Professional Documents
Culture Documents
Kazım Karabekir Gözüyle Ittihat Ve Terakki
Kazım Karabekir Gözüyle Ittihat Ve Terakki
EDİTÖRLER
GAZİANTEP 2017
I
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY EDİTÖRDEN
III
ÖNSÖZ
IV
NUMAN DURAK AKSOY ÖZGEÇMİŞ
Aynı yıl Yüksek Öğrenim ve Yurtlar Kurumu Erciyes Erkek Yurdu Müdürlüğü’nde
yönetim memurluğuna atanmıştı. Üniversite hocalığına başlayana kadar 1988-1993
yılları arasında bulunduğu bu görev üniversite gençliği ile ilişkilerinin sürmesine de
VI
fırsat verecekti. Hocamız her fırsatta yurtta kalan öğrencileri başına toplayıp onlarla
sohbet eder onların dertlerini dinler ve onlarla ülke meselelerini tartışır, onlara
memleket ve millet sevgisini aşılamaya çalışırdı. Sadece ülkücü gençlere değil
farklı fikirlerdeki gençlerle de iyi ilişkiler kurabiliyordu.
1993 tarihinde çok değer verdiği ve kendisinde çok emekleri olduğunu her zaman
ifade ettiği hocası merhum Profesör Doktor Şaban Kuzgun’un danışmanlığında
“Türk Yaratılış ve Türeyiş Destanları ve Dini Motifler” adlı yüksek lisans tezini
tamamlamıştı. Aynı sene içinde de Burdur’da askerlik vazifesini de yapmış,
askerlik dönüşünde de 11 yıl kaldığı Kayseri şehrinden ayrılmıştır.
Ülkede siyasi, sosyal ve ekonomik sarsıntılara sebep olan 12 Eylül 1980 askeri
darbesiyle birlikte ülkedeki bütün dernekler gibi faaliyetleri durdurulmuş olan Türk
Ocakları’nın çalışmalarına 1984’ten sonra izin verilmiştir. Türk Ocakları
Derneği’nin Kayseri’de dumanın yeniden tütmesi için üniversitedeki ülkücü
gençlerin reisi olarak onlarla birlikte büyük çaba gösterdi, katkı sağladı.
VII
1993 tarihinde Malatya İnönü Üniversite Darende İlahiyat Fakültesi’ne Araştırma
Görevlisi olarak atanmış ve aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih
Anabilim Tarih Eğitimi Bilim Dalı’nda doktora eğitimine de başlamış, 1994
tarihinde de İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi Bölümü’ne
geçmiştir. İlahiyat Fakültesi mezunuydu fakat Tarih Eğitimi Bölümüne atanmıştı.
Bu durum akademik vizyonunu zenginleştirecekti. Zira doktora tezinin konusu olan
“20. Yy Gaziantep Tarihi ve Günümüz İnanç Coğrafyası” hem bir tarihçi hem de
ilahiyatçı bakışı gerektiren bir konuydu. Prof. Dr. Şaban Kuzgun’un himayesinde
çalıştığı doktorasını 1998 yılında başarıyla tamamlamıştı.
Kısa zamanda siyasette çok yol almış ve kendini geliştirmişti. Belki de ülkesine
milletvekili olarak hizmet edebilecekti. İşte bu amaçla 24 Aralık 1995 Genel
Seçimlerinde aday olmak üzere İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi
Bölümü Araştırma Görevliliği görevinden istifa ederek Milliyetçi Hareket
Partisi’nden Gaziantep’ten milletvekili adayı oldu. Henüz 33 yaşında olmasına
rağmen böyle ağır bir sorumluluğu üstlenmekten tereddüt etmemişti. Bu onun ilk
milletvekili adaylığıydı ancak son değildi. Bu seçimlerde MHP seçim barajını
aşamadığı için milletvekili seçilemedi.
Bir yıl sonra yapıla 18 Nisan 1999 Milletvekili Genel Seçimleri’nde aday olmak
üzere üniversitedeki görevinden yeniden ayrılmış ve ikinci defa MHP’nin
Gaziantep milletvekili adayı olmuştu. Bu seçimde de milletvekili seçilememiş fakat
seçim döneminde var gücüyle çalışarak MHP’nin Gaziantep’te birinci parti
olmasında çok büyük rol oynamıştır. Kendisi ilk sıralarda olmamasına rağmen
mahalle ve köylerde yapılan toplantılarda ve şehirde yapılan mitinglerde hep ön
saflardaydı. İyi bir hatip olduğundan diğer adaylar hemen mikrofonu hocamıza
VIII
uzatıyorlar, o da memleketin meseleleri hakkında heyecan dolu konuşmalarıyla
milleti coşturuyordu.
1999 seçimlerinde partisi iktidar ortağı olmuştu. Gerek parti meselelerinde gerekse
ülke meselelerinin tartışıldığı Merkez Karar Kurulu toplantılarında kişisel
çıkarlarını geri plana atarak dobra dobra konuşmaktan çekinmiyordu. Hiçbir şey
onu korkutmuyordu. Ne nabza göre şerbet verme derdindeydi ne de genel başkanın
gözüne girmeye çalışıyordu.
Numan Durak Aksoy Hocamız 1987 yılında Kayseri’de üniversite son sınıfta
okurken halasının torunu olan 17 yaşındaki Ayşe Tülay Aksoy hanımla evlendi.
Siyasetin konuşulmadığı sakin bir aile ortamında büyüyen Tülay Hanım evlendikten
sonra kendisini çok farklı bir hayatın içinde buldu. Hocamızın evi her zaman
kalabalıktı evde misafiri hiç eksik olmazdı.
X
Ülke meselelerine, dava arkadaşlarına, herkese yetişmeye çalışıyordu. Geçmişinin
sırtına yüklediği bir sorumluluk hissiye bütün çevresinin sorunlarını sahiplenmişti.
Adeta bütün dava arkadaşlarını içine alan büyük bir ailede yaşıyordu. Bu kalabalık
aile içinde ona ulaşmak onunla birlikte zaman geçirmeye çok az fırsat
bulunabiliyordu.
1989’da Kayseri’de doğan ilk çocuğu “Saltuk Buğra”ya Türklerin kurduğu ilk
Müslüman Türk Devleti’nin başbuğu Abdülkerim Saltuk Buğra Han’ın adını verdi.
Buğra’dan sonra yaklaşık 11 yıl süren ikinci çocuğa duyulan özlem nihayet 2000
yılında Özlem’in doğumu ile bitmişti. 2002 yılında da son evladı Emre dünyaya
geldi.
Bütün babalar ve eşler gibi o da çocuklarına ve eşine çok düşkün birisiydi. Ancak
Numan Hoca gibi insanların eşi olmak çocuğu olmak şüphesiz hem gurur duyulacak
bir şey hem de zorlukları olan bir aile ortamıydı. Hepimiz gibi ailesi için de
zamansız ve erken bir kayıptı.
2015 Mayıs ayında bir dostunun babasının taziyesi için Nurdağı’nda geçirdiği bir
kalp krizi sebebiyle hakkın rahmetine kavuşan hocamıza Gaziantep
Üniversitesi’nde düzenlenen tören adeta elli üç yıllık hayatının bir özeti gibiydi.
Türkiye’nin her tarafından gelen siyaset ve akademi dünyasından binlerce kişiyle
birlikte ailesi ve Gaziantepli hemşerileri aslında onu mezarına değil de gönlüne
koydu.
Türkmen diyarı Gaziantep’in Oğuzeli ilçesinin onurlu, mert ve yiğit bir evladı, Türk
İslam davasının yılmaz savunucusu, özü sözü bir, dost, arkadaş, sırdaş,
yardımsever, alperen özelliklerine sahip,
Ben ta iliklerine kadar Türküm, Türküm, Türküm” düstur ve inancıyla yaşayan bir
Bozkurt’tu.
Düzenleyen
Mehmet Fatih BOZKURT
XII
İÇİNDEKİLER
EDİTÖRDEN
Yrd. Doç. Dr. Yunus Emre TANSÜ
ÖNSÖZ
Prof. Dr. Ali GÜR……………………..…………………………………..……..IV
XIII
Numan Durak AKSOY…………...........................………...……………….……61
Kumuk Türkleri
H. Adnan ARSLANTAŞ.……………….…………………………………….....111
Mustafa TALAŞ
Enver DEMİR………………………………………………...…………………307
Adem TUTAR………………...………………………………………………....323
Kıyamet!
Ayhan DOĞAN……………...............…………...……………..……………….329
Celâl PEKDOĞAN…………...………………………………………………….353
Şehitler Âbidesi
XV
Hüseyin SARAÇ……………………………………...……………………….…413
Fettah KUZU…………….........................……………..……………………..…455
Mustafa ASLAN…………………………………………………………………485
Hava SELÇUK…………………………………...................…………………...519
Hilmi BAYRAKTAR………………………………..…………………………..535
İsmail ERDOĞAN……………………………………................………………549
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Divânu Lugati’t-Türk’te Bulunan Ahlakî Terimler
Fatma ÇAPAN…………………………...…………………………………...…569
Murat ÇELİKDEMİR
Gökben ÖVER…………………………………………………………………..611
Nusayrilikte Kadın
Selim OSRAK………………………………………………….………..……….649
Nuri YAVUZ………................…………………………………….............……659
Nuri YAVUZ
Seher PARLAK…………………………………………………………………713
Yunus MERCİMEK……………………………………...…………………..…717
Mustafa DEMİR……………………………………………………...……….....729
Türkiye İklimi
Süleyman ÜNÜVAR…………………………………………………………….769
Baran GÜVENÇ………………………...…………………………………….....783
Zeynel ÖZLÜ
Abdullah KARA………………………...…………………………………….....807
EKLER……………………….………………………………….………..….819
XVIII
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
ESERLERİ
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN
CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE
KURUMSAL DEĞİŞİM
ÖZET
*
Yrd. Doç. Dr., İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi, İlköğretim Bölümü.
**
Dr., İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği Bölümü.
3
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
ABSTACT
4
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
1. GİRİŞ
5
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
önce gizli sonra da aleni verilmiştir. Gizliliğine İslam’ın erken dönemini, aleniliğine
ise daha sonraki dönemleri örnek verilebilir.
Camiler, İslam eğitim-öğretim müesseselerinin resmi ilk mekânıdır.
(Wensick, 1993: 47. Kazıcı, 1991, Naşabi, 1992). Eğitim-öğretim kurumu olarak
Caminin en parlak dönemi, H.II. yy. başı ile III. Yy. sonuna rastlamaktadır
(Naşabi,1992:92,94). Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra
Müslümanların toplanması ve ibadetlerini gerçekleştirmesi maksadıyla yapılmış
olan Cami, daha sonraki yıllarda işbirliği ve çatışma gibi önemli kararların alındığı
bir kurum olarak gelişmiş ve hatta bizzat Peygamber tarafından ilk İslam eğitim-
öğretim1 yine burada verilmeye başlanmıştır. İslami yazılı geleneğin de başlangıç
yeri olan Cami, Peygamberin vefatından sonra Hulefa-i Raşidin ve Abbasiler
dönemlerinde de bir eğitim kurumu olarak işlevine devam etmiştir. Camilerin bu
şekilde resmi eğitim-öğretim mekânları olarak kabulü, sonraki İslami eğitim-
öğretim süreçlerini etkileyecek önemli ipuçları sunmuştur. Caminin ardından
Badiyeler (çöl), ilk Emevi halifelerinin, çocuklarını bedeviler arasına göndererek
yetiştirmeye çalıştıkları yerler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bedeviler arasında
fasih Arapçayı öğrenmek, iyi ata binmek, ok atmayı bilmek, kılıç kullanmayı
öğrenmek çöl eğitiminin ilköğretim düzeyinde gerçekleştirdiği programlardır.
Ayrıca, çöl bedevileri arasında sağlam bir tarzda sürüp giden ve fazilet ilkelerinden
sayılan cesaret, sabır, cömertlik, misafirperverlik ve ahde vefa gibi ahlaki değerleri
(Aka ve Diğerleri, 1986). Prenslere kazandırmak da yine bu çöl tahsili döneminde
öğretilip benimsetilen hususlardandır. Halife Abdulmelik’ten itibaren, Emevi
saraylarında prensleri yetiştirmek için bir terbiyeci öğretmen bulundurma geleneği
başlatılmıştır. Sarayda öğretimi devam ettiren kişiye müeddib denilmiş ve müeddib
kelimesi, “edeb” kökünden türetilen ve hükümdar çocuklarının muallimine verilen
bir unvan olmuştur (Çelebi, 1983: 38, 49). Edebiyat Salonlarına gelince, Edebiyat
Salonlarına Emeviler döneminde mütevazı bir şekilde ortaya çıkmış, (Vagleri,
1998: 109) Abbasiler devrinde de yabancı kültürlerin etkisiyle gelişmiştir. (Çelebi,
63).
Badiyelerin ardından zikredilmesi gereken kitap satış evleri Abbasi
Devletinin kuruluş devresinde camilerin etrafında açılmıştır. Kitap alım-satımı
yapan bir ticari kuruluş olmanın yanında, eğitim-öğretim ve araştırma yeri olarak
kütüphaneler gibi cami yanlarında görev ifa etmişlerdir. Bu yerlere pek çok bilim
adamı gelip gitmiş ve buralarda çeşitli ilmi konular konuşularak tartışılmıştır
(Savaş, 150–151).
1
Kur’an-ı Kerim: Maide, “Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu
yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun”, 5/67.
6
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
7
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
8
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
da İznik, Bursa ve Edirne haricinde diğer Osmanlı kentlerinde pek çok medrese inşa
edilecektir. Afyon’da Umur Bey, Alaşehir’de Yıldırım, Amasya’da Birinci Beyazıt
Medreseleri bunlardan sadece bir kaçıdır.
Osmanlı’nın ilk bir buçuk asır içinde yaptırmış olduğu medreseler derece ve
sınıf itibariyle İznik, Bursa, Edirne sınırları içinde kurulmuş, teşkilatlanma
süreçlerinde ise, Fatih Sultan Mehmet dönemi önemli olmuştur. Fatih Sultan
Mehmed’in Sahn Medreseleriyle birlikte oluşan yeni medrese teşkilatı Kanuni
Sultan Süleyman’ın, Süleymaniye Camii ile birlikte yaptırdığı külliye içerisindeki
yedi medrese ile de desteklenmiştir. Osmanlı devlet teşkilatının bütün elemanlarını
yetiştiren Osmanlı Medreseleri, Fatih’in Sahn-ı Seman Medreseleriyle kemalini
bulmuş ve Kanuni zamanında ise son şeklini almıştır (Akgündüz, 1990: 228). Sahn-
Seman Medreselerinin kurulması, Osmanlı topraklarındaki medrese teşkilatında bir
yeniliğe esas olmuş ve ilmi faaliyetlerine göre derecelendirilmişlerdir. Kurulan bu
medreseler, İlahiyat ve İslam Hukuk Fakülteleri konumundadır ve Osmanlı
Medreseleri bu medreselere göre düzenlenmiştir. Mesela kuruluşta İznik Medresesi,
beyliğin birinci dereceli medrese olurken, Bursa’nın fethinden sonra burada yapılan
Manastır Medresesi, Yıldırım Medresesi, Yeşil Medrese İznik Medresesini ikinci
plana düşürmüştür. Edirne devlet merkezi olduktan sonra buradaki büyük medrese
ve Darul Hadis, o tarihte Osmanlı medreselerinin en üstünde yer almıştır. Tedris ve
tahsisat icabı Bursa’daki Sultan Medresesi ikinci dereceye inmiştir (Uzunçarşılı,
1988: 2, 3). İstanbul’da Sahn-ı Seman ve Musıla-i sahn yani Tetimme medreseleri
yapıldıktan sonra Osmanlı sınırları içinde medreselerde yeni bir teşkilatlanmaya
gidilmiştir. Bu yeni yapılanma içinde medreseler aşağıdan yukarıya Haşiye-i Tecrit,
Miftah, Kırklı, Hariç, Dâhil ve Sahn-ı Seman olarak beş sınıfa ayrılmıştır
(Uzunçarşılı, 1988: 13).
9
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
İdadisi olarak bilinen Tetimme-i İkmal’den sonra ise, Semaniye’de hücre sahibi
olunmakta ve medreseler, Haşiye-i Tecrid (Telvih), Hariç ve dâhil (her ikisi de
yevmiyesi, Sahn Müderrisliği gibi elli akçe) gibi kısımlara ayrılmaktadır (Wencsik,
73). XV. asır sonlarına doğru yayınlanan bir kanunnameye göre aşağıdan yukarıya,
yani Haşiye-i Tecrid Medresesi’nden başlayarak çeşitli medrese derecelerinde
Mantık’tan Şerh-i Şemsiye, daha yukarı bir medresede ise yine mantık’tan Metali
Şerhi, Kelamdan Haşiye-i Tecrit, Belağat’tan Mutavvel, daha yukarı medresede
Miftah Şerhi, Usul-ü Fıkıhtan Tavzih ile bunun şerhinin şerhi olan Telvih, yine
Usul-ü Fıkıhtan Abduh Şerhi ve Bidaye ve en son Tefsir dersi okutulmuştur. Bu
herhangi bir dersin ilk sınıflarda muhtasarı ve sınıf derecesi yükseldikçe bunun daha
detaylı halinin okutulduğu anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi Osmanlı’da
medreseler derece derecedir ve bu derecelere göre de müderrislerin aldığı yevmiye
farklılaşmaktadır. Öğrenci düzenlemesi ilk tedris hayatına giren bir öğrenci için
muhtasarat denilen derslerle başlamaktadır. Öğrencinin Haşiye-i Tecrid
medresesine devam etmesi ve oradaki derslerde başarılı olmasının ardından o
medresenin müderrisinden bir vesika almakta ve bir yukarı derecedeki Miftah
Medresesine devam edebilmektedir. Tüm bunların ardından da Kırkılı ve Hariç-
Dâhil Medreseleri dersleri görülmekte ve daha sonra da Sahn-ı Semana’a gidilerek
Danişmend olunmaktadır (Uzunçarşılı, 1988: 19, 23).
10
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
11
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
12
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
4. Tanzimat Dönemi
1839 Tanzimat Fermanında eğitim-öğretim reformlarına hiç yer
verilmemesi oldukça manidardır (Kodaman, 1987: 8). Bu durum Sultan Abdülmecit
tarafından fark edilmiş, (Ayas, 1948: 375). “meclis-i maarif-i umumiye” (1846)
adında eğitimle ilgili sorunları tespit edecek ve gerekli reformları yapacak bir
kurum oluşturulmuştur (Unat, 1964: 18). Özellikle Abdülmecid’in kurulmasına
vesile olduğu “meclis-i maarif-i umumiye” Tanzimat’ın bu konudaki eksikliklerinin
giderilmesine çok önemli rol oynamış ve onun katkılarıyla modern anlamda birçok
yeni mektep kurularak modern anlamda merkezî eğitim teşkilatının temeli
atılmıştır. Mekâtib-i Umumîye Nezareti’nin kurulmasıyla da Evkaf Nezaretinin,
dolayısıyla medrese zihniyetinin etki ve denetiminden mektepler kurtarılmıştır.
Yine bu dönemde dini gelenekten uzak modern bir üniversite eğitimi verme amacı
ile 1846’da kurulmak istenen Dar-ul Fünün açılması prensipte kabul edilmiş ancak
13 Ocak 1863’te açılmıştır. Ardından da 1873’te de kapatılmıştır. (İhsanoğlu, 1992:
400). Abdülmecit’ten sonra eğitim konusuna II. Abdülhamit de eğilmiş ancak
medrese ve ilmiye konusunda ciddi bir çözüm üretememiştir. Bu dönemde eğitimde
bir sistem değişikliğinden daha çok 1869 Maarif Nizamnamesi’nin tatbik
edilmesine gayret gösterilmiştir. Bu dönem devletin ekonomik sıkıntılar içinde
olduğu önemli bir dönem olduğu da unutulmamalıdır.
Tanzimat dönemi eğitim-öğretim konusundaki gelişmelere genel olarak
şöyle bakılabilir: Her konuda olduğu gibi eğitimde de merkezci ve çeşitli eğitim
kurumları arasında dengeye dayanan bir siyaset söz konusudur. Modern eğitim-
öğretim bu dönemde yerleştirilmeye çalışılmış, (Yaltkaya, 1940: 445, 47) ve bu
arada devlet, eğitim- öğretimdeki görevinin şuuruna varmıştır. Yeni mekteplere
devletçe yardım, mektep yapma, Müslüman-Hıristiyan karışık bulunulan yerlerde
her toplum için ayrı bir mektep kurulması 2 bu dönemin bir özelliğidir.
1856’de ilân edilen Islahat Ferman’ında (Karal, 1983: 258). Tanzimat
Fermanından farklı olarak eğitim konusuna da yer verilmiştir. Ancak fermanda
eğitimle ilgili belirtilen konuların hepsi Gayri Müslimlere verilen bir takım
haklardan ibarettir. Mevcut bu durum eğitimin bir devlet politikasıyla yürütülmesi
2
Osmanlı devleti ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde azınlık ve yabancı okullarının yönetimi
hakkında daha fazla bilgi için bkz. Hidayet Vahapoğlu: Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancı
Okullar, İstanbul 1997.
13
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
ve kontrol edilmesini gerektirmiştir. Söz konusu bu durum ise merkezî bir maarif
teşkilatının 1857‘de “Maarif Umumiye Nezareti” kurulmasıyla bir çözüme
ulaştırılmış, bu çözümle beraber de ilk defa Eğitim Bakanlığının temeli atılmıştır.
1867’ye kadar Rüştiye okullarında sadece Müslüman öğrenciler eğitim- öğretim
görebilirken 1867’den sonra devlet tarafından açılan Rüştiyelerde Türkçe
imtihanından başarılı olmak şartıyla Hıristiyan çocukları da eğitim-öğretim
görmeye başlamıştır. Bu uygulama eğitimde ayrım yapılmadığının bir göstergesi
sayılmıştır (Karal, (VII) 201). 1867 yılına gelindiğinde ise, Sultan Abdülaziz
“Mekteb-i Sultani” yi diğer bir adıyla “Galatasaray Sultanîsi”ni açmıştır (1868).
Okulun eğitim süresi beş yıldır. Fakat üç yıllık hazırlık sınıfıyla beraber 8 yıl
öğrenim verilmektedir. Okul, Fransız modeline göre kurulmuş, yönetici ve
öğretmenlerin çoğu Fransızlardan seçilmiştir. Öğretim Türkçe konuların haricinde
Fransızca yapılmıştır. Bu yeni durum Batı diliyle orta öğrenimde ilk ciddi teşebbüs
olarak görülerek Batıya açılan bir pencere olarak yorumlanmıştır (Lewis, 1984). Bu
okul çeşitli din, ırk ve mezhepten olanlara Osmanlılık fikrini aşılamak amacıyla
açılmış olmasına rağmen Türk ve Müslümanlardan ziyade gayri müslimlerin
çıkarlarına yaramıştır. Bu okullarda Bulgar, Rum ve Ermeniler için millî duygular
aşılanırken Türkler, Osmanlı toplumundan kopuk, Fransız kültürü etkisinde kalan
aydınlar yetiştirmiştir (Kodaman ve Saydam, 1992: 486, 487).
Sıbyan Mekteplerine Kur’anı Kerim ve İlmihal dersinin yanında ilk defa
“Yazı” dersinin konulması, (Ergin, 1977: 85, 86) her mahalle ve köyde en az bir
mektep yapılması, ancak inşa, tamir ve öğretmen giderlerinin ilgili toplum
tarafından karşılanması, öğretmen yetiştirme, devletçe öğretmen tayini, merkez ve
taşra teşkilatının kurulması, Dar-ul Fünün’un açılması ve ayrıca tüm bunların
Türklerin çoğunlukta olduğu yerlere, özellikle Anadolu’ya yönelik olması
eğitimdeki şuurlaşmanın göstergeleri olarak görülmeye uygundur. Öte yandan
azınlık mektepleri ve yabancı mektepler az çok kontrol altına alınmıştır. Bu
mekteplere Türk öğretmenler tayin edilmiş, fakat daha önce verilmiş olan haklar
nedeniyle, bu mekteplerin çeşitli faaliyetlerinin önüne geçilememiştir. II.
Abdülhamit döneminde Batılılaşma hareketi içinde eğitimle ilgili olarak yapılmış
olan çalışmalar genel olarak şu şekilde sıralanabilir: Türkçe resmi dil olarak kabul
edilmiş, Mülkiye okulu teşkilatlandırılmış, Hukuk okulu açılmış, Maliye ve Ticaret
okulları açılmış ve kapatılmış, Mühendis ve Baytar okulları, Güzel Sanatlar Okulu,
Şehzadeğan ve Aşiret Okulları ve Dar-ul Fünün açılmış, latin harfleri konularının
gündeme gelmesi, siyasi, tarihi ve içtimai eserlere ek olarak bazı kelimeler
yasaklanmıştır. Sıbyan Mektepleri bu dönemde din esasına göre eğitim-öğretim
veren kurumlar olarak kalmış, medrese ve dereceleri: İbtida-i Hariç, Hareket-i
14
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
Hariç, İbtida-i Dâhil, Hareket-i Dâhil, Musıla-i Sahn, Sahn-ı Seman, İbtida-i
Atmışlı, Hareket-i Atmışlı, Musıla-i Süleymaniye, Havamis-i Süleymaniye,
Medaris-i Süleymaniye, Dar-ul Hadis şeklindedir. Batılı Tarzda Eğitim-Öğretim
Veren Kurumlar ise, Askeri Teknik ve İhtisas Okulları, Mühendishane-i Bahri
Hümayun, (Ergin, (II) 265) Mühendishane-i Berri Hümayun, (Beydilli, 1995: 34)
Tıphane-i Amire, Mektebi Ulum-ı Harbiye, Muzıka-i Hümayun, (Lewis, 1984: 84,
85). Cerrah Hane-i Mamure, Mektebi Ulum-ı Edebiye, Mektebi Maarif-i Adliye
şeklinde olmuştur. Orta öğretim ise, Rüştiye, İdadiye, Sultaniye şeklinde üç
bölümden oluşturulmuştur. 1847 yılında yayınlanan talimatname ile Sıbyan
Mektepleri programında önemli yenilikler yapılmış, öğretim süresi dört yıl olan
Sıbyan Mekteplerinden sonra öğretim süresi iki yıl olan ve yeni kurulan Rüşdiye
mektepleri de zorunlu öğretim kapsamına alınmıştır. Böylece altı yıl süreli zorunlu
öğretim gerçekleşmiş,1846 yılından itibaren de taşralarda genel rüşdiyeler açılmaya
başlamıştır (Akyüz (b), 1994b: 1, 479). Sultaniyelerin ise Birinci Heyet-i İlmiye’de
“Sultani” adı “Lise” olmuş, Liseler birinci ve ikinci devreli şeklinde iki kademeye
ayrılmıştır. 1923’ten önce 55 olan ortaöğretim kurumunun sayısı cumhuriyet
döneminde 74 (Cicioğlu, 1985: 133, 134) olacak ve orta öğretim konusunda Birinci
Milli Eğitim Şurası 1939, İkinci Milli Eğitim Şurası, 1943, Üçüncü Milli Eğitim
Şurası, 1946, Dördüncü Milli Eğitim Şurası, 1949, Beşinci ve Altıncı Milli Eğitim
Şuraları, Yedinci Milli Eğitim Şurası 1962, Sekizinci Milli Eğitim Şurası 1970,
Dokuzuncu Milli Eğitim Şurası 1974, Onuncu Milli Eğitim Şurası 1981 vb…
günümüze kadar gelen çeşitli şuralar yapılacaktır.
5. Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanan hızlı gelişmenin en önemli itici
güçlerinden birisi şüphesiz eğitimdir. Eğitime yönelik talep artışının nedenleri
arasında Atatürk ilkelerine bağlı millî, demokratik, lâik ve çağdaş eğitim-öğretim
esaslarına dayanan ve çağın gereklerine cevap verebilen eğitim sisteminin toplum
tarafından kabul edilmiş olmasını ve Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze kadar
eğitim stratejileri ve uygulamalarını neden olarak görebiliriz. Eğitim stratejileri ve
uygulamaları konusunda İkinci Meşrutiyet, İttihat ve Terakki dönemleri, eğitim
alanında yenileşme hareketlerinin devam ettirilmek istendiği ancak tüm gelişme ve
yeniliklerin teorik anlamda ya da kanunlarda ve nizamnamelerde kaldığı,
uygulamaların çok sınırlı olduğu dönemlerdir. Eğitim-öğretim 1924’te kabul edilen
“Tevhidi Tedrisat” kanunuyla yeni bir döneme girmiştir. Söz konusu dönem
öğretimin birleştirilmesi, eğitimin örgütlenmesi, yasalarla eğitimin amacının
15
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
3
Bunun için de önce eğitim ve öğretimin birleştirilerek laikleştirilmesi gerekmiş, bu da 3 Mart 1924
tarihinde çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla gerçekleştirilmiştir. Bkz. Genç, Reşat: Türkiye’yi
Laikleştiren Yasalar, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara,1998, s. 19.
16
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
17
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
18
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
5. SONUÇ
Türk eğitim-öğretim kurumları uzun yılları kapsayan bir süreçle
değerlendirilebilir. Söz konusu bu süreçte birçok eğitim-öğretim kurumu defalarca
değişim ve dönüşüme uğrayarak günümüze kadar gelmiştir. Gerek Selçuklu gerekse
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri bu eğitim-öğretim kurumlarının değişim ve
dönüşümlerin en önemli zaman dilimlerini kapsamaktadır. Osmanlı eğitim-
öğretiminin öncesini oluşturan Selçuklu eğitim-öğretim kurumları dini içerikli bir
yapıya sahiptir ve bu yapı, kurumsallaşma süreci içerisinde ardılı olan Osmanlı’yı
da etkilemiştir. Ancak Osmanlı’da olduğu gibi Selçuklu eğitim-öğretim
kurumlarında kendi dönemine ait Batı tarzında bir reformlar silsilesi söz konusu
değildir.
Selçuklu Devletinin eğitim-öğretim kurumları söz konusu edilince ilk
olarak akla gelen ve şöhreti Selçukluyla sınırlandırılamayan Nizam-ül Mülk
Medreseleridir. Bu haklı şöhretten faydalanmasını bilen ve eğitim-öğretimde
Selçuklunun kurumsal mirasını kullanan ve zamanla bu mirası geliştiren Osmanlı
Devleti, kuruluşunun ilk yıllarından itibaren Selçuklu gibi eğitim-öğretime büyük
bir önem vermiş, hatta yükselme devri olarak anılan zamanlarına eğitim-öğretime
verdiği önem sayesinde ulaşabilmiştir. Ancak zamanla Osmanlı eğitim öğretim
kurumlarının işleyişindeki yozlaşmalar, iltimaslar, tarafgirliklerin meydana gelmesi
devlet yapısı ve devlete işlerlik kazandıran organları bozmuş ve böylece devlet
yıkılma sürecine girmiştir. Osmanlının mevcut bu durumu dikkat edilmesi gereken
önemli bir özellik sergilemektedir. Selçuklu yıkılışıyla arasındaki fark, beklide bu
dikkat noktasından daha rahat görülebilir.
Son dönem Osmanlı devletinin eğitim konusunda yapmış olduğu reformlar,
bir anlamda batıyı yakalama yarışı şekline sokulmuş olduğu için Batılı eğitim-
öğretim kurumları örneği daima ön plana çıkarılmış, ancak eğitim-öğretime
verilmesi gereken bütüncül önem gözden kaçırılmıştır. Bu gözden kaçırılış,
başarısızlıkların da diğer bir temel nedeni olmuştur. Bu başarısızlıkta Osmanlı’nın
reform adına yapmış olduğu şeylerde kendisine ait kültürel bir uyarlamaya sahip
olmamamsı ve uyarlamaların Batıyı taklitten öteye gidememesi önemli bir etkendir.
Hatta Tanzimat devri olarak bilinen dönemde dahi eğitim-öğretim konusunda çok
önemli yenilikler yapılmışsa da burada da eğitim-öğretim konusunda bütüncül bir
vizyona sahip olunmadığı için başarılı olunamamıştır.
Cumhuriyet devrinden itibaren Osmanlı devri eğitimi-öğretimi son bulmuş
ve daha önceleri gerçekleştirilemeyen bütüncül bir vizyon uygulanmaya
çalışılmıştır. 1924 “Tevhidi Tedrisat” kanunuyla okul ve üniversite dönemi
başlamış ve bu eğilim günümüze kadar çağa uygun bir tarzda devam ettirilmiştir.
19
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
Bu süreçte yeni kurumlar, eski eğitim- öğretim kurumlarından her yönüyle birçok
farklılıklar içermektedir. Her şeyden önce eğitim-öğretim dili Türkçedir ve
müfredata önceki zamanlarda olduğu gibi dini içerik hâkim olmadığı gibi, ders
verenler de medrese mezunu değildir. Ayrıca gelinen süreç, eğitim-öğretim
kurumlarını ümmetin kurumları olmaktan çıkarmış, Türk ulusunun kurumu haline
getirmiştir. Eğitim-öğretim, artık bu gerçeğe göre yapılandırılmıştır. Bu anlamda,
Türk eğitim-öğretim sisteminin iki ana özelliği vardır. Birincisi, demokratik,
modern, laik ve karma eğitime sahip bir karakterinin olmasıdır. İkinci olarak ise,
Türk insanı ve toplumunun mutluluk ve refahını arttırmak, desteklemek, ekonomik,
kültürel ve sosyal gelişmeleri ulusal bütünlük ve birleşme içerisinde kolaylaştırarak
Türk ulusunu bir çatı altında toplamak ve böylelikle uygarlığın yaratıcı ortağı
yapmaktır.
20
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
KAYNAKÇA
ERGİN, O. N. (1972). Türk Maarif Tarihi. II. İstanbul: Eser Matbaası. GENÇ, R.
(1998). Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları.
21
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
22
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
23
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
24
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ
SOSYAL STATÜSÜ
Öz
25
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
Abstract
Every nation has declared a statute for women that suits its own culturel
pattern. This situation is not positive in many societies especially beginning
from the first century to the end the Middle century and the women are under the
domination of men. In this article, we aimed to put down the statute of the
women in detail in old Turkish society beginning from family to the community.
26
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
1
Tuncer Baykara, Türk Adının Anlamı, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 1999, s. 12; Akdes
Nimet Kurat, IV.-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Murat
Kitabevi Yayınları, Ankara 1992, s. 2-3; Şaban Kuzgun, Dinler Tarihi Dersleri I, Erciyes Üniversitesi
Yayınları, Kayseri 1993, s.
2
Türk tarihi hakkındaki ilk bilgiler, M. Ö. VII.-IV. yüzyıllar arasında Orta Asya’ da göçebe
unsurlardan oluşan Sakalar hakkındadır. Sakalar, Orta Tanrı Dağları bölgesinde büyük bir devlet
kurmuşlardır. Sakalar' ın en büyük komutanlarından biri, Türk destanlarında ismi geçen Alp Er Tunga’
dır. A. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları, Enderun Kitabevi, İstanbul 1981, s. 36-39; Ünver Günay-Harun Güngör, Başlangıçtan
Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Rağbet Yayınları, İstanbul 2007, s. 33.
3
Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügat-it-Türk I, Çev. Besim Atalay, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara
1992, s. 28; A. Zeki Velidi Togan, Oğuz Destanı, Enderun Yayınları, İstanbul 1982, s. 17; M.
Fahrettin Kırzıoğlu, Dede-Korkut Oğuznameleri, II. Kitap, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları, Ankara 2000, s. 13; Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara 1993, s. 27, 145; Bahaeddin Ögel, Dünden Bugünün Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul 1988, s. 49.
4
Geniş bilgi için bkz. , Bahaeddin Ögel, İslamiyet’ ten Önce Türk Kültür Tarihi, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1988, s. 1-42.
5
Ömer Demir-Mustafa Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, Vadi Yayınları, Konya 1997, s. 209.
27
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
pozisyondur” 6 şeklinde tanımlamak mümkündür. Başka bir ifade ile sosyal statü,
bireyin sosyal yapı içerisinde işgal ettiği yerdir. Sosyal statü terimi ne sadece
yüksek prestiji ve mevkiye ne de bireyin kendi hakkındaki özel görünüşe tekabül
eder. Kişinin kendi sosyal statüsüne ilişkin öznel değerlendirmesi nesnel ölçütlerle
değerlendirildiğinde doğru veya yanlış olabilir. Toplumlarda kişi birden fazla
statüye sahip olabildiği gibi, bazıları doğuştan, bazıları sonradan kazanabilir. Diğer
taraftan, toplumlarda statüler arasındaki ilişkiler ağı bulunur ve her stat+ belli
kurallara bağlıdır. En önemlisi kişinin statüsünün toplumdan topluma farklılık
göstermesidir 7. Buradan hareketle, Türklerin savaş, ticaret gibi çeşitli sebeplerle
temas kurdukları toplumlarda kadının statüsüne kısaca değinmek yerinde olacaktır.
Eski Hint toplumunda kadın, miras almak dahil diğer birçok haklardan
mahrumdu ve herhangi bir hususta seçme hakkı olmadan tutsak gibi yaşanırdı. Eski
Hintlilerde, kadının zayıf karakterli, yeteneksiz, akılsız ve kötü ahlaklı olduğuna
inanıldığından, Manu Kanunları 9 ile her bakımdan erkeğe bağımlı hale getirilmişti.
6
Josep Ficher, Sosyoloji Nedir? , Çev. Nilgün Çelebi, Toplum Yayınları, Konya Trs, s. 30.
7
E. Mine Tan, Toplum Bilimine Giriş, A. Ü. Eğitim Fakültesi Yayınları, Ankara 1981, s. 64-70;
Mahmut Tezcan, Sosyolojiye Giriş, Feryal Matbaası, Ankara 1995, s. 51-55; Josep Fisher, a. g. e. , s.
30-36; Sezgin Kızılçelik, Sosyoloji Terimler Sözlüğü, Atilla Kitabevi, Ankara 1994, s. 397-398; Altan
Eser, Sosyoloji, A. Ü. , Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara 1981, s. 148-149.
8
Necdet Sevinç, Eski Türklerde Kadın ve Aile, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul
1987, s. 45-47, 51; Serap Suğur-Emine Deminağ v. d. , Toplumsal Yaşamda Kadın, ed. Gürsel Yatkıl
Oğuz, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir 2006, s. 29.
9
Manu, kelime olarak insan veya insanlık anlamına gelir. Manu terimi ile Hint mitolojisinde
insanlığın on dört mitolojik atası ve dünyanın idarecileri kastedilir. Bunlardan her biri bir Manu
çağında hüküm sürmüştür. Manu kanunlarının derleyicisi olduğuna inanılan ilk Manu’ nun Svayam-
bhu’ dan zuhur ettiğine inanılmaktadır. Manu Kanunları, Hinduizm’ in kutsal kitapları arasında yer
28
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
alan yaklaşık 2700 sahifeden oluşan bir kitaptır. Tarih olarak Upanişadlardan önce olan bu kitapta dini
hukukla ilgili kurallar ve efsaneler yer almaktadır. Ahmet Şelebi, Mukarenetül’ l Edyan, Edyanu’ l
Hindi’ l Küpra, C. IV, Mektebetü’ l Nahdeti’ l Misriyye, Kahire 2000, s. 70; Şinasi Gündüz, Din ve
İnanç Sözlüğü, Vadi Yayınları, Konya 1998, s. 246; Korhan Kaya, Hint Mitoloji Sözlüğü, İmge
Kitabevi Yayınları, Ankara 1997, s. 98.
10
Ahmet Şelebi, a. g. e. , s. 71.
11
Fred W. Clothey, Religion In India A Historical Introduction, Routledge Toylor & Francis Group
London and New York 2006, s. 63-64; J. Stratton Hawley and Yasudha Naraynan, “Introduction” ,
The Life of Hinduism, University of California Pres Los Angeles California 2006, s. 23; Ed. , Serap
Suğur-Emine Deminağ v. d. , a. g. e. , s. 29; Bekir Topaloğlu, İslam’ da Kadın, Yağmur Yayınları,
İstanbul 1990, s. 17.
12
Ali İhsan Yitik, Hint Dinleri, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, İzmir 2005, s. 19; Günay Tümer-
Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ocak Yayınları, Ankara 1997, s. 97.
13
Ahmet Şelebi, a. g. e. , s. 169-170; Hasan Ali Koçer, “Türkiye’ de Kadın Eğitimi” ,A. Ü. Eğitim
Fakültesi Dergisi, C. 5, Ankara 1972, s. 81-82.
14
Mehmet Aydın, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Din Bilimleri Yayını, Konya 2005, s. 281; Ekrem
Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Fakülte Kitabevi, Isparta 2002, s. 23.
29
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
birine armağan edebilir, zina halinde ise öldürebilirdi. Eski Yunan toplumunda
kadın, babasının kocasının, kocasının mirasçılarının, bunlar olmadığı zaman da
devletin vasiliği altında yaşamak mecburiyetindeydi. Kadının ilim, edebiyat, şiir,
felsefe ile uğraşması kesinlikle yasaktı. Hesiodos’ un “İşler” isimli eserindeki,
“Kadına kanan kişi dolandırıcılara kanmış bilsin kendini” ifadesi kadının Yunan
toplumundaki yerini vurgulamaktadır. Roma toplumunda ise kadınlar, yasalar
açısından en az Yunanlı kadın kadar köle durumunda olmasına rağmen, çocuk
dünyaya getirdiği, tarlada çalışıp aile ekonomisine katkıda bulunduğu için toplumda
az da olsa belli bir yere sahipti. Ancak Roma toplumunda da kadının yetişkin olarak
kabul edilmediğinden bir erkek vasinin denetimi altındaydı 15.
Yahudi kutsal kitabı Tevrat’ ta kadınlar ile çok sayıda ifade yer almakla
birlikte, bu ifadelerde genel olarak kadın olumsuz karakteri temsil etmektedir.
Tevrat’ ta kadına yüklenen bu olumsuz tavır, şeytanın cennette Havva’ yı kandırıp
yasak meyveden Adem’ le beraber yemeleri ve cennetten kovulma olayından
kaynaklanmaktadır. Bu olayda günaha sebebiyet verdiğinden, suç tamamen Havva’
ya yüklenmiş, bu günahın bedeli olarak yeryüzünde her kadına doğum sancısı
verilmiştir 16. Yahudi dini hayatında kadın, toplu ibadetin yerine getirilebilmesi için
gerekli olan on kişilik minyan ismi verilen cemaate yer alamaz 17. Diğer taraftan
Yahudilikte kadın doğum ve özel günlerinde pis ve tabu sayılır ve arınma işlemi
yapıncaya kadar dokunduğu her şeyi kendisi gibi pis yapar 18. Yahudi geleneğinde
evli olmayan kadın babasının otoritesi, evlendikten sonra kocasının otoritesi
altındadır. On Emir’ de kadın, erkeğin sahip olduğu köleleri, hizmetçileri, öküzü ve
eşeği ile birlikte sayar. Bu manada kadın kocasının malı durumundadır. Kadının
evlenmeden önceki durumu da bundan farklı değildir. Zira baba isterse kızını köle
olarak satabilirdi. Tevrat’ ta erkeğin sahip olabileceği kadın ve cariye sayısında
sınırlama bulunmamakla birlikte, daha sonra Talmud, bu sayıyı krallar için on
sekiz; normal Yahudi için dört kadınla sırlamıştır. Yahudi erkeği en basit
nedenlerden dolayı kadını boşayabildiği halde, kadının birkaç istisnai durum harici
15
Serap Suğur-Emine Deminağ v. d. , a. g. e. , s. 29; Hasan Ali Koçer, “a. g. m.” , s. 81-82.
16
Tora Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Bereşit, 1. Kitap, Çev. Moşe Farsi-Diana Yani-Selin Sağla
vd. , İstanbul 2002, s. 17-25, 3: 1-16, s. 19-23.
17
Adem Özen, Yahudilikte İbadet, Ayışığı Kitapları Yayınları, İstanbul 2001, s. 121-122; Suzan
Alalu-Klara Arditi-Eda Asayan vd. , Yahudilikte Kavram ve Değerler, Gözlem Yayınları, İstanbul
2001, s. 88.
18
Sami Kılıç, İlahi Dinlerde Yiyecek ve İçecekler, Massmedia Yayıncılık, Elazığ 2007, s. 75-76.
30
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
İslam öncesi Arap toplumunda kadın, zevk ve eğlence aracı durumunda idi.
Evlilik kurumu bulunmakla birlikte, kadının boşanma yetkisi, miras alma hakkı
bulunmuyordu. Çok eşle evliliğin yaygın olduğu eski Arap toplumunda, erkek
istediği kadınla evlenebilir, istediği kadar cariyeye sahip olabilirdi. Kadının
aşağılandığı bu toplumda kız çocukları diri diri toprağa verilirdi22. İslam’ ın
yayılması ile birlikte Arap kadını önceden bulunmayan, boşanma, miras, şahitlik,
memurlu, mescide girebilme gibi sosyal hayatta birçok haklar elde etmiştir23 .
19
Ronald de Vaux, Yahudilikte Aile, Çev. Ahmet Güç, Arasta Yayınları, Bursa , s. 46, 52-54, 91.
20
Ali Erbaş, Hristiyanlık, İnsan Yayınları, İstanbul, 2004, s. 32-34.
21
Sami Kılıç, “Elazığ’ da Yaşayan Süryanilerde Düğünle İlgili İnanışlar ve Uygulamalar” , F. Ü.
Sosyal Bilimler Dergisi, Elazığ, Temmuz 2003, s. 270.
22
Sabri Hizmetli, İslam Tarihi, Bizim Büro Basımevi, Ankara 1999, a. 149.
23
Bekir Topaloğlu, a. g. e. , s. 19-25.
31
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
İslam öncesi Türk toplumunda kadının önemli bir statü kazanmasında diğer
bir etken, Türklerin ahlak anlayışıdır. Dünyadaki önemli milletlerden bazıları,
uygarlığın özel alanlardan birine öncülük yapmışlardır. Eski Yunanlılar güzel
sanatlar alanında, Romalılar hukukta, Fransızlar edebiyatta, İsrailoğulları ve Araplar
dinde öne çıkarken, Türkler, medeniyetin ahlak alanında söz sahibidir. Bir bakıma
Türk’ ü Türk yapan en önemli özelliği güçlü bir ahlaka sahip olmasıdır. Eski
Türklerdeki ahlak anlayışı, kadının aileden başlayarak toplumun her alanında
önemli bir mevki kazanmasını sağlamıştır 25.
Toplumu oluşturan ilk nüve aile olduğundan, bir toplumda kadının değeri
öncelikle ailede şekillenmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz toplumlar genel olarak
pederşahi (ataerkil) aile yapısına sahip olduklarından kadın erkeğin tahakkümü
altındadır. Zira, soyun devamı ve akrabalık baba tarafından olan Pederşahi ailede,
kadının hiçbir söz hakkı olmayıp, babanın tartışılmaz otoritesi söz konusudur.
Soyun ve akrabalığın babadan devam etmesinden hareketle, birçok kaynakta
Türklerin pederşahi aile yapısına sahip olduğu yer almaktadır. Ziya Gökalp haklı
olarak buna itiraz eder ve Türk aile yapısının baba (pederi) aile tipi olduğunu
belirtir. Ona göre, eski Türklerde ana soyu ile baba soyu değerce birbirine eşittir.
Türklerin sahip olduğu bu pederi aile tipinde, baba söz sahibi olmakla birlikte,
ananın da aile işlerinde söz hakkı bulunmaktadır 26.
24
Harun Güngör, Türk Bodun Bilimi Araştırmaları, Kıvılcım Yayınları, Kayseri 1998, s. 23;
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, s. 74, 83, 87; Necdet Sevinç, a. g. e. , s. 12.
25
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Günümüz Türkçesiyle), Haz. Mahir Ünlü-Yusuf Çotuksöken,
İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1978, s. 132-12-33.
26
Yusuf Ziya Yörükan, Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri Şamanizm, Ötüken Yayınları, İstanbul
2006, s. 49; Ziya Gökalp, Türk uygarlığı Tarihi, Haz. Yusuf Çotuksöken, İnkılap Kitabevi, İstanbul
1991, s. 228-230; Türk Devletinin Tekamülü, Ülkü Ocakları Yayınları, Ankara 1976, s. 58; Ziya
Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 141-142; Mehmet Eröz, Türk Ailesi, Devlet Kitapları Yayınları,
İstanbul 1997, s. 5.
32
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
Dede Korkut kitabında, diğer alanlarda olduğu gibi aile içerisinde kadına
verilen değeri gösteren güzel örnekler bulunmaktadır. Dede Korkut kitabındaki,
Dirse Han oğlu Buğaç Han destanında, Dirse Han çocuğu olmadığı için kara çadıra
oturtulduğundan dolayı toplum içinde aşağılanmasına rağmen eve gelip hanımına;
27
Bkz., Cengiz Alyılmaz, Orhun Yazıtlarının Bugünkü Durumu, Kurmay Yayınları, Ankara 2005, s.
12, 13, 14; Talat Tekin, Orhun Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2008, s. 22-23, 36-41,
48-49, 62-63, 68-69; Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 2006, s. 6-7, 28-
29, 46-51, 62-63, 87.
28
Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları
Vakfı Yayınları, İstanbul 1998, s. 253-254, 268; Ziya Gökalp, Türk Uygarlığı Tarihi, s. 230-232; Ali
Selçuk, Tahtacılar, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2004, s. 187; Sadi Yaren Ataman, Eski Türk
Düğünleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1992, s. 47; Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s.
143-144.
33
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
Babadan sonra aileyi, anne temsil ettiğinden, ananın yeri, babanın diğer
akrabalarından önce gelirdi. Ailede kadının özel mülkiyeti vardı. Ayrıca, kadının
miras hakkı olduğu gibi çocukların da ananın erken ölümünde mirasında hak sahibi
olurdu. Ev ortak olarak karı-kocanın ikisine aitti. Çocuklar üzerindeki veli konumu
babalar kadar anaya da aitti ve baba, çocuklar hakkındaki kararları, anaya
danıştıktan sonra alınırdı. Bu da, ailede kadının ferdi hürriyet hakkının da
bulunduğunun işaretidir. Ailede erkek ve kadında bulunan en büyük vasıf, sadakatti.
Nitekim en eski Uygur şiirinde, “Ayıpsız kadına, erkeğin boynunu eğmesi gerek”
ifadesi geçmektedir 31.Bu vasıf, yabancı kadın ve erkeklerin de takdirini
toplamaktadır. Erkek ve kadın, zinadan şiddetle kaçınırlardı. Zina ihanet sayılırdı ve
kanunlar ihaneti hoş görmezdi 32. Türk kadınının hususiyetleri, ahlak ve namus
anlayışı, iffetli olması hali, sadakati, ailesine ve evine muhabbeti, merhameti,
doğruluğu, kocasına saygısı gibi konularda yoğunlaşmaktadır. Bu da Türk ailesinde
sarsılmaz bir karı-koca, saygı-sevgi ve sadakati olduğunu göstermektedir 33.
29
Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkud’ un Kitabı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1973, s. 5;
Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1989, s. 79; Yusuf
Ziya Yörükan, a. g. e. , s. 49.
30
Ziya Gökalp, Türklüğün Esasları, s. 145; Mehmet Eröz, a. g. e. , 23-27; Ali Güler, “Türklerde Aile
ve Unsurları (Başlangıçtan XII. Yüzyıla Kadar)”, Türk Ailesi, Editör: Alev Kâhya Birgül, Atatürk
Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 1998, s. 50.
31
Mehmet Eröz, a. g. e. , s. 5, 14, 24; Ali Güler, a. g. e. , s. 47, 55, 58; Ziya Gökalp, Türkçülüğün
Esasları, s. 46; Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 252.
32
İbn Fazlan Seyahatnamesi, Hazırlayan: Ramazan Şeşen, Bedir Yayınevi, İstanbul 1975, s. 31.
33
Emel Doğramacı, Türkiye’ de Kadının Dünü ve Bugünü, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara
1992, s. 4.
34
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
“Türkler, zina diye bir şey bilmezler. Böyle bir suç işleyen birini ortaya
çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler. Şöyle ki: Bu kimseyi, iki ağacın
dallarını bir yere yaklaştırarak bağlarlar. Sonra da bu dalları bırakırlar.
Dalların eski durumuna gelmesi neticesi, o kimse iki parçaya bölünür”34
34
İbn Fazlan Seyahatnamesi, s. 31.
35
Coşkun Üçok, Türk Hukuk Tarihi Dersleri, Başnur Matbaası, Ankara 1966, s. 21.
36
A. Zeki Velidi Togan, Oğuz Destanı, s. 67.
37
Halil Çin, Eski Hukukumuzda Boşanma, Selçuk Üniversitesi Yayınları, Konya 1988, s. 28;
Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 262-261; Necdet Sevinç, a. g.
e. , s. 69-70.
38
Kaşgarlı Mahmud, a. g. e. , C.I, s. 93; aynı eser, C. III, s. 210.
35
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
Eski Türk toplumunda kız çocukları, keçe yapma, yemek pişirme yanında,
tıpkı erkek çocuğu gibi yetiştirilirdi. Kızlar kendileriyle evlenmek isteyen erkeklerle
düello eder ve yendikleriyle evlenmezlerdi. Bu husus Dede Korkut kitabındaki Kam
Püre’ nin Oğlu Bamsı Beyrek Destanı’ nda şöyle anlatılır:
“Banı Çiçek der; Bre kızlar, bu yiğit ne yiğittir? Kızlar de; vallah
Sulatanım, bu yiğit yüzü örtülü güzel yiğittir. Beyoğlu Bey imiş dediler.
Banı Çiçek der; Hey! Hey! Dadılar babam bana ben seni yüzü örtülü
Beyrek’ e vermişim derdi. Olmaya ki bu ola, bre çağırın haberleşeyim, dedi.
Çağırdılar Beyrek geldi. Banı Çiçek yaşmanlandı haber sordu, der; Yiğit
gelişin nerden? Beyrek der; iç Oğuz’ dan. İç Oğuz’ dan kimin nesisin?
Dedi; Pay püre oğlu Bamsı Beyrek dedikleri benim dedi. Beyrek dedi. Kız
39
Ali Güler, “a. g. m.”, s. 54-55; Kaşgarlı Mahmud, a. g. e. , C. I, s. 93, C. III, s. 210; Halife Altay,
Anayurttan Anadolu’ ya, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 105.
40
Orhan Şaik Gökyay, a. g. e. , s. 24, 139; Muharrem Ergin, a. g. e. , s. 107.
41
Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 250; Necdet Sevinç, a. g. e. ,
s. 27-28.
42
Orhan Şaik Gökyay, a. g. e. , s. 31-32; Muharrem Ergin, a. g. e. , I, s. 116-117.
36
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
der; Peki ya ne yapmaya geldin yiğit? Dedi. Beyrek der; Pay Piçen Beyin
kızı varmış, onu görmeye geldim dedi. Kız der; O öyle insan değildir ki,
sana göründün dedi. Amma ben Banı Çiçeğin dadısıyım, gel şimdi seninle
ava çıkalım, eğer senin atı benimkini geçerse onun atını da geçersin, hem
seninle ok atalım, beni geçersen onu da geçesin ve hem seninle güreşelim,
beni yenersen onu da yenersin dedi. Beyrek der; pekâlâ şimdi atlanalım.
İkisi de atlandılar, meydana çıktılar. At teptiler, Beyreğin atı, kızın atını
geçti. Ok attılar Beyrek, kızın okunu geride bıraktı. Kız der; bre yiğit benim
atımı kimsenin geçtiği yok, şimdi gel seninle güreş tutalım, dedi. Hemen
Beyrek attan indi, kavuştular, iki pehlivan olup birbirlerine sarmaştılar.
Beyrek bunaldı, der; bu kıza yenilecek olursam kudretli oğuz içinde başımı
kakınç, yüzüme dokunç ederler. Dedi. Gayrete geldi, kavradı kızı sarmaya
aldı, memesinden tuttu, kız kaçmaya çalıştı. Bu sefer Beyrek kızın ince
beline girdi, sarma taktı, arkası üzerinde yere yıktı. Kız der; Yiğit Pay Piçe’
nin kızı Banı Çiçek benim dedi. Beyrek üç öptü, bir dişledi, düğün kutlu
olsun han kız diye parmağından altın yüzüğü çıkardı, kızın parmağına
geçirdi. Aramızda bu nişan olsun han kızı dedi: Mademki böyle oldu, hemen
şimdileri atılmak gerek, Beyoğlu dedi. Beyek’ te ne olacak Hanım, baş
üzere dedi.” 43
43
Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1971, s. 60-62; Metnin aslı
için bkz. , Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, C. I, s. 123-124; Orhan Şaik Gökyay, a. g. e. , s. 35-
36.
44
İbrahim Agah Çubukçu, Türk-İslam Kültürü üzerine Araştırmalar ve Görüşler, A.Ü İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara 1987, s. .51; Necdet Sevinç, a. g. e. , s. 37.
37
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
“Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan bir yerde Tanrıya yalvarmakta idi.
Karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Oğuz Kağan oraya yürüdü ve
gördü ki: O ışığın içinde bir kız var, yalnız oturuyor. Çok güzel bir kızdı.
Güneşten ve aydan daha parlaktı. Başında (alnında) ateşli ve parlak bir
beni vardı, demir kazık (kutup yıldızı) gibi idi. Kız öyle güzeldi ki, gülse,
gök tanrı gülüyor; ağlasa, gök tanrı ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce
aklı gitti; sevdi aldı 46. Bu muhakkak ki ona Tanrı’ nın hediyesiydi.” 47
Yaratılış destanında Tanrı’ ya yaratma ilhamı veren ilk ana, ışıktan bir
kadın hayalindedir ve Tanrı’ nın yalnız Ak Ana’ nın yaşaması için yarattığı
gökyüzünün yedinci katında fevkalade aydınlık bir ışık âlemidir. Yani Türk
kadınına mutlak bir kutsallık verilmiş, o, bir namus ve şeref abidesi olarak
düşünülmüştür. Türk telakkisine göre (alma, kabul etme), Hakan ile Hatun Gök ile
Yerin evlatlarıydı. Güneş ile Ay Ata, gökyüzünün temsilcileri idi. Hakanın
mümessili olan Ay Ata, Gökyüzünü altıncı katında, hatunu sembolü olan Gün Ana
ise daha üstte, gökyüzünün yedinci katında idi. Bu durum Hatun’ un Hakandan
daha muhterem kabul edildiğini gösterdiği gibi aynı zaman da kadının erkekten
daha saygın olduğunu da özetlemektedir. Kadına verilen değer, kadının sosyal
mevkii ve itibarı böylesine yüksek ve göğün yedinci katı gibi erişilmez olunca,
onun dövülmesi, itilmesi, horlanması tahkim edilmesi de elbette söz konusu
olamazdı. Ayrıca, Türk destanlarında, sosyal hayatta kadın ve erkek iç içe olmasına
rağmen, diğer toplumların destanlarında olduğu gibi, kadınla ilgili gayri ahlaki
hiçbir husus konu edinilmemiştir 48.
45
Abdülkadir İnan, Türk Mitolojisinde ve Halk Edebiyatında Kadın, Makaleler ve İncelemeler I, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1987, s. 276-277; Necdet Sevinç, a. g. e. , s. 9-12.
46
Oğuz Kağan Destanı, (W. Bank ve G.R Rahmeti’ nin Oğuz Kağan Destanı, İstanbul 1936 adlı
eserinden alınmıştır) Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970, s. 3-4.
47
Erol Güngör, Tarihte Türkler, Ötüken Yayınları, İstanbul 1995, s. 18.
48
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, s. 82-83, 87; Ziya Gökalp, Türkleşmek-İslamlaşmak-
Muasırlaşmak, Türk Kültürü Yayınları, İstanbul 1974, s. 93; Ziya Gökalp, Türk Devleti’ nin
Tekâmülü, s. 59; Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 146-147; Necdet Sevinç, a. g. e. , s. 16, 24-25.
38
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
Kadın, toplum içerisinde saygın bir yere sahip olmakla beraber, önceden
bahsettiğimiz gibi, erkek gibi ata biner, ok atar, kılıç kullanır ve hatta düşmanla
savaşır. Dahası Göktürk devletinde, 8-12 kişilik birliklerin oluşturulması için
yapılan Alplik ant törenine kadınlarında katıldığı kaynaklarda geçmektedir. Bu
nedenledir ki eski Türk toplum ve siyasi hayatında kadın, devletin idari yapısı
içerisinde müstesna bir yere sahiptir 50.
49
İbrahim Agah Çubukçu, Türk-İslam Kültürü Üzerine Araştırmalar ve Görüşler, A.Ü İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara 1987, s. 51.
50
Emel Esin, Türk Kozmolojisine Giriş, Kabalacı Yayınevi, İstanbul 2001, s. 128-131; Emel
Doğramacı, a. g. e. , s. 3.
39
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
Meclislerine bile katılırdı. Eski Türk toplumlarında devlet başkanlığı hizmetini bile
erkeğin tekelinde olmadığını, devlet yönetiminin karı-koca “Hatun-Hakan” ekibinin
ortak sorumluluğu ile yürütüldüğü ifade edilirdi. “Yasa” mahiyetindeki
“Emirnameler” her ikisince imzalanırdı 51.
“türük bodunug atı küsi yok bolmasun tiyin kangım kaganıg ögüm katunug
kötürmiş tengri il birigme tengri türük bodun atı yok bolmasun tiyin özümin
ol tengri kağan olurtdi eriç: Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye,
babam kağan ve annem katunu yüceltmiş olan Tanrı, devlet veren Tanrı,
51
Ziya Gökalp, Türk Devletinin Tekamülü, s. 59; Burhan Göksel, Çağlar Boyunca Türk Kadını ve
Atatürk, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1988, s. 15; Ziya Gökalp, Türkçülüğün
Esasları, s. 144-145; Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 62.
52
İbrahim Kafesoğlu, Türk Bozkır Kültürü, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara
1987, s. 58-59; Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 674.
53
Osman Turan, Türk Değil Terken, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1994, s. 67-68.
54
Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş-I, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1991,
s. 42.
40
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye beni o Tanrı tahta oturttu”(KT D
25-26) ve
“umay teg ögüm katun kutınga inim köl tigin er at boltı altı yigirmi
yaşındga eçim kağan ilin törüsinança kazgantı: … (Köl Tigin) Umay’ a
benzeyen annem Hatun’ un kutu sayesinde erkeklik/yiğitlik adını elde etti.
(Henüz) on altı yaşında (iken) amcam kağanın devleti için şöyle başarılar
kazandı” (KT D 31) 55
55
Cengiz Alyılmaz, a. g. e. , s. 11; Ayrıca bkz. , Talat Tekin, a. g. e. , s. 27, 31, 33, 53; Muharrem
Ergin, a. g. e. , s. 13, 21, 37, 43.
56
Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, C. I, Nakışlar Yayınevi, İstanbul 1980, s.
204-205.
57
Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları
Vakfı Yayınları, İstanbul 1988, s. 176, 444-445.
58
Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, I, s. 205.
59
İbrahim Kafesoğlu, Eski Türk Dini, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1980, s. 24-25; Osman
Turan, a. g. e. , s. 127; Harun Güngör-Ünver Günay, a. g. e. , s. 20; Şaban Kuzgun, a. g. e. , Erol
Güngör, a. g. e. , s. 61; Harun Güngör, a. g. e. , s. 21; Muzaffer Sencer, Dinin Türk Toplumuna
Etkileri, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1999, s. 52-53.
41
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
60
Fuzuli Bayat, Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı, Ötüken Yayınları, İstanbul 2006, s. 110-111; Harun
Güngör, “Türk Alevi- Bektaşi İnanışlarında Şamanlığın İzleri”, Milli Bütünlüğümüğüzün Kaynakları:
Asya’ dan Anadolu’ ya Taşınanlar, Editör: Şemnem Ercebeci, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları, Ankara 1999, s. 1-5; Murat Uraz, Türk Mitolojisi, Mitologya Yayınları, İstanbul 1992, s.
207.
42
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
KAYNAKÇA
43
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
44
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
45
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
Oğuz Kağan Destanı, (W. Bank ve G.R Rahmeti’ nin Oğuz Kağan Destanı,
İstanbul 1936 adlı eserinden alınmıştır) Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970.
Ögel, Bahaeddin, İslamiyet’ ten Önce Türk Kültür Tarihi, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara 1988.
46
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
Tekin, Talat, Orhun Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2008.
Üçok, Coşkun, Türk Hukuk Tarihi Dersleri, Başnur Matbaası, Ankara 1966.
47
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
Vaux, Ronald de, Yahudilikte Aile, Çev. Ahmet Güç, Arasta Yayınları,
Bursa 2003.
Yitik, Ali İhsan, Hint Dinleri, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, İzmir 2005.
48
ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS-DEVLET
Yrd. Doç. Dr. Numan Durak AKSOY * - Dr. Halis Adnan ARSLANTAŞ *
ÖZ
*
İnönü Üni. Eğt. Fak. Indaksoy @ inonu.edu.tr
*
İnönü Üni. İlahiyat Fak. Harslantas@ inonu.edu.tr
49
ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS-DEVLET
ABSTRACT
50
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY* - DR. HALİS ADNAN ARSLANTAŞ*
51
ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS-DEVLET
52
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY* - DR. HALİS ADNAN ARSLANTAŞ*
3
Örneğin Aristoteles, toplumun öncü sınıfı olarak kendi iktidarını kurumsallaştırması süreci ve yetki
dağıtımını buna bağlı olarak ta karara bağlama konusunda dört şekilde ele alır. “bu haklar, ya bütün
yurttaşlara verilmelidir ya da hepsi bazı yurttaşlara, ya bazıları belli yurttaşlara geri kalanları diğer
53
ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS-DEVLET
yurttaşlara, ya da bazıları bütün yurttaşlara kalanları diğer yurttaşlara verilmelidir.” Diyerek bu şekilde
demokrasi ve oligarşinin temel ideolojisini ortaya koymaya çalışmaktadır. BkAristoteles,
politika,(Çev. M. Tuncay ) Kitap IV, Bölüm 13, Remzi , İstanbul 1983,s. 132,135.
54
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY* - DR. HALİS ADNAN ARSLANTAŞ*
55
ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS-DEVLET
56
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY* - DR. HALİS ADNAN ARSLANTAŞ*
SONUÇ
57
ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS-DEVLET
KAYNAKÇA
58
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY* - DR. HALİS ADNAN ARSLANTAŞ*
59
ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS-DEVLET
SMiTH, Anthony (1999), Millî Kimlik, (çev. Bahadır Sina Şenel), iletişim
Yayınları, 2. bsk.,İstanbul.
60
KUMUK TÜRKLERİ
61
KUMUK TÜRKLERİ
B. Kumukların Menşei
1
Zeki Kaymaz, “Kumuklar ve Kumuk Türkçesi”, Yeni Türkiye Türk Dünyası Özel Sayısı, II/16,
(Temmuz-Ağustos 1997), s. 2067.
2
Divanü Lugat-it- Türk Tercümesi I, (nşr. Besim Atalay), TDK, Ankara 1998, s.383.
3
DLT, III, s.339.
4
Kaymaz, agm., s. 2067.
5
Mirza Bala, “Kumanlar”, İA, VI, İstanbul1997, s. 986.
62
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
6
Bkz. Çetin Pekacar, “Kumuk Türkleri”, Yeni Türkiye Türk Dünyası Özel Sayısı II/16, (Temmuz-
Ağustos 1997), s. 2062-2063.
7
Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1981, s. 161.
8
Ufuk Tavkul, “Kafkasya ve Çevresindeki Türk Toplulukları”, Türkler Ansiklopedisi XX, Ankara
2002, s. 500-501.
9
Ç. Pekacar, agm., s. 2063.
63
KUMUK TÜRKLERİ
C. Kumukların Coğrafyası
Kumuk Türkleri, bugün büyük çoğunluğu (1992 tahminine göre 250.000 kişi)
Rusya Federasyonu’na bağlı Dağıstan Özerk Cumhuriyeti’nde, geriye kalan kısmı
(yaklaşık 50.000 kişi) Çeçen ve Osetya Özerk Cumhuriyetlerinde yaşayan,
Azerbaycan Türkleri’nden sonra Kafkaslardaki en kalabalık Türk kavmidir.
Kumukların bir kısmı, Çarlık Rusya’nın Kuzey Kafkasya’yı istilası yıllarından ve
bilhassa Şeyh Şamil’in esir düşmesinden sonra Osmanlı Devleti’ne sığınmıştır.
Bunlar halen belli başlı olarak Tokat’ın Üç Gözen ve Kuşoturağı, Sivas’ın Yavu
köyünde yaşamaktadırlar. 11 Kumuklar kitle halinde Dağıstan12 Özerk
Cumhuriyeti’nin Hasavyurt, Babayurt, Kızılyurt, Buynak, Kayakent ve Kaynat
eyaletleri ile Mahaçkale yöresindeki altı köyde ve ayrıca Mahaçkale Hasavyurt,
Buynaksk, İzberbaş ve Derbent şehirlerinde yerleşmişlerdir. Dağınık bir halde,
Grozni eyaletinde yerleşenleri bulunduğu gibi, Kuzey Osetya köylerinde de yaşayan
Kumuklar vardır. 1925 yılı sayımına göre bütün Kumukların sayısı 160.000
kişidir. 13
10
Ahmet Caferoğlu, Türk Kavimleri, İstanbul 1988, s. 51.
11
Bkz. Pekacar, agm., s. 2062.
12
Ayrıntılı bilgi için bkz., W. Barthold, “Dağıstan”, İA, III, İstanbul 1963, s. 451; Tavkul, agm., s.
500.
13
Caferoğlu, Türk Kavimleri, s. 50-51; Ahmet Caferoğlu, “Kafkasya Türkleri”, Türk Dünyası El
Kitabı, Ankara 1976, s. 1123.
14
Caferoğlu, Türk Kavimleri, s. 51.
64
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
D. Kumukların Tarihi
15
Evliya Çelebi bu beyliğin toprakları için “Kumuğistan” ve “Dağıstan-ı Kumuk” tabirlerini
kullanmıştır. Bkz. Rıza Kurtuluş, “Kumuklar”, TDVİA, XXVI, Ankara 2002, s. 372.
16
Ayrıntılı bilgi için bkz. Bala, agm., s. 987.
17
Bkz. Caferoğlu, Türk Kavimleri, s. 51.
18
Pekacar, agm., s. 2063.
65
KUMUK TÜRKLERİ
19
Pekacar, agm., s. 2063, 2064.
20
Bkz. Tavkul, agm., s. 502.
21
Ayrıntılı bilgi için bkz. Tavkul, agm., s. 503.
22
Tavkul, agm., s. 503.
66
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
Kasım 1990’da Dağıstan Halk Kongresi, Dağıstan içinde özerk bir Kumuk
devletinin kurulması için oylama yaptıysa da Kumuklar kendilerine tanınan
özerklikleri yetersiz buldular. Kasım 1990’da ise Avarların ülkedeki hâkimiyeti
protesto için Tenglik bütün Kumukları gösteri yapma davet etti. Dağıstan
Hükümetinin bir Kumuk’u Adalet Bakanı yapmasıyla birlikte Tenglik’te bir
yumuşama görüldü. Ondan sonra da Tenglik fazla bir faaliyette bulunmadı.1994’te
diğer bir Kumuk organizasyonu olan “Kumuk Milli Kongresi” kuruldu. Bu hareket,
oldukça katı olan Tenglik’i yumuşatmak ve ona alternatif olmak için Dağıstan
Hükümeti tarafından da desteklenmektedir.24
Dağıstan’da bey ve hanların altındaki halk tabakası Özden, Ralat ve Kul olmak
üzere üç gruba ayrılmıştı. Özdenler, aşağı yukarı nüfusun %90’ını teşkil eden
memleketin gerçek sahibi olan hür halk tabakasıydı. Bunlar beylerin topraklarını
işleyen ve karşılığında ürünün bir kısmını alan köylülerden oluşuyordu. Ralatlar,
han tarafından bir beyin veya ruhban sınıfından birinin emrine tahsis edilen ve bir
yerden bir yere gitme hakları olmayan köylülerdi. Kullar ise, savaşta esir edilenler
ya da satın alınanlarla onların evlatlarının teşkil ettiği tabakaydı. Bunların hepsi
23
Pekacar, agm., s. 2065; Tavkul, agm., s. 503, 504.
24
Kemal Özden, “Dağıstan’da Milli Haretekler ve Türkler”, Türkler Ansiklopedisi XX, Ankara 2002,
s. 551.
25
Tavkul, agm., s. 501.
67
KUMUK TÜRKLERİ
para veya ürün şeklinde bir kira ödedikleri veya zorla çalıştırıldıkları feodal
asilzadelere bağlıydılar.
Teamül hukuku esasına göre idare edilen Kumuk Türk ailesinde, patriarkol
idare sistemi hâkimdir. Buna rağmen, ecdat yadigârı “adat” üzerine, kadına karşı
büyük bir saygı beslemekte idi. Nitekim kadını öldürmek, en büyük suç sayılarak,
katile en ağır ceza verilirdi. Kadınlar bölümü, aile içerisinde ayrı olduğu halde,
kadın, adat, yani gelenek usulüne göre, erkekler meclisine de katılıp konuşmak ve
hatta beraber yemek yemek hukukuna sahip idi. Evi ve aile efradını teçhiz etmek ve
giydirmek de kadına aitti. Buna göre boş zamanlarında kumaş ve halı dokurdu.
Ayrıca ziraat ve bahçecilikte de erkeklere yardımcı idi. Kadın aile içerisinde büyük
bir saygıya ve imtiyaza malikti.27
26
Bkz. Tavkul, agm., s. 502.
27
Caferoğlu, Türk Kavimleri, s. 52.
68
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
Kumukların iktisadi ve zirai hayat çalışmaları da, esaslı bir disipline, örfe
bağlanmıştır. Teamül hukukuna göre “bulğa” dedikleri bir nevi yardımlaşma yahut
“imece” usulü hâkim idi. Kolektif çalışma yolu ile yapılan bu yardımlaşma, “çap
bulğa” yani harman savurma ; “orak bulağı” yani orakla çalışma, “gabijdev buğa”
yani mısır temizleme vs. gibi, yine örfçe kararlaştırılmış nevilere ayrılırdı. Ortaklık
sistemi de mevcut idi. Sovyet istilası, maalesef bu eski Türk geleneğini kaldırmıştır.
Fakat kaldıramadığı en sağlam şey milli yemeklerdir.28
28
Caferoğlu, Türk Kavimleri, s. 52.
29
Bala, agm., s. 988.
30
U. Tavkul, agm., s. 503.
31
Bkz. Ufuk Tavkul, “Tarihi ve Etnik Yapısıyla Kafkasya”, Yeni Türkiye Türk Dünyası Özel Sayısı
II/16, (Temmuz-Ağustos 1997), s. 1917; Osman Uyanık, “Kumuk Ağızlarının Yeni Bir Tasnifi”,
Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S:12, Konya 2002, s. 230-231.
69
KUMUK TÜRKLERİ
ise onlara diğer Sovyet Cumhuriyetlerinde olduğu gibi Kiril esaslı bir alfabe kabul
ettirildi. 32
Kumuk halk edebiyatı mahsullerini derlemeye ilk teşebbüs eden kişinin, kendisi
de Kumuk Türk’ü olan Mehmed Efendi Osman olduğu kabul edilmektedir. Meşhur
Altayist G.J.Ramsted de Kumukça üzerinde çalışmış ve 1904 yılının son aylarında
bizzat geldiği o zamanki Hasavyurt’a bağlı Yahsay köyünde Kumukların dili,
edebiyatı ve şifahı halk edebiyatı mahsullerinin zenginliğini incelemiş, birçok
metinler derlemiştir. Ramsted’in asıl maksadı, Kumuk Türkçesinin Kuzey
Kafkasya’da geniş yayılma alanı bulmasının ve başta yerli halkların da bu şiveyi
kullanmasının sebebini araştırmak olmuştur. Bu materyalleri, Emine Gürsoy
Naskali İngilizce tercümeleriyle birlikte bir kitap halinde 1991 yılında Helsinki’de
yayımlanmıştır. 34
D. Kumukların Dini
32
Pekacar, agm., s. 2065.
33
Pekacar, agm., s. 2064-2065.
34
Pekacar, agm., s. 2065.
35
Tavkul, “Kafkasya ve Çevresinde Türk Toplulukları”, s. 502.
36
Pekacar, agm., s. 2064.
70
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
37
Kurtuluş, agm., s. 373.
71
KUMUK TÜRKLERİ
Bibliyografya
Pekacar, Çetin, “Kumuk Türkleri”, Yeni Türkiye Türk Dünyası Özel Sayısı
II/16, (Temmuz-Ağustos 1997).
72
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN
GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
Özet
∗
Gaziantep Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.
∗∗
Gaziantep Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana Bilim Dalı Doktora Öğrencisi.
73
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
Abstract
Mythology is the name which has been given to all legends and beliefs in the
course of mankind’s genesis. As in all societies, in Turkish society mythological
affairs have effected Turkish culture, belief and way of life as well. The culture
formed in this context has been effective for centuries due to ineradicable
reservation.
In these mythological affairs, which are generally defined by natural events,
colours have an important place. Colours, which are encumbered by different
meanings like name, surname, nickname, place and direction, have been used to
express the feelings and thoughts. Thereby, they often encounter at all parts of
Anatolia in today’s world.
In this study, colours in Turkish culture with their effects on social life and
the meanings which have been encumbered to these colours by Turks ,the relocation
ways from Turkistan to Anatolia, proverbs, idioms, famous sayings, prayings and
curses will be evaluated due to Gaziantep sample.
74
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
GİRİŞ
1
Salim KÜÇÜK, “Türkiye Türkçesi’nde Renk Adları ve Özellikleri”, Uluslararası Sosyal
Araştırmalar Dergisi, Cilt 3, Sayı 10, Ordu Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü, s. 420, Ordu 2010.
2
Hayrettin RAYMAN, “Nevruz ve Türk Kültüründe Renkler”, Millî Folklor Dergisi, Yıl 14, Sayı 53,
s. 11, Ankara 2002.
3
KÜÇÜK, a.g.m., s. 421.
75
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
Farsçadan; “bej, bordo, füme, gri, karmen, krem, safir, siklamen, taba, vermiyon,
maron, kadminyum, mimoza, magnezyum, bismark” gibi adlar ise Fransızcadan
alınmıştır. Bunu ilerleyen yıllarda “gri füme, abanoz karası, abanoz siyahı; biftek
kırmızısı, karmen kırmızısı, vermiyon kırmızısı; karmen mavisi, kobalt mavisi,
mine mavisi, saks mavisi; katran siyahı, sahtiyan siyahı, hareli neftî” gibi her iki
unsuru da yabancı kelimeden oluşmuş renk adlandırmaları izlemiştir 4. Arapça ve
Farsçanın yanı sıra Türklerin Çinliler ile ipek ticaretinden doğan yakın kültür
alışverişlerinden dolayı Çinceden de Türkçeye ipek ile ilgili birçok kumaş adı
girmiştir. 5 Bu adlandırmalar sonucunda Türk diline yabancı dillerden girmiş
kelimeleri Türkçeleştirme eğilimine karşılık son yıllarda “cream, beige, grey”
örneklerinde olduğu gibi tersi durumlara da rastlamak mümkün olup kültürel
değişime bağlı olarak “avokado yeşili” örneğinde olduğu gibi Türkçede yeni
adlandırmalara da başvurulduğu görülmektedir 6.
Türk kültüründe renklerin tek bir anlamı olmamış, yerine göre temel
anlamının dışında birbirinden farklı anlamları ve kavramları ifade etmişlerdir.
Aşklarını, sevinçlerini, üzüntülerini, kahramanlık duygularını anlatırken renklerden
de faydalanmışlardır. Bu da kültürlerine ayrı bir zenginlik ve renklilik katmıştır 7.
Bu bağlamda renk adları şahıslarda, özel ad olarak kullanılmış olabileceği gibi
lâkap olarak da kullanılmış olabilir; fakat özellikle eski Türk kültürü ve ad verme
gelenekleri düşünüldüğünde şahıs adı ve lâkap kavramlarını birbirinden ayırmak ve
hangi kelimenin şahıs adı, hangi kelimenin lâkap olarak kullanılmış olduğunu tespit
etmek oldukça güçtür. Günümüz mantığıyla bakıldığında lâkap gibi görünen bazı
kelimeleri, o dönem için lâkap olarak değerlendirmek mümkün değildir. Bu sebeple
her ikisi için de “şahıs adı” tabiri kullanılacaktır. Tabi ki, yer adlarında böyle bir
sorun yoktur 8. “Akçay, Akkum, Bozdağ, Karaağaç, Kızılağaç, Mortarla, Sarıkaya,
Yeşilçam9, Karabaş, Karakaliuşağı, Karakulak, Sarıcanlı 10” adlı bölgeler, renge
bağlı yer adlandırmalarına örnek gösterilebilir.
4
KÜÇÜK, a.g.m., s. 421.
5
Bahaeddin ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş V, Türklerde Giyecek ve Süslenme (Göktürklerden
Osmanlılara), Kültür Bakanlığı Yayınları: 638 Kültür Eserleri Dizisi: 46, s. 404, Ankara 1978.
6
KÜÇÜK, a.g.m., s. 421.
7
Ahmet KARADOĞAN, “Türk Ad Biliminde Renk Kültü”, Millî Folklor Dergisi, Yıl 16, Sayı 62, s.
90, Ankara 2004.
8
KARADOĞAN, a.g.m., s. 90.
9
Ali AKAR, “Renge Bağlı Yer Adlandırmalarında Muğla Örneği”, Erciyes Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 20, s. 55-62, Kayseri 2006.
10
Tuncer GÜLENSOY, “Elâzığ, Tunceli, Bingöl ve Diyarbakır Yörelerindeki Boy, Soy, Oymak ve
Aşiret Adları Üzerine”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Sayı: 28, s. 144-146, İstanbul Şubat
1984.
76
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
1. Ak
11
Reşat GENÇ, Türk İnanışları ile Millî Geleneklerinde Renkler ve Sarı-Kırmızı-Yeşil, Atatürk Kültür
Merkezi Yayını, 3. Baskı, s. 4, Ankara 1999.
12
Reşat GENÇ, Makaleler 1, Haz. E. Semih Yalçın-Uğur Ünal, Togay S. Birbudak, Berikan Yayınevi,
s. 390, Ankara 2007. Mehmet HAZAR, “Artukoğulları Zamanında Dede Korkut Kitabı’ndaki Kişi
Adları”, Turkish Studies, Sayı 3, s. 24, Ankara 2008.
13
Bahaeddin ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI, Türklerde Tuğ ve Bayrak (Hunlardan
Osmanlılara), Kültür Bakanlığı Yayınları: 638 Kültür Eserleri Dizisi: 46, s. 377, Ankara 1991.
14
RAYMAN, a.g.m., s. 11.
15
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 383.
77
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
olarak adlandırmıştır 16. Hatta Mustafa Kemal Atatürk de Batı Anadolu’yla Balkan
Yarımadası arasındaki denizin “Akdeniz” olarak adlandırıldığı dönemde yetişmiş,
bu bilgiler ve kültürle eğitim görmüş, görev yapmıştı. Dolayısıyla 1 Eylül 1922
tarihinde ordularına Batı’yı göstererek “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”
demiştir; çünkü bu denizin adı Türkçede “Akdeniz”dir 17.
Ak, aynı zamanda Türklerin en eski millî ve manevî inançlarından
kaynaklanan, devleti temsil etmiş bir hükümranlık sembolüdür. Müslüman Türkler
bunu dinî geleneklerine bağlamışlardır. Osmanlı devrinde ise devlet geleneğinden
gelen bu ak sancak ile daha çok ordu ve halk geleneğinin üstün tuttuğu al (kızıl,
kırmızı) renkli sancak giderek dorukta birleşmiş ve bugünkü ak (beyaz) ay yıldızlı
al bayrağımızı meydana çıkarmıştır 18.
Dede Korkut hikayelerinde ise erkek çocuğa sahip olanlar için ağ (ak) otağ
kurulmuştur 19.
Günümüzde Gaziantep ağzında yaygın bir şekilde kullanılan kelimeler ve
anlamları incelendiğinde, ak’ın, genelde kara ile kullanıldığı; eskiden olduğu gibi
bugün de temizliği, iyiliği, saflığı ve yaşlılığı temsil ettiği görülmektedir.
Deyimler
• Ak sakal, kara sakal 20.
İhtiyar, genç. Ak sakal, kara sakal, hepimiz ona söyledik, dinletemedik.
• Eşkıyanın düşkünü, beyaz giyer kış günü 21.
Kışın beyaz veya açık renk elbise giyenlerle eğlenmek için söylenir.
• Tilkinin ak (ağ) yeri 22.
Çok kurnaz adam.
Atasözleri
• Ak akçe ile ak baldıra güvenç olmaz 23.
16
Eyup Sertaç AYAZ - Selin AYAZ, “Iğdır İli Yer Adlarında Kullanılan Renk Adları”, s. 8.
http://abs.kafkas.edu.tr/upload/479/Eyup_Sertac_AYAZ_Makale_Renkler.pdf Erişim Tarihi:
21.03.2015
17
Cevat ÜLKEKUL, “Atatürk Neden ‘Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!’ Demişti”, Harita
Dergisi, Sayı 130, Harita Genel Komutanlığı, s. 79, Ankara 2003.
18
GENÇ, a.g.e., s. 16.
19
Orhan Şaik GÖKYAY, Dedem Korkudun Kitabı, Milli Eğitim Basımevi, s. 4, İstanbul 1973.
20
Ömer Asım AKSOY, Gaziantep Ağzı II “Deyimler, Meşhur Sözler, Atasözleri, Dualar, Beddualar”,
İbrahim Horoz Basımevi, s. 25, İstanbul 1945.
21
AKSOY, a.g.e., s. 95.
22
AKSOY, a.g.e., s. 186.
23
AKSOY, a.g.e., s. 248.
78
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
Dualar
• Göğsünde ak kıllar bitsin 30.
Çok yaşar, ihtiyar olursun (veya olur) inşallah. (Bu dua içinde gönenme
dileği de vardır.)
Beddualar
24
AKSOY, a.g.e., s. 248.
25
AKSOY, a.g.e., s. 248.
26
AKSOY, a.g.e., s. 249.
27
AKSOY, a.g.e., s. 249.
28
AKSOY, a.g.e., s. 249.
29
AKSOY, a.g.e., s. 342.
30
AKSOY, a.g.e., s. 387.
79
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
2. Kara
31
AKSOY, a.g.e., s. 391.
32
KARADOĞAN, a.g.m., s. 93.
33
Ebulfez Kulu AMANOĞLU, “Manas’ın Kişi Adlarında Eski Türk İnançlarının İzleri”, XII. Türk
Tarih Kongresi-Kongreye Sunulan Bildiriler, Cilt II, Türk Tarih Kurumu Basımevi, s. 438, Ankara
1999.
34
Yaşar KALAFAT, “Türk Halk İnançlarında ‘Kara’ ”, Çukurova Üniversitesi Türkoloji
Araştırmaları Merkezi, s. 280, Adana 2006.
35
Bahaeddin ÖGEL, Türk Mitolojisi I, 6. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 117, Ankara 2014.
36
ORKUN, a.g.e., s. 29.
37
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 432.
38
Yusuf Has Hacib, a.g.e., s. 150, 310, 316, 318, 330, 334, 628, 630, 636, 744, 804, 818, 826, 902,
906, 980, 1014, 1034, 1050, 1054, 1056, 1060.
39
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 431; RAYMAN, a.g.m., s. 14.
80
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
hayvan olduğu halde karasına ilgi duyulmaz 40. Dede Korkut’ta çocuğu olmayanlar
için kara çadır kurulmuş 41 olup Dede Korkut’un babasının adı da Kayı Kara
Hoca/Koca’dır 42. Divânu Lugâti’t-Türk’te ise gerdek gecesi gelinle birlikte
gönderilen hizmetçi kadın, köle ve cariyelere “karabaş” denilmiştir 43. Kara, giyimde
ise ağırbaşlılık ve ciddiyeti anlatır 44.
Gaziantep’te de durum çok farklı değildir. Aşağıda görüleceği üzere “kara”
kelimesi genellikle kötü bir şeyi nitelemek, kötü bir olaya vurgu yapmak ve de
özellikle beddua etmek için kullanılmaktadır.
Deyimler
• Aktan kara kalktı mı? 45
Kanun, nizam yok mu? (Kâğıt üzerinden yazı kalktı mı? Yani; “ortada
hükmüne uyulacak yazı kalmadı mı? Tabiî vardır.” anlamına.)
• Ala kara 46.
Gönülde beslenen kötü duygu.
40
RAYMAN, a.g.m., s. 14.
41
GÖKYAY, a.g.e., s. 4.
42
ÖGEL, Türk Mitolojisi…, s. 253.
43
Kaşgarlı Mahmud, a.g.e., s. 443; Süleyman TÜLÜCÜ, “Divan-ül Lûgat-it Türk’te ‘Kadın’ İçin
Kullanılan Sözler”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Sayı: 16, s. 140, İstanbul Şubat 1982.
44
RAYMAN, a.g.m., s. 14.
45
AKSOY, a.g.e., s. 25.
46
AKSOY, a.g.e., s. 26.
47
AKSOY, a.g.e., s. 26. Gaziantep’te kullanılan bu deyim, “İnsanın alacası içinde, hayvanın alacası
dışında.” şeklinde, yüksek kültüre sahip diğer toplumlarda görülse de Türklerde çok eskiden beri
söylenmektedir. Erzurum’da da, “Her şeyin alacası dışarda, insanınki içerde.” şeklinde
kullanılmaktadır. Ayrıca bkz. ÖGEL, Türk Mitolojisi…, s. 517.
48
AKSOY, a.g.e., s. 26.
49
AKSOY, a.g.e., s. 26.
81
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
50
AKSOY, a.g.e., s. 41.
51
AKSOY, a.g.e., s. 89.
52
AKSOY, a.g.e., s. 107.
53
AKSOY, a.g.e., s. 130.
54
AKSOY, a.g.e., s. 130.
55
AKSOY, a.g.e., s. 130.
56
AKSOY, a.g.e., s. 130.
57
AKSOY, a.g.e., s. 130.
58
AKSOY, a.g.e., s. 130.
59
AKSOY, a.g.e., s. 133.
82
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
Atasözleri
• Dadandırma kara gelin, dadanırsa gene gelir 61.
Birisinin sende bulunan güzel bir şeyden faydalanmasına izin verirsen onu
alıştırmış olursun. Bundan sonra aynı maksatla seni her vakit rahatsız eder.
• Kara günün ömrü az olur 62.
Sıkıntılı günler çok devam etmez. İnsan yine ferahlı günlere kavuşur.
• Elâ göze sürme çekme (çekmek) töhfelik; kara göze sürme çekme
kahpelik63.
Her işin bir yakışığı vardır. Buna uyulursa herkes beğenir: uyulmazsa
ayıplar.
• El, el için ağlamaz; başına kara bağlamaz 64.
Bir kimse başka bir kimse için ağlayıp yas tutmaz; uzun boylu acı duymaz.
(Krş. Eldeki yara bende duvar deliği.)
• Gün karası gider, yüz karası gitmez 65.
Güneşin yakarak esmerleştirdiği yüz ağarır; fakat cilt aslında esmerse
ağarmaz. İnsanda bunun gibi gelip geçici kusurlar bulunur. Fakat namus
ve şeref lekesi silinmez.
• Kötü davacı, şahit yüzü karalar (veya: şahit yüzünü kara eder.)66
Davacı davasını iyi anlatamaz ve davayı kazanmak için gerek olan bütün
bilgileri, belgeleri ortaya koyamazsa kendisinden yana şahitlik edenlerden
fayda göremez ve davayı kaybeder. Bu halde şahitler de yalancı şahitlikte
bulunmuş gibi bir duruma döşerler.
• Ramazanda oruç yiyenin bayramda yüzü kara olur 67.
60
AKSOY, a.g.e., s. 158.
61
AKSOY, a.g.e., s. 277.
62
AKSOY, a.g.e., s. 278.
63
AKSOY, a.g.e., s. 290.
64
AKSOY, a.g.e., s. 292.
65
AKSOY, a.g.e., s. 307.
66
AKSOY, a.g.e., s. 334.
67
AKSOY, a.g.e., s. 351.
83
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
Beddualar
• Başına kara gele 68.
Bir felâkete uğrarsın inşallah.
• Bayram başına kara gele 69.
Felâket içinde bayram geçirirsin inşallah. (Bayram yaklaştığı günlerde
kullanılır.)
• Kapın kara kilit vurula 70.
Yurdun yuvan dağılsın da kapın kilitli kalsın inşallah.
• Kara bayramlar edesin71.
Felâket içinde bayram geçirirsin inşallah. (Bayrama yakın zamanlarda
edilen beddualardan.)
• Kara haberin gele 72.
Ölüm haberin gelir inşallah.
• Kara kara dert (ağrı) 73.
Ağır dertlere (veya: ağrılara) uğrarsın inşallah.
• Kara yere gidesin 74. (Kara yere git, arkanın zumaranın üstüne git. / Kara
yerin karanlığına gidesin.)
Mezara gidersin inşallah. (Bir yere gitmesine veya gitmemesine kızılan
kimseye karşı.)
• Sesin kara yerden gele 75.
Sesin ölüm çukurundan gelir inşallah. (Çağırıldığı halde ses vermeyenlere).
• Yaşı kara gelesice 76.
Yaşamayasıca.
68
AKSOY, a.g.e., s. 394.
69
AKSOY, a.g.e., s. 394.
70
AKSOY, a.g.e., s. 401.
71
AKSOY, a.g.e., s. 401.
72
AKSOY, a.g.e., s. 401.
73
AKSOY, a.g.e., s. 402.
74
AKSOY, a.g.e., s. 402.
75
AKSOY, a.g.e., s. 404.
76
AKSOY, a.g.e., s. 406.
84
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
3. Al (Kızıl)
Kırmızı rengin Türklerde en yaygın ve tek adı “Kızıl”dır 78. Bu renk güneşin
ve tüm savaş tanrılarının rengidir. Her ne kadar Reşat Genç al rengi, kızıl olarak
kabul etse de, Bahaeddin Ögel bunu reddetmektedir79. Kırmızı sözü de eski
Türkçede yer almamaktadır. XI. yüzyıl Türk eserleri ile Dede Korkut’ta bu
kelimeye rastlanmamıştır.
Kızıl, Türklerde kanı da temsil etmektedir. Kırgız, Yabaku, Kıpçak gibi daha
başka boyların halkı, aralarında bir şey üzerine ant içtikleri veya sözleştikleri
zaman, kılıcı kınlarından çıkarır ve yanlamasına önlerine koyarlardı. Bundan sonra
da kılıç üzerine şöyle yemin ederlerdi: “Bu kök kirsün, kızıl çıksun.” derlerdi.
Bunun anlamı şudur: “Eğer sen sözünde durmazsan, bu gök renkteki kılıç, senin
kanına bulanarak kızıl çıksın ve senden öcünü alsın.” 80
Osmanlı Devleti’nde de saygın bir renk olan kızıl, Osman Gazi tarafından
savaşlarda sancak rengi olarak kullanılmış, O’nun ölümünden sonra da eşyaları
arasında Alaşehir dokuması kızıl sancaklar bulunmuştur. Bunun nedenini kırmızının
gücü simgeleyen, canlılık, dinamizm, mutluluk, ağırlık hissini en çok uyandıran,
savaşçılığı, liderlik ve hâkimiyet duygusunu bünyesinde barındıran, cesareti,
enerjikliği temsil eden bir renk olmasına bağlanabilir81. Yine Türk kültüründe kızıla
çalan renge ve bu renkte olan ata “Kızılsagı” denilmektedir 82.
Tonyukuk yazıtında “kızıl kanımı tüketerek83” sözlerinin kullanılmış
olmasından, Göktürklerde kızılın kullanıldığını göstermektedir. Dede Korkut’ta ve
Altay masallarında kızıl, kanın sembolü iken, eski Türk edebiyatında “kızıl tilki”
sözü ile hilenin sembolü olarak kullanılmıştır. Buradan kızılın kurnazlık ve
hilekârlık anlamları içerdiği görülmektedir. Kutadgu Bilig’de geçen “kızıl dil” sözü
77
AKSOY, a.g.e., s. 408.
78
AYAZ - AYAZ, a.g.m., s. 12.
79
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 400-401; Yaşar ÇORUHLU, Türk Mitolojisinin Ana
Hatları, Kabalcı Yayıncılık, s. 212, İstanbul 2012.
80
ÖGEL, Türk Mitolojisi…, s. 75-76.
81
AYAZ - AYAZ, a.g.m., s. 12.
82
Salim KÜÇÜK, “Türk Kültüründe Donlarına Göre Atlara Verilen Adlar ve Nişanları”, Turkish
Studies, Sayı 4, s. 1835, Ankara 2009.
83
Hüseyin Namık ORKUN, Eski Türk Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, 3. Baskı, s. 117, Ankara
2011.
85
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
ise kötü dil anlamında kullanılmıştır 84. Burada düşünüp taşınmadan, sonunun
nereye varacağını hesaplamadan sarf edilen sözlerin, insanın başına dert
açabileceğini, dili yüzünden belaya saplanıp zarar görebileceğini ifade etmektedir 85.
Yine Dede Korkut’ta kız çocuğa sahip olanlar için kızıl otağ kurulmuştur 86.
Selçuklularda ise saltanat çadırının rengi kırmızıdır 87.
Türklerin en eski inançlarından olan Şamanizm’e göre Al Ruhu’nun sonraları
temsil etmeye başladığı albastı olayının, al renk ile ilgili geleneklerin günümüze
kadar gelmiş bazı izlerini biliyoruz. Mesela; albastı, kırmızı renkten korkmaktadır.
Bunun için lohusanın başına beyaz yaşmak ve kırmızı tül bağlanmakla beraber,
kırmızı altın takılır ve kırmızı şeker hediye edilir88.
Bir yön adı olarak ise kızıl, Güney’i temsil etmektedir89. Ayrıca “Al”
kelimesi Moğolcada da aynı anlamı taşımakla beraber Moğolcaya Türkçeden
geçmiş bir kelimedir 90.
Kızılın altın rengiyle de ilişkisi vardır ve bu ilişki geç dönemde Türk
mitolojisindeki “Kızıl Elma” efsanesinde görülür. Kızıl Elma ya da Altın Küre,
Türklerin dünya hâkimiyeti idealinin bir simgesi olarak anlaşılmıştır ve esas olarak
“ulaşılmak istenen gaye, amaç, yer” anlamındadır. Bu nedenlerden ötürü Kızıl
Elma, hükümdar simgeciliğinde önemli yer tutar ve sanat tarihinde elinde Kızıl
Elma (Altın Küre) tutan Osmanlı hükümdar portrelerinin ortaya çıkmasına yol
açar 91.
Al da Gaziantep’te çeşitli anlamlarda kullanıldığı gibi, aşağıdaki örneklerde
görüleceği üzere, genellikle kanı simgelemekte ve beddua olarak kullanılmaktadır.
Deyimler
• Dibi kırmızı (yeşil) mum mu saldım? 92
Saygı göstererek davet ettiğim bir adam değil …
84
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Çev. Reşid Rahmeti Arat, Kabalcı Yayınevi, s. 247, İstanbul 2008.
85
AYAZ - AYAZ, a.g.m., s. 12.
86
GÖKYAY, a.g.e., s. 4.
87
Erdoğan MERÇİL, Büyük Selçuklu Devleti, Nobel Yayınevi, s. 140, Ankara 2012.
88
GENÇ, a.g.e., s. 18.
89
Enver ÇAKAR, “Haleb Sancağı’nda Türkçe Yer Adları”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi
Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı 11, s. 87, Ankara 2000.
90
Mehmet Necati ABLAY, “Eski Mogolların Anonim “Gizli Tarih”inde Bulunan Türk Adları ve
Bunların Tarihi Önemleri”, XI. Türk Tarih Kongresi-Kongreye Sunulan Bildiriler, Cilt II, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, s. 535, Ankara 1994.
91
ÇORUHLU, a.g.e., s. 212.
92
AKSOY, a.g.e., s. 80.
86
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
Atasözleri
• Al giyen aldanmamış (veya aldanmaz) 93.
Al; güzel bir renktir, herkese yakışır. Al renkli elbise giyen iyi bir şey
giymiş olur.
• Ala 94 kargada hakkım olsun, alamazsam gözümü oysun 95.
Zengin ve güvenilir bir adamda alacağı olan, bu alacağın batacağından
korkmaz.
Ki ala kargada alimim olsun
Ger alımaz isem ölümüm olsun. (Güvahi)
Beddualar
• Anan baban bir kızıl tabutta gide 96.
Hem anan hem baban aynı zamanda bir kanlı cinayete kurban olurlar da
ikisi bir tabuta konulur inşallah.
• Kızıl kızıl pişesin (de kızıl ataşa düşesin) 97.
Kızlara karşı yapılan bir beddua.
• Kuzul kuzul kurt 98.
Bir sözü veya bir şeyin niteliğini anlamak üzere tekrar tekrar sorular
sorarak karşısındakini usandıran kimseye karşı söylenir, “Öğrenmek
istediğin şey kızıl kurttur.” demek olan bu sözden asıl maksat şöyle bir
bedduadır: Yara, bere içinde kal, onlara da kızıl kurt düşsün inşallah.
• Sakalın kızıl kanda yuna 99.
Ak sakalın kanlar içinde kalsın.
4. Yaşıl (Yeşil)
Yaşıl, yaş sözünden türemedir. Yaş ise, dünyanın her yanında yaşayan
Türklerce ömür anlamında kullanılır. Ayrıca yaş, Türk toplumunun bazılarında genç
93
AKSOY, a.g.e., s. 250.
94
Kızılla kara arası bir renk olan ala ülkemizde daha çok kahverengi olarak bilinmektedir.
Kaynak: http://turkdilidergisi.org/renkler/ala.htm Erişim Tarihi: 21 Mart 2015; ÖGEL, Türk Kültür
Tarihine Giriş VI …, s. 450.
95
AKSOY, a.g.e., s. 250.
96
AKSOY, a.g.e., s. 393.
97
AKSOY, a.g.e., s. 402.
98
AKSOY, a.g.e., s. 403.
99
AKSOY, a.g.e., s. 404.
87
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
insan anlamında kullanılır 100. Bununla beraber toplum severliği, duyarlılığı, ruhsal
ilişkiyi, çamı, türbeyi, çevreyi, dört yapraklı yoncayı ve cenneti ifade eder101.
Türk mitolojisine göre, Tanrı Ülgen’in yedi oğlundan birisinin adı Yaşıl
Kağan’dı ve genellikle bitkilerin yetişip büyümesini düzenlediğine inanılırdı.
Ayrıca, yeşilliklerin Ülgen inanışı ile bağını gösteren mitolojik inanmaya göre;
Ülgen, insan vücudunu yarattıktan sonra Kuday’ın yüksek ulûhiyetinin huzuruna
“Kuzgun” denilen kuşu göndererek yarattığı insan için can ister. Kuzgun göğe uçar.
Canı alıp dönerken yerde bir leş görür. Dayanamayarak leşi yemek için ağzını açar.
Gagasındaki can, çam ormanına düşerek dağılır. Bundan dolayıdır ki çam ve ardıç
ağaçlar kış ve yaz yeşilliklerini korurlar 102.
Çağdaş Şamanist Altaylı Türk boylarında dağ kültü en önemli kült
sayılmaktadır 103. Doğanın canlanması ile ilgili olarak göçebe yaşayan Türklerin
hayatında bazı olaylar etken olmuştur. Bunlar, otların yeşermesi, gök gürlemesi,
yıldırım şakımasıdır. Türkler, hayvan yavrularını otlatmak için otların yeşermesini
bekler. Bu nedenle yeşil renk, Türklerin yaşamında önemli bir görev üstlenir.
Bundan dolayıdır ki, Çin kaynaklarının bildirdiğine göre, M.Ö. VIII. yüzyıl ve IX.
yüzyıllarda 21 Mart tarihleri önemli olmaya başlamıştır; çünkü 21 Mart, aynı
zamanda otların yeşermeye başladığı dönemdir 104. Kaşgarlı Mahmut da ünlü eseri
Divânu Lugâti’t-Türk’te, “dağların tepeleri bitkilerle yeşerdi” diyerek, baharı tasvir
etmektedir 105.
Her ne kadar İslâmiyet’le birlikte de kutsallık kazanmış olsa da, eski
Türklerde Şaman, gökyüzüne yükselirken sarı, kırmız, yeşil elbiselerini kullanırdı.
Bununla beraber Safevî Türkmen Devleti’nin bayrakları yeşildir. Osmanlılarda da
yeşil renkli sancaklar uzun süre kullanılmıştır. Fatih’in İstanbul’u kuşattığı sırada
gemisinde yeşil sancak olduğu bilinmektedir. Çaldıran Savaşı’nda da Bolu ve
Kastamonu süvarileri yeşil sancak kullanmışlardır. Barbaros Hayrettin Paşa’nın
İnebahtı Savaşı’nda kullandığı bayrak da yeşil renklidir 106.
Yeşil; edebiyattaki anlamı ile canlılık ve dirilişi simgeler. Çöllerde,
çoraklarda yaşayanlar, yeşile büyük özlem duyarlar. Halk dilinde, yeşil görmek,
100
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 471; RAYMAN, a.g.m., s. 13.
101
RAYMAN, a.g.m., s. 12.
102
GENÇ, a.g.e., s. 27-28.
103
Abdülkadir İNAN, Makaleler ve İncelemeler, Cilt II, 3. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, s.
252, Ankara 1998.
104
RAYMAN, a.g.m., s. 13.
105
Kaşgarlı Mahmud, Divânu Lugâti’t-Türk, Haz. Ahmet B. Ercilasun - Ziyat Akkoyunlu, Türk Dil
Kurumu Yayınları, s. 254, Ankara 2014.
106
RAYMAN, a.g.m., s. 13.
88
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
yeşile çalmak, yeşile susamak, yeşile dönmek, yeşile uzanmak, yeşiller giymek,
yeşillenmek gibi deyimler kullanılır 107.
Yeşil Gaziantep ağzında pek kullanılmasa da, Eski Türk mitolojisinde veya
geleneğinde olduğu gibi her zaman gençlik ve tazelik anlamında kullanılmaktadır.
Atasözleri
• Çubuk yaşken eğilir 108.
“Ağaç yaşken eğilir” atasözü ile aynı anlamdadır. Eğitim erken yaşta olur
anlamında kullanılır.
Beddualar
• Alını yeşilini soldurmayasın 109.
Taze gelinliğinden hevesini almadan ölürsün inşallah.
• Yeşermeyesice 110.
Büyüyüp gelişmeyesice, türemeyesice.
5. Sarı
Sarı renk, Türk inanışları ile duygularında iyi bir yer tutmaz. Yalnızca doğa
ve bahardaki çiçek tasvirlerinde zevkle ve istenerek kullanılır. Aslında sarı, bir Çin
imparatorluk rengidir. Yalnızca Çin imparatorlu sarı elbise giyinirdi. İmparatorlun
birçok arması ve logosu, ünlü Çin Ejderhası bile sarıydı. herhangi bir Çin vatandaşı
sarı bir elbise giyip sokağa çıksaydı, kendi imparatorluğunu ilan etmiş sayılarak
cezalandırılırdı. Türkler arasında ise Cengiz Han İmparatorluğu’nun
genişlemesinden sonra çoğaldı ve yaygınlaştı. Her ne kadar devlet logolarında sıkça
kullanılmaya başlansa da Türklerde sarı renk; kötü ruhlar, hastalıklar, boş çöller,
uzun kış günleri ve yokluklar hep sarı renkle sembolleştirilmiştir 111.
Coğrafi olarak da kullanılan sarı, dünyanın merkezinin sembolüdür. Bu
anlayış eski Türk inancı olan Şamanizm’den kaynaklandığı görülmektedir 112.
Ögel’e göre; bu, büyük çöllerin renginin sarı olmasıyla ilişkiliydi 113.
107
RAYMAN, a.g.m., s. 13.
108
AKSOY, a.g.e., s. 214.
109
AKSOY, a.g.e., s. 391.
110
AKSOY, a.g.e., s. 407.
111
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 479.
112
GENÇ, a.g.e., s. 36.
89
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
Deyimler
• Kemiği sararmak 121.
Bir iş içinde eskiyip ihtiyarlamak ve bu işin sıkıntılarına alışık olmak.
• Sarı yağlar aktı, sarımsaklar koktu mu? 122
113
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 481.
114
Abdülkadir İNAN, Makaleler ve İncelemeler, Cilt I, 3. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, s.
260, Ankara 1998.
115
ÇORUHLU, a.g.e.., s. 219.
116
ÇORUHLU, a.g.e., s. 219.
117
İNAN, a.g.m., s. 12.
118
İNAN, a.g.m., s. 12.
119
Kaşgarlı Mahmud, a.g.e., s. 58.
120
ÇORUHLU, a.g.e., s. 220.
121
AKSOY, a.g.e., s. 135.
122
AKSOY, a.g.e., s. 170.
90
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
Beddualar
• Sarı çıyan soksun 124.
6. Gök
Gök kelimesi eski Türkçe döneminden beri birden fazla rengi ifade etmiştir.
Birçok Türk dilinde göğü nitelendiren kök sözcüğü, ilk başta göğün, yani büyük
tanrının isimlerinden yalnızca biriydi. Aynı şekilde göğün seçilmiş halkı olan Türk
halkını ve gökten gelen kimi nesneleri, özellikle kurdu, yani “kök böri”yi (mavi
kurt) nitelendirmekteydi 125. Kök Böri ise büyük hükümdarların kudretini göstermek
için kullanılan bir sıfattı 126.
Bununla beraber gök renk, kutsal göğün olduğu kadar, Tanrı’nın da bir
sembolü idi. Bir şeyi gök rengine büründürmek veya gök sözü ile beraber
söylemek, o şeyi kutsal saymak veya aralarında Tanrı ile ilgili bir bağ kurmak
isteğinden ileri gelmeliydi 127.
Gök; daha çok mavi ve yeşil için kullanılmışsa da boz, gri gibi renkler için de
kullanılmıştır. Günümüzde de Türkçenin çeşitli lehçe ve ağız seviyesindeki dil
birliklerinde mavi, yeşil, boz, gri gibi renkler için kullanılmaktadır. Eski Türkçe
döneminden beri yeşil için “yaşıl” kelimesi kullanılsa da gök kelimesinin yeşil
yerine kullanımı günümüze kadar devam etmiştir. Gök ve mavi, gök ve suyun
simge ve alâmetidir. Gök ve su insanlık tarihinde mukaddes sayılmıştır. Gök rengi
sonsuzluğu, türeyişi, emniyet ve huzuru telkin eder. Dostluk, sadakat, vefa,
aydınlık, temizlik ve ruhaniliği temsil eder. Gök; Türklerde Tanrı’nın rengi ve
sembolüdür. Göktürk Devleti’nin bu adı benimsemesinde Gök rengin Tanrısal gücü
ve hâkimiyeti simgelemesinden etkilenilmiş olduğu düşünülebilir. Göğümüzün
rengi, bizi sonsuzluklara bağlayan ululuk ve yüceliğin, dünyamızın ve varlığımızın
123
AKSOY, a.g.e., s. 353.
124
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 482.
125
Jean-Paul ROUX, Eski Türk Mitolojisi, Bilge Su Yayıncılık, s.86, Ankara 2012.
126
ÖGEL, Türk Mitolojisi…, s. 54.
127
ÖGEL, Türk Mitolojisi…, s. 47.
91
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
simgesidir. İnsanlara bolluk, refah, ölüm ve felaket yine göklerden gelir. Doğarken,
göklerden inme; ölürken de göklere çıkma, insanların dileğidir128.
Manas Destanı’nda; tecrübeli, görmüş ve geçirmiş ihtiyarlara “ak sakallı”
denirdi; fakat Manas’ın oğluna ad vermek için birdenbire ortaya çıkan Hızır için ise
“gök sakallı” deyimi kullanılıyordu. Er-Töştük Destanı’nda Tanrı’nın bir elçisi
olarak kayın ağacının üstünden çocuğa seslenen nur yüzlü ihtiyara da “gök sakallı”
denmişti. Uygur harfleri ile yazılmış Oğuz-name’de, Oğuz Kağan’a yol gösteren
kurttan hep “gök tüylü, gök yeleli kurt” diye söz açılmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki
eski Türkler, kurdun maddi varlığından ziyade yelesine ve tüylerine önem
veriyorlardı. Kırgız destanlarında da “kök cal”, yani “gök yeleli kurt”, en büyük
Kırgız bahadırlarına verilen bir unvandı 129. Gök Böri burada adeta Tanrı’nın
habercisi gibi karşımıza çıkmaktadır. Mukaddeslik tanrının özüne mahsustur. Gök
kurt burada mübareklik vasfını taşımaktadır. Gök aynı zamanda bilgeliğin de
sembolüdür. Kuzey Türk destanlarında zaman zaman gök sakallı bir kişi çıkar,
bilgisi ve tecrübesiyle insanlara yardımcı olur. Gök renk Türk geleneklerinde yasta
ve ölümde de yerini bulmuştur. Dede Korkut’ta geçen “Anam benim için gök geyip
kara sarınsın.” ifadesi bunu doğrulamaktadır; ancak gök rengin kullanıldığı
yerlerdeki ölüm hadiselerinde şahadet hali vardır. Herhangi bir ölüm için değil
zulümle veya şahadet halindeki ölüm durumları için kullanılmıştır130.
Bir yön adı olarak Doğu’yu temsil etmekle beraber, zaman zaman Hazar
Denizi için “Gök Deniz” tabiri de kullanılmıştır131.
Aşağıdaki örnekte görüleceği üzere, gök renkle ilgili Gaziantep’te
kullanılmakta olan yalnız bir deyim tespit edilmiştir. Bu deyimde de gök renginin
verdiği anlam, eskiden olduğu gibi aynıdır.
Deyimler
• Yakası gök (boz) bitten kurtulmak 132.
Fakir iken genişliğe erişmek.
128
AYAZ - AYAZ, a.g.m., s. 12-13.
129
ÖGEL, Türk Mitolojisi…, s. 47-142; AYAZ - AYAZ, a.g.m., s. 13; Nuray BİLGİLİ, “Kozmolojik
Bir Kağan: Oğuz Kağan”, Çağdaş Bilimler Işığında Oğuz Kağan Destanı, Ed. Ali Rıza Özdemir,
Kripto Basın Yayın, s. 230, Ankara 2014.
130
AYAZ - AYAZ, a.g.m., s. 13.
131
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 466; ÖGEL, Türk Mitolojisi…, s. 507, 507.
132
AKSOY, a.g.e., s. 195.
92
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
SONUÇ
93
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
KAYNAKÇA
94
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
95
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
Elektronik Kaynaklar:
• http://abs.kafkas.edu.tr/upload/479/Eyup_Sertac_AYAZ_Makale_Renkler.pdf
Erişim Tarihi: 21.03.2015
• http://turkdilidergisi.org/renkler/ala.htm
Erişim Tarihi: 21.03.2015
96
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK
ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
ÖZET:
Halifelik, bütün İslam tarihi boyunca İslam toplumlarının yegâne yönetim biçimi
olarak algılanmıştır. Gerçekte ise güce dayalı bir sistemden başka bir şey olmayan
halifeliğin geçirdiği tarihsel aşamalar incelendiğinde, dini olmaktan daha çok siyasi
bir kurum olarak görülmektedir. Biz bu çalışmamızda, halifeliğin ortaya çıkışından,
3 Mart 1924’te kaldırılışına kadar geçirmiş olduğu tarihsel süreçleri incelemeye
çalıştık.
97
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
Abstract:
Historical Viewpoint: The Caliphate – Its Come out and states wich its pass on-
98
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
GİRİŞ
Halife kelimesi sözlükte; vekil, birinin yerine geçen kimse, Hz.
Muhammed’in vekili olarak Müslümanların İmamı ve Şeriat’ın koruyucusu 1
anlamlarına gelmektedir. İslam camiasının en yüksek reisinin yani İmamı’nın
unvanı 2 olarak halifeyi İslam alimleri “din ve dünya işlerinin yürütülmesi
hususunda şeriat sahibine naiplik etmek” anlamında kullanmışlardır 3.
Gerek mikro gerekse makro düzeyde her ne suretle olursa olsun bir araya
gelmiş toplumun işlerini çekip çevirecek yöneticiye, başkana ihtiyaç duyulması,
inkârı mümkün olmayan sosyal ve siyasî bir olgudur. Dolayısıyla er toplumun bir
yönetime gerek duyacağı açıktır 4. Meseleye bu yönden bakılacak olursa Hz.
Peygamber, Medine’de kurduğu İslam toplumunun başkanıdır. Diğer bir anlatımla
Hz. Muhammed, peygamber olması hasebiyle Müslümanların dini lideri ve
Medine’deki toplumun siyasi işlerinin üstlenene bir idareci olmak bakımından da
halkın dünyevî lideridir.
*Yrd. Doç. Dr., İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi. Hikmet Yurdu Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler
Araştırma Dergisi, Yıl: 2, S.3 (Ocak – Haziran 2009), ss. 215 - 226
1
Ragıp el-İsfehani, el-Müfredat fi Garibi’l-Kur’an, İstanbul, 1986, 293; İbn Manzur, Lisanu’l-Arab,
Beyrut, 1997, IV.183-184; Şemseddin Sami, Kâmûsu’t-Türkî II, İstanbul, 1985, 465.
2
Arnold T. W, “Halifelik”, İ.A., V/I, 148.
3
Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed el-Maverdi, Ahkamu’s-Sultaniyye, Beyrut, 1994, 29; İbn Haldun,
Mukaddime, Kahire, t, II.578; Ebu’l-Muin en-Nefesi, Tabsiretü’l-Edille fi Usuli’d-Din, Dımaşk, 1993,
191; Muhammed Ebu’z-Zehre, Tarihu’l-Mezahibi’l-İslamiyye, y, 1989, 20; Ali Duman, İslam
Hukukuna Göre Siyasi Fikir Hürriyeti, Basılmamış Doktora Tezi, Konya, 1999, 89.
4
İlk dönem İslâm toplumunun ve sonraki dönem Müslümanlarının sosyal düzenlerinin
geçekleştirilmesinde siyasal iktidara olan ihtiyaç konusunda geniş bilgi için bkz. Duman, Siyasi Fikir
Hürriyeti, 90.
5
“Hani Rabbin Meleklere demişti ki: Ben yeryüzünde bir Halife yaratacağım…” Bakara, 2/30, “Ey
Davud! Biz seni yeryüzüne halife yaptık…” Sâd 38,26.
99
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
siyasal aşamaları ve bu aşamaların sonuçları bakımından ele almayı
amaçlamaktayız.
100
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
kusur edersem beni ikaz edersiniz. Şu hususta işaret etmek isterim ki sizin
kuvvetiniz, zayıfın hakkını alıncaya kadar kuvvetlidir.” sözleriyle halka hizmet
edeceğini ve herkese kanun önünde eşit haklar tanıyacağını ifade eder.
Görüleceği gibi Ebu Bekr’in halife olmasında belirleyici bir Nass olmayıp
bir nevi seçimle sonuçlanmış ve Ebu Bekr’in ifadesinden de anlaşılacağı gibi her
türlü şartlar koşulmamış tamamen sosyal şartlar mülahazası sonucu Hz. Ebu Bekr
Halife seçilmişti.
Diğer taraftan daha “Cahiliye Devri” Araplarında “Emir, hem padişah, hem
kadı, ham maliye nazırı, hem asker kumandanı, hem her şeydir” 11. Bunlardan da
anlaşılacağı üzere Ebu Bekr’in halife seçilmesinde herhangi bir Nass ve işaret değil,
doğrudan gelişmekte olan İslam devletinin savunması ve yayılmasını
gerçekleştirebilecek birliği ve düzeni koruyabilecek kabiliyette oluşu, Kureyşli
olmak hasebiyle de nesep, yaşlılık ve tecrübe bakımından etrafında saygı uyandırışı,
10
Gerçi Eş’ari (Makalat 2), Hz. Ebu Bekr’in “İmamet Kureyş’tendir” hadisini delil olarak zikrettiğini
söylüyorsa da, ilk devir tarihçilerinin hiçbirinde buna dair bir tek teyit yoktur; Mehmed Saip Hatipoğlu
“İslâm’da İlk Siyasî Kavmiyetçilik Hilafetin Kureyşliliği”, AÜİFD, C. XXIII, Ankara, 1978, 147; Fığlalı, 42.
11
Fığlalı, 43.
101
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
Müslüman olmaktaki kıdemi ve Resulullah (sav) ‘ın en yakın arkadaşı oluşu gibi
vasıflar rol oynamıştır 12.
Hz. Ebu Bekr’in iki yıllık hilafeti, çevrede baş gösteren Dinden Dönme
(ridde) olaylarının kararlı bir şekilde bastırılması, Irak ve Sureyi fetihlerine
girişilmesi ile geçmiştir. Hz. Ebu Bekr hastalığı ağırlaşınca bir çok sahabeye Hz.
Ömer hakkındaki kanaatlerini sorar hepsi de ondan sitayişle söz ederek, bu işi
ondan daha iyi yapacak birinin bulunmadığı hususunda birleşirler ve neticede Hz.
Ömer, Hz. Ebu Bekr’in vasiyeti üzerine halifeliğe getirilir. Sahabeden bir kısmı Hz.
Ömer’in sertliğini söylemiş olsalar da, onu adil ve gerçekten İslâm’ın şanını
yücelten emsalsiz bir idarenin mümtaz olduğunu da kabul etmişlerdir. Hz. Ömer’in
bu şekilde halifeliğe gelmesi dolayısıyla istihlaf adı verilen, önceki yöneticinin
kendisinden sonra kimin yönetime geleceğini etrafındakilerle istişare ettikten sonra
açıklaması şeklindeki seçim biçimi ortaya çıkmış olmaktadır 13.
Hz. Ömer’in on yıldan biraz fazla süren halifeliği İslam dünyasının her
bakımdan gelişme ve genişleme dönemi olmuştur. Selefinin iki yıllık halifeliğinde
olduğu gibi onun da halifeliği sırasında da, Müslümanlar arasında itikadî yönden
herhangi bir ihtilafın varlığına rastlanılmamaktadır.
12
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul, 1991, ıI. 846, 853; Philippe
Hitti, Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul, 1980, I. 210; Fığlalı, 46; Duman, Siyasi
Fikir Hürriyeti, 166.
13
Tabeeri, II. 352; İbn’ül-Esir, II. 425; İbn Kuteybe, el-İmame, I. 35 vd.; Bakillani, 196; Fığlalı, 48;
Duman, Siyasi Fikir Hürriyeti,152.
14
Fığlalı, 42; Andre Miguel, 82.
102
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
yettiği kadar” cevabını verirken Hz. Osman “evet” cevabını verince, Şûra, Hz.
Osman’ı tercih etmiştir.
Hz. Osman’ın hilafeti tarihte genellikle ikiye ayrılır. Birinci altı yıllık dönem iyi
idare, ikinci altı yıllık devre de “gayri meşruluk ve karışıklık” ile tavsif edilir. Bu tür
ayrımlar karışıklıkların ve isyanların, ikinci devrede daha çok olmasından
kaynaklanmaktadır.
Halife Hz. Osman’ın Haziran 656 yılında feci şekilde şehit edilmesine son
derece üzülen Hz. Ali ve diğer ashap Mescit’te toplanarak yeni halife seçimine
giderler ve Ali b. Ebu Talib’e teklif edilen hilafeti Hz. Ali, orada bulunan Talha ve
Zübeyr’e teklif eder. Fakat ısrar üzerine kabul eder. Hz. Ali’nin hilafete geliş tarihi
15
İbn Kuteybe, el-İmame, I.46-62
103
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
ihtilaflı olmakla birlikte Hz. Osman’ın şahadetinin beş veya yedinci günü olarak
tahmin edilmektedir.
Hz. Ali, biatten sonra en önemli mesele olan Hz. Osman’ın katillerinin
bulunması ve cezalandırılması konusunda daha iş başında yıpratılmaya başlanır.
Kendisine ilk biat eden, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr katillerin cezalandırılmasında
ısrar ediyorlardı. Hz. Ali de haklı olarak “Bize hükmeden bu kavimle nasıl başa
çıkarım” deyip, beklemeyi ve ortalığın yatışmasını uygun görüyordu 16.
16
Hitti, I. 281; İrfan Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan, Ankara 1990, 174 – 186;
Fığlalı, 68; Duman Siyasi Fikir Hürriyeti, 146.
17
İ. Agâh Çubukçu, “Kültürümüzde Din Unsuru”, Milli Kültür Unsurlarımız Üzerine, Ankara, 1990, 66.
18
Ali b. Ebi Talib, Nechü’l-Belaga, Beyrut, t, I. 155 – 157, 162, 202; İbn Kuteybe, el-İmame, I. 161 –
166.
104
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
anlaşma 31 Temmuz 661 tarihinde yapıldığına göre ikinci ihtimal daha doğru
olmalıdır. Ancak görülen o ki, Muaviye Hz. Ali soyuna ve kısaca Haşimoğulları’na
karşı sadakat ve itaat göstermek yerine, bunun tam tersini yapmış veya yapılmasına
müsaade etmiştir.
19
Hitti, I, 434.
20
Hitti, I, 440.
21
Hitti, I, 444.
105
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
takım şeref ve unvanları taşımaya başladılar. Çöküşleri esnasında ise halk onlara,
“Halifetullah” (Allah’ın halifesi, vekili) ve daha sonraları ifade edilen unvanlar
vermeye başladılar. Gerçekte bu unvanların verilmesi ilk olarak el-Mütevekkil (847
– 861) ile başlamış ve Osmanlı halifelerinin son günlerine kadar devam edip
gitmiştir 22.
3. Halifelik ve Türkler
İslamiyet’i kendi arzuları ile kabul eden Türkler, Emevîlerin menfî tutumu
yüzünden devlet ve hükümet işlerinde faal rol oynamamışlardı 23. Türkler daha sonra
Abbasîlerin müspet davranışlarıyladır ki, sarayda ve orduda kendilerini göstermişler
ve komutanlıklara, valiliklere kadar yükselmişlerdir. Tolunoğulları ve İhşitoğulları
adıyla geçen Türk devletlerini, Abbasî sarayında yetişmiş valiler kurmuşlardır.
İslam tarihinde ilk defa din ve dünya işleri birbirinden resmen ayrılmış,
Selçuklu Sultanları Halifeliğin dünyevî otoritesini ellerine geçirerek “Sultan” veya
“Sultan-ı İslam” unvanını alırken, Abbasî halifeleri de, “dini reis” sıfatıyla uhrevî
işleri yürütmüşlerdir. Böylece Selçuklular, Abbasî halifelerini adeta avuçlarına
almış ve halifeler onların isteklerine boyun eğmek zorunda kalmışlardır 26.
22
Hitti, I, 448.
23
H. Dursun Yıldız, İslamiyet ve Türkler, İstanbul, 1980, 45 – 48.
24
Mehmet Altay Kösemen, Selçuklu Devri ve Türk Tarihi, Ankara, 1983, 168.
25
Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 95.
26
İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ankara, 1977, 302 – 303.
106
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
27
Köymen, 87.
28
Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1971, 458.
29
Philip K. Hitti, İslam Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul, 1989, 262.
30
Uzunçarşılı, Saray Teşkilatı, 234 vd; Taneri, 33 – 82.
107
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
Yavuz ve ondan sonra gelen padişahlar bastırdıkları paralarda “Halife”
yerine “Sultan” unvanını kullanmışlardır. Cuma günleri okunan “Hutbe”ler de
“Halife” adına değil, “Sultan” adına okunmuştur 31.
Bazılarına göre de, “Türk Sultanı” Yavuz, son Abbasî halifesi olan
Mütevekkil’i beraberinde İstanbul’a getirip Ayasofya’da yapılan bir merasimle
hilafeti ve mukaddes emanetleri devralmış: Bu suretle İslam Halifeliği Abbasîlerden
Osmanlılara geçmiştir 32. Tarihçilerin çoğunluğu bu görüşü benimsemediklerinden,
bize de bu görüşe katılarak Yavuz Sultan Selim’in ilk Osmanlı halifesi olduğunu
kabul etmekteyiz 33. Çünkü “Hilafet” şartlarına göre, bu makam gölge insanların
değil, İslam davasına sahip kudretli ve Osmanlı Sultanları’nın fiilen olduğu gibi,
hukuken de halife olmalarını gerektiriyordu34. Böylece Selçuklu devrinde, maddi
kudret sultanlara, manevi otorite de halifelere ait iken, Osmanlılar Saltanat ve
Hilafeti birleştirmekle, İslam’ın hilafet şartlarını da yerine getirmişlerdir.
Ancak Sultan II. Mahmud (1808 – 1839)’un açtığı yol üzerinden ilan edilen
Tanzimat (3 Kasım 1839)’a göre Padişah, Osmanlı tarihinde ilk olarak kendi ordusu
ile yetkilerini sınırlamaktadır. Osmanlı Sultanı ile tebâsı arasındaki münasebetleri
düzenleyen bir anlaşma özelliği taşıyan Tanzimat’a aynı zamanda bir İslam Halifesi
olan Osmanlı Sultanı, kendi yetkileri üzerinde bir kuvveti –Yeni Kanunu- tanıyarak
hukuk devleti olma yolunu açmış olmaktadır.
31
Taneri, 45.
32
Turan, 78.
33
İsmail Hami Danişment, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, II, İstanbul, 1971, 37 – 38.
34
Turan, 78.
35
Hamza Eroğlu, Türk İnkilab Tarihi, Ankara, 1977, 20 – 21.
108
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
36
Hitti, I. 262.
37
Atatürk, Nutuk, II, İstanbul, 1967, 845 – 851.
109
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
SONUÇ
İslam tarihinde nev’i şahsına münhasır olarak kabul edilen ve İslam
toplumlarının yönetim biçimi olarak algılanan halifeliğin esasen siyasi bir kurum
olduğu ve büyük oran dini niteliğe sahip olmadığı söylenebilir. Nitekim Hz.
Peygamber’in vefatının ardından Hz. Ebu Bekr’in halife seçilmesiyle başlayan
Halifelik müessesesi, ilk dört halifeden sonra Saltanat şekline dönüşmüş ve
Halifeler, Halife – Sultan olarak icra-yı hükümet etmişlerdir. Gerek Emevi ve
Abbasiler ve gerekse Halifeliği devralan Osmanlıların Halifelikleri Halife – Sultan
biçimindedir.
110
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
ÖZET
Ulusçuluk, modern ve etnik ulusçuluk olmak üzere iki farklı tarzda ele
alınabilir. Modern ulusçuluk, etnik ulusçulukla, ulusu teşkil eden bireylerin benzeş
olmaları fikri açısından aynı çıkış noktasına sahipse de, etnik ulusçuluktan farklı
olarak ulusu teşkil eden özün etnik ve ırksal olmadığı tezi üzerine kurulur. Her iki
ulusçuluk fikrinin ortak olduğu bir başka nokta da, kendileriyle aynı olmayana karşı
duydukları öfkeyi kendilerine dayanak yapmalarıdır. Ortak kurgu faktörü olan
öfkenin, artık yerini öngörülemezliğe bıraktığı ve popülaritesini yitirdiğine yönelik
söylemler güncel olduğu için günümüzde, etnik ulusçuluk hiçbir düzeyde kabul
edilmemekte, modern ulusçuluğun ise bir dönüşüm yaşadığı görülmektedir. Modern
usçuluğun dönüştüğünü AB’nin üye sayısının artışı ile görebilme olanağına sahibiz.
Etnik ulusçuluğun reddedilişine ise, Almanya’nın Köln kentinde yapılması
planlanan, ancak yapılamayan “İslamlaşmaya Hayır Mitingi”nin beklenen sayıda
taraftar bulamaması ve hatta bizzat Alman vatandaşları tarafından göstericilerin
taşlanmasıyla tanık olduk. Ancak bu tanıklık sürekli olabilecek kesin bir sonucu
ifade etmemektedir. Unutulmamalıdır ki Yugoslavya ve Gürcistan gibi mevcut
ulus-devletlerin parçalanması sürecinde modern ulusçuluk, parçadan koparılıp
uluslararası alan için müstakilleştirilmek istenen toplumları yeni modern ulusçuluk
pratiği ile kurgulayamamaktadır. Bu, etnik ulusçuluğun pratik değerinin yok
edilemediği anlamına gelir. Bu anlam, modern ulusçuluğun dönüşümü konusundaki
cazibenin de inandırıcılık düzeyini olumsuz etkilemekte ve bir ulusu ayakta tutan
gerçeğin ne olduğunu ortaya koymaktadır.
111
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Abstract:
During the recent years, the common concept of anger as the formation factor
has lost its popularity, and has given way unpredictability. Ethnic nationalism has
become unacceptable at any level and modernist nationalism is undergoing a
transformation. We are able to observe the transformation of modernist nationalism
in the growing number of memberships in the EU. We already witnessed the
disapproval of ethnic nationalism when the “No to Islamization” meeting failed to
meet expectations in terms support in Koln and demonstrators were stoned by the
German citizens themselves. However, this event alone does not show a total defeat
of ethnic nationalism. One should not forget that at a period of the disintegration of
nation-states like Yugoslavia and Georgia, the modernist nationalism has failed to
create a concept of new modernist nationalism in societies. This indicates that the
practical values of ethnic nationalism have not been completely wiped out. This
puts a negative effect on the plausibility of the transformation of modernist
nationalism, and gives us an insight into the reality of what keeps a nation upright
112
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
GİRİŞ
1
Bkz., KEDOURİE, Elie: Avrupada Milliyetçilik, (Çev: M.Haluk Timurtaş), Devlet Kitapları,
Ankara, 1971, 5-26; SMITH, Anthony: Milli Kimlik, (Çev: Bahadır Sina Şenel), İletişim Yayınevi, 2.
bsk., İstanbul, 1999, 119; GELLNER, Ernest: Uluslar ve Ulusçuluk, (Çev: Büşra Ersanlı
Behar,Günay Göksu Özdoğan), İstanbul, İnsan, 1992.
2
GÖKÇEK, Fatma Müğe: “Osmanlı Devleti’nde Türk Milliyetçiliğinin Oluşumu: Sosyolojik Bir
Yaklaşım”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C.,4, Milliyetçilik, (Ed: Tanıl Bora, Murat
Gültekingil), İstanbul,2003, İletişim, 63.
3
BEKMEN, Ahmet; “Türk Milliyetçiliği: Var Kalmanın Teyakkuz Hali”, Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, C. 4. İletişim, İstanbul, 2003, 325.
4
4 ÖZKIRIMLI, Ümit: Milliyetçilik Kuramları, Sarmal, İstanbul,1999, 15-155.
5
5 ERSANLI, Büşra: “Milliyetçilik Teorileri Avrasya'da Siyaset ve İlişkiler", Türkiye Günlüğü,
Sayı: 50. Mart- Nisan 1998. 9-15.
6
GELNER, Ernest: Milliyetçiliğe Bakmak, (Çev:Simten Coşar), İletişim Yayınevi, İstanbul, 1998,
106 vd.
7
ALBAYRAK Coşkun, Gökçen: “Globalizasyon Süreci ve Azgelişmiş Ülkeler”, Globalizasyonun
Yansımaları, (Der: Uğur Selçuk Akalın), Donkişot, İstanbul, 2002, 24-25.
113
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Bu dönemin ardından Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte yeni ulus devletler
tekrar ortaya çıkmıştır. 8 Günümüzde ise aynı süreç, Yugoslavya, Gürcistan gibi çok
uluslu devletlerin dağılmasıyla devam etmektedir.
Ulusçuluk, bir ulusu ayakta tutmak için kullanılan ideolojik bir harekettir. 9
Ulusçuluğun temel ilkesi “egemenlik ulusundur” kavramıdır. Bu ilke, yeni beliren
sınıfların, grupların iktidarı etkileyebilmesi ve paylaşabilmesi için10 bir çözüm yolu
olarak dillendirilmiş ve öncelikle zihinsel bir meşruluk kazandırılmıştır. Bu
meşrulaştırma biçimi resim, heykel ve benzeri sembolik icatlarla rejimin halk
tarafından kutsallaştırılmasını, değerlerinin benimsenmesini ve desteklenmesini
sağlayacak girişimlerle desteklenmiş, 11 böylece ayin ve törenler, sembollerden icat
edilerek, belirli bir dünya görüşü, bu mekanizmalar aracılığıyla gönüllü
gerçekleştirilenler şeklinde yapılandırılmıştır. Aslında bu oluşum sosyal fonksiyon
açısından sembolize edilenin önemi hakkında olmayıp yarattığı duygusal
çağrışımlarla ilişkilendirilmiş ve bu da, bir sosyal grubun varlığı için son derece
önemli görülmüştür. Ulus-devlet kurgusu, bu türden sembolleştirmeleri, duygulu
marşları, anıtları, sancakları, yurt müziklerini ulusal birliği sağlamak için kullanmış
ve böylece yeni güç dinamiklerinden oluşan rasyonel yapısını kurgulamıştır. Ulus
kurgusunun inşası sürecinde kullanılan ulusçuluk, gücünü sosyal düzenin devlet
otoritesi tarafından tanımlandığı haliyle sürdürülmesindeki bağlayıcı rolünden
almış, bu rol, yaygın bir biçimde yabancıya duyulan öfkeyi ve bu öfkeye bağlı
olarak devlete sadakat ve otoritesi karşısında disipline edilmeyi 12 anlamlı hale
getirmiştir.
8
ERSANLI, Büşra: “Yeni Bağımsızlık ve Ulusun Adı”, Akademik Araştırmalar, 6, 2000, 69;
BRZEZINSKI; Batının dağılan Sovyetler Birliğine yardımı edebileceğini dile getirmekte ve bu
yardımın neliğini de konfederasyon olarak açıklamaktadır. Bkz., Büyük Çöküş, (Çev: Gül Keskil,
Gülsev Pakkan), Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 2000, 316.
9
WILLIAMS, Jr.; ROBIN, M.: “The Socıology of Ethnic Conflicts: Comparative International
Perspectives”, Annual Review of Socıology, Volume: 20, 1994, 53.
10
TURAN, İlter: Siyasal sistem ve Siyasal Davranış, Der Yayınları, İstanbul, 1986, 34.
11
TÜRKKAHRAMAN, Mimar: Türkiye’de Siyasal Sosyalleşme ve Siyasal Sembolizm, Birey
Yayıncılık, İstanbul, 2000, 103.
12
12 BAUMAN, Zygmund: Kürselleşme, ( Çev: A.Yılmaz), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999, 191.
114
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
tarihsel yerleşmişlikten de almakta, bu da onun önceden var olan ve kültürel
miraslar ve etnik oluşumlardan türedikleri anlamına gelmektedir.13 Batı
Avrupa’daki gelişimiyle ulusçuluk kavramı, ulusal monarşilerin doğuşundan sonra
mevcut topraklar üzerindeki bütünleşen halkların kendilerini diğer toplumlardan
ayrı tutabilecekleri yeni bir kimlik ihtiyacına dayandırılmıştır.14Bu kimlik ihtiyacı
yerel olan kuvvet ve heyecanların ulusal kuvvet ve heyecanlarla
özdeşleştirilmesinden doğmamış, kan, din veya feodal bir lord veya prense
ortaklaşa itaat bağlarıyla kurgulanmıştır.
13
SMITH , D.: Anthony: Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, (Çev:Derya Kömürcü), Everest,
İstanbul, 2002, xıı-xııı
14
SAY, Ömer: Milli Devlet Kültür, Kaknüs Yayınevi, İstanbul, 1998, 73-74.
15
AKKAYA, Yüksel: “Korporatizmden Sendikal İdeolojiye, Milliyetçilik ve İşçi Sınıfı”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, C.,4. İletişim , İstanbul, 2003, 829.
KORKMAZ, Abdullah: Değişme ve Farklılaşma, Doğu Kütüphanesi, İstanbul, 1. bsk: 2006, 92.
16
Sömürge mantığının bir dönemler sömürmek için öğretmediği bu araç diğer bir dönemde sömürmek
için öğretilen olma özelliğine sahiptir.
115
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
derecede öneme sahiptir. 18 Çünkü tanışma ve karşılaşma ile meydana gelen
toplumda 19 bir gazete okuru, kendi gazetesinin tıpatıp aynılarının otobüste, berberde
tüketildiğine tanık olmakta ve bu işin kendisi gibi binlerce kişi tarafından yapılarak
bir haberleşme dili kurgulandığının farkına varmaktadır. 20
Mill, ulusçuluğu çeşitli nedenlerden kaynaklanan bir duygu birikimi olarak ele
almış ve bu duygu birikiminin aktörleri olarak, ırk, ata kimliği, topluluğun dili ve
dini şeklinde sıralamıştır. Kısaca, bu sıralamada öncelikli olarak, politik tarihsel bir
arka planın olması, duygu, memnuniyet, pişmanlık, gurur, insan sevgisi ve geçmişe
yönelik ortak bir çizgi 23 sıralaması önemli bir yer edinmiştir.
için mimarlıktan yalnız daha kalıcı daha dayanıklı değil, aynı zamanda daha yalın ve daha kolay bir
yol bulur. Mimarlık tahttan düşer. Orpheus’un taştan harflerinin yerini Gutenberg’in kurşundan
harfleri alacaktır artık.” Bkz., HUGO, Victor; “Kentin Felsefesi Üzerine”, (Çev: Olcay Kunal),
Cogito, 8, Yaz 1996, 65. Ölüm Batı modernitesinin bir tabusudur. Bkz., MELLOR, A.,Philip: “Death
in hight modernity: the contemporary presence and absence of death”, The Socıology of Death
içinde, (Ed: David Clark), Blackwell Publısher/ The Sociolgical Rewiev, 1993, 11.
Nationalism”, The New Social Theory Reader, (Ed. Steven Seidman and Jeffy C. Alexander),
Rotledge, London, 2001, 224, 226.
19
MUNRO, Rolland: “The Waiting of Mass: Endless Displacement and the Death of
Community”, (Ed: Nick Lee, Rolland Munro), Blackwell Publishers,/ The Sosyological Review, USA,
2001, 117.
20
ANDERSON: 50-60, 69.
BERGER,L. Peter: Modernleşme ve Bilinç, (Çev: C. Cerit), Pınar Yayınları, İstanbul, 1958, 186.
21
AKARLI, Ahmet Orhan: "Milliyetçilik Sorununa Çağdaş Yaklaşımlar", Toplum ve Bilim, 62,
22
MILL, John Stuart; On Liberty And Other Essays, Oxfort Unıversty Pres, 1998, 427.
23
116
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
ulusal monarşilerin doğuşuyla birlikte mevcut topraklar üzerindeki insanların
birleşmelerini sağlamıştır. Ulusçuluk konusunda, Fransız ve Alman ulusçulukları
arasında farklılıklar vardır. Fransa’da ulus-devletin belirmesi ile Fransız
ulusçuluğunun ortaya çıkması eş zamanlıdır. Fransız ulusçuluğu, evrenselcidir.
Avrupa aydınlanmasına maddi ve entelektüel öncülük etmiştir. Bu, bireysel
özgürlük, eşitlik ve kozmopolitan bir bakış açısı üzerine kurulu bir milletin
modernliğini göstermesi bakımından önemlidir. Almanya’da ise ulusçuluk Batı ya
da Fransız karşıtlığı olarak ortaya çıkmıştır. Alman ulus-devletinin kurulmasından
yarım yüzyıl önce ortaya çıkan Alman ulusçuluğu, aydınlanma karşıtı ve romantik
öncüllere sahip olup etnik ve kültürel bir nitelik kazanmıştır.24 Ancak Fransız tarzı
modernist ulusçuluk ile Alman tarzını kurgulayan etnik ulusçuluk, ulusu teşkil eden
bireylerin benzeş olmaları fikri açısından aynı çıkış noktasına sahipse de, modernist
ulusçuluk etnik ulusçuluktan farklı olarak ulusu teşkil eden özün etnik ve ırksal
olduğunu iddia etmez. Modern ulusçulukta ulusu bütünleştiren unsur, girişilen
topyekun batılılaşma çabasıdır. Diğer bir deyişle, ulusal kimliğin içeriğini
batılılaşma çabası içerisinde oluşturulan “asri medeniyet”in kültürel kuralları, ahlaki
değerleri ve toplumsal kimlikleri oluşturur. Yeni bir disiplin edinme çabası ile
modernist ulusçuluğun benimsediği kültürel değişim projesi, Cumhuriyet dönemi
Türkiye’sinde olduğu gibi, topyekun bir medeniyet dönüşümünü gerektirebilir.
Modernist ulusçuluk, siyasi katılım konusunda şüphecidir. Bu nedenle, top yekun
kültürel dönüşümü gerekli kılan batılılaşma hedefine sıkı sıkıya bağlı olduğu için,
yerel, geleneksel veya din içerikli toplumsal kimlik ve taleplerin ifadesini sakıncalı
ve hatta tehlikeli bulur. Etnik ulusçuluğa benzer bir şekilde, modernist ulusçuluk
içinde siyasal katılım ikincil öneme sahiptir.
Türkiye’de Siyasi Düşünce, C.,4, Milliyetçilik, (Ed: Tanıl Bora, Murat Gültekingil), İstanbul, 2003,
İletişim, 285.
117
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
katılımları, yaşamsal önemi olan batılılaşma projesini sekteye uğratabileceği için
belli sınırlar içerisinde müsamaha gösterilmesi gereken bir durumdur.25
118
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
SONUÇ
119
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
120
OĞUZ KAĞAN DESTANI’NDA DİNİ
MOTİFLER
Bilindiği gibi ilk devirlere ait destanlardan, metni tam olan tek destan
M.XIII. asırda Uygur yazısı ve Uygur Türkçesi ile yazıya geçirilmiş olan Oğuz
Kağan destanıdır. 1
Türkler arasında eskiden beri pek tanınmış olan Oğuz menkıbesinin bugün
başlıca iki yazı şekli bulunmaktadır. Biri İslamiyet’in tesirinden uzak olarak Uygur
yazısı ile yazılmış olan şekli diğeri ise Reşidüddin’in “Camiu’t-Tevarih”in de
zikretmiş ve oradan diğer yerlere nakl olunmuş şeklidir. 2
Oğuz Kağan Destanı uzun yıllar sözlü olarak yaşadıktan sonra farklı
bölgelerde değişik olarak yazıya geçirilmiştir. Milli rivayetleri edebi bir tarzda
işleme konusunda, Fars edebiyatının etkisinden söz edilebilir. Zira, Oğuz-name
sözündeki ikinci kelime Farsçada yazı ve kitap manasına gelmektedir. Oğuzname
hakkındaki ayrı menkıbelerin ismi olup, ozanlar tarafından söylenmiştir. 3
1
Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1993,1/17.
2
Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1984, s.25.
3
W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Çev., Fuad Köprülü, Ankara, 1936, s.67; Faruk Sümer,
Oğuzlar, Ankara, 1967, s. 409.
121
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Oğuz Kağan destanıyla ilgili her iki kaynak hakkında da değişik kitaplarda
birçok araştırmacı tarafından önemli birtakım bilgiler verilmiştir.4
İslam’dan önceki rivayeti ile, Oğuz Kağan Destanı yapısına uygun bir
şekilde Oğuz Kağan’dan bahseder. Bu manzum parçalar içerisinde Türk güzellikte
anlatıl cihangirliği ve hâkimiyet duygusu olağanüstü bir Oğuzname rivayetlerinde
Oğuz Destanının muhtevası olarak, önce Oğuz’un soyu, dünyaya gelişi ve
büyümesi bölümü, sonra Oğuz’un fütuhatı ve boylara ad vermesi bölümü, daha
sonra Oğuz’un yurdunu ikiye bölüp oğullarına taksim etmesi bölümü, en sonra da
Oğuz’un vasiyeti ve töresi bölümü göze çarpmaktadır. Oğuz Kağan Destanı işte bu
muhtevanın ikinci bölümünü yani Oğuz’un fütuhatı ve kavimlere ad vermesi
bahsini içine almaktadır. 5
Uygur yazısı ile yazılmış olan eksik nüshalar 6 üzerinde de bir çok araştırma
yapılmıştır. 7 W. Bang-G.R. Rahmeti, ilk önce, Almanca olarak bu metni 1932
yayınlamış ve daha sonra Oğuz Kağan Destanı adıyla bu metin 1000 temel eser
arasında çıkmıştır. 8
4
A. Zekî Velidi Togan, Oğuz Destanı, İstanbul, 1972, s. 17 v.d; W. Bang, Oğuz Kağanı Destanı,
(nşr. R. Rahmeti), İstanbul, 1970, s. 1-29; Mehmet Kaplan, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul, 1979,
s.22-23; W. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkmdaki Dersler, (çev: Kazım Yaşar Kopraman -
İsmail Aka), Ankara 1975, s. 289-291; Abdulkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara
1987,1/225; Bahattin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara 1989, 1/115 vd; “Oğuz Destanı” Yeni Türk
Ansk., İstanbul 1985,7/2717; Hikmet Tanyu, Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul 1986, s.35;
Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, İstanbul, 1985, s.33-34
5
W. Bang,, a.g.e., s.3.
6
Togan, aynı eser.
7
Ögel, a.g.e., s.128.
8
W.Baııg, aynı eser.
122
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
DİNİ MOTİFLER
Uygurca yazılmış metinde geçen Ay Kağan, Oğuz Han’ın babası Kara Han
olmasına rağmen 763’den itibaren Mani Dinini kabul eden Uygurlar tarafından
değiştirilmiş olduğu düşünülebilir. Zira Mani dinine göre Ay, birinci derecede
öneme sahiptir. Buna dayalı olarak Uygurlar Oğuz Kağan’ın babasının adında
değişikliğe gitmiş olabilirler. Yoksa tarihte Oğuz Han’ın ikinci oğlu Ay Han’dan
başka bir Ay Han bilinmemektedir. 11 İster Kara Han’ın oğlu Oğuz Han olsun,
isterse Ay Kağan’da olan Oğuz Han olsun ikisi de aynı şahsiyettir. Ve destanın
kahramanı olduğu için doğumu bir takım üstün vasıflarla anlatılmıştır.
9
Bahaeddin ögel, Türk Mitolojisi, Ankara1989,1/129; İnan, a.g.e., 1/223
10
G. Reşit Rahmeti Arat, W.Bang., Oğuznâme, Ankara 1936, s.l.
11
Ögel, a.g.e., 1/129.
12
Arat-Bang, a.g.e., s.l; Banarlı. a.g.e., I/17.
13
Ögel, a.g.e., 1/133 v.d..
123
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Burada Oğuz Kağan’ın doğumu ile ilgili olarak görebildiğimiz ilk dini
motif, aradan bir yıl geçmeden Oğuz Kağan’ın konuşmuş olmasıdır. Bilindiği gibi
Hz. Isa hakkında da insanlarla, beşikte iken ve yetişkin halde iken konuştuğuna dair
Kur’an’da ayet mevcuttur. 14 Görüldüğü gibi Oğuz Kağan’da tıpkı İsa Peygamber
gibi erken bir zamanda konuşma özelliğine sahip olarak gösterilmiştir.
Dikkate değer diğer bir dini motif de, Oğuz Kağan’ın dili açılıp konuşmaya
başladığında “ben bir otağda doğduğum içim adımı Oğuz koyunuz 15 demiş
olmasıdır. Ad koyma ile ilgili diğer bir rivayet de, Karahan’ın oğlu Oğuz Han’ın bir
yaşma girdiğinde verdiği ziyafette Oğuz Han’ın “sarayda doğduğum için adım
Oğuz konsun” şeklindeki konuşmasıdır. 16
Kendi adının kendi tarafından konma hadisesi aynı şekilde Hz. Yahya
hakkında da nakl edilmektedir. “Elizabet’in doğuracağı vakit tamam oldu ve bir
oğlan doğurdu... ve vaki oldu ki, sekizinci gün çocuğu sünnet etmek için geldiler...
ve ne ad konulmasmı istersin? Diye babasından işaretle sordular. O bir levha istedi;
o da Yahya’dır diye yazdı. Hepsi şaştılar. O’nun ağzı hemen açıldı. Dili çözüldü.
Allah’a hamd ederek söz söyledi. Etrafında oturanların hepsine korku düştü ve hep
bu sözler bütün Yahudiye dağlığında yayıldı. İşitenlerin hepsi bu çocuk acaba ne
olacak? diye bu şeyleri yüreklerinde sakladılar.”17
14
Âl-i İmran. 46.
15
Togan, a.g.e., s. 18; Ögel, a.g.e., 1/144.
16
Ögel, a.g.e.; 1/159.
17
Kitâb-ı Mukaddes, İstanbul 1985, Luka, 1-57/67.
18
İnan, a.g.e., 1/169
19
İnan, a.g.e, 1/196.
20
Besim Atalay, Divıın-ı Lügati-t Türk Tercümesi, TDKY, Ankara 1936, 1/45; Tanyu, a.g.e...
s.63.
21
Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s.252
124
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
Saha inançlarına göre, ilk Kam’ın adı da An Argıl’dır. An Argıl olağanüstü
birtakım güçlere sahip olan “oyun” yani “kamadır. 22
Irkıİ Ata kültü, Oğuz Kağan ve onun yerine geçen Gün Han ile devam
etmiştir, irkil Hoca uzun seneler ömür sürmüş akıllı ve bilge bir şahsiyettir. 23
Tanrının cihan hâkimiyetini Oğuz’a verdiğini müjdeleyen de irkil Hoca veya Uluğ
Türk’tür. 24
22
İnan. a.e.e., 1/196; İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm. Ankara 1986, s.151.
23
Ögel a.g.e., 1/209-210
24
Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul 1980,11/147.
2?
Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar, İstanbul 1976, s. 12.
26
Togan, a.g.e., s.18.
27
Ögel, a.g.e., î/l i 7; “Desiarf, Ana Britannica. III/2717; Togan, aynı eser.
28 Köprülü, Türk E debiyatı Tarihi, s.48; Banarlı, a.g.e., 1/30.
125
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Oğuz Kağan’ın evlenmesi ile ilgili olarak, destanda geçen ifadelerden de
anlaşılacağı üzere ışık bir motif olarak gözükmektedir. Destana göre Oğuz Kağan
Tanrıya yakarırken aniden ortalık kararır ve gökten mavi bir ışık iner. Güneş ve
aydan daha parlak olan bu ışığa yaklaşan Oğuz Kağan ışığın ortasında tek başına bir
kızın oturduğunu görür. Ona aşık olur ve onunla evlenir. 29 Olayın devamında bu
kızdan Gün, Ay ve Yıldız isminde üç erkek çocuk dünyaya gelir. Bu çocukların
annesi, başında kutup yıldızı gibi parlayan bir ışık taşımaktadır.30
Bütün bu ifadeler ışık motifinin net bir şekilde işlenmiş olduğunu gösterir.
Bilindiği gibi ışığın asıl kaynağı olan ateş ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de de bu
meyanda ayetler mevcuttur. Taha suresinde: “0 bir ateş görmüştü de ailesine: Durun
ben bir ateş gördüm, ya ondan size bir kor getirir, ya da ateşin yanında bir yol
gösteren bulurum.” demişti. Musa ateşin yanma gelince: “Ey Musa” diye seslenildi:
“Ben şüphesiz senin Rabbinim, ayağındakileri çıkar; çünkü sen, kutsal bir vadi olan
Tuva’dasın” buyrulmaktadır. 31
Destanda geçen her iki evlenme olayında da ortaya çıkan en belirgin dini
motif, Kozmik alemle ilgilidir. Oğuzlar, yerin ve göğün bütün kuvvet ve unsurlarını
kendilerinde toplayarak meydana gelmişlerdir. Burada Türk Milletini meydana
getiren yer ve gök hem kutsal ve hem de maddi varlıklardır.
Oğuz Han’ın gökten inen ışık içerisinden çıkan kızla evlenmesinden sonra
dünyaya gelen Gün, Ay ve Yıldız Hanlar gökle ilgilidir. Yine ağaç kovundaki kızla
evlenmesinden dünyaya gelen Gök, Dağ ve Deniz Hanlarla da dünya kuvvetleri
tamamlanmıştır. Bu sebeple Oğuz ve Türk milletinin oluşu kâinatın bünyesine,
yapısına ve hatta oluşuna uygulanmış ve intibak ettirilmiştir.34 Başka bir ifadeyle
destan içinde yer alan iki efsanede de Oğuz Kağan’ın evlendiği kızlar esrarengiz bir
126
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
âlemden gelmişlerdir. Birincisi Gök Tanrı ile ilgilidir. Başında da bunun işareti olan
parlak bir yıldız bulunmaktadır. Gökyüzünden gelen bir ışığın içinden çıkmıştır. Bir
insandan doğmamıştır. İkinci kız sudan gelmiştir. Bir ağacın kovuğunda Oğuz
Kağan onu bulur. Su ile birlikte toprak da bulunmaktadır. Gök Tanrı, hava, su,
toprak üçlüsü bize yaratılışı dolayısıyla mitolojiyi hatırlatmaktadır. 35
Türklere kabul ettiren Bögü Han’ın rüyalarına giren “ışık” şeklindeki kız, aynı dinin
meşhur nur ve ışık bakiresidir. 39 Oğuz Kağan destanında;
127
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Bakıyordu Oğuz’a uluyarak.” 40
Oğuz Kağan destanında geçtiği şekliyle Oğuz Kağan, ikinci evliliği yapar
ve bu evliliğinden üç erkek çocuğu olur. Hemen bunun akabinde Oğuz Kağan bir
toy tertip ettirerek Kağanlığım ilan eder. Sonra Oğuz Kağan dört bir yana seferler
düzenler ve zaferler kazanır. Ne var ki, sol yanda (Batı) Urum Kağan, Oğuz
Kağan’ın buyruğunu dinlemez. Oğuz Kağan’da bunun üzerine sefer düzenleyerek,
Buz (muz) dağının eteklerine varır ve burada bir otağı kurdurur. Oğuz Kağan’ın
çadırına güneş gibi bir ışık iner. O ışıktan gök tüğlü ve gök yeleli bir erkek kurt
çıkar ve Oğuz’a hitaben “Sen Urum üzerine yürüyorsan ben de senin önünde
yürümek isterim.” Der. Bu gök tüğlü ve gök yeleli büyük kurt önde ve ordu arkada
olmak üzere yürürler ve kurt durduğunda dururlar. Nihayet İtil (idil) Müren
kenarında bir dağın ö- nünde savaşırlar ve Oğuz Kağan, Urum Kağan’ı yener ve
büyük bir zafer elde eder. 41
Kurttan türeyiş efsanesiyle ilgili olarak nakledilen başka bir olayda Kaoçi
(Töles) lerin erkek kurttan türeyişleriyle ilgili efsanedir. Efsaneyi göre Kao-çi’nin
iki akıllı ve güzel kızı vardı, bunları hiç kimseyle evlendirmeye kıyamaz. Bunların
ancak Tanrı ile evlenebileceklerini düşünür ve bir tepenin başına bırakır. Nihayet
bir kurt gelir ve tepenin çevresinde devamlı olarak ulumaya başlar. Küçük kız bunu
128
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
tanrı sayarak onunla birlikte olur ve bu suretle bu hükümdarın kızıyla bu kurttan
Rao-çi halkı türer. Bu efsane değişik şekillerde yorumlanarak Hunların kurttan
türemesi (türeyen Uygurlardır) şeklinde nakledilmiştir.43
Yukarıda anlatılan her iki efsanede geçen kurt birincide dişi, İkincide erkek kurttur.
Çok eski çağlarda Türklerin bir totemi olarak kabul edilen kurt Gök-Türkler
devrinde totemden daha ziyade bir sembol haline gelmiştir.46
Uygurca yazılmış olan Oğuzname’de Oğuz Kağan’a yol gösteren kurt “gök
tüylü ve gök yeleli” olarak vasıflandırılmıştır ve “Borü” ismini taşır. Kurt
efsanesinin Türklerde totem olarak kabul edilmesi ihtimali oldukça zayıftır. Belki
kurt M.Ö. II. asırda bile ibtidai totem mahiyetini çoktan kaybetmiştir. Zira kurt,
Bunlarda kutsal bir tılsım veya arması haline gelmiştir.47 Ayrıca şunu da ifade
edelim ki, totemci kılanda herkes aynı adla anıldığı halde Türkler çok kere kurdun
asıl adını bile söylememişlerdir. 48
Bu kurdun ata olarak tanınması, onun dini bir totem olduğu zannını
uyandırmıştır. Daha öncede belirttiğimiz gibi Türklerde totemciliğe rastlanmaz.
43 Altan Deliorman, Bugünkü Manasıyla Bozkurt, Yeni Orkun, S.12, İstanbul, 1989, s.4-5.
44 Ögel, Türk Mitolojisi, s.l S v.d.
45 Faruk Sümer, Türk Destanları II, Türk Dünyası Tarih Dergisi S.62, İstanbul 1992, s.5.
46 Ögel, Türk Mitolojisi, s.41
47Ögel, Türk Mitolojisi, s.46; Ayrıca Bkz. B. Ögel, Türklerde Semavî Kutlar, Türk Dünyası Tarihi Dergisi,
129
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Bozkurta duyulan saygının dini bir motif olmaktan ziyade milli bir sembol
olduğunu kabul etmek daha yerinde olacaktır. 49
Ergenekon, Oğuz Kağan destanı ve Kurt Dağı Efsanesinde Bozkurt’un yol gösterme
fonksiyonu tamamen sembolik bir anlam ifade eder. Şu ya da bu şekilde kurt ya da
Bozkurt Türk’ün tarihine, kültürüne, sanatına ve felsefesine etki ederek derin izler
bırakmıştır.
Oğuz Kağan Destanının XIII. yüzyılda Uygurca nüshalarında “Oğuz Kağan’ın bir
yerde Tanrıya yalvarmakta olduğu” 50 belirtiliyor. Tanrı ve şeytandan bahsediliyor.
Oğuz Kağanın oğullan Gök, Dağ, Deniz, Gün, Ay, Yıldız arasında göğün diğer
tabiat varlıkları olarak yer alışı da Göğün Tanrı’dan ayrı bir anlama geldiğinin açık
bir işaretidir. Oğuz Kağanın “Gök Tanrıya borcumu ödedim” deyişi burada
Tanrının bir gök gibi ulu, yüce benzetmesi ile sıfat olarak kullanılışım
göstermektedir. Yine destanın başka yerinde “kök” mavi anlamında “O, ışıktan gök
tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı” şeklinde geçer. 52
Türklerin ilk fatih atası, bütün milli nizam ve müesseselerin kurucusu sayılan Oğuz
Kağan semavi bir menşeden gelmiş ve harikulade vasıflara sahip olarak doğmuştur.
Destanın İslami rivayetine göre Oğuz Han daha doğuşunda Müslüman olmadığı
için, anasının sütünü emmez. Büyüyünce bu din ayrılığı onunla babası Kara-Han
arasında mücadeleye sebep olur. Oğuz Han babasına galip gelir. Tahta çıkar,
kağanlığım ilan eder. 53
130
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
Oğuz Kağan destanında Tanrı ve O’nun birliğinden de bahsedilmektedir. “Eğer
sütünü emmemi istiyorsan biricik Tanrıyı ikrar ve itiraf et” şeklindeki ifadeyle
Oğuz Kağan annesini bir olan Tanrıya iman etmeye çağırmıştır.54
Türk destan ve masallarında çok yaygın olan motiflerden biri de “kırk yiğit” ve
“kırk kız” motifidir. 56 Oğuz Kağan destanında “kırık” farklı biçimlerde geçer.
Hemen destanın başlangıcında “kırk” ...Dile gelmeye başladı. Kırk gün sonra,
büyüdü, yürüdü ve oynadı.” “Oğuz Kağan kırk masa, kırk sıra yaptırdı” şeklinde
geçer. Destanın sonlarına doğru kırk kelimesi “...kırk kulaçlık bir direk” ve yine
“...oturup eğlendiler kırk gün kırk geceden çok” biçiminde ifade edilir.57
“Kırk yiğit” şeklindeki ifade oğuz destanını parçalanıp hikayeler biçiminde aldığı
Dede Korkut hikayelerindeki Alp’ler ile ilgili olarak kullanılmıştır.58
Türk destanlarında ele alman bir diğer motif de ağaç ve ağaç sevgisidir. Oğuz
Kağan destanında geçtiği üzere Oğuz Kağan ava çıkmış, bir göl ortasındaki odada
ağaç kovuğunda bir kıza rastlamıştır. Olağanüstü güzellikteki bu kızla evlenen
Oğuz Kağan’ın Gök, Dağ, Deniz adında üç çocuğu olmuştur. 59
Burada geçen ağaç “Anne ağaç” fonksiyonunu ifade eder. Buna göre Oğuz’un eşi
ağaçtan türemiştir. Ağaç motifinin Oğuz Destanında “Kıpçak Beyinin” ad alması ile
ilgili hikayesi de şöyledir: “Oğuz Kağan askerleriyle İtil adındaki ırmağa geldi. İtil
büyük bir ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve; İtil’in suyunu nasıl geçeriz? Dedi.
Asker arasında iyi bir bey vardı, onun adı Uluğ Bey idi. O akıllı ve ... bir erdi, gördü
ki bu yerde pek çok dai ve pek çok ağaç... O ağaçlan ...kesti ve bu ağaçlara yatdı,
geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve sen burada bey ol. Senin adın Kıpçak Bey
olsun dedi. 60
131
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Ağaç ve ağaç sevgisiyle ilgili motifler Türk insanını rüyasında, şiirlerinde ve
inançlarında daima kendisine bir yer bulmuştur.61
Dede Korkut kitabında geçen “kölgelüce kaba agacun kelimesün” ifadesi ağaç kültü
ile ilgilidir. Gökyay’ın konu ile ilgili yorumu şöyledir. “Dede Korkut kitabında ağaç
hakkındaki soylama (s.25 v.d.) İslamlıkla ilgili unsurlar bir yana, Altaylı Kamların
kutsal ağaçlar için söyledikleri ilahileri hatırlatmaktadır. Hikâyelerin sonundaki
dualarda da devletlü kaba ağacın kesülmesün diye ağaca ayn bir yer vermektedir.62
Eski dinlerde ağacı kutsallaştırma şeklinde bir inanca her zaman rastlamak
mümkündür. Ağacın belki aralıklarla kendini yenilemesi, onun uluhiyeti mekanı
olduğu fikrini doğurmuş böylece ağaçlarda ilahların ve ruhların bulunduğu kabul
edilmiştir. Budda’nın nirvana’ya kavuştuğu yer incir ağacının altıdır. Yahudilikteki
ağacın kutsallığı ve özel nitelikleri ağaçlar fikri vardır. Hıristiyanlıkta çam ağacı
Noel’in sembolü sayılır ve Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği ağacında büyük bir önemi
vardır. 63 Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’de de hurma, nar, üzüm, incir, zeytin gibi
ağaç 64 isimlerinden bahsedilmektedir. Hz. Peygamber de ağaç dikilmesini tavsiye
etmiş ve bizzat kendisi ağaç dikmiştir.65
61
Banarlı, a.g.e., 1/31; Abdulkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi, s.38-39.
62
Orhan Şaik Gökvay. Dedem Korkut’un Kitabı, İstanbul 1973, ,s. CCXCV.
63
Hikmet Tanyu, “Ağaç” İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1988,1/456.
64
95-Tin: 1; 55-Rahman. 68; 2-Bakara, 266.
65
Buhari, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, es-Sailı, İstanbul 0979, Şirb, 9.
132
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME
ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
ÖZET
Küreselleşme ve yerelleşme eş zamanlı olarak ortaya çıkmış olan ve
toplumları çok yönlü olarak etkileyen olgulardır. Bu iki realite dünya üzerinde
güçlü bir etkiye sahiptir. Bu durum doğal olarak Türkiye için de geçeriidir.
1
Yrd. Doç. Dr. Niğde Üniv. Eğt. Fak. İ.Ö.B. Öğrt. Üyesi mtalas44@hotmail.com
2
Yrd. Doç. Dr. İnönü Üniversitesi Eğt. Fak. İ.Ö.B. Öğrt. Üyesi numandurakaksoy@hotmail.com
133
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
ABSTRACT
Globalisation and glocalisation are the fact that they emerge simultaneoussly and
af- fect as multi-facetet. îhis two realities have an impact effect on the vvorld. This
condition is naturally valid for Turkey. On the globalizing vvorld, societies and
cultures have been changing quickiy. For that quick changing, subcultures have
been formed on the structures of the societies. Alavvism is also subcultural group in
Turkey. Subcultural differences have been getting deep in some societies Hovvever
Turkish Alvvism has not got this character. Subcultural differences have not got
deepness the same measure in some societies. Turkish Alavvism is also one of these
subcultural groups. Indeed Turkish Alavvism depends on the synthesis of Islamic
belief and the Turkish culture. İn addition to this reality, Turkish Alavvism has been
conveyed the signs of the migratory era of the Turkish culture.
Alawism keeps its popularity going that it has been lived globalisation now. This acta-
ulity of its has bsan connectod the thesis of the multiculturalism which globalisation has
included. The global forces want to make use of Alewism as an instument of multicultura-
lism for Turkish society. For thet reason Alawism is one of the most importarıt problems of
Turkish society. İn this study, we vvanted to analyze this problem accordingly globalisation
and localness with these grounds.
134
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
Günümüz dünyasında hakim olan anlayış için, çok kültürlülük ağırlık merkezi
haline gelmiştir. Bu yeni anlayışın bir gereği olarak, eskiden öne çıkarılan millî
kültürün yerine, o kültürün içinde bulunan altkültür öne çıkarılmaya çalışılmaktadır.
Bu anlayışın bir ürünü olarak, altkültürlerin birer bağımsız kültür haline
dönüştürülüp (Say, 2005:178-179) parçalı sosyal bünyeler meydana getirilmek
çabası söz konusu olmaktadır. Bu önemli ayrıntıya bilimsel dünyanın dikkatini
çekmek çabası şeklinde değerlendirilebilecek olan bu makalede, çağdaş dünyanın
önemli meselelerinden olan küreselleşme ve yerelleşme bağlamında Türk
Aleviliğinin pozisyonunun değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.
edilmeye çalışılmıştır. Materyal olarak ise alanın önde gelen kitap, dergi ve
makaleleri kullanılmıştır.
1. Küreselleşme
Küreselleşme, kavram olarak dünyanın sıkışması ve tek bir yer olarak algı-
lama bilincinin artışı olarak tanımlanmaktadır (Aslanoğlu, 1998:124-125).
çapında işleyen kapasite ile donatılmış ekonomi olarak tarif ederken (Castells,
1996:2) bir başkası ise piyasanın hakimiyeti, devletin küçültülmesi, özelleştirme ile
biriikte kapitalin sınırsız bir biçimde hareketi şeklinde tanımlamayı uygun
görmüştür (Şayian: 1995:208). Küreselleşmeyi ekonomik olgunun ötesinde bir
kültürlenme ve bilinçlenme olarak gören bilim adamları da mevcuttur. Bunlardan
biri küreselleşmeyi dünyanın küçülmesi ve dünya bilincinin bütünsel olarak
güçlenmesi şeklinde ele alırken (Robertson, 1999:21-22) bir diğeri, insan yaşamı
üzerinde dünya çapında etkiye sahip olan pratikler, değerler ve teknolojinin
yayılması şeklinde ele almıştır (Albrovv, 1997:88).
Her anlayışa ve hatta her kitaba göre farklı bir tanıma kavuşmuş olan kü-
reselleşme için; dünyanın coğrafi büyüklüğünün anlamını yitirip küçülmesi ve tek
137
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
bir yer olarak algılama bilincinin yaygınlık kazanması anlamıyla sonuç ifadesi
kullanılabilir.
2.Yerelleşme ve Küreselleşme
138
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
139
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
Bu dört tipin kimi durumlarda biri, kimi durumlarda diğeri, kimi durumlar
da da bir kaçı birden toplumsal hayatta hakimiyet sürdürmektedir. Toplumsal ve
siyasal yapının şekillenmesine göre varlık kazanan yerel yapılanmalar hem olumlu
hem de olumsuz şekilde topiumsai bir değer olarak toplumsa! hayata dahil
olmaktadır.
141
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
Hz. Ali sevgisi şeklindeki ana hatların dışındaki farklı yönler, Türk
Alevîliğinin özgün yapısını ortaya koymaktadır. Özellikle; yaşam biçiminin
göstergeleri olan dualar, atalar ruhuna kesilen kurban adetleri, ölüm adetleri,
142
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
ırk, mezhep, edebiyat, musikî, mimarî vs. gibi konular bakımından tamamen farklı
olan bir gruba etnik grup denir. Karşıt kültür ise, protest bir tarzda, toplumun
bütününe bilinçli bir politikanın ürünü olarak karşı durmak şeklinde kendini
gösteren kültürel yapılanmalara denilmektedir (Erkal, 1999:147-150). Oysa, bu tür
bir farklılık ve karşıtlık, Türk Alevîliği için geçerli değildir. Alevîlik, bunların
aksine, ana kültür kalıbından ana hatlar bakımından pek fazla farklılık göstermeyen
alt kültür grubuna (Eröz, 1980:141) örnek olabilecek bir farklılığı içeren kültürel
gruplardandır. Bir başka ifadeyle, köklerinde birlik taşıyan insan gruplarının dallar
bakımından ortaya çıkabilecek ayrılıkları, aynı sistemin bir parçası olduklarının
göstergesi olacaktır (Türkdoğan, 1995:24).
144
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
Özellikle Eski Türklerde var olan “Yuğ” törenlerini andıran bazı adetler ile
bu derinliklerini ortaya koyabilmektedirler. Yaslı kişilerin siyah giyerek karalara
bürünmesi ve hatta bazen yas yerine siyah bayraklar asıldığının görülmesi bu
,
gelenekten kaynaklanmaktadır (T.söz 1977:340).
146
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
bazı bölgeleri için öngörülen kültürel politikalar ile bazı bölgeleri için istenen
politikalar, çok temel bir çelişkiyi ortaya çıkarmaktadır. Bazı bölgelerde kendi
kaderini tayin etme serbestisi önerilirken; bazı bölgeler için yeni kültürel haritaların
dayatılması, anlayış farkının ortaya çıkarılması bakımından önemlidir.
Türkiye’nin dış ilişkiler sistemi ile ilgili bir analiz yapıldığında, AB ve ABD
eksenli kurumsal ilişkilerin odağında olmayı başaran en önemli meselelerden
birinin Alevîlik olması, küresel yerel eksenli toplumsal ve kültürel dönüştürme
politikalarının durumunu net bir biçimde ortaya koymaktadır.
147
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
Alevîliğin toplumsal yapıda sıkıntılı bir konu olması; çok büyük oranda, Alevî-
Bektaşî kültürünü tanımadan ve derinliklerini anlamadan (Talaş, 2003c:16), söz
konusu zengin kültür hakkında tarihi süreç içerisinde yapılmış veya yapılageien
temelsiz iddialara dayalı tanımlama ve yorumlamalara bağlı olmaktadır.
Küreselleşme çağında da, daha önceki dönemlerden farksız bir biçimde, Türk
toplumunun yeniliğinin, aydınlığının ve gelişmişliğinin göstergesi olarak görülmesi
gereken Alevî-Bektaşî geleneğinin bir realite olduğunun artık herkesçe kabul
edilmesi gerekmektedir. Bu anlamda, ayrıştırıcı bir kuvvet olarak görmek yerine,
birleştirici ve bütünleştirici bakış açılarıyla desteklenen bir Alevî-Bektaşî
geleneğinin Türk sosyal sisteminin bütününü ayağa kaldıracak bir potansiyel güç
olduğunu görmek gerekmektedir.
148
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
SONUÇ VE ÖNERİLER
149
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
-Alevîliğin farklılığının kabul edilmekle beraber İslâm’dan ayrı bir din olma-
dığının herkese öğretilmesi ve bu öğretme konusunun önündeki engellerin
kaldırılması,
-Cem evlerinin her kesimden insana açık kültür evleri ve ibadethane olduğunun
herkese öğretilmesi ve anlatılması, dışa kapalı bir yapı olmadığının hissettirilmesi.
150
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
KAYNAKÇA
Albrow, Martin (1997) The Global Age, Stanford CA: Stanford University Press,
1997.
Bozkuş, Metin (2006) “Alevî Yurttaşlara Yönelik Dinî Hizmetlerin icrası Bağla-
mında Bir Teklif Denemesi” Cumhuriyet Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt X/1, S. 1-12, Haziran, Sivas, s.1-12
151
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
Eröz, Mehmet (1980) “Millî Kültür İçinde Alt Kültür Gruplan”, Kültür ve Sa-
nat, Boğaziçi Yay., İstanbul, s.124-141.
Fığlalı, Ethem Ruhi (1995) “Ana Hatlarıyla Alevîlik” Günümüzde Alevilik Bek-
taşîlik kitabı içinde, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları, Ankara.
Castells, Manuel (1996) The Rise of the Netvvork Society, Cambridge, MA,
Blackvvell, 1996; zikreden: M.Guillen, “Is Globalization Civilizing, Destruc- tive
or Feeble”, Institute for Advanced Study, Princeton üniversity of Pennsylvania,
Fırat, M. Şerif (2007) Doğu illeri ve Varto Tarihi, IQ kültür ve Sanat Yayıncılık,
İstanbul.
Fırat, M. Şerif (2007) Doğu İlleri ve Varto Tarihi, IQ kültür ve Sanat Yayıncılık,
İstanbul.
Giddens, Anthony (1991) Modernity and Self - Identity, Cambridge, MA:Po- lity
Press, 1991.
152
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
Önder, Ali Tayyar (2007) Türkiye’nin Etnik Yapısı, Fark Yayınları, Ankara.
153
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
Şenses, Fikret (2004) “Neoliberal Küreselleşme Kalkınma için Bir Fırsat mı,
Engel mi?” ERC VVorking Paper in Economic, METU, 04.09.2004 Internet
adresi: www.erc.metu.edu.tr/menu/sayfa.php?icerik=04_ 09&lang=eng&nav=yes
Talaş, Mustafa (2003b) “Mehmet Eröz’de Bir Din, Mezhep ve Kültür Konusu
Olarak Alevîlik-Bektaşîlik”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı:27, Güz,
s.287-308.
Talaş, Mustafa (2005) “Eski Türk Dini Olan Gök Tanrı İnancı ve Türk Alevî-
lik-Bektaşîliğinin Benzerlikleri”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı:33,
Bahar, s.281-292.
Uyar, Mazlum (2004) “Irak ve İran Şiîliği” Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi,
Ocak-Şubat, Sayı. 151, s
154
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
Yıldız, Harun (2007) “Alevî Geleneğinde Ölüm ve Ölüm Sonrası Tören ve Ritu-
eller” Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Dergisi, Sayı:42, s.93-112
155
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
156
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ
MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
Öz
*
İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Öğretim Üyesi.
157
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
Abstract
One of the important subjects of the family courts to use the Shari’a Courts the
issue of women in this study, we have received, 17th century in Kayseri in the
context of the issues reflected in the courts, the status of women in society, the
rights to use, socio-economic status are discussed. In justice to solve the injustices
suffered by the goods sold as the property you want, that has the rights until the end
of a model that can present as was a woman. Ottoman history and culture of our
study, the ma-in source of legal, social and political resources that belong to the
City Sanchez has established Shari’a Court Records.
158
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
Giriş
1 Abdulkadir Donuk, “Çeşitli Toplumlarda ve Eski Türklerde Aile”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Dergisi, Sayı: 33, İstanbul 1982, s. 149.
2 İsmail Gaspıralı, “Kadınlar”, İsmail Gaspıralı Seçilmiş Eserleri: 2 Fikrî Eserleri, Neşre
Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul 2004, s. 287-288.
3 Abdullah Saydam, “Trabzon Sancağı’nın Tekalif-i Örfiye Yükümlülüğü (1830-1840)”, Türk
Dünyası Araştırmaları Dergisi, İstanbul, 2000, Sayı: 127, s. 70.
4 Mehmet Akif Ceylan, “Eskişehir Tarımında Kadın İşgücü”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi,
İstanbul, 2005, Sayı: 157, s. 147 vd.
5 İsmail Gaspıralı, a.g.e., s. 298.
159
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
6 Tayyib Gökbilgin, “XVI. Asır Başlarında Kayseri Şehri ve Livası”, 60. Doğum Yılı
Münasebetiyle Zeki Velidi Togan’a Armağan, İstanbul 1950-1955, s. 93; Mehmet İnbaşı, XVI.
Yüzyıl Başlarında Kayseri, İl Kültür Müdürlüğü Yayınları, Kayseri 1992, s. 29.
7 Şer’iyye Sicilleri, 15. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk çeyreği arasındaki döneme ait
Osmanlı tarihi ve kültürünün hukukî, içtimaî ve siyasî kaynaklarıdır. Siciller, yargı yetkisine sahip
olan kadıların vermiş oldukları kararları, tuttukları zabıtları, idarî, siyasî ve hukukî yazışmaları içeren
tarihi vesikalardır.
8Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600),Yapı ve Kredi Yayınları, İstanbul
2003, s. 122.
9 Mehmet İnbaşı, XVI. Yüzyıl Başlarında Kayseri, İl Kültür Müdürlüğü Yayınları, Kayseri 1992, s.
31.
10 Mukaddes Yılmaz, 55/1 Numaralı Kayseri Şer’iyye Sicili (H. 1055/M. 1645) Transkripsiyon ve
Değerlendirme, Kayseri 1998; Erdinç Demir, 61/2 Numaralı Kayseri Şer’iyye Sicili (H. 1061/M.
1651) Transkripsiyon ve Değerlendirme, Kayseri 2002; Adem Yılmaz, 74/1 Nolu Kayseri Şer’iyye
Sicili Transkripsiyon ve Değerlendirmesi H. 1077-1078/M. 1677, Erciyes Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2000; Ahmet Çapar, 61/1 Nolu Kayseri
Şer’iyye Sicili Transkripsiyon ve Değerlendirmesi H. 1061/M. 1651, Erciyes Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2002; Sefure Deveci, 55/2 Nolu Kayseri
Şer’iyye Sicili Transkripsiyon ve Değerlendirmesi H. 1055/M. 1645, Erciyes Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2002.
160
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
161
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
Veraset
Davalara baktığımızda kadınların çoğunlukla veraset meselesi sebebiyle
mahkemeye müracaat ettikleri veya mahkemelik oldukları görülmektedir. Kocaları
ölen kadınlar mahkemeye müracaat ederek kocalarından kalan malları kendisi ve
çocukları arasında veya eşinin annesi, kız kardeşi arasında taksim ettirmekteydi. Bu
nedenle miras konusunda çıkan anlaşmazlıkların çözüm noktasını mahkemeler
oluşturmaktaydı. Veraset meselesi zaman zaman kardeşler arasında mülkün zapt
edilmesi konusunu gündeme getirmekteydi.
Bu nedenle de haksızlığa uğrayan kadın, kardeşlerinden kendi hissesine düşen
malı istemek için mahkemeye müracaat etmiştir. Söz konusu mahkeme kayıtlarında
verasetle alakalı toplam yüz kırk altı belge bulunmaktadır.
Mihr
Evlenirken erkeğin kadına verdiği para veya eşya cinsinden olan bedele mehir
mihr adı verilir. Evlenirken peşin olarak verilen bedele Mihr-i müeccel, evlenme
sırasında erkeğin kadına sonradan vermeyi taahhüt ettiği, ölüm veya boşanma
durumunda verilecek olanına mihr-i müeccel denmekteydi. Kadınlar kendisine ait
olan mihrinin kocası öldükten sonra mahkemeye müracaat ederek karşılığını
almaktadır. Konuyla alakalı mahkeme tutanaklarına kaydedilen belge şu şekildedir:
Kayseri’nin Bahçevani Mahallesi’nden iken vefat eden Abdülkadir’in mirasının bir
kısmının karısı Emine’ye, otuz kuruş paha biçilen bir kısmının ise mirlivaya ait
olduğunun ve bu otuz kuruşun Emine’den istendiğinde Emine’nin mihrinin tutarının
yirmi bin akçe olduğunu kalan menzilin bunu bile karşılamadığını belirtmesi
üzerine karşı çıktığını, şahitlerin Emine’nin mihrinin on beş bin akçe olduğuna şahit
olduklarını, bunun sonucunda Osman Ağa’nın Emine’ye taarruzdan men
edilmiştir12.
