Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 126

OLUMCUL KİMLİKLER

A m i n Maalouf, 1949'da Lübnan'da d o ğ d u . Ekonomi ve top-


lumbilim o k u d u k t a n sonra gazeteciliğe başladı; 1976'dan
beri Paris'te yaşıyor. Çeşitli yayın organlarında yöneticilik
ve köşe yazarlığı y a p m ı ş olan Maalouf, b u g ü n vaktinin ço-
ğ u n u kitaplarını y a z m a y a ayırmaktadır.
Yapıtlarında çok iyi bildiği A s y a ve A k d e n i z çevresi kültür-
lerinin söylencelerini başarıyla işleyen Maalouf, ilk kitabı
Les Croisades vues par les Arabes (1983, Arapların Gözüyle Haç-
lılar) ile tanındı ve bu kitabın çevrildiği dillerde de b ü y ü k
bir başarı kazandı. 1986'da yayımlanan ve aynı yıl Fransız-
A r a p Dostluk Ö d ü l ü ' n ü kazanan ikinci kitabı (ilk romanı)
Léon l'Africain (Afrikalı Leo) ise b u g ü n bir " k l a s i k " kabul
edilmektedir.
Maalouf un 1988'de yayımlanan ikinci romanı Samarcande
(Semerkant) da coşkuyla karşılandı ve pek çok dile çevrildi.
Maalouf un sonraki kitapları yine romandı: Les Jardins de
Lumière (1991, Işık Bahçeleri) ve Le Premier Siècle après Béatrice
(1992, Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl).
A m i n Maalouf, 1993'te yayımlanan romanı Le Rocher de Ta-
nios (Tanios Kayası ) ile Goncourt Ö d ü l ü ' n ü kazandı. Son ro-
manı Echelles du Levant (Doğunun Limanları) ise 1996'da ya-
yımlandı.

A m i n Maalouf un dört romanı yayınevimizce Türkçeye ka-


zandırılmıştır: Afrikalı Leo (1993), Semerkant (1993), Tanios
Kayası (1995) ve Doğunun Limanları (1996).

A y s e l Bora İstanbul'da d o ğ d u . İstanbul Üniversitesi Fran-


sız Filolojisi'ni bitirdi. Meydan-Larousse'u hazırlayan çevir-
men kadrosunda yer aldı. Daha pek çok ansiklopedik yayı-
na da katkıda b u l u n d u . Bazı çevirileri: Suçta Mutluluk, Bar-
bey d ' A u r e v i l l y (Metis); Hayalî Doğu, Thierry Hentch (Me-
tis); Oidipus Yollarda, Henry Bachau (Metis); Aydınlar Üzeri-
ne, Jean-Paul Sartre (Can); Şimdi, Nathalie Sarraute (Can);
Açınız, Nathalie Sarraute (Can); Ölüm Andı, François Xéna-
kis (Özgür); Mısır Yargıcı Üçlemesi (Katledilen Piramit, Çöl Ya-
sası, Vezirin Adaleti), Christian Jacq (Doğan Yayıncılık).
Amin Maalouf'un
YKY'deki öteki kitapları:

A f r i k a l ı L e o (1993)
Semerkant (1993)
Tanios Kayası (1995)
D o ğ u n u n Limanları (1996)

SPARTACUS
AMIN MAALOUF

Ölümcül Kimlikler

ÇEVİREN:

AYSEL BORA

DENEME

0C30
İSTANBUL
Yapı Kredi Yayınlan -1345
Edebiyat - 356

Ölümcül Kimlikler / Amin Maalouf


Özgün adı: Les Identités Meurtrières
Çeviren: Aysel Bora

Kitap Editörü: Barış Tut

Kapak Tasarımı: Nahide Dikel


Baskı: Şefik Matbaası

1. Baskı: İstanbul, Haziran 2000


ISBN 975-08-0199-7

© Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. 1999


© Editions Grasset & Fasquelle, 1998
Bu kitabın telif haklan Akçalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır.

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.


Yapı Kredi Kültür Merkezi
İstiklal Caddesi No. 285 Beyoğlu 80050 İstanbul
Telefon: (0 212) 252 47 00 (pbx) Faks: (0 212) 293 07 23
http://www.ykykultur.com.tr
http://www.shop.superonline.com/yky
e-posta: ykkultur@ykykultur.com.tr
İÇİNDEKİLER

i
Kimliğim, aidiyetlerim • 13

II
Modernlik Öteki'rıden gelince • 41

III
Gezegensel kabileler zamanı • 73

IV

Panteri evcilleştirmek • 97

Sonsöz • 129
SPARTACUS
1976'da Lübnan'ı terk e d i p Fransa'ya yerleştiğimden beri,
son derece iyi niyetli olarak, kendimi " d a h a çok Fransız" mı,
y o k s a "daha çok Lübnanlı" mı hissettiğim ne k a d a r çok sorul-
m u ş t u r bana. Cevabım hiç d e ğ i ş m e z : "Her ikisi d e ! " Herhangi
bir d e n g e ya da haktanırlık endişesi y ü z ü n d e n değil, ama ceva-
b ı m farklı olsaydı, yalan söylemiş olurdum. Beni bir başkası de-
ğil de ben y a p a n şey, bu şekilde iki ülkenin, iki üç dilin, pek
çok kültür geleneğinin sınırında b u l u n u ş u m d u r . Benim kimli-
ğimi tanımlayan da tam olarak budur. Kendimden bir parçayı
kesip atmış olsaydım, d a h a mı gerçek o l u r d u m ?
Yani bana soru soranlara sabırla Lübnan'da d o ğ d u ğ u m u ,
yirmi yedi yaşına kadar orada yaşadığımı, Arapçanın anadilim
o l d u ğ u n u , Dumas ve Dickens'i, Güliver'in Seyahatleri'ni ilk kez
Arapça çevirisinden keşfettiğimi ve çocukluğun ilk sevinçlerini
atalarımın k ö y ü olan d a ğ k ö y ü m d e tattığımı, ilerde romanla-
rımda esinleneceğim bazı öyküleri orada dinlediğimi açıklıyo-
rum. Bunu nasıl unutabilirim? Bunlardan nasıl olur da kopabili-
rim? A m a öte yandan, yirmi iki yıldan beri Fransa topraklarında
yaşamaktayım, onun s u y u n u ve şarabını içiyorum, ellerim her
g ü n onun o eski taşlarını okşamakta, kitaplarımı onun diliyle
yazıyorum, o artık benim için asla yabancı bir ülke olamaz.
Yani, yarı Fransız, yarı Lübnanlı mı? Hiç de değil! Kimlik
bölmelere ayrılamaz, o ne yarımlardan oluşur, ne üçte birler-
den, ne de kuşatılmış diyarlardan. Benim birçok kimliğim yok,
bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir " d o z d a " onu bi-
çimlendiren bütün öğelerden o l u ş m u ş tek bir kimliğim var.
Bazen, bin bir ayrıntıya girerek tam olarak hangi nedenlerle
aidiyetlerimin t ü m ü n ü dolu dolu istediğimi açıkladığımda, biri
yanıma gelerek elini omzuma k o y u p mırıldanıyor: "Böyle konuş-
makta haklısınız, ama içinizin derinliğinde ne hissediyorsunuz?"

9
Bu ısrarcı sorgulama beni u z u n zaman gülümsetmiştir. Bu-
g ü n b u n a g ü l ü m s e m i y o r u m artık. Çünkü bu bana insanlarda
pek y a y g ı n ve benim g ö z ü m d e tehlikeli bir bakış açısının orta-
ya k o n u l u ş u gibi geliyor. Bana "içimin derinliğinde" ne oldu-
ğ u m s o r u l d u ğ u n d a , b u n d a herkesin "içinin derinliğinde" ağır
basan tek bir aidiyetin, bir bakıma "kişinin derin gerçekliği-
nin", d o ğ a r k e n ebediyen belirlenen ve artık değişmeyecek olan
" ö z " ü n ü n var olduğu inanışı yatıyor; sanki geri kalanın, bütün
geri kalanın - ö z g ü r insan olarak katettiği yolun, benimsediği
inanışların, tercihlerin, kendine özel duygusallığının, yakınlık-
larının, sonuçta y a ş a m ı n ı n - hiçbir önemi y o k m u ş gibi. Bugün
çok sık yapıldığı üzere, çağdaşlarımız "kimliklerini v u r g u l a m a -
y a " yöneltildiğinde, bununla onlara söylenmek istenen, içlerin-
deki, çoğu zaman dinsel ya da ulusal ya da ırkçı ya da etnik ni-
telikteki sözümona temel aidiyete dönmeleri ve b u n u gururla
ötekilerin suratına çarpmaları gerektiğidir.
Daha karmaşık bir kimlik talep eden herkes toplum dışına
itilmiş b u l u r kendini. Cezayirli ana babadan Fransa'da d o ğ a n
bir genç, içinde apaçık iki aidiyet taşımaktadır ve her ikisini de
üstlenecek d u r u m d a olması gerekir. Lafı bulandırmamak için
iki d e d i m ama onun kişiliğinin bileşenleri çok daha fazla sayı-
dadır. İster dil söz konusu olsun, ister inanışlar, y a ş a m biçimi,
aile ilişkileri, sanat ve m u t f a k zevkleri, Fransız, A v r u p a , Batı et-
kileri ondaki Arap, Berberi, Afrika, Müslüman etkilerine karış-
mış durumdadır... Bu delikanlı b u n u dolu dolu yaşamakta öz-
g ü r hissetse kendini, tüm çeşitliliğini üstlenmede cesaretlendi-
rildiğini hissetse, zenginleştirici ve verimli bir deneyim; tersine,
ne zaman Fransızlığını vurgulasa, bazıları ona bir hainmiş, hat-
ta satılmış g ö z ü y l e baktığından, ne zaman Cezayir'le olan bağ-
larını, tarihini, kültürünü, dinini ortaya koysa, anlaşılmamak,
k ü ç ü m s e n m e k tehlikesiyle ya da düşmanlıkla karşılaşacağın-
dan, yolu yıpratıcı olabilir.
Durum Ren'in öte yakasında daha da naziktir. Otuz yıl ön-
ce Frankfurt yakınlarında doğan, hep, dilini ailesininkinden
çok daha iyi k o n u ş u p yazdığı A l m a n y a ' d a yaşamış olan bir
Türk'ün d u r u m u n u d ü ş ü n ü y o r u m . Benimsediği toplumun gö-
z ü n d e o bir Alman değildir; köklerinin geldiği toplumda ise ar-

10
tık tam olarak Türk sayılmaz. S a ğ d u y u isterdi ki, o bu çifte ai-
diyeti tam anlamıyla talep edebilsin. A m a ne yasalarda, ne de
zihniyetlerde hiçbir şey b u g ü n onun bileşik kimliğini u y u m l u
bir şekilde üstlenmesine izin vermemektedir.
Aklıma gelen ilk örnekleri sıraladım. Çok daha başkalarını
da sayabilirdim. Sırp bir anne ile Hırvat bir b a b a d a n Belg-
r a d ' d a doğan biri. Bir Tutsi'yle evli bir Hu tu kadını ya da tersi.
Siyah baba ve Yahudi anneden doğan bir Amerikalı.
Bazıları bunların çok özel d u r u m l a r o l d u ğ u n u d ü ş ü n e -
cektir. D o ğ r u s u ben b u n a inanmıyorum. S a y d ı ğ ı m birkaç kişi,
karmaşık bir k i m l i ğ e sahip olmada tek değil. Her insanda za-
man zaman kendi aralarında çelişen ve onu y ü r e k b u r k a n ter-
cihlere zorlayan çoklu aidiyetlere rastlanır. Kimisinde d u r u m
ilk bakışta anlaşılır; k i m i s i n d e ise daha y a k ı n d a n b a k m a çaba-
sı gerekir.
Bugünün A v r u p a ' s ı n d a , yüzlerce yıllık bir u l u s a -Fransa,
İspanya, Danimarka, İngiltere...- aidiyetiyle, inşa halindeki kıta
b ü t ü n l ü ğ ü n e aidiyeti arasında, ister istemez artacak bir çekiş-
meyi hissetmeyecek kimse var mıdır? Bask ülkesinden İskoç-
y a ' y a bir bölgeye, halkına, tarihine, diline güçlü ve derin bir
bağlılık d u y a n ne k a d a r Avrupalı vardır? Birleşik D e v l e t l e r d e
kim hâlâ önceki köklerine -Afrikalı, İspanyol soylu, İrlandalı,
Yahudi, İtalyan, Polonyalı ve daha b a ş k a l a r ı - b a k m a d a n top-
lumdaki yerini düşünebilir?
Bunları söylerken, seçtiğim ilk örneklerin özel bir yanı ol-
d u ğ u n u kabul etmek isterim. Hepsi de içlerinde b u g ü n şiddetli
bir çatışma halinde olan aidiyetler taşıyorlar; bir bakıma, içle-
rinden etnik, dinsel ya da daha başka kırılma hatlarının geçtiği,
sınırda insanlar. Aslında "ayrıcalıklı" d e m e y e dilimin varmadı-
ğı bu d u r u m nedeniyle bağlar kurmak, anlaşmazlıkları gider-
mek, kimilerini mantığa d a v e t etmek, kimilerini yatıştırmak,
sorunları d ü z l ü ğ e çıkartmak, barıştırmak gibi bir rol oynamak
durumundalar... Çeşitli toplumlar, çeşitli kültürler arasında bir-
leşme çizgisi, köprü, arabulucu olmaya çağrılılar. Tam da bu
yüzden, ikilemleri ağır bir anlam taşıyor: bu insanlar çok yönlü
aidiyetlerini üstlenemiyorlarsa, sürekli olarak saflarını seçmek
d u r u m u n d a bırakmıyorlarsa, kabilelerinin safları arasına dön-

11
m e y e zorlanıyorlarsa, o halde dünyanın gidişatı hakkında en-
dişelenmekte haklıyız demektir.
"Seçmek d u r u m u n d a bırakılıyorlar", "zorlanıyorlar" de-
dim. Kim tarafından mı? Sadece her çeşidinden fanatikler ve
yabancı düşmanları değil, sizin ve benim tarafımdan da, ara-
mızdaki herkes tarafından. Gerçekten de hepimizin içinde kök
salmış bu düşünce ve i f a d e alışkanlıkları y ü z ü n d e n , b ü t ü n bir
kimliği, öfkeyle ilan edilen tek bir aidiyete indirgeyen o dar, o
sığ, yobaz, kolaycı yaklaşım y ü z ü n d e n .
İçimden işte katiller böyle "imal ediliyor" diye h a y k ı r m a k
geliyor! Kabul ediyorum, biraz hırçın ama sonraki sayfalarda
açıkça ortaya koymayı tasarladığım bir doğrulama.

12
I

Kimliğim, aidiyetlerim
1

Yazarlık hayatım bana sözcüklerden çekinmeyi öğretti. En


açık gibi görünenleri çoğu zaman en kalleşleridir. Bu sözde
dostlardan biri de "kimlik"tir. Hepimiz bu sözcüğün ne anlama
geldiğini bildiğimizi sanırız ve o sinsi sinsi tersini söylemeye
koyulsa da, ona g ü v e n m e y i s ü r d ü r ü r d u r u r u z .
Kimlik kavramını tekrar tekrar tanımlamak bana uzak geli-
yor. Bu Sokrates'in "Kendini tanı!"smdan başlayarak, nice usta-
lardan geçip Freud'a gelinceye kadar felsefenin en öncelikli so-
r u n u olmuştur; g ü n ü m ü z d e b u n u yeniden çözmeye girişmek
için b e n d e o l d u ğ u n d a n çok daha fazla ustalık ve çok daha fazla
gözüpeklik gerekirdi. Benim giriştiğim çabaysa son derece mü-
tevazı: neden b u g ü n bunca insanın dinsel, etnik, ulusal ya da
b a ş k a kimlikleri adına cinayetler işlediğini anlamaya çalışmak.
Bu çok eski zamanlardan beri mi böyleydi, yoksa çağımızda
daha özel gerçeklikler mi söz konusu? Sözlerim zaman zaman
fazla basit gibi görünebilir. Ç ü n k ü düşüncelerimi olabildiğince
dingin bir zihinle, sabırla, dürüstçe, hiçbir jargona ya da aldatı-
cı kestirmelere s a p m a d a n y ü r ü t m e k istiyorum.

"Kimlik cüzdanı" demenin u y g u n g ö r ü l d ü ğ ü şeyin üzerin-


de bir soyadı, ön ad, d o ğ u m yeri ve tarihi, fotoğraf, birtakım fi-
ziksel özellikler, imza, hatta bazen parmak izi b u l u n u r - karı-
şıklığa olanak tanımadan işbu belgenin Filancaya ait olduğunu,
geri kalan milyarlarca insan arasında ister tıpatıp benzeri, ister
kardeşi olsun onunla karıştırılabilecek tek bir kişinin var ola-
mayacağını gösteren bir işaretler yelpazesi.

15
Kimliğim beni başka hiç k i m s e y e benzemez y a p a n şeydir.
Böyle tanımlandığında kimlik sözcüğü göreli olarak net ve
karışıklığa yol açmaması gereken bir kavram. Birbirinin eşi iki
varlık olmadığını ve olamayacağını ortaya k o y m a k için uzun
kanıtlara gerçekten gerek v a r mıdır? Yarın, k o r k u l d u ğ u gibi, in-
san "klonlama" başarılsa bile, bu klonlar da olsa olsa " d o ğ u ş "
anında birbirinin eşi olacaktır; yaşamlarında attıkları ilk adım-
dan itibaren farklılaşacaklardır.
Her kişinin kimliği, resmi kayıtlarda görünenlerle kesinlik-
le sınırlı olmayan bir yığın öğeden oluşur. Elbette insanların
b ü y ü k ç o ğ u n l u ğ u için dinsel bir geleneğe bağlılık söz konusu-
dur; bir ulusa, bazen iki ulusa; etnik ya da dilsel bir gruba; az
ya da çok geniş bir aileye; bir mesleğe; bir k u r u m a ; belli bir sos-
yal çevreye... A m a liste daha da uzundur, neredeyse sınırsızdır:
insan bir eyalete, bir köye, bir mahalleye, bir kabileye, bir spor
takımına ya da meslek k u r u l u ş u n a , bir arkadaş g r u b u n a , bir
sendikaya, bir işletmeye, bir partiye, bir derneğe, bir cemaate,
aynı tutkuları, aynı cinsel tercihleri, aynı fiziksel özürleri payla-
şan ya da aynı zararlı etkilere m a r u z kalan bir insan topluluğu-
na ait o l d u ğ u n u hissedebilir.
Bütün bu aidiyetler, her halükârda aynı anda, elbette aynı
derecede önem taşımazlar. A m a hiçbiri de tam olarak anlamsız
değildir. Bunlar kişiliğin yapı taşlarıdır, çoğunun d o ğ u ş t a n gel-
mediğini v u r g u l a m a k koşuluyla, neredeyse " r u h u n genleri"
denebilir onlara.
Bu öğelerin her birine çok sayıda bireyde rastlamak müm-
k ü n s e de, iki farklı insanda aynı bileşimi asla bulamazsınız ve
her birinin zenginliğini, kendine ö z g ü değerini oluşturan da iş-
te budur, her varlığın tekil ve potansiyel olarak yerinin doldu-
rulmaz oluşunu sağlayan budur.

Öyle durumlar olur ki, sevindirici ya da üzücü bir olay,


hatta hiç beklenmedik bir rastlantı kimlik d u y g u m u z d a binler-
ce yıllık bir mirasa bağlılığımızdan çok daha ağır basar. Yirmi
yıl önce Saraybosna'da bir kahvehanede tanışan, birbirini se-
ven, sonra da evlenen bir Sırp erkeğiyle Müslüman bir kadının
d u r u m u n u düşünelim. Bundan böyle kimliklerini asla tama-

16
men Sırp ya da tamamen Müslüman bir çift olarak algılayama-
yacaklar; vatana bakış açıları gibi inançları da eskisi gibi olama-
yacak artık. Her biri, ailelerinin onlara miras bıraktıkları aidi-
yetleri daima içlerinde taşıyacak ama bunları algılama biçimleri
artık farklı olacak, bunlara verecekleri yer farklı olacak.
Saraybosna'dan ayrılmayalım daha. Hayali bir anket için
düşüncelerimizde orada kalalım. Sokakta elli yaşlarında bir
adamı inceleyelim.
1980'e gelirken, bu adam şöyle derdi: "Ben Yugoslavım!",
gururla ve gönül koymadan; daha yakından sorular sorulduğun-
d a y s a Bosna-Hersek Özerk Cumhuriyeti'nde yaşadığını ve bu
arada Müslüman geleneği olan bir aileden geldiğini belirtildi.
On iki yıl sonra, savaşın en şiddetli günlerinde aynı adam,
hiç d u r a k s a m a d a n ve bastırarak şöyle cevap verirdi: "Ben Müs-
l ü m a n ı m ! " Hatta belki de şeriat kurallarına u y g u n bir sakal bı-
rakmış bile olurdu. Hemen arkasından Boşnak o l d u ğ u n u ve bir
zamanlar gururla Y u g o s l a v o l d u ğ u n u vurguladığının kendisine
hatırlatılmasından hiç hoşlanmadığını eklerdi.
Bugünse adamımızı sokakta çevirsek önce Boşnak, sonra
Müslüman o l d u ğ u n u söyleyecektir; düzenli olarak camiye git-
tiğini de belirtecektir; ama ülkesinin A v r u p a ' n ı n bir parçası ol-
d u ğ u n u ve bir g ü n A v r u p a Birliği'ne katılmasını u m u t ettiğini
söylemeden geçemeyecektir.
Aynı insana yirmi yıl sonra aynı y e r d e rastlasak, acaba
kendini nasıl tanımlardı? Aidiyetlerinden hangisini en başa ko-
yardı? Avrupalı mı? M ü s l ü m a n mı? Boşnak mı? Başka bir şey
mi? Belki de Balkan mı?
Tahminlerde b u l u n m a y a kalkmayacağım. Bütün bu öğeler
gerçekten de onun kimliğinin bir parçasını oluşturuyor. Bu
a d a m Müslüman geleneğinden gelen bir aile içinde d o ğ m u ş t u r ;
dil bakımından bir zamanlar tek bir devletin sınırları içinde
toplanmış halde bulunan, b u g ü n s e öyle olmaktan çıkan Güney
Slavları'na bağlıdır; kimi zaman Osmanlı, kimi zaman Avustur-
yalı olan ve A v r u p a tarihinin b ü y ü k dramlarından payını almış
bir toprakta yaşamaktadır. Her d ö n e m d e aidiyetlerinden biri
ya da ötekisi, söylemek gerekirse, neredeyse bütün diğerlerini
g ö l g e d e bırakacak ve bütün kimliğiyle karışıp kaynaşacak ka-

17
dar şişecektir. Yaşamı boyunca ona her çeşitten masallar anlatıl-
mıştır. Bir proleter o l d u ğ u ve başkaca hiçbir şey olmadığı. Yu-
g o s l a v o l d u ğ u ve başka hiçbir şey olmadığı. Son zamanlarda da
M ü s l ü m a n o l d u ğ u ve başka hiçbir şey olmadığı; hatta zorlu ge-
çen birkaç ay boyunca Kabil'deki insanlarla Trieste'dekilerden
çok daha fazla ortak yanları o l d u ğ u n a bile inandırmışlardı onu!

Bütün dönemlerde, m e ş r u olarak "kimlik" denebilecek ka-


dar her koşulda ötekilerden son derece üstün, tek bir ana aidi-
yet o l d u ğ u n u d ü ş ü n e n insanlar olmuştur. Kimileri için ulus, ki-
mileri içinse din ya da sınıf. A m a hiçbir aidiyetin mutlak suret-
te baskın çıkmadığını anlamak için d ü n y a d a olup biten farklı
çatışmalara bir göz gezdirmek yeter. İnançlarının tehdit altında
o l d u ğ u n u hisseden insanlar arasında, bütün kimliklerini özet-
ler gibi görünen şey dinsel aidiyet oluyor. A m a tehdit altında
olan anadilleri ve etnik gruplarıysa, o zaman dindaşlarıyla kı-
yasıya savaşıyorlar. Türkler de Kürtler de Müslüman, ama dil-
leri farklı; çatışmaları bu y ü z d e n daha mı az kanlı? Hutular da
Tutsiler gibi Katolik ve aynı dili konuşuyorlar, bu onların bir-
birlerini katletmelerini önleyebildi mi? Çekler ve Slovaklar da
Katolik, bu, bir arada yaşamalarını kolaylaştırmış mıydı?
Bütün bu örnekler, herkesin kimliğini oluşturan öğeler ara-
sında her zaman belli bir hiyerarşi olsa bile, b u n u n d e ğ i ş m e z
olmadığı, zamana göre başkalaştığı ve davranışları derinleme-
sine farklılaştırdığı o l g u s u üzerinde d u r m a k için.
Herkesin yaşamında önem taşıyan aidiyetler, her zaman,
temel olarak bilinen, dilden, derinin renginden, ulusal kimlik-
ten, sınıf ve dinden kaynaklanan aidiyetler olmamıştır. Faşizm
d ö n e m i n d e eşcinsel bir İtalyan'ın d u r u m u n u ele alalım. Onun
için kişiliğinin o çok özel g ö r ü n ü m ü önemliydi, ama sanırım
işini yapması, politik tercihleri ya da dinsel inançları kadar de-
ğil. Birden devletin baskısı üzerine biniyor, aşağılanmakla, sür-
günle, ölümle tehdit edildiğini hissediyor - bu örneği seçerken
açıkça kimi edebiyat ve sinema izlenimlerimden yararlanıyo-
rum. Birkaç yıl öncesine kadar yurtsever, belki de milliyetçi
olan bu adam resmi geçit halindeki İtalyan birliklerini gördü-
ğ ü n d e artık sevinemeyecek, hiç k u ş k u s u z yenilmelerini dileme

18
noktasına bile gelecektir. Kovuşturmalar y ü z ü n d e n cinsel ter-
cihleri öteki aidiyetlerinin önüne geçecek, hatta o d ö n e m d e en
uç noktasına varan ulusal aidiyetini bile g ö l g e d e bırakacaktır.
A d a m ı m ı z ancak savaştan sonra, daha hoşgörülü bir İtalya'da
yeniden tam anlamıyla İtalyan hissedecektir kendini.
Çoğu zaman ileri sürülen kimlik, hasmınınki üzerine - t e r s
y ö n d e - inşa edilir. Katolik bir İrlandalı İngilizlerden öncelikle
din bakımından farklıdır, ama o, krallığa karşı cumhuriyetçi ol-
d u ğ u n u v u r g u l a y a c a k ve Gaelceyi yeterince bilmese de, en
azından İngilizceyi k e n d i n e has bir tarzda konuşacaktır; Ox-
ford aksanıyla konuşan Katolik bir yöneticiye neredeyse bir ha-
in g ö z ü y l e bakılacaktır.

Kimlik mekanizmalarının karmaşıklığını - k i m i zaman gü-


leryüzlü, çoğu zaman t r a j i k - gösterecek onlarca örnek var. Bir-
çoğuna sonraki s a y f a l a r d a değineceğim, kimine kısaca, kimine
ise ayrıntılara girerek; özellikle geldiğim bölgeyle ilgili olanlara
- Yakındoğu, Akdeniz, A r a p d ü n y a s ı ve öncelikle de Lübnan.
İnsanın nereye ait olduğu, kökenleri, ötekilerle ilişkileriyle, gü-
neşte ve gölgede işgal edeceği yeri konusunda sürekli olarak
kendi kendini s o r g u l a m a y a itildiği bir ülke. SPARTACUS

19
2

Kimilerinin vicdan m u h a s e b e s i yaptığı gibi, ben de zaman


z a m a n "kimlik m u h a s e b e m " d e d i ğ i m şeyi yaparım. A m a c ı m
içimde, yeniden k e n d i m e döneceğim herhangi bir " e s a s " aidi-
yet b u l m a k olmadığından - b u anlaşılacaktır-, b u n u n tam tersi
bir yol izlerim: k i m l i ğ i m d e ne k a d a r öğe varsa ortaya çıkarmak
için belleğimi didik didik eder, bunları toplar, sıralarım, hiçbiri-
ni reddetmem.
Ben yüzyıllardır Lübnan dağlarına yerleşmiş ve o zaman-
dan beri art arda göçlerle M ı s ı r d a n Brezilya'ya, Küba'dan
A v u s t r a l y a ' y a , d ü n y a n ı n dört bir köşesine yayılan Güney Ara-
bistanlı bir aileden geliyorum. Ailem muhtemelen II. ya da III.
Y ü z y ı l d a n itibaren, yani İslamiyetin ortaya çıkışından çok önce,
hatta Batı'nın Hıristiyanlığı benimsemesinden de önce, daima
A r a p v e Hıristiyan olmaktan g u r u r d u y m u ş t u r .
Hıristiyan olmak ve anadilimin Islamın kutsal dili olan
A r a p ç a olması, benim kimliğimi oluşturan temel çelişkilerden
biridir. Bu dili konuşmak, onu her g ü n dualarında kullanan ve
b ü y ü k bir çoğunluğu b e n i m kadar iyi bilmeyen insanlarla
a r a m d a bir b a ğ oluşturuyor; Orta A s y a ' y a gittiğiniz ve Timur
z a m a n ı n d a n kalma bir medresenin kapısında yaşlı bir ulemaya
rastladığınzda, onun kendini bir dostluk ortamında hissetmesi
ve asla bir Rus'la ya da bir İngiliz'le y a p a m a y a c a ğ ı kadar içten
k o n u ş m a s ı için ona Arapça seslenmemiz yeter.
Bu dil, onun, benim ve bir milyardan fazla insanın ortak
dili. Öte y a n d a n Hıristiyan o l m a m - k ö k l ü biçimde dinsel ya da

20
sadece sosyolojik olması k o n u m u z d e ğ i l - da, benimle dünya-
daki birkaç milyar Hıristiyan arasında anlamlı bir b a ğ oluştu-
ruyor. Pek çok şey beni her Hıristiyandan ayırıyor, tıpkı her
A r a p ve her M ü s l ü m a n ' d a n ayırdığı gibi, ama her biriyle aram-
da, biri dinsel ve entelektüel, öteki dilbilimsel ve kültürel bağ-
lamda, y a d s ı n m a y a c a k bir akrabalığım var.
Her şeye rağmen, hem A r a p hem de Hıristiyan olmak çok
özel, son derece az rastlanır ve taşınması her zaman kolay ol-
m a y a n bir d u r u m d u r ; kişide derin ve kalıcı izler bırakır; konu
ben o l d u ğ u m a göre, bu d u r u m u n , bu kitabı y a z m a kararım da
dahil olmak üzere, hayatım boyunca almak z o r u n d a kaldığım
b ü t ü n kararlarda belirleyici o l d u ğ u n u inkar etmeyeceğim.
Böylece, kimliğimin bu iki öğesini ayrı ayrı g ö z önüne al-
d ı ğ ı m d a kendimi gerek din, gerekse dil b a k ı m ı n d a n insanlığın
neredeyse yarısına yakın hissediyorum; bu iki ölçütü eşzaman-
lı olarak ele aldığımda, kendimi ö z g ü l l ü ğ ü m l e y ü z l e ş m i ş bu-
luyorum.
Aynı gözlemi b a ş k a aidiyetlerle yapabilirim: Fransız olma-
yı altmış milyon insanla paylaşıyorum; Lübnanlı olmayı, dün-
yanın dört bir yanına dağılmış Lübnanlıları sayarsak, sekiz-on
milyon kişiyle p a y l a ş ı y o r u m ; ama aynı z a m a n d a Fransız ve
Lübnanlı olmayı kaç kişiyle paylaşıyorum acaba? Hepsi hepsi
birkaç bin.
Aidiyetlerimin her biri beni çok sayıda insana bağlıyor; bu-
na karşın, hesaba kattığım aidiyetlerim çoğaldıkça, kimliğim de
özel bir d u r u m olarak ortaya çıkıyor.
Köklerime biraz daha uzanacak olsaydım, birtakım Bizans
ayin düzenlerine bağlı kalmakla birlikte papanın otoritesini de
tanıyan Katolik-Yunan ya da Melki olarak bilinen bir cemaatin
içinde d o ğ d u ğ u m u belirtmem gerekirdi. Uzaktan bakılınca, bu
aidiyet sadece bir ayrıntı, bir ilginçlik; yakından bakıldığındıy-
sa, kimliğimin belirleyici bir yönü, daha güçlü cemaatlerin top-
rak ve iktidardaki payları için uzun süre savaştığı Lübnan gibi
bir ülkede, benimki gibi son derece azınlıkta kalan cemaatlerin
üyeleri nadiren silaha sarılmıştır, zaten s ü r g ü n e ilk gidenler de
onlar oldu. Bana gelince, saçma ve intihar d e m e k olan bu sava-
şa bulaşmayı daima reddetmişimdir; ama bu yargı, bu mesafeli

21
bakış, silahlara sarılmayı bu reddediş azınlıkta kalmış bir cema-
ate ait oluşumla ilgisiz değildir.
Evet, Melki. Buna rağmen, g ü n ü n birinde biri eğlenip, res-
mi devlet kayıtlarında ismimi -ki, beklendiği gibi Lübnan'da
din esasına göre düzenlenmiştir- aramaya kalkacak olsa, beni
Melki'ler listesinde değil Protestan kayıtları arasında bulacaktır.
Hangi nedenle mi? Bunu anlatmak çok uzun sürer. Burada aile-
miz içinde birbirine rakip iki dinsel gelenek o l d u ğ u n u ve çocuk-
l u ğ u m boyunca bu çekişmelerin tanığı o l d u ğ u m u söylemekle
yetineceğim; tanığı, bazen de kozu: Cizvit papazlarının Fransız
okuluna kaydedilmemin nedeni, kesinlikle Katolik olan anne-
min, çocuklarını geleneksel olarak Amerikan ya da İngiliz okul-
larına gönderen baba tarafımda ağır basan Protestan etkisinden
uzak tutmak istemesidir; bu çekişme yüzündendir ki, kendimi
Fransızca konuşur b u l d u m , b u n u n sonucu olarak da Lübnan sa-
vaşı sırasında N e w York'a, Vancouver'a ya da Londra'ya değil
Paris'e gelip yerleştim ve Fransızca y a z m a y a başladım.
Kimliğimden daha başka ayrıntılar da sıralayacak mıyım?
Türk olan b ü y ü k a n n e m d e n , Mısır Marunisi kocasından ve ben
d o ğ m a d a n çok önce ölen ve bana şair, özgür d ü ş ü n c e sahibi,
belki de mason ama her halükarda şiddetli bir kilise karşıtı ol-
d u ğ u anlatılan öteki b ü y ü k b a b a m d a n söz edecek miyim? Moli-
ere'i Arapçaya ilk çeviren ve b u n u 1848'de bir Osmanlı tiyatro-
s u n u n sahnesinde oynatan b ü y ü k - b ü y ü k - b ü y ü k d a y ı m a kadar
uzanacak mıyım?
Hayır, bu kadarı yeter, b u r a d a d u r u p soruyorum: kimliği-
mi belirleyen ve kaba hatlarıyla y o l u m u çizen bu birkaç dağı-
nık öğeyi, hemcinslerimden kaçı benimle paylaşıyor? Çok azı.
Belki de hiçbiri. İşte benim de üzerinde d u r m a k istediğim bu:
ayrı ayrı alındığında, aidiyetlerimden her biri sayesinde hem-
cinslerimin b ü y ü k bir çoğunluğuyla belli bir akrabalığım var;
aynı ölçütleri toplu olarak ele aldığımdaysa başka hiçbir kim-
likle karıştırılmayacak, k e n d i m e ö z g ü bir kimliğim oluyor.
Biraz genelleştirerek şöyle diyeceğim: her insanla birtakım
ortak aidiyetlerim var; ama d ü n y a d a hiç kimse benim bütün ai-
diyetlerimi, hatta bunların b ü y ü k bir kısmını benimle paylaşa-
maz; kendi oğlum ya da b a b a m da olsa, başka birininkinden

22
farklı olan özel kimliğimin apaçık ortaya konması için, sıralaya-
bileceğim onlarca ölçütten pek azı yeterli olacaktır.
Önceki sayfaları y a z m a y a b a ş l a m a d a n önce u z u n süre te-
r e d d ü t ettim. Daha kitabın başında kendi d u r u m u m üzerinde
b ö y l e durmalı mıydım?
Bir yandan, bana en yakın olan kendimi örnek olarak kul-
lanırken, insanın birkaç aidiyet ölçütüyle, benzerleriyle bağları-
nı ve özelliğini nasıl ortaya koyabileceğini söylemek istiyor-
d u m . Öte yandan, özel bir d u r u m u n çözümlemesinde ne kadar
u z a ğ a giderseniz, kendinizi b u n u n tam bir özel d u r u m olduğu-
nu ileri sürerken g ö r m e riskinizin o kadar artacağını da bilmi-
yor değildim.
Sonunda, kendi "kimlik muhasebesini" y a p a n iyi niyetli
herkesin, tıpkı benim gibi, kendisinin özel bir d u r u m o l d u ğ u n u
keşfetmekte gecikmeyeceğine kanaat getirerek kolları sıvadım.
Bütün bir insanlık özel d u r u m l a r d a n başka bir şey değil, yaşam
farklılıklara gebe, "yeniden üretim" v a r s a da asla aynı olmu-
yor. İstisnasız her insan karma bir kimlikle donanmış; unutul-
m u ş çatlakları, hiç akla gelmeyen dallanmaları ortaya çıkarmak
ve kendisinin karmaşık, biricik o l d u ğ u n u , yerinin başkası tara-
fından doldurulamayacağını keşfetmesi için kendi kendine bir-
kaç soru sorması yeter.
İşte herkesin kimliğini belirten tam da bu: karmaşık, biri-
cik, yeri doldurulamaz, başka hiç kimseyle karıştırılamaz. Bu
noktada ısrar etmemin nedeni, kimliğini belirtmek için sadece
" A r a b ı m " , "Fransızım", "Siyahım", "Sırpım", " M ü s l ü m a n ı m " ,
" Y a h u d i y i m " denmesi gerektiği şeklindeki hâlâ son derece yay-
gın ve benim g ö z ü m d e son derece sakıncalı d ü ş ü n m e alışkanlı-
ğı; çeşitli aidiyetlerini benim yaptığım gibi sıralayan biri, derhal
kimliğini bütün renklerin silineceği bulanık bir çorba içinde
"eritmek" istemekle suçlanır. Oysa benim s ö y l e m e y e çalıştığım
b u n u n tam tersi. Bütün insanların eşit o l d u ğ u değil ama her bi-
rinin farklı o l d u ğ u . K u ş k u s u z bir Sırp bir Hırvat'tan farklıdır,
ama her Sırp da b ü t ü n öteki Sırpla^dan farklıdır ve her Hırvat
da bütün öteki Hırvatla^dan farklıdır. Gene Lübnanlı bir Hıris-
tiyan Lübnanlı bir Müslümandan farklıysa, ben birbirinin aynı-
sı iki Lübnanlı Hıristiyan tanımıyorum, ne de iki Müslüman,

23
ayrıca d ü n y a d a birbirinin eşi iki Fransız, iki Afrikalı, iki A r a p
ya da iki Yahudi de yok. İnsanlar birbirinin yerini tutamaz ve
aynı Ruandalı ya da İrlandalı ya da Lübnanlı ya da Cezayirli ya
da Bosnalı aile içinde, aynı çevrede yetişen iki kardeş arasında,
g ö r ü n ü ş t e çok küçük ama onları politika, din ya da g ü n l ü k ya-
şam k o n u s u n d a birbirlerinin kutbuna itecek, birini bir katil, di-
ğeriniyse bir diyalog ve uzlaşma insanı yapacak farklılıklara sık
rastlanır.
Şu ana kadar söylediklerime pek az insan açıkça karşı çık-
mayı düşünecektir. A m a bizler, hepimiz, sanki bu böyle değil-
miş gibi davranıyoruz. Kolayına kaçıp birbirinden farklı insan-
ları aynı k e f e y e k o y u y o r u z , gene kolaylık olsun d i y e onlara ci-
nayetler, toplu eylemler, ortak görüşler y ü k l ü y o r u z - "Sırplar
katliam yaptı...", "İngilizler yağmaladı...", "Yahudiler el koy-
du...", "Siyahlar ateşe verdi...", " A r a p l a r reddediyor..." Filan ya
da falan halk hakkında "çalışkan", "becerikli" ya da "tembel",
" k u ş k u verici", "sinsi", "kibirli" ya da "inatçı" diyerek d u y g u -
suzca yargılarda b u l u n u y o r u z ve bu da kimi z a m a n kanla sona
eriyor.
Bütün çağdaşlarımızdan ifade alışkanlıklarını b u g ü n d e n
yarına değiştirmelerini beklemenin gerçekçi olmayacağını bili-
yorum. A m a her birimizin, sözlerinin m a s u m olmadığının, ta-
rih boyunca kötü ve ölümcül o l d u ğ u ortaya çıkan önyargıların
s ü r d ü r ü l m e s i n d e payı o l d u ğ u n u n bilincine v a r m a s ı bana
önemli görünüyor.
Çünkü başkalarını çoğu zaman en dar aidiyetleri içine sı-
kıştıran bizim bakışımız ve onları özgür kılacak da g e n e bizim
bakışımız. SPARTACUS

24
3

Kimlik öyle bir çırpıda verilmez, y a ş a m b o y u n c a oluşur ve


değişir. Pek çok kitapta bunlar söylenmiş ve u z u n u z u n açık-
lanmıştır ama bir kez daha altını çizmenin zararı yok: d o ğ a r k e n
içimizde var olan kimlik öğelerimiz pek fazla değil - bazı fizik-
sel özellikler, cinsiyet, renk... Hatta orada bile her şey d o ğ u ş t a n
gelmiyor. Cinsiyetimizi belirleyen elbette sosyal çevremiz değil
ama bu aidiyetin y ö n ü n ü belirleyen g e n e de o; Kabil'de kız
d o ğ m a k l a Oslo'da kız d o ğ m a k aynı anlamı taşımıyor, kadınlık
aynı biçimde yaşanmıyor, ne de kimliğin başka hiçbir öğesi...
Renk k o n u s u n d a da benzer bir g ö z l e m d e bulunabiliriz.
N e w York'ta, Lagos'ta, Pretoria'da ya da L u a n d a ' d a siyah ola-
rak d o ğ m a k aynı anlamı taşımaz, kimlik açısından n e r e d e y s e
aynı rengin söz k o n u s u olmadığı bile söylenebilir. Nijerya'da
d o ğ a n bir çocuk için kimliğinin en belirleyici öğesi b e y a z değil
de siyah olmak değildir, a m a sözgelimi Haoussa değil Yoruba ol-
maktır. Güney A f r i k a ' d a siyah ya da b e y a z olmak belirleyici bir
kimlik öğesi olmayı s ü r d ü r m e k t e d i r ; ama en azından etnik ai-
diyet - Z u l u , Xhosa, v b . - de bir anlam taşır. Birleşik Devlet-
l e r de Yoruba köklerle Haoussa köklerden gelmek arasında hiç-
bir fark yoktur; etnik köken daha çok Beyazlar -İtalyanlar, İngi-
lizler, İrlandalılar ve d i ğ e r l e r i - arasında kimliği belirleyici rol
oynar. Üstelik Birleşik Devletlerde, ataları arasında hem Beyaz
hem de Siyahlar b u l u n a n bir kişi " s i y a h " olarak kabul edilir-
ken, Güney A f r i k a ' d a ya da A n g o l a ' d a " m e l e z " olarak kabul
edilir.

