Yüzyılda Marksizm - Genel Bir Giriş

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 357

D a r y l G l a s e r - D a v id M .

W a l k e r

20. YÜZYILDA

MARKSİZM
----------------------------------------------------------------------- --------------------------------------------

versus
2

to
O
K
c
N

00 5
I— H « >

N
t
versus
M arksizm i O kum ak
20. Yüzyılda M arksizm G enel Bir Giriş
Editörler: Daryl Glaser —David M. Walker
Sungur Savran’ın Önsözüyle

Özgün Künye:
Twentieth-Century Marxism - A Global Introduction
© Routledge, 2007

Yayına Hazırlayan:
Sungur Savran

Çeviri:
Burak Gürel, O nur Koyunlu, Sungur Savran

Kapak Tasanmı
İlknur Kavlak

Sayfa Düzeni
İlknur Kavlak

Baskı
Ayhan Matbaası
0212 445 32 38

ISBN: 978-605-5691-31-8

VERSUS KİTAP Ocak 2011


© H er hakkı mahfuzdur.

Albay Faik Sözdener Sk.


Benson İş Merkezi No:21/2
Kadıköy / İstanbul 34710
Tel: 0 216 418 27 02 (pbx) Faks: 0 216 414 34 42

www.versuskitap.com
versuskitap @versuskitap.com
20. Yüzyılda
Marksizm
Genel Bir Giriş

Editörler:
Daryl Glaser - David M. Walker

Sungur Savran’ın Önsözüyle

Çeviri:
Burak Gürel, O nur Koyunlu, S u n gu r Savran
içindekiler

Önsöz
20. Yüzyıl M arksizm inin M irası
Sungur Savran

Giriş
David Walker

I.BÖLÜM

1- Lenin ve M arksizm
S ınıf M ü cad elesi, P o litik a n ın Teorisi
ve T e o rin in P o litik a sı
Alan Shandro

2- Sol Kom ünizm


Rosa L u x em b u rg ve Lev T rotskiy:
Bir K a rşıla ştırm a
lan D. Thatcher

3- Sağ M arksizm
Jule s Townshend

4- Sovyet ve Doğu Bloku M arksizm i


Mark Sandle
5- Avrokom ünizm
Rick Simon

6- Batı M arksizm i 143


Joseph Femia

7- Afrika M arksizm i’n in M om enti 173


Daryl Glaser

8- M arksizm i Asya’nın K oşullarına Uygulam ak 205


Mao Zedong, Ho Şi Minh ve Marksizmin ‘Evrenselliği’
N ick Knight

9- Latin Am erika’da M arksizm 221


Latin Am erika M arksizmi?
Ronaldo Munck

III.BÖLÜM

10- M arksizm ve Sosyalizm 249


Howard Chodos

11- M arksist Teori, M arksist Pratik 275


Daryl Glaser

12- M arksizm ler ve K apitalizm ler 297


Birikimin Mantığından Sınıf Yapılarının
Eklemlenmesine
Yahya M. Madra ve Fikret Adaman

13- M arksizm ve Yöntem


Daniel Little
Katkıda Bulunanlar

Fikret A dam an Boğaziçi Üniversitesi’nde iktisat konusunda öğretim üyesi­


dir. Araştırma alanları arasında sosyalist hesaplama tartışması, demokra­
tik planlama, katılımcı karar alma, ekolojik iktisat ve çevrenin siyasal ik­
tisadı bulunmaktadır.'Makaleleri International Review of Sociology, Studies
in Political Economy, New Left Review, Cambridge Journal of Economics,
Review o f Political Economy, Economy and Society ve Journal of Economic
Issues dergilerinde yayımlanmıştır.

How ard Chodos O ttowa’dabulunan Parliamentary Research and Information


Services (Parlamento Araştırma ve Enformasyon Hizmetleri) adlı kuru­
luşta baş analisttir. Marksizm ve diğer konular üzerine kaleme aldığı ça­
lışmaları arasında Historical Materialism, Critical Sociology ve Studies in
Marxism dergilerinde yayımlanmış makaleleri de bulunmaktadır.

Joseph Femia Liverpool Üniversitesi’nde siyaset teorisi profesörüdür. Ara­


larında Gramsci’s Political Thought (1981 ), Marxism and Democracy (1993)
ve Machiavelli Revisited’m (2004) de bulunduğu kitapların yazarıdır. Yale
ve Princeton üniversitelerinde burslu misafir araştırmacı olarak,
Floransa’daki Avrupa Üniversite Enstitüsü’nde misafir öğretim üyesi ola­
rak bulundu.
Daryl G laser önce Glasgow’daki Strathclyde Üniversitesi’nde çalıştı. Halen
Johannesburg’deki Witwatersrand Üniversitesi’nde öğretim üyesidir, ilgi
alanları arasında demokrasi teorisi, uygulamalı siyaset felsefesi ve Güney
Afrika bulunmaktadır. Politics and Society in South Africa (Sage 2001) ki­
tabının yazarıdır. Çalışmaları African Affairs, Ethnic and Racial Studies,
Ethnicities, Journal o f Southern African Studies, Global Society, Political
Studies and Review of International Studies gibi çok sayıda uluslararası ça­
lışmalar ve alan çalışmaları dergisinde yayımlanmıştır.
N ick Knight Avustralya’nın Brisbane kentindeki Griffith Üniversitesi’nin
Uluslararası İşletme ve Asya Çalışmaları Bölümü’nde Asya Çalışmaları,
Çin Siyaseti ve araştırma metodları konularında dersler vermekte­
dir. Genel olarak Çin’de Marksizm, özel olarak ise Mao Zedung’un
Marksizminin kökenleri, gelişimi ve mantığı üzerine çok sayıda eser ver­
di. Bu konu üzerine yazdığı kitaplar şunlardır: Mao Zedong on Dialectical
Materialism: Writings on Philosophy, 1937 (1990), Li Da and Marxist
Philosophy in China (1996), Critical Perspectives on Mao Zedong’s Thought
(Arif Dirlik ve Paul Healy ile birlikte) (1997) ve Marxist Philosophy in
China: From Qu Qiubai to Mao Zedong, 1923-1945 (2005). Understanding
Australia’s Neighbours: An Introduction to East and Southeast Asia (2004)
başlıklı bir kitabın da yazarıdır. Halen Çin Komünist Partisi’nin küresel­
leşmeye verdiği ideolojik tepki üzerine araştırma yapmaktadır.
D aniel Little Michigan-Dearborn Üniversitesi’nin rektörüdür. Bu üni­
versitede felsefe profesörü, Ann Arbor’daki Michigan Üniversitesi’nde
Sosyal Araştırma Enstitüsü’nde bulunan Üniversiteler-arası Politik ve
Sosyal Araştırma Konsorsiyumu’nda öğretim elemanı ve yine bu üniver­
sitede Çin Araştırmaları Merkezi’nde araştırmacı olarak çalışmaktadır.
Marksizm, bilim felsefesi, Çin araştırmaları ve iktisadi kalkınma alan­
larında çok sayıda eser vermiştir. Yakın dönemde yayımlanan kitapla­
rı arasında gelişmekte olan ülkelerin iktisadi kalkınma süreçlerine iliş­
kin bir dizi normatif konuyu ele alan The Paradox of Wealth and Poverty:
Mapping the Ethical Dilemmas of Global Development (Westview Press
2003) bulunmaktadır.
Yahya M. M adra Gettysburg Kolej i’nde iktisadi düşünce tarihi ve siya­
sal iktisat dersleri vermektedir. Journal of Economic Issues, Rethinking
Marxism, Birikim, Toplum ve Bilim, Psychoanalysis, Culture and Society
dergileri ile Kluwer Press and Black Rose Books tarafından yayımlanan
bir dizi derleme kitapta makaleleri yayımlanmıştır. Araştırma alanla­
rı iktisat metodolojisi, Marksist iktisat teorisi ve Lacancı psikanalizdir.
Halen Massachusetts’teki Amherst Üniversitesi’nde yazdığı Late neoclas­
sical economics: The Persistence of Theoretical Humanism in Contemporary
Economic Theory başlıklı doktora tezini tamamlamaktadır. Rethinking
Marxism dergisinin yayın kurulu üyesidir.

Ronaldo M unck Dublin Belediye Üniversitesi’nde Sosyoloji profesörü ve


uluslararasılaşma, kültürlerarasıcılık ve toplumsal gelişim alanlarındaki
Tema Lideridir. Aynı üniversitenin yurttaşlık ve topluluk ilişkileri strate­
jisi konularında yöneticiliğini yapmaktadır. Marksizm (Marx@2000: Late
Marxist Perspectives, Zed Books 2002) ve Latin Amerika (en yakın tarih­
te yayımlanan kitabı Contemporary Latin America, Palgrave 2003) üzeri­
ne çok sayıda eseri vardır. Yakın dönemdeki şu çalışmaları küreselleşme­
nin etkilerini incelemektedir: Globalisation and Labour: The New ‘Great
Transformation’ (Zed Books 2002); Globalization and Social Exclusion:
Towards a Tranformationalist Perspective (Kumarian Press 2004); ve
Globalization and Contestation: The New Great Counter-Movement
(Routledge 2007). İrlanda’daki küreselleşme ve göç üzerine çalışmak­
ta ve Translocations: The Irish Migration, Race and Social Transformation
Review (www.imrstr.dcu.ie) adlı derginin editörlüğünü yapmaktadır.

M ark Sandle Britanya’nın Leicester kentinde bulunan De Montford


Üniversitesi’nin İnsan Bilimleri Bölümü’nde çalışmaktadır. Rusya ve
Sovyet tarihi ile birinci sınıf öğrencilerine tarihe giriş dersleri vermek­
tedir. Yayımlanan kitapları arasında A Short History of Soviet Socialism
(1999) ve Communism (2006) bulunmaktadır. İlgi alanları düşünce ve
kültür tarihidir. Novosibirsk’in kültür tarihi üzerine bir proje konusun­
da çalışmaktadır.
Alan Shandro Kanada’nın Sudbury kentindeki Laurentian Üniversitesi’nde
siyaset felsefesi dersleri vermektedir. Science and Society dergisinin Yayın
Kurulu üyesidir. Marksist siyasi düşünce üzerine yayımlanmış bir dizi
makalesi vardır ve halen Lenin ve hegemonya mantığı konulu kitabını
tamamlamaktadır.
Rick Simon Nottingham Trent Üniversitesi’nde Avrupa Siyaseti alanında
kıdemli okutmandır. Demokratikleşme süreçleri ve Rus devletinin do­
ğası ile ilgilenmektedir. Labour and Political Transformation in Russia and
Ukraine (2000) kitabının yazarıdır.

Ian D. Thatcher Brunei Üniversitesi’nde Modern Avrupa Tarihi okutma­


nıdır. Yakın dönemde yayımlanan kitapları arasında Trotsky (2003),
Late Imperial Russia: Problems and Prospects (2005) ve Reinterpreting
Revolutionary Russia (2006) bulunmaktadır.

Jules Tow nshend Manchester Metropolitan Üniversitesi’nde siyaset teo­


risi profesörüdür. Simon Tormey ile birlikte yazdığı Key Thinkers, from
Critical Theory to Post-Marxism (Sage 2006) başlıklı bir kitabı vardır.

David W alker Newcastle Üniversitesi’nde siyaset teorisi dersleri vermekte­


dir. Marx, Methodology and Science (2001) ve Daniel Gray ile birlikte yaz­
dığı An Historical Dictionary of Marxism (2006) başlıklı kitapları yayım­
lanmıştır.
Teşekkür

Bir makaleler derlemesi, diğer türdeki kitapların


çoğundan daha çok işbirliğine dayanan bir
çabadır. Öncelikle yaptıkları katkının kalitesinden
ve çalışmalarının yayımlanmasına değin geçen
uzun süreçte gösterdikleri sabırdan ötürü
yazarlarımızın tümüne teşekkür ediyoruz. Projeye
en başından itibaren dahil olup gelişiminde büyük
katkıları olan Howie Chodos’a özellikle teşekkür
borçluyuz. O nun bilgisi, dirayeti, çalışkanlığı
ve dostluğu bu kitabın oluşumunda hayati rol
oynayan unsurlar oldu.
İhtiyacımız olduğunda yardımını esirgemeyen
Lucy Robinson’a, ayrıca Craig Fowlie, Natalja
M ortensen, Andrew R. Davidson a ve Routledge
ve Prepress Projects’teki herkese bu metnin
basılı bir kitaba dönüşmesi sürecindeki büyük
emeklerinden ötürü teşekkür ederiz.
Ö n söz
20. Yüzyıl M arksizm inin Mirası
Sungur Savran

Sosyalizmin güncel sorunlarım dert edinenler için elinizdeki kitap bir ha­
zine. Her bir yazısı, sayfası ya da satırı bizi doğru bilgilerle donattığı ve ay­
dınlattığı için değil. Bir makaleler derlemesinin, hele çok geniş bir yelpaze­
ye yayılmış ve her biri uzmanlık isteyen konular hakkında yazılmış yazıla­
rı bir araya getiren derlemelerin bütün yazılarının ne aynı doğrultuda ol­
maları beklenebilir, ne de aynı kavrayış düzeyinde. Bu kitapta yer alan ma­
kaleler arasında da son derecede önemli ve derin hakikatlere değinenler de
var, konusunun temel bilgilerini sağlarken okuyucuyu daha derin bilgi ar­
zusuyla başbaşa bırakan da, okuyucusunu ciddi biçimde yanıltan da. Ama
bütün eşitsizliğine rağmen, bu kitap Marksizmi ve sosyalizmi ciddiye alan,
bunların bugün içinde bulunduğu durum u kavramaya çalışan, buradan ile­
ri doğru nasıl yürünebileceği sorusunu dert edinen insanlar için bir hazine.
Çünkü kimini daha iyi tamsak da, kimini çok az bildiğimiz konuları (Afrika
Marksizmi hakkında bugüne kadar ne bilirdiniz ki?) en temel verileriyle su­
nuyor bu kitap. Bize, 20. yüzyıl Marksizminin bugüne, 21. yüzyılın yeni ku­
şaklarına bıraktığı mirası anlamanın ilk kilometre taşlarını sağlıyor. Bu ba­
kımdan elinizdeki kitabın Türkçe’de bir benzeri olmadığını söylemek müm­
kündür.
Peki, neden bu kadar önemli 20. yüzyıl Marksizminin yeni kuşaklara bı­
raktığı mirasın ne olduğunu öğrenmek? Bu kitabın önemini tartışmaya bu­
radan başlayabiliriz. Ancak bu soruya doğru cevap verebilirsek, 20. Yüzyıl
M arksizm i ’nin genç kuşaklara, hatta 20. yüzyılın önemli bir bölümünü yaşa­
mış kuşaklardan insanlara getirebileceği yararı kavrayabiliriz. Öyleyse önce
bu soruyu cevaplamaya çalışalım.

20. Y üzyıl M ark sizm in in M irası


N ed en Ö nem Taşıyor?

Marksizm açısından bakıldığında, 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında be­
lirgin bir rol bölüşümü mevcuttur. 19. yüzyıl Marksizmin bir teori, bir si­
yasi program, bir siyasi hareket olarak temellerinin atıldığı yüzyıldır. Bu
temel atma işinde sembolik yıllar belki de 1848, 1867 ve 1889’dur. 1848
Marksizmin ya da komünizmin ilk uluslararası programının ilan edildi­
ği yıldır. Marx ve Engels’in Komünistler Ligası için kaleme aldığı ve o yıl
yayınlanan ünlü Komünist Manifesto, ana hatlarıyla hâlâ bütün dünya ça­
pında Marksizmin en temel metinlerinden biri olarak kabul edilir. 1867,
Marksizmin toplum un bilimsel bir teorisi olma iddiasının en gelişkin ürü­
nünün günyüzüne çıktığı yıldır: Marx’in o yıl yayınlanan Das Kapital adlı
eseri, bir yandan modern çağın bütün toplumsal koşullarını tanımlayan ka­
pitalist üretim tarzının temel ilişkilerini analiz eder ve bu üretim tarzını in­
sanlığın tarihsel gelişme öyküsünün içerisine yerleştirirken, bir yandan da
kapitalizmin nasıl tarihsel olarak geçici olduğunu ve gelişmesi içinde bir sı­
nıfsız toplum niteliğiyle komünizmi hazırladığını bilimsel argümanlarla or­
taya koymuştur.
Önce program, ardından en gelişkin haliyle teori, sonra parti. 1864’te
kurulan, Marx’in da yöneticilerinden olduğu, (Birinci Enternasyonal ola­
rak anılan) Uluslararası İşçi Birliği, henüz Marksist bir örgüt değildi.
İçinde anarşizmden düpedüz sendikacılığa kadar bir dizi akımı barındırı­
yordu. 1876’da çöküşü de büyük ölçüde bu akımlar arasındaki iç çekişme­
nin ürünü olmuştu. Ama 1889’da, Marx’in ölümünden (1883) sonra kuru­
lan İkinci Enternasyonal, kısa süre içinde kendini Marksist olarak ilan ede­
cektir. Böylece, 19. yüzyılın sonuna yaklaşılırken Marksizmin temelleri bü­
tün alanlarda atılmış olmaktadır. Modern komünizmin ikinci kurucu atası,
Marx’in yakın çalışma arkadaşı Friedrich Engels 1995’te hayata gözlerini ka­
pattığında Marksizm artık sadece düşünce planında değil, maddi bir varlık
olarak da uluslararası planda bir güçtü. Elbette Marksizmin bir düşünce akı­
mı olarak da, uluslararası bir siyasi örgütlenme olarak da sayısız sorunu var­
dı. Ama temel atılmış ve tutmuştu. Bu temellerdedir ki, 20. yüzyılda sosya­
lizm ya da komünizm maddi bir gerçeklik olarak dünyanın çok büyük bir
bölümüne yayılacaktır.
20. yüzyıl Marksizminin önemi ise, bu teorik, programatik ve örgütsel
temellerin üzerinde Marksizmin pratik hayata uygulanması ve sınanma­
sından ileri gelir. 20. yüzyıl, Marksizmin programını gerçekleştirmek üze­
re kurulan partilerin, Marksist partilerin birer aktörü olduğu devrimlerin,
bu devrimler arasında zafere ulaşanların kurduğu sosyo-ekonomik düzenle­
rin ve politik rejimlerin ve gerek bunların, gerek kapitalizmin gelişmesi ve
dünyaya yayılması sonucunda ortaya çıkan tablonun anlaşılmasına yönelik
Marksist teorik çabaların sınandığı yüzyıl olmuştur. 20. yüzyıl, Marksist si­
yasi hareket içinde dünya çapında çeşitli akımların ortaya çıktığı yüzyıldır:
sosyal demokrasi, resmi komünizm, Trotskizm, Maoizm, Castroizm ya da
Guevaracılık değişik biçimlerde Marksizmin teori ve programından esinlen­
miş akımlar olarak 20. yüzyıl tarihinde yerlerini almışlardır. 20. yüzyıl bun­
ların sınandığı yüzyıldır.
20. yüzyıl aynı zamanda sosyalist devrimlerin yüzyılıdır. Evet, tarihin ilk
sosyalist devrim girişimi 1871 Paris Komünü olarak görülmüştür hep. Ama
sosyalist devrimler esas olarak 20. yüzyılın bir olgusudur. Kimi başarılı ol­
muş ve kapitalizmden farklı bir toplumsal düzenin kurulması ile sonuçlan­
mıştır: Rusya’da Ekim Devrimi (1917), Balkanlar’da Yugoslav ve Arnavutluk
devrimleri (1944-1945), Vietnam Devrimi (1945), Çin Devrimi (1949), Kore
Devrimi (1950), Küba Devrimi (1959), belki Nikaragua Devrimi (1979) vb.
vb. Kimi ise büyük işçi ve köylü kitlelerini harekete geçirmekle ve kapitalist
toplumu iliklerine kadar sarsmakla birlikte zafere ulaşamamıştır: doğrudan
sosyalist karakteri baskın olmayan sömürge devrimlerini vb. bir kenara bıra­
kacak olursak, Alman Devrimi (1918-23), İspanya Devrimi (1931-39), tarih
yazımına henüz “devrim” olarak geçmemiş olsa da İkinci Dünya Savaşı so­
nunda Yunanistan, İtalya ve Fransa’da yaşanan siyasi altüst oluşlar, Bolivya
Devrimi (1953), Portekiz Devrimi (1974) ilk akla gelen örneklerdir. Tarihsel
gelişmede devrimlerin belirleyici bir yeri olduğunu öğretisinin merkezine
yerleştirmiş olan Marksizmin bu devrimler karşısında ve içinde verdiği sı­
nav, Marksizmin dünyayı anlamakta ve değiştirmekte ne kadar yeterli oldu­
ğunun sınandığı ikinci alan olarak düşünülmelidir.
Sosyalist devrimlerin ürünü olarak ortaya çıkan, kendine “sosyalist”, “ko­
m ünist” veya “halk demokrasisi” adını takan politik rejimler ve onların in-
şaşına giriştiği sosyoekonomik yapılar 20. yüzyıla bütünüyle damgasını vur­
muştur. İlk muzaffer proleter devrimi olan Ekim Devrimi’nden doğan Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), 20. yüzyılın tamamına damgasını
vurmuş bir tarihsel devdir. Geçtiğimiz yüzyılın tarihini ve dolayısıyla günü­
müzün dünyasını yalnızca kapitalizmin ekonomik, politik, kültürel vb. alan­
larda yaşadığı değişimler temelinde anlamaya çalışmak solda son derecede
yaygındır, denebilirse evrensel olarak kabul gören bir yaklaşımdır ve bütü­
nüyle yanlıştır. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere, kapitalizmin ilga edilme­
si (ortadan kaldırılması) sonucunda doğan toplum ve devletlerin dünya eko­
nomisi ve politikası içindeki yerinin ve bunların kapitalist toplumlar üze­
rindeki etkilerinin anlaşılmasından bağımsız olarak, ne 20. yüzyıl tarihin­
den ne dünyanın bugünkü durum undan hiçbir şey anlaşılamaz. Öyleyse, bu
toplumların ve devletlerin yapısı, dinamikleri, karakteri, zaman içindeki ev­
rimi ve büyük çoğunluğunun 20. yüzyıl sonunda çöküşünün derinlemesi­
ne kavranması dünya tarihsel bir öneme sahiptir. Birazdan göreceğimiz gibi,
Marksizmin kendisinin sınanmasının en zorlu alanı da budur.
Nihayet, Marksist teorinin kendisi 20. yüzyıl boyunca gerek kapitalizmin
çehresinde yaşanan değişiklikler, gerekse sosyalist devrimler ve bu devrim-
lerin ürünü olan devletler karşısında büyük bir sınavdan geçmiştir. 20. yüz­
yıl bu bakımdan da Marksist teori açısından bir sınav önemi olmuştur.
Bugün, 21. yüzyılın başında geriye dönüp baktığımızda, Marksizmin, ger­
çek dünyaya uygulanmasının laboratuvarı olmuş olan 20. yüzyıl sınavından
nasıl çıktığı sorulsa, siyasi ve ideolojik eğilimi ne olursa olsun, teori, ideo­
loji, politika işlerine ilgi duyan insanların ezici çoğunluğunun Marksizmin
bu sınavdan geçemediğini söyleyeceği aşikârdır. Dikkat edilsin, siyasi ve
ideolojik eğilimi ne olursa olsun diyoruz, yani 20. yüzyılın bir aşamasında
Marksizme bütünüyle angaje olmuş, bütünüyle inanmış insanların da bü­
yük çoğunluğundan söz ediyoruz. Bunu biz söylemiyoruz, o insanların pra­
tik evrimi söylüyor. “Sosyalist” diye bilinen ülkelerin vatandaşlarının ço­
ğunluğu “kom ünizm ” diye bildiği şeyden nefret ediyor (ama bir yandan da
ironik biçimde artık yıkılmış olan bu düzenin işçi ve emekçiler açısından ne
kadar önemli kazanımlar içerdiğini, kapitalizmin dünyasını tanıdıkça daha
fazla fark eder oluyor). Kapitalist dünyada, ister gelişmiş emperyalist ül­
kelerde, ister Türkiye gibi emperyalizmin hakimiyetindeki ülkelerde, eski­
den Marksizme bağlı olan, sosyalist veya komünist olarak bilinen partiler­
de faal olan insanların büyük çoğunluğu, partileriyle birlikte Marksizmden
uzaklaşıyor. Sosyal demokrasiye, sivil toplumculuğa, yeşil harekete, anarşiz­
me, yeni toplumsal hareketlere, kimlik politikasına angaje oluyor. Bütün 20.
yüzyıl boyunca (iktisat gibi bazı disiplinler dışında) en ileri kapitalist ülke­
lerde dahi aydınlar dünyasında belirli bir hegemonik ağırlık kazanmış olan
Marksizm, teori, felsefe, sanat ve bilim dünyasında yerini postmodernizme,
post-Marksizme, sol liberalizme ve benzeri akımlara terk etmiş durumda.
Dünyanın büyük bölümü Marksizme sırtını çevirmiş bulunuyor. Bu gerçek­
likle yüzleşmeksizin, geleceğin sosyalizmi kurulamaz.
Marksizmin dünya çapındaki bu büyük prestij yitiminin ardında ne yat­
tığını, belki bugün düşünce dünyasına gelen en genç kuşaklar hariç her­
kes az çok biliyor. 20. yüzyıl boyunca yaşadıkları çalkantılı, iniş çıkışlı ve
Marksizm açısından çok tartışmalı gelişmeden sonra, kendilerine “sosyalist”
diyen rejimler yüzyılın sonunda büyük bir çöküntüye uğradılar. 1989’da
Doğu Avrupa’da “Sovyet Bloku” olarak bilinen alanda yer alan bütün ül­
kelerdeki (Polonya, Çekoslovakya, Doğu Almanya, Macaristan, Romanya,
Bulgaristan) rejimler, kelimenin en has anlamıyla çöktü. Bunu 1991’de bü­
tün dünyada sosyalizmin ilk ve en önemli kalesi olarak görülen Sovyetler
Birliği’nin hem çöküşü, hem de dağılması izledi. Eskiden federal bir sistem
altında Rusya, Ukrayna, Belarus’tan Kafkaslardaki Azerbaycan, Ermenistan,
Gürcüstan’a, Baltıklardaki Letonya, Litvanya ve Estonya’dan Orta Asya’daki
Türki cumhuriyetlere kadar devasa bir alanı kapsayan Sovyetler Birliği, bu­
gün Bağımsız Devletler Topluluğu diye bilinen gevşek bir ağ içerisinde ilişki
içinde olan sayısız bağımsız devlete bölündü. SSCB’nin dağılışını Arnavutluk
rejiminin çökmesi ve Yugoslavya’nın bütün 1990’lı yıllara, hatta günümüze
kadar uzanan, kanlı bölünmesi ve çöküşü izledi. 20. yüzyıl sona ererken
Avrupa’da kendine “sosyalist” etiketini takan tek bir ülke kalmamıştı!
Dünyanın başka yerlerinde durum biraz farklıydı: Çin hâlâ bir “halk cum­
huriyeti” idi. Vietnam hâlâ bir “sosyalist cumhuriyet” idi. Küba hâlâ sosya­
lizm ile övünüyordu vb. Ama bir-iki istisna ile buralarda da çürüme içten içe
yaşanıyordu. Çin, ta 1979’da başlayan bir süreç sonunda “dünyanın atölye­
si” olarak anılan, ucuz işgücü temelli bir ihracat ekonomisi haline gelmişti.
Vietnam aynı yolun yokuşuydu. Dünya çapında sosyalistlere genellikle en
fazla moral veren Küba’da bile, son günlerde bir bomba gibi patlayan, özel
sektörün (başlangıçta küçük burjuva biçimler altında) gelişmesinin önünün
açılacağı ve kamuda çalışan işçilerin yüzde 10’unun işine son verileceği ha­
berleri ile çözülmenin önünün açılmaya başladığı anlaşılıyor.
İlginç bir durum ile karşı karşıyayız. 19. yüzyıl Marksizmin hem teorik
hem de pratik bakımdan temellerinin atılması sürecinin tamamlandığı yüzyıl
oldu dedik. Teorik kuruluş Marx’ın hayat süresi içinde (1818-1883) gerçek
büyük atılımım yapmıştı. Pratik kuruluş için ise ikinci Enternasyonal’in ku­
rulduğu 1889 yılını dönüm noktası olarak almıştık. 20. yüzyılı Marksizmin
bu temeller üzerinde yükseldiği, uygulamaya konulduğu ve sınandığı yüz­
yıl olarak niteledik. 20. yüzyıl uygulaması (savaşın patlak verdiği yıl olan
1914’te sosyalist/Marksist harekette yaşanan bölünmeye sonra dönmek üze­
re) tarihin bugüne kadar gördüğü en önemli işçi devrimi olan 1917 Ekim
Devrimi ile başladı, dünya tarihsel bir anlamı olan Çin Devrimi (1949) ile
yeni doruklara tırmandı ve artık “sosyalist” denen rejimlerin iflasının simge­
si haline gelmiş olan Berlin Duvarı’nın çöktüğü 1989 yılında sona erdi. Yani
İkinci Entemasyonal’in kurulduğu 1889’dan 20. yüzyıl sosyalist inşa dene­
yiminin çöktüğü 1989 yılına kadar yüz yıllık bir tarih var elimizde.
21. yüzyılın sosyalist/komünist/Marksist hareketinin ayağa kalkışı, bu
yüz yıllık tarihin anlaşılmasına bağlıdır. Bu yüz yıllık tarih gerçek bir sos­
yalizm laboratuvarı haline getirilemezse yeniden sağlıklı bir sosyalist hare­
ket kurmak m üm kün değildir. Bugün sosyalistlerin ve yukarıda kısaca özet­
lenen deneyim dolayısıyla Marksizmden kopmuş eski sosyalistlerin ezici ço­
ğunluğu, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada, bu yüz yıl boyunca yaşa­
nan süreci bütünüyle unutmaya ve unutturmaya çalışmaktadır. Sanki bizi
çürümüş bir cesetle bir odaya kapatmışlar ve çoğumuz başımızı korku için­
de başka tarafa çeviriyoruz. Oysa çürümenin kokusu arşı âlâyı sarmıştır!
Şanlı Sovyetler Birliği halkının bütün Avrupa ve Ortadoğu’nun fuhuş sektö­
rünü beslediğini herkes görüyor! İnsanlığın beşte birini sefaletten kurtaran
Çin Devrimi’nin ürünü olan devletin dünyanın en büyük ucuz işçi cenneti­
ni yarattığını cümle alem biliyor!
Mesele sosyalizmin prestijinin bugün dünya çapında yerlerde sürünü­
yor olmasından da ibaret değildir. Geçmişi bu kadar önemli başarısızlıklar­
la dolu olan bir sosyalist hareket, bunlarla hesaplaşmadığı, başarılarının ve
başarısızlıklarının bir bilançosunu çıkarmadığı, bütün bunların ardında ya­
tan dinamikleri hiçbir şeyi özürlemeye girişmeden, soğukkanlı bir biçimde
analiz etmediği takdirde, 20. yüzyılda yaşanmış felâketin 21. yüzyılda da ya­
şanmasına rıza gösteriyor demektir. Bu tekerrürü önlemek için ne yapılması
gerektiğini keşfetmek, bugün Marksist/sosyalist hareketin en temel sorum ­
luluklarından biridir. Üstelik bu sadece teorik bir keşif sorunu değildir; aynı
zamanda işçi sınıfının ve onunla birlikte insanlığın ezici çoğunluğunun ger­
çek bir kurtuluş yolunda yürüyebilmesi için devrimci Marksist programın
da güncellenmesi, yaşanan soyalist inşa deneyimi ve onun iflası ışığında zen­
ginleştirilmesi demektir.
Kısacası, gerçekliğe gözümüzü kırpmadan bakma cesaretini göstereme­
dikçe, geleceği kurabileceğimizi düşünmemeliyiz.
Öyleyse, 20. yüzyıl Marksizmini anlatmaya ve anlamaya çalışan herhan­
gi bir çabanın ilk görevi, Marksizmin bayrağı altında girişilen devrimlerin ve
sosyalist inşa deneyimlerinin neden çöktüğünü araştırmaktır.

20. Yüzyıl M arksizmi M irası N a sıl Anlatıyor?

Elinizdeki kitap doğrudan doğruya bu soruya yanıt aramamakla birlikte


bu amaçla kullanılabilecek büyük miktarda malzeme sunuyor. Kitaptaki bi­
rinci kısım, 20. yüzyılda Marksizmin ve sosyalist inşa deneyimlerinin geliş­
mesine damga vurmuş olan ana akımları özellikle yüzyıl başındaki bölün­
meler temelinde ayrıntılı olarak ele alıyor. İlk bölüm gayet doğru bir seçimle
Lenin’e ayrılmış. 21. yüzyılın başında, Marksist hareket içinde dahi çoğun­
luğun sırtını döndüğü Lenin hakkında bu kadar iyi bir yazıyı okuyucu kolay
kolay okuyamaz. Alan Shandro’nun yazısı gerek üslubu, gerekse felsefi bir
derinlik taşıması bakımından okunması kolay olmayan, ama dikkatle okun­
duğu takdirde insana çok şey kazandıracak bir makale.
Lenin’den sonraki üç bölüm, bir bakıma 20. yüzyıl işçi hareketinin üç ana
akımının öncülerini ele alıyor. Bu üç ana akım, sosyal demokrasi, “kom ü­
nizm ” adıyla bilinen Stalinizm ve devrimci Marksizmdir. İkinci bölüm, dev­
rimci Marksizmin Lenin’le birlikte en önemli öncüleri olarak görülebilecek
olan Lev Trotskiy ve Rosa Luxemburg üzerine. Bu üç devrimci önder ve te-
orisyen, ikinci Enternasyonal içinde devrimci kanadın en önemli temsilcile­
ridir. Ayrıca Trotskiy, erkenden hayata gözlerini yuman öteki ikisinden fark­
lı olarak bu üçlü arasında Sovyetler Birliği’nin 1930’lu yıllarda bürokrasinin
sultasına girmesini gören tek devrimci önder olmuştur. Bu bağlamda, bü­
rokrasinin siyasi temsilcisi Stalinizme karşı mücadele bayrağını açarak 20.
yüzyılda devrimci Marksizm olarak anılabilecek tek uluslararası akımı ku­
ran kişidir.
Bölümün yazari lan Thatcher’ın bu iki tarihsel şahsiyetin temsil ettiği akı­
ma “sol kom ünizm ” adını takmış olması biraz yanıltıcı. Çünkü “sol komü-
mizm” Lenin’in 1920 tarihli ünlü Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı baş­
lıklı kitabında eleştirdiği, genellikle taktik esneklikten yoksun, uzlaşmaz,
parlamenter yöntemlere uzak duran, birleşik işçi cephesi taktiklerine yani
reformist işçi partileriyle geçici işbirliği yöntemlerine yabancı bir anlayışa
verilen bir addır. Rusya’da o aşamada Buharin ve arkadaşlarının kullandı­
ğı, Lenin’in uluslararası planda “konsey komünistleri” diye bilinen akıma
da atfettiği bir ad. Ne Trotskiy ne de Luxemburg kendi kişisel tarihçelerinin
herhangi bir aşamasında bu ada sahip çıkmamış ve bu adla anılmamışlardır.
Trotskiy sol komünistlerin karşı çıktığı birleşik işçi cephesinin Lenin’le bir­
likte mucididir. Bu ad karışıklığı dışında, bölümün yazarı lan Thatcher belli
ki Lenin’e karşı belirli önyargılar taşımaktadır, ama Trotskiy ve Luxemburg
hakkında verdiği bilgiler son derecede önemlidir.
Üçüncü bölüm, İkinci Enternasyonal içinde Lenin, Trotskiy ve
Luxemburg’un karşısında yer alan sağ kanat üzerinde duruyor: Almanya’da
Kautsky ve Bernstein, Rusya’da ise Menşevikler. Bölümün yazarı Jules
Townshend’in sağ kanada sempatiyle yaklaşması bu kanadın uluslararası
işçi hareketine verdiği zararı gözlerden gizleyecek etkiler yaratabilir. Bütün
sempatisine rağmen yazar gerek Kautsky’nin gerekse Menşeviklerin aslın­
da yanıldıklarını itiraf etmek zorunda kalıyor. Kautsky için şu cümleyi yazı­
yor: “Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ortaya çıktığı üzere, yo­
ğun toplumsal ve siyasi çatışmaların yaşandığı durumlara uygulanamaya­
cak türden bir iyi gün formülü üretmişti.” Sonra da ekliyor: “Şiddet sorunu­
nu ele almayı ve parlamentarizmin sınırlılıklarını teslim etmeyi reddetmesi
sosyalizme geçiş perspektifi bakımından onu etkisiz kılıyordu.” Bu cümle­
ler, Kautsky’nin kapitalizmin yarattığı çelişkileri ve sınıf mücadelesinin üret­
tiği patlamalı sonuçları karşılayamayacak bir çerçeveye sahip olduğunu iti­
rafıdır. Zaten Lenin ile Trotskiy’in Kautsky’de eleştirdiği de tam da budur!
Townshend, Menşevikler hakkında da şu itirafta bulunuyor: “Özetle
Menşevikler, soyut devrimci şablonlarına neredeyse hiç uymayan olayla­
rın kıyısında kaldılar. Rusya’yı pençesine alan iktisadi, toplumsal ve siya­
si krize verecek yanıtları yoktu ve Martov’a göre Ekim Devrimi’nin ardın­
dan ‘zeki bir fazlalık’ haline geldiler.” Görüldüğü gibi, ne Kautsky’nin ne
de Menşeviklerin çerçevesi, tarihin insanlığı içine fırlattığı büyük sarsıntı­
ları (dünya savaşı, devrim, iç savaş vb.) karşılayabilecek tıynette değildir.
Dolayısıyla, yazarın sağ kanada övgüsü bütünüyle soyut kalmaktadır.
Townshend’in incelediği sağ kanat 20. yüzyıl boyunca uluslararası işçi
hareketi içinde görülecek bir dizi eğilimin öncüsüdür. Bernstein, bugün­
kü anlamıyla sosyal demokrasinin atasıdır. (Bilindiği gibi, Birinci Dünya
Savaşı öncesinde bütün Marksistler kendilerine “sosyal demokrat” derlerdi.
Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan ayrışma sonrasında Marksistler “kom ü­
nist” adını aldı, kapitalizmi reformlarla iyileştirmeye çalışan akım ise yola
sosyal demokrat adıyla devam etti.) Kautsky’ye gelince, bütün yirminci yüz­
yıl boyunca hiç kimse bu ortayolcu düşünüre sahip çıkmamıştır. Bu konu­
da Townshend’in Kautsky’yi avro-komünizmin ve son kitabında açıkça re-
formizme doğru adım atmış olan Nicos Poulantzas’ın atası olarak zikreden
gözlemi son derecede ilginçtir.
Yukarıda Bernstein’ın günümüz sosyal demokrasisinin ilk teorisyeni ol­
duğunu belirttik. Bu, kitabın üçüncü bölüm ünün de (aynen ikinci bölü­
mü gibi) bir isimlendirme sorunu ile malûl olduğunu hatırlatıyor bize.
Bugünün sosyal demokrasisinin Marksizmle ilişkisi sadece tarihsel olduğu­
na göre, bu sosyal demokrasinin ilk teorisyeni olan Bernstein’a ne anlam­
da “sağ Marksizm” denebileceği, yani sağ sıfatıyla yumuşatılmış olsa bile
“Marksizm” denip denemeyeceği sorulmalıdır. Aslında bu kitapta sık sık
karşımıza çıkan bir biçimde Townshend kendisi Bernstein’m “Marksist” ola­
rak anılmasının yanlışlığını itiraf ediyor: “Marksizmin hemen hemen her
bir ilkesini reddetmiş olsa da Bernstein, kendini Marksizmin ‘eleştirel’ ru­
huna bağlı birisi olarak görmesi anlamında ‘Marksist’ti”. Bu Marksizm tanı­
mının yazarın kendisinden başka kimseyi doyurup doyurmayacağı merak
konusudur, ama yazıdaki şu cümle her türlü tartışmaya noktayı koyuyor:
“Bernstein, ampirik bulgular ışığında, diyalektik yöntemini, proletarya dik­
tatörlüğü projesini ve daha pek çok yönünü reddederek Marksizmin temel­
lerini ortadan kaldırıyordu.” Bu tartışma şundan önemli: Günümüzde de ör­
neğin sol liberaller, Marksizmin bütün temellerini reddettikleri halde kendi­
lerine hâlâ Marksist süsü vermeyi sürdürüyorlar. Bu, gerek düşünsel tartış­
ma, gerekse politik saflaşma açısından son derecede kafa karıştırıcı bir şey­
dir. Bu kitapta da okuyucunun bu tür karışıklıklar konusunda uyanık olma­
sı gerekiyor.
Devrimci Marksizm ve sosyal demokrasinin köklerinden sonra Birinci
Kısım, son bölümünde Stalinizm alanına giriyor. Ancak Mark Sandle bu
bölümde Stalinizm denen olguyu açıklamak yerine varsayıyor ve bunun
Sovyetler Birliği’nde düşünsel hayat ve özel olarak da Marksist teori, dokt­
rin, ideoloji ve program üzerindeki etkilerini son derecede bilgilendirici bir
tarzda inceliyor. Sandle’m bölümündeki bir ironi daha sonra anlatacakları­
mız bakımından önem taşıdığı için burada okuyucunun bu hususa dikkati­
ni çekmek istiyoruz. Sandle önce Sovyetler Birliği’nde 1930’lu yıllarda dü­
şünce hayatının tam bir cendereye sokulmasının Stalinizme atfetmenin en
çekici açıklama gibi göründüğünü belirtiyor, ama sonra ekliyor: “Ancak bu
cazibeye direnmek gerekir. Birincisi, Bolşevizmin 1920’lerdeki ‘çoğulculu­
ğu’ abartılmamalıdır. Parti içinde bir dizi konuda -kültür, sanayileşme, köy­
lü toplum unun yapısı, ulusal perspektiflere karşılık uluslararası perspektif­
ler- tartışmalar yaşanmasına karşılık, esas itibariyle bunlar SSCB’de sosya­
lizmin en iyi hangi yöntemlerle inşa edilebileceği temelindeydi. (...) İkincisi,
(...) Bolşevizm’in bir örgütsel ve siyasi ilke olarak demokratik merkeziyetçi­
liğe olan bağlılığı bir teorik sonuç yaratacaktı. Parti hattı etrafında birlik, tek
bir parti hattını gerekli kılıyordu.” Bu satırları okuyan okuyucunun, Ekim
Devrimi’ni izleyen yıllarda, hatta bütün 1920’li yıllar boyunca Sovyetler
Birliği’nde muazzam bir düşünsel canlılık yaşandığı, sanatta bin bir okul ya­
rışırken fikir dünyasında Marksizm temelinde müthiş bir tartışmanın ve de­
rinleşmenin gözlendiği ve bunun Stalinizmin hakimiyeti ile birlikte bütü­
nüyle bastırıldığı konularında bilgisiz kalması tehlikesi vardır.
Ama ironi şuradaki aynen öteki bölümlerin yazarları gibi, Sandle da
ilerleyen sayfalarda kendi kendini tekzip eder. Şu pasajı birlikte okuya­
lım: “1929’dan itibaren entelektüeller üzerinde, edebiyatta, sanatta, şiir­
de ve müzikte resmi çizgiye uymaları yönünde baskı uygulanmaya başladı.
193l ’de felsefe ve tarih, resmi ideolojinin diktası altına sokuldu. Ortodoks
Leninizm’den her türlü sapma ya da Lenin eleştirisi ağır biçimde cezalandırı­
lıyordu. Bu tür görüşlerin savunucularının görevlerinden uzaklaştırılması ve
yerlerine Ortodoksluğun savunucularının getirilmesi söz konusuydu.” Aynı
paragrafın devamı ise bir hazinedir. Teorik tartışmaların artık parti Merkez
Komitesi ve Stalin tarafından sonuca bağlanmaya başladığının örnekleri ve­
rilir. Üstelik meselenin sadece bir tekseslilik sorunu değil Marksizmin dev­
rimci içeriğinden arındırılması olduğu birkaç sayfa sonra gelen şu cümle ile
tescil edilir: “Stalin, o güne kadar elde edilenleri ve inşa edilenleri savunmak
ve muhafaza etmek için, Marksizmi bütün devrimci dönüşüm potansiyelin­
den arındırmak derdindeydi.” Bu durumda Sandle’m Stalinizmin hakimiye­
ti ile birlikte Sovyet toplum unun düşünce ve kültür hayatında nitel bir de­
ğişim yaşandığını yadsıması biraz ironik durmuyor mu? Sandle’m Stalin’in
bazı fikirlerinin kaynağını kanıt göstermeden Trotskiy’e atfetmesi bölümün
yanıltıcı bir başka yönüdür. Ama bir bütün olarak Sandle’m yazısı Sovyet
Marksizminin karakterini en can alıcı yönleriyle ortaya koymaktadır.
Birinci Kısım’da 20. yüzyıl boyunca uluslararası sosyalist hareketine dam­
gasını vuran bölünmeler anlatılırken, ikinci Kısım perspektifi değiştirerek
Marksizmin yüzyılın geri kalan bölümündeki gelişmesini coğrafi temellerde,
kıta kıta inceler. Burada Avrupa, Asya, Latin Amerika ve Afrika’da Marksizm
ve sosyalizmin tarihsel yolculuğu muazzam bir bilgi zenginliği ile sergilenir.
Bu kıtalardaki politik hareketler ile teorik yaklaşımları birlikte ele alan bu
bölümlerin dışında bir de Batı Marksizmi başlığıyla esas olarak Avrupa kıta­
sında, kısmen de ABD’de devrimci pratikten farklı bir rayda ilerleyen düşün­
sel akımların tarandığı bir bölüm de vardır. Türkiyeli okuyucu bu bölümler­
de hiçbir başka kaynakta bir arada bulamayacağı zenginlikte bir bilgi hâzi­
nesi ile karşılaşacaktır. Mao ile Marcuse, Küba Devrimi ile Frankfurt Okulu,
Sartre’m varoluşçuluktan Marksizme evrimi ile Afrika’nın Marksist örgütleri
ve rejimleri bu sayfalarda ardı ardına resmi geçit yapmaktadır. Marksizmin
20. yüzyıldaki gelişmesini coğrafi temellerde inceleyen böyle bir kısımda en
dikkat çekici eksiklik elbette “Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Marksizm” türü
bir bölümdür. Unutmamak gerekir ki, komünist adını taşıyan partiler Arap
dünyasında ve İran’da ve 1960-80 arasında Türkiye’de çok büyük bir önem
taşımışlardır.
Sözü edilen bölümlerde okuyucuyu yanıltabilecek birtakım yönle­
re işaret etmek mümkündür. Özellikle Latin Amerika bölümü, yazarının
Marksizmden uzaklaşmış olmasından muzdariptir. Ama bir bütün olarak
bakıldığında, dört kıtaya ilişkin bölümler de Marksizmin “yerlileşmesi” so­
runu ile hesaplaşırken de, bu kıtalardaki hareketin evriminde önem taşıyan
faktörleri incelerken de okuyucuya çok şey öğretecektir.
Son Kısım ise daha ziyade teori sorunlarıyla ilgilidir. Türkiyeli iki yazarın,
Yahya M. Madra ile Fikret Adaman’m ekonomi politiğin Marksist eleştirisi­
nin ana hatlarını incelediği 12. bölüm ile Marksizmin bir sosyal bilim olarak
yöntem meselelerine ilişkin 13. bölüm esas olarak teori ile ilgili iken, 10. ve
11. bölümler Marksizmin ve Marksizm temelli bir sosyalizmin geçmişte ya­
şanmış olan felaketlerin tekerrür etmemesi için nasıl bir yürüyüş hattı be­
nimsemesi gerektiğine ilişkin dersler çıkarmaya çalışmaktadır. Bu iki bölü­
mün yazarlarının ifade ettiği görüşlere sonradan döneceğiz. Ne var ki, şim­
diden belirtilmesi gereken şey şudur: 10. bölüm ün yazarı Chodos da, 11. bö­
lümün yazarı Glaser da geleceğin yolunu çizmeye çalışırken geçmişin ciddi
bir tahlilinin sağladığı bir zeminde hareket etmedikleri için önerileri bir öl­
çüde formel ve gerçeklerden kopuk kalmaktadır.
Bu son söylenen, bizi 20. Yüzyıl M arksizm i’nin, içerdiği bütün bilgi zen­
ginliğine rağmen esas sınırlılığına getiriyor. Bu kitap, Marksist sosyalizmin
20. yüzyıldan neden büyük yaralar alarak çıktığını, sosyalizm inşa deneyim­
lerinin neden büyük sorunlarla karşılaştıktan sonra çöktüğünü, Marksist
siyasi partilerin neden başarısızlığa uğradığını, kısacası Marksizmin bu­
gün neden yüz elli küsur yıllık tarihinin en zor günlerini geçirmekte oldu­
ğunu sistematik olarak ele almamaktadır. Bu da yazarların bir bölüm ünün
Marksizmin sorunlarına getirdiği cevapların bütünüyle kapitalizmin alanın­
da kalmasıyla ve geçersiz hale gelmesiyle sonuçlanmaktadır. Öyleyse, bu
Önsöz’ün esas görevine dönerek, kitabın yapmadığını yapmaya, 20. yüzyıl­
da Marksizmin neden ciddi bir başarısızlıkla karşı karşıya kaldığını kısaca
da olsa açıklamaya çalışalım.

K itabın S essizlik leri

Bu kitabın bize verebileceği çok önemli şeyleri saptadıktan sonra, şimdi


de yüzümüzü veremediklerine dönelim. Dedik ki, burada 20. yüzyıl sonun­
da Marksizmin neden ciddi bir sarsıntı geçirdiğini, sembolik bir ifade ile du­
varın neden yıkıldığını, bugün dünya çapında insanların Marksizme neden
güvenmediğini etraflı biçimde açıklayan bir çerçeve bulmak m üm kün değil.
Bu eksikliği görmeye kitapta somut olarak eksik olan bazı olguları hatırlat­
makla başlayalım.
Bu kitapta Avrokomünizm ile ilgili epeyce kapsamlı ve doyurucu bir bö­
lüm var. Esas olarak 1970’li yılların bir olgusu olan, ama Avrupa’da kom ü­
nist/sosyalist hareketin daha sonraki gelişmesi bakımından önemli bir fak­
tör olan bu akımın üç ana temsilcisi olduğu biliniyor. İtalyan, İspanyol ve
Fransız resmi komünist partileri. Bölüm, bu partilerin tarihinin 1970’li yıl­
larda Avrokomünizme dönmelerinde önemli bir rol oynadığını vurguluyor,
ama ne bu bölümde ne de kitabın başka bir yerinde İspanya Devrimi (1931-
39) yok. 20. yüzyılda Marksizmin Ispanya Devrimi olmaksızın yazılması bü­
yük bir eksiklik. Bu devrim, zafer kazanan Rus (1917) ve yenilen Alman
(1918-23) devrimlerinden sonra Avrupa’da komünizmin yeni bir atak yapa­
rak belki de Nazizmi İkinci Dünya Savaşı patlak vermeksizin, yani 60 mil­
yon insan ölmeksizin ve Holokost yaşanmaksızın yenilgiye uğratabileceği
bir dönüm noktası niteliğini taşıyordu. 1936-39 yılları arasında yaşanan iç
savaş ve devrim karşısında Stalinist Sovyet bürokrasisi, kendisine kölece ba­
ğımlı İspanyol Komünist Partisi’ni de kullanarak devrimi bastırdı, devrimin
başlıca öncüleri olan anarşistleri ve Trotskizme yakın bir parti olan POUM’u
ezdi ve sonunda Ispanya’nın Franco ordusunun çizmeleri altında ezilmesi­
ne yol açtı.
Kitapta, İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında Yunanistan’da, İtalya’da ve
Fransa’da komünist partilerine bağlı gerillaların, partizanların, direnişçilerin
Nazizme ve faşizme karşı verdikleri mücadeleden ve bunun politik sonuçla­
rından da hiç mi hiç söz edilmiyor. Bu üç ülkede de tabandaki silahlı işçi ve
köylülerin verdikleri kahramanca savaş sonucunda komünist partilerin bü­
tün ülkede hakim durumda olduğu, uzansalar iktidarı alabilecekleri, ama
Yalta’da Stalin’in Britanya başbakanı Churchill ve ABD başkanı Roosevelt ile
yaptığı anlaşma uyarınca her üçünün de Batı’nm, yani emperyalist dünya­
nın nüfuz alanına bırakılması dolayısıyla Sovyetler Birliği’ne bütünüyle bağ­
lı komünist parti önderliklerinin gerillaları silahsızlandırması ve iktidarı al­
tın tepsi içinde burjuvaziye teslim etmesi yazılmıyor.
Bu kitapta Asya’da Marksizme ilişkin bir bölüm var. Çin Mao ekseninde
bu bölümün ana konularından birini oluşturuyor. Ama Çin’de 1949 devri-
minden önce de komünistlerin başını çektiği bir devrimin (1925-27) yaşan­
dığından hiç söz edilmiyor. Bu devrim binlerce, on binlerce komünist işçi­
nin burjuva partisi Kuomintang (KMT) tarafından katledilmesiyle sonuç­
landı. Bunun nedeni, Lenin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği yönetimi­
ne adım adım hakim olmakta olan bürokratik yönelimin Çin komünistleri­
ni bu burjuva partisini desteklemek bir yana, içinde örgütlenmeye itmesiydi.
Bağımsızlığını yitiren Çin komünistleri belirleyici anda destekledikleri bur­
juva güçleri tarafından katlediliyordu. Bolşevik yaklaşıma bütünüyle aykırı
olan burjuvaziyi destekleme komünistlere ağır bir bedel ödetiyordu.
Asya bölümünde Endonezya Komünist Partisi’nin (PKI) İkinci Dünya
Savaşı ertesinde yaşadıklarına da hiç değinilmiyor. Kapitalist dünyanın tar­
tışmasız en büyük partisi olan PKI (bu, pratikte bu partinin SBKP ve ÇKP’den
sonra dünyanın en büyük üçüncü komünist partisi olması demek), Çin’de
1920’li yıllarda ağır bir bedel ödenmesine yol açan stratejiden hiç ders çı­
karılmadan Endonezya burjuvazisinin ilerici kanadıyla işbirliğine itilmiş,
1962’de burjuva hükümetine de katılmış, hüküm ette iken yaşanan bir dar­
beden sonra 1 milyona yakın kom ünist ordu ve İslamcılar tarafından katle­
dilmiş, parti neredeyse bütünüyle tarihe gömülmüştür.
Latin Amerika bölümünde 20. yüzyılda dünya ölçeğinde muhtemelen bir
hiç olan Şili sivil toplumcuları renovadores (yenilenmeciler) hareketine bir
altbölüm ayrılmış. Ama bütün Latin Amerika resmi komünist partilerinin
1930’lu yıllardan itibaren devrim öncesi Rusya’s ında Menşeviklerin savun­
muş olduğu bir stratejik yaklaşım içinde “aşamalı devrim” stratejisi çerçeve­
sinde bütün 20. yüzyılı burjuvazinin “ilerici” ya da “milli” kanadını destek­
lemekle harcadığı anlatılmıyor.
Bütün bunların ardında yatan ve 20. yüzyıl resmi kom ünist hareketine
damgasını vuran yapısal özellikten de söz edilmiyor. 1930’lu yıllardan itiba­
ren, uluslararası komünist hareket, yani bütün ülkelerdeki kom ünist parti­
ler, Sovyetler Birliği’nin dış politikasının kendi çıkarları için kullandığı bi­
rer araca dönüştürülmüştür. Bu bir ilk aşamada, Sovyet bürokrasisinin Lenin
döneminde (1919) kurulm uş olan Komünist Enternasyonal’i (Komintern)
ele geçirerek her bir partiye hakim olması ve politikalarını manipüle etmesi
biçiminde olmuştur. O denli ki, Fransız Komünist Partisi, 1929 ile 1945 ara­
sına sığışan kısacık dönem boyunca Sovyetler Birliği yöneticilerinin dış po­
litikadaki zikzaklarına bağlı olarak, önce sosyal demokrasiyi “faşizmin ikiz
kardeşi” ilan etmiş, sonra faşizmi baş düşman ilan ederek sosyal demokrasi
ile bir Halk Cephesi kurmuş, sonra SSCB-Almanya saldırmazlık paktı erte­
sinde faşizme karşı mücadelesini terk etmiş, sonra Nazi Almanyası Sovyetler
Birliği’ne hücum edince yeniden “anti-faşist” kesilmiştir!
Bütün ülkelerin komünist partilerinin tümüyle Sovyetler Birliği’nin çıkar­
larına tâbi kılınmasından sonra gelen aşama, Komintern’in kendisinin 1943
yılında ilga edilmesi olmuştur. Bu noktanın üzerinde ne kadar durulsa yeri­
dir. Marksizm, pratik politikaya müdahale etmeye başlar başlamaz bütün ül­
kelerin işçilerini, ya doğrudan doğruya ya da ulusal partiler dolayımıyla bir­
leştiren bir örgütlenme biçimi olan bir dünya partisi, bir Enternasyonal te­
melinde yürümeye çalışmıştı. Marx Birinci Enternasyonal’i, Engels İkinci
Enternasyonal’i, Lenin de Üçüncü (Komünist) Enternasyonal’i kurmuştu.
Şimdi Stalin ve hizmet ettiği bürokrasi, Lenin’in kurduğu Enternasyonal’i
tarihe havale etmekle yetinmiyordu. Stalin Komintern’in lağvedilmesinden
sonra on yıl yaşadı ve tartışılmaz liderliğini sürdürdü. Savaş sonrasında,
Sovyet Marksizmine ilişkin bölümde anlatıldığı gibi, dil felsefesinin sorunla­
rına dahi girdi, ama yeniden bir dünya partisi, bir Enternasyonal kurulması
fikrinden bile söz etmedi. Stalin sonrası Sovyet önderleri de, onların yolun­
dan yürüyen öteki sosyalist denen ülkelerin önderleri de, kapitalist ülkele­
rin resmi komünist partileri de Enternasyonal fikrini hiçbir zaman gündeme
getirmediler. Enternasyonal fikri ve pratiği sadece Lev Trotskiy’in 1938’de
yoldaşlarıyla birlikte kurmuş olduğu, esasd olarak bir kadro örgütü olarak
kalan Dördüncü Enternasyonal aracılığıyla yaşadı. 20. yüzyılda Marksizme
ne olduğunu araştıran bir kitabın, uluslararası Marksizmdeki bu kadar bü­
yük bir değişimi ele bile almaması ciddi bir eksiklik olarak görülmelidir.
Daha da ilginci, Enternasyonallerden tek bir yazının söz etmesidir. Bu ya­
zının Trotskiy ile Luxemburg hakkındaki yazı olması ise şaşırtıcı değildir!
Kitabın sessiz kaldığı bir alan daha var: “Sosyalist” etiketini taşıyan ül­
kelerde belirli aralıklarla yaşanan kitlesel isyan, ayaklanma ve devrim­
ler. Bunlardan Doğu Almanya (1953), Polonya (1956, 1970, 1979-80),
Macaristan (1956) tartışmasız biçimde işçi sınıfının sürüklediği eylemler­
dir. Yani kendisini işçi sınıfını iktidarı olarak niteleyen rejimlerde işçi sınıfı
isyanları yaşanıyor. Bunların yanı sıra, Çekoslovakya (1968) ve Çin (1989)
içinde işçilerin de yer aldığı daha geniş toplumsal ittifakların eylemleriyle
sarsılmıştır. Kitap bu konulara eğilmeye de gerek görmeyerek önemli bir ek­
sikliğe yol açıyor.
Kitabın sessiz kaldığı bazı alanlardan hareketle ulaştığımız yerde, birkaç
noktayı olgusal temelde saptamış oluyoruz. Birincisi, 1930’lu yıllardan itiba­
ren resmi komünist partiler devrimleri bazen bütünüyle yanlış bir strateji te­
melinde, bazen de Sovyetler Birliği’nin dar çıkarlarına halel gelmemesi için
kasıtlı olarak yenilgiye uğratmakta neredeyse uzmanlaşmışlardır. Oysa bu
partilerin hepsi tarihin gördüğü en devrimci parti olan Bolşevik Partisi’nin
mirasına sahip çıktıklarını iddia etmektedirler. İkincisi, uluslararası kom ü­
nist harekette bu bozulma, aynı zamanda Marksizmin enternasyonalizminin
mantıksal doruğu olan, bütün ülkelerin işçilerinin aynı dünya partisinde,
aynı Enternasyonal içinde örgütlenmesi ilkesinin açıkça ayaklar altına alın­
ması ile el ele yürümüştür. Yani 20. yüzyılda dünya çapında Marksizme sa­
hip çıkan en büyük akım, Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler içinde olan ko­
münist partilerden oluşan resmi komünist hareket enternasyonalizmi terk
etmiştir. Üçüncüsü, işçi sınıfının iktidarda olduğu ileri sürülen ülkelerde işçi
isyanları yaşanmıştır. Bunlar olgusal gerçeklerdir. Bu gerçekler, bütünüyle
yalana başvurmayan tarih kitaplarından kolayca doğrulanabilir. O halde, 20.
yüzyılda Marksizme ne olduğunu anlamak isteyen herhangi biri, fikirleri ne
olursa olsun, bunları görmezlikten gelemez. Görmezlikten gelmek bir yana,
bunları açıklamak zorundadır.
20. Yüzyıl M arksizmi bu olgulardan neredeyse söz etmediği gibi ve elbette
tam da bundan dolayı, bunları açıklamaya da girişmiyor. Bu Önsöz çerçeve­
sinde bu açıklamaya ayrıntılı olarak girmek olanaksız. Kısa bir özetle yetin­
mek zorundayız. Ama başlarken metodolojik bir meseleye değinmemiz ge­
rekiyor. Eğer Marksizmin/sosyalizmin 20. yüzyıl boyunca başına neler geldi­
ğini başka bir düşünce okulunun bakış açısından değil de Marksizmin yön­
temlerine bağlı olarak anlamak istiyorsak, bu açıklamanın her şeyden önce
maddeci (materyalist) olması, yaşananları bazı bireylerin karakteriyle veya
partilerin/rejimlerin bazı “yanlış” tercihleriyle veya bazı fikirlerin/ideolo­
jilerin etkisiyle açıklamakla yetinmemesi gerekir. Bunların her biri elbette
önemli roller oynamış olabilir. Tarihte bireyin rolü yadsınamaz. İnsanlığın
her önemli kavşakta yaptığı kolektif seçişler elbette geleceğe etkide buluna­
caktır. Fikirler, özellikle kitleleri kavradığında hayati önem taşır. Ama bir
yüzyıl boyunca dünya çapında sınıf mücadeleleri üzerinde belirleyici bir
etki bırakmış bir süreci bunlarla açıklamak, maddi temeller konusunda soru
sormamak, dünyayı Marksist biçimde kavramaktan vazgeçmektir.
Metodoloji konusundaki bu koşulu saptadıktan sonra, yukarıda sorduğu­
muz soruya geri dönebiliriz. Lenin, Trotskiy ve arkadaşlarının dünya dev-
rimine önderlik etmesi için kurmuş olduğu Komünist Enternasyonal’e üye
partiler zaman içinde nasıl devrimin karşısında bir tutum benimseyecek ka­
dar bozulmuşlardır? Lenin’in Bolşevik Partisi’nin mirasçısı olduğu düşünü­
len Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin yönetimi, en başta Stalin, nasıl ol­
m uştur da Lenin’in kurduğu Enternasyonal’i bir daha kurulmamak üzere
lağvetmiştir?
Her iki olgunun da temelinde dünya çapında devrimin çıkarlarının karşı­
sına Sovyetler Birliği’nin dar ulusal çıkarlarının konulmasının yattığını yu­
karıda görmüş bulunuyoruz. Oysa Sovyetler Birliği Ekim Devrimi’nin ürü­
nüdür. Ekim Devrimi’ne önderlik eden Bolşevik Partisi ise, birçok kaynakta
ayrıntılı olarak belgelendiği gibi, başından itibaren Rusya’da devrimi dünya
sosyalist devriminin ilk adımı olarak görmüştür. Öyleyse, soru şu biçimi alı­
yor: Sovyetler Birliği’nde ne olmuştur ki, ülkeyi yönetenler ülkenin gelece­
ğini dünya devriminde görmek yerine dünya devrimiyle çelişki içinde gör­
meye başlamışlardır?
1991’de Sovyetler Birliği çöküp dağıldıktan sonra, Marksist çerçeve için­
de kalmaya çaba gösterenlerden bazıları, bütün bu gelişmeleri Sovyetler
Birliği’nde bir bürokrasinin oluştuğu ve yönetime hakim olduğu şeklinde
açıklamaya yöneldiler. Bu yaklaşımı dile getirenler arasında kendilerini dev­
rimci gördükleri için hoşlanmayacak olanlar olabilir, ama bu yaklaşım as­
lında Avrokomünizmin bütünüyle reformist ve sınıf işbirlikçisi teorisyeni,
İspanyol Komünist Partisi önderi Santiago Carrillo’nun bakış açısı ile ör-
tüşür. Oysa, Carrillo’nun bakış açısında çok temelli bir soru cevabını bula­
maz. Bütün bu bozulma bürokrasinin ürünüdür de, bürokrasi neyin ürünü­
dür? Burada anlarız ki, aslında bu tür bir bürokrasi açıklaması tarihsel ge­
lişmeyi bireylere ya da fikirlere bağlayan açıklamalardan çok farklı değildir,
çünkü Carrillo tipi “bürokrasi” aslında bir yönetme biçiminin adıdır. Bunu
Sovyetler Birliği’nde olan bitene ilişkin tek tutarlı ve tarihsel olarak doğru­
lanmış maddeci/Marksist açıklamayla, bu kitapta Avrokomünizm bölümü­
nün yazarı Rick Simon’ın yaptığı gibi karıştırmamak gerekir.
Ekim Devrimi’nin iki büyük önderinden biri olan Lev Trotskiy, 1930’lu
yıllarda Sovyetler Birliği’nde siyasi iktidarı eline geçiren bürokrasiyi bütü­
nüyle Marksist temellerde kendine özgü bir sosyoekonomik katman ya da
zümre ya da kast olarak nitelemiştir. Buradaki bürokrasi bir yönetme sistemi
değildir, bir sosyal gruptur. Kendine özgü çıkarları vardır ama özel mülkiye­
te dayanmadığı, tam tersine varlık koşullarını kapitalizmin ilga edildiği bir
toplumdaki kamu mülkiyetine ve planlamaya borçlu olduğu için bir sosyal
sınıf haline gelmemiştir ve sonuna kadar da gelmez. Bu bürokrasinin oluşu­
m unun nedenleri ve dinamikleri, Ekim devriminin geri bir ülkede zafer ka­
zanması, devrimin dünya çapında yalnız kalması, zaten toplum un küçük bir
azınlığını oluşturan işçi sınıfının iç savaşta harap olması, geri bir toplum­
da özel becerilere sahip yönetici konum undaki grupların giderek kendile­
rine özgü çıkarlar geliştirmesi ve sonunda bu çıkarları korumak ve geliştir­
mek amacıyla iktidara el koyması temelinde maddi ve politik süreçler aracı­
lığıyla açıklanabilir.
Sovyet Marksizmi üzerine bölümde ele alman Lenin sonrası iktidar mü­
cadelesi bu bağlamda işçi sınıfının çıkarlarını temsil eden Bolşevik çizgi ile
bürokrasinin çıkarlarını temsil eden Stalinist çizgi arasında bir mücadele
olarak okunmalıdır. O mücadele içinde ve aracılığıyla 20. yüzyıl Marksizmi
aynı zamanda teorik ve programatik düzeyde köklü bir değişim geçirerek bir
bakıma tanınmaz hale gelmiştir. Daha Komünist Manifesto ’dan itibaren sos­
yalizmi uluslararası çapta kurulacak bir sistem olarak ele alan Marksizmin
tarihinde ilk kez “tek ülkede sosyalizm” adını alan bir program gündeme
gelmiş ve bu fikir Stalin’le birlikte hakimiyet kazanmıştır. “Tek ülkede sos­
yalizm” programını fikri düzeyde tartışmanın yanı sıra bu programın han­
gi çıkarları temsil ettiğini kavramak gerekir. Sovyet Marksizmi bölümünün
yazarı Sandle’ın birkaç kez isabetle altını çizdiği gibi, bürokrasinin çıkarları
Ekim Devrimi’nin ürünü olan sosyoekonomik düzene sahip çıkılmasını ge­
rektiriyordu, ama daha ileri bir gelişme, yani devrimin başka ülkelere yayıl­
ması için çaba göstermek, emperyalizmle bir çatışmayı kışkırtarak bürokra­
sinin kendi hakimiyetini ve çıkarlarını riske atardı. Bu yüzden rejimin resmi
hedefi olan sosyalizmin dünya devrimine bağlı olması bürokrasinin, emper­
yalizmle “barış içinde bir arada yaşama” stratejisine aykırı düşüyordu. “Tek
ülkede sosyalizm” programı ise bütün dünyaya Sovyet bürokrasisinin ken­
di köşesinde, kimseye zarar vermeden kendi işine bakacağını ilan ediyordu.
Marksizmin enternasyonalizmi her ülkenin işçi sınıfının ve ezilenlerinin
çıkarlarının dünya çapındaki kurtuluşa bağlı olduğu iddiasına yaslanır. Eğer
çıkarlarınız başka ülkelerin işçileriyle ortaksa milliyetçi (ulusalcı) olmanız
budalalıktır. Ama Stalinist bürokrasinin sosyalizme tek ülkede ulaşılabilece­
ği yolundaki, Marksist teori ve programı orta yerinden parçalayan revizyo­
nu kabul edildiğinde, her ülkenin işçisi kendi yağında kavrulabilir demek­
tir. Dolayısıyla, milliyetçilik Marksizmin içine sızar, enternasyonalizm gide­
rek sadece rüşveti kelam verilen bir şey, en fazlasından Sovyetler Birliği dı­
şındaki ülkelerin komünist partilerinin Sovyetler Birliği’ne kölece bağlılık­
larının adı haline gelir. Yani Marksist olduğunu iddia eden partilerin milli­
yetçi politikalar izlemesi, Asya Marksizmine ilişkin bölümün yazarının Mao
Ve Ho’nun milliyetçiliğini tartışırken yaptığı gibi, Lenin’in emperyalizm ana­
lizinin haklı kıldığı bir şey değildir. Lenin’in analizi sadece sömürge ve ezi­
len ulusların proletaryasının çözmesi gereken bir ulusal sorun olduğunu,
üstelik bu konularda emperyalist ve ezen ulusların proletaryasının da ağır
görevleri olduğunu ortaya koyar. Ama hem ezen hem de ezilen ulusun ko­
münistleri açısından Lenin’in önerdiği politika milliyetçi olmak bir yana
onunla mücadele eden bir karaktere sahiptir. Milliyetçilik komünist hare­
kete Stalinizmin ve onun “tek ülkede sosyalizm” programının bir armağanı­
dır. Oysa komünist hareket, Birinci Dünya savaşı ve Ekim Devrimi kavşa­
ğında sosyal demokrasiden tam da milliyetçilik/enternasyonalizm çatışma­
sı temelinde kopmuştur!
Bürokrasinin hakimiyetinde Sovyetler Birliği dünya devrimine sırt çe­
virmiş, sadece Sovyet ekonomisinin, ülkenin emperyalist dünya karşısın­
da ayakta kalmasına ve bürokrasinin çıkarlarına hizmet etmesine yarayacak
biçimde gelişmesi üzerinde yoğunlaşmıştır, ikinci Dünya Savaşı sonrasın­
da kapitalizmin (aralarında Çin gibi dev bir ülkenin de bulunduğu) birçok
başka coğrafyada da ilga edilmesi, Sovyetler Birliği’nin sosyalist inşa deneyi­
minin milliyetçi ve tek ülke içine kapalı bir tarzda gelişmesinde bir değişik­
lik yaratmamıştır. “Tek ülkede sosyalizm”in yerini, aynı derecede bürokra­
tik olarak yozlaşmış “tek ülkede sosyalizmler” almıştır. Asya Marksizmi bö­
lüm ünün yazarının hayıflandığı, “sosyalist ülkeler” arası milliyetçi dalaşma­
lar, hatta savaşlar işte bunun bir ürünüdür.
“Tek ülkede sosyalizm” programı ile özetlenen milli ölçekli sosyalist inşa,
aynı zamanda, (bürokratik yönetimin yarattığı ekonomik çarpıklıklarla bir­
likte) 20. yüzyıl sosyalist inşa deneyimlerinin çözülmesinin de temelidir. 20.
Yüzyıl Marksizmi editörlerinin ve yazarlarının, Marksizmin ve sosyalizmin
sorunlarına çare ararken “bu ülkelerdeki rejimler neden çöktü?” sorusunu
sormayı dahi akıl edememiş olmasını, bugün uluslararası alanda (ve elbet­
te Türkiye’de) sosyalistler arasındaki yaygın teorik çaresizlik ruh durumuna
atfetmekten başka bir çare yoktur. Elbette, geçmişte Sovyetler Birliği, Çin ya
da Arnavutluk’u dünya devriminin merkezi olan örnek sosyalist ülkeler ola­
rak gösteren parti ve aydınlar için bu el yakan bir konudur. Daha genç ku­
şaklar arkadan geldikçe, en tabu konuların bile deşileceğim ummak boş bir
hayal olmasa gerek.
“Tek ülkede sosyalizm”in, çöküşü nasıl hazırladığını başka çalışmaları­
mızda ayrıntılı olarak incelemiştik. Burada meseleyi en özlü biçimiyle özet­
leyecek olan şu tespittir: Milli sınırlarda bir sosyalist inşa çabası, üretici
güçlerin uluslarasılaştığı bir çağda er ya da geç çökmeye mahkûmdur. Yani
Marksizmin kapitalist toplum un tarihsel sınırları konusunda ileri sürdüğü
tez, kapitalizmin alternatifi olarak ortaya çıkan toplum için de geçerlidir.
Başka türlü de ifade edebiliriz: Sosyalizm ancak kapitalizmin tarihsel sınırla­
rının kaynağı olan çelişkilerden arındığı takdirde yaşayabilir olacaktır.
İşte Doğu Almanya’nın Batı Almanya ile arasına bir duvar örmek zorun­
da kalması da bundandır. Batı Almanya bütün dünya ile etkileşim ve alış­
veriş içinde teknolojik olarak gelişir ve büyürken Doğu Almanya yalnız­
ca kendi kaynaklarıyla yetinmek zorunda idi. Berlin Duvarı “yarım ülkede
sosyalizm”in çelişkilerinin ürünü idi. Duvarın çöküşünün sırrı, bu yüzden,
daha örülüşünde gizliydi.

Ç özüm Burjuva D em ok rasisi mi?

istisnai koşulların ürünü olanlar hariç bütün derlemeler için geçerli olan
kural 20. Yüzyıl Marksizmi için de geçerli. Kitabın farklı bölümlerini yazan
yazarların Marksizmden anladıkları da, Marksizmin bugün içinden geçtiği
darboğazı kavrayışları da, bu darboğazı aşmak için önerdikleri yollar da çok
farklı. Bir uçta mükemmele yakın Lenin bölüm ünün yazarı Alan Shandro yer
alıyorsa öteki uçta darboğazdan çıkmak için Marksizmin devrimci karakte­
rinden vazgeçmeyi savunan yazarlar yer alıyor. Bunlar arasında bazıları, ör­
neğin “Sağ Marksizm” diye adlandırdığı Kautsky, Bernstein ve Menşevikleri
inceleyen bölümün yazarı Jules Townshend, özgül akım veya konuları in­
celedikleri için “bu da onun fikri” deyip geçebiliriz. Ama işin talihsiz yanı
Marksizmin prestijini yeniden kazanmak ve geçmişte yol açtığı felaketle­
re yol açmamak için gelecekte neler yapması gerektiğine ilişkin yalnızca iki
makale olması (kitabın 10. ve 11. bölümleri) ve her iki makalenin yazarının
da (sırasıyla Howard Chodos ve Daryl Glaser) Marksizmin kabul görmesi
için burjuva dünyasının sınırları içinde kalması, özel olarak da burjuva de­
mokrasisinin kurallarından ayrılmaması gerektiğini savunmaları. Tekil ya­
zarların yaklaşımları, bizim için elbette çok önemli değil. Herkes kendi eğili­
mini belirlemekte elbette serbesttir. Ama elinizdeki kitap eğer Marksizm için
çıkış yolunu burjuva demokrasisinde gören iki yazının bıraktığı izlenimle
sona eriyorsa, bunun üzerinde biraz daha durmak gerekir.
Bu kitabın, aynen 20. yüzyıl Marksizmi üzerine bugün dünyanın herhan­
gi bir ülkesinde yazılacak kitapların çok büyük bir ihtimalle yapacağı gibi,
Marksizmi burjuva demokrasisi yoluyla ıslah etme çabasına girişmesinin ar­
dında, her türlü ayrıntıyı bir kenara bırakacak olursak, iki büyük neden var.
Teker teker ele alalım bunları.
Nedenlerden biri kitabın bir başka sessizliği ile ilgili. Bu kitapta ele alın­
mamış olması son derecede ciddi sonuçlara yol açan önemli tarihsel dö­
nüm noktaları, İspanya Devrimi’nin yenilgisi ya da Endonezya Komünist
Partisi’nin başından geçen büyük felaket gibi, Stalinizmin iflasını simge­
leyen olaylardan ibaret değil. Bu kitapta Alman Devrimi de ele alınmıyor.
Modern tarihin en büyükleri arasında yer aldığı halde, genellikle unutturul­
muş olan bir devrim bu. 1918 yılının Ekim ayında, Rus Devrimi’nden sade­
ce bir yıl sonra Almanya işçi sınıfı ayağa kalkıyor, bütün ülke Rus Sovyet­
lerinin muadili olan “rat’Tarla (konseylerle) tanışıyordu. Bu devrimi başa­
rısızlığa mahkûm eden, devrimin karşısında bir barikat gibi yükselen, yeni
kurulmuş Alman Komünist Partisi’nin önderleri Rosa Luxemburg ve Kari
Liebknecht’i sağcılara öldürten, iktidarı burjuvaziye iade eden Alman sos­
yal demokrasisi idi.
Latin Amerika bölümü Şili’de 1970 yılında kurulan Halk Birliği’ni esas
büyük tarihsel anlamından bambaşka bağlamlarda iki defa zikrediyor. Hepsi
o. Halk Birliği döneminde Şili’de devrimci bir durum doğacak, şehrin “cor­
dones industriales” olarak anılan işçi bölgelerinde ikili iktidar nüveleri or­
taya çıkacak, işçiler fabrikalara, köylüler ise topraklara el koyacaktı. Ama
(Stalinist Şili Komünist Partisi’nin de suç ortaklığıyla) Halk Birliği’nin en
güçlü partisi Sosyalist Parti, kendi içindeki muhalefete de rağmen, reformist
politikasında ısrar edince, 1973’te General Pinochet önderliğindeki askeri
darbe, 30 bin kişiyi katledecek ve Şili soluna altından hâlâ kalkamamış ol­
duğu bir darbe vuracaktı. Alman Devrimi sosyal demokrasinin devrime ve
sosyalizme ihanetini simgeliyorsa, Şili Halk Birliği deneyimi de burjuva de­
mokrasisini kullanarak sosyalizme yürümek isteyenlerin hayallerini param­
parça ediyordu.
Latin Amerika bölüm ünün tuhaf bir biçimde hiç üzerinde durmadığı bir
başka olay da Brezilya İşçi Partisi’nin (PT) otuz yıl içinde geçirdiği evrim­
dir. 1979 yılında büyük işçi eylemlerinin ürünü olarak kurulan, başta işçi sı­
nıfı olmak üzere Brezilya’nın bütün ezilenlerini bir araya getiren ve bir çey­
rek yüzyıl boyunca sosyalizm şiarı ile Brezilya’nın burjuva güçleriyle müca­
dele eden PT, Brezilya için bütün toplumsal mücadelelerin aktığı kanal oldu,
uluslararası sol için de büyük bir um ut kaynağı. Ne var ki, Brezilya solu­
nun da, uluslararası solun da görmek istemediği bir şey vardı. Ünlü Lula ön­
derliğindeki parti önderliği adım adım reformist bir politika benimsiyordu.
Uyarılara kulak asmayanlar, Lula 2002’de seçildikten sonra yıllardır sosya­
lizm diyen başkanın ABD emperyalizmiyle, Brezilya’nın sanayi ve tarım bur­
juvazisiyle ve neoliberal kadrolarla sürtüşmesiz bir işbirliğine giriştiğini şaş­
kınlıkla göreceklerdi. Burjuva demokrasisine sadakat, bu kez de büyük kit­
lelere yapılan vaatlere ihanet anlamına geliyordu.
Bu üç tarihsel olay aslında birer simgedir. Simgeledikleri şey ise şudur:
Marksizmin devlet ve devrim konusundaki tezleri doğrudur, başta sosyal de­
mokrasi olmak üzere, burjuva demokrasisinin sınırları içinde kalmakta ıs­
rar eden bütün sol hareketler sonunda kapitalizme teslim olurlar. Marksist
zeminde hareket etmeyen bir sosyalizm olamaz. Tersinden söyleyecek olur­
sak, Marksizmi terk eden ya da burjuva düzeniyle uzlaştırmaya çalışan (bu
ikisi aynı anlama gelir) bir “sosyalist” hareket kapitalizme teslim olmak zo­
rundadır.
Bir de milliyetçiliğe. Yukarıda Stalinizmin enternasyonalist Marksizme
milliyetçiliği getirmiş olduğunu belirtmiştik. Aslında bu yanlış. Stalinizmden
önce sosyal demokrasi aynı işi yapmıştı. Milyonlarca oy alan, yüz binlerce
üyesi olan partileri de bağrında toplamış olan ikinci Enternasyonal, Birinci
Dünya Savaşı patlak verdiğinde dağılacaktır. Her ülkenin sosyal demokrasi­
si kendi burjuvazisini desteklediği için işçiler Avrupa çapında birbirlerinin
boğazına sarılacaktır.
20. yüzyıl bize sadece Stalinizmin Marksizmi tanınmaz hale getirdiğini
öğretmedi yani. Aynı zamanda, reformist stratejinin kapitalizme teslimiyet
ideolojisi olduğunu öğretti. 20. Yüzyıl M arksizmi bu hakikati ortaya koya­
madığı için, kitabın bazı yazarları kolayca Marksistleri burjuva demokrasi­
sinin empoze ettiği sınırlara boyun eğmeye çağırabiliyorlar. Örneğin, Daryl
Glaser’ın sosyalistlerin kapitalizme geri dönüşün m üm kün olduğunu kabul
etmesi gerektiği yolundaki ısrarı, insanın aklına şunu getiriyor. Şayet üre­
tim araçları üzerinde büyük ölçekli özel mülkiyetin ilga edilmiş olduğu bir
toplumda (yani bir sosyalizme geçiş toplumunda) özel mülkiyete ve ücret­
li emeğin sömürülmesine geri dönüşü savunmak meşru olmalı ise, insanın
bu mantığa göre, köle ticaretinin de, angaryanın da, feodal ağalığın da geri
dönüşünü savunmasının serbest olmasını savunması gerekir. Oysa Glaser’ın
kendisi ve fikir arkadaşları, hiç kuşku yok ki, köleliği ilga eden ve yasakla­
yan ulusal ve uluslararası bütün yasaların yürürlükte kalmasını savunacak­
lardır. Yazar özel mülkiyetin serbest olmasının, yani insanın insanı sömür­
mesinin serbest olmasının neden savunulabilir olması gerektiğini açıklama­
dığı için, ulaşılacak bir tek nokta var: kendisi de bunu meşru görüyor olma­
lı!
Bir kez reformizmin bütün 20. yüzyıl boyunca kapitalizmin ve dolayısıyla
emperyalizmin ayakta kalmasını sağladığı, yani kapitalizme payanda oldu­
ğu ortaya çıkınca, Chodos (10. bölüm) ve Glaser’ın (11. bölüm) 20. yüzyılın
Marksist rejimlerinin insanlığa karşı işlediği suçlar olarak ele aldıkları ko­
nulardaki sorumluluğuna ilişkin olarak söyledikleri de sorunlu oluyor. Bir
kez her iki yazann da aynı kaynağa (Stéphane Courtois tarafından derlenen
Komünizmin Kara Kitabı’na) referans yapıyor olması epeyce düşündürücü.
Bu kaynağa aşina olanlar bilirler ki hem yazarları hem de kaynağın kendi­
si ciddi ölçüde anti-komünist, dolayısıyla anti-Marksist bir tavır içindedir.
Ama bunun da ötesinde, Chodos’un bir dipnotunda bu kaynağa dayana­
rak kendi ifadesiyle “tarihsel komünist rejimler”in kurbanlarını 100 milyon
olarak vermesi çok ciddi sorunlar taşıyor. İşin bir boyutu, bu rejimlerin ku­
ruluşunda yaşanan devrimler ve savaşlarda yiten canlar neden (“tarihsel” ya
da başka türden) komünizmin hanesine yazılıyor? Otuz yıl süren Vietnam
Savaşı’nda ölen milyonların katili Vietnam “komünizmi” mi idi yoksa önce
Fransız sonra da Amerikan emperyalizmi mi?
Bunun ötesinde, Stalinist rejimlerin önlenebilir bazı katliamlara veya kit­
lesel ölçekte hak ihlallerine yol açmış olduğu elbette doğrudur. Yani, bürok­
rasinin günahlarının genel olarak komünizme fatura edilmesine karşı çık­
makla birlikte, 20. yüzyılın sosyalist inşa deneyimlerinin insan hayatına kar­
şı gaddar bir kayıtsızlık içine girdiği durumlar olduğunu kabul etmeli ve
bunları eleştirel biçimde ele almalı, geçmişle hesaplaşmalıyız. Ama her iki
yazarın da bunu burjuva demokrasisine sığınmak için bir gerekçe olarak
kullanması derhal başka bir soruyu davet ediyor: Burjuva düzeni, ve onun
temelinde yatan kapitalist üretim tarzı, hem tek tek ülkeler içinde hem de
dünya çapında 20. yüzyıl boyunca milyonlarca, on milyonlarca insanın kat­
line yol açmadı mı?
Kapitalizmin eknomik alanda yarattığı tahribatı, yol açtığı yoksulluktan,
açlıktan, tedavi edilebilir hastalıklardan vb. ölen milyonları hesaplamayı bir
kenara bırakalım. Doğrudan doğruya kapitalizmin savaşlar, karşı devrimler
ve benzeri temeli dar anlamda siyasi olan nedenlerden katlettiği milyonla­
ra dönelim. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’na kapitalizm ve onun ürünü
olan emperyalizm ve faşizmin yol açtığını yadsıyan var mıdır? Bu savaşların
ilkinde 20, İkincisinde ise 60 milyon insan hayatını kaybetti. Bunlara bütün
sömürgecilik savaşlarında (örneğin Cezayir Savaşı’nda 1 milyon, Vietnam
Savaşı’nda 1,5 milyon vb.) öldürülen insanları eklersek Komünizmin Kara
Kitabı’nın o ürkütücü 100 milyon rakamına sırf bunlarla ulaşıyoruz 20. yüz­
yıl içinde. (Son İrak Savaşı’nda en az 1 milyon insanın hayatını yitirmiş ol­
ması, kapitalist emperyalizmin bu eğiliminin 21. yüzyılda da devam etti­
ğinin yalın bir kanıtıdır.) Bu rakama, kapitalist ülkelerde düzenlenen kar­
şı devrimlerde, darbelerde, iç savaşlarda kapitalizmin korunması amacıyla
katledilen milyonları (örneğin Endonezya’daki 1 milyonu) katmak gerekir.
Burjuva düzeni içinde iyileştirmelerle yetinen reformizm ya da sosyalizmi
burjuva demokrasisinin sınırlarına hapsederek kapitalizmin bekasına katkı­
da bulunan bütün anlayışlar, kapitalizmin bu cinayetlerinde sorum luluk ta­
şıyorlar demektir.

S ta lin izm i E leştirm eyen,


M arksizm i Savunm asız Bırakır

Bugün Marksizmin sadece bu kitabın bazı yazarlarınca değil, solda etki­


li parti ve düşünürlerin büyük çoğunluğunca sürekli olarak burjuva demok­
rasisinin sınırları içine itildiğini, sosyalist hareketin kapitalizmle uzlaşması
için çaba gösterildiğini gözlüyoruz. Post-Marksizm, postmodernizm, sol li­
beralizm (sivil toplumculuk), yeni toplumsal hareketler ideolojisi ve benzer­
leri, hepsi bu yönde etki yaratıyor. Bunu m üm kün kılan şeylerden birinin,
reformizmin, sosyal demokrasinin, burjuva demokrasisininm kapitalizmin
bekasına nasıl katkıda bulunduğu konusunda, bu kitanın yaptığı gibi, sessiz
kalmak olduğunu yukarıda anlatmaya çalıştık.
Öteki neden aslında bizim Marksizmin bugün içine girmiş olduğu dar­
boğazın kaynağı olarak tespit ettiğimiz sorundur: 20. yüzyıl sosyalist inşa
deneyimlerinin bürokratik yozlaşması, milliyetçiliği ve bunun ideolojisi ve
politikası olarak Stalinizm. Bugün dünyada da, Türkiye’de de sosyalizme
gönül vermiş insanların gittikçe daha büyük bölümü geçmişin anlamlı bir
eleştirisinin ve bu eleştiri temelinde yeni bir anlayış ve programın geliştiril­
mesinin özlemi içinde. 20. yüzyılın Marksizmine baktıklarında esas olarak
gördükleri ise kendilerine sosyalist adını veren ülkelerin pratiği ve encamı.
Marksizmi bu deneyimleri nasıl anlayacaklarına bağlı olarak destekleyecek
veya terk edecekler. Her kim, Stalinizmin ve onun hizmet ettiği bürokratik
zümrenin 20. yüzyıl sosyalist inşa deneyimleri üzerinde oynadığı korkunç
rolü gizlemeye girişirse, o mantıksal olarak 20. yüzyılın sosyalist inşa dene­
yimlerinin (Sovyetler Birliği, Çin ve diğerlerinin) çarpıklıklarının da, çöküş­
lerinin de sorum luluğunu Marksizmin sırtına (istese de istemese de) yıkı­
yor demektir.
Stalinizmden ayrı, enternasyonalist, proleter demokrasisine dayanan,
burjuvazi için değil ama büyük işçi ve emekçi kitleleri için burjuva demok­
rasisinden de daha demokratik olacak bir siyasi rejim için mücadele eden
bir devrimci Marksizmin var olduğu ortaya konulamazsa, burjuva demok­
rasisi ve liberalizm sosyalist hareket üzerinde hegemonyasını sürdürecektir.
Giriş
D a v id Walker

M arksizm in Y üzyılı

Yirminci yüzyıl Marksizmin yüzyılı oldu. Marksizme sadık olduklarını id­


dia eden rejimler yerkürenin her yerini kaplamıştı: Afganistan, Arnavutluk,
Angola, Benin, Bulgaristan, Çekoslovakya, Çin, Doğu Almanya, Etiyopya,
Gine-Bissau ve Yeşil Burun Adaları, Kamboçya, Kongo, Kuzey Kore, Küba,
Laos, Macaristan, Moğolistan, Mozambik, Polonya, Romanya, Somali,
Sovyetler Birliği, Vietnam, Yemen ve Yugoslavya yirminci yüzyılda belirli
dönemler boyunca Marksist olduğunu ileri süren hükümetlere sahip oldu­
lar. Yüzlerce siyasi örgüt ve parti Marksist veya Marksizmden esinlenmiş ol­
duğunu ilan etti. Birkaç tanesinin adını analım: Britanya Komünist Partisi,
Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi, Güney Afrika Komünist
Partisi, Dünya İşçileri Enternasyonali (International Workers of the World),
Dördüncü Enternasyonal, Kızıl Kmerler, Aydınlık Yol.
Yirminci yüzyılda Marx’in ileri sürmüş olduğu fikirler, Marksist ideolo­
jinin farklı çeşitlemelerini tanımlayan bir terimler dizisinin oluşumuna da
kaynaklık etti. Bunların en önemlilerinden bazılarını sayalım: Bolşevizm,
Menşevizm, Leninizm, Stalinizm, Trotskizm, Maoculuk, Castroculuk,
Avusturya Marksizmi, analitik Marksizm, yapısalcı Marksizm, Marksist hü­
manizm. Ayrıca, Marksist fikirlerin kullanımı siyaset alanı ile sınırlı kalma­
dı; Marx’in kendisinin önemli eserler verdiği sosyoloji, iktisat, tarih ve fel­
sefe gibi bunun zaten beklenebileceği alanların da ötesine geçerek psikolo­
ji, antropoloji, ekoloji ve coğrafya gibi alanlara da yayıldı. Marksist fikirle­
rin ve Marksizmin etkisinin gelişimine ve yaygınlaşmasına paralel olarak,
Marksizm, Marksistler, Marksist örgütler, hareketler ve rejimler ile sosyal bi­
limler, doğa bilimleri ve sanat dallarının kapsama alanındaki her konu üze­
rindeki Marksist perspektifleri konu edinen literatür de çarpıcı biçimde ge­
nişledi. Marksizmin yirminci yüzyılda dünya üzerindeki etkisi kolay kolay
abartılamaz. Marksizmin geçen yüzyılda siyasi ve entelektüel alanın şekil­
lenmesine öteki tüm siyasi ideolojilerden (bunun belki tek istisnası libera­
lizmdir) daha fazla katkı yaptığını söylemek mümkündür.

O n D ok u zu n cu Y üzyılda M arksizm

Halbuki Marksizmin kökeni geçtiğimiz yüzyıldan bir evvelki yüzyıla da­


yanmaktadır. Karl Marx ve Friedrich Engels, Marksist hareketin ve ideoloji­
nin temelini oluşturan eserleri on dokuzuncu yüzyılda ürettiler. Marx, yazı­
larında, tarihsel materyalizm olarak bilinecek yaklaşımın iskeletini oluştur­
du. Tarihin ve toplumun incelenmesine yönelik bu yaklaşım, bir bütün ola­
rak toplum un doğasını, gelişimini ve rotasını anlamak için toplum un üretici
veya ekonomik alanına odaklanıyordu. Marx’in teorisinin ortodoks yorum­
larına göre, toplumun üretme tarzı siyasi ve hukuki kuram ların karakteri­
ni, ahlâkı ve hakim fikirleri biçimlendiriyordu. Marx’in modeli böyle okun­
duğunda, üretim toplum un temeli oluyor ve bir toplum un üretme tarzının
değişimi o toplumun doğasını da değiştiriyordu. Örneğin el emeği ve üretim
araçları olarak basit aletlerden makina ve buhar gücünün kullanımına geçiş
toplum un feodalizmden kapitalizme geçişine yol açıyordu. Bu da siyasi ve
hukuki kurumlar ile toplum un dini, ahlâki ve toplumsal tutum larının deği­
şimine neden oluyordu. Böylece, din kralların kutsal hakları olduğu iddiası­
nı artık ileri sürmüyordu; feodalizm kapitalizme doğru evrildikçe klasik li­
beralizmin bireye, düşünce özgürlüğüne, sözleşme özgürlüğüne, serbest pi­
yasa ve rekabete ilişkin tüm fikirleri toplumda hakim hale geliyordu.
Marx ayrıca kendi döneminin toplumu olan, ana özellikleri meta üretimi,
üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve serbest piyasa olan kapitalizmin
etkili bir analizini de sunuyordu. Kapitalizmin, kendisini kaçınılmaz olarak
yıkıma götürecek çelişkili eğilimlerini saptıyordu. Kapitalizmin ilerlemesini
sağlayan kâr arayışının bizzat kendisi kâr oranını zaman içinde düzenli bi­
çimde azaltma yoluyla her seferinde daha şiddetli hale gelen ekonomik kriz­
lere neden olarak en nihayetinde kapitalist yapının tamamen çökmesine ne­
den olacaktı. Bir yandan, derinde yatan bu ekonomik etkenler işlerken aynı
zamanda yönetenler ile yönetilenler arasında da bir mücadele yaşanıyordu.
Yönetici sınıf olan kapitalistler ile ezilen kitleler yani işçiler, sürekli mücade­
le halindeydi, çıkarları birbirleriyle uzlaşamazdı. Marx, işçilerin kapitalist­
ler, sosyalizmin ise kapitalizm karşısında en sonunda bir devrimci değişim
süreci içinde zafer kazanmasını bekliyordu.
Marx, tarihsel materyalizm kuramını ve kapitalizm analizini geliştirme
sürecinin içinde ve yanı sıra, derin ama sistematik olmayan biçimde devlet,
sınıf, devrim, insan doğası, yabancılaşma ve ideolojiye ilişkin özgün yakla­
şımlar ve kuramlar geliştiriyordu. Kapitalizmin, klasik iktisadın, liberaliz­
min, anarşizmin, Marksist olmayan sosyalizmin, dinin ve dönemin Avrupalı
felsefecilerinin, özellikle de Hegelci idealistlerin düşüncelerinin keskin ve
kapsamlı bir eleştirisini yapıyordu.
Marx’in düşüncesinin ana yönelişi ve temalarının bu kısa ve dolayısıyla
zorunlu olarak basitleştirilmiş özeti, bu kitapta sergilenen ve tartışılan yir­
minci yüzyıl Marksizminin ideolojik gelişmelerinin on dokuzuncu yüzyıl­
daki temellerine işaret ediyor. Marx’m düşüncesinin özellikle de geliştiril­
memiş veya eskimiş yönleri Marx’tan esinlenen yirminci yüzyıl düşünür ve
eylemcilerinin ilgisini çekecekti. Emperyalizm, Üçüncü Dünya, kadınların
kurtuluşu ve kültür gibi meseleler büyük ölçekli bir kuramlaştırma ve yazı
faaliyetinin konusu olacaktı. Ancak, Marx’m tarihsel materyalizm gibi en
merkezi fikirleri dahi yirminci yüzyıl Marksistlerinin güncelleştirme, revize
etme ve geliştirme çabalarından muaf kalmayacaktı.
Bir ideoloji ve siyasi hareket olarak Markizm on dokuzuncu yüzyılda yer­
kürenin tamamı bir yana, Avrupa sahnesinde bile hakim veya ön planda ol­
maktan çok uzaktı. Örneğin Marx ve Engels’in, adına Komünist Manifesto’yu
yazdığı Komünistler Birliği Londra’da yaşayan Alman siyasi göçmenlerin­
den oluşan ve 1850’de parçalanan küçük bir gruptu. Manifesto yayımlan­
dığı 1848’de görünür hiçbir etki yaratmadı. Marx’m yakından ilişkili oldu­
ğu bir diğer siyasi örgüt olan Birinci Enternasyonal (tam adıyla Uluslararası
İşçiler Birliği) yalnızca 1864’ten 1876’ya kadar yaşayabildi ve Marx’m ör­
güt içinde giderek artan etkisine rağmen hiçbir zaman tamamen Marksist
bir örgüt olmadı. Örgüt, Bakunin, Mazzini, Proudhon ve Blanqui’nin takip­
çisi olan grupları da kapsıyordu. Mazzinici milliyetçilikten Anglo-Fransız
pozitivizmine, anarşizmin farklı türlerine, sosyalizme ve hatta masonlu­
ğa kadar uzanan farklı siyasi perspektifler aynı kazanın içinde kaynıyordu.
1871 Paris Komünü, daha geniş bir kesimin ilgisini, yazı ve konuşmaların­
da Komün’ü güçlü biçimde savunan Marx’a doğru çekti. Komünün hare­
kete geçmesinde ve örgütlenmesinde yer almamasına rağmen, gazeteler ve
yorumcular tarafından Paris Komünü ile yakından ilişkisi olan, önde ge­
len ve tehlikeli bir radikal olarak tanımlandı. Ancak, tüm bu tanınmışlığı-
na rağmen Marx’ın 1883’teki ölümü, The Times’da yayımlanan kısa bir pa­
ragrafın haricinde neredeyse fark edilmedi. Ancak Alman Sosyal Demokrat
Partisi’nin 1891’de Marksizmi benimsemesinden ve büyük ölçüde Marksist
olan ikinci Enternasyonal’in on dokuzuncu yüzyılın son on yılında düzenli
biçimde büyümesinden sonra bir ideoloji ve hareket olarak Marksizm önem
kazanmaya başladı.
Kısacası, on dokuzuncu yüzyılda Marksizm dönemin diğer radikal örgüt
ve akımları ile mücadele eden marjinal bir ideolojiydi. On dokuzuncu yüzyı­
lın ikinci yarısında ilk adımlarını atmakta olan bir hareket iken, Marksizm,
Alman Sosyal Demokrat Partisi’ni ve daha önemlisi Bolşevikleri kazanarak
kendisini yirminci yüzyılda bir sektten kitlesel ve en sonunda küresel bir ha­
rekete dönüştürecektir.

M arksizm in Ö lü m ü mü?

On dokuzuncu yüzyılda doğan Marksizm yirminci yüzyılda olgunluk ça­


ğma ulaştı, hatta bazıları onun geçen yüzyılda öldüğünü iddia ettiler. 1989’da
Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Doğu Almanya’daki Marksist rejim sona erdi.
Zbignievv Brzezinski’nin aynı yıl içinde yayımlanan M uazzam Başarısızlık:
Yirminci Yüzyılda Komünizmin Doğumu ve Ölümü, komünizmin başarısızlığa
uğradığını ve yok olmasının kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyordu. Sovyetler
Birliği’ndeki Marksist rejimin 1991’de yıkılması ve onun Avrupa’daki kom ü­
nist imparatorluğunun daha da önce çökmüş olması Brzezinski’nin tahmini­
ni görünüşte doğruluyordu. 1990’lara gelindiğinde, Afrika’daki Marksist re­
jim ler ya çökmüş ya da dış baskılara teslim olarak ideolojik kimliklerinden
vazgeçmişlerdi. 1992’de yayımlanan Tarihin Sonu ve Son İnsan başlıklı kita­
bında Francis Fukuyama Marksizmin yenilgiye uğradığını ve kapitalizmin
ideolojik düşmanı karşısında zafer kazandığını ileri sürüyordu. Fukuyama
Marksist doktrini ‘itibarsızlaşmış’ ve ‘tamamen tükenmiş’ olarak tanımlıyor­
du. 1999’da Andrew Gamble Marksizm hakkındaki bir kitabın, ‘Marksizmle
zaman kaybetmeye değer mi?’ başlığını taşıyan giriş bölümünde şöyle yazı­
yordu: ‘Marksizmin krizde olduğu genel olarak kabul ediliyor, pek çok kişi
de bu krizin ölümcül bir kriz olduğuna inanıyor. Marksizmin uzun vade­
sinin dolduğu, tüm enerjisinin tükendiği ve uzun zamandan beri işe yara­
madığı söyleniyor. Marx’i ait olduğu 19. yüzyıla geri yollamanın zamanıdır’
(Gamble ve diğerleri, 1999: 1).
‘Marksizmin ölümü’ tezi, Marksizmin hikâyesinin sona erdiğini,
Marksizmin yanlışlığından ve onunla uğraşmanın zaman kaybı olduğu fik­
rinden artık şüphe edilemeyeceğini ileri sürer. Marksist teori ve pratik iti­
barını yitirmiştir. Dahası, Marx 100 yılı aşkın bir zaman önce ölmüştür,
Komünist Manifesto 'yu yazmasının üzerinden de 150 yılı aşkın bir zaman
geçmiştir. Marx’in dünyası siyasi, iktisadi ve sosyal bakımdan bugünün dün­
yasından çok farklıdır, bu nedenle bugün Marksizmin hiçbir yararı ve geçer­
liliği yoktur. Komünist Manifesto gerçekte neyse öyle, yani bir tarihsel belge
olarak görülmelidir; Marx’in oradaki fikirlerinin barındırdığı doğru yönler
vardı ise eğer, bunların yirmi birinci yüzyılda artık geçerliliği yoktur.
Marksizmin öldüğü iddiasını savunanlar birkaç noktayı gözden kaçırı­
yorlar. İlk olarak, kendisinin Marksist olduğunu söyleyen hüküm etler var
olmaya devam ediyor; bu satırların yazıldığı anda bunun en dikkat çeki­
ci örnekleri Çin ve Küba’dır. Ayrıca, Marksist veya Marksizmden esinlenen
örgütler yirmi birinci yüzyılda da faal durumda. Meksika’daki Zapatistalar
Marksizmden etkilenen gruplara önemli bir örnektir. Ek olarak, bir dizi eski
komünist ülkede komünizmin ‘eski güzel günler’ine duyulan nostaljinin,
komünist partilere ve onların politikalarına desteğin giderek arttığını göste­
ren günlük hayattan öykülere, seçimlere ve kamuoyu araştırmalarına daya­
nan kanıtlar mevcuttur. İkincisi, Marksizm değişen ve değişik yönlere doğ­
ru yayılan yaşayan bir gelenektir. On dokuzuncu ve hatta yirminci yüzyıl
Marksizminin -tıpkı on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl liberalizmi gibi- eski­
miş olması, yirmi birinci yüzyıl Marksizminin kolayca geçersiz ilan edilme­
sini gerektirmez. Üçüncüsü, Marksist fikirlerin pek çok alandaki etkisi kü­
çümsenemez: Siyasetle arasında görünürde bir mesafe olan coğrafya ve sanat
gibi alanlardaki etkisini yukarıda anmıştık. Son olarak, kom ünist rejimle­
rin pratiğine atıfla Marksizmin itibarsızlaştırılması meselesini ele alalım. Bir
başka deyişle, Marksizmin ölümünü ilan edenler Sovyetler Birliği’nin başarı­
sızlıklarının ve en sonunda çökmesinin Marksizmin yanlışlığını gösterdiğini
ileri sürüyorlar. Bu görüşü savunanların en azından Sovyetler Birliği’ndeki
pratiğin Marksizmin gerektirdiği bir şey olduğunu veya Sovyetler Birliği’nin
çöküşünün başka nedenlerden değil de onun Marksist oluşundan kaynak­
landığını kanıtlamaları gerekir.
Yine de, günümüz Marksistlerinin seleflerinden çok daha büyük zorluk­
larla yüzleşmeleri gerektiği söylenebilir. Stalin’in ‘Büyük Terör’ olarak bili­
nen temizlik hareketleri, Mao’nun ‘Kültür Devrimi’nin zalimliği, Pol Pot’un
‘Ölüm Tarlaları’ türünden, Marksizm adına yapılan eylemleri ya savunmala­
rı ya da açıklamaları gerekiyor. Başarılı ve süregiden bir Marksist devrimin
yokluğunu ve kapitalizmin dayanıklılığını da açıklamaları gerekli.

M arksizm : Y irm i B irin ci Y üzyıldan Bir Bakış

Yirmi birinci yüzyılın başı, Marksizmin bir bilançosunu çıkarmak, özel­


likle de yirminci yüzyıl boyunca Marx’ın düşüncesine dayanarak geliştirilen
fikir ve teorileri ele almak için uygun bir zaman. Marksizmin farklı okulla­
rına bakarken Marksizmin monolitik olmadığını, indirgenemez bir çoğul­
luğa sahip olduğunu peşinen kabul ediyoruz. Bu kitap otantik Marksist ge­
leneği tanımlama çabasından ziyade yirminci yüzyılda ortaya çıkan önemli
Marksist akımları açıklamaya ve anlamaya yönelik bir çaba.
Bu kitaba katkıda bulunanlar farklı görüşleri temsil etmekle ve Marksizmin
kendisine eleştirel yaklaşmakla beraber bir düşünce yapısı ve siyasi hareket
olarak Marksizmin derinlikli ve önemli olduğunda hemfikirler. Genel ola­
rak Marksizm ölmek bir yana capcanlıdır, en azından makul derecede iyi
durumdadır. En mütevazı ifadeyle, ilgiye değer fikirlere ve içgörülere sahip­
tir. Komünizmin başarısızlıkları ve Marksist teorinin hatalı yönleri, Marksist
düşüncenin günümüz siyasetine ve akademisine hâlâ vereceği çok şey oldu­
ğu ve bu yüzyılda da önemli bir siyasi ve entelektüel referans noktası olma­
ya devam edeceği gerçeğini görmemizi engellememeli. Marksizm gelişmek­
te olan bir gelenek olmaya devam ediyor ve ortaya çıkan farklı Marksizmleri
ele alan farklı yazarların gösterdiği gibi yeni koşullara uyum sağlama kabili­
yeti çok yüksek. Dogmatik olmakla eleştirilen bir ideolojinin bu derece es­
nek ve çeşitliliğe sahip olduğunun ortaya çıkmış olması çok çarpıcı. 1899
gibi erken bir tarihte Eduard Bernstein tarafından ‘revize’ edildi. Ardından
Rusya’da ‘Ruslaştırıldı’, Çin’de ‘Çinlileştirildi’ ve yayıldığı her yerin yerel ko­
şullarına uygun hale getirildi. Birkaç örnek vermek gerekirse, Che Guevara
ve José Carlos Mariâtegui tarafından Latin Amerika’nın, Mao Zedong ve Ho
Şi Minh tarafından Asya’nın, Amilcar Cabrai ve Frantz Fanon tarafından
Afrika’nın koşullarına uyarlandı. Bu kitap Marksizmlerin bu genişliğini ve
çeşitliliğini yansıtıyor. Kitabın önemli bir diğer özelliği İngilizce konuşu­
lan dünyada Marksizm üzerine yayımlanan literatürün çok fazla Avrupa-
merkezci veya ‘Amerika-merkezci’ olma eğiliminden kaçınarak Marksist dü­
şüncenin gerçek anlamda küresel bir resmini ortaya koymasıdır.
Kitabın yapısı kronolojik, coğrafi ve tematik yaklaşımların karışımın­
dan oluşan üç kısımdan oluşuyor. Birinci Bölüm erken dönem Marksizmini
ele alıyor ve spesifik olarak Lenin ve Leninizme, Menşeviklerin, Kari
Kautsky’nin ve Eduard Bernstein’m ‘sağ’ Marksizmine, Lev Trotskiy ve Rosa
Luxemburg’un ‘sol’ Marksizmine bakıyor.
Birinci bölüm, Lenin eleştirilerinin onun yanlış okunmasından ve yanlış
anlaşılmasından, farklı eserlerini yazdığı sırada içinde bulunduğu bağlamın
göz önüne alınmamasından kaynaklandığını ileri süren Alan Shandro’nun
canlı Lenin ve Leninizm savunusunu sunuyor. Sovyet komünizminin çökü­
şüyle birlikte, Lenin’in düşüncelerinin ciddiyetle ele almılmasından kaçınıl­
mış, onun kolaycı biçimde harcanması, neredeyse bir karikatüre indirgen­
mesi gündeme gelmiştir. Lenin’in temel eserlerinden üçü olan Ne Yapmalı?,
Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması ve Devlet ve Devrim’e odakla­
nan Shandro, Lenin’in fikirlerini hak ettikleri gibi, ciddiyetle ele almaya çalı­
şıyor. Lenin’in kendiliğindenlik ve öncü parti, emperyalizm, anayasal düzen
ve demokratik haklar hakkındaki düşüncelerini savunuyor. Ne Yapmalı?’mn
işçilerin entelektüel elitlere boyun eğişinin teorik temelini attığı iddiasını
reddederken, Lenin’in kitleler ile önderliğin diyalektik biçimde, karşılıklı
olarak birbirlerini etkilemesini savunduğunu ileri sürüyor ve Lenin’in öncü
parti ile ilgili fikirlerinin proletaryanın hegemonyasının bulunmadığı bir
bağlamda ele alınması gerektiğini savunuyor. Shandro, Lenin’in emperya­
lizm hakkındaki fikirlerinin halen geçerli olduğunu ve Lenin’in argümanı­
nın eleştiriye açık bir siyasi duruşu gerektirdiğini ileri sürüyor. Shandro ya­
zısı boyunca Lenin’in ‘somut durum un somut analizi’ konusundaki ısrarı­
na vurgu yapıyor. Shandro’ya göre, Lenin’i ‘entelektüel kibir günahı’na sa­
hip olmakla itham eden eleştirmenlerinin iddialarının aksine, Lenin ne m ut­
lak bilgi iddiasında bulunuyordu ne bir kesinlik felsefesine inanıyordu; dog­
matik değildi. Gerçeğin akışkanlığının somut koşulları ve analizine yön ve­
ren kabulleri sürekli yeniden gözden geçirmeyi gerektirdiğini düşünüyordu.
lan Thatcher, bir tarihsel Trotskiy-Luxemburg’un karşılaştırması sunuyor.
Bir bütün olarak sol komünizmi devrimci, liberter, konseyci, Stalinizm ve
parlamentarizm karşıtı olarak tanımlıyor. Luxemburg’u Trotskiy’e göre daha
liberter ve nihayetinde daha sabırlı ve ilkeli buluyor, onun, iktidar olmayan
ilkeleri ilkesiz iktidara yeğlediğini yazıyor. Örneğin Luxemburg sosyalizme
varmak adına demokrasiye olan bağlılığını kurban etmezdi ve öncü partinin
kitlelerin devrime tam katılımının yerine ikame edilmesine tutarlı biçimde
karşı çıkmıştı. Öte yandan, Marksizm üzerinde çok daha kalıcı bir etkiye sa­
hip olan Trotskiy’in yazıları anti-Stalinist bir Marksizmin inşası bakımından
çok önemli olmakla birlikte, Trotskiy Lenin’e yakın olmaktan olumsuz et­
kileniyordu. Thatcher’e göre, Trotskiy ‘Stalin ve Stalinizmin nasıl Lenin ve
Leninizmden kaynaklandığını asla dürüst biçimde dile getiremedi.’
Jules Townshend, Marksizm içinde yaygın biçimde eleştirildiği­
ni ve mahkûm edildiğini belirttiği sağ Marksizmin nüanslı bir savunusu­
nu yapıyor. İhtiyatlı, kahraman tipinin tam karşıtı, tarihin paryaları olan
Menşevikler, Kautsky, Bernstein türü sağ Marksistlerin yine de Marksizme
önemli katkılar yaptığını öne sürüyor. Townshend’e göre, diğer akımlardan
farklı olarak sağ Marksizm, işçilerin kendi kurtuluşunu sağlayacak olan de­
mokrasi ile sosyalizm arasındaki önemli bağlantıyı hiçbir zaman gözden ka-
çırmamıştır. Marksizmi yeni koşullara uygun hale getirmeye ve modernite-
nin etkilerine cevap vermeye çalışarak Marksizme gerçekçilik boyutu kat­
mışlardır. Özellikle Bernstein Marksizmin eleştirel ruhunu muhafaza etmiş
ve Marksizmde yaptığı cesur revizyonlar temelinde ahlâki savunuculuğun
önünü açmıştır. Townshend, ‘yirmi birinci yüzyıl, sağ-kanat Marksistlerin
itibarı konusunda biraz daha insaflı olacaktır’ düşüncesinde.
İkinci Kısım’da üzerinde durulan düşünürler ve tartışmalar kronolojik ba­
kımdan esas itibariyle Birinci Kısım’da ele alınanlardan sonra gelir ama İkinci
Kısım daha ziyade coğrafi bir yapıya dayanmaktadır. Bu Kısım’da Sovyet
ve Doğu Bloku Marksizmine, Avrokomünizme, Batı Marksizmine, Afrika
Marksizmlerine, Asya Marksizmlerine ve Latin Amerika Marksizmlerine
ilişkin bölümler var.
Mark Sandle, Sovyet ve Doğu Bloku Marksizmine ilişkin kaleme aldı­
ğı bölümde ‘“resmi” Marksizmin Sovyet blokundaki gelişimini, yerleşme­
sini, krizini ve nihai çöküşü’ne odaklanıyor. Resmi bir inanç sistemi olan
Sovyet Marksizm-Leninizminin tüm farklı fikirlerin sansürlendiği bir or­
tamda tekel konum una sahip olduğunu kaydediyor. Her türlü eleştiri ve an­
lamlı tartışmadan yalıtılmışlık kaçınılmaz olarak entelektüel taşlaşmaya ne­
den olmuştur. Sovyetler Birliği’nin hakim siyasi pozisyonu nedeniyle, Sovyet
Marksizmi devasa bir etkiye sahipti ama ‘gerçeklikle ilgisi olmayan, dog­
matik, kalıplara dayanan bir içi boş formüller kümesi’ haline geldiği için
‘[Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin] iktidar tekelinin ince bir şal altın­
da rasyonalize edilmesinden öte pek bir anlamı yoktu’ ve Sovyet sistemi­
nin 1991’deki çöküşünden sonra yaşamını sürdürmeyi başaramadı. Ancak,
Sandle’a göre hikâye bundan ibaret değildir. Etik, mantık ve tarih felsefesi
alanında ciddi yenilikler yapılmış, kapitalizmden komünizme geçiş ile geçiş
(sosyalist) ve nihai (komünist) toplumlarınm doğasına ilişkin Marksist teo­
ri geliştirilmiştir. Ayrıca, Stalin sonrası dönemin -özellikle Çekoslovakya ve
Yugoslavya (en bilineni Praksis okulu)- katkıları gözden kaçırılmamalıdır.
Avrokomünizmin izini süren Rick Simon, bunun Sovyet tarzı komünizm
ile Batı Avrupa sosyal demokrasisi arasında bir üçüncü yol bulma arayışı
olduğunu kaydediyor. Simon, Avrokomünizmi Sovyet Marksizmi karşısın­
da eleştirel bir duruş, farklı ulusların farklı yollardan sosyalizme ulaşaca­
ğı vurgusu, demokrasinin, insan ve yurttaşlık haklarının gerekli olduğunun
kabulü ve sosyalizme ulaşmada liberal demokratik kurumlarm kullanılaca­
ğı yolunda bir taahhüt olarak tanımlıyor. Avrokomünistlerin kalıcı bir teo­
rik çerçeve geliştirememelerini eleştirirken bunun strateji, ittifaklar ve ulu­
sal hususiyetlere yaptıkları aşırı vurgunun bir ürünü olduğunu ileri sürü­
yor. ‘Avrokomünizm’ teriminin ima ettiği iç tutarlılık ve aidiyet bir gerçek­
ten ziyade görünüşteydi. Avrokomünizm esas olarak dünya komünizmi­
nin krizinin bir evresini temsil eden bir fenomendir. Simon’ın vardığı so­
nuç şudur: ‘Sosyalizm, son tahlilde, ancak küresel ölçekte inşa edilebilir.
Küresel boyutları görmezden gelme pahasına ulusal farklılıkları öne çıkaran
Avrokomünizmin izleyebileceği tek yol reformizmin yoluydu.’
György Lukács, Karl Korsch, Antonio Gramsci, Max Horkheimer,
Theodor Adorno, Herbert Marcuse, Jean-Paul Sartre ve Louis Althusser gibi
ağır sıklet düşünürleri ele aldığı geniş kapsamlı bölümde Joseph Femia Batı
Marksizmine oldukça eleştirel biçimde yaklaşıyor. Femia, çeşitlilikler içe­
ren bir teorik yapı olarak Batı Marksizminin -özellikle de bilimci felsefenin
ve pozitivist sosyal bilimin eleştirisi bakım ından- başarılarını kabul ediyor.
Bununla birlikte, Femia Batılı Marksist düşüncenin iç tutarlılığını sorgulu­
yor, bu akımın temsilcilerinin Marksizme Marksist olmayan unsurları ekle­
mesinin Marksist projenin üstü kapalı bir eleştirisi anlamına geldiğini, do­
layısıyla Habermas gibi Batı Marksistlerinin Marksizmden post-Marksizme
doğru evrilmelerine şaşırmamak gerektiğini iddia ediyor. ‘Eğer devrimci teo­
rinin amacı dünyayı değiştirmekse Batı Marksizmi bir başarısızlık olarak gö­
rülmeli’ şeklinde son derecede olumsuz bir sonuca varıyor.
Daryl Glaser Afrika Marksizmine ilişkin değerlendirme ve analizine
Afrika sosyalizmine ve onun Afrika Marksizmi ile olan bağlantılarına ve
örtüştüğü noktalara bakarak başlıyor. Yazısına Afrika’daki Marksist teori­
nin ve Marksizmin Afrika ülkelerindeki gelişiminin bilgilendirici bir sergi­
lemesini yaparak devam ediyor (ironik biçimde, Marksizmin Afrika’da ya­
yılmasını sağlayan kanallardan birinin de emperyalizm olduğunu saptıyor).
Marksizmin biçimlerinin farklı Afrika ülkelerinin farklı koşullarını -e n be­
lirgin örneği sırasıyla Etiyopya ve Güney Afrika’daki gelişkin feodal ve kapi­
talist sınıf sistem leridir- yansıtan çeşitliliği vurgulanıyor. Glaser, bir yandan
Afrika’daki Marksist hüküm etler tarafından Leninist ve Sovyet tarzı standart
formüller uygulanırken diğer yandan kıtadaki Marksist hareket ve rejimle­
rin bazı ayırt edici katkılar yaptığını öne sürüyor. General Muhammed Siad
Barre’nin Marksizm ve İslam arasında yarattığı sentez, Ben Bella’nm ‘Arap-
Islam Sosyalizmi’, Eritre Halk Kurtuluş Cephesi ve Tigray Halk Kurtuluş
Cephesi’nin ulusların bulundukları ülkeden ayrılarak kendi devletlerini
kurmalarına bakışı, Sekou Toure’nin kitle partisi formları ile yaptığı deney­
ler ile Madagaskar Marksistlerinin kısmen seçimleri de içeren çoğulculuğu
söz konusu katkılara birer örnektir.
Glaser, Afro-Marksizmin gerileme ve çöküşünü tartışırken Afrika’daki
Marksist rejimlerin göreli olarak kısa ömürlü olmasının (1970’lerden
1990’lara kadar), Afrika’daki Marksist projenin katılımcılarının ve gözlemci­
lerinin büyük çoğunluğu tarafından bir başarısızlık olarak görülmesine ne­
den olduğunu kaydediyor. Bu başarısızlığın ‘ne ölçüde Marksizmin yeter­
sizliklerinden, ne ölçüde Afrika’nın kendi hastalıklarından kaynaklandığı­
nı saptamak oldukça güç’ olduğu için yazar nedenler konusunda teşhis yap­
manın da zor olduğuna işaret ediyor. Buna rağmen, Glaser kaynak yetersizli­
ği, Marksist rejimlerin düşman ülkeler tarafından kuşatılmış olması, önder­
lerinin aşırı iddialı, sabırsız ve siyasi bakımdan beceriksiz oluşu ve hepsin­
den önemlisi Leninist tarzda demokrasi teori ve pratiğinin sınırlılıkları gibi
sorunları Afro-Marksizmin başarısızlığının kilit nedenleri olarak tanımlıyor.
Glaser’e göre, Afro-Marksizmin yetersizlikleri Afrika’nın neo-liberal kapi­
talizmi benimsemek zorunda olduğu veya Marksizmin kıtanın geleceğinde
hiçbir yeri olmadığı anlamına gelmiyor. Sürdürülebilir bir ekonomik kalkın­
mayı, demokrasiyi derinleştirmeyi ve toplumsal eşitsizliği azaltmayı hedef­
leyen sosyalist projenin ‘bu yeni arayış sırasında -yeni bir siyasi düzen tasar­
lamak için değilse bile- ıskartaya çıkarılmış sosyalist sistemlerin yıkıntıları
üzerinde oluşmuş olan yeni sınıfsal eşitsizlik biçimlerinin berrak bir analizi­
ni yapabilmek için Marksizme başvurmaları gerekebilir.’
Nick Knight, ‘Marksizmin Asya’daki siyasi etkisinin dünyanın geri ka­
lanından, hatta Avrupa’nın kendisinden bile fazla oluşu Marksist geleneğin
tarihinin en büyük ironilerinden birisidir’ diye yazıyor. Rusya, Çin, Kuzey
Kore, Vietnam, Kamboçya, Laos, Hindistan, Endonezya, Malezya, Japonya
ve Filipinler gibi ülkeleri geçmişte Marksist hükümetlere veya önemli
Marksist hareketlere sahip ülkeler olarak sayıyor. Marx ‘tipik bir Avrupalı
entelektüel’ olsa da, düşüncesi evrensel öğeler içerir. Maddi bakış açısına da­
yanan üretime odaklanmış bir metod ve kendisi dünyanın her köşesine ya­
yılan bir sistem olan kapitalizmin eleştirisi bu öğelerin en önemlileridir. Bu
evrensel öğeler Asyalı Marksistlere çekici gelmiştir. Marx’in spesifik olarak
Asya’yı konu edinen yazıları, ulusal, sömürge karşıtı devrimlerin dünya dev­
rimi mücadelesinin önemli bir parçası olduğunu öne süren Lenin’in eser­
lerinden esinlenmeyi tercih eden Asyalı Marksistler tarafından büyük öl­
çüde görmezden gelinmiştir. Knight, en önemli Asyalı Marksistler olarak
gördüğü Mao Zedong ve Ho Şi Minh’in düşüncelerine odaklanıyor. Onların
Marksizmi yerel koşullara uygun hale getirme ve milliyetçilik veya yurtse­
verliği Marksizmle harmanlama çabalarını kaydediyor. Mao ve Ho her ne ka­
dar başarılı devrimciler de olsalar neticede sosyalizmi inşa etmekte daha az
başarılı olmuşlardır. Bu durum Knight’ın Marksizmin Asya üzerindeki et­
kisine ilişkin genel değerlendirmesine işaret ediyor: Marksizm bir sosyalist
inşa teorisi olarak değil, bir devrim teorisi olarak işe yaradı. Mao ve Ho’nun
ölümlerinden sonra hem Çin’in hem de Vietnam’ın kapitalizme daha uyum ­
lu siyasetler izlemeleri dikkate değerdir.
Marx’m Latin Amerika üzerine düşünceleri ile Asya üzerine düşünce­
leri arasında paralellikler vardır. Ronaldo Munck’un kaleme aldığı bölüm,
Marx’m her iki örnekte de aşırı derecede Avrupa-merkezci bir bakış açı­
sına sahip olduğunu kuvvetli biçimde sergiliyor. Munck’un öne çıkardı­
ğı bir alıntıda Marx şöyle yazıyor: ‘Meksika’nın fethine coşkuyla tanık ol­
duk... Meksika’nın gelecekte ABD’nin vesayeti altında bulunması kendisi­
nin kalkınma bakımından çıkarlarına uygundur’* Munck, Avrupa’da m uh­
temelen daha az tanınan entelektüellerin katkılarını ele alıyor. Bunların ara­
sında, her ikisi de Marksizmi ‘Latin Amerikalılaştırma’yı deneyen Jüan Justo
ve José Carlos Mariätegui (kıtanın Gramsci’si olarak da tanınmıştır) var.

* Ronaldo M unck söz kon u su alıntının yazarının Friedrich Engels olduğunu belirtiyor. Dola­
yısıyla, David W alker alıntının M arx’a ait o lduğunu yazarak hata yapıyor (ç.n.).
Munck ayrıca Küba’yı, Nikaragua’daki Sandinistleri, Şili’deki Renovadorlan
ile Meksika’daki Zapatistalar’ı da tartışıyor. Latin Amerika Marksizminin ge­
lişmiş ülkelerde bir dizi ikon aracılığıyla tüketildiğini -C he Guevara’nın bir
poster figürü olmaktan pek az öteye gittiğini düşünün- ileri süren Munck,
bölge Marksizminin entelektüel katkısının gözden kaçırıldığım iddia edi­
yor. Örneğin radikal demokrasi teorisi, ‘ulusal-popüler’ ve bağımlılık ku­
ramları Latin Amerika Marksist geleneğinin içinde geliştirilmiştir. Munck
geleceğe bakarken Sovyet komünizminin çöküşü sayesinde serbest kalan
Marksizmin yaratıcı biçimde gelişme imkânlarını görüyor ama Marksizmin
Latin Amerika’da bir eylem kılavuzu olarak değeri hakkında kuşkucu olma­
yı sürdürüyor.
Üçüncü Kısım’ın yazarları Marksist düşüncenin yakın dönemdeki sorun
ve tartışmaları ile ilgileniyorlar. Howard Chodos bir teori olarak Marksizm
ile Marksizm esinli pratik arasındaki ilişkiyi tartışıyor. Daryl Glaser da ben­
zer temalara yönelerek, Marksizmin teori ve pratiği, özellikle de epistemo­
loji ve demokratik prosedür üzerinde düşünüyor. Yahya Madra ve Fikret
Adaman Marksist kapitalizm analizi üzerine yaptıkları değerlendirmede ik­
tisada daha fazla vurgu yapıyorlar. Daniel Little ise, önemli bir alan olan
Marksizm ve metod üzerinde duruyor ve Marksizmin metodolojik bakım­
dan ne derece ayırıcı ve yararlı yönleri olduğu sorusuna cevap arıyor.
Marksist sosyalizm vizyonunu pratiğe dökme çabalarını inceleyen
Chodos, tarihsel komünizmin yirminci yüzyılı hasarsız atlatmakta başarı­
sız olduğunu kaydediyor. Tarihsel komünizm ya Sovyetler Birliği’nde oldu­
ğu gibi tamamen çökmüş ya da Çin’de olduğu gibi muazzam biçimde deği­
şerek neredeyse tanınmaz hale gelmiş durumda. Yazar, kom ünist rejimle­
rin iktisadi başarısızlıklarını ve yaygın insan hakları ihlallerini de kaydedi­
yor. Chodos teori ve pratik arasındaki ilişkinin basit bir ilişki olmadığını ka­
bul etmekle birlikte tarihi sicilinin ‘Marksist projenin kendisinin geçerliliği­
ni sorgulanır hale getirdiği haklı olarak söylenebilir’ olduğunu iddia ediyor.
Sovyetler Birliği’ne odaklanan Chodos, tarihsel komünizmin rolünü açıklı­
yor ve tarihsel bir bilanço çıkarıyor. Planlı veya plansız biçimde yol açılan
kitlesel ölümler, ekonomik israf ve verimsizlik ile çevre tahribatı Chodos’u
‘Sovyet deneyiminin devasa bir başarısızlık’ olduğu sonucuna götürüyor.
Chodos, tarihsel komünizmin doğası ve Marksist teori ile olan ilişkisi
hakkındaki incelemesini daha da derinleştirerek tarihsel komünist rejimle­
re ilişkin kendi karakterizasyonunu geliştiriyor. Partinin rolünün ve iktisadi
ve toplumsal alanların kaynaşmasının kom ünist rejimlerin toplumsal biri­
kim yapısının ortaya çıkışında kilit faktörler olduğunu ileri sürüyor. Tarihsel
komünizmin pratiği ile Marksist teori arasındaki bağlantı -k i Chodos’a göre
böyle bir bağlantı m evcuttur- Marksist kuramın spesifik unsurlarının bile­
şiminde yatıyor. Chodos’a göre, Marksist teleoloji, Marksizmin bilimsel ni­
teliğine olan inanç, dünyaya ve tarihsel mücadeleye ilişkin ikiliklere daya­
nan bakış açısı biraraya gelmiş, devasa boyuttaki iktisadi ve siyasi gücün yö­
netici elitin elinde toplanmasıyla birleşerek tarihsel komünizmin felâket si­
ciline yol açmıştır.
Bununla birlikte, Chodos’a göre tarihsel komünizmin kaderi kaçınılmaz
değildir, kusurları bir dizi adımın atılmasıyla önlenebilir. İlk olarak, Marksist
rejimler onun ‘yeniden feodalleşme’ olarak adlandırdığı, iktisadi alan ile si­
yasi alanın kaynaştırılmasına izin vermemelidir. İkincisi, gerçek siyasi reka­
beti (yani çok sayıda partiyi ve ifade özgürlüğünü) barındıran sahici bir de­
mokrasi mevcut olmalıdır. Üçüncüsü, sosyalist proje ilke olarak demokra­
tik yöntemler aracılığıyla geriye döndürülebilir olmalıdır; sosyalizmin meş­
ruiyeti serbestçe tercih edilebilir olmasına dayanmalı, halkın istediği takdir­
de onu reddetmesine izin verilmelidir. Dördüncüsü, insan hakları ve özgür­
lükleri ihlâl edilemez olmalıdır. Beşincisi, kapitalizmin temel dinamikleri
değiştirilmelidir ama kapitalist olan her şeyin değiştirilmesi gerekmez. Son
olarak, -k i Marksist bir perspektiften en tartışma yaratacak gibi görüneni de
herhalde b udur- sosyalizm artık işçi sınıfının iktidarı olarak tanımlanmama-
lıdır. Chodos’un vardığı sonuca göre, ‘Marksizmden esinlenen sosyalizmin
eğer bir geleceği olacaksa sınıfsız topluma geçişin işçi sınıfı iktidarı ara aşa­
ması olmaksızın başlatılabileceği bir yol bulunmalıdır.’
Glaser kendi bölümünde ‘uygun bir Marksist teori, metodoloji, analiz ve
programın içeriğinden ziyade Marksizmin metateorik arka plam’na odak­
lanıyor. Marksist devletlerin zayıf iktisadi performansını, demokrasi açığı­
nı ve korkunç insan hakları sicilini, kısacası teori ile pratik arasındaki bağ­
lantıyı vurgulayan bir ideolojinin taraftarlarının mutlaka ilgilenmesi gere­
ken genel tarihini ortaya koyuyor. Marksizmin kendisinin sahip olduğunu
ilân ettiği bilimsel yaklaşım ve epistemolojinin Marksist devletlerin totali­
terliğinin kökeni olduğu iddiasını reddederken Marksist teoriyi pratiğe ter­
cüme eden Marksistler için iki kural öneriyor: birincisi, bilgi geçici nitelikte
bir şey olarak görülmek zorundadır; İkincisi, bağlayıcı kararlar rızaya daya­
lı olmalıdır. Marksist pratiğin yirminci yüzyıldaki hatalarına tekrar düşme­
mesi ve Marksizmin gelecek için zararlı değil yararlı bir şey olmasını güven­
ce altına alabilmesi için Marksistlerin bilginin geçiciliği ile demokratik pro­
sedürleri izlemenin zorunluluğu ilkelerine bağlı kalmaları gerekmektedir.
Bilginin geçici karakterini kabul eden Marksistlerin ‘insanları özgür olmaya
zorlama’ yetkisi diye bir şeyin olmadığını kabul etmeleri gerekir, zira daha
sonra insanların yapmaya zorlandığı şeylerin yanlış olduğu da ortaya çıka­
bilir. Marksistler prosedürel demokrasiyi benimseyerek meşruiyet kazanabi­
lir ve bilginin geçici olduğu kuralını ifade edebilir. Bunun ardından, Glaser
Marksizmin -yorum cu, politikacı ve Kanun koyucu- olmak üzere üç rolüne
odaklanıyor ve bu rollerin Marksistlerin prosedürel demokrat olma zorunlu­
luğunu gösterdiğine işaret ediyor. Glaser’a göre, Marksistler demokrasi dos­
tu davranış kurallarını izlemek zorundadır ve bunu yaparak ‘demokrasi in­
şasına ve toplumsal bakımdan arzu edilir olan diğer projelere katkıda bulu­
nabilirler.’ Prosedürcülük ilkesi ile birleşen sosyalist radikalizm yirmi birin­
ci yüzyılın Marksizmine işaret ediyor.
Marksist iktisadı ve kapitalizm eleştirisini konu edindikleri yazılarında
Madra ve Adaman siyasal iktisadın tek ve homojen bir eleştirisinin bulun­
madığını vurguluyor ve Marksist teorilerin çoğul nitelikte olduğunda ısrar
ediyorlar. Temel Marksist yaklaşım ve projeler arasından her biri farklı çı­
karımlara sahip iki tanesi olan sermaye birikimi teorileri ve sınıfsal sömü­
rü teorilerine odaklanıyorlar. Madra ve Adaman ‘İlk proje kendisini kapita­
lizmi krizle malûl bir servet birikimi süreci olarak tahlil etmeye hasreder­
ken, İkincisi, farklı sınıf yapılarının (kapitalist, feodal, köleci, bağımsız veya
komünal) ve bunların eklemlenmesinin kurumsal açıdan spesifik tahlilleri
olarak tanımlanabilir’ diye yazıyorlar. Bu iki yaklaşımı tartışmanın yanı sıra
Marksist iktisadın temel kavramlarını tanıtıyorlar ve sömürgecilik ve emper­
yalizmi Marksist iktisadın bakış açısıyla tartışıyorlar. ‘Ekonomiyi teorileştir-
me şekillerimizin toplumsal dönüşüm için politik stratejiler belirleme şekil­
lerimizi etkilediği’ iddiasında bulunan Madra ve Adaman, farklı kapitalizm
teorilerinin farklı siyasi çıkarımları olduğunu vurguluyorlar. Birikimci teo­
riler mücadelenin kilit mekânları olarak devlete ve şirketlere işaret ederken,
sınıfsal sömürü teorileri ‘günümüz toplumsal formasyonları bünyesindeki
sömürü ve tahakküm biçimlerinin çokluğu’na dikkat çeker ve ‘kapitalizmin
nihai çöküşünü beklemek yerine, bugünden komünal (hatta belki de bağım­
sız) sınıf yapılarını ve demokratik yönetişim formlarını tahayyül ederek ‘ka­
pitalizmin nihai çöküşünü beklemek yerine, bugünden komünal (hatta bel­
ki de bağımsız) sınıf yapıları ve demokratik yönetim biçimleri tahayyül edip
uygulamanın’ imkânlarına işaret ederler. Önerdikleri önemli yaklaşımlardan
birisi ekonominin -ister dünya ekonomisi isterse belirli bir bölge veya ülke­
nin ekonomisi olsun- kapitalizm çağında bile tamamen kapitalist olmadığı­
dır. Kapitalist olmayan ekonomi Üçüncü Dünya’nın belirli bölgelerinde ya­
şamaktadır, ayrıca enformel sektörde, hanelerin ve kamu mallarının komü-
nal emek aracılığıyla üretildiği bazı yerel topluluklarının içinde de mevcut­
tur. Madra ve Adaman’a göre, Marksist iktisadın en bariz özellikleri onun
zenginliği, gerçek yaşamla yakın ilişkisi ve daha fazla gelişebilme yeteneği­
ne sahip olmasıdır. Özellikle sınıfsal sömürü yaklaşımı yapıcı siyasi eylem
için alan açmıştır ve daha ortodoks Marksist birikimci yaklaşımların iç gö­
rüleri ile harmanlandığı takdirde yirmi birinci yüzyıl için bir Marksist ikti­
sat sunmaktadır.
Kitabın son bölümünde Little, Marx’in ve Althusser, Poulantzas, Gramsci,
eleştirel teorisyenler ve materyalist tarihçilerin ve sonunda da analitik
Marksizm okulu gibi sonraki dönemin Marksistlerinin sosyal bilim metodo­
lojisine yaptıkları katkıları ele alıyor. Marx’in yirminci yüzyıl sosyal bilimi
üzerindeki etkisini özetleyen Little, Marx’in katkısını oluşturan temaların ve
içeriğe ilişkin metodolojik araştırma ilkelerinin yararlı bir listesini sunuyor.
Bu liste sınıfa, üretime, teknolojiye, mülkiyete, yabancılaşmaya ve söm ürü­
ye vurgu yapmayı ve odaklanmayı içeriyor. Sonuç olarak, Little Marx’m katı
bir metodolojik ilkeler bütünü önermek yerine bizi materyalizmi esnek bi­
çimde uygulamaya, maddi kurumlara, sınıfa, iktidara, sömürüye ve hakimi­
yete bakmaya, toplumsal formasyonların ‘çelişkiler’inin farkında olmaya ve
derinde yatan nedenleri ve yapıları araştırmaya yönelten gevşek bir reçete­
ler seti sunduğunu savunuyor. Kısacası, Marx ‘yığınla hipotez, içgörü ve be­
lirgin güçlü yorumların ilham verdiği gevşek bir araştırma programı’ sunar.
Little’a göre, bu ‘tarz’ bir araştırma (araştırma metodu değil) eklektik ve ço­
ğuldur ve hâlâ verebileceği çok şey vardır.
Bu kitaba katkıda bulunanlar kitap boyunca yirminci yüzyılın Marksist
düşünürlerinin ve düşünce okullarının sicilini ortaya koyuyorlar ve Marksist
düşüncenin farklı yönlerinin eleştirisini veya savunusunu yapıyorlar. Femia
ve Munck gibilere göre eleştirilmesi ve reddedilmesi gereken çok şey varken,
örneğin Shandro ve Townshend Marksizme veya en azından Marksizmin
bazı yönlerine ilişkin çok daha sempatik bir tablo çiziyorlar. Bu eleştirel ta­
rama Marksizmin günümüzdeki geçerliliğinin daha doğrudan ele alındı­
ğı son dönem Marksist teorisinin tartışılmasına doğru ilerliyor. Chodos,
Glaser, Madra ve Adaman ve Little’ın hepsi de Marksizme yirmi birinci yüz­
yılda bir rol biçiyorlar. Onun tarihini, başarısızlıklarını ve boşluklarını akıl­
da tutarak gelişimi için yönler ve Marksist teorinin hâlâ yararlı olabileceği
yollar öneriyorlar. Marksizmin yüzyılının yerini post-Marksizmin yüzyılına
bıraktığı pek de söylenemez.