Kadın boşanma durumunda erkekten kendisine evlenirken verilen mihr-i
muaccelini ile nafakasını alabilmekteydi. Karakeçi Mahallesi’nden Bali veled-i
Esed Nekir adlı gayrimüslim karısı Hatun bint-i Serkiz adlı nasraniyeye, mihr-i
müeccel ve nafaka vererek boşamış, karısı da bu şartları kabul ederek boşanmayı
kabul etmiştir13.
Vasi Tayini
Vasi, bir kimsenin mallarından veya çocuklarının işlerinden tasarruf etmek üzere
genellikle kadı tarafından atanmaktaydılar. Vasi olan kişi çocukların malları
üzerinde her türlü tasarrufu yapabilmekteydi14. İncelediğimiz defterlerde vasi olarak
çoğunlukla annenin, daha sonra dede, babaanne gibi akrabaların vasi tayin edildiği
görülmektedir. Burada çocukların haklarını en iyi derecede koruyabilecek kişi
olarak anneleri gösterilmektedir. Bu nedenle vasi olarak eğer anneleri hayatta ise
atanmakta anneleri yoksa yakın akrabalardan birisi vasi olarak tayin edilmekte idi.
Boşanma
Boşanma istenen bir durum olmamasına karşın karı ve koca evliliklerini
sürdüremeyecekleri düşüncesine vardıkları takdirde mahkemeye müracaat ederek
boşanmak hakkına sahip idiler. İslam hukukuna göre kocanın tek taraflı olarak eşini
boşamasına “talak”, eşlerin anlaşarak boşanmasına “muhâlea” veya “hul”
denilmekteydi. Diğer bir durumunda da kadın kendisi mahkemeye müracaat ederek
eşini boşamak istediğini söyleyebilirdi. Böyle bir durumda şer’i hükme göre sancak
veya kaza kadısının kararı gereğince boşanmanın olup olmayacağı
belirlenmekteydi. Kadına boşanma hakkı verilmekle beraber bunun şer’i
hükümlere uygunluğu konusunda kadılar karar belirleyici konumda idi.
163
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
164
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
Su-i Hal
Aynı mahalle veya köyde yaşayan kişilerin birbirlerinden emin olmaları
gerekmekte idi. Herhangi bir şekilde mahallede meydana gelen ve topluma kötü
örnek olabilecek bir olayda o olaya dâhil olan kişinin iyi hali mahalleye sorulmakta,
eğer kötü bir durum söz konusu ise mahalleden ihraç edilmekte idi.
Birey oturduğu mahalleye göre tanınıyor ve mahallelinin kendisi hakkında
vereceği bilgilere bağlı olarak mahkemede karar veriliyordu. Bu, aynı zamanda
yaptırım ve denetim mekanizmasının varlığına da işaret etmektedir. Mahalleli
birbirini yakından tanıdığı için herhangi bir olayda, bir kişinin durumu hakkında
bilgiye ihtiyaç duyulursa, o kişi hakkında komşularının ve mahalle imamının
tanıklığı büyük önem taşımaktaydı. Bu yüzden, mahkemede kanıtlar ve görgü
tanıklarının sözleri değerlendirilirken bir de davalı kişinin mahallesinde nasıl
tanındığı araştırılırdı24. Kayseri’de yaşayan kadınlar, herhangi bir ahlakî konuda
mahalleden bir şahsı mahkemeye şikâyet edebiliyorlardı. Ancak söz konusu şikâyet
nedenini kanıtlayacak bir şahit gösteremezler ise bu durumda o kişinin durumu
mahalle halkından sorulmakta idi. Eğer iddia edilen ahlakî davranışları sergilediği
mahalle halkı tarafından teyit edilirse davalı kişi cezalandırılmakta idi. Aynı şekilde
bir kadın herhangi bir şekilde kişinin sû-i hâli ile ilgili olarak dava açılabilmekte idi.
Konuyla alakalı olarak mevcut defterlerimizde sekiz adet belge bulunmaktadır.
Kadının hüsn-i hâl sahibi olduğunun mahkemece tescil edilmesinin gerektiği
durumlar da olmaktaydı. Mağdur olan kimsenin hüsn-i hâlinin mahkemece tescili
de gerekli görülmekteydi. Herhangi bir şekilde suçlamayla karşı karşıya kalan bir
kadının töhmet altında bırakılmasını önlemek için bu tescil gerekli idi.
20 Şevval 1061 (6 Ekim 1651) tarihli bir belgede, Hasbek Mahallesi’nden Osman
bin Mehmed, eşine hıyanet kastıyla evine girdiği iddiasıyla aynı mahalleden olan
Mahmud bin Ali’den davacı olup, davasını şahitlerin şahitlikleriyle ispat etmiştir.
Mahmud’un sû-i hâl sahibi olduğu ve hatta hakkından gelinmesi gerektiği
konusunda mahalleli şahitlik etmiştir. Kadının mağdur durumda bulunmaması için
kocası Osman, eşinin keyfiyetinin dahi mahalle ahalisinden sorulması ve
durumunun tescilini talep etmişti. “Kendi halinde olduğu, hilâf-ı şer’ evzâ ve
etvârının işitilmediği, sû-i hâlini görmedikleri, saliha ve mestûre bir hatun olduğu”
şeklinde hüsn-i hâline dair mahalleli şahitlik etmiştir25. Bütün bunlardan hareketle
üzerlerine atılan iftiradan kurtulmak ve korunmak için Kayserili kadınlar veya
onların eşleri kendi hüsn-i hallerini mahkemeye onaylatmak durumunda
kalmışlardır.
24 Özen Tok, “Kadı Sicilleri Işığında Osmanlı Şehrindeki Mahalleden İhraç Kararlarında
Mahalle Ahalisinin Rolü (XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Kayseri Örneği)”, Erciyes Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 18, 2005, s. 159.
25 KŞS 61, s. 115.
165
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
Cariye
Kayseri şehrinde köle ve cariye kullanımının çok yaygın olmadığı ile
alakalı daha önce bir çalışma yapılmıştı26. Cariyelerle alakalı incelediğimiz
defterlerde toplam on yedi belge bulunmaktadır. Cariyelerle ilgili belgelerin
büyük çoğunluğu azat edilmeleri ile alakalıdır. Mesela Cami-i Kebir
Mahallesi sakinlerinden Asiye ibnet-i Es-seyyide bint-i Ali Çelebi adlı Hatun
cariyesi Rus asıllı Serdanaz bint-i Abdullah ile diğer cariyesi Mülayim bint-i
Abdullah’ı “Hasbeten li’llahi teala ... sair ahrar-i asliyyîn gibi hür olup
üzerinde mevalim için sabite olan hakk-ı veladân gayrı hakkım kalmadı”
diyerek azat etmiştir27.
Alım-Satım
Osmanlı hukukuna göre kadınlar kendilerine ait olan malları istedikleri
gibi satabilmekte idiler. Kendilerine ait olan bu mallar genellikle
babalarından veya kocalarından miras kalan mallar idi. Bunun yanında
evlenirken aldıkları mehir de onların kullanabildikleri ve kocaların üzerinde
tasarrufta bulunamadığı paraları idi. Bu para ve miras kalan mülk, bağ,
bahçeyi istedikleri gibi alıp satabilmekte idiler. Alım-satım konusunu içeren
yüz on dokuz belge bulunmaktadır. Mahkemeye bizzat müracaat edilerek
veya vekiller vasıtasıyla alım-satım işleri gerçekleşmektedir.
Hibe ve Temlik
Hibe ve temlik ile alakalı on beş adet belge bulunmaktadır. Sahip
oldukları mülklerini veya paralarını kimlere ne şekilde hibe ettikleri mah
keme kayıtlarına yansımıştır. Anne-baba tarafından çocuklarına, bir kişi
tarafından terbiyesinde olan çocuklara, kadın kocasına veya kocanın karısına
mülk ya da parasını hibe ettiğini görmekteyiz. Eslem Paşa mahallesinden
Marina bint-i Yıvan adlı kadın Eğribucak nahiyesindeki bağını damadına
hibe
Kayseri’nin Camii Kebir Mahallesi’nden Abide Hatun’un adı geçen
yerdeki menzilini ve içindeki eşyaları, ana bir kardeşinin kızı Mümine’ye
hibe ettiğini mahkemeye tescillettirmiştir29.
26 Ali Aktan, “XVII. Yüzyıl Kayseri Kadı Sicillerinde Bulunan Köle ve Cariyelerle İlgili Bazı
Belgeler Üzerine Bir Değerlendirme”, I. Kayseri ve Yöresi Tarih Sempozyumu Bildirileri (11-12
Nisan 1996), Kayseri 2000, s. 20.
27 KŞS 77, s. 93, Belge: 197, 211.
28 KŞS 74, s. 86, Belge: 188.
29 KŞS 74, s. 87, Belge: 176.
166
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
Keşf ve Tahrir
Kaza nedeniyle ölen kişinin veya herhangi bir devlet malının durumunun
keşf ve tahrir edilmesi ile alakalı üç belge tespit edilmiştir. Erkilet köyünde
birkaç Müslüman ve gayrimüslim kişi mahkemeye müracaat ederek, Erkilet
köylülerinden Kirkor veled-i Gülabi’nin bir gün önce ahırın direk ayaklığı ve
üç tarafının üzerine yıkılmasıyla kazaen öldüğünü söyleyip, keşf ve tahrir
olunmasını talep etmişlerdir. Kirkor’un durumu mahallinde görülüp tahrir
edilmiştir30.
Kayseri’de bulunan Hoca Mukbil Çeşmeleri’nin evkafının mütevellisi
Ahmed Beşe’nin, çeşmelerin terazilerinin bozuk olduklarını ve tamire
ihtiyaçları olduklarını, keşf ve tahrir yapılmasını istediğini, yapılan keşf ve
tahrirden sonra çeşme terazilerinin tamirinin beş guruşa mal olacağı
bildirilmiştir31.
Konularına göre mahkemede kayıt altına alınan davalar şu şekildedir:
Nikâh Yaralama Veraset Vasi Vakıf Nafaka Alacak- Mihr Su- Diğer
tayini Borç i
Hal
1 3 146 35 7 9 20 16 8 12
167
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
Sonuç
Bu çalışmamızda XVII. yüzyılın yarısında Kayseri’de kadınların mahkemeyi
kullanmaları, haklarını arama gelenekleri ile ilgili bilgiler vermeye çalıştık.
Çalışmamızın amacı Osmanlı’nın bir taşra şehri olan Kayseri’de Türk kadını ve
yine bu coğrafyada yaşayan gayrimüslim Ermeni ve Rum kadınlarının toplum
içerisindeki konumlarını ortaya çıkarmak ol muştur. Belgelerden görüldüğü
kadarıyla herhangi bir konuda haksızlığa uğrayan kadın şer’i mahkemelerde kendi
hakkını rahatlıkla arayabilmekte idi. Özellikle verasetle intikal eden mallarına sahip
çıkma konusunda kadınların mahkemelere müracaat ettikleri görülmüştür. Bunun
yanı sıra Osmanlı kadınları kendilerine veraset yoluyla veya evlenme yoluyla
intikal eden malları diledikleri gibi satmışlar veya hibe edebilmişlerdir.
Türk kadınının sosyo-kültürel ve ekonomik durumu ile ilgili olarak verdiğimiz
bu bilgiler geçmişten günümüze kadının toplumsal rol ve statüsünün değişmediğini
göstermektedir. Kadınların yargı yolunu kullanmaları onların hak ve hukuklarının
farkında olduklarını ve cahil olmadıklarını göstermektedir. Dolayısıyla Türk kadını
haksızlığa uğradığı zaman bunun çözümünü adalet önünde aramıştır.
168
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
KAYNAKÇALAR
Aktan, Ali, “XVII. Yüzyıl Kayseri Kadı Sicillerinde Bulunan Köle ve
Cariyelerle İlgili Bazı Belgeler Üzerine Bir Değerlendirme”, I. Kayseri ve
Yöresi Tarih Sempozyumu Bildirileri (11-12 Nisan 1996), Kayseri 2000.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslamiyye ve İstilahat-ı Fıkhiyye
Kamusu, C. II, İstanbul 1985, s. 121-124.
Ceylan, Mehmet Akif, “Eskişehir Tarımında Kadın İşgücü”, Türk
Dünyası Araştırmaları Dergisi, İstanbul 2005, Sayı: 157, s. 147-160.
Çapar, Ahmet, 61/1 Nolu Kayseri Şer’iyye Sicili Transkripsiyon ve
Değerlendirmesi H. 1061/M. 1651, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2002.
Demir, Erdinç, 61/2 Numaralı Kayseri Şer’iyye Sicili (H. 1061/M. 1651)
Transkripsiyon ve Değerlendirme, Kayseri, 2002.
Deveci, Sefure, 55/2 Nolu Kayseri Şer’iyye Sicili Transkripsiyon ve
Değerlendirmesi H. 1055/M. 1645, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2002.
Donuk, Abdulkadir, “Çeşitli Toplumlarda ve Eski Türklerde Aile”,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 33, İstanbul, 1982.
Gaspıralı, İsmail, “Kadınlar”, İsmail Gaspıralı Seçilmiş Eserleri: 2 Fikrî
Eserleri, Neşre Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul,
2004, s. 287-288.
Gökbilgin, Tayyib, “XVI. Asır Başlarında Kayseri Şehri ve Livası”,
60. Doğum Yılı Münasebetiyle Zeki Velidi Togan’a Armağan, İstanbul
1950- 1955, s. 93; Mehmet İnbaşı, XVI. Yüzyıl Başlarında Kayseri, İl Kültür
Müdürlüğü Yayınları, Kayseri 1992, s. 29.
İnalcık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), Yapı ve
Kredi Yayınları, İstanbul, 2003. İnbaşı, Mehmet, XVI. Yüzyıl Başlarında
Kayseri, İl Kültür Müdürlüğü Yayınları, Kayseri 1992.
Saydam, Abdullah, “Trabzon Sancağı’nın Tekalif-i Örfiye
Yükümlülüğü (1830-1840)”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, İstanbul,
2000, Sayı: 127, s. 69-103.
169
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
170
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ
173
(Yüksek Lisans Tezi)
Danışman: Hazırlayan:
KAYSERİ / 1993
174
KISALTMALAR
Bkz. : Bakınız
Çev. : Çeviren
Ed. : Edebiyat
Haz. : Hazırlayan
Hz. : Hazreti
Mad. : Maddesi
s. : Sahife
S. : Sayı
Str. : Satır
Vb. : Ve benzeri
Vd. : Ve devamı
175
ÖNSÖZ
Türkler uzun tarihleri boyunca dini özellik arz eden değişik inançlara bağlı
yaşamışlardır. Bu sahip olunan inançlar içerisinde iptidai ya da yüksek, başka bir ifade
ile semavi derecede olanlar vardır. İster iptidai ister semavi okun Türk kültürünü
meydana getiren bu inançların tespiti milli bir görev sayılmalıdır. Buradan hareketle bu
inançların belirginlik kazanması Türk kültürünü meydana getiren değerlerin,
araştırılmasına bağlıdır. Türk kültürünü oluşturan değerlerden biri de milletlerin din,
fikir ve sanat bakınmadan sahip oldukları değerler hakkında bilgiler içeren destanlardır.
Bütün milletlerin kendilerine ait milli destanları mevcut değildir. Eski Yunanlılar,
İranlılar, Hintliler ve Finliler gibi milletlerin efsanevi mahiyette kendi milletleri
içerisinden çıkmış kahramanlarım ait destanları vardır, Ayrıca bu destanlar değişik
Avrupa milletlerinin, fikir ve sanat hayatlarına da ilham kaynağı olmuşlardır.
Sözlü geleneğe bağlı olan anonim ürünler sayılabilecek destanlar, belirli zaman ve
mekân içerisinde cemiyetin iradesini kontrol edebilen durumdaki kahraman bilge
şahsiyetler etrafında cereyan eder. Bu destanların akisleri hemen hemen edebi eserlerin
tamamında derin izler bırakmıştır. Ayrıca destanlar milletleri tanıtmak, yaşatmak ve
milli birliği canlı tutmak için vazgeçilmeyecek derecede bir öneme sahiptir. Zira
manzum oldukları ve müzikle terennüm edildikleri için halkın dilinde ve hafızasında
uzun süre kalabilecek durumdadır.
176
Türk destanlarına ait bilgiler maalesef Batılı araştırmacılar tarafından derlenmiş ve
adeta Türk araştırmacılara kaynak olacak durumda hazır hale getirilmiştir.
Çeşitli medeniyet seviyelerinde farklı hayat, şartlarında tarihte jürini almış olan
Türk kavimlerinin milli destanları da çeşitli ve zengindir. Buna dayalı olarak bu kültür
değerlerine yönelik çalışmaların da zengin olması beklenirken aksine az ve kısıtlı
olmuştur. Yine de Köprülü, Ögel, Togan, Tanyu, İnan gibi uzman araştırmacıların
çalışmalarının, Türk kültürünü gururla temsil edebilecek durumda olduğunu belirtelim.
Özellikle Ögel’in, Türk Mitolojisi adlı eseri destanlardaki motiflerin incelenmesi
açısından çok büyük bir öneme sahiptir.
Kayseri-1993
177
GİRİŞ
A) Destan Nedîr?
Menşe’ itibariyle Farsça bir kelime 1 olan destan, (=Dâstân=Dâsitân) sözlük
anlamıyla hikâye, masal, efsane 2 ya da efsanevi sözler 3 demektir. Dilimizde
Fransızca “epope” ve “lejende” karşılığı olarak kullanılır. 4 Yunanca “epos”
kavramının kapsadığı eserlere Yakutlar (Saha Türkleri) olangho, (Yiğitlik şiirleri,
yiğitlerin yaşam öyküleri) Kırgızlar comok, (yiğit destanı) Müslüman Türkler ise
destan adını vermişlerdir. 5
1
Şemsettin Sami, Kâmus-i Türkî, İstanbul, 1316, s. 598 ve 609; Nihat Sami Banarlı, Resimli
Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1983 I / 1; İbrahim Olgun-Cemşit Drahşan, Farsça-Türkçe
Sözlük, İstanbul, 1985, s. 149; “Destan”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, 1977,
II / 265.
2
“Destan” Yeni Türk Ansiklopedisi, İstanbul, 1985, II / 652; “Destan” Türk Dili ve Edebiyatı
Ansiklopedisi, İstanbul, 1977, s. 264.
3
İbnu Munzur, Ebu’l Fadl Cemâlüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisanu’l-Arab, Beyrut,
1968, II / 363.
4
“Destan”, Yeni Türk Ansiklopedisi, İstanbul, 1985, II / 652.
5
“Destan”, Ana Britannica Ansiklopedisi, İstanbul, 1986, VII / 188.
6
“Destan”, Yeni Türk Ansiklopedisi, İstanbul, 1985, II / 652.
7
Şükrü Elçin, Halk Edebiyatına Giriş, Ankara, 1965, s. 72.
8
Banarlı, a.g.e., I / 1.
178
Divan-ü Lügati’t-Türk’te “yır-ır” sözleri, şiir, gazel ve raks havası anlamında
kullanılmıştır. 9 Burhan hareketle destanların meydana geldiği devirlerde şiir, raks ve
mûsikî ile beraber bulunduğu düşünülür ve destanlarımızda kopuz ile ozanlar
tarafından çalınıp söylendiği veya çalgısız özel bir tegannî ile söylendiği dikkate
alınırsa Divan-ü Lügati’t-Türk’teki “yır” ya da “ır” sözlerinin “epope” kelimesini
karşıladığı söylenebilir. 10
Türk destanları genellikle İslâmiyet’ten önce ve sonra olmak üzere iki gurupta
mütalâa edilmiştir. 13
9
Divanu Lügati’t-Türk, Besim Atalay Tercümesi, Ankara, 1986, III / 3-4.
10
Sadık Tural Kemaloğlu, Milli Destanlarımız Üzerine, Türk Kültürü Dergisi, S. 90, Ankara,
1970, s. 390-391.
11
“Destan”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, II / 265; “Destan”, Yeni Türk Ansiklopedisi,
İstanbul, 1985, II / 653.
12
Banarlı, a.g.e., I / 11; Faruk K. Timurtaş, Türk Destanları, Türk Kültürü Dergisi, S. 33, Ankara,
1965, s. 581.
13
“Destan”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, II / 264-265; Banarlı, a.g.e., I / 11; Timurtaş, a.g.m.,
s. 581.
179
Türk destanları arasında en önemlisi ve elimizde büyük parçası olanı Oğuz
Kağan Destanı’dır. 15
Türk destanları Fuad Köprülü’ye göre; ortaya çıktığı coğrafî saha, kavimlerin
medeniyet seviyesi, hayat şartları ölçü alınarak “Altay-Yeniseyi”, “Bozkırlar”,
“Tarım-Sır-Derya” sahası olarak üç coğrafî bölgeye ayrılırlar. Altay-Yenisey’i
sahasındakiler millî destanın en eski parçalarını yani “esatiri” mahiyette olan
parçalarını ve “Kozmogoni-Tekevvün-i Âlem” (Kâinatın yaratılışı) hakkındaki
“Ustureleri” vermektedir. 17
14
Banarlı, a.g.e., I / 11.
15
Timurtaş, a.g.m., s. 581.
16
Elçin, a.g.e., s. 73.
17
Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1986, s. 43; Mehmet Kaplan, Oğuz Kağan Destanı,
İstanbul, 1979, s. 19.
18
Köprülü, a.g.e., s. 44.
180
tabiat kültürünün izlerini taşıyan “Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ, Deniz” gibi isimlerle
“Bozkurt, Işık, Ağaç, Güneş” cinsinden motifler de bulunmaktadır. 19
Türk destanlarının pek çoğu yazılı edebiyata, teşekkül ettikleri tarihten sonra
geçmiştir. Buna rağmen Türklerin yaratılış ve türeyiş destanlarında, Türkler
tarafından kabul edilen kendi zamanlarına ait çeşitli dinlerin, eski ve yeni bir takım
inanç ve kültürlerinin izlerini görmek mümkündür. Zira yaratılış destanındaki Tanrı
tasavvuru tek Tanrı inanışı şeklinde Türk iman hayatında süregelmiştir. Bu da
gösteriyor ki, destanlar doğduğu zamanla yazıya geçtiği zaman arasındaki sürenin
uzunluğuna bakılmaksızın doğdukları çağların mahsulleridir. 22 Öyle ki orada bir
milletin başından geçen çeşitli hadiseler, felaket ve saadetler, yenilgi ve başarılar,
meşhur kahramanlar, dünyanın ve insanların yaratılışı, kendi türeyişleri ve çeşitli
inanışları bulmak mümkündür. 23 Türk destanlarının tarih vakıalarıyla yakınlığı
dikkate alındığında, tarihte yaşayan Türklerin ruh hayatını, duyuş, düşünüş ve
birçok alandaki anlayışlarımnı destan motiflerinde aramanın gerekli olduğu
kendiliğinden ortaya çıkacaktır. 24
19
Elçin, a.g.e., s. 73.
20
Harun Güngör, “Bahaeddin Ögel’in Türk Dini Tarihine Katkıları”, Türk Dünyası Araştırmaları
Dergisi, S. 65, İstanbul, 1992, s. 259.
21
Köprülü, a.g.e., s. 64.
22
Banarlı, a.g.e., I / 11.
23
Timurtaş, a.g.m., s. 577-578.
24
Banarlı, a.g.e., I / 30.
181
BİRİNCİ BÖLÜM
Türkler arasında eskiden beri pek tanınmış olan Oğuz menkıbesinin bugün
başlıca iki yazı şekli bulunmaktadır. Biri İslâmiyet’in tesirinden uzak olarak Uygur
yazısı ile yazılmış olan şekli diğeri ise Reşidü’d-Dîn’in “Camiu’t-Tevârih”inde
zikretmiş ve oradan diğer yerlere naklolunmuş şeklidir. 2
Oğuz Kağan Destanı uzun yıllar sözlü olarak yaşadıktan sonra farklı bölgelerde
değişik olarak yazıya geçirilmiştir. Milli rivayetleri edebi bir tarzda işleme
konusunda, Fars edebiyatının etkisinden söz edilebilir. Zira Oğuz-nâme sözündeki
ikince kelime Farsçada yazı ve kitap manasına gelmektedir. Oğuznâme hakkındaki
ayrı menkıbelerin ismi olup ozanlar tarafından söylenmiştir. 3
Oğuz Kağan destanıyla ilgili her iki kaynak hakkında da değişik kitaplarda
birçok araştırmacı tarafından önemli birtakım bilgiler verilmiştir. 4
1
Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1983, I / 17.
2
Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1984, s. 25.
3
W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Çev., Fuad Köprülü, Ankara, 1936, s. 67; Faruk Sümer,
Oğuzlar, Ankara, 1967, s. 409.
4
A. Zeki Velidî Togan, Oğuz Destanı, İstanbul, 1972, s. 17 vd.; Oğuz Kağan Destanı, W. Bong-G.R.
Rahmeti, İstanbul, 1970, s. 1-29; Mehmet Kaplan, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul, 1979, s. 22-23; W.
Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkındaki Dersler, Çev. Kazım Yaşar Kopraman-Avşar İsmail Aka,
Ankara, 1975, s. 289-291; Abdulkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara, 1987, I / 225;
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara, 1989, I / 115 vd.; “Oğuz Destanı”, Yeni Türk Ansiklopedisi,
İstanbul, 1985, 7 / 2717; Hikmet Tanyu, Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul, 1986, s. 35; Yılmaz
Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, İstanbul, s. 33-34.
182
Eski Türk destanları, başka milletlerde olduğu gibi milletin kozmogonisini,
inanışlarını, tarihini, edebiyatını ve birtakım kanunlarını belirli olaylar çerçevesinde
anlatır.
İslâm’dan önceki rivayeti ile Oğuz Kağan Destanı yapısına uygun bir şekilde
Oğuz Kağan’dan bahseder. Bu manzum parçalar, içerisinde Türk cihangirliği ve
hâkimiyet duygusu olağanüstü bir güzellikte anlatılır.
Uygur yazısı ile yazılmış olan eksik nüshalar 6 üzerinde de birçok araştırma
yapılmıştır. 7 W.Bang-G.R. Rahmeti, ilk Önce, Almanca olarak bu metni 1932
yayımlamış ve daha sonra Oğuz Kağan Destanı adıyla bu metin 1000 temel eser
arasında çıkmıştır. 8
uşbu turur:
5
W. Bong-G.R. Rahmeti, a.g.e., s. 3.
6
Togan, aynı eser.
7
Ögel, a.g.e., s. 128.
8
W. Bong-G.R. Rahmeti, aynı eser.
9
W. Bong-G.R. Rahmeti, aynı eser.
183
oşul ogulnung önglüki çırağı kök
ler kik köp köp, buhda uçkanlar kuş köp köp irdi.
184
ya ok birle, takı kılıç birle, kalkan
sı uşbu turur:
turur:
185
kene künlerde bir kün
aydın kogulgulugrak
186
kördi. bu ıgaçnung kabuçakında
187
kagan begler il künlerge
188
kagan oguz kaganda ilçi yurnşap
189
bir irkek böri çıkdı. oşul böri oguz
il künlerning köngülleride
190
köp telim boldı kaygntulunç. unşunç
191
saklap kelgil, tep tedi; atam çımad atup irse
192
ıgaçlar …… oşul ıgaçlar
m …… kesdi. ıgaçlarda
193
turur. oguz kagannıng atı muz tag
194
rü. kene birgün kök tülük-
195
nüng, il künnüng kamagı munı kördiler, şaşdılar
196
atladı. antag yaman uruşgu boldı; oguz
197
tengri birdi tüşümde kiltürsün; tala
198
landın song çolda üç kümüş ok
199
ay ogullar, köp men aşdum, uruşgular köp men
kördüm;
………………………………………
………………………………………
200
gibi idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At
Bu ………
çıkdı.
201
geldi ve gördü ki gergedan ayıyı da almış.
202
(kutup yıldızı) gibi idi. O kız öyle güzeldi
aldı.
ve dileğini aldı.
203
sonra (gözleri) parladı ve üç erkek çocuk
verdi ve
204
emirler yolladı; tebliğler yazdı ve elçilere
mıştı;
ve yok ettiririm.
205
Bu Urum Kağan, Oğuz Kağan’ın emrini
ordu gelmektedir.
206
Gök tüylü ve gök yeleli bu büyük erkek
düştü.
207
Bey’in oğlu ona çok altın ve gümüş yolladı
208
Asker arasında iyi biri vardı. Onun
gösteririm dedi.
sevindi ve ilerledi.
209
Onun başı soğuktan apak idi. Onun için
bağışladı ve ilerledi.
210
Yine bir gün gök tüylü ve gök yeleli er
211
halkı hepsi bunu gördü ve şaşırdı. Onlar
212
üzerine yürüdü. Çok yaman bir vuruşma
213
Oğuz Kağan Uluğ Türük’ün sözünü
dedi.
214
sevindi, güldü, okları üçe üleştirdi
215
(borcumu) ödedim Şimdi yurdumu size
veriyorum dedi.
2) Dini Motifler
a) Oğuz Kağan’ın Doğuşu ve Çocukluğu
Uygurca Oğuz Destanı ve yazıldığı devir dikkate alındığında bu destanın bütün
parçalarının, günümüze kadar ulaşmadığını görüyoruz. Bununla birlikte mevcut
metinlerin hemen giriş kısmında Oğuz Kağan’ın doğuşu çeşitli ifadelerle
anlatılmaktadır.
Uygurca yazılmış metinde geçen Ay Kağan, Oğuz Han’ın babası Kara Han
olmasına rağmen 763’ten itibaren Mani dinini kabul eden Uygurlar tarafından
değiştirilmiş olduğu düşünülebilir. Zira Mani dinine göre Ay, birinci derecede öneme
sahiptir. Buna dayalı olarak Uygurlar Oğuz Kağan’ın babasının adında değişikliğe
gitmiş olabilirler. Yoksa tarihte Oğuz Han’ın ikinci oğlu Ay Han’dan başka bir Ay Han
bilinmemektedir. 12 İster Kara Han’ın oğlu Oğuz Han olsun, İsterse Ay Kağan’da olan
Oğuz Han olsun ikisi de aynı şahsiyettir ve destanın kahramanı olduğu için doğumu
birtakım üstün vasıflarla anlatılmıştır.
10
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara, 1989, I / 129; İnan, a.g.e., I / 223.
11
G. Reşit Rahmeti Arat-W. Bong, Oğuznâme, Ankara, 1936, s. 1.
12
Ögel, a.g.e., I / 129.
216
Bu vasıflar anlatılırken Oğuz Kağan’ın yüzünü gök renginde, ağzının ateş kızılı,
gözünün al (bazı rivayetlerde de göz rengi ela) 13 saçları ve kaşlarının kara ve
endamının ise güzel perilerden daha alımlı olduğu nakledilir. 14
Burada Oğuz Kağan’ın doğumu ile ilgili olarak görebildiğimiz ilk dini motif,
aradan bir yıl geçmeden Oğuz Kağan’ın konuşmuş olmasıdır. Bilindiği gibi Hz. İsa
hakkında da insanlarla, beşikte iken ve yetişkin halde iken konuştuğuna dair
Kur’an’da ayet mevcuttur. 15 Görüldüğü gibi Oğuz Kağan’da tıpkı İsa Peygamber gibi
erken bir zamanda konuşma özelliğine sahip olarak gösterilmiştir.
Dikkate değer diğer bir dini motif de, Oğuz Kağan’ın dili açılıp konuşmaya
başladığında “ben bir otağda doğduğum için adımı Orun koyunuz” 16 demiş
olmasıdır. Ad koyma ile ilgili diğer bir rivayet de, Kara Han’ın oğlu Oğuz Han’ın bir
yaşına girdiğinde verdiği ziyafette Oğuz Han’ın “sarayda doğduğum için adım Oğuz
konsun”, şeklindeki konuşmasıdır. 17
Kendi adının kendi tarafından konma hadisesi aynı şekilde Hz. Yahya hakkında
da nakledilmektedir. “Elizabet’in doğuracağı vakit tamam oldu ve bir oğlan doğurdu
… ve vâki oldu ki, sekizinci gün çocuğu sünnet etmek için geldiler … ve ne ad
konulmasını istersin? diye babasından işarette sordular. O, bir levha istedi; o da
Yahya’dır diye yazdı. Hepsi şaştılar. O’nun ağzı hemen açıldı. Dili çözüldü. Allah’a
hamd ederek söz söyledi. Etrafında oturanların hepsine korku düştü ve hep bu
sözler bütün Yahudiye dağlığında yayıldı. İşitenlerin hepsi bu çocuk acaba ne
olacak? diye bu şeyleri yüreklerinde sakladılar.” 18
13
Arat-Bong, a.g.e., s. 1; Banarlı, a.g.e., I / 17.
14
Ögel, a.g.e., I / 133 vd.; Arat-Bong, aynı eser.
15
3-Âl-i İmran, 46.
16
Togan, a.g.e., s. 18; Ögel, a.g.e., I / 144.
17
Ögel, a.g.e., I / 159.
18
Kitâb-ı Mukaddes, İstanbul, 1985, Luka, I-57 / 67.
19
İnan, a.g.e., I / 169.
20
İnan, a.g.e., I / 196.
217
Divan-ü Lügati’t-Türk’te ırk, kehanet ve saklıları açığa çıkarma diye izah edilir. 21
Uygurca Oğuz Menkıbesindeki Uluğ Türk ile irkil Ata ve Dede Korkut aynı timsalden
ibaret kabul edilebilir. 22
İrkil Ata kültü, Oğuz Kağan ve onun yerine geçen Gün Han ile devam etmiştir.
İrkil Hoca uzun seneler ömür sürmüş akıllı ve bilge bir şahsiyettir. 24 Tanrının cihan
hâkimiyetini Oğuz’a verdiğini müjdeleyen de İrkil Hoca veya Uluğ Türk’tür. 25
Oğuz Kağan’ın halkı tehdit eden canavarı öldürme olayındaki en önemli dini
motif, Gök Tanrı’nın yardımına müracaat etmiş olmasıdır.
21
Besim Atalay, a.g.e., I / 45; Tanyu, a.g.e., s. 63.
22
Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 252.
23
İnan, a.g.e., I / 196; İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara, 1986, s. 151.
24
Ögel, a.g.e., I / 209-210.
25
Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul, 1980, II / 147.
26
Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, İstanbul, 1976, s. 12.
27
Togan, a.g.e., s. 18.
28
Ögel, a.g.e., I / 117; “Destan”, Ana Britannica, III / 2717; Togan, aynı eser.
218
b) Oğuz Kağan’ın Evlenmesi
Destanların önemli motiflerin birisi de ışıktır. Destan kahramanlarının doğuşu
anlatılırken kahramanın fiziksel özellikleri ışık ve ışık cinsinden olan şeylerle tavsif
edilir. Oğuz Kağan Destanı’nın başkahramanı Oğuz Kağan doğduğu zaman aynı
şekilde vasıflandırılmıştır. 29
Bütün bu ifadeler ışık motifinin net bir şekilde işlenmiş olduğunu gösterir.
Bilindiği gibi ışığın asıl kaynağı olan ateş ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de de bu
meyanda ayetler mevcuttur. Taba suresinde: “O bir ateş görmüştü de ailesine:
Durun ben bir ateş gördüm, ya ondan size bir kor getirir ya da ateşin yanında bir yol
gösteren bulurum.” demişti. Musa ateşin yanına gelince: “Ey Musa” diye seslenildi:
“Ben şüphesiz senin Rabbinim, ayağındakileri çıkar; çünkü sen, kutsal bir vadi olan
Tuvâ’dasın” 32 buyurulmaktadır.
Oğuz Kağan’ın evlenmesi hususundaki en önemli dini motif kozmik âlemle ilgili
oluşudur. Bilindiği gibi eski Türklerde din, tabiat ve hayvanlar âlemi ile yakından
ilgilidir. 33 Yine Oğuz Kağan avlanmaya çıktığı bir günde ağaç kovuğunda çok güzel bir
kıza rastlar. Bu kıza sevdalanan Oğuz Kağan bu kızla evlenir ve ondan Gök, Dağ,
Deniz adında üç erkek çocuğu dala olur. 34
Destanda geçen her iki evlenme olayında da ortaya çıkan en belirgin dini
motif, kozmik âlemle ilgilidir. Oğuzlar, yerin ve göğün bütün kuvvet ve unsurlarını
kendilerinde toplayarak meydana gelmişlerdir. Burada Türk milletini meydana
getiren yer ve gök hem kutsal ve hem de maddi varlıklardır.
29
Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 48; Banarlı, a.g.e., I / 30.
30
Togan, a.g.e., s. 125; Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 49.
31
Kaplan, Oğuz Kağan Destanı, s. 38.
32
20Taha, 10, 11, 12.
33
Kaplan, aynı eser.
34
Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 49; Kaplan, aynı eser.
219
Oğuz Han’ın gökten inen ışık içerisinden çıkan kızla evlenmesinden sonra
dünyaya gelen Gün, Ay ve Yıldız Hanlar gökle ilgilidir. Yine ağaç kovuğundaki kızla
evlenmesinden dünyaya gelen Gök, Dağ ve Deniz Hanlarla da dünya kuvvetleri
tamamlanmıştır. Bu sebeple Oğuz ve Türk milletinin oluşu kâinatın bünyesine,
yapısına ve hatta oluşuna uygulanmış ve intibak ettirilmiştir. 35 Başka bir ifadeyle
destan içinde yer alan iki efsanede de Oğuz Kağan’ın evlendiği kızlar esrarengiz bir
âlemden gelmişlerdir. Birincisi Gök Tanrı ile ilgilidir, başında da bunun işareti olan
parlak bir yıldız bulunmaktadır. Gökyüzünden gelen bir ışığın içinden çıkmıştır. Bir
insandan doğmamıştır. İkinci kız sudan gelmiştir. Bir ağacın kovuğunda Oğuz Kağan
onu bulur. Su ile birlikte toprak da bulunmaktadır. Gök Tanrı, hava, su, toprak
üçlüsü bize yaratılışı dolayısıyla mitolojiyi hatırlatmaktadır. 36
Işık motifi Türkler tarafından Uyur devrinde kabul edilen Maniheizm dininde 38
esas Tanrı bir iyilik ve ışık Tanrısı olarak ortaya çıkar. 39 Maniheizm’i Türklere kabul
ettiren Bögü Han’ın rüyalarına giren “ışık” şeklindeki kız, aynı dinin meşhur nur ve
ışık bakiresidir. 40 Oğuz Kağan destanında;
35
Ögel, a.g.e., I / 139-140.
36
Bilge Seyitoğlu, “Efsane”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara, 1992, III / 316.
37
Ögel, a.g.e., I / 140.
38
Bahaeddin Ögel, (İslâmiyet’ten Önce) Türk Kültür Tarihi, Ankara, 1984, s. 349; Barthold, İslâm
Medeniyeti Tarihi, s. 92.
39
Harun Güngör, Maniheizm, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (Ayrı Basım) S. 5,
Kayseri 1988, s. 153.
40
Banarlı, a.g.e., I / 31.
220
“Çadırları kurdurup, derin uykuya daldı,
41
Ögel, Türk Mitolojisi, I / 119-120.
42
Oğuz Kağan Destanı, W. Bong-G.R. Rahmeti, İstanbul, 1936, s. 20-23; Harun Güngör, Süryani
Kaynaklarına Göre Türklerin Menşei, Dini İnanç ve Âdetleri, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi,
1986, s. 40-81.
221
getirilmesini istemiştir. Bu çocuk sonraki tarihlerde meşhur bir komutan olarak Wu-
Sun kralı olmuştur. 43
Kurttan türeyiş efsanesiyle ilgili olarak nakledilen başka bir olay da Kao-çilerin
(Töles) erkek kurttan türeyişleriyle ilgili efsaneleridir. Efsaneye göre; Kao-çi’nin iki
akıllı ve güzel kızı vardı, bunları hiç kimseyle evlendirmeye kıyamaz. Bunların ancak
Tanrı ile evlenebileceklerini düşünür ve bir tepenin başına bırakır. Nihayet bir kurt
gelir ve tepenin çevresinde devamlı olarak ulumaya başlar. Küçük kız bunu tanrı
sayarak onunla birlikte olur ve bu suretle bu hükümdarın kızıyla bu kurttan Kao-çi
halkı türer. Bu efsane değişik şekillerde yorumlanarak Hunların kurttan türemesi
(türeyen Uygurlardır) şeklinde nakledilmiştir. 44
Yukarıda anlatılan her iki efsanede geçen kurt birincide dişi, ikincide erkek
kurttur.
Çok eski çağlarda Türklerin bir totemi olarak kabul edilin kurt Göktürkler
devrinde totemden daha ziyade bir sembol teline gelmiştir. 47
Uygurca yazılmış olan Oğuznâme’de Oğuz Kağan’a yol gösteren kurt “gök tüylü
ve gök yeleli” olarak vasıflandırılmıştır ve “Börü” ismini taşır. Kurt efsanesinin
Türklerde totem olarak kabul edilmesi ihtimali oldukça zayıftır. Belki kurt M.Ö. II.
asırda bile iptidai totem mahiyetini çoktan kaybetmiştir. Zira kurt, Hunlarda kutsal
43
Ögel, Türk Mitolojisi, s. 13-14.
44
Altan Deliorman, Bugünkü Manasıyla Bozkurt, Yeni Orkun, S. 12, İstanbul, 1989, s. 4-5.
45
Ögel, Türk Mitolojisi, s. 18 vd.
46
Faruk Sümer, Türk Destanları II, Türk Dünyası Tarih Dergisi, S. 62, İstanbul, 1992, s. 5.
47
Ögel, Türk Mitolojisi, s. 41.
222
bir tılsım veya arması haline gelmiştir. 48 Ayrıca şunu da ifade edelim ki, totemci
klanda herkes aynı adla anıldığı halde Türkler çok kere kurdun asıl adını bile
söylememişlerdir. 49
Bu kurdun ata olarak tanınması, onun dini bir totem olduğu zannını
uyandırmıştır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Türklerde totemciliğe rastlanmaz.
Bozkurda duyulan saygının dini bir motif olmaktan ziyade millî bir sembol olduğunu
kabul etmek dala yerinde olacaktır. 50
Oğuz Kağan’ın oğulları Gök, Dağ, Deniz, Gün, Ay, Yıldız arasında göğün diğer
tabiat varlıkları olarak yer alışı da göğün Tanrıdan ayrı bir anlama geldiğinin açık bir
işaretidir. Oğuz Kağan’ın “Gök Tanrı’ya borcumu ödedim” deyişi burada Tanrının bir
gök gibi ulu, yüce benzetmesi ile sıfat olarak kullanılışım göstermektedir. Yine
destanın başka yerinde “kök” mavi anlamında “O, ışıktan gök tüylü ve gök yeleli
büyük bir erkek kurt çıktı” şeklinde geçer. 53
48
Ögel, Türk Mitolojisi, s. 46; Ayrıca Bkz. B. Ögel, Türklerde Semavî Kurtlar, Türk Dünyası Tarih
Dergisi, S. 13, Ocak 1988, s. 5.
49
İbrahim Kafesoğlu, Eski Türk Dini, Ankara, 1980, s. 15.
50
Deliorman, a.g.m., s. 7.
51
Oğuz Kağan Destanı, W. Bong-G.R. Rahmeti, s. 3; Hikmet Tanyu, Türklerde Tek Tanrı İnancı,
İstanbul, 1986, s. 35.
52
İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 62.
53
Tanyu, aynı eser, s. 35 vd.
223
Türklerin ilk fatih atası, bütün milli nizam ve müesseselerin kurucusu sayılan
Oğuz Kağan semavi bir menşe’den gelmiş ve harikulade vasıflara sahip olarak
doğmuştur. Destanın İslâmî rivayetine göre Oğuz Han daha doğuşunda Müslüman
olmadığı için, anasının sütünü emmez. Büyüyünce bu din ayrılığı onunla bata Kara-
Han ardında mücadeleye sebep olur. Oğuz Han babasına galip gelir. Tahta çıkar,
kağanlığını ilan eder. 54
Türk destan ve masallarında çok yaygın olan motiflerden biri de “kırk yiğit ve
“kırk kız” motifidir. 57 Oğuz Kağan destanında “kırk” farklı biçimlerde geçer. Hemen
destanın başlangıcında “kırk” … dile gelmeye başladı. Kırk gün sonra, büyüdü,
yürüdü ve oynadı” “Oğuz Kağan kırk masa, kırk sıra yaptırdı.” şeklinde geçer.
Destanın sonlarına doğru kırk kelimesi “… kırk kulaçlık bir direk” ve yine “… oturup
eğlendiler kırk gün kırk geceden çok” biçiminde ifade edilir. 58
Türk destanlarında ele alınan bir diğer motif de ağaç ve ağaç sevgisidir. Oğuz
Kağan Destanı’nda geçtiği üzere Oğuz Kağan ava çıkmış, bir göl ortasındaki odada
ağaç kovuğunda bir kıza rastlamıştır. Olağanüstü güzellikteki bu kızla evlenen Oğuz
Kağan’ın “Gök, Dağ, Deniz” adında üç çocuğu olmuştur. 60
Burada geçen ağaç “Anne ağaç” fonksiyonunu ifade eder. Buna göre Oğuz’un
eşi ağaçtan türemiştir. Ağaç motifinin Oğuz Destanı’nda “Kıpçak Beyinin” ad alması
ile ilgili hikâyesi de şöyledir: “Oğuz Kağan askerleriyle İtil adındaki ırmağa geldi. İtil
büyük bir ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve İtil’in suyunu nasıl geçeriz? dedi. Asker
arasında iyi bir bey vardı, onun adı Uluğ Bey idi. O akıllı ve … bir erdi, gördü ki bu
54
Togan, a.g.e., s. 17-18; Turan, a.g.e., s. 146-147.
55
Ögel, a.g.e., I / 157; Togan, a.g.e., s. 117; Tanyu, a.g.e., s. 46.
56
112-İhlas 1-4.
57
İnan, Makaleler ve İncelemeler, I / 238.
58
W. Bong-G.R. Rahmeti, a.g.e., s. 1; Banarlı, a.g.e., I / 17; Ögel, a.g.e., I / 127.
59
İnan, a.g.e., I / 239.
60
W. Bong-G.R. Rahmeti, a.g.e., s. 4.
224
yerde pek çok dal ve pek çok ağaç … O ağaçları … kesti ve bu ağaçlara yattı, geçti.
Oğuz Kağan sevindi, güldü ve sen burada bey ol. Senin adın Kıpçak Bey olsun dedi. 61
Dede Korkut kitabında geçen “kölgelüce kaba agacun kesilmesün” ifadesi ağaç
kültü ile ilgilidir. Gökyay’ın konu ile ilgili yorumu şöyledir: “Dede Korkut kitabında
ağaç hakkındaki soylama (s.25 v.d.) İslâmlıkla ilgili unsurlar bir yana, Altaylı Kamların
kutsal ağaçlar için söyledikleri ilahileri hatırlatmaktadır. Hikâyelerin sonundaki
dualarda da devletlü kaba ağacın kesülmesün diye ağaca ayrı bir yer vermektedir. 63
Eski dinlerde ağacı kutsallaştırma şeklinde bir inanca her zaman rastlamak
mümkündür. Ağacın belki aralıklarla kendini yenilemesi, onun ulûhiyeti mekânı
olduğu fikrini doğurmuş böylece ağaçlarda ilahların ve ruhların bulunduğu kabul
edilmiştir. Budda’nın Nirvana’ya kavuştuğu yer incir ağacının altıdır. Yahudilikteki
ağacın kutsallığı ve özel nitelikleri ağaçlar fikri vardır. 64
Hristiyanlıkta çam ağacı Noel’in sembolü sayılır ve Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği
ağacında büyük bir önemi vardır.
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’de de hurma, nar, üzüm, incir, zeytin gibi ağaç 65
isimlerinden bahsedilmektedir. Hz. Peygamber de ağaç dikilmesini tavsiye etmiş ve
bizzat kendisi ağaç dikmiştir. 66
61
W. Bong-G.R. Rahmeti, aynı eser, s. 8-9.
62
Banarlı, a.g.e., I / 31; Abdulkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi, s. 38-39.
63
Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkut’un Kitiabı, İstanbul, 1973, s. CCXCV.
64
Hikmet Tanyu, “Ağaç”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1988, I / 456.
65
95-Tîn, 1; 55-Rahman, 68; 2-Bakara, 266.
66
Buhari, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, es-Sahih, İstanbul, 1979, Şirb, 9.
67
W. Radloff, Sibirya’dan Seçmeler, Çev. Ahmet Temir, İstanbul, 1976.
225
Türk destanları meydana geldiği ve yaşadığı coğrafi bölge açısından birinci
grupta yer alan Altay-Yenisey sahasında vücuda gelen mahsullerdir. Bu destan
kalıntıları “Esatır-i =Mithologique” bir mahiyette Şamanî Altay Abakan Türklerinde
yaşamaktadır. 68
Şu kadar var ki, Altay ve Saha manevi inancının bütün Türklere şamil
edilmemesi gerekir. 73
Bununla birlikte 19. yüzyılın ortalarında Radloff tarafından Altay Türk Yaratılış
destanlarıyla ilgili olarak bu konuda şu bilgiler verilmektedir. “Ural-Altay halkları
ailesinin batı kollarından olan bütün Kuzey Asya halkları yani bütün Tunguz, Moğol
ve Türk boyları eskiden Şamanlığa mensuptular. Bu Şamanlık kültü, bugün Çin’in
devlet dini olan Budizm’i kabul etmiş Mançular müstesna, ancak Tunguz’lar
arasında genel olarak yayılmıştır. Tibet tesiri altında kalan Moğollar arasında bu
68
Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 42.
69
Ögel, Türk Mitolojisi, I / 419-420.
70
Ögel, Türk Mitolojisi, I / 420.
71
Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, Ankara, 1981, I / 14.
72
İnan, Makaleler ve İncelemeler, I / 456.
73
Şaban Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara, 1985, s. 85.
226
dinin izlerinin olup olmadığı hususunda bilgim yoktur. Nihayet zikredilen bu üç
gruptan Asya yüksek elini en başta terk eden Türkler ise Altay ve Sayan Dağında
yaşayanlar müstesna, Yüzyıllardan beri İslâmiyet’in tesiri altında kalmışlar ve bu
dine çok bağlıdırlar. Türk boylarının ancak Rusya ve Sibirya’da bulunan pek az bir
kısmı Hristiyan olmuş ve yalnız Batı Moğolistan’da oturan Sayanların bir kısmı da
Budizm’i kabul etmiştir. Bundan dolayı Şamanlığı ancak Türklerin batıya ve güneye
göçleri sırasında Büyük Altay Dağı silsilesinin verimli doğu bölgelerinden, göç eden
komşulardan ayrılarak geride kalan boylar üzerinde komşuların büyük tesiri
görülmektedir. Öyle ki Şamanlık doğudan Budizm ve batı ile kuzeyden de
Hristiyanlık tarafından sıkıştırılmaktadır. Bütün Abakan Tatarları resmen vaftiz
edilmiş olarak gösterildiğinden ve Sayanların çoğu da Budist olduğundan ancak
Altaylı dağ Kalmukları, Teleütler, Kara Orman Tatarları ve Şorlar büyük kısımlarıyla
açık olarak Şamanizm’e mensupturlar. Sibirya tatarlarının bir kısmı ancak son
yüzyılda Rus arazisinde Müslümanların tesiri altında kalmıştır. Bunlar Baraba
Tatarları ile Tara Tatarları (Kurdaklar) ve Tomsk Teleütleri adı verilen boylardır.” 74
“Altay Yenisey” sahası henüz eski Türk dini olarak nitelendirilen Şamanî “Altay-
Abakan” kabilelerince meskûndur. Bunlar göçebe olmakla beraber yine yerleşmiş
haldedirler. Vaktiyle demircilik gibi bazı sanatlarda ilerlemiş olan bu topluluk, bugün
Türk boylarının şüphesiz en geride kalanıdır. İşte bunlar bize millî destanın en eski
parçalarını, yani, “Esatiri” mahiyette olan parçalarını ve “Kozmogoni=Tekevvünî
âlem” (Kâinatın yaratılışı) hakkındaki “Ustureleri” vermektedir. 75
74
Radloff, a.g.e., s. 212-213.
75
Köprülü, a.g.e., s. 43; İnan, Makaleler ve İncelemeler, I / 36.
76
Ögel, Türk Mitolojisi, I / 432 vd.
227
Göklerden gelen bir ses, Ülgen’e buyruk verdi:
228
-Dinleyin, ey insanlar! Var’ı yok demeyiniz!
229
Balık nolur, nolmaz, kımıldamasın diye!
230
Bu dünyalar içinde, yok o dünyadan üzre!
231
Otuz üç katlı gökle, dünya çok çok yüksektir.
232
Bu bir kabahat midir, ben doğduysam yenici!
233
b) Radloff’un Derlediği Altay Yaratılış Destanı 77
Yerin yer olduğunda, sularla kaplıydı her yer,
Yoktu Tanrının hiçbir işle düşüncesi insanoğlunun işi, durmadı hiç hilesi.
77
Ögel, a.g.e., I / 451 vd.
234
Denizlerin dibinden nasıl çıktı bir taş.
235
Tıkadı nefesini, boğulur gibi oldu,
236
Gerçek Kurbistan diye, adlandırırlar beni,
237
Bunu duyunca Erlik, hemen sordu Tanrıya:
238
Meyve yeyip dururlar ağacın tek dalında.
239
Kim ona yanaşır da, alırsa meyvelerden,
Demiş:
240
Vurulmuştu gönülden, Eri adlı bir kıza.
241
Erkek demiş: -Ey Tanrı, benim yavuklum, kandı,
242
Kötülük timsali ol adında öyle kalsın.
243
Olurdun eş arkadaş, Tanrı yanında er geç
244
Ne ay var, ne de güneş, karanlıklar içinde.
245
Ey şeytan bana eğer, düşmanlık yapmaz isen,
246
Dedi: -Ey Mandı-Şire, bu gelişin nereden?
247
Göklerden onu kovup, yerlere atacaksın!
248
Şeytanın her şeyini, göklerden yere attı,
249
Tanrı, dedi: Olamaz! Erlik: -Bir yer ver bana
250
Kat kat indireceğim, kötülükte yürürsen!
251
Hepsi birden toplanıp ateşe atılmıştı.
252
Küçük buzağıları, toy tayları koru sen!
253
Gözümden de hiç kaçmaz, silin kötülükleri!
254
Sevk et insanları hep, yollara senden iyi!
255
Sanki yeniden doğdum, geriye yeni döndüm,
78
Ögel, Türk Mitolojisi, I / 465.
79
Ögel, Türk Mitolojisi, I / 465.
256
bana verirsen, ben de sana altın tüyler veririm ve kıl sahibi olursun.” Köpek de altın
tüylerim olsun diye, şeytanın sözüne kandı ve insanı da şeytanın ellerine verdi. Erlik
aldı insanı eline, neresi varsa her tarafına tükürdü. Az sonra Tanrı insana ruh
vermek için çıkageldi. Erlik Tanrının geldiğini sezince hemen oradan uzaklaşıverdi.
Tanrı gelince bir de ne görsün, kendi yaptığı insan baştan aşağıya kadar tükrük
içinde kalmış ve kirlenmişti. Tanrı ne yaptıysa insanı temizleyemedi. Baktı ki
olmayacak, tersini yüzüne çevirdi. Bu yüzden insanın içi tükrükle dolu kaldı. Tanrı
köpeğe kızıp köpeği iyice dövdü ve döverken de şöyle dedi: “-Sen ey köpek! Sen hep
böyle kötü kalacaksın. İnsanoğlu nasıl isterse sana öyle yapsın. Seni ister dövsün,
isterse öldürsün. Sen hep böyle köpek kal!
80
Ögel, a.g.e., I / 466.
81
Ögel, a.g.e., I / 431-432.
257
gücü gösteren bu yaratılış destanları özellikle Altay Dağları ve Yenisey havzasındaki
Türkler arasında muhafaza edilmiştir.
Dünyayı yaratmadan önce büyük Tanrının kutsal bir ilhamı Bay Ülgen’in bütün
varlığını sarmıştır. Dünya sonsuz bir deniz durumundadır. Bay Ülgen, bütün varlığın
ve kâinatın yaratıcısı durumunda değildir. 82
Ülgen’in hem Altay Türklerinin yaratıcısı Tanrısını hem de diğer Türklerin eski
ve müşterek Tanrı tipini temsil ettiği söylenebilir. 84
82
Ögel, a.g.e., I / 437.
83
Bkz. Verbiitskiy’in derlediği destan, str, 20 vd.
84
Ögel, a.g.e., I / 426.
85
Ögel, a.g.e., I / 421.
86
Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara, 1988, s. 77.
258
mitolojisinin temel sistemine benzer. Tanrı insanı yeryüzü yaratıldıktan sonra
yaratmıştır. Hâlbuki Altay yaratılış efsanesinde insanoğlu, kâinatın daha
başlangıcında bile vardı. Bu Altay efsanesini diğerlerinden ayıran bir özelliktir. Bu
durum bir yanlışlık eseri de olabilir. Veya bilmediğimiz bir mitolojik temelden de
gelebilir. Altay yaratılış destanında henüz daha hiçbir şey yok iken iyiliğin sembolü
Tanrı Ülgen ile kötülüğün sembolü olan Şeytan Erlik büyük deniz ilerinde uçup
duruyorlardı. İfadelerinden de anlaşılacağı üzere iki prensip mevcuttur. 87 İran
mitolojisi ile Türklerin yaratılış destanları ardında bir benzerlik vardır. İrandaki
Ehrimen ve Hürmüz, Türk mitolojisinde Tanrı Ülgen ve Şeytan Erlik olarak geçer.
Burada Tanrı Ülgen daha güçlü bir durumla gösterilirken İran mitolojisinde her iki
Tanrı arasında bir kuvvet dengesi vardır. Ayrıca Tanrı Ülgen ile Şeytan Erlik
başlangıçtan beri dost halindedirler. Bu durumsa Mani dini ile ilgili olarak nakledilen
şu hususu çağrıştırır: “Başlangıçta ne gök ne de yer vardı. Yalnızca bir yanda karanlık
ve diğer yanda da aydınlık bulunuyordu. Aydınlığın temeli ve tabiatı akıl ve iyiliktir.
Karanlığın temeli ise budalalık ve kötülüktür. Birinci çağda bu iki prensip ister
hareket halinde isterse istirahat halinde olsunlar hiçbir zaman birbirlerine karşı
cepte almamışlar ve düşmanlık gülmemişlerdir. 88
87
Ögel, a.g.e., I / 451 vd.
88
Ögel, a.g.e., I / 425.
89
Ögel, a.g.e., I / 444.
259
Verbıtskiy’nin topladığı Altay yaratılış destanındaki en önemli motif, dünyamızın
üzerinde durduğu büyük balıktır. Budizm ve Çin kültürü etkisi altına girmiş olan
halklara göre ise dünya bir kaplumbağa üzerinde durmaktadır. 90 Altay yaratılış
destanında üç balıktan söz edilmektedir.
Hint mitolojisinde de Meru dağının bir balıkla ilgisi vardır. Siyam halklarına
göre dünya bir balık üzerinle durur. Fakat bu güney efsaneleri oluş ve anlatılış
bakımından Altay efsanelerinden farklıdır. Dünyanın balık üzerinde durduğu ve
zelzelelerin bunlarla ilgili olduğu rivayetleri Altay dağlarından Sibirya, Rusya ve
Anadolu’ya kadar uzanmaktadır. 91
90
Ögel, a.g.e., I / 441.
91
Ögel, a.g.e., I / 442.
92
Ögel, a.g.e., I / 440.
93
Ögel, a.g.e., I / 440.
260
çeşitli izahlar getirilmiştir. Bu konuda İbn Abbas’a dayalı olarak nakledilen bir
rivayet şöyledir: Yer, “Nûn”un üzerinde, Nun denizin üzerindedir. Nun’un iki tarafı,
yani başı ve kuyruğu Arş’ın altında birleşir. Derya, gökyüzünün yeşilliğini
kendisinden aldığı yeşil bir kaya üzerindedir. Bu kaya da Cenab-ı Hakk’ın:
“Oğulcağızım hakikat (yaptığın iyilik ve kötülük) bir hardal tanesi kadar olsa dahi bir
kaya içinde, ya göklerde yahut yerin içinde gizlenmiş olsa bile Allah onu getirir...”
ayetinde işaret ettiği kayadır. Bu kaya bir öküzün boynuzu üzerinde, öküz de ıslak
toprağın üzerindedir. Bu ıslak toprağın altında neyin bulunduğunu Allah’tan başkası
bilemez. 95
şeklinde yedi rakamı zikredilir. Burada bulunan önemli bir motif de dünyanın altı
günde yaratılmış olmasıdır.
94
20-Tâhâ, 6.
95
Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrailiyat, Ankara, 1979, s.84.
96
Ögel, a.g.e., I / 415-428.
97
Ögel, a.g.e., I / 380-384.
98
Ögel, a.g.e., I / 446.
261
Görünüşte de olsa Tevrat ve Kur’an’ın, göklerin ve yerin yaratılışı ile ilgili
kıssaları arasında benzerlikler vardır. Bu benzerlikle arasında art arda cereyan eden
yaratılış evrelerini toplam sayımn aynılığı gelir. Zira Tevrat’ın bildirdiği altı gün,
Kur’an’ın bildirdiği altı güne tekabül eder. 99 Hatta Tevrat’ta geçen ifadeler çok
büyük bir benzerlik arz eder. “Ve gökler ve yer ve onların bütün orduları itmam
olundu ve Allah yaptığı işi yedinci günde bitirdi. Ve yaptığı bütün işten yedinci
günde istirahat etti. Ve Allah yedinci günü mübarek kıldı ve onu takdis etti. Çünkü
Allah yaratıp yaptığı işten o gün istirahat etti. 100 Görüldüğü gibi burada geçen
yedinci gün dinlenmeye tahsis edilmişir.
Kur’an’da zikredilen şekliyle altı gün ifadesi aynen kullanılmasına rağmen bir
dinlenme ve istirahattan bahsedilmez. Ayrıca altı gün ifadesi doğrudan dünya için
değil, gökler yer ve ikisi arasındakiler için kullanılır. 101
99
Maurice Bucaille, Müspet İlim Yönünden Tevrat, İnciller ve Kur’an, Çev. Mehmet Ali Sönmez,
İstanbul, 1987, s. 219.
100
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 2 / 1-3.
101
25-Furkan, 59; 57-Hadid, 4; 7-Araf, 54; 10-Yunus, 3.
102
Ögel, a.g.e., I / 474.
103
Radloff, a.g.e., s. 215; Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 45; M. Necati Sepetçioğlu, Yaratılış ve
Türeyiş Türk Destanı, İstanbul, 1981, s. 19.
262
Kur’ân’da geçen bir ayette de bütün canlıların sudan meydana getirildiği ifade
edilir. 104
“Tanrı Ülgen konuşurken yer ve gök ve cümle yaratılan hepsi susmuştu. Kâinat
ilk yaratıldığındaki o ulu ve dolu su sessizliğinde ve gökle yer arasındaki boşluk o ilk
ıssızlığındaydı.”
Tanrı Ülgen, önce Tanrı Kara Han olarak beliriyor. Bunlar tanrının çeşitli
sıfatlarıdır. 109
104
21-Enbiya, 30.
105
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, I / 1, 2.
106
Sepetçioğlu, a.g.e., s. 19.
107
Radloff, a.g.e., s. 218.
108
Radloff, a.g.e., s. 218.
109
Tanyu, Türklerde Tek Tanrı İnancı, s. 43-44.
110
Ögel, a.g.e., I / 429.
263
Radloff’un derlediği Altay Yaratılış Destanı’nda geçen Erlik insanları kötü yola
sevk ederek kendisi hâkimiyeti altına almıştır. Bu şekliyle Erlik adeta Şeytan
konumundadır. 111
Türk yaratılış destanlarında Erlik her zaman kendi istek ve yaratılışına dayalı
olarak kötü şeyleri seçer, kötü şeyleri yapmayı tercih eder. İyi işlerin temeline ve
köküne muhaliftir ve onlara kendiliğinden karşı çıkar. 112 Burada zikredilen Erlik’in
konumu Kur’an’da “Şüphesiz Şeytan size kötülüğü, hayâsızlığı, Allah’a karşı da
bilmediğiniz şeyi söylemenizi emreder.” 113 “Elbette senin kullarından belli bir
kısmını alıp onları saptıracağım, onlara kuruntu kurduracağım …” 114 şeklinde geçen
şeytanın konumuyla aynıdır.
Destanda geçtiği şekliyle Erlik güzel semâyı gördükten sonra bir semâ yapmaya
karar verir. Kayra kan’dan müsaade alarak kendi emrindekileri oraya yerleştirir. 115
Bu ifadelerde yine Kur’an’da şeytan hakkında geçen şu ayete çok büyük benzerlik
arz etrnektedir: “İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver dedi.
Allah, “sen mühlet verilenlerdensin” dedi. Şeytan: “Beni azdırdığın için, and olsun ki
kullarına karşı duracağım; sonra önlerinden arkalarından, sağlarından ve
sollarımdan onlara sokulacağım; çoğunu sana şükreder bulamayacaksın” dedi. 116
111
Radloff, a.g.e., s. 216.
112
Ögel, a.g.e., I / 429.
113
2-Bakara, 169.
114
4-Nisa, 118-119; 6-Enam, 128; 9-Araf, 200.
115
Radloff, a.g.e., s. 217.
116
7-Araf, 14-17; 15-Hicr, 36-37; 17-İsrâ, 62.
117
İnan, Makaleler ve İncelemeler, I / 404 vd.; Radloff, a.g.e., s. 226.
264
yolundadır. Veda mitolojisinde de Tanrı “Asura” Türk yaratılış destanında olduğu
gibi bir kabineye sahiptir. 118
Altay yaratılış destanlarında insanın yaratılışı konusu da bir motif olarak ortaya
çıkar. Daha önce de bahsettiğimiz gibi Verbitskiy’i insan ve Erlik’i aynı kabul eder.
Radloff’ta geçtiği şekliyle Tanrı Kara Han, kendisine benzer bir mahlûk yaratmış ve
ismine “Kişi” demiş. 121 Tevrat’a göre Âdem’i bizzat tanrının kendisi yaratmıştır. 122
Kur’an’da da bu durum aynıdır. 123
Burada önemli olan bir diğer husus da, insanın neden yaratılmış olduğudur.
Destanlarda geçen şekliyle insan toprak üstündeki “kil”den yaratılmıştır. Altay ve
Sibirya Türklerinin insan yaratılışı ile ilgili efsanelerinde de toprak, ilk ana motif
olarak kabul edilir. Şamanist Türklere göre, Tanrı ilk insanın şeklini de topraktan
yapmış ve bu ilk insan şeklini tüysüz köpeğin muhafazasına bırakarak kendisi de can
bulmak için göklerde ruh aramaya gitmiştir. 124 Meleklerin getirmiş olduğu
topraktan yapışkan çamur halinde insana şekil verilmesi kırk gün süreyle yerde
bekletilmesi içi boş durumdaki bu insan şeklinin içinde şeytanın dolaşması v.b.
şekildeki bu hususlar israiliyat rivayetler olarak nakledilmektedir. 125
118
Ögel, a.g.e., I / 425.
119
51-Zâriyât, 4; 79-Nâziât, 5.
120
Ögel, a.g.e., I / 446-447; Radloff, Sibirya’dan Seçmeler, s. 218; Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s.
47.
121
Köprülü, a.g.e., s. 45.
122
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 2 / 7.
123
3-Âl-i İmran, 59; 4-Nisa, 1; 6-En’âm, 2; 82-İnfitâr, 6-8.
124
Ögel, a.g.e., I / 486.
125
Aydemir, a.g.e., s. 248 vd.
126
2-Bakara, 28-30; Âl-i İmran, 6; 6-En’âm, 2; 82-İnfitâr, 6-8.
265
İnsanın topraktan yaratılmış olduğu hususu: “Ve Rab Allah yerin toprağından
adamı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu.” 128
şeklindeki ifadesiyle Tevrat’ta da yer almaktadır.
Âdem ile ilgili olarak destanlarda geçen motiflerden biri de “Yasak meyve”
motifidir. Destanlarda çok uzun bir bölüm yılanın yasak meyveden yemesi, şeytanın
yılan içinde gizlenmesi ve yasak meyveyi yedirmesi konusuna ayrılmıştır. 130 Yaratılış
destanlarının bu bölümünde eski Tevrat’ın tesiri altında kalındığı açıkça
gözükmektedir. Zira bu olay Tevrat’ın Tekvin bölümünün üçüncü babında Âdem-
Havva ile ilgili olarak hemen hemen aynı şekilde yer almaktadır. 131 Kur’an-ı
Kerim’de “… şu ağaca yaklaşmayın” 132 ifadesiyle zikredilen yasak ağaç motifi değişik
şekilde yorumlara tabi tutulmuştur.
127
Bucailler, a.g.e., s. 315 vd.
128
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 2 / 7.
129
Ögel, a.g.e., I / 475 vd.
130
Ögel, a.g.e., I / 455 vd.
131
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 3 / 1 vd.
132
2-Bakara, 35.
133
Aydemir, a.g.e., s. 256 vd.
134
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 2 / 21-23.
266
Destanda ise bu konu “… kadın da erkeğin kaburga kemiklerinden meydana
getirdi” 135 ifadesiyle geçer. Aynı şekilde farklı ifadelerle kadının, erkeğin sol eğe
kemiğinden yaratılmış olduğu israilî rivayetler olarak nakledilmiştir. 136 Ancak
kadınlarla ilgili davranış biçimini anlatan hadîslerde sol eğe kemiğinden yaratılma
ifadesi geçer. Fakat burada kadınların yaratılışı ile ilgili bir malumat elde etmek
imkânsızdır. 137
267
için göklere gitmişti. Şeytanın bunları kıskanıp da bir şey yapacağından korktuğu için
de, bu insan şekillerine sahip olsun diye, tüysüz köpeğini onların yanına bırakmıştı.
Fakat şeytan köpeğin zayıf tarafını biliyordu Altın tüyler verme sözüyle köpeği
kandırmış ve insan şekillerine yaklaşmıştır. İnsan şekillerine yaklaşan şeytan, onlara
teker teker tükürmüş ve hepsini pislik içinde boğmuştur. Tanrı bu durumu görünce
üzülmüş, insanları pislikten çevirerek onlara ruh vermiş ve canlandırmıştır. 141
Bir Altay yaratılışta geçtiği üzere insanın eti topraktan, kemikleri kamıştan
yaratılmıştır. Yine bu destanda geçen kurbağa Budist deyimlerinin yaratılış
destanlarındaki etkisini göstermektedir. Zira Budizm’de dünyanın gerçek yaratıcısı
olan “Bodhisatva Manjuçri” kaplumbağa şekline girerek sırt üstü yatmış ve göbeği
de yeryüzünü meydana getirmiştir. 142
Türklerin en uzak grubunu teşkil eden Yakutların uzun süre diğer Türk grupları
ile ilgileri kesilmiş olup Türk kavimlerinin en kuzeydoğusunda yaşadıkları
söylenmektedir. 144
141
Ögel, a.g.e., I / 481.
142
Ögel, a.g.e., I / 442.
143
İnan, Makaleler ve İncelemeler, I / 20.
144
Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul, 1988, I / 30-31.
145
İnan, aynı eser.
268
Türk olduğu ve Göktürk ile kendilerini bugün bile Saka diye adlandıran Yakutların ve
Sogayların bunlardan neşet ettikleri söylenmektedir. 146
1. Dünyanın Yaratılışı
2. İnsanın Yaratılışı
Burada örnek olması bakımından Yakutlardaki yaratılış efsanelerini genel
çizgileriyle vermeye çalışacağız. Seroşevskiy tarafından derlenen bu efsaneler
Altaylarda söylenen yaratılış destanlarına büyük bir benzerlik gösterir. Dünyanın
yaratılışı ile ilgili iki ayrı efsane örneği, insanın yaratılışı ile ilgili ise bir örnek metin
aşağıdaki şekildedir. 150
146
A. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1981, s. 23.
147
İnan, aynı eser.
148
Ögel, a.g.e., I / 430.
149
İnan, Şamanizm, s. 13.
150
Ögel, a.g.e., I / 445-446.
151
Ögel, a.g.e., I / 448.
269
Sonra şeytan döndü, şu tanrıyı ben nasıl, suya batırayım da, suda boğayım diye.
Fakat tam bu sırada, toprak nasıl olduysa, başladı büyümeğe, etrafa yayılmağa.
Sertleşti katılaştı. Denizin büyük kısmı hemen toprakla doldu.
Şeytan, Hz. İsa’nın büyük kardeşi idi. Ama kardeşi nasıl iyiyse, o da o kadar
kötü idi. Tanrı durmuş, düşünüyordu. Bir dünya yaratayım ama nasıl yaratayım diye.
Düşünüp duruken Tanrı, şeytana şöyle dedi: “-Sen hep parlaksın, hep kuvvetlisin,
her şeyi yaparım” diye, övünür durursun. Gel öyle ise, gel de denize dal ve denizin
dibinden bana biraz kum çıkar. Şeytan denize daldı. Az sonra yine çıktı. Çıktı, çıktı
ama kum da avucundan akıp gitti. Şeytan ikinci defa yine daldı. Fakat eli boştu yine.
Baktı ki şeytan olmayacak. Hemen bir kırlangıç olup daldı denizin dibine, gagasına
bir parça, balçık aldı ve suyun yüzüne çıktı. Tanrı balçığı aldi ve takdis etti. Sonra da
denize attı. Bu suretli yeryüzü yaratılmış oldu. Ama başlangıçta dünya dümdüz, tıpkı
tepsi gibi idi. Tanrı böyle istemişti ve böyle olmuştu. Fakat şeytan daha önceden
tanrının isteğini anlamış ve ağzında bir parça toprak saklamıştı. Niçin tanrının
dünyası olsun da, benim olmasın diye. Çok geçmedi ve tanrı bunu sezdi. Çağırdı
şeytanı yanına eliyle vurdu ensesine. Şeytan tokadı yeyince, ağzındaki çamurlar
sıçradı etrafa. Her taraf bu çamurla dağ, taş oldu. Tanrının o güzelim dünyası da
bugünkü dünya oldu.
152
Ögel, a.g.e., I / 449.
270
2) Dinî Motifler
a) Dünyanın Yaratılışındaki Dinî Motifler
Yakut Türk yaratılış destanlarında her yeri kaplayan ilk deniz (Okyanus) temel
motif olarak ortaya çıkmaktadır. Yine eski Türk kavimlerince kutsal kabul edilen
yedi rakamının da bu destanlarda büyük bir önemi vardır.
Bilindiği gibi Altay Yaratılış destanlarında da Ülgen denize bakarken bir toprak
parçası görmüştü bu toprak parçası üzerinde insan vücuduna benzeyen kil tabakası
vardı. Bu toprak daha sonra “kişi” olmuştu. Bu anlatış biçimiyle, büyük Ak Yaratıcı
deniz üzerinde durup duruken su yüzünde yüzen bir köpük gördü. “Sen kimsin?”
diye, sordu. Köpük de “ben şeytanım, su dibinde yaşarım” dedi, şeklindeki anlatış
153
Ögel, a.g.e., I / 430-431.
154
İnan, Şamanizm, s. 13.
155
Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, Haz. Yalçın Toker, İstanbul, 1989, s. 49; Geniş bilgi için bakınız.
Ziya Gökalp, Türk Töresi, İstanbul, 1972, s. 60.
271
biçimi hemen hemen aynıdır. Altay yaratılış destanlarındaki Ülgen’in yerini burada
Ak yaratıcı Erlik’in yerini de şeytan almıştır.
Dünyanın yaratıyışı ile ilgili olarak nakledilen Yakut Türk yaratılış destanlarında
Altay Türklerinin tesiri açık bir şekilde gözükmektedir. Zira söyleyiş tarzı bakımından
yaratılış efsaneleri aynı şekilde nakledilegelmiştir.
Yakut Türkleri arasında toplanmış “Er Sogotoh” destanında da yedi rakamı gök
ve cennetle ilgili olarak kullanılmaktadır. 157
156
Ögel, a.g.e., I / 420.
157
Ögel, a.g.e., I / 100.
272
Büyük ve iyi bir tanrı olarak Altaylarda muhafaza edilmiş olan Ülgen içinde yedi
rakamı kullanılmaktadır. Mesela, Altaylılar Ülgen’e yedi göbek babalarının tâzim
ettiklerini, yer yaratılalı ona taptıklarım söylerler. Ülgen yedi oğula, dokuz kıza sahip
bir tanrıdır. İyi Ruh Ülgen gibi Kötü Ruh Erlik de çoluk çocuk sahibidir. O’nun da
yedi, başka bir rivayette dokuz oğlu, dokuz kızı vardır. 159
Efsaneye göre ilk çağda yağmurdan hâsıl olan seller Kadağcı denilen bir
dağdaki mağaraya çamurları sürükleyip getirmiş ve insan kalıbına benzeyen
yarıklara dökmüştür. Dört unsurun etkisiyle bu mağara kadın rahmi vazifesi görmüş
ve dokuz ay sonra Ay-Atam denilen insan şeklinde bir mahlûk oluşmuştur. Aynı
şekilde sellerin akması sonucu ve güneşin burçtaki durumum göre bir kişi daha
meydana gelmiştir. Fakat bu dişi durumdadır. Buradan ay yüzlü anlamında “Ay-Va”
158
2-Bakara, 29.
159
İnan, Şamanizm, s. 32 vd.
160
Ögel, a.g.e., I / 591.
161
Ögel, a.g.e., I / 485; İnan, Şamanizm, s. 21.
273
denilmiştir. Ay-Atam ile Ay-Va’nın evlenmesinden çocuklar ve onların devamıyla da
insanlık oluşmuştur. 162
Nitekim insanın yaratılışını dört unsur ve balçık esasına dayandıran inanç şekli
daha ziyade Ön Asya ve İran mitolojisine aittir. Öyle anlaşılıyor ki bu inanç geç
zamanlarda da olsa Türkler arasına girmiş ve Türkler efsane de adı geçen yer ve kişi
adlarını kendilerine mal etmişlerdir. Bununla beraber Ata Mağaraları Türk
mitolojisine yabancı değildir. Zira Göktürklerin menşei efsanelerindeki kurtla
çocuğun sığındıkları yer bir mağaradır. Yine Ergenekon’da da durum aynıdır. 163
Destanda geçen mağarada Karadağcı adlı dağı üzerinde bulunan bir mahradır.
Efsanede en çok dikkat çeken hususlardan biri ilk insanın meydana gelişinde tabiatçı
bir görüşün hâkim olup tanrıyı, insanın yaratılışı ile ilgili olarak devre dışı bırakmış
olmasıdır.
162
İnan, a.g.e., s. 21.
163
Ögel, a.g.e., I / 485.
164
İbn Tufeyl, Ruhun Uyanışı, Haz. N. Ahmet Özalp, İstanbul, 1985, s. 54 vd.
165
Ögel, a.g.e., I / 483-485.
274
Mağaranın içinde, kayalar yarılmışmış,
275
Mağarayı doldurmuş, yine killer çamurlar
276
efsanelerinde toprak ana motifi olarak ele alınmıştır. Önceki bölümlerde de
belirtiğimiz şekilde Türklere göre ilk insanın şeklini de topraktan yapmıştır.
İran mitolojisinde de ilk insan balçıktan yaratılmıştır. Burada dikkati çeken ilk
insanın meydana gelişinde, Tanrının hiçbir fonksiyonunun olmayışıdır. Hâlbuki İran
mitolojisinde bu fonksiyonu Kil-Şah, Sibirya’da da tanrı yüklenmiştir.
Eski Türk tasavvuf ve özellikle Bektaşî edebiyatında dört unsura bir hayli
rastlanmaktadır. Dört unsurun geçtiği bu terennümleri anlayabilmek için “Devir,
Devriyeleri” iyi bilmek gerekir. Birçok büyük dinlerde önemli bir yer tutan devir ya
da devriye ilim dilinde “Transmigration” olarak adlandırılır. 170
166
32-Secde, 7-9.
167
15-Hicr, 26.
168
55-Rahman, 14.
169
Ögel, a.g.e., I / 487.
170
Ögel, a.g.e., I / 488.
171
Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 222.
277
cemâd’dın, seni bitki âlemine getirdi, bitki âleminden alaka ve mutka âlemine
yolculuk ettin. Bundan hayvanlık âlemine, hayvanlıktan insanlığa sefer ettin.” 172
Bektaşiler ikinci defa dünyaya gelişte kötü insanların bir tavşan veya yılan
şeklinde görülebileceğine inanırlar. Tavşan etinin Aleviler tarafından
yenilmemesinin sebebi tavşanı da bir kadın gibi hayz gören Muaviye’nin
bacaklarının arasından çıkmış kabul etmeleridir. Bu daha ziyade Budizm’deki
tenasühü hatırlatmaktadır. İslâm felsefesindeki sudur, tecelli ve devir Buddizm’deki
tenasüh değildir. 175
Ölümden sonra ruhun yeniden insan bedenine girerek dünyaya tekrar gelmesi
inancına “Reenkarnasyon” denir. Bu inanç dünyanın en eski inançları arasında yer
alır. Hint kaynaklı olduğu söylenilen bu inanç Gulat-ı Şia’da da mevcuttur. 176
172
Mevlana Celaleddin-i Rûmî, Fîhi Mâfih, Çev. M. Ülker Tarıkâhya, İstanbul, 1985, s. 32 ve 185.
173
W. Ruban, Budizm Tarihi, Ankara, 1974, s. 34.
174
Şinasi Tekin, Uygurca Metinler II, Ankara, 1976, s. 329.
175
Ögel, a.g.e., I / 489-490.
176
Celal Kırca, İslâm Dinine Göre Reenkarnasyon, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 3,
Kayseri, 1986, s. 225.
177
Ögel, a.g.e., I / 487.
178
İnan, Şamanizm, s. 21
278
Bilindiği gibi saratan yani yengeç burcu yaz başına, Haziran ayına, başak burcu
da Ağustos ayının ikinci yarısına rastlar. Güneşin burada sıcaklığı yavaşlamış
durumdadır. 179
179
Ögel, a.g.e., I / 487.
180
İnan, a.g.e., s. 29.
279
İKİNCİ BÖLÜM
205
Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 44.
206
Ögel, Türk Mitolojisi, I / 78.
207
Köprülü, a.g.e., s. 60.
208
Ögel, a.g.e., I / 73.
280
ülkede Mani din adamlarıyla karşılaşmış olanlardan dört tanesini beraberinde Ordu-
Balık’a getirmiş ve kendisi de Mani dinini kabul etmiştir. 209
Bögü Kağan’ın bu hareketi Orta Asya tarihinde kendisine büyük bir şöhret
sağlamıştır. İşte Uygurların türeyiş efsanesinin kahramanı gibi görünen Bögü Kağan,
Mani dinini kabul eden ve yayan bu kişidir. Efsanenin gerek konu ve gerekse dayandığı
inançlar bakımından, Mani dininin prensipleri ile kurulmuş olması gerekirdi. Fakat
durum, Mani dininin lehinde inkişaf etmemiştir. Eski Türk inanç ve efsaneleri ağır
basmış ve efsanesinin ana motifleri, eski Orta Asya Şamanizm’inin unsurları ile
donanmıştır. Bu sebeple eski Türk inançları Maniheizm ile Budizm’i adeta efsanenin
dışına itmişlerdir. 210
Yakut Türklerinin bir nevi milli destanı olan Er-Sogotoh destanı konu itibariyle bir
yaratılış ve türeyiş efsanesidir. Bu destan birkaç ayrı seyyah ve araştırıcı tarafından
toplanarak yayınlanmıştır. Destan aynı olmasına rağmen araştırıcıların metinleri
arasında önemli farklar vardır. Bütün araştırmacıların metinlerini ayrı ayrı olarak
burada vermek tabii olarak imkânsızdır. Bu destanın en iyi metnini derlemiş olan
Alman dilcisi O. Böbtling’in bir özetini burada vermek daha yerinde olacaktır. Zira o bu
alanda uzman araştırmacılardan biri sayılmaktadır. 211
209
Harun Güngör, Maniheizm, E. Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, S. 5, Kayseri, 1988, s. 151.
210
Ögel, a.g.e., I / 73.
211
Ögel, a.g.e., I / 97-103.
212
Ögel, a.g.e., I / 73 ve devamında Cüveyni’ye göre Uygurların türeyiş efsanesi nakledilmiştir. Biz de
aynını buraya aldık.
281
Efresiyap’tır. Bir kuyuya da bu ad verilmişti. Kara-Korum’un kenarındaki büyük bir kaya
da, aynı adı taşırdı. Bu kuyu Bijen adlı pehlivanın atıldığı bir kuyudur. Çayın kenarında
bulunan ve Ordu-Balığ adı verilen büyük şehrin adı da böyledir. Bu gün bu şehre,
Mavu-Balığ adı verilir. Şehrin dışındaki kayalar üzerine, bir saray resmi oyulmuştur.
Ben, bunların hepsini gördüm (Ögedey) Kaan zamanında, bu kayaları kazdılar. Kayalar
altında bir kuyu ve bu kuyunun ağzına da bir taş levha koydular. Bu levhanın üzerinde
bazı yazılar vardı. Bu yazıların ne olduğunun anlaşılması ve ne dediğinin sökülmesi,
Kaan tarafından emredildi. Bunun üzerine oraya bazı adamlar geldiler. Fakat hiç kimse
bu yazıları okuyamadı. Hıtay’da bir kavim vardır. Onlara …… derler. Onlardan bazı
kimseleri de getirdiler. Bu yazıların onlara ait olduğu anlaşıldı.
Uygurların Türeyişi
Kara Korum çaylarından sayılan iki nehir vardır. Bunlardan birine Toğla ve diğerine
de Selenge adı verilirdi. Bu nehirler akarak, kamlancu adlı bir yerde birleşirlerdi. Bu iki
ırmağın arasında da iki tane ağaç vardı. Bu ağaçlardan biri fusuk ve diğeri de Farsların
naj adını verdikleri ağaca benziyordu, kışın bile bunların yaprakları, servi gibi
dökülmezdi. Meyvesinin tadı ve şekli ise, tıpkı çam fıstığındakine benzerdi. Öbür ağaca
da Tur (?) ağacı derlerdi. Bu iki ağaç da, iki dağın arasında yetişerek büyümüştü
Bir gün bu iki ağacın arasına, gökten bir ışık inmişti. Bunun üzerine, iki yandaki
dallar yavaş yavaş büyümeğe başladılar. Bu durumu gören halk ise, hayretler içinde
kalmıştı. İçlerinden büyük bir saygı duyarak, Uygurlar oraya doğru yaklaştılar. Tam
yaklaştıkları bir sırada, kulaklarına çok tatlı ve güzel müzik nağmeleri gelmeye başladı.
Her gece bura, bir ışık inmeğe ve ışığın etrafında da otuz defa şimşek çakmağa başlardı.
Diğer bir günde aynı yerde, ayrı ayrı kurulmuş beş tane çadır gördüler. Bunların her
birinde ayrı ayrı birer çocuk oturuyordu. Her çocuğun karşısında da, onları doyurmağa
yetecek kadar süt dolu emcikler asılıydı. Çadırın tabanı da baştan aşağıya kadar
gümüşle döşenmişdi.
Bütün boyların reisleri ve halkları, bu garip şeyi görmek için yerlerini bırakıp
koşmuşlardı. Bu manzarayı görünce, saygı ile diz çöküp selam verdiler. Biraz sonra da
çocukları alarak dışarı çıkdılar. Beslenip büyütülmeleri için de onları sütannelerine ve
dadılara verdiler. Her fırsatta onlara saygı gösteriyorlar ve ikramda bulunuyorlardı.
Çocuklar artık, süt çocuğu olmaktan çıkıp da konuşmağa başlayınca, Uygurlardan anne
ve babalarını sordular. Onlar da, o iki ağacı gösterdiler. Bunun üzerine halk, çocukları
282
alıp ağaçların yanına gitdiler. Çocuklar ağaçları görünce, onlara tıpkı evladın babasına
gösterdiği saygıyı gösterdiler. Ağaçların karşısında diz çöktüler ve yeri öptüler. Bunun
üzerine ağaçlar da dile gelip şöyle dediler:
“-Güzel huy ve iyi özelliklerle bezenmiş çocuklar, böyle olurlar ve anne ile
babalarına böyle saygı gösterirler. Ömrünüz uzun, adınız ünlü ve şöhretiniz de devamlı
olsun!”
Bögü-Han ve Âkınları
Tanrı, ona bütün dilleri bilen üç karga göndermişti. Nerede mühim bir iş olursa,
bu kargalar hemen oraya giderler ve o işin nasıl olup bittiğini gözlerler ve ondan sonra
da Han’a haber getirirlerdi.
Bögü-Han bir gece evinde uyurken, pencerenin önünde bir kızın hayali belirdi ve
O’nu uyandırdı. Bu hayaletten korkan Bögü-Han, kızı görmezlikten geldi ve kendisini
uykudaymış gibi gösterdi. İkinci gece kız yine geldi. Fakat Han yine görmüyormuş gibi
yaptı ve kendisini uykuda gösterdi. Sabah oldu Han vezirine danıştı. Üçüncü gece kız
yine gelince, vezirin öğüdüne uyarak, kızı alıp Ak-tağa gitti. Bu dağda sabaha kadar
beraber kalıp kızla konuştular. Bu buluşma ve konuşma, yedi sene, altı ay ve yirmi iki
gün, her gece devam etti. Ayrılacakları gün kız ona şöyle dedi:
283
“-Doğu’dan Batı’ya kadar bütün dünya, senin buyruğun altında kalacaktır. İşlerini
sıkı tut ve iyi çalış. Ayrıca, insanların da değerini bil!”
Diğer kardeşi Or-Tegin’i de kendi yeinde bıraktı. Etrafa giden orduların hepsi
başarı kazanarak geri döndüler. Getirdikleri paralar, mallar ve ganimetler, sayı ile
sayılmazdı. Her yerden birçok adamlar topladı ve onların yardımıyla Ârkun Nehri
kıyısında Ordu-Balığ adlı başşehri kurdurdu. Doğudaki bu ülkeler bu suretle onların
buyruğu altına girmişti.
Bögü-Han, bir gece uyurken, beyazlar giymiş bir ihtiyar gördü. İhtiyar O’na yaklaştı
ve çam kozalağı büyüklüğünde bir yeşim taşı vererek, Bögü Han’a şöyle dedi:
“-Eğer sen bu taşı muhafaza edebilirsen, dünyanın dört köşesi, hep senin
buyruğun altında toplanacaktır!”
Bögü Han’ın veziri de aynı gece, aynı rüyayı görmüştü. Ertesi sabah olunca hepsi
toplandılar ve aralarında görüşerek bu rüyaya bir mana vermeye çalıştılar. Bunun
üzerine orduları buyruklarımnı alıp batıya yöneldiler. Gide gide Türkistan sınırına
vardılar. Burada çayır ve çimenlerle döşenmiş, akarsuları bol bir yere rastladılar.
Herkes bu yeri çok beğenmişti. Bunun için de bu yere bir şehir kurdular. Bu şehir, şimdi
Kuz-Balığ adı verilen, Bala-Sagun şehridir. Bu şehirde yerleştikten sonra, etrafa ordular
göndermeye başladılar. Bu yolla her yeri ellerine geçirmiş oldular. Yeryüzünde onlara
kafa tutan ve âsi görünen hiçbir kimse kalmamıştı.
Bundan sonra Uygurların emrine giren hükümdarlar birer birer gelerek Bögü-
Han’a saygılarını sundular. Bunlar arasında Hint Padişahı çok çirkindi. Bunun için de
Bögü-Han, bu padişahı huzuruna kabul etmedi. Bögü Han (bu kabul töreninden sonra)
284
bu padişahların hepsinin kendi ülkelerine dönerek bölgelerini idare etmelerini emretti.
Bundan başka bu padişahların Bögü-Han’a ne kadar vergi verecekleri de, ayrıca (bir
toplantı ile) karar altına alında. Artık yeryüzü zaptedilmiş ve Bögü Han’ın karşısında bir
engel kalmamıştı. Bunun için geri dönmeye karar verdi ve kendi yurduna geldi.
Uygurların Dinleri
Uygurların putlara tapmalarının sebepleri şunlardır: Uygurlar sihirbazlığı iyi
biliyorlar ve kendi büyücülerine de Kam adını veriyorlardı. Bu büyücüler, şeytanlar bize
bağlıdırlar ve ne olup biterse bize gelip haber verirler diyorlardı. Onlara göre kendileri
olmuş olacak her şeyi bilip ve ona göre tedbirini alabilecek durumla idiler. Bu
büyücülerin durumunu tetkik için, bazı kimseler onların yanlarına gitmişlerdi. Bu kişiler
bana şöyle dediler:
Moğollarda ise ilim ve mağrifet diye bir şey yoktu. Onlar, eskiden beri hep
kamların sözlerine inanırlar ve onların emirlerine bağlı kalırlardı. Şimdi bile hükümdar
ailesinden gelen Han oğulları ile torunları, onların sözlerine inanır ve verdikleri öğütleri
yerlerine getirirler. Hatta ve hatta bir işe başlanacağı zaman müneccimlerle
büyücülerin öğüt ve yolları arasında bir birlik gözükmezse o işi durdururlardı. Bunun
için de işe başlama emri verilmez idi. Moğollar, hastalarını da onların öğütlerine göre
tedavi etmek isterler ve bu yolla hareket ederlerdi.
Çin’de putlara tapma inançları vardır. Bögü Han bir gün, Çin’e elçi göndererek
onların Tüviy nan (?) denen din ulularını yanına davet etti. Bu Çin rahipleri Uygur
ülkesine gelince, bunları Uygur Kamları ile karşılaştırıp aralarında bir münakaşa
yaptırdılar. Münakaşada bunların hangisi galip gelirse, Bögü-Han da onların dinini
kabul edecekti. Çin’den gelen bu rahiplerin kutsal kitaplarına, Nom adı verilirdi. Onlar,
bu kitaptaki sözlere çok inanırlardı. Bu kitapta, birçok akıl ermez ve batıl hikâyelerle
olaylar anlatılıyordu. Bununla beraber bu kitap insanlara eziyet verilmesine ve zulüm
yapılmasına karşı idi. Bu kitaba göre kötülüğü iyilikle karşılamak lazımdı. Hayvanlara
285
eziyet etmek de günah sayılıyordu. Bu kitaba bunlara benzer, peygamberlerin
getirdikleri dinlere ve yollara uygun pek çok güzel öğütler de vardı. Onların din yolları
ve kaideleri çoktur. Bu din, umumi çizgileri ile genel olarak, daha ziyade Hulûli
mezhebine benzer. Dediklerine göre bu dine inanan insanlar, birkaç sene önce bile
mevcut idiler. Onlar yalnızca iyilik yapar ve ibadetle meşgul olurlardı. Ruhların
yükselme ve alçalmalarının, insanların işledikleri işlerle ilgili olduğuna inanır ve kötü
işleri yapmamaya dikkat ederlerdi. Kendilerini bu yola vererek bazıları padişahlık,
bazıları vezirlik buldular. Bazıları da iyi bir tebaa olmaya çalıştılar. Aralarında dervişlik
derecesine erenler de vardı. Onlara göre halk arasında ayrılık ve düşmanlık ekenlerin,
insan öldüren veya iftirada bulunanların, halka zulmederek, onlara eziyet verenlerin
ruhları, ölümden sonra eziyet ve ızdırap içinde kalacaklardır. Çünkü bu ruhlar türlü
kötü böceklerin vahşi hayvanların ve buna benzer kötü hayvanların vücudlarına
girerek, onların şekillerine bürünerek ve böylece yaşayacaklardı. Kötü işler işlemiş
insanların yeniden insan olarak doğmaları mümkün değildi. Bunun için de onlar, sonsuz
bir keder ve ıstırap içinde kalacaklardı.
Bana söylenen bu batıl şeyler ve yalan inançlar pek uzundur. Ben bunların ancak
yüzde birini yazdım. Bunları yazmakla güttüğümüz maksat da bu halkların cehaleti ile
ahmaklıklarının ne derece olduğu göstermek içindir.
Uygurların Göçü
Bir dostum da bana şöyle bir şey anlatmıştı: “-Bir kitapta okuduğuma göre
vaktiyle yaşamış bir kişi varmış. Bu adam kendi yurdundaki iki ağacın arasında bir çadır
kurmuş. Bu çadırın içine de sıra ile kendi çocuklarını oturtarak, çocukların arasına birer
mum koymuş. Birtakım adamları da toplayarak bu acayip şeyi göstermek için oraya
götürmüş. Çadırdan içeri girince hemen diz çökeder onlara saygı göstermiş ve
tapınmağya başlamış. Etrafındakilere de kendisi gibi yaparak saygı göstermelerini
emretmiş. Cahil ve bilgisiz halk da buna inanmışlar ve tapınır gibi yerlere kapanmışlar.
286
Bundan sonra da çocukları iyi bir bakım ve büyük bir saygı ile büyütmüşler. Aradan
zaman geçip ve çocuklar büyüyünce, bunlardan birini alıp han yapmışlar.”
Günün birinde Uygurlar ile onlara bağlı olarak yaşayan halklar bazı garip şeyler
hisseder olmuşlar. Nasıl olmuşsa atlar kişnemeye, develer böğürmeye, vahşi hayvanlar
ile kuzular melemeye, çocuklar da ağlamaya başlamışlar. Bu arada da her sesten “Göç!
Göç!” diye bir söz duyulur olmuş. Uygurlar, bu seslerden artık eski yurtlarını bırakarak
gitmenin zamanı geldiğini anlamışlar ve her şeylerini toplayarak yola koyulmuşlar. Her
konakladıkları yerde de “Göç! Göç!” seslerini duyar olmuşlar. En sonunda bir yere
gelmişler ve orada Beş-Balığ şehrini kurmuşlar. Artık bundan sonra da “Göç! Göç!”
sesleri duyulmaz olmuş. Bu seslerin kesilmesini onlar, artık burada yerleşmeleri için bir
buyruk olarak kabul ettiler ve orada yerleştiler. Ayrı beş mahalle yaptılar ve bu beş
mahalleden meydana gelen şehre de Beş-Balığ adını verdiler. Bu şehir gün geçtikçe
büyümeğe başladı ve bu çağdan itibaren de Uygurların soy ve çocukları bu şehirde
hükümdarlık etmeğe başladılar. Uygurların Hanlarına “İdil-Kut” unvanı verilmiştir.
Uygurların türedikleri bu ağacın birer dalı da her Uygur evinde duvara asılı olarak
bulundurulurdu.
Küvetine gelince, donmuş ağaçları bile kökten çıkarmak onun için bir hiçmiş. Kuru,
koca kayın ağaçlanın tutup kırmak onun için bir zevkmiş. Dikili ağaçları kökten çıkartıp
atmak, onun için de neymiş! Sözleri gök gürültüsünü, nefesi rüzgârı, sesi fırtınaları,
bakışı ise yıldırımları andırırmış. Yurdundaki çayırlar tıpkı bir kalay gibi parlar; ormanlar
ise bakırdan yapılmış bir yer parçasına benzermiş. Suları gümüş gibi parlarmış.
Yurdunda bir süt denizi varmış ve hiç kurumazmış. Er-Sogotoh ırmaklarında yıkanır,
ormanlarında avlanırmış. Hemen yurdunun kıyısında bir de büyük bir deniz varmış. Bu
denizde kumlar cam parçası gibi, dalgaları da tıpkı beyaz bir gümüş gibi parlarmış.
213
Ögel, a.g.e., I / 104-106; Böhtling’in derlediği destanın bir özeti Ögel tarafından bu şekilde
nakledilmiştir.
287
Ormanlarında arslanlar dolaşır, kızgın ayılar gezer ve Boz-kurtlar (Kök-Börü)
bulunurmuş.
O’nun yurdunda hiç kış yokmuş. Ağaçların üstünde kartallar çığlık atar ve kuşlar
ötermiş. Ağaçlar yapraklarını da hiç dökmezlermiş
Evi, O’nun yurdunun üstünde tıpkı mavi bir duman gibi görünürmüş. Kırk
pencereli, kırk köşeli bir evmiş. Her köşesi, gümüşten yapılmış imiş. Evin ortasında
büyük bir salon varmış. Bu salonda da üç ocak bulunur ve her ocağın üstünde de bir
baca tütermiş. Her ocağın başında da birer kadın otururmuş.
Evinin doğu tarafında büyük bir çayırlık varmış. Tam evin önünde de büyük bir
ağaç yükselirmiş. Bu ağaca Hakan-Ağaç derlermiş. Bu ağaç öyle büyük, öyle büyükmüş
ki, ortadaki dalları bile gökte mavi bir duman gibi görünürmüş. Zirvesi dokuz göğü bile
delip geçermiş. Onun dibinde de, insanlığa ölmezlik sırrını veren ebedi “Hayat Suyu”
kaynarmış. İhtiyarlar, kuvvetten düşmüş inekler gelirler bunun diplerinde gezerler, bu
sudan içtikten sonra, yine gençleşip kuvvetlenerek geri dönerlermiş. Uçan ve kaçan
vahşi hayvanlar, bu ağacın dallarında gezerler ve onun usarelerini emerek, kutsal bir
kuvvete sahip olurlarmış.
Evden yine çıkıp güneye bakılınca, güneyde de büyük bir kayın ağacının yükseldiği
görülürmüş. Bu kayın ağacı o kadar güzelmiş ki, tipkı genç bir kızı andırırmış. Bir tepe
üzerinde yükselir ve adeta bir adacık meydana getirirmiş.
Er-Sogotoh’un elbiseleri de fevkalâde idi. Silahlarına gelince bir yayı vardı ki,
kemikten yapılmıştı ve altı kişi bile yığılsa bu yayı çekemezdi. Okları tıpkı çekice
benzendi ve ağaçtan yapılan balıkçı kulübeleri kadar büyüktü. Sivri uçlu bir okunu, bir
obanın demircisi, kaşığa benzer okunu da başka bir obanını demircisi uzun zaman
çalışarak yaparlarmış. Bunlardan başka ağır bir mızrağı, topuzu ve kılıcı vardı. Onun
atının tarihi ise çok uzundur.
Er-Sogotoh, 19 yaşına gelince, kalbi başka türlü atmağa ve kanı da için için
kaynamağa başladı. Baktı etrafına, kendine yanıdı. Dünya âlemde herkes çift çift
geziyordu. Bu olmaz, ben de kendi eşimi bulayım diyerek yola koyulmuş. Gitmiş evinde
uyumuş, sabah kalkınca ilk işi Hakan-ağaç’ın önüne gitmek olmuş. Ağacın önüne
288
gitmeden önce de güneşe dönüp üç defa selam vermiş. Hakan ağacın önüne gidince,
diz çökmüş ve ağaca şöyle demiş:
“-Benim ağaç Hakan’ım! Ey kutsal ruh! Ey Ulu Hatun! Benim yurdumun ruhu! Ben
bir yetimden başka bir şey değildim. Sen aldın beni büyüttün! Ben küçük bir çocukken,
sen beni büyük bir adam yaptın! Gel de benim ne olacağımı, geleceğimi de bildir! Ben
ne yapacağım? Ben bundan sonra nasıl yaşayacağım? Ey ulu Anne!”
Er, bunları söyledikten sonra birden gökler kapanmış; bulutlar toplanmış ve gök
de müthiş bir şekilde gürlemeğe başlamış. Az sonra da iri, iri damlalı bir yağmur yağmış
ve etrafı seller götürmüş. Gökten beyaz bir bulut uçmuş ve bu buluttan da yerlere
yıldırımlar inmiş. Yer gök titremiş, ırmaklar taşmış ve denizler çalkalanmış. Az sonra, ak
saçlı Ana-Tanrı görünmüş. Yavaş yavaş ağacın kökünden dışarı çıkmış ve oğlanın
karşısında durmuş. Tıpkı keklik göğsü gibi, iki büyük tulum gibi de memeleri varmış.
Oğlana dönmüş ve şöyle demiş:
“-Dinle, ey çocuk! Senin baban Er-Toyon ve annen ise Kübey-Hatun idi. Seni
doğuran ve dünyaya getiren onlardır. Göğün üçüncü katından bir emir geldi ve bu
emirde, senin alınarak büyütülmen ve insanların atası olman buyuruldu. Bunun için de
ben seni alıp büyüttüm. Şimdi atına bin de güneye git. Belki yolculuğun güç ve zahmetli
olacak. Ana Tanrı yardımcın olsun, her şeyden başarı sana ulaşsın…”
Ak saçlı ana, oğlana bunları dedikten sonra, birazda hayat suyu, vermiş ve oğlan
sarı atına binip yola koyulmuş. Oğlan ayrıca 7 inekle 7 öküz de kesip etlerini pişirip
derilerini de tulum yaparak, azığına koymuş ve tulumları da atının kulağına asmış ve
acıktıkça buradan uzanıp yemeğe başlamış.
Epey yol aldıktan sonra, “Kaya Kapısı”na gelmiş. Oradan Demirdağ’a geçmiş.
Demirdağ’ı da geçtikten sonra “Kan Irmağı” na erişmiş. Bu ırmaktan, su yerine kan
akarmış. Bu defa atı çaresini bulmuş ve uçarak sahibini ırmağın öte geçesine geçirmiş.
Bundan önce de Kara-Han’ın ülkesinde bazı garip şeyler olurmuş. Gökler kararmış,
yerler titremiş ve cehennemin sahibi Buura-Dohsun gelmiş ve Karar Han’ın canını
almak istemiş. Kızlar ağlaşmışlar, oğlanlar bağrışmışlar. Tam bu sırada da Er-Sogotoh
289
gelmiş. Kızlar böyle bir erin geldiğini görünce hemen önünü kesmişler ve olan biten her
şeyi anlatarak, ondan yardım istemişler. Oğlan cehennem zebanisi Buura-Dohsu’u
görünce hemen hücum etmiş ve başlamışlar dövüşmeğe. Ama cehennem zebanisi çok
kuvvetli imiş ve başlamış ağır basmağa. Oğlan tam acze düşmüşken, bakmış ki,
damarlarında tanrısal bir kan ve vücudunda da gittikçe çoğalan bir kuvvet ve tuttuğu
gibi cehennem zebanisinin başını kesmiş. Vücudunu da parça parça etmiş ve göklere
savurmuş. Yalnızca kalbinin bir ucu kalmış. O da bir karga olup uçmuş. Onun için bu kuş
kötü kötü bağırmış…
214
Ögel, a.g.e., I / 83.
215
Köprülü, a.g.e., s. 62.
216
Ögel, a.g.e., I / 86. Ayrıca bkz. I / 47.
217
27 / Neml, 16.
290
konuşmasından bahsedilmektedir. Ayrıca kargaların tanrı tarafından gönderilmiş
olduğu ve Bögü Han’a ondan haber getirmeleri hususu da dikkati çekmektedir.
Kaşgarlı Mahmut “Yat” ismini verdiği bu taşla ilgili olarak şunları söyler: “Belli başlı
taşlarla yapılan bir çeşit kâhinliktir. Bu, Türkler arasında meşhurdur. Yağmur ve kar
yağdırılır, rüzgâr estirilebilir. Yağma ülkesinde mevsim yaz olmasına rağmen bu suretle
kar yağdırıldığına gözlerimle şahit oldum.” 220
İslâm kaynaklarında Türklerin bu sihirli taşına yağmur taşı veya cada taşı denildiği
kaydedilmiştir. Yakutlarda yada taşına “Sata” denilmektedir. Onlara göre bu taş at,
inek, ayı, kurt gibi hayvanların içinde bulunur. En kuvvetli sata taşı, kurdun karnından
çıkartılan taştır. Altay Şamanistlerinde de kamlardan başka “Yadacı” denilen kinseler
vardır. Bu taşlar da bahsedilen özelliklere sahiptir. 221
218
Köprülü, a.g.e., s. 61-62.
219
İnan, Şamanizm, Ankara, 1986, s. 60.
220
Divanu Lügati’t-Türk, Besim Atalay Tercümesi, Ankara, 1986, III / 3.
221
İnan, Şamanizm, s. 162-163.
291
Aksakallı ihtiyar motifleri, Türk mitolojisinin belirgin motiflerinden biridir. Oğuz
Kağan destanında da yüksek bir maneviyata ve uzun bir tecrübeye sahip aksakallı asıl
bir insandan bahsedilmektedir. Bu bilge insan, Oğuz Han ve oğullarına uzun seneler
vezirlik yapmış olan İrkil Ata’dır. 222
Dede Korkut kitabında da ağaç için söylenmiş çok güzel mersiyeler vardır. Ayrıca
Türk edebiyatında kaba ağaç deyimi de çok büyük bir öneme saliptir. 225
Şamanist Türklerin takdis ettikleri ağaçlardan en meşhur olanı kayın ağacıdır. Her
Şamanlık ayini yapılırken kayın ağacı bulunur. Şamanistlerin inanışlarına göre kayın
222
Ögel, a.g.e., I / 209; İnan, Makaleler ve İncelemeler, I / 196.
223
İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara, 1991, II / 240.
224
Ögel, a.g.e., s. 90.
225
Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, Ankara, 1989, s. 108 ve 214.
226
Ögel, a.g.e., s. 90.
227
Hikmet Tanyu, “Ağaç”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1988, I / 457.
292
ağacı “atamız Ülgen’den, anamız Umay ile gökten indirilmiştir.” Şaman ilahilerinde
kayın ağacı “Bay Kayın” diye tavsif edilmiştir. 228
Kayın ağacı, eski Türklerin günlük hayatlarında da çok önemlidir. Türkler en iyi ve
sağlam oklarını kayın ağacından yapmışlardır. Ayrıca toz dedikleri yay kılıfları da kayın
ağacı kabuğundandır. En iyi semer ve eğer ağaçları da yine kayın ağacındandır. Yakut
Türklerinde kayın ağacı kadar Karaçamlar da önemlidir. Altay şamanları da sık sık
gökten inen kutsal bir kayın ağacından bahsetmişlerdir. 229 Türklerin saydıkları ağaçlar
arasında kayın ağacından başka ağaçlar da vardır. Bunlardan biri de ardıç ağacıdır.
Manas destanında, kısır kadınlara çocuk verdiğine inanılan ardıçlı mezarudan
bahsedilmektedir. Kahramanlardan biri ardıçlı mezar hazretin tanrısından meydana
gelmiştir. Ayrıca Başkurtlar da ardıç ağacını kutsal saymaktadırlar. 230
Bilindiği gibi “hayat ağacı” ile “hayat suyu” dünyanın en yaygın mitolojik
inançlarındandır. Hayat ağacı kavramıyla ilgili inançlar Mayalarda, Cermenlerde,
Vedalarda ve eski Mısır’da mevcuttur. Bu ağaç ölümsüzlük bahşeder ve ilahlara
mahsustur. Çeşitli varlıklarla korunduğundan ona ulaşmak zordur. 232
228
İnan, Makaleler ve İncelemeler, II / 254.
229
Ögel, a.g.e., I / 93-95.
230
İnan, Makaleler ve İncelemeler, II / 258.
231
Ögel, a.g.e., I / 97 vd.
232
Süleyman Hayri Bolay, “Âdem”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1988, I / 361.
293
Kitab-ı Mukaddes’te de hayat ağacı birçok yerde zikredilmektedir. Bunlardan biri
Hz. Âdem’in yaratılmasından sonra Aden’deki bahçede dikili olan ağaçlardan birinin
hayat ağacı 233 olduğu, bir diğeri de hayat ağacının Âdem’in dokunmaması gereken
yasak ağaç 234 olduğu şeklindedir.
Er-Sogotoh efsanesindeki hayat ağacı ile ilgili inançlara göre yalnız ilk insan Âdem
ile Havva değil, bütün diğer varlıklar da bu ağaçtan beslenmektedir. Büyük tanrılardan
biri olan doğum tanrıçası da Altaylıların doğum tanrıçası gibi bu ağacın içindedir. Bu
hayat ağacı Er-Sogotoh destanında yedi dallı olarak anlatılmıştır. 238
Er-Sogotoh efsanesinde ortaya çıkan belirgin bir motif de hayat suyudur. Bazı
Altay efsanelerine göre göğün on ikinci katma kadar yükselen dünya dağının üzerinede
bir kayın ağacı vardır. Hayat suyu da bu kayın ağacının altındaki kutsal bir çukurda
bulunmaktadır. Tata isminde kutsal bir bekçi o hayat suyunun başında beklemektedir.
Ayrıca hayat, suyunun da çeşitleri vardır. Bazı masallarda hayat suyu yalnızca ölüleri ve
hastaları iyileştirir. Bazı efsanelerde ise ihtiyarlara gençlik verir. 240 Yakut destanında da
233
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 2 / 9.
234
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 3 / 22.
235
Bolay, a.g.e., I / 361.
236
Mircea Eliade, İmgeler ve Simgeler, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara, 1992, s. 23-27.
237
Eliade, aynı eser, s. 195.
238
Ögel, a.g.e., I / 96.
239
İnan, Şamanizm, s. 64.
240
Ögel, a.g.e., I / 107.
294
hayat suyu hakan ağacın dibinde kaynamaktadır. İnsanlığa ölmezlik sırrını bahşeder.
İhtiyarlar bu sudan içtikten sonra gençleşip kuvvetlenirler. Efsanede geçtiği şekliyle Er-
Sogotoh’a yeni ve sonsuz birgüç veren su da hayat suyudur.
İnsanların ve toplumların sahip olduğu farklı eğilimler onlara sonsuz hayat fikri
vermiştir. Gerçek hayattaki suyun da insanlar üzerindeki etkisi ile insanlar kendilerine
ölümsüzlük kazandıran efsanevi bir su “Ab-ı Hayat” oluşturmuşlarıdır. Hızır’ın içtiği ve
içenleri ölümsüzlüğe kavuşturduğu söylenen 241 bu su, çeşitli inanç sistemlerinde
kendini göstermektedir.
İslâm Türk kaynaklarında ve edebi mahsullerde değişik isimlerle anılan Ab-ı Hayat,
Hızır ve İskender’e atfen de kullanılmıştır. Efsanelerin dışında Kur’an-ı Kerim’de Hz.
Musa ve Hızır kıssası anlatılırken “balığın canlanması” 242 olayında da dolaylı olarak bu
sudan bahsedildiği ifade edilmiştir.
Er-Sogotoh destanında hayat suyu ile ilgili olarak bilgi verilirken uçan ve koşan
hayvanların da bu sudan içerek kutsal bir kuvvete sahip oldukları kaydedilmiştir. 245
241
Şemseddin Sami, Temel Türkçe Sözlük, Sadeleştirilmiş ve genişletilmiş Kâmûs-ı Türkî, Tercüman Yay.,
İstanbul, 1985, I / 1.
242
18 / Kehf, 60-82.
243
Ahmet Yaşar Ocak, “Âb-ı Hayat”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1988, I / 1.
244
Amil Çelebioğlu, “Âb-ı Hayat”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1988, I / 4.
245
Ögel, a.g.e., I / 105.
295
SONUÇ
Destanda Oğuz Kağan mitolojik unsurlarla tasvir edilmiş adeta tanrı ile bağlantı
kurdurularak kutsal bir şahsiyet olarak tanıtılmıştır. Daha doğuşunda Oğuz Kağan
annesinin Müslüman olmadığı için sütünü emmeyi kabul etmemiştir. Aradan bir yıl
geçmeden konuşma özelliğine sahip değilken konuşmuştur.
Adının kendi tarafından konulmasını sağlamıştır. Bütün bu husular dini birer motif
olarak gözükmektedir. Zira aynı olaylar aynı şekilde Hz. İsa ve Hz. Yahya ile ilgili olarak
ehli kitap hakkında da zikredilmiştir. Yine aynı şekilde Oğuz Kağan’ın evleneceği zaman
da kendisine layık görülen kızları reddetmesi onların Müslüman olmamalarına
bağlanmıştır. Aynca Oğuz Kağan amca kızı ile evlenirken onu adeta
Müslümanlaştırdıktan sonra kabul etmiştir. Bilindiği gibi İslâm hukukunda da mümin
bir kimsenin evlenmesi aynı anlamda belirli şartlara bağlanmıştır. Mesela mümin bir
erkeğin kâfir bir kadınla evlenmesi haram kabul edilmiştir.
296
Oğuz Kağan’ın ikinci evliliği yaptığı kadının yaratılışı kozmik âlemle ilgili bir
motiftir. Bu motif Türk kozmolojisinin diğer milletlerin kozmolojisinden ayrıldığı bir
motiftir. Zira Oğuz Kağan’ın her iki evliliğinde, Türk düşünce düzeninin önemli bir
meselesi mukaddes bir şekilde anlatılmıştır. Adeta Oğuzların yaratılışı, Tanrısal bağlarla
izah edilmiştir. Aynı hususu Oğuz Han’ın çocuklarında da görmek mümkündür.
Oğuz Kağan Destanı’ndaki Gök Tanrı ile ilgili pasajlar Türklerin göğün tanrıdan ayrı
olduğu şeklindeki inançlarını net bir şekilde belgeler durumdadır.
Eski dinlerde ağacı kutsallaştırma şeklinde bir inanç daima mevcut olmuştur.
Yahudilik’te, Hristiyanlık’ta ve Müslümanlık’ta ağaç ve ağaçla ilgili birçok inanış
mevcuttur. Oğuz Kağan Destanı’nda da ağaç kutsal sayılabilecek bir dereceye sahiptir.
Türk destanlarının yaratılış efsaneleri ile ilgili olanlarından biri de Altay Türk
Yaratılış Destanlarıdır. Bu destanlar coğrafi bölge açısından Altay-Yenisey sahasında
cereyan etmiştir. Ana çizgiler itibariyle Türk ve Sibirya mitolojisine oturtulan bu
destanlar geniş çapta İran mitolojisi ve Maniheizm’in etkisine bağlıdır. Altay ve Saha
manevi inancının bütün Türklere şâmil edilmemesi şartıyla bugünkü Altay dağlarında
ve Yenisey Irmağı’nın oluşturduğu bölgelerde yaşayan Türk boylarında bu inançların
izlerine rastlamak mümkündür. Şamanî Altay Abakan kabilelerince meskûn bu bölge de
Altay yaratılış destanları ile ilgili birtakım eski parçalara rastlamak mümkündür.
297
alınmıştır. Adeta, Tanrı-Şeytan ilişkisi Türklerin tek tanrı düşüncesi çerçevesine
indirgenmiştir.
Bu destanlarda dünyanın yaratılışı vb. ondan öncesi her yerin su ile kaplı olması
düşüncesi ve özellikle ilahi dinlerdeki altı gün ifadesi aynı şekilde geçmektedir. Kur’an-ı
Kerirn’de ve Eski Ahit’in bir bölümünde de bütün canlıların yaratılmadan önce
dünyanın su ile kaplı olduğu ve canlıların sudan yaratıldığı beyan edilmiştir. Yine aynı
şekilde altı günde dünyanın yaratılışı ve yedinci günde tanrının uyuması ya da
dinlenmiş olması beyan edilmiştir.
İlahi dinlerde insanın yaratılışı hemen hemen aynı ölçüler içerisinde anlatılmıştır.
Buna göre insanın yaratılış maddesi toprak ya da toprak cinsinden şeylerdir. Ve insanı
bizzat tanrının kendisi yaratmıştır. Bu destanlarda insanın yaratılışı ile ilgili olarak
toprak da ana motiftir. Yine Âdem ve yasak ağaç ya da meyve ile ilgili hususlar Altay
yaratılış destanlarında çeşitli dinlerin ve kültürlerin tesiri altında kalınarak anlatılmıştır.
Bütün bu hususlar, bu destanlardaki dini motifler ve bu dini motiflere etki eden farklı
kültürler hakkında efsanevi de olsa bir yorum getirmektedir. Ayrıca bu motifler
kültürlerin birbirini etkilediğinin de açık bir göstergesidir. Nitekim bu destanlardaki
Şeytan-Erlik İkilisi, adeta İran mitolojisinin Şeytan-Ehrimen ikilisini ortaya koymaktadır.
Budizm’deki deyimlerin bu destanlarda kullanılmış olması da bu hususu
desteklemektedir.
Saha Türk yaratılış destanları dünyanın ve insanın yaratılışı şeklinde iki temele
dayandırılarak anlatılmıştır. Bu destanlarda da her yeri kaplayan ana motif su ile
birlikte yaratıcı bir varlığın kabul edilmesi dikkati çeker.
298
Türk-Memlûk yaratılış destanlarında farklı olarak nakledilen bir husus vardır ki, o
da ilk insanın meydana gelişinde tabiatçı görüşün hâkim olmasıdır. İnsanın yaratılışım
dört unsur ve balçık esasına dayandıran inanç şekli daha çok Ön Asya ve İran
mitolojisine aittir. İnsanın çamurdan yaratılmış olduğu husus ve tanrının buradaki rolü
Kur’an-ı Kerim’de de değişik ayetlerde ifade edilmiştir. Ne var ki, insanın çamurdan
yaratılması konusu bu destanlarda işlenirken tanrıya hiçbir fonksiyon verilmemiştir. Bu
dört unsura eski Türk tasavvuf ve özellikle Bektaşi edebiyatında da rastlanmaktadır.
Buna bağlı olarak ele alınan konulardan biri de devir ya da devriyelerdir. Budizm’deki
tenasühle aynı olmasa da İslâm felsefesindeki sudur, tecelli ve devir dört unsurla ilgili
olan husulardır.
Uygurların Türeyiş destanlarında geçen ışık motifi ile Bögü Kağan’a gösterilen
rağbet Mani dininin etkisinden kaynaklanmaktadır. Gökten ışık inmesi sonucu ışık inen
yerin veya şeyin gebe kalması hemen hemen bütün mitolojilerde görülen bir özelliktir.
Yine kuşlarla konuşma, kuş dilinden anlama Anadolu masallarının birçoğunda işlenen
husustur. Yada taşı, bununla ilgili düşünceler, kuşların tanrı tarafından gönderilen bir
elçi şeklinde düşünülmesi aksakallı ihtiyarlara danışılarak hareket etme fikri
destanlarımızın ortak birer özelliği görünümündedir. Nitekim gökten ışık inerek ağacın
gövdesinde şişkinliğin oluşması ve ondan bir kahramanın dünyaya gelmesi şeklindeki
ifadeler bu destanın Oğuz Kağan Destanı’yla yakın benzerliğini ortaya koymaktadır.
Yine aynı şekilde destanda geçen kayın ağacı ile ilgili inanışlar, diğer destanlarımızla
ortaklaşa paylaşılan bir husustur.
Bütün bu hususlar destanların her millet tarafından ortaklaşa paylaşılan bir kültür
unsuru olduğunu göstermektedir. Destanların içerdiği motifler de destanın ait olduğu
299
milletlerin duyuş, düşünüş ve özellikle inanışları hakkında efsanevî de olsa bir fikir
vermektedirler.
BİBLİYOGRAFYA
BARTHOLD, W., İslâm Medeniyeti Tarihi, Çev: Fuad Köprülü, Ankara, 1986.
_______________, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Çev: Kazım Yaşar
Kopraman-Afşar İsmail Aka, Ankara, 1975.
BUCAILLE, Maurice, Müsbet İlim Yönünden Tevrat, İncil ve Kur’an, Çev: Mehmet Ali
Sönmez, İstanbul, 1987.
DELİORMAN, Altan, “Bugünkü Manasıyla Bozkurt”, Yeni Orkum Dergisi, İstanbul, 1989.
300
GÖKYAY, Orhan Şaik, Dedem Korkudun Kitabı, İstanbul, 1973.
İBN TUFEYL, Ebu Bekr Muhammed b. Muhammed, Ruhun Uyanışı, Haz: Ahmet Özalp,
İstanbul, 1985.
MEVLANA Celaleddin-i Rumî, Fihi Mafih, Çev: Meliha Ülker Tanrıkahya, İstanbul, 1985.
301
ÖGEL, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, Ankara, 1979. (I-II)
_____________, “Türk Destanları II”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, S. 62, İstanbul, 1992.
TANYU, Hikmet, İslâmlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul, 1986.
302
TURAL, Sadık Kemal, “Milli Destanlarımız Üzerine”, Türk Kültürü Dergisi, S. 90, Ankara,
1970.
TURAN, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul, 1980. (I-II)
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi Dergisi, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1977. (I-VI)
303
304
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
HATIRASINA ARMAĞAN
1876 KANUN-U ESASİ VE OSMANLI
PARLAMENTOSU’NA DAİR
Enver DEMİR
ÖZET
1
Sofuoğlu Ebubekir, Osmanlı Devletinde Islahatlar ve I. Meşrutiyet, Gökkubbe yay., İstanbul, 2004,
s. 134.
307
1876 KANUNİ ESASİ VE OSMANLI PARLAMENTOSU’NA DAİR
2 Yücekök Ahmet, Siyaset Sosyolojisi açısından Türkiye’de Parlamento’nun Evrimi, Ankara, 1983, s.
83-84.
3 Çakmak Aydın, Sürgünde Bir Hakan, Ötüken yay., İstanbul. 2004, s.15.
4 Karma bir devlet biçimi olarak tanımlanan meşrutiyet ya da meşruti monarşide, egemenlik mutlak
monarşide olduğu gibi tek elde değildir. Bu sistemde egemenlik, milletin seçtiği temsilcilerden oluşan
meclis ile devlet başkanı arasında paylaşılmıştır Sofuoğlu Ebubekir, a.g.e, İstanbul, 2004, s. 46-47.
5
Göncü Cengiz, Belgeler ve Fotoğraflarla Meclis-i Mebusan (1877-1920), TBMM yay., İstanbul,
2010, s.11.
308
ENVER DEMİR
Yeni Osmanlılara göre meclisin iki önemli işlevi olacaktır. Bunlardan ilki;
yasama yetkisinin yürütmenin elinden alınarak siyasal iktidarın "mutlak"
nitelemesinden kurtarılması ikincisi; halkın siyasal iktidarda temsili ve siyasal
iktidarı denetlemesinin mümkün kılınacak olmasıdır. Bu çalışmalar ve tartışmalar
sonrasında, meşrutiyet ilan edilmiş, hemen sonrasında anayasa hazırlanmış,
ardından seçimler yapılarak, siyasal iktidarı sınırlandırmak ve yasama işlevini
yerine getirmek üzere meclis oluşturulmuştur7.
Yasama”, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, Türkiye İş Bankası Kültür yay.,
İstanbul, 2012, s.381.
7 Tekin Yusuf-Sabri Çiftçi, 1877’den Günümüze Türkiye’de Parlamento, Siyasal yay., Ankara,
2007, s.25-28.
8
Göncü Cengiz, a.g.e., s. 13.
9 Ünal Tahsin, Türk Siyasi Tarihi 1700-1958, Kamer yay., İstanbul, 1998, s. 407.
309
1876 KANUNİ ESASİ VE OSMANLI PARLAMENTOSU’NA DAİR
çalışan 1876 anayasası, aynı zamanda orta sınıfların devlet yönetimini işlevsel bir
bürokrasiye dönüştürme isteğini de ifade ediyordu. Avrupa’dan model aldığı kurum
ve düzenlemelerin yanı sıra Osmanlı siyasal kültürünü de bünyesinde barındıran
1876 Anayasası ile iktidar sahibi olan padişah etrafında örgütlenen “meşruti” bir
örgüt kurulmuştu. Padişahı merkez alan konumunu korumakla birlikte, kurulan
meclisler vasıtasıyla, karar mekanizmasında katılım ve uzlaşmaya yer açılmıştır15.
ve yetki kazandığı, meclise hesap verir duruma gelerek, parlamenter sistemdeki gücünün niteliklerine
kavuştuğu gözlenir. Ortaylı İlber, Tanzimat Devri ve Sonrası İdari Teşkilat, Osmanlı Devleti ve
Medeniyeti Tarihi, IRCICA, C.I, İstanbul, 1994, s.324.
18 Yücekök Ahmet, a.g.e., Ankara, 1983, s. 78-79.
311
1876 KANUNİ ESASİ VE OSMANLI PARLAMENTOSU’NA DAİR
19 Kızıltan Yılmaz, I.Meşrutiyet’in İlanı ve İlk Osmanlı Meclis-i Mebusanı, Devr-i Hamid Sultan II.
Abdülhamid, Erciyes Üniversitesi yay., Kayseri, 2011, C.1, s. 311.
20 Akyıldız Ali, ‘Meclis-i Ayan’, DİA, C. 28, s. 244.
21 Karal Enver Ziya, a.g.e., s. 225.
22 Akyıldız Ali, ‘Meclis-i Mebusan’, DİA, C. 28, s. 247.
312
ENVER DEMİR
23 Olgun Kenan, Cezmi Eraslan, Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet ve Parlamento, İstanbul, 2006, s. 50-
51.
24 Sofuoğlu Ebubekir, a.g.e., s. 134.
25 Kemal Beydilli, Küçük Kaynarca’dan Yıkılışa, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, IRCICA, C.I,
İstanbul, 1994, s.102.
28 Koçak Cemil, Yeni Osmanlılar ve I. Meşrutiyet, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, İletişim yay.,
314
ENVER DEMİR
II. Meşrutiyetin temelinde yatan Jön Türk hareketi dinamizmini zaman zaman
radikal boyutlara ulaşan Türk milliyetçiliğinden alır. Bunun ana nedeni
Abdülhamit’in 1878’de parlamentoyu dağıtmasından 1908 yılına kadar geçen 30 yıl
sürecinde imparatorluğun büyük toprak kayıplarına uğramış olmasıdır34.
315
1876 KANUNİ ESASİ VE OSMANLI PARLAMENTOSU’NA DAİR
II. Meşrutiyetin çok yönlü bir niteliği olduğunu söyleyen Tarık Zafer Tunaya,
II. Meşrutiyetin bir yandan Abdülhamit rejimini yıkarak Osmanlı Devleti’nin
sonunu simgelediğini, diğer taraftan ise yeni bir devletin kuruluş deneylerini
kapsayan bir siyaset laboratuvarı olduğunu ifade etmiştir40.
II. Meşrutiyet, Türk tarihinde ilk kez çoğulcu bir siyasi hayat başlatmış,
Kanuni Esasi’de dernek kurma hakkı ve toplanma hürriyeti tanınmadığı halde, daha
36 Bu dönemde II. Abdülhamid, Babıali’yi kendine bağlı bir teşkilat haline dönüştürmüş, sarayı, tüm
imparatorluk meselelerinin görüldüğü mercii durumuna getirmiştir. Bunları yaparken, kudretini;
hilafet nûfüzu, muhafız alayları ve hafiye teşkilatı üzerine inşa etmiştir. Ünal Tahsin, a.g.e., s. 431-
432; Nitekim bu açıdan bakıldığında 1864 yılında yürürlüğe giren ve nihayet 1871'de yapılanması
tamamlanan 1871 Vilayet Nizamnamesi de II. Abdülhamid’in işine yaramış, idarelerde Yıldız
merkeziyetçiliği işler hale gelmiştir. Kırmızı Abdülhamid, Abdülhamid’in Valileri Osmanlı Vilayet
İdaresi, 1895-1908, İstanbul, 2007, s. 99.
SONUÇ
19. yüzyılın son çeyreği ile 20. Yüzyılın ilk yıllarına damgasını vurmuş bir
hükümdar olan Sultan II. Abdülhamid dönemi, günümüz müesseselerinin de
temelinin atıldığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde, V. Murat ile yola devam
edemeyeceğini anlayan meşrutiyet taraftarlarının Meşrutiyeti ilan edeceğini taahhüt
eden Abdülhamid’i tahta çıkarmalarıyla Osmanlı tarihinde demokrasi adına önemli
bir sayfa açılmıştır. Asıl mücadelesi demokrasi ve siyasal iktidarın sınırlandırıldığı
anayasal bir düzen olan Yeni Osmanlı aydınları, bu mücadele sonucunda ilk
Osmanlı parlamentosunu açtırmayı başarmışlardır.
Osmanlı Devletinde 19. Yüzyıl başlarında kendini gösteren anayasal süreç, II.
Abdülhamid döneminde tekâmüle ermiştir. Bu dönemde ilan edilen 23 Aralık 1876
Kanun-i Esasi ile demokrasi hareketi yeni bir hüviyete bürünmüştür. Anayasanın
ilanı ve meclisin faaliyete geçmesi, devleti medeni memleketler seviyesine
ulaştıracak mucize bir ilaç gibi değerlendirilerek bu durumun mevcut idari, siyasi
ve sosyal problemlerin üstesinden geleceği düşünülmüştür. Beklentilerin en önde
geleni meclis üyelerinin devlet ile millet arasında köprü işlevi görmesi olacaktır ki
bu yönü ile meclis, devletin topluma ulaşmasında aracı bir kurum olarak görülmüş-
tür.
319
1876 KANUNİ ESASİ VE OSMANLI PARLAMENTOSU’NA DAİR
Kaynakça:
AKYILDIZ Ali, ‘Meclis-i Ayan’, DİA, C. 28, ss. 243-244.
AKYILDIZ Ali, ‘Meclis-i Mebusan’, DİA, C.28, ss. 245-247.
AKYILDIZ Ali, Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2004.
BEYDİLLİ Kemal, Küçük Kaynarca’dan Yıkılışa, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti
Tarihi, IRCICA, C.I, İstanbul, 1994.
ÇAKMAK Aydın, Sürgünde Bir Hakan, Ötüken Yayıncılık, İstanbul. 2004.
GÖNCÜ Cengiz, Belgeler ve Fotoğraflarla Meclis-i Mebusan (1877-1920),
TBMM Yayınları, İstanbul, 2010.
KARAL Enver Ziya, Osmanlı Tarihi I. Meşrutiyet ve İstibdat Devirleri 1876-
1907, C. VIII, TTK Yayınları., Ankara, 1962.
KARPAT H. Kemal, Türk Siyasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2004.
KILIÇ Selda Kaya, “Osmanlı Devleti’nde Anayasal Sisteme Geçiş”, Devr-i
Hamid Sultan II. Abdülhamid, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri, 2011, C.1,
ss. 7-21.
KIRMIZI Abdülhamit, Abdülhamit’in Valileri Osmanlı Vilayet İdaresi, 1895-
1908, İstanbul, 2007.
KIZILTAN Yılmaz, “I. Meşrutiyet’in İlanı ve İlk Osmanlı Meclis-i Mebusanı”,
Devr-i Hamid Sultan II. Abdülhamid, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri, 2011,
C.1, ss. 305-323.
KOÇAK Cemil, Yeni Osmanlılar ve I. Meşrutiyet, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce, İletişim Yayınları, C. 1, İstanbul, 2009, ss. 72-82.
OLGUN Kenan, Cezmi Eraslan, Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet ve Parlamento,
İstanbul, 2006.
ORTAYLI İlber, Tanzimat Devri ve Sonrası İdari Teşkilat, Osmanlı Devleti ve
Medeniyeti Tarihi, IRCICA, C.I, İstanbul, 1994.
SAKAOĞLU Necdet, II. Abdülhamid, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar
Ansiklopedisi, YKY Yayınları, İstanbul, 2008, C.2, ss. 52-56.
SEYİTDANLIOĞLU Mehmet, “Divan-ı Hümayun’dan Meclis-i Mebusan’a
Osmanlı İmparatorluğu’nda Yasama", Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı
İmparatorluğu, Türkiye İş Bankası Kültür yay., İstanbul, 2012, ss. 372-385
320
ENVER DEMİR
321
1876 KANUNİ ESASİ VE OSMANLI PARLAMENTOSU’NA DAİR
322
KIYAMET!
Adem TUTAR*
REİS,
İslam’ın iman esaslarından biri olan Ahirete imanın gerekleri arasında yer
alan kıyamet kelimesi; kalkmak, dikilmek ve ayaklanmak anlamlarına gelirken
terim olarak; evrenin düzeninin bozulması, her şeyin alt üst edilerek yok olması,
yok olan ve ölen şeylerin yeniden yaratılıp diriltilerek ayağa kalkması ve mahşere
doğru yönelmesi şeklinde ifade edilmektedir. Yani kıyamet genel bir ölümden sonra
genel bir dirilişi ihtiva etmektedir1.
323
KIYAMET1
İnsanları dünya ve ahirette mutlu kılmak için gönderilmiş olan İslam Dini,
Resulullah (s.a.v.)’in 610 yılında başladığı tebliğ faaliyetleri neticesinde vefat ettiği
632 yılına kadar Arap yarımadasının tamamına yayıldı. Hülefayi Raşidin (632-661)
döneminde Müslümanların hakimiyeti Asya, Kuzey Afrika, Güney Kafkasya,
Ortadoğu ve kısmen de Anadolu’ya kadar genişlemişti. Daha sonra Emeviler (661-
650) ve Abbasiler (750-1258) dönemiyle devam eden İslam hakimiyeti 11. asrın
başlarından itibaren zayıflamış ve Şii Büveyhilerin baskısı altında bulunan Abbasi
halifeleri siyasi otoritesini kaybettiği gibi saygınlığını da yitirmişti. Abbasi halifesi
Kaim Biemrillah (1031-1075) hilafeti güçlendirmek için bu sıralarda hakimiyet
alanları gittikçe genişleyen Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’den yardım istedi.
Tuğrul Bey bu davet üzerine 1055 yılında Bağdat’a girdi ve Büveyhiler
hakimiyetine son verdi. Tuğrul Bey yapmış olduğu faaliyetleri neticesinde Abbasi
halifesini baskılardan kurtardığı gibi özellikle İslam toplumunun siyasi ve sosyal
yönden birliğini tesis etti. Bu tarihten itibaren Türkler İslamiyet’in bayraktarlığını
üstlenmişler ve bu görev 20. asrın başlarına kadar devam etmiştir. Türkler İslam
öncesi dönemden başlamak üzere idareleri altındaki toplulukları dini ve etnik
yönden ayırmadan eşit muameleye tabi tutmaktaydılar ki bunun nedeni insanı temel
almalarından kaynaklanmaktadır. Türk hakanı, Göktürk yazıtlarına göre;
kişioğlunun, yani insanoğlunun hepsi üzerine hakan olarak oturmuştur. Tanrının
buyruğuna göre hizmet ve adaletini, bütün insanlığa paylaştırmak zorundadır. Bu
324
ADEM TUTAR
durum Türk Devlet geleneğinde dünyayı adalet ile idare etme fikrinin büyük bir
ülkü haline gelerek sistemleşmesini sağlamıştır. Türkler İslamiyet’e girdikten sonra
da, İslam’ın kul hakkına verdiği önemin farkında olduklarından, kurmuş oldukları
devletlerde tebaaya daima adil davranma yolunu tutmuşlardır. Türk İslam
devletlerinde çeşitli din ve mezhepten kütlelerin, geleneklerine müdahale
edilmeksizin hayatlarının idamesi, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde de devam
ederek günümüze kadar gelmiştir. Yavuz Sultan Selim 1517 yılında Ortadoğu’nun
büyük bir kısmını Osmanlı hâkimiyetine alarak bölgede dört asır sürecek nizamın
sağlanmasını temin etmiştir2.
2 Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi II, İstanbul 1993, s. 72 vd.
3 İsmail Soysal, Tarihçeleri ve Açıklamaları İle Birlikte Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları I. Cilt
(1920-1945), Ankara 1989
325
KIYAMET1
UYAN
Baksana kim boynu bükük ağlayan?
Hakk-ı hayatın senin ey Müslüman!
Kurtar o biçareyi Allah için,
Artık ölüm uykularından uyan!
Bugün Ortadoğu’da ve dünyanın muhtelif bölgelerinde cereyan eden zulüm
ve adaletsizliğin, kıyametin kopmasına sebep olacak alametlerden olduğuna dair
Kur’an’da ve hadislerde bazı bilgiler bulunmaktadır. Ebû Hureyre’den (ra) rivayet
edildiğine göre; Resulullah (sav) bir mecliste konuşurken çölden bir bedevi geliyor
ve kıyamet ne zaman kopacak, diye soruyor. Resulullah (sav) sözünü bitirince;
“kıyameti soran nerede, diye sordu”. Bedevi; işte benim, ey Allah’ın Resulü,
deyince; Resulullah (sav); “sorumluluk yitirildiği zaman kıyameti bekle” diye
buyurdu. Yine Bedevi; ey Allah’ın Resulü, sorumluluğun yitirilmesi nasıl olur, diye
326
ADEM TUTAR
sordu. Resulullah (sav); “iş (yönetim) ehil olmayan kimselere verildiğinde kıyameti
bekle” diye buyurdu4. Allah Teala emanetin ehline verilmesi hususunda Nisâ suresi
58. ayette; “Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar
arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar
güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.” diye
buyurmaktadır.
4Muhyiddin en-Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn –Metin ve Çeviri- III, (çev. M. Özavşar, B. Erul), Ankara
2013, s. 368
327
KIYAMET1
SONUÇ
Bu gün insanlığın içerisinde bulunduğu zülüm ve adaletsizliğin kıyametin
kopmasına sebep olacak boyutlara ulaştığını Resulullah (sav)’in hadisleri ve
Kur’an’daki ayetler işaret etmektedir. Müslümanlar için önemli olan, kıyametin ne
zaman kopacağını bilmek değil, kıyametin kopmasıyla başlayacak olan ebedi
hayata gerektiği şekilde hazır olabilmektir. Bu nedenle Türk Milleti insanlık
tarihinde son imtihanını veriyor olabilir. Bu durumda Türk Milleti tarihi görevine
uygun davranırsa geçecek süre içerisinde hem kendi hayatiyetini onurlu bir şekilde
idame ettirir hem de İslam toplumlarının hatta bütün insanlığın umudu olabilir.
Burada sözlerime bir dörtlükle son vermek istiyorum.
Zulüm daha da artacak,
Bu zulmü kim durduracak?
Ya Türk hakim olacak,
Ya Kıyamet kopacak!
328
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE
MARAŞLI ŞEHİTLER
GİRİŞ
Tarih boyunca stratejik, jeopolitik ve ticari bakımdan büyük bir öneme sahip
olan Yemen toprakları Arabistan yarımadasının güneyinde yer alır. Batıda
Kızıldeniz, güneyde Hint Okyanusu’nun Aden körfezi ile çevrili olması Uzak
Doğu’dan gelen ticaret yollarının Yemen’den geçerek Akdeniz’e ve de Avrupa’ya
ulaşması bakımından düşünüldüğünde Yemen’in coğrafik konumunun önemi daha
da artmaktadır.
Yemen, Osmanlı Devleti hâkimiyetinde kaldığı yaklaşık 400 yıllık dönemde
Osmanlı Devleti’ne en fazla isyan eden ve bu yüzden defalarca yeniden fethedilen
bir bölge olmuştur. Bu durumun değişik sebepleri olmakla birlikte ilk olarak
Yemenlilerin önemli bir kısmının Zeydî1 oldukları ve Osmanlı hilafetini hiçbir
zaman tam anlamıyla kabul etmedikleri için sık sık isyan ettikleri söylenebilir. İmam
unvanıyla kabileleri yöneten Yemen Şeyhleri vergi toplar, halkı istedikleri gibi
çalıştırırlardı. Zeydîler, kendi imamlarına sıkı bir şekilde bağlı olmalarından ötürü
onun her dediğini yaparlardı. Zeydi şeyhleri Osmanlı padişahlarını halife olarak
kabul etmemekteydiler. Bu yüzden de Osmanlı Devleti bölgede istediği şekilde bir
hâkimiyet kuramamıştır2.
1 Zeydî, Zeydiye mezhebine mensup olanlara denir. Zeydiye mezhebi 8. yüzyılda, Zeyd bin
Zeynelabidin tarafından önderliğinde kurulmuş olan Şii Mezhebinin kollarından biridir. Fıkıh
alanındaki görüşleri Hanefilik’e, Kelam alanındaki görüşleri ise Mutezile ve İmamiye mezheplerine
yakın olduğundan Şiilik ile Sünni mezhepler arasında yer alır.
2 Erhan Afyoncu, http://gizlenentarihimiz.blogspot.com.tr/2011/01/yemene-turku-bosuna-yaklmad.html
329
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
Osmanlı Devleti’nin Yemen ile ilgili sorunlarının bir diğer sebebi ise
Yemen’in jeopolitik ve stratejik konumu açısından taşıdığı önemi ve avantajı elinde
tutmak isteyen Avrupa devletleri olmuştur. Yemen’in Baharat ticaret yolu üzerinde
merkezi bir noktada yer alması özellikle 19. ve 20. Yüzyılda Yemen’i Avrupa
emperyalizminin çıkar odaklarından biri durumuna getirmiştir. Bilhassa Fransa,
İtalya ve İngiltere Yemen toprakları üzerinde iktisadi ve sosyal bir sömürüyü temel
alan emeller beslemişlerdir. Bu amaçla bölgeye misyoner ve casuslar gönderip halkı
isyana teşvik etmek, Osmanlı idaresinin etkisinin az görüldüğü bölgelerdeki kabile
şeyhi ve yöneticileri kışkırtarak onları Osmanlı Devletine karşı örgütlenmesine her
türlü destek olmak gibi çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardır3.
330
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
6 Osmanlı yöneticileri bölgede isyanlara karşı askeri tedbirler alırken bir yandan da Yemen sorununa
köklü çözümler bulmak için farklı arayışlar içine girmiştir. Bu anlamda Meclis-i Mebusan’da ve
hükümet nezdinde komisyonlar kurularak Yemen ıslahının çareleri aranmaya başlanmıştır. Yemen’de
görev yapmış askeri ve mülki erkân tarafından bölgedeki tecrübelerinden hareketle hazırlanan hatırat
ve layihalar yayınlanmıştır.
7 Çakaloğlu, C. “Yemen İsyanı ve Tokat Redif Taburu” Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. 1, (2009):
gönderilen takviye birliklerde yer alan askerlerin toplam sayısıdır. Bkz. İdris Bostan Yemen Maddesi,
DİA, s. 412.
9 Turgut Hatipoğlu, Yemen’in Osmanlı’dan Ayrılışı (Kopuşu), Dan: Yrd. Doç. Dr. Ender Gökdemir,
Basılmamış Yüksek lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara-2004. S. 84.
10 İdris Bostan Yemen Maddesi, DİA, s. 411.
331
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
Yemen’de baş gösteren isyanların askerî güçle bastırılması devlete ağır bir
maddi külfet getirmekle beraber ıslahat projelerinin de yeterince uygulanamaması
yüzünden Yemen halkının memnuniyetsizliği giderilememiştir. Fırka-i İhtiyatiye’nin
gönderildiği 1870 yılından, Osmanlı hâkimiyetinden çıktığı 1918 yılına kadar
Yemen’de çıkan bütün olaylar ve isyanlar göz önüne alındığında çok sayıda asker
şehit düşmüş ve yaralanmıştır.
Materyal ve Yöntem
Bulgular ve Yorum
Numarası
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
R. 21
Evli
Mayıs
Kel (Zevc Yemen'
21 Hopur Müteveffa Gülsü R. 1285 1327
1 376 8/3 İbrahi Hasan esi de 42
0 Köyü Hasan m M. 1869 M. 3
m Oğlu Cenne Redif'te
Haziran
t)
1911
332
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
Müteselsil
Numarası
Numarası
Mahalle Şehidi Doğum Mede Şehit Şehit
Klasör
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
R. 21
Evli
Mayıs
Hacı (Zevc Yemen'
21 Camuz Müteveffa R. 1290 1327
1 377 Eyüplü 36 Esme Ali esi de 37
0 Oğlu Ahmet M. 1874 M. 3
Köyü Gülsü Redif'te
Haziran
m)
1911
R. 31
Evli
Mayıs
Çopur Mütev (Zevc Yemen'
21 Fettahoğl Müteveffa R. 1294 1327
1 378 24 Ömer effiye Kadir esi de 33
0 u İbrahim M. 1878 M. 13
Oğlu Hüsna Hatice Redif'te
Haziran
)
1911
R. 21
Evli
Mayıs
Çolak (Zevc Yemen'
21 Bulanık Mehme R. 1290 1327
1 380 13/4 Hüseyi Mehmet Aişe esi de 37
0 Köyü t M. 1874 M. 3
n Oğlu Fatma Redif'te
Haziran
)
1911
R. 7
Evli
Temmu
Ali Mütev (Zevc Yemen'
21 Müteveffa R. 1291 z 1327
1 381 Kemallı 24/2 Veli'ni effiye Hacı esi de 36
0 Ali Veli M. 1875 M. 20
n Oğlu Fatma Durdi Redif'te
Temmu
ye)
z 1911
R. 24
Evli Mayıs
Yemen'
21 Emir Hüseyi R. 1293 (Zevc 1327
1 382 İmallı 12/3 Mehmet Fatma de 34
0 Oğlu n M. 1877 esi M. 6
Redif'te
Esme) Haziran
1911
R. 24
Evli Mayıs
Yemen'
21 Kılağlı Mıstık R. 1291 (Zevc 1327
1 384 30/2 Halil Hatice Halil de 36
0 Köyü Oğlu M. 1875 esi M. 6
Redif'te
Esme) Haziran
1911
R. 25
Evli
Mayıs
Boz Mütev (Zevc Yemen'
21 Kılağlı Müteveffa R. 1295 1327
1 385 36 Ahmet effiye Mıstık esi de 32
0 Köyü Ahmet M. 1879 M. 7
Oğlu Aişe Emine Redif'te
Haziran
)
1911
R. 27
Evli
Mustaf Mayıs
(Zevc Yemen'
21 Kılağlı a Müteveffa Ümmü Mustaf R. 1294 1327
1 386 17/1 esi de 33
0 Köyü Cin Mehmet han a M. 1878 M. 9
Hatice Redif'te
Oğlu Haziran
)
1911
R. 10
Evli
Mayıs
Mütev (Zevc Yemen'
21 Kılağlı Dilki Müteveffa R. 1292 1327
1 387 26 effiye Ali esi de 35
0 Köyü Oğlu Osman M. 1876 M. 23
Hatice Durdi Redif'te
Mayıs
ye)
1911
R. 22
Evli
Ali Mayıs
Mütev (Zevc Yemen'
21 Önsen Süley Müteveffa R. 1294 1327
1 388 77/1 effiye Hasan esi de 33
0 Hopuru man Mehmet M. 1878 M. 4
Elife Emine Redif'te
Oğlu Haziran
)
1911
333
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
Müteselsil
Numarası
Numarası
Mahalle Şehidi Doğum Mede Şehit Şehit
Klasör
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
R. 10 T.
Evli
Evvel
(Zevc Yemen'
21 Önsen Saçaklı Müteveffa Hüseyi R. 1293 1327
1 389 4/1 Fatma esi de 34
0 Hopuru Oğlu Ahmet n M. 1877 M. 23
Zeyne Redif'te
Ekim
p)
1911
R. 24 T.
Evli Sani
Çergü? Mütev Yemen'
21 Önsen Müteveffa R. 1290 (Zevc 1327
1 390 43 Çerkö? effiye Ali de 37
0 Hopuru Hasan M. 1874 esi M. 7
Oğlu Fatma Redif'te
Elife) Aralık
1911
R. 21
Mayıs
Yemen'
21 Önsen Durdu Müteveffa R. 1295 1327
1 391 59/1 Aişe Musa Bekâr de 32
0 Hopuru Oğlu Hamza M. 1879 M. 3
Redif'te
Haziran
1911
R. 26
Evli
Mayıs
Yetim (Zevc Yemen'
21 Önsen Müteveffa Abdull R. 1295 1327
1 392 61/3 Çolak Fatma esi de 32
0 Hopuru Abdullah ah M. 1879 M. 8
Oğlu Melek Redif'te
Haziran
)
1911
R. 19 K.
Evli
Sani
Kara Mütev (Zevc Yemen'
21 Orçan 194/ Müteveffa R. 1290 1327
1 393 Ahmet effiye Ahmet esi de 36
0 Köyü 1 Ömer M. 1874 M. 1
Oğlu Elif Döndü Redif'te
Şubat
)
1912
R. 25
Evli
Mayıs
Kara Mütev Koca (Zevc Yemen'
21 Orçan 205/ Müteveffa R. 1294 1327
1 394 Mustaf effiye Mustaf esi de 33
0 Köyü 1 İbrahim M. 1878 M. 7
a Oğlu Eşe a Emine Redif'te
Haziran
)
1911
R. 24
Evli
Mayıs
Hüdav (Zevc Yemen'
21 Orçan 109/ Müteveffa R. 1291 1327
1 395 erdi Esme Ömer esi de 36
0 Köyü 1 Mehmet M. 1875 M. 6
Oğlu Rukiy Redif'te
Haziran
e)
1911
R. 29
Evli
Mayıs
Meşin (Zevc Yemen'
21 Orçan Müteveffa R. 1294 1327
1 396 29/1 Ahmet Huri Veli esi de 33
0 Köyü Ahmet M. 1878 M. 11
Oğlu Hüsna Redif'te
Haziran
)
1911
R. 24
Evli Mayıs
Kara Mütev Yemen'
21 Orçan 130/ İbrahi R. 1290 (Zevc 1327
1 397 Mustaf Mehmet effiye de 37
0 Köyü 2 m M. 1874 esi M. 6
a Oğlu Hatice Redif'te
Elif) Haziran
1911
R. 23
Mayıs
Yemen'
21 Orçan Aşkar R. 1296 1327
1 398 31/2 Ali Bağdat Osman Bekâr de 31
0 Köyü Oğlu M. 1880 M. 5
Redif'te
Haziran
1911
334
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
Müteselsil
Numarası
Numarası
Mahalle Şehidi Doğum Mede Şehit Şehit
Klasör
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
R. 10
Nisan
Yemen'
21 Önsen Arap Müteveffa R. 1283 1327
1 399 41/1 Huri Halil Bekâr de 44
0 Köyü Oğlu Mehmet M. 1867 M. 23
Redif'te
Nisan
1911
R. 28
Evli
Nisan
Veli? Mütev (Zevc Yemen'
21 Önsen 101/ Müteveffa Hüseyi R. 1289 1327
1 400 Ali effiye esi de 38
0 Köyü 2 Ali n M. 1873 M. 11
Oğlu Melek Zeyne Redif'te
Mayıs
p)
1911
R. 28
Evli
Mart
(Zevc Yemen'
21 Önsen 132/ Davud Müteveffa Ümmü R. 1289 1327
1 401 Ökkeş esi de 38
1 Köyü 1 Oğlu Mehmet han M. 1873 M. 10
Emine Redif'te
Nisan
)
1911
R. 20
Evli Mayıs
Mütev Yemen'
21 Önsen Çinçin Müteveffa Mehme R. 1292 (Zevc 1327
1 402 57/2 effiye de 35
1 Köyü Oğlu İbrahim t M. 1876 esi M. 2
Eşe Redif'te
Elif) Haziran
1911
R. 20
Evli
Mayıs
(Zevc Yemen'
21 Baş Alıc İbrahi R. 1295 1327
1 403 20/2 Mehmet Eşik? esi de 32
1 Dervişli Oğlu m M. 1879 M. 2
Selver Redif'te
Haziran
)
1911
R. 24
Evli Mayıs
Mütev Yemen'
21 Baş Taze Mahmu R. 1296 (Zevc 1327
1 404 14/2 Abdullah effiye de 31
1 Dervişli Oğlu t M. 1880 esi M. 6
Elife Redif'te
Eşe) Haziran
1911
R. 29
Evli Mayıs
Yemen'
21 Baş Antepli Müteveffa R. 1290 (Zevc 1327
1 405 38 Elife Hasan de 37
1 Dervişli Oğlu Ali M. 1874 esi M. 11
Redif'te
Aişe) Haziran
1911
R. 25
Haziran
Ahmet Yemen'
21 Baltacı Müteveffa R. 1293 1328
1 419 Karadere 17/1 Fatma Duran Evli de 35
1 Oğlu Hüseyin M. 1877 M. 8
(Turan) Redif'te
Temmu
z 1912
R. 23
Mayıs
Yusuf Ali Maraş Yemen'
21 Müteveffa Mehme 1327
1 424 Hacılı 20/5 Bey Fatma R. 1297 Bekâr de 30
1 İsmail t M. 6
Köyü Oğlu M. 1881 Askerde
Mayıs
1911
R. 14
Şubat
2- Ali Bin R. 1298 1323
91 268 - 26 Hasan Emine - - Yemen 25
3 Hasan M. 1882 M. 27
Şubat
1908
335
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
Müteselsil
Numarası
Numarası
Mahalle Şehidi Doğum Mede Şehit Şehit
Klasör
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
R. 14
Ahmet Şubat
2- Bin R. 1298 1323
91 269 - 200 Mehmet Hatice - - Yemen 25
3 Mehm M. 1882 M. 27
et Şubat
1908
R. 14
Şubat
2- Dereli Mustaf R. 1297 1323
92 273 - 285 Osman Aişe - Mekke 26
3 Oğlu a M. 1881 M. 27
Şubat
1908
R. 28
Mart
Yemen'
2- 20 Elmalı Türk Mehme R. 1294 1328
374 27/1 Salman Elife Bekâr de 34
3 9 Köyü Oğlu t M. 1878 M. 10
Askerde
Nisan
1912
R. 25
Mayıs
Yemen'
2- 20 Elmalı Türk R. 1286 1328
375 27 Salman Elife Salman Evli de 42
3 9 Köyü Oğlu M. 1870 M. 7
Askerde
Haziran
1912
R. 24
Mayıs
Hopurlu Mütev Yemen'
2- 21 Şeref Müteveffa Abdull R. 1296 1327
533 Mea 4 effiye Bekâr de Silah 31
3 6 Oğlu Mustafa ah M. 1880 M. 6
Şerefoğlu Eşe Altında
Haziran
1911
R. 22 T.
Silah
Kevser Evli Sani
Atında
2- 21 Panayırde ? R. 1294 (Zevc 1327
535 30 Mustafa Eşe Durdu Harb-i 33
3 6 re Kötü? M. 1878 esi M. 5
Yemen'
Oğlu Esma) Aralık
de
1911
R. 22
Evli
Mütev Mayıs Silah
Kara (Zevc
2- 21 Budaklı Müteveffa effiye R. 1294 1327 altında
566 58 Meşin Hasan esi 33
3 7 Köyü Ali Ümmü M. 1878 M. 4 Yemen'
Oğlu Fatma
han Haziran de
)
1911
R. 1 K.
Hartlap Evvel
3- 27 Yeniyapa Halil Müteveffa Mustaf R. 1298 1328 Yemen
690 12 Fatma Bekâr 30
4 9 n Oğlu Ali a M. 1882 M. 14 Vilayeti
Köyü Aralık
1912
R. Urban
09.04.1 ile
312 Vuku
- - - - - - Salim - İsmail - - -
M. 21 Bulan
Haziran Müsade
1896 mede
R.
01.02.1
Merkez/Y Ali R. 1295 322
- - - - - Süleyman - - Hicaz 27
enicekale Kurt M. 1879 M. 14
Nisan
1906
336
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
Müteselsil
Numarası
Numarası
Mahalle Şehidi Doğum Mede Şehit Şehit
Klasör
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
R.
Topal 01.10.1
Cebel
Hasan Topal R. 1299 321
- - - Elbistan - - Ahmet - Sıhare' 22
Oğulla Hasan M. 1883 M. 14
de
rı Aralık
1905
R.
30.03.1
R. 1306 327 Çizan'd
- - - Pazarcık - - Ömer - İsmail - 21
M. 1890 M. 12 a
Haziran
1911
R.
31.01.1
Mehme Fazıl
314
- - - - - - Mehmet - t - - Ciheti'n -
M. 12
Efendi de
Nisan
1898
R.
19.10.1
Hamdi 322 Yemen'
- - - - - - Ömer - - - -
Efendi M. 1 de
Ocak
1907
R.
30.03.1
R. 1306 327 Çizan'd
- - - - - - Abdullah - Mevlüt - 21
M. 1890 M. 12 a
Haziran
1911
R.
17.09.1
R. 1305 327
- - - Elbistan - - Mamo - Köse - Akabe 22
M. 1889 30
Kasım
1911
Mehme
- - - - Ali - 1889 - 1332 Taif 27
t Ali
Lahiç
Mehme
- - - - Hüseyin - 1893 - 1331 Muhare 22
t Ali
besi
Medine
Sarı
-i
- - - - Oğulla Mustafa - Ali 1896 - 1332 20
Münevv
rı
ere
Hicaz
Topçu Kuvve-i
- - - - Oğulla Halil - Ali 1897 - 1332 Seferiye 19
rı Hastan
esi
337
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
Müteselsil
Numarası
Numarası
Mahalle Şehidi Doğum Mede Şehit Şehit
Klasör
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
Medine
Beyhaz
-i
- - - - Oğulla Mehmet - Ali 1897 - 1332 19
Münevv
rı
ere
Luhye
- - - - Osman - Ahmet 1893 - 1334 Harbi'n 25
de
Medine
-i
Münevv
Corık ere
- - - - Oğulla Mehmet - Ahmet 1881 - 1332 Hicaz 35
rı Müfetti
şliği
Hastan
esi
Biru
Cülcile
Gülcü
ile Biru
- - - - Oğulla Mehmet - Ahmet 1898 - 1333 19
Şerufe
rı
(Şeryufi
)
Fuyle
- - - Maksutlu - Mehmet - Ahmet 1881 - 1333 Müsade 36
mesi
Hamis
Ahzar
Emin Arasınd
- - - Elmalar - Oğulla Hasan - Veli 1890 - 1333 a Asi 27
rı Urban
Tarafın
dan
Sığırcı
İstaston
Mehme
u'nda
- - - - Hacı Durdu - t Seydi 1862 - 1332 54
Eşkıya
Efendi
Tarafın
dan
Hicaz
Fırkası'
na
Mensup
Süleym Medine
- - - - Hacı - 1896 - 1332 20
an -i
Münevv
ere
Hastan
esi
338
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
Müteselsil
Numarası
Numarası
Mahalle Şehidi Doğum Mede Şehit Şehit
Klasör
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
22.
Fırkaya
Mensup
- - - - Hüseyin - Yusuf 1887 - 1332 29
Medine
Hastan
esi
Meydan
- - - - İbrahim - İsmail 1889 - 1333 28
Harbi
Lahiç
- - - - Mehmet - Hasan 1893 - 1331 Muhare 22
besi
Bir-u
Veter'in
- - - - Hasan - Halil 1892 - 1332 Cenup 24
Şarkı'n
da
Cidde
- - - - Ali - Durdu 1893 - 1331 Hastan 22
esi
339
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
26 1 1,5% 38 2 3,0%
27 3 4,5% 42 2 3,0%
28 1 1,5% 44 1 1,5%
29 1 1,5% 54 1 1,5%
30 2 3,0% Bilinmiyor 3 4,5%
31 3 4,5%
45% 44%
Evli: 29
Bekar: 7
11% Tespit Edilemeyenler: 30
340
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
Tablo 3: Yemen’de Şehit Düşen Maraşlıların Şehit Oldukları Yıllara Göre Dağılımı
1% 1% 1% 2%
1% 1911: 34
1%
1916: 11
5% 1912: 5
5%
1917: 4
6% 1908: 3
8% 52% 1915: 3
1896: 1
1898: 1
17%
1905: 1
1906: 1
Grafik 2: Yemen’de Şehit Düşen Maraşlıların Şehit Oldukları Yıllara Göre Dağılımı
341
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
Şehit Şehit
Yerleşim Birimi Yerleşim Birimi
Sayısı Sayısı
Orçan Köyü 6 Hartlap Yeniyapan Köyü 1
Önsen Köyü 5 Hopur Köyü 1
Kılağlı Köyü 4 Hopurlu Mea Şerefoğlu 1
Önsen Hopuru Köyü 4 İmallı Köyü 1
Baş Dervişli Köyü 3 Karadere Köyü 1
Elmalı Köyü 2 Kemallı Köyü 1
Budaklı Köyü 1 Maksutlu Köyü 1
Bulanık Köyü 1 Merkez/Yenicekale Köyü 1
Elmalar Köyü 1 Panayırdere Köyü 1
Fettahoğlu Köyü 1 Yusuf Hacılı Köyü 1
Hacı Eyüplü Köyü 1 Bilinmiyor 24
Şehit
Yerleşim Birimi
Sayısı
Elbistan Kazası 2
Pazarcık Kazası 1
11 Bkz. Refet Yinanç-Mesut Elibüyük, Maraş Tahrir Defteri, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi
Araştırma ve Uygulama Merkesi Yay. C.1, Ankara, 1988, s. 41-591.
342
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
Unvan Sayı
Efendi 3
Kurt 1
Koca 1
12 Nuri Köstüklü, Sosyal Tarih Perspektifinden Yalvaç’ta Aile (1892-1908), Güney Ofset, Konya,
1996. Ayrıca bkz. Nuri Köstüklü, “Çanakkale’de Şehit Olan Ilgınlılar”, Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, Cilt: XXVI, Sayı: 77 (Ayrı Basım), Ankara, Temmuz 2010, s. 277.
343
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
isimlerinin yanında “Efendi (3), Kurt (1), Koca (1)” gibi unvanlara da sahip
oldukları anlaşılmaktadır.
344
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
Numarası
Şehidin Doğum
Sayfa
Hâne
Anne Medeni
veya Lakap Baba Adı Olduğu Olduğu Yaşı
Adı Adı Yeri/Tarihi Hali
Köyü Tarih Yer
R. 21
Mayıs
Kel Evli
Hopur Müteveffa R. 1285 1327 Yemen'de
1 210 376 8/3 İbrahim Gülsüm Hasan (Zevcesi 42
Köyü Hasan M. 1869 M. 3 Redif'te
Oğlu Cennet)
Haziran
1911
R. 21
Mayıs
Çolak Evli
Bulanık R. 1290 1327 Yemen'de
1 210 380 13/4 Hüseyin Mehmet Aişe Mehmet (Zevcesi 37
Köyü M. 1874 M. 3 Redif'te
Oğlu Fatma)
Haziran
1911
R. 24
Mayıs
Evli
Kılağlı Mıstık R. 1291 1327 Yemen'de
1 210 384 30/2 Halil Hatice Halil (Zevcesi 36
Köyü Oğlu M. 1875 M. 6 Redif'te
Esme)
Haziran
1911
R. 26
Mayıs
Yetim Evli
Önsen Müteveffa R. 1295 1327 Yemen'de
1 210 392 61/3 Çolak Fatma Abdullah (Zevcesi 32
Hopuru Abdullah M. 1879 M. 8 Redif'te
Oğlu Melek)
Haziran
1911
R. 25
Mayıs
2- Elmalı Türk R. 1286 1328 Yemen'de
209 375 27 Salman Elife Salman Evli 42
3 Köyü Oğlu M. 1870 M. 7 Askerde
Haziran
1912
R.
31.01.1314
Mehmet Fazıl
- - - - - - Mehmet - - - M. 12 -
Efendi Ciheti'nde
Nisan
1898
Mehmet
- - - - Ali - 1889 - 1332 Taif 27
Ali
345
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
13
Nuri Köstüklü, “Çanakkale’de Şehit Olan Yalvaçlılar”, Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi, Cilt XX, Sayı 58’den Ayrı Basım, Ankara, Mart 2004, s. 307.
346
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
SONUÇ
347
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
KAYNAKÇA
Bostan, İdris, Yemen Maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA),
C.43, 2013
http://gizlenentarihimiz.blogspot.com.tr/2011/01/yemene-turku-bosuna-
yaklmad.html
348
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
EKLER
349
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
350
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
351
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
352
ŞEHİTLER ÂBİDESİ
Celâl PEKDOĞAN
353
ŞEHİTLER ÂBİDESİ
25 Aralık 1931 Cuma günü saat on dörtte Halk Fırkası binasında Vali
Bey’in başkanlığında Fırka erkânı, Belediye Reisi ve şehrin ileri gelenleri
toplanarak Şehitler mezarlığının Çınarlı camiine nakl edilerek orada bir âbide
inşasını kararlaştırırlar. Bu toplantıda Vali Beyin başkanlığında bir komisyon
oluşturulur. Bu komisyonda faal vazifeyi Halk Fırkası yerine getirecek ve komisyon
haftada iki kez toplanacak, halktan kabul edeceği teberruat ile âbidenin inşasına
çalışacaktır3.
Halk Fırkası Re’isi Ömer Asım [Aksoy], Ahmet Muhtar [Göğüş], Doktor
Mecit [Barlas], Gepgepzâde Mustafa ve Asım, Samlızâde Hacı Ökkeş, Lokantacı
Sait ve Ali Nadi [Ünler]’den oluşan Şahin Bey ve Şehitler Âbide Komisyonu, Vali
Bey’in başkanlığında, 28 Haziran 1932 Salı günü saat on beşte vilâyet makamında
ilk içtimaını yapar ve âbide mahalli ittihaz olunacak Çınarlı camiinin krokisinin
alınmasına ve her Pazar vilâyet makamında toplanarak bu işle iştigal edilmesine
karar verir4. Komisyon, 3 Temmuz 1932 Pazar günü saat on beşte Vali Beyin
başkanlığında yine toplanır ve bazı görüşmelerden sonra 4 Temmuz Pazartesi günü
saat on beşte toplanmak üzere dağılır5.
354
CELÂL PEKDOĞAN
Muhtar, Mollazâde Yahya, Reşit Büdeyri, Mamat Ağazâde Ali ve Ali Nadi Beyler
tarafından halka arz edilir ve biletler halk tarafından büyük bir iştiyakla alınır6.
355
ŞEHİTLER ÂBİDESİ
Ziraat Bankası 15
Osmanlı Bankası 10
İş Bankası 10
356
CELÂL PEKDOĞAN
Doktor Saip 10
Kebapçı Esnafı 5
Lokantacı Sait Efendi 5
357
ŞEHİTLER ÂBİDESİ
Şehit Şahin Bey Âbidesi için temin edilen para ile inşasına başlanacak olan
Anma Taşı’nın projesi için Nafia Dairesince bir proje hazırlanır ancak Halk Fırkası,
projenin daha mükemmel olması için o sırada İstanbul’a hareket eden Doktor Mecit
Beyefendiden münasip bir projenin yaptırılması hususunda ricada bulunur. Mecit
Bey, İstanbul Sanayi-i Nefise Mektebi muallimlerinden Sırrı Beye bir proje
yaptırarak getirir10.
358
CELÂL PEKDOĞAN
süvari ve topçu askerler geliyordu... Alay Belediye önünde durdu. Liseden Hayri
Ayas tarafından heyecanlı bir ayta dinlendi....”14. Önemine binaen bu aytayı buraya
aynen almayı uygun gördük :
“Kahraman Antepliler,
Kahraman Yurttaşlarım,
Soyumuzun çelik elleriyle açtığı tarihe Antep adlı secaat ve şereften örülü
bir zafer çelengi koyduk, ne büyük armağan!.. Ey bu büyük armağan sahipleri; koca
bir düşman ordusuyla, şerefle, secaatle, kahramanca çarpıştın. Esir olamazdın,
çünkü sen Çanakkale’deki altmış beş bin şehidin kanını taşıyor, çünkü sen
Atilla’nın torunu ve Cengiz’in evlâdıydın. Ve çünkü sen tek bir kelime ile Türk’tün.
Sana saldıranlar bundan bihaberdiler ne acı gaflet!
Aziz şehitlerimiz,
Bu koca orduya karşı güvendiğin hiç bir şeyin yoktu, yalnız ve yalnız
köpüren, taşan bir idealin, kabaran bir göğsün vardı. Düştükçe kalktın; duruldukça
dirildin; savaştıkça azmin arttı, bir çığ gibi büyüdü, yavrusunu kaptırmış aslanlar
gibi savaştın. Namlundan çıkan kurşun değil, savletin, savletin değil idealindi.
Savaşın köpüren bir imanın, güvenilen bir aşkın savaşıydı. Ruhun, hâlâ şu ilâhi
tepelerden, kırık emellerle kaçan düşmanı ve ölmez eserlerini seyrediyor, ne büyük
saadet!..
359
ŞEHİTLER ÂBİDESİ
kaynaktan içtik. Son durağınızda rahat uyuyun. Eserinize bayrıyız, bayrı kalacağız.
Emanetinizin ebedî bekçisiyiz”15
Anıtın açılışı Cumhuriyet Halk Fırkası İlyön kurulunca filme aldırılır. Film
çok iyi çekilmiş olup törenin bütün safhalarını canlandırmaktadır. Adana kazanç
temyiz komisyonu azasından bay Reşat, maddi hiç bir menfaat gözetmeyerek sırf
milli bir duygu ile Adana’dan Gaziantep’e gelerek küçük amatör makinesiyle anıtın
açılışını filme almıştır. Bu film birkaç gün sonra Ocak ayının ilk yarısı içinde
Halkevinde yeni açılan sinemada halka gösterilmiş ve çok beğenilmiştir17.
Dolayısıyla Halit Ziya Biçer arşivinden alınarak Balat Şirketler Gurubu tarafından
1999 yılının 25 Aralık günü halka gösterilen film ilk kez gösterilmiş değildir.
360
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE
OKULLAŞMA ÇABALARI
ÖZET
İstanbul ‘un fethini izleyen iki yüz yılda Türk soylu olmayan sadrazamların
sayısı,. Türk soylu vezirlerin tam yedi katı kadardır. Pencik Oğlanları ve Devşirme
kanunları bir anlamda devletin yıkılışını hızlandıran yasalar olmuşlardır. Devşirme
Kanunu uzun vadede Türk toplumu içinde hiçbir inancı bulunmayan, tam manasıyla
kozmopolit, acımasız. ahlâk anlayışı olmayan, çapulcu, egoist, şahsi hırs ve
çıkarları için her türlü işe teşebbüs etmekten çekinmeyen büyük bir gurubun
teşekkül etmesine sebep olmuştur. Bu organize gurup, ileri dönemlerde Yahudi
dönmeleriyle bütünleşecek, azınlıklarla işbirliği yapacak ve bu azınlıklar aracılığı
ile Avrupa’daki soydaşlarıyla bağlantı kurarak Tanzimât-Islahât Birinci ve İkinci
Meşrutiyet girişimlerinde devlete karşı savaşacak, hattâ Cumhuriyet Türkiye ‘sinin
Atatürk’ün önderlisindeki bağımsızlık mücadelelerinde de Türk Milletinin
bütünlüğünü savunanlara karşı çıkacaklardır. Amerikalı Prof. Earle’ün belirttiğine
göre bu azınlıklardan biri olan Ermenilerin, bu okullarda dillerini, geleneklerini
361
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
362
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
OTTOMAN EMPIRE
Abstract
An overall assessment made about the Ottoman State in the bureaucratic sense
points that the Turks were only given the chance to climb the ladder “ulema” and as
possible the Turks were tried to keep a w ay from the positions that dominated the
administration of the State.
Two hundred years following the conquest of İstanbul, the number of non-
noble Turkish Grand Viziers was seven times of the number of Turkish noble
Queens. The custom known as “Pencik” and the system of Devshirme became the
laws that accelerated the fail of the State. The act of Devshirme in the long term
within the Turkish society had lead to enterprises of a large group that didn’t not
have any belief in the strict sense cosmopolitan, violent, indecent, plunderer, selfish
and didn’t hesitate to attempt in ali kinds dastardliness for their own personal
ambition and interests. This organized group in the next period would integrate to
the Jews, cooperate with the minorities and through these minorities by establishing
links with Europe, they would fight against the government in Tanzimat period and
First and Second Constitutional Era. For the power struggle in the Republic of
Turkey that group woüld also be up against the people who tried to defend the
integrity oj the Turkish nation. According to American Professor Earle, it is
understood that in those schools, one qf these minorities, the Armenians, have learnt
to keep their language and traditions superior and they have been familiar with the
political, social and economical ideals of progress of the West. Thus, as it is seen
clearly today, minorities have had the principle to be displeased with their existent
condition and feel a sense of superiority against the neighboring Muslim villagers.
In this article, it has been tried to be highlighted that in the long-term power
struggle of foreigners, establishing their schools in the areas dominated by Ottoman
Empire especially in the geopolitical sense of the importance would cause an
increasing negativity and subsequently it has been tried to be found an assessment
in terms of the results that similar developments will generate today.
363
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
Giriş
Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu adlı eserde “Osmanlı” kavramı için “Etnik değil
sadece politik bir tabir olan Osmanlı kelimesi eski vak’a-nüvisler de ‘daima devlet
hizmetinde bulunan ve devlet bütçesinden geçinen hâkim ve müdür’ sınıfı manasını
ifade eder” denilmektedir (Köprülü: 1999). Başka bir deyişle, Osmanlı diye
tanımlanan kişinin şu ya da bu etnik gruptan olmasının bir önemi yoktur. İster Türk,
ister Rum, isterse Sırp-Arnavut vb. olsun, eğer o kişi, devlete hizmet ediyor ve
geçimini devletten sağlayan biri ise o Osmanlıdır. Bu nedenle de, Osmanlı =Türk
demek bir yanılgıdır.
364
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
Kuruluş sürecinde yenen ile yenilenin kaynaşarak bir yönetici kesimin ortaya
çıkması zeminini hazırlayan da aynı gerçek değil midir? Fatih ile birlikte, üstelik
Çandarlı Halil Paşa öldürülerek Türklerin devletin yönetiminde ki gücü kırılmış
vezirlerin hemen hemen tümü Türk kökenli olmayanlar arasından seçilmiştir. Fatih
döneminin önde gelen devlet adamlarından Şehabettin Paşa, Zağanos Mehmet Paşa,
Mahmut Paşa, Gedik Ahmet Paşa, Rum Mehmet Paşaların hepsi devşirmedir. Bu
noktada, Osmanlı Devletinin neden önce Balkanlar’da iyice güçlendikten sonra
Anadolu’daki Türk Beyliklerine karşı topraklarını genişletmeye gittiği sorusu
kendiliğinden cevaplanmaktadır. Tarihsel gelişim düşünüldüğünde, tam yerinde bir
görüş olarak nitelendirebileceğimiz Gibbons’un Avrupa’dan Anadolu’nun
fethedilebileceği, fakat Anadolu’dan Avrupa’nın her hangi bir parçasının ele
geçirilemeyeceği biçiminde özetlenebilecek olan görüşü daha bir kolaylıkla
anlaşılabilecektir.
365
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
366
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
ise bir sürecin neticeleriydi. Nitekim Osmanlı yönetici zümresini teşkil eden
“kul”lar, kökenleri itibarıyla köle olsalar bile, belli mevkilere gelirken azat
ediliyorlar ve sivil statü itibarıyla özgür oluyorlardı. Bunlar her türlü hukukî
tasarrufa yetkiliydiler ve kendileri de bir sürü “köle” sahibi olabiliyorlardı. Bunların
sultana bağlılıkları, şer’î dünya görüşünün de pekiştirdiği mutlak bir itaat ve sadakat
bağlılığıydı. Bu bağlılık, şeklî olarak Batı feodalizminin “vassal”lık ilişkilerinin
yoğun bir biçimine benziyordu. Belki bu bile şüpheliydi ve sosyolojik plânda
oluşturulan hiziplerin padişaha karşı cephe aldığı, onu frenlediği ve hatta bazen
iktidardan düşürdüğü, sonraki dönem Osmanlı tarihinde tanık olunan olaylardandı.
Kölelik mutlak bir statü değildi ve İstanbul’un fethi sonrasında olduğu gibi köleler
özgürlüklerine kavuşabilirlerdi. Bu durum ya sahiplerinin arzusu ile ya da
özgürlüğün satın alınması biçiminde gerçekleşebiliyordu. Trakya’da, İstanbul
civarında ve Batı Anadolu’da rastlanan birçok çiftliğe yerleştirilmiş olan “ortakçı
kullar” daha çok sultan haslarında ve bazı yüksek yöneticilerin mülk ve vakıf
çiftlikleri üzerinde yerleştirilmiş köylülerdi. Gerçekte, Osmanlı Devleti, görünüşte
Müslüman, ama hala özünde Hıristiyan olanları çatısı altında barındıran bir devlet
olacaktır. Çiftliklerde çalıştırılan köleler sonraki dönemlerde toprağa aynî rant
vermek üzere yerleştirilen ortakçı kullara dönüşmektedirler. XV. yüzyıl sonunda İş
ve Sanayi Hayatında Kölelerin 6-8 yıl çalıştıktan sona azat olup patronluğa bile
geçtiklerine dair bilgiler de mevcuttur.
367
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
368
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
Bu asırda idare muhitinde Türklük hissi bil-külliye meçhul olup, ciheti camialı
bir İslâmiyet’ten ibaret kalmıştı. Evet, Rum Rumluğa, Arnavut Arnavutluğa, İtalyan
İtalyanlığa, Arap Araplığa, Yahudi Yahudiliğe hizmet hissini diri tutarken;
“Türklük hissi bil-külliye meçhul” idi” (Ergin: 1977).
369
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
370
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
371
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
Fatih İstanbul’u almadan önce Rum Patriği 1450’de, II. Anastasios’un istifası
ile boşalmıştı. İstanbul’un fethinden sonra Fatih, Ortodoks Rum Cemaatini yeniden
372
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
373
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
374
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
375
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
Dini amaçlı eğitim yapabilme izni hiçbir zaman bir kapitülasyon ayrıcalığı
sayılmaz Bu imtiyaz zamanla giderek bir hak olmuştur. Önceleri ticaret yapabilme
izninin yanı başında kendi dillerinde âyin yapabilme ve kendi gelenek görenekleri
çizgisinde hayatlarını sürdürme izni almışlardı. Başlangıçta dini niteliği ağır basan
bir eğitim düzenini benimseyen ve dolayısıyla da kiliselere bağlı kurumlar hâlinde
teşkilatlandıran bu okulların yanında elçilikler de birer “Elçilik Okulu” açmışlardır.
Bu okullar bir süre sonra, amaçları dışına çıkarak birer yabancı devlet okulu olarak
faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.
376
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
Dil Oğlanları Koleji uygulamasında ortaya çıkan durum, Fransa’nın iki yoldan
hareketle siyasi tesir ve etkinliğini artırma çabası içinde olmasıdır. Hem elçiliği için
okul açıyor, hem de Katolik Dünyasının hamisi gibi davranıp mezhep kuruluşlarını
kendi amaçları için denetim altına alarak cemaatleri kullanıyordu. Bu sadece
377
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
Yabancı devletlerin aldıkları dini serbesti, okul açmaları gibi bir sonucu
doğurmanın ve siyasi bir etkileme çalışmasını başlatmanın yanında, çok önceleri
çeşitli tarikatlardan misyonerlerin de Osmanlı topraklarına gelmesine yol açmıştı.
Kapusenlerden (Capucin) evvel birçok misyoner İstanbul’a gelmişti.
XIII. yüzyılın ilk yarısı içinde Avrupa’da iki büyük Katolik tarikatı
kurulmuştu. Fransisken (Fransiscain) ve Dominikken (Dominicain) tarikatlarının
yetiştirdiği misyonerler 1220 ile 1232 yılları arasında da bir yandan İstanbul’a bir
yandan da Filistin’e gelmişlerdi. Daha sonra 1583’te de Cizvitler (Jesuites)
İstanbul’a geldiler.
378
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
ruhu için İstanbul’da bütün Latin kiliselerinde ayinler yapılmıştı. Bütün bu işleri
tertipleyen Fransa ve Fransız Büyükelçileri, Osmanlı Latinleri üzerinde Fransa’nın
himayesini kurmaya ve güçlendirmeye çalışıyorlardı. Zamanla da himaye
kuvvetlendi. Osmanlı Devleti’nden giderek kapitüler nitelikte hak ve imtiyazlar
elde ettiler.1604, 1673 ve 1740 tarihli kapitülasyon fermanlarına ticari imtiyazlar
çerçevesinde himayeye dair maddeler kondu (Polvan: 1952).
379
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
380
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
381
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
durak yeri açıp, özellikle ABD’nin yararına olacak biçimde yeni bir Haçlı Seferi
yürütmüşlerdir.” ifadelerini kaydetmektedir.
382
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
SONUÇ
383
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
Üstelik Halide Edip Adıvar örneğinde olduğu gibi Kurtuluş Savaşımızın çok
önemli simalarından bazılarının bu okullarda öğretmenlik ve müfettişlik gibi
görevlerde bulunduğu düşünülürse, işin önem boyutu daha iyi anlaşılacaktır.
