kendi nesline,
hem de kendisinden sonra gelenlere çok tesir etmiştir.
Aşağıdaki cümleler onun m uhtelif makalelerinden özetlenerek
ve sadeleştirilerek alınmıştır.

Ç A L IŞ M A K V E Z A M A N

Tenbellik içinde zevk ve eğlence, mezarlıkta kurulan bir içki


sofrasına benzer. O na sarılanlar vücutlarında neşe tadarlar ama,
ruhlarında bu neşeye karşılık hüzünden başka bir şey hissetmezler.
Tenbellik ölümün küçük kardeşi, zevk ve eğlence ise hayatın
büyük düşmanıdır.
Bir tenbel daha gençliğinde ihtiyarlar. Çünkü işsiz geçen zamanın
her dakikası saatten uzundur.
Zevk ve eğlence düşkünü ne kadar yaşarsa ömrüne doymadan
dünyadan gider. Çünkü oyun ve eğlence içinde vaktin saati dakik'
dan kısadır.
DENEME VE FİKİR YAZILARI ^77

Bir nice miras-yedi biliriz ki, uzaktan hâline bakılsa zevk ve


eğlence içinde yüzüyor sanılır. Halbuki o zavallı, bütün ömrünü bir
eğlence bulmağa harcar da yine dünya lezzetlerinden birinden mem­
nun olmaz. Emeksiz eğlence tuzsuz yemeğe benzer.
insan kendi çalışması ile yaşamalıdır ki zamanının kıymetini
bilsin, hayatın lezzetim duysun.
Biz o adama nasıl mes’ud deriz ki her gün geçen ömrüne acır
durur da^ yine hayatının günlerini, bir ceza çekme müddeti imiş gibi,
vaktini geçirmeğe çalışır. Çalışması ile geçinen bir insan ise, hiç eğ­
lence aramağa muhtaç olmaz. Çünkü eğlencede iş bulunmaz ama
eğlence vardır. Hele vakit geçirmeği hiç düşünmez. Z îra yazık ki,
vakit kendi kendine geçer, gider. Yoksa onun geçişini çabuklaştır­
mak akıllı bir adamın işi değildir. “ Allah kazananları sever” . Şundan
dolayı ki, üstün yaratığı olan insanın hayatı ve rahatı kazanç iledir.
İnsan bir gün elbette ölür. A m a dünyâya ölmek için gelmemiştir.
Eğer ölmek için gelmiş olsaydı, kader herkesi daha ana karmndan
yokluk mezarına düşürürdü. Şüphe yok! însan her zillete katlamr.
Fakat o alçalmak için yaratılmamıştır. Eğer alçalmak için yaratıl­
mış olsaydı, kâinatı yaratan güç, boş yere hepimize çalışma istidadı
vermezdi.
“ Zaman altındır” derler. Fakat o da vaktin kıymetini lâyıkıyle
değerlendirmeğe yetmez. *
Bir dakikada yüz bin altın kazanılabilir ama yüz milyon altın
insana bir dakikayı kazandıramaz. Hal böyle iken ne gariptir ki,
yine vaktini kaybetmek için yüzlerce, binlerce altın sarf edenler de
vardır.
Zaman yaşamanın temeli, çalışma hayatın kaynağıdır. însan
zaman sayesinde geçinir. Çalışması ile yaşar. Bu halde gamanı çahş-
maya da tenbel tenbel duranlar için toprağın altı ile üstünde ne fark,
olabilir? Rahat döşeği yeryüzüne çıkmış mezar değil de nedir?
[Sa’y adlı makalesinden]

SORULAR:

ı) Namık K em al bu yazısm da hangi düşünceleri savunuyor? Bu düşünceler


doğru mudur? Tenbellik insana bir şey sağlar mı? Çalışan insan mı yoksa tenbel
insan mı değerlidir?
2) Zaman ile çalışm a arasındaki münasebeti örneklerle açıklaymız.
3) Namık K em al bizi ölüme ve tenbelliğe mi, yoksa hayata ve çalışmaya mı
çağırıyor?
278 EDEBİYAT LÎSE I

ÎN SA N
[Namık K em al’in] getirdiği en mühim fikirlerden biri insanoğ­
lunun yaratıcı gücüdür. Nüfus adlı bir yazısında o şöyle diyor]:
însan, şu yer toparlağı denilen hareketli vücûdun rûhudur,
denilebilir. Zîra yeryüzünde her ne kadar hareket görülüyorsa, hep
onun sayesinde meydana geliyor. Tabiatın üstünde ne eser göze
çarpıyorsa onun gayreti ile o lu y o r.. . Yeryüzünü bu kadar göz alıcı
eserlerle o süslüyor. Büyük tabiatı, küçük irâdesine boyun eğdirerek,
bunca olgun güzellikleri o ortaya çıkarıyor, a) Gündüzleri, zulüm
ateşinden, b) geceleri^ karanlık dumamndan kurtarmaya o çahşıyor.
c) Denizi, kara gibi her taraftan gezilir, ç) havayı, deniz gibi içinde
yüzülür bir hale o getiriyor. Tabiatla pençeleşerek bu kadar kıymetli
madeni paslı sinesinden o koparıp meydana döküyor, d) Hastahk-
larla güreşerek bunca hastalık, musibet ve belâyı o insandan uzak­
laştırıyor. V ahşî hayvanlar onunla dost oluyor, e) Kuşlar onun emir­
lerine uyuyor, f) O isterse ağaçların meyvaları bir başka şekle, bir
başka hale giriyor, g) O isterse taş özelliğini değiştiriyor. Hâsılı iki
ayak üzerinde, iki arşın boyunda öyle garip bir mahlûk ki, koca
âlemde Ezel’in hükmünü yerine getiriyor. Bu koca küreyi top gibi
avucunun içinde oynatıyor.

SORU LAR;

ı) Namık Kemal, bu yazısmda insanoğlunun yaptığı bazı icatlara telmihte


bulunuyor, a, b, c, ç, d, e, f ile başlayan cümlelerde yazarın neleri kasteddiğini
örnekler vererek belirtiniz!
2) İnsanın tabiata, tabiatın insana tesirlerini ortaya koyan bir yazı yazınız!
3) İnsanoğlu hangi güce dayanarak bu eserleri vücuda getiriyor? İnsanın
tabiata üstün olan meziyetleri nelerdir?
4) Namık Kem al’in fikirlerini geliştirmek isteseniz, daha neleri ilâve edebi­
lirsiniz?
5) Namık Kem al bug-ün yaşamış olsaydı, buzdolabı, radyo ve televizyonu,
telmihli üslûbu ile nasıl anlatırdı?

VATAN
I

Bebekler beşiğini, çocuklar eğlendiği yeri, gençler yaşadıklar


yöreyi, yaşlılar dinlenme köşesini, evlât anasını, baba ailesini e
türlü duygularla severse insan da vatanını o türlü duygularla seveı
DENEME VE FİKİR YAZILARI 279

Bu duygular ise sebebi olmayan tabiî temâyülden ibaret değildir.


İnsan vatanını sever. Çünkü Tanrı’nın insana verdiği hediyelerin
en değerlisi olan hayat, vatanın havasını teneffüs etmekle başlar.
İnsan vatanını sever. Çünkü tabiatın, insana en güzel bağışı
göz, açılır açılmaz, vatan toprağını görür. İnsan vatam nı sever. Çünkü
vücûdunun maddesi vatanın bir parçasıdır. İnsan vatanını sever.
Çünkü etrafına baktıkça her köşesinde geçen ömrünün hazîn bir
hâtırasını taş haline gelmiş gibi görür. İnsan vatanını sever. Çünkü
hürriyeti, rahatı, hattâ menfaati vatanına bağlıdır. İnsan vatanım
sever. Çünkü var oluşunun sebebi olan atalarının dinlenme yeri olan
mezar ve hayatını devam ettirecek olan çocuklarının doğum yeri
vatandır. İnsan vatanını sever. Çünkü, vatan çocukları arasında dil
ortaklığı, menfaat birliği ve sık sık görüşme dolayısıyle bir gönül
yakınlığı, bir fikir arkadaşhğı meydana gelmiştir. O sayede bir in­
sana, dünyaya nisbet vatan, oturduğu şehre nisbet kendi evi gibi
görünür. İnsan vatanını sever. Çünkü vatam nda mevcut hâkimi­
yetin bir parçasına o da sahiptir. İnsan vatam nı sever. Çünkü vatan
öyle bir galibin kıhcı veya kâtibin kalemi ile çizilmiş hayalî çizgiler­
den ibaret değil, millet, hürriyet, menfaat, dostluk, bağlılık, hâki­
miyete katılma, ecdâda saygı, aileye sevgi, gençlik hâtıraları gibi
birçok yüce duygulardan oluşan kutsal bir fikirdir.
Bundan dolayıdır ki, insanlık tarihinin hangi sahifesine bakılsa,
her zamanda, her millette görülen yüksek fikir ve fazîlet ahlâkına
sahip kimselerin hepsi, vatan sevgisini dünya işlerinin hepsine tercih
etmiş ve pek çoğu vatan yolunda camnı fedâ etmiştir.

