Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 138

Hasan Ali Toptaş

Gölgesizler
HASAN ALİ TOPTAŞ 1958 yılında Denizli'nin Çal ilçesinde doğdu. İlk ö ykü kitabı Bir Gülüşün Kimliği 1987'de, ikinci ö ykü kitabı
Yoklar Fısıltısı 1990'da yayımlandı. Ölü Zaman Gezginleri adlı ö ykü dosyasıyla 1992 yılında Çankaya Belediyesi ile Damar
edebiyat dergisinin dü zenlediği yarışmada birincilik ö dü lü aldı. Aynı yıl Sonsuzluğa Nokta adlı yayımlanmamış romanıyla
Kü ltü r Bakanlığı’nın dü zenlediği yarışmada mansiyon aldı ve Sonsuzluğa Nokta Kü ltü r Bakanlığı tarafından yayımlandı.
l994'te Gölgesizler adlı yayımlanmamış romanıyla Yunus Nadi Roman Odü lü 'nü aldı. Bin Hüzünlü Haz adlı romanı ise 1999
Cevdet Kudret Edebiyat Odü lü 'ne değer gö rü ldü . Yazarın ayrıca Yalnızlıklar adlı şiirsel metinlerden oluşan bir kitabı, Kayıp
Hayaller Kitabı adlı bir romanı, Ben Bir Gürgen Dalıyım adlı bir çocuk romanı ve Har ler ve Notalar adlı bir deneme kitabı
vardır. Toptaş’ın son romanı Uykuların Doğusu 2005'te yayımlandı.


Can Yayınları, 1995 (3 baskı)
Doğan Kitap, 2006-2007 (2 baskı)

İletişim Yayınları 1338
Çağdaş Türkçe Edebiyat 184
ISBN-13: 978-975-05-0617-8
© 2008 İletişim Yayıncılık A. Ş.

1. BASKI 2008, İstanbul
2. BASKI 2009, İstanbul

EDİTÖR Belce Öztuna
KAPAK Suat Aysu
KAPAK RESMİ Kornet
UYGULAMA Hüsnü Abbas
DÜZELTİ Begüm Güzel - Ceren Kınık

I

Elindeki makasın ucunu bir an için havaya dikip onuruma içilecek bir kadeh gibi yavaşça
kaldırarak, “Hoş geldin beyim,” dedi berber.
Belki çırak da aynı şeyi sö yledi, ama onun sesi işitilmedi; yalnızca ağ zı açılıp kapandı.
Koltuğ un çevresinde yarım adımlarla, berberin hareketlerini kollaya kollaya dö nü yordu.
Ustası makası şıkırdatarak kimsenin bilmediğ i bir oyun havası tutturmuştu da o durup
dinlenmeden oynuyordu sanki. Kimi zaman da gö zlerini devirip kö şede oturanlara bakıyordu.
Onlar birer seyirciydi kuşkusuz; gö zleri çırağ ın hareketlerinde, kulakları ve gö nü lleri makas
şıkırtısında sessizce bekliyorlardı.
Bir ara şıkırtılar durdu. Tıraş edilen adam, oyundan artakalmış etten kemikten bir posa yığ ını
gibi koltuktan kalkıp ceketini giydi. Çırağın eline bahşiş tutuştururken, “Ruhum sıkılıyor,” dedi
berbere, “gene de geçmedi bak...”
Berber yanıt vermeden uzun uzun baktı kapıdan çıkan adama, sonra bekleyenlere dö ndü .
Elinde zindan karası tespih tutan, sıra bende dercesine oturduğ u yerde kıpırdanmıştı. Ama
berber onun verdiğ i bu işareti gö rmedi, gö rdü yse de anlamadı ve buradaki her oyunu yalnızca
kendisinin yö netebileceğ ini bir kez daha vurgulamak ister gibi, “Buyur,” dedi yanımda oturan
keçi sakallıya.
“Yeni bir oyun başlıyor,” diye geçirdim içimden. Adam sessizce kalkmış koltuğ a doğ ru
yü rü yordu. Havlusu çırağ ın elinde hazırdı. Berberse tezgâ hın ü stü ne eğ ilmiş yan yana duran
usturalardan birini seçmeye çalışıyor, bir yandan da arada bir gö zlerini aynaya kaydırarak
koltuğ a yaklaşan keçi sakallıyı sü zü yordu. Gö zlerinde kü çü cü k birer cellat gö zü vardı şimdi,
onlarla bakıyordu.
“Oyun kanlı olacak anlaşılan,” dedim iç sesimle. Zindan karası tespih şıkırdamaya başladı o
sırada, taneler sırasını kaptırmış bir adamın ö kesiyle titreyerek ü st ü ste dü şü yordu. Çalgı
değ işmişti bir bakıma, ü stelik şıkırtılardaki ö ke kanlı bir oyun için uygundu. Aslında her şey o
oyuna gö reydi artık; keçi sakallı, dilsiz bir kurban gibi gidip koltuğ a oturmuş, berber
usturalardan birini seçip ayırmış, çırak da beyaz bir ö rtü yü adamın boynuna bağ layıp uçlarını
(kan sıçramasın diye mi nedir) dizlerinin üstüne çekmişti.
Sonra, derin bir sessizlik girdi araya.
“Neden konuşmuyorsun beyim?” dedi berber.
“Ne anlatayım,” dedim kanlı bir oyunu seyretmeye hazırlananların tedirginliğiyle.
“Ne anlatırsan anlat,” dedi; “yeter ki anlat...”
Bir tü r ö n sorgudaydık sanki; koltuğ a oturtmadan ö nce ufak tefek bilgiler almaya çalışıyordu.
Gözlerindeki cellat gözleri arada bir parlayıp sönüyordu, görmüştüm.
“Hâlâ roman yazıyor musun sözgelimi, onu anlat.”
“Yazıyorum,” dedim kuru bir sesle. Hemen ardından, gö zlerimi aynanın ü stü ne kaldırarak
onun yaptığ ı resme baktım. Karakalemle yapılmış iri bir gü vercin resmiydi bu; sigara
dumanından sararmıştı biraz, kenarları kıvrılmıştı.
“Adı ne?”
Aynada göz göze gelmiştik.
“Romanın mı,” dedim uzak bir sesle, “şimdilik bilmiyorum.”
Zindan karası tespih sustu birden. Berber, elindeki fırçayı bırakıp gö zlerinde bü yü yen cellat
gözüyle caddeye baktı. Şehrin bütün caddelerini aşmıştı sanki, çok uzaklarda, dağların ardında
bir yeri görüyordu. Belki de berberin kendine sığmazlığı vardı orada; sözgelimi bir köyde, yine
böyle bir dükkânda berber kılığında oturuyor ve arada bir başını çevirip buraya bakıyordu.

2

Sonra, gö zlerini kö y meydanından geçen muhtara çevirdi; uzaktan uzağ a el sallayarak
selamlaştılar.
Içinden, “Artık sen de bu kö ylü sayılırsın,” dedi muhtar. Gü lü msedi kendi kendine. Bu
gü lü mseyiş evine dek mutlu etti onu, ha i letti, bir bakıma seçimden kalan bü tü n
yorgunluğ unu unutturdu. Çift kanatlı avlu kapısından girdiğ inde, karısı marul salatasına
zeytin serpiştiriyordu.
“Kazandın mı?” dedi havada kalan elini unutarak.
Muhtar, şapkasını çıkarıp kapıya doğru fırlattı.
“Kazandım,” dedi, “yeniden muhtarım!”
Dam başına çıkan merdiveni tırmandı sonra, bacanın dibine bağ daş kurup oturdu. Onü ndeki
tepside bacaklarını havaya dikmiş salçalı bir tavuk, biber turşusu, tuzluk, dö rde katlanmış
birkaç yu ka ve rakı vardı. Dö rt yılda bir hazırlatırdı bu sofrayı, tek başına oturup zaferini
kutlardı. Kayalıkların gö lgesindeki kö ye kısık gö zlerle bakar, karanlık toprak damları tek tek
yutuncaya dek bıyıklarını rakıyla sulardı. Gene de yeşermezdi bıyıkları, yıl geçtikçe ağarırdı.
Bu kö yü n Tanrı’ya ve devlete en uzak kö y olduğ unu dü şü nü rdü sonra; kadehini her dikişinde
gö zleri karanlığ a gö mü len kayalıklara takılır, gö remeyeceğ ini bile bile onların en yü ksek
noktasına çıkıp ormanların, yaylaların ve otlakların ö tesindeki yerleri gö rmek isterdi.
Ardından ovaya dö nü p insana hiç ulaşılamayacakmış duygusu veren ufuk çizgisine uzun uzun
bakardı. Derken, Tanrı kö yü gö rebilsin ya da devlet başını çevirip bir kez olsun bakabilsin diye
şu dağ ları yıktırmak gibi gü lü nesi şeyler de geçerdi kafasından. Işte o zaman, Tanrı’yı
kü çü msediğ ini dü şü nerek tö vbe ederdi hemen; tü ccarından demircisine, pehlivanından
tabibine ne kadar peygamber tanıyorsa hepsinin adını mırıldanırdı. Hem bu denli içmesine
gerek de yoktu belki; devlet bugü n yarın kimsenin davetini beklemeden kendiliğ inden gelip
ovanın gö beğ ine gü cü nü yığ acaktı. Sonra, buralarda bir yerde bayrağ ımı dalgalandırıp
varlığ ımı tamamlayan bir kö y olacaktı diyerek gelip muhtarlık odasının ö nü ne dikilecekti.
Ansızın gerçekleşen bu mucizeye en çok ak sakallı yaşlılar şaşıracaktı kuşkusuz; çü nkü onlar
ta çocukluklarında işitmişlerdi sulama kanallarının açılacağını. Yıllardır anlatırlardı. Hatta kim
bilir hangi seçim arifesinde, kimi milletvekillerinin ovaya gelip kanallar şuradan mı geçsin
buradan mı diye tartıştıkları, belki de kazıkları çakıp ipleri çekerek yerlerini saptadıkları bile
sö yleniyordu. Gerçi ovaya gelen adamları kö ylü lerden gö ren olmamıştı. Gö remezlerdi de
zaten; onca yolu yü rü yü p yanlarına varıncaya dek adamlar otomobillerine binip çoktan
başkente dönmüş olurlardı.
Kadehi hızla dikip bıyıklarını sıvazladı. Soluğ u tıkanmak ü zereydi gene, ü şü yordu. Ceketinin
önünü kapatıp büzüldü bir süre, sonra düğmeyi çözdü nedense, bedenini dik tutmaya çalıştı.
Derken, karısıyla oğ lunun kollarında buldu kendini. Merdivenin başındaydılar. Karısı hiç
konuşmuyordu, ama oğ lu arada bir homurdanıp başını sallıyordu. Onun ne dediğ ini
anlayamıyordu muhtar, iki adımda bir durup belini geriye bükerek yüzüne bakıyordu yalnızca.
Aşağ ıya indiklerinde bunu da beceremez oldu artık, başını gö ğ sü ne dü şü rü p soluğ unu kesti.
Yatağ a uzatılmadan ö nce de bö ğ ü re bö ğ ü re kustu. Domates dilimleri çıktı boğ azından,
ağ zından gelişigü zel kıyılmış marul yaprakları sarktı. Gö zleri dana gö zü gibi bü yü mü ştü , bir
eliyle karnını kucaklarken ö tekiyle boşluğ u yakalamaya çalışıyordu. Başını yastığ a koyunca
derin bir soluk aldı. Gece boyunca dam başında rakı içtiğini sanıyordu.
“Bugün akşama dek uyandırmayın beni,” dedi.

3

Berber camın önüne dikilmiş, gözlerindeki cellat gözleriyle hâlâ köy meydanına bakıyordu.
Buraya geldiğ inden beri zorunlu birkaç sö z dışında hemen hemen hiç konuşmamıştı. Istese de
konuşacak şey bulamıyordu zaten; belleğ inde geçmiş diye bir şey kalmamıştı. Uzaklara
geldiğ ini anımsıyordu yalnızca, çok uzaklardan. Ama orası neresiydi, bu kö ye gelmeyi kendisi
mi istemişti ve yola hangi amaçla dü şmü ştü , bilmiyordu. Bu konuda yü zlerce dü şü nce
yaratmıştı kafasında, yü zlercesini de ö ldü rmü ştü . “Daha ö nce belki bir şehirde oturuyordum,”
demişti bir gü n; “evim vardı sö zgelimi, balkonum vardı bahçeye bakan, karım vardı tatlı
dü şler gibi, çocuklarım vardı. Bir de dü kkâ nım tabii, berbersem. Işlek bir caddede, kö şe başı.
Mü şterilerim sonra; kimi genç kimi yaşlı, kimi konuşkan kimi sessiz... Bir de dertlerim.
Ardından, mü şterilerin dertleri. Alamadım satamadımlar, yapamadımlar, diyemedimler,
gidemedimler... “
“Acaba onlardan mı sıkılmıştım,” diye geçirmişti içinden. Yani dağ lara mı kaçınıştı şehrin
ellerinden kurtulup? Berber dü kkâ nındaki gerekli malzemeleri bir bavula doldurarak bir
akşam karanlığ ında yollara mı dü şmü ştü tek başına? Gecelerden mi geçmişti kendinden
geçercesine, dağ lardan mı, ovalardan mı geçmişti nereye gittiğ ini bilmeden? Sonra bu kö yü n
biricik berberi olan Cıngıl Nuri’nin artık mesleğ ini sü rdü rmediğ ini sezerek dağ lardan inip
muhtarlık odasının önüne mi gelmişti?
Bütün bunların hiçbirini bilmiyordu.
Belki de, hâ lâ bir şehirde yaşıyordu. Dü kkâ nındaydı şimdi; sabun ve krem kokularına sırtını
dö nmü ş, camdan, dışarıdaki caddeye bakıyordu. Ya da, koltukta oturan keçi sakallının bile
göremediği uzak mı uzak uzaklara...

4

Muhtar ertesi sabah gö zlerini açtığ ında, karısı yatağ ın ü stü ne eğ ilmiş; “Kalk,” diyordu, “kalk,
Reşit seninle gö rü şecekmiş.” Bir dü ştü sanki; karısının ayaklarının dibinde uzun kuyruklu,
kahverengi bir kedi dolaşıyordu. Gözleri bir çift ateş kuyusu.
“Beklesin,” dedi muhtar, “geliyorum.”
Kedinin gö zlerini tıpkı bö yle kor gibi yanarken bir kez daha gö rmü ştü , anımsıyordu. “Ama ne
zaman,” dedi kendi kendine; alnını tutup doğ rulurken. Bir yanıt bulamadı. Karısıyla kedi
odadan çıkarken uzun uzun baktı arkalarından. Bir yandan da, burnundan sarkan anason
kokusunu koparabilecekmiş gibi üst üste bıyıklarını sıvazlayıp duruyordu.
Derken, birdenbire taş kesildi. Kor gibi yanan kedi gözlerini ne zaman gördüğünü bulmuştu.
On altı yıl ö nce ilk kez muhtar seçilişinin ertesi gü nü , gö zlerini açtığ ında karısıyla
karşılaşmıştı gene. Karısı bile denemezdi hatta, gitgide silinen bir gö lgeydi yatağ ın ü stü ne
eğ ilen ve “Kalk,” diyordu tıpkı az ö nceki gibi; “kalk, Cıngıl Nuri’nin karısı seninle
görüşecekmiş.”
O gü n, beklesin dememişti muhtar; hiç kuşkusuz, ilk gö revinin heyecanına kapılarak hızla
kalkıp giyinmişti. Avluya çıktığ ında, Cıngıl Nuri’nin karısı ellerine sarılmıştı hemen. Kadınla
birlikte gelen üç çocuk da gözlerini dikip korkuyla bakmışlardı.
Muhtar şaşırmıştı ö nce; ellerini hangi konumda tutup nereye koyacağ ını bilememişti. Sonra,
bu kö yde bir şeye şaşıracak son kişinin muhtar olması gerektiğ ini dü şü nerek şaşkınlığ ını
sigara dumanının arkasına gizlemiş ve çocukların yüzüne bakıp gülümsemişti.
Kadın iki gö zü iki çeşme, saçları dağ ınık, dizleri ah çekilip dö vü lmekten yamyassı; kocasının
dü n akşam ruhum daralıyor diyerek evden çıktığ ını, bir daha da geri dö nmediğ ini sö ylemişti.
Çocuklar analarının iki yanına geçip yan yana sıralanmıştı o sırada ve muhtar, dö rt boncuklu
bir tespihe benzetmişti onları; “imamelerini arıyorlar,” demişti.
Kadın, kocasının dü n neler yediğ ini, neler konuştuğ unu, dü kkâ ndan eve gelirken
gö kyü zü ndeki kuşlara nasıl baktığ ını, kü çü k kızını eşikte neden tokatladığ ını ve ruhum
daralıyor diye içini çektiğ inde sırtında hangi gö mleğ in bulunduğ unu anlatmıştı sonra; onun
nereye gitmiş olabileceğ ini, ö ldü rü lü p bir dereye mi atıldığ ını, akbabalara yem mi olduğ unu,
yoksa kayalıklardan mı yuvarlandığını ya da kırklara mı karıştığını sormuştu.
Muhtar, bin yıllık muhtar gibi her şeyi ö lçü p biçerek, sabırla dinlemişti onu. Bir yandan da peş
peşe ateşlediğ i sigaraların dumanına boğ ulmuştu. Mezara girmekten başka kaybolma yolu
bilmeyen şu kö ylü lerden birinin, kendi kendini ortalıktan sileceğ ine inanamıyordu. Hiç
kuşkusuz Cıngıl Nuri bir yere takılıp kalmıştı, belki bir içki â lemindeydi, sızmıştı, az sonra
değilse de öğleye doğru gelir, dükkânını açıp köylüleri tıraş etmeye başlardı. Gene de muhtar o
gü n, Nuri’yi kartal çığ lıklarıyla çınlayan kayalıkların arkasında ya da sapsarı bir ağ ıt hü znü yle
genişleyen ovanın ö teki ucunda gö rebilecekmiş gibi dama çıkıp tezek yığ ınlarının arasında
gezinmiş, aşağ ıya indiğ inde hiç gereğ i yokken dananın alnını okşamış ve Cıngıl Nuri’nin
karısına doğ ru yü rü rken, kendisi Nuri olsa ve ruhu bir iğ ne deliğ i kadar daralsaydı şu ü ç
çocuklu kadını bırakarak nereye gidebileceğ ini dü şü nmü ştü . Bu dü şü nce korkutmuşu onu;
içinde kocaman bir boşluk yaratmıştı. Sonra, kırk iki yıldır yaşadığı bu köyün taşına toprağına,
kö peklerinin sesine, gü bre kokusuna, hatta rü zgâ rlarının keskinliğ iyle otlarının çıtırtısına
ruhu, gö zleri, derisi ve kulaklarıyla sımsıkı bağ landığ ını, artık istese de bir yere
gidemeyeceğ ini anlayarak Nuri olmaktan vazgeçip kendi bedenine yerleşmiş; alnının
kırışıklıklarını, gözlerini ve uykulu yüz çizgilerini takınarak kadının önüne gelip durmuştu.
“Sence, nereye gidebilir?”
Kadın gö kyü zü ne bakmıştı uzun uzun; muhtarın sorusunu Tanrı'ya aktarmıştı sanki, yanıt
alamamıştı, ya da yanıt verilmişti verilmesine de o işitememişti. Bu sırada, muhtar, kadının
bakışlarında derin bir boşluk gö rmü ştü bir an ve sonraki yıllarda, sık sık anımsamıştı bu
bakışları; her kadının gö zü nde bir erkeğ in kaybolup gideceğ i boşluk bulunduğ una inanmıştı.
Hatta, memeleri elma yarımı kadar kabarmış kabarmamış bü tü n kızların gö zlerine dikkatle
bakmıştı o boşluk doğuştan mı geliyor diye.
Nuri her kö şede aranmıştı o gü n, her yere sorulmuş, ama kü çü cü k bir ipucu bile
bulunamamıştı. Yoktu; ö yle biri yaşamamıştı sanki, o adda biri bu kö yde yıllarca berberlik
yapmamıştı. Yü zü de unutulmuştu ansızın, burnu nasıldı, gö zleri vardı da onlarla mı gö rü rdü ,
ağ zıyla mı yer içerdi, kimse anımsamıyordu. Dü kkâ n onun varlığ ının biricik kanıtıydı bu
yü zden; o da gitgide toza toprağ a gö mü lü yordu. Camdan bakıldığ ında içerisi gö zü kmez
olmuştu; makaslar, usturalar, havlular, dahası kolonya ve sabun kokularıyla aynalar artık
dükkânda değil de, yalnızca anımsayabilenlerin belleğindeydi.
O gü nlerde, kö ye gelip kapı kapı dolaşan kalın dudaklı Çingene kadınları giderken sırtlarındaki
bohçalarda Nuri’nin kayboluşunu gö tü rmü şlerdi ö teki kö ylere. Bir ara, “Nuri’yi bulursa onlar
bulur,” demişti biri. O kimdi, şimdi bile bilinmiyor; ya kö ylü lerdendi, ya Çingenelerden. Belki
de kimsenin gö rmediğ i, kimsenin bilmediğ i başka biriydi. Yanağ ında kıllı bir beni vardı sanki;
erkekti ve uzaklara bakıyordu, ruhu başka bir yerdeymiş gibi. Kadınlara gö reyse o bir kadındı,
uzaklara bakmak da nereden çıkmıştı, düpedüz yere bakıyordu ve “Nuri’yi bulsa bulsa Çingene
kadınlar bulur,” diyordu.
Çingeneler at arabalarıyla çıkıp geldiklerinde çoluk çocuk bü tü n kö ylü umutlanmıştı bu
yü zden, kö yü n dışına kurulan kara çadırlara doğ ru koşmuşlardı. Kadınlar kadınlarla fısıl fısıl
konuşurken, erkekler şapkaları yana yıkık burma bıyıklı Çingene beylerini ya kahveye, ya da
avlulara kurulan içki sofralarına gö tü rmü şlerdi. Kü pler dolusu şarap içilmişti o gü nlerde, al
ibikli horozlar kesilmiş, kınalı kuzular pişirilmişti. Çingenelerin bıyıkları hızla uzayıp birkaç
gü nde koç boynuzu gibi serpilmişti. Kalın dudaklı esmer kadınlar çadırları terk edip kö ye
dağ ılmış, sokaklardan avlulara, oradan evlere, dahası mutfaklara ve çeyiz sandıklarının
gölgesine dek girmişlerdi. Gene de Nuri’ye ilişkin hiçbir haber alınamamıştı onlardan.
Her yaz kulağ ında bir dal çiğ demle, uyuz bir eşeğ in arkasından salına salına gelip kö y
meydanına tezgâ h kuran kalaycıyı gö rü nce de umutlanmıştı kö ylü ler. Adam daha eşeğ inin
yü kü nü indirmeden, gezip dolaştığ ı dağ larda, geçtiğ i yaylalarda ya da muhacir kö ylerinde
Nuri’ye ilişkin bir şey işitip işitmediğ ini sormuşlardı. Kalaycı, ellerinin yarattığ ı onca ışıltıyı
dengelemek istercesine kapkara susmuştu. Yü zlerce bakır tencereyi, çanağ ı, kaşığ ı ve kulpu
zincirli su taslarını saray ışıltısına boğ duktan sonra da tezgâ hını toplayıp gitmişti. Uzü lmü ştü
sanki, bir kayboluşa ucundan kıyısından bulaştığ ı ve elinden hiçbir şey gelmediğ i için
kahrolmuş, hatta ü st ü ste içini çekmişti. Giderken de bekçiye dö nü p, “Yaşadığ ım yere
gidiyorum,” demişti. Bekçi, kalaycı değ irmenin yanındaki dereyi aştığ ı sırada anlamıştı bu
sözü, afallamıştı.
“Sanki birkaç yerde birden yaşıyor,” demişti kendi kendine.
Kalaycının gidişinin ü stü nden bir hafta ya geçmiş ya geçmemiş, değ irmenin yanından boz bir
eşekle silindir şapkalı boyacı gö rü nmü ştü . Gü neşin parıltısında azalıp çoğ alarak kö ye doğ ru
geliyorlardı. Bir sü re sonra boyacı eşeğ ine benzemişti titreşen sıcağ ın altında, uzun
kulaklarını oynata oynata dereye inmişti. Dü zlü ğ e çıktıklarında boz eşek boyacıydı bu kez;
başında silindir şapka vardı ve ağ zından sigara dumanı savruluyordu. Bir sü re ö ylece
yü rü dü ler. Kö ye girdiklerinde yorgunluktan ö lü yorlardı. Alandaki çınarın dibinde
birbirlerinden ayrıldılar; boyacı boyacıydı artık, eşek eşek. Kahvenin ö nü nde oturanlar hemen
yer gö stermişti boyacıya, eşekse sırtında iki boya kazanıyla her yıl gelip yerleştikleri dut
ağacının altına yürümüş, eşekçe bir içgüdüyle kulaklarını gevşetip durmuştu.
Boyacı oturur oturmaz Cıngıl Nuri’yi sorunca, herkes bir haber getirdi umuduyla biraz daha
sokulmuştu ona; tahta sandalyelerin yö nü değ işmişti. Ama, “Yalnızca kaybolduğ unu
işitmiştim,” demişti boyacı; bunun dışında hiçbir şey bilmiyordu. Bilmesine gerek de yoktu
belki, gene de kö ylü lerin bakışları ısrarlıydı. Hatta ertesi gü n boya kazanlarının altını ateşe
verdiğ inde, Nuri’nin karısı ü ç çocuğ uyla gelip karşısına dikilmiş, uzun sü re de gitmemişti.
Boyacı, kış boyunca kirmanlarda bü kü len yü nleri bayrak alına, cennet yeşiline, boncuk
mavisine ya da zindan karasına boyuyorum diye Nuri’nin yokluğuna boyamıştı bu yüzden.
Sonra muhtar, “Devlete haber vereyim, kayıtlara geçirip asker ve polis marifetiyle arasınlar,”
diyerek atına binip ilçeye gitmişti. Onun gidişiyle biraz daha kaybolmuştu Nuri, geride kalan
berber dü kkâ nı biraz daha tozlanmıştı. Kö ylü ler gü nlerce muhtarın dö nü şü nü bekleyip
sabahtan akşama dek damların tepesinden yola bakmışlardı. Muhtarı at sırtında, dağ ları,
ovaları, yaylaları ve kö yleri geçerken dü şlemişti Nuri’nin karısı da; sonra gidip onun evinin
ö nü ndeki taş yığ ınlarının ü stü ne oturmuş ve gö zlerini çatıda dalgalanan bayrağ a dikmişti.
Onun renginde devlet kapılarını gö rmü ştü bü yü k bü yü k; telaşlanmıştı. Korkuyor muydu,
seviniyor muydu belli değ ildi; seviniyorsa korkulu bir sevinçti bu, korkuyorsa sevinçli bir
korku.
Binlerce yıl sonra muhtar ilçeden dö nü p geldiğ inde, atı kadar yorgun bir sesle; “Tamam,”
demişti kadına, “her şey tamam.”
Her yere haber vermişti dediğ ine gö re; bü tü n devlet kapılarını çalıp Nuri’nin adını tutanaklara
yazdırmış, oraya buraya şerh dü şü rmü ş, hatta ilçede ne kadar kahve, ne kadar lokanta ya da
han, hamam varsa tek tek dolaşıp olayı anlatmıştı. Herkes her şeyden haberliydi şimdi, herkes
Nuri’nin yokluğ u içindeydi. Geriye, sabırla beklemek kalıyordu, nasıl olsa bugü n yarın bir
haber gelirdi köye, al kanatlı bir muştu uçurulurdu.
Bunları işitince Nuri’nin karısı, kocası bulunmuş gibi sevinmişti. Bir yandan da hü ngü r hü ngü r
ağ layıp çocuklarının çevresinde dö nü yor, onlara sarılıp yü zlerce kez ö pü yordu. Gene de
muhtarın evine doğ ru yü rü yordu her gü n; taş yığ ınlarının ü stü ne oturup çatıdaki bayrağ a
bakmayı sü rdü rü yordu. Artık onun renginde gö rdü ğ ü devlet kapıları eskisinden daha
belirgindi. Kimi zaman o kapıların gö lgesinde oturduğ unu dü şü nerek telaşla ayağ a kalkıyor,
hatta içeride olup bitenleri anlamak için başını uzatıp bakıyordu. Bü yü k bir salon vardı
içeride, alacakaranlık. Uzun yü zlü yazıcılar uzun bir masanın çevresine sıralanmış, kocasının
adını yazıyorlardı. Ellerinde çoban sopasına benzer upuzun kalemler vardı ve oynadıkça
parlayıp sö nü yorlardı. Sonra mü hü r basılıyordu kâ ğ ıtlara, muhtarınkinden kat kat bü yü k bir
mü hü r. Oyle bü yü k ki, mü hü rlerin dedesi gibi bir şey; kimse onun basıldığ ı yere gö lgesini bile
düşüremiyor.
Sonra zar lanıyordu kâ ğ ıtlar; kapı ö nlerinde bekleyen sivri yü zlü haberciler zar ları alıp alıp
ceplerine koyuyorlardı. Gene de unutuluyordu zar lardan biri; orada, habercilerin kanatlarını
hışırdattıkları salonun ortasında ö ylece kalıyordu. Nuri’nin karısı telaşlanıyordu belki de Nuri
onun içindeki yazıdadır diye, birkaç adım yü rü yor ve evinden çıkan muhtarın yü zü yle
karşılaşıyordu.
Muhtara göre Nuri bugün yarın gelecekti.
Kapı yavaşça açıldı gene; kedi, dilini kırmızı bir mendil gibi sarkıtarak yalandı.
“Reşit hâlâ bekliyor,” dedi muhtarın karısı, “gelmiyor musun?”
Muhtar, önü kusmuk lekeleriyle dolu fanilasını çıkarıp duvarın dibine fırlattı.
“Geliyorum,” dedi öfkeyle; “beklesin!”