Konunun günümüzde gelişen olaylar anlamındaki değerlendirmesi de bu bağlamda
büyük bir önem arz etmektedir.
384
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
KAYNAKÇA
385
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
386
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
ÖZET
387
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
SUBTRACT
388
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
GİRİŞ
1 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Basımevi
Ankara 1884. s.2; Cahit Baltacı, XV-XVI Asırlarda Osmanlı Medreseleri Teşkilat- Tarih, İrfan
Matbaası İstanbul 1976, s.16.
2 T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, 166 Numaralı
Muhâsebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri (937/1530) Hudâvendigâr, Biga, Karesi, Saruhân, Aydın,
Menteşe, Teke ve Alâiye Livaları “Dizin ve Tıpkı Basım”, Ankara 1995, s.156.
3 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Hazırlayan: Mümin Çevik, İstanbul 1996, 9/28-29.
4 Osmanlı Devleti’nin son döneminde Alanya halkı, , gençlerin Alanya dışında bulunan medreselerde
eğitim görmesi konusunda hassas davranmış; bunlardan bir kısmı Osmanlı Devleti’nde mahkemelere
kadı yetiştirmek için 1854 yılında Muallimhane-i Nüvvâb isimi ile İstanbul’da kurulan, daha sonra
Mekteb-i Nüvvâb, Mekteb-i Kudât, Medresetü’l Kudât ismini alana medresede okumuşlardır. Bu
medreseden 14 Mart 1858 ile 22 Ekim 1902 tarihleri arasında on yedi Alanyalı genç mezun olmuştur.
Bu konuda bakınız; Mehmet İpşirli, “Medresetü’l Kudât Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, İstanbul 2003, 28/343; İlmiye Salnamesi, Dârü’l Hilafeti’l Âliye Matbaa-i Amire 1334,
s.690-720.
389
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
mekteplerinde de 100 kız ve 250 erkek öğrenci öğrenim görüyordu. Yine Alanya
Rüşdiye Mektebi’nde 40 ve medreselerde de 62 öğrenci bulunuyordu5.
5 Ali Rıza Gönüllü, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Alanya (1908-1938), Ankara 2008, s.24.
6 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, İstanbul Asr Matbaası, 1321, s.596.
7 Başbakanlık Osmanlı Arşivi Maarif Nezareti Mektubi Kalemi (BOA. MF. MKT), nr.315/31, Lef.1.
8 Aynı Belge. Lef.2
9 Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Umûrı Mahalliye-i Vilâyât Müdüriyeti (BOA. DH.
UMVM), nr.151/59; Ayrıca bakınız, Ali Rıza Gönüllü, Cumhuriyet Döneminde Antalya (1923-1960),
İstanbul 2010, s.69.
10 BOA. DH. UVMM, nr.32/74
11 Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında Alanya’da orta dereceli bir okulun açılması için bir çalışma
yapılıp yapılmadığı bilinmemektedir. Ancak 1958 yılında Alanya’da Özel Lise Açma ve İşletme
390
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
2.1.1.Muallimler.
2.1.2.Muallimlerin Maaşı.
2.2.Ders Kitapları.
2.3.Teftiş ve Soruşturmalar.
Derneği kurulmuştur. Derneğin kurucuları Fuat Salur, Halim Tokuş, Mithat Tokuş, İzzet Azakoğlu,
Şevket Tokuş, Şevki Gücüoğlu, Muhittin Sadullahoğlu, Mevlüt Arıkan ve Ahmet Bekrioğlu idi. Bu
dernek tarafından Alanya Özel Lisesi 28 Eylül 1959 tarihinde hizmete açılmış ve 1959-1960 ders yılı
çalışmalarına başlamıştır. Alanya Özel Lisesi’nin açılış törenine Antalya Valisi Niyazi Akı da
katılmış ve bir konuşma yapmıştır. Bu konuda bakınız; A. R. Gönüllü, age, s.348.
12 Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, İstanbul 1989, s, 664.
13 Ferit Devellioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara 1998, s.902
14 Bayram Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, İstanbul 1980, s.148.
391
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
15 Cemil Öztürk, “Rüşdiye Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2008,
35/301.
16 B.Kodaman, age, s.150-151.
17 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, İstanbul Matbaa-i Amire 1286, s.3-7
18 age, s.8-9.
19 age, s.11.
20 age, s.11
21 age,s.9, 12
392
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
22 age,s.9
23 age,s.12
24 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, Dârü’l Hilâfeti’l Âliye Matbaa-i Amire, 1316, s.297-311.
25 age, s.311-325
26 age, s.311
393
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
Aded-i Dürûsunı Mübeyyin Cetvel, İnas Rüşdiyelerine Mahsus Ders Programı 27,
Umûm Mekâtib-i Rüşdiyeye Mahsus Olarak Bu Kere Tadilen Tertib Edilen Ders
Programı gibi metinler bulunmaktadır28.
Türkçe 7 6 4
Arabî 1 2 2
Farisî 1 2
Fransızca 3
Hesap 2 2 2
Hendese 1
Coğrafya 2 2 2
Tarih 2 2
394
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
Malûmât-ı Nâfıa 1 1 1
Hüsn-i Hatt 1 1 1
Resim 1 1 1
Toplam 18 20 23
31Tedrisat-ı İbtidaiye Kanun-u Muvakkati, Maarif-i Umumiye Nezareti, İstanbul Matbaa-i Amire
1329, s.3-16; C.Öztürk, agm, s.302.
395
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
Emin Bey’in eğitime yaptığı hayır işleri Alanya’da da devam etmiştir; Adı
geçen zat tarafından Alanya’da da hayır işlerinde kullanılmak üzere bir arsa
bağışlanarak, bu arsa üzerine masrafları mahalli hayırsever insanlar tarafından
karşılan, bir rüşdiye mektebi ile bunun bitişiğine bir cami inşa edilmişti. Bunun
üzerine Maarif Nezareti tarafından Zağra ve Alanya’da yapılan mektepler için icap
eden muallimlerin ve gerekli olan kitapların temini, ayrıca Emin Bey’in Terakki
Rütbesi ile taltif edilmesi Sadaret’ten talep edilmişti. Sadaret de bu konu hakkında
Maliye Nezareti’ne bilgi vermiş ve gereğinin yapılmasını istemiştir. Maliye
Nezareti’nden Sadaret’e verilen cevabi yazıdan; taşrada rüştiye mektebi muallim-i
evvellerine aylık 600’ar kuruş, muallim-i sanilerine aylık 300’er kuruş,
bevvaplarına aylık 100’er kuruş maaş ve yıllık 2000’er kuruş masarif-i müteferrika
ödenmekte olduğu anlaşılmaktadır. Maliye Nezareti’nin verdiği bu bilgi, Sadaret
tarafından Meclis-i Vâlâ’ya havale edilmiştir. Maarif Nezareti’nin talebi, Meclis-i
Vâlâ’da görüşülmüştür. Yapılan görüşme sonunda Emin Bey’e Terakki Rütbesi
verilmesi teklifi kabul edilmemiştir. Ancak Zağra ve Alanya’da inşa edilen rüşdiye
mektepler için gerekli olan kitap bedelleri ile muallim ve bevvaplara yukarıda
belirtilen miktarlarda maaşın tahsis ve tayin olunması talebi kabul edilmiştir. Daha
sonra konu hakkında padişah iradesi yayınlanmıştır. Sadaret tarafından 28 Ocak
1861 tarihinde Maarif Nezareti’ne gönderilen yazıda, padişah iradesi hakkında bilgi
verilmiş ve bu irade doğrultusunda gerekli işlemin yapılması, ayrıca ilgili
kaymakamlıkların bilgilendirilmesi istenmiştir33.
Merkezi yönetim ile taşra yönetimi arasında gerçekleşen bu bilgi akışından
bir müddet sonra, Alanya Rüşdiye Mektebi’ne muallim tayin edildiği
görülmektedir34. Ancak rüşdiye mektebinin Alanya’nın hangi mahallinde
32 Başbakanlık Osmanlı Arşivi Sadaret Mektubi Kalemi Meclis-i Vala Yazışmalarına Ait Belgeler
396
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
2.1.Muallimler
35 Alanya Rüşdiye Mektebi binasının, bugünkü Hayate Hanım İlkokulu’nun kuzey kesiminde
olabileceği söylenmektedir. Kaynak kişi; Haşim Yetkin, Alanya 1939 doğumlu. Emekli öğretmen.
36 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1285, s.87.
37 BOA. MF. MKT. nr.473/35. Lef.1; Bu muallimin ismi bazı yerlerde Abdülgaffar ve Abdülgafur
olarak geçmektedir. Bu konuda bakınız; Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1317, s.207; BOA. MF.
MKT. nr.435/6.
38 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, İstanbul Asr Matbaası, 1321, s.579.
39 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1322, s.166.
40 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1285, s.87.
41 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1303, s.316.
42 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, İstanbul Matbaa-i Amire, 1316, s.1157.
43 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, Dârü’l Hilâfeti’l Âliye Matbaa-i Amire 1319, s.1901.
44 BOA. MVL, nr.715/72.
45 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1303, s.316.
46 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1309, s.218.
47 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1291, s.79.
48 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1306, s.245.
49Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1317, s.207; BOA. MF. MKT. nr.435/6.
50 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, İstanbul Matbaa-i Amire, 1316, s.1157.
51 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1294, s.96.
52 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1296, s.152.
53 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1303, s.316.
54 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, İstanbul Matbaa-i Amire, 1316, s.1157.
55 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1317, s.207.
56 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, İstanbul Asr Matbaası, 1321, s.579.
397
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
Rıka (Hüs -i
Muallim-i Muallim- Muallim-i Hatt) Talebe
YILLAR Evvel i Sani Salis Ho ası Bevvâ sayısı
Yahya Sadullah
196859 Efendi Efendi Ali Efendi
Yahya Sadullah
60
1869 Efendi Efendi Ali Efendi
Yahya Sadullah
61
1870 Efendi Efendi Ali Efendi
Yahya Sadullah
62
1871 Efendi Efendi Ali Efendi
Yahya Sadullah
63
1872 Efendi Efendi Ali Efendi
Yahya Sadullah
64
1873 Efendi Efendi Ali Efendi
398
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
Yahya Süley a
1881 71
Efendi Ali Efendi Ağa
Yahya
72
1882 Efendi Ali Efendi
Yahya
188373 Efendi Ali Efendi
Yahya
74
1884 Efendi Ali Efendi
399
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
Efendi Efendi
Yahya Mehmet
76
1888 Efendi Efendi Arif Efendi
Yahya Mehmet
1889 77
Efendi Efendi Arif Efendi Hasa Ağa
Yahya Mehmet
1890 78
Efendi Efendi Arif Efendi Hasa Ağa
A dülgafur
Rüşdi Mehmet Ahmet Fehmi
189983 Efendi Efendi Efendi Efendi Mustafa Ağa 5284
A dülgafur
190085 94
Rüşdi Mehmet Ahmet Fehmi
gösterilmektedir. Bakınız; Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, Dârü’l Hilâfeti’l Âliye Matbaa-i
Amire 1317, s.1357.
85 Bu yıla ait Maarif Salnamesi’nde muallim-i sani olarak Yahya Efendi görülmektedir. Bakınız;
Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, Dârü’l Hilâfeti’l Âliye Matbaa-i Amire 1318, s1318; Ancak
Yahya Efendi 31 Ekim 1898 tarihinden itibaren emekliye ayrılmıştır. Bu konuda bakınız; BOA. MF.
MKT. nr.435/6
400
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
A dülgafur Abdurrah
Rüşdi Mehmet man Fehmi
86
1901 Efendi Efendi Efendi Efendi 33
Mehmet Abdurrah
Rahmi Sadullah man Fehmi
87
1903 Efendi Efendi Efendi Efendi 35
2.1.1.Muallimlerin Maaşı
Rüşdiye mektebinde görev yapan muallimlere ve diğer çalışanlara devlet
tarafından aylık olarak belli miktarda maaş verilmiştir89. Bu mekteplerin
muallimlerine ödenecek olan maaşlar ile ilgili olarak ilk düzenleme 1869 tarihli
Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile yapılmıştır. Bu nizamnamede rüşdiye
mekteplerinde görevli olan muallim ve diğer çalışanların maaşının vilayet maarif
idaresi sandığından karşılanacağı belirtilmiştir. Ayrıca rüşdiye mektebinde çalışan
muallim-i evvelin aylık maaşının 800 kuruş, muallim-i saninin aylık maaşının 500
kuruş, mubassırın aylık maaşının 250 kuruş ve hademenin aylık maaşının 150 kuruş
olacağı ifade edilmiştir. Yine bu görevlilere muhtelif masraflar için de yıllık 400’er
kuruş tahsis edileceği ifade edilmiştir90.
Ancak muallimlerin aldıkları maaşta zaman içinde bazı değişiklikler
meydana gelmişti. Bu nedenle aldıkları maaşın az olduğunu düşünen bazı rüşdiye
mektebi muallimleri, maaşlarının arttırılması için Maarif Nezareti’ne
başvurmuşlardı. Bunlar arasında Alanya Rüşdiye Mektebi’nde görev yapan
muallimler de bulunuyordu. Mesela; Alanya Rüşdiye Mektebi Rıka (Hüsn-i Hatt)
Muallimi Fehmi Efendi, aylık 33 kuruş maaş alıyordu. Fehmi Efendi, zaruri
ihtiyaçlarının karşılanması için maaşının emsaline göre arttırılması konusunda
Alanya Kaymakamlığı’na bir dilekçe vermiştir. Alanya Kaymakamlığı tarafından
Fehmi Efendi’nin talebi Konya Vilayeti’ne bildirilmiştir. Konya Vilayeti Maarif
86 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, Dârü’l Hilâfeti’l Âliye Matbaa-i Amire 1319, s.1901.
87 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, İstanbul Asr Matbaası, 1321, s.579.
88 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1322, s.166.
89 Mithat Aydın, “Denizli’de Rüşdiyelerin Kuruluşu ve Gelişimi”, Belleten, Cilt: LXXV, Sayı:274,
401
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
Müdürlüğü de, Fehmi Efendi’nin emsaline göre az maaş aldığı hususunda bir tespit
yapmıştır. Daha sonra adı geçen müdürlük, 13 Haziran 1895 tarihinde Maarif
Nezareti’ne gönderdiği yazıda, Fehmi Efendi’nin maaşının emsali seviyesine
çıkarılmasını talep etmiştir91. Maarif Nezareti de bu talebi uygun görmüş ve Fehmi
Efendi’nin maaşına aylık 47 kuruş zam yapılarak, maaşın 80 kuruşa çıkarılmasına
karar vermiştir. Bu karar Maarif Nezareti tarafından Sadaret’e iletilmiştir. Sadaret
de 25 Aralık 1895 tarihinde Fehmi Efendi’nin maaşına aylık 47 kuruş zam
yapılarak, 80 kuruş olması hakkında bir padişah iradesinin çıkmasını sağlamıştır.
Padişah iradesinin çıkmasından sonra Muhasebe tarafından da bu şekilde kaydı
düzenlemiştir. Ayrıca Rüşdiye İdaresi tarafından da padişah iradesine uygun olarak,
Fehmi Efendi’ye yeni maaşın tebliğ tarihinden itibaren aylık 80 kuruş olarak
ödenmesi istenmiştir92.
402
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
403
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
itibaren emsali gibi aylık 500 kuruş maaş tahsis edilerek tayin edilmesini kabul
etmiştir. Meclis-i Maarif’in Ali Efendi hakkındaki olumlu görüşü, Maarif Nezareti
tarafından 13 Kasım 1865 tarihinde Sadaret’e bildirilerek, gerekli işlemin yapılması
istenmiştir98. Bir müddet sonra da Ali Efendi, Alanya Rüşdiye Mektebi’nde rıka
(hüsn-i hatt) hocası olarak çalışmaya başlamıştır99.
sanilerinin henüz asaletlerinin tasdik edilmediği ve bu nedenle de almış oldukları yarım maaşla
geçinemediklerinden dolayı asaletlerinin tasdik edilmesini Maarif Nezareti’nden talep etmiştir. Aynı
Belge. Lef.2.
102 Aynı Belge. Lef.3
404
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
Maarif Nezareti de, Yahya Efendi’nin emekliye ayrılması sebebi ile boş
kalan Alanya Rüşdiye Mektebi muallim-i evvelliğine aylık 500 kuruş maaş ile
Antalya Rüşdiye Mektebi Muallim-i Evveli Abdülgafur Rüşdi Efendi’yi tayin etmiş
ve bu tayin işlemi Muhasebe tarafından kayda alınmıştır ( 7 Ocak 1899)107.
405
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
2.2.DERS KİTAPLARI
108 Ayşegül Altınova, Osmanlı Modernleşmesinde Rüşdiye Mektepleri, Ankara 2010, s.244, (Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı Yakınçağ Bilim Dalı Basılmamış Doktora
Tezi.); Hatip Yıldız, “Eğil Rüşdiye Mektebinin Tarihçesi ve Eğitim Kadrosu”, Dicle Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Diyarbakır Kasım 2013, s.146.
109 BOA. MF. MKT. nr.4/143; BOA. MF. MKT. nr.69/43
110 BOA. MF. MKT. nr.4/143
111 Aynı Belge. Lef.2.
112 Altılık; İkinci Mahmud devrinde ve 1833 ve 1839 senelerinde basılan bir sikkenin adıdır. Beşlikten
daha az mağşuş olan bu paranın kıymeti 240 para yahut 6 kuruştu. M. Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri
ve Terimleri Sözlüğü, Milli Eğitim Basımevi İstanbul 1971, I/53
113 BOA. MF. MKT. nr.69/43.
406
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
2.3.TEFTİŞ VE SORUŞTURMALAR
407
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
SONUÇ
Alanya Rüşdiye Mektebi’ne yıllara göre devam eden talebe sayısı ile ilgili
sağlıklı bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak elde bulunan verilere göre bu mektebin
yıllık talebe sayısının ortalama 59 olduğu söylenebilir.
408
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
Böylece yarım asırdan fazla bir zaman Türk eğitim hayatına hizmet veren
Alanya Rüşdiye Mektebi; 6 Ekim 1913 tarihli Tedrisat-ı İbtidaiye Kanun-u
Muvakkati’nin yürürlüğe girmesi üzerine, ülkedeki diğer rüşdiye mektepleri gibi,
öğretim süresi altı yıla çıkarılan ibtidai mekteplerin çatısı altına alınarak, bağımsız
mektep olarak faaliyet yapmasına son verilmiştir.
409
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
BİBLİYOGRAFYA
1.ARŞİV BELGELERİ
1.1.2.NEZARETLER
1.1.2.1.DÂHİLİYE NEZARETİ
1.1.2.2.MAARİF NEZARETİ
Mektûbi Kalemi Belgeleri (MF. MKT).
410
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
KİTAPLAR VE MAKALELER
SÜRELİ YAYINLAR
411
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
412
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN
BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARÎ ve
DEMOGRAFİK YAPISI
Hüseyin SARAÇ
ÖZET
Avanos, 1873 yılına kadar idarî yapının içinde karye (köy) konumunda
bulunuyordu. Tarihi süreç içinde çoğrafî konumu gereği zaman zaman Nevşehir,
Ürgüp, Niğde ve Kırşehir gibi kazâ ve sancak birimlerine bağlı kaldı. 1873 yılından
sonra ise idarî statüsünde değişiklik yapılarak kaza birimi haline getirildi. Hal böyle
olunca Avanos’un gerek idarî gerekse demografik yapısıyla ilgili belge ve bilgiler
kaza olamadan önceki dönemlere oranla daha da arttı. Arşiv belgeleri ve tetkik
eserlere dayanılarak yapılan bu çalışmada Avanos Kazâsı’nın 19. yüzyıl sonları ve
20. yüzyıl başlarındaki idarî ve demografik yönünü değerlendirilerek
yorumlanmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelime: Ankara Vilayeti, Kırşehir Sancağı, Avanos Kazâsı, İdarî
ve Demografik Yapı.
Yrd. Doç. Dr. Nevşehir Ha ı Bektaş Veli Ü iversitesi, Fe -Ede iyat Fakültesi, Tarih Bölü ü.
413
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
Hüseyin SARAÇ
Abstract
Avanos was in a position of a village in the administrative structure until
1873. In historical process from time to time it remained depended on district and
sanjak units such as Nevşehir, Ürgüp, Niğde and Kırşehir due to its geographical
location. After 1873 with changing its status it became a district unit. Since
therefore the documents and information about both the administrative and the
demographic structure of Avanos increased comparing the earlier times. In this
study which is made based on archive documents and investigate works, the
administrative and demographic structure of Avanos at the end of 19 th and the
beginning of 20th centuries will be tried to interpret and evaluate.
Key Words: Ankara Province, Kırşehir Sanjak, Avanos District,
Administrative and Demographic Structure.
Assista t Proffesor. Nevşehir Ha ı Bektaş Veli U iversity, Faculty of Arts and Science, History
Department.
414
HÜSEYİN SARAÇ
GİRİŞ
1 Kemal H. Karpat, Os a lı Nüfusu 3 -1814, Ti aş Yayı ları, İsta ul , s. . Ayrı a Bkz. Nejla
Gü ay, XIX. Yüzyılı So ları da Kırşehir Sa ağı’ ı De ografik Yapısı , Gazi Ü iversitesi Kırşehir
Eğiti Fakültesi Dergisi, C. , S. , A kara , s. .; İlha Şahi , Os a lı Devri de Kırşehir’i
415
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
Kırşehir’in 1647 yılındaki idarî yapısı ilerleyen dönemlerde değişikliğe
uğramıştır olsa gerek ki Avanos, 1722 yılında Konya Eyaleti’ne bağlı olan Niğde
Sancağı’nın Ürgüp Nahiyesi’nin bir köyüydü. Yine 1750 yılında2 ve 19. yüzyıl
başlarına tekabül eden 1810’larda Konya Eyâleti Niğde Sancağı’na tabi Nevşehir
Kazâsı’nın karye (köy) konumundaki bir yerleşim birimi olan Avanos 3, bu
konumunu aynı yüzyılın ilk yarısına kadar korudu4. 19. yüzyılın ikinci yarısının
başları sayılan 1860’larda yine köy konumunda bulunuyordu. Ancak bu yıllarda
Nevşehir Kazâsı’nın değil Konya Eyâleti Ürgüp Kazâsı’nın bir köyü idi 5.
1870’lerde Avanos’un kazâ yapılması yönünde girişimlerde bulunulmuş ancak
yönetim birimi olarak kullanılacak binanın yetersiz bunun yanında ahalinin de
çeşitli itirazları hasebiyle bu hemen mümkün olmamıştır6. Diğer yandan 1867’de ise
Kırşehir, Konya Vilâyeti’nin Niğde Sancağı’na bağlı kazâlardan biriydi. 1873
yılında müstakil sancak haline getirildikten sonra Konya Vilâyeti’nden alınarak
Ankara Vilâyeti’ne bağlanmasıyla Avanos da aynı yıl Kırşehir’in kaza
merkezlerinden biri haline getirildi7. Daha sonra 1878 yılında Arapsun8 ve
Avanos’un birleştirilerek tek bir kazâ merkezi yapılarak yönetim merkezi olarak
Arapsun’un tercih edilmesine yönelik girişimlerde olmuş ve bu yönde kararlar da
alınmıştır9. Fakat Avanos’un kazâ merkezi konumunu sürdürmesi yönünde karşı
itirazlar da yapılmıştır. Ancak Avanos’un idari birimlerdeki konumunda bir
değişiklik olmamış yine Ankara Vilâyet Sâlnâmesi’nde Avanos 1881 yılında da
Sosyal ve Demografik Tarihi (1485- , Türk Kültürü ve Ahilik: XXI. Ahilik Bayra ı Se pozyu u
Te liğler Kırşehir - Eylül , İsta ul , s. - .; Yusuf Tura Gü aydı ,
A kara Vilayet Sal a esi de Kırşehir Sa ağı , . Kırşehir Kültür Araştır aları Birliği Şöle i, Kırşehir
, s. .; Re ep Gökçı ar, “16. Yüzyılın İkinci Yarısında Kırşehir’in Merkez Kazası (283/139
Numaralı Tahrir Defterine Göre)”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Ankara 2007, s. 15.; Nurhan Mıstanoğlu, XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Kırşehir
Sancağı, Basılmamış Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 2004, s. 13.
2 Ah et Gü düz, Os a lı dö e i de Ava os’u Sosyo Eko o ik Yapısı - , Avanos
Se pozyu u Bildirileri Kita ı, T.C. Ava os Kay aka lığı Yayı ları, A kara , s. -49.
3 BOA. C. EV. 392/19874.
4 BOA. HAT. 1254/48528.
5 BOA. A. MKT. DV. / . Ayrı a Bkz. BOA. A. MKT. DV. / .
6 BOA. MAD. D. 14113.
7 H. 1290/M. 1873-74 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, s. 40- . Ayrı a Bkz. İlha Şahi , Kırşehir ,
Türkiye Diya et Vakfı İsla A siklopedisi, Türkiye Diya et Vakfı Yayı ları, A kara , s. .; Yusuf
Güler, A kara Vilayeti’ de İdarî Yapı ı , Yöredeki Sosyo-Eko o ik Yapıya Ola Etkileri -1919),
O dokuz Mayıs Ü iversitesi Sosyal Bili ler E stitüsü Tarih A a ili Dalı Basıl a ış Doktora Tezi,
Samsun 2007, s. 42.
8 Os a lı arşiv elgeleri de Arapsu veya Ara su şekli de adla dırıla yerleşi iri i, gü ü üzde
Nevşehir’i ilçeleri de iri ola Gülşehir İlçesi’ i eski adıdır.
9 BOA. ŞD. / .
416
HÜSEYİN SARAÇ
1883 yılında ise tam tersi bir durum yaşanmıştır. 1883 yılında Arapsun
Kazâsı merkezi Avanos yapılmıştır. Yine burası kazâ merkezi yapılmasına elverişli
olmadığından dolayı ahali tarafından yoğun itirazlar yapılması üzerine bu bölgede
kapsamı geniş araştırmalar yapıldıktan sonra karar verilmesi daha uygun olacağı
yönünde 1883 yılında bir karar alınmıştır11. Bu süreç devam ederken Avanos kazâ
olarak ilişkilendirilmeye devam etmiştir. Örneğin 1885 yılında Niğde Sancağı
dâhilinde olan Arapsun’a bağlı bulunan bazı köylerin Kırşehir Sancağı ile
ilişkilendirilen Avanos’a bağlanmalarına itiraz eden ahali, eski kazâlarına bağlanma
yönünde çeşitli talepleri olmuştur12. 1886 yılında ise Arapsun Kazâsı’nın
lağvedilerek hükümet merkezinin Avanos’a taşınması kararından vazgeçilerek kazâ
merkezinin önceden olduğu gibi Arapsun’da kalması yönünde karar verilmiştir13.
Bu sefer de karara Avanos ahalisi karşı çıkmış ve pek çok şikâyet dilekçesi kaleme
alarak durumu yetkililere bildirmişlerdir14.
1886 yılında yeni bir gelişme yaşanmıştır. Bu yıl Avanos Kâzası’nın nâhiye,
Arapsun’un da kazâ yapılması gündeme getirilmiş15 yapılan çalışmaların ardından
1887 yılında bu yönde karara bağlanmıştır16. Bu gelişmeler yaşanırken 1885 yılında
Arapsun’dan ayrılarak Avanos’a bağlanan bazı köyler yeniden Arapsun’a
bağlanmıştır17. 1887 yılında Avanos’un tekrardan kazâ konumuna getirilerek18 iki
yerleşim biriminin de müdürlükle yönetilmesi yönünde girişimlerde
bulunulmuştur19. 11 Nisan 1887 tarihinde Arapsun ve Avanos’un kazâ statüsünde
ayrı ayrı müdürlükle yönetilmesi gerektiği yönünde karar alındı20. Bu kararın
ardından da Avanos eskiden olduğu gibi kazâya dönüştürülmüştür21. Kazâya
10 Ah et Gü düz, Sal a elere Göre Kırşehir Sa ağı Hakkı da Bilgiler 3- , Coğrafyası, Tarihi,
Nüfusu, Nâhiye ve Kazaları, Turkish Studies, / , A kara, , s. . Ayrı a A kara Vilâyet
Sâl â esi e daya arak ahsi geçe eserde verile ilgilere göre Ava os’u yılı da yılı a
kadar idarî duru u da herha gi ir değişiklik ol adığı a laşıl aktadır.
11 BOA. DH. MKT. 1364/73.
12 BOA. Y. PRK. ASK. 10/69.
13 BOA. DH. MKT. 1372/25.
14 BOA. İ. DH. / . Ayrı a Bkz. BOA. DH. MKT. / .
15 BOA. DH. MKT. 1389/100.
16 BOA. DH. MKT. 1394/57.
17 BOA. DH. MKT. 1385/42.
18 BOA. DH. MKT. 1407/115.
19 BOA. DH. MKT. 1411/5.
20 BOA. DH. MKT. / . Ayrı a Bkz. BOA. / .
21 BOA. DH. MKT. / . Ayrı a Bkz. BOA. ŞD. / .; BOA. DH. MKT. / .; BOA. DH. MKT.
1426/83.
417
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
dönüştürülen Avanos’un 20 Haziran 1887 yılında idarî yapısı Ankara Vilâyeti,
Kırşehir Sancağı, Avanos Kazâsı şeklinde idi22.
22 BOA. DH. MKT. / . Ayrı a Bkz. BOA. DH. MKT. 1445/19.; BOA. DH. MKT. 1468/4.
23 BOA. İ.DH. / . Ayrı a Bkz. BOA. ŞD. / .; BOA. DH. MKT. / .; BOA. DH. MKT.
1458/88.
24 BOA. ŞD. / . Ayrı a Bkz. BOA. ŞD. / .
25 BAO. DH. MKT. 1456/71.
26 Meh et Kaya, XX. Yüzyıl Başları da Niğde Sa ağı’ ı Nüfusu a Dair , Türkiye Araştır aları
Dergisi, s. 198-206.
27 BOA. DH. MKT. 1528/19.
28 BOA. ŞD. / . Ayrı a Bkz. BOA. DH. MKT. / .
29 BOA. DH. MKT. / . Ayrı a Bkz. BOA. DH. MKT. / .
30 BOA. DH. MKT. / . Ayrı a Bkz. BOA. ŞD. / .; BOA. ŞD. / .
31 BOA. DH. MKT. 2892/22.
418
HÜSEYİN SARAÇ
419
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
8 Kasım 1864 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe giren “Tuna Vilayet
Nizâmnâmesi”, taşra yönetimini yeni baştan düzenlemiştir. Bu nizamnameden
sonra “Kazâ Müdürü” yerine hükümetçe atanan kişiye “Kaymakam” ünvanı
verilmiştir. Bu durum 1871 yılında çıkartılan “İdare-i Umumiye Vilayet
Nizâmnâmesi”nde de aynen benimsenerek Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar
yürürlükte kalmıştır41. Osmanlı Devleti’nin idarî birimlerinde yaşanan bu değişim
ve dönüşümlerden Avanos Kazâsı da nasibini almıştır. Bundan böyle kazâ birimi,
sık sık değiştirilecek olan yöneticilerinin sancılı sürecini yaşamıştır42. Avanos
Kazâsı’nda diğer kazâlarda olduğu gibi Kaymakamın yansıra naib, müftü, mal
müdürü, tahrirat kâtibi, sandık emini, nüfus memuru, evkâf müdürü, kazâ idare
meclisi ve dava meclisinin azaları bunun yanında kâtipleri, belediye reisi aza ve
kâtipleri, ticaret meclisleri, ziraat meclisleri ve maarif komisyonu bulunmaktadır.
Avanos Kazâsı’nın yönetici kadroları, idarî ve adlî birimleri süreç içinde pek çok
değişikliğe uğrayarak aşağıda tablolarda gösterildiği üzere yıldan yıla
şekillenmiştir.
Naib:
41 Musa Çadır ı, Ta zi at Süre i de Türkiye, Ülke Yö eti i, İ ge Kita evi, A kara , s. -252.
42 Hüseyi Saraç, Os a lı İdaresi’ de Ati a Pazar Kazası 5-1920), Pazar Kay aka lığı Kültür
Yayı ları, A kara , s. -84.
43 H. 1290/M. 1873-74 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, s. 80.
420
HÜSEYİN SARAÇ
DAVA MECLİSİ
Kaza yönetiminde 1874 yılında bir önceki yıla göre kaymakam değişikliğine
gidilmiştir. Bunun yanında dava meclisinin azaları değişmiştir.
421
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
atanmıştır. Ayrıca inşaat işleri ile alakalı birim anlamına gelen “nafia” birimi de
kurulmuştur. Nafia birimine aza, kâtip ve tapu kâtibi atanmıştır. Bkz. Tablo-3.
Aza-i Tabiiye: Naib Efendi, Müftü Efendi, Mal Müdürü Efendi ve Tahrirat Kâtibi Efendi
Aza-i Müntehabe: Mehmet Efendi, Mustafa Efendi, Hasan Efendi ve Hüseyin Efendi
DAVA MECLİSİ
BELEDİYE DAİRESİ
422
HÜSEYİN SARAÇ
NAFİA AZALARI
1891 yılında kaymakam, naib, mal müdürü, müftü değişmiş, mal kalemi
birimi oluşturulmuş. Dava meclisi, bidayet mahkemesi şekline dönüştürülmüştür.
Nüfus dairesi ve ziraat bankası sandığı birimleri eklenmiştir. Bunun yanında duyun-
u umumiye memuru, reji memuru atanmıştır. Bkz. Tablo-4.
Aza-i Daime: Naib Efendi, Müftü Efendi, Mal Müdürü Efendi ve Tahrirat Kâtibi Efendi
Aza-i Müntehabe: Süleyman Efendi, Halil Beşe Efendi, Yusuf Efendi ve Mustafa Efendi
MAL KALEMİ
BİDAYET MAHKEMESİ
423
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
Reis: Naib Efendi
NÜFUS DAİRESİ
Aza: Feyzullah Efendi, Halil Beşe Efendi, Mehmet Efendi, Hacı Mehmet Ağa ve Ali
Osman Ağa
BELEDİYE DAİRESİ
424
HÜSEYİN SARAÇ
Aza-i Daime: Naib Efendi, Müftü Efendi, Mal Müdürü Efendi ve Tahrirat Kâtibi Efendi
Aza-i Müntehabe: Hacı Eyüp Efendi, Süleyman Efendi, Yusuf Efendi ve Hacı Mustafa
Efendi
MAL KALEMİ
BİDAYET MAHKEMESİ
425
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
Müstantık Muavini: Sadık Efendi
NÜFUS DAİRESİ
Aza: Hüseyin Efendi, Feyzi Efendi, Halil Paşa Ağa, Mehmet Efendi ve Ali Osman Ağa
BELEDİYE DAİRESİ
Aza: Mehmet Efendi, Osman Ağa, Bekir Ağa, Hacı Efendi ve Hacı Mehmet Efendi
MAARİF KOMİSYONU
Aza: Abdullah Efendi, Hacı Eyüp Efendi, Yusuf Efendi, Hüseyin Efendi, Ahmet Efendi ve
İsmail Efendi
RÜŞTİYE İDARESİ
426
HÜSEYİN SARAÇ
REJİ İDARESİ
TAPU DAİRESİ
ZABITA DAİRESİ
1900 yılında kaymakam, naib, müftü, mal müdürü, tahrirat kâtibi değişmiştir.
Kazâ idare meclisinde, mal kaleminde, bidayet mahkemesinde, nüfus dairesi, ziraat
bankası ve belediye dairesi yöneticilerinde değişikliklere gidilmiştir. Telgraf
memuru göreve başladı. Bkz. Tablo-6.
Müftü:
Reis: Kaymakam
Aza-i Daime: Naib Efendi, Müftü Efendi, Mal Müdürü Efendi ve Tahrirat Kâtibi Efendi
427
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
Aza-i Müntehabe: Mehmet Efendi ve İbrahim Ağa
MAL KALEMİ
BİDAYET MAHKEMESİ
NÜFUS DAİRESİ
BELEDİYE DAİRESİ
Aza: Mustafa Ağa, Hacı Halil Efendi, Hafız Mustafa Efendi ve Mehmet Efendi
MAARİF KOMİSYONU
428
HÜSEYİN SARAÇ
RÜŞTİYE MEKTEBİ
ZABITA DAİRESİ
1902 yılında ise naib, müftü, mal müdürü, tahrirat kâtibi, belediye reisi,
telgraf memuru değişti. Kol memuru ve orman memuru görevlerine başladı. Bkz.
Tablo-7.
Tablo-7: Avanos Kazâsı’nın Yönetici Kadroları (1902)49
AVANOS KAZÂSI
429
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
Reis: Kaymakam
Aza-i Daime: Naib Efendi, Müftü Efendi, Mal Müdürü Efendi ve Tahrirat Kâtibi Efendi
MAL KALEMİ
BİDAYET MAHKEMESİ
NÜFUS DAİRESİ
BELEDİYE DAİRESİ
430
HÜSEYİN SARAÇ
Aza: Hafız Mustafa, Hacı Halil Efendi, Mehmet Efendi ve Mustafa Ağa
MAARİF KOMİSYONU
DUYUN-U UMUMİYE
RÜŞTİYE MEKTEBİ
1907 yılında kaymakam, naib, naib, mal müdürü, tahrirat kâtibi, kaza idare
meclisinin üyeleri, bidayet mahkemesi üyeleri, nüfus dairesi kâtibi, ziraat bankası
üyeleri, belediye dairesi görevlileri, maarif komisyonu kâtibi, duyun-u umumiye
idaresi üyeleri, telgraf memuru, reji memuru ve orman memuru görevlerinde
431
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
değişiklikler yapıldı. Kol vekili polis komiserliğine dönüştürüldü ve bu birime
memur ataması yapıldı. Bkz. Tablo-8.
Reis: Kaymakam
Aza-i Daime: Naib Efendi, Müftü Efendi, Mal Müdürü Efendi ve Tahrirat Kâtibi Efendi
Aza-i Müntehabe: Hacı Yusuf Paşa, Mustafa Efendi, Ahmet Efendi ve Mustafa Efendi
MAL KALEMİ
BİDAYET MAHKEMESİ
ŞER’İYYE MAHKEMESİ
432
HÜSEYİN SARAÇ
Naib Efendi
NÜFUS DAİRESİ
BELEDİYE DAİRESİ
Aza: Hacı Mustafa Ağa, Şıh Mehmet Ağa, Haşim Ağa ve Hacı Mustafa Efendi
MAARİF KOMİSYONU
DUYUN-U UMUMİYE
TAHSİLAT KOMİSYONU
433
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
AVANOS KAZÂSI BÜNYESİNDEKİ BİRİMLER VE MEMURLAR
51 Mustafa Efe di içi Bkz. H. /M. -74 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, s. 80. Ahmet Nafi
Efe di İçi Bkz. H. /M. - Tarihli A kara Vilayet Sal a esi, s. . Rıza Efe di i i Bkz. H.
1293/M. 1876-77 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, s. 72-73., Şükrü Efe di İçi Bkz. BOA. DH. MKT.
/ ., Ö er Lütfi Bey İçi Bkz. BOA. DH. MKT. / ., Hüs ü Bey İçi Bkz. BOA. DH. MKT.
/ , BOA. DH. MKT. / , BOA. İ. DH. / . Meh et Hüs ü Efe di İçi Bkz. BOA. DH.
MKT. 1597/94, 1662/92., Cemal Bey İçi Bkz. BOA. DH. MKT. / , / ., Hasip Hasi
Efe di İçi Bkz. BOA. DH. MKT. / ., Raif Efe di İçi Bkz. BOA. DH. MKT. / ., İ rahi
Ethe Edhe Efe di İçi Bkz. BOA. DH. MKT. / ., BOA. İ.DH. / .,Os a Nuri Bey
İçi Bkz. / ., BOA. BEO. / ., Os a Nuri Bey İçi Bkz. BOA. İ.DH. / ,
/ ., Yü i Bey İçi Bkz. BOA. BEO. / ., Ce al Efe di İçi Bkz. BOA. DH. MKT.
/ , BOA. İ. DH. / ., İ rahi Hakkı Efe di İçi Bkz. BOA. DH. MKT. /73., BOA. BEO.
/ ., Atıf Efe di İçi Bkz. BOA. DH. MKT. / , BOA. Y. A. RES. / , BOA. BEO.
/ ., İ rahi Hakkı Efe di İçi Bkz. H. /M. -08 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, s.
434
HÜSEYİN SARAÇ
276- ., Mustafa Sü ül Efe di İçi Bkz. BOA. İ. DD. / , BOA. BEO. / ., Fahri Bey
İçi Bkz. BOA. İ. DH. / ., İ rahi Ethe Edhe Bey İçi Bkz. BOA. İ. DH. / , BOA.
BEO. / ., İzzeddi Bey İçi Bkz. BOA. DH. EUM. &. Ş . / ., Mah ut Ali Bey ve E ver
Bey İçi Bkz. BOA. DH. ŞFR. / ., Ah et Bey İçi Bkz. BOA. DH. EUM. MEM. / .
435
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
22 Avanos Kazâsı Fahri Bey Aralık 1910/Kasım 1912
436
HÜSEYİN SARAÇ
Tablo-10: Avanos Kazası Nüfusunun Dini ve Etnik Gruba Göre Dağılımı (1881-1923).
KazaBirimi Tarih Müslümanlar Ermeniler Rumlar Toplam
54
H. 1311/M. 1893-1894 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, s. 297- . Ayrı a Bkz. Karpat,
Os a lı Nüfusu 3 -1814, s. 268.; Gü ay, XIX. Yüzyılı So ları da Kırşehir Sa ağı’ ı
De ografik Yapısı , s. .; Gü düz, Sal a elere Göre Kırşehir Sa ağı Hakkı da Bilgiler
(1873- , s. .
55
H. 1318/M. 1900-01 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, 245- . Ayrı a Bkz. Gü düz,
Sal a elere Göre Kırşehir Sa ağı Hakkı da Bilgiler - , s. .
56
H. 1320/M. 1902-03 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, s. 241.
57 Karpat, Os a lı Nüfusu 3 -1814, s. 362.
58 Gü ay, XIX. Yüzyılı So ları da Kırşehir Sa ağı’ ı De ografik Yapısı , s. .
437
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
Avanos 1893- 1.781 1.940 ----- ----- ----- ----- 20.548
1894 (Şehir) (Şehir)
8.859 7.968
(Köy) (Köy)
9.603 8.559
(Köy) (Köy)
9.370 8.666
(Köy) (Köy)
59Havva Selçuk, Sâl â elerde Ava os - , Ava os Se pozyu u Bildirileri Kita ı, T.C.
Ava os Kay aka lığı Yayı ları, A kara , s. - . Ayrı a Bkz. Rah a Şahi , Kırşehir Vilayeti
Dâhili de Ava os , Ava os Se pozyu u Bildirileri Kita ı, T.C. Ava os Kay aka lığı Yayı ları,
Ankara 2014, s. 765-767.
438
HÜSEYİN SARAÇ
SONUÇ
Sonuç olarak 1873 yılına kadar Nevşehir, Ürgüp, Niğde ve Kırşehir gibi
coğrafî konumu gereği etrafında bulunan kazâ ve sancaklara bağlı karye (köy)
düzeyinde bir idarî yapı içinde yer alan Avanos, yukarıda verilen tarihten itibaren
Kırşehir Sancağı’nın bir kazâsı konumuna yükseltildi. İdarî yapı içindeki bu
konumunu 30 Haziran 1954 tarih ve 6429 sayılı kanun ile Nevşehir, Niğde İli’nden
ayrılarak müstakil il haline getirilmesinin ardından yeni oluşturulan Nevşehir İli’nin
ilçesi yapıldı.
Avanos’un Osmanlı idarî yapı içinde kazâ konumuna yükseltilmesinin
ardından kendi iç yapısında da yeni düzenlemelere gidildi. Kazâ merkezine
bağlanacak köylerin tespitinin ardından da 20. yüzyıl başlarında idarî sınırları
ortaya çıkarılmış oldu. Nüfusun zamanla artmasıyla da beraber Kırşehir Sancağı’na
katkısı gün geçtikçe artmıştır. Günümüzde ise her açıdan Nevşehir’in en büyük
ilçesi konumundadır.
439
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
KAYNAKÇA
Arşiv Belgeleri
BOA. C. EV. (Cevdet Evkaf) 392/19874.
BOA. HAT. (Hatt-ı Hümayun) 1254/48528.
BOA. A. MKT. DV. (Sadaret Deavi Evrakı) 194/11, 214/79.
BOA. ŞD. (Şura-yı Devlet) 2890/51, 1338/28, 1337/20, 1336/42, 1334/6, 2926/17,
1340/19, 1340/12, 1368/2.
BOA. DH. MKT. (Dâhiliye Mektubi Kalemi) 1364/73, 1372/25, 1422/10,
1389/100, 1394/57, 1385/42, 1407/115, 1411/5, 1411/87, 1423/19, 1424/54,
1426/83, 1445/19, 1468/4, 1449/83, 1458/88, 1456/71, 1528/19, 1642/71, 1642/71,
1652/91, 1661/80, 2892/22.
BOA. Y. PRK. ASK. 10/69.
BOA. İ. DH. (İrade Dâhiliye) 1031/81230, 1026/808770.
BOA. MAD. D. 14113.
BOA. DH. İD. (Dâhiliye İrade) 222/30.
BOA. DH. İ. UM. EK. (Dâhiliye İdarî Umumiye Ekleri) 79/42.
BCA. C. NKA. 030.3.011.001.000/52.37.11.; 030.0.011.001.000/69.10.6.
Salnameler
H. 1290/M. 1873-74 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi.
H. 1291/M. 1874-75 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi.
H. 1293/M. 1876-77 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi.
H. 1307-1308/M. 1891 Tarihli Ankara Vilayeti Salnamesi.
H. 1311/1893-94 Tarihli Ankara Vilayeti Salnamesi.
H. 1317/M. 1899-1900 Tarihli Ankara Vilayeti Salnamesi.
H. 1320/M. 1902-03 Tarihli Ankara Vilayeti Salnamesi.
H. 1325/M. 1907-08 Tarihli Ankara Vilayeti Salnamesi.
440
HÜSEYİN SARAÇ
441
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
442
H.1295/M.1878 TARİHLİ BİR BELGEYE GÖRE
AVUSTURYA-MACARİSTAN
İMPARATORLUĞU’NUN BOSNA VE HERSEK’İ
İŞGALİNDEN SONRA SANCAKTAKİ GENEL
GÖRÜNÜM
ÖZET
babaninoglu@gantep.edu.tr
443
H.1295/M.1878 TARİHLİ BİR BELGEYE GÖRE AVUSTURYA-MACARİSTAN İMPARATORLUĞU’NUN
BOSNA VE HERSEK’İ İŞGALİNDEN SONRA SANCAKTAKİ GENEL GÖRÜNÜM
GİRİŞ
1 İsmail Yıldırım, “Ondokuzuncu Yüzyıl Osmanlı Ekonomisi Üzerine Bir Değerlendirme (1838-
1918)”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 11 Sayı: 2, Sayfa: 313-326, Elazığ 2001,
s.314
2 Mahir Aydın, “Doksanüç Harbi”, TDVİA, C.9, İstanbul 1994, s.498
3 Mehmet Yavuz Erler, Osmanlı Devleti’nde Kuraklık Kıtlık Olaylarının Sebepleri 1800-1880, Libra
S.241-254.
6 Mahmud Celaleddin Paşa, Mirat-ı Hakikat, C. 1, s.51; Zafer Çakmak, 1875 Hersek İsyanı , s.247,
7 Mahmud Celaleddin Paşa, Mirat-ı Hakikat, C. 1, s.52
444
YÜKSEL BAYIL
8 Antlaşmaya göre savaşı Osmanlı Devleti kazanırsa statüko korunacak, Sırbistan ve Karadağ
kazanırsa Avusturya, Bosna’nın bir kısmını, Rusya ise Baserabya’nın 1856’da kaybettiği kısmı ile
Karadeniz’in doğu kıyılarını alacaktı. Bkz. Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1789-1914s.506
9 BOA. HR.TO. 123/59
10
Zafer Çakmak, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-Hersek’i İşgali Ve
Sonrasında Osmanlı Devleti İle Yaptığı Antlaşma, Doğu Anadolu Bölgesi Araştırmaları,
S.4, Elazığ, 2003, s. 16, s.16-20
445
H.1295/M.1878 TARİHLİ BİR BELGEYE GÖRE AVUSTURYA-MACARİSTAN İMPARATORLUĞU’NUN
BOSNA VE HERSEK’İ İŞGALİNDEN SONRA SANCAKTAKİ GENEL GÖRÜNÜM
Yaklaşık bir yıl süren savaş sonunda Ruslar, Edirne’ye kadar ilerlediler.
Padişah II. Abdülhamit, Rusların İstanbul’u işgali tehlikesine karşı bizzat Rus
Çarından ateşkes yapılmasını istedi. Rusların Boğazlara girme olasılığı üzerine
buradaki çıkarları tehlikeye düşen İngiltere de duruma müdahale etmek zorunda
kaldı. İngiltere’nin sert tutumundan dolayı Rusya, ateşkes yapmayı kabul etti.
Yapılan görüşmeler sonucu önce 31 Ocak 1878’de Edirne mütarekesi, ardından da
3 Mart 1878’de Ayastefanos Antlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre Bosna ve
Hersek’e, Avusturya ve Rusya'nın gözetiminde olmak üzere muhtariyet
verilecekti11. Osmanlı Devleti Bosna ve Hersek’te, İstanbul konferansında
belirlenen şartlar dâhilinde ve Rusya ile Avusturya’nın kontrolünde ıslahatlar
yapacaktı 12.
11 Veli Yılmaz, Siyasi Tarih, Harp Akademileri Basımevi, 1. Baskı, İstanbul 1998, S.115
12 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. VIII, TTK Basımevi, 3. Baskı, Ankara 1988, s.65; Ali Fuat
Türkgeldi, Mesail-i Mühime-i Siyasiye, C.II, Yayına Hazırlayan: Bekir Sıtkı Baykal, TTK Basımevi, 2.
Baskı, Ankara 1987, s.51-52
13 Ali Fuat Türkgeldi, Mesail-i Mühime-i Siyasiye, C.II, s.74
14 Ali Fuat Türkgeldi, Mesail-i Mühime-i Siyasiye, C.II, s.75
15 Zafer Çakmak, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-Hersek’i İşgali ve Sonrasında
446
YÜKSEL BAYIL
2009, s.190
19 Zafer Çakmak, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-Hersek’i İşgali ve Sonrasında
447
H.1295/M.1878 TARİHLİ BİR BELGEYE GÖRE AVUSTURYA-MACARİSTAN İMPARATORLUĞU’NUN
BOSNA VE HERSEK’İ İŞGALİNDEN SONRA SANCAKTAKİ GENEL GÖRÜNÜM
448
YÜKSEL BAYIL
Malî idare, adlî idareden daha kötü durumdaydı. Yapılan ticaretler sonuçsuz
kaldığından ve ağır vergilerden dolayı halk, Osmanlı idaresini mumla arar hale
gelmişti. Bosna ve Hersek sancağı, Osmanlı Devleti’ne yıllık 5 milyon filorin
varidat getirmekteydi34. Bunun bilincinde olan Fliboviç de aynı vergi miktarına
ulaşmak için her türlü vasıtayı denemeye çalıştıysa da toplanan vergiler, eski
varidatın beşte biri kadar dahi olmayıp, memur maaşlarına bile yetecek düzeyde
değildi35. Varidatın artırılması için yeni vergiler konması ise varidatı artırmak
yerine vergilerden ezilen halk ile bunlardan zorla vergi tahsil etmek isteyen vergi
memurları arasında yaşanan arbedenin artmasına neden oldu36. Görünüşte bir
rüsumat idaresi ile bu idare hizmetinde çalışan memurlar var idiyse de bunlar kendi
başlarına buyruklardı. İstedikleri şekilde hareket edebiliyorlardı. Hatta açıktan açığa
Karadağ ve Sırbistan sınırına eşya kaçırıyorlardı37. Avusturya hükümeti dahi
bunlara göz yummaktaydı.
449
H.1295/M.1878 TARİHLİ BİR BELGEYE GÖRE AVUSTURYA-MACARİSTAN İMPARATORLUĞU’NUN
BOSNA VE HERSEK’İ İŞGALİNDEN SONRA SANCAKTAKİ GENEL GÖRÜNÜM
İşgalden sonra askerlik görevi, özellikle Hıristiyan ahali için bir angarya
haline geldi. Hükümetin, mezhebi ne olursa olsun 19 yaşındaki bütün erkeklerin
askerlik göreviyle mükellef tutulacağını ilân etmesi, Hıristiyan halkın tepkisine yol
açtı38. Bundan sonra Avusturya idaresinde yaşamaktansa Rusya hizmetinde asi
olarak yaşamayı yeğler hale gelmişlerdi.
450
YÜKSEL BAYIL
451
H.1295/M.1878 TARİHLİ BİR BELGEYE GÖRE AVUSTURYA-MACARİSTAN İMPARATORLUĞU’NUN
BOSNA VE HERSEK’İ İŞGALİNDEN SONRA SANCAKTAKİ GENEL GÖRÜNÜM
452
YÜKSEL BAYIL
SONUÇ
453
H.1295/M.1878 TARİHLİ BİR BELGEYE GÖRE AVUSTURYA-MACARİSTAN İMPARATORLUĞU’NUN
BOSNA VE HERSEK’İ İŞGALİNDEN SONRA SANCAKTAKİ GENEL GÖRÜNÜM
KAYNAKÇA
A. Arşiv Malzemeleri
1. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Hariciye Tercüme Odası Evrakı ( HR.TO)
123/59
2. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Tasnifi Perakende Evrakı Hariciye
(Y.PRK.HR) 3/84
B. Telif Eserler
1. ARMAOĞLU, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1789-1914
2. AYDIN, Mahir, “Doksanüç Harbi”, TDVİA, C.9, İstanbul 1994, s.498
3. ÇAKMAK, Zafer, “1875 Hersek İsyanı” , F. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi
8 (2003), Elazığ 2003, s.241-254
4. ______________, “Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-
Hersek’i İşgali ve Sonrasında Osmanlı Devleti İle Yaptığı Antlaşma”,
Doğu Anadolu Bölgesi Araştırmaları, S.4, Elazığ 2003, s.16-20
5. ERLER, Mehmet Yavuz, Osmanlı Devleti’nde Kuraklık Kıtlık Olaylarının
Sebepleri 1800-1880, Libra Kitap, 1. Baskı, İstanbul 2010, 1. Baskı 2010,
İstanbul
6. GÖLEN, Zafer, Tanzimat Dönemi Bosna İsyanları (1839-1878), Alter
Yayıncılık, 1. Baskı, Ankara 2009
7. JELAVICH, Barbara, Balkan Tarihi 1 - 18. ve 19. Yüzyıllar, Küre
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul
8. KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, C. VIII, TTK Basımevi, 3. Baskı,
Ankara 1988,
9. MAHMUD CELALEDDİN PAŞA, Mirat-ı Hakikat, C. 1
10. TÜRKGELDİ, Ali Fuat, Mesail-i Mühime-i Siyasiye, C.II, Yayına
Hazırlayan: Bekir Sıtkı Baykal, TTK Basımevi, 2. Baskı, Ankara 1987
11. YILDIRIM, İsmail, “Ondokuzuncu Yüzyıl Osmanlı Ekonomisi Üzerine
Bir Değerlendirme (1838-1918)”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, Cilt: 11 Sayı: 2, Elazığ 2001, Sayfa: 313-326
12. YILMAZ, Veli, Siyasi Tarih, Harp Akademileri Basımevi, 1. Baskı,
İstanbul 1998
m Tarihi: 01.12.2015
454
MANZUM BİR DÜRERÜ’L-HÜKKAM
TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Fettah Kuzu1
GİRİ
* Bu Çalışma “Abulcelîl İbn Alî “Dürr-i Hoş-âb” (Manzum Bir Dürer Tercümesi) [İnceleme,
1 Yrd. Doç. Dr. , Gaziantep Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
e-mail: fettahkuzu@hotmail.com
455
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
alakalıdır. İlmî bir konunun sıradan mensur bir biçimde anlatımı muhatabı için ne
kadar sıkıcı ise aynı konunun manzum ekilde ortaya konulması o kadar ilgi çekici
ve akılda kalıcı olacaktır.
İncelemeye konu olan Dürr-i Ho -âb isimli mesnevî, İslâm fıkhı ile
ilgili temel meselelerin ele alındığı, me hur fakihlerden Molla Hüsrev in Dürerü'1-
hükkâm fî erhi Gureri l-ahkâm adlı eserinin muhtasar bir Türkçe tercümesidir.
Eserin ismi 20. beyitte müellif tarafından u ekilde ortaya konulmaktadır:
456
FETTAH KUZU
İNCELEME
Müellifin, eseri estetik kaygıdan uzak olarak daha ziyade öğretici bir
tarzda telif etmiş olması onun bir müderris olma ihtimalini de akla getirmektedir.
458
FETTAH KUZU
Dil ve Üslup
459
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Müellif, sadece bir yerde emir ikinci şahsı çekimlerken fiile Eski Anadolu
Türkçesi dönemine ait –gıl ekini getirmektedir:
Yukarıya alınan mısrada mastar ekinden sonra -lik yapım eki getirilmiştir.
Timurtaş bu şekildeki kullanımlar için “mastarın –lık, -lik eki almış genişletilmiş
şekli” ifadesini kullanmaktadır (Timurtaş, 2005: 99).
Müellif dört rekâtlık bir namazdan bahsederken ilk ve son iki rekâtı iki
çift olarak tanımladığı bir bölümde iki çiftin “birisinde” anlamına gelecek şekilde
“birerinde” kelimesini kullanmaktadır. Üleştirme sayı ekine iyelik eki ve buna da
bulunma eki getirilmesi günümüzde rastlanılmayan bir gramer tasarrufu olarak
ortaya çıkmaktadır.
getirildiğinde şedde kullanılmasıdır. Diğer bir ifadeyle “td” sesleri âdeta “tt”
okunacak biçimde üzerinde şedde getirilerek yazılmıştır.
Her iki mısrada kelime sonunda “a” sesini vermek için yer alması
gereken “ha-i resmiye” yazılmamış, kelime “kahkah” biçiminde kullanılmıştır.
461
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Müellifin, tespit edilen imla hatalarından birisi de atıf vavı ile birbirine
bağlanılması gereken iki unsuru izafet ilgisiyle bağlamak veya tersine izafet terkibi
olması gereken yerde atıf vavı kullanmasıdır.
Yukarıdaki mısrada “ehl-i lutf-ı cûd” biçiminde Farsça üçlü bir terkip
olarak yer alan ifade “ehl-i lutf u cûd” şeklinde aynı anlamdaki “lutf” ve “cûd”
kelimeleri arasında atıf vavı kullanılmak suretiyle yazılması gereken bir ifadedir.
Müellifin üslubu ile ilgili dikkat çeken en önemli husus; eserde Arapça,
Farsça ve Türkçe dillerinden gerek söz varlığı gerekse dilbilgisel tercihler
noktasında en fazla Arapça unsurlara yer verilmiş olmasıdır. Arapça unsurların
gözle görülür biçimde ağırlıklı olarak tercih edilmesinin birinci sebebi, eserin
fıkıhla ilgili olması ve bu bağlamda teknik sayılabilecek fıkhî terimlerin yoğun bir
şekilde kullanılmış olmasıdır. Ancak eserde Arapçanın etkisinin söz konusu
terminoloji ile sınırlı kalmayıp terkipler ve cümle kurulumlarında da devam
ettirilmesi, hakkında ismi haricinde bir bilgiye rastlanılamayan müellifin büyük
ölçüde sosyal statüsü, entelektüel kimliği, ilmî altyapısı ve mesleği ile yakından
ilgilidir.
Vezin
Vezin ile ilgili olarak tespit edilen en büyük kusur, müellifin sıklıkla
kapalı heceleri açmak için başvurduğu “zihâf” hâdisesidir. Müellifin başka şâir ve
yazarlarda da örneği görülen bazı Arapça ve Farsça kelimeleri yer aldıkları tüm
mısralarda zihâflı kullanmış olması bu kelimeleri kısa ünlülü telakki etmiş olduğuna
işaret etmektedir. Özellikle “ya‘nî” kelimesi kullanıldığı her mısrada ikinci hecesi
açık hece kabul edilmiş şekilde kullanılmıştır.
İlk tef’ilede yer alan “ya’nî” kelimesi, ikinci hecesi açık olarak yer
almaktadır. Eserde birçok yerde zihaflı okunduğu görülen bir diğer kelime “sânî”
sözcüğüdür:
463
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Va ’ı yıż ki ar m u a ‘ī ol (491/1)
464
FETTAH KUZU
İlk mısrada yer alan eksiklik son tef’ileye hamledilecek olursa “şît”
hecesinin medli kullanılabilecek bir hece olması dolayısıyla tek hecelik bir eksiklik
söz konusu olacaktır. Ancak eksiklik ikinci tef’ileye hamledilirse o zaman iki
hecelik bir eksiklik meydana gelecektir.
Beytin ilk mısraında ilk tef’ilenin ilk hecesini teşkil eden “bâk” kelimesi
medli okunduğunda hem hece fazlalığı oluşmakta hem de ikinci tef’ilenin açık
hecesine karşılık gelecek olan “nâfice” kelimesinin “nâ” hecesi zihaf yapılmak
suretiyle açılmak zorunluluğu meydana gelecektir. “Bâk” kelimesinde med
yapılmadığı takdirde ise vezinde uygunluğu sağlamak için “yok” kelimesi zihaf
yapılarak açılmak zorunda bırakılacaktır.
Bir aruz kuralı olarak “nun” ile biten hecelerde med yapılması kusur
sayılmaktadır. Ancak müellif aşağıdaki mısrada yer alan “sittîndir” kelimesinin
sonu “nun”la biten ikinci hecesinde vezin gereği med yapmaktadır:
Mısra başında yer alan Türkçe “var” kelimesi vezin gereği kurallara
aykırı biçimde med yapılarak kullanılmaktadır.
465
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Kafiye
Kafiyenin tek bir ses benzerliğine dayalı olduğu diğer bir ifadeyle
kafiyenin sadece revî harfiyle teşkil edildiği kafiye çeşidi “mücerred kafiye” olarak
isimlendirilir. Aşağıdaki beyitler, müellifin mücerred kafiye kullanımına örnektir:
Beyitte kafiye, ilk mısra sonunda yer alan “hem” kelimesinin son harfi ile
ikinci mısra sonundaki “dedem” kelimesinin son harfi olan “mim” harfiyle
meydana getirilmiştir. Yine “mim” harfinin revî olarak kullanıldığı aşağıdaki
beyitte “mim” harfi dışında ortak bir harf bulunmayışıyla kafiye, mücerred kafiye
biçiminde gerçekleştirilmektedir.
Aşağıdaki beyitte “be” harfi kafiyeyi oluşturan tek harf olduğu için
Arapça“kütüb” ile “cünüb” kelimeleri arasında mücerred kafiye vardır.
466
FETTAH KUZU
Mısra sonlarında yer alan “izâr” ve “âşikâr” kelimelerinin son harfi revî
olup revîden önce yer alan ve uzun “a” sesi veren “elif” harfi “ridf” olarak
adlandırılır. Bu şekilde yani revîden önce ridf bulunan kelimelerle kurulan kafiyeler
müreddef kafiye olarak adlandırılır. Diğer kafiye çeşitleri kadar fazla olmamakla
birlikte eserde mü’esses kafiye örneklerine de rastlanılmaktadır:
çekimi olarak kullanılmaktadır. Bu tür kullanımlar ayrı bir kafiye başlığında ele
alınmaktan ziyade bir edebî sanat olarak kabul edilen “cinâs” başlığı altında ele
alınmaktadır.
Eserde müellifin kafiye ile ilgili tespit edilen kusurlarının başında, sadece
redif kullanmak suretiyle kafiyeyi temin etmeye çalışması gelmektedir. Kafiye
teşkilinin birinci şartı kafiyeli kelimelerin ses veya anlam yönünden ya da her iki
bağlamda birbirinden bağımsız olmalarıdır. Bu noktada ses ve anlam yönünden aynı
olan kelimeler ve yine aynı işleve sahip eklerle yapılan tekrarlar “redif” olarak
adlandırılır ve sadece asıl kafiyeden sonra kullanılabilirler. Ancak şairler farklı
sebeplerle bazı durumlarda gerçek manada kafiye oluşturacak ek veya kelime
kullanmaksızın sadece redifle kafiye elde etmeye çalışırlar. Bu şekildeki
kullanımlar büyük kusur sayılmakta ve hoş görülmemektedir.
Müellifin her iki mısra sonunda kullanmış olduğu “gusl eylemez” ifadesi
anlam ve ses yönünden farklılık arz etmeyip redif görevindedir. Bu ifadelerden
önce gelen kelimelerin son sesleri tamamen birbirinden bağımsız harfler olduğu için
bu beyitte kafiyeden söz edilemez.
468
FETTAH KUZU
Beyitte redif durumundaki “bil” kelimesinden önce yer alan ve asıl kafiye
revîsi durumunda bulunan “lam” harfinin harekesi (mecrâ) ilk mısrada esre ile
ikinci mısrada üstün ile harekelendiği için “ısrâf” adı verilen kusur işlenmiştir
(DURMUŞ vd., 2001: 151).
Edebî Sanatlar
Fıkıh ile ilgili meselelerin öğretici bir üslupla ve herhangi bir sanatsal
endişe gözetilmeksizin ele alındığı eserin genelinde edebî anlamda dikkat çekecek
sanatkârâne bir üslup yer almamaktadır. Ancak hamdele ve du’a bölümleri ile
eserin künyesi ve mahiyeti hakkında kısa bir tanıtımının yer aldığı ilk 80 beyitte
nispeten sanatlı bir söylemden bahsetmek mümkündür. Müellifin özellikle şiirini ve
dolayısıyla da şairliğini övdüğü beyitlerde hüner gösterme gayretinde olduğu açıkça
görülmektedir:
Her iki mısraı güzel baht olarak nitelendirilmekle hem teşbih sanatı hem
de iki mısradan kastın eserin tamamı olması yani parçanın söylenip bütünün
kastedildiği cüz’iyyet ilgisiyle mürsel mecâz sanatı yapılmaktadır. İkinci mısrada
“cân” kuşa teşbih edilirken önceki beyitte güzel baht olarak tavsif edilmiş olan “iki
mısra” bu kez can kuşunun kanatlarını teşkil etmektedir. İkinci mısra başında yer
alan “uçmag” kelimesi can kuşunun eylemini ifade ettiği gibi “cennet” anlamı
düşünüldüğünde can kuşunun hedefi, varacağı mekân anlamında da
değerlendirilebilecek biçimde tevriyeli kullanılmaktadır.
469
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Muhteva
Daha önce belirtildiği üzere “Dürr-i Hoş-âb” meşhur bir fıkıh eseri olan
“Dürerü’l-Hükkâm”ın kısmi bir tercümesidir. Eserde işlenen konular “Dürerü’l-
470
FETTAH KUZU
Tablo I.
Abdesti Bozan ve Bozmayan eyler Nice ey var bunı nāķıż biri bes 149
Abdestsiz Caiz Olan Ve Olmayan Mess-i mu ĥaf eylemez bāliġ olan 207
eyler
471
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Cünub ve Hayızlıya Haram Olan Mescide girmek cünüb oldı ĥarām 267
İ ler
472
FETTAH KUZU
Teyemmümü Bozan eyler Naķż ider bunı iden naķż-ı vużū 424
İki Mest Üzerine Mesh Bâbı Mesĥ ħuffın eyleseñ nola cedīr 435
Mest Üzerine Meshin Farzıyyeti Farż üç parmaķ ķadardır bil temām 444
Ya nī el parmaķlarından ey hümām
Meshi Bozan eyler Naķż ider bunı vużūyı naķż iden 452
Kadınlara Mahsûs Olan Kanlar Ĥayż ol demdir ki anı naķż ider 477
(Demler) Bâbı
473
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Pislikleri Temizleme Bâbı Pāk olur mā-bi n-necāset gitse ger 520
İstincâ ve İstibrâ Hakkında Bir Fasıl Sinnü l-istincā min ey in necis 575
2. bölüm
474
FETTAH KUZU
ān
Namazın Sıfatı Bâbı- İlk Tekbir Var alāt içre ferāyiż bil bedīd 774
(Tahrîme)
475
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Namazdan Kendi Sun u (Fiili) ile Daħı bunlar ĥükmine eyler vülūc 897
Çıkmak
İmâma Uyan Kimsenin Kıraati Eylemez mü tem ķırā at yoķ übūt 905
Namazda Kadınların Erkeklerle Bir Ķadr-i rüknin bir ara pes fi - alāt 945
Hizada Bulunması
476
FETTAH KUZU
Namazda Hades Babı Gör ĥade sebķ eylese neyler imām 1002
Namazda Mekrûh Olan eyler Hem kerīh oldı te ā üb bunda bil 1091
3. Bölüm
Farz Namaza Yeti me (İdrâk) Bâbı Bunı idrāk-i farīża bābı bil 1222
Vakti Geçen Namazların Kazâsı Bâbı Çün fevā it var ķażāya āzim ol 1248
477
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Müsâfirin Namazı Bâbı Ger müsāfir kim dir iseñ ey ħaden 1335
478
FETTAH KUZU
Küsûf Namazı Bâbı Bil imām-ı cum aya me mūr olan 1467
479
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
SONUÇ
480
FETTAH KUZU
KAYNAKÇA
DİLÇİN, Cem (2013). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi. Ankara: TDK Yay.
481
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
(http://www.enfal.de/tirmizi/4.htm#_ftn1)
ÜNVER, İsmail (1986). Mesnevî. Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı II S.
415-416-417, s. 430-563 Ankara: TDK Yay.
Arapça-Türkçe Sözlük(http://www.almaany.com/tr/dict/ar-
tr/arapça+türkçe+sözlük/)
483
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
484
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK
GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
MUSTAFA ASLAN*
GİRİŞ
Çepniler, Oğuzların 24 boyundan biridir. Çepni adına ilk defa büyük Türk
bilgini Kaşgarlı Mahmut'un XI. yüzyıl’da yazdığı ''Divan-i Lügatit Türk'' (Türk
Lehçeleri Sözlüğü) adlı eserinde geçmektedir. Söz konusu eserde, Çepni boyunu
21.sırada göstermiş olup, damgaları aşağıdaki gibidir1:
485
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
Yine bu esere göre Çepnilerin, şölenlerde koyunun ''sol karı yağrın'' yani sol
kürek kemiğinin bulunduğu kısmı yedikleri söylenmektedir. Dolayısıyla bu kısmın
koyun etinin en değerli yeri olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü en itibarlı boy sayılan
Kayılar da koyunun sağ kürek kemiğinin olduğu kısmı yemektedir.
2 Zengi Hanedanından İmâdüddîn Zengî b. Aksungur, Zengîler’in kurucusu ve ilk hükümdarı (1127-
1146). Bkz. BEZER, Gülay Öğün, ZENGÎ İmâdüddin mad., Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.44, TDV,
İstanbul, 2013, s.258.
486
MUSTAFA ASLAN*
Tarihi hem yapan hem de yazanlardan olan Ebülgazi Bahadır Han, 1660
yılında yazdığı “Şecere-i Terakime” de Çepni için Kök Han(Gök Han)'ın dördüncü
oğlu demektedir. Çepni'nin anlamına ise “cesur” demiş ve ongununu “devlet
kuşu”(hümay) olarak vermiştir. Damgalarını ise şekilde göstermiştir5.
1974, s.51.
6 KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken, İstanbul, 1998, s.230.
487
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
XVII. yüzyılın ortalarına doğru Çepniler'in ana kolu yine Rum Kale
yöresinde yaşamakta ve Kasabalar, Korkmazlu, Sarılu, Karalar, Köseler ve
Şuayyıblu obalarına ayrılmaktadır. Rum Kale'deki Çepniler ''Oturak Çepni'' olarak
anılmaktadır. Bunlar 1690 yılında Avusturya'ya açılan sefere çağrılmış, ertesi yıl ise
Urfa yöresindeki Akça Kale'den Rakka'ya kadar uzanan yerde yerleşmeleri
emredilen Sekiz Türkmen oymağı arasında görülmüşlerdir12. Bu Çepniler de diğer
Türkmenler gibi Rakka'dan kaçmışlardır13.
488
MUSTAFA ASLAN*
Yavuzeli’nde;
Göçmez (Milelis)
Sarılar
Kuzuyatağı (Miseyri)
Yukarı Kayabaşı
Aşağı Kayabaşı
Yeniköy
Dereköy
Halilbaş
Bülbül
Yarımca
Nizip’te;
Köseler Köyü
Araban’da
Başpınar
Gümüşpınar
Hasanoğlu
YILDIRIM, “Rıza, Dede Garkın Ocağı’nın Tarihi İçin Önemli Bir Başlangıç:Dede Garkın Ve
15
Emîrci Sultan (13. Yüzyıl)”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, S.58, 2011, s.232.
489
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
16 ÖZLÜ, Zeynel, “Besni Kazasında Alevi-Bektaşi Ocakları ile İlgili Bulgular”, Türk Kültürü ve Hacı
Bektaş Velî Araştırma Dergisi, S.63, 2012, s.247.
17GÜLTEKİN, Mustafa, “Sarılar Köyü Çepni Alevi Ziyareti ve Türk Ağaç Kültüne Bağlı Bazı İnanış
ve Uygulamalar”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 2014, s.75.
18K.K.4.
19 SÜMER, Çepniler, s.123.
20 Çepni Cemâati Rakka’ya ilk aşiret iskânlarının yapıldığı h. 1102 / m. 1691 tarihinde Rakka ve Colab
Nehri civarlarında iskân edilen Musacalı’ya tâbi Türkmen Cemâatlerindendir. Sonraki dönemlerde
kethüdalarının isminden dolayı Çepni Cemâati, yaygın olarak Kantemir Çepnisi şeklinde tahrir
edilmiştir. Rakka iskânından firarların yoğunlaştığı h. 1141 / m. 1728 tarihinde Çepni Cemâati de
iskândan firar etmiş ve bunların önemli bir kısmı Bergama taraflarına gitmiştir. Bergama
Voyvodasından bunların Rakka’ya geri götürülmesi için gereğinin yapılması istenmiştir. (h. Rebiyü’l-
ahir / m. Kasım 1728) Firar ederek Aydın Sancağının Bergama Kantemir Çepnisi yıllık 400 guruş
hazineye gelirleri olup 120 hane idi. Bu Cemâatin hicri 1147 muharreminde (m. 1734) 338 guruş olan
malları Rum ili sakini Boz-Ulus Türkmenı Mukataasına zamm olunup, Bergama Kazasına tâbi
Selendi’de kışlayıp, Ahur Dağında yaylamak üzere Baş Muhasebe defterlerine kaydolunmuştu. Bu
nedenle Kantemir Çepnisi Cemâatinin Rakka’ya iskân teklifiyle rencide edilmemesi istenmiştir.
Bkz.ÇELİKDEMİR, Osmanlı Döneminde Aşiretlerin Rakka’ya İskânı(1690-1840), s.137.
21 K.K.1, K.K.2.
22 SÜMER, Çepniler, s.16.
490
MUSTAFA ASLAN*
23 Ocakzade olmayan, yani Peygamber soyundan gelmeyen bütün Aleviler için kullanılan bir
sözcüktür ve her talip ocakzade bu dedeye bağlıdır. Bkz. YAMAN, Ali, Kızılbaş Alevi Dedeleri,
Alevilik-Bektaşilik Cep Kitapları Dizisi, s.20.
24K.K.2.
25 Bektaş ASLAN, Köseler köyünde 1927 yılında doğmuştur. Köseler Köyünün tarihi hakkında köyün
en çok bilgi sahibi olan kişilerinden biridir. Sözlerine hem köyde hem de çevre köylerde çok itibar
edilirmiş. Yalan söylemezmiş. Devletini çok sevdiği için ise lakap olarak “Hükümet” denilirmiş.
26K.K.1.
491
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
Milelis (Göçmez)Köyü
Miseri(Kuzuyatağı) Köyü
Tahminlere göre XVII.yüzyıldan itibaren yerleşilmeye başlanmış olan
Miseyri/Miseri (Kuzuyatağı, Gözübüyük) Köyü, Gaziantep ilinin Yavuzeli ilçesine
bağlı Türk ve Alevi kökenli bir Çepni köyüdür. Daha önce köyün adı Miseyri
/Miseri iken 1940'lardan bu yana Türkiye’de yer isimleri değişikliğine uğrayan
27K.K.4.
28 K.K.4, K.K.3, K.K.13.
29 Mine Türk, Milelis Köyünde 1940 yılında doğmuştur. Milelis köyüna ait türkü, hikaye ve efsane
türü birçok şeyi bilmektedir. Aynı zamanda cenazelerde yasçı kadınlardandır. Ağıt türü birçok türküyü
ezbere söylemektedir.
30 K.K.9.
492
MUSTAFA ASLAN*
binlerce köy gibi, tahminen 1961 yılında Miseyri Köyü adı Kuzuyatağı Köyü olarak
değiştirilmiştir.
Yüksek rütbeli bir Fransız Subayı olan G. Marmier’in, 1890 yılında
Fransızca bir kaynakta yazmış olduğu yazıda31 gezileri sırasında Elif, Hisar ve
Hasanoğlu yerleşim yerlerinden bahsederken, gördüğü Miseyri yerleşim yerinin ilk
çağdan kalma bir şehrin yıkıntılarına ve ören yerine benzediğini söylemektedir.
Latincede Miseri’nin karşılığı “zavallı”; Fransızcada (Méseré) Misere’nin karşılığı
ise “kötü durum” anlamına gelmektedir.. Askerin gezileri sırasında gördüğü yeri bu
şekilde ifade ederek, Misere yani Miseri / Miseyri dediği anlaşılmaktadır. Ayrıca G.
Marmier, Miseri’de büyük bloklardan yapılmış bir tapınağında bulunduğunun yanı
sıra bu bölgeden geçen “Sultan Murat Yolu” nun (Romalı’lardan kalma bir yol)
ticari bir güzergah olarak kullanılmış olduğundan bahsetmektedir. Köyde şu anda
bunu doğrulayan tapınak kalıntıları ve oyma taş mezarlar bulunmaktadır. Sonradan
köye yerleşen aileler tarafından, harabe ve yıkılmış yerleşim yerlerinin oldukları
anlatılmaktadır. Taş mezarlar, Bizans dönemine ait yazıların olduğu çeşitli
kalıntılar, köyün eski yerleşim yeri olduğunu ve köyün tarihinin çok eskilere
dayanmakta olduğunu göstermektedir.
Miseyri Köyü, toplam 20'ye yakın aileden oluşmuştur. Köye yerleşmiş olan
fakat daha sonra göç etmiş bir-iki ailenin dışında kalan aileler köyün nüfusunu
teşkil etmektedir. Yaşlıların anlattıklarına göre, baskılardan kaçabilmek ve
hayatlarını devam ettirebilmek için ilk başta geçici de olsa köyün güneyindeki
bölgeye (ilk zamanlarda ormanlık ve suya yakın bir alan olmasının yanında
saklanmaya ve gizlenmeye de elverişlidir) yerleşmişlerdir. Yine göç etmek zorunda
kalma ihtimalinden dolayı yapılan evlerin, bugünkü bilinen anlamda evlere
benzemediği rivayet edilmektedir. Fakat daha sonraları gelen ailelerle birlikte ve
zamanla büyüyen nüfus kendi içinde bir güven sağlamıştır. Böylece, artık burada
kalarak yaşamlarını buradaki koşullara uydurarak devam ettirmişler. Yaşlıların
bahsettiklerine göre, Mehmet Gözübüyük’ün (Tozolar’ın dedesi) yani köye ilk
gelen olarak bildiğimiz kişi, köye geldiği zamandan köye son gelen aile olan
Cumolar’ın köye gelmesine kadar geçen sürede köylülerin temel geçim kaynağının
hayvancılık, odun ve kömürcülük olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonra ormanlık
alanların kesilerek ekim alanına dönüştürülmesi Cumolar ile başlamıştır. Yine
Cumolar tarafından yapılan saban ve benzeri araç gereçlerle beraber Fıstıkçılık da
büyük ihtimalle bu dönemde başlamıştır. Daha sonraları bölgede fıstık bahçeleri
olduğu ve bu bahçelerin köylüler ile ağalar arasında zaman zaman el değiştirdiği
493
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
Sarılar Köyü
Sarılar köyü de büyük Çepni köylerinden biridir. Köyün adına; köyün
kurucusu niteliğindeki ilk yerleşenlerin soyunun Sarı Kız Oğullarından geldiği için
Sarılar denmiştir. Bu Sarıkız efsane olarak köyde anlatılmaktadır. Ayrıca Sarıkız
oğullarının Balıkesir'de de yaşadıkları bilinmektedir. Balıkesir’in Tahtakuş ve
Kavurmacı köylerinde de yine bu efsaneden bahsedilmektedir. Söz konusu köyler
de Alevi - Çepni köyüdür34.
Köyün kuruluşunun ise yaklaşık 16.yüzyıla kadar gittiği tahmin
edilmektedir. Sarılar köylüleri de diğer Çepniler gibi Rum Kale’de otururken,
Çepnilerin büyük göçünde onlarda bugünkü bulundukları yere gelmişlerdir. İlk
önceleri yörede Karadağ olarak geçen dağda sık ormanlıkla kaplı alanda yaşamış,
sonraları dağın eteğine inmişlerdir35.
Sarılar da diğer Çepni köylülerinin dedikleri gibi Horasan’dan geldiklerini,
atalarının Türkistanlı olduklarından söylemektedirler. Türkistan'dan Taşkent-
Buhara'ya oradan Horasan'a son olarak da Anadolu'ya gelerek bu bölgeyi yurt
tutmuş, Rum kalede bir süre yaşadıktan sonra bir grup Sarıkız Oğulları batıya
Balıkesir’ e, bir grupda burada kalarak Rum kaleye yakın bir mevkiye
32 Oruç Çokbilir, Miseyri’de 1941yılında doğmuştur. Hofan Hüseyin(Hüseyin Köşker) ise 1932
yılında doğmuştur. Köyün tarihi hakkında birçok bilgiye sahip olan Hofan Hüseyin bildiklerini Oruç
Çokbilir’e aktarmıştır. Bizede oğlu Şahin Çokbilir Miseri Köyü’nün tarihi ve benzer birçok bilgiyi
aktarmıştır.
33 K.K.6.
34MUTLU, Hüseyin Kahraman; Balıkesir Çepnileri ve Ağız Özellikleri, Turkish Studies, Volume 4/3,
2009, s.1583.
35 K.K.8.
494
MUSTAFA ASLAN*
36 K.K.4, K.K.16.
37TEZCAN, Mahmut, ‘’Giyim Olgusuna Sosyo-Kültürel Bakış ve Türklerde Giyim’’,Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C.16, S.1, Ankara, 1983, s.255.
38 ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı yay., C.5, Ankara, 1978, s.2.
39 Türkler bu sözü söylemekle, aslında içe ve dışa giyilen elbiseleri birbirinden ayırmak istemişlerdi.
İçlik sözü, Türklerin çok eski bir giyim tabiridir. “Dışa giyilen elbiseler” için ise, Harezmşahlar
çağında bile, taşkı ton, yani “dış elbise, dışa giyilen don” denilirdi. Eski Anadolu metinlerinde, buna
üstlük denir. Bkz.ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, C.5, s.9.
40 K.K.9, K.K.8.
495
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
3.Eğlence-Oyun
Çepni çocukları eskiden kendilerinin hazırladıkları oyunlar oynamaktadır.
Bu oyunların bazıları adları değişerek geçmişten günümüze kadar gelmiştir.
Mesela; saklambaç oyunu Çepni çocuklar tarafından da oynanmış ve bunun adına
“göz yummaç” denilmiştir. Bir başka oyun da “kavak savan”dır. Bu oyunda da
çocuklardan biri eğilmekte, bir diğeri de üzerinden atlamaktadır. “Kekil” adı verilen
bir başka oyun da Milelis Köyü’nden 5-6 km ilerde bir dere olan Karasu’da
oynanmaktadır. Buna göre çocuklardan biri suyun içinde kekil olur diğerlerini
yakalamaya çalışır, kekilliği yakaladığı kişiye devreder. Biri yakalanırken
yakalanması için saçının kekil bölümüne değinilmek zorunda olduğundan dolayı,
oyuna kekil adı verilmiştir. “Çelik-çıbık” denilen diğer bir oyunda yan yana
getirilen iki taşın üstüne uçları sivriltilmiş değnek koyulur sonra değneğe vurularak
karşıdakilerin yakalaması beklenmektedir. “Ana-cücük” oyununda ise karşıya
çakmak taşı dikilmekte ve dikilen taş vurulmaya çalışılmaktadır. “Yedi bardak”
denilen oyunda da yedi tane taş üst üste dizilerek, bu taşları vuran kazanmaktadır.
Elbette oyunlar yalnızca çocuklar için olmayıp büyüklerin oynadığı oyunlar
da bulunmaktadır. Buna göre Çepni erkeğinde bahsedildiği gibi zar atma, kılıç
dövüşü, güreş, at yarışı ve dama gibi oyunlar oynamaktadı42.
Düğünlerde ise Çepnilerin oynadığı halay çeşitleri bulunmaktadır. Bunlar
"arabiye, serhoş havası, ağır hava ve sıçramadır". Ağır hava ve arabiye de erkekler
önde, kadınlar arkada halka olmakta ve yavaş bir tempoda davul, zurna ve türkünün
41 K.K.4.
42 K.K.11.
496
MUSTAFA ASLAN*
ritmine göre oynanmaktadır. Sıçramada ise hızlı bir şekilde dönülerek halayın
ortasında karşılıklı iki kişi oynamaktadır
43 UMAÇ, Zeynep ŞİMŞEK, “Gaziantep Çepni Ağzının Türkđye Türkçesi Ana Ağız Gruplarını
Belirleyen Özellikler Bakımından Değerlendirilmesi”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, Cilt: X, S.1,
İzmir, 2010, s.201.
44 K.K.1-K.K.2.
497
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
45 ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı yay., C.7, Ankara, 2000, s.7.
46 MANDALOĞLU, Mehmet, “İslamiyetten Önce Türklerde Aile Hukuku”, Türkiyat Araştırmaları
Dergisi, S.33, Konya, 2013, s.138.
47 YAKUT, Esra, “Eski Türklerde Hukuk”, Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, C.1, S.3,
Eskişehir, s.408. Hun devletinde hakanların kız aldıkları belirli boylar vardır.
498
MUSTAFA ASLAN*
Aile yaşlılarının kararından sonra birkaç yaşlı sembolik olarak kız evine
“düğüncü” (dünürcü) gönderilir. Düğünçüler oğlan tarafı adına zaten daha önce
karar verilmiş olan nişanlanma işini48 kızı istedikten sonra resmileştirmenin ilk
adımını atarlar. Ardından “sakal öpme” (kız evinde yapılan birkaç saat süren ve
yenilip içilip yüzük takılan tören) töreni için gün tespit edilir. Bu süre genellikle kız
istemeden en fazla birkaç hafta sonrasıdır. Sakal öpme töreninde köylüler davet
edilir. En az bir koyun veya keçi kesilir (bu sayı ailelerin ekonomik durumuna göre
çoğalabilir). Sakal öpme törenine gelenler hep birlikte yiyip içtikten sonra törenle
kız ve oğlana yüzük takılır.
Törelere göre sakal öpme töreninden sonra nişanlı oğlanın kız evine gidip
gelirken genellikle bir takı ile kız evini ziyaret etmesi gerekir. Bunun adı “yol
açma”dır. Nişanlı oğlan “müsahibiyle”49 kız evini bu şekilde ziyaret ettikten sonra
artık istediği zaman kız evine gidip gelebilir. Yalnız kız için aynı durum söz konusu
değildir. Evleninceye kadar nişanlısının evine gitmesi ayıp sayılır.
Yörede düğünler yakın zamana kadar (günümüzde bu değişmiştir.)
genellikle güz mevsimi yapılırdı. Çünkü bu dönemde köy işleri azalırdı. Düğün
hazırlıklarına başlamadan önce eski Türklerde görülen “kalın kesme 50” (başlık
parası)aşaması burada hâlâ yaşatılmaktadır. Kız ve oğlan tarafını temsil eden
yaşlılar bir araya gelip, başlık parasını karara bağlarlar.
Başlık parası (yöresel deyimle kalın parası), tümüyle evlenme adayı olan
gençlerin ihtiyaçları için harcanır. Kız babası, aldığı bu parayı başka bir harcama
için kullanmaz. Eğer bu para kız için harcanmazsa, bu büyük bir terbiyesizlik olarak
kabul edilir. Hatta ailelerin ekonomik durumuna göre kız tarafı aldığı başlık
parasını gençler için harcadığı gibi üzerine kendi cebinden ilave harcamada
48 K.K.6. Nişan töreni ailelerin kararına göre yapılır ya da yapılmaz. Nişan takma töreni şayet yapılırsa
düğün töreninin küçük bir provası gibidir. Nişan takmada davul zurna çaldırmak zorunludur. En az
yarım gün veya bir gece davul çalınır, yenilir, içilir, eğlenilir. Tören sonunda oğlan ve kız ailelerinin
aldığı takılar geline takılır. Ardından nişan törenine davet edilenlerin takı töreni yapılır.
49 “Müsahiblik, Hz.Muhammed’in Hicret’in birinci yılında Ensar ve Muhacirleri birbirleriyle kardeş
yapmıştı. Musahiblik, Kur’an-ı Kerim’in şu ayetleriyle kurulmuştu: ‘’Onlar ki inanıp hicret ettiler ve
mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaştılar ve onlar ki(hicret edenleri) barındırıp yardımda
bulundular; işte bunlar, birbirlerinin dostu ve yârıdırlar…’’ Hacı Bektaş Veli, Hz. Peygamberin yaptığı
bu uygulamayı Aleviliğe uyarlayarak bunu Kur’an ve peygamberin emri olarak kabul etti. Alevilikteki
düsturları açıklarken, ‘’birinci kapı, Musahiblik kapısıdır.’’ derken, bunun talib için en üst kapı
sayılacağı anlatılmak istenir. Birbirleriyle Müsahib olmak isteyenler, anne ve babalarının da razılığını
aldıktan sonra, Rehber’e başvururlar. Rehber, bunları bütün köylünün ayrı ayrı rızalarını almaya
yollar. Daha sonra bir cem töreni kurulur ve tören sonunda iki kişi musahib olur.”(Bkz.YAMAN,
Mehmet, Alevilik İnanç- Edep- Erkân, İstanbul, 2001,s.242-243.
50 Kız için kızın babasına ve velisine verilen "kalın" adı ile anılan belli bir miktar mal sözkonusudur.
Evlenme bir alım-satım akdi olarak görülmediğinden, "kalın", kızın fiyatı olarak değil, kızın terbiyesi
için yapılan masraflara iştirak bedeli olarak görülmüştür. Bu bedel bir kaç baş hayvandan ibaret
olabildiği gibi yüzlerce at ve binlerce koyun da olabilmiştir. Bkz.YAKUT, Esra, Eski Türklerde
Hukuk, s.423.
499
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
yapabilmektedir. Kalın parası, günün şartlarına göre bir usulle alınır ve kız
istendikten sonra oğlan evinden büyükler giderek, kız evinden ne kadar kalın
istediklerini sorarlar. Eğer istenilen para çok ise, aile büyükleri araya girerek
miktarı düşürmeye çalışırlar. Oğlan evi, daha sonra verebileceği miktarı kız evine
bildirir. Beş aşağı, on yukarı işi bağlarlar. Yeniden kız evinde toplanılır ve
masrafları oğlan evi karşılar. Bu toplantıya yalnızca erkekler katılır ve yenilip
içildikten sonra, oğlan babası herkesin önünde parayı kız babasına verir. Böylece
kalın işi halledilmiş olur.
Bunun dışında "yol" denilen bir kural daha vardır, erkek tarafından kızın
büyük erkek kardeşine, büyük amcası ve dayısına, büyük teyzesi ve halasına küçük
miktarda para verilir. Bunun üzerine bu kişiler gelin ve damadı evlerine davet
ederler. Ve davet sırasında da tekrar gelin ve damada bir miktar para “el öpme”
parası takılır.
Daha sonra yapılacak iş pazarlığa gitmektir. Pazarlığa gitmenin amacı
evlenecek gençler için ev eşyası almaktır. Düğün tarihinden birkaç hafta önce kız ve
oğlan aileleri birlikte pazarlık görmek için şehre giderler. Önceleri sadece nişanlı
oğlanın birlikte pazarlığa gitme hakkı varken daha sonra nişanlı kızlarda gitmeye
başlamıştır.
Pazarlık bir veya birkaç gün sürer. Daha sonra alınan eşyalar toplu olarak
eve getirilir. Her iki tarafın kadınları “zılgıt”51 çekerek pazarlığın geldiğini etrafa
duyururlar. Pazarlıkta ya da daha önce gençlere döşek52(yatak) yapmak için alınan
yünler eş dost akrabalarla yıkamaya götürülür, yıkarken yenilir içilir. Yıkanan
yünler daha sonra yatak yapılır. “Yatak biçme”, imece usulüyle yapılan bir
yardımlaşma ve eğlence günüdür. Yatak biçme, kız evinde yapılır. Oğlan evinden
ve kız evinden gelen kadınlar, yardımlaşarak, kızın çeyizine konacak yatak
yüzlerini diker ve yorganları köpürürler. Bir yandan iş yapılırken bir yandan da
yemekler yapılır ve yenir. Yatak biçmeye gelen kadınlar yer, içer ve eğlenirler.
Düğün töreni öncesi, düğün tarihi tespit edilip ardından davetiyeler
hazırlanır. Davetiye olarak düğüne çağırılanlar için 1-1,5 metre kumaş gönderilir.
Bu kumaşa “halat” denir. Yalnız evlenecek gençlerin yakınları için tek tek sorularak
özel hediyeler alınır. Düğün gününe birkaç gün kala toplanarak bir araya gelen
kızlar tarafından düğün için ekmek yapılır.
51 Zılgıt kelimesi sözlüklerde “azarlama, paylama, korkutma, gözdağı verme, düğün ve cenazelerde
coşkuyu artıran tiz ve keskin bir ses” anlamlarıyla yer alır. Bkz. DURAN, Hamiye, “Hatay’ın Altınözü
İlçesi Babatorun Köyü’ndeki Zılgıtlar Üzerine Bir Araştırma”, Milli Folklor, S.89, 2011, s.186.
52 Döşek,yani eski Türklerin töşek sözü, yatak anlayışını karşılayan ve eski Türkler arasında en çok
kullanılan, bir söz idi. Çünkü Türklerdeki yatmak ve yatak sözünün manası, çok geniş idi. Bu sebeple
eski Türklerde "döşekte yatmak", "yatağın içine girerek yatmak" anlayışını açıklayan ve güçlendiren
en açık bir anlatış idi. Bkz.ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı yay., C.3,
Ankara, 1978, s.7, s.21.
500
MUSTAFA ASLAN*
53 İslam dininin gereklerine göre yapılan sünnet törenlerinde çocuğu tutan kişiye “kirve” denir. Kirve,
ailenin sevdiği bir kimsedir. Kirve, sünnet töreninin tüm masraflarını karşılar. Kirvelik, sadece sünnet
uygulamasında yoktur. Aynı zamanda evlilik törenlerinde de vardır. Yine kirve, evlilik töreninin
masraflarının kısmen üstlenilmesidir. Kıbrıs Türkleri arasında da yaygın olan bu uygulamaya
“Kumera” denir. Latin Amerika köysellerinde ise “Compadrazgo” isimli bir uygulama vardır ve
kirveliğe benzemektedir. Bir başka tasavvuri akrabalık geleneği de Japonlarda görülmektedir. Bunun
adına da “Oyabun-Kobun” denilmektedir. Bkz. TEZCAN, Mahmut, “Tasavvuri Akarabalık ve
Ülkemizdeki Uygulama”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C.15, S.1, 1982,
s.122-124.
54 ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, C.3, s.275.
501
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
başlar. Anne, teyze, hala v.s. akrabalar da bu çeyize daima bir şeyler eklerler. Çeyiz
alınacağı gün, oğlan evinin akrabaları oğlan evinde, kız evinin akrabaları ise kız
evinde toplanırlar.
Çeyiz günü, eğlenceyi oğlan evi yapar, kız evi ise oğlan evinin gelmesini
bekler. Çeyiz kız evinden alınırken davul zurna eşliğinde halay çekilir. Çeyiz alma
adetleri günümüzde hala eksiksiz olarak devam etmekte ve yapılmaktadır. Kız
evinden çeyiz almada da bazı adetler ağırlığını korur. Çeyizlerin bulunduğu evdeki
kızın sandığının üzerine, kızın erkek kardeşi veya yakın bir akrabası oturur. Oğlanın
babası veya bir aile büyüğü, sandığın üzerinde oturan kişiyi kaldırmak için, bir
miktar para verir. Para verildikten sonra, çeyiz taşıma işlemlerine geçilir.
Çeyiz taşınırken meydanda bulunan her eşya alınır. Yeni evlenecek olan
çiftlere yardım olarak ne bulunursa götürülür. Taşıma işi yalnızca oğlan evine
düşer, kız tarafından kimse taşıma işine karışmaz. Çeyiz taşındıktan birkaç gün
sonra, kız evinden birkaç kişi çeyizin taşındığı eve giderek, evi dizerler. Gelen tüm
çeyizler evin içersinde düzenlenir ve yerli yerine konulur. Bazı durumlarda çeyiz
töreni düğünden birkaç gün önce yapılır. Bu törende de yine davul zurna getirtilir.
Halaylar eşliğinde çeyiz sergilenir. Gelinin yeni evine getirilerek evi dizilir.
Öğleye doğru gelini almak için davul zurna eşliğinde kız evine gidilir.
Gelin hazırlanıncaya kadar bir süre kız evinin önünde halay çekilir. Gelini alırken
kız tarafının yakınları kapıyı açmak için “kapı parası” adı altında oğlanın
babasından bahşiş alırlar. Daha sonra gelin babası veya kardeşi tarafından alınıp
avluya indirilir. Burada gelin önceden hazırlanan ata (günümüzde gelin arabasına)
bindirilip köyü dolaştıktan sonra oğlan evine getirilir. Burada gelinin eline
fırlatması için bir nar veya benzeri bir meyve verilir. Gelin bu meyveyi oğlan evinin
duvarına fırlatır. Daha sonra gelin eşikten geçerken kaynana geline bardak veya
çomça verir. Gelin bunu kırarak içeri öyle girer. Bunun amacı gelinle kaynananın
dirliğini sağlamaktır. Gelin halaylar ve zılgıtlarla oğlan evine indirilir. Artık
düğünün sonuna gelinmiştir.
Geriye bir tek yemekli takı töreni olan “şabaş töreni” kalmıştır. Uygun bir
yere (genellikle damların üzeri olur) çok sayıda insanın oturabileceği yemek sofrası
hazırlanır. Düğüne davetli olanlar sıra halinde otururlar. Yemekten önce, davulcu
ayakta davul çalarken zurnacı “şabaş şabaş” (düğünlerde yardımlaşma amaçlı
takılan para veya altın) diyerek takılacak paraları toplar. Daha sonra davetlilere
yemek verilir. Gelinle damat atalarının mezarını ziyarete gidip gelmesiyle düğün
biter55.
55
K.K.6, K.K.1, K.K.10.
502
MUSTAFA ASLAN*
56 Çepni köylerinde her sülalenin bir mezarlığı vardır, köydekiler karışık olarak gömülmez.
57 K.K.11.
58 Onay, İbrahim, ‘’İslamiyetten Önce Türklerde, Cenaze Ve Defin İşlemlerinde Uygulanan
503
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
makamıyla söyler, ağıtta ölen kişiyi anlatırlar. Bu ağıtlar öyle biçimde söylenir ki
söyleyen kadınlar birbiriyle yarışır ve eski Türklerdeki cenaze törenlerinde olduğu
gibi üzüntülerinden dolayı kendilerine zarar verirler. Ölünün yakınları kırk gün yas
tutarlar, elbiselerini değiştirmezler, sakal uzatır, tıraş olmazlar. Kırk gün sonunda
kırk yemeği yenir ve bu bir daha ki senelerde tekrarlanır. Çepniler, cenaze töreninde
eski Türklerdeki gibi sürdürdüğü aş verme geleneği, Kaşgarlı Mahmud’ un Divani
Lügaitit Türk’ün de “yoğ” veya “yuğ” olarak geçmektedir. Anlamı da ölü
gömüldükten sonra üç yada yedi güne kadar verilen yemek demektedir59.
Abdülkadir İnan bu konuda şöyle söylemektedir:”Defin töreniyle ve ölüler kültüyle
bağlı en eski ve iptidai törenlerden biri “ölü aşı” denilen törendir. Bugün
medeniyetin yüksek derecesine ulaşmış olan kavimlerin hepsinde görülen ölüleri
anma törenleri iptidai devirlerde ölülere aş verme töreninin gelişmiş şeklinden
başka bir şey değildir’’60. Günümüzde bunun adı değişmişsede gelenek
sürmektedir. Bu törenlerdeki amaç ölünün ruhunun huzura kavuşturulmasıdır61.
s.189.
61 K.K.4, K.K.10.
62GÖMEÇ, Sadettin, ‘’Eski Türk İnancı Üzerine Bir Özet’’, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-
Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi C.21, S.93, Ankara, 2003.
504
MUSTAFA ASLAN*
63K.K.5.
64K.K.6.
65YALÇIN Alemdar, YILMAZ Hacı, ‘’Kureyşan Ocağı Hakkında Bazı Yeni Bilgiler’’, Türk Kültürü
ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, S.23, Ankara, 2002, s.2.
505
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
66 K.K.4, K.K.8.
506
MUSTAFA ASLAN*
Seydi Kureyş
Hacı Kureyş’in oğludur. Bir adı da Düzgün Baba’dır. Türbesi Hacı Kureyş
türbesinin yakınındadır. Bir türbesi de Tunceli’dedir. Seydi Kureyş’in kerameti ise,
babası Hacc’da iken ona bir kereliğine yemek götürüp getirmesi olarak anlatılır68.
Kara Baba(Fot.5)
Türbenin içersinde birçok dedenin mezarı bulunmaktadır.Sırım Dede,
Kucur Dede yatmaktadır. Sırım Dede’nin kerameti ise insanlara duası ve
bedduasının tutmasıdır69.Bu ziyaret Miselis Köyü’nde bulunmaktadır. Mayıs ayının
ilk haftasında Milelis köyündekiler ve şehir merkezinde yaşayan Milelisliler burayı
ziyarete gelirler. Burada adakları olanlar kurbanlarını keserler ve orada bulunanlara
kurban etini kara kazanlarda pişirip, yanında pilav yaparak dağıtırlar. Türbeyi de
ziyaret ederek, buradaki ağaca bez bağlarlar(Fot.6). Türbenin duvarına mum yakar,
taş yapıştırırlar.
Balıklı göl
Balıklı gölde ise Hacı Kureyş’in bacısı Ayn Zılka yatmaktadır.
Anlatılanlara göre bir taşı kaldırıp biraz uzağa fırlatmıştır. Taşın düştüğü yer ise
suyla dolmaya başlayıp, göl olmuştur. Bu gölde hastalıklardan kurtulmak için
yıkanılır70.
Yel Baba
Burada ise çamur sürülür, yine bazı hastalıklara iyi geldiğine inanılır71.
Çıralık(Fot.7)
67YAMAN, Ali, Anadolu Aleviliği’nde Ocak Sistemi Ve Dedelik Kurumu, Uluslararası Anadolu
507
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
Sarılar Köyü’nün kendisine ait olan ziyaret yeridir. Bir türbe bulunmaktadır
ama içinde mezar yoktur. Genellikle Mayıs ayının ilk haftasında Sarılarlı köylüler,
şehir merkezinde ve yurt dışında yaşayan Sarılarlıların ziyarete çıktıkları yerdir.
Yurt dışındaki Sarılarlılar ise Almanya’da bir piknik alanına giderek, Çıralık
ziyaretine çıkma geleneğini sürdürürler. Diğer Çepni ziyaretlerinde olduğu gibi
kurbanlar kesilir, dorulara(meşe ağaçları) bezler bağlanır. Dini bir hassasiyetle
gelinse de şenlik havasında geçer72.
8.Çepni Cem Töreni
Çepni cemlerinin(Fot.3)diğer Alevi unsurların cemlerinden büyük bir farkı
yoktur. Öncelikle Musa-i Kazım ocağının erkânına göre cem yapılır. Cemlerde veya
ritüellerde bazı farkların olması hem ulaşım ve iletişim olanaklarına
dayandırılabileceği gibi, hem de Osmanlıların Safevilerle olan siyasal
mücadelesinin bir sonucu olarak görülebileceğini düşünülmektedir. Çepnilerin de
Safevi Devleti’nin kuruluşunda başı çeken boylardan biri olması73 ve Şah İsmail’e
olan derin sevgileri yüzünden Osmanlı takibatına uğramalarına neden olmuştur. Bu
yüzden Kızılbaş Alevi ocakları ve talipleri içlerine kapanmışlardır.
Çepni cemlerinde, cem evrelerinin yanında farklı evrelerde vardır.
Öncelikle Çepni cemlerine “Sarma Cemi” denir.Sarma ceminde bir kişi diriyken
kefene sarılır ve yatan kişi ölü kabul edilir.Kefene sarılı kişinin tekrar dirilmesi için
dua edilir ve ruhunun bir çocuk ruhu gibi masum olmasına yani günahlarından
arınması sağlanmış olur.Eğer bundan sonra bir suç işlemezse temiz bir insan olarak
kabul edilir.Şamanlarda bu hasta birini iyileştirmek için yapılmaktadır74.Çepni
cemleri bir de erkânla görülür. Yani “tûbâ”75 ağacından bir dal olduğuna inanılan
bir sopadır.Bu sopa yeşil bir kılıfın içinde saklanır. Bu sopayla cem yürütülür ve
mumla görgü yapılır.Hacı Bektaş Dergahına bağlı olan Çepni dedeleri,görgüyü
pençe el abayla görür76.
72K.K.14.
73SÜMER, Faruk, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Selçuklu
Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1976, s.50.
74KOECHEROWA, Malgorzata LABECKA, “Şaman Ayini -Yeniden Yapılanma Deneyi”, DTCF
75UZUN, Mustafa, Tûbâ mad., Diyanet İslam Ansiklopedisi, TDV, C.41, İstanbul, 2012, s.318Tûbâ
Cennetteki ağaçların en büyüğüdür.
76K.K.5.
508
MUSTAFA ASLAN*
509
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
SONUÇ
Türkiye tarihinin yerli kaynaklarına bakıldığında adı en çok geçen Oğuz
boylarından biri Çepnilerdir. Dolayısıyla Çepnilerin Türk tarihine birçok etkileri
görülmüştür. Daha XIII. yüzyılın başlarında Selçuklu Devleti’ni derinden sarsan
Babai hareketine katılmışlardır. 1277 yılında Trabzon Rum İmparatorluğu’na karşı
denizde parlak bir zafer kazanmışlar ve böylece Karadeniz’in en önemli limanı olan
Sinop Limanı’nın Trabzon Rum İmparatorluğu’nun eline geçmesine engel
olmuşlardır. Bununla da yetinmeyerek Karadeniz bölgesini Türkleştirdikleri gibi
Anadolu’nun tüm bölgelerine yayılmışlardır. Buradan da Balkanlara kadar giderek,
gittikleri yerleri yurt tutmuşlardır. Bu yurt faaliyetlerine katılan Osmanlı
Devleti’nin en önemli akıncı ailelerinden biri olan Malkoçoğulları Çepni boyuna
mensuptur. Çepnilerin, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin ilk talipleri arasında olduğu
da bilinmektedir. Bunun dışında, Safevi Devleti’nin kuruluşunda da önemli
katkıları olan Çepniler, Cumhuriyet tarihinde ise Atatürk’ün en yakın korumaları
olarak karşımıza çıkmışlardır.
Türk tarih sahnesinde böyle mühim roller alan Çepniler, Anadolu’nun her
tarafında oldukları gibi Gaziantep’te Rumkale çevresinde de yaşamaktadırlar.
Gaziantep Çepniler’i Horasan’dan geldiklerinde Alevi inançlı olup, bugün hala bu
inançlarını korumaktadırlar. Türkistan’dan getirdikleri Türk kültürünü muhafaza
ederek, hâlâ yaşatmaya devam etmektedirler.
Tarafımızca yapılan saha çalışmalarında ve röportajlarında eski Türk
kültürüne ait birçok örnek görülmektedir. Özellikle mayıs ayında ziyarete
çıktıklarında eski Türklerdeki ağaç kültünden, ata ruhlarını anmaya kadar birçok
Türk kültü göze çarpmaktadır. Bunun dışında düğünlerinden, yemeklerine;
cenazelerden dillerine kadar Türk kültürünün birçok unsurunu görülmektedir. Sayın
Prof.Dr.Alemdar Yalçın’ın ve Sayın Yrd.Doç.Dr. Mustafa Gültekin’in de Gaziantep
Çepnilerini ziyaretlerinde bu tespitlerini dile getirmişlerdir.
Bu Çepnilerde sözlü kültüründe çok güçlü olduğu dikkat çekmektedir.
Makalenin sınırları çerçevesine çok girmediği için fazla değinilmemiştir. Ama her
köyde vefat etmiş ve yaşayan birçok ozanın olması bize sözlü kültürün zenginliğini
göstermektedir. Özellikle bunlardan birisi Miseri Köyü’nden Ȃşık Hüseyin
Kırmızıgül’dür. Ȃşıklık geleneğinin temsilcilerinden olan Kırmızıgül’ün türküleri
TRT repertuarına kadar girmiştir
510
MUSTAFA ASLAN*
KAYNAKÇA
1905 Halep Salnamesi, Matbaa-ı Vilayet, Hicri 1323.
AKSÜT, Hamza, Alevi Erenlerin İlk Savaşı (1240), YTY, Ankara.
BEZER, Gülay Öğün, ZENGÎ, İmâdüddin mad., Diyanet İslam
Ansiklopedisi, C.44, TDV, İstanbul, 2013, (s.258-261).
ÇELİK, Ali, “Çepnilerin Anadolu’nun Türkleşmesindeki Yeri ve Önemi”,
Türkler Ansiklopedisi, C.6, 2002, (s.312-323).
ÇELİKDEMİR, Murat, Osmanlı Döneminde Aşiretlerin Rakka’ya
İskânı(1690-1840),FÜSBE(Basılmamış Doktora Tezi), Elazığ, 2001.
DURAN, Hamiye, “Hatay’ın Altınözü İlçesi Babatorun Köyü’ndeki
Zılgıtlar Üzerine Bir Araştırma”, Milli Folklor, S.89, 2011, (s.186-192).
EBÜLGAZİ BAHADIR HAN, Şecere-i Terakime - Türklerin Soy Kütüğü,
yay. Muharrem Ergin, Tercüman, 1974.
GÖMEÇ, Sadettin, ‘’Eski Türk İnancı Üzerine Bir Özet’’, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları
Dergisi C.21, S.93, Ankara, 2003, (s.79-104).
GÜLTEKİN, Mustafa, “Sarılar Köyü Çepni Alevi Ziyareti ve Türk Ağaç
Kültüne Bağlı Bazı İnanış ve Uygulamalar”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli
Araştırma Dergisi, 2014, (s.73-95).
İNAN, Abdülkadir, ‘’Müslüman Türklerde Şamanizm Kalıntıları’’, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.1, S.4, 1952, (s.19-30).
-----------Tarihte ve Bugün Şamanizm, Materyaller ve Araştırmalar, TTK,
Ankara, 1986.
KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken, İstanbul, 1998.
KAŞGARLI MAHMUD, Divanü Lugati't Türk, yay. Seckin Erdi-Serap
Tuğba Yurteser, Kabalcı yay., İstanbul, 2005.
KOECHEROWA, Malgorzata LABECKA, Şaman Ayini -Yeniden
Yapılanma Deneyi, DTCF Tiyatro Araştırmaları Dergisi, S.12, 1995, (s.77-98).
MANDALOĞLU, Mehmet, “İslamiyetten Önce Türklerde Aile Hukuku”,
Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.33, Konya, 2013, (s.133-159).
MUTLU, Hüseyin Kahraman; Balıkesir Çepnileri ve Ağız Özellikleri,
Turkish Studies, Volume 4/3, 2009, (s.1577-1605).
ONAY, İbrahim, ‘’İslamiyetten Önce Türklerde, Cenaze Ve Defin
İşlemlerinde Uygulanan Gelenekler Ve Bunların Amaçları’’, JASS Studies, Volume
6, Mart, 2013, (s.479-490).
OCAK, Ahmet Yaşar, Sarı Saltık, TTK, ANKARA, 2011.
511
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı yay., C.3,
Ankara, 1978.
-----------Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı yay., C.5, Ankara,
1978.
-----------Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı yay., C.7, Ankara,
2000.
ÖZLÜ, Zeynel, “Besni Kazasında Alevi-Bektaşi Ocakları ile İlgili
Bulgular”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, S.63, 2012, (s.247-
264).
STUMP, Ayfer Karakaya, Subjects of the Sultan, Disciples of the
Shah:Formation and Transformation of the Kizilbash/Alevi Communities in
Ottoman Anatolia, Basılmamış Doktora Tezi, Harward University, Massachusetts,
2008.
SÜMER, Faruk, Oğuzlar'a Ait Destani Mahîyetde Eserler, DTCF Dergisi,
C.17, s.3.4, 1959, (s.359-456).
-------------Çepniler, TDAV, İstanbul, 1992.
TEZCAN, Mahmut, ‘’Giyim Olgusuna Sosyo-Kültürel Bakış ve Türklerde
Giyim’’, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C.16, S.1, Ankara,
1983, (s.255-276).
------------- “Tasavvuri Akarabalık ve Ülkemizdeki Uygulama”, Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C.15, S.1, Ankara, 1982, (s.117-
130).
UMAÇ, Zeynep ŞİMŞEK, Gaziantep Çepni Ağzının Türkiye Türkçesi Ana
Ağız Gruplarını Belirleyen Özellikler Bakımından Değerlendirilmesi, Türk Dünyası
İncelemeleri Dergisi, Cilt: X, S.1, İzmir, 2010, (s.185-206).
UZUN, Mustafa, Tûbâ mad., Diyanet İslam Ansiklopedisi, TDV, C.41,
İstanbul, 2012, (s.318).
YAMAN, Ali, Kızılbaş Alevi Dedeleri, Alevilik-Bektaşilik Cep Kitapları
Dizisi.
--------------Anadolu Aleviliği’nde Ocak Sistemi ve Dedelik Kurumu,
Uluslararası Anadolu İnançları Kongresi, ERVAK, Ürgüp, 2000.
YAMAN, Mehmet, Alevilik İnanç- Edep- Erkân, İstanbul, 2001,(s.242-
243).
YALÇIN Alemdar, YILMAZ Hacı, “Kureyşan Ocağı Hakkında Bazı Yeni
Bilgiler”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, S.23, Ankara, 2002,
(s.1-12).
YAKUT, Esra, “Eski Türklerde Hukuk”, Anadolu Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Dergisi, C.1, S.3, Eskişehir, (s.401-426).
512
MUSTAFA ASLAN*
513
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
FOTOĞRAFLAR
Fotoğraf 1:Rumkale
514
MUSTAFA ASLAN*
⃰Fotoğraf:Hüseyin Keskin
515
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
516
MUSTAFA ASLAN*
⃰Fotoğraf:Şahin Çokbilir
517
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
518
ELÇİYE ZEVAL OLURMU?
ÖZET
Elçi gönderme ve kabul etme tarihin çok eski çağlarından itibaren
devletlerarası ilişkilerde mevcut olan birgelenekti.Devletler karşı tarafın siyasî,
ekonomik ve askerî yapılarını öğrenmek amacıyla birbirlerine elçiler
göndermişlerdir. Gelip giden elçiler, getirip götürdükleri haberler ne kadar ağır
olursa olsun, sadece bir haberci, bir aracı oldukları için, her hangi bir şekilde zevale
uğramamaları gerekmekteydi. Elçiler casus olmadıkları sürece, herhangi bir şekilde
zevale uğramamaları gerekliise de, zaman zaman getirdikleri haber veya sözlerin
etkisi ile hükümdarların gazabına uğramışlardır. Bu çalışmada Türk tarihinde elçilik
münasebetiyle devletlerarasında gidip gelen elçilerin uğradıkları haksızlıklar
incelenmiştir.
Anahtar kelimeler:Elçilik, casus, ceza, kağan, töre.
Abstract
520
PROF. DR. HAVA SELÇUK
GİRİŞ
Elçiler, tacirler ve din adamları dokunulmazlık konusunda ve uluslararası
haklar bağlamında en fazla imtiyaza sahip olan kişiler olarak karşımıza çıkarlar.
Elçiler iki devlet arasında ilişkilerin, anlaşmaların düzenlemesinde arabuluculardır.
Tacirler kendi ülkelerinde üretilen malların pazarlanmasında, başka ülkelerin
pazarlarında satılmasında önemli rol oynadıkları gibi zaman zaman elçilerin yaptığı
görevleri de ifa etmişlerdir. Din adamları ise mensup oldukları dinin hac görevini
yerine getirmek amacıyla veya kendi dinlerini yaymak amacıyla seyahat ederler. Bu
üç grupta yer alan kişiler seyahatederek ülke ülke dolaşırlar. Kimsenin gidemediği,
ulaşamadığı, gezemediği yerleri gezerler vegittikleri bölgelerin siyasi, ekonomik,
coğrafî durumları hakkında bilgi verirler. Elçilik heyeti içerisinde yer alan
kişilerin(İbn Fadlan1) veya hac görevini yerine getirmek için yola çıkan
hacıların(Wang-yen-Te2) gittikleri gördükleri yerler ve ülkeler hakkında raporlar
hazırladıkları daha sonra bu raporların seyahatnameler adıyla yayınlandığını
görmekteyiz. Dolayısıyla ister resmi elçi olsun, ister tacir veya din adamı olsun bu
kişiler gittikleri ülkelerde oldukça iyi karşılanmışlardır ve onlara gerekli teşrifat
usulleri uygulanmıştır.
Devletler birbirlerinin siyasî, askerî, ekonomik ve askerî yapılarını
öğrenmek amacıyla birbirlerine elçiler göndermişlerdir. Karşılıklı elçilerin gidip
gelmesi sayesinde hem devletlerarasında bilgi alışverişi, hem de anlaşmalar
yapılmıştır. Bu gidiş gelişler sırasında elçilerin getirdikleri haber veya anlaşma
maddelerine göre, devlet adamları veya hükümdarlar tarafından bir takım olumlu
yada olumsuz hareket ve davranışlara maruz kalmışlardır. Normal şartlarda elçi
sadece haber getirip götüren kişi olması sebebiyle herhangi bir şekilde sorumluluğu
olmamasına rağmen getirdikleri haberlerden dolayı, alıkonulma, hapsedilme ve
hatta ölümle cezalandırılma gibi muamelelere maruz kalmışlardır. Bu çalışmada
elçilik görevi bulunan kişilerin hem Türk hükümdarları hem de diğer devletlerin
hükümdarları tarafından maruz kaldıkları kötü muameleler incelenmiştir.
1 İbn Fadlan, İbn Fadlan Seyahatnamesi, Tercüme: Ramazan Şeşen, Yeditepe yayınları, İstanbul 2010.
2Çin Elçisi Wang Yen-Te’nin Uygur Seyahatnamesi, Çeviren: Özkan İzgi, T.T.K. yayını, Ankara 2000.
521
ELÇİYE ZEVAL OLURMU?
olsaydı, Çin böyle bir sürgünü göze alamazdı3. Attila’da elçilerin soyluluk, rütbe ve
tecrübelerine önem vermişti. Roma ve Bizans imparatorlarının, “her sınıftan, olur
olmaz insanları” elçi olarak göndermelerini, büyük bir hakaret saymıştı. Zengin ve
itibarlı elçilere iltifat ederdi. Değişir ve nazikleşir, onları dinlemek için her türlü
şeyi yapardı4.
M. Ö. 107 yılında Hunların töresinde elçi ile ilgili kaideler şöyle idi: Hiçbir
Çin elçisi(Çin imparatorundan aldığı) mektubu veya itimatnamesini vermeden Hun
hakanının otağına giremezdi. Ayrıca hakanın otağına girerken, yüzünü de
karartırlardı. Elçi, Hun geleneklerini bilmeliydi. Bundan dolayı Çin elçisi itimat
mektubu ile belgesini(Hun saray memuruna) verir, sonrada yüzünü karartarak
hakanın otağına girerdi5.
Büyük Türk devletlerinde siyasi temasları yürüten dışişleri dairesi en
mühim kuruluşlardan biriydi. Asya Hunlarının merkezinde çeşitli dillerde konuşan
ve yazan kalabalık bir heyet çalışırdı. Batı Hun İmparatorluğunun başkentinde
kâtipler, tercümanlar, kuryeler faaliyet halinde idiler. Casusluk yapmadıkları sürece
elçilere dokunulmazdı. Şüpheli hareketleri görünen yabancı elçiler hapse atılır veya
ülkenin uzak bir yerinde, belirli bir zaman için ikamete memur edilirdi. Çinlilerin
Hun ve Gök-Türk devletleri içinde, mesela Kapgan Kağan’ın öldürülmesinde ve
Bizans’ın Batı Hun devletinde yoğun casusluk faaliyetleri görülmüştür6.
Gök-Türklerde dış temasları bitikçi, ılımgacı ve tamgacı denilen görevliler
yürütürdü. Gök-Türklerin Persler ve Bizanslılarla ticarî temas kurdukları ve
karşılıklı elçilerin gidip geldiği bilinmektedir. Gök-TürkHakanlığına gönderilen
elçilerin kabul merasiminde hakanın yanında hatunun da hazır bulunması dikkate
değer bir husustur. Bizans İmparatorluğu diğer Türk devletlerinin yanı sıra
Peçeneklerle de yoğun münasebetler tesis etmişti; bu ilişkileri elçiler ve tüccarlar
sağlamaktaydı. Bizans’tan Kırım’a ve Peçeneklerin bulunduğu bölgelere devamlı
elçi gönderilmekte ve gerekli müzakereler yapılmaktaydı. Eski Türk devletlerinde
elçilerin, hanlarının tahta çıkışlarını bildirmek, karşı tarafa tebriklerde bulunmak
gibi çeşitli nezaket ziyaretlerinde de bulundukları bilinmektedir7.
Elçi kelimesinin karşılığı olarak Türkler- genellikle savcı kelimesini
kullanmışlardır. Dîvânû Lugâti’t-Türk’de “sav” kelimesi anlatım, mektup, söz,
haber ve havadis anlamına gelmektedir. Peygamberlere savcı denildiği
kaydedilmektedir. Aynı zamanda kayınlar arasında haber getirip götüren adam
anlamına geldiği de ifade edilmektedir8.
3Bahattin Ögel, Büyük Hun imparatorluğu, Kültür Bakanlığı Yayının, C.2, Ankara 1982. s.76.
4Bahattin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, C.7, Kültür Bakanlığı Yayının, Ankara 2000, s.334.
5 Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, C.7, s. 325
6 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi yayınları, İstanbul 1988, s. 266.
7 Mehmet İpşirli, “Elçilik”, DVİA, İstanbul 1995, C.11, s.5-6.
8 Kaşgarlı Mahmud, Divânû Lugâti’t-Türk, hazırlayan: Ahmet B. Ercilasun-Ziya Akkoyunlu, Türk Dil
yakınları ve diğer katılanlar yüzlerini çizerler, kan ve gözyaşı bir birine karışarak
akardı. Tören esnasında Chou elçisinden de yüzünü çizmesini istemişlerse de, Çinli
elçi buna direnmiş ve kesmemiştir13.
Bizans elçileri, Gök-Türkleri en büyük yasları sırasında İstemi Yabgu
ölümü üzerine yapılan yuğ töreninde rahatsız etmişlerdi. Üstelik yas törenine
uymayıp yüzlerini bıçakla kesmemişlerdi. Türk-Şad’ın tepkisin daha fazla
çekmemek için, elçiler bütün bu hakaretlere razı olmuşlardır14. Dolayısıyla bir yas
törenlerinde uygulanan kurallara uymamak elçilerin hakarete uğramasına sebep
olmakta idi.
Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Kadar, Türk Kültürüne Hizmet vakfı yayını, İstanbul 1992, s.81.
524
PROF. DR. HAVA SELÇUK
17 Ali Ahmetbeyoğlu, Grek Seyyahı Priskos(V.Asır)’a Göre Avrupa Hunları, Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1995, s. 35.
18 Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, C.7, s. 324.
19 Vardan, İslam Öncesi Türk Kültüründe Elçi ve Elçilik Müessesesi, s.308.
20 Ahmet Taşağıl, Gök- Türkler, s.19-20
525
ELÇİYE ZEVAL OLURMU?
621 yılında Çin’i çok ağır saldırılarla yıpratan Ch’u-lo(Çulo) Kağan’ı, Çin
elçisi Cheng Yüan-shou ikna edemeyince, onu adamlarına zehirletti. Ölmeden önce
Çin elçisi tarafından zehirlendiğini anlayan Ch’u-lo Kağan, onları hapse attırmasına
rağmen öldürmemiştir. Kağanın ölümünden sonra elçi Çin’e rahatça geri
dönmüştür21.
2.Öldürülen Elçiler
Chang-ch’ien’den Fergana atları hakkında bilgi alan Çin imparatoru,
altından yapılmış bir at heykeli göndererek, Fergana’nın “Kan terleyen atlar” diye
tasvir edilen cins atlarından istemiştir. Fergana hükümdarı bunu reddettiği gibi,
elçiyi de öldürtmüştür22.
M.Ö. 101’de Hun hakanı ava çıkmıştı. Ordu veya karargâhta, büyük Çin
elçisi Su Wu, hakanın hatunu ile çocukları yalnızdı. Diğer Çin elçileri, onları
kaçırmak istediler. Bunu gören teginler, hemen atlandılar. Baskıncı Çin elçilerini
öldürdüler. Yalnız Çin büyükelçisini sağ bıraktılar23.
Çiçi Han’ın karakteri çok sertti. Ayrıca ilerisini de çok iyi göremiyordu.
Nitekim daha sonraları Semerkant Krallığında bulunurken, bu Krallığın ileri
gelenlerinden bazılarını ırmağa atmış olması da bunu gösterir. Çiçi Han daha
önceleri oğlunu Çin Sarayına rehin olarak göndermişti. Sonradan Çin, bu
şehzadenin yanına bir elçilik katarak, oğlunu yine kendisine göndermişti. Çiçi Han
anlaşılmayan bir tutum ile, bu Çin elçilerini öldürdü. Elçi öldürme çok yanlış bir
tutumdu. Çünkü bu olaya kadar Hunlar, hiçbir Çin elçisini öldürmemişlerdi. Çin
elçilerin öldürülmesi işinde, Çin’e sığınmış olan ve Çin’in kuzey sınırlarında
oturan, eski Hun hakanı Huhanyeh Han’dan da şüphelenmişti. Bu mesele şu şekilde
ifade edilmiştir:
“M.Ö. 43’de iki Çin elçisi, Huhanyeh Han’dan öldürülen Çin elçilerini
sordular. Elçileri öldürenin cezasını bulacağını söylediler. Sonra da kendisinden
şüphelendikleri için, özür dilediler”. Elçiler Orhun’daki Hun başkentine giderken,
önlerinin kesilerek öldürebileceklerini düşünmüşlerdi. Bu durum, Çin’e sığınmış
olan Hunları da tedirgin etmiştir24.
Bumın kendisini Juan-juan’lar seviyesinde görmeye başladığında elçi
gönderip, Juan-juan reisinin kızını istemiştir. Kendini hala Orta Asya’nın en büyük
devleti olarak gören Juan-Juan reisi A-na-kui, Bumın’in teklifini çok sert bir
tepkiyle karşılamış, üstelik elçi göndererek Bumın’a “Sen benim demir işlerimde
21 Ahmet Taşağıl, “Gök-Türklerde İnsani değerler ve İnsan Hakları”, Türklerde İnsanî Değerler ve
İnsan Hakları, Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Kadar, , Türk Kültürüne Hizmet vakfı yayını,
İstanbul 1992,s.114.
22 Nurdan Vardan, İslam Öncesi Türk Kültüründe Elçi ve Elçilik Müessesesi, İstanbul Üniversitesi
526
PROF. DR. HAVA SELÇUK
çalışan bir kölesin, nasıl bana söz söylemeye cesaret edersin?” diyerek hakarette
bulunmuştur. Bu suretle Bumın’ı siyasi güç olarak tanımadığını bildirmiş oluyordu.
Buna Bumın’ın reaksiyonu da çok sert olmuş, A-na-kui’in elçisini öldürerek, bütün
ilişkileri kesmiştir25.
İstemi, Yabgu unvanıyla 552- 576 yılları arasında devletin batı kanadını
doğu’daki Büyük Kağan’a bağlı olarak idare etti. Bu dönemde Akhunlar’ın ortadan
kalkmasıyla Gök- Türk devleti batıda tam anlamıyla Sasani imparatorluğuyla sınır
olurken, aynı zamanda siyasî olarak çağınındünyasının iki büyük devleti, Bizans ve
Sasani’lerle temasa geçmiş, onlarla bir seviyeye yükselmişti. Bundan sonra Sasani
hükümdarı Anuşirvan, Batı Gök- Türklerine vergi vermeye başlamıştı. Bununla
birlikte yeni siyasi gelişmeler olmaya başlamıştı. Sasani imparatorluğu,
Maveraünnehir ticaret yolunu tamamen eline geçirmek istiyordu. Bu sebeple
ülkesinden Akdeniz ve Bizans ülkelerine yapılan ipek ticaretini durdurdu. Bu
şekilde Gök- Türklere bağlanmış olan tüccar Soğd kavmini ekonomik zorluklara
sokacak, hem de Gök- Türkleri ipekyolu transit vergisinden mahrum edecekti.
Ayrıca İstemi’nin gönderdiği elçileri bile öldürmüştür. Bu sırada batıda askerî
harekâta devam eden İstemi, sınırlarını Hazar denizine ulaştırmıştı. Daha önce
gönderilmiş iki elçilik heyetine de iyi davranmayan Anuşirvan, birinci heyetin
getirdiği ipekleri hemen satın alıp, elçilerin gözü önünde yakmış, elçiler geri
dönmüş, ikinci elçilik heyetini de gizlice zehirleterek öldürmüş; ancak İran sıcağına
dayanamadıkları için öldüklerini söylemiştir. İstemi, bu yalana inanmamasına
rağmen yine de Sasaniler’le münasebetlerini hemen kesmemiştir. Soğd’lu
Maniakh’ın tavsiyesine uyarak, yeni bir müttefik arama yoluna gitmiş, 567 yılında
adı geçen Soğd’lu başkanlığında bir heyeti Hazar Denizinin kuzeyi, Kafkasya
üzerinden Bizans başkenti İstanbul’a göndermiştir. Gök-Türk elçileri burada çok iyi
karşılanmışlardı. Elçiler çok kıymetli hediyeler getirmişlerdi. İstemi’nin gönderdiği
mektup, İmparator II. Justinos’a okundu. Tarihte Orta Asya’dan Bizans’a
gönderilen bu ilk elçilik heyetinin başarısı, İmparator Justinos ‘un hemen cevap
verme ihtiyacı duymasından gayet iyi anlaşılmaktadır26.
Tarihçi Hsüeh Tzung-cheng’in tespitine göre, zamanın bakanlarından
Chang Chiu-ling tarafından yazılan birkaç mektupta, 734 yılında yaşanan Türgiş-
Çin Savaşı’nın sebebi olarak, Çinli bir sınır subayının Su-lu’nun elçisini öldürüp
mallarını gasp etmesi gösterilmekdedir. Çin İmparatoru, subayını ölümle
cezalandırıp, öldürülen elçinin mallarını iade etse de savaş kaçınılmaz olmuştur27.
1093’te imzalanan Kıpçak-Rus barışı Kıpçakların Kiev’i yağmalamasıyla
yine bozulmuştur. Yağmalanmadan sonra tekrar barış tesis etmek üzere gönderilen
iki Kıpçak elçisi öldürülünce, 19 Temmuz 1096’da farklı yönlerden pek çok Kıpçak
527
ELÇİYE ZEVAL OLURMU?
birliği harekete geçmiştir. Rus galibiyetinin ardından Kıpçaklar ertesi yıl Kiev’i
yağmalayarak ganimetleri ele geçirmişlerdir28.
Elçilerin casusluk yaptığı gerekçesiyle öldürüldüğü bir olay da 1218
yılındaki Otrar faciasıdır. Moğol elçilik heyetini de içeren ticaret kervanı Seyhun
kenarından Harizmşahların sınır şehri Otrar’a geldiğinden, buranın valisi tarafından
casusluk ithamıyla durduruldu. Terken Hatun’un yakın akrabası olan Gayır Han
lakaplı İnalcık, maiyetinde 20.000 süvari bulunan güçlü bir vali idi. Kafiledekileri
tevkif etti, mallarına el koydu, sonra da kaçabilen biri hriç, hepsini öldürttü.
Kaynakların tamamının cinayet olarak niteledikleri bu katliamın sebebi, İnalcık’ın
mal hırsı idi. Otrar katliamıyla ilgili haberler Cengiz Han’a ulaştığında, o bu
durumu “haince ahit bozma” şeklinde değerlendirdiyse de soğuk kanlılığı elden
bırakmadı. Ama bir süre sonra bu katlimamın sorumluları Cengiz Han tarafından en
ağır şekilde cezalandırıldılar29.
Büyük Selçuklu Sultanı Sultan Sancar zamanında bir olay vukua gelmişti.
Sultan Sancar, itaat bildirmesine rağmen Atsız’ın tavırlarından kuşkulandığı için
durumu öğrenmek amacıyla Edib Sabir’i elçi olarak göndermişti. Eğer Atsız
Sancar’a tabi olursa kan dökülmeyecek halk ise zahmet çekmeyecekti. Sultanın
elçisi Harizm’de iken Atsız’ın sultanı öldürmek için batini bir fedai tuttuğunu
öğrendi. Ardından da bu haberi ve fedailerin eşkâllerini bir kâğıda yazıp yaşlı bir
kadının ayakkabısının içinde Merv’e ulaştırdı. Sultan mektubu aldıktan sonra bu
fedaileri yakalatarak öldürttü. Atsız bu suikastın Edib Sabir tarafından sultana haber
verildiğini öğrenince onu Ceyhun nehrine attırdı30.
1265 yılında tahta çıkan İlhanlı hükümdarı Abaka Han’ın emriyle Abatay
Noyan, yanında Diyarbekir valisi Durbay olduğu halde Anadolu, el-Cezire ve Irak
askerlerini de yanlarına alıp, 30.000 kişilik Moğol-Selçuklu ordusuyla,
Memlûklar’a ait al-Bira’yı (Birecik), Aralık 1275 tarihinde kuşatmış fakat ele
geçirememişlerdir. Bu kuşatma hadisesi gerçekleşirken, kuşatmada bulunan
Muineddin Süleyman Pervane, Sultan Baybars ile gizlice temas kurarak, eski
tekliflerini yinelemiş ve Tatarları beraberce yok edebilmek için, onun derhal
harekete geçmesini istemiştir. Baybars, Pervane’nin bu teklifine olumlu cevap
vermiş ve kendisi gelinceye kadar durumu idare etmesini bildiren bir cevap
göndermiştir. Fakat Baybars’ın mektubunu Pervane’ye getiren elçiler, keşif ve
yağma yapmak için Suriye içlerine gönderilmiş olan Moğol atlıları tarafından
yakalanmış ve Abatay Noyan’ın huzuruna çıkartılmışlardır. Pervane ise, bu elçilerin
528
PROF. DR. HAVA SELÇUK
kendi düşmanı olan Ermeni kralının bir hilesi olduğunu ileri sürmüş ve elçilerin
öldürülmesini sağlayıp, bu tehlikeyi atlatmıştır31.
Mumluklularıntabiiyetini sağlamak istediğinden giderayak, Kutuz’a bir elçi
heyeti gönderen Hülagü, ondan kendisine tabi olmasını istemiş, aksi takdirde
Suriye’de vuku bulan katliam hadiselerinin Mısır’da aynen tekerrür edeceğini
bildirmiştir. Hülagü’nün bu tehdit dolu mektubu karşısında Memluk ümerasını
toplayan Kutuz, onlarla durumu istişare etmiştir. Toplantıda alınan savaş kararından
sonra Moğol elçilerinin vücutları ortadan ikiye bölünerek başları da kahire
sokaklarına asılmıştır. Böylece Hülagü’nün tehdit dolu tabiyet talebine aynı
sertlikle cevap verilince iki devlet arasındaki savaş kaçınılmaz hale gelmiştir32.
31 Efe Durmuş, “Türkiye Selçukluları Devrinde Harezmli Bir Türk Emiri: Hüsameddin Baycar”, Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 1, Elazığ 2009, s.226
32 Süleyman Özbek, “Yakın Doğu Türk-İslam Tarihinin Akışını Değiştiren Bir meydan Savaşı Ayn
Hakları, Başlangıçtan Osmanlı dönemine Kadar, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Yayını, İstanbul
1992,s.127.
529
ELÇİYE ZEVAL OLURMU?
36 Sezen Yılmaz, Büyük Selçuklu Devleti’nde Elçilik Kurumu, Marmara Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları
Enstitüsü, İstanbul 2010, s. 16-17.
37 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993, s ; Gürcistan
Tarihi: Eski çağlardan 1212 yılına kadar, Gürcüceden çev. Marie Felicite Brosset; çev. Hrand D.
Andreasyan; yayına haz. Erdoğan Merçil ; Emine Uyumaz, TTK Yayını, Ankara 2003, s.404-406;
Türkiye Selçuklu Devleti’ne Gelen ve Giden Elçiler, Bilge Kültür ve Sanat, İstanbul 2011, s.46-47.
530
PROF. DR. HAVA SELÇUK
SONUÇ
Türkler, ilişkide bulundukları komşu veya uzak devletlerle anlaşmalar
yapmak veya bir takım meseleleri görüşmek üzere elçiler yollamışlar veya
kendilerine aynı amaçlarla elçiler gelmiştir. Elçiler casusluk gibi bir hareket
içerisinde bulundukları zaman eğer bu hissedilirse elçilere gerekli cezalar
verilmiştir. Bazen hapsedilmiş bazen ise öldürülmüşlerdir. Bununla birlikte sadece
elçi görevini ifade eden kişilerin hükümdarların gazabına uğradıkları da
görülmüştür. Elçilerin öldürülmesi ise genellikle affedilmemiş iki ülke arasında
savaşın başlamasına neden olacak neticeler vermiştir. Zira ikili ilişkilerde
hükümdarı temsil eden elçilerin öldürülmesi, hükümdara karşı yapılan bir hareket
olarak kabul edilmiştir. Her ne kadar elçiye zeval olmaz denilse de zaman zaman
elçilere zeval olmuştur.
531
ELÇİYE ZEVAL OLURMU?
KAYNAKÇA
AHMETBEYOĞLU, Ali, Grek Seyyahı Priskos(V.Asır)’a Göre Avrupa Hunları,
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1995.
ÇANDARLIOĞLU, Gülçin “Uygurlarda İnsani Değerler ve Hukuk”, Türklerde
İnsanî Değerler ve İnsan Hakları, Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Kadar, Türk
Kültürüne Hizmet Vakfı Yayını, İstanbul 1992.
ÇİN ELÇİSİ WANG YEN-TE’NİN UYGUR SEYAHATNAMESİ, Çeviren:
Özkan İzgi, T.T.K. yayını, Ankara 2000.
DURMUŞ, Efe, “Türkiye Selçukluları Devrinde Harezmli Bir Türk Emiri:
Hüsameddin Baycar”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 19, Sayı:
1, Elazığ 2009, s.223-232.
GÖMEÇ Saadettin, Kök Türk Tarihi, Ankara, Türksoy Yayınları, Ankara 1997.
GÖMEÇ Saadettin, Türk Kültürünün Ana Hatları. Akçağ yayınları, Ankara 2006.
GÜNDÜZ, Ahmet, “Tarihî Süreç İçerisinde Türk Toplumunda ve
Devletlerinde Kadının Yeri ve Önemi”, JASSS, Volume 5 Issue 5, October 2012,
p. 129-148.
Gürcistan Tarihi: Eski çağlardan 1212 yılına kadar, Gürcüceden çev: Marie
Felicite Brosset; çev:Hrand D. Andreasyan; yayına hazırlayan: Erdoğan Merçil;
Emine Uyumaz, TTK Yayını, Ankara 2003.
İBN FADLAN, İbn Fadlan Seyahatnamesi, Tercüme: Ramazan Şeşen, Yeditepe
yayınları, İstanbul 2010.
İPŞİRLİ, Mehmet “Elçilik”, DVİA, İstanbul 1995, C.11, (s.3-15).
KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi yayınları, İstanbul 1988.
KAŞGARLI MAHMUD, Divânû Lugâti’t-Türk, hazırlayan: Ahmet B. Ercilasun-
Ziya Akkoyunlu, Türk Dil Kurumu Yayını, Ankara 2014.
NEMETH, Gyula, Hunlar ve Tanrının Kırbacı Attila, çev: Tarık Demirkan, Yapı
Kredi yayınları, İstanbul 1996.
NİZAMÜ’L-MÜLK, Siyasetname, hazırlayan: Mehmet Altay Köymen, Kültür ve
turizm Bakanlığı yayını, Ankara 1982.
ÖGEL, Bahaettin, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayının,
C.2,Ankara 1982.
ÖGEL, Bahaettin, Türk Kültür Tarihine Giriş, C. 7, Kültür Bakanlığı Yayının,
Ankara 2000.
ÖZBEK, Süleyman, “Yakın Doğu Türk-İslam Tarihinin Akışını Değiştiren Bir
Meydan Savaşı Ayn Calud”, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, C. V, s. 127-133.
TAŞAĞIL, Ahmet, “Gök-Türklerde İnsani Değerler ve İnsan Hakları”, Türklerde
İnsanî Değerler ve İnsan Hakları, Başlangıçtan Osmanlı dönemine Kadar, Türk
Kültürüne Hizmet Vakfı Yayını, İstanbul 1992.
TURAN, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, İstanbul
1993.
532
PROF. DR. HAVA SELÇUK
533
ELÇİYE ZEVAL OLURMU?
534
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA
GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
Hilmi BAYRAKTAR1
1 Prof. Dr. Gaziantep Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. e-mail:
hbayraktar27@hotmail.com.
535
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTAB VAKIFLARI
536
PROF. DR. HİLMİ BAYRAKTAR
537
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTAB VAKIFLARI
539
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTAB VAKIFLARI
kuruşluk geliri ile Cafer Baba Vakfı izlemektedir. Ayrıntılar için yukarıdaki Ayntâb
Kazası Fazlası Evladına Meşrut Vakıfları Gelir-Gider Tablosuna bakılabilir.
Aşağıdaki grafik Ayntâb'daki Fazlası Evlada Meşrut vakıfların gelir
kalemleri ve bunların toplam gelir içerisindeki yeri hakkında ayrıntılı bilgi
sunmaktadır. Buna göre en önemli gelir kalemi %41 ile bahçe gelirleridir. Bunu
%27 ile karye, mezra, tarla ve çiftlik gelirleri, %15 ile dükkân, mağaza ve mahzen,
%9 ile han, %5'ile değirmen, %3 ile hamam, %1 ile zeytin ağacı hâsılatı takip
etmektedir.
Bazen arsası vakıf olup, üzerindeki bina ve ağaçlar mülk olan akarlar da
vardı. Eğer zemin ile üzerindeki bina ve ağaçlar farklı vakıfların ise mülk ve ağaç
sahibi olan vakıf, zemin sahibi olan vakfa kira ödemek durumunda kalırdı7. Bu
tayin edilen senelik gelire vakıf literatüründe "mukataa", "icare-i zemin" veya
"icare-i seneviye" denirdi. Bu gelir kalemine 10'u aşkın vakıf muhasebesinde
rastlanılmıştır.
Muhasebe kayıtlarında vakıfların toplam gelirleri kadar gelir-gider farkları da
önemlidir. Çünkü kalan para evlatlar arasında taksim edilecektir. 59 vakfın toplam
geliri 41.261, gideri ise 25.342 kuruştur. Aradaki fark 13.612 kuruştur. Toplam
gelire oranı yaklaşık 1/3'tür. Demircioğlu Vakfı 1200 kuruşluk gelir ile evlada en
çok para bırakan vakıf olarak görülmektedir. Bunu 1031 kuruş ile Cami-i Mehmet
Efendi ve 918 kuruş ile Ayşe Bacı Vakıfları takip etmektedir.
1.2. Fazlası Evlada Meşrut Vakıfların Gider Kalemleri:
7 Nazif Öztürk; Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Türkiye Diyanet Vakfı
541
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTAB VAKIFLARI
düşünülebilir.
543
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTAB VAKIFLARI
TG: Toplam Gelir; TM: Toplam Masraf.; GGD: Gelir Gider Durumu; MM: Mütevelli Masrafları;
11
VM: Vakıf Masrafları; MH: Mühür Harcı; EHH: Evkâf-ı Hümâyûn Hazinesi; EHH: Evkâf-ı Hümâyûn
Hazinesi; GSMZF: Geçen Seneden mütevellinin zimmetinde vakfın faizi; T: Toplam
544
PROF. DR. HİLMİ BAYRAKTAR
545
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTAB VAKIFLARI
546
PROF. DR. HİLMİ BAYRAKTAR
Ele aldığımız 115 vakfın muhasebesinde asgari 334 dükkân, 108 bahçe, 33
karye ve mezra geliri veya gelir hissesi, 8 han, 6 hamam gelir hisseleri, mukataa-i
zemin gelirleri, çarşı hâsılatları, meydan hâsılatları gibi pek çok gelir kalemleri
vardır. Halbuki elimizde toplam 241 vakfiye vardır. 115 vakıf haricinde diğer
vakıfların da dükkan ve bahçeleri dikkate alındığında; Ayntâb'da dükkân ve
bahçelerin kahir ekseriyetinin vakıf malı olduğu söylenebilir.
547
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTAB VAKIFLARI
SONUÇ:
548
DİVÂNU LUGATİ’T-TÜRK’TE BULUNAN
AHLAKÎ TERİMLER*
ÖZET
Türkçe’nin bilinen ilk sözlüğü olan Divânu Lugâti’t-Türk, Kaşgarlı Mahmut
tarafından farklı bölgelerde kullanılan Türk lehçelerdeki söz varlıklarından
hazırlanmıştır. Türkçenin varlıkla ilgili tüm ihtiyaçları karşılamaktaki yeterliğini
göstermek amacıyla kaleme alınan eser, sözcük zenginliği bakımından a önemlidir.
Bu eserden faydalanılarak birçok disipline ait terim türetmek mümkündür. Özellikle
tarihî, dinî, ahlakî ve felsefî ilimlere ait kavramların Türkçe karşılıklarını bulma
hususunda Divanu Lugâti’t-Türk’ün önemli bir eksikliği dolduracağı kanaatindeyiz.
Zira bu hususta yapılan birtakım çalışmalar bulunmasına rağmen, ahlakî
kavramlarla ilgili yeterli çalışmaların yapıldığını söyleyemeyiz. Eseri bu amaçla
incelediğimizde, içerisinde yer alan kelimelerin değişik kullanımlarından hareketle
bir takım ahlakî terimler türetmenin mümkün olduğunu söyleyebiliriz.
1. GİRİŞ
Dil bir milletin zihin yapısını yansıtan en önemli göstergelerdin başında
gelmektedir. Zira bir millete ait maddî ve manevî ne kadar kavram varsa, hepsinin
dilde de bir karşılığı bulunmaktadır. Bu karşılığın tek göstergesi ise kamustur.
Türkçemizde bilinen en eski kamus, gelmiş geçmiş en önemli Türk dilbilimcisi
olarak kabul edilen Kaşgarlı Mahmut’un Divânu Lugâti’t-Türk adlı eseridir.
XI. yüzyılda yaşamış olan Kaşgarlı Mahmut’un hayatından çok, kişiliği ve
eseri ile ilgili bilgi sahibiyiz. Kaynakların vermiş olduğu bilgilere göre 1008 yılında
* Bu makale, Bartın Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi tarafından 13-14 Mayıs 2015 tarihlerinde
1 Geniş bilgi için bkz., Ömer Faruk Akün, “Kaşgarlı Mahmud”, DİA, C. 25, Ankara, 2002, s. 9-14.
2 Mustafa S. Kaçalin, “Divânu Lugâti’t-Türk”, DİA, 9, İstanbul, 1994, 446-49.
550
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
3 Kaşgarlı Mahmud, Divânu Lûgat-it-Türk, C. I, çev., Besim Atalay, TDK Yay., Ankara, 1992, 3-
4. Bundan sonraki atıflarda bu eser “Divânu Lugâti’t-Türk” olarak belirtilecektir.
4 Divânu Lugâti’t-Türk, I/4.
5 Kaside tarzında yazılan manzume.
6 Divânu Lugâti’t-Türk ,I/5.
7 Atasözü.
8 Divânu Lugâti’t-Türk, I/8.
9 Divânu Lugâti’t-Türk, I/4.
551
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
10 Divânu Lugâti’t-Türk, Haz. A. Bican Ercilasın- Z. Akkoyunlu, TDK yay. Ankara, 1994, s. 354.
Bundan sonraki atıflarda bu eser “DLT” şeklinde belirtilecektir.
11 DLT, 165.
12 DLT, s. 500.
13
DLT, 442.
552
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
Hikmet
Hikmet Arapça bir kelime olup, eşyanın hakikatını bilme ve ona göre
eylemde bulunma gibi anlamlara gelmektedir. Bu anlamıyla felsefe yerine de
kullanılmaktadır.
Hikmet kavramını karşılamak için Divânu Lugâti’t-Türk’deki “bilig”
kelimesinin kullanılabileceğini iddia ediyoruz. Şöyle ki, bilig kelimesi bilmek
fiilinden türetilmiş olup, insanın sonradan elde ettiği bilgi yanında, Tanrı tarafından
kut olarak verilen bir bilgiye de işaret etmektedir. Bu yüzdendir ki bir başka Türk
bilgini Yusuf Has Hacip yazmış olduğu meşhur eserine kut veren bilgi anlamında
“Kutadgu Bilig” adını vermiştir. İşte bu tür bilgi insanı mutluluğa, erdeme ve üstün
faziletlere götüren bilgidir.
Divânu Lugâti’t-Türk’e baktığımızda bilig kelimesinin ilim, bilgi, hikmet ve
aynı zamanda edeb anlamına da geldiğini görürüz. Mesela, “bilig öğren” derken
daha çok ilim ve hikmet öğrenmek kastedilmektedir14.
Bilig kavramından maksat, tıpkı Türk-İslam filozof Farabî’nin de iddia ettiği
gibi, insanı en yüce mutluluğa götüren bilgidir. Farabî bu bilgiye Arapça “es-
saadetü’l-kusvâ” adını verirken Kaşgarlı Mahmut ise “bilig” demektedir. Çünkü
bilig; “biligin uluglukka tegdim” 15 (akıl ve ilimle şaraf kazandım) örneğinde
olduğu gibi insanı yücelten bir özelliktir.
Hakîm
Hakim teriminin karşılığı olarak Divânu Lugâti’t-Türk’deki “bilge” ve “öge”
kelimelerini kullanabiliriz. Bunlardan bilge kelimesi, bilgin, akıllı, hakîm16
anlamındadır. Eski filozoflar, bilginler anlamında Arapçadaki “kudemâ”
kelimesinin tam karşılığı olarak da “ozakı bilgeler”17 tabiri kullanılmaktadır.
Ayrıca bilge kelimesi öğrenmek ve öğrendiğini uygulamak anlamını da içine
almaktadır. Mesela şu beyitte bu özelliği yakalamaktayız:
“Bilge erig edgü tutup sözin işit / Erdemini ögrenipen ışka süre.” (Bilgin
kimseyi hoş tutup sözünü dinle/ Faziletini öğrenip, öğrendiğini de gerçekleştir.)18.
Bu beyitte öğrenme ve öğrendiğini uygulamadan bahsedilmektedir. Bu ise
felsefenin kısımlarını oluşturan ilmî (teorik) ve amelî (pratik) hikmet kavramlarını
hatırlatmaktadır. Filozoflar felsefeyi böylece iki kısma ayırırlarken, Divânu
14 DLT, 166.
15 DLT, 258..
16 DLT, 185.
17 DLT 166.
18 DLT, 185.
553
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
19 DLT, 185.
20 “Akıllı, erdemli bilgin kişi.” DLT, 368.
21 DLT, 22, 44.
22 DLT, 16.
23 DLT, s. 410.
24 Sağduyu, bileşik bir kelime olup, mantıklı ve doğru düşünme hassası, doğruyu yanlıştan ayırma
25 DLT, s. 29.
26 DLT, 76.
27 DLT, 94.
28 Ahlak, hikmet, hakim ve akıl gibi kavramların DLT’deki karşılıkları ile ilgili inceleme için bkz,
555
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
Merhamet
Merhamet etmek, şefkat göstermek anlamında “kawdunmak/ kawdınmak”
kelimesinin kullanıldığını görmekteyiz. Mesela, bir kişinin çocuğuna şefkat ve
merhamet gösterdiğini belirtmek için “er oglına kawdundı.” (adam oğluna şefkat
gösterdi.) ibaresi kullanılmaktadır37.
Aç gözlülük
Tamahkar (aç gözlü) kavramını karşılamak üzere “suk” kelimesinin
kullanıldığını görmekteyiz. Mesela, aç gözlü ya da gözü bir türlü doymayan
tamahkar birisi için “suk er” tabiri kullanılmaktadır38.
Affetmek
Divan’da affetmek anlamında “keçürmek” fiili kullanılmaktadır. “Beg anın
yazukın keçürdi”39 örneğinde, hata eden birisinin bey tarafından affedildiğini
görmekteyiz.
Alay etmek
Alay etme anlamında “yaltga” kelimesi kullanılmıştır: “Ol anı yaltga kıldı.”40
(O onunla alay etti.)
Tevazu
Divanu Lugâti’t-Türk’te alçak gönüllü, mütevazi, yumuşak huylu anlamına
gelmek üzere “tüzün”, “kotkı”, “amul”, “sun” ve “yinçge” gibi kelimelerin
kullanıldığı görülmektedir.
Tüzün kelimesi şöyle bir atasözünde kullanılmıştır: “Tüzün birle uruş, utun
birle tireşme.”41 (Yumuşak huylu biriyle vuruş, (o sana tahammül eder), alçak ve
sefih kimseyle zıtlaşma (çünkü o seni yener.)
Bir beyitte, bir kişinin çocuğuna alçak gönüllü ve tevazu sahibi olması
gerektiğine dair öğüt verirken “kotkı” kelimesi kullanılmakta ve 42 şöyle
bahsedilmektedir:
“Ögren anın biligin künde anar baru/ Kotkılıkın tapıngıl kodgıl küwez
naru.” (Bilge birisine rastlarsan ona her gün git ve ondan hikmet öğren..
43
37 DLT, 306.
38 DLT, 401.
39
DLT, 253.
40 DLT, 526.
41 DLT, 179.
42
DLT, 185.
556
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
Cömertlik
43 DLT, 273.
44 DLT, 533-34.
45 DLT, 404.
46 DLT, 111.
47 DLT, 485.
48 DLT, 134.
49 DLT, 418.
50 DLT, 221.
557
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
51 DLT, 43.
52 DLT, 135.
53 DLT, 419.
54 DLT, 161.
55 DLT, 220.
56 DLT, 205.
57 DLT, 314.
58 DLT, 123.
59 DLT, 482.
558
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
60 DLT, 449.
61 DLT, 67, 533.
62 DLT, 416.
63 DLT, 76.
64 DLT, 99.
65 DLT, 77.
66 DLT, 147, 404.
67 DLT, 404.
68 DLT, 285.
69 DLT, 472.
70 DLT, 132.
71 DLT, 48.
72 DLT, 525.
73 DLT, 46.
559
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
74 DLT, 137.
75 Dlt, 530.
76 DLT, 40.
77 DLT, 217.
78 DLT, 185.
79 DLT, 44.
80 DLT, 274.
81 DLT, 143, 398.
82 DLT, 324.
83 DLT, 523.
84 DLT, 304.
85 DLT, 322.
86 DLT, 73.
87 DLT, 156.
88 DLT, 184.
89 DLT, 141.
90 DLT, 158.
560
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
Edgü: İyi. Edgülük: İyilik, ihsan: “Edgülükni suw adakında kemiş başında
tile.” (İnsanlar için iyilik ve ihsanı, suyun sonuna fırlatıp at, onu suyun kaynağında
yüzerken görürsün.)91 İyi ve güzel karşılığı olarak “yaxşı” kelimesi de
kullanılmaktadır: “Yaxşı nen” (iyi şey), “yaxşı iş” (iyi iş)92. İhsan ve lütufta
bulunmak anlamında kullanılan bir başka kelime de “açıg” kelimesidir. Mesela,
“Han mana açıg birdi.”93 (Han bana ihsanda bulundu.)
Esen: Selamet, sıhhat.94
İkirçgün: Tereddüt: “Könlüm ikirçgün boldı.” (Gönlüm yapıp yapmamak
hususunda tereddütte kaldı.)95
İnç: Huzurlu ve sakin: “Könül inç mü?” (Gönlün rahat mı?)96
İrinç/irinj: Nimet, bolluk, nimet içinde yaşamak.97
İrteş: Tetkik etmek, araştırmak: “Olar bu sözüg irteştiler.” (Onlar bu sözü
araştırdılar.)98
İvmek: Acele etmek: “Er iwdi.” (Adam acele etti.)99
Kargamak: Lanetlemek: “Tenri anı kargadı.” (Tanrı onu lanetledi.)100
Kargamek kelimesinden türeyen “kargış” ve “kargag” kelimeleri de lanet,
lanetlemek anlamında kullanılır: “Tenri kargışı anın üze.” (Allahın laneti onun
üzerine olsun), “kargış kişi” (melun).101 “Tenri kargagına ilinme.” (Tanrı’nın
lanetine uğrama).102
Katkı: Tabiatı sert ve kimseye itaat etmeyen, asi: “Katkı kişi” (asi).103
Kek: Mihnet, intikam, öç ve kin: “Öçlüg keklig kişi” (öç ve kin sahibi olan
kişi). Benzer anlamda kullanılan bir kelime de “öçüt” kelimesidir.105
104
Keneş: İstişare.106
Kıyık: Sözünde durmayan, yalpa yapan: “Kıyık kişi.” (Hiçbir zaman sözünde
durmayan adam.)107
91 DLT, 264. Bu söz bugün kullandığımız “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halık bilir”
atasözünü akla getirmektedir.
92 DLT, 361.
93 DLT, 30.
94 DLT, 36.
95 DLT, 521.
96 DLT, 528.
97 DLT, 67.
98 DLT, 108.
99 DLT, 426.
100 DLT, 470.
101 DLT, 201.
102 DLT, 320.
103 DLT, 185.
104 DLT, 209, 318.
105 DLT, 24.
106 DLT, 495.
107 DLT, 417.
561
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
562
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
Ökünç: Pişmanlık: “Ol anar ökünç kıldı.” (O, ona pişman oldu.)127
Ötgünmek: Taklit etmek: “Ol mana ötgündi.” (O beni taklit etti.) “Karga kaza
ötgünse butı sınur.” (Karga kazı taklit ederse, ayağı (butu) kırılır.)128
Özne: İsyan, isyan etmek: “Ogul ataka öznedi.” “Oğul babaya isyan etti.)129
Sagınmak: Zanda bulunmak: “Ol mana edgü sagındı.” (O benim için iyi
zanda bulundu.)130
Sakınç: Keder.131
Sawçı: Peygamber, elçi.132
Sawulmak: Meyletmek, akmak: “Könlüm anar sawuldu.” (Gönlüm ona
meyletti.)133
Senletmek: Büyük birisine aşağılamak maksadıyla ‘sen” diye hitap etmek.
Çünkü Türklerde yaş ve makamca büyük olana “siz” diye hitap edilir. Sen diye
hitap etmek, bir nevi aşağılamak anlamına gelir. “Ol anı senletti.” (O, ona “sen”
diye hitap etti.)134
Sizletmek: “Senletme”nin tam zıttı: “Men anı sizlettim.” (Ben ona büyüklere
yapılan hitapla seslendim.)135
Sermek: Sabretmek: “Ol serdi.” (O sabretti).136
Sinüt: Hediye, armağan. “Bu at mana sinüt birdi.” (O bu atı bana hediye
etti.)137
Sizig: Zan.138
Talu: Seçkin, mümtaz: “Talu nen” (seçkin şey).139
Tanmak: İnkar etmek: “Ol alımnı tandı:” (O borcunu inkar etti.)140
Tansuk: Nefis, harika: “Tansuk nen” (Harika şey), “tansuk aş” (nefis
yemek).141
Tapı: Razı olma, rıza: “Bu ışta anın tapısı kerek.” (Bu işte onun rızası
gerek.)142 “Tablag” kelimesi de aynı anlama gelmektedir: “Bu ışda senin tablagın
bar mu?” (Bu işte senin rızan var mı?)143
563
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
564
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
565
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
Yek: Şeytan: “Bildük yek bilmedük kişiden yig.” (Tanıdık şeytan tanımadık
adamdan daha iyidir.)180
Yinçge: Mütedeyyin, sürekli ibadet eden: “Yinçge kişi” (dindar).181
Yonag: Gammazlayan. “Anı yonag yonadı.” (Gammazlayan onu gammazladı,
çekiştirdi.)182
Yonamak: Gammazlamak. “Anı begke yonadı” (onu beye gammazladı.)183
Yudut: Hayırsız, kendine hayrı olmayan. “Yudut nen” (hayırsız şey), “yudut
er” (hayırsız adam.)184
Yükünç: Namaz: “Tenrike yükünç yükündi.” (Tanrı için namaz kıldı.)185
Yükünmek: Secde etmek: “Kul Tenrike yükündi.” (Kul Tanrı’ya secde etti.)
“Toyın burxanka yükündi.” (Kafir puta secde etti.)186
566
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
3. SONUÇ
Türklerin İslam’a girmesiyle birlikte, Arapça’nın Kur’an dili ve dolayısıyla
da bilim dili olması sebebiyle, bilimsel terimlerin de Arapça’dan dilimize geçtiğini
görmekteyiz. Bu durumun ana dilimiz olan Türkçe’nin gelişmesi önünde bir engel
olduğu şüphesizdir. İslam’a girişimizin ilk dönemlerinde Kaşgarlı Mahmut gibi işin
farkına varan ilim adamlarımız, Türkçe’nin her alanda yeterli olduğunu göstermek
için gayret sarfetmişlerdir. Ancak daha sonrakiler bu şuur ile hareket etmedikleri
için bütün bilimsel terimlerin, Türkçe olmayan kelimelerden oluştuğunu
görmekteyiz. Halbuki yukarıda da örneklerini vermeye çalıştığımız üzere, Divanu
Lügâti’t-Türk’te her bilim dalında olduğu gibi dinî ve ahlakî kavramları
karşılayacak şekilde yeteri kadar kelime bulunmaktadır.
567
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
568
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI
(668-782)*
Fatma ÇAPAN
ÖZET
* Bu makale, Bartın Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi tarafından 13-14 Mayıs 2015 tarihlerinde
ABSTRACT
The first relations between Eastern Roman Empire and Muslim Arabs
began in the period of the Prophet Mohammed. Although Prophet Mohammed sent
letters of invitation to Islam to Byzantine Emperor Heraclius, he neverreceived a
positive answer from him. Moreover, their relation began to tense with the killing of
Prophet Mohammed’s envoy and battle of Mu’tah in the year of 629. In four
caliphs’ period, the most of Byzantine lands in the southern border were conquered
by Muslims. These conquests also continued in the period of Umayyads and
Abbasids. The most important of these conquests is siege of Istanbul. However,
Istanbul was sieged three times in the period of Umayyads andthey failed owing to
city was surrounded by strong walls, the use of Greek fire (Grejuva), lack of
supplies, shortage and climate change. In the period of Abbasids, Although Harun
Al-Rashid came up to Uskudar and attempted a siege, the siege ended without
starting with Byzantine Emperor’s peace offer because he understood thathe
couldn’t resist them.
570
FATMA ÇAPAN
GİRİŞ
1 Byzantion, İstanbul’un şimdiye kadar bilinen en eski adıdır. Trakça, Buzas-Bizas-Vizas şahıs
isimlerinden türeyen bu şehir rivayete göre Trakyalı Semestras’ın oğlu kral Bizas tarafından
kurulmuştur. Daha geniş bilgi için bkz. M.Tayyip Gökbilgin, “İstanbul”, İslam Ansiklopedisi, C.IV.,
MEB Yay., İstanbul-1959, s.1142-1143.
2 Bu politikalar genellikle bir düşman kavimi başka bir düşman kavime kırdırmak ve düşman
kavimlerle askeri ittifak yapmak şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bkz. Fatma ÇAPAN, Balkanlar’da
Bizans-Türk İlişkileri(IV-X. Yüzyıllar), Yayınlanmamış Doktora Tezi, Elazığ-2013, s.245-246.
571
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI (668-782)*
haiz olan şehir asırlar boyunca Türkler başta olmak üzere birçok kavmin ilgisini
çekmiş ve defalarca kuşatma altında kalmıştır. Çünkü anlaşıldığı üzere İstanbul’a
hakim olmak aynı zamanda dünyanın kalbine hakim olmak yani büyük bir dünya
devleti kurmanın en büyük anahtarlarından biridir. Dolayısıyla, Kavimler Göçü ile
birlikte Karadeniz’in kuzeyinden Tuna sınırlarına dayanan Türk devletlerinin
yaptıkları ilk iş İstanbul’a bir elçilik heyeti göndererek yerleşmek için yeni yurtlar
istemek olmuştur. Eğer isteklerine ulaşmazlarsa tek çarelerinin onlarla savaşmak ve
topraklarını istila etmek olduklarını bildirirlerdi. Aslında bu kavimlerin asıl niyetleri
de Doğu Roma İmparatorluğu ile savaşarak İstanbul’a kadar ilerlemek ve
nihayetinde burayı ele geçirerek Avrupa içlerine kadar sokulmak ve dünya
hakimiyetini kurabilmektir3.
300.
572
FATMA ÇAPAN
6 George Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, (Türkçeye Çev., Fikret Işıltan), TTK Yay., Ankara-
1999,s.48; Casim Avcı, İslâm-Bizans İlişkileri, Klasik Yay., İstanbul-2003, s.24.
7 Ostrogorsky, a.g.e., s.35.
8 Avcı, a.g.e., s.24.
9 Doğu Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırlarında ezeli düşmanları Sasanilere karşı Arap kabilelerle
ittifak kurma politikaları izleyerek onlardan gelebilecek tehlikeleri bertaraf etmeye çalışmıştır. Ancak,
İmparator I. Iustinianos(527-565)’un izlediği tek dünya devleti olma politikası nedeniyle doğudaki
sınırlar ihmal edilmiştir. Sasaniler ile yüklü miktarda vergiler karşılığında imzalanan anlaşmalar devlet
hazinesine oldukça zarar vermiştir. Sasaniler Bizans ile barış halinde oldukları bu süreçte daha da
güçlenmişlerdir. Dolayısıyla Iustinianos kendisinden sonraki Bizans İmparatorlarına çok daha güçlü
bir düşmanı miras olarak bırakmış ve İmparatorluk Sasanilerle uzun yıllar savaşmak zorunda kalmıştır.
Bkz. Ostrogorsky, a.g.e., s.65-66.
10 M.V. Levtchenko, Bizans Tarihi, Doruk Yay., İstanbul-2007, s.126;Avcı, a.g.e., s.26.
573
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI (668-782)*
13 Ahmed b. Yahyâ el Belâzuri, Fütuhu’l Büldân(Ülkelerin Fetihleri), (Tercüme Eden, Mustafa Fayda),
yaparak halkını da tehcire zorlamıştır. Bkz. Adem Apak Anahatlarıyla İslâm Tarihi (3), Ensar Yay.,
İstanbul-2010, s.58.
19 Theophanes, a.g.e.,s.39;Lemerle, a.g.e., s.76.
20 Ostrogorsky, a.g.e., s.103;Mustafa Fayda, Nesimi Yazıcı vd., a.g.e., s.252;Ünlü, a.g.e., s.112;Hz.
Ömer döneminde Bizans ile yapılan savaşların yanı sıra diplomatik ilişkiler de mevcuttur. Mesela,
İmparator Herakleios, Hz. Ömer’e bir mektup göndererek İslam dini ile ilgili sorular sormuş, eşi
Martina ile Hz. Ömer’in eşi Ümmü Gülsüm arasında da hediyeleşmeler olmuştur. Bkz. Avcı, a.g.e., s.
64-65.
21Theophanes, a.g.e.,s.40;Ostrogorsky, a.g.e., s.104.
22Herakleios’un 641 yılında ölümü aile için de sorunları beraberinde getirdi. İlk eşinden dünyaya
gelen oğlu III. Konstantinos’un imparator olmasını isteyen ancak ikinci eşi Martina’dan dünyaya gelen
oğlu Heraklonas’ı da müşterek imparator yapan Herakleios aynı zamanda eşi Martina’nın da devlet
yönetiminde nüfuz sağlamasının önünü açmıştı. Ancak Martina’nın yönetimde olması
575
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI (668-782)*
Hz. Osman zamanında Mısır valiliğine atanan Abdullah b. Sa’d b. Ebu Serh 647
yılında Trablusgarb’tan Tunus’a kadar uzanan önemli fetihler gerçekleştirdi. Suriye
Valisi Muaviye ise aynı dönemde bir yandan Ermenistan’a akında bulunulurken,
diğer yandan 647 yılında da bizzat Anadolu’ya girdi ve Kayseri’yi işgal etti.
Muaviye’nin tavsiyesiyle oluşturulan bir donanma sayesinde 649 yılında Kıbrıs
üzerine ilk deniz seferi düzenlendi. 1700 gemiden oluşan bu donanma Akka’dan
yola çıkarak adanın merkezi Konstantia’yı ele geçirdi23. 650 yılında Arapların
Ermenistan’a üçüncü kez akın etmeleri Balkanlar’da zor durumda olan Bizans’ı
Müslüman Araplarla anlaşma yapmaya mecbur bıraktı. Dımaşk’a bir elçilik heyeti
gönderen Bizans İmparatorluğu, Şam Valisi Muaviye ile belirli bir vergi
karşılığında barış anlaşması yaparak Arap tehlikesinden kurtulmaya çalıştı24.
661 yılında Hz. Hasan’dan biat alarak Müslümanları tek bir yönetim
altında birleştirmeyi başaran Ümeyye Oğullarında Muaviye b. Ebu Sufyan Dımaşk
23 Bu sefere ashabtan pek çok gönüllü ile Ubâde b. Sâmit ve hanımı Ümmü Harâm’da katılmıştı ve
Ümmü Haram gemiden indikten sonra bindiği katırdan düşerek hayatını kaybetmişti. Günümüzde
Hala Sultan diye anılan ve Kıbrıs’daki Larnaka’da türbesi bulunan Ümmü Haram Peygamberimizin
yakınıydı. Bkz. Yiğit, a.g.m., s.47-48.
24 Avcı, a.g.e., s.66.
25 Avcı, a.g.e., s.67.
576
FATMA ÇAPAN
Doğu Roma İmparatorluğu bu dönemde, hızlı bir şekilde devam eden İslam
fütühatı nedeniyle birçok toprağını kaybetmenin yanı sıra bir de iç karışıklıklarla
uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu karışıklıkların en başında dini anlaşmazlıklar
geliyordu. İmparator, Mısır ve Suriye’de yaşayan Monofizitlerin desteğini
sağlayabilmek ve onların Ortodoks inançla uzlaşmasını sağlamak için “typos”29
adını verdiği bir görüş ortaya koydu. Fakat typosu ne Ortodokslar ne de
Monofizitler kabul etti. Hatta Papa Martinus’ta buna karşı çıktı30. Yaşanan bu dini
anlaşmazlıklar ve İmparatorun kardeşi Theodosios’u öldürtmesi tepkilere yol açtı.
Halk nezdinde siyasi itibarını yitiren Konstans İstanbul’u terk ederek 663 yılında
26 Fahri Unan, “Müslümanlar ve İstanbul”, İstanbul’un Fethinin 550. Yıldönümü İlmî Toplantısı, 31
arasında bir birliktelik sağlamaya çalışmıştır.Bkz., Ostrogorsky, a.g.e., s.110;Vasiliev, a.g.e., s.282.
30 İmparator Papayı cezalandırmak için onu Senato önüne çıkararak ölüme mahkum edilmesini
sağladı. Ancak hastalığı nedeniyle dövülerek, zincire vurulan Papa Kırım’a sürgün edildi. Yine benzer
şekilde onun dini politikalarına karşı çıkan Ortodoks din adamı Maximos Konfessor da sürgüne
gönderildi. Bkz. Ostrogorsky, a.g.e., s.111-112.
577
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI (668-782)*
bugünlerde içeride şiddetli bir şekilde devam eden dini tartışmaların sıkıntısı içinde bulunmaktaydı.
Babası gibi Monoteist politikalar izleyen İmparator halkın tepkisini ve nefretini üzerine çekmişti. Bu
inanç meselesi ancak kuşatmanın bitiminden sonra çözüme kavuştu ve İmparatorun desteği ile 7
Kasım 680-16 Eylül 681 tarihleri arasında İstanbul’da VI. ekümenik konsil toplandı. Bu konsilde
Monoteizm mahkûm edilerek Kadıköy Konsili kararları yeniden kabul gördü. Bkz. Ostrogorsky,
a.g.e., s.118-119.
34 Muaviye her ne kadar oğlunu bu sefer için görevlendirse de Yezid hastalık bahanesiyle sefere
katılmak istememiştir. Ancak bu sırada Kadıköy’de bulunan Arap orduları kıtlık ve hastalıklar
nedeniyle zor durumdadır. Buna rağmen Yezid onların sıkıntılarıyla alay ederek “Çektikleri sanki
benim umurumda, Kadıköy’de Humma ile Çiçek’ten, Deyr-i Murran’da, Ümmü Gülsüm yanımda,
halılar üstünde kafa çekerken” demiştir. Onun bu sözleri Muaviye’nin kulağına gidince bu duruma çok
kızar. Çünkü Muaviye kendisinden sonra kurduğu devletin başına geçmesi için Yezid’i veliaht tayin
etmeyi düşünmektedir. Bu nedenle onun göze girmesini sağlayacak zaferler kazanmasını istemektedir.
Dolayısıyla oğlu Yezid’e ikinci bir emir göndererek İstanbul’a gitmesini sağlamıştır. Bkz.;Yiğit,
“Emeviler Zamanında…”,s.50-51;Uçar, a.g.e., s.81;Theophanes, a.g.e., s.50.
35 Unan, a.g.m, s.2.
36 Hz. Muhammed (S.A.V), Medine’ye göç ettiğinde herkes onun kendi evinde kalmasını istemiştir.
Hz. Muhammed (S.A.V) hiç kimseyi kırmamak için devesinin çöktüğü yere en yakın evde kalacağını
söylemiştir. Dolayısıyla Hz. Muhammed (S.A.V) devenin çöktüğü yere en yakın ev olan Ebu Eyyub
578
FATMA ÇAPAN
el-Ensari’nin evinde kalmıştır. Ebu Eyyub el-Ensari, Hz. Muhammed(S.A.V)’in bütün savaşlarına ve
Hz. Ali’nin Sıffın ve diğer savaşlarına katılmıştı. Bkz. İbn Hişam, a.g.e., C.II, s.164;Uçar, a.g.e., s.82.
37 Apak, a.g.e., s.60-61;Yiğit, “Emeviler Zamanında…”, s.50-51;Uçar, a.g.e., s.81.
38 Uçar, a.g.e., s.82-83.
39 Uçar, a.g.e., s.82;Yiğit, “Emeviler Zamanında…”, s.51-52;Unan, a.g.m., s.3.
40 Theophanes, a.g.e., s.51.
41 Ostrogorsky, a.g.e., s.115; Theophanes, a.g.e., s.52;Unan, a.g.m., s.3;Uçar, a.g.e., s.83;Yiğit,
“Emeviler Zamanında…”,s.53.
42 Theophanes, a.g.e., s.51;Ostrogorsky, a.g.e., s.115;Uçar, a.g.e., s.85;Yiğit, “Emeviler”, s.89.
43 Ostrogorsky, a.g.e., s.115-116;Uçar, a.g.e., s.86; Yiğit, “Emeviler Zamanında…”, s.53.
44 Grek ateşi Kallikinos isminde Suriye’den İstanbul’a göçen bir mühendis tarafından icat edilmiş ve
imparatorluğun en önemli silahlarından biri olarak kayıtlara geçmişti. Bu silah sadece Bizanslılar
tarafından bilinen ve imal edilen bir patlayıcı maddeydi. Sifonlar yardımıyla uzak mesafelere atılabilen
579
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI (668-782)*
bu patlayıcı sayesinde güçlü bir yangın çıkarılabiliyor ve düşman donanmaları yakılabiliyordu. Bkz.
Ostrogorsky, a.g.e., s.116; Theophanes, a.g.e., s.52;Uçar, a.g.e., s.86-87.
45 Doğu Roma İmparatatoru II. Theodosios(408-450), Avrupa Hun Hükümdarı Attila’nın saldırılarına
karşı şehri güçlü surlarla çevirmeye karar vermiştir. Önceleri tek şerit halinde inşa edilen bu surlar 447
yılında iki şerit haline getirilmiştir. Bkz. A. Vasiliev, Bizans İmparatorluğu Tarihi, C.I, (Çev. Arif
Müfid Mansel), Maarif Matbaası, Ankara-1943, s.128.
46 Avcı, a.g.e., s.71;Unan, a.g.m., s.3; Theophanes, a.g.e., s.53.
47
Theophanes, a.g.e., s.54;Ostrogorsky, a.g.e., s.116;Avcı, a.g.e., s.72;Uçar, a.g.e., s.88-89; Yiğit,
“Emeviler Zamanında…”, s.53.
48 Ostrogorsky, a.g.e., s.116-117.
49 Ostrogorsky, a.g.e., s.120; Theophanes, a.g.e., s.59.
580
FATMA ÇAPAN
581
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI (668-782)*
Muhammed(S.AV)’in İstanbul’un fethi ile ilgili hadisini askerlerinin önünde okumasını istedi.
Böylece askerini biraz daha heyecanlandırıp, moralini yükseltmeye çalıştı ki bu davranışı onun
İstanbul’u almakta ne kadar ısrarlı olduğunu göstermektedir. Bkz. Yiğit, a.g.m., s.54.
60 Theophanes, a.g.e., s.82;Avcı, a.g.e., s.81;Uçar, a.g.e., s.113.
61 Unan, a.g.m., s. 3;Ostrogorsky, a.g.e., s.146;Avcı, a.g.e., s.81; Theophanes, a.g.e., s.91; Uçar, a.g.e.,
583
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI (668-782)*
SONUÇ
586
FATMA ÇAPAN
KAYNAKLAR
Kitaplar
FAYDA Mustafa , YAZICI Nesimi, vd., İslâm Tarihi, Grafiker Yay., Ankara-2014.
VASİLİEV A., Bizans İmparatorluğu Tarihi, (Türkçe’ye Çev., Arif Müfid Mansel),
Maarif Matbaası, Ankara-1943.
Makaleler
Kronikler
Ansiklopediler
588
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN
İŞLETMESİ
Metin KOPAR
ÖZET
Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte ekonomik hayatın önemli bir kısmını oluşturan
madencilik faaliyetlerini bir düzene sokmak amacıyla çok önemli sayılabilecek
çalışmalara başlanılmıştır. Bu dönemde ülke madenciliğinin gelişmesini sağlayacak
Yazışma Adresi: Adıyaman Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü,
m.kopar@hotmail.com
589
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
590
METİN KOPAR
Abstract
Copper is one of the important metals that people have used for various
purposes since ancient times and that is among the essential inputs of industry
today. Turkey is among the lucky countries in the world in terms of its rich mineral
deposits. Over 50 kinds of minerals are produced in the world and Turkey is among
the top 10 mineral-producing countries with the 29 minerals it produces.
Archaeological research shows that mining in Anatolia dates back to 7000 B.C. and
that it played an important role in the development of the civilizations established
there. In Anatolia, one of the first settled territories of the world, high civilizations
based on metals were established. The Turks, who had profound knowledge about
metals when they first arrived in Anatolia, made significant contributions to the
development of Anatolian mining.
591
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
GİRİŞ
Ergani Bakır Madeni yatakları dünyanın en eski bakır madeni işletmesi
olduğu gibi, hammadde bakımından da en zengin cevherine sahip olanıdır. M.Ö.
3.000 yıllarında Ergani Bakır madeninin ilk olarak Sabarlar tarafından işletildiği
ileri sürülmektedir. Sabarlar tarafından çıkarılan bu madenin Mezopotamya’ya ihraç
edildiği belirtilmektedir.1XII asırda Araplar ardından da Selçuklular tarafından
işletilmiştir.2 1545-1550 yıllarında Yavuz Sultan Selim’in Laudium Rumları’nı
Ergani bölgesine getirip yerleştirmiştir. Bölgeye gelen Laudium Rumları, burada
bulanan bakır cevherini çıkarıp, işlettiği ifade edilmektedir.3
1 M. Ali Ünal, XVI Yüzyılda Harput Sancağı (1518-1566), Ankara 1989, s.13.
2 Faruk Sümer, Selçuklular Döneminde Türkiye’de Madenler, İstanbul 1989, s. 162.
3 P. de Wijkerslooth, “ Elazığ İli, Ergani - Maden Bakır Yatakları Hakkındaki Bilgiye Yeni Bir İlave”,
592
METİN KOPAR
Osmanlı Devleti, ihtiyacından fazla olan bakır madenini aynı zamanda ihraç
etmekteydi. Ergani’den çıkan cevherlerin bir kısmı müzayede ile özellikle İngiliz ve
Fransız tüccara verilmekteydi. 1866’da teftiş heyetinin Bab-ı Ali’ye sunduğu
raporda, Ergani’de 146 bin batman ham bakır ile 86.590 kantar diğer cevherlerden
olduğu tespit edilmiştir. Bab-ı Ali, 155.682 kantar cevherin Fırat Nehri, Birecik ve
Halep yoluyla İskenderun’a gönderilmesini ve oradan İngiltere’ye ihraç edileceği ve
aynı zamanda Tokat ve Ergani’den İskenderun’a nakliyat işlemlerinin yakın
bölgelerde bulunan aşiretlerin arabaları ve kervanları ile yapılacağı valiliklere ve
mutasarrıflıklara bildirmiştir.10
7 Abdullah Özdağ, “Osmanlı Bakır İşletmeciliğinde Tokat Kalhanesi” Turkish Studies - International
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 9/7 Summer 2014,
p. 463-473.
8 Fahrettin Tızlak, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik, Ankara 1997, s. 15-16.
9 Fahrettin Tızlak, “XVIII. Yüzyıl Sonu İle XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Harput Çevresinde
593
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
s.178-179.
14 Jaques Thobi “Osmanlı Devleti’nde Yabancı Sermaye”, TCTA¸ C.3, İstanbul 1985, s. 738
15 A. Gündüz Ökçün, “XIX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Maden Üretiminde Türk Azınlık ve Yabancı
Ülkemizin zengin bir kaynağı olan ve çok eski devirlerde zaman zaman eski
usullerle işletilen Ergani Bakır madeninin, Birinci Dünya Savaşından sonra barışın
sağlaması ile birlikte işletilmesi yeniden düşünülmüş ve 14 Ağustos 1917 ve 8
Ağustos 1918 tarihinden itibaren İtibarı Milli Bankası’yla iki anlaşma ile imza
altına alınmıştır. Yapılan bu anlaşmalar ile 20 kilometrelik alan İtibarı Milli
Bankasına işletilmesi amacıyla kiralanmıştır.