25
Melezlik kavramı neden bazı ülkelerde dikkate alınırken,
diğerlerinde alınmamıştır? Etnik aidiyet neden bazı toplumlar-
da belirleyicidir de, başkalarında değildir? Her d u r u m için şöy-
le ya da b ö y l e ikna edici çeşitli örnekler ileri sürülebilirdi. A m a
şu a ş a m a d a beni ilgilendiren bu değil. Bu örnekleri sadece renk
ve cinsiyetin dahi " m u t l a k " kimlik öğeleri olmadığını vurgula-
m a k için sıraladım... Çok daha önemli nedenlerle, bütün öteki
öğeler daha da göreli.
Kimlik öğeleri arasında gerçekten doğuştan gelenleri tart-
m a k için son derece aydınlatıcı bir mantık o y u n u var: daha do-
ğarken çevresinden koparılıp b a m b a ş k a bir ortama yerleştirilen
bir bebek düşünelim; edinebileceği "kimlikleri", yürüteceği
mücadeleleri ve kurtarıldığı zorlukları karşılaştıralım... Ne
" k e n d i " esas dini, ne " k e n d i " milliyeti, ne de " k e n d i " diliyle il-
gili hiçbir anısının olmayacağını ve kendini, kendi insanları ol-
ması gerekenlere karşı canla başla savaşırken bulacağını belirt-
m e y e gerek var mı?
Bir kişinin belli bir g r u b a ait oluşunu belirleyen şeyin te-
m e l d e başkaları olduğu ne kadar d o ğ r u d u r ; onu kendilerinden
y a p m a y a çalışan yakınlarının -akrabalar, memleketliler, din-
d a ş l a r - etkisi ve onu dışlamak için uğraşan karşı kamptakilerin
etkisi. Her birimiz, itildiğimiz, bize yasaklanan ya da tuzaklar
k u r u l a n yollar arasından kendine bir yol açmak zorunda; bir-
denbire kendimiz olamayız, ne o l d u ğ u m u z u n "bilincine var-
m a k l a " yetinmeyiz, neysek o oluruz; kimliğimizin "bilincine
v a r m a k l a " yetinmeyiz, onu adım adım kazanırız.
Çıraklık çok erken, daha bebeklikte başlar. İsteyerek ya da
istemeden çocuğun ailesi onu biçimlendirir, oluşturur, ailevi
inançları, adet ve alışkanlıkları, davranışları, üzerinde uzlaşıl-
mış kuralları, elbette anadilini ve daha sonra korkuları, emelle-
ri, önyargıları, kinleri ve daha başka aidiyet ve ait olmama duy-
gularını ona aşılar.
Gene erkenden sıra, e v d e ya da okulda, ya da yan sokak-
tan çıkagelen ilk yaralardadır. Başkaları sözleriyle, bakışlarıyla
ona yoksul ya da topal ya da bodur ya da "leylek bacaklı" ya
da yanık tenli ya da çok sarışın ya da sünnetli ya da sünnetsiz
ya da öksüz o l d u ğ u n u hissettirir - her kişinin dış çizgilerini be-

26
lirleyen bu sayılmayacak kadar çok irili ufaklı farklılıklar, çoğu
zaman son derece yapıcı olarak ortaya çıkan ama kimi zaman
da sonsuza kadar süren yaralara neden olan davranışları, gö-
rüşleri, korkuları, emelleri yaraür.

Yaşamın her aşamasında, insanların aidiyetlerine karşı ta-


vırları ve bunlar arasındaki hiyerarşiyi belirleyen bu yaralardır.
İnsanlar dinleri y ü z ü n d e n eziyet g ö r d ü ğ ü n d e , derilerinin rengi
ya da yamalı giysileri v e y a şivesi y ü z ü n d e n aşağılandığı ya da
alaya alındığında b u n u unutmazlar. Buraya k a d a r kimliğin çok
çeşitli aidiyetlerden o l u ş t u ğ u üzerinde ısrarla d u r d u m ; ama ay-
nı zamanda kimliğin tek o l d u ğ u ve bizim onu bir b ü t ü n olarak
yaşadığımız o l g u s u ü z e r i n d e ısrar etmek de kaçınılmaz oluyor.
Bir insanın kimliği başına b u y r u k aidiyetlerin birbirine eklen-
meleri demek değildir, kimlik bir "yamalı bohça" değildir, ger-
gin bir tuval üzerine çizilen bir desendir; tek bir aidiyete doku-
nulmaya görsün, sarsılan b ü t ü n bir kişilik olacaktır.
Zaten çoğu zaman, kendinizi en fazla saldırıya u ğ r a y a n ai-
diyetinizle tanımlamaya eğilimlisinizdir; kimi z a m a n bu aidi-
yeti savunacak gücü kendinizde bulamadığınızda onu gizlersi-
niz, bu d u r u m d a o sizin içinizin derinliklerinde kalır, g ö l g e y e
sinip ödeşme saatini bekler; ama ister sahip çıkılsın ister izlen-
sin, ister fazla açık etmeden ya da g ü r ü l t ü y l e ilan edilsin, ken-
dinizi özdeşleştirdiğiniz kimlik odur. O z a m a n söz konusu ai-
diyet -renk, din, dil, sınıf...- bütün bir kimliğinizi istila eder.
Onu paylaşanlar d a y a n ı ş m a içinde olduklarını hissederler, bir-
birlerine benzerler, birbirlerini harekete geçirirler, birbirlerine
karşılıklı cesaret verirler, "karşı taraftakilere" cephe alırlar. On-
lar için "kimliğini kabul e t m e k " zorunlu olarak bir cesaret eyle-
mi, kurtarıcı bir eylem haline gelir...
Her yaralı t o p l u l u ğ u n içinde doğal olarak önderler belirir.
Öfkeli ya da hesapçı bu kişiler, yaralara merhem olan "sonuna
kadar gidelim" söylemleriyle ortaya çıkarlar. Bir hak olan say-
gıyı karşıdakilerden dilenmemek gerektiğini, ama b u n u onlara
dayatmak gerektiğini söylerler. Zafer ya da intikam sözü verir,
zihinleri ateşler ve zaman zaman, incinmiş kardeşlerinden ba-
zılarının için için rüyalarına girmiş olabilecek aşırılıklardan da

27
yararlanırlar. Artık dekor hazırdır, s a v a ş başlayabilir. Ne olursa
olsun, "ötekiler" b u n u hak etmişlerdir, çok eski zamanlardan
beri "bize çektirdikleri her ş e y i " "bizler" bir bir hatırlamakta-
yızdır. Bütün cinayetleri, bütün haksızlıkları, bütün aşağılan-
maları, bütün korkuları, isimleri, tarihleri, rakamları.
Savaş içindeki bir ülkede, k o m ş u mahalleden gelen bom-
bardıman y a ğ m u r u n a m a r u z kalmış bir mahallede yaşamış, dı-
şarda patlama gürültüleri, içerde her an bir saldırı olacağı ve
katledilen aileler hakkında bin bir söylenti, sığmak haline geti-
rilmiş bir b o d r u m d a hamile genç karım ve k ü ç ü k yaştaki oğ-
lumla bir iki gece geçirmiş biri olarak, korkunun herhangi bir
insanı cürüme itebileceğini çok iyi bilirim. Eğer benim mahal-
l e m d e işler yalan yanlış söylentilerle kalmayıp gerçek bir kıyım
y a ş a n m ı ş olsaydı, ben aynı soğukkanlılığı u z u n zaman koruya-
bilecek miydim? Eğer o sığınakta iki g ü n geçirmek yerine bir
ay geçirmek zorunda kalsaydım, elime verilen silahı reddede-
cek m i y d i m ?
Ben bu soruları kendime fazla ısrarla sormamayı tercih edi-
y o r u m . Şansım vardı, çok ağır etkilenmedim, şansım vardı, ai-
lemle birlikte s a ğ salim o cehennemden erkenden çıkabildim,
şansım vardı, ellerimi temiz, vicdanımı rahat tutabildim. A m a
" ş a n s " diyorum, evet, çünkü eğer Lübnan savaşı başladığında
yirmi altı değil de on altı yaşında olsaydım, değer verdiğim bir
yakınımı kaybetseydim, başka bir sosyal çevreden, başka bir
cemaatten gelseydim, d u r u m l a r b a m b a ş k a bir şekilde de gelişe-
bilirdi...
Her yeni etnik katliamdan sonra, insanların nasıl b ö y l e
korkunç şeyler yapma noktasına geldiğini kendi kendimize
haklı olarak soruyoruz. Bazı şiddet boşalımları bize anlaşılmaz
geliyor, mantıklarını çözemiyoruz. O zaman da katliam çılgınlı-
ğından, köklerden gelen, kalıtımsal kan d ö k m e çılgınlığından
söz ediyoruz. Bir bakıma, gerçekten de bir çılgınlık var. A m a
binlerce, milyonlarca katil varsa, olaylar bir ülkeden ötekine
farklı kültürlerin göbeğinde, her dinden inananlar arasında ol-
d u ğ u kadar hiç inanmayanlar arasında da kendini gösteriyorsa,
artık buna "çılgınlık" demek yetmeyecektir. Rahatça " ö l d ü r m e
çılgınlığı" dediğimiz şey, "kabilelerini" tehdit altında hissettik-

28
lerinde hemcinslerimizin katliamcılara d ö n ü ş m e yatkınlığıdır.
Korkma ya da güvensizlik d u y g u s u her zaman akılcı gerekçele-
re dayanmaz, abartıldığı hatta paranoyaya d ö n ü ş t ü ğ ü de olur;
ama bir halkın k o r k m a y a başladığı andan itibaren dikkate alın-
ması gereken şey, bu tehdidin gerçekliğinden çok k o r k u n u n
gerçekliğidir.
Şu ya da bu etnik, dini, ulusal ya da başka bir aidiyetin öl-
d ü r m e y e eğilimli o l d u ğ u n u d ü ş ü n m ü y o r u m . Varlığını az da ol-
sa aşağılanmış ya da tehdit altında hisseden her insan toplulu-
ğ u n u n haklı o l d u ğ u n u , Cennet'e gitmeyi ve kendi insanlarının
hayranlığını hak ettiği inancı içinde en korkunç vahşete sapa-
cak katiller üretme eğiliminde o l d u ğ u n u saptamak için şu son
yıllardaki olayları g ö z d e n geçirmek yeter. Hepimizin içinde bir
Mr. H y d e var; önemli olan canavarın başını göstermesini kolay-
laştıracak koşulların bir araya toplanmasını önlemektir.

Bütün katliamlara evrensel bir açıklama getirmeye, hele


hele mucize bir ilaç önermeye kalkışacak değilim. Basitleştirici
çözümlere de, basitleştirici kimliklere de inanmam. Dünya bir
tornavidayla parçalarına ayrılamayacak karmaşık bir düzenek-
tir. Bu bizim gözlem yapmamızı, anlamaya, fikirler üretmeye,
tartışmaya, bazen şu ya da bu düşünce tarzını ileri s ü r m e y e ça-
lışmamızı engellememeli.
Bu kitabı baştan sona satır aralarında kat eden d ü ş ü n c e
şöyle toparlanabilir: eğer her ülkeden, her d u r u m d a , her inanç-
ta insanlar bu kadar kolayca kıyıcı katillere dönüşebiliyorsa,
her çeşitten bağnaz çıkıp kendisini bu kadar kolayca kimlik sa-
v u n u c u s u olarak kabul ettirebiliyorsa, b u n u n nedeni, kimlik
k o n u s u n d a bütün d ü n y a d a hâlâ ağır basan "kabile" kavramı-
nın böyle bir sapmayı desteklemesidir; geçmişteki çatışmalar-
dan miras kalan ve içimizden pek çoğunun daha yakından in-
celeyecek olsa reddedeceği, ama alışkanlık y ü z ü n d e n , hayal
gücü kıtlığından ya da b o y u n e ğ m e y ü z ü n d e n istemeyerek
bağlı kalmayı s ü r d ü r d ü ğ ü ve böylece yarın öbür g ü n açıkça
sarsılacağımız dramlarda payımızın bulunması sonucunu geti-
ren bir kavram.

29
1

Bu kitabın başından beri "ölümcül" kimliklerden söz edi-


y o r u m - bu tanım benim kınadığım, yani kimliği tek bir aidiye-
te indirgeyen kavramın insanları taraf tutucu, katı, h o ş g ö r ü s ü z ,
baskıcı, kimi zaman kendini y o k edici bir tavra yerleştirmesi ve
onları çoğu zaman katillere ya da katillerin yandaşlarına dö-
nüştürmesi oranında bana yanlış gibi gelmiyor. Bunların d ü n y a
görüşleri çarpık ve terstir. Aynı topluluğa ait olanlar "bizimki-
ler" olur, yazgılarına arka çıkmak istenir, ama onlara karşı za-
limce davranmaktan da kaçınılmaz; "ılımlı" görülürlerse kına-
nır, yıldırılır, "hain" ya da "döneklikle" suçlanırlar. Ötekilere
gelince, karşı kıyıdakilere gelince, kendimizi asla onların yerine
k o y m a y a çalışmayız, şu ya da bu sorunla ilgili olarak tamamen
haksız olamayacaklarını kendimize sormaya hiç gelemeyiz, on-
ların şikayetleri, çektikleri acılar, kurbanı oldukları haksızlıklar
karşısında y u m u ş a m a k t a n kaçınırız. Sadece, çoğu zaman top-
l u l u ğ u n en militan, en laf ebesi, en aşırı kesiminin bakış açısı
olan "bizimkiler"in bakış açısı önemlidir.
Tersine, kimliğin, bazısı etnik bir tarihe bağlı, bazısı değil,
bazısı dini bir geleneğe bağlı, bazısı değil, çok sayıda aidiyetten
o l u ş t u ğ u n u n kavrandığı an, insan kendi içinde, kendi kökenle-
rinde, izlediği yolda, farklı mecralar, farklı katkılar, farklı me-
lezlikler, ince ve birbiriyle çelişen farklı etkiler g ö r m e y e başla-
dığı an, tıpkı kendi "kabilesi"yle o l d u ğ u gibi başkalarıyla da
farklı bir ilişki kurulur. Artık sadece "biz" ve " s i z " yoktur - bir
sonraki karşılaşmaya, bir sonraki ödeşmeye hazırlanan s a v a ş

30
d ü z e n i n d e iki ordu. Artık, " b i z i m " tarafta, sonuçta pek az ortak
şeyimiz olan insanlarla, "onların" tarafında kendimi son derece
yakın hissedebileceğim insanlar olacaktır.
A m a daha önceki tavra geri dönersek, b u n u n insanları na-
sıl en kötü aşırılıklara sürükleyebileceği hayal edilebilir: eğer
"ötekilerin" kendi budunları, dinleri ya da ulusları için bir teh-
dit oluşturdukları d u y g u s u n a kapılmışlarsa, bu tehdidi savuş-
turmak için yapabilecekleri her şey onlara son derece meşru
görünecektir: katliamlara girişme noktasına geldiklerinde dahi,
orada söz k o n u s u olanın kendi halklarının yaşamını kurtarmak
için zorunlu bir önlem o l d u ğ u n a inanacaklardır. Etraflarında
toplanan herkes de bu d u y g u y u paylaştığından, çoğu zaman
katliamcıların vicdanı rahattır ve kendilerine cani denildiğini
işittiklerinde şaşırırlar. Cani olamayacaklarına yemin ederler,
ç ü n k ü onlar sadece yaşlı analarını, kız ve erkek kardeşlerini ve
çocuklarını k o r u m a y a çalışmışlardır.
Kendi insanlarının hayatta kalması için e y l e m d e bulunma,
onların dualarıyla ileri atılma, hemen değilse bile, en azından
u z u n erimde meşru s a v u n m a d u r u m u n d a olma d u y g u s u , son
yıllarda R u a n d a ' d a n eski Y u g o s l a v y a ' y a kadar y e r y ü z ü n ü n
farklı köşelerinde en iğrenç cinayetleri işleyenlerin ortak bir
özelliğidir.
Söz konusu olan birkaç münferit olay değildir, d ü n y a b u g ü n
dahi eziyet çeken ya da eski çilelerin anısını içinde saklayan ve
intikam anını düşleyen yaralı toplumlarla doludur. Onların çek-
tiklerine duyarsız kalamayız, ama onların kendi dillerini özgürce
konuşma, dini vecibelerini korkusuzca yerine getirme ya da ge-
leneklerini koruma arzularını paylaşabiliriz. A m a zaman zaman
acıyı paylaşma noktasından aşırı hoşgörüye kaydığımız da olur.
Sömürgeciliğin hoyratlığından, ırkçılıktan, yabancı düşmanlığın-
dan çekmiş olanların kendi milliyetçi hoyratlıklarının, kendi ırk-
çılıklarının ve kendi yabancı düşmanlıklarının aşırılıklarını ba-
ğışlıyoruz, hatta bu y ü z d e n en azından oluk oluk kan akmadık-
ça, kurbanlarının kaderleriyle hiç ilgilenmiyoruz.
Çünkü meşru kimlik d ı ş a v u r u m u n u n nerede duracağı ve
ötekilerin hakkını çiğnemenin nerede başlayacağı asla biline-
mez! Az önce "kimlik" sözcüğünün bir "sahte d o s t " o l d u ğ u n u

31
söylememiş miydim? Meşru bir eğilimi yansıtmakla başlar ve
bir s a v a ş aleti haline gelir. Bir anlamdan diğerine k a y ı ş hiç fark
edilmez, doğal gibidir ve bizler, hepimiz zaman z a m a n kendi-
mizi buna kaptırırız. Bir haksızlığı kınarız, z u l ü m gören bir hal-
kın haklarını s a v u n u r u z ve ertesi g ü n kendimizi bir katliamın
suç ortakları olarak buluruz.
Son yıllarda m e y d a n a gelen bütün katliamlarla kanlı çatış-
maların çoğu, karmaşık ve çok eski kimlik " d o s y a l a r ı " y l a bağ-
lantılıdır; bazen kurbanlar umutsuzca her zaman h e p aynı ta-
raftır; bazen de ilişkiler tersine döner, dünün cellatları k u r b a n
haline gelir ve kurbanlar cellada dönüşür. Şunu söylemek ge-
rek, bu sözcükler bile ancak dış gözlemciler için bir anlam taşı-
maktadır; bu kimlik çatışmalarına d o ğ r u d a n taraf olanlar için,
acı çekenler için, k o r k u y u yaşayanlar için sadece "bizler" ve
"onlar", hakaret ve ö d e ş m e vardır, başka bir şey değil! "Bizler"
zorunlu olarak ve kesinlikle m a s u m kurbanlarızdır, "onlarsa"
zorunlu olarak suçludurlar, şimdi ne çekerlerse çeksinler, eski-
den beri h e p onlar suçludurlar.
Bakışlarımız, d e m e k istediğim dış gözlemcilerin bakışları,
bu ahlaksız oyuna karıştığında, falanca toplumu k u z u , filanca-
yı da kurt rolüne o t u r t t u ğ u m u z d a bilmeden yaptığımız şey, bir
tarafın cinayetlerinin cezasız kalmasına peşinen onay vermek-
tir. Son yıllardaki çatışmalarda bazı grupların, uluslararası ka-
m u o y u n u n anında düşmanlarını suçlayacağını bildiklerinden,
kendi halklarına karşı şiddete giriştikleri bile görülmüştür.

Bu acıyı paylaşma biçimine aynı derecede talihsiz bir baş-


kası eklenir. Her yeni kimlik katliamında, tarihin başından beri
hep böyle o l d u ğ u n u ve bu işlerin değişeceğini u m u t etmenin
hayalcilik ve saflık olacağını ilan etmekten geri k a l m a y a n ezeli
kuşkucularınki. Etnik kıyımlar bazen bilinçli ya da bilinçsiz, el-
bette ü z ü n t ü verici ama anlaşılabilir ve "insan doğasının özün-
de var o l d u ğ u n d a n " ne olursa olsun kaçmılamaz olan toplu
tutku suçları gibi ele alınır...
Bu bırakmız-öldürsünler tavrı daha önce de çok zararlı so-
nuçlara yol açmıştır ve savladığı gerçekçilik bana haksız geli-
yor. G ü n ü m ü z d e "kabilesel" kimlik kavramının bütün dünya-

32
da, üstelik sadece bağnazlar arasında da değil, hâlâ ağır basma-
sı ne yazık ki gerçeğin ta kendisidir. Ama, erkeğin "doğal açı-
d a n " kadına üstünlüğü, ırklar arasındaki hiyerarşi, hatta günü-
m ü z e daha yakın olarak Apartheid ve çeşitli ayrımcılıklar gibi
b u g ü n artık kabul edilmez olan pek çok k a v r a m yüzyıllardır
ağır basmaktaydı. İşkence de u z u n zaman h u k u k u n u y g u l a m a
alanı içinde "normal" kabul edilmiş ve kölelik geçmişteki bü-
y ü k zekaların sorgulamaktan özenle kaçındıkları, hayatın bir
gerçeği olarak g ö r ü l m ü ş ü .
Daha sonra yeni düşünceler y a v a ş y a v a ş kendini dayatmayı
başardı: her insanın tanımlanması ve saygı gösterilmesi gereken
hakları olduğu düşüncesi, kadınların da erkeklerle aynı haklara
sahip olması gerektiği düşüncesi, doğanın da korunmaya hakkı
o l d u ğ u düşüncesi, bütün insanlar için, gitgide daha fazla alanda
-çevre, barış, uluslararası ilişkiler, b ü y ü k afetlere karşı ortak sa-
v a ş - ortak çıkarlara sahip o l u n d u ğ u düşüncesi; temel insan hak-
larına saygı gösterilmediği durumlarda ülkelerin içişlerine karı-
şılabileceği, hatta karışılması gerektiği düşüncesi...
Bu demektir ki, tarih boyunca ağır basan düşünceler ille de
gelecek onyıllarda da ağır basacak düşünceler olmayacaktır. Ye-
ni gerçeklikler ortaya çıkmaya başladığında tavırlarımızı, alış-
kanlıklarımızı yeniden gözden geçirmeye ihtiyacımız var; kimi
zaman, bu gerçeklikler çok hızlı ortaya çıktığında, aklımız karı-
şır ve biz kendimizi yangına körükle giderken buluruz.
Küreselleşme çağında, hepimizin etrafını kuşatan bu sürat-
li, b a ş döndürücü kaynaşmayla birlikte yeni bir kimlik kavramı
kendini dayatıyor - acilen! Ne yapacağını bilemez haldeki mil-
yarlarca insana kimliklerinin aşırı v u r g u l a n m a s ı ile her türlü
kimliğin kaybı, bütünleşme ile ayrışma arasında bir seçimi da-
yatmakla yetinemeyiz. O y s a bu alanda hâlâ geçerli olan kavra-
mın içerdiği budur. Eğer çağdaşlarımız çoğul kimliklerini be-
n i m s e m e y e yüreklendirilmezse, kimlik ihtiyaçlarını farklı kül-
türlere samimi ve komplekslerden arınmış bir açılmayla uzlaş-
tıramazlarsa, kendilerini kendini yadsımayla ötekini y a d s ı m a
arasında seçim y a p m a k zorunda hissederlerse, bizler kan dö-
kücü çılgınlardan oluşan ordular, yolunu kaybetmişlerden olu-
şan ordular kurmak d u r u m u n d a olacağız.

33
A m a kitabın en başında verdiğim bazı örneklere biraz dön-
mek istiyorum: Sırp bir anneyle Hırvat bir b a b a d a n olan bir
adam, çifte aidiyetini içine sindirmeyi başarabilirse, b u n d a n
b ö y l e hiçbir etnik katliama, hiçbir "temizlik" harekatına katıl-
mayacaktır; Hutu bir anneyle Tutsi babadan olma bir adam,
onu d ü n y a y a getiren bu iki " k o l u " özümseyebilirse, asla bir
katliamcı ya da soykırımcı olmayacaktır; daha y u k a r d a sözünü
ettiğim Cezayirli Fransız genç de, Türk-Alman genç de karma
kimliklerini huzur içinde y a ş a m a y ı başarabilseler asla fanatik-
lerden yana olmayacaklardır.
Burada da, söz k o n u s u örneklerde sadece uç d u r u m l a r gör-
mek haksızlık olurdu. Bugün birbirlerinden din, renk, dil, bu-
d u n ya da milliyetleri bakımından farklı olan insan toplulukla-
rının yan yana yaşadığı her yerde, -göçmenlerle yerli halk, be-
yazlarla siyahlar, KatolikleıTe Protestanlar, Yahudilerle Araplar,
Hindula^la Sihler, Litvanyalılaıla Ruslar, Sırplarla Arnavutlar,
Yunanlılarla Türkler, İngilizce konuşanlarla Quebecliler, Fla-
m a n l a r l a YVallonlar, Çinlilerle Malaylar arasında...-, eski ya da
yeni, az ya da çok şiddetli gerilimlerin yaşandığı her yerde,
evet her yerde, b ö l ü n m ü ş her toplumda, içlerinde birbirleriyle
çelişen aidiyetler taşıyan, birbirine karşı iki toplum arasındaki
sınırda y a ş a y a n belli sayıda kadın ve erkekler, bir bakıma içle-
rinden etnik, dinsel ya da başka bir kırılma çizgisinin geçtiği in-
sanlar bulunuyor.
Karşımızdakiler bir a v u ç marjinal değil, sayılan binleri, mil-
yonları buluyor ve hiç durmadan da artmakta. Doğuştan ya da
yaşam çizgilerindeki rastlantıların sürüklemesiyle, hatta özgür
iradeleriyle "sınırda yaşayan" bu insanlar, olaylara ağırlıklarını
koyabilir ve terazinin kefesini şu ya da bu yana çevirebilirler.
Aralarında çeşitliliklerini doyasıya yaşayanlar, farklı toplumlar,
farklı kültürler arasında köprü görevini üstlenecekler ve içinde
yaşadıkları toplumda bir çeşit "çimento" rolü oynayacaklardır.
Buna karşılık, kendi çeşitliliklerini özümseyemeyenler, unuttur-
mak istedikleri kendi benlik parçalarını temsil edenlere saldıra-
rak, kimi zaman en azılı kimlik katilleri durumuna düşeceklerdir.
Tarih boyunca pek çok örneğini g ö r d ü ğ ü m ü z bir "öznefret"...

34
K u ş k u s u z sözlerim bir göçmenin, bir azınlık m e n s u b u n u n
sözleri. Ama bana göre, çağdaşlarımız tarafından gitgide daha
çok paylaşılan bir duyarlılığı yansıtıyor. Çağımızın en ağır ba-
san özelliği, tüm insanları bir bakıma göçmen ya da azınlık hali-
ne getirmek değil mi? Hepimiz köklerimizin dayandığı toprak-
lara hiç benzemeyen bir evrende yaşamaya zorlanıyoruz; hepi-
miz başka diller, başka ağızlar, başka işaretler öğrenmek zorun-
dayız; hepimiz ç o c u k l u ğ u m u z d a n beri hayal ettiğimiz biçimiyle
kimliğimizin tehdit altında o l d u ğ u izlenimine kapılıyoruz.
Birçokları d o ğ d u ğ u toprakları terk etti, daha başkaları terk
etmese de, onu tanıyamaz hale geldi. K u ş k u s u z bu kısmen, do-
ğal olarak geçmişe özleme eğilimli olan insan r u h u n u n hiç ek-
silmeyen bir özelliğinden kaynaklanıyor; ama aynı zamanda,
eskiden sayısız kuşakların geçmesi gereken şeyleri bize otuz
yılda yaşatan hızlı evrimleşmenin de rolü var.
Bu yüzden, göçmen statüsü sadece d o ğ u p b ü y ü d ü k l e r i
yerden koparılan insanlar kategorisiyle sınırlı değildir, bir ör-
nek değeri kazanmıştır. "Kabilesel" kimlik kavramının ilk kur-
banı onlardır. Eğer geçerli tek bir kimlik söz k o n u s u y s a , mutla-
ka bir seçim y a p m a s ı gerekiyorsa, göçmen kendini parçalan-
mış, bölünmüş, ya d o ğ d u ğ u ülkeye ya da onu kabul eden ülke-
ye ihanete m a h k û m bir halde bulur, kaçınılmaz olarak bir bu-
ruklukla, öfkeyle yaşayacağı bir ihanet.
İnsan sığınmacı olmadan önce göçmen olur; bir ülkeye gel-
meden önce başka bir ülkeyi terk etmek zorunda kalmışsınızdır

35
ve bir insanın terk ettiği y u r d u n a karşı olan d u y g u l a r ı asla ba-
site alınamaz. Gidilmişse, reddettiğiniz şeyler -baskı, can gü-
venliği yokluğu, yoksulluk, gelecek endişesi- o l d u ğ u içindir.
A m a bu reddediş sıklıkla bir suçluluk d u y g u s u y l a atbaşı gider.
Terk ettiğiniz için kendinizi suçladığınız yakınlarınız, içinde
b ü y ü d ü ğ ü n ü z bir ev, nice nice hoş anı vardır. Dil ya da din,
müzik, s ü r g ü n dostları, kutlamalar, m u t f a k gibi hiç k o p m a y a n
bağlar da vardır.
Bunun yanı sıra, sizi k a b u l eden ülkeye karşı olan d u y g u l a -
rınız da b u n d a n daha az karışık sayılmaz. Oraya gelmenizin
nedeni, orada kendiniz ve yakınlarınız için daha iyi bir hayat
u m u t ettiğiniz içindir; ama bu beklentiye -güçler dengesinin
aleyhte olmasını da d ü ş ü n ü r s e n i z - bilinmeyen karşısındaki
k o r k u da eklenir; reddedilmekten, hor görülmekten korkulur,
k ü ç ü m s e m e , alay ya da merhamet ifade eden her davranışa
karşı tetiktesinizdir.
İlk tepki farklılığı açık etmemek, göze batmamak olur. Göç-
menlerin pek çoğunun gizli rüyası kendilerini o ülkenin evladı
olarak kabul edilmektir. En baştaki eğilimleri ev sahiplerini tak-
lit etmek olur ve zaman z a m a n b u n u başarırlar da. Çoğu za-
mansa başaramazlar. Aksanları bozuktur, renk tonları u y g u n
değildir, gerekli isim, soyadı ve belgelere de sahip değillerdir,
taktikleri çok çabuk boşa çıkar. Birçokları bunun d e n e m e y e bile
değmeyeceğini bilirler ve böylece g u r u r l a n , meydan o k u m a is-
tekleri y ü z ü n d e n kendilerini olduklarından daha farklı göste-
rirler. Hatta bazıları -hatırlatmak gerekir m i ? - daha da ileri gi-
der, buruklukları şiddetli tepkilere dönüşür.

Göçmenin ruh halleri üzerinde böyle uzun boylu durma-


mın nedeni, sadece kişisel olarak bu ikilemin bana yabancı ol-
m a m a s ı n d a n değil. Aynı z a m a n d a , bu alandaki kimlik gerilim-
lerinin başka alanlarda o l d u ğ u n d a n çok daha ölümcül sapma-
lara yol açabilmesinden.
Bugün yerel kültürün taşıyıcısı yerleşik bir halkla, daha ya-
kın tarihlerde gelmiş farklı geleneklerin taşıyıcısı bir başka hal-
kın yan yana yaşadığı çok sayıda ülkede, her iki tarafın davra-
nışları, sosyal atmosfer, politik tartışmalar üzerinde ağırlığını

36
hissettiren gerginlikler baş göstermektedir. Bunun için, bu son
derece ateşli sorunlara s a ğ d u y u ve serinkanlılıkla yaklaşmak
kaçınılmaz olmuştur.
S a ğ d u y u bıçak sırtı bir yoldur, iki u ç u r u m arasındaki, iki
uç k a v r a m arasındaki dar geçittir. Göçmenlik k o n u s u n d a , bu
uç k a v r a m l a r d a n ilki, sizi kabul eden ülkeyi herkesin canının
istediği gibi y a z ı p çizeceği boş bir sayfa, daha da kötüsü, herke-
sin hareket ve alışkanlıklarında hiçbir değişiklik y a p m a d a n , si-
lahı ve pılı pırtısıyla gelip yerleşeceği boş bir arazi gibi gören-
dir. Öteki uç k a v r a m s a , gelinen ülkeyi çoktan yazılıp basılmış
bir kağıt, yasaları, değerleri, inançları, kültürel ve insani özel-
likleri bir kereliğine sonsuza kadar sabitlendiğinden, göçmenle-
rin b u n a u y m a k t a n b a ş k a çareleri olmadığı bir toprak gibi gö-
ren kavramdır.
İki k a v r a m da bana gerçekdışı, kısır ve zararlı geliyor. On-
ları karikatürleştirerek mi gösterdim acaba? Ne yazık ki, böyle
o l d u ğ u n u sanmıyorum. Kaldı ki, böyle y a p m ı ş o l d u ğ u m u var-
saysak bile karikatür çizmek yararsız değildir, karikatürler, en
uç sonuçlarına kadar götürülmesi halinde, herkesin kendi ko-
n u m u n u n saçmalığını ölçmesine izin verir; bazıları direnmekte
d e v a m edeceklerdir ama s a ğ d u y u sahibi insanlar geldikleri ül-
kenin ne b o m b o ş bir sayfa, ne de sonuna gelinmiş bir sayfa ol-
madığını, yazılmaya d e v a m etmekte olan bir sayfa o l d u ğ u n u
bilerek, açık bir anlaşma zeminine d o ğ r u ilerleyeceklerdir.
Tarihine saygı gösterilmeli -tarih derken b u n u tarihe tut-
k u n biri olarak s ö y l ü y o r u m , bu k a v r a m benim için ne boş bir
özlemle, ne de geçmişe hayranlıkla özdeş, tam tersine yüzyıllar
boyunca bellek, simgeler, kurumlar, dil, sanat eserleri adına ya-
ratılan her şeyi, m e ş r u olarak bağlanabileceğiniz her şeyi içine
alıyor. Bu arada herkes bir ülkenin geleceğinin tarihinin basit
bir uzantısı olamayacağını kabul edecektir- hangi halk olursa
olsun, geleceğinden çok tarihine hayranlık d u y m a s ı üzücü bile
sayılabilir; geçmişin parlak çağlarında o l d u ğ u gibi, belli bir sü-
reklilik ruhu içinde ama köklü dönüşümlerle ve anlamlı dış
katkılarla oluşturulacak bir gelecek.
Uzlaşma sağlanabilecek açık gerçekleri sıralamaktan başka
bir şey y a p m a m ı ş olabilir miyim? Belki. A m a m a d e m ki gergin-

37
likler hâlâ var ve gitgide d a h a vahim hale geliyor, b u n u n anla-
mı, bu gerçeklerin ne yeterince açık olduğu, ne de içtenlikle ka-
bullenildiğidir. Benim bu sislerin arasından ortaya çıkarmaya
çalıştığım şey bir uzlaşma değil, bir hal ve gidiş k o d u ya da en
azından birileri ve diğerleri için bir parmaklık.
Israr ediyorum, birileri ve diğerleri için. Benim yaklaşı-
m ı m d a sürekli olarak bir karşılıklılık talebi var - bu aynı za-
m a n d a adalet ve sonuca götürebilme kaygısı. İşte bu yaklaşım
içinde önce "birilerine" şöyle d e m e k isterdim: "Geldiğiniz ül-
kenin kültürüyle ne kadar yakmlaşırsanız, kendi k ü l t ü r ü n ü z ü
de ona o kadar yakınlaştırırsınız."; sonra da "diğerlerine" şun-
ları söylerdim: "Bir göçmen kendi kültürünün saygı g ö r d ü ğ ü -
nü ne kadar hissederse, geldiği ülke kültürüne de o kadar açıla-
caktır."
Bir taburenin ayakları gibi hiç ayrılmadan birbirlerine "tu-
tundukları" için, aynı esinle k u r d u ğ u m iki " d e n k l e m " . Ya da,
daha kaba bir söyleyişle bir sözleşmenin art arda sıralanan hü-
kümleri gibi. Çünkü gerçekten söz k o n u s u olan tam da bu, öğe-
leri her m a d d e d e belirtilmeyi hak edecek ahlaki bir sözleşme:
gelinen ülkenin k ü l t ü r ü n d e herkesin katılması istenen asgari
paket neleri kapsıyor ve neler meşru olarak tartışılabilir ya da
reddedilebilir? Göçmenlerin geldiği ülkelerin k ü l t ü r ü için de
aynı soru geçerli: bu k ü l t ü r ü n hangi bileşenleri değerli bir çeyiz
gibi, yeni gelinen ülkeye taşınmaya değer ve hangileri - h a n g i
alışkanlıklar? hangi u y g u l a m a l a r ? - "vestiyerde" bırakılmalı-
dır?
Verilebilecek farklı yanıtlar asla tamamen tatmin edici ola-
masa bile, bu soruların sorulması ve herkesin her d u r u m üze-
rinde sırasıyla düşünmesi gerekir. Fransa'da y a ş a y a n ben, bu-
rada yaşamak isteyenlerin bu ülkenin mirası içinde bağlanma-
ları gereken her şeyi s a y m a y a kalkışmayacağım; ister cumhuri-
yetin ilkelerinden biri, bir y a ş a m biçiminin veçhesi, ister önemli
bir kişi ya da simge değeri taşıyan bir yer olsun, sıralayacağım
her öğe, evet istisnasız her öğe, meşru olarak tartışılabilir; ama
b u n d a n her şeyin toptan reddedilebileceği sonucunu çıkartmak
yanlış olur. Bir gerçekliğin belirsiz, kavranamaz ve istikrarsız
olması onun var olmadığı anlamına gelmez.