5

Berber, caddeye bakmaktan vazgeçip koltuktaki keçi sakallıya dö ndü ğ ü nde gö zlerindeki cellat
gözleri hâlâ ışıl ışıldı.
“Saçınız sakalınız birbirine karışmış,” dedi bakışlarını örten bir sesle.
Keçi sakallı yanıt vermedi. Kendini aynada gö rmekten korkuyormuş gibi gö zlerini kapatmış,
ö ylece oturuyordu. Saçı sakalı birbirine karışan o değ ildi sanki, bir yanı kimsenin bilmediğ i
bir yerde yaşıyordu da bir yanı burada, berber koltuğ unda uykuya dalmıştı. Ama, berber
makası alıp şaklatmaya başlayınca uyandı.
“Yalnızca ağ zıma giren bıyık uçlarını kes,” dedi gö zlerini aynanın ü stü ndeki karakalem
güvercin resmine dikerek; “bu resmi sen mi yaptın?”
“Ben yaptım ve bunu daha ö nce de sana sö yledim,” diye yanıtladı berber. “Her gelişinde
soruyorsun.”
Keçi sakallı azarlanmış bir çocuk gibi susmuş, bakışlarını resimden alıp aynaya dikmişti.
Çırak, dü kkâ nın perdeyle ayrılan bö lü mü nden uzun saplı bir fırça getirip yerdeki kılları
toplamaya başlamıştı.
“Bırak,” dedi keçi sakallı, “bırak!”
Çırak olduğ u yerde kaldı; gö zlerini açmış, koltuktan kalkan adama bakıyordu. Keçi sakallının
kime seslendiğ i belirsizdi. Kapıya doğ ru yü rü dü telaşla, şehrin kalabalığ ına karışmadan ö nce
dönüp baktı.
“Para yok,” dedi berbere, “dışarısı iskelet dolu!”
Berber başını salladı. Sonra hü zü nle baktı kaldırımda koşan keçi sakallıya; o, caddedeki
otomobillerin arasından zikzak çize çize karşıya geçip kö şeyi dö nü nceye dek gö zlerini
ayıramadı. Onun gidişiyle eksilmişti sanki.
“Kimdi o?” dedim çekinerek.
“Adı Nuri,” dedi, “nerelidir, necidir ben de bilmiyorum.”

6

Gö mleğ ini yavaş yavaş dü ğ melerken pencereye yaklaşıp yorgun gö zlerle baktı muhtar; kö y,
gü neşin altında yaralı, beyaz bir hayvan gibi yatıyordu. Soluk alıp verişi durmak ü zereydi
sanki, ev ev, sokak sokak ü rperiyordu. Derken, kağ nı gıcırtıları geldi bir yerlerden; duttaki
serçe sü rü sü hışırtıyla havalandı. Ikiye bö lü ndü sonra; yarısı kim bilir kimin avlusuna yağ mur
hızıyla inerken ötekiler yukarıya, Cıngıl Nuri’nin evine doğru uçtu.
O zamanlar Nuri’nin evinde bir toplantı yapılmıştı. Akşamdı. Kocası daha kolay bulunsun diye
midir nedir, odanın kö şelerine iki kandil asmıştı kadın; isleri kıvrıla kıvrıla tavandaki mısır
koçanlarına doğ ru yü kseliyordu. Nuri'nin akrabaları sedirlere dizilmişti. Yaşlılar arada bir
sıkıntıyla sakallarını sıvazlıyor, kimi kandile gö zlerini dikip derin derin dü şü nü yor, kimi de
taneleri ne denli şıklatırlarsa her şey o denli kolay çö zü lecekmiş gibi hızlı hızlı tespih
çekiyordu. Kadına gö re, artık muhtarın bu işi ö nemsediğ i yoktu; devlete haber vermekle yü kü
sırtından atmıştı. Şimdi merak edip yü zü nü ilçeye bile çevirmiyordu. Hatta Nuri’den kalan
berber dü kkâ nını komşu kö ylerden bir berbere devretmek istediğ i bile sö yleniyordu. Ne
yapılacaksa kendileri yapmalıydı, bu yü zden her şey yeniden konuşulup doğ ru dü rü st bir
karara varmalıydı.
Oturanlar dalgın dalgın dinlemişlerdi kadını; başlarını sallamışlardı sonra, onlar kıpırdandıkça
duvarlara vuran gö lgeleri uzayıp uzayıp kısalmıştı. Gö lgeler de kendi aralarında konuşmuştu
sanki, ayrı bir dünyada başka bir Nuri'yi bulmak için çare aramıştı.
Toplantı horozlar ö tene dek sü rmü ştü . Çocuklar duvar diplerine kıvrılıp uyuduğ u sırada sö z
ak sakallı yaşlılardaydı. Once içlerinden biri, geçmiş olaylardan ö rnekler verip kimsenin
tanımadığ ı ö lü lerden sö z etti. Birkaç kişi başını sallayarak onun dediklerini onayladı. Derken
bir başkası, aynı olayları ayrıntılarıyla anlatmaya koyuldu. Herkes gevrek bir sesin peşine
dü şü p yıllar ö ncesine gitti. Artık kö yü n gizli bir sayfasında, dedelerinin arasında yaşıyorlardı.
Ne var ki uzun kalmadılar orada, gevrek ses hepsini toplayıp yeniden odaya getirdi. Ustleri
başları kan içinde, birbirlerinin yü zü ne bakıyorlardı. Herkes, Nuri'nin kayboluşunda ne denli
gizler bulunabileceğini anlamış olmanın dehşetine kapılmıştı.
Şafak sö kerken, sabah ezanından kopmuş heceler gibi yavaş yavaş dağ ılmıştı toplananlar;
alacakaranlık sokakları geçip evlerine varmış ve kuş uykusuna yatmışlardı. Kuşluk vakti
uyanmışlardı tabii; birer bardak dağ çayını ya içmiş ya içmemişler, heybelerine birkaç ekmek,
peynir ve don koyarak Nuri’yi aramaya çıkmışlardı.
Muhtar sıkı sıkı uyarmıştı gidenleri; ilçeye yolları dü şerse Nuri’yi devlet kapılarından
hiçbirine sormayacaklardı. Bunun hem gereğ i yoktu, hem de gö revlileri boş yere rahatsız
etmek umulmadık sonuçlar verebilirdi. Devletti bu, usandırmaya gelmezdi; sonra devlet her
zaman on beş yaşında olurdu, canını sıkıp da bir kere kü stü rdü n mü artık dö nü p yü zü ne
bakmazdı. Bu yü zden, sakın ha sakın devlet kapıları tıklatılmayacaktı. Zaten her yere şerh
dü şü lmü ş, her makamda tutanak tutulmuştu; merak etmesinlerdi. Nuri’yi halka sorsunlardı
soracaklarsa, lokantalara, kahvelere, hanlara, hamamlara sorsunlardı. Bir de berberlere tabii,
ne de olsa Nuri de bir berberdi, onlar birbirlerinin kokusunu alabilirlerdi. Ustelik berber
milleti gevezeliğ i yü rü rlü kte tutan bir milletti, her şeyi sezip her şeyi bilirdi. Sonra bir de şu
nokta vardı; Nuri’yi sorarken, artık kaybolduğ u gü nkü gibi tanımlamasınlardı. Aradan bunca
yıl geçmişti, her şeyi değ işmiş olabilirdi. Hiç kuşkusuz aynı gö mleğ i giymiyordu artık; belki
burnu, ağ zı, sonra saçı sakalı, hatta bakışları bile aynı değ ildi. Belki de şimdiye dek
bulunamamışsa bu yüzden bulunamamıştı.
Başlarını sallamıştı gidenler. Kimi atına, kimi eşeğ ine binmiş; yü zlerinde yarım yamalak bir
umut, hepsi de ovanın ucundaki dağ lara bakıyordu. Belki de bu yü zden, daha yola çıkmadan
omuzlarına dönüşlerinin yorgunluğu çökmüştü.
Gidişlerinin ü stü nden haftalar geçmişti sonra, upuzun aylar, yıllar geçmişti. Ilçenin postacıları
iki ü ç ayda bir motosikletle gelerek onların çektiğ i telgra ları bırakıp gidiyorlardı.
Geldiklerinde, kimsenin yü zü ne bakmadan kö y meydanındaki çınarın çevresinde tur
atıyorlardı ö nce, sonra havaya yü kselen toz çemberinin içinden usanç dolu bir yü zle çıkıp
muhtarı soruyorlardı. Bü tü n kö y heyecanlanıyordu onları gö rü nce; kö y meydanı kısa sü rede
bayram yerine dö nü yor, tarlada çalışanlar işi gü cü bırakıp koşup geliyorlardı. Gene de
postacılar pek oturmuyordu kö yde, telgrafı verir vermez motosiklete atlıyor ve çınarın
çevresinde bir tur daha atarak çekip gidiyorlardı. Nuri’nin başına gelenlerden sorumlu
tutulmaktan korkuyormuş gibi, telgra lar okunup haber kö ye yayılmadan hızla kaçıyorlardı
sanki; kaçarken, dö nü p arkalarına bile bakmıyorlardı. Çocuklar olup biten her şeyden uzakta,
aylarca kö y meydanındaki tekerlek izleriyle oynuyorlardı sonra; motosiklet sesini taklit
ederek çınarın çevresinde koşup duruyorlardı. Çoğ u kez Cennet’in oğ lu dağ ıtıyordu onları,
çocukların arasına dev bir çocuk gibi dalıp herkesi evine dek kovalıyordu.
Muhtara gö re, gö nderilen telgra ların hepsi umutsuzdu. Aslında kö ylü nü n kafasını
karıştırmaktansa, gö nderilmeseler daha iyi olacaktı. Yeni gelen bir telgraf o gü ne dek gelenleri
yalanlıyordu kimi zaman; kimi zaman da ilk sö zcü kle son sö zcü k arasında çelişip kendi
anlamını bulandırıyordu. Kö ylü ler hangisine Inanacaklarını şaşırmışlardı. Bu arada bekçi,
telgra lar arasında ilinti kurmakta epeyce ustalaşmıştı. Çü nkü yü zlerce kez okuyordu onları;
Nuri’nin karısı her telgraf kocasından bir parçaymış gibi memelerinin arasında saklıyor,
aklına estikçe de bekçiyi bulup okutuyordu.
Aradan ü ç yıl geçmişti belki; Nuri’yi aramaya çıkanlar, gittikleri gü nkü kendilerini kim bilir
nerelere saçıp savurduktan sonra, çizgilenmiş alınları, çö kmü ş omuzları ve kurumuş
umutlarıyla dö nü p gelmişlerdi. Ağ ızlarını bıçak açmıyordu, onca yıl hiçbir yere gitmemiş ve
hiçbir şey gö rmemişlerdi sanki; ya da gitmişlerdi gitmesine de, geriye başka birileri kılığ ında
dö nmü şlerdi. Belki de dö nen adamlar, gidenlerin birer yanıydı yalnızca, sıkıntılı birer yanı.
Nuri’nin karısı şaşkındı, hangisine ne soracağ ını bilemiyor, kapıdan kapıya ü ç civcivli bir
tavuk gibi kanat çırpa çırpa koşuyordu.
Gene de, Nuri’ye ilişkin ilk haberi kö ye yeni gelen berber vermişti. Gıcır Hamza’nın burnuna
nohut kaçtığ ı yıldı; kö ylü ler hala nohudun ne denli şiştiğ ini, ö teki delikten ü fü re ü fü re
çıkarmaya çalışırken nohutla birlikte bir sinek ö lü sü nü n de nasıl olup yere dü ştü ğ ü nü
konuşuyorlardı. Muhtarın, kö yü evden yö netmekten vazgeçip kö y meydanındaki bir samanlığ ı
muhtarlık odasına dö nü ştü rmeye çalıştığ ı gü nlerdi. Bayrak direğ i evin çatısından indirilip
yeni muhtarlık odasının ö nü ne dikilmişti. Bir yandan da, ovaya yapılacak sulama kanallarının
yerini saptamak için kö ye milletvekillerinin geleceğ i sö yleniyordu. Gerçi muhtara henü z bu
konuda resmı̂ bir yazı iletilmemişti. Zaten seçildi seçileli ü st makamlardan hiçbir yazı
almamıştı o, gene de milletvekillerinin pat diye gelebileceğ ini dü şü nerek hazırlık
yaptırıyordu.
Bekçi muhtarlık odasının ö nü nde, muhtarın kılı kırk yararak belirlediğ i “Kö yü mü z Size
Minnettardır” sö zü nü beyaz bir beze yazmaya çalışıyordu. Elleri bileklerine kadar kırmızıya
boyanmıştı; bu haliyle, muhtarlık odasının önünden ayrılamayan kanlı bir katile benziyordu.
Işte berber tam bu sırada gelmişti kö ye. Değ irmenin yanındaki dereden çıktığ ında, sıcakta
titreşen uzun boylu bulanık bir karaltıydı; ilk bakışta her şeye benzetilebilirdi belki, ama
yaklaştıkça insan olduğ u anlaşıldı ve çınarın gö lgesindeki kö ylü ler merakla bakmaya
başladılar. Ama o, kendisine duyulan merakı uzaktan sezmiş gibi oldukça yavaş yü rü yordu.
Yerinde saydığ ı, durduğ u ya da geri adımlarla uzaklaştığ ı bile sö ylenebilirdi. Oyle ki, kö y
meydanına gelene dek aradan saatler geçmişti. Bu yü zden kö ylü ler beklemekten yorulup
gizliden gizliye ö kelenmişlerdi. Oysa berber inanılmayacak kadar sakindi, bavulunu
ayaklarının dibine koyup hemen oturmuştu. Yü zü yorgundu; hatta yü zü nü n bir karış ö nü nde,
toprakla yü zü nü n bileşiminden oluşmuş ikinci bir yü zü vardı sanki; kimi zaman zamana
karışmış tozlu bir ayna gibi parlayıp sönüyordu.
Bekçi kıpkırmızı elleriyle, aklında beze yazdığ ı çarpık çurpuk har ler, mavzerini bacaklarının
arasına sıkıştırıp berberin karşısına çö kmü ştü . Kö ye elinde bavulla ansızın çıkıp gelen bu
adamda bir tuha lık vardı ona gö re; sorulara kısa kısa yanıtlar vererek kendini inatla kendinde
gizliyordu. Birkaç gü n sonra gelecek olan milletvekilleri bir ö ncü mü gö ndermişti acaba? O
öncü çevreyi iğneden ipliğe gözden geçirip onlara rapor mu verecekti?
Gö zlerini kısıp adama baktı. Bu kö yde doğ up bü yü mü ştü sanki; çınarın hışırtısı kulaklarını,
damların kö y meydanına akan beyazlığ ı gö zlerini, toprağ ın cayır cayır yanan soluğ u tenini hiç
etkilemiyordu. Belki de bu yü zden, o gü n bekçiden başka hiç kimse bir yabancıyla aynı yerde
bulunmanın tedirginliğ ini duymamıştı kendinde. Herkes, konuşma hangi noktada kalmışsa
oradan sü rdü rmeye başlamıştı. Gerçi konuşmayı nereden alıp nereye gö tü receğ ini çok iyi
bilen kimi yaşlılar, sö z arasında birçok kapı açmışlardı yabancıya, susup beklemişlerdi. Ama
adam ağ zını açmamıştı. Havada uçuşan sorular çınarın dallarına doğ ru yü kselip kö ylü leri
bunaltmaya başladığında, kunduracı dayanamamıştı artık.
“Böyle nereden gelip nereye gidiyorsun?” diye sormuştu.
Adam yü zü nü , yü zü yle toprak arasındaki ikinci yü zü ne eğ erek; “Ben berberim,” demişti.
“Uzaklardan geliyorum. Nereye gittiğimse meçhul...”
Bu sö zlerin ardından derin bir sessizlik çö kmü ştü kö y meydanına. Az sonra da muhtar
tespihini şıklata şıklata gelip berberin yanına oturmuş, ona çay ısmarlamış ve berberlerin her
zaman birbirlerinin kokusunu alabileceklerini düşünerek Nuri’yi sormuştu.
“Nuri diye birini tanırdım,” demişti berber. “Saçı sakalı birbirine karışmış, ufak tefek bir
adamdı, arada bir gelip tıraş olurdu.”
Kö ylü ler bakakalmıştı bunu işitince, hiç kimse kirpiğ ini bile oynatamamıştı. Gene de Nuri’nin
karısı evinde, olup biten her şeyi ö ğ renmişti. Kö y meydanına koşup geldiğ inde, berber hâ lâ
orada, muhtarın yanında oturuyordu. Gö z gö ze geldiler bir an; kadın berbere, berber kadına
baktı. Adamda gizli bir suçluluk vardı sanki; bekçi bunu, çö meldiğ i yerden sezmişti. Gö zlerini
kısmış ona bakıyordu gene, kuşkulanıp tedirgin oluyordu. Nuri'nin karısıysa kocasıyla yü z
yü ze gelmişçesine şaşkın ve ağ lamaklıydı. Neredeyse adamın ayaklarına kapanacaktı ki,
muhtar kollarından tutup onu bir sandalyeye oturttu.
“Nuri’nin karısı işte bu,” dedi berbere.
Berber kırk yıldır tanıyormuş gibi baktı kadına. Gö zlerindeki cellat gö zleri sessizce parlayıp
sö ndü . Bu sırada kunduracı, berberin Nuri olup olmayacağ ını dü şü ndü bir an; kendi kendine,
“Nuri bildiğ imiz yanlarını uzak bir yerlere bırakıp kö ye bu kılıkta dö nmü ş olamaz mı?” diye
sordu.
Kadın, yaşlı gö zlerini berberin yü zü ne dikmiş, her şeyin yeniden anlatılmasını bekliyordu.
Ama berber bir daha ağ zını açmadı. Onun yerine muhtar yatıştırdı kadını, ortada isim
benzerliğ i dışında elle tutulur bir dayanak olmadığ ını sö yledi. Kadının buna ne kadar inandığ ı
belli değ ildi, durup durup berberin yü zü ne bakıyordu. Aralarında, kunduracıdan başka
kimsenin sezemediğ i gizli bir bağ kurulmuştu sanki, gitgide gü çlenerek onları birbirine
yaklaştırıyordu. Belki de bu nedenle, muhtar berbere kö yde kalmasını ö nerdiğ inde kadın
hemen Nuri’nin dü kkâ nından sö z etmişti. Berber istiyorsa, Nuri dö nü p gelene dek dü kkâ nı
kullanabilirdi.
“Tamam mı?” diye sormuştu muhtar.
Berber ağzını açmadan, tamam, demişti başını sallayarak
Şimdi çok iyi anımsıyordu muhtar; Nuri’ye ilişkin onca saçma sapan sö ylenti bu “tamam”dan
sonra çıkmıştı. Hemen ertesi gün köyden geçen bir çerçi, Nuri’nin mavi bir kamyonda şoförlük
yaptığ ını sö ylemişti. Bu inanılacak şey değ ildi. Hele Nuri’nin karısı, kırda bayırda eşeğ inin
yularını bile doğ ru dü rü st tutamayan kocasının koskoca bir kamyonu sü rebileceğ ini asla
dü şü nemiyordu. Ne ki haberi duyar duymaz kö y meydanına koşup geldiğ inde çerçiyi bulup
ona bunları anlatamamıştı. Aslında çerçinin kö ye ne zaman gelip gittiğ ini bilen yoktu. Bekçi,
mavzerini koltuğunun altına alıp değirmene kadar koşmuştu ama, hiç kimseyi görememişti.
Muhtar, Nuri'nin karısı, kunduracı, bakkal Rıza ve daha birçok insan kö y meydanındaydı o
gü n. Cennet’in oğ lu, çerçiyi gö rdü ğ ü nü ileri sü rü yor, inanmıyorlarsa Kuran'a el basabileceğ ini
sö ylü yordu. Gıcır Hamza da aynı şeyleri tekrarladı sonra, istenirse Kuran’a o da el basacaktı;
çerçiyi kuşluk vakti kahveye gelirken gö rmü ştü , hatta durup konuşmuşlar, kahvenin ö nü ne
oturup birlikte çay içmişlerdi.
Bekçi bü tü n bu konuşmalara sırtını dö nmü ş, kö ye gelip giden çerçinin çerçi değ il, olsa olsa
milletvekillerince gö nderilen bir ö ncü olabileceğ ini dü şü nü yordu. Kim bilir neler ö ğ renip
gitmişti buradan, raporunda neler yazacaktı?
Belki de yalnızca Cıngıl Nuri'nin kamyon şofö rü olduğ unu haber vermek için gelmişti kö ye, tek
gö revi buydu. Oyle ki, aylardır bu gö revi taşıyordu sırtında; yorulmuştu artık, ö yle çok
yorulmuştu ki, haberi kö ye bırakır bırakmaz bir civciv tü yü kadar ha i leyerek uçup gitmişti.
Geriye kuyruklu bir yalan kalmıştı. Besbelli ki devlet, Nuri'yi yok ettiğ i için başvurmuştu bö yle
bir yalana; o yıllanmış bir ö lü dü r şimdi. Ama kayıtlara şofö r diye yazılmıştır ve şofö rlü ğ ü nü
orada sü rdü rü yordur. Yollardadır her gece, her gü ndü z yollardadır ve uykusuzdur yollar
kadar, yorgundur. Şu â na, biraz sonraya ya da az ö nceye gö re yolun hangi noktasında olduğ u
bile bilinmiyordur. Evi sırtındadır yani; nerede olursa olsun, nereye giderse gitsin yerindedir.
Devlet ona bir meslek uydurmayı dü şü nü rken şofö rlü ğ ü de bu yü zden seçmiştir. Ne de olsa
adressiz bir meslek! Köylüler onu bulamasınlar, ama yaşadığına inansınlar istemiştir.
Peki ama, yok edilmeye değ ecek ö nemi nereden geliyordu Nuri’nin? Işte bunu bekçi
bilemezdi; belki o, sonu sonsuza dayanan bir yok etme tasarısının ilk kurbanıydı. Her kö yden
birer kişiyi yok edelim bakalım, diyebilirdi devlet; ö tekilerin yok olmaya ne denli hazır
olduklarını anlamak için. Kö yden hayalet hızıyla gelip geçen çerçi, yü zlerden bu hazırlığ ın
ipuçlarını toplamıştı belki; şimdi dağ ların ardında bir yere oturmuş, topladığ ı yü zleri
yazıyordu kâ ğ ıtlara. Işte diyordu halleri, işte gö zleri, işte susuşları, sonra bakışları, evleri, kö y
meydanındaki çınarları, çınarın dibindeki muhtarları, işte bakkal Rıza, onun yanında Cennet’in
oğlu, az ötede Reşit...
Ama berber yoktu kalabalığ ın içinde; dü kkâ nın kapısına dikilmiş, kö y meydanına bakıyordu.
Kunduracıya gö re, Nuri'nin mesleğ ini ve dü kkâ nını ele geçirmiş sessiz bir canavardı o; ya da
Nuri’nin bilinmeyen yanlarını kuşanıp gelmiş başka bir Nuri'ydi ve uzaktan uzağ a herkese,
hatta her şeye diş biliyordu. Hiç kuşkusuz o gü n, kö y meydanına gelen imama da aynı gö zlerle
bakmıştı.
Imamınsa kimseyi gö rdü ğ ü yoktu, ikiye bü kü lmü ş, burnunu yerde sü rü ye sü rü ye yü rü yordu.
Kalabalığ ın ortasına gelince durdu. Belini gü çlü kle doğ rultup soran gö zlerle muhtarın yü zü ne
baktı. Nuri’nin karısı ileri atılıp her şeyi anlatmaya niyetlendi ama, muhtar onu bir el
hareketiyle susturdu.
“Zaten her şey arapsaçına döndü,” dedi öfkeyle. “Dur, ben anlatırım!”
Anlattı sonra; imam, o anlattıkça başını sallayıp belini biraz daha doğ rulttu. Bir yandan da
gö zleriyle kalabalığ ı tarıyor, kimi zaman Cennet’in oğ luna, kimi de Gıcır Hamza’ya kuşkulu
bakışlar fırlatıyordu. Derken homurdanmaya başladı, ne dediğ i pek anlaşılmıyordu, ama
öfkelendiği belliydi. Kaşları gözlerinin üstüne yığılmıştı.
“Deli misiniz siz,” diye bağırdı birden, “bu köye yıllardır çerçi uğramaz!”
Herkes bakakalmıştı. Çerçilerin peşinden koşan çocuklar bile şaşkındı. Sonra yere, gö ğ e ve
suya karıştı bu şaşkınlık, bü tü n kö yü bir anda değ iştirdi. Kö ylü ler birbirleriyle
karşılaştıklarında hayalet gö rmü ş gibi ü rperiyorlardı artık, adımlar dü şteymişçesine atılıyor,
sesler ikinci kez yinelenmedikçe işitilemiyordu. Sokaklar bile dü ğ ü mlenmişti sanki, hepsi
dö nü p dolaşıp kendine çıkıyordu. Evlerin kapıları daralmıştı biraz, kuytular çoğ almış ve
avlular sessizce genişlemişti. Her şey ikide bir kayboluyordu hatta, yerinde duran bir sü pü rge
bile bulunamıyordu kimi zaman, avlunun kö şesindeki bir kü rek başını alıp ö teki kö şeye
gidiyor, bulgur keseleri nohut çuvallarının arkasına saklanıyor ya da kaşık, tepsi ve çanak gibi
şeyler kayboluşlarından aylar sonra komşu evlerde ortaya çıkıyordu. Tavukların tavuk
oldukları bile kuşkuluydu neredeyse, ağ açlar hayvansı bir duruşun sınırlarına girmişti; çiçek
açarken her an bö ğ ü rü p meleyebilir ya da avlulardan fırlayıp sokaklarda salkım saçak
koşabilirlerdi.
Kö yde herhangi bir şeye en son şaşırması gerektiğ ini dü şü nen muhtar bile şaşkındı. Karısıyla
sevişirken, tam da soyunup duman duman tü ten kuytulara biraz daha sokulduğ u sırada
imamın sö zlerini anımsıyordu. O andan sonra karısının ö pü p okşamaları hiçbir işe
yaramıyordu artık; key i kaçan muhtar, dalgın bir muhtar bedeninin içine bü zü lerek gö zlerini
tavana dikiyordu. Onun bu halini Ethem’in kızı Gü lcan’a yoruyordu karısı; kocasının, kızı her
gö rü şü nde tepeden tırnağ a ü rperdiğ ini biliyordu. Bir yıldır sü rü yordu bu ü rpermeler,
Gü lcan’ın birer avuçluk memeleri bir yıldır muhtarın bakışlarını değ iştirip adımlarını
aksatıyordu.
Şü kü r ki kocası muhtardı; yani herkesle bağ lantısı herkesten çoktu. Çekiniyordu tabii, ak
sakallı yaşlılardan, gö k boncuklu bebeklerden, konudan komşudan, kurttan kuştan ve ille de
mü hrü yle koltuğ unun geleceğ inden çekiniyordu. Yoksa havadan peygamber yağ sa kimse
durduramazdı onu; birer avuçluk memelerle o daracık ağ zın peşine dü şü p ö mrü nü n kalanını
Gü lcan’ın koynunda geçirirdi. Belki de son gü nlerdeki dalgınlığ ın birazı Nuri’den
kaynaklanıyorsa birazı da bu sevda yü zü ndendi. Konuşurken tü mceleri yarım bırakmaya
başlamıştı. Çoğ u kez de bir şey soruyor, ama yanıtını almadan çekip gidiyordu. Kendini orada
burada unuttuğ u da oluyordu tabii; kimi zaman, onarımı biten muhtarlık odasında tek başına
oturup sabahtan akşama dek duvarlara bakıyordu.
Nuri’nin kayboluşu, muhtar seçilir seçilmez onu ga il avlamıştı. Ne yapacağ ını, nasıl
davranacağ ını bilemiyordu. Bir yanı Nuri’yi hangi cehenneme gittiyse gerçekten bulup
çoluğ una çocuğ una teslim etmeyi istiyorsa, ö teki yanı ne pahasına olursa olsun kö ylü leri
sakinleştirmeyi düşünüyordu. Ama her şey yörüngesinden çıkmıştı artık; kimsenin ağzını açıp
yeni bir yorum yapmasına fırsat kalmadan sö ylentilerin biri bitip biri başlıyordu. Geceleyin
herkes uykuya dalmışken kö ye garip yaratıklar geliyordu sanki; avlu kapılarına, dut dallarına
ya da horozların kuyruğ una binbir sö ylenti bırakıp gidiyorlardı. Sö ylentiler tıpkı bir sü lü k gibi,
gecenin karanlığ ını eme eme bü yü yordu sabaha dek; daha inanılası, daha gö rü lesi oluyordu.
Kö y uykusundan sıyrılıp gö zlerini açtığ ında, kendisinden ö nce, sokaklarda gezinmeye
başlayan bu sö ylentilerle karşılaşıyordu. Onları kendi karanlığ ıyla beslememiş gibi
şaşırıyordu tabii, inanmakla, “inanılmayacak şey yoktur”un arasında öylece kalakalıyordu.
Nuri’nin Almanya’ya gittiğ i duyulduğ unda da ö ylece kalakalmıştı kö y. Kö pekler havlamamıştı
bir sü re, horozlar ö tü p atlar kişnememişti. Herkes Nuri’nin sınır kapısından nasıl geçtiğ ini
konuşuyordu bağ da, bahçede; bavulunun şişmanlığ ından gö mleğ inin çizgilerine,
ayakkabılarının parlaklığ ından yü zü ndeki gü lü msemenin anlamına kadar bü tü n ayrıntılar
biliniyordu. Bilinmeyen tek şey onu kimin gö rdü ğ ü ydü . Gene de bunu pek dü şü nen yoktu;
ö teki ayrıntılar o denli çoktu ve ö ylesine bü yü k bir mercek altındaydı ki, herkes her şeyi
görmekten körleşmişti.
Sonra, Nuri’ye piyangodan bü yü k ikramiye çıktığ ı haberi geldi. Akrabalarından birkaçı onu
yeniden aramaya niyetlendiyse de muhtar hepsini yatıştırdı. Hiç gereğ i yoktu; bulunmak
istiyorsa kendisi çıkar gelirdi, istemiyorsa ne yapılsa boşunaydı artık, bulunamazdı. Ustelik,
onu yeniden aramaya çıkmak kayboluşunu büsbütün derinleştirirdi.
Bu sö zleri işitince Nuri’nin karısı muhtarın kafasından geçenleri doğ rusu pek anlayamamıştı.
Durup dinlenmeden, kocasının onca parayı başka kadınlarla yediğ ini dü şü nerek gö zyaşı
dö kü yordu. Kimi zaman eve toplanan komşu kadınlar da katılıyordu ona, hep birlikte dizlerini
dö ve dö ve ağ lıyorlardı. Bu ağ lamalar yü zü nden imam tahta minareye çıkıp sesini dö rt yö ne
bö lü ştü re bö lü ştü re gö nü l rahatlığ ıyla ezan okuyamaz, kö ylü ler yastığ a başını koyamaz,
kahvedekiler iki sö zcü ğ ü bir araya getirip konuşamaz olmuştu. Gene de kimse ağ zını açıp
Nuri’nin karısına bir şey diyemiyordu.
Kö ye gelecek milletvekillerinin aylar ö nce ilçeden dö nü p gittikleri duyulduğ unda kadının
ağ laması birdenbire kesilmişti. Muhtar, bekçinin binbir emekle yazdığ ı pankartı kahvenin
duvarından indirirken, kadının kendini eve hapsettiğ ini ö ğ renmişti. Karısını gö ndermişti
hemen; gitsindi bakalım, baksındı kendini gerçekten hapsetmiş mi? Hapsetmişse nasıl
hapsetmiş? Sonra, çocuklar nerede; onlara da hüküm giydirmiş mi giydirmemiş mi?
Karısı ateş almaya gitmiş gibi bir solukta geri dö nmü ştü . Sonuç tam anlamıyla bozgun; kadın
eve kapanıp kapıyı pencereyi sımsıkı çivilemiş, ne amcasına açıyor ne babasına. O boynu
bü kü k kuzular da içeride, melil melil meleşiyorlar. Analarınınsa gıkı çıkmıyor, yanlarında bir
yudum suyla bir lokma ekmek var mı yok mu bilinmiyor.
Muhtar, “Bırakalım,” demişti o zamanlar, “bırakalım bir de bunu denesin kadın, belki
rahatlar.”
Oysa kadının inadı muhtarın dü şü ndü ğ ü nden uzun sü rmü ştü . Bekçi iki gü nde bir, gitgide
mezar sessizliğ ine bü rü nen evin çevresinde nedenini bilmeden şö yle bir dolaşıyor, gö zlerini
pencerelere dikip uzun uzun bakıyordu.
“Bu eve bir Nuri gerek,” diye mırıldanıyordu sonra ayet okur gibi.
Mavzerini omzundan indirip eline alıyordu hemen, kısa ve hızlı adımlarla muhtarlık odasına
koşup durumu anlatıyordu.
Muhtarla imamın ısrarıyla tam ü ç hafta sonra açılmıştı Nuri’nin kapısı. Bü tü n kö ylü oradaydı
o gü n; dam başları, avlular, duvar dipleri salkım saçak insan doluydu. Kö pekler bile gelmişti.
Boyunları lastik sapanlı çocuklar, açılır açılmaz dışarı hışırtıyla bir serçe sü rü sü çıkacakmış
gibi kocaman gö zlerle kapıya bakıyorlardı. Ağ ızlar kurumuştu. Kalabalığ ın içinde kimi
kadınlar bir çocuk ö lü sü nden sö z ediyorlardı. Bu fısıltı her yere yayılmış ve herkes yü zü nü
ö lü mü n soğ ukluğ una hazırlamıştı. Muhtarla imam kapının ö nü ndeydi; kimi zaman yandaki
pencereyi tıklatıp içeriye bir şeyler sö ylü yor, sonra kalabalığ a dö nerek başlarını sallıyor, kimi
zaman da kapıya umutla koşup bekliyorlardı. Onlar kapıya koştuğ unda kö ylü lerden çıt
çıkmıyor, çocuk ö lü sü nden sö z edenler bile gö zleriyle konuşuyordu. Muhtar ö kesini
gizliyordu içerideki kadından; ama kalabalık, sesten çekilen ö kenin muhtarın el kol
hareketlerine yığ ıldığ ını gö rü yordu. Derken çocuklar havaya bakmaya başladılar. Uzaklardan,
kabarıp kabarıp dağ ılan bulutların arasından bir uçak geçiyordu; ışıltılı, metal bir kuş... Sapan
taşlarının erişemeyeceğ i kadar yü ksekte. Ardında, Nuri’nin karısının inadı kadar uzun, upuzun
bir duman şeridi.
Kapı yavaşça açıldı.
“Reşit çok sabırsız,” dedi muhtarın karısı, “gelmiyor musun?”
Muhtar, çoraplarına uzanırken başını salladı. Sonra, burnundan sarkan anason kokusunu
sıvazlayarak odadan çıktı. Reşit ellerini kucağ ına yığ mış, bir mü rit sessizliğ iyle onu
bekliyordu. Selamlaştılar ö nce. Muhtarın burnu tatsız kokular aldı o sırada; bir şey az sonra
bü yü k bir gü rü ltü yle devrilecekti sanki, şangırtıyla kırılacaktı, ya da yeşil kanatlı sineklerin
vızıltısı ansızın artacak ve ortalık, insanı olduğ u yere çivileyen amansız bir uğ ultuya
boğulacaktı. Havada, her şeyi varoluşunun son çizgisine iten kalın, kalınlığı kadar da bükülmez
binlerce telin gerginliğ i vardı. Avludaki kağ nı tekerlekleri, sığ ırların bağ landığ ı demir halkalar,
duvarlar, dut ağacının gölgesi ve gökyüzü, olası bir vınlamaya karşı hazır gibiydi.
Muhtar, bakışlarını avlu duvarının ü stü nden aşırıp gö zleriyle kö yü n gö rü ntü sü ne tutunmuştu.
Muhtarlığ ının ilk gü nlerinden korkuyordu çü nkü . Bir keresinde, ü çü ncü kez seçilişinde miydi
neydi, aynı gü n ü ç kişi ö lmü ştü . Biri, kaya kovuğ undan gü vercin yumurtası almaya çalışırken
dü şü p parçalanan gencecik bir çobandı, çocuk bile denebilirdi. Kafası taşlara çarpa çarpa
dağ ılmış, beyni yoğ urt gibi oraya buraya saçılmıştı. Oteki, mantar yiyen dul bir erkek;
kahvenin ö nü nde, sapasağ lamken. Birden baş dö nmesi ve kö pü rü p inleyen kocaman bir ağ ız.
Uçü ncü sü yse gö rü lmü ş işitilmiş ö lü mlerden değ il. On yedi yaşındaki bir kız, neresi
ağ rıyorduysa artık, iki şişe sü lü ğ ü bedenine yapıştırıp uykuya dalmış, yatağ ında, kan
emmekten balonlaşmış sülük ölülerinin ortasında sapsarı bir et yığını olarak bulunmuştu.
“Evet,” dedi muhtar, “derdin nedir Reşit?”
Reşit yutkundu. Şapkasını eline almış, dosdoğru muhtarın gözbebeklerine bakıyordu.
“Güvercin yok,” dedi derin bir uçurumun dibinden fısıltıyla; “yok, kayboldu.”