16 Milli grup şu kişilerden seçilmiştir: Sabık İktisat Vekili- Trabzon Hasan Hüsnü, Sabık Nafia Vekili
Ahmet Muhtar, Kastamonu mebusu Necmeddin Molla, Savaş Mebusu Rasim, Sabık Trabzon mebusu
Şefik, Diyarbakır Eşrafından Pirinci Zade Sıtkı, İtibarı Milli Bankası İdare Meclisi azasından Mahmut
Nedim, Balya- Kara aydın Şirketi azasından Sezai Ömer Beyler. Sonraları Büyük Millet Meclisi
azasının imtiyazlı şirketlerde bulunmaması tekerrür ettiğinden Hasan Hüsnü, Rasim ve Şefik beyler
çekilmiş yerlerine kura ve kıdem esası gözetilerek yeni azalar atanmıştır. Bu suretle idare Meclisi
azalığına Esbak Nafia Vekili Feyzi, Maliye varidatı Umumiye Müdürü Kamil, Memurin Müdürü
Macit, Türkiye İs Bankası Müdürü Muammer, Sabık Edirne Mebusu Şeref, Türkiye İş Bankası Fen
Müşaviri Bekir Vehbi, Şirketler Müdürü Hamit Beyler seçilmiştir. 030. 10.0.0/ 176.212.3. s. 82-83
17 BCA., 30.01.0/ 6.34.18
18 Doyçe Bank ile diğerlerinden müteşekkil sendikayı ilk teşekkülde şunlar temsil etmiştir: Berlin’de
Doyçe Bank Müdürü Dr. Emil Hirsch, Von Sausa, Norddcutesche Affineri Müdürü Dr. EWarlimont,
Drektur Vlissıngen, Vereinnigte Adminium Şirketi Umumi Müdürü Dr. Moritz, Von der porten,
Stockel, Mer Sale. bkz. 030. 10.0.0/ 176.212.3. s. 83-84
19 BCA., 030. 10.0.0/ 176.212.3. s. 64
595
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
madenlerinden bir an evvel istifade etmek gayesine müpteni idi. Heyeti celilenize mükerreren ve
muhtelif vesilelerle arz ve izah edildiği üzere o maden dünyasın en büyük, en zengin menabiinden
biridir. Madenin yalnız aksamı mekşufesi için bir Alman mühendisi 150 milyon altın kıymet takdir
etmiştir. Asrî ve feısiîî bir şekilde işletildiği halde senevi memleketimizde 300 bin İngiliz lirası temin
edeceğini bu işle uğraşan mütehassıslar belirtmektedirler” demiştir. bkz.,TBMM Zabıt Ceridesi, Devre
II, C. 22, Ankara 1977, s.318.
23 BCA., 030. 10.0.0/ 176.212.3. s. 5
596
METİN KOPAR
Mevcut Ergani madeninin üretimi katkı sağlayabilmesi için iki yol vardır.
Ergani Bakır işletmeleri ile ilgili olarak 1 Nisan 1924 tahinde Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nde Ticaret Vekili, Milletvekillerinden gelen sorulara şu
şekilde cevaplandırmıştır. “Meclis, Ergani Bakır Madeninin bir an evvel istifade
edilmesinin temine hükümetin dahi iştiraki için vuku bulan teklifi nazara almıştır.
Aynı zamanda imtiyazı olan İtibarı Milli Bankasına da mukavelename mucibince
madeni tesellüme davet edilmiş ve tesellüm muamelesine başlanılmıştır. Diğer
taraftan banka, haizi salahiyet mümessilini buraya göndermiştir. Kanun çıktından
sora müzakereye başlanılacaktır. Hükümet esas itibarıyla bu madeni Banka
ile birlikte ve iştirak suretiyle işletecektir. Hükümetin bunda maksadı, madenin
ekseriyetini elinde bulundurmaktır.” Yapılan bu izahat sonrasında mecliste madenin
işletilmesi için o yıl içerisinde harcanmayan para bir yıl sonra harcanması
hakkındaki kanun kabul edilmiş ve buna ilaveten 1924 Bütçesinden 1.000.000 Lira
ödenek konulmuştur.25
hem Ergani madenini işletmek ve hem de o havalinin iman ve Şarkı Cenubî vilâyetlerimizin de nimeti
medeniyetten istifadesini temin için süratle yapılmasını teminen dar bir hattın inşası kanununu
yaptığını belirtmiştir. Bu meyanda Ergani madenî gibi dünyanın en mühim bakır madeni vesaitsizlik
yüzünden şimdiye kadar işletilememiştir. Bunun bugünkü şirketin teşkilâtına nazaran % 77 temettü
hükümete aittir. Bu maden kemaliyle işlemediği zaman böyledir. En iyi işlediği zamanlarda böyledir.
En iyi işlediği zamanlarda hükümetin temettü de senevi dört milyon liraya varacaktır. Bu
mütehassısların en ince hesap ve tetkikatla meydana koyduğu bir meseledir. Böyle iken şimdi bu
maden de metruk olacaktır. Acaba 'Nafıa Vekili Beyefendi esbabı mucizede gösterilen diğer tarikle
yapılacak şimendifer için teşebbüsatta bulundu mu? Meselâ encümende, Nafıa Encümeninde işittiğime
göre bu hattın yerine Ceyhan veya Kellerden başlamak, Malatya üzerinden gitmek üzere Ergani bir
yeni demiryolu yapılması hükümetin teklifi üzerine encümenlerde tasvip olunmuştur. Lakin mesele
gayet mühimdir. Böyle en mahsuldar vilâyetler vesaiti nakliyenin mevkufiyetinden dolayı ne
mahsullerinden lüzumu derecesinde istifade edebiliyoruz, ne de mahsullerini tezyit edebiliyorlar, onun
için bu yolun inşasını talik edecek her türlü esbap lan tevakki etmeliyiz. Meselâ şimdi güzergâhın
Ceyhan'dan, Mamure’ den mi nereden başlaması meselesi mutlaka Meclisin tasdikine ve Meclisten
kanun çıkmasına bakmayarak Nafia Vekili muhteremi şimdiden tetkikatını yaptırabilir . Ceyhan vadisi
üzerinden geçmesi mümkün müdür ve bu, masrafı ne kadar tezyit edebilir ve bunun için ne kadar
müddet lâzımdır.? Bu, bir haftalık om günlük bir şeydir. O havali şiddeti Şia’dan müteessir olmayacak
bir mevkidedir. Tam şimdi Şubat ve Mart aylarında bu tetkikatın kolay yapılacağı bir zamandayız”.
bkz., TBMM Zabıt Ceridesi, Devresi III, C. 22, Ankara 1977, s. 322.
598
METİN KOPAR
Maden İlçesi civarında bulunan Tatar bahçeleri denilen 700.000 metrelik alandaki
çakmak taşının işletme hakkı otuz yıl sureyle bu şirkete ihale olunmuştur.29
Şirket ilk faaliyetine 1925 yılı sonlarında başlamıştır. Maden ocağı içinde
çalışmayı başlatabilmek için 75 metre derinliğinde bir tünel açılmış bu tünel 1926
yılında 140 metre kadar uzatılmıştır. Tünelin belli noktalarında sıhhi malzeme
deposu ve temiz havanın gelmesi için kapılar konulmuştur. İdare meclisi 13 Nisan
1929 tarihinde Ergani’den alınan bazı maden numuneleri Almanya’ya
gönderilmiştir. Şirket, 5 Mayıs 1926 tarih ve 907 sayılı teskere ile Ticaret
Vekâletine başvuru yaparak işletmenin faaliyete geçmesi için gerekli olan
malzemenin getirilmesi ve demiryolunun yapılıp bitirilmesi için zamana ihtiyaç
olduğu bu noktada 1931 yılına kadar yaklaşık beş yıllık bir surenin kendilerine
verilmesini talep etmiştir.30Hükûmet tarafından bu süre verilmiştir. 1931 yılında
şirketin çalışmaları yeniden başlamıştır. Şirketin her yıl en az 2.500 ton bakır
üreteceğini taahhüt etmiştir. Demiryolu inşası gerçekleştirilmediğimden, çıkarılan
bakır madeninin kamyonlar ile taşınması istenmiştir.31Madenin taşınması 1933
yılında demiryolu hattının bitiminden sonra demiryolu ile yapılacağı belirtilmiştir.
1925 151.793.77
1926 203.957.97
1927 153.452.75
1928 113.853.40
1929 111.457.16
1930 123.733.71
599
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
1931 131.357.77
1932 149.741.43
Toplam 1.139.347.96
Bütün bu hesaplara göre Şirketin sekiz yıllık toplam zararı 139.347.96 lira
olmuştur. Bu miktara ilaveten %8 faiz tutarda eklenince 1925-1932 yıllarındaki
zararın toplam miktarı 1.992.923. lirayı bulmuştur. İdare Meclis’i bakır madeninin
çıkarılması için çalışmalarını devam ettirirken gerek çalışan gerekse bölge insanının
yararlanabilmesi amacıyla müdür evi, mühendis evleri, işçiler için tek katlı evler,
işçi hastanesi, fırın, bekâr evi ve bir ilkokul (Atatürk İlkokulu) yapılmıştır.33Maden
için gerekli olan suyun karşılanması için Mühendis Mösyö Aschenbrenner 3
Haziran 1926 yılında hazırlamış olduğu raporunda Dicle’ye akan suyun yarısından
istifade hakkının şirkete ait olduğunu ve geri kalan kısmından da Kalhana
civarındaki değirmeni işletmek üzere mahalli idarece tasarruf edebileceği
belirtilmiştir.34 Ayrıca Kıllan dere suyundan da istifade edileceği belirtilmiş ancak
bu noktada herhangi girişimde bulunulmamıştır. Yapılan inceleme neticesinde
şirketin Dicle suyundan günlük on saat süre ile kullanılması ve miktarının da
günlük 6.000 metre mikâb olması kararlaştırılmıştır.35Ergani Bakır Madenini
işletmek için ihtiyaç hâsıl olan çakmak taşını karşılayacak olan Birinci Umumi
Müfettişlik mıntıkasında bulunan arazinin, maden idaresince alınmasının mümkün
olmadığı, bundan dolayı mevcut olan araziyi Dâhiliye bütçesinden verilmek
suretiyle istimlak edilmesi kabul edilmiştir.36
600
METİN KOPAR
Toplam 6.999.000
1- A Serisi: 150.000 numaralı 150.000 hisse senedi (her birinin itibarı kıymeti
on lira hesabıyla) 1.500.000
2- B serisi: 150.001-300.000 numaralı 150.000 hisse senedi (her birinin itibarı
kıymeti on lira hesabıyla) 1.500.000
Taahhüt edilen sermayenin tutarı 3.000.000 liradır. Milli guruba dahil olan
İtibarı Milli Bankasından 8.000 lira kıymetinde 800 adet hisse senedi
muhtelif kişilere intikal etmiştir.
Tablo 3: Hisse Senedine Sahip Olanların 1931 Yılına Kadar Ödedikleri ve
Ödeyecekleri Miktarlar
Hissedarların Adı Ödenilen Ödenecek Taahhüt Edilen
Miktar Miktar Sermaye
601
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
602
METİN KOPAR
dair Hükûmetle mezkûr banka arasında akdedilen mukavelenin tasdiki ve Tahsilatının temini sureti
hakkında kanun layihası ve iktisat ve Bütçe encümenleri mazbataları (1/573)
T. C.
Başvekâlet 22 -V -1936
Kararlar müdürlüğü
Sayı: 6/1721
Büyük Millet Meclisi Yüksek Reisliğine
Doyçe bank elinde bulunan Ergani bakiri Türk anonimi şirketi hisse senetlerinin satın alınmasına dair
Hükûmetle mezkûr banka arasında akdedilen mukavelenin tasdiki ve tahsisatının sureti temini
hakkımda Maliye vekilliğince hazırlanan ve İcra Vekilleri Heyetine 21 - V -1936 tarihinde Yüksek
603
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
48
Ergani Bakırı Türk Anonim Şirketi İdare Meclisi Raporu, 30 Nisan 1936, s. 4.
49
Ergani Bakırı Türk Anonim Şirketi İdare Meclisi Raporu, 30 Nisan 1935, s. 2-3.
605
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
SONUÇ
606
METİN KOPAR
KAYNAKÇA
607
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
608
METİN KOPAR
Tablo 4:50
50
BCA., 30,10. 00 / 176. 212. 3
609
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
Tablo 5:51
51
BCA., 30,10. 00 / 176. 212. 3
610
NUSAYRİLİKTE KADIN
ÖZET
Gaziantep Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Mezunu.
611
NUSAYRİLİKTE KADIN
Abstract
612
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
GİRİŞ
Ali’ye karşı aşırı saygı ve sevgi duyan, onu Allah sayan Nusayrilik,
Muhammed bin Nusayr-ül Abdi (öl. 883) tarafından kurulmuş bir mezheptir.
Nusayrilere göre Ali Allah, Muhammed güneştir. Geceleri dünyayı aydınlatan ay
Ali’dir. Muhammed ile Ali geceleri birliktedir, birdir. Selman’ı yaratan
Muhammed’dir. Nusayriler böylece Ali, Muhammed, Selman üçlüsünü kutsal
613
NUSAYRİLİKTE KADIN
Nusayrilik mezhebini İbn Nusayr kurmuş, Hamdan el- Hasibi ise Nusayrilik
inancının tanınmasını ve yayılmasını sağlamıştır. Hamdan el- Hasibi, İbni Nusayr’a
ait bilgileri daha da geliştirmiştir. Geliştirmiş olduğu bu bilgileri Kitab-ül
Mecmu’da yazarak mezhebin devamlılığını sağlamıştır. “El-Hasibi Nusayriliğin
gerek geniş kitleler tarafından benimsenmesinde ve gerekse Nusayriliğin belli bir
sistematiğe oturtulmasında oynadığı rol itibariyle Nusayriliğin en önemli
simalarından biridir.” (Keser, 2008: 38). Nusayri inancının yayılması için yoğun bir
çalışma içinde olan Hasibi, dini örgütlenme ve örgüt hiyerarşisini öğrencileri
sayesinde gerçekleştirmiştir. İkamet ettiği Mısır’dan ayrılarak Cenbula’ya giden ve
orada İbn Nusayr’in ikinci halefi Cenbulani’den başkanlığı devralan Hasibi, bu
614
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
616
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
“Nusayriliğin teolojisi tamamen batıni akımın esasları üzerine inşa edilmiştir, diğer
Şii akımların ana özellikleri ile harmanlanarak yeni bir inanç sistemi
oluşturulmuştur. Örneğin batınilikte yaygın olan yedinci imamdan sonra imamlığın
babadan oğula, günümüze kadar devam ettiği fikrine karşılık, Nusayrilikte, Şii
İmamiyesinin yani 12 imam’ın kabulü söz konusudur.” (Keser, 2008: 47).
“Nusayriyyenin çoğu görüşü, İslamdan kaynaklanmakla beraber, tamamen Batıni
tevillere dayalıdır.” (Ansiklopedik İslam Lügatı, C. 2, 1982, İstanbul, s. 531).
“Kur’anın biçime bağlı kalınarak açıklanması tefsirdir. Tevil ise bu açıklamanın
özünü göstermektedir. Tefsir, şeriata bağlıyken, tevil hakikati gösterir. Dolayısıyla
tefsir zahirin, tevil bâtının (burada iç,gizli anlamındadır) karşılığıdır.” (Nail
Yılmaz, Kentin Alevileri, İstanbul, s. 43, 2005). “Nusayri mezhebinden olanların
inanışları Şii mezhebinin öteki kollarının inançlarına, esaslarına bazı bakımlardan
benzer. Önemli ayrılıklar; yaratılış, kıyamet, vahiy ve akide gibi görüşlerde ortaya
çıkar.” (Meydan Larousse, C. 9, 1972: 434).
Nusayri inancının bir diğer özelliği de Ali inancıdır. Nusayrilere göre Hz.
Ali, Allah’ın cisimlenmiş halidir. Hz. Ali batında (görünmeyen) Allah, zahirde
(görünen) insandır. Ancak Hz. Ali’ye insani vasıflar atfetmek mezhepte günah
olarak kabul edilmiştir. Aynı zamanda Hz. Ali “çok cesur ve kahraman bir zat
olduğundan: “Esedullah” yani Allahın aslanı lakabı ile anılırdı.” (İslam Devletleri
Tarihi, Mehmed Açıkgözoğlu, İstanbul, 1975, s. 42). Bu da Hz. Ali’ye güç, kudret
gibi üstünlük bildiren vasıfların katılmasına neden olmuştur. Diğer bir görüşe göre
ise; “Nusayrî öğretisinin temelini Hz. Ali’nin tanrılığı düşüncesi oluşturur. Buna
göre Hz. Ali görünüşte imam, gerçekte ise tanrıdır ve kendi nurundan Hz.
Muhammed’i yaratmıştır.” (Ana Britannica, C. 24, 1994, İstanbul, s. 93). “Ali’nin
tanrısal bir varlık olduğunu ileri süren bu inancın, çoktanrıcı dinlerden özellikle
ilkçağ İran-Hind inançlarından beslendiği, insanı tanrılaştırma eğiliminden
617
NUSAYRİLİKTE KADIN
Nusayri inanç sisteminde diğer önemli bir nokta da namaz (sala)’dır. Sünni
namazından oldukça farklı bir şekilde yerine getirilen bu ibadet, zikir
maiyetindedir. Namaz Caferi mezhebine uygun şekilde ve uygun görülen her yerde
gizli (batıni) olarak kılınmaktadır. Batıni namaz, Hz. Muhammed ile Hz. Ali’nin
Hira Dağı’ndaki mağarada, gizli-sessiz yaptıkları Allah’ı zikir ve tesbih’tir (Uluçay,
2010: 25). “Şeyhlerin kıldırdığı Nusayri namazlarında bayanlar bulunmaz; sadece
Arap Alevi erkekleri namazı bilir ve kılar. Başka mezheplerden olanlara da bu
namazı anlatmak günah ve yasaktır. Sonsuza kadar gizli kalacaktır. Hatta
kadınların, erkeklerin namaz için gerekli olan duaları kaydettikleri namaz-dua
defterlerini görmesi bile yasaktır. Arap Aleviler, kadınları ve rüşdü gelmemiş
çocukları namazlardan muaf tutmuşlardır.” (Aslan, 2005: 65).
618
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
619
NUSAYRİLİKTE KADIN
620
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
621
NUSAYRİLİKTE KADIN
“Nusayri genç kızlar, adet görmeye başladıkları zaman kısa bir eğitim
görürler. Annenin dışındaki yaşlı bir kadın, genç kıza boy abdestinin nasıl
alınacağını ve abdest alırken okunacak duayı öğretir. Bayram ve adaklarda görevli
olan kadınların, öğretilen bu duayı okuyarak abdest almaları zorunludur. Bunun
dışında kadınlar dini uygulamaların tamamen dışında tutulurlar. Bu geleneklerin
dışında tutuldukları gibi, gelenekle ilgili ritüelin yapıldığı odaya bile
yaklaşamazlar. Sadece yemeklerin hazırlanmasında hizmet ederler. Hatta, ritüelin
yapıldığı odaya yakın olan kadınların söylenenleri duymasınlar diye kulaklarına
pamuk tıkamaları istenir.” (Türk, 2010: 83). Kadınların yıkanırken aldıkları abdeste
halk arasında şehadetlenme denilmektedir. Şehadetlenme, oldukça teferruatlı bir
duanın okunması ile gerçekleşir. Bu duayı bilmek her Nusayri kadın için bir
zorunluluktur. “Şehadetlenmesi (guslü) gereken bir kadın, şehadetlemeden kocasına
622
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
623
NUSAYRİLİKTE KADIN
Dini alanda kapalı bir toplum yapısına sahip olan Nusayriler, toplumlar
arası ilişkilerde daha açık bir görünüm sergilemektedir. Medeniyetlerin bir arada
yaşadığı coğrafya olan Hatay’da toplumlar arası diyaloğun gelişmiş olduğu
bilinmektedir. Nusayri kadınları geçmişten günümüze, bölgede yaşayan Hıristiyan,
Ermeni, Yahudi ve Sünni kadınlarla özellikle komşuluk ilişkileri bazında iletişimini
hiç koparmadılar. Bu iletişimin sonunda doğal olarak bir etkileşim olmuş ve bu
durum en fazla Hıristiyanlar ile yaşanmıştır. Hıristiyanların yanında çalışan, baskı
dönemlerinde Hıristiyanlar tarafından korunan Nusayriler, bu topluma oldukça
yakın davranmaktadır. “Alevi ve Hıristiyanların yaşam tarzları, inanç ve
geleneklerindeki benzerlikler, uzun zamandır bir arada yaşamaları ve komşuluk
ilişkileri aralarındaki dostluğu pekiştirmiştir ve bu iki toplumu birbirine
yakınlaştırmaktadır.” (Doğruel, 2005: 117).
625
NUSAYRİLİKTE KADIN
Arap Alevileri cemaat dışından bir kızı, çok zor da olsa kabul ederler; ancak
cemaat dışına kız vermeyi kesinlikle kabul etmezler. Nusayriler başka bir
toplumdan kız almaya cemaate yeni bir insan kazandırılıyor mantığıyla daha sıcak
baksalar da, bu durum yine de hoş karşılanmamaktadır. Nusayrilerde başka
toplumdan biriyle evlenen kızın dinden çıktığı inancı da dışarıya kız verilmesini
engelleyen en önemli faktördür. Nusayri olunmaz, Nusayri doğulur; Arap Alevi
olarak doğmanın koşulu ise babanın Arap Alevi olmasıdır. Ataerkil bir yapıya sahip
olan Nusayrilerde bu durum değişmez bir kuraldır. Bu kapalılığın da etkisiyle,
Nusayri toplumunda genellikle akraba evliliği görülür. “Akraba evliliği, farklı
cinsten kardeş çocuklarının evliliği (çapraz kuzen evliliği) ya da aynı cinsten
kardeşlerin çocuklarının evliliği (paralel kuzen evliliği) şeklinde yapılmaktadır.”
(Türk, 2010: 73). Akraba evlilikleri dışındaki evliliklerde eş, çoğunlukla görücü
usulü seçilmektedir. Erkek tarafı kızı görüp beğenir ve kız ailesinden istenir. Kız
tarafının da uygun görmesi ile evlilik gerçekleşir. “Aynı kültürden olsa dahi farklı
soydan bir aileye kız veriliyorsa önce kızın amcalarının, halalarının, daha sonra
anne tarafından en yakın akrabaların rızası alınır.” (Aslan, 2005: 84). “Fakat son 25-
30 yıldır kızlara da bu evliliği isteyip istemediği sorulmaktadır. Günümüzde artık
kız ile erkeğin önceden tanışıp görüşerek ve ailelerinin de rızasını alarak
gerçekleştirilen evlilikler yaygınlaşmaktadır. Duygusal bağla yapılan bu evlilikler
de genellikle cemaat içerisinde olmaktadır.”... “Eskiden kız verilecek olsa bile,
dünürün yedi kez kız babasının kapısını çalması adettendi. Kız istemek için
arabulucu vekiller devreye sokulurdu. Söz kesildikten sonra kızın kardeşine “mekli”
denilen bir harçlık, ailesine de genelde altın niteliğinde “mehir” denilen başlık
yerine geçen bir ödenti verilirdi. Artık Arap Aleviler arasında mekli görünmese de
özellikle mehir varlığını sürdürmektedir.” (Aslan, 2005: 84).
istiyoruz) denir. Kız tarafı da “eza fiy kısme ehlen ve sehlen, eza e fiy kısme alla
yıbğatılkin mın ğeyr bab” (kısmet varsa hoş geldiniz, kısmet yoksa Allah
kısmetinizi başka kapıdan göndersin) denilir (Leyla Över, Antakya, 50, İlkokul
mezunu). Kız evi yaklaşık bir haftalık düşünme süresi ister ve bu sürenin sonunda
kızın verilip verilmeyeceği kararlaştırılır. Kızın verilmesi kararlaştırılırsa damat
tarafına haber verilir. Gelin ve damat adayı aile büyüklerinin elini öper. Söz kesmek
için hazırlıklar başlar. Nişan için anlaşma yapılır. Kimi aile rahat bir yaşam için ev
isterken, kimi aile altın ister. ‘Çeyiz kesme’ geleneğine göre çarşıya çıkılır. Havlu,
elbise, altın takı vs. alınır. Bu aşamadaki bütün masraflar damat tarafı vasıtasıyla
karşılanır. Söz kesilmesi ile de kızın bir aileye gelin olarak verildiği herkese
duyurulmuş olur. Söz kesme aşaması küçük bir kutlama şeklinde yapılır. Bazen söz
yüzüklerinin kuyumcuda takıldığı görülür. “Bundan sonraki aşama olan nişan, söz
kesmeden daha büyük bir organizasyondur ve bu organizasyona tüm eş, dost ve
akrabalar davet edilir. Nişanın ertesi günü kız tarafı evinde yemek verir. Böylece
nişan merasimi de icra edilmiş olur.”
“Kına gecesinde yedi kız ve yedi erkeğin oluşturduğu kına grubu sahnenin
çevresinde, içinde kına olan tabaklarla dönerler. Bu tabaklara dikilen mumlar hoş
bir görüntü oluşturur. Daha sonra gelin ve damat ortaya alınır. Kına grubu ile çifte
telli oynayıp Araplara özgü olan ‘depki’ denilen halay çekilir.” (Serap Doğan,
Antakya, 27, Üniversite mezunu). Bu gelenek günümüzde de sevilerek
gerçekleştirilen bir gelenektir. Kına yakılırken “ha ha” denilen maniler de
okunmaktadır. Türkçeye çevrilmesiyle, kafiyelerini kaybeden bu maniler genellikle
yaşlılar tarafından okunmaktadır. Her maninin ardından uzun uzun zılgıtlar
çekilmektedir. Bu manilerden bazılarını şu şekilde örnekleyebiliriz:
627
NUSAYRİLİKTE KADIN
Ha ha basol bı kışşo
Ha ha ğınna u ğındkin
Ha ha hınta bı kışşo
Ha ha asfur bı ğişşo
Ha ha ebiyhıbba le kennitna
Ha ha ğızrail ey kışşo
Ha ha kuş kafesinde
Ha ha gelinimizi sevmeyeni
Ha ha hamda u lıffane
Ha ha hlefna emniksira
628
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
Ha ha ekşidir ekşitir
Ha ha gelinimiz Bıhsasadan
Ha ha gelinimizi sevmeyeni
Düğün sonrası sağdıçlar eşliğinde eve gidilir. Gelin, eve girmeden önce
geldiği eve bereket getirsin diye buğday, mutluluk getirsin diye şeker ve bol kazanç
getirsin diye para saçılır. “Gelin evin kapısından girerken kapının yanına hamur,
hamurun üstüne de çiçek yaprakları yapıştırılır. Kapıda bardak kırılır ve gelin eve
ancak böyle girer.” (Semire Zambak, Antakya, 49, İlkokul mezunu). Burada da
amaç; gelinin evine hamur gibi yapışması, yüzünde güller açması ve kötülüklerin
dağılmasıdır. Eve girerken sağdıçlardan birinin buhur yakması ile ki bu da nazarı
önlemek içindir; çift, dünya evine girmiş olur. Gerdek gecesinde kızın ailesinden
seçilmiş ve evli olan sağdıçlar, gelin ve damadın evinde kalır. Bekâretin simgesi
olarak kabul edilen kanlı çarşaf önce erkeğin ailesine gösterilir. Daha sonra da kızın
ailesine götürülür. Kız bakire değilse, sağdıçların şahitliğinde baba evine geri
gönderilir. Düğünün ertesi sabahı damat, gelinin ailesinin evine tatlı götürerek
gelinin anne ve babasının elini öper; buna “isbahi” denilir. Gelin ise yedi gün
boyunca evden çıkmaz. Yedinci gün anne ve babasının evine damadın ailesiyle
beraber yemeğe alınır. Yemek sonunda gelinin anne ve babası, kızlarına yemek
sonunda kıymetli bir hediye verir.
630
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
Bütün toplumlarda olduğu gibi, Nusayrilerde de doğum olayı kutlu bir olay
olarak kabul edilir. Topluma yeni katılan bebek, mezhebe dahil olan yeni bir insan
ve feodal çerçevede aileyi genişletecek bir birey olarak kabul edildiğinden, doğum
oldukça önemlidir.
Doğum ile birlikte anne ve bebek kırklı olur. Kırklı olmak kadını bütün
dini ritüellerden uzak tutar. Ziyarete (türbeye) girmek, Kur’an-ı Kerim’e dokunmak,
buhurlanmak ve bayram hazırlığının yapıldığı yere yaklaşmak kesinlikle haramdır.
Bu süre içerisinde anne ve bebeğe dokunan kimseler de kırklı olurlar. Kırklı olan
kadın, yeni doğum yaptığı için nazar değeceği korkusuyla dışarı çıkmaz. İnanca
göre kırk gün boyunca Azrail, lohusanın koltuk altında gizlidir. Bu evrede kadın
enfeksiyon kapma riskine açıktır. Bu da kadınların dikkatli olması gereken bir
dönemdir. Geçmişte bu kesin bir kural olarak uygulanmış olsa da günümüzde
lohusalar, bu kurala pek fazla riayet etmemektedirler. İki kırklının aynı odaya
girmesi de yasaktır. İnanca göre, iki kırklı birbirini basar ve mutlaka biri ötekine
zarar verir. Bu nedenle lohusa, kırkını çıkarana kadar başkasının evine giremez.
Anne ve çocuğun yedinci günü bitip şehadetlenme gerçekleşene kadar, çevrede regl
döneminde olan bir kadının, anne ve bebeğin bulunduğu odaya girmesi de yasaktır.
Burada da adetli kadının, lohusayı basacağına inanılır.
631
NUSAYRİLİKTE KADIN
bebek, ailesine bu durumu ağlayarak haber verir. (Nusayri inancında her insanın bir
yıldızının olduğuna inanılır. Buna göre yıldızlar insan hayatında büyük bir etkiye
sahiptir. Bebeğe verilen ismin de bu yüzden yıldızı ile uyuşması gerekmektedir.
Bebeğin yıldızıyla uyumlu olup olmadığına Kur’an-ı Kerim’den bakılır.)
2.Reenkarnasyon inancına bağlı olarak, bebeğin önceki yaşantısına ağladığı
düşünülür. Nusayri inancına göre bebek önceki yaşamını kırk güne kadar
hissedebilir ve eski ruhunun ölümüne ağlayabilir.
Nusayri kadınları, yaygın olarak bebeğin reyhanlanması ve tuzlanması
gerektiğine inanmaktadır. Reyhan ağacı, mezhepte kutsal kabul edilen bir ağaçtır.
Bu ağacın dallarının ve yapraklarının bereket, temizlik ve saflık taşıdığına
inanılmaktadır. Yapraklar yedi genç kız tarafından havanda dövülerek toz haline
getirilir. Buna tuz karıştırılır ve bu karışım bebeğin tüm vücuduna sürülür. İnanca
göre bebeğin, yaşamı boyunca temiz kalması sağlanmış olur. Ayrıca bu karışımı
döven yedi kızın da sevap kazandığına inanılır. Anne doğum sonrası eve girmeden
önce, geleneklere göre kapıda kan akıtmak yani kurban kesmek gerekmektedir.
Burada amaç, anne ve bebeğin ruhlarının Tanrı tarafından bağışlanmasıdır.
Nusayri şeyhlerine göre, kadının doğuma kadar işlemiş olduğu bütün
günahlar doğumla birlikte silinmektedir.
632
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
birincisi ‘irtimasi gusül’dür. Buna göre gusül (yıkanma) anında şöyle dua edilir:
(Dualar, Nusayri Arap ağzıyla işitildiği gibi aynen yazılmıştır)
Sağ tarafıma bir kap su döktüm ve Müminlerin Emiri Ali’ye tevekkül ettim.
Ey rabbim beni sağ tarafımdaki pislikten ve her kirli tutan kıldan arındır.
Ey Rabbim beni sol tarafımdaki pislikten ve her kirli tutan kıldan arındır.
Arka tarafıma bir kap su döktüm ve 14’e, 100’e ve 1000’e tevekkül ettim.
Ey Rabbim beni arka tarafımdaki pislikten ve her kirli tutan kıldan arındır.
633
NUSAYRİLİKTE KADIN
Ey Rabbim beni her tarafımdaki pislikten ve her kirli tutan kıldan arındır.
Gusül, tertibi ve irtimasi olarak ikiye ayrılır. Tertibi gusülde önce gusül
niyetiyle baş ve boyun, sonra bedenin sağ tarafı, sonra sol tarafı ve avret yeri
yıkanmalıdır. İrtimasi gusülde ise bedenin tamamı suyun içine girecek şekilde
tedrici olarak suya dalarsa, gusül sahihtir. İhtiyat ise bir defa suya dalmaktır (Şeyh
Hamit Doğru).
Nusayri toplumunda bir diğer temizlenme duası ise eller için olanıdır.
Mekruh olan şeylere dokunduktan sonra bu duanın okunması gerekmektedir.
Yaygın olan görüşe göre el yıkanırken bu dua okunmaz ise; eşe ve çocuklara yemek
vermek, evin eşyalarına dokunmak, Kur’an-ı Kerim’e dokunmak, yemek yemek
gibi günlük yaşama dair birçok şey günah kabul edilir.
634
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
635
NUSAYRİLİKTE KADIN
bağlayarak dilek tutarlar. Ziyaret içinde ibadetini tamamlayan kişi, makama sırtını
dönmeden, geri geri yürüyerek ve kapıyı yeniden üçer defa öperek çıkar.
Türbeye gitmek için belli gün veya saat şartı yoktur. Temiz olan herkes,
istediği gün ve saatte türbeyi ziyaret edebilmektedir. Ziyaretten çıkan insanlar
birbirlerine “berke ziyartik” (ziyaretin hayırlı olsun) demektedir. Cevap olarak da
“şeffağ bi ğaftik” (afiyette olmana vesile olsun) denilmektedir.
637
NUSAYRİLİKTE KADIN
Bayramların diğer bir önemli yanı, Hirisi adı verilen tören yemeğinin
yapımıdır. Hirisi yapımına herkes katılamamaktadır. “…kutsal sayılan yemeğin
hazırlanmasında yalnızca sırrı bilen erkekler görev alabilirler.” (Keser, 2008: 138).
“Bayram ve adakların baş yemeği olan hirisiyi yapan kişiler erkek olmalı ve hirisi
yapılacak mutfak eşyaları da dualar okunarak yıkanmalıdır. Hirisi yapacak kişinin
ahlaklı ve toplumca iyi tanınan temiz insanlardan olması gerekmektedir. Adet gören
kadının hirisiye yaklaşması kesinlikle yasaktır.” (Türk, 2010: 81). Adet gören
kadının hirisiye yaklaşması halinde hirisinin taşacağına ve tadının bozulacağına
inanılmaktadır. Böylesi bir durumda hirisiye yaklaştığı fark edilen kadın cemaat
tarafından dışlanmakta ve bir daha bayramlara davet edilmemektedir. Bayram
hazırlığında bulunan kadınlar için konulan bu ağır şartlara karşılık, erkekler için bu
tarz yaptırımlar söz konusu değildir. Erkekten yalnızca bedenen temiz olması
beklenmektedir.
638
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
“Öldükten sonra insanın ruhunun başka bir bedene intikal suretiyle hayatını
sürdürmesi şeklinde ifade edilebilecek olan tenasüh inancı, eski dünyanın bazı
yerlerinde değişik biçim ve anlayışlarda görülmüş çok eski bir telakkidir.” (Ahmet
Yaşar Ocak, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, 2007, İstanbul,
183-184). Geçmişten günümüze bu inanç, farklı toplumlarda da kendini göstermiş
ve günümüze kadar gelmiştir. Mısır, Hint, Budist, Cermen, Kelt, Yunan, Türk,
Moğol gibi birçok toplumda da bu inanç sisteminin izine rastlanmaktadır. Ancak bu
inanç tek tanrılı dinlerde genellikle reddedilmektedir. Bunun sebebi ise; tek tanrılı
639
NUSAYRİLİKTE KADIN
dinlerde bulunan ahiret inancıdır. Ahiret inancına göre günahlar ve sevaplar, cennet
ve cehennem adı verilen yerde karşılığını bulur. Nusayrilik mezhebinde yer alan
reenkarnasyon inancına göre ise; günahlar dünyaya hayvan veya bitki olarak
gelmek ile karşılık bulur. Yani Nusayrilikte cennet ve cehennem ahirette değil bu
dünyadadır.
640
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
Hz. Ali’yi sevmek, Ehl-i beyt’e bağlılıkla sağlanabilir. Nusayriler Ehl-i beyt
sevgisini, Hz. Ali’nin kendi sözlerine dayandırırlar. “Haktan ve Hak ehlinden
ayrılma; ayağın sürçmesin, çünkü biz Ehl-i Beyt’i bırakıp başkasına sarılan helak
olur, dünyasını da yitirir, ahretini de.” (Gölpınarlı, 2002: 404).
(Keser, 2008: 48). Nusayri inanç metinlerine göre de “ilahın kendisi olan Ali,
bölünemez, parçalanamaz, taksim edilemez, sayılamaz. O doğmamıştır,
doğurmamıştır.” (Keser, 2008: 48-50). Nusayriliğin temelini oluşturan Ali inancının
içeriğinde, Hz. Ali’ye bir uluhiyyet katıldığı görülmektedir.
(Yasemin Araz, 26, üniversite mezunu, Antakya, hemşire): Hz. Ali’nin ilah
olduğunu kabul etmeyenler vardı. Hz. Ali’den bunu kanıtlamasını istediler ve Hz.
Ali de kılıcını çekerek karşısındaki dağa çıktı. Dağı kılıcıyla bir vuruşta ikiye
ayırdı. Ayrılan yerden bir pınar doğdu ve bu pınarın geçtiği yerler ağaçlarla doldu.
Bu da Ali’nin her şeyi yapabilecek güçte olduğunu kanıtlar.
Hz. Fatıma, babası için öyle değerliydi ki Hz. Muhammed evlenmek için
ona hiç kimseyi denk görmemekteydi. Ancak Hz. Ali, her bakımdan Hz. Fatıma’ya
denk görülmüş ve onunla evlendirilmiştir. Hz. Muhammed bir hadisinde ‘Ali
yaratılmasaydı Fatıma’ya denk kimse olmazdı’ demişlerdir. Arap Aleviler, Hz.
Fatıma’yı peygamber soyundan ve Hz. Ali’nin eşi olmasından dolayı kutsal
şahsiyetler arasında kabul etmektedirler.” (Et- Tavil, 2010: 56-57).
643
NUSAYRİLİKTE KADIN
kelimesiyle anarlar. Fatır, Arapça yaratan demektir. Fakat Fatma kadın olduğundan
bu sıfatını Fatıra biçiminde kullanacaktır.” (Uluçay, 2010: 145).
Yine inanca göre “…onların nurlu varlıklar olduklarını inkar edip onları Ali
b. Ebu Talib’in çocukları ve karısı saymak kafirliktir.” (Keser, 2008: 60). Çünkü
ulûhiyet sahibi olan Ali’ye insan vasfı vermek yanlış ve günah kabul edilmektedir.
Bu noktada birçok Nusayri kaynağında kadınların ruhlarının olmadığı düşüncesine
karşın, Hz. Fatıma’ya verilen bu değer oldukça dikkat çekicidir.
644
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
KAYNAKÇA
BAYRAK, M. Orhan. (2005). İlk ve Orta Çağda Anadolu Tarihi (MÖ 25000-MS
1453). İstanbul.
645
NUSAYRİLİKTE KADIN
GÖVSA, İbrahim Alaettin. (Basım Yılı ve Yeri Yok). Resimli Yeni Lügat ve
Ansiklopedi Ansiklopedik İslam Lügatı. C. 2.
646
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
KAYNAK KİŞİLER
647
NUSAYRİLİKTE KADIN
648
KAZIM KARABEKİR’İN GÖZÜYLE İTTİHAT ve
TERAKKİ CEMİYETİ
Selim OSRAK
GİRİŞ
649
KAZIM KARABEKİR’İN GÖZÜYLE İTTİHAT ve TERAKKİ CEMİYETİ
1 KARABEKİR, Hayatım, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2014, s. 27; KIRZIOĞLU, Fahrettin, Kâzım
Karabekir, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991. s. 7.
2KARABEKİR, Hayatım, s. 97
3 ÇİFTÇİ, Ali, Kazım Karabekir’in Siyasal Hayatı, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Ankara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, Ankara, 2005, s. 4.
4 KARABEKİR, Kazım, İttihat ve Terakki Cemiyeti, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2014, s. 131.
5 AYDEMİR, Şevket Süreyya, Tek Adam, Cilt I, Remzi Kitabevi, 28. Özel Basım, İstanbul, 2011, s. 98
650
SELİM OSRAK
Devleti’nde ise hak, hürriyet ve vazife kavramları ise bir tür istenmeyen durum
halini almıştı. Devleti yönetenler dini ve ahlaki prensipleri bilmeyen, bilseler bile
inanmayan şımarık bir yönetim oligarşisi ortaya çıkarmıştı. Kazım Karabekir’e göre
bu durum doğu toplumlarının geriliğinin temel sebebi idi.6
651
KAZIM KARABEKİR’İN GÖZÜYLE İTTİHAT ve TERAKKİ CEMİYETİ
(Askeri Strateji) olarak göreve başlar. Karabekir, İstanbul’a geldikten sonra İTC’nin
burada da kurulmasında aktif olarak rol alır. Karabekir İttihat ve Terakki
Cemiyeti adlı kitabında İstanbul’daki fedai cemiyetini kendisi kurduğunu ve
kendisinin de bir fedai olduğundan bahseder.12
Kazım Karabekir, İTC’nin nasıl bir konum alması gerektiği ile ilgili olarak
kısa bir süre sonra arkadaşları ile ters düşmüştür. Karabekir, cemiyetin ülkenin
meşrutiyete kavuşması için verdiği mücadeleyi yeterli görmüştür. Ordunun sadece
meşrutiyeti korumakla görevli olmasını ve bir partiye dönüşerek siyasete girmesini
doğru bulmamaktadır. Ancak işler Kazım Karabekir’in istediği yönde gitmez. İTC,
meşrutiyetin ilanından hemen sonra 18 Ekim 1908 yılında Selanik’te yapılan ilk
kongrede siyasi fırka olarak icraatlarına devam etmesi ve cemiyetin partileşmesi
kararı alınır.15 Kazım Karabekir yukarıda değinilen konu ile ilgili şu
değerlendirmeyi yapmaktadır.
652
SELİM OSRAK
devrinde sahip bulunduğumuz Türk istiklalini kurtarmak için yine el ve fikir birliği
ile işe giriştiler.”17
654
SELİM OSRAK
ise Yüzbaşı Kazım Karabekir idi). Hareket Ordusunun komutanlığını önce Hüseyin
Hüsnü Paşa idare etmiş; daha sonra da Mahmut Şevket Paşa yürütmüştür.
SONUÇ
656
SELİM OSRAK
KAYNAKÇA
AYDEMİR, Şevket Süreyya, Tek Adam, Cilt I, Remzi Kitabevi, 28. Özel
Basım, İstanbul, 2011.
657
KAZIM KARABEKİR’İN GÖZÜYLE İTTİHAT ve TERAKKİ CEMİYETİ
658
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
Ahilik
Ahlak ile sanatın uyumlu bileşimi olarak tarif edilen Ahilik, Anadolu’da XIII.
yüzyılın basından itibaren görülmeye başlanmış, basta Kayseri, Konya ve
nihayetinde Kırşehir’de esnaf birlikleri olarak teşekkül etmiş bir sosyo-ekonomik
müesseseleşmenin adıdır. Amacı, zenginle fakiri, üretici ile tüketici, emek ile
sermaye, halk ile devlet arasında iyi ve sağlam ilişkiler kurarak “sosyal adaleti”
gerçekleştirmek olan Ahilik, bu amacına, sağlam bir teşkilatlanma modeli ve köklü
bir eğitim sistemi aracılığıyla ulaşmaya çalışmıştır. Ayrıca yerleşik hayata geçiş
esnasında birbirleriyle çatışma içerisinde olan grupları uzlaştırmak, zayıflayan boy
ve aşiret bağlarının yerine, yerleşik hayat şekline uygun koruyucu değerler koymak,
toplumun huzurunu temin etmek de en büyük uğraşıydı.
Ahilik, fütüvvet ülküsüne dayalı olarak ortaya çıkan Türk medeniyet tarihinde
önemli sosyal ve ekonomik fonksiyonlar yerine getirmiş bir teşkilattır. “Fütüvvet”
kelimesi etimolojik olarak “gençlik, buluğ cağı, delikanlılık” anlamlarında
kullanıldığı gibi; “gençliğin en parlak zamanı, delikanlıca tavır” manalarına da
gelmektedir. Bu kavram Batı’daki şövalyelik, İran’daki civanmertlik, Eski
Türklerdeki alplık ve akılık ülkülerinin muadili olarak cömertlik, mürüvvet, asalet
gibi ahlaki faziletleri ihtiva etmektedir. Aynı zamanda bu faziletlerin gereğini
yerine getirmeyi amaçlayan insanların teşkil ettikleri birliklere de isim olarak
kullanılmıştır1.
1993, s. 90-91.
660
PROF. DR. NURİ YAVUZ*
1727 yılına kadar 500 yıl Türk milletini, iktisadi sosyal ve siyasal bakımdan
yönetip yönlendiren ve güçlü bir imparatorluk ve toplum meydana gelmesinde
belirleyici bir ağırlığı bulunan ahiliği, sadece dönemin esnaf zümresiyle sınırlı bir
yapı olarak görmek, hele günümüzde sahipsiz ve desteksiz kalmış, dağınık,
yeterince örgütlenip bütünleşememiş esnafımız ile özdeşleştirmek, yanlış ve
yanıltıcı olur.
Ahilik Orta Asya’dan beri görülen “Akı” yani cömertlik felsefesinin, İslami
fütüvvet geleneği ile kaynaşması sonucu meydana gelmiş önemli bir
teşkilatlanmadır. Ahilik, insanların her yönden yetişmelerini sağlayan (mesleki) bir
3Galip Demir, “Ahilik”, Ahilik Yolu Dergisi, S. 86, İstanbul, Nisan 1994, s. 22.
4Galip Demir, “Ahilik = Çalışma, Bilim, Akıl, Ahlak”, Perpa Dergisi, Yıl 3, Sayı 22, İstanbul,
Temmuz 1993, s. 45.
661
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
“Ahlak Mektebi”dir. Ahilik, ilim sahasına yönelip ilim yapmak, meslek hayatına
yönelip sanat öğrenmektir5.
Doğruluk
Emniyet
Cömertlik
Tevazu
7 Refik H. Soykut, işlet e ilikte Disipli ve Ahlak , Ahilik Yolu, Sayı , İsta ul, Te uz , s. .
663
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
664
PROF. DR. NURİ YAVUZ*
kabiliyetli olanlara verilirdi. Silah eğitimine katılabilmek için, Ahi görmek, şeyh
görmek ve bir ferdi talim ve terbiye etmek şarttı11.
665
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
16 Güllülü, a.g.e., s. .
17 Gemici, a.g.m., s. 73.
666
PROF. DR. NURİ YAVUZ*
Ahilik’te meslek ahlakı her şeyden önce gelmekteydi. Her birimin kendi
denetleme organları mevcut olmakla beraber, herkesin kendi kendisinin
kontrolünün ve bunu vicdanlarına koymanın en doğru bir yol olduğu olgusu burada
667
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
daha ağır basmaktaydı. Çalışanlar arasında çırak, kalfa ve ustalık ilişkisi bir nevi
baba-evlat şeklinde saygı ve sevgiye dayalıydı19.
Halkın bakış acısına göre, Aahi zaviyeleri her taraftan gelip giden misafirlerin
dolup taştığı ve ağırlandığı, büyük kutlamaların tertiplendiği, birbirinden değişik
törenlerin yapıldığı mekânlar olarak kabul edilmekteydiler. Bütün bunların hepsinde
birer eğitici yon olduğu gerçeği de herkesin ortak fikriydi. Ahi birliğine mensup
olanların severek yaptıkları ve hayatlarının sonuna kadar her kuralına titizce
uydukları bu prensipler, onların yaptıkları işten sıkılmak yerine memnun olmalarım,
kendileriyle barışık bir halde hayatlarında mutlu olmalarını sağlamaktaydı. Bu
yüksek ahlakın üzerine bina edildiği ana esas, tesanüt yani karşılıklı dayanışma ve
yardımlaşmaydı20.
1. İnkârcılar, inanmayanlar
2. Münafıklar
3. Falcılar ve müneccimler
4. İçki içenler
5. Tellaklar
6. Tellallar
7. Çulhalar
8. Kasaplar
9. Cerrahlar
10. Avcılar
11. Ameldarlar (vergi tahsiliyle uğraşanlar)
12. Madrabazlardır.
669
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
Ülkemizde 12. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar meslekî eğitim, geleneksel usullere
dayalı bir sistem içerisinde esnaf ve sanatkâr teşkilatlarınca yürütülmüştür.
Selçuklular döneminde Ahilik adıyla kurulmuş bulunan esnaf-sanatkâr teşkilatı;
Osmanlılar döneminde de Lonca ve Gedik adları altında devam etmiştir.
19. yüzyılın başında dünyada teknolojinin diğer bilim dalları ile birlikte
ilerlemesi ve bunların makine sanayiinde kullanılması sosyal hayatta önemli
değişmelere sebep olmuştur. Batı’da büyük endüstrinin kurulmasını sağlayan
670
PROF. DR. NURİ YAVUZ*
671
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
672
PROF. DR. NURİ YAVUZ*
23 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi (3. Basım), Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları,
Ankara, 1989, s. 194.
24 İlhan Sezgin, Çıraklık ve Mesleki Eğitimi Kanunu ve Yeni Mesleki ve Teknik Eğitim Sistemi, MEB
673
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
vuku bulan Osmanlı-Rus savaşı sonrasında her bakımdan yıkıma uğrayan devletin
bir daha toparlanması ve eski gücüne kavuşması mümkün olmamıştır. Yine bu
dönemde Osmanlı Devleti’nin dünyadaki sanayi ve endüstri ile ilgili gelişmeleri
istenilen ölçüde takip edemeyişi, mesleki ve teknik eğitimin temel alt yapısının geç
oluşumuna neden olmuştur.
674
PROF. DR. NURİ YAVUZ*
675
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
Ahi birliklerinde de insanın bir bütün olarak ele alınıp mesleki ve genel
bilgilerin bir arada verilişi söz konusu idi. Ahilik mesleğindeki yamaklık, ilk
basamak oluşu itibarıyla aday çıraklığa benzemektedir. Ahilikte öğrenim, sadece
meslek öğretmeye hasredilmiyor ve genellikle akşamları veya müsait vakitlerde
çırakların genel bilgi ve görgü edinmelerine yardımcı olunuyordu. Böylece onları
kuru bilgilerle donatmak yerine madden ve manen olgunlaştırmaya çalışılıyordu.
25 Gemici, a.g.m., s. 92
676
PROF. DR. NURİ YAVUZ*
SONUÇ
677
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
KAYNAKÇA
678
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM
POLİTİKALARI
Giriş
Millî Mücadele’nin akabinde Türkiye Büyük Millet Meclisi 24 Temmuz 1923
tarihinde Lozan Barış Antlaşması’nı imzalayarak dış ilişkilerde anlaşmazlıkların
büyük çoğunluğunu çözümlemekle kendi içerisindeki sıkıntılara yönelme fırsatı
bulabilmişse de sorunları bunlarla sınırlı değildi. Özellikle uzun süren savaşlar
neticesinde zaten yoksul olan halk, elinde ne var ne yoksa vererek, daha da
yoksullaşmış; yangın yerine dönen ülke bakımsızlıktan bîtap düşmüş; az sayıda
bulunan aydın ve zanaatkâr gençler ise savaşlarda yok olmuştu. Bunun yanı sıra
sanayinin olmaması ve ticaretin genellikle gayr-i Müslimlerin elinde olmasından
dolayı ekonomik olarak üretime kapalı, tarım ve hayvancılıktan neredeyse
yoksundu.
Yayınevi, İstanbul 1991; Refik Turan vd., Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Gazi Kitabevi, Ankara
2005; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Cilt I-II, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2010; İsmail Özçelik-
Nuri Yavuz, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Nobel Yayınevi, Ankara 2011; Orhan Doğan, Atatürk
İlkeleri ve İnkılap Tarihi (XIX.-XX. Yüzyıl Türkiye Tarihi), Beta Basım Yayın, İstanbul 2013. Vd.
679
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
sözleri ile eski dönemin bütün boş inançlarından arınmış, doğudan ve batıdan gelen
yabancı etkilerden uzak, ulusal benliğimize uygun Cumhuriyet sonrası eğitim
programlarının ve çalışmalarının ana doğrultusunu belirlemiştir.
680
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
başarılı olmayı sağlayan pratik ve kullanıma elverişli bir araç haline getirmektir.”
diyerek, bu konuda ülkede çok yönlü devrimler başlatmıştır.
“Efendiler, terbiye ve tedriste tatbik edilecek usul, malûmat-ı insan için fazla bir süs, bir vasıta-i
tahakküm yahut medenî bir zevkten ziyâde maddî hayatta muvaffak olmayı te’min eden amelî ve
kâbil-i isti’mal bir cihaz haline getirmektir. Maarif Vekâletiniz bu esasa ehemmiyet vermektedir.”
Bkz. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt I, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara 2006, s.
316.
5 Reşat Kaynar, “Atatürk’ün Kültür ve Eğitim Anlayışı”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 6,
681
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
Türk okullarında okuyan tüm öğrencilere oranı; 1900 yılında % 15 iken, 1910’da %
60’a, 1920’de ise % 75 gibi çok yüksek rakamlara ulaşmıştır8.
Hal böyle iken 1 Mart 1924’te Mustafa Kemal, Meclis’in yeni açılış
konuşmasında üç ana nokta üzerinde önemle durdu: Cumhuriyet’in korunması ve
istikrara kavuşturulması, birleştirilmiş bir millî eğitim sisteminin kurulması ve
“diyanet-i İslâmiye’yi, asırlardan beri müteamil olduğu veçhile bir vasıta-i siyaset
mevkiinden tenzih ve ila etmek” ihtiyacı9.
Nitekim Cumhuriyet yönetimi, ilk iş olarak çok başlı eğitime son vermek
amacıyla 3 Mart 1924’te çıkarılan 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim ve
öğretimde birliği sağlamayı amaçlamıştır. Buna göre:
8 Metin Aydoğan, Ülkeye Adanmış Bir Yaşam II (Atatürk ve Türk Devrimi), Umay Yayınları, İzmir
2008, s. 334.
9 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin Kıratlı, 5. Baskı, Türk Tarih Kurumu
682
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
11 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi (M.Ö. 1000 - M.S. 2014), Pegem Akademi Yayınları, Ankara
2014, s. 330.
12 Güray Kırpık vd., Türk Eğitim Tarihi, Otorite Yayınları, Ankara 2012, s. 236.
13 Asım Arı, “Tevhid-i Tedrisat ve Laik Eğitim”, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi,
684
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
3. Harf İnkılâbı
Türkler için Göktürk ve Uygur alfabelerinin önemi ne kadar büyük olsa da,
İslâmiyet’i kabul ettikten sonra, bu dinin etkisinde kalarak, Arap alfabesini
kullanmaya başlamışlardır. Nitekim kültürün taşıyıcı bir aracı olan dil ve yazı ile
birlikte Arap kültürü, Türk toplumunu etkilemeye başlamış; bu etkileşim Arap
alfabesinin, Türk dilini ifade etmek için resmen kullanılmaya başlamasıyla büyük
bir hız kazanmıştır. Bu durum, Arapça sözcüklerin dilimize yerleşmesine neden
olmuş, belli bir süre sonra da Türkçe-Arapça-Farsçanın karışımı olan ve
“Osmanlıca” adı verilen bir sentez dil ortaya çıkmıştır. Her ne kadar bu dil resmi
çevreler, edebiyat, sanat ve bilim çevreleri dışında, Türk toplumu tarafından
bütünüyle benimsenmemişse de, Türk dilinin gerilemesinde yarattığı olumsuz
etkiler de gözden uzak tutulamaz19.
Konusunda Türk Kamuoyunda Bazı Tartışmalar ve Millet Mektepleri’nin Açılması (1862 - 1928)”,
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı: 4, Ankara 1989, s. 2.
20 Neriman Tongul, “Türk Harf İnkılâbı”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 26, Isparta 2012, s. 31.
Harf İ kılâ ı yapılırke Cu hur aşka ı Mustafa Ke al Atatürk’e, Başöğret e sıfatı
veril iştir. O gü leri Türk ve ya a ı gazeteleri de u sıfata sık sık rastla ırke ,
Atatürk’ü ye i harfleri yay ak içi Başöğret e lik yaptığı izzat devleti res î
elgeleri de de yer al ıştır. Bkz. Ce giz Dö ez, Atatürk ve Harf İ kılâ ı , Atatürk
Araştır a Merkezi Dergisi, Cilt: XXVII, Sayı: , A kara , s. -47.
686
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
kâinat şahit olacaktır. Buna katiyetle eminim.”27 diyerek belirttikten bir süre sonra,
1 Kasım 1928’de Harf İnkılâbı resmen ilan ve kabul edilmiştir.
4. Türk Ocakları
Tarık Zafer Tunaya’nın da dediği gibi; Türk Ocağı, Türkiye’nin yakın
tarihinde önemli bir kilometre taşıdır28.
27 Selâmi Kılıç, “Türkiye’de Latin Harfleri Meselesi (1908-1928)”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp
Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 7, Ankara 1991, s. 571.
28 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler Cilt: I İkinci Meşrutiyet Dönemi, Hürriyet Vakfı
509.
687
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
Enver Paşa, Dr. Nazım gibi kişilerin yaptığı maddi desteğin sonucunda gerçek
anlamda güçlenmiş ve kısa sürede de herkes tarafından tanınarak kabul görmüştür33.
Aslında olayın perde arkası daha değişiktir. Ocağın politik bir nitelik
taşımadığı, siyasetle uğraşmadığı ve uğraşmaması gerektiği daha kuruluş
döneminde ilân edilmiş ve bu soruna önem verilmiştir. Bu özelliği Nizâmnâme’de
33
Uluskan, a.g.e., s. 29.
34 Tunaya, a.g.e., s. 436.
35 Kenan Akyüz, “Türk Ocakları”, Belleten Dergisi, Cilt: L, Sayı: 196, Ankara 1986, s. 205.
36
Kodal, a.g.m., s. 309-310.
688
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
de “politika ile uğraşmaz” maddesi ile açık bir ilke olarak benimsenmiş olmasına
rağmen37, zamanla siyasal bir nitelik kazanmaya başlamıştır. Hem de Mustafa
Kemal’in, Türk Ocaklarının Genel Başkanı olan Hamdullah Suphi’ye; “Siz
olduğunuz yerde kalınız” demesine karşın yazılarla ve üye vererek açıktan açığa
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı destekleyip Cumhuriyet Halk Fırkası’na karşıt
olarak...38
5. Millet Mektepleri
Harf inkılâbını sağlayacak girişim, sürmekte olan eğitim atılımlarıyla
birleştirilerek, her kesimden insanın katıldığı, ortak bir ulusal eylem haline
getirilmiştir.
37
Tunaya, a.g.e., s. 436.
38
Şerafetti Zeyrek, Türkiye’de Halkevleri ve Halkodaları, A ı Yayı ılık, A kara , s. -
15.
39
Kodal, a.g.m., s. 310.
40
İ rahi Karaer, Türk Ocakları ve İ kılâplar ( 9 -1931), A kara Ü iversitesi Türk İ kılâp
Tarihi E stitüsü, Yayı la a ış Doktora Tezi, A kara , s. 67.
689
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
41
Emine Kısıklı, Harf Devri i So rası da Ye i Harfleri Öğreti i de Usul ve Yö te ler ,
Prof. Dr. Mi e Me gi Adı a Türkoloji Se pozyu u ( -22 Ekim 2011) Bildirileri, Çukurova
Ü iversitesi, Ada a , s. .
42
Ayvaz Morkoç, Türk Harf İ kılȃ ı ile Millet Mektepleri ve İz ir’deki Uygula alar ,
Turkish Studies, Sayı: / , A kara , s. -1496.
43
Aydoğa , a.g.e., s. 338.
44 Kırpık vd., a.g.e, s. 292.
45 Aydoğan, a.g.e., s. 338.
690
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
alkışlamış ve övmüşlerdir. The New York Times gazetesi bu konu üzerine şunları
yazmıştır:
“Eğitim alanında yiğitçe bir atılımdır bu. Biz, kendi beyaz çocuklarımız
arasındaki okuryazarlık oranını yüz elli yılda yükseltebildik. Yine de on yaşın
üzerindekiler arasında okuma-yazma bilmeyenlerimizin oranı 1920’de % 6 kadar
yüksekti. New York’ta bile bu oran % 5’tir. Vali Smith, Amerika’da okuma yazma
bilmeyen beş milyon insan bulunduğunu söylemektedir...”46
46 Bilal N. Şimşir, Türk Harf Devrimi Üzerine İncelemeler, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2006,
s. 45.
47 Şimşir, a.g.e., s. 46.
48 Zeynep Korkmaz, “Millî Mücadele ve Sonrasında Türklük Şuuru”, Atatürk Araştırma Merkezi
Nitekim söz konusu çalışmalara önem veren Atatürk, ileri sürdüğü “Türk Tarih
Tezi” ile Anadolu Türklüğünün, tarihî gerçekler ışığında incelenmesini önermiştir.
Bu amaçları gerçekleştirecek olan cemiyetin temeli ise 23 Nisan 1930 tarihinde
toplanan Altıncı Türk Ocakları Kurultayı’nda “Türk Tarih Heyeti”nin kurulmasıyla
atılmıştır52. Çok geçmeden Türk Ocaklarının kendini feshetmesi ile de Türk Tarih
Heyeti’nin hukukî durumu kalmamış, bu nedenle yerine 12 Nisan 1931 tarihinde
“Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” kurulmuştur53.
49 Sezai Öztaş, “Atatürk Dönemi Tarih Anlayışı ve Tarih Öğretimi”, Adıyaman Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 2, Adıyaman 2009, s. 94; Fatma Çapan, “Türk Tarih Tezi ve
Atatürk”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Sayı: 181, İstanbul 2009, s. 10-11.
50 A. Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s.
192.
51 Arzu Yüzer, Atatürk Döneminde Türk Tarih Kurumu Tarafından Yapılan Çalışmalar (1931-1938),
Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul
2006, s. 26.
52 Salih Özkan, Türk Eğitim Tarihi, Nobel Yayıncılık, Ankara 2015, s. 120.
53 Esma Torun, II. Dünya Savaşı Sonrası Türkiye’de Kültürel Değişimler: İç ve Dış Etkenler (1945 -
1960), Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, Antalya 2006, s. 125.
692
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa,
değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”54
1931 yılında “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” olarak kurulan kurumun adı, 1935 yılında “Türk Tarih
Kurumu” adını almıştır.
54 Hasan Cemil Çambel, “Atatürk ve Tarih”, Belleten Dergisi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Cilt: 3,
56 Zeynep Korkmaz, “Atatürk ve Kültürel Alandaki Çağdaşlaşmada Türk Dilinin Yeri”, Türk Dili Dil
693
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
59 Akalın, a.g.m., s. 9.
60 Şükrü Halûk Akalın, “Cumhuriyet Döneminde Türkçe”, Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 18, Yeni
8. Halkevleri ve Halkodaları
Türk milleti, bilim, kültür ve diğer alanlarda yıllarca geri bıraktırılmış,
Anadolu’nun şehirleri ve köyleri hastanesiz, doktorsuz kalmıştır. Mustafa Kemal
Atatürk, Millî Mücadele kazanıldıktan sonra, yapılacak olan birinci görevin Türk
insanını her yönden kalkındırmak ve bilinçlendirmek için çalışılması gerektiğini
çok iyi tespit etmiştir. Türk insanına özellikle bu konularda hizmet götürecek bir
teşkilata acilen ihtiyaç duyulmuş, böyle bir ihtiyacı ancak Halkevlerinin yerine
getirebileceği kanaatine varılmıştır.
62 Zeynep Korkmaz, Türk Dilinin Tarihî Akışı İçinde Atatürk ve Dil Devrimi, Ankara Üniversitesi Dil
ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, Sayı: 147, Ankara 1963, s. 53.
63 Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul 2010, s. 141-142.
64 Nurcan Toksoy, “Türk İnkılâbında Millî Kültürün Yeri ve Halkevi Çalışmaları”, Turkish Studies,
İsmet Paşa Halkevleri sayısını tüm yurtta 500 olarak hedeflemiş; ancak tam
olarak ulaşılamasa da 478 adet Halkevi açılarak hedefe oldukça yaklaşılmıştır. 1940
yılından sonra evlerin açılışı çok hızlı bir biçimde azalmıştır. Hatta bazı yıllarda hiç
açılmamıştır. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, II. Dünya Savaşı’nın çıkması ve bu
savaşın Türkiye üzerindeki etkisidir; çünkü bu yıllarda savaşla ilgilenilmiş ve savaş
için önlemler alınmıştır. Ayrıca ev açma girişimleri birtakım maddî gidere neden
olduğu için, bu dönemde evlere maddî kaynak ayırmak kolay değildir. Asıl önemli
neden ise ikincisidir. Bu dönemde, yurttaki büyük merkezlerin çoğunda evler
açılmış olduğundan Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu tarihten sonra kırsal kesime
ağırlık vermeye ve daha az gideri olan halkodalarını devreye sokmaya
başlamasıdır68. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, nüfusu az olan
yerlerde halkevi yerine halkodası adıyla ona benzer daha küçük birimler açılmasına
karar verilmiş,69 küçük yerlerden gelen istekler de göz önünde tutularak, aynı amacı
güden, bir bakıma Halkevlerinin minyatürü denilebilecek Halkodaları da 19 Şubat
1940 tarihinde açılmıştır70.
Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Cilt: VI, Sayı: 23, Ankara 1999, s. 261.
69 Arıkan, a.g.m., s. 272.
70 Zeyrek, a.g.e., s. 33.
696
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
71 Şerafettin Turan, “Dr. Reşit Galip’in Atatürk’e Yakınmaları”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-
Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt: 25 Sayı: 39, Ankara 2006, s. 7.
72 Arıkan, a.g.m., s. 279.
73 Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, İnkılâp Kitabevi, Cilt: 2, İstanbul 2012, s. 89.
74 Arıkan, a.g.m., s. 279.
697
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
9. Üniversite Reformu
Eğitimde köklü değişimler yapılırken; zamanla niteliğini yitiren, ihtiyaçlara
cevap veremeyen Darülfünun da göz ardı edilmemiş ve bilimsel çalışmalarla
topluma katkıda bulunması amacıyla birtakım düzenlemelere lüzum görülmüştür.
Atatürk, bu konuda yapılması gereken değişimlerin ipucunu daha 1 Kasım 1928’de
TBMM’nin üçüncü dönem ikinci toplanma yılını açarken şu sözlerle vermiştir:
Anma Konferansları, Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Basımevi, Ankara 1989, s. 96-97.
699
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
82 Tarık Zafer Tunaya, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul 2007, s. 176-177; Akkutay; a.g.m., s. 97; Ergün, a.g.e., s. 145; Kırpık vd., a.g.e, s.
281.
83
Kırpık vd., a.g.e, s. 282.
84
Utka Ko atürk, Doğu u da Ölü ü e Kadar Kay akçalı Atatürk Gü lüğü, Türkiye İş
Ba kası Kültür Yayı ları, A kara , s. .
85 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt I, s. 420.
700
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
701
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
1937 ders yılından başlamak üzere, okulda üç yıl süreli kurslar açılmış, bu
kurslara başarılı ilkokul öğretmenleri sınavla seçilmiş ve Türkçe, tarih-coğrafya,
matematik, fizik ve tabii bilimler için ortaokul öğretmenleri yetiştirilmiştir95.
Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü, 1949 yılında yapılan bir
değişiklikle “Gazi Eğitim Enstitüsü” adını almıştır. Okulda, 1952-1953 öğretim
yılında görme, işitme ve konuşma engelli gibi özel eğitime muhtaç çocukların
okudukları okulların öğretmen ve yöneticilerini yetiştirmek üzere “Özel Eğitim”
bölümü açılmış ve bu bölüm iki yıl mezun verdikten sonra 1955 yılında
kapatılmıştır97.
1935 yılında yapılan tespitlere göre ise 31 bin köyün okulsuz olduğu
görülmekte, dolayısıyla binlerce okul binasına ihtiyaç olduğu gibi 80-90 bin
civarında eğitmene de ihtiyaç duyulmaktadır103. Bunun üzerine Cumhuriyet Halk
Fırkası’nın aynı yıl gerçekleşen Büyük Kurultayı’nda, devlet eliyle başlatılan planlı
endüstrileşme hareketine koşut olarak, planlı köyleri kalkındırma hareketinin
başlatılması kararlaştırılmış104 ve Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey
zamanında John Dewey’in önerilerine uygun olarak Köy Enstitüleri konusunda ilk
100 Mahmut Âdem, “Eğitimin Yasal Temelleri”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi
Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı 35-36, Ankara Mayıs-Kasım
2005, s. 271.
704
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
İsmail Hakkı Tonguç, önce ciddi bir köy incelemesi yaparak rakamları ve eski
yapılanları değerlendirmiş ve 20 yıllık bir plan taslağı hazırlamıştır; fakat bu planı
gerçekleştirmek hiç de kolay olmamış, her şeyden önce, açılacak enstitülere okur-
yazar köy çocuğu ve öğrenci bulmak büyük sorun teşkil etmiştir107. Üstelik klasik
eğitimciler de direniş göstermiş; ancak Tonguç, ilk olarak askerliğini yapmış okur-
yazar gençlerden seçtiği bir grubu, “eğitmen” adıyla köylerde geçici öğretmen
olarak görevlendirmek amacıyla, 1936 yılında Eskişehir’in Çifteler Çiftliği’nde dört
aylık bir kurs açmıştır. Bu kursları tamamlayarak Ankara köylerinde
görevlendirilen ilk 84 eğitmen son derece başarılı olmuş ve eğitmen kursları kısa
süre içinde ülkenin başka yerlerinde de açılarak çoğaltılmıştır. Hatta eğitmen
adayları, açılacak Köy Enstitülerinin ilk binalarını da yapmışlardır. Kendi köylerine
giden eğitmenler, topladıkları çocukları üç yıl okutup mezun ederek yenilerini
almak, köyde çıkan sağlık sorunlarını kaymakamlığa iletmek, köylüye modern
tarım tekniklerini öğretmek, akşam okulları ile yetişkinlere okuma-yazma, hesap ve
yurttaşlık öğretmekle de yükümlü tutulmuşlardır108.
272.
705
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
110 Baha Mutlu Aydın, Köy Enstitüleri ve Toplum Kalkınması, Anı Yayıncılık, 2. Baskı, Ankara 2013,
s. 77.
111 Aydın, a.g.e., s. 78.
112 Aysal, a.g.m., s. 273.
113 Aydı , a.g.e., s. 78.
706
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
SONUÇ
Mustafa Kemal Atatürk; ülkenin muasır medeniyetler seviyesine
ulaşmasındaki en önemli yolun eğitimden geçtiğini Türkiye Cumhuriyet’i
kurulmadan çok daha önce görmüş ve çalışmalarına bu yönde ağırlık vermiştir.
O’nun eğitimle ilgili ortaya koyduğu düşünceleri çerçevesinde gerçekleştirdiği
çalışmalar bunu ispatlamaktadır. Yapmış olduğu tüm yeniliklerde olduğu gibi,
eğitim alanında da toplumun temel gereksinimini büyük ölçüde karşılamıştır.
Atatürk’ün vefatından sonra ise çalışmalar her ne kadar devam etse de,
özellikle çok partili dönemde her alanda olduğu gibi ne yazık eğitime de siyaset
karışmış ve bu durum günümüze kadar devam edegelmiştir. Halkevlerinin,
halkodalarının, köy enstitülerinin, öğretmen okullarının ve daha birçok kurumun
kapatılması, bu savımızı maalesef desteklemektedir.
707
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
KAYNAKÇA
Arşiv Kaynakları:
Kitaplar:
AKYÜZ, Yahya; Türk Eğitim Tarihi (M.Ö. 1000 - M.S. 2014), Pegem
Akademi Yayınları, Ankara 2014.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt I, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Yayınları, Ankara 2006.
AYDIN, Baha Mutlu; Köy Enstitüleri ve Toplum Kalkınması, Anı Yayıncılık,
2. Baskı, Ankara 2013.
AYDOĞAN, Metin; Ülkeye Adanmış Bir Yaşam II (Atatürk ve Türk
Devrimi), Umay Yayınları, İzmir 2008.
Birinci Maarif Şûrası, Maarif Vekilliği, İstanbul 1939.
DOĞAN, Orhan; Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi (XIX.-XX. Yüzyıl Türkiye
Tarihi), Beta Basım Yayın, İstanbul 2013.
ERGİN, Osman; Türkiye Maarif Tarihi, Cilt: I-V, Eser Matbaası, İstanbul
1977.
ERGÜN, Mustafa; Atatürk Devri Türk Eğitimi (Atatürk’ün 100. Doğum
Yılına Armağan), Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1982.
GEDİKOĞLU, Şevket; Evreleri, Getirdikleri ve Yankılariyle Köy Enstitüleri,
İş Matbaacılık ve Ticaret, Ankara 1971.
İNAN, Afet; Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1988.
KARPAT, Kemal H.; Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul
2010.
KIRPIK, Güray vd.; Türk Eğitim Tarihi, Otorite Yayınları, Ankara 2012.
KOCATÜRK, Utkan; Atatürk, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara
1987.
KOCATÜRK, Utkan; Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk
Günlüğü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1992.
708
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
709
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
Makaleler:
710
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
Tezler:
712
ORTAÇAĞ ‘DA KADIN OLMAK
Seher PARLAK*
ÖZET
*
Arş. Gör. Seher PARLAK, Gaziantep Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü,
aseher@gantep.edu.tr
713
ORTAÇAĞ ‘DA KADIN OLMAK
Abstract
Woman, she seems to be an easy portrayed figure but has infinite meaning
in herself which is not indisputable. She is made to feel sorry for she is born, for she
becomes a bride and a mother even for just survives.From the beginning, up to now
woman who has been thought to have an easier life just because of the improved
technique conditions, has had to be adapt all the time. She has had toobey her
ancestors, her parents, her husband, her children and the conditions. Woman who
has gained the right to vote, had to struggle a lot a-long the way. We are going to
try to find out the role of the woman both with eastern and western examples in our
study in which we are going to mention about the role and the status of woman in
the middle age which is thought to be a dark period when stated.
KeyWords: Middle Ages, Woman, Wife, Seljuk, The Umayyed, Europe, Marriage
714
SEHER PARLAK*
GİRİŞ
Ortaçağ da kadınları birbirinden ayıran, zaman, mekân, yaş, konum, ekonomik sınıf
gibi farklılıklar vardı. Kadınlar kendi aralarında bile eşit olarak görülmüyordu.
Erkeklerden çok kadınlar birbirleri üzerine üstünlük sağlamaktaydı. Bunu ilerideki
konularda gerek doğu gerek batıda iktidarda söz sahibi olan kadınlar için göreceğiz.
Aynı dinden aynı dilden olan kadınlar bile farklılık arz etmekteydi. Ortaçağda
yazılan eserlerin yazarlarının erkek olduğunu da düşündüğümüzde kadından ne
kadar bahsedilebileceğini tahmin edebilirsiniz. Bakıldığında feminist bir bakış açısı
gibi görünse de o dönemde gerek batı gerek doğuda kadın ikinci planda tutulduğu
için bahsi de çok geçmemiştir1.
715
ORTAÇAĞ ‘DA KADIN OLMAK
716
OSMANLI’DA MAHALLE AHALİSİNİN
YÜKÜMLÜLÜKLERİ
(18. YÜZYILIN İLK YARISINDA SOFYA ÖRNEĞİ)
Yunus MERCİMEK*
GİRİŞ
1 İlhan Şahin, “Sofya”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), Cilt 37, İstanbul 2009, s.344.
2 Halil İnalcık, Tanzimat ve Bulgar Meselesi, İstanbul 1992, s. VI.
3 Nazif Kuyucuklu, “Bulgaristan”, DİA, Cilt 6, İstanbul 1992, s. 396.
4 Mehmet İnbaşı, “Balkanlar’da Osmanlı Hâkimiyeti ve İskân Siyaseti”, Türkler Ansiklopedisi, Cilt 9,
Ankara 2002, s. 156. Sofya’nın fetih tarihi ile ilgili kaynaklar muhtelif tarihler vermektedir. Şehrin;
1382, 1384, 1385 veya 1386 yıllarının birisinde fethedildiği belirtilmektedir. Halil İnalcık, fetih tarihi
olarak 1385 yılını belirtmektedir. Bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600),
Çeviren: Ruşen Sezer, İstanbul 2008, s. 214.
717
OSMANLI’DA MAHALLE AHALİSİNİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ
Rumeli yol sistemi içerisinde orta kol üzerinde yer alan Sofya, zaman
içerisinde Osmanlı şehri olma hüviyeti kazanmıştır.7 Sofya’nın orta yol üzerindeki
konumu, şehrin bölgede ekonomik ve askeri bakımdan bir cazibe merkezi
olmasında etkili olmuştur.
Mahalle ahalisinin birbirine kefil olması, mahalle içerisinde tam bir asayiş
ve güvenliğin hâkim olmasında yeterli olmamıştır. Sicillerde; cinayet13, yaralama14,
hırsızlık15 ve fuhuş gibi istenilmeyen olayların yaşandığını gösteren dava kayıtları
bulunmaktadır.
11 Özen Tok, “Kadı Sicilleri Işığında Osmanlı Şehrindeki Mahalleden İhraç Kararlarında Mahalle
Ahalisinin Rolü (XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Kayseri Örneği)”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, Sayı 18, Yıl: 2005/1, s. s. 156.
12 İbrahim Ethem Çakır, “XVI. Yüzyılda Ayntab’da Toplumsal Kontrol Aracı Olarak Mahalle
Fatma, oğullarını Saruhan Beğ Mahallesi sakinlerinden İbrahim Beşe’nin öldürdüğünü şahitler
aracılığıyla kanıtlayarak İbrahim beşe hakkında kısas istemişlerdir. Bkz. S 312 (5), Varak 7 a, Belge 3.
14 Kara Danişmend Mahallesi sakinlerinden debbağ Süleyman mahkemede Mustafa sipahinin
kendisini bıçak ile yaraladığı söylemesi hakkında bkz. S 312 (3), Varak 12 a, Belge 3.
15 Sofya’da vaki bedesten ahalisinden Mehmet Efendinin yirmi üç kuruşu, Seyyid Mustafa’nın on
kuruşu ile dört altını, Halil’in iki yüz kırk kuruşu, Mitre zimminin altmış kuruşu ve Yako yahudinin
elli kuruşunun serika (çalınmış) olunması hakkında bkz. S 309, Sayfa 52, Belge 1.
16 Tahsin Özcan“Osmanlı Mahallesi Sosyal Kontrol ve Kefalet Sistemi”, Marife, Sayı 1, Bahar 2001,s.
141.
719
OSMANLI’DA MAHALLE AHALİSİNİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ
17 Ahmet Refik Altınay, Onuncu Asr-ı Hicrî’de İstanbul Hayatı (1495-1591), İstanbul 1988, s. 39.
18 S 312 (3), Varak 12 a, Belge 1.
19 Özer Ergenç, “Osmanlı Şehrindeki Mahalle’nin İşlev ve Nitelikleri Üzerine”, Osmanlı
13-19; Halil Sahillioğlu, “Avarız”, DİA, Cilt 4, İstanbul 1991, s.108-109; Bruce Mc Gowan,
“Osmanlı Avarız-Nüzül Teşekkülü 1600-1830”, VIII. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan
Bildiriler, Cilt 2, Anakara 1981 s. 1327-1331.
720
YUNUS MERCİMEK*
Sofya Kazası’nın beş yüz altmış yedi buçuk ve bir sülüs avarız hanesinden,
yetmiş altı ve bir sülüs avarız hanesi Sofya Şehri’ne isabet etmiştir. Avarız ve nüzul
vergisinin avarız hanesi hesabı üzerinden hesaplanması iki verginin birlikte
toplanmasına sebep olmuştur. 1725 yılında Sofya’nın yetmiş altı ve bir sülüs avarız
hanesinin her birisine avarız, nüzul ve mübaşir maaşları için 1005 akça isabet
eylemiştir.23
21 S 306, Sayfa 16, Belge 1. Avarız haneleri temel alınarak yapılan nüfus çalışmalarında; bir gerçek
hane 5 kişi olarak hesaplanmış ve bir avarız hanesi de 2 ile 15 gerçek haneden oluştuğu varsayılarak
şehir ve mahallelerin nüfusları üzerine çıkarımlarda bulunulmuştur. Ancak bir avarız hanesinin kaç
gerçek haneden oluştuğu hakkında farklı görüşler vardır. Ahmet Tabakoğlu 3 ile 10 arasında
olduğunu, söylerken Halil Sahillioğlu ise bu sayının 4 ile 50 arasında değişebileceğini belirtmiştir.
Bkz. Ahmet Tabakoğlu, “Klasik Dönemde Osmanlı Ekonomisi”, Türkler, Cilt 10, Ankara 2002, s.
672; Halil Sahillioğlu, a,g,m, s.108. Bu nedenle itibari bir birim olan avarız hanesinin, farklı
bölgelerde değişik sayılarda gerçek hanelere tekabül etmesi ve bir takım içsel problemleri nedeniyle
elde edilen verilere temkinli yaklaşılması gerektiği belirtilmektedir. Bkz. Oktay ÖZEL, “Osmanlı
Demografi Tarihi Açısından Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik,
Ankara 2001, s.33-50. Sofya için bir avarız hanesinin kaç gerçek haneye tekabül ettiğine dair sicillerde
herhangi bir bilgiye rastlanılmadı. Bu nedenle Sofya’nın nüfusu için avarız hanelere dayalı
hesaplamalar maalesef bir takım tahminlerin ötesine gitmeyecektir.
22 S 306, Sayfa 15, Belge 2.
23 S 306, Sayfa 17, Belge 2.
24 Feridun Emecen, “Ağnam Resmi”, DİA, Cilt 1, İstanbul 1988, s. 478-479; Ziya Kazıcı, Osmanlı’da
Vergi Sistemi, İstanbul 1977, s. 112; Neşet Çağatay, “Osmanlı İmparatorluğunda Reayadan Alınan
Vergi ve Resimler”, OTAM, Cilt 5, Sayı 5, Ankara 1947, S. 485-487.
721
OSMANLI’DA MAHALLE AHALİSİNİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ
Kaluyan 6 hane 28
724
YUNUS MERCİMEK*
Mahalle ahalisinin birbirine karşı sorumlu olduğu bir diğer husus, evlerinde
yapacakları tamirat veya eklemelerin komşularına rahatsızlık vermemesine dikkat
etmekti. Bu durum gözetilmediğinde ise haksızlığa uğrayan kişi mahkemeye
başvurarak durumun düzeltilmesini talep edebilirdi.
725
OSMANLI’DA MAHALLE AHALİSİNİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ
SONUÇ
Osmanlı Devleti’nde mahalle çok yönlü fiziki yapılar olarak şehrin önemli
bir kesimini oluşturmaktaydı. Tanzimat döneminde modern anlamda muhtarlıklar
kuruluncaya kadar mahalle imamları tarafında yönetilen mahallelerde, mahalle
ahalisinin bir takım yükümlülükleri bulunmaktaydı. Mahalle ahalisi, mahalle
içerisinde genel güvenliğin sağlanmasında topyekün sorumlu oldukları düşüncesiyle
mahalle içerisinde yaşanılacak istenilmeyen olaylara taviz vermemiştir. Avarız,
nüzul ve ağnam gibi vergiler mahalle esas alınarak toplandığı için mahalle ahalisi,
ekonomik birim olmanın gereğini yerine getirmiştir. Mahallenin daha yaşanılır bir
yer olması için gerekli olan bayındırlık işleri de yine mahalle ahalisi tarafında
gerçekleştirilmiştir.
726
YUNUS MERCİMEK*
KAYNAKÇA
Arşiv Kaynakları
Oriental Department of the St. Cyril and Methodius National Library of Sofia
S 4, S 17, S 20, S 269, S 306, S 309, S 312 (3), S 312 (5).
Barkan, Ömer Lütfi, “Avarız”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 2, İstanbul 1979, s. 13-19.
727
OSMANLI’DA MAHALLE AHALİSİNİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ
Sezgin, İbrahim, “Paşa Livası”, DİA, Cilt 34, İstanbul 2007 s. 183-184.
728
OSMANLIDA PARA BAŞA BELA
(16. YÜZYIL)
Mustafa DEMİR
mustafademir@gantep.edu.tr
1 16. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren enflasyonun ciddi bir ivme ile yükseldiğine dair işaretler
yapılan çalışmalarla ortaya konulmuştur. Bk. ( Barkan, 1970). Şevket Pamuk Barkan'ın istatistiklerini
de kullanarak bu konuda yeni hesaplamalar yapmış ve yeni sonuçlara ulaşmıştır. Krş. ( Pamuk, 2008).
Bu konuda ayrıca Osmanlıda tarım üretiminin olmazsa olmazı tarla, saban, öküz maliyetlerinin 16.
Yüzyıldaki değişimini ele alan Yunus Koç ‘un (2012) makalesine başvurulabilir. Enflasyon artışının
altında yatan temel faktörlerden birisinin Amerika’dan gelen değerli madenlerin etkisi olduğu şimdiye
kadar ki en kabul edilir görüşlerdendir. Nitekim enflasyonun dönem Avrupa’sında da ciddi bir
problem oluşturmuş olduğu bilinmektedir. Bu yaklaşıma yeni bir görüş getirip Amerikan gümüşünün
Avrupa’ya ancak 1540’lı yıllarda geldiğini dolayısıyla temel açıklayıcının gümüş fazlası olmaması
gerektiğini ileri süren German Devid Felman (2014), ve maaş artışı, ürün fiyatlarındaki artış ile 16.
Yüzyıl Avrupa’sında nüfus baskısı arasında ilişki kuran Brown ve Hopkins (1957) Osmanlı dünyası ile
Avrupa’nın bu zaman diliminde aynı olayların etkisini hissettiğini göstermiş oluyorlar. Osmanlı
Devletinde 16. Yüzyılın en temel problemlerinden nüfus baskısı (Cook, 1972; Erder &Faroqhi, 1979;
729
OSMANLIDA PARA BAŞA BELA (16. YÜZYIL)
Para o derece hayatın merkezine oturmuştu ki, parası olan suçlu subaşılar
ile anlaşıp görünmez olabiliyor (Gerlach, s.516,s.522), makam mevki sahibi olmak
isteyen önce parasını hazırlamak zorunda kalıyordu (Mumcu, 2005,s. 87-90).
Yeniçerilerin aslî işlerini bırakıp esnaflığa soyunmaları bir tarafa yangınları
söndürmekle mükelleflerken yangın bahanesi ile girdikleri varlıklı Yahudilerin ya
da eski devlet görevlilerinin evlerini yağmalamaları ibretlikti (Gerlach, s.571;
Selâniki, s.330). Narhı delen esnafın sayısı artmış, istifçilik yapan, kaçakçılıkla
iştigal eden çok sayıda insan peyda olmuştu (19 Numaralı MD,s.172, h.359; 62
Numaralı MD,s.11,h.35; 67 Numaralı MD, s.44, h.115 )2. Daha fazla para için eski
devlet görevlileri sahte belge düzenlemekten geri kalmıyor (Sahillioğlu, s.106,s107)
, sahte para basan kalpazanlar devletin takibinden kurtulamıyor, sahteciler devleti
dolandırmaktan en ağır şekilde cezalandırılıyorlardı3.
Jennings, 1976; Özel, 2004), kıtlık (Griswold, 1993; Güçer,1964;İslamoğlu, 2010;Karademir, 2014;
White, 2013) enflasyon artışını açıklayan başat olaylar olarak görülmektedir.
2 Örneğin 1555 yılında muhtesib Habib bin Muhammed Tarabya’da ekmeğin 50 dirhem eksikliği
nedeniyle ( 1 Numaralı Yeniköy ŞS, s.44) ve 1573 yılında Ortaköyde muhtesib olan Kosta, Yani’nin
gerek kafirlere ve gerek Müslümanlara sattığı ekmeğin 125 dirhem noksan olduğu gerekçesiyle
mahkemeye başvurdu (10 Numaralı Beşiktaş ŞS, s.15).
3 Bu konuda I.Süleyman Kanunnamesinde şöyle denilmektedir: “ Ve dahi yalan şehâdet idenün ve
tezvir hüccet virenün ve anunla ‘amel idenün muhkem hakkından geleler ve şâhid-i zevri ta’zîr idüb
teşhir ideler.”, “Ve tezvir ve telbîsi zâhir olan kimesnenün muhkem hakkından gelüb elbette alnına
tamga uralar ve tezvir hüküm ve hüccet yazanun ‘adeti ise, elin keseler ve eğer ‘adeti değil ise
muhkem hakkından geleler (Akgündüz, 1992, s.303; Heyd, 1973, s.83; Koç, fol.10r., fol.10v). Örneğin
Selâniki’nin anlattığına göre bu işle meşgul olan, kimi katipler yakalandıktan sonra salb edilmiş,
altısının birer eli kesilmiş, yedisi küreğe konulmuş, birkaç tanesi ise görevden azledilmiştir (Selânikî,
1999, s.227). Diğer yandan 2 Eylül 1564 yılına ait bir kayıtta Karaman vilayeti teftişi ile kürek
cezasına çarptırıldığı görülen Abdullah b. Mehmed Fakih’in yapılan araştırmalarda sahte belge
düzenlediği elinde bulunan suç örneği ile tespit edilmiştir (İpşirli, 1981-1982, s.241).
730
MUSTAFA DEMİR
getirdiği cinnet halini, sıradan bir insanın caniye dönüşmesini, diğerinde ise para
sahibi olan bir grubun açgözlü başka bir grubun saldırısına boyun eğmek zorunda
kalmasını ve canilerin tevkif edilmelerini konu edeceğiz. Böylece Osmanlı
Devletinde normal bir yaşantının paralelinde gerçekleşen ve belki de sınır dışına
çıkmış en sert davranış modeli olan cinayeti Osmanlı özelinde incelerken, böyle bir
suç karşısında devletin reaksiyonlarını ve tavrını da gözler önüne sermiş olacağız.
1524 yılının tarihlendiği belge talihsiz bir şekilde aklını kaybeden ve eşini
öldüren bir çobana aittir. Saldırganlaşan tavırları nedeniyle köy ahalisinin
delirdiğinin düşündüğü Çoban Hamza b. Abdullah’ın eşini öldürecek kadar ileri
gideceği tahmin edilememiş olmalıdır ki, köy halkı ayağına bukağı bağlamak ile
yetinmiştir. Ertesi gün kendi yatağında başı taş ile ezilmiş Elif’in cesedi ve kırılmış
bukağı alınan tedbirin yetersizliğini gözler önünde sermektedir. Görgü şahitlerinin
tanıklığı ile akıl sağlığının bozulmuş olduğuna şüphe duymadığımız Hamza
sonradan geliştirdiği saldırgan tutumlar ile çevresine güveni kalmamış, şüpheci,
731
OSMANLIDA PARA BAŞA BELA (16. YÜZYIL)
paranoyak inançlara gark olmuş bir figür izlenimi vermekte, yakalandıktan sonraki
ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla ciddi borçlar İçinde debelenmektedir (5
Numaralı ÜŞS, h.43, h.44). Modern çalışmalar zihinsel bozuklukla şiddet arasında
pozitif ilişki kurarken ( Canter, 2011, s.119 ), bu tür bir yetersizliğin kişiyi şiddete
yönlendirmede tek başına etken olamayacağını ancak süreklileşen ve üstesinden
gelinemeyen, ilerisi adına umut vaat etmeyen yaşam koşulları ile birleştiğinde,
kişiyi korku ve kızgınlık ile dolu kontrolsüzlük sarmalına iteceğini böylece şiddet
eğilimlerinin ve şiddetin kaçınılmaz hale geleceğini ifade etmektedir ( Hiday,1995,
s.128-129).
İki farklı kişiye toplam 620 akçe borcu olduğu anlaşılan (5 Numaralı ÜŞS,
h.43, h.44) Hamza’nın nasıl ve ne zaman cinnet geçirdiğini bilemiyoruz, kayıtlar
bu konuda hiçbir şey söylememektedir. Tek bilebildiğimiz normal bir yaşam süren
bir çobanın zamanla cinnet geçirecek bir sürecin içine girdiği, gittikçe
saldırganlaştığı en sonunda eşini öldürdüğüdür. Oysa kayıt tarihinden 3 sene önce
yoğun bir iş ilişkisi içerisinde normal bir hayatı varmış gibi görünmektedir. 1521
yılında ait iki belgeden, koyun bahası olarak kayd edilen ve 6225 akçelik ve 3425
akçelik iki farklı işten toplam 9750 akçelik yükümlülük altına girdiğini tespit
ettiğimiz (2 Numaralı ÜŞS,h.761,h.767) Hamza’nın cinayet sonrası açığa çıkan 620
akçelik borcunun ise buz dağının sadece görünen kısmı olduğu düşünülebilir. Bu
meblağın hangi vadede ödeneceği belirtilmemişse de, bu tarz işlerle ilgili tutulmuş
kayıtlarda çoğunlukla 3 senelik bir ödeme planı yapıldığı gözlenmektedir (2
Numaralı ÜŞS, h.567, h.568) 4.
4 “…180 koyun verdim kıymeti 6450 akçe mezkûr koyunu 3 yıla değin güde ve tımar ede koyunun
tamam bahası çıka…” ( 2 Numaralı ÜŞS, h.567), “ …150 koyun verdim mezkur 150 koyunun kıymeti
5800 akçedir 3 yıla değin güde ve tımar ede mezkur 150 koyunun bahasının tamam hasıl ola 3 yıla
değin…” (2 Numaralı ÜŞS, h.568)
732
MUSTAFA DEMİR
Cinnet hali gözlenen Çoban Hamza İslam fıkhı açısından sorumsuz kabul
edildiği için kısas düşmekte ancak eşinin velisine diyet ödemekle yükümlü hale
gelmektedir. Diğer yandan çocuk ve mecnunun5 -akıl hastası- diyeti kavmine ve
kabilesine ait olduğundan (İbrahim El-Halebî, s.302) muhtemelen Hamza bu
sorumluluktan kurtulacaktır. Ağır ekonomik yükün getirdiği bunalımlar görünen o
ki yalnızca modern çağa özgü bir hastalık değildir; ekonomik iflasın getirdiği
saldırganlığa varan davranışsal bozuklar ve cinnet, sonrasında cinayet Osmanlı
toplumu içinde de yaşamın bir parçasıdır.
5 İslam âlimleri iki türlü delilik tanımı yapmaktadırlar; 1) Doğuştan ve sürekli akıl sağlığı bozuk olan
2 ) Ara ara cinnet geçiren ve düzelen. İkinci ayrımda, düzelmiş halde iken işlenen suçlardan kişi
sorumlu olabilmekte, cinnet halinde ise sorumsuz kabul edilmektedir. ( Ömer Nasuhi Bilmen, s.63-
64). Bu konudaki bir fetva durumu daha iyi açıklayabilir;
“Zır deli olmayan Zeyd, delilikten kurtulmuş hâlinde Amr’i bıçakla kasden yaralayıp öldürse, Amr’ın
veresesi Zeyd'i kısas ettirmeğe kâdir olurlar mı? El-cevap: Olurlar “(İbrahim Halebi, s.264) . Bizim
dikkatimizi çekmiş olan vakada Çoban Hamza’nın eşini öldürdüğü sırada cinnet halinde olduğu, kendi
ifadelerinden anlaşılmaktadır. Hamza eşini yatarken boğduktan sonra, dışarı çıkıp taş aldığını ve
kafasını ezdiğini ifade etmektedir (2 Numaralı ÜŞS, h.41,h.42 ).
733
OSMANLIDA PARA BAŞA BELA (16. YÜZYIL)
734
MUSTAFA DEMİR
“Ve eğer hırsız işkencede ikrâr itse ve ‘alâyim dahi delâlet itse anun
ikrârı mu’teber oluna suçına göre siyâset oluna ve eğer hırsuz bir
kimesne için şerikimdir dise, eğer ol kimesne bunda müttehim olandan
ise, işkence ideler ve illa hırsuzın sözüne ‘amel olunmaya.” (Koç,
1997, fol.9v)
şeyhülislamlığını yapmış olan İbn Kemal’e göre işkence ile ikrar dinen kabul edilemez. “ Bir kimseye
işkencede “hırsızım” diye ikrâr ettirseler şer’an ikrâr mesmu olur mu? Cevap : Olmaz, şer’de.” (İnanır,
2014, s.87)
8 Kısas uygulaması Osmanlı Devleti’nin meşruiyetini şeriattan aldığı cezai bir müeyyidedir. Bu
konuda çok açık bir ayet bulunmaktadır. “ Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz
kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür )… “ (Bakara, 178 ). Nitekim bu anlayış
kanunnameye de işlemiş ve gerek I.Selim gerekse I.Süleyman’ın kanunlarında yer almıştır. “ Ve eğer
bir kimesne adam öldürse yerine kısas ideler. Cürm almayalar. Ve eğer kısas itmeseler veya kısas
lazım olacak katl olmasa gani ise ki bin akçeye ve daha ziyadeye gücü yetse dört yüz ve mutavassıt-ül-
hâl olub alt yüze mâlik olsa iki yüz ve fakirden olur ise yüz akçe cürm alına. Ve gayet fakir olsa elli
akçe cürm alına.” ( Yücel, Pulaha, 1995, s.151 ) , “ Ve eğer bir kimesne âdem öldürse, kanun üzre
siyâsete müstahak olanun kanunı siyâsetdür, asla dem yokdur, yerine kısas ideler, cerime almayalar
ve eğer kısas itmeseler veya kısas lazım olacak katl olmasa gani olub bin ve dahi ziyadeye mâlik olsa,
dört yüz akça alına ve mütevassıtu’ul-hâl olursa, iki yüz akça alına, ve fakirden yüz akça cerime alına
ve gayet fakir olandan elli akça cerime alına. “ (Heyd, 1973, s.66; Koç, 1997, fol.5r-fol.5v ) Ayrıca
963/1556 tarihli bir belgede katilin şer’iata göre kısas ile cezalandırılacağı belirtilmektedir ( 4
Numaralı Mühimme, h.65,s.7 ).
735
OSMANLIDA PARA BAŞA BELA (16. YÜZYIL)
9 Bu görüşümüz anlatılarda ve yabancı elçi yada seyyahların görgü tanıklığı ile aktardıkları bir dizi
cezalandırma uygulamasına dayanmaktadır. Kazığa oturtma, kancaya asma gibi ölümün yavaş yavaş
ve maksimum ıstırap ile geldiği vakalar ya yol kesicilik eşkıyalık faaliyetleri ya devlet görevlilerini
hedef alan saldırılar sonucunda ya da devlete ihanet durumunda icra edilmektedir. Nitekim Cristobal
de Villolan ( 2011) bir esirin Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki maceralarını içeren anlatısında, “
Katilleri ve hırsızları öldürürler, hainlik edeni ise kazığa oturturlar.”(s.271) ifadesi ile kazığa oturtma
cezasının katlin devlet ehline-askerî- yönelmesi durumunda geçerli olacağına vurgu yapmaktadır.
Menavino da bu söylemi destekleyecek şekilde “ mevzu bahis olan ihanetse suçlu kazığa oturtulur”
demektedir (Menavino, 2012, s.46). Osmanlı Devletinde ihanetin de kazığa geçirme ile
cezalandırılacağını resmi kayıtlar da doğrulamaktadır. Diyarbakır Beğlerbeğine gönderilen 1570
yılına ait bir belgede, hırsızlık ve haramiliğin yaygınlaşmasına rağmen bazı devlet görevlilerinin göz
yumduğunu hatta yardım ve yataklık ettiklerinin tespiti üzerine “ kimin salb u siyâset idüb ve kimin
kazığa urub” haklarından gelinmesi istenmektedir (12 Numaralı MD, s.287, h.441).
736
MUSTAFA DEMİR
KAYNAKÇA
Arşiv Kaynakları
BAO, 4 Numaralı Mühimme Defteri
BAO, 19 Numaralı Mühimme Defteri
BAO, 35 Numaralı Mühimme Defteri
BAO, 62 Numaralı Mühimme Defteri
BAO, 67 Numaralı Mühimme Defteri
İstanbul Müftülüğü 2 Numaralı Beşiktaş Şer’iyye Sicili
İstanbul Müftülüğü 10 Numaralı Beşiktaş Şer’iyye Sicili
İstanbul Müftülüğü 1 Numaralı Yeniköy Şer’iyye Sicili
737
OSMANLIDA PARA BAŞA BELA (16. YÜZYIL)
Selânkî Mustafa Efendi. (1999). Tarih-i Selânikî (971 - 1003 /1563 - 1595 ).
(Mehmet İpşirli, Trans.) ( Vol. 1). Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Yaşar Yücel, & Selâmi Pulaha (Çev.). (1995). I. Selim Kanunnâmesi. Ankara: Türk
Tarih Kurumu.
Araştırma-İnceleme Eserler
Barkan, Ö. L. (1970). XVI. Asrın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri.
Belleten, 34(136), 557–607
Bilmen, Ö. N. (y.y.). Hukuku İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu (C. 3).
İstanbul: Enes Sarmaşık Yayınevi.
Brown, E. H. P., & Hopkins, S. V. (1957). Wage-Rates and Prices: Evidence for
Population Pressure in the Sixteenth Century. Economica, 24(96), 289.
http://doi.org/10.2307/2550419
Canter, D. (2011). Suç Psikolojisi. (Ali Dönmez, Işıl Ç.Başer, Meltem Güler, çev.).
Ankara: İmge Kitabevi.
Cook, M.A. (1972). Population Pressure in Rural Anatolia 1450-1600. London:
Oxford University Press.
Cristobal de Villalon. (2011). Türkiye Seyahati ( Viaje de Turquia ). (Yeliz
Demirören, çev.). İstanbul: Erko Yayıncılık.
Erder, L., & Faroqhi, S. (1979). Population Rise and Fall in Anatolia: 1550-1620.
Middle Eastern Studies, 15(3), 321–345.
Faroqhi, S. (2005). Bursa’da Cinayet: Bir Cui Bono Vakası. İçinde Noémi Lévy,
Alexandre Toumarkine (Ed.), Osmanlı’da Asayiş, Suç ve Ceza, 18.-20.
Yüzyıllar. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yaynları.
Feldman, G. D. (2014). Money, Prices and the Silver Industry during the Price
Revolution. Review of Political Economy, 26(4), 557–573.
http://doi.org/10.1080/09538259.2014.969545
Giovan Antonio Menavino. (2011). Türklerin Hayatı ve Âdetleri Üzerine Bir
İnceleme. (Harun Mutluay, çev.). İstanbul: Dergâh Yayınları.
738
MUSTAFA DEMİR
739
OSMANLIDA PARA BAŞA BELA (16. YÜZYIL)
740
TÜRKİYE İKLİMİ
Gülşen KUM*
*
Gaziantep Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü
ÖZET
741
TÜRKİYE İKLİMİ
GİRİŞ
742
GÜLŞEN KUM*
Veri ve Yöntem:
1. Planeter Faktörler
743
TÜRKİYE İKLİMİ
yamaçlar daha fazla ısınır. Kuzey yarımkürede yer aldığından kuzeyden güneye
doğru sıcaklık değerleri artar. Kuzeyden esen rüzgarlar soğuk; güneyden esen
rüzgarlar ise sıcak etki yapar. Türkiye subtropikal iklimler kuşağındadır. Bu
kuşağın güneyinde kurak iklimler ve çöller, kuzeyinde de genellikle nemli orta
kuşak yer alır (Erinç & Öngör, 1976, s. 4).
Türkiye’nin de içinde yer aldığı Doğu Akdeniz havzasının kuzeyi ise polar
hava kütlelerinin hakimiyetindedir. Bunlardan karasal kökenli (cP) olan hava
kütlesinin kaynak bölgesi Sibirya ve Doğu Avrupa’dır. Kışın alanını genişleterek
Anadolu’nun da içinde bulunduğu karasal alanda soğuk ve kurak etki yapar. Yaz
mevsiminde ise alanını daraltarak kuzeye çekilir. Bu sırada bazen alttan ısınarak
instabil hal alır ve yağışlara neden olabilir. Diğer polar hava kütlesi ise denizel
kökenli olup (mP) yayılış sahası Avrupa’nın Atlantik batı kıyıları ve orta kesimidir.
Kışın instabil olan bu hava kütlesi frontal ve orografik yükselmelerle ılık ve yağışlı
havalara neden olur. Kara içlerine ilerledikçe modifikasyona uğradığından
stabilitesi artar. Yazın ise genel olarak stabil olmasına rağmen alttan ısınmanın
etkisiyle instabil olur ve zaman zaman sağanaklara yol açar. Sonuçta kışın Türkiye
bir frontojenez alanı haline gelirken, yazın tam tersi, polar hava kütlelerinin kuzeye
çekilmesine bağlı olarak Akdeniz havzasında frontoliz olaylarının hakim olduğu
görülür.
744
GÜLŞEN KUM*
Şekil : Kış evsi i hava akı hatları Eri ç 99 ’te düze le erek
745
TÜRKİYE İKLİMİ
Şekil : Yaz evsi i hava akı hatları Eri ç 99 ’te düze le erek
2. Coğrafi Faktörler
746
GÜLŞEN KUM*
yağış tipi de değişir. Alçak kesimler yağmur şeklinde, yüksek yerler ise kar şeklinde
yağışlar alırlar.
Denize Göre Konum: Denizler sıcaklığın etkisini yumuşatırlar. Yağışlar için ise
gerekli olan nem kaynaklarıdırlar. Denize göre konum, başka bir deyişle bir yerin
denizellik ya da karasallık derecesi o yerin sıcaklık dağılışını, yıllık sıcaklık farkını,
yağış rejimini, daimi kar sınırını, donlu ve kar örtülü gün sayısını belirleyen önemli
bir fiziki faktördür. Deniz etkisinden uzaklaştıkça bir başka deyişle kıyıdan iç
kesimlere doğru gidildikçe genel olarak sıcaklık farkı artar, yağış miktarı azalır.
Aynı enlem üzerinde bulunan dolayısıyla da aynı radyasyon enerjisi alan sahalardan
karasal olan yazın daha sıcak, kışın ise daha soğuk olur. Örneğin Güneydoğu
Anadolu Bölgesi, Akdeniz Bölgesine nazaran yazın daha sıcak, kışın ise daha
soğuktur.
747
TÜRKİYE İKLİMİ
B. İklim Elemanları
1. Basınç ve Rüzgarlar
Akdeniz’deki sıcak yerel rüzgarlar gezici bir alçak basıncın sıcak sektörünü
oluşturmak üzere genellikle güney yönlerden; yani güneybatı, güney ve
güneydoğudan eserler. Bu koşullar altında bu rüzgarlar Sahra’dan doğarlar. Onun
için de kuru, sıcak ve toz yüklüdürler. Denizden geçerlerse nem kazanırlar ve
yağışa neden olabilirler. Örneğin Lodos’un özellikle Anadolu’nun batı ve güney
kısımlarında ılıtıcı ve yağmur getirici etkisi dikkat çekicidir. Yağış bıraktıktan sonra
ise iç kesimlerde yamaçtan inerken fön karakteri kazanarak kurak etki yapar.
Akdeniz’de soğuk yerel rüzgarlar ise bir depresyonun soğuk sektörünü oluşturmak
üzere genellikle kuzey yönlerden, yani kuzeybatı, kuzey ve kuzeydoğudan eserler.
Karayel ve Yıldız gezici alçak basıncın soğuk sektörünün gerisinden estiklerinden
hızları fazladır. Soğuk hava baskınları halinde hissedilirler. Poyraz ise kuzeydoğu
yönlü olup hızı daha azdır. Kışın uzun süren kuru ayaz havalara neden olur.
Anadolu içlerine yerleşirse termik koşullara bağlı olarak zayıflayıp soğuk durgun
havalara yerini bırakır (Erol, 2011, s. 183-186). Yazın ise Batı Avrupa’dan
Karadeniz’e doğru Azor’un antisiklonik dönüşü sırasında onun bir uzantısı halini
alan Poyraz, Batı Karadeniz, Marmara ve İç Anadolu’da kuzey yönlü etki eder.
Karadeniz kıyılarına denizden aldığı nemi orografik yağışlarla bırakırken, İç
Anadolu’da da kurak ancak serinletici etki yapar.
2. Sıcaklık:
749
TÜRKİYE İKLİMİ
750
GÜLŞEN KUM*
751
TÜRKİYE İKLİMİ
752
GÜLŞEN KUM*
3. Nem ve Yağış:
Bir hava parseline nem ilavesi veya sıcaklığının düşmesi o hava parselinin
bağıl nemini doyma gerçekleşinceye kadar artırır (Türkeş, 2010, s. 275). Başka bir
ifade ile bağıl nem; su buharı miktarı ve sıcaklığa bağlı olarak değişir. Türkiye nem
değerlerinin dağılışında etkili olan hava kütleleri, enlem, yükselti ve denizellik-
karasallık özellikleri etkili olmaktadır. Bağıl nemin en fazla olduğu yerler kuzey
kıyılar özellikle de Doğu Karadeniz kıyılarıdır (Şekil 8). Trabzon dışında Doğu
753
TÜRKİYE İKLİMİ
Daha önce de bahsedildiği üzere Türkiye’de yağış ile relyef arasında sıkı bir
ilişki vardır (Şekil 9). Kısa mesafelerde yükseltinin değişmesi, dağlık alanlar,
dağların nemli hava akımlarına karşı konumu yağış miktarını değiştirir. En çok
yağışlar dağlık alanlarda, özellikle deniz kıyısına paralel dağların denize bakan
yamaçlarında toplanmakta, dağlarla çevrilen çukur alanlar, düzlükler ise
yağışlardan az faydalanmaktadır (Darkot, 1943). Yüksek kesimler alçak kesimlere
göre daha fazla yağış alırlar. Örneğin Doğu Anadolu genel olarak engebeli ve
yüksek olması nedeniyle İç Anadolu’dan daha fazla yağış alır. Dağların nemli hava
kütlelerine açık olduğu ve hakim rüzgar yönüne dik konumda olduğu sahalarda da
754
GÜLŞEN KUM*
(Koçman, 1993, s. 50). Orta Toroslar ve Bitlis-Bingöl hattını içine alan Güneydoğu
Toroslar’da da yağış fazla olmakla birlikte, gerek yükselti gerekse de nemli hava
kütlelerine göre konumundan dolayı bazı yerlerde yağış 1000 mm.’nin altına iner
(Adana 650 mm, Mersin 590 mm.).
rejimleri de ayırt edilmektedir. Genel olarak polar havanın Türkiye üzerinden yıl
içerisindeki geçişi kış döneminde Ege ve Akdeniz kıyılarından başlar ve bu
kesimler en fazla yağışı kış mevsiminde alır. Polar hava doğuya doğru hareketiyle
İç Anadolu’da maksimum yağışın ilkbahar’da, daha sonra Doğu Anadolu’ya
ulaştığında ise maksimum yağışın bu bölgede yaz başında görülmesine neden olur.
Polar havanın ülkeyi tamamen tropikal hava kütlelerine terk ettiği yaz sonunda ise
ülke genelinde kuraklık hakimdir. Türkiye’de görülen yağış rejimleri şu şekilde
sınıflandırılabilir:
Akdeniz Yağış Rejimi: Yağış azamisi kış, asgarisi ise yazın görülür. Kış mevsiminde
frontal faaliyetlere bağlı olarak polar ve tropikal hava kütlelerinin karşılaşma sahası
(konverjans) haline gelen Akdeniz havzası yazın polar havanın yüksek enlemlere
doğru daralmasıyla kurak şartların hakim olduğu bir saha halini alır. Azor Yüksek
Basınç çekirdeğinin Kanarya Adaları üzerinden güneye doğru kayması sonucunda
Avrupa üzerindeki alçak basınç merkezi Sicilya Körfezi üzerinden Akdeniz
havzasına doğru yer değiştirir. Bu yer değiştirme olayının Türkiye üzerindeki
etkileri frontal yağışlar şeklinde görülür (Yiğitbaşıoğlu, 2000). Yaz döneminde ise
frontoliz gerçekleşir ve kurak hava şartları hakim olur. Asıl Akdeniz iklimi olarak
tabir edilen Akdeniz kıyıları ile Güneydoğu Anadolu’nun batı kesimleri, Ege
kıyıları ve Marmara Denizi çevreleri bu yağış rejimine dahil sahalardır (Şekil 10) .
757
TÜRKİYE İKLİMİ
Karadeniz Yağış Rejimi: Yağışın mevsimlere göre daha düzenli dağılış gösterdiği,
yağış miktarındaki mevsimlik farkların en az olduğu rejimdir. En fazla yağış
sonbaharda, en az yağış ise genel olarak ilkbahardadır (Şekil 11).
758
GÜLŞEN KUM*
İç Anadolu Geçiş Yağış Rejimi: Akdeniz rejiminde olduğu gibi en az yağış yazındır.
Ancak karasallığın etkisiyle yaz kuraklığı daha az, maksimum yağışlar ise kıştan
ilkbahara kaymıştır(Erinç, 1996, s. 336) (Şekil 14).
759
TÜRKİYE İKLİMİ
Marmara Geçiş Yağış Rejimi: En fazla yağış kış, en az yağış yaz mevsiminde
görülür. Ancak yaz kuraklığı Akdeniz’e nazaran daha az, ilkbahardaki yağış oranı
da daha fazladır (Erinç, 1996, s. 336) (Şekil 15).
760
GÜLŞEN KUM*
761
TÜRKİYE İKLİMİ
2. Karadeniz İklimi: Karadeniz kıyı kuşağı boyunca görülür. Her mevsim yağışlı
okyanusal tiptedir. Yağışlar soğuk dönemde cephesel, sıcak dönemde ise orografik
kökenlidir. Nem değerleri yüksek olup bulutluk ve sis hakimdir. Yer şekilleri,
dağların uzanışı ve yükselti şartlarına bağlı olarak yağış değerlerinde önemli
değişiklikler görülür. Akım hatlarına dik konumda olan Doğu ve Batı Karadeniz
kıyılarında yağış fazladır. Özellikle Doğu Karadeniz’de yükselti ve orografik
koşulların etkisiyle Trabzon dışında yağış miktarı 1000 mm’nin üzerinde olup, yer
762
GÜLŞEN KUM*
yer 2000 mm’yi geçer. Orta Karadeniz delta alanında yağış 1000 mm’nin altına
düşer. Sinop’un batısından itibaren ise tekrar yükselir. Çatalca-Kocaeli platosunda
azalan yağışlar Istrancalar’ın kuzeye bakan yamaçlarında tekrar artarak 1000 mm’yi
geçer. Yağış rejimi düzenli olmakla birlikte maksimum yağışlar sonbahar
mevsimindedir. Deniz ve kara arasındaki sıcaklık farkının azalmasına bağlı olarak
sirkülasyon zayıfladığından en az yağışlar ilkbaharda görülür. Termik şartlar
bakımından ise nemin etkisiyle yazlar nispeten serin, kışlar kıyılarda ılık,
yükseklerde soğuk geçer. Örneğin, Ocak ayında Giresun merkezde sıcaklık 7,4 ºC
iken, 1300 m. yükseklikteki Şebinkarahisar’da -2,3 ºC’dir (Şekil 19). Doğu
Karadeniz kıyılarında fön etkisiyle sıcaklıklar kış mevsiminde de yüksektir. Batı
Karadeniz kıyılarında ise soğuk hava kütlelerine açık olması nedeniyle sıcaklık
değerleri nispeten düşüktür.
3. Step İklimi: Sıcaklığın yıl içerisindeki seyri, ortalama ve amplitüd değerleri göz
önüne alındığında termik rejim bakımından karasal geçiş tipi özelliği gösteren
sahalardır (Yılmaz, 1999). Anadolu ve Trakya’nın iç kesimlerinde görülür.
Trakya’nın iç kısımları ile İç Batı Anadolu Bölümü ve Göller Yöresi dahil, bütün İç
Anadolu ve Doğu Anadolu Bölgesi’nin batı kesimleri, Iğdır ile Güneydoğu Anadolu
Bölgesi’ni içine alan geniş bir yayılma alanına sahiptir. Çevredeki denizlerin ılıtıcı
etkilerinden uzak, kenar dağların meydana getirdiği engel yüzünden yağışların az
olduğu bu iç bölgelerimizde genel olarak yarı kurak koşullar egemendir.
Karasallığın etkisiyle mevsimler arasındaki radyasyon şiddeti farkı da fazladır
(Koçman, 1993, s. 79). Sahanın termik ve nemlilik bakımından gösterdiği farklı
özelliklere bağıl olarak alt tiplere ayrılır.
763
TÜRKİYE İKLİMİ
764
GÜLŞEN KUM*
SONUÇ
Türkiye ılıman iklim ile suptropikal Akdeniz iklimi arasında yer almakta,
ancak bu iklimlerden zannedilenden çok daha farklı kendine has bir iklim karakteri
taşımaktadır. Klimatoloji çalışmalarında bu farklılığı yaratan faktörlerin özellikle
dikkate alınması gerekmektedir. Çalışmada daha çok Türkiye ikliminin genel
özellikleri betimlenmeye çalışılmıştır. Sıcaklık, basınç, rüzgar, nem ve yağış
parametreleri üzerinde durulmuş, diğer parametrelerden ise sebep-sonuç ilişkisi
bağlamında bahsedilmiştir. Ancak Türkiye iklimi ile ilgili daha kapsamlı bilgiler
tüm parametrelerin değerlendirilmesi, özellikle de yağışa bağlı alt başlıkların da
(yağış şiddeti, yağışlı gün sayısı, yağış etkinliği, vb.) topografyaya bağlı olarak
ayrıntılı bir biçimde analiz edilmesi ile sağlanabilir.
765
TÜRKİYE İKLİMİ
766
GÜLŞEN KUM*
REFERANSLAR
Ardel, A. (1973). Klimatoloji. Umumi Coğrafya Dersleri 1. İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Yayınları. 7.
Atalay, İ. (2010). Uygulamalı Klimatoloji. İzmir: Meta Basım Matbaacılık
Hizmetleri.
Darkot, B. (1943). Türkiye'de Yağışların Dağılışı. Ankara: Türk Coğrafya
Kurumu, Türk Coğrafya Dergisi birinci yıl ikinci sayıdan ayrı baskı .
Dönmez, Y. (1979). Umumi Klimatoloji ve İklim Çalışmaları. İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Yayın No: 2506 Coğrafya Enstitüsü Yayın No: 102.
Erinç, S. (1996). Klimatoloji ve Methodları. İstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım .
Erinç, S. (1957). Tatbiki Klimatoloji ve Türkiye'nin İklim Şartları. Gümüşsuyu,
İstanbul: , İ.T.Ü. Hidrojeoloji Enstitüsü, İstanbul Teknik Üniversite Matbaası.
Erinç, S. (1951). Türkiye'de Kontinentalitenin Tesirleri. İstanbul Üniversitesi
Coğrafya Enstitüsü Dergisi Cilt I. Sayı: 2 , 66-70.
Erinç, S. (1965). Yağış Müessiriyeti Üzerine Deneme ve Yeni bir İndis. İstanbul
Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Yayınları No:41 .
Erinç, S., & Öngör, S. (1976). Türkiye Coğrafyası. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
Erol, O. (2011). Genel Klimatoloji. İstanbul: Çantay Kitabevi.
Koç, T. (2001). Kuzeybatı Anadolu'da İklim ve Ortam. İstanbul: Çantay Kitabevi.
Koçman, A. (1993). Türkiye İklimi. İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Coğrafya Bölümü.
Sezer, L. İ. (1990). Türkiye'de Ortalama Yıllık Sıcaklık Farkının Dağılışı ve
Kontinentalite Derecesi Üzerine Yeni Bir Formül. Ege Coğrafya Dergisi
S:5, S:110-159, İzmir.
Sür, A. (1977). Alanya'nın İklimi. Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-
Coğrafya Fakültesi Yayınları No:270.
Türkeş, M. (2010). Klimatoloji ve Meteoroloji. İstanbul: Kriter Yayınevi.
Yiğitbaşıoğlu, H. (2000). Finike ve Yakın Çevresinin İklimi. Ankara Üniversitesi,
Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi Cilt:40, Sayı:1-2, Ankara .
Yılmaz, Ö. (1999). Afyon ve Çevresinin İklim Özellikleri. Afyon: Afyon Kocatepe
Üniversitesi Basımevi.
767
TÜRKİYE İKLİMİ
768
ORTA ASYADAN GÜNÜMÜZE YAYLACILIK Ve
YAYLA KÜLTÜRÜ
Süleyman ÜNÜVAR⃰
ÖZET
“Türkçede yaylak veya yayla denince ilk akla gelen şey hayvanların
otlatıldığı yüksek yerler ve dağlardır. Ancak esas olarak yaylak sözü kışlak
deyiminin karşılığıdır. Yani ‘yazın oturulan yer’ manasına gelir.”3 Türklerin göçebe
hayatları ve hayvancılıkla uğraşmaları bazı kelimelerin günlük hayatlarında yer
etmesini sağlamıştır. Bu kelimelerden biri de yayla veya yaylak sözünün karşılığı
olarak kışlak veya kışlag şeklinde yer etmiştir. Kışlak: kışın oturulan yer,
hayvanlarla kışlanan yer manasına gelir ki genelde bu tür yerler dağların sıcak
1 Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, C.I, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1978, s.1.
2 Ögel, a.g.e. s.1; M. Muhtar Kutlu, “Yaşayan Bir Alt Kültür Geleneği: Anadolu Göçer Kültürü”, IV.
Milletler Arası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, C.I,Ankara1992, s.60.
3 Ögel,a.g.e.,s.23
770
SÜLEYMAN ÜNÜVAR⃰
güney yamaçlarıdır. Bu bölgelerde ya kar hiç yağmaz veya çok az karlı olurdu.
Ama don olmamasına dikkat edilirdi4.
Türklerde her ailenin belli bir yaylak ve kışlakta yurtları vardır. Anadolu’da
da her köyün bir yaylası vardır. Türklerde, yaylacılık; konar göçer hayatın bir
sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yaylak veya yaylacılık, çoğunlukla hayvancılık
işiyle uğraşanların çok eskiden beri vazgeçilmez bir yaşam tarzı ve tutkusu
olmuştur5. Kaşgarlı Mahmud’a göre; Oğuzlar yazın yaylaya göçmeyenlere ‘yatuk’
veya ‘yatık’ demişlerdir. Anlamı tembel, yatan, göçmeyendir. Bu kelime
günümüzde Kazaklarda ve Kırgızlarda ‘catak’ olarak zikredilmekte ve aynı
anlama gelmektedir. Anadolu’da ise yaylaya göçmeyenlere fakir gözüyle bakılır,
acınır ve küçük görülürdü. Bazı aileler bu sosyal baskıdan kurtulmak amacıyla
köye yakın yerdeki bağ evlerine veya köyden biraz uzaktaki uygun yerlere çadır
kurarak 1-2 ay yaşarlardı. Amaçları ise kendileri ve çocuklarını kış evinin
kasvetinden kurtararak temiz bir çevrede kısa süre de olsa yaşamaktır6. Ali Rıza
Yalman(Yalkın) Cenupta Türkmen Oymakları adlı eserinde Çukurova’yı gezerken
Ağustos ayında Seyhan Irmağı kıyısındaki bir köye geldiğini ve köyde hiç kimseye
rastlamadığını hepsinin yaylaya göçtüğünü ifade etmiştir7.
4 Ögel, a.g.e.,s.9-10; Tufan Gündüz, Anadolu’da Türkmen Aşiretleri, Bilge Yayınları, Ankara1997,
s.131.
5 Ali Rıza Yalman(Yalkın), Cenupta Türkmen Oymakları, C.II,(Haz:S.Emir) Kültür Bakanlığı
Yayınları,
Ankara 1977, s.21; C.Arif Alagöz, Anadolu’da Yaylacılık, Recep Ulusoğlu Matbaası, Ankara 1938,
s.16; s.16; Lev Nikolayeviçen Gumilöv, Eski Türkler (Çev: D.Ahsen Batur), Birleşik Yayıncılık,
İstanbul 1999, s.107; Laszlo Rásonyı, Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
Yayınları,Ankara1988, s.49.
6 A.Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun Kitabevi, İstanbul 1951, s.196; Ögel,
771
ORTA ASYADAN GÜNÜMÜZE YAYLACILIK Ve YAYLA KÜLTÜRÜ
geniş ve verimli düzlüklere sahip olmasıdır. Gelenlerin bir kısmı yerleşik hayata
geçerken diğerleri göçebe yaşam tarzlarını devam ettirmişlerdir8.
8 Wilhelm Radloff, Sibiryadan Seçmeler(Çev: Ahmet Temir), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara
1976,
s.319; Ögel,a.g.e.,s.65; Gumilöv, a.g.e.,s.109; Faruk Sümer, Oğuzlar, Ana Yayınları İstanbul1980, s.
156.
9 Ögel, a.g.e.,s.45-48; Radloff, a.g.e.s.191; Faruk Sümer, Oğuzlar, Ana Yayınları,İstanbul 1980, s.51;
İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul2013, s.148;Yusuf Halaçoğlu,
XVIII.
Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun İskan Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, TTK Yayınları,
Ankara 1991, s.18; Gündüz, a.g.e.,s.38; Hilmi Dulkadir, “Yörükler”, İçel Kültür Dergisi, S.29, Eylül
1993, s.6.
10 Rásonyı a.g.e.,s.49;Yalman, a.g.e., C.I, s181; Colin Mackerras, “Uygurlar” (Çev:Şinasi
Tekin),Erken İç
Asya Tarihi(Düzenleyen Denis Sinor),İletişim Yayınları, İstanbul2000, s.450.
772
SÜLEYMAN ÜNÜVAR⃰
Yayla için seçilen yer ise, bol otlaklı sulak olan platolardan tercih edilirdi.
Uygurlar, hayvanları için sulak ve otu bol olan yerleri tercih ederler ve bunu
bulmak maksadıyla da sürekli yer değiştirirlerdi. XVII. yüzyılda Batı Anadolu’da
yaşayan Yörüklerin sayısının artması üzerine bölgede yaylak sıkıntısı çekilmiştir.
Yine aynı yüzyılda kalabalık nüfus nedeniyle İçel (Mersin İli) de yaşayan
Yörükler Çukurova bölgesine göç etmek zorunda kalmışlardır. Orta Asya’da
meralar ve su kaynakları aileler arasında paylaşılmıştır. Aynı şeyi Anadolu için de
söylemek mümkündür. Yayla ve kışlak hayatı yüz yıllardır süren bir gelenektir.
13Radloff, a.g.e.,s.192; Sümer, a.g.e., s.195; Kafesoğlu, a.g.e., s.317; Alagöz, a.g.e., s.15; Mackerras,
a.g.m.s. 450; Gumilöv, a.g.e.,s.108; Ahmet Refik Altınay, Anadoluda Türk Aşiretleri, Devlet
Matbaası,
İstanbul1930, s.2.
14Ögel,a.g.e.,s.75; Kutlu, a.g.m.,s.63; Süleyman Ünüvar, “Mut ve Çevresinde Yaylacılık” İçel Kültürü
774
SÜLEYMAN ÜNÜVAR⃰
775
ORTA ASYADAN GÜNÜMÜZE YAYLACILIK Ve YAYLA KÜLTÜRÜ
XIX yüzyıldan itibaren vergi, asayiş ve güvenlik gibi konularda bir takım
endişe duyan Osmanlı Devleti, göçebeleri zorla iskana tabi tutmuştur. İskana
zorlanan göçebelerin bazıları eşkıyalık etmişler, bazıları da yaylak ve kışlak
arasında göç esnasında ekili arazilere, bağ ve bahçelere zarar vermişlerdir. Bu
nedenle zaman zaman arazi sahipleriyle göçerler arasında çatışmalar yaşanmıştır.
Devlet bu tür çatışmalar istemediği için Yörükleri yerleşik hayata geçirme siyaseti
gütmüştür. Diğer taraftan bazı devlet memurlarının göçebelere olumsuz
yaklaşmaları onlardan yüklü miktarlarda rüşvet istemeleri de Yörüklerin hayatını
olumsuz etkilemiştir. Hatta önce yerleşik hayata geçen Mardin yöresindeki bir
kısım göçebelerin kendilerinden rüşvet istenmesi üzerine tekrar göçebeliğe
başladıkları görülmüştür. Diğer taraftan bilhassa 1950’den sonra yerleşik hayata
geçenlerin sayısında görülen artışla birlikte meralar ve otlaklar azalmıştır. Çünkü
makineleşme ile birlikte tarım alanları genişlemiş bir çok boş alanlar ekilip
biçilmeye başlanmış veya bahçeye dönüşmüştür. Yörüklerin kışlaklardaki arazileri
oldukça küçülmüştür. Yörükler yaylaya göçerken geçtikleri köylerin
muhtarlıklarına veya arazi sahiplerine para ödemek zorunda kalmışlardır. Elbetteki
bu uygulama göçebelerin işini oldukça zorlaştırmıştır. Ayrıca Cumhuriyet
döneminde orman alanlarının devlet tarafından korunmaya alınması da hayvancılığa
ilgiyi oldukça azaltmıştır. Devlet yerleşik hayata teşvik ettiği göçerlere arazi
vererek tarım ve ziraatla uğraşmalarını sağlamıştır. Dolaysıyla yaylacılık da bundan
olumsuz etkilenmiştir.23. Diğer taraftan bazı göçebe gruplarının Anadolu’da kendi
başlarına hareket ettikleri istedikleri yerde kışladıkları veya yaylaya çıktıkları
konusunda şikayetler sıkça alınmaktadır. Yine bir kısım göçerin her yıl farklı
bölgelere yaylaya çıktıkları bu göçebeler arasında kargaşa yarattığı ifade edilerek
tedbir alınması hususunda yazışmalar yapılmıştır24
Alagöz, a.g.e.s.,38; Gündüz, a.g.e.,s.126; Yalman, a.g.e.,s.C.I, s.22; Dulkadir, “İçel’de Sarı
Keçililer”,
s.10.
24Altınay, a.g.e.,s.69.
776
SÜLEYMAN ÜNÜVAR⃰
Anadolu’nun bir çok yerinde yarı göçebe hayatı oldukça yaygın olarak
eskiden beri görülmektedir. Hayvancılık ve biraz da tarımla uğraşan bu göçebelerin
önemli bir bölümü kışlak ile yaylak arasında gidip gelmektedir. Bunların kışlakları
çoğu zaman köy ve kasabalardaki sabit evlerdir. Bazılarının yayla evleri de sabittir.
Bu yaşam biçimi Orta Asya’da görülmektedir29.
25 Ögel, a.g.e.s.,81.
26 Ögel, a.g.e.,s.22
27 Ögel,a.g.e.,s.48;Yalman, a.g.e.,C.I, s.195-215;Dulkadir,“İçel’de Sarı Keçililer”, s.10.
28 Yalman, a.g.e., C.I, s.204.
29 Ögel,a.g.e.s.39-40; Sümer,a.g.e,s.182; Kutlu,a.g.m., s.59.
777
ORTA ASYADAN GÜNÜMÜZE YAYLACILIK Ve YAYLA KÜLTÜRÜ
aylarında kırkılıp evin ihtiyacına göre; halı kilim, çul, keçe, çuval gibi malzemeler
dokunurdu. Dokuma ve yün eğirme işi kadınlara aittir. İhtiyaç fazlası ya takas
yoluyla veya nakit olarak satılırdı. Yine yaylada hayvanların sütünden yağ, peynir
lor ve çökelek gibi kışlık yiyecekler kadınlar tarafından yapılırdı. Kadınlar bu işleri
yaparken erkeklerde dışarıdaki diğer işleri yapardı. Bazı aileler hayvancılık yanında
tarım ve ziraat işleri yaptıklarından erkekler bu işlerle ilgilenirlerdi. Bu yiyecekler
obruk denilen mağaraların (in) serin ve nemli yerlerinde ekim ayı ortalarına kadar
saklanırdı30.
Yörük için koçu ve tekesi çok değerlidir. Bir çok Yörük obası koç ve teke
katımına özel önem vermiştir. Hatta bazı Yörük obalarında koç ve tekeler süslenir
ve törenler eşliğinde sürüye katılırdı. Özel önem verilmesinin nedeni ertesi yıl
yavruların( kuzu veya oğlak) sayısı buna bağlı idi. Hayvanlar ne kadar çok yavru
yaparsa Yörük için o yıl o kadar bereketli geçecek demektir. Hayvanlardan
ağustos ayının sonlarına doğru artık süt sağımı yapılmaz. Zaten bu ayda hayvanların
sütüde iyice azalmıştır. Çoban veya sürü sahibi bu dönemleri çok iyi bildiği için
hayvanların sütü kesildikten1-2 hafta sonra koçu ve tekeyi sürüden ayırır. Bu
ayırma ve uzaklaştırma süresi 2-3 haftadır. Koç katımı bölgelere göre değişmekle
birlikte eylül ve ekim aylarıdır32.
kap), az miktarda bakır kap kacaklar( bakır tencere-tabak- leğen vb.) ve en dipte
yatak yorgan bulunurdu. Çadırların taşınması, kurulması ve sökülmesi çok kolay ve
pratiktir. Kışın soğuktan yazın da sıcaktan korumaktadır. Ancak bazı Yörük obaları
ucuz ve pratik olması nedeniyle kıldan dokunan çulla yapılan çadırlar kullanırlardı
bu çadırlar siyah olması nedeniyle yazın da sıcak olurdu. Eğer çok sıcak olursa
etrafı açılarak yel esmesi sağlanırdı33.
SONUÇ
780
SÜLEYMAN ÜNÜVAR⃰
KAYNAKÇA
Yılmaz, Hasan, “Giresun Yaylak ve Kışlak Hayatı, İçel Kültürü Dergisi, S.35,
Eylül 1994.
782
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
GİRİŞ
İnsanlığın ortak hafızasında mitolojinin önemli rolü vardır. Mitolojik zaman-
larda bugün yaşamayan veya zaten hiç var olmamış bazı canlılardan destan, efsane
ve masallarda bahsedilmektedir. Mitolojik hayvanlar, destansı çağların insan hafıza-
sındaki yansımalarıdır. Bu yüzden mitolojik hayvanlar, destan ve mitlerde iyiliğin
veya kötülüğün temsilcileri olarak görev yapmaktadır. Suda, karada ve havada faali-
yet gösteren bu mitolojik canlıların en meşhur olanları mitolojik kuşlardır. Bu mito-
lojik kuşların isimleri birbirinden farklı olsa bile, değişik kültürlerde aynı özellikleri
taşıdıkları görülmektedir. Mısır mitolojisindeki Phoenix, Hint mitolojisindeki
Garuda, İran mitolojisindeki Simurg, İslamiyet öncesi Arap mitolojisindeki Anka ile
Türk mitolojisindeki Karakuş’un da bu kuşlardan oldukları görülmektedir1.
* Yrd. Doç. Dr., Gaziantep Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. or-
cid.org/0000-0002-6183-5306
** Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi.
1 Yaşar Çoruhlu, Türk Mitolojisinin Ana Hatları, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2011, s. 163.
783
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
1. Phoenix
Dünyanın en eski mitolojilerinden biri Eski Mısır mitolojisidir. Eski Mısır
mitolojisinde mitolojik hayvanların ve yarı hayvan yarı insan varlıkların önemli bir
yeri vardır. Bunlardan birisi olan Phoenix adlı mitolojik kuş, bir canlının öldükten
sonra tekrar dirilmesinin simgesidir2. Önce yanarak küllere dönüşen bu mitolojik kuş,
küllerinden yeniden dirilmektedir. Bir bakıma küllerinden yeniden dirilme, bir dönü-
şüme delalet etmektedir. Bu ruhun bedenden bedene aktarılması olan reenkarnasyon-
dan farklıdır. Burada yanarak tahrip olup küllere dönüşen canlı, bu küllerden yeniden
dirilmekte ve yaşamına kaldığı yerden devam etmektedir. Hatta bu süreç sık sık tekrar
etmektedir. Bu mitolojik kuş, defalarca yanıp küle dönüşüp, yine defalarca bu küller-
den tekrar ve tekrar dirilmektedir.
Nitekim Eski Mısır mitolojisinin önemli bir parçası olan Phoenix, bir görüşe
göre yaklaşık beş yüz yıl yaşadıktan sonra kendini ateşe atıp, yanarak küle dönüşen
ve küllerinden yeniden doğup bundan sonra sonsuza dek yaşayan bir kuştur3. Diğer
bir görüşe göre ise Phoenix, güneşin bir parçası ve devamı olarak güneşle birlikte
hareket etmekte ve onunla beraber yaşamaktadır. Yani güneş ile doğup güneş ile bat-
maktadır. Her güneşin doğuşunda yeniden dirilmekte ve güneşin batışıyla beraber
kavrulup küle dönüşmektedir. Phoenix kuşu, Eski Mısır’ın güneş tanrısı Ra’nın da
simgesidir. Akkad, Babil ve Asur’daki kraliyet sembolü olan kartal ile benzerlik gös-
termekle birlikte, bazı kaynaklarda ise kurt ile bağlantılı olma ihtimaline de dikkat
çekilmektedir4. Phoenix, nem ile beslenmektedir5. Boğazından başlayarak boylu bo-
yunca ayak bileklerine kadar uzanan kısmı safran, kuyruğu mavi ve kanatları dâhil
geri kalan kısmı ise mor ve pembe renkli tüylerden oluşmaktadır6.
2 Roelof Van Den Broek, The Myth of The Phoenix, E. J. Brill, Leiden 1971, s. 146; Hanife Dilek
Batîslam, “Divan Şiirinin Mitolojik Kuşları: Hüma, Anka, Simurg”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi
I, 2002, s. 197.
3 Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları,
Ankara 1987, s. 1.
4
Gönül Tekin, “Güneşin Kuşları: Phoenix ve Ankâ”, Journal of Turkish Studies, Cilt: 32,
2008, ss. 427-428.
5
Broek, a.g.e., s. 420.
6
Broek, a.g.e., s. 254.
784
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
aromatik bitkileri toplamaya başlamakta ve bu bitkiler ile inşa ettiği yuvasında öl-
mekte ve daha sonra çürümektedir. Çürüyen bedeninden arta kalanlardan bir solucan
(kurtçuk) dünyaya gelmektedir. Bu solucan zaman kaybetmeden Antik Mısır’da yer
alan Heliopolis’a7 doğru yola çıkmakta ve burada güneş tanrısı Ra’nın sunağına yer-
leşmekte ve burada büyüyüp Phoenix kuşuna dönüşmektedir. Bu görüşe göre Phoe-
nix; yanıp küle dönüşerek çürümekte ve çürümüş beden artıklarından bir solucan
doğmaktadır. Daha yaygın olan diğer bir görüşe göre Phoenix kuşu, ölüme yaklaştı-
ğını hissettiği zaman aynı şekilde aromatik bitkileri toplamakta ve bu aromatik bitki-
ler içinde güneşin tutuşturduğu bir ateş tarafından yanmaktadır. Kalan aromatik kül-
lerin içinden Phoenix kuşu yeniden doğmaktadır8.
2. Garuda
Eski Hint mitolojisinde yer alan Garuda adlı mitolojik kuş, kartal ile benzer-
lik göstermektedir. Bu kuş, bir kartalın gagası, pençeleri ve kafasına sahiptir. Kolları,
7
Eski Mısır’da Nil nehrinin güneyine ve Kahire’nin merkezine yaklaşık 8 kilometre uzaklıkta
bulunan ve ismi Grekçede Güneş Şehri anlamına gelen Heliopolis’e; Eski Mısır dilinde
“Annu”, Tevrat’ta “On” denilmiştir. Heliopolis kentinin Tevrat’ta geçen bahsinde ise Hz. Yusuf’un
karısı Asenat’ın babası Potifera’nın “On” kentinin yani Heliopolis’in kahini olduğu söylenmiştir (Bkz.
George Rawlinson, History of Herodotus, John Murray, Albemarle Street, London 1862, s. 6; Robert A.
Armour, Gods and Myths of Ancient Egypt, The American Universty in Cario Press, Cario/New York
2003, s. 4; Gary Greenberg, 101 Myths of The Bible, Sourcebooks Inc, Naperville, Illinois 2000, s. 169;
Tevrat, Yaradılış Kitabı, 41:45).
8 Broek, a.g.e., s. 146.
9 Howard Schwartz, Tree of Souls: The Mythology Judaism, Oxford University Press, New York 2004,
785
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
bacakları ve gövdesi ile bir insanı andırmaktadır11. Kuyruk tüyleri ayaklarına kadar
uzanan Garuda’nın ayakları ise bir devekuşunun ayaklarına benzemektedir12. Kanat-
ları altın, boynunda zümrüt bulunan ve hızlı uçması sebebiyle lider olarak kabul edi-
len Garuda13 ilahi bir güce de sahiptir. Garuda kuşu, Hindu dininin kutsal kitapları
olan Vedalarda maceraları anlatılan Vişnu14 adlı tanrının binek hayvanıdır15. Ölüm-
süzlüğe ve seçkinliğe Tanrı Vişnu sayesinde erişen Garuda,16 Naga adlı mitolojik
kutsal yılanların düşmanıdır ve onların zehrine karşı sihirli bir güce sahiptir17. Ayrıca
beslenme ihtiyacını da yılanları yiyerek sağlamaktadır18.
11 Çoruhlu, a.g.e., s. 163; Robert Beer, The Handbook of Tibetan Buddhist Symbols, Serindia Publicati-
ons, Chicago and London 2003, s. 76; Dawn E. Bastian & Judy K. Mitchell, Handbook of Native Ame-
rican Mythology, ABC-CLIO, Santa Barbara-California, Denver-Colorado, Oxford-England 2004, s.
185.
12 Beer, a.g.e., s. 76.
13
Hacer Tokyürek, “Eski Uygurcada Hayvan Adları ve Bunların Kullanım Alanları”, Türklük Bilimi
Araştırmaları Dergisi, Sayı: 33, s. 227.
14 Tanrı Vişnu Hindistan’ın güneyindeki Tamil Nadu’da yaşamıştır. Eski Hint toplumundaki sınıfsal
farklılıklar nedeniyle saygı gösterilen birçok tanrı ile ilgili çeşitli mitos örnekleri karşımıza çıkmaktadır.
Hint toplumu genel olarak, birbirine rakip fakat birbirini tamamlayan iki yerel tanrı Vişnu ve Şiva kül-
tünde birleşmeyi tercih etmişlerdir. Bu tanrılar, göründükleri kişilerin sezgilerine göre çeşitli biçimlere
girerek onlara görünmüşlerdir. Tanrı Vişnu’nun kaplumbağa şekline girdiği ve dünyayı üzerinde taşıdığı
rivayet edilmiştir (Bkz. Gavin Flood, An introduction to Hinduism, Cambridge University Press, Camb-
ridge 2003, s. 7; William, H. McNeill, Dünya Tarihi, Çev. Alâeddin Şenel, İmge Kitabevi, Ankara 2007,
s. 243; Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Cilt: 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1998, s. 442).
15 Resul Çatalbaş, “Türklerde Hayvan Sembolizmi ve Din İlişkisi”, Turan Stratejik Araştırmalar Mer-
Anka”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, 1998, s. 95.
17 Duymaz, a.g.m., s. 94.
Moğolcada büğä, Türkçede kam adını almaktadır. Büyücü, sihirbaz gibi anlamlar taşıyan şamana Hint,
İran, Çin, Türk ve hemen hemen bütün kültürlerde rastlanılmaktadır (Bkz. Mircea Eliade, Şamanizm,
Çev. İsmet Birkan, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 1999, ss. 21-22).
20 Bkz. Hindistan’ın Mumbai şehri sınırları içerisinde bulunan dağ.
21 Yarı tanrı gücüne sahip ve kendilerine karşı korku duyulan kutsal yılanlar. Brahmanizm’de sekiz Naga
kral bulunmaktadır. Bunlar; Nanda, Upananda, Sāgara, Vāsukin, Takşaka, Anavatapta, Manasvin ve
Utpalaka (Bkz. Günay Tümer, “Brahmanizm”, DİA, Cilt: 6, 1992, s. 331; The Lotus Sutra (Cilt: 9, Sayı:
262), BDK English Tripitaka Series, Çev. Kubo & Yuyama, Numarata Center for Buddhist Tranlation
and Research, Berkeley, California 2007, s. 4).
786
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
korumak için dağdaki yuvasından ovaya indiği anlatılmaktadır22. Diğer rivayette ise
Naga adlı kutsal yılanlar ile insanlar arasında anlaşmazlık çıkmış ve Nagalar dünyaya
hastalık, verimsizlik ve bela yayarak insanların ruhlarını çalmışlardır. Şamanlar çalı-
nan ruhları serbest bırakmak için Garuda’nın yardımı ile Nagaları yenmişlerdir23.
Eski Hint rivayetlerinde Garuda adlı kuşun şaman veya şamanlar tarafından
yoktan var edilmesinin sebebi ise Garuda’nın, yarı tanrı bir ırk olan Naga adlı yılanlar
ile mücadele etmesidir. Garuda, Nagalar ile savaşarak insanların ruhlarını kurtar-
makta ve hastalıkları defetmektedir. Buna göre iyilik ile kötülük arasındaki ebedi mü-
cadelede Garuda adlı mitolojik kuş iyiliği sembolize ederken, Naga adlı yarı tanrı
yılan ırkı kötülüğü temsil etmektedir.
3. Simurg
Eski İran mitolojisinde önemli bir mitolojik öğe olan Simurg, Farsça’da “otuz
kuş” anlamına gelmektedir24. İlahi güçlere sahip, olacak ve olmuş her şeyden haber-
dar, geleceği gören ve başka birçok yeteneğe sahip olan Simurg’un25 tüylerini üze-
rinde bulunduran kişinin ölümsüz olacağı inancı vardır26. Simurg, Elburz dağının te-
pesinde yaşamaktadır ve buradaki yuvasının malzemesi abanoz, sandal ve öd ağacı
gibi aromatik bitkilerdir27.
22 Eliade, Mitlerin Özellikleri, Çev. Sema Rifat, Om Yayınevi, İstanbul 2001, s. 42.
23 Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 42.
24 H. Ahmet Sevgi, “Mantıku’t-Tayr”, DİA, Cilt: 28, 2003, s. 29.
25 Zülfi Güler, “Şeyh Galib Divanında Anka-Simurg Sembolü”, International Journal of Language Aca-
muhtemelen 537-540 yılları arasında Nişabur’da doğmuştur. Tıpla ilgilendiği için “Attar” takma adını
almıştır. Uzun yıllar Irak, Şam, Mısır, Mekke, Medine, Hindistan ve Türkistan gibi önemli yelere seya-
hatlerde bulunduktan sonra tekrar Nişabur’a dönmüş ve burada 618 yılında Moğollar tarafından öldü-
rülmüştür (Bkz. M. Nazif Şahinoğlu, “Attâr, Ferîdüddin”, DİA, Cilt: 4, 1991, s. 95).
29 Hüdhüd kuşu, Filistin ve Mısır’da yaygın olarak görülmektedir. Kışları Afrika’ya göç eden Hüdhüd’e
eski Mısırlılarda saygı gösterilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Süleyman ile bahsi geçen Hüdhüd, ayrıca
Tevrat’ta da (ibibik) tiksindirici, iğrenç ve etinin yenilmemesi gereken bir kuş olarak geçmektedir (Bkz.
787
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Bir diğer anlatıda ise Firdevsî, Şahnâme’sinin 2400. ve 2565. beyitleri ara-
sında Sam’ın33 oğlu Zal’ın doğumundan ve Sam’ın oğlunu rüyasında görmesinden
bahsetmiştir. Burada Simurg’un bahsi de geçmektedir. Bu anlatıya göre; Sam’ın o
zamana kadar hiç çocuğu olmamıştır. Haremindeki güzel yüzlü bir kızdan hep çocuğu
Ömer Faruk Harman & Cemal Kurnaz, “Hüdhüd”, DİA, Cilt: 18, 1998, s. 461; Kur’an-ı Kerim, Neml
Suresi, 20-29; Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-ı Kerim Meali, Yeni Boyut, İstanbul 2000; Elmalılı M. Hamdi
Yazır, Kuran-ı Kerim ve Türkçe Meali, Andaç Yayınları, Ankara 2014; Anton Wessels, The Torah, the
Gospel, and the Qur’an, Çev. Henry Jansen, Willian B. Eerdmans Publishing, Michigan/Cambridge
2010, ss. 136-137; Tevrat, Levililer, 11: 19; George A. F. Knight, Leviticus, Westminster Jhon Knox
Press, Louisville/London 1981, s. 62).
30 “Bazı Türk lehçelerinde kumay, Anadolu Türkçesi'nde hüma veya huma şeklinde söylenen Farsça
hüma veya hümay adındaki bu mitolojik kuş, İslamiyet öncesi Türk inançları içinde de yer alan hayat
ağacı ile hayat suyu yanında üçüncü önemli motiftir” (Bkz. Kurnaz, “Hümâ”, DİA, Cilt: 18, 1998, s.
478).
31 Sevgi, a.g.m., s. 29.
32 Mustafa Özkan, “Gülşehri”, DİA, Cilt: 14, 1996, s. 251.
33 Sam; Gerşâsp’ın torunu, Neriman’ın oğlu, Zal’ın babası ve Rüstem’in dedesi (Bkz. Sir Clements Ro-
bert Markham, A General Sketch of The History of Persia, Longmans, Green, And Co., London 1874,
s. 18).
788
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
olmasını istemiştir. Sonunda Sam’ın isteği olmuş ve o güzel yüzlü kız Sam’dan gebe
kalmıştır. Nihayet güneş gibi yüzü olan, bembeyaz saçlı bir çocuk dünyaya gelmiştir.
Çocuk böyle doğunca bunu Sam’dan saklamışlardır. Çünkü bu kadar güzel bir eşten
saçları beyaz ihtiyar bir çocuğun doğduğunu söylemekten çekinmişlerdir. Sonunda
çocuğun dadısı Sam’a bir oğlunun dünyaya geldiğini haber vermiştir. Çocuğun gü-
zelliğinden bahsedip, sadece saçlarının beyaz olduğunu söylemiştir. Sam hemen ha-
reme inip, güzel yüzlü eşinin yanına gitmiştir. Sam burada ihtiyar başlı bir çocukla
karşılaşmıştır. Tanrının kendisini cezalandırdığını düşünerek ona sitem etmiştir. Sam
çocuğun bu topraklardan uzaklaştırılmasını istemiştir. Çocuğu Elburz adında çok
yüksek ve insanlardan uzak bir dağa götürmüşlerdir. Burada Simurg yaşamaktadır.
Çocuğu bu dağa bırakıp dönmüşlerdir. Yavruları acıkınca Simurg havalanmış ve
yerde ağlayan bir çocuk görmüştür. Tanrı, Simurg’un yüreğine öyle bir şefkat ver-
miştir ki Simurg o çocuğu yemeyi bile düşünmemiştir. Simurg, o çocuğu pençeleriyle
yerden alarak yavrularının yanına götürmüştür. Bu sırada tanrısal bir ses Simurg’a bu
çocuğu korumasını söylemiştir. Simurg ve yavruları yüzüne hayran kaldıkları bu ço-
cuğu himaye edip korumuşlardır. Bir süre sonra çocuk büyümüş, serpilmiş, göğsü
gümüşten bir tepe gibi şişkin, beli kamış kadar ince bir genç olmuştur. Bu gencin
ününü bütün dünya ve bu arada babası Sam’da duymuştur. Sam oğlu Zal’ı rüyasında
görmüş ve onu almak için Elburz dağına doğru kervanıyla yola çıkmıştır. Buraya
vardığında Zal’ı gören Sam, ondan kendisini affetmesini ve dönmesini istemiştir 34.
Sam’ın Zal için geldiğini anlayan Simurg, onu pençeleriyle tutup aşağıda bulunan
babası Sam’a teslim etmiştir35. Zal’ın artık ayrılma vakti gelmiştir. Simurg ona sihirli
türlerinden vererek, dara düştüğünde kullanmasını istemiştir. Böylelikle Zal’ı koru-
yup büyüten Simurg, ona tüylerini de vererek sonsuza dek koruması altına almıştır36.
34 Firdevsî, Şahnâme, Çev. Necati Lugal, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2009, ss. 152-159; Tekin, a.g.m.,
ss. 431-432.
35 Büchner, a.g.m., s. 653; Tekin, a.g.m., s. 432.
36 Büchner, a.g.m., s. 653; Duymaz, a.g.m., s. 95.
789
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
4. Karakuş
Eski Türk mitolojisinin önemli bir öğesi olan Karakuş’a ait bilgilere, en eski
olarak Irk Bitig adlı el yazması eserde rastlanılmaktadır:
“Altın kanatlı Karakuşum ben. Denizde yatarak arzu ettiklerimi tutarım, sev-
diklerimi yerim. O kadar güçlüyüm bunu biliniz. İyidir bu”37.
“Yeşil kaya yaylağım, kızıl kaya kışlağım. Bu dağda durarak zevklenirim.
Bunu biliniz”38.
Buna göre altın kanatlı olan ve denizde avlanan Karakuş’un, diğer bazı kay-
naklarda renginin mavi olduğu ve üzerinde beyaz benekler bulunduğu belirtilmiştir39.
Tanrı Bay Ülgen’in40 gökte bulunan yedi oğlundan41 birisinin adını da temsil etmek-
tedir42. Ayrıca Karakuş, Eski Türklerde gece ve gündüze hâkim olan ve gece-gündüz
düzenini sağlayan müşteri43 gezegenin de simgesidir44.
Bütün göçebe Türkler gibi Karakuş adlı mitolojik kuşun da yaşamını sürdür-
düğü bir yaylağı ve bir kışlağı vardır. Yazın yaşadığı yaylağı Yeşil Kaya, kışın yaşa-
dığı kışlağı ise Kızıl Kaya olarak belirtilmektedir. Denizlerde avlanan Karakuş, sev-
diği deniz ürünlerini avlayarak yaşamını idame ettirmektedir. Karakuş, Irk Bitig adlı
37 Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1987, s. 265; Fuzuli
Bayat, “Irk Bitig Metninin Poetik Yapısı”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı:
4, Bahar 2006, s. 53.
38 Orkun, a.g.e., s. 278; Bayat, a.g.m., s. 51.
39 Jean-Paul Roux, Eski Türk Mitolojisi, Çev. Musa Yaşar Sağlam, Bilgesu Yayıncılık, Ankara 2012, s.
144.
40 Altaylı Şamanistlerin dua ve ayinlerinden anlaşılacağı üzere, Bay Ülgen onların en büyük tanrısıdır.
Kırgız-Kazak dillerinde “ülken” büyük, ulu, yüce anlamlarına gelirken, Buryat dilinde “ülgen” yerin
sıfatı manasına gelmektedir. Eski Türklerde yaygın olarak inanılan ve altın bir tahtın üzerinde, göğün
on altıncı katında oturan Bay Ülgen’in, bereket tanrısı olması muhtemeldir. Nitekim Orta Asya’nın top-
rağa bağlı olarak yaşayan güney toplumları -ki bunların büyük bir bölümü Eski Türk topluluklarıdır-
arasında bolluğu ve bereketi temsil etmesi bunun göstergesidir (Bkz. Abdulkadir İnan, Tarihte ve Bugün
Şamanizm Materyaller ve Araştırmalar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2015, s. 31; Ziya Gö-
kalp, Türk Medeniyeti Tarihi, Toker Yayınları, İstanbul 1995, s. 53; İbrahim Kafesoğlu, Umumî Türk
Tarihi Hakkında Tespitler, Görüşler, Mülâhazalar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2014, ss. 96-104).
41 Bay Ülgen’in oğulları hakkında bazı araştırmacılar yedi, bazıları ise dokuz olduğunu söylemişlerdir.
Bay Ülgen’in yedi oğlunun isimleri ise; arşıt, Buura-kan, Yaşıl- an, Burça- an, arakuş, Ba tı- an
ve Er- anım’dır (Bkz. Çoruhlu, a.g.e., s. 24; İnan, a.g.e., s. 33; Kafesoğlu, a.g.e., s. 96).
42 İnan, a.g.e., s. 33.
43 Jüpiter (Bkz. TDK Büyük Türkçe Sözlük).
44 Emel Esin, Türk Kozmolojisine Giriş, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2001, s. 31.
790
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
eserde kendi ağzından çok güçlü olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca çok güçlü olma-
sının iyi bir şey olduğunu söylemektedir. Görüldüğü üzere Karakuş, iyiliğin sembolü
kutsal bir varlıktır.
Esas itibariyle Türk kültürünün bir öğesi olan Karakuş’un İran etkisiyle Eski
Türk mitolojisine girdiğini ileri sürmek doğru değildir. Zira İslamiyet öncesi Türk-
lerde Simurg ile aynı özelliklere sahip kuşlar bulunmaktadır46. Bu durumu en iyi ör-
nekleyen Müslüman Kırgızların Er Töştük masalında anlatılan Karakuş efsanesidir.
Ögel’in Er Töştük masalında geçen Karakuş adlı mitolojik kuşun Garuda olduğunu
ifade etmesi,47 buna karşılık İnan’ın bu mitolojik kuşun Simurg olduğunu söyle-
mesi,48 iki bilim adamının de çeliştiği anlamına gelmemektedir. Nitekim bahsettiği-
miz üzere bütün kuşlar aynı özelliklere sahip farklı kültürlerin ürünüdür. İslam kül-
türünden çok fazla etkilenmeyen Müslüman Kırgızların efsanesinde anlatılana göre;
Er Töştük sefer dönüşü yurda giderken Kafdağı’na gelmiş ve burada gökyüzüne ka-
dar uzanan bir çınar ağacında Karakuş’un yuvasını görmüştür. İki yavru kuş, yuvala-
rına gelen ve onları yiyecek olan ejderi görüp ağlamaya başlamıştır. Ejderin Kara-
kuş’un düşmanı olduğunu ve her yıl yavrularını yediğini öğrenen Er Töştük, ejderi
parçalayıp yavrulara yedirmiştir. Karakuş’ta bunun karşılığında Er Töştük’e yardım
etmiştir. Masalda bu olay uzunca anlatılmaktadır fakat burada önemli olan bu masal-
daki unsurların Eski Türklerin destanları ile aynı unsurlara sahip olmasıdır. Bu da
gösteriyor ki Karakuş’un Türklerde çok önceden beri var olduğu gerçeğini ortaya
koymaktadır49.
Karakuş adlı mitolojik kuş, diğer mitolojik kuşlar gibi Er Töştük masalında
Kafdağı bölgesinde yaşamaktadır. Hâlbuki Irk Bitig’de geçen metinde Kızılkaya ve
Yeşilkaya’da yaşamaktadır. Yine bir çeşit mitolojik yılan olan ejderha tarafından
45 Zekeriya Karadavut, “Kırgız Masallarında Mitolojik Unsurlar”, Millî Folklor, Sayı: 85, 2010, s. 77.
46 İnan, “Türk Folklorunda Simurg ve Garuda”, Makaleler ve İncelemeler, Cilt: 1, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1998, s. 350.
47 Ögel, a.g.e., s. 541.
48 İnan, a.g.m., s. 350.
49 İnan, a.g.m., ss. 350-351.
791
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Er Töştük masalında farklı bir şekilde anlatılan Karakuş, Irk Bitig’te ise çok
güçlü, ölümsüz bir varlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Irk Bitig’te denizde avlanıp,
Yeşil Kaya’yı yaylak, Kızıl Kaya’yı kışlak olarak kullanan Karakuş, Er Töştük ma-
salında ise Kafdağı’nda yaşamaktadır. Irk Bitig’te Karakuş, yavrulamazken Er Töş-
tük masalında yavruları vardır. Irk Bitig’te Karakuş ölümsüz, güçlü ve iyi bir varlık
iken, Er Töştük masalındaki Karakuş, yavrularını yiyen ejderhadan kahraman yardı-
mıyla kurtulmaktadır. Yani ejderha ile savaşamayacak kadar güçsüz ama ölümsüz iyi
bir varlıktır.
5. Anka
İslamiyet öncesi Arap mitolojisindeki Anka kuşu motifi gerçekte var olma-
yan ancak sözlü kültür eserlerinde sembolleştirilen mitolojik bir kuştur50. İslam ile
birlikte Arap kültürünün önemli bir parçası olan Anka kuşuna Kur’an-ı Kerim’de ve
hadislerde hiç rastlanılmamaktadır. İlahi veya Nebevi menşeili olmamasına rağmen
İslami dönem Arap kültüründe yer alan Anka kuşu kavramına Kur’an-ı Kerim tefsir-
lerinde var olduğu kesin kabul edilmemekle birlikte önemli bir yer verilmiştir. Ze-
mahşerî’nin51 el-Keşşâf adlı eserinde geçen bir metinde; Yemen’de nübüvvet vazife-
sini üstlenen Hz. Hanzale b. Safvân52 isminde bir peygamberin geldiği Ress adlı
kavme Anka adında bir kuşun musallat olduğu rivayet edilmektedir. Bu rivayette Feth
Cerîr et-Taberî, Câmi'u'l-beyân'da Kur’an-ı Kerim’i yorumlarken, Furkan suresinin 38. ve Kaf suresinin
12. ayetlerinde adı geçen Ress kavminden de bahsetmiştir. Bu bahiste Hz. Hanzale b. Safvân’ın adını
da zikretmiştir. Ayrıca Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb adlı eserinde de Hz. Hanzale b. Safvân’ın Hz. İs-
mail’in soyundan geldiğini, Ress kavmine peygamber olarak gönderildiğini ve onlar tarafından öldürül-
düğünü söylemiştir (Bkz. Mustafa Çağrıcı, “Hanzale b. Safvân er-Ressî”, DİA, Cilt: 16, 1997, s. 53).
792
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
ler”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Cilt: 111, Sayı: 218, Eylül-Ekim 2015, s. 205.
60 İskender Pala, “Anka (Edebiyat)”, DİA, Cilt: 3, 1991, s. 201.
61 Duymaz, a.g.m., s. 93.
62 Erdem, a.g.m., s. 199.
63 Tekin, a.g.m., s. 428.
64 Binbir Gece Masalları’ndaki Denizci Sinbad (Bkz. Thomas Richardson, The Voyages and Travels of
Sindbad the Sailor, Giving a Full Account of His Seven Wonderful Voyages, Derby 1818).
793
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
duruma çok üzülerek gemiyi aramaya koyulmuş ve gemiyi daha iyi görebileceği yük-
sek bir ağacın tepesine çıkmıştır. Çok uzaklarda büyük bir beyazlık görmüş ve o yöne
doğru hareket etmiştir. Oraya vardığında yuvarlak ve büyük bir cisimle karşılaşmış-
tır. Bu dev bir yumurtadır. Bir anda Sindibad’ın üzerinde büyük bir gölge belirmiştir.
Sindibad yukarıya baktığında güneşi örten bu şeyin bulut değil kuş olduğunu gör-
müştür65.
Anka motifinin hem İslam hem de İslam dışı diğer kültürlerde görüldüğünü
söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim bu motif Orta Asya’da yaşayan kavimler ara-
sında yaygın olarak kullanılmıştır. MÖ. III. yüzyılda Çin’den getirildiği sanılan bir
ipekli kumaşın üzerinde Anka motifine rastlanılmıştır66. T’ang tarihçisi Lü Hsiang,
imparator Hsüan-tsung’a bir maruzatında Anka kuşundan bahsetmiş ve bu kuşun
kutlu, ulu, yüce bir kuş olduğunu söylemiştir67. “Kulunuz işitmişti ki, bir baykuş hay-
kırmışsa da, kutlu bir kuş, yani, zümrüd-ü anka haline gelemezmiş”68. Ayrıca Kül
Tigin büstünün baş kısmında bulunan kuş figürünün kartal veya şahin olma ihtimali
olmakla birlikte, Anka kuşu olması da muhtemeldir69. Başka bir örnekte ise İbn Ebû
Şeybe70 bir rivayetinde, Mekke'de bir gerdek çadırının kunduz ve Anka motifleriyle
süslenmiş olduğundan söz etmiştir71. Ayrıca Şeyh Galib’in Divanı’nda sevgiliye ka-
vuşmanın bahsinde Anka kuşunun adı geçmektedir;
Muhammed b. Ebî Şeybe İbrâhîm el-Absî el-Kûfî olan İbn Ebû Şeybe (ö. 849), 776 Küfe'de doğmuştur.
Aslen Belhli ve Arap soyundan gediği muhtemeldir. Küçük yaşlarda hadis öğrenimi almaya başlamıştır.
Küfe, Basra, Rey, Bağdat gibi önemli ilim merkezlerinde hadis dersleri görmüştür (Bkz. Ali Yardım,
“İbn Ebû Şeybe, Ebû Bekir”, DİA, Cilt: 19, 1999, s. 442).
71 Bozkurt, “Çadır”, DİA, Cilt: 8, 1993, s. 159.
72 Fettah Kuzu, Şeyh Gâlib Dîvânı’nda “Hak, Varlık ve İnsan”, Bizim Akademi Yayınları, Ankara 2014,
s. 255.
794
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
Anka kuşu, çok büyük bir kuş olarak tarif edilmiştir. Kanatlarını açtığı zaman
geniş bir alanı kaplayan, dev bir yumurtası olan, kimi zaman azla kanaat eden, kimi
zaman ise çocukları avlayan bir masalsı varlıktır. Genelde ölümsüz bir varlık olarak
tasvir edilen Anka kuşu, bir rivayette çocukları avlayıp öldürdüğü için bir peygam-
berin bedduası ile Allah tarafından helak edilmiştir.
Nem ile beslen- Yılanlarla bes- Attâr’ın anlatı- Denizden av- Çocukları av-
mektedir. lenmektedir. sına göre insan lanmaktadır. layarak bes-
yemezken, lendiği riva-
Firdevsî de yet edilmiştir.
Bes- tanrının içine
lenme merhamet ver-
diği ve bu sa-
yede Zal’ı ye-
mediği görül-
müştür.
Zal’a tüylerini Irk Bitig’de
Ko- verirken ona kendi ağzın-
nuşma öğütler ver- dan kendini
miştir. anlatmıştır.
Gövdesi insan Yüzü insan
İnsanla
gibidir. yüzüne ben-
Benzer- zemektedir.
lik
Yok Yok Var Var Yok
Yavru
Heliopolis Kailasa Dağı Elburz Dağı Yeşil ve Kı- Kafdağı, Feth
zıl Kaya, Dağı
Yuva Kafdağı
Nagalar Ejder
Düşman
Tablo 1
Mitolojik Kuşların Özellikleri
Resimler
796
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
Resim 1
Phoenix’in kendini yakması
Friedrich Justin Bertuch, Bilderbuch für Kinder.
797
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Resim 2
Garuda üzerinde Vişnu
Brooklyn Müzesi
798
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
Resim 3
Simurg
Acaibu’l Mahlûkât
799
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Resim 4
Sam’ın kervanla Zal’ı almaya gelmesi ve Simurg
Şehname
800
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
Resim 5
Kül Tigin Heykelinin Başı
Moğolistan Bilimler Akademisi/Ulan Bator.
801
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
KAYNAKÇA
ARMOUR, R. A. (2003). Gods and Myths of Ancient Egypt. Cario/New York: The
American Universty in Cario Press.
BEER, R. (2003). The Handbook of Tibetan Buddhist Symbols. Chicago and London:
Serindia Publications.
ELIADE, M. (1999). Şamanizm. (İ. Birkan, Çev.) Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
802
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
The Lotus Sutra. (2007). BDK English Tripitaka Series, 9(262). (T. Kubo, & A.
Yuyama, Çev.) Berkeley, California: Numarata Center for Buddhist
Tranlation and Research.
KUZU, F. (2014). Şeyh Gâlib Dîvânı’nda “Hak, Varlık ve İnsan”. Ankara: Bizim
Akademi Yayınları.
ORKUN, H. N. (1987). Eski Türk Yazıtları. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
803
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
RICHARDSON, T. (1818). The Voyages and Travels of Sindbad the Sailor, Giving
a Full Account of His Seven Wonderful Voyages. Derby.
ROUX, J. P. (2012). Eski Türk Mitolojisi. (M. Y. Sağlam, Çev.) Ankara: Bilgesu
Yayıncılık.
SCHWARTZ, H. (2004). Tree of Souls: The Mythology Judaism. New York: Oxford
University Press.
STARK, S. (2009). Some Remarks on the Headgear of the Royal Türks. Journal of
Inner Asian Art and Archaeology(4), 119-133.
TANSÜ, Y. E., & GÜVENÇ, B. (2015). Eski Türk Mitolojisinde Hayvan Motifleri
Üzerine Düşünceler. Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 203-218.
TOGAN, İ., KARA, G., & BAYSAL, C. (2006). Çin Kaynaklarında Türkler Eski
T’ang Tarihi (Chiu T'ang-shu). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
804
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
WESSELS, A. (2010). The Torah, the Gospel, and the Qur’an. (H. Jansen, Çev.)
Michigan/Cambridge: Willian B. Eerdmans Publishing.
WILLIAM, H. M. (2007). Dünya Tarihi. (A. Şenel, Çev.) Ankara: İmge Kitabevi.
YARDIM, A. (1999). İbn Ebû Şeybe, Ebû Bekir. DİA, 19, 442-443.
805
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
806
20. YÜZYIL BAŞLARINDA
AYDIN VİLAYETİNDE KURULAN BİR MEKTEP:
SEYDİKÖY ZİRAAT MEKTEBİ
GİRİŞ
18.yüzyılın başından 1760’a kadar olan dönemde Osmanlı Devleti hem siyasi
hem ekonomik bakımdan belirgin bir genişleme içindeyken, 1760’ tan sonra gözle
görülür bir daralma içine girmiştir (Ergenç, 1988: 518 ). Osmanlı Devleti’nin geri
kalmışlığı anlaşıldıktan sonra öncelikle orduda yenileşme hareketleri başlamış (Ke-
nan, 2013: 10-11) akabinde ziraat ve eğitim alanında yenileşme hareketleri sürdürül-
müştür. Daha önceki dönemlerde loncalar aracılığı ile verilen teknik ve mesleki eği-
timlerin yerini Batı tarzında açılan okullarda verilen eğitimler almıştır (Yıldırım ve
Şahin, 2015: 83).
Gaziantep Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı Öğre-
tim Üyesi, GAZİANTEP/ zeynelozlu@hotmail.com; zozlu@gantep.edu.tr
Gaziantep Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Öğrencisi, GAZİANTEP.
807
20. YÜZYIL BAŞLARINDA AYDIN VİLAYETİNDE KURULAN BİR MEKTEP:
SEYDİKÖY ZİRAAT MEKTEBİ
Araştırma konumuzu teşkil eden ziraat ise, Osmanlı Devleti’nde, geleneksel
geçim kaynağı olmakla beraber bu alanda XIX. Yüzyıla gelinceye kadar modern-
leşme çalışmaları yapılmamıştır. Öyle ki; tarımsal işletmelerde eski gelenekler kulla-
nılmış, olası verimliliğin sebepleri su varlığına dayandırılmıştır. Modern manada
gübreleme bilinmediği için genellikle tek ürün yetiştiriciliği yapılmış, yılda iki üç
defa ekilen araziler dinlendirme amaçlı nadasa bırakılmış, bu nedenle de arazilerin
üçte biri kullanılamamıştır. Geniş verimli araziler otlak olarak kullanıldığı ve modern
araç ve gereçler bilinmediği için el emeğine dayalı yetersiz iş gücü oluşmuştur. Bun-
lara ek olarak Ulaşım imkânları yetersizdir. İşte bütün bu sorunlar ziraatın gelişme-
sine engel teşkil etmiştir. Bu bağlamda Tanzimat döneminde ziraat alanındaki eksik-
leri gidermek amacıyla çalışmalar başlatılmıştır. Ziraat alanında modernleşme çalış-
maları Meclis-i Umûr-ı Nafıa’nın kurulmasıyla başlamıştır. Meclis ziraat sorunlarını
gündemine almış, 1843 yılında Maliye Nezareti bünyesinde kurulan Ziraat Meclisi
ziraat alanında yapılacak yenilik çalışmaları için ilk adımları oluşturmuştur. Tanzi-
mat dönemi idarecileri ülkenin kalkınmasında tarım ve sanayiye önem vermiş ve bu
alanlarda ihracata konu olan ticari değeri yüksek ürünleri teşvik için çalışmalar yap-
mışlardır. Tanzimat döneminde sanayileşme çalışmalarına paralel olarak ziraat, tarım
ve hayvancılık alanındaki yenilik çalışmaları da gündeme alınmıştır. Bu yönde atılan
ilk adım ise pamuk ipliği üretimi özelinde düşünülmüş, bu alanda yenilik çalışmaları
için Amerika’dan uzman getirtilmiştir (Yıldırım, 2008: 224-226).
Amerikalı uzmanlardan faydalanma işi eğitim alanına da sirayet etmiş ve
Amerika’dan getirilen Doktor Davis’in önerisi ile 1848’de Ziraat Mektebi açılmıştır.
Bu mektepten mezun öğrencilerin İstanbul dışına çıkmaması sebebiyle bir müddet
sonra mektep kapatılmışsa da bu mekteplerin devamı olarak 1884 yılında Halkalı Zi-
raat Mektebi kurulmuştur. İstanbul dışında mekteplerin açılması ise 1900’lü yıllarda
gerçekleşmiş hatta ülkenin 12 farklı merkezinde ziraat mektebi açılmıştır (Yıldırım
ve Şahin, 2015: 84-85).
İstanbul ve İstanbul dışında ülkede tarım faaliyetlerini geliştirmek ve verimi
artırmak için açılan mekteplerin kuruluş amaçları ve adları kaynaklara şu şekilde yan-
sımıştır: Tarımda yeni teknikleri öğretmek, ziraat aletlerini yapmak, bitki ve hayvan
hastalıkları konularında uygulamalı eğitim almış çiftlik amele başısı ve kâhyası ye-
tiştirmek için “Amele Mektepleri”, çiftçi çocuklarına yeni tarım usullerini öğretmek
Türkçe okuyup yazan, kendi tarlasını idare edecek bilgiye sahip çiftçi, yarıcı ve su-
başı yetiştirmek için “Çiftlik Mektepleri”, çiftlik idaresini bilen, fenni ziraatın uygu-
lamasına daha çok önem veren çiftçi ve çiftçi kâhyası yetiştirmek için “Ziraat Ame-
liyat Mektepleri”, büyük çiftlikleri idare edebilecek ziraat bilgisine sahip kişiler, me-
murlar ve ziraat okullarına öğretmen yetiştirmek için “Mıntıka Ziraat Mekatib-i Âli-
yesi” (Ak, 2006: 107-114) ve hakkında literatüre çok az bilgi yansıyan ve araştırma
808
PROF. DR. ZEYNEL ÖZLÜ ABDULLAH KARA
konumuzu teşkil eden floksera (asma biti) hastalığına karşı önlem alınması ve ziraat
eğitimi için Aydın yolu üzerinde kurulan Seydiköy Ziraat Mektebi.
Araştırma konumuzu teşkil eden mekteple ilgili olarak İstanbul’da arşivde
tespit ettiğimiz 1914 yılında basılmış olan “Aydın Vilayeti 1330 Sene-yi Maliyesi
Ticaret Rehberi” içerisinde bulunan orijinal veriler kullanılarak, Seydiköy Ziraat
Mektebi ile ilgili bilinmeyenler ortaya konmaya çalışılacaktır.
1327 yılında mektebe bağlı Amerika Asma Fidanlığı’nda da muhtelif cinste “köksüz
Amerika çubuğu” yetiştirildiği anlaşılmaktadır. Amerika asma çubuklarının 164.200
adedi Kırkkilise, Sındırgı, Balya, Balıkesir, Ayvalık ve Bandırma’ya sevk edilmiştir.
809
20. YÜZYIL BAŞLARINDA AYDIN VİLAYETİNDE KURULAN BİR MEKTEP:
SEYDİKÖY ZİRAAT MEKTEBİ
Geri kalan 217.400 adedi ise Aydın vilayeti içerisinde bulunan muhtelif bağcılara
ücretsiz olarak (meccanen) dağıtılmıştır.
MEKTEBE ULAŞIM
Mektebe gitmek için Punta nâm istasyon merkezinden trene binilip, bu mev-
kinin on dördüncü kilometresinde mevcut Gaziemir istasyonunda inildikten sonra 1,5
kilometre uzunluğunda Soşe yolunu takip etmek gerekir. Bu noktadan Gaziemir is-
tasyonuna kadar yarım saat, Gaziemir’den Mektebe kadar on beş dakikalık mesafe
mevcuttur. Her gün İzmir’den Aydına giden trenden başka İzmir’den Gaziemir’e,
Gaziemir’den İzmir’e günlük birkaç tren daha kalkmaktadır. İzmir’den Gaziemir is-
tasyonuna birinci mevki ulaşım bileti ücreti 4 kuruş, ikinci mevki 2,5 kuruştur.
Mevsime göre değişen şimendifer tarifelerinden yaz mevsimine mahsus olan
tarife aşağıdaki gibidir:
Tablo 3. İzmir’den Gaziemir’e ulaşım sabah treni
1 İlgili kaynakta toplam rakam 381.600 olarak verilmiş olmasına rağmen bizim hesaplamamızda top-
lam rakam 394.181 olarak tespit edilmiştir.
810
PROF. DR. ZEYNEL ÖZLÜ ABDULLAH KARA
8 30 Her gün
10 45 Yalnız Pazar günleri
811
20. YÜZYIL BAŞLARINDA AYDIN VİLAYETİNDE KURULAN BİR MEKTEP:
SEYDİKÖY ZİRAAT MEKTEBİ
812
PROF. DR. ZEYNEL ÖZLÜ ABDULLAH KARA
Okulun eğitim süresi iki yıl olup, sınıflar 20 kişi olarak belirlenmiştir. Okulun
toplam mevcudu 40 kişidir. Okulda öğrencilere hem teorik hem de pratik eğitim ve-
rilmiştir. Bu amaçla günün yarısı teorik eğitime diğer yarısı ise pratik eğitime ayrıl-
mıştır. Öğrencilerin kendilerini geliştirmeleri için okulda zaman zaman konferanslar
organize edilmiştir. Öğrencilerin okulda öğrendiklerini gerçek hayatta da uygulama-
ları istenmiş bu amaçla öğrenciler zirai müessese ve fabrikalara 1 aylığına staja (tat-
bik-i ziyaret) gönderilmiştir. Ayrıca mektebin müzehanesinde bulunan çeşitli tohum,
bitki, maden, tehlikeli haşere ve hayvanlar, bağcılık, bahçıvanlık ve zirai sanatlara
ilişkin alet ve edevat ile mektebin kütüphanesinde bulunan ziraatla ilgili kitap ve ri-
saleler öğrencilerin hizmetine sunulmuştur.
ÖĞRENCİLERİN OKULA KABUL ŞARTLARI
Seydiköy bağcılık ve bahçıvanlık mektebi ücretsiz olup, gece eğitimi yap-
maktadır. Mektebe kabul edilecek talebenin sayısı belli ise de, her sene kaç kişi alı-
nacağı mektep müdürlüğünce yeniden belirlenmektedir. Öğrenci sayısı belirlendikten
sonra gazetelerle kamuoyuna ilan edilerek aşağıdaki şartlar doğrultusunda öğrenci
alımı yapılmaktadır.
Öğrencide aranan şartlar şu şekilde tespit edilmiştir:
Okula kayıt için öğrenciden istenen belgelerin Ağustos ayının 15’ine kadar
mektep müdüriyetine teslim edilmesi şart koşulmuştur. Öyle ki; Ağustosun 15’inden
sonra yapılacak müracaatların kesinlikle kabul edilmeyeceği ayrıca belirtilmiştir.
Mektebe kontenjandan fazla başvuru olduğu takdirde bir sınav (müsabaka imtihanı)
yapılacağı belirtilmiştir.
813
20. YÜZYIL BAŞLARINDA AYDIN VİLAYETİNDE KURULAN BİR MEKTEP:
SEYDİKÖY ZİRAAT MEKTEBİ
Sınav için şu derslerden sınav yapılmıştır: Türkçe’den Kıraat, imlâ ve hüsn-
ü hât ayrıca Hesab, İmal-i Erbaa, Coğrafya-yı Osmani (Osmanlı Coğrafyası) ve tarih-
i Osmani (Osmanlı Tarihi). Müsabaka imtihanında öğrencilerin puanlarının eşit ol-
ması durumunda öğrencilerden Türkçesi daha kuvvetli olan tercihen kabul edilecek-
tir.
Müsabaka imtihanının yapılacağı tarih ve yer ayrıca gazetelerde ilan edildi-
ğinden, dilekçe yazanların belirtilen tarihte İzmir’de ziraat müderrisinin odasında bu-
lunmaları istenmiştir.
814
PROF. DR. ZEYNEL ÖZLÜ ABDULLAH KARA
815
20. YÜZYIL BAŞLARINDA AYDIN VİLAYETİNDE KURULAN BİR MEKTEP:
SEYDİKÖY ZİRAAT MEKTEBİ
SONUÇ
816
PROF. DR. ZEYNEL ÖZLÜ ABDULLAH KARA
KAYNAKÇA
AK, Musa, II. Meşrutiyet Dönemi’nde Meslekî Ve Teknik Eğitim Okulları (1908-
1918), Yüksek Lisans Tezi, Pamukkale Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Denizli,
2006.
ERGENÇ, Özer, “ XVIII. Yüzyıl’da Osmanlı Sanayi ve Ticaret Hayatına İlişkin Bazı
Bilgiler”, Belleten, C.III, S. 203, T.T.K. Yayınevi, Ankara, 1988.
Yıldırım, Mehmet Ali, “Osmanlı’da İlk Çağdaş Zirai Eğitim Kurumu Ziraat
Mektebi (1847-1851)”, OTAM, S. 24, 2008.
817
20. YÜZYIL BAŞLARINDA AYDIN VİLAYETİNDE KURULAN BİR MEKTEP:
SEYDİKÖY ZİRAAT MEKTEBİ
818
EKLER
819
820
FOTOĞRAFLAR
821
822
823
824
GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ ARAŞTIRMA VE UYGULAMA
MERKEZİ MÜDÜRLÜĞÜ
EDİTÖRLER
GAZİANTEP 2017
I
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY EDİTÖRDEN
III
ÖNSÖZ
IV
NUMAN DURAK AKSOY ÖZGEÇMİŞ
Aynı yıl Yüksek Öğrenim ve Yurtlar Kurumu Erciyes Erkek Yurdu Müdürlüğü’nde
yönetim memurluğuna atanmıştı. Üniversite hocalığına başlayana kadar 1988-1993
yılları arasında bulunduğu bu görev üniversite gençliği ile ilişkilerinin sürmesine de
VI
fırsat verecekti. Hocamız her fırsatta yurtta kalan öğrencileri başına toplayıp onlarla
sohbet eder onların dertlerini dinler ve onlarla ülke meselelerini tartışır, onlara
memleket ve millet sevgisini aşılamaya çalışırdı. Sadece ülkücü gençlere değil
farklı fikirlerdeki gençlerle de iyi ilişkiler kurabiliyordu.
1993 tarihinde çok değer verdiği ve kendisinde çok emekleri olduğunu her zaman
ifade ettiği hocası merhum Profesör Doktor Şaban Kuzgun’un danışmanlığında
“Türk Yaratılış ve Türeyiş Destanları ve Dini Motifler” adlı yüksek lisans tezini
tamamlamıştı. Aynı sene içinde de Burdur’da askerlik vazifesini de yapmış,
askerlik dönüşünde de 11 yıl kaldığı Kayseri şehrinden ayrılmıştır.