38
Burada da anahtar sözcük karşılıklılıktır: eğer ben benim-
sediğim ülkeme katılıyorsam, onu kendi ülkemmiş gibi görü-
yorsam, artık onun benim bir parçam olduğuna, benim de
onun bir parçası o l d u ğ u m a inanıyorsam ve buna u y g u n davra-
nıyorsam, o zaman benim onun her veçhesini eleştirmeye hak-
kım var demektir; b u n a koşut olarak, eğer bu ülke bana saygı
d u y u y o r s a , benim katkımı kabul ediyorsa, beni farklılıklarımla
birlikte artık kendinden biri olarak görüyorsa, o zaman benim
k ü l t ü r ü m ü n onun y a ş a m biçimiyle ya da kurumlarının ruhuyla
b a ğ d a ş m a y a c a k bazı veçhelerini reddetme hakkına da sahiptir.
Ötekini eleştirme hakkı kazanılır, hak edilir. Birine karşı
düşmanlık ya da k ü ç ü m s e m e sergilediğinizde, dile getirilen
haklı ya da haksız en k ü ç ü k gözlem, onu sertleşmeye, içine ka-
p a n m a y a itecek bir saldırı olarak değerlendirilecek ve yanlışla-
rını d ü z e l t m e y e güçlükle yöneltecektir; tersine, birine sadece
g ö r ü n ü ş t e değil ama içten ve karşı taraftan da öyle algılanacak
bir dostluk, sempati ve saygı gösterdiğinizde, onun eleştirilebi-
lir g ö r d ü ğ ü n ü z yanlarını eleştirmeye hak kazanırken, sizi din-
lemesi için de biraz şansınız olabilir.
Acaba bunları söylerken, aklımda bazı ülkelerde "İslami
b a ş ö r t ü s ü " n ü n etrafında başlatılan tartışmalar gibi tartışmalar
mı var? Söylemimin özü bu değil. Gene de, göçmenlerle ilişki-
lerin farklı bir yaklaşımla ele alınması halinde bu tür sorunların
daha kolay çözüleceğine inanıyorum... Dilinizin küçümsendiği-
ni, dininizle alay edildiğini, k ü l t ü r ü n ü z ü n aşağılandığını hisse-
derseniz, farklılığınızın işaretlerini abartılı bir gösterişle sergile-
yerek tepki verirsiniz; tersine, size saygı d u y u l d u ğ u n u hissetti-
ğinizde, y a ş a m a y ı seçtiğiniz ülkede bir yeriniz o l d u ğ u n u his-
settiğinizde daha farklı davranırsınız.
Kararlı olarak ötekine gitmek için başınız dik ve kollarınız
açık olmalıdır, ancak başınız dikse kollarınız açık olabilir. Attı-
ğınız her adımda kendi insanlarınıza ihanet ve kendinizi inkar
ettiğiniz hissine kapılırsanız, ötekine d o ğ r u ilerleyişiniz aksar;
dilini incelediğim benimkine saygı göstermezse, onun dilini
k o n u ş m a k bir açılma jesti olmaktan çıkar, bir bağlılık ve b o y u n
e ğ m e eylemine dönüşür.

39
A m a bir an için y u k a r d a sözü edilen " b a ş ö r t ü s ü " konusu-
na dönersek, ben burada geçmişe özenen ve gerici bir tutumun
söz konusu o l d u ğ u n d a n k u ş k u d u y m u y o r u m . İnandığım şey-
lerin ışığında ve Müslüman-Arap dünyasının tarihindeki farklı
dönemleri ve kadınlarının açılımları u ğ r u n d a verdikleri u z u n
mücadeleyi hatırlatarak olaylara neden böyle baktığımı uzun
u z u n anlatabilirdim. Bu gereksiz olurdu, asıl sorun orada değil.
Asıl sorun eskiye bağlılıkla modernlik arasında bir çatışmayla
karşı karşıya olup olmadığımızı bilmek değil, ama halkların ta-
rihinde modernliğin neden kimi zaman reddedildiğini, neden
her zaman bir ilerleme, yararlı "bir evrim gibi görülmediğini bil-
mek.
Kimlik üzerinde d ü ş ü n ü r k e n , bu sorgulamalar b u g ü n her
zamankinden daha temel nitelikte. Üstelik A r a p d ü n y a s ı örneği
bu b a k ı m d a n en zengin ipuçlarıyla dolu. SPARTACUS

40
II
Modernlik Öteki'nden gelince
SPARTACUS
1

A r a p dünyasının b ü y ü l e d i ğ i , çektiği, endişelendirdiği,


dehşete sürüklediği ya da k u ş k u l a n d ı r d ı ğ ı herkes zaman za-
m a n kendi kendine birtakım sorular sormaktan geri d u r a m a z .
Bu örtüler, bu çarşaflar, o iç kapayıcı sakallar, bu ölüme
çağrı neden? Bunca e s k i y e bağlılık, şiddet gösterisi neden? Bü-
tün bunlar o toplumların, onların kültürlerinin, dinlerinin
ö z ü n d e mi var? İslamiyet özgürlükle, demokrasiyle, insan ve
kadın haklarıyla, modernlikle bağdaşabilir mi?
Bu soruların sorulması normal ve bunlara çoğu z a m a n ve-
rilen kolaycı yanıtlardan d a h a fazlasını hak ediyorlar. Her iki
taraftan da - g ö r ü l e c e ğ i üzere, s e v d i ğ i m bir d e y i m - d e m e k zo-
r u n d a y ı m . Evet, her iki taraftan da. Dün o l d u ğ u gibi b u g ü n de
İslamiyete karşı aynı eski önyargıları tekrarlayıp duranları, her
ö f k e uyandıran olayda, kendilerini bazı halkların ve onların
dinlerinin doğası üzerine a h k a m k e s m e y e yetkili görenlere ka-
tılamam. Bu arada, kılını k ı r p m a d a n olan bitenlerin ü z ü c ü bir
yanlış anlamadan kaynaklandığını ve dinin h o ş g ö r ü d e n ibaret
o l d u ğ u n u tekrarlayıp duranların hararetli s a v u n m a l a r ı karşı-
sında kendimi rahat h i s s e d e m i y o r u m ; gerekçeleri onları aklıyor
ve ben onları nefret saçanlarla aynı kefeye k o y m u y o r u m ama
söylemleri beni tatmin etmiyor.
Kınanması gereken bir eylem, hangisi olursa olsun bir
doktrin adına işlendiğinde, bu doktrin hiç suçlu sayılmıyor; bu
eyleme tamamen yabancı olarak görülemese bile. Mesela, ben
A f g a n i s t a n ' d a k i Taliban'm İslamiyetle hiçbir ilgisi olmadığını,

43
Pol Pot'un Marksizmle hiçbir ilgisi olmadığım, Pinochet rejimi-
nin Hıristiyanlıkla hiçbir ilgisi olmadığını hangi hakla ileri sü-
rebilirim? Bir gözlemci olarak, bu d u r u m l a r d a n her birinde ilgi-
li doktrinin tek değil, en y a y g ı n biçimiyle de değil, ama elin ter-
siyle, öfkeyle reddedilemeyecek olası bir kullanımının söz ko-
n u s u o l d u ğ u n u teslim etmek zorundayım... İşler aniden rayın-
dan çıktığında b u n u n kaçınılmaz o l d u ğ u n u açıklamak biraz
fazla kolaycılık oluyor; b u n u n asla olmaması gerektiğini ve ta-
m a m e n bir kaza o l d u ğ u n u ispatlamak istemenin tamamen saç-
ma olması gibi. Eğer olmuşsa, olması için belli bir olasılık var
o l d u ğ u için olmuştur.
Kendini bir inanç sisteminin içine yerleştiren biri için,
doktrinin filanca y o r u m u n u değil de falanca y o r u m u n u benim-
sediğini söylemek tamamen meşrudur. İnançlı bir M ü s l ü m a n
Taliban'ın davranışının, imanının ruhuna ve anlamına u y d u ğ u -
nu ya da uymadığını düşünebilir. Müslüman olmayan ve zaten
kendisini tereddütsüz her türlü inanç sisteminin dışına yerleşti-
ren ben, kendimi İslamiyete u y g u n olanla olmayanı ayırt etme-
ye asla yetkili g ö r m ü y o r u m . Tabii ki, dileklerim, tercihlerim,
bakış açım var. Hatta sürekli olarak içimden, şu ya da bu aşırı
davranışın -bombalar koymak, m ü z i ğ i yasaklamak ya da kızla-
rın sünnetini yasaya b a ğ l a m a k - benim İslama bakışımla bağ-
daşmadığını söylemek geliyor. A m a benim İslama bakışımın
hiçbir önemi yok. Hatta ben en s o f u s u n d a n , derin bilgi sahibi
bir şeriat uleması bile olsaydım, benim g ö r ü ş ü m l e hiçbir çatış-
ma son bulmazdı.
İstenildiği kadar kutsal kitaplara dalınsın, meallere bakıl-
sın, gerekçeler toplansın, daima farklı, birbiriyle çelişen yorum-
lar olacaktır. Aynı kitaplara d a y a n a r a k köleliği içinize sindirebi-
lir ya da m a h k û m edebilir, ikonaları yüceltebilir ya da ateşe
atabilirsiniz, şarabı haram kılabilir ya da hoş görebilir, demok-
rasiyi ya da din devletini savunabilirsiniz; bütün insan toplu-
lukları yüzyılların akışı içinde şimdiki uygulamalarını d o ğ r u
göstermişe benzeyen kutsal ayetler b u l u p çıkarmayı bilmişler-
dir. İncil'i benimseyen Hıristiyan ve Yahudi toplumlarının, "as-
la öldürmeyeceksin"in idam cezalarına da uygulanabileceğini
söylemeye başlamaları için iki ya da üç bin yıl geçmesi gerek-

44
miştir; y ü z yıl sonra bize her şeyin kendiliğinden geliştiği söy-
lenecektir. Metin değişmiyor, değişen bizim bakışımız. A m a bu
metin d ü n y a d a k i gerçeklikler üzerinde ancak bizim bakışımız
aracılığıyla etkili olabiliyor. Bu bakış her çağda bazı cümleler
üzerinde d u r u y o r ve diğerlerini görmeden atlıyor.

Bu nedenle, Hıristiyanlığın, İslamm ya da Marksizmin


"gerçekte ne d e d i ğ i " üzerinde kendini s o r g u l a m a k bana yarar-
sız görünüyor. Eğer sadece önceden beri içte barındırılan olum-
lu ya da o l u m s u z önyargıların doğrulanması değil de, cevaplar
aranıyorsa, doktrinin özüne değil, onu benimseyenlerin tarih
boyunca sergiledikleri davranışlarına eğilmek gerekir.
Hıristiyanlık ö z ü n d e hoşgörülü, özgürlüklere saygılı, de-
mokrasiye yatkın mıdır? Soruyu bu şekilde ortaya koyarsak,
" h a y ı r " demek z o r u n d a kalırız. Çünkü, son yirmi yüzyıl bo-
yunca din adına bol bol işkence yapıldığını, z u l ü m uygulandı-
ğını ve katliamlara girişildiğini, inananların ezici çoğunluğu-
nun siyah köle ticaretini, kadınların ezilmesini, en kötü dikta-
törlükleri ve Engizisyon'u içlerine sindirdiklerini görmek için
birkaç tarih kitabı karıştırmak yeter. Bu, Hıristiyanlığın özünde
despot, ırkçı, gerici ve h o ş g ö r ü s ü z o l d u ğ u anlamına mı gel-
mektedir? Hiç de değil, b u g ü n Hıristiyanlığın i f a d e ö z g ü r l ü ğ ü ,
insan hakları ve demokrasiyle iyi geçindiğini g ö r m e k için etra-
fınıza b a k m a k yeter. Bundan Hıristiyanlığın ö z ü n ü n değiştiği
sonucunu mu çıkarmak gerekir? Ya da onu harekete geçiren
"demokrasi r u h u n u n " on d o k u z yüzyıl saklanıp, y ü z ü n ü ancak
XX. Yüzyılın ortalarında gösterdiğini?
Eğer anlamak istiyorsanız, sorulan elbette başka türlü sor-
manız gerekecektir: Hıristiyan dünyasında demokrasi sürekli
bir talep miydi? Yanıt açıkça "hayır"dır. A m a demokrasi gene
de bir Hıristiyan geleneğinden gelen toplumlarda mı yerleşe-
bildi? Burada yanıt açıkça " e v e t " tir. Bu evrim ne zaman, nerede
ve nasıl gerçekleşti? Bu soruya -benzer bir formülle İslamiyetle
ilgili olarak da s o r m a y a hakkımız olan- verilecek yanıt önceki-
lere verilen yanıtlar kadar kısa olamaz, ama mantıklı bir biçim-
de yanıt v e r m e y e çalışabileceğiniz sorulardan biridir bu; bura-
da özgürlüklere saygılı bir toplumun k u r u l u ş u n u n derece dere-

45
ce ve eksik olarak ilerleyen ve tarihin b ü t ü n l ü ğ ü içinde ele alın-
dığında son derece geç kalmış bir süreç o l d u ğ u n u ; bu evrimi
kabullenseler de, kiliselerin hareketi başlatmaktan çok, genelde
az ya da çok sesiz kalarak hareketin gerisinden geldiğini; çoğu
zaman özgürlük atılımının dini düşünce çerçevesi dışında yer
alan kişilerden geldiğini söylemekle yetineceğim.
Son sözlerim içlerinde dine bağlılık taşımayanların hoşuna
gitmiş olabilir. Bununla birlikte kendimi, onlara XX. Y ü z y ı l ' d a
despotizm, işkence, her türlü ö z g ü r l ü ğ ü n ve her türlü insan
o n u r u n u n çiğnenmesi alanındaki en korkunç felaketlerin dini
bağnazlıklara değil ama dini mahvetmek iddiasıyla ortaya çı-
kan -Stalinciliğin d u r u m u - ya da ona sırtını dönen -Naziliğin
ve daha başka milliyetçi doktrinlerin d u r u m u - b a m b a ş k a bağ-
nazlıklara bağlanabileceğini hatırlatmak zorunda hissediyo-
rum... 1970'lerden itibaren dini bağnazlığın, tabiri caizse, deh-
şet açığını kapatmak için lokmaları ikişer ikişer atıştırdığı doğ-
r u d u r ; ama u m d u ğ u n u bulmaktan çok uzaktır.
XX. Yüzyıl bize hiçbir doktrinin mutlaka kendiliğinden öz-
gürlükçü olamayacağını, hepsinin, komünizmin, liberalizmin,
milliyetçiliğin, b ü y ü k dinlerden her birinin, hatta laikliğin
kontrolden çıkabileceğini, hepsinin yozlaşabileceğini, hepsinin
elinin kana bulaştığını öğretmiş olacak. Hiç k i m s e fanatizmin
tekeline sahip değil ve tam tersine hiç kimse de insanlığın teke-
line sahip olamaz.
Bu son derece nazik sorulara yeni ve yararlı bir bakış getir-
mek isteniyorsa, sorgulamanın her aşamasında tarafsızlık ko-
n u s u n d a titizlik göstermek gerekir. Ne düşmanlık, ne merha-
met, ne de kimileri için Batı'da ve başka yerlerde ikinci bir do-
ğa haline gelmişe benzeyen küçümsemeyle karışık o dayanıl-
maz arka çıkış. SPARTACUS

46
2

Akdeniz'in etrafında yüzyıllardan beri biri k u z e y d e , öteki


g ü n e y d e ve d o ğ u d a , iki uygarlık alanı yan yana yaşar ve birbi-
riyle çatışır. Ben bu bölünmenin o l u ş u m u üzerinde fazla dur-
mayacağım ama tarihten söz ederken, her şeyin bir başlangıcı,
gelişimi ve sonunda bir bitimi o l d u ğ u n u hatırlatmak hiçbir za-
man yararsız değildir. Roma döneminde, o z a m a n d a n sonra
Hıristiyan, Yahudi ya da M ü s l ü m a n olan b ü t ü n bu bölgeler ay-
nı imparatorluğa aitti; Suriye Galya'dan daha az Romalı değil-
di ve Kuzey Afrika kültürel açıdan Kuzey A v r u p a ' d a n açıkça
çok daha fazla Yunan- Roma uygarlığına bağlıydı.
Durumlar peş peşe tektanrılı iki fetihçi dinin ortaya çıkma-
sıyla kökten değişti. IV. Y ü z y ı l ' d a Hıristiyanlık Roma İmpara-
torluğu'nun resmi dini oldu; Hıristiyanlar yeni inançlarını va-
az, dua ve din şehitlerini örnek göstererek hayranlık uyandıra-
cak derecede yaydıktan sonra, otoritelerini pekiştirmek ve ken-
dilerini tamamen kabul ettirmek için iktidar silahını alabildiği-
ne kullanarak eski Roma dinini yasadışı ilan ettiler, son inanan-
ları da sürdüler. Çok geçmeden Hıristiyan d ü n y a s ı İmparator-
l u ğ u n sınırlarına kadar uzandı, ama sınırlar da gitgide daha be-
lirsiz olmaya başlamıştı; Roma, V. Y ü z y ı l ' d a n beri eski elyaz-
malarmda söylendiği gibi "barbarların darbeleriyle düşecekti".
Doğu'nun başkenti Bizans bin yıl kadar daha yaşadı ama
imparatorluğu yeniden eski haline getirme girişimi bambaşka
bir yöne kaydı: Justinianos bir an için İtalya'da, İspanya'da, Ku-
zey Afrika'da terk edilen yerlerin b ü y ü k bir kısmını geri almayı

47
başardı... Zahmet boşuna oldu. Girişimi umutsuzlukla sonuç-
landı, generalleri yeniden fethedilen eyaletleri savunacak çapta
çıkmadılar ve 565 yılında öldüğünde, artık bir s a y f a kapanmış,
bir hayal sönmüştü. Büyük Roma imparatorluğu artık yeniden
doğamayacaktı. Akdeniz bir daha asla tek bir otorite altında
toplanamayacaktı. Barcelonalılar, Lyonlular, Romalılar, Trablus-
lular, İskenderiyeliler, Kudüslüler ve Konstantinopolisliler di-
leklerini bir daha asla tek bir h ü k ü m d a r a iletemeyeceklerdi.
Beş yıl sonra, 570'te, İslam p e y g a m b e r i M u h a m m e t d o ğ d u .
İmparatorluğun sınırları dışında, ama o kadar da u z a k değil.
Muhammet'in d o ğ d u ğ u Mekke kentiyle, Roma d ü n y a s ı n d a k i
Şam ya da Palmira gibi siteler arasında sürekli bir k e r v a n hattı
k u r u l m u ş t u ; tıpkı İran'da, Romalılar'ın rakibi ve kendisi de gibi
g ö r ü l m e m i ş sancılarla çalkalanan Sasani İmparatorluğu'yla ol-
d u ğ u gibi.
Ortaya çıkışı karmaşık, kavranması olanaksız yasalara da-
yanan İslamiyetin bildirisinin o l u ş t u r d u ğ u mistik ve dini olgu-
yu açıklamak istememekle birlikte, o dönemde, politik açıdan
yeni bir gerçekliğin ortaya çıkması için u y g u n bir b o ş l u ğ u n ol-
d u ğ u kesindir. Altı y ü z y ı l d a n beri -insan belleği ölçü alındığın-
da neredeyse ezelden b e r i - ilk kez b ü y ü k Roma İmparatorlu-
ğ u ' n u n gölgesi ortadan kalkmıştı. Bu y ü z d e n pek çok halk ken-
dini özgür ve öksüz bulmaktaydı.
Germen kabilelerinin A v r u p a ' y a yayılarak, ilerde Saksonya
ya da Frank krallığı adını alacak toprakları ele geçirmelerini
sağlayan bu boşluk -belki de bu "hava çekimi" d e m e k gereki-
yor-, aynı şekilde Arabistan'daki kabilelerin de çöllerinin dışı-
na ilginç bir "çıkış" yapmalarına olanak sağladı. O zamana ka-
dar tarihin kıyısında yaşamış olan bu Bedeviler, birkaç onyıl
içinde İspanya'dan Hindistan'a kadar uzanan uçsuz bucaksız
bir alanın hakimi olmayı başardılar. Hepsinde de şaşılacak de-
recede düzenli, başkalarına görece saygılı ve boş yere aşırı şid-
dete b a ş v u r m a d a n .
Bu fetihleri ne barışçı bir ilerleyiş olarak sunma, ne de İs-
lam alemini bir özgürlük cenneti olarak betimleme düşüncesin-
de değilim. Ama çağlarına bakıldığında davranışları değer ka-
zanmakta. Ayrıca İslamın kontrolünü elinde tuttuğu topraklar-

48
da, geleneksel olarak öteki tektanrılı dinlere m e n s u p kişilerin
varlığıyla uzlaştığına hiç k u ş k u yok.
Bana karşı çıkanlar, hal şimdi böyleyken geçmişteki hoşgö-
r ü y ü övmek neye yarar diyeceklerdir. Bir anlamda, ben onları
haksız da b u l m u y o r u m . Eğer b u g ü n rahipler boğazlanıyor, en-
telektüeller hançerleniyor ve turistler taranıyorsa, İslamın VIII.
Yüzyıl'da hoşgörülü o l d u ğ u n u bilmek kötü bir a v u n t u oluyor.
Ben geçmişi hatırlarken, g ü n l ü k haberlerin Cezayir'den, Ka-
bil'den, Tahran'dan, Yukarı-Mısır ya da başka yerlerden gelen
haber ve görüntülerle her g ü n suratımıza fırlattığı vahşeti, hiç-
bir şekilde örtmeye çalışmıyorum. Benim amacım bambaşka,
nereye varmak istediğim bilinsin diye b u n u açık açık belirtme-
yi tercih ediyorum: benim mücadele ettiğim ve d a i m a edece-
ğim şey, bir yanda, her z a m a n için modernizmi, ö z g ü r l ü ğ ü ,
hoşgörü ve demokrasiyi taşımaya yazgılı bir din -Hıristiyan-
lık-, öbür yanda ise, en başından beri despotizme ve karanlıkçı-
lığa adanmış başka bir din - M ü s l ü m a n l ı k - o l d u ğ u n u ileri sü-
ren düşüncedir. Bu yanlıştır, tehlikelidir ve insanlığın b ü y ü k bir
kesimi için tüm gelecek ufuklarını karartmaktadır.

Atalarımın dinini asla inkar etmedim, bu aidiyetimi de üst-


leniyorum ve hayatım üzerindeki etkisini kabul etmekte tered-
düt etmiyorum... 1949 d o ğ u m l u y u m , temel olarak, görece hoş-
görülü, diyaloğa açık, kendini sorgulamayı bilen tek bir Kilise
tanıdım ve dogmalara karşı hâlâ kayıtsız, birtakım tavır alma-
lara karşı hâlâ k u ş k u c u isem de, bana aktarılan bu aidiyette bir
zenginlik ve bir açıklık g ö r ü y o r u m , asla bir kısırlık değil. Hatta
kendime Kilise'nin g ö z ü n d e inançlı bir insan olarak kabul gö-
r ü p görmediğimi bile s o r m u y o r u m , benim g ö z ü m d e inançlı bir
insan, sadece bazı değerlere inanan kişidir - ve ben bunları tek
bir değerde özetlerdim: insanoğlunun onuru. Gerisi mitoloji ya
da umutlardan başka bir şey değil.
Bütün bunlar, b u g ü n bana Kilise'nin "gidilebilir" göründü-
ğ ü n ü söylemek için. Eğer y ü z yıl önce d o ğ m u ş olsaydım, ilerle-
me düşüncesine, ö z g ü r l ü k düşüncesine iflah olmaz biçimde
ayak dirediğini, bir daha hiç değişmemecesine yobazlık ve de-
ğişim düşmanlığı y o l u n u seçtiğini düşünerek, herhalde ona sırt

49
çevirirdim. Bu y ü z d e n insan ve kurumların davranışlarını tari-
hi bakış açısından değerlendirmek önem taşıyor. Ben, pek çok-
ları gibi Müslüman d ü n y a s ı n d a gördüklerim ve işittiklerim
karşısında ü r k ü n t ü y e kapılıyorum. A m a olanların İslamın do-
ğasına u y g u n o l d u ğ u n u ve b u n u n değişmeyeceğini ilan etmek-
ten p e k m e m n u n olmuşa benzeyenler karşısında da üzüntü du-
yuyorum.
Hiçbir din hoşgörüsüzlükten soyutlanmış değildir ama bu
iki " r a k i p " dinin bir bilançosu yapılacak olsa, İslam hiç de fena
görünmez... Eğer atalarım, M ü s l ü m a n orduları tarafından fet-
hedilen bir ülkede Hıristiyan olmak yerine, Hıristiyanlar tara-
fından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların
inançlarını koruyarak on dört yüzyıl köy ve kentlerinde yaşa-
m a y a d e v a m edebileceklerini sanmıyorum. Gerçekten de, İs-
p a n y a ' d a k i Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya'daki Müslüman-
lara? Yok oldular, tek kişi kalmamacasına katledildiler, s ü r g ü n e
zorlandılar ya da cebren Hıristiyan edildiler.
İslam tarihinde daha başlangıçtan itibaren, ötekiyle yan ya-
na y a ş a m a konusunda dikkate değer bir yatkınlık görülür. Ge-
çen yüzyılın sonunda, en b ü y ü k İslam g ü c ü n ü n başkenti İstan-
b u l ' u n n ü f u s u içinde başlıca R u m l a r d a n , Ermeniler den ve Ya-
hudilerden oluşan Müslüman olmayan bir çoğunluk bulunu-
y o r d u . Aynı d ö n e m d e Paris'te, Londra'da, V i y a n a ' d a ya da Ber-
lin'de n ü f u s u n yarısının Hıristiyan olmayanlardan, M ü s l ü m a n
ve Yahudilerden oluşabileceği düşünülebilir miydi? Bugün bi-
le, kentlerinde müezzinin ezan o k u d u ğ u n u işiten pek çok Av-
rupalı rahatsız olurdu.
Hiçbir yargıda b u l u n m u y o r u m , ben sadece Müslümanlık
tarihi boyunca uzun bir yan yana birlikte yaşama ve h o ş g ö r ü
u y g u l a m a s ı n ı n var o l d u ğ u n u saptıyorum. Hoşgörünün beni
tatmin etmediğini hemen eklemek istiyorum. Ben hoş görülme-
yi arzu etmiyorum, inançlarım ne olursa olsun her türlü hakka
sahip bir yurttaş olarak görülmek istiyorum. İster Müslümanla-
rın çoğunlukta o l d u ğ u bir ü l k e d e Hıristiyan ya da Yahudi, is-
ter Hıristiyan ve Yahudiler arasında bir Müslüman, hatta hiçbir
dine bağlı olmadığını ilan eden biri de olsam. "Kutsal Kitap'a"
yani İncil'e inanan cemaatlerin Müslümanların koruması altına

50
alınması gerektiği düşüncesi b u g ü n artık kabul edilemez; alçal-
tıcı davranışlardan hiçbir zaman uzak olmayan bir alt statü söz
konusudur.
A m a kıyaslanabileni kıyaslamak gerekir. İslam, Hıristiyan
toplumlarının hiçbir şeyi hoş görmedikleri bir devirde bir "hoş-
görü protokolü" düzenlemişti. Bu "protokol" yüzyıllar boyunca
bütün dünyada yan yana birlikte yaşamanın en ileri biçimi oldu.
XVII. Yüzyıl'ın ortalarında, belki Amsterdam'da, ya da belki bi-
raz daha sonra İngiltere'de, bizim b u g ü n k ü vicdan ö z g ü r l ü ğ ü
kavramımıza daha yakın bir başka tutum uç v e r m e y e başladı;
XVIII. Yüzyıl'ın sonunda, Fransa'da Condorcet gibi bir adam Ya-
hudilerin " k u r t u l u ş u n u " savunabildi; gene ancak XX. Yüzyıl'ın
ikinci yarısında ve bilinen dehşetten sonradır ki, Hıristiyan Av-
rupa'nın içindeki dini azınlıkların d u r u m u anlamlı ve artık geri-
ye d ö n ü ş olamayacağını u m u t ettirecek biçimde düzeldi.
Müslüman ülkelerde geçerli olan " h o ş g ö r ü protokolü" ar-
tık yeni ölçülere u y m u y o r d u . Tartışılmış, yenilenmiş yeni du-
rumlara uyarlanmış mıydı? Temelde hayır. Hatta, h o ş g ö r ü ilke-
lerinin, çağdaşlarımızın beklentilerine daha u y g u n bir doğrul-
tuda yeniden değerlendirilmek yerine, bazen dar hedeflere gö-
re elden geçirildiği bile söylenebilirdi... Öyle ki, M ü s l ü m a n
d ü n y a s ı yüzyıllar boyunca ö z g ü r l ü ğ ü n öncülüğünü yaparken,
kendini geride buldu. A m a Akdeniz'in k u z e y i y l e g ü n e y i ara-
sındaki "moral güçler ilişkisi"nin bu şekilde tersine d ö n ü ş ü ya-
kın tarihlidir, son derece yakın tarihlidir ve herkesin inanır gibi
g ö r ü n d ü ğ ü kadar da tamamlanmış değildir.
Burada da iki d ü ş ü n c e çürütülmeyi hak ediyor. M ü s l ü m a n
dünyasının hoşgörü k o n u s u n d a k i "toplam olarak o l u m l u " tari-
hi bilançosuna bakarak, g ü n ü m ü z d e k i aşırılıkları gelip geçici
durumlar olarak gören düşünce; ve tersine, b u g ü n k ü hoşgörü-
s ü z l ü ğ ü temel alıp, geçmişteki .tavrı içi boş bir anıya dönüştü-
ren düşünce. İki d u r u m da bana saçma geliyor. Bana göre, tarih
İslamın, içinde öteki kültürlerle yan yana birlikte y a ş a m a ve ve-
rimli etkileşim k o n u s u n d a sonsuz potansiyel taşıdığını açıkça
kanıtlıyor; ama daha yakın tarih de, gerilemenin m ü m k ü n ol-
d u ğ u n u ve bu potansiyelin gerçekten de daha uzun zaman po-
tansiyel halinde kalabileceğini gösteriyor.

51
Çizgileri belki zorlayarak ama çok az zorlayarak, biraz da-
ha ileri gideceğim; Hıristiyan dünyasıyla M ü s l ü m a n d ü n y a s ı
arasında karşılaştırmalı tarih u y g u l a m a s ı yapılsa, bir y a n d a ,
u z u n süre h o ş g ö r ü y ü tanımamış, içinde açıkça totaliter eğilim-
ler taşıyan ama y a v a ş y a v a ş bir açıklık dinine dönüşen bir din;
öte y a n d a y s a açıklığı içinde barındıran ama y a v a ş y a v a ş hoşgö-
r ü s ü z ve totaliter hareketlere d o ğ r u sapan bir dinin ortaya çık-
tığı görülür.
Örnekler çoğaltılabilir, Katharlar'ın akıbeti, sonra Hugu-
e n o t l a f m ya da Yahudilerin başına gelenler hatırlatılabilir, bu
iki tektanrılı evrenin her ikisinde de sapkın, bölücü ya da din
d ü ş m a n ı olarak görülenlere neler yapıldığı açıklanabilir... A m a
bu kitap bir tarih kitabı değil, paradokslar yıllığı ise hiç değil.
Ben bu iki güzergahı kıyaslarken aklımı kurcalayan tek bir so-
run var: neden evrim Batı'da bu kadar olumlu gelişti de, Müs-
lüman dünyasında bu kadar d ü ş kırıcı oldu? Evet, v u r g u l u y o r
ve ısrar ediyorum: uzun bir h o ş g ö r ü s ü z l ü k geleneği olan, "Öte-
ki" yle yan yana y a ş a m a k t a n her zaman rahatsızlık d u y m u ş
olan Hıristiyan Batı ifade ö z g ü r l ü ğ ü n e saygılı toplumlar ortaya
çıkarabilmişken, u z u n zaman yan yana birlikteliği u y g u l a m ı ş
olan Müslüman dünyası neden artık fanatizmin kalesi olarak
görülüyor? SPARTACUS

52
1

Batı'da çok y a y g ı n olan ve Müslümanlığa bağlı insanların


çektiği tüm acıların kaynağını kolayca M ü s l ü m a n dininde bu-
lan genel d ü ş ü n c e y e katılmadığım anlaşılacaktır. Daha önce de
yeri gelmişken söylediğim gibi, bir inancın, ona bağlı olanların
kaderinden ayrı tutulabileceğine de inanmıyorum. A m a bana
öyle geliyor ki, dinlerin halklar üzerindeki etkisi fazlaca abartı-
lırken, tersine halkların dinler üzerine olan etkisi dikkate alın-
mıyor.
Kaldı ki, bu d u r u m bütün doktrinler için gerçektir. Eğer
komünizmin R u s y a ' y a neler yaptığı k o n u s u n u sorgulamak
meşruysa, Rusya'nın da k o m ü n i z m e neler yaptığını, komüniz-
min Rusya ya da Çin yerine A l m a n y a ' d a , İngiltere'de ya da
Fransa'da zafer kazanması halinde, bu doktrinin evriminin, ta-
rihteki yerinin, y e r y ü z ü n ü n farklı bölgelerindeki etkisinin nasıl
olacağını sorgulamak da eğitici olur. K u ş k u s u z Heidelberg, Le-
eds ya da Bordeaux d o ğ u m l u bir Stalin'in olabileceği hayal edi-
lebilir, ama hiç Stalin olmayabileceği de hayal edilebilir.
Aynı şekilde, Roma'da zafer k a z a n m a s a y d ı ve b u g ü n Hı-
ristiyan Batı uygarlığının temel direkleri gibi görünen, aslın-
d a y s a her ikisi de en parlak çağlarına Hıristiyanlığın doğuşun-
dan çok önce ulaşmış olan Yunan felsefesi ve Roma h u k u k u y l a
y o ğ r u l m u ş bir b ö l g e d e yerleşmemiş olsaydı, Hıristiyanlığın na-
sıl bir şey olacağı da sorgulanabilirdi.
Bu açık gerçeklikleri hatırlatırken, asla batılı din kardeşleri-
min erdemlerini inkar etmeye değil, sadece eğer Hıristiyanlık

53
A v r u p a ' y ı şekillendirmişse, A v r u p a ' n ı n da Hıristiyanlığı şekil-
lendirdiğini söylemeye çalışıyorum. Bugün Hıristiyanlık A v r u -
pa toplumları ona ne y a p m ı ş s a odur. Bu toplumlar m a d d i ve
entelektüel açıdan d ö n ü ş ü m e uğradılar ve kendileriyle birlikte
Hıristiyanlığı da d ö n ü ş ü m e uğratülar. Katolik Kilisesi kendini
kaç kez itilmiş, ihanete uğramış, hırpalanmış hissetti! Kendisi-
ne, inanca, ahlak ilkelerine ve ilahi iradeye ters gibi görünen
değişimleri geciktirmek için kaç kez direndi! Çoğu z a m a n kay-
betti; bununla birlikte, bilmeden, kazanma y o l u n d a y d ı . Her
g ü n kendini sorgulamaya zorlanan, her alanı fethederek kutsal
kitaplara m e y d a n okur gibi görünen bir bilimle yüzleştirilen,
cumhuriyetçi, laik düşüncelerle, demokrasiyle yüzleştirilen, ka-
dın ö z g ü r l ü ğ ü hareketiyle, evlilik öncesi cinsel ilişkilerin, evli-
lik dışı doğumların, d o ğ u m kontrolünün yasallaşmasıyla yüz-
leştirilen, bin bir "şeytani yenilikle" yüzleşen Kilise, b o y u n
e ğ i p kabullenmeden önce, u y u m sağlamadan önce, işe daima
sertleşerek başlamıştı.
Kendine ihanet mi etti? Çoğu zaman buna inanıldı ve yarın
da buna inandıracak d u r u m l a r ortaya çıkacak. O y s a gerçek şu
ki, Batı toplumu b u g ü n yaşadıkları olağanüstü macerada in-
sanlara eşlik edebilecek bir kiliseyi ve dini, binlerce k ü ç ü k ka-
lem darbesiyle şekillendirdi.
Batı toplumu ihtiyacı olan Kilise'yi ve dini yarattı. "İhti-
y a ç " sözcüğünü, terimin en eksiksiz anlamında, yani, içine el-
bette tinsellik ihtiyacını da katarak kullanıyorum. İnananları ve
inanmayanlarıyla bütün bir toplum katıldı buna, zihniyetlerin
evrimine katkısı olan herkes Hıristiyanlığın evrimine de katkı-
da b u l u n d u . Madem ki tarih d e v a m ediyor, katkıda b u l u n m a y a
da d e v a m edecekler.