7

Sıra, elinde zindan karası tespih tutan adama gelmişti. Yerinden yavaşça kalkıp idama
gidercesine koltuğ a doğ ru yü rü dü . Çırak, sarı çizgili beyaz bir havluyu iki ucundan tutmuş onu
bekliyordu. Ama adam gö rmedi onu, gö rmek istemedi ve bu tutumuyla cellatlardan birini saf
dışı bırakmış gibi geçip oturdu. Anlaşılan tıraş olmayı hiç mi hiç sevmiyordu.
Berber şo benden gelen sıcak suyla fırçayı ıslatmış, ö teki elindeki sabunun tepesinde çevire
çevire kö pü rtmeye çalışıyordu. Gö zlerimi ona dikmiş, soluk alıp vermeden bü tü n dikkatimle
izliyordum. Elleri ö yle hızlı hareket ediyordu ki, bir an, sabunun ve fırçanın hiç
kıpırdamadığ ını dü şü ndü m. Donup kalmışlardı sanki, belki berber de donmuştu onlarla,
berberle birlikte çırak da, koltuktaki adam da, hatta ben de... Ola ki başka bir yerde yaşıyorduk
o an, başka bir zamanda yaşıyor ve oradan burayı dü şlü yorduk dü şlediğ imizin farkına bile
varmadan. Derin derin iç geçiriyorduk. Belki de sonsuz bir uğ raşa kaptırmıştık orada
kendimizi, durup dinlenmeden bir şeylerle boğ uşuyor, koşuyor, bağ ırıyor, coşuyor ve kan ter
içinde kalıyorduk. Burada bu yü zden donmuştuk ola ki, hareket etmeye başladığ ımız an orada,
uzaklarda donacaktık
Derken berberin elleri durdu; daha doğ rusu yeniden hareket etmeye başladı. Bakışlarım çok
uzakları ve burayı, yani durmakta olanla hareket edeni aynı anda algıladı sanki; iki gö rü ntü yü
üst üste çakıştırdı ve ayırdı.
“Usturaya jilet tak,” dedi berber.
Çırak, Nuri için seçilip ayrılan usturanın jiletini çıkarıp tezgâ hın altındaki plastik kovaya
fırlattı. Koltuktaki adamın yü zü bembeyaz kö pü ktü artık, berber fırçayı evire çevire sü rekli
sabunluyordu. Kendinden geçmişti sanki, sol elini adamın alnına mengene gibi yapıştırmıştı
da sabunlamıyor, dizginlenmeyen bir hırsla durup durup saldırıyordu. Adamın kulak
memelerinden sarkan sabunlar birer küpeye benzemişti.
‘Jilet kalmamış usta,” dedi çırak.
Berber durdu. Gene de fırçayı koltuktakinin yüzünden çekmemişti
“Koş,” diye bağırdı, “en az beş kutu al; Perma-Sharp olsun!”
Çırak ansızın kayboldu.

8

Berber sandalyesini camın dibine çekmiş, hiç kıpırdamadan ö ylece oturuyordu. Perdenin
arkasındaki çaydanlık kaynamamıştı henü z; gene de o, az sonra başlayacak fokurtuyu
işittiğ inden emindi. Dahası, kimi zaman bir yanını cam dibindeki sandalyede bırakarak
yerinden kalkıp çayı demliyor, sonra kocaman bir bardakla geri dö nerek, kö y meydanına baka
baka içmeye başlıyordu. Ustelik çay hiç de kö tü değ ildi; buruk tadıyla aynalara yansıyan
yü zü nü geri veriyordu onun, aynaların ö tesine dağ ılan sıkılmışlığ ım yü reğ inden biraz daha
uzaklaştırıyordu.
Elindeki bardağ ı yere bırakıp kalktı. Duvardaki divan sazını gö rdü o an; tellerinde iki sinek
geziniyordu. Havaya çizecekleri vızıltıya değ işik tatlar katabilmek için, şimdiye dek çalınan
onca tü rkü nü n tellerde sü ren vınlayışını ezberliyorlardı sanki. Derken, çaydanlığ ın fokurtusu
geldi perdenin arkasından; berber, sinek vızıltılarının neyi karşıladığ ını dü şü nerek suyu
ateşten indirdi. Belleğ inde uçup duran sinekleri kaynar suya dü şü rmekten korkuyordu. Çayı
demlerken, divan sazını içindeki berberin eline verdi bu yü zden; sinekler, yeni çalınan tü rkü ye
kondular. Kanatlarını titrete titrete belli bir noktaya tutunup yerlerini korumaya
çalışıyorlardı. Ama berber sandalyesine dö nerken duvardaki sazın varlığ ı içindekini susturdu
nedense, sinekler tü rkü den yere dü ştü ansızın ve yeniden havalanarak dü kkâ nın içinde
vızıldamaya başladılar.
O sırada berberin gö zleri, kö y meydanından geçen muhtara takıldı. Arkasından, eğ ri bü ğ rü
gö lgesiyle Reşit yü rü yordu, telaşlıydı ve toz toprak içinde yuvarlanan çaresiz bir bö ceğ e
benziyordu. Muhtarsa her zamankinden daha çok muhtardı; sakin ve kararlı adımlarından,
köpüren bir öfkeyi gizlediği apaçık belliydi.
Olay yerine varıncaya dek ağ zını açmadı muhtar; selam verip geçenleri, ayağ ına takılan
kızılcık dallarını, yakaladıkları sıpaya binmeye çalışan dö rt çocuğ u ve havada uçuşan pisipisi
otlarını gö rmeden yü rü dü . Reşit’in avlusuna girdiklerinde, bir general duruşuyla dikilerek
uzun uzun havayı kokladı. Avludaki kağ nıda, odun çuvallarında, kasnağ ı kopuk elekte, yan
yatmış kazmalarda, hatta kü rekte ve kü mesin ö nü nde gezinen tavukların kanat altında bir şey
gizliydi sanki; her şey, giz taşıyan insanlar gibi kendine ö zgü durmaya çalışıyor ve hızla gö z
atıldığında adı neyse ona benziyordu.
“Hiçbir iz yok,” dedi Reşit.
Muhtar, avluyu yeniden taradı gö zleriyle. O her şeyin mutlaka bir iz bırakacağ ına inanıyordu,
izsiz şey olamazdı; kuşların bile izi vardı gö kyü zü nde, sö zcü klerin dişte, bakışların yü zde.
Gü vercin, tahta merdivenleri hiç çıkmamış, kü mesin ö nü nde yem tasını unutmamış, gü neşli
gü nlerde kağ nı tekerleğ ine sırtını verip dantel işlememiş, pencere camına burnunu gö mü p of
çekmemiş ya da altın sarısı saçlarını sarkıtarak eğ ilip sokağ a bakmamış gibi, ardındaki her
şeyi silerek kaybolamazdı. Buralarda bir yerde izler olmalıydı, en azından onu iten ya da çekip
gö tü ren her neyse onun izleri... Farklı eksikliklerin içine gizlenmiş bir fazlalık belki, bir
eksiklik. Bu, bir boşluk bile olabilirdi.
Reşit’in gö zlerine baktı muhtar; onun bakışlarında, Gü vercin’in kanat çırpa çırpa uçup
gidebileceğ i bir boşluk aradı. Yoktu. Cıngıl Nuri’nin karısını dü şü nerek, demek ki yalnızca
kadınların bakışında bulunuyor o boşluk, diye geçirdi içinden. Avlunun kö şesine doğ ru
yü rü dü . Reşit, o nereye giderse peşindeydi, elinden geldiğ ince sessiz olmaya ve ö ne
geçmemeye çalışıyordu. Ona gö re, kö ydeki kö pek havlamaları, uzak uzak uğ uldayan çocuk
sesleri ve kağ nı gıcırtıları bir an kesiliverse Gü vercin bulunacaktı belki; sessizliğ in içinden,
altın sarısı saçlarını savurtarak çıkıp gelecekti. Bu yü zden, muhtarın ardı sıra merdivenleri
tırmanırken arada bir ü st katın penceresine bakıp camın gerisinde ağ layan karısına gö z
belertiyordu. Karısı onları gö rmü yordu oysa; ıslak kirpiklerini indirmiş, yalnızca kayıplara
karışan kızını dü şü nü yor, kimi zaman da dişlerini sıkıp acı acı hıçkırıyordu. Kızıyla birlikte
biraz da o kaybolmuştu sanki, cam dibinde oturduğundan bile habersizdi.
Kapının açıldığ ını işitince dö nü p baktı; kocasının yanında, çizgileri dağ ılmış, bulanık ve yaşlı
bir adam duruyordu. Onu kimseye benzetemedi ö nce, sonra muhtar olduğ unu anladı ve başını
ellerinin arasına alıp hü ngü r hü ngü r ağ lamaya başladı. Sesin yü kselmesiyle birlikte muhtar,
bir şey kapıdan hızla kaçıp gidecekmiş gibi aceleyle baktı odanın içine. Yere çö melip
kilimlerin rengini inceledi ardından, perdedeki kıvrımların doğ al olup olmadıklarını araştırdı,
pencereye yaklaşıp bakışlarını aşağ ıya sarkıttı, yerle pencere arasındaki yü ksekliğ i insan
sıçrayışının inanılmaz sanılan en uç noktasıyla kıyasladı ve hiçbir şey bulamayışının kahrını
çok şey bilmenin sinsi gülümseyişiyle örterek kapıya yürüdü.
“Çeyiz bohçası duruyor mu?” diye sordu.
‘Duruyor,” dedi Reşit.
“Peki, birini seviyor muydu, ya da biri onu?”
“Bilmiyorum.”
Avluya inmişlerdi, evin arkasındaki vişnelere doğru yürüdüler.
'Elbette sen bilmezsin, anasına sordun mu?”
“Sordum, bilmiyor.”
Gö lgede dikiliyorlardı. Dö nü p eve baktı muhtar, yü kselen kerpiç duvarların içindeki
alacakaranlık odaları, gıcırdayan çü rü k kapıları, is karası ocakları, ü st ü ste yığ ılmış nohut
çuvallarını ve Reşit'in karısının hıçkırıklarını dü şü ndü . Içini çekti birden. Sonra, gö rü nmez bir
tehlikeden kaçarcasına hızla avludan çıkıp gö zden kayboldu. Tek başına kalan Reşit ne
yapacağ ını bilemedi bir an, eve girip karısına bağ ırıp çağ ırmakla muhtarın peşinden koşmak
arasında bocaladı.
Berber camdan muhtarı gö rdü gene; bu kez, gizlediğ i telaş bedeninin dışına taşmıştı,
şapkasının siperini havaya dikmiş, elinde kehribar tespih, boşluğ u tekmeleye tekmeleye
yü rü yordu. O geçip gidince uzun sü re boş kaldı dü kkâ nın ö nü . Berber başını ellerinin arasına
alıp gö zlerindeki cellat gö nderiyle kö y meydanına baktı. Bir çift ayak gö rdü sonra, kendine
doğ ru geliyordu; insan nasıl gelirse ö yle ve insanın gelişini koşullayan ne varsa (gitme sevinci,
hü zü n, kendini taşımanın erinci, bir kö şeyi geride bırakmanın, bir taşı, bir bö ceğ i geçmenin
gururu) onların ağırlığıyla koşullanarak
“Kunduracı bu,” diye düşündü.
Başını kaldırıp baktı; oydu. Elleri iki yanında ö yle çaresiz sallanıyordu ki, içinden ağ lamak
geçti bir an. Ağ lamadı ama, ona herkesten farklı gö rü nmekten çekinerek herkesteki
anlamsızlığ a bü rü nü p bekledi. Kunduracı, gelişinin nedenini pençeli ayakkabılara benzeyen
çok kullanılmış bir gülümseyişin ardına gizleyerek kapıdan girdi.
“Olanları duydun mu?” diye sordu otururken.
“Duydum,” dedi berber; “Güvercin kaybolmuş.”
Kunduracı şaşırmıştı.
“Kimden duydun hemen,” dedi merakla.
Berber yanıt vermedi. Gözlerini uzaklara dikmiş, bir taş gibi, öylece oturuyordu.

9

Bekçi soluk soluğ a muhtarlık odasına koşup geldiğ inde, muhtar masaya çuval gibi yığ ılmış,
gö zleri mü hü r kesesinde, ü st ü ste sigara içiyordu. Kapı açılıp kapandı, ama o hiç kıpırdamadı.
Ağzından saçılan dumanlar da olmasa, soluk alıp verdiği bile kuşkuluydu.
Bekçi, ayak değ iştire değ iştire saatlerce bekledi karşısında. Sessizlik uzadıkça, kendisine
verilecek gö revin çok zor olacağ ını dü şü ndü . Bu yü zden bedenini daha dik tutmaya çalıştı;
gö ğ sü nü gerip karnını çekti. Ardından, odadaki ıvır zıvıra dağ ılmasını ö nlemek için bakışlarını
belli bir noktaya çiviledi ve ö lü m kalım savaşına karar verecek kararsız bir komutana esin
sağlayan meçhul asker heykeli gibi öylece kaldı.
Muhtar, mavinin tonlarını tekrarlaya tekrarlaya tü ten sigara dumanlarının arkasından
sessizce ona bakıyordu.
“Otur,” dedi birden.
Bekçi, mavzerini dizlerinin arasına alıp otururken, muhtarın kendisinden gö rev değ il yardım
beklediğini anlamıştı.
‘İyi düşün şimdi,” dedi muhtar yutkunarak.
Bekçi, neyi düşüneceğini düşündü hemen.
“Bu köyde kim kız kaçırabilir?”
Yere baktı bekçi, bir yandan da mavzeri bacaklarının arasında biraz daha sıktı. Sonra, kendini
muhtarlık odasından çıkarken dü şledi; kö y meydanına doğ ru yü rü yordu. Çınarın dibine
varınca durup sağ ına soluna baktı. Berber, camın gerisinde tek başına oturmuş çay içiyordu.
Kendi kendine, “Bir garip â dem o,” dedi bekçi; “nereden geldiğ i bile belli değ il... Evli mi değ il
mi, o da meçhul... Hem ne olursa olsun, berber kız kaçıramaz; her şeyden ö nce saklayacak yeri
yok garibin, bütün yurdu üç beş metrekarelik yer. Onun da yarısı dükkân, yarısı ev... “
Muhtarın sorusuna yanıt bulabilmek için evlerin pencerelerine baktı sonra; kapılarına,
bacalarına ve avlularına baktı. Nedense, yü zü nü çevirdiğ i her noktada berberi gö rü yordu. Ona
dö ndü yeniden. Berber, gö zlerini çınarın solundaki sokağ a dikmiş, durup dinlenmeden çay
içiyordu. Bekçi, onun bakışlarını izleyerek sola saptı. Cennet’in oğ lunu gö rdü birden; elindeki
sicimi başının ü stü nde sallaya sallaya kö yü n yukarısına doğ ru yü rü yordu. Bekçinin ardı sıra
geldiğ ini fark edince ö teki sokağ a geçti hemen. Bir şeyden kaçıyordu sanki, tedirgindi; kimi
zaman bu kaçışın heyecanıyla pire gibi zıplayıp gö zden kayboluyordu. Boynunu uzatıp uzatıp
avlulara bakıyordu sonra, gü lü yordu ve gü ldü kçe gri dumanlar saçılıyordu ağ zından, dudağ ına
yapışan sigara yarımı ikinci bir dil gibi titriyordu.
“Evet,” dedi muhtar.
Bekçi, yüzünü yerden kaldırmadan, “Düşünüyorum,” dedi yavaş sesle.
Muhtar ö kelenmişti, gene de sesini çıkarmadan bekledi. Bekçi kimin kız kaçırabileceğ ini
bulmak için hâ lâ dü şü nde dolaşıyordu. Kö yü n yukarısındaki Cıngıl Nuri’nin evine kadar
yü rü mü ştü artık; Cennet’in oğ lu oralarda bir yerdeydi. Durup baktı bir sü re, yarım adımlarla
olduğ u yerde kü çü k bir çember çizerek kırları, bağ evlerini, nohut harmanlarını ve hendekleri
inceledi.
“Düşündün mü?” dedi muhtar yeniden.
“Düşündüm.”
“Kim geliyor aklına?”
“Cennet'in oğlu!”
Muhtar arkasına yaslanıp bekçinin yü zü ne baktı. Sonra kalkıp odanın içinde, ö keyle
gezinmeye başladı.
“Onu gözetle,” dedi, “nereye giderse gitsin peşinden ayrılma!”
“Kimi kaçırmış ki?” diye sordu bekçi.
“Reşit’in kızını.”
“Güvercin’i mi?”
Başını salladı muhtar. Bekçi de başını salladı uzun uzun, bakışları gitgide değişiyordu.
“Şimdi git, ö nce Cennet’in oğ luna bak; nerededir, ne yapar? Sonra Mustafa'yla Ramazan’ı çağ ır
bana, tez gelsinler!”
Bekçi mavzerini omzuna takıp yürüdü.
“Atlarıyla gelsinler,” diye bağırdı muhtar.
Masaya çö ktü sonra. Ustü nde dayanılmaz bir ağ ırlık vardı, ayakta dursa yıkılacaktı sanki. Gene
de, birkaç kez kalkıp pencereden kö ye baktı. Korkuyordu aslında. Gü vercin'in ansızın
kayboluşundan, ortaya çö ken sessizlikten ve bu sessizliğ in arkasından gelecek olan her
şeyden korkuyordu. Kö yde bir uğ ursuzluk dolaşıyordu ona gö re, ama bunun ne olduğ unu,
nereden kaynaklandığ ını bir tü rlü anlayamıyordu. Ne gö rü yorsa ona engeldi bir bakıma, ne
işitiyor, neye dokunuyor, neyi tadıyorsa hepsi birer engeldi. Uğ ursuzluk, uğ ursuzluğ undan
ö nce anlaşılmazlığ ıyla çıkıyordu karşısına; ne zaman muhtar seçilse yeni dö neminin ilk
günlerini karanlığa boğuyordu.
Nal seslerini işittiğinde masasına yeniden oturmuştu. Kesik kişnemelerle kapıda durdu adar.
Muhtar şapkasını çıkarıp masanın üstüne fırlattı.
“Gü vercin kayıp,” dedi gelenlere, “başına ne gelmiştir bilmiyorum. Ola ki densizin biri şeytana
uyup kaçırmıştır. Şimdi ikiniz de yola dü şü p ayrı yö nlere doğ ru gidin, atınızı hangi kö ye dek
sü rebilirseniz sü rü n... Yolda karşılaştığ ınız her canlıya sorun bakalım, iki karaltı gö rmü şler mi,
ya da tek başına bir kız? Varacağ ınız kö ylerde de dü n kimler muhtar seçildiyse, benim adıma
bir bir kutlayıp başarı dileyin ve durumu yumuşak bir dille anlatın. Kö ylerinden yabancı biri
gelip geçmiş mi, sorun. Sonra, çobanları unutmayın, onlara da sorun; bilgileri, sezgileri var mı,
öğrenin.”
Mustafa’yla Ramazan dışarı çıktığ ında, hemen hemen bü tü n kö ylü muhtarlık odasının
ö nü ndeydi. Erkeklerle çocuklar kapının dibine dek sokulmuş, merakla bakıyorlardı. Onların
gerisinde kadınlar vardı; bir bö lü mü dantel ipine benzeyen incecik bir sesle yas tutmaya
başlamıştı. Ne dedikleri pek anlaşılmıyordu gerçi, yalnızca uğultuları işitiliyordu.
Atlılar hareket edince kalabalık dalgalandı bir an, kadınlar duvar dibine doğru kaçıştılar.
“Onu bulmadan gelmeyin,” dedi biri.
Ramazan dizginleri asılıp dö ndü ; konuşan Gü vercin’in anasıydı, Reşit’in yanında yere çö kmü ş,
bir yandan ağlıyor bir yandan da başını öne arkaya doğru sallayarak dizlerini dövüyordu.
Muhtar dışarı çıkmamıştı; pencerenin birkaç adım gerisinde durmuş, gitgide bü yü yen
kalabalığa bakıyordu.

10

Kolluktaki adam, jilet almaya giden çırağ ın arkasından bir sü re baktıktan sonra gö zlerini
yeniden kapamıştı. Yü zü nü n sabunlu kalması onu başka birine dö nü ştü rmü ştü sanki, oraya ilk
oturduğu andaki kadar huzursuz değildi.
Gene de; “Yüzünü yıkayalım mı?” diye sordu berber.
Adam yanıt vermedi. Saatler, belki de gü nler ö nce uyumuş gibi, yü zü gitgide uzaklaşıyordu.
Ondaki sessizliğ i tıraşın aksamasından doğ an bir sitem sayan berber, elindeki fırçayı
lavabonun kenarına bırakıp caddeye bakmaya başlamıştı.
“Bıktım bu çıraktan,” dedi sonra, “giderek maymun akıllı oluyor.”
Koltuktaki ağzını açmadı gene, hatta hiç kıpırdamadı.
Ben bir sigara yaktım, aynanın ü stü ndeki gü vercin resmine bakıyordum. Tuhaf bir denge
vardı resimde, yarı açık kanatlarıyla gü vercin bir yere mi konuyor yoksa uçmaya mı
hazırlanıyor belli değ ildi. Gagasının eğ imine bakılırsa biraz sonra havalanacak gibiydi. Oysa
bu bir yanılsama da olabilirdi; pençelerinin duruşunda yorgunluk vardı çü nkü , başının,
kanatlarının ve göğsünün ağırlığını aşağıya doğru çeken gözle görülebilir bir yorgunluk vardı.
Dü kkâ nı daraltan sıkıntıda biraz da benim payım varmış gibi havayı yumuşatmak için, “Bu
güvercin resmini sen mi yaptın?” dedim berbere.
“Ben yaptım,” dedi soğuk bir sesle; “ama sen bunu daha önce de sormuştun.”
“Hiç anımsamıyorum,” dedim; “demek ki unutmuşum.”
“Yine unutacaksın kuşkusuz, belki bir kez daha soracaksın.”
“Desene yaşam tekrarlardan oluşuyor...”
Yanıma oturmuş, gözlerindeki cellat gözleriyle gözlerimin içine bakıyordu.
“Tekrarlardan değil,” dedi; “tekrarların tekrarından.”