Dipnotlar

1- K om ünizm e verilen seçm en desteğine birkaç örnek verm ek gerekirse, D oğu Almanya
K om ünist Partisi’nin devam ı olan D em okratik Sosyalizm Partisi 2005 genel seçim lerin­
de Alm anya genelinde oyların yüzde 9 ’a yakın b ir bölüm ünü, D oğu Alm anya bölgesinde­
ki oyların ise yüzde 25’ini aldı. Çek C um huriyeti’nde 2002’de yapılan parlam ento seçim le­
rinde Bohemya ve Moravya K om ünist Partisi toplam oyların yüzde 18,5’ini aldı. Rusya’da
Rusya Federasyonu K om ünist Partisi 2003’te yapılan D um a seçim lerinde oyların yüz­
de 12,6’sım aldı. M oldova’da 2005 seçim lerinde M oldova C um huriyeti K om ünistlerinin
Partisi oyların yüzde 46’sını aldı. G üvenilir b ir kam uoyu araştırm a kuru lu şu olan Yuri
Levada A nalitik M erkezi’nin 2004 yılında iki bin Rus’la yaptığı ankete göre görüşülen ki­
şilerin yüzde 67’si “Sovyetler Birliği’nin yıkılm asından ü z ü n tü duyuyor." Diğer bir anke­
te göre Rusların yüzde 71’i önceki kom ünist rejim i ‘tam am en’ veya ‘kısm en’ onaylıyor ve
yüzde 41’i ‘K om ünist düzene geri dönm eliyiz’ ifadesine ‘kısm en’ veya ‘tam am en’ katılıyor
(Rose, 2005).

Referanslar

Brzezinski, Z. (1989) The Grand Failure: The Birth and Death o f Communism in the Twentieth
Century. Londra: M acdonald.
Fukuyam a, H (1992) The End o f History and the Last Man. Londra: Penguin.
Gam ble, A., D. M arsh ve T. Tant (derl.) (1999) Marxism and Social Science. Londra: Macmillan.
Rose, Richard (derl.) (2005) New Russia Barometer XIV: Evidence o f Dissatisfaction. Studies in
Public Policy No. 402. Glasgow: U niversity of Strathclyde.
I. B Ö L Ü M
I

L en in ve M arksizm

S ın ıf M ü cad elesi, P olitik an ın T eorisi ve


T eorin in P olitik ası

Alan Shandro

Berlin 1989: Doğu ile Batı’yı ayıran duvar yıkılmaktadır; “reel sosyalizm”in
payandaları şaşırtıcı bir hızla ardı ardına çökecektir. Doğu Avrupa ve eski
Sovyetler Birliği coğrafyasında Marx ve Lenin heykelleri devrilmekteyken,
Batılı karikatüristler tek bir görüntünün çeşitli versiyonlarını yaratmada bir-
birleriyle yarışmaktadırlar: orak ve çekiçlerle silahlanmış işçi ve köylü gü­
ruhları, şaşkın ve afallamış iki kom ünist düşünürün peşinden öfkeyle koş­
maktadır.
Böyle bir intikama yol açacak ne günah işlemişlerdi? Bazılarına göre
Bolşevik devrimi ve onun yarattığı toplumsal düzen, canice bir iktidar tut­
kusunun zehirli meyvesi olarak görülmelidir. Ancak karikatürlerin anlat­
mak istediği hikâye muhtemelen daha tesirli ve kesinlikle daha ilginç. Bütün
kanıtlar tersini gösterdiği halde, teorilerinin doğruluğuna olan temelsiz bir
güvenin kurbanı durum una düşen komünistler, gafil avlanırlar. Bu o kadar
kibirli bir güvendi ki, bu insanlar bütün toplumları bir teorinin vaad ettikle­
ri temelinde yeniden kurmayı istemekle kalmayacak, tasarılarını kitlesel şid­
det yoluyla, tam da vaadin kendisi adına öne sürüldüğü halkın özlemlerini
ve tecrübesini çiğneyerek hayata geçireceklerdi. Bu yüzden işçilerin ve köy­
lülerin öfkesi bir yandan bu vaade ihanet edilmesine, bir yandan da aynı za­
manda, bu ihanet vesilesiyle, bu vaadin arkasında yatan teorik kibre yönel­
mişti. Marx’m ve özellikle de Lenin’in suçu, aydın kibrinden kaynaklanan
ilk günahı işlemeleriydi.
Bu hikâyeye benzer bir yaklaşım, Marx ve Lenin üzerine akademik yazın­
da da (bunun açık bir örneği, günümüzde, Lenin’de bir “mutlak bilgi”, bir
“felsefi kesinlik” iddiasının varolduğunun (bkz. örn. Harding: 1996: 219-
242) ileri sürülmesidir) yaygın olarak görülür. Bu, bir ölçüde ikna edici bir
hikâyedir; halk katmanlarının deneyiminden kaynaklanan alçakgönüllülük
ve hoşgörü erdemlerine başvurabilir. Entelektüel gücü ise şüphelidir; bura­
da Marksist ve Leninist fikirler yalnızca ima, hatta kinaye yoluyla eleştiril­
mektedir. Bu fikirlerin sorunu, halkın özlemlerini ve tecrübesini ihmal eden
bir kibirle hayata geçirilmiş olmalarıdır; işçilerin ve köylülerin öfkesinden
fikirlerin yanlış olduğu sonucunu çıkarabiliriz. O zaman fikirlerin kendi­
sini irdelemeye gerek yoktur; kurbanlarının deneyiminden, bunların haki­
kat değerini zaten biliyoruz. Ve kendi günlük deneyimimizin çelişkileri bizi
bu deneyimin sınırlarını sınamaya kışkırttığında, onun ötesinde ne yattığı­
nı zaten bilmekteyizdir ve bu kışkırtmaya ihtiyatlı bir tavırla karşı koyabi­
liriz. Kurbanların deneyimine duyulan empati ve kendi deneyimimizin bil­
dik sınırlarının ötesinde yatana duyulan korkunun, duvarın yıkılmasından
bu yana çeşitli kereler emperyalist fetih savaşları adına seferber edilmiş ol­
masına da aldırmayıverelim.
Yine de Marksistlerin ve hasımlarının sınıf mücadelesinin gidişatını anla­
mak ve uygun stratejileri ve kurum lan tartışmak için kullandığı çerçeve, işçi
sınıfı ve halk hareketleri içindeki tartışmaları ve bölünmeleri şekillendirme­
ye ve böylece siyasal mücadelenin hâlihazırdaki bağlamında yer almaya de­
vam ediyor. Bu, bilinçli ya da bilinçsiz olabiliyor; Lenin’in durum unda oldu­
ğu gibi, politik tartışmanın mantığım etkili bir biçimde baskı altına alacak
şekilde yalnızca ileri derecede soyutlaştırılmış, hatta karikatürleştirilmiş bi­
çimlerin yer almasına izin verildiği hallerde, dikkatli ve eleştirel bir yeniden
gözden geçirme özellikle gerekiyor. Üstelik, sırf klasik Marksizm geleneğin­
deki politik aktörler kendilerini sınıf mücadelesinin belirli anlarında teorik
ve politik olarak yerleştirirken zorluklarla ve belirsizliklerle karşılaşmak zo­
runda kaldıkları için, onların örneğinden günümüzde yaşanan anlara uygu­
lanabilecek analitik araçların elde edilmesi ümit edilebilir; Lenin’in somut
durumların somut olarak tahlil edilmesi konusundaki neredeyse inatçı ısra­
rının onu bu bakımdan örnek kıldığını ileri süreceğim. Sembolün ardındaki
düşüncenin esasını eleştirel bir biçimde yeniden gözden geçirmek için bun­
dan daha müsait bir an olamaz.
S ın ıf B ilin c i P olitik ası

Aydın kibrini içeren Leninist ilk günahın locus classicus’u, Ne Yapmalû'da


formüle edilen, sosyalist bilincin kendiliğinden işçi hareketine dışarıdan gö­
türülmesi gerektiği tezidir. Bilinci kimin taşıdığı sorusuyla meşgul olan ve
belki de tam da bu yüzden kendiliğindenlik ve bilincin ne anlama geldiğini
zaten bildiğinden fazlasıyla emin olan yaygın düşünüş, bu savı işçileri aydın
elitlere tâbi kılmanın teorik zemini olarak okuyabilir. Ancak Lenin’in savı,
kendisinin de ısrarla belirttiği gibi, argümanının bütünlüğü içerisine yerleş­
tirilerek okunursa, çok farklı anlamlar taşıdığı görülecektir.
Lenin’in argümanında kullanılan bağlam, üç farklı yönelişin kesişmesiy­
le tanımlanır: Yeni oluşmakta olan Rus işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden
yükselişi; yaklaşan demokratik devrim için hegemonya savaşı verme amacı­
nı taşıdığı açıkça ortada olan bir liberal burjuva muhalefetinin ortaya çıkışı;
ve sosyal demokrat saflarda, demokratik devrimde sosyalistlerin politik gö­
revleri ve politik bilinci konusunda dar bir yaklaşım geliştirme ve böylece,
Lenin’in öne sürdüğü üzere, işçi sınıfı hareketini burjuvazinin hegemonya­
cı stratejisine tâbi kılma yönünde, “Ekonomist” adını alan bir eğilimin orta­
ya çıkması. Bu yönelişlerin kesişimi, işçi sınıfı hareketinin iki ayrı kendili­
ğinden eğilime tâbi olmasını doğurur. İlki, kapitalist üretimin toplumsal iliş­
kilerine dayanan sosyalist bilinç yönünde bir eğilim iken İkincisi, burjuva­
zinin yaygın nüfuzuyla ve burjuva stratejisinin uyarlanabilirliğiyle yönlen­
dirilen, “sendikal bilinç” yönünde bir eğilimdir. Lenin’in iddiası, İkincisinin
“kendiliğinden bir biçimde” ilkine baskın geldiğidir.
Bu iddianın kuvvetini ölçebilmek için bu iki eğilimin birbirleriyle etki­
leşimlerinin mantığına bakmamız gerekir. İddia, işçilerin kendilerini eko­
nomik taleplerle ve mücadele biçimleriyle sınırlamaya bir şekilde mecbur
oldukları değildir. Kendiliğinden mücadelelerinin seyri içerisinde işçile­
rin burjuva hegemonyasının parametrelerine meydan okuyan ve hatta ba­
zen bunlan çiğneyen yenilikler yaratabilmesi gayet mümkündür. Ne var ki
kendiliğinden yenilikler, burjuva hegemonyasının parametrelerinin yeniden
formüle edilmesiyle karşılanır. Bu, burjuva stratejisinin yeniden düzenlen­
mesine ve burjuva ideolojisinin kendisini, işçilerin mücadelesine kendili­
ğinden kabul ettirmesine olanak tanır. Ekonomizm esas rolünü bu noktada
oynamıştır. Burjuva hegemonyasının sınıf mücadelesinin inkârına yaslan­
ması gerekmez; ekonomistler de politik mücadelenin ille de, hatta genel ola­
rak ekonomik mücadeleye indirgenmesi gerektiğini savunmamışlardır: as­
lında duruşları hayli devrimci terimlerle ifade edilebilirdi ve sıklıkla da öyle
ifade ediliyordu. Belki de “kendiliğindencilik” olarak adlandırmamızın daha
uygun olacağı bu akım, sosyalist politikanın sınıf mücadelesinin kendiliğin­
den hareketine, yani burjuva hegemonyası tarafından belirlenen ya da en
azından ele geçirilebilir olan çizgilere, biçimlere ve yörüngelere uyumlulaş-
tırılmasından oluşuyordu.
Böylece burjuva hegemonyasına uyum sağlama, Lenin’in hiçbir zaman
şüphe etmediği proletaryanın sosyalizm mücadelesine bağlılığının ortadan
kalkması dolayısıyla değil, proletarya hegemonyası için politik bir projenin
oturtulamaması dolayısıyla, kendiliğinden bir biçimde gerçekleşir. Böyle bir
proje, Lenin’in argümanında “[işçilerin] çıkarların [m] modern politik ve
toplumsal sistemin tamamıyla olan uzlaşmaz karşıtlığı”nm (1961 [1902]:
375) bilinci olarak anlaşılan sosyalist bilinci varsayar. Sosyalist bilincin
Marksist teoriye dayanması gerekiyordu ve bu teori ile donanmış, teoriyi id­
dialı ve güvenli tarzda uygulamaya muktedir, örgütlü bir önderliğin yoklu­
ğunda sınıf mücadelesini etkileyecek konuma getirilemezdi. Bu bilinç basit­
çe işçilerin kendiliğinden deneyiminden doğamazdı çünkü bu deneyim hem
sınıf karşıtlığı gerçekliği, hem de burjuvazinin bu tür bir karşıtlığın bir şe­
kilde uzlaşabilir olduğu şeklindeki kurgusu tarafından biçimlendirilmekte-
dir. Bu çelişik çiftin her iki terimi de katılımcılarının mevcut deneyiminin
ötesinde yeni biçimler alabileceği için, karşıtlığın uzlaşmazlığı yalnızca teo­
rik olarak kavranabilir.
Neden işçiler Marksist teoriyi kendiliklerinden kavrayamazlardı? Lenin’in
açık yanıtı onların bunu yapabileceğiydi, hatta aslında aydınlardan daha iyi
bir biçimde. Bunu yapabilirlerdi, ancak kitleler halinde değil, bireyler ola­
rak; bilinçli hale geldikçe de, kendiliğinden hareketin çelişik mantığına et­
kide bulunmak için bilinç taşıma gibi zorlu bir işi göğüsleme gereğiyle kar­
şı karşıya kaldıkları için, kendilerini, Marksist teorinin ilk, aydın taşıyıcıla-
rınm kine benzer bir konumda bulurlardı. Lenin’in “dışarıdan bilinç” teori­
sinde sorun, sosyalist bilincin taşıyıcısı ile ilgili olarak bilgi sosyolojisinden
değil, Marksist siyasi aktörlerin -aydınların veya işçilerin- sınıf mücadelesi
içinde kendi konumlarının üstesinden gelebilmesinin ve kendilerini bunun
üzerinde etkin olacak şekilde konumlandırabilmesinin şartları ile ilgili olan
stratejik veya daha doğrusu meta-stratejik bir sorundan kaynaklanıyordu.
Kendiliğindenlik ile bilinç arasında yaptığı ayrım, madde ve zihin arasın­
daki ontolojik bir aynmın veya altyapı ile üstyapı arasındaki bir sosyal bi­
lim ayrımının ya da hatta işçilerle aydınlar arasındaki sosyolojik bir ayrımın
politik terimlere tercüme edilmesi değildir. Sınıf mücadelesinin ve onunla
birlikte işçi sınıfı bilincinin ancak eşitsiz bir biçimde gelişebileceği somut
bir politik konjonktürde kuvvetlerin ve eğilimlerin karmaşık bir kümesi­
nin çelişik bileşimi ile ilgilidir. Dışarıdan bilinç tezi, bu eşitsizliğin işçi sını­
fı hareketinin politik eylemi ve politik önderliği üzerindeki etkilerini derin­
lemesine düşünme çabasıdır. Somut durum un somut tahlili şeklindeki öz­
gün Leninist uyarının kavramsal temellerini sunar ve dolayısıyla bilincin he­
gemonya mücadelesinin değişken çizgilerine ve mantığına dönüşlü olarak
uyarlanmasını emreder. Bu yüzden, paradoksal bir biçimde, Marksist teoriyi
sınıf mücadelesinin kendiliğinden hareketi içerisinde beklenmeyen yenilik­
lere ve çeşitliliklere açma olanağını üretir (bkz. Shandro 1995).

H egem onya M ü cad elesi

Lenin, politik mücadelenin peşpeşe gelen konjonktürleri karşısında ilk


olarak Ne Yapmalı ?’da kurduğu analitik çerçeveyi kullanacak, bu da kendisi­
ne bir politik proje olan proletarya hegemonyasının gittikçe daha somut bir
kavranışını geliştirme olanağını sunacaktı. Bu çalışma sırf fikirlerin bir ev­
rimi olarak anlaşılmamalıdır; kitlelerin, yani işçilerin ve köylülerin kendili­
ğinden hareketinin içinde devamlı olarak bulunmayı gerektirir. 1905 devri-
minin deneyimi bu söyleneni somutlaştırmaya yarayabilir. Köylülerin top­
raklara el koymasının yaygınlığına ve radikalizmine yanıt olarak Lenin, her
birinin ileriye taşınması için gerekli sınıf kuvvetleri ittifakına göre farklıla­
şan iki olası devrimci gelişme yörüngesi ayırt edecekti. Proleter-köylü yolu,
Çarlık düzenine payanda vazifesi gören politik ve toplumsal kurumların ta­
mamının imhasına yol açacak iken, toprak sahibi-burjuva yolu, bu kuram ­
ların Rus kapitalizminin evrimiyle tutarlı olduğu ölçüde büyük bir bölü­
m ünü muhafaza eden bir uzlaşmayla sonuçlanacaktı. Bu tahlile göre işçile­
rin ve köylülerin çıkarları birleşiyordu, ama proletaryanın bu tür bir ittifak
içinde ve aracılığıyla hegemonyasını nasıl kurabileceği belirsiz kalıyordu.
Proletaryanın Marksist partisi, işçiler arasında hızla etkisini arttırıyor olsa
da, Rusya’nın uçsuz bucaksız kırında pek az varlık gösteriyordu.
Lenin, proletaryanın kendiliğinden hareketine bu sorun bağlamında yak­
laşacaktı. Kendilerini sovyetler olarak örgütleyen işçiler politik yaşam alanı­
nı kendiliğinden bir tarzda yeniden düzenliyorlardı: politik karar alma süre­
cini halk kitlelerinin dikkatine sunarak, kitleleri politikaya girmeye cesaret­
lendiriyorlardı; halkın toplumsal, ekonomik ve kültürel taleplerini ve yakın­
malarını otokratik rejime saldırıda birleştirerek politik mücadelenin kapsa­
mını hissedilir derecede genişletiyorlardı; mücadeleye katılımın yolunu tı­
kayan formaliteleri bir kenara atarak halk güçlerinin bütün çelişik çeşitli­
likleriyle birlikte akmasını kolaylaştırıyorlardı. Bütün bu gelişmeler aracılı­
ğıyla, politik mücadelenin zeminini, Marksist öncü partinin proletarya he­
gemonyası uğrundaki politik projesini daha etkin bir biçimde sürdürmesine
olanak tanıyacak şekilde yeniden yapılandırıyorlardı.
Buna karşılık Lenin’in Menşevik hasımları, sovyetler fenomenini, işçile­
rin pratik politika alanında özeğitimi, işçi sınıfının özfaaliyeti için bir fo­
rum olarak algılıyor, sonunda gerçek bir kitlesel işçi partisinin oluşmasına
varacağını düşünüyorlardı. Bu şekilde kavrandığında, Sovyetlerin esas öne­
mi, daha kapsamlı bir gündem olan demokratik devrim ve otokratik dev­
let iktidarını devirme mücadelesinden değil, işçi sınıfıyla politik partisi ara­
sındaki ilişkiden kaynaklanıyordu. Lenin’in konum unun ayırıcı özelliği, bu
Menşevik görüşe yönelik eleştirisiyle daha da belirginleşiyordu: işçilerin,
hegemonya uğruna sınıf mücadelesinin stratejik mantığından ve dolayısıy­
la karşı-devrimci şiddet ihtimalinden soyutlanarak kavranan politik özeğiti-
mini esas hedef olarak almak, devlet iktidarının müdahalesinden bir şekilde
sakınılan bir eğitim forumunu varsaymaktır. Oysa politik eğitimi böyle bir
varsayıma dayandırmak, bu varsayım politikanın temel bir gerçeğinden so­
yutladığı için, yenilgiyi davet eden bir tutumdur. Ayrıca, tam da bundan do­
layı, burjuva etkisinin işçi sınıfı hareketi içine yerleşmesinin yollarını açar.
Lenin’in yaklaşımında tahlilin sırası tersine çevrilmiştir ve politik eğitimin
anlamı da buna bağlı olarak değişmiştir; işçiler, yalnızca gerçek politik m ü­
cadelenin mantığı tarafından dayatılan her türlü görevle boğuşarak gerçek
bir politik eğitim alabilirler. Sosyalist politik eğitim gibi talepkâr bir iş için
mevcut malzeme, tarihsel hareket ve sınıf mücadelesinin halihazırdaki ger­
çekliği tarafından sağlanır; bu mücadelede hakim sınıf, işçi sınıfının ve dev­
rimci aydınların kendi sosyalist özeğitim projelerini önünde hayata geçir­
dikleri statik bir arkaplan olmaktan ibaret değildir: nasıl işçiler mücadelele­
rinin gelişimi boyunca kendiliğinden bir tarzda yeniliklere başvuruyorlarsa,
buna yanıt olarak hakim sınıflar da, ideolojik ve politik temsilcileri aracılı­
ğıyla yeniliklere başvururlar. Sosyalist bir politik eğitimi hayata geçirme sü­
reci, hasmın kaçınılmaz ve aktif bir biçimde mevcudiyetinin var olduğu bir
süreçtir. Menşeviklerin yaptığı gibi bu mevcudiyeti hesaba katmamak, tam
da hegemonya mücadelesi verilirken, madun konum unu varsaymaktır (bkz.
Shandro, 2001).
Öncü ve kitleler, sınıf mücadelesinin mantığında, farklı, uyumlu olması
mümkün, ancak bazen zorunlu bir biçimde çelişik roller oynarlar. Kitlelerin
hareket halindeki bölümlerinin ağırlığı, öngörülmemiş politik güçlerin, ko­
numların ve olasılıkların ortaya çıkmasına yol açabilir. Fakat bugün sınırla­
rı belirlenmiş bir konum, bir hasmm stratejik hesabına göre daima dönüşe­
bilir. Bu yüzden hegemonya mücadelesi, politik mücadelenin değişen kon­
jonktürüne uyum sağlamayı, mücadelenin mantığını şekillendiren esas güç­
lerin farkında olma ile ister hasım ister müttefik olsunlar diğer aktörlerin
mücadele boyunca yeniliklere başvurabileceği olasılığına açık olmayı birleş­
tirmeyi gerektirir. Bu nedenle sınıf mücadelesinde önderlik, kitlelerin m ü­
cadelelerine duyarlı, ancak gerekli olduğunda kendi politik tahlillerini on­
ların kendiliğinden hareketinin karşısına çıkarmaya hazır ve bunu yapabile­
cek kapasitede, bilinçli bir öncüyü gerektirir. Bu iddianın azınlık diktatörlü­
ğüne sofistike bir gerekçe sunduğu itirazı öne sürülebilir. Ama bu itiraz an­
cak bu Leninist iddianın altında yatan kavramlar ve ayrımlar sınıf mücadele­
sinin daha üstün bir tahlilini sunmuyor olsaydı ikna edici olabilirdi. Tahlilin
doğruluğu sorusunu sormak, bu anlamda, kaçınılmazdır, ancak başka yer­
lerde olduğu gibi burada da, bu sorun m utlak doğruyu bilme iddiasından
değil, [Lenin’in] “kullandığı, bütünüyle belirlenmiş olgulara ilişkin görece­
li doğrular”ı bilme iddiasından kaynaklanıyor (Lenin, 1961 [1904]: 477).

E m peryalizm in M an tığ ı

Lenin’in anlayışına göre, Marksist teorinin rolü basitçe mücadelenin he­


defini göstermek değil, aynı zamanda bu hedefi eylemde, sınıf mücadelesin­
de bağlamına oturtarak mücadelenin mantığına ve somut koşullarına göre
geri dönüşlü olarak revize etmekti. Marksizm basitçe bir eylem buyruğu de­
ğil (“haydi işçiler, haydi!”), bir eylem kılavuzuydu. Lenin’in emperyalizm
tahlili, eski yoldaşlarının bazılarının çekişme halindeki emperyalist güçler­
den birinin ya da diğerinin savaş faaliyetine destek olduğu yeni ve kritik bir
konjonktürde, devrimci Sosyal Demokratların kendilerini teorik olarak ye­
niden konumlandırmaları için gerekli araçları sunmayı amaçlıyordu.
Bu amaç doğrultusunda her şey, kapitalist gelişmenin mantığı, savaş ve
uluslararası sosyalizmin krizi arasındaki bağıntıyı açıklamak üzere tasarlan­
mıştı. Emperyalizmin Lenin’in konuyla ilgili başlıca eserinde “kapitalizmin
en yüksek aşaması”, “sosyalist devrimin arefesi” olarak tanımlanıyor olması
(1964 [1916a]: 187), sonradan akla gelen bir düşünce veya retorik bir söyle­
yiş tarzı değildir; bu, Lenin’in tahlilinin politik amacıyla tutarlı olmakla kal­
maz -şayet emperyalizm sosyalist devrimin arefesi ise, emperyalizmin sosyal
demokrat müttefikleriyle politik bakımdan aynı yerde bulunmak düşünüle­
mez-; aynı zamanda bu amacın kavramsal mantığına içkin biçimde oluştu­
rulmuştur. Ancak emperyalizm bu özelliği teknolojik ilerlemeyi teşvik etme
veya ekonomik büyümeyi hızlandırma kapasitesinin olmamasından dolayı
değil (Lenin kendini bu tür iddialardan gayet açık ifadelerle ayırmıştır -bkz.
1964 [1916a]: 300]), sınıf mücadeleleri arenasını yeniden yapılandırdığı,
kapitalist üretimin çelişkilerini dünyanın en uzak köşelerine yaydığı ve böy-
lece sosyalizme geçişi şekillendirecek çelişkiler örüntüsünü geri dönülmez
bir biçimde yeniden düzenlediği için içerir. Tahlili, belirli bir anda ulaşılan
üretim düzeyine dair ampirik bir dogmaya değil, tekelin nasıl kapitalizmden
doğduğunun, emperyalist çelişkilerin hareketinin ise, nasıl üretimin içinde
yer aldığı ve hareket ettiği tekelci kapitalizmin toplumsal biçiminden doğ­
duğunun değerlendirilmesine dayanır. Böylece sınıf mücadelesi sosyalizme
geçişe dair değerlendirmesinde merkezi önemini korur.
Üretimin toplumsallaşmasıyla ayrılmaz biçimde iç içe geçmiş olan tekel­
ci kapitalizm, üretimin toplumsal olarak planlanması olanağını ete kemiğe
büründürür ve dolayısıyla sosyalizm heyûlasını ortaya çıkarır; ancak, özel
mülkedinme bağlamında, toplumsallaşma, yalnızca rekabeti daha bilinçli,
daha stratejik, daha yoğun, böylelikle daha politik ve dolayısıyla daha teh­
likeli kılar. Tekelin doğuşuyla birlikte, kapitalizmin içkin yayılmacı özelli­
ği, baskın biçim olarak sermaye ihracı formuna bürünür; buradan da, ka­
pitalist toplumsal üretim ilişkilerinin dünya ölçeğinde yaygınlaşması türer.
Sermaye ihracı ve buna uygun olarak emperyal hakimiyet mekanizmasının
kuruluşu, sınıf mücadelelerinin ulusal ve sömürgeci ezilmeye karşı m uha­
lefetle iç içe geçtiği direniş hareketlerine yol açar ve sömürge halklarını kü­
resel ölçekte bir mücadele arenasına çeker. Kapitalizmin gelişmesi giderek
daha eşitsiz bir hal aldığı için birbiriyle rekabet halindeki emperyalist güç­
lerin göreli kuvvetlerinde değişimler kaçınılmaz hale gelir; dünya bir kez bu
güçler arasında paylaşıldığında, yeni bir kuvvetler ilişkisine uygun olarak
paylaşımı değiştirme yolundaki mücadeleler nihai olarak ancak zor yoluyla
çözüme kavuşturulabilir. Bu yüzden emperyalizm, bir de bu anlamda, ser­
mayenin çelişkilerini dünyanın en uzak köşelerine yaydığı ve bu çelişkile­
ri emperyalist savaşlar biçimi altında en yoğun noktasına taşıdığı için kapi­
talizmin en yüksek aşamasıdır. Daha da ötesi, emperyalizm toplumsal göv­
deyi çürüten bir asalaklık eğilimini besler. Asalaklık ve çürüme eş anlamlı
olmamakla birlikte Lenin’in kullanımında, ekonomik durgunlukla birlikte,
baskın unsurları esas olarak başkalarının üretici faaliyetine yaslanan fakat
aynı zamanda onun altını oymadan var olamayan bir toplumsal organizma­
yı anlatır. Emperyalist asalaklık sınıf kuvvetleri alanında bir yer değiştirme­
ler kümesi anlamına gelir: birincisi, ellerindeki servete dayanarak geçinen
bir “rantiyeler” sınıfının üretici herhangi bir girişimde yer almaksızın, mili­
tarist bir mekanizma tarafından korunarak, şovenizm ideolojisine sarınarak
büyümesi anlamına gelir.
İkincisi, sömürgelerdeki ucuz emeğin aşırı sömürüsüyle biriken tekelci
aşırı kârlar, ücretli işçi kitlesinden ayrışmış, nispeten tuzu kuru bir işçiler
katmanının, bir işçi aristokrasisinin oluşması için gerekli maddi temeli yara­
tır. Lenin’in tahlili boyunca işçi aristokrasisi farklı şekillere bürünür fakat bu
varyasyonlar çerçevesinde ortaya çıkan şey, bir bölünme, işçi sınıfı hareketi­
nin hiyerarşik olarak parçalanması sürecidir. Emperyalist aşırı kârlar serma­
yeye (ve devlete) bazı işçilerin bazı en acil taleplerini, bölünme ve hiyerar­
şiyi yansıtan ve yeniden üreten biçimler altında karşılamak için gerekli kay­
nağı sunar. Bunlar, böylece, reformların barışçı yoldan birikmesi aracılığıy­
la sosyalizme ulaşılabileceği inancı için somut bir temel oluşturur. Bunun
sonucunda Sosyal Demokratların emperyalist savaşı bir sınıf savaşı ilanıyla
karşılayamamaları, bağımsız bir toplumsal kuvvet niteliğiyle proletaryanın
saflarını dağıtarak, parçalarının, yalıtılmış bireyler olarak öndersiz kitlelerin
devletin örgütlü gücüyle karşı karşıya kaldığı bir toplumsal denetim sistemi
içerisine entegre edilmesine olanak yaratmıştır. Ancak diğer taraftan işçiler,
işçi aristokratları katmanının dışlanması yoluyla değil, bu katmanın müca­
delelerinin sosyalist devrim için politik mücadeleyle bütünleştirilmesini ve
böylelikle ona tâbi kılınmasını sağlayacak bir politik projenin hayata geçiril­
mesiyle bir sınıf oluşturur hale gelirler.
Devrimin kuvvetleri yalnızca savaş meydanında, çarpışmalar içerisinde,
hangi unsurlar mevcut bulunuyorsa onlardan, çoğunlukla karşıt kuvvetle­
rin saflarındakilerden elde edilerek bir araya toplanır. Bu yüzden devrim­
ci politik önderliğin işi, kısmen, içinde bulunulan savaşın karmaşık ekolo­
jisinin açık bir biçimde farkında olmayı, hem de bu savaşın ortasında ka­
rarlılıkla hareket etmek için bağımsız hüküm verebilmeyi gerekli kılan bir
bricolage’dır.* Bundan dolayı Lenin’in emperyalizm tahlili demokratik müca­

* Elde m evcut m alzem e neyse onunla yetinilerek birşeyler yapılm ası, (ç.n.).
delelerle sosyalist devrim arasındaki ilişkinin yeniden düşünülmesi anlamı­
na gelir. Emperyalizm burjuva ulusal kurtuluş hareketlerinin ve küçük bur­
juva demokratik bir muhalefetin yükselmesine yol açtığı içindir ki, proletar­
yanın devrimci öncüsü, emperyalizme karşı mücadelede bir taraftan hetero­
jen, hatta proleter olmayan halk katmanlarının politik önderliğini elde et­
meye çalışırken, diğer taraftan da küçük burjuva demokrasisinin (daha ke­
sin bir ifadeyle küçük burjuvaziyle işçi aristokrasisi ittifakının) sahip oldu­
ğu hegemonyaya karşı politik ve ideolojik bir mücadele yürütmelidir. Artık
sosyalist devrimin ortaya çıkışının sınıf konum larının basitleşmesi yoluyla
varlığını hissettirmesi değil, daha ziyade proletaryanın sosyalizm mücadele­
siyle çeşitli devrimci-demokrat hareketlerin birleşmesi biçimini alması bek­
lenmelidir. Emperyalizm böylece, nihayet, hegemonya mücadelesinin kar­
maşık, eşitsiz ve çelişik mantığıyla politik olarak uğraşmaksızm sosyalist
devrimin gerçekleşmeyeceği anlamında kapitalizmin en yüksek aşamasıdır.
Bu çizgileriyle kavrandığında, Lenin’in emperyalizm teorisinin, en azın­
dan genel çerçevesi içerisinde modası geçmiş olduğunu düşünm ek için ne­
den yoktur. Esasen, sermayenin eşitsiz, hatta giderek daha da eşitsiz geliş­
mesini vurgulamaya hizmet edebilir: ezen ve ezilen ülkeler ve uluslar arasın­
daki bölünmenin özü değil biçimi değişmiştir; birikimin iki kutuplu man­
tığına karşı direniş, emperyalist müdahalenin savaş makinelerini dizginle­
rinden boşaltmadan sermayenin hegemonyasını uygulamanın m üm kün ol­
madığı dünyanın azgelişmiş bütün uzak köşelerinde, yaygın, yoğun ve bazı
durumlarda dramatik, ama aynı zamanda “rengârenk ve ahenksiz, karma­
karışık ve görünüşte parçalı” (Lenin, 1964 [1916b] olmayı sürdürm ekte­
dir. Doğu’da neredeyse Kartaca’ya eş toplumsal barış şartları dayatılırken,
Batı’nm emperyalist merkezlerinde yeni muhalefet biçimlerinin ve cephele­
rinin ortaya çıkması olasılığına karşı eski ve bazı yeni baskı ve gericilik yön­
temleri harekete geçirilir. Emperyalist güçler arasında savaş eğiliminin “reel
sosyalizm”in gücünden daha kalıcı bir şey tarafından yarım yüzyıldan uzun
bir süredir kontrol altında tutulduğundan oldukça emin olanlar, ABD’nin
politikalarının giderek daha savaşçı tek yanlılığının ve bunun yalnızca eski
düşmanlarda değil, sözde dostlarda ve müttefiklerde de yol açtığı huzursuz­
luğun barındırdığı olasılıkları derinlemesine düşünseler iyi ederler. Lenin’in
teorisi elbette ki şu anki konjonktürün somut bir tahlili değildir (bu, yalnız­
ca bugünün konusu olabilir), ama mantığı böyle bir tahlile uygun düşünsel
araçları sunmaktadır.
Aynı mantık, Lenin’in siyaset teorisi alanındaki en ünlü eseri Devlet ve
Devrim’de de (1964 [1917a]) işbaşındadır. Çoğunlukla ana konusu ideal bir
toplumsal örgütlenme türünü savunmakmış gibi tartışılmış olan bu metnin
argümanının bu yüzden devrim öncesi ve sonrası kurumsal modeller arasın­
da, devlet ile geleceğin devletsiz komünist toplumu arasında bir karşılaştır­
maya odaklanmış olduğu varsayılmıştır. Oysa Lenin’in amacı, devlet aygı­
tının parçalanması ile birlikte devletin sönümlenmesinin, bir bütünsel sü­
reç olarak devrimin içinde kaynaşan unsurlar olarak sonuçlarını çıkarmaktı.
Bunu, devlet iktidarı (yalnızca mücadelenin kısıtladığı bir hakimiyet ilişki­
si, dolayısıyla da bir sınıfın diğerleri üzerindeki diktatörlüğü) ile devlet ay­
gıtı (bu ilişkinin düzenlenmesini sağlayan kurumsal düzenlemeler) arasında
ayrım yaparak ve sınıf mücadelesinin gidişatı bağlamında bu terimlerin ha­
reketi üzerine düşünerek yapıyordu.
Lenin, sınıflı toplumlarda devlet aygıtını, mülk sahiplerinin, yaşamak için
onların hizmetinde çalışması gerekenler üzerindeki toplumsal hakimiyetinin
kurumsal bir yoğunlaşması, toplumsal iktidarın toplum un büyük bölümü­
ne yabancılaşmış olduğu, dolayısıyla onun kontrolü dışında olan dönüşmüş
bir biçimi olarak kavrıyordu. Buna karşılık sovyetlere ve Paris Komünü’ne,
proleter karakteri tam da halkın heterojen birliğine açık olmasında aranma­
sı gereken, proleteryanm hakim sınıf olarak örgütlenme biçimleri niteliğiy­
le değinir. Açıklık (Marx’in terimi “yayılan”dır (1970 [ 1871 ] :72), Lenin’in
terimi ise “esnek” (1964 [1917a]: 436)) olanak yaratan bir koşuldur: kitle­
lerin pratik kaygılarına politik ifade kazandırılabildiği ve politik kaygıları­
nın pratik terimlerle tartışılabildiği bir alanın ortaya çıkması, kendi başına
devlet iktidarının ele geçirilmesini sağlamadığı gibi “hazır devlet aygıtını”
(Marx, 1970 [1871]: 64) da yok etmez. Yaptığı şey, politik katılımın ve tam
da bu konular üzerine tartışma da dahil olmak üzere politik tartışmanın dra­
matik bir biçimde gelişmesine izin vermektir. Ancak, kitleler politik müca­
deleye ve politik tartışmaya atıldığında, küçük burjuva demokrasisinin etki­
sinin de eksik olmayacağını ileri sürer Lenin. Bu, ifadesini, hem devlet ikti­
darının devrimci tarzda ele geçirilmesinden duyulan korkuda, hem de par­
lamenter lafazanlıkla gizlenen bürokratik yer kapma savaşının halk iktida­
rının kuram larını erozyona uğratmasında bulur. Bu yüzden kitlelerin katılı­
mı, hem sosyalist devrim süreci açısından vazgeçilmez bir faktördür, hem de
politik mücadelenin nesnesi.
O halde proletaryanın Marksist önderliği de vazgeçilmezdir. 1905’te oldu­
ğu gibi 1917’de de, ancak devlet iktidarının ele geçirilmesi yoluyla sovyet-
lerin vaadi yerine getirilebilir, halkın proleter önderliği konsolide edilebilir­
di. İşçilerin sınıf mücadeleleri 1905’te olduğu gibi 1917’de de, ancak küçük
burjuva ideolojisinin kendiliğinden etkisine karşı Marksist bir öncünün m ü­
cadele içindeki aracılığıyla etkin bir şekilde doğrudan devlet iktidarına yö-
neltilebilirdi. 1905’te olduğu gibi 1917’de de, sovyetlerin tam olarak serpil­
mesi halk kitleleriyle devlet aygıtı arasındaki engeli, dolayısıyla da toplum
ve devlet arasındaki ayrımı aşındırırdı: “Esas mesele” diyor Lenin, bilgi, eği­
tim veya teknik değil, “ezilenlere ve emekçi halka kendi güçlerine güven
duymalarını telkin etmek”, devleti yönetmeleri, üretimi denetlemeleri ve da­
ğıtımı kendileri yürütmeleri konusunda sorumluluklarını zihinlerine soka­
rak, kaçınılmaz hatalar ortaya çıksa da, bunu yapma kapasitesine sahip ol­
dukları duygusunu onlara aşılamaktır (1964 [1917b]: 114-115).
Halkın özgüveni, politikaya atılma cesareti, devrimci bir tarzda kendi
kendini keşfetmenin romantizmi içerisinde belirivermez; hegemonya uğru­
na politik mücadelenin mantığı aracılığıyla adım adım oluşturulmalıdır. O
yüzden bu, yalnızca kitleleri politik olarak eğitmek için değil, aynı zaman­
da onları cesaretlendirmek, “hazır devlet aygıtının” ortadan kaldırılmasında,
karşı-devrimle mücadelede ve mülk sahibi sınıflara, “toplum un basit, temel
kurallarına uymanın” dışında gidecek başka bir yer ve yapacak başka hiçbir
şey bırakmaksızın, onların aktif ve pasif direnişini ezmek için verilecek gün­
lük mücadelede kitlelere yol göstermek için de proletaryanın öncüsünün
müdahalesini gerektirir (Lenin, 1964 [1917a]: 479). O halde proletarya dik­
tatörlüğü ve devletin sönümlenmesi iki farklı aşama değil, yekpare bir süreç
olan devrimci dönüşüm ün iki boyutudur.
Bu yüzden devrim bir ihlal anı olarak değil karşı devrimle mücadelenin
şartlarına göre yapılanan bir süreç olarak, “kendisini ulus olarak oluşturan”
(Marx ve Engels, 1973 [1848]: 84) proletaryanın sınıf mücadelesi ve hege­
monya mücadelesi süreci olarak, işçi sınıfı içinde ve etrafında bir toplum un
kurulması olarak; devrimci iradenin dayatılması olarak değil, proletaryanın
ve halkın iradesinin şekillenmesi olarak anlaşılmalıdır. Bu kavrayış uyarın­
ca, şiddet tehdidi ve terör riski, panik ve tereddüt, yanlış hesap ve suç işlen­
mesi tehlikesi olmadan devrim olamaz. Bu tehlikeler açık bir biçimde, kuv­
vetlerin konumlanışını ölçebilecek ve kitlelerin mücadelelerini odaklaştıra-
cak şekilde hareket edebilecek örgütlü bir öncünün bilinçli müdahalesinin
zorunlu olduğunun altını çizer.
Ancak devrim ve karşı-devrimin mantığındaki esas tehlike, şiddet ve zo­
run, açlık ve korkunun, hırs ve güvensizliğin proleter-halk toplum unun yeni
oluşmakta olan köklerini baltalamasıdır. Bu tür toplumsal bağlar, öncü ile
kitleler arasındaki bağlantının hayatiyeti ve dolayısıyla hataların tespiti ve
düzeltilmesi, suçların cezalandırılması ve masum olanın korunması için zo­
runlu bir koşuldur. Kuşatma altındaki Sovyet sosyalizmi gerçekliğinde, bu
koşul daima baskı altındaydı ve sonunda çöktü. Devrimci sürecin imparator­
luğun, savaşın yıkımına uğramış ve kıtlık çeken uzak köşelerine hapsolma-
sı, eski mülk sahibi sınıflara gidecek pek çok yer bıraktı. Böylece bir yandan
karşı-devrim hayallerini beslerken, bir yandan da devrimin kuşatılmış öncü­
sünü burjuva uzmanlarının yardımına ve politik teröre bağımlılığın az ya da
çok kısır döngüsüne iterek halkın sürecin özgürleştirici dinamiğine olan gü­
venini yıprattı. Bolşevik önderliğin bilgi konusundaki iddiaları, kitlelerin te­
pesine dikilmiş ve dışarıdan eleştiriye giderek daha çok dirençli hale gelen,
bu yüzden de iflah olmaz, mutlak gibi görünen, sözde panoptik karakterde
iktidar aygıtına, paramparça hale gelmiş proleter toplumuna ve halka göre
çok daha fazla yatırım yapar hale geldi.
Sovyetler Birliği’nde ve onun örneğini izlemeye çalışan pek çok ülke­
de (Küba gibi bazı örneklerin durumu belki de henüz belirsizdir) devrim­
le karşı-devrim arasındaki mücadelenin mantığı devrimci sürecin askeri ve
bürokratik olarak deforme olmasına ve sonunda demokratik ve sosyalist ka-
zanımlarının tersine çevrilmesine yol açtı. Bu tür bir sonuç Leninizmin, üst­
lendiği devrimci göreve, yalnızca iktidarın fethine değil aynı zamanda kapi­
talist toplumsal üretim ilişkilerinin özgürleştirici bir biçimde dönüştürülme­
sine uygulanmasına uygun olup olmadığı sorusunu dayatıyor. Lenin’i eleşti­
renler Sovyet deneyinin başarısızlığını tam da onun mantığına bağlarken, sa­
vunucuları, yapılan girişimin iddialılığına ve güçlüğüne, ayrıca Bolşeviklerin
bu benzeri görülmemiş işe giriştikleri özel olarak bunaltıcı şartlara (yalıtıl­
ma ve müdahale, kıtlık ve savaş, ekonomik gerilik ve cehalet) dikkat çeker­
ler. Belki de eleştiricilerle savunucular arasında yalnızca açıkça tanımlanmış
sorunlarda değil, neyin sorun olduğunun tanımında da görüş ayrılığı olma­
sından dolayı mesele içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Yerimizin sınırlılığı so­
runların sistematik olarak ele alınmasını engellese de Lenin’in eleştiri öz­
gürlüğüne nasıl yaklaştığına bakılarak mesele bir miktar aydınlatılabilir. Bir
kez Lenin’in fikirleri dikkatle incelenirse, yeterli bir yanıtın, eleştiricilerin
Leninizmin mutlak bilgiye sahip olma iddiasına ilişkin suçlamasına bağlı ola­
rak verilecek cevaptan daha nüanslı bir biçim alması gerektiği görülecektir.
56 20. Y üzyılda M arksizm

S ın ıf M ü cad elesi ve E leştiri Ö zgürlüğü

Lenin’in eleştiri özgürlüğü konusundaki en kapsamlı tartışması, Eduard


Bernstein’ın ortodoks Marksizme yönelttiği revizyonist eleştirilerin se­
bep olduğu yüzyıl dönümü tartışması bağlamında yaşanır. Lenin’in “Rus
Bernstein’cıları” olarak adlandırdığı Ekonomist hasımları, eleştirilerine ve­
rilen Marksist yanıtların tartışmayı boğan dogmatik bir nitelik taşıdığından
yakınıyorlardı. Ne YapmahTmn bu yakınmaya açıkça alaylı bir yanıt niteli­
ğindeki ilk bölümü, “demokratlar ve sosyalistler” arasındaki bir polemik­
te taraflardan birinin eleştiri özgürlüğü ilkesine başvurması konusunda bir
hayret ifadesi ile başlar. Lenin’in hayreti bazen farklı bakış açılarına değer
vermekte mizacından kaynaklanan bir yeteneksizlik, bazen de Asyalı kavra-
yışsızlığı dolayısıyla Batı Avrupa kültüründe bireysel özgürlük ve demokra­
sinin önemini anlayamaması olarak görülür. Fakat onun hayret verici buldu­
ğu, eleştiri özgürlüğü ilkesinin kendisi değil, mevcut durumda slogan olarak
kullanılmasının dayanaklarıdır. Şu ikilemi ortaya koyar:
Bir yandan slogan, eleştiri özgürlüğü ilkesinin bizzat kendisine meydan
okunmasına bir yanıt olarak ileri sürülmektedir, fakat Lenin şu retorik so­
ruyu sorar: “Avrupa ülkelerinin çoğunun, bilim ve bilimsel araştırma öz­
gürlüğünü garanti altına alan anayasa hukukuna karşı ileri partilerde sesler
yükseltilmiş midir?” (1961 [1902]: 352). Nitekim bunun ardından Lenin,
Çarlık otokrasisine karşı mücadelenin görülmemiş gereklerinin sınıf müca­
delesinin tarihsel deneyimlerini eleştirel bir biçimde değerlendirmek ve ba­
ğımsız olarak test etmek için teorik kapasiteyi geliştirme ihtiyacı doğurdu­
ğunu iddia eder. Tartışmanın parametreleri değişmek zorunda olduğu için,
teorik mücadele teorik hasımların işgal ettikleri konumlarla ilgilenmeyi ge­
rektirir ve bu ölçüde eleştiri özgürlüğünü varsayar. Bu yüzden Lenin’in ar­
gümanı “ileri partiler” arasında farklı eleştiri kaynaklarını ve bir anayasa hu­
kukunu değilse bile eleştiri özgürlüğünün değeri üzerinde en azından ahla­
ki bir görüş birliğini (teorize etmemekle birlikte) varsayar.
Öte yandan, bu slogan, bastırıldığı iddia edilen spesifik bir eleştiriyle bir­
likte ve onu savunarak dile getirilir ki, bu durumda ilkeye başvurmanın hak­
lı olup olmadığını görmek için eleştirinin bağlamının ifade edilmesi gere­
kir. Ancak Lenin, Bernstein’cılar tarafından ileri sürülen eleştirilerde özün­
de yeni bir şey olmadığını, politik platformlar ve üniversite kürsüleri, aka­
demik eserler ve popüler broşürler aracılığıyla zaten geniş çapta yayılma­
mış bir fikrin bulunmadığını savunur. Eleştiriciler, liberal burjuva düşman­
la uzlaşmayı savunmakta özgürdürler, fakat bunu, var olma nedeni düşma­
na karşı mücadele etmek olan bir grubun üyeleri olarak yapmayı pek de bek­
leyemezlerdi. Fikirlerini sosyal demokrat fikirler olarak sunma özgürlükle­
ri üzerindeki kısıtlamalar, bu fikirlerin kamuoyu önünde tartışılmasına bir
tehdit oluşturmazdı. Tartışmada mesele doğrunun aranması değil, sosyal de­
mokrasi içerisinde politik etki mücadelesiydi; Marksizmin herhangi bir so­
mut eleştirisi konusunda sorum luluktan kaçarken eleştiri özgürlüğü ilke­
sini hatırlatan Rus Bernstein’cıları esasında kendilerini liberal burjuva bir
hegemonya girişiminin suç ortağı durum una sokmuşlardı. Nitekim, diyor­
du Lenin, eleştiricilerin, fikirlerinin kabulü için değil, sadece bunlara hoş­
görü gösterilmesi için mücadele etmeleri, eleştiri özgürlüğüne müracaat et­
melerindeki “içkin yanlışlığın” sessiz bir kabullenişidir; fikirlerinin doğru­
luğunun arkasında durarak kendilerini bu fikirlerin çürütülmesine açık kıl-
maksızın, doğrunun aranması konusundaki bu özgürlüğün değerini istis­
mar ediyorlardı. Yağma savaşlarının serbest ticaret bayrağı altında verilmesi
gibi, “eleştiri özgürlüğü” de sosyal demokrasinin teorik ve politik bağımsız­
lığının yağmacı tahribini kamufle etmeye yarıyordu. Evrensel değere sahip
bir doğru gibi görünen şey aslında, kendilerine belirgin biçimde karşı çıkıl­
masını engelleyerek, başkalarından alınmış fikirlerin (ve yerleşmiş çıkarla­
rın) hakimiyetini genişletme aracı olarak kullanılıyordu.
Böylelikle, Lenin’in eleştiri özgürlüğü talebi karşısındaki eleştirisi iki var­
sayıma dayanmaktadır. Eleştiri özgürlüğü gibi anayasal ilkelerin değeri ko­
nusunda, en azından “ileri partiler” arasında ahlaki bir fikir birliğini varsa­
yar; ayrıca, “eleştiri özgürlüğü” gibi bir sloganın politik şiarlar ve genel iti­
bariyle pratikler olarak öneminin politik kuvvetler dengesine bağlı olduğu­
nu, bu yüzden sınıf mücadelesinin ve hegemonya mücadelesinin mantığına
referansla değerlendirilmesi gerektiğini varsayar. Ancak, iki varsayım arasın­
da bir ölçüde bir gerilim vardır: Eğer karşıt sınıf çıkarları gerçekten de uz­
laşmaz ise, o halde toplumsal bütünde ilke olarak sınıf mücadelesinde silah
olarak ihtiyaç duyulmayacak hiçbir şey mevcut olamaz; ahlaki fikir birliği­
ne olan inanç da bu tür bir stratejik değerlendirmenin dışında değildir. Aynı
meseleyi daha doğrudan politik terimlerle ileri sürecek olursak: sınıf müca­
delesi devrimle karşı-devrim arasındaki mücadele halini alacak ölçüde yo­
ğunlaştığında, savunulacak bir ahlaki fikir birliğinin olduğu varsayılabilir
mi? Bu ışık altında bakıldığında, Eduard Bernstein’m ortodoks Marksizm
üzerindeki revizyonunun gündeme getirdiği mesele, bu ikilemi, sınıf müca­
delesinin sosyal demokrat tarzda yürütülüşünü liberal demokratik veya ana­
yasal normlar etrafındaki bir ahlaki fikir birliğine tâbi kılarak çözme girişi­
mi olarak görülebilir. Böyle bir fikir birliği, işçilerle liberal burjuvazinin sınıf
çıkarlarını uzlaştırarak devrimin yıkıcı etkilerinden kaçınılmasını sağlayabi­
lirdi. Bernstein bu yüzden liberal demokratik özgürlükleri teorik bir garan­
ti olarak sunabilirdi, ama, aksine bütün delillere rağmen, burjuvazinin üre­
tim araçları üzerindeki tekeli elinden alınırken bile fikir birliğine saygı du­
yacağını varsaymak pahasına.
Bernstein’ın liberal-demokratik bir fikir birliğini sınıf mücadelesinin di­
namiğinden soyutlayan yaklaşımı Lenin’in görüşüne göre işçi sınıfı hareke­
tinin politik bağımsızlığını terk etmekle eşdeğerdi. Buna karşılık kendisinin
politik duruşunun tanımlayıcı özelliği ise, eleştiri özgürlüğü türünden her
anayasal norm un sınıf mücadelesinin mantığına tâbi kılınmasıydı. Onun po­
litik bakışında sınıf iktidarı sorunu, aygıt sorununa, mücadelenin vücut bul­
duğu kurumsal formlar sorununa göre daha temel önemdedir. Bu öncelik
Lenin’in diktatörlük tanımında - “doğrudan zora dayanan ve hiçbir kanun­
la sınırlanmayan hakimiyet” (Lenin, 1965 [1918]: 236)- acımasız bir açık­
lıkla ifade edilmiştir ve Leninizmin anayasal düzenle ve demokratik haklarla
tutarlı olup olamayacağı sorusunu kaçınılmaz kılar; soru yalnızca teorik dü­
zeyde kalmadığı ölçüde bu daha da geçerlidir. Gerçekten de, Bolşevikler ik­
tidarı aldıktan sonra, iç savaşın sona ermesinin ardından bile, Lenin örgüt­
lenme ve konuşma özgürlüğünü sınırlamak için sınıf mücadelesinin elveriş­
siz konjonktürüne yaşlanacaktı. Onun ürünü olan tedbirlerin bazıları devri­
min savunulması için gerekli olandan muhtemelen daha öteye geçen emsal­
ler oluşturdu ve daha ileride, sönümlenmeye direnen baskıcı bir devlet aygı­
tının aşırı büyümesini mazur göstermek için kullanılacaktı.
Fakat sınıf mücadelesinin ahlaki bir fikir birliği oluşturmaya göre teorik
önceliği olması hakların sırf araçsal bir biçimde kullanılacağı anlamına gel­
mediği gibi, iktidar için mücadelenin başat öneme sahip olması da mücade­
le halindeki proleter-halk toplum unun ortaya çıkmasını teşvik edecek ana­
yasal formlar yaratmayı umursamama veya bu sorunu ele alma girişiminde
bulunmama anlamına gelmiyor. Proleter hakimiyetinin hiçbir yasa ile sınır­
landırılmayacak olması, proleter iktidarının normal kanalları olarak hukuki
formların yokluğu anlamına gelmiyor;1 aksine Lenin’in emekçi halkı huku­
kun yönetimini kendi ellerine almaları konusundaki teşviki, yeni kurulmuş
iktidarlarına uygun hakimiyet biçimlerini bulmaları ve denemeleri için ta­
sarlanmıştı; her ne kadar bu biçimler de değişen şartlar, kabiliyetler, ihtiyaç­
lar ve tehlikeler ışığında daima tekrar değerlendirilmek zorunda olsa da. Bu
nokta, daha yakın geçmişe ait olaylarla tekrar doğrulanmıştır: Caracas’ın va­
roş sakinleri 2002 Nisam’nda demokratik olarak seçilmiş Venezüella devlet
başkanı Hugo Chavez’i kısa bir süre için görevinden alan emperyalizm yan­
lısı darbeye karşı ayağa kalktığında, darbeyi meşrulaştırarak olayın ardın­
dan rutin yayın akışını sürdüren televizyon kanallarını ele geçirdiler ve on­
ları darbe karşıtı direniş ile ilgili haber yapmaya zorladılar. Bunu, Lenin’in
terimi kullandığı anlamda, “diktatörce” yaptılar, yani, televizyon kanalları­
nın sahiplerinin rızasını ikna yoluyla almaya çalışmaksızın ve kanunun ver­
diği yetkiye dayanmaksızın kendi iradelerini onlara dayattılar. Ne var ki, ifa­
de özgürlüğünü bastıran bu tür “diktatörce” önlemlerin “demokratik” haki­
miyetin yeniden tesisi için vazgeçilmez olduğu söylenebilir. Kitleleri, birbir­
lerini dışlayacak biçimde tanımlanan demokrasi veya diktatörlük seçenekle­
rine analitik olarak sıkıştırma çabasının, onların politik mücadelesinin do­
kusu ve mantığına zarar verdiğini ileri sürmek için demokrasinin dilinin re­
torik gücüne duyarsız olmak gerekmez.
Proleter iktidarının etkin anayasal biçimler kuşanma kabiliyeti, proleter-
halk toplum unun gücüne ve hayatiyetine bağlıdır; bu ise verili bir nicelik
değildir, devrimle karşı-devrim arasındaki mücadelenin seyri içinde gelişir
veya yozlaşır. Bu yüzden, proletarya diktatörlüğü altında hukuki ve anayasal
biçimlerin oluşturulması hegemonya mücadelesinin karmaşık, eşitsiz ve çe­
lişik mantığına tabidir. Dolayısıyla bu yolda başarı tek başına işçilerin ve ön­
derliklerinin politik iradesine bağlı değildir; fakat sürecin mantığı, onların
pratikleri bakımından belirli sonuçlar içerir. Bu içermelerden bir tanesinin
burada sözü edilmesi özel olarak anlamlı olacaktır. Tahlil ve eylemi müca­
delenin mantığına ve bu yüzden de konjonktürün somut koşullarına uydur­
ma gerekliliğinin kendisi, politik eylemin bağlamının daima öngörülmemiş
değişime tâbi olduğunu gösterir. Bu yüzden, bugünkü politik eylemi ayak­
ta tutan kabullerin yeni ortaya çıkacak konjonktürde uygunluklarını yitire­
cek olmaları, her güncel politik konjonktürün bir özelliğidir. Değişim ola­
sılığı tahlillere hükmeden koşulları ve kabulleri yeniden inceleme gereklili­
ğini dayatır ve Lenin’in ileri sürdüğü gibi bu, eleştiriyi, dolayısıyla da eleşti­
riye açık bir politik duruşu gerektirir. O halde Lenin’in kendi argümanının
mantığına göre eleştiriye açık olmak rasyonel politik eylemin olumsal değil
gerekli bir özelliğidir. Denebilir ki bunun gerekliliği Lenin’in devrim sonra­
sı pratiğinde her zaman yeterli bir biçimde yansımasını bulmamıştır. Fakat
bu, aşkın bir deontoloji ilkesine yaslanan bir gereklilik değildir; politik ey­
lemin mantığında içkindir. Dolayısıyla eleştiri özgürlüğü ilkesinin anlamı­
nın (ve eleştiri özgürlüğünü doğru biçimde somutlaştıran kuram ların ve uy­
gulamaların) politik eylemin bütünsel bağlamı içerisinde değerlendirilmesi
ve yeniden değerlendirilmesi zorunluluğu bir yana, ilkenin kendisi ortadan
kaldırılamaz değildir.
Lenin’in bakış açısında işçilerin ve önderlerinin politik zekâsından ve ol­
gunluğundan daha mutlak bir garantinin bulunmayışı, özellikle Sovyetler
Birliği’nde demokratik hakların bahtsız tarihinin ışığında yetersiz görüne­
bilir. Fakat bu tür bir eleştiri, politikanın ve en kesin biçimde devrimci po­
litikanın pratiğine içkin belirsizlikleri daha baştan reddetmiş olur. Lenin’in,
sonraki yıllarında zaman zaman Napolyon’un özlü sözüne - “On’s engage et
puis ... on voit”: “Önce ciddi bir savaşa gir, ondan sonra ne olacağını gör”
(Lenin alıntı yapıyor, 1965 [1923]: 480)- başvurması, savaş zamanında oku­
duğu Hegel’in Mantık Bilimi’nden, aksine, mutlak olarak bilinebilecek tek
şeyin hiçbir şeyin garantisi olmadığı dersini çıkardığını düşündürüyor; ister
devrimci olsun, ister Bonapartist, hiç kimse her şeyi, özellikle de başkaları­
nın kendi hareketlerine nasıl tepki vereceğini bilmeyi umamayacağına göre,
belirsizliğin gölgesi altında, yalnızca göreli doğrulara yaslanarak bütün cesa­
retini toplayıp eyleme geçmekten başka yapılacak bir şey yoktur.

Dipnotlar

1- Lenin kadar açık sözlü olm am akla birlikte burjuva teorisyeni Jo h n Locke da, m ülkiyetin
diktatö rlü ğ ü n ü sağlam a alm ak için, am aca uygun bir ayrıcalığa, “halkın iyiliği için, h u k u ­
k u n reçetesi olm adan ve bazen ona karşı, takdir yetkisi ile hareket edecek [bir] ik tid ar”a
(1980 [1690], 160. paragraf) ve özel m ülkiyeti ihlal edenleri esaretle tehdide (bkz. 1980
[1690], 18 ve 23. Paragraflar] başvurm aksızın h u k u k u n ü stü n lü ğ ü n ü n pratikte nasıl işle­
diğini açıklayam am ıştı. Bu anlam da Locke L enin’in çağdaşıdır— ve de bizim çağdaşımız.

Referanslar

Harding, Neil (1996) Leninism. London: Macmillan.


L enin, V.l. (1961) [1902] ‘W h at Is To Be D one?’ in Collected Works, volum e V. Moscow:
Progress Publishers.
Lenin, V.l. (1961) [1904] ‘O ne Step Forw ard, Two Steps Back. Reply by N. Lenin to Rosa
L uxem burg’ in Collected Works, volum e VII. Moscow: Foreign Languages Publishing
House.
Lenin, V.I. (1964) [1916a] ‘Im perialism , The H ighest Stage of C apitalism ’ in Collected
Works, volum e XXII. Moscow: Progress Publishers.
Lenin, V.I. (1964) [1916b] ‘T he D iscussion on Self-D eterm ination Sum m ed U p’ in Collected
Works, volum e XXII. Moscow: Progress Publishers.
Lenin, V.I. (1964) [1917a] ‘The State and R evolution’ in Collected Works, volum e XXV.
Moscow: Progress Publishers.
Lenin, V.I. (1964) [1917b] ‘Can the Bolsheviks Retain State Pow er?’ in Collected Works,
volum e XXVI. Moscow: Progress Publishers.
Lenin, V.I. (1965) [1918] ‘The Proletarian Revolution and the Renegade K autsky’ in Collected
Works, volum e XXVIII. Moscow: Progress Publishers.
L enin, V.I. (1965) [1923] ‘O u r Revolution: A Propos of N. Sukhanov’s N otes’ in Collected
Works, volum e XXXIII. Moscow: Progress Publishers.
Locke, Jo h n (1980) [1690] Second Treatise o f Government. Indianapolis, IN: Hackett.
M arx, Karl (1970) [1871] The Civil War in France. Peking: Foreign Languages Press.
M arx, Karl and F riedrich Engels (1973) [1848] ‘M anifesto of the C om m unist Party’ in Karl
M arx, edited by David Fernbach, The Revolutions of 1848. H arm ondsw orth: Penguin
Books.
Shandro, Alan (1995) ‘ “C onsciousness from W ith o u t”: M arxism , Lenin and the Proletariat’,
Science & Society, 59 (3): 268-97.
Shandro, Alan (2001) ‘Lenin and Hegem ony: the Soviets, the W orking Class and the Party
in the Revolution of 1905’ in Colin Barker, A la n jo h n so n and M ichael Lavalette (eds),
Leadership and Social Movements. M anchester: M anchester U niversity Press.
S o l K om ünizm

R osa Luxem burg ve L ev Trotskiy:


Bir K arşılaştırm a

lan D. Thatcher

G iriş

Yirminci yüzyıl boyunca Marksizm içinde bir akım, devrimci kararlılığı ve


iyimserliğiyle, enternasyonalizmiyle ve sosyalizm içinde başat durumda
olan sosyal-demokrat ve ortodoks Marksist-Leninist hareketlere yönelttiği
eleştiriyle öne çıktı. Sol Marksizm (ya da sol komünizm) reformist akımlara
muhalefet ederken tereddütsüz bir biçimde devrimci; hem Stalinist, hem de
parlamentarist çizgilere karşı çıkarken ise kararlı bir biçimde özgürlükçü ve
konseylerden yana bir tutum içerisinde oldu. Daha belirsiz ve tutarsız bir bi­
çimde, kendi pozisyonunu Lenin’in pozisyonundan da ayırdı.
Yirminci yüzyılda sol Marksizmin önde gelen akımlarının sembolü ola­
rak iki şahsiyet öne çıktı: Rosa Luxemburg ve Lev Trotskiy. Her ikisi de
Bolşeviklerin Ekim 1917’de iktidarı almalarını desteklemiş devrimcilerdi.
Her ikisi de Lenin ve Bolşeviklerle karmaşık ve değişken ilişkilere sahipti.
Her ikisi de parlamento karşıtıydı ve öncü liderlik ile işçi konseylerinin bir
bileşiminden yanaydı. Ancak daha açıkça özgürlükçü olan, kendiliğinden
kitle eylemine daha olumlu yaklaşan ve sosyalizmde yurttaş özgürlüklerinin
korunmasına daha derinden bağlı olan, Rosa Luxemburg’du. Daha öncü-
cü olan ve anti-Stalinizmine rağmen demokratik araçları devrimci amaçla­
ra tabi kılmaya daha hazır olan ise, Trotskiy idi. Bu iki şahsiyetin Marksizme
ve Marksist düşünceye derin etkileri oldu. Bu etki, esas olarak ve en güçlü
biçimde, sol politikanın kıyısında yer alan ve azınlık durum undaki gruplar­
ca hissedilmiş olsa da. Trotskiy radikal ve anti-Stalinist bir öncücülük akımı
başlatırken, Luxemburg’un mirası daha dağınık oldu (Trotskistlerin var ol­
duğu tarzda pek az ‘Luxemburgist” mevcuttur). Ancak Luxemburg’un etki­
si, radikal liberalinden anarşistine, çeşitli akımlardan pek çok solcu militan
ve düşünür üzerinde etki bırakmış ve bunlar tarafından olumlu bir biçimde
algılanmıştır. Sol Marksizmin ne olduğuna dair bir fikir oluşturmak ve bu
akımın iki karşıt çizgisi arasındaki gerilimler ve farklar üzerine nasıl bir ışık
tutulabileceğini görmek için bu bölümde, yaşadıkları dönemde Trotskiy ve
Luxemburg arasındaki karmaşık ilişki irdeleniyor.

R eform m u, D evrim mi?


D evrim ci Bir M arksizm İçin

Farklı şartlar altında faaliyette bulunmuş olmalarına karşın Luxemburg


ve Trotskiy devrimci Marksizme, siyasi yaşamlarının daha başlarında bağ­
lanmışlardı. Luxemburg söz konusu olduğunda, gelişmesini belirleyen po­
lemikler, Polonya “milliyetçiliği”ni ve Bernstein “revizyonizmi”ni hedef al­
mıştı.
1892’de bir dizi grup, kısmen, Polonya’da sosyalizm mücadelesinin ül­
kenin bağımsızlığını kazanma çabasıyla kaynaştırılması gerektiği inancıy­
la birleşerek Polonya Sosyalist Partisi’ni (PPS) kurdular. Luxemburg, dev­
rimci eylem için ulusal arenanın yeterli olduğu yönündeki yaklaşıma derhal
karşı çıktı. Milliyetçiliğin bir burjuva ideolojisi olduğuna ve her halükârda
Polonya burjuvazisinin ulusal bir devrime önderlik edemeyecek kadar zayıf
olduğuna işaret etti. Bu nedenle ona göre Polonya sosyalizmi için en iyi ge­
lecek, Rus sosyalistleriyle daha kapsamlı bağlar kurmaktan ve özgürleştiril­
miş Rus İmparatorluğu içinde Polonya’ya özerklik talebini ileri sürmekten
geçiyordu. Bu argümanlar, Luxemburg’un 1894’teki kuruluşunda yer aldığı
Polonya Krallığı Sosyal Demokrasisi’nin (SDKP) programının ayrılmaz par­
çalarından biri haline gelecekti. SDKP birkaç yıl boyunca küçük bir örgüt
olarak kalsa da, ikinci Enternasyonal’deki varlığının tanınmasını sağlama­
yı başardı. 1900 yılında ise, Polonya Krallığı ve Litvanya Sosyal Demokrasisi
(SDKPiL) adıyla yeniden kuruldu. Polonya sosyalizmi içinde enternasyona-
list kanatta mücadele yürüterek enternasyonalistler ve milliyetçiler arasın­
da bir bölünme yaşanmasını sağladı. 1918’de PPS çoğunluğunun Polonya
Komünist Partisi’nin kuruluşuna katılarak yutulmasıyla bu kavgada nihai
zafer enternasyonalistlerin oldu.
SDKP’deki liderliği, partinin gazetesi Sprawa Rabotnicza ’daki makalele­
ri ve belli başlı sosyalist toplantılardaki kuvvetli çıkışları, burjuva ideoloji­
sine verilecek herhangi bir tavizi revizyonizmle kabul edilemez bir uzlaşma
olarak gören Luxemburg’un tanmırlığım artırdı. 1898’de Almanya’ya göç­
mesiyle, Alman sosyalizmiyle ölümüne kadar sürecek ilişkisi başlamış oldu.
O geldiği sırada Alman yoldaşları, Eduard Bernstein’ın Marksist ortodokslu-
ga yönelttiği ve 1897-98 yılları boyunca önemli parti yayınlarında ve bir dizi
kitapta yer bulan revizyonist meydan okumayla boğuşuyordu. Luxemburg,
Bernstein’in argümanlarına, ilk baskısı 1899’da yayınlanan ve 1908’de göz­
den geçirilmiş ikinci baskısı yapılan Reform ya da Devrim adlı broşürle ya­
nıt verdi. Bernstein’in, kaçınılmaz bir çöküşe gitmediğini iddia ettiği çağdaş
kapitalist ekonominin doğası ile ilgili vargılarını çürütmeyi ve bu vargılar­
la bağlantılı olarak ileri sürdüğü, kapitalizmden sosyalizme, parlamenter re­
formlar, sendikal faaliyet ve kooperatifçilik aracılığıyla barışçı geçiş fikrini
yadsımayı hedefliyordu.
Bernstein’in kapitalist istikrara gösterdiği örneklerde Luxemburg, kapi­
talizmin nihai çöküşüne dair yeni kanıtlardan başka bir şey görmüyordu.
Kredi sisteminin yaygınlaşması ve kapitalist tröstlerin oluşmasının kapita­
lizmi anarşiden ve krizden kurtaramayacağı, örneğin, 1907-1908’de yaşa­
nan ekonomik durgunluğun en gelişmiş kredi sistemine ve kapitalist tröst­
lere sahip ülkeleri vurmasından berrak biçimde görülüyordu (Luxemburg,
1937: 14). Luxemburg’a göre, Bernstein’m m odern kapitalizm konusunda­
ki derin kavrayışsızlığı bu tür örneklerde ortaya çıktığı gibi, siyasi görüşle­
ri de tamamen safdildi. Luxemburg, Marksizmin ABC’si olduğunu düşündü­
ğü şeyleri yinelemek durum unda kalmıştı. Örneğin burjuva parlamentola­
rı, sosyalizme ulaşmanın birer aracı olarak kullanılamazdı çünkü hakim sı­
nıfın ihtiyaçlarının damga vurduğu bir devlet aygıtının tâbi bir unsuru nite­
liğini taşıyordu. Burjuvazi parlamenter toplumsal reformlara ancak, bunlar
kapitalist gelişmenin çıkarlarıyla uyuştukları takdirde izin verirdi. Burjuva
parlamentosu yoluyla sosyalizm tamamen olanaksızdı (Luxemburg, 1937:
19-23). Benzer şekilde sendikalar işçilerin çıkarlarını ancak kapitalizmin sı­
nırları içinde savunabilirdi; kapitalizmin sosyalizme dönüşüm ünü sağlama­
yı hedefleyen organlar değildi. Sendikaların sahip olabileceği etki, piyasa­
nın o anki durum una bağlıydı. Ekonomide canlılık ve büyüme dönemin­
de işçi sınıfına tavizler verilmesi daha olasıydı; daralmalar sırasında ise sen­
dikalar önceki kazanımları giderek daha zorlu bir hal alan koşullar altın­
da savunmak zorunda kalırlardı. İşte bu noktada, Luxemburg’a göre devle­
tin hakimiyetini ele geçirmek için verilen politik mücadele, kapitalist kay­
naklar için verilen ekonomik mücadelenin önüne geçmeliydi (Luxemburg,
1937: 16-18, 37-38). Kooperatiflere gelince bunlar, kapitalist üretimin en
önemli dallarından men edilmiş durumdaydılar. Kooperatifçilik kapitaliz­
min yerine sosyalizmi getiremezdi çünkü “kapitalizmin en ince dallarına ya­
pılmış bir saldırı”dan ibaretti (Luxemburg, 1937: 36). Bu iddiaları savunur­
ken Luxemburg işçilere parlamentolardan, sendikalardan ve kooperatifler­
den uzak durmalarını tembihliyor değildi. Proletaryanın reformist faaliye­
te girişmesinin önemli olduğu düşüncesindeydi; çünkü bu yolla proletarya,
reformizmin sınırlarını keşfedip siyasi kavrayışını artırabilirdi (Luxemburg,
1937: 24 - 6, 45 -7, 52). Bernstein reformizmi kendi içinde bir amaç olarak
algılarken Luxemburg onu, bilinçli ve olgun bir işçi sınıfının devrimci eyle­
mi olarak, amaca götüren bir araç olarak görüyordu (Luxemburg, 1937: 4,
51)1.
Luxemburg Polonya ve Almanya’da revizyonizme karşı mücadelenin ba­
şını çekerken, sol komünistlerce Rus sosyalizminin baş belası olarak ta­
nımlanan Ekonomizme karşı yürütülen teorik tartışmalarda Trotskiy ikin­
cil bir rol oynadı. Ekonomizm en başta E.D. Kuskova’nm 1899 tarihli Credo
adlı eseri ile ilişkilendiriliyordu. Burada Kuskova, işçilerin devrimci siya­
seti unutmaları -e n iyisi bu işi burjuvaziye bırakmaktı- ve yalnızca ken­
di ekonomik olanakları için mücadele etmeleri gerektiğini ileri sürmektey­
di. Trotskiy, Ekonomizme karşı mücadelenin başını çeken Marksist gazete
Iskra’da, Lenin’e bağlı olarak çalıştı. Gazetenin ana mesajı, devrimci politi­
kanın, yalnızca işçi sınıfının ekonomik mücadelelerinin gündelik sorunla­
rına odaklanmaya göre önceliği olduğunda ısrar etmekti. Trotskiy, Lenin’in
davasını öyle ateşli bir şekilde sahiplenmişti ki, Rus Sosyal Demokratları ara­
sında Lenin’in sopası olarak nam kazanıyordu (Deutscher, 1954: 76). Ancak
Trotskiy, Rusya’da işçi hareketinin inşasının en iyi nasıl ilerletilebileceği so­
rununda Lenin’le anlaşmazlığa düşecekti. Bu olay, ikisi arasında 1917 yazma
kadar sürecek bir hasımlık döneminin başlamasına vesile oldu.
Parti Ö rgü tlen m esi

Rus Sosyal Demokratları arasında tartışılan yakıcı konuların en başın­


da, Lenin’in, profesyonel devrimcilerden oluşan, sıkı biçimde merkezileş­
miş bir öncü yapı kurma yönündeki planı geliyordu. Bu plan, hareketin
Bolşevikler ve Menşevikler olarak ikiye bölünmesine yol açtı. Lenin görüşle­
rini birkaç yıl boyunca yazdığı yazılarda, en önemlisi de 1902 yılında yazdı­
ğı Ne Yapmalı? adlı broşüründe geliştirmiş olsa da, bölünme, 1903’teki İkinci
Parti Kongresi’nde yaşanacaktı. Lenin’e karşı çıkanlar arasında Luxemburg
ve Trotskiy dikkat çekiyordu. İlki itirazlarını 1904 tarihli M arksizme kar­
şı Leninizm kitapçığında, İkincisi ise, yine aynı tarihli Siyasi Görevlerimiz
adlı makalesinde ortaya koydu. Lenin’e karşı ortaya attıkları iddialar üç te­
mel eleştiriye indirgenebilir. Birincisi, profesyonel devrimciler Marksist te­
ori alanında inanılmaz ölçüde iyi yetişmiş olabilir. Fakat bu, onların öncü
rolünü yerine getirmede daima başarılı olacaklarına dair hiçbir garanti sun­
maz. Aslında tarih, teorisyenlerin, kitlelerin kendiliğinden gelişiminin geri­
sinde kaldığı durumların örnekleriyle doludur (Luxemburg, 1961: 91-92).
İkincisi, Luxemburg ve Trotskiy’e göre, partinin kurucu unsurunun ne ol­
duğu konusunda Lenin’in skolastik görüşleri, devrimciler ve işçiler arasın­
da, Sosyal Demokratları hitap ettiği kitleden koparan bir işbölümü öngör­
mesine dayanıyordu. Bunun kaçınılmaz sonucu, gerçek işçilerin karşılaştı­
ğı politik taktik sorunlarının ihmal edilmesiydi (Trotsky, tarih yok: 57-61).
Luxemburg ve Trotskiy’e göre Rusya’da Marksizmin bir kitle hareketi için­
de ciddi bir güç olarak ortaya çıkması için mutlaka proletaryanın kendiliğin­
den eylem içinde olması gerekliydi. Buna karşılık böyle bir şey ancak, prole­
taryanın mücadele içinde öğrenmeye ve olgunlaşmaya teşvik edilmesiyle ve
profesyonel devrimcilerle işçi sınıfı arasında yapay bir işbölümüne gitmeksi­
zin parti tabanının genişletilmesiyle m üm kün olabilirdi (Luxemburg, 1961:
88; Trotsky, tarih yok: 36, 69, 72-79, 87-88). Luxemburg ve Trotskiy bunu
uzun vadeli bir süreç olarak algıladıklarını açıkça belirtiyorlardı. Proletarya
sosyalist bir Rusya yaratmadan evvel, Çarlık’tan liberal bir Rusya’nın siya­
set okuluna geçecekti (Luxemburg, 1961: 102; Trotsky, tarih yok: 70). Bu
yol boyunca proletarya oportünizmin etkisi altında kalacaktı; profesyonel
devrimciler sayıları ne kadar çok olursa olsun, proletaryayı bundan koruya­
mazlardı (Luxemburg, 1961: 106). Ancak, hareket, oportünizme karşı mü­
cadelede işçilerin kendi derslerini çıkarmalarına izin vermekle, bir aydın­
lar elitine kölece itaat yerine işçi sınıfının bağımsızlığına dayanıyor olaca­
ğı için daha sağlıklı, daha kuvvetli olacaktı. Önerdiği parti örgütlenmesiyle
Lenin’in işlediği üçüncü ve en ciddi günah, Luxemburg ve Trotskiy’in vurgu­
ladığı üzere, daima dar bir profesyonel devrimciler kliğinin, işçi sınıfının ye­
rine ikame edilmesiydi. Lenin’in parti kavrayışının yaratması ihtimali bulu­
nan yozlaşmış, diktatörce hareket eden bir elitin hakimiyeti altında sosyaliz­
mi, yozlaşmaktan, yalnızca bağımsız düşünmeyi ve inisiyatif göstermeyi öğ­
renmiş bir proletarya koruyabilirdi. Trotskiy ve Luxemburg’un en çok alıntı­
lanan pasajları, çoğunlukla “kâhince” görüldükleri için, Lenin’in ikamecili-
ğine karşı çıktıkları metinlerinde yer alanlardır:
Parti içi siyasette [Lenin’in] yöntem leri... Parti örgütünün, Parti’yi
“ikame etmesine”, Merkez Komitesi’nin, Parti örgütünü ikame et­
mesine ve nihayet diktatörün, Merkez Komitesi’ni ikame etmesi­
ne... yol açar.
(Trotsky, tarih yok: 77)

Tarihsel olarak, gerçekten devrimci bir hareketin yaptığı hatalar en


akıllı Merkez Komitesi’nin yanılmazlığından kat be kat daha yarar­
lıdır.
(Luxemburg, 1961: 108)

1905 Rus D evrim i

Rusya’da 1905 devriminin gelişmesi içinde Luxemburg ve Trotskiy, ken­


diliğinden kitle eylemi ile siyasi liderlik ve sendikacılık ile sosyalizm arasın­
daki ilişkiye dair farklı bir anlayış geliştirdiler. 1905’in devrimci olaylarıy­
la ilgili analizleri birkaç noktada, özellikle de Rusya’nın toplumsal yapısına
ve sınıf güçlerinin dizilişine dair tanımlamalarında birbirine yaklaşır 2. İkisi
de liberallerin ve köylülerin devrime karşı oldukları düşüncesindeydiler; li­
beraller çok zayıf oldukları için, köylüler ise çok geri oldukları için. İkisi
de, devrimin itici gücünün proletarya olduğunda birleşiyordu. imparatorluk
nüfusu içinde yalnızca bir azınlık durum unda olmasına ve bir sınıf olarak
görece kısa bir geçmişe sahip olmasına rağmen Rus proletaryası, Trotskiy ve
Luxemburg’un algılayışında, tamamen şekillenmiş, bilinçli bir işçi sınıfı du­
rumundaydı. Üstelik kendi devriminde başat durumda olan proletaryanın
otokrasiyi devirmek için verdiği mücadele, tam da en geri ülkenin işçilerinin
en ileri taktikleri geliştirmesi nedeniyle, uluslararası işçi sınıfı açısından da
çeşitli sonuçlar doğurmuştu. Trotskiy ve Luxemburg Rus Devrimi’nin kade­
rinin bütün her yerdeki işçiler açısından etkilerini vurgulayarak 1905’e ulus­
lararası bir perspektiften bakıyorlardı.
1905 devriminin doğası konusunda Luxemburg ve Trotskiy’in ayrı düş­
tükleri, hayati önem taşıyan noktalar da vardır. Luxemburg’a göre, devri­
min kilit gücü olmasına rağmen Rus işçi sınıfının acil hedefi hâlâ, burjuva-
demokratik, kapitalist bir Rusya kurmaktı. Buna karşılık Rusya’da kapitaliz­
min feodalizm karşısındaki nihai zaferinin Batı’da daha önce yaşanan bur­
juva devrimlerinden önemli farklılıklar göstereceğini kabul etmekteydi.
Rusya’da proletarya, devrimin başını çekmekle kalmıyor, kendi sosyalist şi­
arlarını da üretiyordu. Demokratik bir parlamento talebinin yanı sıra sekiz
saatlik işgünü talebini yükseltenler, sosyal-demokrat teorisyenler değil, işçi­
lerdi. Bu anlamda Rus işçileri, Batı’daki yoldaşlarının ancak on yıllar boyun­
ca kazanmış olduğu, daha doğrusu hâlâ da kazanmak için uğraştıkları bir si­
yasi olgunluğu ortaya koyuyorlardı. Rus proletaryası uzun bir siyasi öğren­
me sürecini birkaç aya sıkıştırmış ve Rusya’nın burjuva devriminin daha en
başında proleter mücadelesinin en ileri biçimlerini (en başta da kitle grevi­
ni) kullanarak en modern politik sloganları ileri sürmüştü.
Luxemburg, Rus proletaryasının, bilinci ve taktikleriyle Batı’daki daha ge­
lişkin yoldaşlarının önüne sıçrayabileceğini ileri sürüyordu ama tarihsel bir
aşamanın üzerinden atlayabileceğini düşünmüyordu. Trotskiy ise tam aksi
sonucu çıkardı. Ona göre Rus işçilerinin ileri bilinci her şeyden çok, en yeni
devrimci örgütlenme biçimi olarak sovyetleri ya da işçi konseylerini kurma­
sında görülüyordu. Böyle bir sınıf, iktidarı ele geçirmesi halinde, geri kalmış
Rusya’da dahi, düşüncelerini uygulamaya sokar ve sosyalizmi getirirdi. Bu
fikir Trotskiy’in sürekli devrim teorisinin temel bileşeniydi. Rus Devrimi’nin
başını çeken proletarya, faaliyet alanını burjuva-demokratik karakterdeki
görevlerle smırlayamazdı. Trotskiy’in paradigmasında ilk sosyalist ayaklan­
ma, tam da en geri kalmış ülkede gerçekleşebilirdi. Daha sonraları bu para­
doksu, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası biçiminde formüle edecekti.
Rus Devrimi’nin uluslararası yansımalarına gelindiğinde ise Luxemburg
ve Trotskiy, bu devrimin doğasına ilişkin birbirleriyle çatışan değerlendir­
melerinden 3 hareketle farklı sonuçlara ulaştılar. Trotskiy’e göre Rusya’da
bir işçi hüküm eti iktidara gelişi sırasındaki rastlantısal olmayan koşulların
üstesinden ancak, Batı Avrupa’nın daha ileri ülkelerinde gerçekleşecek işçi
devrimlerinin kendi yardımına koşması halinde gelebilirdi. Rus Devrimi ile
dünya devriminin karşılıklı bağımlılığı, Trotskiy’in sürekli devrim teorisinin
bir diğer kilit yönüdür. Bir senaryoda Trotskiy, Rus işçilerinin devrimi batı­
ya doğru, silahların gücüyle yaydığını tahayyül etmiştir. Kendisine yoldaşça
yaklaşacak rejimlerden teknoloji transferi olmaması durum unda, yalıtılmış
bir sosyalist hüküm et, sosyalizmi yetersiz bir ekonomik temel üzerinde uy­
gulama çelişkisine saplanacaktı.
Luxemburg, Rus Devrimi’nin Alman işçi hareketi üzerinde bir kamçı rolü
oynayacağım inkâr etmiyordu. Ne var ki Trotskiy, devrimin gündemin bi­
rinci sırasına yerleşmesi gerektiği sonucunu çıkarırken, Luxemburg, Rus
deneyiminden, Alman proletaryasının, kitle grevi taktiğine ve bunun he­
nüz uzak bir gelecekte gerçekleşecek nihai devrimci çarpışmalarla ilişki­
sine odaklanması gerektiği dersini çıkardı. Kitle grevine ve sendikalar ile
Sosyal Demokratlar arasındaki ilişkiye yönelik düşünceler, Luxemburg’un
zihninde, 1905’te Rusya’daki işçi eylemlerinin önemi bakımından öne çıkı­
yordu. Bu noktada, 1905’te Trotskiy’in yazılarında büyük yer tutan sovyet-
lerin (Trotsky, 1971: 103-11), Luxemburg’un ilgisini çekmediği anlaşılıyor.
Göreceğimiz üzere 1917-1919 arasında bu durum tersine dönecektir. Bu er­
ken aşamada Luxemburg, SPD’yi kitle grevi fikrine kazanmak için bir kam­
panya başlatacaktı. Bu düşüncesini en bütünlüklü haliyle 1906 tarihli Kitle
Grevi, Siyasi Parti ve Sendikalar adlı kitapçığında ortaya koydu. Bu çalışma­
da, Lenin’in ekonomik mücadele ile politik mücadele ve sendikal bilinç ile
gerçek Marksizm arasında yaptığı, bir ölçüde yüzeysel ayrımı reddediyordu.
Luxemburg, kitle grevinde ekonomik ve politik çeşitli güçlerin, örgütlü ve
örgütsüz işçilerin, partili olan ve olmayan yapıların daha karmaşık bir etki­
leşimini sunar. Örneğin bazı anlarda ekonomik mücadele politik taleplere
doğru gelişebilir, ama benzer biçimde politik taleplerin hakimiyeti de eko­
nomik grevlerin temposunu artırabilir (Luxemburg, tarih yok: 47). İşçiler en
çok, kendilerine kararlı bir sosyal demokrasi yol göstericilik yaptığında bir­
lik içinde ve kendilerinden emin olurlar; ancak Luxemburg aynı zamanda
sosyal demokrasinin kitle grevi çağrısı yapmada etkisinin sınırlı olduğunu da
vurgular. “Kitle grevinde ... örgütsüz proleter kitleyi ve onun siyasi olgun­
luğunu hafife almamak” gerektiğini yazar; “kendiliğindenlik unsuru baskın
bir rol oynar... çünkü devrimler kimsenin kendisine öğretmenlik taslaması­
na izin vermez” der (Luxemburg, tarih yok: 62, 50). Luxemburg ayrıca, kit­
le grevini kimin yönetmesi gerektiği hususunda Sosyal Demokratlarla sen­
dika önderleri arasında anlaşmazlık olmasına kızıyordu. Ona göre ikisi ara­
sındaki ayrım açıktı. Sosyal Demokratlara yol gösteren her şeyden evvel dev-
rim siyasetiydi, sendikalara yol gösteren ise acil ekonomik talepler. Ancak
işlevlerinin farklı olması nedeniyle bu ikisini karşıt kamplara ayırmak saç­
malıktı. Güç ve büyüme bakımından ikisi de birbirlerine bağlıydı; işçiler
de onları, tek bir sınıf hareketinin parçaları olarak görüyorlardı. Bu bakım­
dan Luxemburg, parti ve sendikalara işbirliği yapma çağrısında bulunuyor­
du (Luxemburg, tarih yok: 80). Ne Luxemburg’un 1905 Devrimi’ne bakışın­
da, ne de Trotskiy’inkinde bir olumsuzluk hakimdi. Devrimci iyimserler ola­
rak 1905’i, işçilerin mücadelelerini ve mücadelelerine ilişkin kavrayışları­
nı derinleştirmelerinin yeni bir biçimi olarak görüyorlardı. 1905 Trotskiy’in
entelektüel biyografisinde de önemli bir dönüm noktasıydı, zira sürekli dev­
rim teorisini ilk kez bu tarihte ortaya koydu. Hayatının geri kalan yıllarında
hep bu teori ile anılacaktı. Birçokları bu teoriyi, onun Marksizme özgün kat­
kısı olarak görmektedir. 1905 Luxemburg için de önemliydi. Eylül’de bazı
başka solcularla birlikte SPD’yi, kitle grevini Alman işçi hareketinin cep­
haneliğine politik bir silah olarak sokmaya ikna edecekti. Ancak 1907’de
RSDİP’in Beşinci Kongresi’nde yaptığı bir konuşmada kendisinin de kabul
ettiği üzere, bir kararı uygulatmanın, onu partinin resmi belgelerine koydur­
maktan daha zor olduğu anlaşılacaktı (Luxemburg in Drabkin, 1991: 141).
Gerçekten de Luxemburg, Alman yoldaşlarını kitle grevi fikrine ne ölçüde
kazandığı hususunda, elde ettiği başarıyı gözünde büyütmüştü. Hem sendi­
kalar hem de o zamanki SPD ve onun önde gelen teorisyenleri kitle grevini,
çağdaş sınıf mücadelesinin hayati bir bileşeni olarak görmeyi reddediyorlar­
dı.4 Luxemburg ve Trotskiy’in gözünde, reformizmin Alman sosyal demok­
rasisine ne kadar derinden nüfuz ettiği, Birinci Dünya Savaşı’nm patlak ver­
mesine gösterdiği tepkiyle açığa çıkacaktı.

B irin ci D ün ya Savaşı

4 Ağustos 1914’te Reichstag’daki Sosyal Demokrat vekiller, Almanya’nın


Birinci Dünya Savaşı’ndaki operasyonlarına kaynak sağlayacak savaş kredi­
lerinden yana oy kullanmaya karar verdiler. Savaş hali boyunca iç barış ilan
edildi; yani emek-sermaye çatışmasından kaçınılacaktı. Luxemburg, Trotskiy
ve diğer sol-enternasyonalistler Marksizme bu sosyal-yurtsever ihaneti kına­
dılar. Onlara göre gerçek mücadele, bu savaşın gerçek yüzünü teşhir etmek,
bir kurtuluş savaşı değil bir emperyalist savaş olduğunu göstermekti. Hangi
ulustan olursa olsun vicdanlı her Marksistin görevinin bu durum u işçilere
açıklamak olduğu aşikârdı, işçilerin savaşa karşı muhalefeti teşvik edilme­
li, m üm kün olduğu ölçüde bu, devrimi körüklemenin bir aracı olarak ger-
çekleştirilmeliydi. Savaşı önlemeyi başaramayan ikinci Enternasyonal yıkıl­
mıştı. Günün görevlerine yanıt verebilmek için Marksistlerin ulusal ölçekte­
ki partilerde sosyal-yurtseverliğin hakkından gelmekle kalmayıp, yeni, dev­
rimci bir Üçüncü Enternasyonalin inşası için çalışmaları gerekliydi. Bunlar,
hele de yurtseverlik ateşinin birçok işçiyi ve işçi örgütünü sardığı göz önü­
ne alındığında, hiç de kolay görevler değildi. Askeri sansür de bu zorlukla­
ra tuz biber ekiyordu. Birçokları gibi Luxemburg da savaş döneminin bü­
yük bir bölümünü hapiste geçirdi. Trotskiy Paris’te nispeten ifade özgür­
lüğüne sahipti. Gazetesi Naşe Slovo, Avrupa’nın dört bir yanma dağılmış
Sosyal Demokratlar tarafından iştahla okunuyordu. Ancak o bile sonun­
da Fransa’dan sürüldü ve New York’a doğru yola çıkmadan önce bir süre
Ispanya’da hapis yattı.5 Yine de sol enternasyonalistlerin propaganda faali­
yetleri onlara bir tür ortaklık duygusu kazandırdı; ayrıca, savaşın zorlu or­
tamında, savaş sonrası dönemdeki davranışlarına da yol gösterecek olan si­
yasi ve psikolojik bakış açıları geliştirdiler. Trotskiy ve Luxemburg’a göre
Birinci Dünya Savaşı her şeyden evvel, kriz içindeki kapitalizmin bir ürü­
nüydü. Kapitalizmin toplumsal, politik ve ekonomik alanlarda yaşadığı alt­
üst oluşlar, sosyal devrimin zeminini hazırlıyordu. Proletaryanın durumdan
yararlanması isteniyorsa, Marksistlerin önceden hazırlıklı olmaları gereki­
yordu. işçi çevrelerindeki sosyal-yurtseverlik asıl düşman durumundaydı.
Devrimci-enternasyonalistlerin üzerinde anlaşabildikleri temalar genel hat-
larıyla bunlardı. Ama öte yandan devrimin en iyi şekilde nasıl ilerletilebile­
ceği ve bunun ne tür bir devrim olacağı konularında birbirleriyle polemik
yapmayı sürdürüyorlardı.
Trotskiy’e göre savaş, üretici güçlerin ulus-devletin dar sınırlarına isyan
etmesinden dolayı patlak vermişti. Bir başka deyişle Avrupa ekonomisi, daha
da öte bir genişlemeye yönelebilmek için Avrupa ölçeğinde bir politik çerçe­
veye ihtiyaç duyacak ölçüde birleşik hale gelmişti. Savaş, gerici, kapitalist-
militarist bir yolla da olsa, işte bu ihtiyacı karşılama yönünde bir girişim­
di. Trotskiy’e göre açgözlü büyük devletler, istikrarlı bir zemin temelinde
hegemonya sağlamayı başaramayacaklardı. Sonuç ne ve kazanan kim olur­
sa olsun, kapitalist çelişkiler daha başka savaşları zorunlu kılacaktı. Fakat
başka bir tarihsel seçenek de vardı. Üretici güçlerin o güne kadarki gelişi­
mi ulus-devleti bir anakronizm haline getirdiği gibi, aynı zamanda devrim
için yeterli bir zemin olmaktan da çıkarmıştı. Trotskiy, tek tek ele alındık­
larında, savaşan ülkelerin birinde dahi proletaryanın iktidarı alması duru­
m unda, devrimin çok geçmeden Avrupa çapma yayılacağını ileri sürüyor­
du. Proletaryanın devrimini ilerleteceği devlet yapısı, demokratik, sosyalist
biçim altında bir Avrupa Birleşik Devletleri olacaktı.6 Bu, bir Dünya Birleşik
Devletleri kurmaya doğru bir ilk adımdan başka bir şey olmayacaktı. Bu ara­
da Trotskiy’e göre işçi sınıfını savaştan devrimin yanma çekmek için en iyi
slogan barıştı. İşçilerin silahlarını sınıf düşmanlarına çevirebilmeleri için,
evvela bu silahları birbirlerine doğrultmaktan vazgeçmeleri gerekiyordu.
Trotskiy’in devrim beklentisi, savaşın nedenlerine ilişkin analizinden
mantıksal olarak çıkıyordu. Bu ayrıca, Rusya’da sürekli devrim fikrine bağlı­
lığını güçlendiren bir paradigmaydı. Bağlarla örülmüş bir Avrupa ekonomisi
koşullarında muzaffer bir Rus proletaryasının Alman, Britanyalı ve Fransız
yoldaşlarından ivedi bir destek gelmesini umması için yeterli nedeni ola­
caktı. Ancak görüşleri Sosyal Demokrat arkadaşları arasında tartışma konu­
su olmaya devam ediyordu. Bu anlaşmazlıklardan birkaçının adını koyacak
olursak, Lenin barış sloganındansa, emperyalist savaşı iç savaşa çevirme çağ­
rısı yapmaktan yanaydı. Lenin, öncülüğünü proletarya ve köylülük üstlen­
se dahi, Rus Devrimi’ni burjuva-demokratik bir biçim alacak ulusal bir dev­
rim olarak görmeyi sürdürüyordu. Trotskiy’i Rus köylülerinin devrimci po­
tansiyelini küçümsediği için topa tutmaya devam etmekteydi. Acil bir olası­
lık olarak Avrupa Birleşik Devletleri kavramını reddediyordu. Daha sonra­
ları Trotskiy, 1914-17 arasında Lenin’le politik olarak daha yakın hale gel­
diklerini ileri sürmüş olsa da, Birinci Dünya Savaşı’nın tartışmaları Trotskiy’i
Lenin ve Bolşevikler’den ayıran çatışmaların keskinleşmesine tanık oldu.
Trotskiy’in görüşleri Menşevikler için de fazla devrimci ve aşırı iyimserdi.
Onlar, devrimin gelecekteki seyrinin, Trotskiy ve onun sürekli devrim teo­
risinin iddia ettiğinden çok daha dolambaçlı ve sürüncemeli olacağını ileri
sürüyorlardı.
Bu tartışmalarda Trotskiy sık sık, başka ülkelerden yoldaşların ken­
disini desteklediğini ileri sürecekti. Bu bağlamda saydığı isimler ara­
sında Britanya’dan John MacLean, Balkanlar’dan Kristiyan Rakovski ve
Almanya’dan da Kari Liebknecht ve Rosa Luxemburg bulunmaktay­
dı (Trotsky, 1990: 70-79). Bu tür bir birlikteliği kişisel yazışma ya da te­
maslarla doğrulamamış olsa da Trotskiy, kendisini devrimci enternasyona-
listlerden oluşan bir grubun parçası olarak görmekte haklıydı. Ne de olsa
Luxemburg da reformizmi ve savaşı reddediyor, yeni devrimci ayaklanmala­
rın gerçekleştirilmesini istiyor, devrimi koordine etmesi için yeni, devrimci
bir Üçüncü Enternasyonal kurulması çağrısında bulunuyordu (Looker için­
de Luxemburg, 1972: 187-196, 197-210, 211-226). Ancak topyekün sava­
şın tükettiği eski rejimlerin çökmekte olduğu somut koşullarda Trotskiy ve
Luxemburg, devrimci süreç hakkında birbirlerininkiyle çelişen değerlendir­
melere sahiptiler.

Rus ve A lm an D evrim leri

Rus otokrasisinin Şubat 1917’deki çöküşü devrimci enternasyonalistlerin


hesabına ilk gerçek atılımdı. Ne var ki bunun gerçekleştirilmesinden kendi­
lerine pek az pay çıkarabilirlerdi. Nihayetinde devrimci liderler sürgündey­
di ve Petrograd’da RSDİP güçlü bir varlığa sahip değildi. Fakat bu, onca yıl­
lık um utsuzluktan sonra onlara gerçekten um ut veren bir olaydı. Yeni bir
Kurucu Meclis için demokratik temellerde bir seçim düzenleme vaadiyle bir
Geçici Hükümet kurulması, devrimci ajitasyon için hakiki fırsatlar sunuyor­
du. İçeride ve dışarıda sürgünde olanlar, başkente dönebilir, gazeteler sansü­
re uğramadan yayınlanabilir, açıkça politik faaliyete girişilebilirdi.
Geçici Hüküm et’in yanı sıra, muzaffer işçiler, köylüler ve askerler, ilk kez
1905’te ortaya çıkan ve bir tür işçi konseyi olan sovyetlerde kendi yönetim
biçimlerini oluşturmaya başladılar. Geçici Hükümet bir krizden ötekine sap­
lanırken sovyetler iktidar odağı olarak giderek daha fazla önem kazanıyor­
du. Devrimci partiler, sürekli temelde seçimler düzenleyen sovyetlerde tem­
sil oranlarını artırarak devrimin gidişatına rehberlik etmeye çalışıyorlardı.7
Aralarındaki güçler dengesi sürekli bir değişkenlik halindeydi. 1917 yılının
seyri içerisinde Bolşevikler sovyetlerin en önemlilerinde giderek çoğunluğu
elde ettiler. Lenin, iktidarın Bolşeviklerin liderliği altında tamamen sovyetle-
re geçmesi için zamanın artık uygun olduğuna kanaat getirdi. Savaşı devam
ettiren ve ülkenin ezici ekonomik, toplumsal ve politik sorunlarını çözme
konusunda ayak direyen Geçici Hükümet tutuklanmalıydı. Devrimin iler­
leyişinin sürmesini sağlamanın tek yolu bir işçi devrimi gerçekleştirmekti.
Lenin, partisi içinde, bu tür sonuçlara ulaşmak için erken olduğunu düşü­
nen etkili şahsiyetlerle karşı karşıya geldi. Ancak Bolşevik saflara daha yeni
katılmış birisi, yani Lev Trotskiy tarafından desteklenmekteydi. Trotskiy’in
Bolşeviklerin gerçekten enternasyonalistleşmediği yönündeki şüpheleri var­
dı, ama 1917’de, kendisinin burjuva demokratik devrimin sosyalist bir dev­
rime evrilebileceği yönündeki teorisiyle aynı doğrultuya gelen tek parti ön­
deri Lenin’di. Devrim yapmak için bir girişimde bulunmayı her şeyin önü­
ne koyan Trotskiy Lenin’le güçlerini birleştirdi. Lenin, Merkez Komitesi’ni
devrimin gerekli olduğuna ikna etmek için seferber olma işini üstlenirken
Trotskiy de iktidarın el değiştirmesini sağlayacak planı hazırlamaya koyul­
du.8 Ekim Devrimi gerçek anlamda Lenin ve Trotskiy’in devrimiydi, liderlik
yeteneklerinin bir kanıtıydı. Lenin’in öngörmüş olduğu gibi, devrim profes­
yonel devrimcilerin katkısı olmadan gerçekleşmeyecekti ve Trotskiy’in uzun
süredir ısrarla savunduğu gibi, başarılı bir devrim sosyalizmi uygulamaya
başlama yoluna girecekti. Rus Devrimi’nin ilk yılları, planlamanın, para içer­
meyen bir ekonominin, m ülk sahibi sınıflara karşı ayrımcılığın olduğu (on­
ların oy hakkının bulunmadığı) ve proleter olan her şeyin övüldüğü bir sos­
yalist düzen inşa etme yolundaki ilk girişime tanıklık etti.9
Luxemburg da uzaklardan Şubat Devrimi’ni bir burjuva devrimi olarak
değil fakat 1905 Devrimi’nin bir devamı olarak selamladı. Bu yüzden otok­
rasinin çöküşünde esas şeref işçi sınıfına atfedilebilirdi. Trotskiy gibi o da,
II. Nikolay’ın tahttan indirilmesinin devrimci sürecin bitişine değil başlangı­
cına işaret ettiğini iddia ediyordu. Rus burjuvazisi savaşı başarılı bir sonuca
ulaşana kadar sürdürm ek istemekteydi. Barış davasını ancak proletaryanın
yeni devrimci mücadeleleri ileriye taşıyabilirdi (Drabkin, 1991: 296-298,
298-300).
Luxemburg bir taraftan Rusya’da devrimci faaliyetin artmasını destekler­
ken belirli bir tehlikenin de farkındaydı. Proletarya iktidarı ele geçirip sa­
vaşa son verilmesi çağrısı yaptığı takdirde, Britanya ve Fransa’nınki de da­
hil, burjuvazinin öfkesiyle karşılaşacaktı. En büyük tehlike ise Almanya’dan
gelecekti. Kuşkusuz Alman burjuvazisi Rusya’da işçi devrimini ezerek ve
toprak talebinde bulunarak gücünü ve etkisini ayakta tutmaya çalışacak­
tı. Luxemburg’a göre, Petrograd’da yeni doğmuş bir işçi rejimini ancak Batı
Avrupa proletaryasının iktidarı alması kurtarabilirdi (Bkz. Looker içinde
Luxemburg, 1972: 227-234).
Ekim Devrimi gerçekten vuku bulunca Luxemburg Lenin ve Trotskiy’in
eserini alkışlayacaktı, ilk hakiki sosyalist devrim girişiminde bulunma şerefi­
ne onlar nail olmuştu. Uluslararası sosyalizmin itibarını kurtarmış ve SDP’li
reformistlerin yalancılığını gözler önüne sermişlerdi. Nihayetinde SDP, iha­
netini, savaşın Rusya’yı özgürleştirme mücadelesi olduğu görüşüne dayan­
dırmıştı. Çar gittiğine ve yerini adil bir barış için çabalayan sosyalist bir re­
jim aldığına göre artık Alman militarizmini desteklemeye ne gerek vardı?10
Dikkatini iktidarın ele geçirilişinden iktidarın nasıl kullanıldığına yöneltti­
ğinde Luxemburg’un takdiri hayâl kırıklığına dönüşüyordu. Luxemburg’a
göre Bolşevikler iktidarı elde tutmaya ilkelerden daha fazla önem atfetme­
ye başlamışlardı.
Bolşevik politikalarının hem uluslararası hem de ülke içi meselelerle ilgili
bazı yönlerinin bunu açıkça gösterdiğini ileri sürüyordu. Örneğin Almanya
ile savaşı sonlandıran yağmacı Brest-Litovsk barışını imzalama kararı, bütün
sol komünistlerin kutsal ilkesi enternasyonalizme açık bir ihanetti.11 Ancak
Luxemburg’un öfkesini en çok körükleyen, demokrasinin Bolşeviklerce
ortadan kaldırılması oldu. 1920’de yazdığı, esas olarak Kautsky’yi hedef
alan Terörizm ve Komünizm adlı kitabında Trotskiy, biçimsel demokrasinin
Bolşeviklerce bastırılmasını en dikkat çekici biçimde, Kurucu Meclis’in da­
ğıtılması ve Sovyetlerde tek parti iktidarının kurulması bağlamında savun­
maktaydı: “Devrim” diyordu Trotskiy, “oylamayla kararlaştırılamaz ... karşı
tarafın iradesini kırmak için baskı gerekli bir araç[tır]” (Trotsky, 1975: 109,
75). Trotskiy doğru devrimci politikanın ister parlamentoda, ister sovyetler­
de uygulansın biçimsel demokrasiden değil, partiden geleceğine inanır hale
gelmişti.12 Luxemburg dehşet içindeydi. Proletarya diktatörlüğüne anlamı­
nı verenin tam da demokrasi olduğunu ileri sürüyordu. Trotskiy’in yaptığı
gibi ikisini karşı karşıya getirmek tamamen yanlıştı. Demokrasiyi bastırmak
aslında devrimi başarısızlığa mahkûm ederdi. En önemlisi, politik hakları,
en başta da seçme, ifade ve katılım özgürlüğü ellerinden alındığı için kitle­
ler devrimden dışlanmış olurdu. Luxemburg’a göre kaçınılmaz sonuç, bütün
devrimci kuram ların körelmesi, yolsuzluğun artması ve devrimin yozlaşma­
sı olurdu. “Sosyalist dönüşüm ün, hazır formülü tamamlanmış halde dev­
rimci partide bulunan bir şey olduğunu” düşünmenin saçma olduğunu ya­
zıyordu; “sosyalizm tam da doğası gereği fermanla kurulamaz” (Luxemburg,
1961: 69-70).13
Madem Rusya’da demokratik sosyalizmin altı oyuluyordu, Alman devri-
minde parti politikasına demokratik sosyalizmin yön vermesi gerektiği ko­
nusunda Luxemburg kararlıydı. İktidar yukarıdan, küçük bir parti kliği tara­
fından değil, aşağıdan, işçilerin kendisi tarafından ele geçirilmeliydi. Alman
devrimi gerçekleşmeden önce Luxemburg, işçi konseylerinin ülke çapında,
özellikle de sosyal demokrasinin en zayıf konumda olduğu köylerde kurul­
ması gerektiğini ileri sürüyordu. Ancak böyle bir sistem var olduğu ve işçi­
ler hüküm etin görevlerini üstlenecek olanın kendi konseyleri olduğunu an­
ladığı zaman bir devrim gerçekleşebilirdi. Luxemburg, bu şekilde aşağıdan
yol almanın devrimi geciktirebileceğini kabul ediyordu, ancak bunun başa-
riya giden daha emin bir yol olduğu düşüncesindeydi (Drabkin, 1991: 375-
378). Luxemburg, devrim başarıya ulaştığında, sovyet hüküm et sisteminin
Yürütme Komitesi’nin Rusya’da olduğu gibi kitleleri hakimiyeti altına alma­
masını sağlamaya çalışıyordu. Yürütme Komitesi’nin, kendisi de her üç ayda
bir yeniden seçilecek bir Merkez Konsey tarafından seçilmesini öneriyordu.
Seçmenler temsilcileri her an geri çağırma hakkına sahipti. Böylece, “işçi ve
asker konseylerinin büyük çoğunluğuyla...onların üst organı hüküm et ara­
sında aktif temas” sağlanacaktı (Looker, 1972: 282). Luxemburg, konsey ko­
münizminin merkezine demokrasiyi yerleştirmesinin yanı sıra, iktidarı al­
dıklarında sovyetlerin şiddeti asgariye indirmeye çalışması gerektiğinde de
ısrarlıydı. Terör, Trotskiy için sosyalizmin kuruluşunun ayrılmaz bir parça­
sı idi; oysa Luxemburg’a göre “amansız devrimci enerji ve müşfik insancıl­
lık -sosyalizmin gerçek özü yalnızca b u d u r.. .önemli işlerini yerine getirmek
için acele eden bir adam yanlışlıkla zavallı bir solucanı bile ezse suç işlemiş
olur” (Looker, 1972: 261).

Sonuç

Luxemburg ve Trotskiy, sol komünistler ve devrimci enternasyonalistler


olarak birlik içerisindedirler. Devrimci retoriğiyle kazandığı bütün o üne
karşın, Luxemburg yine de, devrimin gelişimi konusunda Trotskiy’e göre
çok daha sabırlı bir anlayışa sahipti. Her ikisi de geleceğin sosyalizmin oldu­
ğundan, proletaryanın geçici yenilgilerinden daha güçlü ve bilinçlenmiş ola­
rak çıkacağından emindi. Bu gelecek öngörüsü çerçevesinde Luxemburg’a
göre en büyük öncelik sosyalist ilkelerin korunmasına verilmeliydi. Rus
Devrimi’nin, kendisini demokratik olmayan bir biçimde idame ettirmesin-
dense onurlu bir biçimde yenilmesi yeğdi. Trotskiy bu bakış açısının doğru­
luğunu ancak daha sonra takdir edecekti. Dünya devrimi geciktikçe, kendi­
sini, Rus Devrimi’nin Luxemburg’un önceden haber verdiği yozlaşmasına ve
bozulmasına karşı giderek daha fazla mücadele eder halde buldu.
Ancak Luxemburg’un aksine Trotskiy, kendisine göre Stalin zamanın­
da başlayan “ihanete uğrayan devrim”in köklerini Lenin ve Leninizm’e ka­
dar götürmeyecekti. Aslında Trotskiy ikameciliğin ve Leninist öncü teorisi­
nin tehlikeleriyle hiçbir zaman tam olarak hesaplaşmamıştır. Örneğin Rus
Devrimi’nin tarihini yeniden gözden geçirirken, Siyasi Görevlerimiz’de ile­
ri sürmüş olduğu argümanlara başvurmadı. 1917’de Lenin’le güçlerini bir­
leştirmekle bir politik muhakeme hatası işlemiş olabileceği ihtimaliyle asla
yüzleşemedi. Lenin, eleştirilemez oldu hep.14 Trotskiy’in 1924 sonrası bü­
tün yazıları Lenin ile yakınlığını savunur. Trotskiy Stalin ve Stalinizmin nasıl
Lenin ve Leninizmden kaynaklandığını asla dürüst biçimde dile getiremedi­
ği için, bu tür kaygılar kendi Stalinizm tahlilini zayıflatmakla kaldı.
Elbette ki Trotskiy’in Stalinizm tahlili, Stalinizm’in Bolşevizm’le ilişkisi
ile ilgili olmaktan ibaret değildi. Mesela Rusya’nın kültürel baskı ve ekono­
mik sefaletle örülü tarihinin yanı sıra, çağdaş dünya emperyalizminin ba­
sıncı gibi faktörlerin önemine değindi. Trotskiy’in, Stalin’in dış politikasına,
1920’lerin sonlarında Çinli komünistlerin katledilmesindeki sorum luluğun­
dan Hitler ve faşizmin yükselişine yanıt vermekte gösterdiği yetersizliklere,
aslında, “tek ülkede sosyalizm”in çıkarları adına proletarya enternasyona­
lizmine sürekli bir ihanet içinde olmasına kadar yönelttiği eleştiriler bu ko­
nularla ilgilenen tarihçiler üzerinde derin ve kalıcı bir etki yarattı.15 SSCB’de
yeni bir politik devrim ve başka yerlerde politik ve sosyal devrim çağrıla­
rı yapması İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde yeni bir sol komünistler
kuşağına ilham kaynağı oldu. Trotskiy’in yazıları, Doğu’da ve Batı’da baskı­
ya karşı mücadele eden, Stalinist olmayan bir Marksizm geliştirmenin so­
runlarıyla uğraşan sosyalistler için muazzam önemdeydi. Trotskiy’in Birleşik
Krallık’taki Sosyalist İşçi Partisi gibi siyasi hareketlerin yanı sıra Glasgow
Üniversitesi’ndeki Critique okulu gibi daha akademik bir temele sahip dev­
rimcilerin gurusu haline gelmesine şaşmamalı.16
Luxemburg ve Trotskiy arasında, sol komünizm ve Stalinizm yorumlarının
ötesinde bir bağlantı olduğu da söylenebilir. Her ikisinin de Rus Devrimi’nin
kaderinin dünya ölçeğinde yayılmasına bağlı olduğunu vurguladığı göz önü­
ne alındığında, yazıları, SSCB’nin 1991’deki nihai çöküşünü açıklamaya yar­
dımcı olarak da kullanılabilir.17 Luxemburg ve Trotskiy’in yazıları başka şe­
killerde çağdaş bir karşılığa sahip olmaya devam etmektedir. İnsanlığın hâlâ
karşı karşıya bulunduğu seçimin kapitalizm ve sosyalizm arasında olma­
ya devam ettiği ileri sürülebilir.18 Trotskiy’in, Birinci Dünya Savaşı sırasın­
da Avrupa ekonomisinin başarılı bir şekilde yönetilebilmesi için bir Avrupa
Birleşik Devletleri’nin gerekli olduğu görüşünü ortaya atmakla ileri görüş­
lü davrandığı söylenebilir. Sonuç olarak, Avrupa’nın 1945 sonrası politik ta­
rihinin büyük bölümünü, kıta ekonomisini Avrupa ölçeğinde kuram larla
yönetme çabası oluşturdu. Bu tür düşüncelerin en son ürünleri bir Avrupa
Merkez Bankası’nm kurulması ve tek bir Avrupa para biriminin yürürlüğe
girmesi oldu. Üstelik, bu gelişmelerle Avrupa’yı gelecekte başat ülkeleri ara-
smda çıkacak bir savaştan korumak hedefleniyor. Trotskiy hayattayken kapi­
talizmin bu tür görevlerin üstesinden gelebileceğini reddediyordu. Şüphesiz,
bugün kapitalistlerin bu yöndeki çabalarını ne ölçüde koordine ettiğini gör­
seydi, kendisi de şaşırırdı. Fakat bugüne kadar Avrupa Birliği’nin başı hükü­
metler arası anlaşmazlıklardan kurtulabilmiş değil. Belki biçim ayakta kala­
cak, ama özün geleceği sosyalizmden geçiyor olabilir.
Sosyalist bir Avrupa Birleşik Devletleri olacak olsa, Luxemburg muhteme­
len, her şeyden evvel onun demokratik olarak düzenlenmesi gerektiğinde ıs­
rar ederdi. 20. yüzyıl Marksist hareketleri üzerinde Trotskiy’in daha büyük
bir etkisi olduğu halde, sol komünist olarak Luxemburg bugün daha iyi bir
üne sahip.19 Bunu daha ziyade onun demokratik haklara hep bağlı kalmış ol­
masına atfetmeliyiz. Ancak Luxemburg bu ünü, hiç hüküm ette yer alıp bir
devrime önderlik etmemiş birisi olarak elde etti. İktidarda gerçekten bulun­
muş olsaydı, o da Bolşeviklerle aynı tehlikeyle karşılaşabilir ve önderliğin
devrimin selameti için iyi olanın ne olduğu konusundaki inancını, kitlelere
danışma ve kitlelerin denetimine tâbi olma gerekliliğinin önüne yerleştirebi­
lirdi. Zaten, demokrasiye riayet eden bir sosyalist ayaklanmanın olup olama­
yacağı sorusunun kendisi henüz yanıtlanmış değil ve buna sol komünistle­
rin açıkça tatmin edici bir cevabı yok.20 Bunun yanı sıra kapitalizmin göster­
diği esneklik ve büyümeye devam etmesi, mücadele eden bir güç olarak sol
komünizmin gelişmesini ağır bir biçimde sınırlamış bulunuyor.

Dipnotlar

1- Burada, Jam es D. W hite’in L uxem burg’u n B ernstein karşıtı broşürüne yönelttiği, Reform
y a da Devrim’in bir yeniden basım ı üzerine yaptığı değerlendirm ede yer alan eleştirisine
yer verm ek ilginç olacaktır: “Kullanılan m uhakem e yöntem i, M arx’in yazılarında bir n i­
hai hakikatin yattığım ve b unlarla aykırılığa düşm enin m utlak olarak hatalı olduğunu farz
eder. Ayrıca, M arksizm den herhangi bir biçim de ayrılan fikrin geçerli bir a lternatif olam a­
yacağı, işçi sınıfına yabancı bir ideoloji anlam ına geldiği varsayım ı m evcuttur. Bu anlam ­
da Rosa Luxem burg, sosyalist d üşünce içinde g örülm üş en m uhafazakâr ve baskıcı b ir dizi
düşünce akım ına kaynak olm uştur.’
2- Trotskiy’in 1905 ve Rus Devrim i üzerine çalışm asının daha detaylı bir sergilem esi için
bakınız T hatcher (1991). L uxem burg'un görüşlerinin özeti çeşitli kaynaklardan derlen­
di. Bunlardan bazıları: D rabkin (1991): 92-98 içinde “Revolyutsiya [1905 g.] v Rossii”;
“E pokhal’nye sobytiya”, age.: 99-106; “V zareve revolyutsii” age.: 106-109; “Russkaya re-
volyutsiya”, age.: 133-137; “Rech o russkoi revolyutsii”, age.: 137-140; Looker (1972):
117-120 içinde “The Revolution in Russia”.
3- L uxem burg, Trotskiy’in sürekli devrim anlayışına açıkça karşı olduğu halde, daha sonra-
lari, Proletarskaya revolyutsiya adlı dergiye 1931’de yazdığı m ektubunda Stalin, “Trotskiy
tarafından benim senerek L eninizm e karşı bir silaha dön ü ştü rü len , ütopist, yarı-M enşevik
sürekli devrim şem asını keşfedenin” Parvus’la birlikte kesinlikle Luxem burg o lduğunu id­
dia etm iştir (Stalin, 1955: 93).
4- Alm an sosyal dem okrasisinde kitle grevi etrafında kopan tartışm anın özlü ve berrak bir
anlatım ı için bkz. H arding, 1996: 67-70.
5- Trotskiy’in 1914 ile 1917 arasındaki çalışm a ve faaliyetlerinin en iyi anlatım ı için bkz.
T hatcher (2000a). Trotskiy’in bu dönem deki görüşlerinin b u yazıda verilen özeti bu kita­
ba dayanm aktadır.
6- Trotskiy, güneydoğu Avrupa için de ulus-ötesi bir devlet yapısının, Balkan Federatif
C um huriyeti’nin oluşturulm asını savunm uş, b u n u n bölgenin etnik gerilim lerine çözüm
olacağını um m uştur.
7- Bolşevik iktidarının ilk yıllarında Sovyet seçim ler tarihinin b ir anlatım ı için bkz. örneğin
T hatcher (1995). Söz konusu b ö lüm ün diğer kısım ları ayrıca K urucu Meclis’in kaderini
ve Bolşevik partisi içi seçim leri kapsam aktadır.
8- Ö rneğin bkz. W hite (1999).
9- D önem in atm osferi en iyi Alec Nove tarafından özetlenm iştir: “U ykusuz kalm ış deri ceket­
li kom iserler serbest piyasayı ikam e etm ek için gece gündüz çalışarak nafile uğraşlar ver­
m ektedir” (Nove, 1992: 68).
10- Luxem burg’un, Ekim Devrimi’ne ilişkin olum lu değerlendirm eleri en iyi, The Russian
Revolution and Leninism or Marxism? (1961: 25-40) adlı eserinde özetlenm ektedir.
11- Alm anya ile ayrı bir barış kon u su etrafında kopan tartışm a hayli ateşliydi ve b u tartışm a­
n ın sol k om ünistler için taşıdığı önem çoğunlukla gözden kaçırıldı. Brest-Litovsk anlaş­
m asının Rusya’da sol kom ünistler açısından önem ini resm etm eyi am açlayan b ir çalışma
için bkz. örneğin Kowalski (1991: 60-82). M arksizm e düşm anca yaklaşan bir tarihçinin
bile, ayrı bir barıştan yana tavır alarak L enin’in geleneksel, “realist" varsayım larla hare­
ket ettiği noktasında sol kom ünistlerle görüş birliği içinde o lduğunu görm ek şaşırtıcıdır.
Pipes’e göre bu, Sovyet dış politikasının tanım layıcı özelliği olarak varlığını sürdürecek­
ti (1990: 604-605).
12- Trotskiy’in, insanın K om ünist Partisi’ne ters düştüğünde haklı olam ayacağı yönündeki
daha başka ifadeleri için bkz. örneğin 1963: 158; 1939: 41.
13- E lbette Rus Devrim i’nde dem okrasinin kaderi k o nusunda kaygılarını belirten tek sol k o ­
m ü n ist L uxem burg değildi. Kollantai’den Şlyapnikov’a, sol kom ünistlerce işaret edilen
m eselelerin özet bir anlatım ı için bkz. örneğin W hite (1994).
14- Trotskiy’in Rus Devrimi’nin Tarihi adlı eserinin eleştirel bir okum ası için bkz. örneğin
T hatcher (1999).
15- Bkz. örneğin Tucker (1990). Stalin’in Alm anya karşısındaki dış politikasını ele alan Bölüm
10’da Tucker, konuya Trotskiy’in bazı yorum larını reddederek girse de (223-225), esasın­
da Stalin’in H itler’in iktidara gelişine yardım ettiği k onusunda Trotskiy ile görüş birliği
içerisindedir (228-232).
16- Critique o k u lu n u n en öne çıkan üyesi Hillel T icktin’dir. Bir dizi m akale ve kitabında, SSCB
ve Batı kapitalizm ini büyük oranda Trotskiy’den esinlenerek, sol k om ünist b ir perspek­
tiften analiz etm iştir. M arksist düşünceye katkılarından dolayı yakın zam anda kendisine
G lasgow Ü niversitesi’nde Profesörlük verilm iştir. 1973’te yayınlanm aya başlayan C ritique
dergisi sol kom ünistler, örneğin Victor Serge üzerine özel sayılar çıkarm ış ve hareketin ta­
rihinden kilit önem de m etinleri tercüm e etm iştir.
17- Burada Alec N ove’un, bolluk varsayım ına dayanarak, özgür üreticilerden oluşan dem okra­
tik bir toplum tarafından kolaylıkla ve etkili b ir şekilde yönetilebilecek, piyasasız b ir eko­
nom inin olabilirliği konu su n d ak i idealistçe ve ü to p ist varsayım ları dolayısıyla sol k om ü­
nistlere yönelttiği eleştiriye katılm ak m üm kündür. N ove’u n eleştirisinin olum lu b ir değer­
lendirm esi için bkz. örneğin T hatcer (2000b).
18- Ancak b u n u n nasıl giderek daha zor hale geldiği A nderson’da (2000) açıkça gösterilm ek­
tedir.
19- Luxem burg’u n yaşamı ve düşüncesine dair çok olum lu değerlendirm eler için bkz. örneğin
Abraham (1989); Basso (1975); G eras (1976). Daha geniş b ir bağlam içerisinde de olsa
Luxem burg üzerine daha yakın b ir dönem de yapılan olum lu değerlendirm e F ernbach’tan
(1999) gelmiştir. Rosa Luxem burg biyografileri üzerine kapsam lı ve ilginç bir kitap değer­
lendirm esi için bkz. örneğin E dm ondson (1989). Kolakowski, Luxem burg’u n dem okra­
si k onusundaki vurgusuna karşı L enin’in öncü parti örgütlenm esinden yana çıkm ak ba­
kım ından dikkati çeker. Lenin’in en azından tutarlı olduğunu iddia eder. Sonuç olarak
Luxem burg, bilim sel M arksizm e inanm ıştı. Yalnızca tek bir doğ ru n u n bu lu n d u ğ u n a ina­
nan birisinin, b u doğ ru n u n ne olduğunu bildirm ek için Leninist partiye ihtiyacı vardır
(bkz. Kolakowski, 1978: 95-96). Kolakowski hariç tutulursa, Luxem burg hakkında ge­
nellikle olum lu düşü n ü lü r; son dönem de Trotskiy’in biyografisini yazanlar onu Stalinist
uranlığın yaratılm asına yardım etm ekle itham ederler. Bu çalışm aların bir değerlendirm e­
si için bkz. T hatcher (1994).
20- Ö rneğin, en azından sol kom ünist hareket ü zerine ciddi bir çalışm ayı üstlenecek kadar o n ­
lara sem pati duyan bir tarihçinin ulaştığı sonuç şudur: “Sol K om ünistlerin ideolojik ön­
cülleri, iktidarın işçiler arasında yaygın biçim de paylaşıldığı özgürleşm iş bir toplum a de­
ğil, m erkezi, b ü rokratik bir sistem e yol açardı” (Kowalski, 1991: 188).

Referanslar

A b ra h am , R. (1 9 8 9 ) Rosa Luxemburg. A Life fo r the International. O xford: Berg.