[Vatan başlıklı makalesinden]

SORU LAR ;

ı) Namık K em al, yukarıki cümlelerinde vatanseverliği basit bir duygu gibi


almayarak sağlam temellere dayandırmağa çalışıyor. Bunun için de bazı deliller
ileri sürüyor. “ Çünkü” ile başlayan cümlelerden her biri, bir delili ihtiva eder.
Bu delilleri sırasıyle sayınız ve üzerinde düşününüz.

2) İnsanları yüce duygular yüceltir. Namık K em al’e göre vatanseverlik


“kutsal” bir duygudur. Tarihte veya ecdâdmız arasında vatan için ölenler var
mıdır? Tarihî şahsiyetlerin kahramanlıklarını bu kutsal duygu ile açıklayabilir
mıyız
3) Barış devresinde insan vatanına nasıl hizmet edebilir?
28o EDEBİYAT LtSE I

O KU M A - YAZM A

Avrupa’da eğitim ve öğretimin ne kadar ileri gittiğini üstümüze


giydiğimiz elbise, kullandığımız saat, yazı yazdığımız kâğıt, denizde
gezdiğimiz vapurlar, karada bindiğimiz tramvaylar, demiryollar
açıkça göteriyor. Bundan başka gazetelerde, kitaplarda buna dâir
dâimâ pek çok yazı görülüyor. Yine de bu konuda örnekler vermek
faydalı olacak samyorum.

Meselâ, Amerika’mn Avrupa’nın, birçok yerlerinde halkın aşa-


ğı-yukarı yüzde doksan kadarı okumak yazmak bildiği dâim â işitilen,
daima gazetelerde, kitaplarda görülen hâllerdendir. Fakat şurası
dahi bilinmek lâzım gelir ki, o yerlerin çoğunda “ okumak” yalnız
bir sokağın adını okumaktan ve “ yazmak” yalmz adım yazm aktan
ibâret değildir. Oralarda alelâde gemicisine, hamalına varıncaya
kadar okumak-yazmak bilir denilen adamların hepsi dinî mesele­
lerin genel kaidelerini öğrenmişlerdir. Bazı İlmî konular müstesna
olmak üzere, her okuduğunu gerektiği gibi anlayacak ve her düşün­
düğünü imlâsıyle yazacak kadar dillerini bilirler. Bir veya daha çok
yabancı dil anlar, söyler, okur, yazarlar. Coğrafyanın, tarihin, mate­
matiğin, cebirin, geometrinin, fiziğin, kimyanın, astronominin, ta­
biat ilimlerinin giriş kısımlarını okumuşlardır.

Bir AlmanyalI vatamnm çağrısı üzerine, önünden demirci peş-


temahnı çıkarır^ eline bir tüfenk, koynuna bir harita ahr, Fransa
ülkesine girer, kendisi basit bir er veya çavuş olduğu halde, etrafın­
daki takımı bir kurmay gibi, bastığı, gideceği^ çıkacağı, yerleri karış
karış bilircesine mümkün olduğu kadar güven, mümkün olduğu kadar
rahatlıkla sevk edebilir.

Bir Amerikalı, küçük çekmecesindeki parayı silkerek sarraf dük­


kânından çıkar, bir er elbisesi giyer, bir veya iki yıl savaş meydan­
larında yuvarlanır, gerek nazariyatta ve gerek uygulamada dünyanın
en ünlü generallerinden olur.

îşte okuma-yazma sözü ileri ülkelerde o bilgiye, o iktidara, o


becerikliliğe denilir.

[M aarif adlı makalesinden]


DENEME VE FİKİR YAZILARI 281

SO RU LAR :

ı) Namık Kem al bu yazısmda Avrupa’y a hayran gözüküyor. Buntm sebebi


nedir? Birinci paragrafa göre Namık K em al’in yaşadığı yıllarda Türkiye’ye A v ­
rupa’dan gelen şeyleri sayınız. Bugün T ürkiye’de bunları yapabiliyor muyuz?
Türkiye’de yapılan şeylerden neleri biliyorsunuz? Bunların yapıldığı yerleri gez­
diniz mi?

2) Nam ık K em al’e göre Avrupa’da “ okuma-yazm a” mn yaygınlık dere­


cesi ve seviyesi nasıldır?

3) Avrupa okullarında vatandaşlara neler okutuluyor? Siz bunlardan hangi­


lerini biliyorsunuz? Size askerlikte yabancı ülkelerde bir vazife verilse neleri bil­
meniz gerekir? Bilginin faydası ve lüzûmunu belirten bir yazı yazınız!

ZÎYA GÖKALP (1875 - 1924)

Ziyâ Gökalp (1875 - 1924) son çağ T ürk edebiyatının en büyük


fikir adamlarından biridir. Onun büyüklüğü hem düzenli düşün­
mesinde, hem de Türk cemiyetinin temel meselelerini çözen yeni,
doğru ve İlmî fikirler ortaya koymasmdandır.
Cum huriyet kurulmadan önceki yıllarda T ürk aydınlan bir
fikir kargaşası içine düşmüşlerdi. Ziyâ Gökalp bu sırada tarihin akı­
şını sezerek, yıkılan Osmanlı devletinin yerine yeni, millî bir devlet
kurulacağını önceden görmüş ve bu yeni T ürk devletinin dayanacağı
temeller üzerinde kafa yormuştur.
Ziyâ Gökalp, fikirlerini başlıca şu eserlerde ortaya koymuştur:
Türkleşmek^ îslâmlaşmak, Muasırlaşmak (1918), Teni Hayat (1918),
Türkçülüğün Esasları (1923).
Türkçülüğün Esasları^ her Türk gencinin okuması ve üzerinde
düşünmesi gereken bir eserdir. Ziyâ Gökalp, fikirlerini şiirlerle de
ifâde etmiştir.

I
F E R T V E C E M İY E T
Sosyoloji ilmine göre fertler dünyaya gelirken (lâ-içtimaî) olarak
gelirler. Y an i İçtimaî vicdanlardan hiç birini beraberlerinde getir­
mezler. M eselâ lisanî, dinî, ahlâkî, bediî, siyasî, hukukî, İktisadî
vicdanlardan hiç birini beraber getirmezler. Bunların hepsini sonra­
ları terbiye tarîkiyle cemiyetten alırlar.
282 EDEBİYAT LİSE I

AÇIKLAMALAR:
ı) Sosyoloji cemiyetteki hadiseleri açıklayan bir ilimdir.
Cemiyet aileden başlayarak bizi çeviren bütün insanları içine
alır.
2) Hâdiseler hakkında içimizde bulunan bilgi, duygu
ve değer hükümlerine vicdan adı verilir. Her insanın içinde
lisan (dil), din, ahlâk, bedî (güzellik), siyâset, hukuk, iktisat
hakkmda bazı fikirler ve inançlar vardır. Z iyâ Gökalp’a göre
fert bunların hepsini çevresinden alır.
3) Çocuk doğduğu zaman cemiyete ait hiç bir şeyi bilmez.
Gökalp onun Lu durumuna (lâ-içtimaî) diyor. L â arapça^sız^^
(yok) mânâsına gelir.