11

Muhtar kapıdan girdiğ inde, Cıngıl Nuri kahvenin dip kö şesinde, keklik kafesinin yanında
oturuyordu. Oteki masalarda birkaç ihtiyar vardı; asalarını çenelerinin altına dayamışlar,
ikide bir ellerini kulaklarına atarak karşılarındakinin sö ylediklerini işitmeye çalışıyor, kimi
zaman da ansızın susup gözlerini yere çivileyerek derin derin düşünüyorlardı.
Muhtar, Nuri’nin solundaki masaya oturunca başlarını çevirip baktılar.
“Reşit'in kızını kaçırmışlar doğru mu?” diye sordu içlerinden biri.
“Doğru,” dedi muhtar.
Ihtiyarın sinsi sinsi gü lü msediğ ini gö rmemişti. Onü ne bırakılan çay bardağ ını avuçlarının
arasında tuttu bir sü re, sıcaklığ ın yavaşça tenine dağ ılışını dinledi. Gü vercin’in kaçırılmış
denmesine sevinmişti aslında; bu, kaybolmasından iyiydi. Kayıplardan korkuyordu çü nkü ; her
yana dağ ılıveren bir belirsizlikti onlar, gö rü lü p denetlenmesi, hatta dü şü nü lmesi bile zordu.
Nuri kaybolduğunda elinden ne gelmişti? Hiç! Nuri’nin yokluğu kadar kocaman bir hiç!
Başını çevirip yan masada oturan Nuri’ye baktı. Bedenini anlaşılmaz bir telaş sarmıştı, çayını
alıp peş peşe yudumladı. Bitirir bitirmez geçmişe, onun kaybolduğ u yıllara gidecekti sanki,
Güvercin’e çıkan yolun başlangıcını oralarda arayacaktı.
Daha iki yıl ö ncesine dek yoktu Nuri, ama onun yokluğ u çocuklarının bü yü mesini
durduramamıştı. Babalarının boyuna başkaldıran boyları, serviler gibi uzundu. Nuri’nin boyu
da onlarınkine eklenmişti belki, kendilerini taşırken babalarını da taşıyorlardı. Bu yü zden
Nuri kim bilir kö yü kaç kez dolaşmıştı yokluğ unda, kaç kez kahvede çay, çeşmede su içmiş ve
kaç kez kimlerle konuşmuştu? Ola ki karısının, çocuk diye eve hapsettiğ i de oydu. Belki
sarılmıştı da ona çocuk kılığ ında, ö pmü ştü de. Zaten bir ara çocuk delisi olmuştu kadın,
oğ ullarının gitgide kalınlaşan seslerinde, ö ksü rü klerinde ya da belli bir kalıba giren
yü rü yü şlerinde kocasını buluyor ve ikide bir onlara sarılıp sarılıp ö pü yordu. Bu ö pmelerle
yaşıyordu bir anlamda, açlığını ve susuzluğunu bu öpmelerle gideriyordu.
Geçmiş yıllarda imama birkaç kez yıldız falı açtırıp muska yazdırmışsa da bu gibi işlerden
elini eteğ ini çekmişti artık. Bunca zamandır çırpınmasına, ağ laya ağ laya gö zpınarlarını
kurutmasına ve kendi ellerine sarılıp yattığ ı binlerce gece boyunca erkeğ ini geri istemesine
karşın, onu gö ndermemekte direnen Tanrı’ya gü cenmişti. Imamın gizli gizli ö kelenmesine yol
açan bu gü ceniklik gü nden gü ne ö ylesine bü yü mü ştü ki, kadın ezan sesini işitir işitmez var
gü cü yle tü rkü sö ylemeye, bağ ırıp çağ ırmaya, kimi zaman da eline bir teneke parçası alıp
gü rü ltü yle çalmaya başlıyordu. Kimi de sokağ a fırlayıp bir yandan kö çekler gibi gö bek atıyor,
bir yandan da çevresine toplanan çocuklara göz belerterek onları korkutmaya çalışıyordu.
Onun bu densizlikleri yü zü nden kö yde, Tanrı’nın Nuri’yi belki bir kuş, belki bir kertenkele,
belki de bir av kö peğ ine dö nü ştü rmü ş olabileceğ i sö ylentisi çıkmıştı. Fısıltılarla bü yü yen bu
sö ylenti, masal tozuna bulanmış upuzun kuyruğ uyla kapıya dayandığ ında kadın donmuş
kalmış, çapaklı gö zlerini gö kyü zü ne dikip hiç kıpırdamadan uzun sü re bakmıştı. Sonra,
yaptıklarına bin pişman olduğ unu herkese yü zlerce kez tekrarlamıştı. Tanrı’ya duyurabilmek
için, avluları tek tek dolaşıp saatlerce dil dö kmü ştü . Havadaki kuşlarla da konuşmuştu hatta,
kırlardaki otlarla, bö ceklerle, seke seke koşan kuzularla, dağ larla ve beşikte yatan gö k
boncuklu bebeklerle de konuşmuştu. Gü n geçtikçe pişmanlığ ı her şeye sinip her yere
ulaşmıştı.
Gene de o, bu uğ urdaki çabalarını yetersiz bularak imama koşup kendisine hangi tö vbe
kapısını gö stereceğ ini sormuş, ö nü nde diz çö kü p hü ngü r hü ngü r ağ lamıştı. Imam sabırla
dinlemişti onu; duvardaki Hazreti Ali resmine, çividen ü zü m salkımı gibi sarkan ü ç devirlik
zindan karası tespihe ya da merteklere bağ lanmış kekik dallarına gö zlerini dikip yavaş yavaş
başını sallamıştı. Sonra elini kadının dizlerine koyarak sessizce okşamış ve insanın yü reğ ini
serinleten misk kokulu tatlı sö zler sö ylemişti. Kadın, dizlerinden kalçalarına doğ ru tırmanan
okşayışlara aldırmamıştı hiç; bu yü zden imam teselli cü ppesine biraz daha bü rü nmü ştü o
sırada, kadının aldırmazlığ ıyla beslenen cesaretin peşine dü şerek tö vbe kapısı arayan dişinin
dişiliğ ine birkaç parmak daha sokulmuştu. Kadın ertesi gü n gene gelmişti. Gö zyaşları bir gü n
ö ncekinden daha hızlı akıyordu. Imam da ağ lamaklıydı sanki, gö zleri ışıl ışıl parlarken kirpik
uçlarında kimi zaman yaşlar beliriyordu. Kadın onun bu halini gö rü nce rahatlamıştı, artık
hıçkırıkları biraz daha ö zgü rdü ve oturdukları oda kerpiç duvarlardan değ il, upuzun bir
ağ layıştandı. Erik dallarından sü zü len gü neşin pencere camını benek benek ışıldattığ ı bir
ikindiü stü , sedirdeydiler. Imam, zindan karası tespihini minderin ü stü ne yavaşça bırakıp
kadını kucağ ına almıştı. Odayı dolduran hıçkırıkların yalan olduğ unu bile bile hala teselli edici
sö zler geveliyor, bir yandan da elini sokmuş memelerini okşuyordu. Duvardaki Hazreti Ali
gö zlerini kapamıştı. Kadın, bedeninde dolaşan eller çoğ alıp hızlandıkça daha yü ksek sesle
ağ lıyordu ve gü nlerce sü ren sevişmeleri boyunca hep ağ lamıştı. Artık biliyordu ki, Tanrı
kocasını kertenkeleye, kuşa ya da av kö peğ ine dö nü ştü rmemiş bile olsa geri gö ndermezdi.
Gö nderse de, imamın okuduğ u ezanlar daha kö yü n girişinde geri çevirirdi onu. Kuş kılığ ına
bü rü nü rdü Nuri olmaktansa, kanat çırpa çırpa uçar giderdi uzaklara... Belki Tanrı, anılardan da
silecekti onu; bö ceklerin kö yü cırıltıya boğ duğ u bir gecede yaratıklarını gö ndererek unutuş
tozu serptirecekti damların ü stü ne, avlulara, sokaklara... Ertesi gü n kimse anımsamayacaktı
onu.
Nuri çıkıp geldiğ inde, gerçekten de kimse anımsayamamıştı. Kırçıl keçi sakalı toz toprak
içindeydi, saçları ensesine yığ ılıp kulaklarını ö rterek çenesine doğ ru pü skü l pü skü l sarkmıştı.
Kimsesiz bir korkuluğ a benziyordu. Iki adımda bir kü çü k teneke kapaklarla, ışıltılı kâ ğ ıtlar
dökülüyordu üstünden. Ta değirmenin orada peşine takılan çocuklar, yerde yuvarlanan teneke
kapaklarla uçuşan kâ ğ ıtları birbirlerinden ö nce kapmaya çalışırken kimi zaman kavgaya
tutuşup ü st ü ste yıkılıyorlardı. Nuri keçi sakalını titrete titrete iki bü klü m yü rü yor, bir yandan
da kendi kendine anlaşılmaz sö zler mırıldanıyordu. Adımlarını onun adımlarına uyduran
çocuklar, elindeki çuvala kö yden hangi çocuğ u koyup gideceğ ini sora sora çınarın dibine
kadar yü rü mü şlerdi. Nuri kimi zaman kovmuştu onları, ansızın yerden bir taş kaparak fırlatır
gibi yapmıştı. Çocuklar korkmuştu ilk keresinde, tilki gö rmü ş civciv sü rü sü nü andırarak sağ a
sola dağ ılmışlardı. Ama dü şsel taş fırlatmalar birkaç kez tekrarlanınca artık korkmaz
olmuşlardı. Gene de oyunu sü rdü rü p sanki her keresinde daha çok korkuyormuş gibi
kaçmışlar, sonra avlu duvarlarının arkasından çıkıp Nuri’nin peşine tekrar dü şmü şlerdi.
Sonunda onları, çınarın gölgesindeki köylüler kovmuştu.
Nuri arkasından fırlatılacak taşlardan sakınırcasına arada bir dö nü p bakarak kö ylü lerin
yanına gelip bir sandalyeye oturmuştu. Yaşamlarındaki bu kü çü k değ işikliğ in (biraz da
Nuri'deki aykırılığ ın) bü yü sü ne kapılan kö ylü ler, gö zlerinde kocaman soru işaretleriyle
yö nlerini ona çevirmişlerdi hemen. Kunduracı, berberin duruşuna benzetmişti onun çö plerle,
uzak yol tozları ve yorgun gizlerle dolu duruşunu. Bekçiyse, kahverengi ü niformanın kendisini
ele verişine kahırlanarak, kimliğ ini gizleyememenin sıkıntısıyla kaş altından izlemişti olup
bitenleri; leş gibi kokan bu keçi sakallının kö ye gelişini muhtara hemen bildirmekle
bildirmemek arasında kilitlenip kalmıştı. Tam o sırada, herkes bir sö zü n eşiğ indeyken, çayını
yudumlayıp sigarasını ateşleyen Nuri; “Bizim çocuklar nasıl Baki?” demişti bekçiye.
Herkes şaşırmıştı tabii, birbirlerine bakmışlardı gö zlerini tepsiler gibi ışıldatarak. Korkuluk
kıkır kıkır gü lmü ştü , belki inat edip susmuştu da. Uzayıp giden sessizliğ in içinde, gö zlerini
kö ylü lerin yü zlerinde gezdirmiş, meraktan biraz daha ö lsü nler diye konuşmamıştı. Sonra
yıllar ö nce bırakıp gittiğ i berber dü kkâ nını gö stererek; “Beni tanımadınız mı yahu,” demişti,
“Nuri’yim ben Nuri!”
Oturanlar donmuştu o an; Nuri’nin yü zü ne bakarken ö ylece, taş gibi kalakalmışlardı. Onun o
olduğ una inanan yoktu içlerinde, herkes yutkunuyordu. Bekçi onları orada bırakıp muhtara
koşmuştu hemen, koltuğ unda mavzeriyle yel gibi geçmişti sokaklardan, duvar diplerinden
yılan gibi akmış ve soluk soluğ a muhtarın avlusuna dalmıştı. Mavzerden fırlamış kurşundu
sanki, ya da menemen tavasının başına çö ken muhtar bir an ö yle gö rmü ştü onu. Sonra tavayı
elinin tersiyle itip ağzında yarı diri lokmayla o da koşmuştu köy meydanına, soluk soluğa.
Oysa Nuri, muhtar gelene dek başından geçenlerin yarısını anlatmıştı köylülere.
“Baştan anlat baştan,” demişti muhtar.
Omuzlarından tutup kuşkuyla bakmıştı ona.
Nuri, bunca yıldır neredeydin sorusunu, bilmiyorum diye yanıtlamıştı o gü n. Sonra, kö ylü lerin
meraklı bakışlarıyla ikindi güneşinin altında, yavaş yavaş anlatmaya başlamıştı.
Ruhu daralmış bir akşam. Birdenbire derisi dar gelmiş bedenine; elleri kollarına, ayakları
bacaklarına uymaz ve gö zleri gö rmesine yetmez olmuş. Gö zlerini zorlayıp bü yü tebilse,
kayalıkların ö tesini bile gö rebileceğ ini biliyormuş; belki o anda gö rü yormuş da, ama bunu
anlayamıyormuş. Sonra, kulakları dü ğ ü n kepçesi gibi bü yü mü ş birden; kö şedeki sandığ ın
sesini işitmiş, kazma saplarınınkini de hatta, toprak testilerinkini ve sü pü rgeninkini de. Her
şeyin, ama her şeyin bir sesi varmış artık, kimi inliyor, kimi kendi kendine bir şeyler
mırıldanıyor, kimi de ağ lıyormuş. Belki gü lenler de varmış aralarında, olabilirmiş. Derken
yağ mur yağ ıyor sanarak camdan birkaç kez bakmış Nuri, dö nü p dö nü p ısrarla bakmış... Oysa
dışarıda hiçbir şey yokmuş, yani yağ murlar hâ lâ mevsimlerin ö tesindeymiş. Toprağ ın sesi bu,
demiş pencerenin dibinden, ağ açların sesi, taşların, kuşların. Her şeyi işitebiliyorum Tanrım,
kulaklarım delindi benim!
Avuçlarını duvara dayamış sonra. Duvar ince ince titriyor. Sesi de var. Aman Tanrım, yaşıyor
bu duvar; insanlar, hayvanlar, bitkiler gibi yaşıyor... Ellerini çekmiş duvardan; kulağ ındaki,
tenindeki ve içindeki sesler akşam karanlığ ıyla birlikte hızla çoğ alıyormuş. Nuri belki sedirde
sessiz sedasız oturuyor, ama içi dışı uğ ultu. Bu uğ ultu, tuhaf bir dille onu bir yerlere
çağ ırıyormuş sanki. Evin içindeki her şeye bakmış tek tek. Eşyaların belleğ inde kendisinin
nasıl bir yer tuttuğ unu dü şü nmü ş; çekip gitseymiş hangi çizgileri, hangi sesi ve hangi
duruşuyla anımsarlarmış onu? Bakalım anımsarlar mıymış sonra? Derken, kendisi eşya
olsaymış (bir kandil sö zgelimi, bir sü pü rge ya da tü tü n kesesi), bir insanı (diyelim karısını)
belleğ inde neleriyle gizleyebileceğ ini sormuş kendine. Ruhu daha da daralmış o sırada. Acılı
tarhana çorbası pişiren karısını, üç çocuğunu ve şapkasını bırakarak evden çıkmış.
Saatlerce yü rü mü ş daha sonra; gidemem sandığ ı, ö lü rü m dediğ i ve ü şü yü p ısındığ ı ve acıkıp
doyduğ u kö yden uzaklaştıkça uzaklaşmış. Içinde uğ uldayan sesler onu itiyormuş çü nkü , ya da
uzaklardan uzanan bir şey kulağ ından tutup çekiyormuş. Bir yanı şaşırmışmış, bir yanı
seviniyormuş. Nasıl sevinmesinmiş, içinde biriken uzaklara gidiyormuş işte; hem de istese de
istemese de gidiyormuş. Attığ ı her adımda kü çü lü yormuş bir de, damla damla eriyormuş.
Kelebekler uçuşuyormuş gö zlerinin ö nü nde karanlığ ı kanatlarıyla karartan, sessiz ve kü çü k
yaratıklar. Hepsi kayıp birer pul... Hepsi yü zsü z birer gö z... Hepsi başka yö nü gö steren birer
parmak ucu... Sonra ışıkları gö rmü ş uzakta, gö z kırpa kırpa yaklaşıyorlar. Bü tü n gizler orada
işte demiş, beni çağ ıran her şey onların ardında. Gel gö r ki ışıklar, burnundan ateş pü skü rten
boğ alara dö nü şmü ş sonra, sırtında boncuklu beşik taşıyan develere, terli atlara, keçi sü rü sü ne
ya da ayna yü klü kuşlara dö nü şmü ş. Boğ alardan korkmuş ö nce; dikenli bir dü zlü kte, arkasına
baka baka kaçmış. Adımları ayna yü klü kuşlarmış o sırada, yü reğ i uzaklarda gü mleyen ayna
yü klü kuşların yü rek toplamı. Derken, boğ aların aslında birer at olduğ unu anlamış ve
kaçmaktan vazgeçmiş. Kaçtığ ı da iyi olmuş bir bakıma, bacakları kendilerinin dışına çıkmış
biraz; hani koşarken bacağ ımızın ö nü nde bir bacak daha gö rü rü z ya, az ö tede bir bacak daha,
az ö tede bir... Sanki bacağ ımız gö rü nmeyen bir bacağ ı itiyordur sü rekli, onun bıraktığ ı silik bir
gö rü ntü yü tamamlıyordur; ya da, kendini dü şlü yordur ö nü nde, dü şü ne erişir erişmez yeniden
düşlüyordur ve yeniden...
Durup soluklanmış Nuri. Atlara binesi gelmiş birden, binip dağ lara doğ ru kaçası... Ama bir el
tutmuş onu. Kimin elidir, bilmiyor. Hangi akla hizmetle tuttuğ u da bir giz. Gene de o elin kimin
eli olduğ unu yıllar sonra çö zmü ş o; kendininmiş. Hiçbir zaman kıpırdatamadığ ı eli; iki elinin
dışında. Oysa o an anlayamamış onu, el el miydi o bile belli değilmiş.
Atlara binmemiş tabii, yü rü mü ş. Kö y uzaklarda kalmış artık, kandillerin titrek ışıkları
seçilmez olmuş. Toprak hızla kayıyormuş ayaklarının altında, hızla. Sonunda ö yle hızlı kaymış
ki, kendini ovada bulmuş hangi ovaysa... Orada sessizlik karanlık kadar koyuymuş. Oturup
davul gibi gü mbü rdeyen yü rek atışlarını dinlemiş bir sü re. O sırada bir yıldız dü şmü ş, kim
bilir nereye? Oturduğ u yerden kalkmış Nuri, pamuk fısıltısı yumuşaklığ ında birkaç adım atmış
gecenin kalbine doğ ru. O zaman anlamış bü tü n gerçeğ i; ne yü rü yormuş, ne duruyor.
Yü rü yorum dediğ i, durmanın ta kendisiymiş. Dü ş gibi bir şey yani... Koşarsın koşarsın da
varamazsın hani; içindeki umut, varamadığ ın kadar bü yü r. Sen bakarsın ışıltıyla. Ileriye
uzanırsın (uzanmak istiyorsun yalnızca), uzandıkça da kolların uzar babam uzar... Gene de
boşluğu avuçlarsın hep; düşünü düş yapan boşluğu...
Nuri gitgide kaybolmuş karanlıkta; az ö nce gö rdü m sandığ ı, hani o ata, deveye ya da ayna
yü klü kuşlara dö nü şen ışıklarsa hâ lâ uzaktaymış. Şimdi, soluk alıp veren, ama gö zle
gö rü lmeyen yaratıklar varmış çevresinde; zillerini şıkırdatarak durup dinlenmeden
dö nü yorlarmış. Onu bir şeye inandırmak için yavaş yavaş yumuşatıyorlarmış sanki, yavaş
yavaş ruhuna girip gö zlerini, ayaklarını ve ellerini ele geçiriyorlarmış. Sonra Nuri’yi aralarına
alıp kıvrılan kumaş hışırtıları, davul gü mbü rtü leri ve anlaşılmaz haykırışlarla yü rü meye
başlamışlar. Artık durduğu anlarda bile gidiyormuş Nuri, o gittikçe kalabalığın sevinç çığlıkları
artıyor, gece kocaman bir esneyişle onları yutuyormuş. Belki de, artık ö lmü şmü ş Nuri;
cehennem çalgıcılarının arasındaymış. Kim bilir nereye gö tü rü yorlarmış onu; hangi eşyanın
belleğ inde hangi izleri bırakacakmış bakalım? Kü reğ in ucuna gö re kü rek sapının sapı mı
olacakmış kolları, bedeni kö y tarihinden yontulmuş bir kıpırtı mı toprağ ın geleceğ inde,
bilmiyormuş...
Bir yerden sonra nereye gö tü rü ldü ğ ü nü de bilememiş. Sapsarı bir deniz anımsıyormuş, içine
evler kurulmuş, çö plü , yağ lı, balık ve insan iskeletleriyle dolu, gü llersiz, gü lü şlersiz, karadıkça
kararan, kokan, durup dinlenmeden kokan ve ısrar sarısı, ü stelik kanlı mı kanlı bir deniz... O
denizi geçmişler hep birlikte; ama kaç yılda bilinmiyor ve neyle? Çö lde, bir berberin
gö lgeliğ ine ulaşmışlar sonra. Orada, tıraş olmak için bekleyen iki adam varmış; biri zindan
karası tespih çekermiş, onun yanındaki kısa boylu, çelimsiz ve dalgınmış. Hatta yok gibi bir
şeymiş ikinci adam; belki de gerçekten yokmuş da, orada, tespih çekenin yanında, insana
benzeyen tuhaf bir boşluk varmış. Nuri, berberin bakışları altında o boşluğ a oturmuş işte,
sessizce beklemeye başlamış... Bu arada, doldurduğ u boşluğ un (artık kim biçmişse) tam da
bedenine uyduğunu düşünüyormuş.
Sonra uzun boylu bir adam daha gelmiş gö lgeliğ e, berber, elindeki makasın ucunu bir an için
havaya dikip boşluğ un karnını deşercesine kaldırarak, “Hoş geldin beyim,” demiş ona. Hatta
beş on dakika geçince de, “Hâ lâ roman yazıyor musun?” diye sormuş. “Yazıyorum,” demiş
ö teki. Bir daha da konuşmamış, ö ylece oturup aynanın ü stü ndeki gü vercin resmine bakmış.
Gel gö r ki, o adam resme baktıkça Nuri’nin saçı sakalı uzamaya başlamış. Bu yü zden midir
nedir, berber onu zindan karası tespih çeken adamdan ö nce çağ ırmış tıraşa. Nuri, aynaların
içine kurulup oturmuş hemen. Berber gü nlerce makas şıklatmış saçlarında, çırakla birlikte
çevresinde dö nmü ş durmuş. Davul gü mbü rtü leri uzaklarda yankılanırmış bu sırada, kumaş
hışırtıları ayaklarının dibine yığ ılırmış. Sıcakmış ü stelik, gü neş daha yakındaymış sanki ve
kuşsuzmuş gö kyü zü , yani mavisi eksikmiş kuşlar kadar. Hani yaşayan birkaç kişi başını
kaldırıp arada bir gö kyü zü ne bakmasa mavi diye bir şey kalmayacak, her yer zi iri karanlığ a
batacakmış.
Zaman kim bilir ne zamanmış; artık berber yorulmuş. Çü nkü Nuri'nin saçları kesildikçe
uzarmış. Aslında o da yorulmuş şıkırtıları dinleye dinleye ve bakmış olacağ ı yok, koltuktan
ansızın kalkıp aynadan çıkmış.
Denizdeymiş gene; o sarı denizde. Deniz çö lü n dü şü ymü ş belki, ya da çö l denizin; bilmiyor.
Yü rü yormuş tabii; çü nkü uzaktaki ışıklar (yani o ayna yü klü kuşlar) hala çağ ırıyormuş onu gö z
kırpa kırpa. Sular çenesine doğ ru yü kseliyormuş bir yandan da, dalgalanıyormuş. Bu sırada,
deniz evlerinin pencerelerinden insanlar bakıyormuş; susa susa ağ ızları yü zlerinden silinmiş
ve yalnızca gö z biçimine dö nü şmü ş kapkara ve uzak insanlar. Nuri’yse kanlı dalgaların
arasında; ü stelik yü zme bilmiyor. Denizin yutma tutkusuyla boğ uşuyor sü rekli, yani kendi
bedeninin ağ ırlığ ıyla. Derken, akşammış; sulu bir akşam ve ay ışığ ı incecik bir gü mü ş
yağ muru, çisil çisil... Denizdeki kan artık kokusuyla tanımlıyor kendini, su derinliğ i ve
serinliğ iyle. Her şey sudaki gö rü ntü sü yle yaşıyor bir bakıma, ağ açlar suda, dağ lar, çalılıklar
suda ve gö kyü zü yıldızlarıyla... Nuri de suda. Yorgun. Sü rü kleniyor ö ylece. Sonra sakız
kıvamında ve uzun bir uyku çö kü yor ü stü ne; nice masal varsa onlardaki uyku toplamı kadar
derin ve ölüme yakın bir uyku...
Ne zaman uyandığ ını anımsamıyor Nuri; gö zlerini açtığ ında kendini mermer kaplı kocaman
bir binanın içinde bulmuş. Tavanda ışıklar yanıyormuş renk renk, gene de mumlar varmış
duvar diplerinde, kandiller varmış. Ama birer sü smü ş onlar, saçtıkları ışıkla değ il yalnızca
gö rü ntü leriyle işe yarıyorlarmış. Bir dö nemin anısına yakılmışlar sanki, ya da geçmişten
kopulmadığ ını geleceğ e gö stermek için. Nuri’yse ortada, sü rekli oynuyormuş. Parmaklarında
ziller... Ondan başka kimse yok binada, gene de kumaş hışırtıları dolaşıyor çevrede,
gö rü nmeyen yaratıkların soluk alıp verişleri duyuluyor. Nuri, onların kendini izlediklerini
biliyor, çünkü arada bir o kalçalarını kıvırıp zillerini şıklattıkça alkışlıyorlar.
O sırada, durup dinlenmeden nasıl oynayabildiğ ini dü şü nü yormuş Nuri; oyun bilmezmiş ki o.
Kendi dü ğ ü nü nde bile gö zlerini zurnacının baygın gö zlerine yalvarırcasına dikip ellerini şö yle
bir şıklatmış, o kadar. Belki de, demiş bunları dü şü nü nce, beni izleyen bu gö rü nmez yaratıklar
hiç oyun bilmiyor da benim her hareketimi bir oyun sanıyorlar.
Derken anlamış, evet anlamış; aslında oyun oynuyorum diye harman savuruyormuş o, ekin
biçiyormuş tırpanla, eşeğ e biniyormuş, odun kesiyormuş, ya da toprağ a oturup gü neşe
bakıyormuş... Kö yü anımsamış o sırada; demek, demiş, yaşadıklarımın hepsi bir oyundu.
Demek, insan ne yapsa bir oyunun içinde... Demek, ben kö yde de oyun oynamışım;
çocuklarımı dö verek hem de, karımı severek, hasta koyunları keserek, meyveleri devşirerek,
doğ anımı yaşatıp ö lenimi gö merek, toprağ ı sü rerek sonra, kuşlara bakarak, kö ylü leri tıraş
ederek ya da, merhaba diyerek muhtara, oy vererek, kahvede oturarak...
Gü n gelmiş, mermer kaplı kocaman binadaki ışıklar sö nmü ş tek tek; geride, pır pır titreyen
mumlarla ö lü kandillerden ve Nuri'nin zil şıkırtılarından başka bir şey kalmamış... Dü şü nmü ş
işte o an... Dursam, demiş; şık diye son vuruşunu yapsam zillerin, ne olur? Gö rü nmeyen
seyircilerim gö rü nmeye mi başlar gö zü me, her şeyin ö tesini mi gö rü rü m birden, ne olurum,
ö lü r mü yü m? Dü şü nce insanın içine dü şü nce, yolun yarısı tamam. Yani varılır bir yere, ö nceki
noktada değilsindir artık ve dönemezsin. Dönsen de, eksik.
Zilleri, kesilmiş tırnak gibi fırlatıp atmış parmaklarından. Pencerelere koşmuş hemen,
dışarıdaki kavurucu gü neşi gö rmü ş. Sonra, evleri... Sokaklar insan ve hayvan iskeletleriyle
doluymuş; evlerin kapılarında, pencerelerinde ö rü mcek ağ ları. Çatılarsa silme kuş kemiğ i;
rü zgâ r estikçe savruluyor kimi zaman, havada kemik tozları uçuşuyor... Sokaklar ıpıssız; soluk
alıp veren bir tek canlı yok ve kokular, birbirine karışan akıl almaz kokular, sıcağ ın etkisiyle
duman duman tütüyor.
Dışarı çıkmış Nuri. Erimiş naylon yığ ınlarının ve tespih sellerinin arasında yü rü ye yü rü ye
sokaklarda dolaşmış bir sü re. Keçi ayakları takılmış ayağ ına, tavşan kuyrukları, fesler ve kedi
iskeletleri. Orada, o insanın insan için ilaç diye arandığ ı yerde, o kokuşmuş çö plü k deryasında,
o insana ü rpertilerden ü rperti veren ö lü karmaşada ne kadar yü rü dü ğ ü nü bilmiyor Nuri; hiç
bilememiş de zaten. Ama hep yü rü mü ş... Ufukta ayna yü klü kuşları gö rü yormuş çü nkü , onlara
ulaştığ ında kendini bulacağ ına ve kurtulacağ ına inanıyormuş. Kuşlarsa, aynalarında binbir
gö rü ntü yle kanat çırpa çırpa uzaklara doğ ru uçuyorlarmış. Kuş aklı işte, oysa varmaya
çalıştıkları bütün uzaklar o anda aynalarındaymış...
Daha sonra Nuri, uçsuz bucaksız bir bozkırda gö rmü ş kendini. Derken bir ormana girmiş;
kendi kendini çoğ altan yemyeşil bir dev’e. Çamların içi birbirine dolanan yılan ıslıklarıyla
doluymuş, karanlıklar tuhaf seslerle ve gö zü n erişemediğ i her yer kıpırtılarla. Nuri hangi yö ne
gideceğ ini, bu yeşil kâ bustan nasıl kurtulacağ ını bilemiyormuş. O sırada bir adam gö rmü ş;
karanlığ ın çamları yuttuğ u yerde. Adam yorgun mu yorgun, bir çuvala sırtını dayamış,
burnunun ucunda yaşlı bir hırıltı bulutu, ö ylece oturuyor. Toprağ a bakıyor sü rekli ve baktıkça
yü zü yü zü nden kopup toprağ a doğ ru akıyor sanki; yerden bir karış havada ikinci bir yü z
oluşuyor.
“Çayın soğudu muhtar,” dedi Nuri.
Urperdi muhtar, başını hızla çevirip sağ ında oturan Nuri'ye baktı. Nuri yü zü nü elleriyle
kapamış, kıkır kıkır gü lü yordu. Muhtar, onun neden gü ldü ğ ü nü anlayamamıştı; biraz acı biraz
ö keli, gö zlerini kırpmadan dimdik bakıyordu. Sonra bakmaktan vazgeçip ö nü ne dö ndü ve bir
kez daha ürperdi.
Çay bardağı yoktu.