Ülkede siyasi, sosyal ve ekonomik sarsıntılara sebep olan 12 Eylül 1980 askeri
darbesiyle birlikte ülkedeki bütün dernekler gibi faaliyetleri durdurulmuş olan Türk
Ocakları’nın çalışmalarına 1984’ten sonra izin verilmiştir. Türk Ocakları
Derneği’nin Kayseri’de dumanın yeniden tütmesi için üniversitedeki ülkücü
gençlerin reisi olarak onlarla birlikte büyük çaba gösterdi, katkı sağladı.
VII
1993 tarihinde Malatya İnönü Üniversite Darende İlahiyat Fakültesi’ne Araştırma
Görevlisi olarak atanmış ve aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih
Anabilim Tarih Eğitimi Bilim Dalı’nda doktora eğitimine de başlamış, 1994
tarihinde de İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi Bölümü’ne
geçmiştir. İlahiyat Fakültesi mezunuydu fakat Tarih Eğitimi Bölümüne atanmıştı.
Bu durum akademik vizyonunu zenginleştirecekti. Zira doktora tezinin konusu olan
“20. Yy Gaziantep Tarihi ve Günümüz İnanç Coğrafyası” hem bir tarihçi hem de
ilahiyatçı bakışı gerektiren bir konuydu. Prof. Dr. Şaban Kuzgun’un himayesinde
çalıştığı doktorasını 1998 yılında başarıyla tamamlamıştı.
Kısa zamanda siyasette çok yol almış ve kendini geliştirmişti. Belki de ülkesine
milletvekili olarak hizmet edebilecekti. İşte bu amaçla 24 Aralık 1995 Genel
Seçimlerinde aday olmak üzere İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi
Bölümü Araştırma Görevliliği görevinden istifa ederek Milliyetçi Hareket
Partisi’nden Gaziantep’ten milletvekili adayı oldu. Henüz 33 yaşında olmasına
rağmen böyle ağır bir sorumluluğu üstlenmekten tereddüt etmemişti. Bu onun ilk
milletvekili adaylığıydı ancak son değildi. Bu seçimlerde MHP seçim barajını
aşamadığı için milletvekili seçilemedi.
Bir yıl sonra yapıla 18 Nisan 1999 Milletvekili Genel Seçimleri’nde aday olmak
üzere üniversitedeki görevinden yeniden ayrılmış ve ikinci defa MHP’nin
Gaziantep milletvekili adayı olmuştu. Bu seçimde de milletvekili seçilememiş fakat
seçim döneminde var gücüyle çalışarak MHP’nin Gaziantep’te birinci parti
olmasında çok büyük rol oynamıştır. Kendisi ilk sıralarda olmamasına rağmen
mahalle ve köylerde yapılan toplantılarda ve şehirde yapılan mitinglerde hep ön
saflardaydı. İyi bir hatip olduğundan diğer adaylar hemen mikrofonu hocamıza
VIII
uzatıyorlar, o da memleketin meseleleri hakkında heyecan dolu konuşmalarıyla
milleti coşturuyordu.
1999 seçimlerinde partisi iktidar ortağı olmuştu. Gerek parti meselelerinde gerekse
ülke meselelerinin tartışıldığı Merkez Karar Kurulu toplantılarında kişisel
çıkarlarını geri plana atarak dobra dobra konuşmaktan çekinmiyordu. Hiçbir şey
onu korkutmuyordu. Ne nabza göre şerbet verme derdindeydi ne de genel başkanın
gözüne girmeye çalışıyordu.
Numan Durak Aksoy Hocamız 1987 yılında Kayseri’de üniversite son sınıfta
okurken halasının torunu olan 17 yaşındaki Ayşe Tülay Aksoy hanımla evlendi.
Siyasetin konuşulmadığı sakin bir aile ortamında büyüyen Tülay Hanım evlendikten
sonra kendisini çok farklı bir hayatın içinde buldu. Hocamızın evi her zaman
kalabalıktı evde misafiri hiç eksik olmazdı.
X
Ülke meselelerine, dava arkadaşlarına, herkese yetişmeye çalışıyordu. Geçmişinin
sırtına yüklediği bir sorumluluk hissiye bütün çevresinin sorunlarını sahiplenmişti.
Adeta bütün dava arkadaşlarını içine alan büyük bir ailede yaşıyordu. Bu kalabalık
aile içinde ona ulaşmak onunla birlikte zaman geçirmeye çok az fırsat
bulunabiliyordu.
1989’da Kayseri’de doğan ilk çocuğu “Saltuk Buğra”ya Türklerin kurduğu ilk
Müslüman Türk Devleti’nin başbuğu Abdülkerim Saltuk Buğra Han’ın adını verdi.
Buğra’dan sonra yaklaşık 11 yıl süren ikinci çocuğa duyulan özlem nihayet 2000
yılında Özlem’in doğumu ile bitmişti. 2002 yılında da son evladı Emre dünyaya
geldi.
Bütün babalar ve eşler gibi o da çocuklarına ve eşine çok düşkün birisiydi. Ancak
Numan Hoca gibi insanların eşi olmak çocuğu olmak şüphesiz hem gurur duyulacak
bir şey hem de zorlukları olan bir aile ortamıydı. Hepimiz gibi ailesi için de
zamansız ve erken bir kayıptı.
2015 Mayıs ayında bir dostunun babasının taziyesi için Nurdağı’nda geçirdiği bir
kalp krizi sebebiyle hakkın rahmetine kavuşan hocamıza Gaziantep
Üniversitesi’nde düzenlenen tören adeta elli üç yıllık hayatının bir özeti gibiydi.
Türkiye’nin her tarafından gelen siyaset ve akademi dünyasından binlerce kişiyle
birlikte ailesi ve Gaziantepli hemşerileri aslında onu mezarına değil de gönlüne
koydu.
Türkmen diyarı Gaziantep’in Oğuzeli ilçesinin onurlu, mert ve yiğit bir evladı, Türk
İslam davasının yılmaz savunucusu, özü sözü bir, dost, arkadaş, sırdaş,
yardımsever, alperen özelliklerine sahip,
Ben ta iliklerine kadar Türküm, Türküm, Türküm” düstur ve inancıyla yaşayan bir
Bozkurt’tu.
Düzenleyen
Mehmet Fatih BOZKURT
XII
İÇİNDEKİLER
EDİTÖRDEN
Yrd. Doç. Dr. Yunus Emre TANSÜ
ÖNSÖZ
Prof. Dr. Ali GÜR……………………..…………………………………..……..IV
XIII
Numan Durak AKSOY…………...........................………...……………….……61
Kumuk Türkleri
H. Adnan ARSLANTAŞ.……………….…………………………………….....111
Mustafa TALAŞ
Enver DEMİR………………………………………………...…………………307
Adem TUTAR………………...………………………………………………....323
Kıyamet!
Ayhan DOĞAN……………...............…………...……………..……………….329
Celâl PEKDOĞAN…………...………………………………………………….353
Şehitler Âbidesi
XV
Hüseyin SARAÇ……………………………………...……………………….…413
Fettah KUZU…………….........................……………..……………………..…455
Mustafa ASLAN…………………………………………………………………485
Hava SELÇUK…………………………………...................…………………...519
Hilmi BAYRAKTAR………………………………..…………………………..535
İsmail ERDOĞAN……………………………………................………………549
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Divânu Lugati’t-Türk’te Bulunan Ahlakî Terimler
Fatma ÇAPAN…………………………...…………………………………...…569
Murat ÇELİKDEMİR
Gökben ÖVER…………………………………………………………………..611
Nusayrilikte Kadın
Selim OSRAK………………………………………………….………..……….649
Nuri YAVUZ………................…………………………………….............……659
Nuri YAVUZ
Seher PARLAK…………………………………………………………………713
Yunus MERCİMEK……………………………………...…………………..…717
Mustafa DEMİR……………………………………………………...……….....729
Türkiye İklimi
Süleyman ÜNÜVAR…………………………………………………………….769
Baran GÜVENÇ………………………...…………………………………….....783
Zeynel ÖZLÜ
Abdullah KARA………………………...…………………………………….....807
EKLER……………………….………………………………….………..….819
XVIII
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
ESERLERİ
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN
CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE
KURUMSAL DEĞİŞİM
ÖZET
*
Yrd. Doç. Dr., İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi, İlköğretim Bölümü.
**
Dr., İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği Bölümü.
3
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
ABSTACT
4
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
1. GİRİŞ
5
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
önce gizli sonra da aleni verilmiştir. Gizliliğine İslam’ın erken dönemini, aleniliğine
ise daha sonraki dönemleri örnek verilebilir.
Camiler, İslam eğitim-öğretim müesseselerinin resmi ilk mekânıdır.
(Wensick, 1993: 47. Kazıcı, 1991, Naşabi, 1992). Eğitim-öğretim kurumu olarak
Caminin en parlak dönemi, H.II. yy. başı ile III. Yy. sonuna rastlamaktadır
(Naşabi,1992:92,94). Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra
Müslümanların toplanması ve ibadetlerini gerçekleştirmesi maksadıyla yapılmış
olan Cami, daha sonraki yıllarda işbirliği ve çatışma gibi önemli kararların alındığı
bir kurum olarak gelişmiş ve hatta bizzat Peygamber tarafından ilk İslam eğitim-
öğretim1 yine burada verilmeye başlanmıştır. İslami yazılı geleneğin de başlangıç
yeri olan Cami, Peygamberin vefatından sonra Hulefa-i Raşidin ve Abbasiler
dönemlerinde de bir eğitim kurumu olarak işlevine devam etmiştir. Camilerin bu
şekilde resmi eğitim-öğretim mekânları olarak kabulü, sonraki İslami eğitim-
öğretim süreçlerini etkileyecek önemli ipuçları sunmuştur. Caminin ardından
Badiyeler (çöl), ilk Emevi halifelerinin, çocuklarını bedeviler arasına göndererek
yetiştirmeye çalıştıkları yerler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bedeviler arasında
fasih Arapçayı öğrenmek, iyi ata binmek, ok atmayı bilmek, kılıç kullanmayı
öğrenmek çöl eğitiminin ilköğretim düzeyinde gerçekleştirdiği programlardır.
Ayrıca, çöl bedevileri arasında sağlam bir tarzda sürüp giden ve fazilet ilkelerinden
sayılan cesaret, sabır, cömertlik, misafirperverlik ve ahde vefa gibi ahlaki değerleri
(Aka ve Diğerleri, 1986). Prenslere kazandırmak da yine bu çöl tahsili döneminde
öğretilip benimsetilen hususlardandır. Halife Abdulmelik’ten itibaren, Emevi
saraylarında prensleri yetiştirmek için bir terbiyeci öğretmen bulundurma geleneği
başlatılmıştır. Sarayda öğretimi devam ettiren kişiye müeddib denilmiş ve müeddib
kelimesi, “edeb” kökünden türetilen ve hükümdar çocuklarının muallimine verilen
bir unvan olmuştur (Çelebi, 1983: 38, 49). Edebiyat Salonlarına gelince, Edebiyat
Salonlarına Emeviler döneminde mütevazı bir şekilde ortaya çıkmış, (Vagleri,
1998: 109) Abbasiler devrinde de yabancı kültürlerin etkisiyle gelişmiştir. (Çelebi,
63).
Badiyelerin ardından zikredilmesi gereken kitap satış evleri Abbasi
Devletinin kuruluş devresinde camilerin etrafında açılmıştır. Kitap alım-satımı
yapan bir ticari kuruluş olmanın yanında, eğitim-öğretim ve araştırma yeri olarak
kütüphaneler gibi cami yanlarında görev ifa etmişlerdir. Bu yerlere pek çok bilim
adamı gelip gitmiş ve buralarda çeşitli ilmi konular konuşularak tartışılmıştır
(Savaş, 150–151).
1
Kur’an-ı Kerim: Maide, “Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu
yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun”, 5/67.
6
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
7
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
8
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
da İznik, Bursa ve Edirne haricinde diğer Osmanlı kentlerinde pek çok medrese inşa
edilecektir. Afyon’da Umur Bey, Alaşehir’de Yıldırım, Amasya’da Birinci Beyazıt
Medreseleri bunlardan sadece bir kaçıdır.
Osmanlı’nın ilk bir buçuk asır içinde yaptırmış olduğu medreseler derece ve
sınıf itibariyle İznik, Bursa, Edirne sınırları içinde kurulmuş, teşkilatlanma
süreçlerinde ise, Fatih Sultan Mehmet dönemi önemli olmuştur. Fatih Sultan
Mehmed’in Sahn Medreseleriyle birlikte oluşan yeni medrese teşkilatı Kanuni
Sultan Süleyman’ın, Süleymaniye Camii ile birlikte yaptırdığı külliye içerisindeki
yedi medrese ile de desteklenmiştir. Osmanlı devlet teşkilatının bütün elemanlarını
yetiştiren Osmanlı Medreseleri, Fatih’in Sahn-ı Seman Medreseleriyle kemalini
bulmuş ve Kanuni zamanında ise son şeklini almıştır (Akgündüz, 1990: 228). Sahn-
Seman Medreselerinin kurulması, Osmanlı topraklarındaki medrese teşkilatında bir
yeniliğe esas olmuş ve ilmi faaliyetlerine göre derecelendirilmişlerdir. Kurulan bu
medreseler, İlahiyat ve İslam Hukuk Fakülteleri konumundadır ve Osmanlı
Medreseleri bu medreselere göre düzenlenmiştir. Mesela kuruluşta İznik Medresesi,
beyliğin birinci dereceli medrese olurken, Bursa’nın fethinden sonra burada yapılan
Manastır Medresesi, Yıldırım Medresesi, Yeşil Medrese İznik Medresesini ikinci
plana düşürmüştür. Edirne devlet merkezi olduktan sonra buradaki büyük medrese
ve Darul Hadis, o tarihte Osmanlı medreselerinin en üstünde yer almıştır. Tedris ve
tahsisat icabı Bursa’daki Sultan Medresesi ikinci dereceye inmiştir (Uzunçarşılı,
1988: 2, 3). İstanbul’da Sahn-ı Seman ve Musıla-i sahn yani Tetimme medreseleri
yapıldıktan sonra Osmanlı sınırları içinde medreselerde yeni bir teşkilatlanmaya
gidilmiştir. Bu yeni yapılanma içinde medreseler aşağıdan yukarıya Haşiye-i Tecrit,
Miftah, Kırklı, Hariç, Dâhil ve Sahn-ı Seman olarak beş sınıfa ayrılmıştır
(Uzunçarşılı, 1988: 13).
9
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
İdadisi olarak bilinen Tetimme-i İkmal’den sonra ise, Semaniye’de hücre sahibi
olunmakta ve medreseler, Haşiye-i Tecrid (Telvih), Hariç ve dâhil (her ikisi de
yevmiyesi, Sahn Müderrisliği gibi elli akçe) gibi kısımlara ayrılmaktadır (Wencsik,
73). XV. asır sonlarına doğru yayınlanan bir kanunnameye göre aşağıdan yukarıya,
yani Haşiye-i Tecrid Medresesi’nden başlayarak çeşitli medrese derecelerinde
Mantık’tan Şerh-i Şemsiye, daha yukarı bir medresede ise yine mantık’tan Metali
Şerhi, Kelamdan Haşiye-i Tecrit, Belağat’tan Mutavvel, daha yukarı medresede
Miftah Şerhi, Usul-ü Fıkıhtan Tavzih ile bunun şerhinin şerhi olan Telvih, yine
Usul-ü Fıkıhtan Abduh Şerhi ve Bidaye ve en son Tefsir dersi okutulmuştur. Bu
herhangi bir dersin ilk sınıflarda muhtasarı ve sınıf derecesi yükseldikçe bunun daha
detaylı halinin okutulduğu anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi Osmanlı’da
medreseler derece derecedir ve bu derecelere göre de müderrislerin aldığı yevmiye
farklılaşmaktadır. Öğrenci düzenlemesi ilk tedris hayatına giren bir öğrenci için
muhtasarat denilen derslerle başlamaktadır. Öğrencinin Haşiye-i Tecrid
medresesine devam etmesi ve oradaki derslerde başarılı olmasının ardından o
medresenin müderrisinden bir vesika almakta ve bir yukarı derecedeki Miftah
Medresesine devam edebilmektedir. Tüm bunların ardından da Kırkılı ve Hariç-
Dâhil Medreseleri dersleri görülmekte ve daha sonra da Sahn-ı Semana’a gidilerek
Danişmend olunmaktadır (Uzunçarşılı, 1988: 19, 23).
10
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
11
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
12
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
4. Tanzimat Dönemi
1839 Tanzimat Fermanında eğitim-öğretim reformlarına hiç yer
verilmemesi oldukça manidardır (Kodaman, 1987: 8). Bu durum Sultan Abdülmecit
tarafından fark edilmiş, (Ayas, 1948: 375). “meclis-i maarif-i umumiye” (1846)
adında eğitimle ilgili sorunları tespit edecek ve gerekli reformları yapacak bir
kurum oluşturulmuştur (Unat, 1964: 18). Özellikle Abdülmecid’in kurulmasına
vesile olduğu “meclis-i maarif-i umumiye” Tanzimat’ın bu konudaki eksikliklerinin
giderilmesine çok önemli rol oynamış ve onun katkılarıyla modern anlamda birçok
yeni mektep kurularak modern anlamda merkezî eğitim teşkilatının temeli
atılmıştır. Mekâtib-i Umumîye Nezareti’nin kurulmasıyla da Evkaf Nezaretinin,
dolayısıyla medrese zihniyetinin etki ve denetiminden mektepler kurtarılmıştır.
Yine bu dönemde dini gelenekten uzak modern bir üniversite eğitimi verme amacı
ile 1846’da kurulmak istenen Dar-ul Fünün açılması prensipte kabul edilmiş ancak
13 Ocak 1863’te açılmıştır. Ardından da 1873’te de kapatılmıştır. (İhsanoğlu, 1992:
400). Abdülmecit’ten sonra eğitim konusuna II. Abdülhamit de eğilmiş ancak
medrese ve ilmiye konusunda ciddi bir çözüm üretememiştir. Bu dönemde eğitimde
bir sistem değişikliğinden daha çok 1869 Maarif Nizamnamesi’nin tatbik
edilmesine gayret gösterilmiştir. Bu dönem devletin ekonomik sıkıntılar içinde
olduğu önemli bir dönem olduğu da unutulmamalıdır.
Tanzimat dönemi eğitim-öğretim konusundaki gelişmelere genel olarak
şöyle bakılabilir: Her konuda olduğu gibi eğitimde de merkezci ve çeşitli eğitim
kurumları arasında dengeye dayanan bir siyaset söz konusudur. Modern eğitim-
öğretim bu dönemde yerleştirilmeye çalışılmış, (Yaltkaya, 1940: 445, 47) ve bu
arada devlet, eğitim- öğretimdeki görevinin şuuruna varmıştır. Yeni mekteplere
devletçe yardım, mektep yapma, Müslüman-Hıristiyan karışık bulunulan yerlerde
her toplum için ayrı bir mektep kurulması 2 bu dönemin bir özelliğidir.
1856’de ilân edilen Islahat Ferman’ında (Karal, 1983: 258). Tanzimat
Fermanından farklı olarak eğitim konusuna da yer verilmiştir. Ancak fermanda
eğitimle ilgili belirtilen konuların hepsi Gayri Müslimlere verilen bir takım
haklardan ibarettir. Mevcut bu durum eğitimin bir devlet politikasıyla yürütülmesi
2
Osmanlı devleti ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde azınlık ve yabancı okullarının yönetimi
hakkında daha fazla bilgi için bkz. Hidayet Vahapoğlu: Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancı
Okullar, İstanbul 1997.
13
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
ve kontrol edilmesini gerektirmiştir. Söz konusu bu durum ise merkezî bir maarif
teşkilatının 1857‘de “Maarif Umumiye Nezareti” kurulmasıyla bir çözüme
ulaştırılmış, bu çözümle beraber de ilk defa Eğitim Bakanlığının temeli atılmıştır.
1867’ye kadar Rüştiye okullarında sadece Müslüman öğrenciler eğitim- öğretim
görebilirken 1867’den sonra devlet tarafından açılan Rüştiyelerde Türkçe
imtihanından başarılı olmak şartıyla Hıristiyan çocukları da eğitim-öğretim
görmeye başlamıştır. Bu uygulama eğitimde ayrım yapılmadığının bir göstergesi
sayılmıştır (Karal, (VII) 201). 1867 yılına gelindiğinde ise, Sultan Abdülaziz
“Mekteb-i Sultani” yi diğer bir adıyla “Galatasaray Sultanîsi”ni açmıştır (1868).
Okulun eğitim süresi beş yıldır. Fakat üç yıllık hazırlık sınıfıyla beraber 8 yıl
öğrenim verilmektedir. Okul, Fransız modeline göre kurulmuş, yönetici ve
öğretmenlerin çoğu Fransızlardan seçilmiştir. Öğretim Türkçe konuların haricinde
Fransızca yapılmıştır. Bu yeni durum Batı diliyle orta öğrenimde ilk ciddi teşebbüs
olarak görülerek Batıya açılan bir pencere olarak yorumlanmıştır (Lewis, 1984). Bu
okul çeşitli din, ırk ve mezhepten olanlara Osmanlılık fikrini aşılamak amacıyla
açılmış olmasına rağmen Türk ve Müslümanlardan ziyade gayri müslimlerin
çıkarlarına yaramıştır. Bu okullarda Bulgar, Rum ve Ermeniler için millî duygular
aşılanırken Türkler, Osmanlı toplumundan kopuk, Fransız kültürü etkisinde kalan
aydınlar yetiştirmiştir (Kodaman ve Saydam, 1992: 486, 487).
Sıbyan Mekteplerine Kur’anı Kerim ve İlmihal dersinin yanında ilk defa
“Yazı” dersinin konulması, (Ergin, 1977: 85, 86) her mahalle ve köyde en az bir
mektep yapılması, ancak inşa, tamir ve öğretmen giderlerinin ilgili toplum
tarafından karşılanması, öğretmen yetiştirme, devletçe öğretmen tayini, merkez ve
taşra teşkilatının kurulması, Dar-ul Fünün’un açılması ve ayrıca tüm bunların
Türklerin çoğunlukta olduğu yerlere, özellikle Anadolu’ya yönelik olması
eğitimdeki şuurlaşmanın göstergeleri olarak görülmeye uygundur. Öte yandan
azınlık mektepleri ve yabancı mektepler az çok kontrol altına alınmıştır. Bu
mekteplere Türk öğretmenler tayin edilmiş, fakat daha önce verilmiş olan haklar
nedeniyle, bu mekteplerin çeşitli faaliyetlerinin önüne geçilememiştir. II.
Abdülhamit döneminde Batılılaşma hareketi içinde eğitimle ilgili olarak yapılmış
olan çalışmalar genel olarak şu şekilde sıralanabilir: Türkçe resmi dil olarak kabul
edilmiş, Mülkiye okulu teşkilatlandırılmış, Hukuk okulu açılmış, Maliye ve Ticaret
okulları açılmış ve kapatılmış, Mühendis ve Baytar okulları, Güzel Sanatlar Okulu,
Şehzadeğan ve Aşiret Okulları ve Dar-ul Fünün açılmış, latin harfleri konularının
gündeme gelmesi, siyasi, tarihi ve içtimai eserlere ek olarak bazı kelimeler
yasaklanmıştır. Sıbyan Mektepleri bu dönemde din esasına göre eğitim-öğretim
veren kurumlar olarak kalmış, medrese ve dereceleri: İbtida-i Hariç, Hareket-i
14
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
Hariç, İbtida-i Dâhil, Hareket-i Dâhil, Musıla-i Sahn, Sahn-ı Seman, İbtida-i
Atmışlı, Hareket-i Atmışlı, Musıla-i Süleymaniye, Havamis-i Süleymaniye,
Medaris-i Süleymaniye, Dar-ul Hadis şeklindedir. Batılı Tarzda Eğitim-Öğretim
Veren Kurumlar ise, Askeri Teknik ve İhtisas Okulları, Mühendishane-i Bahri
Hümayun, (Ergin, (II) 265) Mühendishane-i Berri Hümayun, (Beydilli, 1995: 34)
Tıphane-i Amire, Mektebi Ulum-ı Harbiye, Muzıka-i Hümayun, (Lewis, 1984: 84,
85). Cerrah Hane-i Mamure, Mektebi Ulum-ı Edebiye, Mektebi Maarif-i Adliye
şeklinde olmuştur. Orta öğretim ise, Rüştiye, İdadiye, Sultaniye şeklinde üç
bölümden oluşturulmuştur. 1847 yılında yayınlanan talimatname ile Sıbyan
Mektepleri programında önemli yenilikler yapılmış, öğretim süresi dört yıl olan
Sıbyan Mekteplerinden sonra öğretim süresi iki yıl olan ve yeni kurulan Rüşdiye
mektepleri de zorunlu öğretim kapsamına alınmıştır. Böylece altı yıl süreli zorunlu
öğretim gerçekleşmiş,1846 yılından itibaren de taşralarda genel rüşdiyeler açılmaya
başlamıştır (Akyüz (b), 1994b: 1, 479). Sultaniyelerin ise Birinci Heyet-i İlmiye’de
“Sultani” adı “Lise” olmuş, Liseler birinci ve ikinci devreli şeklinde iki kademeye
ayrılmıştır. 1923’ten önce 55 olan ortaöğretim kurumunun sayısı cumhuriyet
döneminde 74 (Cicioğlu, 1985: 133, 134) olacak ve orta öğretim konusunda Birinci
Milli Eğitim Şurası 1939, İkinci Milli Eğitim Şurası, 1943, Üçüncü Milli Eğitim
Şurası, 1946, Dördüncü Milli Eğitim Şurası, 1949, Beşinci ve Altıncı Milli Eğitim
Şuraları, Yedinci Milli Eğitim Şurası 1962, Sekizinci Milli Eğitim Şurası 1970,
Dokuzuncu Milli Eğitim Şurası 1974, Onuncu Milli Eğitim Şurası 1981 vb…
günümüze kadar gelen çeşitli şuralar yapılacaktır.
5. Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanan hızlı gelişmenin en önemli itici
güçlerinden birisi şüphesiz eğitimdir. Eğitime yönelik talep artışının nedenleri
arasında Atatürk ilkelerine bağlı millî, demokratik, lâik ve çağdaş eğitim-öğretim
esaslarına dayanan ve çağın gereklerine cevap verebilen eğitim sisteminin toplum
tarafından kabul edilmiş olmasını ve Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze kadar
eğitim stratejileri ve uygulamalarını neden olarak görebiliriz. Eğitim stratejileri ve
uygulamaları konusunda İkinci Meşrutiyet, İttihat ve Terakki dönemleri, eğitim
alanında yenileşme hareketlerinin devam ettirilmek istendiği ancak tüm gelişme ve
yeniliklerin teorik anlamda ya da kanunlarda ve nizamnamelerde kaldığı,
uygulamaların çok sınırlı olduğu dönemlerdir. Eğitim-öğretim 1924’te kabul edilen
“Tevhidi Tedrisat” kanunuyla yeni bir döneme girmiştir. Söz konusu dönem
öğretimin birleştirilmesi, eğitimin örgütlenmesi, yasalarla eğitimin amacının
15
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
3
Bunun için de önce eğitim ve öğretimin birleştirilerek laikleştirilmesi gerekmiş, bu da 3 Mart 1924
tarihinde çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla gerçekleştirilmiştir. Bkz. Genç, Reşat: Türkiye’yi
Laikleştiren Yasalar, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara,1998, s. 19.
16
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
17
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
18
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
5. SONUÇ
Türk eğitim-öğretim kurumları uzun yılları kapsayan bir süreçle
değerlendirilebilir. Söz konusu bu süreçte birçok eğitim-öğretim kurumu defalarca
değişim ve dönüşüme uğrayarak günümüze kadar gelmiştir. Gerek Selçuklu gerekse
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri bu eğitim-öğretim kurumlarının değişim ve
dönüşümlerin en önemli zaman dilimlerini kapsamaktadır. Osmanlı eğitim-
öğretiminin öncesini oluşturan Selçuklu eğitim-öğretim kurumları dini içerikli bir
yapıya sahiptir ve bu yapı, kurumsallaşma süreci içerisinde ardılı olan Osmanlı’yı
da etkilemiştir. Ancak Osmanlı’da olduğu gibi Selçuklu eğitim-öğretim
kurumlarında kendi dönemine ait Batı tarzında bir reformlar silsilesi söz konusu
değildir.
Selçuklu Devletinin eğitim-öğretim kurumları söz konusu edilince ilk
olarak akla gelen ve şöhreti Selçukluyla sınırlandırılamayan Nizam-ül Mülk
Medreseleridir. Bu haklı şöhretten faydalanmasını bilen ve eğitim-öğretimde
Selçuklunun kurumsal mirasını kullanan ve zamanla bu mirası geliştiren Osmanlı
Devleti, kuruluşunun ilk yıllarından itibaren Selçuklu gibi eğitim-öğretime büyük
bir önem vermiş, hatta yükselme devri olarak anılan zamanlarına eğitim-öğretime
verdiği önem sayesinde ulaşabilmiştir. Ancak zamanla Osmanlı eğitim öğretim
kurumlarının işleyişindeki yozlaşmalar, iltimaslar, tarafgirliklerin meydana gelmesi
devlet yapısı ve devlete işlerlik kazandıran organları bozmuş ve böylece devlet
yıkılma sürecine girmiştir. Osmanlının mevcut bu durumu dikkat edilmesi gereken
önemli bir özellik sergilemektedir. Selçuklu yıkılışıyla arasındaki fark, beklide bu
dikkat noktasından daha rahat görülebilir.
Son dönem Osmanlı devletinin eğitim konusunda yapmış olduğu reformlar,
bir anlamda batıyı yakalama yarışı şekline sokulmuş olduğu için Batılı eğitim-
öğretim kurumları örneği daima ön plana çıkarılmış, ancak eğitim-öğretime
verilmesi gereken bütüncül önem gözden kaçırılmıştır. Bu gözden kaçırılış,
başarısızlıkların da diğer bir temel nedeni olmuştur. Bu başarısızlıkta Osmanlı’nın
reform adına yapmış olduğu şeylerde kendisine ait kültürel bir uyarlamaya sahip
olmamamsı ve uyarlamaların Batıyı taklitten öteye gidememesi önemli bir etkendir.
Hatta Tanzimat devri olarak bilinen dönemde dahi eğitim-öğretim konusunda çok
önemli yenilikler yapılmışsa da burada da eğitim-öğretim konusunda bütüncül bir
vizyona sahip olunmadığı için başarılı olunamamıştır.
Cumhuriyet devrinden itibaren Osmanlı devri eğitimi-öğretimi son bulmuş
ve daha önceleri gerçekleştirilemeyen bütüncül bir vizyon uygulanmaya
çalışılmıştır. 1924 “Tevhidi Tedrisat” kanunuyla okul ve üniversite dönemi
başlamış ve bu eğilim günümüze kadar çağa uygun bir tarzda devam ettirilmiştir.
19
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
Bu süreçte yeni kurumlar, eski eğitim- öğretim kurumlarından her yönüyle birçok
farklılıklar içermektedir. Her şeyden önce eğitim-öğretim dili Türkçedir ve
müfredata önceki zamanlarda olduğu gibi dini içerik hâkim olmadığı gibi, ders
verenler de medrese mezunu değildir. Ayrıca gelinen süreç, eğitim-öğretim
kurumlarını ümmetin kurumları olmaktan çıkarmış, Türk ulusunun kurumu haline
getirmiştir. Eğitim-öğretim, artık bu gerçeğe göre yapılandırılmıştır. Bu anlamda,
Türk eğitim-öğretim sisteminin iki ana özelliği vardır. Birincisi, demokratik,
modern, laik ve karma eğitime sahip bir karakterinin olmasıdır. İkinci olarak ise,
Türk insanı ve toplumunun mutluluk ve refahını arttırmak, desteklemek, ekonomik,
kültürel ve sosyal gelişmeleri ulusal bütünlük ve birleşme içerisinde kolaylaştırarak
Türk ulusunu bir çatı altında toplamak ve böylelikle uygarlığın yaratıcı ortağı
yapmaktır.
20
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
KAYNAKÇA
ERGİN, O. N. (1972). Türk Maarif Tarihi. II. İstanbul: Eser Matbaası. GENÇ, R.
(1998). Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları.
21
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
22
NUMAN DURAK AKSOY* - HALİS ADNAN ARSLANTAŞ**
23
ANA HATLARIYLA SELÇUKLU’DAN CUMHURİYET’E EĞİTİM-ÖĞRETİMDE KURUMSAL DEĞİŞİM
24
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ
SOSYAL STATÜSÜ
Öz
25
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
Abstract
Every nation has declared a statute for women that suits its own culturel
pattern. This situation is not positive in many societies especially beginning
from the first century to the end the Middle century and the women are under the
domination of men. In this article, we aimed to put down the statute of the
women in detail in old Turkish society beginning from family to the community.
26
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
1
Tuncer Baykara, Türk Adının Anlamı, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 1999, s. 12; Akdes
Nimet Kurat, IV.-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Murat
Kitabevi Yayınları, Ankara 1992, s. 2-3; Şaban Kuzgun, Dinler Tarihi Dersleri I, Erciyes Üniversitesi
Yayınları, Kayseri 1993, s.
2
Türk tarihi hakkındaki ilk bilgiler, M. Ö. VII.-IV. yüzyıllar arasında Orta Asya’ da göçebe
unsurlardan oluşan Sakalar hakkındadır. Sakalar, Orta Tanrı Dağları bölgesinde büyük bir devlet
kurmuşlardır. Sakalar' ın en büyük komutanlarından biri, Türk destanlarında ismi geçen Alp Er Tunga’
dır. A. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları, Enderun Kitabevi, İstanbul 1981, s. 36-39; Ünver Günay-Harun Güngör, Başlangıçtan
Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Rağbet Yayınları, İstanbul 2007, s. 33.
3
Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügat-it-Türk I, Çev. Besim Atalay, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara
1992, s. 28; A. Zeki Velidi Togan, Oğuz Destanı, Enderun Yayınları, İstanbul 1982, s. 17; M.
Fahrettin Kırzıoğlu, Dede-Korkut Oğuznameleri, II. Kitap, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları, Ankara 2000, s. 13; Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara 1993, s. 27, 145; Bahaeddin Ögel, Dünden Bugünün Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul 1988, s. 49.
4
Geniş bilgi için bkz. , Bahaeddin Ögel, İslamiyet’ ten Önce Türk Kültür Tarihi, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1988, s. 1-42.
5
Ömer Demir-Mustafa Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, Vadi Yayınları, Konya 1997, s. 209.
27
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
pozisyondur” 6 şeklinde tanımlamak mümkündür. Başka bir ifade ile sosyal statü,
bireyin sosyal yapı içerisinde işgal ettiği yerdir. Sosyal statü terimi ne sadece
yüksek prestiji ve mevkiye ne de bireyin kendi hakkındaki özel görünüşe tekabül
eder. Kişinin kendi sosyal statüsüne ilişkin öznel değerlendirmesi nesnel ölçütlerle
değerlendirildiğinde doğru veya yanlış olabilir. Toplumlarda kişi birden fazla
statüye sahip olabildiği gibi, bazıları doğuştan, bazıları sonradan kazanabilir. Diğer
taraftan, toplumlarda statüler arasındaki ilişkiler ağı bulunur ve her stat+ belli
kurallara bağlıdır. En önemlisi kişinin statüsünün toplumdan topluma farklılık
göstermesidir 7. Buradan hareketle, Türklerin savaş, ticaret gibi çeşitli sebeplerle
temas kurdukları toplumlarda kadının statüsüne kısaca değinmek yerinde olacaktır.
Eski Hint toplumunda kadın, miras almak dahil diğer birçok haklardan
mahrumdu ve herhangi bir hususta seçme hakkı olmadan tutsak gibi yaşanırdı. Eski
Hintlilerde, kadının zayıf karakterli, yeteneksiz, akılsız ve kötü ahlaklı olduğuna
inanıldığından, Manu Kanunları 9 ile her bakımdan erkeğe bağımlı hale getirilmişti.
6
Josep Ficher, Sosyoloji Nedir? , Çev. Nilgün Çelebi, Toplum Yayınları, Konya Trs, s. 30.
7
E. Mine Tan, Toplum Bilimine Giriş, A. Ü. Eğitim Fakültesi Yayınları, Ankara 1981, s. 64-70;
Mahmut Tezcan, Sosyolojiye Giriş, Feryal Matbaası, Ankara 1995, s. 51-55; Josep Fisher, a. g. e. , s.
30-36; Sezgin Kızılçelik, Sosyoloji Terimler Sözlüğü, Atilla Kitabevi, Ankara 1994, s. 397-398; Altan
Eser, Sosyoloji, A. Ü. , Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara 1981, s. 148-149.
8
Necdet Sevinç, Eski Türklerde Kadın ve Aile, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul
1987, s. 45-47, 51; Serap Suğur-Emine Deminağ v. d. , Toplumsal Yaşamda Kadın, ed. Gürsel Yatkıl
Oğuz, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir 2006, s. 29.
9
Manu, kelime olarak insan veya insanlık anlamına gelir. Manu terimi ile Hint mitolojisinde
insanlığın on dört mitolojik atası ve dünyanın idarecileri kastedilir. Bunlardan her biri bir Manu
çağında hüküm sürmüştür. Manu kanunlarının derleyicisi olduğuna inanılan ilk Manu’ nun Svayam-
bhu’ dan zuhur ettiğine inanılmaktadır. Manu Kanunları, Hinduizm’ in kutsal kitapları arasında yer
28
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
alan yaklaşık 2700 sahifeden oluşan bir kitaptır. Tarih olarak Upanişadlardan önce olan bu kitapta dini
hukukla ilgili kurallar ve efsaneler yer almaktadır. Ahmet Şelebi, Mukarenetül’ l Edyan, Edyanu’ l
Hindi’ l Küpra, C. IV, Mektebetü’ l Nahdeti’ l Misriyye, Kahire 2000, s. 70; Şinasi Gündüz, Din ve
İnanç Sözlüğü, Vadi Yayınları, Konya 1998, s. 246; Korhan Kaya, Hint Mitoloji Sözlüğü, İmge
Kitabevi Yayınları, Ankara 1997, s. 98.
10
Ahmet Şelebi, a. g. e. , s. 71.
11
Fred W. Clothey, Religion In India A Historical Introduction, Routledge Toylor & Francis Group
London and New York 2006, s. 63-64; J. Stratton Hawley and Yasudha Naraynan, “Introduction” ,
The Life of Hinduism, University of California Pres Los Angeles California 2006, s. 23; Ed. , Serap
Suğur-Emine Deminağ v. d. , a. g. e. , s. 29; Bekir Topaloğlu, İslam’ da Kadın, Yağmur Yayınları,
İstanbul 1990, s. 17.
12
Ali İhsan Yitik, Hint Dinleri, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, İzmir 2005, s. 19; Günay Tümer-
Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ocak Yayınları, Ankara 1997, s. 97.
13
Ahmet Şelebi, a. g. e. , s. 169-170; Hasan Ali Koçer, “Türkiye’ de Kadın Eğitimi” ,A. Ü. Eğitim
Fakültesi Dergisi, C. 5, Ankara 1972, s. 81-82.
14
Mehmet Aydın, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Din Bilimleri Yayını, Konya 2005, s. 281; Ekrem
Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Fakülte Kitabevi, Isparta 2002, s. 23.
29
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
birine armağan edebilir, zina halinde ise öldürebilirdi. Eski Yunan toplumunda
kadın, babasının kocasının, kocasının mirasçılarının, bunlar olmadığı zaman da
devletin vasiliği altında yaşamak mecburiyetindeydi. Kadının ilim, edebiyat, şiir,
felsefe ile uğraşması kesinlikle yasaktı. Hesiodos’ un “İşler” isimli eserindeki,
“Kadına kanan kişi dolandırıcılara kanmış bilsin kendini” ifadesi kadının Yunan
toplumundaki yerini vurgulamaktadır. Roma toplumunda ise kadınlar, yasalar
açısından en az Yunanlı kadın kadar köle durumunda olmasına rağmen, çocuk
dünyaya getirdiği, tarlada çalışıp aile ekonomisine katkıda bulunduğu için toplumda
az da olsa belli bir yere sahipti. Ancak Roma toplumunda da kadının yetişkin olarak
kabul edilmediğinden bir erkek vasinin denetimi altındaydı 15.
Yahudi kutsal kitabı Tevrat’ ta kadınlar ile çok sayıda ifade yer almakla
birlikte, bu ifadelerde genel olarak kadın olumsuz karakteri temsil etmektedir.
Tevrat’ ta kadına yüklenen bu olumsuz tavır, şeytanın cennette Havva’ yı kandırıp
yasak meyveden Adem’ le beraber yemeleri ve cennetten kovulma olayından
kaynaklanmaktadır. Bu olayda günaha sebebiyet verdiğinden, suç tamamen Havva’
ya yüklenmiş, bu günahın bedeli olarak yeryüzünde her kadına doğum sancısı
verilmiştir 16. Yahudi dini hayatında kadın, toplu ibadetin yerine getirilebilmesi için
gerekli olan on kişilik minyan ismi verilen cemaate yer alamaz 17. Diğer taraftan
Yahudilikte kadın doğum ve özel günlerinde pis ve tabu sayılır ve arınma işlemi
yapıncaya kadar dokunduğu her şeyi kendisi gibi pis yapar 18. Yahudi geleneğinde
evli olmayan kadın babasının otoritesi, evlendikten sonra kocasının otoritesi
altındadır. On Emir’ de kadın, erkeğin sahip olduğu köleleri, hizmetçileri, öküzü ve
eşeği ile birlikte sayar. Bu manada kadın kocasının malı durumundadır. Kadının
evlenmeden önceki durumu da bundan farklı değildir. Zira baba isterse kızını köle
olarak satabilirdi. Tevrat’ ta erkeğin sahip olabileceği kadın ve cariye sayısında
sınırlama bulunmamakla birlikte, daha sonra Talmud, bu sayıyı krallar için on
sekiz; normal Yahudi için dört kadınla sırlamıştır. Yahudi erkeği en basit
nedenlerden dolayı kadını boşayabildiği halde, kadının birkaç istisnai durum harici
15
Serap Suğur-Emine Deminağ v. d. , a. g. e. , s. 29; Hasan Ali Koçer, “a. g. m.” , s. 81-82.
16
Tora Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Bereşit, 1. Kitap, Çev. Moşe Farsi-Diana Yani-Selin Sağla
vd. , İstanbul 2002, s. 17-25, 3: 1-16, s. 19-23.
17
Adem Özen, Yahudilikte İbadet, Ayışığı Kitapları Yayınları, İstanbul 2001, s. 121-122; Suzan
Alalu-Klara Arditi-Eda Asayan vd. , Yahudilikte Kavram ve Değerler, Gözlem Yayınları, İstanbul
2001, s. 88.
18
Sami Kılıç, İlahi Dinlerde Yiyecek ve İçecekler, Massmedia Yayıncılık, Elazığ 2007, s. 75-76.
30
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
İslam öncesi Arap toplumunda kadın, zevk ve eğlence aracı durumunda idi.
Evlilik kurumu bulunmakla birlikte, kadının boşanma yetkisi, miras alma hakkı
bulunmuyordu. Çok eşle evliliğin yaygın olduğu eski Arap toplumunda, erkek
istediği kadınla evlenebilir, istediği kadar cariyeye sahip olabilirdi. Kadının
aşağılandığı bu toplumda kız çocukları diri diri toprağa verilirdi22. İslam’ ın
yayılması ile birlikte Arap kadını önceden bulunmayan, boşanma, miras, şahitlik,
memurlu, mescide girebilme gibi sosyal hayatta birçok haklar elde etmiştir23 .
19
Ronald de Vaux, Yahudilikte Aile, Çev. Ahmet Güç, Arasta Yayınları, Bursa , s. 46, 52-54, 91.
20
Ali Erbaş, Hristiyanlık, İnsan Yayınları, İstanbul, 2004, s. 32-34.
21
Sami Kılıç, “Elazığ’ da Yaşayan Süryanilerde Düğünle İlgili İnanışlar ve Uygulamalar” , F. Ü.
Sosyal Bilimler Dergisi, Elazığ, Temmuz 2003, s. 270.
22
Sabri Hizmetli, İslam Tarihi, Bizim Büro Basımevi, Ankara 1999, a. 149.
23
Bekir Topaloğlu, a. g. e. , s. 19-25.
31
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
İslam öncesi Türk toplumunda kadının önemli bir statü kazanmasında diğer
bir etken, Türklerin ahlak anlayışıdır. Dünyadaki önemli milletlerden bazıları,
uygarlığın özel alanlardan birine öncülük yapmışlardır. Eski Yunanlılar güzel
sanatlar alanında, Romalılar hukukta, Fransızlar edebiyatta, İsrailoğulları ve Araplar
dinde öne çıkarken, Türkler, medeniyetin ahlak alanında söz sahibidir. Bir bakıma
Türk’ ü Türk yapan en önemli özelliği güçlü bir ahlaka sahip olmasıdır. Eski
Türklerdeki ahlak anlayışı, kadının aileden başlayarak toplumun her alanında
önemli bir mevki kazanmasını sağlamıştır 25.
Toplumu oluşturan ilk nüve aile olduğundan, bir toplumda kadının değeri
öncelikle ailede şekillenmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz toplumlar genel olarak
pederşahi (ataerkil) aile yapısına sahip olduklarından kadın erkeğin tahakkümü
altındadır. Zira, soyun devamı ve akrabalık baba tarafından olan Pederşahi ailede,
kadının hiçbir söz hakkı olmayıp, babanın tartışılmaz otoritesi söz konusudur.
Soyun ve akrabalığın babadan devam etmesinden hareketle, birçok kaynakta
Türklerin pederşahi aile yapısına sahip olduğu yer almaktadır. Ziya Gökalp haklı
olarak buna itiraz eder ve Türk aile yapısının baba (pederi) aile tipi olduğunu
belirtir. Ona göre, eski Türklerde ana soyu ile baba soyu değerce birbirine eşittir.
Türklerin sahip olduğu bu pederi aile tipinde, baba söz sahibi olmakla birlikte,
ananın da aile işlerinde söz hakkı bulunmaktadır 26.
24
Harun Güngör, Türk Bodun Bilimi Araştırmaları, Kıvılcım Yayınları, Kayseri 1998, s. 23;
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, s. 74, 83, 87; Necdet Sevinç, a. g. e. , s. 12.
25
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Günümüz Türkçesiyle), Haz. Mahir Ünlü-Yusuf Çotuksöken,
İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1978, s. 132-12-33.
26
Yusuf Ziya Yörükan, Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri Şamanizm, Ötüken Yayınları, İstanbul
2006, s. 49; Ziya Gökalp, Türk uygarlığı Tarihi, Haz. Yusuf Çotuksöken, İnkılap Kitabevi, İstanbul
1991, s. 228-230; Türk Devletinin Tekamülü, Ülkü Ocakları Yayınları, Ankara 1976, s. 58; Ziya
Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 141-142; Mehmet Eröz, Türk Ailesi, Devlet Kitapları Yayınları,
İstanbul 1997, s. 5.
32
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
Dede Korkut kitabında, diğer alanlarda olduğu gibi aile içerisinde kadına
verilen değeri gösteren güzel örnekler bulunmaktadır. Dede Korkut kitabındaki,
Dirse Han oğlu Buğaç Han destanında, Dirse Han çocuğu olmadığı için kara çadıra
oturtulduğundan dolayı toplum içinde aşağılanmasına rağmen eve gelip hanımına;
27
Bkz., Cengiz Alyılmaz, Orhun Yazıtlarının Bugünkü Durumu, Kurmay Yayınları, Ankara 2005, s.
12, 13, 14; Talat Tekin, Orhun Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2008, s. 22-23, 36-41,
48-49, 62-63, 68-69; Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 2006, s. 6-7, 28-
29, 46-51, 62-63, 87.
28
Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları
Vakfı Yayınları, İstanbul 1998, s. 253-254, 268; Ziya Gökalp, Türk Uygarlığı Tarihi, s. 230-232; Ali
Selçuk, Tahtacılar, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2004, s. 187; Sadi Yaren Ataman, Eski Türk
Düğünleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1992, s. 47; Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s.
143-144.
33
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
Babadan sonra aileyi, anne temsil ettiğinden, ananın yeri, babanın diğer
akrabalarından önce gelirdi. Ailede kadının özel mülkiyeti vardı. Ayrıca, kadının
miras hakkı olduğu gibi çocukların da ananın erken ölümünde mirasında hak sahibi
olurdu. Ev ortak olarak karı-kocanın ikisine aitti. Çocuklar üzerindeki veli konumu
babalar kadar anaya da aitti ve baba, çocuklar hakkındaki kararları, anaya
danıştıktan sonra alınırdı. Bu da, ailede kadının ferdi hürriyet hakkının da
bulunduğunun işaretidir. Ailede erkek ve kadında bulunan en büyük vasıf, sadakatti.
Nitekim en eski Uygur şiirinde, “Ayıpsız kadına, erkeğin boynunu eğmesi gerek”
ifadesi geçmektedir 31.Bu vasıf, yabancı kadın ve erkeklerin de takdirini
toplamaktadır. Erkek ve kadın, zinadan şiddetle kaçınırlardı. Zina ihanet sayılırdı ve
kanunlar ihaneti hoş görmezdi 32. Türk kadınının hususiyetleri, ahlak ve namus
anlayışı, iffetli olması hali, sadakati, ailesine ve evine muhabbeti, merhameti,
doğruluğu, kocasına saygısı gibi konularda yoğunlaşmaktadır. Bu da Türk ailesinde
sarsılmaz bir karı-koca, saygı-sevgi ve sadakati olduğunu göstermektedir 33.
29
Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkud’ un Kitabı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1973, s. 5;
Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1989, s. 79; Yusuf
Ziya Yörükan, a. g. e. , s. 49.
30
Ziya Gökalp, Türklüğün Esasları, s. 145; Mehmet Eröz, a. g. e. , 23-27; Ali Güler, “Türklerde Aile
ve Unsurları (Başlangıçtan XII. Yüzyıla Kadar)”, Türk Ailesi, Editör: Alev Kâhya Birgül, Atatürk
Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 1998, s. 50.
31
Mehmet Eröz, a. g. e. , s. 5, 14, 24; Ali Güler, a. g. e. , s. 47, 55, 58; Ziya Gökalp, Türkçülüğün
Esasları, s. 46; Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 252.
32
İbn Fazlan Seyahatnamesi, Hazırlayan: Ramazan Şeşen, Bedir Yayınevi, İstanbul 1975, s. 31.
33
Emel Doğramacı, Türkiye’ de Kadının Dünü ve Bugünü, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara
1992, s. 4.
34
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
“Türkler, zina diye bir şey bilmezler. Böyle bir suç işleyen birini ortaya
çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler. Şöyle ki: Bu kimseyi, iki ağacın
dallarını bir yere yaklaştırarak bağlarlar. Sonra da bu dalları bırakırlar.
Dalların eski durumuna gelmesi neticesi, o kimse iki parçaya bölünür”34
34
İbn Fazlan Seyahatnamesi, s. 31.
35
Coşkun Üçok, Türk Hukuk Tarihi Dersleri, Başnur Matbaası, Ankara 1966, s. 21.
36
A. Zeki Velidi Togan, Oğuz Destanı, s. 67.
37
Halil Çin, Eski Hukukumuzda Boşanma, Selçuk Üniversitesi Yayınları, Konya 1988, s. 28;
Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 262-261; Necdet Sevinç, a. g.
e. , s. 69-70.
38
Kaşgarlı Mahmud, a. g. e. , C.I, s. 93; aynı eser, C. III, s. 210.
35
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
Eski Türk toplumunda kız çocukları, keçe yapma, yemek pişirme yanında,
tıpkı erkek çocuğu gibi yetiştirilirdi. Kızlar kendileriyle evlenmek isteyen erkeklerle
düello eder ve yendikleriyle evlenmezlerdi. Bu husus Dede Korkut kitabındaki Kam
Püre’ nin Oğlu Bamsı Beyrek Destanı’ nda şöyle anlatılır:
“Banı Çiçek der; Bre kızlar, bu yiğit ne yiğittir? Kızlar de; vallah
Sulatanım, bu yiğit yüzü örtülü güzel yiğittir. Beyoğlu Bey imiş dediler.
Banı Çiçek der; Hey! Hey! Dadılar babam bana ben seni yüzü örtülü
Beyrek’ e vermişim derdi. Olmaya ki bu ola, bre çağırın haberleşeyim, dedi.
Çağırdılar Beyrek geldi. Banı Çiçek yaşmanlandı haber sordu, der; Yiğit
gelişin nerden? Beyrek der; iç Oğuz’ dan. İç Oğuz’ dan kimin nesisin?
Dedi; Pay püre oğlu Bamsı Beyrek dedikleri benim dedi. Beyrek dedi. Kız
39
Ali Güler, “a. g. m.”, s. 54-55; Kaşgarlı Mahmud, a. g. e. , C. I, s. 93, C. III, s. 210; Halife Altay,
Anayurttan Anadolu’ ya, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 105.
40
Orhan Şaik Gökyay, a. g. e. , s. 24, 139; Muharrem Ergin, a. g. e. , s. 107.
41
Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 250; Necdet Sevinç, a. g. e. ,
s. 27-28.
42
Orhan Şaik Gökyay, a. g. e. , s. 31-32; Muharrem Ergin, a. g. e. , I, s. 116-117.
36
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
der; Peki ya ne yapmaya geldin yiğit? Dedi. Beyrek der; Pay Piçen Beyin
kızı varmış, onu görmeye geldim dedi. Kız der; O öyle insan değildir ki,
sana göründün dedi. Amma ben Banı Çiçeğin dadısıyım, gel şimdi seninle
ava çıkalım, eğer senin atı benimkini geçerse onun atını da geçersin, hem
seninle ok atalım, beni geçersen onu da geçesin ve hem seninle güreşelim,
beni yenersen onu da yenersin dedi. Beyrek der; pekâlâ şimdi atlanalım.
İkisi de atlandılar, meydana çıktılar. At teptiler, Beyreğin atı, kızın atını
geçti. Ok attılar Beyrek, kızın okunu geride bıraktı. Kız der; bre yiğit benim
atımı kimsenin geçtiği yok, şimdi gel seninle güreş tutalım, dedi. Hemen
Beyrek attan indi, kavuştular, iki pehlivan olup birbirlerine sarmaştılar.
Beyrek bunaldı, der; bu kıza yenilecek olursam kudretli oğuz içinde başımı
kakınç, yüzüme dokunç ederler. Dedi. Gayrete geldi, kavradı kızı sarmaya
aldı, memesinden tuttu, kız kaçmaya çalıştı. Bu sefer Beyrek kızın ince
beline girdi, sarma taktı, arkası üzerinde yere yıktı. Kız der; Yiğit Pay Piçe’
nin kızı Banı Çiçek benim dedi. Beyrek üç öptü, bir dişledi, düğün kutlu
olsun han kız diye parmağından altın yüzüğü çıkardı, kızın parmağına
geçirdi. Aramızda bu nişan olsun han kızı dedi: Mademki böyle oldu, hemen
şimdileri atılmak gerek, Beyoğlu dedi. Beyek’ te ne olacak Hanım, baş
üzere dedi.” 43
43
Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1971, s. 60-62; Metnin aslı
için bkz. , Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, C. I, s. 123-124; Orhan Şaik Gökyay, a. g. e. , s. 35-
36.
44
İbrahim Agah Çubukçu, Türk-İslam Kültürü üzerine Araştırmalar ve Görüşler, A.Ü İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara 1987, s. .51; Necdet Sevinç, a. g. e. , s. 37.
37
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
“Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan bir yerde Tanrıya yalvarmakta idi.
Karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Oğuz Kağan oraya yürüdü ve
gördü ki: O ışığın içinde bir kız var, yalnız oturuyor. Çok güzel bir kızdı.
Güneşten ve aydan daha parlaktı. Başında (alnında) ateşli ve parlak bir
beni vardı, demir kazık (kutup yıldızı) gibi idi. Kız öyle güzeldi ki, gülse,
gök tanrı gülüyor; ağlasa, gök tanrı ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce
aklı gitti; sevdi aldı 46. Bu muhakkak ki ona Tanrı’ nın hediyesiydi.” 47
Yaratılış destanında Tanrı’ ya yaratma ilhamı veren ilk ana, ışıktan bir
kadın hayalindedir ve Tanrı’ nın yalnız Ak Ana’ nın yaşaması için yarattığı
gökyüzünün yedinci katında fevkalade aydınlık bir ışık âlemidir. Yani Türk
kadınına mutlak bir kutsallık verilmiş, o, bir namus ve şeref abidesi olarak
düşünülmüştür. Türk telakkisine göre (alma, kabul etme), Hakan ile Hatun Gök ile
Yerin evlatlarıydı. Güneş ile Ay Ata, gökyüzünün temsilcileri idi. Hakanın
mümessili olan Ay Ata, Gökyüzünü altıncı katında, hatunu sembolü olan Gün Ana
ise daha üstte, gökyüzünün yedinci katında idi. Bu durum Hatun’ un Hakandan
daha muhterem kabul edildiğini gösterdiği gibi aynı zaman da kadının erkekten
daha saygın olduğunu da özetlemektedir. Kadına verilen değer, kadının sosyal
mevkii ve itibarı böylesine yüksek ve göğün yedinci katı gibi erişilmez olunca,
onun dövülmesi, itilmesi, horlanması tahkim edilmesi de elbette söz konusu
olamazdı. Ayrıca, Türk destanlarında, sosyal hayatta kadın ve erkek iç içe olmasına
rağmen, diğer toplumların destanlarında olduğu gibi, kadınla ilgili gayri ahlaki
hiçbir husus konu edinilmemiştir 48.
45
Abdülkadir İnan, Türk Mitolojisinde ve Halk Edebiyatında Kadın, Makaleler ve İncelemeler I, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1987, s. 276-277; Necdet Sevinç, a. g. e. , s. 9-12.
46
Oğuz Kağan Destanı, (W. Bank ve G.R Rahmeti’ nin Oğuz Kağan Destanı, İstanbul 1936 adlı
eserinden alınmıştır) Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970, s. 3-4.
47
Erol Güngör, Tarihte Türkler, Ötüken Yayınları, İstanbul 1995, s. 18.
48
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, s. 82-83, 87; Ziya Gökalp, Türkleşmek-İslamlaşmak-
Muasırlaşmak, Türk Kültürü Yayınları, İstanbul 1974, s. 93; Ziya Gökalp, Türk Devleti’ nin
Tekâmülü, s. 59; Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 146-147; Necdet Sevinç, a. g. e. , s. 16, 24-25.
38
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
Kadın, toplum içerisinde saygın bir yere sahip olmakla beraber, önceden
bahsettiğimiz gibi, erkek gibi ata biner, ok atar, kılıç kullanır ve hatta düşmanla
savaşır. Dahası Göktürk devletinde, 8-12 kişilik birliklerin oluşturulması için
yapılan Alplik ant törenine kadınlarında katıldığı kaynaklarda geçmektedir. Bu
nedenledir ki eski Türk toplum ve siyasi hayatında kadın, devletin idari yapısı
içerisinde müstesna bir yere sahiptir 50.
49
İbrahim Agah Çubukçu, Türk-İslam Kültürü Üzerine Araştırmalar ve Görüşler, A.Ü İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara 1987, s. 51.
50
Emel Esin, Türk Kozmolojisine Giriş, Kabalacı Yayınevi, İstanbul 2001, s. 128-131; Emel
Doğramacı, a. g. e. , s. 3.
39
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
Meclislerine bile katılırdı. Eski Türk toplumlarında devlet başkanlığı hizmetini bile
erkeğin tekelinde olmadığını, devlet yönetiminin karı-koca “Hatun-Hakan” ekibinin
ortak sorumluluğu ile yürütüldüğü ifade edilirdi. “Yasa” mahiyetindeki
“Emirnameler” her ikisince imzalanırdı 51.
“türük bodunug atı küsi yok bolmasun tiyin kangım kaganıg ögüm katunug
kötürmiş tengri il birigme tengri türük bodun atı yok bolmasun tiyin özümin
ol tengri kağan olurtdi eriç: Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye,
babam kağan ve annem katunu yüceltmiş olan Tanrı, devlet veren Tanrı,
51
Ziya Gökalp, Türk Devletinin Tekamülü, s. 59; Burhan Göksel, Çağlar Boyunca Türk Kadını ve
Atatürk, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1988, s. 15; Ziya Gökalp, Türkçülüğün
Esasları, s. 144-145; Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 62.
52
İbrahim Kafesoğlu, Türk Bozkır Kültürü, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara
1987, s. 58-59; Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 674.
53
Osman Turan, Türk Değil Terken, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1994, s. 67-68.
54
Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş-I, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1991,
s. 42.
40
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye beni o Tanrı tahta oturttu”(KT D
25-26) ve
“umay teg ögüm katun kutınga inim köl tigin er at boltı altı yigirmi
yaşındga eçim kağan ilin törüsinança kazgantı: … (Köl Tigin) Umay’ a
benzeyen annem Hatun’ un kutu sayesinde erkeklik/yiğitlik adını elde etti.
(Henüz) on altı yaşında (iken) amcam kağanın devleti için şöyle başarılar
kazandı” (KT D 31) 55
55
Cengiz Alyılmaz, a. g. e. , s. 11; Ayrıca bkz. , Talat Tekin, a. g. e. , s. 27, 31, 33, 53; Muharrem
Ergin, a. g. e. , s. 13, 21, 37, 43.
56
Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, C. I, Nakışlar Yayınevi, İstanbul 1980, s.
204-205.
57
Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları
Vakfı Yayınları, İstanbul 1988, s. 176, 444-445.
58
Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, I, s. 205.
59
İbrahim Kafesoğlu, Eski Türk Dini, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1980, s. 24-25; Osman
Turan, a. g. e. , s. 127; Harun Güngör-Ünver Günay, a. g. e. , s. 20; Şaban Kuzgun, a. g. e. , Erol
Güngör, a. g. e. , s. 61; Harun Güngör, a. g. e. , s. 21; Muzaffer Sencer, Dinin Türk Toplumuna
Etkileri, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1999, s. 52-53.
41
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
60
Fuzuli Bayat, Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı, Ötüken Yayınları, İstanbul 2006, s. 110-111; Harun
Güngör, “Türk Alevi- Bektaşi İnanışlarında Şamanlığın İzleri”, Milli Bütünlüğümüğüzün Kaynakları:
Asya’ dan Anadolu’ ya Taşınanlar, Editör: Şemnem Ercebeci, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları, Ankara 1999, s. 1-5; Murat Uraz, Türk Mitolojisi, Mitologya Yayınları, İstanbul 1992, s.
207.
42
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
KAYNAKÇA
43
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
44
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
45
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
Oğuz Kağan Destanı, (W. Bank ve G.R Rahmeti’ nin Oğuz Kağan Destanı,
İstanbul 1936 adlı eserinden alınmıştır) Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1970.
Ögel, Bahaeddin, İslamiyet’ ten Önce Türk Kültür Tarihi, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara 1988.
46
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
Tekin, Talat, Orhun Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2008.
Üçok, Coşkun, Türk Hukuk Tarihi Dersleri, Başnur Matbaası, Ankara 1966.
47
ESKİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ SOSYAL STATÜSÜ
Vaux, Ronald de, Yahudilikte Aile, Çev. Ahmet Güç, Arasta Yayınları,
Bursa 2003.
Yitik, Ali İhsan, Hint Dinleri, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, İzmir 2005.
48
ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS-DEVLET
Yrd. Doç. Dr. Numan Durak AKSOY * - Dr. Halis Adnan ARSLANTAŞ *
ÖZ
*
İnönü Üni. Eğt. Fak. Indaksoy @ inonu.edu.tr
*
İnönü Üni. İlahiyat Fak. Harslantas@ inonu.edu.tr
49
ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS-DEVLET
ABSTRACT
50
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY* - DR. HALİS ADNAN ARSLANTAŞ*
51
ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS-DEVLET
52
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY* - DR. HALİS ADNAN ARSLANTAŞ*
3
Örneğin Aristoteles, toplumun öncü sınıfı olarak kendi iktidarını kurumsallaştırması süreci ve yetki
dağıtımını buna bağlı olarak ta karara bağlama konusunda dört şekilde ele alır. “bu haklar, ya bütün
yurttaşlara verilmelidir ya da hepsi bazı yurttaşlara, ya bazıları belli yurttaşlara geri kalanları diğer
53
ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS-DEVLET
yurttaşlara, ya da bazıları bütün yurttaşlara kalanları diğer yurttaşlara verilmelidir.” Diyerek bu şekilde
demokrasi ve oligarşinin temel ideolojisini ortaya koymaya çalışmaktadır. BkAristoteles,
politika,(Çev. M. Tuncay ) Kitap IV, Bölüm 13, Remzi , İstanbul 1983,s. 132,135.
54
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY* - DR. HALİS ADNAN ARSLANTAŞ*
55
ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS-DEVLET
56
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY* - DR. HALİS ADNAN ARSLANTAŞ*
SONUÇ
57
ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS-DEVLET
KAYNAKÇA
58
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY* - DR. HALİS ADNAN ARSLANTAŞ*
59
ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS-DEVLET
SMiTH, Anthony (1999), Millî Kimlik, (çev. Bahadır Sina Şenel), iletişim
Yayınları, 2. bsk.,İstanbul.
60
KUMUK TÜRKLERİ
61
KUMUK TÜRKLERİ
B. Kumukların Menşei
1
Zeki Kaymaz, “Kumuklar ve Kumuk Türkçesi”, Yeni Türkiye Türk Dünyası Özel Sayısı, II/16,
(Temmuz-Ağustos 1997), s. 2067.
2
Divanü Lugat-it- Türk Tercümesi I, (nşr. Besim Atalay), TDK, Ankara 1998, s.383.
3
DLT, III, s.339.
4
Kaymaz, agm., s. 2067.
5
Mirza Bala, “Kumanlar”, İA, VI, İstanbul1997, s. 986.
62
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
6
Bkz. Çetin Pekacar, “Kumuk Türkleri”, Yeni Türkiye Türk Dünyası Özel Sayısı II/16, (Temmuz-
Ağustos 1997), s. 2062-2063.
7
Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1981, s. 161.
8
Ufuk Tavkul, “Kafkasya ve Çevresindeki Türk Toplulukları”, Türkler Ansiklopedisi XX, Ankara
2002, s. 500-501.
9
Ç. Pekacar, agm., s. 2063.
63
KUMUK TÜRKLERİ
C. Kumukların Coğrafyası
Kumuk Türkleri, bugün büyük çoğunluğu (1992 tahminine göre 250.000 kişi)
Rusya Federasyonu’na bağlı Dağıstan Özerk Cumhuriyeti’nde, geriye kalan kısmı
(yaklaşık 50.000 kişi) Çeçen ve Osetya Özerk Cumhuriyetlerinde yaşayan,
Azerbaycan Türkleri’nden sonra Kafkaslardaki en kalabalık Türk kavmidir.
Kumukların bir kısmı, Çarlık Rusya’nın Kuzey Kafkasya’yı istilası yıllarından ve
bilhassa Şeyh Şamil’in esir düşmesinden sonra Osmanlı Devleti’ne sığınmıştır.
Bunlar halen belli başlı olarak Tokat’ın Üç Gözen ve Kuşoturağı, Sivas’ın Yavu
köyünde yaşamaktadırlar. 11 Kumuklar kitle halinde Dağıstan12 Özerk
Cumhuriyeti’nin Hasavyurt, Babayurt, Kızılyurt, Buynak, Kayakent ve Kaynat
eyaletleri ile Mahaçkale yöresindeki altı köyde ve ayrıca Mahaçkale Hasavyurt,
Buynaksk, İzberbaş ve Derbent şehirlerinde yerleşmişlerdir. Dağınık bir halde,
Grozni eyaletinde yerleşenleri bulunduğu gibi, Kuzey Osetya köylerinde de yaşayan
Kumuklar vardır. 1925 yılı sayımına göre bütün Kumukların sayısı 160.000
kişidir. 13
10
Ahmet Caferoğlu, Türk Kavimleri, İstanbul 1988, s. 51.
11
Bkz. Pekacar, agm., s. 2062.
12
Ayrıntılı bilgi için bkz., W. Barthold, “Dağıstan”, İA, III, İstanbul 1963, s. 451; Tavkul, agm., s.
500.
13
Caferoğlu, Türk Kavimleri, s. 50-51; Ahmet Caferoğlu, “Kafkasya Türkleri”, Türk Dünyası El
Kitabı, Ankara 1976, s. 1123.
14
Caferoğlu, Türk Kavimleri, s. 51.
64
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
D. Kumukların Tarihi
15
Evliya Çelebi bu beyliğin toprakları için “Kumuğistan” ve “Dağıstan-ı Kumuk” tabirlerini
kullanmıştır. Bkz. Rıza Kurtuluş, “Kumuklar”, TDVİA, XXVI, Ankara 2002, s. 372.
16
Ayrıntılı bilgi için bkz. Bala, agm., s. 987.
17
Bkz. Caferoğlu, Türk Kavimleri, s. 51.
18
Pekacar, agm., s. 2063.
65
KUMUK TÜRKLERİ
19
Pekacar, agm., s. 2063, 2064.
20
Bkz. Tavkul, agm., s. 502.
21
Ayrıntılı bilgi için bkz. Tavkul, agm., s. 503.
22
Tavkul, agm., s. 503.
66
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
Kasım 1990’da Dağıstan Halk Kongresi, Dağıstan içinde özerk bir Kumuk
devletinin kurulması için oylama yaptıysa da Kumuklar kendilerine tanınan
özerklikleri yetersiz buldular. Kasım 1990’da ise Avarların ülkedeki hâkimiyeti
protesto için Tenglik bütün Kumukları gösteri yapma davet etti. Dağıstan
Hükümetinin bir Kumuk’u Adalet Bakanı yapmasıyla birlikte Tenglik’te bir
yumuşama görüldü. Ondan sonra da Tenglik fazla bir faaliyette bulunmadı.1994’te
diğer bir Kumuk organizasyonu olan “Kumuk Milli Kongresi” kuruldu. Bu hareket,
oldukça katı olan Tenglik’i yumuşatmak ve ona alternatif olmak için Dağıstan
Hükümeti tarafından da desteklenmektedir.24
Dağıstan’da bey ve hanların altındaki halk tabakası Özden, Ralat ve Kul olmak
üzere üç gruba ayrılmıştı. Özdenler, aşağı yukarı nüfusun %90’ını teşkil eden
memleketin gerçek sahibi olan hür halk tabakasıydı. Bunlar beylerin topraklarını
işleyen ve karşılığında ürünün bir kısmını alan köylülerden oluşuyordu. Ralatlar,
han tarafından bir beyin veya ruhban sınıfından birinin emrine tahsis edilen ve bir
yerden bir yere gitme hakları olmayan köylülerdi. Kullar ise, savaşta esir edilenler
ya da satın alınanlarla onların evlatlarının teşkil ettiği tabakaydı. Bunların hepsi
23
Pekacar, agm., s. 2065; Tavkul, agm., s. 503, 504.
24
Kemal Özden, “Dağıstan’da Milli Haretekler ve Türkler”, Türkler Ansiklopedisi XX, Ankara 2002,
s. 551.
25
Tavkul, agm., s. 501.
67
KUMUK TÜRKLERİ
para veya ürün şeklinde bir kira ödedikleri veya zorla çalıştırıldıkları feodal
asilzadelere bağlıydılar.
Teamül hukuku esasına göre idare edilen Kumuk Türk ailesinde, patriarkol
idare sistemi hâkimdir. Buna rağmen, ecdat yadigârı “adat” üzerine, kadına karşı
büyük bir saygı beslemekte idi. Nitekim kadını öldürmek, en büyük suç sayılarak,
katile en ağır ceza verilirdi. Kadınlar bölümü, aile içerisinde ayrı olduğu halde,
kadın, adat, yani gelenek usulüne göre, erkekler meclisine de katılıp konuşmak ve
hatta beraber yemek yemek hukukuna sahip idi. Evi ve aile efradını teçhiz etmek ve
giydirmek de kadına aitti. Buna göre boş zamanlarında kumaş ve halı dokurdu.
Ayrıca ziraat ve bahçecilikte de erkeklere yardımcı idi. Kadın aile içerisinde büyük
bir saygıya ve imtiyaza malikti.27
26
Bkz. Tavkul, agm., s. 502.
27
Caferoğlu, Türk Kavimleri, s. 52.
68
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
Kumukların iktisadi ve zirai hayat çalışmaları da, esaslı bir disipline, örfe
bağlanmıştır. Teamül hukukuna göre “bulğa” dedikleri bir nevi yardımlaşma yahut
“imece” usulü hâkim idi. Kolektif çalışma yolu ile yapılan bu yardımlaşma, “çap
bulğa” yani harman savurma ; “orak bulağı” yani orakla çalışma, “gabijdev buğa”
yani mısır temizleme vs. gibi, yine örfçe kararlaştırılmış nevilere ayrılırdı. Ortaklık
sistemi de mevcut idi. Sovyet istilası, maalesef bu eski Türk geleneğini kaldırmıştır.
Fakat kaldıramadığı en sağlam şey milli yemeklerdir.28
28
Caferoğlu, Türk Kavimleri, s. 52.
29
Bala, agm., s. 988.
30
U. Tavkul, agm., s. 503.
31
Bkz. Ufuk Tavkul, “Tarihi ve Etnik Yapısıyla Kafkasya”, Yeni Türkiye Türk Dünyası Özel Sayısı
II/16, (Temmuz-Ağustos 1997), s. 1917; Osman Uyanık, “Kumuk Ağızlarının Yeni Bir Tasnifi”,
Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S:12, Konya 2002, s. 230-231.
69
KUMUK TÜRKLERİ
ise onlara diğer Sovyet Cumhuriyetlerinde olduğu gibi Kiril esaslı bir alfabe kabul
ettirildi. 32
Kumuk halk edebiyatı mahsullerini derlemeye ilk teşebbüs eden kişinin, kendisi
de Kumuk Türk’ü olan Mehmed Efendi Osman olduğu kabul edilmektedir. Meşhur
Altayist G.J.Ramsted de Kumukça üzerinde çalışmış ve 1904 yılının son aylarında
bizzat geldiği o zamanki Hasavyurt’a bağlı Yahsay köyünde Kumukların dili,
edebiyatı ve şifahı halk edebiyatı mahsullerinin zenginliğini incelemiş, birçok
metinler derlemiştir. Ramsted’in asıl maksadı, Kumuk Türkçesinin Kuzey
Kafkasya’da geniş yayılma alanı bulmasının ve başta yerli halkların da bu şiveyi
kullanmasının sebebini araştırmak olmuştur. Bu materyalleri, Emine Gürsoy
Naskali İngilizce tercümeleriyle birlikte bir kitap halinde 1991 yılında Helsinki’de
yayımlanmıştır. 34
D. Kumukların Dini
32
Pekacar, agm., s. 2065.
33
Pekacar, agm., s. 2064-2065.
34
Pekacar, agm., s. 2065.
35
Tavkul, “Kafkasya ve Çevresinde Türk Toplulukları”, s. 502.
36
Pekacar, agm., s. 2064.
70
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY*
37
Kurtuluş, agm., s. 373.
71
KUMUK TÜRKLERİ
Bibliyografya
Pekacar, Çetin, “Kumuk Türkleri”, Yeni Türkiye Türk Dünyası Özel Sayısı
II/16, (Temmuz-Ağustos 1997).
72
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN
GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
Özet
∗
Gaziantep Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.
∗∗
Gaziantep Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana Bilim Dalı Doktora Öğrencisi.
73
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
Abstract
Mythology is the name which has been given to all legends and beliefs in the
course of mankind’s genesis. As in all societies, in Turkish society mythological
affairs have effected Turkish culture, belief and way of life as well. The culture
formed in this context has been effective for centuries due to ineradicable
reservation.
In these mythological affairs, which are generally defined by natural events,
colours have an important place. Colours, which are encumbered by different
meanings like name, surname, nickname, place and direction, have been used to
express the feelings and thoughts. Thereby, they often encounter at all parts of
Anatolia in today’s world.
In this study, colours in Turkish culture with their effects on social life and
the meanings which have been encumbered to these colours by Turks ,the relocation
ways from Turkistan to Anatolia, proverbs, idioms, famous sayings, prayings and
curses will be evaluated due to Gaziantep sample.
74
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
GİRİŞ
1
Salim KÜÇÜK, “Türkiye Türkçesi’nde Renk Adları ve Özellikleri”, Uluslararası Sosyal
Araştırmalar Dergisi, Cilt 3, Sayı 10, Ordu Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü, s. 420, Ordu 2010.
2
Hayrettin RAYMAN, “Nevruz ve Türk Kültüründe Renkler”, Millî Folklor Dergisi, Yıl 14, Sayı 53,
s. 11, Ankara 2002.
3
KÜÇÜK, a.g.m., s. 421.
75
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
Farsçadan; “bej, bordo, füme, gri, karmen, krem, safir, siklamen, taba, vermiyon,
maron, kadminyum, mimoza, magnezyum, bismark” gibi adlar ise Fransızcadan
alınmıştır. Bunu ilerleyen yıllarda “gri füme, abanoz karası, abanoz siyahı; biftek
kırmızısı, karmen kırmızısı, vermiyon kırmızısı; karmen mavisi, kobalt mavisi,
mine mavisi, saks mavisi; katran siyahı, sahtiyan siyahı, hareli neftî” gibi her iki
unsuru da yabancı kelimeden oluşmuş renk adlandırmaları izlemiştir 4. Arapça ve
Farsçanın yanı sıra Türklerin Çinliler ile ipek ticaretinden doğan yakın kültür
alışverişlerinden dolayı Çinceden de Türkçeye ipek ile ilgili birçok kumaş adı
girmiştir. 5 Bu adlandırmalar sonucunda Türk diline yabancı dillerden girmiş
kelimeleri Türkçeleştirme eğilimine karşılık son yıllarda “cream, beige, grey”
örneklerinde olduğu gibi tersi durumlara da rastlamak mümkün olup kültürel
değişime bağlı olarak “avokado yeşili” örneğinde olduğu gibi Türkçede yeni
adlandırmalara da başvurulduğu görülmektedir 6.
Türk kültüründe renklerin tek bir anlamı olmamış, yerine göre temel
anlamının dışında birbirinden farklı anlamları ve kavramları ifade etmişlerdir.
Aşklarını, sevinçlerini, üzüntülerini, kahramanlık duygularını anlatırken renklerden
de faydalanmışlardır. Bu da kültürlerine ayrı bir zenginlik ve renklilik katmıştır 7.
Bu bağlamda renk adları şahıslarda, özel ad olarak kullanılmış olabileceği gibi
lâkap olarak da kullanılmış olabilir; fakat özellikle eski Türk kültürü ve ad verme
gelenekleri düşünüldüğünde şahıs adı ve lâkap kavramlarını birbirinden ayırmak ve
hangi kelimenin şahıs adı, hangi kelimenin lâkap olarak kullanılmış olduğunu tespit
etmek oldukça güçtür. Günümüz mantığıyla bakıldığında lâkap gibi görünen bazı
kelimeleri, o dönem için lâkap olarak değerlendirmek mümkün değildir. Bu sebeple
her ikisi için de “şahıs adı” tabiri kullanılacaktır. Tabi ki, yer adlarında böyle bir
sorun yoktur 8. “Akçay, Akkum, Bozdağ, Karaağaç, Kızılağaç, Mortarla, Sarıkaya,
Yeşilçam9, Karabaş, Karakaliuşağı, Karakulak, Sarıcanlı 10” adlı bölgeler, renge
bağlı yer adlandırmalarına örnek gösterilebilir.
4
KÜÇÜK, a.g.m., s. 421.
5
Bahaeddin ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş V, Türklerde Giyecek ve Süslenme (Göktürklerden
Osmanlılara), Kültür Bakanlığı Yayınları: 638 Kültür Eserleri Dizisi: 46, s. 404, Ankara 1978.
6
KÜÇÜK, a.g.m., s. 421.
7
Ahmet KARADOĞAN, “Türk Ad Biliminde Renk Kültü”, Millî Folklor Dergisi, Yıl 16, Sayı 62, s.
90, Ankara 2004.
8
KARADOĞAN, a.g.m., s. 90.
9
Ali AKAR, “Renge Bağlı Yer Adlandırmalarında Muğla Örneği”, Erciyes Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 20, s. 55-62, Kayseri 2006.
10
Tuncer GÜLENSOY, “Elâzığ, Tunceli, Bingöl ve Diyarbakır Yörelerindeki Boy, Soy, Oymak ve
Aşiret Adları Üzerine”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Sayı: 28, s. 144-146, İstanbul Şubat
1984.
76
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
1. Ak
11
Reşat GENÇ, Türk İnanışları ile Millî Geleneklerinde Renkler ve Sarı-Kırmızı-Yeşil, Atatürk Kültür
Merkezi Yayını, 3. Baskı, s. 4, Ankara 1999.
12
Reşat GENÇ, Makaleler 1, Haz. E. Semih Yalçın-Uğur Ünal, Togay S. Birbudak, Berikan Yayınevi,
s. 390, Ankara 2007. Mehmet HAZAR, “Artukoğulları Zamanında Dede Korkut Kitabı’ndaki Kişi
Adları”, Turkish Studies, Sayı 3, s. 24, Ankara 2008.
13
Bahaeddin ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI, Türklerde Tuğ ve Bayrak (Hunlardan
Osmanlılara), Kültür Bakanlığı Yayınları: 638 Kültür Eserleri Dizisi: 46, s. 377, Ankara 1991.
14
RAYMAN, a.g.m., s. 11.
15
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 383.
77
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
olarak adlandırmıştır 16. Hatta Mustafa Kemal Atatürk de Batı Anadolu’yla Balkan
Yarımadası arasındaki denizin “Akdeniz” olarak adlandırıldığı dönemde yetişmiş,
bu bilgiler ve kültürle eğitim görmüş, görev yapmıştı. Dolayısıyla 1 Eylül 1922
tarihinde ordularına Batı’yı göstererek “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”
demiştir; çünkü bu denizin adı Türkçede “Akdeniz”dir 17.
Ak, aynı zamanda Türklerin en eski millî ve manevî inançlarından
kaynaklanan, devleti temsil etmiş bir hükümranlık sembolüdür. Müslüman Türkler
bunu dinî geleneklerine bağlamışlardır. Osmanlı devrinde ise devlet geleneğinden
gelen bu ak sancak ile daha çok ordu ve halk geleneğinin üstün tuttuğu al (kızıl,
kırmızı) renkli sancak giderek dorukta birleşmiş ve bugünkü ak (beyaz) ay yıldızlı
al bayrağımızı meydana çıkarmıştır 18.
Dede Korkut hikayelerinde ise erkek çocuğa sahip olanlar için ağ (ak) otağ
kurulmuştur 19.
Günümüzde Gaziantep ağzında yaygın bir şekilde kullanılan kelimeler ve
anlamları incelendiğinde, ak’ın, genelde kara ile kullanıldığı; eskiden olduğu gibi
bugün de temizliği, iyiliği, saflığı ve yaşlılığı temsil ettiği görülmektedir.
Deyimler
• Ak sakal, kara sakal 20.
İhtiyar, genç. Ak sakal, kara sakal, hepimiz ona söyledik, dinletemedik.
• Eşkıyanın düşkünü, beyaz giyer kış günü 21.
Kışın beyaz veya açık renk elbise giyenlerle eğlenmek için söylenir.
• Tilkinin ak (ağ) yeri 22.
Çok kurnaz adam.
Atasözleri
• Ak akçe ile ak baldıra güvenç olmaz 23.
16
Eyup Sertaç AYAZ - Selin AYAZ, “Iğdır İli Yer Adlarında Kullanılan Renk Adları”, s. 8.
http://abs.kafkas.edu.tr/upload/479/Eyup_Sertac_AYAZ_Makale_Renkler.pdf Erişim Tarihi:
21.03.2015
17
Cevat ÜLKEKUL, “Atatürk Neden ‘Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!’ Demişti”, Harita
Dergisi, Sayı 130, Harita Genel Komutanlığı, s. 79, Ankara 2003.
18
GENÇ, a.g.e., s. 16.
19
Orhan Şaik GÖKYAY, Dedem Korkudun Kitabı, Milli Eğitim Basımevi, s. 4, İstanbul 1973.
20
Ömer Asım AKSOY, Gaziantep Ağzı II “Deyimler, Meşhur Sözler, Atasözleri, Dualar, Beddualar”,
İbrahim Horoz Basımevi, s. 25, İstanbul 1945.
21
AKSOY, a.g.e., s. 95.
22
AKSOY, a.g.e., s. 186.
23
AKSOY, a.g.e., s. 248.
78
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
Dualar
• Göğsünde ak kıllar bitsin 30.
Çok yaşar, ihtiyar olursun (veya olur) inşallah. (Bu dua içinde gönenme
dileği de vardır.)
Beddualar
24
AKSOY, a.g.e., s. 248.
25
AKSOY, a.g.e., s. 248.
26
AKSOY, a.g.e., s. 249.
27
AKSOY, a.g.e., s. 249.
28
AKSOY, a.g.e., s. 249.
29
AKSOY, a.g.e., s. 342.
30
AKSOY, a.g.e., s. 387.
79
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
2. Kara
31
AKSOY, a.g.e., s. 391.
32
KARADOĞAN, a.g.m., s. 93.
33
Ebulfez Kulu AMANOĞLU, “Manas’ın Kişi Adlarında Eski Türk İnançlarının İzleri”, XII. Türk
Tarih Kongresi-Kongreye Sunulan Bildiriler, Cilt II, Türk Tarih Kurumu Basımevi, s. 438, Ankara
1999.
34
Yaşar KALAFAT, “Türk Halk İnançlarında ‘Kara’ ”, Çukurova Üniversitesi Türkoloji
Araştırmaları Merkezi, s. 280, Adana 2006.
35
Bahaeddin ÖGEL, Türk Mitolojisi I, 6. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 117, Ankara 2014.
36
ORKUN, a.g.e., s. 29.
37
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 432.
38
Yusuf Has Hacib, a.g.e., s. 150, 310, 316, 318, 330, 334, 628, 630, 636, 744, 804, 818, 826, 902,
906, 980, 1014, 1034, 1050, 1054, 1056, 1060.
39
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 431; RAYMAN, a.g.m., s. 14.
80
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
hayvan olduğu halde karasına ilgi duyulmaz 40. Dede Korkut’ta çocuğu olmayanlar
için kara çadır kurulmuş 41 olup Dede Korkut’un babasının adı da Kayı Kara
Hoca/Koca’dır 42. Divânu Lugâti’t-Türk’te ise gerdek gecesi gelinle birlikte
gönderilen hizmetçi kadın, köle ve cariyelere “karabaş” denilmiştir 43. Kara, giyimde
ise ağırbaşlılık ve ciddiyeti anlatır 44.
Gaziantep’te de durum çok farklı değildir. Aşağıda görüleceği üzere “kara”
kelimesi genellikle kötü bir şeyi nitelemek, kötü bir olaya vurgu yapmak ve de
özellikle beddua etmek için kullanılmaktadır.
Deyimler
• Aktan kara kalktı mı? 45
Kanun, nizam yok mu? (Kâğıt üzerinden yazı kalktı mı? Yani; “ortada
hükmüne uyulacak yazı kalmadı mı? Tabiî vardır.” anlamına.)
• Ala kara 46.
Gönülde beslenen kötü duygu.
40
RAYMAN, a.g.m., s. 14.
41
GÖKYAY, a.g.e., s. 4.
42
ÖGEL, Türk Mitolojisi…, s. 253.
43
Kaşgarlı Mahmud, a.g.e., s. 443; Süleyman TÜLÜCÜ, “Divan-ül Lûgat-it Türk’te ‘Kadın’ İçin
Kullanılan Sözler”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Sayı: 16, s. 140, İstanbul Şubat 1982.
44
RAYMAN, a.g.m., s. 14.
45
AKSOY, a.g.e., s. 25.
46
AKSOY, a.g.e., s. 26.
47
AKSOY, a.g.e., s. 26. Gaziantep’te kullanılan bu deyim, “İnsanın alacası içinde, hayvanın alacası
dışında.” şeklinde, yüksek kültüre sahip diğer toplumlarda görülse de Türklerde çok eskiden beri
söylenmektedir. Erzurum’da da, “Her şeyin alacası dışarda, insanınki içerde.” şeklinde
kullanılmaktadır. Ayrıca bkz. ÖGEL, Türk Mitolojisi…, s. 517.
48
AKSOY, a.g.e., s. 26.
49
AKSOY, a.g.e., s. 26.
81
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
50
AKSOY, a.g.e., s. 41.
51
AKSOY, a.g.e., s. 89.
52
AKSOY, a.g.e., s. 107.
53
AKSOY, a.g.e., s. 130.
54
AKSOY, a.g.e., s. 130.
55
AKSOY, a.g.e., s. 130.
56
AKSOY, a.g.e., s. 130.
57
AKSOY, a.g.e., s. 130.
58
AKSOY, a.g.e., s. 130.
59
AKSOY, a.g.e., s. 133.
82
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
Atasözleri
• Dadandırma kara gelin, dadanırsa gene gelir 61.
Birisinin sende bulunan güzel bir şeyden faydalanmasına izin verirsen onu
alıştırmış olursun. Bundan sonra aynı maksatla seni her vakit rahatsız eder.
• Kara günün ömrü az olur 62.
Sıkıntılı günler çok devam etmez. İnsan yine ferahlı günlere kavuşur.
• Elâ göze sürme çekme (çekmek) töhfelik; kara göze sürme çekme
kahpelik63.
Her işin bir yakışığı vardır. Buna uyulursa herkes beğenir: uyulmazsa
ayıplar.
• El, el için ağlamaz; başına kara bağlamaz 64.
Bir kimse başka bir kimse için ağlayıp yas tutmaz; uzun boylu acı duymaz.
(Krş. Eldeki yara bende duvar deliği.)
• Gün karası gider, yüz karası gitmez 65.
Güneşin yakarak esmerleştirdiği yüz ağarır; fakat cilt aslında esmerse
ağarmaz. İnsanda bunun gibi gelip geçici kusurlar bulunur. Fakat namus
ve şeref lekesi silinmez.
• Kötü davacı, şahit yüzü karalar (veya: şahit yüzünü kara eder.)66
Davacı davasını iyi anlatamaz ve davayı kazanmak için gerek olan bütün
bilgileri, belgeleri ortaya koyamazsa kendisinden yana şahitlik edenlerden
fayda göremez ve davayı kaybeder. Bu halde şahitler de yalancı şahitlikte
bulunmuş gibi bir duruma döşerler.
• Ramazanda oruç yiyenin bayramda yüzü kara olur 67.
60
AKSOY, a.g.e., s. 158.
61
AKSOY, a.g.e., s. 277.
62
AKSOY, a.g.e., s. 278.
63
AKSOY, a.g.e., s. 290.
64
AKSOY, a.g.e., s. 292.
65
AKSOY, a.g.e., s. 307.
66
AKSOY, a.g.e., s. 334.
67
AKSOY, a.g.e., s. 351.
83
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
Beddualar
• Başına kara gele 68.
Bir felâkete uğrarsın inşallah.
• Bayram başına kara gele 69.
Felâket içinde bayram geçirirsin inşallah. (Bayram yaklaştığı günlerde
kullanılır.)
• Kapın kara kilit vurula 70.
Yurdun yuvan dağılsın da kapın kilitli kalsın inşallah.
• Kara bayramlar edesin71.
Felâket içinde bayram geçirirsin inşallah. (Bayrama yakın zamanlarda
edilen beddualardan.)
• Kara haberin gele 72.
Ölüm haberin gelir inşallah.
• Kara kara dert (ağrı) 73.
Ağır dertlere (veya: ağrılara) uğrarsın inşallah.
• Kara yere gidesin 74. (Kara yere git, arkanın zumaranın üstüne git. / Kara
yerin karanlığına gidesin.)
Mezara gidersin inşallah. (Bir yere gitmesine veya gitmemesine kızılan
kimseye karşı.)
• Sesin kara yerden gele 75.
Sesin ölüm çukurundan gelir inşallah. (Çağırıldığı halde ses vermeyenlere).
• Yaşı kara gelesice 76.
Yaşamayasıca.
68
AKSOY, a.g.e., s. 394.
69
AKSOY, a.g.e., s. 394.
70
AKSOY, a.g.e., s. 401.
71
AKSOY, a.g.e., s. 401.
72
AKSOY, a.g.e., s. 401.
73
AKSOY, a.g.e., s. 402.
74
AKSOY, a.g.e., s. 402.
75
AKSOY, a.g.e., s. 404.
76
AKSOY, a.g.e., s. 406.
84
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
3. Al (Kızıl)
Kırmızı rengin Türklerde en yaygın ve tek adı “Kızıl”dır 78. Bu renk güneşin
ve tüm savaş tanrılarının rengidir. Her ne kadar Reşat Genç al rengi, kızıl olarak
kabul etse de, Bahaeddin Ögel bunu reddetmektedir79. Kırmızı sözü de eski
Türkçede yer almamaktadır. XI. yüzyıl Türk eserleri ile Dede Korkut’ta bu
kelimeye rastlanmamıştır.
Kızıl, Türklerde kanı da temsil etmektedir. Kırgız, Yabaku, Kıpçak gibi daha
başka boyların halkı, aralarında bir şey üzerine ant içtikleri veya sözleştikleri
zaman, kılıcı kınlarından çıkarır ve yanlamasına önlerine koyarlardı. Bundan sonra
da kılıç üzerine şöyle yemin ederlerdi: “Bu kök kirsün, kızıl çıksun.” derlerdi.
Bunun anlamı şudur: “Eğer sen sözünde durmazsan, bu gök renkteki kılıç, senin
kanına bulanarak kızıl çıksın ve senden öcünü alsın.” 80
Osmanlı Devleti’nde de saygın bir renk olan kızıl, Osman Gazi tarafından
savaşlarda sancak rengi olarak kullanılmış, O’nun ölümünden sonra da eşyaları
arasında Alaşehir dokuması kızıl sancaklar bulunmuştur. Bunun nedenini kırmızının
gücü simgeleyen, canlılık, dinamizm, mutluluk, ağırlık hissini en çok uyandıran,
savaşçılığı, liderlik ve hâkimiyet duygusunu bünyesinde barındıran, cesareti,
enerjikliği temsil eden bir renk olmasına bağlanabilir81. Yine Türk kültüründe kızıla
çalan renge ve bu renkte olan ata “Kızılsagı” denilmektedir 82.
Tonyukuk yazıtında “kızıl kanımı tüketerek83” sözlerinin kullanılmış
olmasından, Göktürklerde kızılın kullanıldığını göstermektedir. Dede Korkut’ta ve
Altay masallarında kızıl, kanın sembolü iken, eski Türk edebiyatında “kızıl tilki”
sözü ile hilenin sembolü olarak kullanılmıştır. Buradan kızılın kurnazlık ve
hilekârlık anlamları içerdiği görülmektedir. Kutadgu Bilig’de geçen “kızıl dil” sözü
77
AKSOY, a.g.e., s. 408.
78
AYAZ - AYAZ, a.g.m., s. 12.
79
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 400-401; Yaşar ÇORUHLU, Türk Mitolojisinin Ana
Hatları, Kabalcı Yayıncılık, s. 212, İstanbul 2012.
80
ÖGEL, Türk Mitolojisi…, s. 75-76.
81
AYAZ - AYAZ, a.g.m., s. 12.
82
Salim KÜÇÜK, “Türk Kültüründe Donlarına Göre Atlara Verilen Adlar ve Nişanları”, Turkish
Studies, Sayı 4, s. 1835, Ankara 2009.
83
Hüseyin Namık ORKUN, Eski Türk Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, 3. Baskı, s. 117, Ankara
2011.
85
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
ise kötü dil anlamında kullanılmıştır 84. Burada düşünüp taşınmadan, sonunun
nereye varacağını hesaplamadan sarf edilen sözlerin, insanın başına dert
açabileceğini, dili yüzünden belaya saplanıp zarar görebileceğini ifade etmektedir 85.
Yine Dede Korkut’ta kız çocuğa sahip olanlar için kızıl otağ kurulmuştur 86.
Selçuklularda ise saltanat çadırının rengi kırmızıdır 87.
Türklerin en eski inançlarından olan Şamanizm’e göre Al Ruhu’nun sonraları
temsil etmeye başladığı albastı olayının, al renk ile ilgili geleneklerin günümüze
kadar gelmiş bazı izlerini biliyoruz. Mesela; albastı, kırmızı renkten korkmaktadır.
Bunun için lohusanın başına beyaz yaşmak ve kırmızı tül bağlanmakla beraber,
kırmızı altın takılır ve kırmızı şeker hediye edilir88.
Bir yön adı olarak ise kızıl, Güney’i temsil etmektedir89. Ayrıca “Al”
kelimesi Moğolcada da aynı anlamı taşımakla beraber Moğolcaya Türkçeden
geçmiş bir kelimedir 90.
Kızılın altın rengiyle de ilişkisi vardır ve bu ilişki geç dönemde Türk
mitolojisindeki “Kızıl Elma” efsanesinde görülür. Kızıl Elma ya da Altın Küre,
Türklerin dünya hâkimiyeti idealinin bir simgesi olarak anlaşılmıştır ve esas olarak
“ulaşılmak istenen gaye, amaç, yer” anlamındadır. Bu nedenlerden ötürü Kızıl
Elma, hükümdar simgeciliğinde önemli yer tutar ve sanat tarihinde elinde Kızıl
Elma (Altın Küre) tutan Osmanlı hükümdar portrelerinin ortaya çıkmasına yol
açar 91.
Al da Gaziantep’te çeşitli anlamlarda kullanıldığı gibi, aşağıdaki örneklerde
görüleceği üzere, genellikle kanı simgelemekte ve beddua olarak kullanılmaktadır.
Deyimler
• Dibi kırmızı (yeşil) mum mu saldım? 92
Saygı göstererek davet ettiğim bir adam değil …
84
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Çev. Reşid Rahmeti Arat, Kabalcı Yayınevi, s. 247, İstanbul 2008.
85
AYAZ - AYAZ, a.g.m., s. 12.
86
GÖKYAY, a.g.e., s. 4.
87
Erdoğan MERÇİL, Büyük Selçuklu Devleti, Nobel Yayınevi, s. 140, Ankara 2012.
88
GENÇ, a.g.e., s. 18.
89
Enver ÇAKAR, “Haleb Sancağı’nda Türkçe Yer Adları”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi
Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı 11, s. 87, Ankara 2000.
90
Mehmet Necati ABLAY, “Eski Mogolların Anonim “Gizli Tarih”inde Bulunan Türk Adları ve
Bunların Tarihi Önemleri”, XI. Türk Tarih Kongresi-Kongreye Sunulan Bildiriler, Cilt II, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, s. 535, Ankara 1994.
91
ÇORUHLU, a.g.e., s. 212.
92
AKSOY, a.g.e., s. 80.
86
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
Atasözleri
• Al giyen aldanmamış (veya aldanmaz) 93.
Al; güzel bir renktir, herkese yakışır. Al renkli elbise giyen iyi bir şey
giymiş olur.
• Ala 94 kargada hakkım olsun, alamazsam gözümü oysun 95.
Zengin ve güvenilir bir adamda alacağı olan, bu alacağın batacağından
korkmaz.
Ki ala kargada alimim olsun
Ger alımaz isem ölümüm olsun. (Güvahi)
Beddualar
• Anan baban bir kızıl tabutta gide 96.
Hem anan hem baban aynı zamanda bir kanlı cinayete kurban olurlar da
ikisi bir tabuta konulur inşallah.
• Kızıl kızıl pişesin (de kızıl ataşa düşesin) 97.
Kızlara karşı yapılan bir beddua.
• Kuzul kuzul kurt 98.
Bir sözü veya bir şeyin niteliğini anlamak üzere tekrar tekrar sorular
sorarak karşısındakini usandıran kimseye karşı söylenir, “Öğrenmek
istediğin şey kızıl kurttur.” demek olan bu sözden asıl maksat şöyle bir
bedduadır: Yara, bere içinde kal, onlara da kızıl kurt düşsün inşallah.
• Sakalın kızıl kanda yuna 99.
Ak sakalın kanlar içinde kalsın.
4. Yaşıl (Yeşil)
Yaşıl, yaş sözünden türemedir. Yaş ise, dünyanın her yanında yaşayan
Türklerce ömür anlamında kullanılır. Ayrıca yaş, Türk toplumunun bazılarında genç
93
AKSOY, a.g.e., s. 250.
94
Kızılla kara arası bir renk olan ala ülkemizde daha çok kahverengi olarak bilinmektedir.
Kaynak: http://turkdilidergisi.org/renkler/ala.htm Erişim Tarihi: 21 Mart 2015; ÖGEL, Türk Kültür
Tarihine Giriş VI …, s. 450.
95
AKSOY, a.g.e., s. 250.
96
AKSOY, a.g.e., s. 393.
97
AKSOY, a.g.e., s. 402.
98
AKSOY, a.g.e., s. 403.
99
AKSOY, a.g.e., s. 404.
87
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
insan anlamında kullanılır 100. Bununla beraber toplum severliği, duyarlılığı, ruhsal
ilişkiyi, çamı, türbeyi, çevreyi, dört yapraklı yoncayı ve cenneti ifade eder101.
Türk mitolojisine göre, Tanrı Ülgen’in yedi oğlundan birisinin adı Yaşıl
Kağan’dı ve genellikle bitkilerin yetişip büyümesini düzenlediğine inanılırdı.
Ayrıca, yeşilliklerin Ülgen inanışı ile bağını gösteren mitolojik inanmaya göre;
Ülgen, insan vücudunu yarattıktan sonra Kuday’ın yüksek ulûhiyetinin huzuruna
“Kuzgun” denilen kuşu göndererek yarattığı insan için can ister. Kuzgun göğe uçar.
Canı alıp dönerken yerde bir leş görür. Dayanamayarak leşi yemek için ağzını açar.
Gagasındaki can, çam ormanına düşerek dağılır. Bundan dolayıdır ki çam ve ardıç
ağaçlar kış ve yaz yeşilliklerini korurlar 102.
Çağdaş Şamanist Altaylı Türk boylarında dağ kültü en önemli kült
sayılmaktadır 103. Doğanın canlanması ile ilgili olarak göçebe yaşayan Türklerin
hayatında bazı olaylar etken olmuştur. Bunlar, otların yeşermesi, gök gürlemesi,
yıldırım şakımasıdır. Türkler, hayvan yavrularını otlatmak için otların yeşermesini
bekler. Bu nedenle yeşil renk, Türklerin yaşamında önemli bir görev üstlenir.
Bundan dolayıdır ki, Çin kaynaklarının bildirdiğine göre, M.Ö. VIII. yüzyıl ve IX.
yüzyıllarda 21 Mart tarihleri önemli olmaya başlamıştır; çünkü 21 Mart, aynı
zamanda otların yeşermeye başladığı dönemdir 104. Kaşgarlı Mahmut da ünlü eseri
Divânu Lugâti’t-Türk’te, “dağların tepeleri bitkilerle yeşerdi” diyerek, baharı tasvir
etmektedir 105.
Her ne kadar İslâmiyet’le birlikte de kutsallık kazanmış olsa da, eski
Türklerde Şaman, gökyüzüne yükselirken sarı, kırmız, yeşil elbiselerini kullanırdı.
Bununla beraber Safevî Türkmen Devleti’nin bayrakları yeşildir. Osmanlılarda da
yeşil renkli sancaklar uzun süre kullanılmıştır. Fatih’in İstanbul’u kuşattığı sırada
gemisinde yeşil sancak olduğu bilinmektedir. Çaldıran Savaşı’nda da Bolu ve
Kastamonu süvarileri yeşil sancak kullanmışlardır. Barbaros Hayrettin Paşa’nın
İnebahtı Savaşı’nda kullandığı bayrak da yeşil renklidir 106.
Yeşil; edebiyattaki anlamı ile canlılık ve dirilişi simgeler. Çöllerde,
çoraklarda yaşayanlar, yeşile büyük özlem duyarlar. Halk dilinde, yeşil görmek,
100
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 471; RAYMAN, a.g.m., s. 13.
101
RAYMAN, a.g.m., s. 12.
102
GENÇ, a.g.e., s. 27-28.
103
Abdülkadir İNAN, Makaleler ve İncelemeler, Cilt II, 3. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, s.
252, Ankara 1998.
104
RAYMAN, a.g.m., s. 13.
105
Kaşgarlı Mahmud, Divânu Lugâti’t-Türk, Haz. Ahmet B. Ercilasun - Ziyat Akkoyunlu, Türk Dil
Kurumu Yayınları, s. 254, Ankara 2014.
106
RAYMAN, a.g.m., s. 13.
88
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
yeşile çalmak, yeşile susamak, yeşile dönmek, yeşile uzanmak, yeşiller giymek,
yeşillenmek gibi deyimler kullanılır 107.
Yeşil Gaziantep ağzında pek kullanılmasa da, Eski Türk mitolojisinde veya
geleneğinde olduğu gibi her zaman gençlik ve tazelik anlamında kullanılmaktadır.
Atasözleri
• Çubuk yaşken eğilir 108.
“Ağaç yaşken eğilir” atasözü ile aynı anlamdadır. Eğitim erken yaşta olur
anlamında kullanılır.
Beddualar
• Alını yeşilini soldurmayasın 109.
Taze gelinliğinden hevesini almadan ölürsün inşallah.
• Yeşermeyesice 110.
Büyüyüp gelişmeyesice, türemeyesice.
5. Sarı
Sarı renk, Türk inanışları ile duygularında iyi bir yer tutmaz. Yalnızca doğa
ve bahardaki çiçek tasvirlerinde zevkle ve istenerek kullanılır. Aslında sarı, bir Çin
imparatorluk rengidir. Yalnızca Çin imparatorlu sarı elbise giyinirdi. İmparatorlun
birçok arması ve logosu, ünlü Çin Ejderhası bile sarıydı. herhangi bir Çin vatandaşı
sarı bir elbise giyip sokağa çıksaydı, kendi imparatorluğunu ilan etmiş sayılarak
cezalandırılırdı. Türkler arasında ise Cengiz Han İmparatorluğu’nun
genişlemesinden sonra çoğaldı ve yaygınlaştı. Her ne kadar devlet logolarında sıkça
kullanılmaya başlansa da Türklerde sarı renk; kötü ruhlar, hastalıklar, boş çöller,
uzun kış günleri ve yokluklar hep sarı renkle sembolleştirilmiştir 111.
Coğrafi olarak da kullanılan sarı, dünyanın merkezinin sembolüdür. Bu
anlayış eski Türk inancı olan Şamanizm’den kaynaklandığı görülmektedir 112.
Ögel’e göre; bu, büyük çöllerin renginin sarı olmasıyla ilişkiliydi 113.
107
RAYMAN, a.g.m., s. 13.
108
AKSOY, a.g.e., s. 214.
109
AKSOY, a.g.e., s. 391.
110
AKSOY, a.g.e., s. 407.
111
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 479.
112
GENÇ, a.g.e., s. 36.
89
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
Deyimler
• Kemiği sararmak 121.
Bir iş içinde eskiyip ihtiyarlamak ve bu işin sıkıntılarına alışık olmak.
• Sarı yağlar aktı, sarımsaklar koktu mu? 122
113
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 481.
114
Abdülkadir İNAN, Makaleler ve İncelemeler, Cilt I, 3. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, s.
260, Ankara 1998.
115
ÇORUHLU, a.g.e.., s. 219.
116
ÇORUHLU, a.g.e., s. 219.
117
İNAN, a.g.m., s. 12.
118
İNAN, a.g.m., s. 12.
119
Kaşgarlı Mahmud, a.g.e., s. 58.
120
ÇORUHLU, a.g.e., s. 220.
121
AKSOY, a.g.e., s. 135.
122
AKSOY, a.g.e., s. 170.
90
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
Beddualar
• Sarı çıyan soksun 124.
6. Gök
Gök kelimesi eski Türkçe döneminden beri birden fazla rengi ifade etmiştir.
Birçok Türk dilinde göğü nitelendiren kök sözcüğü, ilk başta göğün, yani büyük
tanrının isimlerinden yalnızca biriydi. Aynı şekilde göğün seçilmiş halkı olan Türk
halkını ve gökten gelen kimi nesneleri, özellikle kurdu, yani “kök böri”yi (mavi
kurt) nitelendirmekteydi 125. Kök Böri ise büyük hükümdarların kudretini göstermek
için kullanılan bir sıfattı 126.
Bununla beraber gök renk, kutsal göğün olduğu kadar, Tanrı’nın da bir
sembolü idi. Bir şeyi gök rengine büründürmek veya gök sözü ile beraber
söylemek, o şeyi kutsal saymak veya aralarında Tanrı ile ilgili bir bağ kurmak
isteğinden ileri gelmeliydi 127.
Gök; daha çok mavi ve yeşil için kullanılmışsa da boz, gri gibi renkler için de
kullanılmıştır. Günümüzde de Türkçenin çeşitli lehçe ve ağız seviyesindeki dil
birliklerinde mavi, yeşil, boz, gri gibi renkler için kullanılmaktadır. Eski Türkçe
döneminden beri yeşil için “yaşıl” kelimesi kullanılsa da gök kelimesinin yeşil
yerine kullanımı günümüze kadar devam etmiştir. Gök ve mavi, gök ve suyun
simge ve alâmetidir. Gök ve su insanlık tarihinde mukaddes sayılmıştır. Gök rengi
sonsuzluğu, türeyişi, emniyet ve huzuru telkin eder. Dostluk, sadakat, vefa,
aydınlık, temizlik ve ruhaniliği temsil eder. Gök; Türklerde Tanrı’nın rengi ve
sembolüdür. Göktürk Devleti’nin bu adı benimsemesinde Gök rengin Tanrısal gücü
ve hâkimiyeti simgelemesinden etkilenilmiş olduğu düşünülebilir. Göğümüzün
rengi, bizi sonsuzluklara bağlayan ululuk ve yüceliğin, dünyamızın ve varlığımızın
123
AKSOY, a.g.e., s. 353.
124
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 482.
125
Jean-Paul ROUX, Eski Türk Mitolojisi, Bilge Su Yayıncılık, s.86, Ankara 2012.
126
ÖGEL, Türk Mitolojisi…, s. 54.
127
ÖGEL, Türk Mitolojisi…, s. 47.
91
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
simgesidir. İnsanlara bolluk, refah, ölüm ve felaket yine göklerden gelir. Doğarken,
göklerden inme; ölürken de göklere çıkma, insanların dileğidir128.
Manas Destanı’nda; tecrübeli, görmüş ve geçirmiş ihtiyarlara “ak sakallı”
denirdi; fakat Manas’ın oğluna ad vermek için birdenbire ortaya çıkan Hızır için ise
“gök sakallı” deyimi kullanılıyordu. Er-Töştük Destanı’nda Tanrı’nın bir elçisi
olarak kayın ağacının üstünden çocuğa seslenen nur yüzlü ihtiyara da “gök sakallı”
denmişti. Uygur harfleri ile yazılmış Oğuz-name’de, Oğuz Kağan’a yol gösteren
kurttan hep “gök tüylü, gök yeleli kurt” diye söz açılmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki
eski Türkler, kurdun maddi varlığından ziyade yelesine ve tüylerine önem
veriyorlardı. Kırgız destanlarında da “kök cal”, yani “gök yeleli kurt”, en büyük
Kırgız bahadırlarına verilen bir unvandı 129. Gök Böri burada adeta Tanrı’nın
habercisi gibi karşımıza çıkmaktadır. Mukaddeslik tanrının özüne mahsustur. Gök
kurt burada mübareklik vasfını taşımaktadır. Gök aynı zamanda bilgeliğin de
sembolüdür. Kuzey Türk destanlarında zaman zaman gök sakallı bir kişi çıkar,
bilgisi ve tecrübesiyle insanlara yardımcı olur. Gök renk Türk geleneklerinde yasta
ve ölümde de yerini bulmuştur. Dede Korkut’ta geçen “Anam benim için gök geyip
kara sarınsın.” ifadesi bunu doğrulamaktadır; ancak gök rengin kullanıldığı
yerlerdeki ölüm hadiselerinde şahadet hali vardır. Herhangi bir ölüm için değil
zulümle veya şahadet halindeki ölüm durumları için kullanılmıştır130.
Bir yön adı olarak Doğu’yu temsil etmekle beraber, zaman zaman Hazar
Denizi için “Gök Deniz” tabiri de kullanılmıştır131.
Aşağıdaki örnekte görüleceği üzere, gök renkle ilgili Gaziantep’te
kullanılmakta olan yalnız bir deyim tespit edilmiştir. Bu deyimde de gök renginin
verdiği anlam, eskiden olduğu gibi aynıdır.
Deyimler
• Yakası gök (boz) bitten kurtulmak 132.
Fakir iken genişliğe erişmek.
128
AYAZ - AYAZ, a.g.m., s. 12-13.
129
ÖGEL, Türk Mitolojisi…, s. 47-142; AYAZ - AYAZ, a.g.m., s. 13; Nuray BİLGİLİ, “Kozmolojik
Bir Kağan: Oğuz Kağan”, Çağdaş Bilimler Işığında Oğuz Kağan Destanı, Ed. Ali Rıza Özdemir,
Kripto Basın Yayın, s. 230, Ankara 2014.
130
AYAZ - AYAZ, a.g.m., s. 13.
131
ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş VI …, s. 466; ÖGEL, Türk Mitolojisi…, s. 507, 507.
132
AKSOY, a.g.e., s. 195.
92
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
SONUÇ
93
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
KAYNAKÇA
94
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY∗ - EMRAH BERKANT PATOĞLU∗∗
95
ESKİ TÜRK MİTOLOJİSİNDE RENKLERİN GÜNÜMÜZ ANADOLU’SUNA YANSIMASI:
GAZİANTEP ÖRNEĞİ
Elektronik Kaynaklar:
• http://abs.kafkas.edu.tr/upload/479/Eyup_Sertac_AYAZ_Makale_Renkler.pdf
Erişim Tarihi: 21.03.2015
• http://turkdilidergisi.org/renkler/ala.htm
Erişim Tarihi: 21.03.2015
96
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK
ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
ÖZET:
Halifelik, bütün İslam tarihi boyunca İslam toplumlarının yegâne yönetim biçimi
olarak algılanmıştır. Gerçekte ise güce dayalı bir sistemden başka bir şey olmayan
halifeliğin geçirdiği tarihsel aşamalar incelendiğinde, dini olmaktan daha çok siyasi
bir kurum olarak görülmektedir. Biz bu çalışmamızda, halifeliğin ortaya çıkışından,
3 Mart 1924’te kaldırılışına kadar geçirmiş olduğu tarihsel süreçleri incelemeye
çalıştık.
97
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
Abstract:
Historical Viewpoint: The Caliphate – Its Come out and states wich its pass on-
98
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
GİRİŞ
Halife kelimesi sözlükte; vekil, birinin yerine geçen kimse, Hz.
Muhammed’in vekili olarak Müslümanların İmamı ve Şeriat’ın koruyucusu 1
anlamlarına gelmektedir. İslam camiasının en yüksek reisinin yani İmamı’nın
unvanı 2 olarak halifeyi İslam alimleri “din ve dünya işlerinin yürütülmesi
hususunda şeriat sahibine naiplik etmek” anlamında kullanmışlardır 3.
Gerek mikro gerekse makro düzeyde her ne suretle olursa olsun bir araya
gelmiş toplumun işlerini çekip çevirecek yöneticiye, başkana ihtiyaç duyulması,
inkârı mümkün olmayan sosyal ve siyasî bir olgudur. Dolayısıyla er toplumun bir
yönetime gerek duyacağı açıktır 4. Meseleye bu yönden bakılacak olursa Hz.
Peygamber, Medine’de kurduğu İslam toplumunun başkanıdır. Diğer bir anlatımla
Hz. Muhammed, peygamber olması hasebiyle Müslümanların dini lideri ve
Medine’deki toplumun siyasi işlerinin üstlenene bir idareci olmak bakımından da
halkın dünyevî lideridir.
*Yrd. Doç. Dr., İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi. Hikmet Yurdu Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler
Araştırma Dergisi, Yıl: 2, S.3 (Ocak – Haziran 2009), ss. 215 - 226
1
Ragıp el-İsfehani, el-Müfredat fi Garibi’l-Kur’an, İstanbul, 1986, 293; İbn Manzur, Lisanu’l-Arab,
Beyrut, 1997, IV.183-184; Şemseddin Sami, Kâmûsu’t-Türkî II, İstanbul, 1985, 465.
2
Arnold T. W, “Halifelik”, İ.A., V/I, 148.
3
Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed el-Maverdi, Ahkamu’s-Sultaniyye, Beyrut, 1994, 29; İbn Haldun,
Mukaddime, Kahire, t, II.578; Ebu’l-Muin en-Nefesi, Tabsiretü’l-Edille fi Usuli’d-Din, Dımaşk, 1993,
191; Muhammed Ebu’z-Zehre, Tarihu’l-Mezahibi’l-İslamiyye, y, 1989, 20; Ali Duman, İslam
Hukukuna Göre Siyasi Fikir Hürriyeti, Basılmamış Doktora Tezi, Konya, 1999, 89.
4
İlk dönem İslâm toplumunun ve sonraki dönem Müslümanlarının sosyal düzenlerinin
geçekleştirilmesinde siyasal iktidara olan ihtiyaç konusunda geniş bilgi için bkz. Duman, Siyasi Fikir
Hürriyeti, 90.
5
“Hani Rabbin Meleklere demişti ki: Ben yeryüzünde bir Halife yaratacağım…” Bakara, 2/30, “Ey
Davud! Biz seni yeryüzüne halife yaptık…” Sâd 38,26.
99
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
siyasal aşamaları ve bu aşamaların sonuçları bakımından ele almayı
amaçlamaktayız.
100
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
kusur edersem beni ikaz edersiniz. Şu hususta işaret etmek isterim ki sizin
kuvvetiniz, zayıfın hakkını alıncaya kadar kuvvetlidir.” sözleriyle halka hizmet
edeceğini ve herkese kanun önünde eşit haklar tanıyacağını ifade eder.
Görüleceği gibi Ebu Bekr’in halife olmasında belirleyici bir Nass olmayıp
bir nevi seçimle sonuçlanmış ve Ebu Bekr’in ifadesinden de anlaşılacağı gibi her
türlü şartlar koşulmamış tamamen sosyal şartlar mülahazası sonucu Hz. Ebu Bekr
Halife seçilmişti.
Diğer taraftan daha “Cahiliye Devri” Araplarında “Emir, hem padişah, hem
kadı, ham maliye nazırı, hem asker kumandanı, hem her şeydir” 11. Bunlardan da
anlaşılacağı üzere Ebu Bekr’in halife seçilmesinde herhangi bir Nass ve işaret değil,
doğrudan gelişmekte olan İslam devletinin savunması ve yayılmasını
gerçekleştirebilecek birliği ve düzeni koruyabilecek kabiliyette oluşu, Kureyşli
olmak hasebiyle de nesep, yaşlılık ve tecrübe bakımından etrafında saygı uyandırışı,
10
Gerçi Eş’ari (Makalat 2), Hz. Ebu Bekr’in “İmamet Kureyş’tendir” hadisini delil olarak zikrettiğini
söylüyorsa da, ilk devir tarihçilerinin hiçbirinde buna dair bir tek teyit yoktur; Mehmed Saip Hatipoğlu
“İslâm’da İlk Siyasî Kavmiyetçilik Hilafetin Kureyşliliği”, AÜİFD, C. XXIII, Ankara, 1978, 147; Fığlalı, 42.
11
Fığlalı, 43.
101
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
Müslüman olmaktaki kıdemi ve Resulullah (sav) ‘ın en yakın arkadaşı oluşu gibi
vasıflar rol oynamıştır 12.
Hz. Ebu Bekr’in iki yıllık hilafeti, çevrede baş gösteren Dinden Dönme
(ridde) olaylarının kararlı bir şekilde bastırılması, Irak ve Sureyi fetihlerine
girişilmesi ile geçmiştir. Hz. Ebu Bekr hastalığı ağırlaşınca bir çok sahabeye Hz.
Ömer hakkındaki kanaatlerini sorar hepsi de ondan sitayişle söz ederek, bu işi
ondan daha iyi yapacak birinin bulunmadığı hususunda birleşirler ve neticede Hz.
Ömer, Hz. Ebu Bekr’in vasiyeti üzerine halifeliğe getirilir. Sahabeden bir kısmı Hz.
Ömer’in sertliğini söylemiş olsalar da, onu adil ve gerçekten İslâm’ın şanını
yücelten emsalsiz bir idarenin mümtaz olduğunu da kabul etmişlerdir. Hz. Ömer’in
bu şekilde halifeliğe gelmesi dolayısıyla istihlaf adı verilen, önceki yöneticinin
kendisinden sonra kimin yönetime geleceğini etrafındakilerle istişare ettikten sonra
açıklaması şeklindeki seçim biçimi ortaya çıkmış olmaktadır 13.
Hz. Ömer’in on yıldan biraz fazla süren halifeliği İslam dünyasının her
bakımdan gelişme ve genişleme dönemi olmuştur. Selefinin iki yıllık halifeliğinde
olduğu gibi onun da halifeliği sırasında da, Müslümanlar arasında itikadî yönden
herhangi bir ihtilafın varlığına rastlanılmamaktadır.
12
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul, 1991, ıI. 846, 853; Philippe
Hitti, Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul, 1980, I. 210; Fığlalı, 46; Duman, Siyasi
Fikir Hürriyeti, 166.
13
Tabeeri, II. 352; İbn’ül-Esir, II. 425; İbn Kuteybe, el-İmame, I. 35 vd.; Bakillani, 196; Fığlalı, 48;
Duman, Siyasi Fikir Hürriyeti,152.
14
Fığlalı, 42; Andre Miguel, 82.
102
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
yettiği kadar” cevabını verirken Hz. Osman “evet” cevabını verince, Şûra, Hz.
Osman’ı tercih etmiştir.
Hz. Osman’ın hilafeti tarihte genellikle ikiye ayrılır. Birinci altı yıllık dönem iyi
idare, ikinci altı yıllık devre de “gayri meşruluk ve karışıklık” ile tavsif edilir. Bu tür
ayrımlar karışıklıkların ve isyanların, ikinci devrede daha çok olmasından
kaynaklanmaktadır.
Halife Hz. Osman’ın Haziran 656 yılında feci şekilde şehit edilmesine son
derece üzülen Hz. Ali ve diğer ashap Mescit’te toplanarak yeni halife seçimine
giderler ve Ali b. Ebu Talib’e teklif edilen hilafeti Hz. Ali, orada bulunan Talha ve
Zübeyr’e teklif eder. Fakat ısrar üzerine kabul eder. Hz. Ali’nin hilafete geliş tarihi
15
İbn Kuteybe, el-İmame, I.46-62
103
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
ihtilaflı olmakla birlikte Hz. Osman’ın şahadetinin beş veya yedinci günü olarak
tahmin edilmektedir.
Hz. Ali, biatten sonra en önemli mesele olan Hz. Osman’ın katillerinin
bulunması ve cezalandırılması konusunda daha iş başında yıpratılmaya başlanır.
Kendisine ilk biat eden, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr katillerin cezalandırılmasında
ısrar ediyorlardı. Hz. Ali de haklı olarak “Bize hükmeden bu kavimle nasıl başa
çıkarım” deyip, beklemeyi ve ortalığın yatışmasını uygun görüyordu 16.
16
Hitti, I. 281; İrfan Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan, Ankara 1990, 174 – 186;
Fığlalı, 68; Duman Siyasi Fikir Hürriyeti, 146.
17
İ. Agâh Çubukçu, “Kültürümüzde Din Unsuru”, Milli Kültür Unsurlarımız Üzerine, Ankara, 1990, 66.
18
Ali b. Ebi Talib, Nechü’l-Belaga, Beyrut, t, I. 155 – 157, 162, 202; İbn Kuteybe, el-İmame, I. 161 –
166.
104
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
anlaşma 31 Temmuz 661 tarihinde yapıldığına göre ikinci ihtimal daha doğru
olmalıdır. Ancak görülen o ki, Muaviye Hz. Ali soyuna ve kısaca Haşimoğulları’na
karşı sadakat ve itaat göstermek yerine, bunun tam tersini yapmış veya yapılmasına
müsaade etmiştir.
19
Hitti, I, 434.
20
Hitti, I, 440.
21
Hitti, I, 444.
105
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
takım şeref ve unvanları taşımaya başladılar. Çöküşleri esnasında ise halk onlara,
“Halifetullah” (Allah’ın halifesi, vekili) ve daha sonraları ifade edilen unvanlar
vermeye başladılar. Gerçekte bu unvanların verilmesi ilk olarak el-Mütevekkil (847
– 861) ile başlamış ve Osmanlı halifelerinin son günlerine kadar devam edip
gitmiştir 22.
3. Halifelik ve Türkler
İslamiyet’i kendi arzuları ile kabul eden Türkler, Emevîlerin menfî tutumu
yüzünden devlet ve hükümet işlerinde faal rol oynamamışlardı 23. Türkler daha sonra
Abbasîlerin müspet davranışlarıyladır ki, sarayda ve orduda kendilerini göstermişler
ve komutanlıklara, valiliklere kadar yükselmişlerdir. Tolunoğulları ve İhşitoğulları
adıyla geçen Türk devletlerini, Abbasî sarayında yetişmiş valiler kurmuşlardır.
İslam tarihinde ilk defa din ve dünya işleri birbirinden resmen ayrılmış,
Selçuklu Sultanları Halifeliğin dünyevî otoritesini ellerine geçirerek “Sultan” veya
“Sultan-ı İslam” unvanını alırken, Abbasî halifeleri de, “dini reis” sıfatıyla uhrevî
işleri yürütmüşlerdir. Böylece Selçuklular, Abbasî halifelerini adeta avuçlarına
almış ve halifeler onların isteklerine boyun eğmek zorunda kalmışlardır 26.
22
Hitti, I, 448.
23
H. Dursun Yıldız, İslamiyet ve Türkler, İstanbul, 1980, 45 – 48.
24
Mehmet Altay Kösemen, Selçuklu Devri ve Türk Tarihi, Ankara, 1983, 168.
25
Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 95.
26
İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ankara, 1977, 302 – 303.
106
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
27
Köymen, 87.
28
Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1971, 458.
29
Philip K. Hitti, İslam Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul, 1989, 262.
30
Uzunçarşılı, Saray Teşkilatı, 234 vd; Taneri, 33 – 82.
107
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
Yavuz ve ondan sonra gelen padişahlar bastırdıkları paralarda “Halife”
yerine “Sultan” unvanını kullanmışlardır. Cuma günleri okunan “Hutbe”ler de
“Halife” adına değil, “Sultan” adına okunmuştur 31.
Bazılarına göre de, “Türk Sultanı” Yavuz, son Abbasî halifesi olan
Mütevekkil’i beraberinde İstanbul’a getirip Ayasofya’da yapılan bir merasimle
hilafeti ve mukaddes emanetleri devralmış: Bu suretle İslam Halifeliği Abbasîlerden
Osmanlılara geçmiştir 32. Tarihçilerin çoğunluğu bu görüşü benimsemediklerinden,
bize de bu görüşe katılarak Yavuz Sultan Selim’in ilk Osmanlı halifesi olduğunu
kabul etmekteyiz 33. Çünkü “Hilafet” şartlarına göre, bu makam gölge insanların
değil, İslam davasına sahip kudretli ve Osmanlı Sultanları’nın fiilen olduğu gibi,
hukuken de halife olmalarını gerektiriyordu34. Böylece Selçuklu devrinde, maddi
kudret sultanlara, manevi otorite de halifelere ait iken, Osmanlılar Saltanat ve
Hilafeti birleştirmekle, İslam’ın hilafet şartlarını da yerine getirmişlerdir.
Ancak Sultan II. Mahmud (1808 – 1839)’un açtığı yol üzerinden ilan edilen
Tanzimat (3 Kasım 1839)’a göre Padişah, Osmanlı tarihinde ilk olarak kendi ordusu
ile yetkilerini sınırlamaktadır. Osmanlı Sultanı ile tebâsı arasındaki münasebetleri
düzenleyen bir anlaşma özelliği taşıyan Tanzimat’a aynı zamanda bir İslam Halifesi
olan Osmanlı Sultanı, kendi yetkileri üzerinde bir kuvveti –Yeni Kanunu- tanıyarak
hukuk devleti olma yolunu açmış olmaktadır.
31
Taneri, 45.
32
Turan, 78.
33
İsmail Hami Danişment, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, II, İstanbul, 1971, 37 – 38.
34
Turan, 78.
35
Hamza Eroğlu, Türk İnkilab Tarihi, Ankara, 1977, 20 – 21.
108
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
36
Hitti, I. 262.
37
Atatürk, Nutuk, II, İstanbul, 1967, 845 – 851.
109
TARİHSEL BAKIMDAN HALİFELİK ORTAYA ÇIKIŞI, GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR
SONUÇ
İslam tarihinde nev’i şahsına münhasır olarak kabul edilen ve İslam
toplumlarının yönetim biçimi olarak algılanan halifeliğin esasen siyasi bir kurum
olduğu ve büyük oran dini niteliğe sahip olmadığı söylenebilir. Nitekim Hz.
Peygamber’in vefatının ardından Hz. Ebu Bekr’in halife seçilmesiyle başlayan
Halifelik müessesesi, ilk dört halifeden sonra Saltanat şekline dönüşmüş ve
Halifeler, Halife – Sultan olarak icra-yı hükümet etmişlerdir. Gerek Emevi ve
Abbasiler ve gerekse Halifeliği devralan Osmanlıların Halifelikleri Halife – Sultan
biçimindedir.
110
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
ÖZET
Ulusçuluk, modern ve etnik ulusçuluk olmak üzere iki farklı tarzda ele
alınabilir. Modern ulusçuluk, etnik ulusçulukla, ulusu teşkil eden bireylerin benzeş
olmaları fikri açısından aynı çıkış noktasına sahipse de, etnik ulusçuluktan farklı
olarak ulusu teşkil eden özün etnik ve ırksal olmadığı tezi üzerine kurulur. Her iki
ulusçuluk fikrinin ortak olduğu bir başka nokta da, kendileriyle aynı olmayana karşı
duydukları öfkeyi kendilerine dayanak yapmalarıdır. Ortak kurgu faktörü olan
öfkenin, artık yerini öngörülemezliğe bıraktığı ve popülaritesini yitirdiğine yönelik
söylemler güncel olduğu için günümüzde, etnik ulusçuluk hiçbir düzeyde kabul
edilmemekte, modern ulusçuluğun ise bir dönüşüm yaşadığı görülmektedir. Modern
usçuluğun dönüştüğünü AB’nin üye sayısının artışı ile görebilme olanağına sahibiz.
Etnik ulusçuluğun reddedilişine ise, Almanya’nın Köln kentinde yapılması
planlanan, ancak yapılamayan “İslamlaşmaya Hayır Mitingi”nin beklenen sayıda
taraftar bulamaması ve hatta bizzat Alman vatandaşları tarafından göstericilerin
taşlanmasıyla tanık olduk. Ancak bu tanıklık sürekli olabilecek kesin bir sonucu
ifade etmemektedir. Unutulmamalıdır ki Yugoslavya ve Gürcistan gibi mevcut
ulus-devletlerin parçalanması sürecinde modern ulusçuluk, parçadan koparılıp
uluslararası alan için müstakilleştirilmek istenen toplumları yeni modern ulusçuluk
pratiği ile kurgulayamamaktadır. Bu, etnik ulusçuluğun pratik değerinin yok
edilemediği anlamına gelir. Bu anlam, modern ulusçuluğun dönüşümü konusundaki
cazibenin de inandırıcılık düzeyini olumsuz etkilemekte ve bir ulusu ayakta tutan
gerçeğin ne olduğunu ortaya koymaktadır.
111
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Abstract:
During the recent years, the common concept of anger as the formation factor
has lost its popularity, and has given way unpredictability. Ethnic nationalism has
become unacceptable at any level and modernist nationalism is undergoing a
transformation. We are able to observe the transformation of modernist nationalism
in the growing number of memberships in the EU. We already witnessed the
disapproval of ethnic nationalism when the “No to Islamization” meeting failed to
meet expectations in terms support in Koln and demonstrators were stoned by the
German citizens themselves. However, this event alone does not show a total defeat
of ethnic nationalism. One should not forget that at a period of the disintegration of
nation-states like Yugoslavia and Georgia, the modernist nationalism has failed to
create a concept of new modernist nationalism in societies. This indicates that the
practical values of ethnic nationalism have not been completely wiped out. This
puts a negative effect on the plausibility of the transformation of modernist
nationalism, and gives us an insight into the reality of what keeps a nation upright
112
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
GİRİŞ
1
Bkz., KEDOURİE, Elie: Avrupada Milliyetçilik, (Çev: M.Haluk Timurtaş), Devlet Kitapları,
Ankara, 1971, 5-26; SMITH, Anthony: Milli Kimlik, (Çev: Bahadır Sina Şenel), İletişim Yayınevi, 2.
bsk., İstanbul, 1999, 119; GELLNER, Ernest: Uluslar ve Ulusçuluk, (Çev: Büşra Ersanlı
Behar,Günay Göksu Özdoğan), İstanbul, İnsan, 1992.
2
GÖKÇEK, Fatma Müğe: “Osmanlı Devleti’nde Türk Milliyetçiliğinin Oluşumu: Sosyolojik Bir
Yaklaşım”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C.,4, Milliyetçilik, (Ed: Tanıl Bora, Murat
Gültekingil), İstanbul,2003, İletişim, 63.
3
BEKMEN, Ahmet; “Türk Milliyetçiliği: Var Kalmanın Teyakkuz Hali”, Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, C. 4. İletişim, İstanbul, 2003, 325.
4
4 ÖZKIRIMLI, Ümit: Milliyetçilik Kuramları, Sarmal, İstanbul,1999, 15-155.
5
5 ERSANLI, Büşra: “Milliyetçilik Teorileri Avrasya'da Siyaset ve İlişkiler", Türkiye Günlüğü,
Sayı: 50. Mart- Nisan 1998. 9-15.
6
GELNER, Ernest: Milliyetçiliğe Bakmak, (Çev:Simten Coşar), İletişim Yayınevi, İstanbul, 1998,
106 vd.
7
ALBAYRAK Coşkun, Gökçen: “Globalizasyon Süreci ve Azgelişmiş Ülkeler”, Globalizasyonun
Yansımaları, (Der: Uğur Selçuk Akalın), Donkişot, İstanbul, 2002, 24-25.
113
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Bu dönemin ardından Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte yeni ulus devletler
tekrar ortaya çıkmıştır. 8 Günümüzde ise aynı süreç, Yugoslavya, Gürcistan gibi çok
uluslu devletlerin dağılmasıyla devam etmektedir.
Ulusçuluk, bir ulusu ayakta tutmak için kullanılan ideolojik bir harekettir. 9
Ulusçuluğun temel ilkesi “egemenlik ulusundur” kavramıdır. Bu ilke, yeni beliren
sınıfların, grupların iktidarı etkileyebilmesi ve paylaşabilmesi için10 bir çözüm yolu
olarak dillendirilmiş ve öncelikle zihinsel bir meşruluk kazandırılmıştır. Bu
meşrulaştırma biçimi resim, heykel ve benzeri sembolik icatlarla rejimin halk
tarafından kutsallaştırılmasını, değerlerinin benimsenmesini ve desteklenmesini
sağlayacak girişimlerle desteklenmiş, 11 böylece ayin ve törenler, sembollerden icat
edilerek, belirli bir dünya görüşü, bu mekanizmalar aracılığıyla gönüllü
gerçekleştirilenler şeklinde yapılandırılmıştır. Aslında bu oluşum sosyal fonksiyon
açısından sembolize edilenin önemi hakkında olmayıp yarattığı duygusal
çağrışımlarla ilişkilendirilmiş ve bu da, bir sosyal grubun varlığı için son derece
önemli görülmüştür. Ulus-devlet kurgusu, bu türden sembolleştirmeleri, duygulu
marşları, anıtları, sancakları, yurt müziklerini ulusal birliği sağlamak için kullanmış
ve böylece yeni güç dinamiklerinden oluşan rasyonel yapısını kurgulamıştır. Ulus
kurgusunun inşası sürecinde kullanılan ulusçuluk, gücünü sosyal düzenin devlet
otoritesi tarafından tanımlandığı haliyle sürdürülmesindeki bağlayıcı rolünden
almış, bu rol, yaygın bir biçimde yabancıya duyulan öfkeyi ve bu öfkeye bağlı
olarak devlete sadakat ve otoritesi karşısında disipline edilmeyi 12 anlamlı hale
getirmiştir.
8
ERSANLI, Büşra: “Yeni Bağımsızlık ve Ulusun Adı”, Akademik Araştırmalar, 6, 2000, 69;
BRZEZINSKI; Batının dağılan Sovyetler Birliğine yardımı edebileceğini dile getirmekte ve bu
yardımın neliğini de konfederasyon olarak açıklamaktadır. Bkz., Büyük Çöküş, (Çev: Gül Keskil,
Gülsev Pakkan), Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 2000, 316.
9
WILLIAMS, Jr.; ROBIN, M.: “The Socıology of Ethnic Conflicts: Comparative International
Perspectives”, Annual Review of Socıology, Volume: 20, 1994, 53.
10
TURAN, İlter: Siyasal sistem ve Siyasal Davranış, Der Yayınları, İstanbul, 1986, 34.
11
TÜRKKAHRAMAN, Mimar: Türkiye’de Siyasal Sosyalleşme ve Siyasal Sembolizm, Birey
Yayıncılık, İstanbul, 2000, 103.
12
12 BAUMAN, Zygmund: Kürselleşme, ( Çev: A.Yılmaz), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999, 191.
114
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
tarihsel yerleşmişlikten de almakta, bu da onun önceden var olan ve kültürel
miraslar ve etnik oluşumlardan türedikleri anlamına gelmektedir.13 Batı
Avrupa’daki gelişimiyle ulusçuluk kavramı, ulusal monarşilerin doğuşundan sonra
mevcut topraklar üzerindeki bütünleşen halkların kendilerini diğer toplumlardan
ayrı tutabilecekleri yeni bir kimlik ihtiyacına dayandırılmıştır.14Bu kimlik ihtiyacı
yerel olan kuvvet ve heyecanların ulusal kuvvet ve heyecanlarla
özdeşleştirilmesinden doğmamış, kan, din veya feodal bir lord veya prense
ortaklaşa itaat bağlarıyla kurgulanmıştır.
13
SMITH , D.: Anthony: Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, (Çev:Derya Kömürcü), Everest,
İstanbul, 2002, xıı-xııı
14
SAY, Ömer: Milli Devlet Kültür, Kaknüs Yayınevi, İstanbul, 1998, 73-74.
15
AKKAYA, Yüksel: “Korporatizmden Sendikal İdeolojiye, Milliyetçilik ve İşçi Sınıfı”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, C.,4. İletişim , İstanbul, 2003, 829.
KORKMAZ, Abdullah: Değişme ve Farklılaşma, Doğu Kütüphanesi, İstanbul, 1. bsk: 2006, 92.
16
Sömürge mantığının bir dönemler sömürmek için öğretmediği bu araç diğer bir dönemde sömürmek
için öğretilen olma özelliğine sahiptir.
115
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
derecede öneme sahiptir. 18 Çünkü tanışma ve karşılaşma ile meydana gelen
toplumda 19 bir gazete okuru, kendi gazetesinin tıpatıp aynılarının otobüste, berberde
tüketildiğine tanık olmakta ve bu işin kendisi gibi binlerce kişi tarafından yapılarak
bir haberleşme dili kurgulandığının farkına varmaktadır. 20
Mill, ulusçuluğu çeşitli nedenlerden kaynaklanan bir duygu birikimi olarak ele
almış ve bu duygu birikiminin aktörleri olarak, ırk, ata kimliği, topluluğun dili ve
dini şeklinde sıralamıştır. Kısaca, bu sıralamada öncelikli olarak, politik tarihsel bir
arka planın olması, duygu, memnuniyet, pişmanlık, gurur, insan sevgisi ve geçmişe
yönelik ortak bir çizgi 23 sıralaması önemli bir yer edinmiştir.
için mimarlıktan yalnız daha kalıcı daha dayanıklı değil, aynı zamanda daha yalın ve daha kolay bir
yol bulur. Mimarlık tahttan düşer. Orpheus’un taştan harflerinin yerini Gutenberg’in kurşundan
harfleri alacaktır artık.” Bkz., HUGO, Victor; “Kentin Felsefesi Üzerine”, (Çev: Olcay Kunal),
Cogito, 8, Yaz 1996, 65. Ölüm Batı modernitesinin bir tabusudur. Bkz., MELLOR, A.,Philip: “Death
in hight modernity: the contemporary presence and absence of death”, The Socıology of Death
içinde, (Ed: David Clark), Blackwell Publısher/ The Sociolgical Rewiev, 1993, 11.
Nationalism”, The New Social Theory Reader, (Ed. Steven Seidman and Jeffy C. Alexander),
Rotledge, London, 2001, 224, 226.
19
MUNRO, Rolland: “The Waiting of Mass: Endless Displacement and the Death of
Community”, (Ed: Nick Lee, Rolland Munro), Blackwell Publishers,/ The Sosyological Review, USA,
2001, 117.
20
ANDERSON: 50-60, 69.
BERGER,L. Peter: Modernleşme ve Bilinç, (Çev: C. Cerit), Pınar Yayınları, İstanbul, 1958, 186.
21
AKARLI, Ahmet Orhan: "Milliyetçilik Sorununa Çağdaş Yaklaşımlar", Toplum ve Bilim, 62,
22
MILL, John Stuart; On Liberty And Other Essays, Oxfort Unıversty Pres, 1998, 427.
23
116
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
ulusal monarşilerin doğuşuyla birlikte mevcut topraklar üzerindeki insanların
birleşmelerini sağlamıştır. Ulusçuluk konusunda, Fransız ve Alman ulusçulukları
arasında farklılıklar vardır. Fransa’da ulus-devletin belirmesi ile Fransız
ulusçuluğunun ortaya çıkması eş zamanlıdır. Fransız ulusçuluğu, evrenselcidir.
Avrupa aydınlanmasına maddi ve entelektüel öncülük etmiştir. Bu, bireysel
özgürlük, eşitlik ve kozmopolitan bir bakış açısı üzerine kurulu bir milletin
modernliğini göstermesi bakımından önemlidir. Almanya’da ise ulusçuluk Batı ya
da Fransız karşıtlığı olarak ortaya çıkmıştır. Alman ulus-devletinin kurulmasından
yarım yüzyıl önce ortaya çıkan Alman ulusçuluğu, aydınlanma karşıtı ve romantik
öncüllere sahip olup etnik ve kültürel bir nitelik kazanmıştır.24 Ancak Fransız tarzı
modernist ulusçuluk ile Alman tarzını kurgulayan etnik ulusçuluk, ulusu teşkil eden
bireylerin benzeş olmaları fikri açısından aynı çıkış noktasına sahipse de, modernist
ulusçuluk etnik ulusçuluktan farklı olarak ulusu teşkil eden özün etnik ve ırksal
olduğunu iddia etmez. Modern ulusçulukta ulusu bütünleştiren unsur, girişilen
topyekun batılılaşma çabasıdır. Diğer bir deyişle, ulusal kimliğin içeriğini
batılılaşma çabası içerisinde oluşturulan “asri medeniyet”in kültürel kuralları, ahlaki
değerleri ve toplumsal kimlikleri oluşturur. Yeni bir disiplin edinme çabası ile
modernist ulusçuluğun benimsediği kültürel değişim projesi, Cumhuriyet dönemi
Türkiye’sinde olduğu gibi, topyekun bir medeniyet dönüşümünü gerektirebilir.
Modernist ulusçuluk, siyasi katılım konusunda şüphecidir. Bu nedenle, top yekun
kültürel dönüşümü gerekli kılan batılılaşma hedefine sıkı sıkıya bağlı olduğu için,
yerel, geleneksel veya din içerikli toplumsal kimlik ve taleplerin ifadesini sakıncalı
ve hatta tehlikeli bulur. Etnik ulusçuluğa benzer bir şekilde, modernist ulusçuluk
içinde siyasal katılım ikincil öneme sahiptir.
Türkiye’de Siyasi Düşünce, C.,4, Milliyetçilik, (Ed: Tanıl Bora, Murat Gültekingil), İstanbul, 2003,
İletişim, 285.
117
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
katılımları, yaşamsal önemi olan batılılaşma projesini sekteye uğratabileceği için
belli sınırlar içerisinde müsamaha gösterilmesi gereken bir durumdur.25
118
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
SONUÇ
119
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
120
OĞUZ KAĞAN DESTANI’NDA DİNİ
MOTİFLER
Bilindiği gibi ilk devirlere ait destanlardan, metni tam olan tek destan
M.XIII. asırda Uygur yazısı ve Uygur Türkçesi ile yazıya geçirilmiş olan Oğuz
Kağan destanıdır. 1
Türkler arasında eskiden beri pek tanınmış olan Oğuz menkıbesinin bugün
başlıca iki yazı şekli bulunmaktadır. Biri İslamiyet’in tesirinden uzak olarak Uygur
yazısı ile yazılmış olan şekli diğeri ise Reşidüddin’in “Camiu’t-Tevarih”in de
zikretmiş ve oradan diğer yerlere nakl olunmuş şeklidir. 2
Oğuz Kağan Destanı uzun yıllar sözlü olarak yaşadıktan sonra farklı
bölgelerde değişik olarak yazıya geçirilmiştir. Milli rivayetleri edebi bir tarzda
işleme konusunda, Fars edebiyatının etkisinden söz edilebilir. Zira, Oğuz-name
sözündeki ikinci kelime Farsçada yazı ve kitap manasına gelmektedir. Oğuzname
hakkındaki ayrı menkıbelerin ismi olup, ozanlar tarafından söylenmiştir. 3
1
Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1993,1/17.
2
Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1984, s.25.
3
W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Çev., Fuad Köprülü, Ankara, 1936, s.67; Faruk Sümer,
Oğuzlar, Ankara, 1967, s. 409.
121
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Oğuz Kağan destanıyla ilgili her iki kaynak hakkında da değişik kitaplarda
birçok araştırmacı tarafından önemli birtakım bilgiler verilmiştir.4
İslam’dan önceki rivayeti ile, Oğuz Kağan Destanı yapısına uygun bir
şekilde Oğuz Kağan’dan bahseder. Bu manzum parçalar içerisinde Türk güzellikte
anlatıl cihangirliği ve hâkimiyet duygusu olağanüstü bir Oğuzname rivayetlerinde
Oğuz Destanının muhtevası olarak, önce Oğuz’un soyu, dünyaya gelişi ve
büyümesi bölümü, sonra Oğuz’un fütuhatı ve boylara ad vermesi bölümü, daha
sonra Oğuz’un yurdunu ikiye bölüp oğullarına taksim etmesi bölümü, en sonra da
Oğuz’un vasiyeti ve töresi bölümü göze çarpmaktadır. Oğuz Kağan Destanı işte bu
muhtevanın ikinci bölümünü yani Oğuz’un fütuhatı ve kavimlere ad vermesi
bahsini içine almaktadır. 5
Uygur yazısı ile yazılmış olan eksik nüshalar 6 üzerinde de bir çok araştırma
yapılmıştır. 7 W. Bang-G.R. Rahmeti, ilk önce, Almanca olarak bu metni 1932
yayınlamış ve daha sonra Oğuz Kağan Destanı adıyla bu metin 1000 temel eser
arasında çıkmıştır. 8
4
A. Zekî Velidi Togan, Oğuz Destanı, İstanbul, 1972, s. 17 v.d; W. Bang, Oğuz Kağanı Destanı,
(nşr. R. Rahmeti), İstanbul, 1970, s. 1-29; Mehmet Kaplan, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul, 1979,
s.22-23; W. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkmdaki Dersler, (çev: Kazım Yaşar Kopraman -
İsmail Aka), Ankara 1975, s. 289-291; Abdulkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara
1987,1/225; Bahattin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara 1989, 1/115 vd; “Oğuz Destanı” Yeni Türk
Ansk., İstanbul 1985,7/2717; Hikmet Tanyu, Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul 1986, s.35;
Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, İstanbul, 1985, s.33-34
5
W. Bang,, a.g.e., s.3.
6
Togan, aynı eser.
7
Ögel, a.g.e., s.128.
8
W.Baııg, aynı eser.
122
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
DİNİ MOTİFLER
Uygurca yazılmış metinde geçen Ay Kağan, Oğuz Han’ın babası Kara Han
olmasına rağmen 763’den itibaren Mani Dinini kabul eden Uygurlar tarafından
değiştirilmiş olduğu düşünülebilir. Zira Mani dinine göre Ay, birinci derecede
öneme sahiptir. Buna dayalı olarak Uygurlar Oğuz Kağan’ın babasının adında
değişikliğe gitmiş olabilirler. Yoksa tarihte Oğuz Han’ın ikinci oğlu Ay Han’dan
başka bir Ay Han bilinmemektedir. 11 İster Kara Han’ın oğlu Oğuz Han olsun,
isterse Ay Kağan’da olan Oğuz Han olsun ikisi de aynı şahsiyettir. Ve destanın
kahramanı olduğu için doğumu bir takım üstün vasıflarla anlatılmıştır.
9
Bahaeddin ögel, Türk Mitolojisi, Ankara1989,1/129; İnan, a.g.e., 1/223
10
G. Reşit Rahmeti Arat, W.Bang., Oğuznâme, Ankara 1936, s.l.
11
Ögel, a.g.e., 1/129.
12
Arat-Bang, a.g.e., s.l; Banarlı. a.g.e., I/17.
13
Ögel, a.g.e., 1/133 v.d..
123
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Burada Oğuz Kağan’ın doğumu ile ilgili olarak görebildiğimiz ilk dini
motif, aradan bir yıl geçmeden Oğuz Kağan’ın konuşmuş olmasıdır. Bilindiği gibi
Hz. Isa hakkında da insanlarla, beşikte iken ve yetişkin halde iken konuştuğuna dair
Kur’an’da ayet mevcuttur. 14 Görüldüğü gibi Oğuz Kağan’da tıpkı İsa Peygamber
gibi erken bir zamanda konuşma özelliğine sahip olarak gösterilmiştir.
Dikkate değer diğer bir dini motif de, Oğuz Kağan’ın dili açılıp konuşmaya
başladığında “ben bir otağda doğduğum içim adımı Oğuz koyunuz 15 demiş
olmasıdır. Ad koyma ile ilgili diğer bir rivayet de, Karahan’ın oğlu Oğuz Han’ın bir
yaşma girdiğinde verdiği ziyafette Oğuz Han’ın “sarayda doğduğum için adım
Oğuz konsun” şeklindeki konuşmasıdır. 16
Kendi adının kendi tarafından konma hadisesi aynı şekilde Hz. Yahya
hakkında da nakl edilmektedir. “Elizabet’in doğuracağı vakit tamam oldu ve bir
oğlan doğurdu... ve vaki oldu ki, sekizinci gün çocuğu sünnet etmek için geldiler...
ve ne ad konulmasmı istersin? Diye babasından işaretle sordular. O bir levha istedi;
o da Yahya’dır diye yazdı. Hepsi şaştılar. O’nun ağzı hemen açıldı. Dili çözüldü.
Allah’a hamd ederek söz söyledi. Etrafında oturanların hepsine korku düştü ve hep
bu sözler bütün Yahudiye dağlığında yayıldı. İşitenlerin hepsi bu çocuk acaba ne
olacak? diye bu şeyleri yüreklerinde sakladılar.”17
14
Âl-i İmran. 46.
15
Togan, a.g.e., s. 18; Ögel, a.g.e., 1/144.
16
Ögel, a.g.e.; 1/159.
17
Kitâb-ı Mukaddes, İstanbul 1985, Luka, 1-57/67.
18
İnan, a.g.e., 1/169
19
İnan, a.g.e, 1/196.
20
Besim Atalay, Divıın-ı Lügati-t Türk Tercümesi, TDKY, Ankara 1936, 1/45; Tanyu, a.g.e...
s.63.
21
Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s.252
124
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
Saha inançlarına göre, ilk Kam’ın adı da An Argıl’dır. An Argıl olağanüstü
birtakım güçlere sahip olan “oyun” yani “kamadır. 22
Irkıİ Ata kültü, Oğuz Kağan ve onun yerine geçen Gün Han ile devam
etmiştir, irkil Hoca uzun seneler ömür sürmüş akıllı ve bilge bir şahsiyettir. 23
Tanrının cihan hâkimiyetini Oğuz’a verdiğini müjdeleyen de irkil Hoca veya Uluğ
Türk’tür. 24
22
İnan. a.e.e., 1/196; İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm. Ankara 1986, s.151.
23
Ögel a.g.e., 1/209-210
24
Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul 1980,11/147.
2?
Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar, İstanbul 1976, s. 12.
26
Togan, a.g.e., s.18.
27
Ögel, a.g.e., î/l i 7; “Desiarf, Ana Britannica. III/2717; Togan, aynı eser.
28 Köprülü, Türk E debiyatı Tarihi, s.48; Banarlı, a.g.e., 1/30.
125
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Oğuz Kağan’ın evlenmesi ile ilgili olarak, destanda geçen ifadelerden de
anlaşılacağı üzere ışık bir motif olarak gözükmektedir. Destana göre Oğuz Kağan
Tanrıya yakarırken aniden ortalık kararır ve gökten mavi bir ışık iner. Güneş ve
aydan daha parlak olan bu ışığa yaklaşan Oğuz Kağan ışığın ortasında tek başına bir
kızın oturduğunu görür. Ona aşık olur ve onunla evlenir. 29 Olayın devamında bu
kızdan Gün, Ay ve Yıldız isminde üç erkek çocuk dünyaya gelir. Bu çocukların
annesi, başında kutup yıldızı gibi parlayan bir ışık taşımaktadır.30
Bütün bu ifadeler ışık motifinin net bir şekilde işlenmiş olduğunu gösterir.
Bilindiği gibi ışığın asıl kaynağı olan ateş ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de de bu
meyanda ayetler mevcuttur. Taha suresinde: “0 bir ateş görmüştü de ailesine: Durun
ben bir ateş gördüm, ya ondan size bir kor getirir, ya da ateşin yanında bir yol
gösteren bulurum.” demişti. Musa ateşin yanma gelince: “Ey Musa” diye seslenildi:
“Ben şüphesiz senin Rabbinim, ayağındakileri çıkar; çünkü sen, kutsal bir vadi olan
Tuva’dasın” buyrulmaktadır. 31
Destanda geçen her iki evlenme olayında da ortaya çıkan en belirgin dini
motif, Kozmik alemle ilgilidir. Oğuzlar, yerin ve göğün bütün kuvvet ve unsurlarını
kendilerinde toplayarak meydana gelmişlerdir. Burada Türk Milletini meydana
getiren yer ve gök hem kutsal ve hem de maddi varlıklardır.
Oğuz Han’ın gökten inen ışık içerisinden çıkan kızla evlenmesinden sonra
dünyaya gelen Gün, Ay ve Yıldız Hanlar gökle ilgilidir. Yine ağaç kovundaki kızla
evlenmesinden dünyaya gelen Gök, Dağ ve Deniz Hanlarla da dünya kuvvetleri
tamamlanmıştır. Bu sebeple Oğuz ve Türk milletinin oluşu kâinatın bünyesine,
yapısına ve hatta oluşuna uygulanmış ve intibak ettirilmiştir.34 Başka bir ifadeyle
destan içinde yer alan iki efsanede de Oğuz Kağan’ın evlendiği kızlar esrarengiz bir
126
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
âlemden gelmişlerdir. Birincisi Gök Tanrı ile ilgilidir. Başında da bunun işareti olan
parlak bir yıldız bulunmaktadır. Gökyüzünden gelen bir ışığın içinden çıkmıştır. Bir
insandan doğmamıştır. İkinci kız sudan gelmiştir. Bir ağacın kovuğunda Oğuz
Kağan onu bulur. Su ile birlikte toprak da bulunmaktadır. Gök Tanrı, hava, su,
toprak üçlüsü bize yaratılışı dolayısıyla mitolojiyi hatırlatmaktadır. 35
Türklere kabul ettiren Bögü Han’ın rüyalarına giren “ışık” şeklindeki kız, aynı dinin
meşhur nur ve ışık bakiresidir. 39 Oğuz Kağan destanında;
127
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Bakıyordu Oğuz’a uluyarak.” 40
Oğuz Kağan destanında geçtiği şekliyle Oğuz Kağan, ikinci evliliği yapar
ve bu evliliğinden üç erkek çocuğu olur. Hemen bunun akabinde Oğuz Kağan bir
toy tertip ettirerek Kağanlığım ilan eder. Sonra Oğuz Kağan dört bir yana seferler
düzenler ve zaferler kazanır. Ne var ki, sol yanda (Batı) Urum Kağan, Oğuz
Kağan’ın buyruğunu dinlemez. Oğuz Kağan’da bunun üzerine sefer düzenleyerek,
Buz (muz) dağının eteklerine varır ve burada bir otağı kurdurur. Oğuz Kağan’ın
çadırına güneş gibi bir ışık iner. O ışıktan gök tüğlü ve gök yeleli bir erkek kurt
çıkar ve Oğuz’a hitaben “Sen Urum üzerine yürüyorsan ben de senin önünde
yürümek isterim.” Der. Bu gök tüğlü ve gök yeleli büyük kurt önde ve ordu arkada
olmak üzere yürürler ve kurt durduğunda dururlar. Nihayet İtil (idil) Müren
kenarında bir dağın ö- nünde savaşırlar ve Oğuz Kağan, Urum Kağan’ı yener ve
büyük bir zafer elde eder. 41
Kurttan türeyiş efsanesiyle ilgili olarak nakledilen başka bir olayda Kaoçi
(Töles) lerin erkek kurttan türeyişleriyle ilgili efsanedir. Efsaneyi göre Kao-çi’nin
iki akıllı ve güzel kızı vardı, bunları hiç kimseyle evlendirmeye kıyamaz. Bunların
ancak Tanrı ile evlenebileceklerini düşünür ve bir tepenin başına bırakır. Nihayet
bir kurt gelir ve tepenin çevresinde devamlı olarak ulumaya başlar. Küçük kız bunu
128
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
tanrı sayarak onunla birlikte olur ve bu suretle bu hükümdarın kızıyla bu kurttan
Rao-çi halkı türer. Bu efsane değişik şekillerde yorumlanarak Hunların kurttan
türemesi (türeyen Uygurlardır) şeklinde nakledilmiştir.43
Yukarıda anlatılan her iki efsanede geçen kurt birincide dişi, İkincide erkek kurttur.
Çok eski çağlarda Türklerin bir totemi olarak kabul edilen kurt Gök-Türkler
devrinde totemden daha ziyade bir sembol haline gelmiştir.46
Uygurca yazılmış olan Oğuzname’de Oğuz Kağan’a yol gösteren kurt “gök
tüylü ve gök yeleli” olarak vasıflandırılmıştır ve “Borü” ismini taşır. Kurt
efsanesinin Türklerde totem olarak kabul edilmesi ihtimali oldukça zayıftır. Belki
kurt M.Ö. II. asırda bile ibtidai totem mahiyetini çoktan kaybetmiştir. Zira kurt,
Bunlarda kutsal bir tılsım veya arması haline gelmiştir.47 Ayrıca şunu da ifade
edelim ki, totemci kılanda herkes aynı adla anıldığı halde Türkler çok kere kurdun
asıl adını bile söylememişlerdir. 48
Bu kurdun ata olarak tanınması, onun dini bir totem olduğu zannını
uyandırmıştır. Daha öncede belirttiğimiz gibi Türklerde totemciliğe rastlanmaz.
43 Altan Deliorman, Bugünkü Manasıyla Bozkurt, Yeni Orkun, S.12, İstanbul, 1989, s.4-5.
44 Ögel, Türk Mitolojisi, s.l S v.d.
45 Faruk Sümer, Türk Destanları II, Türk Dünyası Tarih Dergisi S.62, İstanbul 1992, s.5.
46 Ögel, Türk Mitolojisi, s.41
47Ögel, Türk Mitolojisi, s.46; Ayrıca Bkz. B. Ögel, Türklerde Semavî Kutlar, Türk Dünyası Tarihi Dergisi,
129
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Bozkurta duyulan saygının dini bir motif olmaktan ziyade milli bir sembol
olduğunu kabul etmek daha yerinde olacaktır. 49
Ergenekon, Oğuz Kağan destanı ve Kurt Dağı Efsanesinde Bozkurt’un yol gösterme
fonksiyonu tamamen sembolik bir anlam ifade eder. Şu ya da bu şekilde kurt ya da
Bozkurt Türk’ün tarihine, kültürüne, sanatına ve felsefesine etki ederek derin izler
bırakmıştır.
Oğuz Kağan Destanının XIII. yüzyılda Uygurca nüshalarında “Oğuz Kağan’ın bir
yerde Tanrıya yalvarmakta olduğu” 50 belirtiliyor. Tanrı ve şeytandan bahsediliyor.
Oğuz Kağanın oğullan Gök, Dağ, Deniz, Gün, Ay, Yıldız arasında göğün diğer
tabiat varlıkları olarak yer alışı da Göğün Tanrı’dan ayrı bir anlama geldiğinin açık
bir işaretidir. Oğuz Kağanın “Gök Tanrıya borcumu ödedim” deyişi burada
Tanrının bir gök gibi ulu, yüce benzetmesi ile sıfat olarak kullanılışım
göstermektedir. Yine destanın başka yerinde “kök” mavi anlamında “O, ışıktan gök
tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı” şeklinde geçer. 52
Türklerin ilk fatih atası, bütün milli nizam ve müesseselerin kurucusu sayılan Oğuz
Kağan semavi bir menşeden gelmiş ve harikulade vasıflara sahip olarak doğmuştur.
Destanın İslami rivayetine göre Oğuz Han daha doğuşunda Müslüman olmadığı
için, anasının sütünü emmez. Büyüyünce bu din ayrılığı onunla babası Kara-Han
arasında mücadeleye sebep olur. Oğuz Han babasına galip gelir. Tahta çıkar,
kağanlığım ilan eder. 53
130
N. DURAK AKSOY∗ H. ADNAN ARSLANTAŞ∗
Oğuz Kağan destanında Tanrı ve O’nun birliğinden de bahsedilmektedir. “Eğer
sütünü emmemi istiyorsan biricik Tanrıyı ikrar ve itiraf et” şeklindeki ifadeyle
Oğuz Kağan annesini bir olan Tanrıya iman etmeye çağırmıştır.54
Türk destan ve masallarında çok yaygın olan motiflerden biri de “kırk yiğit” ve
“kırk kız” motifidir. 56 Oğuz Kağan destanında “kırık” farklı biçimlerde geçer.
Hemen destanın başlangıcında “kırk” ...Dile gelmeye başladı. Kırk gün sonra,
büyüdü, yürüdü ve oynadı.” “Oğuz Kağan kırk masa, kırk sıra yaptırdı” şeklinde
geçer. Destanın sonlarına doğru kırk kelimesi “...kırk kulaçlık bir direk” ve yine
“...oturup eğlendiler kırk gün kırk geceden çok” biçiminde ifade edilir.57
“Kırk yiğit” şeklindeki ifade oğuz destanını parçalanıp hikayeler biçiminde aldığı
Dede Korkut hikayelerindeki Alp’ler ile ilgili olarak kullanılmıştır.58
Türk destanlarında ele alman bir diğer motif de ağaç ve ağaç sevgisidir. Oğuz
Kağan destanında geçtiği üzere Oğuz Kağan ava çıkmış, bir göl ortasındaki odada
ağaç kovuğunda bir kıza rastlamıştır. Olağanüstü güzellikteki bu kızla evlenen
Oğuz Kağan’ın Gök, Dağ, Deniz adında üç çocuğu olmuştur. 59
Burada geçen ağaç “Anne ağaç” fonksiyonunu ifade eder. Buna göre Oğuz’un eşi
ağaçtan türemiştir. Ağaç motifinin Oğuz Destanında “Kıpçak Beyinin” ad alması ile
ilgili hikayesi de şöyledir: “Oğuz Kağan askerleriyle İtil adındaki ırmağa geldi. İtil
büyük bir ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve; İtil’in suyunu nasıl geçeriz? Dedi.
Asker arasında iyi bir bey vardı, onun adı Uluğ Bey idi. O akıllı ve ... bir erdi, gördü
ki bu yerde pek çok dai ve pek çok ağaç... O ağaçlan ...kesti ve bu ağaçlara yatdı,
geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve sen burada bey ol. Senin adın Kıpçak Bey
olsun dedi. 60
131
MODERN BİR İDEOLOJİ: ULUSÇULUK
Ağaç ve ağaç sevgisiyle ilgili motifler Türk insanını rüyasında, şiirlerinde ve
inançlarında daima kendisine bir yer bulmuştur.61
Dede Korkut kitabında geçen “kölgelüce kaba agacun kelimesün” ifadesi ağaç kültü
ile ilgilidir. Gökyay’ın konu ile ilgili yorumu şöyledir. “Dede Korkut kitabında ağaç
hakkındaki soylama (s.25 v.d.) İslamlıkla ilgili unsurlar bir yana, Altaylı Kamların
kutsal ağaçlar için söyledikleri ilahileri hatırlatmaktadır. Hikâyelerin sonundaki
dualarda da devletlü kaba ağacın kesülmesün diye ağaca ayn bir yer vermektedir.62
Eski dinlerde ağacı kutsallaştırma şeklinde bir inanca her zaman rastlamak
mümkündür. Ağacın belki aralıklarla kendini yenilemesi, onun uluhiyeti mekanı
olduğu fikrini doğurmuş böylece ağaçlarda ilahların ve ruhların bulunduğu kabul
edilmiştir. Budda’nın nirvana’ya kavuştuğu yer incir ağacının altıdır. Yahudilikteki
ağacın kutsallığı ve özel nitelikleri ağaçlar fikri vardır. Hıristiyanlıkta çam ağacı
Noel’in sembolü sayılır ve Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği ağacında büyük bir önemi
vardır. 63 Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’de de hurma, nar, üzüm, incir, zeytin gibi
ağaç 64 isimlerinden bahsedilmektedir. Hz. Peygamber de ağaç dikilmesini tavsiye
etmiş ve bizzat kendisi ağaç dikmiştir.65
61
Banarlı, a.g.e., 1/31; Abdulkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi, s.38-39.
62
Orhan Şaik Gökvay. Dedem Korkut’un Kitabı, İstanbul 1973, ,s. CCXCV.
63
Hikmet Tanyu, “Ağaç” İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1988,1/456.
64
95-Tin: 1; 55-Rahman. 68; 2-Bakara, 266.
65
Buhari, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, es-Sailı, İstanbul 0979, Şirb, 9.
132
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME
ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
ÖZET
Küreselleşme ve yerelleşme eş zamanlı olarak ortaya çıkmış olan ve
toplumları çok yönlü olarak etkileyen olgulardır. Bu iki realite dünya üzerinde
güçlü bir etkiye sahiptir. Bu durum doğal olarak Türkiye için de geçeriidir.
1
Yrd. Doç. Dr. Niğde Üniv. Eğt. Fak. İ.Ö.B. Öğrt. Üyesi mtalas44@hotmail.com
2
Yrd. Doç. Dr. İnönü Üniversitesi Eğt. Fak. İ.Ö.B. Öğrt. Üyesi numandurakaksoy@hotmail.com
133
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
ABSTRACT
Globalisation and glocalisation are the fact that they emerge simultaneoussly and
af- fect as multi-facetet. îhis two realities have an impact effect on the vvorld. This
condition is naturally valid for Turkey. On the globalizing vvorld, societies and
cultures have been changing quickiy. For that quick changing, subcultures have
been formed on the structures of the societies. Alavvism is also subcultural group in
Turkey. Subcultural differences have been getting deep in some societies Hovvever
Turkish Alvvism has not got this character. Subcultural differences have not got
deepness the same measure in some societies. Turkish Alavvism is also one of these
subcultural groups. Indeed Turkish Alavvism depends on the synthesis of Islamic
belief and the Turkish culture. İn addition to this reality, Turkish Alavvism has been
conveyed the signs of the migratory era of the Turkish culture.
Alawism keeps its popularity going that it has been lived globalisation now. This acta-
ulity of its has bsan connectod the thesis of the multiculturalism which globalisation has
included. The global forces want to make use of Alewism as an instument of multicultura-
lism for Turkish society. For thet reason Alawism is one of the most importarıt problems of
Turkish society. İn this study, we vvanted to analyze this problem accordingly globalisation
and localness with these grounds.
134
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
Günümüz dünyasında hakim olan anlayış için, çok kültürlülük ağırlık merkezi
haline gelmiştir. Bu yeni anlayışın bir gereği olarak, eskiden öne çıkarılan millî
kültürün yerine, o kültürün içinde bulunan altkültür öne çıkarılmaya çalışılmaktadır.
Bu anlayışın bir ürünü olarak, altkültürlerin birer bağımsız kültür haline
dönüştürülüp (Say, 2005:178-179) parçalı sosyal bünyeler meydana getirilmek
çabası söz konusu olmaktadır. Bu önemli ayrıntıya bilimsel dünyanın dikkatini
çekmek çabası şeklinde değerlendirilebilecek olan bu makalede, çağdaş dünyanın
önemli meselelerinden olan küreselleşme ve yerelleşme bağlamında Türk
Aleviliğinin pozisyonunun değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.
edilmeye çalışılmıştır. Materyal olarak ise alanın önde gelen kitap, dergi ve
makaleleri kullanılmıştır.
1. Küreselleşme
Küreselleşme, kavram olarak dünyanın sıkışması ve tek bir yer olarak algı-
lama bilincinin artışı olarak tanımlanmaktadır (Aslanoğlu, 1998:124-125).
çapında işleyen kapasite ile donatılmış ekonomi olarak tarif ederken (Castells,
1996:2) bir başkası ise piyasanın hakimiyeti, devletin küçültülmesi, özelleştirme ile
biriikte kapitalin sınırsız bir biçimde hareketi şeklinde tanımlamayı uygun
görmüştür (Şayian: 1995:208). Küreselleşmeyi ekonomik olgunun ötesinde bir
kültürlenme ve bilinçlenme olarak gören bilim adamları da mevcuttur. Bunlardan
biri küreselleşmeyi dünyanın küçülmesi ve dünya bilincinin bütünsel olarak
güçlenmesi şeklinde ele alırken (Robertson, 1999:21-22) bir diğeri, insan yaşamı
üzerinde dünya çapında etkiye sahip olan pratikler, değerler ve teknolojinin
yayılması şeklinde ele almıştır (Albrovv, 1997:88).
Her anlayışa ve hatta her kitaba göre farklı bir tanıma kavuşmuş olan kü-
reselleşme için; dünyanın coğrafi büyüklüğünün anlamını yitirip küçülmesi ve tek
137
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
bir yer olarak algılama bilincinin yaygınlık kazanması anlamıyla sonuç ifadesi
kullanılabilir.
2.Yerelleşme ve Küreselleşme
138
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
139
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
Bu dört tipin kimi durumlarda biri, kimi durumlarda diğeri, kimi durumlar
da da bir kaçı birden toplumsal hayatta hakimiyet sürdürmektedir. Toplumsal ve
siyasal yapının şekillenmesine göre varlık kazanan yerel yapılanmalar hem olumlu
hem de olumsuz şekilde topiumsai bir değer olarak toplumsa! hayata dahil
olmaktadır.
141
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
Hz. Ali sevgisi şeklindeki ana hatların dışındaki farklı yönler, Türk
Alevîliğinin özgün yapısını ortaya koymaktadır. Özellikle; yaşam biçiminin
göstergeleri olan dualar, atalar ruhuna kesilen kurban adetleri, ölüm adetleri,
142
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
ırk, mezhep, edebiyat, musikî, mimarî vs. gibi konular bakımından tamamen farklı
olan bir gruba etnik grup denir. Karşıt kültür ise, protest bir tarzda, toplumun
bütününe bilinçli bir politikanın ürünü olarak karşı durmak şeklinde kendini
gösteren kültürel yapılanmalara denilmektedir (Erkal, 1999:147-150). Oysa, bu tür
bir farklılık ve karşıtlık, Türk Alevîliği için geçerli değildir. Alevîlik, bunların
aksine, ana kültür kalıbından ana hatlar bakımından pek fazla farklılık göstermeyen
alt kültür grubuna (Eröz, 1980:141) örnek olabilecek bir farklılığı içeren kültürel
gruplardandır. Bir başka ifadeyle, köklerinde birlik taşıyan insan gruplarının dallar
bakımından ortaya çıkabilecek ayrılıkları, aynı sistemin bir parçası olduklarının
göstergesi olacaktır (Türkdoğan, 1995:24).
144
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
Özellikle Eski Türklerde var olan “Yuğ” törenlerini andıran bazı adetler ile
bu derinliklerini ortaya koyabilmektedirler. Yaslı kişilerin siyah giyerek karalara
bürünmesi ve hatta bazen yas yerine siyah bayraklar asıldığının görülmesi bu
,
gelenekten kaynaklanmaktadır (T.söz 1977:340).
146
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
bazı bölgeleri için öngörülen kültürel politikalar ile bazı bölgeleri için istenen
politikalar, çok temel bir çelişkiyi ortaya çıkarmaktadır. Bazı bölgelerde kendi
kaderini tayin etme serbestisi önerilirken; bazı bölgeler için yeni kültürel haritaların
dayatılması, anlayış farkının ortaya çıkarılması bakımından önemlidir.
Türkiye’nin dış ilişkiler sistemi ile ilgili bir analiz yapıldığında, AB ve ABD
eksenli kurumsal ilişkilerin odağında olmayı başaran en önemli meselelerden
birinin Alevîlik olması, küresel yerel eksenli toplumsal ve kültürel dönüştürme
politikalarının durumunu net bir biçimde ortaya koymaktadır.
147
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
Alevîliğin toplumsal yapıda sıkıntılı bir konu olması; çok büyük oranda, Alevî-
Bektaşî kültürünü tanımadan ve derinliklerini anlamadan (Talaş, 2003c:16), söz
konusu zengin kültür hakkında tarihi süreç içerisinde yapılmış veya yapılageien
temelsiz iddialara dayalı tanımlama ve yorumlamalara bağlı olmaktadır.
Küreselleşme çağında da, daha önceki dönemlerden farksız bir biçimde, Türk
toplumunun yeniliğinin, aydınlığının ve gelişmişliğinin göstergesi olarak görülmesi
gereken Alevî-Bektaşî geleneğinin bir realite olduğunun artık herkesçe kabul
edilmesi gerekmektedir. Bu anlamda, ayrıştırıcı bir kuvvet olarak görmek yerine,
birleştirici ve bütünleştirici bakış açılarıyla desteklenen bir Alevî-Bektaşî
geleneğinin Türk sosyal sisteminin bütününü ayağa kaldıracak bir potansiyel güç
olduğunu görmek gerekmektedir.
148
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
SONUÇ VE ÖNERİLER
149
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
-Alevîliğin farklılığının kabul edilmekle beraber İslâm’dan ayrı bir din olma-
dığının herkese öğretilmesi ve bu öğretme konusunun önündeki engellerin
kaldırılması,
-Cem evlerinin her kesimden insana açık kültür evleri ve ibadethane olduğunun
herkese öğretilmesi ve anlatılması, dışa kapalı bir yapı olmadığının hissettirilmesi.
150
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
KAYNAKÇA
Albrow, Martin (1997) The Global Age, Stanford CA: Stanford University Press,
1997.
Bozkuş, Metin (2006) “Alevî Yurttaşlara Yönelik Dinî Hizmetlerin icrası Bağla-
mında Bir Teklif Denemesi” Cumhuriyet Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt X/1, S. 1-12, Haziran, Sivas, s.1-12
151
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
Eröz, Mehmet (1980) “Millî Kültür İçinde Alt Kültür Gruplan”, Kültür ve Sa-
nat, Boğaziçi Yay., İstanbul, s.124-141.
Fığlalı, Ethem Ruhi (1995) “Ana Hatlarıyla Alevîlik” Günümüzde Alevilik Bek-
taşîlik kitabı içinde, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları, Ankara.
Castells, Manuel (1996) The Rise of the Netvvork Society, Cambridge, MA,
Blackvvell, 1996; zikreden: M.Guillen, “Is Globalization Civilizing, Destruc- tive
or Feeble”, Institute for Advanced Study, Princeton üniversity of Pennsylvania,
Fırat, M. Şerif (2007) Doğu illeri ve Varto Tarihi, IQ kültür ve Sanat Yayıncılık,
İstanbul.
Fırat, M. Şerif (2007) Doğu İlleri ve Varto Tarihi, IQ kültür ve Sanat Yayıncılık,
İstanbul.
Giddens, Anthony (1991) Modernity and Self - Identity, Cambridge, MA:Po- lity
Press, 1991.
152
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
Önder, Ali Tayyar (2007) Türkiye’nin Etnik Yapısı, Fark Yayınları, Ankara.
153
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
Şenses, Fikret (2004) “Neoliberal Küreselleşme Kalkınma için Bir Fırsat mı,
Engel mi?” ERC VVorking Paper in Economic, METU, 04.09.2004 Internet
adresi: www.erc.metu.edu.tr/menu/sayfa.php?icerik=04_ 09&lang=eng&nav=yes
Talaş, Mustafa (2003b) “Mehmet Eröz’de Bir Din, Mezhep ve Kültür Konusu
Olarak Alevîlik-Bektaşîlik”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı:27, Güz,
s.287-308.
Talaş, Mustafa (2005) “Eski Türk Dini Olan Gök Tanrı İnancı ve Türk Alevî-
lik-Bektaşîliğinin Benzerlikleri”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı:33,
Bahar, s.281-292.
Uyar, Mazlum (2004) “Irak ve İran Şiîliği” Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi,
Ocak-Şubat, Sayı. 151, s
154
MUSTAFA TALAŞ1 - NUMAN DURAK AKSOY1
Yıldız, Harun (2007) “Alevî Geleneğinde Ölüm ve Ölüm Sonrası Tören ve Ritu-
eller” Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Dergisi, Sayı:42, s.93-112
155
KÜRESELLEŞME – YERELLEŞME ÇERÇEVESİNDE TÜRK ALEVİLİĞİ
156
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ
MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
Öz
*
İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Öğretim Üyesi.
157
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
Abstract
One of the important subjects of the family courts to use the Shari’a Courts the
issue of women in this study, we have received, 17th century in Kayseri in the
context of the issues reflected in the courts, the status of women in society, the
rights to use, socio-economic status are discussed. In justice to solve the injustices
suffered by the goods sold as the property you want, that has the rights until the end
of a model that can present as was a woman. Ottoman history and culture of our
study, the ma-in source of legal, social and political resources that belong to the
City Sanchez has established Shari’a Court Records.
158
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
Giriş
1 Abdulkadir Donuk, “Çeşitli Toplumlarda ve Eski Türklerde Aile”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Dergisi, Sayı: 33, İstanbul 1982, s. 149.
2 İsmail Gaspıralı, “Kadınlar”, İsmail Gaspıralı Seçilmiş Eserleri: 2 Fikrî Eserleri, Neşre
Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul 2004, s. 287-288.
3 Abdullah Saydam, “Trabzon Sancağı’nın Tekalif-i Örfiye Yükümlülüğü (1830-1840)”, Türk
Dünyası Araştırmaları Dergisi, İstanbul, 2000, Sayı: 127, s. 70.
4 Mehmet Akif Ceylan, “Eskişehir Tarımında Kadın İşgücü”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi,
İstanbul, 2005, Sayı: 157, s. 147 vd.
5 İsmail Gaspıralı, a.g.e., s. 298.
159
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
6 Tayyib Gökbilgin, “XVI. Asır Başlarında Kayseri Şehri ve Livası”, 60. Doğum Yılı
Münasebetiyle Zeki Velidi Togan’a Armağan, İstanbul 1950-1955, s. 93; Mehmet İnbaşı, XVI.
Yüzyıl Başlarında Kayseri, İl Kültür Müdürlüğü Yayınları, Kayseri 1992, s. 29.
7 Şer’iyye Sicilleri, 15. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk çeyreği arasındaki döneme ait
Osmanlı tarihi ve kültürünün hukukî, içtimaî ve siyasî kaynaklarıdır. Siciller, yargı yetkisine sahip
olan kadıların vermiş oldukları kararları, tuttukları zabıtları, idarî, siyasî ve hukukî yazışmaları içeren
tarihi vesikalardır.
8Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600),Yapı ve Kredi Yayınları, İstanbul
2003, s. 122.
9 Mehmet İnbaşı, XVI. Yüzyıl Başlarında Kayseri, İl Kültür Müdürlüğü Yayınları, Kayseri 1992, s.
31.
10 Mukaddes Yılmaz, 55/1 Numaralı Kayseri Şer’iyye Sicili (H. 1055/M. 1645) Transkripsiyon ve
Değerlendirme, Kayseri 1998; Erdinç Demir, 61/2 Numaralı Kayseri Şer’iyye Sicili (H. 1061/M.
1651) Transkripsiyon ve Değerlendirme, Kayseri 2002; Adem Yılmaz, 74/1 Nolu Kayseri Şer’iyye
Sicili Transkripsiyon ve Değerlendirmesi H. 1077-1078/M. 1677, Erciyes Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2000; Ahmet Çapar, 61/1 Nolu Kayseri
Şer’iyye Sicili Transkripsiyon ve Değerlendirmesi H. 1061/M. 1651, Erciyes Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2002; Sefure Deveci, 55/2 Nolu Kayseri
Şer’iyye Sicili Transkripsiyon ve Değerlendirmesi H. 1055/M. 1645, Erciyes Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2002.
160
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
161
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
Veraset
Davalara baktığımızda kadınların çoğunlukla veraset meselesi sebebiyle
mahkemeye müracaat ettikleri veya mahkemelik oldukları görülmektedir. Kocaları
ölen kadınlar mahkemeye müracaat ederek kocalarından kalan malları kendisi ve
çocukları arasında veya eşinin annesi, kız kardeşi arasında taksim ettirmekteydi. Bu
nedenle miras konusunda çıkan anlaşmazlıkların çözüm noktasını mahkemeler
oluşturmaktaydı. Veraset meselesi zaman zaman kardeşler arasında mülkün zapt
edilmesi konusunu gündeme getirmekteydi.
Bu nedenle de haksızlığa uğrayan kadın, kardeşlerinden kendi hissesine düşen
malı istemek için mahkemeye müracaat etmiştir. Söz konusu mahkeme kayıtlarında
verasetle alakalı toplam yüz kırk altı belge bulunmaktadır.
Mihr
Evlenirken erkeğin kadına verdiği para veya eşya cinsinden olan bedele mehir
mihr adı verilir. Evlenirken peşin olarak verilen bedele Mihr-i müeccel, evlenme
sırasında erkeğin kadına sonradan vermeyi taahhüt ettiği, ölüm veya boşanma
durumunda verilecek olanına mihr-i müeccel denmekteydi. Kadınlar kendisine ait
olan mihrinin kocası öldükten sonra mahkemeye müracaat ederek karşılığını
almaktadır. Konuyla alakalı mahkeme tutanaklarına kaydedilen belge şu şekildedir:
Kayseri’nin Bahçevani Mahallesi’nden iken vefat eden Abdülkadir’in mirasının bir
kısmının karısı Emine’ye, otuz kuruş paha biçilen bir kısmının ise mirlivaya ait
olduğunun ve bu otuz kuruşun Emine’den istendiğinde Emine’nin mihrinin tutarının
yirmi bin akçe olduğunu kalan menzilin bunu bile karşılamadığını belirtmesi
üzerine karşı çıktığını, şahitlerin Emine’nin mihrinin on beş bin akçe olduğuna şahit
olduklarını, bunun sonucunda Osman Ağa’nın Emine’ye taarruzdan men
edilmiştir12.
Kadın boşanma durumunda erkekten kendisine evlenirken verilen mihr-i
muaccelini ile nafakasını alabilmekteydi. Karakeçi Mahallesi’nden Bali veled-i
Esed Nekir adlı gayrimüslim karısı Hatun bint-i Serkiz adlı nasraniyeye, mihr-i
müeccel ve nafaka vererek boşamış, karısı da bu şartları kabul ederek boşanmayı
kabul etmiştir13.