A n d e rso n , P. (2 0 0 0 ) ‘R enew als’, New Left Review, 1: 5 -2 4 .
Basso, L. (1 9 7 5 ) Rosa Luxem burg. A Reappraisal. L o ndon: D eu tsch .
D e u tsc h er, I. (1 9 5 4 ) The Prophet A rm ed: Trotsky 1 8 7 9 -1 9 2 1 . O xford: O x fo rd U niversity
Press.
D ra b k in , Y.S. (e d .) (1 9 9 1 ) R oza Lyuksem burg o sotsializm e i russkoi revolyutsii. M oscow :
p u b lish er.
E d m o n d s o n , L in d a (1 9 8 9 ) ‘L ives o f R osa L u x em b u rg ’, R evolutionary Russia, 2 (2): 3 5 -4 4 .
F e rn b a c h , D. (1 9 9 9 ), ‘Rosa L u x em b u rg ’s P o litical H eir: A n A p p re cia tio n o f P a u l Levi’, New
Left R eview, 238: 3 -2 5 .
G eras, N . (1 9 7 6 ) The Legacy o f Rosa Luxem burg. L o ndon: N ew Left Books.
H a rd in g , N. (1 9 9 6 ) Leninism . D u rh a m , N C: D u k e U niversity.
K olakow ski, L. (1 9 7 8 ), M ain Currents o f M arxism . II: The Golden Age. O xford: O xford
U n iv e rsity Press.
K ow alski, R on ald I. (1 9 9 1 ), The B olshevik P arty in Conflict. The Left C om m unist O pposition
o f 1918. B asingstoke: M acm illan.
L ooker, R. (ed ) (1 9 7 2 ) Rosa Luxemburg. Selected Political W ritings. L o n d o n : C ape.
L u x em b u rg , Rosa (n .d .) The Junius Pam phlet. L o n d o n : M erlin Press.
L u x em b u rg , R osa (1 9 2 5 ) The M ass Strike, The Political Party and The Trade Unions.
D etroit: M a rx ian E d u ca tio n a l Society.
L u x em b u rg , Rosa (1 9 3 7 ) Reform or R evolution. N ew York: T h ree A rrow s Press.
L u x em b u rg , Rosa (1 9 6 1 ) The R ussian Revolution and L eninism or M arxism ? A rm A rbor, MI:
U n iv e rsity o f M ichigan Press.
N ove, Alec (1 9 9 2 ) A n Econom ic H istory o f the USSR. H a rm o n d sw o rth : P en g u in .
P ipes, R. (1 9 9 0 ) The R ussian R evolution 1 8 9 9 -1 9 1 9 . L o n d o n : H a rp erC o llin s.
S talin, J. (1 9 5 5 ) ‘Som e Q u e stio n s C o n c e rn in g th e H isto ry o f B olshevism ’ in W orks, v o lu m e
13. M oscow : F o re ig n L anguages P u b lish in g H ouse.
T h atch e r, la n D. (1 9 9 1 ) ‘U n e v en a n d C o m b in e d D e v elo p m en t’, R evolutionary Russia, 4
(2): 2 3 5 -5 8 .
T h atch e r, la n D. (1 9 9 4 ) ‘F irst R u ssian B iographies o f T rotsky: A R eview A rticle’, E urope-
A sia Studies (F orm erly Soviet Studies), 4 6 (8): 1 4 1 7 -2 3 .
T h atch e r, Ia n D. (1 9 9 5 ) ‘E le ctio n s in R ussian a n d Soviet H isto ry ’ in P. L en tin i (e d .),
Elections and Political Order in Russia. B udapest: C e n tra l E u ro p e a n U n iv e rsity Press.
T h atch e r, Ian D. (1 9 9 9 ) ‘T rotskii’s R ussian R e v o lu tio n R evisited’, R evolutionary Russia, 12
(1): 1 5 7 -6 3 .
T h atch e r, Ian D. (2 0 0 0 a ) Leon Trotsky and W orld W ar One. B asingstoke: M acm illan.
T h atch e r, Ian D. (2 0 0 0 b ) ‘Alec N ove, Soviet P la n n in g a n d M a rk et R eform , a n d th e N eed
for R elevant E c o n o m ics’, N ew Political Econom y, 5 (2): 2 6 9 -8 0 .
Trotsky, L. (n .d .) O ur Political Tasks. L on d o n : N ew P a rk P u b lica tio n s.
Trotsky, L. (1 9 3 9 ) T heir M orals and Ours, n.p.: Pioneer.
Trotsky, L. (1 9 6 3 ) Trinadtsatyi s ”ezd RKP(b). Stenograficheskii otchet. M oscow :
G o sp o litizd at.
Trotsky, L. (1 9 7 1 ) 1905. H a rm o n d sw o rth : P en g u in .
Trotsky, L. (1 9 7 5 ) Terrorism and C om m unism . L on d o n : N ew P a rk P u b lica tio n s.
Trotsky, L. (1 9 9 0 ) P oliticheskie siluety. M oscow : N ovosti.
Tucker, R obert C. (1 9 9 0 ) Stalin in Power. The Revolution fro m Above, 1 9 2 8 -1 9 4 1 . L ondon:
W.W. N o rto n .
W h ite , Ja m es D. (1 9 8 9 ) ‘R eview o f Rosa L u x em b u rg , R eform o r R e v o lu tio n ’, R evolutionary
R ussia, 2 (2): 5 2 -4 .
W h ite , Ja m es D. (1 9 9 4 ) The R ussian Revolution 1917 -1 9 2 1 . A Short H istory. L ondon:
A rnold.
W h ite , Ja m es D. (1 9 9 9 ) ‘L en in , T rotskii, a n d th e A rts o f In su rre c tio n : T h e C ongress of
Soviets o f th e N o rth e rn R egion, 1 1 -1 3 O c to b e r 1917’, Slavonic and East European
Review, 77 (1): 1 1 7 -3 9 .
Ill

Jules Townshend

Görünüşte, “sağ-kanat” Marksistler hakkında, polemik bakımından ye­


terince zengin olan Marksist lügatteki lakaplara birkaç tane daha ekleme­
nin dışında kayda değer pek az şey söylenebilir: “Dönek” Kautsky, “revizyo­
nist” Bernstein ve “kuyrukçu” Menşevikler. Onlara bu lakapların takılma­
sının nedeni, başarılarına duyulan haset değildi. Onlar tarihin kaybeden­
leriydi. Lenin’inki gibi bir tarihsel başarıdan m ahrum kaldıkları gibi, genç
Trotskiy’in, Luxemburg’un ya da Gramsci’nin ataklığından da yoksundular.
Nitekim, “kaybedişleri” bile kahramanca olmadı. Fedakârlıklarının, tüfek
dipçiğiyle (Luxemburg) ya da buz baltasıyla (Trotskiy) hızlı bir biçimde ya
da hapiste yavaş yavaş (Gramsci) ölmek gibi trajik bir boyutu da yoktu.
1920’lerin başlarında sürgüne gitmeyi reddeden sıradan Menşevik kadrola­
rın dışında (Broido, 1987), onlar kahramanlık yönü olmayan bir topluluk­
tu, çoğu upuzun birer ömür sürdü. Harekete geçirmekten ziyade atalete dü­
şüren ihtiyatın kusursuz öğretmenleriydi onlar. Ancak ihtiyat, korkaklıktan
olduğu kadar soğukkanlı bir gerçekçilikten de kaynaklanabilir ve devrimci
risk alma da, ister yenilgi, ister sol totaliterlik biçiminde olsun, siyasi felake­
te yola açabilir. Ve azıcık mantık bile bize, tartışma ve tahlili kışkırtan sebep­
ler ile tartışma ve tahlilin gerçek içeriğini birbirinden ayırt etmemiz gerekti­
ğini söyler. Belki de yirmi birinci yüzyıl, sağ Marksistlerin itibarı konusun­
da biraz daha insaflı olacaktır. Marksist gelenek içinde devam eden glasnost
tamamlandığında, onların katkısı daha bir hakkıyla teslim edilebilecektir.
Sağ Marksistler, Komünist Manifesto ’nun sorunlu mirasıyla başa çıkmaya
çalıştılar. Marx ve Engels’in kendileri Manifesto'nun “genel ilkelerinin” özel
tarihsel koşullara uyarlanması gerektiğini kavrıyorlardı (Marx, 1988: 43).
Nitekim siyasi pratik her zaman için pratik bir sorun olmayı sürdürecekti,
çünkü koşullar sürekli değişiyordu. Kautsky, Almanya için, parlamenter de­
mokrasi ve askeri bakımdan güçlü bir devletin varlığının, siyasi hesaplaşma­
nın ikiz koordinatlarını oluşturacağına işaret eden koşullara uygun bir sos­
yalist strateji inşa edecekti. Menşevikler, parlamenter demokrasinin henüz
kurulmamış ve kapitalizmin, proletaryanın çoğunluğu oluşturmasını yakın
olasılık haline getirecek kadar gelişmemiş olduğu şartlarda faaliyet yürü­
tüyorlardı. Stratejilerini geliştirirken Kautsky de, Menşevikler de, Marx ve
Engels’in Manifesto ’da Almanya hakkında ve muhtemel bir iki aşamalı dev­
rim için söylediklerine yaslanıyorlardı: önce burjuvazinin, proletaryayı da
yanma alarak, m utlak monarşiyi, feodal toprak beyliğini ve küçük burju­
vaziyi devirmesi. Bunun ardından, “[proletarya] hemen burjuvazinin kendi
hâkimiyeti ile birlikte yaratmak zorunda olduğu toplumsal ve siyasi koşulla­
rı burjuvazinin kendisine karşı birer silah olarak kullan[m alıdır]...” Böylece
bir burjuva devrimi, “hemen arkasından gelecek proletarya devriminin yal­
nızca bir prelüdü [olacaktır]” (Marx, 1988: 86). Kautsky’nin, burjuvazinin
silahlarının kendisine çevrilmesinden anladığı, proletaryanın sosyalizmi ge­
tirme yolunda kullanabilmesi için Almanya’da demokrasiyi güçlendirmek
gerektiğiydi. Öte yandan Menşevikler bu iki aşama formülüne daha bir harfi
harfine sadık kalabildiler, çünkü 1917’den evvel Rusya’da ne demokrasi, ne
de proleter bir çoğunluk vardı.
Ancak Manifesto , bir başka düzeyde ve belki de daha ciddi bir biçimde,
“gerçek” ve “iyi”nin el ele vererek kapitalizmin “kaçınılmaz” devrilişini sağ­
layacağına ilişkin devrimci ve teleolojik varsayımlarından doğan, öngörü-
lememiş sorunlar bırakmıştı. Bernstein’in bu güçlüklere verdiği yanıtlar,
Marx’a uyguladığı (kötü) ünlü “revizyon”unun odak noktasını oluşturuyor­
du. Ya işçi sınıfı kendi doğasında hegemonya kapasitesi barındırmıyorsa?
Ya kapitalizm, sürekli olarak görece çatışmasız bir biçimde büyüyebilir ve
böylece devrimin ön koşullarını yaratmazsa? Ya parlamenter demokrasinin
yayılması toplumsal karşıtlığı artıracağı yerde azalttıysa? Bir başka deyişle,
gerçekliğin kendisi, Manifesto ’nun “genel ilkelerinin” altını oyuyor muydu?
Geriye dönüp baktığımızda, Manifesto’nun, kapitalizm ve parlamenter de­
mokrasinin henüz bebeklik çağında yazılmış olduğunu görebiliriz. Marx ve
Engels, gelişmiş bir kapitalizmin bu tür demokrasiler üzerindeki etkisini ya
da bu tür demokrasilerin işçilerin beklentileri üzerindeki etkilerini öngöre­
mediler. O halde, bütün politik ideolojilerin, tarihsel olarak ayakta kalabil­
mek için yüzleşmek zorunda olduğu şu klasik soru var karşımızda: Yeni ko­
şullara nasıl uyarlanmalı?
Yirminci yüzyıl Marksizmine özgün katkılarını ayrmtılandırmadan önce,
bu “sağ” Marksistlerin kendi aralarındaki ilişkilerin karmaşık olduğu ve bir­
çok meselede pek de tek sesle konuşmadıkları bilgisini verelim. Örneğin
Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) içindeki m eşhur Revizyonizm tartış­
ması (1899-1900) sırasında ve sonrasında, pek çok yorumcu Bernstein’m
Marksizm’den büsbütün ayrılmakta olduğu (ilk post-Marksist mi?) düşün-
cesindeydi; ama Bernestein Parti’den ihraç edilmedi ve daha sonra Kautsky
kendisi ile Bernstein’ı “Siyam ikizleri” olarak tanımladı (Kellner, 1977: 179).
Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde Bolşevikler ve Menşevikler arasında­
ki hizip bölünmesinde (1903-1904) Kautsky, Rus Devrimi öncesinde ve son­
rasında kişisel olarak Menşeviklere daha yakın olmasına rağmen (Donald,
1993: 251-256), onlardan yana çıkmaktan ziyade tarafsız kaldı (Donald,
1993: bölüm 2, tamamı). “Sağ” ve “sol” Marksizm arasındaki bölünme­
nin de karmaşık olduğunu ayrıca belirtelim. 1917’ye kadar Menşevikler ile
Bolşevikler arasındaki ilişkiler ekseriyetle yalnızca yarı yarıya kopuk bir ni­
telikteydi: sonuçta her iki taraf da RSDİP’in üyesiydi ve Menşeviklere ya­
kın olanların pek çoğu, en önemlisi de Trotskiy, 1917’de Bolşeviklere ka­
tıldı. Ekim Devrimi’nin ardından sürgündeki Menşevikler ise devrime ba­
kışlarında birlik içerisinde olmaktan uzaktılar. Birbirinden pek farklı bu
Marksistleri “sağ kanat” olma bakımından benzer kılanın, sosyalizme de­
mokrasi, özellikle de demokrasinin parlamenter formu yoluyla varmaya şaş­
maz bağlılıklarında ve siyasi hedeflerine ulaşmaya çalışırken şiddeti savun­
ma konusundaki isteksizliklerinde yattığını görebiliriz. Ayrıca, Bernstein
dışında, sosyalizm için gerekli “nesnel” önkoşullara ve Gramscici jargonu
kullanacak olursak, bundan doğan “aklın karamsarlığına” vurgu yapıyor­
lardı. Öte yandan, “öznel” önkoşulları da aynı derecede hayati saydıkları­
nı da göreceğiz. Sonradan perspektifleri hangi yönde değişmiş olursa olsun,
1917’deki Bolşevik “macera” karşısında, hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçim­
de, düşmanca bir tutum takındılar.
Kautsky, The Dictatorship of theProletariat (ProletaryaDiktatörlüğü) (1918)
başlıklı kitabında Ekim Devrimi’ni eleştirdiği için Lenin tarafından kendisi­
ne “dönek” adı takılmadan önce, Birinci Dünya Savaşı’na değin Marksizmin
“Papası” olarak biliniyordu. 1890’lardan Birinci Dünya Savaşı’nın patlak
verdiği 1914’e değin, SPD’nin teorik yayım Die Neue Zeit’ın editörü olarak,
Parti’nin entelektüel dinamosu konumundaydı. Marx ve Engels’in halefi ola­
rak görülüyordu. Ayrıca, Bernstein ile birlikte, Avrupa’nın diğer bütün Sosyal
Demokrat partileri üzerinde etki bırakan Erfurt Programı’nı (1891) yazmış­
tı. Aslında, ilk kitlesel Marksist siyasi partinin ilk Marksist “ideologu” du­
rumundaydı ve kendisinden beklenen, günün taktiklerini açıklamaktan zi­
yade, artık hayatta olmayan Engels’in beklentilerine uygun olarak, bir “dün­
ya perspektifi” sunmasıydı. Özel olarak kendisine düşen işin, Manifestoya
da uygun olarak, proletaryanın hakim sınıf haline gelme yönündeki tarih­
sel misyonunun farkına varmasını sağlayıp onu aydınlatmak olduğunu dü­
şünüyordu (Goode, 1983: 14). Çalışma hipotezi, Manifesto’nun “demokrasi
muharebesini kazanma” çağrısı uyarınca, demokrasi ile sosyalizm arasında­
ki bağın kapitalizm tarafından kurulduğuydu: kapitalizm proletaryayı çalı­
şan nüfusun çoğunluğu durum una getirdiği için, demokrasinin mantığı sos­
yalizmdi (Kautsky, 1909: 7; 1913: 189-191).
Kautsky’nin Marksizmi, SPD’nin doğumunu ve sonraki varlığını çevrele­
yen koşulları yansıtıyordu. Alman Marksistleri kendilerini, yeni gelişmek­
te olan ve yüzünü büyük ölçüde sendikal eyleme ve parça bölük ekono­
mik, toplumsal ve siyasi reformlar elde etmeye dönmüş bir işçi hareketinin
başında buldular. Bugünden bakıldığında, bu reformizm çok büyük ölçü-'
de modernitenin bir dışavurumuydu: gelişmekte olan karmaşık bir işbölü­
mü, parlamenter demokrasinin ve (ister devlet ister parti formunda olsun)
büyük ölçekli siyasi örgütlerin gelişmesi ve ekonomik örgütlerin (sendika­
lar, şirketler ya da işveren örgütleri biçiminde) ortaya çıkması. Bir başka de­
yişle, devrimci Marksist teori ile işçi sınıfının reformist pratiği arasında po­
tansiyel bir kopukluk söz konusuydu. 1875’te kurulan ve büyümekte olan
Alman proletaryasının bütününü temsil etme çabasında olan SPD, bu ikilemi
kendi bağrına taşıyordu. Devrimcilerle reformistlerin bir karışımıydı. Erfurt
Programı (1891), Kautsky’nin uzlaştırmaya çalıştığı ama potansiyel olarak
çelişki halindeki maksimalist ve minimalist hedefleri aynı anda dile getiri­
yordu. Bu uzlaştırma görevi, Kautsky’nin “ortayolculuğunun” temelini oluş­
turdu (Steenson, 1978: 141-154).
SPD’nin karşı karşıya olduğu durum göz önüne alındığında, bir orta yol
tutturm a yönündeki bu çaba daha da anlaşılır hale geliyordu. Dönemin
Alman devleti, bürokratik aygıtı ve ordusu, dünyadaki en dişli yapı duru­
mundaydı. 1878-90 yılları arasında sosyalist faaliyetler yasaklanmış ve SPD
üyeleri çeşitli biçimlerde baskıya maruz kalmıştı. Geri planda, militan ey­
lem çağrısının Parti’yi yine yeraltına itebileceği korkusu yatıyordu. Bu yüz­
den, “demokrasi muharebesi”nin kazanılması çabası, Alman ordusuyla cep­
heden karşı karşıya gelinemeyeceğini, bu kurum un demokratik sürecin ken­
disi aracılığıyla içten fethedilerek “hakim güçlere sadakatsiz” hale getirilebi­
leceğini hesaba katmak zorundaydı (Kautsky, 1913: 88).
Yine de Kautsky’nin sosyalizme parlamenter yoldan gitmeyi savunması­
nın tek nedeni Alman devletinin gücü değildi. Parlamenter yol, sendikalar
ve yerel yönetimler içindeki faaliyetle birlikte, işçi sınıfının hakim sınıf hali­
ne gelecek politik olgunluğu elde etmesini sağlayacak nitelikte, kilit önemde
bir süreçti. Sosyalizm için gerekli olan nesnel, ekonomik ön koşullar (üreti­
min toplumsallaşması ve benzeri şeyler) kadar, öznel önkoşullar da aynı öl­
çüde hayati önem taşıyordu. Hakim sınıf olabilmek, her yönüyle gelişmiş bir
proletarya diktatörlüğü haline gelebilmek için, işçi sınıfının gerekli örgüt­
sel tutarlılığa ve yeteneklere sahip olması gerekiyordu (Kautsky, 1913: 81).
Kautsky parlamenter demokrasiyi, yürütm e ve yasama işlevlerinde yarat­
tığı ayrışma ile, m odern toplumda artan işbölüm ünün bir ifadesi olması do­
layısıyla da savunuyordu (Kautsky, 1913: 29; 1925: 77; Salvadori, 1979: 14).
Giderek karmaşıklaşan işbölüm ünün tartışmasız yararları olarak gördüğü
şeyler ortadayken, yaşanabilecek bir devrimci kopuşun etkilerini asgariye
indirmek istiyordu. Şiddete dayalı devrimin doğuracağı tehlike, sosyalist bir
ekonomi için gerekli üretici temeli yıkarak “sakat bir kapitalizm” yaratma-
sıydı (Kautsky, 1925: 89). Sosyalizme kopuşsuz bir biçimde ulaşmayı ola­
naklı kılması dolayısıyla bu da parlamenter geçişin bir başka fazileti idi.
Kautsky’nin aldığı ortayolcu ve parlamentarist pozisyonlar, m eşhur siya­
si kavgalarını açıklıyor. Parti’nin “revizyonist” sağ kanadına karşı çıkıyordu,
çünkü bu kanat partinin birliğini tehdit etmekteydi; Bernstein’a da karşı çı­
kıyordu, çünkü onun orta sınıf partileriyle ittifak çağrısı, Parti’nin, proletar­
yanın tarihsel misyonunu yerine getirmesini olanaklı kılma anlamındaki va­
roluş nedenine açıkça karşı çıkmış oluyordu. 1910’da Luxemburg’un başını
çektiği sol kanadın, Prusya’da oy hakkını genişletmeyi hedefleyen kitle gre­
vi taktiğine karşı bir seferberliğe girişiyordu. Askeri-bürokratik aygıtın vere­
ceği karşılıktan korkuyor ve bu taktiğin SPD’nin yaklaşan seçimlerdeki şan­
sına mutlaka zarar vereceğini düşünüyordu. 1918 Alman Devrimi sırasın­
da, ortayolculuğu ve parlamentarizmi dolayısıyla, parlamento ile proletarya
diktatörlüğünün kurumsal cisimleşmesi olarak işçi konseyleri arasında se­
çim yapmayı reddetti, parlamento ve işçi konseylerinin bir arada bulunm a­
sını tercih etti (Salvadori, 1979: 237).
Parti’de birlik ihtiyacı ve kendi parlamenter stratejisi Kautsky’yi
Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’na katılmasına karşı çıkmaktan da alıko­
yacaktı; Lenin’in gözünde bu, onun Marksizmden dönmesinin başlangıcı­
nı oluşturuyordu. Savaş sürerken SPD’yi seçim yoluyla iktidara getirebile­
cek toplumsal ve ekonomik konular geri plana düşüyordu (Salvadori, 1979:
181-185). Kautsky, “demokratik” bir barış çağrısı yaparken, orta sınıflarla
taktik bir ittifaka hazırdı. “Ultra-emperyalizm” teorisi, kapitalist güçler dün­
yanın az gelişmiş bölgelerini iktisadi olarak sömürme konusunda işbirliği
yapabileceklerine göre, Birinci Dünya Savaşı’nın kapitalizmin nihai krizi ol­
madığını öne sürmesi bakımından seçime dayalı bu stratejiye dayanak oluş­
turuyordu (Kautsky, 1970: 46).
Lenin’in bakış açısına göre Kautsky’nin bir diğer günahı da, 1918’de, o
sırada kaderi pamuk ipliğine bağlı bulunan Bolşevik devrimine karşı çık­
masıydı. Kautsky’nin Bolşeviklere karşı çıkışı, parlamentarist stratejisine ve
Rus ve dünya koşullarına ilişkin değerlendirmesine dayanıyordu. Lenin’in,
Rusya’daki proleter devriminin Batı’da devrimleri tetikleyeceği yönündeki
“zayıf halka” hipotezini reddediyor (Kautsky, 1964: 64) ve Ocak 1918’de de­
mokratik olarak seçilmiş Kurucu Meclis’in dağıtılmasıyla başlayan Bolşevik
diktatörlüğüne düşmanca yaklaşıyordu. Proletaryanın -sosyalizm için ha­
yati bir “öznel” önkoşul olan- yönetme becerilerini geliştirecek “demok­
ratik” parlamenter bir yolun, tek geçer yol olduğunu ileri sürmekteydi
(Kautsky, 1964: 42). Ayrıca, bir dünya devrimi ufukta görünmüyorken yal­
nızca tek bir sonuç çıkarılabilirdi: ekonomik ve toplumsal koşullar -sayısal
olarak küçük bir proletarya, geniş bir köylülük ve üretici güçlerin gelişme-
m işliği- Rusya’nın sosyalizm için henüz olgunlaşmamış olduğunu gösteri­
yordu (Kautsky, 1964: 65; 1925: 63). Bolşeviklerin, “insanlığın bütününü”
“daha yüksek bir düzleme” çıkarmaktaki isteksizliklerini gösterir şekilde,
eski toplum un burjuvazisine medeni ve siyasi hakların tamamını vermeme­
si onu dehşete düşürüyordu (Kautsky, 1920: 180). Lenin’in, proletarya dik-
tatörülüğünü, demokratik bir devlette proletaryanın çoğunluğu oluşturma­
sından doğal olarak kaynaklanan bir politik “durum ” olarak değil, zorba bir
hüküm et biçimi olarak kavrayan yaklaşımını reddediyordu (Kautsky, 1964:
45). Sovyetler Birliği’ni, devlet bürokrasisi ile kapitalist bürokrasinin “tek
bir sistem halinde birleştiği” bir “devlet kapitalisti” sistem olarak niteliyor­
du (Kautsky, 1920: 202).

B ern stein

“Revizyonizm”in babası Bernstein, Erfurt Programı’nm “minimalist” ta­


leplerini kaleme almıştı. Sosyalizm Karşıtı Yasalar (1878-1890) döne­
mi sırasında ve sonrasında İngiltere’deki sürgünlüğü (1888-1901) dola­
yısıyla Engels ile yakınlaşmıştı. Parti’nin yayınlarından birisi olan Sosyal
Demokrat ’ın başyazarlığını yapmış ve İngiltere’de görüp öğrendiklerinden
fazlasıyla etkilenmişti. Yeni Kantçılık ve marjinalist iktisattan etkilenmek­
le birlikte, kendisi ne kadar reddetse de, teorik yaklaşımı ve politik vargıla­
rı tuhaf bir biçimde Fabiancı ve Yeni Liberal düşünceyi çağrıştırıyordu. Üstü
kapalı bir biçimde, Alman işçi hareketinin ekonomik ve siyasi bakımdan
İngiliz muadilinin yolundan gideceğini düşünüyordu. Geleceği görmüştü:
reformlar yoluyla ulaşılacak gelişmiş sendikalara, parlamenter demokrasi­
ye ve medeni haklara dayanıyordu bu gelecek. Şüphesiz, yalnızca parlamen­
ter mücadeleye vurgu yaparken değil, tarihin Marksist altyapı/üstyapı teme­
linde açıklanması modelini yumuşatıp, böylece insanın özne rolüne ve ahla­
ki argümanlara daha geniş bir alan tanırken de yaşlı Engels’ten yararlanmış­
tı (Steger, 1999: 187-189).
Marksizmin hemen hemen her bir ilkesini reddetmiş olsa da Bernstein,
kendini Marksizmin “eleştirel” ruhuna bağlı birisi olarak görmesi anlamın­
da “Marksist”ti. Bu, radikal aklın, özellikle de devrim konusunda barındı­
rabileceği yanılsamaları yok etmek anlamına geliyordu. “Bilimsel” olgular,
Marksizm içindeki devrimci unsurların hatalı bir diyalektik metodolojiyle
desteklenen doktriner, “ideolojik” unsurlar olduğunu inandırıcı bir biçim­
de göstermişti. Stratejinin koşullara bağlı olduğu yönündeki Marksist ina­
nış ve modern iktisadi, toplumsal ve siyasi koşulların devrime müsait olma­
yışı veri alındığında, tek çözüm tedrici gelişmeden yana olmaktı. Devrimci
olmaktan ziyade reformist olan, doğuş safhasındaki bir işçi hareketinin ba­
şım Marksistlerin çekmesinden kaynaklanan reform/devrim ikilemine getir­
diği çözüm Kautsky’nin ortayolculuğu değil, ikilemin tümüyle ortadan kal­
dırılmasıydı. Modern koşullar devrimi arzu edilmez ve olanaksız bir şey ha­
line getirmişti.
Devrimi yadsıyarak Marksizmin teleolojik çekirdeğini inkâr etmiş oldu.
Sosyalizm amacı onun için “hiçbir şey”, hareket “her şey”di (Bernstein, 1993:
xxviii). Eklektik olduğunu kendisi de kabul eden Bernstein Marksistlere zor
sorular sormaya hazırdı ve ortaya şoke edici cevaplar atıyordu. Ortodoks ta­
rihsel anlatıyı reddedişini birbiriyle bağlantılı teorik ve ampirik argüman­
lara dayandırıyordu. Olgular her teori için hayati bir sınav niteliğini taşır­
dı; olgular, diyalektiğin ve onun materyalist dayanağının hatalı olduğunu,
ya temelsiz bir önselciliğe ya da geleceğin nasıl olacağına dair taraflı bir ba­
kışa götürdüğünü ortaya koyuyordu. Bernstein’a göre “olumsuzlamanın
olumsuzlanması”nda temsil edilen diyalektik yöntem, özellikle de toplum
gibi karmaşık bir fenomenin gelecekteki gelişmesini anlamakta kullanıldı­
ğında, daima “keyfi bir kurgu” barındırma tehlikesi içerisindeydi (Bernstein,
1993: 31). Esasında, “gerçek gelişme, daima yeni düzenlemeler ve kuvvet­
ler, daima yeni olgular yaratır; bunların ışığında (Kapital, birinci ciltte, ser­
maye birikiminin tarihsel eğilimi ile ilgili bölümdeki) bu serimleme yeter­
siz görünür ve bununla bağlantılı olarak gelecekteki gelişmenin bir şemasını
oluşturma kapasitesini yitirir” (Bernstein, 1993: 198). Onun bakışına göre,
bu öngörülerin dayanağını oluşturan determinizm giderek artan bir biçim­
de makul olmaktan çıkıyordu, çünkü bilimin gelişmesinin bir sonucu ola­
rak insanlık doğal ve toplumsal çevre üzerinde daha büyük bir egemenlik
kazanıyor, böylece “tarihin tunç zorunluluğu”nu zayıflatıyordu (Bernstein,
1993: 18-20). Marksizmin sömürü teorisine dayanak oluşturan emek-değer
teorisi de temelsiz bir soyutlama üzerine kuruluydu (Bernstein, 1993: 55).
Bernstein’in Komünist Manifesto ’da tasvir edilen devrimci gelecek senar­
yosuna ampirik itirazları iyi biliniyor. Kartellerin büyümesi, kredinin geniş­
lemesi ve iş dünyasındaki gelişkin iletişim, ekonomik çöküşü engellemek­
teydi. İktisadi büyüme, sendikal faaliyetler ve devlet eliyle gerçekleşen re­
fah reformları sayesinde iyileşen yaşam standartlarından yararlanma, pro­
letaryanın devrimci olmaktan çıkması anlamına geliyordu. Her halükârda
işçi sınıfı “diktatörlük” haline gelemeyecek ölçüde iç farklılaşma yaşamış­
tı (Bernstein, 1993: 104); öte yandan, demokrasi sınıfları değilse bile sını­
fa dayalı yönetimleri gittikçe daha fazla etkisizleştirdiği için bu tür bir dev­
let gereksiz hale gelmişti (Bernstein, 1993: 142). Ayrıca gelişmeler, işçi sı­
nıfının toplumda zorunlu olarak çoğunluk haline gelmeyebileceğini göste­
rir gibiydi—bu da Kautsky’nin sosyalizmin (koşullu olarak) kaçınılmaz ol­
duğu varsayımını dayandırdığı temele aykırıydı. Alman köylülüğünün var­
lığını yitirdiği yoktu, orta sınıfların da öyle. Bemstein “meta-teorik” düzey­
de sınıf mücadelesinden ziyade işbirliği ilkesinin giderek daha fazla tarihin
dinamiği haline geldiğini iddia ediyordu. Eğer bir tarihsel gidişat varsa bu
kendisini toplumda artan işbirliğinde gösteriyordu ve sosyalizm, “işbirliği­
ne dayalı bir toplum düzeni hali veya ona yönelişti” (Bemstein, 1993: 99).
Kapitalizm ve sosyalizm arasındaki niteliksel ayrımı, soyut işbirliği ilkesine
dayanarak bulamklaştırmaya çalışıyordu. Ona göre sosyalizm, amacı “yurt­
taşlığı evrensel” hale getirmek (Bernstein, 1993: 146) olan “örgütlü libera­
lizm” idi (Bernstein, 1993: 150). İş gününün uzunluğuna bir tavan getiril­
mesi gibi “sosyalist önlemler”in amacı “özgür kişiliğin gelişimi ve korunm a­
sı” idi (Bernstein, 1993: 147). Onun istediği, özel çıkarların topluluğa zarar­
lı olmayacak şekilde düzenlenmesiydi. “Biz [sosyal demokratlar] özel mül­
kiyeti ortadan kaldırmayız, haklarını sınırlarız” (aktaran Steger, 1997: 147).
Bernstein, ampirik bulgular ışığında, diyalektik yöntemini, proletarya
diktatörlüğü projesini ve daha pek çok yönünü reddederek Marksizmin te­
mellerini ortadan kaldırıyordu. Ona göre, kapitalizmin iktisadi ve siyasi ge­
lişmesinin amaçlanmamış sonucu proletarya devrimi değil, demokratik sü­
reçler aracılığıyla giderek daha fazla işbirliğine yaslanır hale gelecek olan
çok sınıflı bir toplum un yaratılmasıydı. Bugüne içkin, gelecekte bir devri­
me delalet eden hiçbir şey görmüyordu. Devrimci Marksistler için oyun bit­
mişti.

M en şevik ler

Belirgin bir önderleri olmasa da, Menşeviklerin başını Yuliy Martov, Pavel
Akselrod ve Fedor Dan çekiyordu; daha sonra Georgiy Plehanov da onla­
rı daha mesafeli bir biçimde desteklemiştir. İsimleri, RSDİP’te 1903-1904’te
parti örgütlenmesi konusundaki bölünmede “azınlık” tarafını oluşturmala­
rından geliyordu (Townshend, 1996: bölüm 5 ve 6, tamamı). Parti örgüt­
lenmesi meselesi çok geçmeden yatıştı; tarihsel önemi yalnızca Lenin’in bu
dönemdeki “Jakobenizmi”nin Stalin’in tek parti iktidarının habercisi olarak
görülegelmesinden kaynaklanıyor. Yine de bu tartışma Menşeviklerin devri­
me daha az öncücü yaklaştıklarına ve sosyalizme erişmede işçi sınıfının ken­
di eyleminin önemini vurgulayarak, demokrasi ve sosyalizmin ilişkilendiril-
mesine daha sıkı bir biçimde bağlı olduklarına işaret ediyor. Demokrasi/sos­
yalizm bağının önemi kendisini, Bolşeviklerle aralarında 1905’ten sonraki
stratejik farklarda da gösterdi. Onların sosyalizme geçiş modeli Lenin’inkine
göre, Rus Devrimi’nin 1917’deki seyri sırasında çok berrak hale geldiği üze­
re, daha açık bir biçimde “Avrupah” ve Kautsky’ci idi. Menşevikler sosya­
lizmin Rusya’nın gündemine, ancak kapitalizm iyice geliştikten, işçi sını­
fı toplum un çoğunluğunu oluşturduktan sonra gireceğini varsayıyorlardı.
Demokrasi bir kez yerleştikten sonra, işçi sınıfının tercihinin sosyalizmden
yana olduğu dile getirilebilirdi; oysa Rusya’nın nüfusunun çoğunluğunu
köylüler oluşturduğu sürece demokrasinin mantığı sosyalizme götürmezdi.
Ancak Menşevikler ve Bolşevikler arasında hangi stratejik ve örgütsel
farklar var olmuş olursa olsun, 1917’den önce, Trotskiy dışında bütün Rus
Marksistleri, Rusya’nın ekonomik yapısını göz önünde tutarak önlerinde­
ki devrimin burjuva karakterde olacağına inanmışlardı; dolayısıyla da “aşa­
malı” bir stratejiye (önce liberal demokratik kapitalizm, ardından sosya­
lizm) bağlıydılar. Gerçekte onları ayıran şey, çeşitli toplumsal sınıfların si­
yasi çıkarlarına ve kapasitelerine ilişkin tahminlerine bağlı olarak, ne tür
bir burjuva devriminin arzu edilir ve m üm kün olduğuydu. 1917’den önce
Lenin ve Bolşeviklerin radikalizmi, burjuvazinin önderlik ettiği ve örgüt­
lediği bir devrim ihtimalinin düşük olduğuna inanmalarından kaynakla­
nıyordu: Burjuvazi, bunun için fazla örgütsüz ve kahramanlıktan uzaktı;
1789’daki Fransız atalarından ziyade 1848’in Alman burjuvazisine benzi­
yordu. Bu yüzden Lenin ve Bolşevikler, kapitalizmin (tarım boyutuyla da
birlikte) gelişmesini hızlandırmak ve böylece işçileri ve köylüleri devrimi
gerçekleştirmeleri için güçlü bir siyasi konuma yerleştirmek suretiyle ge­
lecekteki bir proleter devrimini kolaylaştıracak demokratik bir cum huri­
yet çerçevesinde işçilerin ve köylülerin ittifakından yanaydı. Şaşırtıcı olma­
yan bir biçimde, gerekirse işçi sınıfının ve tarım emekçilerinin demokratik
bir cumhuriyette etkili bir rol oynamasını sağlayabilecek silahlı bir ayak­
lanma da dahil olmak üzere devrimci aktöre ve liderliğe büyük bir değer
atfediyorlardı. Menşeviklere karşıt olarak, Avrupa’daki köylülüğün aksine
Rus köylülüğünü tutucu değil radikal bir kuvvet olarak görüyorlardı. 1905
devrimi sırasında hem Bolşevikler hem de Menşevikler maksimalist, sos­
yalist bir konuma doğru yön değiştirseler de, devrimin yenilgisinden son­
ra, Menşevikler Plehanov’un “proletaryanın hegemonyası” fikrini terk ede­
rek daha “Avrupah” ve “nesnel” bir sosyalizme geçiş modelini benimsediler.
Artık burjuvazinin kendi devrimini yapacağını tasavvur ediyor ve Kautsky
gibi, proletaryanın hegemonik bir sınıf haline gelecek ölçüde olgunlaşması­
nın zaman alacağını düşünüyorlardı.
Menşeviklerin “Avrupalı” ve daha “nesnelci” konumları 1917 devrimle-
ri sırasında daha açık hale geldi. Onlara göre Çar’ı deviren Şubat devrimi
bekledikleri burjuva devrimini oluşturuyordu. Kurucu Meclis’in burjuva-
demokratik bir devletin inşasını olanaklı kılacağını umuyorlardı. Ancak sa­
vaş henüz sürerken, İtilaf Devletleri yenilgiye uğratılana veya müzakere so­
nucu “demokratik barış” sağlanana dek, çeşitli toplumsal sorunların üste­
sinden gelinemezdi. Rusya’yı tek taraflı olarak savaştan çekmek burjuvazi­
yi mutlaka gericiliğin kollarına iterdi. Onlara göre, devrimin seyri içinde
pıtrak gibi ortaya çıkan işçi, köylü, asker ve denizci Sovyetlerinin, Geçici
Hükümet’in demokratik bir devrime bağlılıktan caymamasını sağlama
türü sınırlı bir rolü olabilirdi; bu görüş Lenin Nisan 1917’de Petrograd’da
Finlandiya Istasyonu’na ayak basana değin, Bolşevikler tarafından da savu­
nuluyordu.
Olaylar bu stratejinin sınırlılıklarını gözler önüne serdi. Savaş yalnızca
cephedeki askerler ve ölenlerin yakınları arasında değil, yarattığı ekonomik
tahribat dolayısıyla halkın büyük çoğunluğu arasında da büyük tepki toplu­
yordu. Toprağa susamış köylüler, taleplerinin gecikerek yerine getirilmesi­
ni hoş görecek bir ruh durum unda değildi; Lenin’in “Ekmek, Barış, Toprak”
sloganı açık bir biçimde çok daha fazla rağbet görüyordu. Lenin, Marksizme
sadık kalarak devrimci stratejisini koşullara bağlı hale getiriyordu. 1917’de
iki aşamalı devrime benzeyen her şeyi reddederek yüz seksen derecelik bir
dönüş yapması, Rusya’nın katalizör rolü oynayacağı bir dünya devrimi çağ­
rısı yükseltmesine yol açacaktı. Menşevikler kendilerini ülke içine yönelik
bir analizle sınırlandırırlarken Lenin dünya ölçeğinde bir bakıştan hareket
ediyordu. Onun için savaş kapitalizmin en önemli kriziydi. Rusya’da sosya­
list özlemlere cevap verecek yeni bir devrim, maddi ve toplumsal koşulları
mevcut olmasa dahi, küresel çapta bir sosyalist devrime esin kaynağı olabi­
lirdi. Bu olanaklıydı çünkü Şubat devriminin ardından proletarya ve yoksul
köylüler giderek daha fazla radikalleşiyorlardı. Bu nedenle Lenin bu iki sını­
fı temsil eden Sovyetlere devlet iktidarını alma çağrısı yapıyordu. Bu radikal­
leşme sürecini zayıflatabilecek olan Kurucu Meclis’e tahammülü yoktu; bu
meclisi Ocak 1918’de lağvetti. Özetle Menşevikler, soyut devrimci şablonla­
rına neredeyse hiç uymayan olayların kıyısında kaldılar. Rusya’yı pençesine
alan iktisadi, toplumsal ve siyasi krize verecek yanıtları yoktu ve Martov’a
göre Ekim Devrimi’nin ardından “zeki bir fazlalık” haline geldiler (Broido,
1987: 25).
Kautsky ve Menşevikler nasıl tanımlanırlarsa tanımlansınlar, fikriyatları­
nın Marksizmin çerçevesi içinde kaldığı teslim edilmelidir. Son dönemdeki
yorumların gösterdiği üzere Kautsky bariz bir biçimde yanlış yorumlanmış­
tır (Townshend, 1989: 659-664). Eğer “dönek” idiyse, hayatı boyunca böy­
le olmuştu. Uzun kariyeri boyunca sosyalizme parlamenter yolla varılması­
nı ve devrimlerin “keyfi” seçişle yapılamayacağı fikrini savunurken dikka­
te değer bir tutarlılık sergilemişti. Kautsky, Manifesto’n u n ilkelerini özgün
Alman koşullarına ve genel olarak moderniteye uygularken bu yapıtın anali­
zini güncelleştirme fikrine öteki Marksistler kadar sıkı bir biçimde bağlıydı.
İyi bir Marksist olarak özgüllükle ilgili kaygısı Rusya’da sosyalizm olasılığın­
dan şüphe duymasını tetikliyordu. Bu devrim Batı’da başka devrimleri ateşle-
meyecekti. Bunun ve Rusya’nın iktisadi geriliğinin bir sonucu olarak, bir tür
bürokratik devlet kapitalizminin doğmakta olduğunu öngörüyordu. Bunu
açık biçimde tartışmış olmasa da, “Doğu” ve “Batı” alanlarının farklılığından,
kendisi de “sürekli devrim” senaryosunu reddetmiş olan Gramsci kadar ha­
berdardı. Kautsky ayrıca, Manifesto’n u n merkezinde yatan demokrasi/sosya­
lizm çiftine de güçlü biçimde bağlıydı. Burada işçi sınıfının nasıl hakim sınıf
haline geleceği, modern siyasi koşullarda kendisini nasıl özgürleştireceği an­
lamında yalnızca zamana yayılması bakımından değil, aynı zamanda, araçlar
ve amaçlar arasında da bir tutarlılık görüyoruz.
Bütün bunlar Kautsky’nin elle tutulur zaaflarını inkâr etmek anlamına
gelmiyor. Bu yalnızca “insanlığın kurtuluşu” olmadan “siyasi kurtuluş”u
olanaklı görmesine neden olan devletçi eğilimlerinde görülmüyor (Thomas,
1994: 171). Ayrıca Marx’ın çalışmalarında işbölümünün, ister işbirliği aracı­
lığıyla insan üretkenliğinin pozitif kaynağı olarak, ister bireysel yabancılaş­
ma yaratan bir faktör olarak görülsün, sorunlu bir biçimde ele alındığının da
farkına varmamıştır. Üstelik Kautsky’nin Marksizmi, proletaryanın nüfusun
çoğunluğunu oluşturarak seçim sandığı aracılığıyla düzenli bir biçimde sos­
yalizmi getirmeyi otomatik olarak isteyeceği türünden teleolojik düşünüşe
ciddi biçimde yaslanan, doktriner bir Marksizmdi. Birinci Dünya Savaşı sıra­
sında ve sonrasında ortaya çıktığı üzere, yoğun toplumsal ve siyasi çatışma­
ların yaşandığı durumlara uygulanamayacak türden bir iyi gün formülü üret­
mişti. Eserlerinde büyük bir tutarlılık olabilir, ama “kirli eller” sorunundan
kaçınması onun Marksizmini marjinalleştiriyordu. Şiddet sorununu ele al­
mayı ve parlamentarizmin sınırlılıklarını teslim etmeyi reddetmesi sosyaliz­
me geçiş perspektifi bakımından onu etkisiz kılıyordu. Yine de, son tahlilde,
yirminci yüzyılda şiddete dayalı stratejilerin de işe yaramadığı ortaya çıktı;
elleri “kirli” olanların bu kirin amacının ne olduğunu unuttuğu bir durumda
ellerini kirletmeye hazır olmamak yine de bir erdem içeriyor. “Kirli” pratik­
çi ile “temiz” eleştirmen birbirine ihtiyaç duyuyor olabilir.
Benzer şekilde Menşevikler de, Lenin’in esnekliğine ve somutluğuna karşıt
bir biçimde şematik Marksistler olarak görülebilirler. Somut olarak bakıldı­
ğında, Menşevikler 1917’nin devrimci gidişatı içinde kaybeden taraftır; sınıf­
ları soyut kategorileri cisimleştiren şeyler olarak görmekle ve Rusya’yı daha
geniş, uluslararası bir tablo içerisine yerleştirememekle suçlanabilirler. Ne
var ki, siyasi bakımdan yerinde bir yaklaşım içinde olup olmamak ancak pra­
tikte sınanabilir; Menşeviklerin anlayışının kötümserliği uzun vadede doğ­
ru çıkmıştır. Geriye dönüp bakıldığında sosyalist bir dünya devrimi bakımın­
dan 1920’lerin başında devrimci bir gidişat söz konusu değildi. Trotskiy’in
1917’de belirttiği gibi: “Rusya dünyada tek başına kalacaksa, Martov’un akıl
yürütmesi [yani Rusya’nın devrim için olgunlaşmadığı] doğruydu” (Getzler,
1967: 220). Üstelik Menşevikler tarih sahnesinde yalnızca kısa bir süre için
yer almış olsalar da kendi programlarına göre başarılı olmuşlardı. Şubat’tan
sonra yeni bir devrimin olanaklı ya da istenir olmadığı kamsındaydılar; katıl­
madıkları bir yarışmada kaybettiklerine hükmedilemez. Devrimci senaryoyu
kaybetmekle suçlanacaklarsa, onlar da Bolşeviklerin demokratik senaryoyu
hızla kaybettiklerini iddia etseler yeridir.
Buradan çıkarılacak ders sağın mı, solun mu daha “iyi” Marksist oldu­
ğu değildir. Ders, belirli bir stratejiyi fetişleştirmenin tehlikelerine işaret et­
mektir. Marksist düşünürlerin en “radikalleri”nin pozisyon değiştirmeleri­
nin pek çok örneği vardır. Lenin yaşamının sonuna doğru, Batı proletarya­
sının Sovyetler Birliği’nin yardımına gelmesini beklemektense Rusya’da ko­
operatifçiliği savunmuştu. Trotskiy, Menşevik formülünden ziyade Lenin’in
1905’teki formülüne yaslanarak da olsa, 1920’lerin ortalarında Çin devri­
mi için aşamalar teorisini uygun görecekti (Lowy, 1981: 82-83). Gramsci
ise, Batı Avrupa ile Rusya’da politik ortamlar arasındaki ünlü ayrımını ya­
pacak ve bundan dolayı “pozisyon savaşı”nı savunacaktı (Gramsci, 1971:
238-239).
Bernstein’a gelince, o, Marksizme gerçek katkısını, sert sorular sorarak,
onun bazı içkin zaaflarına işaret ederek, özeleştirel bir ruhu teşvik ederek ve
modernitenin karmaşıklığının hakkını vererek, Marksizmle ilk eleştirel diya­
logu başlatan kişi olması dolayısıyla yaptı. Tarihin teleolojik bir okumasın­
dan kaynaklanan yanılsamaların balonunun patlatılmasına katkıda bulun­
du ve Batı Avrupa işçi sınıfının siyasi iddiadan yoksun oluşu ile daha tutar­
lı bir siyasi formül üretti. Metodolojisinden ve uyumlu, demokratik bir kapi­
talizmin olanaklılığı konusundaki (kendi teleolojisinin bir ürünü olan) ya­
nılsamalarından dolayı eleştirilebilirse de, olgusal sorunları normatif sorun­
lardan ayırma ve böylece Marksizmin tarih “felsefesi” ile “teorisi” arasında
düzgün bir ayrım yapmak yolunda ilk adımı atmış oldu (Cohen, 1978: 27).
Böylece yalnızca “tarihsel misyonlar” üzerinden konuşmak yerine, tarihin
yönünden ve ihtimallerinden daha rahatça bahsedebilmekteyiz. Marksizmin
teleolojik boyutunun bu tür bir yapı sökümü, “tarih”in garantileriyle des­
teklenen öncücülüğü terk etmek suretiyle Marksizmin demokratik kimliği­
ni kaçınılmaz olarak güçlendirir. Ayrıca, Bernstein’ın doğrultusunda “ahlaki
savunu”ya daha büyük bir yer açılmış olur (Cohen, 1988: 9). Marx’ın, ahla­
ki argümanın özel somut çıkarlar için bir örtü görevi görebileceği yönünde­
ki büyük içgörüsüne karşın, etik söylemin önemini vurgulamanın avantajı,
ortodoks Marksizm’de sıklıkla inkâr edilen araç/amaç bağlantısını daha açık
bir biçimde yeniden ön plana getirmesi ve ezilenlerin ve sömürülenlerin öz­
lemlerini ortak bir insanlık fikriyle bağlantılandırarak toplumsal ve iktisadi
karmaşıklığın arttığı bir dünyada kimliğe göre sınıflandırılmış siyasi öznele­
ri birbirine bağlamaya yardım etmesidir.
Yirminci yüzyıldaki başarısızlığına rağmen, “sağ kanadın” Marksist gele­
neğe katkılarını unutmamak için başka nedenler de vardır. Marksizmin iç-
görülerinden birisi -M arksizm de dahil olmak üzere- fikirlerin maddi ve
toplumsal koşulların ürünü olduğudur. “Sağ kanat” Marksizm Avrupa’nın
bir ürünüydü ve başka iklimlerde pek tutmadı. Rusya’daki temsilci­
si Menşeviklerin 1917’de yalnızca geçici bir şana ulaşması bunu kanıtladı.
Bolşeviklerin 1917’deki başarısı tarihte ve Marksizmin anlamında köklü bir
değişmeye yol açtı. Hegemonik bir güç olarak Marksizm artık, Batılı işçi sını­
fından ziyade Batı emperyalizminin boyunduruğu altındaki halklar nezdin-
de yankı bulan “Marksizm-Leninizm” olmuştu. Anti-emperyalist mücadele­
lerden ve beraberinde ortaya çıkan bağımsız, devlet eliyle iktisadi kalkınma
ihtiyacından beslenen bir siyasi ideolojiye dönüştü.
Bu yeni tür Marksizm, güçlü parlamenter geleneklere yaslanan, medeni
ve siyasi hakların kök salmış olduğu, ileri derecede gelişmiş işçi hareket­
lerine ve karmaşık ekonomilere sahip Batı Avrupa’da aynı rağbeti görmedi.
Yirminci yüzyıl Marksizminin dokunaklı ironilerinden birisi, Komünistlerin
daha sonra 1950’lerden itibaren Batı’da parlamenter bir strateji geliştirme
yönünde ortaya koydukları, 1970’lerin Avro-komünizmiyle zirveye ulaşan
çabaların arkasında Kautsky’nin hayaletinin yatıyor oluşudur. Komünistler,
Lenin’in Devlet ve Devrim ’de ana hatlarını ortaya koyduğu, gerçekte Sovyet
pratiğinin çok uzağında kaldığı komün devlet modelinin, Batı işçi sınıfından
destek görmeyeceği kanısındaydılar. Gerçekten de, “sol” Avro-komünizmin
önde gelen teorisyeni Poulantzas’m son çalışması ile parlamento ve yurttaş
komitelerini birleştiren bir devlet biçimini tercih eden 1918’deki Kautsky
arasında pek çok paralellik var (Poulantzas, 1978: 262). Bir başka deyişle,
“ortayolcu” tekerlek, Kautsky’nin öncü çabaları görmezden gelinerek, son­
radan yeniden icat edilmiş oldu. Belki de Kautsky, Perry Anderson (1976) ta­
rafından tanımlandığı ve standart olarak ele alındığı tarzda felsefi, pratiksiz
bir biçim altında değil de, politik bir “Batı Marksizmi”nin adı zikredilmeyen
gerçek kurucusu olarak görülebilirdi.
Doğu Avrupa’da 1989’da birbiri ardına patlak veren olaylarla Marksizm-
Leninizmin iç çelişkileri çarpıcı bir biçimde açığa çıktı: Demokratik teme­
lini reddeden bir sosyalizm kalıcı olamazdı. Bu nedenle “sağ kanadın” kay­
bedenleri belki de kaybeden değillerdi. Zaman onlardan yana olabilir; yal­
nızca demokrasi ve sosyalizmi yeniden birbirine bağlama ihtiyacı dolayısıy­
la da değil. Bu insanlar, modernitenin, özellikle de her geçen gün artan işbö-
lümünden kaynaklanan karmaşıklığı tarafından yaratılan sorunlarına uygun
bir sosyalist strateji oluşturmaya da çalıştılar. Belki de siyasi, iktisadi ve top­
lumsal koşulların, ileri derecede gelişmiş küreselleşmiş bir kapitalizm dola­
yısıyla artan homojenliği, “sağ” Marksizmin mesajının birçok kulağa daha
sempatik gelmesi anlamına gelecektir.
Öyleyse Marksist “sağ kanadın” radikal eşitlikçi itki ve anlayışların eğitil­
mesini dert edinen herkese söyleyecek bir şeyleri vardır. Özellikle Kautsky
ve Menşevikler tarafından yeniden vurgulanan, demokrasi ile sosyalizm ara­
sında çözülmez bir bağ kurma yoluyla işçi sınıfının kendi kendini özgürleş­
tirmesine gerçek bir bağlılıktır. İkincisi, bu Marksistler, bir gerçekçiliği, mo­
dernitenin sosyalist proje üzerinde yaratacağı etkiyi anlama çabasını ve sos­
yalizmin inşasının herhangi bir tekil sosyalistin öm rünün yetmeyeceği bir
zamana yayılacağının teslim edilmesini gündeme getirdiler. Şayet yirmi bi­
rinci yüzyılda Marksizmden bir özgürleşme ideolojisi olarak herhangi bir
şey muhafaza edilecekse, Marksizmin bu “sağ kanat” da dahil olacak şekilde
kendi siyasi geleneğinin tam bir muhasebesine girişmesi gereklidir. Manc’ın,
kendisinin “Marksist” olmadığı yönündeki ünlü beyanının hatırlanması, bu
tür bir geri kazanma çabasını kolaylaştıracaktır.
Referanslar

A n d e rso n , P. (1 9 7 6 ) Considerations on W estern M arxism . L on d o n : N ew Left B ooks.


B e rn stein , E. (1 9 9 3 ) (e d ited b y H. T udor) The Preconditions o f Socialism [1899].
C am bridge: C a m b rid g e U n iv e rsity Press.
B roido, V (1 9 8 7 ) Lenin and the M ensheviks. A ld ersh o t: G ow er.
C o h e n , G.A. (1 9 7 8 ) K arl M arx’s Theory o f History: A Defence. O xford: C la re n d o n Press.
C o h e n , G.A. (1 9 8 8 ) History, Labour and Freedom. O xford: C lare n d o n .
D o n a ld , M. (1 9 9 3 ) M arxism and Revolution: K arl K autsky and the Russian M arxists, 1 9 0 0 -
1924. N ew H av en , CT: Yale U n iv e rsity Press.
G etzler, I. (1 9 6 7 ) M artov: A Political B iography o f a R ussian Social Democrat. C am bridge:
C am b rid g e U n iv e rsity Press.
G oode, P. (ed.) (1 9 8 3 ) Karl K autsky: Selected Political W ritings. L o n d o n a n d B asingstoke:
M acm illan.
G ram sci, A. (1 9 7 1 ) (e d ite d b y Q. H oare a n d G. N ow ell S m ith) Selections fro m the Prison
N otebooks. L o n d o n : L aw rence a n d W ishart.
K autsky, K. (1 9 0 9 ) The Road to Power. C hicago: Bloch.
K autsky, K. (1 9 1 3 )T h e Social Revolution [1902], C hicago: Kerr.
K autsky, K. (1 9 2 0 ) Terrorism and C om m unism . L o n d o n : N a tio n a l L ab o u r Press.
K autsky, K. (1 9 2 5 ) The Labour R evolution. N ew York: D ial Press.
K autsky, K. (1 9 6 4 ) D ictatorship o f the Proletariat [1 918]. A n n A rbor, MI: U n iv e rsity o f
M ic h ig a n Press.
K autsky, K. (1 9 7 0 ) ‘U ltra -Im p e ria lism ’ [1 9 1 4 ], N ew Left Review, 59: 4 1 -6 0 .
K ellner, D. (ed.) (1 9 7 7 ) Karl Korsch: Revolutionary Theory. A u stin , TX: U n iv e rsity of
Texas Press.
Lowy, M. (1 9 8 1 ) The Politics o f Com bined and Uneven Development: The Theory o f
P erm anent R evolution. L o n d o n : Verso.
M arx, K. (1 9 8 8 ) (e d ite d b y EL. B ender) The C om m unist M anifesto. N ew York: N o rto n .
P o u la n tz a s, N . (1 9 7 8 ) State, Pow er and Socialism . L o ndon: N ew Left B ooks.
S alvadori, M. (1 9 7 9 ) Karl K autsky and the Socialist R evolution. L o ndon: N ew Left Books.
S te en so n , G.P. (1 9 7 8 ) Karl K autsky, 1 8 5 4 -1 9 3 8 . P ittsb u rg h , PA: U n iv e rsity o f P ittsb u rg h
Press.
Steger, M.B. (1 9 9 7 ) The Quest fo r E volutionary Socialism: Eduard Bernstein and Social
Democracy. C am bridge: C am b rid g e U n iv e rsity Press.
Steger, M.B. (1 9 9 9 ) ‘F rie d ric h E ngels a n d th e O rig in s o f G e rm a n R evisionism : A n o th e r
L o o k ’ in T. C a rv er a n d M.B. Steger (e d s), Engels after M arx. M an ch ester: M a n c h este r
U n iv e rsity Press.
T h o m a s, P. (1 9 9 4 ) A lien Politics. N ew York: R outledge.
T o w n sh e n d , J. (1 9 8 9 ) ‘R eassessing K au tsk y ’s M arx ism ’, Political Studies, 3 7 (4): 6 5 9 - 64.
T o w n sh e n d , J. (1 9 9 6 ) The Politics o f M arxism . L o n d o n : L eicester U n iv e rsity Press.
S o v y et ve D o ğ u B lok u M ark sizm i

Mark Sandle

G iriş

Kendisini komünist bir toplum un inşasına adamış ilk sosyalist devlet olarak
SSCB, tıpkı Doğu Avrupa gibi, Marksizmin tarihine ilişkin bir dizi sıra dışı
ve ilgi çekici perspektif sunmaktadır. Sovyet devleti, Sovyet-tipi Marksizmin
gelişmesi, üretimi, genişlemesi ve yayılmasına, devasa ölçekte zaman,
kaynak, enerji ve sözcük tahsis etti. Ayrı olarak tanımlanabilir bir Sovyet
Marksist doktrini var mıdır? Bu büyük çaplı çabanın Marksist düşüncenin
genel gelişimine katkısı olmuş mudur, olmuşsa ne olmuştur? Siyasi kavram­
larla ifade edersek, Sovyet devletinin kendisini Marksizm-Leninizm doğrul­
tusunda hareket eden ya da daha doğrusu onunla silahlanmış bir yapı ola­
rak tanımlaması, SSCB’nin sorunlu tarihiyle birlikte ele alındığında, halk
arasında Marksizmin iktidara geldiğinde yaratacağı etkilere dair algılamala­
rı önemli ölçüde şekillendirmiştir. Sovyet Marksizmini, SBKP’nin (Sovyetler
Birliği Komünist Partisi) baskıcı hâkimiyetini makûl kılmak için tasarlan­
mış kısır, dogmatik, monolitik, eleştiriye kapalı bir doktrin bütünü olarak
görmek ne derece doğrudur? Nihayet, Sovyet örneği, Sovyet Marksizminin
1924’te yaşadığı dönüşümde görüleceği gibi, devrimci bir doktrinden hâkim
ideolojiye geçişin ilginç bir örneğini sunar. Bu değişimin Sovyet Marksizmi
üzerindeki etkisi ne olmuştur?
Bu veçheler, -hâkim ideoloji olarak Marksizmin doğası, Marksizmin
Sovyet devletinin (ve 1945’ten itibaren Sovyet blokunun) “resmi” ideoloji­
si olarak gelişmesi ve Sovyet tipi Marksizmin Sovyet blokunun dışına yap­
tığı etki- Sovyet deneyiminin anlaşılmasına, yirminci yüzyılda Marksist dü­
şünce konusunda yapılacak her türlü değerlendirme için hayati bir önem
kazandırmaktadır. Bu bölüm, “resmi” Marksizmin Sovyet blokundaki gelişi­
mini, yerleşmesini, krizini ve nihai çöküşünü araştıracak ve bir fikirler bü­
tünü olarak Sovyet Marksizminin güçlü ve zayıf taraflarını değerlendirecek.
Bunlara geçmeden önce, Sovyet Marksizmini anlamak için gerekli paradig­
maları kısaca özetlemek gerekiyor.

Sovyet M ark sizm in i A nlam ak:


“R esm i” B ir D ü şü n ce B ü tü nün ün Paradoksları

B ir R e sm i İdeoloji

Sovyet tipi Marksizmin tarihsel gelişimini değerlendirmeye geçmeden ev­


vel üç kilit özelliği kavramak gerekli. Bu unsurlar Sovyet bloku Marksizmi
ile ilgili her türlü analiz açısından merkezi önem taşıyor:

•Sovyet devletinin “resmi” inanç sistemi olarak Marksizmin işgal


ettiği konum;
•Sovyet Marksizminin Sovyet sistemi içerisindeki rolü ve işlevleri;
•Bir düşünce bütünü olarak Sovyet Marksizminin genel muhtevası;

Sovyet devleti resmi bir inanç sistemine sahipti: Sovyet Marksizm-


Leninizmi. Bunun bir dizi önemli yansıması oldu. Birincisi, bu fikirler bü­
tünü, bir tekel konum una geldi; başka hiçbir ideolojinin açıkça yayılması­
na ve savunulmasına izin verilmiyordu. Aykırı sesler ve görüşler sansüre
uğruyor ve susturuluyordu. Gerçekte bunun anlamı, Sovyet Marksizminin
neredeyse bütün varlığıyla, “yabancı” söylemlerin eleştirilerine bağışık du­
rumda olması, ama aynı zamanda başka yerlerdeki -hem Marksist hem de
Marksizm dışı—entelektüel gelişmelerden m ahrum kalmasıydı. Entelektüel
kemikleşmenin tohumları daha baştan ekilmişti. İkincisi, 1929’dan itibaren,
yalnızca Sovyet Marksizminin ideolojik tekel durum unda olması yönünde
değil, aynı zamanda tek bir “doğru” yorum unun oluşması yönünde de ar­
tan bir baskı vardı. Bunun sonucunda içeriden eleştiri zaman içinde varlı­
ğını yitirdi. Üçüncüsü, bu ideoloji Sovyet devleti bünyesinde kurumsallaş­
tırıldı. SSCB’deki entelektüel yaşam büyük bir siyasi-ideolojik yapının ha­
kimiyeti altına girdi. Bu yapı, fikirlerin üretimini, yayılmasını ve denetimi­
ni üstlenmiş bakanlıklar, kurumlar ve kuruluşlar kümesiydi. Gerçekte, bil­
gi ve iktidar dünyaları arasında, bir ideolojik tekçilik durum u ve entelektüel
yaşam ile teorik gelişmelerin yoğun bir biçimde siyasallaşmasını yaratan bir
kaynaşma vardı (Waller, 1988: 36-9). Bu faktörler, Sovyet Marksizminin bi­
çim ve içeriğini ve sistem içerisinde oynadığı rolü anlamak bakımından ya­
kıcı önemdedir.
Sovyet Marksizmi bir dizi paradoksa sürüklendi. Hem objektif, hem de
partizan olduğu iddiasındaydı: partizan, çünkü proletaryanın ve öncüsü
(işçi sınıfının en ileri unsuru) SBKP’nin temel çıkarlarını ve dünya görüşü­
nü yansıtıyordu; objektif, çünkü bilimsel geçerliliği olduğunu iddia ediyor­
du. Ayrıca Sovyet Marksizmi hem statükoyu koruma ve rasyonalize etme,
hem de değişimi teşvik etme yönünde basınçları barındırıyordu. Bir taraf­
tan, yeni fikirler ve yeni yorumlar geliştirilmesi yönünde açık siyasi ba­
sınçlar mevcuttu: Sovyet devletini savunma, SBKP’nin hâkimiyetini gerek­
çelendirme, Genel Sekreter’in siyasi otoritesini artırma, uluslararası arena­
da SSCB’nin hegemonyasını yayma amaçları dolayısıyla. Bürokratik basınç­
lar da söz konusuydu. Entelektüel hayatı kontrol eden geniş bir bürokra­
tik hiyerarşi mevcuttu ve daha fazla entelektüel özgürlük ve özerklik onla­
rın konum u için tehdit oluşturuyordu. Sonuç olarak Stalin zamanından iti­
baren Sovyet Marksizmi, güç dağılımını ve özellikle de SBKP’nin hakimiye­
tini meşrulaştırmak için varlığını sürdüren bir düşünce bütünü haline gel­
di. Her türlü teorik ve kavramsal gelişme bu amaçla uyuşmak zorundaydı.
Ancak diğer taraftan, SBKP’nin varlık sebebi Sovyet toplumuna kom ü­
nizme giden yolda önderlik etmek ve yol göstermekti. Meşruiyeti, bu he­
def yönünde ilerleme kaydedebilmesine dayandırılmıştı. Bu durum, parti­
nin, günü geçmiş hale gelmesini ya da gerçeklikle bağını yitirmesini önle­
mek için ideolojisinde zaman zaman değişikliğe ya da yeni yorumlara gitme­
sini gerekli kıldı. Bu anlamda Sovyet Marksizmi, SBKP’nin eylemleri ve po­
litikalarını ölçmek için bir kıstas, yeni gelişmeler için bir kılavuz ve değişim
yönünde sürekli bir kuvvet uygulayıcısı durumundaydı (Evans, 1993: 1-5;
Scanlan, 1985: 9-16). Sovyet Marksizminin tarihi ve doğası tam olarak an­
cak, her türlü ideolojik gelişmenin yoğun biçimde siyasallaşmış doğası bağ­
lamında anlaşılabilir.
Ç oğulculu ktan T ekçiliğe:
1 9 2 4 -1 9 3 8 A ra s ı S o v y e t M a r k s iz m i

Marksizmin Sovyet devletinin resmi ideolojisine dönüşmesi nasıl gerçek­


leşti? Marksizmin tek bir resmi yorum unun ortaya çıkışını, 1931’den son­
ra Sovyet entelektüel yaşamına, 1920’lerin entelektüel çoğulculuğunu orta­
dan kaldıran ve 1938’de Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Tarihi
- Kısa Ders (yayınlanması 1939) başlıklı kitapta Marksizmin tedvin edil­
mesiyle (kodifikasyonuyla) zirvesine ulaşan Stalinist müdahalelerin sonu­
cu gibi görmek çekicidir. Ancak bu cazibeye direnmek gerekir. Birincisi,
Bolşevizmin 1920’lerdeki “çoğulculuğu” abartılmamalıdır. Parti içinde bir
dizi konuda -kültür, sanayileşme, köylü toplum unun yapısı, ulusal pers­
pektiflere karşılık uluslararası perspektifler- tartışmalar yaşanmasına karşı­
lık, esas itibariyle bunlar SSCB’de sosyalizmin en iyi hangi yöntemlerle inşa
edilebileceği temelindeydi. Neredeyse bütün Bolşevikler Engels’ten türetilen
Marksist dünya görüşü çerçevesinde hareket ediyor ve kapitalizmin temelle­
ri ve sosyalizmin temel yapıları konusunda ortak temel değerleri paylaşıyor­
lardı (Sandle, 1999: 199-220). İkincisi, Lenin’in teorik yorumlama bakımın­
dan sahip olduğu baskın konum, parti için tek bir lider tarafından yorumla­
nan tek bir doğru hattın ortaya çıkmasına örnek teşkil edecekti. Aslında, ba­
zıları bunu, Lenin’in parti hiyerarşisinde hakim bir şahsiyet olarak sahip ol­
duğu konuma değil, Lenin’in öncü parti kavrayışına içkin bir durum olarak
görmüşlerdir. Bolşevizm’in bir örgütsel ve siyasi ilke olarak demokratik mer­
keziyetçiliğe olan bağlılığı bir teorik sonuç yaratacaktı. Parti hattı etrafında
birlik, tek bir parti hattını gerekli kılıyordu.
Lenin’in Ocak 1924’teki ölümü ertesinde ortaya çıkan durum ve onun ye­
rini alma mücadelesi ortodoks bir Sovyet Marksizminin doğmasının yolu­
nu döşeyen yakıcı önemde bir faktör oldu. İktidar mücadelesi verenler ara­
sında, kendisi için ideolojik bir soyağacı kurm anın önemini ilk fark eden,
Stalin oldu. Lenin’in fikirlerine adım adım adeta kutsal bir paye kazandı­
rıldı. Özellikle de, Stalin’in 1924’ün başlarındaki konuşmalarından oluşan
ve “emperyalizm ve proletarya devrimi çağının Marksizmi” olarak adlan­
dırdığı “Leninizm”in temel ilkerini ortaya koyduğu Leninizmin Temelleri
ile. Stalin, “Leninizm” diye bir doktrin bütünü tanımlayarak kendi fikirle­
rine geçerlilik kazandırırken hasımlarının fikirlerinin altını oymayı başar­
dı. Böylece, hasımlan eleştirmenler olarak görmek yerine sapkınlar olarak
mahkûm eden “resmi” bir parti hattı kurulabiliyordu. Sovyet Marksizmi,
Sovyet Marksizm-Leninizmi haline geldi. Bunun arkasındaki itici güç, halef­
ler arası mücadeleydi. Stalin, ideolojiyi, hasımlarmdan biri olan Trotskiy’in
fikirlerini gözden düşürm ek için kullanacaktı. “Leninizm”i tanımlamakla
Stalin, Lenin ve Trotskiy arasında önemli ideolojik farkları bulunduğunu ka­
nıtlamaya ve kendini Lenin’in meşru mirasçısı olarak göstermeye çalışıyor­
du (Evans, 1993: 29-32). Ancak bu noktada Stalin’in fikirlerinin esas kayna­
ğının Buharin olduğunu belirtmek gerekir.
Bu çatışmanın esas savaş alanı, Lenin’in ölümünden sonra Sovyet Marksist
söylemine getirilen ilk doktrinsel yenilik olan “Tek Ülkede Sosyalizm” me-
selesiydi. Stalin, Lenin ile Trotskiy arasına kama sokmaya kararlıydı. Bunu
yapmanın yollarından birisi, Trotskiy’in “sürekli devrim” teorisi ile Lenin’in
düşüncesi arasında aykırılık varmış gibi göstermekti. Tartışılan konu şuy­
du: Rusya’nın sosyalizmi kendi başına inşa etmesi m üm kün müydü, yoksa
Avrupa proletaryasının bu görevde Rus yoldaşlarına yardım edebilmesi için
bir dünya devrimi mi gerekliydi? Stalin ve Buharin, Aralık 1924 ile Ocak
1926 arası dönemde, sosyalizmin Rusya’da tamamlanabileceğini ve tamam­
lanması gerektiğini, ancak uluslararası devrimin zaferiyle kapitalist müda­
hale olasılığı bertaraf edilmediği müddetçe nihai zaferin garantilenemeyece-
ğini ileri sürdüler (Stalin, 1947: 156-177). Gerçekte Trotskiy ile görüş ayrı­
lığı önemsiz düzeydeydi (Trotskiy, Rusya’da sosyalizmi inşa fikrini destek­
liyordu, fakat ekonomik ve teknik geri kalmışlığın bunun tamamlanması­
nın önüne geçeceğini iddia ediyordu). Ancak Stalin bu farklılığı, kendi siya­
si amaçları için kullandı, iki teorisyenin ayrıldığı nokta inançtı: Rus halkı­
nın sosyalizmi inşa kapasitesine olan inanç. Stalin, devrimin kazanımların-
dan duyulması gereken gurura oynuyor, Rusya’nın artık Batı’ya bağımlı ol­
maktan çıktığını ileri sürüyordu. Daha da öteye, artık Rusya, dünya devrim­
ci hareketinin merkezi haline gelmişti.
“Tek Ülkede Sosyalizm” etrafındaki tartışma, 1925-1929 arasındaki hi­
zip mücadelelerinde Trotskiy’i mağlup eden Stalin lehine kesin bir sonuca
bağlandı. Bunun Sovyet Marksizm-Leninizmi açısından sonuçları çok kayda
değer düzeydeydi. “Tek Ülkede Sosyalizm”, Rus milliyetçiliği, kendi kendi­
ne yetme ve otarşiyi hakim ideolojik bileşime dahil etti. Stalin, Sovyet dev­
letinin çıkarlarına öncelik kazandırarak enternasyonalizmin tanımını revize
etti. “Tek Ülkede Sosyalizm” çerçevesinde, dünya sosyalizmi davasına hiz­
met etmenin en iyi yolu, SSCB’de sosyalizmi inşa etmek ve 1917’nin devrim­
ci kazanımlarım savunmaktı. Bundan böyle uluslararası proletaryanın çıkar­
larıyla Sovyet devletinin çıkarları tam olarak örtüşüyordu ve ilki İkincisine
tâbi olmalıydı. Böylece milliyetçilikle Marksizmin kaynaştırılması tamam­
lanmış oluyordu.
Sovyet Marksizm-Leninizminin resmi ideolojik tekel konum una gelişi­
nin yolunun döşenmesinde Stalin’in hizip mücadelelerinde elde ettiği zafer
yakıcı önemdeydi; “Tek Ülkede Sosyalizm” kavramı ise, bu Ortodoksluğun
merkezi yönlerinden birini oluşturacaktı. Lenin’in ölümünden sonra Stalin,
Sovyet Marksizm-Leninizmine iki “yenilik” daha getirdi. Birincisi, sosyaliz­
me yaklaşıldıkça sınıf mücadelesinin daha keskin hale geleceği düşüncesiy­
di. Bu görüş, dönemin diğer Marksistleri arasında yaygın olan, devrimden
sonra sınıf mücadelesinin yumuşamaya başlayacağı yönündeki görüşün ak­
siydi. Stalin, hesaplarının görüleceği gün yaklaştıkça “eski” sınıfların daha
kararlı bir biçimde ve can havliyle mücadele edeceklerini postüle ediyordu.
İkincisi, devrimden sonra teröre başvurma konusunda daha evvel Trotskiy
tarafından benimsenen görüşle aynı doğrultuda Stalin, SSCB komünizme
yaklaştıkça devletin daha da güçlenmesi gerektiğini iddia etmekteydi. Bu
kısmen, keskinleşen sınıf mücadelesi tezinin bir sonucuydu, ancak kısmen
de “Tek Ülkede Sosyalizm” kavramından türemekteydi. Hasmane kapitalist
kuşatma, SSCB’yi saldırıdan koruyacak güçlü, caydırıcı bir devleti gerektiri­
yordu (Evans, 1993: 39-40, Kolakowski, 1978: 100-101). Bu üç konseptin
geliştirilmesi, Marksist teorinin Stalin’in dar siyasi gündemine ve onun dev­
let destekli değişim programına tâbi kılınmasını ifade ediyordu.
Sovyet Marksizm-Leninizminin Stalinist ortodoks yorum unun sağ­
lamlaştırılmasında dikkate diğer üç gelişme daha vardı. İlki 1931’de orta­
ya çıktı. 1929’dan itibaren entelektüeller üzerinde, edebiyatta, sanatta, şiir­
de ve müzikte resmi çizgiye uymaları yönünde baskı uygulanmaya başladı.
1931’de felsefe ve tarih, resmi ideolojinin diktası altına sokuldu. Ortodoks
Leninizm’den her türlü sapma ya da Lenin eleştirisi ağır biçimde cezalan­
dırılıyordu. Bu tür görüşlerin savunucularının görevlerinden uzaklaştı­
rılması ve yerlerine ortodoksluğun savunucularının getirilmesi söz konu­
suydu. Felsefede bu, iki grup Sovyet filozofu, mekanistler ve Deborinistler
arasında uzun süredir devam eden tartışmanın geçersiz kılınması biçimi­
ni aldı. Parti, 1931 tarihli Merkez Komitesi kararıyla müdahalede buluna­
rak herkesin uymak zorunda olduğu açık hattı belirledi (Kolakowski, 1978:
66-75; Bottomore vd., 1983: 455). Benzer şekilde, tarih alanında da Stalin,
Proletarskaya Revolyutsiya dergisinin editörlerine gönderdiği mektupla, nis­
peten az kişinin bildiği bir tartışmaya müdahalede bulundu. Lenin’i savu­
nan Stalin, Bolşevik partisinin tarihine ilişkin, bir biçimde eleştirel bir nite­
lik taşıyan her tür anlatımı, partinin altını oymak için yapılmış birer “tahri­
fat” ve Trotskist entrika olarak göstermeye girişti (Kolakowski, 1978: 92-93;
Stalin, 1947: 378-389). Bu müdahalelerin toplam etkisi, bütün teorik mese­
lelerde partinin kolektif, Stalin’in ise şahsi otoritesini tesis etmek oldu. Artık
entelektüel yaşam, ortodoksluğu güvenceye almak için yakından gözetlenip
polisiye denetim altında tutulacaktı. Doğa bilimleri özerkliklerini 1940’larm
sonlarına kadar bir ölçüde koruyabildiyse de, toplum teorisi, tarih ve felsefe
entelektüel bir kalıba sıkıştırıldı.
1936’da ikinci bir gelişme oldu. Yeni bir anayasa müjdesini veren Stalin
şöyle diyordu:
Sovyet toplumumuz şimdiden, esas olarak, sosyalizme erişmeyi ba­
şardı; sosyalist bir sistem yarattı; yani Marksistlerin başka bir söyle­
yişle komünizmin ilk ya da alt aşaması dedikleri şeyi gerçekleştirdi.
(Stalin, 1947: 548)
Stalin, kolektifleştirmenin gerçek anlamda tamamlanması ve sanayileşme­
nin sürmesi nedeniyle sosyalizmin temellerinin -örneğin, üretim araçlarının
sosyalist mülkiyeti, söm ürünün ve işsizliğin ortadan kaldırılması, çalışma,
eğitim ve boş zaman hakkı- yerleştirilmiş olduğunu ileri sürüyordu. Bu du­
rum, sosyalizmin nasıl inşa edilmesi gerektiği tartışmalarına ve bu “alt aşa­
maya” dair alternatif anlayışlara son noktayı koydu. Bunun ikili bir etkisi
oldu. Birincisi, sosyalizmin inşası için, daha sonraki rejimlere empoze edi­
lecek ve oralarda taklit edilecek bir metot yerleştirdi. İkincisi, mevcut yapı­
ları, kurum lan ve değerleri, eleştiriden muaf kıldı. Teori alanında enerjiler,
mevcut durum u eleştirel bir biçimde değerlendirmekten ziyade, kazanımla-
rı övmeye hasredildi.
Nihayet en önemlisi, 1939’da Stalin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi
(Bolşevik) Tarihi: Kısa Ders’in gözden geçirilmiş baskısına “Diyalektik ve
Tarihsel Materyalizm” başlıklı bir bölüm yazdı.1 Kısa Ders metni, 1950’lerin
ortalarına kadar Sovyet tarih, ideoloji ve eğitim yaşamının temel kaynağı iş­
levini gördü. Tarihsel ve diyalektik materyalizm (diamat ve histmat) bölümü
partinin, bütün düşüncelerin uymak ve bütün düşünürlerin sadakat göster­
mek zorunda oldukları, resmi onaylı dünya görüşü haline geldi. Bu, Engels,
Plehanov, Lenin ve Buharin’den geldiği haliyle Marksist felsefenin basitleş­
tirilmiş, şematik bir sergilenişiydi. Böylece Stalin temel özellikleri belirle­
miş oldu.
Diyalektik materyalizm, “Marksist-Leninist partinin dünya görüşü” ola­
rak tanımlanıyordu. Diyalektik bir araştırma m etodundan ve materyalist bir
dünya görüşünden oluşuyordu. Diyalektik dünya görüşünün dört bileşeni
vardı:

• Doğa, birbirine bağlı ve ayrılmaz bileşenlerden oluşan bir bütündür


ve bu şekilde ele alınmalıdır;
• Doğa, sürekli bir hareket, gelişme ve değişim halindedir;
• Gelişme, niceliğin niteliğe dönüşmesiyle gerçekleşir;
• Daha alt biçimlerden daha yüksek biçimlere doğru gelişme, karşıtla­
rın mücadelesiyle gerçekleşir. Bütün fenomenler kendi iç çelişkilerine
sahiptir ve bunlar arasındaki çatışma gelişim sürecinin kilit bileşenidir
(CC of CPSU, 1939: 105-109).

Bu listede yapılan en büyük atlama, hem Lenin hem de Engels tarafından


ortaya koyulan, daha aşağıda bahsedeceğimiz, “olumsuzlamanın olumsuz­
lanması” fikrinin çıkarılması oldu. Materyalist dünya görüşü ise şu önerme­
leri cisimleştiriyordu:

• dünya, doğası gereği maddidir;


• madde, gerçeklik, varlık nesnel bir gerçekliktir ve madde önce gelir;
• dünya bütünüyle bilinebilirdir ve bu bilgi, nesnel hakikat niteliği ta­
şır (CC of CPSU, 1939: 111-114).

İnsan toplumuna ve insanlık tarihine uygulandığında bu dünya görü­


şü, tarihsel materyalizmin temelini oluşturuyordu. Tarih yasalara tabiydi ve
bu yasaları anlamanın anahtarı, toplum un ekonomik yaşamında yatıyordu.
Stalin, anahatları şöyle ortaya koyuyordu:

Bu nedenle, tarih biliminin temel görevi, üretim yasalarını, üretici


güçlerin gelişmesinin ve üretim ilişkilerinin yasalarını, toplumun
ekonomik gelişmesinin yasalarını araştırmak ve ortaya koymaktır.
(CC of CPSU, 1939: 121)

Bu beraberinde, Marx tarafından 1859’da, Ekonomi Politiğin Eleştirisine


Önsöz’de ortaya koyulan beş aşamalı dizilime kölece bağlılığı getirdi. Tarih,
katı bir biçimde beş aşamada -ilkel komünizm, kölelik, feodalizm, kapita­
lizm ve sosyalizm- gelişmiş, yasalara tâbi bir süreçti. Bu bölümde kuramsal
değer taşıyan bir şey var mıdır?
Bu parçanın içeriğine ilişkin başlıca değerlendirmeler şaşmaz bir biçim­
de onun oldukça şematik ve basitleştirilmiş doğasına odaklanıp durdular. Bu
elbette ki doğru bir algılamadır, ancak bölümün hangi bağlamda ve ne mak­
satla yazıldığını hatırlamakta da fayda var. Bu parça, SBKP’nin kısa tarihçe­
sinin bir bölümünü oluşturuyordu ve partinin dünya görüşünün esaslarını
herkesçe bilinir kılmayı amaçlıyordu. Geniş kapsamlı felsefi bir eser değil­
di. Parti için eğitim/propaganda aracı vazifesi görsün diye, bilinçli bir biçim­
de geniş kesimlerce anlaşılabilir bir dille yazılmıştı. Teorik çok yönlülükten
yoksun olduğu ya da aşırı derecede şematik olduğu yönündeki eleştirilere,
bu bağlamı dikkate aldıkları ölçüde değer atfetmek gerekiyor. Stalin’in bö­
lümüne iki başka eleştiri daha yöneltilmiştir. İlki, Stalin’in diyalektik yön­
tem tanımının, Engels’in anahatlarım Anti-Dühring’te ortaya koyduğu gö­
rüşlerinin bir tahrifatı olduğudur. Stalin, Engels’in niceliğin niteliğe dönüş­
mesi ve karşıtların birliği fikirlerini muhafaza ettiği halde, onun “olumsuz-
lamanm olumsuzlanması” önermesini atıp, yerine maddenin iki genel özel­
liğini koymuştur. Neden?
Stalin, o güne kadar elde edilenleri ve inşa edilenleri savunmak ve muha­
faza etmek için, Marksizmi bütün devrimci dönüşüm potansiyelinden arın­
dırmak derdindeydi. Diyalektik materyalizmin, (ister sosyalist, ister kapita­
list ya da başka bir düzene sahip olsunlar) bütün toplumlar için evrensel uy­
gulanabilirliği olduğunu kabul etse de, bu yasaları Stalinist önderliğin acil si­
yasi perspektifleri ışığında yeniden yorumluyordu. “Olumsuzlamanm olum­
suzlanması” Sovyet toplumuna uygulandığı takdirde, kapitalizmin olumsuz­
lanması olarak sosyalizmin kendisinin, komünizmin gelişmesiyle olumsuz­
lanması gerekecekti. “Olumsuzlamanm olumsuzlanmasım” atmakla, geliş­
me içerisinde devrim, radikal değişim ve keskin kopuşlar tümüyle dışarıda
bırakılmış oldu.2 Böylece sosyalist toplum, uyumlu, sürekli, tedrici bir te­
mel üzerinde gelişecekti (Evans, 1993: 52-54; Kolakovvski, 1978: 93-102).
İkinci eleştiri ise, Stalin’in yazdığı bölümün, özellikle tarihsel materya­
lizm kısmının hayli indirgemeci olduğunu iddia etmektedir. 1859 tarihli
Önsöz’ün baş aşamalı dizilim şemasına sıkı sıkıya bağlılık, Marx’ın tarih üze­
rine yazdığı diğer yazıları, en önemlisi de “Asya tipi üretim tarzı” tartışma­
sını dışta bırakıyordu. Stalin, Rus Devrimi’ni bu şema çerçevesine yerleştir­
mek suretiyle 1917’yi meşrulaştırabildi ve “erken” bir devrim olduğu yö­
nündeki Bolşevik olmayan eleştirileri zayıflatabildi. Bu şemanın istisnaları­
nın ya da farklı türlerinin olabileceğini kabullenmek ya da onaylamak, bun­
lar Marx tarafından öne sürülm üş olsa dahi, Sovyet deneyiminin Marx’in
tarih teorisi ışığında meşru bir biçimde tartışılmasına fırsat verirdi. Bu bö­
lümün, beşli dizilimi bütün toplumların içinden geçtikleri aşamalar olarak
onaylaması, bu tür tartışmaları dışta bırakmış oldu. Sovyet Marksist Orto­
doksluğunun doğasını şekillendiren yine, rejimi ve önderliğini meşrulaştır­
ma ihtiyacı oluyordu.
Bununla birlikte, Stalin’in yazdığı bölüm ayrıca, devrim öncesi Rus
Marksizminin dünya görüşüyle de yakın bir bağlantı içeriyordu. Marksizmin
bilimsel doğasına ve Anti-Duhring adlı broşüründe ortodoks bir yorum ge­
tirmesi dolayısıyla Engels’e, başta Plehanov tarafından yapılan ve Lenin ta­
rafından da sürdürülen vurgu, Stalin tarafından da aynen muhafaza edilir.
Sovyet akademisyenlerince ancak 1932’de erişilebilir hale gelen Marx’in “er­
ken dönem” eserlerine (1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları ve Grundrisse)
referans ya da bunlar üzerine bir tartışma yapılmaz. Bölüm Marx’m yanı sıra
büyük oranda Lenin’den ve Engels’ten yararlanır.
Bu bölüm Sovyet Marksizminde teorik tartışmanın parametrelerini belir­
ledi. Yukarıda da vurgulandığı gibi, kişi kültünün iğrenç aşırılıklara vardı-
rılmasmdan doğan Stalin’in tanrılaştırılması, Sovyet felsefesini, her konu­
da bilge Stalin’e övgüler düzen şarkılara indirgedi. Anlamlı teorik tartışma
ve münazara tamamen ortadan kalktı. Bütün alanlarda buyruk, Kısa Ders ’in
önermelerini pekiştirmek ve partiyi, devleti ve Ûnder’i savunmaktı.
Ancak Sovyet Marksizminin ikili doğası -statükoyu gerekçelendir ve ge­
lecek için yöneliş belirle- yeni meselelerin ve gelişmelerin bir noktada tar­
tışılması gerekliliğini getirdi. Sovyet Marksizminin -hem SSCB’de hem de
Doğu Avrupa’d a- sonraki tarihi, Marksizmi yeni görevler ve değişen koşul­
lar ışığında güncellemeye ve yeniden yorumlamaya duyulan sürekli ihtiya­
ca tanıklık eder. Sosyalizmden komünizme geçişin zamanlaması, sosyalizm
altında yaşamın farklı yönleri, kapitalizmdeki ve dış ilişkilerdeki gelişmeler
önemli tartışmalardan bazılarıydı. Aşağıda ele alınan tartışma, Stalin’in ölü­
m ünden sonra resmi ideolojide yapılan değişiklikleri inceliyor. Bu teorik ye­
nilenme süreci, ortodoks Sovyet Marksizminin resmi yorumunda önemli de­
ğişiklikler yapılmasının yanı sıra Doğu Avrupa deneyiminden türeyen böl­
gesel varyasyonlara tanıklık etti. İlginçtir ki, Stalinist diktatörlüğün bitişi,
Sovyet entelijensiyası için daha fazla özerklik anlamına geldi. Bunun Sovyet
Marksizmi üzerinde, 1985’ten sonraki entelektüel yenileşmenin de yolunu
döşeyen hayli önemli bir etkisi oldu.
Bir sonraki altbaşlıkta, SSCB’deki Sovyet Marksizminde, Stalin’in halef­
lerinin Kısa Ders’in teorik mirasıyla boğuşmaya başlamalarını da kapsayan
1938-1985 dönemindeki gelişmeler ele almıyor.

1938-85 A rasında Sovyet ve


D o ğ u B loku M arksizm inde Yaşanan G elişm eler

O lgun S ta lin iz m : 1 9 3 8 -5 3 A ra sın d a


S o v y e t M a r k s iz m in in S a ğ la m la ştırılm a sı

1953’ten sonra getirilen değişikliklere bakmadan önce, Stalin’in son dö­


nemindeki (1946-53) gelişmeler üzerinde kısaca durmakta fayda var. Savaş
sonrası dönemde nispeten az sayıda ilginç yenilik olmasına karşın, bun­
lar Kısa Ders’e egemen olanlarla aynı ilkelere dayanmaktaydı: Statükonun
korunması için ideolojik gerekçe sağlamak. Stalin, 1939 Martı’ndaki On
Sekizinci Parti Kongresi’ne sunduğu raporunda, komünizmin alt aşaması­
nın (sosyalizm) uzamasını beklediğini vurgulayarak bir üst aşamaya geçi­
şi ertelemişti. Bir üst aşamaya geçişin Sovyet toplumsal, ekonomik, siyasi ve
kültürel yaşamının bütün alanlarında neden olacağı potansiyel olarak kök­
lü değişimlerin farkındaydı. Bu değişikliklerin yapılmasına meydan verme­
mek için Stalin, alt aşamayla birlikte onun toplumsal ve siyasi yapılarının
uzun bir süre daha varlıklarını sürdüreceklerini göstermek durumundaydı.
(Sandle, 1999: 260-261).
Stalin’in bu dönemdeki iki broşürünün (M arksizm ve Dil (1950) ve
Sosyalizmin Ekonomik Sorunları (1952)) ana konulan işte bunlardı: İlkinde
Stalin, Nikolay Marr’ın filolojik teorileri sorununu ele alıyordu. Marr, dilin
“üstyapının” bir parçası olduğu ve sınıf sisteminin bir parçasını oluşturduğu
önermesini ortaya atmıştı. Dil, tedrici gelişme ile değil “niteliksel sıçrama­
larla” gelişmişti. Stalin ise farklı düşünüyordu.3 Pravda’daki bir makalesin­
de, dilin esasen ideolojik olmadığını, ne temele ne de üstyapıya ait olduğu­
nu iddia etti. Üstyapının temele hizmet etmek için (yani kültürün devletin
çıkarlarına hizmet etmek için) var olduğu yönündeki ortodoks tavrı yeniden
vurguladı. Buna ek olarak, değişimin niteliksel, radikal sıçramalarla geldiği
fikrini de reddetti. Diyalektik üzerine Kısa Ders'teki görüşünü yeniden ifade
ederek, sosyalizm koşullarında niteliksel değişimlerin daima “tedrici olarak”
gerçekleşeceğini ileri sürdü (Kolakowski, 1978: 141-142).
İkinci broşüründe ise Stalin, ortodoks Sovyet Marksizmine iki kayda de­
ğer yenilik getiriyordu. İlki sosyalizm koşullarında çelişkilerin doğasıyla il­
giliydi. Toplumda karşıtlar arası mücadele tarihte değişimin temel itici gü­
cüydü. Kapitalizmde çelişkiler antagonistikti. Kapitalist toplum un sınıf çe­
lişkileri -söm ürülen çoğunluğun artan sefaleti ve sömüren azınlığın artan
refahı- karşılıklı olarak antagonistik sınıf çıkarlarını yansıtmaktaydı. Bunlar
ancak sınıf mücadelesiyle çözüme kavuşturulabilirdi. Öte yandan sosyalizm
altında antagonistik çelişkiler mevcut değildi. Sovyet toplumu söm ürünün
ortadan kaldırılması dolayısıyla temel bir sınıf birliği sergiliyordu. Geri ka­
lan çelişkiler -k ır ve kent ya da işçi ve köylü arasında- antagonistik olma­
yan doğaya sahipti. Stalin Marksçı/Engelsçi diyalektikten, gelişmede kök­
lü değişimi ya da “sıçramaları” meşrulaştıracak her tür nosyonu çıkarıyor­
du (Evans, 1993: 52-54).
Bu ikinci broşür ile ilgili son bir nokta daha var. Stalin, iktisadın nesnel
yasalarının sosyalizme de kapitalizme de aynı derecede uygulanabilir oldu­
ğunu ve değer yasasının sosyalizmde geçerliliğini sürdürdüğünü iddia edi­
yordu. Bunun anlamı sosyalizmde meta-para ilişkilerinin varlığını devam
ettirdiği idi (Kolakowski, 1978: 142-143). Sosyalizmi kapitalizmden ayı­
ran, iktisadi faaliyetin hangi amaca yöneltilmiş olduğuydu: İkincisinin ama­
cı kâr maksimizasyonu iken, ilkininki insan ihtiyaçlarının karşılanmasıy-
dı.4 Hepsi birden düşünüldüğünde Stalin’in Marksist teori alanına girişleri
çok arızi ve düzensizdir, ama hepsi tek bir amaca yönelmiştir: komünizme
geçmeden önce alt aşamayı sağlamlaştırmak gerektiğine vurgu yapan, va­
desi uzatılmış, tedrici ve dengeli bir gelişme programını gerekçelendirmek.

Tek B ir Yoldan B ir Sürüsüne:


H r u ş ç o v ’d an G o rb a ço v’a, 1 9 5 6 -8 5

Stalin’in 1953’teki ölümü beraberinde birden bire birtakım değişiklik­


ler getirmedi. Ciddi anlamda entelektüel yenilenme süreci ancak, 1956’da
Hruşçov’un SBKP’nin Yirminci Kongresi’ne kapalı bir oturum da hitap ede­
rek dört saatlik gizli bir konuşma aracılığıyla Stalin döneminin bazı suçları­
nı açıklamasıyla başlayabildi. 1956-85 arası dönem boyunca ana gelişmeler
üç alanda yaşandı: Sosyalizmden komünizme geçişin zamanlaması ve sosya­
lizmin doğası; yeni araştırma alanlarının gelişmesi ve Sovyet Marksizminin
ortodoksisinin kilit unsurlarına dair yeniden değerlendirmeler; ve nihayet,
Sosyalizmden Komünizme

Stalin’in aksine Hruşçov, sosyalizmden komünizme geçiş için belirli bir


takvim ifade etmekten imtina etmedi. 1961 parti programında Hruşçov,
1961-70 arasında SSCB’nin kişi başına üretim bazında ABD’yi geçeceğini
açıkladı. 1971-80 arasında komünizmin maddi-teknik temeli yaratılacak ve
1980’le birlikte de komünizm “esas itibariyle” inşa edilmiş olacaktı (CC of
CPSU, 1961: 445-590). Hruşçov’un görüşüne göre bir geçiş toplumu ola­
rak sosyalizmin iki aşaması vardı: sosyalizmin inşası ve komünizmin maddi-
teknik temelinin yaratılması. Komünizmin kendisi de iki aşamadan oluşa­
caktı: temel ve tamamlanmış komünizm. Bu sosyalizm ve komünizm anlayı­
şı ve birinden diğerine geçiş yaklaşımı ne kadar ortodokstu?
Bazı alanlarda ortodoksluk revize ediliyordu. Devletin doğası konusun­
da temel bir değişiklik ilan edildi. Parti programına göre, sosyalizmin inşa­
sı, proletarya diktatörlüğü döneminin bitişi anlamına geliyordu. Artık, “dev­
let bütün bir halkın devleti, bir bütün olarak halkın çıkarlarını ve iradesini
temsil eden bir organ haline gelmiştir” (CC of CPSU, 1961: 547). Bu büyük
bir değişiklikti. Ortodoks Sovyet Marksizmi devleti daima sınıf hakimiyeti­
nin bir aracı olarak tanımlamıştı. Artık “bütün halkın devleti” bütün Sovyet
yurttaşlarını temsil ediyordu. Daha ötesi, yeni bir devlet form unun gelişti­
rilmesi devletin komünizm altında “sönümleneceği” yönündeki geleneksel
inançla nasıl uzlaşabilirdi? Hruşçov “sönümlenme” fikrinden vazgeçmedi,
ancak onu, kom ünist aşamaya geçerken merkezi bir iktidar organının varlı­
ğını savunacak şekilde yorumladı. Hruşçov, devletin belirli işlevlerinin (özel
olarak zor ve baskı) sönümleneceğini iddia etti. Diğer faaliyetler -ekonom ik
ve kültürel görevler- kalacaktı. Temel komünizm döneminde devlet varlı­
ğını sürdürecekti. Halkın tam komünizmde kendi kendini yönetmesine va­
rış, kitleleri sistemin işleyişine daha boylu boyunca katarak gerçekleşecek­
ti. Tabii, komünizmde merkezi siyasi organ olmayı sürdürecek olan partinin
yakın yönlendiriciliği altında (Sandle, 1999: 321-328; Evans, 1993: 93-99).
Diğer alanlarda program ortodoksiyi onaylıyordu. Komünizmin ana
özellikleri -m addi bolluk, toplumsal homojenlik, ihtiyaca göre bölüşüm -
Hruşçov’un bakış açısının esasları olmayı sürdürdü. Ancak, bu fikirlerin öz­
gül anlamları, köklü dönüşümleri hayli uzak geleceğe erteleyecek şekilde
yeniden yorumlandı. Maddi bolluk, yokluğun ortadan kalkması olarak de-
gil, Batı’nın tüketim düzeylerine ulaşmak olarak tanımlandı. İhtiyaca göre
bölüşüm, tam komünizmden evvel geçerlilik kazanmayacaktı. Meta-para
ilişkisi işlemeye devam edecekti. Maddi eşitsizlikler sürecek, ancak farklı­
lıklar azalacaktı. Hruşçov’un retoriği ve takvimi cesurca ve ütopikti. Yine
de, komünizm anlayışının detayları hayli pragmatik ve muhafazakâr nite­
likteydi. Devletin ve meta-para ilişkisinin varlığını sürdürmesi, Stalin gibi
Hruşçov’un da, komünizmin inşasına has dönüşümleri sınırlama hevesin­
de olduğunu vurguluyor. Hruşçov’un Sovyet Marksizm-Leninizmine ge­
tirdiği yenilikler, statükoyu koruyup gerekçelendirme arzusuyla değişime
önayak olma isteği arasındaki gerilimin örneklerini sunuyor (Sandle, 1999:
321-328).
Brejnev liderliği dönemi, sosyalizmin doğasının ve komünizme ge­
çiş takviminin yeniden yorumlanmasına sahne oldu. Hruşçov’un “kom ü­
nizmin tam inşası” fikrinin yerini almak üzere 1971’de yeni bir konsepti
-Gelişmiş Sosyalizm- benimsedi. Sosyalizm yeniden yorumlanıyordu. Artık
kapitalizmle komünizm arasında kısa bir geçiş dönemi olmaktan çıkmıştı.
Kendi toplumsal yasalarıyla belirlenen uzun, tarihsel bir aşamaydı. Gelişmiş
Sosyalizm, komünizme ulaşma biçimindeki nihai hedeften vazgeçildiğini
değil, yalnızca yeni bir ertelemeyi işaret ediyordu. Komünizme geçiş, va­
desi uzayan, tedrici bir süreç olacaktı. Herhangi bir takvim dillendirilme-
mişti. Gelişmiş Sosyalizm, savaş sonrası dönemin yeniden dönemleştirme-
sine gitmenin yanı sıra, Sovyet Marksizm-Leninizm’inin temel sosyo-politik
ve ekonomik değerlerini de yeniden tasdik ediyordu. Özel olarak, 1977 ta­
rihli yeni anayasa sosyalizmde devletin doğasını (tüm halkın devleti) ve ko­
münist partisinin yol gösterici rolünü yeniden vurguluyordu (Evans, 1993:
105-126).
Stalin, Hruşçov ve Brejnev yönetimleri altında Sovyet Marksizm-
Leninizminde sosyalizmden komünizme geçiş konusundaki yenilikleri bir-
birleriyle bağlantılı kılan iki şey vardır. İlki, tarihin nihai aşamasının -tam
kom ünizm in- sürekli olarak ertelenmesiydi. Bu, hakim elitin bu sürece has
olası köklü değişikliklerden kaçınma arzusuyla yakından ilişkiliydi. İkincisi,
siyasi iktidarın merkezi kuram larının ve organlarının -SBKP’nin ve Sovyet
devletinin- muhafazasıydı. Teorik gelişmeler, hakim elitin siyasi ihtiyaçları­
nı gözeterek tasarlanmıştı. Ancak ilginç olan şu ki, Sovyet liderleri, kom ü­
nizme ulaşma nihai hedefini terk edemediler, çünkü bu onların varlık ne­
deniydi. Fikirler siyasi ihtiyaçlara tâbi kılınabilirdi, ancak liderlik, Sovyet
Marksizminin sunduğu çerçeveyi dikkate almak durumundaydı.
Entelektüel Özerkliğin Artması

Hruşçov dönemi Sovyet entelektüel yaşamında son derece kayda de­


ğer bazı yeniliklere sahne oldu. Hruşçov bilgi ve iktidar evrenleri arasında
kısmi bir ayrıma gitmeye çalıştı. Seçilmiş alanlarda ve net sınırlar çerçeve­
sinde de olsa, yeni fikirleri ve kavramları konuşup tartışmak olanaklı hale
geldi. Entelektüel yenileşmenin ilk işaretleri 1958-59’da verildi. Hruşçov,
Sovyet Marksizm-Leninizminin temelini oluşturan temel tarihsel ve felsefi
metinlerin yeniden yazımı için yaratıcı kolektifler kurdurdu. Yeni bir SBKP
Tarihi’nin yanı sıra, yeni bir felsefi ders kitabı Marksist Felsefenin Temelleri ve
Marksist teori üzerine yeni bir kitap, M arksizm-Leninizmin Temelleri yazıldı.
İlkinden “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” bölümü çıkarıldı; bu da aka­
demisyen ve entelektüeller için çok daha ileri düzeyde bir eleştirel sorgula­
manın yolunu açtı. Sonuncusu çok daha detaylı ve görece yenilikçi bir eser­
di. Metinler yazmak üzere kurulan bu kolektiflerden, yenilikçi ve yaratıcı
düşünce odakları olarak çabucak ün kazanan bir dizi akademik kuruluş ve
araştırma merkezi türedi. Bu yeni metinler Sovyet Marksizm-Leninizminin
içinde bulunduğu katı çerçeveyi ortadan kaldırdı. Bunun Sovyet Marksizm-
Leninizmi üzerinde ikili bir etkisi oldu: Teorisyenlere Stalinist şemanın dog­
matizminden kopmak ve yeni alanlarda keşiflerde bulunmak için alan açtı
(Sandle, 1999: 318-321).
Her iki olguya dair de pek çok örnek var ve bunları ayrıntılı olarak in­
celemeye yerimiz yok.5 Belki de en ilginç gelişmeler Sovyet tarihçileri ara­
sından çıktı. Resmi ideoloji sığ altyapı/üstyapı belirlenim modeline ve beş
formasyonlu şemaya sıkı sıkıya bağlılığını sürdürürken, Sovyet tarihçileri
sınırları zorlamaya başladılar. Tarihsel sürecin karmaşıklığına daha büyük
önem atfedilmeye başladı. Ortodoks beşli dışındaki diğer sosyo-ekonomik
formasyon da incelenir oldu. Ekonomik faktörlerin tarihsel değişimi belirle­
yen kuvvetler olarak rolü de sorgulanır oldu; o kadar ki Scanlan Sovyet ta­
rihçilerinin pratikte “tarihsel materyalist olmaktan ziyade tarihsel etkileşim-
ciler” olduklarını yazabildi (Scanlan, 1985: 223). 1969’dan itibaren bir ölçü­
de tartışmayı zorlaştıran bir sıkılaşma yaşandıysa da, tarihçiler ve tarih fel­
sefecileri açısından yeni fikirleri tartışmak hâlâ olanaklıydı. 1950’lerin sonu
ve 1960’lar ayrıca, Sovyet akademisyenlerince yeni teorik kavramların, fikir­
lerin ve alanların tartışılmasına da sahne oldu. Uluslararası ilişkiler, sosyo­
loji, iktisat ve sibernetik sahalarında Sovyet akademisyenleri tamamen yeni
araştırma alanları geliştirebiliyorlardı. Mevcut ortodoksinin dayattığı çerçe­
veyle sınırlanmaktan neredeyse tamamen kurtulan bu alanlar, Sovyet akade­
misyenleri için verimli birer çalışma sahası haline geldi ve Sovyet Marksizm-
Leninizmi içinde hakikaten yaratıcı bir hayatın bulunduğunu gösterdi.
Bu gelişmelerin ortaya koyduğu şey, Sovyet Marksizm-Leninizminde bir
dizi katmanın bulunduğuydu. Resmi ideoloji düzeyinde, çeşitli yenilikler
getiriliyordu ancak bunlar genelde parti önderliğinin acil siyasi ihtiyaçları­
na sıkı bir biçimde bağlıydı. Bunun altındaki düzeylerde akademisyenlerin
yeni fikirleri ve yorumları, bunların resmi ortodoks görüşe dahil edilmesi
pek söz konusu olmamakla birlikte, tartışması ve yayınlaması mümkündü.
Stalin yıllarından farklı olarak 1956’dan 1985’e kadar geçen dönemde Sovyet
Marksizm-Leninizmi yaklaşımlar arasında değişen ölçülerde çoğulculuk ser­
giledi. Ortodoks yapının dışında, eleştirel Marksizm küçük bir yeraltı akı­
mı olarak varlık kazandı. Ancak, ortodoksluğun her zaman dizginleri elinde
tuttuğunu ve akademisyenlerin bundan ne ölçüde sapabileceğinin net bir bi­
çimde belirlenmiş olduğunu akılda tutmak önemlidir. Entelektüel yaşam si­
yasi denetime tâbi olmayı sürdürüyordu ancak dar olan aralık genişliyor ve
bir dereceye kadar uyuşmazlığa olanak tanıyordu (Scanlan, 1985: 326-335).

D o ğ u B loku n da S o v y e t M a r k s iz m i:
R e v iz y o n iz m , P ra g B a h a rı v e Y u goslav P r a x is ’i

Stalin’in ölümü ve Hruşçov’un Gizli Konuşması Doğu Avrupa’daki sos­


yalist ülkeler üzerinde büyük bir etki yarattı. Stalinist ideolojiyi eleştirme
fırsatı, Marksistlerin buna çeşitli yanıtlar vermesine yol açtı. Sosyalist dev­
letlerin ideologları ve siyasi liderleri için zor olan konu, kendi ülkelerin­
deki konumlarına zarar vermeden ve “revizyonizme” -Sovyet Marksizm-
Leninizminin belirlediği temel doğruların terk edilmesi ya da temelden de­
ğiştirilmesiyle ortaya çıkan bir tür Marksist “sapkınlığa”- düşmeksizin ne
ölçüde farklılaşan bir ideolojik ve siyasi program geliştirmeleri gerektiğiy­
di. Bu, zorlu bir yoldu. Temel ayrılık, Stalinist dogmaları Moskova’daki li­
der zümresinin yolundan giderek eleştirmeye çalışanlarla Sovyet-tipi rejim­
lerin temel yapı ve değerlerini, Marksist perspektiften olmakla birlikte, bu­
nun ötesine geçerek eleştirme arzusunda olanlar arasındaydı. Bu (genellik­
le yeraltı Marksizmi ya da gayrı resmi Marksizm olarak görülen) ikinci grup,
Marksizmin özgün bir Doğu Avrupa varyantının çekirdeğini oluşturacak­
tı (Bottomore vd., 1983: 316: 320). Ne yazık ki bu gayri resmi ya da yeraltı
kolunun gelişmesini, bu makalenin sınırları içerisinde araştırmamız müm­
kün değil.6 Bu iki kutbun arasında bir tür ideolojik gri bölge yer alır. Farklı
ülkeler ve düşünürler, Marksist kuramsal çalışmaya hem yerel düzeyde hem
de Moskova’da hangi seviyeye kadar tolerans gösterilebileceğini keşfetme­
ye çalışıyorlardı. Doğu Avrupa’daki Sovyet Marksizmine belki de en iyi, or-
todoksluk ile revizyonizm arasında bir skala üzerinden bakılabilir. Bir uçta,
ortodoksluğa yakından bağlı kalma eğilimi gösteren Romanya, Bulgaristan
ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti yer alıyordu. Diğer uçta ise kendi yol­
larını çizen Yugoslavya ve Arnavutluk. İkisi arasında, Polonya, Macaristan
ve Çekoslovakya vardı. Bu bölüm, 1954-85 yılları arasında Doğu Avrupa’da
“resmi” Marksizmden farklılaşmaların, özellikle de ideolojik “tarafsız bölge­
de” yer alan ülkelerin kaderlerinin izini sürecek.
1955-56’dan itibaren Doğu Avrupa’da, rejimlerin yapısını, işleyişini ve
ideolojisini, kendi Marksist-Leninist ilkeleri temelinde olmakla birlikte re­
forma tâbi tutmak isteyen bir hareket gelişti. Yugoslavya dışında bunun ilk
dışavurumları, 1956’da Polonya ve Macaristan’da ortaya çıktı. Hruşçov’un
Gizli Konuşmasıyla Marksistler arasında entelektüel yenilenme yönünde­
ki teşvik, karşılığını Stalinist dogmanın genelleşmiş bir eleştirisi biçimin­
de buldu. Bu, hem parti içinden hem de dışından eleştiricileri kapsıyordu.
Yapılan eleştirilerin ana unsuru, Stalinist hakimiyet biçiminin aşırılıkları­
na ve saçmalıklarına saldırmak oldu. Sosyo-politik alanda, (hem parti için­
de hem de işyerinde) daha fazla demokrasinin yanı sıra, sansürün kısıtlan­
masını, gizli polisin siyasi ve hukuki otoritelere tabi kılınmasını, “normal”
bir hukuk kültürünün yeniden tesis edilmesini ve bürokrasinin ayrıcalıkla­
rının ortadan kaldırılmasını istiyorlardı. Ekonomik alanda, işçilerin üretim
sürecine daha fazla katılması, planlama mekanizmasında reformlar yapılma­
sı ve kırda ekonomik örgütlenmelerin çeşitlendirilmesinin bir ihtiyaç oldu­
ğunun kabul edilmesi yönünde çağrılar oldu. Uluslararası alanda, kendi ge­
lişme rotalarını belirlemede özerlik yönünde büyüyen bir istek vardı; bu da,
Hruşçov’un Doğu Avrupa devletlerine, sosyalizme kendi ulusal yollarından
varma şansı tanımasında karşılığını buldu (Kolakowski, 1978: 463-466).
Başlangıçta bu entelektüel yenilenme, Leninist ve Marksist ilkeleri
Stalin’in çarpıtmalarından kurtarma çabasına yaslanıyordu. Bu yöndeki ses­
lerin eleştirileri felsefe ve iktisada odaklanıyordu, çünkü bu iki alan, ikti­
darın yapısının -kom ünist partisinin siyasi iktidar tekelini elinde tutması­
n ın - temelini oluşturan kilit ideolojik ilkeye ilişmiyordu. SSCB bu noktanın
tehdit altında olduğunu düşündüğü her durumda -1956’da Macaristan’da,
1968’de Çekoslovakya’da ve 1980-81’de Polonya’da olduğu gibi- silahlı mü­
dahale yoluna gitmişti. Felsefi eleştiriler determinizmi ortadan kaldırarak
felsefi analize öznel unsuru, insan unsurunu geri getirmeye çalışıyordu.
İktisatçılar planlamayla piyasa mekanizmalarını bütünleştirm enin yolları­
nı araştırıyorlardı. Ancak zaman geçtikçe, geniş anti-Stalinist koalisyon çö­
zülmeye başladı. Leninist siyasi ve felsefi normlara saldıran ve Doğu Avrupa
sosyalizminin değerlendirilmesinde Marksist toplum teorisinin eleştirel yö­
nünü geri kazanma çabasında olan eleştirel sesler giderek daha fazla du­
yulur oldu. Macaristan’da Ekim 1956’da, Sovyet işgalinin hemen ardından,
parti otoritelerinin entelektüel yaşama müdahaleleri geldi ve bu da eleştirel
Marksizmi “yeraltına” itti. (Yine de bazı Polonyalı iktisatçılar iktisadi meka­
nizmada yapılması gereken yenilikleri tartışabiliyorlardı). “Resmi” ideoloji
neredeyse hiç değişmeden kaldı. Doğu Avrupa entelektüelleri arasında ya­
yılan hayal kırıklığı duygusu, birçoğunun Leninizmi tamamen bırakmakla
kalmayıp Marksizmle bütün ilişkilerini kesmelerine yol açtı.
Çekoslovakya’daki deneyimler, Polonya ve Macaristan’dakilerden biraz
daha farklıydı. 1956 yılı, Polonya ve Macaristan’da olduğu kadar kilit bir
yıl olmasa da bazı önemli gelişmeler söz konusuydu. Çekoslovakya’da dü­
şünce akımları, yerel geleneklerden yararlanarak ve felsefeyi, hukuku, ik­
tisadı ve siyaseti kucaklayarak adım adım gelişmeye başladı. Bu “revizyo­
nist” akımlar, Polonya ve Macaristan’dakilerle benzer bir yaklaşımı benim­
sediler: Marksizmi çarpıtmalardan kurtarmak için Stalinist dogmanın reddi.
Mlynar, Şik, Jicinsky ve Kosik gibi teorisyenler Marksist teorinin nasıl ye­
niden canlandırılabileceği ve Çekoslovakya’da sosyalizm pratiğinin nasıl ta­
zelenebileceği sorunları üzerine eğiliyorlardı. Çek revizyonistleri, Polonya,
Macaristan ve Yugoslavya’daki filozofların görüşleriyle paralellik içinde, sığ
altyapı/üstyapı modelini ve diyalektik ve tarihsel materyalizmin (diamat ve
histmat ) determinizmini de reddettiler. Başka yerlerin aksine, burada “res­
m i” ideologlar bu revizyonist akıma karşı daha hoşgörülüydü: yeni fikirler
araştıran ve çoğu partide kalmayı sürdüren teorisyenler için hatırı sayılır öl­
çüde bir özerklik söz konusuydu. Dikkate değer bir biçimde Çek revizyo­
nist entelektüeller, özellikle de Zdenek Mlynar, siyasi sistemde yapılması ge­
reken değişiklikler üzerine düşünmeye ve yazmaya başladılar. Ele aldıkları
konular arasında, farklı adaylar arasından seçim yapma şansının olduğu se­
çimlerin düzenlenmesi, kuvvetler ayrılığı, bireysel haklar konusunda huku­
ki güvenceler ve yetkililerin demokratik tarzda hesap verirliği türü konular
vardı. Alexander Dubçek’in başını çektiği geniş tabanlı bir reformist hareket
gevşek bir revizyonist zemine dayanan -sansürün son bulması, gizli poli­
sin tasfiyesi, hukukun üstünlüğünün yaratılması, siyasi çoğulculuk gibi- bir
dizi değişiklik arayışına girdiği sırada patlak veren 1968 Prag Baharı’yla ge­
lişmeler doruğa ulaştı. Prag Baharı Ağustos 1968’de Sovyet tankları tarafın­
dan acımasızca bastırıldı (McLellan, 1979: 146; Kolakowski, 1978: 466-470;
Kusin, 1971: 106-123).
Prag Baharı’nm ezilmesi Marksizm içindeki bu “revizyonist” akıma göste­
rilen hoşgörünün Doğu Avrupa çapında esas olarak son bulmasına yol açtı.
Resmi ideoloji odakları dışında entelektüel özerkliğe ve yaratıcılığa tanınan
alan tamamen ortadan kayboldu. Bu odaklar içinde ise Marksizmin “resmi”
yorumu her türlü radikal değişiklikten kaçınmaya yönelerek SSCB’de ku­
rulan ideolojik çerçeveyle -Gelişmiş Sosyalizm çağı- uzlaşıyordu. (İlginçtir
ki, Gelişmiş Sosyalizm, aslında 1960’ların sonlarındaki tartışmalar sırasın­
da Doğu Avrupa’dan SSCB’ye geçmişti) (Meiklejohn Terry, 1984: 221-253).
1970’ler ortodoksluğun tekrarının ötesinde pek bir şey getirmedi.
Doğu Avrupa’da resmi iktidar partileri içinde Sovyet ortodoksisinden
en önemli sapma Yugoslavya’dan geldi. Yugoslav deneyimi Sovyet bloku-
nun geri kalanından farklıdır. Tito’nun Stalin’den 1948’deki kopuşu, radi­
kal düşünürlerle resmi ideoloji odakları arasında benzer çatışmalar burada
da gerçekleşmiş olmakla birlikte, Yugoslav Marksistlerine özgün bir yakla­
şım geliştirmede daha büyük bir özerklik sağladı. Yugoslav Komünist Partisi
(YKP), daha ademi merkeziyetçi, işçi özyönetimi temelli bir yaklaşımı öne
çıkarmasıyla Sovyet modelinden ayrışan, farklı bir sosyalizm modeli şekil­
lendirmeye başladı. Ancak YKP Sovyet sosyalizminin bürokratizmiyle sa­
vaşmak istediği için bu, piyasa sosyalizminin bir türünü beraberinde getir­
di. Yugoslavya’da bu yapı, 1964’te Praxis grubunun ortaya çıkışında yankısı­
nı buldu. Praxis, Ortodoks Marksizme alternatif yaklaşımların keşfine has­
redilmiş bir dergiye verilen isimdi.
Praxis grubu başka yerlerdeki revizyonistlerinkine benzer bir kalkış nok­
tasına sahipti: Genç Marx’m yazdığı metinlere ve değindiği sorunlara döne­
rek Marksizmin hümanist özünü yeniden yakalama çabası: yabancılaşma,
yaratıcı bir unsur olarak insan, yaratıcı emek yoluyla kurtuluş. Praxis yazar­
ları, Stalinist diyalektik ve tarihsel materyalizmin determinist ve mekanik
yaklaşımını reddederek, hem kapitalizm, hem de sosyalizm altında bireyi
ezen ve sömüren kurumlarm ve pratiklerin sürekli eleştirisi yoluyla insanın
kendini gerçekleştirmesini hayata geçirmek istiyorlardı. Praxis grubunun bu
eleştirel sivri ucu, derginin hâkim siyasi ve ideolojik yapıyla çatışma içine
girmesine yol açtı; 1975’e gelindiğinde dergi kapatılmış, yazarlarının önemli
bir bölümü görevlerinden alınmıştı (Kolakowski, 1978: 474-478; McLellan,
1979: 147-148; Markovic ve Cohen, 1975: 1-38).
Doğu Avrupa’da 1953’ten 1985’e Marksizm deneyimi, mevcut iktidar ya­
pılarını aynı anda hem eleştiren hem de bu yapıyı savunan bir entelektü­
el aygıt durum undaki bir inanç sisteminin karşı karşıya kaldığı güçlükle­
ri sergilemektedir. Kısa bir süre (1953-56/57) hüküm süren “siyasi yum u­
şama”, hâkim ideolojik yapıyla bu yapı dışındaki Marksist entelektüelleri
Stalinist dogmanın eleştirisinde birleştirdi. Siyasi elitler siyasi konum ları­
nı bir kez sağlama aldıktan sonra, revizyonist -hüm anist, bürokrasi karşıtı,
determinizm karşıtı- yaklaşımlar onlar için yararlılıklarını yitirdi ve bu da
Doğu Avrupa’da “resmi” Marksizmle yeraltı Marksizmi arasındaki ayrılığa
yol açtı. Ortodoksluk otoritesini hızla yeniden tesis etti ve SBKP’nin ortaya
attığı post-Stalinist hatla uzlaştı. Ancak Doğu Avrupa’da Marksist entelektü­
eller arasında eleştirel düşüncenin varlığını sürdürmesi, Marksist doktrinin
hayatiyetini sürdürdüğüne tanıklık etmektedir.

Sovyet M a rk sizm -L en in izm in in Ç öküşü:


1985-1991

Gorbaçov, iktidara gelişinden sonraki altı yıl içinde, SSCB’de komünist


sistemin çökerek ortadan kalkışı sürecini yönetecekti. Perestroyka, bir ye­
niden inşa süreci değil, bir yapısöküm süreci oldu. Bu olayların yarattığı
kaos ve hızlı değişim içinde, gerek Sovyet devletinin resmi ideolojisi gerek­
se de kendi başına bir inanç sistemi olarak Sovyet Marksizm-Leninizminin
çöküşü şu ya da bu nedenle pek dikkat çekmedi. Bu çöküşün daha kom ü­
nist sistemin kendisi çökmeden görünür hale gelmesine dikkat etmek ge­
rekir. Hâkim grubun konum u köklü bir değişikliğe uğrayınca, ideolojisi de
aynı köklü değişikliğe maruz kalarak sonunda ortadan kalktı (Sandle, 1999:
371-422). Peki bu nasıl oldu?
Marksizm-Leninizmin erozyona uğraması, perestroyka tarafından önü
açılan geniş çaplı toplumsal, ekonomik ve kültürel değişimlerin doğrudan
bir sonucu olarak gerçekleşti. Özellikle glasrıost (açıklık) ve demokratikleş­
me süreci 1988’den sonra Sovyet sistemi içinde ideolojik ve siyasi çoğul­
culuğun ön koşullarını yarattı. Bu durumda, Sovyet devleti için artık tek
bir resmi ideolojiye sahip olmak ve alternatif ideoloji ve inanç sistemlerinin
açıkça yaygınlaşmasını engellemek ne olanaklı ne de uygun olurdu. Sovyet
Marksizm-Leninizmi Sovyet devletinin “resmi” ideolojisi olma statüsünü
önlenemez bir biçimde kaybediyordu.
Bu şartlar altında SBKP, yeni siyasi ve entelektüel iklimde ayakta kala­
bilmek için Marksizm-Leninizmi yeni koşullara uyarlamak zorunda kal­
dı. Yeni bir inançlar, fikirler ve değerler dizisinin ithaliyle ortodoks Sovyet
Marksizm-Leninizminin temel felsefi ilkeleri ve fikirleri -diyalektik ve ta­
rihsel materyalizm- ortadan kaldırıldı. Birkaç örnek bunu göstermeye ye­
tecektir. SBKP idealist bir konuma düşmeksizin, diyalektik materyalizmin
Stalinist yorumunu terk etti. Varlığın bilinçten bağımsız olarak var olduğu
ve dünyanın bilinebilir olduğu inancını koruyordu. Ancak ontolojik mese­
leleri (maddenin birincil, zihnin ikincil olduğu iddiasını) tartışmaktan ka­
çmıyordu. Bu anlamda ortodoks pozisyonu reddediyordu. Bu kayma, sosya­
lizmin Gorbaçov tarafından geliştirilen hümanist ve ahlaksal yorumuyla ko­
şullandırılıyordu: “İnsani Demokratik Sosyalizm” çerçevesinde, sınıfsal de­
ğil, insani değerlere yoğunlaşma gereğine ve bireylerin ihtiyaç ve çıkarla­
rının önemine vurgu yapmak. Ahlâki ve varoluşsal konular artık üzerinde
durulması gereken yakıcı meseleler haline gelmişti. Bireyin yaşamına dair
normlar ve inanışlar artık bireylerin somut durumları ve aralarındaki top­
lumsal ilişkilerle tanımlanmıyordu. Bunun en iyi örneği, partinin, dünya gö­
rüşünün kilit bileşeni olan ateizmden kamuoyu önünde geri adım atmasıdır.
Bunun yerine parti, inanç sahiplerine saygıyı, hoşgörüyü ve onlarla diyalo­
gu geçirdi (Sandle, 1997).
Benzer şekilde, ortodoks biçimiyle tarihsel materyalizmden de geri adım
atılması söz konusuydu. Teorisyenler, tarihin her zaman doğrusal, yasalarla
belirlenen, Marx tarafından tanımlanan beş aşamadan geçmiş bir süreç olup
olmadığını sorgulamaya başladılar. Altyapı/üstyapı formülü giderek sorunlu
bulunmaya başladı ve birçok düşünür, tarihte gelişmenin temel ve tek kay­
nağının üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişki olduğu fikrini red­
dettiler. Sovyet Marksizm-Leninizminin diğer kilit unsurları da kaçınılmaz
olarak sorgulanır hale geldi. Teleolojik unsur -tarihin önceden belirlenmiş
bir sona doğru ilerlediği fikri- terk edildi. Kapitalizm ve sosyalizm artık ta­
ban tabana karşıt toplumsal sistemler olmaktan çıktı. Proletarya enternasyo­
nalizminin yerini, “bütün insani değerlere” görece belirsiz bir bağlılık aldı.
Temmuz 1991’e, SBKP’nin yeni bir Parti Programı (temel görüşlere iliş­
kin bir bildirge) hazırlayacağı aşamaya gelindiğinde, Marksizm-Leninizmin
ortodoks yorum unun temel unsurları aşınmış durumdaydı. Gorbaçov’in
“İnsani Demokratik Sosyalizmi”nin merkezinde yer alan ilke ve değerler -
ortak insani değerler, kapitalizm, sosyalizm ve komünizmin yeniden değer­
lendirilmesi, bireye ve ruhsal konulara daha fazla vurgu yapılması- gittikçe
Sovyet Marksizm-Leninizminin temel dayanaklarını -tarihsel materyalizm,
proleter enternasyonalizmi ve ontolojik materyalizm teleolojisi- sarsmış ve
yerinden etmişti. Yeni sentez sosyal demokrasinin bir biçimini temsil etme­
nin pek ötesine geçmiyordu. Bilimsel sosyalizmden ahlâki sosyalizme kayış­
la Sovyet Marksizm-Leninizmi ortadan kalkmakla kalmadı, SBKP de Marx,
Engels ve Lenin’in öğretilerine ancak kısmen yaslanan bir parti haline geldi.
1991 program taslağında, “bir yandan Marx, Engels ve Lenin’in başlangıç­
taki hüm anist ilkelerini yeniden yerleştirip geliştirirken, bir yandan da ide­
olojik cephaneliğimize bizim ve dünyanın sosyalist ve demokratik düşün­
cesinin bütün zenginliğini de katıyoruz” denmekteydi (Sandle, 1999: 416).
Ortodoks Sovyet Marksizmi artık ölmüştü.

Sovyet ve D o ğ u B loku M arksizm i:


Bir D eğerlen d irm e

Sovyet Marksizm-Leninizminin kısa yaşamı merak uyandırıcıdır.


Geliştirilmesine, üretilmesine, yurtta ve dünyada fikirlerinin yayılmasına ve
propagandasının yapılmasına, binlerce saat ve milyonlarca sözcük, büyük
çabalar ve enerjiler hasredildi. Hem SSCB’de, hem Doğu Avrupa’da, hem de
başka yerlerde kom ünist harekete büyük tesirde bulundu. Milyonlarca in­
san, dolaylı ve doğrudan Sovyet Marksizminin değerleri ve dünya görüşü­
nün aşılandığı bir eğitim sisteminin tezgâhında yetişti. Ancak 1991’e gelin­
diğinde çok az taraftarı kalmıştı, gerçeklikle ilgisi olmayan, dogmatik, kalıp­
lara dayanan bir içi boş formüller kümesi olarak görülüyor ve dünya çapın­
da Marksist doktrinin bütününe pek az katkısı olduğu ya da hiçbir katkı­
sı olmadığı düşünülüyordu. Görünüşe göre SBKP’nin iktidar tekelinin ince
bir şal altında rasyonalize edilmesinden öte pek bir anlamı yoktu. 1970’lerin
sonlarıyla 1980’lerin başlarına gelindiğinde Sovyet halkının geliştirmiş oldu­
ğu kinizm ve ilgisizlik, Marksizmle günlük yaşantıları arasındaki büyük ala­
kasızlığı sergiler gibiydi.
Bunların çoğu elbette ki inkâr edilemezdir. Genellikle konformizmi ödül­
lendirme, eleştirel ve yenilikçi düşünceyi ise cezalandırma eğiliminde olan
Sovyet devleti entelektüel yaşama (ve entelektüellere) büyük zarar verdi.
Marksizme ilişkin yaygın hayal kırıklığının önemli bir bölümü Marksizmle
Sovyet sisteminin yaygın bir biçimde özdeşleştirilmesinden kaynaklanır.
Ancak Sovyet Marksizm-Leninizmini hakkıyla değerlendireceksek, bu tab­
lonun sınırlarını ortaya koymak gerekir. Sovyet Marksizm-Leninizmi, za­
man zaman hayli dogmatik, formüllere dayalı bir doktrinler kümesi niteliği
taşımış olsa da, bir dereceye kadar entelektüel özerkliğe ve canlılığa sahipti.
Sovyet devleti, devrim-sonrası devletin, kapitalizmden komünizme geçişin
zamanlamasının, geçiş toplum unun ve (aynı derecede olmasa da) tarihin ni­
hai varış noktası olan komünizmin doğasının sürekli bir analizinin üretilme­
si için muazzam kaynaklar tahsis etti (bu düşüncelerin büyük bir bölümü­
nün SBKP’nin siyasi ihtiyaçlarına göre şekillenmiş olması bir yana). Ayrıca,
felsefenin ideolojik olarak daha az hassas alanlarında, ahlâk, mantık ve ta­
rih felsefesi gibi alanlarda Marksist yaklaşımı geliştiren, hatırı sayılır düzey­
de özerk akademik çalışma mevcuttu (Scanlan, 1985: 326-33). Stalin sonrası
“buzların çözülmesi”, Sovyet Marksizm-Leninizmi içinde bir tür çeşitlilik ve
çoğulculuk yaratan, entelektüel yaratıcılığa nispeten izin veren bir dönemin
ortaya çıkmasına yol açtı. Sovyet Marksizm-Leninizminin monolitik doğası
fikrine bazı kayıtlar getirmek gereklidir.
Sovyet Markizm-Leninizminin, entelektüel gelişme üzerindeki geniş çap­
lı siyasi denetim ve baskılara rağmen canlılığını sürdürdüğüne dair en güçlü
kanıt, 1985’ten sonra ortaya çıkan ideolojik reform sürecidir. 1985’ten sonra
Stalinist ve Brejnevist doktrinlerin yerini alarak (kısa bir süre için) egemen
olan fikirlerin büyük bir bölümü 1950’lerde ve 1960’larda Sovyet entelektüel
camiası içinde geliştirilmiş olanlardı. Sovyet Marksizminin kaderi şunu orta­
ya koyuyor: Fikirler iktidardakiler tarafından denetlenip manipüle edilse ve
kullanılsa da, açıklamayı öngördükleri gerçeklikle bağlantılarını yitirdikleri
takdirde etkili ve anlamlı olmaktan çıkarlar.

Dipnotlar

1. Stalin’in b u bölüm e “k atkısının” tam olarak hangi düzeyde olduğu ko n u su n d a farklı gö­
rü şler vardır. Stalin’in kendi yazı ü slu b u n u n dam gasını taşıdığına şüphe yok. Stalin, çok
b üyük b ir ihtim alle Yaroslavskiy tarafından sunulan bir ilk taslağın üzerinde çalışm ış ve
değişiklikler yapmıştır.
2. Bu, rejim in entelektüel yaşam ı denetim i altında tuttu ğ u halde fikirleri ciddiye alm ayı na­
sıl sü rd ü rd ü ğ ü n ü n ilginç bir örneğidir. İdeoloji ve pratik arasındaki bir tutarsızlığın geti­
rebileceği sonuçlar, SBKP’nin m eşruiyetinin altını oym ası bakım ından görm ezden geline­
m eyecek kadar tehlikeli sayılıyordu.
3. Stalin’in m üdahalesi aslında, SSCB’de dil üzerine çalışm aları M arr’m tuhaf ideallerinin kıs­
kacından kurtarm ada yararlı bir am aca hizm et etti. Ancak, Stalin’in Sovyet genetik bili­
m ine görülm em iş ölçüde zarar veren Lisenko’ya destek olm ası dolayısıyla aynı şey gene­
tik bilim i için söylenem ez.
4. Stalin’in ko n u m u n d a çözüm e kavuşm am ış b ir dizi sorun m evcuttur. Özel olarak sosya­
list sistem in, “n esnel” iktisadi yasalara tâbi olduğu halde nasıl olup da insan ihtiyaçlarının
karşılanm asını garanti altm a aldığı belirsizdir.
5. Ayrıntılar b ir dizi m etinde bulunabilir. Ö rneğin bkz. Lewin (1975)
6. Bu konuyu daha derinlem esine irdelem ek isteyenler, bir dizi önem li m etin ve düşünüre
başvurabilir. Ö rneğin bkz. Bahro (1978); Rakovvski (1978); Vajda (1981).

Referanslar

B ahro, R. (19 7 8 ) The A lternative in E astern Europe. L o ndon: NLB.