12

Aradan uzunca bir sü re geçmesine karşın, jilet almaya giden çırak hala dö nmemişti.
Koltuktaki adam sabırsızlanmaya başlamıştı artık, ikide bir sabunlu yü zü nü çevirip caddeye
bakıyordu. Oysa orada, homurtuyla gelip geçen rengâ renk otomobil sü rü sü nden başka
gö rebileceğ i bir şey yoktu. Nedense kaldırımları dolduran insanlar gitgide azalmış, sonrada
hep birlikte gözden kaybolmuşlardı.
“Eskiden usturaya jilet takılmazdı,” dedi; “masatta bilenirdi.”
Berber yanıt vermedi. Yanımdaki sandalyede dü kkâ na yeni gelmiş bir mü şteri gibi oturuyor,
ara sıra gö zlerini kaydırıp aynaya bakıyordu. Inanılmayacak kadar sakindi; jilet almaya giden
çırağı bile unutmuştu sanki, sorsam kesinlikle anımsamayacaktı.
“Ya da,” dedi koltuktaki adam, “tezgâ hın bir kö şesine çivilenmiş kalınca bir kayış olur, ustura
onda bilenirdi ıhlaya ıhlaya...”
Berber gene sustu. Oyle derin sustu ki, adam bir daha ağ zını açamadı. Caddeye birkaç kez
baktı belki, birkaç kez o layıp pu ladı. Sonra bir ağ ırlık çö ktü ü stü ne, başını koltuğ un arkasına
yasladı ve zindan karası tespihini yavaş yavaş çekmeye başladı. Ne var ki pek uzun sü rmedi
bu, şıkırtılar giderek seyreldi, aksadı ve sustu.
Berberle göz göze gelmiştik. Bir an, ikimizin içinden de aynı şeylerin geçtiğini düşündüm.
“Uyudu mu,” dedim fısıltıyla.
“Sanırım uyudu,” dedi berber, “artık burada değil.”

13

Dede Musa, tahta bacağ ını yorgun bir kağ nı oku gibi uzatmış, ö nü nde bir kucak sakalla
alacakaranlıkta oturuyordu. Muhtar onun sesini işitene dek eşiğ in arkasında, mısır
koçanlarının yanında bekledi. Sonra buğday çuvallarına tutuna tutuna karanlığa doğru yürüdü.
Dede, yüzüyle onu izliyordu.
“Olup bitenleri duydun mu,” dedi muhtar.
“Duydum,” dedi Dede yutkunarak, “Güvercin kaybolmuş.”
Muhtar ellerini dizlerinin üstüne koymuş, Dede'nin kararmış göz çukurlarına bakıyordu.
“Akıl danışmaya geldim ben,” dedi eriyen sesiyle.
“Doksanlık bir körden mi?”
“Evet.”
“Demek bu kadar çaresizsin?”
Muhtar ellerini açtı.
“Çaresizim,” dedi, “hem de çok çaresizim.”
Dede homurdandı, ama ne dediğ i pek anlaşılmadı. Muhtarın çaresizliğ i sakalına bulaşmış gibi
ikide bir sıvazlıyordu.
“Sence Güvercin'e n’oldu?”
“Bilemiyorum,” dedi muhtar, “ya başını alıp gitti ya da kaçırıldı. Mustafa'yla Ramazan’ı çevre
köylere saldım gerçi, sorup soruşturuyorlar.”
Dede gülümsedi. Muhtarı yıkan bir gülümseyişti bu, ne anlama geldiği belirsizdi.
“Sen Aynalı Fatma’yı bilir misin?”
“Adını bilirim,” diye yanıtladı muhtar, “çocukluğumda duymuştum.”
Dede durgunlaştı birden, yüzü yavaş yavaş karardı.
“Aynalı Fatma aynalı bir kuştur,” dedi giderek uzaklaşan sesiyle; “ola ki Gü vercin onun
aynasındadır...”
Muhtar şaşırmıştı. Gö zlerini Dede'nin yü zü ne dikmiş, onun bunayıp bunamadığ ını dü şü nü yor,
ama bir türlü karar veremiyordu.
“Aynalı Fatma aynalı bir kuştur,” diye tekrarladı Dede; “ben de bilmem onu... Hiç
gö rmemişimdir. Gene de gö zleri iki tas pekmez gibi hep aklımdadır. Zaten geride bir gö zlerini
bırakmıştır, bir de bağ evini. Şimdilerde yıkılmış mıdır bilmem, yukarıda, kayalıkların
dibindeydi. Kimse girmezdi oraya, giremezdi. Lanetli mi sanılırdı, yoksa kutsal mı
bilemiyorum. Belki bu nedenlerin ikisi de vardı... Çü nkü , sö ylendiğ ine gö re Aynalı Fatma hem
orospu hem de evliyaymış. Kurtuluş yıllarında asker kaçakları taburlar halinde geçermiş
bacaklarının arasından; birliğ inden irar eden, birliğ ine dö nen, ya da çetelere katılmak için
soğ uk gecelerde dağ lara doğ ru giden her asker ellerini onun memelerinde ısıtırmış.
Anasıymış onların, karısı, bacısı, sırdaşıymış. Kaçanla birlikte irarı verilirmiş çü nkü ,
yakalananla gö tü rü lü r, ö lenle ö lü rmü ş... Hele altın dişli Asker Hamdi'yi o bağ evine bir kapatışı
varmış ki, dillere destan... Asker Hamdi dedikleri tek başına bir bö lü k asker; ayağ ına çarık
dikmek için bir ö kü zü n derisi ya yeter ya yetmez. Onun gittiğ i dü ğ ü nlerde aşçılar perişan...
Hamdi ö nü ne yığ ılan pilav dağ ına çift elle saldırıyor çü nkü , hoşa ları tasla içiyor. Karnı
sokaklarda yuvarlanan kocaman bir davul... Ne var ki Fatma'nın dişiliğ i Hamdi'nin iriliğ inden
daha hızlı yayılıyor kö ylere. Hamdi bir konuşuluyorsa Fatma bin konuşuluyor. Bu yü zden bir
kıskançlık doğ uyor aralarında, biraz da bilir bilmezlerce alttan alta kışkırtılıyor. Artık
birbirlerini kolluyorlar; ayrı ayrı yerlerde, gü n gelecek diyorlar, el mi yaman bey mi
anlaşılacak Sonunda beklenen gü n geliyor; belki bir tenhada, belki de bir kalabalıkta
karşılaşıyorlar. Aynalı Fatma kısrakça bakıyor bakmaz gibi... Asker Hamdi de bıyık burup
gü lü yor, ama gü lü şü ipek bir hançer... Derken, kim kimi gö tü rdü yse artık, o bağ evine
kapanıyorlar. Kö ye, uzun ve meraklı bir bekleyiş çö kü yor. Içeride olup bitenler bir sır;
sevişiyorlar mı dö vü şü yorlar mı bilinmiyor. Çığ lıklar işitiliyor arada bir, yalvarışlar sızıyor
duvarlardan, kahkahalar taşıyor. Gene de kimse bağ evinin kapısına dokunamıyor. Çü nkü
Hamdi denen herif belanın pü skü llü sü ; adamın kolunu kanadını budayıverir. Ondan sonra bir
kö şeye bü zü lü p ö lü mü mü beklersin, yoksa kapı kapı dolaşıp ekmek mi dilenirsin bilinmez.
Derken bir gü n, Fatma’yı bağ ların arasında gö rmü şler; kan ter içinde, dü şe kalka kayalıklara
doğ ru yü rü yormuş. Adımları gevşekmiş, kalçaları dağ ınık. Gidiş o gidiş, bir daha da gö ren
olmamış Fatma’yı. Kimine gö re muhacir kö ylerinden birine yerleşip eli tespihli, dizi seccadeli
bir tö vbekâ r olmuş; kimine gö reyse Kurtuluş yıllarında askerlere yaptığ ı hizmetten dolayı
meleklerce gö tü rü lmü ş. Belki de Tanrı katında, yeşil bir sedirde oturuyormuş... Olur mu olur;
onca asker yaşama sevincini onun kasıklarında buldu ne de olsa, bacaklarının arasından
geçenler cephede daha istekli savaştılar geride kalan vatanın gü zelliğ ini ve sıcaklığ ını
dü şü nerek. Asker Hamdi'yi de çobanlar bulmuş bağ evinde. Kaputunun ü stü nde yatıyormuş.
Postalları hâ lâ ayağ ında... Yü zü şehvetin ışıltısına boğ ulmuşken donuvermiş... Sırtlayıp
getirmişler kö ye, dokuz karısıyla bir bö lü k çocuğ unun ö nü ne kaskatı uzatmışlar. O sırada iki
asker gelmiş nereden geldiyse, Hamdi’yi istemişler kö ylü den, saklamayın, demişler. Oysa
Hamdi, avlunun ortasında upuzun yatıyor; ö lü . Olü , ama gene de kaçak işte, aranıyor. Zamanın
muhtarı bir at arabası hazırlamış askerlere; Hamdi’yi yü klemişler. Aynalı Fatma’nın
kısraklığ ına benzeyen iki at çekmiş arabayı... Aradan birkaç ay ya geçmiş ya geçmemiş,
muhtara, Asker Hamdi’nin cephede vuruşurken şehit dü ştü ğ ü nü bildiren bir yazı gelmiş.
Herkes şaşırmış tabii, kafalarda bir Hamdi bulanıklığ ı başlamış. Şimdi o bulanıklık bende
sü rü yor... Cephede şehit dü şen Hamdi Hamdi’yse, Fatma’nın dişiliğ ini sü nger gibi emip
bitiren Hamdi kimdi diyorum... Yoksa o Hamdi, cephedeki Hamdi’nin Fatma’nın aynasına
vuran gö rü ntü sü mü ydü ? Fatma nereye gitti peki, nerede yaşlandı, nerede ö ldü ? Gel gö r ki bu
soruların hiçbirine yanıt bulamıyorum muhtar... Yıllardır bulamıyorum. Istersen sana başka
bir soru sorayım. Dokuz karısından bir avlu dolusu çocuğ u varmış Hamdi'nin... Sence kim
onlar?”
Muhtar yavaşça kalkıp Dede Musa’ya yanıt vermeden yürüdü. Avluya çıktığında titriyordu.
“Lanet olsun,” diye homurdandı, “lânet olsun!”

14

Muhtarın karısı ayak seslerini işitince başını kaldırıp baktı.


“Sen misin,” dedi o olduğ unu bile bile, “ö lü mden geliyor gibisin... Hiç haber yok mu
Güvercin’den?”
Avlu kapısı gıcırdadı bu sırada, dönüp baktılar; bekçiydi. Soluk soluğa muhtara doğru koştu.
“Ne var ne yok,” dedi muhtar.
“O, köyde.”
“Kim, Güvercin mi?” diye sordu kadın.
“Karışma sen,” dedi muhtar, “gir içeri!”
Avlu kapısına yürüdü. Bekçi de arkasından.
“Nerde şimdi?”
“Evde, pencerenin dibinde oturuyor”
“Ne yaptı bugün, izledin mi?”
“Hep oturdu.”
“İnsan otururken bir şey yapamaz mı?”
“Elinde kâğıtlar vardı.”
“Nasıl kâğıtlar?”
Bekçi, elinin birini boşluğ a uzattı. Kâ ğ ıtları tanımlayacaktı, ama şaşırdı, nasıl tanımlanabilir
diye düşündü sonra ve havaya tuhaf şeyler çizdi.
“Kâğıtlar,” dedi yutkunarak.
“Kâğıtları unutma,” dedi muhtar, “aklının bir köşesine yaz!”
Bekçi başını salladı.
Yavaş yavaş çö ken akşam karanlığ ında, kö y meydanına doğ ru yü rü yorlardı. Sokakları
kayalıklardan inip gelen çan sesleri doldurmuştu, sü rü lerin dö nmesini bekleyen kadınlar avlu
kapılarının ö nü ne çıkmış kendi aralarında konuşuyorlardı. Muhtarla bekçi geçerken
susuyorlardı nedense, birbirlerini unutup kayalıklara bakıyorlardı.
Muhtarlık odasının önüne vardıklarında muhtarın yüzü karmakarışıktı.
“Biliyor musun?” diye mırıldandı birden.
“Bilmiyorum,” dedi bekçi.
‘‘Bu köylüyü sayarak teslim etmediler bize!”
Bekçi şaşırmıştı. Muhtarın ne demek istediğini anlamadan, dalgın dalgın köy meydanına baktı.
Birbirine karışan koyun sü rü leri ortalığ ı toza dumana boğ muştu. Birkaç çocuk ince çığ lıklar
atarak koyunlara binmeye çalışıyordu.
“Asker Hamdi’yi bilir misin sen,” dedi muhtar.
“Adını duymuşum.”
“Nasıl biri?”
“Burma bıyıklı.”
Gü ldü muhtar; gü lesi değ ildi, ama kendini tutamadı. Her sorunun yanıtı yıllar ö nce hazırlanıp
insan aklının bir köşesinde bekletiliyormuş gibi geldi ona.
“Demek burma bıyıklı?”
Bekçi başını salladı. Muhtar, hâlâ gülümseyen gözleriyle onun bıyıksız yüzüne bakıyordu.
“Peki,” dedi, “sana bir soru sorayım ö yleyse. Hiç dü şü ndü n mü , o koskoca Asker Hamdi’nin,
yani dokuz karısının koynunu bir gece bile boş bırakmayan o burma bıyıklı heri in çocukları
kimdir bu köyde?”
Bekçi şaşırarak baktı muhtara. Şimdiye dek hiç dü şü nmemişti bunu. Bir sü re ö ylece, hiç
kıpırdamadan durdu. Sonra, karanlıkta eriyen evlere çevirdi yü zü nü , kapıları, pencereleri tek
tek süzdü.
“Geldiler,” dedi muhtar.
Kö y meydanına iki atlı girmişti. Karanlıkta beyaz kelebek gibi uçuşan birkaç topuk aceleyle
yaklaşırken nal sesleri rü zgâ ra kapılıp arada bir uzaklaşıyordu. Yaklaşan gö rü ntü yle uzaklaşan
ses arasında sıkışıp kalmış iki atlı hayaletiydiler sanki, hiç gelmeyecek, orada, ilk gö rü ldü kleri
noktada koşup duracaklardı. Gene de, belki saatler sonra, muhtarlık odasının ö nü ne gelip
durdular.
“Konuşun,” dedi muhtar.
“Her yere baktık,” diye soludu atın üstündeki karaltılar.
“Evet?”
“Ne gören var, ne bilen.”
Muhtar, defolun anlamında elini salladı. Atlılar havaya sıcak bir ter kokusu saçarak geri dö ndü
hemen, pencerelerden sızan kandil ışıklarını kıra dö ke karanlığ a karıştılar. Muhtar hâ lâ
onların geldiğ ine ve bö yle bir haber verip gittiklerine inanamıyordu. Dü ş gibi, diyordu
içinden, gelmediler sanki. Belki de gerçekten gelmediler; ben dü şü ndü m onları, dü şledim. Ne
biri Ramazan’dı, ne öteki Mustafa...
Bekçi dikildiğ i yerde hiç kıpırdamadan karanlığ a bakıyordu. Derken, muhtarın beklemediğ i
bir anda; “Güvercin de kayboldu,” dedi içini çekerek, “Asker Hamdi’nin çocukları gibi...”
“Kapa çeneni,” diye homurdadı muhtar, “kayboldu deme bana! Hem, Asker Hamdi’nin kendisi
var mıydı bakalım?”
Sustular. Bekçinin kafası karışmak üzereydi.
“Belki sen bile yoksun,” dedi muhtar daha da öfkelenerek.
Bekçi sarsıldı. Artık kafası karışmıştı. Sağ elinin ayasıyla mavzere dokundu yavaşça; serindi.
Derin bir soluk aldı. Kendi varlığ ından kuşku duyması gü cü ne gitmişti aslında, biraz da komik
bulmuştu ki belli belirsiz gülümsüyordu. Oysa bu durum muhtarın hiç hoşuna gitmemişti.
“Yok olmaktan zevk alırmış gibi sırıtma karşımda,” diye çıkıştı ona; “git Cennet’in oğ lunu
gözetle! Bak bakalım karanlığı fırsat bilip evden çıkacak mı, çıkacaksa nereye gidecek?”
Bekçi yürüdü.
Birkaç saat sonra karanlık bir saçak altına dikilmiş, Cennet’in oğ lunu gö zetliyordu. Soluk alıp
verişlerini ertelemişti kimi zaman, yalnızca gö z kesilmişti; şimdi gene ö yle, kirpiklerini
kırpmadan sinsi sinsi bakıyordu. Cennet’in oğ lu ü st kattaki odaların birindeydi, kandili
pencerenin ö nü ne koymuş olmalıydı ki, kendisi gö rü nmese de gö lgesi gerideki duvara
vuruyordu. Eğ ilip doğ ruluyordu arada bir, devleşip tavana doğ ru uzuyordu. Birkaç kez, kaşla
gö z arasında kayboldu sonra, duvar uzun sü re, toprak bir ayna gibi boş kaldı. Derken,
kucağ ında bir deste kâ ğ ıtla geldi Cennet’in oğ lu, pencerenin dibine oturup yazmaya başladı. O
yazdıkça uzadı gece, bü sbü tü n koyulaştı. Ikide bir başını kaldırıp dışarıdaki karanlığ a
bakıyordu. Saçak altında dikilen bekçiyi gö rmü ştü sanki; onun duvara yaslanışını, gizli gizli
sigara içişini, kimi zaman da yüzünü çevirip sağa sola bakışını izliyordu.
Bekçi ayak değ iştirdi. Bü yü yen bir tedirginlik vardı içinde; gö zetlerken gö zetlenmenin
tedirginliğ i... Bunu dü şü nü r dü şü nmez yorulmuştu, mavzeri duvara dayayıp usulca çö ktü . O
sırada kö y derin bir sessizliğ e gö mü ldü nedense, yok gibi. Tü ketilmiş gibi ya da, yaşana
yaşana. Bekçi kimseyi dü şü nmü yordu artık, ansızın, ucu dibi bilinmez bir boşluğ a kaymıştı.
Her şeyi bırakıp gidiyordu sanki buralardan, dö nmeyecekti. Elleri yoktu. Ayakları sonra,
burnu. Rü zgâ r ha if ha if esmese belki teni de olmayacaktı. Belki de uçuyordu şimdi, az sonra
bir yere dü şü p orada kalacak ve derin bir uykuya dalacaktı. Gö zlerini ne zaman açacaktı kim
bilir, açtığ ında mermer kaplı kocaman bir binada mı bulacaktı kendini, parmağ ında zillerle?
Çevresinde fısıltılı bir kalabalık... Cıngıl Nuri'yle beslenmiş bir karınca sü rü sü izi gibi silik,
uğ ultulu ve karanlık. Içlerinde kimler yok ki? En ö nde muhtar; sağ ında Ramazan, solunda
Mustafa. Ramazan Ramazan değ il Ferik Eşkıya belki de, Mustafa Mustafa değ il Asker Hamdi
gö zlerindeki Fatma’yla... Derken bir bağ evi, Fatma'nın duruşuna yıkılmış... Asker kaçaklarının
eli mavzerli, yorgun korkuları... Ama Hamdi’nin dokuz karısıyla bir avlu dolusu çocuğ u ortada
yok.
“Ne var ne yok?”
İrkildi bekçi, muhtarın nereden çıktığını anlayamamıştı.
“Bir şey yok,” dedi.
“Cennet’in oğlu?”
“Dışarı çıkmadı, evinde.”
Başını salladı muhtar. Sonra ansızın Cennet’in evine doğ ru yü rü dü . Bekçi bu ani davranış
karşısında ne yapacağ ını şaşırmış, bir yandan muhtarı izliyor, bir yandan da onun gerçek
muhtar olup olmadığ ını dü şü nü yordu. Çü nkü ona gö re, olup bitenler hiç de mantıklı şeyler
değ ildi. Bunlar bir deli dü şü ne benziyordu daha çok, bir oyuna, belki de bir çılgınlığ a
dö nü şü yordu. Oyle ki, mavzeri nasıl tutması gerektiğ ini bile kestiremiyordu bekçi, kimi
zaman omzuna asıyor, kimi de eline alıyordu. Kapıya varıp dayandıklarında, gece damları
sü rü kleye sü rü kleye arkalarından gelmişti sanki; karanlığ a batmış bir kö yle kapı arasında
sıkışıp kalmışlardı. Artık ö yle bir noktaya gelmişlerdi ki, dö nmek şö yle dursun, bunu
düşünmek bile mümkün değildi.
Bu yü zden muhtar, istemeye istemeye yumrukladı kapıyı; gü mbü rtü ler kö yü n ö teki ucuna dek
yayıldı ve bekçiye ö yle geldi ki, kö y karanlığ ın içinden doğ rulup her şeyiyle onlara baktı.
Minderlerinde uyuklayan ihtiyarlar ü rperdi belki, çocuklar sıçradı ya da bü tü n bunlar
olmadıysa bile kimi hayvanlar ahırlarda kulaklarını dikip tepiştiler. Sonra tıkırtılar geldi
içeriden, yaşlı bir kandil Cennet’in gölgesini duvarlara çarpa çarpa yaklaştı.
“Kim o?”
“Benim, aç!”
Usulca açıldı kapı; Cennet, başörtüsünden taşan bembeyaz: saçlarıyla eşikte dikiliyordu.
“Ne var?”
Muhtar susup Cennet’in çıplak ayaklarına baktı bir süre.
‘‘Kız nerde?”
“Kim?”
‘Kız!”
Cennet’in yü zü uzaklardan, karanlıkta parlayan mavzeri sü zü yordu. Ama muhtarın sabrı
tü kenmişti, onu kenara itip içeri daldı. Bekçi de arkasından. Alacakaranlık merdivenleri
birlikte çıktılar. Cennet’in oğlu odanın kapısına çıkmış onları bekliyordu.
“Güvercin nerde,” diye bağırdı muhtar.
Delikanlı öylece baktı.
'‘Söyle, nereye kaçırdın?”
‘‘Kimseyi kaçırmadım ben.”
'Muhtar odaya dalıp sedirdeki kâ ğ ıtlara doğ ru yü rü dü . Tek tek baktı hepsine, altü st etti,
kimisini kandilin ışığına tutup uzun uzun inceledi.
“Bunlar ne,” diye sordu sonra.
“Mektup,” dedi Cennet’in oğlu.
Muhtar onu işitmemişti sanki, elinde kâ ğ ıtlarla tıpkı bir uyurgezer gibi odanın içinde o
kö şeden o kö şeye gidip geliyordu. Bekçi kararsızdı, onun peşinden yü rü mü yordu, ama
dikildiğ i noktada durduğ u da sö ylenemezdi. Yarım adımlarla yavaş yavaş bir daire çizmeye
başlamıştı. Odanın ortasında yalnızca onun gö rebildiğ i tuhaf bir nesne vardı da çevresinde
dolaşıyordu sanki. Cennet’in oğ lu sırtını kapı pervazına dayamış, olup bitenleri izliyordu. Bu
haliyle oyuna katılmak için sıra bekleyen uysal bir oyuncuya benziyordu.
Derken muhtar, hızlı adımlarla kapıdan çıkıp ö teki odalara daldı; nemli karanlıklara, nohut
çuvallarının arkasına, merdiven altına, ambara, tahta dolapların içine tek tek baktı.
“Onu muhtarlık odasına götür,” dedi bekçiye.
Cennet’in oğ lu sessizce mavzerin ö nü nden yü rü dü . Anası titreyen bacaklarıyla merdiveni
çıkmış, onlara bakıyordu. Başö rtü sü elindeydi ve eteğ iyle birlikte uçuşan saçlarıyla Cennet’ten
çok bir meleğ e benziyordu o anda. Bu yü zden susuyordu belki de, ağ zını açıp tek hece
konuşamıyordu.
“Bana bak Cennet kadın,” dedi muhtar merdivenin başında birdenbire durarak; “bir bildiğ in
varsa şimdi sö yle derim ben. Çü nkü sabaha geç kalabilirsin. Şunu da unutma ki, yeryü zü nde
gecikmişliğin ilacı yoktur.”
“Ne bildiğim olacak,” dedi kadın.
“Vardır vardır, hele sen düşün. Bildiğin yoksa sezdiğin vardır elbet, anasın.”
“Yok,” dedi Cennet, “sezdiğim de yok; bırak oğlumun yakasını!”
Muhtar basamakları inmeye başlamıştı. Cennet elindeki kandili yere bırakıp oracığ a oturmuş,
merdivenden aşağıya bakıyordu.
“Çaresizlik gözlerini kör etmiş senin,” diye mırıldandı.
Kalktı sonra, titreye titreye tahta dö şemeleri yü rü yü p çardağ a çıktı. Karanlıkta kö y meydanını
aradı gö zleriyle, kö yü aradı ev ev, sokak sokak ve her yeri gö rü p dokunmak, hatta kucaklamak
istedi. Ama yeryü zü nde zi iri karanlıktan başka bir şey gö rü nmü yordu. Ellerini boşluğ a uzatıp
birkaç adım daha attı.
“Belki de,” dedi kendi kendine, “köy hâlâ yerinde de ben yerimde değilim artık.”

15

Berber, gözlerini dikmiş koltuktaki adama bakıyordu.


“Kim bilir kaçıncı uykusunda,” dedi fısıltıyla.
Yanıt vermedim. Birinin uykuya dalması dü kkâ ndaki sessizliğ i derinleştirmişti; makaslardan
usturalara, pudra ve parfü m kutularına, kolonya şişelerine, fırçalardan havlulara, duvarlara,
hatta şofbendeki suya kadar her şey öyle ya da böyle biraz uykuluydu.
“Belki rüya da görüyor,” dedi berber.
Kısa bir sessizlik oldu sonra. Hangimizden doğ duğ u bilinmeyen bir şey, dü kkâ nı içindekilerle
birlikte avuçlarına hapsedip bıraktı. Soluk soluğ a kalmış, gö z ucuyla yanımda oturan berbere
bakıyordum.
“Belki rüya da görüyor,” dedi berber.
Bunu ikinci kez sö yleyip sö ylemediğ inden emin değ ildim, zaman ikimizi ayrı ayrı kuşatıyordu
sanki.
“Evet,” dedim gene de, “belki rüya görüyor. Ama uyandığında anımsayabilecek mi bakalım?”