SORULAR:

ı) Yeni doğan bir çocuk, dağ başında bırakılsa, acaba kendi kendine yaşa­
yabilir mi? Buna göre aile ve cemiyete neler borçlu olduğumuzu açıklaymız.
2) Bir insan yabancı bir ülkeye gidince ne gibi güçlükler çeker? Bunun se­
bebi nedir?

İnsan en samimî, en derunî duygularını ilk terbiye zamanında


ahr. Daha beşikte iken, işittiği ninnilerle ana dilinin tesiri altmda
kalır. Bundan dolayıdır ki en çok sevdiğimiz dil ana dilimizdir. Rû-
humuza vücut veren bütün dinî, ahlâkî, bediî duygularımızı bu
lisan vasıtasıyle alırız.

SORU LAR;

ı) D il kullanmadan başkaların^ fikirlerimizi açık ve seçik anlatabilir miyiz?


2) Kendinize göre bir kelime uydursanız, bunu herkese kabul ettirebilir-
misiniz? D ili fert mi yaratır, millet mi?

3
A İL E V E M ÎL L E T
Aile, cemiyetlerin en küçüğü, fakat en canlısıdır. Aile cemiyeti
millî cemiyetin temelidir.
Aile ne kadar kuvvetli olursa, millet de o kadar kudretli olur.
Aileyi kadın yapar. O halde millet de kadının bir eseri demektir.
Aile yükselmeyince, millet de geri kalıyor. O halde terakkinin başı
kadın terbiyesidir. Kızların iyi yetiştirilmesidir.
DENEME VE FÎKİR YAZILARI 283

SORU:

Yukarıki cümlelerde Z iya Gökalp hangi varlıklar arasında münasebet ku­


ruyor? Bu münasebet size göre doğru mudur?

4
ÎŞ V E D Ü Ş Ü N C E
însanın ruh makinesi Öyle yapılmıştır ki, ancak ciddî bir iş yap­
tığı zaman uyamk bulunur. îşsiz adam lar teemmül edemezler (dü­
şünemezler), yalnız hülyaya dalarlar. Bu hulyâ uyanık iken görülen
bir rüyâ gibidir. Rüyanın teemmülden (düşünceden) farkı şudur ki,
teemmül, yapılacak bir işi hazırlamak için düşünmektir.

SO RU :

ı) Bir masa veya saat yapmak için nelere dikkat etmemiz gerektiğini yazılı
olarak anlatınız ve iş yapmanın insan düşüncesini geliştirmedeki rolünü belirtiniz!
îş yapm ayan insan kafasını ve kabiliyetlerini geliştirebilir mi?

5
M ÎL L Î M E F K Ü R E
Türklüğün kelimelerde, atasözlerinde, masallarda, destanlarda
izleri kalmış bir m illî mefkûresi vardır ki, bunu bu dağınık yıkıntı
arasından bulup çıkarmak ve bunda saklı olan tarih felsefesini mey­
dana çıkarmak en büyük vazifemizdir.

Bizim için tam bir terbiye üç kısımdan oluşur: T ürk terbiyesi,


îslâm terbiyesi, çağdaş medeniyet terbiyesi.
Bu üç terbiye birbirine yardımcı olmalı ve birbirini tamam-
amalıdır. Bunların sınırları doğru ve makul bir şekilde tayin edil­
mezse, birbirine zıt ve hasım olabilirler. Çağdaşhk terbiyesi maddi­
yat sahasında kalm ayarak mâneviyat âlemine de taşarsa, îslâm ye
T ürk terbiyelerinin hukûkuna taarruz etmiş olur.

SORU:

ı) Yukardaki cümlelerde ileri sürülen fikirleri açıklayınız.


284 EDEBİYAT LİSE I

7
RUH VE V Ü C U T

R uh hastalandı mı, vücût da bakımsız kalarak hastalamr. İn­


san her şeyden önce mânevi afiyetini (sıhhatini) muhafaza etmeli;
çünkü insan her şeyden evvel mânevî bir mahlûktur. R ûhu kuvvetli,
kalbi metânetli olan bir insana havanın soğuğu da tesir edemez.

SO RU :

ı) İnsan rûhunu nasıl kuvvetlendirebilir? Bu hususta kitapların rolü var


mıdır? H angi cins kitaplar bize kuvvet ve sevinç verirler?

2) Kitaplar bizi çevrenin kötü tesirlerinden koruyabilir mi? Nasıl? Açık-


laym ız!

8
D Ü N Y A Y A N A S IL B A K M A L I?

Hasta olanlar dünyaya kara gözlükle bakarlar. H er şeyi, her


mahlûku fena görmek, Allah’ın da hoşuna gitmez. V icdan (ruh) bu
türlü görüşlerle yavaş yavaş zehirlenir. Bir kere vicdan hastalanınca,
bu hastalığın vücûda geçmesi gayet kolaydır. İnsan bir fenalık, bir
çirkinlik gördüğü zaman, rûhuhun kuvveti azalır, halbuki bir iyilik,
bir güzellik gördüğü zaman, rûhımun kuvveti artar.

SORULAR:

ı) Biz kötülük yapınca mı, yoksa iyilik yapınca mı seviniriz?

2) İyilik mi, yoksa kötülük mü sıhhata uygundur?

3) H ayatım ızı nasıl güzelleştirebiliriz?


DENEME VE FİKİR YAZILARI 1285

HÂLİD ZtYÂ UŞAKLIGİL (1865-1945)

T Ü R K D ÎL Î İÇ ÎN

Ben Türkçenin ezelî bir âşıkıyım. Hepimiz öyle değil iniyiz?


Türkçeyi muhtelif devirlerinde, m uhtelif libaslarla, muhtelif şekil­
lerde gördüm ve sevgilimi o şekiller, o libaslar altında kendi cevhe­
rinde sevdim.
Ben eski Bâbıâli (kâtiplerinden) işittiğim süslü dili sevdiğim
gibi, Aksaray’da karpuz sergisinde müşteri ayartmak için çığırt-
kanhk eden Türk delikanlısının türlü zarafetlerle dolu olan Türk-
çesini de sevdim.
Ben divan edebiyatının gazelleriyle mest oldum. Fakat sevgili
İzm ir’imin, ismini yâd ettikçe ciğerimi sızlatan sevgili İzm ir’in İki-
çeşmelik kızının incir işlediği esnâda okuduğu Türkçe şarkıya da
mest oldum. Ben, o sevgiliyi atlas şalvarıyle, başının üzerinde altın
işlenmiş takyesi ile gördüm. Ben onu (perişan gönüllü şairin):

O gül-endâm bir §âle bürünsün yürüsün


Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün

beytinde olduğu gibi, bir şala sarılıp büründüğünü görerek de sevdim;


sonra üç peşli entarisiyle, canfes terlikleriyle salmırken yine gördüm,
yine sevdim.
Başında hotozu, belinde kuşağı, sedef kakılı sediri üzerinde
uzanmış, yahut Sa’dâbâdMa, Göksu’da seyrana çıkmış haliyle gör­
düm, yine sevdim.
Fakat tabiatta her şey tekâmülden, inkılâptan ibâretse, bazen
tekâmül, bazen inkılâp devirden devre geçtiği gibi, devrin zevki d£
biribirinin aym olmaz. Ben son devrin, İpekiş’in kelebek kanadı
kadar ince, zarif, dört metrelik kumaşı ile giyinmiş, başında küçücük
beresiyle bir rüzgâr gibi kaldırımlar üzerinde seke seke giden ve rüz­
gâr mı onu götürüyor^ o mu rüzgârı götürüyor diye insanı şüpheye
düşüren haliyle de Türkçeyi gördüm ve sevdim.
286 EDEBİYAT LİSE I

AÇIKLAMALAR VE SORULAR:

ı) Bir konu karşısında alınan başlıca iki tavır vardır: a)


hissî, b) İlmî. Bu yazıda dil karşısında nasıl bir tavır alınmış­
tır?
2) Y azar Türk dilini çeşitli benzetmelerle tasvir ediyor.
Bu benzetmelere göre Türk dilinin tarih, yer ve sosyal tabaka­
lara göre aldığı değişik şekilleri belirtiniz! Burada hangi de­
virler ve sosyal tabakalar söz konusudur?
3) Dilin zaman, mekân ve sosyal tabakalara göre değişik
şekiller alması fikri gerçeğe uygun mudur? Bu fikri okuduğunuz
kitaptan örnekler vererek açıklamaya çalışımz!
4) H âlid Ziyâ, yazısında bazı yer adlan kullamyor.
Bunun sebebi nedir?
5) Bu yazıda, göze hitap eden kelimelere geniş yer veril­
miştir. Yazıda, âdeta resme has bir özellik vardır. Bunlar
nelerdir, gösteriniz!
YAHYA KEM AL BEYATLI (1884 - 1958)

T Ü R K İS T A N B U L

Bir iklimin manzarası, mimârîsi ve halkı arasında hâlis ve tam


bir âhenk varsa, orada, gözlere bir vatan tablosu görünür.
İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul’un
eski semtlerinden herhangi birini meselâ. K oca Mustafapaşa sem­
tini, yahut Eyüb’üj yahut Üsküdar’ı, yahut da Boğaziçi’nin henüz
millî hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince
kat’ î bir hüküm vererek der ki: “ Bu halk_, bu iklimde ezelden beri
sakindir ve bu iklime bu mimârîden ve bu halktan başka unsurlar
yaraşmaz” .
Evet, gerçek ve hassas bir sanatkâr bu hükmü verir.
V atan toprağı bizde de^ ecnebi memleketlerinde de, her hissede­
ne bu vehmi veren topraktır.
Türklük, beş yüz seneden beri İstanbul’u ve Boğaziçi’ni bütün
beşeriyetin hayâline böyle nakşetti. Mimârîsini bu şehrin her tepe­
sine, her sahiline, her köşesine kurarken gûya: “ Artık bu diyar dünya
durdukça T ürk kalacaktır” dediği hissedilir.
Fetih’ten sonra İstanbul’a yerleşmiş olan halkın, iklimle bu
imtizâcını kaydettikten sonra, yeni baştan kurmuş olduğu bu şehirde
yaratmış olduğu güzelliklerin en yüksek bir kıratta olduğunu söy­
lemek lâzımdır. O n dokuzuncu asırda, romantizm cereyanından
sonra, insanların gözleri tabiatı görmek için açıldığı vakit, İstanbul,
bütün şehirler arasında birinci derecede göründü ve A vrupa’mn
en yüksek şairlerinin gözlerini kamaştırdı ve*en güzide ruhlu seyyah­
larının muhayyilesine yerleşti. Farz-ı muhâl olarak Türklüğün yer­
yüzünde, güzellik nâmına, başka bir eseri olmasaydı, yalnız bu şehir,
onun nasıl yaratıcı bir kudrette oldiğunu ispat etmeğe kifâyet ederdi.
Bâhusus ki, Türklük bu şehrini îmar görmemiş, hâlî bir sahada
kurmadı; Şarkî R om a impatarorluğu gibi, asırlarca Avrupa’mn
yegâne medeniyeti olmuş ve şâşaasıyle bütün milletlerin gözlerini
kamaştırmış bir devletin pâyitahtımn harâbesi üzerinde kurdu. Bu-
288 EDEBİYAT LÎSE I

nun m uzaaf bir kıymeti vardır. Eski Bizans harâbesi üstüne kurulan
T ürk İstanbul, selefinden bambaşka bir hüviyetteydi ve yalnız ken­
dini kuran milletin milliyetinin bir ifâdesi gibiydi.
Türkler İstanbul’u 1453 de, Bizans’tan bir vîrâne halinde te-
vârüs ettiler. O vakit İstanbul’un ne kadar harap, yoksul ve perişan
olduğunu, Bizans’ın meftûnu olduğunda şüphe olmayan tarihçi
Charles Diehl, uzun boylu yazdığı gibi, bu bahsi, bundan yirmi sene
evvel İstanbul’da vermiş olduğu bir konferansta da iyi tasvir etmişti.
Evet, on beşinci asır Türkleri, İstanbul’u bir virane olarak tevarüs
ettiler, derhal îmar etmeğe koyuldular; bir asır sonra, o zamanki
A vrupa’nın hem en büyük, hem en ihtişamlı, hem en güzel şehri
haline getirdiler. Bu hükümde zerre kadar mübalâğa yoktur.

SORU LAR;

ı) Bu yazıda geçen yer adlarını yazınız! Semt ne demektir? Yaşadığınız


yerdeki semtlerin adları nedir? Bu adlar arasında tarihî olanlar var mıdır? Bu
tarihî adlar hakkında ne biliyorsunuz?

2) Y a h y a K em al’in yazısında birinci cümlenin mânâsını açıklayınız. Deniz,


dağ, tepe, nehir veya yamaç insanların yaşayış tarzına, evlerine ve sokaklarına
tesir eder mi? Nasıl?

3) Y a h ya K em al’in yazısında tarih ve zaman ile ilgili kelimeleri belirtiniz.


Türkler İstanbul’u alınca nasıl bulmuşlardır? Sonra nasıl geliştirmişlerdir?

4) Yazar İstanbul’un güzelliğini hangi kelime ve cümlelerle belirtiyor? Bir


şehir nelerle ve nasıl güzelleşir? Oturduğtmuz şehirde güzel bulduğunuz yerler
nereleridir?

5) Şehir ile o şehirde yaşayan halk arasında nasıl bir münasebet vardır?
Halk şehir hayatına nasıl tesir eder, örnek vererek açıklayınız.

6) Metinde geçen eski kelimelerin bir listesini yaparak sözlüklerde karşılık­


larını arayınız.
PEYÂM ! SAFÂ (1899 - 1961)

M İL L İY E T Ç İ E D E B İY A T

M illiyet fikrinin her yerde muzaffer olduğu bir asırdayız. O n a


“ milliyet asrı” denmesindeki isâbet, büyük harpten sonra en büyük
müeyyidelerini ve en açık delillerini buldu. T ürk inkılâbının “ sım f”
değil, “ millet” realitesini kabul eden ideolojisi, bir milleti diline
tarihine, toprağına bağlayan münasebetlerin en geniş idrâkine doğru
hedefini şaşmayan bir yürüyüştür. Asrî bir millet, olma idealimiz,
asnn en büyük fikri ve en canlı hakikatleriyle birlikte, muzaffer
adımlar atıyor.
Son günlerde “ millî edebiyat yok, sınrf edebiyatı vardır” gibi
tekerlemelerin bazı neşriyat arasında görülmesi, bize bu satırları
yazdırdı. Vatanından ayrılanlar için, bir sıla hastalığı “ dâüssıla”
kabul eden tabâbet, sınıfından ayrılanlar için sınıf hastalığı “ dâüs-
sınıf” kaydetmiyor. M em leket havası, ondan ayrılanların başını dön­
dürecek, dermanını, soluğunu kesecek kadar fizik, müsbet ve müşah­
has bir realitedir.
Türk diliyle kendini ifâde eden bir edebiyat, o dili konuşan­
ları birbirinden ayırm ayı değil, ancak muasır büyük milletlerin
yekpâreliğine doğru götürecek birlikçi ruhlardan doğduğu gün beşerî
kıymetini bulacaktır.