B ottom ore, T., L. H a rris, V.G. K ie rn an a n d R. M ilib a n d (1 9 8 3 ) A D ictionary o f M arxist
Thought. O xford: B lackw ell.
C e n tra l C o m m itte e o f th e C o m m u n ist P arty o f th e Soviet U n io n (C C o f CPSU) (1 9 3 9 )
H istory o f the C om m unist P arty o f the Soviet Union (Bolsheviks): Short Course. M oscow :
F o re ig n L anguages P u b lish in g H ouse.
C e n tra l C o m m itte e o f th e C o m m u n ist P arty o f th e Soviet U n io n (C C o f CPSU) (1 9 6 1 )
The Road to C om m unism . M oscow : F o re ig n L anguages P u b lish in g H ouse.
E vans, A. (1 9 9 3 ) Soviet M a rxism -L eninism . The D ecline o f an Ideology. W estp o rt, CT:
Praeger.
K olakow ski, L. (1 9 7 8 ) M ain Currents o f M arxism , v o lu m e 3. O xford: O x fo rd U n iv ersity
Press.
K usin, V. (1 9 7 1 ) The Intellectual Origins o f the Prague Spring. C am bridge: C am b rid g e
U n iv e rsity Press.
L ew in, M. (1 9 7 5 ) Political Undercurrents in Soviet Econom ic Debates. L o n d o n : P lu to
M cL ellan, D. (1 9 7 9 ) M arxism after M arx. B asingstoke: M acm illan.
M arcuse, H. (1 9 5 8 ) Soviet M arxism . L o ndon: R o u tled g e a n d K egan Paul.
M arkovic, M. a n d R.S. C o h e n (1 9 7 5 ) The Rise and Fall o f Socialist H um anism
N o ttin g h a m : S pokesm an.
M e ik le jo h n Terry, S. (e d .) (1 9 8 4 ) Soviet Policy in E astern Europe. N ew H aven, CT: Yale
U n iv e rsity Press.
R akovski, M. (1 9 7 8 ) Towards an East European M arxism . L o ndon: A llison & Busby.
S andle, M. (1 9 9 7 ) T h e F in al W ord: T h e D raft P arty P ro g ra m m e o f Ju ly /A u g u st 1991’,
E urope-A sia Studies, 48: 1 1 3 1 -5 0 .
S andle, M. (1 9 9 9 ) A Short H istory o f Soviet Socialism . L o n d o n : U C L Press
S canlan, J. (1 9 8 5 ) M arxism in the USSR. Ith aca, NY: C o rn e ll U n iv e rsity Press.
Stalin, J.V (1 9 4 7 ) Problems o f Leninism . M oscow : F o re ig n L anguages P u b lish in g H ouse.
Stalin, J.V (1 9 5 0 ) M arxism and Problems o f Lnguistics. M oscow : F o re ig n L anguages
P u b lish in g H ouse.
Stalin, J.V. (1 9 5 2 ) Econom ic Problems o f Socialism in the USSR. M oscow : F o reig n
L anguages P u b lish in g H ouse.
S talin, J.V. (1 9 7 6 ) The Foundations o f Leninism . Peking: F o re ig n L anguages P u b lish in g
H ouse.
Vajda, M. (1 9 8 1 ) The S tate and Socialism . N ew York: St. M a rtin ’s.
W aller, M. (1 9 8 8 ) ‘W h a t is to C o u n t as Id e ology in Soviet P o litic s? ’ in S. W h ite a n d A.
P rav d a (e d s), Ideology and Soviet Politics. B asingstoke: M acm illan.
II. BÖLÜM
A vrok om ü n izm

Rick Simon

1960’ların sonları ile 1970’li yıllara damgasını vuran, İkinci Dünya Savaşı
sonrası dönemin kesin inançlarının sorgulanmasına yol açan derin bir siya­
si ve ekonomik istikrarsızlıktı. Bu bağlamda, kom ünist hareket de gelenek,
strateji ve hedeflerini yeniden gözden geçirerek çözülmeye başladı. Yaygın
olarak ‘Avrokomünizm’ diye bilinen fenomen bu süreçte ortaya çıktı.
‘Avrokomünizm’ terimini ilk kez Haziran 1975’te yayımlanan bir makale­
sinde kullanan Yugoslav gazeteci Frane Barbieri’nin terimin isim babası ol­
duğu kabul edilir. Avrokomünizm Batı Avrupa’nın en büyük üç komünist
partisi olan İtalyan Komünist Partisi (PCI), Fransız Komünist Partisi (PCF)
ve İspanya Komünist Partisi’nin (PCE) çevresinde gelişmekle birlikte, İsveç,
Belçika ve Britanya partileri gibi küçük partileri de etkiledi. Komünist par­
tilerin kendisi ‘Avrokomünist’ etiketini kabul etmekte isteksizdi. Haziran
1976’da düzenlenen Komünist ve işçi Partileri Dünya Konferansı’nda konu­
şan PCE lideri Santiago Carrillo, ‘bu çok talihsiz bir terim...Avrokomünizm
diye bir şey yoktur’ demişti (aktaran Preston: 1981: 36). Carrillo’nun
Avrokomünizmin varlığını inkâr etmesi bu terimin ne kadar sorunlu oldu­
ğunu gösterir.
Avrokomünizm denen şeyin varlığını kabul ediyorsak, bunun nedeni, bir
dizi komünist partisinin strateji ve ideoloji bakımından can alıcı yönlere iliş­
kin birbirine benzeyen şu siyasi pozisyonları kabul ettiğinin saptanmasıdır:
birincisi, Sovyetler Birliği ve Sovyet sosyalizmine ilişkin eleştirel bir yakla­
şım; İkincisi, her ulusun sosyalizme yürüyüşünde kendine has bir yola sa­
hip olduğu vurgusu; üçüncüsü, sosyalist toplum un demokratik olmak ve in­
san haklarını korumak zorunda olduğunun kabulü; dördüncüsü, ilerici si­
yasi değişimleri gerçekleştirmenin ve sosyalizme ulaşmanın liberal demok­
ratik devletin kurum lan aracılığıyla gerçekleştirilmesinin m üm kün ve ge­
rekli olduğuna olan inanç.
Pozisyonları bir bütün olarak ele alınırsa, Avrokomünizm Sovyet-tarzı
sosyalizme ve Batı Avrupa sosyal demokrasisine alternatif bir ‘üçüncü yol’
ortaya koymaya çalışmıştır. Ancak, en büyük başarısızlığı, strateji, ittifaklar
ve ulusal özgüllüklere yaptığı vurgu nedeniyle kalıcı bir teorik yapı geliştire­
memiş olmasıdır. Farklı yörüngelere sahip gök cisimlerinin bir tutulma esna­
sında geçici olarak aynı hizaya gelmesine benzer biçimde, Avrokomünizmin
olduğu kadarıyla iç tutarlılığı, ulusal partilerin evrimlerinin geçici olarak
çakışmasından kaynaklanıyordu. Carrillo Avrokomünizme teorik bir te­
mel sunmaya çalışan az sayıdaki etkili kom ünistten biri olmasına rağmen,
onun ve diğer kom ünist partilerinin liderlerinin Avrokomünizmin varlığını
kabul etmekteki isteksizliklerinin nedeni ortak model anlayışının bir yana
bırakıldığı, ulusal koşulların ve özgüllüklerin vurgulandığı bir dönemde
bu terimin ortak bir modelin ortaya çıkışını varsayıyor olmasıydı. Dahası,
Avrokomünizm şu nedenlerden ötürü de uygun bir ifade değildi. Birincisi,
Avrupa dışındaki komünist partilerinde de -özellikle de Japon partisin­
d e - benzer değişimler yaşanıyordu. Lange’nin doğru biçimde gözlemledi­
ği gibi, ‘Avrokomünizm Avrupa’nın kendisinden ziyade gelişmiş endüstriyel
demokrasi ile ilişkili’ idi (Lange, 1981: 3). İkincisi, Batı Avrupa partileri ta­
rafından benimsenirken Doğu Avrupa’nın en özerk partileri olan Yugoslav
ve Romen partileri tarafından dahi reddedilmişti. Üçüncüsü, terim, dünya
komünizminin evriminin geçici bir evresi olmaktan ziyade homojen ve ta­
mamlanmış bir ürün izlenimini veriyordu.
Politika değişikliklerinin teorik bir gerekçeden yoksun oluşu bazı yorum­
cuların genel kuşkuculuğu ile birleşince komünist partilerin samimiyeti sor­
gulanmaya başladı: bu, samimi bir yön değişikliği miydi yoksa komünist
partilerin yıkıcı niyetlerini reformizm ve demokratik kurumlara saygı reto­
riğinin ardına gizlemek için yaptıkları yeni bir girişim miydi? Komünizmin
yirminci yüzyılın son çeyreğindeki evrimi, bilhassa Doğu Avrupa’daki ve
bizzat Sovyetler Birliği’ndeki rejimlerin yıkılması kom ünist partilerinin bir
yandan SSCB ile, diğer yandan kapitalist devlet ile olan ilişkilerinin gelişimi­
nin bir evresi olarak Avrokomünizmin tarihsel önemini daha iyi değerlen­
dirmeyi m üm kün kılıyor.

A vrokom ünizm ve SSC B

Avrokomünizmin bir doğum tarihi varsa eğer, herhalde PCI lideri Enrico
Berlinguer ile PCE lideri Santiago Carrillo’nun İtalya’nın Livorno kentin­
de imzaladıkları ilkeler bildirgesinin tarihi olan 11 Temmuz 1975’tir (Levi,
1979: 13). Bununla birlikte, her doğum gibi Avrokomünizmin ortaya çıkışı
da tek bir olaya atfedilemez, uzun bir olgunlaşma döneminin varış noktası­
nı ifade eder. Avrokomünizmi soldan sert biçimde eleştiren Ernest Mandel,
Avrokomünizmin ilmekleri ‘“tek ülkede sosyalizm” teorisinin benimsendi­
ği andan itibaren dünya komünizminin geleceğine dokunm uştur’ (Mandel,
1978: 16) diyerek Avrokomünizmin başlangıcını Stalinizmin ilk günahına
kadar götürür. Fakat bu tür bir genelleme tüm kom ünist partileri Stalinizm
virüsünü kapmışken neden yalnızca bazılarının Avrokomünist komplikas­
yonlardan muzdarip olduğunu açıklayamaz. Bu sorunun cevabı spesifik ulu­
sal deneyimlerin Sovyetler Birliği ve Stalinist ideolojinin temel kabulleri ile
olan ilişkileri ve etkileşim biçimlerinde aranmalıdır.
Komünist Enternasyonal’de (Komintern) cisimleşen dünya komünist ha­
reketi 1917 Rus Devrimi’ni izleyen devrimci dalganın doruk noktasında ku­
ruldu. Tüm kom ünist partileri, güçlü biçimde merkezileşmiş bir örgüt hali­
ne gelen Komintern’e üye olabilmek için örgütün koyduğu 21 koşula uymak
zorundaydı. Bolşeviklerin ortaya koyduğu örneği en kısa sürede izleme zo­
runluluğu, her bir partinin içinden geldiği ulusun spesifik koşullarının tartı­
şılmasına pek fırsat vermiyordu. Ancak, Komintern’in kuruluşunun üzerin­
den geçen beş yıl içinde devrimci dalga geri çekildi, Sovyetler Birliği yalıtıl­
dı ve Lenin öldü. Tüm bu koşullar, ideolojik belkemiği -klasik Marksist ge­
leneğin aksine- tek bir devletin (hem de göreli olarak geri bir devletin) sı­
nırları içerisinde sosyalist toplum un kurulabileceğini iddia eden ‘tek ülkede
sosyalizm’ teorisini benimsemek olan Stalinizmin yükselişi için gerekli ze­
mini sağladı. Aynı anda Komintern dünya devriminin bir aracı olmaktan çı­
karak, tüm kom ünist partilerin faaliyetlerini Sovyetler Birliği’nin devlet çı­
karlarının savunusuna indirgeyen bir örgüte dönüştürüldü.
Böylelikle, Stalin’in öldüğü Mart 1953’e kadar geçen dönemde her bir
kom ünist partisinin stratejisini, iç tutarlılığım ve varlık nedenini onun
Sovyetler Birliği ile olan ilişkileri belirledi. Sovyet devletinin çıkarlarının ön­
celiğinin yanı sıra, tek parti devletine ve her türden muhalefetin acımasız­
ca bastırılmasına dayanan Sovyet modeli ‘sosyalizm’ tek makbul seçenekti.
Komünist partileri bu sınırları aşmadıkları müddetçe somut strateji ve tak­
tikler bir ülkeden diğerine, bir dönemden ötekine ciddi farklılıklar göstere­
bilirdi. Batı Avrupa komünist partileri 1930’larm başındaki sosyal demok­
rasiye yönelik aşırı sekter tutum dan bunun 180 derece tersi olan, kendisi­
ne anti-faşist diyen her türlü örgütle ittifakı öngören Halk Cephesi’ne ka­
dar uzanan, çok çeşitli taktik dönüşler yaşadı. İkinci Dünya Savaşı sırasın­
da kom ünist partiler öteki anti-faşist gruplarla birlikte Nazi işgaline direniş­
te öncü rol oynadılar ama savaşın ardından Avrupa’nın Batı ve Sovyet etki
alanları şeklinde ikiye ayrılması nedeniyle Batı Avrupa kom ünist partileri
bu dengeyi bozacak türden radikal stratejiler benimsememeye teşvik edildi.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem Sovyet etkisinin dramatik biçimde ar­
tışına tanık oldu. Bu durum bir devlet olarak Sovyetler Birliği’nin güvenli­
ğini artırdı ama paradoksal biçimde küresel komünizmin bölünmesinin to­
humlarım da attı. Bir yandan SSCB’nin Doğu ve Orta Avrupa’ya doğru ge­
nişlemesi, bir yandan da Yugoslav ve Çin devrimleri, Sovyetler’in güvenliği­
ni artırdı. İlkinde, bütünüyle Sovyet liderliği tarafından denetlenen ve her
türlü muhalefetin acımasızca ezildiği bir sürecin sonunda ‘tek ülkede sos­
yalizm’ ‘tek blokta sosyalizm’e doğru genişledi. Buna karşılık, göreli olarak
özerk devrimler olan Yugoslavya ve Çin devrimleri ise kom ünist hareke­
tin içindeki merkezkaç eğilimlerin güçlenmesini sağladı. Stalin’in Roosevelt
ve Churchill ile yaptığı pazarlıkları kolaylaştırmak için 1943’te Komünist
Enternasyonal’i tek taraflı bir kararla kapatması Sovyetler’in kom ünist ha­
reketi Moskova’nın güdüm ünde tutma çabalarını zorlaştırıyordu (Claudin,
1975: 18). Sovyet önderliğinin farklı ülkelerin kom ünist partileri üzerinde
özellikle finansal bakımdan hâlâ belirli bir kontrole sahip olması nedeniy­
le o dönemde açıkça anlaşılamasa da, Komintern’in lağvedilmesinin ulusal
partileri teorik olarak ‘tamamen bağımsız ve birbirleriyle ilişkisiz’ kılması
Avrokomünizmin gelecekteki ortaya çıkışında önemli bir etkendi (Claudin,
1975: 15).
Her halükârda Sovyet çıkarlarının zikzakları birbirlerinden önemli ölçü­
de farklı ulusal strateji ve önderliklere sahip partiler üretmişti. PCI 1920 ve
1930’larda faşistlerin baskısı altında ezilmişti, savaş sırasında küçük bir par­
tiydi, ama direnişte oynadığı rol ve savaş sonrası dönemdeki faaliyeti nede­
niyle büyük bir hızla büyüyerek 1951 yılı itibariyle 2 milyon 600 bin üye­
ye sahip bir parti haline geldi. Partinin lideri Palmiro Togliatti, 1944 gibi er­
ken bir tarihte yaptığı ve ‘Salerno yönelişi’ olarak bilinen açıklamasında ik­
tidarın devrim yoluyla ele geçirilmesini reddederek Sosyal Demokratlarla,
Hıristiyan Demokratlarla ve hatta faşizmin yenilgisinin ertesinde İtalya’da
‘ilerici demokrasi’yi tercih eden Monarşistlerle işbirliği yapma vizyonunu
ortaya koydu. Bu stratejinin sonucunda, PCI 1945 sonrasından hüküm etin
dışına çıkarıldığı Soğuk Savaş’m başlangıcına kadar geçen dönemde Italyan
devletinin yeniden kurulmasında önemli bir rol oynadı. Son derece radikal
görünen bu strateji bile o dönemde Sovyetler’in Batı Avrupa’daki çıkarlarına
uygundu ve Kremlin tarafından onaylanmıştı. Yine de, PCI hiçbir zaman ta­
mamen ‘Stalinistleşmedi’, muazzam üye sayısı ve oy desteği partiyi yerel ba­
sınçlara duyarlı kılmaya devam etti.
PCF için aynı şeyi söylemek m üm kün değil. Direnişte oynadığı büyük
role rağmen parti, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Sovyet çizgisini kölece izleyen
bir liderliğe sahipti. Maurice Thorez etrafında şekillenen kendi ‘kişi kültü’ne
sahipti. Sovyetler’i taklit etmekte o kadar ileri gidiyordu ki, 1950’lerin ba­
şında parti kadroları içinde büyük tasfiyeler gerçekleştirdi (Mclnnes, 1979:
53). Jean Ellenstein, Thorez’in 1946 gibi erken bir tarihte farklı ulusların
sosyalizme birbirinden farklı yollardan ulaşabileceği fikrini ifade ederek
Stalinizmi reddetmeye başladığını ileri sürüyor (Ellenstein, 1976: 205). Bu
sava ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor. İtalya örneğinde de görüldüğü gibi, bu
tür bir çizginin Moskova’nm ki ile çatışması zorunlu değildi ve Sovyet mode­
li hâlâ sosyalist ideali temsil ediyordu. PCF’in Moskova ile olan yakın ilişkisi
göz önüne alındığında, partinin Avrokomünist pozisyonlara sağlam biçim­
de sahip çıkmamış ve nihayetinde bu pozisyonları terk etmiş olması sürpriz
değildir. Lange’ye göre PCF

Mucitten çok beleşçi, ikna olmuş bir Avrokomünistten ziyade baş­


kalarının aldığı inisiyatiflerin izleyicisiydi. Fransız partisi...daha
geniş analizler geliştirmeksizin, daha genel teorik ve stratejik so­
nuçlar çıkarmaksızm konjonktüre teslim olmaya diğer partilerden
daha meyilliydi.
(Lange, 1981: 4)

1970’lerin ortalarına değin otoriter rejimlere sahip olan ülkelerdeki ko­


m ünist partilerin evrimi dahi birbirlerinden hayli farklıydı. PCE Franco re­
jim i altında Avrokomünizme biat etmeye başlarken, Salazar ve Caetano re­
jim inde benzer koşullar altında faaliyet gösteren kapı komşusu Portekiz
Komünist Partisi (PCP) esas olarak bir Stalinist örgüt olmaya devam etti.
Daha küçük partiler arasında, Büyük Britanya Komünist Partisi (CPGB)
1951 sonrasında açıkça parlamentocu yolu benimsemişti, ama bu da Sovyet
stratejisine uygundu ve Stalin tarafından da onaylanmıştı (Beckett, 1995:
121-3).
Stalin sağken Moskova kom ünist hareketin monolitik niteliğini devam
ettirmek için çabalıyordu. Baş belası ama göreli olarak önemsiz Yugoslav
partisine diz çöktüremese bile bu partiyi aforoz etti. Stalin’e rağmen ikti­
darı ele geçiren Çinliler ise onun sanayileşme ve kolektifleştirmeye ilişkin
yaklaşımını izlemeye niyetliydiler. Fakat Stalin’in 1953’teki ölümü dünya
kom ünist hareketinde köklü bir dönüşüme yol açtı. Yeni Sovyet önderliği
esas olarak kendisini güvenceye alabilmek ve konsolide edebilmek amacıy­
la Stalin’in belirsizliklerle dolu terör rejiminin artık uygun olmadığına ka­
rar verdi. Sovyet ‘hegemonya’s ım uluslararası planda devam ettirmenin yolu
Stalin dönemi ile araya belirli bir mesafe koymaktan, öteki komünist parti­
leri ile uluslararası kom ünist hareketin bütünü üzerindeki kontrolü gevşet­
mekten geçiyordu. İdeolojik olarak ise, ‘barış içinde birarada yaşama’ya ve
kapitalist dünya ile askeri değil ekonomik rekabete vurgu yapılmaya başlan­
dı.
Kapitalizmin önceden benzeri görülmemiş istikrarı, liberal demokratik
kuram ların sahip olduğu büyük meşruiyet ile destalinizasyonun biraraya
gelişi, giderek artan büyük bir seçmen desteğine sahip olmasına rağmen ku­
rulan hükümetlere dahil edilmeyen PCI’ye stratejisini değiştirmek için ge­
rekli itkiyi verdi. SSCB’nin gelişmiş kapitalist ülkeler için ne ölçüde geçer­
li, çekici ve uygun bir model sunduğu sorusu giderek daha fazla sorulma­
ya başlandı.
Hruşçof’un Stalin’in suçlarını faş ettiği ve ‘Stalin etrafında oluşturu­
lan kişi kültü’nü reddettiği ‘Gizli Konuşması’nın ardından Togliatti ‘çok-
merkezcilik’ kavramını geliştirdi: tüm kom ünist partileri siyasi stratejileri­
ni formüle ederken kendi ulusal geleneklerini izlemekte tamamen özgür ol­
malıydı, sosyalist devletlerin iç işlerine karışılmamalıydı, kom ünist partile­
ri arasında merkezileştirilmiş ilişkiler kurulmamalıydı ve Sovyet modeli sos­
yalizm inşası Sovyetler’in koşullarına uygun olsa bile ‘hazır bir reçete sun­
muyordu [veya] bugün ortaya çıkabilecek sorunları çözebilecek yönerge­
ler içermiyordu’ (Lange ve Vanicelli, 1981: 219). Bununla birlikte, PCI bir
yandan stratejik planda Moskova ile arasına mesafe koyarken diğer yandan
Sovyetler’in Doğu Avrupa’daki otoritesini kabul etmeye, SSCB’yi sosyalizmin
çıkarlarının savunucusu olarak görmeye fiilen devam ediyordu; aynı yıl için­
de gerçekleşen Macaristan devriminin Sovyet müdahalesi ile ezilmesinin ge­
rekli olduğunu kabulleniyordu.
PCl’nin Moskova’dan uzaklaşması 1960’larda ivme kazandı. Parti,
Moskova ile Pekin ayrılığı konusundaki çekincelerini dile getiriyordu. PCI,
Çin’in çizgisine herhangi bir sempati duymamakla birlikte Sovyetler’in
Çin’i kendisine tabi kılma gayretlerini kendi çıkarlarına aykırı görüyor­
du. Togliatti’nin 1964’teki ölüm ünün ertesinde partinin yeni önderliği
Togliatti’nin Stalin, Hruşçof ve Sovyet sistemini sert bir dille eleştiren ‘Yalta
Vasiyeti’ni yayımladı. Üç yıl sonra, PCI lideri Luigi Longo komünistlerin sos­
yalistlerle, Sosyal Demokratlarla ve hatta ‘ilerici’ Hıristiyan Demokratlarla iş­
birliği yapması gerektiğini vurguladı. Aslında, Russo’ya göre, PCI’nin Alman
Sosyal Demokratları ile 1960’ların sonlarında gelişmekte olan teması, Alman
sosyal demokratlarının Batı Almanya’nın kom ünist blokla daha dostane iliş­
kiler kurmasını sağlayan Doğu Politikası’nm (Ostpolitik) temelini atmıştır
(Russo, 1979: 91).
PCI’nin Sovyet kampı ile arasına mesafe koyuş biçimi teorik bakımdan
en sofistike olanıydı ama öteki partiler de Moskova ile çatışmaya girecek­
ti. Sovyetler Birliği’nin jeopolitik çıkarlarının, özellikle de Batı ittifakının ve
kurulmakta olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) uyum unu bozma
isteğinin komünist partilerin ülke içindeki cazibesi için giderek olumsuz so­
nuçlar verdiği görülüyordu. 1965 yılındaki başkanlık seçimlerinde Moskova
NATO’dan bağımsız duruşu nedeniyle de Gaulle’ü desteklemesine rağmen,
PCF önderliği sosyalist François M itterrand’a destek verdi. Bununla bera­
ber, PCF önderliği Moskova’nın siyasi ve mali desteğine daha fazla bağım­
lıydı ve bu nedenle eleştirisinin sınırları vardı. Belki de en çıplak anlaşmaz­
lık ABD ile ilişkisini zayıflatmasını sağlamak için Franco’nun sırtını sıvazla­
yan Moskova ile Franco rejimini yıkma mücadelesine önderlik etmeye çalı­
şan Ispanya Komünist Partisi arasında yaşanıyordu.
Sovyet realpolitik ’ine ilişkin bu anlaşmazlıklar Batı Avrupa kom ünist par­
tileri arasında daha bağımsız ve eleştirel bir tutum un gelişmesine katkıda
bulunuyordu. Bizzat Sovyet bloğunun içinde daha bağımsız eğilimlerin doğ­
ması bu gelişmeyi daha da teşvik edecekti. 1968’deki Prag Baharı ve bunun
aynı yılın Ağustos ayında Varşova Paktı işgali ile ezilmesi bir dönüm nokta­
sı oldu. Bunu Sovyet hegemonyasını ve monolitik sosyalizm anlayışını yeni­
den tesis etmeye yönelik bir çaba olarak algılayan Batı Avrupa komünist par­
tileri, bu müdahaleyi ciddi biçimde protesto ettiler.
Ancak, Batılı kom ünist partilerinin işgale tepkisi tamamen aynı değil­
di. PCI ve PCF işgalin hemen öncesinde Moskova’ya birleşik bir delegas­
yon göndererek silahlı müdahalenin sonuçları ile ilgili uyarıda bulundular,
PCE de benzer bir tutum aldı (Schapiro, 1983: 49). Dolayısıyla, Moskova
kararını verirken bunun Batı Avrupa’nın belli başlı kom ünist partileri ile
olan ilişkilerine olan muhtemel etkisinin farkındaydı ama Sovyetler’in Doğu
Avrupa’daki kontrolünü yeniden tesis etmek onun için öncelik taşıyordu.
PCI parti özerkliğini ve devlet bağımsızlığını zayıflatan bu müdahaleye ‘ciddi
muhalefeti’ni açıkladı, reform sürecinin devamı için Varşova Paktı birlikle­
rinin ülkeden çekilmesini talep etti (Lange ve Vannicelli, 1981: 213-4). Öte
yandan, PCF ise yarım ağızla müdahaleyi ‘onaylamadığını’ açıkladı (Lange
ve Vannicelli, 1981: 236). İşgalin ardından Çekoslovakya’daki reform yan­
lılarının partiden uzaklaştırılmasını içeren ‘normalleşme’ sürecini destekle­
mesi PCF’in Sovyet müdahalesine ilişkin kararsız tutum unu ortaya koyu­
yordu. Komünist partilerinin işgale karşı çıkması, işgalin 1968’in daha önce­
ki aylarında yaşanan öğrenci ayaklanmalarının ertesinde gelmesi dolayısıyla,
gençliğin partilerine desteğini devam ettirebilmek için de gerekliydi, işgale
karşı çıkmak, özellikle de PCI için daha önce formüle ettiği, tekil ulusal par­
tilerin kendi sosyalizm yollarını izlemelerini öngören çok-merkezcilik çiz­
gisinin bir ifadesiydi.
Çekoslovakya’nın işgali, en azından Gorbaçov’un SBKP’nin başına geçti­
ği 1985’e kadar, Sovyet bloğundaki partilerin kendilerinin sistemi demokra­
tikleştirmeye soyunduğu ‘reform’ komünizminin sonunu getirdi. 1970’ler-
de değişimin zemini farklı tipte muhalefet hareketlerine doğru kaydı. Bu
yeni bağlamda PCI Çekoslovakya’da muhaliflerin ezilmesine karşı çık­
tı ve Şart 77’yi destekledi. Polonya’da farklı biçimlerde kendini ifade eden,
1980’de Sovyet bloğundaki ilk özerk kitlesel işçi örgütü olan Dayanışma
Sendikası’nın kurulmasıyla doruk noktasına ulaşan işçi muhalefetine destek
verdi. Polonya’da Aralık 1981’de sıkıyönetimin ilan edilmesi ve Dayanışma
Sendikası’nm ezilmesi PCI’nin Moskova ile ilişkisini resmen kesmesine ne­
den oldu.
Avrokomünizmin üç büyük partisi, 1970’li yıllar boyunca uluslararası ko­
münist hareketin biraraya gelmesine vesile olan forumları özellikle ulusal
partilerin özerkliği hakkındaki pozisyonlarını açıklamak için kullandılar.
Parti liderleri diğer partiler ile olan dostane ilişkilerini sürdürebilmek ama­
cıyla eleştirilerini oldukça alçak bir tonda dile getirdikleri halde, bu türden
açıkça eleştirel yorumları soğuk karşılayan Sovyet önderliğinin hasmane tu­
tumuyla karşılaştılar. Bu türden pratikler Sovyet önderliği ile Avrokomünist
partiler arasındaki mesafeyi büyüttü.
Sovyetler Birliği’nin eleştirilmesi iki temel nedenden dolayı m üm kün hale
gelmişti: ilk olarak, Detant Amerikan ve Sovyet kampları arasındaki gerili­
mi azalttı ve komünist partilerin Sovyetler’e dogmatik biçimde bağlanmasını
gereksiz hale getiriyordu. İkincisi, küresel kapitalist ekonominin krize gir­
mesi nedeniyle ortaya çıkan yeni fırsatlar taktik esnekliği ve ideolojik yük­
lerin hafifletilmesini gerektiriyordu. Komünist partilerinin Moskova ile kü­
resel ölçekte yaşadığı soğukluk içerik bakımından örgütsel özerklikte ısra­
rın ötesine geçti ve giderek teorik bir nitelik kazandı. Rus Devrimi, Stalin’in
yükselişi, Sovyet siyasi sisteminin karakteri bu çerçevede yeniden ele alın­
maya başlandı. Stalinizmin en sofistike Avrokomünist analizine imza atan
PCF’li Jean Ellenstein, Hruşçof’un ‘Gizli Konuşması’nda yaptığı türden, ‘kişi
kültü’nü ve kişisel sapkınlıkları öne çıkaran Stalinizm eleştirisini yetersiz
bularak onu aşmaya çalıştı. Buna rağmen, bir yandan bir sosyalist sistem
olarak Sovyetler Birliği’nin temel karakterini meşrulaştırmaya, diğer yandan
Stalin’in aşırılıklarını kınamaya çalıştığı için esas olarak Hruşçof’un düştüğü
açmazın aynısına düşüyordu:

Sovyet Sosyalizmi bir model olarak alınamaz ve alınmamalıdır ama


yine de tarihin ilk ve en önemli sosyalist deneyimidir. Stalin feno­
meni ne kadar trajik olursa olsun zaman ve mekân bakımından sı­
nırlı olmuştur.
(Ellenstein, 1976: 218)

Ellenstein, Stalinizmin tarihsel bakımdan spesifik oluşuna vurgu yaparak


her bir komünist partisinin kendi stratejisini uygulamasını meşrulaştırma­
ya çalışıyordu.
Ellenstein’ın Sovyetler Birliği eleştirisinin önceden benzeri görülmemiş
olsa da, Santiago Carrillo ondan çok daha ileri gitti ve Sovyetler Birliği ‘ke­
sinlikle bir burjuva devleti olmasa da, burada ne proletarya yönetici sınıf
olarak örgütlenmiş durumda ne de sahici bir işçi demokrasisi mevcut’ diye
yazdı (Carrillo, 1977: 157). Dahası, Stalin iktidarı ‘faşist diktatörlüklere
benzeyen bir dizi formel niteliğe sahipti’ (Carrillo, 1977: 157). Trotskiy’in
İhanete Uğrayan Devrim’ini -kitabın adını zikretmemekle birlikte- anımsa­
tan bir karakterizasyon yapan Carrillo, Sovyetler Birliği’nde ‘aşırı ve dene­
timden muaf yetkilerle donatılmış’ bir bürokratik katmanın varlığından söz
ediyordu. Ona göre, bu katman ‘işçi sınıfını ve hatta bir bütün olarak alındı­
ğında bürokrasinin tutsağı haline gelmiş olan partiyi takmadan kararlar alıp
meseleleri sonuçlandırıyordu (Carrillo, 1977: 164). Bu durum Sovyetler
Birliği’nin yalıtılmış olmasından ve ‘bir dizi gelişmiş ülkede iktidarı ele ge­
çirmeksizin sosyalizmi tek bir ülkede tamamen kurmanın imkansızlığından’
kaynaklanıyordu (Carrillo, 1977: 166). Carrillo’ya göre, gelişmiş kapitalist
ülkelerde sosyalizme doğru atılan adımlar bu anlamda Sovyetler Birliği’nde
sosyalizmin gelişimine yardımcı oluyordu (Carrillo, 1977: 172). Ancak,
Carrillo’nun sosyalizme doğru yürüyüşe ilişkin anlayışı, Trotskiy’den fark­
lı olarak, artık siyasi iktidarın devrimci bir parti tarafından ele geçirilmesi­
ne dayanmıyordu.

A vrokom ünizm ve K apitalist D e v le t

1960’ların sonlarında Batı Avrupa komünist partilerinin kimliği, onları


diğer partilerden ayıran şeyin ne olduğu artan biçimde tartışılmaya başlandı.
Bir yandan bu kimliğin temeli -Sovyetler Birliği’ne ve Sovyet modeli sosya­
lizme psikolojik ve ideolojik bakımdan bağlılıkları- gittikçe aşınırken, diğer
yandan siyasi sisteme entegre olmaları, var olan liberal demokratik kurum ­
lan zaman içinde kabul etmelerine yol açıyor ve buna bağlı olarak bu parti­
lerin kapitalizme radikal bir alternatif sundukları fikrine itirazlar artıyordu.
Fransa’da Mayıs 1968’deki olaylar ve İtalya’da 1969’un ‘sıcak sonbahar’ı sı­
rasında geleneksel sol partilerin gençler nezdindeki iticilikleri çarpıcı biçim­
de ortaya çıktı. Batı Avrupa’nın tamamı ile belirli bir ölçüde Doğu Avrupa’da,
arka planında Vietnam Savaşı’nın ve yüksek öğrenimin müthiş yaygınlaşma­
sının yattığı genel bir öğrenci isyanı patlak verdi. Ayrıca, işçi hareketinin ta­
banı ücret artışı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için militanca müca­
deleye girişirken aynı zamanda hem içeride hem de Sovyet Bloğu’nda de­
m okratik pratiklerin daha fazla sahiplenilmesini talep ediyordu. Bu hareket­
ler komünist partilerinin kontrolü dışında gelişiyor ve ortaya çıkmakta olan
toplumsal krize işaret ediyordu.
İkinci Dünya Savaşı sonrası iktisadi genişleme döneminin 1970’lerin ba­
şında sona ermesi ile 1973-74 petrol krizinin biraraya gelerek küresel kapi­
talizmin 1930’lardan sonraki en derin resesyonuna yol açması bu krizi kat­
merleştiriyordu. İktisadi ve siyasi krizlerin varlığı kom ünist partileri tarafın­
dan öteden beri varolan kapitalist düzene devrimci bir alternatif sunmanın
fırsatı olarak görülmüştü. Halbuki Avrokomünist partilerin krize cevabı böy­
le olmadı: kriz derinleştikçe liberal demokrasinin kuram larına daha da bağ­
lı hale geldiler. İtalya’da PCI iktidardaki Hıristiyan Demokratlarla bir koa­
lisyon hüküm eti kurmayı hedefleyen ‘tarihsel uzlaşma’ stratejisini geliştirdi.
1976 parlamento seçimlerinden sonra PCI hüküm et yanlısı çoğunluğun bir
parçası haline geldi, oyların yüzde 34’ünü almış parti olarak ‘yapıcı kemer
sıkma’ siyasetini savundu. Ispanya’da PCE Franco rejimine karşı geniş bir
koalisyonu savunan ‘Hürriyet Paktı’ stratejisini geliştirdi. Franco’nun ölü­
m ünün ertesinde, legal bir siyasi parti olarak tanınması karşılığında demok­
ratik kurum lan konsolide ederken işçilerin taleplerini sınırlayan ‘Moncloa
Paktı’nı kabul etti. Açıkça burjuva güçlerle ittifak stratejisinin tek sınır­
lı istisnası Sosyalist Parti ile ‘Solun Birliği’ adı altında seçim ittifakı kuran
Fransız Komünist Partisi oldu. Komünist partileri neden bu derece sakıngan
bir strateji izliyorlardı? Bunu üyeleri nezdinde nasıl gerekçelendiriyorlardı?
Avrokomünizmin yeniliklerini meşrulaştırmaya yarayacak pek az teorik
temel sunulm uş olsa da, kom ünist partilerin verili ideolojik ortamı, yeni po­
zisyonlarının benimsenmesini gerekçelendirmek için Marksist geleneğe sah­
te biçimde bağlılık ifade etmelerini gerektiriyordu. Avrokomünizm örneğin­
de bunu (elbette birbiriyle bağlantılı) şu unsurlara ayrıştırabiliriz: kapitalist
devletin doğası, sosyalist dönüşüm stratejisi, Sovyet modeli sosyalizmin uy­
gulanabilirliği.
Marx’in kendisinin dört başı mamur bir devlet teorisi geliştirmediğini ve
geleceğin sosyalist toplum unun ana hatlarına ilişkin spekülasyon yapmak­
tan kaçındığını söylemek bir Marksist klişe haline geldi. Yine de, Marx (ve
Engels) Komünist Manifesto’da devleti ‘burjuvazinin yürütme komitesi’ ola­
rak tanımlamış, 1871 Paris Komünü’nü tartışırken ‘proletarya diktatörlüğü’
ifadesini kullanmışlardır. Bu temayı geliştirmek Rus Devrimi’nin şafağında
Lenin’e düştü. Lenin, Devlet ve Devrim ’de devleti her toplumda hakim sını­
fın kendi diktatörlüğünü uygulamak için kullandığı bir mekanizma olarak
niteledi. Bu diktatörlük demokratik mekanizmaların varlığı sayesinde yu-
muşatılabilirdi ama hakim üretim ilişkilerinin yeniden üretimini güvence­
ye alabilmek için nihayetinde bir baskı mekanizması olmaya devam etmek
zorundaydı. Kapitalist devlet aygıtı proletaryanın sosyalist topluma geçmek
için kullanabileceği bir araç olamazdı, yıkılmalı ve yerine sovyetlere daya­
nan, proletarya diktatörlüğüne uygun yeni bir devlet yapısı konulmalıydı.
Lenin’e göre, her bir devrimin kilit noktası devlet iktidarının devrimci par­
ti tarafından ele geçirilmesiydi. Devlet aygıtının uzun dönemde tedricen ele
geçirilmesi söz konusu olamazdı. Devrimler, eski yönetici sınıfların isyancı
proletarya ile şiddetli bir mücadeleye giriştiği, genellikle kısa süren krizlerin
sonucunda meydana gelirdi.
İronik biçimde, Avrokomünist devlet anlayışının temeli Sovyet ve Doğu
Avrupa ideologlarının kapitalist gelişimin güncel aşamasına ilişkin savun­
dukları hakim tez olan tekelci devlet kapitalizmi tezine dayanıyordu. Bu te­
oriye göre, kapitalist devlet giderek belirli hakim tekelci grupların temsil­
cisine dönüşmekte ve bir bütün olarak iktisadi faaliyet üzerinde daha faz­
la kontrole sahip olmaktaydı. Carrillo, bu tezlere uyumlu biçimde ‘serbest
rekabet...tamamen ortadan kalkıyor. Teknolojinin olağanüstü gelişimi onu
öldürdü’ diyordu. Carrillo’ya göre, devletin Leviathan misali kapitalist sis­
temin bütününe hakim olması göreli olarak az sayıdaki tekelci kapitalistin
temsilcisi haline gelmesi anlamına geliyordu. Önceki dönemde devlet çatı­
şan sınıflar arasında bir tür hakem biçimini almışken, şimdi yalnızca pro­
letaryayı değil burjuvazinin bir bölümünü de içeren daha geniş bir kesimi
karşısına alıyordu (Carrillo, 1977: 24). Devletin bir tür hakem olduğu anla­
yışı klasik Marksizmin devlet anlayışından ziyade klasik liberalizm ile daha
fazla ortak yöne sahipti. Yine de, Carrillo şimdi devletin gerçekte çok kü­
çük bir azınlığın çıkarlarını temsil ettiğini söylüyordu. Böylece, Komünist
Manifesto ’da açıklanan Marksist devlet teorisi hâlâ geçerliydi, ‘devlet özgür­
lüklerin en yaygın olduğu ülkelerde bile bir sınıfın diğerini ezmek için kul­
landığı bir aygıt’ idi (Carrillo, 1977: 146). Devlet ile toplum arasındaki bu
kutuplaşmanın doğası, devlet üzerindeki mücadelenin toplumdaki temel
mücadele olmaya başladığı ve devletin içinde bir krizi kışkırttığı anlamına
geliyordu. Dahası, işçiler toplumu dönüştürm ek için devlet iktidarına sahip
olmak zorundaydı ama:

Esas sorun bunu demokrasinin kurallarını çiğnemeden gerçekleş­


tirmenin, geleneksel demokratik kurumların içeriğini değiştirirken
onları siyasi demokrasiyi daha sağlam inşa ederek genişleten yeni
formlarla tamamlamanın m üm kün olup olmadığıdır. Biz İspanyol
komünistleri ve gelişmiş kapitalist ülkelerdeki öteki partiler bunun
m üm kün olduğunu ilan ediyoruz.
(Carrillo, 1977: 149, vurgu metnin aslında)
Devlet aygıtının, esas olarak daha az ayrıcalıklı kökenden gelen kişile­
ri kapsar biçimde genişlemesi sayesinde bu kesimi proletarya ve müttefikle­
rinin saflarına kazanarak devletin içine sızmak ve onu dönüştürm ek müm­
kün hale geliyordu (Carrillo, 1977: 25-6). Kapitalizmin gelişimi sınıflar ara­
sındaki ayrımları da muğlaklaştırıyordu, bu yüzden ‘proletarya esas devrim­
ci sınıf olmaya devam ediyordu ama artık tek devrimci sınıf değildi’ (Carrillo,
1977: 44, vurgu bana ait). Bu nedenle, işçiler zafere ulaşmak için başka kat­
manlarla ittifak kurmaya mecburdu.
Carrillo bunları Ispanya’da liberal demokratik kuram ların konsolide edil­
diği bir dönemde yazıyordu. Yine de, söylediklerinin Avrokomünist pozis­
yonun tipik birer örneği olduğu söylenebilir. İtalya’da PCI benzer bir tutum
aldı. PCI’nin avantajı, diğer Batı Avrupa kom ünist partilerinden farklı ola­
rak, devlete ve sosyalizm mücadelesine ilişkin yaptığı yeniden değerlendir­
meye destek bulmak amacıyla kendi teorisyenine, Antonio Gramsci’ye baş-
vurabilmesiydi. PCI, Gramsci’nin hegemonya kuram ının ve Doğu Avrupa ile
gelişmiş kapitalist ülkeler arasında yaptığı ayrımın Lenin’in devlete ve onun
devrimci yoldan yıkılmasına ilişkin kuram ının İtalya’ya uygulanamayacağı
anlamına geldiğini ve benimsediği tedrici değişim stratejisini meşrulaştırdı­
ğını ileri sürüyordu, işçi sınıfı hegemonyası ancak uzun sürecek bir dönem
boyunca ve başka katmanlarla ittifak yoluyla kurulabilirdi.
Sosyalizm eğer demokratik yoldan, kapitalist devletin kuram larından ya­
rarlanılarak kurulabilecekse ‘proletarya diktatörlüğü’ kavramı elbette gerek­
siz hale geliyordu. Avrokomünist partilerin tamamı, genel oy hakkı ve dü­
zenli seçimlerin yapıldığı bir ortamda yetişen insanların nezdinde her türden
diktatörlük kavramının kabul edilemez olduğunu iddia ederek proletarya
diktatörlüğü hedefini 1970’li yıllarda programlarından çıkardılar. Seçimlerin
düzenli aralıklarla yapılması seçim sandığından zaferle çıkan komünistlerin
ilelebet iktidarda kalamayacağı anlamına da geliyordu. Seçmenlerden oy ala­
madıkları takdirde onların tercihini kabul etmek ve iktidardan gönüllü ola­
rak çekilmek zorundaydılar.
İronik biçimde, demokratik yoldan sosyalizme ulaşma yönünde pozis­
yonlar, kendi partileri içinde fazla demokrasiye genellikle ayak direyen ön­
derlikler tarafından kabul edilmiş oldu. ‘Demokratik merkeziyetçilik’ önder­
liğin iradesini parti üyelerine dikte etmek, tartışmayı bastırmak ve gerekli
hallerde muhalifleri partiden atmak için hâlâ kullanılıyordu.
A vrokom ünizm ,
P ost-K om ü n izm ve Sosyal D em okrasi

1980’lerin başına gelindiğinde, Avrokomünizmin tanımlanabilir, par­


makla gösterilebilir bir akım olarak varlığı sona ermişti. İtalya’da PCI ile
Hıristiyan Demokratların ittifakına dayanan ‘tarihsel uzlaşma’, 1980’ler bo­
yunca seçimlerde sürekli başarısız olan PCI’nin düşüşünü engelleyemedi.
Fransa’da PCF’in Soyalistlerle birlikte kurduğu ‘Solun Birliği’ Eylül 1977’de
dağıldı. Ardından, PCF SSCB ile eleştirellik dozu epey düşük olan ilişkile­
rini yeniden tesis etti, iç siyasette daha da milliyetçileşti ve seçmen deste­
ğinde önemli kayıplar yaşadı. Willie Thompson’m ifadesiyle, ‘Avrokomünist
strateji hiçbir yerde başarıya ulaşamadı, ulaşsa bile bu ihmal edilebilir ölçü­
de önemsizdi ve çok geçmeden silinip gitti’ (Thompson, 1998: 170). Durum
gerçekten böyleyse Avrokomünizmin önemi nedir?
Avrokomünizm kom ünist partilerin 1950’li ve 1960’lı yıllardaki ideoloji­
sinden ve siyasi pratiğinden bir kopuşu temsil ediyordu. Bununla birlikte,
bu, ani bir kopuştan ziyade kökleri Sovyet komünizmine kadar uzanan bir
evrimdi. Bu evrim, gelişmiş kapitalist ülkelerde iktisadi genişlemenin yaşan­
dığı, sosyal demokrat refah programlarının uygulandığı bir dönemde bu ül­
kelerin kom ünist partilerinin karşılaştığı sorunlar tarafından kışkırtılmış-
tı. Bu gelişmeleri anlamaya ve uygun stratejiler geliştirmeye çalışan kom ü­
nist partilerim bir yandan SSCB ile olan ilişkileri, diğer yandan seçmen kit­
leleri ile kurdukları bağ farklı yönlere çekiyordu. Avrokomünizm olarak bi­
linen yönelim değişikliklerinin kom ünist partileri tarafından yeterli biçim­
de teorileştirilmemiş olması bir talihsizliktir. Bu durum bir ölçüde liderle­
rin emirlerinin üyeler tarafından onaylandığı, eleştiri yapanların sıklıkla de­
mokratik olmayan yöntemlerle partiden uzaklaştırıldığı geleneksel siyasi
pratikten, bir ölçüde de stratejik ve taktik zorunluluklardan kaynaklanıypr-
du. Sosyo-ekonomik faktörleri ihmal pahasına siyasi kurumlara odaklanan
Avrokomünizm Marksist teoriyi şu alanlarda revize etti: devletin doğası; ka­
pitalizmin karakteri ve kapitalist krizlerin doğası; sosyalizme geçişin karak­
teri; ilerleme kaydedebilmek için işin içine katılması gereken sınıfsal güçler
ve kurulması gereken ittifaklar.
PCI kendi evrimini en uç noktaya kadar götürdü. Berlin Duvarı’nın yıkıl­
masının ardından kom ünist geçmişini reddederek adını Solun Demokratik
Partisi (PDS) olarak değiştirdi ve Sosyalist Enternasyonal’e katıldı. İtalya’da
bunu yapmak m üm kündü zira PDS’nin karşısında herhangi bir sosyal de­
m okrat rakip bulunmuyordu ve Hıristiyan Demokrasi’nin çöküşüyle birlik­
te PDS’nin merkeze kayarak doldurmaya çalışacağı ciddi bir siyasi boşluk
doğmuştu. 1996’da PDS aralarında itibarını yitirmiş ve dağılmış Hıristiyan
Demokratların da bulunduğu bir dizi başka parti ile birlikte (yavru ‘tarih­
sel uzlaşma’ mı diyelim?) 1947’den beri ilk merkez sol hüküm etini kurdu.
Ancak, iktidarda bulunduğu dönemde PDS kemer sıkma, sosyal harcamala­
rı kısma, tek para birimine geçerek AB’ye derinden entegre olma siyasetle­
rini uyguladı. Bu anlamda geleneksel Batı Avrupa sosyal demokrat partile­
rinin ‘yeni gerçekçi’ ortodoksisinden ayırt edilemeyecek ölçüde değişmiştir.
Eski PCI’nin içinden çıkan bir azınlığın kurduğu Komünist Yeniden Kuruluş
Partisi ise bu yönelime karşı çıkmış, bir yandan İtalya’nın komünist gele­
neğini Marksist bir perspektiften yeniden değerlendirmeye çalışırken diğer
yandan Marksist solun öteki akımları ile diyalog kanallarını açık tutmuştur.
Eski Avrokomünist akımların sağa kayışı diğer ülkelerde bu derece belir­
gin olmadı. Fransa’da PCF’in 1980’lerin başındaki içe kapanması ve büyük
bir sosyal demokrat partinin varlığı bu partinin tamamen bir sosyal demok­
rat partiye dönüşmesini engellemiştir. Farklı olduğu imajını vermek ama­
cıyla kom ünist geçmişinin -partinin adı da dahil olmak üzere- bazı kalıntı­
larını muhafaza etmiştir ama SSCB ve Doğu Avrupa’da komünizmin çöküşü
-Sosyalist Parti ile koalisyon hükümetleri kurmasını engellemese bile- par­
tinin geleceğine tamiri m üm kün olmayan bir hasar vermiştir. PCF’in kendi
geçmişini eleştirel biçimde ele alamaması ve göç konusu gibi bir dizi sorun
bağlamında açıkça gerici tutum takınması seçmen desteği ve üye sayısı bakı­
mından kan kaybetmesine neden olmuştur. Ispanya’da PCE’nin etkisi azal­
makla birlikte parti Birleşik Sol adını taşıyan seçim ittifakının temel gücü
haline gelmiştir. Fransa örneğinde olduğu gibi, güçlü bir sosyal demokrat
partinin varlığı PCE’nin tamamen PCI’nin izinden gitmesine ve komünist
kimliğini tamamen terketmesine mani olmuştur.
Tarihsel bir perspektiften bakıldığında, Avrokomünizm dünya komüniz­
minin krizinin ve Batı Avrupa kom ünist partilerinin ortodoks Marksizmden
uzaklaşmalarının bir aşamasını temsil etmektedir. Nitekim, Boggs’a göre,
Avrokomünizme en yakın tarihsel örnek Kautsky’nin demokratik dönüşüm
stratejisi, yani ‘klasik’ sosyal demokrasidir. İlkinin İkincisinden farkı ise, ik­
tisadi çöküşün ve toplumsal çalkantının dönüşüm ün fitilini ateşleyen un­
surlar olduğunu reddetmesidir (Boggs, 1980: 431-2). Avrokomünistlerin
kendilerinin bu yoruma karşı çıkması sürpriz değildir. Carrillo 1977’de
‘Geçmişte ne kadar komünistsek şimdi de o kadar komünistiz. Çöküş halin­
deki emperyalist kapitalizme “elimizi uzatmıyoruz”, onun ortadan kalkma­
sını hızlandırmaya çalışıyoruz; sosyal demokrasinin saflarına katılmıyoruz,
ona karşı ideolojik savaş vermeye devam ediyoruz’ demişti (Carrillo, 1977:
19). Carrillo’ya göre, mesele partinin temel ideolojisini kaybetmeden deği­
şen koşullara uyum sağlaması meselesiydi. Halbuki bizzat Stalin’in başında
olduğu Sovyet önderliği 1920’li yıllarda bu ideolojinin altını oymaya başla­
mış, bu süreç sonraki onyıllarda ve hatta destalinizasyon döneminde de de­
vam etmişti. Bu revizyonların en önemlisi sosyalizme tamamen ulusal yol­
lardan varılacağı fikrinin kutsanmasıydı. Farklı devletlerin farklı taktikler
gerektiren ulusal özgüllükler sergilediği tartışılmaz bir gerçektir, ama kla­
sik Marksist gelenekte ulus devletler, çarpılmış biçimde de olsa, küresel sü­
reçleri yansıtır. Sosyalizm, son tahlilde, ancak küresel ölçekte inşa edilebilir.
Küresel boyutları görmezden gelme pahasına ulusal farklılıkları öne çıkaran
Avrokomünizmin izleyebileceği tek yol reformizmin yoluydu.

Referanslar

Becketl, E (1995) Enem y W ithin: The Rise and Fall o f the British Communist Party. Londra: Jo h n
Murray.
Boggs, C. (1980) ‘The Dem ocratic Road: New D epartures and O ld Problem s’, C. Boggs ve D.
Plotke (derl.), The Politics o f Eurocommunism: Socialism in Transition. M ontreal: Black Rose
Books içinde.
Carrillo, S. (1977) ‘Eurocommunism’ and the State. Londra: Lawrence & W ishart.
C laudin, E (1975) The Communist Movement: From Comintern to Cominform. H arm ondsw orth:
Penguin.
E lleinstein, J. (1976) The Stalin Phenomenon. Londra: Lawrence & W ishart.
Lange, P. (1981) ‘D ilem m as of Change: E urocom m unism and N ational Parties in Postw ar
Perspective’, P. Lange ve M. Vannicelli (derl.), T he C om m unist Parties of Italy, France and
Spain: Postw ar C hange and Continuity. A Casebook. Londra: George Allen & U nw in içinde.
Lange, P. ve M. Vannicelli (derl.) (1981) The C om m unist Parties of Italy, France and Spain:
Postw ar C hange and Continuity. A Casebook. Londra: George Allen & Unwin.
Levi, A. (1979) ‘E urocom m unism : M yth or Reality?’, P.E della Torre, E. M ortim er ve J. Story
(derl.), E urocom m unism : M yth or Reality? H arm ondsw orth: Penguin içinde.
M andel, E. (1978) From Stalinism to E urocom m unism : The Bitter F ruits o f ‘Socialism in O ne
C ountry’. Londra: New Left Books.
M clnnes, N. (1979) ‘From C om intern to Polycentrism : The First Fifty Years of W est E uropean
C om m unism ’, P.F della Torre, E. M ortim er ve J. Story (derl.), E urocom m unism : M yth or
Reality? H arm ondsw orth: Penguin içinde.
Preston, P. (1981) ‘The PCE’s Long Road to D em ocracy’, R. K indersley (derl.), In Search of
E urocom m unism . Londra: M acm illan içinde.
Russo, G. (1979) ‘II Com prom esso Storico: The Italian C om m unist Party from 1968 to
1978’, P.F della Torre, E. M ortim er ve J. Story (derl.), E urocom m unism : M yth or Reality?
H arm ondsw orth: Penguin içinde.
Schapiro, L. (1983) ‘Soviet A ttitudes to N ational C om m unism in W estern E urope’, H. M achin
(derl.), N ational C om m unism in W estern Europe: A T hird Way for Socialism? Londra:
M ethuen içinde.
T hom pson, W. (1998) The C om m unist M ovem ent Since 1945. Oxford: Blackwell.
VI
B a tı M ark sizm i

Joseph Fem ia

‘Batı Marksizmi’ biraz kafa karıştırıcı bir kavram çünkü hiçbir zaman uygula­
yıcılarının coğrafi kökenini veya bulundukları mekânı ifade etmek için kul­
lanılmadı. SSCB ve Çin Marksizmlerine karşıt olarak Batı’nın koşullarına uy­
gun bir Marksizm anlamına gelmek zorunda da değildi. Tüm Marksistlerin
kendilerinin doktrine ilişkin yorumlarını evrensel ölçekte geçerli saydığını
söylemeye bile gerek yok. Öyleyse, -aşağı yukarı 1920’den 1970’e kadar ya­
şayan bir düşünce tarzı olarak- Batı Marksizmini diğer Marksizmlerden ayı­
ran özellikler neydi? Batı Marksizmi, herşeyden önce Marx’ın ölümünden
sonra onun arkadaşı ve yoldaşı Friedrich Engels tarafından, Kari Kautsky
ve Georgi Plehanov’un katkılarıyla geliştirilen, Marksizmin ‘diyalektik ma­
teryalizm’ veya kısaca ‘diamat’ olarak bilinen ortodoks biçiminin reddiydi.
Kısaca ifade etmek gerekirse, ‘diamat’ doğacı determinizmin bir türüydü, ya­
pısal olarak diyalektik olan değişmez iktisadi yasaların tarihin motoru oldu­
ğunu ve bilincin fiziksel ve toplumsal gerçekliğin yansımasından başka bir
şey olmadığını varsayıyordu. Toplum doğa bilimlerinin diliyle, mekanik ne­
denselliğe-dayalı olarak tanımlanıyordu. Bu anlayışa göre, insanların niyet­
lerinin ve amaçlarının açıklayıcı rolünü dikkate almaya gerek yoktu çünkü
bunlar da maddi nedenlere dayalı olarak açıklanacak şeylerdi. Böylelikle, bir
tarihsel aşamadan diğerine doğru -kom ünizm e varılmasıyla doruk noktası­
na ulaşacak olan- ilerleme, doğal bir gereklilik meselesi olarak görülüyor­
du. Kapitalizmin kendi iç çelişkileri nedeniyle çöküşe doğru sürüklenmesi
proleteryanın içinde bulunduğu ezilmişlik koşullarına karşı yekpare biçim­
de ayaklanmasına neden olacaktı (yalnızca proletarya saflarında öyle bir eği­
lim yaratmak değil).
Birinci Dünya Savaşı sona ererken bu varsayımlar dizisini savunmaya de­
vam etmek artık giderek zorlaşmaya başlamıştı. Savaşan ülkelerin proletar­
yasının sergilediği yurtseverlik proleter ‘dayanışma’s ının bir ölçüde ‘doğal’
bir şey olduğu ya da yurtseverliğin özünde ‘burjuva’ nitelik taşıdığı anlayışı­
nı yerle bir etti. Marksizmin görkemli başarısı olan 1917 Rus Devrimi dahi,
komünizmin -çürüyen bir yarı-feodal aristokrasinin iktidar yapısının çökü­
şünden değil- gelişkin bir kapitalist toplum un iç çelişkilerinden doğacağı­
nı varsayan Marksist tarihsel ilerleme fikrine meydan okuyordu. En büyük
‘Batı Marksistleri’nden biri olan Antonio Gramsci (1891-1937), komünistle­
rin 1917’de iktidara gelişini ‘K apitale karşı devrim’ olarak niteleyecek ölçü­
de ileri gitti. Bunu söylerken insan iradesinin Marx’ın başyapıtında savundu­
ğu türden bir tarihsel determinizme galebe çaldığım ifade ediyordu.
Bununla birlikte, ne Gramsci ne de başka herhangi bir ‘Batı’ Marksisti,
kendisinin Marx’m doktrinini radikal biçimde dönüştürm ekte olduğunu ka­
bul edecekti; tam tersine, ‘gerçek’ Marksizmi determinizmin ve indirgeme­
ci materyalizmin çarpıklıklarından kurtarma iddiasındaydılar. Marx’m biz­
zat kendisinin mevcudiyetini iddia ettikleri bu çarpıklıklardan sorumlu ola­
bileceğini ise çok nadiren dile getirdiler. Ama aslında Marksizmin hem orto-
doks hem de Batılı denen biçimleri Marx’ın ikircikli mirası içinde kendileri­
ne destek bulabiliyordu.
Marx’ın düşüncesinde muhtemelen birbiriyle çelişkili iki ana motif sap­
tamak mümkündür. İlki kapitalizmi, insan yaratıcılığım yok etmesinden
ve bireyler arasındaki ‘organik’ bağları ve bağlılıkları çözmesinden ötürü
mahkûm eden romantik ve ahlâk! motiftir. Bu itirazlar Marx’ın meşhur ve
çok boyutlu ‘yabancılaşma’ kavramında tipik ifadesini bulur. Tüm karmaşık­
lığına karşın bu kavram tek ve basit bir fikre indirgenebilir: insanlar, yaşa­
mın her alanında, doğalarının özünde yatan kendi faaliyetlerinin kontrolü­
nü kendi ellerinde tutmaktan, kendi yarattıkları ‘dış’ güçler olan kindar tan­
rılar, acımasız iktisadi ‘yasalar’, baskıcı ve sahtekâr devletler lehine feragat
etmişlerdir. Kolektivitenin kendi ürettiği ürünlerin esiri olması da insanların
birbirlerinden yalıtılmasına yol açar. Kendi kendisini yaratıcı özünden yalı­
tan ‘İnsan’, insan olmanın anlamına dair tüm kavrayışını yitirir. Toplumsal
ilişkiler bütünüyle araçsal ilişkilere veya sözleşme ilişkilerine dönüşürken
manevi değerler ortadan kaybolur.
Marx yabancılaşma kavramını Alman idealist filozof Hegel’den (1770-
1831) devralmıştı. Hegel’e göre, tarih kolektif insan Ruhu (Tini) veya
Zihninin (Almanca’da Geist olarak adlandırılır), kendisiyle ve dünyayla uz­
laşma arayarak derlemesiydi. Hegel bu çarpıcı iddiayı iki temel önermeye
dayandırıyordu. Birincisi her şeyin -Tanrılar, sayılar, insanlar, fareler, taş-
lar- ruha veya zihne benzer bir doğaya sahip olan tek bir gerçeğin farklı veç­
heleri olduğu noktasındaki idealist ısrardı. İkinci önermeye göre, Geist ken­
di benliğini tanıma amacını taşıyan bir faaliyet veya süreçti. Geist (ve böyle­
likle insanlık) amacını, yani kendi benliğini tanımayı, ancak kendisinin ger­
çekliğin bütünü olduğunu kavradığında gerçekleştirmiş olur. ‘Gökte ve yer­
deki her şeyde kendisini görmek’, kendisinin ‘dışında başka hiçbir şey’ olma­
dığını anlamak zorundaydı (Hegel, 1969: 2). Gerçeklik nesnel ve düşman­
ca niteliğini kaybettikçe yabancılaşma da sona erecekti. Nesne, yani ‘öteki’
hangi kılıkta ortaya çıkarsa çıksın akılcı öznelliğin içine çekilir, onunla bir­
leşir. Tarihin gizli gerçeği düşünce ile varlığın birliğidir - ve bu gerçek her
bir tarihsel aşamada yeni ufuklar açan olumsuzluk diyalektiği ile ortaya çı­
kar. Soyut düzeyde kavranan ‘insan’ dünyayı kendi gerçekliği olarak sindirip
onayladığında son aşamaya ulaşılır.
Marx’a göre, Hegel doğru soruları sormuş ama yanlış yanıtlar vermiştir.
İnsan varlığının merkezinin onun kafasının içinde olduğunu yanlış biçim­
de varsayarak tarihi bir düşünce sürecine indirgemiştir. Marx bunun yerine
‘dünyevi gerçekliğe’ yoğunlaşmıştır. Onun değerlendirmesine göre, insan,
düşünce süreçleri maddi ihtiyaçları tarafından yönetilen pratik bir varlıktır:
eğer yaşamının boş ve anlamsız olduğunu hissediyorsa bu ıstırabının nede­
ni onun varoluşsal durum una ilişkin muhtemel bir yanlış kavrayışında de­
ğil nesnel gerçekliğin içinde aranmalıdır. Yabancılaşmanın aşılması -tarihin
amacı, insan varlığının tamamen dönüşümü, insanın kendi doğal ‘özü’nü
geri kazanması anlamına gelen- komünizm ile mümkündür. Komünizm
üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ve ondan kaynaklanan -din, suç,
eşitsizlik, sınıf çatışması ve devlet baskısı gibi- diğer sorunları ortadan kal­
dırır. Komünal mülkiyet sistemi altında yaşayan insanlar artık ne diğer yurt­
taşlara ne de iktidarın anonim kaynaklarına yabancılaştıklarını hissetmezler.
Dünyayı, hakkında -Hegel’in önerdiği gibi- ‘doğru’ biçimde düşünerek de­
ğil, içeriğini kendi damgamızı taşıyacak, değer ölçülerimizi yansıtacak hale
getirererek ‘insanileştiririz’. Kapitalist düzenin basit birer nesne muamelesi
yaptığı ezilmiş insanlar böyle bir dünyada yaratıcı potansiyellerini sonuna
kadar gerçekleştirmeye teşvik edilirler.
Yukarıda özetlenen fikirler Marx’in erken dönem yazılarında, özellik­
le de 1930’lara değin basılmayan 1844 Paris El Yazmalan’nda geliştiril­
miştir. Ancak, Marx çok geçmeden yapıtının ikinci motifi olan ‘bilimsel
determinizm’i geliştirdi. Marx, toplumsal yaşamın doğal yasalara benzer bi­
çimde işleyen ‘yasalar’ından sıkça söz etmiştir. Amacı toplumsal yasaların
tıpkı deprem veya kasırga gibi karşı konulmaz biçimde kendilerini dayat­
tığını ifade etmektir. Nesnel bilimsel düşüncenin görevi, bu yasaları -tıp ­
kı bir doğa bilimci gibi- duygusallıktan uzak, önyargısız biçimde incele­
mektir. Marx’in iyi bilinen sözleriyle ifade etmek gerekirse, ‘Marksizm hiç­
bir biçimde ahlâk telkin etmez.’* Marx’in kendisini giderek daha fazla ‘ka­
çınılmaz sonuçlara doğru ilerleyen, engellenemez zorunluluk ile işleyen’
sosyal ve tarihsel süreçlerin bilimsel analizcisi olarak tanımlamasıyla bir­
likte yabancılaşma, özgürlük, kendini gerçekleştirme gibi normatif kavram­
lar gözden uzaklaştı. Marx erken dönem fikirlerini uzun uzadıya reddetme­
miştir. Bu fikirlerin sonraki dönemde yazdığı eserlerinde üstü kapalı biçim­
de mevcut olduğunu iddia etmek de mümkündür. Buna rağmen, gençliğin­
deki Hegelci ve hüm anist hassasiyetlerin, insanları ‘iktisadi kategorilerin şa-
hıslaşmış hali’, tarihsel evrimi ‘doğa tarihinin bir süreci’ olarak gören bir de­
terminizm ile barışık biçimde yan yana durması epey zordur (Marx’tan akta­
ran Feuer, 1959: 135-7). ‘Düşünme süreci’ni temel maddi gerçekliği basitçe
yansıtma faaliyeti olarak anlayan, ‘Bana göre...ideal denen şey insan aklının
yansıttığı, düşünce biçimlerine tercüme ettiği maddi dünyadan başka bir şey
değildir’ diyen geç dönemin Marx’i insan iradesinin oynadığı rolü açıkça kü-
çümsemiştir (Marx’tan aktaran Feuer, 1959: 145).
Marx’in zengin ve -hüm anizm ile bilimcilik, iradecilik ile determinizm
arasında salınması bakım ından- çelişkiler barındıran teorik yapıtı yorumcu­
larına epey geniş bir hareket alanı vermiştir. Batı Marksizminin öncülerinin
tamamı Hegel’i, Hegelci düşünceyi özümsemiş, Marx’in hümanist antropo­
lojisinin nefret ettikleri ‘diamat’a radikal muhalefetini restore etme telaşın­
daki yeni-idealistlerden oluşuyordu. Örneğin György Lukâcs (1885-1971)
bir asır önce Almanya’da hakim olan romantik idealizme çok şey borçluy­
du; Gramsci ise İtalya’nın önde gelen liberal ve yeni-Hegelci filozofların­
dan Benedetto Croce’nin terminolojisini ve gündemini benimsemişti. Batı
Marksizminin diğer bir ayırt edici özelliği ‘burjuva’ düşüncesinden neredey­

*M arx’ın kendisinin ‘M arksizm ’den söz etm esi m ü m k ü n olm adığı için yazar M arx’tan yaptığı
bu alıntıda ‘M arksizm ’ kelim esini tırnak işaretinin içine alm akta h atalıdır (ç.n.).
se hiç seçici olmayan biçimde fikir ‘ödünç alma’sıdır. Bir başka örneğe döne­
cek olursak, Freud’un psikanalizinin kavram ve ilkeleri 1930’lardan itibaren
Frankfurt Okulu’nun kolektif çalışmasına nüfuz etmiştir. Herbert Marcuse’un
(1898-1979) temel yapıtı olan Eros ve Uygarlık (1955) ‘bastırma’, ‘yücelt­
me’, ‘gerçeklik ilkesi’, ‘performans ilkesi’, ‘Eros’ (aşk) ve ‘Thanatos’ (ölüm)
gibi Freudyen kavramlar etrafında inşa edilmiştir. Fransa’nın en seçkin varo­
luşçu filozofuyken Marksist olan Jean-Paul Sartre (1905-80), Heidegger’dan
devraldığı ‘sahicilik’ ve ‘endişe’ gibi kavramların Marksizmi katı dogmatizm­
den kurtarabileceğini vurguluyordu.
Buraya kadar söylenenlerden -insan öznelliğine yapılan yarı-idealist vur­
gu anlam ında- hümanizmin Batı Marksizminin belirleyici niteliklerinden
biri olduğunu çıkarmak mümkündür. Ancak, Louis Althusser (1918-90)
çok dikkat çekici bir istisnadır. Onun 1960’lı yıllarda geliştirdiği teorik sis­
tem hümanizme ve Hegelci olan herşeye düşmandı; yeni moda olan yapı­
salcılığı Marksizmin -insan tercihinin ve tarihsel sürekliliğin bilinçli olarak
dışlandığı- bilimsel bir araştırma yöntemi sunabileceğini göstermek ama­
cıyla kullanıyordu. Dilbilimin bir yöntemi olarak ortaya çıkan yapısalcılık,
Marx’m ‘toplum un iktisadi formasyonunun evrimi’ (Marx’tan aktaran Feuer,
1959: 137) olarak nitelendirdiği şeye kayıtsızdı ama Althusser bu rahatsız
edici ayrıntının, yaptığı yeni Marksizm yorumuna engel olmasına izin ver­
meyecekti. Bu anlamda sert biçimde eleştirdiği hümanistlere benziyordu.
Batı Marksizminin tüm önemli düşünürleri Marx’m felsefesini meşrulaş­
tırmak, açıklamak veya tamamlamak amacıyla Marksist olmayan filozoflara
başvurmuştur. Bu görünüşte hayli garip bir fenomendi. Marksizm, ‘bir yan­
dan böyle...öte yandan şöyle’ türünden ifadelerle ilişkilendirilebilecek bir
doktrin değil. Savunucuları -n e tür başka erdemleri olursa olsun- hiçbir za­
man karşıt fikirlere toleranslı ve açık yaklaşımlarıyla tanınmadılar. Marksist
düşünce —kendisi bir berraklık modeli olmamakla birlikte- ‘ona yaklaşanla­
ra kesin bir meydan okumayla “ya benden yanasın ya bana karşısın” der gi­
bidir’ (Bobbio, 1988: 169). Buna rağmen, tarih Marksizmi kendisinin görü­
nürde karşıtı olan felsefeler ile ‘tuhaf mecburi evlilikler’e zorlayan yenileme
girişimleriyle doludur (Bobbio, 1988: 169).
Batı Marksistlerinin kararlı, sebatkâr, sadık olma anlamında ‘iyi’
Marksistler olmadığını teslim ederek bu bilmeceyi çözebiliriz. Bazı yorum ­
cular, akla yakın bir tutumla, bunların (en azından bazılarının) Marksist
kabul edilip edilemeyeceğini sorgulamıştır. Belirsiz ifadeler kullanmalarının
nedeni belki de içinde bulundukları tarihsel koşullara bakarak açıklanabi­
lir. Perry Anderson’a göre, ‘Batı Marksizminin gizli ayırıcı özelliği’ onun ‘bir
yenilginin ürünü’ olmasıdır (Anderson, 1976: 42). ‘Yenilgi’ kelimesi bu bağ­
lamda biçimsiz ve yanıltıcı olsa da, Anderson’m ifade ettiği esas nokta geçer-
lidir: Batı Marksizminin çeşitli biçimlerinin tamamı teori ile pratik arasın­
daki bariz uçurum un ürettiği bir özgüven krizini yansıtır. 1918 yılı itibariy­
le Marksist kategorilerin yaşanan olaylar tarafından sorgulanır hale geldiğini
yukarıda görmüştük. Daha fecisi sonraki dönemde yaşanacaktı. Anderson’m
ifadesiyle, ‘sosyalist devrimin Rusya’nın dışına yayılmakta başarısız olma­
sı -k i bu durum devrimin Rusya’nın içinde yozlaşmasının hem nedeni hem
de sonucudur- tüm bir teorik geleneğin ortak arka planını oluşturm uştur’
(Anderson, 1976: 42). Savaşın ertesinde Almanya, İtalya ve Macaristan’da
gerçekleşen ayaklanmalar bastırıldı veya etkisizleştirildi. Rusya ‘işçi sınıfının
cenneti’ haline gelmedi, kaosun ve baskının içine yuvarlandı. Faşizmin za­
feri -M arksizm tarafından açıklanabilir olsa d a - tam da devrim için koşulla­
rın olgunlaştığı düşünülen ülkelerde yaşandığı için felâket bir moral bozuk­
luğuna neden oldu. Gramsci ünlü Defterler ’ini 1930’ların başlarında hapis­
hanede yazarken etrafı bir zamanların dinamik devrimcileri olan karamsar
koğuş arkadaşları ile çevriliydi. Aynı dönemde -yüzeysel olarak bakıldığın­
da Marksizmi doğrulayan, gerçekte ise işçilerin en kötü koşullarda bile dev­
rim yapmasının düşük bir olasılık olduğunu gösteren bir felâket niteliğiy­
le- Büyük Depresyon yaşanmaktaydı. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönem
Marksistler için daha da can sıkıcıydı. Stalin’in inkâr edilmesi gün geçtik­
çe zorlaşan olağanüstü gaddarlığı, Batı ülkelerinde fanatik anti-komünizmi
saygı duyulur hale getirdi. Dahası, 1950’li ve 1960’lı yıllarda yaşanan ve ‘tü­
ketim toplum u’nu ortaya çıkaran büyük iktisadi genişleme, işçileri Marx’ın
deyişiyle ‘zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmadığı’na ikna etme­
yi hayli zorlaştırdı.
Daha kalın kafalı yoldaşlar bu yenilgi ve gerilemeleri diyalektiğin doğal
cilveleri olarak yorumlamayı tercih ederken, Lukâcs veya Gramsci kalib­
resindeki entelektüeller geleneksel Marksist şemada bir şeylerin tamamen
yanlış olduğunu anladılar. Yaptıkları teşhis bir paradoksa işaret ediyordu.
Ortodoks Marksistler ‘burjuva’ muarızları ile benzer biçimde bireyi Homo
Economicus ’a indirgiyor, insanları hiçbir kültürel referans noktası bulunm a­
yan, basit birer üretim ve tüketim birimi olarak görüyorlardı. İnsan dene­
yiminin geniş alanlarını temelde yatan iktisadi gerçekliğin yanında ikincil
önemde görerek umursamıyorlardı. Mekanik ve faydacı bir toplumsal etkile­
şim yaklaşımı ile malûl olan ortodoks Marksistler ne tarihsel süreci kavraya­
biliyor ne de insanlığın kurtuluşunun ikna edici bir tanımını yapabiliyorlar­
dı. Batı Marksistleri böyle söylüyordu. Genelde siyasi eylemci değil de pro­
fesyonel akademisyenler olmaları iktisadı ihmal ederek kültürel v&ıpsikolo-
jik ihtiyaçların üzerine yoğunlaşma eğilimlerini teşvik ediyordu. Bu durum,
tek tek Marksist bireylerin teori ve pratik birliğinin cisimleşmiş hali olduğu
klasik gelenekten kopuşu temsil ediyordu. İşçi sınıfının pratik taleplerinden
yalıtılmış durumda olan Batı Marksistleri, böylece zihinlerini, özgürce do­
laşabilmesi amacıyla serbest bırakabiliyorlardı. Tutuklandığı sırada İtalyan
Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri olan Gramsci bile Marksizme esas teo­
rik katkısını, gördüğü işlev bakımından ‘fildişi kule’nin eşdeğeri olan hapis­
hane hücresinde yapmıştı.
Tarihsel bağlamı bu şekilde açıkladıktan sonra Batı Marksistlerinin temel
fikirlerini incelemeye başlayabilirim. M ümkün olduğunca yalın bir yorum
yapabilmek için farklı düşünce ‘ekolleri’nin ve en seçkin, temsili gücü olan
şahsiyetlerin üzerine yoğunlaşacağım. Yapacağım tartışma m üm kün olduğu
ölçüde kronolojik bir sıralamayı takip edecek.

H e g elci M arksizm

Rus Devrimi’nin ertesinde kaleme aldıkları yazılarında Hegelci Marksistler,


Marksizmin devrimci ‘öz’ünün gerçekleşmesinin -M arksistlerin sosyalizmi
‘cennetten bir lütuf’ olarak görmelerine, daha somut bir ifadeyle, ‘Tarih’in
hiçbir biçimde özgür insan tercihine dayanmadığını düşünmelerine yol
açan- kaderci determinizmi bir yana bırakmayı gerektirdiği sonucuna vardı­
lar. İş devrim yapmaya veya devrimi hazırlamaya geldiğinde, çoğu Marksist
tarihsel güçlerin sıradan insanların çabalarından etkilenmeyeceği hissine
kapılarak derin bir atalete sürükleniyordu. Öyle görünüyordu ki, Bolşevik
devrimi bunun tam tersinin doğru olduğunu kanıtlamıştı. Lenin ve yoldaş­
ları eylemleriyle insan iradesinin nesnel olduğu varsayılan tarihsel gelişimin
yasalarının üstesinden gelebileceğini göstermişlerdi. Gramsci de bu gerçe­
ği anlatabilmek için özel bir gayret sarf etmişti. Ortodoks Marksizmin pa­
sifliğini hedef alan saldırı, bilinç ve öznelliğe vurgu yapan Hegelci idealiz­
min kurtarılıp geri kazanılmasını içeriyordu. Ancak, yeni sentezin mimarla­
rı Hegelciliğin insan eylemini yalnızca Zihin veya Tin düzeyinde anlama ha­
tasını tekrarlamak istemiyorlardı. Onlara göre, Marx’ın felsefesinin m uhte­
şem katkısı onun insan yaratıcılığı ile sosyo-ekonomik somutluğu mükem­
mel biçimde birleştirmesinde yatıyordu. İnsanlar, yapısal bakımdan belir­
li sınırlar içinde hareket etmekle birlikte, özerklik kapasitesine sahiptiler.
Lukâcs ve Gramsci en tanınmış Hegelci Marksistlerdi ama Kari Korsch’un
(1886—1961) katkısı da görmezden gelinmemeli. Bu üçü neredeyse aynı dö­
nemde yaşamış olsalar da, Lukâcs Tarih ve Sınıf Bilinci ’nin 1923’te yayımlan­
masıyla birlikte felsefe alanını etkileyen ilk isim oldu. Bu dönemde Gramsci
ülkesi İtalya’da aktif bir siyasetçiydi. Felsefi temalara ilgisi -Bari yakınla­
rındaki bir faşist zindanından dünyayı inceleyerek- Hapishane Defterleri’ni
derlediği 1930’ların başına değin gelişmemişti. Bu defterler, İkinci Dünya
Savaşı ertesine değin yayımlanmayacaktı. Felsefi sofistikasyonları nedeniy­
le ünlenen Lukâcs ve Korsch’un da siyasi hedefleri vardı. Lukâcs yenilgiyle
sonuçlanan 1919 Macaristan Sovyet Cumhuriyeti’nin Eğitim Komiseri’ydi.
Avusturya’da sürgünde olduğu 1920’lerde Macaristan Komünist Partisi’nin
önde gelen üyelerinden birisiydi ve -hareketin içindeki ortodoks unsur­
lar tarafından revizyonist olmakla suçlanıp saldırıya uğramasına rağm en-
1928’de kısa bir dönem partinin Genel Sekreterliğini de yapmıştı. Korsch
(1920’de) Alman Komünist Partisi’nin kurucularından biri olmuştu ama
aynı zamanda Jena Üniversitesi’nde felsefe profesörüydü. Hitler’in iktida­
ra gelişine değin bu görevini sürdürdü. En önemli yapıtı olan M arksizm ve
Felsefe’yi 1923’te yayımladı. Kitapta sunduğu idealist perspektif nedeniyle
bizzat Stalin tarafından paylandı. Bolşevik baskının sert bir eleştirmeni olan
Korsch 1926’da partiden atıldı ve bunun ertesinde bağımsız ve ‘profesör gibi’
bir Marksist (yani tam anlamıyla bir ‘Batı Marksisti’) olarak konuştu ve yaz­
dı.
‘Yaratıcı insan’a ve eylemci özneye vurgu yapan Hegelci Marksistler do­
ğacı materyalizmi ‘burjuva’ ve Marksist olmayan bir felsefe olarak niteleyip
reddediyorlardı, ‘insan’ basitçe doğadaki bir nesne değildi ve -kendi okuma­
larına göre- Marx onu hiçbir zaman böyle görmemişti. Marx’in materyaliz­
mi ‘varlığın’ ‘düşünce’ üzerindeki önceliğini göstermişti ama ona göre ‘var­
lık’ madde ile eş anlamlı değildi. ‘Varlık’ derken toplum un üretici organizas­
yonunu kast ediyordu ve bu organizasyon elbette insan öznelliğinde ete ke­
miğe bürünüyordu. Böylelikle, ‘diamat’ın insanlık tarihinin genel doğa ya­
salarının tikel bir uygulaması olduğu varsayımını kabul etmeyen Hegelci
Marksistler, tanıdığımız biçimiyle doğayı insanın bir uzantısı olarak kavrı­
yorlardı. Ortodoks Marksistler ‘tefekküre dayalı’ bir bilgi anlayışıyla hare­
ket ediyorlardı. Bilişsel faaliyet -o n u kışkırtan uyaranlardan veya içeriğinin
doğruluğundan bağımsız olarak- hazırda bulunan bir evrenin ‘pasifçe’ sin-
dirilmesiydi. Hegelci Marksistler bu epistemolojiye -doğa bilimleri alanın­
da bile- küçümseyerek yaklaşıyorlardı. Doğanın tamamen dışımızda, insan
tasarımından bağımsız olmadığım ısrarla savunuyorlardı. Doğa koşulları ya­
şamımızı doğrudan değil üretici güçler aracılığıyla etkiliyorlardı, dolayısıy­
la kendilerini toplumsal ve tarihsel fenomenler olarak ortaya koyuyorlardı.
Bilimsel teoriler doğa güçlerinin davranışı hakkında net öngörülerde bulun­
mamıza izin verse de, ‘keşfettiğimiz’ ‘yasalar’ bir dereceye kadar kendi top­
lumsal faaliyetlerimizi ve uğraşlarımızı yansıtırlar.
Ancak, Marksizm özellikle toplumsal evrenin bilgisiyle ilgilenir ve bu­
rada kesin tahmin yapmak en azından insanların -örneğin yere düşmek­
te olan bir taştan farklı olarak- özgür iradelerini kullanabilmeleri nedeniy­
le imkânsızdır. Hegelci Marksistler, Engels ve Lenin’in geliştirdiği, fizik ve
kimyadan devşirilen kavram ve tekniklerin toplum un incelenmesinde kul­
lanılabileceği yönündeki pozitivist anlayışı küçümseyerek reddediyorlar­
dı. İnsan iradesi sonucu hiç etkilemiyormuşçasına, hava tahmini yapar gibi
devrim tahmini yapılamaz. Bu nedenle, Marksizm pozitivistlerin düşündüğü
türden bir ‘bilim’ değildir. Önceden var olan gerçekleri yansıtmaz veya am­
pirik gerçeklerin ‘nesnel’ açıklamasını sunmaz. Gerçekte proletaryanın sınıf
mücadelesinin düşünsel ifadesidir. Tüm toplum kuramlarında geçerli oldu­
ğu gibi, açıklamaya çalıştığı gerçekliğin bir parçasıdır ve belirli bir toplumsal
grubun ihtiyaç ve özlemlerini yansıtır. Gerçekliğin kısmen bilişsel ve değer
yapılarımız tarafından oluşturulduğuna inanan Hegelci Marksistler, özne ve
nesne arasında katı bir ayrım yapmayı reddediyorlardı. Dünyaya zihnimde­
ki kategoriler aracılığıyla ‘bağlanırım’, yalnızca Tanrı dünyayı ‘olduğu gibi’
görebilir. Bu, Hegelci Marksistlerin neden maddi gelişmelerin değil de bilin­
cin tarihte belirleyici rol oynadığını düşündüklerini açıklıyor. Onlara göre
(ki bu görüşü Marx’a da atfediyorlardı), üstü kapalı dahi olsa bir teori ol­
maksızın pratik eylem olamazdı. Tek yönlü nedensel dizilere inanan, ikti­
sadi nedenlerden dolaysız biçimde siyasi ve kültürel sonuçlara varma eğili­
mindeki ‘kaba materyalistler’ bir kez daha Marx’ın amaçlarını çapıtıyorlar-
dı. İnsan yaratıcılığına yaptıkları vurgu ile tutarlı olarak Hegelci Marksistler,
Marksizmi özgürlük, kendini geliştirme ve dayanışma hakkına herkesin do­
ğuştan sahip olacağı bir kültürel rönesansı hedefleyen, hüm anist bir felsefe
olarak görüyorlardı. İnsan kendini maddi güçlerin pasif bir oyuncağı olarak
görmeye teşvik edildiği takdirde bu onurlu statüyü hiçbir zaman elde ede­
mezdi.
Bu ortak fikirlerine rağmen, Hegelci Marksizm yekpare bir bütün değil­
di. Bu düşünce akımının ‘ağır topları’ olarak bilmen Lukâcs ile Gramsci ara­
sındaki farklılıkların altını çizerek bu noktayı açalım. İlki mekanik determi­
nizmi reddetmekle birlikte geleceği tamamen açık uçlu olarak görmüyordu.
Bunun nedeni tarihin ortaya koyduğu ‘iç mantığın’ (Lukâcs, 1971: 15) insan
soyunu ‘özsel’, önceden belirlenmiş amacına götüreceğini ileri süren Hegel’i
izliyor olmasıydı. Lukâcs’a göre bu amaç komünizmin zaferiydi. İnsan ruhu­
nun içsel gereksinimleri ve eğilimleri nedeniyle tarih mutlu sonla bitmeye
yazgılıydı. Gramsci ise, Hegelci teleolojiyi reddediyor, -geçmişin, bugünün
ve geleceğin- tüm olaylarının önceden belirlenmiş bir kalıba uyduğu görü­
şüne karşı çıkıyordu. Ona göre, sosyal dünya sonsuz tür ve çeşitliliğe sahip,
akışkan bir süreçti. Tarih önceden var olan, insan doğasına içkin bir anlama
sahip değildi. Tarihsel süreç farklı türden sonuçlara açıktı.
Gramsci ile Lukâcs arasındaki diğer farklılık geleceğin toplumuna iliş­
kin vizyonlarına ilişkindi. Italyan düşünür, ortodoks Marksistler ile aynı bi­
çimde, üretim faktörlerini optimalité ilkesine göre düzenlemeyi amaçlayan
bir ‘üretimci’ydi. Bunun anlamı üretim sürecinin rasyonalizasyonu ve me-
kanizasyonuydu. Gramsci, ölümünden sonra yayımlanan Marx’in 1844 El
Yazmaları’nı okuma fırsatına sahip olamadı, eğer okusaydı orada ifade edi­
len fikirlerin bazıları ona kabul edilemeyecek ölçüde heterodoks gelebilirdi.
Bu nedenle ‘yabancılaşma’ ve ‘insanın özü’ gibi konvansiyonel idealizm ile
özdeşleştirdiği kavramları kullanmıyordu, dolayısıyla insanın özgürleşme­
sini sağlayacak anahtar olarak sanayi üretimini geliştirmeye odaklanıyordu.
Lukâcs ile en fazla zıtlaştığı konu tam da buydu. Lukâcs’m ‘şeyleşme’ kav­
ramı kapitalist emek sürecini ve onun toplum un geneli üzerindeki zararlı et­
kilerini özetliyordu; Marx’m 1844 El Yazmaları’nın Tarih ve Sınıf Bilinci ’nin
basımından bir onyıl sonrasına değin yayımlanmamış olduğu göz önüne
alındığında, bu kavramın Marx’m ‘yabancılaşma’ kavramına benzerliği çok
dikkat çekicidir. Yalın bir ifadeyle, ‘şeyleşme’ insanların yaşamlarını biçim­
lendiren toplumsal güçlerin pasif birer izleyicisi haline geldiği bir süreci ifa­
de eder. Bu pasifliğin kökeni kapitalizmin işçiyi insanlıktan çıkararak her­
hangi bir üretim veya tüketim nesnesi gibi alınıp satılabilen bir metaya, bir
‘şey’e indirgemesinde yatar. Kâr arayışı sırasında önemli olan tek şey tek­
nik etkinlik olduğundan iş azami verimliliğe ulaşabilmek için parçalara bö­
lünür. Bunun sonucunda işçiler kısıtlı, sürekli yinelenen görevlerle sınırlan­
dırılırlar. Bu durum onları bireysel yetenek ve fikirlere sahip ruhsal varlık­
lar olmaktan çıkarır, üretim mekanizmasının, tüm inisiyatifi ellerinden alın­
mış, kâr maksimizasyonu için programlanmış, basit eklentilerine dönüştü­
rür. Fabrika organizasyonunun ilkeleri nihayet yaşamın diğer alanlarına da
yayılır: fabrika kapitalist toplumun genel yapısının mikrokozmosu (küçük
evreni) haline gelir. Toplumsal ilişkinin tüm veçheleri uzmanlaştırılır, stan­
dartlaştırılır, formel ve hesaplanabilir kurallara tâbi hale getirilir. İnsanlar
her alanda ruhsal bakımdan kötürümleşir, dar bir yelpazeye sıkışan yete­
neklerle sınırlanır ve araçsal akılcılığın uyuşturucu etkilerine maruz kalır.
Yalnızca kol emekçisi işçiler değil, herkes mekanik pasiflik çukuruna gö­
müldükçe hayal kurma yeteneği tedricen kaybolur. Kendi yaratıcılığımızın
ürünü olan, etrafımızı saran dünyayı bize yabancı ve düşman bir şeymiş gibi,
çiğnenmesi imkânsız kurallar aracılığıyla bizi yöneten bağımsız ‘şeyler’ sis­
temi olarak deneyimlemeye başlarız. Kapitalizm böylelikle öz insanlığımızı
‘rasyonel’ kurallar ve prosedürlerden oluşan engellerle (geçici olarak) kont­
rolü altına aldığı için varlığını sürdürür.
Gramsci’nin içsel çelişkilerle dolu bu sistemin sürekliliğine dair yaptı­
ğı açıklama daha farklıdır. Ona göre, Marx’ın epigonları düşünceleri üre­
tim sürecinin bir ‘yansı’s ına indirgeyerek mitlerin ve fikirlerin gücünü kü-
çümsemişlerdir. Marksistler (Lukâcs bunun istisnasıdır), burjuva toplumu-
nun çıplak şiddet veya en azından şiddet tehdidi sayesinde ayakta durduğu
varsayımında birleşirler. Lukâcs bile kitlelerin pasif olduğu saptamasını ya­
parak onların burjuva ideolojisini aktif biçimde sahiplenme olasılığını yad-
sımıştır. Gramsci’ye göre, modern kapitalist düzenin sağlamlığı esas olarak
-medya, kiliseler ve okullar gibi sosyalleşme mekanizmalarının manipülas-
yonu yoluyla- safdil bir topluma kendi değer ve inançlarını kabul ettiren ha­
kim sınıfların ruhsal ve kültürel üstünlüğü anlamına gelen ‘hegemonya’dan
kaynaklanır. Bu koşullar altında devrim uzatmalı bir ‘müsademe-i efkâr’
veya ‘mevzi savaşı’ aracılığıyla kitle bilincinin dönüştürülmesini gerektirir
(Gramsci askeri metaforlara bayılıyordu). Gramsci’nin önerdiği, sistemi ted­
rici tarzda içeriden yıkmaya, iknaya ve rızaya vurgu yapan strateji Lenin’in
doğrudan ayaklanmaya dayalı stratejisinden şüphesiz farklıdır. Gramsci’ye
göre, bu yaklaşım yalnızca rızanın fazla önemli olmadığı geri kalmış toplum-
larda geçerlidir. Yine de, sosyalizme ‘parlamenter yol’dan ulaşma fikrine kar­
şı çıkmış, mevzi savaşını devlete karşı yarı-askeri taarruzun alternatifi olarak
değil, ön aşaması olarak görmüştür. Ortaya koyduğu bu yeni analiz ve reçe­
teler, geleneksel kom ünist sloganların artık gerçeklikle ilişkisinin kalmamış
gibi göründüğü 1960’lı ve 1970’li yıllarda epey alıcı buldu. Sovyet komüniz­
minin bürokratik dejenerasyonundan ve Batılı işçilerin ışığı görmeye inat­
la direnmesinden bunalan çoğu Marksist Gramsci’yi ‘alternatif’ komünizmin
peygamberi olarak göklere çıkardı.
İtalyan çağdaşından farklı olarak, Lukâcs hiçbir zaman görkemli yük­
seklikteki soyutlamalardan aşağıya doğru alçalarak herhangi türde bir siya­
si strateji belirlemedi. Ondan öğrendiğimiz tek şey, proletarya yahut onun
temsilcileri ‘bütünselliği’ kavradığında devrimin gerçekleşeceğidir. Eğer şey-
leşme, yabancılaşma ve parçalanma sürecine tekabül ediyorsa, sorunun çö­
zümü evrensel sınıfın, toplumsal/tarihsel evreni, onu oluşturan parçaları be­
lirleyen ve anlamlandıran tek ve dinamik bir bütün olarak gördüğü kıyamet
anında yatar. Lukâcs’a göre, Marksist analiz yönteminin özü iktisadi deter­
minizm değil, -parçayı bütün ile olan ilişkisine bakarak anlamak anlamına
gelen- ‘bütünsellik’ fikridir. Ancak, bütünsellik yalnızca gerçekliği algılama
veya ifade etmenin bir yöntemi değildir, aynı zamanda toplumsal devrimin
ana nedenidir, toplumsal gerçekliğin, bizzat kendisine uygulanan bir meto­
du ve aktif bir bileşenidir. Gerçekliği anlamak ve değiştirmek iki farklı süreç
değil, tek ve aynı şeydir. Tarihsel süreç önceden belirlenen sonucuna -to p ­
lumsal hayatı insan kontrolünün dışında nesnel süreçlere bölen sınıflı top-
lumların ortadan kaldırılmasına- doğru ilerledikçe bilgi ile eylem, teori ile
pratik, özne ile nesne birleşir.
Lukâcs ‘bütünselliği’ nasıl kavrayacağımızı hiçbir zaman doğru dürüst
açıklamamıştır. Ona göre, gerçek olayları biriktirerek bütünselliği yeniden
inşa etmek m üm kün değildir, çünkü olaylar kendi kendilerini açıklamaz,
olayların anlamı yalnızca olaylar gerçekleşmeden önce, en başta bilinmesi
gereken bütünsellik ile ilişkili olarak ortaya çıkarılabilir. İşin doğrusu, prole­
taryanın toplumsal konum u gereği ayrıcalıklı bir iç görüye sahip olduğu var­
sayımıyla yetiniyordu. Eğer bütünsellik nihai dönüşüm için olgunlaşan tari­
hin bir ifadesiyse, aynı zamanda bu dönüşümü meydana getiren toplumsal
özne olan proletaryanın da teorik bilincidir. Bu anlamda, proletarya Hegel’in
Tin’i gibi, ‘tarihin özdeş özne-nesnesidir’, tüm ‘ötekiliği’ ortadan kaldıran ta­
rihsel yaratıcıdır (Lukâcs, 1971:197). Burada Lukâcs’ın teorisinde bir çeliş­
ki var gibidir: proletarya kapitalizm tarafından manevi bakımdan kötürüm-
leştirilmiştir ama yine de yalnızca proleter bakış açısı tarihi kendi bütünlüğü
içinde kavrayabilir (ve kavramaktadır). Görünürdeki bu paradoks Lukâcs’ın
işçi sınıfı bilinci anlayışına bakıldığında çözülür. Bu bilinç, ‘sınıfı oluşturan
bireylerin düşündüğü veya hissettiği şeylerin toplamı veya ortalaması değil­
dir’, tersine bir ‘ideal-tip’tir, Komünist Partisi tarafından tanımlanan, işçile­
rin ‘gerçek’ çıkarlarının akılcı ifadesidir (Lukâcs, 1971: 51). Böylelikle bü­
tünselliğin esasında Marksizm ile eş anlamlı olduğu ortaya çıkar. Peki ama
Marksizm niçin doğrudur? Çünkü özel çıkarları insanlığın genel çıkarlarıy­
la çakışan proletaryanın ‘doğru’ öz-bilgisidir. Lukâcs bu dairesel akıl yürüt­
meyi yaparak Hegelci Marksistlerin başına belâ olan bir sorunu çözmeyi de­
nedi. Hiçbir teori dünyayı eksiksiz biçimde ‘yansıtmak’ anlamında doğru de­
ğilse, felsefe ve toplum kuramları pratik toplumsal hareketlerin ve çıkarların
entelektüel iz düşüm ünden başka bir şey değilse, basit anlamıyla ‘doğruluk’
sorunu anlamsız görünür. Bu tür bir epistemolojik görececilik toplum un ra­
dikal biçimde yeniden yapılandırılması için ikna edici bir temel sunamaz.
Gramsci aynı çelişkiyle karşı karşıya kalsa da Lukâcs’ın yaptığı gibi açık­
ça yapmacık bir çözüm önermekten kaçındı. Bunun yerine, hiçbir çözüm
önermedi. Felsefe ve bilimin ‘doğru’s unun toplumsal bakımdan pragmatik
bir doğruyu, yani içkin özellikleri bakımından değil işlevi ve kökeni bakı­
mından doğruyu ifade ettiği kabul edildiği ölçüde Marksizmin bir ‘tarihsel-
cilik’ biçimi olduğunda son derece ısrarlıydı. Zira ‘tarihin ve insanın öte­
sinde bir nesnellik’ olamazdı (Gramsci, 1971: 445). Tüm bilme eylemi yap­
ma eylemine bağlıydı ve bildiğimiz her şey insanın değer yargılarının süz­
gecinden geçmekteydi. Başka herhangi bir doktrin ve felsefe gibi Marksizm
de çağının ihtiyaçlarını karşılayabildiği ve ‘kitlelerin desteğini’ kazanabil­
diği ölçüde akılcılığını ve ‘dogruluğu’nu kanıtlayabilirdi (Gramsci,1971:
341). Peki ama Marksizmin bu görecelileştirilmesi onun devrimci duruşu­
nu koruyabilir mi? Gramsci tutarlı mıdır? Örneğin Gramsci sıklıkla aktif,
kendiliginden-özerk, teorik bakımdan kendi bilincine varmış insanın pasif,
eleştirel olmayan, itaatkâr insana olan üstünlüğünü verili bir gerçek gibi ka­
bul ederek yazar. Ama bu değerlendirme -sürekli, değişmeyen bir insanlık
fikrine dayanan, varlığı teslim edilmemiş, tarih-dışı bir etken olan- evrensel
insani değerlere dayanmıyor mu? Tutarlı bir tarihselci devrimci öfkeyi hisse­
debilir mi? Bu bakışa göre, Gramsci’nin düşüncesinde örtülü olarak burju­
va toplum unun eleştirisinin üzerinde yükseldiği, tarihin dışında yer alan bir
'Arşimed noktası’ mevcuttur. Yine de, Gramsci’nin tarihselciliğe açıkça anga­
je olması onu sağlıklı bir kuşkuculuğa yönlendirmiştir. Hakikate ilişkin te­
orileri kendisininkine benzeyen pragmatistlere benzer biçimde, Gramsci -a
priori akıl yürütme, mutlağa ulaşma tutkusu, nihai doğru varmış gibi yapma
türünden- bir dizi yerleşik ve çekici olmayan Marksist alışkanlığa muhale­
fetini açıkça dile getirmiştir.
Frankfurt O kulu

‘Frankfurt Okulu’ terimi 1923’te kurulan bir akademik merkez olan


Frankfurt Sosyal Araştırma Enstitüsü ile bağlantılı Marksist (veya neo-
Marksist) düşünürler okulu anlamına gelir. Enstitü, insan bilimlerinin,
felsefe, ampirik sosyoloji, müzikoloji, sosyal psikoloji, hukuk, iktisat gibi
farklı alanlarında çok sayıda ürün vermiştir. Özellikle de erken aşamada
Marksizme yaklaşımı dogmatik olmaktan epey uzaktı. Komünizm ile sosyal
demokrasi arasındaki büyük çatışmadan bilinçli biçimde uzak durmuş, siya­
si kimlikleri birbirlerinden hayli farklı akademisyenleri barındırmıştır. Hatta
mensupları daima teorinin bağımsızlığına ve özerkliğine vurgu yapmıştır; is­
tisnasız hepsi toplumu, onu dönüştürm e perspektifiyle eleştiriyor olmaları­
na rağmen, teorinin kapsayıcı bir pratiğin içine çekilmesine karşı çıkmıştır.
1930’da enstitünün m üdürlüğüne getirilen Max Horkheimer (1895-1973),
atama prosedürünü daha sonraları düşünceleri ‘eleştirel teori’ olarak biline­
cek bir ‘hümanist Marksizm’ okulu oluşturmak için işletmeye başladı. Bu
dönemde enstitüye katılan en parlak genç entelektüeller Herbert Marcuse
ve Theodor Adorno’ydu (1903-69). Bunlardan ilkinin örgütlü işçi hareke­
tiyle ancak çok gevşek bir ilişkisi vardı; İkincisinin ise tıpkı Horkheimer
gibi sosyalist siyasal hayatla kişisel hiçbir bağı yoktu. Nazilerin 1933’te ik­
tidara gelmesinden sonra enstitünün Almanya’da yaşama olanağı kalmadı.
Horkheimer 1934’te enstitünün resmen ABD’ye taşınmasını, New York’taki
Columbia Üniversitesi’ne bağlanmasını sağladı. Önde gelen üyelerine kür­
sü verilmesi vaadinin cazibesine kapılarak 1949-50’de enstitü yeniden
Frankfurt’a taşındı. Ancak, aralarında Marcuse’un da bulunduğu en önemli
düşünürlerinden bazıları Amerika’da kaldı ve ülkenin önde gelen üniversi­
telerinde prestijli görevlerde bulundu. Frankfurt Okulu, Batı Marksizminin
pratikten kopuk, saf teori olduğu klişesinin ortaya çıkmasında büyük bir so­
rum luluk taşır. Mensupları, yüksek maaşlı, piyasanın yıkıcı etkilerinden ko­
runaklı, akademik sistem tarafından pohpohlanan, davasını destekleyecek­
leri farz edilen proletaryaya artan ölçüde küçümsemeyle yaklaşan kürsü sa­
hibi akademisyenlerden oluşan bir uluslararası klik haline geldi.
Frankfurt Okulu’nun önde gelen düşünürleri, büyük hayranlık duyduk­
ları Lukâcs’ın geleneğini sürdürerek tarihsel maddeciliğin bir ‘bilim’ oldu­
ğu fikrine pek itibar etmediler. Onlara göre, Marx esas olarak insan özgür­
lüğünün, burjuva toplum unun yabancılaşmasını ve şeyleşmesini mahkûm
eden felsefecisiydi. Marksizme ciddi dozda K ulturkritik aşıladılar. Bu, bi­
lim ve teknolojiye bel bağlayan, üretim ve iletişimin ‘kitle’ formlarına ba­
ğımlı olan modern uygarlığa düşmanlığını pek de gizleyemeyen bir tavır­
dı. Kapitalist söm ürünün varlığını inkâr etmiyorlardı ama ne üzerinde cid­
di biçimde durdular ne de onu tüm kötülüklerin kaynağı olarak gördüler.
Üzerinde durdukları temel konu, teknolojik gelişmenin oluşturduğu tehdit
ile manevi ihtiyaçlara duyarsızlığıydı. Lukâcs’tan devraldıkları nostaljik ro­
mantizmleri, Marx’ın Paris El Yazmalan’m n 1932’de nihayet yayımlanmasıy­
la giderek kabardı. Bu yazılara bütünüyle sinmiş olan ahlâkçılık, eleştirel ku­
ramcılara Marksist eleştirinin yeni bir boyutunu geliştirmeleri yolunda teş­
vik oluşturdu. Geleneksel Marksistler kapitalizmi yoksulluğa neden olduğu
için m ahkûm ederken Horkheimer ve fikirdaşlarının temel şikayeti kapita­
lizmin bolluk yaratması ve yapay ihtiyaçları gidermesiydi. Etkin maddi üre­
time vurgu yapan ortodoks Marksizmin tam aksine, Frankfurt düşünürleri
yaşam kalitesine, biz insanlara özgü potansiyellerin özgür bırakılmasına ay­
rıcalıklı bir konum atfediyorlardı. ‘İnsan’ın, ampirik olarak ne olduğunun
haricinde, kendi doğasını gerçekleştirdiği takdirde ne olabileceğini de anla­
tan gizli bir ‘öz’e sahip olduğuna ikna olmuşlardı. Lukâcs’m insanoğlunun
‘özsel’ gayesini Hegelci Tin yerine proletaryayı bu önsel norm un şahsileşmiş
hali olarak gören bir tarihsel teleolojiden devşirdiğini hatırlayalım. Öte yan­
dan, eleştirel teori Hegelci özne metafiziğinden ve onunla birlikte devrimci
proletarya m itinden vazgeçiyordu. Herhangi bir tarih ‘mantığı’, ‘zorunlu’ so­
nuç, evrensel aktör veya aşkın özne görünmüyordu ortalıkta. Buna bağlı ola­
rak, bu teorinin savunucuları proleter hareketi ile özdeşleşmeyi reddediyor,
sınıf analizi yapmaktan genel olarak kaçınıyorlardı. Bunun yerine, akla iha­
net olarak gördükleri modern kültürün kapsamlı bir sorgulamasına girişe­
ceklerdi. Eğer bu Marksizm sayılacaksa, proletaryasız bir Marksizmdi.
Adorno ve Horkheimer’in 1947’de yayımlanan Aydınlanmanın Diyalektiği
başlıklı kitabı eleştirel teorinin ilk kutsal kitabı haline geldi. İkinci Dünya
Savaşı’nın sonuna doğru yazılan bu kitap, yazarlarının insanlığın giderek içi­
ne düştüğü evrensel barbarlığın güçlü bir ifadesi olarak gördükleri Nazizm
sorununa odaklanır. Yazarlar bu düşüşten, tam da insanlığı bir aşamada bar­
barlıktan kurtarmış olan ve ‘aydınlanma’ kavramıyla özetlenen değer, ide­
al ve kuralların kendisini sorumlu tutarlar. Başlıktaki ‘diyalektik’ ise, doğayı
fethetmeyi ve insanı dogmanın zincirlerinden kurtarmayı amaçlayan hareke­
tin, kendi iç mantığı gereği kendi karşıtına dönüşünde yatmaktadır. Bu hare­
ket ‘bilimci’, faydacı bir ideoloji yaratmış, dünyayı tamamen niceliksel yön­
lerine indirgemiş, geleneksel anlamları ve insanın doğal bağlarını yok etmiş,
sanatı değersizleştirmiş ve giderek insanlığı Marx’m ‘meta fetişizmi’ olarak
nitelediği şeyin boyunduruğu altına sokmuştur. Bu nasıl mümkün olmuş­
tur? İnsanı dünyanın kendisi üzerinde baskı yaratan esrarından kurtarma­
yı amaçlayan Aydınlanma, esrarengiz olan ve elle tutulur olmayan her şeyin
aslında var olmadığını ilân edivermiştir. Doğa bilimlerini paradigma olarak
kullanıp tüm nitelikleri ortak bir ölçüte indirgemeye çalışmıştır: ‘Tamamen
matematikleştirilen dünyayı hakikat ile özdeşleştirme beklentisi içindeki ay­
dınlanma, kendisini mitik olanın geri dönüşüne karşı korumayı amaçlar.
Düşünce ile matematiği birbirine karıştırır’ (Adorno ve Horkheimer, 1973:
24-25). Hem tekil şeyler hem de tek tek insanlar akılcı kontrol amacıyla ma-
nipüle edilip sömürülebilecek matematiksel soyutlamalara dönüştürülürler.
Örneğin insanın obje yapmaya, yaratmaya olan doğal eğilimi soyut emek-
zamanı ile ölçülen bir meta haline gelir. Bireysellik ve maneviyat gibi nicel
olarak ifade edilemeyecek şeyler araçsal etkinliğin önündeki engeller olarak
görülür. Kültürün kendisi bir metaya dönüştürülür, piyasanın ticari değer­
leri tarafından değersizleştirilir. Meta fetişizmi yaşamın her alanına hakim
olur: insani özelliklerin değiş tokuş edilebilir metalara dönüşümü aydınlan­
ma düşüncesinde gizli olan totaliter bir fikirdir.
Aydınlanmacı akılcılığın eleştirisi kolayca dejenere olup bir çeşit nihiliz­
me dönüşebilir. Üslup ve fikir yürütme biçimi bakımından anlaşılması güç
olmakla birlikte, yirminci yüzyılın en doğurgan felsefe metinlerinden biri
olan Adorno’nun Negatif D iyalektik ’inde (1973) tam da bunun yaşandığını
iddia etmek mümkündür. Burada Adorno tüm metafizik ve epistemolojiyi
dünyayı keyfi ilkeler ile sınırlama çabası olarak niteleyip reddeder. Değişmez
hakikat veya kesin bir başlangıç noktası fikri bir yanılsama olarak bir ke­
nara itilir. Bu nedenle, genellikle algılandığı biçimiyle felsefe, abesle işti­
gal etmektir. Ama Adorno, teorinin, içinde çözünerek özerkliğini kaybetti­
ği Marksist ‘pratiğin önceliği’ fikrini de reddeder. Yani Lukâcs ‘hakikat’i pro­
leter perspektifi ile özdeşleştirirken hatalıdır. Peki ama, teori özerk ise keş­
fettiği şey nedir? ‘Bütün’ü kavrama yolunda gösterilen gayretler, her şeyin
nihai özdeşliğine olan metafizik inancı veri kabul ettikleri için anlamsız­
dır. Adorno’ya göre, Marksistler diyalektiği evreni en küçük parçalarına ka­
dar açıklayabilecek bir şema gibi görmekte yanılmaktadırlar. Halbuki, diya­
lektik bir yöntem veyahut dünya tasviri değil, var olan bütün açıklayıcı şe­
maları ve evrensellik iddiasındaki tüm yöntemleri sürekli yadsıma eylemi­
dir. Diyalektik özü itibariyle negatiftir, çünkü içsel olarak çelişkili ve sürek­
li değişim halindeki gerçekliğin herhangi bir sistem tarafından kavranabile-
ceğini yadsır.
Geleneksel felsefi teknik ve iddiaların ‘yapısöküm’ünü yapmasından ötü­
rü Adorno’yu onurlu bir felsefe geleneği olan şüpheciliğin* içine yerleştirmek
m üm kün gibi görünmektedir. Ama Kolakowski’nin de belirttiği gibi, Adorno
bir şüpheci değildir (Kolakovvski, 1978: 366-67). Tüm niteliksel farklılıkla­
rı bir ortak payda olarak paraya indirgediği ve insanları kuşatıcı bir ‘şeyleş-
me’ sürecine m ahkûm ettiği için burjuva toplum unun tüm mekanizmasına
saldıran romantik bir anti-kapitalisttir. Burada üstü örtük de olsa bir hakikat
kriteri mevcuttur. Ancak, ‘burjuva’ mantığı ile ampirik bilimin ‘fetişleri’nin
yanı sıra tüm soyut kategorileri de reddediyor olması Adorno’nun norma­
tif tercihlerini (veya nefretlerini) herhangi bir akılcı temelden yoksun bırak­
mıştır. Bu tercihler, hiçbir zaman açıklanmayan veya gerekçelendirilmeyen
bir dizi yüksekten sâdır olmuş beyanattan başka bir şey değildir.
Adorno sistem kurmaya düşmanlığını Marx’tan ziyade Nietzsche’ye borç­
ludur. Adorno (ve Horkheimer) ilerleme ve tarihsel zorunluluk teorisi ile
proletaryanın yeni toplum un bayraktarı olduğu fikrini reddetmek bakımın­
dan da Marx’tan ayrılırlar. Bu Marksist bileşenlerden arındırılmış bilim, tek­
noloji ve meta üretimi eleştirileri devrimci olmaktan ziyade gerici gibidir,
gelişmekte olan kapitalizme karşı aristokratik atıp tutmaları hatırlatır. Kitle
üretimi ürünü kültürün, yaratıcılığı ve şimdiki zamanı aşma olasılığını öl­
dürmesinden şikâyet etmeleri bu izlenimi güçlendirir. Kitlelere yönelik ge­
leneksel muhafazakâr küçümsemenin neredeyse bir parodisini sergileyerek,
sanatın ulaşılabilirliğinin kaçınılmaz olarak onun bozulması anlamına gel­
diğini, cazın ve rock müziğinin uygarlığın yok oluşunu simgelediğini söy­
lerler. ‘Avam çağı’na yönelik romantik küçümsemenin faşizm ve Nazizmin
kurucularım da motive etmiş olması ironiktir. Eleştirel kuramcıların, bu si­
yasi deformasyonu aydınlanmacı akılcılığın tamamen reddi olarak değil de
onun mantıkî bir sonucu olarak yorumlamış olmaları tarihsel bakımdan gü­
lünçtür.
Bununla birlikte, Adorno ve Horkheimer akılcılığın zaferi ile ortaya çı­
kardığı toplum hakkında rahatsız edici bir hakikati ortaya koymayı başar­
mışlardır. Dünyayı sorunlar ve çözümler, amaçlar ve araçlar olarak görmeye
alışmış durumdayız. Bu terimlerin tamamı benliğin geleneksel anlam dün­
yasından koparılmış, böylelikle bürokratik kriterler doğrultusunda manipü-
le edilmeye hazır hale getirilmiş soyut bir özne olduğunu varsayar. Her şey
ve herkes bir sisteme uygun hale gelmek, öngörülen niyet veya amaçlara uy­
* Skeptisizm veya k u şkuculuk olarak da adlandırılan felsefe geleneği (ç.n.).
gun biçimde düzenlenmek zorundadır. 1950’li ve 19601ı yıllarda çok sayıda
öğrenci ve entelektüel eleştirel kuramcıların ‘refah toplum u’nun temel has­
talığının işçilerin sömürülmesi değil ‘araçsal akılcılığın’ yaygınlaşması oldu­
ğu varsayımını kabul etti. Ancak, Adorno ve Horkheimer’m spekülatif ve ne­
redeyse kasıtlı biçimde muğlak bırakılmış yazılarının okuryazar kamuoyu­
nun tahayyülünü yakalaması olası değildi. Eleştirel teori, yapıtları kendisini
Yeni Sol’un ‘guru’s u haline getirecek kadar anlaşılır olan Marcuse’da en etki­
li sözcüsünü buldu.
Öteki eleştirel kuramcılar anlaşılması güç felsefi spekülasyonlara yönelir­
ken, Marcuse Marksistlerin savaş sonrası iktisadi genişleme yıllarında kar­
şılaştıkları pratik sorunla dosdoğru yüzleşti. Marx kapitalist toplum un nes­
nel koşullarının sınıfsız toplumla sonuçlanacak bir istikamette ilerlediğine
ikna olmuştu. Serbest piyasanın yarattığı, kâr oranlarının düşmesi ve sınıf­
sal kutuplaşma gibi sorunların giderek artacağını ileri sürmüştü. Yoksulluk
ve güvencesizlik baskısı altındaki proletarya en sonunda kapitalist düzeni
yıkacak ve onun yerine etkin üretimin gereklerine daha uygun olan (sos­
yalist) sistemi geçirecekti. Ama bu senaryo hiçbir zaman gerçekleşmiyordu.
Anlaşılan kapitalizm ‘içsel çelişkiler’ini ‘çözmüştü’ ve gelişkin sanayi toplu-
m unun teknolojisi bugün proletaryayı asimile etmeye ve onun negatif po­
tansiyelini etkisiz kılmaya yetecek kadar zenginlik üretiyordu. Öyleyse, gö­
reli olarak iyi işleyen, müreffeh bir toplumdan kurtulm anın gereğinden söz
etmek hâlâ m üm kün müydü?
Marcuse, Eros ve Uygcırlık’ta argümanı siyasal iktisat alanından metapsi-
koloji alanına doğru çekmeyi deniyordu. Freud’un uygarlık felsefesini baş­
langıç noktası olarak alıyordu. Freud’a göre insanın tarihi onun bastırılma­
sının tarihidir. Uygar değerler ile insan içgüdüleri arasında ezelden beri de­
vam eden bir çatışma olduğu için tüm uygarlık içgüdüsel isteklerin zaptedil-
mesi ve toplumsal bakımdan yararlı eylemlere doğru saptırılıp yön değiştir­
mesi üzerine kuruludur. Freud bunu ‘haz ilkesi’nden ‘gerçeklik ilkesi’ne dö­
nüşüm olarak tanımlar. Marcuse, bugüne değin insan uygarlıklarına damga­
sını vuran baskının, kıtlığa karşı mücadele sürecinde doğaya hükmetme ge­
reksiniminden doğduğunu öne sürerek bu teoriyi revize eder. Durum ger­
çekten böyleyse, içgüdüsel yaşamın baskıcı bir tarzda organize edilmesi her­
hangi bir biyoloji veya tarih yasasından kaynaklanmaz ve bunun sonsuza
değin sürmesini gerektiren bir şey yoktur. Başka bir deyişle, gerçeklik ilke­
si evrensel bir ilke değildir, kültürel bakımdan kıtlık ekonomisine özgüdür.
Teknoloji kıtlık engelini ortadan kaldırmayı m üm kün kıldığında baskı gide­
rek ‘artık baskı’ -yani uygarlığı devam ettirebilmek için gerekli olandan faz­
la baskı- haline gelir. Marcuse, uygarlığın yaşamaya devam etmek için artık
baskıya ihtiyacı olmaması nedeniyle araçsal aklın (ve dolayısıyla temel ilke­
si teknik etkinlik olan toplumun) potansiyel olarak kendi temelini ortadan
kaldıran bir niteliğe sahip olduğunu bu temelde ileri sürer. Ütopyanın ola-
naklılığı gelişmiş sanayi toplumlarmm teknolojisine içkindir. Bundan böy­
le tatmin edici olmayan işlere vakfedilmesi gerekmeyen içgüdüler, ‘Eros’un,
‘haz ilkesi’nin hakim olacağı bir libido uygarlığı yaratmak için serbest kala­
caktır.
Bazıları ‘içgüdüsel bastırma’yı ‘iktisadi söm ürü’nün yerine ikame eden ve
hiçbir sınıf analizi içermeyen bir kitabın neden ‘Marksist’ kabul edilmesi ge­
rektiğini merak edebilir. Başkaları iktisadi bolluğun içgüdülerin bastırılma­
sı gereksiniminin önüne nasıl geçtiğini göremeyebilir. İnsanın doğal saldır­
ganlığına veya Freud’un deyişiyle ‘ölüm içgüdüsü’ne (Thanatos) ne demeli?
Yine bazıları Marcuse’un haz ilkesini izlemenin insanların tüketim toplumu-
nu aktif biçimde benimsemesine değil de reddetmesine yol açacağı varsayı­
mını sorgulayabilir. Marcuse’un bizzat kendisi de çok geçmeden bu varsayım
hakkında ciddi bir şüpheye kapılmıştır. Eros ve Uygarlık’ta yüksek seviye­
deki araçsal akim kurtuluşun ön koşulu olduğunu iddia eder. Ama (1964’te
yazdığı) en ünlü kitabı olan Tek Boyutlu İnsanda aynı üretici güçlerin gelişi­
minin potansiyel isyan ya da kurtuluşu bastırmanın en etkili temeli olduğu­
nu öne sürer. Umuttan umutsuzluğa doğru kayarak teknolojinin ‘yeni, daha
etkili, daha keyif verici toplumsal kontrol biçimleri yarat[tığı]’ uyarısını ya­
par. Teknoloji artık ‘tarafsız’ kabul edilemez. Teknolojinin ‘ezici...etkinliği’
tüm makul maddi arzuları karşıladığı için bariz muhalefet veya protesto ge­
rekçelerini ortadan kaldırmış ve ‘bir hakimiyet sistemi’ kurm uştur (Marcuse,
1972: 177). Emekçi sınıflar, hep devam eden ve artan refahın etkisiyle kuru­
lu düzenin pasif, uysal araçları haline gelirler.
Marcuse’un da belirttiği gibi, Marx bir proleter devrimini bekliyordu çün­
kü sefalet koşullarında yaşayan emekçi kitleler burjuva toplum unun mutlak
yadsınmasını temsil ediyorlardı. Ama standart Marksist sınıf çatışması dokt­
rini işçilerin araba, ev, televizyon, beyaz eşya vb. sahibi olabildikleri bir dün­
yada geçerli değildir. Bunaltıcı bir tüketim fetişizmi tüm sınıfları birleştirir:
refah toplum unun sakinleri kimliklerini kişisel özelliklerinde değil sahip ol­
dukları mal mülkte bulurlar. Bireylerin içgüdüsel yapılarının kendisi, siste­
min ihtiyaçlarına uygun şekilde biçimlendirilir. Burada söz konusu olan yal­
nızca insanların fikirlerinin tüketim toplumu tarafından çarpıtılması, bozul­
ması ile sınırlı değildir. Kişilikleri de değiştirilir. Kendi aklı olmayan, tüke­
tici yaşam tarzına en derin psişik düzeyde bağlanmış, koyun gibi yaratıkla­
ra dönüşürler.
Marcuse’a göre, bilimsel ve teknik akılcılığın yaşamın her alanına hakim
olması tek boyutlu düşünce ve davranışı güçlendirir. Burada öteki eleştirel
kuramcıların bu türden bir akılcılığın herşeyi gözlemlenebilir ve ölçülebilir
niceliklere indirgediği görüşünü tekrarlar. Değer yargılarına ilişkin sorular
hesaplama veya duyum yoluyla çözülemediği için ya görmezden gelinirler
ya da öznel tercihe ilişkin önemsiz konular olarak görülüp bir kenara atılır­
lar. Bilimsel yöntemin zaferi böylelikle eleştirel tahayyülün yenilgisi anlamı­
na gelir. Dahası, bu yöntem doğal dünyaya manipülatif ve araçsal bir tavırla
yaklaştığı için insan dünyasına manipülatif ve araçsal yaklaşımı teşvik eder.
İnsanlar ‘akılcı’ organizasyonun menfaatleri doğrultusunda itilip kakılabile-
cek şeyler olarak görülür.
Bolluk toplum unun yurttaşlarının kendilerini özgür hissetmeleri onların
tek-boyutluluğunu yalnızca daha da belirgin kılar. Marcuse’a göre özgürlü­
ğü belirleyen şey ‘bireyin önündeki seçenekler yelpazesi’ değil, ‘bireyin neyi
seçebileceği ve sonuçta neyi seçtiği’dir (Marcuse, 1972: 21). Bir köleye iki
farklı efendiden birini tercih etme hakkını vermek onu daha az köle yapmaz.
Herkesin sahte değerler ve sahte ihtiyaçlar sisteminin ağına düştüğü tüke­
tim temelli bir toplumda, ‘tercih’in varlığı bir başka toplumsal kontrol biçi­
mi haline gelir.
Böylelikle statükoyu ortadan kaldırmak m üm kün değilmiş gibi görünür.
Marcuse toplumun marjinalleştirilmiş gruplarının -etnik ve ırksal azınlık­
lar, okulu bırakanlar, uzun süredir işsiz olanlar- sokakları zaptedip sistemi
temellerinden sarsabilme ihtimalini kabul eder. Ama temelde kötümser ol­
maya devam etmiştir.
Marcuse’un tüketim fetişizmi eleştirisi, ortodoks Marksizmin eskidiğini
ve Batı’da geçerli olmadığını varsayan, sisteme yabancılaşmış orta sınıf is­
yancıları arasında sempatik bir alıcı kitlesi buldu. 1960’ların öğrenci hareke­
ti Marcuse’un yapıtlarından ciddi şekilde esinlenmişti, onun yan ürünü olan
Yeşiller hareketi dizginlerinden boşanmış teknolojinin ve sınırsız zenginlik
arayışının açık bir eleştirisini yapageldi.
Hemen herkes belirli bir noktaya kadar Marcuse ile hemfikir olabilir.
Modern kapitalist toplum un sınırsız aç gözlülüğünden rahatsız olanlar ha­
kim fikirleri reddedenlerden veya devrimcilerden ibaret değildir. Ama bir
Marksist felsefeci olarak, doldurulması arzu edilen pek çok boşluk bira-
kır. ‘Rahatlama, eğlenme, reklamlara uygun davranma ve tüketme, başka­
larının sevdiği şeyleri sevme, nefret ettiklerinden nefret etme gibi hakim
ihtiyaçlar[ın] sahte ihtiyaçlar kategorisine gir[diğini]. . (Marcuse,1972: 19)
nereden bilmektedir? ‘Formel mantığın ve aşkın felsefenin soyutlamaları’nın
yanı sıra ‘dolaysız deneyimin somutluğu’na da küçümseyici yaklaşımı onu
hiçbir zaman doğru dürüst tarif edilmemiş bir Hegelci ‘diyalektik mantık’
kavramına dayanmaya itmiştir. Bu yüksek akim biraz gizemli bir yoldan - in ­
sanlığın hakiki özünün kendisi de dahil olmak üzere- normatif ‘özler’i sezme­
mizi sağlayacağı varsayılır (Marcuse, 1972: 116-17). Ancak, Kolakowski’nin
sorduğu gibi, bu özün şu sezgi değil de bu sezgi tarafından ortaya çıkarılaca­
ğını nereden bilebiliriz? (Kolakowski, 1978: 416). Marcuse’un kendisi toto-
lojinin pek az ötesine geçer. ‘İnsanın özü’nün ‘insana özgü’ (Marcuse, 1972:
169) nitelikleri gerçekleştirmeyi veya ‘insanın ihtiyaçlarının ve yetenekleri­
nin özgürce gelişimini’ (Marcuse, 1972: 174) amaçladığını söyler. Daha faz­
la açıklamaya ihtiyaç duyan okuyucular, ‘zahmet çekmekten kurtulmanın
zahmet çekmeye, akıllı bir yaşamın aptal bir yaşama tercih edilir’ olduğunu
öğrendiğimiz pasajı bulabilirler (Marcuse, 1972: 106). Evet, doğru. Tarihsel
deneyim bize ‘insan doğası’nın birbirleriyle çelişkili ihtiyaçların, eğilimle­
rin ve yeteneklerin bir karmaşası olduğunu öğretiyor. Bunlardan bazılarının
‘özsel’, ötekilerin ise ‘özsel olmayan’ olarak görülmesinin nedeni belirsizli­
ğini koruyor. Her hâlükârda, bu tür bir egzersizin toplum un organizasyonu
için kesin bir kriter sunabileceği de çok kesin değil. Örneğin öteki insanlar­
dan saygı görmek ve onlarca takdir edilmek bariz bir insani ihtiyaçtır. Bunu
başarmanın yollarından birinin yüksek kaliteli maddi mallara sahip olmak
olduğu kesindir. Bu örneğin ışığında, biriktirme ve tüketme istencinin ‘sah­
te bir ihtiyaç’ olduğunu söylemek güçtür. Saygı görmenin ve tatmin olma­
nın başka ve muhtemelen daha övgüye değer yolları vardır elbette. Yine de,
buradan diğerkâmlık ve yaratıcılık yolunu tutanların haris komşularından
daha ‘insani’ olduğu sonucu çıkmıyor. ‘İnsan doğası’ iyi ve kötü yaşam bi­
çimlerini ayrıştırabilmek için bir standart içermiyor.
Kolakowski’nin Marcuse’u ‘obskürantizmin ideologu’ olarak damgalama­
sı (Kolakowski, 1978: 420) hakkaniyete uymayabilir ama Marcuse’un popü­
lerliğini akademik titizliğini yitirmesi pahasına elde ettiği de söylenmelidir.
Ayrıca kötümserliği, bilim ve teknolojiye karşı duyduğu küçümseme, soyut
özlere temayülü ve sanayi proletaryasının devrimci potansiyelini yok sayma­
sı Marksist gelenek ile çok az ortak noktası olduğunu göstermiştir. Marcuse
gibi dostlara sahip Marksizmin düşmana pek ihtiyacı yoktur.
İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Marksist ortamda meydana gelen en
büyük yenilik Fransa’da Marksizmi, ülke Nazi işgali altındayken moda olan
varoluşçuluk ile harmanlayarak bir öznellik ve özgürlük felsefesi olarak ye­
niden kurmaktı. Bu akımın en önemli şahsiyeti devrimci bakış açısını or-
todoks Marksizmin katı kategorilerine hapsetmekte zorlanan oyun yaza­
rı, romancı ve felsefeci Jean-Paul Sartre’dı. Sartre hiçbir zaman Komünist
Partisi’ne üye olmadı ama Macaristan isyanının bastırılmasına değin ona sal­
dırmaktan kaçındı. Bu olayın ertesinde ise fikirlerini örgütsel bir çerçeve
veya referansın dışında geliştirdi. Aynı dönemde Marksist kimliği daha vur­
gulu hale gelmeye başladı. Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde (1960) insan dav­
ranışının toplumsal bakımdan önemini muhafaza etmeye devam ederken,
‘yaratıcılık’ ve kendiliğindenlik gibi varoluşçu kavramlara Marksizmin için­
de yer açmayı denedi. Bu sentezin mantıklı veya tutarlı olup olmadığı tar­
tışmaya açıktır.
Sartre’ın bakış açısına göre, ‘insan özgür olmaya m ahkûm dur’ inancı varo­
luşçuluğun özüdür. Bu anlamda özgürlüğün üç temel bileşeni vardır. İlkin,
durağan doğadan farklı olarak insan davranışı nedensel yasalar tarafından
belirlenmez. Neden? Çünkü taşlardan ve ağaçlardan farklı olarak, insanların
tahayyül gücü vardır, dolaysız durum um uzu öngörülemez biçimlerde aşma
kapasitesi vardır. Varoluşçu özgürlüğün ikinci bileşeni insan doğasının hiç­
bir evrensel özelliğinin olmaması, belirli yaklaşımları veya davranış biçim­
lerini ötekilere tercih etmemizi gerektiren, doğuştan gelen temayüllerin bu­
lunmamasıdır. Üçüncüsü, Sartre’a göre özgürlük, bütün insanlar için bağla­
yıcı, (kutsal kitap veya soyut ‘Akıl’ veya ‘Tarih’ gibi) yanılmaz bir kaynaktan
gelen hiçbir m utlak ahlâk yasasının mevcut olmayışı anlamına gelir. Kendi
değerlerimizi seçmekte özgürüzdür çünkü evren kendi içinde anlamsızdır -
veya Sartre’ın deyişiyle ‘absürt’tür.
Hiçbir evrensel ahlâk kuralı, çiğnenemeyecek toplumsal veya tarihsel
yasa, insan doğasının değişmez bir özelliği olmadığı için her insan tüm yap­
tıklarından tamamen sorumludur. Bunun sonucu endişe, kaygı, korkudur.
Kendi özgürlükleri ile yüz yüze gelen insanlar, bu ağır yükün altında mecal­
siz kalırlar. Bu ıstıraptan kaçınabilmek için ‘çaresizlik duygusu’na veya ken­
dimizi kandırmaya sığınmamız, aslında öyle olmadığı halde her şey kaçınıl­
maz ve doğruymuş gibi yapmamız bu nedenle şaşırtıcı değildir. Çoğu insan,
insan varlığının merkezinde duran boşluğu yadsıyabilmek için sıradan ya­
şamlar sürer, sürekli bahaneler uydurur ve (Tanrı, Tarih, toplumsal gelenek­
ler gibi) ‘yanılmaz’ kılavuzların arkasına sığınır.
Görüldüğü gibi, varoluşçuluk özgür irade, bireysellik ve yaşamın özünde
anlamsız olduğu noktalarında ısrarcıdır. Bunlar, (klasik biçimi altında) de­
terminizm ve kolektivizm vaaz eden, tarihe içsel tutarlılık ve amaç atfeden
Marksizm ile normal olarak özdeşleşebilecek düşünceler değildir. Sartre bir­
birine zıt bu iki felsefeyi nasıl birleştirebildi? Filozof, Marx’ı mekanik analiz
biçimlerine sahip, insanları kaba tarzda maddi nesne statüsüne indirgeyen
yakın dönemin ‘tembel Marksistler’inden ayırmakla işe başlar. Sartre, orto-
doks Marksistlerin Marx’ın ‘tarihin insanlar tarafından yap[ıldığı]’, yani in­
sanların seçim yapma ve özerk olma kabiliyetine sahip olduğu, karşı konu­
lamaz bir diyalektiğin pasif araçları olmadıkları fikrini unuttuğunu anlatır
bize. Marx’m amacının aksine, tarihsel materyalizm yaşanan her şeyi önce­
den belirlenmiş bir kalıba uymaya zorlayan, dogmatik, a priori bir formül
haline gelmiştir: ‘Marksizm insanı yeniden düşüncenin içine doğru çekmiş­
tir, varoluşçuluk ise insanı var olduğu her yerde, işte, evde, sokakta arar’
(Sartre, 1963: 28). Varoluşçuluk Marksistleri özgür iradeyi, belirli insanla­
rın ve belirli durumların biricikliğini tanımaya teşvik ederek Marksizmi ye­
niden canlandırabilir - yahut Sartre ve çok sayıda hayranı böyle söylüyordu.
Bakış açımızı Marksist düşüncenin hüm anist damarı ile sınırlı tuttuğu­
muz vakit her iki düşünce arasında gerçekten de benzerlikler bulunduğu­
nu görebiliriz. Her ikisi de insanların bireysel özgürlüklerini kendi yarattık­
ları sahte idollere kurban ettiğine inanır, kapitalist baskıdan ve burjuva iki­
yüzlülüğünden nefret eder, üretim araçlarını tek bir sınıfın elinden alıp tüm
bir kolektivitenin emrine vermek ister. Yine de, tutarlı bir Marksistin varo­
luşçuluğun insanlık durum una koyduğu iç karartıcı teşhise katılması güç­
tür. Marx’tan farklı olarak, Sartre ‘ötekilik’ anlamındaki yabancılaşmanın ka­
çınılmaz olduğunu varsayar. Her insan bir diğeri için bir yabancılaştırıcı nes-
neleştirme projesidir. Bu özne-nesne ikiliğinin sürekliliği kıtlığın sürekli­
liğine bağlıdır. Sartre’a göre, şiddeti, sömürüyü ve sınıf çatışmasını doğu­
ran, kıtlığa karşı mücadeledir. Bu mücadele sürerken dünya insanların bir­
birlerini kuşku ve endişeyle gözetlediği insanlık dışı kümeler, ‘seri’ kolekti-
viteler halinde düzenlenir. Bunun formel anti-tezi, içinde tüm kişilerin or­
tak bir hedefe ulaşmak amacıyla kardeşçe örgütlendiği ‘kaynaşmış grup’tur.
Kaynaşmış grubun en iyi örneği başarılı bir devrimci ayaklanmanın doruk
noktasındaki bir kitle hareketidir. Ama böyle bir grup varlığını devam etti­
rebilmek için işlevsel uzmanlaşmaya gitmek zorundadır ve bunun sonucun­
da kardeşçe bağlarını yitirerek muhafazakâr ve hiyerarşik hale gelir. Bunun
nihai sonucu devlettir ve devletin sabit yapısı bürokratik manipülasyonu ve
baskıcı ‘terör’ü içinde barındırır. Bir zamanların kaynaşmış grubu seri halin­
deki edilgenliğe indirgenir. Marksist bağlamda devlet, bu sürece eşlik eden
kaçınılmaz yabancılaşmayı ortadan kaldırmak için çokluğu mutlak birlik
adına bastırmayı amaçlayan araçları kullanır. Ama ‘başkaları’nm zalim yır­
tıcı hayvanlar olarak göründüğü bir kıtlık ortamında bu birliğin içi boştur.
Yani klasik Marksist ‘proletarya diktatörlüğü’ kavramı kendi içinde çelişki­
lidir. Organik bir bütünlük olmayan, birbiriyle çatışan çıkarların ve ihtiyaç­
ların bütünü olan ‘sınıf’ -o n u bir teorik kavram statüsüne indirgemediğimiz
m üddetçe- yönetemez.
Sartre’ın ‘tarihin bizim yanımızda’ olduğu yolundaki geleneksel (‘tembel’)
Marksist inancı paylaşmadığı ortadadır. Ona göre, insan gelişiminin belir­
leyici konusu çetin bir sorun olan kıtlıktı ve Marksistlerin bu sorunun ha­
lihazırda çözüldüğünü yahut görünür geleceğin önceden tahmin edilebilir
bir noktasında çözüleceğini varsayma eğilimi ile alay ediyordu. Kıtlığın ağır
yükünün ‘insanın temel belirlenimi’ olduğu sonucuna ulaşıyordu (Sartre,
1976: 138-9). Uzun bir diyalektik sürecin sonunda kıtlığın, mücadelelerin,
çatışmaların olmadığı bir toplum ortaya çıkabilir belki, ama bu tür bir top­
lum deneyimimizin ve algımızın ötesindedir. Bizim için kelimenin tam anla­
mıyla düşünülmesi imkânsızdır.
Diyalektik Aklın Eleştirisi pek çok bakımdan Marksizmin kendisinin eleş­
tirisi gibidir. Bazı yorumculara göre, Sartre Marx’m saflarına iltica etmiş­
ti çünkü dönemin modası oydu. Sahiden de, en temel ontolojik düzeyde
Marksizmden ayrılıyordu. Marksizmin taraftarlarını, kolektivitelere, verili
her bir zaman ve mekânda, onları yaratan insanlardan bağımsız, kendilerine
ait organik ve metafizik bileşimlere sahip ‘şeyler’, gerçek varlıklar muame­
lesi yapmakla suçluyordu. Ona göre, bir kolektif her zaman için kurucu de­
ğil kurulan bir şeydir; sosyo-politik dünyada kurucu tek organizma bireydir.
Bu varoluşçuluğa uygundur ama tarihin Bütünleştirici Öznesinin olmadığı,
tarihsel sürecin kendisini aşan hiçbir konum un bulunmadığı anlamına gelir.
Eğer durum böyleyse, tarihin ‘öz’ü veya tarihin ‘gerçekten’ ne olduğu hak­
kında konuşmamız veya tarihin kapalı ve sabit bir varlık olduğunu söyleme­
miz m üm kün değildir. Sartre insan özü veya insan doğası fikrini reddettiği
için onun ‘Marksizm’inin felsefi gerekçesi muğlak kalmıştır. İnsanlar hak­
kında yaptığı tek genelleme doğal biricikliğimizin bütünleştirilmiş bütün­
lükler içinde kaynaşmamızı engellediğidir. Öyleyse herhangi bir birey niçin
Marksizmin vazgeçilmez unsuru olan kolektif dayanışmanın çıkarları adı­
na kendi kanaatinden vazgeçmek zorunda olsun ki? Bu ‘çaresizlik duygusu­
nun’ veya sahici olmamanın bir örneği değil midir? Bununla birlikte, Sartre
şaşırtıcı ölçüde otoriter bir siyasi tutum takınmış, ‘Maoizm’in şampiyonlu­
ğunu yapmış ve hatta komünal hedefleri bireysel özneliğin karşısında koru­
manın bir aracı olarak devlet terörünü savunmuştur. Belki de sahte hayatlar
yaşayan çoğunluğa duyduğu küçümseme Rousseau’nun ulaştığı çelişkili so­
nuç ile hemfikir olmasına neden olmuştur: halk ‘özgür olmaya zorlanmalı-
dır’, yani ‘sahiciliğe’ ulaşmayı engelleyen burjuva yalanlarından kurtulmaya
zorlanmalıdır. Sartre’da Marksizmin insan özgürleşmesine ilişkin teorik kay­
gısının nasıl olup da siyasi konformite yolunda bir pratik talebe dönüşebil-
diğinin talihsiz bir örneğini görüyoruz.