16

Kapı açılır açılmaz bekçi ayağ a kalkmıştı, ama Cennet’in oğ lu duvar dibindeki sandalyede,
içeriye dolan öfkeyi umursamadan öylece oturuyordu.
“Kalk lan!” diye kükredi bekçi.
Cennet’in oğ lu kalkarken muhtar oturdu. Arkasına yaslanıp sustu bir sü re. Sessizliğ inin odayı
doldurup karşısında dikilen delikanlının yü reğ ine dek dayanmasını istiyordu. Mektuplar
masanın ü stü nde, dirseğ inin hemen birkaç parmak ö tesindeydi. Birer delildi onlar; gerçi
neyin delili olduklarını bilmiyordu henüz, hele bir okusun, öğrenecekti.
Ne yaptığ ının farkına varamadan bir sigara yakıp ilk nefesi çekmişti ki, kalın kalın ö ksü rdü .
Once, yarattığ ı sessizliğ i bö yle hesapsızca bozduğ u için ö kelendi kendine, sonra vazgeçti;
olsundu, belki ö ksü rmesi de gerekiyordu sessizliğ in kendinden yayıldığ ını kanıtlamak için.
Hem, bekçiyle birlikte Cennet’in oğ lu da gö zlerini ona dikmişti ö ksü rü rken; bir şey sö ylenecek
mi diye beklemiş, ardından da, hiçbir şey işitememenin sıkıntısına dü şmü ştü . Bir bakıma,
çizgileri silinmiş daracık bir boşluktu o sıkıntı, insanı bü sbü tü n boğ masa da geçici olarak
afallatabilirdi.
Muhtar, sessizlikten yontulmuş bir Tanrı heykeli gibi masada hiç kıpırdamadan otururken,
bekçi gitgide acımasız bir bekçiye dö nü şmü ştü . Orada, Cennet’in oğ lunun bir adım gerisinde
dikilmek onu pişiriyordu sanki, bedeni zamanın en kü çü k diliminden en kü çü k dilimine
akarken yavaş yavaş katılaşıyordu. Değ işik giysilerle, değ işik muhtarlar ve değ işik adlarla
binlerce yıldan bu yana aynı noktada dikiliyordu belki de, artık o noktanın çocuğ uydu ve
taşlaşmıştı.
Sonunda, muhtar yutkunarak Cennet'in oğluna döndü.
“Kızı ne yaptın,” dedi son kez sorarcasına.
Cennet’in oğlu, “Deli misiniz nesiniz,” diye mırıldandı, “benim onunla hiçbir ilgim yok!”
Muhtar sinsi sinsi gü ldü , daha doğ rusu gü ldü ğ ü nü dü şü ndü , içinde kabaran vurup kırma
isteğ ini bö ylece gizlediğ ini... Oysa yü zü az ö nceki kadar kıpırtısız ve asıktı. Bir sü re sonra
bunun ayrımına vardığ ında, parmağ ıyla yanına çağ ırdı Cennet’in oğ lunu; masanın ü stü ndeki
mektupları bir yerden bir yere aktararak tek tek gösterdi.
“Bunlar ne?”
“Mektup.”
“Onu ben de biliyorum, kime?”
“Hiç kimseye!”
Yü zü kıpkırmızı kesildi muhtarın, bir an ne yapacağ ını bilemeden sağ ına soluna baktı, titreyen
ellerini yeleğ inin cebine sokup çıkardı. Sonra alt dudağ ını dişleyerek başını salladı ve
ö nü ndeki mektuplardan birini okumaya başladı. Ardından bir başkasına geçti, derken bir
başkasına... Bü tü n mektupların kenarı çiçeklerle sü slenmişti; dallar, tıpkı bir yılan gibi kıvrıla
kıvrıla kö şelere doğ ru akıyordu. Kimi mektupların sonunda da gagasına zarf tutuşturulmuş
kuş resimleri vardı. Her seferinde kuşların uçuş yö nleri değ işiyordu, birbirlerine aynaydılar
sanki. Ama muhtar onların ters gö rü ntü sü nü henü z fark etmemişti, aklı ikri kargacık burgacık
yazılardaydı. Sayfalarda, aşk yü klü iki hamaldan sö z ediliyordu sü rekli, aşkın saksısından,
gö lgesinden, kır çiçeklerinin nereye yü rü dü ğ ü nden, aşkların ö lü mü ö lü mlerinden çok sonra
kabullenişinden ve bu nedenle insanların ö lü aşk hamalı olduğ undan sö z ediliyordu. Ama onca
sevince, onca kedere ve kaygıya karşın cümlelerin hiçbirinde kızın adı geçmiyordu.
Muhtarın kafası karmakarışık olmuştu.
“Sen mi yazdın bunları?”
“Ben yazdım,” dedi Cennet’in oğlu.
“Bok sen yazdın!” diye bağ ırdı muhtar, “bunca sö zü dü zecek kafa sende ne arar? Kime
yazıldılar sen onu söyle bana!”
“Hiç kimseye!”
Muhtar yerinden kalkıp pencereye yü rü dü . Mektupları tiksintiyle masanın ü stü nde bırakmıştı.
Ardına bile bakmadan, onlardan sessizce uzaklaşıyor, hatta kaçıyor gibiydi. Hiçbir şeye
yaklaşmak istemiyordu artık, hiçbir şeyi gö rmek ve dokunmak istemiyordu. Oysa pencereye
çoktan yaklaşıp perdeyi aralamıştı. “Hiç kimseye,” diye dü şü ndü karanlığ a bakarken, “hiç
kimseye...” Belleğ inde yarım yamalak da olsa, tanımadığ ı, gö rmediğ i birini canlandırmaya
çalıştı. Ama ne yaparsa yapsın, yaratacağı kişinin yüz çizgilerini netleştiremiyordu.
“Bana bak,” dedi hızla geri dö nerek, “gençliğ in ne demek olduğ unu bilirim ben... Anamın
karnından sakallı çıkmadım herhalde, değ il mi? Bir insan sevmek istemese de, gençliğ i sever.
Sen de sevmişsindir belki, sevme demiyorum, demiyorum ama adabıyla yapın şu işi! Çamur
gibi yüzünüze gözünüze bulaştırmayın! O donu boklu ananı Reşit’e kaç kez gönderdin de kızını
vermedi sana? Bir kerecik olsun gö nderdin mi ha, sö yle? Diyelim gö ndermedin, diyelim cenk
heveslisi bir hö dü k seni bir kö şeye çekip kulağ ına gâ vurluk ü ledi ve sen tutup kızı kaçırdın.
Gençlik bu dedik ya, her şey olur! Ama şimdi olan oldu, ö len ö ldü ... Kızın yerini sö yle bana,
söyle ki babasıyla konuşup işi tatlıya bağlayalım. Nerde kız?”
Susuyordu Cennet’in oğ lu. Oyle derin susuyordu ki, sessizliğ i muhtarlık odasının
duvarlarından sızıp dışarı taşıyor, kö y meydanında gü ndü zden kalan ne kadar ses varsa
hepsini silip geçiyordu. Muhtar sırtını duvara dayamış onun ellerine bakıyordu dik dik; apayrı
birer yaratıktılar sanki, soluk alıp veriyor, belki de bir şeyler gizliyor ya da korkuyorlardı.
Derken, ne olduğ unu kimse anlayamadı; muhtar danalar gibi bö ğ ü rmeye başladığ ında kimse
yerinde değ ildi zaten, kandil ö nce pır pır titremiş, sonra da sö nmü ştü . Karanlıktı artık ve
karanlık ö keyle savrulan yumruklardandı, tekmelerden, haykırışlardan ve birbirine karışan
sö vgü lerdendi. Bekçinin şapkası vardı içinde, yuvarlanıyor, kimi zaman bir el tarafından
yakalanıyor, sonra yeniden kaçırılıyor ve çiğ neniyordu. Onun hemen yanında Cennet’in oğ lu
emeklemeye çalışıyordu, hıçkıra hıçkıra. O da yakalanıyordu şapka gibi, o da çiğ neniyordu. Bu
kargaşanın ne kadar sü rdü ğ ü nü kimse bilemedi. Bekçi titreyen elleriyle kandili yeniden
yaktığ ında, Cennet’in oğ lu yerde acı acı kıvranıyordu. Şakağ ına inen dipçik darbesi yü zü nü
kana boyamıştı. Gö zlerini gü çlü kle açıp bekçiye baktı bir ara, olup bitenlerin sonuna nokta
koyarcasına ü st ü ste yutkundu. Devrilen sandalyeleri dü zelten bekçi onunla gö z gö ze
gelmemeye çalışıyordu. Daracık bir mekâ nda bunu başarabilmek oldukça zordu oysa, nereye
bakarsa baksın kanlı bir yü zle karşılaşıyor, yarı ö lü bir çift gö zü n gö rü m alanından
kutulamıyordu. Belki de bu yü zden sandalyelerin yerini birkaç kez değ iştirip onları duvarın
dibine yeniden dizdi. Şapkasını aradı sonra, sonunda kendine ait bir ayrıntıya dö nebildiğ i için
birazcık rahatlamıştı. Ne var ki bu pek uzun sü rmedi; şapka, Cennet’in oğ lunun altındaydı. Onu
almakla almamak arasında bocaladı bir sü re; elini atıp başını kaşıdı, yutkundu, içinden
binlerce şey geçirdi ve parmağını bile oynatamadan öylece kaldı.
Muhtar bitkindi; başını ellerinin arasına almış, durup dinlenmeden Cennet’in oğ lu tarafından
yaratılan hiç kimseyi dü şü nü yordu. Mektupların adı sanı bilinmeyen, hatta bedeni bile
olmayan bir insana yazıldığ ını kabul etmek olacak iş değ ildi. Ustelik kö yde, akılları
bulandırmak için yeterince yok vardı; Asker Hamdi bunların başında geliyordu kuşkusuz,
sonra onun bir avlu dolusu çocuğ u, sonra Aynalı Fatma, hayalet gibi gelip geçen o çerçi,
ardından Gü vercin... Şimdi de bu mektuplardaki yok çıkmıştı ortaya; hem bu yok, yok oğ lu
yoktu! Ötekiler gibi ne ismi biliniyordu, ne cismi!
Arkasına yaslandı muhtar; gö zleri yerdeki kan lekesinde, yoksa bu kö yde herkesin bir yoku
mu var, diye geçirdi içinden. Bö yle bir yargıya çok daha ö nce varamadığ ı için hayı lanmıştı.
Belki de doğ ru dü şü nü yordu; herkesin bir yoku vardı kö yde, herkes kadar bir yoklar sü rü sü
vardı da evlere girip çıkıyorlardı insanlar gibi, kahveye oturup çay içiyor, tarlada çalışıyor,
çınarın gö lgesinde toplanıyor ve ö lü mlerde ağ layıp dü ğ ü nlerde oynuyorlardı. Muhtarın haberi
yoktu bunlardan, hiçbiriyle karşılaşmamıştı. Ola ki kö ylü ler bü yü k bir titizlikle gizliyordu
yoklar sü rü sü nü , herkes kendi yokunu sessizce besliyordu. Bu konuda her insanın kendine
ö zgü bir yö ntemi vardı belki; sö zgelimi, kimi geceler boyu dü ş yedirirken kimi ninni
içiriyordu yokuna, kimi tü rkü lerle masallarla besliyordu, kimi sessizliğ iyle bü yü tü p sesiyle
uyutuyordu, kimi de kendini yediriyordu yiyecek diye, giyecek diye kendini giydiriyordu.
Cennet’in oğ lu da mektuplarla besliyordu işte; hiç kimse dediğ i yokunu sö zcü k sö zcü k
bü yü tü yordu gizlice, çiçek desenleriyle kokulandırıp kuş resimleriyle dillendiriyordu. Kaşlar
yaratıyordu har lerden, dudaklar, gö zler, saçlar... Anasına sezdirmeden yü rü yü şler de
yaratıyordu belki har lerle, adı sanı bilinmeyen bir yok, Cennet’in evinde odadan odaya
geziyordu bö ylece, merdiven basamaklarını tırmanıyordu har lerden bir tırmanışla, sofraya
oturuyor, Cennet’le birlikte çorba pişiriyor, tuzuna bakıyor, su içiyor ve Cennet’e baka baka
giderek Cennet’in kendisi ya da dü şleri oluyordu. Hiç kuşkusuz bu durumda Cennet, dü ş diye
bir başkasının gerçeğini yaşıyordu; bir yokun yaşamını...
“Zavallı Cennet,” diye mırıldandı muhtar.
Cennet’in oğlu uzandığı yerden başını kaldırmış ona bakıyordu.
Gece yarısı sorgu yeniden başladığ ında, muhtarlık odasının ö nü nde karaltılar birikmişti.
Akşamdan bu yana avlulardan tek tek çıkıp geliyorlardı. Olup bitenler hakkında henü z kimse
kimseyle konuşmamıştı, sö z birliğ i edilmişçesine herkes susuyordu. Gene de, nereden
doğ duğ u ve ne dediğ i anlaşılamayan fısıltılar yü kseliyordu karanlık sokak aralarından; kalın
bir uğ ultu, duvarları, bacaları ve ağ açları aşarak kö y meydanına doğ ru akıyordu. Her karaltı
yalnızdı ilk bakışta, yapayalnızdı; ama birlikteydiler. Taşa, toprağ a ve karanlığ a sıvaşan
yapışkan bir endişenin içinde, kendilerini kendilerine birbirlerinin gö rü ntü sü nden yansıtan
kırık birer aynaydılar sanki, sır gibi bü yü yorlardı. Çocuklarıyla karılarını evde bırakanlar,
yü zlerinde taşıdıkları birkaç kişilik endişeyle olduklarından çok daha iriydiler ve her adımda
bir adım da evde kalanlar için atıyorlardı. Muhtarlık odasının ö nü ndeydiler şimdi, sessizce
kapıya bakıyorlardı. Çınarın gerisinden hâ lâ tek tü k de olsa gelenler vardı. Onlar da oturdular
sonra, bedenlerini kalabalığın sessizliğine bağladılar. İçlerinden biri ağlamaya başlasa ötekiler
de ağ layacaktı, ya da kalkıp yü rü se yü rü yecekler... Ama, kararsızdılar; muhtarlık odasından
gelen haykırışlara, sö vgü lere ve çırpınışlara karşı ne yapacaklarını bilemiyorlardı ve
taşıdıkları endişe, kendi sessizlikleriyle içerideki gü rü ltü nü n birleştiğ i noktada ö yle hızlı
bü yü mü ştü ki kö y meydanını dolduran karaltıları gitgide zift gibi koyulaşmıştı. Artık gecenin
içinde bekleyen bir geceydiler.
Muhtar, ö kesinde boğ ulmak ü zereydi o sırada; bir yandan Cennet’in oğ lunu tekmeleyip
tokatlarken bir yandan da kulağ ını vermiş kapıyı dinliyordu. Dışarıda birilerinin soluk alıp
verdiğ ini duyuyordu sanki; yoklar sü rü sü , diyordu içinden, işte geldiler. O bö yle der demez,
inanılmaz bir sessizlik çö kü yordu kapının dışına, bir bakıma dışarısı da yoklara karışıp bir
yok oluyordu.
Durdu muhtar... Gö z ucuyla bekçiye baktı. Bekçi, onun bakışlarındaki kaygıyı da yü klenerek
yavaş yavaş yü zü nü kapıya çevirdi. O anda dışarıda yü zlerce el kıpırdandı sanki, yü zlerce
tırnak bü yü k bir sabırsızlıkla kapıyı tırmalamaya başladı. Bekçi şaşırmıştı. Muhtarsa olup
bitenlerin bir yanılsama olduğ unu dü şü nü yordu. Bir sigara yaktı sonra, ü st ü ste emerek
kapıya doğru yürüdü. Dumandan bir zırhın içinde, adımlarını korkusuzca atıyordu.
Kandilin ışığ ı ondan ö nce çıktı dışarıya; bekleşen kö ylü lerin yü zlerini, omuzlarını, şapkalarını
ve ellerini yalayarak çınarın yanına kadar uzandı. Kalabalık kıpırdandı usulca; gö rmeyen,
duymayan ve konuşmayan etten kemikten bir boncuk harmanı gibi birbirlerine biraz daha
sokulup ü st ü ste yığ ıldılar. Yü zlerini kaldırıp baktılar sonra, kö y meydanı birdenbire ışıldayan
gö zlerle doldu. Hiç ummadığ ı bö ylesine bir gö rü ntü karşısında ha ifçe ü rperen muhtar, orada
bekleyenlerin yü zü kadar yü zü olsun istedi o anda, kuşkusuz hepsine yü zlerce gö zle ezerek
bakacaktı. Kalabalığ ı bir kö pek sü rü sü gibi çivileyecekti ki bir daha toplanmasınlar bö yle, bir
daha var olduklarından şüphe edip ikide bir yok yaratmasınlar!
Bekçi eşiğ e çıkmış, muhtarın tepesinden uykulu uykulu kö y meydanına bakıyordu. Eli
mavzerli bir bekçi gölgesi, eşikten aşarak kalabalığın üstüne doğru uzanmıştı.
“Ne istiyorsunuz,” diye bağırdı muhtar.
Kimseden çıt çıkmadı. Her şey, eli mavzerli bekçi gö lgesiyle muhtar sesinin altına bü zü lmü ş
birbirine bakıyordu. Kö ylü ler, sırtları çınara dö nü k olmasına karşın çınarı gö rdü ler sonra,
hışırtısını işittiler ve onun altından geçip yü rü dü ler belki, evlerine varıp kapıları açtılar, bildik
kokular duyup bildik eşyalara dokundular, çocuklarının saçlarını okşadılar şekerlenen
yastıklarda, karılarına gö z attılar ve geri dö ndü ler sonra, avlulardan tek tek çıkıp kö y
meydanında yeniden toplandılar ve aynı gö zlerle kapıya bakmaya başladılar. Muhtar hâ lâ
orada, eşikteydi. Zaman, elinde tü ten sigaranın ucuna arada bir dokunup dokunup geçiyordu.
O kırmızı nokta ışıdıkça can alıyordu kalabalıktan, sö ndü kçe can veriyordu. Zaman, muhtarın
sigarasından sekip kö ylü lerin arasına karıştı sonra, gezine gezine adı Cennet olan karaltıyı
bulup avuçlarına doldu. Terleyen bir çift el, serin bir dizin ü stü nde kararsızca birbirini ovdu
bir sü re. Bu sessiz hareketleriyle bir şeyin vaktini olgunlaştırıyorlardı sanki ve karanlıkta
kanatlarını titreten iki kör serçeye benziyorlardı.
Muhtar, sigarasını ayaklarının dibine fırlatıp ezdi. Soluk alıp vermekten başka hiçbir ses
çıkarmayan bu kalabalığ ın kö ylü lerden oluşmadığ ını dü şü ndü bir an. Yalnızca bakıyorlardı
ona; kulakları bile gö zdü sanki, elleri, ağ ızları gö zdü . Kim bilir kim, kim bilir neyle, getirip
getirip yü zlerce gö z dö kmü ştü muhtarlık odasının ö nü ne; insan kılığ ında yü zlerce gö z... Yoklar
sü rü sü ö nce gö zleriyle gelmişti belki. Ne de olsa gö z her zaman ö ncü dü r. Daha sonra, belki
gene bö yle bir gecede, ya da kö ylü lerden birinin daha kayıplara karıştığ ı berbat bir akşam
ayaklarıyla geleceklerdir. Gö z ayağ a muhtaçtır çü nkü , ö ncü lü k gö revini çoğ u zaman ayakların
ö ncü lü ğ ü yle yerine getirir. Ardından, yokların kulakları yağ acaktır kö y meydanına; kepçe
kepçe, kepçeleri varlıklarından kuşkulandıran kulaklar...
Bekçi ö ksü rdü muhtarın arkasında. Kalabalık bu fırsatı bekliyormuş gibi, ö ksü rü ğ e tutunarak
bir adım ilerledi. Çarpık çurpuk gölgeleri çınara doğru biraz daha uzamıştı.
“Beni dinle muhtar...”
Bekçi telaşla sesi aradı.
“Cennet’im ben Cennet,” dedi aynı ses, “oğlumu geri isterim!”
Muhtar yutkundu. Sonra, kapıyı gürültüyle kapattı köylülerin suratına.

17

Çırak hâlâ dönmemişti.


Sabrı tü kenen berber, onun gitgide maymun akıllı olduğ unu sö yleyerek ikide bir kapıya çıkıp
yola bakıyordu. Yanımdaki sandalyeyle kapı arasında yuvarlanıp duran bir ö ke topuydu
sanki, sesi hızla uzaklaşıp hızla yakınlaşıyordu. Artık hem kapının ö nü nde, hem de içerideydi.
Kapıdaki cadde boyunca ö keyle koşup gitmeye, içerideki tedirgin duruşuyla kapıya yeniden
çıkmaya her an hazırdı. Benimse, iki berbere aynı gözlerle bakmaktan başım dönmüştü.
“Şimdi gelir nasıl olsa,” dedim yatıştırmak için, “boşuna öfkeleniyorsun.”
“Yani bu kadar olmaz,” diye homurdandı. “Jilet dediğ in şey Fizan’da satılmıyor ki, caddede
yüzlerce market var. Şu halime bak!”
Elini uzatmış, koltukta uyuyan yü zü sabunlu adamı gö steriyordu. Dü ştü ğ ü duruma bakılırsa
yerden gö ğ e kadar haklıydı, ama bunu fısıltıyla da olsa ona sö ylemek istemiyordum. Bö yle bir
şey çırağ ın aleyhine olurdu ki, zavallı çocuğ un, elinde jilet kutusuyla daha kapıdan girer
girmez tıpkı Cennet’in oğ lu gibi itilip kakılmasına dayanamazdım. Ne var ki o sırada berbere,
haklısın demekten daha beter bir şey söyledim.
“Belki de çırak dönmeyecek,” deyiverdim durup dururken.
Gö zlerindeki cellat gö zlerini çevirip hışımla yü zü me baktı. Oturduğ um yerde ansızın ağ ır bir
tokat yemiş gibi sarsılmıştım. Bir yandan da ağ zımdan çıkan sö zü n anlamını çarpıtacak yeni
dü şü nceler arıyordum. Oysa ne yapsam boşunaydı artık, berber yerinden fırlayıp dü kkâ nın
içinde o kö şeden o kö şeye gidip gelmeye başlamıştı. Çırağ ının dö nmeme olasılığ ı onu ö yle çok
öfkelendirmişti ki, dişlerinin gıcırtısını bile duyuyordum. Hiç kuşkusuz, ağzına düşsel bir çırak
almış, hırsla geveliyordu.
Sonra birdenbire durdu.
“Ben,” dedi uçurumları öfke dolu bir sesle, “çırağı aramaya gidiyorum, kusura bakma.”

18

Cennet’in oğ lu, ertesi gü n ö ğ leye doğ ru muhtarlık odasından çıktığ ında iki bü klü mdü .
Sendeleye sendeleye, burnunun doğ rultusunda yü rü yordu. Kö y meydanının ortasına ulaşınca,
artık o noktada toparlanıp kendine çekidü zen vermesi gerekirmiş gibi belini birazcık
doğrulttu.
Bekçi beş on adım gerisindeydi; muhtara gö re bundan bö yle gö lgesiydi onun, nereye giderse
gidecekti. Belki gide gide gü nü n birinde Gü vercin’e varabilirdi. Varılmalıydı da zaten, gecenin
bir yarısında kö ylü ler muhtarlık odasının ö nü nde toplanıp gö zlerini kapıya pul pul
dikebilmişlerse başka çareleri yoktu. Ustelik, Cıngıl Nuri’nin kayıplara karışmasıyla
Gü vercin’inki bir tutulamazdı; arada dağ lar kadar fark vardı. Her şeyden ö nce Gü vercin, henü z
muradına erememiş kö rpecik bir idandı, namusu yediden yetmişe bü tü n kö ylü den sorulurdu.
Kö ylü lerin başında da muhtar geliyordu tabii, bekçi bunun farkındaydı. Hatta ondan sonra
sorumlu tutulacak kişinin kendisi olduğ unu da biliyordu ama, artık Gü vercin’i şu ö nü nde
yü rü yen çelimsiz çocuğ un kaçırdığ ına da inanmıyordu. Ne var ki bu yanılgısını onca olup
bitenden sonra muhtara söyleyemezdi. Her şey için geçti bundan böyle; ok yaydan fırlamıştı!
Duraksadı Cennet’in oğlu.
Onunla birlikte, bekçi de.
Kö ylü ler kapıya pencereye ü şü şmü ş, onlara bakıyorlardı. Avlu duvarlarının, bacaların, nohut
harmanlarının ve helaların arkasında bir gö rü nü p bir kaybolan yü zler vardı. Duvar diplerinde
gü n boyu pinekleyen ak sakallı yaşlılar, Cennet’in oğ lu binlerce kilometre uzaktan geçiyormuş
gibi ellerini gü neşe siper edip gö zlerini bü sbü tü n kısmışlardı. Belki de hepsi birer Cennet’in
oğ luydu şimdi; bitkin adımlarla Kurtuluş yıllarının içinde yü rü yorlardı. Ustleri başları kana
bulanmıştı ü stelik, aç ve susuzdular... Gene de, baharlarını bıraktıkları bir cepheden başka
cephelere doğru gidiyorlardı.
Bir ara Cennet’in oğ lu yavaşça dö nü p baktı bekçiye. Sonra ansızın gü ldü . Bu, nereden çıkıp
nereye gideceğ i ve neye yorulacağ ı bilinmeyen ö yle gü lü nç bir gü lü ştü ki, bekçi ne yapacağ ını
şaşırmıştı.
Bunca dayaktan sonra gü lmek de neyin nesi, diye geçirdi içinden; yoksa bu gavat, kızı
gerçekten kaçırdı da benimle alay mı ediyor?
Farkında olmadan durmuş, sigara yakıyordu. Cennet’in oğ lu avlu kapılarından içeri girmek
ü zereydi. Iki bü klü mdü gene, kendisini karşılamaya çıkan anasına doğ ru sendeleye sendeleye
ilerliyordu.
“İnine koşan ayı yavrusu gibi,” dedi bekçi.
Sonra, acaba yeniden gü lecek mi, diye merakla bekledi. Ama gü lmedi Cennet’in oğ lu, hatta
arkasına bile bakmadı, doğ ruca anasının kollarına atıldı. Bekçi onları sarmaş dolaş gö rü nce
bir tuhaf oldu nedense, mavzeri omzuna asıp hızla kö y meydanına yü rü dü . Kahvenin ö nü nden
geçerken, gö zleri tozlu camların arkasında dikilen kahveciye takıldı, omzuna buharlı bir havlu
atmış, ağzında tel tel tüten sigara, dışarıyı seyrediyordu.
“Çayın var mı?” diye bağırdı.
Kahveci, çenesini havaya dikerek yok işareti yaptı.
Oysa dip masaların birinde berber çay içiyordu. Nereden bulduysa, son gü nlerde kulaklarına
dek inen bir şapka geçirmişti başına. Şimdi o şapkanın siperini ha ifçe yukarı kaldırmış, keklik
kafesinin yanında duran radyoyu dinliyordu. Yurttan Sesler Korosu’nun ardından oyun
havaları başlamıştı; şimşir kaşık şıkırtılarıyla kahveyi genişlete genişlete kocaman bir
harman yerine dö nü ştü ren oyun havaları... Sazlar tam ağ ıda duracak ya da bozlaklara
yö nelecekmişçesine yavaşlayıp zamanı ağ dalandırmışken, ansızın kıvrak dilli bir kaval
sürüsünü peşlerine takıp mendil bahçesi gibi dalgalanıyorlardı.
“Bir çay daha vereyim,” dedi kahveci.
“Yok yok,” diyerek kalktı berber, “işim var; kunduracı bekliyor.”
Kahveciyi oyun havalarının ortasında tek başına bırakıp kunduracının dü kkâ nına doğ ru
yü rü dü . Kapıdaki kö pek hırladı onu gö rü nce; kirli sarı, ufacık bir şeydi ve dişleri, ağ zının
karanlığ ında kefen giyip yan yana sıralanmış insanlara benziyordu. Belki de bu yü zden, onun
gö rü ntü sü nde uzak da olsa insanı aradı. Onca kirin, sarı tü y, nasırlaşmış pati ve savrulup
duran kuyruğ un herhangi bir yerinde insana ö zgü kü çü cü k bir çizgi yakalayabileceğ inden pek
emin değ ildi. Gene de kö peğ e bakarken kendinde bir değ işiklik hissetmişti; biten bir
hırlamanın titreşimleri vardı ciğ erlerinde, duyuyordu. Ustelik ağ zı, uzun bir havlayışa
hazırlanırcasına belli belirsiz aralanmıştı.
Tam o sırada kunduracının kafası gö rü ndü içeriden, elini iki kez kısa kısa sallayarak, “Gel gel,”
dedi. Berber gülümsedi birden, yüzündeki havlama çizgileri gülümsemenin altında kayboldu.
Dü kkâ n, kö sele kokusundan nefes alamıyordu. Duvardaki çivilere birer ikişer deri parçası
asılmıştı, alacakaranlık bir kö şede ö mrü tü kenmiş naylon ayakkabılarla ağ açtan yontulmuş
topuklar vardı ve kunduracı hemen girişte, tepesinden ö rü mcek ağ ları sarkan tozlu bir
minderin ü stü ne oturmuş, ateşte kızaran demir çubuklara kulağ ı kopan terlikleri
yapıştırıyordu.
“Duydun mu?” dedi selamlaştıktan sonra.
“Duymayan var mı ki,” dedi berber.
Bakıştılar.
“Sence kim kaçırır Güvercin’i?”
“Bilemiyorum,” dedi kunduracı. “Bence Cennet’in oğ lunu boşuna dö vü yorlar, o çocukta kız
kaçıracak göz yok!”
“Tuhaf biri ama.”
“Orası öyle... Gene de kimseye zarar gelmez ondan. Tuhafsa tuhaflığı kendine yani.”
İkisi de susmuştu.
“Bu kö yden kimse kaçırmamıştır Gü vercin’i,” dedi bir sü re sonra kunduracı, “çü nkü
delikanlıların hepsi kö yde. Hatta erkeklerin hepsi burada, bir bahaneyle de olsa kö yü n dışına
çıkan yok.”
“Kızı kaçıran kimse, köyde saklıyor olamaz mı?”
Kunduracı güldü. Her yöne yorulabilecek dağınık bir gülüştü bu.
“Bazı şeyleri gö zden kaçırıyorsun,” dedi gö zlerini berberin yü zü ne dikerek. “Kö yü karış karış
aradılar.”
“Ne zaman?”
“Zamanı yok... Belli zamanda, belli kişilerce yapılan arama arama sayılır mı hiç? Muhtar
kimseye duyurmadan yaptı bu işi. Birileri birilerine tuz istemeye gitti sö zgelimi, birileri zift
aramaya çıktı ev ev, birileri kapı kapı dolaşıp ebegü meci topladı. Daha buna benzer bir sü rü
bahane işte... Yani her yer arandı senin anlayacağ ın, herkes birbirini yokladı ve her taşın altına
bakıldı.”
“Benim dükkâna da mı?” diye sordu berber.
“Elbette...”
“Ama perdenin arkasına bakılmadı tabii, yattığ ım yere?” “Sen ö yle san,” dedi kunduracı, “çay
demleyip içtiğimizde, bardakları perdenin arkasından ben getirmedim mi?” Berber şaşırmıştı.
Köyde olup biten her şeyi en ince ayrıntısına dek bildiğini düşünüyordu.
“Demek sendin?”
“Bendim ya...”
Kunduracı kalkıp çay bardaklarını almaya gitmişti. Berber, gö zlerini nar gibi kızaran demir
çubuklara dikip soluklandı. Belleğ inin bir kö şesinde, muhtarlık odasından çıkıp kö y
meydanına doğ ru yü rü yen Cennet’in oğ lu vardı. Iki bü klü mdü gene, cansız adımlarla yavaş
yavaş ilerliyordu. Beş on adım gerisinden gelen bekçi kararsızdı, onunla birlikte durup onunla
birlikte yü rü rken mavzerini nasıl tutacağ ını kestiremiyordu. Duvar diplerinde pinekleyen ak
sakallı yaşlılarsa kısık gö zlerle onlara bakıyorlardı hâ lâ ... Derken kö ylü ler çıktı ortaya, tek tek
fırlayıp bü yü kçe bir çember oluşturdular. Cennet’in oğ lu çemberin içinde kalmıştı. “Daldın,”
dedi kunduracı.
Berber ürperdi.
“Seni neden çağırdığımı sormayacak mısın?”
“Neden çağırdın?”
“Sana bir çırak buldum,” dedi kunduracı bardağ ı uzatırken. “Artık Cıngıl Nuri mesleğ i unuttu
biliyorsun... Eline bir daha makas alacağ ını hiç sanmıyorum. Kısacası, senden başka bu işi
bilen yok köyde. Peki senden sonra ne olacak? Bir çırak yetiştirmek gerekmez mi?”
“Gerekmesine gerekir de,” dedi berber, “durup dururken çırağı nerden buldun?”
“Doğ rusu kendi ayağ ıyla geldi. Bizim evde şimdi, uyuyor... Gü nlerdir yoldaymış garibim, sabah
ezanı okunurken kapıyı çaldığ ında yorgunluktan ö lü yordu. Aslında benim uzaktan uzağ a
akrabam sayılır, dağ ların ardında bir kö yde oturuyor. Babası ö nce kentteki bir berbere vermiş
bunu, orada şö yle bö yle bir yıl kadar çalışmış. Elleri hamlıktan kurtulmuş yani, oturup
kalkması bir kalıba girmiş. Orada, dü kkâ nda yatıp kalkıyormuş. Derken bir gü n, ustası onu jilet
almaya mı gö ndermiş ne yapmış, çocuk bir daha geri dö nmemiş. Artık kaç gü n kaç gece
yü rü dü yse, dosdoğ ru kö yü ne gelmiş. Babası bu densizlik karşısında ö kelenmiş tabii, madem
berberliğ i teptin hiç olmazsa kunduracılığ ı ö ğ ren demiş. Bana bu niyetle gö ndermişler. Ama
çocuğ un eli berberliğ e yatkın... Ben derim ki bizim evde yesin içsin, bizim evde yatsın ve senin
yanında eski zanaatına devam etsin?”
“Bence sakıncası yok,” dedi berber.
Gözlerindeki ışıltının rengi değişmişti.