SORULAR:

ı) M illet denilen sosyal varlık hangi temellere dayanır? D il, tarih ve toprağın
millet hayatındaki yeri nedir?
2) Bir milleti teşkil eden çeşitli sınıflar birbirinden ayrılabilir mi? K öylü,
işçi, subay, hâkim, öğretmen, memur ve idareciyi birbirinden ayrı düşünebilir
misiniz?
3) Bu sınıflardan sadece birini tutan ve ötekileri kötüleyen bir edebiyat, milli­
yetçiliğe uygun olur m u?
4) Dâüssıla (sıla hastalığı) ne demektir? Biz yabancılar arasında mı, mil­
letimiz arasında m ı mesut oluruz?
5) “ Türk inkılâbı” deyince neyi anlıyoruz? Atatürk bir “ sımf” için mi yoksa
“ bütün millet” için nai savaşmıştır?
6) “Asrî millet” (çağdaş millet) sözünden ne anlıyorsunuz? Bazı milletler
neden yabancı milletlerin esâreti altında yaşıyorlar?
ATATÜRK’ÜN BÜYÜK NUTKU’NDAN CÜMLELER

I
Y A İS T İK L Â L , Y A Ö L Ü M

[Atatürk Büyük Nutku’nun başında 1919 yılı M ayıs’m da T ürki­


ye’nin içinde bulunduğu durumu inceledikten sonra almış olduğu
kararı şöyle belirtiyor]:
Esas, T ürk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşa­
masıdır. Bu esas, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirile­
bilir. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklâlden mahrum
bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek
bir muameleye lâyık görülemez.
Y abancı bir devletin himâye ve efendiliğini kabul etmek, insan­
lık vasıflarından yoksunluğu, aciz ve miskinliği itiraftan başka bir şey
değildir. Gerçekten, bu seviyesizliğe düşmemiş olanların isteyerek
başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
H albuki T ürk’ün haysiyeti ve gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve
büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa, mahvolsun daha iy id ir!.
Öyleyse ya istiklâl, ya ölüm!
İşte hakikî kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktı.
Bir an için bu kararın tatbikinde başarısızlığa uğranılacağını
farz edelim. Ne olacaktı? Esirlik!
Peki efendim. Diğer kararlara boyun eğme halinde netice bunun
aynı değil miydi?
Şu farkla ki, istiklâli için ölümü göze alan millet, insanhk haysiyet
ve şerefinin icâbı olan bütün fedakârlığı yapmakla teselli bulur ve
hiç şüphesiz esirlik zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin,
haysiyetsiz bir millete nazaran dost ve düşman gözünde farklı olur.

SO RU LAR :

ı) Yukanki parçada, insanlık ve millet için yüksek değer ifâde eden kavram­
lar ile kelimeleri belirtiniz!
2) H angi durumlar bir millet için haysiyet kırıcıdır?
3) Atatürk’e göre Türk milletinin başlıca özellikleri nelerdir?
4) K utsal değerler için ölümü göze almayan, korkak ve âciz insanlara saygı
duyar m ıyız?
5) T ü rk milleti, bugünkü hürriyet ve istiklâlini nasıl kazanmıştır?
DENEME VE FİKİR YAZILARI 291

A T A T Ü R K ’Ü N T Ü R K G E N Ç L İĞ İN E H ÎT Â B E S Î

Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, T ürk Cum hu­


riyetini, ilelebet 'muhafaza ve müdâfaa etmektir.
M evcûdiyetinin ve istikbâlinin yegâne temeli budur. Bu temel,
senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazîneden
mahrum etmek isteyecek dahilî ve haricî bedhâhların olacaktır.
Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdâfaa mecbûriyetinde düşersen,
vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini
düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâ-müsâit bir mâhiyette
tezâhür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kasdedecek düşmanlar,
bütün dünyâda emsâli görülmemiş bir gâlibiyetin mümessili olabilirler.
Cebren ve hîle ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün
tersânelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her
köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve
daha vahîm olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidâra sahip olanlar
gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyânet içinde bulunabilirler. H attâ bu
bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle
tevhit edebilirler. M illet, fakr ü zarûret içinde harap ve bî-tab düşmüş
olabilir.
Ey T ürk istikbâlinin evlâdı! İşte bu ahval ve şerâit içinde dahi,
vazîfen: T ürk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarm aktır! M uhtaç olduğun
kudret dam arlarındaki asil kanda mevcuttur.

A Ç IK L A M A L A R V E SO R U LA R :

Mustafa K em al Atatürk, 1927 yılında Türkiye Büyük


M illet M eclisi’nde okuduğu Büyük Nutk’unu yukarıda metni
verilen T ü rk gençliğine hitap ile sona erdirir. Bütün okul
duvarlarına asılan ve gençler tarafından ezberlenilen bu
hitâbe, A tatürk milliyetçiliğinin anafikirlerini ihtivâ eder.
Bundan dolayı, onu sadece ezberlemek değil, bir düşünce
konusu da yapm ak lâzımdır. Aşağıdaki sorulara vereceğiniz
cevaplarla onun mânâsını daha iyi anlayacaksınız.
ı) H itâbede ençok iki kıymet üzerinde duruluyor:
a) T ü rk istiklâli.
b) T ü rk Cumhuriyeti.
292 EDEBİYAT LÎSE I

Bu kelimelerden neleri anlamak gerektiğini açıklayım z!

2) Atatürk bu iki kıymeti : a) M illi mevcûdiyetin,


b) İstikbâlin temeli olarak görüyor.

İstikbal kelimesinden ne anlıyorsunuz? Kendiniz için ve


T ürk milleti için nasıl bir “ istikbal” özlüyor ve tasavvur
ediyorsunuz?
Fert ve millet olarak müstakil olmazsanız, varlığınızı ve
geleceğinizi koruyabilir misiniz?
3) Atatürk, “ istiklâl ve cumhuriyet” i hazîne olarak vasıf­
landırıyor. H azîne kelimesi ne mânâya gelir? İstiklâl ve
cumhuriyet ne bakımdan bir hazîne değeri taşır?

4) Atatürk, T ürk milletinin elinden bu hazîneleri almak


isteyen “ dahilî ve harici bedhâhlar” m bulunabileceğinden
bahsediyor. Tarihte Türk milletini içten ve dıştan yıkmak
isteyen kötü niyetli devletler ve milletler olmuş mudur?
Bugün de böyle milletler var mıdır?
5) Cum huriyet deyince ne anlıyorsunuz? İdârecileri
seçimle iş başına gelmeyen bir rejime cumhuriyet adı verile­
bilir mi? H angi rejimler halka seçim hakkı vermezler?

6) Seçim, en az şeyden birini almak, ötekisini reddetmek


demek olduğuna göre, tek partili rejimlerde gerçek bir seçim­
den söz edilebilir mi?
7) A tatürk’ün bu fikirleri İstiklâl Savaşımızla yakından
ilgilidir. İstiklâl savaşında T ürkiye’nin durumu nasıldı?
Hangi devletler Türkiye’ye hücûm etmişlerdi? T ürkiye’nin
nereleri, hangi milletler tarafından işgal edildi? T ürk milleti
bunlara karşı ne gibi tedbirler aldı? Bu esnada memlekete ihâ-
net edenler de oldu mu?
8) Atatürk istiklâl ve. cumhuriyetin müdâfaası için m addî
şartlar ileri sürüyor mu? M addî şartlar elverişli olmazsa, istik­
lâl ve cumhuriyetten vazgeçilebilir mi? Buna göre Atatürk
realist midir, idealist midir?
9) A tatü rk’ün anladığı mânâda “ vazîfe” kelimesini tarif
ediniz.
DENEME VE FİK iR YAZILARI 293

A T A T Ü R K ’T E N D Ü Ş Ü N C E L E R

H ürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküntü vardır.


Her ilerleme ve kurtuluşun anası hürriyettir.

Nihayetsiz bir hürriyet tasavvur edilemez; hakların en büyüğü


olan hayat hakkı bile sınırlıdır. İntihara karar veren bir insanın
işlediği suçun neticesi yalnız şahsına mahsus olduğun halde, polis
onu durdurmakla mükelleftir.

3
Neşeli olmayan insanlardan iki türlü şüphe edilir. Y a hastadır,
yahut o insanın başkalarına bildirmek istemediği bir kuruntusu vardır.

4
Her gün, sabah, akşam, gece ne zaman sırasına getirebilirseniz;
bir çeyrek yarım saat, ne kadar vakit ayırabilirseniz kendi içinize
çekilin, o gün yaptığınız işi gözönünden ve düşüncelerinizin tartı­
sından bir defa geçirin, ne ettiğinizi ne işlediğinizi her gün bir defa
kendi kendinize yoklayın. Şuurunuzdan alacağınız cevapların ne
kadar faydalı olacağını tasavvur edemezsiniz.