Y apılsalcı M arksizm

1960’larda ortodoks Marksist materyalizm bir başka başına buyruk Fransız


felsefecisi olan Louis Althusser’in saldırısına uğradı. Fransız Komünist
Partisi’nin yarı-bağımsız bir üyesi olan Althusser Marksizm ile yapısalcılığın
ilgi çekici ve geçici bir dönem boyunca etkili olan bir sentezini sunmuştu.
Yapısalcılığın kökeni, dili belirleyen evrensel yapıyı araştıran Ferdinand de
Saussure’ün (1857-1913) dilbilim çalışmalarında yatar. Yıllar sonra Claude
Lévi-Strauss yapı kavramını ilkel mitleri ve hısımlık sistemlerini izah etmek
için kullandı. Bunların ‘şifrelerini çözerek’ farklı kabile topluluklarının -k a ­
tılımcıları farkında olmaksızın- hiç değişmeyen mantıkî modelleri veya ya­
pıları takip ettiklerini anladı. Tüm toplumların belirli bir zamana ait olma­
yan, insanların niyetlerinden bağımsız yapısal bileşenleri, farkında olmadan
benimsediği sonucuna vardı.
Yapısalcılık Althusser’in hümanist Marksizmden ve ortodoks
Marksizmden eşit derecede farklı bir teorik perspektif geliştirmesini sağla­
dı. Gramsci ve Sartre gibi düşünürlere karşı çıkarak tarihin nesnel ve özerk
yapılar olarak analiz edilmesi zorunlu, ‘öznesiz bir süreç’ olduğunda ısrar
etti. Başka bir deyişle, davranışlarımız aktif biçimde yahut özgürce tercih
edilmiş değildir, tepkiseldir ve derin yapısal belirleyicilerin etkisi altındadır.
Ama eğer insanın amaçları ve tercihleri kontrolümüz dışındaki nesnel güç­
lerin ürünüyse, Marksist hümanistlerin sevdiği -sahicilik, kendini gerçek­
leştirme, kendi kaderini belirlem e- gibi kavramlar idealist saçmalıklardır.
Althusser’e göre hümanistler Marx’m henüz Hegelci kategori ve varsayım­
lara büyük ölçüde borçlu olduğu erken dönem yazılarına gereğinden faz­
la kulak vermişlerdir. Genç, ‘Marksizm öncesi’ Marx ile toplumsal düşünce­
de bilimsel devrim yapan yaşını almış, ‘gerçek’ Marx arasında hiçbir sürekli­
lik yoktur, ‘epistemolojik bir kopuş’ vardır (Althusser, 1970: 34). Onun m it­
ten gerçekliğe, yanılsamadan hakikate doğru evrildiğini söylemek m üm kün­
dür. Gerçekliği değişen tarihsel koşullara indirgeyen Hegelci Marksistler, ge­
nel olarak bilimin, özel olarak da Marksist bilimin haysiyetini ve nesnelliği­
ni küçümsemişlerdir.
Althusser Marksizmin bilimsel titizliğini yeniden kurmak istemesine rağ­
men ortodoks Marksistlerin mekanik materyalizmine şiddetle karşı çıkıyor­
du. Evvelâ onların alt yapı-üst yapı biçimindeki basit modelini reddediyor­
du. Ekonominin pek çok yapının (siyasi, bilimsel, ideolojik) içinden sadece
bir tanesi olduğunu savundu. Toplum en iyi biçimde ‘yapıların yapısı’, bir-
birleriyle etkileşim içindeki dört özerk yapının ‘merkezsiz bütünlüğü’ ola­
rak tanımlanabilirdi. Her yapı diğer yapıları olduğu gibi toplam yapıyı da et­
kiliyor ve ondan etkileniyordu. Toplumsal belirlenim bu nedenle karmaşık­
tı. Althusser’in ‘üst-belirlenim yasası’ dediği şey buydu (Althusser, 1970: 3.
bölüm). Bu ‘yasa’ ilk bakışta tarihsel materyalizmin ilkelerinden radikal bir
sapma olarak görünebilir ama üst yapıların özerkliğinin mutlak olmaktan
ziyade göreli olduğunu, diğer pratiklerin veya yapıların özerklik derecesini
belirlediği için iktisadi pratiğin ‘son tahlilde’ belirleyici olduğunu söyleyerek
(Althusser, 1970: 111) Marksist sıfatını muhafaza eder. Bu modelde neden­
sellik doğrusal veya mekanik değil yapısal olarak anlaşılır. A ile B’yi birbirin­
den bağımsız fenomenlermiş gibi kabul edip A, B’ye neden olur demek doğ­
ru değildir, A ile B karşılıklı olarak birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Bu model
klasik Marksist anlamda nedensellik yasalarına değil, birarada var olan dü­
zenliliklere odaklanır. Toplumsal değişim birbirlerini pek çok biçimde kar­
şılıklı olarak etkileyen, şaşırtıcı çeşitlilikteki çelişkilerden muzdarip, birbi-
riyle ilişki halindeki yapıların sonucuysa, sürecin mantıksal ve kaçınılmaz
bir dinamiği yoktur; tarihsel öngörü -ve hatta tarihsel genelleme- yapmak
imkânsızdır. Althusser’e göre, Marx ve onu izleyen Marksistler tarihe bü­
yük bir tasarım empoze etmeyi denedikçe insan davranışının ‘üst’, ‘akılcı’ bir
amacı olduğu mistik varsayımından hareket eden Hegelci teolojinin sinsi et­
kisinin kurbanı oldular.
Althusser bir dönem için çok saygı gösterilen bir peygamber statüsüne sa­
hip oldu. İndirgemeci genellemelerden kaçınmış olması, en önemlisi Nicos
Poulantzas (1936-79) olmak üzere pek çok tilmizine, ortodoks çevreler­
de birkaç basit önermenin içine sıkıştırılan (örneğin ‘devlet kapitalist sını­
fın bir aracıdır’) Marksist devlet teorisini rafine etme ve geliştirme esinini
verdi. Ayrıca, Althusser’in Marksizmin bilimsel konum unu savunma çabası
Marksizmin bir dizi ‘idealist’ entelektüel modadan ‘mikrop kapma’sına içer­
leyenlere çekici geldi. Marksist hümanistlerin Marx’a yaklaşırken dikkat çe­
kici ölçüde seçici davrandıklarını bize hatırlattığı kesindir.
Bununla beraber, Marksizmin Althusser tarafından geliştirilen damarı ni­
hayetinde sterildi ve çekici değildi. Toplumsal nedenselliğin indirgenemez
karmaşıklığına yaptığı vurgu onun bilimsellik iddiasının içini boşaltıyordu.
Eğer her şey diğer şeylerle ampirik bakımdan çeşitli ve öngörülemez biçim­
lerde ilişki halindeyse, toplumsal gelişimin şahsi olmayan yasalarını nasıl
keşfedeceğiz? Ve bu türden yasaların yokluğunda toplum bilimi m üm kün
mü? Althusser, bilimi ampirik kanıt gibi ‘dışsal’ doğruluk kriterleri ile bağ­
lı olmayan, saf teorik bir çaba olarak gören eksantrik bir bilim anlayışına sa­
hipti. Gözlem ve doğrulama/yanlışlama burada bariz hiçbir rol oynamıyor­
du. Benliği şahsi olmayan güçlerin pasif taşıyıcısı olarak kavrayışının kom ü­
nizmin ahlaki gerekçesini zayıflattığını da anlayamadı. Tüm tutarsızlıkları­
na ve sınırlılıklarına rağmen hümanistler en azından Marksist ütopyanın in­
san ihtiyaçları ve yetileri temelinde meşrulaştırılmasınm gerektiğini kavra­
mışlardı. Marksizmin vaat ettiği ‘kurtuluş’, basitçe toplumsal şifrelerden iba­
ret olmayan insanların özneliğini kesinlikle gerektirir.

Sonuç

Eğer devrimci teorinin amacı dünyayı değiştirmekse Batı Marksizmi bir


başarısızlık olarak görülmeli. Bu akım, Marx’in öngördüğü türden hiçbir
toplumsal başkaldırıya esin vermemiş, önde gelen şahsiyetlerinden pek azı
işçi sınıfının mücadelelerine katılma zahmetine katlanmıştır. Ancak, çeşitli­
liğe sahip bir teorik gövde olarak bazı başarılarıyla övünebilir. Kendisini ya­
nılmaz proletarya mitinden ve Marx’in kategorilerinin kesin hakikatler ol­
duğu inancından tedricen özgürleştirmiştir. Marksizmin modern hayatın
değişen gerçeklerine uygun görünmesini sağlamıştır. Pozitivist sosyal bili­
min absürtlüklerine ve üzeri örtülü normatif varsayımlarına dikkat çekerek
bilimci felsefenin eleştirisine katkıda bulunmuştur. Ve (Althusser haricinde)
insanın özgürleşmesi ile ortodoks Marksizmin insan davranışına ilişkin de­
terminist kavrayışı arasındaki gerilimi ortaya koymuştur.
Yine de, Marksizmi onun en ayırt edici özelliklerinden kopartarak kurtar­
ma çabaları eninde sonunda kafa karışıklığına yol açmış ve doktrinin nok­
sanlarının altını çizmiştir. Marksizmin, genellikle kabul edilen biçimi altın­
da, insanlık durum una bakışının aşırı indirgemeci, aşırı determinist ve sı­
nırlı olduğunu kabul etmek demek, aslında Marksizmin aşılması gerektiğini
söylemekle eş anlamlıdır. Marksizmin çeşitli ön eklerle sulandırılmış biçim­
leri, bu tuhaf melezliklerin yaratıcıları yıkıcı değil yapıcı bir uğraşı içinde ol­
duklarını düşünseler de, Marksist projenin üstü kapalı bir eleştirisini oluş­
turur. Kendi kendinin farkında olma konusundaki bu eksiklik, hemen he­
men tüm Batı Marksistlerinin düşüncelerindeki hayret verici çelişkilerin ne­
denlerini anlamamıza yardımcı olur. Dolayısıyla, Batı Marksizminin meşale­
sini taşıyanların yirminci yüzyılın sonlarında kendilerini ‘post-Marksistler’
olarak görmeye başlamaları sürpriz değildir. Komünizmin liberal kapitaliz­
min geçerli bir alternatifi olarak itibarını yitirmesi en ilginç radikal düşünür­
lerin kendilerini herhangi türden bir Marksizm ile tanımlamaya artık gerek
duymaması anlamına geliyor. Frankfurt Okulu’nun ikinci kuşak teorisyen-
lerinden olan ve bir zamanlar Marksist olarak görülen Jürgen Habermas bu­
nun bir örneğidir. Habermas, Marx’a nazaran hermenötike ve dil felsefesine
daha çok şey borçlu olan bir felsefeye doğru evrilmiştir. Ona göre, toplumsal
yeniden üretim Marx’ın teorik yazılarında yaptığı gibi basitçe iş bölümüne
indirgenemez. Bunun yerine, doğaya hakim olma faaliyetine ek olarak ile-
tişimsel etkileşim pratiği de tarihsel gelişimin eşit derecede temel bir boyu­
tu olarak görülmelidir. Canlılar bir ölçüde akılcı iletişime mani olan engel­
lerden kurtularak evrilirler ve çarpık iletişim yalnızca insan emeğinden kay­
naklanan ilişkiler temelinde açıklanamaz. Bu tam da Marx’ın nefret ettiği bir
sol idealizm türüdür. Statükoya düşman olmak haricinde ‘Marksist’ olarak
nitelendirilebilecek hiçbir şey içermez. Batı Marksizmi, Marksizm artı ‘başka
bir şey’in çok sayıda kombinasyonunu yaptı. Radikal düşünürler, bugünler­
de artık hakikatin müjdecisi olarak görmedikleri büyük düşünüre yalnızca
ritüel anlamında bir saygı göstermekle yetinirken başka şeyleri geliştirmeye
daha meraklı görünüyorlar.
Referanslar ve ek okumalar

A dorno, T.W. (1973) (çeviren: E.B. A shton) Negative Dialectics. Londra: Routledge.
A dorno, T.W. ve M. H orkheim er (1973) (çeviren: J. C um m ing) Dialectic o f Enlightenment.
Londra: Allen Lane.
Althusser, L. (1970) (çeviren: B. Brewster) For Marx. New York: Vintage Books.
A nderson, P. (1976) Considerations on Western Marxism. Londra: New Left Books.
Bellamy, R. ve D. Schecter (1993) Gramsci and the Italian State. M anchester: M anchester
U niversity Press.
Bobbio, N. (1988) (çeviren: R. Griffin and edited by R. Bellamy) Which Socialism? Oxford:
Polity Press.
Callinicos, A. (1976) Althusser’s Marxism. Londra: Pluto Press.
C onnerton, P. (1980) The Tragedy o f Enlightenment: An Essay on the Frankfurt School. Cambridge:
C am bridge U niversity Press.
Fem ia, J.V. (1981) Gramsci’s Political Thought. K arton ciltsiz basım yılı 1987. Oxford: Oxford
U niversity Press.
Feuer, L. (ed.) (1959) Marx and Engels: Basic Writings on Politics and Philosophy. New
York: Doubleday.
Finocchiaro, M. (1988) Gramsci and the History o f Dialectical Thought. Cambridge: Cam bridge
U niversity Press.
Gram sci, A. (1971) (derleyen ve çeviren: Q. Hoare ve G. Nowell Sm ith) Selections
from the Prison Notebooks. Londra: Lawrence and W ishart.
Hegel, G.W.E (1969) (çeviren: W. W allace ve A.V. Miller) The Philosophy o f Mind.
Oxford: O xford U niversity Press.
Held, D. (1980) Introduction to Critical Theory. Londra: H utchinson.
Jacoby, R. (1981) Dialectic o f Defeat: Contours o f Western Marxism. Cambridge: Cam bridge
U niversity Press.
K olakowski, L. (1978) (çeviren: P.S. Falla) Main Currents o f Marxism, volum e 111:
The Breakdown. Oxford: C larendon Press.
Korsch, K. (1970) (çeviren: E Halliday) Marxism and Philosophy. Londra: New Left.
Lukács, G. (1971) (çeviren: R. Livingstone) History and Class Consciousness. Londra:
The M erlin Press.
McBride, W.L. (1991) Sartre's Political Theory. Indianapolis, IN: Indiana U niversity
Press.
M acIntyre, A. (1970) Marcuse. Londra: Fontana/C ollins.
M arcuse, H. (1955) Eros and Civilisation. Boston, MA: Beacon Press.
M arcuse, H. (1972) One Dimensional Man. Londra: Abacus.
M erquior, J.G . (1986) Western Marxism. Londra: Paladin.
New Left Review (derleyen) (1977) Western Marxism: a Critical Reader. Londra: New Left/Verso.
A lthusser üzerine - biri N. G eras’a öteki A. G lucksm ann’a ait olan - yazılar özellikle o k u n ­
maya değer.
Parkinson, G.H.R. (1977) Georg Lukdcs. Londra: Routledge & Kegan Paul.
Poulantzas, N. (1973) Political Power and Social Classes. Londra: New Left Books.
Sartre, J.P. (1963) (çeviren: H. Barnes) The Problem o f Method. Londra: M ethuen.
Sartre, J.P. (1976) (çeviren: A. Sheridan Sm ith) Critique o f Dialectical Reason. Londra:
New Left Books.
W am ock, M. (1965) The Philosophy o f Sartre. Londra: H utchinson.
VII
A frik a M a rk sizm i’n in M o m e n ti

D aryl Glaser

Afrika’nın Marksist düşünceye özel bir katkısı olmuş mudur? İlginç biçim­
de, Afrika’nın Marksist önderlerinin çoğu bu soruya kesin olarak olumsuz
yanıt vermiştir. Bağımsızlık sonrası ilk yıllarda ortaya çıkan, ‘Afrika sosya­
lizmi’ olarak adlandırılan erken dalganın dinmesinden sonra, esas olarak
1970’lerde iktidara gelen yeni Marksist-Leninist önderler kuşağı ısrarla ken­
dilerinin ortodoks olduğunu ileri sürüyorlardı. Afrika sosyalistleri Afrika’nın
özel koşullarına uygun bir sosyalizme geçiş yolu aramışken, bu sonraki ku­
şak özel bir Afrika Sosyalizmi veya Marksizmi olamayacağını, başka yer­
lerde olduğuna benzer biçimde Afrika’nın özel koşullarına da uydurulma­
sı gereken tek bir evrensel Leninist Marksizm olduğunu ısrarla savunuyor­
du. Yeni kuşağın üyeleri, Marx ve Engels’in ütopik sosyalistler karşısında iz­
lediği tutuma benzer biçimde, kendi yaklaşımlarının bilimselliğinin, Afrika
sosyalistlerinin eklektizmi, romantizmi ve naifliğine karşıtlığını vurguluyor-
lardı.1 Yine de, Afrika’da Marksizmin öyküsü orijinal katkılardan tamamen
yoksun değildir. Öncelikle, gelişkin kapitalizm koşullarında devrimle ilgi­
lenen bir doktrinin taşıyıcısı olan Marksistler, Marksizmin Avrupa’nın sö­
mürgesi olan bölgelerde neden geçerli olduğunu açıklayabilmek için teo­
rik bir keşif yapmak zorundaydılar. Sahra-altı Afrikası ekonomik olarak ge­
lişmiş olmaktan uzaktı; hatta, Güney Afrika haricindeki ülkelerin (örneğin
İmparatorluk Rusyası’nda görüldüğü türden) ‘eşitsiz ve bileşik’ gelişim yasa­
sının etkisi altında olduğu da söylenemezdi. İkincisi, sonraki kuşağa mensup
daha ortodoks Marksistlerin iddialarının aksine, Afrika sosyalizmi anlatısını
“Afro-Marksistler”den kesin biçimde ayırmak imkânsızdır: en önde gelen iki
Afrikalı sosyalist önder olan Sekou Toure ve Kwame Nkrumah Marksizmi
kendi teorik şecerelerinin bir parçası olarak görmekteydi ve Nkrumah ik­
tidardan düştükten sonra açıkça Marksist olacaktı.2 Dolayısıyla Afrika sos­
yalizminin Afrika Marksizmine -orijinallik katarak- katkıda bulunduğunu
söyleyebiliriz. Son olarak, kendileri ne kadar konformizm iddia etseler de,
bazı ortodoks Marksist-Leninistler de Marksizme özel pratik ve teorik kat­
kılarda bulundular.

‘A frika S o syalizm i’

Afrika sosyalizmi ve sonrasındaki ortodoks Marksizm açısından bakıl­


dığında, Afrika kıtasının sosyalist teorinin (bir kaynağı olmadan evvel)
bir nesnesi olduğunu söyleyebiliriz. Afrika sosyalizminin birinci dalgası­
na ilham kaynağı olan, Afrika üzerine düşünen düşünürlerin hareketi Pan-
Afrikanizmdi. Bu hareketin W.E.B. Du Bois ve George Padmore gibi erken
dönem entelektüel figürleri Afrika diyasporasına mensuptu. Onlara yol gös­
teren hedef Afrika’yı Avrupa egemenliğinden kurtarmak ve tüm kıtayı sosya­
list temelde birleştirmekti. Bu hareket, 1919, 1921, 1923, 1927 ve (en etki­
li olanı) 1945’te toplanan Pan-Afrikanist kongreler etrafında faaliyet yürüt­
mekteydi (Nelkin, 1964: 72-3; Padmore, 1964). Marksizm Pan-Afrikanist
söylemin bir parçası olmakla birlikte, oynadığı rol bir düşünürden ötekine
ve zaman içinde farklılıklar gösteriyordu. Padmore başlangıçta komünistti,
sonradan partiden koptu ve Marksist teorinin dogmatik olmayan bir uygula­
masını savunmaya başladı. Du Bois ise uzun süre Marksist olmayan bir sos­
yalist olarak kaldı ama yaşamının son yıllarında artan biçimde Sovyet yanlı­
sı bir çizgiyi benimsedi.3
Pan-Afrikanizm, Beşinci Pan-Afrikanist Kongresi’nin örgütlenmesine kat­
kıda bulunan ve Gana’yı 1957’de bağımsızlığa kavuşturan Nkrumah ara­
cılığıyla Afrika sosyalizmini doğrudan etkiledi (Nkrumah, 1963: 134-40).
Nkrumah ve diğer radikal Afrikalı sosyalistler iktidarda bulundukları dö­
nemde Afrika’nın birliği için mücadeleye devam ettiler. Bu arayışın alev­
lendirdiği zıtlaşma, yeni bağımsızlığa kavuşan Afrika devletlerini radikal ve
muhafazakâr devletler olarak ikiye böldü (Nelkin, 1964: 73-6).
Afrika sosyalizminin ideolojisi bir dizi temanın bileşiminden oluşuyordu.
Afrika toplumlarının sömürge olmadan evvel esas olarak komünal toplum ­
lar olduğuna ve bu ruhun sömürgecilik-sonrası toplumları inşa edenler tara­
fından yeniden canlandırılabileceğine olan inanç da bu öğelerin arasınday­
dı. Bu teoriye göre, Afrika’nın bu erken komünal deneyimi Afrika toplumla-
rının (Marksist ortodoksiye göre sosyalizmi öncelemesi gereken) kapitaliz­
min ve sınıf mücadelelerinin gelişimi evresinden geçmeden sosyalizme doğ­
ru ilerlemeleri için yeterliydi. Dahası, siyasi bağımsızlığa ekonomik bir te­
mel sağlamayı amaçlayan kalkınma projelerini uygularken kitlelerin ener­
jisinden yararlanmayı hedefleyen liderler, (Leopold Senghor’un ‘Zencilik’
(“Negritude”) olarak nitelendirdiği) bir Afrikalı-lık özüne atıfta bulunuyor­
lardı.4 Bu liderler ‘ütopik’ sosyalistlerdi belki ama kesinlikle köylü değiller­
di: Nkrum ah ve Cezayir’in birbirini izleyen hükümetleri sanayileşmeyi iler­
letmek için modern devletler kurmayı hedefliyorlardı.5 Afrika toplumları-
nın sosyalizme hazır olduğunu da düşünmüyorlardı: Afrika komünalizmi-
nin ruhu aktif müdahalelerle canlandırılmalı, daha da öteye teşvik ve halkın
eğitimi yoluyla sosyalist bir ‘yeni insan’ yaratılmalıydı.6 Afrika sosyalistleri
bu amaca ulaşmak için esin kaynağı olacak bir parti liderliği için çaba göste­
receklerdi. Ama Afrika’nın sınıf mücadelesi olmaksızın sosyalizme geçebile­
ceğine inandıkları için Leninist öncü partiler yerine kitle partileri inşa ede­
ceklerdi. Nkrum ah’ın Konvansiyon Halk Partisi, bir dönem (toplam nüfu­
su 4 milyon 700 bin olan bir ülkede) 2 milyon üyeye sahip olduğunu iddia
etmişti (Nkrumah, 1964a: 105; Ottoway ve Ottoway, 1986: 15, 20). Gine’de
Sekou Toure ‘kendi sosyalizm vizyonunu ete kemiğe büründürecek genel bir
sistem kurabilme yolundaki sancılı arayışı sırasında devasa çeşitlilikteki ku­
ram lardan yararlanmaya çalıştı’ (Ottoway ve Ottoway, 1986: 55). Liderliğini
yaptığı Gine Demokratik Partisi siyasi yaşamına bir kitle partisi olarak baş­
ladı, daha sonra bir öncü partiye dönüştü, daha sonra tüm halkın partisi ola­
rak yeniden ortaya çıktı ve nihayet bir ‘parti-devlet’ olarak yeniden kurul­
du. Bu en son dönüşüm sırasında tüm toplumu partiye dahil ederek kelime­
nin tam anlamıyla devleti ortadan kaldırmaya girişti (Ottovvay ve Ottoway,
1986: 52-9).
Kitle partisi fikri Afrikalı sosyalistlerin benimsediği iradeci, hümanist tar­
za uygundu.7 Ancak bu tarz gerçekliğin testinden geçemedi: Afrika komü-
nalizmi teorisinin beklentilerinin aksine sosyalizme daha az hevesli bir köy­
lülükle karşı karşıya kalan Sekou Toure ve TanzanyalI lider Julius Nyerere,
köylüleri köylerine zorla hapsettiler (Ottoway ve Ottoway, 1986: 45-59).
Öte yandan, Afrika sosyalizminin yalnızca teoriden ibaret olduğu ve pratik­
le ilişkisinin bulunmadığını düşünmek doğru değildir. Daha adanmış Afrika
sosyalist hükümetleri, günümüz şartlarında oldukça radikal görünen kam u­
laştırma, kırsal kooperatifçilik ve kitle seferberliği programları uyguladılar.
Sosyalizmin bu ilk dalgasının Gana’da askeri darbeyle yıkılmasının, Gine,
Tanzanya ve Zambiya’da ise ekonomik fiyasko nedeniyle başarısızlığa uğra­
masının ardından, önceki dönemin sosyalist havarilerinin bir kısmı Afrika
eşitlikçiliğine olan inançlarını yitirdiler. 1966’da iktidardan indirilmesin­
den sonra radikalleşen Nkrumah, ‘uyuşturulmuşçasına sükûnet içinde bu­
lunan... peri masallarından çıkmış, sınıfsız Afrika toplum u’ nosyonunu eli­
nin tersiyle iterek (Nukrumah, 1973: 79) sosyalizmin yalnızca öncü parti­
nin önderliğinde verilecek sınıf mücadelesi yoluyla kurulabileceğini ısrarla
vurgulamaya başladı (Nkrumah, 1973; Ottoway ve Ottoway, 1986: 19-22).
Nkrumah, mücadelenin zorunluluğuna işaret eder ve Afrika elitinin ihanet
etme ihtimaline karşı uyarıda bulunurken, bir başka Afrikalı sosyalist dev­
rimci olan Cezayirli Frantz Fanon’un ortaya koyduğu siyasi hattı devralıyor­
du (Fanon, 1967: 140; Cohen, 1986: 48). Nyerere’nin 1967 tarihli Arusha
Deklarasyonu’nu benimseyen, Afrika sosyalizminin yıldızı olan TanzanyalI
‘ideolojik sosyalistler’, 1980’ler gibi geç bir döneme değin ülkelerinin so­
runlarından yeterince ‘bilimsel’ olmayan sosyalizmi sorumlu tutuyorlardı
(McHenry, 1994: 22-23). Ganalı liderin Marksist müdahaleleri, tıpkı önce­
sinde Fanon’un ve devamında TanzanyalI ‘ideolojik sosyalistler’in müdaha­
leleri gibi, birinci dalga Afrika sosyalizmi ile onu izleyen Ortodoks ‘Afro-
komünizm’ dalgası arasındaki uçurum u birleştiren birer köprü gibidir.
1/

A frika Ü zerine M arksist T eori

Bilindiği gibi, Marx ve Engels proleter devriminin gelişmiş kapitalist ülke­


lerde patlak vereceğini ve sosyalizmin oralarda inşa edileceğini öngörmüş­
lerdi. Güçlü komünal geleneklerini yakın geçmişe değin sürdürebilmiş bazı
toplumların (ki en önemli örneği Rusya’dır) kapitalizm aşamasının üzerin­
den atlayabilme olasılığını göz önünde bulundurm akla birlikte, bu görüşle­
rini hiçbir zaman teorileştirmediler (Marx, 1881; Cox, 1966: 47-8). Trotskiy
ve Lenin, bir kır toplumu olan Rusya’da devrimi gerekçelendirmek için fark­
lı bir yol izlediler: Rusya’daki liberal burjuvazinin başarılı bir burjuva de­
mokratik düzen kuramayacak kadar güçsüz olduğunu, buna karşılık bu ül­
kede kapitalizmin işçi ve köylülerin proleteryanın öncü partisinin önderli­
ğinde iktidarı almalarına yetecek kadar geliştiğini ileri sürdüler. Devrimin
doğası uzunca bir süre belirsiz kalıyordu ancak Lenin, Trotskiy’in devrimin
karakterinin burjuva demokratik değil, sosyalist olacağı fikrine giderek yak­
laşacaktı (Liebman, 1975: 62-83, 180-89). Lenin ve Trotskiy, Rusya’nın dev­
rim için olgunlaştığına inanıyorlardı ama devrim sonrasında kurulacak dev­
letin yaşayıp serpilebilmesinin daha gelişmiş kapitalist ülkelerde patlak ve­
recek proleter devrimlerinin desteğine bağlı olduğunu düşünüyorlardı. Bu
devrimlerin gerçekleşmemesi ve sosyalist Rusya’nın yalıtılması olasılığı, ko­
münistleri yüzlerini gelişmekte olan sömürgecilik karşıtı devrimlere çevir­
meye zorladı (Padmore, 1964: 225; Drew, 2000: 95). Kimileri dünya kapi­
talist sisteminin er ya da geç metropollerinden değil, en zayıf halkası olan
sömürgelerinden gelen başarılı bir saldırıyla sarsılacağına giderek inanma­
ya başladı. Moskova’nın önderliğindeki Komünist Enternasyonal, 1920’ler
boyunca tüm gücüyle ulusal bağımsızlık peşindeki sömürge halklarına des­
tek verdi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki on yıllarda Sovyetler Birliği ve uluslara­
rası komünist hareket heyecan verici bir yeni durumla yüz yüze geldi: Afrika
ve Asya ülkeleri dekolonizasyon sürecine girerken bu ülkelerde genellik­
le sosyalizmi inşa etmeye adanmış olan liderler iktidara geldi. Sovyetler ise,
bağımsızlığına yeni kavuşan bu ülkelerin sosyalizmin inşasına girişmeye ha­
zır olup olmadığından şüphe duyacak kadar ortodoks bir Marksist pozisyo­
na sahipti. Yine de, ortaya çıkan bu yeni fırsatları Sovyetler’in dışarıdaki et­
kisini artırmak amacıyla değerlendirebilmek için teorilerini bu yeni duru­
ma gerektiği ölçüde adapte ettiler (Keller, 1987: 5-6). Sovyet teorisyenle-
ri 1950’lerde göreli olarak gelişmiş bir ülke olan Sovyetler Birliği’nin başı­
nı çektiği uluslararası sosyalist bloğun varlığı sayesinde Üçüncü Dünya ül­
kelerinin önünde ‘kapitalist olmayan’ bir yolun açıldığını savunmaya başla­
dılar. Böylece Bolşeviklerin 1917’nin ertesinde gelişmiş kapitalist Avrupa’da
bulmayı umdukları türden bir desteği SSCB ve müttefikleri eski sömürge ül­
kelerine verebileceklerdi. Bir başka açıdan bakıldığında, bu destek Afrikalı
Marksistler için (var olduğu varsayılan) yerli komünalizminin birinci dal­
ga sosyalistleri için oynadığı role benzer türden bir rol oynayacaktı: yok­
sul ve bağımlı toplumların kapitalist gelişme aşamasının üzerinden atlaya­
rak sosyalizme geçmelerine imkan verecek sihirli malzemeyi sağlayacaktı.
Daha sonraları Sovyet teorisyenleri ‘sosyalizme yönelmiş olan toplumlar’ın
varlığı olasılığına işaret ettiler. Bu teorik inceltme Afrika’daki Marksist re­
jimlerle kurulan yakın ilişkilere bir gerekçe oluştursa da, bu teoriyi for­
müle edenler Afrika’da sosyalizmin geleceğinden kuşku duymaya, bunla­
rı ise Moskova’nın dostu rejimler gibi görmeye devam ettiler.8 Sovyetler
Birliği’nin Afrika’daki gururlu Marksist-Leninist müttefikleri ise doğal ola­
rak bu kuşkuyu paylaşmıyorlardı (Somerville, 1986: 194-6).

M arksizm in M isyon erleri

Marksizm gibi Avrupa’da şekillenen bir doktrin nasıl oldu da Afrika’ya


ulaştı? Yanıtın bir yönü biraz ironiktir: sömürgecilik yoluyla. Sömürgelerdeki
eylemciler, Marksizmlerinin önemli bölümünü metropol ülkelerinin ko­
m ünist ve emek hareketleriyle olan bağlantıları yoluyla edindiler. Bu ilişki
Afrikalı öğrenciler Avrupa başkentlerine eğitim görmeye gittiklerinde kurul­
du. Gine ve Yeşil Burun’un Bağımsızlığı için Afrika Partisi (Partido Africano
de Independéncia de Güme e Cabo Verde-PAIGC) ve Angola’nın Özgürlüğü
için Halk Hareketi (Movimento popular de libertaçâo de Angola-MPLA) ör­
neklerinde Lizbon’da eğitim gören Afrikalı öğrenciler önemli rol oynamış­
lardı. Söz konusu ilişkinin bir diğer kaynağı ise Avrupalı sosyalist ve kom ü­
nist partilerin ve sendika federasyonlarının -özellikle de Fransız konfede­
rasyonlarının- sömürgelerde açtıkları şubelerdi. Örneğin Sékou Touré siya­
si yaşamına komünistlerin denetimindeki Genel İşçi Konfederasyonu’nda
(Confédération Générale du Travail) örgütçü olarak başlamıştı. Çok daha ön­
celeri, Güney Afrika Marksizmi başlangıç döneminde Britanya işçi hareke­
tinin ciddi etkisi altındaydı. Sömürgeci güçlerin sömürge ülkelerine yerleş­
tirdiği yerleşimcilerin arasında (örneğin Angola’daki Portekiz yerleşimcile­
ri arasındaki Salazar karşıtları gibi) sol bir kanat da vardı. Marksist fikirler
Afrika’ya bir kez yerleştikten sonra sıklıkla bir ülkeden diğerine sıçrayarak
yayıldı. Cezayir’deki Ulusal Kurtuluş Cephesi (Front de Libération Nationale-
FLN), uzun süre önce kurulan Sudan Komünist Partisi ve PAlGC’nin
Amilcar Cabral’i bu tür yayma işlevini yerine getiren en önemli yerel aktör­
lerdi.9 Hıristiyanlığın yayılışına genel olarak benzeyen bir durum söz konu­
suydu: evrenselci bir Avrupa doktrini daha az ‘uygar’ sömürgelere taşınıyor,
doktrinin eşitlikçi mesajından ilham alan yeni m üritler doktrinin emirleri­
ni sömürgeci efendilerine karşı kullanıyordu (aralarındaki farklardan biri
elbette Hıristiyanlığın aynı zamanda sömürgeciliğin hizmetinde kullanılmış
olmasıdır. Ancak, Avrupa kom ünist solu da sömürgeciliğe tutarlı biçimde
karşı çıkmamıştır).
Afrika’nın Brazzaville, Luanda, Bissau ve W itwatersrand gibi kent mer­
kezlerinde yaşayan ve sınıfsal, ırksal, etnik ve kültürel bakımdan nüfusun
geri kalanına yabancı olan unsurlar Marksizmi Afrika’ya taşıyan ikinci yolu
açtılar. İyi eğitimli bu kesim genellikle öğrenci ve öğretmenlerden, bir ölçü­
de de kamu görevlilerinden oluşuyordu. Afrika’nın Portekizce konuşulan
bölüm ünün ayrıcalıklı assimilado’lan, Angola ve Mozambik’in karışık ırk­
lı mesiiço’ları, Güney Afrika’nın “renkliler”i bu unsurlara örnektir. Ayrıca,
kültürel bakımdan hem siyahi yerlilerden hem de beyaz yerleşimcilerden
önemli ölçüde farklı olan göçmenler (Güney Afrika ve Portekiz sömürgele­
rindeki -bunların çoğu Goa’lıdır- Hintliler ile Rus İmparatorlugu’ndan ge­
lip Güney Afrika’ya yerleşen Yahudiler) de bu gruba dahildir.10 Bu gruplar,
Marksist metinleri okumaya ve dış dünya ile kültürel bağlar kurmaya yete­
cek kadar eğitimliydi. Metropol ülkelerdeki Marksist teorik literatüre hakim
olan, sömürgecilik-sonrası devleti, merkez ile çevre arasındaki iktisadi iliş­
kileri ve -G üney Afrika özelinde- apartheid rejiminin sınıfsal kökenini açık­
lamaya yönelen üniversite-merkezli, akademik bir Marksizmin burada filiz­
lenmesi sürpriz değildi. Darüsselam Üniversitesi ile Güney Afrika’nın bazı
üniversiteleri bu akımın ana merkezleriydi (Turok, 1986: 59-60; Bozzoli ve
Delius, 1990; Glaser, 2001). Assimilado'lara göre, Marksizm Batı modernite-
sine olan inancını muhafaza eden bir sömürgecilik-karşıtı hareketin formü­
lünü sunuyordu. Beyaz, Hintli ve mestiço solcular ise, ırk sorunu karşısında
sınıf sorununa verdiği öncelik nedeniyle kendilerini sömürgeci sistem ile öz­
deşleştirmediği ve radikal siyasete aktif biçimde müdahale etme imkânından
mahrum bırakmadığı için Marksizme yöneldiler. Kendilerini shtetl ’in ulu­
sal darkafalılığından sıyırıp bir bütün olarak Rus işçi hareketiyle birlikte ta­
nımlayan Yahudi göçmenler ise, bu hareketin ideallerini yeni geldikleri ül­
keye taşıdılar.11
Bu gruplar, örgütlü işçiler ile birlikte (Ailen, 1989: 62, 68-9; Radu ve
Somerville, 1989: 160) Afrika devletlerinin başkentlerinde Marksist çevre­
ler oluşturdular. Bu çevrelere yalnızca Marksizme yönelen Afrika ülkelerin­
de değil, kıtanın diğer ülkelerinde de rastlamak m üm kündü (Turok, 1986).
Bu radikal çevreyi oluşturan gruplar kıtadaki Marksist hükümetlerle dina­
mik bir ilişki içinde oldular. Bir dizi örnekte onlarla işbirliği yaptılar, diğer­
lerinde ise onlara karşı -bazı durumlarda şiddet de kullanarak- mücadele et­
tiler (Keller, 1988: 177, 218-9, 199-200; Ailen, 1989: 31-2, 68-9). Bu çevre­
nin içinden çeşitli ‘sol muhalefet’ grupları da çıktı.12
Marksist rejimlerin* kıtanın başkentlerinde bulunan bu radikal, ırksal
bakımdan karışık çevrelerce sahiplenilmesi, üç grubun -kırlarda yaşayan
Afrikalılar, şehirlerde yaşayan ama bu çevreye dahil olmayan Afrikalılar ve
başkentlerin hinterlandı dışındaki bölgelerin sakinleri- bunlara duyduğu gü­
vensizliğin nedenleri arasında sayılabilir. Böylece, Angola’da Unita özellikle
de MPLA’nın kalesi olan Kimbundu’nun dışında yaşayan Afrikalı köylülerin
hoşnutsuzluğuna hitap etmekte bir ölçüde başarılı olurken, hüküm etin sol­
cu muhalifleri ise Luanda’nm gecekondu sakinleri arasında kendilerine des­
tek veren bir kitle buldu. Mozambik’te ise, Mozambik Kurtuluş Cephesi’ni
(Frelimo) kontrol eden, ülkenin güneyinde güçlü olan Marksistler hem ku­
zeyin Makonde gelenekçilerinin hem de orta bölgelerde etkili olan Afrikanist
liderlerin şüpheleriyle boğuştular.13Marksist rejimlerin metropoliten çevre­
ler ile bütünleşmiş oluşu, onların modernist tutkularını açıklamaya da yar­
dımcı olur. Marksist yöneticiler geleneksel otoritelere, dinlere ve pratiklere
düşmanlık beslerken, hızlı sanayileşmeyi, yüksek teknolojiyi ve geniş ölçek­
li makinalı tarımı destekliyorlardı.14
Radikal çevreler, genellikle kendi içinde de farklı fraksiyonlara bölünmüş
durumdaydı. Örgütsel ve ideolojik düşmanlıklar yaygındı. Etiyopya Halk
Kurtuluş Partisi (EPRP) ile Tüm-Etiyopya Sosyalist Hareketi (MEISON) ara­
sında 1977-78’de Adis Ababa’da yaşanan kavga esnasında bu düşmanlıklar
bütün şiddetiyle ortaya serildi (Ottoway ve Ottoway, 1986: 134-7; Clapham,
1988: 66-7; Ayele, 1990: 17, 20-1). Bu çevreler etnik ve ırksal düşmanlık­
lar nedeniyle de bölünüyordu. Örneğin, birbiriyle rekabet halindeki Afrikalı
etnik gruplardan devşirilen radikaller Benin, Kongo ve Etiyopya’da kavgaya
tutuşurken, 15 Mozambik ve Angola’nın sol çevreleri de bir yanda Afrikalılar,
diğer yanda beyaz, Hintli ve mesiiço’lar olmak üzere ikiye bölünmüştü. Bu
sonuncusuyla ilgili olarak şu notu düşelim: Angola ve Mozambik’in 1980’le-
rin ortalarından itibaren içine girdiği ekonomik liberalleşme yönelişine her
iki ülkenin Afrikalı olmayan solcularının marjinalleşmesi eşlik etti.16 Bugün
Güney Afrika’da benzer bir eğilimin görülmesi olasıdır. Sosyalizme inancı­
nı yitiren Siyah Afrikalıların Afrikanizme geri dönmesi m üm kündür ama
mestiço’lar, Hintliler ve beyazlar için aynı şey geçerli değildir.
Uluslararası kom ünist blok -özellikle de SSCB, Demokratik Alman
Cumhuriyeti (DDR) ve Küba- Marksizmi Afrika’ya taşıyan üçüncü kanal­

* Orijinal metinde yazar “rejim” demiştir, ama bütün bağlam burada Marksist
“çevre” ve “hareketler”den söz ettiğini göstermektedir, (ç.n.)
dı. Çin -ve M aoculuk- önceleri bu ülkelere rakip olmakla birlikte bir süre
sonra bu rekabette geriye düştü.17 Doğu Bloku’ndan gelen askeri yardımla­
rın bu yardımı yapan ülkelere (özellikle de hayatta kalma mücadelesi niteli­
ğinde savaşlar vermekte olan MPLA ile Derg adıyla bilinen, Etiyopya’da ik­
tidarda olan Geçici Askeri Yönetim Konseyi gibi bu ülkelerden yardım alan
hareketler söz konusu olduğunda) ciddi bir kontrol olanağı sunduğu açık­
tı. Sovyetler’in -örneğin Etiyopya ve Somali’deki askeri hükümetleri öncü
partiler kurmaya teşvik ederek, Afrikalı kadrolara SSCB’de siyasi ve teknik
eğitim vererek, Afrika’daki üniversitelere ve ideolojik eğitim yapan okulla­
ra diyalektik materyalizmi hatmetmiş öğretmenler göndererek- Leninist or-
todoksiyi desteklediği de ortadadır.18 Bununla birlikte, Afrika’daki Markist
hareketlerin Marksist politikaları yalnızca Sovyet silahları almak veya Küba
birliklerini çekebilmek için benimsediklerini düşünmek hatalı olur. Onların
Marksizmi, genellikle ya Doğu Bloku’yla ilişki kurmalarının öncesine daya­
nıyordu ya da bu bloktan bağımsız olarak gelişmişti. Marksist hükümetlerle
Sovyetler Birliği arasında zaman zaman gerginlikler yaşanmıştır (MPLA ön­
derliğinin 1977’deki darbe girişiminin ardında Sovyet parmağı olduğu kuş­
kusuna kapıldığı dönemde yaşanan gerginlik buna bir örnektir) (Ottoway ve
Ottoway, 1986: 5-10, 34; Keller, 1988: 237, 268-270; Ciment, 1997: 163-4).
Mozambik, Gine Bissau ve Benin’in Marksist hükümetleri Sovyetler’e olan
bağımlılıklarını azaltmak için Batı ile olan iletişim kanallarını açık tutarken,
Angola gibi ülkeler ise -Afrika sosyalisti Gine’nin daha önce yaptığı gibi-19
madencilik endüstrisini geliştirmek için Batılı kapitalistleri davet etmiştir.
Saul ve diğerlerinin iddialarının aksine (Saul, 1985: 28,138, 145-6; Ottoway
ve Ottoway, 1986: 80-1; Saul, 1993a: 73), Afrika’daki Marksist rejimlerin
otoriteryen eğilimlerini anlamlı bir ölçüde Doğu Bloku’nun etkisi ile açık­
lamak da m üm kün değildir: bu eğilim, büyük ölçüde Afrika Leninizminin
yerli malı ürünüdür.
Bununla birlikte, Afrikalıların Marksizmi benimsemesine Sovyetler Birliği
neden olmasa da, SSCB’nin ekonomik güçsüzlüğü ve Afrika sahnesinden
1980’lerin ortalarından itibaren çekilmesi Afrikalı hükümetleri yüzlerini
Batı’ya dönmeye zorlamıştır. Bu ülkelerin izlediği iktisadi liberalleşme po­
litikaları, bir bakıma Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’ndan
aldıkları desteğin bedelidir. Afrikalıların Marksist olmalarının nedeni Doğu
Bloku değildir ama Doğu Bloku’nun onların Marksist olabilmelerini (en
azından bazı örneklerde) m üm kün kıldığı da bir gerçektir.
A skeri D arbe m i H alk Savaşı mı?

O rdunun Afrika Marksizmi’ndeki önde gelen konum u öteden beri ge­


rek radikal çevrelerde gerekse akademik yorumcular arasında tartışmalara
yol açmıştır. Marksizm-Leninizm Kongo-Brazzaville (1963), Mali (1968),
daha sonradan Benin adını alacak olan Dahomey (1972), Somali (1969),
Etiyopya (1974), Madagaskar (1975) ve (daha sonraları Burkina Faso adını
alan) Yukarı Volta’da (1983) askeri darbe yoluyla iktidara gelmiştir. Marksist
askeri darbenin Marksist klasiklerde öngörülmemiş ve daha sonradan da
Marksist devrimci teoride (örneğin gerilla savaşı gibi) yüceltilmemiş oldu­
ğu yeterince açıktır. Askeri darbelerde devrimin bizzat halkın kendisi tara­
fından gerçekleştirilmesi yerine, silahlı kuvvetler tarafından, tepeden inme
biçimde gerçekleştiriliyor olması sorunludur. Askeri darbeleri eleştirenler,
askerlerin kitlelerin katılımcı demokrasi um udunu gerçekleştirmek yeri­
ne askeri disiplini bütün topluma dayatan, militarist ve katı rejimler kur­
ma eğiliminde olduğunu söylerler. Ordunun Marksizmle olan tanışıklığının
yüzeyselliği, kitle temelinin zayıflığı ve iktidara olan düşkünlüğü nedeniy­
le askerlerin sosyalizmi kurmak için uygun olmayan aracılar olduğu kesin­
dir (Halliday ve Molyneux, 1981: 35-8; Giorgis, 1990: 54). Çok sayıda aka­
demik gözlemcinin bu rejimleri Marksist olarak kabul etmemesi de şaşırtı­
cı değildir. Böylelikle, bu rejimlerin sol karakteri (birinci kuşak Afrika sos­
yalistlerine yapılana benzer biçimde) tanınmak yerine inkâr edilmektedir.20
Kanımca bu eleştiriler (önceleri radikal Afrika sosyalistlerinin ciddiyetinin
azımsanmasma benzer biçimde) askeri liderlerin Marksizm-Leninizme olan
bağlılığını azımsamaktadır. Askeri rejimlerin gerilla savaşı yoluyla kurulan
rejimlere nazaran daha otoriter olduğunu veya Marksizmlerinin daha az sa­
hici olduğunu düşünm ek için bir neden yoktur. Bu rejimler kuşkusuz otori­
terdir, belirli anlarda ideolojik değil pragmatik davranmışlardır, darbelere ve
savaş ağalığına karşı korunaksızdırlar ve askeri harcamaları çok yüksektir.
Ama aynı şeyi örneğin 1980’li yıllarda Angola’yı yöneten MPLA için de söy­
lemek mümkündür. Somali Etiyopya’yı işgal ederken bu ülkeyle olan ideo­
lojik akrabalığını bir yana bırakabilmiş tir ama -burada Afrika dışında bir ör­
neğe başvurmak gerekiyor- Çin Vietnam’a, Vietnam da Kamboçya’ya aynı
biçimde davranmıştır (bu rejimlerin tamamının gerilla savaşının ürünü ol­
duğunu hatırlatalım).
Gerçek şu ki, subaylar, özellikle de alt rütbeli subaylar genellikle olduk­
ça radikalleşmişlerdir. Burkina Faso’daki yüzbaşı Thomas Sankara örneğin­
de görüldüğü gibi, bazıları devrimci sürecin başlamasından önce politikleş­
mişti. Benin’deki teğmen Mathieu Kerekou gibiler ise devrimci süreç esna­
sında sola kaymıştır.21 Kongo, Etiyopya ve Madagaskar’da (Benin’in de bu
listeye eklenmesi gerektiği ileri sürülebilir) ordu halk hareketinin bir parça­
sı olarak iktidara geldi.22 İktidarı ele geçirmelerinin ertesinde askerler solcu
sivillerle ideolojik konularda bazen işbirliği yaptılar, bazen de mücadele et­
tiler. Sivillerle olan bu ilişkiler, radikalleşme yönünde etki yapmıştır (Covell,
1987: 6; Keller, 1988: 192, 196; Ayele, 1990: 16, 17). Ordu komutanları
sembolik öneme sahip Marksist-Leninist deklarasyonlar yayımlamışlar­
dır: Derg’in Ulusal Demokratik Devrim Programı, Madagaskar’ın Devrimci
Şartı, Sankara’nın Politik Yönelim Konuşması, General Siad Barre’nin Mavi-
Beyaz Kitap’ı bunlar arasında sayılabilir.23 Askeri hükümetler, askeri yöne­
timin Leninizmin ilkelerine aykırı olduğunun bilinciyle Marksist-Leninist
partiler de kurmuşlardır. Askeri yönetimden sivil parti iktidarına geçiş sü­
reci Kongo ve Somali’de göstermelik olmaktan öteye geçmese de, Benin ve
Madagaskar’da sivilleşme sürecinin (tamamlanmamış da olsa) başlangıcı ol­
muştur.24 Nihayet -k i buna Leninizmin pratik kanıtı olarak da bakılabilir-
askeri yönetimler merkezi planlama uygulamış, yaygın millileştirmeler ger­
çekleştirmiş, sağlık ve eğitimi iyileştirmek, okuma yazma oranını artırmak
için ciddi çabalar harcamıştır.25 Madagaskar’ın askeri-sivil yönetimi Leninist
senaryodan saptığında bunu Afrika’nın en çoğulcu Marksist rejimini kura­
bilmek için yapmıştır.
Afrikalı Marksistleri iktidara götüren diğer yol gerilla savaşıydı. Sömürgeci
veya Afrikalı, beyaz veya siyah farketmeksizin değişime direnen tüm rejim­
lerin, sömürgelerin bağımsızlığını tanıma (Portekiz, Fas, Güney Afrika),
bir bölgeye özerklik verme (Etiyopya, Sudan), azınlık iktidarına son veril­
mesi (Rodezya, Güney Afrika), insan hakları ihlallerinin ve etnik ayrımcı­
lığın önüne geçilmesi (Uganda) taleplerine kulak tıkadığı ülkelerde geril­
la savaşı patlak vermiştir. Gerilla savaşı Angola’da MPLA’yı (1975), Gine-
Bissau ve Yeşil Burun’da PAIGC’yi (1975), Mozambik’te Frelimo’yu (1975),
Zimbabve’de Zimbabve Afrika Ulusal Birliği’ni (ZANU, 1980), Namibya’da
Güney Batı Afrika Halk Ûrgütü’nü (SWAPO, 1990) ve Eritre’de Eritre Halk
Kurtuluş Cephesi’ni (EPLF, 1991) iktidara getirmiş ve Güney Afrika’da
Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) zaferinde (1994) belirli bir rol oynamıştır.
Etiyopya’da Tigray Halk Kurtuluş Cephesi’nin (TPLF) çok-uluslu Etiyopya
Devrimci Demokratik Halk Cephesi’nde (EPRDF) hakimiyet kurarak ona
önderlik etmesini (1991), Uganda’da Ulusal Direniş Hareketi’nin (NRM) ik­
tidara gelmesini (1986) de sağladı. Tüm bu oluşumların arasında yalnız­
ca MPLA ve Frelimo Marksist rejimler kurdu. Diğer pek çok eğilim iktida­
ra gelmeden önce belirli bir aşamada Marksistti (PAIGC, EPLF, TPLF) veya
Marksist eğilimleri barındırıyordu (ZANU, SWAPO ve NRM). Afrika Ulusal
Kongresi (ANC) ise, 1994 seçimlerinde Güney Afrika Komünist Partisi ile
ittifak içinde (bu sonuncusu o aşamada bu koalisyonun kesinlikle küçük or­
tağı olsa dahi) iktidara geldi. Marksist kökenli gerilla hareketleri günüm üz­
de de Batı Sahra’da (Saguia el Hamra ve Rio de Oro’nun Kurtuluşu için Halk
Cephesi ya da Polisario) ve Güney Sudan’da (Sudan Halk Kurtuluş Hareketi,
SPLM) hâlâ (bugün esas olarak diplomatik yöntemler kullanmakla birlik­
te) iktidar mücadelesi veriyorlar. 1960’lı yılların başındaki ANC haricinde­
ki (ki AN C nin bir istisna olup olmadığı da tartışmaya açıktır) hareketle­
rin tamamı, Küba ve Güney Amerika ile özdeşleşen, daha elitist ve militarist
olan jo ko tarzı savaşı değil, Asya’da Mao Zedong, General Giap ve başkaları­
nın geliştirdiği halk savaşının farklı çeşitlemelerini benimsediler (Munslow,
1986: 8-9; Young, 1997: 33). Halk savaşının özellikleri arasında silahlı m ü­
cadelenin fiziksel gücünü oluşturan köylülüğün içinde yoğun bir siyasi ha­
zırlık faaliyeti yürütmek, siyasi önderliğin askeri kom utanın üzerindeki ha­
kimiyeti ile bu hareketlerin geri destek üsleri ve embriyonik sosyalist dü­
zenler inşa edecekleri ‘kurtarılmış bölgeler’in oluşturulması bulunuyordu.
Kurtarılmış bölgeleri kurmakta en başarılı olan hareketler Frelimo ve PAIGC
olurken, diğerleri daha kırılgan ve geçici başarılara ulaşabildiler.26
1970’lerde ve 1980’lerin başında bu hareketlere hayranlık duyanlara göre,
bu hareketlerin Marksizmi Afrika sosyalizminin birinci dalgasında ortaya çı­
kan reformist örgütlerden ve daha sonradan kurulan Marksist askeri rejim­
lerden (Etiyopya belki bir istisna olabilir) daha fazla ciddiye alınmayı hak
ediyordu. Bazı yorumculara göre, Frelimo, MPLA ve bilhassa PAIGC demok­
ratik bir zihniyet ile toplumu dönüştürm e hevesini birlikte aşılayan ‘uzat­
malı savaş mantığı’ndan yararlanıyorlardı. Köylülüğün desteğine muhtaç ol­
dukları için toplumsal katılımın değerini anlıyorlardı. Bu hareketlerin ön­
derleri uzun ve çetin bir savaş vermeye mecbur kaldıklarından siyasetlerini
reformist ve gerici eğilimlerle rekabet temelinde oluşturmuşlardı; bu durum
onları genellikle teorik bakımdan daha dirayetli ve adanmış kılmıştı. Afrika
sosyalistlerine nazaran çok daha radikaldiler, askeri Marksistlere göre —en
azından potansiyel olarak- sahici biçimde demokratiktiler. Toplumu devrim
öncesinde pasiflikten kurtarıp harekete geçirebildikleri için devrim sonra­
sında açığa çıkacak kitle enerjisinden yararlanmaya daha müsaittiler.27
Bu türden bir askeri stratejinin Afrika özelinde teorize edilmesi için en
fazla katkıyı yapan Marksist, Amilcar Cabral’dır. Radikal siyasetle Lizbon’da
tanışan Cabral, daha sonraları PAlGC’nin ve bu örgütün Portekiz’i Yeni Gine
ve Yeşil Burun Adaları’ndan kovmak için verdiği uzun mücadelenin ku­
rucusu, en önde gelen sözcüsü ve stratejisti oldu. Cabral’ın etkisi kısmen
PAlGC’nin askeri başarılarından, kısmen Afrika’nın Portekizce konuşulan
bölümündeki özgürlük hareketlerini birleştirmeye yönelik çabalarından,
kısmen de Gine-Bissau’daki silahlı direnişin Nisan 1974’te Portekiz’de ger­
çekleşen -ve bu ülkedeki neofaşist rejimin devrilmesine ve PAIGC, MPLA ve
Frelimo’nun silahlı mücadelelerinin başarıyla sonuçlanmasına yol açan- as­
keri darbeyi tetiklemekte oynadığı rolden kaynaklanıyordu. Cabral, ortak
düşman Portekiz’e karşı kazanılan bu zaferlere tanık olamadı: 1973’te bir su-
ikastle öldürüldü.
Cabral, sömürgeleştirilenlerin kendi iktisadi geleceklerinin kontrolünü
ancak sömürgeciliğin yanı sıra sömürgecilik sonrası kapitalizme karşı da
devrimci bir meydan okumayla yeniden ele geçirebileceklerini ileri sürüyor­
du. Bu meydan okumanın başarısı küçük burjuvazinin bir ‘sınıfsal intihar’la
köylülüğe devrimci önderlik etmesine bağlıydı. Portekiz’in sömürgeci ha­
kimiyetini devam ettirmekteki ısrarı silahlı mücadeleyi ulusal kurtuluş için
gerekli kılıyordu. Cabral, Gine-Bissau’da daha önceleri Frelimo ve MPLA’nın
kurduğu halk cephelerine benzeyen bir cephe kurmak yerine, mücadele­
nin içinde sınanmış kadrolardan oluşan bir partinin köylülük, oluşum ha­
lindeki proletarya ve ilerici orta tabakaların ittifakına önderlik etmesini ar-
zuluyordu. Cabral’ın düşüncesinde köylülüğün merkezi bir önemi vardı.
İlk olarak, köylülük sömürgeciliğe karşı direnen yerli kültürün mirasçısıy-
dı ve ‘öze dönüş’ kendi kültürüne yabancılaşmış kentli orta sınıfların yeni­
den Afrikalılaşması sürecinin gerekli bir parçasıydı. İkincisi, köylülük silah­
lı direnişin insan kaynağını sağlayabilirdi; askeri teçhizat bakımından çok
daha üstün olan sömürgecileri yenmenin tek yolu köylüleri seferber etmek­
ti. Parti kadroları köylüler ile ilişkilerinde dürüst olmakla, mücadelenin sey­
ri hakkmdaki çetin siyasi tahlillerin sonuçlarını tüm açıklığıyla onlarla pay­
laşmakla (‘yalan söylemeyin, kolay zaferler vaat etmeyin’), köylülerle birlik­
te yaşamakla ve tartışmalara onları da dahil etmekle yükümlüydü. Cabral’a
göre, parti bir yandan bunları yaparken diğer yandan kırsal kültürü ilerici ve
modernist bir doğrultuda dönüştürmeliydi. Uygun biçimde yenilenen ulusal
kültür, ulusal bağımsızlık mücadelesinin güçlü bir silahı olabilirdi.28
‘Uzatmalı savaş’ ve ‘halk savaşı’ hakkmdaki bu olumlu iddialar ne ölçüde
ikna edicidir? Geriye dönüp bakıldığında, bu soruya verilmesi gereken ce­
vap şudur: ‘çok fazla değil.’ Gerilla hareketlerinin örneğin Marksist askeri re­
jimlerden daha az militarist olup olmadığı belli değildir. Afrika’nın en başa­
rılı sömürgecilik karşıtı gerilla ordusu olan, PAIGC’nin askeri kanadı Halkın
Devrimci Silahlı Kuvvetleri’nin (Forças Armadas Revolucionarias do Povo-
FARP) Cabral’in erkek kardeşi Luis’in başkanlığındaki, sömürge sonrası ilk
hüküm ete karşı gelişen muhalefetin üssü haline gelmesi ve nihayet 1980’de
bu hükümeti devirmesi (Dhada, 1993: 138), Luis’in koltuğuna oturan Joao
Vieira’nm da kanlı bir iç savaş sırasında 1999’da iktidardan devrilmesi birer
tesadüften ibaret olmayabilir. MPLA ise, 1980’li yıllarda Angola’nın genişçe
bir bölüm ünü askeri kontrol altına sokmuş, bütçenin tahminen yüzde 70’ini
silahlı kuvvetlere ayırmış ve hem muhalefette hem de iktidarda iken kro­
nik hale gelen savaş ağalığı tarafından kuşatılmıştır (Somerville, 1986: 65;
Ciment, 1997: 130,160). Kurtarılmış bölgeler deneyiminin bağımsızlık son­
rası dönemde demokratik pratiğin yerleştirilmesine veya Marksist iktidarlar
ile daha önce yaslandıkları köylüler arasında kalıcı anlamda sempatiye da­
yanan bir ilişkinin kurulmasına pek az katkıda bulunmuş olması da oldukça
çarpıcıdır. Örneğin Frelimo 1975 sonrasındaki dönemde gerilla savaşı gün­
lerindeki katılımcı önceliklerini ve köylülük yanlısı yönelimini bir yana bı­
rakmış, kırlarda yaşayan yurttaşları üzerinde baskı kurmaya hevesli, merke­
zi bir sanayi yanlısı rejim kurmuştur. Zaten kurtarılmış bölgelerin geleceğin
demokratik uygulamaları için ideal kuluçka ortamları olup olmadığı da tar­
tışmalıdır. Savaşın gereklerinin, demokratik içgüdüleri canlandırdığı kadar
askeri komuta alışkanlıklarını güçlendirmesi muhtemeldir. Ve nihayet, uzat­
malı savaş yoluyla iktidara gelen Marksistlerin 1980’lerde ekonomik kriz ve
uluslararası kredi kuruluşlarının sert pazarlığı karşısında askeri Marksist re­
jimlerden, hatta Afrikalı sosyalistlerden daha sağlam durabildiklerine dair
en küçük bir kanıt yoktur.

İstisn ai Ö rnekler: G üney A frika ve E tiyopya

Afrika’da geçmişte somut olarak gerçekleşen veya gerçekleşme ihtimali


beliren devrimlerin arasında iki tanesi istisnai görünmektedir. Afrika’daki
Marksist hareketlerin büyük çoğunluğu Avrupa sömürgeciliğiyle veya yakın
geçmişte bağımsızlığa kavuşmuş devletlerle ve embriyonik sınıf yapılarıyla
karşı karşıya kalmışken, Güney Afrika ve Etiyopya’daki hareketler epey ge­
lişkin (ilkinde kapitalist, İkincisinde feodal) yerli sınıf yapılarıyla mücade­
le ettiler.
Transvaal’daki altın madenciliği endüstrisi yirminci yüzyıla girilirken
Britanya, Avustralya ve başka ülkelerden çok sayıda kalifiye işçiyi Güney
Afrika’ya çoktan çekmişti. Bu işçilerin içindeki radikal unsurlar Marksizmi
ve sendikalizmi -söm ürge koşullarına uyarlanmamış bir şablon tem elinde-
Sahra-altı Afrikası’na yaymaya başladılar. Erken dönem sosyalistleri nere­
deyse yalnızca -1922’deki ‘Rand İsyam’nda aldığı tarihsel yenilgiye değin
sağlam biçimde yerleşik olan ve sıklıkla militan yöntemlere başvuran- be­
yaz işçi sınıfı içinde örgütlendiler. 1910’da kurulan Güney Afrika İşçi Partisi
açıkça beyaz işçilerle ittifak kurarken bu dönemde radikaller dahi Afrikalı
işçi sınıfının oldukça cılız, kalifiye olmayan ve toprağa bağlı işçilerden oluş­
tuğu bir ülkede beyaz işçilerin proletaryanın öncüsü olduğunu farz ediyor­
lardı. Bununla birlikte, sol hareket zaman içinde ırkçılıktan ve 1922 sonrası
dönemde beyaz işçilerin hızla pasifleşmesinden düş kırıklığına uğrayacak­
tı. 1921’de kurulan Güney Afrika’nın Komünist Partisi (CPSA) 1924’ten iti­
baren siyah işçileri aktif biçimde örgütlemeye başladı (Bunting, 1975: 17-
42; Ellis ve Sechaba, 1992: 15; Drew, 2000: 20-40 ve 4. bölüm). Buna kar­
şın, Komintern’in 1928’de toplanan 6. Kongresi’nde Güney Afrikalı kom ü­
nistlerden o güne değin hararetle savundukları proleter devrimi hedefini bir
yana bırakarak tüm enerjilerini Güney Afrika’da bir ‘bağımsız yerli cum hu­
riyeti’ kurmaya harcamalarını talep eden bir kararın alınması parti önderliği­
nin çoğunluğunu şoke etti (Drew, 2000: 97-101). Yıllarca süren iç karışıklık­
ların ardından (Bunting, 1975: 61-74; Ellis ve Sechaba, 1992: 19-22, Drew,
2000: 102-108) CPSA (daha sonra Güney Afrika Komünist Partisi, SACP
adını aldı) ANC ile yakın bir ittifak kurdu. Yine de, kalabalık beyaz yerle­
şimci nüfusu, ulusal bağımsızlığına erken bir dönemde (1910) kavuşması
ve göreli gelişkin ekonomisi Güney Afrika’yı Afrika’nın genel bağlamı içinde
her daim ayrıksı kıldı. Yirminci yüzyılın (1920’ler sonrasındaki döneminin)
neredeyse tamamı boyunca Komünistlerin milliyetçiliğe kaydığını, Güney
Afrika’nın ‘sömürge alanı’ olmaktan oldukça uzak (SACP’ye göre, Güney
Afrika ‘özel tipte’ bir iç sömürgeciliğe maruzdu), dinamik bir kapitalist ülke
olduğunu ve giderek genişleyen siyahi işçi sınıfının sosyalist devrimi ger­
çekleştirme yeteneğine hızla kavuştuğunu ısrarla ileri süren sol eleştirmen­
ler hep varoldu. Ancak, milliyetçiliğin cazibesinin Trotskistlerin ve sendika­
larda çalışan işçicilerin çoğunun bile karşı koyamayacağı ölçüde güçlü ol­
duğu da ortaya çıktı. Bunlar 1980’lerin ortalarından itibaren, Komünistlerle
benzer biçimde -ulusal hareketlerin kitlelerin bağrında sahip olduğu muaz­
zam meşruiyete kendilerinin de sahip olmasını um arak- ulusal hareketler
ile ittifaka yöneldiler (Glaser, 1998). SACP, ittifak stratejisini şaşırtıcı bir ba­
şarıyla uyguladı: 1960’ların sonunda ANC’yi neredeyse ele geçirmişti (Ellis
ve Sechaba, 1992: 10, 52-62, 150-1, 201). İronik biçimde, 1990’ların başın­
da, yani tam da ANC’nin iktidarın eşiğine geldiği dönemde SACP kendisi­
ni marjinalleşmiş halde buldu. SACP’nin yaşadığı bu gerileme, sınıf vurgusu
yapan solun uzun zamandan beri hakkında uyarılar yaptığı sosyalizmin mil­
liyetçiliğe boyun eğmesi tehlikesinin pratikte gerçekleştiğini gösteriyordu.
Güney Afrika’nın sömürge olup olmadığı tartışmaya açıksa da,
Etiyopya’nın sömürge olduğunu iddia etmek m üm kün değildir. İtalya’nın
kısa süren işgali haricinde bu ülke hiçbir zaman Avrupa’nın sömürgesi ol­
mamıştır. Etiyopya’nın farklılığı başka bir noktada yatmaktadır: bu ülkenin
sömürücü büyük toprak sahiplerinden ve merkezi saray otoritesinden olu­
şan hakim sınıflarını Avrupa’daki eski rejim (ancien regime) ile karşılaştır­
mak mümkündür. 1974’te imparator Haile Selassie’yi iktidardan indiren as­
keri darbe, ilk bakışta Afrika’nın -solcu askeri diktatörlüklerin kurulm a­
sına yol açan- öteki darbelerine benzer. Öte yandan, Derg devam eden bir
kent ayaklanmasını sonuçlandırmış ve iktidara gelir gelmez de feodal dü­
zeni tasfiye etmiştir. İmparatorun suikastle öldürülmüş olması da dahil ol­
mak üzere tüm veriler, bazı gözlemcilere geçmişin iki paradigmatik devrimi
olan 1789 Fransız Devrimi ile 1917 Rus Devrimi’ni hatırlatmıştır. Halliday
ve Molyneux’nün bu olayın - ‘tepeden devrim’ olmakla birlikte- bir sosyalist
devrim olduğundaki ısrarı oldukça etkili olmuştur (Halliday ve Molyneux,
1981: 25-31).
Devrimci Etiyopya başka bir bakımdan da Rusya’ya benzer: çokuluslu bir
imparatorluğun mirasçısıdır ve en başından beri farklı etnik grupların oto­
nomi veya bağımsız devlet kurma istekleri ile karşılaşmıştır. Etiyopya’daki
ulusal sorun Avrupalı bir imparatorluğun değil Afrikalı, tamamen yerli bir
imparatorluğun hakimiyetine ilişkin bir sorundur. Ülkede yaşayan farklı
ulusların hakim ulusun (Amhara) yönetimindeki baskıcı devletin hakimi­
yetinden kurtulm ak isteğinden kaynaklanmıştır. Etiyopya’daki yeni rejim,
Bolşeviklere -ve sonrasındaki Sovyetler Birliği Komünist Partisi’n e - ben­
zer biçimde ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına saygıya vurgu ya­
pan Leninist bir dil kullanarak farklı ulusların milliyetçiliğini yatıştırma­
ya çalıştı. Fakat ulusal talepleri yatıştırmakta ve devleti stabilize etmekte
Rusya gibi başarılı olamadı ve esasen bu nedenden ötürü de -toplam ömrü
Sovyetler’den kısa sürmekle birlikte- Sovyet ağabeyi ile aşağı yukarı aynı
anda çöktü. Yine de, Etiyopya devriminin spesifik özellikleri onu Afrika’nın
Marksist askeri iktidarlarına, daha da genel planda kıtadaki tüm Marksist
iktidarlara ilişkin tartışmalarda ayrıcalıklı bir konuma yerleştirir (Lefort,
1983; Munslow, 1986: 7; Ayele, 1990: 11-12).

A yırıcı Ö z ellik le r e Sahip


Bir A frika M arksizm i O ld u mu?

Afrika’nın Marksist önderleri ve düşünürleri kıtaya tek bir şablonla baktı­


lar. Samimi birer sosyalist olmalarına rağmen, Afrika’nın komünizm bir yana
tam bir sosyalizme derhal geçemeyeceğini kavramışlardı. Devrim ilkin halk
demokrasisinin veya ‘halkın demokratik diktatörlüğü’nün kurulacağı ‘ulusal
demokratik’ aşamadan geçecekti. Halk demokrasisi feodal kalıntıları orta­
dan kaldıracak, kapitalist aşamanın üzerinden atlayarak sosyalizmin ve pro­
letarya diktatörlüğünün temelini atacaktı.29 Bu aşamada siyasi önderlik işçi­
lerin, köylülerin ve küçük burjuvazinin ilerici kesimlerinin ittifakını temsil
eden öncü parti tarafından üstlenilecekti. Bu ittifaka işçi sınıfı önderlik ede­
cekti ama geniş bir işçi sınıfının yokluğu koşullarında işçi sınıfının önder­
lik rolünü vekâleten parti üstlenecekti. Bu temel sınıf ittifakı gerektiğinde
diğer toplumsal kesimlerle işbirliği yapabilirdi ama sosyalizme geçişi engel­
leyen tüm sınıflar ve kesimlere karşı mücadele edecekti (Somerville, 1986:
99). Genel bir ifadeyle, yukarıda özetlenen siyasi hattın Lenin’in emperya­
lizm ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına ilişkin teorileri, 1930’lar-
dan 1940’ların ortalarına değin yaşanan birleşik cephe deneyimi ve savaş-
sonrası Sovyet teorisi tarafından şekillendirilen Marksist söyleme göre ‘sos­
yalist yönelimli toplumlar’ın tamamının izlemesi gereken siyasi hat olduğu­
nu söylemek m ümkün. Afrikalı Marksistlerin bu çerçevede ortaya koyabile­
cekleri farklı çok az şey vardı: yukarıda özetlenen teorik formülasyonun ev­
rensel ölçekte geçerli olduğunu ama yerel koşullara uygun olarak biçimlen­
dirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Halk cephelerini veya askeri cuntala­
rı öncü partilere dönüştürürken bu formülü uyguladılar; millileştirme, dev­
letin öncülüğünde sanayileşme ve kitle seferberliği programlarını yine aynı
formülden esinlenerek hazırladılar.
Öte yandan, Afrika’nın Marksist hareketlerinden ve rejimlerinden hiçbir
orijinal katkı gelmediğini ileri sürmek de hatalı olur. General Muhammed
Siad Barre’nin Marksizm ile Islamı sentezleme çabası belki de Afrika’dan ge­
len en ilginç katkıdır (Samatar, 1988: 108-109; Library of Congress, 2005).
Bildiğim kadarıyla, benzer bir sentez yapmayı deneyen tek ciddi hareket
İran’daki Halkın Mücahitleri’dir. Said Barre ve Halkın Mücahitleri’nin yaptığı
felsefi-teorik keşifler, Cezayir’deki Ben Bella ile onun halefi Boumedienne’in
-k i onlar Barre ve Halkın Mücahitleri’ne nazaran çok daha net bir Marksist
dil kullanıyorlardı- ‘Arap-lslam’ sosyalizmi kurma çabalarını akla getirmek­
tedir (Humbaracı, 1966: 90, 109, 237, 244, 249-50, 253, 269-70). Tüm bun­
ların berrak bir sentezi yansıtıp yansıtmadığı sorusunu bir yana bırakır­
sak, Müslümanların nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu toplumlarda faali­
yet gösteren Marksist hareketlerin Marksizmle Islamı birbirine uydurma­
ya kendilerini mecbur hissettikleri bir gerçektir. Mısır’da Nasır her ne ka­
dar Müslüman Kardeşler grubuyla çatışsa da ülkenin resmi dini liderleri­
nin, yani ulemanın desteğinden yararlanmıştır (Woodward, 1992: 35). Ve
nihayet, Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti’nde İslam resmi din olmaya,
okullarda öğretilmeye devam etmektedir (Lackner, 1985: 109-10).
EPLF ve TPLF ulusal sorun hakkındaki Marksist düşünceye ilginç bir ila­
ve yapmıştır. EPLF ulusların sosyalist devletlerden dahi ayrılmaya hakları
olduğunda ısrar ederken, TPLF Afrika devletlerinin ulusal farkları tanımaya
ve gerektiğinde kendilerim çokuluslu devlet olarak kurmaya mecbur olduk­
larını öne sürmüştür. Her iki örnekte de Marksist hareketler Leninist norm ­
lara başvuruyorlardı fakat bu normlar SSCB’de olsa olsa tutarsız bir biçim­
de uygulanmıştı ve bağımsızlığa kavuşan Afrika devletleri ise etnisite-aşırı
ulus devlet inşasında ısrar ederek ve varolan devlet sınırlarını değiştirmek­
ten kaçınarak bu normlara burun kıvırmışlardı. EPLF ve TPLF ise bu fi­
kirleri ciddiye aldılar; ilki Eritre’nin ayrılmasının önünü açarak, İkincisi ise
Etiyopya’yı yöneten EPRDF’nin başındayken uyguladığı pratikle bunu ka­
nıtladı (Pool, 1979: 56-71; Young, 1997: 214).
Pratik düzleme gelince, Sekou Toure’nin kitle partisi formları üzerine
yaptığı deneyleri yukarıda anmıştım. Burada anılmayı hak eden bir başka
kurumsal icat Madagaskar’a aittir. Madagaskar’ın askeri-sivil karışımı me­
lez rejimi dünyada eşi benzeri belki de bulunmayan bir formül geliştire­
rek yalnızca sosyalist ve Marksist partilerin katılımına açık bir tür rekabetçi
çok partili demokrasiye izin verdi. Seçimlere katılma hakkını kazanmak is­
teyen her partinin ülkenin kurucu devrimci metni olan Madagaskar Devrimi
Şartı’na bağlılığını bildirmesi zorunluydu. Her ne kadar rejim kendi partisi­
ni (Madagaskar Devrimi’nin Öncüsü, Arema) kurmuş olsa da, bu parti ken-
dişiyle işbirliği yapan rakipleri ile birlikte Devrimin Savunusu için Ulusal
Cephe’ye katıldı (Covell, 1987: 1-2, 60-2, 119). Bu sol-içi çoğulcu düzen­
leme, bazı sol liberterlerin geçen yüzyılda zaman zaman savundukları siya­
set tarzını andırmaktadır. Madagaskar Marksizmi genellikle oldukça eklek­
tiktir. Örneğin 1980’lerin başında -b u ülkede esas olarak ilerici kanallar­
dan gelişen- Hıristiyanlıkla felsefi bir uzlaşmayı denemiştir. MadagaskarlI
Marksistler çoğulcu formüllerini hiçbir zaman teorileştirmediler: gerçekte
pek çoğu Leninistti ve kendi siyasi sistemlerini koşulların dayatması sonu­
cunda ortaya çıkan, geçici ve tatmin edici olmayan bir sistem olarak görü­
yorlardı (Covell, 1987: 60-1). Böyle bile olsa, bunun aynı dönemin çok daha
katı Afrika Marksizmlerine nazaran hiç albenisi olmayan bir kaza olduğunu
söylemek m üm kün değildir.

G erilem e ve Ç öküş

Afrika Marksizminin ömrü oldukça kısa oldu. Kıtadaki Marksist rejimle­


rin çoğu 1970’lerin ortalarında kuruldu ve kurulan bu rejimlerin çoğunlu­
ğu 1980’lerin ortalarından itibaren iktisadi bakımdan liberalleşmeye başla­
dı. Bu rejimlerin tamamı 1990-91 döneminde Marksizmi reddettiler ve tem­
sili demokrasiyi benimsediler (Waterhouse, 1996: 11; Hall ve Young, 1997:
202-19; Hodges, 2001: 50-9, 70-102). Afrika sosyalizminin başlangıç tarihi
çok daha gerilere, 1950’lerin sonlarına kadar gitmekle birlikte, o da 1980’la-
rın sonu ve 1990’ların başlarında benzer bir gerileme ve çöküş süreci yaşa­
mıştır. Bizzat bu pratiğin içinden gelenler ile gözlemcilerin ezici çoğunlu­
ğu Afrika’daki Marksist ve sosyalist deneyimin başarısızlıkla sonuçlandığın­
da hemfikirler. Sosyalist ekonomilerin hiçbiri azgelişmişlikten kurtulama­
dı: 1980’lerin sonuna gelindiğinde bazıları dünyanın en yoksul ülkeleri ara­
sında yer alıyorlardı. 1980’li ve 1990’lı yıllarda iktidara gelen eski Marksist
veya Marksizmden etkilenmiş hareketler -NRM, SWAPO, EPLF, TPLF- ile
komünistlerle ittifak yapan ANC sosyalist bazı deneyler yapmaya dahi gi­
rişmediler. Seçim yarışlarının ve kapitalizm yanlısı siyasetin yeni dünyası­
na oldukça başarılı biçimde adapte olan eski Marksist partilerin ve lider­
lerin 1990’lara -hatta bazı örneklerde daha da sonrasına- değin siyasi ba­
kımdan oldukça etkili olmaları dikkate değerdir. Bu yazının yazıldığı esna­
da MPLA ve Frelimo Angola ve Mozambik’te hâlâ iktidardaydılar ve PAIGC
Gine-Bissau’da hâlâ ciddi bir siyasi güçtü. Madagaskar’ın eski devlet başkanı
Didier Ratsikara kendisini bir ekolojik hümanist olarak yeniden yarattıktan
sonra girdiği 1996 seçimleriyle görevine geri döndü ve 2001-2002’de ger­
çekleşen isyanlarla birlikte nihayet iktidardan indirildi. Sankara’nın ideolo­
jik bakımdan eklektik olan halefi Yüzbaşı Blaise Compaore 1998’de yeniden
seçildi. Benin’de Kerekou 1996 ve 2001 seçimlerinden galip çıktı. Kongo’da
Albay Sassou-Nguesso 2002’de yeniden seçildi. Marksist niteliği en belirgin
sistemlerin (burada tekil Marksist liderlerden değil Marksist sistemlerden
bahsediyoruz) arasında yalnızca Mali, Somali ve Etiyopya’daki rejimler fiziki
olarak iktidardan indirildi (ki son ikisi en baskıcı rejimlerdi). Aynı dönemde
yukarıda anılan ülkelerde toplumsal eşitsizlik giderek artarken eski yöneti­
ci elitlerin çoğunluğu ‘vahşi’ ve ‘yağmacı’ kapitalizmin iklimine uyum sağla­
yarak, kuşkulu yöntemlerle, genellikle de yolsuzluk sayesinde servet edinip
serpilmeyi başardılar.30
Afrika’da sosyalizmi kurma denemesine ne oldu? Ve bu deneyimin terk
edilmiş olması bugünün (elverişsiz) koşullarında Afrika’da veya başka yer­
lerde sol-sosyal demokrat projeyi geliştirmeye çalışanlar için ne tür dersler
içeriyor?
Afrika sosyalizmi ile Afro-Marksizmin başarısızlığının nedenlerini teşhis
etmeyi güçleştiren şey bu başarısızlığın daha geniş kapsamlı iki başarısızlı­
ğın kesişiminde yatıyor oluşudur: Marksist iktidarın küresel ölçekteki başa­
rısızlığı ile yönetici ideolojileri ne olursa olsun Afrika’daki iktidarların top­
tan başarısızlığı. Bir başka deyişle, Afrika’daki herhangi bir Marksist iktida­
rın başarısızlık nedenlerinin ne ölçüde Marksizmin yetersizliklerinden ne
ölçüde Afrika’nın kendi hastalıklarından kaynaklandığını saptamak olduk­
ça güçtür. Bununla birlikte, oldukça um ut verici bir başlangıç yapan bu de­
neyin zaman içinde yolundan sapmasına yol açan bir dizi etkeni saptamak
mümkündür.
Bu etkenlerden bazıları solcu hüküm etlerin sempatizanlarının bu hü­
kümetlerin başarısızlıklarını açıklarken sıklıkla kullandıkları, klasik ‘kıtlık
artı kuşatılmışlık’ senaryosuna uygundur. Afrika’nın sosyalist hüküm etle­
ri iktisadi büyüm enin yalnızca az sayıda vahada yaşandığı, azgelişmiş ta­
rım ekonomileri devraldılar. Sömürge döneminin eğitim sistemi nedeniy­
le kalifiye işgücü utanç verici düzeyde cılızdı ve bu cılız işgücü de Gine-
Conakry, Mozambik ve Angola’daki yerleşimcilerin ve buralarda yaşayan
Avrupalılarm bağımsızlık sonrasında bu ülkelerden kaçmasıyla daha da azal­
dı. Derg, Etiyopya’nın dağlık bölgelerinde tarihsel kökleri çok gerilere giden
ciddi bir toprak bozulması sorununu miras aldı. Bu sorun, 1983-1986’da
yaşanan ve bir milyon insanın ölümüne yol açan kıtlık felaketinin ardın­
da yatan, en azından boyutlarının bu kadar büyük olmasına yol açan etken­
lerden birisidir (Ottoway, 1990: 4; Kebbede, 1992). MPLA ve Frelimo’nun
baş etmek zorunda kaldığı dış destekli silahlı ayaklanmaların ekonomik ma­
liyetinin ağırlığı um ut vaadeden sosyal programlar için ayrılması gereken
bütçelerin büyük ölçüde kısılmasına, sonuçta bu programların uygulana-
mamasına yol açtı. Etiyopya (Marksist olan ama ABD tarafından destekle­
nen) Somali tarafından 1977’de işgal edilmekle kalmadı, ayrıca ülke içinde­
ki silahlı isyancılar tarafından da yıpratıldı. Somali rejimi ve Derg 1991’de iç
ayaklanmalar sonucunda yıkıldı. Angola ve Afrika Boynuzu" Soğuk Savaş’m
sahnesi haline geldi. Güney Afrika’daki apartheid rejimi Afrika’nın güneyin­
de ‘istikrarsızlaştırma’ yöntemlerini başarıyla uyguladı. 1980’lerin sonların­
dan itibaren pek çok yorumcu hangi sosyalist hüküm etin ne ölçüde ken­
di hatalarının faturasını ödediği noktasının altını isabetli biçimde çizdiler
(Saul, 1993b; Kaure, 1999: 2-3). Bununla birlikte, bu hüküm etlerin devral­
dıkları azgelişmişlik mirası ile başa çıkmak zorunda kaldıkları askeri basınç
-ideolojisi ne olursa olsun- her hüküm etin ekonomiyi yeniden inşa etme
çabasını oldukça güçleştirmeye kâfiydi.
Bu hüküm etlerin kendi hataları yine de çoktu. Afrikalı sosyalistlerin ve
Marksistlerin kalifiye eleman ve kaynak yetersizliği sıkıntısı çeken devlet­
lerinden kısa zamanda çok şey beklemelerine neden olan radikal sabırsız­
lıkları bu hatalardan biriydi.31 Kendilerine gereğinden fazla güvenen sosya­
list yöneticiler, başında bulundukları zayıf devletlere ekonominin tamamını
merkezi planlama altına alma görevini vermekte tereddüt etmediler. Kendi
toplumlarmın sermaye ve kalifiye eleman kıtlığı yaşadığı, ekonominin ölçe­
ğinin sınırlı olduğu koşullarda çok düşük bir sanayi alt yapısından kalka­
rak hızla sanayileşebilme kapasitesini abarttılar. Bürokratik felçleşme, za­
rar eden kırsal ve kentsel işletmeler ve -p ek çok örnekte- yüksek borçlan­
ma oranları bu aşırı hırsın yan etkileriydi. Bir çeşit piyasanın uygulanabilir
bir sosyalizm için gerekliliğine dair bildiklerimizi göz önüne alırsak, bu hü­
kümetlerin bir yandan özel mülkiyet altındaki işletmelere yer açarken diğer
yandan devletin gelir toplama, sosyal yardım yapma, refahı yeniden dağıt­
ma ve ekonomiyi yönetme kapasitesini artırmaları çok daha ihtiyatlı bir si­
yaset olurdu. Büyük çaplı, sermaye yoğunluklu projelerin yüksek maliyeti
ve belirsizliği ortadayken, bunları dış borçla finanse etmemek daha m antık­

* Etiyopya, Somali, Eritre ve C ibuti’yi içine alan, Afrika’nın doğu b ö lü m ü n ü n Arap


Yarımadası’nı çevreleyen bölgesine verilen ad (ç.n.).
lı olurdu. Benin ve Madagaskar’da sosyalizmin ortadan kalkmasının sebebi
hızlı borç birikimiydi (Covell, 1987: 63-8; Ailen, 1989).
Sosyalist hükümetler, radikal iddialarıyla tutarlı biçimde kırların hızlı
sosyalist inşa - daha doğrusu, hızlı m odernleşm e- için hazırlıklılık dere­
cesini de abarttılar. Sosyalist yöneticiler anlaşılabilir nedenlerle kırsal ya­
şamı refah dağıtımı, yüksek verimlilik, eşitlikçi toprak dağıtımı, sosyal da­
yanışma ve 1980’lerde Etiyopya’da olduğu gibi bazen yalnızca kitlesel açlı­
ğı önleyebilme hedefleri doğrultusunda yeniden düzenlemeye gayret ettiler
(Kebbede, 1992: 79-84). Bu hedeflere ulaşmak için kullandıkları yöntemler
kırsal bölgelerde yaşayan halkı genellikle öfkelendirdi. Bunun nedeni köy­
lülerin kapitalizm yanlısı olması değildi: köylüler toprağın serbest piyasada
alınıp satılmasından yana değillerdi, TPLF ve Frelimo 1990’larda toprakta
serbest piyasayı kurmaya teşebbüs ettiğinde buna karşı çıktılar. Devlete ve
büyük toprak sahiplerine ait toprakların yeniden dağıtılmasını da genellikle
olumlu karşıladılar (Ottoway ve Ottoway, 1986: 139-42; Waterhouse, 1996:
23; Young, 1997: 198-9). Öte yandan, köylüler kooperatiflerde ve kolektif
çiftliklerde çalışmaya genellikle istekli değillerdi (Etiyopya’da ise yüzlerce
mil ötedeki, daha verimli olduğu varsayılan çiftliklere yerleştirilmeyi istemi­
yorlardı). Köylülerin bu düzenlemeleri benimsemekteki isteksizlikleri kar­
şısında Marksist hüküm etler -Afrika’da daha önceleri sosyalist hüküm etle­
rin yaptığı gibi- zor kullanımına başvurdular.32 Köylü tarımı, tamamen dev­
letin kontrolünde olmayan kuraklık, savaş ve kapasite eksikliği gibi çok çe­
şitli nedenlerden dolayı zarara uğradı; ancak köylülere karşı şiddete başvu­
rulması yine de sorumsuz, iyi niyetten yoksun bir davranış olarak görülme­
lidir. Pek çok köylü, kentli liderlerin yerleşik animist inançları kötülemesi­
ne ve geleneksel önde gelenleri genellikle zor kullanarak dışlamasına da öf­
keliydi. Mozambik gibi, hatta Sovyet yönetimindeki Afganistan gibi ülkele­
rin verdiği açık bir mesaj varsa o da kentli elitlerin kırsal bölgelere, bu böl­
gelerin geleneklerine yaklaşırken, modern değerleri yayarken m üm kün olan
her yerde güç kullanmak yerine meşveret ve ikna yöntemlerini kullanması­
nın gerekli olduğudur. Köylülerin yabancılaştırılması Mozambik, Angola ve
Etiyopya’da silahlı muhalefeti, diğer örneklerde ise pasif itaatsizliği güçlen­
dirmiştir.
Marksist rejimlerin yönetmek istedikleri toplum kesimlerininin tama­
mını gereksiz biçimde yabancılaştırmaya bu kadar hazır olmaları şaşırtıcı­
dır. 1980’lerin ortalarına kadar Mozambik ve (ondan bir derece az da olsa)
Angola hükümetleri rejime zaten şüpheyle yaklaşmakta olan kiliseleri ta­
ciz ederek onların rejime karşı açık düşmanlığını kesinleştirdi (Marcum,
1987: 74; Ciment; 1997: 172; 185; Hail ve Young; 1997: 85-7). Yabancı ser­
maye hürmetle karşılanırken, yerli sermayeye genellikle ayrımsız bir hu­
sumetle yaklaşıldı. Öncü partileri amaca uygun hale getirmek için gerek­
li görülen sistematik tasfiyeler parti elitlerinin toplumdan yalıtılması­
na yol açtı (Somerville, 1986: 56-57, 90, 92-95; Radu ve Somerville, 1989:
172-173; Hodges, 2001: 48). Etnik aidiyetler hakir görüldü, örneğin ana
dil hakkı reddedildi, azınlık gruplan devlet organlarında eksik temsil edil­
di.33 Eritre’nin bağımsızlık talebi Etiyopya imparatorluğunu -ulusal grup­
lara çok sınırlı bazı tavizler vererek- bir üniter devlete dönüştürm ek iste­
yen Derg tarafından reddedildi (Keller, 1988: 202-3, 240; Ottoway, 1990:
607; lyob, 1995: 118-9). Sosyalist hüküm etlerin modernleşmeyi dayatırken
tarihin kendi yanlarında olduğunu düşündükleri, sınıfsal ve ideolojik ba­
kımdan düşman belledikleri unsurlara karşı mücadeleye kendilerini mecbur
hissettikleri açıktır, işler ters gittiğinde günah keçilerine ihtiyaç duydular.
1960’lı ve 1970’li yılların atmosferinin kitlelerin sola duyduğu büyük sem­
pati bakımından bugünkünden oldukça farklı olduğunu da unutmamak ge­
rekli. Bu atmosfer Saul’un ‘burnu büyüklük’ olarak tanımladığı yaklaşımın
doğmasına uygundu (Saul, 1993a: 72-3). Nedeni her ne olursa olsun, izle­
nen siyaset oldukça acemice görünmektedir.
Tüm bunların arasında en sorunlu alan demokrasi teorisi ve pratiğiydi.
Sosyalist hareketler ve rejimler kitlelerin katılımını demokratik değerlerin
gerçekleştirilmesi ve popüler enerjinin kalkınma için seferber edilebilme­
si için gerekli görüyorlardı. Demokratik idealizmleri yalnızca birkaç göz­
lemciyi etkilemekle kalmadı; mahalle komitelerinde, işyeri konseylerinde,
köylü derneklerinde, kurtarılmış bölgeler ile yeni sosyalist devletlerin sı­
nırları içinde kurulan sektörel kitle örgütlerinde görüldüğü gibi geniş kit­
leleri de etkiledi.34 Bazı gözlemciler bu doğrudan demokrasinin temsili de­
mokrasinin kuram larının açığını fazlasıyla kapattığını düşünüyordu. Bugün
bu demokrasinin tamamen uydurma olduğu açıkça görülmektedir. Saul ve
diğerlerinin üzerinde durduğu önderlik ile kitle hareketi arasındaki diya­
lektiğin işleyişi sürecinde sosyalistler iktidara gelir gelmez buyurgan bir li­
derlik anlayışının süratle galebe çaldığı görülüyor. Bu durum katılımcı de­
mokrasinin aşındırılması sonucunu veriyordu (Ottoway ve Ottoway, 1986:
200-7; Saul, 1990: 55; Hail ve Young, 1997: 74-6). Hükümetin veya ordunun
muhaliflerinin -Kongo’da gençlik kanadı militanlarının, Benin’de Devrimi
Savunma Komiteleri’ndeki muhaliflerin, Luanda’da poder popular (“halk ik­
tidarı”) içindeki solcu komplocuların ve Etiyopya’da mahalle feebe/e’lerinde
EPRP’nin faaliyetleri bunlara örnektir- katılımcı demokrasinin organların­
da üsler edinmesi bu aşındırma sürecini hızlandırdı. Mozambik’teki grııpos
dinamizadores (“seferberlik grupları”) ile Cezayir, Angola ve Mozambik’teki
işçi özyönetim organları gibi daha az dramatik örneklerde ise söz konusu
özyönetim organları hüküm etin disiplin ve merkezi kontrol arayışına kur­
ban edildi.35
Daha da önemlisi, bu organlar herşeyden önce yanlış biçimlendirilmiş bir
demokrasi modelinin bir parçasıydı. Afrika’daki sosyalist ve Marksist rejim­
ler katılımdan söz ederken toplum un iktidar partisi tarafından belirlenen
kolektif hedeflerin gerçekleştirilmesi uğruna seferber edilmesini kastediyor­
lardı. Hiç kuşkusuz, bu, halkın tartışma ve eleştiri yoluyla işlere katkıda bu­
lunmasını gerektirebilirdi; bu etki halka rejimin onayını almış adaylar ara­
sında, izlenen siyasetlerin teknik detayları üzerinde, hatta anayasa madde­
leri arasında seçim yapma olanağı sağlayabilirdi.36 Ancak katılımcıların ik­
tidar partisine veya onun ideolojik çizgisine karşı çıkabilmeleri ne öngörül­
müştü ne de katılımcıların bunu yapabilmeleri m üm kündü. Katılımcı or­
ganların rejim için işlevi, zaten belirlenmiş politikaların açıklanacağı forum­
lar sağlamak veya muhalif fikirleri sisteme entegre etmek ve halkı gözetim
altında tutmaktı (Ciment, 1997: 145). Gençlerin, işçilerin, kadınların ve di­
ğerlerinin içinde yer aldığı sözde ‘kitle örgütleri’ rejim ve halk arasında ak­
tarma kayışları olarak tasarlanmıştı.37 Birkaç istisna hariç tutulursa, bu ör­
gütlerin dışında hiçbir özerk örgütlenme alanının gelişimine izin verilmi­
yordu.38 Bu açığı kapatan, iktidarın az sayıda kişinin elde toplanmasını ön­
leyen başka bir denetim mekanizması da yoktu. Seçimle işbaşına gelen ulu­
sal meclislerin, yukarıdan dikte edilen politikaları sorgusuz sualsiz onayla­
yan noterler olmaktan başka bir işlevi yoktu.39 Leninist demokratik merke­
ziyetçilik parti içi demokrasinin içini boşaltmıştı (Saul, 1985: 78-9; Radu ve
Somerville, 1989: 192-3; Giorgis, 1990: 62-3). İktidar partileri ise güçlü baş-
kanların veya (Kongo ve Somali’de olduğu gibi) ordu içindeki komplocula­
rın emrine girmişti.40
Katılımcı organların işleyişine daha derin bir demokrasi felsefesi yön ve­
riyordu. Sosyalist hüküm etlerin yerleştirdiği demokrasi temsili değil teleo-
lojikti. Bu demokrasinin mimarları, yurttaşlarına farklı kolektif projeler ara­
sında seçim yapma hakkını veren bir devlet yerine sosyalizmi kurma tekil
hedefine göre yapılandırılmış bir devlet kurma arayışındaydılar. Eğer sistem
herhangi birini ‘temsil ediyorsa,’ bu, halkın kendisi değil idealize edilmiş
veya yanlış bilinçten arınmış, kendisinin veya toplum un gerçek çıkarlarının
ne olduğunu bilen, çok ileri seviyedeki bir halktı. Afrika’nın sosyalist rejim­
leri bu anlamda herkesin iradesi ile genel irade arasında Rousseauvari bir ay­
rım yapıyordu. Buna göre, bilimsel kavrayışa ve uzak görüşlülüğe sahip olan
parti, genel iradenin ete kemiğe bürünm üş haliydi. Sosyalizme ve komüniz­
me geçiş sürecinde devlet yalnızca proletarya ve onunla ittifak kuran sınıfla­
rın -tü m bu unsurlar geleceğin sınıfsız toplum unun nüvelerini oluşturuyor­
d u - yüksek iradesini temsil edebilirdi.
Afrika’daki (Madagaskar haricindeki) Marksist rejimlerin demokrasi teo­
risi ve pratiği bakımından 1989-91 dönemine kadar yaşayan diğer Marksist-
Leninist rejimlerden hiçbir ciddi farkı yoktu. Bunu Leninist demokrasi an­
layışı olarak tanımlamak uygundur. Bu anlayış Marx ve Engels’in bu konu
üzerindeki genellikle muğlak eserlerinin önce Bolşevikler, daha sonra SBKP
tarafından yapılan belirli bir yorumu ile meşrulaştırılmış ve Komintern tara­
fından tüm dünya çapında genelleştirilmiştir (Glaser, 1999). Bu, son tahlil­
de sürdürülebilir bir anlayış değildi çünkü moral değerler veya çıkarlar ba­
kımından kaçınılması m üm kün olmayan toplumsal çeşitliliği hesaba kat­
mıyordu. Ayrıca, sosyalist rejimlerin, Batılı hükümetler ile yerli isyancılar­
dan oluşan düşmanlarının bu rejimleri baskıcı diktatörlükler olarak göste­
rerek onların meşruiyet zeminini aşındırmasını kolaylaştırıyordu. 1990’la-
rın başında (eski) sosyalist hüküm etler bu teleolojik demokrasi modelini
terk ederek daha ucu açık, temsili bir demokrasi modelini benimsediler.
Yurttaşlar artık birbirine karşıt siyasi program ve partilerde ete kemiğe bü­
rünen farklı kolektif projeler arasında seçim yapma hakkına -e n azından il­
kesel düzeyde- sahipler. Sosyalist veya sosyal demokrat partiler kendilerine
her daim iktidarda kalma garantisi vermeyen bu yeni sistem çerçevesinde ik­
tidara gelmeye çalışmak zorunda. Bu yalnızca somut, ampirik olarak göste­
rilebilir halkların -sonradan geri alabileceği- onayını alarak yönetmek an­
lamına geliyor.
Genel olarak belirttiğim gibi, hangi türden olursa olsun, Afrika devletle­
ri onyıllarca süren iktisadi başarısızlığın ardından günümüzde gerçek seçe­
neklerini sınırlayan, bir tür ‘yeniden sömürgeleştirilme’ye (Saul, 1993b) tâbi
tutuluyorlar. Bu devletlerin otoritesi bugün IMF ve Dünya Bankası’mn eli­
ne geçmiş durumda, ülke içinde ise uluslararası sivil toplum kuruluşları ha­
kim.41 Uluslararası kredi kuruluşları -e n azından yakın geçmişe kadar- her
ülkeye özelleştirme, kuralsızlaştırma, devalüasyon ve harcamaların kısılma­
sından oluşan, sosyal sıkıntıların, toplumsal eşitsizliğin, rüşvet ve yolsuzlu­
ğun artmasına yol açan aynı reçeteyi uygulamayı şart koşuyor.42 Temsili de­
mokrasiye geri dönüş (en azından sahte veya göstermelik nitelikte olmadığı
yerlerde) yurttaşlara liderleri denetleme ve tiranları, sahtekârları, beceriksiz­
leri defetme hakkını verir ve bu haklar küçümsenmemelidir. Bununla birlik­
te, yurttaşların gerçek ideolojik seçimler yapabilmeleri için uluslararası iliş­
kilerin yeniden düzenlenmesi gereklidir. Yeni kapitalizmin, şampiyonlarının
beklentilerinin aksine her derde deva bir ilaç olmadığı bellidir. Sosyalistlerin
ve sosyal demokratların görevi her türden neoliberalizmin tuzaklarından ka­
çınarak ve bu arada Afrika’nın sosyalizm ve Marksizmle yaşadığı deneyi­
min olumsuz yönlerinden gerekli dersleri de çıkararak kendilerine yeni bir
yol açmaktır. Üzerlerine düşen görev -b u kez formel demokrasinin sınırla­
rı içinde- toplumsal eşitsizliği azaltmak, demokrasiyi derinleştirmek ve sür­
dürülebilir bir kalkınmayı sağlamak için yeni yollar bulmaktır. Bu yeni ara­
yış sırasında -yeni bir siyasi düzen tasarlamak için değilse bile- ıskartaya çı­
karılmış sosyalist sistemlerin yıkıntıları üzerinde oluşmuş olan yeni sınıfsal
eşitsizlik biçimlerinin berrak bir analizini yapabilmek için Marksizme baş­
vurmaları gerekebilir.

Dipnotlar

1- N krum ah, 1973: 77, 7 9 ,8 2 ; A dam olekun, 1976: 35; O ttow ay ve Ottoway, 1986: 1, 25-30;
Keller, 1987: 3, 7 -8 , 11; Clapham , 1988: 66; Radu ve Som erville, 1989: 173, 187; Hall ve
Young, 1997: 61.
2- N krum ah, 1963: 129; 1964a: 79, 8 9 -9 0 , 103; 1973: 83; Cox, 1966: 83; Rivière, 1977:
86 -7 ; Munslow, 1986: 27; O ttow ay ve Ottoway, 1986: 18—24; Keller, 1987: 1.
3- N elkin, 1964: 63 -7 2 ; Padm ore, 1964: 227, 230; C ohen, 1986: 42 -3 .
4- F riedland ve Rosberg, 1964: 4 -9 ; Nyerere, 1964: 2 3 9 -4 3 , 246; N krum ah, 1963: 107;
1964a: 78 -9 , 106; 1964b: 263; Senghor, 1964: 264-6; O ttow ay ve Ottoway, 1986: 13-17.
5- N krum ah, 1963: 110, 119; 1964b: 260-2; Senghor, 1964: 264; O ttow ay ve Ottoway, 1986:
59-65.
6- Nyerere, 1964: 242; Dia, 1964: 249; N krum ah, 1963: 124, 130; 1964b: 263.
7- N krum ah, 1964a: 7 8 -9 , 95, 98, 106; Nyerere, 1964: 246-7; Dia, 1964: 248; O ttow ay ve
Ottoway, 1986: 16-17.
8- O ttoway, 1978; Halliday ve M olyneux, 1981: 273-83; O ttow ay ve Ottoway, 1986: 32-3;
Somerville, 1986: 194-5; Turok, 1986: 65.
9- M arcum , 1969: 17-18, 3 7 -4 1 , 69 -7 0 ; De A ndrade, 1979: xx-xxvi; O ttow ay ve Ottoway,
1986: 3 1 -2 , 5 3 -4 ; Som erville, 1986: 23 -4 , 187; Keller, 1987: 1; 1988: 176-7; Radu ve
Somerville, 1989: 160; lyob, 1995: 99; C im ent, 1997: 11, 163, 175-6; Drew, 2000: 20-40.
10- M arcum , 1969: 3 7 -4 1 ; De A ndrade, 1979: xxiii; M arcum , 1987: 69; O ttow ay ve Ottoway,
1986: 69; Lewis, 1987; Clapham , 1988: 65; Keller, 1988: 176-7; Baxter veSomerville,
1989: 247; Radu ve Som erville, 1989: 160; Allen, 1989: 62; Cim ent, 1997: 11, 123, 128;
Hall ve Young, 1997: 83 -4 ; Kaure, 1999: 29.
11- De A ndrade, 1979: xxiii-xxiv; O ttow ay ve Ottoway, 1986: 101; Cim ent, 1997: 38; Hall ve
Young, 1997: 6 4 -6 , 73-4; Drew, 2000: 24.
12- O ttow ay ve Ottoway, 1986: 134-7, 201; Som erville, 1986: 48 -5 3 ; Covell, 1987: 124-7;
C lapham , 1988: 66 -8 ; Allen, 1989: 3 3 -3 , 47; Radu ve Somerville, 1989: 172; Ayele, 1990:
19-21; Young, 1997: 106-12.
13- Somerville, 1986: 102; M arcum , 1987: 75; Cim ent, 1997: 126-7, 140-1, 143; Hall ve
Young, 1997: 83.
14- Davidson, 1981: 73 -4 ; Samatar, 1988: 107-8; Allen, 1989: 65 -6 ; Saul, 1993a: 61, 64-5;
W aterhouse, 1996: 56-7; Hall ve Young, 1997: 83 -7 ; C im ent, 1997: 63, 66, 1 6 0 -1 ,1 6 8 -9 ,
172; Kaure, 1999: 24 -5 , 30-1.
15- Keller, 1988: 239; Radu ve Somerville, 1989: 170-1; lyob, 1995: 132; Young, 1997: 87,
98, 100-117, 171.
16- M arcum , 1987: 75; H anlon, 1990: 208; Hall ve Young, 1997: 199; Hodges, 2001:47.
17- De A ndrade, 1979: xxix; Munslow, 1986: 8-9 ; O ttow ay ve Ottoway, 1986: 34; Keller,
1988: 195; Radu ve Som erville, 1989: 172; Cim ent, 1997: 42; Hall ve Young, 1997: 62-3;
Young, 1997: 33, 77, 80, 84.
18- Saul, 1985: 28, 138, 145-6; O ttow ay ve Ottoway, 1986: 6-1 0 , 34, 8 0 -1 , 154-5; Somerville,
1986: 26; Clapham , 1988: 6 7 -8 , 84; Keller, 1988: 266-7; Samatar, 1988: 111; Saul, 1993a:
73; Cim ent, 1997: 11, 128, 162; Hall ve Young, 1997: 62-3.
19- A dam olekun, 1976: 13; O ttow ay ve Ottoway, 1986: 5 2 -9 , 118-19; M arcum , 1987: 78;
Allen, 1989: 116, 129; H anlon, 1990: 23 4 -6 , 178-9; Davidson, 1992: 305; Cim ent, 1997:
168; Kaure, 1999: 37-8.
20- Covell, 1987: 4 -5 , 158, 162; Clapham , 1988: 81; Keller, 1988: 191; H arbeson, 1990.
21- Allen, 1989: 3 1 -2 , 62; Baxter ve Som erville, 1989: 248; Radu ve Somerville, 1989: 173;
Ayele, 1990: 15.
22- Halliday ve M olyneux, 1981: 11-50; O ttow ay ve Ottoway, 1986: 128; Covell, 1987: 1-2,
161; Keller, 1988: 173; Allen, 1989: 31-2; Radu ve Somerville, 1989: 164-5; Ayele, 1990:
15.
23- Covell, 1987: 9 7 -1 0 0 , 158; Clapham , 1988: 66; Keller, 1988: 197-8; Allen, 1989: 50-1;
Baxter ve Som erville, 1989: 249; Library of Congress C ountry Studies,2005.
24- Covell, 1987: 115-19; C lapham , 1988: 96; Samatar, 1988: 110-13, 152-3; Allen, 1989:
7 0 -1 , 121; Radu ve Somerville, 1989: 174-8, 200.
25- O ttow ay ve Ottoway, 1986: 151-2; Covell, 1987: 100; Keller, 1988: 219-23; Samatar,
1988: 8 7 -9 , 98, 100-104; Allen, 1989: 37; Baxter ve Somerville, 1989: 250; Radu ve
Som erville, 1989: 189-90, 229.
26- Chaliand, 1980: 51; H outart, 1980: 9 9-107; O ttow ay ve Ottoway, 1986: 71—2; Dhada,
1993: 136-7.
27- M achel, 1980: 199; Davidson, 1981: 97 -9 ; 1992: 296-308; Saul, 1985: 9 -1 0 ; Munslow,
1986: 8-11.
28- Cabral, 1969: 7 1 -2 , 83-93; 1973: 59 -6 4 , 67 -9 ; 1979: 4 4 -6 , 5 7 -6 0 , 85, 9 4 -7 , 143-53;
D avidson, 1979: xi; C ohen, 1986: 50.
29- O ttow ay ve Ottoway, 1986: 77 -8 ; Som erville, 1986: 54, 8 2 -3 , 98; Clapham , 1988: 66;
Keller, 1988: 197-8; Radu ve Somerville, 1989: 190; lyob, 1995: 127-9; Young, 1997:
8 0 -4 , 99-100.
30- Saul, 1993a: 75 -6 ; W aterhouse, 1996: 19, 31, 4 2 -3 ; C im ent, 1997: 182-3; Hall ve Young,
1997: 227-9; Hodges, 2001: 5, 34, 39 -4 0 , 115-22, 169-71.
31- Somerville, 1986: 108; Keller, 1988: 214-15, 263; Ottoway, 1990: 3; Hall ve Young, 1997:
8 0 -2 ; Hodges, 2001: 46.
32- Keller, 1988: 225-7; Giorgis, 1990: 64 -6 ; Kebbede, 1992: 6, 7 9 -8 4 ,9 0 ; W aterhouse, 1996:
3 0 -1 ; C im ent, 1997: 63; Young, 1997: 29, 145, 169-70.
33- Somerville, 1986: 102; M arcum , 1987: 75; Keller, 1988: 239; Hall ve Young, 1997: 212.
34- H outart, 1980: 106; Saul, 1985: 80 -1 ; O ttow ay ve Ottoway, 1986: 56, 71 -2 , 82, 104;
Somerville, 1986: 115-22; Covell, 1987: 54, 57, 6 1 -2 , 9 4 -5 , 111-13; Keller, 1988: 196,
2 32-5; Allen, 1989: 3 5 -7 , 54; Baxter ve Somerville, 1989: 249, 255; Radu ve Somerville,
1989: 165; lyob, 1995: 130; W aterhouse, 1996: 61; Young, 1997: 104.
35- O ttow ay ve Ottoway, 1986: 6 0 -1 , 75, 8 1 -2 , 86 -9 2 , 108-9, 113-20, 149-51, 227-8;
Somerville, 1986: 115-22; Keller, 1988: 232-4; Allen, 1989: 3 8 -9 , 53; Radu ve Somerville,
1989: 165-8; Cim ent, 1997: 66 -7 ; Hall ve Young, 1997: 74-6.
36- Saul, 1985: 9 2 -3 ; Keller, 1988: 239; Allen, 1989: 42; H anlon, 1990: 204; W aterhouse,
1996: 23.
37- Saul, 1985: 8 1 -2 , 96 -7 ; Som erville, 1986: 115-22; Keller, 1988: 218-19; Samatar, 1988:
112-13; Allen, 1989: 54, 68 -9 ; Radu ve Som erville, 1989: 166
38- M arcum , 1987: 72 -3 ; Allen, 1989: 71-3, 122; W aterhouse, 1996: 9, 61; C im ent, 1997:
127.
39- O ttow ay ve Ottoway, 1986: 83; Clapham , 1988: 9 4 -5 ; Allen, 1989: 4 6 -7 ; Dhada, 1993:
136-8; Cim ent, 1997: 177; Hall ve Young, 1997: 7 1 -2 , 77-8.
40- Somerville, 1986: 92; Covell, 1987: 101; Clapham , 1988: 79-81; Keller, 1988: 240;
Samatar, 1988: 110-13, 152-3; Allen, 1989: 51 -2 ; Giorgis, 1990: 5 5-67; Hall ve Young,
1997: 7 0 -3 , 77; Hodges, 2001: 48-51.
41- W aterhouse, 1996: 11, 34, 4 2 -3 , 54, 61; Cim ent, 1997: 169; Hall ve Young, 1997: 196-9,
22 5 -6 ; Young, 1997: 201-13; Hodges, 2001: 7 7 -8 2 , 103-8.
Saul, 1993a: 75-7; W aterhouse, 1996: 19, 3 1 ,4 2 -3 ; C im ent, 1997: 130-1, 169-70, 182-3; Hall
ve Young, 1997: 201, 2 27-9; Hodges, 2001: 3 6 -7 , 40 -1 .

Referanslar

A dam olekun, L. (1976) Sekou Toure’s Guinea: An E xperim ent in N ation Building. Londra:
M ethuen.
Allen, C. (1989) ‘Benin’, C. Allen, M.S. Radu, K. Som erville ve J. Baxter, Benin, The Congo,
B urkina Faso: E conom ics, Politics and Society. Londra: Pinter Publishers içinde.
Ayele, N. (1990) ‘The E thiopian Revolution: Political Aspects of the T ransition from PMAC to
PDRE’, M. O ttow ay (derl.), The Political E conom y of Ethiopia. New York: Praeger içinde.
Baxter, J. ve K. Som erville (1989) ‘B urkina Faso’, C. Allen, M.S. Radu, K. Somerville ve J. Baxter,
Benin, The C ongo, Burkina Faso: Econom ics, Politics and Society. Londra: Pinter Publishers
içinde.
Bozzoli, B. ve P. Delius (1990) ‘Radical H istory and South African Society’, Radical History
Review, 46 (7): 13-45.
B unting, B. (1975) Moses Kotane: South African Revolutionary. Londra: Inkululeko
Publications.
Cabral, A. (1969) R evolution in Guinea: Selected Texts by Am ilcar Cabral. Redhill, Surrey:
Love and M alcolm son.
Cabral, A. (1973) R eturn to the Source: Selected Speeches by Am ilcar Cabral. New York:_
M onthly Review Press.
Cabral, A. (1979) U nity and Struggle: Speeches and W ritings. New York: M onthly Review Press.
C haliand, G. (1980) ‘T he Guerilla Struggle’, B. Davidson, L. Cliffe ve B.H. Selassie (eds), Behind
the W ar in Eritrea. N ottingham : Spokesm an içinde.
Cim ent, J. (1997) Angola and M ozam bique: Postcolonial W ars in S outhern Africa. New York:
Facts on File.
Clapham , C. (1988) Transform ation and C ontinuity in Revolutionary Ethiopia. Cambridge:
Cam bridge U niversity Press.
C ohen, R. (1986) ‘M arxism in Africa: The G rounding of a Tradition’, B. M unslow (derl.),
Africa: Problem s in the T ransition to Socialism. Londra: Zed Books içinde.
Covell, M. (1987) Madagascar: Politics, Econom ics and Society. Londra: Frances Pinter.
Cox, 1. (1966) Socialist Ideas in Africa. Londra: Lawrence ve W ishart.
Davidson, B. (1979) ‘Introduction’, A. Cabral, U nity and Struggle: Speeches and W ritings. New
York: M onthly Review Press içinde.
Davidson, B. (1981) [1969] No Fist is Big E nough to Hide the Sky: The L iberation of G uinea
and Cape Verde. Londra: Zed Press.
Davidson, B. (1992) The Black M an’s Burden: Africa and the C urse of the N ation-State. Londra:
Jam es Currey.
De A ndrade, M. (1979) ‘Biographical N otes’, A. Cabral, U nity and Struggle: Speeches and
W ritings. New York: M onthly Review Press içinde.
Dhada, M. (1993) W arriors at W ork: How G uinea W as Really Set Free. Niwot, CO: U niversity
Press of C olorado.
Dia, M. (1964) ‘African Socialism ’, W.H. Friedland ve C.G. Rosberg (eds), African Socialism.
Stanford, CA: Stanford U niversity Press içinde.
Drew, A. (2000) D iscordant Com rades: Identities and Loyalties on the South African Left.
Aldershot: Ashgate.
Ellis, S. ve T. Sechaba (1992) C om rades against Apartheid: The ANC and the South African
C om m unist Party in Exile. Londra: Jam es Currey.
F anon, F (1967) The W retched of the Earth. H arm ondsw orth: Penguin.
Friedland, W.H. ve C.G. Rosberg (1964) ‘The A natom y of African Socialism’, W.H. Friedland
ve C.G. Rosberg (eds), African Socialism. Stanford, CA: Stanford University Press içinde.
Giorgis, D.W. (1990) ‘The Pow er of D ecision-m aking in Post-R evolutionary E thiopia’, M.
O ttow ay (derl.). The Political E conom y of E thiopia. New York: Praeger içinde.
Glaser, D. (1998) ‘C hanging D iscourses of D em ocracy and Socialism in South Africa’, D.
H ow arth ve A.J. N orval (eds), South Africa in Transition. Basingstoke: M acmillan içinde.
Glaser, D. (1999) ‘M arxism and D em ocracy’, A. G am ble, D. M arsh ve T. Tant (eds), M arxism
and Social Science. Basingstoke: M acm illan içinde.
Glaser, D. (2001) Politics and Society in South Africa. Londra: Sage. Hall, M. ve T. Young (1997)
C onfronting Leviathan: M ozam bique since Independence. Londra: H urst and Company.
Halliday, E ve M. M olyneux (1981) T he E thiopian Revolution. Londra: New Left Books.
H anlon, J. (1990) [1984] M ozambique: The Revolution u n d e r Fire. Londra: Zed Books.
Harbeson, J.W. (1990) ‘State and Social Transform ation in M odern E thiopia’, M. Ottoway
(derl.), The Political E conom y of E thiopia. New York: Praeger içinde.
Hodges, T. (2001) Angola: From Afro-Stalinism to Petro-D iam ond Capitalism . Oxford: The
F ridtjof N ansen Institute and the International African Institute, (Jam es Currey.
H outart, E ile birlikte) (1980) ‘The Social Revoluion in E ritrea’, B. Davidson, L. Cliffe ve B.H
içinde. Selassie (eds), Behind the W ar in Eritrea. N ottingham : Spokesm an.
H um baraci, A. (1966) Algeria: A Revolution that Failed: A Political H istory since 1954. Londra:
Pall Mall Press.
Iyob, R. (1995) The E ritrean Struggle for Independence: D om ination, Resistance,
N ationalism ,1941-1993. Cambridge: Cam bridge U niversity Press.
Kaure, A.T. (1999) Angola: From Socialism to Liberal Reforms. Harare: Sapes Books.African
M arxism ’s m om ent 139.
K ebbede, G. (1992) The State and D evelopm ent in E thiopia. A tlantic H ighlands, NJ: H um anities
Press.
Keller, E.J. (1987) ‘Afro-M arxist Regimes’, E.J. Keller ve D. R othchild (eds), Afro- M arxist
Regimes: Ideology and Public Policy. Boulder, CO: Lynne Rienner Publishers içinde.
Keller, E.J. (1988) R evolutionary Ethiopia: From Em pire to People’s Republic. Bloom ington,
IN: Indiana U niversity Press.
Lackner, H. (1985) PD.R. Yemen: O utpost of Socialist D evelopm ent in Arabia. Londra: Ithaca
Press.
Lefort, R. (1983) Ethiopia: A H eretical Revolution? Londra: Zed Press.
Lewis, G. (1987) Between the W ire and the Wall: A H istory of South African ‘C oloured’ Politics.
Cape Town: David Philip.
Library of Congress (2005) Somalia, C ountry Studies, w w w .country-studies.com /som alia/.
Liebm an, M. (1975) L eninism un d er Lenin. Londra: M erlin Press.
M achel, S. (1980) ‘His Struggle was the People’s Struggle’, B. Turok (derl.), Revolutionary
T hought in the Tw entieth Century. Londra: Zed Press içinde.
McHenry, D.E. (1994) Lim ited Choices: The Political Struggle for Socialism in Tanzania.
Boulder, CO: Lynne R ienner Publishers.
M arcum , J. (1969) The Angolan Revolution, cilt 1: The A natonom y of an E xplosion (1 9 5 0 -
1962). C am bridge, MA: MIT Press.
M arcum , J. (1987) ‘The People’s Republic of Angola: A Radical Vison F rustrated’, E.J. Keller ve
D. R othchild (eds), Afro-M arxist Regimes: Ideology and Public Policy. Boulder, CO: Lynne
R ienner Publishers.
Marx, K. (1881) First Draft of L etter to Vera Zasulich, w w w .m arxists.org/archive/m arx/w orks/.
Munslow, B. (1986) ‘Introduction’, B. M unslow (derl.), Africa: Problem s in the T ransition to
Socialism. Londra: Zed Books içinde.
N elkin, D. (1964) ‘Socialist Sources of Pan-African Ideology’, W.H. F riedland ve C.G. Rosberg
(eds), African Socialism. Stanford, CA: Stanford U niversity Press içinde.
N krum ah, K. (1963) Africa M ust U nite. Londra: Panaf.
N krum ah, K. (1964a) Consciencism : Philosophy an Ideology for D ecolonization. Londra:
Panaf.
N krum ah, K. (1964b) ‘Some Aspects of Socialism in Africa’, W.H. Friedland ve C.G. Rosberg
(eds), African Socialism. Stanford, CA: Stanford U niversity Press içinde.
N krum ah, K. (1973) T he Struggle C ontinues. Londra: Panaf.
Nyerere, J. K. 1964, ‘Ujamaa: The Basis of African Socialism’, W.H. F riedland ve C.G. Rosberg
(eds), African Socialism. Stanford, CA: Stanford U niversity Press içinde.
Ottoway, M. (1978) ‘Soviet M arxism and African Socialism’, Journal of S outhern African
Studies, 16 (3): 4 77-85.
Ottoway, M. (1990) ‘Introduction: The Crisis of the E thiopian State and E conom y’, M.
O ttow ay (derl.), The Political E conom y of Ethiopia. New York: Praeger içinde.
Ottoway, M. ve D. O ttow ay (1986) A frocom m unism , ikinci basım. New York: Africana.
Padm ore, G. (1964) ‘A G uide to Pan-African Socialism’, W.H. F riedland ve C.G. Rosberg (eds),
African Socialism. Stanford, CA: Stanford U niversity Press içinde.
Pool, D. (1979) Eritrea - Africa’s Longest War. Anti-Slavery H um an Rights Series, Report No. 3.
Radu, M.S. ve K. Somerville (1989) ‘T he C ongo’, C. Allen, M.S. Radu, K. Somerville Glaserve
J. Baxter, Benin, The Congo, B urkina Faso: Econom ics, Politics and Society. Londra: Pinter
Publishers.
Riviere, C. (1977) Guinea: The M obilization of a People. Ithaca, NY: C ornell U niversity Press.
Samatar, A.I. (1988) Socialist Somalia: Rhetoric and Reality. Londra: Zed Books.
Saul, J. (derl.) (1985) A Difficult Road: The Transition to Socialism in M ozam bique. New York:
M onthly Review Press.
Saul, J. (1990) Socialist Ideology and the Struggle for S outhern Africa. Trenton, NJ: Africa
W orld Press.
Saul, J. (1993a) ‘The Frelim o State: From Revolution to R ecolonization’ in J. Saul (derl.),
Recolonization and Resistance in S outhern Africa in the 1990s. Trenton, NJ: Africa W orld
Press.
Saul, J. (1993b) ‘Introduction’ i n j . Saul (derl.), R ecolonization and Resistance in S outhern
Africa in the 1990s. T renton, NJ: Africa W orld Press.
Senghor, L. (1964) ‘African-Style Socialism ’ in W.H. F riedland ve C.G. Rosberg (eds), African
Socialism. Stanford, CA: Stanford U niversity Press.
Som erville, K. (1986) Angola: Politics, E conom ics and Society. Boulder, CO: Lynne R ienner
Publishers.
Turok, B. (1986) ‘The Left in Africa Today’ in B. M unslow (derl.), Africa: Problem s in the
Transition to Socialism. Londra: Zed Books.
W aterhouse, R. (1996) M ozam bique: Rising from the Ashes. Oxford: Oxfam.
W oodw ard, P. (1992) Nasser. Londra: Longman.
Young, J. (1997) Peasant R evolution in Ethiopia: T he Tigray People’s L iberation Front.
Cam bridge: C am bridge U niversity Press.
VIII
M ark sizm i A sya’n ın K oşu lların a U ygulam ak

M ao Z ed on g, H o Şi M in h ve
M ark sizm in ‘E v ren selliğ i’

Nick Knight

Asya’daki Marksistler, Asya’nın farklı toplumsal bağlamlarında devrime ve


sosyalizmin inşa edilmesine ilişkin sorunları çözmek için Marksizme baş­
vurduklarında sayısız teorik ve pratik güçlüklerle karşılaşmışlardır. Bu top­
lumsal bağlamlar Marx’ın 19. yüzyılın ortalarından sonuna kadar geçen za­
manda analiz ettiği Avrupa’nın bağlamından o kadar farklıydı ki, ilk bakış­
ta Marx’ın fikirlerinin yirminci yüzyılın ilk yarısında Asya’nın bir şeyler yap­
maya hevesli devrimcileri için çok sınırlı bir geçerliliği olduğu düşünülebi­
lirdi. Marksizmin Asya’daki siyasi etkisinin dünyanın geri kalanından, hatta
Avrupa’nın kendisinden bile fazla oluşu Marksist geleneğin tarihinin en bü­
yük ironilerinden birisidir. Rusya, Çin, Kuzey Kore, Vietnam, Kamboçya ve
Laos gibi Asya’nın birbirinden oldukça farklı ülkelerinde ideolojik bakım­
dan Marksizme sadık olduklarını iddia eden siyasi partiler başarılı devrim-
lerin veya ulusal kurtuluş savaşlarının ardından iktidara geldiler. Asya’nın
-Endonezya, Malezya, Japonya, Hindistan, Filipinler gibi- başka yerlerinde
Marksist siyasi partiler ve hareketler iktidara gelemediler ama kendi ülkele­
rinin siyasi ve entelektüel tarihinde ciddi etkiye sahip oldular. Marksizmin
Asya’daki etkisi çok derin olageldi. Bu nedenle, tüm öm rünü yalnızca 19.
yüzyılda geçirmiş olan bir Alman entelektüelinin fikirlerinin nasıl olup da
Asya’nın milyonlarca insanını etkileyip seferber edebildiğini anlamadan böl­
genin tarihini anlamak imkânsızdır. Ancak -M arx’m fikirleri ile Asya’daki
Marksistlerin düşünce ve siyasetleri arasındaki- bu bağlantıyı anlamak ko­
lay değildir. Bunu yapabilmek için Asya’daki Marksistlerin Marx’m olduk­
ça hacimli -ve her zaman birbirleriyle tutarlı olmayan- yazılarından nasıl
olup da anlaşıldığı kadarıyla geçerli toplumsal analizler ve devrimci stra­
tejiler çıkarabildiklerini kavramak gerekir. Aynı şekilde, Asya’daki pek çok
Marksistin Marx’m fikirlerinin onun yaşadığı ve yazdığı tarihsel dönemin
özgül koşullarını aşan, evrensel ölçekte geçerli bir öze sahip olduğu tespiti­
ni de önemsemek gerekiyor. Marx’in düşüncesinin bu evrensel özü ne ola­
bilir ve Asya’nın -Ç in ’de Mao Zedong ve Vietnam’da Ho Şi Minh gibi- etkili
Marksistleri bu özü kendi ülkelerinde devrime ve sosyalizmin inşasına kat­
kıda bulunabilmek için nasıl kullanmışlardır?

M arx ve Avrupa, A sya’da M arksizm

Karl Marx (1818-83) pek çok bakımdan tipik bir Avrupa entelektüeliy­
di. Yaşadığı dönemin Avrupası’nm tarihsel koşullarının yanı sıra, Avrupa’nın
kökleri antik Yunanlılara kadar uzanan entelektüel ve felsefi geleneği tarafın­
dan da derinden etkilenmişti. Bazı geçici kararsızlıklarına rağmen (Avineri,
1968: 151-52) Marx, Georg Hegel, Adam Smith ve David Ricardo gibi ken­
disinden önce yaşamış olan Avrupalı düşünerlere yönelttiği eleştirilerin ve
yaptığı güncel kapitalizm analizinin evrensel geçerliliğe sahip bir tarih ve
toplumsal değişim teorisini ortaya çıkardığına inanıyordu (Marx, 1971: 20-
22). Başka bir deyişle, onun teorisi yalnızca Avrupa toplumlarının değil, spe­
sifik tarihsel özellikleri ne olursa olsun tüm toplum lann tarihsel gelişim ya­
salarını ortaya çıkarmıştı.
Marx’m teorisi hangi bakımdan evrensel -ve dolayısıyla Çin, Vietnam ve
Endonezya gibi birbirlerinden oldukça farklı yerlerin devrimcileri için ge­
çerli- bir teori olarak görülebilir? Sorunun yanıtı onun tarihsel yöntemin­
de ve kapitalizm eleştirisinde yatmaktadır. Marx’m tarihsel yöntemi olan
‘materyalist tarih anlayışı’ üretimin toplumları biçimlendirmedeki birincil
önemini vurgular. Marx’a göre üretim yalnızca üretim teknolojisini (çalış­
ma araçlarını) değil, sınıflar arasındaki ilişki ve mücadeleleri de içerir. Bu
materyalist perspektif dünyanın geri kalanına Avrupa ile eşit ölçüde uygula­
nabilir. Benzer biçimde, kapitalizmin küresel ölçekteki hakimiyeti göz önü­
ne alındığında, Marx’m kapitalizm eleştirisinin dünya ölçeğindeki geçerlili­
ği anlaşılır. Onun sosyalist gelecek kavrayışı, kapitalist sanayileşmenin yay­
gın gelişiminin yol açtığı, -kapitalist ile işçi arasındaki- işçi sınıfının sömü-
rülmesinden kaynaklanan sınıf çatışmalarının yoğunlaşmasının kapitaliz­
min er geç yıkılmasına neden olacağı kabulüne dayanır. Marx’ın bir ekono­
mik sistem olarak kapitalizmin uluslararası potansiyelinin ve evrensel bir fe­
nomen olan -kapitalizm koşullarında ise en aşırı biçimiyle ortaya çıkan- sı­
nıf mücadelesinin analizi üzerine yükselen tarih teorisi böylelikle inandırıcı
bir devrim teorisi de sunar.
Asya’nın devrimcileri tam da bu fikirlerinden -endüstrileşm e, sınıf m ü­
cadelesi, sosyalizm- ötürü Marksizme yakınlık duymuştur. Ancak, Marx’ın
teorisinin yirminci yüzyılın başında hâlâ büyük ölçüde feodal olan, mo­
dern sanayinin çok az gelişmiş olduğu Asya’da geçerli olacak biçimde ge­
liştirilmesi zorunluydu. Bu dönemde Asya’nın büyük bölümü ya doğru­
dan Avrupa’nın sömürge yönetimi altındaydı (Vietnam, Kamboçya, Laos,
Endonezya, Filipinler, Malezya, Hindistan, Burma) ya da sömürgeci güçle­
rin müdahalelerinin sıkıntısını yaşıyordu (Çin ve Tayland). 1917’deki Rus
Devrimi’nin Marksist önderi Lenin, tam da Marksizmin ihtiyaç duyduğu bu
teorik gelişimi sağlayarak onu Asya’nın devrimcileri için geçerli hale getire­
cekti. Lenin, geliştirdiği emperyalizm teorisinde sömürgecilik karşıtı dev-
rimlerin dünya devrimi çerçevesinde önemli bir rol oynayacağını göstermiş­
ti. Lenin, kapitalizmin Avrupa’da ulaştığı yeni aşamada genişlemeye devam
edebilmek için yeni ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarına, yeni yatırım ve
pazar alanlarına erişmeye ihtiyaç duyduğuna inanıyordu. Bu yeni alanlar an­
cak Avrupalı ulusların sömürgeler elde etmesiyle açılabilirdi. On dokuzun­
cu yüzyılın ikinci yarısında sömürgeler elde etmek için yaşanan büyük m ü­
cadele bu kapitalist genişleme sürecinin bir parçasıydı. Lenin, Avrupa işçi sı­
nıfının -M arx’ın öngörüsünün aksine- devrim için ayağa kalkmıyor oluşu­
nun gerisinde Avrupa emperyalizminin genişlemesinin ve ekonomik başarı­
sının yattığına inanıyordu. Avrupa kapitalizmi, sömürgelerinden elde ettiği
kârları sayesinde kendi işçi sınıfının yaşam standardını geliştirip onu ‘satın
alma’yı ve böylece onun sosyalist devrim potansiyelini etkisizleştirmeyi ba­
şarmıştı (Lenin, 1969; Knight, 1985).
Lenin’e göre, emperyalizm uluslararası bir ekonomik sistem olduğu için,
sömürgelerden Avrupa’ya akan kârları azaltarak veya tamamen ortadan kal­
dırarak bu sistemi zayıflatan ve böylelikle Avrupa’daki devrim olasılığını ar­
tıran sömürgelerdeki her türden devrimci ayaklanmalar uluslararası anti-
emperyalist mücadelenin bir parçasıydı. Sömürgelerdeki Marksist-Leninist
devrimcilerin görevi ulusal devrimleri sosyalist bir yöne doğru evriltmek ve
m üm kün olan her yerde bu devrimlerin önderliğini ele geçirmekti (Lenin,
1967; Carrere d’Encausse ve Schram, 1969: 149-86; Pantsov, 2000).
Ho Şi Minh ve Mao Zedong gibi devrimcileri cezbeden, Lenin’in yazıla­
rındaki bu güçlü anti-emperyalist vurgu oldu; zira Lenin’in fikirleri yalnız­
ca sosyal devrimi değil, ulusal devrimi de gerekçelendiriyordu. Milliyetçilik
ile sosyal devrimin bu bileşimi, Marksizmi -M arx’in on dokuzuncu yüzyı­
lın ortalarında incelediği Avrupa’nın koşullarından oldukça farklı koşulla­
ra sahip olan- sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin koşullarında geçerli hale
getiriyordu. Sömürgecilik karşıtı mücadeleleri yerel ve yalıtılmış milliyetçi
mücadeleler olmaktan çıkararak, onları -Lenin’in analizi tem elinde- dün­
ya devriminin parçası olarak düşünmeyi m üm kün kılıyordu. Emperyalizme
karşı verilen uluslararası mücadelenin bir parçası olma hissi sömürgelerde­
ki birçok radikal milliyetçi lideri ideolojik bakımdan tatmin ediyor ve onla­
rın Marksizmle olan aidiyet ilişkilerini geliştiriyordu (Lenin, 1969; Knight,
1985).
Marx ve Lenin’in Asya’nın devrimcilerini etkileyen fikirleri demek ki
Avrupa kapitalizmi ile Avrupa emperyalizminin uluslararası sisteminin ana­
liz ve eleştirisine dayanıyordu. İronik biçimde, Marx’in ‘Asya tipi üretim
tarzı’na ve onun dünya tarihinin gelişimindeki yerine ilişkin kapsamlı ya­
zıları Asyalı Marksistlerce büyük ölçüde görmezden gelindi (Marx, 1964).
Bunun iki nedeni var. İlk olarak, Marx’in analizi ‘Asyatik’ toplumları sanki
durağan ve değişime yönelik iç mekanizmalardan yoksun olarak tasvir eder
gibi görünüyordu. Bu yaklaşım, bir dış gücün, örneğin Avrupa emperyaliz­
minin, ‘Asyatik’ toplumları bu tarihsel durağanlıklarından çıkarıp dünya ta­
rihinin normal seyrinin içine sokmasının gerekli olabileceği sonucunu bera­
berinde getiriyordu. Bu yaklaşıma göre emperyalizmin Asya toplumlarında
olumlu bir rol oynadığını söylemek m ümkündü. Emperyalist güçlerin bas­
kıcı ve sömürücü davranışlarına öfke duyan Asyalı devrimcilerin bu yakla­
şımı benimsemesi m üm kün değildi. İkincisi, Sovyetler Birliği’nde 1920’le-
rin sonlarında iktidara yükselmesinin ertesinde Stalin, ortodoks Marksizmin
tarihsel şemasında ‘Asya tipi üretim tarzı’na yer olmadığına karar vermişti.
Avrupa’nın tarihsel gelişiminin dünya tarihinin seyrini ve geleceğini temsil
ettiğini ileri sürüyordu (Sawer, 1977; Dunn, 1982). Sovyetler Birliği’nin ka­
bul ve desteğinden yoksun kalmaktan çekinen Asya’nın Marksist siyasi par­
tileri bu kararı izleyen dönemde Marx’in Asya üzerine yazdıklarını reddet­
me veya görmezden gelme yolunu tuttular. Dahası, Asyalı Marksistler dünya
tarihinin olağan seyrinin bir parçası olmaya, sanayileşme ve modernleşme­
yi deneyimlemeye ve onlardan faydalanmaya, sosyalist ve komünist bir gele­
ceğe katılmaya özlem duyuyorlardı. Böylelikle Asya toplumlarım Avrupa ta­
rihinin kalıplarından büyük ölçüde farklı bir mantığa sahip, benzersiz top­
lumlar olarak görmenin cazibesinden gönüllü olarak vazgeçtiler. Sonuç ola­
rak, Marx’ın Avrupa tarihinin analizine dayanarak formüle ettiği tarih ve
toplumsal değişim yasalarının Asya için de geçerli olduğunu kabul ederek
kendi toplumlarım anlayabilmek için bu yasalardan yararlanmanın yarattığı
teorik ve pratik sorunlarla başa çıkmaya çalıştılar.
Bu projenin en başarılı uygulayıcılarından biri, Çin Devrimi’nin 1949’daki
zaferine önderlik etmenin yanı sıra Çin’de sosyalizmi inşa etmek gibi ol­
dukça güç bir çabaya da girişen (anlaşıldığı kadarıyla bu alanda daha az
başarılı olmuştur) Mao Zedong’du. Onun Marksizm yorumu ve devrimci
stratejisi, Asyalı Marksist devrimciler tarafından Nepal, Vietnam, Filipinler,
Kamboçya, Hindistan ve Endonezya’da farklı dönemlerde yaygın biçimde
kullanıldı (Dirlik ve diğerleri, 1997). Mao’nun Marksizmi -ya da sıkça anıl­
dığı biçimiyle, Mao Zedong Düşüncesi-, Marksizmi emperyalist baskı al­
tında bulunan, büyük ölçüde feodal bir ülkenin somut koşullarına (ki bu
koşullar yirminci yüzyılda Asya genelinde yaygındı) uyarlaması nedeniyle
Marksizmin Asya’daki çok önemli bir damarını oluşturur.