Müslüman dünyasında da toplum sürekli olarak kendine


benzeyen bir din ortaya çıkartmıştır. Üstelik ne bir çağdan bir
çağa, ne de bir ülkeden diğerine asla aynı kalmamış olan bir
din. Araplar zafer kazandıkları dönemlerde, dünyanın kendile-
rine ait o l d u ğ u d u y g u s u n u yaşadıkları dönemlerde inançlarını
bir h o ş g ö r ü ve açıklık r u h u içinde yorumlamışlardır. Sözgelimi
Yunan, İran ve Hint mirasının dillerine çevrilmesi k o n u s u n d a

54
geniş çaplı girişimlerde bulundular, bu da bilim ve felsefenin
b ü y ü k bir gelişme göstermesini sağladı; başlangıçta taklitle,
k o p y a etmekle yetinildi, sonra astronomide, tarımbilimde, kim-
y a d a , tıpta, matematikte yeniliklere cesaret edildi. Günlük ya-
ş a m d a , y e m e k y e m e sanatında, g i y i m k u ş a m d a , saç biçiminde
ya da şarkı söyleme sanatında da; hatta, içlerinde en ü n l ü s ü
Z i r y a b olan m o d a " g u r u l a r ı " bile çıkmıştı.
Bu kısa bir parantez değildi; VII. Y ü z y ı l ' l a XV. Y ü z y ı l ara-
sında Bağdat'ta, Şam'da, Kahire'de, Kurtuba'da, Tunus'ta bü-
y ü k bilginler, b ü y ü k düşünürler, yetenekli sanatçılar vardı;
XVII. Yüzyıl'a, hatta daha ileri dönemlere k a d a r İsfahan'da, Se-
merkant'ta, İstanbul'da hâlâ b ü y ü k ve g ü z e l eserler vardı. Bu
harekete katkıda bulunanlar sadece A r a p l a r değildi. İslamiyet
daha ilk adımlarından itibaren hiçbir engelle karşılaşmaksızm
İranlılara, T ü r k l e r e , Hintlilere, Berberilere açılmışlardı; kimi-
lerine göre ihtiyatsızca, çünkü A r a p l a r kendilerini yeniden isti-
la edilmiş buldular ve fethettikleri i m p a r a t o r l u ğ u n içinde ikti-
dar güçlerini hızla kaybettiler. Bu, İslamın bayraktarlığını yap-
tığı evrenselliğin bedeliydi. Bazen Orta A s y a bozkırlarından
c e n g a v e r bir Türkmen kabilesi k o p u p geliyordu; Bağdat kapıla-
rına d a y a n a n bu insanlar İslamı kabul ettiklerini i f a d e eden
ayeti okuyorlardı - " A l l a h ' t a n başka tanrı yoktur, M u h a m m e t
o n u n elçisidir"-, bir daha hiç k i m s e bunların M ü s l ü m a n o l u p
olmadığını tartışma hakkına sahip o l a m ı y o r d u ve ertesi gün,
d ö n m e l e r d e çoğu zaman g ö r ü l d ü ğ ü üzere imanda aşırılığa bile
kaçarak iktidardan p a y talep ediyorlardı. Bu tavır, politik istik-
rar açısından kimi z a m a n felaketlerle sonuçlandı; ama kültürel
y a ş a m açısından ne b ü y ü k bir zenginlikti! İndus kıyılarından
A t l a s O k y a n u s u ' n a kadar A r a p uygarlığının b a ğ r ı n d a e n mü-
k e m m e l beyinler gelişme zemini b u l d u . Hem de sadece yeni di-
nin mensupları arasında değil; çeviri atılımında, Yunancayı
m ü k e m m e l bilen Hıristiyanlara çok iş d ü ş t ü ; Maimonide'in Ya-
h u d i düşüncesinin anıtlarından biri olan Yolunu Kaybedenlere
Rehber'ini Arapça y a z m a y ı seçmesi çok anlamlıdır.
Resmini çizdiğim bu İslamın tek d o ğ r u İslam o l d u ğ u n u
s ö y l e m e y e çalışmıyorum. Ne de doktrinlerinin, sözgelimi Tali-
b a n ' m k i n d e n daha tipik o l d u ğ u n u . Zaten anlatmak istediğim

55
özel bir İslam değil, ben birkaç satırla, İslamın bin bir görüntü-
s ü n ü n kendini gösterdiği yüzyıllar ve diyarlar üzerinden uç-
tum. IX. Y ü z y ı l ' d a Bağdat hâlâ cıvıl cıvıl y a ş a m d o l u y d u . X.
Y ü z y ı l ' d a Bağdat somurtkan, yobaz ve kasvetli bir yer haline
gelmişti; Kurtuba ise tam tersine X. Y ü z y ı l ' d a en parlak döne-
mini yaşıyordu; XIII. Yüzyıl'ın başında bağnazlığın kalesi hali-
ne geldi; çünkü Katolik birlikleri ilerliyordu, zaten çok geçme-
den burayı ele geçirdiler, son savunucuların çatlak seslere ta-
hammülleri yoktu.
Bizimki de dahil her d e v i r d e gözlemlenebilecek bir tutum.
M ü s l ü m a n toplumu kendini g ü v e n d e hissettiği her defasında
açık olmayı başarmıştır. Böyle zamanlarda ortaya çıkan İslam
g ö r ü n t ü s ü n ü n b u g ü n ü n karikatürleriyle hiçbir benzerliği yok-
tur. Eski görüntünün İslamın başlangıçtaki esas r u h u n u daha
iyi yansıttığını söylemeye çalışmıyorum ama sadece, bu dinin
de, tıpkı öteki dinler gibi, tıpkı öteki doktrinler gibi her dönem-
de zamanın ve mekanın damgasını taşıdığını söylemek istiyo-
rum. Kendilerinden emin olan toplumlar yansımalarını g ü v e n
verici, h u z u r dolu, açık bir dinde bulurlar; g ü v e n s i z toplumlar-
sa korkak, bağnaz, çatıkkaşlı bir dinde. Dinamik toplumlar, ye-
nilikçi, yaratıcı bir İslamda yansırlar; oldukları y e r d e kalan top-
lumlar durağan, en küçük değişime bile isyan eden bir İslamda
yansırlar.
A m a "iyi" ve " k ö t ü " din arasındaki sonuçta basite indirge-
yici bu karşıtlıklardan biraz uzaklaşıp daha belirgin tanımlara
girelim. Toplumların dinler üzerindeki etkisini dile getirirken,
sözgelimi, Üçüncü Dünya M ü s l ü m a n l a r ı n ı n Batı'ya şiddetle
hınç duymalarının, sadece kendilerinin Müslüman, Batı'nm Hı-
ristiyan olmasından değil, aynı zamanda onlar yoksul, baskı al-
tında, küçümsenmişken, Batı'nm zengin ve güçlü olmasından
ileri geldiğini d ü ş ü n ü y o r u m . "Aynı z a m a n d a " d i y e yazdım.
A m a içimden "özellikle" d i y e d ü ş ü n d ü m . Çünkü b u g ü n ü n mi-
litan İslamcı hareketlerine bakarken, gerek söylemlerinde ge-
rekse yöntemlerinde altmışlı yıllardaki üçüncü dünyacılığının
etkilerini kolayca keşfediyorum; bu arada, İslam tarihini araş-
tırşam da bu hareketlerin açıkça atası olabilecek hiçbir şey bula-
mıyorum. Bu hareketler Müslümanlık tarihinin saf bir ü r ü n ü

56
değil, bizim çağımızın, çağımızın gerginliklerinin, çarpıklıkları-
nın, uygulamalarının, umutsuzluklarının ürünüdür.
Ben burada onların doktrinlerini tartışmıyorum, kendime
bu doktrinin İslama u y g u n l u ğ u n u bilip bilmediğim sorusunu
sormuyorum, bu çeşit sorgulamalar hakkında ne d ü ş ü n d ü ğ ü -
mü daha önce söylemiştim. Ben sadece bu hareketlerin hangi
noktalarda çalkantılı çağımızın ü r ü n ü o l d u ğ u n u oldukça açık
bir şekilde g ö r d ü ğ ü m ü söylüyorum, nelerde Müslüman tarihi-
nin ü r ü n ü olabileceklerini o kadar iyi göremiyorum. Etrafı dev-
rim muhafızlarıyla kuşatılmış, halkından kendi g ü c ü n e güven-
mesini isteyen, " B ü y ü k Şeytan"ı lanetleyen ve Batı kültürünün
b ü t ü n izlerini silmeye ant içen Ayetullah H u m e y n i ' y e baktı-
ğımda, etrafı kızıl muhafızlarla kuşatılmış, "koca kağıt kaplan"ı
lanetleyen ve kapitalist kültürün bütün izlerini silmeyi vaat
eden yaşlı Mao Z e d o n g ' u d ü ş ü n m e k t e n kendimi alamıyorum.
Elbette ikisinin aynı o l d u ğ u n u söyleyecek değilim, ama arala-
rında pek çok benzerlik saptıyorum, oysa İslam tarihinde bana
Humeyni'yi hatırlatan hiçbir f i g ü r göremiyorum. Ayrıca, çok
arıyorum, ama M ü s l ü m a n dünyasının tarihinde ne bir "İslam
Cumhuriyeti"nin k u r u l u ş u y l a , ne de "İslam Devrimi"yle ilgili
en küçük bir not da göremiyorum...
Burada karşı çıktığım şey, olanları çok daha iyi açıklayan
başka başka etkenler işin içindeyken, her M ü s l ü m a n ülkede
- K u z e y ' d e ve Güney'de, u z a k gözlemciler indinde o l d u ğ u gibi
ateşli yandaşlar arasında d a - m e y d a n a gelen her olayı "İslam"
başlığı altında toplama alışkanlığı. Başlangıcından bu yana İs-
lam tarihi üzerine on koca cilt okuyabilirsiniz, C e z a y i r de olan-
lardan hiçbir şey anlayamazsınız. Sömürgecilik ve sömürgecili-
ğin sona ermesi hakkında otuz sayfa o k u y u n , çok daha fazlası-
nı anlarsınız.

57
4

A m a bu kısa parantezi kapatıp baştaki söylemime dönüyo-


rum: çoğu zaman dinlerin halklar üzerindeki etkisine çok fazla
yer veriliyor, halkların ve tarihlerinin dinler üzerindeki etkisine
ise yeterince yer verilmiyor. Etkileşim karşılıklı, biliyorum; top-
lum dini biçimlendirir, din de toplumu; buna rağmen belli bir
d ü ş ü n c e alışkanlığının bizi bu diyalektiğin sadece bir y ü z ü n ü
g ö r m e y e sürüklediğini, b u n u n da bakış açısını özellikle çarpıt-
tığını fark ediyorum.
İslam söz konusu o l d u ğ u n d a , kimileri Müslüman toplum-
ların y a ş a d ı ğ ı ve hâlâ yaşamakta o l d u ğ u bütün dramlardan
onu s o r u m l u tutmakta asla tereddüt etmiyor. Bu g ö r ü ş ü sadece
haksız olmakla suçlamıyorum, d ü n y a d a k i olayları tamamen
anlaşılmaz hale getirmekle de suçluyorum.
Sonunda modernleşebileceği keşfedilmeden önce, Hıristi-
yanlık hakkında da yüzyıllarca benzer şeyler söylendi. Ben İs-
lamiyet için de aynı şeyin olacağına inanıyorum. Her şeye rağ-
men, b u n d a n k u ş k u d u y u l m a s ı n ı da çok iyi anlıyorum. Engi-
zisyoncuların odun ateşinin ya da ilahi hakka sahip monarşi-
nin Hıristiyanlığın ayrılmaz parçası olmadığı nasıl ortaya çık-
tıysa, Cezayir'de, A f g a n i s t a n ' d a , az çok her y e r d e karşımıza çı-
kan şiddet, gericilik, zorbalık, z u l ü m l e dolu bu manzaranın da
İslamın özüne has olmadığı kanıtlanıncaya kadar daha zaman,
çok zaman, belki de birkaç k u ş a k geçmesi gerekeceğine inanı-
yorum.
İslamın daima bir d u r g u n l u k etmeni olduğu düşüncesi zi-

58
hinlerde öylesine yerleşmiş ki, buna karşı çıkmaya zorlukla ce-
saret ediyorum. Gene de b u n u y a p m a k gerek. Ç ü n k ü b u n u bir
belit gibi bir kez ortaya k o y d u n u z mu, artık hiçbir yere vara-
mazsınız: Islamın müminlerini iflah olmaz biçimde hareketsiz-
liğe m a h k û m ettiği düşüncesine b o y u n eğerseniz, bu müminler
de -insanlığın dörtte birine yakınını o l u ş t u r u y o r l a r - dinlerin-
den asla vazgeçmeyeceklerine göre, gezegenimizin geleceği
pek karanlık görünüyor. Bana gelince ne temel belitleri ne de
yargılamaları kabul ederim.
Evet, elbette d u r g u n l u k olmuştur. XV. ve XIX. Yüzyıllar
arasında Batı hızla ilerlerken, A r a p d ü n y a s ı o l d u ğ u y e r d e sayı-
y o r d u . K u ş k u s u z dinin b u n d a bir parça etkisi olmuştur ama
bana öyle geliyor ki, din daha çok b u n u n k u r b a n ı olmuştur.
Batı'da toplum dinini modernleştirmiştir; M ü s l ü m a n dünya-
sında, olaylar aynı şekilde gelişmemiştir. Bu din, "modernleşti-
rilemez" o l d u ğ u için değil - b u n u n kanıtı ortaya k o n m a m ı ş t ı r -
ama t o p l u m u n kendisi modernleşemediği için. İslamiyet yü-
z ü n d e n , diyecekler bana. Bu acele söylenmiş bir sözdür. Avru-
p a ' y ı Hıristiyanlık mı modernleştirmiştir? Modernleşmenin di-
ne karşı gerçekleştirildiğini savunacak kadar ileri gitmeden,
dinin bu gelişmenin "lokomotifi" olmadığını, d a h a çok, çoğu
z a m a n vahşice bir dirençle sürekli karşı çıktığını ve bu diren-
cin kırılması ve dinin u y u m sağlaması için d e ğ i ş i m baskısının
derin, güçlü ve sürekli olması gerektiğini söylemek mantıklı
olacaktır.
Müslüman d ü n y a s ı içinde, böyle dengeleri altüst edici ve
kurtarıcı bir baskı asla gelişememiştir. Yaratıcı insanlığın bu
müthiş baharı, bu bilimsel, teknolojik, endüstriyel, entelektüel
ve moral, topyekün devrim, her g ü n icatta bulunan ve yenilik-
ler yaratan, hiç d u r m a d a n kesin kabul edilen gerçekleri tepe-
taklak eden ve zihniyetleri sarsan, sürekli değişim halindeki in-
sanlar tarafından "kazı kalemiyle" yapılan bu u z u n çalışma
alelade bir olgu değildir, tarihte benzeri yoktur, b u g ü n tanıdığı-
mız şekliyle d ü n y a y ı kuran bir olgudur ve Batı'da gerçekleş-
miştir - Batı'da ve başka hiçbir yerde değil.
Neden Batı'da da, Çin'de, Japonya'da, R u s y a ' d a ya da
A r a p d ü n y a s ı n d a değil? Bu d ö n ü ş ü m Hıristiyanlık sayesinde

59
mi, yoksa Hıristiyanlığa r a ğ m e n mi gerçekleşti? Tarihçiler daha
çok uzun süre bu konudaki kuramlarını tartışacaklardır, tartı-
şılması en zor olan tek şey, o l u ş u m u n kendisidir: Batı'da son
yüzyıllarda maddi d ü z l e m d e o l d u ğ u kadar entelektüel düz-
l e m d e de bütün dünya için bir referans olacak bir uygarlığın
ortaya çıkması. O kadar ki, bütün öteki uygarlıklar onun tara-
f ı n d a n bir kenara itilmiş, ortadan kalkma tehdidi altındaki dış
kültürler haline indirgenmişlerdir.
Batı uygarlığının bu ezici ü s t ü n l ü ğ ü hangi andan itibaren
hemen hemen tersinmez bir hale gelmiştir? XV. Y ü z y ı l ' d a n iti-
baren mi? XVIII. Y ü z y ı l ' d a n önce değil. Bugün benim de be-
nimsediğim bakış açısına göre, pek önemi yok. Kesin ve çok
önemli olansa, bir gün belirli bir uygarlığın gezegenin dizginle-
rini eline aldığı. Onun bilimi bilim oldu, tıbbı tıp oldu, felsefesi
felsefe oldu, bu y o ğ u n l a ş m a ve "standartlaşma" hareketi artık
hiç durmadı, tam tersine, aynı z a m a n d a bütün alanlara ve bü-
tün kıtalara yayılarak hızını arttırdıkça arttırdı.
Israr ediyorum, hâlâ ısrar ediyorum: burada tarihte hiç gö-
r ü l m e m i ş bir olgu söz konusudur. Geçmişte şu ya da bu uygar-
lığın -Mısır, Mezopotamya, Çin, Yunan, Roma, A r a p ya da Bi-
z a n s - b ü t ü n diğerlerine üstün gibi g ö r ü n d ü ğ ü anlar olmuştur.
A m a son yüzyıllar boyunca A v r u p a ' d a gerçekleşen şey tama-
men farklı bir olgudur. Ben b u n u bir çeşit döllenme olarak gö-
r ü y o r u m . Aklıma gelen tek benzetme bu: çok sayıda s p e r m
hücresi y u m u r t a y a d o ğ r u yöneliyor ve içlerinden biri zarı del-
m e y i başarıyor; o an, b ü t ü n öteki "talipler" dışarı atılıyor; artık
bir " b a b a " vardır, tek bir tane, çocuk ona benzeyecektir. Neden
o da, bir başkası değil? Bu "talip"in komşularından, rakiplerin-
den üstün bir yanı mı vardı? Daha mı sağlıklıydı, daha mı vaat-
kârdı? İlle de değil, kesin olarak değil. Her çeşit etmen söz ko-
nusu, kimi performansına bağlı, kimi koşullara ya da rastlantı-
lara...
A m a bu benzetmede bana en anlamlı görünen şey bu de-
ğil, devamı. Sorun, o kadar da A z t e k ya da İslam ya da Çin uy-
garlıklarının -hepsinin hantallıkları, kusurları, talihsizlikleri
v a r d ı - neden baskın uygarlık olmayı başaramadığını anlamak
değil. Daha çok, Hıristiyan A v r u p a uygarlığı ü s t ü n l ü ğ ü ele ge-

60
çirdiği zaman, neden b ü t ü n ötekilerin gerilemeye başladığını,
neden hepsinin b u g ü n artık geri dönüşü olmayacak gibi görü-
nen bir biçimde ikinci plana atıldığını bilmek. K u ş k u s u z - b u
sadece bir yanıt başlangıcı- insanlık gezegensel bir egemenliğin
teknik araçlarına sahip o l d u ğ u için. A m a egemenlik s ö z c ü ğ ü n ü
bir yana bırakalım, daha çok şöyle diyelim: insanlık gezegensel
bir uygarlığın d o ğ m a s ı için olgunlaşmıştı; y u m u r t a döllenmeye
hazırdı, Batı A v r u p a da onu dölledi.
Öyle ki, b u g ü n artık -etrafımıza şöyle bir b a k a l ı m ! - Batı
her yerde! Vladivostok'ta, Singapur'da, Boston'da, Dakar, Taş-
kent, Sâo Paulo, Numea, K u d ü s ve Cezayir'de. Yarım bin yıl-
dan beri insanların düşüncelerini ya da sağlıklarını ya da man-
zaralarını ya da g ü n l ü k yaşamlarını kalıcı biçimde etkileyen
her şey Batı'nın eseri. Kapitalizm, komünizm, faşizm, psikana-
liz, çevrecilik, elektrik, uçak, otomobil, atom bombası, telefon,
televizyon, bilgiişlem, penisilin, d o ğ u m kontrol hapı, insan
hakları ve de gaz odaları... Evet, bütün bunlar, d ü n y a n ı n mut-
l u l u ğ u ve felaketi, b ü t ü n hepsi Batı'dan geldi.
Bu gezegenin üzerinde nerede yaşanırsa yaşansın, artık her
türlü modernleşme Batılılaşma demektir. Teknik gelişmelerin
daha da v u r g u l a y ı p hızlandırdığı bir eğilim. Elbette, hemen her
y e r d e çok özel uygarlıkların damgasını taşıyan anıtlar ve eser-
ler bulunur. A m a yeni olarak yaratılan her şey -ister binalar,
kurumlar, bilgi araçları söz konusu olsun, ister y a ş a m biçimi-
Batı'ya öykünmedir.

Bu gerçeklik, egemen uygarlığın bağrında doğanlarla, dı-


şında doğanlar tarafından aynı tarzda yaşanmıyor. Birinciler
kendileri olmaktan v a z g e ç m e d e n değişebilir, hayatta ilerleyebi-
lir, u y u m sağlayabilirler; hatta Batılılaı'ın modernleştikçe, ken-
dilerini kültürleriyle daha çok u y u m içinde hissettikleri bile
söylenebilir, sadece modernliği reddedenler kendilerini yaban-
cılaşmış bulurlar.
Dünyanın geri kalanı için, d a r m a d a ğ ı n olmuş kültürlerin
içinde doğanlar için, değişimi ve modernliği alış farklı biçimler-
de ortaya kondu. Çinliler, Afrikalılar, Japonlar, Kızılderililer ya
da Amerika yerlileri için, Yunanlılar ve Ruslar için, İranlılar,

61
Araplar, Yahudiler ya da Türkler için modernleşme, sürekli ola-
rak kendilerinden bir parçanın terk edilmesi anlamına geldi.
Zaman zaman coşkuyla karşılandığında bile, hiçbir zaman belli
bir b u r u k l u k olmadan, bir aşağılanma ve inkar d u y g u s u olma-
dan yaşanmadı. Sindirilmenin tehlikelerini acıyla sorgulama-
dan. Derin bir kimlik bunalımına düşmeden. SPARTACUS

62
1

Modernlik "Öteki"nin damgasını taşıdığında, farklılıkları-


nı v u r g u l a m a k için bazı insanların gericilik simgeleriyle bayrak
açtığını görmek şaşırtıcı olmaz. Bugün kadın, erkek bazı Müs-
lümanlarda b u n u gözlemliyoruz ama olay bir kültürün ya da
bir dinin d ı ş a v u r u m u n d a n d a h a farklı bir şeydir.
Mesela Rusya'da, eski Jülyen takviminden vazgeçilmesi
için Bolşevik devrimini beklemek gerekmiştir. Ç ü n k ü Gregor-
yen takvimini kabul etmekle insanlar, Ortodokslukla Katoliklik
arasındaki neredeyse bin yıllık bilek güreşinde son sözün Kato-
likliğe ait olacağı d u y g u s u n a kapılıyorlardı.
Bu sadece bir s i m g e miydi? Tarihte her şey simgelerle ifade
edilir. B ü y ü k l ü k ve çöküş, zafer ve bozgun, mutluluk, refah, se-
falet. Ve hepsinden fazla, kimlik. Bir değişimin kabul edilmesi
için, onun zamanın havasına u y g u n olması yetmez. Simgeler
d ü z e y i n d e incitici olmaması, değişikliğe sürüklediğiniz insan-
larda kendi kendilerini inkar ettikleri izlenimini uyandırmama-
sı gerekir.
Birkaç yıldır, Fransa'da en yakın dostlarımdan bazılarında
küreselleşmeden bir afetmiş gibi söz etme eğilimi gözlemliyo-
rum. "Gezegen k ö y ü " n d e n söz edilmesi onları fazla heyecan-
landırmıyor, İnternet'e ve iletişim k o n u s u n d a k i en son gelişme-
lere mesafeli bir ilgi duyuyorlar. Ç ü n k ü onların g ö z ü n d e küre-
selleşme Amerikanlaşma'yla eşanlamlı: kendi kendilerine, hızla
tektipleşmeye d o ğ r u giden bu d ü n y a d a yarın Fransa'nın yeri-
nin ne olacağını, diline, kültürüne, saygınlığına, parıltısına, ya-

63
ş a m biçimine neler olacağını soruyorlar; mahallelerine bir fast
food açılınca sinirleniyor, H o l l y w o o d ' a , CNN'e, Disney'e ve
Microsoft'a veryansın ediyor ve gazetelerde İngilizceden alın-
dığı şüphesi uyandıran en k ü ç ü k bir dil kullanımının peşine
düşüyorlar.
Bu örneği vermemin nedeni, benim g ö z ü m d e , modernleş-
menin Batı'da bile, gelişmiş bir kültürü olan ve evrensel say-
gınlığa sahip ileri bir ü l k e d e bile, egemen bir yabancı k ü l t ü r ü n
Truva atı olarak algılandığı an nasıl k u ş k u l u hale geldiğini gös-
termesidir.
Kaç kuşaktan beridir, varlıklarındaki her adıma bir teslimi-
yet ve kendini inkar d u y g u s u n u n eşlik ettiği Batılı o l m a y a n çe-
şitli halkların nasıl bir d u y g u y a ş a m ı ş olabileceği pekâlâ hayal
edilebilir. Bütün bilgi ve becerilerinin m i y a d m ı d o l d u r m u ş ol-
d u ğ u n u ; ürettikleri her şeyin Batı'nın ürettikleriyle kıyaslanın-
ca değersiz kaldığını; geleneksel tıbba bağlılıklarının batıl
inançtan kaynaklandığını; askeri değerlerinin u z a k bir anıdan
b a ş k a bir şey olmadığını; s a y g ı d u y m a y ı öğrendikleri b ü y ü k
adamların, b ü y ü k şairlerin, bilginlerin, askerlerin, azizlerin,
seyyahların dünyanın g ö z ü n d e hiçbir değeri olmadığını; dinle-
rinin barbarlıkla suçlandığını; kendi dilleri artık sadece bir
a v u ç u z m a n tarafından incelenirken, ayakta kalmak, çalışmak
ve insanlığın geri kalanıyla bir bağlantıları olmasını istiyorlar-
sa, başkalarının dillerini öğrenmek zorunda kaldıklarını kabul
etmeleri gerekti onların... Bir Batılı'yla konuştuklarında, bu ne-
r e d e y s e asla onların dilinde değil, daima Batılı'nın dilinde ol-
muştur; Akdeniz'in g ü n e y i n d e ve d o ğ u s u n d a İngilizce, Fran-
sızca, İspanyolca, İtalyanca konuşabilen milyonlarca insan bu-
labilirsiniz. Buna karşılık, kaç İngiliz, Fransız, İtalyan ve İspan-
yol, Arapça ya da Türkçeyi öğrenmekte yarar g ö r m ü ş t ü r ?
Evet, hayattaki her a d ı m d a bir hayal kırıklığı, u m u t s u z l u k ,
aşağılanma yaşıyorsunuz. İnsanın kişiliği b ü t ü n b u n l a r d a n na-
sıl olur da örselenmeden çıkabilir? Kimliğinin tehdit altında ol-
d u ğ u n u insan nasıl hissetmez? Nasıl, başkalarına ait, başkaları
tarafından k o n m u ş kurallara d a y a n a n bir d ü n y a d a , kendisinin
bir öksüz, bir yabancı, bir asalak ya da bir p a r y a gibi o l d u ğ u bir
d ü n y a d a yaşadığı hissine kapılmaz? Kimilerinin her şeyini

64
kaybettiği, artık kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığı d u y g u s u y l a ,
tıpkı Samson gibi, binanın, kendilerinin ve düşmanlarının üze-
rine yıkılmasını -Tanrım!- dileyecek hale gelmesi nasıl önlene-
bilir?
Sonuna kadarcı tutumları benimseyenlerin çoğunun bilinç-
li olarak böyle bir mantık y ü r ü t ü p yürütmediklerini bilmiyo-
rum. Doğrusunu söylemek gerekirse, buna ihtiyaçları yok. Ya-
raların hissedilmesi için tanımlanmaya ihtiyaçları yoktur.

XVIII. Yüzyıl'ın sonuna doğru, Akdenizli M ü s l ü m a n dün-


yası bir kenara itildiğinin ve kendisini Batı'dan ayıran uçuru-
m u n bilincine vardı. Bilinçlenme gibi çok belirsiz bir olguya bir
tarih k o y m a k kolay değildir, ama genel olarak kabul edilen, ge-
rek aydınlar gerekse siyasal sorumlular arasından pek çok kişi-
nin, Napolyon'un 1799 Mısır seferinden sonra, kendilerine şöy-
le sorular sormaya başladığıdır: Neden biz bu k a d a r geri kal-
dık? Batı şimdi neden bu kadar ilerde? Bunu nasıl başardı? Ona
yetişmek için ne yapmalıyız?
Mısır hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya göre A v r u p a ' y a
yetişmenin tek yolu onu taklit etmekti. Bu yolda, Kahire'de bir
fakülte kurmaları için Avrupalı hekimleri d a v e t ederek, tarım-
da ve endüstride hızla yeni teknikler getirterek, işi o r d u s u n u n
kumandasını Napolyon ordusundan eski bir s u b a y a teslim et-
meye vardıracak kadar ileri giderek epeyce yol aldı; hatta Av-
rupa'nın istemediği cüretkar deneyleri Mısır topraklarında
yapmaları için Fransız ütopyacılarına -Saint-Simon'cular- ku-
cak bile açtı. Birkaç yıl içinde, ülkesini saygı d u y u l a n bir bölge-
sel güç haline getirmeyi başardı. Ö n c ü l ü ğ ü n ü yaptığı Batılılaş-
ma istemi, tartışmasız meyvelerini v e r m e y e başlamıştı. Büyük
Petro gibi kararlı bu eski Osmanlı devlet adamı, biraz daha az
sert bir tarzda ve çok daha az dirençle karşılaşarak, Doğu'da,
uluslar arasında yerini alabilecek modern bir devlet kurma yo-
lundaydı.
A m a rüya bozulacaktı ve Araplar bu d e n e y i m d e n acı bir
hatıradan başka bir şey hatırlamayacaklardı. Bugün bile, aydın-
lar ve politik yöneticiler bu başarısız b u l u ş m a y ı üzüntüyle ve
öfkeyle anarlar, her fırsatta, önlerine gelene A v r u p a l ı güçlerin

65
Mehmet Ali Paşa'yı fazla tehlikeli ve fazla başına b u y r u k bula-
rak yükselişini frenlemek için ona karşı ortak bir askeri hareket
düzenleyecek kadar birlik olduklarını hatırlatırlar. Mehmet Ali
Paşa'nın hayaü yenik ve k ü ç ü k d ü ş m ü ş bir halde son bulacaktı.
Gerçekten de, şu Doğu s o r u n u n u n etrafında dönen askeri
ve diplomatik oyunlara, z a m a n d a geriye d ö n ü p bakıldığında,
b u n u n b ü y ü k devletler arasındaki güç ilişkilerine d a y a n a n sıra-
dan o l g u o l d u ğ u sonucunu çıkartmak mantıklıdır, ingiltere,
Hindistan yolu üzerinde güçlü ve modern bir Mısır yerine, za-
yıf d ü ş m ü ş ve hasta bir Osmanlı İmparatorluğu'nu tercih eder-
di. Bu tavır, aynı İngiltere'yi birkaç yıl önce Napolyon'a karşı
çıkmaya v e onun k u r d u ğ u A v r u p a i m p a r a t o r l u ğ u n u parçalaya-
bilecek güçte bir ittifak k u r m a y a iten tavırdan pek fazla farklı
değildir. A m a XIX. Yüzyıl M ı s ı r ı Fransa'yla kıyaslanamaz;
Fransa zaten çoktan beri b ü y ü k bir güçtü, yenilebilir, yok ol-
m u ş gibi görünebilir, ardından bir k u ş a k sonra refah içinde ve
galip olarak ayağa kalkabilirdi. 1815'te Fransa yenilmiş ve işgal
edilmişti; tam on beş yıl sonra 1830'da ise, uçsuz bucaksız Ce-
zayir'i fethe kalkışacak kadar toparlanmıştı. Mısır bu kadar
sağlıklı değildi. Uzun, çok u z u n bir uyurgezerlik halinden he-
n ü z çıkmıştı, modernleşmeye daha yeni başlamıştı; Kavalalı
Mehmet Ali Paşa döneminde indirilen d a r b e ölümcül olmuştu.
K ü m e başını yakalayabilmesi için bir daha asla böyle bir fırsat
çıkmadı karşısına.
A r a p l a / ı n bu dönemden çıkarmış oldukları ve hâlâ çıkar-
dıkları sonuç, Batı'nm kendisine benzenmesini istemediği ve
sadece kendisine itaat edilmesini istediği şeklindedir. Mısır'ın
hakimi ile konsolosluklar arasındaki mektuplaşmalarda, girişti-
ği " u y g a r l ı k hamlesi"ni ortaya k o y m a k t a tereddüt etmediği yü-
rek b u r k u c u bölümlere rastlanır; A v r u p a l ı l a r ı n çıkarlarına her
z a m a n s a y g ı d u y d u ğ u n u v u r g u l a y a r a k , kendi kendine neden
onu k u r b a n etmeye çalıştıklarını sormaktadır. "Ben onların di-
ninden değilim", diye yazar, " a m a ben de insanım ve bana in-
sanca davranmaları lazım." SPARTACUS

66
6

Kavalalı Mehmet Ali Paşa örneğinin ortaya k o y d u ğ u şey,


modernleşmenin A r a p d ü n y a s ı n d a çok erken tarihlerde bir zo-
runluluk, hatta bir aciliyet olarak algılanmış olmasıdır. A m a
hiçbir zaman serinkanlılıkla ele alınamamıştır. A v r u p a kendi
kültürel, sosyal ve dinsel ağırlığını koymayı bilmişken, sadece
hiç durmamacasına ilerlemek yetmiyordu; ama bir de kendini
yayılma halindeki, d o y m a k bilmez ve çoğu zaman küçümse-
yen bir Batı'ya karşı k o r u y a r a k Batılılaşmak gerekiyordu.
Mısır'ı örnek verdim, aynı dönemde çok kazançlı uyuştu-
rucu ticaretine açılmayı reddettiği için, serbest ticaret adına o
aşağılık " a f y o n s a v a ş ı " n ı n acısı çeken Çin'den de söz edebilir-
dim. Yani, b ü t ü n bir insanlığa kazandırdıkları kıyas kabul et-
mez olan Batı'nın gelişmesinin de - b u n u hatırlatmalı mı?- pek
parlak olmayan veçheleri vardır. Modern d ü n y a n ı n kurulması
olgusu, aynı z a m a n d a yıkıcı bir olgu da olmuştur. Enerji fazlası
olan, yeni gücünün bilincinde olan, ü s t ü n l ü ğ ü n e inanan Batı,
tıbbın, yeni tekniklerin nimetlerini ve ö z g ü r l ü k ç ü düşünceleri
yayarak, ama aynı z a m a n d a katliamlara, y a ğ m a l a m a l a r a ve sö-
mürgeleştirmelere girişerek, aynı anda her y ö n d e ve her alanda
d ü n y a y ı fethe çıkmıştır. Ve her yerde b ü y ü l ü bir hayranlık ka-
dar kin de uyandırarak.
Bu gerçekleri kısaca hatırlatmak istememin nedeni, bir
A r a p için -bir Kızılderili için, bir Malgaş, bir Çinhintli ve Aztek
s o y u n d a n biri için de elbette- artdüşünce olmaksızın, içi içini
kemirmeden, benliği parçalanmadan Batı k ü l t ü r ü y l e b ü t ü n ü y l e

67
k a y n a ş m a n ı n asla kolay olmadığını v u r g u l a m a k içindir. Pek
çok k o r k u n u n , pek çok kınamanın üstesinden gelmesi, b a z e n
g u r u r u n u çiğnemesi, ince u z l a ş m a yolları hayal etmesi gerek-
miştir. Çok geçmeden, artık Mehmet Ali Paşa z a m a n ı n d a k i gibi
k e n d i n e sadece şu s o r u y u sorması yetmeyecektir: "Nasıl mo-
dernleşmeli?" Kaçınılmaz olarak daha karmaşık sorular sor-
m a k gerekmiştir: "Kimliğimizi k a y b e t m e d e n nasıl modernleşe-
biliriz?"; "Kendi öz k ü l t ü r ü m ü z ü y a d s ı m a d a n Batı k ü l t ü r ü n ü
nasıl özümseyebiliriz?" "Batı'nm insafına k a l m a d a n onun bilgi
ve tekniğini nasıl kazanabiliriz?"
Mısır'ın hakimi tarafından u y g u l a n d ı ğ ı biçimiyle, sistemli
ve hiçbir komplekse k a p ı l m a d a n Batılılaşma artık g ü n d e m d e
değildir. Hidiv başka bir d e v r i n adamıydı. Tıpkı, h ü k ü m e t i n
Giulio Mazarini gibi bir İtalyan'a tereddütsüzce teslim edildiği
XVII. Y ü z y ı l Fransası'nda o l d u ğ u gibi, bir A l m a n ' ı n çarların
tahtına çıkabildiği XVIII. Y ü z y ı l Rusyası'nda o l d u ğ u gibi, Meh-
met Ali Paşa'nın kuşağının y a k l a ş ı m ı ulusalcılığa değil, hane-
dan ve devlet anlayışına d a y a n ı y o r d u . Kendisi de A r n a v u t kö-
kenli olan Paşa'nın, Mısır o r d u s u n u n kumandasını bir A r a p ye-
rine bir Boşnak'a ya da bir Fransız'a bırakmaması için hiçbir
neden yoktu. Kaderi, bir parça, imparatorluğun bir eyaletinde
kendilerine bir iktidar ü s s ü k u r a n ama tek düşleri kendilerini
imperator ve A u g u s t u s ilan etmek için Roma'ya y ü r ü m e k olan
Romalı generallerinkine benzer. O da d ü ş ü n ü gerçekleştirebil-
m i ş olsaydı, İstanbul'a yerleşecek ve orayı A v r u p a l ı l a ş m ı ş bir
İslam imparatorluğunun başkenti yapacaktı.
Bununla birlikte, 1849'da ö l ü m ü n d e her şey çoktan değiş-
m e y e başlamıştı. A v r u p a milliyetçilik çağına g i r i y o r d u ve çoku-
luslu imparatorluklar çöküş halindeydi. Bu akım M ü s l ü m a n
dünyasınca da izlenmekte gecikmeyecekti. B a l k a n l a r d a Os-
manlı yönetimi altındaki uluslar, tıpkı Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu'ndakiler gibi, kımıldanmaya başladılar. Yakın
D o ğ u ' d a da insanlar artık " g e r ç e k " kimliklerinin ne o l d u ğ u ko-
n u s u n d a kendi kendilerini sorguluyorlardı. O zamana kadar
her birinin dilbilimsel, dinsel ya da bölgesel aidiyetleri vardı,
a m a hepsi de Sultan'ın kulları o l d u ğ u n d a n bir devlete ait olma
sorunsalı hiç ortaya k o n m u y o r d u . Osmanlı İmparatorluğu'nun