Vasi Tayini
Vasi, bir kimsenin mallarından veya çocuklarının işlerinden tasarruf etmek üzere
genellikle kadı tarafından atanmaktaydılar. Vasi olan kişi çocukların malları
üzerinde her türlü tasarrufu yapabilmekteydi14. İncelediğimiz defterlerde vasi olarak
çoğunlukla annenin, daha sonra dede, babaanne gibi akrabaların vasi tayin edildiği
görülmektedir. Burada çocukların haklarını en iyi derecede koruyabilecek kişi
olarak anneleri gösterilmektedir. Bu nedenle vasi olarak eğer anneleri hayatta ise
atanmakta anneleri yoksa yakın akrabalardan birisi vasi olarak tayin edilmekte idi.
Boşanma
Boşanma istenen bir durum olmamasına karşın karı ve koca evliliklerini
sürdüremeyecekleri düşüncesine vardıkları takdirde mahkemeye müracaat ederek
boşanmak hakkına sahip idiler. İslam hukukuna göre kocanın tek taraflı olarak eşini
boşamasına “talak”, eşlerin anlaşarak boşanmasına “muhâlea” veya “hul”
denilmekteydi. Diğer bir durumunda da kadın kendisi mahkemeye müracaat ederek
eşini boşamak istediğini söyleyebilirdi. Böyle bir durumda şer’i hükme göre sancak
veya kaza kadısının kararı gereğince boşanmanın olup olmayacağı
belirlenmekteydi. Kadına boşanma hakkı verilmekle beraber bunun şer’i
hükümlere uygunluğu konusunda kadılar karar belirleyici konumda idi.
163
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
164
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
Su-i Hal
Aynı mahalle veya köyde yaşayan kişilerin birbirlerinden emin olmaları
gerekmekte idi. Herhangi bir şekilde mahallede meydana gelen ve topluma kötü
örnek olabilecek bir olayda o olaya dâhil olan kişinin iyi hali mahalleye sorulmakta,
eğer kötü bir durum söz konusu ise mahalleden ihraç edilmekte idi.
Birey oturduğu mahalleye göre tanınıyor ve mahallelinin kendisi hakkında
vereceği bilgilere bağlı olarak mahkemede karar veriliyordu. Bu, aynı zamanda
yaptırım ve denetim mekanizmasının varlığına da işaret etmektedir. Mahalleli
birbirini yakından tanıdığı için herhangi bir olayda, bir kişinin durumu hakkında
bilgiye ihtiyaç duyulursa, o kişi hakkında komşularının ve mahalle imamının
tanıklığı büyük önem taşımaktaydı. Bu yüzden, mahkemede kanıtlar ve görgü
tanıklarının sözleri değerlendirilirken bir de davalı kişinin mahallesinde nasıl
tanındığı araştırılırdı24. Kayseri’de yaşayan kadınlar, herhangi bir ahlakî konuda
mahalleden bir şahsı mahkemeye şikâyet edebiliyorlardı. Ancak söz konusu şikâyet
nedenini kanıtlayacak bir şahit gösteremezler ise bu durumda o kişinin durumu
mahalle halkından sorulmakta idi. Eğer iddia edilen ahlakî davranışları sergilediği
mahalle halkı tarafından teyit edilirse davalı kişi cezalandırılmakta idi. Aynı şekilde
bir kadın herhangi bir şekilde kişinin sû-i hâli ile ilgili olarak dava açılabilmekte idi.
Konuyla alakalı olarak mevcut defterlerimizde sekiz adet belge bulunmaktadır.
Kadının hüsn-i hâl sahibi olduğunun mahkemece tescil edilmesinin gerektiği
durumlar da olmaktaydı. Mağdur olan kimsenin hüsn-i hâlinin mahkemece tescili
de gerekli görülmekteydi. Herhangi bir şekilde suçlamayla karşı karşıya kalan bir
kadının töhmet altında bırakılmasını önlemek için bu tescil gerekli idi.
20 Şevval 1061 (6 Ekim 1651) tarihli bir belgede, Hasbek Mahallesi’nden Osman
bin Mehmed, eşine hıyanet kastıyla evine girdiği iddiasıyla aynı mahalleden olan
Mahmud bin Ali’den davacı olup, davasını şahitlerin şahitlikleriyle ispat etmiştir.
Mahmud’un sû-i hâl sahibi olduğu ve hatta hakkından gelinmesi gerektiği
konusunda mahalleli şahitlik etmiştir. Kadının mağdur durumda bulunmaması için
kocası Osman, eşinin keyfiyetinin dahi mahalle ahalisinden sorulması ve
durumunun tescilini talep etmişti. “Kendi halinde olduğu, hilâf-ı şer’ evzâ ve
etvârının işitilmediği, sû-i hâlini görmedikleri, saliha ve mestûre bir hatun olduğu”
şeklinde hüsn-i hâline dair mahalleli şahitlik etmiştir25. Bütün bunlardan hareketle
üzerlerine atılan iftiradan kurtulmak ve korunmak için Kayserili kadınlar veya
onların eşleri kendi hüsn-i hallerini mahkemeye onaylatmak durumunda
kalmışlardır.
24 Özen Tok, “Kadı Sicilleri Işığında Osmanlı Şehrindeki Mahalleden İhraç Kararlarında
Mahalle Ahalisinin Rolü (XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Kayseri Örneği)”, Erciyes Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 18, 2005, s. 159.
25 KŞS 61, s. 115.
165
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
Cariye
Kayseri şehrinde köle ve cariye kullanımının çok yaygın olmadığı ile
alakalı daha önce bir çalışma yapılmıştı26. Cariyelerle alakalı incelediğimiz
defterlerde toplam on yedi belge bulunmaktadır. Cariyelerle ilgili belgelerin
büyük çoğunluğu azat edilmeleri ile alakalıdır. Mesela Cami-i Kebir
Mahallesi sakinlerinden Asiye ibnet-i Es-seyyide bint-i Ali Çelebi adlı Hatun
cariyesi Rus asıllı Serdanaz bint-i Abdullah ile diğer cariyesi Mülayim bint-i
Abdullah’ı “Hasbeten li’llahi teala ... sair ahrar-i asliyyîn gibi hür olup
üzerinde mevalim için sabite olan hakk-ı veladân gayrı hakkım kalmadı”
diyerek azat etmiştir27.
Alım-Satım
Osmanlı hukukuna göre kadınlar kendilerine ait olan malları istedikleri
gibi satabilmekte idiler. Kendilerine ait olan bu mallar genellikle
babalarından veya kocalarından miras kalan mallar idi. Bunun yanında
evlenirken aldıkları mehir de onların kullanabildikleri ve kocaların üzerinde
tasarrufta bulunamadığı paraları idi. Bu para ve miras kalan mülk, bağ,
bahçeyi istedikleri gibi alıp satabilmekte idiler. Alım-satım konusunu içeren
yüz on dokuz belge bulunmaktadır. Mahkemeye bizzat müracaat edilerek
veya vekiller vasıtasıyla alım-satım işleri gerçekleşmektedir.
Hibe ve Temlik
Hibe ve temlik ile alakalı on beş adet belge bulunmaktadır. Sahip
oldukları mülklerini veya paralarını kimlere ne şekilde hibe ettikleri mah
keme kayıtlarına yansımıştır. Anne-baba tarafından çocuklarına, bir kişi
tarafından terbiyesinde olan çocuklara, kadın kocasına veya kocanın karısına
mülk ya da parasını hibe ettiğini görmekteyiz. Eslem Paşa mahallesinden
Marina bint-i Yıvan adlı kadın Eğribucak nahiyesindeki bağını damadına
hibe
Kayseri’nin Camii Kebir Mahallesi’nden Abide Hatun’un adı geçen
yerdeki menzilini ve içindeki eşyaları, ana bir kardeşinin kızı Mümine’ye
hibe ettiğini mahkemeye tescillettirmiştir29.
26 Ali Aktan, “XVII. Yüzyıl Kayseri Kadı Sicillerinde Bulunan Köle ve Cariyelerle İlgili Bazı
Belgeler Üzerine Bir Değerlendirme”, I. Kayseri ve Yöresi Tarih Sempozyumu Bildirileri (11-12
Nisan 1996), Kayseri 2000, s. 20.
27 KŞS 77, s. 93, Belge: 197, 211.
28 KŞS 74, s. 86, Belge: 188.
29 KŞS 74, s. 87, Belge: 176.
166
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
Keşf ve Tahrir
Kaza nedeniyle ölen kişinin veya herhangi bir devlet malının durumunun
keşf ve tahrir edilmesi ile alakalı üç belge tespit edilmiştir. Erkilet köyünde
birkaç Müslüman ve gayrimüslim kişi mahkemeye müracaat ederek, Erkilet
köylülerinden Kirkor veled-i Gülabi’nin bir gün önce ahırın direk ayaklığı ve
üç tarafının üzerine yıkılmasıyla kazaen öldüğünü söyleyip, keşf ve tahrir
olunmasını talep etmişlerdir. Kirkor’un durumu mahallinde görülüp tahrir
edilmiştir30.
Kayseri’de bulunan Hoca Mukbil Çeşmeleri’nin evkafının mütevellisi
Ahmed Beşe’nin, çeşmelerin terazilerinin bozuk olduklarını ve tamire
ihtiyaçları olduklarını, keşf ve tahrir yapılmasını istediğini, yapılan keşf ve
tahrirden sonra çeşme terazilerinin tamirinin beş guruşa mal olacağı
bildirilmiştir31.
Konularına göre mahkemede kayıt altına alınan davalar şu şekildedir:
Nikâh Yaralama Veraset Vasi Vakıf Nafaka Alacak- Mihr Su- Diğer
tayini Borç i
Hal
1 3 146 35 7 9 20 16 8 12
167
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
Sonuç
Bu çalışmamızda XVII. yüzyılın yarısında Kayseri’de kadınların mahkemeyi
kullanmaları, haklarını arama gelenekleri ile ilgili bilgiler vermeye çalıştık.
Çalışmamızın amacı Osmanlı’nın bir taşra şehri olan Kayseri’de Türk kadını ve
yine bu coğrafyada yaşayan gayrimüslim Ermeni ve Rum kadınlarının toplum
içerisindeki konumlarını ortaya çıkarmak ol muştur. Belgelerden görüldüğü
kadarıyla herhangi bir konuda haksızlığa uğrayan kadın şer’i mahkemelerde kendi
hakkını rahatlıkla arayabilmekte idi. Özellikle verasetle intikal eden mallarına sahip
çıkma konusunda kadınların mahkemelere müracaat ettikleri görülmüştür. Bunun
yanı sıra Osmanlı kadınları kendilerine veraset yoluyla veya evlenme yoluyla
intikal eden malları diledikleri gibi satmışlar veya hibe edebilmişlerdir.
Türk kadınının sosyo-kültürel ve ekonomik durumu ile ilgili olarak verdiğimiz
bu bilgiler geçmişten günümüze kadının toplumsal rol ve statüsünün değişmediğini
göstermektedir. Kadınların yargı yolunu kullanmaları onların hak ve hukuklarının
farkında olduklarını ve cahil olmadıklarını göstermektedir. Dolayısıyla Türk kadını
haksızlığa uğradığı zaman bunun çözümünü adalet önünde aramıştır.
168
YRD. DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
KAYNAKÇALAR
Aktan, Ali, “XVII. Yüzyıl Kayseri Kadı Sicillerinde Bulunan Köle ve
Cariyelerle İlgili Bazı Belgeler Üzerine Bir Değerlendirme”, I. Kayseri ve
Yöresi Tarih Sempozyumu Bildirileri (11-12 Nisan 1996), Kayseri 2000.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslamiyye ve İstilahat-ı Fıkhiyye
Kamusu, C. II, İstanbul 1985, s. 121-124.
Ceylan, Mehmet Akif, “Eskişehir Tarımında Kadın İşgücü”, Türk
Dünyası Araştırmaları Dergisi, İstanbul 2005, Sayı: 157, s. 147-160.
Çapar, Ahmet, 61/1 Nolu Kayseri Şer’iyye Sicili Transkripsiyon ve
Değerlendirmesi H. 1061/M. 1651, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2002.
Demir, Erdinç, 61/2 Numaralı Kayseri Şer’iyye Sicili (H. 1061/M. 1651)
Transkripsiyon ve Değerlendirme, Kayseri, 2002.
Deveci, Sefure, 55/2 Nolu Kayseri Şer’iyye Sicili Transkripsiyon ve
Değerlendirmesi H. 1055/M. 1645, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2002.
Donuk, Abdulkadir, “Çeşitli Toplumlarda ve Eski Türklerde Aile”,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 33, İstanbul, 1982.
Gaspıralı, İsmail, “Kadınlar”, İsmail Gaspıralı Seçilmiş Eserleri: 2 Fikrî
Eserleri, Neşre Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul,
2004, s. 287-288.
Gökbilgin, Tayyib, “XVI. Asır Başlarında Kayseri Şehri ve Livası”,
60. Doğum Yılı Münasebetiyle Zeki Velidi Togan’a Armağan, İstanbul
1950- 1955, s. 93; Mehmet İnbaşı, XVI. Yüzyıl Başlarında Kayseri, İl Kültür
Müdürlüğü Yayınları, Kayseri 1992, s. 29.
İnalcık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), Yapı ve
Kredi Yayınları, İstanbul, 2003. İnbaşı, Mehmet, XVI. Yüzyıl Başlarında
Kayseri, İl Kültür Müdürlüğü Yayınları, Kayseri 1992.
Saydam, Abdullah, “Trabzon Sancağı’nın Tekalif-i Örfiye
Yükümlülüğü (1830-1840)”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, İstanbul,
2000, Sayı: 127, s. 69-103.
169
OSMANLI DEVLETİNDE KADINLARIN ŞER’İ MAHKEMELERİ KULLANMASI
(KAYSERİ ÖRNEĞİ)
170
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ
173
(Yüksek Lisans Tezi)
Danışman: Hazırlayan:
KAYSERİ / 1993
174
KISALTMALAR
Bkz. : Bakınız
Çev. : Çeviren
Ed. : Edebiyat
Haz. : Hazırlayan
Hz. : Hazreti
Mad. : Maddesi
s. : Sahife
S. : Sayı
Str. : Satır
Vb. : Ve benzeri
Vd. : Ve devamı
175
ÖNSÖZ
Türkler uzun tarihleri boyunca dini özellik arz eden değişik inançlara bağlı
yaşamışlardır. Bu sahip olunan inançlar içerisinde iptidai ya da yüksek, başka bir ifade
ile semavi derecede olanlar vardır. İster iptidai ister semavi okun Türk kültürünü
meydana getiren bu inançların tespiti milli bir görev sayılmalıdır. Buradan hareketle bu
inançların belirginlik kazanması Türk kültürünü meydana getiren değerlerin,
araştırılmasına bağlıdır. Türk kültürünü oluşturan değerlerden biri de milletlerin din,
fikir ve sanat bakınmadan sahip oldukları değerler hakkında bilgiler içeren destanlardır.
Bütün milletlerin kendilerine ait milli destanları mevcut değildir. Eski Yunanlılar,
İranlılar, Hintliler ve Finliler gibi milletlerin efsanevi mahiyette kendi milletleri
içerisinden çıkmış kahramanlarım ait destanları vardır, Ayrıca bu destanlar değişik
Avrupa milletlerinin, fikir ve sanat hayatlarına da ilham kaynağı olmuşlardır.
Sözlü geleneğe bağlı olan anonim ürünler sayılabilecek destanlar, belirli zaman ve
mekân içerisinde cemiyetin iradesini kontrol edebilen durumdaki kahraman bilge
şahsiyetler etrafında cereyan eder. Bu destanların akisleri hemen hemen edebi eserlerin
tamamında derin izler bırakmıştır. Ayrıca destanlar milletleri tanıtmak, yaşatmak ve
milli birliği canlı tutmak için vazgeçilmeyecek derecede bir öneme sahiptir. Zira
manzum oldukları ve müzikle terennüm edildikleri için halkın dilinde ve hafızasında
uzun süre kalabilecek durumdadır.
176
Türk destanlarına ait bilgiler maalesef Batılı araştırmacılar tarafından derlenmiş ve
adeta Türk araştırmacılara kaynak olacak durumda hazır hale getirilmiştir.
Çeşitli medeniyet seviyelerinde farklı hayat, şartlarında tarihte jürini almış olan
Türk kavimlerinin milli destanları da çeşitli ve zengindir. Buna dayalı olarak bu kültür
değerlerine yönelik çalışmaların da zengin olması beklenirken aksine az ve kısıtlı
olmuştur. Yine de Köprülü, Ögel, Togan, Tanyu, İnan gibi uzman araştırmacıların
çalışmalarının, Türk kültürünü gururla temsil edebilecek durumda olduğunu belirtelim.
Özellikle Ögel’in, Türk Mitolojisi adlı eseri destanlardaki motiflerin incelenmesi
açısından çok büyük bir öneme sahiptir.
Kayseri-1993
177
GİRİŞ
A) Destan Nedîr?
Menşe’ itibariyle Farsça bir kelime 1 olan destan, (=Dâstân=Dâsitân) sözlük
anlamıyla hikâye, masal, efsane 2 ya da efsanevi sözler 3 demektir. Dilimizde
Fransızca “epope” ve “lejende” karşılığı olarak kullanılır. 4 Yunanca “epos”
kavramının kapsadığı eserlere Yakutlar (Saha Türkleri) olangho, (Yiğitlik şiirleri,
yiğitlerin yaşam öyküleri) Kırgızlar comok, (yiğit destanı) Müslüman Türkler ise
destan adını vermişlerdir. 5
1
Şemsettin Sami, Kâmus-i Türkî, İstanbul, 1316, s. 598 ve 609; Nihat Sami Banarlı, Resimli
Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1983 I / 1; İbrahim Olgun-Cemşit Drahşan, Farsça-Türkçe
Sözlük, İstanbul, 1985, s. 149; “Destan”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, 1977,
II / 265.
2
“Destan” Yeni Türk Ansiklopedisi, İstanbul, 1985, II / 652; “Destan” Türk Dili ve Edebiyatı
Ansiklopedisi, İstanbul, 1977, s. 264.
3
İbnu Munzur, Ebu’l Fadl Cemâlüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisanu’l-Arab, Beyrut,
1968, II / 363.
4
“Destan”, Yeni Türk Ansiklopedisi, İstanbul, 1985, II / 652.
5
“Destan”, Ana Britannica Ansiklopedisi, İstanbul, 1986, VII / 188.
6
“Destan”, Yeni Türk Ansiklopedisi, İstanbul, 1985, II / 652.
7
Şükrü Elçin, Halk Edebiyatına Giriş, Ankara, 1965, s. 72.
8
Banarlı, a.g.e., I / 1.
178
Divan-ü Lügati’t-Türk’te “yır-ır” sözleri, şiir, gazel ve raks havası anlamında
kullanılmıştır. 9 Burhan hareketle destanların meydana geldiği devirlerde şiir, raks ve
mûsikî ile beraber bulunduğu düşünülür ve destanlarımızda kopuz ile ozanlar
tarafından çalınıp söylendiği veya çalgısız özel bir tegannî ile söylendiği dikkate
alınırsa Divan-ü Lügati’t-Türk’teki “yır” ya da “ır” sözlerinin “epope” kelimesini
karşıladığı söylenebilir. 10
Türk destanları genellikle İslâmiyet’ten önce ve sonra olmak üzere iki gurupta
mütalâa edilmiştir. 13
9
Divanu Lügati’t-Türk, Besim Atalay Tercümesi, Ankara, 1986, III / 3-4.
10
Sadık Tural Kemaloğlu, Milli Destanlarımız Üzerine, Türk Kültürü Dergisi, S. 90, Ankara,
1970, s. 390-391.
11
“Destan”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, II / 265; “Destan”, Yeni Türk Ansiklopedisi,
İstanbul, 1985, II / 653.
12
Banarlı, a.g.e., I / 11; Faruk K. Timurtaş, Türk Destanları, Türk Kültürü Dergisi, S. 33, Ankara,
1965, s. 581.
13
“Destan”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, II / 264-265; Banarlı, a.g.e., I / 11; Timurtaş, a.g.m.,
s. 581.
179
Türk destanları arasında en önemlisi ve elimizde büyük parçası olanı Oğuz
Kağan Destanı’dır. 15
Türk destanları Fuad Köprülü’ye göre; ortaya çıktığı coğrafî saha, kavimlerin
medeniyet seviyesi, hayat şartları ölçü alınarak “Altay-Yeniseyi”, “Bozkırlar”,
“Tarım-Sır-Derya” sahası olarak üç coğrafî bölgeye ayrılırlar. Altay-Yenisey’i
sahasındakiler millî destanın en eski parçalarını yani “esatiri” mahiyette olan
parçalarını ve “Kozmogoni-Tekevvün-i Âlem” (Kâinatın yaratılışı) hakkındaki
“Ustureleri” vermektedir. 17
14
Banarlı, a.g.e., I / 11.
15
Timurtaş, a.g.m., s. 581.
16
Elçin, a.g.e., s. 73.
17
Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1986, s. 43; Mehmet Kaplan, Oğuz Kağan Destanı,
İstanbul, 1979, s. 19.
18
Köprülü, a.g.e., s. 44.
180
tabiat kültürünün izlerini taşıyan “Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ, Deniz” gibi isimlerle
“Bozkurt, Işık, Ağaç, Güneş” cinsinden motifler de bulunmaktadır. 19
Türk destanlarının pek çoğu yazılı edebiyata, teşekkül ettikleri tarihten sonra
geçmiştir. Buna rağmen Türklerin yaratılış ve türeyiş destanlarında, Türkler
tarafından kabul edilen kendi zamanlarına ait çeşitli dinlerin, eski ve yeni bir takım
inanç ve kültürlerinin izlerini görmek mümkündür. Zira yaratılış destanındaki Tanrı
tasavvuru tek Tanrı inanışı şeklinde Türk iman hayatında süregelmiştir. Bu da
gösteriyor ki, destanlar doğduğu zamanla yazıya geçtiği zaman arasındaki sürenin
uzunluğuna bakılmaksızın doğdukları çağların mahsulleridir. 22 Öyle ki orada bir
milletin başından geçen çeşitli hadiseler, felaket ve saadetler, yenilgi ve başarılar,
meşhur kahramanlar, dünyanın ve insanların yaratılışı, kendi türeyişleri ve çeşitli
inanışları bulmak mümkündür. 23 Türk destanlarının tarih vakıalarıyla yakınlığı
dikkate alındığında, tarihte yaşayan Türklerin ruh hayatını, duyuş, düşünüş ve
birçok alandaki anlayışlarımnı destan motiflerinde aramanın gerekli olduğu
kendiliğinden ortaya çıkacaktır. 24
19
Elçin, a.g.e., s. 73.
20
Harun Güngör, “Bahaeddin Ögel’in Türk Dini Tarihine Katkıları”, Türk Dünyası Araştırmaları
Dergisi, S. 65, İstanbul, 1992, s. 259.
21
Köprülü, a.g.e., s. 64.
22
Banarlı, a.g.e., I / 11.
23
Timurtaş, a.g.m., s. 577-578.
24
Banarlı, a.g.e., I / 30.
181
BİRİNCİ BÖLÜM
Türkler arasında eskiden beri pek tanınmış olan Oğuz menkıbesinin bugün
başlıca iki yazı şekli bulunmaktadır. Biri İslâmiyet’in tesirinden uzak olarak Uygur
yazısı ile yazılmış olan şekli diğeri ise Reşidü’d-Dîn’in “Camiu’t-Tevârih”inde
zikretmiş ve oradan diğer yerlere naklolunmuş şeklidir. 2
Oğuz Kağan Destanı uzun yıllar sözlü olarak yaşadıktan sonra farklı bölgelerde
değişik olarak yazıya geçirilmiştir. Milli rivayetleri edebi bir tarzda işleme
konusunda, Fars edebiyatının etkisinden söz edilebilir. Zira Oğuz-nâme sözündeki
ikince kelime Farsçada yazı ve kitap manasına gelmektedir. Oğuznâme hakkındaki
ayrı menkıbelerin ismi olup ozanlar tarafından söylenmiştir. 3
Oğuz Kağan destanıyla ilgili her iki kaynak hakkında da değişik kitaplarda
birçok araştırmacı tarafından önemli birtakım bilgiler verilmiştir. 4
1
Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1983, I / 17.
2
Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1984, s. 25.
3
W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Çev., Fuad Köprülü, Ankara, 1936, s. 67; Faruk Sümer,
Oğuzlar, Ankara, 1967, s. 409.
4
A. Zeki Velidî Togan, Oğuz Destanı, İstanbul, 1972, s. 17 vd.; Oğuz Kağan Destanı, W. Bong-G.R.
Rahmeti, İstanbul, 1970, s. 1-29; Mehmet Kaplan, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul, 1979, s. 22-23; W.
Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkındaki Dersler, Çev. Kazım Yaşar Kopraman-Avşar İsmail Aka,
Ankara, 1975, s. 289-291; Abdulkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara, 1987, I / 225;
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara, 1989, I / 115 vd.; “Oğuz Destanı”, Yeni Türk Ansiklopedisi,
İstanbul, 1985, 7 / 2717; Hikmet Tanyu, Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul, 1986, s. 35; Yılmaz
Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, İstanbul, s. 33-34.
182
Eski Türk destanları, başka milletlerde olduğu gibi milletin kozmogonisini,
inanışlarını, tarihini, edebiyatını ve birtakım kanunlarını belirli olaylar çerçevesinde
anlatır.
İslâm’dan önceki rivayeti ile Oğuz Kağan Destanı yapısına uygun bir şekilde
Oğuz Kağan’dan bahseder. Bu manzum parçalar, içerisinde Türk cihangirliği ve
hâkimiyet duygusu olağanüstü bir güzellikte anlatılır.
Uygur yazısı ile yazılmış olan eksik nüshalar 6 üzerinde de birçok araştırma
yapılmıştır. 7 W.Bang-G.R. Rahmeti, ilk Önce, Almanca olarak bu metni 1932
yayımlamış ve daha sonra Oğuz Kağan Destanı adıyla bu metin 1000 temel eser
arasında çıkmıştır. 8
uşbu turur:
5
W. Bong-G.R. Rahmeti, a.g.e., s. 3.
6
Togan, aynı eser.
7
Ögel, a.g.e., s. 128.
8
W. Bong-G.R. Rahmeti, aynı eser.
9
W. Bong-G.R. Rahmeti, aynı eser.
183
oşul ogulnung önglüki çırağı kök
ler kik köp köp, buhda uçkanlar kuş köp köp irdi.
184
ya ok birle, takı kılıç birle, kalkan
sı uşbu turur:
turur:
185
kene künlerde bir kün
aydın kogulgulugrak
186
kördi. bu ıgaçnung kabuçakında
187
kagan begler il künlerge
188
kagan oguz kaganda ilçi yurnşap
189
bir irkek böri çıkdı. oşul böri oguz
il künlerning köngülleride
190
köp telim boldı kaygntulunç. unşunç
191
saklap kelgil, tep tedi; atam çımad atup irse
192
ıgaçlar …… oşul ıgaçlar
m …… kesdi. ıgaçlarda
193
turur. oguz kagannıng atı muz tag
194
rü. kene birgün kök tülük-
195
nüng, il künnüng kamagı munı kördiler, şaşdılar
196
atladı. antag yaman uruşgu boldı; oguz
197
tengri birdi tüşümde kiltürsün; tala
198
landın song çolda üç kümüş ok
199
ay ogullar, köp men aşdum, uruşgular köp men
kördüm;
………………………………………
………………………………………
200
gibi idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At
Bu ………
çıkdı.
201
geldi ve gördü ki gergedan ayıyı da almış.
202
(kutup yıldızı) gibi idi. O kız öyle güzeldi
aldı.
ve dileğini aldı.
203
sonra (gözleri) parladı ve üç erkek çocuk
verdi ve
204
emirler yolladı; tebliğler yazdı ve elçilere
mıştı;
ve yok ettiririm.
205
Bu Urum Kağan, Oğuz Kağan’ın emrini
ordu gelmektedir.
206
Gök tüylü ve gök yeleli bu büyük erkek
düştü.
207
Bey’in oğlu ona çok altın ve gümüş yolladı
208
Asker arasında iyi biri vardı. Onun
gösteririm dedi.
sevindi ve ilerledi.
209
Onun başı soğuktan apak idi. Onun için
bağışladı ve ilerledi.
210
Yine bir gün gök tüylü ve gök yeleli er
211
halkı hepsi bunu gördü ve şaşırdı. Onlar
212
üzerine yürüdü. Çok yaman bir vuruşma
213
Oğuz Kağan Uluğ Türük’ün sözünü
dedi.
214
sevindi, güldü, okları üçe üleştirdi
215
(borcumu) ödedim Şimdi yurdumu size
veriyorum dedi.
2) Dini Motifler
a) Oğuz Kağan’ın Doğuşu ve Çocukluğu
Uygurca Oğuz Destanı ve yazıldığı devir dikkate alındığında bu destanın bütün
parçalarının, günümüze kadar ulaşmadığını görüyoruz. Bununla birlikte mevcut
metinlerin hemen giriş kısmında Oğuz Kağan’ın doğuşu çeşitli ifadelerle
anlatılmaktadır.
Uygurca yazılmış metinde geçen Ay Kağan, Oğuz Han’ın babası Kara Han
olmasına rağmen 763’ten itibaren Mani dinini kabul eden Uygurlar tarafından
değiştirilmiş olduğu düşünülebilir. Zira Mani dinine göre Ay, birinci derecede öneme
sahiptir. Buna dayalı olarak Uygurlar Oğuz Kağan’ın babasının adında değişikliğe
gitmiş olabilirler. Yoksa tarihte Oğuz Han’ın ikinci oğlu Ay Han’dan başka bir Ay Han
bilinmemektedir. 12 İster Kara Han’ın oğlu Oğuz Han olsun, İsterse Ay Kağan’da olan
Oğuz Han olsun ikisi de aynı şahsiyettir ve destanın kahramanı olduğu için doğumu
birtakım üstün vasıflarla anlatılmıştır.
10
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara, 1989, I / 129; İnan, a.g.e., I / 223.
11
G. Reşit Rahmeti Arat-W. Bong, Oğuznâme, Ankara, 1936, s. 1.
12
Ögel, a.g.e., I / 129.
216
Bu vasıflar anlatılırken Oğuz Kağan’ın yüzünü gök renginde, ağzının ateş kızılı,
gözünün al (bazı rivayetlerde de göz rengi ela) 13 saçları ve kaşlarının kara ve
endamının ise güzel perilerden daha alımlı olduğu nakledilir. 14
Burada Oğuz Kağan’ın doğumu ile ilgili olarak görebildiğimiz ilk dini motif,
aradan bir yıl geçmeden Oğuz Kağan’ın konuşmuş olmasıdır. Bilindiği gibi Hz. İsa
hakkında da insanlarla, beşikte iken ve yetişkin halde iken konuştuğuna dair
Kur’an’da ayet mevcuttur. 15 Görüldüğü gibi Oğuz Kağan’da tıpkı İsa Peygamber gibi
erken bir zamanda konuşma özelliğine sahip olarak gösterilmiştir.
Dikkate değer diğer bir dini motif de, Oğuz Kağan’ın dili açılıp konuşmaya
başladığında “ben bir otağda doğduğum için adımı Orun koyunuz” 16 demiş
olmasıdır. Ad koyma ile ilgili diğer bir rivayet de, Kara Han’ın oğlu Oğuz Han’ın bir
yaşına girdiğinde verdiği ziyafette Oğuz Han’ın “sarayda doğduğum için adım Oğuz
konsun”, şeklindeki konuşmasıdır. 17
Kendi adının kendi tarafından konma hadisesi aynı şekilde Hz. Yahya hakkında
da nakledilmektedir. “Elizabet’in doğuracağı vakit tamam oldu ve bir oğlan doğurdu
… ve vâki oldu ki, sekizinci gün çocuğu sünnet etmek için geldiler … ve ne ad
konulmasını istersin? diye babasından işarette sordular. O, bir levha istedi; o da
Yahya’dır diye yazdı. Hepsi şaştılar. O’nun ağzı hemen açıldı. Dili çözüldü. Allah’a
hamd ederek söz söyledi. Etrafında oturanların hepsine korku düştü ve hep bu
sözler bütün Yahudiye dağlığında yayıldı. İşitenlerin hepsi bu çocuk acaba ne
olacak? diye bu şeyleri yüreklerinde sakladılar.” 18
13
Arat-Bong, a.g.e., s. 1; Banarlı, a.g.e., I / 17.
14
Ögel, a.g.e., I / 133 vd.; Arat-Bong, aynı eser.
15
3-Âl-i İmran, 46.
16
Togan, a.g.e., s. 18; Ögel, a.g.e., I / 144.
17
Ögel, a.g.e., I / 159.
18
Kitâb-ı Mukaddes, İstanbul, 1985, Luka, I-57 / 67.
19
İnan, a.g.e., I / 169.
20
İnan, a.g.e., I / 196.
217
Divan-ü Lügati’t-Türk’te ırk, kehanet ve saklıları açığa çıkarma diye izah edilir. 21
Uygurca Oğuz Menkıbesindeki Uluğ Türk ile irkil Ata ve Dede Korkut aynı timsalden
ibaret kabul edilebilir. 22
İrkil Ata kültü, Oğuz Kağan ve onun yerine geçen Gün Han ile devam etmiştir.
İrkil Hoca uzun seneler ömür sürmüş akıllı ve bilge bir şahsiyettir. 24 Tanrının cihan
hâkimiyetini Oğuz’a verdiğini müjdeleyen de İrkil Hoca veya Uluğ Türk’tür. 25
Oğuz Kağan’ın halkı tehdit eden canavarı öldürme olayındaki en önemli dini
motif, Gök Tanrı’nın yardımına müracaat etmiş olmasıdır.
21
Besim Atalay, a.g.e., I / 45; Tanyu, a.g.e., s. 63.
22
Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 252.
23
İnan, a.g.e., I / 196; İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara, 1986, s. 151.
24
Ögel, a.g.e., I / 209-210.
25
Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul, 1980, II / 147.
26
Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, İstanbul, 1976, s. 12.
27
Togan, a.g.e., s. 18.
28
Ögel, a.g.e., I / 117; “Destan”, Ana Britannica, III / 2717; Togan, aynı eser.
218
b) Oğuz Kağan’ın Evlenmesi
Destanların önemli motiflerin birisi de ışıktır. Destan kahramanlarının doğuşu
anlatılırken kahramanın fiziksel özellikleri ışık ve ışık cinsinden olan şeylerle tavsif
edilir. Oğuz Kağan Destanı’nın başkahramanı Oğuz Kağan doğduğu zaman aynı
şekilde vasıflandırılmıştır. 29
Bütün bu ifadeler ışık motifinin net bir şekilde işlenmiş olduğunu gösterir.
Bilindiği gibi ışığın asıl kaynağı olan ateş ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de de bu
meyanda ayetler mevcuttur. Taba suresinde: “O bir ateş görmüştü de ailesine:
Durun ben bir ateş gördüm, ya ondan size bir kor getirir ya da ateşin yanında bir yol
gösteren bulurum.” demişti. Musa ateşin yanına gelince: “Ey Musa” diye seslenildi:
“Ben şüphesiz senin Rabbinim, ayağındakileri çıkar; çünkü sen, kutsal bir vadi olan
Tuvâ’dasın” 32 buyurulmaktadır.
Oğuz Kağan’ın evlenmesi hususundaki en önemli dini motif kozmik âlemle ilgili
oluşudur. Bilindiği gibi eski Türklerde din, tabiat ve hayvanlar âlemi ile yakından
ilgilidir. 33 Yine Oğuz Kağan avlanmaya çıktığı bir günde ağaç kovuğunda çok güzel bir
kıza rastlar. Bu kıza sevdalanan Oğuz Kağan bu kızla evlenir ve ondan Gök, Dağ,
Deniz adında üç erkek çocuğu dala olur. 34
Destanda geçen her iki evlenme olayında da ortaya çıkan en belirgin dini
motif, kozmik âlemle ilgilidir. Oğuzlar, yerin ve göğün bütün kuvvet ve unsurlarını
kendilerinde toplayarak meydana gelmişlerdir. Burada Türk milletini meydana
getiren yer ve gök hem kutsal ve hem de maddi varlıklardır.
29
Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 48; Banarlı, a.g.e., I / 30.
30
Togan, a.g.e., s. 125; Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 49.
31
Kaplan, Oğuz Kağan Destanı, s. 38.
32
20Taha, 10, 11, 12.
33
Kaplan, aynı eser.
34
Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 49; Kaplan, aynı eser.
219
Oğuz Han’ın gökten inen ışık içerisinden çıkan kızla evlenmesinden sonra
dünyaya gelen Gün, Ay ve Yıldız Hanlar gökle ilgilidir. Yine ağaç kovuğundaki kızla
evlenmesinden dünyaya gelen Gök, Dağ ve Deniz Hanlarla da dünya kuvvetleri
tamamlanmıştır. Bu sebeple Oğuz ve Türk milletinin oluşu kâinatın bünyesine,
yapısına ve hatta oluşuna uygulanmış ve intibak ettirilmiştir. 35 Başka bir ifadeyle
destan içinde yer alan iki efsanede de Oğuz Kağan’ın evlendiği kızlar esrarengiz bir
âlemden gelmişlerdir. Birincisi Gök Tanrı ile ilgilidir, başında da bunun işareti olan
parlak bir yıldız bulunmaktadır. Gökyüzünden gelen bir ışığın içinden çıkmıştır. Bir
insandan doğmamıştır. İkinci kız sudan gelmiştir. Bir ağacın kovuğunda Oğuz Kağan
onu bulur. Su ile birlikte toprak da bulunmaktadır. Gök Tanrı, hava, su, toprak
üçlüsü bize yaratılışı dolayısıyla mitolojiyi hatırlatmaktadır. 36
Işık motifi Türkler tarafından Uyur devrinde kabul edilen Maniheizm dininde 38
esas Tanrı bir iyilik ve ışık Tanrısı olarak ortaya çıkar. 39 Maniheizm’i Türklere kabul
ettiren Bögü Han’ın rüyalarına giren “ışık” şeklindeki kız, aynı dinin meşhur nur ve
ışık bakiresidir. 40 Oğuz Kağan destanında;
35
Ögel, a.g.e., I / 139-140.
36
Bilge Seyitoğlu, “Efsane”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara, 1992, III / 316.
37
Ögel, a.g.e., I / 140.
38
Bahaeddin Ögel, (İslâmiyet’ten Önce) Türk Kültür Tarihi, Ankara, 1984, s. 349; Barthold, İslâm
Medeniyeti Tarihi, s. 92.
39
Harun Güngör, Maniheizm, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (Ayrı Basım) S. 5,
Kayseri 1988, s. 153.
40
Banarlı, a.g.e., I / 31.
220
“Çadırları kurdurup, derin uykuya daldı,
41
Ögel, Türk Mitolojisi, I / 119-120.
42
Oğuz Kağan Destanı, W. Bong-G.R. Rahmeti, İstanbul, 1936, s. 20-23; Harun Güngör, Süryani
Kaynaklarına Göre Türklerin Menşei, Dini İnanç ve Âdetleri, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi,
1986, s. 40-81.
221
getirilmesini istemiştir. Bu çocuk sonraki tarihlerde meşhur bir komutan olarak Wu-
Sun kralı olmuştur. 43
Kurttan türeyiş efsanesiyle ilgili olarak nakledilen başka bir olay da Kao-çilerin
(Töles) erkek kurttan türeyişleriyle ilgili efsaneleridir. Efsaneye göre; Kao-çi’nin iki
akıllı ve güzel kızı vardı, bunları hiç kimseyle evlendirmeye kıyamaz. Bunların ancak
Tanrı ile evlenebileceklerini düşünür ve bir tepenin başına bırakır. Nihayet bir kurt
gelir ve tepenin çevresinde devamlı olarak ulumaya başlar. Küçük kız bunu tanrı
sayarak onunla birlikte olur ve bu suretle bu hükümdarın kızıyla bu kurttan Kao-çi
halkı türer. Bu efsane değişik şekillerde yorumlanarak Hunların kurttan türemesi
(türeyen Uygurlardır) şeklinde nakledilmiştir. 44
Yukarıda anlatılan her iki efsanede geçen kurt birincide dişi, ikincide erkek
kurttur.
Çok eski çağlarda Türklerin bir totemi olarak kabul edilin kurt Göktürkler
devrinde totemden daha ziyade bir sembol teline gelmiştir. 47
Uygurca yazılmış olan Oğuznâme’de Oğuz Kağan’a yol gösteren kurt “gök tüylü
ve gök yeleli” olarak vasıflandırılmıştır ve “Börü” ismini taşır. Kurt efsanesinin
Türklerde totem olarak kabul edilmesi ihtimali oldukça zayıftır. Belki kurt M.Ö. II.
asırda bile iptidai totem mahiyetini çoktan kaybetmiştir. Zira kurt, Hunlarda kutsal
43
Ögel, Türk Mitolojisi, s. 13-14.
44
Altan Deliorman, Bugünkü Manasıyla Bozkurt, Yeni Orkun, S. 12, İstanbul, 1989, s. 4-5.
45
Ögel, Türk Mitolojisi, s. 18 vd.
46
Faruk Sümer, Türk Destanları II, Türk Dünyası Tarih Dergisi, S. 62, İstanbul, 1992, s. 5.
47
Ögel, Türk Mitolojisi, s. 41.
222
bir tılsım veya arması haline gelmiştir. 48 Ayrıca şunu da ifade edelim ki, totemci
klanda herkes aynı adla anıldığı halde Türkler çok kere kurdun asıl adını bile
söylememişlerdir. 49
Bu kurdun ata olarak tanınması, onun dini bir totem olduğu zannını
uyandırmıştır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Türklerde totemciliğe rastlanmaz.
Bozkurda duyulan saygının dini bir motif olmaktan ziyade millî bir sembol olduğunu
kabul etmek dala yerinde olacaktır. 50
Oğuz Kağan’ın oğulları Gök, Dağ, Deniz, Gün, Ay, Yıldız arasında göğün diğer
tabiat varlıkları olarak yer alışı da göğün Tanrıdan ayrı bir anlama geldiğinin açık bir
işaretidir. Oğuz Kağan’ın “Gök Tanrı’ya borcumu ödedim” deyişi burada Tanrının bir
gök gibi ulu, yüce benzetmesi ile sıfat olarak kullanılışım göstermektedir. Yine
destanın başka yerinde “kök” mavi anlamında “O, ışıktan gök tüylü ve gök yeleli
büyük bir erkek kurt çıktı” şeklinde geçer. 53
48
Ögel, Türk Mitolojisi, s. 46; Ayrıca Bkz. B. Ögel, Türklerde Semavî Kurtlar, Türk Dünyası Tarih
Dergisi, S. 13, Ocak 1988, s. 5.
49
İbrahim Kafesoğlu, Eski Türk Dini, Ankara, 1980, s. 15.
50
Deliorman, a.g.m., s. 7.
51
Oğuz Kağan Destanı, W. Bong-G.R. Rahmeti, s. 3; Hikmet Tanyu, Türklerde Tek Tanrı İnancı,
İstanbul, 1986, s. 35.
52
İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 62.
53
Tanyu, aynı eser, s. 35 vd.
223
Türklerin ilk fatih atası, bütün milli nizam ve müesseselerin kurucusu sayılan
Oğuz Kağan semavi bir menşe’den gelmiş ve harikulade vasıflara sahip olarak
doğmuştur. Destanın İslâmî rivayetine göre Oğuz Han daha doğuşunda Müslüman
olmadığı için, anasının sütünü emmez. Büyüyünce bu din ayrılığı onunla bata Kara-
Han ardında mücadeleye sebep olur. Oğuz Han babasına galip gelir. Tahta çıkar,
kağanlığını ilan eder. 54
Türk destan ve masallarında çok yaygın olan motiflerden biri de “kırk yiğit ve
“kırk kız” motifidir. 57 Oğuz Kağan destanında “kırk” farklı biçimlerde geçer. Hemen
destanın başlangıcında “kırk” … dile gelmeye başladı. Kırk gün sonra, büyüdü,
yürüdü ve oynadı” “Oğuz Kağan kırk masa, kırk sıra yaptırdı.” şeklinde geçer.
Destanın sonlarına doğru kırk kelimesi “… kırk kulaçlık bir direk” ve yine “… oturup
eğlendiler kırk gün kırk geceden çok” biçiminde ifade edilir. 58
Türk destanlarında ele alınan bir diğer motif de ağaç ve ağaç sevgisidir. Oğuz
Kağan Destanı’nda geçtiği üzere Oğuz Kağan ava çıkmış, bir göl ortasındaki odada
ağaç kovuğunda bir kıza rastlamıştır. Olağanüstü güzellikteki bu kızla evlenen Oğuz
Kağan’ın “Gök, Dağ, Deniz” adında üç çocuğu olmuştur. 60
Burada geçen ağaç “Anne ağaç” fonksiyonunu ifade eder. Buna göre Oğuz’un
eşi ağaçtan türemiştir. Ağaç motifinin Oğuz Destanı’nda “Kıpçak Beyinin” ad alması
ile ilgili hikâyesi de şöyledir: “Oğuz Kağan askerleriyle İtil adındaki ırmağa geldi. İtil
büyük bir ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve İtil’in suyunu nasıl geçeriz? dedi. Asker
arasında iyi bir bey vardı, onun adı Uluğ Bey idi. O akıllı ve … bir erdi, gördü ki bu
54
Togan, a.g.e., s. 17-18; Turan, a.g.e., s. 146-147.
55
Ögel, a.g.e., I / 157; Togan, a.g.e., s. 117; Tanyu, a.g.e., s. 46.
56
112-İhlas 1-4.
57
İnan, Makaleler ve İncelemeler, I / 238.
58
W. Bong-G.R. Rahmeti, a.g.e., s. 1; Banarlı, a.g.e., I / 17; Ögel, a.g.e., I / 127.
59
İnan, a.g.e., I / 239.
60
W. Bong-G.R. Rahmeti, a.g.e., s. 4.
224
yerde pek çok dal ve pek çok ağaç … O ağaçları … kesti ve bu ağaçlara yattı, geçti.
Oğuz Kağan sevindi, güldü ve sen burada bey ol. Senin adın Kıpçak Bey olsun dedi. 61
Dede Korkut kitabında geçen “kölgelüce kaba agacun kesilmesün” ifadesi ağaç
kültü ile ilgilidir. Gökyay’ın konu ile ilgili yorumu şöyledir: “Dede Korkut kitabında
ağaç hakkındaki soylama (s.25 v.d.) İslâmlıkla ilgili unsurlar bir yana, Altaylı Kamların
kutsal ağaçlar için söyledikleri ilahileri hatırlatmaktadır. Hikâyelerin sonundaki
dualarda da devletlü kaba ağacın kesülmesün diye ağaca ayrı bir yer vermektedir. 63
Eski dinlerde ağacı kutsallaştırma şeklinde bir inanca her zaman rastlamak
mümkündür. Ağacın belki aralıklarla kendini yenilemesi, onun ulûhiyeti mekânı
olduğu fikrini doğurmuş böylece ağaçlarda ilahların ve ruhların bulunduğu kabul
edilmiştir. Budda’nın Nirvana’ya kavuştuğu yer incir ağacının altıdır. Yahudilikteki
ağacın kutsallığı ve özel nitelikleri ağaçlar fikri vardır. 64
Hristiyanlıkta çam ağacı Noel’in sembolü sayılır ve Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği
ağacında büyük bir önemi vardır.
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’de de hurma, nar, üzüm, incir, zeytin gibi ağaç 65
isimlerinden bahsedilmektedir. Hz. Peygamber de ağaç dikilmesini tavsiye etmiş ve
bizzat kendisi ağaç dikmiştir. 66
61
W. Bong-G.R. Rahmeti, aynı eser, s. 8-9.
62
Banarlı, a.g.e., I / 31; Abdulkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi, s. 38-39.
63
Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkut’un Kitiabı, İstanbul, 1973, s. CCXCV.
64
Hikmet Tanyu, “Ağaç”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1988, I / 456.
65
95-Tîn, 1; 55-Rahman, 68; 2-Bakara, 266.
66
Buhari, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, es-Sahih, İstanbul, 1979, Şirb, 9.
67
W. Radloff, Sibirya’dan Seçmeler, Çev. Ahmet Temir, İstanbul, 1976.
225
Türk destanları meydana geldiği ve yaşadığı coğrafi bölge açısından birinci
grupta yer alan Altay-Yenisey sahasında vücuda gelen mahsullerdir. Bu destan
kalıntıları “Esatır-i =Mithologique” bir mahiyette Şamanî Altay Abakan Türklerinde
yaşamaktadır. 68
Şu kadar var ki, Altay ve Saha manevi inancının bütün Türklere şamil
edilmemesi gerekir. 73
Bununla birlikte 19. yüzyılın ortalarında Radloff tarafından Altay Türk Yaratılış
destanlarıyla ilgili olarak bu konuda şu bilgiler verilmektedir. “Ural-Altay halkları
ailesinin batı kollarından olan bütün Kuzey Asya halkları yani bütün Tunguz, Moğol
ve Türk boyları eskiden Şamanlığa mensuptular. Bu Şamanlık kültü, bugün Çin’in
devlet dini olan Budizm’i kabul etmiş Mançular müstesna, ancak Tunguz’lar
arasında genel olarak yayılmıştır. Tibet tesiri altında kalan Moğollar arasında bu
68
Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 42.
69
Ögel, Türk Mitolojisi, I / 419-420.
70
Ögel, Türk Mitolojisi, I / 420.
71
Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, Ankara, 1981, I / 14.
72
İnan, Makaleler ve İncelemeler, I / 456.
73
Şaban Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara, 1985, s. 85.
226
dinin izlerinin olup olmadığı hususunda bilgim yoktur. Nihayet zikredilen bu üç
gruptan Asya yüksek elini en başta terk eden Türkler ise Altay ve Sayan Dağında
yaşayanlar müstesna, Yüzyıllardan beri İslâmiyet’in tesiri altında kalmışlar ve bu
dine çok bağlıdırlar. Türk boylarının ancak Rusya ve Sibirya’da bulunan pek az bir
kısmı Hristiyan olmuş ve yalnız Batı Moğolistan’da oturan Sayanların bir kısmı da
Budizm’i kabul etmiştir. Bundan dolayı Şamanlığı ancak Türklerin batıya ve güneye
göçleri sırasında Büyük Altay Dağı silsilesinin verimli doğu bölgelerinden, göç eden
komşulardan ayrılarak geride kalan boylar üzerinde komşuların büyük tesiri
görülmektedir. Öyle ki Şamanlık doğudan Budizm ve batı ile kuzeyden de
Hristiyanlık tarafından sıkıştırılmaktadır. Bütün Abakan Tatarları resmen vaftiz
edilmiş olarak gösterildiğinden ve Sayanların çoğu da Budist olduğundan ancak
Altaylı dağ Kalmukları, Teleütler, Kara Orman Tatarları ve Şorlar büyük kısımlarıyla
açık olarak Şamanizm’e mensupturlar. Sibirya tatarlarının bir kısmı ancak son
yüzyılda Rus arazisinde Müslümanların tesiri altında kalmıştır. Bunlar Baraba
Tatarları ile Tara Tatarları (Kurdaklar) ve Tomsk Teleütleri adı verilen boylardır.” 74
“Altay Yenisey” sahası henüz eski Türk dini olarak nitelendirilen Şamanî “Altay-
Abakan” kabilelerince meskûndur. Bunlar göçebe olmakla beraber yine yerleşmiş
haldedirler. Vaktiyle demircilik gibi bazı sanatlarda ilerlemiş olan bu topluluk, bugün
Türk boylarının şüphesiz en geride kalanıdır. İşte bunlar bize millî destanın en eski
parçalarını, yani, “Esatiri” mahiyette olan parçalarını ve “Kozmogoni=Tekevvünî
âlem” (Kâinatın yaratılışı) hakkındaki “Ustureleri” vermektedir. 75
74
Radloff, a.g.e., s. 212-213.
75
Köprülü, a.g.e., s. 43; İnan, Makaleler ve İncelemeler, I / 36.
76
Ögel, Türk Mitolojisi, I / 432 vd.
227
Göklerden gelen bir ses, Ülgen’e buyruk verdi:
228
-Dinleyin, ey insanlar! Var’ı yok demeyiniz!
229
Balık nolur, nolmaz, kımıldamasın diye!
230
Bu dünyalar içinde, yok o dünyadan üzre!
231
Otuz üç katlı gökle, dünya çok çok yüksektir.
232
Bu bir kabahat midir, ben doğduysam yenici!
233
b) Radloff’un Derlediği Altay Yaratılış Destanı 77
Yerin yer olduğunda, sularla kaplıydı her yer,
Yoktu Tanrının hiçbir işle düşüncesi insanoğlunun işi, durmadı hiç hilesi.
77
Ögel, a.g.e., I / 451 vd.
234
Denizlerin dibinden nasıl çıktı bir taş.
235
Tıkadı nefesini, boğulur gibi oldu,
236
Gerçek Kurbistan diye, adlandırırlar beni,
237
Bunu duyunca Erlik, hemen sordu Tanrıya:
238
Meyve yeyip dururlar ağacın tek dalında.
239
Kim ona yanaşır da, alırsa meyvelerden,
Demiş:
240
Vurulmuştu gönülden, Eri adlı bir kıza.
241
Erkek demiş: -Ey Tanrı, benim yavuklum, kandı,
242
Kötülük timsali ol adında öyle kalsın.
243
Olurdun eş arkadaş, Tanrı yanında er geç
244
Ne ay var, ne de güneş, karanlıklar içinde.
245
Ey şeytan bana eğer, düşmanlık yapmaz isen,
246
Dedi: -Ey Mandı-Şire, bu gelişin nereden?
247
Göklerden onu kovup, yerlere atacaksın!
248
Şeytanın her şeyini, göklerden yere attı,
249
Tanrı, dedi: Olamaz! Erlik: -Bir yer ver bana
250
Kat kat indireceğim, kötülükte yürürsen!
251
Hepsi birden toplanıp ateşe atılmıştı.
252
Küçük buzağıları, toy tayları koru sen!
253
Gözümden de hiç kaçmaz, silin kötülükleri!
254
Sevk et insanları hep, yollara senden iyi!
255
Sanki yeniden doğdum, geriye yeni döndüm,
78
Ögel, Türk Mitolojisi, I / 465.
79
Ögel, Türk Mitolojisi, I / 465.
256
bana verirsen, ben de sana altın tüyler veririm ve kıl sahibi olursun.” Köpek de altın
tüylerim olsun diye, şeytanın sözüne kandı ve insanı da şeytanın ellerine verdi. Erlik
aldı insanı eline, neresi varsa her tarafına tükürdü. Az sonra Tanrı insana ruh
vermek için çıkageldi. Erlik Tanrının geldiğini sezince hemen oradan uzaklaşıverdi.
Tanrı gelince bir de ne görsün, kendi yaptığı insan baştan aşağıya kadar tükrük
içinde kalmış ve kirlenmişti. Tanrı ne yaptıysa insanı temizleyemedi. Baktı ki
olmayacak, tersini yüzüne çevirdi. Bu yüzden insanın içi tükrükle dolu kaldı. Tanrı
köpeğe kızıp köpeği iyice dövdü ve döverken de şöyle dedi: “-Sen ey köpek! Sen hep
böyle kötü kalacaksın. İnsanoğlu nasıl isterse sana öyle yapsın. Seni ister dövsün,
isterse öldürsün. Sen hep böyle köpek kal!
80
Ögel, a.g.e., I / 466.
81
Ögel, a.g.e., I / 431-432.
257
gücü gösteren bu yaratılış destanları özellikle Altay Dağları ve Yenisey havzasındaki
Türkler arasında muhafaza edilmiştir.
Dünyayı yaratmadan önce büyük Tanrının kutsal bir ilhamı Bay Ülgen’in bütün
varlığını sarmıştır. Dünya sonsuz bir deniz durumundadır. Bay Ülgen, bütün varlığın
ve kâinatın yaratıcısı durumunda değildir. 82
Ülgen’in hem Altay Türklerinin yaratıcısı Tanrısını hem de diğer Türklerin eski
ve müşterek Tanrı tipini temsil ettiği söylenebilir. 84
82
Ögel, a.g.e., I / 437.
83
Bkz. Verbiitskiy’in derlediği destan, str, 20 vd.
84
Ögel, a.g.e., I / 426.
85
Ögel, a.g.e., I / 421.
86
Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara, 1988, s. 77.
258
mitolojisinin temel sistemine benzer. Tanrı insanı yeryüzü yaratıldıktan sonra
yaratmıştır. Hâlbuki Altay yaratılış efsanesinde insanoğlu, kâinatın daha
başlangıcında bile vardı. Bu Altay efsanesini diğerlerinden ayıran bir özelliktir. Bu
durum bir yanlışlık eseri de olabilir. Veya bilmediğimiz bir mitolojik temelden de
gelebilir. Altay yaratılış destanında henüz daha hiçbir şey yok iken iyiliğin sembolü
Tanrı Ülgen ile kötülüğün sembolü olan Şeytan Erlik büyük deniz ilerinde uçup
duruyorlardı. İfadelerinden de anlaşılacağı üzere iki prensip mevcuttur. 87 İran
mitolojisi ile Türklerin yaratılış destanları ardında bir benzerlik vardır. İrandaki
Ehrimen ve Hürmüz, Türk mitolojisinde Tanrı Ülgen ve Şeytan Erlik olarak geçer.
Burada Tanrı Ülgen daha güçlü bir durumla gösterilirken İran mitolojisinde her iki
Tanrı arasında bir kuvvet dengesi vardır. Ayrıca Tanrı Ülgen ile Şeytan Erlik
başlangıçtan beri dost halindedirler. Bu durumsa Mani dini ile ilgili olarak nakledilen
şu hususu çağrıştırır: “Başlangıçta ne gök ne de yer vardı. Yalnızca bir yanda karanlık
ve diğer yanda da aydınlık bulunuyordu. Aydınlığın temeli ve tabiatı akıl ve iyiliktir.
Karanlığın temeli ise budalalık ve kötülüktür. Birinci çağda bu iki prensip ister
hareket halinde isterse istirahat halinde olsunlar hiçbir zaman birbirlerine karşı
cepte almamışlar ve düşmanlık gülmemişlerdir. 88
87
Ögel, a.g.e., I / 451 vd.
88
Ögel, a.g.e., I / 425.
89
Ögel, a.g.e., I / 444.
259
Verbıtskiy’nin topladığı Altay yaratılış destanındaki en önemli motif, dünyamızın
üzerinde durduğu büyük balıktır. Budizm ve Çin kültürü etkisi altına girmiş olan
halklara göre ise dünya bir kaplumbağa üzerinde durmaktadır. 90 Altay yaratılış
destanında üç balıktan söz edilmektedir.
Hint mitolojisinde de Meru dağının bir balıkla ilgisi vardır. Siyam halklarına
göre dünya bir balık üzerinle durur. Fakat bu güney efsaneleri oluş ve anlatılış
bakımından Altay efsanelerinden farklıdır. Dünyanın balık üzerinde durduğu ve
zelzelelerin bunlarla ilgili olduğu rivayetleri Altay dağlarından Sibirya, Rusya ve
Anadolu’ya kadar uzanmaktadır. 91
90
Ögel, a.g.e., I / 441.
91
Ögel, a.g.e., I / 442.
92
Ögel, a.g.e., I / 440.
93
Ögel, a.g.e., I / 440.
260
çeşitli izahlar getirilmiştir. Bu konuda İbn Abbas’a dayalı olarak nakledilen bir
rivayet şöyledir: Yer, “Nûn”un üzerinde, Nun denizin üzerindedir. Nun’un iki tarafı,
yani başı ve kuyruğu Arş’ın altında birleşir. Derya, gökyüzünün yeşilliğini
kendisinden aldığı yeşil bir kaya üzerindedir. Bu kaya da Cenab-ı Hakk’ın:
“Oğulcağızım hakikat (yaptığın iyilik ve kötülük) bir hardal tanesi kadar olsa dahi bir
kaya içinde, ya göklerde yahut yerin içinde gizlenmiş olsa bile Allah onu getirir...”
ayetinde işaret ettiği kayadır. Bu kaya bir öküzün boynuzu üzerinde, öküz de ıslak
toprağın üzerindedir. Bu ıslak toprağın altında neyin bulunduğunu Allah’tan başkası
bilemez. 95
şeklinde yedi rakamı zikredilir. Burada bulunan önemli bir motif de dünyanın altı
günde yaratılmış olmasıdır.
94
20-Tâhâ, 6.
95
Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrailiyat, Ankara, 1979, s.84.
96
Ögel, a.g.e., I / 415-428.
97
Ögel, a.g.e., I / 380-384.
98
Ögel, a.g.e., I / 446.
261
Görünüşte de olsa Tevrat ve Kur’an’ın, göklerin ve yerin yaratılışı ile ilgili
kıssaları arasında benzerlikler vardır. Bu benzerlikle arasında art arda cereyan eden
yaratılış evrelerini toplam sayımn aynılığı gelir. Zira Tevrat’ın bildirdiği altı gün,
Kur’an’ın bildirdiği altı güne tekabül eder. 99 Hatta Tevrat’ta geçen ifadeler çok
büyük bir benzerlik arz eder. “Ve gökler ve yer ve onların bütün orduları itmam
olundu ve Allah yaptığı işi yedinci günde bitirdi. Ve yaptığı bütün işten yedinci
günde istirahat etti. Ve Allah yedinci günü mübarek kıldı ve onu takdis etti. Çünkü
Allah yaratıp yaptığı işten o gün istirahat etti. 100 Görüldüğü gibi burada geçen
yedinci gün dinlenmeye tahsis edilmişir.
Kur’an’da zikredilen şekliyle altı gün ifadesi aynen kullanılmasına rağmen bir
dinlenme ve istirahattan bahsedilmez. Ayrıca altı gün ifadesi doğrudan dünya için
değil, gökler yer ve ikisi arasındakiler için kullanılır. 101
99
Maurice Bucaille, Müspet İlim Yönünden Tevrat, İnciller ve Kur’an, Çev. Mehmet Ali Sönmez,
İstanbul, 1987, s. 219.
100
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 2 / 1-3.
101
25-Furkan, 59; 57-Hadid, 4; 7-Araf, 54; 10-Yunus, 3.
102
Ögel, a.g.e., I / 474.
103
Radloff, a.g.e., s. 215; Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 45; M. Necati Sepetçioğlu, Yaratılış ve
Türeyiş Türk Destanı, İstanbul, 1981, s. 19.
262
Kur’ân’da geçen bir ayette de bütün canlıların sudan meydana getirildiği ifade
edilir. 104
“Tanrı Ülgen konuşurken yer ve gök ve cümle yaratılan hepsi susmuştu. Kâinat
ilk yaratıldığındaki o ulu ve dolu su sessizliğinde ve gökle yer arasındaki boşluk o ilk
ıssızlığındaydı.”
Tanrı Ülgen, önce Tanrı Kara Han olarak beliriyor. Bunlar tanrının çeşitli
sıfatlarıdır. 109
104
21-Enbiya, 30.
105
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, I / 1, 2.
106
Sepetçioğlu, a.g.e., s. 19.
107
Radloff, a.g.e., s. 218.
108
Radloff, a.g.e., s. 218.
109
Tanyu, Türklerde Tek Tanrı İnancı, s. 43-44.
110
Ögel, a.g.e., I / 429.
263
Radloff’un derlediği Altay Yaratılış Destanı’nda geçen Erlik insanları kötü yola
sevk ederek kendisi hâkimiyeti altına almıştır. Bu şekliyle Erlik adeta Şeytan
konumundadır. 111
Türk yaratılış destanlarında Erlik her zaman kendi istek ve yaratılışına dayalı
olarak kötü şeyleri seçer, kötü şeyleri yapmayı tercih eder. İyi işlerin temeline ve
köküne muhaliftir ve onlara kendiliğinden karşı çıkar. 112 Burada zikredilen Erlik’in
konumu Kur’an’da “Şüphesiz Şeytan size kötülüğü, hayâsızlığı, Allah’a karşı da
bilmediğiniz şeyi söylemenizi emreder.” 113 “Elbette senin kullarından belli bir
kısmını alıp onları saptıracağım, onlara kuruntu kurduracağım …” 114 şeklinde geçen
şeytanın konumuyla aynıdır.
Destanda geçtiği şekliyle Erlik güzel semâyı gördükten sonra bir semâ yapmaya
karar verir. Kayra kan’dan müsaade alarak kendi emrindekileri oraya yerleştirir. 115
Bu ifadelerde yine Kur’an’da şeytan hakkında geçen şu ayete çok büyük benzerlik
arz etrnektedir: “İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver dedi.
Allah, “sen mühlet verilenlerdensin” dedi. Şeytan: “Beni azdırdığın için, and olsun ki
kullarına karşı duracağım; sonra önlerinden arkalarından, sağlarından ve
sollarımdan onlara sokulacağım; çoğunu sana şükreder bulamayacaksın” dedi. 116
111
Radloff, a.g.e., s. 216.
112
Ögel, a.g.e., I / 429.
113
2-Bakara, 169.
114
4-Nisa, 118-119; 6-Enam, 128; 9-Araf, 200.
115
Radloff, a.g.e., s. 217.
116
7-Araf, 14-17; 15-Hicr, 36-37; 17-İsrâ, 62.
117
İnan, Makaleler ve İncelemeler, I / 404 vd.; Radloff, a.g.e., s. 226.
264
yolundadır. Veda mitolojisinde de Tanrı “Asura” Türk yaratılış destanında olduğu
gibi bir kabineye sahiptir. 118
Altay yaratılış destanlarında insanın yaratılışı konusu da bir motif olarak ortaya
çıkar. Daha önce de bahsettiğimiz gibi Verbitskiy’i insan ve Erlik’i aynı kabul eder.
Radloff’ta geçtiği şekliyle Tanrı Kara Han, kendisine benzer bir mahlûk yaratmış ve
ismine “Kişi” demiş. 121 Tevrat’a göre Âdem’i bizzat tanrının kendisi yaratmıştır. 122
Kur’an’da da bu durum aynıdır. 123
Burada önemli olan bir diğer husus da, insanın neden yaratılmış olduğudur.
Destanlarda geçen şekliyle insan toprak üstündeki “kil”den yaratılmıştır. Altay ve
Sibirya Türklerinin insan yaratılışı ile ilgili efsanelerinde de toprak, ilk ana motif
olarak kabul edilir. Şamanist Türklere göre, Tanrı ilk insanın şeklini de topraktan
yapmış ve bu ilk insan şeklini tüysüz köpeğin muhafazasına bırakarak kendisi de can
bulmak için göklerde ruh aramaya gitmiştir. 124 Meleklerin getirmiş olduğu
topraktan yapışkan çamur halinde insana şekil verilmesi kırk gün süreyle yerde
bekletilmesi içi boş durumdaki bu insan şeklinin içinde şeytanın dolaşması v.b.
şekildeki bu hususlar israiliyat rivayetler olarak nakledilmektedir. 125
118
Ögel, a.g.e., I / 425.
119
51-Zâriyât, 4; 79-Nâziât, 5.
120
Ögel, a.g.e., I / 446-447; Radloff, Sibirya’dan Seçmeler, s. 218; Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s.
47.
121
Köprülü, a.g.e., s. 45.
122
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 2 / 7.
123
3-Âl-i İmran, 59; 4-Nisa, 1; 6-En’âm, 2; 82-İnfitâr, 6-8.
124
Ögel, a.g.e., I / 486.
125
Aydemir, a.g.e., s. 248 vd.
126
2-Bakara, 28-30; Âl-i İmran, 6; 6-En’âm, 2; 82-İnfitâr, 6-8.
265
İnsanın topraktan yaratılmış olduğu hususu: “Ve Rab Allah yerin toprağından
adamı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu.” 128
şeklindeki ifadesiyle Tevrat’ta da yer almaktadır.
Âdem ile ilgili olarak destanlarda geçen motiflerden biri de “Yasak meyve”
motifidir. Destanlarda çok uzun bir bölüm yılanın yasak meyveden yemesi, şeytanın
yılan içinde gizlenmesi ve yasak meyveyi yedirmesi konusuna ayrılmıştır. 130 Yaratılış
destanlarının bu bölümünde eski Tevrat’ın tesiri altında kalındığı açıkça
gözükmektedir. Zira bu olay Tevrat’ın Tekvin bölümünün üçüncü babında Âdem-
Havva ile ilgili olarak hemen hemen aynı şekilde yer almaktadır. 131 Kur’an-ı
Kerim’de “… şu ağaca yaklaşmayın” 132 ifadesiyle zikredilen yasak ağaç motifi değişik
şekilde yorumlara tabi tutulmuştur.
127
Bucailler, a.g.e., s. 315 vd.
128
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 2 / 7.
129
Ögel, a.g.e., I / 475 vd.
130
Ögel, a.g.e., I / 455 vd.
131
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 3 / 1 vd.
132
2-Bakara, 35.
133
Aydemir, a.g.e., s. 256 vd.
134
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 2 / 21-23.
266
Destanda ise bu konu “… kadın da erkeğin kaburga kemiklerinden meydana
getirdi” 135 ifadesiyle geçer. Aynı şekilde farklı ifadelerle kadının, erkeğin sol eğe
kemiğinden yaratılmış olduğu israilî rivayetler olarak nakledilmiştir. 136 Ancak
kadınlarla ilgili davranış biçimini anlatan hadîslerde sol eğe kemiğinden yaratılma
ifadesi geçer. Fakat burada kadınların yaratılışı ile ilgili bir malumat elde etmek
imkânsızdır. 137
267
için göklere gitmişti. Şeytanın bunları kıskanıp da bir şey yapacağından korktuğu için
de, bu insan şekillerine sahip olsun diye, tüysüz köpeğini onların yanına bırakmıştı.
Fakat şeytan köpeğin zayıf tarafını biliyordu Altın tüyler verme sözüyle köpeği
kandırmış ve insan şekillerine yaklaşmıştır. İnsan şekillerine yaklaşan şeytan, onlara
teker teker tükürmüş ve hepsini pislik içinde boğmuştur. Tanrı bu durumu görünce
üzülmüş, insanları pislikten çevirerek onlara ruh vermiş ve canlandırmıştır. 141
Bir Altay yaratılışta geçtiği üzere insanın eti topraktan, kemikleri kamıştan
yaratılmıştır. Yine bu destanda geçen kurbağa Budist deyimlerinin yaratılış
destanlarındaki etkisini göstermektedir. Zira Budizm’de dünyanın gerçek yaratıcısı
olan “Bodhisatva Manjuçri” kaplumbağa şekline girerek sırt üstü yatmış ve göbeği
de yeryüzünü meydana getirmiştir. 142
Türklerin en uzak grubunu teşkil eden Yakutların uzun süre diğer Türk grupları
ile ilgileri kesilmiş olup Türk kavimlerinin en kuzeydoğusunda yaşadıkları
söylenmektedir. 144
141
Ögel, a.g.e., I / 481.
142
Ögel, a.g.e., I / 442.
143
İnan, Makaleler ve İncelemeler, I / 20.
144
Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul, 1988, I / 30-31.
145
İnan, aynı eser.
268
Türk olduğu ve Göktürk ile kendilerini bugün bile Saka diye adlandıran Yakutların ve
Sogayların bunlardan neşet ettikleri söylenmektedir. 146
1. Dünyanın Yaratılışı
2. İnsanın Yaratılışı
Burada örnek olması bakımından Yakutlardaki yaratılış efsanelerini genel
çizgileriyle vermeye çalışacağız. Seroşevskiy tarafından derlenen bu efsaneler
Altaylarda söylenen yaratılış destanlarına büyük bir benzerlik gösterir. Dünyanın
yaratılışı ile ilgili iki ayrı efsane örneği, insanın yaratılışı ile ilgili ise bir örnek metin
aşağıdaki şekildedir. 150
146
A. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1981, s. 23.
147
İnan, aynı eser.
148
Ögel, a.g.e., I / 430.
149
İnan, Şamanizm, s. 13.
150
Ögel, a.g.e., I / 445-446.
151
Ögel, a.g.e., I / 448.
269
Sonra şeytan döndü, şu tanrıyı ben nasıl, suya batırayım da, suda boğayım diye.
Fakat tam bu sırada, toprak nasıl olduysa, başladı büyümeğe, etrafa yayılmağa.
Sertleşti katılaştı. Denizin büyük kısmı hemen toprakla doldu.
Şeytan, Hz. İsa’nın büyük kardeşi idi. Ama kardeşi nasıl iyiyse, o da o kadar
kötü idi. Tanrı durmuş, düşünüyordu. Bir dünya yaratayım ama nasıl yaratayım diye.
Düşünüp duruken Tanrı, şeytana şöyle dedi: “-Sen hep parlaksın, hep kuvvetlisin,
her şeyi yaparım” diye, övünür durursun. Gel öyle ise, gel de denize dal ve denizin
dibinden bana biraz kum çıkar. Şeytan denize daldı. Az sonra yine çıktı. Çıktı, çıktı
ama kum da avucundan akıp gitti. Şeytan ikinci defa yine daldı. Fakat eli boştu yine.
Baktı ki şeytan olmayacak. Hemen bir kırlangıç olup daldı denizin dibine, gagasına
bir parça, balçık aldı ve suyun yüzüne çıktı. Tanrı balçığı aldi ve takdis etti. Sonra da
denize attı. Bu suretli yeryüzü yaratılmış oldu. Ama başlangıçta dünya dümdüz, tıpkı
tepsi gibi idi. Tanrı böyle istemişti ve böyle olmuştu. Fakat şeytan daha önceden
tanrının isteğini anlamış ve ağzında bir parça toprak saklamıştı. Niçin tanrının
dünyası olsun da, benim olmasın diye. Çok geçmedi ve tanrı bunu sezdi. Çağırdı
şeytanı yanına eliyle vurdu ensesine. Şeytan tokadı yeyince, ağzındaki çamurlar
sıçradı etrafa. Her taraf bu çamurla dağ, taş oldu. Tanrının o güzelim dünyası da
bugünkü dünya oldu.
152
Ögel, a.g.e., I / 449.
270
2) Dinî Motifler
a) Dünyanın Yaratılışındaki Dinî Motifler
Yakut Türk yaratılış destanlarında her yeri kaplayan ilk deniz (Okyanus) temel
motif olarak ortaya çıkmaktadır. Yine eski Türk kavimlerince kutsal kabul edilen
yedi rakamının da bu destanlarda büyük bir önemi vardır.
Bilindiği gibi Altay Yaratılış destanlarında da Ülgen denize bakarken bir toprak
parçası görmüştü bu toprak parçası üzerinde insan vücuduna benzeyen kil tabakası
vardı. Bu toprak daha sonra “kişi” olmuştu. Bu anlatış biçimiyle, büyük Ak Yaratıcı
deniz üzerinde durup duruken su yüzünde yüzen bir köpük gördü. “Sen kimsin?”
diye, sordu. Köpük de “ben şeytanım, su dibinde yaşarım” dedi, şeklindeki anlatış
153
Ögel, a.g.e., I / 430-431.
154
İnan, Şamanizm, s. 13.
155
Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, Haz. Yalçın Toker, İstanbul, 1989, s. 49; Geniş bilgi için bakınız.
Ziya Gökalp, Türk Töresi, İstanbul, 1972, s. 60.
271
biçimi hemen hemen aynıdır. Altay yaratılış destanlarındaki Ülgen’in yerini burada
Ak yaratıcı Erlik’in yerini de şeytan almıştır.
Dünyanın yaratıyışı ile ilgili olarak nakledilen Yakut Türk yaratılış destanlarında
Altay Türklerinin tesiri açık bir şekilde gözükmektedir. Zira söyleyiş tarzı bakımından
yaratılış efsaneleri aynı şekilde nakledilegelmiştir.
Yakut Türkleri arasında toplanmış “Er Sogotoh” destanında da yedi rakamı gök
ve cennetle ilgili olarak kullanılmaktadır. 157
156
Ögel, a.g.e., I / 420.
157
Ögel, a.g.e., I / 100.
272
Büyük ve iyi bir tanrı olarak Altaylarda muhafaza edilmiş olan Ülgen içinde yedi
rakamı kullanılmaktadır. Mesela, Altaylılar Ülgen’e yedi göbek babalarının tâzim
ettiklerini, yer yaratılalı ona taptıklarım söylerler. Ülgen yedi oğula, dokuz kıza sahip
bir tanrıdır. İyi Ruh Ülgen gibi Kötü Ruh Erlik de çoluk çocuk sahibidir. O’nun da
yedi, başka bir rivayette dokuz oğlu, dokuz kızı vardır. 159
Efsaneye göre ilk çağda yağmurdan hâsıl olan seller Kadağcı denilen bir
dağdaki mağaraya çamurları sürükleyip getirmiş ve insan kalıbına benzeyen
yarıklara dökmüştür. Dört unsurun etkisiyle bu mağara kadın rahmi vazifesi görmüş
ve dokuz ay sonra Ay-Atam denilen insan şeklinde bir mahlûk oluşmuştur. Aynı
şekilde sellerin akması sonucu ve güneşin burçtaki durumum göre bir kişi daha
meydana gelmiştir. Fakat bu dişi durumdadır. Buradan ay yüzlü anlamında “Ay-Va”
158
2-Bakara, 29.
159
İnan, Şamanizm, s. 32 vd.
160
Ögel, a.g.e., I / 591.
161
Ögel, a.g.e., I / 485; İnan, Şamanizm, s. 21.
273
denilmiştir. Ay-Atam ile Ay-Va’nın evlenmesinden çocuklar ve onların devamıyla da
insanlık oluşmuştur. 162
Nitekim insanın yaratılışını dört unsur ve balçık esasına dayandıran inanç şekli
daha ziyade Ön Asya ve İran mitolojisine aittir. Öyle anlaşılıyor ki bu inanç geç
zamanlarda da olsa Türkler arasına girmiş ve Türkler efsane de adı geçen yer ve kişi
adlarını kendilerine mal etmişlerdir. Bununla beraber Ata Mağaraları Türk
mitolojisine yabancı değildir. Zira Göktürklerin menşei efsanelerindeki kurtla
çocuğun sığındıkları yer bir mağaradır. Yine Ergenekon’da da durum aynıdır. 163
Destanda geçen mağarada Karadağcı adlı dağı üzerinde bulunan bir mahradır.
Efsanede en çok dikkat çeken hususlardan biri ilk insanın meydana gelişinde tabiatçı
bir görüşün hâkim olup tanrıyı, insanın yaratılışı ile ilgili olarak devre dışı bırakmış
olmasıdır.
162
İnan, a.g.e., s. 21.
163
Ögel, a.g.e., I / 485.
164
İbn Tufeyl, Ruhun Uyanışı, Haz. N. Ahmet Özalp, İstanbul, 1985, s. 54 vd.
165
Ögel, a.g.e., I / 483-485.
274
Mağaranın içinde, kayalar yarılmışmış,
275
Mağarayı doldurmuş, yine killer çamurlar
276
efsanelerinde toprak ana motifi olarak ele alınmıştır. Önceki bölümlerde de
belirtiğimiz şekilde Türklere göre ilk insanın şeklini de topraktan yapmıştır.
İran mitolojisinde de ilk insan balçıktan yaratılmıştır. Burada dikkati çeken ilk
insanın meydana gelişinde, Tanrının hiçbir fonksiyonunun olmayışıdır. Hâlbuki İran
mitolojisinde bu fonksiyonu Kil-Şah, Sibirya’da da tanrı yüklenmiştir.
Eski Türk tasavvuf ve özellikle Bektaşî edebiyatında dört unsura bir hayli
rastlanmaktadır. Dört unsurun geçtiği bu terennümleri anlayabilmek için “Devir,
Devriyeleri” iyi bilmek gerekir. Birçok büyük dinlerde önemli bir yer tutan devir ya
da devriye ilim dilinde “Transmigration” olarak adlandırılır. 170
166
32-Secde, 7-9.
167
15-Hicr, 26.
168
55-Rahman, 14.
169
Ögel, a.g.e., I / 487.
170
Ögel, a.g.e., I / 488.
171
Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 222.
277
cemâd’dın, seni bitki âlemine getirdi, bitki âleminden alaka ve mutka âlemine
yolculuk ettin. Bundan hayvanlık âlemine, hayvanlıktan insanlığa sefer ettin.” 172
Bektaşiler ikinci defa dünyaya gelişte kötü insanların bir tavşan veya yılan
şeklinde görülebileceğine inanırlar. Tavşan etinin Aleviler tarafından
yenilmemesinin sebebi tavşanı da bir kadın gibi hayz gören Muaviye’nin
bacaklarının arasından çıkmış kabul etmeleridir. Bu daha ziyade Budizm’deki
tenasühü hatırlatmaktadır. İslâm felsefesindeki sudur, tecelli ve devir Buddizm’deki
tenasüh değildir. 175
Ölümden sonra ruhun yeniden insan bedenine girerek dünyaya tekrar gelmesi
inancına “Reenkarnasyon” denir. Bu inanç dünyanın en eski inançları arasında yer
alır. Hint kaynaklı olduğu söylenilen bu inanç Gulat-ı Şia’da da mevcuttur. 176
172
Mevlana Celaleddin-i Rûmî, Fîhi Mâfih, Çev. M. Ülker Tarıkâhya, İstanbul, 1985, s. 32 ve 185.
173
W. Ruban, Budizm Tarihi, Ankara, 1974, s. 34.
174
Şinasi Tekin, Uygurca Metinler II, Ankara, 1976, s. 329.
175
Ögel, a.g.e., I / 489-490.
176
Celal Kırca, İslâm Dinine Göre Reenkarnasyon, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 3,
Kayseri, 1986, s. 225.
177
Ögel, a.g.e., I / 487.
178
İnan, Şamanizm, s. 21
278
Bilindiği gibi saratan yani yengeç burcu yaz başına, Haziran ayına, başak burcu
da Ağustos ayının ikinci yarısına rastlar. Güneşin burada sıcaklığı yavaşlamış
durumdadır. 179
179
Ögel, a.g.e., I / 487.
180
İnan, a.g.e., s. 29.
279
İKİNCİ BÖLÜM
205
Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 44.
206
Ögel, Türk Mitolojisi, I / 78.
207
Köprülü, a.g.e., s. 60.
208
Ögel, a.g.e., I / 73.
280
ülkede Mani din adamlarıyla karşılaşmış olanlardan dört tanesini beraberinde Ordu-
Balık’a getirmiş ve kendisi de Mani dinini kabul etmiştir. 209
Bögü Kağan’ın bu hareketi Orta Asya tarihinde kendisine büyük bir şöhret
sağlamıştır. İşte Uygurların türeyiş efsanesinin kahramanı gibi görünen Bögü Kağan,
Mani dinini kabul eden ve yayan bu kişidir. Efsanenin gerek konu ve gerekse dayandığı
inançlar bakımından, Mani dininin prensipleri ile kurulmuş olması gerekirdi. Fakat
durum, Mani dininin lehinde inkişaf etmemiştir. Eski Türk inanç ve efsaneleri ağır
basmış ve efsanesinin ana motifleri, eski Orta Asya Şamanizm’inin unsurları ile
donanmıştır. Bu sebeple eski Türk inançları Maniheizm ile Budizm’i adeta efsanenin
dışına itmişlerdir. 210
Yakut Türklerinin bir nevi milli destanı olan Er-Sogotoh destanı konu itibariyle bir
yaratılış ve türeyiş efsanesidir. Bu destan birkaç ayrı seyyah ve araştırıcı tarafından
toplanarak yayınlanmıştır. Destan aynı olmasına rağmen araştırıcıların metinleri
arasında önemli farklar vardır. Bütün araştırmacıların metinlerini ayrı ayrı olarak
burada vermek tabii olarak imkânsızdır. Bu destanın en iyi metnini derlemiş olan
Alman dilcisi O. Böbtling’in bir özetini burada vermek daha yerinde olacaktır. Zira o bu
alanda uzman araştırmacılardan biri sayılmaktadır. 211
209
Harun Güngör, Maniheizm, E. Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, S. 5, Kayseri, 1988, s. 151.
210
Ögel, a.g.e., I / 73.
211
Ögel, a.g.e., I / 97-103.
212
Ögel, a.g.e., I / 73 ve devamında Cüveyni’ye göre Uygurların türeyiş efsanesi nakledilmiştir. Biz de
aynını buraya aldık.
281
Efresiyap’tır. Bir kuyuya da bu ad verilmişti. Kara-Korum’un kenarındaki büyük bir kaya
da, aynı adı taşırdı. Bu kuyu Bijen adlı pehlivanın atıldığı bir kuyudur. Çayın kenarında
bulunan ve Ordu-Balığ adı verilen büyük şehrin adı da böyledir. Bu gün bu şehre,
Mavu-Balığ adı verilir. Şehrin dışındaki kayalar üzerine, bir saray resmi oyulmuştur.
Ben, bunların hepsini gördüm (Ögedey) Kaan zamanında, bu kayaları kazdılar. Kayalar
altında bir kuyu ve bu kuyunun ağzına da bir taş levha koydular. Bu levhanın üzerinde
bazı yazılar vardı. Bu yazıların ne olduğunun anlaşılması ve ne dediğinin sökülmesi,
Kaan tarafından emredildi. Bunun üzerine oraya bazı adamlar geldiler. Fakat hiç kimse
bu yazıları okuyamadı. Hıtay’da bir kavim vardır. Onlara …… derler. Onlardan bazı
kimseleri de getirdiler. Bu yazıların onlara ait olduğu anlaşıldı.
Uygurların Türeyişi
Kara Korum çaylarından sayılan iki nehir vardır. Bunlardan birine Toğla ve diğerine
de Selenge adı verilirdi. Bu nehirler akarak, kamlancu adlı bir yerde birleşirlerdi. Bu iki
ırmağın arasında da iki tane ağaç vardı. Bu ağaçlardan biri fusuk ve diğeri de Farsların
naj adını verdikleri ağaca benziyordu, kışın bile bunların yaprakları, servi gibi
dökülmezdi. Meyvesinin tadı ve şekli ise, tıpkı çam fıstığındakine benzerdi. Öbür ağaca
da Tur (?) ağacı derlerdi. Bu iki ağaç da, iki dağın arasında yetişerek büyümüştü
Bir gün bu iki ağacın arasına, gökten bir ışık inmişti. Bunun üzerine, iki yandaki
dallar yavaş yavaş büyümeğe başladılar. Bu durumu gören halk ise, hayretler içinde
kalmıştı. İçlerinden büyük bir saygı duyarak, Uygurlar oraya doğru yaklaştılar. Tam
yaklaştıkları bir sırada, kulaklarına çok tatlı ve güzel müzik nağmeleri gelmeye başladı.
Her gece bura, bir ışık inmeğe ve ışığın etrafında da otuz defa şimşek çakmağa başlardı.
Diğer bir günde aynı yerde, ayrı ayrı kurulmuş beş tane çadır gördüler. Bunların her
birinde ayrı ayrı birer çocuk oturuyordu. Her çocuğun karşısında da, onları doyurmağa
yetecek kadar süt dolu emcikler asılıydı. Çadırın tabanı da baştan aşağıya kadar
gümüşle döşenmişdi.
Bütün boyların reisleri ve halkları, bu garip şeyi görmek için yerlerini bırakıp
koşmuşlardı. Bu manzarayı görünce, saygı ile diz çöküp selam verdiler. Biraz sonra da
çocukları alarak dışarı çıkdılar. Beslenip büyütülmeleri için de onları sütannelerine ve
dadılara verdiler. Her fırsatta onlara saygı gösteriyorlar ve ikramda bulunuyorlardı.
Çocuklar artık, süt çocuğu olmaktan çıkıp da konuşmağa başlayınca, Uygurlardan anne
ve babalarını sordular. Onlar da, o iki ağacı gösterdiler. Bunun üzerine halk, çocukları
282
alıp ağaçların yanına gitdiler. Çocuklar ağaçları görünce, onlara tıpkı evladın babasına
gösterdiği saygıyı gösterdiler. Ağaçların karşısında diz çöktüler ve yeri öptüler. Bunun
üzerine ağaçlar da dile gelip şöyle dediler:
“-Güzel huy ve iyi özelliklerle bezenmiş çocuklar, böyle olurlar ve anne ile
babalarına böyle saygı gösterirler. Ömrünüz uzun, adınız ünlü ve şöhretiniz de devamlı
olsun!”
Bögü-Han ve Âkınları
Tanrı, ona bütün dilleri bilen üç karga göndermişti. Nerede mühim bir iş olursa,
bu kargalar hemen oraya giderler ve o işin nasıl olup bittiğini gözlerler ve ondan sonra
da Han’a haber getirirlerdi.
Bögü-Han bir gece evinde uyurken, pencerenin önünde bir kızın hayali belirdi ve
O’nu uyandırdı. Bu hayaletten korkan Bögü-Han, kızı görmezlikten geldi ve kendisini
uykudaymış gibi gösterdi. İkinci gece kız yine geldi. Fakat Han yine görmüyormuş gibi
yaptı ve kendisini uykuda gösterdi. Sabah oldu Han vezirine danıştı. Üçüncü gece kız
yine gelince, vezirin öğüdüne uyarak, kızı alıp Ak-tağa gitti. Bu dağda sabaha kadar
beraber kalıp kızla konuştular. Bu buluşma ve konuşma, yedi sene, altı ay ve yirmi iki
gün, her gece devam etti. Ayrılacakları gün kız ona şöyle dedi:
283
“-Doğu’dan Batı’ya kadar bütün dünya, senin buyruğun altında kalacaktır. İşlerini
sıkı tut ve iyi çalış. Ayrıca, insanların da değerini bil!”
Diğer kardeşi Or-Tegin’i de kendi yeinde bıraktı. Etrafa giden orduların hepsi
başarı kazanarak geri döndüler. Getirdikleri paralar, mallar ve ganimetler, sayı ile
sayılmazdı. Her yerden birçok adamlar topladı ve onların yardımıyla Ârkun Nehri
kıyısında Ordu-Balığ adlı başşehri kurdurdu. Doğudaki bu ülkeler bu suretle onların
buyruğu altına girmişti.
Bögü-Han, bir gece uyurken, beyazlar giymiş bir ihtiyar gördü. İhtiyar O’na yaklaştı
ve çam kozalağı büyüklüğünde bir yeşim taşı vererek, Bögü Han’a şöyle dedi:
“-Eğer sen bu taşı muhafaza edebilirsen, dünyanın dört köşesi, hep senin
buyruğun altında toplanacaktır!”
Bögü Han’ın veziri de aynı gece, aynı rüyayı görmüştü. Ertesi sabah olunca hepsi
toplandılar ve aralarında görüşerek bu rüyaya bir mana vermeye çalıştılar. Bunun
üzerine orduları buyruklarımnı alıp batıya yöneldiler. Gide gide Türkistan sınırına
vardılar. Burada çayır ve çimenlerle döşenmiş, akarsuları bol bir yere rastladılar.
Herkes bu yeri çok beğenmişti. Bunun için de bu yere bir şehir kurdular. Bu şehir, şimdi
Kuz-Balığ adı verilen, Bala-Sagun şehridir. Bu şehirde yerleştikten sonra, etrafa ordular
göndermeye başladılar. Bu yolla her yeri ellerine geçirmiş oldular. Yeryüzünde onlara
kafa tutan ve âsi görünen hiçbir kimse kalmamıştı.
Bundan sonra Uygurların emrine giren hükümdarlar birer birer gelerek Bögü-
Han’a saygılarını sundular. Bunlar arasında Hint Padişahı çok çirkindi. Bunun için de
Bögü-Han, bu padişahı huzuruna kabul etmedi. Bögü Han (bu kabul töreninden sonra)
284
bu padişahların hepsinin kendi ülkelerine dönerek bölgelerini idare etmelerini emretti.
Bundan başka bu padişahların Bögü-Han’a ne kadar vergi verecekleri de, ayrıca (bir
toplantı ile) karar altına alında. Artık yeryüzü zaptedilmiş ve Bögü Han’ın karşısında bir
engel kalmamıştı. Bunun için geri dönmeye karar verdi ve kendi yurduna geldi.
Uygurların Dinleri
Uygurların putlara tapmalarının sebepleri şunlardır: Uygurlar sihirbazlığı iyi
biliyorlar ve kendi büyücülerine de Kam adını veriyorlardı. Bu büyücüler, şeytanlar bize
bağlıdırlar ve ne olup biterse bize gelip haber verirler diyorlardı. Onlara göre kendileri
olmuş olacak her şeyi bilip ve ona göre tedbirini alabilecek durumla idiler. Bu
büyücülerin durumunu tetkik için, bazı kimseler onların yanlarına gitmişlerdi. Bu kişiler
bana şöyle dediler:
Moğollarda ise ilim ve mağrifet diye bir şey yoktu. Onlar, eskiden beri hep
kamların sözlerine inanırlar ve onların emirlerine bağlı kalırlardı. Şimdi bile hükümdar
ailesinden gelen Han oğulları ile torunları, onların sözlerine inanır ve verdikleri öğütleri
yerlerine getirirler. Hatta ve hatta bir işe başlanacağı zaman müneccimlerle
büyücülerin öğüt ve yolları arasında bir birlik gözükmezse o işi durdururlardı. Bunun
için de işe başlama emri verilmez idi. Moğollar, hastalarını da onların öğütlerine göre
tedavi etmek isterler ve bu yolla hareket ederlerdi.
Çin’de putlara tapma inançları vardır. Bögü Han bir gün, Çin’e elçi göndererek
onların Tüviy nan (?) denen din ulularını yanına davet etti. Bu Çin rahipleri Uygur
ülkesine gelince, bunları Uygur Kamları ile karşılaştırıp aralarında bir münakaşa
yaptırdılar. Münakaşada bunların hangisi galip gelirse, Bögü-Han da onların dinini
kabul edecekti. Çin’den gelen bu rahiplerin kutsal kitaplarına, Nom adı verilirdi. Onlar,
bu kitaptaki sözlere çok inanırlardı. Bu kitapta, birçok akıl ermez ve batıl hikâyelerle
olaylar anlatılıyordu. Bununla beraber bu kitap insanlara eziyet verilmesine ve zulüm
yapılmasına karşı idi. Bu kitaba göre kötülüğü iyilikle karşılamak lazımdı. Hayvanlara
285
eziyet etmek de günah sayılıyordu. Bu kitaba bunlara benzer, peygamberlerin
getirdikleri dinlere ve yollara uygun pek çok güzel öğütler de vardı. Onların din yolları
ve kaideleri çoktur. Bu din, umumi çizgileri ile genel olarak, daha ziyade Hulûli
mezhebine benzer. Dediklerine göre bu dine inanan insanlar, birkaç sene önce bile
mevcut idiler. Onlar yalnızca iyilik yapar ve ibadetle meşgul olurlardı. Ruhların
yükselme ve alçalmalarının, insanların işledikleri işlerle ilgili olduğuna inanır ve kötü
işleri yapmamaya dikkat ederlerdi. Kendilerini bu yola vererek bazıları padişahlık,
bazıları vezirlik buldular. Bazıları da iyi bir tebaa olmaya çalıştılar. Aralarında dervişlik
derecesine erenler de vardı. Onlara göre halk arasında ayrılık ve düşmanlık ekenlerin,
insan öldüren veya iftirada bulunanların, halka zulmederek, onlara eziyet verenlerin
ruhları, ölümden sonra eziyet ve ızdırap içinde kalacaklardır. Çünkü bu ruhlar türlü
kötü böceklerin vahşi hayvanların ve buna benzer kötü hayvanların vücudlarına
girerek, onların şekillerine bürünerek ve böylece yaşayacaklardı. Kötü işler işlemiş
insanların yeniden insan olarak doğmaları mümkün değildi. Bunun için de onlar, sonsuz
bir keder ve ıstırap içinde kalacaklardı.
Bana söylenen bu batıl şeyler ve yalan inançlar pek uzundur. Ben bunların ancak
yüzde birini yazdım. Bunları yazmakla güttüğümüz maksat da bu halkların cehaleti ile
ahmaklıklarının ne derece olduğu göstermek içindir.
Uygurların Göçü
Bir dostum da bana şöyle bir şey anlatmıştı: “-Bir kitapta okuduğuma göre
vaktiyle yaşamış bir kişi varmış. Bu adam kendi yurdundaki iki ağacın arasında bir çadır
kurmuş. Bu çadırın içine de sıra ile kendi çocuklarını oturtarak, çocukların arasına birer
mum koymuş. Birtakım adamları da toplayarak bu acayip şeyi göstermek için oraya
götürmüş. Çadırdan içeri girince hemen diz çökeder onlara saygı göstermiş ve
tapınmağya başlamış. Etrafındakilere de kendisi gibi yaparak saygı göstermelerini
emretmiş. Cahil ve bilgisiz halk da buna inanmışlar ve tapınır gibi yerlere kapanmışlar.
286
Bundan sonra da çocukları iyi bir bakım ve büyük bir saygı ile büyütmüşler. Aradan
zaman geçip ve çocuklar büyüyünce, bunlardan birini alıp han yapmışlar.”
Günün birinde Uygurlar ile onlara bağlı olarak yaşayan halklar bazı garip şeyler
hisseder olmuşlar. Nasıl olmuşsa atlar kişnemeye, develer böğürmeye, vahşi hayvanlar
ile kuzular melemeye, çocuklar da ağlamaya başlamışlar. Bu arada da her sesten “Göç!
Göç!” diye bir söz duyulur olmuş. Uygurlar, bu seslerden artık eski yurtlarını bırakarak
gitmenin zamanı geldiğini anlamışlar ve her şeylerini toplayarak yola koyulmuşlar. Her
konakladıkları yerde de “Göç! Göç!” seslerini duyar olmuşlar. En sonunda bir yere
gelmişler ve orada Beş-Balığ şehrini kurmuşlar. Artık bundan sonra da “Göç! Göç!”
sesleri duyulmaz olmuş. Bu seslerin kesilmesini onlar, artık burada yerleşmeleri için bir
buyruk olarak kabul ettiler ve orada yerleştiler. Ayrı beş mahalle yaptılar ve bu beş
mahalleden meydana gelen şehre de Beş-Balığ adını verdiler. Bu şehir gün geçtikçe
büyümeğe başladı ve bu çağdan itibaren de Uygurların soy ve çocukları bu şehirde
hükümdarlık etmeğe başladılar. Uygurların Hanlarına “İdil-Kut” unvanı verilmiştir.
Uygurların türedikleri bu ağacın birer dalı da her Uygur evinde duvara asılı olarak
bulundurulurdu.
Küvetine gelince, donmuş ağaçları bile kökten çıkarmak onun için bir hiçmiş. Kuru,
koca kayın ağaçlanın tutup kırmak onun için bir zevkmiş. Dikili ağaçları kökten çıkartıp
atmak, onun için de neymiş! Sözleri gök gürültüsünü, nefesi rüzgârı, sesi fırtınaları,
bakışı ise yıldırımları andırırmış. Yurdundaki çayırlar tıpkı bir kalay gibi parlar; ormanlar
ise bakırdan yapılmış bir yer parçasına benzermiş. Suları gümüş gibi parlarmış.
Yurdunda bir süt denizi varmış ve hiç kurumazmış. Er-Sogotoh ırmaklarında yıkanır,
ormanlarında avlanırmış. Hemen yurdunun kıyısında bir de büyük bir deniz varmış. Bu
denizde kumlar cam parçası gibi, dalgaları da tıpkı beyaz bir gümüş gibi parlarmış.
213
Ögel, a.g.e., I / 104-106; Böhtling’in derlediği destanın bir özeti Ögel tarafından bu şekilde
nakledilmiştir.
287
Ormanlarında arslanlar dolaşır, kızgın ayılar gezer ve Boz-kurtlar (Kök-Börü)
bulunurmuş.
O’nun yurdunda hiç kış yokmuş. Ağaçların üstünde kartallar çığlık atar ve kuşlar
ötermiş. Ağaçlar yapraklarını da hiç dökmezlermiş
Evi, O’nun yurdunun üstünde tıpkı mavi bir duman gibi görünürmüş. Kırk
pencereli, kırk köşeli bir evmiş. Her köşesi, gümüşten yapılmış imiş. Evin ortasında
büyük bir salon varmış. Bu salonda da üç ocak bulunur ve her ocağın üstünde de bir
baca tütermiş. Her ocağın başında da birer kadın otururmuş.
Evinin doğu tarafında büyük bir çayırlık varmış. Tam evin önünde de büyük bir
ağaç yükselirmiş. Bu ağaca Hakan-Ağaç derlermiş. Bu ağaç öyle büyük, öyle büyükmüş
ki, ortadaki dalları bile gökte mavi bir duman gibi görünürmüş. Zirvesi dokuz göğü bile
delip geçermiş. Onun dibinde de, insanlığa ölmezlik sırrını veren ebedi “Hayat Suyu”
kaynarmış. İhtiyarlar, kuvvetten düşmüş inekler gelirler bunun diplerinde gezerler, bu
sudan içtikten sonra, yine gençleşip kuvvetlenerek geri dönerlermiş. Uçan ve kaçan
vahşi hayvanlar, bu ağacın dallarında gezerler ve onun usarelerini emerek, kutsal bir
kuvvete sahip olurlarmış.
Evden yine çıkıp güneye bakılınca, güneyde de büyük bir kayın ağacının yükseldiği
görülürmüş. Bu kayın ağacı o kadar güzelmiş ki, tipkı genç bir kızı andırırmış. Bir tepe
üzerinde yükselir ve adeta bir adacık meydana getirirmiş.
Er-Sogotoh’un elbiseleri de fevkalâde idi. Silahlarına gelince bir yayı vardı ki,
kemikten yapılmıştı ve altı kişi bile yığılsa bu yayı çekemezdi. Okları tıpkı çekice
benzendi ve ağaçtan yapılan balıkçı kulübeleri kadar büyüktü. Sivri uçlu bir okunu, bir
obanın demircisi, kaşığa benzer okunu da başka bir obanını demircisi uzun zaman
çalışarak yaparlarmış. Bunlardan başka ağır bir mızrağı, topuzu ve kılıcı vardı. Onun
atının tarihi ise çok uzundur.
Er-Sogotoh, 19 yaşına gelince, kalbi başka türlü atmağa ve kanı da için için
kaynamağa başladı. Baktı etrafına, kendine yanıdı. Dünya âlemde herkes çift çift
geziyordu. Bu olmaz, ben de kendi eşimi bulayım diyerek yola koyulmuş. Gitmiş evinde
uyumuş, sabah kalkınca ilk işi Hakan-ağaç’ın önüne gitmek olmuş. Ağacın önüne
288
gitmeden önce de güneşe dönüp üç defa selam vermiş. Hakan ağacın önüne gidince,
diz çökmüş ve ağaca şöyle demiş:
“-Benim ağaç Hakan’ım! Ey kutsal ruh! Ey Ulu Hatun! Benim yurdumun ruhu! Ben
bir yetimden başka bir şey değildim. Sen aldın beni büyüttün! Ben küçük bir çocukken,
sen beni büyük bir adam yaptın! Gel de benim ne olacağımı, geleceğimi de bildir! Ben
ne yapacağım? Ben bundan sonra nasıl yaşayacağım? Ey ulu Anne!”
Er, bunları söyledikten sonra birden gökler kapanmış; bulutlar toplanmış ve gök
de müthiş bir şekilde gürlemeğe başlamış. Az sonra da iri, iri damlalı bir yağmur yağmış
ve etrafı seller götürmüş. Gökten beyaz bir bulut uçmuş ve bu buluttan da yerlere
yıldırımlar inmiş. Yer gök titremiş, ırmaklar taşmış ve denizler çalkalanmış. Az sonra, ak
saçlı Ana-Tanrı görünmüş. Yavaş yavaş ağacın kökünden dışarı çıkmış ve oğlanın
karşısında durmuş. Tıpkı keklik göğsü gibi, iki büyük tulum gibi de memeleri varmış.
Oğlana dönmüş ve şöyle demiş:
“-Dinle, ey çocuk! Senin baban Er-Toyon ve annen ise Kübey-Hatun idi. Seni
doğuran ve dünyaya getiren onlardır. Göğün üçüncü katından bir emir geldi ve bu
emirde, senin alınarak büyütülmen ve insanların atası olman buyuruldu. Bunun için de
ben seni alıp büyüttüm. Şimdi atına bin de güneye git. Belki yolculuğun güç ve zahmetli
olacak. Ana Tanrı yardımcın olsun, her şeyden başarı sana ulaşsın…”
Ak saçlı ana, oğlana bunları dedikten sonra, birazda hayat suyu, vermiş ve oğlan
sarı atına binip yola koyulmuş. Oğlan ayrıca 7 inekle 7 öküz de kesip etlerini pişirip
derilerini de tulum yaparak, azığına koymuş ve tulumları da atının kulağına asmış ve
acıktıkça buradan uzanıp yemeğe başlamış.
Epey yol aldıktan sonra, “Kaya Kapısı”na gelmiş. Oradan Demirdağ’a geçmiş.
Demirdağ’ı da geçtikten sonra “Kan Irmağı” na erişmiş. Bu ırmaktan, su yerine kan
akarmış. Bu defa atı çaresini bulmuş ve uçarak sahibini ırmağın öte geçesine geçirmiş.
Bundan önce de Kara-Han’ın ülkesinde bazı garip şeyler olurmuş. Gökler kararmış,
yerler titremiş ve cehennemin sahibi Buura-Dohsun gelmiş ve Karar Han’ın canını
almak istemiş. Kızlar ağlaşmışlar, oğlanlar bağrışmışlar. Tam bu sırada da Er-Sogotoh
289
gelmiş. Kızlar böyle bir erin geldiğini görünce hemen önünü kesmişler ve olan biten her
şeyi anlatarak, ondan yardım istemişler. Oğlan cehennem zebanisi Buura-Dohsu’u
görünce hemen hücum etmiş ve başlamışlar dövüşmeğe. Ama cehennem zebanisi çok
kuvvetli imiş ve başlamış ağır basmağa. Oğlan tam acze düşmüşken, bakmış ki,
damarlarında tanrısal bir kan ve vücudunda da gittikçe çoğalan bir kuvvet ve tuttuğu
gibi cehennem zebanisinin başını kesmiş. Vücudunu da parça parça etmiş ve göklere
savurmuş. Yalnızca kalbinin bir ucu kalmış. O da bir karga olup uçmuş. Onun için bu kuş
kötü kötü bağırmış…
214
Ögel, a.g.e., I / 83.
215
Köprülü, a.g.e., s. 62.
216
Ögel, a.g.e., I / 86. Ayrıca bkz. I / 47.
217
27 / Neml, 16.
290
konuşmasından bahsedilmektedir. Ayrıca kargaların tanrı tarafından gönderilmiş
olduğu ve Bögü Han’a ondan haber getirmeleri hususu da dikkati çekmektedir.
Kaşgarlı Mahmut “Yat” ismini verdiği bu taşla ilgili olarak şunları söyler: “Belli başlı
taşlarla yapılan bir çeşit kâhinliktir. Bu, Türkler arasında meşhurdur. Yağmur ve kar
yağdırılır, rüzgâr estirilebilir. Yağma ülkesinde mevsim yaz olmasına rağmen bu suretle
kar yağdırıldığına gözlerimle şahit oldum.” 220
İslâm kaynaklarında Türklerin bu sihirli taşına yağmur taşı veya cada taşı denildiği
kaydedilmiştir. Yakutlarda yada taşına “Sata” denilmektedir. Onlara göre bu taş at,
inek, ayı, kurt gibi hayvanların içinde bulunur. En kuvvetli sata taşı, kurdun karnından
çıkartılan taştır. Altay Şamanistlerinde de kamlardan başka “Yadacı” denilen kinseler
vardır. Bu taşlar da bahsedilen özelliklere sahiptir. 221
218
Köprülü, a.g.e., s. 61-62.
219
İnan, Şamanizm, Ankara, 1986, s. 60.
220
Divanu Lügati’t-Türk, Besim Atalay Tercümesi, Ankara, 1986, III / 3.
221
İnan, Şamanizm, s. 162-163.
291
Aksakallı ihtiyar motifleri, Türk mitolojisinin belirgin motiflerinden biridir. Oğuz
Kağan destanında da yüksek bir maneviyata ve uzun bir tecrübeye sahip aksakallı asıl
bir insandan bahsedilmektedir. Bu bilge insan, Oğuz Han ve oğullarına uzun seneler
vezirlik yapmış olan İrkil Ata’dır. 222
Dede Korkut kitabında da ağaç için söylenmiş çok güzel mersiyeler vardır. Ayrıca
Türk edebiyatında kaba ağaç deyimi de çok büyük bir öneme saliptir. 225
Şamanist Türklerin takdis ettikleri ağaçlardan en meşhur olanı kayın ağacıdır. Her
Şamanlık ayini yapılırken kayın ağacı bulunur. Şamanistlerin inanışlarına göre kayın
222
Ögel, a.g.e., I / 209; İnan, Makaleler ve İncelemeler, I / 196.
223
İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara, 1991, II / 240.
224
Ögel, a.g.e., s. 90.
225
Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, Ankara, 1989, s. 108 ve 214.
226
Ögel, a.g.e., s. 90.
227
Hikmet Tanyu, “Ağaç”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1988, I / 457.
292
ağacı “atamız Ülgen’den, anamız Umay ile gökten indirilmiştir.” Şaman ilahilerinde
kayın ağacı “Bay Kayın” diye tavsif edilmiştir. 228
Kayın ağacı, eski Türklerin günlük hayatlarında da çok önemlidir. Türkler en iyi ve
sağlam oklarını kayın ağacından yapmışlardır. Ayrıca toz dedikleri yay kılıfları da kayın
ağacı kabuğundandır. En iyi semer ve eğer ağaçları da yine kayın ağacındandır. Yakut
Türklerinde kayın ağacı kadar Karaçamlar da önemlidir. Altay şamanları da sık sık
gökten inen kutsal bir kayın ağacından bahsetmişlerdir. 229 Türklerin saydıkları ağaçlar
arasında kayın ağacından başka ağaçlar da vardır. Bunlardan biri de ardıç ağacıdır.
Manas destanında, kısır kadınlara çocuk verdiğine inanılan ardıçlı mezarudan
bahsedilmektedir. Kahramanlardan biri ardıçlı mezar hazretin tanrısından meydana
gelmiştir. Ayrıca Başkurtlar da ardıç ağacını kutsal saymaktadırlar. 230
Bilindiği gibi “hayat ağacı” ile “hayat suyu” dünyanın en yaygın mitolojik
inançlarındandır. Hayat ağacı kavramıyla ilgili inançlar Mayalarda, Cermenlerde,
Vedalarda ve eski Mısır’da mevcuttur. Bu ağaç ölümsüzlük bahşeder ve ilahlara
mahsustur. Çeşitli varlıklarla korunduğundan ona ulaşmak zordur. 232
228
İnan, Makaleler ve İncelemeler, II / 254.
229
Ögel, a.g.e., I / 93-95.
230
İnan, Makaleler ve İncelemeler, II / 258.
231
Ögel, a.g.e., I / 97 vd.
232
Süleyman Hayri Bolay, “Âdem”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1988, I / 361.
293
Kitab-ı Mukaddes’te de hayat ağacı birçok yerde zikredilmektedir. Bunlardan biri
Hz. Âdem’in yaratılmasından sonra Aden’deki bahçede dikili olan ağaçlardan birinin
hayat ağacı 233 olduğu, bir diğeri de hayat ağacının Âdem’in dokunmaması gereken
yasak ağaç 234 olduğu şeklindedir.
Er-Sogotoh efsanesindeki hayat ağacı ile ilgili inançlara göre yalnız ilk insan Âdem
ile Havva değil, bütün diğer varlıklar da bu ağaçtan beslenmektedir. Büyük tanrılardan
biri olan doğum tanrıçası da Altaylıların doğum tanrıçası gibi bu ağacın içindedir. Bu
hayat ağacı Er-Sogotoh destanında yedi dallı olarak anlatılmıştır. 238
Er-Sogotoh efsanesinde ortaya çıkan belirgin bir motif de hayat suyudur. Bazı
Altay efsanelerine göre göğün on ikinci katma kadar yükselen dünya dağının üzerinede
bir kayın ağacı vardır. Hayat suyu da bu kayın ağacının altındaki kutsal bir çukurda
bulunmaktadır. Tata isminde kutsal bir bekçi o hayat suyunun başında beklemektedir.
Ayrıca hayat, suyunun da çeşitleri vardır. Bazı masallarda hayat suyu yalnızca ölüleri ve
hastaları iyileştirir. Bazı efsanelerde ise ihtiyarlara gençlik verir. 240 Yakut destanında da
233
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 2 / 9.
234
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 3 / 22.
235
Bolay, a.g.e., I / 361.
236
Mircea Eliade, İmgeler ve Simgeler, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara, 1992, s. 23-27.
237
Eliade, aynı eser, s. 195.
238
Ögel, a.g.e., I / 96.
239
İnan, Şamanizm, s. 64.
240
Ögel, a.g.e., I / 107.
294
hayat suyu hakan ağacın dibinde kaynamaktadır. İnsanlığa ölmezlik sırrını bahşeder.
İhtiyarlar bu sudan içtikten sonra gençleşip kuvvetlenirler. Efsanede geçtiği şekliyle Er-
Sogotoh’a yeni ve sonsuz birgüç veren su da hayat suyudur.
İnsanların ve toplumların sahip olduğu farklı eğilimler onlara sonsuz hayat fikri
vermiştir. Gerçek hayattaki suyun da insanlar üzerindeki etkisi ile insanlar kendilerine
ölümsüzlük kazandıran efsanevi bir su “Ab-ı Hayat” oluşturmuşlarıdır. Hızır’ın içtiği ve
içenleri ölümsüzlüğe kavuşturduğu söylenen 241 bu su, çeşitli inanç sistemlerinde
kendini göstermektedir.
İslâm Türk kaynaklarında ve edebi mahsullerde değişik isimlerle anılan Ab-ı Hayat,
Hızır ve İskender’e atfen de kullanılmıştır. Efsanelerin dışında Kur’an-ı Kerim’de Hz.
Musa ve Hızır kıssası anlatılırken “balığın canlanması” 242 olayında da dolaylı olarak bu
sudan bahsedildiği ifade edilmiştir.
Er-Sogotoh destanında hayat suyu ile ilgili olarak bilgi verilirken uçan ve koşan
hayvanların da bu sudan içerek kutsal bir kuvvete sahip oldukları kaydedilmiştir. 245
241
Şemseddin Sami, Temel Türkçe Sözlük, Sadeleştirilmiş ve genişletilmiş Kâmûs-ı Türkî, Tercüman Yay.,
İstanbul, 1985, I / 1.
242
18 / Kehf, 60-82.
243
Ahmet Yaşar Ocak, “Âb-ı Hayat”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1988, I / 1.
244
Amil Çelebioğlu, “Âb-ı Hayat”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1988, I / 4.
245
Ögel, a.g.e., I / 105.
295
SONUÇ
Destanda Oğuz Kağan mitolojik unsurlarla tasvir edilmiş adeta tanrı ile bağlantı
kurdurularak kutsal bir şahsiyet olarak tanıtılmıştır. Daha doğuşunda Oğuz Kağan
annesinin Müslüman olmadığı için sütünü emmeyi kabul etmemiştir. Aradan bir yıl
geçmeden konuşma özelliğine sahip değilken konuşmuştur.
Adının kendi tarafından konulmasını sağlamıştır. Bütün bu husular dini birer motif
olarak gözükmektedir. Zira aynı olaylar aynı şekilde Hz. İsa ve Hz. Yahya ile ilgili olarak
ehli kitap hakkında da zikredilmiştir. Yine aynı şekilde Oğuz Kağan’ın evleneceği zaman
da kendisine layık görülen kızları reddetmesi onların Müslüman olmamalarına
bağlanmıştır. Aynca Oğuz Kağan amca kızı ile evlenirken onu adeta
Müslümanlaştırdıktan sonra kabul etmiştir. Bilindiği gibi İslâm hukukunda da mümin
bir kimsenin evlenmesi aynı anlamda belirli şartlara bağlanmıştır. Mesela mümin bir
erkeğin kâfir bir kadınla evlenmesi haram kabul edilmiştir.
296
Oğuz Kağan’ın ikinci evliliği yaptığı kadının yaratılışı kozmik âlemle ilgili bir
motiftir. Bu motif Türk kozmolojisinin diğer milletlerin kozmolojisinden ayrıldığı bir
motiftir. Zira Oğuz Kağan’ın her iki evliliğinde, Türk düşünce düzeninin önemli bir
meselesi mukaddes bir şekilde anlatılmıştır. Adeta Oğuzların yaratılışı, Tanrısal bağlarla
izah edilmiştir. Aynı hususu Oğuz Han’ın çocuklarında da görmek mümkündür.
Oğuz Kağan Destanı’ndaki Gök Tanrı ile ilgili pasajlar Türklerin göğün tanrıdan ayrı
olduğu şeklindeki inançlarını net bir şekilde belgeler durumdadır.
Eski dinlerde ağacı kutsallaştırma şeklinde bir inanç daima mevcut olmuştur.
Yahudilik’te, Hristiyanlık’ta ve Müslümanlık’ta ağaç ve ağaçla ilgili birçok inanış
mevcuttur. Oğuz Kağan Destanı’nda da ağaç kutsal sayılabilecek bir dereceye sahiptir.
Türk destanlarının yaratılış efsaneleri ile ilgili olanlarından biri de Altay Türk
Yaratılış Destanlarıdır. Bu destanlar coğrafi bölge açısından Altay-Yenisey sahasında
cereyan etmiştir. Ana çizgiler itibariyle Türk ve Sibirya mitolojisine oturtulan bu
destanlar geniş çapta İran mitolojisi ve Maniheizm’in etkisine bağlıdır. Altay ve Saha
manevi inancının bütün Türklere şâmil edilmemesi şartıyla bugünkü Altay dağlarında
ve Yenisey Irmağı’nın oluşturduğu bölgelerde yaşayan Türk boylarında bu inançların
izlerine rastlamak mümkündür. Şamanî Altay Abakan kabilelerince meskûn bu bölge de
Altay yaratılış destanları ile ilgili birtakım eski parçalara rastlamak mümkündür.
297
alınmıştır. Adeta, Tanrı-Şeytan ilişkisi Türklerin tek tanrı düşüncesi çerçevesine
indirgenmiştir.
Bu destanlarda dünyanın yaratılışı vb. ondan öncesi her yerin su ile kaplı olması
düşüncesi ve özellikle ilahi dinlerdeki altı gün ifadesi aynı şekilde geçmektedir. Kur’an-ı
Kerirn’de ve Eski Ahit’in bir bölümünde de bütün canlıların yaratılmadan önce
dünyanın su ile kaplı olduğu ve canlıların sudan yaratıldığı beyan edilmiştir. Yine aynı
şekilde altı günde dünyanın yaratılışı ve yedinci günde tanrının uyuması ya da
dinlenmiş olması beyan edilmiştir.
İlahi dinlerde insanın yaratılışı hemen hemen aynı ölçüler içerisinde anlatılmıştır.
Buna göre insanın yaratılış maddesi toprak ya da toprak cinsinden şeylerdir. Ve insanı
bizzat tanrının kendisi yaratmıştır. Bu destanlarda insanın yaratılışı ile ilgili olarak
toprak da ana motiftir. Yine Âdem ve yasak ağaç ya da meyve ile ilgili hususlar Altay
yaratılış destanlarında çeşitli dinlerin ve kültürlerin tesiri altında kalınarak anlatılmıştır.
Bütün bu hususlar, bu destanlardaki dini motifler ve bu dini motiflere etki eden farklı
kültürler hakkında efsanevi de olsa bir yorum getirmektedir. Ayrıca bu motifler
kültürlerin birbirini etkilediğinin de açık bir göstergesidir. Nitekim bu destanlardaki
Şeytan-Erlik İkilisi, adeta İran mitolojisinin Şeytan-Ehrimen ikilisini ortaya koymaktadır.
Budizm’deki deyimlerin bu destanlarda kullanılmış olması da bu hususu
desteklemektedir.
Saha Türk yaratılış destanları dünyanın ve insanın yaratılışı şeklinde iki temele
dayandırılarak anlatılmıştır. Bu destanlarda da her yeri kaplayan ana motif su ile
birlikte yaratıcı bir varlığın kabul edilmesi dikkati çeker.
298
Türk-Memlûk yaratılış destanlarında farklı olarak nakledilen bir husus vardır ki, o
da ilk insanın meydana gelişinde tabiatçı görüşün hâkim olmasıdır. İnsanın yaratılışım
dört unsur ve balçık esasına dayandıran inanç şekli daha çok Ön Asya ve İran
mitolojisine aittir. İnsanın çamurdan yaratılmış olduğu husus ve tanrının buradaki rolü
Kur’an-ı Kerim’de de değişik ayetlerde ifade edilmiştir. Ne var ki, insanın çamurdan
yaratılması konusu bu destanlarda işlenirken tanrıya hiçbir fonksiyon verilmemiştir. Bu
dört unsura eski Türk tasavvuf ve özellikle Bektaşi edebiyatında da rastlanmaktadır.
Buna bağlı olarak ele alınan konulardan biri de devir ya da devriyelerdir. Budizm’deki
tenasühle aynı olmasa da İslâm felsefesindeki sudur, tecelli ve devir dört unsurla ilgili
olan husulardır.
Uygurların Türeyiş destanlarında geçen ışık motifi ile Bögü Kağan’a gösterilen
rağbet Mani dininin etkisinden kaynaklanmaktadır. Gökten ışık inmesi sonucu ışık inen
yerin veya şeyin gebe kalması hemen hemen bütün mitolojilerde görülen bir özelliktir.
Yine kuşlarla konuşma, kuş dilinden anlama Anadolu masallarının birçoğunda işlenen
husustur. Yada taşı, bununla ilgili düşünceler, kuşların tanrı tarafından gönderilen bir
elçi şeklinde düşünülmesi aksakallı ihtiyarlara danışılarak hareket etme fikri
destanlarımızın ortak birer özelliği görünümündedir. Nitekim gökten ışık inerek ağacın
gövdesinde şişkinliğin oluşması ve ondan bir kahramanın dünyaya gelmesi şeklindeki
ifadeler bu destanın Oğuz Kağan Destanı’yla yakın benzerliğini ortaya koymaktadır.
Yine aynı şekilde destanda geçen kayın ağacı ile ilgili inanışlar, diğer destanlarımızla
ortaklaşa paylaşılan bir husustur.
Bütün bu hususlar destanların her millet tarafından ortaklaşa paylaşılan bir kültür
unsuru olduğunu göstermektedir. Destanların içerdiği motifler de destanın ait olduğu
299
milletlerin duyuş, düşünüş ve özellikle inanışları hakkında efsanevî de olsa bir fikir
vermektedirler.
BİBLİYOGRAFYA
BARTHOLD, W., İslâm Medeniyeti Tarihi, Çev: Fuad Köprülü, Ankara, 1986.
_______________, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Çev: Kazım Yaşar
Kopraman-Afşar İsmail Aka, Ankara, 1975.
BUCAILLE, Maurice, Müsbet İlim Yönünden Tevrat, İncil ve Kur’an, Çev: Mehmet Ali
Sönmez, İstanbul, 1987.
DELİORMAN, Altan, “Bugünkü Manasıyla Bozkurt”, Yeni Orkum Dergisi, İstanbul, 1989.
300
GÖKYAY, Orhan Şaik, Dedem Korkudun Kitabı, İstanbul, 1973.
İBN TUFEYL, Ebu Bekr Muhammed b. Muhammed, Ruhun Uyanışı, Haz: Ahmet Özalp,
İstanbul, 1985.
MEVLANA Celaleddin-i Rumî, Fihi Mafih, Çev: Meliha Ülker Tanrıkahya, İstanbul, 1985.
301
ÖGEL, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, Ankara, 1979. (I-II)
_____________, “Türk Destanları II”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, S. 62, İstanbul, 1992.
TANYU, Hikmet, İslâmlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul, 1986.
302
TURAL, Sadık Kemal, “Milli Destanlarımız Üzerine”, Türk Kültürü Dergisi, S. 90, Ankara,
1970.
TURAN, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul, 1980. (I-II)
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi Dergisi, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1977. (I-VI)
303
304
DOÇ. DR. NUMAN DURAK AKSOY
HATIRASINA ARMAĞAN
1876 KANUN-U ESASİ VE OSMANLI
PARLAMENTOSU’NA DAİR
Enver DEMİR
ÖZET
1
Sofuoğlu Ebubekir, Osmanlı Devletinde Islahatlar ve I. Meşrutiyet, Gökkubbe yay., İstanbul, 2004,
s. 134.
307
1876 KANUNİ ESASİ VE OSMANLI PARLAMENTOSU’NA DAİR
2 Yücekök Ahmet, Siyaset Sosyolojisi açısından Türkiye’de Parlamento’nun Evrimi, Ankara, 1983, s.
83-84.
3 Çakmak Aydın, Sürgünde Bir Hakan, Ötüken yay., İstanbul. 2004, s.15.
4 Karma bir devlet biçimi olarak tanımlanan meşrutiyet ya da meşruti monarşide, egemenlik mutlak
monarşide olduğu gibi tek elde değildir. Bu sistemde egemenlik, milletin seçtiği temsilcilerden oluşan
meclis ile devlet başkanı arasında paylaşılmıştır Sofuoğlu Ebubekir, a.g.e, İstanbul, 2004, s. 46-47.
5
Göncü Cengiz, Belgeler ve Fotoğraflarla Meclis-i Mebusan (1877-1920), TBMM yay., İstanbul,
2010, s.11.
308
ENVER DEMİR
Yeni Osmanlılara göre meclisin iki önemli işlevi olacaktır. Bunlardan ilki;
yasama yetkisinin yürütmenin elinden alınarak siyasal iktidarın "mutlak"
nitelemesinden kurtarılması ikincisi; halkın siyasal iktidarda temsili ve siyasal
iktidarı denetlemesinin mümkün kılınacak olmasıdır. Bu çalışmalar ve tartışmalar
sonrasında, meşrutiyet ilan edilmiş, hemen sonrasında anayasa hazırlanmış,
ardından seçimler yapılarak, siyasal iktidarı sınırlandırmak ve yasama işlevini
yerine getirmek üzere meclis oluşturulmuştur7.
Yasama”, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, Türkiye İş Bankası Kültür yay.,
İstanbul, 2012, s.381.
7 Tekin Yusuf-Sabri Çiftçi, 1877’den Günümüze Türkiye’de Parlamento, Siyasal yay., Ankara,
2007, s.25-28.
8
Göncü Cengiz, a.g.e., s. 13.
9 Ünal Tahsin, Türk Siyasi Tarihi 1700-1958, Kamer yay., İstanbul, 1998, s. 407.
309
1876 KANUNİ ESASİ VE OSMANLI PARLAMENTOSU’NA DAİR
çalışan 1876 anayasası, aynı zamanda orta sınıfların devlet yönetimini işlevsel bir
bürokrasiye dönüştürme isteğini de ifade ediyordu. Avrupa’dan model aldığı kurum
ve düzenlemelerin yanı sıra Osmanlı siyasal kültürünü de bünyesinde barındıran
1876 Anayasası ile iktidar sahibi olan padişah etrafında örgütlenen “meşruti” bir
örgüt kurulmuştu. Padişahı merkez alan konumunu korumakla birlikte, kurulan
meclisler vasıtasıyla, karar mekanizmasında katılım ve uzlaşmaya yer açılmıştır15.
ve yetki kazandığı, meclise hesap verir duruma gelerek, parlamenter sistemdeki gücünün niteliklerine
kavuştuğu gözlenir. Ortaylı İlber, Tanzimat Devri ve Sonrası İdari Teşkilat, Osmanlı Devleti ve
Medeniyeti Tarihi, IRCICA, C.I, İstanbul, 1994, s.324.
18 Yücekök Ahmet, a.g.e., Ankara, 1983, s. 78-79.
311
1876 KANUNİ ESASİ VE OSMANLI PARLAMENTOSU’NA DAİR
19 Kızıltan Yılmaz, I.Meşrutiyet’in İlanı ve İlk Osmanlı Meclis-i Mebusanı, Devr-i Hamid Sultan II.
Abdülhamid, Erciyes Üniversitesi yay., Kayseri, 2011, C.1, s. 311.
20 Akyıldız Ali, ‘Meclis-i Ayan’, DİA, C. 28, s. 244.
21 Karal Enver Ziya, a.g.e., s. 225.
22 Akyıldız Ali, ‘Meclis-i Mebusan’, DİA, C. 28, s. 247.
312
ENVER DEMİR
23 Olgun Kenan, Cezmi Eraslan, Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet ve Parlamento, İstanbul, 2006, s. 50-
51.
24 Sofuoğlu Ebubekir, a.g.e., s. 134.
25 Kemal Beydilli, Küçük Kaynarca’dan Yıkılışa, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, IRCICA, C.I,
İstanbul, 1994, s.102.
28 Koçak Cemil, Yeni Osmanlılar ve I. Meşrutiyet, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, İletişim yay.,
314
ENVER DEMİR
II. Meşrutiyetin temelinde yatan Jön Türk hareketi dinamizmini zaman zaman
radikal boyutlara ulaşan Türk milliyetçiliğinden alır. Bunun ana nedeni
Abdülhamit’in 1878’de parlamentoyu dağıtmasından 1908 yılına kadar geçen 30 yıl
sürecinde imparatorluğun büyük toprak kayıplarına uğramış olmasıdır34.
315
1876 KANUNİ ESASİ VE OSMANLI PARLAMENTOSU’NA DAİR
II. Meşrutiyetin çok yönlü bir niteliği olduğunu söyleyen Tarık Zafer Tunaya,
II. Meşrutiyetin bir yandan Abdülhamit rejimini yıkarak Osmanlı Devleti’nin
sonunu simgelediğini, diğer taraftan ise yeni bir devletin kuruluş deneylerini
kapsayan bir siyaset laboratuvarı olduğunu ifade etmiştir40.
II. Meşrutiyet, Türk tarihinde ilk kez çoğulcu bir siyasi hayat başlatmış,
Kanuni Esasi’de dernek kurma hakkı ve toplanma hürriyeti tanınmadığı halde, daha
36 Bu dönemde II. Abdülhamid, Babıali’yi kendine bağlı bir teşkilat haline dönüştürmüş, sarayı, tüm
imparatorluk meselelerinin görüldüğü mercii durumuna getirmiştir. Bunları yaparken, kudretini;
hilafet nûfüzu, muhafız alayları ve hafiye teşkilatı üzerine inşa etmiştir. Ünal Tahsin, a.g.e., s. 431-
432; Nitekim bu açıdan bakıldığında 1864 yılında yürürlüğe giren ve nihayet 1871'de yapılanması
tamamlanan 1871 Vilayet Nizamnamesi de II. Abdülhamid’in işine yaramış, idarelerde Yıldız
merkeziyetçiliği işler hale gelmiştir. Kırmızı Abdülhamid, Abdülhamid’in Valileri Osmanlı Vilayet
İdaresi, 1895-1908, İstanbul, 2007, s. 99.
SONUÇ
19. yüzyılın son çeyreği ile 20. Yüzyılın ilk yıllarına damgasını vurmuş bir
hükümdar olan Sultan II. Abdülhamid dönemi, günümüz müesseselerinin de
temelinin atıldığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde, V. Murat ile yola devam
edemeyeceğini anlayan meşrutiyet taraftarlarının Meşrutiyeti ilan edeceğini taahhüt
eden Abdülhamid’i tahta çıkarmalarıyla Osmanlı tarihinde demokrasi adına önemli
bir sayfa açılmıştır. Asıl mücadelesi demokrasi ve siyasal iktidarın sınırlandırıldığı
anayasal bir düzen olan Yeni Osmanlı aydınları, bu mücadele sonucunda ilk
Osmanlı parlamentosunu açtırmayı başarmışlardır.
Osmanlı Devletinde 19. Yüzyıl başlarında kendini gösteren anayasal süreç, II.
Abdülhamid döneminde tekâmüle ermiştir. Bu dönemde ilan edilen 23 Aralık 1876
Kanun-i Esasi ile demokrasi hareketi yeni bir hüviyete bürünmüştür. Anayasanın
ilanı ve meclisin faaliyete geçmesi, devleti medeni memleketler seviyesine
ulaştıracak mucize bir ilaç gibi değerlendirilerek bu durumun mevcut idari, siyasi
ve sosyal problemlerin üstesinden geleceği düşünülmüştür. Beklentilerin en önde
geleni meclis üyelerinin devlet ile millet arasında köprü işlevi görmesi olacaktır ki
bu yönü ile meclis, devletin topluma ulaşmasında aracı bir kurum olarak görülmüş-
tür.
319
1876 KANUNİ ESASİ VE OSMANLI PARLAMENTOSU’NA DAİR
Kaynakça:
AKYILDIZ Ali, ‘Meclis-i Ayan’, DİA, C. 28, ss. 243-244.
AKYILDIZ Ali, ‘Meclis-i Mebusan’, DİA, C.28, ss. 245-247.
AKYILDIZ Ali, Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2004.
BEYDİLLİ Kemal, Küçük Kaynarca’dan Yıkılışa, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti
Tarihi, IRCICA, C.I, İstanbul, 1994.
ÇAKMAK Aydın, Sürgünde Bir Hakan, Ötüken Yayıncılık, İstanbul. 2004.
GÖNCÜ Cengiz, Belgeler ve Fotoğraflarla Meclis-i Mebusan (1877-1920),
TBMM Yayınları, İstanbul, 2010.
KARAL Enver Ziya, Osmanlı Tarihi I. Meşrutiyet ve İstibdat Devirleri 1876-
1907, C. VIII, TTK Yayınları., Ankara, 1962.
KARPAT H. Kemal, Türk Siyasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2004.
KILIÇ Selda Kaya, “Osmanlı Devleti’nde Anayasal Sisteme Geçiş”, Devr-i
Hamid Sultan II. Abdülhamid, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri, 2011, C.1,
ss. 7-21.
KIRMIZI Abdülhamit, Abdülhamit’in Valileri Osmanlı Vilayet İdaresi, 1895-
1908, İstanbul, 2007.
KIZILTAN Yılmaz, “I. Meşrutiyet’in İlanı ve İlk Osmanlı Meclis-i Mebusanı”,
Devr-i Hamid Sultan II. Abdülhamid, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri, 2011,
C.1, ss. 305-323.
KOÇAK Cemil, Yeni Osmanlılar ve I. Meşrutiyet, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce, İletişim Yayınları, C. 1, İstanbul, 2009, ss. 72-82.
OLGUN Kenan, Cezmi Eraslan, Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet ve Parlamento,
İstanbul, 2006.
ORTAYLI İlber, Tanzimat Devri ve Sonrası İdari Teşkilat, Osmanlı Devleti ve
Medeniyeti Tarihi, IRCICA, C.I, İstanbul, 1994.
SAKAOĞLU Necdet, II. Abdülhamid, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar
Ansiklopedisi, YKY Yayınları, İstanbul, 2008, C.2, ss. 52-56.
SEYİTDANLIOĞLU Mehmet, “Divan-ı Hümayun’dan Meclis-i Mebusan’a
Osmanlı İmparatorluğu’nda Yasama", Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı
İmparatorluğu, Türkiye İş Bankası Kültür yay., İstanbul, 2012, ss. 372-385
320
ENVER DEMİR
321
1876 KANUNİ ESASİ VE OSMANLI PARLAMENTOSU’NA DAİR
322
KIYAMET!
Adem TUTAR*
REİS,
İslam’ın iman esaslarından biri olan Ahirete imanın gerekleri arasında yer
alan kıyamet kelimesi; kalkmak, dikilmek ve ayaklanmak anlamlarına gelirken
terim olarak; evrenin düzeninin bozulması, her şeyin alt üst edilerek yok olması,
yok olan ve ölen şeylerin yeniden yaratılıp diriltilerek ayağa kalkması ve mahşere
doğru yönelmesi şeklinde ifade edilmektedir. Yani kıyamet genel bir ölümden sonra
genel bir dirilişi ihtiva etmektedir1.
323
KIYAMET1
İnsanları dünya ve ahirette mutlu kılmak için gönderilmiş olan İslam Dini,
Resulullah (s.a.v.)’in 610 yılında başladığı tebliğ faaliyetleri neticesinde vefat ettiği
632 yılına kadar Arap yarımadasının tamamına yayıldı. Hülefayi Raşidin (632-661)
döneminde Müslümanların hakimiyeti Asya, Kuzey Afrika, Güney Kafkasya,
Ortadoğu ve kısmen de Anadolu’ya kadar genişlemişti. Daha sonra Emeviler (661-
650) ve Abbasiler (750-1258) dönemiyle devam eden İslam hakimiyeti 11. asrın
başlarından itibaren zayıflamış ve Şii Büveyhilerin baskısı altında bulunan Abbasi
halifeleri siyasi otoritesini kaybettiği gibi saygınlığını da yitirmişti. Abbasi halifesi
Kaim Biemrillah (1031-1075) hilafeti güçlendirmek için bu sıralarda hakimiyet
alanları gittikçe genişleyen Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’den yardım istedi.
Tuğrul Bey bu davet üzerine 1055 yılında Bağdat’a girdi ve Büveyhiler
hakimiyetine son verdi. Tuğrul Bey yapmış olduğu faaliyetleri neticesinde Abbasi
halifesini baskılardan kurtardığı gibi özellikle İslam toplumunun siyasi ve sosyal
yönden birliğini tesis etti. Bu tarihten itibaren Türkler İslamiyet’in bayraktarlığını
üstlenmişler ve bu görev 20. asrın başlarına kadar devam etmiştir. Türkler İslam
öncesi dönemden başlamak üzere idareleri altındaki toplulukları dini ve etnik
yönden ayırmadan eşit muameleye tabi tutmaktaydılar ki bunun nedeni insanı temel
almalarından kaynaklanmaktadır. Türk hakanı, Göktürk yazıtlarına göre;
kişioğlunun, yani insanoğlunun hepsi üzerine hakan olarak oturmuştur. Tanrının
buyruğuna göre hizmet ve adaletini, bütün insanlığa paylaştırmak zorundadır. Bu
324
ADEM TUTAR
durum Türk Devlet geleneğinde dünyayı adalet ile idare etme fikrinin büyük bir
ülkü haline gelerek sistemleşmesini sağlamıştır. Türkler İslamiyet’e girdikten sonra
da, İslam’ın kul hakkına verdiği önemin farkında olduklarından, kurmuş oldukları
devletlerde tebaaya daima adil davranma yolunu tutmuşlardır. Türk İslam
devletlerinde çeşitli din ve mezhepten kütlelerin, geleneklerine müdahale
edilmeksizin hayatlarının idamesi, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde de devam
ederek günümüze kadar gelmiştir. Yavuz Sultan Selim 1517 yılında Ortadoğu’nun
büyük bir kısmını Osmanlı hâkimiyetine alarak bölgede dört asır sürecek nizamın
sağlanmasını temin etmiştir2.
2 Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi II, İstanbul 1993, s. 72 vd.
3 İsmail Soysal, Tarihçeleri ve Açıklamaları İle Birlikte Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları I. Cilt
(1920-1945), Ankara 1989
325
KIYAMET1
UYAN
Baksana kim boynu bükük ağlayan?
Hakk-ı hayatın senin ey Müslüman!
Kurtar o biçareyi Allah için,
Artık ölüm uykularından uyan!
Bugün Ortadoğu’da ve dünyanın muhtelif bölgelerinde cereyan eden zulüm
ve adaletsizliğin, kıyametin kopmasına sebep olacak alametlerden olduğuna dair
Kur’an’da ve hadislerde bazı bilgiler bulunmaktadır. Ebû Hureyre’den (ra) rivayet
edildiğine göre; Resulullah (sav) bir mecliste konuşurken çölden bir bedevi geliyor
ve kıyamet ne zaman kopacak, diye soruyor. Resulullah (sav) sözünü bitirince;
“kıyameti soran nerede, diye sordu”. Bedevi; işte benim, ey Allah’ın Resulü,
deyince; Resulullah (sav); “sorumluluk yitirildiği zaman kıyameti bekle” diye
buyurdu. Yine Bedevi; ey Allah’ın Resulü, sorumluluğun yitirilmesi nasıl olur, diye
326
ADEM TUTAR
sordu. Resulullah (sav); “iş (yönetim) ehil olmayan kimselere verildiğinde kıyameti
bekle” diye buyurdu4. Allah Teala emanetin ehline verilmesi hususunda Nisâ suresi
58. ayette; “Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar
arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar
güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.” diye
buyurmaktadır.
4Muhyiddin en-Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn –Metin ve Çeviri- III, (çev. M. Özavşar, B. Erul), Ankara
2013, s. 368
327
KIYAMET1
SONUÇ
Bu gün insanlığın içerisinde bulunduğu zülüm ve adaletsizliğin kıyametin
kopmasına sebep olacak boyutlara ulaştığını Resulullah (sav)’in hadisleri ve
Kur’an’daki ayetler işaret etmektedir. Müslümanlar için önemli olan, kıyametin ne
zaman kopacağını bilmek değil, kıyametin kopmasıyla başlayacak olan ebedi
hayata gerektiği şekilde hazır olabilmektir. Bu nedenle Türk Milleti insanlık
tarihinde son imtihanını veriyor olabilir. Bu durumda Türk Milleti tarihi görevine
uygun davranırsa geçecek süre içerisinde hem kendi hayatiyetini onurlu bir şekilde
idame ettirir hem de İslam toplumlarının hatta bütün insanlığın umudu olabilir.
Burada sözlerime bir dörtlükle son vermek istiyorum.
Zulüm daha da artacak,
Bu zulmü kim durduracak?
Ya Türk hakim olacak,
Ya Kıyamet kopacak!
328
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE
MARAŞLI ŞEHİTLER
GİRİŞ
Tarih boyunca stratejik, jeopolitik ve ticari bakımdan büyük bir öneme sahip
olan Yemen toprakları Arabistan yarımadasının güneyinde yer alır. Batıda
Kızıldeniz, güneyde Hint Okyanusu’nun Aden körfezi ile çevrili olması Uzak
Doğu’dan gelen ticaret yollarının Yemen’den geçerek Akdeniz’e ve de Avrupa’ya
ulaşması bakımından düşünüldüğünde Yemen’in coğrafik konumunun önemi daha
da artmaktadır.
Yemen, Osmanlı Devleti hâkimiyetinde kaldığı yaklaşık 400 yıllık dönemde
Osmanlı Devleti’ne en fazla isyan eden ve bu yüzden defalarca yeniden fethedilen
bir bölge olmuştur. Bu durumun değişik sebepleri olmakla birlikte ilk olarak
Yemenlilerin önemli bir kısmının Zeydî1 oldukları ve Osmanlı hilafetini hiçbir
zaman tam anlamıyla kabul etmedikleri için sık sık isyan ettikleri söylenebilir. İmam
unvanıyla kabileleri yöneten Yemen Şeyhleri vergi toplar, halkı istedikleri gibi
çalıştırırlardı. Zeydîler, kendi imamlarına sıkı bir şekilde bağlı olmalarından ötürü
onun her dediğini yaparlardı. Zeydi şeyhleri Osmanlı padişahlarını halife olarak
kabul etmemekteydiler. Bu yüzden de Osmanlı Devleti bölgede istediği şekilde bir
hâkimiyet kuramamıştır2.
1 Zeydî, Zeydiye mezhebine mensup olanlara denir. Zeydiye mezhebi 8. yüzyılda, Zeyd bin
Zeynelabidin tarafından önderliğinde kurulmuş olan Şii Mezhebinin kollarından biridir. Fıkıh
alanındaki görüşleri Hanefilik’e, Kelam alanındaki görüşleri ise Mutezile ve İmamiye mezheplerine
yakın olduğundan Şiilik ile Sünni mezhepler arasında yer alır.
2 Erhan Afyoncu, http://gizlenentarihimiz.blogspot.com.tr/2011/01/yemene-turku-bosuna-yaklmad.html
329
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
Osmanlı Devleti’nin Yemen ile ilgili sorunlarının bir diğer sebebi ise
Yemen’in jeopolitik ve stratejik konumu açısından taşıdığı önemi ve avantajı elinde
tutmak isteyen Avrupa devletleri olmuştur. Yemen’in Baharat ticaret yolu üzerinde
merkezi bir noktada yer alması özellikle 19. ve 20. Yüzyılda Yemen’i Avrupa
emperyalizminin çıkar odaklarından biri durumuna getirmiştir. Bilhassa Fransa,
İtalya ve İngiltere Yemen toprakları üzerinde iktisadi ve sosyal bir sömürüyü temel
alan emeller beslemişlerdir. Bu amaçla bölgeye misyoner ve casuslar gönderip halkı
isyana teşvik etmek, Osmanlı idaresinin etkisinin az görüldüğü bölgelerdeki kabile
şeyhi ve yöneticileri kışkırtarak onları Osmanlı Devletine karşı örgütlenmesine her
türlü destek olmak gibi çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardır3.
330
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
6 Osmanlı yöneticileri bölgede isyanlara karşı askeri tedbirler alırken bir yandan da Yemen sorununa
köklü çözümler bulmak için farklı arayışlar içine girmiştir. Bu anlamda Meclis-i Mebusan’da ve
hükümet nezdinde komisyonlar kurularak Yemen ıslahının çareleri aranmaya başlanmıştır. Yemen’de
görev yapmış askeri ve mülki erkân tarafından bölgedeki tecrübelerinden hareketle hazırlanan hatırat
ve layihalar yayınlanmıştır.
7 Çakaloğlu, C. “Yemen İsyanı ve Tokat Redif Taburu” Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. 1, (2009):
gönderilen takviye birliklerde yer alan askerlerin toplam sayısıdır. Bkz. İdris Bostan Yemen Maddesi,
DİA, s. 412.
9 Turgut Hatipoğlu, Yemen’in Osmanlı’dan Ayrılışı (Kopuşu), Dan: Yrd. Doç. Dr. Ender Gökdemir,
Basılmamış Yüksek lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara-2004. S. 84.
10 İdris Bostan Yemen Maddesi, DİA, s. 411.
331
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
Yemen’de baş gösteren isyanların askerî güçle bastırılması devlete ağır bir
maddi külfet getirmekle beraber ıslahat projelerinin de yeterince uygulanamaması
yüzünden Yemen halkının memnuniyetsizliği giderilememiştir. Fırka-i İhtiyatiye’nin
gönderildiği 1870 yılından, Osmanlı hâkimiyetinden çıktığı 1918 yılına kadar
Yemen’de çıkan bütün olaylar ve isyanlar göz önüne alındığında çok sayıda asker
şehit düşmüş ve yaralanmıştır.
Materyal ve Yöntem
Bulgular ve Yorum
Numarası
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
R. 21
Evli
Mayıs
Kel (Zevc Yemen'
21 Hopur Müteveffa Gülsü R. 1285 1327
1 376 8/3 İbrahi Hasan esi de 42
0 Köyü Hasan m M. 1869 M. 3
m Oğlu Cenne Redif'te
Haziran
t)
1911
332
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
Müteselsil
Numarası
Numarası
Mahalle Şehidi Doğum Mede Şehit Şehit
Klasör
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
R. 21
Evli
Mayıs
Hacı (Zevc Yemen'
21 Camuz Müteveffa R. 1290 1327
1 377 Eyüplü 36 Esme Ali esi de 37
0 Oğlu Ahmet M. 1874 M. 3
Köyü Gülsü Redif'te
Haziran
m)
1911
R. 31
Evli
Mayıs
Çopur Mütev (Zevc Yemen'
21 Fettahoğl Müteveffa R. 1294 1327
1 378 24 Ömer effiye Kadir esi de 33
0 u İbrahim M. 1878 M. 13
Oğlu Hüsna Hatice Redif'te
Haziran
)
1911
R. 21
Evli
Mayıs
Çolak (Zevc Yemen'
21 Bulanık Mehme R. 1290 1327
1 380 13/4 Hüseyi Mehmet Aişe esi de 37
0 Köyü t M. 1874 M. 3
n Oğlu Fatma Redif'te
Haziran
)
1911
R. 7
Evli
Temmu
Ali Mütev (Zevc Yemen'
21 Müteveffa R. 1291 z 1327
1 381 Kemallı 24/2 Veli'ni effiye Hacı esi de 36
0 Ali Veli M. 1875 M. 20
n Oğlu Fatma Durdi Redif'te
Temmu
ye)
z 1911
R. 24
Evli Mayıs
Yemen'
21 Emir Hüseyi R. 1293 (Zevc 1327
1 382 İmallı 12/3 Mehmet Fatma de 34
0 Oğlu n M. 1877 esi M. 6
Redif'te
Esme) Haziran
1911
R. 24
Evli Mayıs
Yemen'
21 Kılağlı Mıstık R. 1291 (Zevc 1327
1 384 30/2 Halil Hatice Halil de 36
0 Köyü Oğlu M. 1875 esi M. 6
Redif'te
Esme) Haziran
1911
R. 25
Evli
Mayıs
Boz Mütev (Zevc Yemen'
21 Kılağlı Müteveffa R. 1295 1327
1 385 36 Ahmet effiye Mıstık esi de 32
0 Köyü Ahmet M. 1879 M. 7
Oğlu Aişe Emine Redif'te
Haziran
)
1911
R. 27
Evli
Mustaf Mayıs
(Zevc Yemen'
21 Kılağlı a Müteveffa Ümmü Mustaf R. 1294 1327
1 386 17/1 esi de 33
0 Köyü Cin Mehmet han a M. 1878 M. 9
Hatice Redif'te
Oğlu Haziran
)
1911
R. 10
Evli
Mayıs
Mütev (Zevc Yemen'
21 Kılağlı Dilki Müteveffa R. 1292 1327
1 387 26 effiye Ali esi de 35
0 Köyü Oğlu Osman M. 1876 M. 23
Hatice Durdi Redif'te
Mayıs
ye)
1911
R. 22
Evli
Ali Mayıs
Mütev (Zevc Yemen'
21 Önsen Süley Müteveffa R. 1294 1327
1 388 77/1 effiye Hasan esi de 33
0 Hopuru man Mehmet M. 1878 M. 4
Elife Emine Redif'te
Oğlu Haziran
)
1911
333
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
Müteselsil
Numarası
Numarası
Mahalle Şehidi Doğum Mede Şehit Şehit
Klasör
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
R. 10 T.
Evli
Evvel
(Zevc Yemen'
21 Önsen Saçaklı Müteveffa Hüseyi R. 1293 1327
1 389 4/1 Fatma esi de 34
0 Hopuru Oğlu Ahmet n M. 1877 M. 23
Zeyne Redif'te
Ekim
p)
1911
R. 24 T.
Evli Sani
Çergü? Mütev Yemen'
21 Önsen Müteveffa R. 1290 (Zevc 1327
1 390 43 Çerkö? effiye Ali de 37
0 Hopuru Hasan M. 1874 esi M. 7
Oğlu Fatma Redif'te
Elife) Aralık
1911
R. 21
Mayıs
Yemen'
21 Önsen Durdu Müteveffa R. 1295 1327
1 391 59/1 Aişe Musa Bekâr de 32
0 Hopuru Oğlu Hamza M. 1879 M. 3
Redif'te
Haziran
1911
R. 26
Evli
Mayıs
Yetim (Zevc Yemen'
21 Önsen Müteveffa Abdull R. 1295 1327
1 392 61/3 Çolak Fatma esi de 32
0 Hopuru Abdullah ah M. 1879 M. 8
Oğlu Melek Redif'te
Haziran
)
1911
R. 19 K.
Evli
Sani
Kara Mütev (Zevc Yemen'
21 Orçan 194/ Müteveffa R. 1290 1327
1 393 Ahmet effiye Ahmet esi de 36
0 Köyü 1 Ömer M. 1874 M. 1
Oğlu Elif Döndü Redif'te
Şubat
)
1912
R. 25
Evli
Mayıs
Kara Mütev Koca (Zevc Yemen'
21 Orçan 205/ Müteveffa R. 1294 1327
1 394 Mustaf effiye Mustaf esi de 33
0 Köyü 1 İbrahim M. 1878 M. 7
a Oğlu Eşe a Emine Redif'te
Haziran
)
1911
R. 24
Evli
Mayıs
Hüdav (Zevc Yemen'
21 Orçan 109/ Müteveffa R. 1291 1327
1 395 erdi Esme Ömer esi de 36
0 Köyü 1 Mehmet M. 1875 M. 6
Oğlu Rukiy Redif'te
Haziran
e)
1911
R. 29
Evli
Mayıs
Meşin (Zevc Yemen'
21 Orçan Müteveffa R. 1294 1327
1 396 29/1 Ahmet Huri Veli esi de 33
0 Köyü Ahmet M. 1878 M. 11
Oğlu Hüsna Redif'te
Haziran
)
1911
R. 24
Evli Mayıs
Kara Mütev Yemen'
21 Orçan 130/ İbrahi R. 1290 (Zevc 1327
1 397 Mustaf Mehmet effiye de 37
0 Köyü 2 m M. 1874 esi M. 6
a Oğlu Hatice Redif'te
Elif) Haziran
1911
R. 23
Mayıs
Yemen'
21 Orçan Aşkar R. 1296 1327
1 398 31/2 Ali Bağdat Osman Bekâr de 31
0 Köyü Oğlu M. 1880 M. 5
Redif'te
Haziran
1911
334
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
Müteselsil
Numarası
Numarası
Mahalle Şehidi Doğum Mede Şehit Şehit
Klasör
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
R. 10
Nisan
Yemen'
21 Önsen Arap Müteveffa R. 1283 1327
1 399 41/1 Huri Halil Bekâr de 44
0 Köyü Oğlu Mehmet M. 1867 M. 23
Redif'te
Nisan
1911
R. 28
Evli
Nisan
Veli? Mütev (Zevc Yemen'
21 Önsen 101/ Müteveffa Hüseyi R. 1289 1327
1 400 Ali effiye esi de 38
0 Köyü 2 Ali n M. 1873 M. 11
Oğlu Melek Zeyne Redif'te
Mayıs
p)
1911
R. 28
Evli
Mart
(Zevc Yemen'
21 Önsen 132/ Davud Müteveffa Ümmü R. 1289 1327
1 401 Ökkeş esi de 38
1 Köyü 1 Oğlu Mehmet han M. 1873 M. 10
Emine Redif'te
Nisan
)
1911
R. 20
Evli Mayıs
Mütev Yemen'
21 Önsen Çinçin Müteveffa Mehme R. 1292 (Zevc 1327
1 402 57/2 effiye de 35
1 Köyü Oğlu İbrahim t M. 1876 esi M. 2
Eşe Redif'te
Elif) Haziran
1911
R. 20
Evli
Mayıs
(Zevc Yemen'
21 Baş Alıc İbrahi R. 1295 1327
1 403 20/2 Mehmet Eşik? esi de 32
1 Dervişli Oğlu m M. 1879 M. 2
Selver Redif'te
Haziran
)
1911
R. 24
Evli Mayıs
Mütev Yemen'
21 Baş Taze Mahmu R. 1296 (Zevc 1327
1 404 14/2 Abdullah effiye de 31
1 Dervişli Oğlu t M. 1880 esi M. 6
Elife Redif'te
Eşe) Haziran
1911
R. 29
Evli Mayıs
Yemen'
21 Baş Antepli Müteveffa R. 1290 (Zevc 1327
1 405 38 Elife Hasan de 37
1 Dervişli Oğlu Ali M. 1874 esi M. 11
Redif'te
Aişe) Haziran
1911
R. 25
Haziran
Ahmet Yemen'
21 Baltacı Müteveffa R. 1293 1328
1 419 Karadere 17/1 Fatma Duran Evli de 35
1 Oğlu Hüseyin M. 1877 M. 8
(Turan) Redif'te
Temmu
z 1912
R. 23
Mayıs
Yusuf Ali Maraş Yemen'
21 Müteveffa Mehme 1327
1 424 Hacılı 20/5 Bey Fatma R. 1297 Bekâr de 30
1 İsmail t M. 6
Köyü Oğlu M. 1881 Askerde
Mayıs
1911
R. 14
Şubat
2- Ali Bin R. 1298 1323
91 268 - 26 Hasan Emine - - Yemen 25
3 Hasan M. 1882 M. 27
Şubat
1908
335
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
Müteselsil
Numarası
Numarası
Mahalle Şehidi Doğum Mede Şehit Şehit
Klasör
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
R. 14
Ahmet Şubat
2- Bin R. 1298 1323
91 269 - 200 Mehmet Hatice - - Yemen 25
3 Mehm M. 1882 M. 27
et Şubat
1908
R. 14
Şubat
2- Dereli Mustaf R. 1297 1323
92 273 - 285 Osman Aişe - Mekke 26
3 Oğlu a M. 1881 M. 27
Şubat
1908
R. 28
Mart
Yemen'
2- 20 Elmalı Türk Mehme R. 1294 1328
374 27/1 Salman Elife Bekâr de 34
3 9 Köyü Oğlu t M. 1878 M. 10
Askerde
Nisan
1912
R. 25
Mayıs
Yemen'
2- 20 Elmalı Türk R. 1286 1328
375 27 Salman Elife Salman Evli de 42
3 9 Köyü Oğlu M. 1870 M. 7
Askerde
Haziran
1912
R. 24
Mayıs
Hopurlu Mütev Yemen'
2- 21 Şeref Müteveffa Abdull R. 1296 1327
533 Mea 4 effiye Bekâr de Silah 31
3 6 Oğlu Mustafa ah M. 1880 M. 6
Şerefoğlu Eşe Altında
Haziran
1911
R. 22 T.
Silah
Kevser Evli Sani
Atında
2- 21 Panayırde ? R. 1294 (Zevc 1327
535 30 Mustafa Eşe Durdu Harb-i 33
3 6 re Kötü? M. 1878 esi M. 5
Yemen'
Oğlu Esma) Aralık
de
1911
R. 22
Evli
Mütev Mayıs Silah
Kara (Zevc
2- 21 Budaklı Müteveffa effiye R. 1294 1327 altında
566 58 Meşin Hasan esi 33
3 7 Köyü Ali Ümmü M. 1878 M. 4 Yemen'
Oğlu Fatma
han Haziran de
)
1911
R. 1 K.
Hartlap Evvel
3- 27 Yeniyapa Halil Müteveffa Mustaf R. 1298 1328 Yemen
690 12 Fatma Bekâr 30
4 9 n Oğlu Ali a M. 1882 M. 14 Vilayeti
Köyü Aralık
1912
R. Urban
09.04.1 ile
312 Vuku
- - - - - - Salim - İsmail - - -
M. 21 Bulan
Haziran Müsade
1896 mede
R.
01.02.1
Merkez/Y Ali R. 1295 322
- - - - - Süleyman - - Hicaz 27
enicekale Kurt M. 1879 M. 14
Nisan
1906
336
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
Müteselsil
Numarası
Numarası
Mahalle Şehidi Doğum Mede Şehit Şehit
Klasör
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
R.
Topal 01.10.1
Cebel
Hasan Topal R. 1299 321
- - - Elbistan - - Ahmet - Sıhare' 22
Oğulla Hasan M. 1883 M. 14
de
rı Aralık
1905
R.
30.03.1
R. 1306 327 Çizan'd
- - - Pazarcık - - Ömer - İsmail - 21
M. 1890 M. 12 a
Haziran
1911
R.
31.01.1
Mehme Fazıl
314
- - - - - - Mehmet - t - - Ciheti'n -
M. 12
Efendi de
Nisan
1898
R.
19.10.1
Hamdi 322 Yemen'
- - - - - - Ömer - - - -
Efendi M. 1 de
Ocak
1907
R.
30.03.1
R. 1306 327 Çizan'd
- - - - - - Abdullah - Mevlüt - 21
M. 1890 M. 12 a
Haziran
1911
R.
17.09.1
R. 1305 327
- - - Elbistan - - Mamo - Köse - Akabe 22
M. 1889 30
Kasım
1911
Mehme
- - - - Ali - 1889 - 1332 Taif 27
t Ali
Lahiç
Mehme
- - - - Hüseyin - 1893 - 1331 Muhare 22
t Ali
besi
Medine
Sarı
-i
- - - - Oğulla Mustafa - Ali 1896 - 1332 20
Münevv
rı
ere
Hicaz
Topçu Kuvve-i
- - - - Oğulla Halil - Ali 1897 - 1332 Seferiye 19
rı Hastan
esi
337
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
Müteselsil
Numarası
Numarası
Mahalle Şehidi Doğum Mede Şehit Şehit
Klasör
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
Medine
Beyhaz
-i
- - - - Oğulla Mehmet - Ali 1897 - 1332 19
Münevv
rı
ere
Luhye
- - - - Osman - Ahmet 1893 - 1334 Harbi'n 25
de
Medine
-i
Münevv
Corık ere
- - - - Oğulla Mehmet - Ahmet 1881 - 1332 Hicaz 35
rı Müfetti
şliği
Hastan
esi
Biru
Cülcile
Gülcü
ile Biru
- - - - Oğulla Mehmet - Ahmet 1898 - 1333 19
Şerufe
rı
(Şeryufi
)
Fuyle
- - - Maksutlu - Mehmet - Ahmet 1881 - 1333 Müsade 36
mesi
Hamis
Ahzar
Emin Arasınd
- - - Elmalar - Oğulla Hasan - Veli 1890 - 1333 a Asi 27
rı Urban
Tarafın
dan
Sığırcı
İstaston
Mehme
u'nda
- - - - Hacı Durdu - t Seydi 1862 - 1332 54
Eşkıya
Efendi
Tarafın
dan
Hicaz
Fırkası'
na
Mensup
Süleym Medine
- - - - Hacı - 1896 - 1332 20
an -i
Münevv
ere
Hastan
esi
338
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
Müteselsil
Numarası
Numarası
Mahalle Şehidi Doğum Mede Şehit Şehit
Klasör
Sayfa
Hâne
Anne
veya Lakap Baba Adı n Yeri/Ta ni Olduğu Olduğu Yaşı
Adı
Köyü Adı rihi Hali Tarih Yer
22.
Fırkaya
Mensup
- - - - Hüseyin - Yusuf 1887 - 1332 29
Medine
Hastan
esi
Meydan
- - - - İbrahim - İsmail 1889 - 1333 28
Harbi
Lahiç
- - - - Mehmet - Hasan 1893 - 1331 Muhare 22
besi
Bir-u
Veter'in
- - - - Hasan - Halil 1892 - 1332 Cenup 24
Şarkı'n
da
Cidde
- - - - Ali - Durdu 1893 - 1331 Hastan 22
esi
339
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
26 1 1,5% 38 2 3,0%
27 3 4,5% 42 2 3,0%
28 1 1,5% 44 1 1,5%
29 1 1,5% 54 1 1,5%
30 2 3,0% Bilinmiyor 3 4,5%
31 3 4,5%
45% 44%
Evli: 29
Bekar: 7
11% Tespit Edilemeyenler: 30
340
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
Tablo 3: Yemen’de Şehit Düşen Maraşlıların Şehit Oldukları Yıllara Göre Dağılımı
1% 1% 1% 2%
1% 1911: 34
1%
1916: 11
5% 1912: 5
5%
1917: 4
6% 1908: 3
8% 52% 1915: 3
1896: 1
1898: 1
17%
1905: 1
1906: 1
Grafik 2: Yemen’de Şehit Düşen Maraşlıların Şehit Oldukları Yıllara Göre Dağılımı
341
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
Şehit Şehit
Yerleşim Birimi Yerleşim Birimi
Sayısı Sayısı
Orçan Köyü 6 Hartlap Yeniyapan Köyü 1
Önsen Köyü 5 Hopur Köyü 1
Kılağlı Köyü 4 Hopurlu Mea Şerefoğlu 1
Önsen Hopuru Köyü 4 İmallı Köyü 1
Baş Dervişli Köyü 3 Karadere Köyü 1
Elmalı Köyü 2 Kemallı Köyü 1
Budaklı Köyü 1 Maksutlu Köyü 1
Bulanık Köyü 1 Merkez/Yenicekale Köyü 1
Elmalar Köyü 1 Panayırdere Köyü 1
Fettahoğlu Köyü 1 Yusuf Hacılı Köyü 1
Hacı Eyüplü Köyü 1 Bilinmiyor 24
Şehit
Yerleşim Birimi
Sayısı
Elbistan Kazası 2
Pazarcık Kazası 1
11 Bkz. Refet Yinanç-Mesut Elibüyük, Maraş Tahrir Defteri, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi
Araştırma ve Uygulama Merkesi Yay. C.1, Ankara, 1988, s. 41-591.
342
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
Unvan Sayı
Efendi 3
Kurt 1
Koca 1
12 Nuri Köstüklü, Sosyal Tarih Perspektifinden Yalvaç’ta Aile (1892-1908), Güney Ofset, Konya,
1996. Ayrıca bkz. Nuri Köstüklü, “Çanakkale’de Şehit Olan Ilgınlılar”, Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, Cilt: XXVI, Sayı: 77 (Ayrı Basım), Ankara, Temmuz 2010, s. 277.
343
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
isimlerinin yanında “Efendi (3), Kurt (1), Koca (1)” gibi unvanlara da sahip
oldukları anlaşılmaktadır.
344
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
Numarası
Şehidin Doğum
Sayfa
Hâne
Anne Medeni
veya Lakap Baba Adı Olduğu Olduğu Yaşı
Adı Adı Yeri/Tarihi Hali
Köyü Tarih Yer
R. 21
Mayıs
Kel Evli
Hopur Müteveffa R. 1285 1327 Yemen'de
1 210 376 8/3 İbrahim Gülsüm Hasan (Zevcesi 42
Köyü Hasan M. 1869 M. 3 Redif'te
Oğlu Cennet)
Haziran
1911
R. 21
Mayıs
Çolak Evli
Bulanık R. 1290 1327 Yemen'de
1 210 380 13/4 Hüseyin Mehmet Aişe Mehmet (Zevcesi 37
Köyü M. 1874 M. 3 Redif'te
Oğlu Fatma)
Haziran
1911
R. 24
Mayıs
Evli
Kılağlı Mıstık R. 1291 1327 Yemen'de
1 210 384 30/2 Halil Hatice Halil (Zevcesi 36
Köyü Oğlu M. 1875 M. 6 Redif'te
Esme)
Haziran
1911
R. 26
Mayıs
Yetim Evli
Önsen Müteveffa R. 1295 1327 Yemen'de
1 210 392 61/3 Çolak Fatma Abdullah (Zevcesi 32
Hopuru Abdullah M. 1879 M. 8 Redif'te
Oğlu Melek)
Haziran
1911
R. 25
Mayıs
2- Elmalı Türk R. 1286 1328 Yemen'de
209 375 27 Salman Elife Salman Evli 42
3 Köyü Oğlu M. 1870 M. 7 Askerde
Haziran
1912
R.
31.01.1314
Mehmet Fazıl
- - - - - - Mehmet - - - M. 12 -
Efendi Ciheti'nde
Nisan
1898
Mehmet
- - - - Ali - 1889 - 1332 Taif 27
Ali
345
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
13
Nuri Köstüklü, “Çanakkale’de Şehit Olan Yalvaçlılar”, Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi, Cilt XX, Sayı 58’den Ayrı Basım, Ankara, Mart 2004, s. 307.
346
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
SONUÇ
347
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
KAYNAKÇA
Bostan, İdris, Yemen Maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA),
C.43, 2013
http://gizlenentarihimiz.blogspot.com.tr/2011/01/yemene-turku-bosuna-
yaklmad.html
348
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
EKLER
349
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
350
DOÇ. DR. AYHAN DOĞAN
351
YEMEN’DEN MİLLÎ MÜCADELE’YE MARAŞLI ŞEHİTLER
352
ŞEHİTLER ÂBİDESİ
Celâl PEKDOĞAN
353
ŞEHİTLER ÂBİDESİ
25 Aralık 1931 Cuma günü saat on dörtte Halk Fırkası binasında Vali
Bey’in başkanlığında Fırka erkânı, Belediye Reisi ve şehrin ileri gelenleri
toplanarak Şehitler mezarlığının Çınarlı camiine nakl edilerek orada bir âbide
inşasını kararlaştırırlar. Bu toplantıda Vali Beyin başkanlığında bir komisyon
oluşturulur. Bu komisyonda faal vazifeyi Halk Fırkası yerine getirecek ve komisyon
haftada iki kez toplanacak, halktan kabul edeceği teberruat ile âbidenin inşasına
çalışacaktır3.
Halk Fırkası Re’isi Ömer Asım [Aksoy], Ahmet Muhtar [Göğüş], Doktor
Mecit [Barlas], Gepgepzâde Mustafa ve Asım, Samlızâde Hacı Ökkeş, Lokantacı
Sait ve Ali Nadi [Ünler]’den oluşan Şahin Bey ve Şehitler Âbide Komisyonu, Vali
Bey’in başkanlığında, 28 Haziran 1932 Salı günü saat on beşte vilâyet makamında
ilk içtimaını yapar ve âbide mahalli ittihaz olunacak Çınarlı camiinin krokisinin
alınmasına ve her Pazar vilâyet makamında toplanarak bu işle iştigal edilmesine
karar verir4. Komisyon, 3 Temmuz 1932 Pazar günü saat on beşte Vali Beyin
başkanlığında yine toplanır ve bazı görüşmelerden sonra 4 Temmuz Pazartesi günü
saat on beşte toplanmak üzere dağılır5.
354
CELÂL PEKDOĞAN
Muhtar, Mollazâde Yahya, Reşit Büdeyri, Mamat Ağazâde Ali ve Ali Nadi Beyler
tarafından halka arz edilir ve biletler halk tarafından büyük bir iştiyakla alınır6.
355
ŞEHİTLER ÂBİDESİ
Ziraat Bankası 15
Osmanlı Bankası 10
İş Bankası 10
356
CELÂL PEKDOĞAN
Doktor Saip 10
Kebapçı Esnafı 5
Lokantacı Sait Efendi 5
357
ŞEHİTLER ÂBİDESİ
Şehit Şahin Bey Âbidesi için temin edilen para ile inşasına başlanacak olan
Anma Taşı’nın projesi için Nafia Dairesince bir proje hazırlanır ancak Halk Fırkası,
projenin daha mükemmel olması için o sırada İstanbul’a hareket eden Doktor Mecit
Beyefendiden münasip bir projenin yaptırılması hususunda ricada bulunur. Mecit
Bey, İstanbul Sanayi-i Nefise Mektebi muallimlerinden Sırrı Beye bir proje
yaptırarak getirir10.
358
CELÂL PEKDOĞAN
süvari ve topçu askerler geliyordu... Alay Belediye önünde durdu. Liseden Hayri
Ayas tarafından heyecanlı bir ayta dinlendi....”14. Önemine binaen bu aytayı buraya
aynen almayı uygun gördük :
“Kahraman Antepliler,
Kahraman Yurttaşlarım,
Soyumuzun çelik elleriyle açtığı tarihe Antep adlı secaat ve şereften örülü
bir zafer çelengi koyduk, ne büyük armağan!.. Ey bu büyük armağan sahipleri; koca
bir düşman ordusuyla, şerefle, secaatle, kahramanca çarpıştın. Esir olamazdın,
çünkü sen Çanakkale’deki altmış beş bin şehidin kanını taşıyor, çünkü sen
Atilla’nın torunu ve Cengiz’in evlâdıydın. Ve çünkü sen tek bir kelime ile Türk’tün.
Sana saldıranlar bundan bihaberdiler ne acı gaflet!
Aziz şehitlerimiz,
Bu koca orduya karşı güvendiğin hiç bir şeyin yoktu, yalnız ve yalnız
köpüren, taşan bir idealin, kabaran bir göğsün vardı. Düştükçe kalktın; duruldukça
dirildin; savaştıkça azmin arttı, bir çığ gibi büyüdü, yavrusunu kaptırmış aslanlar
gibi savaştın. Namlundan çıkan kurşun değil, savletin, savletin değil idealindi.
Savaşın köpüren bir imanın, güvenilen bir aşkın savaşıydı. Ruhun, hâlâ şu ilâhi
tepelerden, kırık emellerle kaçan düşmanı ve ölmez eserlerini seyrediyor, ne büyük
saadet!..
359
ŞEHİTLER ÂBİDESİ
kaynaktan içtik. Son durağınızda rahat uyuyun. Eserinize bayrıyız, bayrı kalacağız.
Emanetinizin ebedî bekçisiyiz”15
Anıtın açılışı Cumhuriyet Halk Fırkası İlyön kurulunca filme aldırılır. Film
çok iyi çekilmiş olup törenin bütün safhalarını canlandırmaktadır. Adana kazanç
temyiz komisyonu azasından bay Reşat, maddi hiç bir menfaat gözetmeyerek sırf
milli bir duygu ile Adana’dan Gaziantep’e gelerek küçük amatör makinesiyle anıtın
açılışını filme almıştır. Bu film birkaç gün sonra Ocak ayının ilk yarısı içinde
Halkevinde yeni açılan sinemada halka gösterilmiş ve çok beğenilmiştir17.
Dolayısıyla Halit Ziya Biçer arşivinden alınarak Balat Şirketler Gurubu tarafından
1999 yılının 25 Aralık günü halka gösterilen film ilk kez gösterilmiş değildir.
360
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE
OKULLAŞMA ÇABALARI
ÖZET
İstanbul ‘un fethini izleyen iki yüz yılda Türk soylu olmayan sadrazamların
sayısı,. Türk soylu vezirlerin tam yedi katı kadardır. Pencik Oğlanları ve Devşirme
kanunları bir anlamda devletin yıkılışını hızlandıran yasalar olmuşlardır. Devşirme
Kanunu uzun vadede Türk toplumu içinde hiçbir inancı bulunmayan, tam manasıyla
kozmopolit, acımasız. ahlâk anlayışı olmayan, çapulcu, egoist, şahsi hırs ve
çıkarları için her türlü işe teşebbüs etmekten çekinmeyen büyük bir gurubun
teşekkül etmesine sebep olmuştur. Bu organize gurup, ileri dönemlerde Yahudi
dönmeleriyle bütünleşecek, azınlıklarla işbirliği yapacak ve bu azınlıklar aracılığı
ile Avrupa’daki soydaşlarıyla bağlantı kurarak Tanzimât-Islahât Birinci ve İkinci
Meşrutiyet girişimlerinde devlete karşı savaşacak, hattâ Cumhuriyet Türkiye ‘sinin
Atatürk’ün önderlisindeki bağımsızlık mücadelelerinde de Türk Milletinin
bütünlüğünü savunanlara karşı çıkacaklardır. Amerikalı Prof. Earle’ün belirttiğine
göre bu azınlıklardan biri olan Ermenilerin, bu okullarda dillerini, geleneklerini
361
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
362
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
OTTOMAN EMPIRE
Abstract
An overall assessment made about the Ottoman State in the bureaucratic sense
points that the Turks were only given the chance to climb the ladder “ulema” and as
possible the Turks were tried to keep a w ay from the positions that dominated the
administration of the State.
Two hundred years following the conquest of İstanbul, the number of non-
noble Turkish Grand Viziers was seven times of the number of Turkish noble
Queens. The custom known as “Pencik” and the system of Devshirme became the
laws that accelerated the fail of the State. The act of Devshirme in the long term
within the Turkish society had lead to enterprises of a large group that didn’t not
have any belief in the strict sense cosmopolitan, violent, indecent, plunderer, selfish
and didn’t hesitate to attempt in ali kinds dastardliness for their own personal
ambition and interests. This organized group in the next period would integrate to
the Jews, cooperate with the minorities and through these minorities by establishing
links with Europe, they would fight against the government in Tanzimat period and
First and Second Constitutional Era. For the power struggle in the Republic of
Turkey that group woüld also be up against the people who tried to defend the
integrity oj the Turkish nation. According to American Professor Earle, it is
understood that in those schools, one qf these minorities, the Armenians, have learnt
to keep their language and traditions superior and they have been familiar with the
political, social and economical ideals of progress of the West. Thus, as it is seen
clearly today, minorities have had the principle to be displeased with their existent
condition and feel a sense of superiority against the neighboring Muslim villagers.
In this article, it has been tried to be highlighted that in the long-term power
struggle of foreigners, establishing their schools in the areas dominated by Ottoman
Empire especially in the geopolitical sense of the importance would cause an
increasing negativity and subsequently it has been tried to be found an assessment
in terms of the results that similar developments will generate today.
363
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
Giriş
Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu adlı eserde “Osmanlı” kavramı için “Etnik değil
sadece politik bir tabir olan Osmanlı kelimesi eski vak’a-nüvisler de ‘daima devlet
hizmetinde bulunan ve devlet bütçesinden geçinen hâkim ve müdür’ sınıfı manasını
ifade eder” denilmektedir (Köprülü: 1999). Başka bir deyişle, Osmanlı diye
tanımlanan kişinin şu ya da bu etnik gruptan olmasının bir önemi yoktur. İster Türk,
ister Rum, isterse Sırp-Arnavut vb. olsun, eğer o kişi, devlete hizmet ediyor ve
geçimini devletten sağlayan biri ise o Osmanlıdır. Bu nedenle de, Osmanlı =Türk
demek bir yanılgıdır.
364
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
Kuruluş sürecinde yenen ile yenilenin kaynaşarak bir yönetici kesimin ortaya
çıkması zeminini hazırlayan da aynı gerçek değil midir? Fatih ile birlikte, üstelik
Çandarlı Halil Paşa öldürülerek Türklerin devletin yönetiminde ki gücü kırılmış
vezirlerin hemen hemen tümü Türk kökenli olmayanlar arasından seçilmiştir. Fatih
döneminin önde gelen devlet adamlarından Şehabettin Paşa, Zağanos Mehmet Paşa,
Mahmut Paşa, Gedik Ahmet Paşa, Rum Mehmet Paşaların hepsi devşirmedir. Bu
noktada, Osmanlı Devletinin neden önce Balkanlar’da iyice güçlendikten sonra
Anadolu’daki Türk Beyliklerine karşı topraklarını genişletmeye gittiği sorusu
kendiliğinden cevaplanmaktadır. Tarihsel gelişim düşünüldüğünde, tam yerinde bir
görüş olarak nitelendirebileceğimiz Gibbons’un Avrupa’dan Anadolu’nun
fethedilebileceği, fakat Anadolu’dan Avrupa’nın her hangi bir parçasının ele
geçirilemeyeceği biçiminde özetlenebilecek olan görüşü daha bir kolaylıkla
anlaşılabilecektir.
365
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
366
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
ise bir sürecin neticeleriydi. Nitekim Osmanlı yönetici zümresini teşkil eden
“kul”lar, kökenleri itibarıyla köle olsalar bile, belli mevkilere gelirken azat
ediliyorlar ve sivil statü itibarıyla özgür oluyorlardı. Bunlar her türlü hukukî
tasarrufa yetkiliydiler ve kendileri de bir sürü “köle” sahibi olabiliyorlardı. Bunların
sultana bağlılıkları, şer’î dünya görüşünün de pekiştirdiği mutlak bir itaat ve sadakat
bağlılığıydı. Bu bağlılık, şeklî olarak Batı feodalizminin “vassal”lık ilişkilerinin
yoğun bir biçimine benziyordu. Belki bu bile şüpheliydi ve sosyolojik plânda
oluşturulan hiziplerin padişaha karşı cephe aldığı, onu frenlediği ve hatta bazen
iktidardan düşürdüğü, sonraki dönem Osmanlı tarihinde tanık olunan olaylardandı.
Kölelik mutlak bir statü değildi ve İstanbul’un fethi sonrasında olduğu gibi köleler
özgürlüklerine kavuşabilirlerdi. Bu durum ya sahiplerinin arzusu ile ya da
özgürlüğün satın alınması biçiminde gerçekleşebiliyordu. Trakya’da, İstanbul
civarında ve Batı Anadolu’da rastlanan birçok çiftliğe yerleştirilmiş olan “ortakçı
kullar” daha çok sultan haslarında ve bazı yüksek yöneticilerin mülk ve vakıf
çiftlikleri üzerinde yerleştirilmiş köylülerdi. Gerçekte, Osmanlı Devleti, görünüşte
Müslüman, ama hala özünde Hıristiyan olanları çatısı altında barındıran bir devlet
olacaktır. Çiftliklerde çalıştırılan köleler sonraki dönemlerde toprağa aynî rant
vermek üzere yerleştirilen ortakçı kullara dönüşmektedirler. XV. yüzyıl sonunda İş
ve Sanayi Hayatında Kölelerin 6-8 yıl çalıştıktan sona azat olup patronluğa bile
geçtiklerine dair bilgiler de mevcuttur.
367
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
368
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
Bu asırda idare muhitinde Türklük hissi bil-külliye meçhul olup, ciheti camialı
bir İslâmiyet’ten ibaret kalmıştı. Evet, Rum Rumluğa, Arnavut Arnavutluğa, İtalyan
İtalyanlığa, Arap Araplığa, Yahudi Yahudiliğe hizmet hissini diri tutarken;
“Türklük hissi bil-külliye meçhul” idi” (Ergin: 1977).
369
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
370
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
371
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
Fatih İstanbul’u almadan önce Rum Patriği 1450’de, II. Anastasios’un istifası
ile boşalmıştı. İstanbul’un fethinden sonra Fatih, Ortodoks Rum Cemaatini yeniden
372
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
373
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
374
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
375
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
Dini amaçlı eğitim yapabilme izni hiçbir zaman bir kapitülasyon ayrıcalığı
sayılmaz Bu imtiyaz zamanla giderek bir hak olmuştur. Önceleri ticaret yapabilme
izninin yanı başında kendi dillerinde âyin yapabilme ve kendi gelenek görenekleri
çizgisinde hayatlarını sürdürme izni almışlardı. Başlangıçta dini niteliği ağır basan
bir eğitim düzenini benimseyen ve dolayısıyla da kiliselere bağlı kurumlar hâlinde
teşkilatlandıran bu okulların yanında elçilikler de birer “Elçilik Okulu” açmışlardır.
Bu okullar bir süre sonra, amaçları dışına çıkarak birer yabancı devlet okulu olarak
faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.
376
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
Dil Oğlanları Koleji uygulamasında ortaya çıkan durum, Fransa’nın iki yoldan
hareketle siyasi tesir ve etkinliğini artırma çabası içinde olmasıdır. Hem elçiliği için
okul açıyor, hem de Katolik Dünyasının hamisi gibi davranıp mezhep kuruluşlarını
kendi amaçları için denetim altına alarak cemaatleri kullanıyordu. Bu sadece
377
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
Yabancı devletlerin aldıkları dini serbesti, okul açmaları gibi bir sonucu
doğurmanın ve siyasi bir etkileme çalışmasını başlatmanın yanında, çok önceleri
çeşitli tarikatlardan misyonerlerin de Osmanlı topraklarına gelmesine yol açmıştı.
Kapusenlerden (Capucin) evvel birçok misyoner İstanbul’a gelmişti.
XIII. yüzyılın ilk yarısı içinde Avrupa’da iki büyük Katolik tarikatı
kurulmuştu. Fransisken (Fransiscain) ve Dominikken (Dominicain) tarikatlarının
yetiştirdiği misyonerler 1220 ile 1232 yılları arasında da bir yandan İstanbul’a bir
yandan da Filistin’e gelmişlerdi. Daha sonra 1583’te de Cizvitler (Jesuites)
İstanbul’a geldiler.
378
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
ruhu için İstanbul’da bütün Latin kiliselerinde ayinler yapılmıştı. Bütün bu işleri
tertipleyen Fransa ve Fransız Büyükelçileri, Osmanlı Latinleri üzerinde Fransa’nın
himayesini kurmaya ve güçlendirmeye çalışıyorlardı. Zamanla da himaye
kuvvetlendi. Osmanlı Devleti’nden giderek kapitüler nitelikte hak ve imtiyazlar
elde ettiler.1604, 1673 ve 1740 tarihli kapitülasyon fermanlarına ticari imtiyazlar
çerçevesinde himayeye dair maddeler kondu (Polvan: 1952).
379
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
380
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
381
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
durak yeri açıp, özellikle ABD’nin yararına olacak biçimde yeni bir Haçlı Seferi
yürütmüşlerdir.” ifadelerini kaydetmektedir.
382
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
SONUÇ
383
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
Üstelik Halide Edip Adıvar örneğinde olduğu gibi Kurtuluş Savaşımızın çok
önemli simalarından bazılarının bu okullarda öğretmenlik ve müfettişlik gibi
görevlerde bulunduğu düşünülürse, işin önem boyutu daha iyi anlaşılacaktır.