19

Berberin gidişiyle dükkân büsbütün sessizliğe gömülmüştü.


Saatlerdir caddeden akan gü rü ltü bile kesilmişti sanki, hareket halindeki otomobillerin hepsi
durmuş, işyerleri kapanmış, insanlar parmak uçlarına basa basa sessizce yü rü yü p bir yerlere
gitmiş ve ben ölü bir kentin ortasında, koltukta uyuyan adamla yapayalnız kalmıştım.
Bir ara, ıssızlığ ı ve dü zensizliğ iyle, hatta para ö deyeceğ i yerde abuk sabuk sö zler ederek çekip
giden ya da yü zü nü n sabunuyla uyuyup kalan garip mü şterileriyle hiç de gerçek bir berber
dü kkâ nına benzemeyen bu yerden kalkıp gitmeyi dü şü ndü m. Ne var ki asla bö yle bir şeyi
yapamayacağ ımı anlamam pek uzun sü rmedi. Ne olursa olsun, çırak ya da berber dö nene dek
dü kkâ nda beklemek zorundaydım. Gerçi jilet almaya giden çırağ ın artık geri gelmeyeceğ ini
biliyordum. Ama berber, onu caddelerde boş yere arayıp birkaç kişiye sorduktan sonra, o laya
pu laya dö necekti. Kapıdan girer girmez de dü kkâ nı bana teslim edip gitmiş gibi gö zlerimi
arayacaktı kuşkusuz; bakışlarını bakışlarıma daldırıp her şeyi devralacaktı. Makaslar
aktarılacaktı bakıştan bakışa, pudra kutuları, parfü m şişeleri, fırçalar, pamuklar, aynalar
aktarılacaktı.
Uyuyan adamınsa hiçbir şeyden haberi yoktu henü z; gö zlerini kapamadan ö nce neredeyse
orada, yani çırağ ın jilet alıp gelmesini bekleyen bir berberin dü kkâ nındaydı. Gö zlerini
açmadığ ı sü rece ben ona gö re berberle yan yana oturuyordum hâ lâ , yalnız kalmamış ve kalkıp
gitmeyi de dü şü nmemiştim. Ola ki, karmakarışık bir yü zle henü z adını koymadığ ım o romanı
tasarlıyordum. Uzaklardaydım yani, sö zcü kler ya da sayfalarca uzaklardaydım. Orada, henü z
doğ maması gereken, çocukluğ umdan yontulmuş kepçe kulaklı bir çocukla karşılaşmıştım. Ben
bö ylesi bir erken karşılaşmanın telaşıyla boğ uşurken, o rastgele bir bö lü me dalarak birkaç
sayfayı çoktan işgal etmişti. Istesem onu ilk dü şü ndü ğ ü m gibi romanın son sayfasından
sonraki yere kolayca atabilirdim belki, ama içimdeki bir nokta buna elvermiyordu. O noktayı
oluşturan dağ kokuları yığ ılıyordu ö nü me ansızın, ardıçlı tepeler, çıplak yamaçlar, sise
gömülmüş ormanlar ve kayıp vadiler yığılıyordu.
Bu durumda, hiç kuşkusuz o çocuk romanın sonuna dek doğmadan yaşayacaktı.

20

Cennet’in oğ lu haftalar sonra berber dü kkâ nına geldiğ inde tir tir titriyordu. Dalgalanan sesiyle
Cıngıl Nuri’yi sordu önce; soluk soluğa, ona saçlarını kestirmek istediğini söyledi.
“Biliyorsun Nuri bu işi bıraktı,” dedi berber.
Ama o inanmadı; bir yandan işaretparmağ ını uzatarak her kö şede Nuri’yi arıyor, bir yandan
da bazen yü kselip bazen alçalan bulanık kahkahalarla sü rekli gü lü yordu. Kepçe kulaklı çırak
oturduğ u yerden fırlayıp tezgâ hın dibine geçmişti. Işaretparmağ ı dö ne dolaşa gelip onun
korku saçan bakışlarına takılınca durdu Cennet’in oğ lu; sessiz, bir o kadar da isteksiz
adımlarla koltuğa doğru yürüdü.
“Daha dün görmüştüm Nuri’yi,” dedi otururken.
Berber çekmeceden çıkardığı beyaz önlüğü boynuna dolamış, iğneyle tutturmaya çalışıyordu.
“Nerde gördün?”
“İşte şurada, senin dikildiğin yerde. Kuşluk vakti Rıza’yı tıraş ediyordu.”
“O bendim,” dedi berber.
“Sen değildin,” diye diretti Cennet’in oğlu, “asla sen değildin... Nuri’ydi, konuştum onunla.”
Berber ne diyeceğini şaşırmıştı.
Koltuğ un çevresinde yarım adımlarla dö nen çırağ ın kafası da allak bullaktı aslında, gö zlerini
ustasına dikmiş merakla ağ zından çıkacak sö zleri bekliyordu. Ne var ki berber, tıraş bitene
dek bir daha konuşmadı; neyi hangi dille sö ylerse sö ylesin bir yere varamayacağ ını anlamıştı.
Belki de bu yüzden tıraşı tahmininden erken bitirdi.
Cennet’in oğ lu sessizce kalkmış kapıya doğ ru yü rü yordu ki birden durdu. Sivri ve ıssız bir
armuda dönüşen kafasını sağa sola sallayarak; “O halde Nuri sensin,” dedi.
Berber gönülsüzce gülümsedi.
Cennet’in oğ lu hızla çıktı sonra, kö y meydanına doğ ru koştu. Kollarını kö yü kucaklamak
istercesine iki yana açmış olanca sesiyle bağırıyordu.
“Kaar nedeen yağaar, kaaarrr?”
Uzaktan geçenler yavaşlamıştı. O sırada, birkaç kapı açılıp kapandı gü rü ltü yle. Duvar dibinde
pinekleyen ak sakallı yaşlılar gö zlerini kısıp baktılar gene, birbirlerine usulca sokulup
fısıldaştılar. Her gü n aynı noktada oturan, kimsenin fark etmediğ i gizli birer yargıçtılar sanki,
olup bitenleri oradan anında gö rü p kendi aralarında uzun uzun tartışıyor ve bir karara
varıyorlardı. Ama bu kez varacakları karar oldukça uzaktaydı; gö zlerinin ö nü nde devinen
yaşam, beklenmedik anda yeni olaylar doğ uruyordu çü nkü , konuşmaları gereken şeyleri
sü rekli artırıyordu. Çınarın gö lgesindeki kö ylü ler birdenbire ayağ a kalkınışlardı sö zgelimi,
yavaş yavaş Cennet’in oğ luna doğ ru yü rü yorlardı. Avlu duvarlarının ü stü nde yü zler belirmişti
gene, evlerin kö şelerinden, nohut harmanlarının ve bacaların arkasından ansızın çocuklar
fırlamıştı. Herkes sakınımlı adımlarla kö y meydanına ilerliyordu. Derken, durdular... Eğ ri
büğrü, büyük bir çember oluşturmuşlardı.
Cennet’in oğlu o çemberin içinde dolaşarak herkese tek tek sordu.
“Kaar nedeen yağaar, kaarr?”
Kimse yanıt vermedi. Kimi boynunu bü kmü ş susuyor, kimi de acıyarak bakıyordu. Sonra
nereden haber aldıysa, saçlarını savurta savurta Cennet koştu geldi. Onun gelişiyle her şey
yoluna girecek sanıldı ö nce. Doğ rusu belirtiler de ö yleydi; Cennet’in oğ lu, ne yapacağ ını
bilemeyen darmadağ ınık bir anayla karşılaşınca duraksamıştı. Ama bu pek uzun sü rmedi,
çevresini kuşatan çemberi ansızın yarıp çınara doğ ru fırladı. Kalabalık, gizli iplerle ona
bağlanmışçasına dalgalandı bir an; Cennet’i de aralarına alıp koşmaya başladılar.
Rıza bakkal dü kkâ nının ö nü ne çıkmış, hiç heyecan duymadan, olup bitenleri merak etmeden,
hatta kılını bile kıpırdatmadan ö ylece bakıyordu. Cennet’in oğ lu çınarın gö vdesine sarılmıştı
şimdi, bir yandan “Kar neden yağ ar kar” diye haykırıyor, bir yandan da kendisini tutmak için
yanına yaklaşanları tekmeyle uzaklaştırmaya çalışıyordu. Sonra peş peşe tü kü rdü kö ylü lerin
suratına, bir ara gü ldü , ardından anlaşılmaz şeyler homurdanıp yeniden tü kü rmeye başladı.
Cennet çaresizdi; kurumuş ellerini boşluğa uzatarak yalvarıp yakarıyor, kimi zaman da yardım
dilenircesine dönüp arkasındaki köylülere bakıyordu. Tam o sırada muhtar çıktı geldi nereden
geldiyse, gözlerini kötü kötü belerterek çınara doğru yürüdü.
“Sen söyle, kar neden yağar?” dedi Cennet’in oğlu.
Muhtar sustu. Birden dö ndü sonra, kö y meydanındakilerin şaşkın bakışları altında muhtarlık
odasına girdi. Masaya çö ktü ğ ü nde bitkindi. Içinde bir yerde, yenilmişlikle birlikte belli belirsiz
bir suçluluk duygusu geziniyordu.
Peşinden gelen bekçiye; “Artık üstüne gitme o çocuğun,” dedi bu yüzden. “Deli milletine katıldı
o; ne ne yapacağı bilinir, ne ne söyleyeceği...“
Bekçi başını salladı yalnızca; duvarın dibindeki sandalyeye çö kmü ş, kapkara bir yü zle yere
bakıyordu.
“Aslında şu anda ben de Cennet’in oğlu olmak isterdim,” diye mırıldandı muhtar.
Neden bö yle dediğ ini kendisi de anlayamamıştı. Hatta sö ylediklerini doğ ru dü rü st
dü şü nmemişti bile, durup dururken birdenbire ağ zından çıkıvermişti. Ardından da, bunca
yıldan beri hep akıllı davranmanın yorgunluğ u çö kmü ştü omuzlarına; ö lçü lü olmanın,
başarmaya çalışmanın ve içinde kö pü ren binlerce arzuyu bü tü n bunların gerisine atmanın
yıllanmış bıkkınlığ ı gelip yü z çizgilerine oturmuştu. O anda kendi ağ ırlığ ıyla ezilen yorgun bir
bö cekti sanki; hiç kıpırdamadığ ı halde, gö rü nmeyen bacakları ve kollarıyla çaresizlik içinde
tepinip duruyordu. Hareketlerinin hepsi masanın gerisinde duran hareketsizliğ indeydi.
Derken bu durum, aklına yepyeni bir şeyi dü şü rdü . Emin olmak için pencereye yaklaşıp kö y
meydanına baktı.
Cennet’in oğ lu çınarın dibindeydi hâ lâ , elini kolunu sallayarak anasına bir şeyler anlatıyordu.
Bağ ırıyordu belki de, ağ zından tü kü rü k saça saça, karın neden yağ dığ ını soruyordu. Meydana
toplanan kö ylü ler dağ ılmıştı artık, Rıza’nın dışında herkes işine gü cü ne dö nmü ştü . O,
Cennet’in oğ luna kö ylü ler adına bakmakla gö revlendirilmiş gibi bakkal dü kkâ nının ö nü nde hiç
kıpırdamadan öylece duruyordu.
Muhtar pencereye eğ ilip bakarken hareketsiz kalmıştı gene, gö rü nmeyen kollarını sağ a sola
savurarak bu konumundan kurtulmaya çalışıyordu. Ama ne yaparsa yapsın ağ ırlığ ını bir
kenara itip ha if adımlarla masaya dö nebilmesi pek mü mkü n değ ildi. Pencerenin ö nü ne
yü zyıllar ö nce çakılmış paslı bir çiviydi sanki, için için vınlıyor, uğ ulduyor, ama kendi dışında
kalan kendini bir türlü yerinden oynatamıyordu.
“İşte tıpkı böyle,” diye mırıldandı bir ara.
Bekçi hiçbir şey anlamadan ona bakıyordu. Bakışları gene de işe yaramıştı; muhtarın
dışındaki muhtar, başkasına ait gö zlerle gö rü lü nce yavaş yavaş gü çlenmiş ve içindekiyle
birlikte masaya kadar yürüyüp yerine oturmuştu.
“İşte tıpkı böyle,” dedi yeniden, “sırrını çözdüm hergelenin!”
Bekçi, soran bakışlarla sözün gerisini bekliyordu.
Muhtar susmuştu oysa; gö zlerini masadaki mü hü r kesesine dikmiş, Cennet’in oğ lunu
dü şü nü yordu. Artık ona gö re o da bir yok’tu; hem de yok olma yö ntemi şimdiye kadarkilerden
oldukça farklıydı. O ne Asker Hamdi ve ailesi gibi ansızın kaybolmuş, ne çerçi gibi gelip
geçmiş, ne Aynalı Fatma gibi dağ lara yü rü yü p gitmiş, ne de Gü vercin gibi uçmuştu... Hatta
Cıngıl Nuri gibi ruhum sıkılıyor diyerek yılların arkasına da kaçmamıştı. Gö z gö re gö re yok
olmuştu o; kendi gö rü nü rlü ğ ü nü n derinliklerine çekilmişti. Her gü n her yerde karşılaşılacaktı
eskisi gibi, sesi işitilip kokusu duyulacak, ama asla ona ulaşılamayacaktı. Herhalde kendi
varlığ ına karışarak yok olmak en akıllıca yö ntemdi. Belki de bu yü zden delirmişti Cennet’in
oğ lu; kendini kendine gö mebilmesi için delirmesi, delirmesi için de herkesten akıllı
davranması gerekmişti.
Eliyle kapıyı göstererek, “Git şu Cennet’i çağır bana,” dedi muhtar.
Sesine, yavaş yavaş çöken akşam karanlığı karışmıştı.
Bekçi gö nü lsü z adımlarla gidip Cennet’i buldu, ama kadın onun dediklerine pek kulak asmadı.
Hâ lâ çınarın gö vdesinden ayrılmayan oğ lunu ikna edip eve gö tü rmeye çalışıyordu. Bunu
başarabilmek için kimi zaman diz çö kü p yalvarmaktan, kimi de oğ lunun tekmelerinden
kaçayım diye sağ a sola koşuşturmaktan yorulmuştu aslında, neredeyse oracığ a yığ ılıp
kalacaktı. Bekçi onunla birlikte çınarın çevresinde birkaç kez dö ndü kten sonra, muhtarın
çağrısını yeniden iletti. Cennet durmuş, soluk soluğa ona bakıyordu. Derken, peş peşe tükürdü.
Bu kadarını hiç beklemeyen bekçi şaşırmıştı. Havayı yumuşatmak için alçak sesle bir şeyler
mırıldanacaktı belki, ama Cennet buna fırsat vermedi; ellerini ö keyle sallayarak bağ ırıp
çağ ırmaya başladı. Ne dediğ i anlaşılmıyordu, gene de uzak bir kö pek havlamasını andıran sesi
bekçiyi birkaç adım geriletmişti. Bu, Cennet’i daha da cesaretlendirdi. Bekçi bir yandan
yü zü ne gö zü ne sıçrayan tü kü rü k damlacıklarını eliyle siliyor, bir yandan da geri adımlarla kö y
meydanının ortasına doğru çekiliyordu.
Sonunda, muhtarlık odasının ö nü ne kadar geldiler. Bekçi hâ lâ ağ zını açıp tek sö zcü k
konuşmamıştı, gitgide bü yü yen gö zleriyle ö ylece bakıyordu. Cennet’in karaltısıyla birbirlerine
bağ lanmış gibiydiler, aralarındaki mesafe çınarın yanında neyse şimdi de oydu. Ama, artık bu
tatsız oyunu bitirme zamanı gelmişti. Bu dü şü nceyle bekçi ansızın fırlayıp muhtarlık odasına
attı kendini.
Cennet, beş on adım ö tede taş kesilip baktı bir sü re. Sonra kapıya bir avuç dolusu tü kü rü k
fırlattı.
“İkisi de delirmiş bunların,” dedi bekçi.
Kibriti çakmış, muhtarın başucunda asılı duran kandili yakmaya çalışıyordu. Muhtar masanın
arkasında karanlığ ı bü sbü tü n koyulaştıran kocaman sessizliğ iyle hiç kıpırdamadan
oturuyordu. Ilk bakışta uyuyup kaldığ ı, hatta ö ldü ğ ü bile sö ylenebilirdi; çü nkü oda
aydınlandığ ında gö zleri hâ lâ kapalıydı. O sırada pencere tık tık vuruldu. Muhtar, Atatü rk’le
Mareşal Fevzi Çakmak’ın soluk portreleriyle karşılaştı ö nce, sonra kapının ardındaki
besmeleyi okudu ve yü zü nü tıkırtının geldiğ i yö ne doğ ru çevirdi. Bekçi mavzeri kaptığ ı gibi
pencereye koşmayı dü şü nmü ş, ama bir adım bile atamadan olduğ u yere çivilenip kalmıştı.
Camın gerisinde beliren bulanık bir yüz, gitgide onlara doğru yaklaşıyordu.
“Cennet’in oğlu bu,” diye fısıldadı bekçi.
Penceredeki yüz rüzgâra kapılmışçasına dalgalandı birden.
“Kaar nedeeen yağaaar, kaarrr?”
Bekçi ürperdi.
“Bırak,” dedi muhtar oturduğu yerden, “istediği kadar bağırsın!”
“Kaaar nedeeen yağaaar, kaaarrr?”
Bekçi bir sandalye bulup oturmuştu, ama camdaki yü zden bir an olsun gö zlerini
ayıramıyordu. Muhtar da aynı noktaya bakıyordu aslında, hatta bakmasa bile dişlerini cama
geçirmiş o yassı burunlu yü zü gö rü yordu. Belki saatler sonra, hiçbir şey gö remez oldular baka
baka; ya da yü z kendiliğ inden kayboldu. Gene de onlar, boşalan pencereye gö zlerini dikip bir
süre daha baktılar.
Ayağa kalktıklarında, Cennet’in oğlu uzaklardaydı.
“Kaar nedeen yağaar, kaarrr?”
Bekçi, evine giden muhtarın arkasından uzun uzun baktıktan sonra kö y meydanının ö teki
ucuna doğ ru yü rü dü . Hışırdayan çınarın altından geçerken yavaşladı nedense, başını çevirip
Rıza’nın dü kkâ nını sü zdü . O saatte pencerede hâ lâ ö lgü n bir ışık vardı. Soluğ unu tutarak
ayaklarının ucuna basa basa usulca yaklaştı. Rıza, iki arkadaşıyla tezgâ hın arkasında
oturuyordu. Onlerindeki tepside bir bü yü k rakı, ü ç bardak, bir kalıp peynir ve turşu
duruyordu. Şişe boğ azına kadar doluydu henü z, ama sohbet koyulaşmıştı anlaşılan, el kol
hareketleri hızlıydı ve bıyığ a boğ ulmuş ü ç ağ ız sigara dumanı saça saça sü rekli açılıp
kapanıyordu. Derken Rıza ansızın durdu; sigarasından çıkan duman bile havada upuzun asılı
kalmıştı.
“N’oldu?” diye sordu ötekiler.
“Camda bulanık bir yüz gördüm sanki,” dedi Rıza, “eğilmiş bize bakıyordu.”
Üçü de gözlerini cama dikmişti.
“Kaar nedeen yağaaar, kaarrr?”
“Ses uzaklardan geliyor baksana,” dedi biri, “Cennet’in oğlu olamaz.”
“Zaten o değ ildir,” diye homurdandı Rıza, “hem yeğ enimi kaçıracak hem de buraya mı
gelecek?”
“Belki de hayal gö rdü n... insan cama uzun sü re bakınca hep bö yle olur, mutlaka bir yü z gö rü r.
Daha doğrusu herkesin, asla göremeyeceği halde görmek istediği kayıp bir yüzü vardır.”
“Boş verin artık,” dedi öteki, “nerde kalmıştık?”
“İki kardeşte.”
“Kaar nedeen yağaaar, kaaarrr?”
Rıza peyniri ince ince dilimlemeye başlamıştı.
“Eee?”
“Dediğ im gibi, Gü lbahar iki kardeşin ikisine de vurulmuş... Orospu gö nlü bu, tö re mi dinler?
Artık kardeşlerin biri gelip biri gider olmuş. Ikisi de birbirlerinden haberliymiş aslında,
haberli olmamaları mü mkü n değ il zaten, kö yde ne gizlenebilir? Hem gizlense bile nereye
gizlenir? Neyse... Şimdi kardeşler ö ğ rendiler ya aynı tasa işediklerini, birbirleriyle yarışa
başlamışlar. Kim daha tatlı çerez getirecek, kim daha gü zel çorap, kim daha çok basma derken
yarış iyice kızışmış... Getirilen hediyeleri gö rdü kçe Gü lbahar’ın da gü lleri açılırmış tabii,
hangisini giyip hangisini çıkaracağ ını bilemezmiş. Kardeşlerin karşısına da kim ne verdiyse
onunla çıkarmış ki, herhangi bir terslik olmasın.”
Rıza, peynir tabağ ının kenarındaki kü çü k bir dilime dikmişti gö zlerini, anlatılanları
dinlemiyordu. Gü vercin’i dü şü nü yordu şimdi, binbir umutla onun yü zü nü gö zlerinin ö nü nde
canlandırmaya çalışıyor, ama bir tü rlü başaramıyordu. Oyle bir kız hiç yaşamamıştı sanki, onu
bu kö yde hiç gö rmemişti. Adını biliyordu yalnızca, Gü vercin’di; elsiz ayaksız, dilsiz dudaksız,
hatta gölgesiz bir güvercin...
“Kaar nedeen yağaaar, kaaarrr?”
“Sonra?”
“Sonra Gü lbahar bir gece, evine kardeşlerin ikisini de davet etmiş. Belki yanlışlıkla yaptı
diyorlar, ama bana kalırsa bu dü pedü z orospu kurnazlığ ı! Olur ya, ikisinden de usanmıştır
haspa; her gü n aynı renk gö zler, aynı eğ ri burun, aynı kıvırcık saç, aynı gü lü ş... Demiştir,
şunları bir karşı karşıya getireyim de gö rsü nler! Yani Gü lbahar’ınki oyun oyunu, kim maşadır
kim ateş belli değ il. Ama şurası kesin ki, herhalde bu kancık, gü llerini iki kardeşe aynı anda
devşirtmeyi düşünmemiştir.”
Rıza'nın gö zleri hâ lâ kü çü k peynir dilimindeydi. Oyle dikkatli bakıyordu ki, bü tü n gü cü nü
harcayarak bakışlarını sivri bir çatala dö nü ştü rü p ona sapladığ ı sö ylenebilirdi. Dü kkâ nın
bereketi, oğ lu Ramazan’ın geleceğ i, Gü vercin’in kayıplara karışan yü zü ve daha birçok şey o
peynire bağ lıydı sanki; karşısında oturanlardan birine kaptırırsa dü nyası ansızın yıkılacaktı.
Bunu ö nlemek için onu tabaktan alıp bir kö şeye koyabilirdi gerçi, ya da bir hamlede ağ zına
atıp rahatlayabilirdi. Ama bö yle bir çö zü m istemiyordu; peynir orada, gö zü nü n ö nü nde
durmalı ve hiç kimse dokunmamalıydı. Ne var ki gö nlü nden geçen bu dilek bir anda suya
dü ştü . Peynir yerinden birdenbire havalandı ve onun bakışlarını peşinden sü rü kleyerek
sonuna dek açılmış karanlık bir ağ ızda kayboldu. Rıza gö zlerini yummuş, bir yandan peyniri
dü şü nü yor, bir yandan da ulan bırakın artık şu Gü lbahar faslını demek istiyordu ama bir tü rlü
konuşamıyordu.
“Niye daldın?” diye sordu peyniri yiyen.
Bu sırada bekçi, kim bilir kaç sokak ö tede başını kaldırdı yavaşça; avlu duvarına sırtını
dayamış uyukluyordu. Yorgundu; gene de kerpiç duvarların arkasındaki ö ksü rü kleri,
horlamaları, bebek ağ lamalarını ya da atlarla ineklerin geniş ve sıcak soluklarını
işitebiliyordu. Belki ondan başka kimse yoktu şu anda sokaklarda, herkes kandilini ü leyip
uykuya dalmıştı. Uyumamışsa birkaç yatalak ihtiyar uyumamıştır belki; onlar da, kendi soluk
alıp verişlerini beklediklerini kendilerinden bile gizleyerek geceyi bekliyorlardı sö zde. Onlar
gö zlerini tavana dikip duvarların uğ ultusunu dinledikçe gece uzuyordu kuşkusuz, kö y gitgide
daha karanlık bir sessizliğe gömülüyordu.
Bekçi eskiden beri severdi bö yle anları; kö ydeki evler, avlular ve ahırlar içindekilerle birlikte
kendininmiş gibi gururlanırdı. Her şeye sahip olduğ unu dü şü ndü kçe kafasından tuhaf
dü şü nceler geçmeye başlardı sonra, sö zgelimi birkaç kişiyi gidip yatağ ında uyurken
kurşunlamayı isterdi. Bunların başında Rıza geliyordu tabii, ardından Cennet’in oğ lu, avlu
komşusu Vehbi ve daha başkaları... Kimse gıkını çıkaramazdı nasıl olsa; gecenin en sessiz
anında, kayıp bir saman çö pü nden yeni doğ acak çocuğ a kadar kö ydeki her şey onundu.
Bunları dü şü nü rken bir sigara yakardı çoğ u kez; mavzeri koltuğ unun altına sıkıştırıp uzun
boylu bir Azrail gibi Rıza’nın kapısına dikerdi gö zlerini. Artık sabaha kadar Azrail kalacağ ını ve
ne yaparsa yapsın asla bekçi olamayacağ ını anlayınca, namluyu tâ dip odada yatan Rıza’nın
kıllı gö ğ sü ne doğ rultarak yü rü meye başlardı. Yü rü dü kçe artardı ö kesi, kocaman bir halat gibi
onu Rıza’ya doğ ru çekerdi. Derken, dü şmemiş bir tetiğ in şıkırtısı bulaşırdı ellerine, kulakları
patlamamış bir mavzer sesiyle çınlar ve gö zlerinin ö nü nde, vurulmamış bir Rıza, ağ zını kuş
yavrusu gibi açar açar kapatırdı.
“Kaar nedeen yağaaar, kaaarrr?”
Yavaşça kalktı yerinden. Bu deli sabaha kadar susmayacak, diye dü şü ndü . Rıza’nın avlu
kapısında durmuş, karanlıkta uyuyan kapılara ve pencerelere bakıyordu. Hiç ses yoktu kö yde,
ot bile çıtırdamıyordu. Kapıyı ayağ ının ucuyla usulca iterek avluya sü zü ldü . Karanlık orada
biraz daha koyulaşmıştı, ama samanlık kapısının nereye dü ştü ğ ü nü biliyordu. Parmaklarının
ucuna basa basa oraya doğru yürüdü. “Nerde kaldın?” diye fısıldadı Hacer.
Bekçi her şeye hazırlıklı olmasına karşın ürpermişti. “Geldim ya...”
“O nerde?”
“Dükkânda, içiyor.”
Samanlığa girmişlerdi.
“Köyde olup bitenleri bilmiyorsun sanki,” diye sitem etti bekçi.
“Bilmez miyim,” dedi Hacer, “ama sen de çoktan beri gelmedin.”
“Ramazan uyuyor mu?”
“Uyuyor.”
“Büyüdü değil mi?”
“Büyüdü de söz mü, koskoca adam oldu.”
Bekçi mavzerini omzundan indirip ulaşabileceğ i bir uzaklığ a koydu. Hacer samanların ü stü ne
çö kmü ş soluk soluğ a onu bekliyor, bir yandan da yıllardır yenemediğ i yakalanma korkusuyla
ikide bir çevresine bakıyordu. Bekçi tam karşısına çö melip ellerini tutunca her şeyi unuttu
sonra, uysal bir kedi gibi yavaşça uzandı. Kö y bü tü n sessizliğ i, bü tü n gü rü ltü sü , evleri, avlular
ve bü tü n takım taklavatıyla uzaklarda kalmıştı artık; yoktu. Varsa yalnızca bekçi vardı
yeryü zü nde, bir de Hacer tabii ve ikisi, dilsiz bir gü rü ltü nü n iki yamacından hızla, kimsenin
inip gö remeyeceğ i karanlık bir kuyunun dibine doğ ru yuvarlanıyorlardı. Derken, Hacer eteğ ini
beline toplayıp bekçiyi kayıp bir vadinin içine asıldı. Dizlerinin ü stü nde ilerleyerek
pantolonunu sıyırmaya çalışan bekçi o anda bekçi değ ildi oysa; gö zlerinde ışıldayan cellat
gö zleriyle uzun boylu bir Azrail’di. Hacer'in bacaklarını okşarken ansızın koparırcasına
sıkıyor, kıpırdadıkça samanlıktaki karanlığı dalgalandıran iri kalçalarına tırnaklarını gömüyor,
meme uçlarını hırsla dişliyor ve acıyla kıvranan kadının çığ lıklarını işittikçe hazdan
kuduruyordu. Kuduran yalnızca o değ ildi gerçi, altta kıvranan Hacer de kendinden geçip ö keli
bir kö pek gibi saldırmaya başlamıştı. Oyle ki, ciğ erinden kopan hırıltılar ağ zını yakıp
kavururken dudakları petek petek kabarmıştı. Sonra, tam da birbirlerine karışıp yok olacakları
çizgide birdenbire durdular. Bekçi, mavzer çıvlaması işitmişçesine bedenini yana atmıştı. Bir
süre, iki büklüm kaldı orada; karanlıkta yavaş yavaş kıpırdandı.
Pantolonunu alıp kalktığ ında uzun boylu bir Azrail değ il, bekçiydi artık; bembeyaz dişleriyle
hafifçe gülümsüyordu.
“Gene gel.”
“Gelmiyor muyum?”
“Daha sık.”
“Olur, hele başımızdaki belalardan bir kurtulalım.”
“Ne belası?”
“Ne belasıymış! Kör müsün kız, köyde herkes kaybolmaya başladı.”
Hacer susmuştu. El yordamıyla mavzeri bulup bekçiye uzattı.
“Sen Asker Hamdi’yi bilir misin?”
“Adını duymuşum, hani şu dokuz karılı herif mi?”
“Işte o! Hani nerde onun çocukları sö yle bakalım, nerde onca karıdan doğ an bir avlu dolusu
çocuk?”
“Ne bilirim ben?” dedi Hacer bıkkın bir sesle, “nerdeyse nerde!”
“Ya,” diye hayı landı bekçi, “ya... Işte bö yle, insanlar burnumuzun dibinde doğ uyor,
burnumuzun dibinde yaşıyor, sonra birdenbire yoklara karışıyor da biz fark edemiyoruz.”
Samanlık kapısına doğ ru yan yana yü rü yorlardı. Eşiğ e geldiklerinde bekçi dü şü nceliydi.
Hacer’e, “Bü tü n bunları fark edemediğ imize gö re yoksa biz de mi yokuz?” diyecekti, ama
yanağına kondurulan sıcak veda öpücüğü dilinin ucundaki sözcükleri geri itti.
“Gene gel,” dedi Hacer.
Yanıt vermedi. Avlu kapısından sessizce sü zü lmü ş, karmakarışık duygularla, nereye gittiğ ini
dü şü nmeden acele acele yü rü yordu. Derken ansızın bir karaltı dikildi karşısına; sokağ ın
ortasında durmuş, bü tü n heybeti ve sabırsızlığ ıyla ona bakıyordu. Bekçi aldırmadan geçip
gitmeyi tasarladı ö nce, sakınımlı adımlarla duvarın dibine doğ ru kaymıştı. Ama karaltı ani bir
sıçrayışla yolu kapattı.
“Kaar nedeen yağaaar, kaarrr?”
“Git başımdan,” dedi bekçi.
Cennet’in oğlu, eğri büğrü bir hale girip karanlıkta zikzak çizdi bir süre, yuvarlandı ya da, yolun
o kenarından bu kenarına hırçın bir cıva damlası gibi aktı. Bir yandan da, gitgide berbatlaşan
sesiyle kahkahalar atıyordu.
Ne yapacağ ını kestiremeyen bekçi, kıstırılmışlık duygusunun ö keyle buluştuğ u noktadan ona
bakıyordu hâlâ. Artık geçip gidemeyeceğini anlamıştı.
Yavaş yavaş omzundaki mavzeri indirdi sonra, kahkahaların ortasına nişan aldı.