H ürriyet ve istiklâl benim karakterimdir. Ben milletimin ve en


büyük ecdâdımm, en kıymetli mevrusatmdan olan istiklâl aşkı ile
meftur bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî
ve resmî hayatım ın her safhasına yakından vâkıf olanlarca bu aşkım
malûmdur. Bence bir millete şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın
vücût ve bekâ bulabilmesi mutlaka o milletin hürriyet ve istiklâline
sahip olmasıyle kaimdir. Ben şahsen bu saydığım evsâfa çok ehem­
miyet veririm. V e bu evsâfın kendimde mevcûdiyetini iddiâ edebilmek
için milletimin de aynı vasıflarla muttasıf olmasını şart-ı esası bilirim.
Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evlâdı kalmalı­
yım. Bu sebeple millî istiklâl bence bir hayat meselesidir. Millet ve
memleketin m enâfii îcap ettirdiği beşeriyeti teşkil eden milletlerden
294 EDEBİYAT LÎSE I

her biriyle medeniyet muktezâsından olan dostluk ve siyaset müna­


sebetini büyük bir hassâsiyetle takdir ederim. Ancak benim mille­
timi esir etmek isteyen herhangi bir milletin bu arzusundan sarf-ı
nazar edinceye kadar bî-aman düşmanıyım.

Verdiğiniz emrin yapılmasından emin olmak istiyorsanız, tâ en


çok gerçekleşme ucuna kadar kendiniz onun başında bulunmalısınız.

Her an tarihe karşı, cihana karşı hareketimizin hesabını verebi­


lecek bir vaziyette bulunmak lâzımdır.

8
Ben ı ğ ı g senesi mayısı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde
maddî hiç bir kuvvet yoktu. Yalnız büyük T ürk milletinin asâletinden
doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve m ânevi bir kuvvet
vardı. îşte ben bu m illî kuvvete, bu T ürk milletine güvenerek işe
başladım.

SORU ;

ı) Yukarıda zikredilen cümleleri incelemek ve örnekler vermek suretiyle


yazılı olarak geliştiriniz! .
SÖZLÜK
(Burada verilen karşılıklar bu kitabta bulunan metinlere göredir.)

a b â : yünden yapılmış kaba kumaş


â d e m : adam
a d û ; düşman
â fâ k : ufuklar
a ğ lip : ağlayıp
a ğ u ; zehir
â h â r : sonra
ah sen -i t a k v im ; en iyi, en güzel kıvamda; mecazî: insan
a h ü z â r : ah ve inleme
a h v a l: haller (
â k ıb e t: nihayet, son; sonunda ^
a l; hile
a la g ö z ; açık kestane rengi göz
a lâ m e t-i a c z ; aciz alâmeti
a le m ; nişan, alâmet; bayrak, sancak
â le m -i k e v n : dünya
â m â l: emeller
a m e l: iş
â m ir iy e t; emir verme, buyurma
a n d a ; orada
a m : onu
â r i; -sız
â s â n : kolay
a s k a ta ; alış-veriş
a s r i: çağdaş, modern
a tâ ; hediye
a t a y a ğ ı ç a b u k ; yel gibi
â tıl: tembel; boş, faydasız
k y a k : içki kadehi
a y â n : belli, açık, meydanda
a y m : arap alfabesinin ı8. harfi
a y m a k ; demek, söylemek
a y d u r : der
b a ğ b a n : bahçıvan
b a h r : deniz
b a h r ü b e r r ; deniz ve kara
b a h u s u s ; hususiyle, en çok, hele
b a s a r : göz
296 EDEBİYAT LİSE I

b a s îr : görüp anlayan
b a ş ta n â h ir : baştan sona
b e d ii: güzellik, güzel
b e h iş t: cennet
b e ld e: şehir, diyar
beld e-i ta y y ib e : güzel şehir
b e n cile y in : benim gibi
b e r î: kurtulmuş
b e r k : yaprak
b e r k in m e k : pekiştirmek
b e r r : kara, toprak
b î-d â d : zulüm, işkence
b ilâ k is : aksine
b ile : beraber
b î'lü z u m : lüzumsuz
b îm â r : hasta
b i'v e fa : vefasız
b u ğ u r : bu defa, bundan sonra, şimdi
b u y a n : baht
b ü r çe k : ahndan ve şakaktan sarkan saç, kâkül, saç lülesi
câ n -ı d e r d m e n d : deryli can
câ n ib : taraf, yön
ce fâ -y ı çe rh -i g a d d a r : acımasız feleğin cefası
ce lâ l: büyüklük, ululuk
celep : sığır, koyun getirerek kasaplara satan tüccar
c e m e y le m e k : toplamak
c e m i: bütün, hepsi
ce n g : savaş
c e n u p : güney
ce re y a n : akım
cerih a: yara
ce rra h : operatör
ce v â h ir : cevherler
cü d â: ayrı, ayrı düşmüş, ayrılmış
c ü m le : herkes
c ü m le si: hepsi
c ü z ’iy â t: ehemmiyetsiz, değersiz şeyler, teferruat
ç a ğ ır m a k : seslenmek
ç a la b : Tanrı
ç a y d ır m a k : caydırmak
çek ek : çekelim
ç e n tilm e k : çentik açılmak
çe rçi: malını at, eşekle satan seyyar satıcı
çerh-i s it e m -p e r v e r :
SÖZLÜK 297

çeşm-i gazal: gazalin gözü


çeşm-i giryan: ağlayan göz
çıcık: yağ
çığnamak: çiğnemek
çırahba: kandil
çöğen: değnek
dakkor kalmak: mutabık kalmak, anlaşmak
dalâlet: doğru yoldan sapma
dâm : tuzak
dehşek-nâk: dehşetli
delikli demir: tüfenk
dellemnek: delilenmek, kızmak
dem tutmak: saz veya sesle nağme yapılırken diğer bir sazla veya başka nağme
veya seslerle ona arkadaşlık etmek
denlu: kadar
derbeder: perişan, dağınık
derimi: içten, gönülden
didaktik: öğretici
dikiyorur: dikiyor
dildâde: gönül vermiş, âşık
dil-i nâ-şâd: şâd olmayan gönül
diraht: ağaç
divid: eskiden kullanılıp kuşzık arasında taşınılan ve kalemliği ile hokkası bir arada
olan yazı takımı
diya: daha
diyet: kan bahası
dizdar: kale muhafızı
dombay: manda
döşenmiş: döşeme, mefruşat
dünyâ-yı dûn: aşağılık dünya
dürtmelemek: dürtmek, itip kakmeık
düş: rüya
düvlek: güzel kokulu küçük kavun
ecdâd: cedler
edânî: en alçak, pek bayağı kimseler
ednâ: pek aşağı, en bayağı, çok alçak
efgan: ıztırap ile haykırma
efkâr: fikirler
eğlenmek: bir yerde durup vakit geçirmek
elesti bezmi: bezm-i elest, varlıkların yaratıldıkları zaman
epizot: şiir, roman v.s. de asıl konuya eklenmiş ikinci derecede olay
erbâb-ı zâhir: dıştan bakanlar
erdem: fazilet, hüner
eren peren etmek: darma-dağm etmek
esir-i dâm: tuzağın esiri
298 EDEBİYAT LİSE I