M ao ve M arksizm in Ç in lileştir ilm esi

Komünistler, Marksist enternasyonalistlerdir, ama Marksizm uygu­


lanmadan evvel ulusal bir biçim almak zorundadır. Soyut Marksizm
diye bir şey yoktur, yalnızca somut Marksizm vardır. Bizim
Marksizm dediğimiz şey ulusal biçim almış olan Marksizmdir, yani
Çin’de yaygın olan somut koşullarda verilen somut mücadeleye
uyarlanmış Marksizmdir; soyut biçimde kullanılan Marksizm de­
ğildir. Büyük Çin halkının bir mensubu olan, halkına kanıyla ca­
nıyla bağlı olan bir Çinli komünist Çin’in kendine özgü koşulla­
rından soyutlanmış haliyle Marksizmden bahsedecek olursa, bu
Marksizm yalnızca içi boş bir soyutlamadan ibaret olur. Bundan do­
layı, Marksizmin Çinlileştirilmesi -yani, tüm farklı tezahürlerinde
Çin’in özel koşullarıyla bağlantısı sıkıca kurulm uş olan Marksizm-
partinin tamamı tarafından geciktirilmeden anlaşılması ve çözül­
mesi gereken bir sorundur (Mao’dan aktaran Schram, 1969: 172).
1938’de kaleme alman yukarıdaki pasaj Mao’nun Marksizm anlayışını bü­
yük ölçüde özetliyor. Mao bir yandan Çin’in özgül koşullarını anlamaya vur­
gu yaparken aynı anda bir eylem kılavuzu olarak Marksizmin önemine işa­
ret ediyordu. Çin’in -sınıf yapısı ile ülkedeki sınıf mücadelesinin seviyesi­
ni de içeren- ‘somut koşullar’ının anlaşılmasına yönelik bu ısrarı, Mao’nun
Çin’in devasa köylü nüfusunun devrimci potansiyelini fark etmesini ve Çin
kırlarının koşullarına uygun bir devrimci strateji formüle etmesini sağla­
dı. Mao, Çin’deki kapitalist sanayileşmenin düşük düzeyinden ve bunun
sonucunda devrime temel alınacak bir işçi sınıfının yokluğundan yakınıp
durmak yerine köylüler arasında aktif biçimde örgütlenmeye önem verdi.
Onları 1927’de kurulan Kızıl Ordu’da örgütledi. Düşmanın stratejik üstün­
lüğünü gören ama onun zayıf yanlarından taktik olarak yararlanmayı da ih­
mal etmeyen, oldukça parlak bir gerilla savaşı yaklaşımı geliştirdi. Köylüler
ile onların içinde yaşadığı kırların feodal koşulları, Mao’nun sonunda olduk­
ça başarılı olan devrimci modelinin merkezinde yer aldı.
Ama devrime bu türden bir yaklaşım hangi bakımdan Marksist kabul edi­
lebilir? Nihayetinde Marx’m yazılarının geleneksel yorumu onun köylülü­
ğü küçümsediğini, ‘kır yaşamının budalalığından dem vurduğunu (Marx,
1973: 71) ileri sürer ve kentlerdeki sanayi proletaryasının sosyalist devrimde
hem önderlik yapacağını hem de devrimi yürüteceğini vurguladığını belirtir.
Mao’nun Marksizmin Çinlileştirilmesi kavrayışını onun bu ikileme verdiği
yanıtın içinde bulmak mümkündür.
İlk olarak, Mao toplumların sınıflara bölünmüş olduğu, sınıflar arasındaki
iktisadi eşitsizliğin mücadeleye ve böylelikle değişime ve gelişime yol açtığı
fikrini Marx’tan devralmıştır. Sınıf ve sınıf mücadelesi kavramları Mao’nun
düşüncesinin merkezinde yer alır. Mao’ya göre, bu kavramlar Marksizmin
evrensel geçerliliğe sahip tarih yasaları arasındadır. Toplumlar sınıflardan
oluştuğuna göre, sınıfsal analiz bir Marksist devrimcinin kendi toplumunu
anlaması için temel öneme sahiptir. Ancak, Mao için sınıfsal analiz bir yön­
temdi. Çin toplumundaki iktisadi eşitsizliğin yapısını anlamaya, bu eşitsiz­
liğin (ister devrimci olsun ister olmasın) siyasi eyleme dönüşme potansi­
yelini ne ölçüde yarattığını keşfetmeye yarayan bir araçtı. Bazı yoldaşları­
nın aksine, Mao için sınıf analizi, Marx’m işçi sınıfının en büyük ve devrim­
ci sınıf haline gelmekte olduğu Avrupalı kapitalist toplumlara ilişkin analizi­
nin Çin’deki iz düşümü değildi. Mao’ya göre, Çin toplum unun sınıfsal ana­
lizi köylülüğün başka hiçbir şeyle karşılaştırılamaz büyüklüğüne ve devrim­
ci potansiyeline işaret ediyorsa, bir Marksistin bu bilgiye dayanarak köylüle-
rin devrimci kapasitesini açığa çıkaracak stratejiler geliştirmekten başka bir
seçeneği olamazdı. *
Birinci noktayla yakından ilgili bir ikinci nokta ise, köylülüğün Çin’deki
devrim için önemini kavrayan Mao’nun köylülerin işçi sınıfının önderliği­
ne duyduğu ihtiyaca ilişkin inancından hiçbir zaman vazgeçmemesidir. Bazı
yorumcular, Mao’nun köylülüğe dayanmış olmasına bakarak onun bir köy­
lü devrimcisi olmaktan pek az ileri gittiğini ve ille de Marksist olarak kabul
edilecekse ortodoks olmayan bir Marksist olarak görülmesi gerektiğini ileri
sürmüşlerdir.1Ancak, bu görüşler Mao’nun 1927 ile 1934 arasındaki dönem­
de işçi sınıfının köylülere önderlik etmesinin önemine ilişkin sürekli vurgu­
larını tamamen görmezden gelmektedir (Knight, 1997-98). Mao, kendi ola­
naklarıyla sınırlı kalsalar köylülerin Çin Devrimi’nin modernleşme ve sosya­
lizm hedeflerini kavrayıp bu hedefler için savaşma kapasitesine sahip oldu­
ğu türünden bir yanılsamanın içinde değildi. Mao’ya göre, köylülerin siyasi
talepleri “dürüst yöneticiler ve iyi bir imparator”dan ibaretti (Schram, 1994:
171). Dahası, köylüler işçi sınıfının örgütsel becerilerinden yoksundu. Mao,
Parti’nin ve Kızıl Ordu’nun sorunlarının bu örgütlerin -elbette zorunlu ko­
şullardan ö tü rü - çok sayıda köylüyü içinde barındırmasından kaynaklandı­
ğından sıkça yakınıyordu. Bu nedenle, Mao’ya göre işçi sınıfı sayısal azlığına
rağmen Çin Devrimi’nde kilit bir role sahipti. Açıktır ki, işçi sınıfına duydu­
ğu bu güven Marksist olmasından kaynaklanıyordu. Bunun Marksizmin ev­
rensel bir yönü olduğuna inanıyordu. Modernleşmeyi ve sosyalizmi hedef­
leyen bir devrim uğruna hangi türden bir sınıf ittifakı seferber olursa olsun,
bu ittifaka işçi sınıfı önderlik etmeliydi.
Üçüncüsü, Mao Marksizmden kendi düşüncesini ve izlediği politikaları
büyük ölçüde etkileyen bir gelecek vizyonu türetti. Bütün toplumlarm aynı
tarihsel aşamalardan geçerek komünizme ulaşacağı ve siyasi eylemin bu sü­
reci güçlendirip hızlandıracağı öngörüsü, Mao’ya ilk önce devrimi, 1949’dan
sonra ise Çin’de sosyalizmin inşasını yönlendirdiği doğrultuya dair güçlü bir
kesinlik hissi sağlıyordu. Ancak, Mao Çin’in özgül tarihsel gelişim aşaması­
nı anlamak için bir kez daha Marx’ın tarih teorisine başvuracaktı. Marksizm
değişimin doğrultusuna dair bir vizyon sunuyordu; Çin’i söz konusu doğ­
rultuya yöneltmek için ise ülkenin kendine has özelliklerini yakından ta­
nıyarak bunun üzerine yerleştirilecek strateji ve taktiklere ihtiyaç vardı.
Bunun özel bir örneği Mao’nun Çin’de kapitalizmin çok az gelişmiş olduğu­
nu tespit ederek 1930’larda sosyalist devrimden bahsetmenin anlamsız oldu­
ğunu saptamasıdır. Çin ‘burjuva demokratik devrim’ aşamasmdaydı ve dev­
rimin önderliği 1921’de burjuvaziden proletaryaya ve onun öncüsü olan Çin
Komünist Partisi’ne geçmişti. Bu ‘Yeni Demokrasi’ evresinde devrimin görev­
leri anti-feodal ve anti-emperyalistti. Bu nedenle, proletaryanın diğer dev­
rimci veya potansiyel bakımdan devrimci sınıflarla, özel olarak köylülük­
le -am a küçük burjuvazi ve burjuvazi ile d e - sınıf ittifakları kurması zorun­
luydu. Ancak, proletarya Yeni Demokratik devrimin zaferinin Çin’in sosya­
list devrime doğru ilerlemesini sağlayacağı gerçeğini gözden kaçırmamalıy­
dı. Sosyalist devrim aşamasında proletarya bir önceki aşamada kurduğu sınıf
müttefiklerine karşı sınıf mücadelesine girişebilirdi (Knight, 1991).
Dördüncüsü, Mao Marksizmin enternasyonalizmini benimsemekle bir­
likte açıkça bir Çin milliyetçisiydi. Birbirleriyle açıkça çelişen bu özellikle­
ri Lenin’in anti-emperyalist devrimlerin -kapitalizm i yıkıp sosyalist bir dün­
ya düzeni kuracak- dünya devriminin bir parçası olduğu yönündeki ısrarı­
na dayanarak uzlaştırıyordu. Mao’ya göre Çinli Marksistler enternasyonalist
olmasına enternasyonalistti; ancak yerine getirmeleri gereken başlıca görev
emperyalizmi Çin’den kovmak ve bağımsız bir Çin ulus devletini kurmak­
tı. Ancak bu hedefe ulaşıldıktan sonradır ki, Çin sosyalizme uluslararası öl­
çekte katkı sağlayabilirdi. Mao’nun Çin’in varlığının Japon emperyalizminin
tehdidi altında olduğu 1938’de kaleme aldığı aşağıdaki metin onun milliyet­
çilik ile enternasyonalizm arasındaki ilişki konusundaki tutum unu özetle­
mektedir:
Enternasyonalist komünistler aynı zamanda yurtsever de olabilir
mi? Bize göre yalnızca olabilir değil olmalıdır da... Çinli kom ünist­
ler yurtseverlik ile enternasyonalizmi birleştirmek zorundadır. Biz
aynı anda hem yurtsever hem de enternasyonalistiz. Sloganımız şu­
dur: “Anavatanı saldırganlara karşı savunmak için savaş.” Bize göre
bozgunculuk suçtur ve direniş Savaşını kazanmak için mücadele
etmek kaçınılmaz bir görevdir. Bize göre saldırganları yenilgiye uğ­
ratmanın ve ulusal bağımsızlığa kavuşmanın tek yolu anavatanı sa­
vunmak için savaşmaktır. Ve proletarya ve diğer emekçilerin kurtu­
luşu ancak ulusal bağımsızlığa kavuşulması ile mümkündür. Çin’in
zaferi ve işgalci emperyalistlerin yenilgisi diğer ülke halklarına yar­
dımcı olacaktır. Bundan dolayıdır ki, ulusal kurtuluş savaşlarında
yurtseverlik uygulamalı enternasyonalizmdir.
(Mao, 1965: 196)
İlerleyen bölümlerde kısaca göreceğimiz gibi, milliyetçilik ve enternas­
yonalizm meseleleri Ho Şi Minh’in Marksizminde de merkezi öneme sahip­
ti. Bu oldukça etkili iki Asyalı Marksistin kendi milliyetçi ve enternasyo-
nalist hedefleri arasında son tahlilde herhangi bir çelişki görmemeleri ve
bu ikisi arasında görünürde varolan gerilimi Marksizm-Leninizmin mantı­
ğına dayanarak uzlaştırmış olmaları gerçekten öğreticidir. Bununla birlik­
te, Mao’nun yönetimindeki Çin devleti ile Ho’nun yönetimindeki Vietnam
devletinin davranışları, milliyetçilik ile enternasyonalizm arasındaki gerili­
me getirdikleri çözümün göründüğünden daha az sağlam olduğunu gösteri­
yor. İktidara gelmelerinin ardından her iki Marksist de genellikle kendi ül­
kelerinin çıkarlarım öncelikli görmüş ve zaman zaman diğer sosyalist ulus­
larla da çatışmışlardır (Çin ve Vietnam arasındaki çatışma da buna dahildir).
Dahası, Çin ile Sovyetler Birliği arasında 1960’ların başında yaşanan ayrışma
Sovyetler’in başını çektiği kom ünist kampın enternasyonalist birliğinin so­
nunu getirdi ve Çin’in Sovyetler Birliği’ne sadık kalan sosyalist uluslara yö­
nelik düşmanlığının başlangıcı oldu. Bu düşmanlık zaman zaman silahlı ça­
tışmalara yol açtı.
Son olarak, Mao’nun Marksizmin diyalektik materyalist felsefesine olan
yakın ilgisinde Marksizmin doğa ve topluma dair gerçeklerin bilinmesini
sağlayan doğal yasa ve kavramları sunduğuna dair bir kabul görmek m üm ­
kündür. Devrimci faaliyetinin geçici bir durgunluğa girdiği 1936-37 döne­
minde Mao Marksist felsefe üzerine yazılan bir dizi Sovyet metnini notlar
tutarak yakından incelemiştir (Knight, 1990). Ardından kaleme aldığı bir
dizi felsefi metinde (Çelişki Üzerine ve Pratik Üzerine) 1930’ların Sovyet fel­
sefesinin etkilerini görmek mümkündür. Bu metinler, onun Marksist felse­
feyi Çin’in toplumsal gerçekliğini doğru biçimde kavramak için kullanma
amacını da göstermektedir (Knight, 1997). Mao özellikle her şeyin kendi
içinde mücadeleye yol açan çelişkileri barındırdığı yolundaki felsefi fikirden
Çin toplum unun bağrında biriktirdiği çelişkileri analiz etmek ve bu çeliş­
kileri devrim mücadelesine yardım edecek tarzda çözmeyi sağlayacak siya­
si ve askeri stratejiler geliştirmek amacıyla faydalandı (Mao, 1975: 311-47).
Benzer biçimde, Mao Marksist felsefeden -M arksist klasiklere dogmatik bi­
çimde bağlı kalmak yerine- “gerçekler”i araştırma eğilimini güçlendiren bir
epistemolojiyi (bilgi teorisi) çekip çıkarmıştı (Mao, 1975: 295-309).
Böylelikle Mao Marksizmde -Avrupa bağlamında ortaya çıkmasına rağ­
m en- Çin tarihi ve toplumu için geçerli bir felsefe ve tarih teorisi görmüş­
tü. Avrupa ve Çin tarihleri, sınıf ve birbirine benzeyen ardışık tarihsel aşa­
malar gibi dünya tarihinin birörnekliğine işaret eden belirli temel özellikle­
ri paylaşıyorlardı. Yine de, Mao Çin’in pek çok bakımdan Avrupa’dan fark­
lı olduğunun -belki pek çok yoldaşından da fazla- farkındaydı. Bu neden­
le, Çin’in toplumsal gerçekliğini ayrıntılı olarak anlamayı devrim ve sosya­
list inşa için doğru stratejiler ortaya koymak bakımından çok gerekli görü­
yordu. Çin Marksizminin -köylülüğün kırlardaki devrim için önemine yapı­
lan vurgu, ‘kitle çizgisi’ türünden örgütsel taktikler, kitlelerin İleriye Doğru
Büyük Sıçrama ve Kültür Devrimi gibi şiddet içeren, günlük işleyişi kesin­
tiye uğratan kampanyalar için seferber edilmesi gibi- ayırt edici özellikle­
rinin tamamı Mao’nun Marksizmi Çin’in özgül koşullarına uygun hale ge­
tirme ısrarının ürünüdür. Bununla beraber, Mao Marksizmin evrensel bir
tarih teorisi sunduğu görüşünü hiçbir zaman değiştirmedi. Marksizmi Çin
Devrimi’ne adapte etmekteki görünür başarısının diğer Üçüncü Dünya ül­
kelerinde aynen tekrarlanamayacağına inanıyordu. Kendisini ziyarete gelen
Latin Amerikalı devrimcilere Çin deneyiminin başka ülkelere mekanik bi­
çimde nakledilmesinin m üm kün olmadığı uyarısını yaparken şöyle söyle­
mişti: “Herhangi bir yabancı ülkenin deneyimi sizin için yalnızca bir refe­
rans olabilir ve asla bir dogma olarak görülmemelidir. Marksizm-Leninizmin
evrensel gerçekliği ile kendi ülkelerinizin somut koşulları - bu ikisini birleş­
tirmek zorunludur” (Mao, 1977: 326).

H o Şi M in h ve V ietnam D evrim i:
Y urtseverlik ve Proletarya E nternasyonalizm i

Tıpkı Mao gibi Vietnamlı Ho Şi Minh (1890-1969) de Marksizm-


Leninizmin doğruluğundan hiç kuşku duymuyordu. Yine Mao gibi, hatta
belki ondan da fazla, Ho’yu harekete geçiren milliyetçilikti. Ho’yu Marksizm-
Leninizme doğru çeken şey Vietnam’ın sömürgecilik ve emperyalizmden ba­
ğımsızlığının önemiydi. Dikkat çekecek derecede ileri politik yeteneklerini
ve tüm enerjisini bu amaca adamıştır. Bu nedenle Marksizm-Leninizmin te­
orik boyutlarının incelenmesine ve geliştirilmesine Mao’dan daha az ilgi du­
yuyordu. Bununla birlikte, yazılarında Marksizme, özellikle de Leninizme
yaptığı sayısız atıf onun Marksizm-Leninizmin genel teorik ilkelerine sarsıl­
maz bağlılığını gösterir. Teorisyenlik bakımından Mao’nun gerisinde olmak­
la birlikte, söz konusu ilkeleri Vietnam’daki devrimci mücadelenin, özellik­
le de sömürgecilik ve emperyalizm karşıtı mücadelenin ihtiyaçlarına uygun
biçimde uygulamakta en az Mao kadar ısrarcıydı. Ho’nun Vietnam’ın ezilme­
sinin -M arx’ın kapitalizm eleştirisini temel alan Lenin tarafından berrak bi­
çimde açıklanan- uluslararası emperyalist sistemden kaynaklandığını kabul
etmesi önemlidir. Yani Ho’ya göre, Marksizm-Leninizm evrensel öneme sa­
hip bir teoriydi. Sorun bu teorinin devrim ve ulusal kurtuluş mücadelesi ve­
ren Vietnam’ın özgül koşullarına nasıl adapte edileceği sorunuydu.
Ho Şi Minh bir devrimci ve Vietnam yurtseveri olarak gelişmesine ilk
adımlarını VietnamlIların Fransız sömürgeciliğinin -sömürgelerde yaşayan
insanların Fransız değer ve kültürünü benimsemesi ve Fransızca öğrenme­
si gerektiği inancına dayanan- asimilasyon politikasına karşı direniş koşul­
larında atmıştır. 1910’larm sonu ile 1920’lerin başlarında bir süre ilk önce
Fransa’da, daha sonra Sovyetler Birliği’nde yaşayan Ho Şi Minh, Fransız
Komünist Partisi ile Sovyet Marksizmi’nden etkilendi. Komintern’in adan­
mış bir aktivisti ve görevlisi oldu. Özellikle Lenin’in emperyalizm teorisin­
den etkilenen Ho, Fransız sömürgeciliğine karşı Vietnam’da verilen müca­
delenin uluslararası öneminin farkına vardı. Bu mücadelenin öteki sömür­
gecilik karşıtı mücadelelere de yardım edeceğini gördü. Lenin’in fikirleri­
nin Ho üzerindeki etkisi, kendisi için o kadar önemli olan iki ideali, mil­
liyetçilik ile komünizmi kaynaştırmayı onaylaması nedeniyle büyük oldu
(Lacouture, 1967).
Uzun bir aranın ardından Vietnam’a dönen Ho, 1941’de Vietminh’i
(Vietnam’ın Bağımsızlığı için Devrimci Birlik) kurdu. Vietminh, Vietnam
toplumundaki farklı sınıf ve grupları (köylüler, orta sınıf, entelektüeller,
milliyetçi örgütler ve kitle örgütleri) ulusal bağımsızlık ve ekonomik ada­
let mücadelesinde başarıyla birleştirdi. Bununla birlikte, Vietminh Hindiçini
Komünist Partisi’nin kontrolü altındaydı (McAlister, 1969). Ho’nun birbi­
rinden farklı toplumsal ve siyasi güçleri biraraya getiren geniş bir koalisyon
kurma ve onun liderliğini ele geçirme stratejisi, sömürgeciliğin sömürgeleş­
tirilen ülkenin sınıflarını ve toplumsal gruplarını (genellikle olumsuz yönde
olmakla birlikte) farklı biçimlerde etkilediği yönündeki Leninist bakış açı­
sını yansıtıyordu. Bu sınıflar ve gruplar, farklı nedenlerden ötürü milliyetçi
mücadeleye katılabilirdi. Ho’ya göre yerine getirilmesi gereken görev önce­
likle sömürgecilik karşıtı bir birleşik cephe kurmak ve hemen ardından sö­
mürgecilik karşıtı mücadeleyi nihai olarak sosyalist devrime dönüştürm ek
için bu cephenin liderliğini ele geçirmekti.
Ho, Japonya’nın Müttefikler tarafından yenilmesinin hemen ardından,
2 Eylül 1945’te kendisinin devlet başkanı olduğu Vietnam Demokratik
Cumhuriyeti’ni (VDC) kurdu. Ho’nun kurduğu bağımsız Vietnam’ı tanıma­
yı reddeden Fransa, ülkedeki otoritesini askeri güç kullanarak yeniden te­
sis etmeye çalıştı. Bu nedenle Birinci Hindiçini Savaşı başladı. Savaşın do­
ruk noktası olan Dien Bien Phu Muharebesi’nde Fransa askeri bakımdan ke­
sin bir yenilgiye uğradı. Temmuz 1954’te imzalanan Cenevre barış anlaş­
ması, Vietnam’daki Fransız sömürge yönetimine son vermekle birlikte, ül­
keyi yapılacak ilk genel seçimden sonra güya birleşecek olan iki parçaya
(Kuzey ve Güney) böldü. Ho’nun seçimden galip çıkarak kendi çıkarları­
na karşı direneceğini tahmin eden ABD, seçimlerin yapılmamasını sağladı.
Böylelikle, ABD’nin en büyük emperyalist güç olarak sahneye çıktığı İkinci
Hindiçini Savaşı başladı. Ülkesinin bölünmüş olması, Ho’nun bağımsız, bir­
leşik Vietnam hayaline gölge düşürdü. Ho, öldüğü 1969 yılma kadar bu he­
defe ulaşmak için mücadele etti.
Buraya kadar anlatılanlardan, Ho’nun siyasi düşünce ve eyleminin arka­
sında yatan en önemli saiklerden birinin milliyetçilik olduğu açıkça anlaşıla­
bilir. Ancak, tıpkı Mao gibi Ho da milliyetçilik ile enternasyonalist Marksist-
Leninist inançları arasında bir çelişki görmüyordu. Milliyetçilik ile sosyalist
enternasyonalizmin bu bileşimini tipik Leninist terimlerle şöyle açıklamıştı:

Gerek ulusal bağımsızlık devriminde gerekse sosyalist devrimde


yurtseverlik ile proleter enternasyonalizmi arasında yakın bir ilişki
olmalıdır. Günümüzde ulusal bağımsızlık devrimleri dünya prole­
ter devriminin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir; ulusal bağım­
sızlık devrimi tam bir zafer elde etmek için sosyalist devrime doğ­
ru ilerlemek zorundadır
(Ho, 1979: 184).

Tıpkı Mao gibi, Ho da Marksist sınıf anlayışının toplumsal analiz yap­


mak ve devrim stratejileri geliştirmek için merkezi önem taşıdığını düşünü­
yordu. Ho’nun milliyetçiliği çeşitli toplumsal katmanları bir araya getirmeyi
amaçlayan bir milliyetçilikti; Ho kendini Vietnam’ın farklı yurtsever sınıfla­
rını kapsayacak bir birleşik cephe kurma hedefine adamıştı. Bununla birlik­
te, yine Mao’ya benzer biçimde, işçi sınıfının her türlü sınıf koalisyonunun
önderliğini elinde tutmasını şart koşuyordu. Dahası, ‘Marksizm-Leninizmi
farklı koşullara yaratıcı biçimde uygulamayı bilen,’ ‘gerçek bir devrimci par­
tinin’ işçi sınıfına önderlik etmesi gerektiğine inanıyordu (a.g.e.: 183). Bu
devrimci parti “Parti üyelerinin kültürel ve siyasi seviyesini yükseltmek için
sistematik bir Marksist-Leninist eğitim faaliyeti organize etmek” zorunday­
dı (Ho, 1979: 66).
Ho’nun başında olduğu hüküm etin 1954’ten sonra Kuzey Vietnam’da uy­
guladığı politikalar onun saf bir milliyetçi olmadığını, Vietnam toplumunu
sosyalist çizgide yeniden yapılandırma kaygısı taşıdığını gösterir. Bunun en
çarpıcı kanıtı 1950’li yıllar boyunca aşamalar halinde uygulanan toprak re­
formu ve kırdaki kolektifleştirmelerdir. Birinci aşamada zengin köylüler ile
toprak ağalarına karşı sınıf mücadelesi verildi, kontrolün yoksul ve orta köy­
lülerde olduğu karşılıklı yardımlaşma ekipleri kuruldu. 1958 yılına gelindi­
ğinde Kuzey Vietnam’daki tarım topraklarının büyük bölümü kolektifleşti-
rilmişti (Wolf, 1971: 190-2; Fall, 1967: 304-6). Dış politika alanında ise, Ho
hüküm eti sosyalist kampın başını çeken Sovyetler Birliği’nin açık müttefi­
ki oldu, hem Sovyetler Birliği’nden hem de Çin’den yardım aldı (Fail, 1967:
295). Son olarak, Ho Fransız sömürgeciliği karşısında kazandığı zafere rağ­
men Marksizm-Leninizme olan inancından vazgeçmemiştir. 1957’de işaret
ettiği gibi, Marksizm-Leninizm Vietnam ve onun devrimi için devasa önem
taşıyan ‘anti-emperyalist ulusal devrimin doğru ve eksiksiz bir teorisini ge­
liştirmiştir’ (Fail, 1967: 330).

M arksizm i A sya’nın K oşullarına Uygulam ak:


E leştirel D eğerlen d irm e

Marksizm her ne kadar 19.yüzyılda Avrupa’da bir kapitalizm eleştirisi ola­


rak ortaya çıkmış olsa da, en dramatik etkiye 20. yüzyılda sömürge ve feodal
Asya’nın bağlamında sahip olmuştur. Asya’daki devrimciler, sınıfsal baskı ve
kolonyal sömürü gibi ciddi sorunların en iyi açıklamasını ve çaresini sundu­
ğunu düşündükleri için Marksizmi hevesle benimsediler. Genel bir düzeyde
Marksizm, kendilerine oldukça anlamlı gelen bir tarih felsefesi ve toplumsal
değişim teorisi sunuyordu. Bununla beraber, işe yarar devrim stratejileri ge­
liştirmek için Marksizmin genel ilkelerinin Asya’nın somut koşullarına uy­
gulanması gerekiyordu. Asya’da bunu en başarıyla yapan lider Marksizmin
Çin Devrimi’nin özgül niteliklerine ve ihtiyaçlarına uyarlanması gereğine sık
sık dikkat çeken Mao Zedong’du. Marksizmin evrensel ilkelerinin Çin’in so­
m ut gerçekliğine entegre edilmesiyle gerçek anlamda hem Marksist hem de
Çinli olan, Çinlileştirilmiş bir Marksizmin ortaya çıkacağını ileri sürmüştü.
Benzer biçimde, Vietnam’ın Ho Şi Minh’i de Vietnam’ın sömürgeciler tara­
fından ezilmişliğine ve feodal geri kalmışlığına Marksist-Leninist bir çözüm
getirmişti. Ho’ya göre, Vietnam (bir Vietnam milliyetçisi olarak onun için
taşıdığı muazzam öneme rağmen) toplumsal yapısı, tarihsel gelişme mode­
li ve, daha da önemlisi, bir sömürge olması bakımlarından benzersiz değildi.
Vietnam’da etkili olabilecek bir strateji ancak Vietnam’ın sorunlarının (ka­
pitalizmin gelişiminin uluslararası aşaması olan) emperyalizmin bağlamına
yerleştirilmesi yoluyla ortaya konabilirdi.
Ancak, hem Mao hem de Ho kendi ülkelerinde devrime önderlik etmekte
elde ettikleri gözle görülür başarıya rağmen, (Marx’m genellikle sessiz kal­
dığı bir proje olan) azgelişmişlik koşullarında sosyalizmi kurmaya dönük
çabaları o denli başarılı olmadı. Her ikisi de sosyalizmi geleneksel Sovyet
stratejileri olan tarımın kooperatifleştirilmesi, sanayinin toplumsallaştırıl­
ması ve ekonomide merkezi planlama yoluyla kurmaya çalıştılar. Çin’de ise
bu stratejilere Mao’nun Çin kitlelerinin siyasi ve ekonomik hedefler doğrul­
tusunda seferberliğine olan inancı temelinde tadilat uygulanmıştı. Mao’ya
göre, kitlelerin coşkusu Çin’in sanayileşmesi için gerekli olan kıt maddi kay­
nakların en azından bir ölçüde yerini alabilirdi. Bu yaklaşım bazen, Çin’in
köylülerinin devasa komünler halinde organize edilerek, kom ünlerin arka
bahçesinde çelik fırın üretmek gibi oldukça kötü tasarlanmış sanayileşme
çabaları için kullanıldığı, 1958-60 arasındaki İleriye Doğru Büyük Sıçrama
örneğinde görüldüğü gibi felâket sonuçlara da yol açtı. Bu çılgınca iddialı
kitle kampanyası devasa sosyal ve ekonomik yıkıma, 30 milyon insanın telef
olduğu insanlık tarihinin en büyük kıtlıklarından birine neden oldu.
Bununla birlikte, elverişli koşulların büyük ölçüde yokluğuna rağmen
hem Mao hem de Ho kendi ülkelerinde sosyalist ve sanayileşmiş bir toplum
kurmak adına ciddi ilerleme kaydettiler. Halbuki, onların ölümlerinin ar­
dından, özellikle de Sovyetler Birliği’nin, önce yeniden yapılandırılmasının
ve ardından çöküşünün ertesinde, hem Çin’in hem Vietnam’ın liderleri, kes­
kin bir tavırla, sosyalizmden ziyade kapitalizme benzeyen bir ekonomik kal­
kınma biçimi izlediler. Çin ve Vietnam komünist partileri bir yandan siya­
si iktidarlarını sıkı biçimde muhafaza etmeye devam ederken, diğer yandan
ekonomilerini kapitalist yabancı yatırım ve ticarete açtılar. Devlet işletmele­
rinin satışı, kom ünlerin dağıtılması, menkul kıymetler borsalarının kurul­
ması, kâr güdüsünün teşvik edilmesi gibi, daha önce sosyalist olan ekono­
milerinin önce altını oyan, ardından onları dönüştüren geniş çaplı reform­
lar yaptılar.
Aslında, Mao sonrası Çin’de ve Ho sonrası Vietnam’da uygulanan eko­
nomik reformlar, (Avrupa kökenli olmakla birlikte evrensel geçerlilik iddi­
asına sahip bir teori olan) Marksizmin en başından itibaren Asya’nın feodal
ve kolonyal bağlamında uygulanıp uygulanamayacağı sorusunu akla geti­
riyor. Geçici olarak varacağımız bir sonuç olarak, bir devrim teorisi olarak
Marksizmin Çin, Vietnam ve Asya’nın geri kalanındaki Marksistlerin özlem­
lerine geçerli bir cevap verebildiğini söyleyebiliriz. Gerek Mao gerekse Ho
Marksizmi kabul ederek onun temel kabullerine dayanan başarılı askeri ve
siyasi stratejiler geliştirdiler. Ancak Çin ve Vietnam’ın sosyalist inşası söz ko­
nusu olduğunda tablo daha az açık (ve daha az olumlu) hale gelmektedir. Bu
ülkelerin hiçbirisi Marx’in sosyalizme başarılı bir geçiş için hayati gördüğü
niteliklere (oldukça gelişmiş bir kapitalist ekonomi, yaygın sanayileşme ve
geniş ve siyasi bakımdan bilinçli bir işçi sınıfı) sahip olmamıştır. Mao’nun
Çin’i ve Ho’nun Vietnam’ı var olmayan bu ön koşulları siyasi yolla yaratma­
ya çalıştı. Bazı kısmi başarılarına rağmen bu çaba, sıklıkla baskıcı ve elitist
biçimde davranan, geniş bürokratik devletlerin kurulması sonucunu verdi.
Yani Marksizmin Asya’daki en büyük etkisi bir sosyalist inşa teorisinden
ziyade bir devrim teorisi olarak olmuştur. Marksizm Asya’daki Marksistleri
kendi feodal ekonomilerini ve siyasi sistemlerini ortadan kaldırmaya ve ül­
keleri üzerindeki sömürgeci hakimiyete meydan okumaya teşvik eden bir
tarih ve toplumsal değişim teorisi sunmuştur. Asyalı Marksistlerin ulusal
bağımsızlığa, modernleşmeye ve sosyalizme duydukları acil özlem, onları
Marksizmin evrensellik iddiasını kabul etmeye ve ilkelerini devrim davasına
uygulamaya teşvik etmiştir. Çin ve Vietnam’daki devrimlerin başarısı ve Mao
ve Ho’nun bu devrimlere önderlik etmesi Marksist teori ile devrimci pratiğin
bu bileşiminin gücünü ortaya koymaktadır.

Dipnotlar

1- Bir akadem isyene göre (Schw artz, 1951: 76-7), ‘Mao köylerde bulduğu unsurlardan ta­
m am ıyla yararlanabilm ek için tüm teorik kaygıları bir yana bırakarak sanayi proletaryası­
na sırtını dönm eye kararlı o lduğunu gösterm iştir.’ Bir başkası ise (M eisner, 1982: 99, 138,
225) Mao’n u n ‘kent proletaryasının devrim ci kapasitesine güvenm edigi’ni ve köylülüğün
gerçek devrim ci sınıf’ olduğuna inandığını ileri sürm üştür.

Referanslar

Avineri, Shlom o (1968) The Social and Political Thought o f Karl Marx. Cambridge: Cam bridge
U niversity Press.
Carrèrre d ’Encausse, H élène ve Stuart R. Schram (1969) Marxism and Asia: An Introduction with
Readings. Londra: Allen Lane The Penguin Press.
Dirlik, Arif, Healy, Paul ve Knight, N ick (derl.) (1997) Critical Perspectives on Mao Zedong's
Thought. A tlantic H ighlands, NJ: H um anities Press.
D unn, Stephen P. (1982) The Fall and Rise o f the Asiatic Mode o f Production. Londra: Routledge
& Kegan Paul.
Fall, Bernard B. (ed.) (1967) Ho Chi Minh - On Revolution: Selected Writings, 1920-66. New
York: Frederick A. Praeger.
Ho Chi M inh (1979) Patriotism and Proletarian Internationalism. Hanoi: Foreign Languages
Publishing House.
Knight, N ick (1985) ‘Leninism , Stalinism and the C om intern’, Colin M ackerras ve Nick
K night (eds), Marxism in Asia. L ondra ve Sydney: Croom Helm.
Knight, N ick (1990) (derl.) Mao Zedong on Dialectical Materialism: Writings on Philosophy,
1937. A rm onk, NY: M.E. Sharpe içinde.
Knight, N ick (1991) ‘Politics and Vision: Historical Time and the Future in Mao Z edong’s
T hought, 1936-1945’, Journal o f Oriental Studies, 29 (2): 139-71.
Knight, N ick (1997) ‘The Laws of Dialectical M aterialism in Mao Z edong’s Thought:
The Q uestion of “O rthodoxy” ’, Arif Dirlik, Paul Healy ve Nick K night (derl.), Critical
Perspectives on Mao Zedong’s Thought. A tlantic H ighlands, NJ: H um anities Press.
Knight, N ick (1 9 9 7 -9 8 ) ‘Mao Z edong and W orking Class Leadership o f the C hinese Revolution,
1927-1930’, China Information, 12 (3): 28-45.
Lacouture, Jean (1967) Ho Chi Minh. H arm ondsw orth: Penguin Books.
Lenin, V.l. (1967) Lenin on the National and Colonial Questions: Three Articles. Pekin: Foreign
Languages Press.
Lenin, V.l. (1969) Imperialism, The Highest Stage o f Capitalism: A Popular Outline. Pekin:
Foreign Languages Press.
McAlister, Jo h n T. J r (1969) Vietnam: The Origins of Revolution. New York: Alfred A. Knopf.
Mao T se-tung (1965) Selected Works o f Mao Tse-tung, cilt II. Pekin: Foreign Languages Press.
Mao T se-tung (1975) Selected Works o f Mao Tse-tung, cilt I. Pekin: Foreign Languages Press.
Applying M arxism to Asian conditions 153
Mao Z edong (1977) Selected Works o f Mao Tse-tung, cilt V Pekin: Foreign Languages Press.
Marx, Karl (1964) (derleyen ve Giriş b ö lü m ü n ü yazan: E.J. Hobsbaw m ) Pre-Capitalist Economic
Formations. Londra: Lawrence and W ishart.
Marx, Karl (1971) A Contribution to the Critique of Political Economy. Londra: Lawrence and
W ishart.
Marx, Karl (1973) (derleyen ve Giriş b ö lü m ü n ü yazan: David Fernbach) The Revolutions of
1848: Political Writings, cilt 1. H arm ondsw orth: Penguin Books.
Meisner, M aurice (1982) Marxism, Maoism and Utopianism. M adison, WI: U niversity of
W isconsin Press.
Pantsov, A lexander (2000) The Bolsheviks and the Chinese Revolution, 1919-1927. Richm ond:
C urzon Press.
Sawer, M arian (1977) Marxism and the Asiatic Mode o f Production. The Hague: M artinus Nijhoff.
Schram, Stuart R. (1969) The Political Thought of Mao Tse-tung. H arm ondsw orth: Penguin
Books.
Schram, Stuart R. (ed.) (1994) Mao’s Road to Power: Revolutionary Writings, 1912-1949, cilt
II: National Revolution and Social Revolution, December 1920-June 1927. A rm onk, NY: M.E.
Sharpe.
Schwartz, Benjam in 1. (1951) Chinese Communism and the Rise o f Mao. New York: H arper and
Row.
Snow, Edgar (1972) Red Star over China. H arm ondsw orth: Penguin Books.
Wolf, Eric R. (1971) Peasant Wars o f the Twentieth Century. Londra: Faber and Faber.
IX
L atin A m erik a’da M arksizm
L atin A m erik a M arksizm i?

Ronaldo Munck

Latin Amerika Marksizmleri her daim ‘eşikte’ durdular: Bir ölçüde Avrupalı
ama denebilir ki ayırt edici biçimde Amerikalı oldular. Bu nedenle, ‘melez­
lik’ kavramının Latin Amerika’da öteden beri güçlü bir yankı bulması tesa­
düf değildir. Hâlbuki Marksizmin Latin Amerika ile ilk deneyimi tatmin edi­
ci olmaktan çok uzaktı: yazının ilerideki bölümlerinde göreceğimiz gibi Kari
Marx’in kıtayla buluşması görülmemiş ölçüde talihsizdi. Yine de Marksizm
kıtada kök salmayı başardı ve Antonio Gramsci’nin Latin Amerika’daki m u­
adilini -Perulu düşünür ve aktivist José Carlos Mariátegui (1894-1930)-
üretti. Öncelikle bu erken döneme ait gelişmeleri gözden geçireceğiz ve ar­
dından Stalin’in önderliğindeki resmi Marksizmden Fidel Castro’ya uzanan
tarihi ana hatlarıyla ele alacağız. Bunu izleyen bölüm Marksizmin günü­
müzde özellikle Şili gibi ülkelerde yaşadığı yenilenmeyi ( renovación) ve bir
diğer gerçekten ‘yeni’ akım olan Meksika’daki Zapatistaları konu ediniyor.
Ardından Marksizmin bağımlılık kuramı ile ulusal-popüler kavramsallaştır-
malarına yaptığı entelektüel katkı ele alınacak. Son bölümde -tü m farklı bi­
çimleri altında- Marksizmin yeni yüzyılın Latin Amerikası’ndaki geleceğini
ele alacağız. Kıtaya özgü bir ‘Latin Amerika Marksizmi’nin varolup olmadı­
ğı sorusu bu yazının ilgi alanına girmekle birlikte bu soruya kesin bir yanıt
vermektense ucunu açık bırakacağız.
Birinci Enternasyonal’in Arjantin’deki liderlerinden Raymond Wilmart
1873 yılında Karl Marx’a yerli halkın ‘ata binmek dışında hiçbir şeyi becere­
mediğini,’ bu nedenle Avrupa’dan kıtaya doğru yeni bir göç dalgası olmak­
sızın burada herhangi bir ilerleme kaydedilemeyeceğini belirtmişti (aktaran
Falcön, 1980: 37). Marx’m Arjantin’deki haber kaynağı Latin Amerika’da
bağımsızlık-sonrası dönemde yaşanan karmaşık toplumsal ve siyasi müca­
deleleri anlama becerisinden bütünüyle yoksundu. Bu kavrayışsızlığın ge­
risinde Wilmart’in -kendisi gibi on binlerce göçmenin de paylaştığı- Yeni
Dünya’da kapitalizmin gelişimine duyduğu içgüdüsel güven yatıyordu.
Marx’in geç dönem yazılarında İrlanda ve Rusya bağlamında evrimcilikten
ve Avrupa-merkezcilikten kopuşunun bir benzerini Latin Amerika bağla­
mında gerçekleştirememesi bir talihsizliktir. Bu talihsizlik nedeniyle Marx
ve Engels bölgedeki Marksistler için bir bakıma utandırıcı olan yorumlar
yaptılar. Engels’in 1847’de yaptığı, ‘Meksika’nın fethine coşkuyla tanık ol­
duk... Meksika’nın gelecekte ABD’nin vesayeti altında bulunması kendisinin
kalkınma bakımından çıkarlarına uygundur’ (Marx ve Engels, 1976: 527)
şeklindeki baştan savma yorumun kim ardında durabilir? Engels (Marx’in
da onun gibi düşündüğünü farz edebiliriz) ‘tembel Meksikalılar’a karşı ‘gör­
kemli Kaliforniya’nın yanında yer alıyordu (Marx ve Engels, 1977: 365).
Marx’m Latin Amerika ile ilgili açıkça evrimci sözlerinden daha önem­
lisi onun Yeni Amerikan Ansiklopedisinde yayımlanmak üzere 1858’de ka­
leme aldığı Güney Amerika bağımsızlık mücadelesinin kahramanı Simön
Bolivar’a ilişkin maddedir (Marx ve Engels, 1982). Marx bu metinde
Bolivar’ın ulusal bağımsızlık hareketinde oynadığı role değil onun otoriterli­
ğine odaklanır. Bolivar’ın debdebe ve törenlere, gösterişli bildirgelere ve -ki-
şiliği etrafında yeni yeni oluşmakta olan- kişi kültüne olan düşkünlüğü,
Marx’in Libertador ’u (Kurtarıcı) Fransa’nın Üçüncü Napolyon’unun Latin
Amerika’daki ikincil bir iz düşümü olarak kategorize etmesine neden olu­
yordu. Bolivar’ın tarihsel rolüne, yerli halkların durum una, farklı toplumsal
sınıfların ulusal bağımsızlık mücadelelerindeki konum una ve benzeri ko­
nulara ilişkin hiçbir ‘Marksist’ analize yer verilmemiş olması metnin en dik­
kat çekici özelliğidir. Marx burada Hegel’in Amerika’yı Avrupa’da olan biteni
yansıtan veya silik bir gölgesi gibi tekrarlayan boş bir toprak parçası olarak
gören yaklaşımını izler gibidir. Marx’m Avrupa’daki ulus devlet oluşumuna
ilişkin kavrayışı Amerika’ya ilişkin vizyonunu en iyimser ifadeyle bulandır­
mıştır; siyaseti kavrayışı ise Latin Amerika’nın kendine has modernleşme ro­
tasına empati duymak bir yana bunu anlamasına bile izin vermemiştir.
Marx’in Hindistan’a ilişkin şu söyledikleri Latin Amerika’ya yaklaşımı­
na da yol göstermiştir: ‘Hindistan’ın -e n azından bilinen- hiçbir tarihi yok,
onun tarihi dediğimiz şey Hindistan’a birbiri ardına müdahale edenlerin ta­
rihi’ (aktaran Avineri, 1969: 32). Bu -dibine kadar Avrupa-merkezci ve sö­
m ürgeci- önyargı Marx’in Latin Amerika’ya yaklaşımını belirledi. Marx’in
kıtayı örneğin basitçe Ispanyol devrimine fren veya Bonapartist yayılmacılı­
ğın arka bahçesi olarak görmesine neden oldu. Marx, Bolivar’ın ilerici pan-
Amerikan projesine ve Güney Amerika’nın Balkanlaşmasını engelleme dü­
şüncesine -k i bu onun Engels ile birlikte Avrupa özelinde elbette sempa­
ti duyduğu bir yönelim di- de gözlerini kapatacaktı. José Aricö’ya göre, tıp­
kı Hegel gibi Marx için de ‘Amerika yalnızca Avrupa’da yaşıyordu,’ daha net
bir ifadeyle, ‘Latin Amerika yalnızca kendi dışıyla olan ilişkisi, Avrupa’da
olan biteni yansıtması bağlamında ele alınıyordu zira kendi içerisi anlaşıl­
mazdı ve bundan dolayı da aslında yaşamıyordu, yoktu’ (Aricö, 1982: 100).
Marx’in Latin Amerika’nın kendine has ulus devlet oluşum unu görememesi
bir yana, kıtadaki gelişmelerin iktisadi, siyasi ve ırksal özgüllüklerini onun
kategorileriyle anlamak da mümkün görünmüyordu. Tarihsel materyaliz­
min Latin Amerikalı devrimciler için yararlı bir analiz aracı ve eylem kılavu­
zu olduğu kanıtlanmadan önce Marksizmin ‘millileşme’ sürecinden geçme­
si gerekliydi. Marksizmin Avrupa-merkezciliği 1970’lere değin tartışma ko­
nusu olmaya devam etti.
Marx’in düşüncesi Latin Amerika’da göçmen ya da Avrupa’da eğitim almış
bir sosyalist düşünür ve eylemciler kuşağı tarafından devralındı. Arjantinli
Jüan B. Justo (1865-1928) bu kuşağın belki de sembolüydü. Justo, Marx’i
‘Latin Amerikalılaştırma’ya, Marx’in düşüncesini -M arx’in kendisinin çok
az anlayabildiği- bu topraklara uyarlamaya çalışan entelektüellerin en önde
geleniydi. 1895 yılında Justo hem Marx’in Kapital'inin ilk İspanyolca çe­
virisini tamamladı hem de Arjantin Sosyalist Partisi’nin kuruluşunda yer
aldı. Esin kaynağının Marx olduğunu söylese de, Justo’nun evrimini belir­
leyen akıl hocaları ‘revizyonist’ sosyalist Eduard Bernstein, Fransız sosya­
list düşünürü Jean Jaurès ve erken dönem evrimci sosyologlarından Herbert
Spencer’dı. Onun ‘Latin Amerika’ Marksizmi tamamıyla evrimci düşünce­
nin damgasını taşıyordu. Marx’i esasta evrimci bir düşünür olarak okum uş­
tu, ki bu yayılmacı ulus inşası döneminde yaşayan bir Latin Amerikalı için
akla yatkın bir okumaydı. Marx’in genel tarih anlayışını, kendi okuyuşuna
uygun biçimde benimsemiş ama yaşadığı dönemde gelişmekte olan emper­
yalizm teorisine pek de sempati duymamıştır. Sosyalist Parti’nin, Amerika
Birleşik Devletleri’nin kıtayı egemenliği altına alma ve hatta yutma tehlike­
sini veciz bir biçimde ortaya koyan Manuel Ugarte gibi öteki üyelerine kar­
şı çıkan Justo, yabancı sermayenin kalkınma için gerekli olduğuna, kıtanın
evrim sürecini hızlandıracağına ve üretim araçlarının nihai toplumsallaştı­
rılmasının (gerçi bu hedefe ne zaman ulaşılacağı belli değildi) temelini ata­
cağına inanıyordu.
Yüzyıl dönüm ünden itibaren Latin Amerika’daki Marksizm Avrupa’da ya­
şanan hareketleri, bölünmeleri ve dönüşümleri -zam an zaman melez biçim­
lerle de olsa-yansıtacaktı. Justo ve kıta çapında onunla benzer görüşleri pay­
laşan düşünürlerin önderliğindeki sosyal demokrasi parlamenter bir rutine
oturdu ve zaman zaman ciddi başarılara imza attı. Oluşturdukları söylem ve
pratik, üstelik 1970’lerde ciddi bir canlanma sürecinden geçerek, bugüne
kadar ayakta kaldı. Onların pozitivist sosyalizm anlayışı göçmen işçilerin ve
sanayicilerin özlemleri ile uyum halindeydi. Tarımsal oligarşiyi temel siya­
si ve sosyal hakları tanımaya zorlayarak Yeni Dünya’nın ‘uygarlaştırılmasına
katkıda bulundular. 1917’deki Rus Devrimi’nin etkisi kıtaya dalga dalga ya­
yılarak bu evrimci eğilime ciddi bir darbe vurdu. Rus Devrimi’nin apokalip­
tik tonu ve mesiyanik mesajı ciddi bir etki yarattı. Latin Amerika Leninist
düşüncenin ve Komünist Enternasyonal’in ardarda gelen değişimlerinin ön
saflarında yer almamakla birlikte, örgütsel adanmışlığa, devrimci coşkuya,
kalitesinden kimsenin kuşku duyamayacağı aktivistlere dayanan Bolşevizm
için verimli bir alandı. Komintern, Marksizmin Latin Amerika’daki öykü­
sünü -e n azından 1959’daki Küba Devrimi’ne değin- belirler hale geldi.
Komintern’e bağlı düşünürlerin arasında hiçbiri -fazla abartmaksızın kıta­
nın Gramsci’si diyebileceğimiz-José Carlos Mariâtegui ile boy ölçüşemezdi.

M ariâtegu i ve ‘U lu sal M arksizm ’

Perulu sosyalist düşünür ve önder Mariâtegui Avrupa’daki sürgün yılların­


da Antonio Gramsci ile tanışmış mıdır bilinmez ama ikisinin fikirleri arasında
insanı ürperten paralellikler vardır. Gramsci Ekim Devrimi’ni ‘Kapital’e kar­
şı devrim’ olarak tanımlarken (Gramsci, 1977), Mariâtegui de - ‘Komintern’e
karşı’ olarak görülebilecek- türden bir Latin Amerika devrimini savunmuş­
tur. Mariâtegui Komintern’in dogmatik doktrininin zikzaklarına tamamen
yabancı, açık ve esnek bir Marksistti. İtalyan filozof Benedetto Croce’nin
eserlerine Gramsci kadar hayran olması Mariâtegui’nin düşüncesine bir ‘ide­
alizm’ boyutu katmış, belki de bir tür ‘Marksist hümanizm’e meyletmesine
neden olmuştur. Marksizmi tamamlanmış ve kapalı bir düşünce sistemi ola­
rak değil, toplumsal gerçekliğin analizi için dogmatik ve katı olmayan, yara­
tıcı bir kılavuz olarak görüyordu. Siyasal stratejilerin uygulanacağı kültürel
bağlamın değişkenliğine bilhassa duyarlıydı. Mariâtegui’nin Marksizmi ‘ta­
mamen gerçeklere, olgulara dayanan bir metoddur. Bazılarının düşündüğü
gibi her tarihsel iklimde ve toplumsal ortamda değişmeden aynı kalan, katı
sonuçlara sahip bir ilkeler bütünü değildir’ (Mariâtegui, 1969a: 112). Öznel
faktöre vurgu yaparak her türden determinizmi reddeden Mariâtegui’ye göre
‘Marksizm devrimci olduğunu kanıtlamıştır, hiçbir zaman pasif, katı bir de­
terminizme sahip olmamıştır’ (Mariâtegui, 1969b: 65).
Bugün çok üretken bir Mariâtegui miti endüstrisi var. Mariâtegui’nin hatı­
rası, Perulu reformist generaller ile Aydınlık Yol’un (Sendero Luminoso ) kök­
tenci gerillaları gibi birbirinden bütünüyle farklı güçler tarafından sahipleni­
liyor. Yine de, hemen hemen herkes Mariâtegui’nin Marksizminin bir ‘ulusal
Marksizm’ olduğunda hemfikir. Mariâtegui’ye göre, sosyalist parti ‘pratiğini
ülkenin somut koşullarına adapte eder’ (Mariâtegui, 1969a: 153). Sömürge
dünyasının tüm bir Marksist kuşağı -akla hemen Amilcar Cabrai geliyor-
daha sonraları kendi Marksizmlerinin kendi uluslarına ve kültürlerine özgü
köklerini vurgulamıştı. Benzer biçimde, Gramsci’ye göre Marksizmin (veya
daha kesin bir ifadeyle Leninizmin) evrenselliği doğduğu yerden farklı yer­
lerin gerçekliğine uyum sağlayabilme, hatta bu yeni yerlerde de orijinal bir
güç olarak hareket edebilme yeteneğinde yatıyordu (Gramsci, 1977). Bu ne­
denden ötürü, Mariâtegui’ye göre Marksizm Peru’ya ‘uygulanması’ gereken
evrensel bir gerçek değil, Peru’nun toplumsal gerçekliğinin doğru bir ifade­
si olmalıydı. Gramsci gibi Mariâtegui de zaman zaman eklektisizmle suçlan­
dı. Örneğin George Sorel’in devrimci sendikalizmine olan hayranlığı nede­
niyle eleştirildi. Mariâtegui’nin ‘reel Marksizm’ olarak tanımlanabilecek ide­
olojinin belirli öğeleri ile çatışmalı bir ilişkisi olduğu ortadadır. Ancak, onun
Peru’nun toplumsal gerçekliği ile çok yönlü ve aktif biçimde ilişkilenmiş, es­
nek ve işe yarayacak bir siyasi pratik oluşturmuş olması bizzat Marx’in ken­
disinin en iyi yönleri ile uyumlu görünmektedir.
Mariâtegui, Latin Amerika’daki Marksist düşünceye Komintern’in ‘yer­
li sorunu’ olarak tanımladığı alanda kilit önemde bir katkı yapmıştır. José
Aricö’nun belirttiği gibi, ‘yerlicilik ile sosyalizmin kesişimi veya rastlantı­
sal ilişkisi’ Mariâtegui’nin Peru’nun tarihine ve sorunlarına ilişkin analizi­
nin merkezinde yer alır (Aricó, 1980: x). Mariátegui yerli sorununu hem
bir toprak sorunu olarak hem de geniş bir kültürcü gözle okuyordu, tnka
imparatorluğunun komünal değerlerine dayanan bir Yerli-Amerikan sosya­
lizmi kurmayı tahayyül ediyordu. Geniş bir sanayi proletaryasının bulun­
madığı koşullarda Mariátegui doğal olarak yüzünü yerlilere ve köylülere
dönüyordu. Bununla birlikte, Mariâtegui’nin ‘yerli rönesansı’na olan inan­
cı ortodoks işçi-köylü ittifakı stratejisinin Peru’nun özel koşullarına tercü­
me edilmiş versiyonu olmanın ötesine geçiyordu. Yerli hareketi ile kurdu­
ğu bağlar Mariâtegui’ye -kendi deyişiyle- ‘gerçek’ veya ‘gizli’ Peru’yu tanıma
fırsatını verdi. Aşağı yukarı aynı tarihsel dönemde Mao Zedong’un Çin’de
Mariâtegui’ninkinden çok da farklı olmayan, sömürge ve yarı-sömürgeler
dünyasında köylülüğün ve toprak reformunun merkeziliğine dayanan fikir­
leri ve eylem çizgisini geliştirmesi herhalde tesadüf değildir.
Mariátegui bir ulusal Marksist ve yerli sosyalizmi teorisyeni olmakla bir­
likte enternasyonalizmin Latin Amerika’daki öncülerinden biridir. Onun
çizgisi dar kafalı yerlici milliyetçi bir çizgi değildi. İlk kez Avrupa’da ya­
şadığı deneyimin (örneğin 1921’de Italyan komünistlerinin Livorno’daki
kuruluş kongresine katılmıştı) kendi oluşumu üzerindeki etkisini her za­
man teslim etmiştir. Yayımladığı Amauta (Quechua dilinde ‘öğretmen’ an­
lamına geliyor) dergisinde Küba ve Nikaragua’daki devrimci hareketler ve
Rusya’da henüz kurulmuş olan devrimci devlet ile dayanışmayı destekliyor­
du. Enternasyonalizm ve Milliyetçilik başlıklı ünlü makalesinde (Mariátegui,
1973) klasik Marksist enternasyonalizmi anlaşılır biçimde ifade etmekle kal­
mıyor, bugün gündemde olan küreselleşmiş ağ toplumunu da öngörüyordu.

İletişim enternasyonalizmin ve insanlar arasındaki dayanışma­


nın sinir sistemidir. İçinde bulunduğumuz dönemin en önem­
li özelliklerinden biri fikirlerin büyük bir hızla yayılması, düşün­
ce akımlarının ve kültürün bir yerden diğerine süratle aktarılması­
dır. Britanya’da yeşeren yeni bir fikir -basılıp yayımlanmasına ka­
dar geçen süre hariç tutulursa- Britanyalı bir fikir değildir. Bu fi­
kir eğer evrensel bir gerçeği ifade ediyorsa yayımlanır yayımlanmaz
uluslararası bir fikir haline gelir.
(aktaran Waterman, 1998: 257-8)

Mariâtegui’nin enternasyonalizmi soyut bir enternasyonalizm değil, bu­


lunduğu ülkenin gerçeğinin üzerine sağlamca oturan bir enternasyonalizm­
di. Kapitalizmin insan yaşamım uluslararasılaştırdığını, bundan dolayı en­
ternasyonalizmin tarihsel bir gerçeklik haline geldiğini düşünüyordu.
Böylesine büyük bir potansiyele sahip, son derece bağımsız bir düşünür ve
lider olan Mariâtegui’nin Komünist Enternasyonalin ‘resmi’ Marksistlerini
rahatsız etmesi kaçınılmazdı. Mariâtegui’nin köylülük vurgusu ve yerlici-
liği ( Indigenismo ) dahil pek çok konu bu kapsamdaydı. Ölümünden sonra
Komintern Latin Amerika’da ‘Mariâteguiciliğin’ (Mariâteguismo) ‘popülist’
sapmalarına karşı mücadele edecekti. 1929’daki Latin Amerika Komünist
Partileri konferansı sırasında kendi partisine ‘kom ünist’ yerine ‘sosyalist’ de­
mekte ısrar eden Mariátegui kınandı. Bu tartışmanın ne ölçüde ciddi bir tar­
tışma olduğuna ve Mariâtegui’nin Leninizmden ne ölçüde saptığına dair çok
fazla yazılıp çizildi. Ancak, burada esas önemli olan, onun Marksizmi somut
ulusal koşullara uyarlamayı sürekli vurgulamış olmasıdır. Bu basitçe ‘sosya­
list’ teriminin ‘komünist’ teriminden farklı olarak meşruiyet sağlamasından
kaynaklanan bir seçim de olabilir, ama aynı zamanda Mariâtegui’nin mer­
kezileştirilmiş, dogmatik doktrine dayalı örgütlenmelerden bağımsızlığının
sembolü olarak görünmektedir. Komintern’in ve onun Peru’daki temsilci­
lerinin buna cevabı Mariâtegui’yi -hakiki komünizmden sapma skalasında
‘Trotskizm’den hemen sonra gelen- ‘popülizm’ ile suçlamak oldu. Çok son­
raları Mariâtegui’nin düşüncesi (bu her zaman teslim edilmese de) organik
ifadesini Küba devriminde (1959) ve Nikaragua’daki Sandinista ayaklanma­
sında (1979) buldu.

S ta lin ’den C astro’ya

1929’daki Latin Amerika Komünist Partileri Konferansı’nda ‘Mariátegui


sorunu’nun üstünkörü tartışılmasından sonra Komintern’in Latin
Amerika’daki pratiği Rusya ve Avrupa’da izlenen politikaların zikzakları­
nı yansıtarak devam etti. Söz konusu konferansta oldukça karmaşık ‘yer­
li sorunu’nun daha basmakalıp bir ifade olan ‘ulusal sorun’a indirgenme­
si bunun semptomatik bir örneğidir (Bu formülasyonun benimsenmesi,
konferanstaki epeyce çok sayıda Latin Amerikalı delegenin Avrupa köken­
li şablonların kıtanın çetin gerçeklerine ezbere uydurulmasından yakınma­
larına neden olmuştur). Komintern’in Üçüncü Dönem (1929-35) politika­
larının bir parçası olan ‘sınıfa karşı sınıf’ şiarı El Salvador’da 1932’de sonu
felâketle biten bir köylü ayaklanmasının ve Küba’da 1932’de ayakları nispe­
ten daha fazla yere basan şeker işçileri ‘sovyetler’inin kurulmasının önünü
açtı. Nikaragua’da ABD işgaline karşı, Augusto Cesar Sandino önderliğin­
de verilen ulusal mücadele (1926-34) Komintern tarafından ‘mücadelenin
Sandino’nun teslim olması ve karşı-devrim safına geçmesiyle sonuçlandığı’
(Aguilar, 1968: 199) gibi gerçeklere bütünüyle aykırı gerekçelerle görmez­
den gelindi. 1935 öncesinde kom ünist çevrelerde az da olsa hâlâ bağımsız
düşünceye rastlamak m ümkündü. Devrimci tarihsel dönem ile Komintern’in
çizgisi arasında hâlâ belirli bir ‘ahenk’ vardı. Ancak 1935’te (1945’e kadar
uygulamada kalan) Halk Cephesi çizgisinin benimsenmesinden sonra ‘res­
mi’ Marksist düşünce nihai biçimde yoksullaştı; Mariâtegui’nin, Kübalı ra­
dikal Marksist önder Julio Antonio Mella’nın (1903-29) ve Şilili işçi önde­
ri Luis Emilio Recabarren’in (1895-24) hatıraları uzak geçmişin karanlığı­
na gömüldü.
Halk Cephesi stratejisi en tutarlı biçimde Şili’de uygulandı ve Halk
Birliği’nin ( Unidad Popular) 1970 yılındaki zaferiyle zirveye ulaşan demok­
ratik, parlamento temelli bir reformizmin ülkede serpilmesine neden oldu.
Marksizm sendika ve mahalle aktivistlerinin yeni ‘sağduyu’s u haline gel­
di, büyük şair Pablo Neruda gibi pek çok sanatçının eserlerine ilham verdi.
Marksizm Şili’de önemli ölçüde ‘millileşir’ken Komintern’in ideolojik mer­
keziyetçiliği Arjantin’de Marksizm ile devrimci milliyetçiliğin tarihsel ay­
rılığına yol açtı. Sovyet komünistlerinin 1941 sonrasında benimsedikleri,
‘faşizm karşısında demokrasi’ olarak özetlenebilecek yeni çizgi Arjantin’de
resmi Marksistlerin (Britanya büyükelçiliği ile birlikte) halkçı-milliyetçi
General Peron’u ve onun sendikalardaki destekçilerini ‘faşist’ olmakla suç­
lamasına neden oldu. Çoğu Marksistin giderek genişleyen ve özgüven ka­
zanan işçi hareketinden bu nedenle yalıtılması 1970’li yıllara değin ülke­
de Marksist teriminin halk arasında gericilik çağrışımı yapmasına yol açtı.
Aralarında bazı Trotskistlerin de bulunduğu daha yaratıcı Marksist yazarlar
Peronizmin işçi sınıfı yönelişli ulusal-popüler geleneğine farklı biçimde yak­
laşarak bazı orijinal analizler yaptılar. Söylemek istediğim şey şu: Marksizmi
ülke dışından dayatmak -Şili’de bir ölçüde işe yarayan, Arjantin’de hiç işe
yaramayan bir yöntem - yarı-sömürge ve sömürge ülkelerde devrimci birlik­
telikler kurabilmenin en iyi yolu değildir.
Küba Devrimi (1959) ve Castro’nun kendisinin aslında Marksist olduğu­
nu ilan etmesi (1961) dogmatik Marksistleri uykularından sertçe uyandırdı.
Küba’nın resmi Marksistlerinin devrime son anda katılmış olması bu devri­
min ‘Marksizme karşı devrim’ veya Kübalı düşünürlerin deyişiyle ‘devrim­
de devrim’ olduğu gerçeğini değiştirmez. Küba Devrimi Marksizmin Latin
Amerika’daki tarihinde bir dönüm noktası oldu. Devrimin etkisi en azın­
dan yirmi yıl sürdü. Marksizmin Küba versiyonu, her zorluğun aşılabilece­
ğini gösteren iyi bir örnek oluşu, Latin Amerika çapında çok sayıda siyasi
çevrede dayanışma duygusu uyandırması ve ‘devrim ihraç etme’ konusun­
daki atılganlığı sayesinde resmi Marksizmin aleyhine yavaş yavaş hakimiyet
kurdu. Ancak, tam da bu gerçekleşirken -C astro’nun günümüzde pek çok­
ları tarafından çöl gibi bir dünyada ortodoksinin sesi olarak görülmesine ne­
den olacak ölçüde- Sovyet devletinin çıkarlarının ağma düştüğünü ileri sür­
mek mümkündür. Ama Küba Devrimi 1960’lar boyunca ve 1970’lerin büyük
bölümünde Latin Amerika’da yeni ve sağlam bir Marksist melez yapının or­
taya çıkışına yardımcı oldu. Castroculuk ya da Guevaracılık, bayatlamış bir
dogma haline gelen Marksizme sağlıklı dozda bir iradecilik aşıladı. ‘Aşamalı’
devrimi salık veren ders kitapları silahlı mücadelenin etkililiğine duyulan
yarı-mesiyanik inancın yarattığı girdabın içinde kaybolurken, Trotskist sü­
rekli devrim anlayışı Latin Amerika’da yeniden hayat bulmuş gibiydi.
Küba’daki melez oluşum kök saldı. Latin Amerika Dayanışma Örgütü’nün
(OLAS) 1967’deki deklarasyonunun sonuç bölümünde şöyle deniyordu:
‘Küba Devrimi’nin dersi, halkın silahlı mücadelesinin sahici bir ifadesi olan
gerilla savaşının ülkelerimizde ve ardından kıta çapında devrimci mücade­
lenin en etkili ve en yeterli biçimi olduğunu gösteriyor’ (OLAS, 1967: 58).
Che Guevara’nın aynı yıl Bolivya’daki ölümü (kendi başına bir varlık haline
gelmiş olan) silahlı mücadele söylemini durdurmaya yetmemiş olabilir; ama
uyarı yapılmıştı bir kere. Bu ‘dersler’in Arjantin ve Brezilya sokaklarında ez­
bere uygulanmasının tüm bir eylemci kuşağı için yol açtığı felâket sonuçlar
gerilla savaşı stratejisinin kusurlarını gözler önüne serdi. Gerilla savaşının
savunucularının yaptığı ‘özeleştiriler’ başlangıçta yarı-gönüllüydü, bu stra­
tejinin yalnızca belirli bir uygulama biçimi eleştiriliyordu. Fakat daha son­
raları bu ahlâkçı ve militarist siyaset, temellerinden sorgulanmaya başlan­
dı. Yazının sonraki bölümlerinde göreceğimiz gibi, (eleştirel olanları da da­
hil olmak üzere) Marksistler demokrasiye yeniden değer vermeye başladılar,
(fiziki güç kullanımının yerine) siyaset yeniden ön plana çıktı. Geriye dö­
nüp baktığımızda resmi komünizmin çoraklaştırdığı Marksizmin Küba’daki
melez oluşuma serpilmesi için alan açtığını görüyoruz.
Sandinistalar’ın ayaklanmasının 1979’da başarıyla sonuçlanması, 1959
Küba devriminden sonra başlayan devrimci dalgaya benzer yeni bir dalga­
nın başlaması beklentisini yarattı. Uluslararası güç dengesi bu kez daha mü­
sait görünmekteydi. Yeni bir um ut doğuyor, yeniden kümelenme, yeniden
silahlanma ve azimle mücadele etme dönemi başlıyor gibiydi. Hâlbuki on yıl
sonra resmi komünizm deneyimi dünya çapında sona erecek, bundan bir yıl
sonra da Sandinistalar iktidardan düşürülecekti. Sandinista deneyiminden -
özellikle de demokratik bir sosyalist rejimin karşılaşabileceği iktisadi sorun­
lar ve yerli sorununu demokratik yollarla çözmenin karmaşıklığı- konula­
rında muhtemelen hâlâ öğreneceğimiz çok şey var. Sandinista deneyimi aynı
zamanda militarizmin, ‘kişiye tapma’nın ve cinsiyetçiliğin tehlikelerine iliş­
kin dersler içeriyor. Şurası açıktır ki, Sandinizm Latin Amerika’daki ulusal-
popüler tipte Marksizmin yeni bir dalgası değil son halkasıydı. Sandinizm,
özel koşullara sahip Orta Amerika’nın ötesinde ciddi bir etkiye hiçbir zaman
sahip olmadı. Bir sonraki bölümde göreceğimiz gibi, aynı dönemde Şili’de
Marksist çevrelerin içinde çok farklı bir siyasi dinamik ortaya çıkmaktaydı.
Sandinizmin çöküşü ‘silahlı yol’un sol için geçerli bir strateji olmaktan çık­
tığını da gösteriyordu. Kolombiya’da devam eden ‘geleneksel’ kom ünist is­
yan bir yana bırakıldığında, El Salvador ve Guetemala’da 1990’larda yaşa­
nan barış süreci Soğuk Savaş sonrası dönemin siyasi iklimini daha iyi yan­
sıtmaktadır.

Renovadores ve Z apatistalar

Şili’de Halk Birliği hüküm etinin General Pinochet tarafından 1973’te dev­
rilmesi geniş kapsamlı siyasi sonuçlara yol açan bir diğer olaydır. Az sayı­
da Trotskist bu olayı ‘silahlı yol’un ‘tek yol’ olduğunun bir kanıtı olarak de­
ğerlendirirken, çoğu Marksist için Şili olayı demokrasi ve sosyalizmin yeni­
den düşünüleceği yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Günümüzde Şili solu­
na hakim olan ve solun Pinochet sonrası siyasetine yön veren yenilenmeci-
ler ( renovadores) bu süreçte ortaya çıktılar. Bunlar, Latin Amerika’daki kla­
sik Marksist paradigmanın teleolojik boyutunu eleştiriyor ve daha demok­
ratik, daha süreçsel yeni bir vizyon ortaya koyuyorlardı. Devrimci faaliyetin
yörüngesini devlet iktidarına cepheden saldırmaktan sivil toplumu yeniden
inşa etmeye, yeni bir demokratik hegemonya kurmaya doğru kaydırma ça-
basındaydılar. H ukukun üstünlüğünü burjuvazinin kurnazca bir hilesi ola­
rak değil, insanlığın mutlak anlamda yararına bir şey olarak görüyorlardı.
Çoğu Marksistin yaptığı ‘formel’ demokrasi-‘reel’ demokrasi ayrımı Pinochet
diktatörlüğü altında hiçbir anlam ifade etmiyordu. Her şeyden önemlisi, ön­
ceki döneme hakim olan, bir tarafın kazanımmı ötekinin kaybı olarak gören,
‘ya hep ya hiç’ tarzı siyasetin anlayışını (Patria o Muerte-‘Ya Vatan ya Ölüm’
sloganı bunun bir örneğidir) reddeden yenilenmeciler, bir zamanlar tabu
olarak görülen sınıf uzlaşmasını gündeme getiriyor, diktatörlüğü aşmak için
bir dizi ‘burjuva’ partisi ile istikrarlı bir demokratik pakt kurmanın gerekti­
ğini savunuyorlardı.
Yenilenmeciler basit bir taktik geri çekilmeyi veya ideolojik imajlarında
gerçekleştirilecek bir kozmetik yeniliği savunmuyorlardı. Yenilenmenin ne­
ticesinde Marksist düşüncede bir dönüm noktasına ulaşıldı ve bunun etkisi
yalnızca Güney Konisi* ile sınırlı kalmadı, Orta Amerika ve ötesine de ya­
yıldı. Latin Amerikalı Marksistler geleneksel olarak siyasi çoğulculuğa ve ta­
viz/uzlaşma kavramlarına şüpheyle yaklaşırlar. Özünde kutuplaşmaya daya­
nan bir siyaset anlayışına sahiptirler, siyaseti sınıflar arasındaki savaşın deva­
mı olarak görürler. Bu mesiyanik siyaset anlayışına karşı 19801 erde siyase­
ti ‘kutsallığından sıyırma’ çağrısı yapıldı. Demokrasiye yeniden değer biçildi
ve devrimci kafa yapısının demilitarizasyonu ile birlikte siyaset öncelik ka­
zandı. Devrim Latin Amerika’daki Marksist siyasetin yegâne birleştirici ek­
seni olmaktan çıktı, demokrasi ve sivil toplum ön plana çıktı. Şilili siyaset bi­
limci Manuel Antonio Garretön bu yeni perspektifi şöyle açıklıyor: ‘Sosyalist
model diye birşey yoktur, yalnızca sosyalist bir süreç vardır...Sosyalizm hiç­
bir zaman değişmemek üzere bir kereliğine inşa edilecek bir toplum modeli
değildir...Sosyalizm toplumu dönüştürmek, her türden yabancılaşmayı, bas­
kı ve sömürüyü ortadan kaldırmak için bir ilkedir...Toplumsal kurtuluş ve
halkın güçlenmesi fikirlerine dayanır’ (Garretön, 1989: 26).
Latin Amerika Marksizminin yenilenişini Antonio Gramsci’nin fikirleri­
nin 1960’ların sonlarından itibaren bölgede ciddi biçimde etkili oluşundan
bağımsız olarak anlamak m üm kün değildir. Latin Amerika ne Batı ne de
Doğu değildi ama Gramsci’nin 1920’lerin İtalya’sına ilişkin incelikli anali­
zi bölgede ciddi yankı buldu. Yeni Küba Marksizmi ‘ya sosyalizm ya faşizm’i
m utlak alternatifler olarak görürken, Gramsci’nin etkisi hegemonya kavra­
mı ile tanışmayı ve çok farklı, daha açık, demokratik bir sosyalist siyase­
tin m üm kün olduğunu anlamayı sağlıyordu. Gramsci’nin açık Marksizmi
Latin Amerika gerçeğinin hegemonya, sivil toplum ve ‘dönüşüm cülük’ gibi
kavramların etrafında dinamik biçimde analiz edilmesini teşvik ediyordu.

* G üney Am erika n ın O ğlak dönencesinin altında kalan bölgelerine verilen ad (ç.n.).


Marksist devlet anlayışı devleti yalnızca bir baskı aracı olarak görmenin öte­
sine geçerek daha nüanslı hale geliyordu. Tarihsel blok kavramı ise madun
sınıfların güçlenmesini sağlayacak yeni bir stratejiye işaret ediyordu. Sınıf
indirgemeciliği ve ekonomizmin etkisi azaldı, siyaset daha az özcü hale gel­
di. Devrimci stratejinin eksenini, halkın (pueblo) gereksinimlerini dile geti­
rebilecek bir geçiş programını oluşturmada hegemonya kurabilen grup inşa
edecekti. Gramsci’nin Latin Amerika Marksizminin teori ve pratiğine nüfu­
zunun gizli tarihi (Portantiero, 1983; Aricö, 1988) eski ve yeni sol siyaset
arasındaki ayrımın mihenk noktasıdır.
Meksika’da Zapatistalar’ın 1994’te başlayan ayaklanması -ve ayaklanma­
nın uluslararası sonuçları- bölgedeki Gramscici yenilenmeci ( renovador)
eğilimin karşısındaymış gibi görülebilir. Bu ayaklanma sanki bir kez daha
göklerin fethinin m üm kün olduğunu ve silahlı mücadelenin işe yarayabile­
ceğini gösteriyordu. Zapatistalar’ın mücadelesi -Latin Amerika bağlamında
genellikle alışıldığı üzere- bölge dışında oldukça basitleştirilmiş biçimde an­
laşıldı. Kayak maskeli isyancı yerlilerin yaşadıkları ormandan internet ara­
cılığıyla bildiri yayımlamaları oldukça ilgi çekiciydi. Ancak, Zapatistacılığın
(Zapatismo) toplumsal ve siyasi gerçekliği hem daha sıradan hem de daha
karmaşıktır. Bazı eylemcileri 1968 öğrenci katliamının ertesinde silaha sa­
rılan Maocu gruplardan gelmektedir. Zapatistalarm bakış açısı örneğin
Peru’daki Aydınlık Yol’un ‘uzun savaş’ stratejisine, güç biriktirmeye dayalı
anlayışına benzer unsurlara sahiptir. Bununla birlikte, Sandinistalarla ben­
zer biçimde Zapatistalarm söylemi daha Gramscici (ve Mariâteguici) bir ton­
dadır ve siyasi pratik bakımından da dogmatik olmayan, pragmatik yönlere
sahiptirler. Lacandön bölgesinin yerli siyasetinin karmaşık yönlerine burada
girmeyeceğiz (bkz. Harvey, 1998). Yine de, Zapatistalarm proje ve talepleri­
nin ‘kimlik’ ile ilgili olduğu kadar kalkınmanın nimetlerinden yararlanmak­
la da ilgili olduğunu söyleyebiliriz; aslında, etnik kimlik geçmişte yerli top­
luluklarını birbirlerinden koparmıştır. Öyleyse Zapatistalar neyi başardılar?
Manuel Castells Zapatistaları ‘ilk enformasyonel gerilla hareketi’ olarak
nitelendirmiştir (Castells, 1997: 79). Silahlı mücadele bir savaşı kazanmak
için değil, siyasi saiklerle, belirli bir siyasi mesajı iletmek için verilmiştir.
Göreli olarak zayıf bir isyan hareketi modern iletişim tekniklerini kullana­
rak Meksika halkının ve dinamik bir uluslararası dayanışma hareketinin
hayalgücünü fethetmiştir. Chiapas’ta siyasi önderler ile toplumsal hareket
arasındaki ilişki Komintern’in ve ‘radikal’ mirasçılarının yukarıdan aşağıya
inen piramit modelinden ziyade yeni toplumsal hareketlerin etosuna yakın­
dır. Zapatistalar küreselleşmenin yıkıcı etkilerine karşı özgün bir yerel yanıt
oluşturmuştur. Aynı zamanda, hükümeti kendi anayasasına saygı gösterme­
ye çağıran Meksikalı yurtseverler ve demokratlar sıfatıyla davrandıklarını da
hatırlamak gerekli. Meksika toplum unun geniş kesimleri ile uyum sağlaya­
bilmiş olmaları, -Emiliano Zapata’nın anısına sahip çıkmalarıyla sembolize
olan- devrimci ulusalcı-halkçı gelenekten istifade etmekte başarılı oldukla­
rını gösteriyor. Bir bütün olarak Latin Amerika siyaseti için de geçerli oldu­
ğu gibi, Zapatistalar kıtanın ‘modern öncesi’nden ‘postmodern’e uzanan kar­
maşık zamansallığım, eşitsiz ve bileşik gelişimini, Batı ile geri kalan dünya
arasında ‘eşikte’ durma özelliğini yansıtmaktadır. Ancak, (radikal demokrat
bir perspektiften) çok daha az çekici görünen Peru’daki Aydınlık Yol’un da
bu sapkın postmodern durum u yansıttığı (bkz. Munck, 2000) ve birini sa­
hiplenirken ötekini gömmeye çalışmanın makul olmadığı da akılda tutul­
malıdır.

E n telek tü el Katkılar

Latin Amerika Marksizminin gelişmiş ülkelerde Che Guevara’dan


Zapatistalar’a uzanan bir dizi ikon aracılığıyla ‘tüketildiğini’ söylemek lazım.
Avrupalılar teori ile uğraşırken Latin Amerikalılara düşen bu teorileri prati­
ğe geçirmekti. Oysa Latin Amerika Marksizminin entelektüel katkıları kay­
da değerdir. Devrimci hareketin romantik ikonu Che Guevara’nın dahi oriji­
nal bir iktisadi analiz aracılığıyla sosyalizme geçiş meselesine ilişkin eleştirel
yaklaşıma önemli bir katkıda bulunduğunu söylemek m üm kündür (Löwy,
1973). Latin Amerika’dan gelen katkıların hepsini elesek bile şunlardan söz
etmek vazgeçilmezdir:
1. Bağımlılık kuramı;
2. ‘Ulusal-popüler’ kavramına ilişkin kuramlar;
3. Radikal demokrasi kuramları.
Latin Amerika kökenli çeşitli gelişme ve azgelişmişlik kuramları ‘bağım­
lılık’ kavramı etrafında şekillenir. Bu kuramlar, Marksizmin ve radikal dü­
şüncenin bölgede en yüksek etkiye sahip olduğu anları temsil ederler. Latin
Amerika Marksistleri Lenin’in altını çok fazla doldurmadan, gelişigüzel kul­
landığı ‘bağımlılık’ kavramını -b u kavramın André Gunder Frank tarafından
Batı dünyasında popülerleştirilmesinden önce- çok daha sofistike ve nüans-
lı biçimde geliştirmekteydiler. Siyasi bakımdan bağımsız olmakla birlikte ik­
tisadi bakımdan emperyalizmin hakimiyeti altında olan ulus devletleri ta­
nımlamak için bağımlılık kavramına başvuruyorlardı. Bu kavram yerküre­
nin bir bölüm ünün gelişmişliği ile diğer bölüm ünün azgelişmişliği arasında­
ki zorunlu ilişkiyi sergilemekle kalmıyor, esas olarak iktisadi olan bu ilişki­
nin toplumsal ve siyasi temellerini de araştırıyordu. Cristóbal Kay, bağımlı­
lık okulunun farklı kollarını ayrıntılarıyla açıklayan -am a genellikle ihmal
edilen- yazısının sonuç bölümünde bir dönemin kudretli neo-liberal dev­
rimi takatsiz kaldığında gelişme/kalkınma hakkındaki bu eleştirel perspek­
tifin yeniden belirli bir etki kazanacağını yazar (Kay, 1989; Munck, 1999).
Marksist bağımlılık kuramının Leninist emperyalizm teorisinin gelişmekte
olan ülkelerin sorunlarını ve önlerinde duran muhtemel olasılıkları çözüm­
lemekteki başarısızlığının anlaşılmasının ardından bilinçli bir tepki olarak
ortaya çıkması önemlidir. Klasik Marksist emperyalizm teorilerinin ilgisi sö­
mürge ve sömürgecilik-sonrası dünyanın kalkınma sorunlarına değil, dünya
sistemi ve Batı’ya yönelikti. Bağımlılık kuram ının aşırılıkları onun çok ba­
sitleştirilmiş bir versiyonunun Batı dünyasında yaygın hale gelmesine atfe­
dilebilir. Hâlbuki bu perspektif Latin Amerika tarihinin bugüne değin yapıl­
mış en sofistike yapısal/tarihsel okumalarından biridir. Sınıf ve etnisite iliş­
kileri, devletin rolü ve ‘kültürel bağımlılık’ ile ilgili sorunlar küreselleşme
çağında gündemde olan konulardır. Bağımlılık tartışmasının alt kümelerin­
den biri Latin Amerika’nın gecekondularında yaşayan, Marx’in ‘yedek sana­
yi ordusu’ kavramına indirgenemeyecek olan yüzergezer nüfusun ‘marjinal-
liği’ ile ilgiliydi. Günüm üzün ‘sosyal dışlanma’ tartışmaları Avrupa-merkezci
olmayan bir gözle okunduğunda bu tartışmanın pek çok temasının 1970’ler-
de Latin Amerika’da yapılan marjinallik konulu tartışmalarda önceden ele
alındığı görülebilir.
‘Ulusal-popüler’ kategorisinin Ortodoks Marksizmin eleştirisinin bir par­
çası olarak Latin Amerika siyasetinin lügatçesine girmesi kıtanın (deyim ye­
rindeyse) Gramscici hareketinin büyük bir katkısıdır. Gramscicilere göre,
bağımlı kapitalist toplumsal formasyonlarda madun kitlelerin sınıf bilinci
öncelikle ulusal-popüler bir biçim alır. Ulusal-popüler kavramı, her türden
sınıf indirgemeciliğine ve manipülatif parti formuna karşı ortodoksiden bir
kopuşu temsil eder. Sınıfsal perspektiften yapılan popülizm okumalarının
mekanik niteliği ortaya çıkarken, yeni yaklaşımlar oldukça önemli olan söy­
lemsel alana dikkat çekerler. Marx’m üstünkörü toplumsal sınıf analizine da­
yanan mekanik şablonların Latin Amerika gibi toplumlarda alıcı bulmadığı
kesindir. Burada ‘saf’ bir proletarya yerine Mariátegui ve Gramsci’nin analiz­
leri ile daha fazla titreşim sağlayan ‘halk sınıfları’ ortaya çıkmıştır. Ortodoks
Marksizmin büyük kör noktası olan ulusal boyutun ise Latin Amerika’da
gündeme gelmemesi düşünülemezdi. Gramscici ‘ulusal-popüler irade’ kav­
ramı diktatörlüklere karşı verilen demokratik mücadelelerin zeminini oluş­
turacak ve demokratik bir alternatifin inşasına katkıda bulunacaktı. Bu kav­
ramlar Güney Afrika’da (bkz. Norval, 1996), eski devlet spsyalisti devletler­
de ve Üçüncü Dünya’nın otoriter kalkınmacı devletlerinde yaşanan mücade­
leler ile bağlantılı olarak, verimli biçimde uygulanmıştır.
Klasik Marksizmin post-Marksizm olarak bilinen şeyle ilişkilendiril-
mesinde Arjantinli siyaset kuramcısı Ernesto Laclau’nun ciddi etkisi var­
dır. Laclau’nun eserlerinde Gramsci’nin ‘Latin Amerikalı’ etkisinin yanı sıra
Peronizmin ulusal-popüler söylemi ile sürgit devam eden diyalogunu da
bulabiliriz. Bu çerçeveden bakıldığında, yaygın bir etkiye sahip olan ‘radi­
kal demokrasi’ kavramının (Laclau ve Mouffe, 1985) esas kökeninin Latin
Amerika olduğu görülür. Laclau’nun ortodoks Marksizmden kopuşu bugün
yaygın kabul gören ‘sosyalizm artık bir toplum projesi değildir, toplumsal
organizasyonun radikal biçimde demokratikleştirilmesinin bir parçası hali­
ne gelmiştir’ ifadesinde görülebilir (Laclau, 1990: xv). Şurası açıktır ki, gü­
nüm üzün dünyasında kurtuluş talepleri giderek çeşitleniyor ve bunları bir
‘büyük kırılma’ etrafında birleştirmek pek de olası görünmüyor. Yeni top­
lumsal hareketlerin mücadeleleri ile Üçüncü Dünya halklarının kendi ka­
derlerini belirleme mücadeleleri Laclau’nun deyişiyle bir ‘demokratik eş
değerlikler [“equivalences”] zinciri’ aracılığıyla ilişkilendirilebilir (Laclau,
1990: 228). Bu perspektifler geniş bir alana yayılan ve hâlen devam eden
uluslararası tartışmalara neden olmuştur. Bizim burada söylemek istediği­
miz tek şey bu perspektiflerin Latin Amerika’daki köklerine işaret etmek­
ten ibaret. Laclau’nun otobiyografik bir mülâkatta söylediği gibi, ‘1960’ların
ortalarında Gramsci ve Althusser’i sistematik biçimde okumaya başladığım­
da...değerlendirmelerim dogmatik değil, esas olarak siyasiydi çünkü bunu
Arjantin’deki kendi siyasi deneyimimle ilişkilendirebiliyordum’ (Laclau,
1990: 199). Meseleyi öznel ve/veya mekânsal terimlerle ifade edecek olur­
sak, Avrupa Marksizmi, Latin Amerika’dan bakıldığında farklı görünüyor.
Bu bölümün sonunda örneğin ‘Çin Marksizmi’ ile karşılaştırabilecek
türden bir ‘Latin Amerika Marksizmi’nin var olup olmadığı sorusunu bel­
ki de sormamız gerekiyor. Benim çıkardığım temel sonuç şudur: Latin
Amerika’da Marksizmi ‘millileştirme’ çabaları tamamen yeni bir melez or­
taya çıkarmamıştır. Melezlenmenin yaşandığı yerlerde, örneğin Marksizm
ile Peronizmin birararaya geldiği Arjantin’de milliyetçi söylem galebe çal­
mıştır. Öyleyse, Latin Amerika’da en dogmatiğinden en yaratıcısına kadar
uzanan Marksizmlerin çeşitliliği ile karşı karşıyayız. Marta Harnecker’in
Tarihsel Materyalizmin Temel Kavramları (Elementales del Materialismo
Histórico) başlıklı Althusserci el kitabı -İspanyolca konuşan dünyanın dı­
şında fazla bilinmese d e- Latin Amerika gibi okuma yazma bilmeyenlerin
oranının hayli yüksek olduğu bir bölgede aşağı yukarı 750 bin kopya sa-
tabilmiştir. Althusserciliğin aşırı basitleştirilmiş bir versiyonunun bu şaşır­
tıcı popülerliği Marksist fikirlerin Latin Amerika’da yayılışının dikkat çe­
kici bir unsurudur. Harnecker’in şematizmi ve Marksizmi fakirleştirmesi,
Latin Amerika’yı Rus Devrimi’nin gözünden okumak gibi hayli tuhaf bir ça­
baya giriştiği Sosyal Devrim: Lenin ve Latin Amerika (La Revolución Social:
Lenin y América Latina, 1986) başlıklı kitabında yeni derinliklere ulaşmıştır.
Spektrumun diğer ucunda yaratıcı bir Marksizmi yeniden canlandırmaya ça­
lışan Latin Amerikalı kültür kuramcıları vardır. Bunların en önde geleni kuş­
kusuz Néstor Garcia Canclini’dir. Canclini’nin 1992 tarihli Melez Kültürler
(Culturas Híbridas) başlıklı kitabı pek çok farklı disiplinin içinde etkili ol­
muş, Frederic Jameson gibi Birinci Dünya entelektüelleri tarafından övül­
m üştür (Jameson, 1998: 66). Marksizmde ve öteki düşünce akımlarında ya­
şanan kültüre dönüşün Latin Amerika köklerine sahip olduğunu söylemek
gerçekten de mümkündür.

D evrim i Y eniden İcat E tm ek

Latin Amerika’da Marksizmin (veya Latin Amerika Marksizminin) ge­


leceği ile ilgili birbirine taban tabana zıt iki senaryo mevcut: birinci se­
naryoya göre Marksizm tedavülden kalkmıştır ve en iyisi onu unutm ak­
tır. İkinci senaryoya göre Marksizmin dönüşü muhteşem olmuştur. Bir za­
manlar Marksizme iman etmiş olanların pek çoğu bugün neo-liberalizmin
ateşli savunucuları haline gelmiş, TINA (“There is No Alternative”/ “(Neo-
liberalizmin) Alternatif(i) Yok”) şiarını yürekten benimsemiştir. Bu durum
1930’larda dönemin eski komünistlerinin -kom ünizm e atfen- anlaşılır ne­
denlerle kullandıkları ama pek de yararlı olmayan ‘Yenilen Tanrı’ (Koestler
ve diğerleri, 2001 [1949]) ifadesini andırıyor. Eski gerilla komutanları (co­
mandantes) bazı durumlarda yeni dünya düzenini ateşli biçimde benimse­
diler. Toplumsal hareketlerin bazı eski liderleri Şili’de hükümete katıldılar
ve özünde Pinochet’ci olan politikaları devam ettirdiler. Radikal bağımlılık
kuram ının babası, belki de büyük babası olan Fernando Henrique Cardoso
1994 ile 2002 arasında derin biçimde halk karşıtı politikalar izleyen Brezilya
hüküm etinin başında bulundu. Yine de, bu döneklikleri ezberden saymak
bugünün konjonktürünün bazı nüanslarım görememe ve basitçe ahlâkçı bir
eleştiriye doğru kayma riskini taşıyor. 1989’un dünya tarihsel olaylarını bir
kapanış olarak değil de bir fırsat olarak görmek Latin Amerika’da solun ge­
leceğine bakmak için muhtemelen daha iyi bir yoldur. Komünizmin çökü­
şü Latin Amerika’daki Marksistleri pek çok bakımdan özgürleştirdi; bun­
dan böyle savunulamaz olanı savunmak (veya Sovyet sosyalizmine yönelik
eleştirilerinin tam tamına ne olduğunu bitmek tükenmek bilmeksizin tartış­
mak) zorunda değiller. Latin Amerika solunun kuşkusuz hâlâ sahip olduğu
yaratıcılık ve enerji rezervi de artık serbestçe kullanılabilir.
Nedamet getiren eski Marksistleri bir yana bırakıp, muhteşem bir yeni şa­
fağın söktüğünü düşünen James Petras gibi ‘dirilişçi’lere geçelim. Petras’a
göre, Latin Amerika’da sol büyük bir geri dönüş yaşıyor...zamanı geldiğin­
de tüm bir serbest piyasa iktidarı yapısına meydan okuyabilecek geniş bir
muhalefet ortaya çıkıyor’ (Petras, 1999: 13). Brezilya’daki topraksızlar hare­
ketini, Kolombiya’daki koka yaprağı üreticilerini (cocaleros), Şili Komünist
Partisi’ni ve elbette Zapatistaların sub-comtnandante si Marcos’u yeni gerçek
Marksizmin habercileri olarak görüyor. Petras’a göre, ‘iki dinamik güç gide­
rek karşı karşıya geliyor: köylüler ve ABD imparatorluğu’ (Petras, 1999: 49).
1960’ların ‘ya sosyalizm ya faşizm’ ikili karşıtlığının bir “replay”i olan bu
yeni dinamiğe gölge düşüren yegâne unsur Petras’a göre emperyalist amaçla­
ra uygun olarak belirlenen araştırma gündemlerine sahip sivil toplum örgüt­
lerinde çalışan post-Marksistlerdir. 1990’ların ortalarında yeni bir kitle m ü­
cadelesi dalgasının başladığı bir gerçek. Pek çok yenilenmecinin (renovado­
res) bir zamanlar sosyalizme gidişte önderlik etmeyi hedefledikleri halk ha­
reketlerine bugün sırt çevirdikleri de ayrı bir gerçek. Ancak, 1960’ların dü­
şünce tarzına duygusal ve eleştirel olmayan tarzda geriye dönmenin yeni
yüzyılda inandırıcı bir Marksist alternatifin ortaya konmasına nasıl yardım
edeceğini anlamak hayli zor. ilerici bir dönüşüm stratejisi olarak -toplum un
en çok ezilen gruplarını Sartrecı tarzda sahiplenilmesi olarak değil- yeterin­
ce alıcısı yok ve sömürgeci ‘soylu vahşi’ mitlerini anımsatıyor.
Latin Amerika Marksizminin daha serinkanlı sesleri şimdilerde geçmişi
eleştirel bir gözle yeniden değerlendiriyorlar ve geleceğe kutsallaştırıcı ol­
mayan biçimde bakıyorlar. Herşeyden önce, Petras’ın sorunsalı ile çelişen
biçimde, karşılarında, neo-liberal reçetelerin giderek azalan getirisinin yeri­
ne geçecek, uygulanabilir bir siyasal iktisat sunma görevi olduğunun farkın­
dalar. Petras’m şimşeklerini en çok üzerine çeken kişi olan Jorge Castañeda,
Silahsız Ütopya (Castañeda, 1993) başlıklı çok okunan kitabında bu eğili­
min bir örneğini veriyor. Castañeda’ya göre, m illiyetçilik-1930’lu ve 1940’lı
yıllarda olduğu gibi- bugün yeniden sosyal dışlanmaya maruz kalan kesim­
leri topluma tekrar dahil etme işlevini görebilir. Latin Amerika’nın her yerin­
de endüstriyel büyüme ile yeniden canlandırılmış bir refah devletini hedefle­
yen ulusal stratejilere ihtiyaç var. Eski moda ulus, sanayileşme ve refah dev­
leti üçgeni reformist olmasına reformist, ama aynı zamanda ulusal-popüler
nitelikte bir proje. Castañeda’ya göre, bu proje şimdi gerçekleşmediği takdir­
de gelecekte -tıpkı Rio de Janeiro’daki şiddet ve Kolombiya’daki uyuşturucu
endüstrisi gibi- toplumsal çözülmenin bir ürünü olan Aydınlık Yol gibi grup­
lar ortaya çıkacak. Castañeda’nm Latin Amerika’daki etkisi reformist sapma­
nın yaygınlığından ziyade, onun statükoya karşı demokratik, adil ve sürdü­
rülebilir bir alternatif sunmaya hazır olmasından kaynaklanıyor. 1970’lerde
gelişmeleri çok yanlış değerlendiren eleştirel Marksist düşünürlerin bugüne
değin yapmaya zahmet etmediği bir görevdir bu.
Latin Amerika’da Marksizm bugün geçmişte hiç olmadığı kadar çeşitlen­
miştir. Aynı etiket altında birbirinden oldukça farklı siyasi inançların bu­
lunmasının yanı sıra, siyasi pratiğin kendisi de farklı alanlara ve biçimlere
doğru çeşitlenmiş durumda. Canclini’nin deyişiyle, yeni solun bugün yerine
getirmesi gereken görev iktidarın kültürel reorganizasyonudur, yani ‘sosyo-
politik ilişkilerin dikey ve iki-kutuplu biçimde anlaşılmasından uzaklaşılıp,
merkezsiz ve çok-belirlenimli biçimde anlaşılmaya başlanmasının yarattı­
ğı siyasi sonuçları analiz etmek’tir (Garcia Canclini, 1995: 323). ABD impa­
ratorluğuna meydan okumak için parmağını kıpırdatmayan post-Marksist
hülyalı düşüncelere indirgenemeyecek pek çok yeni radikal düşünme biçi­
mi toplumsal, kültürel ve yerel alanlarda ortaya çıkıyor (bkz. Alvarez ve di­
ğerleri, 1998). Gramsci yaşıyor olsaydı bu durum u eski paradigmaların ke­
sin olarak mezara gömüldüğü, yeni paradigmaların ise halen şekillenmekte
olduğu bir durum olarak tasvir ederdi.
Peki, Latin Amerika’da ‘devrimi yeniden icat etme’ ihtimali ne kadar?
Bunun cevabı önemli ölçüde Küba’da Castro sonrası dönemde neler olaca­
ğına ve Meksika’da solun PRI’ye (Kurumsal Devrimci Parti) meydan okuma
kapasitesine bağlı. Bu iki ülkede yenilenme veya demokratik Marksizm yo­
lunda gerçekleşecek atılımlar muazzam bir etki yaratabilir. Küba Komünist
Partisi Merkez Komitesi’nin Uluslararası İlişkiler Dairesi’nden Ramiro
Abreü’ya göre, ‘Latin Amerika solu zor bir dönemden geçiyor. Kapitalizmin
sorunlarımızı çözemediğinin açıkça görüldüğü, solun iktidar olasılığının
bu kadar büyük olduğu dönemlere sıkça rastlanmaz. Fakat sol çok sayı­
da ahlâkî, siyasi, ideolojik ve psikolojik sorunla karşı karşıya’ (aktaran
McCaughan, 1997: 9). Latin Amerika solunun kimlik krizinin, referans al­
dığı devlet sosyalizminin 1989 sonrasında çöküşünün haricinde pek çok ne­
deni var. Silahlı mücadele oldukça ağır bir miras bıraktı, elbette devlet baskı­
sı da öyle. Köktenci olmadan radikal olmak Latin Amerika’nın Marksistleri
için her zaman zor olageldi. Başka coğrafyalarda solun dönüşüm ünde büyük
rol oynayan feminist hareket ile ilişkilerin burada semptomatik biçimde za­
yıf olması da önemlidir. Richard Harris ‘belirli revizyonlardan geçmesi halin­
de Marksist teorinin’ (Harris, 1992: 3) Latin Amerika’da hâlâ bir eylem kıla­
vuzu olabileceğini ileri sürüyor. Bana kalırsa bu ‘revizyonlar’ın, amaçlarına
ulaşabilmek için yeniden icat sayılacak denli büyük boyuttta olmaları şart.

O lasılık lar

Yukarıdaki bölümlerin yazılmasının üzerinden henüz yalnızca birkaç yıl


geçmişken, (başka yerlerde olduğu gibi) Latin Amerika’da da olaylar hız­
la gelişmişti. Öyle bir doğrultuda ki, bu hızlı gelişmeler sosyalizmi ya da
en azından toplumsal dönüşümü bir kez daha gündeme getirmiştir. Perry
Anderson’a göre, ‘neo-liberalizme ve neo-emperyalizme karşı direniş bura­
da ve yalnızca burada kültürel olanı toplumsal ve ulusal olanla kaynaştır­
makta’ (Anderson, 2004: 42). Bu hüküm , Latin Amerika’da Marksizm üze­
rine burada yaptığımız, bölgede ulusal sorunların sahip olduğu devasa ağır­
lığı ve siyasi olanın aynı zamanda toplumsal ve kültürel olduğunu gösteren
tarihsel tarama ile kesinlikle çakışıyor. Anderson, Latin Amerika’nın yüz­
yıl önceki Meksika Devrimi’nden günümüze uzanan kesintisiz devrimci ta­
rihinin de altını çiziyor. Bu sürekliliğin varlığı ve devrimci nitelik taşıyıp ta­
şımadığı tartışmaya açık olmakla birlikte, Anderson’ın altını çizdiği üçün­
cü ayırt edici nokta gayet inandırıcı görünüyor: ‘burada ve yalnızca burada
dünya çapındaki yeni hegemonyaya karşı geniş bir direniş cephesini temsil
eden hüküm etler ile hareketler arasında koalisyonlar görüyoruz’ (Anderson,
2004: 43). Latin Amerika, Dünya Sosyal Forumu’nun Porto Alegre’deki do­
ğum unun yanı sıra güçlü yarı-çevre ülkelerinin oluşturduğu G-22 forumu-
nun Cancün’daki doğumuna da tanıklık etti.
Dünya Sosyal Forumu büyük yankılar uyandıran yolculuğuna Brezilya’nın
Porto Alegre kentinde 2001’de başladı. Forum un kuruluşunda bölgesel
ve ulusal koşullar kadar küresel koşullar da belirleyici oldu. Brezilya İşçi
Partisi’nin (PT) Rio Grande do Sul eyaleti ile -katılımcı bütçe deneyimi ile
örnek olan- Porto Alegre belediyesini yönetiyor oluşu küresel özlemleri
olan bir hareketin dinamiklerinin ortaya çıkmasında kilit rol oynadı. ‘Başka
bir dünya m üm kündür’ anlayışı forumun Latin Amerikalı köklerini yansıtır.
Aynı şekilde, PT’nin önce Rio Grande do Sul’de, ardından Porto Alegre’de ik­
tidarını kaybetmesi 2005 Dünya Sosyal Forumu’nun örgütlenmesini büyük
ölçüde güçleştirdi. Latin Amerika’daki ileriye doğru atılım ve muhafazakâr
karşı tepki dinamiği veya çevrimi, 2005 sonrasında varlık sebebi daha az
berrak ve şeffaf hale gelen Dünya Sosyal Forumu’nun kendisine de belirli öl­
çüde yansıdı. Daha kalıcı bir örgütlenmeye gitmek, somut siyasi stratejiler
önermek şimdi gerekli miydi? Küresel neo-liberal düzene karşı ahlâk! bir al­
ternatif inşa etmek ve klasik Marksist veya Leninist devlet, parti ve iktidar
anlayışlarını reddetmek yeterli miydi?
Hardt ve Negri’nin İmparatorluk (Hardt ve Negri, 2000) kitabı, neo-liberal
küreselleşmeye karşı gelişen yeni itirazları teorize etmek için zorunlu bir
referanstır. Küresel solun geniş kesimlerinde övgüye lâyık görülen kitap
Latin Amerika’da ise hayli farklı karşılandı. Latin Amerika’daki eleştirmen­
lerinden hiçbiri Negri projesinin siyasi dürüstlüğünden kuşku duymasa da
(Borön, 2005), küreselleşmeye ilişkin geniş iyimserliğini ve içkin Avrupa-
merkezciliğini kıyasıya eleştirdiler. Merkezsiz ve toprağa bağlı olmayan bir
aygıt olarak ‘İmparatorluk’ kavramı da, artık hiçbir ulusun klasik Avrupa em­
peryalizmi çağındaki gibi hegemonik olamamasından ötürü emperyalizm ça­
ğının kapandığı fikri de Latin Amerika perspektifinden bakıldığında oldukça
soyut görünüyor. Nestor Kohan gibi eleştirmenlere göre, ‘Imparatorluk’un
en rezil ve provokatif tezlerinden biri’ (Kohan, 2002: 69) Hardt ve Negri’nin
bağımlılık kuramı karşıtı fikirleridir. Yani Hardt ve Negri’nin, Latin Amerika
gibi bölgeler ile ABD’nin birbirlerinden farklı tipte kapitalist üretim ve do­
laşım rejimlerine sahip olmadığı, aralarında yalnızca bir derece farkı oldu­
ğu yolundaki fikirleri.
John Holloway’in İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek başlıklı kita­
bı (Holloway, 2005) geleneksel Marksist kapitalizm ve devrim anlayışları­
nı yeniden biçimlendirmeye yönelik başka bir çabadır. Bu eserin entelek­
tüel kökleri Britanya solunun bir bölüm ünün 1970’li yıllarda İtalyan oto-
nomist Marksizmine duyduğu hayranlıkta yatıyor. Dolayısıyla, Negri’nin
küreselleşme karşıtı siyaset ve strateji ile giriştiği cesur kavga ile ilişkisiz
değildir. Bununla birlikte, Holloway’in entelektüel/siyasi girişimi aslında
Zapatistalar’ın yükselişinden ve yazarın bu yükselişe dair tahayyülünden
ayrı düşünülemez. Burada Regris Debray’in Küba Devrimi’ne ayna tutan ve
devrimin çok tarafgir bir okumasını sunan Devrimde Devrim (Debray, 1970)
kitabıyla paralellik kurmak abartılı ve tuhaf olabilir. Holloway’in temel me­
sajı aslında gayet basittir: (kapitalizm altında özel mülkiyetin niteliği olan)
‘yaptırma gücü’ ile (dünyayı değiştirmeyi hedefleyenlerin kullanması gere­
ken) ‘yapma gücü’nü birbirinden ayırmak zorundayız. Bu düşünce 2001 kri­
zi sonrasında Arjantin’de taraftarlar kazandı ama iktidara yönelik siyasetin
basıncı, parti siyaseti gerçeği ve gerçekten gelişkin bir sivil toplumun yoklu­
ğu bu siyasi mesajı pratikte bir ölçüde marjinalliğe terketti.
Negri ve Holloway’in otonomist-radikalizminin karşısında geleneksel
Marksist kategorileri tekrar ileri süren bazı entelektüellerin karşı-hareketi
bulunuyor. Örneğin 2000 yılı sonrasında yükselişe geçen merkez sol hükü­
metlerini ele aldıkları kitaplarında Petras ve Veltmeyer her türlü yerel geliş­
meyi ve reformist seçeneği lanetleniyorlar. Bu yazarlar için her şey çok ba­
sittir: ‘Seçim siyaseti her partiyi sisteme bağlar, neoliberalizme -ve sistemi
yöneten güçlere- doğru çeker... devlet iktidarının ele geçirilmesi gereken
‘moment’... kaçırıldı’ (Petras ve Veltmeyer, 2005: 233). Ve devlet iktidarını
ele geçirmenin yolu (Dünya Bankası’nın kitlelerin enerjisini başka kanallara
doğru saptırmak için kullandığı) yerel siyasetten ve alternatif kalkınma stra­
tejilerinden değil, ‘yeterli miktarda isyancı gücü birararaya getirmekten ve...
hüküm eti yıkmanın yanı sıra... tarihin akışını da değiştirecek bir hareket et­
rafında seferber etmekten’ geçiyor (Petras ve Veltmeyer, 2005: 217). Bu dün­
ya görüşüne göre, geleneksel Marksist-Leninist sınıf, iktidar ve devlet anla­
yışlarının reel siyasette belirli bir yankı bulabildiği 1980’lere handiyse geri
döndük. Reformist alternatif, sürdürülebilir kalkınma veya herkese onur­
lu yaşamaya yeterli bir yaşam standardı sunmayı başaramadığı müddetçe bu
tür fikirler de yaşamaya devam edecektir.
Günümüzde Latin Amerika’ya dair iyimser bir ‘tarihin ilerleyişi’ resmi çiz­
mek çok kolay. 2006 yılı itibariyle pek çok ülkede sol veya solcu hüküm et­
ler iktidardaydı: Brezilya’da ‘Lula’ ve İşçi Partisi (PT), Venezuela’da Hugo
Chávez, Ekvador’da Lucio Gutierrez, Bolivya’da Evo Morales, Güney Konisi
boyunca Şili’de Silvia Bachelet, Arjantin’de Nestor Kirchner ve Uruguay’da
Geniş Cephe’nin (Frente Amplio ) başındaki Tabaré Vazquez iktidarda.
ABD’nin Amerika kıtası çapında serbest ticaret bölgesi kurma hayali bölge­
ciliğin ve milliyetçiliğin yükselişi sonucunda paçavraya döndü. And ülkele­
rindeki yerli hareketleri başta olmak üzere tüm toplumsal hareketler yeni­
den aktif biçimde talepler belirlemeye ve alternatif bir gelecek vizyonu orta­
ya koymaya başladılar. Otoriter bir hüküm et ile eski tip kom ünist isyan ara­
sında sıkışıp kalan, ilerici bir doğrultuda ilerleme ihtimali epey az görünen
Kolombiya bunun bir istisnasıdır. Genel olarak demokrasi derinleşmekte,
gerici güçler bozguna uğramakta ve neo-liberal hegemonyaya her yerden iti­
raz yükselmektedir. Reformist bir dalga (eğer bütünüyle devrimci bir dalga
değilse tabii) kıta boyunca yayılıyor gibi görünmektedir kesinlikle.
Öte yandan, Latin Amerika’nın uluslararası solda pek de teselli edici
devrimci düşünceler uyandırmayan güncel siyasetine daha eleştirel biçim­
de yaklaşmak da m ümkün. En başta da bütün bir Brezilya sosyalist kuşağı­
nın um ut bağladığı Lula’nın PT’s inin gelişimine değinmek gerekli. Petras ve
Veltmeyer şu keskin ifadeyi kullanıyorlar: ‘PT Brezilya büyük sermayesi için
kabul edilebilir bir muhatap olduğunu gösterebilmek adına erken bir dö­
nemde Marksist ve sosyalist kimliğini terketti’ (Petras ve Veltmeyer, 2005:
134). Latin Amerika’nın en başarılı sosyalist partisinin yaşadığı bu dönüşü­
mün iktidardayken neo-liberal küreselleşmeye verilmesi kaçınılmaz olan ta­
vizlerden kaynaklanıp kaynaklanmadığı henüz tam olarak belli değil. PT
2006’da imajını daha da lekeleyen bir rüşvet (para karşılığında oy) skanda­
li yaşadı. Lula’nın kendisi bu süreci aşağı yukarı hasarsız atlatmış olsa da,
Latin Amerika’nın ilk ‘işçi başkanı’ demokratik, Stalinizm dışı, devletçilik
karşıtı, toplumsal hareket temelli bir Marksist hareketin yeni yüzü olarak
görülmüyor artık.
Venezuela ve onun günümüzdeki başkanı Hugo Châvez çağdaş Latin
Amerika’da sosyalizmi ve toplumsal dönüşümü tanımlamak için dokunak­
lı ve önemli bir örnektir. Bir dönem Küba ve Nikaragua örneklerinde ve ya­
kın zamanlarda Zapatistalar örneğinde benzerlerini gördüğümüz biçimde,
bugün pek çok uluslararası yorumcu (bkz. Gott, 2005) Châvez’i mesiya-
nik terimlerle görüyor. Porto Alegre’deki 2005 Dünya Sosyal Forumu’nda
Châvez’in varlığı devasa Gigantinho stadyum unun ağzına kadar dolması­
nı sağladı. Böylece Châvez fiilen Latin Amerika’daki neoliberalizm ve neo-
emperyalizm karşıtı hareketin liderlerinden biri haline geldi. 2006’daki
Bölgesel Sosyal Forum’un Caracas’ta düzenlenmesi sürpriz olmadı. Bütün
bunlar, Latin Amerika’da ‘büyük adam’ sendrom unun nüksettiğini düşünen
sol içindeki daha devletçilik karşıtı ve feminist güçlerin muhalefeti olmaksı­
zın gerçekleşmedi. Venezuela’m n petrol zenginliği nedeniyle siyasi pazarlık
gücü yüksek olan Châvez büyük bölgesel iddialarda bulunuyor. Châvez’in
Perön’a mı benzediği (benim görüşüm budur) yoksa gerçekte tüm bir Latin
Amerika solunun yeni ve cesur lideri mi olduğu sorusunun cevabını zaman
verecek. Ancak, eleştirel olmayan desteğin mantıklı bir sosyalist strateji ol­
madığı şimdiden bellidir.
Belirli ölçüde hâlâ eski sol ile yeni sol arasındaki mücadeleye ve hiçbir
zaman tamamen yerine getirilmemiş olan teorik yenilenme vaadine tanık
oluyoruz. Kıtanın her tarafında sınıf mücadelesinin ‘tarihin motoru’ oldu­
ğunu düşünen, liberal demokrasinin tehlikelerinden dem vuran ve ‘prole­
tarya diktatörlüğü’nün kaçınılmazlığını savunan pek çok Marksist ve sos­
yalist var hâlâ. Başka pek çoğu ise 1970’lerden itibaren liberal demokrasi
ile adım adım uzlaşan, hatta neo-liberal ekonomik -sö z d e - reformların ka­
çınılmazlığını kabul eden bir çizgi izlediler. Daha yakın dönemde alterna­
tif küreselleşme hareketi ile girilen ilişki verimli olmakla birlikte ayrıştırıcı
olma potansiyeline de sahip. En yalın ifadeyle, Dünya Sosyal Forumu Latin
Amerika’da, küresel çapta olduğu gibi alternatif bir dünya düzeninin imleye-
ninden daha farklı bir şey olarak ‘görünüyor’ ve daha farklı bir siyasi öneme
sahip. Acımasız küresel eşitsiz gelişme gerçeği ve emperyalizmin en belirgin
tezahürlerinin ötesinde sürüyor oluşu, neo-liberal küresel dünya düzenine
karşı mücadelenin Latin Amerika’da gelişmiş sanayi ve sanayi-sonrası top-
lumlarından farklı biçimler alacağını gösteriyor.
Yazının, geçmişte olsa, ‘nasıl ileri yürüneceği’ne ilişkin düşüncelerimi or­
taya koyabileceğim bölümüne gelmiş bulunuyoruz. Hâlbuki bugün böyle
bir entelektüel ve siyasi küstahlığın inandırıcılığı bulunmuyor. Gerçek şu
ki, Latin Amerika -h e r zaman olduğu gibi- bir kavşak noktasında ve siyasi
geleceği karmaşık ve belirsiz. Siyasi fikirlerin (Châvez’in ‘yanında’ mı yok­
sa Châvez’e ‘karşı’ mı, yerli haklarının tanınması mı yoksa sınıf mücadelesi­
ne ‘dönüş’ mü?) türünden ikili karşıtlıklara bölünme eğiliminde olduğunu
gördük. Devlet iktidarını ‘fethetmek’ ile devleti ele geçirmeden dünyayı de­
ğiştirmek arasında gerçekten de bir seçim yapmak zorunda mıyız? Siyasetin
gerçek dünyasında bu türden ikilemlerin pek alıcısı yok. Latin Amerika solu
devamlı bir yenilenme süreci içinde ve Marksist siyasetin anlamı sürekli ye­
niden keşfediliyor. İyimser ve kötümser senaryoların ötesinde, sol/sosyalist/
Marksist düşünce ve siyasi eylemin Latin Amerika’da önemli olmaya devam
edeceğini söyleyebiliriz. Bu düşünce ve praksisin küresel bir etkiye sahip
olacıgını da güvenle öngörebiliriz.
Referanslar

AAguilar, L. (deri.) (1968) Marxism in Latin America. New York: Alfred Knopf.
Alvarez, S., E. D agnino ve A. E scobar (derl.) (1998) Cultures o f Politics: Politics o f C ultures- Re-
visioning Latin American Social Movements. Boulder, CO: W estview Press.
A nderson, P. (2004) The Role o f Ideas in the Construction of Alternatives. Los Angeles: UCLA
(m im ograf).
Aricó, J. (1980) in tro d u c c ió n ’, J. Aricó (derl.), Mariátegui y los Orígenes del Marxismo
Latinamericano. M exico City: Siglo XXI içinde.
Aricó, J. (1982) Marx y América Latina. M exico City: Alianza Editorial.
Aricó, J. (1988) La cola del diablo. Itinerario de Cramsci en América Latina. Buenos Aires:
Puntosur.
Avineri, S. (derl.) (1969) Karl M arx on Colonialism and Modernization. New York: A nchor
Books.
Borón, A. (2005) Empire and Imperialism: A Critical Reading o f Michael Hardt and Antonio Negri.
Londra: Zed Books.
C astaneda, J. (1993) La Utopia desarmada. Intrigas, dilemas y promesa de la izquierda en America
Latina. Buenos Aires: Ariel.
Castells, M. (1997) The Information Age, cilt 11: The Power of Identity. Oxford: Blackwell.
Debray, R. (1970) Revolution in the Revolution. Londra: Penguin Books.
Falcon, R. (1980) La Primera Internacional y Orígenes del Movimiento Obrero en Argentina
(1857-1879). Paris: CEUSAL.
García Canclini, N. (1995) Hybrid Cultures: Strategies fo r Entering and Leaving Modernity.
M inneapolis, MN: M innesota U niversity Press
G arretón, M.A. (1989) ‘The Ideas of Socialist R enovation in C hile’, Rethinking M arxism, 2 (Yaz):
8-3 9 .
G ott, R (2005) Hugo Chavez: The Bolivarian Revolution in Venezuela. Londra: Verso
Gram sci, A. (1977) ‘The R evolution against Capital’, A. G ram sci, Selections from Political
Writings (1919-1920). Londra: Law rence and W ishart içinde.
H ardt, M. ve A. Negri (2000) Empire. C am bridge, MA: Harvard U niversity Press
H am ecker, M. (1975) Los Conceptos Elementales del Materialismo Historico. M exico City: Siglo
XXI.
H am ecker, M. (1986) La Revolución Social: Lenin y America Latina. M exico City: Siglo XXI.
Harris, R. (1992) Marxism, Socialism and Democracy in Latin America. Boulder, CO: W estview
Press.
Harvey, N. (1998) The Chiapas Rebellion: The Struggle fo r Land and Democracy. D urham , NC:
D uke U niversity Press.
Holloway, J. (2005) Change the World without Taking Power: The Meaning o f Revolution Today.
Londra: Pluto.
Jam eson, F (1998) ‘N otes on G lobalization as a Philosophical Issue’, F Jam eson ve M. Miyoshi
(derl.), The Cultures o f Globalization. D urham , NC: D uke U niversity Press içinde.
Kay, C. (1989) Latin American Theories of Development and Underdevelopment. Londra:
Routledge.
Koestler, A., I. Silone ve A. Gide (2001 [1949]) The Cod that Failed. N ew York: C olum bia
U niversity Press.
K ohan, N (2002) Ton i Negri y Ios desafios de Imperio. M adrid: C am pos de Ideas.
Laclau, E. (1990) New Reflections on the Revolution o f our Time. Londra: Verso.
Laclau, E. ve C. Mouffe (1985) Hegemony and Socialist Strategy. Londra: Verso.
Lowy, M. (1973) The Marxism o f Che Guevara: Philosophy, Economics and Revolutionary Warfare.
New York: M onthly Review Press.
M cCaughan, E. (1997) Reinventing Revolution: The Renovation o f Left Discourse in Cuba and
Mexico. Boulder, CO: W estview Press.
M ariâtegui, J.C. (1969a) Ideologiay Politico. Lima: Amauta.
M ariâtegui, J.C. (1969b) Defensa del Marxismo. Lima: Amauta.
M ariâtegui, J.C. (1973) Intem acionalism oy nacionalismo in Historia de la Crisis Mundial. Lima:
Am auta.
Marx, K. ve E Engels (1976) Collected Works, cilt 7. Londra: Lawrence and W ishart.
Marx, K. ve E Engels (1977) Collected Works, cilt 8. Londra: Lawrence and W ishart.
Marx, K. ve F Engels (1982) Collected Works, cilt 9. Londra: Lawrence and W ishart.
M unck, R. (1999) ‘D ependency and Im perialism in Latin America: New H orizons’, R. Chilcote
(derl.), The Political Economy o f Imperialism: Critical Appraisals. New York: Kluwer
Academic Press içinde.
M unck, R. (2000) ‘C ulture, Politics and Postm odernism in Latin Am erica’, A. Jones ve R.
M unck (derl.), Cultural Politics in Latin America. Londra: M acmillan.
N orval, A. (1996) Deconstructing Apartheid Discourse. Londra: Verso.
OLAS (1967) ‘G eneral D eclaration’, International Socialist Review, 28, 6 (K asim -A rahk).
Petras, J. (1999) The Left Strikes Back: Class Conflict in LatinAm erica in the Age o f Neoliberalism.
Boulder, CO: W estview Press.
Petras, J. ve H. Veltmeyer (2005) Social Movements and State Power: Argentina, Brazil, Bolivia,
Ecuador. Londra: Pluto Press.
Portantiero, J.C . (1983) Los usos de Gramsci. Buenos Aires: Folios Editor.
W aterm an, P. (1998) Globalization, Social Movements and the New Internationalisms. L ondra ve
W ashington: Mansell.
III. BÖLÜM
m
Howard Chodos

Bu bölümde incelenen konu, bir teori bütünü olarak Marksizm ile, yirmin­
ci yüzyıl boyunca, onun görüşlerini kullanarak kapitalizmin yerine sosyaliz­
mi geçirme yönünde gösterilen çabalar arasındaki ilişkidir. Yirminci yüzyıl­
da Marksizmden ilham alan sosyalizmin tarihsel sicilini oluşturan çeşitli de­
neyimlerin detaylı bir incelemesini tek bir bölüm ün sınırları içerisinde yap­
mak elbette ki olanaksız olurdu. Ancak üç genel tarihsel olgu, aşağıda anla­
tılacaklara yol gösteriyor.
Birincisi, tarihsel komünizmin yaratılmasına yol açan vizyonun, yirmin­
ci yüzyıldan sapasağlam çıkmamış olması. Marksizm adına inşa edilen başlı­
ca devletler, ya eski Sovyetler Birliği ve müttefikleri Halk Demokrasileri ör­
neğinde olduğu gibi çöktüler, ya da Çin örneğinde olduğu gibi bir dizi eko­
nomik reform sonucunda tanınmayacak hale gelene kadar bütünsel bir dö­
nüşüm geçirdiler. Tabii ki bu kaidenin Küba ve Kuzey Kore gibi istisnaları
da var ancak bu tür istisnalara yaslanarak genel sonuçlara varmak uygun ol­
maz. İkincisi, Marksist vizyonu uyguladığını iddia eden devletlerde, bir yar­
gıya varmaya yetecek çeşitlilikte koşullar altında, yirminci yüzyılın sosyalist
projesinin özünde bir sakatlık olduğu savını ileri sürmeye temel olabilecek,
düpedüz caniyane davranışlar denmeyecekse bile, ciddi insan hakları ihlal­
lerinin yaşanmış olması. Ve nihayet, tarihsel kom ünist1rejimlerin, kendileri­
nin son tahlilde yargılanmalarına temel oluşturacak kriter olarak belirledik-
leri standarda asla ulaşamamış, yani, ne ekonomik büyümeyi sürdürme ka­
pasiteleri, ne de yurttaşlarının somut ihtiyaçlarını karşılama bakımından ka­
pitalist liberal demokrasileri geçememiş olmaları.
Sosyalist projenin geleceğiyle ilgilenen birisi için, Marksizm ve sosyalizm
arasındaki ilişki ile ilgili tartışmanın önemini de karmaşıklığını da abartmak
zor olurdu. Siyaset ve iktisat teorisinin yanı sıra sosyolojik ve tarihsel ana­
liz bakımından da çeşitli soruları ortaya atan pek çok zorlu ve çözülmemiş
mesele kesişmekte ve çakışmakta. Yine de bu deneyimin birleşik etkisinin
Marksist projenin kendisinin geçerliliğini sorgulanır hale getirdiği haklı ola­
rak söylenebilir. Marksist geleneğin telaffuz ettiği amaç ve ideallere yakınlık
duyanlar dahi, Marksizmden ilham alan yirminci yüzyıl sosyalizminin mi­
rasının bıraktığı ağır yükün farkında olmalı. Dolayısıyla bu bölüme yol gös­
teren sorun, tarihsel verilerin, Marksist yaklaşımın kapitalizm ve sosyalizm
konusundaki ayırdedici katkılarını oluşturan merkezi teorik önermeleri ne
ölçüde sorgulanır hale getirdiğidir.
Yirminci yüzyılda Marksizmden ilham almış olan sosyalist projeler teo­
ri ve pratiğin kesiştiği noktada yer alırlar. Marx ve Engels’in tasarladığı sı­
nıfsız toplumu hayata geçirme girişimi kuşkusuz, gelmiş geçmiş bütün teo­
rik güdümlü toplumsal mühendislik projelerinin en önemlilerinden birisi­
dir. Görünüşte yüce bir amaç söz konusuydu. Marksizm, kapitalizmin yerini
alarak, toplum un emeğinin ürünlerini daha adaletli bir biçimde dağıtmanın
yanı sıra, halkın aslında ihtiyaç duyduğu ürün ve hizmetlerden kapitalizmin
hiçbir zaman üretemeyeceği kadar üretilmesini sağlayacak bir sistemin ola­
bilirliğini tasavvur etmişti. Her türlü ezme ve sömürü biçimi tarihin çöplü­
ğüne yollanacak, adalet, özgürlük, eşitlik hüküm sürecekti.
Marksist sentezin çekici özelliklerinden birisi, bütün bir paket halinde
gelmesiydi. On dokuzuncu yüzyıl kapitalizmini tanımlayan, zenginliğin ve
iktidarın dağılımındaki devasa eşitsizlik üzerine yaptığı inandırıcı analiz, bir
üretim tarzı olarak kapitalizmin gelişmesini, toplumsal sistemlerin tarihsel
dönemler biçiminde birbirini izlediği bir geçit resmi çerçevesine yerleştiri­
yordu. Bu sayede Marksizm, kapitalizm kavrayışına yaslanarak arkasından
gelecek olan sistemin ana çizgilerini tanımlamakla kalmayıp, kapitalizmin
içinde, bu sistemin has ürünleri oldukları halde, Marx ve Engels’in meş­
hur imgesiyle aynı zamanda mezar kazıcıları olan insani özneyi teşhis etme­
sine dayanan bir çıkış yolu önerme fırsatı buluyordu. Fakat tam da klasik
Marksist sentezin bu bütünselliğidir ki, tarihsel komünizmin yetersizlikleri­
nin ertesinde bu sentezi bir bütün olarak sorgulanmaya açık hale getirmiştir.
Bir teori bütünü olarak Marksizm ile onun gösterdiği yolda hareket et­
tiklerini ve ondan esinlendiklerini söyleyenlerin sonraki pratiği arasında­
ki ilişkiyi tartışma yolundaki her girişim elbette ki, bir değil birden çok
Marksizmin var olmasının getirdiği zorlukla karşı karşıya kalır. Ben bura­
da Marx’in gerçekte ne demek istediği ile ilgili kesin argümanlar ileri sür­
meye ya da sosyalizmle ilgili olarak Marksist doktrinin gerçek unsurlarını
tanımlamaya çalışmayacağım. Aksine, Marx’in yazdıkları ile ilgili pek çok
akla yatkın yorum bulunduğunu kabul ediyorum.2 Bu Marksizmler sade­
ce yorumcuların çeşitliliğinden değil, Marx’m kendi eserlerinin sınırlılıkla­
rından da kaynaklanıyor. Bu bölümle de çok yakından ilgisi bulunan devlet
ve sosyalizm teorileri başta olmak üzere, Marx’ta geliştirilmeden bırakılmış
pek çok unsur var (bkz. Van den Berg, 1988; Barrow, 2000; O’Hagan, 1981).
Ancak bizim buradaki hedeflerimiz bakımından, yirminci yüzyılda sosyaliz­
mi inşa etme yolundaki çabalarda tipik olarak görülen belirli pratik türleri
ile Marksist külliyatın gözle görülebilir tarzda parçası olan kilit önermeler
arasındaki ilişkiye bakmak yeterlidir.

M arx ve İşçi S ın ıfı İktidarı O larak Sosyalizm

Marx’in argümanı, en azından görünürde, epey tutarlı ve mantıklıydı.