68
parçalanmaya başlamasıyla birlikte, ç ö z ü m s ü z çatışmalar eşli-
ğ i n d e enkazın paylaşımı zorunlu olarak g ü n d e m e girmişti. Her
topluluğun kendi devletine sahip olması gerekiyor m u y d u ? Ya
aynı ü l k e d e yüzyıllardır birçok topluluk yan y a n a birlikte yaşı-
yor idiyseler ne olacaktı? İmparatorluğun topraklarını dillere,
dinlere göre mi y o k s a eyaletlerin geleneksel sınırlarını izleye-
rek mi bölmeliydi? Son yıllarda Y u g o s l a v y a ' n ı n parçalanması-
na bakanlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun tasfiye edilişinin nasıl
bir şey o l d u ğ u hakkında -çok daha hafif ve k ü ç ü k ölçekte- bir
fikir edinebilirler.
Çeşitli halklar karşı karşıya kaldıkları felaketlerin sorum-
l u l u ğ u n u birbirlerinin üzerine atmaya başladılar. A r a p l a r iler-
leyememişse, bu elbette ki onları hareketsizliğe m a h k û m eden
Türk hakimiyeti y ü z ü n d e n d i ; T ü r k l e r i n ilerleyememesinin ne-
deniyse, yüzyıllardır A r a p sultası altında kalmalarıydı. Milli-
yetçiliğin birinci erdemi her sorun için bir ç ö z ü m d e n çok bir
s o r u m l u b u l m a k değil midir? Böylece A r a p l a r yeniden d o ğ u ş -
larının nihayet başlayacağı inancıyla Türk b o y u n d u r u ğ u n u sil-
keleyip attılar; bu arada Türkler de A v r u p a ' y a d a h a az ayakba-
ğıyla d a h a kolay katılabilmek için kültürlerini, dillerini, alfabe-
lerini, g i y i m kuşamlarını " A r a p etkisinden k u r t a r m a " işine gi-
riştiler.
Her iki tarafın söyleminde de belki bir gerçek payı vardı.
Başımıza gelenler hep biraz da başkalarının hataları y ü z ü n d e n -
dir, başkalarının başına gelenlerse daima biraz bizim hatamız-
dır. A m a ne önemi var... Türk ya da Arap, bu milliyetçi gerekçe-
leri sıralamamın nedeni bunları tartışmak değil, dikkatleri faz-
lasıyla sık unutulan bir gerçeğin üzerine çekmek. Müslüman
dünyasının zorunlu modernleşmenin getirdiği ikileme hiç dü-
şünmeden vereceği cevabın radikal İslam olmadığı bilinmeli.
Bu tavır uzun zaman, çok u z u n zaman, son derece azınlıkta ka-
lan, çok küçük grupları etkileyen, önemsiz d e n m e s e de marji-
nal bir tavır olarak kaldı. Akdenizli M ü s l ü m a n d ü n y a s ı din
adına değil ulus adına yönetildi. Ülkeleri bağımsızlığa götüren-
ler milliyetçilerdi; onlar vatanın babaları oldular, daha sonra
onlarca yıl dizginleri ellerinde tutan onlardı ve bütün bakışlar
beklentilerle, umutla onlara yönelmişti. Hepsi Atatürk kadar

69
açıkça laik ve modernlik yanlısı değildi, ama d a y a n a k noktaları
hiçbir zaman, bir bakıma bir yana attıkları din olmamıştı.
Bu yöneticilerden en önemlisi N a s ı l d ı . "En önemlisi" mi
dedim? Bu çok d ü z bir i f a d e oldu. 1956'dan itibaren Mısır cum-
hurbaşkanının nasıl bir saygınlığa sahip o l d u ğ u n u b u g ü n ha-
yal etmek zor. A d e n ' d e n Kazablanka'ya her y e r d e fotoğrafları
vardı, gençler, hatta daha yaşlılar onun ismini anarak ant içiyor,
hoparlörlerden onun şerefine çalınan marşlar yükseliyor ve o
ardı arkası kesilmeyen söylevlerinden birine başladığında, in-
sanlar iki saat, üç saat, dört saat bıkmamacasına transistörlü
radyoların başına üşüşüyorlardı. Nasır halk için bir ilah, bir ta-
pınma aracıydı. Yakın tarihte benzer durumlar a r a d ı y s a m da
hiç bulamadım. Böylesine bir yoğunlukla aynı z a m a n d a bu ka-
dar ülkeye birden yayılan hiç kimse yok. Her halükârda Müs-
lüman A r a p dünyasında uzaktan olsun bu o l g u y u andıran bir
olay asla yaşanmamıştır.
O y s a A r a p l a r ı n ve Müslümanların özlemlerinin herkesten
fazla taşıyıcısı olan bu a d a m İslamcıların amansız d ü ş m a n ı y d ı ;
onu öldürmeye kalkıştılar, kendisi de onların başlarından çok
kişiyi idam ettirdi. Bu arada, o dönemde, bir İslamcı hareket
militanının sokaktaki adamın g ö z ü n d e A r a p u l u s u n u n bir düş-
manı ve çoğu zaman da Batı'nın işbirlikçisi olarak g ö r ü l d ü ğ ü -
nü hatırlıyorum.
Bunları siyasal, modernlik karşıtı ve Batı karşıtı İslamcılı-
ğın, A r a p halklarının içten ve doğal ifadesi gibi görülmesinin
en hafifinden aceleci bir kestirme o l d u ğ u n u belirtmek için söy-
lüyorum. Halkın önemli bir kesiminin radikal dinciliğin söy-
lemlerine kulak v e r m e y e başlaması ve 1970'li yıllardan itibaren
protesto mahiyetindeki örtünme ve sakalın pıtrak gibi çoğaldı-
ğını görmek için, başta Nasır olmak üzere, milliyetçi yöneticile-
rin gerek art arda gelen askeri başarısızlıkları, gerekse azgeliş-
mişliğe bağlı sorunları çözmede yetersiz kalmaları sonucunda
bir çıkmaza girmeleri gerekti.

Her d u r u m üzerinde, Cezayir'deki, M ı s ı r d a k i ve başka


yerlerdeki durumlar üzerinde çok daha uzun u z a d ı y a durabi-
lirdim, hayal ve hayal kırıklıklarını, kötü başlangıçları ve fela-

70
ketle sonuçlanan seçimleri, milliyetçiliğin, sosyalizmin iflasını,
o bölgelerdeki gençlerin, tıpkı Endonezya'dan Peru'ya kadar
dünyanın başka yerlerindeki gençler gibi, inandıkları, sonra
inanmaz oldukları her şeyin iflasını anlatabilirdim. Ben burada
sadece radikal dinciliğin A r a p l a r ı n ya da Müslümanların en iç-
ten seçimi, doğal seçimi, ilk seçimi olmadığını tekrar tekrar
söylemek istiyordum.
Bu yola b a ş v u r m a l a r ı n d a n önce, diğer b ü t ü n yolların ka-
p a n m ı ş olması gerekti. Bu yol da, yani geçmişe d ö n ü ş yolu da,
çelişkili biçimde zamanın havasına u y g u n düşmekte. SPARTACUS

71
III
Gezegensel kabileler zamanı
SPARTACUS
1

"Zamanın h a v a s ı " elbette oturmuş bir k a v r a m değil; onu


kullanmamın nedeni tarihin bazı anlarında çok sayıda insanın
kimliklerinden bir öğeyi ötekilerin zararına olarak yüceltmeye
başlatan şu yaygın, anlaşılmaz gerçekliği ortaya k o y m a k . Bu-
nun sonucu olarak b u g ü n dinsel aidiyetini v u r g u l a m a k , onu
kimliğinin ana öğesi olarak görmek yaygın bir tavırdır; üç y ü z
yıl önce o l d u ğ u n d a n k u ş k u s u z daha az y a y g ı n ama elli yıl ön-
cekinden tartışma g ö t ü r m e z biçimde daha y a y g ı n bir tavır.
Zamanın havasından bir nebze daha az belirsiz kavramlar
olan entelektüel çevre ya da entelektüel iklimden söz edebilir-
dim. A m a sözcüklerin ötesinde önemli olan tek şey gerçek so-
rular: bütün d ü n y a d a , her kökenden kadın ve erkek birkaç yıl
öncesine kadar, ilk a ğ ı z d a başka aidiyetlerini öne s ü r m e y i ter-
cih ederken, b u g ü n aynı insanların dini aidiyetlerini yeniden
keşfetmelerine ve çeşitli tarzlarda bunu v u r g u l a m a y a itildikle-
rini hissetmelerine yol açan şey nedir? Yugoslavyalı bir Müslü-
man'ın günün birinde Y u g o s l a v o l d u ğ u n u söylemekten vazge-
çip her şeyden önce Müslümanlığını ortaya k o y m a s ı nereden
kaynaklanıyor? Nasıl oluyor da, Rusya'da y a ş a m ı boyunca
kendini her şeyden önce bir proleter olarak gören bir Yahudi,
bir g ü n her şeyden önce Yahudi o l d u ğ u n u k a v r a m a y a başlıyor?
Hangi dinden o l d u ğ u n u g ö ğ s ü n ü gere gere v u r g u l a m a k bir za-
manlar u y g u n s u z olarak görülürken, nasıl oluyor da günü-
müzde, hem de aynı z a m a n d a ve ne çok ülkede doğal ve meşru
kabul ediliyor?

75
Durum karmaşık ve hiçbir açıklama tatmin edici bir sonuç
veremez. Bununla birlikte komünist dünyanın önce gerileyişi
ve ardından çöküşünün bu e v r i m d e b ü y ü k bir rolü o l d u ğ u
apaçık. O y s a Marksizmin gezegenin tamamı üzerinde Tanrı
düşüncesinin silineceği yeni tip bir toplum k u r m a y ı vaat edeli
y ü z y ı l d a n fazla oluyor; bu projenin gerek ekonomik ve politik,
g e r e k s e ahlaki ve entelektüel planda başarısızlığa uğraması, ta-
rihin çöplüğüne atmak istediği inançların yeniden saygınlık ka-
zanması sonucunu getirdi. Din manevi bir sığmak, bir kimlik
s ı ğ m a ğ ı olarak, Polonya'dan A f g a n i s t a n ' a komünizmle müca-
dele eden herkes için açık bir birleşme noktası haline geldi.
Böylece Marx ve Lenin'in b o z g u n u da dinlerin intikamı, en
azından kapitalizmin, liberalizmin ya da Batı'nın zaferi olarak
göründü.
A m a XX. Yüzyıl'ın son çeyreği boyunca din o l g u s u n u n
" y ü k s e l i ş i " n d e belirleyici rol o y n a y a n sadece bu etmen değil-
dir. Komünist d ü n y a d a k i nihai kriz, entelektüel ve politik tar-
tışmalarda hâlâ ağırlığını koruyorsa ve k o r u m a y a d e v a m ede-
cekse de, bazılarının basit bir şekilde "kriz" d e y i p geçtiği, Ba-
tı'yı etkileyen diğer krizden başlamak üzere başka etmenlerin
de aynı şekilde dikkate alınmaması halinde pek çok gerçek an-
laşılmaz olarak kalacaktır.
Bu kriz, komünizminkiyle aynı düzleme konulamaz. İki ta-
rafı birbirine düşüren u z u n çatışmada bir kazananla bir kaybe-
den o l d u ğ u n u inkar etmek boşuna olacaktır. A m a Batı modeli-
nin de, etkisini b ü t ü n kıtalar üzerine yaymasına rağmen, zaferi-
ne rağmen, kendisini kendi metropollerinde yoksulluk sorunla-
rıyla b a ş edemeyen, işsizlikle, suç eğilimiyle, u y u ş t u r u c u soru-
nuyla ve daha başka bir yığın felaketle mücadele etmekte aciz
kalan, krizde bir model olarak algıladığı da inkar edilemez. Za-
ten, bütün toplum biçimlerinin iflahını kesen en cazip toplum
modelinin kendi kendinden derin biçimde k u ş k u y a düşmesi,
çağımızın en şaşırtıcı çelişkilerinden biridir.
Bir an kendimizi A r a p d ü n y a s ı n d a bir üniversiteye giren
on d o k u z yaşında genç bir adamın yerine koyalım. Eskiden ol-
sa, y a ş a m koşullarının sıkıntılarına duyarlı davranacak ve onu
kendi usulünce fikir tartışmalarına yönlendirecek Marksist eği-

76
limli bir k u r u m u tercih ederdi; ya da onun kimlik ihtiyacını ok-
şayan ve belki de ona yeniden doğuştan ve modernleşmeden
söz edecek milliyetçi bir k u r u m a katılırdı. Bugün Marksizm çe-
kiciliğini yitirdi, otoriter, beceriksiz ve yozlaşmış rejimlerce el
konulan A r a p milliyetçiliğiyse güvenirliğini yitirdi. Bu deli-
kanlının, y a ş a m biçimi, bilimsel ve teknolojik başarıları yüzün-
den Batı'yı çekici bulması da g ö z ardı edilemez; bununla birlik-
te bu modeli temsil eden anlamlı hiçbir politik k u r u l u ş bulun-
m a d ı ğ ı n d a n böyle bir çekimin onun bağlanacağı yol üzerinde
ancak pek az sonucu olacaktır... "Batı cennetine" özlem duyan-
ların, çoğu zaman göçmenlikten başka çareleri yoktur. Meğer
ki, imrenilen bu modelin bazı veçhelerini iyi kötü kendi evle-
rinde y a ş a m a y a çalışan ayrıcalıklı " k e s i m l e r d e n " birine men-
s u p olmasınlar. A m a balkonunun altında bir limuzinle doğma-
mış olan herkes, k u r u l u düzeni sarsma a r z u s u d u y a n herkes,
yozlaşmaya, devlet zorbalığına, eşitsizliklere, işsizliğe, gelecek
endişesine isyan eden herkes, çok çabuk d e ğ i ş e n bir d ü n y a d a k i
yerinin neresi o l d u ğ u n u bulmakta zorlanan herkes İslamcı ha-
reketin etkisine kapılıyor. Orada hem kimlik ihtiyaçlarını, bir
g r u b a dahil olma ihtiyaçlarını, maneviyata olan ihtiyaçlarını,
fazlasıyla karmaşık gerçekliklerin basit biçimde açıklanmasına
olan ihtiyaçlarını, hem de eylem ve başkaldırı ihtiyaçlarını gi-
deriyorlar...

Müslüman dünyasının gençlerini dinsel akımlara karışma-


ya götüren bütün bu koşulları sıralarken, derin bir rahatsızlık
hissetmekten kendimi alamıyorum. Bu da, İslamcılarla onlara
karşı mücadele eden yöneticiler arasındaki çatışmada kendimi
taraflardan ne biriyle ne de ötekiyle özdeşleştirmeyi başarama-
m a m d a n ileri geliyor. Radikal İslamcıların söylemlerine sadece
bir Hıristiyan olarak kendimi dışlanmış hissetmem y ü z ü n d e n
değil, ama çoğunlukta bile olsa dini bir g r u b u n yasalarını hal-
kın tümüne dayatmasını kabul edemediğim için de yabancıyım
- benim g ö z ü m d e çoğunluğun zulmü, ahlaki açıdan, azınlığın
zulmünden daha iyi değildir; ayrıca özellikle kadın erkek her-
kesin eşitliğiyle inanç özgürlüğüne, herkesin hayatını dilediği
gibi yaşama ö z g ü r l ü ğ ü n e derinden inanıyorum ve bu kadar te-

77
mel değerleri sorgulamaya kalkan bütün doktrinlerden de sakı-
nıyorum.
Bütün bunları olabildiğince açık bir biçimde dile getirirken,
İslamcılara s a v a ş açan zorba iktidarların da g ö z ü m d e daha faz-
la değeri olmadığını eklemekten kendimi alamıyor ve daha az
zararlı olacağı bahanesiyle yaptıkları haksızlıkları alkışlamayı
reddediyorum... Bu halklar hafif bir zarardan çok d a h a iyisini,
ehven-i şerden daha iyisini hak ediyorlar, onlara gerçek de-
mokrasiden, gerçek modernlikten başka bir şey o l m a y a n ger-
çek çözümler gerekir, d e m e k istediğim, g ü d ü k ve zorla dayatı-
lan bir modernlikten çok, bütünlüklü ve kabul gören bir mo-
dernlik. Bana öyle geliyor ki, kimlik kavramına farklı bir bakış
getirildiğinde, çıkmazın dışında, insanca bir ö z g ü r l ü k yolunun
çizilmesine katkıda bulunulabilir.

Parantezi kapatarak "zamanın havasına" geri dönüyo-


rum... Dinin yükselişi kısmen komünizmin çöküşüyle, kısmen
çeşitli üçüncü d ü n y a toplumlarının içinde b u l u n d u k l a r ı çık-
mazla, kısmen de batılı modeli etkileyen krizle açıklanıyorsa,
olayın boyutlarının ve renginin, iletişim alanında son zaman-
lardaki m u a z z a m evrime ve küreselleşme diye bilinenlerin bü-
tününe dayandırılmadan anlaşılmasının m ü m k ü n olamayaca-
ğını söylemek için.
1973'te yayımlanan bir metinde, İngiliz tarihçi Arnold
Toynbee insanlık yolunun birbirini izleyen üç merhaleden geç-
tiğini açıklıyordu.
Tarih öncesine denk d ü ş e n birinci merhalede iletişim son
derece yavaştı, ama bilginin gelişimi daha da y a v a ş ilerliyordu,
öyle ki bir başka yenilik araya girinceye kadar her yenilik bü-
tün d ü n y a y a yayılacak kadar zaman buluyordu; bu y ü z d e n in-
san toplulukları hissedilebilir biçimde aynı evrim d ü z e y i n d e y -
diler ve sayılmayacak kadar çok ortak özellikleri vardı.
İkinci merhalede bilginin gelişimi yayılmasından daha çabuk
oldu, öyle ki insan toplulukları her alanda gitgide farklılaşmaya
başladılar. Tarih adını verdiğimiz bu merhale binlerce yıl sürdü.
Sonra, çok yakın tarihlerde yeni bir dönem başladı, bilginin
k u ş k u s u z gitgide daha hızlı ilerlediği ama bilginin yayılması-

78
nın daha da hızlı gittiği bizim dönemimiz, öyle ki insan toplu-
lukları kendilerini gitgide daha az farklılaşmış bulacaklar.
Aslında çok kabataslak çizdiğim bu kuramın geçerliliği uzun
süre tartışılabilir. Niyetim buradan bir dayanak çıkarmak değil,
bana göre sadece b u g ü n etrafımızda fark ettiklerimizin hoş ve en-
telektüel açıdan son derece uyarıcı bir sunumu söz konusu.
Hiç durmamacasına yoğunlaşan ve hiç kimsenin kontrol
e d e m e z gibi g ö r ü n d ü ğ ü bu evrensel görüntü ve fikir harmanı-
nın bilgilerimizi, algılayışlarımızı, davranışlarımızı derinden
- v e çok kısa vadede, uygarlıklar tarihi açısından- d ö n ü ş ü m e
uğratacağı açıktır. Olasılıkla kendi kendimize, aidiyetlerimize,
kimliğimize bakışımızı da aynı derecede derinden farklılaştıra-
caktır. Toynbee'nin v a r s a y ı m ı n d a n hareketle hafifçe genelleşti-
rerek, insan toplumlarının farklılıklarını v u r g u l a m a k için, ken-
dileriyle ötekiler arasına sınırlar çizmek için yüzyıllar boyunca
u y d u r d u k l a r ı her şeyin tam da bu farklılıkları azaltmayı, bu sı-
nırları silmeyi hedefleyen baskılara b o y u n eğeceği söylenebilir.
Sayısız uğultularla, sayısız şimşeklerle gözlerimizin önün-
de cereyan eden ve daha da süratlenen bu g ö r ü l m e m i ş başkala-
şım engelsiz ilerlemiyor. Çevremizi kuşatan d ü n y a n ı n bizlere
s u n d u ğ u pek çok şeyi gerek bize yararlı g ö r ü n d ü ğ ü , gerekse
kaçınılmaz g ö r ü n d ü ğ ü için, elbette hepimiz kabul ediyoruz;
ama kimliğinin anlamlı bir öğesi -dili, dini, k ü l t ü r ü n d e k i deği-
şik simgeler ya da b a ğ ı m s ı z l ı ğ ı - üzerinde bir tehdidin ağırlığını
hissettiği an, herkesin direndiği d u r u m l a r oluyor. Bu y ü z d e n
içinde b u l u n d u ğ u m u z dönem u y u m ve u y u m s u z l u k gibi ikili
bir atmosfer içinde geçiyor, insanlar hiçbir zaman bu kadar or-
tak ş e y e sahip olmamışlardı, bu kadar ortak bilgiye, bu kadar
ortak referansa, bu kadar imaja, bu kadar söyleme, bu kadar
paylaşılan araca, ama bu, birilerini ve ötekilerini farklılıklarını
d a h a da v u r g u l a m a y a itiyor.
Şimdi ifade ettiğim şey çıplak gözle incelenebilir. Hızlı kü-
reselleşmenin kimlik ihtiyacının güçlenmesi gibi bir tepkiye yol
açtığına hiç k u ş k u yoktur. Bu arada, bu kadar ani değişimlere
eşlik eden varoluş sıkıntısı y ü z ü n d e n maneviyat ihtiyacının ço-
ğalmasına da. Oysa bu iki ihtiyaca sadece dinsel aidiyet cevap
verebilir ya da en azından cevap v e r m e y e çalışabilir.

79
"Tepki" sözcüğünü kullandım; b u n u n tek başına olayın
b ü t ü n ü n ü veremeyeceğini belirtmek d o ğ r u olurdu. Değişiklik-
ten korkan bir insan topluluğu eski geleneğin değerlerine ve
simgelerine sığındığında, s ö z c ü ğ ü n her anlamıyla bir "tep-
k e d e n k u ş k u s u z söz edilebilir. A m a bana göre dinselliğin yük-
selişinde basit bir tepkiden daha fazlası, belki kimlik ihtiyacıyla
evrensellik talebi arasında bir sentez girişimi var gibi. Gerçek-
ten de, inançlı cemaatler gezegen kabileleri gibiler - kimlikle-
rinde ağır basan nitelik y ü z ü n d e n "kabile" diyorum, ama ke-
yifle sınırları aştıkları için de "gezegensel" diyorum. Ulusal,
ırksal, sosyal aidiyetlerin ü s t ü n e çıkacak bir imana bağlılık, ba-
zılarının g ö z ü n d e bunların kendilerini evrensel gösterme biçi-
mi. Böylelikle, bir inanç cemaatine ait oluş, bir bakıma en küre-
sel, en evrensel ayrılıkçılık olurdu; ya da belki en elle tutulur,
en " d o ğ a l " , en köklü evrensellik demek gerekirdi.
En u y g u n formül ne olursa olsun, b u g ü n kendini gösterdi-
ği biçimiyle, dini bir cemaate ait olma d u y g u s u n u n daha önce-
ki d u r u m a basit bir dönüşten ibaret olmadığını belirtmek önem
taşıyor. Milliyetler çağının şafağında değil günbatımndayız. En
azından "proletaryen" biçimiyle internasyonalizmin de şafa-
ğında değiliz, ama aynı şekilde günbatımındayız. Bu yüzden,
bir dine ait olma d u y g u s u n u n önceliği, gelip geçecek tarihi bir
an gibi elinin tersiyle küçümseyerek geri çevrilemez. Çünkü
karşımıza çıkan soru kaçınılmaz olarak şudur: neye d o ğ r u ge-
çecek? Yeni bir uluslar çağına d o ğ r u mu? Bu, bana ne olası ne
de arzu edilebilir gibi geliyor - zaten b u g ü n ortak bir "Kili-
s e ' y e " bağlı olma d u y g u s u , milliyetçiliğin, hatta laik olanların
en emin çimentosudur, bu T ü r k l e r l e Ruslar için o l d u ğ u kadar
Yunanlılar, Polonyalılar ya da İsrailliler için ve b u n u kabul et-
mekte huysuzlanacak pek çokları için doğrudur.
O halde dinsel aidiyet nereye d o ğ r u aşılacak? Başka hangi
aidiyet onu bir zamanlar kendisinin de o l d u ğ u gibi, "battal"
hale getirebilecek?

80
2

Düşüncelerimin bu aşamasında vahim bir yanlış anlamayı


önlemek için bir şeyi belirtmem şart oluyor. Ben dinsel aidiye-
tin aşılmasından söz ederken dinin kendisinin de aşılması ge-
rektiğini söylemeye çalışmıyorum. Bana göre, din asla tarihin
zindanlarına gömülemeyecek, ne bilim tarafından, ne bir dokt-
rin, ne de siyasal bir rejim tarafından. Bilim ilerledikçe insan,
s o n u n u n ne olacağı üzerine kendini daha çok sorgulayacak.
"Nasıl"ın Tanrı'sı bir g ü n gelecek silinecek ama "niçin"in Tan-
rı'sı asla ölmeyecek. Bin yıl sonra belki aynı dinler olmayacak
ama ben hiçbir biçimiyle bir din olmadan d ü n y a y ı düşünemi-
yorum.
Şunu da hemen eklemek istiyorum, benim bakış açıma göre,
maneviyat ihtiyacı ifadesini mutlaka bir inanç cemaatine ait ol-
mada bulmamalıdır. Aslında burada her ikisi de farklı düzeyler-
de, doğal ve meşru, ama karıştırılması yanlış olan iki eğilim var:
bir yanda varlığımızı, acılarımızı, d ü ş kırıklıklarımızı aşkmlaştı-
racak, hayata ve ölüme -yanılsamalı da olsa- bir anlam katacak
bir d ü n y a görüşüne özlem; öte yanda, her insanın içinde yaşattı-
ğı, onu kabul eden, onu tanıyan ve fazla söze gerek kalmadan
anlaşacağı bir cemaate bağlı o l d u ğ u n u hissetme ihtiyacı.
Ben artık dine yer olmayan bir dünya hayal etmiyorum,
ama maneviyat ihtiyacının aidiyet ihtiyacından ayrıldığı bir
d ü n y a hayal ediyorum. İnsanın inançlara, bir külte, muhteme-
len kutsal bir kitaptan esinlenen manevi değerlere bağlı kalır-
ken, artık din kardeşleri ordusuna yazılma ihtiyacını hissetme-

81
yeceği bir dünya. Dinin s a v a ş halindeki budunlara çimento ro-
lünü artık üstlenmeyeceği bir d ü n y a . Kilise'yi devletten ayır-
mak artık yeterli değil; dinseli bir kimlik bildirimi olmaktan çı-
kartmak da aynı derecede önemli. Tam da bu noktada, bu tuhaf
karışımın, fanatizmi, terörü ve etnik savaşları b e s l e m e y e de-
v a m etmesinin önüne geçilmek isteniyorsa, kimlik ihtiyacını bir
başka şekilde d o y u r m a k gerekecektir.

Bu da beni en baştaki soruma geri götürüyor: bir inanç top-


luluğuna ait olmanın yerine b u g ü n ne konulabilir?
Önceki sayfalarda hissettirilen sıkıntı, bu aidiyetin artık, en
son, en az gelip geçici, en güçlü kökleri olan, insanın p e k çok
temel ihtiyacını rahatlıkla karşılayabilecek tek aidiyet gibi gö-
rünmesidir; ve hepsinin de - u l u s , b u d u n , ırk, hatta sınıf- daha
dar, daha kısıtlayıcı ve hiç de daha az ölümcül olmadığı ortaya
çıkan geleneksel aidiyetler tarafından kalıcı olarak çiğneneme-
yeceğidir; eğer bir "gezegen kabilesine" aidiyet aşılmak zorun-
da ise, belki de bu, ancak daha eksiksiz hümanist bir u f k u n ta-
şıyıcısı olan çok daha geniş bir aidiyete d o ğ r u ilerlemekle
mümkündür.
Hiç k u ş k u s u z bana denilecek ki, hangi aidiyete? Hangi
"daha geniş aidiyete"? Ve hangi "hümanist u f k a " ? Tarih bo-
yunca insanlığı seferber etme başarısını göstermiş güçlü bilinç-
dışı aidiyetler karşısında d e n g e sağlayabilecek hiçbir yeni aidi-
yetin ortaya çıkmadığını saptamak için d ü n y a y a şöyle bir bak-
mak yeter. Üstelik b u g ü n küresellik iddiasındaki her görüş, ya
onlara safça geldiğinden, ya da kimlikleri için bir tehlike olarak
algılandığından çağdaşlarımızda bir güvensizlik uyandırıyor.
Güvensizlik hiç k u ş k u s u z zamanımızın anahtar sözcükle-
rinden biridir. İdeolojilere karşı, mutlu yarınlara karşı güven-
sizlik, politikaya, bilime, akla, modernliğe karşı güvensizlik.
İlerleme düşüncesine ve pratik olarak bütün bir XX. Yüzyıl bo-
yunca - b ü y ü k işlerin gerçekleştirildiği, tarihin başından beri
eşi benzeri olmayan bir yüzyıl ama aynı zamanda b a ğ ı ş l a n m a z
suçların ve kırık umutların y ü z y ı l ı - inanabildiğimiz her şeye
karşı güvensizlik. Küresel, d ü n y a ya da gezegen ölçeğinde gibi
görünen her şeye karşı da güvensizlik.

82
Daha birkaç yıl önce, pek çok insan gezegensel aidiyeti, bir
bakıma, insanlık tarihinin doğal sonu olarak gören düşünceyi ka-
bul etmeye hazırdı; sözgelimi, Torinolu bir adam, önce Piemonte-
li'yken İtalyan vatandaşı olacak, sonra da sırasıyla A v r u p a vatan-
daşı, ardından da d ü n y a vatandaşı olacaktı. Son derece basitleşti-
riyorum, ama gitgide daha geniş aidiyetlere d o ğ r u geriye dönüşü
olmayan bu gidiş fikri hiç de abartılı görünmüyordu. İnsanlık
birbirini izleyen bölgesel kümeleşmelerden yola çıkarak, bir g ü n
en üst toplaşmaya ulaşacakü; birbirine rakip iki sistem üzerine,
kapitalizm ve komünizmin, birincisi gitgide sosyalleşerek, ikinci-
si ise g ü d ü m c ü l ü ğ ü gitgide daha az uygulayarak, tek sistem hali-
ne gelinceye kadar birbirlerine yöneleceklerine dair büyüleyici
kuramlar bile ortaya atıldı. Huzur veren geniş bir sentezle birle-
şecekleri öngörülen dinler için de aynı şey olacaktı.
Bugün artık tarihin asla kendisine çizilen yoldan gitmediği
biliniyor. Doğası gereği yeri zamanı belli olmadığından, anlaşıl-
m a z ya da çözülemez o l d u ğ u n d a n , insan aklına sığmadığından
değil, ama tam da insanların yaptıklarından başka bir şey ol-
m a d ı ğ ı için, onların bireysel olarak ya da ortaklaşa bütün ey-
lemlerinin, bütün söylemlerinin, karşı karşıya kaldıkları şeyle-
rin, acılarının, nefretlerinin, yakınlıklarının toplamı o l d u ğ u
için. Tarihteki oyuncular çoğaldıkça ve özgür oldukça, bunların
eylemlerinin bileşkesi daha karmaşık, kavranması daha zor, ba-
sitleştirici kuramlara gelmez olacaktır.
Tarih her an s o n s u z yollar üzerinde ilerlemekte. Bütün
bunlardan her şeye r a ğ m e n herhangi bir anlam, bir yön çıkacak
mıdır? Biz bunu elbette ancak "varış"ta bilebileceğiz. Üstelik
bu sözcüğün de bir anlam kazanması gerekecektir.
Gelecek, umutlarımızın mı yoksa karabasanlarımızın mı
yarını olacak? Ö z g ü r l ü k l e mi donanacak, yoksa kölelikle mi?
Sonuçta bilim k u r t u l u ş u m u z u n mu aracı olacak yoksa felaketi-
mizin mi? Bir Yaratıcı'nın aydın yardımcıları mı olacağız, yoksa
adi b ü y ü c ü çırakları mı? Daha iyi bir d ü n y a y a d o ğ r u mu gide-
ceğiz, yoksa "dünyaların en iyisine" mi?
Öncelikle de, daha yakınımızdaki gelecek onyıllar bize ne
gösterecek? Bir "uygarlıklar s a v a ş ı " mı, yoksa "küresel k ö y " ü n
h u z u r u n u mu?

83
Ben geleceğin hiçbir y e r d e yazılı olmadığına derinden ina-
nıyorum, gelecek bizim ona yaptıklarımız olacak.
Bazıları anlamlı anlamlı g ö z kırparak, Doğulu olan bana,
" y a k a d e r ? " diye soracaktır. Buna h e p bir yelkenli için r ü z g â r
neyse, kaderin de bir insan için aynı şey o l d u ğ u cevabını veri-
y o r u m . Dümen başındaki insan rüzgârın nereden eseceğine ka-
rar veremez, ne şiddette eseceğine de, ama kendi yelkenini
yönlendirebilir. Ve bu da kimi z a m a n inanılmaz derecede fark
eder. Aynı rüzgâr deneyimsiz ya da ihtiyatsız ya da yanlış ka-
rar veren bir denizciyi felakete sürüklerken, bir başkasını sakin
bir limana ulaştıracaktır.
Gezegen üzerinde esen küreselleşme " r ü z g â r ı " hakkında
da aynı şeyler söylenebilir. Bunu baltalamaya çalışmak saçma
olur; ama kıyı kıyı gidip kör kayalardan sakınarak ustaca dü-
men açılırsa " d o ğ r u limana" varılabilir.

Bu sınırlı deniz manzarasıyla yetinmek istemem; durumla-


rı daha açık bir şekilde i f a d e etmek zorunlu g ö r ü n ü y o r bana:
teknolojide birkaç yıldır hızlanan, özellikle de iletişim ve bilgi-
ye erişme alanında yaşamlarımızı derinden d ö n ü ş ü m e uğratan
m ü t h i ş ilerlemenin bizim için " i y i " mi, " k ö t ü " mü o l d u ğ u n u
s o r m a m ı z hiçbir işe yaramaz, bu bir referandum k o n u s u değil,
bir gerçek; bununla birlikte geleceğimizi nasıl etkileyeceği de
geniş ölçüde bize bağlı.
Bazılarının içinden bir çırpıda her şeyi reddetmek ve dünya-
lılaşmaya, küreselleşmeye, egemen Batı'ya ya da dayanılmaz
Amerika'ya karşı dokunaklı lanetler okuyarak "kimliklerine" sa-
rılmak gelecektir. Tersine, b a ş k a l a n y s a ne kim olduklarını, nere-
ye gittiklerini, ne de dünyanın nereye gittiğini bilemez hale gele-
cek derecede fark gözetmeden her şeyi kabule, her şeyi "sindir-
m e y e " hazır olacaktır! Taban tabana zıt, ama her ikisi de boyun
e ğ m e özelliği taşıdığından sonunda birleşen iki tavır. İkisi de
- b u r u k ve y ü z e gülücü, somurtkan ve b ö n - dünyanın bir tren gi-
bi raylar üzerinde ilerlediğini ve hiçbir şeyin onu yolundan çı-
kartamayacağmı sanan aynı önvarsayımdan kaynaklanıyor.
Benim duygularım farklı. Dünyalılaşma " r ü z g â r ı " bana,
bizleri gerçekten felakete de, en iyiye de götürebilecekmiş gibi

84
geliyor. Bizi birbirimize çabucak yakınlaştıran yeni iletişim
araçları, bizleri tepki olarak farklılıklarımızı ortaya k o y m a y a it-
se de, aynı z a m a n d a ortak kaderimizin bilincine varmamızı da
sağlıyor. Bu da bana, b u g ü n k ü evrimin sonuçta kimlik kavra-
mına yeni bir yaklaşımın ortaya çıkmasını destekleyebileceğini
d ü ş ü n d ü r ü y o r . Bütün aidiyetlerimizin toplamı gibi algılanacak
ve içinde insanlık toplumuna aidiyetin gitgide daha fazla önem
kazanarak, çok yönlü özel aidiyetlerimizi de silmeden, sonun-
da bir g ü n esas aidiyet haline geleceği bir kimlik - elbette küre-
selleşme " r ü z g â r ı " nın bizleri ister istemez bu y ö n e sürüklediği-
ni söyleyecek kadar ileri gitmeyeceğim, ama bu r ü z g â r bana
böyle bir yaklaşımı g ö z e almayı daha az zor hale getirecekmiş
gibi geliyor. Aynı z a m a n d a da kaçınılmaz. SPARTACUS

85
6

Tarihçi Marc Bloch, "İnsanlar babalarından çok, zamanları-


nın çocuklarıdır" diyordu. Bu k u ş k u s u z her zaman d o ğ r u y d u ,
ama asla b u g ü n k ü kadar d o ğ r u olmamıştı. Son birkaç onyıldır
her şeyin nasıl gitgide daha hızlı geliştiğini hatırlatmak gerekir
mi? Çağdaşlarımızdan hangisi eskiden bir yüzyıla yayılabile-
cek değişikliklerin zaman z a m a n bir ya da iki yıl içinde yaşan-
dığını fark ettiği izlenimine kapılmamıştır? İçimizden daha
yaşlı olanlar çocukluklarındaki zihniyetlerine geri dönmek için,
edindikleri alışkanlıkları, artık vazgeçemeyecekleri alet ve
ürünleri kavrayabilmek için, hafızalarını b ü y ü k ölçüde zorlama
ihtiyacını bile duyuyorlar. Gençlerse daha önceki kuşaklarmki
bir yana, b ü y ü k a n n e ve babalarının nasıl bir y a ş a m sürdükleri
hakkında çoğu zaman en k ü ç ü k bir fikir sahibi bile değiller.
Aslında bizler çağdaşlarımıza, atalarımıza o l d u ğ u n d a n çok
daha fazla yakınız. Size Prag, Seul ya da San Francisco sokak-
larında rasgele çevirdiğim biriyle, kendi b ü y ü k - b ü y ü k b a b a m l a
o l d u ğ u n d a n çok daha fazla ortak şeyim o l d u ğ u n u söylesem,
abartmış mı olurum? Sadece dış görünüşte, kıyafette, hal ve ta-
vırda değil, sadece yaşam biçiminde değil, işte, konutta, etrafı-
mızı saran aletlerde değil, ama ahlak kavramlarında, d ü ş ü n m e
alışkanlıklarında da.
İnançlarda da. Biz kendimize istediğimiz kadar Hıristiyan,
- y a da Müslüman, ya da M u s e v i ya da Budist ya da H i n d u - di-
yelim, öteki d ü n y a y a dair g ö r ü ş ü m ü z ü n beş y ü z yıl önce yaşa-
mış olan "din kardeşlerimizin"kiyle artık hiçbir ilgisi kalma-

86
mıştır. Onların b ü y ü k bir ç o ğ u n l u ğ u için cehennem, tıpkı mah-
şer tablolarındaki gibi, günahkarları ezeli ateşe atmaya hazır
çatal ayaklı iblisleriyle birlikte A n a d o l u ya da Habeşistan kadar
gerçek bir yerdi. Bugün artık hiç kimse ya da hemen hemen hiç
kimse durumları böyle görmüyor. Çok karikatürlük bir örnek
verdim, ama bu her alandaki kavramlarımızın t ü m ü için doğ-
ru. Bugün inanan bir insana tamamiyle kabul edilebilir gelen
pek çok davranış, onun eski "din kardeşleri" için t a s a v v u r dahi
edilemezdi. Bu s ö z c ü ğ ü tekrar tırnak içine aldım, çünkü o ata-
lar bizimle aynı dini yaşamıyorlardı. Eğer b u g ü n k ü davranışla-
rımızla onların arasında yaşayacak olsaydık, hepimiz zındıklık-
tan, zinadan, sapkınlıktan ya da b ü y ü c ü l ü k t e n sokaklarda taş-
lanır, bir zindana atılır ya da ateşte yakılırdık.