Konunun günümüzde gelişen olaylar anlamındaki değerlendirmesi de bu bağlamda
büyük bir önem arz etmektedir.
384
YRD. DOÇ. DR. AHMET RIFAT GÜZEY
KAYNAKÇA
385
OSMANLI DEVLETİ’NDE YABANCILAR VE OKULLAŞMA ÇABALARI
386
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
ÖZET
387
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
SUBTRACT
388
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
GİRİŞ
1 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Basımevi
Ankara 1884. s.2; Cahit Baltacı, XV-XVI Asırlarda Osmanlı Medreseleri Teşkilat- Tarih, İrfan
Matbaası İstanbul 1976, s.16.
2 T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, 166 Numaralı
Muhâsebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri (937/1530) Hudâvendigâr, Biga, Karesi, Saruhân, Aydın,
Menteşe, Teke ve Alâiye Livaları “Dizin ve Tıpkı Basım”, Ankara 1995, s.156.
3 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Hazırlayan: Mümin Çevik, İstanbul 1996, 9/28-29.
4 Osmanlı Devleti’nin son döneminde Alanya halkı, , gençlerin Alanya dışında bulunan medreselerde
eğitim görmesi konusunda hassas davranmış; bunlardan bir kısmı Osmanlı Devleti’nde mahkemelere
kadı yetiştirmek için 1854 yılında Muallimhane-i Nüvvâb isimi ile İstanbul’da kurulan, daha sonra
Mekteb-i Nüvvâb, Mekteb-i Kudât, Medresetü’l Kudât ismini alana medresede okumuşlardır. Bu
medreseden 14 Mart 1858 ile 22 Ekim 1902 tarihleri arasında on yedi Alanyalı genç mezun olmuştur.
Bu konuda bakınız; Mehmet İpşirli, “Medresetü’l Kudât Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, İstanbul 2003, 28/343; İlmiye Salnamesi, Dârü’l Hilafeti’l Âliye Matbaa-i Amire 1334,
s.690-720.
389
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
mekteplerinde de 100 kız ve 250 erkek öğrenci öğrenim görüyordu. Yine Alanya
Rüşdiye Mektebi’nde 40 ve medreselerde de 62 öğrenci bulunuyordu5.
5 Ali Rıza Gönüllü, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Alanya (1908-1938), Ankara 2008, s.24.
6 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, İstanbul Asr Matbaası, 1321, s.596.
7 Başbakanlık Osmanlı Arşivi Maarif Nezareti Mektubi Kalemi (BOA. MF. MKT), nr.315/31, Lef.1.
8 Aynı Belge. Lef.2
9 Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Umûrı Mahalliye-i Vilâyât Müdüriyeti (BOA. DH.
UMVM), nr.151/59; Ayrıca bakınız, Ali Rıza Gönüllü, Cumhuriyet Döneminde Antalya (1923-1960),
İstanbul 2010, s.69.
10 BOA. DH. UVMM, nr.32/74
11 Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında Alanya’da orta dereceli bir okulun açılması için bir çalışma
yapılıp yapılmadığı bilinmemektedir. Ancak 1958 yılında Alanya’da Özel Lise Açma ve İşletme
390
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
2.1.1.Muallimler.
2.1.2.Muallimlerin Maaşı.
2.2.Ders Kitapları.
2.3.Teftiş ve Soruşturmalar.
Derneği kurulmuştur. Derneğin kurucuları Fuat Salur, Halim Tokuş, Mithat Tokuş, İzzet Azakoğlu,
Şevket Tokuş, Şevki Gücüoğlu, Muhittin Sadullahoğlu, Mevlüt Arıkan ve Ahmet Bekrioğlu idi. Bu
dernek tarafından Alanya Özel Lisesi 28 Eylül 1959 tarihinde hizmete açılmış ve 1959-1960 ders yılı
çalışmalarına başlamıştır. Alanya Özel Lisesi’nin açılış törenine Antalya Valisi Niyazi Akı da
katılmış ve bir konuşma yapmıştır. Bu konuda bakınız; A. R. Gönüllü, age, s.348.
12 Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, İstanbul 1989, s, 664.
13 Ferit Devellioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara 1998, s.902
14 Bayram Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, İstanbul 1980, s.148.
391
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
15 Cemil Öztürk, “Rüşdiye Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2008,
35/301.
16 B.Kodaman, age, s.150-151.
17 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, İstanbul Matbaa-i Amire 1286, s.3-7
18 age, s.8-9.
19 age, s.11.
20 age, s.11
21 age,s.9, 12
392
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
22 age,s.9
23 age,s.12
24 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, Dârü’l Hilâfeti’l Âliye Matbaa-i Amire, 1316, s.297-311.
25 age, s.311-325
26 age, s.311
393
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
Aded-i Dürûsunı Mübeyyin Cetvel, İnas Rüşdiyelerine Mahsus Ders Programı 27,
Umûm Mekâtib-i Rüşdiyeye Mahsus Olarak Bu Kere Tadilen Tertib Edilen Ders
Programı gibi metinler bulunmaktadır28.
Türkçe 7 6 4
Arabî 1 2 2
Farisî 1 2
Fransızca 3
Hesap 2 2 2
Hendese 1
Coğrafya 2 2 2
Tarih 2 2
394
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
Malûmât-ı Nâfıa 1 1 1
Hüsn-i Hatt 1 1 1
Resim 1 1 1
Toplam 18 20 23
31Tedrisat-ı İbtidaiye Kanun-u Muvakkati, Maarif-i Umumiye Nezareti, İstanbul Matbaa-i Amire
1329, s.3-16; C.Öztürk, agm, s.302.
395
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
Emin Bey’in eğitime yaptığı hayır işleri Alanya’da da devam etmiştir; Adı
geçen zat tarafından Alanya’da da hayır işlerinde kullanılmak üzere bir arsa
bağışlanarak, bu arsa üzerine masrafları mahalli hayırsever insanlar tarafından
karşılan, bir rüşdiye mektebi ile bunun bitişiğine bir cami inşa edilmişti. Bunun
üzerine Maarif Nezareti tarafından Zağra ve Alanya’da yapılan mektepler için icap
eden muallimlerin ve gerekli olan kitapların temini, ayrıca Emin Bey’in Terakki
Rütbesi ile taltif edilmesi Sadaret’ten talep edilmişti. Sadaret de bu konu hakkında
Maliye Nezareti’ne bilgi vermiş ve gereğinin yapılmasını istemiştir. Maliye
Nezareti’nden Sadaret’e verilen cevabi yazıdan; taşrada rüştiye mektebi muallim-i
evvellerine aylık 600’ar kuruş, muallim-i sanilerine aylık 300’er kuruş,
bevvaplarına aylık 100’er kuruş maaş ve yıllık 2000’er kuruş masarif-i müteferrika
ödenmekte olduğu anlaşılmaktadır. Maliye Nezareti’nin verdiği bu bilgi, Sadaret
tarafından Meclis-i Vâlâ’ya havale edilmiştir. Maarif Nezareti’nin talebi, Meclis-i
Vâlâ’da görüşülmüştür. Yapılan görüşme sonunda Emin Bey’e Terakki Rütbesi
verilmesi teklifi kabul edilmemiştir. Ancak Zağra ve Alanya’da inşa edilen rüşdiye
mektepler için gerekli olan kitap bedelleri ile muallim ve bevvaplara yukarıda
belirtilen miktarlarda maaşın tahsis ve tayin olunması talebi kabul edilmiştir. Daha
sonra konu hakkında padişah iradesi yayınlanmıştır. Sadaret tarafından 28 Ocak
1861 tarihinde Maarif Nezareti’ne gönderilen yazıda, padişah iradesi hakkında bilgi
verilmiş ve bu irade doğrultusunda gerekli işlemin yapılması, ayrıca ilgili
kaymakamlıkların bilgilendirilmesi istenmiştir33.
Merkezi yönetim ile taşra yönetimi arasında gerçekleşen bu bilgi akışından
bir müddet sonra, Alanya Rüşdiye Mektebi’ne muallim tayin edildiği
görülmektedir34. Ancak rüşdiye mektebinin Alanya’nın hangi mahallinde
32 Başbakanlık Osmanlı Arşivi Sadaret Mektubi Kalemi Meclis-i Vala Yazışmalarına Ait Belgeler
396
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
2.1.Muallimler
35 Alanya Rüşdiye Mektebi binasının, bugünkü Hayate Hanım İlkokulu’nun kuzey kesiminde
olabileceği söylenmektedir. Kaynak kişi; Haşim Yetkin, Alanya 1939 doğumlu. Emekli öğretmen.
36 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1285, s.87.
37 BOA. MF. MKT. nr.473/35. Lef.1; Bu muallimin ismi bazı yerlerde Abdülgaffar ve Abdülgafur
olarak geçmektedir. Bu konuda bakınız; Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1317, s.207; BOA. MF.
MKT. nr.435/6.
38 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, İstanbul Asr Matbaası, 1321, s.579.
39 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1322, s.166.
40 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1285, s.87.
41 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1303, s.316.
42 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, İstanbul Matbaa-i Amire, 1316, s.1157.
43 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, Dârü’l Hilâfeti’l Âliye Matbaa-i Amire 1319, s.1901.
44 BOA. MVL, nr.715/72.
45 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1303, s.316.
46 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1309, s.218.
47 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1291, s.79.
48 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1306, s.245.
49Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1317, s.207; BOA. MF. MKT. nr.435/6.
50 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, İstanbul Matbaa-i Amire, 1316, s.1157.
51 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1294, s.96.
52 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1296, s.152.
53 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1303, s.316.
54 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, İstanbul Matbaa-i Amire, 1316, s.1157.
55 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1317, s.207.
56 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, İstanbul Asr Matbaası, 1321, s.579.
397
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
Rıka (Hüs -i
Muallim-i Muallim- Muallim-i Hatt) Talebe
YILLAR Evvel i Sani Salis Ho ası Bevvâ sayısı
Yahya Sadullah
196859 Efendi Efendi Ali Efendi
Yahya Sadullah
60
1869 Efendi Efendi Ali Efendi
Yahya Sadullah
61
1870 Efendi Efendi Ali Efendi
Yahya Sadullah
62
1871 Efendi Efendi Ali Efendi
Yahya Sadullah
63
1872 Efendi Efendi Ali Efendi
Yahya Sadullah
64
1873 Efendi Efendi Ali Efendi
398
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
Yahya Süley a
1881 71
Efendi Ali Efendi Ağa
Yahya
72
1882 Efendi Ali Efendi
Yahya
188373 Efendi Ali Efendi
Yahya
74
1884 Efendi Ali Efendi
399
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
Efendi Efendi
Yahya Mehmet
76
1888 Efendi Efendi Arif Efendi
Yahya Mehmet
1889 77
Efendi Efendi Arif Efendi Hasa Ağa
Yahya Mehmet
1890 78
Efendi Efendi Arif Efendi Hasa Ağa
A dülgafur
Rüşdi Mehmet Ahmet Fehmi
189983 Efendi Efendi Efendi Efendi Mustafa Ağa 5284
A dülgafur
190085 94
Rüşdi Mehmet Ahmet Fehmi
gösterilmektedir. Bakınız; Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, Dârü’l Hilâfeti’l Âliye Matbaa-i
Amire 1317, s.1357.
85 Bu yıla ait Maarif Salnamesi’nde muallim-i sani olarak Yahya Efendi görülmektedir. Bakınız;
Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, Dârü’l Hilâfeti’l Âliye Matbaa-i Amire 1318, s1318; Ancak
Yahya Efendi 31 Ekim 1898 tarihinden itibaren emekliye ayrılmıştır. Bu konuda bakınız; BOA. MF.
MKT. nr.435/6
400
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
A dülgafur Abdurrah
Rüşdi Mehmet man Fehmi
86
1901 Efendi Efendi Efendi Efendi 33
Mehmet Abdurrah
Rahmi Sadullah man Fehmi
87
1903 Efendi Efendi Efendi Efendi 35
2.1.1.Muallimlerin Maaşı
Rüşdiye mektebinde görev yapan muallimlere ve diğer çalışanlara devlet
tarafından aylık olarak belli miktarda maaş verilmiştir89. Bu mekteplerin
muallimlerine ödenecek olan maaşlar ile ilgili olarak ilk düzenleme 1869 tarihli
Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile yapılmıştır. Bu nizamnamede rüşdiye
mekteplerinde görevli olan muallim ve diğer çalışanların maaşının vilayet maarif
idaresi sandığından karşılanacağı belirtilmiştir. Ayrıca rüşdiye mektebinde çalışan
muallim-i evvelin aylık maaşının 800 kuruş, muallim-i saninin aylık maaşının 500
kuruş, mubassırın aylık maaşının 250 kuruş ve hademenin aylık maaşının 150 kuruş
olacağı ifade edilmiştir. Yine bu görevlilere muhtelif masraflar için de yıllık 400’er
kuruş tahsis edileceği ifade edilmiştir90.
Ancak muallimlerin aldıkları maaşta zaman içinde bazı değişiklikler
meydana gelmişti. Bu nedenle aldıkları maaşın az olduğunu düşünen bazı rüşdiye
mektebi muallimleri, maaşlarının arttırılması için Maarif Nezareti’ne
başvurmuşlardı. Bunlar arasında Alanya Rüşdiye Mektebi’nde görev yapan
muallimler de bulunuyordu. Mesela; Alanya Rüşdiye Mektebi Rıka (Hüsn-i Hatt)
Muallimi Fehmi Efendi, aylık 33 kuruş maaş alıyordu. Fehmi Efendi, zaruri
ihtiyaçlarının karşılanması için maaşının emsaline göre arttırılması konusunda
Alanya Kaymakamlığı’na bir dilekçe vermiştir. Alanya Kaymakamlığı tarafından
Fehmi Efendi’nin talebi Konya Vilayeti’ne bildirilmiştir. Konya Vilayeti Maarif
86 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, Dârü’l Hilâfeti’l Âliye Matbaa-i Amire 1319, s.1901.
87 Salname-i Nezareti Maarif-i Umumiye, İstanbul Asr Matbaası, 1321, s.579.
88 Konya Vilayeti Salnamesi, Konya 1322, s.166.
89 Mithat Aydın, “Denizli’de Rüşdiyelerin Kuruluşu ve Gelişimi”, Belleten, Cilt: LXXV, Sayı:274,
401
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
Müdürlüğü de, Fehmi Efendi’nin emsaline göre az maaş aldığı hususunda bir tespit
yapmıştır. Daha sonra adı geçen müdürlük, 13 Haziran 1895 tarihinde Maarif
Nezareti’ne gönderdiği yazıda, Fehmi Efendi’nin maaşının emsali seviyesine
çıkarılmasını talep etmiştir91. Maarif Nezareti de bu talebi uygun görmüş ve Fehmi
Efendi’nin maaşına aylık 47 kuruş zam yapılarak, maaşın 80 kuruşa çıkarılmasına
karar vermiştir. Bu karar Maarif Nezareti tarafından Sadaret’e iletilmiştir. Sadaret
de 25 Aralık 1895 tarihinde Fehmi Efendi’nin maaşına aylık 47 kuruş zam
yapılarak, 80 kuruş olması hakkında bir padişah iradesinin çıkmasını sağlamıştır.
Padişah iradesinin çıkmasından sonra Muhasebe tarafından da bu şekilde kaydı
düzenlemiştir. Ayrıca Rüşdiye İdaresi tarafından da padişah iradesine uygun olarak,
Fehmi Efendi’ye yeni maaşın tebliğ tarihinden itibaren aylık 80 kuruş olarak
ödenmesi istenmiştir92.
402
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
403
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
itibaren emsali gibi aylık 500 kuruş maaş tahsis edilerek tayin edilmesini kabul
etmiştir. Meclis-i Maarif’in Ali Efendi hakkındaki olumlu görüşü, Maarif Nezareti
tarafından 13 Kasım 1865 tarihinde Sadaret’e bildirilerek, gerekli işlemin yapılması
istenmiştir98. Bir müddet sonra da Ali Efendi, Alanya Rüşdiye Mektebi’nde rıka
(hüsn-i hatt) hocası olarak çalışmaya başlamıştır99.
sanilerinin henüz asaletlerinin tasdik edilmediği ve bu nedenle de almış oldukları yarım maaşla
geçinemediklerinden dolayı asaletlerinin tasdik edilmesini Maarif Nezareti’nden talep etmiştir. Aynı
Belge. Lef.2.
102 Aynı Belge. Lef.3
404
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
Maarif Nezareti de, Yahya Efendi’nin emekliye ayrılması sebebi ile boş
kalan Alanya Rüşdiye Mektebi muallim-i evvelliğine aylık 500 kuruş maaş ile
Antalya Rüşdiye Mektebi Muallim-i Evveli Abdülgafur Rüşdi Efendi’yi tayin etmiş
ve bu tayin işlemi Muhasebe tarafından kayda alınmıştır ( 7 Ocak 1899)107.
405
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
2.2.DERS KİTAPLARI
108 Ayşegül Altınova, Osmanlı Modernleşmesinde Rüşdiye Mektepleri, Ankara 2010, s.244, (Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı Yakınçağ Bilim Dalı Basılmamış Doktora
Tezi.); Hatip Yıldız, “Eğil Rüşdiye Mektebinin Tarihçesi ve Eğitim Kadrosu”, Dicle Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Diyarbakır Kasım 2013, s.146.
109 BOA. MF. MKT. nr.4/143; BOA. MF. MKT. nr.69/43
110 BOA. MF. MKT. nr.4/143
111 Aynı Belge. Lef.2.
112 Altılık; İkinci Mahmud devrinde ve 1833 ve 1839 senelerinde basılan bir sikkenin adıdır. Beşlikten
daha az mağşuş olan bu paranın kıymeti 240 para yahut 6 kuruştu. M. Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri
ve Terimleri Sözlüğü, Milli Eğitim Basımevi İstanbul 1971, I/53
113 BOA. MF. MKT. nr.69/43.
406
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
2.3.TEFTİŞ VE SORUŞTURMALAR
407
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
SONUÇ
Alanya Rüşdiye Mektebi’ne yıllara göre devam eden talebe sayısı ile ilgili
sağlıklı bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak elde bulunan verilere göre bu mektebin
yıllık talebe sayısının ortalama 59 olduğu söylenebilir.
408
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
Böylece yarım asırdan fazla bir zaman Türk eğitim hayatına hizmet veren
Alanya Rüşdiye Mektebi; 6 Ekim 1913 tarihli Tedrisat-ı İbtidaiye Kanun-u
Muvakkati’nin yürürlüğe girmesi üzerine, ülkedeki diğer rüşdiye mektepleri gibi,
öğretim süresi altı yıla çıkarılan ibtidai mekteplerin çatısı altına alınarak, bağımsız
mektep olarak faaliyet yapmasına son verilmiştir.
409
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
BİBLİYOGRAFYA
1.ARŞİV BELGELERİ
1.1.2.NEZARETLER
1.1.2.1.DÂHİLİYE NEZARETİ
1.1.2.2.MAARİF NEZARETİ
Mektûbi Kalemi Belgeleri (MF. MKT).
410
DR. ALİ RIZA GÖNÜLLÜ
KİTAPLAR VE MAKALELER
SÜRELİ YAYINLAR
411
ALANYA RÜŞDİYE MEKTEBİ (1861-1913)
412
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN
BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARÎ ve
DEMOGRAFİK YAPISI
Hüseyin SARAÇ
ÖZET
Avanos, 1873 yılına kadar idarî yapının içinde karye (köy) konumunda
bulunuyordu. Tarihi süreç içinde çoğrafî konumu gereği zaman zaman Nevşehir,
Ürgüp, Niğde ve Kırşehir gibi kazâ ve sancak birimlerine bağlı kaldı. 1873 yılından
sonra ise idarî statüsünde değişiklik yapılarak kaza birimi haline getirildi. Hal böyle
olunca Avanos’un gerek idarî gerekse demografik yapısıyla ilgili belge ve bilgiler
kaza olamadan önceki dönemlere oranla daha da arttı. Arşiv belgeleri ve tetkik
eserlere dayanılarak yapılan bu çalışmada Avanos Kazâsı’nın 19. yüzyıl sonları ve
20. yüzyıl başlarındaki idarî ve demografik yönünü değerlendirilerek
yorumlanmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelime: Ankara Vilayeti, Kırşehir Sancağı, Avanos Kazâsı, İdarî
ve Demografik Yapı.
Yrd. Doç. Dr. Nevşehir Ha ı Bektaş Veli Ü iversitesi, Fe -Ede iyat Fakültesi, Tarih Bölü ü.
413
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
Hüseyin SARAÇ
Abstract
Avanos was in a position of a village in the administrative structure until
1873. In historical process from time to time it remained depended on district and
sanjak units such as Nevşehir, Ürgüp, Niğde and Kırşehir due to its geographical
location. After 1873 with changing its status it became a district unit. Since
therefore the documents and information about both the administrative and the
demographic structure of Avanos increased comparing the earlier times. In this
study which is made based on archive documents and investigate works, the
administrative and demographic structure of Avanos at the end of 19 th and the
beginning of 20th centuries will be tried to interpret and evaluate.
Key Words: Ankara Province, Kırşehir Sanjak, Avanos District,
Administrative and Demographic Structure.
Assista t Proffesor. Nevşehir Ha ı Bektaş Veli U iversity, Faculty of Arts and Science, History
Department.
414
HÜSEYİN SARAÇ
GİRİŞ
1 Kemal H. Karpat, Os a lı Nüfusu 3 -1814, Ti aş Yayı ları, İsta ul , s. . Ayrı a Bkz. Nejla
Gü ay, XIX. Yüzyılı So ları da Kırşehir Sa ağı’ ı De ografik Yapısı , Gazi Ü iversitesi Kırşehir
Eğiti Fakültesi Dergisi, C. , S. , A kara , s. .; İlha Şahi , Os a lı Devri de Kırşehir’i
415
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
Kırşehir’in 1647 yılındaki idarî yapısı ilerleyen dönemlerde değişikliğe
uğramıştır olsa gerek ki Avanos, 1722 yılında Konya Eyaleti’ne bağlı olan Niğde
Sancağı’nın Ürgüp Nahiyesi’nin bir köyüydü. Yine 1750 yılında2 ve 19. yüzyıl
başlarına tekabül eden 1810’larda Konya Eyâleti Niğde Sancağı’na tabi Nevşehir
Kazâsı’nın karye (köy) konumundaki bir yerleşim birimi olan Avanos 3, bu
konumunu aynı yüzyılın ilk yarısına kadar korudu4. 19. yüzyılın ikinci yarısının
başları sayılan 1860’larda yine köy konumunda bulunuyordu. Ancak bu yıllarda
Nevşehir Kazâsı’nın değil Konya Eyâleti Ürgüp Kazâsı’nın bir köyü idi 5.
1870’lerde Avanos’un kazâ yapılması yönünde girişimlerde bulunulmuş ancak
yönetim birimi olarak kullanılacak binanın yetersiz bunun yanında ahalinin de
çeşitli itirazları hasebiyle bu hemen mümkün olmamıştır6. Diğer yandan 1867’de ise
Kırşehir, Konya Vilâyeti’nin Niğde Sancağı’na bağlı kazâlardan biriydi. 1873
yılında müstakil sancak haline getirildikten sonra Konya Vilâyeti’nden alınarak
Ankara Vilâyeti’ne bağlanmasıyla Avanos da aynı yıl Kırşehir’in kaza
merkezlerinden biri haline getirildi7. Daha sonra 1878 yılında Arapsun8 ve
Avanos’un birleştirilerek tek bir kazâ merkezi yapılarak yönetim merkezi olarak
Arapsun’un tercih edilmesine yönelik girişimlerde olmuş ve bu yönde kararlar da
alınmıştır9. Fakat Avanos’un kazâ merkezi konumunu sürdürmesi yönünde karşı
itirazlar da yapılmıştır. Ancak Avanos’un idari birimlerdeki konumunda bir
değişiklik olmamış yine Ankara Vilâyet Sâlnâmesi’nde Avanos 1881 yılında da
Sosyal ve Demografik Tarihi (1485- , Türk Kültürü ve Ahilik: XXI. Ahilik Bayra ı Se pozyu u
Te liğler Kırşehir - Eylül , İsta ul , s. - .; Yusuf Tura Gü aydı ,
A kara Vilayet Sal a esi de Kırşehir Sa ağı , . Kırşehir Kültür Araştır aları Birliği Şöle i, Kırşehir
, s. .; Re ep Gökçı ar, “16. Yüzyılın İkinci Yarısında Kırşehir’in Merkez Kazası (283/139
Numaralı Tahrir Defterine Göre)”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Ankara 2007, s. 15.; Nurhan Mıstanoğlu, XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Kırşehir
Sancağı, Basılmamış Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 2004, s. 13.
2 Ah et Gü düz, Os a lı dö e i de Ava os’u Sosyo Eko o ik Yapısı - , Avanos
Se pozyu u Bildirileri Kita ı, T.C. Ava os Kay aka lığı Yayı ları, A kara , s. -49.
3 BOA. C. EV. 392/19874.
4 BOA. HAT. 1254/48528.
5 BOA. A. MKT. DV. / . Ayrı a Bkz. BOA. A. MKT. DV. / .
6 BOA. MAD. D. 14113.
7 H. 1290/M. 1873-74 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, s. 40- . Ayrı a Bkz. İlha Şahi , Kırşehir ,
Türkiye Diya et Vakfı İsla A siklopedisi, Türkiye Diya et Vakfı Yayı ları, A kara , s. .; Yusuf
Güler, A kara Vilayeti’ de İdarî Yapı ı , Yöredeki Sosyo-Eko o ik Yapıya Ola Etkileri -1919),
O dokuz Mayıs Ü iversitesi Sosyal Bili ler E stitüsü Tarih A a ili Dalı Basıl a ış Doktora Tezi,
Samsun 2007, s. 42.
8 Os a lı arşiv elgeleri de Arapsu veya Ara su şekli de adla dırıla yerleşi iri i, gü ü üzde
Nevşehir’i ilçeleri de iri ola Gülşehir İlçesi’ i eski adıdır.
9 BOA. ŞD. / .
416
HÜSEYİN SARAÇ
1883 yılında ise tam tersi bir durum yaşanmıştır. 1883 yılında Arapsun
Kazâsı merkezi Avanos yapılmıştır. Yine burası kazâ merkezi yapılmasına elverişli
olmadığından dolayı ahali tarafından yoğun itirazlar yapılması üzerine bu bölgede
kapsamı geniş araştırmalar yapıldıktan sonra karar verilmesi daha uygun olacağı
yönünde 1883 yılında bir karar alınmıştır11. Bu süreç devam ederken Avanos kazâ
olarak ilişkilendirilmeye devam etmiştir. Örneğin 1885 yılında Niğde Sancağı
dâhilinde olan Arapsun’a bağlı bulunan bazı köylerin Kırşehir Sancağı ile
ilişkilendirilen Avanos’a bağlanmalarına itiraz eden ahali, eski kazâlarına bağlanma
yönünde çeşitli talepleri olmuştur12. 1886 yılında ise Arapsun Kazâsı’nın
lağvedilerek hükümet merkezinin Avanos’a taşınması kararından vazgeçilerek kazâ
merkezinin önceden olduğu gibi Arapsun’da kalması yönünde karar verilmiştir13.
Bu sefer de karara Avanos ahalisi karşı çıkmış ve pek çok şikâyet dilekçesi kaleme
alarak durumu yetkililere bildirmişlerdir14.
1886 yılında yeni bir gelişme yaşanmıştır. Bu yıl Avanos Kâzası’nın nâhiye,
Arapsun’un da kazâ yapılması gündeme getirilmiş15 yapılan çalışmaların ardından
1887 yılında bu yönde karara bağlanmıştır16. Bu gelişmeler yaşanırken 1885 yılında
Arapsun’dan ayrılarak Avanos’a bağlanan bazı köyler yeniden Arapsun’a
bağlanmıştır17. 1887 yılında Avanos’un tekrardan kazâ konumuna getirilerek18 iki
yerleşim biriminin de müdürlükle yönetilmesi yönünde girişimlerde
bulunulmuştur19. 11 Nisan 1887 tarihinde Arapsun ve Avanos’un kazâ statüsünde
ayrı ayrı müdürlükle yönetilmesi gerektiği yönünde karar alındı20. Bu kararın
ardından da Avanos eskiden olduğu gibi kazâya dönüştürülmüştür21. Kazâya
10 Ah et Gü düz, Sal a elere Göre Kırşehir Sa ağı Hakkı da Bilgiler 3- , Coğrafyası, Tarihi,
Nüfusu, Nâhiye ve Kazaları, Turkish Studies, / , A kara, , s. . Ayrı a A kara Vilâyet
Sâl â esi e daya arak ahsi geçe eserde verile ilgilere göre Ava os’u yılı da yılı a
kadar idarî duru u da herha gi ir değişiklik ol adığı a laşıl aktadır.
11 BOA. DH. MKT. 1364/73.
12 BOA. Y. PRK. ASK. 10/69.
13 BOA. DH. MKT. 1372/25.
14 BOA. İ. DH. / . Ayrı a Bkz. BOA. DH. MKT. / .
15 BOA. DH. MKT. 1389/100.
16 BOA. DH. MKT. 1394/57.
17 BOA. DH. MKT. 1385/42.
18 BOA. DH. MKT. 1407/115.
19 BOA. DH. MKT. 1411/5.
20 BOA. DH. MKT. / . Ayrı a Bkz. BOA. / .
21 BOA. DH. MKT. / . Ayrı a Bkz. BOA. ŞD. / .; BOA. DH. MKT. / .; BOA. DH. MKT.
1426/83.
417
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
dönüştürülen Avanos’un 20 Haziran 1887 yılında idarî yapısı Ankara Vilâyeti,
Kırşehir Sancağı, Avanos Kazâsı şeklinde idi22.
22 BOA. DH. MKT. / . Ayrı a Bkz. BOA. DH. MKT. 1445/19.; BOA. DH. MKT. 1468/4.
23 BOA. İ.DH. / . Ayrı a Bkz. BOA. ŞD. / .; BOA. DH. MKT. / .; BOA. DH. MKT.
1458/88.
24 BOA. ŞD. / . Ayrı a Bkz. BOA. ŞD. / .
25 BAO. DH. MKT. 1456/71.
26 Meh et Kaya, XX. Yüzyıl Başları da Niğde Sa ağı’ ı Nüfusu a Dair , Türkiye Araştır aları
Dergisi, s. 198-206.
27 BOA. DH. MKT. 1528/19.
28 BOA. ŞD. / . Ayrı a Bkz. BOA. DH. MKT. / .
29 BOA. DH. MKT. / . Ayrı a Bkz. BOA. DH. MKT. / .
30 BOA. DH. MKT. / . Ayrı a Bkz. BOA. ŞD. / .; BOA. ŞD. / .
31 BOA. DH. MKT. 2892/22.
418
HÜSEYİN SARAÇ
419
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
8 Kasım 1864 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe giren “Tuna Vilayet
Nizâmnâmesi”, taşra yönetimini yeni baştan düzenlemiştir. Bu nizamnameden
sonra “Kazâ Müdürü” yerine hükümetçe atanan kişiye “Kaymakam” ünvanı
verilmiştir. Bu durum 1871 yılında çıkartılan “İdare-i Umumiye Vilayet
Nizâmnâmesi”nde de aynen benimsenerek Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar
yürürlükte kalmıştır41. Osmanlı Devleti’nin idarî birimlerinde yaşanan bu değişim
ve dönüşümlerden Avanos Kazâsı da nasibini almıştır. Bundan böyle kazâ birimi,
sık sık değiştirilecek olan yöneticilerinin sancılı sürecini yaşamıştır42. Avanos
Kazâsı’nda diğer kazâlarda olduğu gibi Kaymakamın yansıra naib, müftü, mal
müdürü, tahrirat kâtibi, sandık emini, nüfus memuru, evkâf müdürü, kazâ idare
meclisi ve dava meclisinin azaları bunun yanında kâtipleri, belediye reisi aza ve
kâtipleri, ticaret meclisleri, ziraat meclisleri ve maarif komisyonu bulunmaktadır.
Avanos Kazâsı’nın yönetici kadroları, idarî ve adlî birimleri süreç içinde pek çok
değişikliğe uğrayarak aşağıda tablolarda gösterildiği üzere yıldan yıla
şekillenmiştir.
Naib:
41 Musa Çadır ı, Ta zi at Süre i de Türkiye, Ülke Yö eti i, İ ge Kita evi, A kara , s. -252.
42 Hüseyi Saraç, Os a lı İdaresi’ de Ati a Pazar Kazası 5-1920), Pazar Kay aka lığı Kültür
Yayı ları, A kara , s. -84.
43 H. 1290/M. 1873-74 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, s. 80.
420
HÜSEYİN SARAÇ
DAVA MECLİSİ
Kaza yönetiminde 1874 yılında bir önceki yıla göre kaymakam değişikliğine
gidilmiştir. Bunun yanında dava meclisinin azaları değişmiştir.
421
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
atanmıştır. Ayrıca inşaat işleri ile alakalı birim anlamına gelen “nafia” birimi de
kurulmuştur. Nafia birimine aza, kâtip ve tapu kâtibi atanmıştır. Bkz. Tablo-3.
Aza-i Tabiiye: Naib Efendi, Müftü Efendi, Mal Müdürü Efendi ve Tahrirat Kâtibi Efendi
Aza-i Müntehabe: Mehmet Efendi, Mustafa Efendi, Hasan Efendi ve Hüseyin Efendi
DAVA MECLİSİ
BELEDİYE DAİRESİ
422
HÜSEYİN SARAÇ
NAFİA AZALARI
1891 yılında kaymakam, naib, mal müdürü, müftü değişmiş, mal kalemi
birimi oluşturulmuş. Dava meclisi, bidayet mahkemesi şekline dönüştürülmüştür.
Nüfus dairesi ve ziraat bankası sandığı birimleri eklenmiştir. Bunun yanında duyun-
u umumiye memuru, reji memuru atanmıştır. Bkz. Tablo-4.
Aza-i Daime: Naib Efendi, Müftü Efendi, Mal Müdürü Efendi ve Tahrirat Kâtibi Efendi
Aza-i Müntehabe: Süleyman Efendi, Halil Beşe Efendi, Yusuf Efendi ve Mustafa Efendi
MAL KALEMİ
BİDAYET MAHKEMESİ
423
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
Reis: Naib Efendi
NÜFUS DAİRESİ
Aza: Feyzullah Efendi, Halil Beşe Efendi, Mehmet Efendi, Hacı Mehmet Ağa ve Ali
Osman Ağa
BELEDİYE DAİRESİ
424
HÜSEYİN SARAÇ
Aza-i Daime: Naib Efendi, Müftü Efendi, Mal Müdürü Efendi ve Tahrirat Kâtibi Efendi
Aza-i Müntehabe: Hacı Eyüp Efendi, Süleyman Efendi, Yusuf Efendi ve Hacı Mustafa
Efendi
MAL KALEMİ
BİDAYET MAHKEMESİ
425
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
Müstantık Muavini: Sadık Efendi
NÜFUS DAİRESİ
Aza: Hüseyin Efendi, Feyzi Efendi, Halil Paşa Ağa, Mehmet Efendi ve Ali Osman Ağa
BELEDİYE DAİRESİ
Aza: Mehmet Efendi, Osman Ağa, Bekir Ağa, Hacı Efendi ve Hacı Mehmet Efendi
MAARİF KOMİSYONU
Aza: Abdullah Efendi, Hacı Eyüp Efendi, Yusuf Efendi, Hüseyin Efendi, Ahmet Efendi ve
İsmail Efendi
RÜŞTİYE İDARESİ
426
HÜSEYİN SARAÇ
REJİ İDARESİ
TAPU DAİRESİ
ZABITA DAİRESİ
1900 yılında kaymakam, naib, müftü, mal müdürü, tahrirat kâtibi değişmiştir.
Kazâ idare meclisinde, mal kaleminde, bidayet mahkemesinde, nüfus dairesi, ziraat
bankası ve belediye dairesi yöneticilerinde değişikliklere gidilmiştir. Telgraf
memuru göreve başladı. Bkz. Tablo-6.
Müftü:
Reis: Kaymakam
Aza-i Daime: Naib Efendi, Müftü Efendi, Mal Müdürü Efendi ve Tahrirat Kâtibi Efendi
427
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
Aza-i Müntehabe: Mehmet Efendi ve İbrahim Ağa
MAL KALEMİ
BİDAYET MAHKEMESİ
NÜFUS DAİRESİ
BELEDİYE DAİRESİ
Aza: Mustafa Ağa, Hacı Halil Efendi, Hafız Mustafa Efendi ve Mehmet Efendi
MAARİF KOMİSYONU
428
HÜSEYİN SARAÇ
RÜŞTİYE MEKTEBİ
ZABITA DAİRESİ
1902 yılında ise naib, müftü, mal müdürü, tahrirat kâtibi, belediye reisi,
telgraf memuru değişti. Kol memuru ve orman memuru görevlerine başladı. Bkz.
Tablo-7.
Tablo-7: Avanos Kazâsı’nın Yönetici Kadroları (1902)49
AVANOS KAZÂSI
429
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
Reis: Kaymakam
Aza-i Daime: Naib Efendi, Müftü Efendi, Mal Müdürü Efendi ve Tahrirat Kâtibi Efendi
MAL KALEMİ
BİDAYET MAHKEMESİ
NÜFUS DAİRESİ
BELEDİYE DAİRESİ
430
HÜSEYİN SARAÇ
Aza: Hafız Mustafa, Hacı Halil Efendi, Mehmet Efendi ve Mustafa Ağa
MAARİF KOMİSYONU
DUYUN-U UMUMİYE
RÜŞTİYE MEKTEBİ
1907 yılında kaymakam, naib, naib, mal müdürü, tahrirat kâtibi, kaza idare
meclisinin üyeleri, bidayet mahkemesi üyeleri, nüfus dairesi kâtibi, ziraat bankası
üyeleri, belediye dairesi görevlileri, maarif komisyonu kâtibi, duyun-u umumiye
idaresi üyeleri, telgraf memuru, reji memuru ve orman memuru görevlerinde
431
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
değişiklikler yapıldı. Kol vekili polis komiserliğine dönüştürüldü ve bu birime
memur ataması yapıldı. Bkz. Tablo-8.
Reis: Kaymakam
Aza-i Daime: Naib Efendi, Müftü Efendi, Mal Müdürü Efendi ve Tahrirat Kâtibi Efendi
Aza-i Müntehabe: Hacı Yusuf Paşa, Mustafa Efendi, Ahmet Efendi ve Mustafa Efendi
MAL KALEMİ
BİDAYET MAHKEMESİ
ŞER’İYYE MAHKEMESİ
432
HÜSEYİN SARAÇ
Naib Efendi
NÜFUS DAİRESİ
BELEDİYE DAİRESİ
Aza: Hacı Mustafa Ağa, Şıh Mehmet Ağa, Haşim Ağa ve Hacı Mustafa Efendi
MAARİF KOMİSYONU
DUYUN-U UMUMİYE
TAHSİLAT KOMİSYONU
433
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
AVANOS KAZÂSI BÜNYESİNDEKİ BİRİMLER VE MEMURLAR
51 Mustafa Efe di içi Bkz. H. /M. -74 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, s. 80. Ahmet Nafi
Efe di İçi Bkz. H. /M. - Tarihli A kara Vilayet Sal a esi, s. . Rıza Efe di i i Bkz. H.
1293/M. 1876-77 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, s. 72-73., Şükrü Efe di İçi Bkz. BOA. DH. MKT.
/ ., Ö er Lütfi Bey İçi Bkz. BOA. DH. MKT. / ., Hüs ü Bey İçi Bkz. BOA. DH. MKT.
/ , BOA. DH. MKT. / , BOA. İ. DH. / . Meh et Hüs ü Efe di İçi Bkz. BOA. DH.
MKT. 1597/94, 1662/92., Cemal Bey İçi Bkz. BOA. DH. MKT. / , / ., Hasip Hasi
Efe di İçi Bkz. BOA. DH. MKT. / ., Raif Efe di İçi Bkz. BOA. DH. MKT. / ., İ rahi
Ethe Edhe Efe di İçi Bkz. BOA. DH. MKT. / ., BOA. İ.DH. / .,Os a Nuri Bey
İçi Bkz. / ., BOA. BEO. / ., Os a Nuri Bey İçi Bkz. BOA. İ.DH. / ,
/ ., Yü i Bey İçi Bkz. BOA. BEO. / ., Ce al Efe di İçi Bkz. BOA. DH. MKT.
/ , BOA. İ. DH. / ., İ rahi Hakkı Efe di İçi Bkz. BOA. DH. MKT. /73., BOA. BEO.
/ ., Atıf Efe di İçi Bkz. BOA. DH. MKT. / , BOA. Y. A. RES. / , BOA. BEO.
/ ., İ rahi Hakkı Efe di İçi Bkz. H. /M. -08 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, s.
434
HÜSEYİN SARAÇ
276- ., Mustafa Sü ül Efe di İçi Bkz. BOA. İ. DD. / , BOA. BEO. / ., Fahri Bey
İçi Bkz. BOA. İ. DH. / ., İ rahi Ethe Edhe Bey İçi Bkz. BOA. İ. DH. / , BOA.
BEO. / ., İzzeddi Bey İçi Bkz. BOA. DH. EUM. &. Ş . / ., Mah ut Ali Bey ve E ver
Bey İçi Bkz. BOA. DH. ŞFR. / ., Ah et Bey İçi Bkz. BOA. DH. EUM. MEM. / .
435
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
22 Avanos Kazâsı Fahri Bey Aralık 1910/Kasım 1912
436
HÜSEYİN SARAÇ
Tablo-10: Avanos Kazası Nüfusunun Dini ve Etnik Gruba Göre Dağılımı (1881-1923).
KazaBirimi Tarih Müslümanlar Ermeniler Rumlar Toplam
54
H. 1311/M. 1893-1894 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, s. 297- . Ayrı a Bkz. Karpat,
Os a lı Nüfusu 3 -1814, s. 268.; Gü ay, XIX. Yüzyılı So ları da Kırşehir Sa ağı’ ı
De ografik Yapısı , s. .; Gü düz, Sal a elere Göre Kırşehir Sa ağı Hakkı da Bilgiler
(1873- , s. .
55
H. 1318/M. 1900-01 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, 245- . Ayrı a Bkz. Gü düz,
Sal a elere Göre Kırşehir Sa ağı Hakkı da Bilgiler - , s. .
56
H. 1320/M. 1902-03 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi, s. 241.
57 Karpat, Os a lı Nüfusu 3 -1814, s. 362.
58 Gü ay, XIX. Yüzyılı So ları da Kırşehir Sa ağı’ ı De ografik Yapısı , s. .
437
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
Avanos 1893- 1.781 1.940 ----- ----- ----- ----- 20.548
1894 (Şehir) (Şehir)
8.859 7.968
(Köy) (Köy)
9.603 8.559
(Köy) (Köy)
9.370 8.666
(Köy) (Köy)
59Havva Selçuk, Sâl â elerde Ava os - , Ava os Se pozyu u Bildirileri Kita ı, T.C.
Ava os Kay aka lığı Yayı ları, A kara , s. - . Ayrı a Bkz. Rah a Şahi , Kırşehir Vilayeti
Dâhili de Ava os , Ava os Se pozyu u Bildirileri Kita ı, T.C. Ava os Kay aka lığı Yayı ları,
Ankara 2014, s. 765-767.
438
HÜSEYİN SARAÇ
SONUÇ
Sonuç olarak 1873 yılına kadar Nevşehir, Ürgüp, Niğde ve Kırşehir gibi
coğrafî konumu gereği etrafında bulunan kazâ ve sancaklara bağlı karye (köy)
düzeyinde bir idarî yapı içinde yer alan Avanos, yukarıda verilen tarihten itibaren
Kırşehir Sancağı’nın bir kazâsı konumuna yükseltildi. İdarî yapı içindeki bu
konumunu 30 Haziran 1954 tarih ve 6429 sayılı kanun ile Nevşehir, Niğde İli’nden
ayrılarak müstakil il haline getirilmesinin ardından yeni oluşturulan Nevşehir İli’nin
ilçesi yapıldı.
Avanos’un Osmanlı idarî yapı içinde kazâ konumuna yükseltilmesinin
ardından kendi iç yapısında da yeni düzenlemelere gidildi. Kazâ merkezine
bağlanacak köylerin tespitinin ardından da 20. yüzyıl başlarında idarî sınırları
ortaya çıkarılmış oldu. Nüfusun zamanla artmasıyla da beraber Kırşehir Sancağı’na
katkısı gün geçtikçe artmıştır. Günümüzde ise her açıdan Nevşehir’in en büyük
ilçesi konumundadır.
439
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
KAYNAKÇA
Arşiv Belgeleri
BOA. C. EV. (Cevdet Evkaf) 392/19874.
BOA. HAT. (Hatt-ı Hümayun) 1254/48528.
BOA. A. MKT. DV. (Sadaret Deavi Evrakı) 194/11, 214/79.
BOA. ŞD. (Şura-yı Devlet) 2890/51, 1338/28, 1337/20, 1336/42, 1334/6, 2926/17,
1340/19, 1340/12, 1368/2.
BOA. DH. MKT. (Dâhiliye Mektubi Kalemi) 1364/73, 1372/25, 1422/10,
1389/100, 1394/57, 1385/42, 1407/115, 1411/5, 1411/87, 1423/19, 1424/54,
1426/83, 1445/19, 1468/4, 1449/83, 1458/88, 1456/71, 1528/19, 1642/71, 1642/71,
1652/91, 1661/80, 2892/22.
BOA. Y. PRK. ASK. 10/69.
BOA. İ. DH. (İrade Dâhiliye) 1031/81230, 1026/808770.
BOA. MAD. D. 14113.
BOA. DH. İD. (Dâhiliye İrade) 222/30.
BOA. DH. İ. UM. EK. (Dâhiliye İdarî Umumiye Ekleri) 79/42.
BCA. C. NKA. 030.3.011.001.000/52.37.11.; 030.0.011.001.000/69.10.6.
Salnameler
H. 1290/M. 1873-74 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi.
H. 1291/M. 1874-75 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi.
H. 1293/M. 1876-77 Tarihli Ankara Vilayet Salnamesi.
H. 1307-1308/M. 1891 Tarihli Ankara Vilayeti Salnamesi.
H. 1311/1893-94 Tarihli Ankara Vilayeti Salnamesi.
H. 1317/M. 1899-1900 Tarihli Ankara Vilayeti Salnamesi.
H. 1320/M. 1902-03 Tarihli Ankara Vilayeti Salnamesi.
H. 1325/M. 1907-08 Tarihli Ankara Vilayeti Salnamesi.
440
HÜSEYİN SARAÇ
441
19. YÜZYILIN SONLARI 20. YÜZYILIN BAŞLARINDA AVANOS KAZÂSI’NIN İDARİ VE
DEMOGRAFİK YAPISI
442
H.1295/M.1878 TARİHLİ BİR BELGEYE GÖRE
AVUSTURYA-MACARİSTAN
İMPARATORLUĞU’NUN BOSNA VE HERSEK’İ
İŞGALİNDEN SONRA SANCAKTAKİ GENEL
GÖRÜNÜM
ÖZET
babaninoglu@gantep.edu.tr
443
H.1295/M.1878 TARİHLİ BİR BELGEYE GÖRE AVUSTURYA-MACARİSTAN İMPARATORLUĞU’NUN
BOSNA VE HERSEK’İ İŞGALİNDEN SONRA SANCAKTAKİ GENEL GÖRÜNÜM
GİRİŞ
1 İsmail Yıldırım, “Ondokuzuncu Yüzyıl Osmanlı Ekonomisi Üzerine Bir Değerlendirme (1838-
1918)”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 11 Sayı: 2, Sayfa: 313-326, Elazığ 2001,
s.314
2 Mahir Aydın, “Doksanüç Harbi”, TDVİA, C.9, İstanbul 1994, s.498
3 Mehmet Yavuz Erler, Osmanlı Devleti’nde Kuraklık Kıtlık Olaylarının Sebepleri 1800-1880, Libra
S.241-254.
6 Mahmud Celaleddin Paşa, Mirat-ı Hakikat, C. 1, s.51; Zafer Çakmak, 1875 Hersek İsyanı , s.247,
7 Mahmud Celaleddin Paşa, Mirat-ı Hakikat, C. 1, s.52
444
YÜKSEL BAYIL
8 Antlaşmaya göre savaşı Osmanlı Devleti kazanırsa statüko korunacak, Sırbistan ve Karadağ
kazanırsa Avusturya, Bosna’nın bir kısmını, Rusya ise Baserabya’nın 1856’da kaybettiği kısmı ile
Karadeniz’in doğu kıyılarını alacaktı. Bkz. Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1789-1914s.506
9 BOA. HR.TO. 123/59
10
Zafer Çakmak, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-Hersek’i İşgali Ve
Sonrasında Osmanlı Devleti İle Yaptığı Antlaşma, Doğu Anadolu Bölgesi Araştırmaları,
S.4, Elazığ, 2003, s. 16, s.16-20
445
H.1295/M.1878 TARİHLİ BİR BELGEYE GÖRE AVUSTURYA-MACARİSTAN İMPARATORLUĞU’NUN
BOSNA VE HERSEK’İ İŞGALİNDEN SONRA SANCAKTAKİ GENEL GÖRÜNÜM
Yaklaşık bir yıl süren savaş sonunda Ruslar, Edirne’ye kadar ilerlediler.
Padişah II. Abdülhamit, Rusların İstanbul’u işgali tehlikesine karşı bizzat Rus
Çarından ateşkes yapılmasını istedi. Rusların Boğazlara girme olasılığı üzerine
buradaki çıkarları tehlikeye düşen İngiltere de duruma müdahale etmek zorunda
kaldı. İngiltere’nin sert tutumundan dolayı Rusya, ateşkes yapmayı kabul etti.
Yapılan görüşmeler sonucu önce 31 Ocak 1878’de Edirne mütarekesi, ardından da
3 Mart 1878’de Ayastefanos Antlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre Bosna ve
Hersek’e, Avusturya ve Rusya'nın gözetiminde olmak üzere muhtariyet
verilecekti11. Osmanlı Devleti Bosna ve Hersek’te, İstanbul konferansında
belirlenen şartlar dâhilinde ve Rusya ile Avusturya’nın kontrolünde ıslahatlar
yapacaktı 12.
11 Veli Yılmaz, Siyasi Tarih, Harp Akademileri Basımevi, 1. Baskı, İstanbul 1998, S.115
12 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. VIII, TTK Basımevi, 3. Baskı, Ankara 1988, s.65; Ali Fuat
Türkgeldi, Mesail-i Mühime-i Siyasiye, C.II, Yayına Hazırlayan: Bekir Sıtkı Baykal, TTK Basımevi, 2.
Baskı, Ankara 1987, s.51-52
13 Ali Fuat Türkgeldi, Mesail-i Mühime-i Siyasiye, C.II, s.74
14 Ali Fuat Türkgeldi, Mesail-i Mühime-i Siyasiye, C.II, s.75
15 Zafer Çakmak, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-Hersek’i İşgali ve Sonrasında
446
YÜKSEL BAYIL
2009, s.190
19 Zafer Çakmak, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-Hersek’i İşgali ve Sonrasında
447
H.1295/M.1878 TARİHLİ BİR BELGEYE GÖRE AVUSTURYA-MACARİSTAN İMPARATORLUĞU’NUN
BOSNA VE HERSEK’İ İŞGALİNDEN SONRA SANCAKTAKİ GENEL GÖRÜNÜM
448
YÜKSEL BAYIL
Malî idare, adlî idareden daha kötü durumdaydı. Yapılan ticaretler sonuçsuz
kaldığından ve ağır vergilerden dolayı halk, Osmanlı idaresini mumla arar hale
gelmişti. Bosna ve Hersek sancağı, Osmanlı Devleti’ne yıllık 5 milyon filorin
varidat getirmekteydi34. Bunun bilincinde olan Fliboviç de aynı vergi miktarına
ulaşmak için her türlü vasıtayı denemeye çalıştıysa da toplanan vergiler, eski
varidatın beşte biri kadar dahi olmayıp, memur maaşlarına bile yetecek düzeyde
değildi35. Varidatın artırılması için yeni vergiler konması ise varidatı artırmak
yerine vergilerden ezilen halk ile bunlardan zorla vergi tahsil etmek isteyen vergi
memurları arasında yaşanan arbedenin artmasına neden oldu36. Görünüşte bir
rüsumat idaresi ile bu idare hizmetinde çalışan memurlar var idiyse de bunlar kendi
başlarına buyruklardı. İstedikleri şekilde hareket edebiliyorlardı. Hatta açıktan açığa
Karadağ ve Sırbistan sınırına eşya kaçırıyorlardı37. Avusturya hükümeti dahi
bunlara göz yummaktaydı.
449
H.1295/M.1878 TARİHLİ BİR BELGEYE GÖRE AVUSTURYA-MACARİSTAN İMPARATORLUĞU’NUN
BOSNA VE HERSEK’İ İŞGALİNDEN SONRA SANCAKTAKİ GENEL GÖRÜNÜM
İşgalden sonra askerlik görevi, özellikle Hıristiyan ahali için bir angarya
haline geldi. Hükümetin, mezhebi ne olursa olsun 19 yaşındaki bütün erkeklerin
askerlik göreviyle mükellef tutulacağını ilân etmesi, Hıristiyan halkın tepkisine yol
açtı38. Bundan sonra Avusturya idaresinde yaşamaktansa Rusya hizmetinde asi
olarak yaşamayı yeğler hale gelmişlerdi.
450
YÜKSEL BAYIL
451
H.1295/M.1878 TARİHLİ BİR BELGEYE GÖRE AVUSTURYA-MACARİSTAN İMPARATORLUĞU’NUN
BOSNA VE HERSEK’İ İŞGALİNDEN SONRA SANCAKTAKİ GENEL GÖRÜNÜM
452
YÜKSEL BAYIL
SONUÇ
453
H.1295/M.1878 TARİHLİ BİR BELGEYE GÖRE AVUSTURYA-MACARİSTAN İMPARATORLUĞU’NUN
BOSNA VE HERSEK’İ İŞGALİNDEN SONRA SANCAKTAKİ GENEL GÖRÜNÜM
KAYNAKÇA
A. Arşiv Malzemeleri
1. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Hariciye Tercüme Odası Evrakı ( HR.TO)
123/59
2. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Tasnifi Perakende Evrakı Hariciye
(Y.PRK.HR) 3/84
B. Telif Eserler
1. ARMAOĞLU, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1789-1914
2. AYDIN, Mahir, “Doksanüç Harbi”, TDVİA, C.9, İstanbul 1994, s.498
3. ÇAKMAK, Zafer, “1875 Hersek İsyanı” , F. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi
8 (2003), Elazığ 2003, s.241-254
4. ______________, “Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-
Hersek’i İşgali ve Sonrasında Osmanlı Devleti İle Yaptığı Antlaşma”,
Doğu Anadolu Bölgesi Araştırmaları, S.4, Elazığ 2003, s.16-20
5. ERLER, Mehmet Yavuz, Osmanlı Devleti’nde Kuraklık Kıtlık Olaylarının
Sebepleri 1800-1880, Libra Kitap, 1. Baskı, İstanbul 2010, 1. Baskı 2010,
İstanbul
6. GÖLEN, Zafer, Tanzimat Dönemi Bosna İsyanları (1839-1878), Alter
Yayıncılık, 1. Baskı, Ankara 2009
7. JELAVICH, Barbara, Balkan Tarihi 1 - 18. ve 19. Yüzyıllar, Küre
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul
8. KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, C. VIII, TTK Basımevi, 3. Baskı,
Ankara 1988,
9. MAHMUD CELALEDDİN PAŞA, Mirat-ı Hakikat, C. 1
10. TÜRKGELDİ, Ali Fuat, Mesail-i Mühime-i Siyasiye, C.II, Yayına
Hazırlayan: Bekir Sıtkı Baykal, TTK Basımevi, 2. Baskı, Ankara 1987
11. YILDIRIM, İsmail, “Ondokuzuncu Yüzyıl Osmanlı Ekonomisi Üzerine
Bir Değerlendirme (1838-1918)”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, Cilt: 11 Sayı: 2, Elazığ 2001, Sayfa: 313-326
12. YILMAZ, Veli, Siyasi Tarih, Harp Akademileri Basımevi, 1. Baskı,
İstanbul 1998
m Tarihi: 01.12.2015
454
MANZUM BİR DÜRERÜ’L-HÜKKAM
TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Fettah Kuzu1
GİRİ
* Bu Çalışma “Abulcelîl İbn Alî “Dürr-i Hoş-âb” (Manzum Bir Dürer Tercümesi) [İnceleme,
1 Yrd. Doç. Dr. , Gaziantep Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
e-mail: fettahkuzu@hotmail.com
455
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
alakalıdır. İlmî bir konunun sıradan mensur bir biçimde anlatımı muhatabı için ne
kadar sıkıcı ise aynı konunun manzum ekilde ortaya konulması o kadar ilgi çekici
ve akılda kalıcı olacaktır.
İncelemeye konu olan Dürr-i Ho -âb isimli mesnevî, İslâm fıkhı ile
ilgili temel meselelerin ele alındığı, me hur fakihlerden Molla Hüsrev in Dürerü'1-
hükkâm fî erhi Gureri l-ahkâm adlı eserinin muhtasar bir Türkçe tercümesidir.
Eserin ismi 20. beyitte müellif tarafından u ekilde ortaya konulmaktadır:
456
FETTAH KUZU
İNCELEME
Müellifin, eseri estetik kaygıdan uzak olarak daha ziyade öğretici bir
tarzda telif etmiş olması onun bir müderris olma ihtimalini de akla getirmektedir.
458
FETTAH KUZU
Dil ve Üslup
459
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Müellif, sadece bir yerde emir ikinci şahsı çekimlerken fiile Eski Anadolu
Türkçesi dönemine ait –gıl ekini getirmektedir:
Yukarıya alınan mısrada mastar ekinden sonra -lik yapım eki getirilmiştir.
Timurtaş bu şekildeki kullanımlar için “mastarın –lık, -lik eki almış genişletilmiş
şekli” ifadesini kullanmaktadır (Timurtaş, 2005: 99).
Müellif dört rekâtlık bir namazdan bahsederken ilk ve son iki rekâtı iki
çift olarak tanımladığı bir bölümde iki çiftin “birisinde” anlamına gelecek şekilde
“birerinde” kelimesini kullanmaktadır. Üleştirme sayı ekine iyelik eki ve buna da
bulunma eki getirilmesi günümüzde rastlanılmayan bir gramer tasarrufu olarak
ortaya çıkmaktadır.
getirildiğinde şedde kullanılmasıdır. Diğer bir ifadeyle “td” sesleri âdeta “tt”
okunacak biçimde üzerinde şedde getirilerek yazılmıştır.
Her iki mısrada kelime sonunda “a” sesini vermek için yer alması
gereken “ha-i resmiye” yazılmamış, kelime “kahkah” biçiminde kullanılmıştır.
461
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Müellifin, tespit edilen imla hatalarından birisi de atıf vavı ile birbirine
bağlanılması gereken iki unsuru izafet ilgisiyle bağlamak veya tersine izafet terkibi
olması gereken yerde atıf vavı kullanmasıdır.
Yukarıdaki mısrada “ehl-i lutf-ı cûd” biçiminde Farsça üçlü bir terkip
olarak yer alan ifade “ehl-i lutf u cûd” şeklinde aynı anlamdaki “lutf” ve “cûd”
kelimeleri arasında atıf vavı kullanılmak suretiyle yazılması gereken bir ifadedir.
Müellifin üslubu ile ilgili dikkat çeken en önemli husus; eserde Arapça,
Farsça ve Türkçe dillerinden gerek söz varlığı gerekse dilbilgisel tercihler
noktasında en fazla Arapça unsurlara yer verilmiş olmasıdır. Arapça unsurların
gözle görülür biçimde ağırlıklı olarak tercih edilmesinin birinci sebebi, eserin
fıkıhla ilgili olması ve bu bağlamda teknik sayılabilecek fıkhî terimlerin yoğun bir
şekilde kullanılmış olmasıdır. Ancak eserde Arapçanın etkisinin söz konusu
terminoloji ile sınırlı kalmayıp terkipler ve cümle kurulumlarında da devam
ettirilmesi, hakkında ismi haricinde bir bilgiye rastlanılamayan müellifin büyük
ölçüde sosyal statüsü, entelektüel kimliği, ilmî altyapısı ve mesleği ile yakından
ilgilidir.
Vezin
Vezin ile ilgili olarak tespit edilen en büyük kusur, müellifin sıklıkla
kapalı heceleri açmak için başvurduğu “zihâf” hâdisesidir. Müellifin başka şâir ve
yazarlarda da örneği görülen bazı Arapça ve Farsça kelimeleri yer aldıkları tüm
mısralarda zihâflı kullanmış olması bu kelimeleri kısa ünlülü telakki etmiş olduğuna
işaret etmektedir. Özellikle “ya‘nî” kelimesi kullanıldığı her mısrada ikinci hecesi
açık hece kabul edilmiş şekilde kullanılmıştır.
İlk tef’ilede yer alan “ya’nî” kelimesi, ikinci hecesi açık olarak yer
almaktadır. Eserde birçok yerde zihaflı okunduğu görülen bir diğer kelime “sânî”
sözcüğüdür:
463
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Va ’ı yıż ki ar m u a ‘ī ol (491/1)
464
FETTAH KUZU
İlk mısrada yer alan eksiklik son tef’ileye hamledilecek olursa “şît”
hecesinin medli kullanılabilecek bir hece olması dolayısıyla tek hecelik bir eksiklik
söz konusu olacaktır. Ancak eksiklik ikinci tef’ileye hamledilirse o zaman iki
hecelik bir eksiklik meydana gelecektir.
Beytin ilk mısraında ilk tef’ilenin ilk hecesini teşkil eden “bâk” kelimesi
medli okunduğunda hem hece fazlalığı oluşmakta hem de ikinci tef’ilenin açık
hecesine karşılık gelecek olan “nâfice” kelimesinin “nâ” hecesi zihaf yapılmak
suretiyle açılmak zorunluluğu meydana gelecektir. “Bâk” kelimesinde med
yapılmadığı takdirde ise vezinde uygunluğu sağlamak için “yok” kelimesi zihaf
yapılarak açılmak zorunda bırakılacaktır.
Bir aruz kuralı olarak “nun” ile biten hecelerde med yapılması kusur
sayılmaktadır. Ancak müellif aşağıdaki mısrada yer alan “sittîndir” kelimesinin
sonu “nun”la biten ikinci hecesinde vezin gereği med yapmaktadır:
Mısra başında yer alan Türkçe “var” kelimesi vezin gereği kurallara
aykırı biçimde med yapılarak kullanılmaktadır.
465
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Kafiye
Kafiyenin tek bir ses benzerliğine dayalı olduğu diğer bir ifadeyle
kafiyenin sadece revî harfiyle teşkil edildiği kafiye çeşidi “mücerred kafiye” olarak
isimlendirilir. Aşağıdaki beyitler, müellifin mücerred kafiye kullanımına örnektir:
Beyitte kafiye, ilk mısra sonunda yer alan “hem” kelimesinin son harfi ile
ikinci mısra sonundaki “dedem” kelimesinin son harfi olan “mim” harfiyle
meydana getirilmiştir. Yine “mim” harfinin revî olarak kullanıldığı aşağıdaki
beyitte “mim” harfi dışında ortak bir harf bulunmayışıyla kafiye, mücerred kafiye
biçiminde gerçekleştirilmektedir.
Aşağıdaki beyitte “be” harfi kafiyeyi oluşturan tek harf olduğu için
Arapça“kütüb” ile “cünüb” kelimeleri arasında mücerred kafiye vardır.
466
FETTAH KUZU
Mısra sonlarında yer alan “izâr” ve “âşikâr” kelimelerinin son harfi revî
olup revîden önce yer alan ve uzun “a” sesi veren “elif” harfi “ridf” olarak
adlandırılır. Bu şekilde yani revîden önce ridf bulunan kelimelerle kurulan kafiyeler
müreddef kafiye olarak adlandırılır. Diğer kafiye çeşitleri kadar fazla olmamakla
birlikte eserde mü’esses kafiye örneklerine de rastlanılmaktadır:
çekimi olarak kullanılmaktadır. Bu tür kullanımlar ayrı bir kafiye başlığında ele
alınmaktan ziyade bir edebî sanat olarak kabul edilen “cinâs” başlığı altında ele
alınmaktadır.
Eserde müellifin kafiye ile ilgili tespit edilen kusurlarının başında, sadece
redif kullanmak suretiyle kafiyeyi temin etmeye çalışması gelmektedir. Kafiye
teşkilinin birinci şartı kafiyeli kelimelerin ses veya anlam yönünden ya da her iki
bağlamda birbirinden bağımsız olmalarıdır. Bu noktada ses ve anlam yönünden aynı
olan kelimeler ve yine aynı işleve sahip eklerle yapılan tekrarlar “redif” olarak
adlandırılır ve sadece asıl kafiyeden sonra kullanılabilirler. Ancak şairler farklı
sebeplerle bazı durumlarda gerçek manada kafiye oluşturacak ek veya kelime
kullanmaksızın sadece redifle kafiye elde etmeye çalışırlar. Bu şekildeki
kullanımlar büyük kusur sayılmakta ve hoş görülmemektedir.
Müellifin her iki mısra sonunda kullanmış olduğu “gusl eylemez” ifadesi
anlam ve ses yönünden farklılık arz etmeyip redif görevindedir. Bu ifadelerden
önce gelen kelimelerin son sesleri tamamen birbirinden bağımsız harfler olduğu için
bu beyitte kafiyeden söz edilemez.
468
FETTAH KUZU
Beyitte redif durumundaki “bil” kelimesinden önce yer alan ve asıl kafiye
revîsi durumunda bulunan “lam” harfinin harekesi (mecrâ) ilk mısrada esre ile
ikinci mısrada üstün ile harekelendiği için “ısrâf” adı verilen kusur işlenmiştir
(DURMUŞ vd., 2001: 151).
Edebî Sanatlar
Fıkıh ile ilgili meselelerin öğretici bir üslupla ve herhangi bir sanatsal
endişe gözetilmeksizin ele alındığı eserin genelinde edebî anlamda dikkat çekecek
sanatkârâne bir üslup yer almamaktadır. Ancak hamdele ve du’a bölümleri ile
eserin künyesi ve mahiyeti hakkında kısa bir tanıtımının yer aldığı ilk 80 beyitte
nispeten sanatlı bir söylemden bahsetmek mümkündür. Müellifin özellikle şiirini ve
dolayısıyla da şairliğini övdüğü beyitlerde hüner gösterme gayretinde olduğu açıkça
görülmektedir:
Her iki mısraı güzel baht olarak nitelendirilmekle hem teşbih sanatı hem
de iki mısradan kastın eserin tamamı olması yani parçanın söylenip bütünün
kastedildiği cüz’iyyet ilgisiyle mürsel mecâz sanatı yapılmaktadır. İkinci mısrada
“cân” kuşa teşbih edilirken önceki beyitte güzel baht olarak tavsif edilmiş olan “iki
mısra” bu kez can kuşunun kanatlarını teşkil etmektedir. İkinci mısra başında yer
alan “uçmag” kelimesi can kuşunun eylemini ifade ettiği gibi “cennet” anlamı
düşünüldüğünde can kuşunun hedefi, varacağı mekân anlamında da
değerlendirilebilecek biçimde tevriyeli kullanılmaktadır.
469
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Muhteva
Daha önce belirtildiği üzere “Dürr-i Hoş-âb” meşhur bir fıkıh eseri olan
“Dürerü’l-Hükkâm”ın kısmi bir tercümesidir. Eserde işlenen konular “Dürerü’l-
470
FETTAH KUZU
Tablo I.
Abdesti Bozan ve Bozmayan eyler Nice ey var bunı nāķıż biri bes 149
Abdestsiz Caiz Olan Ve Olmayan Mess-i mu ĥaf eylemez bāliġ olan 207
eyler
471
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Cünub ve Hayızlıya Haram Olan Mescide girmek cünüb oldı ĥarām 267
İ ler
472
FETTAH KUZU
Teyemmümü Bozan eyler Naķż ider bunı iden naķż-ı vużū 424
İki Mest Üzerine Mesh Bâbı Mesĥ ħuffın eyleseñ nola cedīr 435
Mest Üzerine Meshin Farzıyyeti Farż üç parmaķ ķadardır bil temām 444
Ya nī el parmaķlarından ey hümām
Meshi Bozan eyler Naķż ider bunı vużūyı naķż iden 452
Kadınlara Mahsûs Olan Kanlar Ĥayż ol demdir ki anı naķż ider 477
(Demler) Bâbı
473
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Pislikleri Temizleme Bâbı Pāk olur mā-bi n-necāset gitse ger 520
İstincâ ve İstibrâ Hakkında Bir Fasıl Sinnü l-istincā min ey in necis 575
2. bölüm
474
FETTAH KUZU
ān
Namazın Sıfatı Bâbı- İlk Tekbir Var alāt içre ferāyiż bil bedīd 774
(Tahrîme)
475
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Namazdan Kendi Sun u (Fiili) ile Daħı bunlar ĥükmine eyler vülūc 897
Çıkmak
İmâma Uyan Kimsenin Kıraati Eylemez mü tem ķırā at yoķ übūt 905
Namazda Kadınların Erkeklerle Bir Ķadr-i rüknin bir ara pes fi - alāt 945
Hizada Bulunması
476
FETTAH KUZU
Namazda Hades Babı Gör ĥade sebķ eylese neyler imām 1002
Namazda Mekrûh Olan eyler Hem kerīh oldı te ā üb bunda bil 1091
3. Bölüm
Farz Namaza Yeti me (İdrâk) Bâbı Bunı idrāk-i farīża bābı bil 1222
Vakti Geçen Namazların Kazâsı Bâbı Çün fevā it var ķażāya āzim ol 1248
477
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
Müsâfirin Namazı Bâbı Ger müsāfir kim dir iseñ ey ħaden 1335
478
FETTAH KUZU
Küsûf Namazı Bâbı Bil imām-ı cum aya me mūr olan 1467
479
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
SONUÇ
480
FETTAH KUZU
KAYNAKÇA
DİLÇİN, Cem (2013). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi. Ankara: TDK Yay.
481
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
(http://www.enfal.de/tirmizi/4.htm#_ftn1)
ÜNVER, İsmail (1986). Mesnevî. Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı II S.
415-416-417, s. 430-563 Ankara: TDK Yay.
Arapça-Türkçe Sözlük(http://www.almaany.com/tr/dict/ar-
tr/arapça+türkçe+sözlük/)
483
MANZUM BİR DÜRERÜ L-HÜKKAM TERCÜMESİ: DÜRR-İ HO -AB *
484
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK
GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
MUSTAFA ASLAN*
GİRİŞ
Çepniler, Oğuzların 24 boyundan biridir. Çepni adına ilk defa büyük Türk
bilgini Kaşgarlı Mahmut'un XI. yüzyıl’da yazdığı ''Divan-i Lügatit Türk'' (Türk
Lehçeleri Sözlüğü) adlı eserinde geçmektedir. Söz konusu eserde, Çepni boyunu
21.sırada göstermiş olup, damgaları aşağıdaki gibidir1:
485
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
Yine bu esere göre Çepnilerin, şölenlerde koyunun ''sol karı yağrın'' yani sol
kürek kemiğinin bulunduğu kısmı yedikleri söylenmektedir. Dolayısıyla bu kısmın
koyun etinin en değerli yeri olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü en itibarlı boy sayılan
Kayılar da koyunun sağ kürek kemiğinin olduğu kısmı yemektedir.
2 Zengi Hanedanından İmâdüddîn Zengî b. Aksungur, Zengîler’in kurucusu ve ilk hükümdarı (1127-
1146). Bkz. BEZER, Gülay Öğün, ZENGÎ İmâdüddin mad., Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.44, TDV,
İstanbul, 2013, s.258.
486
MUSTAFA ASLAN*
Tarihi hem yapan hem de yazanlardan olan Ebülgazi Bahadır Han, 1660
yılında yazdığı “Şecere-i Terakime” de Çepni için Kök Han(Gök Han)'ın dördüncü
oğlu demektedir. Çepni'nin anlamına ise “cesur” demiş ve ongununu “devlet
kuşu”(hümay) olarak vermiştir. Damgalarını ise şekilde göstermiştir5.
1974, s.51.
6 KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken, İstanbul, 1998, s.230.
487
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
XVII. yüzyılın ortalarına doğru Çepniler'in ana kolu yine Rum Kale
yöresinde yaşamakta ve Kasabalar, Korkmazlu, Sarılu, Karalar, Köseler ve
Şuayyıblu obalarına ayrılmaktadır. Rum Kale'deki Çepniler ''Oturak Çepni'' olarak
anılmaktadır. Bunlar 1690 yılında Avusturya'ya açılan sefere çağrılmış, ertesi yıl ise
Urfa yöresindeki Akça Kale'den Rakka'ya kadar uzanan yerde yerleşmeleri
emredilen Sekiz Türkmen oymağı arasında görülmüşlerdir12. Bu Çepniler de diğer
Türkmenler gibi Rakka'dan kaçmışlardır13.
488
MUSTAFA ASLAN*
Yavuzeli’nde;
Göçmez (Milelis)
Sarılar
Kuzuyatağı (Miseyri)
Yukarı Kayabaşı
Aşağı Kayabaşı
Yeniköy
Dereköy
Halilbaş
Bülbül
Yarımca
Nizip’te;
Köseler Köyü
Araban’da
Başpınar
Gümüşpınar
Hasanoğlu
YILDIRIM, “Rıza, Dede Garkın Ocağı’nın Tarihi İçin Önemli Bir Başlangıç:Dede Garkın Ve
15
Emîrci Sultan (13. Yüzyıl)”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, S.58, 2011, s.232.
489
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
16 ÖZLÜ, Zeynel, “Besni Kazasında Alevi-Bektaşi Ocakları ile İlgili Bulgular”, Türk Kültürü ve Hacı
Bektaş Velî Araştırma Dergisi, S.63, 2012, s.247.
17GÜLTEKİN, Mustafa, “Sarılar Köyü Çepni Alevi Ziyareti ve Türk Ağaç Kültüne Bağlı Bazı İnanış
ve Uygulamalar”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 2014, s.75.
18K.K.4.
19 SÜMER, Çepniler, s.123.
20 Çepni Cemâati Rakka’ya ilk aşiret iskânlarının yapıldığı h. 1102 / m. 1691 tarihinde Rakka ve Colab
Nehri civarlarında iskân edilen Musacalı’ya tâbi Türkmen Cemâatlerindendir. Sonraki dönemlerde
kethüdalarının isminden dolayı Çepni Cemâati, yaygın olarak Kantemir Çepnisi şeklinde tahrir
edilmiştir. Rakka iskânından firarların yoğunlaştığı h. 1141 / m. 1728 tarihinde Çepni Cemâati de
iskândan firar etmiş ve bunların önemli bir kısmı Bergama taraflarına gitmiştir. Bergama
Voyvodasından bunların Rakka’ya geri götürülmesi için gereğinin yapılması istenmiştir. (h. Rebiyü’l-
ahir / m. Kasım 1728) Firar ederek Aydın Sancağının Bergama Kantemir Çepnisi yıllık 400 guruş
hazineye gelirleri olup 120 hane idi. Bu Cemâatin hicri 1147 muharreminde (m. 1734) 338 guruş olan
malları Rum ili sakini Boz-Ulus Türkmenı Mukataasına zamm olunup, Bergama Kazasına tâbi
Selendi’de kışlayıp, Ahur Dağında yaylamak üzere Baş Muhasebe defterlerine kaydolunmuştu. Bu
nedenle Kantemir Çepnisi Cemâatinin Rakka’ya iskân teklifiyle rencide edilmemesi istenmiştir.
Bkz.ÇELİKDEMİR, Osmanlı Döneminde Aşiretlerin Rakka’ya İskânı(1690-1840), s.137.
21 K.K.1, K.K.2.
22 SÜMER, Çepniler, s.16.
490
MUSTAFA ASLAN*
23 Ocakzade olmayan, yani Peygamber soyundan gelmeyen bütün Aleviler için kullanılan bir
sözcüktür ve her talip ocakzade bu dedeye bağlıdır. Bkz. YAMAN, Ali, Kızılbaş Alevi Dedeleri,
Alevilik-Bektaşilik Cep Kitapları Dizisi, s.20.
24K.K.2.
25 Bektaş ASLAN, Köseler köyünde 1927 yılında doğmuştur. Köseler Köyünün tarihi hakkında köyün
en çok bilgi sahibi olan kişilerinden biridir. Sözlerine hem köyde hem de çevre köylerde çok itibar
edilirmiş. Yalan söylemezmiş. Devletini çok sevdiği için ise lakap olarak “Hükümet” denilirmiş.
26K.K.1.
491
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
Milelis (Göçmez)Köyü
Miseri(Kuzuyatağı) Köyü
Tahminlere göre XVII.yüzyıldan itibaren yerleşilmeye başlanmış olan
Miseyri/Miseri (Kuzuyatağı, Gözübüyük) Köyü, Gaziantep ilinin Yavuzeli ilçesine
bağlı Türk ve Alevi kökenli bir Çepni köyüdür. Daha önce köyün adı Miseyri
/Miseri iken 1940'lardan bu yana Türkiye’de yer isimleri değişikliğine uğrayan
27K.K.4.
28 K.K.4, K.K.3, K.K.13.
29 Mine Türk, Milelis Köyünde 1940 yılında doğmuştur. Milelis köyüna ait türkü, hikaye ve efsane
türü birçok şeyi bilmektedir. Aynı zamanda cenazelerde yasçı kadınlardandır. Ağıt türü birçok türküyü
ezbere söylemektedir.
30 K.K.9.
492
MUSTAFA ASLAN*
binlerce köy gibi, tahminen 1961 yılında Miseyri Köyü adı Kuzuyatağı Köyü olarak
değiştirilmiştir.
Yüksek rütbeli bir Fransız Subayı olan G. Marmier’in, 1890 yılında
Fransızca bir kaynakta yazmış olduğu yazıda31 gezileri sırasında Elif, Hisar ve
Hasanoğlu yerleşim yerlerinden bahsederken, gördüğü Miseyri yerleşim yerinin ilk
çağdan kalma bir şehrin yıkıntılarına ve ören yerine benzediğini söylemektedir.
Latincede Miseri’nin karşılığı “zavallı”; Fransızcada (Méseré) Misere’nin karşılığı
ise “kötü durum” anlamına gelmektedir.. Askerin gezileri sırasında gördüğü yeri bu
şekilde ifade ederek, Misere yani Miseri / Miseyri dediği anlaşılmaktadır. Ayrıca G.
Marmier, Miseri’de büyük bloklardan yapılmış bir tapınağında bulunduğunun yanı
sıra bu bölgeden geçen “Sultan Murat Yolu” nun (Romalı’lardan kalma bir yol)
ticari bir güzergah olarak kullanılmış olduğundan bahsetmektedir. Köyde şu anda
bunu doğrulayan tapınak kalıntıları ve oyma taş mezarlar bulunmaktadır. Sonradan
köye yerleşen aileler tarafından, harabe ve yıkılmış yerleşim yerlerinin oldukları
anlatılmaktadır. Taş mezarlar, Bizans dönemine ait yazıların olduğu çeşitli
kalıntılar, köyün eski yerleşim yeri olduğunu ve köyün tarihinin çok eskilere
dayanmakta olduğunu göstermektedir.
Miseyri Köyü, toplam 20'ye yakın aileden oluşmuştur. Köye yerleşmiş olan
fakat daha sonra göç etmiş bir-iki ailenin dışında kalan aileler köyün nüfusunu
teşkil etmektedir. Yaşlıların anlattıklarına göre, baskılardan kaçabilmek ve
hayatlarını devam ettirebilmek için ilk başta geçici de olsa köyün güneyindeki
bölgeye (ilk zamanlarda ormanlık ve suya yakın bir alan olmasının yanında
saklanmaya ve gizlenmeye de elverişlidir) yerleşmişlerdir. Yine göç etmek zorunda
kalma ihtimalinden dolayı yapılan evlerin, bugünkü bilinen anlamda evlere
benzemediği rivayet edilmektedir. Fakat daha sonraları gelen ailelerle birlikte ve
zamanla büyüyen nüfus kendi içinde bir güven sağlamıştır. Böylece, artık burada
kalarak yaşamlarını buradaki koşullara uydurarak devam ettirmişler. Yaşlıların
bahsettiklerine göre, Mehmet Gözübüyük’ün (Tozolar’ın dedesi) yani köye ilk
gelen olarak bildiğimiz kişi, köye geldiği zamandan köye son gelen aile olan
Cumolar’ın köye gelmesine kadar geçen sürede köylülerin temel geçim kaynağının
hayvancılık, odun ve kömürcülük olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonra ormanlık
alanların kesilerek ekim alanına dönüştürülmesi Cumolar ile başlamıştır. Yine
Cumolar tarafından yapılan saban ve benzeri araç gereçlerle beraber Fıstıkçılık da
büyük ihtimalle bu dönemde başlamıştır. Daha sonraları bölgede fıstık bahçeleri
olduğu ve bu bahçelerin köylüler ile ağalar arasında zaman zaman el değiştirdiği
493
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
Sarılar Köyü
Sarılar köyü de büyük Çepni köylerinden biridir. Köyün adına; köyün
kurucusu niteliğindeki ilk yerleşenlerin soyunun Sarı Kız Oğullarından geldiği için
Sarılar denmiştir. Bu Sarıkız efsane olarak köyde anlatılmaktadır. Ayrıca Sarıkız
oğullarının Balıkesir'de de yaşadıkları bilinmektedir. Balıkesir’in Tahtakuş ve
Kavurmacı köylerinde de yine bu efsaneden bahsedilmektedir. Söz konusu köyler
de Alevi - Çepni köyüdür34.
Köyün kuruluşunun ise yaklaşık 16.yüzyıla kadar gittiği tahmin
edilmektedir. Sarılar köylüleri de diğer Çepniler gibi Rum Kale’de otururken,
Çepnilerin büyük göçünde onlarda bugünkü bulundukları yere gelmişlerdir. İlk
önceleri yörede Karadağ olarak geçen dağda sık ormanlıkla kaplı alanda yaşamış,
sonraları dağın eteğine inmişlerdir35.
Sarılar da diğer Çepni köylülerinin dedikleri gibi Horasan’dan geldiklerini,
atalarının Türkistanlı olduklarından söylemektedirler. Türkistan'dan Taşkent-
Buhara'ya oradan Horasan'a son olarak da Anadolu'ya gelerek bu bölgeyi yurt
tutmuş, Rum kalede bir süre yaşadıktan sonra bir grup Sarıkız Oğulları batıya
Balıkesir’ e, bir grupda burada kalarak Rum kaleye yakın bir mevkiye
32 Oruç Çokbilir, Miseyri’de 1941yılında doğmuştur. Hofan Hüseyin(Hüseyin Köşker) ise 1932
yılında doğmuştur. Köyün tarihi hakkında birçok bilgiye sahip olan Hofan Hüseyin bildiklerini Oruç
Çokbilir’e aktarmıştır. Bizede oğlu Şahin Çokbilir Miseri Köyü’nün tarihi ve benzer birçok bilgiyi
aktarmıştır.
33 K.K.6.
34MUTLU, Hüseyin Kahraman; Balıkesir Çepnileri ve Ağız Özellikleri, Turkish Studies, Volume 4/3,
2009, s.1583.
35 K.K.8.
494
MUSTAFA ASLAN*
36 K.K.4, K.K.16.
37TEZCAN, Mahmut, ‘’Giyim Olgusuna Sosyo-Kültürel Bakış ve Türklerde Giyim’’,Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C.16, S.1, Ankara, 1983, s.255.
38 ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı yay., C.5, Ankara, 1978, s.2.
39 Türkler bu sözü söylemekle, aslında içe ve dışa giyilen elbiseleri birbirinden ayırmak istemişlerdi.
İçlik sözü, Türklerin çok eski bir giyim tabiridir. “Dışa giyilen elbiseler” için ise, Harezmşahlar
çağında bile, taşkı ton, yani “dış elbise, dışa giyilen don” denilirdi. Eski Anadolu metinlerinde, buna
üstlük denir. Bkz.ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, C.5, s.9.
40 K.K.9, K.K.8.
495
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
3.Eğlence-Oyun
Çepni çocukları eskiden kendilerinin hazırladıkları oyunlar oynamaktadır.
Bu oyunların bazıları adları değişerek geçmişten günümüze kadar gelmiştir.
Mesela; saklambaç oyunu Çepni çocuklar tarafından da oynanmış ve bunun adına
“göz yummaç” denilmiştir. Bir başka oyun da “kavak savan”dır. Bu oyunda da
çocuklardan biri eğilmekte, bir diğeri de üzerinden atlamaktadır. “Kekil” adı verilen
bir başka oyun da Milelis Köyü’nden 5-6 km ilerde bir dere olan Karasu’da
oynanmaktadır. Buna göre çocuklardan biri suyun içinde kekil olur diğerlerini
yakalamaya çalışır, kekilliği yakaladığı kişiye devreder. Biri yakalanırken
yakalanması için saçının kekil bölümüne değinilmek zorunda olduğundan dolayı,
oyuna kekil adı verilmiştir. “Çelik-çıbık” denilen diğer bir oyunda yan yana
getirilen iki taşın üstüne uçları sivriltilmiş değnek koyulur sonra değneğe vurularak
karşıdakilerin yakalaması beklenmektedir. “Ana-cücük” oyununda ise karşıya
çakmak taşı dikilmekte ve dikilen taş vurulmaya çalışılmaktadır. “Yedi bardak”
denilen oyunda da yedi tane taş üst üste dizilerek, bu taşları vuran kazanmaktadır.
Elbette oyunlar yalnızca çocuklar için olmayıp büyüklerin oynadığı oyunlar
da bulunmaktadır. Buna göre Çepni erkeğinde bahsedildiği gibi zar atma, kılıç
dövüşü, güreş, at yarışı ve dama gibi oyunlar oynamaktadı42.
Düğünlerde ise Çepnilerin oynadığı halay çeşitleri bulunmaktadır. Bunlar
"arabiye, serhoş havası, ağır hava ve sıçramadır". Ağır hava ve arabiye de erkekler
önde, kadınlar arkada halka olmakta ve yavaş bir tempoda davul, zurna ve türkünün
41 K.K.4.
42 K.K.11.
496
MUSTAFA ASLAN*
ritmine göre oynanmaktadır. Sıçramada ise hızlı bir şekilde dönülerek halayın
ortasında karşılıklı iki kişi oynamaktadır
43 UMAÇ, Zeynep ŞİMŞEK, “Gaziantep Çepni Ağzının Türkđye Türkçesi Ana Ağız Gruplarını
Belirleyen Özellikler Bakımından Değerlendirilmesi”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, Cilt: X, S.1,
İzmir, 2010, s.201.
44 K.K.1-K.K.2.
497
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
45 ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı yay., C.7, Ankara, 2000, s.7.
46 MANDALOĞLU, Mehmet, “İslamiyetten Önce Türklerde Aile Hukuku”, Türkiyat Araştırmaları
Dergisi, S.33, Konya, 2013, s.138.
47 YAKUT, Esra, “Eski Türklerde Hukuk”, Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, C.1, S.3,
Eskişehir, s.408. Hun devletinde hakanların kız aldıkları belirli boylar vardır.
498
MUSTAFA ASLAN*
Aile yaşlılarının kararından sonra birkaç yaşlı sembolik olarak kız evine
“düğüncü” (dünürcü) gönderilir. Düğünçüler oğlan tarafı adına zaten daha önce
karar verilmiş olan nişanlanma işini48 kızı istedikten sonra resmileştirmenin ilk
adımını atarlar. Ardından “sakal öpme” (kız evinde yapılan birkaç saat süren ve
yenilip içilip yüzük takılan tören) töreni için gün tespit edilir. Bu süre genellikle kız
istemeden en fazla birkaç hafta sonrasıdır. Sakal öpme töreninde köylüler davet
edilir. En az bir koyun veya keçi kesilir (bu sayı ailelerin ekonomik durumuna göre
çoğalabilir). Sakal öpme törenine gelenler hep birlikte yiyip içtikten sonra törenle
kız ve oğlana yüzük takılır.
Törelere göre sakal öpme töreninden sonra nişanlı oğlanın kız evine gidip
gelirken genellikle bir takı ile kız evini ziyaret etmesi gerekir. Bunun adı “yol
açma”dır. Nişanlı oğlan “müsahibiyle”49 kız evini bu şekilde ziyaret ettikten sonra
artık istediği zaman kız evine gidip gelebilir. Yalnız kız için aynı durum söz konusu
değildir. Evleninceye kadar nişanlısının evine gitmesi ayıp sayılır.
Yörede düğünler yakın zamana kadar (günümüzde bu değişmiştir.)
genellikle güz mevsimi yapılırdı. Çünkü bu dönemde köy işleri azalırdı. Düğün
hazırlıklarına başlamadan önce eski Türklerde görülen “kalın kesme 50” (başlık
parası)aşaması burada hâlâ yaşatılmaktadır. Kız ve oğlan tarafını temsil eden
yaşlılar bir araya gelip, başlık parasını karara bağlarlar.
Başlık parası (yöresel deyimle kalın parası), tümüyle evlenme adayı olan
gençlerin ihtiyaçları için harcanır. Kız babası, aldığı bu parayı başka bir harcama
için kullanmaz. Eğer bu para kız için harcanmazsa, bu büyük bir terbiyesizlik olarak
kabul edilir. Hatta ailelerin ekonomik durumuna göre kız tarafı aldığı başlık
parasını gençler için harcadığı gibi üzerine kendi cebinden ilave harcamada
48 K.K.6. Nişan töreni ailelerin kararına göre yapılır ya da yapılmaz. Nişan takma töreni şayet yapılırsa
düğün töreninin küçük bir provası gibidir. Nişan takmada davul zurna çaldırmak zorunludur. En az
yarım gün veya bir gece davul çalınır, yenilir, içilir, eğlenilir. Tören sonunda oğlan ve kız ailelerinin
aldığı takılar geline takılır. Ardından nişan törenine davet edilenlerin takı töreni yapılır.
49 “Müsahiblik, Hz.Muhammed’in Hicret’in birinci yılında Ensar ve Muhacirleri birbirleriyle kardeş
yapmıştı. Musahiblik, Kur’an-ı Kerim’in şu ayetleriyle kurulmuştu: ‘’Onlar ki inanıp hicret ettiler ve
mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaştılar ve onlar ki(hicret edenleri) barındırıp yardımda
bulundular; işte bunlar, birbirlerinin dostu ve yârıdırlar…’’ Hacı Bektaş Veli, Hz. Peygamberin yaptığı
bu uygulamayı Aleviliğe uyarlayarak bunu Kur’an ve peygamberin emri olarak kabul etti. Alevilikteki
düsturları açıklarken, ‘’birinci kapı, Musahiblik kapısıdır.’’ derken, bunun talib için en üst kapı
sayılacağı anlatılmak istenir. Birbirleriyle Müsahib olmak isteyenler, anne ve babalarının da razılığını
aldıktan sonra, Rehber’e başvururlar. Rehber, bunları bütün köylünün ayrı ayrı rızalarını almaya
yollar. Daha sonra bir cem töreni kurulur ve tören sonunda iki kişi musahib olur.”(Bkz.YAMAN,
Mehmet, Alevilik İnanç- Edep- Erkân, İstanbul, 2001,s.242-243.
50 Kız için kızın babasına ve velisine verilen "kalın" adı ile anılan belli bir miktar mal sözkonusudur.
Evlenme bir alım-satım akdi olarak görülmediğinden, "kalın", kızın fiyatı olarak değil, kızın terbiyesi
için yapılan masraflara iştirak bedeli olarak görülmüştür. Bu bedel bir kaç baş hayvandan ibaret
olabildiği gibi yüzlerce at ve binlerce koyun da olabilmiştir. Bkz.YAKUT, Esra, Eski Türklerde
Hukuk, s.423.
499
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
yapabilmektedir. Kalın parası, günün şartlarına göre bir usulle alınır ve kız
istendikten sonra oğlan evinden büyükler giderek, kız evinden ne kadar kalın
istediklerini sorarlar. Eğer istenilen para çok ise, aile büyükleri araya girerek
miktarı düşürmeye çalışırlar. Oğlan evi, daha sonra verebileceği miktarı kız evine
bildirir. Beş aşağı, on yukarı işi bağlarlar. Yeniden kız evinde toplanılır ve
masrafları oğlan evi karşılar. Bu toplantıya yalnızca erkekler katılır ve yenilip
içildikten sonra, oğlan babası herkesin önünde parayı kız babasına verir. Böylece
kalın işi halledilmiş olur.
Bunun dışında "yol" denilen bir kural daha vardır, erkek tarafından kızın
büyük erkek kardeşine, büyük amcası ve dayısına, büyük teyzesi ve halasına küçük
miktarda para verilir. Bunun üzerine bu kişiler gelin ve damadı evlerine davet
ederler. Ve davet sırasında da tekrar gelin ve damada bir miktar para “el öpme”
parası takılır.
Daha sonra yapılacak iş pazarlığa gitmektir. Pazarlığa gitmenin amacı
evlenecek gençler için ev eşyası almaktır. Düğün tarihinden birkaç hafta önce kız ve
oğlan aileleri birlikte pazarlık görmek için şehre giderler. Önceleri sadece nişanlı
oğlanın birlikte pazarlığa gitme hakkı varken daha sonra nişanlı kızlarda gitmeye
başlamıştır.
Pazarlık bir veya birkaç gün sürer. Daha sonra alınan eşyalar toplu olarak
eve getirilir. Her iki tarafın kadınları “zılgıt”51 çekerek pazarlığın geldiğini etrafa
duyururlar. Pazarlıkta ya da daha önce gençlere döşek52(yatak) yapmak için alınan
yünler eş dost akrabalarla yıkamaya götürülür, yıkarken yenilir içilir. Yıkanan
yünler daha sonra yatak yapılır. “Yatak biçme”, imece usulüyle yapılan bir
yardımlaşma ve eğlence günüdür. Yatak biçme, kız evinde yapılır. Oğlan evinden
ve kız evinden gelen kadınlar, yardımlaşarak, kızın çeyizine konacak yatak
yüzlerini diker ve yorganları köpürürler. Bir yandan iş yapılırken bir yandan da
yemekler yapılır ve yenir. Yatak biçmeye gelen kadınlar yer, içer ve eğlenirler.
Düğün töreni öncesi, düğün tarihi tespit edilip ardından davetiyeler
hazırlanır. Davetiye olarak düğüne çağırılanlar için 1-1,5 metre kumaş gönderilir.
Bu kumaşa “halat” denir. Yalnız evlenecek gençlerin yakınları için tek tek sorularak
özel hediyeler alınır. Düğün gününe birkaç gün kala toplanarak bir araya gelen
kızlar tarafından düğün için ekmek yapılır.
51 Zılgıt kelimesi sözlüklerde “azarlama, paylama, korkutma, gözdağı verme, düğün ve cenazelerde
coşkuyu artıran tiz ve keskin bir ses” anlamlarıyla yer alır. Bkz. DURAN, Hamiye, “Hatay’ın Altınözü
İlçesi Babatorun Köyü’ndeki Zılgıtlar Üzerine Bir Araştırma”, Milli Folklor, S.89, 2011, s.186.
52 Döşek,yani eski Türklerin töşek sözü, yatak anlayışını karşılayan ve eski Türkler arasında en çok
kullanılan, bir söz idi. Çünkü Türklerdeki yatmak ve yatak sözünün manası, çok geniş idi. Bu sebeple
eski Türklerde "döşekte yatmak", "yatağın içine girerek yatmak" anlayışını açıklayan ve güçlendiren
en açık bir anlatış idi. Bkz.ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı yay., C.3,
Ankara, 1978, s.7, s.21.
500
MUSTAFA ASLAN*
53 İslam dininin gereklerine göre yapılan sünnet törenlerinde çocuğu tutan kişiye “kirve” denir. Kirve,
ailenin sevdiği bir kimsedir. Kirve, sünnet töreninin tüm masraflarını karşılar. Kirvelik, sadece sünnet
uygulamasında yoktur. Aynı zamanda evlilik törenlerinde de vardır. Yine kirve, evlilik töreninin
masraflarının kısmen üstlenilmesidir. Kıbrıs Türkleri arasında da yaygın olan bu uygulamaya
“Kumera” denir. Latin Amerika köysellerinde ise “Compadrazgo” isimli bir uygulama vardır ve
kirveliğe benzemektedir. Bir başka tasavvuri akrabalık geleneği de Japonlarda görülmektedir. Bunun
adına da “Oyabun-Kobun” denilmektedir. Bkz. TEZCAN, Mahmut, “Tasavvuri Akarabalık ve
Ülkemizdeki Uygulama”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C.15, S.1, 1982,
s.122-124.
54 ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, C.3, s.275.
501
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
başlar. Anne, teyze, hala v.s. akrabalar da bu çeyize daima bir şeyler eklerler. Çeyiz
alınacağı gün, oğlan evinin akrabaları oğlan evinde, kız evinin akrabaları ise kız
evinde toplanırlar.
Çeyiz günü, eğlenceyi oğlan evi yapar, kız evi ise oğlan evinin gelmesini
bekler. Çeyiz kız evinden alınırken davul zurna eşliğinde halay çekilir. Çeyiz alma
adetleri günümüzde hala eksiksiz olarak devam etmekte ve yapılmaktadır. Kız
evinden çeyiz almada da bazı adetler ağırlığını korur. Çeyizlerin bulunduğu evdeki
kızın sandığının üzerine, kızın erkek kardeşi veya yakın bir akrabası oturur. Oğlanın
babası veya bir aile büyüğü, sandığın üzerinde oturan kişiyi kaldırmak için, bir
miktar para verir. Para verildikten sonra, çeyiz taşıma işlemlerine geçilir.
Çeyiz taşınırken meydanda bulunan her eşya alınır. Yeni evlenecek olan
çiftlere yardım olarak ne bulunursa götürülür. Taşıma işi yalnızca oğlan evine
düşer, kız tarafından kimse taşıma işine karışmaz. Çeyiz taşındıktan birkaç gün
sonra, kız evinden birkaç kişi çeyizin taşındığı eve giderek, evi dizerler. Gelen tüm
çeyizler evin içersinde düzenlenir ve yerli yerine konulur. Bazı durumlarda çeyiz
töreni düğünden birkaç gün önce yapılır. Bu törende de yine davul zurna getirtilir.
Halaylar eşliğinde çeyiz sergilenir. Gelinin yeni evine getirilerek evi dizilir.
Öğleye doğru gelini almak için davul zurna eşliğinde kız evine gidilir.
Gelin hazırlanıncaya kadar bir süre kız evinin önünde halay çekilir. Gelini alırken
kız tarafının yakınları kapıyı açmak için “kapı parası” adı altında oğlanın
babasından bahşiş alırlar. Daha sonra gelin babası veya kardeşi tarafından alınıp
avluya indirilir. Burada gelin önceden hazırlanan ata (günümüzde gelin arabasına)
bindirilip köyü dolaştıktan sonra oğlan evine getirilir. Burada gelinin eline
fırlatması için bir nar veya benzeri bir meyve verilir. Gelin bu meyveyi oğlan evinin
duvarına fırlatır. Daha sonra gelin eşikten geçerken kaynana geline bardak veya
çomça verir. Gelin bunu kırarak içeri öyle girer. Bunun amacı gelinle kaynananın
dirliğini sağlamaktır. Gelin halaylar ve zılgıtlarla oğlan evine indirilir. Artık
düğünün sonuna gelinmiştir.
Geriye bir tek yemekli takı töreni olan “şabaş töreni” kalmıştır. Uygun bir
yere (genellikle damların üzeri olur) çok sayıda insanın oturabileceği yemek sofrası
hazırlanır. Düğüne davetli olanlar sıra halinde otururlar. Yemekten önce, davulcu
ayakta davul çalarken zurnacı “şabaş şabaş” (düğünlerde yardımlaşma amaçlı
takılan para veya altın) diyerek takılacak paraları toplar. Daha sonra davetlilere
yemek verilir. Gelinle damat atalarının mezarını ziyarete gidip gelmesiyle düğün
biter55.
55
K.K.6, K.K.1, K.K.10.
502
MUSTAFA ASLAN*
56 Çepni köylerinde her sülalenin bir mezarlığı vardır, köydekiler karışık olarak gömülmez.
57 K.K.11.
58 Onay, İbrahim, ‘’İslamiyetten Önce Türklerde, Cenaze Ve Defin İşlemlerinde Uygulanan
503
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
makamıyla söyler, ağıtta ölen kişiyi anlatırlar. Bu ağıtlar öyle biçimde söylenir ki
söyleyen kadınlar birbiriyle yarışır ve eski Türklerdeki cenaze törenlerinde olduğu
gibi üzüntülerinden dolayı kendilerine zarar verirler. Ölünün yakınları kırk gün yas
tutarlar, elbiselerini değiştirmezler, sakal uzatır, tıraş olmazlar. Kırk gün sonunda
kırk yemeği yenir ve bu bir daha ki senelerde tekrarlanır. Çepniler, cenaze töreninde
eski Türklerdeki gibi sürdürdüğü aş verme geleneği, Kaşgarlı Mahmud’ un Divani
Lügaitit Türk’ün de “yoğ” veya “yuğ” olarak geçmektedir. Anlamı da ölü
gömüldükten sonra üç yada yedi güne kadar verilen yemek demektedir59.
Abdülkadir İnan bu konuda şöyle söylemektedir:”Defin töreniyle ve ölüler kültüyle
bağlı en eski ve iptidai törenlerden biri “ölü aşı” denilen törendir. Bugün
medeniyetin yüksek derecesine ulaşmış olan kavimlerin hepsinde görülen ölüleri
anma törenleri iptidai devirlerde ölülere aş verme töreninin gelişmiş şeklinden
başka bir şey değildir’’60. Günümüzde bunun adı değişmişsede gelenek
sürmektedir. Bu törenlerdeki amaç ölünün ruhunun huzura kavuşturulmasıdır61.
s.189.
61 K.K.4, K.K.10.
62GÖMEÇ, Sadettin, ‘’Eski Türk İnancı Üzerine Bir Özet’’, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-
Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi C.21, S.93, Ankara, 2003.
504
MUSTAFA ASLAN*
63K.K.5.
64K.K.6.
65YALÇIN Alemdar, YILMAZ Hacı, ‘’Kureyşan Ocağı Hakkında Bazı Yeni Bilgiler’’, Türk Kültürü
ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, S.23, Ankara, 2002, s.2.
505
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
66 K.K.4, K.K.8.
506
MUSTAFA ASLAN*
Seydi Kureyş
Hacı Kureyş’in oğludur. Bir adı da Düzgün Baba’dır. Türbesi Hacı Kureyş
türbesinin yakınındadır. Bir türbesi de Tunceli’dedir. Seydi Kureyş’in kerameti ise,
babası Hacc’da iken ona bir kereliğine yemek götürüp getirmesi olarak anlatılır68.
Kara Baba(Fot.5)
Türbenin içersinde birçok dedenin mezarı bulunmaktadır.Sırım Dede,
Kucur Dede yatmaktadır. Sırım Dede’nin kerameti ise insanlara duası ve
bedduasının tutmasıdır69.Bu ziyaret Miselis Köyü’nde bulunmaktadır. Mayıs ayının
ilk haftasında Milelis köyündekiler ve şehir merkezinde yaşayan Milelisliler burayı
ziyarete gelirler. Burada adakları olanlar kurbanlarını keserler ve orada bulunanlara
kurban etini kara kazanlarda pişirip, yanında pilav yaparak dağıtırlar. Türbeyi de
ziyaret ederek, buradaki ağaca bez bağlarlar(Fot.6). Türbenin duvarına mum yakar,
taş yapıştırırlar.
Balıklı göl
Balıklı gölde ise Hacı Kureyş’in bacısı Ayn Zılka yatmaktadır.
Anlatılanlara göre bir taşı kaldırıp biraz uzağa fırlatmıştır. Taşın düştüğü yer ise
suyla dolmaya başlayıp, göl olmuştur. Bu gölde hastalıklardan kurtulmak için
yıkanılır70.
Yel Baba
Burada ise çamur sürülür, yine bazı hastalıklara iyi geldiğine inanılır71.
Çıralık(Fot.7)
67YAMAN, Ali, Anadolu Aleviliği’nde Ocak Sistemi Ve Dedelik Kurumu, Uluslararası Anadolu
507
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
Sarılar Köyü’nün kendisine ait olan ziyaret yeridir. Bir türbe bulunmaktadır
ama içinde mezar yoktur. Genellikle Mayıs ayının ilk haftasında Sarılarlı köylüler,
şehir merkezinde ve yurt dışında yaşayan Sarılarlıların ziyarete çıktıkları yerdir.
Yurt dışındaki Sarılarlılar ise Almanya’da bir piknik alanına giderek, Çıralık
ziyaretine çıkma geleneğini sürdürürler. Diğer Çepni ziyaretlerinde olduğu gibi
kurbanlar kesilir, dorulara(meşe ağaçları) bezler bağlanır. Dini bir hassasiyetle
gelinse de şenlik havasında geçer72.
8.Çepni Cem Töreni
Çepni cemlerinin(Fot.3)diğer Alevi unsurların cemlerinden büyük bir farkı
yoktur. Öncelikle Musa-i Kazım ocağının erkânına göre cem yapılır. Cemlerde veya
ritüellerde bazı farkların olması hem ulaşım ve iletişim olanaklarına
dayandırılabileceği gibi, hem de Osmanlıların Safevilerle olan siyasal
mücadelesinin bir sonucu olarak görülebileceğini düşünülmektedir. Çepnilerin de
Safevi Devleti’nin kuruluşunda başı çeken boylardan biri olması73 ve Şah İsmail’e
olan derin sevgileri yüzünden Osmanlı takibatına uğramalarına neden olmuştur. Bu
yüzden Kızılbaş Alevi ocakları ve talipleri içlerine kapanmışlardır.
Çepni cemlerinde, cem evrelerinin yanında farklı evrelerde vardır.
Öncelikle Çepni cemlerine “Sarma Cemi” denir.Sarma ceminde bir kişi diriyken
kefene sarılır ve yatan kişi ölü kabul edilir.Kefene sarılı kişinin tekrar dirilmesi için
dua edilir ve ruhunun bir çocuk ruhu gibi masum olmasına yani günahlarından
arınması sağlanmış olur.Eğer bundan sonra bir suç işlemezse temiz bir insan olarak
kabul edilir.Şamanlarda bu hasta birini iyileştirmek için yapılmaktadır74.Çepni
cemleri bir de erkânla görülür. Yani “tûbâ”75 ağacından bir dal olduğuna inanılan
bir sopadır.Bu sopa yeşil bir kılıfın içinde saklanır. Bu sopayla cem yürütülür ve
mumla görgü yapılır.Hacı Bektaş Dergahına bağlı olan Çepni dedeleri,görgüyü
pençe el abayla görür76.
72K.K.14.
73SÜMER, Faruk, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Selçuklu
Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1976, s.50.
74KOECHEROWA, Malgorzata LABECKA, “Şaman Ayini -Yeniden Yapılanma Deneyi”, DTCF
75UZUN, Mustafa, Tûbâ mad., Diyanet İslam Ansiklopedisi, TDV, C.41, İstanbul, 2012, s.318Tûbâ
Cennetteki ağaçların en büyüğüdür.
76K.K.5.
508
MUSTAFA ASLAN*
509
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
SONUÇ
Türkiye tarihinin yerli kaynaklarına bakıldığında adı en çok geçen Oğuz
boylarından biri Çepnilerdir. Dolayısıyla Çepnilerin Türk tarihine birçok etkileri
görülmüştür. Daha XIII. yüzyılın başlarında Selçuklu Devleti’ni derinden sarsan
Babai hareketine katılmışlardır. 1277 yılında Trabzon Rum İmparatorluğu’na karşı
denizde parlak bir zafer kazanmışlar ve böylece Karadeniz’in en önemli limanı olan
Sinop Limanı’nın Trabzon Rum İmparatorluğu’nun eline geçmesine engel
olmuşlardır. Bununla da yetinmeyerek Karadeniz bölgesini Türkleştirdikleri gibi
Anadolu’nun tüm bölgelerine yayılmışlardır. Buradan da Balkanlara kadar giderek,
gittikleri yerleri yurt tutmuşlardır. Bu yurt faaliyetlerine katılan Osmanlı
Devleti’nin en önemli akıncı ailelerinden biri olan Malkoçoğulları Çepni boyuna
mensuptur. Çepnilerin, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin ilk talipleri arasında olduğu
da bilinmektedir. Bunun dışında, Safevi Devleti’nin kuruluşunda da önemli
katkıları olan Çepniler, Cumhuriyet tarihinde ise Atatürk’ün en yakın korumaları
olarak karşımıza çıkmışlardır.
Türk tarih sahnesinde böyle mühim roller alan Çepniler, Anadolu’nun her
tarafında oldukları gibi Gaziantep’te Rumkale çevresinde de yaşamaktadırlar.
Gaziantep Çepniler’i Horasan’dan geldiklerinde Alevi inançlı olup, bugün hala bu
inançlarını korumaktadırlar. Türkistan’dan getirdikleri Türk kültürünü muhafaza
ederek, hâlâ yaşatmaya devam etmektedirler.
Tarafımızca yapılan saha çalışmalarında ve röportajlarında eski Türk
kültürüne ait birçok örnek görülmektedir. Özellikle mayıs ayında ziyarete
çıktıklarında eski Türklerdeki ağaç kültünden, ata ruhlarını anmaya kadar birçok
Türk kültü göze çarpmaktadır. Bunun dışında düğünlerinden, yemeklerine;
cenazelerden dillerine kadar Türk kültürünün birçok unsurunu görülmektedir. Sayın
Prof.Dr.Alemdar Yalçın’ın ve Sayın Yrd.Doç.Dr. Mustafa Gültekin’in de Gaziantep
Çepnilerini ziyaretlerinde bu tespitlerini dile getirmişlerdir.
Bu Çepnilerde sözlü kültüründe çok güçlü olduğu dikkat çekmektedir.
Makalenin sınırları çerçevesine çok girmediği için fazla değinilmemiştir. Ama her
köyde vefat etmiş ve yaşayan birçok ozanın olması bize sözlü kültürün zenginliğini
göstermektedir. Özellikle bunlardan birisi Miseri Köyü’nden Ȃşık Hüseyin
Kırmızıgül’dür. Ȃşıklık geleneğinin temsilcilerinden olan Kırmızıgül’ün türküleri
TRT repertuarına kadar girmiştir
510
MUSTAFA ASLAN*
KAYNAKÇA
1905 Halep Salnamesi, Matbaa-ı Vilayet, Hicri 1323.
AKSÜT, Hamza, Alevi Erenlerin İlk Savaşı (1240), YTY, Ankara.
BEZER, Gülay Öğün, ZENGÎ, İmâdüddin mad., Diyanet İslam
Ansiklopedisi, C.44, TDV, İstanbul, 2013, (s.258-261).
ÇELİK, Ali, “Çepnilerin Anadolu’nun Türkleşmesindeki Yeri ve Önemi”,
Türkler Ansiklopedisi, C.6, 2002, (s.312-323).
ÇELİKDEMİR, Murat, Osmanlı Döneminde Aşiretlerin Rakka’ya
İskânı(1690-1840),FÜSBE(Basılmamış Doktora Tezi), Elazığ, 2001.
DURAN, Hamiye, “Hatay’ın Altınözü İlçesi Babatorun Köyü’ndeki
Zılgıtlar Üzerine Bir Araştırma”, Milli Folklor, S.89, 2011, (s.186-192).
EBÜLGAZİ BAHADIR HAN, Şecere-i Terakime - Türklerin Soy Kütüğü,
yay. Muharrem Ergin, Tercüman, 1974.
GÖMEÇ, Sadettin, ‘’Eski Türk İnancı Üzerine Bir Özet’’, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları
Dergisi C.21, S.93, Ankara, 2003, (s.79-104).
GÜLTEKİN, Mustafa, “Sarılar Köyü Çepni Alevi Ziyareti ve Türk Ağaç
Kültüne Bağlı Bazı İnanış ve Uygulamalar”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli
Araştırma Dergisi, 2014, (s.73-95).
İNAN, Abdülkadir, ‘’Müslüman Türklerde Şamanizm Kalıntıları’’, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.1, S.4, 1952, (s.19-30).
-----------Tarihte ve Bugün Şamanizm, Materyaller ve Araştırmalar, TTK,
Ankara, 1986.
KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken, İstanbul, 1998.
KAŞGARLI MAHMUD, Divanü Lugati't Türk, yay. Seckin Erdi-Serap
Tuğba Yurteser, Kabalcı yay., İstanbul, 2005.
KOECHEROWA, Malgorzata LABECKA, Şaman Ayini -Yeniden
Yapılanma Deneyi, DTCF Tiyatro Araştırmaları Dergisi, S.12, 1995, (s.77-98).
MANDALOĞLU, Mehmet, “İslamiyetten Önce Türklerde Aile Hukuku”,
Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.33, Konya, 2013, (s.133-159).
MUTLU, Hüseyin Kahraman; Balıkesir Çepnileri ve Ağız Özellikleri,
Turkish Studies, Volume 4/3, 2009, (s.1577-1605).
ONAY, İbrahim, ‘’İslamiyetten Önce Türklerde, Cenaze Ve Defin
İşlemlerinde Uygulanan Gelenekler Ve Bunların Amaçları’’, JASS Studies, Volume
6, Mart, 2013, (s.479-490).
OCAK, Ahmet Yaşar, Sarı Saltık, TTK, ANKARA, 2011.
511
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı yay., C.3,
Ankara, 1978.
-----------Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı yay., C.5, Ankara,
1978.
-----------Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı yay., C.7, Ankara,
2000.
ÖZLÜ, Zeynel, “Besni Kazasında Alevi-Bektaşi Ocakları ile İlgili
Bulgular”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, S.63, 2012, (s.247-
264).
STUMP, Ayfer Karakaya, Subjects of the Sultan, Disciples of the
Shah:Formation and Transformation of the Kizilbash/Alevi Communities in
Ottoman Anatolia, Basılmamış Doktora Tezi, Harward University, Massachusetts,
2008.
SÜMER, Faruk, Oğuzlar'a Ait Destani Mahîyetde Eserler, DTCF Dergisi,
C.17, s.3.4, 1959, (s.359-456).
-------------Çepniler, TDAV, İstanbul, 1992.
TEZCAN, Mahmut, ‘’Giyim Olgusuna Sosyo-Kültürel Bakış ve Türklerde
Giyim’’, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C.16, S.1, Ankara,
1983, (s.255-276).
------------- “Tasavvuri Akarabalık ve Ülkemizdeki Uygulama”, Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C.15, S.1, Ankara, 1982, (s.117-
130).
UMAÇ, Zeynep ŞİMŞEK, Gaziantep Çepni Ağzının Türkiye Türkçesi Ana
Ağız Gruplarını Belirleyen Özellikler Bakımından Değerlendirilmesi, Türk Dünyası
İncelemeleri Dergisi, Cilt: X, S.1, İzmir, 2010, (s.185-206).
UZUN, Mustafa, Tûbâ mad., Diyanet İslam Ansiklopedisi, TDV, C.41,
İstanbul, 2012, (s.318).
YAMAN, Ali, Kızılbaş Alevi Dedeleri, Alevilik-Bektaşilik Cep Kitapları
Dizisi.
--------------Anadolu Aleviliği’nde Ocak Sistemi ve Dedelik Kurumu,
Uluslararası Anadolu İnançları Kongresi, ERVAK, Ürgüp, 2000.
YAMAN, Mehmet, Alevilik İnanç- Edep- Erkân, İstanbul, 2001,(s.242-
243).
YALÇIN Alemdar, YILMAZ Hacı, “Kureyşan Ocağı Hakkında Bazı Yeni
Bilgiler”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, S.23, Ankara, 2002,
(s.1-12).
YAKUT, Esra, “Eski Türklerde Hukuk”, Anadolu Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Dergisi, C.1, S.3, Eskişehir, (s.401-426).
512
MUSTAFA ASLAN*
513
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
FOTOĞRAFLAR
Fotoğraf 1:Rumkale
514
MUSTAFA ASLAN*
⃰Fotoğraf:Hüseyin Keskin
515
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
516
MUSTAFA ASLAN*
⃰Fotoğraf:Şahin Çokbilir
517
BİR SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI OLARAK GAZİANTEP BÖLGESİNDEKİ ÇEPNİLER
518
ELÇİYE ZEVAL OLURMU?
ÖZET
Elçi gönderme ve kabul etme tarihin çok eski çağlarından itibaren
devletlerarası ilişkilerde mevcut olan birgelenekti.Devletler karşı tarafın siyasî,
ekonomik ve askerî yapılarını öğrenmek amacıyla birbirlerine elçiler
göndermişlerdir. Gelip giden elçiler, getirip götürdükleri haberler ne kadar ağır
olursa olsun, sadece bir haberci, bir aracı oldukları için, her hangi bir şekilde zevale
uğramamaları gerekmekteydi. Elçiler casus olmadıkları sürece, herhangi bir şekilde
zevale uğramamaları gerekliise de, zaman zaman getirdikleri haber veya sözlerin
etkisi ile hükümdarların gazabına uğramışlardır. Bu çalışmada Türk tarihinde elçilik
münasebetiyle devletlerarasında gidip gelen elçilerin uğradıkları haksızlıklar
incelenmiştir.
Anahtar kelimeler:Elçilik, casus, ceza, kağan, töre.
Abstract
520
PROF. DR. HAVA SELÇUK
GİRİŞ
Elçiler, tacirler ve din adamları dokunulmazlık konusunda ve uluslararası
haklar bağlamında en fazla imtiyaza sahip olan kişiler olarak karşımıza çıkarlar.
Elçiler iki devlet arasında ilişkilerin, anlaşmaların düzenlemesinde arabuluculardır.
Tacirler kendi ülkelerinde üretilen malların pazarlanmasında, başka ülkelerin
pazarlarında satılmasında önemli rol oynadıkları gibi zaman zaman elçilerin yaptığı
görevleri de ifa etmişlerdir. Din adamları ise mensup oldukları dinin hac görevini
yerine getirmek amacıyla veya kendi dinlerini yaymak amacıyla seyahat ederler. Bu
üç grupta yer alan kişiler seyahatederek ülke ülke dolaşırlar. Kimsenin gidemediği,
ulaşamadığı, gezemediği yerleri gezerler vegittikleri bölgelerin siyasi, ekonomik,
coğrafî durumları hakkında bilgi verirler. Elçilik heyeti içerisinde yer alan
kişilerin(İbn Fadlan1) veya hac görevini yerine getirmek için yola çıkan
hacıların(Wang-yen-Te2) gittikleri gördükleri yerler ve ülkeler hakkında raporlar
hazırladıkları daha sonra bu raporların seyahatnameler adıyla yayınlandığını
görmekteyiz. Dolayısıyla ister resmi elçi olsun, ister tacir veya din adamı olsun bu
kişiler gittikleri ülkelerde oldukça iyi karşılanmışlardır ve onlara gerekli teşrifat
usulleri uygulanmıştır.
Devletler birbirlerinin siyasî, askerî, ekonomik ve askerî yapılarını
öğrenmek amacıyla birbirlerine elçiler göndermişlerdir. Karşılıklı elçilerin gidip
gelmesi sayesinde hem devletlerarasında bilgi alışverişi, hem de anlaşmalar
yapılmıştır. Bu gidiş gelişler sırasında elçilerin getirdikleri haber veya anlaşma
maddelerine göre, devlet adamları veya hükümdarlar tarafından bir takım olumlu
yada olumsuz hareket ve davranışlara maruz kalmışlardır. Normal şartlarda elçi
sadece haber getirip götüren kişi olması sebebiyle herhangi bir şekilde sorumluluğu
olmamasına rağmen getirdikleri haberlerden dolayı, alıkonulma, hapsedilme ve
hatta ölümle cezalandırılma gibi muamelelere maruz kalmışlardır. Bu çalışmada
elçilik görevi bulunan kişilerin hem Türk hükümdarları hem de diğer devletlerin
hükümdarları tarafından maruz kaldıkları kötü muameleler incelenmiştir.
1 İbn Fadlan, İbn Fadlan Seyahatnamesi, Tercüme: Ramazan Şeşen, Yeditepe yayınları, İstanbul 2010.
2Çin Elçisi Wang Yen-Te’nin Uygur Seyahatnamesi, Çeviren: Özkan İzgi, T.T.K. yayını, Ankara 2000.
521
ELÇİYE ZEVAL OLURMU?
olsaydı, Çin böyle bir sürgünü göze alamazdı3. Attila’da elçilerin soyluluk, rütbe ve
tecrübelerine önem vermişti. Roma ve Bizans imparatorlarının, “her sınıftan, olur
olmaz insanları” elçi olarak göndermelerini, büyük bir hakaret saymıştı. Zengin ve
itibarlı elçilere iltifat ederdi. Değişir ve nazikleşir, onları dinlemek için her türlü
şeyi yapardı4.
M. Ö. 107 yılında Hunların töresinde elçi ile ilgili kaideler şöyle idi: Hiçbir
Çin elçisi(Çin imparatorundan aldığı) mektubu veya itimatnamesini vermeden Hun
hakanının otağına giremezdi. Ayrıca hakanın otağına girerken, yüzünü de
karartırlardı. Elçi, Hun geleneklerini bilmeliydi. Bundan dolayı Çin elçisi itimat
mektubu ile belgesini(Hun saray memuruna) verir, sonrada yüzünü karartarak
hakanın otağına girerdi5.
Büyük Türk devletlerinde siyasi temasları yürüten dışişleri dairesi en
mühim kuruluşlardan biriydi. Asya Hunlarının merkezinde çeşitli dillerde konuşan
ve yazan kalabalık bir heyet çalışırdı. Batı Hun İmparatorluğunun başkentinde
kâtipler, tercümanlar, kuryeler faaliyet halinde idiler. Casusluk yapmadıkları sürece
elçilere dokunulmazdı. Şüpheli hareketleri görünen yabancı elçiler hapse atılır veya
ülkenin uzak bir yerinde, belirli bir zaman için ikamete memur edilirdi. Çinlilerin
Hun ve Gök-Türk devletleri içinde, mesela Kapgan Kağan’ın öldürülmesinde ve
Bizans’ın Batı Hun devletinde yoğun casusluk faaliyetleri görülmüştür6.
Gök-Türklerde dış temasları bitikçi, ılımgacı ve tamgacı denilen görevliler
yürütürdü. Gök-Türklerin Persler ve Bizanslılarla ticarî temas kurdukları ve
karşılıklı elçilerin gidip geldiği bilinmektedir. Gök-TürkHakanlığına gönderilen
elçilerin kabul merasiminde hakanın yanında hatunun da hazır bulunması dikkate
değer bir husustur. Bizans İmparatorluğu diğer Türk devletlerinin yanı sıra
Peçeneklerle de yoğun münasebetler tesis etmişti; bu ilişkileri elçiler ve tüccarlar
sağlamaktaydı. Bizans’tan Kırım’a ve Peçeneklerin bulunduğu bölgelere devamlı
elçi gönderilmekte ve gerekli müzakereler yapılmaktaydı. Eski Türk devletlerinde
elçilerin, hanlarının tahta çıkışlarını bildirmek, karşı tarafa tebriklerde bulunmak
gibi çeşitli nezaket ziyaretlerinde de bulundukları bilinmektedir7.
Elçi kelimesinin karşılığı olarak Türkler- genellikle savcı kelimesini
kullanmışlardır. Dîvânû Lugâti’t-Türk’de “sav” kelimesi anlatım, mektup, söz,
haber ve havadis anlamına gelmektedir. Peygamberlere savcı denildiği
kaydedilmektedir. Aynı zamanda kayınlar arasında haber getirip götüren adam
anlamına geldiği de ifade edilmektedir8.
3Bahattin Ögel, Büyük Hun imparatorluğu, Kültür Bakanlığı Yayının, C.2, Ankara 1982. s.76.
4Bahattin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, C.7, Kültür Bakanlığı Yayının, Ankara 2000, s.334.
5 Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, C.7, s. 325
6 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi yayınları, İstanbul 1988, s. 266.
7 Mehmet İpşirli, “Elçilik”, DVİA, İstanbul 1995, C.11, s.5-6.
8 Kaşgarlı Mahmud, Divânû Lugâti’t-Türk, hazırlayan: Ahmet B. Ercilasun-Ziya Akkoyunlu, Türk Dil
yakınları ve diğer katılanlar yüzlerini çizerler, kan ve gözyaşı bir birine karışarak
akardı. Tören esnasında Chou elçisinden de yüzünü çizmesini istemişlerse de, Çinli
elçi buna direnmiş ve kesmemiştir13.
Bizans elçileri, Gök-Türkleri en büyük yasları sırasında İstemi Yabgu
ölümü üzerine yapılan yuğ töreninde rahatsız etmişlerdi. Üstelik yas törenine
uymayıp yüzlerini bıçakla kesmemişlerdi. Türk-Şad’ın tepkisin daha fazla
çekmemek için, elçiler bütün bu hakaretlere razı olmuşlardır14. Dolayısıyla bir yas
törenlerinde uygulanan kurallara uymamak elçilerin hakarete uğramasına sebep
olmakta idi.
Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Kadar, Türk Kültürüne Hizmet vakfı yayını, İstanbul 1992, s.81.
524
PROF. DR. HAVA SELÇUK
17 Ali Ahmetbeyoğlu, Grek Seyyahı Priskos(V.Asır)’a Göre Avrupa Hunları, Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1995, s. 35.
18 Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, C.7, s. 324.
19 Vardan, İslam Öncesi Türk Kültüründe Elçi ve Elçilik Müessesesi, s.308.
20 Ahmet Taşağıl, Gök- Türkler, s.19-20
525
ELÇİYE ZEVAL OLURMU?
621 yılında Çin’i çok ağır saldırılarla yıpratan Ch’u-lo(Çulo) Kağan’ı, Çin
elçisi Cheng Yüan-shou ikna edemeyince, onu adamlarına zehirletti. Ölmeden önce
Çin elçisi tarafından zehirlendiğini anlayan Ch’u-lo Kağan, onları hapse attırmasına
rağmen öldürmemiştir. Kağanın ölümünden sonra elçi Çin’e rahatça geri
dönmüştür21.
2.Öldürülen Elçiler
Chang-ch’ien’den Fergana atları hakkında bilgi alan Çin imparatoru,
altından yapılmış bir at heykeli göndererek, Fergana’nın “Kan terleyen atlar” diye
tasvir edilen cins atlarından istemiştir. Fergana hükümdarı bunu reddettiği gibi,
elçiyi de öldürtmüştür22.
M.Ö. 101’de Hun hakanı ava çıkmıştı. Ordu veya karargâhta, büyük Çin
elçisi Su Wu, hakanın hatunu ile çocukları yalnızdı. Diğer Çin elçileri, onları
kaçırmak istediler. Bunu gören teginler, hemen atlandılar. Baskıncı Çin elçilerini
öldürdüler. Yalnız Çin büyükelçisini sağ bıraktılar23.
Çiçi Han’ın karakteri çok sertti. Ayrıca ilerisini de çok iyi göremiyordu.
Nitekim daha sonraları Semerkant Krallığında bulunurken, bu Krallığın ileri
gelenlerinden bazılarını ırmağa atmış olması da bunu gösterir. Çiçi Han daha
önceleri oğlunu Çin Sarayına rehin olarak göndermişti. Sonradan Çin, bu
şehzadenin yanına bir elçilik katarak, oğlunu yine kendisine göndermişti. Çiçi Han
anlaşılmayan bir tutum ile, bu Çin elçilerini öldürdü. Elçi öldürme çok yanlış bir
tutumdu. Çünkü bu olaya kadar Hunlar, hiçbir Çin elçisini öldürmemişlerdi. Çin
elçilerin öldürülmesi işinde, Çin’e sığınmış olan ve Çin’in kuzey sınırlarında
oturan, eski Hun hakanı Huhanyeh Han’dan da şüphelenmişti. Bu mesele şu şekilde
ifade edilmiştir:
“M.Ö. 43’de iki Çin elçisi, Huhanyeh Han’dan öldürülen Çin elçilerini
sordular. Elçileri öldürenin cezasını bulacağını söylediler. Sonra da kendisinden
şüphelendikleri için, özür dilediler”. Elçiler Orhun’daki Hun başkentine giderken,
önlerinin kesilerek öldürebileceklerini düşünmüşlerdi. Bu durum, Çin’e sığınmış
olan Hunları da tedirgin etmiştir24.
Bumın kendisini Juan-juan’lar seviyesinde görmeye başladığında elçi
gönderip, Juan-juan reisinin kızını istemiştir. Kendini hala Orta Asya’nın en büyük
devleti olarak gören Juan-Juan reisi A-na-kui, Bumın’in teklifini çok sert bir
tepkiyle karşılamış, üstelik elçi göndererek Bumın’a “Sen benim demir işlerimde
21 Ahmet Taşağıl, “Gök-Türklerde İnsani değerler ve İnsan Hakları”, Türklerde İnsanî Değerler ve
İnsan Hakları, Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Kadar, , Türk Kültürüne Hizmet vakfı yayını,
İstanbul 1992,s.114.
22 Nurdan Vardan, İslam Öncesi Türk Kültüründe Elçi ve Elçilik Müessesesi, İstanbul Üniversitesi
526
PROF. DR. HAVA SELÇUK
çalışan bir kölesin, nasıl bana söz söylemeye cesaret edersin?” diyerek hakarette
bulunmuştur. Bu suretle Bumın’ı siyasi güç olarak tanımadığını bildirmiş oluyordu.
Buna Bumın’ın reaksiyonu da çok sert olmuş, A-na-kui’in elçisini öldürerek, bütün
ilişkileri kesmiştir25.
İstemi, Yabgu unvanıyla 552- 576 yılları arasında devletin batı kanadını
doğu’daki Büyük Kağan’a bağlı olarak idare etti. Bu dönemde Akhunlar’ın ortadan
kalkmasıyla Gök- Türk devleti batıda tam anlamıyla Sasani imparatorluğuyla sınır
olurken, aynı zamanda siyasî olarak çağınındünyasının iki büyük devleti, Bizans ve
Sasani’lerle temasa geçmiş, onlarla bir seviyeye yükselmişti. Bundan sonra Sasani
hükümdarı Anuşirvan, Batı Gök- Türklerine vergi vermeye başlamıştı. Bununla
birlikte yeni siyasi gelişmeler olmaya başlamıştı. Sasani imparatorluğu,
Maveraünnehir ticaret yolunu tamamen eline geçirmek istiyordu. Bu sebeple
ülkesinden Akdeniz ve Bizans ülkelerine yapılan ipek ticaretini durdurdu. Bu
şekilde Gök- Türklere bağlanmış olan tüccar Soğd kavmini ekonomik zorluklara
sokacak, hem de Gök- Türkleri ipekyolu transit vergisinden mahrum edecekti.
Ayrıca İstemi’nin gönderdiği elçileri bile öldürmüştür. Bu sırada batıda askerî
harekâta devam eden İstemi, sınırlarını Hazar denizine ulaştırmıştı. Daha önce
gönderilmiş iki elçilik heyetine de iyi davranmayan Anuşirvan, birinci heyetin
getirdiği ipekleri hemen satın alıp, elçilerin gözü önünde yakmış, elçiler geri
dönmüş, ikinci elçilik heyetini de gizlice zehirleterek öldürmüş; ancak İran sıcağına
dayanamadıkları için öldüklerini söylemiştir. İstemi, bu yalana inanmamasına
rağmen yine de Sasaniler’le münasebetlerini hemen kesmemiştir. Soğd’lu
Maniakh’ın tavsiyesine uyarak, yeni bir müttefik arama yoluna gitmiş, 567 yılında
adı geçen Soğd’lu başkanlığında bir heyeti Hazar Denizinin kuzeyi, Kafkasya
üzerinden Bizans başkenti İstanbul’a göndermiştir. Gök-Türk elçileri burada çok iyi
karşılanmışlardı. Elçiler çok kıymetli hediyeler getirmişlerdi. İstemi’nin gönderdiği
mektup, İmparator II. Justinos’a okundu. Tarihte Orta Asya’dan Bizans’a
gönderilen bu ilk elçilik heyetinin başarısı, İmparator Justinos ‘un hemen cevap
verme ihtiyacı duymasından gayet iyi anlaşılmaktadır26.
Tarihçi Hsüeh Tzung-cheng’in tespitine göre, zamanın bakanlarından
Chang Chiu-ling tarafından yazılan birkaç mektupta, 734 yılında yaşanan Türgiş-
Çin Savaşı’nın sebebi olarak, Çinli bir sınır subayının Su-lu’nun elçisini öldürüp
mallarını gasp etmesi gösterilmekdedir. Çin İmparatoru, subayını ölümle
cezalandırıp, öldürülen elçinin mallarını iade etse de savaş kaçınılmaz olmuştur27.
1093’te imzalanan Kıpçak-Rus barışı Kıpçakların Kiev’i yağmalamasıyla
yine bozulmuştur. Yağmalanmadan sonra tekrar barış tesis etmek üzere gönderilen
iki Kıpçak elçisi öldürülünce, 19 Temmuz 1096’da farklı yönlerden pek çok Kıpçak
527
ELÇİYE ZEVAL OLURMU?
birliği harekete geçmiştir. Rus galibiyetinin ardından Kıpçaklar ertesi yıl Kiev’i
yağmalayarak ganimetleri ele geçirmişlerdir28.
Elçilerin casusluk yaptığı gerekçesiyle öldürüldüğü bir olay da 1218
yılındaki Otrar faciasıdır. Moğol elçilik heyetini de içeren ticaret kervanı Seyhun
kenarından Harizmşahların sınır şehri Otrar’a geldiğinden, buranın valisi tarafından
casusluk ithamıyla durduruldu. Terken Hatun’un yakın akrabası olan Gayır Han
lakaplı İnalcık, maiyetinde 20.000 süvari bulunan güçlü bir vali idi. Kafiledekileri
tevkif etti, mallarına el koydu, sonra da kaçabilen biri hriç, hepsini öldürttü.
Kaynakların tamamının cinayet olarak niteledikleri bu katliamın sebebi, İnalcık’ın
mal hırsı idi. Otrar katliamıyla ilgili haberler Cengiz Han’a ulaştığında, o bu
durumu “haince ahit bozma” şeklinde değerlendirdiyse de soğuk kanlılığı elden
bırakmadı. Ama bir süre sonra bu katlimamın sorumluları Cengiz Han tarafından en
ağır şekilde cezalandırıldılar29.
Büyük Selçuklu Sultanı Sultan Sancar zamanında bir olay vukua gelmişti.
Sultan Sancar, itaat bildirmesine rağmen Atsız’ın tavırlarından kuşkulandığı için
durumu öğrenmek amacıyla Edib Sabir’i elçi olarak göndermişti. Eğer Atsız
Sancar’a tabi olursa kan dökülmeyecek halk ise zahmet çekmeyecekti. Sultanın
elçisi Harizm’de iken Atsız’ın sultanı öldürmek için batini bir fedai tuttuğunu
öğrendi. Ardından da bu haberi ve fedailerin eşkâllerini bir kâğıda yazıp yaşlı bir
kadının ayakkabısının içinde Merv’e ulaştırdı. Sultan mektubu aldıktan sonra bu
fedaileri yakalatarak öldürttü. Atsız bu suikastın Edib Sabir tarafından sultana haber
verildiğini öğrenince onu Ceyhun nehrine attırdı30.
1265 yılında tahta çıkan İlhanlı hükümdarı Abaka Han’ın emriyle Abatay
Noyan, yanında Diyarbekir valisi Durbay olduğu halde Anadolu, el-Cezire ve Irak
askerlerini de yanlarına alıp, 30.000 kişilik Moğol-Selçuklu ordusuyla,
Memlûklar’a ait al-Bira’yı (Birecik), Aralık 1275 tarihinde kuşatmış fakat ele
geçirememişlerdir. Bu kuşatma hadisesi gerçekleşirken, kuşatmada bulunan
Muineddin Süleyman Pervane, Sultan Baybars ile gizlice temas kurarak, eski
tekliflerini yinelemiş ve Tatarları beraberce yok edebilmek için, onun derhal
harekete geçmesini istemiştir. Baybars, Pervane’nin bu teklifine olumlu cevap
vermiş ve kendisi gelinceye kadar durumu idare etmesini bildiren bir cevap
göndermiştir. Fakat Baybars’ın mektubunu Pervane’ye getiren elçiler, keşif ve
yağma yapmak için Suriye içlerine gönderilmiş olan Moğol atlıları tarafından
yakalanmış ve Abatay Noyan’ın huzuruna çıkartılmışlardır. Pervane ise, bu elçilerin
528
PROF. DR. HAVA SELÇUK
kendi düşmanı olan Ermeni kralının bir hilesi olduğunu ileri sürmüş ve elçilerin
öldürülmesini sağlayıp, bu tehlikeyi atlatmıştır31.
Mumluklularıntabiiyetini sağlamak istediğinden giderayak, Kutuz’a bir elçi
heyeti gönderen Hülagü, ondan kendisine tabi olmasını istemiş, aksi takdirde
Suriye’de vuku bulan katliam hadiselerinin Mısır’da aynen tekerrür edeceğini
bildirmiştir. Hülagü’nün bu tehdit dolu mektubu karşısında Memluk ümerasını
toplayan Kutuz, onlarla durumu istişare etmiştir. Toplantıda alınan savaş kararından
sonra Moğol elçilerinin vücutları ortadan ikiye bölünerek başları da kahire
sokaklarına asılmıştır. Böylece Hülagü’nün tehdit dolu tabiyet talebine aynı
sertlikle cevap verilince iki devlet arasındaki savaş kaçınılmaz hale gelmiştir32.
31 Efe Durmuş, “Türkiye Selçukluları Devrinde Harezmli Bir Türk Emiri: Hüsameddin Baycar”, Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 1, Elazığ 2009, s.226
32 Süleyman Özbek, “Yakın Doğu Türk-İslam Tarihinin Akışını Değiştiren Bir meydan Savaşı Ayn
Hakları, Başlangıçtan Osmanlı dönemine Kadar, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Yayını, İstanbul
1992,s.127.
529
ELÇİYE ZEVAL OLURMU?
36 Sezen Yılmaz, Büyük Selçuklu Devleti’nde Elçilik Kurumu, Marmara Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları
Enstitüsü, İstanbul 2010, s. 16-17.
37 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993, s ; Gürcistan
Tarihi: Eski çağlardan 1212 yılına kadar, Gürcüceden çev. Marie Felicite Brosset; çev. Hrand D.
Andreasyan; yayına haz. Erdoğan Merçil ; Emine Uyumaz, TTK Yayını, Ankara 2003, s.404-406;
Türkiye Selçuklu Devleti’ne Gelen ve Giden Elçiler, Bilge Kültür ve Sanat, İstanbul 2011, s.46-47.
530
PROF. DR. HAVA SELÇUK
SONUÇ
Türkler, ilişkide bulundukları komşu veya uzak devletlerle anlaşmalar
yapmak veya bir takım meseleleri görüşmek üzere elçiler yollamışlar veya
kendilerine aynı amaçlarla elçiler gelmiştir. Elçiler casusluk gibi bir hareket
içerisinde bulundukları zaman eğer bu hissedilirse elçilere gerekli cezalar
verilmiştir. Bazen hapsedilmiş bazen ise öldürülmüşlerdir. Bununla birlikte sadece
elçi görevini ifade eden kişilerin hükümdarların gazabına uğradıkları da
görülmüştür. Elçilerin öldürülmesi ise genellikle affedilmemiş iki ülke arasında
savaşın başlamasına neden olacak neticeler vermiştir. Zira ikili ilişkilerde
hükümdarı temsil eden elçilerin öldürülmesi, hükümdara karşı yapılan bir hareket
olarak kabul edilmiştir. Her ne kadar elçiye zeval olmaz denilse de zaman zaman
elçilere zeval olmuştur.
531
ELÇİYE ZEVAL OLURMU?
KAYNAKÇA
AHMETBEYOĞLU, Ali, Grek Seyyahı Priskos(V.Asır)’a Göre Avrupa Hunları,
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1995.
ÇANDARLIOĞLU, Gülçin “Uygurlarda İnsani Değerler ve Hukuk”, Türklerde
İnsanî Değerler ve İnsan Hakları, Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Kadar, Türk
Kültürüne Hizmet Vakfı Yayını, İstanbul 1992.
ÇİN ELÇİSİ WANG YEN-TE’NİN UYGUR SEYAHATNAMESİ, Çeviren:
Özkan İzgi, T.T.K. yayını, Ankara 2000.
DURMUŞ, Efe, “Türkiye Selçukluları Devrinde Harezmli Bir Türk Emiri:
Hüsameddin Baycar”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 19, Sayı:
1, Elazığ 2009, s.223-232.
GÖMEÇ Saadettin, Kök Türk Tarihi, Ankara, Türksoy Yayınları, Ankara 1997.
GÖMEÇ Saadettin, Türk Kültürünün Ana Hatları. Akçağ yayınları, Ankara 2006.
GÜNDÜZ, Ahmet, “Tarihî Süreç İçerisinde Türk Toplumunda ve
Devletlerinde Kadının Yeri ve Önemi”, JASSS, Volume 5 Issue 5, October 2012,
p. 129-148.
Gürcistan Tarihi: Eski çağlardan 1212 yılına kadar, Gürcüceden çev: Marie
Felicite Brosset; çev:Hrand D. Andreasyan; yayına hazırlayan: Erdoğan Merçil;
Emine Uyumaz, TTK Yayını, Ankara 2003.
İBN FADLAN, İbn Fadlan Seyahatnamesi, Tercüme: Ramazan Şeşen, Yeditepe
yayınları, İstanbul 2010.
İPŞİRLİ, Mehmet “Elçilik”, DVİA, İstanbul 1995, C.11, (s.3-15).
KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi yayınları, İstanbul 1988.
KAŞGARLI MAHMUD, Divânû Lugâti’t-Türk, hazırlayan: Ahmet B. Ercilasun-
Ziya Akkoyunlu, Türk Dil Kurumu Yayını, Ankara 2014.
NEMETH, Gyula, Hunlar ve Tanrının Kırbacı Attila, çev: Tarık Demirkan, Yapı
Kredi yayınları, İstanbul 1996.
NİZAMÜ’L-MÜLK, Siyasetname, hazırlayan: Mehmet Altay Köymen, Kültür ve
turizm Bakanlığı yayını, Ankara 1982.
ÖGEL, Bahaettin, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayının,
C.2,Ankara 1982.
ÖGEL, Bahaettin, Türk Kültür Tarihine Giriş, C. 7, Kültür Bakanlığı Yayının,
Ankara 2000.
ÖZBEK, Süleyman, “Yakın Doğu Türk-İslam Tarihinin Akışını Değiştiren Bir
Meydan Savaşı Ayn Calud”, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, C. V, s. 127-133.
TAŞAĞIL, Ahmet, “Gök-Türklerde İnsani Değerler ve İnsan Hakları”, Türklerde
İnsanî Değerler ve İnsan Hakları, Başlangıçtan Osmanlı dönemine Kadar, Türk
Kültürüne Hizmet Vakfı Yayını, İstanbul 1992.
TURAN, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, İstanbul
1993.
532
PROF. DR. HAVA SELÇUK
533
ELÇİYE ZEVAL OLURMU?
534
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA
GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
Hilmi BAYRAKTAR1
1 Prof. Dr. Gaziantep Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. e-mail:
hbayraktar27@hotmail.com.
535
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTAB VAKIFLARI
536
PROF. DR. HİLMİ BAYRAKTAR
537
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTAB VAKIFLARI
539
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTAB VAKIFLARI
kuruşluk geliri ile Cafer Baba Vakfı izlemektedir. Ayrıntılar için yukarıdaki Ayntâb
Kazası Fazlası Evladına Meşrut Vakıfları Gelir-Gider Tablosuna bakılabilir.
Aşağıdaki grafik Ayntâb'daki Fazlası Evlada Meşrut vakıfların gelir
kalemleri ve bunların toplam gelir içerisindeki yeri hakkında ayrıntılı bilgi
sunmaktadır. Buna göre en önemli gelir kalemi %41 ile bahçe gelirleridir. Bunu
%27 ile karye, mezra, tarla ve çiftlik gelirleri, %15 ile dükkân, mağaza ve mahzen,
%9 ile han, %5'ile değirmen, %3 ile hamam, %1 ile zeytin ağacı hâsılatı takip
etmektedir.
Bazen arsası vakıf olup, üzerindeki bina ve ağaçlar mülk olan akarlar da
vardı. Eğer zemin ile üzerindeki bina ve ağaçlar farklı vakıfların ise mülk ve ağaç
sahibi olan vakıf, zemin sahibi olan vakfa kira ödemek durumunda kalırdı7. Bu
tayin edilen senelik gelire vakıf literatüründe "mukataa", "icare-i zemin" veya
"icare-i seneviye" denirdi. Bu gelir kalemine 10'u aşkın vakıf muhasebesinde
rastlanılmıştır.
Muhasebe kayıtlarında vakıfların toplam gelirleri kadar gelir-gider farkları da
önemlidir. Çünkü kalan para evlatlar arasında taksim edilecektir. 59 vakfın toplam
geliri 41.261, gideri ise 25.342 kuruştur. Aradaki fark 13.612 kuruştur. Toplam
gelire oranı yaklaşık 1/3'tür. Demircioğlu Vakfı 1200 kuruşluk gelir ile evlada en
çok para bırakan vakıf olarak görülmektedir. Bunu 1031 kuruş ile Cami-i Mehmet
Efendi ve 918 kuruş ile Ayşe Bacı Vakıfları takip etmektedir.
1.2. Fazlası Evlada Meşrut Vakıfların Gider Kalemleri:
7 Nazif Öztürk; Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Türkiye Diyanet Vakfı
541
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTAB VAKIFLARI
düşünülebilir.
543
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTAB VAKIFLARI
TG: Toplam Gelir; TM: Toplam Masraf.; GGD: Gelir Gider Durumu; MM: Mütevelli Masrafları;
11
VM: Vakıf Masrafları; MH: Mühür Harcı; EHH: Evkâf-ı Hümâyûn Hazinesi; EHH: Evkâf-ı Hümâyûn
Hazinesi; GSMZF: Geçen Seneden mütevellinin zimmetinde vakfın faizi; T: Toplam
544
PROF. DR. HİLMİ BAYRAKTAR
545
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTAB VAKIFLARI
546
PROF. DR. HİLMİ BAYRAKTAR
Ele aldığımız 115 vakfın muhasebesinde asgari 334 dükkân, 108 bahçe, 33
karye ve mezra geliri veya gelir hissesi, 8 han, 6 hamam gelir hisseleri, mukataa-i
zemin gelirleri, çarşı hâsılatları, meydan hâsılatları gibi pek çok gelir kalemleri
vardır. Halbuki elimizde toplam 241 vakfiye vardır. 115 vakıf haricinde diğer
vakıfların da dükkan ve bahçeleri dikkate alındığında; Ayntâb'da dükkân ve
bahçelerin kahir ekseriyetinin vakıf malı olduğu söylenebilir.
547
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTAB VAKIFLARI
SONUÇ:
548
DİVÂNU LUGATİ’T-TÜRK’TE BULUNAN
AHLAKÎ TERİMLER*
ÖZET
Türkçe’nin bilinen ilk sözlüğü olan Divânu Lugâti’t-Türk, Kaşgarlı Mahmut
tarafından farklı bölgelerde kullanılan Türk lehçelerdeki söz varlıklarından
hazırlanmıştır. Türkçenin varlıkla ilgili tüm ihtiyaçları karşılamaktaki yeterliğini
göstermek amacıyla kaleme alınan eser, sözcük zenginliği bakımından a önemlidir.
Bu eserden faydalanılarak birçok disipline ait terim türetmek mümkündür. Özellikle
tarihî, dinî, ahlakî ve felsefî ilimlere ait kavramların Türkçe karşılıklarını bulma
hususunda Divanu Lugâti’t-Türk’ün önemli bir eksikliği dolduracağı kanaatindeyiz.
Zira bu hususta yapılan birtakım çalışmalar bulunmasına rağmen, ahlakî
kavramlarla ilgili yeterli çalışmaların yapıldığını söyleyemeyiz. Eseri bu amaçla
incelediğimizde, içerisinde yer alan kelimelerin değişik kullanımlarından hareketle
bir takım ahlakî terimler türetmenin mümkün olduğunu söyleyebiliriz.
1. GİRİŞ
Dil bir milletin zihin yapısını yansıtan en önemli göstergelerdin başında
gelmektedir. Zira bir millete ait maddî ve manevî ne kadar kavram varsa, hepsinin
dilde de bir karşılığı bulunmaktadır. Bu karşılığın tek göstergesi ise kamustur.
Türkçemizde bilinen en eski kamus, gelmiş geçmiş en önemli Türk dilbilimcisi
olarak kabul edilen Kaşgarlı Mahmut’un Divânu Lugâti’t-Türk adlı eseridir.
XI. yüzyılda yaşamış olan Kaşgarlı Mahmut’un hayatından çok, kişiliği ve
eseri ile ilgili bilgi sahibiyiz. Kaynakların vermiş olduğu bilgilere göre 1008 yılında
* Bu makale, Bartın Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi tarafından 13-14 Mayıs 2015 tarihlerinde
1 Geniş bilgi için bkz., Ömer Faruk Akün, “Kaşgarlı Mahmud”, DİA, C. 25, Ankara, 2002, s. 9-14.
2 Mustafa S. Kaçalin, “Divânu Lugâti’t-Türk”, DİA, 9, İstanbul, 1994, 446-49.
550
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
3 Kaşgarlı Mahmud, Divânu Lûgat-it-Türk, C. I, çev., Besim Atalay, TDK Yay., Ankara, 1992, 3-
4. Bundan sonraki atıflarda bu eser “Divânu Lugâti’t-Türk” olarak belirtilecektir.
4 Divânu Lugâti’t-Türk, I/4.
5 Kaside tarzında yazılan manzume.
6 Divânu Lugâti’t-Türk ,I/5.
7 Atasözü.
8 Divânu Lugâti’t-Türk, I/8.
9 Divânu Lugâti’t-Türk, I/4.
551
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
10 Divânu Lugâti’t-Türk, Haz. A. Bican Ercilasın- Z. Akkoyunlu, TDK yay. Ankara, 1994, s. 354.
Bundan sonraki atıflarda bu eser “DLT” şeklinde belirtilecektir.
11 DLT, 165.
12 DLT, s. 500.
13
DLT, 442.
552
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
Hikmet
Hikmet Arapça bir kelime olup, eşyanın hakikatını bilme ve ona göre
eylemde bulunma gibi anlamlara gelmektedir. Bu anlamıyla felsefe yerine de
kullanılmaktadır.
Hikmet kavramını karşılamak için Divânu Lugâti’t-Türk’deki “bilig”
kelimesinin kullanılabileceğini iddia ediyoruz. Şöyle ki, bilig kelimesi bilmek
fiilinden türetilmiş olup, insanın sonradan elde ettiği bilgi yanında, Tanrı tarafından
kut olarak verilen bir bilgiye de işaret etmektedir. Bu yüzdendir ki bir başka Türk
bilgini Yusuf Has Hacip yazmış olduğu meşhur eserine kut veren bilgi anlamında
“Kutadgu Bilig” adını vermiştir. İşte bu tür bilgi insanı mutluluğa, erdeme ve üstün
faziletlere götüren bilgidir.
Divânu Lugâti’t-Türk’e baktığımızda bilig kelimesinin ilim, bilgi, hikmet ve
aynı zamanda edeb anlamına da geldiğini görürüz. Mesela, “bilig öğren” derken
daha çok ilim ve hikmet öğrenmek kastedilmektedir14.
Bilig kavramından maksat, tıpkı Türk-İslam filozof Farabî’nin de iddia ettiği
gibi, insanı en yüce mutluluğa götüren bilgidir. Farabî bu bilgiye Arapça “es-
saadetü’l-kusvâ” adını verirken Kaşgarlı Mahmut ise “bilig” demektedir. Çünkü
bilig; “biligin uluglukka tegdim” 15 (akıl ve ilimle şaraf kazandım) örneğinde
olduğu gibi insanı yücelten bir özelliktir.
Hakîm
Hakim teriminin karşılığı olarak Divânu Lugâti’t-Türk’deki “bilge” ve “öge”
kelimelerini kullanabiliriz. Bunlardan bilge kelimesi, bilgin, akıllı, hakîm16
anlamındadır. Eski filozoflar, bilginler anlamında Arapçadaki “kudemâ”
kelimesinin tam karşılığı olarak da “ozakı bilgeler”17 tabiri kullanılmaktadır.
Ayrıca bilge kelimesi öğrenmek ve öğrendiğini uygulamak anlamını da içine
almaktadır. Mesela şu beyitte bu özelliği yakalamaktayız:
“Bilge erig edgü tutup sözin işit / Erdemini ögrenipen ışka süre.” (Bilgin
kimseyi hoş tutup sözünü dinle/ Faziletini öğrenip, öğrendiğini de gerçekleştir.)18.
Bu beyitte öğrenme ve öğrendiğini uygulamadan bahsedilmektedir. Bu ise
felsefenin kısımlarını oluşturan ilmî (teorik) ve amelî (pratik) hikmet kavramlarını
hatırlatmaktadır. Filozoflar felsefeyi böylece iki kısma ayırırlarken, Divânu
14 DLT, 166.
15 DLT, 258..
16 DLT, 185.
17 DLT 166.
18 DLT, 185.
553
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
19 DLT, 185.
20 “Akıllı, erdemli bilgin kişi.” DLT, 368.
21 DLT, 22, 44.
22 DLT, 16.
23 DLT, s. 410.
24 Sağduyu, bileşik bir kelime olup, mantıklı ve doğru düşünme hassası, doğruyu yanlıştan ayırma
25 DLT, s. 29.
26 DLT, 76.
27 DLT, 94.
28 Ahlak, hikmet, hakim ve akıl gibi kavramların DLT’deki karşılıkları ile ilgili inceleme için bkz,
555
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
Merhamet
Merhamet etmek, şefkat göstermek anlamında “kawdunmak/ kawdınmak”
kelimesinin kullanıldığını görmekteyiz. Mesela, bir kişinin çocuğuna şefkat ve
merhamet gösterdiğini belirtmek için “er oglına kawdundı.” (adam oğluna şefkat
gösterdi.) ibaresi kullanılmaktadır37.
Aç gözlülük
Tamahkar (aç gözlü) kavramını karşılamak üzere “suk” kelimesinin
kullanıldığını görmekteyiz. Mesela, aç gözlü ya da gözü bir türlü doymayan
tamahkar birisi için “suk er” tabiri kullanılmaktadır38.
Affetmek
Divan’da affetmek anlamında “keçürmek” fiili kullanılmaktadır. “Beg anın
yazukın keçürdi”39 örneğinde, hata eden birisinin bey tarafından affedildiğini
görmekteyiz.
Alay etmek
Alay etme anlamında “yaltga” kelimesi kullanılmıştır: “Ol anı yaltga kıldı.”40
(O onunla alay etti.)
Tevazu
Divanu Lugâti’t-Türk’te alçak gönüllü, mütevazi, yumuşak huylu anlamına
gelmek üzere “tüzün”, “kotkı”, “amul”, “sun” ve “yinçge” gibi kelimelerin
kullanıldığı görülmektedir.
Tüzün kelimesi şöyle bir atasözünde kullanılmıştır: “Tüzün birle uruş, utun
birle tireşme.”41 (Yumuşak huylu biriyle vuruş, (o sana tahammül eder), alçak ve
sefih kimseyle zıtlaşma (çünkü o seni yener.)
Bir beyitte, bir kişinin çocuğuna alçak gönüllü ve tevazu sahibi olması
gerektiğine dair öğüt verirken “kotkı” kelimesi kullanılmakta ve 42 şöyle
bahsedilmektedir:
“Ögren anın biligin künde anar baru/ Kotkılıkın tapıngıl kodgıl küwez
naru.” (Bilge birisine rastlarsan ona her gün git ve ondan hikmet öğren..
43
37 DLT, 306.
38 DLT, 401.
39
DLT, 253.
40 DLT, 526.
41 DLT, 179.
42
DLT, 185.
556
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
Cömertlik
43 DLT, 273.
44 DLT, 533-34.
45 DLT, 404.
46 DLT, 111.
47 DLT, 485.
48 DLT, 134.
49 DLT, 418.
50 DLT, 221.
557
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
51 DLT, 43.
52 DLT, 135.
53 DLT, 419.
54 DLT, 161.
55 DLT, 220.
56 DLT, 205.
57 DLT, 314.
58 DLT, 123.
59 DLT, 482.
558
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
60 DLT, 449.
61 DLT, 67, 533.
62 DLT, 416.
63 DLT, 76.
64 DLT, 99.
65 DLT, 77.
66 DLT, 147, 404.
67 DLT, 404.
68 DLT, 285.
69 DLT, 472.
70 DLT, 132.
71 DLT, 48.
72 DLT, 525.
73 DLT, 46.
559
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
74 DLT, 137.
75 Dlt, 530.
76 DLT, 40.
77 DLT, 217.
78 DLT, 185.
79 DLT, 44.
80 DLT, 274.
81 DLT, 143, 398.
82 DLT, 324.
83 DLT, 523.
84 DLT, 304.
85 DLT, 322.
86 DLT, 73.
87 DLT, 156.
88 DLT, 184.
89 DLT, 141.
90 DLT, 158.
560
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
Edgü: İyi. Edgülük: İyilik, ihsan: “Edgülükni suw adakında kemiş başında
tile.” (İnsanlar için iyilik ve ihsanı, suyun sonuna fırlatıp at, onu suyun kaynağında
yüzerken görürsün.)91 İyi ve güzel karşılığı olarak “yaxşı” kelimesi de
kullanılmaktadır: “Yaxşı nen” (iyi şey), “yaxşı iş” (iyi iş)92. İhsan ve lütufta
bulunmak anlamında kullanılan bir başka kelime de “açıg” kelimesidir. Mesela,
“Han mana açıg birdi.”93 (Han bana ihsanda bulundu.)
Esen: Selamet, sıhhat.94
İkirçgün: Tereddüt: “Könlüm ikirçgün boldı.” (Gönlüm yapıp yapmamak
hususunda tereddütte kaldı.)95
İnç: Huzurlu ve sakin: “Könül inç mü?” (Gönlün rahat mı?)96
İrinç/irinj: Nimet, bolluk, nimet içinde yaşamak.97
İrteş: Tetkik etmek, araştırmak: “Olar bu sözüg irteştiler.” (Onlar bu sözü
araştırdılar.)98
İvmek: Acele etmek: “Er iwdi.” (Adam acele etti.)99
Kargamak: Lanetlemek: “Tenri anı kargadı.” (Tanrı onu lanetledi.)100
Kargamek kelimesinden türeyen “kargış” ve “kargag” kelimeleri de lanet,
lanetlemek anlamında kullanılır: “Tenri kargışı anın üze.” (Allahın laneti onun
üzerine olsun), “kargış kişi” (melun).101 “Tenri kargagına ilinme.” (Tanrı’nın
lanetine uğrama).102
Katkı: Tabiatı sert ve kimseye itaat etmeyen, asi: “Katkı kişi” (asi).103
Kek: Mihnet, intikam, öç ve kin: “Öçlüg keklig kişi” (öç ve kin sahibi olan
kişi). Benzer anlamda kullanılan bir kelime de “öçüt” kelimesidir.105
104
Keneş: İstişare.106
Kıyık: Sözünde durmayan, yalpa yapan: “Kıyık kişi.” (Hiçbir zaman sözünde
durmayan adam.)107
91 DLT, 264. Bu söz bugün kullandığımız “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halık bilir”
atasözünü akla getirmektedir.
92 DLT, 361.
93 DLT, 30.
94 DLT, 36.
95 DLT, 521.
96 DLT, 528.
97 DLT, 67.
98 DLT, 108.
99 DLT, 426.
100 DLT, 470.
101 DLT, 201.
102 DLT, 320.
103 DLT, 185.
104 DLT, 209, 318.
105 DLT, 24.
106 DLT, 495.
107 DLT, 417.
561
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
562
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
Ökünç: Pişmanlık: “Ol anar ökünç kıldı.” (O, ona pişman oldu.)127
Ötgünmek: Taklit etmek: “Ol mana ötgündi.” (O beni taklit etti.) “Karga kaza
ötgünse butı sınur.” (Karga kazı taklit ederse, ayağı (butu) kırılır.)128
Özne: İsyan, isyan etmek: “Ogul ataka öznedi.” “Oğul babaya isyan etti.)129
Sagınmak: Zanda bulunmak: “Ol mana edgü sagındı.” (O benim için iyi
zanda bulundu.)130
Sakınç: Keder.131
Sawçı: Peygamber, elçi.132
Sawulmak: Meyletmek, akmak: “Könlüm anar sawuldu.” (Gönlüm ona
meyletti.)133
Senletmek: Büyük birisine aşağılamak maksadıyla ‘sen” diye hitap etmek.
Çünkü Türklerde yaş ve makamca büyük olana “siz” diye hitap edilir. Sen diye
hitap etmek, bir nevi aşağılamak anlamına gelir. “Ol anı senletti.” (O, ona “sen”
diye hitap etti.)134
Sizletmek: “Senletme”nin tam zıttı: “Men anı sizlettim.” (Ben ona büyüklere
yapılan hitapla seslendim.)135
Sermek: Sabretmek: “Ol serdi.” (O sabretti).136
Sinüt: Hediye, armağan. “Bu at mana sinüt birdi.” (O bu atı bana hediye
etti.)137
Sizig: Zan.138
Talu: Seçkin, mümtaz: “Talu nen” (seçkin şey).139
Tanmak: İnkar etmek: “Ol alımnı tandı:” (O borcunu inkar etti.)140
Tansuk: Nefis, harika: “Tansuk nen” (Harika şey), “tansuk aş” (nefis
yemek).141
Tapı: Razı olma, rıza: “Bu ışta anın tapısı kerek.” (Bu işte onun rızası
gerek.)142 “Tablag” kelimesi de aynı anlama gelmektedir: “Bu ışda senin tablagın
bar mu?” (Bu işte senin rızan var mı?)143
563
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
564
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
565
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
Yek: Şeytan: “Bildük yek bilmedük kişiden yig.” (Tanıdık şeytan tanımadık
adamdan daha iyidir.)180
Yinçge: Mütedeyyin, sürekli ibadet eden: “Yinçge kişi” (dindar).181
Yonag: Gammazlayan. “Anı yonag yonadı.” (Gammazlayan onu gammazladı,
çekiştirdi.)182
Yonamak: Gammazlamak. “Anı begke yonadı” (onu beye gammazladı.)183
Yudut: Hayırsız, kendine hayrı olmayan. “Yudut nen” (hayırsız şey), “yudut
er” (hayırsız adam.)184
Yükünç: Namaz: “Tenrike yükünç yükündi.” (Tanrı için namaz kıldı.)185
Yükünmek: Secde etmek: “Kul Tenrike yükündi.” (Kul Tanrı’ya secde etti.)
“Toyın burxanka yükündi.” (Kafir puta secde etti.)186
566
Prof. Dr. İsmail ERDOĞAN
3. SONUÇ
Türklerin İslam’a girmesiyle birlikte, Arapça’nın Kur’an dili ve dolayısıyla
da bilim dili olması sebebiyle, bilimsel terimlerin de Arapça’dan dilimize geçtiğini
görmekteyiz. Bu durumun ana dilimiz olan Türkçe’nin gelişmesi önünde bir engel
olduğu şüphesizdir. İslam’a girişimizin ilk dönemlerinde Kaşgarlı Mahmut gibi işin
farkına varan ilim adamlarımız, Türkçe’nin her alanda yeterli olduğunu göstermek
için gayret sarfetmişlerdir. Ancak daha sonrakiler bu şuur ile hareket etmedikleri
için bütün bilimsel terimlerin, Türkçe olmayan kelimelerden oluştuğunu
görmekteyiz. Halbuki yukarıda da örneklerini vermeye çalıştığımız üzere, Divanu
Lügâti’t-Türk’te her bilim dalında olduğu gibi dinî ve ahlakî kavramları
karşılayacak şekilde yeteri kadar kelime bulunmaktadır.
567
H. 1258 TARİHLİ BİR MUHASEBE KAYIDINA GÖRE AYNTÂB VAKIFLARI
568
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI
(668-782)*
Fatma ÇAPAN
ÖZET
* Bu makale, Bartın Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi tarafından 13-14 Mayıs 2015 tarihlerinde
ABSTRACT
The first relations between Eastern Roman Empire and Muslim Arabs
began in the period of the Prophet Mohammed. Although Prophet Mohammed sent
letters of invitation to Islam to Byzantine Emperor Heraclius, he neverreceived a
positive answer from him. Moreover, their relation began to tense with the killing of
Prophet Mohammed’s envoy and battle of Mu’tah in the year of 629. In four
caliphs’ period, the most of Byzantine lands in the southern border were conquered
by Muslims. These conquests also continued in the period of Umayyads and
Abbasids. The most important of these conquests is siege of Istanbul. However,
Istanbul was sieged three times in the period of Umayyads andthey failed owing to
city was surrounded by strong walls, the use of Greek fire (Grejuva), lack of
supplies, shortage and climate change. In the period of Abbasids, Although Harun
Al-Rashid came up to Uskudar and attempted a siege, the siege ended without
starting with Byzantine Emperor’s peace offer because he understood thathe
couldn’t resist them.
570
FATMA ÇAPAN
GİRİŞ
1 Byzantion, İstanbul’un şimdiye kadar bilinen en eski adıdır. Trakça, Buzas-Bizas-Vizas şahıs
isimlerinden türeyen bu şehir rivayete göre Trakyalı Semestras’ın oğlu kral Bizas tarafından
kurulmuştur. Daha geniş bilgi için bkz. M.Tayyip Gökbilgin, “İstanbul”, İslam Ansiklopedisi, C.IV.,
MEB Yay., İstanbul-1959, s.1142-1143.
2 Bu politikalar genellikle bir düşman kavimi başka bir düşman kavime kırdırmak ve düşman
kavimlerle askeri ittifak yapmak şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bkz. Fatma ÇAPAN, Balkanlar’da
Bizans-Türk İlişkileri(IV-X. Yüzyıllar), Yayınlanmamış Doktora Tezi, Elazığ-2013, s.245-246.
571
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI (668-782)*
haiz olan şehir asırlar boyunca Türkler başta olmak üzere birçok kavmin ilgisini
çekmiş ve defalarca kuşatma altında kalmıştır. Çünkü anlaşıldığı üzere İstanbul’a
hakim olmak aynı zamanda dünyanın kalbine hakim olmak yani büyük bir dünya
devleti kurmanın en büyük anahtarlarından biridir. Dolayısıyla, Kavimler Göçü ile
birlikte Karadeniz’in kuzeyinden Tuna sınırlarına dayanan Türk devletlerinin
yaptıkları ilk iş İstanbul’a bir elçilik heyeti göndererek yerleşmek için yeni yurtlar
istemek olmuştur. Eğer isteklerine ulaşmazlarsa tek çarelerinin onlarla savaşmak ve
topraklarını istila etmek olduklarını bildirirlerdi. Aslında bu kavimlerin asıl niyetleri
de Doğu Roma İmparatorluğu ile savaşarak İstanbul’a kadar ilerlemek ve
nihayetinde burayı ele geçirerek Avrupa içlerine kadar sokulmak ve dünya
hakimiyetini kurabilmektir3.
300.
572
FATMA ÇAPAN
6 George Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, (Türkçeye Çev., Fikret Işıltan), TTK Yay., Ankara-
1999,s.48; Casim Avcı, İslâm-Bizans İlişkileri, Klasik Yay., İstanbul-2003, s.24.
7 Ostrogorsky, a.g.e., s.35.
8 Avcı, a.g.e., s.24.
9 Doğu Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırlarında ezeli düşmanları Sasanilere karşı Arap kabilelerle
ittifak kurma politikaları izleyerek onlardan gelebilecek tehlikeleri bertaraf etmeye çalışmıştır. Ancak,
İmparator I. Iustinianos(527-565)’un izlediği tek dünya devleti olma politikası nedeniyle doğudaki
sınırlar ihmal edilmiştir. Sasaniler ile yüklü miktarda vergiler karşılığında imzalanan anlaşmalar devlet
hazinesine oldukça zarar vermiştir. Sasaniler Bizans ile barış halinde oldukları bu süreçte daha da
güçlenmişlerdir. Dolayısıyla Iustinianos kendisinden sonraki Bizans İmparatorlarına çok daha güçlü
bir düşmanı miras olarak bırakmış ve İmparatorluk Sasanilerle uzun yıllar savaşmak zorunda kalmıştır.
Bkz. Ostrogorsky, a.g.e., s.65-66.
10 M.V. Levtchenko, Bizans Tarihi, Doruk Yay., İstanbul-2007, s.126;Avcı, a.g.e., s.26.
573
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI (668-782)*
13 Ahmed b. Yahyâ el Belâzuri, Fütuhu’l Büldân(Ülkelerin Fetihleri), (Tercüme Eden, Mustafa Fayda),
yaparak halkını da tehcire zorlamıştır. Bkz. Adem Apak Anahatlarıyla İslâm Tarihi (3), Ensar Yay.,
İstanbul-2010, s.58.
19 Theophanes, a.g.e.,s.39;Lemerle, a.g.e., s.76.
20 Ostrogorsky, a.g.e., s.103;Mustafa Fayda, Nesimi Yazıcı vd., a.g.e., s.252;Ünlü, a.g.e., s.112;Hz.
Ömer döneminde Bizans ile yapılan savaşların yanı sıra diplomatik ilişkiler de mevcuttur. Mesela,
İmparator Herakleios, Hz. Ömer’e bir mektup göndererek İslam dini ile ilgili sorular sormuş, eşi
Martina ile Hz. Ömer’in eşi Ümmü Gülsüm arasında da hediyeleşmeler olmuştur. Bkz. Avcı, a.g.e., s.
64-65.
21Theophanes, a.g.e.,s.40;Ostrogorsky, a.g.e., s.104.
22Herakleios’un 641 yılında ölümü aile için de sorunları beraberinde getirdi. İlk eşinden dünyaya
gelen oğlu III. Konstantinos’un imparator olmasını isteyen ancak ikinci eşi Martina’dan dünyaya gelen
oğlu Heraklonas’ı da müşterek imparator yapan Herakleios aynı zamanda eşi Martina’nın da devlet
yönetiminde nüfuz sağlamasının önünü açmıştı. Ancak Martina’nın yönetimde olması
575
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI (668-782)*
Hz. Osman zamanında Mısır valiliğine atanan Abdullah b. Sa’d b. Ebu Serh 647
yılında Trablusgarb’tan Tunus’a kadar uzanan önemli fetihler gerçekleştirdi. Suriye
Valisi Muaviye ise aynı dönemde bir yandan Ermenistan’a akında bulunulurken,
diğer yandan 647 yılında da bizzat Anadolu’ya girdi ve Kayseri’yi işgal etti.
Muaviye’nin tavsiyesiyle oluşturulan bir donanma sayesinde 649 yılında Kıbrıs
üzerine ilk deniz seferi düzenlendi. 1700 gemiden oluşan bu donanma Akka’dan
yola çıkarak adanın merkezi Konstantia’yı ele geçirdi23. 650 yılında Arapların
Ermenistan’a üçüncü kez akın etmeleri Balkanlar’da zor durumda olan Bizans’ı
Müslüman Araplarla anlaşma yapmaya mecbur bıraktı. Dımaşk’a bir elçilik heyeti
gönderen Bizans İmparatorluğu, Şam Valisi Muaviye ile belirli bir vergi
karşılığında barış anlaşması yaparak Arap tehlikesinden kurtulmaya çalıştı24.
661 yılında Hz. Hasan’dan biat alarak Müslümanları tek bir yönetim
altında birleştirmeyi başaran Ümeyye Oğullarında Muaviye b. Ebu Sufyan Dımaşk
23 Bu sefere ashabtan pek çok gönüllü ile Ubâde b. Sâmit ve hanımı Ümmü Harâm’da katılmıştı ve
Ümmü Haram gemiden indikten sonra bindiği katırdan düşerek hayatını kaybetmişti. Günümüzde
Hala Sultan diye anılan ve Kıbrıs’daki Larnaka’da türbesi bulunan Ümmü Haram Peygamberimizin
yakınıydı. Bkz. Yiğit, a.g.m., s.47-48.
24 Avcı, a.g.e., s.66.
25 Avcı, a.g.e., s.67.
576
FATMA ÇAPAN
Doğu Roma İmparatorluğu bu dönemde, hızlı bir şekilde devam eden İslam
fütühatı nedeniyle birçok toprağını kaybetmenin yanı sıra bir de iç karışıklıklarla
uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu karışıklıkların en başında dini anlaşmazlıklar
geliyordu. İmparator, Mısır ve Suriye’de yaşayan Monofizitlerin desteğini
sağlayabilmek ve onların Ortodoks inançla uzlaşmasını sağlamak için “typos”29
adını verdiği bir görüş ortaya koydu. Fakat typosu ne Ortodokslar ne de
Monofizitler kabul etti. Hatta Papa Martinus’ta buna karşı çıktı30. Yaşanan bu dini
anlaşmazlıklar ve İmparatorun kardeşi Theodosios’u öldürtmesi tepkilere yol açtı.
Halk nezdinde siyasi itibarını yitiren Konstans İstanbul’u terk ederek 663 yılında
26 Fahri Unan, “Müslümanlar ve İstanbul”, İstanbul’un Fethinin 550. Yıldönümü İlmî Toplantısı, 31
arasında bir birliktelik sağlamaya çalışmıştır.Bkz., Ostrogorsky, a.g.e., s.110;Vasiliev, a.g.e., s.282.
30 İmparator Papayı cezalandırmak için onu Senato önüne çıkararak ölüme mahkum edilmesini
sağladı. Ancak hastalığı nedeniyle dövülerek, zincire vurulan Papa Kırım’a sürgün edildi. Yine benzer
şekilde onun dini politikalarına karşı çıkan Ortodoks din adamı Maximos Konfessor da sürgüne
gönderildi. Bkz. Ostrogorsky, a.g.e., s.111-112.
577
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI (668-782)*
bugünlerde içeride şiddetli bir şekilde devam eden dini tartışmaların sıkıntısı içinde bulunmaktaydı.
Babası gibi Monoteist politikalar izleyen İmparator halkın tepkisini ve nefretini üzerine çekmişti. Bu
inanç meselesi ancak kuşatmanın bitiminden sonra çözüme kavuştu ve İmparatorun desteği ile 7
Kasım 680-16 Eylül 681 tarihleri arasında İstanbul’da VI. ekümenik konsil toplandı. Bu konsilde
Monoteizm mahkûm edilerek Kadıköy Konsili kararları yeniden kabul gördü. Bkz. Ostrogorsky,
a.g.e., s.118-119.
34 Muaviye her ne kadar oğlunu bu sefer için görevlendirse de Yezid hastalık bahanesiyle sefere
katılmak istememiştir. Ancak bu sırada Kadıköy’de bulunan Arap orduları kıtlık ve hastalıklar
nedeniyle zor durumdadır. Buna rağmen Yezid onların sıkıntılarıyla alay ederek “Çektikleri sanki
benim umurumda, Kadıköy’de Humma ile Çiçek’ten, Deyr-i Murran’da, Ümmü Gülsüm yanımda,
halılar üstünde kafa çekerken” demiştir. Onun bu sözleri Muaviye’nin kulağına gidince bu duruma çok
kızar. Çünkü Muaviye kendisinden sonra kurduğu devletin başına geçmesi için Yezid’i veliaht tayin
etmeyi düşünmektedir. Bu nedenle onun göze girmesini sağlayacak zaferler kazanmasını istemektedir.
Dolayısıyla oğlu Yezid’e ikinci bir emir göndererek İstanbul’a gitmesini sağlamıştır. Bkz.;Yiğit,
“Emeviler Zamanında…”,s.50-51;Uçar, a.g.e., s.81;Theophanes, a.g.e., s.50.
35 Unan, a.g.m, s.2.
36 Hz. Muhammed (S.A.V), Medine’ye göç ettiğinde herkes onun kendi evinde kalmasını istemiştir.
Hz. Muhammed (S.A.V) hiç kimseyi kırmamak için devesinin çöktüğü yere en yakın evde kalacağını
söylemiştir. Dolayısıyla Hz. Muhammed (S.A.V) devenin çöktüğü yere en yakın ev olan Ebu Eyyub
578
FATMA ÇAPAN
el-Ensari’nin evinde kalmıştır. Ebu Eyyub el-Ensari, Hz. Muhammed(S.A.V)’in bütün savaşlarına ve
Hz. Ali’nin Sıffın ve diğer savaşlarına katılmıştı. Bkz. İbn Hişam, a.g.e., C.II, s.164;Uçar, a.g.e., s.82.
37 Apak, a.g.e., s.60-61;Yiğit, “Emeviler Zamanında…”, s.50-51;Uçar, a.g.e., s.81.
38 Uçar, a.g.e., s.82-83.
39 Uçar, a.g.e., s.82;Yiğit, “Emeviler Zamanında…”, s.51-52;Unan, a.g.m., s.3.
40 Theophanes, a.g.e., s.51.
41 Ostrogorsky, a.g.e., s.115; Theophanes, a.g.e., s.52;Unan, a.g.m., s.3;Uçar, a.g.e., s.83;Yiğit,
“Emeviler Zamanında…”,s.53.
42 Theophanes, a.g.e., s.51;Ostrogorsky, a.g.e., s.115;Uçar, a.g.e., s.85;Yiğit, “Emeviler”, s.89.
43 Ostrogorsky, a.g.e., s.115-116;Uçar, a.g.e., s.86; Yiğit, “Emeviler Zamanında…”, s.53.
44 Grek ateşi Kallikinos isminde Suriye’den İstanbul’a göçen bir mühendis tarafından icat edilmiş ve
imparatorluğun en önemli silahlarından biri olarak kayıtlara geçmişti. Bu silah sadece Bizanslılar
tarafından bilinen ve imal edilen bir patlayıcı maddeydi. Sifonlar yardımıyla uzak mesafelere atılabilen
579
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI (668-782)*
bu patlayıcı sayesinde güçlü bir yangın çıkarılabiliyor ve düşman donanmaları yakılabiliyordu. Bkz.
Ostrogorsky, a.g.e., s.116; Theophanes, a.g.e., s.52;Uçar, a.g.e., s.86-87.
45 Doğu Roma İmparatatoru II. Theodosios(408-450), Avrupa Hun Hükümdarı Attila’nın saldırılarına
karşı şehri güçlü surlarla çevirmeye karar vermiştir. Önceleri tek şerit halinde inşa edilen bu surlar 447
yılında iki şerit haline getirilmiştir. Bkz. A. Vasiliev, Bizans İmparatorluğu Tarihi, C.I, (Çev. Arif
Müfid Mansel), Maarif Matbaası, Ankara-1943, s.128.
46 Avcı, a.g.e., s.71;Unan, a.g.m., s.3; Theophanes, a.g.e., s.53.
47
Theophanes, a.g.e., s.54;Ostrogorsky, a.g.e., s.116;Avcı, a.g.e., s.72;Uçar, a.g.e., s.88-89; Yiğit,
“Emeviler Zamanında…”, s.53.
48 Ostrogorsky, a.g.e., s.116-117.
49 Ostrogorsky, a.g.e., s.120; Theophanes, a.g.e., s.59.
580
FATMA ÇAPAN
581
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI (668-782)*
Muhammed(S.AV)’in İstanbul’un fethi ile ilgili hadisini askerlerinin önünde okumasını istedi.
Böylece askerini biraz daha heyecanlandırıp, moralini yükseltmeye çalıştı ki bu davranışı onun
İstanbul’u almakta ne kadar ısrarlı olduğunu göstermektedir. Bkz. Yiğit, a.g.m., s.54.
60 Theophanes, a.g.e., s.82;Avcı, a.g.e., s.81;Uçar, a.g.e., s.113.
61 Unan, a.g.m., s. 3;Ostrogorsky, a.g.e., s.146;Avcı, a.g.e., s.81; Theophanes, a.g.e., s.91; Uçar, a.g.e.,
583
ARAPLARIN İSTANBUL KUŞATMALARI (668-782)*
SONUÇ
586
FATMA ÇAPAN
KAYNAKLAR
Kitaplar
FAYDA Mustafa , YAZICI Nesimi, vd., İslâm Tarihi, Grafiker Yay., Ankara-2014.
VASİLİEV A., Bizans İmparatorluğu Tarihi, (Türkçe’ye Çev., Arif Müfid Mansel),
Maarif Matbaası, Ankara-1943.
Makaleler
Kronikler
Ansiklopediler
588
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN
İŞLETMESİ
Metin KOPAR
ÖZET
Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte ekonomik hayatın önemli bir kısmını oluşturan
madencilik faaliyetlerini bir düzene sokmak amacıyla çok önemli sayılabilecek
çalışmalara başlanılmıştır. Bu dönemde ülke madenciliğinin gelişmesini sağlayacak
Yazışma Adresi: Adıyaman Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü,
m.kopar@hotmail.com
589
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
590
METİN KOPAR
Abstract
Copper is one of the important metals that people have used for various
purposes since ancient times and that is among the essential inputs of industry
today. Turkey is among the lucky countries in the world in terms of its rich mineral
deposits. Over 50 kinds of minerals are produced in the world and Turkey is among
the top 10 mineral-producing countries with the 29 minerals it produces.
Archaeological research shows that mining in Anatolia dates back to 7000 B.C. and
that it played an important role in the development of the civilizations established
there. In Anatolia, one of the first settled territories of the world, high civilizations
based on metals were established. The Turks, who had profound knowledge about
metals when they first arrived in Anatolia, made significant contributions to the
development of Anatolian mining.
591
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
GİRİŞ
Ergani Bakır Madeni yatakları dünyanın en eski bakır madeni işletmesi
olduğu gibi, hammadde bakımından da en zengin cevherine sahip olanıdır. M.Ö.
3.000 yıllarında Ergani Bakır madeninin ilk olarak Sabarlar tarafından işletildiği
ileri sürülmektedir. Sabarlar tarafından çıkarılan bu madenin Mezopotamya’ya ihraç
edildiği belirtilmektedir.1XII asırda Araplar ardından da Selçuklular tarafından
işletilmiştir.2 1545-1550 yıllarında Yavuz Sultan Selim’in Laudium Rumları’nı
Ergani bölgesine getirip yerleştirmiştir. Bölgeye gelen Laudium Rumları, burada
bulanan bakır cevherini çıkarıp, işlettiği ifade edilmektedir.3
1 M. Ali Ünal, XVI Yüzyılda Harput Sancağı (1518-1566), Ankara 1989, s.13.
2 Faruk Sümer, Selçuklular Döneminde Türkiye’de Madenler, İstanbul 1989, s. 162.
3 P. de Wijkerslooth, “ Elazığ İli, Ergani - Maden Bakır Yatakları Hakkındaki Bilgiye Yeni Bir İlave”,
592
METİN KOPAR
Osmanlı Devleti, ihtiyacından fazla olan bakır madenini aynı zamanda ihraç
etmekteydi. Ergani’den çıkan cevherlerin bir kısmı müzayede ile özellikle İngiliz ve
Fransız tüccara verilmekteydi. 1866’da teftiş heyetinin Bab-ı Ali’ye sunduğu
raporda, Ergani’de 146 bin batman ham bakır ile 86.590 kantar diğer cevherlerden
olduğu tespit edilmiştir. Bab-ı Ali, 155.682 kantar cevherin Fırat Nehri, Birecik ve
Halep yoluyla İskenderun’a gönderilmesini ve oradan İngiltere’ye ihraç edileceği ve
aynı zamanda Tokat ve Ergani’den İskenderun’a nakliyat işlemlerinin yakın
bölgelerde bulunan aşiretlerin arabaları ve kervanları ile yapılacağı valiliklere ve
mutasarrıflıklara bildirmiştir.10
7 Abdullah Özdağ, “Osmanlı Bakır İşletmeciliğinde Tokat Kalhanesi” Turkish Studies - International
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 9/7 Summer 2014,
p. 463-473.