eşk -i g ü lg û n : gül renkli gözyaşı


e tfa l ü ly â l: çoluk çocuk
e v le k : 1-4 dönüm
fâ il-i m u h ta r : istediğini yapmakta serbest olan
fa k r ü f a k a ü s lû b u : yoksul, mütevazı yaşayış tarzı
fâ n i: ölümlü
fa r z -ı m u k â l: olmayacak bir şeyi olacakmış gibi düşünme
fâ s ık : Allah’ın emirlerini tanımayan, günah işleyen, fesatçı, kötülük eden
fa s l-ı g ü l: gül faslı, gül mevsimi
fe c r -i k â z ib : yalancı fecr: sabaha karşı doğuda görülen aydınlık '
f e r : parlaklık, aydınlık
fe r e s : at, beygir
fe r a s e t; anlayışlılık, çabuk seziş
fe th -i h â k a n î: hakanın fethi
fe v k a lb e ş e r : insanüstü
f js k : H ak yolundan çıkma, Allah’a karşı isyan etme; sefahate dalma; hainlik, din­
sizlik; ahlâksızlık
f ıs t ık î: makam
f ıtr a t : yaratılış
f ig a n : inleme, ıztırap ile bağırma, feryad Bk. efgan
g a le b e ç a lm a k : üstün gelmek
g a le y a n : kaynama, coşma, çalkanma
g a m : keder, tasa, kaygı
g a r la n g o ç u ş a k la r ı: vurucu kırıcı takımı, ipsiz sapsız takımı
g a ş y : kendinden geçme
g a y r i: artık, bundan böyle
g a y û r : gayretli
g a z e l-h â n : gazel söyleyen
g e ld ik d e : geldiği zaman
g e lm e y ic e k : gelmeyince
g e r : eğer
g ıd d e : daimî, biteviye
g ir iftâ r : tutulmuş
g iz lin : gizlice
g ö r ü k e n i: gözükeni
g ö r ü r s ü z : görürsünüz
g ö y ü n m e k : yanm ak ^
göz a ltı e tm e k :
g u lu n t u t m a k : döllenmek
g ü m a n : şüphe
g ü n ü z: gündüz
g ü z : sonbahar
g ü zid e: seçkin
h a b îb : sevgili
SÖZLÜK 299

hâk: toprak
hakir: itibarsız, değersiz
hakkaniyet: adalet
hâli: boş, terkedilmiş
halketmek: yaratmak
hem-âhenk: ahenkli, uygun, denk
hâne : ev
hâr; diken
harâbi: haraplık, viranlık
hanim a: yapıların üzerine atılan ağaç
hasbi: karşılıksız, parasız, bedava
has kem işte: ’
hâşâ sümme hâşâ: Allah göstermesin, kat’iyen, asla
hayıf: acı, intikam
helâk: mahvolma, ölme
heman-dem: o anda, çabucak, hemen
hemîşe: daima, her vakit, her zaman
h e r g : sürme, kazma
hergiz: asla, kat’iyen, hiç bir vakit, hiç bir suretle
heyyenmeyid: ölü veya diri
hırâmân: salma salına, naz ve eda ile yürüyen
hicap: utanma
hicret: göç
hidâyet: hak yoluna, doğru yola kılavuzlama
hilkat-i âdem: insanın yaratılışı
himar: eşek
hin: an, vakit, zaman
hûr-ı in: cennet kızı, hûrî
hurûf: harfler
huzu’ : alçak gönüllülük
huzzâr: huzurda, meydanda olanlar
hükm-i divân: huzur
ıskartaya çıkarılmak: çürüğe çıkarılmak
ıslah: ıslak
ısmarlamak: emanet etmek, tevdi etmek; seslenip tembih etmek; tavsiye etmek
ihlâl: halel getirme, bozma
ihvân: sadık, samimi dostlar; bir tarikat arkadaşları
ikbal: baht, talih
ikrar: saklanmayıp söyleme
iktifa: yeter bulma, yetinme
imâret: yoksullara yiyecek dağıtılmak üzere kurulmuş hayır evi
imrahor: at bakıcısı
imtizaç: kaynaşma, uygunluk
inkılâp etmek: değişmek, bir halden başka bir hale dönmek
inkıyâd: boyun eğme, kendini teslim etme
300 EDEBİYAT LİSE I

iptidâ: başlangıç, başlama; ilkin, en önce, başta


irâdet: irade, dileme; gönül isteği
istihsal: üretme; meydana getirme
istikrar: karar bulma; kararlaşma, iyice belli olma
itminan: emin olma; güven bulma; kat’i olarak bilme
izmihlâl: yok olma; yok olup bitme
izzet: değer, kıymet, saygı, kudret
jest; hareket
kablettarih: tarih öncesi, tarihten önce
kadîm : eski
İfaf: arap alfabesinin 20 harfi
kafiye: mısra sonunda sesçe birbirine benzeyen kelime veya lıeceler
kâm alm ak: zevk almak
kâm il: olgun,
karabet: yakınlık, hısımlık, akrabalık
karanu: karanlık
kasr-ı cinan: cennet kasrı
kavaf: hazır ve bayağı cins ayakkabı satan esnaf
kavi ü karar: bir şeyi sözleşip bitirme
kemâle varmak: olgunlaşmak
kemha: bir nevi ipek kumaş
kendüden: kendisinden
kıf: bardak, kap
kirmanı: bir cins iyi kılıç
K irm an : Çeliğiyle meşhur bir *şehir ^
kişm irî: ipekli kumaş
kompliman: iltifat
koyak: iki dağın arasında kalan dere boyu, vâdi
köz: kor, ateş, kızıl ateş parçası
kulan: yabani at ve yabani eşek
kurbunda: yakınında
k u n k an : çadır
kûşe: köşe
kut: yiyecek, besin
külek: ağaç kova
külliyât: bütün
külünk: taş kırmaya yarar âlet
lâ-içtimaî: cemiyet dışı, toplum dışı, gayri sosyal
lâ l: kırmızı, al
lapçm: tabanı meşinden olan mest
lerze-resân: titreten, titreme veren
levâzımât: lâzım olan şeyler, gerekli şeyler
h ğ : çamur
libas: elbise
liyâkat: lâyık olma, değerlilik, yararlık; iktidar, hüner, fazilet
SÖZLÜK 301

m â d e r : anne
m a g r i b : batı
M â -i T e s n im : Tesnim ırmağının suyu
m a iy e t: bir büyük memurun emri altında bulunma, beraberlik, arkadaşlık
m a k u le : çeşit
m a m û r e : insan bulunan bayındır yer, şehir
m a n a : bana
m a n tin : kalın ipek kumaş
m â r : yılan
m â r u f: meşhur
m a ş r ık : doğu
m a y ıs : hayvan tersi
M e h d i: onikinci imam. Şiî inancına göre yaşamakta ve kıyâmeti beklemektedir,
m e h il: müddet
m e le k e : iktidar, yetenek
m e lil: kederli
m e lû l: usanmış, bezmiş; mahzun
m e n z il: mesafe; yollardaki konak yeri
m e r c i; başvurulacak yer
m e r g u b : beğenilen, herkesçe sevilip aranan; istenilen, sevilen (kimse)
m e s â lih : maslahatlar, işler
m e s c id e v a r m a k : secdeye varmak
m e s e r r e t: sevinç
m e s k e n : oturulan yer
m e ş e k k a t: zahmet, sıkıntı, güçlük, zorluk
m e ş v e r e t e tm e k : danışmak
m e v â li: mevleviyyet piyesine ulaşmış olan sarıklı âlimler
m e y : içki, şarap
m e z â lim : zulüm
m e z b û r : adı geçen
m e z u n : izinli, izin almış
m ıtk a l: kıvam
m ir a la y : albay
m i s k : A sya’nın yüksek dağlarında yaşayan bir cins ceylâmn erkeğinin karm derisi
altındaki bir bezden çıkarılan güzel kokulu madde
m is l-i h a za n : hazan misali
m u a s ır : çağdaş
m u â v e n e t: yardım, yardım etme
m û c id : icad eden
m u h a r e b e : savaş
m u h â ta r a : tehlike
m u h k e m le m e k : sağlamlaştırmak
m u h ta s a r : kısaltılmış, kısa
m u k îm : ikamet eden, oturan
m u k te z â : iktiza edmiş, lâzım gelmiş, icab
302 EDEBİYAT LİSE I