Birkaç temel unsuru kısaca özetleyerek başlamayı önemli görüyoruz. Marx
için, sınıflar -varlıklarının temeli hayatın maddi ihtiyaçlarının üretiminde
bulunan gruplar- arasında, ayrıcalıklarını korumak ya da kendileri için daha
iyi koşullar elde etmek için verilen mücadele toplumsal evrimin motoruy­
du. Devletin kendisi bu süreç içerisinde ortaya çıkar ve sınıf mücadelesini
düzenleyen ana kurum halini alır. “Normal” şartlar altında, bir sınıfın diğeri
üzerindeki hakimiyetini güvenceye alan bir kurum vazifesi görür.
Ancak Marx sınıflı toplumlar çağının sonuna yaklaştığına ve kapitaliz­
min, yaygın sınıf uzlaşmazlıklarıyla belirlenen son toplumsal düzen olduğu­
na da inanıyordu. Bu büyük tarihsel misyonu yerine getirme görevi kapita­
lizmde tâbi konumda bulunan sınıfa, işçi sınıfı ya da proletaryaya düşüyor­
du. İşçi sınıfı, kapitalizm altında konum unu iyileştirmek için mücadele ede­
rek nihayetinde kapitalist düzeni yıktığında kendi ezilme ve sömürülmesine
son vermekle kalmayıp insanlık tarihinin ilk gerçekten özgür toplum unun
yolunu açacaktı. İşçi sınıfı aynı zamanda insanlığın tamamını sınıflı toplu­
m un yıkımından kurtarmadan kendisini de özgür kılamazdı.
Fakat tamamen sınıfsız bir toplum un ortaya çıkışı, işçi sınıfının hakim sı­
nıf konum una geleceği bir sınıf iktidarından oluşan (Marx tarafından prole­
tarya diktatörlüğü olarak adlandırılan) bir geçiş aşamasını gerekli kılıyordu.
Bu proletarya devleti bir sınıfın siyasi iktidarın dizginlerini elinde tuttuğu
bir devlet olmaya devam etmekle birlikte, daha önceki sınıf devletlerine hiç
benzemeyen bir devlet olacaktı. Amacı, o güne kadarki yazılı tarih boyunca
hep görüldüğü üzere, bir sınıfın diğerleri üzerindeki hakimiyetini sağlam­
laştırıp korumak değil, sınıfları ortadan kaldırmak olacaktı. Bu yüzden Marx
kapitalizmin yalnızca kendi mezar kazıcılarını değil sınıf hakimiyetinin bü­
tün biçimlerini yıkacak failleri ürettiğini ileri sürüyordu.
Marx ve Engels’in bu siyasi geçişe eşlik edeceğini düşündüğü ekonomik
strateji, malların ve hizmetlerin üretim ve dağıtım sürecini toplum un bilinç­
li denetimi altına sokmayı öngörüyordu. Bunun anlamı, üretimin sermaye­
nin ihtiyaçlarını değil halkın ihtiyaçlarını karşılama amacına yönelik olarak
gerçekleştirilmesi amacıyla üretim araçlarını toplumsallaştırmak ve ekono­
mik faaliyeti eşgüdümlü hale getirmenin bir yolunu bulmaktı. Bu doğrultu­
da Marx, Kapital ’in üçüncü cildinde şöyle yazıyordu:

toplumsallaşmış insanlık, birleşmiş üreticiler, doğa ile olan alışve­


rişlerini rasyonel olarak düzenleyecekler, onun kendilerini kör bir
güç gibi yönetmesi yerine, onu kendi ortak denetimleri altına so­
kacaklardır.
(Tucker’da, 1978: 441)

Engels3 ise şöyle diyordu:

Üretim araçlarının toplum tarafından ele geçirilmesi meta üretimi­


ni ve bununla birlikte ürünün üretici üzerindeki hakimiyetini or­
tadan kaldırır. Toplumsal üretimin kendi içindeki anarşinin yerini
bilinçli olarak planlanmış örgütlenme alır.
(Engels, 1975: 97)
20. yüzyıl boyunca devrimci Marksizmden ilham alan hareketler ve ör­
gütlenmeler dünyanın en büyük ve en kalabalık ülkelerinde art arda devlet
iktidarını ele geçirmeyi başardılar. Bunların, yüzyılın büyük bir bölümü bo­
yunca, küresel kapitalizmin hegemonyasına ciddi bir tehdit gibi göründük­
lerini unutm ak pek kolaydır. Bu nedenle Marksizmle sosyalizm arasında­
ki ilişki incelenirken ilk önce, Marksizmden ilham alan devrimlerin başa­
rısının ne ölçüde Marksizmin teorik rehberliğine atfedilebileceği sorulma­
lıdır. Daha Marx’tan itibaren, doktrinin sağladığı içgörülerin hipotezleşti-
rilmesi, yalnızca dünyayı anlamanın bir yolunu sunmayı değil, aynı zaman­
da dünyayı değiştirmek için gereken eylem tarzına pratik bir rehber sunma­
yı amaçlıyordu. 1917’de Rusya’dan başlayarak pek çok rejim iktidarı dev­
rimci Marksizmin bayrağı altında almıştır. Bu devrimlerde faal olanların,
Marksizme bağlılıklarını, eski toplumsal düzeni yıkmak için uygun strate­
ji ve taktikleri oluşturmak bakımından yararlı bir şey olarak algıladıklarına
şüphe yoktur. Elbette ki Marksizmi rehber olarak gören hareketlerin tama­
mı başarılı olmadı. En önemlisi, doktrinin kendisinin sosyalizme geçiş ba­
kımından en fazla olgunlaşmış olduğunu iddia ettiği, kapitalist temelde en
gelişmiş ülkelerin hiçbirinde, Marksizmden ilham alan yerli bir devrim ger­
çekleşmedi.
Marksizmden ilham almış olsun olmasın, belirli bir devrimci hareketin
başarı ya da başarısızlığının arkasında yatan nedenler çok sayıda ve kar­
maşıktır. Bazı çabalar başarıya ulaşırken diğerlerinin neden ulaşamadı­
ğını açıklamak için gerekli olacak türden bir tarih araştırmasının sade­
ce bazı unsurlarını sunmak dahi bu bölüm ün kapsamının tamamen ötesi­
ne geçer. Yapılabilecek olan ise, yirminci yüzyılda başarıya ulaşan devrim­
lerin Marksizmden ilham almış olanlardan ibaret olmadığı olgusunun anla­
mı üzerine kısaca düşünmektir. Devrimci hareketlerin üzerinde birleştiği te­
mel vazifesini gören diğer ideolojik motivasyon türleri konusunda uzun bir
liste çıkarılabilir. Bu listede, milliyetçiliğin, popülizmin, ulusal kurtuluşun,
anti-emperyalizm ve anti-faşizmin çeşitli türlerinin yanı sıra bir dizi din de
yer alacaktır. En önemlisi, Marksizmden ilham almış devrimlerde, strateji,
taktik ve örgüt konularına yaklaşımları açısından ötekilere göre bütünüyle
benzersiz hiçbir şeyin saptanamayacağını düşünüyorum. Hatta o çok övülen
Leninist tarzda parti bile çeşitli özelliklerinin sadece kendine özgü olduğu
iddiasını ileri süremez: Bu, ister demokratik merkeziyetçilik olsun (kabine
içinde bir dayanışmayı hayata geçiren her parlamenter hüküm et bunu uygu­
lar), ister güçlü bir ideolojik bakış ve siyasi ajitasyon ve propagandaya da­
yanma (dini esaslı hareketlerin çoğu bunu uygular), isterse profesyonel dev­
rimcilerden oluşan küçük hücreler (bunlar, hangi davaya hizmet ederse et­
sin terörist örgütlerde de bulunur).
Bunun anlamı, devrimci bir hareketin ideolojik bakışla beslenen bir bü­
tünlüğe ihtiyaç duyduğu, ancak bu ihtiyaca karşılık verecek pek çok ideolo­
ji bulunduğudur. Elbette ki hareketler program ve taktiklerini karşılaştıkla­
rı özgül bağlama uyarlayabilmelidir. Bu nedenle, herhangi bir verili durum ­
da sonuç, mevcut kuvvetler arasındaki gerçek ilişkiye ve çatışmanın her iki
tarafındaki katılımcıların ustalığına büyük ölçüde bağlı, koşullu bir mesele
olacaktır. Yine de ideolojik dayanak devrimci hareketin ortama müdahale­
de bulunmak için gerek duyduğu kapasiteyi yaratmaya katkıda bulunan kilit
unsurdur. İnsanları bir araya getirmeye hizmet eder, son derecede zorlu ve
tehlikeli olabilecek bir mücadelenin sürdürülmesi için gerekli olan motivas­
yon ve kararlılığı sağlar. Hedef kitle içinde daha geniş bir destek sağlamaya,
insanlara daha parlak bir gelecek um udu sunmaya yardımcı olur. Ancak din­
ci köktencilik, dar milliyetçilik veya devrimci Marksizmin benzer roller üst­
lenebileceği olgusu, bu işlevin, en azından önemli bir dereceye kadar, hare­
kete geçirici ideolojinin özgül içeriğinden bağımsız olduğunu kuvvetle dü­
şündürmektedir.
Bu kısa analizin çıkarımı, belirli bir ideolojinin bir devrim girişiminin
başarı ya da başarısızlığı üzerindeki etkisi hakkında genel, her şeyi kapsa­
yan sonuçlar çıkarmanın m üm kün olmadığıdır. Örneğin, belirli tür bir reji­
mi devrimci tarzda devirmeyi yalnızca Marksizmin telkin edip ona önderlik
edebileceği söylenemez. Aksine, verili bir sonucu yaratan çeşitli siyasi, ideo­
lojik, ekonomik ve diğer tür faktörlerin etkisini açığa çıkarmak için her bir
özgül olayın detaylı bir tarihsel incelemesini yapmak gerekir. Fakat bir eski
toplumsal düzenin yıkıntıları üzerinde bir yenisini inşa etmek söz konusu
olduğunda durum değişir. Burada, yeni bir devlet yapısı inşa etmek için baş­
langıç noktası olarak belirli bir modeli kullanmada ısrar söz konusuysa, bu
durumda belirli bir bakış ya da ideolojiden ileri gelen unsurları saptamak ya
da karşılaştırma için yeterli örnek bulunduğu ölçüde, bu modelin başarı ya
da başarısızlığı ile ilgili bazı sonuçlara ulaşmak m üm kün olmalıdır.
Tarihsel komünizmin sicili hakkındaki tartışmanın büyük bölümü hak­
lı olarak, yirminci yüzyılda sosyalizmi inşaya ilk girişen ülke olan Sovyetler
Birliği üzerine odaklanmıştır. SSCB, birçok bakımdan, kendisinden sonra
gelen bütün varyantların kendi özel koşullarına uyarlamaya çalıştığı şablonu
sunacaktır. Burada bize ayrılan sayfalarda Sovyet Rusya’nın karmaşık tarihini
çeşitli aşamaları aracılığıyla özetlemek dahi olanaksızdır. Ancak Marksizm
ve sosyalizm arasındaki ilişki ile ilgili tartışmada Sovyet deneyiminin tuttu­
ğu merkezi yeri göz önüne aldığımızda, bu ülkenin toplumsal örgütlenmesi­
nin temel özelliklerini saptamak zorunludur. Ancak Sovyet toplumsal düze­
ninin doğasının ve ayırdedici özelliklerinin (geniş anlamıyla) Marksist gele­
neğin hem içinde hem de dışında hayli tartışmalı olması bunu yapmayı zor­
laştıran faktörlerden biridir.
Şekil 10.1 tarihsel komünizmin doğasıyla ilgili olarak Marksist gelenek
içinde ileri sürülen pozisyonların geniş bir yelpazesini özetliyor. Her ne ka­
dar aralarında örtüşmeler ve birbiriyle ortaklaşmalar olabilse ve her ne ka­
dar tekil yorumcular bundan dolayı bu farklı unsurların bir karışımını içe­
ren konumlar savunabilir olsa da, niteliksel olarak birbirinden farklı dört
pozisyon ayırt edilebilir. Beşinci bir pozisyon da -M arksizmi uygulama yö­
nündeki her girişim kaçınılmaz olarak “totalitarizm”e götürür iddiası- bu
tür bir duruşun kendilerini Marksist gelenek dışında konum landıran kişi­
ler tarafından savunulacağı açık olsa da, ek bir referans noktası olarak da­
hil edilmiştir.
Semada soldan sağa ilerleyecek olursak, (ilk üç kutuyu kapsayan) ilk po­
zisyon, Sovyetler Birliği’yle simgelenen rejimlerin, niteliksel olarak kapita­
list rejimlerden aynştırılmaya yetecek ölçüde gerçekten “sosyalist” rejimler
olduğunu savunuyor. Bu tür bir pozisyonun savunucuları ille de bu rejimle­
rin kusursuz olduğunu ya da içeriden çöktükleri ana kadar olgun (ve varsa­
yılır ki) sınıfsız sosyalist toplumlara doğru uzun ve zorlu bir geçişi tamam­
lamış olduklarını iddia etmeye girişmez. Ayrıca tarihsel komünist rejimlerin
hem kusurlarını hem de nihai çöküşlerini açıklamada kilit unsurlar olarak,
sosyalizme geçişe girişen ülkelerin hem ekonomik hem de siyasi olarak gö­
rece “geri” yapılarına ve onlardan kayda değer ölçüde zengin ve daha geliş­
miş ülkeler tarafından sürekli olarak taciz edilmelerine işaret ederler. Yine
de, tarihsel kom ünist rejimlerin bir bütün olarak klasik Marksizm tarafın­
dan ortaya koyulan modele sadık ve toplumsal adalet ve eşitliği geliştirme-
25 6 20. Yüzyılda M arksizm

;_______________________ ?______________________
! Zaaflarına rağmen, toplamda tarihsel sosyalizm
; kapitalizmden üstündü

! Tarihsel sosyalizmin zaafları doğumu


i sırasındaki talihsiz koşullara bağlanabilir

| Tarihsel sosyalizmin zaafları toplumsal bir I


; sistem olarak görece olgunlaşmamış olmasının i
| birer sonucuydu j

'=EEEEEEEEEEEEEEEr.
| Başta sosyalist olan bu devletler habis bir !
| bürokrasi tarafından yozlaşmış işçi !
i devletlerine dönüştürüldü I

..

; Başta sosyalist olan bu devletler yeni ;


| biçimlerde kapitalist devletlere dönüştürüldüler |

: : ■
I Sosyalizmi inşa girişimleri zulüm ve !
i söm ürünün devam etmesine yol açan yeni bir i
i sınıf yapısı yaratmakla kaldı i

I Kapitalizmden öteye gerçek bir geçiş asla söz i


; konusu olmadı, bu yüzden sosyalizm asla var j
; olmadı j
....
| Tarihsel sosyalizm totalitarizmin, yanlış yönlere j
! sapmış ütopyacı rüyaların kaçınılmaz sonucu olan 1
| bir varyantından başka bir şey değildir ;

L ....................................... ı ......................................... J
Şekil 10.1 T arihsel k o m ü n iz m in d o ğ asın a ilişk in M ark sist p o zisy o n lar
de kapitalist rakiplerine karşı pratikte niteliksel olarak üstün olduğunu dü­
şünürler.4
Ortodoks Marksizm içinde neredeyse sadece Trotskist gelenek tarafın­
dan (Trotskiy’in kendisinden başlayarak) dillendirilen ikinci genel pozisyon
(dördüncü kutu), sosyalist rejimlerin hakiki halk devrimleri tarafından ya­
ratıldıklarını, ama daha sonra siyasi denetimin güçlü bir bürokrasinin eline
geçtiğini ileri sürer. Bu bürokratik tabaka bir kez siyasi üstünlük kazandık­
tan sonra, (üretim araçlarının kamulaştırılmasına yaslanan) kurumsal çerçe­
veyi kendi dar çıkarlarını gerçekleştirmek için kullanmıştır; bunun sonucu,
ekonomik altyapının temel olarak sosyalist olmayı sürdürdüğü ancak siya­
si üstyapının işçi sınıfının denetiminden çıktığı bir tür melez devlet olmuş­
tur. Bu devletlere “yozlaşmış işçi devletleri” adı verilmiştir. Bu görüşün sa­
vunucuları, bu devletler uluslararası kapitalizme karşı çıktıkları ölçüde bu
rejimleri savunmakla birlikte, bu toplumların iktidarı bürokrasinin elinden
söküp alarak gerçek sosyalizmi yeniden tesis etmek için yeni bir politik dev­
rimin yapılabilmesi bakımından olgunlaşmış olduğunu ısrarla belirtiyorlar­
dı (Bellis, 1979).5
Yelpaze boyunca ilerlediğimizde, üçüncü pozisyondan itibaren (beşinci
kutu) argüman, tarihsel kom ünist devletlerin hiçbir anlamda sosyalist ola­
rak görülemeyeceği biçimini alır. Devleti denetimi altında tutan hâkim elitin
halkı siyasi karar alma konusunda herhangi bir etkiden mahrum bırakma­
nın yanı sıra, ekonomiyi esas olarak kendi özel çıkarlarına hizmet edecek şe­
kilde yönettiği ve özünde işçi sınıfını aynen kapitalist rejimlerin yaptığı gibi
sömürmeye devam ettiği ileri sürülmektedir. Bu görüşün bir dizi çeşitleme­
si mevcuttur (Cliff, 1974; Bettelheim, 1976; Resnick ve Wolff, 2002), fakat
savunucuları geleneksel Marksizm tarafından dillendirilen ideallere aykırı
olarak, sıradan emekçi halkın tarihsel kom ünist rejimleri ne yönettiğini ne
de yarattığı zenginlikten faydalandığını iddia etme eğilimindedirler. Bu gö­
rüşe göre, iktidarı ele geçiren hâkim elit, halkın çoğunluğunu sömürmeye
ve ezmeye devam etmiştir; bu nedenle bu rejimler kapitalizmin çeşitlemeleri
olarak düşünülmelidir. Bu pozisyonun savunucuları Sovyet rejiminin kapi­
talizmden kopuşu gerçekleştirmeyi herhangi bir noktada gerçekten başarıp
başarmadığı konusunda zorunlu olarak görüş birliği içinde olmadıkları gibi,
gerçek bir sosyalist inşanın başlatılmış olduğu bir dönemin var olduğuna
inananların tamamı da kapitalist restorasyonu tarihte aynı noktaya yerleşti­
riyor değildirler. Bu pozisyonun “Maoist” versiyonu,6 bu “sosyal emperya­
list” (ismen sosyalist, gerçekte emperyalist) rejimlerin dünya barışına önde
gelen kapitalist ülkelerden, örneğin ABD’den daha büyük bir tehdit oluştur­
duğunu iddia edecek kadar ileri gitmiştir.
Bir sonraki pozisyon ise (altıncı ve yedinci kutular), tarihsel kom ünist re­
jim lerin Marksist gelenek tarafından tasarlanan sosyalizme hemen hemen
hiç benzemediğinde hemfikir olsa da, bunları kapitalizmin çeşitlemeleri ola­
rak tanımlamanın isabetli olacağına inanmamaktadır. Aksine, bu görüşün
savunucuları tarihsel komünizmin, kapitalizmin devrilmesinin bir sonucu
olarak ortaya çıkan yeni türden bir rejim olduğunu, zenginliğin üretimin­
de ve artığın m ülk edinilmesinde yeni yöntemlerin damgasını taşıdığını ile­
ri sürmektedirler. Genellikle bu yeni toplumsal düzenin ayırıcı özellikleri­
nin tek bir iktidar partisi tarafından sürdürülen ileri derecede merkezileş­
miş siyasi denetim, üretim araçlarının geniş ölçekte kamulaştırılmış olması
ve kaynakların tahsisi ve malların dağıtımında piyasalardan ziyade merkezi
planlamaya dayanmaları (Sweezy, 1980)7 olduğu ifade edilmektedir.
Nihayet bir de, tarihsel kom ünist rejimleri ütopyacı toplum mühendisliği
yolundaki herhangi bir girişimin zorunlu ve mantıksal totaliter sonucu ola­
rak görenler vardır (Pipes, 2001). Totaliter kavramı farklı şekillerde kullanıl­
sa da, bu argümanın genel itici gücü, tarihsel kom ünist devlet aygıtının te­
pesinde bulunanların hayatın toplumsal, siyasi ve ekonomik bütün yönleri
üzerinde tam bir denetimi sürdürdükleri ve bunu son derece otoriter ve sık­
lıkla da caniyane bir tarzda yaptıklarıdır. H ukukun egemenliğine ve halkın
refahına saygı gösterilmemiş, bunun öngörülebilir sonucu da halka korkunç
acılar çektirmek olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin doğasına ilişkin tartışmalara, çok büyük oranda, sol­
da sosyalizmin değişik versiyonlarının savunucuları arasında yaşanan, siya­
si iç çatışma ve sekterlik damgasını vurdu. Gerçekten de şurası açıktır ki, ki­
şinin tam da “kapitalizm” ve “sosyalizm” terimlerinden ne anladığı, kendi­
sini hangi pozisyona daha yakın hissettiğini belirlemede merkezi bir rol oy­
nar; tersinden bakıldığında, kişinin Sovyetler Birliği’nin tarihini nasıl oku­
duğu, gelecekteki sosyalizmin nasıl olacağına dair görüşünü koşullandırır.
Ne yazık ki rakip kapitalizm ve sosyalizm tanımlamalarını tam olarak orta­
ya koymak bu bölümün konusunun epey dışında olan bir başka konudur.
Burada m üm kün olan, bazı geçici sonuçlar çıkarabilmemiz için, Sovyet de­
neyiminin bilançosunun epeyce üstünkörü bir değerlendirmesini yapmaya
çalışmak olabilir. İki kilit soru vardır. Birincisi, Sovyet deneyimi son tahlil­
de, başarılı mıydı, başarısız mı? Ve İkincisi, Sovyetler Birliği tarafından tem­
sil edilen toplumsal örgütlenme modelinde, tarihsel olarak ortaya çıkan so-
S a v u n u c u la rın ın id d ia s ın a g ö re SSCB: E le ş tirm e n le r in in id d ia s ın a g ö re SSCB:

Kapitalizmi başarıyla devirm enin Kapitalizmi aşmadaki başarısızlı­


olanaklı olduğunu gösterdi. ğıyla anti-kapitalist alternatifleri
gözden düşürdü.
Düşm anca tutum lar ve istila kar­ Halk desteğinin hiçbir görünür
şısında, halkın rejimi inşa etm ek işaretinin olmadığı bir ortam da
ve savunm ak için gösterdiği kah­ utanç verici bir biçimde çöktü.
ram anca çabaların damgasını
vurduğu 80 yıl boyunca ayakta
kaldı.
Ara ara kitle dem okrasisinin ör­ M ilyonlarca m asum insanın ölü­
neklerini sergiledi. m üne yol açacak kadar caniyane,
anti-dem okratik ve ileri derecede
baskıcı bir rejimdi.
İşçi sınıfına iş güvenliği gibi ger­ İşçi iktidarı yalnızca lafta kaldı.
çek avantajlar sağladı.
İlk aşam alarında hızla sanayileşe­ “O lgun” safhalarında ekonom ik
rek Batı ekonom ilerinden daha durgunluk ve verim sizlik yaşadı.
büyük büyüm e oranları sergiledi.
Sağlık ve eğitim hizm etlerine gö­ Hâkim elite sadakat düzeylerine
rece eşitlikçi tarzda erişimi sağla­ bağlı olarak insanlara eşitsiz dav­
dı. randı.
Bazı bilimsel ve teknolojik başarı­ Batının geniş bir tabana yayılan
larıyla (askeri, uzay) dünyaya ön­ teknolojik ve bilimsel ilerlemesi­
cülük etti. ne uyum gösteremedi.
Zengin ile yoksul arasındaki uçu­ Sürekli bir arz yetersizliğine m a­
rum u daralttı. ruz olan düşük kaliteli tüketim
m alları üretti.
Faşizme karşı savaşa belirleyici Başka ülkelerin devrimci ve ile­
bir katkıda bulundu ve dünya öl­ rici hareketlerinin çıkarlarını
çeğinde pek çok ilerici davayı SSCB’nin devlet çıkarlarına tâbi
destekledi. kıldı.

Tablo 10.1 Sovyetler B irliği’n in m ira sın ı d e ğ e rle n d irm e k


nuca katkı sağlayan yapısal unsurları saptayabilir miyiz?
Tablo 10.1, gerek Sovyet rejimini eleştirenler, gerekse onu savunanlar ta­
rafından ileri sürülen kilit noktaların hayli kabataslak bir özetini sunmak­
tadır. Bu şekilde sunulduğunda, her bir olumsuz unsur, olumlu olan tara­
fından dengeleniyormuş gibi görünebilir. Tarihsel bilançoyu bu şekilde gör­
mek, pek çok iyi niyetli insanın, SSCB’nin pek çok “eksikliğinin” olduğunu
teslim etmeye hazır olduğu halde yine de neden onu desteklemeyi seçtiğini
açıklamaya da yardımcı olabilir. Ancak bunu düşünmek, benim görüşüme
göre, olumlu özelliklere nazaran olumsuzların kapsam ve ölçeğini fazla hafi­
fe almak anlamına gelirdi. Üstelik, kendi önüne koyduğu (ve sosyalizmin ne
olması gerektiğine dair orijinal Marksist görüşe mâl edilen) hedeflere göre
değerlendirildiğinde Sovyet deneyiminin devasa bir başarısızlık anlamına
geldiği açık olmalıdır. Birkaç basit örnek bunun nedenini gösterecektir.
Sovyetler Birliği’nin ve diğer Sovyet-tipi rejimlerin bazı liderlerinin, haklı
olarak yirminci yüzyılın en büyük katliamcıları arasında sayılabilmesi, sos­
yalist projeye yönelik görmezden gelinemeyecek bir suçlama olarak kar­
şımızda durur. Kesin sayılar hâlâ tartışmalı olsa da (Courtois ve diğerleri,
1997)8, sosyalizm adına işlenmiş dehşet verici suçların, yirmi birinci yüz­
yılda devrimci sosyalizm yolunu takip etmeyi düşünen herkesi duraksat-
maya yetecek kadar çok örneği vardır. Stalin’in çalışma kampları (gulag ) ve
Kamboçya’nın Ölüm Tarlaları, önceden planlanmış ve merhametsiz olmala­
rıyla öne çıkan örnekler olsa da, (1930’larda Ukrayna’dan 1950’lerin Çin’ine
ve bugünün Kuzey Kore’sine) izlenen politikalardan kaynaklanan ve mil­
yonlarca insanın canını alan pek çok kıtlık olayı da, Marksizmden ilham
alan sosyalizm denemelerinin mazur görülemeyecek sonuçları arasında sa­
yılmalıdır.
Ne de tarihsel komünizmin, kâr peşinde koşan kapitalizmin içkin bir
karakteristiği olduğu kabul edilen israfın sosyalizmde ortadan kaldırılaca­
ğı yolundaki öngörüleri nasıl da gülünç kıldığı meselesi hafife alınabilir.
İstenmeyen ya da kullanılamaz durumdaki malların üretiminden, merke­
zi planlamanın üretimi yapay kriterlere dayanarak teşvik etme yolunda izle­
diği yöntemlere kadar, israf diz boyu idi. SSCB’de pazara arzı gerçekleştiri­
lemediği için ithal malları depolarda kalıyor, mahsuller tarlalarda çürüyor­
du. Sosyalizm sözde, ihtiyaç için üretimi getirecek, genellikle kâra dayanan
kapitalist ekonomilere atfedilen çevreye duyarsızlıktan kaçınmayı mümkün
kılacaktı. Ancak sivil toplumun frenleme ve dengeleme işlevinin yokluğun­
da hızla sanayileşme çabası, Aral Gölü’nün kurumasından Çernobil’e, çevre
felaketlerine yol açmıştır (Silber, 1994: 139-141).
Olumsuz özelliklerin olumlular karşısında ağır basışı, Sovyetler Birliği’nin
son on beş yılındaki gerilemesi ve beklenmedik çöküşü ile kesinleşmiştir.
Bunun neden bu şekilde gerçekleştiğine dair, Sovyet modelinin baştaki ba­
şarılarını yerine yerleştirme bakımından da işe yarayan en ikna edici açıkla­
ma, sorunun esasını, Sovyetler Birliği’nin bir yaygın kalkınma tarzından bir
yoğun kalkınma tarzına geçişi gerçekleştiremeyişi olarak belirler (Castells,
1998: 4-69). Yaygın kalkınma esas itibariyle, ister beşeri ister doğal olsun,
daha önceden kullanılmamış kaynakların planlı olarak seferber edilmesine
dayanırken, yoğun kalkınma, bu kaynakların kullanılışındaki etkinliği iyi­
leştirme yoluyla daha büyük bir getiri sağlar. Bu nedenle Sovyetler Birliği ilk
başta önemli sanayileşme adımları atabilse de, zaman içinde bu büyümeyi
sürdürme kapasitesinden yoksun olduğu anlaşıldı. Bilgi ve enformasyon de­
ğişiminin, fotokopi makinelerinin kullanımım dahi ağır bir biçimde kısıtla­
yacak kadar denetim altında olduğu bir toplumda bunun sebeplerini anla­
mak zor değildir.
O halde bu rejimler nasıl tanımlanmalıdır? Burada tarihsel materyalizmin
kilit bir yaklaşımını kullanmak gerekir. Marksizme göre üretim tarzları te­
mel olarak, yaratabildikleri fazlayı nasıl yapılandırdıkları, örgütledikleri ve
kullandıklarına bağlı olarak tanımlanıyorlardı. Toplumsal birikimin yapısı­
nı soruşturm anın ve hatta farklı toplumsal düzenlerin bu göreve nasıl yak­
laştıklarına dair farklılıkları bunları birbirleriyle karşılaştırma yöntemi ola­
rak kullanmanın büyük önem taşıdığını kabul etmek için insanın, Marx’tan
başlayarak Marksistlerin, farklı üretim tarzları anlayışı temeline dayanan ta­
rih teorisinin taraftarı olması gerekmez.
Bu anlamda, tarihsel komünizmin bir toplumsal düzen olarak differentia
specifica’sınm özelliklerini oluşturan, fazla üretimini örgütleyişine dair iki
temel özelliğini saptamak mümkündür. En başta Komünist Partisi’nin bu re­
jimlerde oynadığı merkezi rol tanımlayıcı bir özellik olarak öne çıkmakta­
dır. Marksizmden ilham alan sosyalizmin en ateşli taraftarlarının yanı sıra en
sert eleştiricileri de partinin, rejimin karakterinde merkezi bir rolü olduğu
görüşünü paylaşmaktadırlar. Bazıları Marksizmden ilham alan öncü parti­
yi bu toplumlara özgü dinamikleri tanımlayan en önemli özellik olarak gör­
mektedirler (Lebovvitz, 2000). Tarihsel komünizmin özgül bir toplumsal or­
ganizasyon formunu tanımlayan ikinci özelliği, ekonomik ve siyasi alanların
kaynaşması olarak ifade edilebilecek bir şeyi içerir. Kanaatimce ekonomik ve
siyasi alanların kaynaşmasını öncü partinin işlevinin bir sonucu olarak gör­
mek yerine bunu ayrı bir özellik olarak almak önemlidir. Bunun sebebi, oto­
riter ve siyasi olarak merkezileşmiş bir devletin, ekonomik faaliyete, tarihsel
komünizmde görüldüğünden daha yüksek bir düzeyde özerklik tanımama­
sı için prensipte bir neden olmamasıdır.9
Tarihsel komünizme damga vuran, artık üretimi ve zenginlik üzerinde
kontrol dinamiklerini yaratan, ideoloji güdümlü, merkezileşmiş, otoriter si­
yasi liderliğin, bütün temel ekonomik mekanizmaların Parti’nin elinde bu­
lunan devlet aygıtı tarafından denetimi ile birleşmesidir. Yirminci yüzyılda
ortaya çıkan, Marksizmden ilham alan bütün sosyalist devletler bu şekilde
tanımlanabileceğine göre, benzer dinamiklerin hepsi için geçerli olması şa­
şırtıcı değildir.

M arksizm ve Sosyalizm

Şimdi Marksizmin işçi iktidarı olarak sosyalizm kavrayışı ile tarihsel ko­
münizmin gerçek pratiği arasındaki bağıntıyı aydınlatmaya çalışmamız gere­
kiyor. insanın bu ilişkinin doğasına ilişkin anlayışı, açıktır ki, büyük ölçüde
Marksizmden ilham alan sosyalizmin tarihsel siciline dair yaptığı değerlen­
dirmeye bağlıdır. Bu konuda olumsuz bir yargıya varmak, yirminci yüzyıl­
da tarihsel komünizmi tanımlamaya yarayan Marksist teorinin toptan red­
dini otomatik olarak getirmez. Aslına bakarsanız, Marksist geleneğe bağlı­
lığını ilan eden faillerin gerçekleştirdiği olaylar için dahi sorumluluğu, kıs­
men ya da tamamen Marksizmin üzerinden alan yöntemlerin sayısı az değil­
dir. Kendi açıklamamı getirmeye çalışmadan önce bunlardan bazılarına göz
atmaya değer. Şekil 10.2, SSCB’nin doğasına ilişkin daha önce ele aldıkları­
mıza benzer bir argümanlar dizisine şematik bir bakış sunuyor. İki argüman
dizisi arasında bekleneceği üzere büyük ölçüde örtüşme olsa da, bu ikinci
küme için de yapılacak birkaç yorum var.
Bana öyle görünüyor ki, tarihsel veriler, bu dizideki İkinciden dördün­
cüye kadar olanları (“yanlış yorum ”, “ihanet” ve “modelsizlik” hipotezle­
ri) ciddi bir biçimde şüpheli hale getiriyor. Buradaki tartışmamızın selame­
ti açısından, sosyalist inşanın formülünün Marksizmin kurucu ataları tara­
fından hiçbir zaman dillendirilmediği kabul edilse dahi, “modelsizlik” hipo­
tezindeki sorun yine de şudur: şayet insanları kapitalizmin yerine sosyaliz­
mi getirmek için yeni bir denemeye girişmeye ikna etme yönünde herhangi
bir um ut taşıyacaksanız, Marksizmden ilham alan sosyalizmin gerçek dene-
.T.
I Marksist teori kapitalizmin devrilmesi ve j
I sosyalizmin inşası için isabetli, uygulanabilir i
i bir rehber sunmuş olmaktadır. :

...
i Orijinal, doğru Marksist vizyon yanlış :
i yorumlandı, bu nedenle teorinin kendisi asla i
i gerçekten uygulanmadı. i

i Marksizm onu uyguladıklarını söyleyenlerin j


; ihanetine uğradı, çünkü bunlar bu sayede ken- j
! di çıkarları doğrultusunda hareket edebildiler. j

! Marksizm hiçbir zaman sosyalist inşa için bir !


i “model” sunmaya çalışmadı, bu nedenle sonuçlar i

;
; yüzünden suçlanamaz. ;

.. :

; Marksizm hatalıdır ve/veya çelişik güdülerin i


| basıncına tâbidir, bu da tutarlı bir biçimde j
| uygulanışını olanaksız kılar. j

! Marksist teori sosyalizm konusunda yanlış bir j


i anlayışa sahipti ancak yine de kapitalizmin i
| işleyişine dair doğru bir anlayış sunar. ;

I;;;:;:;:;;;;;;;;:;;;;:;;;;;;;:;!:::::::;:;:::::;:::::::::;;::::'
; Marksizm kötücül bir ideolojidir, onu uygula- ;
| ma girişimleri kaçınılmaz bir biçimde totalitariz- •
| me yol açar. i

‘ "i '
Şekil 10.2 M ark sizm ve tarih se l k o m ü n iz m ilişk isin e d a ir açık lam alar
yimini yine de açıklamak zorundasınız. Eğer “model” yokluğu başarısızlığa
yol açtıysa, aynı modelsizlikle gelecekte başarılı olmanın mümkün olduğun­
da ısrar etmek pek az şevk yaratacaktır.
“Yanlış yorum ” ve “ihanet” hipotezleri de benzer bir kusurla malûldür. Bu
açıklamalar, örtülü olarak, yirminci yüzyıl boyunca yaşanan geri düşmeler­
den kaçınmak için “doğru” bir Marksizmin “yeniden keşfedilmesi” gerekti­
ğini varsayarlar. Böyle olduğu kabul edilse dahi, yine de yanıtlanmaya m uh­
taç olan soru, teorinin nasıl olup da bu denli sürekli bir biçimde yanlış yo­
rumlandığı ve/veya ihanete uğrayabildiğidir. Sadece, bu “yanlış yorumlayan­
lar” ve “ihanet edenler”in uğraşları sırasında kullandığı metinlere geri dö­
nerek, sosyalist inşa projesine katılmış yüz milyonlarca insanın her şeyi ta­
mamen nasıl yanlış anladığını açıklayabileceğini iddia etmek, “modelsizlik”
hipotezinin savunucularının inandığı, sosyalizm uğruna mücadele edilirken
bu toplumun yeni bir versiyonunun belirivereceği fikri kadar ikna edici ol­
maktan uzaktır.
O halde, teori olarak Marksizm ile pratik olarak tarihsel komünizm ara­
sındaki ilişkinin anlaşılmasına nasıl yaklaşılmalıdır? Birincisi, Marksizmin
tam da kapitalizmin yerini alacak toplumun doğasına ilişkin anlayış tarzı­
nın, insanlık tarihinin ilerleyişine dair teleolojik bir görüşün damgasını taşı­
dığını kabul etmek önemlidir. Nasıl formüle edilirse edilsin, “sosyalizm eşit­
tir işçi sınıfı iktidarı” fikri, kendi içinde, kapitalizm altında oluştuğu haliyle
işçi sınıfının, hem kapitalizmi yenilgiye uğratmaya, hem de yeni bir toplum ­
sal örgütlenme biçimini, sosyalizmi vücuda getirmeye bir şekilde yazgılı ol­
duğu görüşünü barındırır. Marx’ın kendisinde görülen daha da açık bir bi­
çimde teleolojik ifadeler görmezden gelinmeye çalışılabilir 10, ancak gerçek
şudur ki, bu teleoloji, gelenek tarafından savunulan en temel sosyalizm yak­
laşımına içkin durumdadır.
Ne var ki, Kutsal Üçlü kendi başına Engizisyona ne kadar yol açarsa, bu
tür bir teleolojinin de kendi başına Stalinizm uçurum unu yaratmakta an­
cak o kadar etkili olacağını kabul etmek de aynı derecede önemlidir. Pek
çok insan -m uhtem elen insanlığın büyük bölüm ü- insanlık tarihinin belir­
li bir yönde ilerlediğine inanırken, pek çoğu da, aynı zamanda, bu temel ol­
gunun nasıl yaşamamız gerektiğini belirlemek açısından en azından en ge­
nel sonuçlarını keşfetmemizin m üm kün olduğunu kabul eder. Bu konuda,
geçen yüzyıl içinde sosyalizmin kaçınılmazlığının, insanlığın toplumsal ge­
lişme şemasında içerilmiş olduğuna ikna olmuş olanların durum u da fark­
lı değildir. Üstelik, bu türden bir genel teleolojik görüş arzu edilen sonuç­
ları sağlayacak herhangi bir yaklaşımı haklı göstermenin temeli haline ge­
lebilir; bunun için de tam tamına hangi araçların gerekli olduğunu da orta­
ya koyması illa gerekmez. İnsan yeryüzünde Cennetin Krallığı’na giden yol
olarak Ekümenliği de savunulabilir, Engizisyon’u da. Yani, belirli tür amaç­
ların arzu edilir ve hatta belki de kaçınılmaz olduğuna dair ortak bir inancı
paylaşan insanlar, farklı araçları savunabilir. Bu anlamda, kapitalizmin tek­
nolojik gelişmesinin sosyalizmi seçimler yoluyla hayata geçirecek bir işçi sı­
nıfı çoğunluğu yaratacağını savunmuş olanların da teleolojik bir tarih görü­
şüne sahip olduğu söylenebilir; ancak, bunların tarihsel komünizmin ayır-
dedici özelliği olan türden bir tek parti iktidarını sahiplenmeleri epeyce dü­
şük bir ihtimaldir.
O nedenle bizi, işçi sınıfının insanlığı söm ürünün ve zulmün kötülükle­
rinden kurtarmaya yazgılı olduğu inancından yirminci yüzyıl tarihsel kom ü­
nizminin gerçeklerine götürmek için daha fazlası gereklidir. Marksist dokt­
rinin bilimsel karakter taşıdığı inancı başka bir temel taşı vazifesi görmüş­
tür. Her bilimde olduğu gibi Marksizmin de yandaşlarına nesnel bilgi elde
etme imkânı verdiği ileri sürülüyordu. Bilimi kullanmayı bilenler, (tıpkı
doğa bilimlerinin fiziki evreni yöneten yasaları anlamayı öğrettiği gibi) top­
lumsal evrimin yasalarını anlayabilir ve bu bilgiyi pratik amaçlar için kulla­
nır hale gelebilirlerdi. Bakın, Stalinist dönemin klasik metni Sovyetler Birliği
Komünist Partisi (Bolşevik) Tarihi bunu nasıl koyuyor:

eğer dünya bilinebilirse ve bizim doğanın gelişim yasalarına dair


bilgimiz, nesnel hakikatin geçerliliğine sahip, sahici bilgi ise, o hal­
de toplumsal yaşam, toplum un gelişimi de bilinebilirdir ve toplu­
m un gelişim yasalarına dair bilimsel veriler de nesnel gerçek olma
geçerliliğine sahip sahici bilgidir.
(SBKP MK, 1939; 114)

Marksizmin dikkatle öğrenilmesi yoluyla elde edilmiş bilginin nesnel bir


karakter taşıdığı fikrinden, herhangi bir koşullar kümesi altında, kapitaliz­
min yerine sosyalizmi geçirme biçimindeki arzu edilir amaca giden özgün
yolu keşfetmenin olanaklı olması gerektiğine varmak için fazla bir çaba ge­
rekmez. Argüman, evrensel olarak uygulanabilen tek, değişmez bir şablon
vardır şeklinde olmak zorunda değildir. Açıktır ki bu, neredeyse hiçbir çeki­
ciliği olmayan, pratik bakımdan ise daha da başarısız olacak olan, hayli katı
ve kısır bir dogmatizm biçimi olurdu. Aksine, toplumsal yasalarla ilgili nes­
nel bilginin elde edilebileceğine dair inanç, arzu edilen amacı gerçekleştir­
meyi kolaylaştıracak birden fazla yol olduğuna inanmak için güçlü bir temel
sağlar. O halde argümana, bir grup seçme insana bu etkin stratejinin ne ol­
duğunu bulma ve onu uygulamada öncü rol oynama misyon ve kapasitesini
atfeden ikinci bir bileşen eklemek mümkündür.
Ancak bu bile hâlâ yeterli değildir. Marksizmden esinlenmiş sosyalizm
doktrinini tarihsel komünizm gerçekliğine dönüştürülebilmenin çerçevesini
yaratmak için gerekli bir diğer unsur, toplumsal evrimi ileri taşıyan mücade­
leye dair “ya hep ye hiç” yönelişli bir anlayıştır. Sosyalizm sanki ancak, işçi
sınıfı sermayeyle aynı safta yer alan kuvvetlerle gireceği bir ölüm kalım sa­
vaşında galip gelirse mümkün olabilir gibi görülür. Burjuvazinin diktatörlü­
ğünün yerine proletarya diktatörlüğü kurulmalıdır; bu ise beraberinde doğ­
rudan doğruya sınıf düşmanına ve sınıf düşmanının safında yer alan herkese
karşı acımasız bir savaşı getirir. Ayrıca, hedef genellikle toplumsal yaşamın
tamamen dönüştürülmesi olarak görülür.
Ve nihayet kapasite meselesi gelir. Devletin aygıtının tepesinde, halkın ço­
ğunluğunun denetiminden büyük ölçüde muaf, devlet dışı kurumlar tara­
fından çok az dış sınırlamaya tâbi olan küçük bir elitin ellerinde devasa bir
siyasi ve ekonomik gücün toplanması, Marksist toplumsal dönüşüm para­
digması tarafından beslenen en kötü eğilimlerin gerçeğe dönüşmesi için en
elverişli şartları yaratır. Determinist bir okumadan (tarihsel komünizm de­
neyimi Marx’in kapitalizm çözümlemesini benimsemenin kaçınılmaz bir so­
nucudur) kaçınmak gerekmekle birlikte, bu eğilimlerin tam da çok farklı
koşulların geçerli olduğu durumlarda gerçeğe dönüşmüş olması, söz konu­
su bombanın ne kadar güçlü olduğuna işaret eder.

Yirm i B irin ci Y üzyılda M arksizm ve Sosyalizm

Kapitalist liberal demokrasilerin yerini alacak olan bir sistem bu toplum ­


sal organizasyon biçiminin kusurlarından sakınabilir mi? Bu soruya olumlu
bir cevap vermeye cüret etmek için dahi daha etraflı bir araştırma gerekmek­
le birlikte, bizim çözümlememiz, uygulanabilir bir kapitalizm-sonrası top-
lum unun bazı ana çizgilerini tanımlamak için başlangıç düzeyindeki ilkele­
ri sunmaktadır.
İlk olarak, yirminci yüzyılın Marksizmden ilham alan sosyalizm dene­
yiminin, var olan kapitalizm ile gelecekteki bir sosyalizm arasındaki ilişki
konusunda benimsenecek uygun genel tutuma herhangi bir ışık tutup tut-
madiğim sormak önemlidir. Marshall Berman’ın bir ifadesini ödünç alarak
(1999: 97), bu deneyimin, iyi olanın da kötü olanın da aynı yerden geldiğini
kabul ederek başlamak gerektiğine işaret ettiğini düşünüyorum. Kapitalist
sistemdeki kusurların kökeninin kapitalizmin özgül dinamiklerini tanımla­
yan yapısal bozukluklar olduğu iddia edilecek olursa, o halde kapitalizmin
olumlu özelliklerinin de (şayet hiçbir olumlu özelliği olmadığı iddia edilmi­
yorsa) benzer şekilde sistemin kendi dinamiklerine bağlanması gerektiğini
farz etmek için güçlü sebepler vardır.
Böyle bir yaklaşımı benimsemek, kapitalist liberal demokrasilerin gözeti­
minde meydana gelmiş olan her tür olumlu gelişmeyi basitçe, sistemin alt­
ta yatan yapısından kopuk tesadüfi olaylar ve/veya sadece ezilenlerin ken­
di meşru hakları için verdikleri mücadelenin sonucu olarak görmemek ge­
rektiği anlamına gelir. Hâkim elitlerin esas olarak kendi hâkimiyetlerini sağ­
lamlaştırmak için aldığı, ancak yine de alt grupların yaşam şartlarının iyileş­
tirilmesine ve özgürlüklerinin artmasına katkı yapan tedbirler, bütün kar­
maşıklıkları içerisinde analiz edilmeli ve basitçe ezilen sınıfları kurtuluşa gi­
den doğru yollarından saptırmak için tasarlanmış bir tuzak olarak ele alın­
mamalıdır. Aynı şekilde, eski sosyal düzenin, arkasından gelecek olan siste­
me entegre edilmesi gereken bazı özellikleri olduğunu kabul etmek, kapita­
lizmden öteye geçişin, insan kişiliğinin tamamen değiştirilmesini veya ahla­
ki standartlarda temelden bir revizyonu veyahut da bütün toplumsal pratik­
lerin tümüyle elden geçirilmesini gerektirmediği anlamına gelir.
Daha spesifik bir biçimde söyleyecek olursak, makro bir düzeyde,
Marksizmden ilham alan sosyalizmin yirminci yüzyıl boyunca tarihinin,
kendi ayırdedici özelliklerinden olan, ekonomik ve politik alanların kay-
naştırılmasmdan kaçınmanın önemine işaret ettiğini ileri sürmek isterim.
Devletin, ekonomi ve politikanın ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlanma­
sı anlamında ve halkın ekonomi üzerinde denetim sahibi olması adına bü­
tün iktisadi kararların devlet yapısı içerisinde merkezileştirilmesi şeklinde
bir “yeniden feodalleştirilmesi”11 söz konusu olmamalıdır. Tarihsel kom ü­
nist modelin reddi, sosyalizm altında ekonomi ve politika arasında yeni bir
ilişkinin illa ki düşünülemeyeceği veya arzu edilmeyeceği anlamına gelmez.
Aslında, toplumsal örgütlenmenin, piyasa temelli faaliyetlerle devletin eko­
nomiye müdahalesi arasındaki ilişki; mülkiyet biçimleri ve ekonomik kay­
nakların denetimi; iktisadi zenginliğin bölüşümü ve yeniden bölüşümü gibi
yakıcı önemdeki boyutları üzerine yapılması gereken pek çok önemli tar­
tışma vardır. Ne var ki benim iddiam, bu tartışmaların, tarihsel komüniz­
me özgü olan yeniden feodalleştirilmiş devletin olumsuz bir değerlendirme­
sinden ve kapitalist liberal demokrasilerde başarılmış olan ekonominin po­
litikanın içinden çekilip alınmış olmasının bu toplumlarm olumlu bir mi­
rası olduğunun kabulünden hareket etmesinin kritik önemde olduğudur.
Oluşumunun özgül yanları ne olursa olsun, yeniden feodalleştirilmiş bir
devlet, iktidarı, onu ne demokrasinin serpilmesine ne de ekonomik refaha
götürmeyecek şekilde kontrol altında tutan elitlerin elinde toplar ve merke­
zileştirir.
Daha geniş ölçekli bir kolektif kendi kaderini tayin olanağı elde etmek
kuşkusuz Marksizmden ilham alan sosyalizmin esas hedeflerinden birisiy­
di ve böyle bir hedef açık ki, halkın iradesini oluşturmak ve ortaya koymak
için gerçekten demokratik mekanizmaların varlığını gerektirir. Ancak tarih­
sel komünizmin tek parti devleti olma özelliği bu hedefin elde edilmesine
katkıda bulunmamıştır. Bu yüzden, kapitalist liberal demokrasilerin yerini
alması düşünülen bir sisteme dair tasarımlar, birden çok partiyi içeren siya­
si rekabeti ve toplumu ilgilendiren en temel konular üzerindekiler de dahil
olmak üzere farklılaşan görüşlerin açıkça ifade edilmesini içermelidir. Bu re­
kabetin halkın iradesinin gerçekten ifadesini sağlayabilmesi için, tartışıla­
cak konulara veya siyasi rekabetin olası sonuçlarına a priori olarak sınır ko­
namaz.
Bunun anlamı, yirmi birinci yüzyılın henüz tanımlanmamış sosyalizmi­
nin inşasında elde edilecek ilerlemenin, ilke olarak, hem “açık” hem de “ter­
sine çevrilebilir” olması gerektiğidir. Yirminci yüzyılın tarihsel komünizm
deneyiminden gelen açık bir ders, tersine çevrilemezlik beyanı kağıt üze­
rinde kulağa nasıl gelirse gelsin, toplumsal değişimi garanti eden temel şe­
yin anayasada hükme bağlanması olmadığıdır. Gerekli olan, hep yenilenen
bir halk desteğidir. Eğer sosyalizm (nasıl tanımlanırsa tanımlansın), “tersi­
ne çevrilemez” hale gelecekse bu, mevcut alternatiflerden bariz bir biçim­
de daha başarılı olması zemininde olacaktır. Bu başarıyı elde etmek için ya­
sal ve anayasal araçlar şüphesiz kullanılmalıdır, ancak bunlar amaca götüren
araçlardır, amacın kendisi değil. Aslında, kapitalizmden öteye geçiş bir kez
başladığında onu hiçbir şeyin durdurmasına izin verilmeyeceğinde ısrar et­
mek sosyalistlere hiçbir şey kazandırmaz. Tarihsel komünizmin deneyimine
bakacak olursak, sürecin bu türlü bir tersine çevrilemezliği üzerinde ısrarla
durmanın halkı sosyalist bir seçeneğe destek vermekten caydırma ihtimali,
bayrağı arkasına toplama ihtimalinden daha fazladır. Aksine, ancak bu şekil­
de demokratik meşruiyete temel yaratılabileceği için, “tersine çevrilebilirli­
ği” kucaklamakla sosyalistlerin kazanacağı pek çok şey vardır.
Aynı zamanda, insan hak ve özgürlüklerinin doğası gereği kutsal oldu­
ğu taahhüt edilmelidir. Sosyalizm idealine olan bağlılıklarını ilan etmiş li­
derler bir daha asla, bırakalım insanlığa karşı suçları, temel insan hakları ih­
lalleriyle ilgili suçlamalarla dahi karşılaşmamalıdır. Evrensel hakların içkin
bir değeri olduğunu söylemek, bunların şartlara bağlı olduğunu ve özel ola­
rak da bu hakları elde etmek için pek çok mücadele verildiğini ve kan dö­
küldüğünü reddetmek anlamına gelmez. Üstelik bunlara liberal demokra­
tik dünya ölçeğinde en iyi ihtimalle kısmen saygı gösterildiğine göre, bek­
lenmesi gereken şey bunların tutarlı olarak uygulanmalarını sağlamak için
halkın uyanık olması gerektiğidir. Bununla birlikte, insan haklarının korun­
masına dair var olan kazanımlar gelecekteki ilerlemenin başlangıç noktası­
dır; bunların savunulması herhangi bir tekil parti, sınıf veya grubun amaç­
larının gerçekleştirilmesine tabi kılınmamalıdır. Bu nedenle, insan hakları­
na gösterilecek saygının sosyalizmin hayata geçirilmesine göre ikincil oldu­
ğu türünden bir fikir, nasıl temellendirilirse temellendirilsin, meseleyi yan­
lış koymak demektir. Aksine sosyalizm, adına layık olacaksa, evrensel insan
haklarına kapitalizm altında olduğundan daha tam ve kapsamlı bir saygıya
olanak tanımalıdır.
Gelecekteki sosyalizmin koşulları olarak ifade edilen bu taahhütlerin ge­
nel olduğunu ve sosyalizmin nasıl bir şeye benzeyebileceğinin özünü belir­
lemede çok ileriye gitmeyeceğini vurgulamak önemlidir. Bu, zamanla halle­
dilmesi gereken bir şeydir; ayrıca, tekil ülkelerin özgül koşullarına ve tarih­
lerine uyarlanacak pek çok farklı varyasyonu dışlamak için bir neden yok­
tur. Kilit nokta, çabaları kapitalizmin ayırdedici özelliği olan ana dinamik­
leri saptayıp değiştirmeye yoğunlaştırmak olacaktır. Marksist geleneğin bu
alandaki zenginliği paha biçilmez bir kaynak olmaya devam etmektedir.
Kapitalizmden sosyalizme geçiş ile ilgili bu düşünüş şeklinin, değişim
için geçerli bir strateji olarak geriye yalnızca yavaş bir reformlar sürecinin
kaldığını ima etmediğini belirtmekte fayda var. Daha adil ve hakkaniyete uy­
gun bir toplum yaratmak için kapitalizme dair her şeyin değişmesinin ge­
rekmediği fikri, kendi başına, yirminci yüzyıl sosyalizminin iki büyük akı­
mı olan sosyal-demokrasi ile komünizm arasındaki sınırın tanımlayıcı özel­
liklerinden olan reform-devrim tartışmasına doğrudan bir müdahale değil­
dir. Temel, niteliksel değişim, kapitalizmin, birikim modelini tanımlayan te­
mel dinamiklerini değiştirmeye bağlıdır. Kapitalizmde merkezi olanın ger­
çekte ne olduğu konusunda geniş bir görüş birliği oluşana kadar, uygun bir
dönüşüm stratejisini önceden belirlemek olanaksız olacaktır. Yine de, top­
lumsal olarak üretilen zenginlik üzerinde halkın denetim derecesini iyileş­
tirme yönündeki Marksist bakış, esastan değişimi yüzeysel reformdan ayırt
etmek için gereken türden bir referans noktası olabilir.
Nihayet ve Marksizmin geleneksel yaklaşımlarının bakış açısına göre bel­
ki de en tartışmalı olacak şekilde, bu bölümde sunulan analiz, Marksizmden
ilham alan temel stratejideki ana kusurlardan birinin sosyalizmin işçi sını­
fı iktidarının gerçekleşmesi olduğundaki ısrarında yattığını güçlü bir biçim­
de düşündürmektedir. Sınıfsız bir topluma giden yolun işçi sınıfının açık bir
sınıf iktidarı döneminden geçtiği fikrinin, Marksist geleneğin ana taahhüt­
leri ile tutarlı tek yaklaşım olduğu varsayılamaz. Sosyalizmin işçi sınıfı ikti­
darının gerçekleşmesi olarak anlaşılmasını reddetmek, toplumsal dönüşüme
dair Marksistçe bakış açısının merkezinde yer alan sınıfsız toplum hedefini
terk etmek anlamına gelmek zorunda değildir. Kapitalizm de dahil bütün sı­
nıf temelli sistemlerin yapısının ve dinamiklerinin anlaşılması için bir araç
olarak sınıf analizinin artık geçerli olmadığı anlamına da gelmez. Nihayet,
yaşamları şu ya da bu sınıfsal baskı ve sömürü tarafından mahvedilen mil­
yonlarca insanın durumlarını düzeltmek için verilen mücadelenin terk edil­
mesi anlamına ise, kesinlikle gelmez.
Ama bu yaklaşım, alt sınıfların kapitalizm koşullarında daha iyi bir ya­
şam için verdiği mücadele ile kapitalist sistemin kendisinin değiştirilmesi
için verilen mücadele arasındaki ilişkinin baştan aşağı yeniden düşünülmesi
gerektiği anlamına gelir.12 Bunun kolay bir iş olmadığı açık. Ancak ampirik
kanıtlar ortadadır: kapitalizmin yerini alacak bir toplumun, iktidarın açık­
ça işçi sınıfı tarafından üstlenilmesi temelinde inşası yönündeki girişimler
başarısız olmuştur. Teorik düzeyde, tarihsel komünizmin kilit kusurların­
dan en azından bazılarının, sosyalizmin iktidardaki işçi sınıfı olarak tanım­
lanması gerektiği fikrine bağlanabileceğini savunmanın akla uygun olduğu­
nu gösterdiğime inanıyorum. Bunun anlamı, Marksizmden ilham alan sos­
yalizmin bir geleceği olacaksa, sımfsızlığa işçi sınıfı iktidarından oluşan bir
ara aşama olmadan geçişi başlatmanın bir yolu bulunmalıdır. Başka bir de­
yişle, Marksizmin temel fikri olan sınıfsız bir gelecek, yirminci yüzyıl bo­
yunca Marksistler tarafından onu yaşama geçirmek için benimsenen strate­
jiden ayrıştırılabilir mi? Benim görüşüme göre bu soruya nasıl cevap veri­
leceği, yirmi birinci yüzyılda Marksizmden ilham alan sosyalizmin kaderi­
ni belirleyecektir.
Dipnotlar

1- Bu m etin boyunca, klasik M arksizm in (geniş b ir biçim de tanım lanm ış) teorik önerm ele­
rini pratiğe geçirm ek için yaratılm ış devletlere ilişkin genel b ir referans olarak iki kavra­
mı birbirinin yerine geçebilecek biçim de kullanacağım . Bunlar, “M arksizm den ilham alan
sosyalizm ” ile “tarihsel kom ünizm ”dir.
2- Bu kitabın içeriğinin kendisinin de bu olguya tanıklık ettiği ayrıca söylenebilir.
3- M arx ile Engels arasındaki ahengin derecesi so ru n u burada doğrudan konuyla ilgili değil­
dir. B unun nedeni yirm inci yüzyıl M arksistlerinin b üyük b ö lü m ü n ü n ve özellikle tarihsel
kom ünizm in bilfiil inşasından sorum lu olanların onların her ikisini birlikte sosyalizm te­
orisinin sorum lusu görm eleridir.
4- Ö rneğin Kanada ve ABD’de K om ünist P artilerinden arta kalanların konum u hâlâ budur.
5- Trotskiy sonrası bu pozisyonun en önde gelen savunucusu m üteveffa E rnest M andel’dir.
6- Stalin’in 1953’teki ölü m ü n d en ve H ruşçov’u n başını çektiği haleflerinin kendisini kına­
m asından sonraki süreçte, 1949’da Mao Z edung yönetim inde iktidarı elde etm iş olan Çin
K om ünist Partisi önderliği Sovyet rejim ini önce “revizyonist” sayıp ardından bir dizi sert
polem ikle Sovyetler Birliği’nde kapitalizm in restore edildiğini ilan ederek b u rejim in d o ­
ğası k onusunda giderek artan bir biçim de eleştirel bir tavır takındı. Sosyalizm in doğasına
d air b u derin anlaşm azlıklara rağm en, kendisini Sovyet m uadilinden ayrıştırm a yolunda
harcadığı çabayı ortodoks M arksizm in sosyalizm ve kom ünizm e bakışına sadakat tem eli­
ne yaslamaya çalışm ası dolayısıyla Ç in rejim ini tarihsel kom ünizm şem siyesi altına dahil
etm ek m antıksal olarak tutarlıdır.
7- Bu argüm anın, ikinci Dünya Savaşı sonrası dönem de Trotskist hareket içindeki tartışm a­
lara kadar giden, ayrıca Paul Sweezy’n in “Is There a Ruling Class in the USSR” (Swwezy,
1980) başlıklı m akalesi gibi daha yakın dönem e ait varyantları da bulu n an , SSCB’nin bir
“b ü rokratik kolektivizm ” şekli olduğu iddiasının dillendirildiği versiyonları vardır.
8- Komünizm in Kara Kitabı, tarihsel k om ünist rejim lerin tam am ında öldürülenlerin toplam
sayısını 100 m ilyona yakm olarak verir (C ourtois, 1997: 14).
9- Bu nedenle Ç in’deki m evcut rejim in büyük ölçüde farklı bir üretim tarzına kuluçkalık ya­
pıyor olm ası m uhtem eldir. K apitalizm in, tam boy faşist ve askeri d ik tatörlükler de dahil
olm ak üzere o toriter rejim lerle b ir arada bulunm ası, politik ve ekonom ik alanların pek
çok farklı şekilde bir arada bulunabildiği o lg usunun bir başka örneği olarak da d ü şü n ü ­
lebilir.
10- B unun bir öm eği. Komünist Manifesto’da, önceki dönem lere atıf yapan açılış b ölüm ü­
n ü n sonundaki pasajdır: “D em ek ki, M odem Sanayinin gelişm esi, burjuvazinin üzerin­
de ürü n lerin i ürettiği ve m ülk edindiği tem eli ayağının altından çekm ektedir. Dolayısıyla,
burjuvazinin ürettiği, h e r şeyden önce, kendi m ezar kazıcılarıdır. O n u n yıkılm ası da pro­
letaryanın zaferi de aynı oranda kaçınılm azdır.”
11- Tarihsel kom ünist devleti tanım larken “yeniden feodalleştirilm iş” terim ini kullanm anın
abartm a o lduğunu düşünenler, Kuzey Kore’de iktidarın Kim II Sung’dan oğlu Kim Jong
Il’e geçişini akıllarına getirebilirler. Babadan oğula geçiş kuralı k om ünist devletlerde stan­
dart olm am akla birlikte Kuzey Kore örneği “sosyalist” feodal b ir devleti, klasik feodal dev­
letin bir karakteristiği olan babadan oğula geçiş k uralından ayıran kısa mesafeyi gösterm e­
ye hizm et eder. Rus çarlarıyla Stalinist rejim arasında sıklıkla k u ru lan paralellik de akla
yakınlığını bu yapısal benzerliğe dayandırır.
12- M oishe Postone M arx’in değer teorisini yeniden yorum larken benzer bir sonuç çıkarır.
Time Labor and Social Domination’da (1993: 324) “M arx’in sergilem esi ....k ap italist sınıfla
işçi sınıfı arasındaki ilişkinin kapitalizm ve sosyalizm arasındaki ilişkiyle paralel olduğu,
sosyalizm e m uhtem el geçişin (işçi sınıfı olarak kendisini olum lam ası anlam ında) proletar­
yanın sınıf m ücadelesindeki zaferinden etkilendiği ve sosyalizm in proletaryanın gerçek-
lenm esini içerdiği anlayışına zım nen karşı çıkm aktadır.” Ancak Postone’u n M arx okum a­
sının b u yönüne, Historical Materialism, c. 12, sayı 3’te (2004) yayınlanan çalışm ası ü zeri­
ne yapılan bir sem pozyum un katılım cılarının bir bölüm ü karşı çıkm ıştı.

Referanslar

B haskar, R. (1 9 8 6 ) Scientific R ealism and H um an Em ancipation. L o n d o n : Verso.


B u c h an a n , A. (1 9 8 6 ) ‘T h e M arxist C o n c e p tu a l F ra m e w o rk a n d th e O rig in s of
T o talitarian S ocialism ’ in E.E P aul, J. Paul, FD . M iller J r a n d j . A rens (e d s), M arxism
and Liberalism . O xford: Basil B lackw ell.
C allinicos, A. (1 9 8 0 ) A gainst Postm odernism . C am bridge: P o lity Press.
C arver, T. (1 9 9 8 ) The Postm odern M arx. M an ch ester: M a n c h este r U n iv e rsity Press.
C o h e n , G. A. (1 9 9 5 ) Self-O w nership, Freedom and E quality. C am bridge: C am bridge
U n iv e rsity Press.
C o h e n , J. (1 9 8 2 ) Class and C ivil Society: The L im its o f M arxian C ritical Theory. A m h erst,
MA: U n iv e rsity o f M a ssac h u se tts Press.
C o h e n , J. a n d D. H o w ard (1 9 7 9 ) ‘W h y C lass?’ in P. W alk er (e d .), B etween Labour and
C apital. H assocks: H a rv este r Press.
C o u rto is, S., N. W erth , J.-L . P am m e, A. P aczk o w sk i, K. B artosek a n d J .-L . M argolin
(1 9 9 9 ) The B lack B ook o f C om m unism . C am b rid g e, MA: H a rv ard U n iv e rsity Press.
C u tler, A., B. H in d ess, P. H irst a n d A. H u sse in (1 9 7 7 ) M a rx’s ‘C apital’ and C apitalism
Today, v o lu m e I. L o n d o n : R outledge a n d K egan Paul.
D e rrid a , J. (1 9 9 4 ) Specters o f M arx. N ew York: R outledge.
E agleton, T. (1 9 9 6 ) The Illusions o f P ostm odernism . O xford: B lackw ell.
E lster, J. (1 9 8 5 ) M aking Sense o f M arx. C am bridge: C am b rid g e U n iv e rsity Press.
F e m ia ,J . (1 9 9 3 ) M arxism and D em ocracy. O xford: C la re n d o n Press.
F o rb es, 1. (1 9 9 0 ) M arxism and the N ew Individual. L o n d o n : U n w in H ym an.
G eo g h eg an , V. (1 9 8 7 ) Utopianism and M arxism . L o n d o n : M e th u en .
G eras, N . (1 9 8 8 ) The C ontact o f M utual Indifference: Political P hilosophy after the
Holocaust. L o ndon: Verso.
G o rd o n , D. (1 9 8 6 ) ‘M arxism , D ic ta to rsh ip a n d th e A b o litio n o f R ights’ in E.E Paul,
J. P aul, ED. M iller J r a n d J. A rens (e d s), M arxism and Liberalism . O xford: Basil
Blackw ell.
G o rz, A. (1 9 8 2 ) Farewell to the W orking Class: A n Essay on Post-Industrial Socialism.
B oston: S o u th E n d Press.
H ab erm as, J. (1 9 8 6 ) ‘T h e N ew O b scu rity : T he C risis o f th e W elfare State a n d the
E x h a u s tio n o f U to p ia n E n erg ies’, Philosophy and Social C riticism 11: 3 -4 .
H a b erm a s, J. (1 9 9 0 ) ‘W h a t D oes Socialism M ean Today? T he R ectifying R e v o lu tio n a n d
th e N eed for N ew T h in k in g o n th e Left’, N ew Left Review 183: 3 -2 1 .
H ab erm as, J. (1 9 9 6 ) B etween Facts and Norm s: C ontributions to a Discourse Theory o f Law
and D em ocracy. C am bridge: P o lity Press.
Hay, C. (1 9 9 9 ) ‘M arxism a n d th e S tate’ in A. G am ble, D. M a rsh a n d T. T ant (ed s),
M arxism and Social Science. B asingstoke: M acm illan.
H eller, A. (1 9 9 8 ) ‘O n F o rm a l D e m o cracy ’ in J. K eane (e d .), Civil Society and the State.
L o n d o n : Verso.
H u n t, A. (e d .) (19 8 0 ) M arxism and D em ocracy. L on d o n : L aw rence a n d W ish art.
Je sso p , B. (1 9 8 2 ) The C apitalist State: M arxist Theories and M ethods. O xford: M artin
R obin so n .
K eane, J. (1 9 8 8 ) D em ocracy and C ivil Society. L o n d o n : Verso.
K ellner, D. (1 9 8 9 ) C ritical Theory, M arxism and M odernity. B altim ore, MD: J o h n s
H o p k in s U n iv e rsity Press.
K olakow ski, L. (1 9 7 7 ) ‘M arxist R oots o f S ta lin ism ’ in R. T ucker (e d .), Stalinism : Essays
in H istorical Interpretation. N ew York: N o rto n .
L aclau, E. a n d C. M ouffe (1 9 8 5 ) H egem ony and Socialist Strategy. L on d o n : Verso.
L ukes, S. (1 9 8 6 ) ‘M arx ism a n d D irty H a n d s’ in E.E P aul, J. P aul, FD . M iller J r a n d J.
A rens (e d s), M arxism and Liberalism . O xford: Basil B lackw ell.
L yotard, J.-F (1 9 8 4 ) The Postm odern Condition: A Report on Knowledge. M an ch ester:
M a n c h este r U n iv e rsity Press.
Offe, C. (1 9 7 2 ) ‘P o litical A u th o rity a n d C lass S tru c tu re s: A n A nalysis o f L ate C a p ita list
S o cieties’, International Journal o f Sociology, vol.: Spring: 7 3 -1 0 8 .
Offe, C. (1 9 8 4 ) Contradictions o f the Welfare State. C am b rid g e, MA: T h e M IT Press.
Offe, C. (1 9 8 5 a ) D isorganized C apitalism . C am b rid g e, MA: T h e M IT Press.
Offe, C. (1 9 8 5 b ) ‘N ew Social M ovem ents: C h a lle n g in g th e B o u n d a rie s o f In stitu tio n a l
P olitics’, Social Research, 52 (4): 8 1 7 -6 8 .
P ie rso n , C. (1 9 8 9 ) ‘M arxism a n d R ights’ in M .C ow ling a n d L. W ild e (e d s), Approaches to
M arx. M ilto n K eynes: O p e n U n iv e rsity Press.
Post, K. (1 9 9 6 ) Regaining M arxism . B asingstoke: M acm illan.
S itto n , J.E (1 9 9 6 ) Recent M arxist Theory: Class Form ation and Social C onflict in
C ontem porary C apitalism . Albany, NY: State U n iv e rsity o f N ew York Press.
Taylor, G. (1 9 9 5 ) ‘M arx ism ’ in D. M arsh a n d G. S to k er (e d s), Theory and M ethods in
Political Science. B asingstoke: M acm illan.
Tucker, D.EB. (1 9 8 0 ) M arxism and Individualism . O xford: B lackw ell.
W alker, D. (2 0 0 1 ) Mane, M ethodology and Science. A ld ersh o t: A shgate.
W rig h t, E .O ., A. L evine a n d E. Sober (1 9 9 2 ) Reconstructing M arxism . L on d o n : Verso.
M ark sist T eo ri, M ark sist P ratik

Daryl Glaser

Tarihten -e n azından şim dilik- kovulmuş olan Marksizmin geriye çekilip


tarihe yeniden giriş yapmanın ön koşulları üzerine düşünmek dışında bir se­
çeneği yok. Bu giriş cümlesinde daha en baştan üstü kapalı olarak ifade edi­
len, bir zamanlar ortodoksluğa aykırı olarak görülen birkaç nokta var: tari­
hin kendisi Marksizmi zafere taşımamaktadır; gerçek seçeneklere sahibiz;
(eğer eylemi pratik aktivizm anlamında kullanırsak) eylem her şey demek
değildir. Ben (Marksistlere göre) ortodoks olmayan başka bir anlayış daha
eklemek isterim: Marksizmin tarihe yeniden girişinin arzu edilir bir şey ol­
duğunu a priori olarak var saymamalıyız. Böyle olduğunun kanıtlanması ge­
rekir. Kendini Marksist ilân edenler iktidardayken devasa bir hasar yarat­
tılar. Marksizmi mücadeleye geri göndermeden evvel en azından bir daha­
ki sefere hiç hasar yaratmayacağından emin olmalıyız. Ama eğer Marksist
isek elbette bundan daha olumlu bir şeyi, Marksist praksisin insanlığa (diğer
doktrinlerden ayırt edici ve onların yapamayacağı biçimde) ciddi faydası do­
kunacağını düşünmemizi sağlayacak temellere sahip olmayı isteriz.
Bu yazı Marksist metateori alanında bir egzersizdir. Temel amacı dünya­
ya savunulabilir ve başarılı bir Marksist müdahalenin bazı ön koşullarını be­
lirlemektir. Marx için hayat! olan teori ile pratik arasındaki ilişkiye odak­
lanıyor. Marksizm ilk önce bir teorik külliyattır ama onu harekete geçiren
değerleri güçlendirebilmek için pratiğe dönüşmek zorundadır. Marksistler,
Marx’tan başlayarak, teorinin uygulanmasına ve toplumsal dönüşümü he­
defleyen pratik mücadelelerin içinde sınanmasına büyük önem vermişlerdir.
Burada üzerinde durulan şey uygun bir Marksist teori, metodoloji, analiz ve
programın içeriğinden ziyade Marksizmin metateorik arka planıdır.
Öne süreceğim fikirler arasında, iyi Marksist pratiğin içeriğe dair Marksist
analizi doğru biçimde kavramaktan daha fazlası demek olduğu vardır: bu,
Marksistlerin teoriyi pratiğe tercüme ederken belirli kuralları uygulamasını
gerektirir. Bu kurallar, epistemolojik göreceliğin yanlış olduğunu ama doğ­
ruluk iddialarının da kesin olmadığını varsayar.
İkincisi, bir faaliyet olarak Marksizmin, yorumlayıcı, politikacı ve Kanun
Koyucu olmak üzere, her biri belirli işleyiş ilkelerini gerektiren üç role ay-
rıştırılabileceğini ileri süreceğim. Bu kurallar ve roller ise Marksistlerin pro-
sedürel demokrat olmalarım gerektirir.
Son olarak, faydalı bir Marksizmin içeriğe ilişkin olarak geliştirdiği teorik
pozisyonların, ortodoks olmasa bile Marksist olduğu anlaşılır pozisyonlar
olmasının zorunlu olduğunu ileri süreceğim. Böyle yapmak Marksizmin bir
değer taşımasının ve (yukarıda belirtilen kurallara ve rollere uygun biçimde)
demokratik ve çoğulcu müdahale ile uyumlu olmasının bir ön koşuludur.
Marksizmin içeriğe ilişkin önermelerinin doğru olup olmadığı sorusunun
cevabı burada yapacağım metateorik incelemenin ilgi alanının büyük ölçü­
de dışında kalıyor ama politikacı ve Kanun Koyucu rollerini açıklarken bu
önerilerin bazılarının akla yatkın veya yararlı olduğunu düşünmemizi sağla­
yan bazı nedenleri ortaya koyacağım.

M arksizm , D em okrasi, E p istem o lo ji

Pek çok nedenden dolayı, Marksistlerin bir durup projelerinin arzu edi-
lirliği üzerine düşünmeleri gerekir. Bunun bir nedeni sosyalist olduğu var
sayılan ekonomilerin Doğu’da ve Güney’de kitlelere yüksek seviyede mad­
di koşullar sağlamakta başarısız olmasıdır. Diğer (ve burada bizim açımız­
dan daha öncelikli) neden ise Marksist (‘Marksist’?) hareketlerin ve rejimle­
rin demokrasi ve insan hakları alanındaki sicilidir. Bu sicil (en kötü haliyle)
Sovyetler Birliği, Çin ve Kamboçya gibi ülkelerde görülen köleliği, soykırı­
mı ve nüfusun zorla yeniden iskânını içerir. Aynı zamanda, kişilerin hakla­
rında suçlama olmaksızın tutuklanmasını, işkenceyi, kurmaca mahkemele­
ri, gözetimi, sansürü, muhaliflerin akıl hastanelerine kapatılmasını, demok­
ratik yönetimden eser bulunmamasını sıradan şeyler olarak içerir.1 Önemli
sayıda Marksist, bu sicilin, özünde demokratik ve insancıl bir doktrin ol­
duğunu düşündükleri Marksizm ile herhangi bir ilişkisi olduğunu yadsı-
mıştır. Bu fikri savunanlar, kendini Marksist olarak tanımlayan, teorik ba­
kımdan gelişkin pek çok Marksistin neden geniş çaplı baskı uygulamaları­
nın failleri arasında yer aldığını açıklamak zorundadır. Bunun yanı sıra, ya
Marksizmin ‘burjuva’ hak ve özgürlüklerini önemsiz gören tavrını benimse­
meli ya da yaygın kanının aksine, Marksizmin bu hakların şampiyonluğunu
yaptığını savunmalıdırlar. Her iki pozisyon da bana savunulabilir veya ikna
edici görünmüyor.
Buna karşılık, Marksizmin eleştirmenlerinin çoğunluğu, iş insan hakları
ve demokrasiyi kuramlaştırmaya geldiğinde Marksist teorinin tarihsel olarak
ya ihmalkâr ya da hatalı olduğunu daha ikna edici biçimde ileri sürerler ve
bu iddialarını desteklemek için Marksizmin amoralizmine, nesnelciliğine,
bilimciliğine, teleolojik determinizmine, ütopyacılığma ve sınıf indirgemeci-
liğine işaret ederler.2 Bunların pek çoğu, aynı zamanda Marksist teori ile to­
taliter pratik arasındaki bağlantıyı gerekli ve sarsılmaz görmeye de meyilli­
dir. Bu sonuncu görüşün hatalı olduğunu ileri süreceğim. ‘Reel sosyalizm’in
daha önce sözü edilen ekonomik başarısızlığı etik bakımdan belki daha az
rahatsız edici olsa da, bu sorunu aşabilmenin bir yolunu bulmak daha da
zordur. Ne kadar şanslıyız ki, Marksist teorinin anti-demokratik pratik ile
bağlantısı sorununa çözüm bulmak daha kolaydır. Ancak, bunu başarabil­
mek Marksist epistemoloji ile siyasetin bazı veçhelerini yeniden düşünme­
yi gerektirir. Yazının geri kalan kısmının görevi bunları yeniden düşünmek­
tir. Neyse ki, bunu yapmak için Marksist teorinin tüm veçhelerini yeniden
düzenlemek gerekmez. Aslında, Marksist teorinin bazı eleştirmenler tarafın­
dan anti-demokratik olmakla suçlanan bazı veçheleri bana göre gerçekte de­
mokrasiyle uyumludur.
Post-Marksist ve anti-Marksist eleştirinin bir türüne göre, Marksizmin to­
taliterlik ile bağlantısı onun bilimsel epistemolojinin (ister pozitivist ister
realist görülsün, fark etmez) bir varyantına ve meta anlatı yapmaya yönel­
mesinde (yani diğer düşünce sistemlerini görelileştiren kapsamlı toplum ve
tarih kuramları üretmesinde) yatar.3 Sosyal bilimlerin gerçeğin anlaşılma­
sında bir yaklaşım olarak değeri ne olursa olsun, etkilerinin politik bakım­
dan özünde anti-demokratik olmadığını savunuyorum. Belirli bir açıdan ba­
kıldığında sosyal bilimler gerçekte demokrasi dostudur ve belki de (bundan
daha az eminim) demokrasi için gereklidir. Bilimsel epistemoloji, görece­
lik ile karşılaştırıldığında bizi birbirimizi ciddiye almaya (yani başkalarının
hikâye anlatmaktan ziyade gerçeği aradığını var saymaya) davet ettiği, ilke
ve ikna temelinde (yani basitçe ‘herşeyin m übah’ olmadığı) bir duruş sergile­
me hakkını verdiği ölçüde demokrasi dostudur. Demokrasiye epistemik bir
değer biçen teorilerin de önünü açar: bu bilimsel epistemolojinin (uzun va­
dede) aykırı dışsal gerçekleri anlamamıza (ve onlara hâkim olmamıza) yar­
dımcı olduğunu var sayar. Görecelik bireycilerden oluşan toplumlara belki
uygun olabilir ama ortak dilin etkili kolektif eylem yapmak veya bağlayıcı
kurallar koymak için gerekli olduğu toplumlara daha az uygun görünüyor.
Aynı şekilde, görecelik kendi kendine yeten, dışa kapalı veya dünya nimet­
lerinden elini eteğini çekmiş topluluklara belki uygun olabilir ama insanla­
rın ciddi sorunları çözmek ve kolektif hedefler doğrultusunda ilerlemek için
(kendi aralarında ve öteki topluluklarla) biraraya gelmelerinin zorunlu ol­
duğu toplumlara daha az uygun görünmektedir.
Diğer ‘aşırı’ uçta, naif pozitivizmin ve realizmin belirli biçimleri kuşku
yok ki demokrasi düşmanıdır. Bunların (demokrasi bakımından) temel so­
runu, yalnızca bilimle uğraşan elitin gerçeğe ulaşabileceği görüşünü destek­
lemeleri (ki bu teknokratik ve devrimci öncücülüğü meşrulaştırır) ve belirli
teorilerin (ve dolayısıyla teorisyenlerin) dış dünyayı doğru ‘bilme’ kapasite­
sine kuşku duymadan güvenmeleridir (böylelikle ‘doğru’ inançların güç kul­
lanılarak inançsızlara empoze edilmesini ve tehlikeli toplum mühendisliğini
meşrulaştırırlar). Halbuki bir yandan bilimsel, değer yargılarından bağımsız,
ampirik olarak doğrulanabilen kesinlikler anlayışından kaçınıp diğer yan­
dan iyi teori ve araştırma aracılığıyla daha iyi bilebileceğimiz bir dışsal ger­
çekliğin var olduğunu savunan, -aralarında yanlışlanmaya dayalı pozitiviz­
min ve eleştirel realizmin de bulunduğu- ortayolcu epistemolojiler de mev­
cuttur.4 Bu epistemolojiler, bilimsel otoriterliği ve sorumsuz sosyal deney­
leri meşrulaştırmaktan kaçınmaya yetecek kadar gerçekten kuşku duyar, in­
san hedef ve önceliklerinin bilimsel olarak düzenlenebileceğini düşünm ek­
ten kaçınmaya yetecek kadar değer yargılarının oynadığı role dikkat kesilir­
ler. Bir aktörün epistemolojisi ile siyaseti arasında sabit bir ilişki bulunm a­
makla birlikte, kolektif, katılımcı, akılcı tartışma tarafından yönetilen, araç-
sal bakımdan etkili olan bir demokrasi fikriyle en rahat uyuşan, bu ortayol­
cu teorilerdir.
Marksizm her şey olabilir ama görececi olmadığı kesindir.5 Marksizmin
demokratik bakımdan tehlikeli olabileceği şeyler ise (ister tüme varıma yas­
lansın, ister tümden gelime) naifçe pozitivist olmak yahut metafizik realist
denebilecek bir pozisyon benimsemektir. Hem naif pozitivistler hem de me­
tafizik realistler nesnel, değerlerden bağımsız gerçeklerin, tartışmasız üstün­
lüğe sahip bilimsel kural ve sistemlerin ve (bilimsel eğitim almaları nede­
niyle) ayrıcalıklı bilgi taşıyıcılarının varlığına inanırlar. Naif pozitivistler bi­
limin gözlem yoluyla gerçeğe doğrudan ulaşabileceğine inanırken, metafizik
realistlere göre doğrudan bilebileceğimiz şeyler yalnızca kavramlardır ve on­
ların mantıksal tutarlılığa sahip olup olmadığıdır. Bu pozisyonlar Marksizm
içinde kabaca ortodoks ve Althusserci pozisyonlara denk düşerler. Her iki
pozisyon da Marksizme nesnel, değer yargılarından bağımsız bilim statü­
sü vermiş, (yazının sonraki bölümlerinde ileri süreceğim gibi) Marksistlerin
(gerektiğinde) sıradan insanların öznel, ideoloji tarafından kuşatılan arzula­
rını hiçe sayan toplumsal öncüler olmasını teşvik etmiştir. O halde, demok­
ratik Marksizm en rahat ortayolcu epistemolojiler ile uyum sağlar zira hem
(demokrasi dostu olduğu açık olan) görececilik Marksist değildir hem de
naif pozitivizm ile metafizik realizm (Marksist olabilmelerine rağmen) de­
mokratik düşünce ve eylem için oldukça riskli başlangıç noktalarıdır.

İki Kural

Buna uygun biçimde, Marksistlerin kabul etmesi gereken birinci teori-


pratik tercüme kuralı en rahat biçimde ortayolcu epistemolojiyi kabul eden
Marksistlere seslenir. Doğru olduğu kesinlikle bilinebilecek hiçbir şeyin ol­
madığını kabul etmelerini şart koşar. Bu biçimde çerçevelenen bir kural
Marksistlerin görececiliği kabul etmelerini, şeylerin gerçek doğası hakkında
fikir sahibi olmaya son vermelerini şart koşmadığı gibi Marksizmin (şu ya da
bu anlamda) bilimsel olduğunu düşünmekten vazgeçmelerini dahi gerektir­
mez. Yalnızca Marksistlerin bilginin geçiciliğini ve (bunun politik-normatif
sonucu olan) insanları özgür olmaya zorlayamayacağını kabul etmelerini ta­
lep eder. Bir halkın çıkarlarını en iyi bizim bildiğimize eminsek, bu çıkarlara
uygun olduğunu düşündüğümüz politikaları ona dayatmak zorunda olabi­
liriz demektir. Ama yanılıyor olma ihtimalimiz olduğuna göre, insanlara za­
rar verebilecek politikaları onlara dayatma riskine giriyoruz demektir. Şayet
sayısız suçun ardında m utlak inanç yatıyor ise, iddialı dönüşüm hedefleri­
nin heyecana getirdiği gerçek inanç sahiplerinin elinde bu suçların katlan­
ması da olasıdır. Hangisi olursa olsun, statükoda tasarlanan tadilat ne ka­
dar daha radikal olursa, hakikat konusunda o kadar daha temkinli davran­
mak gereklidir.
Ama meseleyi burada bırakamayız. Kendi başına alındığında birinci kural
Marksist pratiği en iyi ihtimalle tartışma açma ve eleştiri yapma görevine, en
kötü ihtimalle bir tür politik boş vermişliğe hapseder. Marksist teoriler doğ­
ru ise ve yararlı olma kapasitesine sahip ise, bunlardan çıkarılacak reçeteler
bir bakıma insanlara kabul ettirilmelidir: politikalar haline getirilip politik
hareketler veya hüküm etler tarafından uygulanmalıdır. Politikalar ise, in­
sanları belirli egemenlik ortamlarına bağlayan kanun, kural ve kaideler saye­
sinde ete kemiğe bürünürler. Demokrasi kuramcılarının öteden beri bildiği
gibi, bunu zora başvurmaksızın yapmak, ancak oy birliği kuralının veya ger­
çek anlamda rızaya dayalı müzakerenin geçerli olduğu hallerde m üm kün­
dür. Teori ve deneyimin gösterdiği gibi, bu usuller büyük, karmaşık ve fark­
lılıklar barındıran toplumlarda uygulanabilir olmadığından, bir tür zora baş­
vurmayı içeren dayatma kaçınılmaz hale gelir. İkinci tercüme kuralına göre,
meşru bir bağlayıcı karardan söz edebilmek için kararın bağladığı insanların
veya bu insanların (her oyun eşit sayıldığı seçimlerde) serbestçe seçtiği tem­
silcilerinin çoğunluğunun (yahut çoğunluk olmasa bile çok büyük bir gru­
bunun) inandırıcı bir anlamda özgürce ifade edilmiş rızası gereklidir. Bunun
nedeni bu tür bir rızanın epistemik belirsizliği ortadan kaldırabilmesi değil­
dir; demokratik biçimde alman kararların ‘doğru’ veya ‘gerçek’ olmasının bir
garantisi yoktur (her ne kadar demokrasinin zaman içinde daha iyi karar­
lar vermeyi sağladığına dair kanıtlar olsa da). Rızanın m üm kün kıldığı şey
meşru olan ve bu nedenle uygulanması için kabul edilemez türden bir şid­
det gerektirme ihtimali daha az olan kararların alınmasıdır. Bu aynı zamanda
hata yapmamanın hiçbir garantisinin olmadığı bir ortamda insanların kendi
hatalarını yapma hakkına sahip olmalıdır ilkesini de ifade eder. Baba tavrı­
na sahip bir vasinin kesin doğru konusunda bir güvencesinin bulunmaması,
insanların kendi kaderlerini kendilerinin tayin edebilmesinin kıymetini bir
kez daha ortaya koyar (ne de olsa bu Marksistlerin destekledikleri bir değer­
dir; komünizmin istenmesi, bunu en üst seviyeye çıkarabilmek uğrunadır6).
Başka bir deyişle, Marksistler prosedürel domokrasinin hüküm lerine uy­
mak zorundadırlar.7 Bir programı uygulamak istiyorlarsa açık uçlu prose­
dürel karar alma kuralları aracılığıyla ve yenilenebilir olma şartıyla vekâlet
almak zorundadırlar (Bu açıdan bakıldığında, devrim yalnızca demokratik
olmayan devletleri yıkmak için yahut radikal reformları demokratik vekâlet
yoluyla uygulamayı sürdürm ek koşuluyla caizdir).
Bazı Marksistler (belirli gerekçelerle) bu kuralları politik bakımdan kı­
sıtlayıcı bulabilirse de -bunların radikal değişim ihtimalini azalttığı doğru­
dur-, bu kuralların bir bakıma Marksizm için olanaklar yarattığının veya
onun kapasitesini arttırdığının altını çizmeliyiz. Marksizmin pek çok eleş­
tirmeni anti-demokratik pratik ile irtibatlandırılabilecek her tür teorik yak­
laşımın çöpe atılmasını talep edebilir. Örneğin insan öznelliğinin yapısal bi­
çimde açıklanmasını, tarihin hareket yasalarını, ideoloji ve ‘yanlış bilinç’ ku­
ramlarını bir yana bırakmasını isterler. Bu eleştirmenler, söz konusu pozis­
yonların insanın ahlâk! seçim alanını daraltarak normatif veya etik tartış­
mayı küçümsemeye, bireylerin çıkarlarını varsayılan tarihsel zorunluluklara
tâbi kılmaya ve Aydınlanmışların diktatörlüğünü rasyonalize etmeye yol aç­
tığını sık sık ileri sürerler.
Bu argümanların Marksist düşüncenin içinde mevcut olan, gerçekten
anti-demokratik olasılıkları sergilediğini kabul ediyorum. Böyle bile olsa,
Marksizmi, içeriğe ilişkin davranış kuralları ve teorileri düzeyinde büyük bir
gayretkeşlikle demokratik arınmaya tabi tutmamak için yeterince nedeni­
miz var. Bu tür bir süreç, aşırıya kaçıldığında, Marksizmin ayırt edici içeri­
ğinin içini boşaltabilir. Bu konu Marksistler için önemlidir. Ama bence bu
gayretkeşliğin aynı zamanda bir politik proje olarak düşünülen demokra­
sinin kendisi için de bir bedeli olduğuna inanıyorum. Zira Marksizmin de­
mokrasi teorisine katkı olarak sunabileceği yararlı, ayırt edici içgörüleri var­
dır ve bunlar yapısalcılık, ekonomik determinizm, sosyolojik gerçekçilik ve
Marksizmin potansiyel olarak demokratik olmayan diğer özellikleri ile diya­
lektik olarak bağlantılıdır. Örneğin, Marksizm etik söylemi, insan hakları­
nı ve demokratik prosedürü tehlikeli biçimde küçümsemekle birlikte, aynı
zamanda demokrasi ve kapitalizm arasındaki çelişkiler ile hukuki formaliz­
min sınırlarına da yararlı biçimde dikkatimizi çeker. Buradaki risk şudur:
Marksizmin demokrasi dostu olmayan özelliklerini bir kenara atarak onun
demokrasiyi güçlü biçimde destekleyen yönlerine de kıyıyor olabiliriz.
Benim tercüme kurallarım yerindeyse demokrasi için bu özellikleri bir
kenara atmaya gerek yoktur. Marksistler bu tercüme kurallarına uydukla­
rı müddetçe teleolojik, determinist ve yapısalcı teoriler önermekte serbest­
tir. Örneğin proletaryanın yanlış bilincinin kurbanı olduğunu, işçi sınıfının
gerçek çıkarlarını yalnızca Marksistlerin doğru biçimde kavrayabileceğini
ileri sürmeleri meşrudur. Marksistler bu konuda mutlak kesinlik iddiasın­
da bulunmadıkları ve bu belirsizliğin siyasî ve ahlâk! sonuçlarına uydukla­
rı müddetçe, proletarya Marksizmden devşirilen ‘doğrular’ın kendisine zorla
empoze edilmesine karşı korunm uş demektir. Marksistler eğer kendi prog­
ramlarım uygulamak istiyorlarsa bizzat proletaryayı (ve geniş kamuoyunu)
Marksist analizin doğru, var olan hâkim inanışların ise yanlış olduğuna ikna
etmek zorundadırlar.
Bu nokta olduğundan daha basitmiş gibi sunulmamalıdır. Örneğin yapı­
salcılık ile insan öznelliği ve tercih gibi demokratik kavramlar arasında bir
gerilimin olduğu açıktır. Tercüme kurallarının bizzat kendisi Marksizm ile
paradoksal bir ilişki içindedir zira eğer Marksizm doğru ise tercüme kural­
ları burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden birer sapmadır. Bunlar, uygulan­
dıkları teorinin kendisi hakkındaki şüpheleri sistemli hale getirmektedir­
ler. Bu durum ikinci bir komplikasyon ile bağlantılıdır. Tercüme kuralla­
rı Marksizme dışsaldır. Bu kurallar demokratik Marksistler için gereklidir,
Marksist pratiğe tutarlı biçimde dahil edilebilirler ama Marksizmden türe­
mezler. Daha önce metateoriye referans yaparken kastettiğim şey de buydu:
burada savunulan fikir Marksizm hakkındadır ve Marksizm içindir ama ken­
di başına Marksist bir fikir değildir. Bu tür bir metateorik düşünme Marksist
olmayanlar tarafından da eşit ölçüde uygulanabilir; aslında hakikati bil­
me iddiasına sahip, dünyayı değiştirmeyi amaçlayan tüm teorik sistemle­
rin (otoriteryen toplum mühendisliği dinden, milliyetçilikten, faşizmden
ve hatta liberalizmden bile türeyebilir) savunucularının tercüme kuralları­
na uyması gerekir. Bu kuralların Marksist kökenli olmaması fark eder mi?
Yalnızca Marksist açıklamanın insan düşünce ve hayatının her yönünü kap­
sadığı varsayımından hareket edildiğinde eder. Burada yapılan metakuram-
laştırma otonom normatif düşünce alanının varlığını veri kabul eder.

U ç Şapka

Şimdi tercüme kurallarının Marksizmin kendisi için ortaya koyduğu so­


nuçlara geri dönelim. Yukarıda anlatılanlar Marksist bir rol farklılaşmasının
gerekli olduğunu düşündürüyor. Marx, ‘[f]ilozoflar dünyayı yalnızca yorum­
ladılar... oysa önemli olan onu değiştirmektir’ diye yazarken Marksistlerin
biri yorumlayıcı diğeri eylemci olmak üzere dünyada iki rolü olduğunu
ima ediyordu. Bu ikinci kategorinin içinde politikacı ile anayasa yapan ku­
rucu yahut Kanun Koyucuyu birbirinden ayırmayı öneriyorum. Gerçekte
Marksistlerin üç şapkası vardır; teori ile pratiği birbirine demokratik bakım­
dan uygun biçimde bağlayan yöntem ise Marksistlerin bu şapkalardan han­
gisini giydiğine bağlı olarak değişiklik gösterir. Aşağıda yapılan rol tarifi nor­
matiftir; gerçekte varolan Marksist aktörleri değil, her bir rolün tercüme ku­
rallarına bağlı kalarak uygun biçimde nasıl oynanacağını tarif eder.
Marksistler yorumlayıcı olarak çok büyük teorik iddialarda bulunm ak­
ta özgürdürler. Bundan kastettiğim şey, demokratik açıdan, bütünsel tarih ve
toplum teorileri geliştirmeye, toplumsal düzenlemelerde çok kapsamlı deği­
şiklikler yapmayı gerekçelendirmeye haklarının olduğudur. Yani bazı eleş­
tirmenlerin ‘totaliterliğe yol açabilecek’ gibi görebileceği türden bir teorik fa­
aliyet yapmalarına izin vardır. Kapsamlı ve radikal kuramlaştırma siyasi pra­
tik bakımından riskler içerir. Bu risklerle başa çıkmanın yolu tercüme ku­
rallarına uymaktır. Alternatif risk yönetimi stratejisi olan radikal düşünce­
leri (kendini inkâr edercesine) bastırmak ise (bazı radikal teoriler içerik ba­
kımından doğru olabileceğinden dolayı) epistemoloji ve insan refahı alan­
larında potansiyel ilerlemelerden vazgeçmeye, insan yaratıcılığına gem vur­
maya, demokratik arenada ideolojik rekabetin alanını sebepsiz yere daralt­
maya neden olabilir. ‘Doğal’ gibi görünen müesses nizamı koruyanlara, yani
dünyanın gidişatı hakkında eleştirel düşünceden hiçbir çıkarı olmayanlara
sürekli avantajlar sağlayabilir. Statüko kendi teorisyenlerine sahip olmasına
sahiptir ama aslında toplumu eleştirenlerin ve reform yanlılarının teorisyen-
lere daha çok ihtiyacı vardır. Var olan ile olabilecek olan arasındaki boşluğu
doldurmak için teorik düşünme gerekir.
Fütürist teoriye cevaz verildiği takdirde, onu başka bir şey takip eder: ku­
ramcılar sanki oyunda birkaç adım önde olup başkalarının habersiz olduğu
olasılıkları keşfedebilecek durum da olduklarını ileri sürebilme hakkına sa­
hiptirler (çünkü mantıksal olarak bunu yapmak zorundadırlar). Teorik faa­
liyet (en azından onun radikal türü) zorunlu olarak öncücülüğün bir biçimi­
dir. Radikal düşünürün içindeki popülist, kitlelerin alınterinden gelen bilgi­
sinin ve sağduyusunun önünde diz çökebilir. Ancak, radikal kuramcılar te­
orik şemalarında popüler içgörüye bir yer ayırabilseler dahi, bir yandan hal­
kın ardından yürüyüp öbür yandan radikal düşünürler olarak kalamazlar
(bu en azından radikal değişim süreçlerine gerçek katkıda bulunanlar için
doğrudur). Radikal teorik çalışma her zaman uzak görüşlü insanların işi ol­
masa bile, hep ileriye bakan insanların işidir. Hedefleri demokratik olabilir,
ama kendi içinde asla özgül olarak demokratik değildir.
Politikacı olarak Marksistler başkalarını kendi dünya görüşlerinin geçerli
olduğuna ikna etmeye ve halkın desteğini kazanıp onu, belirli adaletsizlik­
lere karşı çıkmak veya toplumsal sistemi dönüştürm ek için seferber etmeye
çalışırlar. Böyle durumlarda Marksistler (muhalif ya da yönetici olarak) ey­
lemci şapkasını takarlar; teorilerini bir yandan uygulamaya, diğer yandan da
pratik aracılığıyla sınamaya ve tadil etmeye çalışırlar. Marksist politikacılar,
çoklu politik olasılıklara açık prosedürel-demokratik kanalların içinde ka­
larak faaliyet göstermeyi taahhüt etmekle birlikte, uygulanabilmesi iktidara
gelmeyi gerektiren belirli bir vizyon ve programa da sahiptirler. Bu amaçları­
na ulaşabilmek için prosedürel demokrasiyi her zaman hazır bulamayabilir­
ler. Örneğin bir diktatörlük ile karşı karşıya kalmış olabilirler. Marksistlerin
demokratik olmadığı belli olan bir rejimle karşılaşmaları halinde şiddet kul­
lanmaya hakları vardır, formel bir demokrasiyi kurmak için gerekirse ço­
ğunluğa erişmeyen bir destekle dahi bunu yapabilirler. Biçimsel demokra­
sinin mevcut olduğu yerlerde ise Marksist politikacılar halkın rızası ile ikti­
dara gelebilme yolunda siyasi faaliyet yürütürler. Aynı şekilde, ilkeli prose-
dürcüler olarak halkın desteğini kaybettikleri zaman iktidardan çekilmeleri
şarttır. Demokrasiye içkin özgürlükler ile hayati önem taşıyan diğer özgür­
lüklere saygı gösterdikleri takdirde, iktidardayken devletin demokratik ceb­
ri gücünü meşru biçimde kullanabilirler.
Marksist politikacıların tüm enerjilerini devlete odaklamaları elbette ge­
rekmez. Sosyalistler iktidarda olsa da olmasa da, toplumsal kazanımları ga­
ranti altına almak yahut savunmak için sivil toplumun içinde de kampan­
ya yapmaya hakları vardır (Marksist olarak bunu yapmaya belki de mecbur­
durlar) . Marksist politikacılar prosedürel demokrasinin ilkeli destekçisi ol­
masına olmalıdırlar, ama sivil toplumu ihmal ettikleri takdirde eski ‘parla­
menter budalalık’ suçlamasının bir çeşidine muhatap olabilirler. Radikal si­
yaset çok sayıda alanda yürütülür. Demokratik prosedürcülüğün desteklen­
mesinin ek bir nedeni, sivil toplum un cisimleştirdiği toplantı ve örgütlenme
özgürlüklerini de doğası gereği gerektiriyor olmasıdır. Prosedürcü bir açı­
dan bakıldığında, devlet ile sivil toplum aktörleri arasındaki temel fark, so­
nuncuların toplumsal değişimi kendisiyle aynı örgütte birleşmeyenlere em­
poze etme yetkisine sahip olmamasıdır. Ama Marksist politikacılar da dahil
olmak üzere radikal demokratların hayranlık duyduğu birçok başka şeyi ya­
pabilirler: politik değişim için ajitasyon yapmak, yerellerdeki adaletsizlikle­
re karşı savaşmak, sivil örgütlerin içinde katılımcı öz-yönetimi başlatmak,
popüler kültürü biçimlendirmeye çalışmak, kamuoyunun seçim sandığının
yeterince yansıtmadığı duyarlık yoğunluklarını yansıtmak gibi. Marksist po­
litikacılar hem parti hem de hareket politikası yaparlar.
iktidardaki Marksistler Kanun Koyucu olarak demokratik idareye uy­
gun kuram ları tasarlarlamaya katkıda bulunurlar. ‘Kanun Koyucu’ terimi
Rousseau’dan ödünç alınmıştır ama Rousseaucu anlamdaki Kanun Koyucu
ile arasındaki benzerlik hayli kabadır. Marksist anlamıyla Kanun Koyucu
ne bir bireyi tanımlar ne de üstün niteliklere sahiptir (radikal siyaset de el­
bette geçiş ve kurucu nitelikteki değişim dönemlerinde kendi karizmatik li­
derlerini ortaya çıkarsa da bu böyledir). Kanun Koyucu olarak Marksistler
-ya bir diktatörün devrilmesinin ardından iktidarı devralarak ya da halktan
anayasa reformu yapma yetkisi alarak- kendilerini bir anayasa yapma ko­
num unda bulurlar. Burada önemli ve tercüme kurallarına uygun olan şey
Marksistlerin anayasa yapıcıları olarak ‘sosyalist demokrasi’nin kuram larını
değil, sosyalistlerin m üm kün olduğu kadar adil bir oyun sahasında karşıtla­
rı ile etki ve iktidar uğruna rekabet edebileceği biçimsel demokrasinin ku­
ram larını oluşturmalarıdır. Aşağıda daha bütünlüklü biçimde açıklanacağı
gibi, bu onların Marksizmlerini geride bırakmalarını gerektirmez. Marksist
Kanun Koyucular, liberal demokrasi konusunda muhafazakâr bir anlayışın
sınırlarını ortaya koymak, liberal demokrasinin bugün reel olarak var olan
parlamenter düzenlerin dışında bırakılan anayasal özelliklere bizzat kendi
mantığı gereği, ihtiyaç duyduğunu -yahut en azından izin verdiğini- göster­
mek için Marksist demokrasi teorisinin içgörülerini kullanabilirler.
Marksist Kanun Koyucular bu anlamda anayasal olarak sosyalizm tah­
kimatı yapamazlar. Böyle yapmak belirsizliğin kabulünü şart koşan birin­
ci tercüme kuralını görmezden gelmek demektir. Marksistler sosyalizmin
haklılığından hiçbir zaman, kendilerini sosyalizmi anayasanın içine yerleş­
tirmeye yahut toplumsal telos olarak kanunlaştırmaya yetkili (veya mec­
bur) hissedecek denli emin olamazlar. Sosyalizmin yasal olarak korunm a­
sı her halükârda onu savunma sorum luluğunu haddinden fazla hakimlere
ve avukatlara yükler. Toplumsal sistemin hedefleri demokratik alanda belir­
lenmelidir. Marksist Kanun Koyucular haklar bildirgesinde üretim araçları­
nı kamu mülkiyetinden koruyan yahut ortodoks makro-ekonomik politika
sınırlamaları getiren hüküm ler varsa bunlara karşı çıkabilirler; aynı zaman­
da, iktisadi işletmelerin yönetiminde seçim demokrasisi kurallarının uygu­
lanmasına izin vermeyi isteyebilir, belki hatta talep edebilirler. Seçim kam­
panyalarının özel finansmanını kısıtlayan, rakip partilerin devlet medyasına
eşit ölçüde erişimini güvenceye alan, gazete ve partilerin kamu sübvansiyo­
nu ile desteklenmesini öngören anayasal hükümlere sempatiyle yaklaşarak
bunları yerleştirmeyi düşünebilirler. Burada önemli olan kesin bir liste ver­
mek değildir; bu listeye eklenecek veya listeden çıkarılacak şeyler tartışıla­
bilir. Burada esas söylenmek istenen şey, Kanun Koyucunun yaptığı her şe­
yin eşitlikçi ve evrenselci temellerde savunulabilir olmasının ve makul olan
en geniş çoğulculuğu korumasının zorunlu olduğudur. Kanun Koyucu, bu­
rada bahsettiğimiz türden Marksistlerin, prosedürcü demokratlar ile paylaş­
tığı aynı meta-ilkelere başvurmak zorundadır.
Yorumlayıcı, politikacı ve Kanun Koyucu arasındaki ilişki nedir? Birinci
önemli nokta şudur: bu üç rol prensipte tek bir kişide birleşebilir. Şapka
takmaktan bahsetmemin nedeni budur: bu popüler metafora göre, tek bir
kişi farklı bağlamlarda farklı şapkalar takabilir. Burada önemli olan şey,
Marksistlerin belirli bir durumda hangi şapkayı takmaları gerektiğini anla­
yıp bu rolün gerektirdiği reçetelere/yasaklara uymalarıdır. Marksizmin ta­
rihsel ‘felâketlerinin pek çoğu bu rol ayrımına uygun davranmakta başarı­
sız olmasına bağlanabilir. Yanlış bilinci veri alarak şiddete dayalı öncücü ik­
tidara onay veren Marksist kuramcı ile sosyalizmin kaçınılmazlığı teorisi­
nin yön verdiği, sosyalist bir anayasal düzen kuran anayasa yapıcısı: bunlar
otoriter ve totaliter sonuçlara yol açan rol karmaşasının yalnızca iki örneği­
dir. Ancak, rol ayrımı bizi yalnızca anti-demokratik iktidara karşı değil, de­
m okrasinin gerektirmediği türden reformist geri çekilmeye karşı da korur.
Radikal sosyalist hedeflerin çoğulculuk ve açıklık ile uyuşmadığı gerekçesiy­
le bir kenara bırakılması gerektiği sonucuna varan prosedürcü ile demokra­
sinin ekonomik alana doğru genişletilmesine ideolojik tarafsızlığı ihlâl ede­
ceği gerekçesiyle karşı çıkan anayasa yapıcı: her ikisi de dönüştürücü olası­
lıkları gereksiz biçimde engelleyen bir rol karmaşasının örneğidir. Yukarıda
verdiğimiz birinci örnek seti prosedürelin politik içeriğe indirgenmesini içe­
rirken, bu sonuncusu ise prosedürcülük adına farklı toplumsal hedeflerin
arasındaki rekabeti gayrimeşru biçimde kısıtlar.
Marksizmin Kanun Koyucunun rolünü tanımaktan kaçınması klasikleş­
miş bir şeydir ve ilginç ve önemlidir. Bunun nedeni Marksistlerin anayasa
yapmaktan kaçınması değildir; onu, özünde, politik-yasal üstyapının ekono­
mik altyapının ve tarihsel durum un gerekliliklerine uygun hale getirilmesiy­
le ilgili (gerçekte devrimin tavında dövülen) ikincil bir moment olarak gör­
mesidir. Ortodoks Marksizm politik kurumlara ve dolayımlara bağımsız bir
ağırlık ve değer vermekte başarısız olduğu için Kanun Koyucunun ayırt edi­
ci özelliklerini pek kavrayamamıştır. Buna göre Kanun Koyucunun görevi
(Lenin’in Ocak 1918’de Kurucu Meclis’i lağvetmesinde olduğu gibi) içeriğe
dair tarihsel hedefler uğruna müadele eden devrimci harekete kumanda et­
mektir. Sosyalistlerin iktidara gelip yönetebilmek için parlamentoyu kullan­
ması gerektiğim düşünen Kautsky gibiler bile işçi sınıfının artan sayısal gü­
cünün sosyalizmi kaçınılmaz kıldığını var sayarak (ki bunun hatalı bir var­
sayım olduğunu biliyoruz) prosedürcülük ve Kanun Koyucu hakkmdaki zor
soruların etrafından dolanmışlardır.
Bununla birlikte, Kanun Koyucunun rolü konusunda bir kavra­
yış Marksistlerin arasında tedrici olarak gelişmiş gibidir. Bu kavrayış,
prosedürel sınırlar çerçevesinde demokrasiyi derinleştirmeyi öngören
Avrokomünistlerin teorik duruşunda üstü kapalı olarak ortaya çıkmıştır.
Sandinistler (belki de kendilerine rağmen) Nikaragua’da anayasal demok­
rasinin kurucusu oldular. Bu büyük ihtimalle Meksika’daki Zapatistalar’m
anayasa reformu için ajitasyon yaparken oynamak istedikleri role de ilham
vermiştir. Güney Afrika Komünist Partisi’nin (SACP) desteklediği Afrika
Ulusal Kongresi (ANC) de Güney Afrika’da liberal bir demokrasi kurm uştur
ama bunu yapma nedeninin radikal dönüşüme imkân veren bir alan açmak­
tan ziyade bu dönüşüme olan inancını yitirmesi olduğundan şüphelenmek
mümkündür. (ANC ve SACP kadroları arasında hâlâ eski neo-Stalinist mo­
delin peşinde koşan az sayıda insan mevcuttur). Pek çok eski sosyalist halen
prosedürel ilerleme ile neoliberal gerileme arasındaki kavşaktadır. Sosyalist
radikalizm ile ilkeli prosedürcülüğün birleştirilmesi: tercüme kurallarının
izin verdiği bu gıdıklayıcı olasılık -k i içimden buna ‘Kutsal Kâse’ demek ge­
liyor- pratikte hâlâ çok az araştırılmıştır (bu en azından Marksizm için böy-
ledir; insanın kullandığı radikalizm kıstasına bağlı olarak bazı sosyal de­
m okrat akımların bunu yaptığı hükm üne varılabilir). Ayrıntılı içeriği bakı­
mından değişkenlik gösterebilen bu bileşim, Marksist sosyalizmin önünde­
ki tek demokratik yoldur.

T eori Stokları

Marksist teorinin içeriğini buraya kadar yalnızca geçerken ele aldık.


Resmin içinde onun nereye oturduğu hakkında daha fazla şey söylemek la­
zım. Marksistlerin hangi şapkayı taktıklarına bağlı olarak içeriğe ilişkin te­
orik çalışmaların farklı alanlarından yararlanabileceğini ileri sürüyorum. Bu
bölümde politikacı ve Kanun Koyucu rolleri ile ilgileneceğiz. Bunun basit
bir nedeni var: yorumlayıcı rolündeki Marksistler, Marksist teorinin tama­
mını üretir ve ondan yararlanır. Bunlar, diğer iki rolün farklı yönlerinden
yararlanacağı teoriyi geliştirirler. Politikacılar ve Kanun Koyucular ise bu­
nun tersine belirli teori stoklarından yararlanırlar. Politikacılar teorinin ba­
şarılı politik seferberliğe ve sosyalist yönetişime ışık tutan yönüyle ilgilenir­
ken, Kanun Koyucular ise formel kurallar/ prosedürler ile maddi iktidar iliş­
kileri arasındaki ilişkinin Marksist analizlerini dikkate alırlar. Roller ile teo­
rik stoklar arasındaki ilişkiyi tasvir ederek iki iddiamı güçlendirmek ve bir
üçüncüsünü ileri sürmek istiyorum. Birincisi, politikacıyı ilgilendiren (ge­
niş kapsamlı) Marksist teori ile Kanun Koyucuyu ilgilendiren (daha dar kap­
samlı) teorik çalışma bütünü arasında bir fark vardır. İkincisi, yukarıda ele
alınan metateori Marksistlerin demokratik gereklilikleri ihlâl etmeden ayırt
edici biçimde Marksist, hatta ortodoks teorik konum lar almalarına izin ve­
rir. (Bu Marksistlerin ortodoks olmasını elbette gerektirmez: kastedilen şey
buna olanak tanınmasıdır). Üçüncüsü, Marksist teori demokratik ve ilerici
siyasete yararlı katkılarda bulunabilir. Bu sonuncu iddiayı burada yalnızca
geçerken ve zımnen ileri sürüyoruz, bu iddiayı yeteri kadar geliştirebilmek
için başka bir yazı (daha doğrusu, birkaç yazı) yazmamız gerekir. Kural ve
rol farklılaşması hakkındaki görüşlerimin geçerliliği burada belirli Marksist
teorilerin yararlılığı hakkında söyleyeceklerime bağlı değildir.
Politikacı Marksist teorik çalışmaların daha geniş bir yelpazesinden yarar­
lanmaya gereksinim duyacakdır. Politikacı olarak Marksistler, Marksizmin
skolastik yönlerine (en azından bunların pratik yararları belirgin hale ge­
lene kadar) daha az ilgi göstereceklerdir. Esas ilgilendikleri şey (belirli ter­
cihlere işaret etme ya da genel bir yönelim sunma anlamında) politik eylem
ile doğrudan ilgisi olan teoridir. Bu bağlamda zikredilebilecek çok geniş bir
Marksist teori vardır. Örnek olarak teorik Marksizmin yalnızca iki alanına
odaklanacağım: sınıf analizi ve sosyalizm teorileri.
Marksizmin toplumsal değişimin potansiyel destekçileri ile karşıtlarını
ayırt edebilmek için toplumsal güçlere ilişkin analizi politikacıyı kuşkusuz
ilgilendirir. Klasik olarak Marksizm proletaryayı dönüşüm projesinin mer­
kezine koyar. Son yirmi-otuz yılda çoğu neo-Marksist teori kendisini prole­
taryanın misyonunun (hatta belki proletaryanın kendisinin dahi) sona erdi­
ğini, toplumsal değişimin, kadın ve çevre hareketleri gibi yeni öznelerinin
yükseldiğini ilan etmeye adadı.8 Bu yeni Marksizmin sınıf analizini tama­
men rafa kaldırması gerekmez çünkü kendisi de bir yanıyla yeni orta sınıfla­
rın kapitalizmin merkez bölgelerinde giderek artan öneminin fark edilmesi­
ne dayanır. Ancak, işçi sınıfının arka plana itildiği kesindir.
Bu yönelimin katkıları ne olursa olsun (ki bazı katkılarının olduğunu dü­
şünüyorum) demokratik saikler tarafından gerekli kılınmadığım açıkça sap­
tamak gerekiyor. Yani Marksistlerin yeni toplumsal güç ve hareketleri be­
nimsemek için (her türlü eşitliği arzulamak, gezegeni kurtarmak, daha faz­
la halk desteği almak gibi) anlamlı nedenleri olabilir ama bunu demokratik
ehliyetlerini sergilemek amacıyla yapmaları gerekmez. Sınıf temelli hareket­
ler demokratik olabilirler, sahip oldukları hassasiyetlerin popüler düzeyde
tanınması için rekabet eden meşru sektörel çıkar grupları işlevini görebilir­
ler. İşçiciler toplumsal bakımdan daha kapsayıcı güçlere nazaran daha güç
destek bulabilirler; örneğin cinsiyet ve ekoloji konularında en iyi politikala­
ra sahip olup olmadıkları kesin değildir. Yine de, -isteklerini başkalarına de­
mokratik olmayan biçimde empoze etmemeyi öngören- prosedürel kuralla­
ra uydukları müddetçe demokrasiye karşı içkin bir tehdit oluşturmazlar (tek
bir harekete daha büyük politik canlılık vereceği için sınıflar arası ittifaklar
gerçekte daha büyük bir tehdit oluştururlar). İşçi sınıfını siyasi bakımdan
küçümsemek için hangi gerekçe mevcut olursa olsun, çoğulculuğun gerek­
lilikleri bunlardan biri değildir.
Marksist düşüncede proletaryanın yüceltilmesi bu düşüncenin bir he­
def olarak sosyalizme öncelik vermesi ile bağlantılıdır. Marksizmi ‘yeni top­
lumsal hareketler’ temelinde eleştirenlere göre, sosyalizme odaklanmak ken­
di başına demokratik olmayan biçimde dışlayıcıdır ve öteki ilerici hedefle­
ri önemsiz kılar. Hâlbuki, politik açıdan, Marksizmin bir sosyalist dönü­
şüm teorisi haricinde sunabileceği ayırt edici fazla bir yönü yoktur. Böyle ol­
duğu için demokratik olmaması da gerekmez. Sosyalizm özel bir ihtiyaçtır.
Ekolojik sürdürülebilirlik, meşru kültürel kimliklerin uygun biçimde tanın­
ması ile elbette ırk, etnisite, cinsiyet eşitliğini de içeren ihtiyaç listesinin ta­
mamını kapsamaz. Sosyalizm en başta ekonomik yaşamın kolektif biçimde
yönetilmesi ve maddi eşitliğin geliştirilmesi ile ilgilenir. Sosyalizm bu anla­
mıyla mümkün ve arzu edilir bir şey olmaya devam ettiği müddetçe bugün
ve gelecekte sosyalizmden çıkarı olan toplumsal güçleri arayıp bulmaya ça­
lışmak akla yatkındır. Proletarya bu çıkara sahip merkezi toplumsal güç ol­
sun veya olmasın (meslek sahibi katmanların, gönüllü çalışma ve kamu sek­
törlerinin ve marjinal yoksulların arasında başka adaylar da m evcuttur), sos­
yalizmden çıkarı bulunan toplumsal gruplar manzumesi ile yeni hareketle­
rin kitlesinin (aralarında ne kadar örtüşme olursa olsun) tam olarak aynı ol­
maması kuvvetle muhtemel görünmektedir. Bu nedenle, somut ve potansi­
yel sosyalizm yanlısı güçleri tanımlamak, bunlarla yeni toplumsal hareketle­
rin taraftarları arasındaki muhtemel gerilimleri anlamak Marksistlerin özel
bir görevi olmaya devam ediyor.
Her hâlükârda, ilerici güçlerin zemininin yeni hareketleri içine alacak bi­
çimde genişlemesinin işçi sınıfının ve yoksulların, değişim hedefli ittifak­
ların içinde daha öncelikli bir siyasi rol oynamasının savunulması ile çatış­
ması gerekmez. Burada Marksistlerin sınıfa olan ilgilerinin (negatif olarak
izin vermenin tersine) daha pozitif bir savunusunu yapmak sahiden m üm ­
kündür. Uzun bir kapitalist geçmişi olan toplumlarda yeni toplumsal güçler
ile doğrudan ilişkisi olan siyasi partiler seçmenlerin yüzde 8-10’undan faz­
lasının oyunu nadiren alabiliyorlar. Seçim dinamikleri daha merkezde bir
yoğunlaşmayı teşvik etse bile, temel parti-siyaset ayrımı sağ-sol ekseninde
oluşmaya ve sınıfsal farklılaşmanın üzerinde yükselmeye devam ediyor. Yeni
hareketlerin daha geniş bir destekçi tabanına ihtiyaçları var ve doğal m üt­
tefiklerini ‘eski’ işçi hareketlerinin içinde bulmak mümkün. Şu anda bu iki­
si arasındaki ittifaka (işlev görebildiği her yerde) her ikisinde birden en et­
kin güç olan orta sınıflar aracılık ediyor. Eğer bu aşağıdan yukarıya doğru
kurulan bir ittifak haline gelirse, emekçi ve yoksulları yeni hareketin akti­
vizmine bütünüyle dahil etmek gerekli olabilir. En azından metropollerdeki
yeni hareket elitleri ile (kültürel sağa kolaylıkla kayabilecek) işçi sınıfı ara­
sında bir kutuplaşmanın ortaya çıkmasını önlemenin yollarını bulmak zo­
runludur. Orta sınıfların ilerici siyasetin komuta kademelerini büyük ölçü­
de kontrol etmesi epey can sıkıcıdır; işçi sınıfı katılımını arttırma konusun­
da düpedüz (mikrokozmik) bir demokratik-temsili argüman da ileri sürü­
lebilir. Proletaryaya yönelik Marksist teorik ilgi (Marksist olan ve olmayan)
radikal politikacılar için önemini korumaktadır.
Marksist politikacılar toplumsal güçlerin Marksist analizinden yararlan­
dıkları gibi, kapsamlı ekonomik yeniden örgütlenme programlarını oluştur­
mak için de Marksizmin her türlü kılavuzluğundan sonuna kadar yararlan­
malıdırlar. Zira prosedürel demokrasi yoluyla iktidara gelen politikacıların
yapmak zorunda olduğu şeyler bunlardır. Marksist dolap bu alanda oldukça
boştur. Klasik Marksizm sosyalist ekonominin teorileştirilmesi konusunda
çok az şey sunmuştur; ‘reel sosyalizm’ koşullarında Marksist ekonomiyi ha­
yata geçirme çabalarının tamamı ise pratikte başarısız olmuştur. Sosyal de­
mokrasi çok daha başarılı olmuştur ama bunu Marksizmden pek az yardım
alarak başarmıştır. Marksist politikacının bu alanda Marksist olmayan teorik
kaynaklara bakması neredeyse zorunludur. Yine de, Marksist teorinin eko­
nomi inşası alanında dahi yararlı veçheleri vardır. Yalnızca iki genel veçheyi
anmak gerekirse, Marksistlerin ekonomik biçimlerin tarihsel karakterine ve
hangi toplumsal grupların ekonomik varlıkları kimin çıkarları için kontrol
ettiği sorularına olan ilgisi ekonomik tercihlerin değerlendirilmesi bakımın­
dan gerekli olmaya devam ediyor. Marksist eleştirinin tarafsız teknik öner­
meler kisvesine bürünen ekonomik söylemlerin ideolojik kodlarını çözmek­
te özellikle yararlı olduğu ortaya çıkabilir. Tüm bilimsellik yönelişi ile birlik­
te, Marksizm ekonomik programların kavranabilmesi için özgül değerli nor­
matif fikirler de verir. Özellikle yabancılaşma teorisi ile onun pozitif karşıtla­
rı olan işyerinde kendi kaderini tayin etme, toplumsal bakımdan gerekli ol­
mayan iş bölüm ünün aşılması ve yaratıcı emeğin (ücret ilişkisinin içinde ya­
hut Gorz’un önerdiği gibi dışında) serpilmesi bunların arasında sayılabilir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Marksizm tarafından gerekli ve ayrı bir
rol olarak tanınmış olmamakla birlikte, Kanun Koyucu da Marksist teori­
nin belirli bir stoğundan yararlanabilir. Prosedürcülük kavramı siyasi ba­
kımdan anlamlı ve gerekli olmakla birlikte hiçbir zaman kendisini masum
bir biçimde sunmaz. Gerçek dünyada Kanun Koyucu toplumsal iktidar iliş­
kileri hakkında birşeyler bilmeye ihtiyaç duyar. Prosedürel demokrasi sahi­
cidir çünkü birden çok rakip partinin zafer kazanabilme olasılığına olabil­
diğince açıktır ve sonucun bir ölçüde belirsiz oluşunu kurumsal hale geti­
rir. Yine de, tarafsızlığı içkin olarak en az iki yolla sınırlanmıştır. Birincisi,
farklı oylama ve karar alma kuralları farklı politik sonuçlar vermeye meyilli­
dir. Kurallar sonuçları önceden belirleyemez ama istisnasız biçimde etkiler.
İkincisi, prosedürel demokrasinin alanı meselesi vardır. Eğer prosedürel de­
mokrasi bağlayıcı kurallar ve kanunlar koymayı meşrulaştırma yöntemi ise,
hangi iktidar alanlarının prosedürel-demokratik kararlar ile kontrol edilme­
yi gerektirdiği sorusunu cevapsız bırakır. Bu sorunun hiçbir ‘tarafsız’ ceva­
bı yoktur. Kavramın içinden çıktığı liberal teorik yapıya göre prosedürel de­
mokrasi yalnızca devlet için gereklidir ve çok geniş alanlar devlet iktidarının
sınırları dışında kalır. Tartışmalı biçimde ekonomi de bu alanların arasında
sayılır. Marksist eleştiri tam da burada anlamlıdır.
Biçim ile içerik arasındaki karmaşık karşılıklı etkileşimin farkında olan
Marksist Kanun Koyucular, kendilerinin belirli bir ölçüde ve kaçınılmaz
olarak politik oyuncular olabileceğini kavrar. Marksist Kanun Koyucuların
(makul olmayan tarzda ideolojik hasımlarma dezavantaj oluşturacak) prose­
dürler belirlemeye farklı görüşteki anayasa yapıcılarından daha fazla yetki­
li olmadıkları şüphesizdir. Bununla birlikte, bunu evrenselci ve eşitlikçi te­
mellerde bağımsız biçimde meşrulaştırabildikleri takdirde, kendi hareketle­
rinin ve taraftarlarının ilerlemesinin önündeki engelleri kaldırmaya yaraya­
cak anayasal tedbirler için bastırmaya hakları vardır. Önceden değindiğimiz
bir örneğe geri dönersek, Marksist Kanun Koyucular, ifade özgürlüğünün
devletin seçim kampanyası harcamalarını denetlemesini engelleyecek şekil­
de korunmasını savunmakta haklı olarak isteksiz davranırlar. Kampanya fi­
nansmanının kontrol edilmesine kapı aralayan Marksist Kanun Koyucular
genel anlamda ifade özgürlüğünü ihlâl etmiş ya da sosyalistlere adil olmayan
avantajlar sağlamış olmazlar. Kendi ideolojik taraflarına yardım ediyor ola­
bilirler (zira kapitalizm var oldukça sosyalistler daha az finansal desteğe sa­
hip olacaktır) ama bunu sahayı eğip bükerek değil düzleştirerek yapıyor ol­
maları çok önemlidir.
Kanun Koyucu tüm bunları yaparken kapitalizmde devlet iktidarının
Marksist analizinden yararlanır. Bu analiz bütünü, Marksist anayasa yapıcı­
ların dikkatini sermayenin gücünün prosedürel demokrasinin adil işleyişi­
ni ihlâl etme yollarına çeker. Sermayenin dolaysız siyasi gücünün ‘araçsal-
cı’ açıklamaları Kanun Koyucunun, kampanya finansmanı, medyanın kont­
rolü, bağışların şeffaflığı ve benzeri konulara (anayasal düzeyde) el attı­
ğında izlediği yola ışık tutar. ‘Yapısalcı’ kapitalist devlet teorileri ise üretim
araçlarının büyük ölçekli mülkiyet ve kontrolünün getirdiği dolaylı iktida­
rı Kanun Koyucuya hatırlatır.9 Marksistlerin piyasa ekonomisinin birbirin­
den bağımsız, eşit taraflar arasındaki gönüllü değiş tokuşun alanı olduğu
ve korunmayı hak ettiği yolundaki liberal anlayışı kabul etmemesi doğru­
dur. Bunun yerine, ekonomiyi hesap sorulamayan, demokratikleştirilme­
si gereken iktidarın alanı olarak görürler. Bu teorik anlayış, onların (daha
önce belirtildiği üzere) üretim araçlarını kamu mülkiyetinden veya prose­
dürel demokrasiden korumaya neden isteksiz olduklarını açıklar. Tekrar et­
mek gerekirse, bu tür bir korumaya karşı çıkmak ekonomik demokrasi için
bir seçim vekâleti bulup uygulama yönünde ellerini serbest bırakarak sos­
yalistlere yardım eder. Ancak, bu karşı çıkışı, bu noktadan bağımsız biçim­
de, prosedürel-demokratik denetimin alanının genişletilmesi ve kaçınılma­
sı m üm kün olmayan zor tercihler karşısında yapılan, meşru bir özgürlük-
demokrasi takası olarak da gerekçelendirmek mümkündür.
Marksist teorinin iktidar konusundaki gerçekçiliği naif prosedürcülüğe
karşı gerekli bir panzehirdir. Kanun Koyucu elbette ihtiyaç duyduğu her
şeyi Marksist teoride bulamaz. Liberal siyasal düşüncenin kendisinin ikti­
dar meselesine olan ilgisi ve bu konudaki ihtiyatlı tutum u önemli bir kay­
nak oluşturabilir. Kanun Koyucuların Marx, Miliband ve Poulantzas’ın yanı
sıra Locke, Madison ve John Stuart Mill’i de okuması gerekecektir.10 Dahası,
Marksizm sınıfa odaklandığı için, enformel iktidarın naif prosedürcülüğün
iddialarını altüst eden diğer boyutlarını gözden kaçırabilir. Demokratik zih­
niyet sahibi hiçbir Kanun Koyucu, anayasaya uzmanlara ve bürokratlara aşı­
rı yetkiler veren maddeler koymayı istemez. Dolayısıyla burada Weber’i oku­
mak da gerekir. Feminizm ile aşina oluşu Kanun Koyucuyu prosedürel oyun
sahasının patriyarkal biçimde eğilip bükülmesine karşı teyakkuz halinde tu­
tar. Özellikle Kanun Koyucu için geçerli olmakla birlikte, bu üç rolün her­
hangi birini oynayan hiçbir Marksist (Talmud alimlerinin yaptığı gibi) ge­
rekli tüm bilgeliği tek bir kaynakta arayıp bulamaz.

Sonuç

Bu yazı Marksizmi kurtarmayı denemedi, zira Marksizmin içeriğinden zi­


yade metateorisine odaklandığı için bunu başarması zaten m üm kün değil­
di. Bu yazı Marksizm adına biri zayıf diğeri güçlü iki tezin savunusu olarak
okunabilir. Zayıf tez büyük ölçüde negatiftir ve Marksizmin doğru olmasını
gerektirmez. Marksistlerin demokrasi dostu olmak istedikleri takdirde uy­
maları zorunlu davranış kuralları ile ilgilidir. Böyle de olsa, bu tez geniş kap­
samlı Marksist teoriye (genelde demokrasi dostu olmadığı düşünülen parça­
larını da içerecek biçimde) varlık olanağı tanır.
Daha çok geçerken tartıştığım daha güçlü teze göre Marksist teori demok­
rasi inşasına ve toplumsal bakımdan arzu edilir diğer projelere yararlı katkı­
larda bulunabilir. Burada tercüme kurallarının verdiği izin negatif değil po­
zitif, sınırlayıcı değil etkinleştiricidir: değerli bir teorik bütünün özgürleşme
mücadelesinin içine yeniden girmesine olanak tanır. Burada benim amacım
Marksizmin, kitlelerin sosyalizme destek vermesini sağlayıp onu inşa etme­
ye başlaması için politikacıya; liberal, evrenselci ve eşitlikçi hedeflerin tü­
münü birden gözeten bir anayasa yapması için de Kanun Koyucuya yardım­
cı olabilecek bazı ayırt edici öncelik ve yaklaşımlarını saptamaktır.
Bu yazının büyük bölümü normatif ve politik momentleri Marksizmin
genelde yaptığından daha ciddiye alan demokratik teorinin diliyle yazıldı.
Marksistler tarihin şaşmaz biçimde sosyalizme doğru hareket ettiğine ikna
oldukları için bu toplumsal düzenin tercih edilecek veya edilmeyecek bir
şey olup olmadığı ile tercih etmeye değer olup olmadığı sorularının üzerin­
de düşünmediler. Bilimsel sosyalistler bu tür etik (spekülatif, ideolojik ola­
rak da okunabilir) kaygıları ‘ütopik’ buluyorlardı. Sosyalizmin ileriye doğru
yürüyüşünün son birkaç onyılda geriye çevrilmesi ve Doğu Bloğu’nun hata­
larının tamamen ortaya serilmesi pek çok Marksistin temel ilkelere geri dö­
nüp evvela neden sosyalist oldukları, sosyalizmin m üm kün ve arzu edilir
olup olmadığı, eğer m üm kün ve arzu edilir ise Marksizmin onu gerçekleş­
tirme mücadelesine ayırt edici bir katkıda bulunup bulunamayacağı sorula­
rını yeniden ele alıp açıklamalarına neden oldu. Normatif olana bu geri dö­
nüş esnasında Marx’tan etkilenen Cohen, Elster, Geras, Habermas ve Wright
gibi birbirinden oldukça farklı yazarlar yol gösterici oldular.11 Bu yazı nor­
matif dönüşe bir katkıdır. Böyle olmakla birlikte, bunu yaparken amacım
Marksist teoriyi normatif (veya politik ve demokratik) olana daha geniş yer
ayıracak biçimde, baştan aşağı revize etme çağrısı yapmak değildir. Tüm
Marksistlerin ve aslında tüm radikallerin saygı göstermek zorunda olduğu
metateorik bir güvenlik duvarı inşa etmek gibi daha mütevazı bir strate­
ji öneriyorum. Tercüme kuralları biçimindeki bu güvenlik duvarının ken­
di meşruiyeti için gereken tek şey (yapısalcı veya volontarist, teleolojik veya
olumsallığa dayanan, merkezli veya merkezsizleşmiş) tüm teorik pozisyon­
ların doğruluğunun kesin olmadığının kabul edilmesidir. Başka her şey bu­
radan türer.

Dipnotlar

1- Bu insan h a k la n ihlâlleri sicilini küçüm sem e eğilim deki herkes C ourtois ve diğerlerinin
kitabını (1999) okum alıdır.
2- Bu unsurları içeren çok sayıda eleştirinin bir kısm ı için bkz. Kolakowski (1977); H unt
(1980); C ohen (1982); Buchanan (1986); G ordon (1986); L ukes (1986); Pierson (1989);
Fem ia (1993). Ayrıca, M arksizm in a nti-ütopik eleştirilerinin kısa bir taram ası için bkz.
Geoghegan (1987: 73-86).
3- Lyotard (1984); Laclau and Mouffe (1985); Kellner (1989).
4- Bu pozisyonların ve onların M arksizm ile olan ilişkilerinin yakın dönem de yapılan bir
taram ası için bkz. W alker (2001). Görececilik ve nesnelciliğin aşırılıklarından kaçınarak
M arksist epistem olojiye/ontolojiye göreli olarak yakın sayılabilecek, son dönem de yapıl­
m ış en seçkin katkı Roy Bhaskar’dan gelm iştir. Ö rneğin bkz. Bhaskar (1986).
5- M arx’i bir proto-post-m odem ist olarak yeniden canlandırm aya çalışan hayal gücü yük­
sek çabalar için bkz. D errida (1994) ve Carver (1998). Bu egzersizler bana tu h af ve h at­
ta anlam sız geliyor. D errida’n ın M arksizm in ‘ru h u ’ lehine ‘m ateryalist d o k trin ’den feragat
etm esine Marx acaba ne derdi? Ya Carver’ın kendisini kapitalizm in Foucault’cu bir ‘h a ­
k ikat rejim i’ veya W ittengsteinci ‘yaşam form u’ olu ştu rd u ğ u n u dü şü n en ‘figüratif’ bir ya­
zar ve felsefi idealist olarak okum asına (1998: 20, 27, 59)? Postm odernistlere karşı ciddi
M arksist itirazlar için bkz. Callinicos (1980); Eagleton (1996); Post (1996).
6- M arksizm in bireyin kendi kaderini belirlem esini olum lam asının yararlı b ir savunusu için
bkz. Forbes (1990). Bu çerçevede daha erken tarihli bir çalışm a için bkz. Tucker (1980).
7- M arksist kökenli yazarlardan gelen diğer prosedürel dem okrasi savunulan için bkz.
H eller (1998); H aberm as (1996: 287-28, 4 6 3 -90).
8- C ohen (1982); C ohen ve How ard (1979); C utler ve diğerleri (1977); Laclau ve Mouffe
(1985) ; G orz (1982); H aberm as (1986; 1990); Offe (1972; 1984; 1985a,b).
9- M arksist devlet teorilerinin taram ası için bkz. Jessop (1982); Taylor (1995); Hay (1999).
10- Keane (1988: 3 1 -68).
11- Sitton’a göre (1996: 15), ‘toplum sal çatışm anın norm atif boyutlarının yeniden vurgulan­
m ası yakın dönem M arksist teorisinin tanım layıcı niteliklerinden birisidir’. Ayrıca bkz.
Elster (1985: 529 -3 1 ); W right ve diğerleri (1992: 100); C ohen (1995: 1-18); Haberm as
(1996); G eras (1988).