8 Fahrettin Tızlak, Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik, Ankara 1997, s. 15-16.
9 Fahrettin Tızlak, “XVIII. Yüzyıl Sonu İle XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Harput Çevresinde
593
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
s.178-179.
14 Jaques Thobi “Osmanlı Devleti’nde Yabancı Sermaye”, TCTA¸ C.3, İstanbul 1985, s. 738
15 A. Gündüz Ökçün, “XIX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Maden Üretiminde Türk Azınlık ve Yabancı
Ülkemizin zengin bir kaynağı olan ve çok eski devirlerde zaman zaman eski
usullerle işletilen Ergani Bakır madeninin, Birinci Dünya Savaşından sonra barışın
sağlaması ile birlikte işletilmesi yeniden düşünülmüş ve 14 Ağustos 1917 ve 8
Ağustos 1918 tarihinden itibaren İtibarı Milli Bankası’yla iki anlaşma ile imza
altına alınmıştır. Yapılan bu anlaşmalar ile 20 kilometrelik alan İtibarı Milli
Bankasına işletilmesi amacıyla kiralanmıştır.
16 Milli grup şu kişilerden seçilmiştir: Sabık İktisat Vekili- Trabzon Hasan Hüsnü, Sabık Nafia Vekili
Ahmet Muhtar, Kastamonu mebusu Necmeddin Molla, Savaş Mebusu Rasim, Sabık Trabzon mebusu
Şefik, Diyarbakır Eşrafından Pirinci Zade Sıtkı, İtibarı Milli Bankası İdare Meclisi azasından Mahmut
Nedim, Balya- Kara aydın Şirketi azasından Sezai Ömer Beyler. Sonraları Büyük Millet Meclisi
azasının imtiyazlı şirketlerde bulunmaması tekerrür ettiğinden Hasan Hüsnü, Rasim ve Şefik beyler
çekilmiş yerlerine kura ve kıdem esası gözetilerek yeni azalar atanmıştır. Bu suretle idare Meclisi
azalığına Esbak Nafia Vekili Feyzi, Maliye varidatı Umumiye Müdürü Kamil, Memurin Müdürü
Macit, Türkiye İs Bankası Müdürü Muammer, Sabık Edirne Mebusu Şeref, Türkiye İş Bankası Fen
Müşaviri Bekir Vehbi, Şirketler Müdürü Hamit Beyler seçilmiştir. 030. 10.0.0/ 176.212.3. s. 82-83
17 BCA., 30.01.0/ 6.34.18
18 Doyçe Bank ile diğerlerinden müteşekkil sendikayı ilk teşekkülde şunlar temsil etmiştir: Berlin’de
Doyçe Bank Müdürü Dr. Emil Hirsch, Von Sausa, Norddcutesche Affineri Müdürü Dr. EWarlimont,
Drektur Vlissıngen, Vereinnigte Adminium Şirketi Umumi Müdürü Dr. Moritz, Von der porten,
Stockel, Mer Sale. bkz. 030. 10.0.0/ 176.212.3. s. 83-84
19 BCA., 030. 10.0.0/ 176.212.3. s. 64
595
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
madenlerinden bir an evvel istifade etmek gayesine müpteni idi. Heyeti celilenize mükerreren ve
muhtelif vesilelerle arz ve izah edildiği üzere o maden dünyasın en büyük, en zengin menabiinden
biridir. Madenin yalnız aksamı mekşufesi için bir Alman mühendisi 150 milyon altın kıymet takdir
etmiştir. Asrî ve feısiîî bir şekilde işletildiği halde senevi memleketimizde 300 bin İngiliz lirası temin
edeceğini bu işle uğraşan mütehassıslar belirtmektedirler” demiştir. bkz.,TBMM Zabıt Ceridesi, Devre
II, C. 22, Ankara 1977, s.318.
23 BCA., 030. 10.0.0/ 176.212.3. s. 5
596
METİN KOPAR
Mevcut Ergani madeninin üretimi katkı sağlayabilmesi için iki yol vardır.
Ergani Bakır işletmeleri ile ilgili olarak 1 Nisan 1924 tahinde Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nde Ticaret Vekili, Milletvekillerinden gelen sorulara şu
şekilde cevaplandırmıştır. “Meclis, Ergani Bakır Madeninin bir an evvel istifade
edilmesinin temine hükümetin dahi iştiraki için vuku bulan teklifi nazara almıştır.
Aynı zamanda imtiyazı olan İtibarı Milli Bankasına da mukavelename mucibince
madeni tesellüme davet edilmiş ve tesellüm muamelesine başlanılmıştır. Diğer
taraftan banka, haizi salahiyet mümessilini buraya göndermiştir. Kanun çıktından
sora müzakereye başlanılacaktır. Hükümet esas itibarıyla bu madeni Banka
ile birlikte ve iştirak suretiyle işletecektir. Hükümetin bunda maksadı, madenin
ekseriyetini elinde bulundurmaktır.” Yapılan bu izahat sonrasında mecliste madenin
işletilmesi için o yıl içerisinde harcanmayan para bir yıl sonra harcanması
hakkındaki kanun kabul edilmiş ve buna ilaveten 1924 Bütçesinden 1.000.000 Lira
ödenek konulmuştur.25
hem Ergani madenini işletmek ve hem de o havalinin iman ve Şarkı Cenubî vilâyetlerimizin de nimeti
medeniyetten istifadesini temin için süratle yapılmasını teminen dar bir hattın inşası kanununu
yaptığını belirtmiştir. Bu meyanda Ergani madenî gibi dünyanın en mühim bakır madeni vesaitsizlik
yüzünden şimdiye kadar işletilememiştir. Bunun bugünkü şirketin teşkilâtına nazaran % 77 temettü
hükümete aittir. Bu maden kemaliyle işlemediği zaman böyledir. En iyi işlediği zamanlarda böyledir.
En iyi işlediği zamanlarda hükümetin temettü de senevi dört milyon liraya varacaktır. Bu
mütehassısların en ince hesap ve tetkikatla meydana koyduğu bir meseledir. Böyle iken şimdi bu
maden de metruk olacaktır. Acaba 'Nafıa Vekili Beyefendi esbabı mucizede gösterilen diğer tarikle
yapılacak şimendifer için teşebbüsatta bulundu mu? Meselâ encümende, Nafıa Encümeninde işittiğime
göre bu hattın yerine Ceyhan veya Kellerden başlamak, Malatya üzerinden gitmek üzere Ergani bir
yeni demiryolu yapılması hükümetin teklifi üzerine encümenlerde tasvip olunmuştur. Lakin mesele
gayet mühimdir. Böyle en mahsuldar vilâyetler vesaiti nakliyenin mevkufiyetinden dolayı ne
mahsullerinden lüzumu derecesinde istifade edebiliyoruz, ne de mahsullerini tezyit edebiliyorlar, onun
için bu yolun inşasını talik edecek her türlü esbap lan tevakki etmeliyiz. Meselâ şimdi güzergâhın
Ceyhan'dan, Mamure’ den mi nereden başlaması meselesi mutlaka Meclisin tasdikine ve Meclisten
kanun çıkmasına bakmayarak Nafia Vekili muhteremi şimdiden tetkikatını yaptırabilir . Ceyhan vadisi
üzerinden geçmesi mümkün müdür ve bu, masrafı ne kadar tezyit edebilir ve bunun için ne kadar
müddet lâzımdır.? Bu, bir haftalık om günlük bir şeydir. O havali şiddeti Şia’dan müteessir olmayacak
bir mevkidedir. Tam şimdi Şubat ve Mart aylarında bu tetkikatın kolay yapılacağı bir zamandayız”.
bkz., TBMM Zabıt Ceridesi, Devresi III, C. 22, Ankara 1977, s. 322.
598
METİN KOPAR
Maden İlçesi civarında bulunan Tatar bahçeleri denilen 700.000 metrelik alandaki
çakmak taşının işletme hakkı otuz yıl sureyle bu şirkete ihale olunmuştur.29
Şirket ilk faaliyetine 1925 yılı sonlarında başlamıştır. Maden ocağı içinde
çalışmayı başlatabilmek için 75 metre derinliğinde bir tünel açılmış bu tünel 1926
yılında 140 metre kadar uzatılmıştır. Tünelin belli noktalarında sıhhi malzeme
deposu ve temiz havanın gelmesi için kapılar konulmuştur. İdare meclisi 13 Nisan
1929 tarihinde Ergani’den alınan bazı maden numuneleri Almanya’ya
gönderilmiştir. Şirket, 5 Mayıs 1926 tarih ve 907 sayılı teskere ile Ticaret
Vekâletine başvuru yaparak işletmenin faaliyete geçmesi için gerekli olan
malzemenin getirilmesi ve demiryolunun yapılıp bitirilmesi için zamana ihtiyaç
olduğu bu noktada 1931 yılına kadar yaklaşık beş yıllık bir surenin kendilerine
verilmesini talep etmiştir.30Hükûmet tarafından bu süre verilmiştir. 1931 yılında
şirketin çalışmaları yeniden başlamıştır. Şirketin her yıl en az 2.500 ton bakır
üreteceğini taahhüt etmiştir. Demiryolu inşası gerçekleştirilmediğimden, çıkarılan
bakır madeninin kamyonlar ile taşınması istenmiştir.31Madenin taşınması 1933
yılında demiryolu hattının bitiminden sonra demiryolu ile yapılacağı belirtilmiştir.
1925 151.793.77
1926 203.957.97
1927 153.452.75
1928 113.853.40
1929 111.457.16
1930 123.733.71
599
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
1931 131.357.77
1932 149.741.43
Toplam 1.139.347.96
Bütün bu hesaplara göre Şirketin sekiz yıllık toplam zararı 139.347.96 lira
olmuştur. Bu miktara ilaveten %8 faiz tutarda eklenince 1925-1932 yıllarındaki
zararın toplam miktarı 1.992.923. lirayı bulmuştur. İdare Meclis’i bakır madeninin
çıkarılması için çalışmalarını devam ettirirken gerek çalışan gerekse bölge insanının
yararlanabilmesi amacıyla müdür evi, mühendis evleri, işçiler için tek katlı evler,
işçi hastanesi, fırın, bekâr evi ve bir ilkokul (Atatürk İlkokulu) yapılmıştır.33Maden
için gerekli olan suyun karşılanması için Mühendis Mösyö Aschenbrenner 3
Haziran 1926 yılında hazırlamış olduğu raporunda Dicle’ye akan suyun yarısından
istifade hakkının şirkete ait olduğunu ve geri kalan kısmından da Kalhana
civarındaki değirmeni işletmek üzere mahalli idarece tasarruf edebileceği
belirtilmiştir.34 Ayrıca Kıllan dere suyundan da istifade edileceği belirtilmiş ancak
bu noktada herhangi girişimde bulunulmamıştır. Yapılan inceleme neticesinde
şirketin Dicle suyundan günlük on saat süre ile kullanılması ve miktarının da
günlük 6.000 metre mikâb olması kararlaştırılmıştır.35Ergani Bakır Madenini
işletmek için ihtiyaç hâsıl olan çakmak taşını karşılayacak olan Birinci Umumi
Müfettişlik mıntıkasında bulunan arazinin, maden idaresince alınmasının mümkün
olmadığı, bundan dolayı mevcut olan araziyi Dâhiliye bütçesinden verilmek
suretiyle istimlak edilmesi kabul edilmiştir.36
600
METİN KOPAR
Toplam 6.999.000
1- A Serisi: 150.000 numaralı 150.000 hisse senedi (her birinin itibarı kıymeti
on lira hesabıyla) 1.500.000
2- B serisi: 150.001-300.000 numaralı 150.000 hisse senedi (her birinin itibarı
kıymeti on lira hesabıyla) 1.500.000
Taahhüt edilen sermayenin tutarı 3.000.000 liradır. Milli guruba dahil olan
İtibarı Milli Bankasından 8.000 lira kıymetinde 800 adet hisse senedi
muhtelif kişilere intikal etmiştir.
Tablo 3: Hisse Senedine Sahip Olanların 1931 Yılına Kadar Ödedikleri ve
Ödeyecekleri Miktarlar
Hissedarların Adı Ödenilen Ödenecek Taahhüt Edilen
Miktar Miktar Sermaye
601
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
602
METİN KOPAR
dair Hükûmetle mezkûr banka arasında akdedilen mukavelenin tasdiki ve Tahsilatının temini sureti
hakkında kanun layihası ve iktisat ve Bütçe encümenleri mazbataları (1/573)
T. C.
Başvekâlet 22 -V -1936
Kararlar müdürlüğü
Sayı: 6/1721
Büyük Millet Meclisi Yüksek Reisliğine
Doyçe bank elinde bulunan Ergani bakiri Türk anonimi şirketi hisse senetlerinin satın alınmasına dair
Hükûmetle mezkûr banka arasında akdedilen mukavelenin tasdiki ve tahsisatının sureti temini
hakkımda Maliye vekilliğince hazırlanan ve İcra Vekilleri Heyetine 21 - V -1936 tarihinde Yüksek
603
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
48
Ergani Bakırı Türk Anonim Şirketi İdare Meclisi Raporu, 30 Nisan 1936, s. 4.
49
Ergani Bakırı Türk Anonim Şirketi İdare Meclisi Raporu, 30 Nisan 1935, s. 2-3.
605
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
SONUÇ
606
METİN KOPAR
KAYNAKÇA
607
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
608
METİN KOPAR
Tablo 4:50
50
BCA., 30,10. 00 / 176. 212. 3
609
ATATÜRK DÖNEMİ ERGANİ MADEN İŞLETMESİ
Tablo 5:51
51
BCA., 30,10. 00 / 176. 212. 3
610
NUSAYRİLİKTE KADIN
ÖZET
Gaziantep Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Mezunu.
611
NUSAYRİLİKTE KADIN
Abstract
612
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
GİRİŞ
Ali’ye karşı aşırı saygı ve sevgi duyan, onu Allah sayan Nusayrilik,
Muhammed bin Nusayr-ül Abdi (öl. 883) tarafından kurulmuş bir mezheptir.
Nusayrilere göre Ali Allah, Muhammed güneştir. Geceleri dünyayı aydınlatan ay
Ali’dir. Muhammed ile Ali geceleri birliktedir, birdir. Selman’ı yaratan
Muhammed’dir. Nusayriler böylece Ali, Muhammed, Selman üçlüsünü kutsal
613
NUSAYRİLİKTE KADIN
Nusayrilik mezhebini İbn Nusayr kurmuş, Hamdan el- Hasibi ise Nusayrilik
inancının tanınmasını ve yayılmasını sağlamıştır. Hamdan el- Hasibi, İbni Nusayr’a
ait bilgileri daha da geliştirmiştir. Geliştirmiş olduğu bu bilgileri Kitab-ül
Mecmu’da yazarak mezhebin devamlılığını sağlamıştır. “El-Hasibi Nusayriliğin
gerek geniş kitleler tarafından benimsenmesinde ve gerekse Nusayriliğin belli bir
sistematiğe oturtulmasında oynadığı rol itibariyle Nusayriliğin en önemli
simalarından biridir.” (Keser, 2008: 38). Nusayri inancının yayılması için yoğun bir
çalışma içinde olan Hasibi, dini örgütlenme ve örgüt hiyerarşisini öğrencileri
sayesinde gerçekleştirmiştir. İkamet ettiği Mısır’dan ayrılarak Cenbula’ya giden ve
orada İbn Nusayr’in ikinci halefi Cenbulani’den başkanlığı devralan Hasibi, bu
614
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
616
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
“Nusayriliğin teolojisi tamamen batıni akımın esasları üzerine inşa edilmiştir, diğer
Şii akımların ana özellikleri ile harmanlanarak yeni bir inanç sistemi
oluşturulmuştur. Örneğin batınilikte yaygın olan yedinci imamdan sonra imamlığın
babadan oğula, günümüze kadar devam ettiği fikrine karşılık, Nusayrilikte, Şii
İmamiyesinin yani 12 imam’ın kabulü söz konusudur.” (Keser, 2008: 47).
“Nusayriyyenin çoğu görüşü, İslamdan kaynaklanmakla beraber, tamamen Batıni
tevillere dayalıdır.” (Ansiklopedik İslam Lügatı, C. 2, 1982, İstanbul, s. 531).
“Kur’anın biçime bağlı kalınarak açıklanması tefsirdir. Tevil ise bu açıklamanın
özünü göstermektedir. Tefsir, şeriata bağlıyken, tevil hakikati gösterir. Dolayısıyla
tefsir zahirin, tevil bâtının (burada iç,gizli anlamındadır) karşılığıdır.” (Nail
Yılmaz, Kentin Alevileri, İstanbul, s. 43, 2005). “Nusayri mezhebinden olanların
inanışları Şii mezhebinin öteki kollarının inançlarına, esaslarına bazı bakımlardan
benzer. Önemli ayrılıklar; yaratılış, kıyamet, vahiy ve akide gibi görüşlerde ortaya
çıkar.” (Meydan Larousse, C. 9, 1972: 434).
Nusayri inancının bir diğer özelliği de Ali inancıdır. Nusayrilere göre Hz.
Ali, Allah’ın cisimlenmiş halidir. Hz. Ali batında (görünmeyen) Allah, zahirde
(görünen) insandır. Ancak Hz. Ali’ye insani vasıflar atfetmek mezhepte günah
olarak kabul edilmiştir. Aynı zamanda Hz. Ali “çok cesur ve kahraman bir zat
olduğundan: “Esedullah” yani Allahın aslanı lakabı ile anılırdı.” (İslam Devletleri
Tarihi, Mehmed Açıkgözoğlu, İstanbul, 1975, s. 42). Bu da Hz. Ali’ye güç, kudret
gibi üstünlük bildiren vasıfların katılmasına neden olmuştur. Diğer bir görüşe göre
ise; “Nusayrî öğretisinin temelini Hz. Ali’nin tanrılığı düşüncesi oluşturur. Buna
göre Hz. Ali görünüşte imam, gerçekte ise tanrıdır ve kendi nurundan Hz.
Muhammed’i yaratmıştır.” (Ana Britannica, C. 24, 1994, İstanbul, s. 93). “Ali’nin
tanrısal bir varlık olduğunu ileri süren bu inancın, çoktanrıcı dinlerden özellikle
ilkçağ İran-Hind inançlarından beslendiği, insanı tanrılaştırma eğiliminden
617
NUSAYRİLİKTE KADIN
Nusayri inanç sisteminde diğer önemli bir nokta da namaz (sala)’dır. Sünni
namazından oldukça farklı bir şekilde yerine getirilen bu ibadet, zikir
maiyetindedir. Namaz Caferi mezhebine uygun şekilde ve uygun görülen her yerde
gizli (batıni) olarak kılınmaktadır. Batıni namaz, Hz. Muhammed ile Hz. Ali’nin
Hira Dağı’ndaki mağarada, gizli-sessiz yaptıkları Allah’ı zikir ve tesbih’tir (Uluçay,
2010: 25). “Şeyhlerin kıldırdığı Nusayri namazlarında bayanlar bulunmaz; sadece
Arap Alevi erkekleri namazı bilir ve kılar. Başka mezheplerden olanlara da bu
namazı anlatmak günah ve yasaktır. Sonsuza kadar gizli kalacaktır. Hatta
kadınların, erkeklerin namaz için gerekli olan duaları kaydettikleri namaz-dua
defterlerini görmesi bile yasaktır. Arap Aleviler, kadınları ve rüşdü gelmemiş
çocukları namazlardan muaf tutmuşlardır.” (Aslan, 2005: 65).
618
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
619
NUSAYRİLİKTE KADIN
620
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
621
NUSAYRİLİKTE KADIN
“Nusayri genç kızlar, adet görmeye başladıkları zaman kısa bir eğitim
görürler. Annenin dışındaki yaşlı bir kadın, genç kıza boy abdestinin nasıl
alınacağını ve abdest alırken okunacak duayı öğretir. Bayram ve adaklarda görevli
olan kadınların, öğretilen bu duayı okuyarak abdest almaları zorunludur. Bunun
dışında kadınlar dini uygulamaların tamamen dışında tutulurlar. Bu geleneklerin
dışında tutuldukları gibi, gelenekle ilgili ritüelin yapıldığı odaya bile
yaklaşamazlar. Sadece yemeklerin hazırlanmasında hizmet ederler. Hatta, ritüelin
yapıldığı odaya yakın olan kadınların söylenenleri duymasınlar diye kulaklarına
pamuk tıkamaları istenir.” (Türk, 2010: 83). Kadınların yıkanırken aldıkları abdeste
halk arasında şehadetlenme denilmektedir. Şehadetlenme, oldukça teferruatlı bir
duanın okunması ile gerçekleşir. Bu duayı bilmek her Nusayri kadın için bir
zorunluluktur. “Şehadetlenmesi (guslü) gereken bir kadın, şehadetlemeden kocasına
622
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
623
NUSAYRİLİKTE KADIN
Dini alanda kapalı bir toplum yapısına sahip olan Nusayriler, toplumlar
arası ilişkilerde daha açık bir görünüm sergilemektedir. Medeniyetlerin bir arada
yaşadığı coğrafya olan Hatay’da toplumlar arası diyaloğun gelişmiş olduğu
bilinmektedir. Nusayri kadınları geçmişten günümüze, bölgede yaşayan Hıristiyan,
Ermeni, Yahudi ve Sünni kadınlarla özellikle komşuluk ilişkileri bazında iletişimini
hiç koparmadılar. Bu iletişimin sonunda doğal olarak bir etkileşim olmuş ve bu
durum en fazla Hıristiyanlar ile yaşanmıştır. Hıristiyanların yanında çalışan, baskı
dönemlerinde Hıristiyanlar tarafından korunan Nusayriler, bu topluma oldukça
yakın davranmaktadır. “Alevi ve Hıristiyanların yaşam tarzları, inanç ve
geleneklerindeki benzerlikler, uzun zamandır bir arada yaşamaları ve komşuluk
ilişkileri aralarındaki dostluğu pekiştirmiştir ve bu iki toplumu birbirine
yakınlaştırmaktadır.” (Doğruel, 2005: 117).
625
NUSAYRİLİKTE KADIN
Arap Alevileri cemaat dışından bir kızı, çok zor da olsa kabul ederler; ancak
cemaat dışına kız vermeyi kesinlikle kabul etmezler. Nusayriler başka bir
toplumdan kız almaya cemaate yeni bir insan kazandırılıyor mantığıyla daha sıcak
baksalar da, bu durum yine de hoş karşılanmamaktadır. Nusayrilerde başka
toplumdan biriyle evlenen kızın dinden çıktığı inancı da dışarıya kız verilmesini
engelleyen en önemli faktördür. Nusayri olunmaz, Nusayri doğulur; Arap Alevi
olarak doğmanın koşulu ise babanın Arap Alevi olmasıdır. Ataerkil bir yapıya sahip
olan Nusayrilerde bu durum değişmez bir kuraldır. Bu kapalılığın da etkisiyle,
Nusayri toplumunda genellikle akraba evliliği görülür. “Akraba evliliği, farklı
cinsten kardeş çocuklarının evliliği (çapraz kuzen evliliği) ya da aynı cinsten
kardeşlerin çocuklarının evliliği (paralel kuzen evliliği) şeklinde yapılmaktadır.”
(Türk, 2010: 73). Akraba evlilikleri dışındaki evliliklerde eş, çoğunlukla görücü
usulü seçilmektedir. Erkek tarafı kızı görüp beğenir ve kız ailesinden istenir. Kız
tarafının da uygun görmesi ile evlilik gerçekleşir. “Aynı kültürden olsa dahi farklı
soydan bir aileye kız veriliyorsa önce kızın amcalarının, halalarının, daha sonra
anne tarafından en yakın akrabaların rızası alınır.” (Aslan, 2005: 84). “Fakat son 25-
30 yıldır kızlara da bu evliliği isteyip istemediği sorulmaktadır. Günümüzde artık
kız ile erkeğin önceden tanışıp görüşerek ve ailelerinin de rızasını alarak
gerçekleştirilen evlilikler yaygınlaşmaktadır. Duygusal bağla yapılan bu evlilikler
de genellikle cemaat içerisinde olmaktadır.”... “Eskiden kız verilecek olsa bile,
dünürün yedi kez kız babasının kapısını çalması adettendi. Kız istemek için
arabulucu vekiller devreye sokulurdu. Söz kesildikten sonra kızın kardeşine “mekli”
denilen bir harçlık, ailesine de genelde altın niteliğinde “mehir” denilen başlık
yerine geçen bir ödenti verilirdi. Artık Arap Aleviler arasında mekli görünmese de
özellikle mehir varlığını sürdürmektedir.” (Aslan, 2005: 84).
istiyoruz) denir. Kız tarafı da “eza fiy kısme ehlen ve sehlen, eza e fiy kısme alla
yıbğatılkin mın ğeyr bab” (kısmet varsa hoş geldiniz, kısmet yoksa Allah
kısmetinizi başka kapıdan göndersin) denilir (Leyla Över, Antakya, 50, İlkokul
mezunu). Kız evi yaklaşık bir haftalık düşünme süresi ister ve bu sürenin sonunda
kızın verilip verilmeyeceği kararlaştırılır. Kızın verilmesi kararlaştırılırsa damat
tarafına haber verilir. Gelin ve damat adayı aile büyüklerinin elini öper. Söz kesmek
için hazırlıklar başlar. Nişan için anlaşma yapılır. Kimi aile rahat bir yaşam için ev
isterken, kimi aile altın ister. ‘Çeyiz kesme’ geleneğine göre çarşıya çıkılır. Havlu,
elbise, altın takı vs. alınır. Bu aşamadaki bütün masraflar damat tarafı vasıtasıyla
karşılanır. Söz kesilmesi ile de kızın bir aileye gelin olarak verildiği herkese
duyurulmuş olur. Söz kesme aşaması küçük bir kutlama şeklinde yapılır. Bazen söz
yüzüklerinin kuyumcuda takıldığı görülür. “Bundan sonraki aşama olan nişan, söz
kesmeden daha büyük bir organizasyondur ve bu organizasyona tüm eş, dost ve
akrabalar davet edilir. Nişanın ertesi günü kız tarafı evinde yemek verir. Böylece
nişan merasimi de icra edilmiş olur.”
“Kına gecesinde yedi kız ve yedi erkeğin oluşturduğu kına grubu sahnenin
çevresinde, içinde kına olan tabaklarla dönerler. Bu tabaklara dikilen mumlar hoş
bir görüntü oluşturur. Daha sonra gelin ve damat ortaya alınır. Kına grubu ile çifte
telli oynayıp Araplara özgü olan ‘depki’ denilen halay çekilir.” (Serap Doğan,
Antakya, 27, Üniversite mezunu). Bu gelenek günümüzde de sevilerek
gerçekleştirilen bir gelenektir. Kına yakılırken “ha ha” denilen maniler de
okunmaktadır. Türkçeye çevrilmesiyle, kafiyelerini kaybeden bu maniler genellikle
yaşlılar tarafından okunmaktadır. Her maninin ardından uzun uzun zılgıtlar
çekilmektedir. Bu manilerden bazılarını şu şekilde örnekleyebiliriz:
627
NUSAYRİLİKTE KADIN
Ha ha basol bı kışşo
Ha ha ğınna u ğındkin
Ha ha hınta bı kışşo
Ha ha asfur bı ğişşo
Ha ha ebiyhıbba le kennitna
Ha ha ğızrail ey kışşo
Ha ha kuş kafesinde
Ha ha gelinimizi sevmeyeni
Ha ha hamda u lıffane
Ha ha hlefna emniksira
628
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
Ha ha ekşidir ekşitir
Ha ha gelinimiz Bıhsasadan
Ha ha gelinimizi sevmeyeni
Düğün sonrası sağdıçlar eşliğinde eve gidilir. Gelin, eve girmeden önce
geldiği eve bereket getirsin diye buğday, mutluluk getirsin diye şeker ve bol kazanç
getirsin diye para saçılır. “Gelin evin kapısından girerken kapının yanına hamur,
hamurun üstüne de çiçek yaprakları yapıştırılır. Kapıda bardak kırılır ve gelin eve
ancak böyle girer.” (Semire Zambak, Antakya, 49, İlkokul mezunu). Burada da
amaç; gelinin evine hamur gibi yapışması, yüzünde güller açması ve kötülüklerin
dağılmasıdır. Eve girerken sağdıçlardan birinin buhur yakması ile ki bu da nazarı
önlemek içindir; çift, dünya evine girmiş olur. Gerdek gecesinde kızın ailesinden
seçilmiş ve evli olan sağdıçlar, gelin ve damadın evinde kalır. Bekâretin simgesi
olarak kabul edilen kanlı çarşaf önce erkeğin ailesine gösterilir. Daha sonra da kızın
ailesine götürülür. Kız bakire değilse, sağdıçların şahitliğinde baba evine geri
gönderilir. Düğünün ertesi sabahı damat, gelinin ailesinin evine tatlı götürerek
gelinin anne ve babasının elini öper; buna “isbahi” denilir. Gelin ise yedi gün
boyunca evden çıkmaz. Yedinci gün anne ve babasının evine damadın ailesiyle
beraber yemeğe alınır. Yemek sonunda gelinin anne ve babası, kızlarına yemek
sonunda kıymetli bir hediye verir.
630
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
Bütün toplumlarda olduğu gibi, Nusayrilerde de doğum olayı kutlu bir olay
olarak kabul edilir. Topluma yeni katılan bebek, mezhebe dahil olan yeni bir insan
ve feodal çerçevede aileyi genişletecek bir birey olarak kabul edildiğinden, doğum
oldukça önemlidir.
Doğum ile birlikte anne ve bebek kırklı olur. Kırklı olmak kadını bütün
dini ritüellerden uzak tutar. Ziyarete (türbeye) girmek, Kur’an-ı Kerim’e dokunmak,
buhurlanmak ve bayram hazırlığının yapıldığı yere yaklaşmak kesinlikle haramdır.
Bu süre içerisinde anne ve bebeğe dokunan kimseler de kırklı olurlar. Kırklı olan
kadın, yeni doğum yaptığı için nazar değeceği korkusuyla dışarı çıkmaz. İnanca
göre kırk gün boyunca Azrail, lohusanın koltuk altında gizlidir. Bu evrede kadın
enfeksiyon kapma riskine açıktır. Bu da kadınların dikkatli olması gereken bir
dönemdir. Geçmişte bu kesin bir kural olarak uygulanmış olsa da günümüzde
lohusalar, bu kurala pek fazla riayet etmemektedirler. İki kırklının aynı odaya
girmesi de yasaktır. İnanca göre, iki kırklı birbirini basar ve mutlaka biri ötekine
zarar verir. Bu nedenle lohusa, kırkını çıkarana kadar başkasının evine giremez.
Anne ve çocuğun yedinci günü bitip şehadetlenme gerçekleşene kadar, çevrede regl
döneminde olan bir kadının, anne ve bebeğin bulunduğu odaya girmesi de yasaktır.
Burada da adetli kadının, lohusayı basacağına inanılır.
631
NUSAYRİLİKTE KADIN
bebek, ailesine bu durumu ağlayarak haber verir. (Nusayri inancında her insanın bir
yıldızının olduğuna inanılır. Buna göre yıldızlar insan hayatında büyük bir etkiye
sahiptir. Bebeğe verilen ismin de bu yüzden yıldızı ile uyuşması gerekmektedir.
Bebeğin yıldızıyla uyumlu olup olmadığına Kur’an-ı Kerim’den bakılır.)
2.Reenkarnasyon inancına bağlı olarak, bebeğin önceki yaşantısına ağladığı
düşünülür. Nusayri inancına göre bebek önceki yaşamını kırk güne kadar
hissedebilir ve eski ruhunun ölümüne ağlayabilir.
Nusayri kadınları, yaygın olarak bebeğin reyhanlanması ve tuzlanması
gerektiğine inanmaktadır. Reyhan ağacı, mezhepte kutsal kabul edilen bir ağaçtır.
Bu ağacın dallarının ve yapraklarının bereket, temizlik ve saflık taşıdığına
inanılmaktadır. Yapraklar yedi genç kız tarafından havanda dövülerek toz haline
getirilir. Buna tuz karıştırılır ve bu karışım bebeğin tüm vücuduna sürülür. İnanca
göre bebeğin, yaşamı boyunca temiz kalması sağlanmış olur. Ayrıca bu karışımı
döven yedi kızın da sevap kazandığına inanılır. Anne doğum sonrası eve girmeden
önce, geleneklere göre kapıda kan akıtmak yani kurban kesmek gerekmektedir.
Burada amaç, anne ve bebeğin ruhlarının Tanrı tarafından bağışlanmasıdır.
Nusayri şeyhlerine göre, kadının doğuma kadar işlemiş olduğu bütün
günahlar doğumla birlikte silinmektedir.
632
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
birincisi ‘irtimasi gusül’dür. Buna göre gusül (yıkanma) anında şöyle dua edilir:
(Dualar, Nusayri Arap ağzıyla işitildiği gibi aynen yazılmıştır)
Sağ tarafıma bir kap su döktüm ve Müminlerin Emiri Ali’ye tevekkül ettim.
Ey rabbim beni sağ tarafımdaki pislikten ve her kirli tutan kıldan arındır.
Ey Rabbim beni sol tarafımdaki pislikten ve her kirli tutan kıldan arındır.
Arka tarafıma bir kap su döktüm ve 14’e, 100’e ve 1000’e tevekkül ettim.
Ey Rabbim beni arka tarafımdaki pislikten ve her kirli tutan kıldan arındır.
633
NUSAYRİLİKTE KADIN
Ey Rabbim beni her tarafımdaki pislikten ve her kirli tutan kıldan arındır.
Gusül, tertibi ve irtimasi olarak ikiye ayrılır. Tertibi gusülde önce gusül
niyetiyle baş ve boyun, sonra bedenin sağ tarafı, sonra sol tarafı ve avret yeri
yıkanmalıdır. İrtimasi gusülde ise bedenin tamamı suyun içine girecek şekilde
tedrici olarak suya dalarsa, gusül sahihtir. İhtiyat ise bir defa suya dalmaktır (Şeyh
Hamit Doğru).
Nusayri toplumunda bir diğer temizlenme duası ise eller için olanıdır.
Mekruh olan şeylere dokunduktan sonra bu duanın okunması gerekmektedir.
Yaygın olan görüşe göre el yıkanırken bu dua okunmaz ise; eşe ve çocuklara yemek
vermek, evin eşyalarına dokunmak, Kur’an-ı Kerim’e dokunmak, yemek yemek
gibi günlük yaşama dair birçok şey günah kabul edilir.
634
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
635
NUSAYRİLİKTE KADIN
bağlayarak dilek tutarlar. Ziyaret içinde ibadetini tamamlayan kişi, makama sırtını
dönmeden, geri geri yürüyerek ve kapıyı yeniden üçer defa öperek çıkar.
Türbeye gitmek için belli gün veya saat şartı yoktur. Temiz olan herkes,
istediği gün ve saatte türbeyi ziyaret edebilmektedir. Ziyaretten çıkan insanlar
birbirlerine “berke ziyartik” (ziyaretin hayırlı olsun) demektedir. Cevap olarak da
“şeffağ bi ğaftik” (afiyette olmana vesile olsun) denilmektedir.
637
NUSAYRİLİKTE KADIN
Bayramların diğer bir önemli yanı, Hirisi adı verilen tören yemeğinin
yapımıdır. Hirisi yapımına herkes katılamamaktadır. “…kutsal sayılan yemeğin
hazırlanmasında yalnızca sırrı bilen erkekler görev alabilirler.” (Keser, 2008: 138).
“Bayram ve adakların baş yemeği olan hirisiyi yapan kişiler erkek olmalı ve hirisi
yapılacak mutfak eşyaları da dualar okunarak yıkanmalıdır. Hirisi yapacak kişinin
ahlaklı ve toplumca iyi tanınan temiz insanlardan olması gerekmektedir. Adet gören
kadının hirisiye yaklaşması kesinlikle yasaktır.” (Türk, 2010: 81). Adet gören
kadının hirisiye yaklaşması halinde hirisinin taşacağına ve tadının bozulacağına
inanılmaktadır. Böylesi bir durumda hirisiye yaklaştığı fark edilen kadın cemaat
tarafından dışlanmakta ve bir daha bayramlara davet edilmemektedir. Bayram
hazırlığında bulunan kadınlar için konulan bu ağır şartlara karşılık, erkekler için bu
tarz yaptırımlar söz konusu değildir. Erkekten yalnızca bedenen temiz olması
beklenmektedir.
638
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
“Öldükten sonra insanın ruhunun başka bir bedene intikal suretiyle hayatını
sürdürmesi şeklinde ifade edilebilecek olan tenasüh inancı, eski dünyanın bazı
yerlerinde değişik biçim ve anlayışlarda görülmüş çok eski bir telakkidir.” (Ahmet
Yaşar Ocak, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, 2007, İstanbul,
183-184). Geçmişten günümüze bu inanç, farklı toplumlarda da kendini göstermiş
ve günümüze kadar gelmiştir. Mısır, Hint, Budist, Cermen, Kelt, Yunan, Türk,
Moğol gibi birçok toplumda da bu inanç sisteminin izine rastlanmaktadır. Ancak bu
inanç tek tanrılı dinlerde genellikle reddedilmektedir. Bunun sebebi ise; tek tanrılı
639
NUSAYRİLİKTE KADIN
dinlerde bulunan ahiret inancıdır. Ahiret inancına göre günahlar ve sevaplar, cennet
ve cehennem adı verilen yerde karşılığını bulur. Nusayrilik mezhebinde yer alan
reenkarnasyon inancına göre ise; günahlar dünyaya hayvan veya bitki olarak
gelmek ile karşılık bulur. Yani Nusayrilikte cennet ve cehennem ahirette değil bu
dünyadadır.
640
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
Hz. Ali’yi sevmek, Ehl-i beyt’e bağlılıkla sağlanabilir. Nusayriler Ehl-i beyt
sevgisini, Hz. Ali’nin kendi sözlerine dayandırırlar. “Haktan ve Hak ehlinden
ayrılma; ayağın sürçmesin, çünkü biz Ehl-i Beyt’i bırakıp başkasına sarılan helak
olur, dünyasını da yitirir, ahretini de.” (Gölpınarlı, 2002: 404).
(Keser, 2008: 48). Nusayri inanç metinlerine göre de “ilahın kendisi olan Ali,
bölünemez, parçalanamaz, taksim edilemez, sayılamaz. O doğmamıştır,
doğurmamıştır.” (Keser, 2008: 48-50). Nusayriliğin temelini oluşturan Ali inancının
içeriğinde, Hz. Ali’ye bir uluhiyyet katıldığı görülmektedir.
(Yasemin Araz, 26, üniversite mezunu, Antakya, hemşire): Hz. Ali’nin ilah
olduğunu kabul etmeyenler vardı. Hz. Ali’den bunu kanıtlamasını istediler ve Hz.
Ali de kılıcını çekerek karşısındaki dağa çıktı. Dağı kılıcıyla bir vuruşta ikiye
ayırdı. Ayrılan yerden bir pınar doğdu ve bu pınarın geçtiği yerler ağaçlarla doldu.
Bu da Ali’nin her şeyi yapabilecek güçte olduğunu kanıtlar.
Hz. Fatıma, babası için öyle değerliydi ki Hz. Muhammed evlenmek için
ona hiç kimseyi denk görmemekteydi. Ancak Hz. Ali, her bakımdan Hz. Fatıma’ya
denk görülmüş ve onunla evlendirilmiştir. Hz. Muhammed bir hadisinde ‘Ali
yaratılmasaydı Fatıma’ya denk kimse olmazdı’ demişlerdir. Arap Aleviler, Hz.
Fatıma’yı peygamber soyundan ve Hz. Ali’nin eşi olmasından dolayı kutsal
şahsiyetler arasında kabul etmektedirler.” (Et- Tavil, 2010: 56-57).
643
NUSAYRİLİKTE KADIN
kelimesiyle anarlar. Fatır, Arapça yaratan demektir. Fakat Fatma kadın olduğundan
bu sıfatını Fatıra biçiminde kullanacaktır.” (Uluçay, 2010: 145).
Yine inanca göre “…onların nurlu varlıklar olduklarını inkar edip onları Ali
b. Ebu Talib’in çocukları ve karısı saymak kafirliktir.” (Keser, 2008: 60). Çünkü
ulûhiyet sahibi olan Ali’ye insan vasfı vermek yanlış ve günah kabul edilmektedir.
Bu noktada birçok Nusayri kaynağında kadınların ruhlarının olmadığı düşüncesine
karşın, Hz. Fatıma’ya verilen bu değer oldukça dikkat çekicidir.
644
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
KAYNAKÇA
BAYRAK, M. Orhan. (2005). İlk ve Orta Çağda Anadolu Tarihi (MÖ 25000-MS
1453). İstanbul.
645
NUSAYRİLİKTE KADIN
GÖVSA, İbrahim Alaettin. (Basım Yılı ve Yeri Yok). Resimli Yeni Lügat ve
Ansiklopedi Ansiklopedik İslam Lügatı. C. 2.
646
MURAT ÇELİKDEMİR - GÖKBEN ÖVER
KAYNAK KİŞİLER
647
NUSAYRİLİKTE KADIN
648
KAZIM KARABEKİR’İN GÖZÜYLE İTTİHAT ve
TERAKKİ CEMİYETİ
Selim OSRAK
GİRİŞ
649
KAZIM KARABEKİR’İN GÖZÜYLE İTTİHAT ve TERAKKİ CEMİYETİ
1 KARABEKİR, Hayatım, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2014, s. 27; KIRZIOĞLU, Fahrettin, Kâzım
Karabekir, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991. s. 7.
2KARABEKİR, Hayatım, s. 97
3 ÇİFTÇİ, Ali, Kazım Karabekir’in Siyasal Hayatı, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Ankara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, Ankara, 2005, s. 4.
4 KARABEKİR, Kazım, İttihat ve Terakki Cemiyeti, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2014, s. 131.
5 AYDEMİR, Şevket Süreyya, Tek Adam, Cilt I, Remzi Kitabevi, 28. Özel Basım, İstanbul, 2011, s. 98
650
SELİM OSRAK
Devleti’nde ise hak, hürriyet ve vazife kavramları ise bir tür istenmeyen durum
halini almıştı. Devleti yönetenler dini ve ahlaki prensipleri bilmeyen, bilseler bile
inanmayan şımarık bir yönetim oligarşisi ortaya çıkarmıştı. Kazım Karabekir’e göre
bu durum doğu toplumlarının geriliğinin temel sebebi idi.6
651
KAZIM KARABEKİR’İN GÖZÜYLE İTTİHAT ve TERAKKİ CEMİYETİ
(Askeri Strateji) olarak göreve başlar. Karabekir, İstanbul’a geldikten sonra İTC’nin
burada da kurulmasında aktif olarak rol alır. Karabekir İttihat ve Terakki
Cemiyeti adlı kitabında İstanbul’daki fedai cemiyetini kendisi kurduğunu ve
kendisinin de bir fedai olduğundan bahseder.12
Kazım Karabekir, İTC’nin nasıl bir konum alması gerektiği ile ilgili olarak
kısa bir süre sonra arkadaşları ile ters düşmüştür. Karabekir, cemiyetin ülkenin
meşrutiyete kavuşması için verdiği mücadeleyi yeterli görmüştür. Ordunun sadece
meşrutiyeti korumakla görevli olmasını ve bir partiye dönüşerek siyasete girmesini
doğru bulmamaktadır. Ancak işler Kazım Karabekir’in istediği yönde gitmez. İTC,
meşrutiyetin ilanından hemen sonra 18 Ekim 1908 yılında Selanik’te yapılan ilk
kongrede siyasi fırka olarak icraatlarına devam etmesi ve cemiyetin partileşmesi
kararı alınır.15 Kazım Karabekir yukarıda değinilen konu ile ilgili şu
değerlendirmeyi yapmaktadır.
652
SELİM OSRAK
devrinde sahip bulunduğumuz Türk istiklalini kurtarmak için yine el ve fikir birliği
ile işe giriştiler.”17
654
SELİM OSRAK
ise Yüzbaşı Kazım Karabekir idi). Hareket Ordusunun komutanlığını önce Hüseyin
Hüsnü Paşa idare etmiş; daha sonra da Mahmut Şevket Paşa yürütmüştür.
SONUÇ
656
SELİM OSRAK
KAYNAKÇA
AYDEMİR, Şevket Süreyya, Tek Adam, Cilt I, Remzi Kitabevi, 28. Özel
Basım, İstanbul, 2011.
657
KAZIM KARABEKİR’İN GÖZÜYLE İTTİHAT ve TERAKKİ CEMİYETİ
658
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
Ahilik
Ahlak ile sanatın uyumlu bileşimi olarak tarif edilen Ahilik, Anadolu’da XIII.
yüzyılın basından itibaren görülmeye başlanmış, basta Kayseri, Konya ve
nihayetinde Kırşehir’de esnaf birlikleri olarak teşekkül etmiş bir sosyo-ekonomik
müesseseleşmenin adıdır. Amacı, zenginle fakiri, üretici ile tüketici, emek ile
sermaye, halk ile devlet arasında iyi ve sağlam ilişkiler kurarak “sosyal adaleti”
gerçekleştirmek olan Ahilik, bu amacına, sağlam bir teşkilatlanma modeli ve köklü
bir eğitim sistemi aracılığıyla ulaşmaya çalışmıştır. Ayrıca yerleşik hayata geçiş
esnasında birbirleriyle çatışma içerisinde olan grupları uzlaştırmak, zayıflayan boy
ve aşiret bağlarının yerine, yerleşik hayat şekline uygun koruyucu değerler koymak,
toplumun huzurunu temin etmek de en büyük uğraşıydı.
Ahilik, fütüvvet ülküsüne dayalı olarak ortaya çıkan Türk medeniyet tarihinde
önemli sosyal ve ekonomik fonksiyonlar yerine getirmiş bir teşkilattır. “Fütüvvet”
kelimesi etimolojik olarak “gençlik, buluğ cağı, delikanlılık” anlamlarında
kullanıldığı gibi; “gençliğin en parlak zamanı, delikanlıca tavır” manalarına da
gelmektedir. Bu kavram Batı’daki şövalyelik, İran’daki civanmertlik, Eski
Türklerdeki alplık ve akılık ülkülerinin muadili olarak cömertlik, mürüvvet, asalet
gibi ahlaki faziletleri ihtiva etmektedir. Aynı zamanda bu faziletlerin gereğini
yerine getirmeyi amaçlayan insanların teşkil ettikleri birliklere de isim olarak
kullanılmıştır1.
1993, s. 90-91.
660
PROF. DR. NURİ YAVUZ*
1727 yılına kadar 500 yıl Türk milletini, iktisadi sosyal ve siyasal bakımdan
yönetip yönlendiren ve güçlü bir imparatorluk ve toplum meydana gelmesinde
belirleyici bir ağırlığı bulunan ahiliği, sadece dönemin esnaf zümresiyle sınırlı bir
yapı olarak görmek, hele günümüzde sahipsiz ve desteksiz kalmış, dağınık,
yeterince örgütlenip bütünleşememiş esnafımız ile özdeşleştirmek, yanlış ve
yanıltıcı olur.
Ahilik Orta Asya’dan beri görülen “Akı” yani cömertlik felsefesinin, İslami
fütüvvet geleneği ile kaynaşması sonucu meydana gelmiş önemli bir
teşkilatlanmadır. Ahilik, insanların her yönden yetişmelerini sağlayan (mesleki) bir
3Galip Demir, “Ahilik”, Ahilik Yolu Dergisi, S. 86, İstanbul, Nisan 1994, s. 22.
4Galip Demir, “Ahilik = Çalışma, Bilim, Akıl, Ahlak”, Perpa Dergisi, Yıl 3, Sayı 22, İstanbul,
Temmuz 1993, s. 45.
661
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
“Ahlak Mektebi”dir. Ahilik, ilim sahasına yönelip ilim yapmak, meslek hayatına
yönelip sanat öğrenmektir5.
Doğruluk
Emniyet
Cömertlik
Tevazu
7 Refik H. Soykut, işlet e ilikte Disipli ve Ahlak , Ahilik Yolu, Sayı , İsta ul, Te uz , s. .
663
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
664
PROF. DR. NURİ YAVUZ*
kabiliyetli olanlara verilirdi. Silah eğitimine katılabilmek için, Ahi görmek, şeyh
görmek ve bir ferdi talim ve terbiye etmek şarttı11.
665
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
16 Güllülü, a.g.e., s. .
17 Gemici, a.g.m., s. 73.
666
PROF. DR. NURİ YAVUZ*
Ahilik’te meslek ahlakı her şeyden önce gelmekteydi. Her birimin kendi
denetleme organları mevcut olmakla beraber, herkesin kendi kendisinin
kontrolünün ve bunu vicdanlarına koymanın en doğru bir yol olduğu olgusu burada
667
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
daha ağır basmaktaydı. Çalışanlar arasında çırak, kalfa ve ustalık ilişkisi bir nevi
baba-evlat şeklinde saygı ve sevgiye dayalıydı19.
Halkın bakış acısına göre, Aahi zaviyeleri her taraftan gelip giden misafirlerin
dolup taştığı ve ağırlandığı, büyük kutlamaların tertiplendiği, birbirinden değişik
törenlerin yapıldığı mekânlar olarak kabul edilmekteydiler. Bütün bunların hepsinde
birer eğitici yon olduğu gerçeği de herkesin ortak fikriydi. Ahi birliğine mensup
olanların severek yaptıkları ve hayatlarının sonuna kadar her kuralına titizce
uydukları bu prensipler, onların yaptıkları işten sıkılmak yerine memnun olmalarım,
kendileriyle barışık bir halde hayatlarında mutlu olmalarını sağlamaktaydı. Bu
yüksek ahlakın üzerine bina edildiği ana esas, tesanüt yani karşılıklı dayanışma ve
yardımlaşmaydı20.
1. İnkârcılar, inanmayanlar
2. Münafıklar
3. Falcılar ve müneccimler
4. İçki içenler
5. Tellaklar
6. Tellallar
7. Çulhalar
8. Kasaplar
9. Cerrahlar
10. Avcılar
11. Ameldarlar (vergi tahsiliyle uğraşanlar)
12. Madrabazlardır.
669
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
Ülkemizde 12. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar meslekî eğitim, geleneksel usullere
dayalı bir sistem içerisinde esnaf ve sanatkâr teşkilatlarınca yürütülmüştür.
Selçuklular döneminde Ahilik adıyla kurulmuş bulunan esnaf-sanatkâr teşkilatı;
Osmanlılar döneminde de Lonca ve Gedik adları altında devam etmiştir.
19. yüzyılın başında dünyada teknolojinin diğer bilim dalları ile birlikte
ilerlemesi ve bunların makine sanayiinde kullanılması sosyal hayatta önemli
değişmelere sebep olmuştur. Batı’da büyük endüstrinin kurulmasını sağlayan
670
PROF. DR. NURİ YAVUZ*
671
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
672
PROF. DR. NURİ YAVUZ*
23 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi (3. Basım), Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları,
Ankara, 1989, s. 194.
24 İlhan Sezgin, Çıraklık ve Mesleki Eğitimi Kanunu ve Yeni Mesleki ve Teknik Eğitim Sistemi, MEB
673
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
vuku bulan Osmanlı-Rus savaşı sonrasında her bakımdan yıkıma uğrayan devletin
bir daha toparlanması ve eski gücüne kavuşması mümkün olmamıştır. Yine bu
dönemde Osmanlı Devleti’nin dünyadaki sanayi ve endüstri ile ilgili gelişmeleri
istenilen ölçüde takip edemeyişi, mesleki ve teknik eğitimin temel alt yapısının geç
oluşumuna neden olmuştur.
674
PROF. DR. NURİ YAVUZ*
675
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
Ahi birliklerinde de insanın bir bütün olarak ele alınıp mesleki ve genel
bilgilerin bir arada verilişi söz konusu idi. Ahilik mesleğindeki yamaklık, ilk
basamak oluşu itibarıyla aday çıraklığa benzemektedir. Ahilikte öğrenim, sadece
meslek öğretmeye hasredilmiyor ve genellikle akşamları veya müsait vakitlerde
çırakların genel bilgi ve görgü edinmelerine yardımcı olunuyordu. Böylece onları
kuru bilgilerle donatmak yerine madden ve manen olgunlaştırmaya çalışılıyordu.
25 Gemici, a.g.m., s. 92
676
PROF. DR. NURİ YAVUZ*
SONUÇ
677
TÜRK EĞİTİM TARİHİNDE AHİLİĞİN ÖNEMİ
KAYNAKÇA
678
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM
POLİTİKALARI
Giriş
Millî Mücadele’nin akabinde Türkiye Büyük Millet Meclisi 24 Temmuz 1923
tarihinde Lozan Barış Antlaşması’nı imzalayarak dış ilişkilerde anlaşmazlıkların
büyük çoğunluğunu çözümlemekle kendi içerisindeki sıkıntılara yönelme fırsatı
bulabilmişse de sorunları bunlarla sınırlı değildi. Özellikle uzun süren savaşlar
neticesinde zaten yoksul olan halk, elinde ne var ne yoksa vererek, daha da
yoksullaşmış; yangın yerine dönen ülke bakımsızlıktan bîtap düşmüş; az sayıda
bulunan aydın ve zanaatkâr gençler ise savaşlarda yok olmuştu. Bunun yanı sıra
sanayinin olmaması ve ticaretin genellikle gayr-i Müslimlerin elinde olmasından
dolayı ekonomik olarak üretime kapalı, tarım ve hayvancılıktan neredeyse
yoksundu.
Yayınevi, İstanbul 1991; Refik Turan vd., Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Gazi Kitabevi, Ankara
2005; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Cilt I-II, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2010; İsmail Özçelik-
Nuri Yavuz, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Nobel Yayınevi, Ankara 2011; Orhan Doğan, Atatürk
İlkeleri ve İnkılap Tarihi (XIX.-XX. Yüzyıl Türkiye Tarihi), Beta Basım Yayın, İstanbul 2013. Vd.
679
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
sözleri ile eski dönemin bütün boş inançlarından arınmış, doğudan ve batıdan gelen
yabancı etkilerden uzak, ulusal benliğimize uygun Cumhuriyet sonrası eğitim
programlarının ve çalışmalarının ana doğrultusunu belirlemiştir.
680
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
başarılı olmayı sağlayan pratik ve kullanıma elverişli bir araç haline getirmektir.”
diyerek, bu konuda ülkede çok yönlü devrimler başlatmıştır.
“Efendiler, terbiye ve tedriste tatbik edilecek usul, malûmat-ı insan için fazla bir süs, bir vasıta-i
tahakküm yahut medenî bir zevkten ziyâde maddî hayatta muvaffak olmayı te’min eden amelî ve
kâbil-i isti’mal bir cihaz haline getirmektir. Maarif Vekâletiniz bu esasa ehemmiyet vermektedir.”
Bkz. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt I, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara 2006, s.
316.
5 Reşat Kaynar, “Atatürk’ün Kültür ve Eğitim Anlayışı”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 6,
681
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
Türk okullarında okuyan tüm öğrencilere oranı; 1900 yılında % 15 iken, 1910’da %
60’a, 1920’de ise % 75 gibi çok yüksek rakamlara ulaşmıştır8.
Hal böyle iken 1 Mart 1924’te Mustafa Kemal, Meclis’in yeni açılış
konuşmasında üç ana nokta üzerinde önemle durdu: Cumhuriyet’in korunması ve
istikrara kavuşturulması, birleştirilmiş bir millî eğitim sisteminin kurulması ve
“diyanet-i İslâmiye’yi, asırlardan beri müteamil olduğu veçhile bir vasıta-i siyaset
mevkiinden tenzih ve ila etmek” ihtiyacı9.
Nitekim Cumhuriyet yönetimi, ilk iş olarak çok başlı eğitime son vermek
amacıyla 3 Mart 1924’te çıkarılan 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim ve
öğretimde birliği sağlamayı amaçlamıştır. Buna göre:
8 Metin Aydoğan, Ülkeye Adanmış Bir Yaşam II (Atatürk ve Türk Devrimi), Umay Yayınları, İzmir
2008, s. 334.
9 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin Kıratlı, 5. Baskı, Türk Tarih Kurumu
682
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
11 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi (M.Ö. 1000 - M.S. 2014), Pegem Akademi Yayınları, Ankara
2014, s. 330.
12 Güray Kırpık vd., Türk Eğitim Tarihi, Otorite Yayınları, Ankara 2012, s. 236.
13 Asım Arı, “Tevhid-i Tedrisat ve Laik Eğitim”, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi,
684
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
3. Harf İnkılâbı
Türkler için Göktürk ve Uygur alfabelerinin önemi ne kadar büyük olsa da,
İslâmiyet’i kabul ettikten sonra, bu dinin etkisinde kalarak, Arap alfabesini
kullanmaya başlamışlardır. Nitekim kültürün taşıyıcı bir aracı olan dil ve yazı ile
birlikte Arap kültürü, Türk toplumunu etkilemeye başlamış; bu etkileşim Arap
alfabesinin, Türk dilini ifade etmek için resmen kullanılmaya başlamasıyla büyük
bir hız kazanmıştır. Bu durum, Arapça sözcüklerin dilimize yerleşmesine neden
olmuş, belli bir süre sonra da Türkçe-Arapça-Farsçanın karışımı olan ve
“Osmanlıca” adı verilen bir sentez dil ortaya çıkmıştır. Her ne kadar bu dil resmi
çevreler, edebiyat, sanat ve bilim çevreleri dışında, Türk toplumu tarafından
bütünüyle benimsenmemişse de, Türk dilinin gerilemesinde yarattığı olumsuz
etkiler de gözden uzak tutulamaz19.
Konusunda Türk Kamuoyunda Bazı Tartışmalar ve Millet Mektepleri’nin Açılması (1862 - 1928)”,
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı: 4, Ankara 1989, s. 2.
20 Neriman Tongul, “Türk Harf İnkılâbı”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 26, Isparta 2012, s. 31.
Harf İ kılâ ı yapılırke Cu hur aşka ı Mustafa Ke al Atatürk’e, Başöğret e sıfatı
veril iştir. O gü leri Türk ve ya a ı gazeteleri de u sıfata sık sık rastla ırke ,
Atatürk’ü ye i harfleri yay ak içi Başöğret e lik yaptığı izzat devleti res î
elgeleri de de yer al ıştır. Bkz. Ce giz Dö ez, Atatürk ve Harf İ kılâ ı , Atatürk
Araştır a Merkezi Dergisi, Cilt: XXVII, Sayı: , A kara , s. -47.
686
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
kâinat şahit olacaktır. Buna katiyetle eminim.”27 diyerek belirttikten bir süre sonra,
1 Kasım 1928’de Harf İnkılâbı resmen ilan ve kabul edilmiştir.
4. Türk Ocakları
Tarık Zafer Tunaya’nın da dediği gibi; Türk Ocağı, Türkiye’nin yakın
tarihinde önemli bir kilometre taşıdır28.
27 Selâmi Kılıç, “Türkiye’de Latin Harfleri Meselesi (1908-1928)”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp
Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 7, Ankara 1991, s. 571.
28 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler Cilt: I İkinci Meşrutiyet Dönemi, Hürriyet Vakfı
509.
687
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
Enver Paşa, Dr. Nazım gibi kişilerin yaptığı maddi desteğin sonucunda gerçek
anlamda güçlenmiş ve kısa sürede de herkes tarafından tanınarak kabul görmüştür33.
Aslında olayın perde arkası daha değişiktir. Ocağın politik bir nitelik
taşımadığı, siyasetle uğraşmadığı ve uğraşmaması gerektiği daha kuruluş
döneminde ilân edilmiş ve bu soruna önem verilmiştir. Bu özelliği Nizâmnâme’de
33
Uluskan, a.g.e., s. 29.
34 Tunaya, a.g.e., s. 436.
35 Kenan Akyüz, “Türk Ocakları”, Belleten Dergisi, Cilt: L, Sayı: 196, Ankara 1986, s. 205.
36
Kodal, a.g.m., s. 309-310.
688
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
de “politika ile uğraşmaz” maddesi ile açık bir ilke olarak benimsenmiş olmasına
rağmen37, zamanla siyasal bir nitelik kazanmaya başlamıştır. Hem de Mustafa
Kemal’in, Türk Ocaklarının Genel Başkanı olan Hamdullah Suphi’ye; “Siz
olduğunuz yerde kalınız” demesine karşın yazılarla ve üye vererek açıktan açığa
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı destekleyip Cumhuriyet Halk Fırkası’na karşıt
olarak...38
5. Millet Mektepleri
Harf inkılâbını sağlayacak girişim, sürmekte olan eğitim atılımlarıyla
birleştirilerek, her kesimden insanın katıldığı, ortak bir ulusal eylem haline
getirilmiştir.
37
Tunaya, a.g.e., s. 436.
38
Şerafetti Zeyrek, Türkiye’de Halkevleri ve Halkodaları, A ı Yayı ılık, A kara , s. -
15.
39
Kodal, a.g.m., s. 310.
40
İ rahi Karaer, Türk Ocakları ve İ kılâplar ( 9 -1931), A kara Ü iversitesi Türk İ kılâp
Tarihi E stitüsü, Yayı la a ış Doktora Tezi, A kara , s. 67.
689
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
41
Emine Kısıklı, Harf Devri i So rası da Ye i Harfleri Öğreti i de Usul ve Yö te ler ,
Prof. Dr. Mi e Me gi Adı a Türkoloji Se pozyu u ( -22 Ekim 2011) Bildirileri, Çukurova
Ü iversitesi, Ada a , s. .
42
Ayvaz Morkoç, Türk Harf İ kılȃ ı ile Millet Mektepleri ve İz ir’deki Uygula alar ,
Turkish Studies, Sayı: / , A kara , s. -1496.
43
Aydoğa , a.g.e., s. 338.
44 Kırpık vd., a.g.e, s. 292.
45 Aydoğan, a.g.e., s. 338.
690
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
alkışlamış ve övmüşlerdir. The New York Times gazetesi bu konu üzerine şunları
yazmıştır:
“Eğitim alanında yiğitçe bir atılımdır bu. Biz, kendi beyaz çocuklarımız
arasındaki okuryazarlık oranını yüz elli yılda yükseltebildik. Yine de on yaşın
üzerindekiler arasında okuma-yazma bilmeyenlerimizin oranı 1920’de % 6 kadar
yüksekti. New York’ta bile bu oran % 5’tir. Vali Smith, Amerika’da okuma yazma
bilmeyen beş milyon insan bulunduğunu söylemektedir...”46
46 Bilal N. Şimşir, Türk Harf Devrimi Üzerine İncelemeler, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2006,
s. 45.
47 Şimşir, a.g.e., s. 46.
48 Zeynep Korkmaz, “Millî Mücadele ve Sonrasında Türklük Şuuru”, Atatürk Araştırma Merkezi
Nitekim söz konusu çalışmalara önem veren Atatürk, ileri sürdüğü “Türk Tarih
Tezi” ile Anadolu Türklüğünün, tarihî gerçekler ışığında incelenmesini önermiştir.
Bu amaçları gerçekleştirecek olan cemiyetin temeli ise 23 Nisan 1930 tarihinde
toplanan Altıncı Türk Ocakları Kurultayı’nda “Türk Tarih Heyeti”nin kurulmasıyla
atılmıştır52. Çok geçmeden Türk Ocaklarının kendini feshetmesi ile de Türk Tarih
Heyeti’nin hukukî durumu kalmamış, bu nedenle yerine 12 Nisan 1931 tarihinde
“Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” kurulmuştur53.
49 Sezai Öztaş, “Atatürk Dönemi Tarih Anlayışı ve Tarih Öğretimi”, Adıyaman Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 2, Adıyaman 2009, s. 94; Fatma Çapan, “Türk Tarih Tezi ve
Atatürk”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Sayı: 181, İstanbul 2009, s. 10-11.
50 A. Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s.
192.
51 Arzu Yüzer, Atatürk Döneminde Türk Tarih Kurumu Tarafından Yapılan Çalışmalar (1931-1938),
Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul
2006, s. 26.
52 Salih Özkan, Türk Eğitim Tarihi, Nobel Yayıncılık, Ankara 2015, s. 120.
53 Esma Torun, II. Dünya Savaşı Sonrası Türkiye’de Kültürel Değişimler: İç ve Dış Etkenler (1945 -
1960), Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, Antalya 2006, s. 125.
692
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa,
değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”54
1931 yılında “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” olarak kurulan kurumun adı, 1935 yılında “Türk Tarih
Kurumu” adını almıştır.
54 Hasan Cemil Çambel, “Atatürk ve Tarih”, Belleten Dergisi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Cilt: 3,
56 Zeynep Korkmaz, “Atatürk ve Kültürel Alandaki Çağdaşlaşmada Türk Dilinin Yeri”, Türk Dili Dil
693
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
59 Akalın, a.g.m., s. 9.
60 Şükrü Halûk Akalın, “Cumhuriyet Döneminde Türkçe”, Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 18, Yeni
8. Halkevleri ve Halkodaları
Türk milleti, bilim, kültür ve diğer alanlarda yıllarca geri bıraktırılmış,
Anadolu’nun şehirleri ve köyleri hastanesiz, doktorsuz kalmıştır. Mustafa Kemal
Atatürk, Millî Mücadele kazanıldıktan sonra, yapılacak olan birinci görevin Türk
insanını her yönden kalkındırmak ve bilinçlendirmek için çalışılması gerektiğini
çok iyi tespit etmiştir. Türk insanına özellikle bu konularda hizmet götürecek bir
teşkilata acilen ihtiyaç duyulmuş, böyle bir ihtiyacı ancak Halkevlerinin yerine
getirebileceği kanaatine varılmıştır.
62 Zeynep Korkmaz, Türk Dilinin Tarihî Akışı İçinde Atatürk ve Dil Devrimi, Ankara Üniversitesi Dil
ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, Sayı: 147, Ankara 1963, s. 53.
63 Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul 2010, s. 141-142.
64 Nurcan Toksoy, “Türk İnkılâbında Millî Kültürün Yeri ve Halkevi Çalışmaları”, Turkish Studies,
İsmet Paşa Halkevleri sayısını tüm yurtta 500 olarak hedeflemiş; ancak tam
olarak ulaşılamasa da 478 adet Halkevi açılarak hedefe oldukça yaklaşılmıştır. 1940
yılından sonra evlerin açılışı çok hızlı bir biçimde azalmıştır. Hatta bazı yıllarda hiç
açılmamıştır. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, II. Dünya Savaşı’nın çıkması ve bu
savaşın Türkiye üzerindeki etkisidir; çünkü bu yıllarda savaşla ilgilenilmiş ve savaş
için önlemler alınmıştır. Ayrıca ev açma girişimleri birtakım maddî gidere neden
olduğu için, bu dönemde evlere maddî kaynak ayırmak kolay değildir. Asıl önemli
neden ise ikincisidir. Bu dönemde, yurttaki büyük merkezlerin çoğunda evler
açılmış olduğundan Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu tarihten sonra kırsal kesime
ağırlık vermeye ve daha az gideri olan halkodalarını devreye sokmaya
başlamasıdır68. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, nüfusu az olan
yerlerde halkevi yerine halkodası adıyla ona benzer daha küçük birimler açılmasına
karar verilmiş,69 küçük yerlerden gelen istekler de göz önünde tutularak, aynı amacı
güden, bir bakıma Halkevlerinin minyatürü denilebilecek Halkodaları da 19 Şubat
1940 tarihinde açılmıştır70.
Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Cilt: VI, Sayı: 23, Ankara 1999, s. 261.
69 Arıkan, a.g.m., s. 272.
70 Zeyrek, a.g.e., s. 33.
696
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
71 Şerafettin Turan, “Dr. Reşit Galip’in Atatürk’e Yakınmaları”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-
Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt: 25 Sayı: 39, Ankara 2006, s. 7.
72 Arıkan, a.g.m., s. 279.
73 Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, İnkılâp Kitabevi, Cilt: 2, İstanbul 2012, s. 89.
74 Arıkan, a.g.m., s. 279.
697
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
9. Üniversite Reformu
Eğitimde köklü değişimler yapılırken; zamanla niteliğini yitiren, ihtiyaçlara
cevap veremeyen Darülfünun da göz ardı edilmemiş ve bilimsel çalışmalarla
topluma katkıda bulunması amacıyla birtakım düzenlemelere lüzum görülmüştür.
Atatürk, bu konuda yapılması gereken değişimlerin ipucunu daha 1 Kasım 1928’de
TBMM’nin üçüncü dönem ikinci toplanma yılını açarken şu sözlerle vermiştir:
Anma Konferansları, Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Basımevi, Ankara 1989, s. 96-97.
699
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
82 Tarık Zafer Tunaya, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul 2007, s. 176-177; Akkutay; a.g.m., s. 97; Ergün, a.g.e., s. 145; Kırpık vd., a.g.e, s.
281.
83
Kırpık vd., a.g.e, s. 282.
84
Utka Ko atürk, Doğu u da Ölü ü e Kadar Kay akçalı Atatürk Gü lüğü, Türkiye İş
Ba kası Kültür Yayı ları, A kara , s. .
85 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt I, s. 420.
700
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
701
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
1937 ders yılından başlamak üzere, okulda üç yıl süreli kurslar açılmış, bu
kurslara başarılı ilkokul öğretmenleri sınavla seçilmiş ve Türkçe, tarih-coğrafya,
matematik, fizik ve tabii bilimler için ortaokul öğretmenleri yetiştirilmiştir95.
Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü, 1949 yılında yapılan bir
değişiklikle “Gazi Eğitim Enstitüsü” adını almıştır. Okulda, 1952-1953 öğretim
yılında görme, işitme ve konuşma engelli gibi özel eğitime muhtaç çocukların
okudukları okulların öğretmen ve yöneticilerini yetiştirmek üzere “Özel Eğitim”
bölümü açılmış ve bu bölüm iki yıl mezun verdikten sonra 1955 yılında
kapatılmıştır97.
1935 yılında yapılan tespitlere göre ise 31 bin köyün okulsuz olduğu
görülmekte, dolayısıyla binlerce okul binasına ihtiyaç olduğu gibi 80-90 bin
civarında eğitmene de ihtiyaç duyulmaktadır103. Bunun üzerine Cumhuriyet Halk
Fırkası’nın aynı yıl gerçekleşen Büyük Kurultayı’nda, devlet eliyle başlatılan planlı
endüstrileşme hareketine koşut olarak, planlı köyleri kalkındırma hareketinin
başlatılması kararlaştırılmış104 ve Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey
zamanında John Dewey’in önerilerine uygun olarak Köy Enstitüleri konusunda ilk
100 Mahmut Âdem, “Eğitimin Yasal Temelleri”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi
Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı 35-36, Ankara Mayıs-Kasım
2005, s. 271.
704
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
İsmail Hakkı Tonguç, önce ciddi bir köy incelemesi yaparak rakamları ve eski
yapılanları değerlendirmiş ve 20 yıllık bir plan taslağı hazırlamıştır; fakat bu planı
gerçekleştirmek hiç de kolay olmamış, her şeyden önce, açılacak enstitülere okur-
yazar köy çocuğu ve öğrenci bulmak büyük sorun teşkil etmiştir107. Üstelik klasik
eğitimciler de direniş göstermiş; ancak Tonguç, ilk olarak askerliğini yapmış okur-
yazar gençlerden seçtiği bir grubu, “eğitmen” adıyla köylerde geçici öğretmen
olarak görevlendirmek amacıyla, 1936 yılında Eskişehir’in Çifteler Çiftliği’nde dört
aylık bir kurs açmıştır. Bu kursları tamamlayarak Ankara köylerinde
görevlendirilen ilk 84 eğitmen son derece başarılı olmuş ve eğitmen kursları kısa
süre içinde ülkenin başka yerlerinde de açılarak çoğaltılmıştır. Hatta eğitmen
adayları, açılacak Köy Enstitülerinin ilk binalarını da yapmışlardır. Kendi köylerine
giden eğitmenler, topladıkları çocukları üç yıl okutup mezun ederek yenilerini
almak, köyde çıkan sağlık sorunlarını kaymakamlığa iletmek, köylüye modern
tarım tekniklerini öğretmek, akşam okulları ile yetişkinlere okuma-yazma, hesap ve
yurttaşlık öğretmekle de yükümlü tutulmuşlardır108.
272.
705
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
110 Baha Mutlu Aydın, Köy Enstitüleri ve Toplum Kalkınması, Anı Yayıncılık, 2. Baskı, Ankara 2013,
s. 77.
111 Aydın, a.g.e., s. 78.
112 Aysal, a.g.m., s. 273.
113 Aydı , a.g.e., s. 78.
706
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
SONUÇ
Mustafa Kemal Atatürk; ülkenin muasır medeniyetler seviyesine
ulaşmasındaki en önemli yolun eğitimden geçtiğini Türkiye Cumhuriyet’i
kurulmadan çok daha önce görmüş ve çalışmalarına bu yönde ağırlık vermiştir.
O’nun eğitimle ilgili ortaya koyduğu düşünceleri çerçevesinde gerçekleştirdiği
çalışmalar bunu ispatlamaktadır. Yapmış olduğu tüm yeniliklerde olduğu gibi,
eğitim alanında da toplumun temel gereksinimini büyük ölçüde karşılamıştır.
Atatürk’ün vefatından sonra ise çalışmalar her ne kadar devam etse de,
özellikle çok partili dönemde her alanda olduğu gibi ne yazık eğitime de siyaset
karışmış ve bu durum günümüze kadar devam edegelmiştir. Halkevlerinin,
halkodalarının, köy enstitülerinin, öğretmen okullarının ve daha birçok kurumun
kapatılması, bu savımızı maalesef desteklemektedir.
707
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
KAYNAKÇA
Arşiv Kaynakları:
Kitaplar:
AKYÜZ, Yahya; Türk Eğitim Tarihi (M.Ö. 1000 - M.S. 2014), Pegem
Akademi Yayınları, Ankara 2014.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt I, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Yayınları, Ankara 2006.
AYDIN, Baha Mutlu; Köy Enstitüleri ve Toplum Kalkınması, Anı Yayıncılık,
2. Baskı, Ankara 2013.
AYDOĞAN, Metin; Ülkeye Adanmış Bir Yaşam II (Atatürk ve Türk
Devrimi), Umay Yayınları, İzmir 2008.
Birinci Maarif Şûrası, Maarif Vekilliği, İstanbul 1939.
DOĞAN, Orhan; Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi (XIX.-XX. Yüzyıl Türkiye
Tarihi), Beta Basım Yayın, İstanbul 2013.
ERGİN, Osman; Türkiye Maarif Tarihi, Cilt: I-V, Eser Matbaası, İstanbul
1977.
ERGÜN, Mustafa; Atatürk Devri Türk Eğitimi (Atatürk’ün 100. Doğum
Yılına Armağan), Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1982.
GEDİKOĞLU, Şevket; Evreleri, Getirdikleri ve Yankılariyle Köy Enstitüleri,
İş Matbaacılık ve Ticaret, Ankara 1971.
İNAN, Afet; Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1988.
KARPAT, Kemal H.; Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul
2010.
KIRPIK, Güray vd.; Türk Eğitim Tarihi, Otorite Yayınları, Ankara 2012.
KOCATÜRK, Utkan; Atatürk, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara
1987.
KOCATÜRK, Utkan; Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk
Günlüğü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1992.
708
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
709
CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİM POLİTİKALARI
Makaleler:
710
PROF. DR. NURİ YAVUZ - EMRAH BERKANT PATOĞLU
Tezler:
712
ORTAÇAĞ ‘DA KADIN OLMAK
Seher PARLAK*
ÖZET
*
Arş. Gör. Seher PARLAK, Gaziantep Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü,
aseher@gantep.edu.tr
713
ORTAÇAĞ ‘DA KADIN OLMAK
Abstract
Woman, she seems to be an easy portrayed figure but has infinite meaning
in herself which is not indisputable. She is made to feel sorry for she is born, for she
becomes a bride and a mother even for just survives.From the beginning, up to now
woman who has been thought to have an easier life just because of the improved
technique conditions, has had to be adapt all the time. She has had toobey her
ancestors, her parents, her husband, her children and the conditions. Woman who
has gained the right to vote, had to struggle a lot a-long the way. We are going to
try to find out the role of the woman both with eastern and western examples in our
study in which we are going to mention about the role and the status of woman in
the middle age which is thought to be a dark period when stated.
KeyWords: Middle Ages, Woman, Wife, Seljuk, The Umayyed, Europe, Marriage
714
SEHER PARLAK*
GİRİŞ
Ortaçağ da kadınları birbirinden ayıran, zaman, mekân, yaş, konum, ekonomik sınıf
gibi farklılıklar vardı. Kadınlar kendi aralarında bile eşit olarak görülmüyordu.
Erkeklerden çok kadınlar birbirleri üzerine üstünlük sağlamaktaydı. Bunu ilerideki
konularda gerek doğu gerek batıda iktidarda söz sahibi olan kadınlar için göreceğiz.
Aynı dinden aynı dilden olan kadınlar bile farklılık arz etmekteydi. Ortaçağda
yazılan eserlerin yazarlarının erkek olduğunu da düşündüğümüzde kadından ne
kadar bahsedilebileceğini tahmin edebilirsiniz. Bakıldığında feminist bir bakış açısı
gibi görünse de o dönemde gerek batı gerek doğuda kadın ikinci planda tutulduğu
için bahsi de çok geçmemiştir1.
715
ORTAÇAĞ ‘DA KADIN OLMAK
716
OSMANLI’DA MAHALLE AHALİSİNİN
YÜKÜMLÜLÜKLERİ
(18. YÜZYILIN İLK YARISINDA SOFYA ÖRNEĞİ)
Yunus MERCİMEK*
GİRİŞ
1 İlhan Şahin, “Sofya”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), Cilt 37, İstanbul 2009, s.344.
2 Halil İnalcık, Tanzimat ve Bulgar Meselesi, İstanbul 1992, s. VI.
3 Nazif Kuyucuklu, “Bulgaristan”, DİA, Cilt 6, İstanbul 1992, s. 396.
4 Mehmet İnbaşı, “Balkanlar’da Osmanlı Hâkimiyeti ve İskân Siyaseti”, Türkler Ansiklopedisi, Cilt 9,
Ankara 2002, s. 156. Sofya’nın fetih tarihi ile ilgili kaynaklar muhtelif tarihler vermektedir. Şehrin;
1382, 1384, 1385 veya 1386 yıllarının birisinde fethedildiği belirtilmektedir. Halil İnalcık, fetih tarihi
olarak 1385 yılını belirtmektedir. Bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600),
Çeviren: Ruşen Sezer, İstanbul 2008, s. 214.
717
OSMANLI’DA MAHALLE AHALİSİNİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ
Rumeli yol sistemi içerisinde orta kol üzerinde yer alan Sofya, zaman
içerisinde Osmanlı şehri olma hüviyeti kazanmıştır.7 Sofya’nın orta yol üzerindeki
konumu, şehrin bölgede ekonomik ve askeri bakımdan bir cazibe merkezi
olmasında etkili olmuştur.
Mahalle ahalisinin birbirine kefil olması, mahalle içerisinde tam bir asayiş
ve güvenliğin hâkim olmasında yeterli olmamıştır. Sicillerde; cinayet13, yaralama14,
hırsızlık15 ve fuhuş gibi istenilmeyen olayların yaşandığını gösteren dava kayıtları
bulunmaktadır.
11 Özen Tok, “Kadı Sicilleri Işığında Osmanlı Şehrindeki Mahalleden İhraç Kararlarında Mahalle
Ahalisinin Rolü (XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Kayseri Örneği)”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, Sayı 18, Yıl: 2005/1, s. s. 156.
12 İbrahim Ethem Çakır, “XVI. Yüzyılda Ayntab’da Toplumsal Kontrol Aracı Olarak Mahalle
Fatma, oğullarını Saruhan Beğ Mahallesi sakinlerinden İbrahim Beşe’nin öldürdüğünü şahitler
aracılığıyla kanıtlayarak İbrahim beşe hakkında kısas istemişlerdir. Bkz. S 312 (5), Varak 7 a, Belge 3.
14 Kara Danişmend Mahallesi sakinlerinden debbağ Süleyman mahkemede Mustafa sipahinin
kendisini bıçak ile yaraladığı söylemesi hakkında bkz. S 312 (3), Varak 12 a, Belge 3.
15 Sofya’da vaki bedesten ahalisinden Mehmet Efendinin yirmi üç kuruşu, Seyyid Mustafa’nın on
kuruşu ile dört altını, Halil’in iki yüz kırk kuruşu, Mitre zimminin altmış kuruşu ve Yako yahudinin
elli kuruşunun serika (çalınmış) olunması hakkında bkz. S 309, Sayfa 52, Belge 1.
16 Tahsin Özcan“Osmanlı Mahallesi Sosyal Kontrol ve Kefalet Sistemi”, Marife, Sayı 1, Bahar 2001,s.
141.
719
OSMANLI’DA MAHALLE AHALİSİNİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ
17 Ahmet Refik Altınay, Onuncu Asr-ı Hicrî’de İstanbul Hayatı (1495-1591), İstanbul 1988, s. 39.
18 S 312 (3), Varak 12 a, Belge 1.
19 Özer Ergenç, “Osmanlı Şehrindeki Mahalle’nin İşlev ve Nitelikleri Üzerine”, Osmanlı
13-19; Halil Sahillioğlu, “Avarız”, DİA, Cilt 4, İstanbul 1991, s.108-109; Bruce Mc Gowan,
“Osmanlı Avarız-Nüzül Teşekkülü 1600-1830”, VIII. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan
Bildiriler, Cilt 2, Anakara 1981 s. 1327-1331.
720
YUNUS MERCİMEK*
Sofya Kazası’nın beş yüz altmış yedi buçuk ve bir sülüs avarız hanesinden,
yetmiş altı ve bir sülüs avarız hanesi Sofya Şehri’ne isabet etmiştir. Avarız ve nüzul
vergisinin avarız hanesi hesabı üzerinden hesaplanması iki verginin birlikte
toplanmasına sebep olmuştur. 1725 yılında Sofya’nın yetmiş altı ve bir sülüs avarız
hanesinin her birisine avarız, nüzul ve mübaşir maaşları için 1005 akça isabet
eylemiştir.23
21 S 306, Sayfa 16, Belge 1. Avarız haneleri temel alınarak yapılan nüfus çalışmalarında; bir gerçek
hane 5 kişi olarak hesaplanmış ve bir avarız hanesi de 2 ile 15 gerçek haneden oluştuğu varsayılarak
şehir ve mahallelerin nüfusları üzerine çıkarımlarda bulunulmuştur. Ancak bir avarız hanesinin kaç
gerçek haneden oluştuğu hakkında farklı görüşler vardır. Ahmet Tabakoğlu 3 ile 10 arasında
olduğunu, söylerken Halil Sahillioğlu ise bu sayının 4 ile 50 arasında değişebileceğini belirtmiştir.
Bkz. Ahmet Tabakoğlu, “Klasik Dönemde Osmanlı Ekonomisi”, Türkler, Cilt 10, Ankara 2002, s.
672; Halil Sahillioğlu, a,g,m, s.108. Bu nedenle itibari bir birim olan avarız hanesinin, farklı
bölgelerde değişik sayılarda gerçek hanelere tekabül etmesi ve bir takım içsel problemleri nedeniyle
elde edilen verilere temkinli yaklaşılması gerektiği belirtilmektedir. Bkz. Oktay ÖZEL, “Osmanlı
Demografi Tarihi Açısından Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik,
Ankara 2001, s.33-50. Sofya için bir avarız hanesinin kaç gerçek haneye tekabül ettiğine dair sicillerde
herhangi bir bilgiye rastlanılmadı. Bu nedenle Sofya’nın nüfusu için avarız hanelere dayalı
hesaplamalar maalesef bir takım tahminlerin ötesine gitmeyecektir.
22 S 306, Sayfa 15, Belge 2.
23 S 306, Sayfa 17, Belge 2.
24 Feridun Emecen, “Ağnam Resmi”, DİA, Cilt 1, İstanbul 1988, s. 478-479; Ziya Kazıcı, Osmanlı’da
Vergi Sistemi, İstanbul 1977, s. 112; Neşet Çağatay, “Osmanlı İmparatorluğunda Reayadan Alınan
Vergi ve Resimler”, OTAM, Cilt 5, Sayı 5, Ankara 1947, S. 485-487.
721
OSMANLI’DA MAHALLE AHALİSİNİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ
Kaluyan 6 hane 28
724
YUNUS MERCİMEK*
Mahalle ahalisinin birbirine karşı sorumlu olduğu bir diğer husus, evlerinde
yapacakları tamirat veya eklemelerin komşularına rahatsızlık vermemesine dikkat
etmekti. Bu durum gözetilmediğinde ise haksızlığa uğrayan kişi mahkemeye
başvurarak durumun düzeltilmesini talep edebilirdi.
725
OSMANLI’DA MAHALLE AHALİSİNİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ
SONUÇ
Osmanlı Devleti’nde mahalle çok yönlü fiziki yapılar olarak şehrin önemli
bir kesimini oluşturmaktaydı. Tanzimat döneminde modern anlamda muhtarlıklar
kuruluncaya kadar mahalle imamları tarafında yönetilen mahallelerde, mahalle
ahalisinin bir takım yükümlülükleri bulunmaktaydı. Mahalle ahalisi, mahalle
içerisinde genel güvenliğin sağlanmasında topyekün sorumlu oldukları düşüncesiyle
mahalle içerisinde yaşanılacak istenilmeyen olaylara taviz vermemiştir. Avarız,
nüzul ve ağnam gibi vergiler mahalle esas alınarak toplandığı için mahalle ahalisi,
ekonomik birim olmanın gereğini yerine getirmiştir. Mahallenin daha yaşanılır bir
yer olması için gerekli olan bayındırlık işleri de yine mahalle ahalisi tarafında
gerçekleştirilmiştir.
726
YUNUS MERCİMEK*
KAYNAKÇA
Arşiv Kaynakları
Oriental Department of the St. Cyril and Methodius National Library of Sofia
S 4, S 17, S 20, S 269, S 306, S 309, S 312 (3), S 312 (5).
Barkan, Ömer Lütfi, “Avarız”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 2, İstanbul 1979, s. 13-19.
727
OSMANLI’DA MAHALLE AHALİSİNİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ
Sezgin, İbrahim, “Paşa Livası”, DİA, Cilt 34, İstanbul 2007 s. 183-184.
728
OSMANLIDA PARA BAŞA BELA
(16. YÜZYIL)
Mustafa DEMİR
mustafademir@gantep.edu.tr
1 16. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren enflasyonun ciddi bir ivme ile yükseldiğine dair işaretler
yapılan çalışmalarla ortaya konulmuştur. Bk. ( Barkan, 1970). Şevket Pamuk Barkan'ın istatistiklerini
de kullanarak bu konuda yeni hesaplamalar yapmış ve yeni sonuçlara ulaşmıştır. Krş. ( Pamuk, 2008).
Bu konuda ayrıca Osmanlıda tarım üretiminin olmazsa olmazı tarla, saban, öküz maliyetlerinin 16.
Yüzyıldaki değişimini ele alan Yunus Koç ‘un (2012) makalesine başvurulabilir. Enflasyon artışının
altında yatan temel faktörlerden birisinin Amerika’dan gelen değerli madenlerin etkisi olduğu şimdiye
kadar ki en kabul edilir görüşlerdendir. Nitekim enflasyonun dönem Avrupa’sında da ciddi bir
problem oluşturmuş olduğu bilinmektedir. Bu yaklaşıma yeni bir görüş getirip Amerikan gümüşünün
Avrupa’ya ancak 1540’lı yıllarda geldiğini dolayısıyla temel açıklayıcının gümüş fazlası olmaması
gerektiğini ileri süren German Devid Felman (2014), ve maaş artışı, ürün fiyatlarındaki artış ile 16.
Yüzyıl Avrupa’sında nüfus baskısı arasında ilişki kuran Brown ve Hopkins (1957) Osmanlı dünyası ile
Avrupa’nın bu zaman diliminde aynı olayların etkisini hissettiğini göstermiş oluyorlar. Osmanlı
Devletinde 16. Yüzyılın en temel problemlerinden nüfus baskısı (Cook, 1972; Erder &Faroqhi, 1979;
729
OSMANLIDA PARA BAŞA BELA (16. YÜZYIL)
Para o derece hayatın merkezine oturmuştu ki, parası olan suçlu subaşılar
ile anlaşıp görünmez olabiliyor (Gerlach, s.516,s.522), makam mevki sahibi olmak
isteyen önce parasını hazırlamak zorunda kalıyordu (Mumcu, 2005,s. 87-90).
Yeniçerilerin aslî işlerini bırakıp esnaflığa soyunmaları bir tarafa yangınları
söndürmekle mükelleflerken yangın bahanesi ile girdikleri varlıklı Yahudilerin ya
da eski devlet görevlilerinin evlerini yağmalamaları ibretlikti (Gerlach, s.571;
Selâniki, s.330). Narhı delen esnafın sayısı artmış, istifçilik yapan, kaçakçılıkla
iştigal eden çok sayıda insan peyda olmuştu (19 Numaralı MD,s.172, h.359; 62
Numaralı MD,s.11,h.35; 67 Numaralı MD, s.44, h.115 )2. Daha fazla para için eski
devlet görevlileri sahte belge düzenlemekten geri kalmıyor (Sahillioğlu, s.106,s107)
, sahte para basan kalpazanlar devletin takibinden kurtulamıyor, sahteciler devleti
dolandırmaktan en ağır şekilde cezalandırılıyorlardı3.
Jennings, 1976; Özel, 2004), kıtlık (Griswold, 1993; Güçer,1964;İslamoğlu, 2010;Karademir, 2014;
White, 2013) enflasyon artışını açıklayan başat olaylar olarak görülmektedir.
2 Örneğin 1555 yılında muhtesib Habib bin Muhammed Tarabya’da ekmeğin 50 dirhem eksikliği
nedeniyle ( 1 Numaralı Yeniköy ŞS, s.44) ve 1573 yılında Ortaköyde muhtesib olan Kosta, Yani’nin
gerek kafirlere ve gerek Müslümanlara sattığı ekmeğin 125 dirhem noksan olduğu gerekçesiyle
mahkemeye başvurdu (10 Numaralı Beşiktaş ŞS, s.15).
3 Bu konuda I.Süleyman Kanunnamesinde şöyle denilmektedir: “ Ve dahi yalan şehâdet idenün ve
tezvir hüccet virenün ve anunla ‘amel idenün muhkem hakkından geleler ve şâhid-i zevri ta’zîr idüb
teşhir ideler.”, “Ve tezvir ve telbîsi zâhir olan kimesnenün muhkem hakkından gelüb elbette alnına
tamga uralar ve tezvir hüküm ve hüccet yazanun ‘adeti ise, elin keseler ve eğer ‘adeti değil ise
muhkem hakkından geleler (Akgündüz, 1992, s.303; Heyd, 1973, s.83; Koç, fol.10r., fol.10v). Örneğin
Selâniki’nin anlattığına göre bu işle meşgul olan, kimi katipler yakalandıktan sonra salb edilmiş,
altısının birer eli kesilmiş, yedisi küreğe konulmuş, birkaç tanesi ise görevden azledilmiştir (Selânikî,
1999, s.227). Diğer yandan 2 Eylül 1564 yılına ait bir kayıtta Karaman vilayeti teftişi ile kürek
cezasına çarptırıldığı görülen Abdullah b. Mehmed Fakih’in yapılan araştırmalarda sahte belge
düzenlediği elinde bulunan suç örneği ile tespit edilmiştir (İpşirli, 1981-1982, s.241).
730
MUSTAFA DEMİR
getirdiği cinnet halini, sıradan bir insanın caniye dönüşmesini, diğerinde ise para
sahibi olan bir grubun açgözlü başka bir grubun saldırısına boyun eğmek zorunda
kalmasını ve canilerin tevkif edilmelerini konu edeceğiz. Böylece Osmanlı
Devletinde normal bir yaşantının paralelinde gerçekleşen ve belki de sınır dışına
çıkmış en sert davranış modeli olan cinayeti Osmanlı özelinde incelerken, böyle bir
suç karşısında devletin reaksiyonlarını ve tavrını da gözler önüne sermiş olacağız.
1524 yılının tarihlendiği belge talihsiz bir şekilde aklını kaybeden ve eşini
öldüren bir çobana aittir. Saldırganlaşan tavırları nedeniyle köy ahalisinin
delirdiğinin düşündüğü Çoban Hamza b. Abdullah’ın eşini öldürecek kadar ileri
gideceği tahmin edilememiş olmalıdır ki, köy halkı ayağına bukağı bağlamak ile
yetinmiştir. Ertesi gün kendi yatağında başı taş ile ezilmiş Elif’in cesedi ve kırılmış
bukağı alınan tedbirin yetersizliğini gözler önünde sermektedir. Görgü şahitlerinin
tanıklığı ile akıl sağlığının bozulmuş olduğuna şüphe duymadığımız Hamza
sonradan geliştirdiği saldırgan tutumlar ile çevresine güveni kalmamış, şüpheci,
731
OSMANLIDA PARA BAŞA BELA (16. YÜZYIL)
paranoyak inançlara gark olmuş bir figür izlenimi vermekte, yakalandıktan sonraki
ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla ciddi borçlar İçinde debelenmektedir (5
Numaralı ÜŞS, h.43, h.44). Modern çalışmalar zihinsel bozuklukla şiddet arasında
pozitif ilişki kurarken ( Canter, 2011, s.119 ), bu tür bir yetersizliğin kişiyi şiddete
yönlendirmede tek başına etken olamayacağını ancak süreklileşen ve üstesinden
gelinemeyen, ilerisi adına umut vaat etmeyen yaşam koşulları ile birleştiğinde,
kişiyi korku ve kızgınlık ile dolu kontrolsüzlük sarmalına iteceğini böylece şiddet
eğilimlerinin ve şiddetin kaçınılmaz hale geleceğini ifade etmektedir ( Hiday,1995,
s.128-129).
İki farklı kişiye toplam 620 akçe borcu olduğu anlaşılan (5 Numaralı ÜŞS,
h.43, h.44) Hamza’nın nasıl ve ne zaman cinnet geçirdiğini bilemiyoruz, kayıtlar
bu konuda hiçbir şey söylememektedir. Tek bilebildiğimiz normal bir yaşam süren
bir çobanın zamanla cinnet geçirecek bir sürecin içine girdiği, gittikçe
saldırganlaştığı en sonunda eşini öldürdüğüdür. Oysa kayıt tarihinden 3 sene önce
yoğun bir iş ilişkisi içerisinde normal bir hayatı varmış gibi görünmektedir. 1521
yılında ait iki belgeden, koyun bahası olarak kayd edilen ve 6225 akçelik ve 3425
akçelik iki farklı işten toplam 9750 akçelik yükümlülük altına girdiğini tespit
ettiğimiz (2 Numaralı ÜŞS,h.761,h.767) Hamza’nın cinayet sonrası açığa çıkan 620
akçelik borcunun ise buz dağının sadece görünen kısmı olduğu düşünülebilir. Bu
meblağın hangi vadede ödeneceği belirtilmemişse de, bu tarz işlerle ilgili tutulmuş
kayıtlarda çoğunlukla 3 senelik bir ödeme planı yapıldığı gözlenmektedir (2
Numaralı ÜŞS, h.567, h.568) 4.
4 “…180 koyun verdim kıymeti 6450 akçe mezkûr koyunu 3 yıla değin güde ve tımar ede koyunun
tamam bahası çıka…” ( 2 Numaralı ÜŞS, h.567), “ …150 koyun verdim mezkur 150 koyunun kıymeti
5800 akçedir 3 yıla değin güde ve tımar ede mezkur 150 koyunun bahasının tamam hasıl ola 3 yıla
değin…” (2 Numaralı ÜŞS, h.568)
732
MUSTAFA DEMİR
Cinnet hali gözlenen Çoban Hamza İslam fıkhı açısından sorumsuz kabul
edildiği için kısas düşmekte ancak eşinin velisine diyet ödemekle yükümlü hale
gelmektedir. Diğer yandan çocuk ve mecnunun5 -akıl hastası- diyeti kavmine ve
kabilesine ait olduğundan (İbrahim El-Halebî, s.302) muhtemelen Hamza bu
sorumluluktan kurtulacaktır. Ağır ekonomik yükün getirdiği bunalımlar görünen o
ki yalnızca modern çağa özgü bir hastalık değildir; ekonomik iflasın getirdiği
saldırganlığa varan davranışsal bozuklar ve cinnet, sonrasında cinayet Osmanlı
toplumu içinde de yaşamın bir parçasıdır.
5 İslam âlimleri iki türlü delilik tanımı yapmaktadırlar; 1) Doğuştan ve sürekli akıl sağlığı bozuk olan
2 ) Ara ara cinnet geçiren ve düzelen. İkinci ayrımda, düzelmiş halde iken işlenen suçlardan kişi
sorumlu olabilmekte, cinnet halinde ise sorumsuz kabul edilmektedir. ( Ömer Nasuhi Bilmen, s.63-
64). Bu konudaki bir fetva durumu daha iyi açıklayabilir;
“Zır deli olmayan Zeyd, delilikten kurtulmuş hâlinde Amr’i bıçakla kasden yaralayıp öldürse, Amr’ın
veresesi Zeyd'i kısas ettirmeğe kâdir olurlar mı? El-cevap: Olurlar “(İbrahim Halebi, s.264) . Bizim
dikkatimizi çekmiş olan vakada Çoban Hamza’nın eşini öldürdüğü sırada cinnet halinde olduğu, kendi
ifadelerinden anlaşılmaktadır. Hamza eşini yatarken boğduktan sonra, dışarı çıkıp taş aldığını ve
kafasını ezdiğini ifade etmektedir (2 Numaralı ÜŞS, h.41,h.42 ).
733
OSMANLIDA PARA BAŞA BELA (16. YÜZYIL)
734
MUSTAFA DEMİR
“Ve eğer hırsız işkencede ikrâr itse ve ‘alâyim dahi delâlet itse anun
ikrârı mu’teber oluna suçına göre siyâset oluna ve eğer hırsuz bir
kimesne için şerikimdir dise, eğer ol kimesne bunda müttehim olandan
ise, işkence ideler ve illa hırsuzın sözüne ‘amel olunmaya.” (Koç,
1997, fol.9v)
şeyhülislamlığını yapmış olan İbn Kemal’e göre işkence ile ikrar dinen kabul edilemez. “ Bir kimseye
işkencede “hırsızım” diye ikrâr ettirseler şer’an ikrâr mesmu olur mu? Cevap : Olmaz, şer’de.” (İnanır,
2014, s.87)
8 Kısas uygulaması Osmanlı Devleti’nin meşruiyetini şeriattan aldığı cezai bir müeyyidedir. Bu
konuda çok açık bir ayet bulunmaktadır. “ Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz
kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür )… “ (Bakara, 178 ). Nitekim bu anlayış
kanunnameye de işlemiş ve gerek I.Selim gerekse I.Süleyman’ın kanunlarında yer almıştır. “ Ve eğer
bir kimesne adam öldürse yerine kısas ideler. Cürm almayalar. Ve eğer kısas itmeseler veya kısas
lazım olacak katl olmasa gani ise ki bin akçeye ve daha ziyadeye gücü yetse dört yüz ve mutavassıt-ül-
hâl olub alt yüze mâlik olsa iki yüz ve fakirden olur ise yüz akçe cürm alına. Ve gayet fakir olsa elli
akçe cürm alına.” ( Yücel, Pulaha, 1995, s.151 ) , “ Ve eğer bir kimesne âdem öldürse, kanun üzre
siyâsete müstahak olanun kanunı siyâsetdür, asla dem yokdur, yerine kısas ideler, cerime almayalar
ve eğer kısas itmeseler veya kısas lazım olacak katl olmasa gani olub bin ve dahi ziyadeye mâlik olsa,
dört yüz akça alına ve mütevassıtu’ul-hâl olursa, iki yüz akça alına, ve fakirden yüz akça cerime alına
ve gayet fakir olandan elli akça cerime alına. “ (Heyd, 1973, s.66; Koç, 1997, fol.5r-fol.5v ) Ayrıca
963/1556 tarihli bir belgede katilin şer’iata göre kısas ile cezalandırılacağı belirtilmektedir ( 4
Numaralı Mühimme, h.65,s.7 ).
735
OSMANLIDA PARA BAŞA BELA (16. YÜZYIL)
9 Bu görüşümüz anlatılarda ve yabancı elçi yada seyyahların görgü tanıklığı ile aktardıkları bir dizi
cezalandırma uygulamasına dayanmaktadır. Kazığa oturtma, kancaya asma gibi ölümün yavaş yavaş
ve maksimum ıstırap ile geldiği vakalar ya yol kesicilik eşkıyalık faaliyetleri ya devlet görevlilerini
hedef alan saldırılar sonucunda ya da devlete ihanet durumunda icra edilmektedir. Nitekim Cristobal
de Villolan ( 2011) bir esirin Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki maceralarını içeren anlatısında, “
Katilleri ve hırsızları öldürürler, hainlik edeni ise kazığa oturturlar.”(s.271) ifadesi ile kazığa oturtma
cezasının katlin devlet ehline-askerî- yönelmesi durumunda geçerli olacağına vurgu yapmaktadır.
Menavino da bu söylemi destekleyecek şekilde “ mevzu bahis olan ihanetse suçlu kazığa oturtulur”
demektedir (Menavino, 2012, s.46). Osmanlı Devletinde ihanetin de kazığa geçirme ile
cezalandırılacağını resmi kayıtlar da doğrulamaktadır. Diyarbakır Beğlerbeğine gönderilen 1570
yılına ait bir belgede, hırsızlık ve haramiliğin yaygınlaşmasına rağmen bazı devlet görevlilerinin göz
yumduğunu hatta yardım ve yataklık ettiklerinin tespiti üzerine “ kimin salb u siyâset idüb ve kimin
kazığa urub” haklarından gelinmesi istenmektedir (12 Numaralı MD, s.287, h.441).
736
MUSTAFA DEMİR
KAYNAKÇA
Arşiv Kaynakları
BAO, 4 Numaralı Mühimme Defteri
BAO, 19 Numaralı Mühimme Defteri
BAO, 35 Numaralı Mühimme Defteri
BAO, 62 Numaralı Mühimme Defteri
BAO, 67 Numaralı Mühimme Defteri
İstanbul Müftülüğü 2 Numaralı Beşiktaş Şer’iyye Sicili
İstanbul Müftülüğü 10 Numaralı Beşiktaş Şer’iyye Sicili
İstanbul Müftülüğü 1 Numaralı Yeniköy Şer’iyye Sicili
737
OSMANLIDA PARA BAŞA BELA (16. YÜZYIL)
Selânkî Mustafa Efendi. (1999). Tarih-i Selânikî (971 - 1003 /1563 - 1595 ).
(Mehmet İpşirli, Trans.) ( Vol. 1). Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Yaşar Yücel, & Selâmi Pulaha (Çev.). (1995). I. Selim Kanunnâmesi. Ankara: Türk
Tarih Kurumu.
Araştırma-İnceleme Eserler
Barkan, Ö. L. (1970). XVI. Asrın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri.
Belleten, 34(136), 557–607
Bilmen, Ö. N. (y.y.). Hukuku İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu (C. 3).
İstanbul: Enes Sarmaşık Yayınevi.
Brown, E. H. P., & Hopkins, S. V. (1957). Wage-Rates and Prices: Evidence for
Population Pressure in the Sixteenth Century. Economica, 24(96), 289.
http://doi.org/10.2307/2550419
Canter, D. (2011). Suç Psikolojisi. (Ali Dönmez, Işıl Ç.Başer, Meltem Güler, çev.).
Ankara: İmge Kitabevi.
Cook, M.A. (1972). Population Pressure in Rural Anatolia 1450-1600. London:
Oxford University Press.
Cristobal de Villalon. (2011). Türkiye Seyahati ( Viaje de Turquia ). (Yeliz
Demirören, çev.). İstanbul: Erko Yayıncılık.
Erder, L., & Faroqhi, S. (1979). Population Rise and Fall in Anatolia: 1550-1620.
Middle Eastern Studies, 15(3), 321–345.
Faroqhi, S. (2005). Bursa’da Cinayet: Bir Cui Bono Vakası. İçinde Noémi Lévy,
Alexandre Toumarkine (Ed.), Osmanlı’da Asayiş, Suç ve Ceza, 18.-20.
Yüzyıllar. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yaynları.
Feldman, G. D. (2014). Money, Prices and the Silver Industry during the Price
Revolution. Review of Political Economy, 26(4), 557–573.
http://doi.org/10.1080/09538259.2014.969545
Giovan Antonio Menavino. (2011). Türklerin Hayatı ve Âdetleri Üzerine Bir
İnceleme. (Harun Mutluay, çev.). İstanbul: Dergâh Yayınları.
738
MUSTAFA DEMİR
739
OSMANLIDA PARA BAŞA BELA (16. YÜZYIL)
740
TÜRKİYE İKLİMİ
Gülşen KUM*
*
Gaziantep Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölümü
ÖZET
741
TÜRKİYE İKLİMİ
GİRİŞ
742
GÜLŞEN KUM*
Veri ve Yöntem:
1. Planeter Faktörler
743
TÜRKİYE İKLİMİ
yamaçlar daha fazla ısınır. Kuzey yarımkürede yer aldığından kuzeyden güneye
doğru sıcaklık değerleri artar. Kuzeyden esen rüzgarlar soğuk; güneyden esen
rüzgarlar ise sıcak etki yapar. Türkiye subtropikal iklimler kuşağındadır. Bu
kuşağın güneyinde kurak iklimler ve çöller, kuzeyinde de genellikle nemli orta
kuşak yer alır (Erinç & Öngör, 1976, s. 4).
Türkiye’nin de içinde yer aldığı Doğu Akdeniz havzasının kuzeyi ise polar
hava kütlelerinin hakimiyetindedir. Bunlardan karasal kökenli (cP) olan hava
kütlesinin kaynak bölgesi Sibirya ve Doğu Avrupa’dır. Kışın alanını genişleterek
Anadolu’nun da içinde bulunduğu karasal alanda soğuk ve kurak etki yapar. Yaz
mevsiminde ise alanını daraltarak kuzeye çekilir. Bu sırada bazen alttan ısınarak
instabil hal alır ve yağışlara neden olabilir. Diğer polar hava kütlesi ise denizel
kökenli olup (mP) yayılış sahası Avrupa’nın Atlantik batı kıyıları ve orta kesimidir.
Kışın instabil olan bu hava kütlesi frontal ve orografik yükselmelerle ılık ve yağışlı
havalara neden olur. Kara içlerine ilerledikçe modifikasyona uğradığından
stabilitesi artar. Yazın ise genel olarak stabil olmasına rağmen alttan ısınmanın
etkisiyle instabil olur ve zaman zaman sağanaklara yol açar. Sonuçta kışın Türkiye
bir frontojenez alanı haline gelirken, yazın tam tersi, polar hava kütlelerinin kuzeye
çekilmesine bağlı olarak Akdeniz havzasında frontoliz olaylarının hakim olduğu
görülür.
744
GÜLŞEN KUM*
Şekil : Kış evsi i hava akı hatları Eri ç 99 ’te düze le erek
745
TÜRKİYE İKLİMİ
Şekil : Yaz evsi i hava akı hatları Eri ç 99 ’te düze le erek
2. Coğrafi Faktörler
746
GÜLŞEN KUM*
yağış tipi de değişir. Alçak kesimler yağmur şeklinde, yüksek yerler ise kar şeklinde
yağışlar alırlar.
Denize Göre Konum: Denizler sıcaklığın etkisini yumuşatırlar. Yağışlar için ise
gerekli olan nem kaynaklarıdırlar. Denize göre konum, başka bir deyişle bir yerin
denizellik ya da karasallık derecesi o yerin sıcaklık dağılışını, yıllık sıcaklık farkını,
yağış rejimini, daimi kar sınırını, donlu ve kar örtülü gün sayısını belirleyen önemli
bir fiziki faktördür. Deniz etkisinden uzaklaştıkça bir başka deyişle kıyıdan iç
kesimlere doğru gidildikçe genel olarak sıcaklık farkı artar, yağış miktarı azalır.
Aynı enlem üzerinde bulunan dolayısıyla da aynı radyasyon enerjisi alan sahalardan
karasal olan yazın daha sıcak, kışın ise daha soğuk olur. Örneğin Güneydoğu
Anadolu Bölgesi, Akdeniz Bölgesine nazaran yazın daha sıcak, kışın ise daha
soğuktur.
747
TÜRKİYE İKLİMİ
B. İklim Elemanları
1. Basınç ve Rüzgarlar
Akdeniz’deki sıcak yerel rüzgarlar gezici bir alçak basıncın sıcak sektörünü
oluşturmak üzere genellikle güney yönlerden; yani güneybatı, güney ve
güneydoğudan eserler. Bu koşullar altında bu rüzgarlar Sahra’dan doğarlar. Onun
için de kuru, sıcak ve toz yüklüdürler. Denizden geçerlerse nem kazanırlar ve
yağışa neden olabilirler. Örneğin Lodos’un özellikle Anadolu’nun batı ve güney
kısımlarında ılıtıcı ve yağmur getirici etkisi dikkat çekicidir. Yağış bıraktıktan sonra
ise iç kesimlerde yamaçtan inerken fön karakteri kazanarak kurak etki yapar.
Akdeniz’de soğuk yerel rüzgarlar ise bir depresyonun soğuk sektörünü oluşturmak
üzere genellikle kuzey yönlerden, yani kuzeybatı, kuzey ve kuzeydoğudan eserler.
Karayel ve Yıldız gezici alçak basıncın soğuk sektörünün gerisinden estiklerinden
hızları fazladır. Soğuk hava baskınları halinde hissedilirler. Poyraz ise kuzeydoğu
yönlü olup hızı daha azdır. Kışın uzun süren kuru ayaz havalara neden olur.
Anadolu içlerine yerleşirse termik koşullara bağlı olarak zayıflayıp soğuk durgun
havalara yerini bırakır (Erol, 2011, s. 183-186). Yazın ise Batı Avrupa’dan
Karadeniz’e doğru Azor’un antisiklonik dönüşü sırasında onun bir uzantısı halini
alan Poyraz, Batı Karadeniz, Marmara ve İç Anadolu’da kuzey yönlü etki eder.
Karadeniz kıyılarına denizden aldığı nemi orografik yağışlarla bırakırken, İç
Anadolu’da da kurak ancak serinletici etki yapar.
2. Sıcaklık:
749
TÜRKİYE İKLİMİ
750
GÜLŞEN KUM*
751
TÜRKİYE İKLİMİ
752
GÜLŞEN KUM*
3. Nem ve Yağış:
Bir hava parseline nem ilavesi veya sıcaklığının düşmesi o hava parselinin
bağıl nemini doyma gerçekleşinceye kadar artırır (Türkeş, 2010, s. 275). Başka bir
ifade ile bağıl nem; su buharı miktarı ve sıcaklığa bağlı olarak değişir. Türkiye nem
değerlerinin dağılışında etkili olan hava kütleleri, enlem, yükselti ve denizellik-
karasallık özellikleri etkili olmaktadır. Bağıl nemin en fazla olduğu yerler kuzey
kıyılar özellikle de Doğu Karadeniz kıyılarıdır (Şekil 8). Trabzon dışında Doğu
753
TÜRKİYE İKLİMİ
Daha önce de bahsedildiği üzere Türkiye’de yağış ile relyef arasında sıkı bir
ilişki vardır (Şekil 9). Kısa mesafelerde yükseltinin değişmesi, dağlık alanlar,
dağların nemli hava akımlarına karşı konumu yağış miktarını değiştirir. En çok
yağışlar dağlık alanlarda, özellikle deniz kıyısına paralel dağların denize bakan
yamaçlarında toplanmakta, dağlarla çevrilen çukur alanlar, düzlükler ise
yağışlardan az faydalanmaktadır (Darkot, 1943). Yüksek kesimler alçak kesimlere
göre daha fazla yağış alırlar. Örneğin Doğu Anadolu genel olarak engebeli ve
yüksek olması nedeniyle İç Anadolu’dan daha fazla yağış alır. Dağların nemli hava
kütlelerine açık olduğu ve hakim rüzgar yönüne dik konumda olduğu sahalarda da
754
GÜLŞEN KUM*
(Koçman, 1993, s. 50). Orta Toroslar ve Bitlis-Bingöl hattını içine alan Güneydoğu
Toroslar’da da yağış fazla olmakla birlikte, gerek yükselti gerekse de nemli hava
kütlelerine göre konumundan dolayı bazı yerlerde yağış 1000 mm.’nin altına iner
(Adana 650 mm, Mersin 590 mm.).
rejimleri de ayırt edilmektedir. Genel olarak polar havanın Türkiye üzerinden yıl
içerisindeki geçişi kış döneminde Ege ve Akdeniz kıyılarından başlar ve bu
kesimler en fazla yağışı kış mevsiminde alır. Polar hava doğuya doğru hareketiyle
İç Anadolu’da maksimum yağışın ilkbahar’da, daha sonra Doğu Anadolu’ya
ulaştığında ise maksimum yağışın bu bölgede yaz başında görülmesine neden olur.
Polar havanın ülkeyi tamamen tropikal hava kütlelerine terk ettiği yaz sonunda ise
ülke genelinde kuraklık hakimdir. Türkiye’de görülen yağış rejimleri şu şekilde
sınıflandırılabilir:
Akdeniz Yağış Rejimi: Yağış azamisi kış, asgarisi ise yazın görülür. Kış mevsiminde
frontal faaliyetlere bağlı olarak polar ve tropikal hava kütlelerinin karşılaşma sahası
(konverjans) haline gelen Akdeniz havzası yazın polar havanın yüksek enlemlere
doğru daralmasıyla kurak şartların hakim olduğu bir saha halini alır. Azor Yüksek
Basınç çekirdeğinin Kanarya Adaları üzerinden güneye doğru kayması sonucunda
Avrupa üzerindeki alçak basınç merkezi Sicilya Körfezi üzerinden Akdeniz
havzasına doğru yer değiştirir. Bu yer değiştirme olayının Türkiye üzerindeki
etkileri frontal yağışlar şeklinde görülür (Yiğitbaşıoğlu, 2000). Yaz döneminde ise
frontoliz gerçekleşir ve kurak hava şartları hakim olur. Asıl Akdeniz iklimi olarak
tabir edilen Akdeniz kıyıları ile Güneydoğu Anadolu’nun batı kesimleri, Ege
kıyıları ve Marmara Denizi çevreleri bu yağış rejimine dahil sahalardır (Şekil 10) .
757
TÜRKİYE İKLİMİ
Karadeniz Yağış Rejimi: Yağışın mevsimlere göre daha düzenli dağılış gösterdiği,
yağış miktarındaki mevsimlik farkların en az olduğu rejimdir. En fazla yağış
sonbaharda, en az yağış ise genel olarak ilkbahardadır (Şekil 11).
758
GÜLŞEN KUM*
İç Anadolu Geçiş Yağış Rejimi: Akdeniz rejiminde olduğu gibi en az yağış yazındır.
Ancak karasallığın etkisiyle yaz kuraklığı daha az, maksimum yağışlar ise kıştan
ilkbahara kaymıştır(Erinç, 1996, s. 336) (Şekil 14).
759
TÜRKİYE İKLİMİ
Marmara Geçiş Yağış Rejimi: En fazla yağış kış, en az yağış yaz mevsiminde
görülür. Ancak yaz kuraklığı Akdeniz’e nazaran daha az, ilkbahardaki yağış oranı
da daha fazladır (Erinç, 1996, s. 336) (Şekil 15).
760
GÜLŞEN KUM*
761
TÜRKİYE İKLİMİ
2. Karadeniz İklimi: Karadeniz kıyı kuşağı boyunca görülür. Her mevsim yağışlı
okyanusal tiptedir. Yağışlar soğuk dönemde cephesel, sıcak dönemde ise orografik
kökenlidir. Nem değerleri yüksek olup bulutluk ve sis hakimdir. Yer şekilleri,
dağların uzanışı ve yükselti şartlarına bağlı olarak yağış değerlerinde önemli
değişiklikler görülür. Akım hatlarına dik konumda olan Doğu ve Batı Karadeniz
kıyılarında yağış fazladır. Özellikle Doğu Karadeniz’de yükselti ve orografik
koşulların etkisiyle Trabzon dışında yağış miktarı 1000 mm’nin üzerinde olup, yer
762
GÜLŞEN KUM*
yer 2000 mm’yi geçer. Orta Karadeniz delta alanında yağış 1000 mm’nin altına
düşer. Sinop’un batısından itibaren ise tekrar yükselir. Çatalca-Kocaeli platosunda
azalan yağışlar Istrancalar’ın kuzeye bakan yamaçlarında tekrar artarak 1000 mm’yi
geçer. Yağış rejimi düzenli olmakla birlikte maksimum yağışlar sonbahar
mevsimindedir. Deniz ve kara arasındaki sıcaklık farkının azalmasına bağlı olarak
sirkülasyon zayıfladığından en az yağışlar ilkbaharda görülür. Termik şartlar
bakımından ise nemin etkisiyle yazlar nispeten serin, kışlar kıyılarda ılık,
yükseklerde soğuk geçer. Örneğin, Ocak ayında Giresun merkezde sıcaklık 7,4 ºC
iken, 1300 m. yükseklikteki Şebinkarahisar’da -2,3 ºC’dir (Şekil 19). Doğu
Karadeniz kıyılarında fön etkisiyle sıcaklıklar kış mevsiminde de yüksektir. Batı
Karadeniz kıyılarında ise soğuk hava kütlelerine açık olması nedeniyle sıcaklık
değerleri nispeten düşüktür.
3. Step İklimi: Sıcaklığın yıl içerisindeki seyri, ortalama ve amplitüd değerleri göz
önüne alındığında termik rejim bakımından karasal geçiş tipi özelliği gösteren
sahalardır (Yılmaz, 1999). Anadolu ve Trakya’nın iç kesimlerinde görülür.
Trakya’nın iç kısımları ile İç Batı Anadolu Bölümü ve Göller Yöresi dahil, bütün İç
Anadolu ve Doğu Anadolu Bölgesi’nin batı kesimleri, Iğdır ile Güneydoğu Anadolu
Bölgesi’ni içine alan geniş bir yayılma alanına sahiptir. Çevredeki denizlerin ılıtıcı
etkilerinden uzak, kenar dağların meydana getirdiği engel yüzünden yağışların az
olduğu bu iç bölgelerimizde genel olarak yarı kurak koşullar egemendir.
Karasallığın etkisiyle mevsimler arasındaki radyasyon şiddeti farkı da fazladır
(Koçman, 1993, s. 79). Sahanın termik ve nemlilik bakımından gösterdiği farklı
özelliklere bağıl olarak alt tiplere ayrılır.
763
TÜRKİYE İKLİMİ
764
GÜLŞEN KUM*
SONUÇ
Türkiye ılıman iklim ile suptropikal Akdeniz iklimi arasında yer almakta,
ancak bu iklimlerden zannedilenden çok daha farklı kendine has bir iklim karakteri
taşımaktadır. Klimatoloji çalışmalarında bu farklılığı yaratan faktörlerin özellikle
dikkate alınması gerekmektedir. Çalışmada daha çok Türkiye ikliminin genel
özellikleri betimlenmeye çalışılmıştır. Sıcaklık, basınç, rüzgar, nem ve yağış
parametreleri üzerinde durulmuş, diğer parametrelerden ise sebep-sonuç ilişkisi
bağlamında bahsedilmiştir. Ancak Türkiye iklimi ile ilgili daha kapsamlı bilgiler
tüm parametrelerin değerlendirilmesi, özellikle de yağışa bağlı alt başlıkların da
(yağış şiddeti, yağışlı gün sayısı, yağış etkinliği, vb.) topografyaya bağlı olarak
ayrıntılı bir biçimde analiz edilmesi ile sağlanabilir.
765
TÜRKİYE İKLİMİ
766
GÜLŞEN KUM*
REFERANSLAR
Ardel, A. (1973). Klimatoloji. Umumi Coğrafya Dersleri 1. İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Yayınları. 7.
Atalay, İ. (2010). Uygulamalı Klimatoloji. İzmir: Meta Basım Matbaacılık
Hizmetleri.
Darkot, B. (1943). Türkiye'de Yağışların Dağılışı. Ankara: Türk Coğrafya
Kurumu, Türk Coğrafya Dergisi birinci yıl ikinci sayıdan ayrı baskı .
Dönmez, Y. (1979). Umumi Klimatoloji ve İklim Çalışmaları. İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Yayın No: 2506 Coğrafya Enstitüsü Yayın No: 102.
Erinç, S. (1996). Klimatoloji ve Methodları. İstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım .
Erinç, S. (1957). Tatbiki Klimatoloji ve Türkiye'nin İklim Şartları. Gümüşsuyu,
İstanbul: , İ.T.Ü. Hidrojeoloji Enstitüsü, İstanbul Teknik Üniversite Matbaası.
Erinç, S. (1951). Türkiye'de Kontinentalitenin Tesirleri. İstanbul Üniversitesi
Coğrafya Enstitüsü Dergisi Cilt I. Sayı: 2 , 66-70.
Erinç, S. (1965). Yağış Müessiriyeti Üzerine Deneme ve Yeni bir İndis. İstanbul
Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Yayınları No:41 .
Erinç, S., & Öngör, S. (1976). Türkiye Coğrafyası. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
Erol, O. (2011). Genel Klimatoloji. İstanbul: Çantay Kitabevi.
Koç, T. (2001). Kuzeybatı Anadolu'da İklim ve Ortam. İstanbul: Çantay Kitabevi.
Koçman, A. (1993). Türkiye İklimi. İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Coğrafya Bölümü.
Sezer, L. İ. (1990). Türkiye'de Ortalama Yıllık Sıcaklık Farkının Dağılışı ve
Kontinentalite Derecesi Üzerine Yeni Bir Formül. Ege Coğrafya Dergisi
S:5, S:110-159, İzmir.
Sür, A. (1977). Alanya'nın İklimi. Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-
Coğrafya Fakültesi Yayınları No:270.
Türkeş, M. (2010). Klimatoloji ve Meteoroloji. İstanbul: Kriter Yayınevi.
Yiğitbaşıoğlu, H. (2000). Finike ve Yakın Çevresinin İklimi. Ankara Üniversitesi,
Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi Cilt:40, Sayı:1-2, Ankara .
Yılmaz, Ö. (1999). Afyon ve Çevresinin İklim Özellikleri. Afyon: Afyon Kocatepe
Üniversitesi Basımevi.
767
TÜRKİYE İKLİMİ
768
ORTA ASYADAN GÜNÜMÜZE YAYLACILIK Ve
YAYLA KÜLTÜRÜ
Süleyman ÜNÜVAR⃰
ÖZET
“Türkçede yaylak veya yayla denince ilk akla gelen şey hayvanların
otlatıldığı yüksek yerler ve dağlardır. Ancak esas olarak yaylak sözü kışlak
deyiminin karşılığıdır. Yani ‘yazın oturulan yer’ manasına gelir.”3 Türklerin göçebe
hayatları ve hayvancılıkla uğraşmaları bazı kelimelerin günlük hayatlarında yer
etmesini sağlamıştır. Bu kelimelerden biri de yayla veya yaylak sözünün karşılığı
olarak kışlak veya kışlag şeklinde yer etmiştir. Kışlak: kışın oturulan yer,
hayvanlarla kışlanan yer manasına gelir ki genelde bu tür yerler dağların sıcak
1 Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, C.I, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1978, s.1.
2 Ögel, a.g.e. s.1; M. Muhtar Kutlu, “Yaşayan Bir Alt Kültür Geleneği: Anadolu Göçer Kültürü”, IV.
Milletler Arası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, C.I,Ankara1992, s.60.
3 Ögel,a.g.e.,s.23
770
SÜLEYMAN ÜNÜVAR⃰
güney yamaçlarıdır. Bu bölgelerde ya kar hiç yağmaz veya çok az karlı olurdu.
Ama don olmamasına dikkat edilirdi4.
Türklerde her ailenin belli bir yaylak ve kışlakta yurtları vardır. Anadolu’da
da her köyün bir yaylası vardır. Türklerde, yaylacılık; konar göçer hayatın bir
sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yaylak veya yaylacılık, çoğunlukla hayvancılık
işiyle uğraşanların çok eskiden beri vazgeçilmez bir yaşam tarzı ve tutkusu
olmuştur5. Kaşgarlı Mahmud’a göre; Oğuzlar yazın yaylaya göçmeyenlere ‘yatuk’
veya ‘yatık’ demişlerdir. Anlamı tembel, yatan, göçmeyendir. Bu kelime
günümüzde Kazaklarda ve Kırgızlarda ‘catak’ olarak zikredilmekte ve aynı
anlama gelmektedir. Anadolu’da ise yaylaya göçmeyenlere fakir gözüyle bakılır,
acınır ve küçük görülürdü. Bazı aileler bu sosyal baskıdan kurtulmak amacıyla
köye yakın yerdeki bağ evlerine veya köyden biraz uzaktaki uygun yerlere çadır
kurarak 1-2 ay yaşarlardı. Amaçları ise kendileri ve çocuklarını kış evinin
kasvetinden kurtararak temiz bir çevrede kısa süre de olsa yaşamaktır6. Ali Rıza
Yalman(Yalkın) Cenupta Türkmen Oymakları adlı eserinde Çukurova’yı gezerken
Ağustos ayında Seyhan Irmağı kıyısındaki bir köye geldiğini ve köyde hiç kimseye
rastlamadığını hepsinin yaylaya göçtüğünü ifade etmiştir7.
4 Ögel, a.g.e.,s.9-10; Tufan Gündüz, Anadolu’da Türkmen Aşiretleri, Bilge Yayınları, Ankara1997,
s.131.
5 Ali Rıza Yalman(Yalkın), Cenupta Türkmen Oymakları, C.II,(Haz:S.Emir) Kültür Bakanlığı
Yayınları,
Ankara 1977, s.21; C.Arif Alagöz, Anadolu’da Yaylacılık, Recep Ulusoğlu Matbaası, Ankara 1938,
s.16; s.16; Lev Nikolayeviçen Gumilöv, Eski Türkler (Çev: D.Ahsen Batur), Birleşik Yayıncılık,
İstanbul 1999, s.107; Laszlo Rásonyı, Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
Yayınları,Ankara1988, s.49.
6 A.Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun Kitabevi, İstanbul 1951, s.196; Ögel,
771
ORTA ASYADAN GÜNÜMÜZE YAYLACILIK Ve YAYLA KÜLTÜRÜ
geniş ve verimli düzlüklere sahip olmasıdır. Gelenlerin bir kısmı yerleşik hayata
geçerken diğerleri göçebe yaşam tarzlarını devam ettirmişlerdir8.
8 Wilhelm Radloff, Sibiryadan Seçmeler(Çev: Ahmet Temir), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara
1976,
s.319; Ögel,a.g.e.,s.65; Gumilöv, a.g.e.,s.109; Faruk Sümer, Oğuzlar, Ana Yayınları İstanbul1980, s.
156.
9 Ögel, a.g.e.,s.45-48; Radloff, a.g.e.s.191; Faruk Sümer, Oğuzlar, Ana Yayınları,İstanbul 1980, s.51;
İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul2013, s.148;Yusuf Halaçoğlu,
XVIII.
Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun İskan Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, TTK Yayınları,
Ankara 1991, s.18; Gündüz, a.g.e.,s.38; Hilmi Dulkadir, “Yörükler”, İçel Kültür Dergisi, S.29, Eylül
1993, s.6.
10 Rásonyı a.g.e.,s.49;Yalman, a.g.e., C.I, s181; Colin Mackerras, “Uygurlar” (Çev:Şinasi
Tekin),Erken İç
Asya Tarihi(Düzenleyen Denis Sinor),İletişim Yayınları, İstanbul2000, s.450.
772
SÜLEYMAN ÜNÜVAR⃰
Yayla için seçilen yer ise, bol otlaklı sulak olan platolardan tercih edilirdi.
Uygurlar, hayvanları için sulak ve otu bol olan yerleri tercih ederler ve bunu
bulmak maksadıyla da sürekli yer değiştirirlerdi. XVII. yüzyılda Batı Anadolu’da
yaşayan Yörüklerin sayısının artması üzerine bölgede yaylak sıkıntısı çekilmiştir.
Yine aynı yüzyılda kalabalık nüfus nedeniyle İçel (Mersin İli) de yaşayan
Yörükler Çukurova bölgesine göç etmek zorunda kalmışlardır. Orta Asya’da
meralar ve su kaynakları aileler arasında paylaşılmıştır. Aynı şeyi Anadolu için de
söylemek mümkündür. Yayla ve kışlak hayatı yüz yıllardır süren bir gelenektir.
13Radloff, a.g.e.,s.192; Sümer, a.g.e., s.195; Kafesoğlu, a.g.e., s.317; Alagöz, a.g.e., s.15; Mackerras,
a.g.m.s. 450; Gumilöv, a.g.e.,s.108; Ahmet Refik Altınay, Anadoluda Türk Aşiretleri, Devlet
Matbaası,
İstanbul1930, s.2.
14Ögel,a.g.e.,s.75; Kutlu, a.g.m.,s.63; Süleyman Ünüvar, “Mut ve Çevresinde Yaylacılık” İçel Kültürü
774
SÜLEYMAN ÜNÜVAR⃰
775
ORTA ASYADAN GÜNÜMÜZE YAYLACILIK Ve YAYLA KÜLTÜRÜ
XIX yüzyıldan itibaren vergi, asayiş ve güvenlik gibi konularda bir takım
endişe duyan Osmanlı Devleti, göçebeleri zorla iskana tabi tutmuştur. İskana
zorlanan göçebelerin bazıları eşkıyalık etmişler, bazıları da yaylak ve kışlak
arasında göç esnasında ekili arazilere, bağ ve bahçelere zarar vermişlerdir. Bu
nedenle zaman zaman arazi sahipleriyle göçerler arasında çatışmalar yaşanmıştır.
Devlet bu tür çatışmalar istemediği için Yörükleri yerleşik hayata geçirme siyaseti
gütmüştür. Diğer taraftan bazı devlet memurlarının göçebelere olumsuz
yaklaşmaları onlardan yüklü miktarlarda rüşvet istemeleri de Yörüklerin hayatını
olumsuz etkilemiştir. Hatta önce yerleşik hayata geçen Mardin yöresindeki bir
kısım göçebelerin kendilerinden rüşvet istenmesi üzerine tekrar göçebeliğe
başladıkları görülmüştür. Diğer taraftan bilhassa 1950’den sonra yerleşik hayata
geçenlerin sayısında görülen artışla birlikte meralar ve otlaklar azalmıştır. Çünkü
makineleşme ile birlikte tarım alanları genişlemiş bir çok boş alanlar ekilip
biçilmeye başlanmış veya bahçeye dönüşmüştür. Yörüklerin kışlaklardaki arazileri
oldukça küçülmüştür. Yörükler yaylaya göçerken geçtikleri köylerin
muhtarlıklarına veya arazi sahiplerine para ödemek zorunda kalmışlardır. Elbetteki
bu uygulama göçebelerin işini oldukça zorlaştırmıştır. Ayrıca Cumhuriyet
döneminde orman alanlarının devlet tarafından korunmaya alınması da hayvancılığa
ilgiyi oldukça azaltmıştır. Devlet yerleşik hayata teşvik ettiği göçerlere arazi
vererek tarım ve ziraatla uğraşmalarını sağlamıştır. Dolaysıyla yaylacılık da bundan
olumsuz etkilenmiştir.23. Diğer taraftan bazı göçebe gruplarının Anadolu’da kendi
başlarına hareket ettikleri istedikleri yerde kışladıkları veya yaylaya çıktıkları
konusunda şikayetler sıkça alınmaktadır. Yine bir kısım göçerin her yıl farklı
bölgelere yaylaya çıktıkları bu göçebeler arasında kargaşa yarattığı ifade edilerek
tedbir alınması hususunda yazışmalar yapılmıştır24
Alagöz, a.g.e.s.,38; Gündüz, a.g.e.,s.126; Yalman, a.g.e.,s.C.I, s.22; Dulkadir, “İçel’de Sarı
Keçililer”,
s.10.
24Altınay, a.g.e.,s.69.
776
SÜLEYMAN ÜNÜVAR⃰
Anadolu’nun bir çok yerinde yarı göçebe hayatı oldukça yaygın olarak
eskiden beri görülmektedir. Hayvancılık ve biraz da tarımla uğraşan bu göçebelerin
önemli bir bölümü kışlak ile yaylak arasında gidip gelmektedir. Bunların kışlakları
çoğu zaman köy ve kasabalardaki sabit evlerdir. Bazılarının yayla evleri de sabittir.
Bu yaşam biçimi Orta Asya’da görülmektedir29.
25 Ögel, a.g.e.s.,81.
26 Ögel, a.g.e.,s.22
27 Ögel,a.g.e.,s.48;Yalman, a.g.e.,C.I, s.195-215;Dulkadir,“İçel’de Sarı Keçililer”, s.10.
28 Yalman, a.g.e., C.I, s.204.
29 Ögel,a.g.e.s.39-40; Sümer,a.g.e,s.182; Kutlu,a.g.m., s.59.
777
ORTA ASYADAN GÜNÜMÜZE YAYLACILIK Ve YAYLA KÜLTÜRÜ
aylarında kırkılıp evin ihtiyacına göre; halı kilim, çul, keçe, çuval gibi malzemeler
dokunurdu. Dokuma ve yün eğirme işi kadınlara aittir. İhtiyaç fazlası ya takas
yoluyla veya nakit olarak satılırdı. Yine yaylada hayvanların sütünden yağ, peynir
lor ve çökelek gibi kışlık yiyecekler kadınlar tarafından yapılırdı. Kadınlar bu işleri
yaparken erkeklerde dışarıdaki diğer işleri yapardı. Bazı aileler hayvancılık yanında
tarım ve ziraat işleri yaptıklarından erkekler bu işlerle ilgilenirlerdi. Bu yiyecekler
obruk denilen mağaraların (in) serin ve nemli yerlerinde ekim ayı ortalarına kadar
saklanırdı30.
Yörük için koçu ve tekesi çok değerlidir. Bir çok Yörük obası koç ve teke
katımına özel önem vermiştir. Hatta bazı Yörük obalarında koç ve tekeler süslenir
ve törenler eşliğinde sürüye katılırdı. Özel önem verilmesinin nedeni ertesi yıl
yavruların( kuzu veya oğlak) sayısı buna bağlı idi. Hayvanlar ne kadar çok yavru
yaparsa Yörük için o yıl o kadar bereketli geçecek demektir. Hayvanlardan
ağustos ayının sonlarına doğru artık süt sağımı yapılmaz. Zaten bu ayda hayvanların
sütüde iyice azalmıştır. Çoban veya sürü sahibi bu dönemleri çok iyi bildiği için
hayvanların sütü kesildikten1-2 hafta sonra koçu ve tekeyi sürüden ayırır. Bu
ayırma ve uzaklaştırma süresi 2-3 haftadır. Koç katımı bölgelere göre değişmekle
birlikte eylül ve ekim aylarıdır32.
kap), az miktarda bakır kap kacaklar( bakır tencere-tabak- leğen vb.) ve en dipte
yatak yorgan bulunurdu. Çadırların taşınması, kurulması ve sökülmesi çok kolay ve
pratiktir. Kışın soğuktan yazın da sıcaktan korumaktadır. Ancak bazı Yörük obaları
ucuz ve pratik olması nedeniyle kıldan dokunan çulla yapılan çadırlar kullanırlardı
bu çadırlar siyah olması nedeniyle yazın da sıcak olurdu. Eğer çok sıcak olursa
etrafı açılarak yel esmesi sağlanırdı33.
SONUÇ
780
SÜLEYMAN ÜNÜVAR⃰
KAYNAKÇA
Yılmaz, Hasan, “Giresun Yaylak ve Kışlak Hayatı, İçel Kültürü Dergisi, S.35,
Eylül 1994.
782
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
GİRİŞ
İnsanlığın ortak hafızasında mitolojinin önemli rolü vardır. Mitolojik zaman-
larda bugün yaşamayan veya zaten hiç var olmamış bazı canlılardan destan, efsane
ve masallarda bahsedilmektedir. Mitolojik hayvanlar, destansı çağların insan hafıza-
sındaki yansımalarıdır. Bu yüzden mitolojik hayvanlar, destan ve mitlerde iyiliğin
veya kötülüğün temsilcileri olarak görev yapmaktadır. Suda, karada ve havada faali-
yet gösteren bu mitolojik canlıların en meşhur olanları mitolojik kuşlardır. Bu mito-
lojik kuşların isimleri birbirinden farklı olsa bile, değişik kültürlerde aynı özellikleri
taşıdıkları görülmektedir. Mısır mitolojisindeki Phoenix, Hint mitolojisindeki
Garuda, İran mitolojisindeki Simurg, İslamiyet öncesi Arap mitolojisindeki Anka ile
Türk mitolojisindeki Karakuş’un da bu kuşlardan oldukları görülmektedir1.
* Yrd. Doç. Dr., Gaziantep Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. or-
cid.org/0000-0002-6183-5306
** Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi.
1 Yaşar Çoruhlu, Türk Mitolojisinin Ana Hatları, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2011, s. 163.
783
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
1. Phoenix
Dünyanın en eski mitolojilerinden biri Eski Mısır mitolojisidir. Eski Mısır
mitolojisinde mitolojik hayvanların ve yarı hayvan yarı insan varlıkların önemli bir
yeri vardır. Bunlardan birisi olan Phoenix adlı mitolojik kuş, bir canlının öldükten
sonra tekrar dirilmesinin simgesidir2. Önce yanarak küllere dönüşen bu mitolojik kuş,
küllerinden yeniden dirilmektedir. Bir bakıma küllerinden yeniden dirilme, bir dönü-
şüme delalet etmektedir. Bu ruhun bedenden bedene aktarılması olan reenkarnasyon-
dan farklıdır. Burada yanarak tahrip olup küllere dönüşen canlı, bu küllerden yeniden
dirilmekte ve yaşamına kaldığı yerden devam etmektedir. Hatta bu süreç sık sık tekrar
etmektedir. Bu mitolojik kuş, defalarca yanıp küle dönüşüp, yine defalarca bu küller-
den tekrar ve tekrar dirilmektedir.
Nitekim Eski Mısır mitolojisinin önemli bir parçası olan Phoenix, bir görüşe
göre yaklaşık beş yüz yıl yaşadıktan sonra kendini ateşe atıp, yanarak küle dönüşen
ve küllerinden yeniden doğup bundan sonra sonsuza dek yaşayan bir kuştur3. Diğer
bir görüşe göre ise Phoenix, güneşin bir parçası ve devamı olarak güneşle birlikte
hareket etmekte ve onunla beraber yaşamaktadır. Yani güneş ile doğup güneş ile bat-
maktadır. Her güneşin doğuşunda yeniden dirilmekte ve güneşin batışıyla beraber
kavrulup küle dönüşmektedir. Phoenix kuşu, Eski Mısır’ın güneş tanrısı Ra’nın da
simgesidir. Akkad, Babil ve Asur’daki kraliyet sembolü olan kartal ile benzerlik gös-
termekle birlikte, bazı kaynaklarda ise kurt ile bağlantılı olma ihtimaline de dikkat
çekilmektedir4. Phoenix, nem ile beslenmektedir5. Boğazından başlayarak boylu bo-
yunca ayak bileklerine kadar uzanan kısmı safran, kuyruğu mavi ve kanatları dâhil
geri kalan kısmı ise mor ve pembe renkli tüylerden oluşmaktadır6.
2 Roelof Van Den Broek, The Myth of The Phoenix, E. J. Brill, Leiden 1971, s. 146; Hanife Dilek
Batîslam, “Divan Şiirinin Mitolojik Kuşları: Hüma, Anka, Simurg”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi
I, 2002, s. 197.
3 Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları,
Ankara 1987, s. 1.
4
Gönül Tekin, “Güneşin Kuşları: Phoenix ve Ankâ”, Journal of Turkish Studies, Cilt: 32,
2008, ss. 427-428.
5
Broek, a.g.e., s. 420.
6
Broek, a.g.e., s. 254.
784
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
aromatik bitkileri toplamaya başlamakta ve bu bitkiler ile inşa ettiği yuvasında öl-
mekte ve daha sonra çürümektedir. Çürüyen bedeninden arta kalanlardan bir solucan
(kurtçuk) dünyaya gelmektedir. Bu solucan zaman kaybetmeden Antik Mısır’da yer
alan Heliopolis’a7 doğru yola çıkmakta ve burada güneş tanrısı Ra’nın sunağına yer-
leşmekte ve burada büyüyüp Phoenix kuşuna dönüşmektedir. Bu görüşe göre Phoe-
nix; yanıp küle dönüşerek çürümekte ve çürümüş beden artıklarından bir solucan
doğmaktadır. Daha yaygın olan diğer bir görüşe göre Phoenix kuşu, ölüme yaklaştı-
ğını hissettiği zaman aynı şekilde aromatik bitkileri toplamakta ve bu aromatik bitki-
ler içinde güneşin tutuşturduğu bir ateş tarafından yanmaktadır. Kalan aromatik kül-
lerin içinden Phoenix kuşu yeniden doğmaktadır8.
2. Garuda
Eski Hint mitolojisinde yer alan Garuda adlı mitolojik kuş, kartal ile benzer-
lik göstermektedir. Bu kuş, bir kartalın gagası, pençeleri ve kafasına sahiptir. Kolları,
7
Eski Mısır’da Nil nehrinin güneyine ve Kahire’nin merkezine yaklaşık 8 kilometre uzaklıkta
bulunan ve ismi Grekçede Güneş Şehri anlamına gelen Heliopolis’e; Eski Mısır dilinde
“Annu”, Tevrat’ta “On” denilmiştir. Heliopolis kentinin Tevrat’ta geçen bahsinde ise Hz. Yusuf’un
karısı Asenat’ın babası Potifera’nın “On” kentinin yani Heliopolis’in kahini olduğu söylenmiştir (Bkz.
George Rawlinson, History of Herodotus, John Murray, Albemarle Street, London 1862, s. 6; Robert A.
Armour, Gods and Myths of Ancient Egypt, The American Universty in Cario Press, Cario/New York
2003, s. 4; Gary Greenberg, 101 Myths of The Bible, Sourcebooks Inc, Naperville, Illinois 2000, s. 169;
Tevrat, Yaradılış Kitabı, 41:45).
8 Broek, a.g.e., s. 146.
9 Howard Schwartz, Tree of Souls: The Mythology Judaism, Oxford University Press, New York 2004,
785
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
bacakları ve gövdesi ile bir insanı andırmaktadır11. Kuyruk tüyleri ayaklarına kadar
uzanan Garuda’nın ayakları ise bir devekuşunun ayaklarına benzemektedir12. Kanat-
ları altın, boynunda zümrüt bulunan ve hızlı uçması sebebiyle lider olarak kabul edi-
len Garuda13 ilahi bir güce de sahiptir. Garuda kuşu, Hindu dininin kutsal kitapları
olan Vedalarda maceraları anlatılan Vişnu14 adlı tanrının binek hayvanıdır15. Ölüm-
süzlüğe ve seçkinliğe Tanrı Vişnu sayesinde erişen Garuda,16 Naga adlı mitolojik
kutsal yılanların düşmanıdır ve onların zehrine karşı sihirli bir güce sahiptir17. Ayrıca
beslenme ihtiyacını da yılanları yiyerek sağlamaktadır18.
11 Çoruhlu, a.g.e., s. 163; Robert Beer, The Handbook of Tibetan Buddhist Symbols, Serindia Publicati-
ons, Chicago and London 2003, s. 76; Dawn E. Bastian & Judy K. Mitchell, Handbook of Native Ame-
rican Mythology, ABC-CLIO, Santa Barbara-California, Denver-Colorado, Oxford-England 2004, s.
185.
12 Beer, a.g.e., s. 76.
13
Hacer Tokyürek, “Eski Uygurcada Hayvan Adları ve Bunların Kullanım Alanları”, Türklük Bilimi
Araştırmaları Dergisi, Sayı: 33, s. 227.
14 Tanrı Vişnu Hindistan’ın güneyindeki Tamil Nadu’da yaşamıştır. Eski Hint toplumundaki sınıfsal
farklılıklar nedeniyle saygı gösterilen birçok tanrı ile ilgili çeşitli mitos örnekleri karşımıza çıkmaktadır.
Hint toplumu genel olarak, birbirine rakip fakat birbirini tamamlayan iki yerel tanrı Vişnu ve Şiva kül-
tünde birleşmeyi tercih etmişlerdir. Bu tanrılar, göründükleri kişilerin sezgilerine göre çeşitli biçimlere
girerek onlara görünmüşlerdir. Tanrı Vişnu’nun kaplumbağa şekline girdiği ve dünyayı üzerinde taşıdığı
rivayet edilmiştir (Bkz. Gavin Flood, An introduction to Hinduism, Cambridge University Press, Camb-
ridge 2003, s. 7; William, H. McNeill, Dünya Tarihi, Çev. Alâeddin Şenel, İmge Kitabevi, Ankara 2007,
s. 243; Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Cilt: 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1998, s. 442).
15 Resul Çatalbaş, “Türklerde Hayvan Sembolizmi ve Din İlişkisi”, Turan Stratejik Araştırmalar Mer-
Anka”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, 1998, s. 95.
17 Duymaz, a.g.m., s. 94.
Moğolcada büğä, Türkçede kam adını almaktadır. Büyücü, sihirbaz gibi anlamlar taşıyan şamana Hint,
İran, Çin, Türk ve hemen hemen bütün kültürlerde rastlanılmaktadır (Bkz. Mircea Eliade, Şamanizm,
Çev. İsmet Birkan, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 1999, ss. 21-22).
20 Bkz. Hindistan’ın Mumbai şehri sınırları içerisinde bulunan dağ.
21 Yarı tanrı gücüne sahip ve kendilerine karşı korku duyulan kutsal yılanlar. Brahmanizm’de sekiz Naga
kral bulunmaktadır. Bunlar; Nanda, Upananda, Sāgara, Vāsukin, Takşaka, Anavatapta, Manasvin ve
Utpalaka (Bkz. Günay Tümer, “Brahmanizm”, DİA, Cilt: 6, 1992, s. 331; The Lotus Sutra (Cilt: 9, Sayı:
262), BDK English Tripitaka Series, Çev. Kubo & Yuyama, Numarata Center for Buddhist Tranlation
and Research, Berkeley, California 2007, s. 4).
786
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
korumak için dağdaki yuvasından ovaya indiği anlatılmaktadır22. Diğer rivayette ise
Naga adlı kutsal yılanlar ile insanlar arasında anlaşmazlık çıkmış ve Nagalar dünyaya
hastalık, verimsizlik ve bela yayarak insanların ruhlarını çalmışlardır. Şamanlar çalı-
nan ruhları serbest bırakmak için Garuda’nın yardımı ile Nagaları yenmişlerdir23.
Eski Hint rivayetlerinde Garuda adlı kuşun şaman veya şamanlar tarafından
yoktan var edilmesinin sebebi ise Garuda’nın, yarı tanrı bir ırk olan Naga adlı yılanlar
ile mücadele etmesidir. Garuda, Nagalar ile savaşarak insanların ruhlarını kurtar-
makta ve hastalıkları defetmektedir. Buna göre iyilik ile kötülük arasındaki ebedi mü-
cadelede Garuda adlı mitolojik kuş iyiliği sembolize ederken, Naga adlı yarı tanrı
yılan ırkı kötülüğü temsil etmektedir.
3. Simurg
Eski İran mitolojisinde önemli bir mitolojik öğe olan Simurg, Farsça’da “otuz
kuş” anlamına gelmektedir24. İlahi güçlere sahip, olacak ve olmuş her şeyden haber-
dar, geleceği gören ve başka birçok yeteneğe sahip olan Simurg’un25 tüylerini üze-
rinde bulunduran kişinin ölümsüz olacağı inancı vardır26. Simurg, Elburz dağının te-
pesinde yaşamaktadır ve buradaki yuvasının malzemesi abanoz, sandal ve öd ağacı
gibi aromatik bitkilerdir27.
22 Eliade, Mitlerin Özellikleri, Çev. Sema Rifat, Om Yayınevi, İstanbul 2001, s. 42.
23 Eliade, Mitlerin Özellikleri, s. 42.
24 H. Ahmet Sevgi, “Mantıku’t-Tayr”, DİA, Cilt: 28, 2003, s. 29.
25 Zülfi Güler, “Şeyh Galib Divanında Anka-Simurg Sembolü”, International Journal of Language Aca-
muhtemelen 537-540 yılları arasında Nişabur’da doğmuştur. Tıpla ilgilendiği için “Attar” takma adını
almıştır. Uzun yıllar Irak, Şam, Mısır, Mekke, Medine, Hindistan ve Türkistan gibi önemli yelere seya-
hatlerde bulunduktan sonra tekrar Nişabur’a dönmüş ve burada 618 yılında Moğollar tarafından öldü-
rülmüştür (Bkz. M. Nazif Şahinoğlu, “Attâr, Ferîdüddin”, DİA, Cilt: 4, 1991, s. 95).
29 Hüdhüd kuşu, Filistin ve Mısır’da yaygın olarak görülmektedir. Kışları Afrika’ya göç eden Hüdhüd’e
eski Mısırlılarda saygı gösterilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Süleyman ile bahsi geçen Hüdhüd, ayrıca
Tevrat’ta da (ibibik) tiksindirici, iğrenç ve etinin yenilmemesi gereken bir kuş olarak geçmektedir (Bkz.
787
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Bir diğer anlatıda ise Firdevsî, Şahnâme’sinin 2400. ve 2565. beyitleri ara-
sında Sam’ın33 oğlu Zal’ın doğumundan ve Sam’ın oğlunu rüyasında görmesinden
bahsetmiştir. Burada Simurg’un bahsi de geçmektedir. Bu anlatıya göre; Sam’ın o
zamana kadar hiç çocuğu olmamıştır. Haremindeki güzel yüzlü bir kızdan hep çocuğu
Ömer Faruk Harman & Cemal Kurnaz, “Hüdhüd”, DİA, Cilt: 18, 1998, s. 461; Kur’an-ı Kerim, Neml
Suresi, 20-29; Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-ı Kerim Meali, Yeni Boyut, İstanbul 2000; Elmalılı M. Hamdi
Yazır, Kuran-ı Kerim ve Türkçe Meali, Andaç Yayınları, Ankara 2014; Anton Wessels, The Torah, the
Gospel, and the Qur’an, Çev. Henry Jansen, Willian B. Eerdmans Publishing, Michigan/Cambridge
2010, ss. 136-137; Tevrat, Levililer, 11: 19; George A. F. Knight, Leviticus, Westminster Jhon Knox
Press, Louisville/London 1981, s. 62).
30 “Bazı Türk lehçelerinde kumay, Anadolu Türkçesi'nde hüma veya huma şeklinde söylenen Farsça
hüma veya hümay adındaki bu mitolojik kuş, İslamiyet öncesi Türk inançları içinde de yer alan hayat
ağacı ile hayat suyu yanında üçüncü önemli motiftir” (Bkz. Kurnaz, “Hümâ”, DİA, Cilt: 18, 1998, s.
478).
31 Sevgi, a.g.m., s. 29.
32 Mustafa Özkan, “Gülşehri”, DİA, Cilt: 14, 1996, s. 251.
33 Sam; Gerşâsp’ın torunu, Neriman’ın oğlu, Zal’ın babası ve Rüstem’in dedesi (Bkz. Sir Clements Ro-
bert Markham, A General Sketch of The History of Persia, Longmans, Green, And Co., London 1874,
s. 18).
788
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
olmasını istemiştir. Sonunda Sam’ın isteği olmuş ve o güzel yüzlü kız Sam’dan gebe
kalmıştır. Nihayet güneş gibi yüzü olan, bembeyaz saçlı bir çocuk dünyaya gelmiştir.
Çocuk böyle doğunca bunu Sam’dan saklamışlardır. Çünkü bu kadar güzel bir eşten
saçları beyaz ihtiyar bir çocuğun doğduğunu söylemekten çekinmişlerdir. Sonunda
çocuğun dadısı Sam’a bir oğlunun dünyaya geldiğini haber vermiştir. Çocuğun gü-
zelliğinden bahsedip, sadece saçlarının beyaz olduğunu söylemiştir. Sam hemen ha-
reme inip, güzel yüzlü eşinin yanına gitmiştir. Sam burada ihtiyar başlı bir çocukla
karşılaşmıştır. Tanrının kendisini cezalandırdığını düşünerek ona sitem etmiştir. Sam
çocuğun bu topraklardan uzaklaştırılmasını istemiştir. Çocuğu Elburz adında çok
yüksek ve insanlardan uzak bir dağa götürmüşlerdir. Burada Simurg yaşamaktadır.
Çocuğu bu dağa bırakıp dönmüşlerdir. Yavruları acıkınca Simurg havalanmış ve
yerde ağlayan bir çocuk görmüştür. Tanrı, Simurg’un yüreğine öyle bir şefkat ver-
miştir ki Simurg o çocuğu yemeyi bile düşünmemiştir. Simurg, o çocuğu pençeleriyle
yerden alarak yavrularının yanına götürmüştür. Bu sırada tanrısal bir ses Simurg’a bu
çocuğu korumasını söylemiştir. Simurg ve yavruları yüzüne hayran kaldıkları bu ço-
cuğu himaye edip korumuşlardır. Bir süre sonra çocuk büyümüş, serpilmiş, göğsü
gümüşten bir tepe gibi şişkin, beli kamış kadar ince bir genç olmuştur. Bu gencin
ününü bütün dünya ve bu arada babası Sam’da duymuştur. Sam oğlu Zal’ı rüyasında
görmüş ve onu almak için Elburz dağına doğru kervanıyla yola çıkmıştır. Buraya
vardığında Zal’ı gören Sam, ondan kendisini affetmesini ve dönmesini istemiştir 34.
Sam’ın Zal için geldiğini anlayan Simurg, onu pençeleriyle tutup aşağıda bulunan
babası Sam’a teslim etmiştir35. Zal’ın artık ayrılma vakti gelmiştir. Simurg ona sihirli
türlerinden vererek, dara düştüğünde kullanmasını istemiştir. Böylelikle Zal’ı koru-
yup büyüten Simurg, ona tüylerini de vererek sonsuza dek koruması altına almıştır36.
34 Firdevsî, Şahnâme, Çev. Necati Lugal, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2009, ss. 152-159; Tekin, a.g.m.,
ss. 431-432.
35 Büchner, a.g.m., s. 653; Tekin, a.g.m., s. 432.
36 Büchner, a.g.m., s. 653; Duymaz, a.g.m., s. 95.
789
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
4. Karakuş
Eski Türk mitolojisinin önemli bir öğesi olan Karakuş’a ait bilgilere, en eski
olarak Irk Bitig adlı el yazması eserde rastlanılmaktadır:
“Altın kanatlı Karakuşum ben. Denizde yatarak arzu ettiklerimi tutarım, sev-
diklerimi yerim. O kadar güçlüyüm bunu biliniz. İyidir bu”37.
“Yeşil kaya yaylağım, kızıl kaya kışlağım. Bu dağda durarak zevklenirim.
Bunu biliniz”38.
Buna göre altın kanatlı olan ve denizde avlanan Karakuş’un, diğer bazı kay-
naklarda renginin mavi olduğu ve üzerinde beyaz benekler bulunduğu belirtilmiştir39.
Tanrı Bay Ülgen’in40 gökte bulunan yedi oğlundan41 birisinin adını da temsil etmek-
tedir42. Ayrıca Karakuş, Eski Türklerde gece ve gündüze hâkim olan ve gece-gündüz
düzenini sağlayan müşteri43 gezegenin de simgesidir44.
Bütün göçebe Türkler gibi Karakuş adlı mitolojik kuşun da yaşamını sürdür-
düğü bir yaylağı ve bir kışlağı vardır. Yazın yaşadığı yaylağı Yeşil Kaya, kışın yaşa-
dığı kışlağı ise Kızıl Kaya olarak belirtilmektedir. Denizlerde avlanan Karakuş, sev-
diği deniz ürünlerini avlayarak yaşamını idame ettirmektedir. Karakuş, Irk Bitig adlı
37 Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1987, s. 265; Fuzuli
Bayat, “Irk Bitig Metninin Poetik Yapısı”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı:
4, Bahar 2006, s. 53.
38 Orkun, a.g.e., s. 278; Bayat, a.g.m., s. 51.
39 Jean-Paul Roux, Eski Türk Mitolojisi, Çev. Musa Yaşar Sağlam, Bilgesu Yayıncılık, Ankara 2012, s.
144.
40 Altaylı Şamanistlerin dua ve ayinlerinden anlaşılacağı üzere, Bay Ülgen onların en büyük tanrısıdır.
Kırgız-Kazak dillerinde “ülken” büyük, ulu, yüce anlamlarına gelirken, Buryat dilinde “ülgen” yerin
sıfatı manasına gelmektedir. Eski Türklerde yaygın olarak inanılan ve altın bir tahtın üzerinde, göğün
on altıncı katında oturan Bay Ülgen’in, bereket tanrısı olması muhtemeldir. Nitekim Orta Asya’nın top-
rağa bağlı olarak yaşayan güney toplumları -ki bunların büyük bir bölümü Eski Türk topluluklarıdır-
arasında bolluğu ve bereketi temsil etmesi bunun göstergesidir (Bkz. Abdulkadir İnan, Tarihte ve Bugün
Şamanizm Materyaller ve Araştırmalar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2015, s. 31; Ziya Gö-
kalp, Türk Medeniyeti Tarihi, Toker Yayınları, İstanbul 1995, s. 53; İbrahim Kafesoğlu, Umumî Türk
Tarihi Hakkında Tespitler, Görüşler, Mülâhazalar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2014, ss. 96-104).
41 Bay Ülgen’in oğulları hakkında bazı araştırmacılar yedi, bazıları ise dokuz olduğunu söylemişlerdir.
Bay Ülgen’in yedi oğlunun isimleri ise; arşıt, Buura-kan, Yaşıl- an, Burça- an, arakuş, Ba tı- an
ve Er- anım’dır (Bkz. Çoruhlu, a.g.e., s. 24; İnan, a.g.e., s. 33; Kafesoğlu, a.g.e., s. 96).
42 İnan, a.g.e., s. 33.
43 Jüpiter (Bkz. TDK Büyük Türkçe Sözlük).
44 Emel Esin, Türk Kozmolojisine Giriş, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2001, s. 31.
790
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
eserde kendi ağzından çok güçlü olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca çok güçlü olma-
sının iyi bir şey olduğunu söylemektedir. Görüldüğü üzere Karakuş, iyiliğin sembolü
kutsal bir varlıktır.
Esas itibariyle Türk kültürünün bir öğesi olan Karakuş’un İran etkisiyle Eski
Türk mitolojisine girdiğini ileri sürmek doğru değildir. Zira İslamiyet öncesi Türk-
lerde Simurg ile aynı özelliklere sahip kuşlar bulunmaktadır46. Bu durumu en iyi ör-
nekleyen Müslüman Kırgızların Er Töştük masalında anlatılan Karakuş efsanesidir.
Ögel’in Er Töştük masalında geçen Karakuş adlı mitolojik kuşun Garuda olduğunu
ifade etmesi,47 buna karşılık İnan’ın bu mitolojik kuşun Simurg olduğunu söyle-
mesi,48 iki bilim adamının de çeliştiği anlamına gelmemektedir. Nitekim bahsettiği-
miz üzere bütün kuşlar aynı özelliklere sahip farklı kültürlerin ürünüdür. İslam kül-
türünden çok fazla etkilenmeyen Müslüman Kırgızların efsanesinde anlatılana göre;
Er Töştük sefer dönüşü yurda giderken Kafdağı’na gelmiş ve burada gökyüzüne ka-
dar uzanan bir çınar ağacında Karakuş’un yuvasını görmüştür. İki yavru kuş, yuvala-
rına gelen ve onları yiyecek olan ejderi görüp ağlamaya başlamıştır. Ejderin Kara-
kuş’un düşmanı olduğunu ve her yıl yavrularını yediğini öğrenen Er Töştük, ejderi
parçalayıp yavrulara yedirmiştir. Karakuş’ta bunun karşılığında Er Töştük’e yardım
etmiştir. Masalda bu olay uzunca anlatılmaktadır fakat burada önemli olan bu masal-
daki unsurların Eski Türklerin destanları ile aynı unsurlara sahip olmasıdır. Bu da
gösteriyor ki Karakuş’un Türklerde çok önceden beri var olduğu gerçeğini ortaya
koymaktadır49.
Karakuş adlı mitolojik kuş, diğer mitolojik kuşlar gibi Er Töştük masalında
Kafdağı bölgesinde yaşamaktadır. Hâlbuki Irk Bitig’de geçen metinde Kızılkaya ve
Yeşilkaya’da yaşamaktadır. Yine bir çeşit mitolojik yılan olan ejderha tarafından
45 Zekeriya Karadavut, “Kırgız Masallarında Mitolojik Unsurlar”, Millî Folklor, Sayı: 85, 2010, s. 77.
46 İnan, “Türk Folklorunda Simurg ve Garuda”, Makaleler ve İncelemeler, Cilt: 1, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1998, s. 350.
47 Ögel, a.g.e., s. 541.
48 İnan, a.g.m., s. 350.
49 İnan, a.g.m., ss. 350-351.
791
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Er Töştük masalında farklı bir şekilde anlatılan Karakuş, Irk Bitig’te ise çok
güçlü, ölümsüz bir varlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Irk Bitig’te denizde avlanıp,
Yeşil Kaya’yı yaylak, Kızıl Kaya’yı kışlak olarak kullanan Karakuş, Er Töştük ma-
salında ise Kafdağı’nda yaşamaktadır. Irk Bitig’te Karakuş, yavrulamazken Er Töş-
tük masalında yavruları vardır. Irk Bitig’te Karakuş ölümsüz, güçlü ve iyi bir varlık
iken, Er Töştük masalındaki Karakuş, yavrularını yiyen ejderhadan kahraman yardı-
mıyla kurtulmaktadır. Yani ejderha ile savaşamayacak kadar güçsüz ama ölümsüz iyi
bir varlıktır.
5. Anka
İslamiyet öncesi Arap mitolojisindeki Anka kuşu motifi gerçekte var olma-
yan ancak sözlü kültür eserlerinde sembolleştirilen mitolojik bir kuştur50. İslam ile
birlikte Arap kültürünün önemli bir parçası olan Anka kuşuna Kur’an-ı Kerim’de ve
hadislerde hiç rastlanılmamaktadır. İlahi veya Nebevi menşeili olmamasına rağmen
İslami dönem Arap kültüründe yer alan Anka kuşu kavramına Kur’an-ı Kerim tefsir-
lerinde var olduğu kesin kabul edilmemekle birlikte önemli bir yer verilmiştir. Ze-
mahşerî’nin51 el-Keşşâf adlı eserinde geçen bir metinde; Yemen’de nübüvvet vazife-
sini üstlenen Hz. Hanzale b. Safvân52 isminde bir peygamberin geldiği Ress adlı
kavme Anka adında bir kuşun musallat olduğu rivayet edilmektedir. Bu rivayette Feth
Cerîr et-Taberî, Câmi'u'l-beyân'da Kur’an-ı Kerim’i yorumlarken, Furkan suresinin 38. ve Kaf suresinin
12. ayetlerinde adı geçen Ress kavminden de bahsetmiştir. Bu bahiste Hz. Hanzale b. Safvân’ın adını
da zikretmiştir. Ayrıca Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb adlı eserinde de Hz. Hanzale b. Safvân’ın Hz. İs-
mail’in soyundan geldiğini, Ress kavmine peygamber olarak gönderildiğini ve onlar tarafından öldürül-
düğünü söylemiştir (Bkz. Mustafa Çağrıcı, “Hanzale b. Safvân er-Ressî”, DİA, Cilt: 16, 1997, s. 53).
792
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
ler”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Cilt: 111, Sayı: 218, Eylül-Ekim 2015, s. 205.
60 İskender Pala, “Anka (Edebiyat)”, DİA, Cilt: 3, 1991, s. 201.
61 Duymaz, a.g.m., s. 93.
62 Erdem, a.g.m., s. 199.
63 Tekin, a.g.m., s. 428.
64 Binbir Gece Masalları’ndaki Denizci Sinbad (Bkz. Thomas Richardson, The Voyages and Travels of
Sindbad the Sailor, Giving a Full Account of His Seven Wonderful Voyages, Derby 1818).
793
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
duruma çok üzülerek gemiyi aramaya koyulmuş ve gemiyi daha iyi görebileceği yük-
sek bir ağacın tepesine çıkmıştır. Çok uzaklarda büyük bir beyazlık görmüş ve o yöne
doğru hareket etmiştir. Oraya vardığında yuvarlak ve büyük bir cisimle karşılaşmış-
tır. Bu dev bir yumurtadır. Bir anda Sindibad’ın üzerinde büyük bir gölge belirmiştir.
Sindibad yukarıya baktığında güneşi örten bu şeyin bulut değil kuş olduğunu gör-
müştür65.
Anka motifinin hem İslam hem de İslam dışı diğer kültürlerde görüldüğünü
söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim bu motif Orta Asya’da yaşayan kavimler ara-
sında yaygın olarak kullanılmıştır. MÖ. III. yüzyılda Çin’den getirildiği sanılan bir
ipekli kumaşın üzerinde Anka motifine rastlanılmıştır66. T’ang tarihçisi Lü Hsiang,
imparator Hsüan-tsung’a bir maruzatında Anka kuşundan bahsetmiş ve bu kuşun
kutlu, ulu, yüce bir kuş olduğunu söylemiştir67. “Kulunuz işitmişti ki, bir baykuş hay-
kırmışsa da, kutlu bir kuş, yani, zümrüd-ü anka haline gelemezmiş”68. Ayrıca Kül
Tigin büstünün baş kısmında bulunan kuş figürünün kartal veya şahin olma ihtimali
olmakla birlikte, Anka kuşu olması da muhtemeldir69. Başka bir örnekte ise İbn Ebû
Şeybe70 bir rivayetinde, Mekke'de bir gerdek çadırının kunduz ve Anka motifleriyle
süslenmiş olduğundan söz etmiştir71. Ayrıca Şeyh Galib’in Divanı’nda sevgiliye ka-
vuşmanın bahsinde Anka kuşunun adı geçmektedir;
Muhammed b. Ebî Şeybe İbrâhîm el-Absî el-Kûfî olan İbn Ebû Şeybe (ö. 849), 776 Küfe'de doğmuştur.
Aslen Belhli ve Arap soyundan gediği muhtemeldir. Küçük yaşlarda hadis öğrenimi almaya başlamıştır.
Küfe, Basra, Rey, Bağdat gibi önemli ilim merkezlerinde hadis dersleri görmüştür (Bkz. Ali Yardım,
“İbn Ebû Şeybe, Ebû Bekir”, DİA, Cilt: 19, 1999, s. 442).
71 Bozkurt, “Çadır”, DİA, Cilt: 8, 1993, s. 159.
72 Fettah Kuzu, Şeyh Gâlib Dîvânı’nda “Hak, Varlık ve İnsan”, Bizim Akademi Yayınları, Ankara 2014,
s. 255.
794
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
Anka kuşu, çok büyük bir kuş olarak tarif edilmiştir. Kanatlarını açtığı zaman
geniş bir alanı kaplayan, dev bir yumurtası olan, kimi zaman azla kanaat eden, kimi
zaman ise çocukları avlayan bir masalsı varlıktır. Genelde ölümsüz bir varlık olarak
tasvir edilen Anka kuşu, bir rivayette çocukları avlayıp öldürdüğü için bir peygam-
berin bedduası ile Allah tarafından helak edilmiştir.
Nem ile beslen- Yılanlarla bes- Attâr’ın anlatı- Denizden av- Çocukları av-
mektedir. lenmektedir. sına göre insan lanmaktadır. layarak bes-
yemezken, lendiği riva-
Firdevsî de yet edilmiştir.
Bes- tanrının içine
lenme merhamet ver-
diği ve bu sa-
yede Zal’ı ye-
mediği görül-
müştür.
Zal’a tüylerini Irk Bitig’de
Ko- verirken ona kendi ağzın-
nuşma öğütler ver- dan kendini
miştir. anlatmıştır.
Gövdesi insan Yüzü insan
İnsanla
gibidir. yüzüne ben-
Benzer- zemektedir.
lik
Yok Yok Var Var Yok
Yavru
Heliopolis Kailasa Dağı Elburz Dağı Yeşil ve Kı- Kafdağı, Feth
zıl Kaya, Dağı
Yuva Kafdağı
Nagalar Ejder
Düşman
Tablo 1
Mitolojik Kuşların Özellikleri
Resimler
796
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
Resim 1
Phoenix’in kendini yakması
Friedrich Justin Bertuch, Bilderbuch für Kinder.
797
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Resim 2
Garuda üzerinde Vişnu
Brooklyn Müzesi
798
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
Resim 3
Simurg
Acaibu’l Mahlûkât
799
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Resim 4
Sam’ın kervanla Zal’ı almaya gelmesi ve Simurg
Şehname
800
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
Resim 5
Kül Tigin Heykelinin Başı
Moğolistan Bilimler Akademisi/Ulan Bator.
801
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
KAYNAKÇA
ARMOUR, R. A. (2003). Gods and Myths of Ancient Egypt. Cario/New York: The
American Universty in Cario Press.
BEER, R. (2003). The Handbook of Tibetan Buddhist Symbols. Chicago and London:
Serindia Publications.
ELIADE, M. (1999). Şamanizm. (İ. Birkan, Çev.) Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
802
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
The Lotus Sutra. (2007). BDK English Tripitaka Series, 9(262). (T. Kubo, & A.
Yuyama, Çev.) Berkeley, California: Numarata Center for Buddhist
Tranlation and Research.
KUZU, F. (2014). Şeyh Gâlib Dîvânı’nda “Hak, Varlık ve İnsan”. Ankara: Bizim
Akademi Yayınları.
ORKUN, H. N. (1987). Eski Türk Yazıtları. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
803
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
RICHARDSON, T. (1818). The Voyages and Travels of Sindbad the Sailor, Giving
a Full Account of His Seven Wonderful Voyages. Derby.
ROUX, J. P. (2012). Eski Türk Mitolojisi. (M. Y. Sağlam, Çev.) Ankara: Bilgesu
Yayıncılık.
SCHWARTZ, H. (2004). Tree of Souls: The Mythology Judaism. New York: Oxford
University Press.
STARK, S. (2009). Some Remarks on the Headgear of the Royal Türks. Journal of
Inner Asian Art and Archaeology(4), 119-133.
TANSÜ, Y. E., & GÜVENÇ, B. (2015). Eski Türk Mitolojisinde Hayvan Motifleri
Üzerine Düşünceler. Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 203-218.
TOGAN, İ., KARA, G., & BAYSAL, C. (2006). Çin Kaynaklarında Türkler Eski
T’ang Tarihi (Chiu T'ang-shu). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
804
YUNUS EMRE TANSÜ BARAN GÜVENÇ
WESSELS, A. (2010). The Torah, the Gospel, and the Qur’an. (H. Jansen, Çev.)
Michigan/Cambridge: Willian B. Eerdmans Publishing.
WILLIAM, H. M. (2007). Dünya Tarihi. (A. Şenel, Çev.) Ankara: İmge Kitabevi.
YARDIM, A. (1999). İbn Ebû Şeybe, Ebû Bekir. DİA, 19, 442-443.
805
MİTOLOJİK KUŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
806
20. YÜZYIL BAŞLARINDA
AYDIN VİLAYETİNDE KURULAN BİR MEKTEP:
SEYDİKÖY ZİRAAT MEKTEBİ
GİRİŞ
18.yüzyılın başından 1760’a kadar olan dönemde Osmanlı Devleti hem siyasi
hem ekonomik bakımdan belirgin bir genişleme içindeyken, 1760’ tan sonra gözle
görülür bir daralma içine girmiştir (Ergenç, 1988: 518 ). Osmanlı Devleti’nin geri
kalmışlığı anlaşıldıktan sonra öncelikle orduda yenileşme hareketleri başlamış (Ke-
nan, 2013: 10-11) akabinde ziraat ve eğitim alanında yenileşme hareketleri sürdürül-
müştür. Daha önceki dönemlerde loncalar aracılığı ile verilen teknik ve mesleki eği-
timlerin yerini Batı tarzında açılan okullarda verilen eğitimler almıştır (Yıldırım ve
Şahin, 2015: 83).
Gaziantep Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı Öğre-
tim Üyesi, GAZİANTEP/ zeynelozlu@hotmail.com; zozlu@gantep.edu.tr
Gaziantep Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Öğrencisi, GAZİANTEP.
807
20. YÜZYIL BAŞLARINDA AYDIN VİLAYETİNDE KURULAN BİR MEKTEP:
SEYDİKÖY ZİRAAT MEKTEBİ
Araştırma konumuzu teşkil eden ziraat ise, Osmanlı Devleti’nde, geleneksel
geçim kaynağı olmakla beraber bu alanda XIX. Yüzyıla gelinceye kadar modern-
leşme çalışmaları yapılmamıştır. Öyle ki; tarımsal işletmelerde eski gelenekler kulla-
nılmış, olası verimliliğin sebepleri su varlığına dayandırılmıştır. Modern manada
gübreleme bilinmediği için genellikle tek ürün yetiştiriciliği yapılmış, yılda iki üç
defa ekilen araziler dinlendirme amaçlı nadasa bırakılmış, bu nedenle de arazilerin
üçte biri kullanılamamıştır. Geniş verimli araziler otlak olarak kullanıldığı ve modern
araç ve gereçler bilinmediği için el emeğine dayalı yetersiz iş gücü oluşmuştur. Bun-
lara ek olarak Ulaşım imkânları yetersizdir. İşte bütün bu sorunlar ziraatın gelişme-
sine engel teşkil etmiştir. Bu bağlamda Tanzimat döneminde ziraat alanındaki eksik-
leri gidermek amacıyla çalışmalar başlatılmıştır. Ziraat alanında modernleşme çalış-
maları Meclis-i Umûr-ı Nafıa’nın kurulmasıyla başlamıştır. Meclis ziraat sorunlarını
gündemine almış, 1843 yılında Maliye Nezareti bünyesinde kurulan Ziraat Meclisi
ziraat alanında yapılacak yenilik çalışmaları için ilk adımları oluşturmuştur. Tanzi-
mat dönemi idarecileri ülkenin kalkınmasında tarım ve sanayiye önem vermiş ve bu
alanlarda ihracata konu olan ticari değeri yüksek ürünleri teşvik için çalışmalar yap-
mışlardır. Tanzimat döneminde sanayileşme çalışmalarına paralel olarak ziraat, tarım
ve hayvancılık alanındaki yenilik çalışmaları da gündeme alınmıştır. Bu yönde atılan
ilk adım ise pamuk ipliği üretimi özelinde düşünülmüş, bu alanda yenilik çalışmaları
için Amerika’dan uzman getirtilmiştir (Yıldırım, 2008: 224-226).
Amerikalı uzmanlardan faydalanma işi eğitim alanına da sirayet etmiş ve
Amerika’dan getirilen Doktor Davis’in önerisi ile 1848’de Ziraat Mektebi açılmıştır.
Bu mektepten mezun öğrencilerin İstanbul dışına çıkmaması sebebiyle bir müddet
sonra mektep kapatılmışsa da bu mekteplerin devamı olarak 1884 yılında Halkalı Zi-
raat Mektebi kurulmuştur. İstanbul dışında mekteplerin açılması ise 1900’lü yıllarda
gerçekleşmiş hatta ülkenin 12 farklı merkezinde ziraat mektebi açılmıştır (Yıldırım
ve Şahin, 2015: 84-85).
İstanbul ve İstanbul dışında ülkede tarım faaliyetlerini geliştirmek ve verimi
artırmak için açılan mekteplerin kuruluş amaçları ve adları kaynaklara şu şekilde yan-
sımıştır: Tarımda yeni teknikleri öğretmek, ziraat aletlerini yapmak, bitki ve hayvan
hastalıkları konularında uygulamalı eğitim almış çiftlik amele başısı ve kâhyası ye-
tiştirmek için “Amele Mektepleri”, çiftçi çocuklarına yeni tarım usullerini öğretmek
Türkçe okuyup yazan, kendi tarlasını idare edecek bilgiye sahip çiftçi, yarıcı ve su-
başı yetiştirmek için “Çiftlik Mektepleri”, çiftlik idaresini bilen, fenni ziraatın uygu-
lamasına daha çok önem veren çiftçi ve çiftçi kâhyası yetiştirmek için “Ziraat Ame-
liyat Mektepleri”, büyük çiftlikleri idare edebilecek ziraat bilgisine sahip kişiler, me-
murlar ve ziraat okullarına öğretmen yetiştirmek için “Mıntıka Ziraat Mekatib-i Âli-
yesi” (Ak, 2006: 107-114) ve hakkında literatüre çok az bilgi yansıyan ve araştırma
808
PROF. DR. ZEYNEL ÖZLÜ ABDULLAH KARA
konumuzu teşkil eden floksera (asma biti) hastalığına karşı önlem alınması ve ziraat
eğitimi için Aydın yolu üzerinde kurulan Seydiköy Ziraat Mektebi.
Araştırma konumuzu teşkil eden mekteple ilgili olarak İstanbul’da arşivde
tespit ettiğimiz 1914 yılında basılmış olan “Aydın Vilayeti 1330 Sene-yi Maliyesi
Ticaret Rehberi” içerisinde bulunan orijinal veriler kullanılarak, Seydiköy Ziraat
Mektebi ile ilgili bilinmeyenler ortaya konmaya çalışılacaktır.
1327 yılında mektebe bağlı Amerika Asma Fidanlığı’nda da muhtelif cinste “köksüz
Amerika çubuğu” yetiştirildiği anlaşılmaktadır. Amerika asma çubuklarının 164.200
adedi Kırkkilise, Sındırgı, Balya, Balıkesir, Ayvalık ve Bandırma’ya sevk edilmiştir.
809
20. YÜZYIL BAŞLARINDA AYDIN VİLAYETİNDE KURULAN BİR MEKTEP:
SEYDİKÖY ZİRAAT MEKTEBİ
Geri kalan 217.400 adedi ise Aydın vilayeti içerisinde bulunan muhtelif bağcılara
ücretsiz olarak (meccanen) dağıtılmıştır.
MEKTEBE ULAŞIM
Mektebe gitmek için Punta nâm istasyon merkezinden trene binilip, bu mev-
kinin on dördüncü kilometresinde mevcut Gaziemir istasyonunda inildikten sonra 1,5
kilometre uzunluğunda Soşe yolunu takip etmek gerekir. Bu noktadan Gaziemir is-
tasyonuna kadar yarım saat, Gaziemir’den Mektebe kadar on beş dakikalık mesafe
mevcuttur. Her gün İzmir’den Aydına giden trenden başka İzmir’den Gaziemir’e,
Gaziemir’den İzmir’e günlük birkaç tren daha kalkmaktadır. İzmir’den Gaziemir is-
tasyonuna birinci mevki ulaşım bileti ücreti 4 kuruş, ikinci mevki 2,5 kuruştur.
Mevsime göre değişen şimendifer tarifelerinden yaz mevsimine mahsus olan
tarife aşağıdaki gibidir:
Tablo 3. İzmir’den Gaziemir’e ulaşım sabah treni
1 İlgili kaynakta toplam rakam 381.600 olarak verilmiş olmasına rağmen bizim hesaplamamızda top-
lam rakam 394.181 olarak tespit edilmiştir.
810
PROF. DR. ZEYNEL ÖZLÜ ABDULLAH KARA
8 30 Her gün
10 45 Yalnız Pazar günleri
811
20. YÜZYIL BAŞLARINDA AYDIN VİLAYETİNDE KURULAN BİR MEKTEP:
SEYDİKÖY ZİRAAT MEKTEBİ
812
PROF. DR. ZEYNEL ÖZLÜ ABDULLAH KARA
Okulun eğitim süresi iki yıl olup, sınıflar 20 kişi olarak belirlenmiştir. Okulun
toplam mevcudu 40 kişidir. Okulda öğrencilere hem teorik hem de pratik eğitim ve-
rilmiştir. Bu amaçla günün yarısı teorik eğitime diğer yarısı ise pratik eğitime ayrıl-
mıştır. Öğrencilerin kendilerini geliştirmeleri için okulda zaman zaman konferanslar
organize edilmiştir. Öğrencilerin okulda öğrendiklerini gerçek hayatta da uygulama-
ları istenmiş bu amaçla öğrenciler zirai müessese ve fabrikalara 1 aylığına staja (tat-
bik-i ziyaret) gönderilmiştir. Ayrıca mektebin müzehanesinde bulunan çeşitli tohum,
bitki, maden, tehlikeli haşere ve hayvanlar, bağcılık, bahçıvanlık ve zirai sanatlara
ilişkin alet ve edevat ile mektebin kütüphanesinde bulunan ziraatla ilgili kitap ve ri-
saleler öğrencilerin hizmetine sunulmuştur.
ÖĞRENCİLERİN OKULA KABUL ŞARTLARI
Seydiköy bağcılık ve bahçıvanlık mektebi ücretsiz olup, gece eğitimi yap-
maktadır. Mektebe kabul edilecek talebenin sayısı belli ise de, her sene kaç kişi alı-
nacağı mektep müdürlüğünce yeniden belirlenmektedir. Öğrenci sayısı belirlendikten
sonra gazetelerle kamuoyuna ilan edilerek aşağıdaki şartlar doğrultusunda öğrenci
alımı yapılmaktadır.
Öğrencide aranan şartlar şu şekilde tespit edilmiştir:
Okula kayıt için öğrenciden istenen belgelerin Ağustos ayının 15’ine kadar
mektep müdüriyetine teslim edilmesi şart koşulmuştur. Öyle ki; Ağustosun 15’inden
sonra yapılacak müracaatların kesinlikle kabul edilmeyeceği ayrıca belirtilmiştir.
Mektebe kontenjandan fazla başvuru olduğu takdirde bir sınav (müsabaka imtihanı)
yapılacağı belirtilmiştir.
813
20. YÜZYIL BAŞLARINDA AYDIN VİLAYETİNDE KURULAN BİR MEKTEP:
SEYDİKÖY ZİRAAT MEKTEBİ
Sınav için şu derslerden sınav yapılmıştır: Türkçe’den Kıraat, imlâ ve hüsn-
ü hât ayrıca Hesab, İmal-i Erbaa, Coğrafya-yı Osmani (Osmanlı Coğrafyası) ve tarih-
i Osmani (Osmanlı Tarihi). Müsabaka imtihanında öğrencilerin puanlarının eşit ol-
ması durumunda öğrencilerden Türkçesi daha kuvvetli olan tercihen kabul edilecek-
tir.
Müsabaka imtihanının yapılacağı tarih ve yer ayrıca gazetelerde ilan edildi-
ğinden, dilekçe yazanların belirtilen tarihte İzmir’de ziraat müderrisinin odasında bu-
lunmaları istenmiştir.
814
PROF. DR. ZEYNEL ÖZLÜ ABDULLAH KARA
815
20. YÜZYIL BAŞLARINDA AYDIN VİLAYETİNDE KURULAN BİR MEKTEP:
SEYDİKÖY ZİRAAT MEKTEBİ
SONUÇ
816
PROF. DR. ZEYNEL ÖZLÜ ABDULLAH KARA
KAYNAKÇA
AK, Musa, II. Meşrutiyet Dönemi’nde Meslekî Ve Teknik Eğitim Okulları (1908-
1918), Yüksek Lisans Tezi, Pamukkale Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Denizli,
2006.
ERGENÇ, Özer, “ XVIII. Yüzyıl’da Osmanlı Sanayi ve Ticaret Hayatına İlişkin Bazı
Bilgiler”, Belleten, C.III, S. 203, T.T.K. Yayınevi, Ankara, 1988.
Yıldırım, Mehmet Ali, “Osmanlı’da İlk Çağdaş Zirai Eğitim Kurumu Ziraat
Mektebi (1847-1851)”, OTAM, S. 24, 2008.
817
20. YÜZYIL BAŞLARINDA AYDIN VİLAYETİNDE KURULAN BİR MEKTEP:
SEYDİKÖY ZİRAAT MEKTEBİ
818
EKLER
819
820
FOTOĞRAFLAR
821
822
823
824