Toparlarsak, içimizden her biri iki mirasa sahip: " d i k e y "


olanı bize atalarımızdan, halkımızın geleneklerinden, ait oldu-
ğ u m u z dini cemaatten geliyor; " y a t a y " olanı ise çağımızdan,
çağdaşlarımızdan. Bana göre en belirleyici olanı sonuncusu ve
her geçen g ü n biraz daha belirleyici oluyor. Bununla birlikte bu
gerçek, kendi kendimizi algılayışımıza yansımıyor. Biz " v a t a y "
mirasımızla değil, ötekiyle öne çıkıyoruz.
İzninizle, g ü n ü m ü z d e ortaya çıktığı haliyle kimlik kavramı-
na eğildiğiniz andan itibaren şunun temel bir nokta olduğunda
ısrar ediyorum: bir yanda, gerçekte ne o l d u ğ u m u z ve kültürün
dünyalılaşmasının etkisiyle ne olacağımız var, yani çağdaşlarıy-
la geniş bir toplum halinde referanslarının esasını, davranışları-
nın esasını, inançlarının esasını paylaşan her renk iplikten do-
k u n m u ş varlıklar. Sonra, öte yanda olmayı d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z , ol-
ma iddiasında b u l u n d u ğ u m u z şey var, yani falanca topluluğun
değil de filanca topluluğun üyesi, şu inancın değil de bu inancın
müridi. Söz konusu olan dinsel, ulusal ya da başka aidiyetleri-
mizin önemini y a d s ı m a k değil. "Dikey" mirasımızın çoğu za-
man kesin olan etkisini y a d s ı m a k söz konusu değil. Bu evrede
özellikle söz konusu olan, ne o l d u ğ u m u z l a o l d u ğ u m u z a inandı-
ğımız şey arasında bir uçurum o l d u ğ u n u g ü n ışığına koymak.
Doğrusunu söylemek gerekirse, farklılıklarımızı b ü y ü k bir
hırsla vurguluyorsak, bunun nedeni açıkça gitgide daha az fark-

87
h hale gelmemizdir. Çünkü çatışmalarımıza, çok eskilere daya-
nan düşmanlıklarımıza rağmen, her geçen gün farklılıklarımızı
biraz daha azalüyor ve benzerliklerimizi biraz daha çoğaltıyor.
Sanki bundan keyiflenir gibiyim. İnsanların birbirlerine
gitgide daha çok benzemelerini görünce gerçekten sevinmeli
midir? Pek yakında tek bir dilin konuşulacağı, herkesin aynı
asgari inanç demetini paylaşacağı, herkesin televizyon karşısın-
da aynı sandviçleri geveleyerek aynı Amerikan dizilerine baka-
cağı renksiz bir d ü n y a y a d o ğ r u gitmiş olmayacak mıyız?

İşin karikatürü bir yana, soru en ciddi biçimde sorulmayı


hak ediyor. Gerçekten de dünyalılaşmanın hemcinslerimizin
b ü y ü k çoğunluğunun gözüne, herkes için zenginleştirici müt-
hiş bir karışım olarak değil, yoksullaştırıcı bir tektiplilik ve ken-
di öz kültürünü, kimliğini, değerlerini korumak için mücadele
edilmesi gereken bir tehdit gibi g ö r ü n d ü ğ ü son derece şaşırtıcı
bir çağdan geçiyoruz.
Belki bunlar artçı mücadelelerden başka bir şey değil, ama
şimdilik bu konuda hiçbir şey bilmediğimizi kabul edecek al-
çakgönüllülüğü göstermek gerek. Tarihin çöplüklerinde her za-
man u m d u ğ u m u z u bulamayız. Hem sonra, özellikle bunca in-
san kendisini dünyalılaşmanın tehdidi altında hissediyorsa, söz
konusu tehdidin daha yakından incelenmesi normal olurdu.
Kuşkusuz, kendilerini tehlikede hissedenlerde, insanlık ka-
dar eski olan değişim k o r k u s u n u bulmak m ü m k ü n . A m a daha
güncel ve haksız d e m e y e dilimin varmadığı endişeler de var.
Çünkü dünyalılaşma bizi tek bir hareketle, biri g ö z ü m e hoş, di-
ğeri kötü gelen, birbirine zıt iki gerçekliğe d o ğ r u s ü r ü k l ü y o r ;
yani evrenselliğe ve tektipliliğe. Bize tek bir yol söz k o n u s u y -
muşçasına iç içe geçmiş, farksızlaşmış gibi görünen iki yol. O
kadar ki, insan kendi kendine, birinin ötekinin gösterilmeye la-
yık y ü z ü olup olmadığını sorabilir.
Yan yana olsalar, birbirlerine değseler ve g ö z alabildiğine
birbirlerine dolaşsalar da, ben kendi payıma, birbirinden farklı
iki yol olduğuna inanıyorum. Çileyi hemen çözmek istemek
hayalcilik olurdu, ama çileden ilk ipliği çekmeye çalışılabilir.

88
4

Evrenselliğin temel öngerçeği, insanlık onuruna ilişkin hak-


lar olduğu, hiç kimsenin dini, rengi, milliyeti, cinsiyeti ya da da-
ha başka nedenler y ü z ü n d e n hemcinslerini bu haklardan yok-
sun bırakamayacağıdır. Bunun anlamı, başka şeylerin yanında,
temel insan ve kadın haklarına şu ya da bu özel gelenek -sözge-
limi dinsel- adına her türlü saldırının evrensellik ruhuna aykırı
olduğudur. Bir tarafta evrensel insan hakları beyannamesi, öte
tarafta özel yasalar, bir İslam şeriatı, bir Yahudi şeriatı, bir Hıris-
tiyan şeriatı, bir Afrika yasası, bir A s y a yasası vs. olamaz.
İlke olarak buna pek az kişi karşı çıkacaktır- u y g u l a m a d a
ise, sanki buna hiç i n a n m ı y o r m u ş gibi davranılır. Mesela hiçbir
Batılı hükümet, A f r i k a ' d a k i ve A r a p d ü n y a s ı n d a k i insan hakla-
rına Polonya ya da K ü b a ' d a k i n e baktığı gibi talepkar bir bakış-
la bakmaz. Saygılı olma iddiasında, ama benim g ö z ü m d e son
derece aşağılayıcı bir tutum. Birine saygı göstermek, tarihine
saygı göstermek, onun aynı insanlığa ait o l d u ğ u n u kabul et-
mekle olur, farklı bir insanlığa, ucuz bir insanlığa değil.
Kanıtlarla desteklenerek tek başına u z u n u z u n işlenmeyi
hak eden bu sorun ü z e r i n d e y a y ı l m a k istemiyorum. A m a bu-
rada b u n u n evrensellik kavramının esası o l d u ğ u n u hatırlatma-
yı da önemli g ö r ü y o r u m . Hiç ayrım y a p m a d a n b ü t ü n insanları
ilgilendiren değerler o l d u ğ u n u peşinen kabul etmeseydi, bu
k a v r a m anlamından boşalırdı. Bu değerler her ş e y d e n önce ge-
lir. Gelenekler ancak s a y g ı d e ğ e r oldukları ölçüde s a y g ı görme-
ye layıktır, yani tam olarak temel erkek ve kadın haklarına say-

89
gılı davrandıkları ölçüde. "Geleneklere" ya da ayrımcı yasala-
ra s a y g ı göstermek, bunların kurbanı olan insanları aşağı gör-
mektir. Bütün halklar ve b ü t ü n doktrinler, tarihlerinin bazı an-
larında, zihniyetlerdeki evrim sonucu, insan o n u r u y l a b a ğ d a ş -
m a y a c a ğ ı ortaya çıkan davranışlar üretmiştir; bunlar hiçbir
y e r d e bir kalem oynatmakla y ü r ü r l ü k t e n kaldırılamaz, ama bu
onların kınanmasına ve ortadan kalkması için çalışılmasına en-
gel değildir.
Temel haklara ilişkin her şey -babalarının d ü n y a s ı n d a her
y e r d e bir yurttaş olarak hiçbir k o v u ş t u r m a ve aşağılanmaya
u ğ r a m a d a n yaşama hakkı; nerede olursa olsun, onurlu yaşama
hakkı; hayatını, aşklarını, inançlarını başkasının ö z g ü r l ü ğ ü n e
saygı göstererek özgürce seçme hakkı; engellenmeden bilgiye,
sağlığa, d ü r ü s t ve onurlu bir y a ş a m a ulaşma h a k k ı - , liste bu
kadarla sınırlı değildir, b ü t ü n bunlar bir inancı, atalardan kal-
ma bir u y g u l a m a y ı ya da bir geleneği k o r u m a bahanesiyle
hemcinslerimizden esirgenemez. Bu alanda evrenselliğe doğru,
hatta gerekiyorsa tektipliliğe d o ğ r u uzanmalıdır, çünkü çoğul
olsa da, önce tek bir insanlık vardır.

Ya her uygarlığın kendine ö z g ü l ü ğ ü ? Elbette b u n a saygı


gösterilmelidir, ama başka bir tarzda ve basireti asla elden bı-
rakmadan.
Değerlerin evrenselliği mücadelesinin yanı sıra, yoksullaş-
tırıcı tektipliliğe karşı, ideolojik, politik, ekonomik ya da med-
yatik hegemonyaya karşı, aptallaştırıcı uzlaşmalara ve tektip
d ü ş ü n c e y e karşı, çeşitli dilbilimsel, sanatsal, entelektüel ifade
biçimlerinin yolunu tıkayan her şeye karşı mücadele etmek de
bir zorunluluktur. Tekdüze ve çocuksulaştıran bir d ü n y a y a
d o ğ r u giden her şeye karşı. Bazı âdetlerin, bazı kültürel gele-
neklerin korunması için bir mücadele, ama aklı başında, talep-
kar, seçici, ürkek olmayan, paniğe kapılmayan ve sürekli olarak
geleceğe açık bir mücadele.
Bütün bir gezegen, zevklerimizi, hayallerimizi, davranışla-
rımızı, yaşam biçimimizi, d ü n y a y a ve kendimize bakışımızı her
g ü n biraz daha değiştiren bir imaj, ses, d ü ş ü n c e ve çeşitli ürün
selinin istilası altında. Bu olağanüstü k a y n a ş m a d a n çoğu za-

90
man çelişkili gerçekler ortaya çıkıyor. Mesela, b u g ü n artık Pa-
ris'in, Moskova'nın, Ş a n g h a y ' ı n ya da Prag'ın ana caddelerinde
fast food'un m â l u m işaretlerine rastlandığı d o ğ r u . A m a bütün
kıtalar üzerinde artık sadece, u z u n z a m a n d a n beri dışa açılmış
b u l u n a n İtalyan ya da Fransfz, Çin ya da Hint değil, Japon, En-
donezya, Kore, Meksika, Fas ya da Lübnan gibi çok çeşitli mut-
fakların gitgide daha çok b u l u n d u ğ u da d o ğ r u .
Kimilerine göre bu sadece önemsiz bir ayrıntı. Benim gö-
z ü m d e y s e , açıklayıcı bir olgu. Günlük y a ş a m d a bu karışımın
ne anlama geldiğini açıklayıcı. Aynı z a m a n d a şu ya da bu tara-
fın tepkilerinin ne olabileceğini açıklayıcı. Gerçekten de, b ü t ü n
bu e v r i m d e sadece tek bir veçhe, yani bazı gençlerin A m e r i k a n
u s u l ü a y a k ü s t ü yiyeceklere d ü ş k ü n l ü ğ ü n ü gören ne kadar çok
insan var. Ben bırakınız-yapsınlar taraftarı değilim ve d o ğ r u s u
yalnızca kendini bırakmayanlara karşı s a y g ı m var. Bir sokağın,
bir mahallenin karakterini ya da belli bir y a ş a m kalitesini koru-
m a k için mücadele etmek, m e ş r u ve çoğu z a m a n da zorunlu bir
mücadeledir. A m a bizim tablonun b ü t ü n ü n ü g ö r m e m i z i engel-
lememelidir.
A r z u edildiğinde, d ü n y a n ı n her yerinde ülkenin kendi tar-
zında yemek yenebilmesi, ama aynı z a m a n d a ABD'ninki de da-
hil olmak üzere b a ş k a m u t f a k geleneklerinin de tadına bakıla-
bilmesi; İngilizlerin köriyi naneli sosa tercih etmeleri, Fransız-
l a r ı n bazen etli sebzeli türlü yerine k u s k u s sipariş etmeleri ve
bir Minskli'nin onyıllarca süren tekdüzelikten sonra ketçap ve
h a m b u r g e r l e fantezilerinin sesini dinlemesi - bunların hiçbiri,
itiraf etmeliyim ki beni kızdırmıyor, h ü z ü n l e n d i r m i y o r da. Ter-
sine ben bu olgunun d a h a da genişlemesini isterdim, ister Seçu-
a n ' d a n Halep'ten, C h a m p a g n e ' d a n , A p u l i a ' d a n , ister Hanno-
v e r d e n ya da Milvvaukee'den gelsin her m u t f a k geleneğinin
b ü t ü n d ü n y a d a beğenilmesini isterdim.
Mutfak hakkında söylediklerimi g ü n d e l i k k ü l t ü r ü n başka
alanlarına da yayabilirim. Mesela müziğe. Burada da olağanüs-
tü bir k a y n a ş m a var. Cezayir'den bize çoğu zaman en isyan et-
tirici haberler gelir, ama oradan kendilerini Arapça, Fransızca
ya da Kabilce ifade eden b ü t ü n o gençler tarafından yayılan ya-
ratıcı müzikler de yükseliyor; bazıları her ş e y e r a ğ m e n ü l k e d e

91
kalırken, ötekiler tanığı oldukları bir halkın gerçeğini, bir kül-
türün r u h u n u yanlarında, içlerinde getirdiler.
Geldikleri yol, ancak bir zamanlar köle olarak A m e r i k a ' y a
taşman Afrikalıların o daha eski ve daha engin yollarını hatır-
latıyor. Bugün onların Louisiana'dan ya da Karayipleı'den çı-
kan müzikleri bütün d ü n y a y a yayıldı, artık müzik ve d u y g u
mirasımızın bir parçası oldu. Bu da bir dünyalılaşmadır. İnsan-
lık geçmişte bu kadar müziği, Liverpool'dan Memphis'ten,
Brüksel'den ve Napoli'den o l d u ğ u kadar Kamerun'dan, İspan-
y a ' d a n , Mısır'dan, Arjantin'den, Brezilya'dan, Cabo Verde'den
gelen canınızın istediği bütün bu sesleri yayabilecek teknik ola-
naklara asla sahip olmamıştı. Asla bu kadar insan çalmak, bes-
telemek, şarkı söylemek ve sesini dinletmek olanağına sahip ol-
mamıştı. SPARTACUS

92
6

Gözüme dünyalılaşmanın yararlı sonuçlarından biri gibi,


gerçek bir evrensellik etkeni gibi görünen şey üzerinde ısrar edi-
yorsam da, bu kaynaşmada Anglo-sakson şarkılarının gitgide ar-
tan ağırlığından çok daha önemsiz bir olgu görenlerin endişeleri-
ne de sessiz kalmak istemiyorum. Aynı şekilde daha birçok alan-
da, sözgelimi bazı uluslararası medya kuruluşlarının etkisinden
söz ederken ya da Hollywood'un tartışılmaz derecede ezici ağır-
lığını k o y d u ğ u sinema konusunda gözlemlenen bir endişe.
Endişeden söz ettim; bu belirsiz sözcük tepkilerin sonsuz
çeşitliliğini veremiyor. Radyoda son derece az Fransız şansonu
dinleyebildiği için köpüren Parisli bir kahveci ile ona göre Ba-
tı'nın siren seslerini aktardığı için u y d u antenlerine "Şeytan an-
tenleri" diyen b a ğ n a z bir vaiz arasında hiçbir ortaklık yoktur.
Belki, oluşmaktaki haliyle küresel kültüre karşı belli bir tavır
dışında. Ne olursa olsun, kendi payıma, tabiri caizse bu iki en-
dişe beni endişelendiriyor; eşit ölçüde değil ama aynı anda.
Modernliğe karşı öfkeli ve gerileyen bir A r a p d ü n y a s ı istemez-
dim; ama yeni binyıla tereddütlü adımlarla giren ürkek bir
Fransa'yı da istemezdim.

Buna rağmen, dünyalılaşmanın yol açtığı endişeler bana


bazen çok aşırı g ö r ü n ü y o r s a da, onları nedensiz yargılamadığı-
mı tekrarlamak istiyorum.
Bana göre endişeler iki çeşit. Birincisini hak etmediği kadar
kısa olarak belirtmekle yetineceğim, çünkü bu denemenin sınır-

93
larını fazlasıyla aşıyor. Bu, b u g ü n k ü kaynaşmanın bizi olağa-
nüstü bir zenginleşmeye, i f a d e yollarının çoğalmasına, görüşle-
rin çeşitlenmesine götürmekten çok, tam tersine, çelişkili ola-
rak, yoksullaşmaya g ö t ü r d ü ğ ü ; bu yüzden, bu başıboş müzikal
i f a d e bolluğunun b a y g ı n ve zorlama bir çeşit hafif fon müziğiy-
le son bulacağı; bu y ü z d e n bu müthiş fikir harmanının ancak
tektip ve basitleştirici bir görüşten, en küçük bir entelektüel or-
tak p a y d a d a n başka bir şey üretemeyeceği; öyle ki s o n u n d a bü-
tün dünyanın çok yakında bir avuç orijinalin dışında h e p aynı
kalıptan çıkma romanları okuyacağı -okursa tabii!-, tonlarla
boca edilen melodisi belirsiz müzikleri dinleyeceği, aynı tasla-
ğa göre üretilen filmler seyredeceği, lafın kısası, aynı ses, gö-
rüntü ve inanç bulamacını yutacağı düşüncesi.
Kitle iletişim araçları konusunda da aynı yoksunluk ileri sü-
rülebilir. İnsan kimi zaman, bu kadar gazete, radyo, televizyon-
la binlerce farklı görüş duyacağı hayaline kapılıyor. Sonra bakı-
yor ki, d u r u m bunun tam tersi: bu megafonların gücü o anın ha-
kim g ö r ü ş ü n ü genişletip y a y m a k t a n başka işe yaramıyor, o ka-
dar ki, başka hiçbir ses d u y u l m a z oluyor. Görüntü ve sözcük
bombardımanı eleştirel düşünceyi her zaman besleyemiyor.
Buradan, bolluğun kültürde bir çeşitlilik etkeni olmak bir ya-
na, birtakım aldatıcı yasalar marifetiyle aslında tektipliliğe götür-
d ü ğ ü sonucuna varmalı mıyız? Reyting oranı zorbalığının ve
"politik açıdan kabul edilir"in kontrolden çıkmasının da göster-
diği gibi, risk hiç k u ş k u s u z mevcut. Ama bu bütün demokratik
sistemlerin özünde olan bir risk; kendinizi edilgin biçimde sayıla-
rın ağırlığına teslim ederseniz, en kötüsünden korkabilirsiniz;
buna karşılık eldeki ifade biçimlerini bilinçli olarak kullanırsanız,
sayıların basit gerçekliğinin altında insanların karmaşık gerçekli-
ğini görmeyi bilirseniz, hiçbir sapma önüne geçilmez değildir.
Çünkü, -hatırlatmak gerekir mi? - biz birtakım dış görü-
nüşlere rağmen kitleler çağında değil, bireyler çağındayız. Bu
açıdan bakıldığında, insanlık XX. Yüzyıl'da tarihindeki en bü-
y ü k tehlikelerle karşı karşıya geldikten sonra bunların içinden
ö n g ö r ü l d ü ğ ü n d e n çok daha iyi bir şekilde çıktı.
Gezegenin n ü f u s u y ü z yılda dört kat artmakla birlikte,
b ü t ü n ü içinde, her kişinin bireyselliğinin, haklarının geçmişe

94
oranla daha fazla, görevlerinin k u ş k u s u z biraz d a h a az bilin-
cinde, t o p l u m d a k i yerine, sağlığına, rahatına, bedenine, kendi
geleceğine, sahip o l d u ğ u güçlere, kimliğine - ü s t e l i k buna
y ü k l e d i ğ i içerik ne olursa o l s u n - daha dikkatli o l d u ğ u n u gö-
r ü y o r u m . Aynı şekilde, b u g ü n ulaşabileceği g ö r ü l m e m i ş ola-
nakları kullanmasını bilmesi halinde, içimizden her birinin
çağdaşlarını ve gelecek kuşakları anlamlı b i ç i m d e etkileyebi-
leceğini d ü ş ü n ü y o r u m . Onlara söyleyeceği bir şey olması ko-
şuluyla. Aynı z a m a n d a yaratıcı g ö r ü n m e k k o ş u l u y l a , çünkü
yeni gerçeklikler bize yanlarında kullanma kılavuzlarıyla gel-
miyor.
En çok da ve özellikle homurdanarak köşesine çekilmemek
koşuluyla: "Gaddar d ü n y a , artık seni istemiyorum!"

Dünyalılaşmanın yol açtığı öteki endişe k o n u s u n d a da


benzer ürkeklik aynı ölçüde kısırlık olurdu. Bu kez konu sıra-
danlık sonucu tektipleşme değil, ama h e g e m o n y a y ü z ü n d e n
tektipleşme. Çok sayıda kanlı çatışmanın ve sayısız gerilimin
kökeninde yatan, son derece y a y g ı n bir endişe.
Bu endişe şöyle açıklanabilir: dünyalılaşma Amerikanlaş-
m a d a n başka bir şey değil midir? Başlıca sonucu b ü t ü n dünya-
ya aynı dilin, aynı ekonomik, politik ve sosyal sistemin, aynı
y a ş a m biçiminin, aynı değerler yelpazesinin, yani Amerika Bir-
leşik Devletleri'ninkilerin dayatılması olmayacak mı? Bazıları-
na bakarsanız, dünyalılaşma olgusu t ü m ü y l e bir kılık değiştir-
meden, bir k a m u f l a j d a n , altında bir h e g e m o n y a girişiminin
yattığı bir Truva atından başka bir şey değildir.
Mantık sahibi her gözlemci, teknolojinin ve y a ş a m biçimle-
rinin b ü y ü k bir güç ya da bir güçler ittifakı tarafından "uzaktan
k u m a n d a ile" evrimi düşüncesini saçma bulacaktır. Buna karşı-
lık, kendi kendimize dünyalılaşmanın bir uygarlığın ya da bir
gücün hegemonyasının ü s t ü n l ü ğ ü n ü pekiştirip pekiştirmeyece-
ğini meşru olarak sorabiliriz. Çünkü bu, iki vahim tehlikeye ze-
min hazırlardı: birincisi, dillerin, geleneklerin, kültürlerin ya-
v a ş y a v a ş yok o l d u ğ u n u görmek; ikincisi, tehdit altındaki bu
kültürlerin taşıyıcılarının gitgide daha radikal, daha kendi ken-
dini yok edici tavırlar benimsediğini görmek.

95
Hegemonyanın taşıdığı riskler gerçektir. Hatta b u n a "risk-
ler" d e y i p geçmek işi h a f i f e almak olur. Batı uygarlığının yüz-
yıllardan beri diğer b ü t ü n uygarlıklara, kendilerini Hıristiyan
Batı tarafından gitgide bir kenara itilmiş ve yeniden biçimlen-
dirilmiş demesek de, derinden etkilenmiş bir halde bulan As-
y a ' daki, Afrika' daki, Kolomb öncesi Amerika'daki ve D o ğ u Av-
r u p a ' d a k i uygarlıklara göre ayrıcalıklı bir statü elde ettiğinden
hiç k u ş k u yok. Sovyetler Birliği'nin yıkılışıyla Batı'nm gelişmiş
ülkelerinin, b ü t ü n d ü n y a d a bir ölçü haline gelmekte olan kendi
ekonomik ve politik sistemlerinin mutlak ü s t ü n l ü ğ ü n ü yerleş-
tirmeyi başardıklarından da hiç k u ş k u yok.
Gene, s o ğ u k savaşın sonunda tek gerçek süper g ü ç olarak
ortaya çıkan Birleşik Devletlerin b u g ü n bütün bir g e z e g e n üze-
rinde görülmemiş bir etki yarattığını görmek için kanıtları ço-
ğaltmaya hiç ihtiyaç yok. Çok farklı biçimlerde, bazen kararlı
bir eylemle -bölgesel bir anlaşmazlığı çözmek için, bir d ü ş m a n ı
zararsız hale getirmek ya da bir rakibin ekonomi politikasını
çökertmek için-, ama çoğu zaman istemsiz bir sürüklenişle,
modelin gücü ve çekiciliğiyle kendini gösteren bir etki; birbi-
rinden son derece farklı kültürlerden gelen milyarlarca kadın
ve erkek, Amerikalıları taklit etmek, onlar gibi yemek, onlar gi-
bi giyinmek, onlar gibi k o n u ş u p şarkı söylemek için can atıyor;
onlar gibi ya da onları kafasında canlandırdığı gibi.
Bütün bu açık gerçekleri bir bir sıralamamın nedeni, bura-
dan çıkacak soruları ortaya k o y m a d a n önce bunları açık açık
hatırlatmada yarar görmem. Sorular şöyle: Günden g ü n e olu-
şan küresel kültür ne ölçüde Batılı, hatta daha özel olarak A m e -
rikalı olacaktır? Bu sorunsaldan hareketle başka sorular da ek-
lenecektir zincire: Farklı kültürlere ne olacaktır? B u g ü n konuş-
t u ğ u m u z pek çok dile ne olacaktır? Peki er ya da geç y o k olma-
ya yazgılı yerel lehçeler? Dünyalılaşma gitgide kültürlerin, dil-
lerin, törenlerin, inançların, geleneklerin yok edicisi gibi, kim-
liklerin yok edicisi gibi görünecek olursa, gelecek onyıllarda
hangi atmosfer içinde gelişecektir? Eğer her birimizden, tanım-
landığı şekliyle ve tanımlanacağı şekliyle modernliğe ulaşmak
için kendini inkar etmesi istenecekse, gerici tepkiler ve elbette
şiddet genelleşmeyecek midir?

96
IV
Panteri evcilleştirmek

SPARTACUS
2

Bu deneme, ne önceki sayfalarda ne de b u n d a n sonrakiler-


de, dünyalılaşma kavramının kapsadığı durumların -ekono-
mik, teknolojik, jeopolitik...- b ü t ü n ü n ü kucaklamaya çalışmı-
yor: tıpkı ilk bölümlerde geniş kimlik kavramını didik didik in-
celemeye çalışmadığı gibi. Burada da hedef çok daha alçakgö-
nüllü, çok daha belirgin: şu dünyalılaşma denen şeyin kimliğe
ilişkin davranışları nasıl azdırdığını ve g ü n ü n birinde bunları
nasıl daha az ölümcül hale getirebileceğini anlamayı denemek.
Düşüncelerim bir s a p t a m a d a n yola çıkıyor: bir toplum mo-
dernlikte "yabancı eli" görüyorsa, onu reddetmeye ve ondan
k o r u n m a y a eğilimli oluyor. Müslüman-Arap d ü n y a s ı ve ona
Batı'dan gelen her şeyle olan karmaşık ilişkileri hakkında ko-
nuşurken bundan u z u n u z u n söz etmiştim. Dünyalılaşma ko-
n u s u n d a da y e r y ü z ü n ü n farklı köşelerinde benzer bir olgu göz-
lemlenebilir. Eğer b u n u n milyonlarca ve milyonlarca hemcinsi-
mizde, nefret ve kin dolu, kendi kendini yok edici, sistemli bir
red tepkisi yaratmasının önüne geçilmek isteniyorsa, kurul-
makta olan küresel uygarlığın sadece ve sadece Amerikalı gibi
görünmemesi çok önemlidir; herkesin kendini bu uygarlığın
içinde biraz görebilmesi, herkesin kendini bir parça onunla öz-
deşleştirebilmesi, hiç kimsenin onu kendine iflah olmaz biçim-
de yabancı, dolayısıyla da d ü ş m a n görmeye itilmemesi gerekir.
Burada da anahtar-ilke olan "karşılıklılık" ilkesine gönder-
m e d e b u l u n m a k bana yararlı görünüyor: b u g ü n her birimiz en
güçlü kültürlerden gelen sayılmayacak kadar çok u n s u r u zo-

99
runlu olarak benimsemek d u r u m u n d a y ı z ; ama aslolan hepimi-
zin kendi öz kültürünün bazı unsurlarının da -insanlar, moda-
lar, sanat eserleri, kullanım eşyaları, müzikler, yemekler, söz-
cükler...- Kuzey Amerika da dahil, bütün kıtalarda benimsendi-
ğinden ve artık bütün insanlığın ortak evrensel mirasına dahil
o l d u ğ u n d a n emin olmasıdır.
Kimlik önce simgeler, hatta görünüşler işidir. Bir toplulu-
ğ u n arasında benimkiyle aynı tınılara sahip isimleri olan, aynı
ten rengine ya da aynı benzerliklere, hatta aynı kusurlara sahip
insanlar g ö r d ü ğ ü m d e , kendimin böyle bir topluluk tarafından
temsil edildiğini hissedebilirim. Bir "aidiyet" zinciri beni onlara
bağlar, bu zincir ince ya da kalın olabilir, ama kimliği dış görü-
nüşte olanlar tarafından hemen fark edilir.
Bir topluluk için gerçek olan, sosyal bir g r u p için, ulusal bir
toplum ya da küresel bir toplum için de gerçektir. Nerede olu-
nursa olunsun, insanların bu kimlik işaretlerine, bu ötekine
d o ğ r u köprülere - b u hâlâ kimlik ihtiyacını doyurmanın en
" u y g a r " tarzıdır- ihtiyacı vardır.
İç gerilimlerini azaltmak söz konusu o l d u ğ u n d a bu tür dış
görünüşlere dikkat eden bazı toplumlar, d ü n y a planında farklı
kültürlerle ilişkiler söz k o n u s u o l d u ğ u n d a daha az dikkatlidir-
ler. Elbette Birleşik Devletleri d ü ş ü n ü y o r u m . Orada ister Po-
lonya, İrlanda, İtalya, Afrika, ister İspanya kökenli olsun, insan
ne z a m a n televizyonun başına geçse kaçınılmaz olarak Polon-
yalı, İrlandalı, İtalyan, Afrikalı ya da İspanyol isim ve yüzlerin
resmi geçidini seyreder. Bu kimi zaman o kadar sistemlidir, o
kadar " y a p m a " , o kadar "anlaşmalı"dır ki, insan sinirlenir.
Azınlıkları olumsuz tarafından gösteriyor izlenimi v e r m e m e k
için polisiye dizilerin onda d o k u z u n d a tecavüzcü sarışın mavi
g ö z l ü d ü r ; suçlu siyah, onu kovalayan detektif b e y a z olursa, po-
lis şefinin siyah olmasına dikkat edilir. Sinir bozucu mu? Belki.
A m a Kızılderililerin veletlerin çılgınca alkışları altında kitleler
halinde biçildiği eski k o v b o y ve kızılderili filmleri hatırlandı-
ğında, b u g ü n k ü tutumun ehven-i şer o l d u ğ u söylenebilir.
Gene de bu dengeleyici uygulamalara hak ettiklerinden
fazla değer vermek istemem. Ç ü n k ü bunlar bazen ırkçı, etnik
ya da başka türlü önyargıların gerilemesine yardımcı olmakla

100
birlikte, çoğu z a m a n s ü r ü p gitmesine de katkıda bulunuyor.
Aynı ilke adına - " h i ç b i r Amerikalı g ö r d ü ğ ü ya da d u y d u ğ u bir
şey karşısında kendini hakarete uğramış h i s s e t m e m e l i d i r " - ek-
randa beyaz bir a d a m l a siyah bir kadın ya da b e y a z bir kadınla
siyah bir adam arasındaki her türlü birleşme hemen hemen yok
sayılmıştır, çünkü k a m u o y u n u n bu tür karma ilişkiler karşısın-
da rahat olmadığı söylenir. Yani işler öyle ayarlanır ki herkes
kendi "kabilesiyle" " g ö r ü ş ü r " . Burada da her şey o kadar sis-
temli, o kadar önceden kestirilebilirdir ki, insan çileden çıkar,
hatta onuru kırılır.
Bunlar çocuksulaştıran tektipliliğin sapmaları... A m a be-
nim gözümde, bunlar b u g ü n ABD'de geçerli olan ve her yurtta-
şın, özellikle de her "azınlık m e n s u b u n u n " televizyon seyre-
derken orada geçen isim ve yüzlerde kendini bulabilmesi ve
kendini ulusal t o p l u m d a n dışlanmış hissetmemesi için olumlu
olarak temsil edildiğini görmesi gerektiğine d a y a n a n bu basit
düşüncenin d o ğ r u l u ğ u n u ortadan kaldırmıyor.
Daha geniş bir çerçeveye aktarılması gereken bir düşünce:
m a d e m ki b u g ü n b ü t ü n bir gezegen aynı görüntülere, aynı ses-
lere, aynı ürünlere ulaşabiliyor, bu görüntülerin, bu seslerin, bu
ürünlerin b ü t ü n kültürleri temsil etmesi, herkesin bunlarda
kendini bulması normal olmaz mıydı? Her t o p l u m u n içinde ol-
d u ğ u gibi, küresel d ü z l e m d e de, ötekilerin arasında yaşayabil-
mek için hiç kimsenin, utançla dinini ya da rengini ya da dilini
ya da ismini ya da kimliğini oluşturan herhangi bir öğeyi sakla-
mak zorunda kalacak derecede kendini hakarete uğramış, alaya
alınmış, değer verilmemiş, "umacı gibi gösterilmiş" hissetme-
mesi gerekirdi. Herkesin başı yukarda, k o r k u s u z c a ve hınç
d u y m a d a n aidiyetlerinin her birini içine sindirmesi gerekirdi.

Halihazırdaki dünyalılaşmanın tek yönlü işlemesi felaket


olurdu, bir yanda "evrensel vericiler", öte y a n d a "alıcılar"; bir
y a n d a "norm", öte y a n d a "istisnalar"; bir y a n d a d ü n y a n ı n geri
kalanının onlara bir şey öğretemeyeceğini sananlar, öte y a n d a
dünyanın asla kendilerini dinlemek istemeyeceğine inananlar.
Bunları yazarken sadece hegemonya eğilimini d ü ş ü n m ü y o -
rum, ama gezegenin faklı köşelerinde kendini gösteren, bir ba-

101
kıma birincinin tersi ya da negatifi olan ve bana aynı derecede
kötü gelen başka bir eğilimi de d ü ş ü n ü y o r u m : k ü s m e eğilimi.
Ne çok insan kendini b o ş l u ğ a kaptırıp ne olup bittiğini an-
lamaktan vazgeçmiştir. Ne çok insan etraflarındaki d ü n y a n ı n
n ü f u z edilmez, düşman, insan yiyici, aklını kaybetmiş, şeytani
o l d u ğ u n a bir kere karar verdiği için evrensel kültüre yapacağı
katkılarından vazgeçmiştir. Ne çok insan kurban rolüne sığın-
m a y a istek d u y m u ş t u r - A m e r i k a ' n ı n kurbanı, Bah'nın kurba-
nı, yeni teknolojilerin kurbanı, m e d y a n ı n kurbanı, değişimin
kurbanı... Bu insanların kendilerini gerçekten de haksızlığa uğ-
ramış hissettiklerini ve bu y ü z d e n acı çektiklerini hiç kimse in-
kar edemez; bana talihsiz gelen onların tepkileri. Saldırıya uğ-
ramışlık zihniyeti içine k a p a n ı p kalmak, kurban için saldırının
kendisinden de yıkıcıdır. Üstelik bu, bireyler için o l d u ğ u kadar
toplumlar için de geçerlidir. İçine kapanır, etrafına barikatlar yı-
ğar, kendini her şeyden korur, içine atar, aramaktan vazgeçer,
keşfetmekten vazgeçer, ilerlemekten vazgeçer, gelecekten, şim-
diki z a m a n d a n ve ötekilerden korkar.
Böyle tepki gösterenlere h e p şöyle demek gelir içimden:
b u g ü n ü n d ü n y a s ı sizin hayalinizdeki d ü n y a y a benzemez! Her
ş e y e kadir karanlık güçler tarafından yönetildiği d o ğ r u değil!
"Ötekiler"e ait olduğu d o ğ r u değil! K u ş k u s u z değişimdeki b a ş
d ö n d ü r ü c ü hız gibi dünyalılaşmanın boyutları da hepimize
olan bitenler tarafından bir istila edilmişlik ve olanların seyrini
değiştirmede yetersiz o l d u ğ u d u y g u s u veriyor. A m a bunun,
merdivenin en tepesinde g ö r m e y e alıştığımız kişiler de dahil,
son derece paylaşılan bir d u y g u o l d u ğ u n u sürekli hatırlamak
çok önemli.
Daha önceki bir b ö l ü m d e çağımızda herkesin kendini biraz
azınlık, biraz sürgün gibi hissettiğini söylemiştim. Çünkü bü-
tün topluluklar, bütün kültürler kendilerinden daha kuvvetliy-
le b o y ölçüştükleri ve miraslarını b o z u l m a d a n koruyamadıkları
izlenimindeler. Güney'den ve Doğu'dan bakıldığında, egemen
olan Batı'dır; Paris'ten bakıldığında egemen olan Amerika olur;
o y s a ABD'ye d o ğ r u yol alırsanız, ne görürsünüz? Dünyanın
b ü t ü n çeşitliliğini yansıtan ve hepsi de kökenlerindeki aidiyet-
lerini v u r g u l a m a ihtiyacını d u y a n azınlıklar. Siz bu azınlıkların

102
r arasında dolaşırken, iktidarın beyaz adamın elinde o l d u ğ u n u ,
Protestan Anglo-saksonlar'ın elinde o l d u ğ u n u binlerce kez işi-
tirken, birden Oklahoma City'de korkunç bir patlama olur. So-
rumlular kimlerdir? Tam da, kendilerinin azınlıklar arasında en
ihmal edilen ve aşağılanan g r u b a dahil olduklarına ve dünyalı-
laşmanm "onların" Amerikası'nın çanına ot tıkadığına inanan
Anglo-sakson ve Protestan b e y a z adamlar. Dünyanın geri kala-
nının g ö z ü n d e Timothy McVeigh ve yardakçıları, gezegene ha-
kim olacakları ve geleceğimizi ellerinde tutacakları düşünülen-
lerin etnik profiline sahiptir; kendi gözlerindeyse, onlar ellerin-
de en ölümcül silahtan, yani terörizmden başka bir şeyleri kal-
mayan, s o y u t ü k e n m e y e y ü z tutmuş bir türden başka bir şey
değildir.
O halde d ü n y a kime ait? Hiçbir özel ırka, hiçbir özel ulusa
değil. Tarihin öteki anlarından çok daha fazla olarak orada ken-
dine bir yer açmayı isteyen herkese ait. Kendi yararına kullan-
mak için o y u n u n yeni kurallarını - n e kadar şaşırtıcı olsalar d a -
k a v r a m a y a çalışan herkese ait.
Doğru anlaşılsın, içinde yaşadığımız dünyanın çirkinlikle-
rini bir tesettür peçesiyle örtmeye çalışmıyorum, bu kitabın ba-
şından beri yaptığım, sadece onda yolunda gitmeyen şeyleri,
aşırılıkları, eşitsizlikleri, ölümcül kontrolden çıkışları kınamak;
benim bir parça hararetle karşı çıktığım şey, u m u t s u z l u k eğili-
mi, " d ı ş " kültürlerin sahiplerinde son derece y a y g ı n olan, bu-
ruklaşıp, b o y n u n u bükerek, edilgenliğe sığınarak ve bu durum-
dan ancak başarısızlığa m a h k û m şiddet yoluyla çıkmaktan iba-
ret o tavır.
Dünyalılaşmanm kültürdeki çeşitliliği, özellikle de dillerin
ve yaşam biçimlerinin çeşitliliğini tehdit ettiğinden k u ş k u duy-
m u y o r u m ; hatta, sonraki sayfalarda yeniden söz etme olanağı-
nı bulacağım gibi, bu tehdidin geçmişte o l d u ğ u n d a n son derece
daha vahim o l d u ğ u n a inanıyorum; ne var ki b u g ü n ü n dünyası
tehdit altındaki kültürleri k o r u m a k isteyenlere kendilerini ko-
r u m a fırsatlarını da sağlıyor. Yüzyıllardır olageldiği gibi ilgisiz-
lik içinde çöküp yok olmak yerine, artık bu kültürler ayakta ka-
labilmek için mücadele etme olanaklarına sahipler; bunları kul-
lanmamak saçma olmaz mıydı?