Referanslar

Bhaskar, R. (1986) Scientific Realism and Human Emancipation. Londra: Verso.


Buchanan, A. (1986) ‘The M arxist C onceptual Fram ew ork and the O rigins of Totalitarian
Socialism’, E.F Paul, J. Paul, ED. M iller J r v e j. Arens (ed.), Marxism and Liberalism. Oxford:
Basil Blackwell içinde.
Callinicos, A. (1980) Against Postmodernism. Cam bridge: Polity Press.
Carver, T. (1998) The Postmodern Marx. M anchester: M anchester U niversity Press.
C ohen, G. A. (1995) Self-Ownership, Freedom and Equality. Cam bridge: Cam bridge U niversity
Press.
C ohen, J. (1982) Class and Civil Society: The Limits o f Marxian Critical Theory. A m herst, MA:
U niversity of M assachusetts Press.
C ohen, J. ve D. H ow ard (1979) ‘W hy Class?’, P. W alker (ed.), Between Labour and
Capital. Hassocks: H arvester Press içinde.
C ourtois, S., N. W erth, J.-L. Pam m e, A. Paczkowski, K. Bartosek veJ.-L . M argolin (1999) The
Black Book o f Communism. C am bridge, MA: H arvard U niversity Press.
Cutler, A., B. H indess, P. H irst ve A. H ussein (1977) Marx's ‘Capital’ and Capitalism Today, cilt 1.
Londra: Routledge and Kegan Paul.
D errida, J. (1994) Specters o f Marx. New York: Routledge.
Eagleton, T. (1996) The Illusions o f Postmodernism. Oxford: Blackwell.
Elster, J. (1985) M aking Sense o f Marx. Cambridge: C am bridge U niversity Press.
Fem ia, J. (1993) Marxism and Democracy. Oxford: C larendon Press.
Forbes, I. (1990) Marxism and the New Individual. Londra: U nw in Hyman.
G eoghegan, V. (1987) Utopianism and M arxism. Londra: M ethuen.
Geras, N. (1988) The Contact of Mutual Indifference: Political Philosophy after the Holocaust.
Londra: Verso.
G ordon, D. (1986) ‘M arxism , D ictatorship and the A bolition of Rights’, E.E Paul, J. Paul, ED.
M iller J r ve J. A rens (ed.), Marxism and Liberalism. Oxford: Basil Blackwell içinde.
G orz, A. (1982) Farewell to the Working Class: An Essay on Post-Industrial Socialism. Boston:
South E nd Press.
H aberm as, J. (1986) ‘The New O bscurity: The Crisis of the W elfare State and the E xhaustion of
U topian Energies’, Philosophy and Social Criticism 11: 3-4 .
H aberm as, J. (1990) ‘W hat Does Socialism M ean Today? The Rectifying Revolution and the
N eed for New T hinking on the Left’, New Left Review 183: 3-21.
H aberm as, J. (1996) Between Facts and Norms: Contributions to a Discourse Theory of Law and
Democracy. Cambridge: Polity Press.
Hay, C. (1999) ‘M arxism and the State’ in A. Gam ble, D. M arsh and T. Tant (ed.), Marxism and
Social Science. Basingstoke: Macmillan.
Heller, A. (1998) ‘O n Form al D em ocracy’, J. Keane (ed.), Civil Society and the State. Londra:
Verso içinde.
H unt, A. (ed.) (1980) Marxism and Democracy. Londra: Lawrence and W ishart.
Jessop, B. (1982) The Capitalist State: Marxist Theories and Methods. Oxford: M artin Robinson.
Keane, J. (1988) Democracy and Civil Society. Londra: Verso.
Kellner, D. (1989) Critical Theory, Marxism and Modernity. Baltimore, MD: Jo h n s H opkins
U niversity Press.
K olakowski, L. (1977) ‘M arxist Roots of Stalinism ’, R. Tucker (ed.), Stalinism: Essays in
Historical Interpretation. New York: N orton içinde.
Laclau, E. and C. Mouffe (1985) Hegemony and Socialist Strategy. Londra: Verso.
Lukes, S. (1986) ‘M arxism and Dirty H ands’, E.E Paul, J. Paul, ED. M iller J r ve J. Arens (ed.),
Marxism and Liberalism. Oxford: Basil Blackwell içinde.
Lyotard, J.-E (1984) The Postmodern Condition: A Report on Knowledge. M anchester:
M anchester U niversity Press. Offe, C. (1972) ‘Political A uthority and Class Structures: An
Analysis of Late Capitalist Societies’, International Journal of Sociology, cilt: İlkbahar: 7 3 -
108.
Offe, C. (1984) Contradictions o f the Welfare State. Cam bridge, MA: The MIT Press.
Offe, C. (1985a) Disorganized Capitalism. Cam bridge, MA: The MIT Press.
Offe, C. (1985b) ‘New Social M ovem ents: Challenging the B oundaries o fln stitu tio n a l Politics’,
Social Research, 52 (4): 817-68.
Pierson, C. (1989) ‘M arxism and Rights’, M .Cow ling ve L. W ilde (ed.), A pproaches to Marx.
M ilton Keynes: O pen U niversity Press.
Post, K. (1996) Regaining Marxism. Basingstoke: M acmillan.
Sitton, J.E (1996) Recent Marxist Theory: Class Formation and Social Conflict in Contemporary
Capitalism. Albany, NY: State U niversity of New York Press.
Taylor, G. (1995) ‘M arxism ’, D. M arsh ve G. Stoker (ed.), Theory and Methods in Political
Science. Basingstoke: M acm illan içinde.
Tucker, D.EB. (1980) Marxism and Individualism. Oxford: Blackwell.
W alker, D. (2001) Marx, Methodology and Science. Aldershot: Ashgate.
W right, E.O., A. Levine ve E. Sober (1992) Reconstructing Marxism. Londra: Verso.
B irikim in M an tığın d an S ın ıf Y apılarının
E k lem len m esin e1

Yahya M. M adra ve Fikret Adaman

Kari Marx’ın iktisadı ile Marksist iktisat, siyasal iktisadın bir eleştirisi ola­
rak, homojen, monolitik ve tamamlanmış bir söylem olarak kavramsallaştı-
rılmamalıdır. Aksine, bu zengin ve yaşamsal önemdeki gelenek birden fazla
sesi ve teori çeşitliliğini barındırır. Açık ki bu kısa makalede, Marksist ikti­
sadın farklı geleneklerinin zenginlik ve karmaşıklığının hakkını vermek fii­
len olanaksızdır.2 Bu çeşitliliği anlama çabası içerisinde bu bölümde, iki ayrı
Marksist proje arasında ayrım yapılacaktır: sermaye birikim sürecini ağırlık
merkezi olarak alanlar ve sınıf sömürüsünü başlangıç noktası kabul edenler.3
İlk proje kendisini kapitalizmi krizle malûl bir servet birikimi süreci olarak
tahlil etmeye hasrederken, İkincisi, farklı sınıf yapılarının (kapitalist, feo­
dal, köleci, bağımsız veya komünal) ve bunların eklemlenmesinin kurumsal
açıdan spesifik tahlilleri olarak tanımlanabilir. Bu ayrım bu bölümün yapısı­
nı da belirliyor. İlk kısımda, anlaşılır bir literatür taraması yapabilmek için
Marksist iktisadın temel kavramlarını özetleyeceğiz. İkinci kısım kapitalizm
hakkındaki birikim teorilerini araştırırken dördüncü kısım çağdaş toplumsal
formasyonlarda artığa el koymanın kapitalist ve kapitalist olmayan biçimleri
üzerine belirli tahlilleri tartışacak. Marksist sömürgecilik ve emperyalizm te­
orileri ile ilgili olan üçüncü bölüm ise bu haliyle bir parantez işlevi görecek.
Son mülahazalar, kapitalist olmayan gelecekleri tasavvur etme ve hayata ge­
çirme yolunda farklı kapitalizm teorilerinin bazı sonuçları üzerinde duracak.
D e ğ e r K a te g o rile ri

Marx Kapitale meta tahliliyle başlar. Metanın, kullanım değeri, değer ve


değer biçiminin bir yoğunlaşması olduğunu ileri sürer. Marx’a göre “bir şe­
yin yararlılığı onu bir kullanım değeri yapar” (1976 [1867]: 126). Şüphesiz
ki bütün kullanım değerleri birer meta değildir. Bir kullanım değeri, müba­
dele için üretildiyse (piyasalar aracılığıyla veya bir merkezi otoritenin karar­
ları doğrultusunda ya da başka bir “bütünleşme biçimi” ile üretilmesinden
bağımsız olarak) bir meta olur. Yine de, bir metanın değerini ve değer biçi­
mini belirlemek için Marx, somut ve soyut emek arasında, bununla ilinti­
li bir başka ayrıma gerek duyacaktır; bu ayrımı en büyük katkılarından bi­
risi olarak görür (Marx, 1972 [1881]). İlki her bir metanın emeğin belir­
li bir biçiminin ürünü olduğuna atıfta bulunurken, İkincisi metaların karşı­
lıklı olarak ölçülebilir olmasının hepsinin insan emeğinin birer ürünü olma­
sından kaynaklandığını ima eder. Farklı biçimde söyleyecek olursak, soyut
emek, bütün somut yönleri ve “duyumsal özellikleri” çıkarıldıktan sonra in­
san emeğinden kalan şeydir. Bu nedenle, “toplumsal olarak gerekli [soyut]
emek-zamanı, herhangi bir kullanım değerini [meta], verili bir toplum için
normal olan üretim şartlan altında, o sıradaki ortalama hüner derecesi ve yo­
ğunluğu ile elde edebilmek için gerekli zamandır” (Marx, 1976 [1867]: 129;
vurgu sonradan). O halde bir metanın değeri, üretilmesi için harcanmış olan
gerçek soyut emek zamanı miktarından bağımsız olarak o metanın, herhan­
gi bir anda, verili üretim şartları altında üretilmesi için toplumsal olarak ge­
rekli soyut emek zamanına eşittir.4
Marx, bir metanın değerini tartışırken dolaşım alanından soyutlar ve sa­
dece üretim şartlarım göz önüne alır. Buna karşılık değer biçimi, yine, öz­
gül üretim şartları veri iken, metayı dolaşım alanında (örn. pazarlarda) tem­
sil eden toplumsal olarak gerekli soyut emek zamanı miktarıdır (Wolff vd.,
1982). Aslında, Marksist iktisat açısından değer ve değer biçimi arasındaki
ayrım o kadar hayatidir ki, Marx’in, emek-deger teorisinden feragat etmek­
sizin üretim ve dolaşım alanları arasındaki ilişkileri tahlil etmesi, ancak bu
ayrım sayesinde m üm kün olacaktır.
Dahası bu ayrım, Kapital’in yapısına da nüfuz etmiştir. Kapital’in birin­
ci cildi boyunca Marx, metaların mübadelesinin değerleri üzerinden ger­
çekleştiğini, metaların değer biçimlerinin değerlerinden sapmadığını varsa­
yar. “Mübadele değeri” geçici kavramını her ikisi için de kullanır. Açıklayıcı
bir mecaz olarak yararı olmakla birlikte bu sınırlayıcı varsayım, dolaşım
ve üretim alanları arasındaki ilişkileri tahlil etmeyi olanaksız kılar. Ancak
Kapital’in üçüncü cildinde bu varsayım kaldırıldığında Marx, kapitaliz­
me özgü bir değer biçimi olarak üretim fiyatları kavramını ortaya atacaktır.
Üretim fiyatları, kâr oranlarının eşitlenmesi yönündeki rekabetçi eğilim al­
tında, dolaşım alanındaki her bir metaya iliştirilmiş toplumsal emek zaman­
larıdır. Aslında Marx’m kapitalist dinamiklere ilişkin tahlilinin büyük bölü­
mü, metalarm üretim fiyatlarının sistematik olarak metaların değerlerinden
saptığı varsayımına dayanır.5

S erm aye D e v r e le r i v e Çok S a yıd a S erm aye

Marx’m sermaye teorisinin yerleşik açıklamaları, basit meta mübadelesi (M


- P - M; M meta, P de para yerine) ile “değerin genişlemesi”ni (P - M - P;
P’>P) karşı karşıya getirir. Örneğin ilki, işçinin, aldığı ücretle tüketim araç­
larını satın almak için (P - M) emekgücünü satma amacı (M - P) olarak gö­
rülür. Diğer yandan, sermayenin devreleri olarak da bilinen İkincisi, genellik­
le sermaye birikiminin varlık nedeni olarak görülür: Kapitalist toplum için
tüketim malları üretiyorsa, bu, iyi niyetinden dolayı değil, kâr etmek uğru­
nadır.6
Sermayenin üç devresini yaratan üç temel sermaye formu mevcuttur.7
Sermayenin ilk devresinde, sermaye para formundayken, satın alma ve öde­
me aracı işlevi görür. Üretim araçları (ÜA) ve emek-gücü (EG) satın alındığı
{P - M (e g ÜA) ...} ve üretime koşulduğu zaman sermayenin ilk devresi ta­
mamlanmış olur. Üretim araçlarının değeri tıpkı diğer metalarm değeri gibi,
onları üretmek için “toplumsal olarak” gerekli olan ortalama emek zama­
nı miktarı ile belirlenir. Buradan, emek gücünün değerinin de işçinin kendi
emek gücünü günbegün yeniden üretmesi için gereken malların ve hizmet­
lerin değerine eşit olduğu sonucu çıkar. Yani, emekgücünü satan kişi, ücret
ödeme biçimi altında aldığı parayla, kendi yeniden üretiminin var oluş araç­
larını, yani tüketim maddelerini satın alır. Kapitalistin bakış açısından ise
emekgücünün kullanım değeri işçi tarafından mesaisi boyunca sarf edeceği
emektir. Bu da bizi bir sonraki devreye götürür.
Sermayenin ikinci devresi sermayenin dolaşımında bir kesinti teşkil eder:
{ P - M (e g ÜA) ... Ü...}. Bu devrede üretken sermaye (P), para sermayenin
başkalaşmış bir hali olarak, meta üretme işlevini üstlenir. Üretken serma­
ye üretim araçlarından ve emek-gücünden oluşur; bunlar, sermayenin bakış
açısından bakıldığında, sırasıyla, değişmez (c) ve değişken sermaye (v) ola­
rak adlandırılırlar. “Üretimin gizli mabedi”ne (Marx, 1976 [1867]: 279] gir­
diğimizde, kârın kaynağı olarak ödenmemiş emeği ayırt edebilir hale geliriz:
üretilen metanın değeri (w), yatırılan sermayenin (c + v) üzerinde ve ötesin­
de olacaktır ve ikisi arasındaki fark artık değere (s), yani canlı emeğin öden­
memiş bölümüne eşit olacaktır: w - (c + v) = s.
Nihayet sermayenin üçüncü devresiyle üretim alanından çıkarak tekrar
dolaşım alanına döneriz. Sermaye devresindeki bu son bağlantıda {... M’ —
P’), sermaye meta biçimini alır ve metalar kitlesinde cisimleşmiş artık emeğin
para sermaye biçiminde gerçekleşmesi için pazarlarda satılması gerekecektir.
Gerçekleşme anı, değerin kendini büyütmesini, ad infinitum [sonsuza kadar
-ç.n.] tekrarlanmak üzere, tamamlar.
Sermaye devreleri {P - M ... Ü ... M ’- P ’} modelinin yardımıyla farklı ser­
maye türlerini birbirlerinden ayırabiliriz. Örneğin devrenin bütünü basitçe
{P - P’}’ne daraltılarak finarısal (para) sermayenin mantığı kolaylıkla özetle­
nebilir: daha çok parayı cebe atmak için borç para vermek. Sermaye devre­
lerinin görece daha ayrıntılı bir versiyonu tüccar sermayesinin (P - M - F ]
yapısını özetler: kâr etmek için satmak üzere meta satın almak. “Sınai” ser­
mayenin İP - M ... Ü ... M ’ - P’} temellendirilmiş bir açıklamasını verebil­
mek, ancak (daima dolaşım alanıyla sarılı halde olan) üretim alanına gir­
mekle m üm kün olacaktır.8 Sonuncusunu önceki ikisinden ayıran şey “sınai”
sermayenin kapitalizm açısından özgüllüğüdür: artık değer yalnızca üretim
alanında harcanan karşılığı ödenmemiş emeğin bir sonucu olarak üretilir.
Bununla beraber Marx’a göre üretim alanı, olabilirlik şartı olarak daima do­
laşım alanını gerektirir. Bunun nedeni kapitalist üretim sürecinin daima bir
emek-gücü pazarına, üretim araçlarının alınacağı bir pazara ve üretilen me-
taların satılacağı bir pazara (yani artık değerin gerçekleşeceği bir pazara)
bağlı olmasıdır.

S ın ıf S ü reçleri v e K a p ita lis t Ş ir k e t

Sınıf kavramı, geçmişteki veya bugünkü bütün toplumsal formasyonlar­


da emeği harcayanların her zaman kendi dolaysız var oluş şartlarım yeniden
üretmek için gerekenden fazlasını ürettiği yalın fikrine dayanır. Artık eme­
ğin harcanması, mülk edinilmesi ve bölüşümü olarak tanımlanan spesifik
Marksist sınıf süreci kavramı, sınıfı toplumsal statüdeki (mavi yakalı-beyaz
yakalı) veya gelir düzeyindeki farklara göre tanımlayan diğer sınıf kavramla­
rından ayrılır (Resnick ve Wolff, 1987). Ayrıca, mülk sahibi olanla olmaya­
nı ayıran mülkiyet temelli ve ezenle ezileni ayıran iktidar temelli sınıf kav­
ramlarından da ayrılır. Ancak bu, farklı sınıf yapılarının bu öteki sınıf anla­
yışlarına referansla kavramsallaştırılamayacağı anlamına gelmez. Öteki sınıf
anlayışları Marx’in yeni sınıf süreci anlayışından eskiye dayansalar da Marx,
kapitalizmin çağdaş varyantları da dahil olmak üzere farklı sınıf yapılarını
tanımlayan karmaşık eşitsizlik, ezme ve sömürü ilişkilerini anlamlandırmak
için diğer sınıf kavramlarına da referans yapmaktaydı. Marksistler de bunu
yapmaya devam etmektedir.
Artığın içinde üretildiği, mülk edinildiği ve bölüşüldüğü farklı biçimle­
rin tanımlanması Marksist sosyal teorisyenin sömürücü ve sömürücü olma­
yan biçimleri birbirinden ayırmasını olanaklı kılar. Örneğin, artık emek aynı
birey tarafından harcanıyor, mülk ediniliyor ve bölüşülüyorsa, Marksistler
buna bağımsız sınıf yapısı adını verecektir. Diğer taraftan, komünal bir sı­
nıf yapısında artık emek onu harcayan kolektivite tarafından mülk edinilir
ve bölüştürülür. Bu ikisi, artığı üretenlerin, bunun mülk edinilmesinden ve
bölüşümünden dışlanmadığı, sömürücü olmayan sınıf süreçleridir. Marksist
yerleşik analiz, artığın emek harcamayan bir grup tarafından mülk edinildi­
ği ve bölüşüldüğü kapitalist sınıf yapısıyla birlikte, diğer sömürücü biçimler
arasında köleci ve feodal sınıf yapılarına da atıf yapar (eski ama sağlam bir
sergileme için bkz. Hindess ve Hirst, 1975).
Tipik çağdaş bir kapitalist şirket genellikle, sınai, mali ve ticari sermaye­
nin bir alaşımıdır. Sınıf analitik bir çerçeve içerisinde bu tür bir şirket değe­
rin içe ve dışa akışının düğüm noktası olarak gösterilir. Bu tür şirketlerin yö­
netim kurulları artık değeri mülk edinmekle kalmaz, başka kapitalist şirket­
lerde mülk edinilen artık değerden de pay alır. Dahası, bu tür şirketler hükü­
metten vergi kesintisi, tüketicilere verilen krediler karşılığında faiz gelirleri
vs. gibi biçimler altında sınıfsal olmayan gelirler de sağlarlar.
Ancak bu şirketlerin yönetim kurulları, bütün bu gelirleri elde edebilmek
için çeşitli harcamalar yapmak zorundadır. Örneğin, şirket bünyesinde zapt
edilen artık değeri güvenceye almak için artığın belirli bir bölümünü yöne­
ticilerine, pazarlama birimine, reklam birimine, ürün geliştirme birimine ve
hatta sendika aidatları formu altında sendikalı işçilere dağıtması gerekecek­
tir.9 Gerçekte günüm üzün kapitalist şirketlerinde artıktan sermaye birikimi­
ne (Ac + Av) ayrılan kaynaklar, mülk edinilen artıktan yapılan paylaştırma­
nın yalnızca bir alt kümesini oluşturmaktadır.10
Artık Marksist iktisat bünyesinde sermaye birikimi ve smıf sömürüsü ge­
lenekleri arasındaki farkları aydınlatacak donanıma sahibiz. Firma düzeyin­
de, ilk gelenek, artığın olası diğer bütün bölüşümlerine karşı sermaye biriki­
mine tahsis edilen kaynaklan öne çıkarırken, smıf sömürüsü yaklaşımı han­
gi hedefin (yönetici maaşları, pazarlama, sermaye birikimi, ticaret, sendika­
lar vb.) artıktan ne kadar pay alacağını a priori olarak kestirmenin olanak­
sız olduğunu ileri sürmektedir (Norton, 2001). Smıf sömürüsü geleneğine
göre, hem mülk edinilen artığın miktarı, hem de nasıl bölüşüldüğü, şirket
içi ve şirketler arası rekabet savaşlarının olumsal bir sonucudur (Amariglio
ve Ruccio, 1998). Toplumsal formasyon düzeyinde ise, sermaye birikimi ge­
leneği kapitalist sınıf yapılarını artığın üretiminin, mülk edinilmesinin ve
bölüşülmesinin gerçekleştiği tek değilse de baskın süreçler olarak öne çıka­
rırken, ikinci yaklaşım, smıf söm ürüsünün pek çok biçim alabileceğini ile­
ri sürmekle kalmayıp, sömürücü olmayan sınıf yapılarının da, değişen önem
dereceleriyle birlikte, sömürücü yapılarla yan yana var olabileceğini iddia
eder.

Bir B irikim T eorisi O larak M arksizm : Kriz T eorileri

Bu bölümde, kapitalizmin mantığını servet birikimi (Ac + Av) olarak ta­


nımlayan farklı kriz teorilerini araştıracağız. Orantısızlık teorileri dolaşım
alanına ve artığın gerçekleşme anma odaklanırken, kâr oranının düşme eği­
limi teorileri ve kâr daralması teorileri üretim alanına odaklanmaktadır. Bu
ikisi ise, sırasıyla üretici güçlere ve üretim ilişkilerine yaptıkları vurguyla
birbirlerinden ayrılır.11 Bu bölümü, birikim sürecinin kurumsal bağlamını
göz önüne alan iki düşünce okulu üzerine bir tartışmayla noktalayacağız.

D o la şım d a K r iz : O r a n tıs ız lık T eo rileri

20. yüzyılın başlarında kapitalizmin dinamikleri üzerine yapılan tartış­


malar Marx’m yeniden üretim şemasının farklı yorumlarına dayanıyordu.
Bu modellerde ekonominin iki sektörü (departmanı) mevcuttur: birisi üre­
tim araçlarının, diğeri tüketim araçlarının üretimi içindir. Örneğin, Mihail
Tugan-Baranovskiy ve Rudolf Hilferding’e göre, sermaye malları ve tüketim
malları departmanlarının birikim hızları arasındaki orantısızlık krizlerin tek
kaynağını oluşturmaktadır (örn. bkz. Mandel, 1981). Aslında Hilferding
(1981 [1910]) daha da öteye geçerek, her iki birikim hızı arasındaki oran
korunduğu müddetçe kapitalizmin istikrarlı büyüme patikasından sapması
için bir sebep olmadığını ileri sürmekteydi. Kapitalist üretimin anarşik do­
ğasına vurgu yapan bu tür yaklaşımlar, krizlerin, iki departmandaki üretici­
lerin faaliyetlerini koordine etmenin olanaksızlığı dolayısıyla ortaya çıktığı­
nı ileri sürüyorlardı. Bazı Marksistler (örn. Nikolay Buharin) bu teorilerde,
kaynakların planlı bir biçimde tahsisi için güçlü bir dayanak keşfediyorlar­
dı. Benzer şekilde Hilferding’in, genelleşmiş bir kartelin çeşitli kriz eğilim­
lerini düzenlediği “örgütlü kapitalizm” kavramı, rekabetin kapitalizmin Aşil
topuğu olduğu yönündeki anlayışını yansıtıyordu.
Kapitalizmdeki orantısızlığa dair bu erken dönem argümanlarının za­
yıflıklarından birisi dolaşım alanına tek yanlı olarak vurgu yapmalarıydı
(Rosdolsky, 1977). Sermayenin büyümesinin sürekliliğini korumak için,
üretim alanında üretilen artık değerin pazarda gerçekleşmesi gereklidir.
Ancak, artık değerin çekilip alınmasının şartları gerçekleşme şartlarıyla öz­
deş olmadığı için, sermayenin mantığında belirli bir çelişki bulunmaktadır.
Bir taraftan, gerçekleşmenin isterleri kitle tüketimini, bu yüzden de ücretli
işçinin gelirinde bir artışı gerektirir. Diğer taraftan değişken sermaye maliye­
tindeki bu tür bir artış artık değerde bir düşüşte12 karşılığını bulacak ve değer
cinsinden kâr oranım (r = s/(c + v)) düşürecektir. Bu eksik tüketimci argümana
göre, kapitalizm ücretli işçiler için olanak tanıdığı tüketim düzeyi üzerinde
sıkı sınırlamaları dayattığına göre, sistem er ya da geç efektif talep sorunuy­
la karşı karşıya kalacaktır. Yirminci yüzyılın başlarında Rosa Luxemburg ve
Karl Kautsky, yüzyıl ortalarında da Paul Sweezy, bu akıl yürütme silsilesinin
savunucuları arasındaydı (Sweezy, 1970 [1942]). Luxemburg’a göre (1972
[1921]), birikim sürecini vurması kaçınılmaz olan artık değerin gerçekleş­
mesi krizinin üstesinden gelmek için kapitalizm, kapitalist meta ilişkisinin
yörüngesine kapitalist olmayan sektörleri katmaya ve gerçekleşmemiş bütün
artığı, sömürgelere ve dünya ekonomisinin kapitalist olmayan sektörlerine
boşaltmaya mecburdur. Luxemburg’un görüşü, kapitalizm dışını tabloya da­
hil etmesi bakımından dikkate değerdir.
Eksik tüketimin ters yüzünde aşırı birikim vardır. Otto Bauer’e göre (bkz.
Mandel, 1981: 46), sermaye malları üreten departman sürekli sermaye ta­
lebini abartabilir ve bu da tüketim mallarının üretimi için kapasite fazlası­
na yol açabilir. Aslında her iki teori de orantısızlığın daha incelikli ve işlen­
miş çeşitlemeleridir. Bu teorilerin kapitalizmin öngörülen çöküşünü tetik-
leyecek mekanizmaları saptamak anlamına geldiğini belirtmekte yarar var.
Ernest Mandel’e göre (1978) bu kısmen, yeniden üretim şemalarını yanlış
biçimde bizatihi kapitalizmin farklı temsilleri olarak okumanın ve denge­
yi kapitalist birikimin gerçekleştiği durum olarak almanın bir sonucudur.13
Ancak, Mandel’in doğru bir biçimde iddia ettiği gibi Marx’a göre kapitalist
birikim, sürekli bir dengesizlik sürecidir. Değersizleşmeye (örn. üretim araç­
larının ucuzlamasına) yol açan orantısızlık krizleri, yıkıcı rekabet sürecinin
düzeltme mekanizmaları olarak görülmelidir (Mandel, 1978; Shaikh, 1978;
Amariglio ve Ruccio, 1998). Rekabet kendi başına kapitalizmin Aşil topu­
ğu olamaz.

Ü retim d e K r iz

Kâr Oranı Düşüşü Tartışması

Sermayenin mantığının kaçınılmaz olarak kriz ürettiği argümanı, bir baş­


ka dayanağını (değer cinsinden) kâr oranının düşüş eğilimi (bundan sonra
KODE) olarak anılan yasada bulmuştur. Sermaye birikiminin daima emek
tasarruf eden tekniklerin devreye sokulmasına yol açtığı varsayımına daya­
nan14 KODE yasası, sermayenin organik bileşimindeki (k = c/v) artış dolayı­
sıyla, ceteris paribus (örn. sömürü oranı (e = s/v) sabitken) kâr oranının dü­
şeceğini söyler.15
Marksist gelenek içinde, KODE yasası üretken ama aynı zamanda şiddet­
li tartışmalara yol açtı. Anlamlı bir biçimde, bunlar hayli politize olmuş tar­
tışmalardı (Cullenberg, 1994). KODE yasasının savunucuları devrime iler­
leyişin durdurulamaz olduğunu kanıtladıklarını düşünüyorlardı. Bu, dolay­
lı olarak, yasayı eleştirenleri reformist konum una yerleştiriyordu. Ancak,
kapitalizmin nihai çöküşünün “bilimsel” kaçınılmazlığına olan inancın
Marksistleri bir bekle ve gör stratejisini benimsemeye sevk ettiğini, bu stra­
tejinin de son tahlilde onların konum unu reformist konum dan ayırt edile­
mez kıldığını düşünmek de mümkündür. Buna karşılık, KODE’nin eleştiri­
cileri, kapitalizmin çöküşünü reddettikleri için toplumsal dönüşüm strate­
jileri tasarlamak zorunda kalıyor ve kapitalizmin devrimci alaşağı edilişinin
şartlarını aktif bir biçimde yaratmaya girişiyorlardı.
Aslında, her birinde KODE’nin savunucularının ve eleştiricilerinin bulun­
duğu, iki farklı metodolojik tartışma kümesi tanımlanabilir.16 ilk kümede
kapitalizmi toplumsal bir bütünlük olarak kavramsallaştırmış ve birikimi de
onun özü olarak tanımlamış teorisyenler vardı. Burada tartışma, kâr oranla­
rının düşmesine karşıt eğilimlerin gücüne ve bu karmaşık süreçlerin barın­
dırdığı belirsizliklere odaklanıyordu: eleştiriciler, çeşitli nedenlerden dolayı
KODE’yi durdurulamaz bir yasa olarak görmenin olanaksız olduğunu iddia
ediyorlardı (Sweezy, 1970 [1942])17.
İkinci kümedekiler, kapitalizmin birikimin mantığıyla yönlendirilen bir
toplumsal bütünlük olarak betimlenmesine meydan okuyorladı. Bu Marksist
iktisatçılar, toplumsal bir olgunun mantığını, onu oluşturan bireylerin “özel­
liklerini”, “hedeflerini” ve “eylemlerini” açıklamadan tanımlamanın teorik
olarak sağlıksız olduğunu düşünüyorlardı.18 Hiçbir rasyonel, miyopluk de­
recesinde çıkarcı kapitalistin, kâr oranında düşmeye yol açacak yeni üretim
tekniklerini kullanıma sokmayacağını ileri sürüyorlardı (Okishio, 1961).
KODE yasasının bu eleştiricileri, daha geleneksel Marksist değerlendirme­
lerden, hem ekonomik bütünlüğü betimleme şekilleriyle, hem de tekil ka­
pitalisti önceden belirlenmiş, rasyonel ve optimize edici bir özne olarak kav­
ramsallaştırma tarzlarıyla ayrılıyorlardı. Diğerleri, başta Shaikh (1978), ka­
pitalistin teknik seçimine dair “rasyonel” kararlar verdiğini, ama bu karar­
ların optimize edici kararlar (yani, statik, tam rekabetçi bir ortamda ekono­
mik öznelerin verdiği kararlar) olmadığını, en iyi ihtimalle, rekabetçi karar­
lar (yani, dinamik, belirsiz ve kusursuz olmayan bir ortamda bulunan eko­
nomik öznelerin geçici kararları) olduğunu ileri sürüyordu. Bu tür rekabetçi
bir sürecin sonucu, rasyonel eylemlerin tasarlanmamış sonuçlarına açık bir
örnek oluşturur: tekil kapitalistlerin “rasyonel” bir biçimde verdikleri karar­
lara rağmen sermayenin genel organik bileşiminde bir artış ve genel kâr ora­
nında bir düşüş.19

Kâr Daralması ve İş Döngüsü Teorileri

Kapitalizmin mantığına dair üçüncü bir teori kümesi, işsizlerden oluşan


yedek sanayi ordusunun gel-gitlerini ve bunun işçilerin militanlığı üzerinde­
ki etkilerini izleyerek krizlerin üretilmesinde üretim ilişkilerinin altını çizi­
yordu (Glyn ve Sutcliffe, 1972; Boddy ve Crotty, 1975). Argüman, ekonomik
büyüme dönemlerinde sendikaların gücündeki artışın ücretlerin toplumsal
hasıladan aldığı payın artışına dönüştüğü ve giderek kâr daralmasına yol aç­
tığıydı. Bu eğilime karşı durmak için devlet, kapitalist sınıfın doğrudan etki­
si altında, talebi kısacak -böylece resesyona yol açacak- daraltıcı para ve ma­
liye politikaları benimseyecekti. Devlet iktidarını tasvirleri görece araçsalcı
olmakla birlikte, bu tür tahlillerin politik sonuçları kapitalizme karşı müca­
delede işçi sınıfının birliğini ve militanlığını kilit konuma yerleştiriyordu.

B i r i k i m v e K u r u m l a r : K a p i t a l i z m i n D ö n e m l e ş t i r il m e s i

1980’ler boyunca iki yenilikçi düşünce okulu kapitalist kriz yönündeki


eğilimlerin genel açıklamalarının ötesine geçmeye ve kapitalist birikimin
uzun çevrimlerinin açıklanmasında payı olan spesifik kurumlara bakmaya
çalışıyordu. Düzenleme Teorisi (bundan sonra DT) Fransa’da ortaya çıktı,
Birikimin Toplumsal Yapıları Yaklaşımı (BTYY) ise ABD’de geliştirildi (20).
DT sermaye birikimi sürecinin yapısal boyutlarını vurgularken BTYY iktidar
ilişkilerini öne çıkarıyor ve sınıf mücadelesini kapitalizmin krizlerinin tetik-
leyicisi olarak tanımlıyordu.
Bu farklar en açık bir biçimde her birinin savaş sonrası ABD’ye dair tah­
lillerinde görülüyordu. Kapitalist büyümenin Altın Çağı’nda (1940’ların or­
talarından 1960’ların ortalarına kadar) birikim sürecini ortaya çıkaran ve
istikrara kavuşturan kilit kurum lan saptamada büyük ölçüde görüş birli­
ği içindeydi bu iki yaklaşım: barışçı sermaye-emek ilişkileri, refah devleti,
Keynezyen genişlemeci makro-politika ve ABD hegemonyası. Buna karşılık
bu kuram ların istikrar yaratıcı misyonlarını nasıl yerine getirdiklerine dair
açıklamalarında birbirlerinden ayrılıyorlardı. DT bunların üretkenliğin gö­
reli olarak hızlı yükselişine ayak uyduracak ücret artışlarına olanak tanıya­
rak KODE’ye karşı etki yarattıklarını düşünüyordu. BTYY’ye göre ise bu ku­
rumlar sosyo-politik ortamı istikrara kavuşturarak kapitalist yatırımcı için
öngörülebilir ve güvenli bir ortam yaratmışlardı. “Özne” boyutu üzerinde­
ki vurguları, sonunda, BTYY’nin savunucularını İkinci Dünya Savaşı sonra­
sı toplumsal sözleşmesinin iflasını, politik ve toplumsal direnişin (işçi mili­
tanlığı, medeni haklar hareketi, Üçüncü Dünya kurtuluş hareketleri vs.) bir
sonucu olarak tahlil etmeye götürüyordu. Diğer taraftan DT, kapitalizmin
Altın Çağı’nın bitişinden hem üretkenlikteki hem de kâr oranındaki düşü­
şün sorumlu olduğunu saptayarak üretici güçlerin ve orantısızlık sorunları­
nın altını çiziyordu.
Savaş sonrası Fordizmi’nin yerini alan kurumsal düzenlemelerin gerçek
doğası hakında hâlâ bir fikir birliği olmasa da esnek uzmanlaşma fikri (Piore
ve Sabel, 1984) dikkate değer bir yaygınlık kazanmıştır. Bu kavrama göre
Fordizm’i karakterize eden kitle üretimi ve kitle tüketiminin yerini 1970’ler-
de ve 1980’lerde, (bilgisayara ve bilgi teknolojilerine yaslanan) küçük öl­
çekli üretimle, özelleşmiş ve farklılaşmış tüketim modellerinin bir bileşimi
almıştı. Ancak, Julie Graham’ın (1991) keskin bir biçimde iddia ettiği gibi,
kurumsal özgüllüğe yönelttikleri dikkate rağmen, kapitalist birikim süre­
cinin istikrarına dair yaptıkları vurguyla hem DT hem de BTYY kapitaliz­
min ve çağdaş toplumsal formasyonların çelişkilerine dair özgül sınıf tahlil­
leri geliştirmeyi ihmal etmiş oldular. Örneğin, Alain Lipietz’in (1987a) yeni
bir post-Fordist sınıf uzlaşması doğrultusunda ilerici bir hedefi ileri sürme­
si, “kapitalizm”i rakipsiz görme ve sınıf ilişkilerini değiştirme ihtiyacını göz
önüne almaktan vazgeçme eğilimi gösteriyordu (Graham, 1991: 48-49).

Bir Parantez: Söm ü rgecilik ve E m peryalizm

Marx’a göre sömürgecilik, ucuz ham madde temin etmek için politik-
militarist yöntemler kullanma olarak tarif edilebilir.21 Bu yöntemler sömür­
geci uluslarda üretim maliyetlerini düşürür ve diğerleri karşısında rekabet
avantajı sağlar.22 Daha ucuz tüketim mallarına erişim de, sömürgeci uluslar­
da emek gücünün değerini, işçilerin tüketim araçlarına erişimini tehlikeye
sokmaksızın düşürme etkisine sahiptir.
Sömürgeler aynı zamanda, merkezde üretilen kapitalist metalar için bir
pazar işlevi görür ve böylece orantısızlık krizini düzenlemeye yardımcı olur.
Nihayet, finans-kapitalin bakış açısından, sömürgeler sömürgeci ulusun fi­
nansörlerinin, yalnızca sömürgelerin yerli sanayi kapitalistlerine değil, aynı
zamanda öbür kapitalist olmayan sınıf süreçlerinin (örn. köleci, feodal ve
bağımsız) öznelerine de rekabet korkusu duymadan kredi verebildiği nüfuz
alanları olarak işlev görebilirler. Ancak, yukarıda tanımlanan süreçlerin hiç­
birisi, doğrudan Marksist anlamda sömürgecinin sömürgeyi “sömürmesini”
içermez. Yine de, bu süreçlerin tamamı “merkezdeki” kapitalist artık değer
elde etme formunun varlığı için gerekli koşulları yaratır (Ruccio vd., 1990).
Buna karşılık emperyalizm, sermaye devrelerinin sömürge topraklarına
çok daha yoğun bir eklemlenişini içerir. Emperyalizmin ayırt edici özellikle­
rinden birisi emperyal merkezlerden sömürgelere doğrudan yatırım akışıdır.
Doğrudan yatırım aracılığıyla ve hammaddelere ve daha ucuz emek-gücüne
doğrudan erişimin güvenceye alınmasıyla emperyalist ulusların sanayi ka­
pitalistleri sömürgelerin işçilerini “sömürmeye” başlamışlardır. Bu, az evvel
tarif ettiğimiz, kapitalizmin sömürgeci tarzda uluslararasılaşmasından farklı
formda bir uluslararasılaşmadır. Üstelik, bu doğrudan yatırımın iki başka ta­
mamlayıcı etkisi daha vardır. Birincisi, yerli halkların proleterleşmesi tüccar
sermayesine artık değerin gerçekleşmesi için yeni pazarlar yaratır. İkincisi,
kapitalizmin kuram larının sömürgelere girmesi, emperyal ulusların finan­
sörleri tarafından kârlı bir biçimde finanse edilecek olan altyapıların (demir­
yolları, okullar, barajlar, elektrik sistemleri, vs.) inşasını gerektirir.
Fakat, Marksist emperyalizm kavramının, dünyanın tek bir küresel kapi­
talist toplumsal formasyona dönüşmekte olduğunu söylediği biçiminde bir
yorum hatalı olur. Daha ziyade, kapitalist ve kapitalist olmayan sınıf sü­
reçleri arasında daima bir karşılaşmayı barındıran çelişik bir süreç söz ko­
nusudur. Ernesto Laclau (1977) bu karşılaşmanın şartlarını Andre Gunder
Frank’ın Latin Amerika tahliline yöneltilmiş keskin bir eleştiride aydınlat­
mıştır. Gunder Frank (1972) ve diğerlerine göre Latin Amerika toplumsal
formasyonları, dünya pazarıyla bütünleşmeleri dolayısıyla zaten kapitalist­
ti. Laclau bu tür tezlere, tartışmaya dolaşım ve üretim alanları arasındaki
Marksist ayrımı sokarak karşı çıkacaktı. Laclau’ya göre, kapitalist üretim
ilişkilerini sadece meta mübadelesinin varlığından çıkarsamak hatalı olur.
Onun açısından, Latin Amerika toplumsal formasyonlarını feodal ve kapi­
talist üretim ilişkilerinin eklemlenmesi olarak ifade etmek daha doğrudur.
Aslnda, kapitalist biçimler, kapitalist olmayan biçimlerle bir arada bulun­
makla kalmaz, onları besleyebilir de (Ruccio vd., 1990).
Emperyalizmin emperyal ulusların işçi sınıflarının politik bilinci üzerin­
de etkisi de Marksist teorisyenlerin sürekli üzerinde durdukları bir mesele
oldu (Lenin, 1973 [1917]: 118-131; Dobb, 1945 [1940]: 259-269). Özel ola­
rak da, emperyalist politikaların gerçek ücretlerde yukarı yönlü bir eğilime
rağmen sömürü oranını artırmak için gerekli şartları yaratabileceği ileri sü­
rülüyordu.23 Reformizm ve oportünizmi besleyen politik bir kültür olan sen-
dikalizmle sınırlı bilinç bu yüzden kısmen, sömürgelerden emperyalist mer­
keze artık akışından besleniyordu.
Emperyalizmin günümüz kapitalizminin tahlili bakımından geçerli bir
kavram olmaya devam edip etmediği tartışmaya açıktır. Michael Hardt ve
Antonio Negri (2000) son dönemde, ulusötesi şirketlerin faaliyetlerinin çer­
çevesini çizen, onları düzenleyen, koruyan, destekleyen ve onlara yol gös­
teren uluslararası kuruluşlardan (Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu,
Dünya Ticaret Örgütü, vs.) oluşan yeni bir ağı tanımlamak için İmparatorluk
nosyonunu ortaya attılar. Son dönemdeki gelişmeleri açıklamada bu tür ça­
baların değeri ne olursa olsun (24), günüm üz dünya ekonomisinde, farklı
politik ve kültürel biçimler altında da olsa, sömürgecilik ve emperyalizmi ta-
mmlayan bütün ekonomik süreçlerin bugün de mevcut olduğu da ileri sü­
rülebilir (Ruccio, 2003).

K apitalizm in Ö tesin d ek i M arksizm

Bu bölümde, “kapitalizm” ile “ekonomiyi” olduğu gibi eşitlemenin cazibe­


sine direnmenin olabilirliğini ve gerekliliğini tartışmak istiyoruz. Ekonomi,
münhasıran değilse bile esas olarak kapitalist nitelemesiyle teorileştirildi-
ğinde, sosyalist strateji de yalnızca anti-kapitalist olarak tanımlanmaktadır.
Sınıfsal dönüşüm de dahil olmak üzere diğer olası toplumsal dönüşüm stra­
tejilerinin önünü kestiği için bunu kusurlu buluyoruz. Aşağıda, toplumları-
mızı kapitalizmin ötesine taşıyabilecek sınıfsal dönüşüm stratejilerinin ge­
rekliliğini ve geçerliliğini ortaya koyduktan sonra Marksist sınıf tahlili pers­
pektifinden, küreselleşme karşıtı hareketleri eleştirel bir biçimde ele alaca­
ğız.

K a p ita liz m -O lm a y a n ı H a rita la m a k

Üçüncü Dünya olarak anılan ülkeler bağlamında, kapitalist ve kapitalist


olmayan sınıf yapılarını teorileştirmek görece daha kolay olabilir. Buna kar­
şılık, Kuzey’deki sanayileşmiş toplumsal formasyonlar bağlamında kapita­
lizm olmayanın hüküm sürdüğünü ileri sürmek daha zor olabilir. Yine de,
üç araştırma alanı bu savı destekler bollukta kanıtlar sunmaktadır.
Evvela, son dönemdeki Marksist-feminist tahliller haneyi, artık emeğin
icra edildiği bir ekonomik faaliyet alanı olarak vurgulamaktadır (Kuhn ve
Wolpe, 1978; Folbre, 1982: Fraad vd., 1994; Gibson-Graham, 1996). Bu tah­
liller özellikle, hane bağlamında artığın üretimi, mülk edinilmesi ve bölüşü-
m ünün, feodal veya bağımsız (tek ebeveyn), hatta bazı durumlarda komü-
nal olarak teorileştirilebileceğini, ikna edici bir biçimde ileri sürmektedirler
(Fraad vd., 1994; Gibson-Graham, 1996). İkincisi, son yıllarda, kendi hesa­
bına çalışma, ev hizmetleri ve seks endüstrisi üzerine bir dizi sınıf analitik
çalışma, “enformel sektör”de kayda değer düzeyde ekonomik farklılık sap­
tamıştır; bu, sermaye birikim modeliyle kâfi derecede açıklanamayacak bir
ekonomik olgudur (bkz. Gibson-Graham vd. tarafından derlenen kitaba çe­
şitli katkılar, 2000). Ve nihayet, “yerel topluluklar” gibi geleneksel olmayan
ekonomik sahalarla ilgili bazı tahliller, “ekonomi”nin bir parçası sayılmasa­
lar da, komünal emek süreçleri aracılığıyla halkın yerel ihtiyaçlarının temi­
nine katkıda bulunan bu sahaların ekonomilerimizin tamamlayıcı bir parça­
sı olarak görülmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir (Community Economies
Collective, 2001).
Bu yüzden kapitalizm toplumsal formasyonla eş kapsamlı olamaz. Yerel
bir birim, bir bölge veya bir ulus-devlet, ya da dünyanın tamamı olsun, top­
lumsal bir formasyon, birden çok sınıf yapısının eklemlenme alanıdır. Bu
yalın anlayış, sınıfsal dönüşüm için yeni stratejiler önerme olanakları bakı­
mından yepyeni bir alan açmaktadır. Dünya ekonomisinin uluslararasılaş-
ması karşısında şu iki farklı sol tepkiyi ele alalım. Bir taraftan, kapitalizmi
eleştirenlerin bazıları, tam istihdamı ve refah devletinin yeniden canlandı­
rılmasını güvenceye alacak genişlemeci makro-politikalar talep etmektedir­
ler. Diğer taraftan bazı Marksistler, kapitalizmin tek seçenek olduğunu ka­
bul etme anlamım barındıran bu tür stratejilere uzak durmaya başlamışlar­
dır (Gibson-Graham, 2006). Örneğin, sanayisizleşme, işten atılan işçiler ve
terk edilmiş yerleşim birimleri açısından ne kadar sancılı olursa olsun, aynı
zamanda, kapitalizmle bağlarını koparmak isteyen başkaları için özdeşle-
şilebilecek somut noktalar teşkil edebilecek, komünal, sömürücü olmayan
mülk edinme biçimleri oluşturmak ve deneyimlemek için bir fırsat olabilir.

K ü reselleşm e K a r ş ıtı H a re k e tle rin


S ın ı f T em elli B ir T a h lilin e D o ğ ru

Yine de kapitalizmi aşan toplumsal dönüşüm stratejilerine doğru bu ka­


yış, dilediğimiz kadar yaygın değildir. Özellikle, küreselleşme karşıtı denen
hareketler, enerjilerini kapitalizm olmayanları tasavvur etmek ve hayata ge­
çirmek yolunda harcamak yerine gündemlerini kapitalizmin çeşitli eleşti­
rilerine odaklama eğiliminde olagelmişlerdir. Kimileri metalaşmanın ya­
yılmasını kapitalizmin yayılmasına eşitlemektedir. Kimileri sorunun kapi­
talizmin kendisinde değil, küreselleşmedeki demokrasi eksikliğinde oldu­
ğunu ileri sürmektedir. Kimileri ise küreselleşme ile çokuluslu şirketlerin
yeni akışkanlığının beraberce Kuzey’de sendikaların gücünün altını oyar­
ken Güney’in işçilerinin ucuz emekgücünü acıklı merdiven altı koşulların­
da kullandığını söylemektedir.
Bir kere, kapitalizm meta mübadelesine eşitlenemez. Meta mübadele­
si kendi başına kapitalist sınıf ilişkilerinden daha gerilere uzanır. Bu, meta
mübadelesinin (bir dolaşım tarzı) kapitalist sınıf ilişkilerine (bir üretim tar­
zı) eklemlenmesinin yıkıcı etkilerini inkâr etmek demek değildir. Şüphesiz,
anti-kapitalist hareketlerin metalaşmanın toplumsal, ekonomik, ekolojik
ve kültürel olarak “çürütücü” etkileriyle savaşmaları gerekir. Ancak kapita­
lizmle metalaşma arasındaki kavramsal ayrımda ısrar etmek, üretim alanına
ait mülahazaları da içine alacak şekilde tahlilin kapsamını genişletir (Kozel,
2006).
Benzer şekilde, küreselleşmenin demokrasi eksikliğini temel sorun olarak
vurgulayanları eleştirmek, dünya ekonomisinin kurumsal mekanizmaları­
nı ve demokratik yönetişimini (IMF, Dünya Bankası, DTÛ, vs.) genişletme­
nin yakıcı bir gereklilik olmadığı anlamına gelmez. Bu yaklaşımların eleşti­
ri karşısında savunmasız olmalarının tek sebebi, tartışmayı düzenleme tarz­
larının, kapitalist sınıf ilişkileriyle küreselleşme arasındaki bağları görme­
yi olanaksız kılmasıdır. Özellikle, demokratikleşmenin önündeki kilit en­
gellerden birisini, yani kapitalist şirketlerin sömürücü ve demokratik olma­
yan doğasının yeniden üretiminden sorumlu olan (zaman zaman “ulusöte-
si sınıflar” olarak tanımlanan) toplumsal grupların, uluslararası ekonomik
yönetişim kurumlarının herhangi bir şekilde ciddi anlamda demokratikleş­
mesini engellemeleri olasılığını ihmal etmektedirler (Wolff, 2000; Odekom,
2006).
Sınıf tahlili, merdiven altı karşıtı hareket konusunda da eleştirel kavra­
yışlar edinmemize yardımcı olur. Sömürüyü Batı-dışı dünyadaki feci istih­
dam pratiklerine eşitlemekle merdiven altı yazını Batı’daki çalışma ortamı­
nın “insaflı”, “adil”, “insancıl” ve nihayet “sömürücü olmayan” gibi bir tas­
virine haddinden fazla kredi vermiştir. Sınıf tahlili ve bu tahlilin mülk edin­
me anına odaklanması, dünyanın “en medeni ve ileri” parçasının orta ye­
rinde bugün yaşanmakta olan yaygın sömürüyü görünür kılarak bizi bir tür
“Oryantalist sömürü anlayışı”na (Erçel, 2006) karşı uyarmaktadır.
Burada kaçırılmaması gereken nokta kapitalizmin, üretim ve dolaşım
alanlarının özel bir eklemlenişi olmasıdır. Bu görüş açısından küreselleşme
karşıtı hareketin farklı kollarının sermaye devresinin farklı bileşenlerine iti­
raz ettikleri görülebilir. Örneğin, metalaşmayı eleştirenler, dolaşım alanına
ve tüketim anına odaklanırken, dünya ekonomik yönetişiminin uluslarara­
sı kuram larındaki (IMF, Dünya Bankası, DTÖ) demokrasi eksikliğine itiraz
edenler, sermaye devresinin finans ve ticaret ile ilgili boyutlarına odaklan­
maktadır. Sermaye devresi konusundaki kavramsal aygıt, anti-kapitalist ha­
reketlerin tüm farklı kollarının, hiçbirisini daha temel, daha önemli görmek­
sizin, tutarlı bir çerçeve içinde kavranmalarına olanak tanımaktadır.
Sınıf tahlili çerçevesine sahip olmamakla birlikte Hardt ve Negri’nin
İmparatorluk 'u (2000) bir dizi ilginç solcu taleple sonlanır: küresel vatan­
daşlık hakkı, sosyal ücret hakkı ve üretim araçlarını yeniden mülk edinme
hakkı. Örneğin, kapitalizmden kopuş amacında olanlar için sosyal ücretin
(çalışma ile ilişiği kesilmiş bir asgari gelir programı) yürürlüğe girmesi, ko-
münal üretim biçimleri ile deneyler yapma imkânını sağlayabilir. Şüphesiz
sınıfsal dönüşüm projeleri kendi başlarına komünal mülk edinme biçimleri­
nin hegemonyasının tesisini garanti etmez. Yine de, birikim teorisinin pers­
pektifinden görülememiş yeni yollar sunmaktadır.

Sonuç: T eoriler ve Stratejiler

Marksistler teorik pratikle politik stratejiler arasındaki diyalektik ilişki­


nin uzun zamandan beri farkındalar. Bu makalede farklı Marksist kapita­
lizm teorilerinin politik sonuçlarını ele almaya çalıştık. Özellikle de, eko­
nomiyi teorileştirme şekillerimizin toplumsal dönüşüm için politik strateji­
ler belirleme şekillerimizi etkilediğini ileri sürdük. Örneğin, birikimci teo­
rilerin kapitalizmin başıbozukluğunu ve kriz eğilimlerini vurgulama şekli­
ni ele alalım. Bu tür tahlillerin önemli sonuçlarından birisi, kapitalist şirket­
ler bünyesinde ve onlara karşı mücadeleyi savunmak olmuştur. Birikim, sö­
mürgecilik ve emperyalizm rejimlerine dair çeşitli tahliller (kapitalist) dev­
letin koordine edici ve düzenleyici rolünü ön plana çıkarmıştır. Bu yüzden
bu tahliller sosyalistleri devleti toplumsal dönüşüm mücadelelerinin bir sa­
hası olarak görmeye zorlamıştır. Buna karşılık, sınıf tahlilleri, yalnızca günü­
müz toplumsal formasyonları bünyesindeki sömürü ve tahakküm biçimleri­
nin çokluğunu değil, -kom ünizm in inşasına başlamak için kapitalizmin ni­
hai çöküşünü veya kapitalist devletin topyekûn alaşağı edilmesini beklemek
yerine- bugünden komünal (hatta belki de bağımsız) sınıf yapılarını ve de­
mokratik yönetişim formlarını tahayyül ederek hayata geçirmenin olanaklı-
lığını da vurguluyor.
Yine de, bugünün görevi, bu farklı stratejileri birbirlerini dışlar şekilde
kavramsallaştırmaktan ziyade, bunlar arasında arabuluculuk yapan bir sos­
yalist proje şemsiyesini oluşturmaktır. Gerçekten de, etraflı bir yeniden dü­
şünme, Marksist politik ekonominin zengin geleneğine ait çeşitli stratejile­
rin uzun vadeli hedeflere uygun bir biçimde birbirine bağlanmasını gerekti­
riyor. Bu bağlamda, sınıfsal dönüştürm e stratejilerini, sosyalist özgürleşme
stratejilerinin oluşturduğu gökkuşağının ayrılmaz bileşenleri olarak tanıyıp
kucaklamanın her zamankinden daha acil olduğuna inanıyoruz.

Dipnotlar

1. Yazarlar, Howie C hodos, Kenel Erçel, Stephen Healy, Philip M. Kozel ve Ceren Ö zselçuk’a
teşekkürü bir borç bilirler. H er zam anki uyan burada da geçerli. Bu m akalenin daha uzun
bir versiyonu talep edilm esi halinde isteyene yollanacaktır.
2. Kaçınılmaz b ir biçim de bu, M arksist iktisadın, yazarların özgül ve bu yüzden kaçınılaz
olarak kısm i M arksizm kavrayışından etkilenen ve onunla şekillenen, özgül bir tem si­
li olacaktır.
3. Bruce N orton (2001: 24) bu ayrım ı yalın terim lerle ortaya atan ilk kişiydi: “Benim tezim,
her iki proje Kapital ve A rtık Değer Teorileri’nde ne tü r iyi ilişkiler sürdürm eyi başarm ış
olursa olsun, ikisi arasındaki barışın Marx’in ö lüm ünden sonra bozulduğudur. Biri, yani
kapitalizm in kaderini belirleyen iç çelişkilerini ayırt etm e çabası, Batılı M arksist iktisa­
dın projesi haline gelm iş ve daha genel olarak radikal iktisada yol gösterm eye başlam ış­
tır. Diğeri, yani sınıf sö m ü rü sü n ü n tarihsel olarak değişen boyutlarını kavram a -v e d ö ­
n üştürm e olanaklarını tasavvur e tm e - çabası daha az büyüm e şansı b ulm uştur.” Doğrusu,
N o rto n ’un M arksist birikim teorileri üzerine kapsam lı çalışm ası (1988; 1992; 2001), bu
m akaleyi birden fazla şekilde etkilem iştir.
4. Bu anlam da M arksist em ek değer teorisi (EDT), b ir m etanın değerinin onun içinde “ci-
sim leşen” em ek zam an m iktarına eşit olduğu diğer em ek değer teorilerinden (Sm ith ve
Ricardo’nu n ) farklıdır.
5. D önüşüm Sorunu (DS) denen şey üzerine ve EDT’nin bilim sel geçerliliği üzerine çok
şey yazıldı. DS, m etaların değerlerinin üretim fiyatlarına d ö n ü şü m ü ile ilgilidir. EDT’yi
Ricardocu/Sraffacı bakış açısından eleştirenler, K apitalin Ü çüncü C ildi’nde M arx’in üre­
tim araçlarının değerlerini değer biçim lerine (üretim fiyatlanna) dönüştürm eyi başaram a­
dığını iddia ederler. Daha tem elde, değer kategorilerinin gereksiz olduğunu ve EDT’in ye­
rine Sraffacı bir doğrusal üretim fiyatları m odelinin geçirilm esi gerektiğini ileri sürerler.
EDT’nin Ricardocu/Sraffacı bir eleştirisi için bkz. Steedm an (1977); EDT’nin felsefi b o ­
yutları için bkz. E lson’a (1979) çeşitli katkılar; EDT’nin son dönem e ait M arksist bir sa­
vu n u su için bkz. Moseley (1993); DS’ye “yeni” olarak adlandırılan çözüm için bkz. Foley
(1982); DS’nin özcü karşıtı b ir çözüm ü için bkz. W olff vd. (1982).
6. Bundan, birikim g ü d ü sü n ü n kapitalizm in belkem iği olduğu so n u cu n u çıkarm ak m üm ­
k ü n d ü r (M arx, 1976 [1867]: 742): “Biriktir, biriktir! M usa da bu, peygam berler de!”
Ancak bu, k â rla n n yanlış biçim de kendisinin alt küm elerinden birisine, yani birikim m ak­
sadıyla ayrılan kaynaklara eşitlenm esini içerecekti (bkz. bir sonraki bölüm , “Sınıf süreç­
leri ve kapitalist şirket”).
7. Aşağıdaki değerlendirm e Kapital’in İkinci C ildi’ne dayanm aktadır (Marx, 1978 [1884]).
8. “Sınai” terim i bir ölçüde yanıltıcı olabilir. “Sınai” serm ayeyle M arx, (tarım ve hizm et sek­
törüne karşı) sınai sektöre değil, artık em eğin harcanm asına atıf yapıyor. Bu haliyle kav­
ram b ir ekonom inin b ü tü n sektörlerine uygulanabilir.
9. Marx şöyle yazar (1976 [1867]: 709): “A rtık değer üreten, yani doğrudan doğruya işçi­
lerden ödenm em iş em ek çekip alan ve onu m etalarda cisim leştiren kapitalist, kuşkusuz
bu artık değeri ilk m ülk edinen olm akla birlikte, hiçbir biçim de o n u n son sahibi değildir.
O nu, b ir b ü tü n olarak ele alınan toplum sal üretim içerisinde başka işlevleri yerine getiren
kapitalistlerle, toprağın sahibiyle, daha başka insanlarla paylaşm ak zorundadır. Bu yüzden
artık değer çeşitli kısım lara ayrılır. Parçaları çeşitli kategorilere ayrılan kişilere gider ve
kâr, faiz, ticaret kazançları, toprak rantı, vs. gibi karşılıklı olarak bağım sız biçim ler alır.”
10. Yine Marx şöyle yazar (1976 118671: 710; vurgu sonradan): “Kapitalist üreticiyi, artık de­
ğerin tam am ının sahibi, ya da belki daha iyisi, yağm adan onunla birlikte pay alacak olan
herkesin tem silcisi olarak ele alıyoruz. Bu yüzden işe, birikim i soyut bir bakış açısından,
yani doğrudan üretim sürecinin yalnızca bir veçhesi olarak ele alarak başlayacağız.”
11. Klasik M arksist toplum sal form asyon m odelinde, b ir üretim tarzının iki bileşeni üretim
ilişkileri ve üretici güçlerdir. İlişkiler sınıflara atıfta bu lu n u rk en , güçler teknolojiye, eko­
lojiye ve nüfusa atıfta bulunur. Kültür, ideoloji, huk u k i ve politik sistem gibi üst yapı ele­
m anlarını belirleyen üretim tarzı, toplum sal form asyonun ekonom ik tem elidir. 1970’lerde
toplum sal form asyona ilişkin bu tem el-üst yapı m odeli, ekonom ik determ inizm i dolayı­
sıyla kapsam lı bir eleştiriye uğradı (H indess ve H irst, 1975). Daha sonra 1980’lerde hiye­
rarşik altyapı-üstyapı m odelinin yerine ekonom ik, politik, doğal ve kültürel süreçlerden
oluşan yatay bir m odel geçirildi (Resnick ve Wolff, 1987). Üst belirlenm eye dayalı bu m o­
delde nedensel bakım dan tek bir süreç öne çıkarılm az ve ayrım salt tahlil amaçlıdır. Ancak
ekonom ik süreçler de, sınıfsal ve sınıfsal olm ayan ekonom ik süreçlere ayrılır. İkinci kate­
gori, başka şeylerin yanı sıra, bölüşüm ve tüketim süreçlerini de içerir.
12. Söm ürü oranı (e = s/v) aynı kalm adığı veya artm adığı sürece.
13. Aslında, bu m odeller M arx’in kapitalizm in dinam iklerine bakışını betim lem eyi am açlam ı­
yordu. Daha ziyade m ütevazı b ir biçim de ve üretim alanından soyutlayarak, kapitalist bi­
rikim sürecindeki dengenin olanaklılıgım ve kırılganlığını gösterm eyi am açlıyordu.
14. A nw ar Shaikh’e göre (1978: 237-238), kapitalist, em ek sürecinde değişiklik yapm aya ve
“verili üretim m etodları çerçevesinde m esai saatlerinin uzatılm ası veya em ek yoğunluğu­
n u n artırılm ası” önünde toplum sal sınırlarla karşılaştığında, diklenen işçileri m akineler­
le ikam e etm eye zorlanır.
15. E konom inin değer cinsinden kâr oranı (r) şu şekilde tanım lanabilir: r = s/(c + v) = (s/v)/
Ic/v) + 1] = e/(k + 1). Serm ayenin organik bileşim inin (k) artm ası, firm anın değişken ser­
maye yerine giderek daha fazla değişm ez serm ayeye yaslanm ası anlam ına gelir.
16. Bu tartışm a hakkında kapsam lı bir taram a için bkz. C ullenberg (1994).
17. Daha kesin bir biçim de ifade etm ek gerekirse, Marx, en az beş karşı-eğilim telaffuz etm iş­
tir. Bu karşı-eğilim ler şunlardır: (1) sö m ü rü oranının artm ası; (2) ücretlerin değerlerinin
altına düşm esi; (3) üretim araçlarının ucuzlam ası; (4) artık n üfusun artm ası; (5) dış tica­
ret (bkz. Marx, 1981 [1894]: 339-348).
18. A nalitik veya rasyonel seçim ci M arksistler olarak da bilinen bu sosyal teorisyenler gru­
bunda, daha b aşkalannın yanı sıra şu isim ler yer alır: Jo h n Roemer, Jo n Elster, Adam
Przew orski, Samuel Bowles ve Philip van Parijs. M etodolojik bireyciliğe sıkı b ir biçim de
bağlı olan analitik M arksistler, M arksizm i m ikrotem ellerle donatm aya çalışırken, M arksist
iktisadın m etodolojik önerm elerini terk ederek neoklasik iktisadın analitik cephaneliği­
ni benim sediler. B ununla birlikte, üretim araçlarının eşitsiz dağılım ına, em ek sürecinde­
ki güç ilişkilerine, sınıf bilincinin oluşm asında kolektif eylem sorunlarına ve işgücü pi­
yasalarında ırk ve cinsiyet tem elli ayrım cılığa dair, M arksizm den esinlenen sorunlar or­
taya atm ayı sürdürdüler. Bir m akale derlem esi için bkz. Roem er (1986); eleştirel taram a­
lar için bkz. Amariglio vd. (1989) ve Carver ve T hom as’ın editörlüğünü yaptığı kitapta
(1995) yer alan çeşitli katkılar.
19. Marx bu görüşü nispeten açık bir biçim de izah etm iştir: “Ne kadar daha üretken olursa ol­
sun veya artık değer oranını ne kadar yükseltirse yükseltsin, kâr oranını düşürdüğü tak­
dirde yeni bir üretim m etodunu hiçbir kapitalist gönüllü olarak uygulam az. Fakat bu tür­
den her yeni üretim m etodu, m etaları ucuzlatır.” Bu yüzden der Marx: “ [Kapitalisti b u n ­
ların üretim m aliyetleriyle, daha yüksek üretim m aliyetleriyle üretilen diğer m etalarm pi­
yasa fiyatları arasındaki farkı cebe indirir. Bu m ü m k ü n d ü r çü n k ü , bu ikinci türden me-
taların üretilm esi için toplum sal olarak gerekli ortalam a em ek zam anı, yeni üretim m eto­
duyla gereken em ek zam anından daha fazladır. Üretim prosedürü toplum sal ortalam anın
ilerisindedir. Fakat rekabet yeni prosedürü genelleştirir ve onu genel yasaya tâbi kılar. Bu
yüzden kâr oranında bir d ü şü ş çıkar ortaya -b e lk i başlangıçta bu üretim kesim inde, daha
sonra ise diğerleriyle eşitlenecek şek ild e- bu, kapitalistin iradesinden tam am en bağım sız
bir d ü şü ştü r” (M arx, 1981 [1894]: 373-374). Bu, aynı zam anda M arx’in, üretim fiyatlarıy­
la (dolaşım alanı) bir m etanın değeri (üretim alanı) arasındaki sistem atik sapm aya daya­
nan süper kârlar (veya ek kârlar) teorisinin bir özetidir.
20. DT’nin tem el m etinleri arasında Aglietta (1979) ve Lipietz (1987 a,b) vardır. BTYY yakla­
şım ının tem el m etinleri için bkz. G ordon vd. (1982) ve Bowles vd. (1990). Karşılaştırm alı
eleştirel bir incelem e için bkz. Kotz (1990).
21. Söm ürgecilik ve em peryalizm arasında standart bir ayrım m evcut değildir: bizim sergile­
m em iz B uharin’in (1973 [1915]), Lenin’in (1973 [19171) ve D obb’un (1945 [1940]) yaz­
dıklarına dayanm aktadır.
22. Söm ürgecilik de em peryalizm de söm ürgeci ve em peryalist uluslar arasındaki çekişme
bağlam ında kavram sallaştırılm alıdır. E m peryalistler arası çekişm e, L enin’in ileri süreceği
üzere, dünya ekonom isini ve o n u n dünyanın çivisini çıkaran yıkıcı etkilerini anlam ada ki­
lit önem dedir. 1914-18 ve 1939-45 savaşları, (Lenin ve Dobb da dahil) pek çok M arksiste
göre em peryalizm in tarihi ile bağlantısı içinde düşünülm eli ve tahlil edilm elidir.
23. Verili bir toplum sal form asyonda, em ek-gûcünün değeri (v) iki değişkene bağlıdır.
Birincisi, işçinin yeniden üretim i için toplum sal olarak gerekli sayılan farklı kullanım de­
ğerlerinin bir nicelik vek tö rü d ü r (q). İkincisi ise bu tüketim m allarının değerleridir (w).
Dolayısıyla, v = q*w. Bu tüketim m allarının değerleri (em peryalist politikalar dolayısıyla)
em ek-gücünün değerinden daha hızlı düşerse, ortalam a işçinin, em ek-gücü değeri düşer­
ken bile daha fazla kullanım değeri tüketm esi olanaklı hale gelecektir. Başka bir deyişle,
söm ürü oranı arttıkça “gerçek ü c ret” ya da işçinin yaşam standardı da artar. Daha detaylı
bir incelem e için bkz. W olff ve Resnick (1987: 168, 237-238).
24. Bkz. Dossier on Em pire (2001)’e çeşitli katkılar.

Referanslar

Aglietta, M. (1979) A T heory of C apitalist Regulation. London: Verso.


Am ariglio, J. and D. Ruccio (1998) “The (D is)orderly Process of C apitalist C om petition”
in R. Bellofiore (ed.), M arxian Econom ics: A Reappraisal. Essays on Volume 3 of Capital,
volum e 1: M ethod, Value and Money. New York: St. M artin’s Press.
Am ariglio, J., A. Callari and S. Cullenberg (1989) “Analytical Marxism: A Critical Overview,”
Review of Social Economy, 47 (4): 415-32.
Boddy, R. a n d j. C rotty (1975) “Class Conflict and M acro-policy: The Political Business
Cycle,” Review of Radical Political Econom ics, 7 (1): 1-19.
Bowles, S., D.M. G ordon, and T.E. W eisskopf (1990) After the W aste Land: A Dem ocratic
E conom ics for the Year 2000. A rm onk, NY: M.E. Sharpe.
Bukharin, N. (1973) [1915] Im perialism and W orld Economy. New York: M onthly Review
Press.
Carver, T. and P T hom as (eds.) (1995) Rational C hoice Marxism. U niversity Park, PA:
Pennsylvania U niversity Press.
C om m unity Econom ies Collective (2001) “Im agining and Enacting N oncapitalist F u tu res,”
Socialist Review, 28 (3 & 4): 9 3-135.
Cullenberg, S. (1994) The Falling Rate of Profit: Recasting the M arxian Debate. London:
Pluto Press.
Dobb, M. (1945) [ 1940] Political Econom y and Capitalism . New York: International Publishers.
Dossier on Empire (2001) R ethinking M arxism , 13 (3 & 4).
Elson, D. (ed.) (1979) Value: The Representation of L abour in Capitalism . Atlantic H ighlands,
NJ: H um anities Press.
Erçel,.K. (2006) “O rientalization of Exploitation: A Class Analytical C ritique of the Sweatshop
D iscourses,” R ethinking M arxism , 18 (2): 289-306.
Folbre, N. (1982) “E xploitation Com es Home: A Critique of the M arxian T heory of Family
Labour,” C am bridge Jo u rn al of E conom ics, 6 (4) (D ecem ber): 317-29.
Daniel Little

G iriş

Bu yazı yirminci yüzyılda Marksist yöntem ile ilgilidir. Daha ileriye gitme­
den önce şu soruyu sormamız şart: ne tür bir yöntemden bahsediyoruz?
Marksist düşüncenin sanat tarihi, edebiyat, kültür incelemeleri, felsefe, tarih
yazımı ve sosyal bilimler gibi pek çok alanda araştırma çerçevelerine ilham
verdiği bir gerçek. Bu etkiler -yabancılaşma teorisi, mistifikasyon kavramı,
emek değer teorisi, sınıf çatışması ve sömürü teorileri, üretici güçler ve üre­
tim ilişkileri teorisi, üretim tarzı teorisi gibi- Marksist düşüncenin içinde­
ki pek çok farklı mecazlardan geçerek ilerlemiştir. Böylelikle Marksist yön­
tem meselesi çok karmaşıklaşmıştır: Marksist yöntemlerin kullanıldığı pek
çok alan vardır ve Marx’ın düşüncesinin bu farklı yaklaşımları doğuran çok
sayıda damarı vardır.
Ben sosyal bilimler yöntemine odaklanacağım (tarih araştırmalarının bü­
yük bölümünü de buna dahil ediyorum). Bu tercih çalışmamıza iki paramet­
re getiriyor. Marksist yöntemlerin geçen yüzyılda sosyal dünyayı anlayışımı­
zın şekillenmesine yardımcı olduğu yollar ile ilgileneceğiz. Bu etkileri (ede­
biyat, felsefe yahut etik alanındaki incelemelerde değil) ampirik araştırma­
lar alanında ele alacağız.
Marx’ın modern sosyal bilimlerin kurucularından biri olduğu kesindir.
Yaşamı boyunca yaptığı araştırmalarda ve yazdığı yazılarda modern ekono­
mik hayatın bilimsel analizine ulaşmaya çalışmıştır. Yaşamının büyük bö­
lümü boyunca bir sistem olarak kapitalizmin bilimsel analizi ile uğraşma­
nın önemim vurgulamıştır. Olguların dürüstçe ampirik olarak incelenme­
sine yönelik disiplinli tavrına tutarlı biçimde bağlı kalmıştır. Marx’in ken­
di hedeflerinin çerçevesini oluşturan, şüphesiz, kapitalist üretim tarzının bi­
limsel analizini yapma özlemidir. Günümüzde Marx’in (özellikle de sosyal
tarih, sosyoloji ve siyasal iktisat alanlarındaki) çok sayıda katkısının sosyal
bilim araştırma ve teorilerini güçlü biçimde etkilediği kesindir. Ben burada
yirminci yüzyılda Marksist sosyal bilim yaklaşımlarının içinden geçerek ge­
liştiği bazı önemli alanları inceleyeceğim. Marksist sosyal bilimin toplumsal
araştırmaların yapılmasına olan kalıcı katkıları üzerine bir perspektif sun­
maya çalışacağım.
Marx’in düşüncesinin yirminci yüzyıl sosyal bilimleri içindeki etkisi her
yerde hazır ve nazırdır: sosyal tarih ve emekçilerin tarihi (Jones, 1971); ka­
pitalizmin içindeki kurumlar (Giddens, 1973); devrim ve sınıfın siyasi ta­
rihi (Soboul, 1989); işçi sınıfının yaşanmış deneyimi (Sennett ve Cobb,
1972); sosyal kategoriler ve sahici sosyal fenomenler olarak yabancılaş­
ma ve mistifikasyon (imalat sanayii ve yarattığı kültür) (Szymanski, 1978;
Meszâros, 1972); siyasal iktisat (Mandel, 1969, 1975), eğitim sosyoloji­
si (Bowles ve Gintis, 1976); kapitalist toplumlarda devlet (Miliband, 1969,
1982; Poulantzas, 1973). Marx’m yazıları toplumsal süreçleri ve sosyal tari­
hi analiz etme, kavramsallaştırma ve açıklama tarzımıza muazzam bir katkı­
da bulunmuştur.
Bununla birlikte, Marksist sosyal bilim metodolojisi nedir sorusunun tek
bir cevabı yoktur. Bunun yerine, yirminci yüzyılda Marksist toplumsal araş­
tırma, birçoğu diğerleriyle tutarlı olmayan çok sayıda ses ve içgörünün bir
korosunu temsil eder. Yirminci yüzyılda Marksist sosyal bilim merkezi bir
paradigmaya, belirli metodolojik ve teorik kabullere sahip, tutarlı bir araştır­
macı topluluğunu temsil etmekten ziyade kendi içinde ciddi bir çeşitliliğe ve
vurgu farklılığına sahip olmuştur. Çalışmaları Marksist sosyal bilim genel ka­
tegorisinin içinde yer alan düşünürler yelpazesini düşünün: E.P. Thompson,
Louis Althusser, Jürgen Habermas, Gerald Cohen, Robert Brenner, Nicos
Poulantzas, Ralph Miliband, Nikolay Bukharin, György Lukács ve Michel
Foucault. Bu yazarların tamamı Marksist sosyal bilime katkıda bulunm uştur
ama bu katkılar hiçbir şekilde sosyal bilimler için tek, tutarlı ve belirli bir
odağa sahip bir metodoloji oluşturmamıştır. Herkes tarafından kabul edil­
miş, bir paradigma oluşturan bir bulgular dizisi mevcut değildir. Bunun ye­
rine, farklı geleneklerden gelen, gelecekte yapılması olası çalışmalara içgö-
rü momentleri ve mekânlar sunan, içeriğe ilişkin ve metodolojik çalışmala­
rın sayısız sıradışı örneği vardır. Bu nedenle, “Marksist teori” alanında uz­
manlaşmak isteyen bir lisansüstü öğrencisi, tutarlı ve düzenli bir araştırma
disiplinine yönelen bir moleküler biyoloji öğrencisinden ziyade bir edebiyat
öğrencisinin büyük eserlerle açık uçlu karşılaşmalardan oluşan çalışma ala­
nına benzediğini fark edecektir.

“Sosyal bilim A raştırm aları İçin M eto d o lo ji? ”

Sosyal bilimler için metodolojiye neden gerek duyarız? Çünkü sosyal


dünya sonsuz biçimde karmaşık ve çok-katmanlıdır, bu nedenle basit göz­
lem yoluyla açıklama yapmaktan kaçınmayı gerektirir. İlaveten, sosyal dün­
ya bir fenomenler alanı olarak doğal dünyadan farklı olduğu için “yasalar
temelinde yönetilme” (Little, 1993) derecesi de farklıdır. Böylelikle ne sı­
radan sağduyunun ne de doğa bilimlerinin yöntemleri, sosyal dünyada ci-
simleşmiş olan sistemleri, yapıları ve nedensellik süreçlerini kavrayabilme-
miz için uygun değildir. Sosyal dünya milyarlarca insanın faaliyetleri aracı­
lığıyla ilerler. Bireysel eylemi harekete geçiren ve sınırlayan kurum lan, ör­
gütleri ve yapıları içerir; bu sosyal varlıklar ne yasalar tarafından yönetilen
ne de rastgele ortaya çıkan süreçlere yol açar. Sosyal dünya iktidar, hakimi­
yet, sömürü ve direniş ilişkileri çıkarır ortaya. Bazılarına avantaj sağlayan,
diğerlerine dezavantaj getiren sonuçlar üretir. Özneler ile yapılar arasında­
ki karmaşık ilişkilerin sonucudur ve bu birleşmenin her bir kutbu diğeri­
ni etkiler. Kısacası, sosyal dünya karmaşıktır. Sosyal fenomenleri incelemek
hem önemli hem de zordur. Bu 2000 yılı itibariyle doğrudur, ama Engels’in
Manchester’a yerleştiği ve bu kentin temsil ettiği, fabrikalardan, gecekondu
mahellelerinden, malikânelerden, açlıktan ve çalkantıdan oluşan o karmaşa­
yı tasvir etmeye ve kavramaya giriştiği 1830’da daha az doğru değildi. İngiliz
İşçi Sınıfının D um m u (Engels, 1958) onun ulaştığı sonuçtur, Kapital (Marx,
1977) ise Marx’inki.
“Sosyal bilimler için felsefe ve metodoloji”ye sahip olmak ne demektir?
Birkaç farklı alandaki sorulara cevap verebilmek demektir:
1. Araştırma - bir ampirik fenomen alanı hakkında hipotez ve teorilere
ulaşabilmek için farklı araştırma araçlarından nasıl istifade edilir;
2. Epistemoloji - öne sürdüğümüz hipotez ve teorilere gerekçe sunabil­
mek için ampirik ve teorik mülâhazalar nasıl kullanılır;
3. Metafizik - fenomenler alanını oluşturan varlık ve süreç çeşitlerinin bir
muhasebesi;
4. Sosyal bilim bilgisinin yapısının teorisi - sosyal bilim araştırmalarının
amacının bir kavranışı ve sosyal bilimin sonuçlarının neye (Teoriler?
Ampirik bulgu kümeleri? Istatistiki yasalar? Önemli toplumsal süreçle­
rin anlatısal yorumlaması? Nedensel hipotez grupları?) benzemesi ge­
rektiğine ilişkin şematik bir anlayış.
Marx’in ve onu izleyen pek çok Marksistin metodolojik düşünceleri bu
soruların her birine geçici yanıtlar verir. Beklenebileceği gibi, bu yanıtlar
(tıpkı Weber’in yapıtının sosyal bilim bilgi ve araştırmasının düzenli bir te­
orisini oluşturmamış olması gibi; Ringer, 1997) tamamlanmış ve tutarlı bir
metodoloji denebilecek bir şey oluşturmaz.

M arksizm in Sosyal B ilim lerd ek i A m acı

Marx’in sosyal bilime yaptığı katkıların kendisi ile başlayalım. Şu soru­


ları sormak yararlıdır: Marx’in bir sosyal bilimci olarak temel amaçları ne­
lerdir? Onun temel katkısı neyi içerir? Marx’in yapıtı ve onun izinde yürü­
yen diğer yapıtlar kapitalizmin ve tarihin bir teorisini sunuyor mu? Marx’in
yapıtında ampirik incelemeye tâbi tutulan belirli ampirik hipotezler mev­
cut mudur? Marx’in yapıtı, Kuhn ve Lakatos’un çizdiği çerçeveye (Lakatos,
1974; Lakatos ve Musgrave, 1974; Kuhn, 1970) uygun bir paradigma veya
araştırma programı sunuyor mu? Marx tutarlı bir sosyal araştırma ve açıkla­
ma anlayışına sahip midir? Ve Marx sosyal bilim araştırmasına ilişkin tutar­
lı bir anlayışa -örneğin bir diyalektik akıl yürütme teorisine- sahip midir?1
Marx’in ana bilimsel hedefleri en azından şunları içerir: piyasa temelli,
mülk sahipliğine dayanan bir ekonomik sistemin ana kurumsal özellikleri­
nin ampirik olarak sağlam temellendirilmiş bir açıklamasını sunmak; bu ku­
rumsal düzenlemelerin toplumsal sonuçlarını çıkarmak; bunların bazı kapi­
talist sosyal ekonomilerde ortaya çıkmasına yol açan tarihsel süreçleri açık­
lamak. Onun sosyal bilime temel katkısı Kapital’d u (Marx, 1977). Bu yapıt
tarihsel betimlemeden, mikro-sosyolojik ayrıntılardan, kurumlar ve kuram ­
ların ortaya çıkardığı sonuçlar hakkında akıl yürütmelerden ve matematik­
sel siyasal iktisattan oluşan yoğun bir bileşimdir. (Bu noktalar şu kaynakta
daha bütünlüklü olarak geliştirilmiştir: Little,1986). Marx kapitalizmin ku-
rumlarının bir üretim tarzı oluşturduğuna ve bu üretim tarzının ayırt edici
bir tarihsel mantığı olduğuna inanıyordu. Yaşamlarını kapitalizmin kurum ­
sal bağlamı içerisinde sürdüren sıradan insanların özel hayatta, çalışma ha­
yatında, (firmalar, sendikalar, partiler gibi) farklı türden örgütlerde yaptık­
ları tercihler kolektif olarak büyük ölçekli değişimlere yol açar. Sermaye bi­
rikimi süreçleri, teknolojik değişimin hızlanması ve sınıfların (proletarya,
burjuvazi) belirginleşmesi kapitalist gelişimin tanımlayıcı kurumsal yapısı­
nın tahmin edilebilir sonuçlarıdır. Belirli kurumların içinde toplumsal ola­
rak oluşmuş bireyler öngörülebilir biçimlerde davranırlar; bu da tanımla­
nabilen ve açıklanabilen sosyal değişimlere yol açar. Yani üretim araçları­
nın özel mülkiyeti ile ücretli emeğin tanımladığı bir kurumsal mantık var­
dır ve bu mantığın bazı sonuçlarını açıklamak Marx’in ana hedeflerinden bi­
risidir. Yani Marx’in sosyal bilim yazıları, en iyi, genel bir anlamda tarihsel
ve toplumsal değişim hakkındaki bir yol gösterici perspektifin çerçevesi içi­
ne yerleşen bir dizi düşünce çizgisi, açıklayıcı model ve tarihsel yorum şek­
linde anlaşılabilir.
Bu yoruma göre, Marx’in sosyal bilimlere katkısı kapitalizmin tutarlı ve
basit bir teorisinden farklı bir şeydir. Bir toplumsal düzen olarak kapitalizm
hakkında bilgi verir ama bu bilgi az sayıda kabulden oluşan bir formel veya
matematiksel teori biçiminde özetlenemez. Bundan ziyade, indirgenemez
çeşitlilikte sosyolojik tanımdan, (günümüzde feodal dünya veya erken dö­
nem kapitalizmi hakkında bilginin gelişmesi dolayısıyla birçok yönden aşıl­
mış olan) tarihsel yorumdan, kurumlar ve ekonomik ilişkiler üzerine yarı-
formel akıl yürütmeden oluşur.
Marx’in yazılarında en azından tutarlı bir sosyal bilim araştırması teori­
si mevcut mudur? Marx’in tarih ve toplum araştırmacılarına hipotezler için
nereye bakmaları gerektiği anlamında yol gösterdiği kesindir. Yani özgül
kökleri Marx’in kendi araştırmalarına uzanan bir Marksist “araştırma tarzı”
mevcuttur. Bu araştırma tarzının birkaç özelliği vardır. Materyalisttir - yani
üretici güçlere ve üretim ilişkilerine odaklanır, teknoloji ve iktidarın öteki
toplumsal formasyonlara (örneğin edebiyat, kültür, hukuka) göre daha te­
mel nitelikte olduğunu kabul eder. Sınıf ve sınıf mücadelesinin tarihsel de­
ğişimde öne çıktığı bir yöneliş gösterir. İdeolojinin ve yanlış bilincin, için­
de yaşadığımız toplumsal kurum lan kavrayışımızdaki etkisine duyarlıdır. Ve
tarihin her yerilmiş anında, alt sınıfların bakış açılarına özel bir ilgi ve has­
sasiyetle yaklaşır.
Diyalektik hakkında ve de Marx’m Hegel’in diyalektik mantığını baş aşa­
ğı çevirdiği iddiası hakkında ne söylenebilir? Bir dizi Marx yorumcusunun
(Oilman, 1971, 1993; Ruben 1979; Schaff 1970) aksine, diyalektik kavramı­
nın Marx’in düşüncesinde yalnızca küçük bir rol oynadığını, araştırma yön­
teminde ise hiç rol oynamadığını düşünüyorum (Little, 1987). Diyalektik
kendi rolünü kurumsal değişim hakkında yüksek düzeyli bir hipotez ara­
cılığıyla oynar. Bu hipoteze göre, kurumlar beklenmeyen ve istenmeyen so­
nuçlara yol açarlar, değişim süreçleri kendilerini ortaya çıkaran kuram la­
rın temellerini aşındırabilir, tarihsel süreçlerin içinde “çelişkiler” bulu­
nur. Ama bu Mancur Olson’un özel ve genel çıkarlar arasındaki çelişkiyi
keşfinden (Olson, 1965), Kenneth Arrow’un tutarlı bir oylama şemasının
imkânsızlığını sergilemesinden (Arrow, 1963) ya da George Akerlof’un re­
kabetçi piyasalarda bilgi asimetrisinin yarattığı sapkın sonuçları analizin­
den (Akerlof, 1970) daha fazla gizemli değildir. Sosyal bilim araştırmaları en
önemli katkılarını neredeyse her zaman istenmeyen sonuçları ve sapkın et­
kileri keşfederek yapmışlardır ve diyalektiğin Marx’m düşüncesinde oynadı­
ğı rol tam da budur.
Son yirmi yıl içinde Marksist sosyal bilimlerin içindeki en yapıcı çalışma
“rasyonel seçim Marksizmi” çerçevesinde yapılmıştır. Elster (Elster, 1982,
1985, 1986), Roemer (Roemer, 1981, 1982a,b, 1986a,b), Brenner (Brenner,
1976, 1982) ve Przeworski (Przeworski, 1985a,b, 1986) gibi yazarlar
Marksist tarihsel içgörüler ile rasyonel seçim teorisini ve yeni kurumsalcılı-
ğı (Powell ve DiMaggio, 1991; Brinton ve Nee, 1998; Knight, 1992) biraraya
getirmeye çalışmışlardır. Bu yaklaşım çerçevesinde, kapitalizmin özgül ku­
rumsal yapısı içinde bireysel akılcılık varsayımı temelinde (örneğin sömürü,
sınıf, kapitalizmin eğilimleri hakkında) Marksist sonuçlara ulaşabileceğimiz
ileri sürülmüştür. Bu, Marksist katkının özünde metodolojik değil içeriksel
olduğunu gösteriyor. Belirli bir araştırma anlayışının yapay ürünü değil, sos­
yal dünya hakkında bir dizi keşif olduğunu ortaya koyuyor.
Rasyonel seçim yaklaşımı Marx’in kendi metodolojisi ile uyumlu mu­
dur? Öyle olduğuna inanıyorum. Birincisi, Marx’m siyasal iktisadın araç­
larını kullanışı ve kapitalizmin yasalarına ilişkin yaptığı temel sergileme bi­
reysel akılcılık varsayımına dayanır. İkincisi, yukarıda iddia edildiği gibi,
Marx’m yönteme yaklaşımı eklektiktir. Yani kendi analizine kesinlikli bir
ampirik ve teorik destek vermeyi vaat eden bir yaklaşımı reddetmesini bek­
leyemeyiz. Aslında, Marx’m en popüler keşiflerinin merkezinde rasyonel se­
çim analizinin işleyişini bulmak mümkündür. Örneğin Marx’m kâr oranı­
nın düşüşü hakkındaki akıl yürütmesi, tekil olarak kapitalistin çıkarları ile
bir bütün olarak kapitalist sınıfın çıkarları arasındaki çelişki üzerine olduk­
ça Olsonvari bir argümana dayanır (Olson, 1965). Bu, rasyonel seçim teori­
si çerçevesindeki bir argümandır.
O halde Marx’in araştırma yöntemi istisnaî değildir, Marksist olmayan
sosyal bilimlerden keskin biçimde ayrılmaz. Marx dikkatli ampirik ve ta­
rihsel araştırmaların önemini vurgular. Toplumsal sonuçları açıklayıp ön­
görebilecek şekilde, disiplinli biçimde geliştirilebilecek açıklayıcı hipotez­
lere değer vermiştir. Belirli tarih yorumlarına peşinen bağlanmamıştır (me­
sela Rusya’nın ekonomik gelişimi hakkında Vera Zasuliç’e yazdığı agnos­
tik fikirleri hatırlayın; Marx ve Engels, 1975: 319-20). Kendi araştırması­
nı (sınıfın önceliği, toplumsal kuram ların maddi temellerinin önemi, ide­
olojinin işleyişi gibi) bir dizi yüksek düzeyli araştırma hipotezi etrafında
inşa etmiştir. Son olarak, Marx ‘Galileri’ denebilecek bir toplumsal açıklama
modeli sunar: fenomenleri gözlemlenebilir değişkenler arasındaki kaba bağ­
lantılarla değil altlarında yatan nedensel koşullar temelinde açıklamak. Bu
perspektif onu hipotez oluşturma meselesine dikkatle yaklaşmaya sevkeder.
Tekrarlayalım ki, bu, günümüzdeki sosyal bilimler araştırma standartlarıyla
büyük ölçüde uyumlu bir perspektiftir.
Marx sosyal bilimler için ayırt edici bir epistemolojiye sahip midir? Teori
ve araştırmaya ilişkin yaptığım bu değerlendirmenin ima ettiği gibi, olmadı­
ğını düşünüyorum. Marx’m epistemolojisi bugün realist ampirisizm diyebi­
leceğimiz şey ile kıyaslanabilir: bilimsel bilgi gözlemlenemeyen yapılarla il­
gili yaklaşık olarak doğru önermelere ulaşabilir ve bu tür hipotezlerin değer­
lendirme temeli (gözlem, deney ve tarih araştırmaları gibi) ampirik yöntem­
lerin uygun biçimde kullanılmasıyla olur. Marx’m kendi yazılan bilginin ge­
çerliliğinin araştırmacının toplumsal sınıf perspektifine bağlı olduğunu sa­
vunan, göreliliğe dayalı “bilgi sosyolojisi”ni desteklemez. Aksine, Marx’m
bilgi teorisi sosyal dünya hakkında sağlam dayanakları olan inançlara am­
pirik yöntemler ve teorik akıl temelinde ulaşılabileceği anlayışının kabulü­
ne dayanır.
Metafizik ve ontoloji hakkında ne söylenebilir? Burada Marx’m eseri daha
kendine özgüdür. Toplumlar ve tarihsel süreçler hakkında birkaç metafizik
kabulü önceden varsayar. Buna göre, sosyal dünya nedenselliğe dayalı bir
düzendir, toplumsal yapılar özelliklere ve nedensel niteliklere sahiptir, bi­
reyler eylemleri ve seçişleri aracılığıyla toplumsal yapıları oluşturur, “top­
lumsal formasyonlar” “üretim tarzları” kategorileri çerçevesine girer, üretim
tarzları bir dizi üretici güç ve üretim ilişkisinden oluşur ve sınıflar mevcut­
tur. Bu varsayımların her biri Marx’in sosyal ontolojisinin bir parçası olarak
hizmet görür. Bir bakıma spesifik ampirik keşiflerden önce dünyada mevcut
olan varlık ve ilişkiler hakkındaki varsayımları temsil ederler. (Ancak bu,
onların ampirik araştırmanın alanının bütünüyle dışında kaldığı anlamına
gelmez. Ontolojinin sınavı, kendi temelinde geliştirilen daha spesifik teori­
lerin ampirik bakımdan başarılı mı başarısız mı olduğuna bağlıdır.)
Marx’in ontolojisi aynı zamanda daha spesifik birkaç fikri içerir. Üretici
güçler ve üretim ilişkileri fikirleri araştırması için kritik bir öneme sahiptir.
Bu fikirler bir toplumda cari olarak geçerli olan teknolojik düzeyi ve tekno­
lojinin içinde kullanıldığı kurumsal bağlamı dile getirir. (Bu fikir çifti “tek­
noloji ve iktidar” diye özetlenebilir). Marx’in ontolojisi için hayati önem ta­
şıyan bir diğer kavram da sömürüdür. Sömürü kavramı, bazı birey ve grup­
ların başkalarının emek zamanını kontrol etme ve onların emeğinden karşı­
lıksız olarak yararlanabilme kapasitesine sahip olduğu bir ilişkiyi tanımlar.
Emek değer teorisi ve artık değer teorisi söm ürünün kuramlaştırıldığı bir
analitik çerçeve sunar. Marx’in yabancılaşma, fetişizm ve mistifikasyon kav­
ramları da onun sosyal ontolojisi bakımından kurucu niteliktedir. Bireyler
bilinç ve özgürlüğe sahiptirler, ama kendilerini daima onları yöneten iliş­
kiler hakkındaki anlayışlarını yapılandıran kurum ve fikirlerin bağlamında
bulurlar. (“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar ama kendi yarattıkları
koşullarda değil” (Marx, 1964).)

Y irm inci Y üzyılda Yeni Yollar A çanlar

Marksist düşüncenin yirminci yüzyılda izlediği yönlerin bazılarını kısa­


ca gözden geçirelim.

A lth u sse r

Louis Althusser en önemli Fransız Marx yorumcularından birisidir.


Althusser Marksizme bir felsefi teori, bir epistemoloji ve bir dizi teorik kav­
ram atfetmiş ve Marksizmin onlar aracılığıyla dünyayı yorumladığına inan­
mıştır. Böylelikle Marx’in yazılarını ampirik veya tarihsel bir teoriden zi­
yade bir felsefi sistem olarak yorumlamıştır (Althusser ve Balibar, 1970).
Althusser “anti-hümanist” bir Marx okumasını savunur (Althusser, 1969:
221-247). Yirminci yüzyılın diğer Avrupalı Marx yorumcularının tersine,
insan doğası ve yabancılaşma teorilerinin Marx’in düşüncesinin temel un­
surları olduğu anlayışını reddeder (Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları ve di­
ğer erken dönem yazılarının temel katkıları bu alanlardadır). Bunun yerine,
Kapital ’de geliştirilen kapitalizmin yapısına ilişkin soyut teorinin Marx’in te­
mel katkısını temsil ettiğini savunur.
Kapital Marx’in entelektüel yapıtının temel katkısıysa ve var olan kapita­
list üretim tarzının yapısı hakkındaysa Marx’in sistemi bir ampirik keşif ça­
bası mıdır? Althusser’e göre, değildir. Bunun yerine, tarihi soyut yapılara ve
çelişkilere göre kavramsallaştırma çabasıdır, yapısalcı felsefe alanında bir ça­
badır. Althusser toplumsal bilgi için bir temel olarak ampirisizme son de­
recede eleştirel yaklaşıyordu. Althusser’in Marx hakkındaki düşünüşünün
büyük bölümü toplumsal metafizik kategorisine girer: tarihsel bir bütün­
lük oluşturan yapıların ve ilişkilerin doğasını ifade etmek için tasarlanan bir
dizi kavram ortaya koyar. Yapısal belirlenme, üst-belirlenme ve “son tahlilde
belirlenme” kavramları Althusser’in temel katkılarıdır. Onun “hakim yapı”
kavramı toplumsal yaşamın -ekonom ik, hukuksal, politik vb.- farklı alanla­
rının ekonomik yapının merkezi rol oynadığı karmaşık bir bütünlüğün par­
çası olduğu anlayışını ifade edebilmek için tasarlanmıştır (Althusser, 1969:
201). Bu soyut kavramlar, tarihsel süreçlerin araştırılması için son derece so­
yut ve ampirik olmayan bir temel sunmayı amaçlar.
Bu bölümün bakış açısından bakıldığında can alıcı bir soru Althusser’in
Marksist araştırmalar için bir yöntem örneği sunup sunmadığıdır. Burada ele
aldığımız, olumsal tarihsel ve ampirik süreçleri irdelemek için tasarlanan bir
araştırma yöntemi anlamında bir yöntem örneği sunmamıştır. Bunun yerine,
karmaşık bir metinde ifade edilen düşüncelerin okunması ve kuramlaştırıl-
masını amaçlayan bir felsefi yöntem oluşturur. Bu bakımdan yapıtı ampirik
bilimsel araştırmadan çok edebiyat teorisine benzer. Amacı gerçek bir siste­
min (kapitalizm) ampirik özelliklerini araştırmak değil ortada duran karma­
şık metnin (Kapital ) “problematiği”ni çekip çıkarmaktır (Callinicos, 1976).
Althusser okunmakta olan gerçek nesneden ziyade “okum a”ya, yani gerçek,
tarihsel olarak verili olan kapitalizmin araştırılmasından ziyade bir Kapital
okumasına vurgu yapar. Bu bakımdan Althusser’in Marksizm versiyonu ide­
alizmin eşiğindeki bir yapısalcılığı cisimleştirir.
Althusser’in Marx hakkındaki kuramlaştırması, Avrupa Marksizminin
özellikle Nicos Poulantzas’ı da içeren öteki birkaç önemli figürünü etkile­
miştir. Poulantzas, Althusser’in üretim tarzı formülasyonu genel çerçevesin­
de politikanın kapsamlı bir analizini yapmıştır (Poulantzas, 1973, 1975).
Bununla birlikte, onun yapıtı Althusser’in çalışmasının hiçbir zaman olma­
dığı kadar tarihsel inceleme ve araştırmaya dayanıyordu. Bu nedenle kapita­
lizmde politik iktidar konusundaki kavrayışımıza ciddi bir katkı yapma po­
tansiyeline sahipti. “Bu kitabın amacı politik olandır, özel olarak da KÜT’te
[kapitalist üretim tarzı] devletin politik üstyapısıdır: yani bu alanın bu üre­
tim tarzı altında üretimidir ve kapitalist toplumsal formasyonlardaki politi­
ka ile ilgili daha somut kavramların üretilmesidir” (Poulantzas, 1973: 16).
Poulantzas kapitalist üretim biçiminin Althusserci formülasyonu çerçeve­
sinde, kaynaklarını tarihten alan bir devlet teorisi sunmaya çalışır.
Poulantzas’a, incelediği politik formasyonlar ile onların temelinde yatan
ekonomik yapılar arasındaki ilişkide belirli bir derecede olumsallık olup ol­
madığı sormak haksızlık olmaz. Politik gelişimin, sınıf ve mülkiyet bakı­
mından aynı ekonomik gerçeklikler ile başlayıp birbirlerinden ciddi biçim­
de farklı politik formasyonlara doğru evrilen, birbirinden ayrışan patikala­
rı mevcut mudur? Temellerini oluşturan ekonomik yapısı aynı olan, hep­
si de bu yapı ile uyumlu farklı politik formasyonlar var mıdır? Yanıt “ha­
yır” ise Poulantzas’ın yapıtı materyalist felsefe kategorisine girer; “evet” ise
Poulantzas’ın sahici ampirik sosyal bilim araştırması yapmaya açık olduğu­
na dair en azından önceden bir güven duyabiliriz. Yapıtında kapitalist dev­
letin ve kapitalist politikanın pek çok özelliğinin olumsallığını fark ettiği­
ne dair kanıtın bulunması Poulantzas’ın politik araştırması bakımından ta­
lihli bir noktadır. Poulantzas devletin “göreli özerkliği”ne vurgu yapar. Bu
kavram, politik alanın, ipleri basit bir şekilde ekonomik yapı tarafından çe­
kiştirilen bir kukla olmadığı anlayışını yansıtır (Poulantzas, 1973: 255-74).
Bürokrasinin ve “devlet aygıu”nın niteliklerini ortaya çıkarabilmek için cid­
di bir çaba harcar, ki bunlar da yine KÜT’ün soyut mantığından kaynaklan­
mayan bir dizi özelliktir (Poulantzas, 1973: 325-50). Faşist devlete yakla­
şımında da bu devlet biçiminin ortaya çıktığı tarihsel ve ekonomik koşulla­
rın belirli olumsal bağlamlarını ortaya çıkarmak için samimi bir tarihsel çaba
harcar (Poulantzas, 1974).2
G ram sci

Antonio Gramsci’nin eseri önemli bir metodolojik yeniliği de içeren bir­


kaç temanın etrafında özetlenebilir. İtalyan faşizminin ilk yıllarında yazan
Gramsci’nin ele aldığı temel soru şudur: kapitalist toplumlarda faşist partile­
rin ortaya çıkması nasıl m üm kün olmuştur? Birinci Dünya Savaşı öncesinde
uluslararası planda sosyalistler, kitlesel sosyalist işçi partilerinin yükselmesi­
ni beklerken İtalya ve Almanya’da öteki, “temel olmayan” sınıflarda kökleş­
miş olan faşizm yükselmiştir. Marksist siyaset teorisinin varsayımları dahi­
linde bu nasıl gerçekleşebilmiştir? Politika, politik bilinç ve politik hareket­
ler toplum un ekonomik formasyonlarından hangi bakımlardan özerktirler?
Gramsci’nin en temel katkılarından biri onun hegemonya kavramıdır
(Gramsci, 1957). Bilincin oluştuğu toplumsal süreçlere ciddi ölçüde özerk­
lik tanır. Bireylerin toplumsal bilinçleri (“ideoloji”leri) somut kültürel ku­
rumlar aracılığıyla biçimlenir ve bu kurumlar toplumdaki güçlü özneler ara­
sında mücadelenin konusudur. Mekanik ideoloji teorisine göre, hakim sı­
nıfın bilinci tâbi sınıfların bilincini de belirler. Gramsci’nin getirdiği yeni­
lik ise toplumsal bilincin çerçevesi üzerinde aktif bir mücadelenin var ol­
duğunu, -gazeteler, üniversiteler, işçi sendikaları, ticaret odaları, fabrika­
lar, politik yürüyüşler gibi- belirli kuram ların, farklı grupların dünyaya ba­
kışına temel olan düşünce ve yorumlama çerçeveleri üzerinde aktif bir etki­
si bulunduğunu fark etmesidir. Bundan dolayı bu kurumlar karşıt grupların
mücadelesinin konusudur ve bu mücadelelerin sonucu önceden belirlenmiş
değildir. Gruplar kendilerine yol gösteren kabulleri bu bilinç kuram larının
merkezinde hakim kılarak “hegemonya” kurabilirler.
Bu içgörünün metodolojik önemi nedir? Ekonomik yapı ile “üstyapı”nın
unsurları arasında bir belirlenim ilişkisi olduğu yaygın Marksist varsayımı­
na onu esnetebilecek ağır bir darbe indirmesidir. Gramsci, yirminci yüzyılda
teorinin determinizmini azaltmaya, politikaya, kültüre ve mücadeleye iliş­
kin alanlarda göreli özerkliğe bir ağırlık sağlamaya çalışan önde gelen isim­
lerden birisidir. Onun yaklaşımı öznenin sınıf politikasındaki rolünü ifade
eder, böylece yapısal olanın (ekonomik yapı, üretim tarzı) önceliğini bir öl­
çüde azaltır.
Şunu sormak da m ümkündür: Gramsci’nin teorilerinin epistemik temeli
nedir? O bir akademik araştırmacı değildi, dikkatli bir gözlemci-katılımcı-
teorisyendi. Teorilerinin en ikna edici yönleri, iki savaş arası dönemde
İtalya’da kendisinin bizzat dahil olduğu politik süreçler -Torino’daki işçi sı­
nıfı politikası, iki savaş arası dönemde İtalya’daki sosyalist ve komünist ha­
reketler- hakkındaki düşünceleri ile İtalya’da faşist hareketin yükselişine
ilişkin gözlemlerinden kaynaklanır.3 Onun laboratuvarı savaş arası dönem
İtalya’sıdır, kullandığı araçlar ise olaylara kendi katılımı ile gözlem ve teş­
his gücüdür.

E le ş tir e l Teori

Yirminci yüzyılda Marksizmin en önemli teorisyenlerinden bazıları, ara­


larında Adorno, Horkheimer ve Marcuse’un bulunduğu “eleştirel teori” oku­
lu kategorisine girer. Bu düşünce okulu yabancılaşma, fetişizm ve eleştiri
kavramlarına vurgu yapmış, kaba Marksizmin “bilimciliği” konusunda kuv­
vetli şüpheler yaratmıştır. Bu düşünürler grubu sosyal bilim metodolojisi
hakkındaki pozitif düşünceye ciddi bir katkıda bulunmadı. Bununla birlik­
te, yaptıkları katkılar Marksizmi ampirik ve tarihsel nitelikte araştırmalar­
dan ziyade felsefe ve edebiyata doğru itme eğilimindeydi. Bunun kısmi bir
istisnası Jürgen Habermas’tır. Habermas politika, akılcılık ve tarih sorunla­
rı üzerine derin bir felsefi perspektif ile sosyal bilim araştırmalarına ilişkin
ampirik ve teorik yaklaşımlara yönelik bir saygıyı bir araya getirerek ilerle­
di. Yine de, onun eseri de sosyal bilim araştırmalarına ancak çok az bir sahi­
ci etkide bulunmasına izin verecek bir genellik düzeyinde kaldı.

M a te r y a lis t Tarih

E.P. Thompson yirminci yüzyılın en büyük tarihçilerinden birisiydi.


Marksist tarih yazımına çok büyük katkılar yapmıştır. En önemli kitabı olan
İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu (Thompson, 1966) sınıf oluşumu hakkında li­
teratürdeki belki de en uzun soluklu, tarihsel olarak iyi temellendirilmiş
ve aydınlatıcı açıklamayı sunar. Thompson’un kendisinin Marksist politik
hareket ile olan ilişkisi karmaşıktı (Thompson, 1995), Stalinizmden kopu­
şu ise hiçbir ikircikliliğe yer bırakmayan türdendi. Thompson’un tarih ya­
zımı alanındaki dehası ve yirminci yüzyılda Marksist yönteme yaptığı ola­
ğanüstü katkı belirli bir sınıf formasyonunun (İngiliz işçi sınıfının) içinde
oluştuğu tarihsel aşamaları açık uçlu tarzda sorgulamasıdır. Açıklamasında
dogmatizm veya teorinin güneş sistemi modeli türü bir anahtarı yoktur
(Thompson, 1995). Bunun yerine, İngiliz tarihinde sınıf oluşum unun un­
surlarının oldukça güçlü ve ayrıntılı bir incelemesi vardır. İngiliz işçi sim-
finin kendi kendisini oluşturmasına aracılık eden örgütler, kiliseler ve der­
nekler hakkında güçlü içgörüler ve ayrıntılar sunar. Thompson sınıf bilin­
ci oluşumunda mekanik hiçbir şeyin olmadığını açıkça belirtir - “kendin­
de sınıf’tan “kendisi için sınıf’a doğru hiçbir otomatik geçiş yoktur. Tersine,
sınıf bilincinin oluşumu belirli kuram ların ve tarihin belirli kavşak nokta­
larında yapılan tercihlerin sonucudur. Thompson bu nedenle sınıf bilinci­
nin “sübjektif’ ve tarihsel bakımdan spesifik evrimine vurgu yapar. Bu yak­
laşım farklı koşulların farklı sınıfsal biçimlenmeler ortaya çıkarabileceğini
ima eder.
Yirminci yüzyılın bazı başka Marksist tarihçileri de tarihyazımı alanında
benzer bir titizlik göstermişlerdir. Perry Anderson, Albert Soboul ve Marc
Bloch (her biri kendi tarzında) geniş bir Marksist perspektifle işe başla­
mış, açık fikirli bir yaklaşımla, sabit ideolojik noktalara takılmaksızın ta­
rihsel araştırmalar yapmışlardır. Örneğin Bloch teknolojinin ve mülkiye­
tin toplumsal gelişimin öteki boyutları üzerindeki etkisi hakkında genel
bir materyalist bir bakışla yola çıkar. Ama bunun ardından tekerlekli pul­
luğun yayılmasını, bu teknolojinin benimsenmesini kolaylaştıran mülki­
yet ilişkilerini ve köy düzeyinde bu mülkiyet ilişkilerine en uyumlu poli­
tikayı tarihsel bir kesinlikle araştırır (Bloch, 1966). Soboul sınıf çatışma­
sının Fransız Devrimi’nin anahtarı olduğu genel perspektifiyle yola çıkar;
ardından Fransız Devrimi’nin çeşitli aşamalarının ortaya çıkışına yol açan
hareket ve saikleri keşfetmek için gerekli olan ayrıntılı tarih araştırmasını
yapar. Perry Anderson “ikinci feodalizm”in mülkiyet sistemine ve politik
yapısına odaklanır ve Doğu Avrupa’nın izlediği patikayı açıklamaya çalışır
(Anderson, 1974).
Bu örneklerin her birinde tarihçimiz zanaatına muazzam bir ciddiyetle
yaklaşır. Tarih projesini ileri taşıyan, tarih araştırmasının araçları ve dürüst
araştırmanın değerleridir. Yazarlar ise (tarihsel materyalizmle karşılaştırıldı­
ğında ortaya çıkan bağlantıları, olumsallıkları ve anomalileri keşfetmeye ha­
zırdır. Spesifik olarak, her bir yazar kapıdan girerken her tür dogmayı geri­
de bırakır, araştırılan tarihsel alanın içinde ortaya çıkan kurum lan ve süreç­
leri kavramak için büyük bir çaba ve açık fikirlilik gösterir.4 Bununla birlik­
te, aynı zamanda bu yazarlara yol gösteren, Marx tarafından formüle edilmiş
ve başkaları tarafından genişletilmiş olan araştırma tarzıdır.
1980’li yıllarda analitik felsefeciler ve sosyal bilimciler arasında Marksist
teoriye olan ilgide canlı bir yayılma görüldü. Bu tartışmalar Marx’m adalet
eleştirisi, sömürü teorisi, sosyal bilim yöntemi konusundaki fikirleri, eko­
nomik teorileri ve tarihsel materyalizm teorisi gibi birtakım önemli konu­
lardaki sorulara bir dizi yeterince ikna edici cevap verilmesine neden oldu.
Bu on yıl boyunca tartışmaları yapılandıran konular genellikle Marx’in tarih
teorisi ve ekonomi felsefesi üzerinde yoğunlaştı. Bu tartışmaların büyük öl­
çüde Marx’m Alman İdeolojisi’nden Grundrisse ve Kapital’e uzanan geç dö­
nem yazılarından kaynaklanıyor olması kayda değerdir. Marx modern top­
lum eleştirisinin temelini oluşturan kapitalizme yönelik bilimsel bir yakla­
şıma ve tarihsel değişim ve devrim teorisinin bağlamını oluşturan düzen­
li bir tarih teorisine sahip bir sosyal bilimci olarak görülür. Bu tartışmaların
ürünü olan çalışmaların pek çoğu bir sosyal felsefenin formüle edilmesin­
den çok, daha yeterli bir sosyal bilimin inşasına yönelmiştir. Bir başka deyiş­
le, analitik Marksizm sosyal felsefeden çok sosyal bilimlerin temellerine kat­
kıda bulunmuştur.
Rasyonel seçim teorisi ve neoklasik iktisadın araçları ile günüm üzün siya­
set bilimi modellerini kullanarak (sömürü, tahakküm, tarihsel değişim, top­
lumsal mülkiyet sisteminin işleyişi ve çıkarların siyasi seçişleri nasıl etkile­
diği türünden) klasik Marksist sorunlara ışık tutmaya çalışmak, genel yak­
laşım olagelmiştir.

M arx’in Y irm inci Y üzyıl Sosyal B ilim i


Ü zerind ek i E tk isi

Şimdi Marx’m sosyal biliminde cisimleşmiş olan “araştırma tarzf’na dö­


nelim. Bu noktalar (en azından benim perspektifime göre) Marx’m sosyal
bilim araştırmasına yaptığı temel katkıları kavramamıza hizmet edecektir.
Marx’m yazıları, onu izleyen araştırmacılar için birbirleriyle ilişkili varsa­
yım ve perspektifleri içeren bir “araştırma tarzı”nı oluşturur. Şimdi Marx’m
yapıtının yirminci yüzyıl sosyal bilimine yaptığı en önemli katkılardan ba­
zılarını saptamaya çalışalım. Büyük fırça darbeleriyle, önemli temalar şöy­
le özetlenebilir:
1. Sınıfın insanlar ve toplumsal değişim için öneminin vurgulanması;
2. Üretimin, teknolojinin, mülkiyetin (üretim tarzları, üretici güçler ve
üretim ilişkileri) kurumlarına odaklanılması;
3. Yabancılaşma kavramı;
4. Değer ve artık değer teorisi;
5. Kapitalizm konusunda bir ekonomik teorinin formülasyonu;
6. Sömürü teorisi;
7. Avrupa’nın kapitalizm öncesi tarihine ilişkin bir çerçeve ve Asya üze­
rine taslaklar;
8. Kapitalizme alternatifler - sosyalist kurumlar üzerine taslaklar.

Bu noktalar toplumsal araştırma için bir dizi içeriğe ve metodolojik düs­


tura dönüştürülebilir; bu halleriyle bunlar yirminci yüzyıl boyunca
sosyal bilim ve tarih araştırmaları üzerinde devasa bir etkiye sahip ol­
muştur:
1. Mülkiyet, teknoloji, emek gibi “m addi” kurumlar konusunda hep uya­
nık ol;
2. Maddi olmayan kurum lan —ideoloji, devlet, kültü r- toplumsal bir üre­
tim ve kontrol sistemi içindeki rolleri açısından açıkla;
3. Gruplararası söm ürünün, bunun gerektirdiği tahakküm şemalarının,
bunlar sonucunda meydana gelen mücadelenin biçimlerinin doğasını
açıkla;
4. Toplumsal kurumlar içindeki insanların yaşanmış deneyimlerine ilgi
göster;
5. Sınıf yapılarının -yaşanmış deneyim, sömürü, davranış ve özendirici­
ler, toplumsal değişim- merkezi rolünü incele;
6. Toplumdaki bireylerin faaliyetlerinin aktarılmasına aracı olan kalıcı -
ekonomik, politik, kültürel- yapıları sapta.

Bu yaklaşıma göre, Marx sosyal bilim araştırmaları için ayırt edici bir yön­
tem sunmaz. Bunun yerine, kapitalizmin fenomenlerini betimlemek ve açık­
lamak için eklektik ve ampirik olarak yönlendirilmiş bir çaba sunar. Marx
bir hipotezler, önseziler ve ontolojik bağlılıklar ailesine dayalı bir “araştırma
tarzı” sunar. Bu araştırma aracılığıyla, özellikle kapitalizmin kurumsal ana­
tomisi ve dinamikleri ile toplumsal davranış hakkında bir dizi betimleyici
ve teorik içgörü biçiminde sosyal bilimlere içerik temelli bir katkı yapmıştır.
Diyalektik düşünce Marx’in sosyal bilimler yönteminin bir parçası değildir,
olsa olsa “çelişkiler bulmak” için bir hipotez kaynağıdır. Son olarak, akılcı
düşünce teorisi ile neoklasik ekonominin araçları Marksist düşünceye son
derecede uygundur.
Bu yaklaşıma göre, Marx’in araştırmalarının oluşturduğu bütün, bir
ilmihâli temsil etmez; deri kutuda saklanan bir “organon”* oluşturmaz.
Lakatos’un kastettiği anlamda bir araştırma programına benzer: geniş hipo­
tezlerden, araştırılacak verimli alan önerilerinden, paradigma açıklamaların­
dan, teorilerden, yorumlardan ve (emek değer teorisi gibi) bazı formel teo­
ri kırıntılarından oluşan bir bütün. Bu program dahilinde çalışmak, verim­
li araştırmaların pek çok örneğinin (Thompson, Bloch, Morishima) dikkat­
li şekilde incelenmesinden çıkan “üstü kapalı bilgi”yi edinmek ve daha son­
ra çalışma bütününden -am a, aynı zamanda Marksist olmayan çalışmaların,
Sabel’in Work and Politics (İş ve Politika) başlıklı kitabı gibi en iyilerinden de
(Sabel, 1982)- yararlanarak kendi alanında araştırma yapmaktır.
“Yöntem” araştırmaya yön veren bir kural koyucu doktrinler bütününü
ima eder. Marx’in bu tür bir doktrin gövdesi sunmadığı açıktır. İlle bir şey­
ler sunacaksa -M ili (1950) veya Whewell’den (Whewell ve Butts, 1968) aşi­
na olduğum uz- şu çizgilerde, hayli sıradan bir reçete sunardı:
1. Teoriler ve hipotezler formüle edin;
2. Var olan ampirik ve tarihsel verileri dikkatle inceleyin;
3. Verilerin arasında size hipotezler düşündürebilecek “kalıplar”ı ayırt
edin;
4. Hipotezleri ampirik ve olgusal araştırma yoluyla değerlendirin.

Marx’in metodolojisinin daha yol gösterici parçaları -bunlar gevşek ve


araçsaldır- daha ziyade şöyle görünür:
1. Maddi kurum lan incele;
2. Sınıfa, iktidara, sömürüye, tahakküme bak;
3. Materyalist hükümleri ihlâl eden etkilere gözünüzü kapatma;
4. Hükmünü tarihsel olumsallıklar aracılığıyla ifa eden “çelişkiler”i dik­
kate al;
5. Derinde yatan sebepleri ve yapıları ara.

Peki, genç bir sosyal bilimci veya tarihçinin mesleki hazırlığı konusunda
neler düşünmeliyiz? Bu, genç bir biyolog veya fizikçinin hazırlığına benzer

*Bir felsefenin ilke ve kurallarını m eydana getiren sistem (ç.n.).


mi? Hayır, benzemez. Sosyal bilimler içkin biçimde şekilsiz ve eklektik ol­
malarından ötürü doğa bilimlerinden ayrılır. Bu durum toplumsal fenomen­
lerin doğasından kaynaklanır (Little, 1998). Doğa bilimlerinde son derecede
spesifik araştırma stratejileri, laboratuvar prosedürleri ve kurucu nitelikte
teoriler vardır. Bu nedenle, genç bir moleküler biyolog, kesin teorilerin, me­
kanizmaların ve yapıların oluşturduğu çok spesifik paradigmasının yanı sıra
deney ve araştırmanın otoriteye dayanan stratejilerini de hatmetmek zorun­
dadır. Oysa sosyal bilimlerde durum epey farklıdır. Orada hiçbir genel top­
lum teorisi veya ayrıcalıklı bir toplumsal araştırma biçimi yoktur. Bu neden­
le, sosyal bilimlerdeki genç araştırmacılara yapılacak en iyi tavsiye eklektik
ve açık fikirli olmalarıdır: araçlar, açıklayıcı stratejiler, kurucu hipotezler ve
toplumsal araştırmanın güçlü örnekleri söz konusu olduğunda çeşitli versi­
yonları öğrenin. Ve paradigmaları ne olursa olsun önceki kuşakların hayal
gücü en yüksek sosyal bilimcilerini ve araştırmacılarını (örneğin Hirschman
veya Skinner; Sabel, Tilly veya Scott) çok iyi anlayın. Daha sonra ilgilendiği­
niz konuya açık fikirli biçimde yaklaşın.

Sonuç

Burada Marx’ın sosyal bilim araştırmalarına katkılarından ve yirminci


yüzyıl düşünürlerinin Marksist toplumsal araştırmayla ilgili en önemli fikir­
lerinden bazılarını gözden geçirdik. “Marksist sosyal bilim” diye bir şey var
mıdır? Eğer araştırma paradigması olarak referans noktamız moleküler bi­
yoloji ise, hayır. Ama eğer bir araştırmacının kendi araştırma problemleri­
nin arasında seçim yaparken aklında bulundurabileceği yığınla hipotez, iç-
görü ve belirgin güçlü yorumların ilham verdiği gevşek bir araştırma prog­
ramını düşünüyorsak, evet.
En iyi türden toplumsal araştırmanın bu eklektik doğasının temel nedeni
toplumsal fenomenlerin kendi doğasında yatar. Sosyal dünya iyi düzenlen­
miş değildir. Yasaların yönettiği bir neden ve sonuç sistemi değildir. Bunun
yerine, insanların maksatlı, anlamlı eylemlerinin aracılık ettiği, birbirleriy-
le olumsal ve bazen tesadüfi ilişkiler içinde olan verili kültürel ve maddi ku­
rumlar çerçevesindeki pek çok farklı, birbirini enine kesen süreçlerin, yapı­
ların ve kuram ların toplamıdır.
Bu çoğulluklar dünyasını anlamaya çalışırken, uygun ölçüde eklektik ola­
rak ele alınmış bir Marksist düşüncenin bize vereceği çok şey vardır.
Dipnotlar

1- Bu soruların pek çoğu The Scientific M arx (Little, 1986) kitabında ayrıntılı olarak araştı­
rılm ıştır.
2- Toplum teorisi alanındaki bir başka A lthusserci çabanın güçlü ve etkili eleştirileri için bkz.
E.P. T hom pson’u n H indess ve H irst’i (1975) eleştirdiği The Poverty o f Theory (T hom pson,
1995).
3- Bkz. Cari Boggs’u n G ram sci’nin düşüncesinin gelişim ini ele alışı (Boggs, 1976).
4- M ateryalist tarihin başka iyi örnekleri C arr (1984), Finley (1973), D obb (1963) ve
Brenner’ı (1976, 1982; A ston ve Philpin, 1985) içerir.

Referanslar

Akerlof, George (1970) “The M arket for ‘Lem ons’: Quality, U ncertainty and the M arket
M echanism ,” Quarterly Journal o f Economics, 84: 488-500.
Althusser, Louis (1969) For Marx. New York: P antheon Books.
Althusser, Louis and E tienne Balibar (1970) Reading Capital. Londra: New Left Books.
A nderson, Perry (1974) Lineages o f the Absolutist State. Londra: New Left Books.
Arrow, K enneth Joseph (1963) Social Choice and Individual Values, ikinci basım. New York:
Wiley.
A ston, T.H. ve C.H.E. P hilpin (1985) The Brenner Debate: Agrarian Class Structure and Economic
Development in Pre-industrial Europe. Cambridge: C am bridge U niversity Press.
Bloch, M arc Leopold Benjam in (1966) French Rural History: An Essay on its Basic Characteristics.
Berkeley, CA: U niversity of California Press.
Boggs, Carl (1976) Cramsci's Marxism. Londra: Pluto Press.
Bowles, Sam uel ve H erbert G intis (1976) Schooling in Capitalist America: Educational
Reform and the Contradictions o f Economic Life. New York: Basic Books.
Brenner, Robert (1976) “A grarian Class S tructure and E conom ic D evelopm ent in Pre-Industrial
E urope,” Past and Present, 70: 30-75.
Brenner, Robert (1982) “The Agrarian Roots of E uropean Capitalism ,” Past and Present, 9 7 :1 6 -
113.
B rinton, Mary C. ve Victor Nee (1998) New Institutionalism in Sociology. New York: Russell
Sage F oundation.
Callinicos, Nicos (1976) Althusser’s Marxism. Londra: Pluto Press.
Carr, Edw ard Hallett (1984) The Comintern and the Spanish Civil War. New York: P antheon
Books.
Dobb, M aurice (1963) Studies in the Development o f Capitalism. New York: International
Publishers.
Elster, Jo n (1982) “M arxism , Functionalism , and Gam e Theory,” Theory and Society, 11: 4 5 3 -
82.
Elster, Jo n (1985) M aking Sense o f Marx. Cambridge: Cam bridge U niversity Press.
Elster, Jon (1986) “Three Challenges to Class”,J. Roem er (ed.), Analytical Marxism. Cambridge:
Cam bridge U niversity Press içinde.
Engels, Friedrich (1958) The Condition of the Working Class in England. Oxford: B. Blackwell.
Finley, M.I. (1973) The Ancient Economy. Berkeley, CA: U niversity of California Press.
G iddens, A nthony (1973) The Class Structure of the Advanced Societies. Londra: H utchinson.
Gram sci, A ntonio (1957) The M odem Prince, and Other Writings. Londra: Lawrence and
W ishart.
H indess, Barry and Paul Q. H irst (1975) Pre-capitalist Modes o f Production. Londra: Routledge
& Kegan Paul.
Jones, G areth Stedm an (1971) Outcast London: A Study in the Relationship between Classes in
Victorian Society. Oxford: C larendon Press.
K night, Jack (1992) Institutions and Social Conflict: The Political Economy o f Institutions and
Decisions. Cambridge: C am bridge U niversity Press.
K uhn, T hom as S. (1970) The Structure o f Scientific Revolutions, genişletilm iş, ikinci basım.
Chicago: U niversity of Chicago Press.
Lakatos, Im re (1974) “M ethodology of Scientific Research Program m es”, I. Lakatos ve A.
Musgrave (ed.), Criticism and the Growth o f Knowledge. Cam bridge: Cam bridge U niversity
Press içinde.
Lakatos, Im re ve Alan M usgrave (ed.) (1974) Criticism and the Growth o f Knowledge, D üzeltilm iş
yeniden basım. Cambridge: C am bridge U niversity Press.
Little, Daniel (1986) The Scientific Marx. M inneapolis, MN: U niversity of M innesota Press.
Little, Daniel (1987) “D ialectics and Science in M arx’s Capital," Philosophy o f the Social Sciences,
17: 197-220.
Little, Daniel (1993) “O n the Scope and Lim its of G eneralizations in the Social Sciences,”
Synthese, 97: 183-207.
Little, Daniel (1998) Microfoundations, Method and Causation: On the Philosophy o f the Social
Sciences. New Brunsw ick, NJ: T ransaction Publishers.
M andel, E rnest (1969) Marxist Economic Theory, revised edition. New York: M [onthly]
R[eview] Press.
M andel, Ernest (1975) Late Capitalism, gözden geçirilm iş basım . Londra: New Left Books.
Marx, Karl (1964) The Eighteenth Brumaire o f Louis Bonaparte. Açıklayıcı notlarla birlikte. New
York: International Publishers.
M arx, Karl (1973) Crundrisse. Londra: Vintage.
Marx, Karl (1977) Capital, volum e 1. New York: Vintage.
Marx, Karl ve F riedrich Engels (1970 [1845-49]) The German ideology, üçüncü basım.
Moskova: Progress Publishers.
Marx, Karl and F riedrich Engels (1975) Karl M arx and Frederick Engels: Selected Correspondence,
gözden geçirilm iş, üçüncü basım. M oskova: Foreign Languages Publishing House.
Mészáros, István (1972) Marx’s Theory o f Alienation. New York: H arper & Row.
M iliband, Ralph (1969) The State in Capitalist Society. New York: Basic.
M iliband, Ralph (1982) Capitalist Democracy in Britain. Oxford: Oxford U niversity Press.
Mill, Jo h n Stuart (1950) Philosophy o f Scientific Method. New York: Hafner.
O ilm an, Berteli (1971) Alienation: M arx’s Conception o f Man in Capitalist Society. Cambridge:
C am bridge U niversity Press.
O ilm an, Berteli (1993) Dialectical Investigations. New York: Routledge.
O lson, M ancur (1965) The Logic of Collective Action: Public Goods and the Theory o f Groups.
C am bridge, MA: H arvard U niversity Press.
Poulantzas, Nicos (1973) Political Power and Social Class. Londra: New Left Books.
Poulantzas, Nicos Ar (1974) Fascism and Dictatorship: The Third International and the Problem
o f Fascism. Londra: NLB.
Poulantzas, Nicos Ar (1975) Classes in Contemporary Capitalism. Londra: NLB.
Powell, W alter W. and P aulJ. DiMaggio (eds) (1991) The New Institutionalism in Organizational
Analysis. Chicago: Chicago U niversity Press.
Przew orski, Adam (1985a) Capitalism and Social Democracy. Cambridge: C am bridge U niversity
Press.
Przew orski, A dam (1985b) “M arxism and Rational C hoice.’ Politics & Society, 14 (4): 379-409.
Przew orski, Adam (1986) “M aterial Interests, Class Com prom ise, and Socialism ”, J.
Roemer (ed.), Analytical Marxism. Cam bridge: Cam bridge University Press içinde.
Ringer, Fritz (1997) M ax Weber’s Methodology: The Unification o f the Cultural and Social Sciences.
Cam bridge, MA: H arvard U niversity Press.
Roemer, Jo h n (1981) Analytical Foundations of Marxism. New York: Cam bridge U niversity
Press.
Roemer, Jo h n (1982a) A General Theory o f Exploitation and Class. C am bridge, MA: Harvard
U niversity Press.
Roemer, Jo h n (1982b) “M ethodological Individualism and Deductive M arxism ,” Theory and
Society, 11: 513-20.
Roemer, Jo h n (1986a) “ ‘Rational C hoice’ Marxism: Some Issues of M ethod and Substance”, J.
Roem er (ed.), Analytical M arxism. Cambridge: C am bridge U niversity Press içinde.
Roemer, Jo h n (ed.) (1986b) Analytical Marxism. Cam bridge: Cam bridge U niversity Press.
Ruben, D.-H. (1979) “M arxism and Dialectics”, J. M epham ve D.-H. Ruben (ed.), Issues in
Marxist Philosophy, cilt 1. Atlantic H ighlands, NJ: H um anities Press.
Sabel, C harles E (1982) Work and Politics: The Division o f Labor in Industry. Cambridge:
C am bridge U niversity Press.
Schaff, Adam (1970) Marxism and the Human Individual. New York: McGraw-Hill.
Sennett, Richard ve Jo n ath an Cobb (1972) The Hidden Injuries of Class. New York: Knopf.
Soboul, A lbert (1989) The French Revolution, 1787-1799: From the Storming of the Bastille to
Napoleon. Londra: U nw in Hyman.
Szym anski, Albert (1978) The Capitalist State and the Politics o f Class. Cam bridge, MA:
W inthrop.
T hom pson, E.P (1966) The M aking o f the English Working Class. New York: Vintage Books.
T hom pson, E.P. (1995) The Poverty o f Theory, or An Orrery o f Errors, yeni basım . Londra: M erlin
Press.
W hewell, W illiam ve Robert E. Butts (1968) William Whew ell’s Theory o f Scientific Method.
Pittsburgh, PA: U niversity of P ittsburgh Press.
D
dn(¿scâ ¿
in
ic
iç iz e r Târdi'âen I
¿ tO . ^ı
ldö ndma
negire
rke
n
Par
isKo m a n a'nang örke
ml ib i
rçizg^i r
oma
nı.
..

HA LK IN ÇIĞLIĞI

YASASIN
komün;
D a r y l G l a s e r - D a v id M . W a lk e r

20. YÜZYILDA

MARKSİZM
Sosyalizmin güncel sorunlarını dert
edinenler için elinizdeki kitap bir hazine.

Her bir yazısı, sayfasıya da satın bizi doğru bilgilerle


donattığı ve aydınlattığı için değil. Bir m akaleler
derlemesinin, hele çok geniş bir yelpazeye yayılmış
ve her biri uzmanlık isteyen konular hakkında
yazılmış yazıları bir araya getiren derlemelerin
bütün yazılarının ne aynı doğrultuda olm alan
beklenebilir, ne de aynı kavrayış düzeyinde.
Bu kitapta yer alan m akaleler arasında da son
derecede önemli ve derin hakikatlere değinenler
de var, konusunun temel bilgilerini sağlarken
okuyucuyu daha derin bilgi arzusuyla başbaşa
bırakan da, okuyucusunu ciddi biçimde yanıltan
da. Ama bütün eşitsizliğine rağmen, bu kitap
Marksizmi ve sosyalizmi ciddiye alan, bunların
bugün içinde bulunduğu durum u kavram aya
çalışan, buradan ileri doğru nasıl yürünebileceği
sorusunu dert edinen insanlar için bir hazine.
Çünkü kimini daha iyi tam sak da, kimini çok az
bildiğimiz konuları (Afrika Marksizmi hakkında
bugüne kadar ne bilirdiniz ki?) en temel verileriyle
sunuyor bu kitap. Bize, 20. yüzyıl M arksizminin
bugüne, 21. yüzyılın yeni kuşaklarına bıraktığı
mirası anlam anın ilk kilometre taşlarını sağlıyor.
Bu bakım dan elinizdeki kitabın Türkçe’de bir
benzeri olmadığını söylemek mümkündür.
Sungur Savran

ISBN 9786055691325

versus 20 TL. ili


786055 691325

You might also like