murâkabe: kendi iç âlemine bakıp dalıp kendinden geçme


musâhabet: sohbet etme, konuşma, görüşme
musammat: beyitleri kafiyeli ve dört kısımdan ibaret manzume
musandıra: büyük kilerin içinde yüksek ve geniş raf veya yükün üst tarafındaki
dolap
muştılamak: müjdelemek
mutasarrıf; bir sancağın en büyük idare âmiri
mutî: itaat eden, boyun eğen
mutrib-i pâkize-edâ: temiz edalı çalgıcı
m uvâzi: paralel
muzaaf: iki kat, katmerli
mübâhase: bir iş hakkında iki veya daha çok kimse arasında edilen söz, konuşma
mübâşeret: bir işe başlama, girişme
mübeşşir: müjdeci
m ücrim: suçlu
müdâm: devam eden, süren, sürekli; arası kesilmeyen
müeyyide; kanunun ve ahlâkın tayin ettiği ceza ve mükâfat
m ülâyim: yumuşak huylu
mümin: iman etmiş, İslâm dinine inanmış
münacaat etmek: Allah’a dua etmek, yalvarmak
münâfık: nifak sokan, ikiyüzlülük eden
m üren : nehir
mürüvvet: insaniyet, mertlik, yiğitlik; cömertlik, iyilikseverlik
müşâbehet: benzeyiş, benzeme
müşahhas: somut
müşavere etmek: danışmak, bir iş üzerinde konuşmak
müşevre etmek: müşavere etmek
m üşfik: şefkatli
müşg-bû: misk kokulu
mütefekkir: düşünür
mütehammil: tahammül eden, dayanan
m ütekaid : emekli
mütercim; tercüme yapan, çevirici
müteveccih: bir tarafa giden, yönelen
müttelâ-yı zerkeş: altın kakmalı asâ
nâ-bedid: görünmez
nâgehan: ansızın
nahır: sığır, at, eşek, v.d. sürüsü
nâil olmak: muradına ermek, ele geçirmek
nanca: ne kadar
nâr-ı aşk: aşk ateşi
n a s : halk
nâtıka: düşünüp söyleme hassası, kuvveti; düzgün, dokunaklı söz söyleme
nâ-tüvan: zayıf, kuvvetsiz
nazar eylemek: bakmak
SÖZLÜK 303

n a z ır : bakan
n e vâ h i: nahiyeler, bucaklar
n ih â n : gizli, saklı
N ir v a n a : Budizm’e göre dünya ve nefse ait özelliklerden sıyrılıp uluhuyitte kay­
bolma
od: ateş
o g ü n sü gü n : o gün
o l: o
ö lü n cü b ir gü n : öleceğin güne kadar
ö vle : öğle
p a s tr a : bir deste iskambille oynanan bir oyun
p â y ita h t: başkent
p a y k u r m a : bir hamle, bir sıçrayış, bir sefer
p ele se n k : (diline) dolamak
p e s : imdi, o halde
pin h a n : gizli
p r e za n ta b l: .takdim edilebilir, takdime şayan
ptıl: para
r a h m : acıma
r â s im e : âdet, eskiden kalma âdet; merasim, tören
r a y : rey, fikir, hüküm
re b iü le v v e l: arabî ayların üçüncüsü
r ız k : azık, yiyecek şey; Allah’ın herkese bağışladığı nimet
ru h -ı m ü c e r r e t; mücerret, soyut ruh
ru h sâ r : yanak
R u m : Anadolu
rû şen : parlak; belli, meydanda
rü s v â : rezil, itibarsız, haysiyetsiz
s a ğ ış : miktar, adet, sayı
sa h a b e t: sahip çıkma, koruma, arka olma, yardım etme
s a h m : sakın
s a h ib 'i h a y r a t: h ayır sahibi
sâ k in : oturan (bir yerde)
sa k o : çuval gibi bol ceket ^
salh ân e: hayvan kesilen yer
sa n m a n : sanmayın
s a ’y ; gayret, emek, çalışma
s a y d : av
s a y y â d : avcı
s e h v : yanlış, hata
se k b a n : Yeniçeri O ca ğın a bağlı bir sınıf asker; Osmanlı saraylarında av köpek­
lerine bakan kimse
se le f: bir yerde, bir işte başka birinden önce bulunmuş olan kimse
s e m : işitme, işitiş; kulak
304 EDEBİYAT LİSE I

s e m î: işiten, işitme kuvveti olan; A llah’ın adlarından biri


s e r ; baş
s e r e n c a m : bir işin sonu, başia gelen olay
s e r v -i r e v â n : yürüyen servi
s ıd k : doğruluk; yürek temizliği
s ık tır d ı: kıstırdı
s in : ölü gömülen çukur, kabir
s ir â y e t; yayılm a
s k a n d a l: rezalet
s o f i :• tasavvuf ehli, mutasavvıf
s ü k k â n : sâkinler, oturanlar
şâ h -ı r e s ü l: peygamberlerin şahı
ş a k e y le m e k : ikiye bölmek, yırtmak, ayırmak
ş â m i o ta ğ : bir cins çadır
ş a r : şehir
şe b -i h icr a n ; hicran gecesi
ş e h â d et; şehid olma, şehitlik mertebesine ulaşma
ş e m ’ : mum
şe r ; kötülük
şe ra it-i h a y a tiy e : hayat şartları
ş e r a it-i ik tis a d iy e : ekonomik şartlar
ş e y d â : aşktan aklını kaybetmiş, divane, düşkün, şaşkın
ş ik e s t : kırık, kırılmış
ş im a l: kuzey
ş îr : arslan
şu le:' alev, ateş alevi
şühedâ:'şehitler
ta a t: Allah’ın emirlerini yerine getirme, ibadet
ta b â b e t: tıp ilmi
ta h k ir : hakaret etme, hor görme
ta h s il: fayda, kâr
ta h ta b o ş ; damın düz bir kısmı ki en çoğu çamaşır sermeye yarar ve çinko ile döşeli
bulunur.
t a k v â : Allah’tan korkma, Allah korkusuyle dinin yasak ettiği şeylerden kaçınma
ta lç ık a lm a k : kilo almak, etlenmek
t a ’n ; sövme, yerme, ayıplama
ta n a k a lm a k : şaşakalmak, donakalmak
t a r îk : yol
t a ş : dış
ta v la : at beslenen yer
ta v la n m a k : semirmek
ta y a : dadı
ta y la k : tay
te b d il e y le m e k ; değiştirmek
te b e r r ü k ; mübarek sayma, uğur sayma
te k lifâ t: teklifler
SÖZLÜK 305

telef; yok etme, öldürme; boş yere harcama, yıpratma


temâşâ etmek; seyretmek
temren; ok, kargı gibi şeylerin ucundaki sivri demir
terki: arka
Tesnîm: Cennetteki ırmaklardan birinin adı
tevârüs; mirâsa konma
te v ^ etmek: bırakmak, emanet etmek
tevil; sözü çevirme, söze ayrı mâna vermeğe kalkışma
tevlügat; taallukat, akraba
t ığ ; çit / ^
toy; ziyafet * /
turfe; garip
tuş; ses
tutmak: tutamaz
uçmak: cennet
ukrevî; ahirete ait, ahireüe ilgili
ulemâ; âlimler, bilginler
unmak; dertten kurtulmak; salâh sulmak; şifa bulmak; mesut olmak
uran: savaş bağırışı
uruk; hısım akraba; bir ata oğlanlarmdan çoğalan köy, mahalle, şehir halkı;
kuşak, aile, sülâle, hanedan
ülfet: alışma; görüşme; ahbaplık, dostluk
ümerâ: emirler, beğler
vâcib; yapılması gerekli; yapılması şer’an lüzumlu olan
vak’a-nüvis; va k ’a yazan
vâzıh; açık, m eydanda, belli
vecd: kendinden geçecek derecede dalgınlık; kendini kaybedercesine İlâhî aşka
dalm a
vesâit; vasıtalar, araçlar
vezin: ölçü
vığılatmak: yenm ek, üste çıkmak
yaruk: ışık
yaşm yaşm ; gizli gizli, için için
yig; iyi
yumak: yıkamak
zâtı: şahsî, özel
zâil; sona eren, geçen, geçmiş olan
zâyi olmak: elden çıkmak, kaybolmak
zemahiye alm ak; a la y a almak
zencefre; kırmızı b o y a, sülüğen boyası
ziya: ışık
zühd: sofuluk
Zülfikâr: H azret-i M uham m ed’in Hazret-i A li’ye armağan ettiği ucu çatallı kılıç
zürriyet: nesil, kuşak, soy, döl

You might also like