103
Çevremizde gelişen teknolojik ve sosyal altüst oluşlar, her-
kesin yarar sağlayabileceği ve hiç kimsenin - A m e r i k a ' n ı n bile!—
dizginleyemeyeceği bir karmaşıklık ve genişlikte tarihi bir olgu
oluşturuyor. Dünyalılaşma, "kimilerinin" d ü n y a ü z e r i n d e hük-
mettirmeye çalışacakları "yeni bir düzen"in aracı değil, ben bu-
nu daha çok, içinde aynı anda binlerce cirit o y u n u n u n , binlerce
güreşin yapılacağı ve herkesin zapt edilmez bir kakafoniyle
kendi şarkıları, kendi silahlarıyla girebildiği, her yanı açık, uç-
s u z bucaksız bir arenaya benzetirdim.
Mesela İnternet, dışardan ve peşin bir güvensizlikle bakıl-
dığında, bu d ü n y a d a k i güçlülerin, sayesinde ahtapot kollarını
b ü t ü n d ü n y a y a uzattıkları sanal bir gezegen canavarı; içerden
bakıldığındaysa İnternet, herkesin keyfince kullanabildiği ye-
terince eşitlikçi bir alan ve içinde dört hınzır öğrencinin bir
devlet başkanı ya da bir petrol şirketi kadar etkili olabileceği
müthiş bir ö z g ü r l ü k aracı. İngilizcenin ü s t ü n l ü ğ ü ezici olmak-
la birlikte, güncel çeviri alanında bazı buluşlarla - h e n ü z emek-
leme döneminde, henüz çok yetersiz ve kimi z a m a n g ü l ü n ç bir
etki yapan, ama gelecek için u m u t vermekten de u z a k olma-
y a n b u l u ş l a r - desteklenen dil çeşitliliği her g ü n biraz daha ge-
lişiyor.
Daha genel olarak, yeni iletişim araçları çağdaşlarımızın
çok b ü y ü k bir kısmına, b ü t ü n ülkelerde y a ş a y a n ve her türlü
kültür geleneğinin taşıyıcısı olan insanlara, yarın ortak kültürü-
m ü z olacak şeyin oluşturulmasına katkıda b u l u n m a olanağını
sunuyor.
Dilinizin ölmesini önlemek istiyorsanız, b a ğ r ı n d a b ü y ü d ü -
ğ ü n ü z kültürü d ü n y a y a tanıtmak, saygı d u y u l m a s ı n ı sağlamak
ve sevdirmek, ait o l d u ğ u n u z topluluğun ö z g ü r l ü ğ ü , demokra-
siyi, onuru ve refahı tanımasını istiyorsanız, s a v a ş önceden
kaybedilmemiş demektir. Her kıtadan gelen örnekler zorbalığa
karşı, karanlıkçılığa karşı, ayrımcılığa karşı, k ü ç ü m s e m e y e kar-
şı, unutuluşa karşı ustaca mücadele edenlerin, çoğu zaman da-
valarını kazandıklarını gösteriyor. Açlıkla, cehaletle ya da sal-
gın hastalıklarla mücadele edenlerin de. Dahice, sapıkça ya da
gereksiz de olsa bir fikri olan herkesin, b u n u hemen o g ü n on-

104
larca milyon hemcinsine ulaştırabileceği şaşırtıcı bir dönem ya-
şıyoruz.
Bir şeylere inanıyorsanız, içinizde yeterince enerji, yeterin-
ce tutku, yeterince y a ş a m a iştahı taşıyorsanız, b u g ü n ü n dünya-
sının s u n d u ğ u kaynaklarda düşlerinizden birkaçını gerçekleş-
tirme olanağını bulabilirsiniz. SPARTACUS

105
2

Bu örneklerle, b u g ü n k ü uygarlığın karşımıza ne zaman bir


sorun çıkarsa her defasında, Hızır gibi yetişip bize onu çözecek
çareleri de verdiğini söylemeye çalışmış olabilir miyim? Bu ko-
nuda açıklanabilecek herhangi bir yasanın o l d u ğ u n u sanmıyo-
rum. Gene de bilimin ve modern teknolojilerin insana verdiği
m u a z z a m gücün, biri yıkıcı, öteki onarıcı, birbirine zıt iki kulla-
nıma yaradığı doğru. Sözgelimi, doğa asla bu kadar kötüye
kullanılmamıştı; ama biz onu eskiden o l d u ğ u n d a n çok daha iyi
koruyabilecek d u r u m d a y ı z , çünkü m ü d a h a l e olanaklarımız da-
ha önemli ve bilinçlenmemiz eskisinden çok daha güçlü.
Ne yazık ki bu, ozon tabakası ya da hâlâ s o y u tükenme
tehlikesi altındaki çok sayıdaki türler şeklinde pek çok örneğin
gösterdiği gibi, onarıcı eylemimizin her zaman için zarar v e r m e
kapasitemizle aynı d ü z e y d e o l d u ğ u anlamına gelmiyor.
Çevreden başka alanları da anabilirdim. Çevreyi seçmemin
nedeni, bu alanda rastlanan tehlikelerden bazılarının dünyalı-
laşmanın bizi y ü z y ü z e getirdikleriyle benzerlikler taşıması.
Her iki d u r u m d a da çeşitlilik tehdit altındadır; tıpkı milyonlar-
ca yıl yaşadıktan sonra gelip gözlerimizin önünde yok olan tür-
ler gibi, yüzlerce, binlerce yıl d a y a n m a y ı başaran nice kültür,
önlemini almazsak aynı şekilde gözlerimizin ö n ü n d e s ö n ü p gi-
debilir.
Bazıları kayboluyor bile. Diller son okuyucularının ölü-
m ü y l e artık konuşulmaz oluyorlar. Tarih boyunca bin bir bu-
luşla -kıyafetler, tıp, resim, müzik, jest ve davranışlar, zenaat,

106
mutfak, anlatı geleneği alanında...- özgün bir kültür d o k u y a n
insan toplulukları topraklarını, dillerini, belleklerini, bilgilerini,
özel kimliklerini, onurlarını k a y b e t m e tehdidi altında.
Çok uzun z a m a n d a n beri tarihteki b ü y ü k hareketlerin ge-
niş çapta u z a ğ ı n d a kalmış toplumlardan söz etmiyorum sade-
ce, Batı'dan ve Doğu'dan, Kuzey'den ve Güney'den, hepsi de
kendilerine has özelliklere sahip sayısız topluluktan söz ediyo-
rum. Benim anlayışıma göre, birini ya da ötekini gelişmesinin
bir anında d o n d u r m a k , hele onu bir panayır seyirliği haline çe-
virmek söz konusu değil; ortak bilgi ve etkinlikler mirasımızı,
olanca çeşitliliği içinde ve Provence'tan Borneo'ya, Louisi-
ana'dan A m a z o n ' a kadar b ü t ü n gökler altında korumak söz
konusu; bütün insanlara b u g ü n ü n dünyasında dolu dolu yaşa-
ma, ne kendi özel belleklerini, ne de onurlarını yitirmeden tek-
nik, sosyal, entelektüel gelişmelerden dolu dolu yararlanabilme
olanağının verilmesi söz konusu.
Neden insan kültürlerinin çeşitliğine, h a y v a n ve bitki türle-
rinin çeşitliliğine karşı o l d u ğ u m u z d a n daha az dikkatli olalım?
O çok meşru, çevremizi k o r u m a istemimiz insan çevresine ka-
dar da u z a n m a k zorunda değil mi? Sadece artık "yararlı" tür-
lerle, bize "dekoratif" gelen ya da simgesel değer kazanmış
olan birkaç başka tür kalsaydı, gezegenimiz kültür açısından
o l d u ğ u kadar, doğa açısından da çok kasvetli olurdu.
İnsan kültürünün bütün bu veçhelerini hatırlarken, bu kül-
türün aynı zamanda iki farklı mantığa bağlı o l d u ğ u da apaçık
ortaya çıkıyor; gitgide d u r durak tanımayan bir rekabete d o ğ r u
uzanan ekonominin mantığı ve koruma düşüncesinden kay-
naklanan çevrebilimin mantığı. Birincisi açıkça zamanın gidişi-
ne u y g u n , ama ikincisinin daima bir amacı olacak. En katı biçi-
miyle serbest ekonomiye en sıcak bakan ülkeler bile, sözgelimi
doğal bir sit alanının müteahhitler tarafından yağmalanmasını
önlemek için korumacı yasalar çıkarıyorlar. Kültür konusunda
da, korkuluklarla çevirmek, tamiri m ü m k ü n olmayanı önlemek
için, bazen aynı yöntemlere b a ş v u r m a k gerekir.
Ama bu belki de geçici bir çözüm yolu. Sonunda biz yurttaş-
ların bayrağı kapmaları gerekecek; bizler aynen pandaların ya
da gergedanların soyunun tükenmesini önleme konusunda gös-

107
terdiğimiz inançla, kaybolma tehdidi altındaki bir dil için ente-
lektüel açıdan, d u y g u s a l açıdan ve maddi açıdan seferber olma-
ya hazır olduğumuzda, kültürel çeşitlilik savaşı kazanılacaktır.

Bir kültürü ve bir kimliği tanımlayan öğeler arasında sü-


rekli olarak dilden söz ettim; bununla birlikte söz k o n u s u ola-
nın sadece diğerleri gibi bir öğe olmadığı k o n u s u üzerinde dur-
madım. Kitabın bu son bölümünde, belki de artık dili k ü m e d e n
ayırıp hak ettiği yeri vermenin zamanı geldi.
Kendimizde kabul ettiğimiz bütün aidiyetlerimiz arasında
dil, neredeyse her zaman en belirleyici olanlardan biridir. En
azından, bütün tarih boyunca bir bakıma başlıca rakibi, ama
bazen de müttefiki o l d u ğ u din kadar. İki topluluk farklı diller
k o n u ş t u ğ u n d a , ortak dinleri onları bir araya getirmeye yetmez
-Katolik Flamanlar'la VVallonlar, M ü s l ü m a n TürklerTe Kürtler
ya da Araplar, vs. -; dil ortaklığı da, b u g ü n Bosna'da Ortodoks
Sırplarda Katolik Hırvatların ve Müslüman Boşnakların yan
yana yaşamasını sağlayamıyor. Dünyanın her yanında ortak bir
dil etrafında kurulan pek çok devlet dini çatışmalar y ü z ü n d e n
parçalandı ve ortak bir din etrafında toplanan nice devlet de dil
çatışmaları y ü z ü n d e n bölündü.
Bu, rekabet konusu. Aynı zaman içinde, İslamla A r a p dili,
Katolik Kilisesi'yle Latince ve Luther İncili ile Almanca arasın-
da çok eski "ittifakların" işlendiğinden de hiç k u ş k u yok. Gene
İsrailliler b u g ü n bir ulus oluşturmuşlarsa, b u n u n tek nedeni, ne
kadar güçlü olursa olsun, onları birleştiren din bağı değildir,
kendilerini modern İbranice sayesinde gerçek bir ulusal dille
donatmayı başarmış olmalarıdır; kırk yıl İsrail'de kalıp da sina-
g o g a adımını asla atmamış bir kişi bir anda toplum dışına atıl-
mayacaktır; orada kırk yıl y a ş a y ı p da İbraniceyi öğrenmek iste-
meyen birisi içinse aynı şey söylenemez. Bu, dünyanın her ye-
rindeki birçok ülkede geçerlidir ve bir insanın dinsiz yaşayabi-
leceğini ama herhangi bir dili olmadan kesinlikle y a ş a y a m a y a -
cağını görmek için uzun ispatlamalara gerek yoktur.
Aynı oranda açık, ama kimliğin en b ü y ü k şu iki öğesi kıyas-
landığı anda hatırlatılmayı hak eden başka bir gözlem: din özel
ve mutlak olmaya çağrılıdır, dil öyle değildir. İnsan İbraniceyi,

108
Arapçayı, İtalyancayı ve İsveççeyi aynı zamanda kullanabilir,
ama aynı zamanda Musevi, Müslüman, Katolik ve Protestan
olamaz; zaten, insan kendini aynı anda iki dine birden bağlı his-
setse bile, böyle bir k o n u m başkaları tarafından kabul edilemez.
Din ile dil arasındaki bu kısa kıyaslamadan yola çıkarak
bir öncelik ya da bir seçim ortaya k o y m a y a çalışıyor değilim.
Ben sadece dilin hem kimlik etkeni, hem de iletişim aracı olma
gibi o harika özelliğine dikkat çekmek istiyorum. Bu y ü z d e n ve
din k o n u s u n d a ileri s ü r d ü ğ ü m dileğin aksine, dili kimlik bü-
tünlüğünden ayırmak bana ne m ü m k ü n ne de d o ğ r u bir iş gibi
geliyor. Dil kültürel kimliğin ekseni olarak kalma eğiliminde,
dilde çeşitlilikse b ü t ü n çeşitliliklerin ekseni.

İnsanlarla dilleri arasındaki ilişkiler kadar karmaşık bir ol-


g u y u ayrıntılı olarak incelemek istemesem de, bu denemenin
son derece sınırlı çerçevesi içinde özellikle kimlik kavramını il-
gilendiren bazı d u r u m l a r a değinmenin önemli o l d u ğ u n u düşü-
nüyorum.
Önce, her insanın kimliğini oluşturan bir dile ihtiyacı oldu-
ğ u n u saptamak için; bu dil bazen y ü z binlerce kişinin ortak dili
olabilir, bazen de sadece birkaç bin kişinin, b u n u n pek bir öne-
mi yok; bu a ş a m a d a tek önemli olan, aidiyet d u y g u s u d u r . Her
birimizin bu güçlü ve g ü v e n verici kimlik bağına ihtiyacı var.
Bir insanı diline bağlayan göbek bağını koparmaya çalış-
mak kadar tehlikeli bir şey yoktur. Koparıldığı ya da ağır biçim-
de zedelendiğinde bu bir felaket halinde bütün bir kişilikte yan-
kılanıyor. Cezayir'i kana boğan fanatizm, dinden çok daha fazla
dille ilgili bir hoşnutsuzlukla açıklanabilir; Fransa Cezayirli
Müslümanları Hıristiyan y a p m a y a asla kalkışmamıştır, ama dil-
lerinin yerine çabuk tarafından ve karşılığında onlara gerçek bir
yurttaşlık vermeden kendi dilini koymak istemiştir; bu arada
belirtmeliyim ki, kendine laik diyen bir devletin uyruklarından
bazılarını "Müslüman Fransız" sıfatıyla tanımlamasını ve sade-
ce kendi dininden başka bir dine m e n s u p oldukları için bazı
haklarından yoksun bırakmasını asla anlamış değilim...
A m a bu parantezi hemen kapatıyorum, bu sadece pek çok
trajik örnek arasından biriydi; sırf kendilerini etraflarında kuş-

109
ku, düşmanlık, k ü ç ü m s e m e ya da alaycı tavırlar uyandıran bir
dilde i f a d e ettikleri için insanların bütün ülkelerde b u g ü n dahi
katlanmak zorunda oldukları şeyleri ayrıntılarıyla anlatmaya
kalkacak olsam yer yetmezdi.
Her insanın kimlik dilini k o r u m a ve onu özgürce kullanma
hakkının en küçük bir anlam sapması olmadan açıkça ortaya
konması ve aralıksız kollanması temeldir. Bu özgürlük bana
inanç ö z g ü r l ü ğ ü n d e n daha önemli geliyor; din bazen ö z g ü r l ü k
d ü ş m a n ı ve temel kadın ve erkek haklarına aykırı doktrinleri
koruyor; ben, kendi hesabıma, özgürlüklerin kaldırılmasını sa-
vunanların ifade ö z g ü r l ü ğ ü n ü ve çeşitli nefret ve kölelik dokt-
rinlerini s a v u n m a y ı içime sindiremezdim; buna karşılık, her in-
sanın kendi dilini konuşma hakkından yana tavır k o y m a k bu
çeşit bir tereddüt uyandırmazdı.
Bunun anlamı bu hakkın her zaman kolayca işlerlik kazan-
ması demek değildir. İlke ortaya konur, ama asıl kısım geriye
kalır. Her insan idari bir k u r u m a gitme ve gişenin ardındaki
m e m u r u n onu anlayacağından emin, kendi kimlik dilini ko-
n u ş m a hakkını talep edebilir mi? Uzun zamandan beri baskı
gören ya da en azından ihmal edilen bir dil, ötekilerin aleyhine
olarak ve başka tipte bir ayrımcılığa yol açma pahasına yerini
meşru olarak yeniden talep edebilir mi? Elbette burada Pakis-
tan'dan Québec'e, Nijerya'dan Katalonya'ya çeşitli yüzlerce ör-
nek üzerine eğilmek söz k o n u s u değil; söz konusu olan, yerle-
rini başka haksızlıklarla, başka dışlamalarla, başka h o ş g ö r ü s ü z -
lüklerle d o l d u r m a d a n geçmişteki haksızlıklardan kurtularak ve
herkese kimliğinin içersinde birden fazla dilsel aidiyeti yan ya-
na yaşatması hakkını tanıyarak, s a ğ d u y u y l a bir özgürlük ve
huzur dolu çeşitlilik çağına girmek.
K u ş k u s u z bütün diller eşit doğmamıştır. A m a insanlar hak-
kında söylediklerimi, yani b ü t ü n insanların eşit derecede onur-
larına saygı gösterilmesi hakkına sahip olduklarını, diller hak-
kında da söyleyeceğim. Kimlik ihtiyacı açısından, İngiliz dili
de, İzlanda dili de tamamen aynı işlevi görüyor; dilin öteki işle-
vi, yani karşılıklı ilişkilerde bir araç olma işlevi göz önüne alın-
dığında, dillerin eşitliği sona eriyor.

110
3

Beni yakından etkileyen ve daha önce d e ğ i n d i ğ i m bir ne-


denle, dillerin eşitsizliği konusu üzerinde birkaç s a y f a d u r m a k
isterdim: Fransa'da bazı insanlarda d ü n y a n ı n gidişatı konusun-
da endişeler, şu ya da bu teknik yenilik, falan ya da filan ente-
lektüel ya da sözel ya da müzikal moda ya da m u t f a k modası
karşısında tereddütler sezdiğimde, " k o r k u " , geçmişe aşırı öz-
lem ve hatta gerici belirtiler gözlemlediğimde, bu çoğu zaman
şu ya da bu şekilde insanların İngilizcenin hiç d u r m a y a n ilerle-
yişi ve onun g ü n ü m ü z d e k i öncelikli uluslararası dil statüsü
karşısında hissettikleri hınçla bağlantılı.
Bazı yönleriyle bu tavır Fransa'ya ö z g ü gibi görünüyor.
Ç ü n k ü onun da dil k o n u s u n d a küresel emelleri vardı, İngiliz-
cenin olağanüstü yükselişinden ilk zarar gören o oldu; böyle
umutları olmayan - y a da artık o l m a y a n - ülkeler için baskın
dille ilişkiler sorunu aynı şekilde ortaya k o n m u y o r - ama ko-
nuyor!
En b ü y ü ğ ü n d e n en küçüğüne. Konuşanların sayısı üç y ü z
bini bile b u l m a y a n İzlanda örneğine dönersem, s o r u n u n verile-
ri basit gibi görünür: bütün ada sakinleri aralarında kendi dille-
rini konuşuyor, bir yabancıyla temasa geçtikleri an İngilizceyi
iyi bilmelerinde yarar var. Her dil, sınırları iyice çizilmiş kendi
alanına sahip gibi görünüyor; İzlanda dili hiçbir z a m a n ulusla-
rarası ilişkiler dili olmadığından dışarda hiçbir rekabet yok;
hiçbir İzlandalı annenin aklına çocuğuyla İngilizce konuşmak
gelmeyeceğinden içte de hiçbir rekabet yok.

111
Bununla birlikte o geniş, bilgiye erişme alanı söz konusu
o l d u ğ u n d a işler karışıyor. İzlanda, gençlerinin d ü n y a d a neler
yayımlandığını İngilizceden çok İzlandaca o k u m a y a d e v a m et-
meleri için sürekli bir çaba göstermek zorunda. A k s i halde, dik-
katler gevşer, sayılar yasası ve piyasa yasası işletilmekle yetini-
lirse, çok geçmeden ulusal dil ancak g ü n l ü k konuşmalarda kul-
lanılır hale gelecek, alanı daraldıkça daralacak ve sonunda ba-
yağı bir yerel ağız k o n u m u n a düşecek. İzlandacanın b a ğ ı m s ı z
bir dil ve temel bir kimlik öğesi olarak kalması için izlenecek
yol, elbette İngilizceye karşı önceden kaybedilmiş bir s a v a ş de-
ğil, ama herkesin hem ulusal dilin korunması ve ilerlemesi hem
de başka dillerle olan bağların korunması ve güçlendirilmesi
için gönüllü olması.
İnternette İzlanda sitelerini - n ü f u s sayısına göre d ü n y a n ı n
en kalabalıkları arasında olması gereken- dolaşmaya çıktığınız-
da dikkatinizi üç şey çekiyor: hemen hemen hepsi İzlanda di-
linde; ç o ğ u n l u ğ u n d a bir tıklamayla İngilizceye geçme seçeneği
var; ve pek çoğu, sıklıkla Danca ya da Almanca olmak üzere si-
ze üçüncü bir dil daha öneriyor. Bence daha başka dillerin de
önerilmesi ve bunun daha sistematik biçimde yapılması iyi
olurdu; ama izlenen yol bana akıllıca geliyor.
Açıklayayım: b u g ü n gezegenin bütünüyle iletişim kurmak
isteniyorsa, İngilizceyi iyi bilmek bir zorunluluk, bu tartışılması
gereksiz, açık bir gerçek; ama İngilizcenin yeterli o l d u ğ u n u id-
dia etmek de aynı derecede boşuna. İngilizce b u g ü n k ü ihtiyaçla-
rımızdan bazılarına mükemmel karşılık veriyorsa da, karşılık
veremediği başka ihtiyaçlar da var; özellikle de kimlik ihtiyacı...
İngilizce Amerikalılar, İngilizler ve daha başkaları için el-
bette bir kimlik dili, ama çağdaşlarımızın onda d o k u z u n u oluş-
turan insanlığın geri kalanı için bu rolü o y n a y a m a z ve denge-
siz, yolunu kaybetmiş, kimliği çarpılmış varlıklar o r d u s u yara-
tılmak istenmediği sürece ona bu rolü oynattırmak tehlikeli
olurdu. Bugünün d ü n y a s ı n d a bir insanın kendini rahat hisset-
mesi ve d ü n y a y a n ü f u z edebilmesi için kendi kimlik dilinden
vazgeçmek zorunda kalmaması çok önemli. Hiç kimse önüne
her kitap açtığında, ekranın karşısına her oturduğunda, her tar-
tıştığında ya da d ü ş ü n d ü ğ ü n d e zihinsel olarak " y u r d u n u terk

112
etmek" zorunda kalmamalı. Herkes modernliği h e p başkaların-
dan ödünç alma izlenimine kapılmak yerine, kendi içine sindi-
rip özümseyebilmeli.
Ayrıca, artık kimlik dili ve küresel dil yeterli olmamaktadır
ve bu bana b u g ü n altının çizilmesi gereken en önemli d u r u m
gibi geliyor. Olanakları, yaşı ve kapasitesi elveren herkes için
bunların ötesine gitmek şart.
Bir Fransız'la bir Koreli'nin karşılaştıklarında aralarında
İngilizce anlaşıp, tartışıp işi bir sonuca bağlamaları geçmişe gö-
re k u ş k u s u z bir ilerlemedir; ama bir Fransız'la bir İtalyan'ın ar-
tık İngilizceden başka bir dilde anlaşamaz olmaları tartışmasız
bir gerileme ve ilişkilerinde bir yoksullaşma demektir.
M a d r i d ' d e bir k ü t ü p h a n e d e çok sayıda o k u y u c u n u n Fa-
ulkner'ı ya da Steinbeck'i özgün dilinde o k u y u p tat alması mü-
kemmel bir şeydir; ama bir g ü n gelip de orada hiç kimsenin
Haubert'i, Musil'i, Puşkin'i, Strindberg'i metinden o k u y a m a z
hale gelmesi üzücü olur.
Bu gözlemlerden bana çok temel nitelikte görünen bir so-
nuç çıkarmaya çalışıyorum: görünenler başka şey hissettiriyor-
sa da, dil alanında zorunlu en azla yetinmek, çağımızın ruhuna
aykırı olurdu. Kimlik diliyle küresel dil arasında doldurmayı
bilmemiz gereken geniş bir alan, uçsuz bucaksız bir alan var...

Söylemimi aydınlatmak için bu kez en karmaşık ve sonuç-


ları bakımından en ağır olabilecek bir örnek v e r m e k isterdim -
A v r u p a Birliği örneğini. Her biri kendi tarihi çizgisine, kendi
kültürel gelişmesine sahip ve kader birliği etmeye girişen bir
ülkeler topluluğu. Elli yıl sonra federasyon, konfederasyon ha-
line gelip geriye dönmemecesine birbirleriyle kaynaşacaklar
mı, yoksa tersine d a r m a d a ğ ı n mı olacaklar? Bu birlik Doğu Av-
r u p a ' y a doğru, A k d e n i z ' e d o ğ r u uzanacak mı ve hangi sınırla-
ra kadar? Balkanları içine alacak mı? Mağrip ülkelerini? Türki-
ye'yi? Yakındoğu'yu? K a f k a s l a r ı ? Yarının d ü n y a s ı n d a pek çok
şey bu sorulara verilecek yanıtlara bağlı olacak, özellikle de
farklı uygarlıklar arasındaki, farklı dinler arasındaki -Hıristi-
yanlık, İslamiyet ve Yahudilik- ilişkiler. A m a A v r u p a binasının
geleceği ne olursa olsun, birliğin biçimi nasıl olursa olsun ve

113
ü y e ülkeler ne olursa olsun, b u g ü n karşımıza bir soru çıkıyor
ve gelecek pek çok k u ş a k için de çıkmaya d e v a m edecek: sayı-
ları onlarcayı bulan çokdilliliğin üstesinden nasıl gelinecek?
Başka birçok alanda birleştirmeler, ayarlamalar yapılıyor,
bir alay standartlar getiriliyor; o alanda ise ketum davranılıyor.
Yarın tek paraya ve tek tip mevzuata ek olarak, tek bir ordu, tek
bir polis ve tek bir h ü k ü m e t olabilir; ama diller en cüce haliyle
es geçilmeye kalkışılırsa, en tutkulu, en kontrolden çıkmış tep-
kilere m e y d a n verilmiş olacaktır. Dramların önüne geçmek için
çeviri tercih ediliyor, çeviri, çeviri, bedeli ne olursa olsun...
Bu arada kimsenin kararlaştırmadığı, pek çoklarını kızdı-
ran, ama g ü n l ü k gerçeklerin herkese kabul ettirdiği emrivaki
bir birleşme gerçekleşmekte... İster öğrenci, gazeteci, işadamı,
ister sendikacı ya da m e m u r olsun, bir İtalyan, bir Alman, bir
İsveçli ve bir Belçikalı bir kadeh içki etrafında bir araya gelme-
ye görsün, ister istemez ortak bir dile başvuruyorlar. A v r u p a bi-
nası b u n d a n y ü z yıl hatta elli yıl önce inşa edilseydi, bu dil
Fransızca olurdu; b u g ü n İngilizce.
Bu iki zorunluluk, yani herkesin kendi kimliğini k o r u m a
istemiyle Avrupalılar arasında karşılıklı konuşma ve iletişim
gereksinimi, m ü m k ü n olan en az engelle sürekli olarak bağdaş-
tırılabilecek mi? Bu ikilemden çıkmak, insanların birkaç yıl son-
ra acı ve çıkışı olmayan dil çatışmalarına sürüklenmesini önle-
m e k için, işi zamana bırakmak yetmez, zamanın ne yapacağını
biz çok iyi biliyoruz.
M ü m k ü n olan tek yol basit bir düşünceden yola çıkarak
çokdilliliği destekleyecek ve b u n u bir gelenek haline getirecek
gönüllü bir eylemdir: b u g ü n herkesin açıkça üç dile ihtiyacı
vardır. Birincisi kendi kimlik dili; üçüncüsü İngilizce. Bu ikisi
arasında, özgürce seçilmiş, genellikle ama her zaman değil, bir
başka A v r u p a dili mutlaka ikinci bir dil haline getirilmelidir.
Herkes için bu dil okuldan başlayarak birinci yabancı dil ola-
cak, ama aslında b u n d a n da fazlası, gönlündeki dil, benimsedi-
ği dil, birleştiği dil, sevdiği dil olacaktır...
Yarın Almanya ile Fransa arasındaki ilişkiler her iki ülke-
nin İngilizce konuşanlarının elinde mi olacaktır, yoksa Fransız-
ca konuşan A l m a n l a r ı n ya da Almanca konuşan Fransızların

114
mı? Yanıt hiçbir k u ş k u y a yer bırakmamalıdır. Ya İspanya ile
İtalya arasında? Ya b ü t ü n Avrupalı ortaklar arasında? Günü-
m ü z d e karşılıklı ticari, kültürel ve başka alanlardaki alışveriş
ilişkilerinin öncelikle karşı tarafa özel bir ilgi d u y a n ve b u n u
ona anlamlı bir kültürel bağlılıkla - o n u n kimlik dilini benimse-
y e r e k - gösterenlerin elinde olması için biraz s a ğ d u y u , biraz bi-
linç, biraz irade yeterli olacaktır; sadece bunlar ilişkiyi daha ile-
ri götürebilir.
Gelecek yıllarda ayrıca, sadece kendi dillerini ve İngilizceyi
bilen "genelciler"le, bu asgari paket dışında kendi kişisel ya-
kınlıklarıyla özgürce seçilmiş, özel ve mesleki gelişimlerini ger-
çekleştirecek ayrıcalıklı iletişim dillerine de sahip "özelciler"
olabilecek. İngilizceyi bilmemek daima ciddi bir engel oluştura-
cak, ama bir tek İngilizce bilmek de gitgide daha fazla oranda
ciddi bir engel olacaktır. Hatta anadili İngilizce olanlar için bile.
Kendi kimlik dillerini konuşanların b u g ü n k ü uygarlığın
onlara önerdiklerine erişmek istediklerinde, ondan asla vazgeç-
m e k zorunda kalmamaları için onu korumak, onu asla y ü z ü s t ü
bırakmamak; b u r u l u p öfkelenmeden, gençlere b u n u n aynı an-
da ne kadar gerekli ve ne kadar yetersiz o l d u ğ u n u bıkıp usan-
m a d a n açıklayarak, üçüncü dil İngilizcenin eğitimini genelleş-
tirmek; bu arada dilde çeşitliliği teşvik etmek, her u l u s u n için-
de İspanyolcaya, Fransızcaya, Portekizceye, Almancaya, hatta
Arapçaya, Japoncaya, Çinceye ve uzmanlaşması daha seyrek
görülen, dolayısıyla da hem kişinin kendi için, hem de ortaklık
için daha değerli y ü z başka dile hakim çok sayıda insan olması-
nı sağlamak - böylesi bana iletişimdeki m u a z z a m patlamadan,
yoksullaşma, y a y g ı n k u ş k u ve zihinsel karışıklıktan çok, her
d ü z e y d e zenginlik çıkarmak isteyen herkes için bilgelik yolu
gibi geliyor.

Çokkültürlülüğü korumak için önerdiğim d o ğ r u l t u n u n


belli dozda bir gönüllülük istediğini inkar edecek değilim. A m a
bu çabayı harcamaktan kaçınır, her şeyi b u g ü n k ü akışına bıra-
kırsanız ve gözlerimizin önünde kurulmakta olan evrensel uy-
garlık gelecek yıllarda da tamamen Amerikan, dili tamamen İn-
gilizce, hatta tamamen Batılı gibi g ö r ü n m e y e d e v a m edecek

115
olursa, bana öyle geliyor ki, b u n d a n kaybeden bütün d ü n y a
olacaktır. Gezegenin b u g ü n k ü güç ilişkilerine katlanamayan
b ü y ü k bir kesimini kendinden uzaklaştıracağı için Amerika
Birleşik Devletleri; varoluş nedenleri olan her şeyi adım adım
kaybedecekleri ve çıkışı olmayan bir isyana sürüklendikleri için
Batılı olmayan kültürler; belki de hepsinden fazla, kendi dil ve
kültür çeşitliliğini korumaktan acizken, kendilerini dışlanmış
hissedenlerin ilk hedefi haline geleceği için her iki tabloda da
kaybeden Avrupa. SPARTACUS

116
6

Neredeyse bu d e n e m e y e iki başlık veriyordum: ölümcül


kimlikler ya da panteri nasıl evcilleştirmeli? Neden panter?
Ç ü n k ü eziyet edildiğinde öldürür, çünkü serbest bırakılırsa öl-
dürür, en kötüsü de yaraladıktan sonra onu d o ğ a y a bırakmaktır.
A m a gene de panter, çünkü panter evcilleştirilebilir de ondan.
Bu biraz kimlik a r z u s u k o n u s u n d a bu kitapta söylemek id-
diasında o l d u ğ u m şey. Dünyanın bir cangıla dönüşmesinin
önüne geçmek isteniyorsa, geleceğin geçmişteki en kötü görün-
tülere benzemesinin önüne geçmek isteniyorsa, elli yıl sonra,
y ü z yıl sonra çocuklarımızın biz güçsüzler gibi katliamlara,
sürgünlere ve başka "temizlik harekatlarına" tanık olması ve
bazen bunlara katlanmak zorunda kalmasının önüne geçmek
isteniyorsa, pantere ne işkenceyle ne de merhametle davranıl-
maması, ama serinkanlılıkla gözlemlenmesi, incelenmesi, anla-
şılması sonra dizginlenmesi, evcilleştirilmesi gerekir.
Gerekli o l d u ğ u n u hissettiğim her defasında kendimi "pan-
t e r i n hangi yollarla dizginlenebileceğin! söylemeye zorladım.
Elimde beni buna yetkili kılan gerçeklere sahip o l d u ğ u m d a n
değil; sadece bu d ü ş ü n c e y e kapıldığımdan beri dilekler belirt-
mekle ve acil zorunlulukları sıralamakla yetinmek bana sorum-
luluk gibi gelmiyor. Sayfalar boyunca bana vaatkâr görünen
bazı yollarla, çıkmaz sokak gibi gelenleri de işaret etmeliydim.
Bu kitap bunlar için bir çareler kataloğu değil; aynı derece-
de karmaşık ve birbirine hiç benzemeyen gerçeklikler söz konu-
su olduğundan, hiçbir formül bir ülkeden diğerine o l d u ğ u gibi

117
aktarılamaz. "Formül" s ö z c ü ğ ü n ü bilerek kullanıyorum. Lüb-
nan'da konuşmalar arasında, iktidarın çok sayıda dini cemaat
arasında paylaşılmasını esas alan düzenlemeyi belirtmek için bu
sözcük sık sık tekrarlanır. Çok genç yaşımdan beri İngilizce,
Fransızca ve k u y u m c u l u k işlerini hatırlatan "siglm" terimiyle,
özellikle Arapça olarak etrafımda hep b u n u d u y m u ş u m d u r .
" L ü b n a n f o r m ü l ü " , en k e n d i n e ö z g ü yönleri içinde tek ba-
şına u z u n u z u n ü z e r i n d e d u r m a y a değer, ama ben b u r a d a b u
f o r m ü l ü tam da onun en az özel, en örnek niteliğindeki, en
fazla açıklayıcı yönleri içinde ele alacağım. Hâlâ " m e z h e p "
olarak adlandırılan, kendi yollarıyla, çok e s k i y e d a y a n a n kor-
kularıyla, kanlı çatışmaları ve şaşırtıcı barışmalarıyla yirmi kü-
s u r cemaatin envanterini değil, ama sadece dengelere saygının
titiz bir kota sistemiyle g ü v e n c e altına alınmasına d a y a n a n ku-
rucu fikri.

Söylemimi daha iyi oturtabilmek için işe şu soruyla başlı-


y o r u m : bir ülkenin insanları kendilerinin farklı farklı cemaatle-
re - d i n i , dilsel, etnik, ırksal, b u d u n a ilişkin ya da b a ş k a s ı - ait
olduklarını hissediyorlarsa, bu gerçekle nasıl b a ş edilmeli? Bu
aidiyetleri hesaba katmalı mı? Ne ölçüde? Yoksa onları bilmez-
d e n mi gelmeli? G ö r m ü y o r m u ş gibi mi yapmalı?
Yanıtlar yelpazesi geniş. Modern Lübnan'ın kurucularının
tasarladığı yanıt çok kesin biçimde uç bir seçimi temsil ediyor.
Çok cemaatliliği açık bir biçimde tanıması bakımından s a y g ı y a
değer, ama bu tanımanın mantığını aşırılığa kadar vardıran bir
yanıt. Bir örnek oluşturabilirdi, bir karşı-örnek haline geldi. Ge-
niş ölçüde kısmen O r t a d o ğ u ' n u n karmaşık gerçeklerinden,
ama kısmen de bu f o r m ü l ü n yetersizliklerinden, katılıkların-
dan, tuzaklarından, tutarsızlıklarından.
Deneyimi bu y ü z d e n b ü t ü n l ü ğ ü içinde karalamak da ge-
rekmez. Sözüme " s a y g ı y a d e ğ e r " diyerek başladım, ç ü n k ü ikti-
darı o l d u ğ u gibi cemaatlerden birine vermek ve ötekileri b o y u n
e ğ m e y e ya da yok olmaya m a h k û m etmek yerine, her cemaate
bir yer v e r m e k saygıya değer; tek dinli, tek ideolojiye bağlı, tek
partili ya da tek dilli, ya da cemaatler sınırının iyi tarafında
d o ğ m a şansına sahip olmayanların b o y u n eğmekten, sürgün-

118
den, ya da ölümden başka seçeneklerinin olmadığı devletlerin
ağır bastığı bir bölgede, özgürlüklerin boy atmasına ve sanatın
gelişmesine zemin hazırlayan hassas dengeli bir sistem tasarla-
mış olmak saygıya değer. Bütün bu nedenlerden dolayı, Lüb-
nan deneyimi başarısızlıklarına rağmen benim g ö z ü m d e bir iç
savaşla sonuçlanmayan ya da henüz sonuçlanmayan, ama gö-
reli istikrarlarını baskı, zulüm, sinsice bir "temizlik" ve tepeden
inme bir ayrımcılık üzerine dayandıran Orta Doğu'daki ve baş-
ka yerlerdeki öteki deneyimlerden hâlâ çok daha onurlu.
Yani, s a y g ı y a değer bir düşünceden yola çıkan Lübnan for-
mülü, buna r a ğ m e n yozlaşmıştır. Kota sisteminin ve "cemaatle-
ri temel alan" her hayalin sınırlarını açık biçimde göstermesi
bakımından örnek oluşturacak nitelikte bir çarpıklık.
Lübnan f o r m ü l ü n ü n "mucitlerinin" en başta gelen endişe-
si, bir seçim sırasında Hıristiyan bir adayla M ü s l ü m a n bir ada-
yın karşı karşıya gelmesinin ve her cemaatin bir anda kendili-
ğinden "kendi o ğ l u n u n " etrafında seferber olmasının önüne
geçilmesiydi; benimsenen çözüme göre çeşitli üst d ü z e y görev-
ler önceden dağıtılacak, böylece rekabetin hiçbir zaman iki ce-
maat arasında değil, ama aynı cemaate m e n s u p adaylar arasın-
da geçmesi sağlanacaktı. Kuram olarak zekice ve mantıklı bir
düşünce. Buna rağmen, Cumhurbaşkanlığından Parlamentoya
ve devlet memuriyetlerine kadar iktidarın her d ü z e y i n e u y g u -
lamaya kalkışılınca, gerçekte olan, önemli her mevkiin tek bir
cemaatin "mülkiyeti" haline gelmesi oldu!
Tek bir göreve talip iki aday arasından en yeteneklinin de-
ğil de, bağlı o l d u ğ u cemaatte o m e v k i d e "hak sahibi" olan kişi-
nin seçildiği bu aptalca sisteme karşı gençliğimde sık sık sesimi
yükseltmişimdir. Bugün bile, bana fırsat verildiğinde aynı tep-
kiyi gösteriyorum. Tek fark, on d o k u z y a ş ı n d a y k e n bu sistemi
ne olursa olsun bir başkasıyla değiştirmek istememdi. Kırk do-
k u z yaşında, b u n u n hâlâ değişmesini diliyorum, ama ne olursa
olsun şeklinde değil.
Bunları yazarken, biraz Lübnan'dan öteye b a k ı y o r u m . Ora-
da kurulan sistem yozlaşmayla sonuçlandıysa da, bu gerçeklik-
ten daha yoz sonuçlar çıkartmak gerektiğini sanmıyorum. Söz-
gelimi, çok cemaatli toplumların " d e m o k r a s i y e u y g u n olmadı-

119
ğını" ve oralarda iç barışı ancak çok otoriter bir iktidarın koru-
yabileceğini d ü ş ü n m e k gibi.
Son yıllardaki olaylar aksini ortaya k o y m u ş olmasına kar-
şın, bazı demokratların bile çoğu zaman, hâlâ bu türden "ger-
çekçi" geçinen söylemlerde b u l u n d u ğ u n u d u y u y o r u z . Demok-
rasi "etnik" denilen sorunları çözmede her zaman başarılı ola-
mıyorsa da, diktatörlüğün b u n u daha iyi başaracağını gösterdi-
ği de hiçbir zaman ispatlanmış değil. Tek partili Yugoslav rejimi
iç barışı korumada, Lübnan'daki çok partili sistemden daha mı
becerikli çıktı? Dünya artık çeşitli halkların birbirlerini öldür-
d ü ğ ü n ü görmez o l d u ğ u için, Mareşal Tito otuz yıl önce ehven-i
şer gibi görünebilirdi. B u g ü n s e tam tersine, temeldeki hiçbir so-
runun çözülmediğini fark ediyoruz.
Eski komünist dünyanın çoğu ülkesinde olanlar zihinlerde
hâlâ o kadar taze ki, uzun u z u n ispatlamaya kalkmayı gereksiz
kılıyor. A m a her türlü demokrasi yaşamını engelleyen iktidar-
ların, aslında geleneksel aidiyetlerin güçlenmesini destekledik-
leri o l g u s u üzerinde ısrar etmek belki de l ü z u m s u z kaçmaz; bir
toplumun içine k u ş k u yerleştiğinde tutunacak en son dayanış-
ma en derinlerde olandır; ve her türlü politik ya da sendikal ya
da akademik özgürlük kösteklendiğinde, ibadet yerleri insanla-
rın toplanıp tartışabileceği ve d ü ş m a n karşısında kendilerini
birlik içinde hissedebilecekleri tek yer haline gelir. Ne kadar
çok insan "proleter", ve "enternasyonalist" olarak Sovyet dün-
yasına girmiş ve sonunda hiç olmadığı kadar " d i n d a r " ve "mil-
liyetçi" olup çıkmıştır. Zaman ilerledikçe, sözde "laik" diktatör-
lükler dinci fanatizmin fidanlığı gibi g ö r ü n m e y e başladılar. De-
mokrasinin olmadığı bir laiklik, hem demokrasi hem de laiklik
için bir felakettir.
A m a burada d u r u y o r u m , b u n u çürütmede yoğunlaşmanın
ne yararı var? Ö z g ü r ve adil bir d ü n y a özleyen herkes için her
türlü diktatörlük, dinsel aidiyetlere, etnik aidiyetlere ya da
kimliğe ilişkin sorunları çözmede gösterdiği apaçık yetersizlik
üzerinde özel olarak konuşmaya değmeyecek kadar kabul edi-
lemez bir çözümdür. Tercih ancak demokrasinin çerçevesi için-
de yer alabilir.

120
Yalnız, bütün bunlara rağmen, fazla ilerlemiş sayılmam.
Ç ü n k ü birlikte yan yana u y u m içinde yaşamanın gerçekleşmesi
için " d e m o k r a s i " d e m e k yetmiyor. Demokrasi var, demokrasi
var; ve bu alandaki ölümcül çarpıklıklar, diktatörlüğünkilerden
aşağı kalmıyor. Çok k ü l t ü r l ü l ü ğ ü n korunması ve demokrasinin
temel ilkelerine saygı konusunda iki yol bana özellikle tehlikeli
görünüyor: k u ş k u s u z , saçmalığa vardırılan bir kota sistemi,
ama bir o kadar da, b u n u n tam tersi bir seçim olan, hiçbir sınır
çizmeden sadece çoğunluk yasasını dikkate alan sistem.
Bu yollardan ilkinde, Lübnan örneği, tek olmasa da, tabii ki
en anlamlı örneklerden biri. Gerginlikleri y u m u ş a t m a k umu-
d u y l a ve insanları adım adım "ulusal bir cemaat"e ait oldukları
d u y g u s u n a d o ğ r u itme planıyla bizlere iktidarın geçici olarak
cemaatler arasında paylaşıldığı söyleniyor. A m a sistemin man-
tığı b a m b a ş k a bir y ö n e d o ğ r u kayıyor: " p a s t a " n m paylaşılması
söz konusu o l d u ğ u n d a , her cemaatte kendi payının çok ince ol-
d u ğ u n u , apaçık bir haksızlığın kurbanı o l d u ğ u n u ileri s ü r m e
eğilimi baş gösteriyor ve bu hoşnutsuzlukları propagandaların-
da sürekli işleyen politikacılar ortaya çıkıyor.
Kendilerini boş vaatlere kaptırmayan politikacılar y a v a ş
y a v a ş bir kenara itiliyor. O zaman da, farklı "kabilelere" ait ol-
ma d u y g u s u zayıflayacağına güçleniyor, ulusal cemaate ait ol-
ma d u y g u s u b ü s b ü t ü n ya da neredeyse yok olacak kadar azalı-
yor. Hep bir b u r u k l u k , bazen de kan gölü içinde. Bu sistem Batı
A v r u p a ' y a gelindiğinde Belçika'yı yaratıyor; O r t a d o ğ u ' y a ge-
lindiğindeyse Lübnan'ı.
Biraz şemalaştırıyorum ama etnik sorunların ele alınışında,
cemaat aidiyetlerini yeniden tanımlanan, genişletilmiş bir ulu-
sal kimlik içine katmak yerine, bunların ikame kimlikler haline
dönüşmesine izin veren belli bir çizgi aşıldığı an yönelinen se-
n a r y o budur.
Ulusal birlik içinde belli sayıda aidiyetlerin -dilsel, dinsel,
bölgesel, v b . - tanınması çoğu zaman gerginlikleri hafifletebilir
ve farklı yurttaş grupları arasındaki ilişkileri sağlıklı bir hale
getirebilir; ama bu, arzu edilenin tersi bir etki yaratması için
pek az şey yettiğinden, öyle rasgele kalkışılamayacak nazik bir
süreçtir. Bir azınlık g r u b u n u n b ü t ü n l ü ğ e katılmasının kolaylaş-

121
tırılması istenmiş, yirmi yıl sonra ise bu g r u b u n artık içinden
çıkmayı başaramayacağı bir getoya kapatıldığı fark edilmiştir;
ve farklı yurttaş grupları arasındaki havayı düzeltmek yerine,
varoluş nedenlerini ve sermayelerini buna bağlayan politikacı-
larla artık düzelemeyecek bir hale gelen boş vaatlerden, karşı-
lıklı suçlamalardan ve hırçın taleplerden oluşan bir sistem orta-
ya konmuştur.
Acı çeken bir topluluğun iyiliği için y ü r ü r l ü ğ e konsa bile
her türlü ayrımcı u y g u l a m a tehlikelidir. Sadece bu yolla bir
haksızlığın yerini başka bir haksızlığın alması y ü z ü n d e n ve
nefretle k u ş k u y u pekiştirdiği için değil, ama benim g ö z ü m d e
daha da vahim bir ilke nedeniyle: bir insanın toplumdaki yeri,
onun şu ya da bu cemaate ait oluşuna bağlı kalmaya d e v a m et-
tikçe, bölünmeleri daha da derinleştirmekten başka bir işe yara-
m a y a n çarpık bir sistem hâlâ s ü r d ü r ü l ü y o r demektir; mantıklı
tek hedef olarak, onurlu tek hedef olarak eşitsizliklerin, haksız-
lıkların, ırkçı ya da etnik, dinsel ya da başka türden gerginlikle-
rin azaltılmasının yollarını araştırmak, aidiyetleri ne olursa ol-
s u n her yurttaşın bütün haklarına sahip bir yurttaş gibi mu-
amele görmesi için çalışmak demektir. Elbette böyle bir u f k a
b u g ü n d e n yarına hemen ulaşılamaz, ama bu, gidişi tam aksi
y ö n e çevirmek için bir neden de olamaz. SPARTACUS

122
6

Kotalar sisteminin ve "cemaatçiliğin" sapmaları dünyanın


farklı bölgelerinde o kadar çok drama neden oldu ki, tam tersi
tavrı, yani farklılıkları yok saymayı ve her şeyi ç o ğ u n l u ğ u n ya-
nılmaz diye adı çıkmış kararına bırakmayı tercih eden tavrı
haklı çıkarmış gibi görünüyor.
İlk bakışta bu tavır, en saf haliyle demokrasinin s a ğ d u y u -
s u n u yansıtır gibi g ö r ü n ü y o r : yurttaşlar arasında Müslümanlar,
Yahudiler, Hıristiyanlar, Siyahlar, A s y a kökenliler, İspanya kö-
kenliler, YVallonlar, Flamanlar varmış, bilinmek istenmiyor,
bunların her birinin seçimlerde bir oy hakkı var ve genel seçim-
den daha m ü k e m m e l bir yasa yok! Bu kutsal " y a s a " d a can sıkı-
cı olan, g ö k y ü z ü k a r a r m a y a başladığı an onun d o ğ r u dürüst
çalışamaz hale gelmesi. 1920'lerin başında A l m a n y a ' d a genel
seçim k a m u o y u n u n eğilimlerini yansıtan h ü k ü m e t koalisyonla-
rının kurulmasına yarıyordu; 1930'ların başında ağır bir sosyal
kriz ve ırkçı p r o p a g a n d a atmosferi altında yapılan aynı genel
seçimler demokrasinin sonunu getirdi; A l m a n halkı kendini ye-
niden rahatça ifade edebildiğinde ölü sayısı çoktan onlarca mil-
yonu bulmuştu. Çoğunluk yasası her zaman demokrasiyle, öz-
gürlükle ve eşitlikle eşanlamlı olmuyor; kimi zaman zorbalıkla,
köleleştirmeyle ve ayrımcılıkla eşanlamlı oluyor.
Bir azınlık baskı görüyorsa, oy hakkı onu ille de ö z g ü r kıla-
mıyor, hatta daha da eziyor. İktidarın bir çoğunluk g r u b u n a bı-
rakılarak azınlıkların çektiklerinin azaltıldığını s a v u n m a k için
çok saf - y a da tersine çok p e r v a s ı z - olmak gerek. Ruanda'da

123
Hutulaı^m n ü f u s u n yaklaşık onda d o k u z u n u , Tutsiler'inse on-
da birini o l u ş t u r d u ğ u tahmin ediliyor. Bugün orada yapılacak
" ö z g ü r " bir seçim etnik bir sayım olmaktan öteye gitmeyecektir
ve buna hiçbir önlem almadan çoğunluk yasası u y g u l a m a y a
kalkışılacak olursa, işin sonu kaçınılmaz olarak bir toplu kıyı-
ma ya da bir diktatörlüğe varacaktır.
Bu örneği rasgele vermiş değilim. 1994'teki katliama eşlik
eden politik tartışmalarla ilgilenildiğinde, aşırıların daima de-
mokrasi adına hareket ettiklerini, hatta ayaklanmalarını 1789
Fransız İhtilali'yle, Tutsiler'in yok edilmesini ise Robespierre ve
arkadaşlarının giyotin saltanatının s ü r d ü ğ ü devirlerde yaptığı
gibi, ayrıcalıklı bir kastın ortadan kaldırılmasıyla kıyaslayacak
kadar ileri gittiklerini g ö r ü y o r s u n u z . Hatta bazı Katolik rahip-
ler, "yoksullardan y a n a " olmaları ve "öfkelerini a n l a m a k " ge-
rektiği inancıyla işi, bir soykırımın işbirlikçileri haline g e l m e y e
kadar vardırmışlardı.
Bu türden bir dayanağın beni endişelendirmesinin tek ne-
deni, katilin nefret edilesi davranışına soyluluk k a z a n d ı r m a y a
çalışılması değil, aynı z a m a n d a en soylu ilkelerin bile ne yollar-
la "çarpıklaştırılabileceğini" göstermesi. Etnik kıyımlar h e p en
güzel bahanelere sığınılarak gerçekleştirilir - adalet, eşitlik, ba-
ğımsızlık, insan hakları, demokrasi, ayrıcalıklara karşı mücade-
le. Şu son yıllarda çeşitli ülkelerde olanlar, genel seçim kavra-
mının kimlik anlaşmazlığı çerçevesinde kullanıldığı her du-
r u m d a bizleri k u ş k u d u y m a y a itmeliydi.

Apartheid'ın kaldırılmasına kadar Güney A f r i k a ' d a oldu-


ğu gibi, ayrımcılığa maruz kalan insan toplulukları arasında
bazıları ülkelerinde çoğunluktadır. A m a çoğu zaman d u r u m
tersinedir, acı çekenler, en temel haklarından y o k s u n bırakılan-
lar, sürekli dehşet içinde, aşağılanma halinde yaşayanlar azın-
lıklardır. Adınızın Pierre ya da Mahmut ya da Baruh o l d u ğ u n u
itiraf etmekten k o r k t u ğ u n u z ve b u n u n dört ya da kırk kuşak-
tan beri s ü r d ü ğ ü bir ülkede yaşıyorsanız; zaten y ü z ü n ü z d e ai-
diyetinizin rengini taşıdığınız için, bazı yerlerde " g ö r ü n ü r azın-
lıklar" denilen azınlıklardan o l d u ğ u n u z için böyle bir " i t i r a f t a
bulunmanıza gerek bile k a l m a y a n bir ülkede yaşıyorsanız; o

124
z a m a n " ç o ğ u n l u k " ve "azınlık" sözcüklerinin her zaman de-
mokrasi s ö z l ü ğ ü n ü n içinde yer almadığını anlamanız için u z u n
açıklamalara ihtiyacınız yoktur.
Demokrasiden söz edebilmek için fikir tartışmasının göreli
bir h u z u r ortamında gerçekleşmesi gerekir; bir oylamanın anla-
mı olabilmesi içinse ö z g ü r i f a d e sayılabilecek tek ş e y olan gö-
r ü ş o y u n u n , otomatik oyun, etnik oyun, fanatik oyun, kimlik
o y u n u n yerini alması gerekir. Cemaatlere d a y a n a n ya da ırkçı
ya da totaliter bir mantık içine girildiği an, d ü n y a n ı n her yerin-
de demokratların rolü artık ç o ğ u n l u ğ u n tercihlerini en ön pla-
na çıkartmak değil, gerekirse ç o ğ u n l u k kuralına karşı, ezilenle-
rin haklarına s a y g ı d u y u l m a s ı n ı s a ğ l a m a k olmalıdır.
Demokraside kutsal olan, mekanizmalar değil, değerlerdir.
Mutlaka ve en k ü ç ü k bir ö d ü n v e r m e d e n s a y g ı gösterilmesi ge-
reken şey, insanların, inançları ve renkleri ne olursa olsun, sayı-
sal önemleri ne olursa olsun, kadın, erkek ve çocuk, bütün in-
sanların o n u r u d u r ; o y l a m a biçimi bu z o r u n l u l u ğ a u y g u n hale
getirilmelidir.
Eğer genel seçim fazla adaletsizliğe yol açmadan özgürce
gerçekleşebiliyorsa, ne âlâ; y o k s a k o r k u l u k l a r tasarlamak gere-
kir. Bütün b ü y ü k demokrasiler şu ya da bu dönemlerinde buna
başvurmuşlardır. Ç o ğ u n l u k esasının e g e m e n o l d u ğ u İngilte-
re'de, Kuzey İrlanda'daki Katolik azınlık s o r u n u n u n bir çözü-
me bağlanması istendiğinde, yalnızca o zalimce çoğunluk kura-
lını esas almayan farklı oylama sistemleri d ü ş ü n ü l m ü ş t ü r .
Fransa'da son d ö n e m d e özel bir sorunun kendini gösterdiği
Korsika için, ülkenin geri kalan kısmından farklı, bölgesel bir
o y l a m a sistemi y ü r ü r l ü ğ e konmuştur. Birleşik Devletlerde, bir
milyon n ü f u s l u Rhode Island'ın iki senatörü varken, otuz mil-
yon Kaliforniyalının da iki senatörü vardır, b ü y ü k eyaletlerin
daha zayıf olanları ezmesini önlemek için k u r u c u ataların ço-
ğ u n l u k yasasına attığı bir çelme.
A m a bir sözcükle yeniden Güney A f r i k a ' y a d ö n m e k istiyo-
rum. Ç ü n k ü bir d ö n e m karışıklığa neden olabilecek bir slogan,
majority rule ya da çoğunluk hükümeti sloganı revaçtaydı. Nel-
son Mandela gibi adamların yaptığı gibi, amacın ne beyaz bir
h ü k ü m e t i n yerine siyah bir h ü k ü m e t k o y m a k , ne de bir başka-

125
sına ayrımcılık u y g u l a m a k olmadığının, ama kökenleri ne olur-
sa olsun bütün yurttaşlara aynı siyasal hakların verilmesi oldu-
ğunun, kendilerinin bu noktadan itibaren ister A f r i k a kökenli,
ister A v r u p a ve A s y a kökenli ya da melez olsun, beğendiği yö-
neticileri seçmekte özgür olduklarının belirtilmesi koşuluyla
Apartheid bağlamında anlaşılabilir bir kestirmeydi.
Bir g ü n Birleşik Devletler başkanlığına bir siyahın, Güney
A f r i k a başkanlığına bir beyazın seçilmesini d ü ş ü n m e y i engelle-
yecek hiçbir şey yok. Gene de böyle bir olasılık ancak etkili bir
iç barış, bütünleşme ve olgunlaşma sürecinin sonunda, her
a d a y kendi yurttaşları tarafından, miras aldığı aidiyetlere göre
değil, nihayet insani nitelikleri ve görüşleri esas alınarak değer-
lendirilebileceği zaman m ü m k ü n gibi görünüyor. Henüz o nok-
tada olmadığımızı söylemeye gerek yok. İşin gerçeği, bu her
yer için böyle. Ne Amerika Birleşik Devletleri'nde, ne Güney
A f r i k a ' d a , ne de başka bir yerde. Durumlar bazı ülkelerde di-
ğerlerinde o l d u ğ u n d a n daha iyi gelişiyor; ama harita üzerinde
ne kadar ararsam arayayım, b ü t ü n adayların dinsel ya da etnik
aidiyetlerinin seçmenlerince önemsenmediği tek bir yer bile
bulamadım.
Eski demokrasilerde bile bazı katılıklar s ü r ü p gidiyor. Bu-
g ü n bana "Roma Katolik Kilisesi'ne m e n s u p " birinin Londra'ya
başbakan olması hâlâ zor gibi geliyor. Fransa'da inançlı ya da
değil, mensupları seçmenlerin kişisel erdemlerinden ve politik
hedeflerinden başka bir şeyi dikkate almasından etkilenmeksi-
zin, en üst d ü z e y görevlere talip olabilen Protestan azınlığa
karşı artık hiçbir önyargı yok; buna karşılık altı y ü z k ü s u r met-
ropol seçim bölgesinden hiçbiri Millet Meclisine Müslüman bir
ü y e seçmemiştir. Bir oylama, toplumun kendisinin ve farklı bi-
leşenlerinin u f k u n u n yansımasından başka bir şey değildir.
Teşhis konulmasına yardımcı olur ama asla tek başına çare bu-
lamaz.

Belki de son sayfalarda Lübnan'daki, Ruanda'daki, Güney


A f r i k a ' d a k i ya da eski Y u g o s l a v y a ' d a k i durumları u z u n uzun
konu etmekten kaçınmalıydım. Son onyıllardır oraları kana bu-
layan dramlar günlük gazeteleri o kadar m e ş g u l etti ki, bunla-

126
rın yanında bütün öteki gerginlikler hafif, hatta önemsiz kalabi-
lirdi. Oysa -hatırlatmaya gerek var mı?- b u g ü n tek bir ülke yok
ki, yerleşik ya da göçmen, farklı halk topluluklarının birlikte
yaşayabileceği şekilde düşünebilsin. Her yerde üzeri az çok us-
talıkla örtülmüş ve genel olarak ciddileşme eğiliminde gergin-
likler var. Zaten çoğu z a m a n sorun aynı anda birçok d ü z e y d e
birden kendini gösteriyor; mesela A v r u p a ' d a devletlerin çoğun-
da aynı anda bölgesel ve dilsel sorunlar, göçmen toplulukların
varlığından kaynaklanan sorunlar ve b u g ü n artık daha y u m u -
şak olan ama her biri kendi tarihine, kendi diline ve kendi du-
yarlılıklarına sahip yirmi otuz kadar ulusun "ortak yaşamını"
örgütlemek söz konusu olacağından, A v r u p a Birliği'ne katılma
gerçekleştikçe ortaya çıkacak "kıtalılarm" sorunları var.
Elbette orantı d u y g u s u n u korumak gerekir. Her ateş veba-
nın habercisi değildir. A m a hiçbir ateş o m u z silkerek geçiştirile-
mez. Grip salgınından da endişe edilmiyor m u ? V i r ü s ü n seyri
sürekli olarak izlenmiyor m u ?
Tabii ki her " h a s t a " y a aynı tedavi u y g u l a n m a z . Bazı vaka-
larda k u r u m s a l "bariyerler" yerleştirmek hatta "vahim bir ev-
veliyatı" olan ülkelerde hem katliamları ve ayrımcılıkları önle-
mek hem de çokkültürlülüğü korumak için uluslararası toplum
tarafından etkin bir üst denetim sistemi getirmek gerekir; öteki-
lerin çoğu için özellikle sosyal ve entelektüel havayı düzeltecek
daha ince ayarlamalar yeterlidir. Ama kimlik hayvanını evcil-
leştirmenin en iyi yolu k o n u s u n d a serinkanlı ve küresel dü-
ş ü n m e zorunluluğu her y e r d e kendini hissettiriyor. SPARTACUS

127
Sonsöz

Buraya kadar katettiğim yolu izlemiş olanlar, bana göre, bu


düşüncelerimin şu ana düşünceden yola çıkması gerektiğini
o k u d u k l a r ı n d a şaşırmayacaklar: her insan az da olsa, yaşadığı
ülkeyle ve b u g ü n k ü d ü n y a m ı z l a özdeşleşebilsin. Bu da gerek
kişinin bizzat kendisi, gerekse tek tek ya da g r u p halinde karşı-
sındakiler tarafından benimsenecek birtakım d a v r a n ı ş ve alış-
kanlıkları kapsıyor.
Her birimiz kendi çeşitliliğini üstlenmeye, kimliğini en üst
aidiyet k o n u m u n a yükseltilmiş ve dışlanma aracı, bazen de sa-
v a ş aleti haline getirilmiş tek bir aidiyetle eritmek yerine, çeşitli
aidiyetlerinin toplamı gibi algılamaya teşvik edilmelidir. Özel-
likle de, içinde yaşadıkları t o p l u m u n k ü l t ü r ü y l e içinden çıktık-
ları kültür ö r t ü ş m e y e n herkesin, bu çifte aidiyeti fazla yara al-
m a d a n üstlenebilmesi, kökenlerindeki kültürlerine bağlılıkları-
nı koruyabilmeleri, onu utanç verici bir hastalık gibi gizlemek
zorunda kalmamaları ve yanı sıra, onları k a b u l eden ülkeye
kendilerini açabilmeleri gerekir.
Böyle i f a d e e d i l d i ğ i n d e bu temel ilke en başta göçmenleri
ilgilendiriyor gibi g ö r ü n ü y o r , ama hep aynı t o p l u m içinde ya-
şadıkları halde çıkış kültürlerine d u y g u s a l bir b a ğ l a bağlı ka-
lanları da -birçokları arasında, b u g ü n k ü tanımları olan african
americans'la çifte aidiyetlerinin ne o l d u ğ u açık seçik ortaya ko-
nulan Amerikalı siyahları d ü ş ü n ü y o r u m - k a p s ı y o r ; bu temel il-
ke, sahip oldukları tek v a t a n d a dinsel, etnik, sosyal ya da daha
başka nedenler y ü z ü n d e n kendilerini "azınlıkta" hisseden, "ay-

129
rı" hisseden herkesi de kapsıyor. Herkes için Farklı aidiyetlerini
huzur içinde yaşayabilmek kendi gelişimleri bakımından oldu-
ğu kadar iç barış açısından da b ü y ü k önem taşıyor.
Toplumların da, tarih boyunca kimliklerini oluşturan ve
onlara hâlâ şekil veren çok sayıda aidiyetlerini aynı şekilde üst-
lenmeleri gerekirdi; herkesin etrafında g ö r d ü ğ ü y l e özdeşleşe-
bilmesi için, herkesin yaşadığı ülkenin imajında kendini bula-
bilmesi ve genellikle o l d u ğ u gibi tedirgin, hatta kimi zaman
d ü ş m a n bir seyirci olarak kalmak yerine, buna dahil olması yo-
lunda yüreklendirildiğini hissetmesi için, çeşitliliklerini gözle
g ö r ü n ü r simgelerle içlerine sindirdiklerini göstermek amacıyla
çaba harcamaları gerekirdi.
Elbette bir ülkenin kabullendiği b ü t ü n aidiyetler aynı
önemde olamaz, konu hiçbir şeyle örtüşmeyen bir vitrin eşitliği
istemek değil, farklı ifade yollarının m e ş r u l u ğ u n u v u r g u l a m a k .
Bir örnek olarak, dinsel açıdan Fransa'nın Katolik geleneğin
ağır bastığı bir ülke o l d u ğ u n d a n hiç k u ş k u yok; bu onun Pro-
testan bir boyutu, Musevi bir boyutu, Müslüman bir b o y u t u ve
her dine derin bir k u ş k u y l a bakan "Voltaire'ci" bir b o y u t u ka-
bul etmesine engel değil; bu boyutlardan her biri -liste bu ka-
darla da k a l m a z - ülkenin hayatında ve kimliğini derinden kav-
rayışında anlamlı bir rol oynamıştır ve oynamaya da d e v a m et-
mektedir
Bu arada, Fransız dilinin de birçok aidiyetten oluşan bir
kimliği o l d u ğ u açıktır; önce Latin, evet ama aynı derecede Ger-
men, Kelt, sonra Afrika'dan, Antiller'den, Arapçadan, Slavca-
dan gelen katkılar ve onu mutlaka bozması g e r e k m e y e n ama
zenginleştiren daha yakın dönemlerdeki başka etkiler.
Burada sadece Fransa'nın d u r u m u n a değindim, aslında bu
konuda çok daha fazla yayılabilirdim. Her toplumun kendiyle
ve kimliğiyle ilgili son derece kendine özel bir imajı o l d u ğ u
yadsınamaz. Yeni Dünya ülkeleri, özellikle de Birleşik Devletler
için kimliklerinin çeşitli aidiyetlerden oluştuğunu kabul etmek
ilke olarak sorun yaratmaz, çünkü bu ülkeler her kıtadan ko-
p u p gelen göçmenlerin katkılarıyla oluşmuşlardır. A m a bu göç-
menlerin hepsi aynı koşullarda gelmemiştir. Kimileri daha iyi
bir hayat arıyordu, kimileriyse istemedikleri halde zorla kaçırı-

130
lıp getirilmişlerdi. Bütün göçmen çocuklarının ve daha Kolomb
öncesi dönemlerde oralarda yaşayanların soylarının, içinde ya-
şadıkları toplumla tam anlamıyla özdeşleşebilmesi uzun, çok
uzun, henüz tamamlanmamış ve zorlu bir sürecin sonunda ger-
çekleşebilecektir. A m a orada sorun farklılık ilkesinden çok, bu-
nun işleyişindedir.
Bu arada, ulusal kimlik s o r u n u farklı biçimde kendini gös-
teriyor. Olayların gelişimiyle bir göçmen toprağı haline gelen
ama böyle bir misyon için kendini u y g u n görmeyen Batı Avru-
p a ' d a bazı halklar, kimliklerini sadece kendi öz kültürlerine re-
feranstan başka türlü algılamada hâlâ zorlanıyorlar. Bu, uzun
zaman bölünmüş ya da bağımsızlıklarından y o k s u n bırakılmış
halklar için özellikle gerçek; onlara göre tarih içinde sürekliliği
sağlayan, bir devlet ve ulusal bir toprak değil, kültürel ve etnik
bağlar. Buna rağmen, b ü t ü n ü içinde A v r u p a , birleşmeye yak-
laştığı ölçüde, kimliğini dilsel, dinsel ve daha başka aidiyetleri-
nin bir toplamı gibi k a v r a m a k zorunda kalacak. Eğer tarihinin
her öğesini talep etmez ve gelecekteki vatandaşlarına A l m a n ya
da Fransız ya da İtalyan ya da Yunanlı olmaktan vazgeçmeden
kendilerini tamamen A v r u p a l ı gibi hissedebilmeleri gerektiğini
açık seçik söylemezse, v a r olmaktan d ü p e d ü z çıkacak.
Yeni A v r u p a ' y ı yaratmak A v r u p a için, onu oluşturan ülke-
lerin her biri için ve biraz da dünyanın geri kalan kısmı için ye-
ni bir kimlik kavramı yaratmaktır.
Amerikan örneği gibi, daha başka pek çok örnek gibi, bu
örnekle de ilgili söylenecek çok şey var ama ayrıntılara girme-
nin kışkırtıcılığına direniyorum ve sadece, benim g ö z ü m d e
önem taşıyan, kimliğin " i ş l e y i ş i " - ' n bir y ö n ü n e değinmekle ye-
tiniyorum: bir ülkenin ya da Birleşik A v r u p a gibi bir bütünün
üyesi o l d u ğ u n u z an, onu oluşturan öğelerden her biriyle belli
bir akrabalık hissetmeden edemezsiniz; elbette öz kültürünüzle
olan çok özel ilişkiyi ve ona karşı belli bir s o r u m l u l u ğ u korur-
sunuz, ama öteki bileşenlerle de ilişkiler d o k u n m a y a başlamış-
tır. Bir Piemonteli kendini İtalyan hissettiği andan itibaren, To-
rino'ya ve onun geçmişine d u y d u ğ u özel sevgi içinde saklı kal-
sa da, Venedik'in ve Napoli'nin tarihine ilgisiz kalamaz. Aynı
şekilde, bu İtalyan kendini Avrupalı hissettikçe A m s t e r d a m ya

131
da Lübeck yörüngeleri onun için gitgide daha az uzak, gitgide
daha az yabancı gelecek. Bu o l u ş u m belki iki üç kuşağı bula-
cak, bazıları içinse biraz daha fazla; ama ben daha şimdiden
b ü t ü n kıta vatanlarıymış, orada yaşayanlar da vatandaşlarıy-
mış gibi d a v r a n a n genç Avrupalılar tanıyorum.
Aidiyetlerimden her birini y ü k s e k sesle talep eden ben,
d o ğ d u ğ u m bölgenin de kabileler çağını, kutsal savaşlar çağını,
ölümcül kimlikler çağını geride bırakarak ortak bir şeyler inşa
etmek için aynı yolu izleyeceği g ü n ü hayal etmekten kendimi
alamıyorum. Tıpkı Lübnan'a, Fransa'ya ve A v r u p a ' y a d e d i ğ i m
gibi, b ü t ü n O r t a d o ğ u ' y a " v a t a n " ve her isimde, her kökenden
Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan, b ü t ü n çocuklarına "vatan-
d a ş " diyebileceğim g ü n ü n hayalini k u r u y o r u m . Sürekli k u r a n
ve önceden hisseden kafamın içinde bu çoktan oldu bile; ama
bir g ü n gerçek zeminde ve herkes için aynen öyle olmasını is-
terdim.
Baştaki söylemime geri d ö n m e k ve her ülkeye dair daha
önce söylediklerimi küresel d ü z l e m d e tekrarlamak için paran-
tezi istemeye istemeye kapatıyorum: öyle olmalı ki, hiç k i m s e
kendini doğmakta olan uygarlıktan dışlanmış hissetmesin, her-
kes orada kendi kimlik dilini ve öz k ü l t ü r ü n e ait bazı simgeleri
bulabilsin, gene orada herkes, ülküselleştirilen bir geçmişte sı-
ğınak aramak yerine, azıcık da olsa kendini, etrafını kuşatan
d ü n y a n ı n içinden yükseldiğini g ö r d ü ğ ü şeyle özdeşleştirebilsin
Bunun yanı sıra, herkes kimliği olarak kabul ettiği şeye, ye-
ni yüzyıl, yeni binyıl boyunca gitgide daha fazla önem kazan-
m a y a a d a y yeni bir bileşen katabilmeli: insanlık macerasına da
dahil olma d u y g u s u n u .
İşte kimlik arzusu ve ölümcül sapmaları k o n u s u n d a aşağı
yukarı söylemek istediklerim. A m a c ı m sorunu didik didik et-
mekti, ancak hâlâ ilk kekelemelerdeyim, y a z d ı ğ ı m her parag-
rafta içimden yirmi sayfa daha y a z m a k geliyordu. Yazdıklarımı
tekrar o k u d u ğ u m d a bu sayfalarda gerekli tonu - n e fazla so-
ğuk, ne fazla ateşli- ya da ikna etmek için yerinde gerekçeleri
ya da en d o ğ r u formülleri b u l d u ğ u m d a n emin değilim. A m a
bu pek önemli değil, ben sadece birkaç fikir ortaya atmak, bir
tanıklık getirmek ve bana her zaman son derece büyüleyici, son

132
derece şaşırtıcı gelen, bana hayat veren bu d ü n y a y ı izledikçe
daha da çok m e ş g u l eden konular üzerine düşünülmesini sağ-
lamak istedim.
Genelde, bir yazar son s a y f a y a geldiğinde en kalpten dile-
ği, kitabının y ü z yıl sonra, iki y ü z yıl sonra hâlâ o k u n u y o r ol-
masıdır. K u ş k u s u z bu asla bilinemez. Sonsuz olması istenen ve
ertesi gün ölen kitaplar varken, bir okullunun eğlence olsun di-
ye yazdığı sanılan bir başkası ayakta kalır. A m a daima u m u t
edilir.
Ben ne bir eğlencelik ne de edebi bir eser olan bu kitap için
o dileği tersine çevireceğim: torunum yetişkin biri o l u p da, gü-
nün birinde rastlantıyla aile kitaplığında onu keşfettiğinde bi-
raz sayfalarını karıştırsın, biraz göz atsın, sonra o m u z silkerek
ve büyükbabasının zamanında hâlâ böyle şeylerin konuşulma-
sına ihtiyaç d u y u l u ş u n a hayret ederek hemen aldığı tozlu yere
geri koysun. SPARTACUS

133

You might also like