21

Koltukta uyuyan adam gö zlerini açmış, dalgın dalgın aynaya bakıyordu. Anlaşılan yü zü nü n
sabunlu kaldığ ını unutmuş, kendini bir başkası kılığ ında ansızın karşısında gö rü nce de
şaşırmıştı.
Onun tam olarak ne zaman uyandığ ını bilmiyordum. Aynaya baktığ ını fark ettiğ im sırada hâ lâ
uyuyor gibi, soluk alıp verişi, duruşu, hatta yü zü nü n rengi uzaklardaydı. Belki aynada
gö rdü klerini gerçek bir dü nya sanmıştı da, bakışlarıyla orada dolaşıp bir yerlere tutunmaya
çalışıyordu. Bu durum bü tü n sessizliğ i ve uzaklığ ıyla ne zamana dek sü rdü kestiremiyorum.
Adamın gö zleri uykuyla uyanıklık arasındaki o ince perdeyi açıp da aynada beni bulduğ unda,
dü kkâ nda tuhaf bir titreme oldu. Her şey bulunduğ u halden çıkıp başka bir hale girdi sanki,
biraz kaydı yerinden her şey, biraz oynadı. Oyle ki, tezgâ hın ü stü ndeki makas ışıltılarının
birbirleriyle çarpıştığ ını, fırça kıllarının havada uçuştuğ unu ve pudra kutularıyla parfü mlerin
ince ince tıkırdadığını gördüm.
Bü tü n bu olup bitenden sonra, berberin gidişiyle derinleşen sessizlik bozulmuştu artık;
dü kkâ nın ö nü nden homurdayan otomobillerle irili ufaklı insanlar gelip geçmeye başlamıştı.
Derken koltuktaki adam; “Beni ne zaman tıraş edeceksin,” dedi birden.
Başını çevirmiş, yüzüme bakıyordu. Şaşırmıştım tabii, şaşırmış ve susakalmıştım.
“Biliyorsunuz,” dedim nice sonra, “berber ben değilim.”
Sö zlerime inanmamıştı, bunu yü z çizgilerinden okuyabiliyordum. Hatta gö zlerinde yanıp
sönen ışıltının şiddetine bakılırsa bana karşı belli belirsiz bir öfke duyuyordu.
“Şaka yapma,” dedi bu kez, “benim işim çok acele. Motosiklete atlayıp hemen yola çıkmam
gerekiyor.”
“Şaka yapmıyorum ki, berber ben değ ilim diyorum. Ben bu dü kkâ na sizden sonra gelen bir
müşteriyim. Bunu bildiğiniz halde sanırım siz şaka yapıyorsunuz.”
“Nasıl olur,” dedi hayretle; “birkaç dakika uyumakla aklımı kaçırmadım ya...”
“Birkaç dakika değil ki, siz en az bir ya da bir buçuk saatten bu yana uyuyordunuz.”
Yanıt vermedi. Başını koltuğ a yaslamış, kısık gö zlerle aynadan bana bakıyordu. Ne kadar gü çlü
görünmeye çalışsa da son sözlerimle sarsıldığını hissetmiştim.
“Isterseniz dü kkâ na gelişinizi ve burada olup bitenleri baştan anlatın,” dedim bir sü re sonra,
“belki bazı şeylere böylece açıklık getirebiliriz.”
Uyku âlemine tekrar geçmiş gibi dalgın ve uzaktı.
“Buraya motosikletle geldim,” diye mırıldandı. “Kö y yoluna dü şmeden ö nce tıraş olmak
istiyordum. Bundan yarım saat ö nce kapıdan girdiğ imde, sen saçı sakalı birbirine karışmış
ufak tefek bir adamın bıyıklarını makasla kesiyordun. Selam verdim tabii... Sonra, şimdi senin
oturduğ un sandalyede bir sü re bekledim. Derken ufak tefek adam koltuktan ansızın kalkıp
gitti... Sanıyorum para falan da vermedi. Hatta, dışarıda iskelet var gibi bir şeyler geveledi
çıkarken. Ben boşalan koltuğa geçip oturmuştum ki, birazcık dalmışım işte...”
“Peki çırak?”
“Ne çırağı?”
“Dü kkâ nda çırak yok muydu? Hani ustası mü şterileri tıraş ederken, koltuğ un çevresinde
yarım adımlarla dönüp duran kepçe kulaklı bir çocuk?”
“Yoktu,” dedi içini çekerek, “ben çırak mırak gö rmedim.” Susmuş, onun duruşunda soluk alıp
veren ve gitgide devleşerek dü kkâ nın havasını ele geçirmeye çalışan korkuyu izliyordum.
“Hadi diyelim çırağ ı fark etmedin, ama senden sonra buraya benim geldiğ imi de mi
görmedin?” diye sormama gerek yoktu.
“Bence anlattıklarınız bir rü ya,” dedim kendimden emin bir tavırla. “Herhalde uykudayken
rüya gördünüz.” Koltukta, hakarete uğramışçasına kıpırdandı.
“Bakın size açıklayayım,” diye sü rdü rdü m konuşmamı. “Bir kere, anlattıklarınız eksik; ü stelik
olup bitenlerin yarım saat ö nce gerçekleştiğ ini iddia ediyorsunuz. Oysa siz en az bir ya da bir
buçuk saatten bu yana uykudasınız. Asıl ö nemlisi, benim berber olduğ umu sanmakla hem
berberi hem de çırağ ını benim varlığ ımda birleştiriyorsunuz. Bu gü lü nç bir şey elbette, bö yle
gü lü nçlü kler de olsa olsa bir rü yada olur. Bence siz yaşadıklarınızdan yola çıkarak bir rü ya
gö rdü nü z ve herkes gibi rü yanızı biraz unuttunuz.” Gö zlerini dikmiş, kayıp bir şey ararcasına
dikkatle yü zü me bakıyordu. Onun artık her şeyi kabullendiğ ini dü şü nü yordum. Belki de başka
seçeneğ i yoktu, susacak ve başını koltuğ a yaslayıp berberin dö nü şü nü bekleyecekti. Ama ö yle
olmadı; hiç ummadığım bir anda, yüzünü yeniden çevirdi.
“Sence,” dedi, “bu konuştuklarımız rüya olamaz mı?”

22

Muhtar masaya kurulmuş, elinde titrek dumanlı bir sigara, hâ lâ duvar dibindeki kan izlerine
bakıyordu. Onlar orada durdukça Cennet’in oğ lu da muhtarlık odasındaydı sanki, bir yerlere
sinmiş sessizce oturuyor, belki de arada bir yü zü nü çevirip muhtarı sü zü yordu. Bakışları
tü lden inceydi gerçi, gene de tanımı gü ç bir ağ ırlık masanın ü stü ne doğ ru yığ ılmıştı ve
muhtar, bu ağ ırlığ ın altından hiç kıpırdamadığ ı halde kurtulmaya çalışıyordu. Şakaklarıyla
birlikte alnı, hatta avuçlarıyla koltukları yavaş yavaş terlemeye başlamıştı. Bu yü zden, kapının
vurulduğ unu bile duymadı; gö rü nmeyen ellerini gö rü nmeyen bir yere dayamış, kilitlenip
kaldığı konumun karanlığında umutsuzca tepiniyordu.
Kapı yeniden vuruldu. Sonra tekmelendi öfkeyle, üst üste tekmelendi ve açıldı.
“Oğlumu ver,” dedi Cennet.
Muhtar masanın üstündeki kehribar tespihi avuçlamış, donuk gözlerle ona bakıyordu.
“Nerde ki oğlun?”
“Onu sen bileceksin! Üç gündür eve dama gelmedi, de hele ne yaptın ona?”
Gerisini işitemedi muhtar, birkaç kez yutkunduktan sonra arkasına yaslanıp kaldı.
Karşısındaki kadının bir şeyler sö ylediğ i belliydi, sü rekli ağ zını açıp kapatıyor, elleriyle kimi
zaman tavanı kimi zaman kapıyı gö steriyor, ardından susup yanıt bekliyor, gö zlerini dikip
bakıyor ve elini kolunu sallayarak yeniden bağ ırmaya başlıyordu. Muhtar onu gö rü yordu
gö rmesine, sesini duymasa da gö rü yordu ama bundan bir tü rlü emin olamıyordu. Cennet’in
oğ lu kendini kendi varlığ ında yok etmişken, gerçekten kadının dediğ i gibi bir kez daha yok
olmuşsa durum kö tü ydü . Bu işin sonu yavaş yavaş kö yü n tamamen yok olmasına dek
gidebilirdi. Belki kö y zaten yoktu da bunu kimse anlayamıyordu henü z; kö ylü lerin hepsi
alışmıştı yokun varlığ ına... Onunla yaşaya yaşaya o olmuşlardı ya da, ona tenlerinin rengini,
seslerini, kokularını vermişlerdi. Bö ylece nefeslerini bile gü nden gü ne yoka ayarladıklarını hiç
kuşkusuz fark edememişlerdi. Ola ki, birbirlerinin yok olduklarını da bilmiyorlardı. Muhtara
gö re, artık ne yapılırsa yapılsın bir işe yaramayacaktı. Her şey için çok geç kalınmıştı... Kö y
tamamen yok olmadan sezilip bilinebilseydi, bazı çareler aranabilir, belki de bulunabilirdi.
Oysa şimdi çoluk çocukla birlikte toprak damlar, hayvanlar, avlular, ağ açlar, hatta ses gibi,
koku, gü lü ş ya da acı gibi şeyler de bü yü k bir yokun içindeydi. Ustelik bü tü n bunlar kendi
yokluklarının içinde, yıllardan beri yok olduklarından habersizdiler...
Cennet masaya biraz daha yaklaşmış, aynı el kol hareketleriyle hâ lâ bağ ırıp çağ ırıyordu.
Sö ylediklerinin anlaşılıp anlaşılmadığ ı umurunda değ ildi. Sonra birdenbire sustu. Yorulmuştu
besbelli, oraya yığ ılıp kalacakmışçasına gü çlü kle soluyordu. Derken hızla dö ndü ve muhtarlık
odasına hiç girmemiş gibi çıkıp gitti.
Muhtar yerinden kıpırdamamıştı. Ayağ a kalksa bile ne yapacağ ını, kime nasıl davranıp ne
diyeceğ ini bilemiyordu. Kö yü n ü stü ne bir uğ ursuzluk çö kmü ştü ona gö re, her şey ü st ü ste
geliyordu. Gerçi Cennet’in oğ lu deli milletine karışınca, kö ylü ler onun ipe sapa gelmez
hareketlerini konuşmaktan Gü vercin'i biraz unutmuşlardı. Gene de Reşit iki gü nde bir
muhtarlık odasına gelip kızını soruyor, dişe dokunur bir haber alamayınca da boynunu bü kü p
sulu sulu ağ lıyordu. Oyle ki, çoğ u kez evine Rıza gö tü rü yordu onu; koltuğ unun altına girip kö y
meydanından çuval gibi sü rü kleye sü rü kleye, bir yandan da sağ a sola ana avrat sö verek
yatağ ına kadar taşıyordu. Onlar avlu kapısından girince, anason kokulu binlerce sö vgü
kalıyordu geride... Aslında kö ylü ler sokaklarda dolaşıp duran bu sö vgü lerden bıkıp
usanmışlardı, ama kimse ağ zını açıp bir şey diyemiyordu. Duvar dibinde pinekleyen ak sakallı
yaşlılara gö re, Rıza yeğ enini kaçıranı alnından kurşunlayacağ ına bö yle sö vsü n dursundu; nasıl
olsa günün birinde yorulurdu.
Muhtar, ne yapacağ ına karar vermiş gibi ansızın kalktı yerinden. Kapıdan, aceleyle çıkıp
berber dü kkâ nına doğ ru yü rü dü . Çınar dibinde oturan kö ylü ler hep birlikte ona bakıyorlardı
sanki, kö y meydanından geçen birkaç adıyla bir çü rü k kağ nı da belli belirsiz yavaşlamıştı. Bu
yü zden muhtar berber dü kkâ nının kapısına vardığ ında, arkasına dö nü p kendini izleyen
herkese bakmayı, onlara gö zleriyle de olsa bir yanıt vermeyi dü şü ndü . Ne var ki kapıdaki
çocuğu görünce dönemedi.
“Sen de kimsin,” dedi ölü bir sesle.
“Çırak,” diye yanıtladı çocuk.
Bu sırada berber perdenin arkasından çıkmış, onlara bakıyordu.
“Çırak aldığını bilmiyordum,” dedi muhtar, “kimin oğlu bu?”
Berber, gözlerinde gitgide büyüyen tuhaf bir ışıltıyla gelip karşısında durmuştu.
“Yeni değil,” diye yanıtladı onu, “alalı epeyce oldu.”
“Ne kadar epeyce?”
“Neredeyse dört beş ay oldu, görmüş olman gerekirdi.”
“Ama önceki gelişlerimde yoktu?”
“Vardı,” dedi berber.
Bunu öyle emin bir sesle söyledi ki, muhtar neredeyse yıkılacaktı. Çırağın kimin oğlu olduğunu
yeniden sorabilecek gü cü yoktu. Kendini aynanın ö nü ndeki koltuğ a doğ ru çekmiş, tö kezleye
tö kezleye oturmaya çalışıyordu. Iyice yerleşip sırtını yaslayınca bir sü re baktı aynanın
içinden, çırağı bakışlarıyla kucaklayıp bıraktı.
“Vardıysa vardı,” dedi sonra bitkin bir sesle.
Onun çırağ ın kim olduğ unu tekrar sormasından korkan berber, konuyu değ iştirmek için ne
yapması gerektiğini düşünüyor, bir yandan da boş yere çekmeceleri açıp kapatıyordu.
“Saçlarımı epeyce kısalt,” dedi muhtar. “Sakalımı da al, ama temiz bir tıraş olsun.”
Berber başını sallayarak makası kaptı hemen, yavaş yavaş şıklatmaya başladı. O sırada çırak
ustasının ellerine gö zü nü dikmiş, yarım adımlarla gene koltuğ un bir sağ ına bir soluna zıplayıp
duruyordu.
“Yolculuk mu var yoksa,” diye sordu berber.
Muhtar gözkapaklarım indirip kaldırdı.
“Nereye?”
“İlçeye.”
Berber sustu. Neden gideceğ ini sormasına gerek yoktu. Tıraş bitinceye kadar muhtar da
konuşmadı zaten; asık bir suratla, ö ylece aynaya baktı durdu. Havlu boynundan çö zü lü p
alınınca, ö ne eğ ilerek yü zü nü inceledi. Sonra arkasını dö nü p ense tıraşına baktı, eliyle yokladı
birkaç kez, sıvazladı. Derken parmak uçlarını diliyle ıslatıp kaşlarını dü zeltmeye başladı.
Berber, şimdiye dek onun hiç bu kadar titizlendiğ ini gö rmemişti. Belki de bu yü zden,
şapkasını verirken uzun uzun sü zdü . Muhtar onu şaşırttığ ının farkında değ ildi oysa, bir
dü ğ ü ne hazırlanırcasına durup dinlenmeden aynaya bakıp şapkasından taşan saçları
düzeltiyordu.
Sonra tek sö zcü k konuşmadan, tıpkı bir uyurgezer gibi kalkıp kö y meydanına yü rü dü . Çınarın
dibinde oturanlar ona bakıyordu gene, bazıları yanındakilerin kulağ ına eğ ilip bir şeyler
sö ylü yordu. Rıza da aralarındaydı kuşkusuz; sandalyesini herkesin uzağ ına çekmiş, tek başına
kahve içiyordu. Ama muhtar bu kez onların hiçbirini gö rmemişti. Kimsenin ayak basmadığ ı
başka bir yerde yü rü yordu sanki ve gitgide uzaklaşan bedeniyle başka bir zamana
karışıyordu. Duvar dibindeki yaşlılara gö re, başını ne denli dik tutarsa tutsun kendi içine
yıkıldığı belliydi...
Kö yü adım adım dolaşmıştı o gü n; hemen hemen girmediğ i sokak, geçmediğ i avlu, dö nmediğ i
kö şe, hatta uğ ramadığ ı çeşme kalmamıştı. Oyle ki, kö ylü lerin hepsi her yerde onu gö rmeye
başlamışlardı. Dahası onunla birkaç kez karşılaşanlar olduğ u gibi, aynı saatte ayrı ayrı
noktalarda selamlaşıp konuşanlar da vardı. Berbere gö re o inanılmaz bir hızla çoğ alıyordu
kuşkusuz, sokaklarda cirit atan yü zlerce muhtarın kararlılığ ına bakılırsa daha da çoğ alacaktı.
Ne var ki muhtarların hepsi aynı değ ildi; biri karşılaştığ ı kö ylü lere ha ifçe gü lü mseyip selam
veriyorsa, öteki hiç konuşmadan geçip gidiyordu.
Akşam karanlığ ı çö ktü ğ ü nde, hiç konuşmayan muhtarlardan biri Reşit’in avlu kapısındaydı;
soluk alıp vermeden, giderek koyulaşan bir sessizlikle ö ylece bakıyordu. Sonra yavaşça içeri
girip parmak uçlarına basa basa birkaç adım yü rü dü . Aylar ö nce gö remediğ i bir ipucunu şimdi
bulabilecekmiş gibi çevresine dikkatle gö z atabilirdi belki, ama bunu yapmadı; hatta bö yle bir
şeyin çok saçma olacağ ını dü şü ndü . Çü nkü avluda herhangi bir değ işiklik yoktu; bu, daha
eşikte duyulan bayatlamış kokudan, karanlığ ın biçiminden ya da kerpiç duvarların
duruşundan kolayca okunabiliyordu. Kaldı ki, Gü vercin’den bir iz vardıysa bile artık zamanın
altında kalmıştı.
Bir at, sağ ındaki ahır kapısının aralığ ından gö zlerini kalaylı iki tas gibi ışıldatarak kişnedi bu
sırada. Muhtar, farkına varmadan durmuş ona bakıyordu. Bir an, kendini ikinci kez yok eden
Cennet'in oğ lunun orada olabileceğ ini dü şü ndü . Gene de ahır kapısına yaklaşırken aklından
geçen bu olasılığa pek güvenmek istemiyordu; Cennet'in oğlu, artık bunca olup bitenden sonra
Reşit’in evine yaklaşamazdı. Kapıyı usulca aralayıp başını uzatmış, atın soluğ unun yü zü ne
çarpmasına aldırmadan dipteki saman yığ ınına, ü st ü ste isti lenmiş kozalak çuvallarına ve
direklerden sarkan yem torbalarına bakıyordu. Oysa içeride, ikide bir kulaklarını dikerek
yeryüzünü dinleyen atın dışında hiç kıpırtı yoktu.
Derken, avlunun karanlığ ını ikiye bö len beyaz iç donuyla Reşit indi geldi merdivenlerden;
ahırdaki direklerin duruşunu tekrarlayan eğ ri bü ğ rü bir duruşla, hiç konuşmadan muhtarın
karşısına dikildi. Ikisi, belki saatler sonra, evin ardındaki vişnelere doğ ru yü rü dü ler. Birbirine
yapıştırılmış yorgun iki kukla gibi aynı noktaya aynı anda bakıyorlardı. Oyle ki, biri ansızın
dursa hiç vakit kaybetmeden ö teki de duruyor, dalsa ö teki de dalıyordu. Tadına vişne kokuları
dü şmü ş kopkoyu bir karanlığ ın ortasına gelip durduklarında, muhtar fısıl fısıl konuşmaya
başladı. Reşit başını donunun ağartısına doğru eğmiş, onun dediklerini anlamaya çalışıyordu.
O sırada, ö teki muhtarlardan biri muhtarlık odasındaydı gene; kandili yakıp masasına
kurulmuş, bir yandan duvar dibindeki kan izlerine bakıyor, bir yandan da atı almaya giden
bekçinin dö nmesini bekliyordu. Aslında sessiz sedasız oturuyor gö rü nse de, az ö nce gidip
bekçinin getireceğ i atı kendi elleriyle hazırlamıştı. Karısı bir sü re onunla birlikte ahıra girip
çıkmış, heybesine yiyecek bir şeyler koymuş, sonra da eşiğ e oturup hü zü nle bakmaya
başlamıştı. Muhtar, onun açıklama bekleyen bakışlarını hiç gö rmü yordu oysa; yavaş
hareketlerle ü zengileri dü zeltiyor, atın yelesini topluyor ya da ikide bir eyeri kaldırıp yeniden
yerleştiriyordu.
Gö zlerini duvar dibindeki kan izlerinden gü çlü kle ayırıp karşısındaki Atatü rk portresine dikti.
Hiç konuşmadan bakıştılar bir sü re... O sırada zamanın durduğ unu dü şü ndü muhtar; bunu hiç
istemiyordu, ama dü şü ndü . Sonra, zamanı tekrar canlandıracağ ını aklına getirmeden elini
yelek cebine attı ve mü hü r kesesini herhangi bir iç organıymış gibi çıkarıp masanın ü stü ne
koydu. Atatürk, ağzını açıp tek söz etmeden hâlâ ona bakıyordu.
“Atı getirdim,” dedi bekçi.
Yavaşça yerinden kalkıp odaya sıkıntılı gö zlerle bir kez daha baktıktan sonra kandili ü ledi. En
az onun kadar sıkıntılı olan başka bir muhtar, kapıyı çoktan kilitleyip bayrak direğ inin
dibindeki ata doğru yürümeye başlamıştı. Olup bitenlerin birdenbireliği karşısında eli ayağına
dolanan bekçi peşindeydi.
“Gidiyor musun?” diye sordu.
Muhtar atın yularını çözüp avuçlarına hapsetmişti.
“Başka çare yok,” dedi.
Bekçinin yü zü ne, muhtarlık odasının kapısına, atın topuklarına ya da karanlıkta uyuyan kö ye
değ il de uzaklara bakıyordu nedense, uzakların da ö tesindeki çok uzaklara bakıp bü tü n
ruhuyla oralarda geziniyordu.
“Bayrağ ı direkten indirme,” diyen sesi de uzaklardan geldi sonra; “ben gelene dek
dalgalansın!”
Bekçi başını salladı. Muhtar, sabırsızlanan atın dizginlerini asılıp belini hafifçe eğmişti.
“Muhtarlık odasını da açmaya falan kalkma sakın, kapıyı kilitledim.”
“Anahtarı götürüyor musun?”
“Götürüyorum!”
“Peki,” diye mırıldandı bekçi.
Muhtar atını mahmuzlayıp karanlığ a doğ ru fırladı. Tam gö zden silinmek ü zereydi ki durdu
birden, at başını havaya dikerek hafifçe şahlandı. Muhtar geriye kaykılmış, dizginlere asılmaya
çalışıyordu. Bekçi, onun bir şey unuttuğ unu dü şü nerek mavzeri omzundan indirip koşmaya
başlamıştı. Ama o yaklaştıkça at yankılanan nal sesleriyle birlikte gitgide uzaklaşıyordu. Gerçi
muhtar hâ lâ sırtındaydı, konuşmaya hazır bir yü zle geri dö nmü ş bekçiye bakıyordu. Indi
inecekti sanki, karanlığ a bata çıka muhtarlık odasına doğ ru ilerleyecekti. Derken ansızın,
başka bir at belirdi bekçinin arkasında; sırtında ö tekinden farklı dimdik bir muhtar
duruyordu.
“Sahi,” dedi bekçiye, “kar neden yağar?”

23

Koltuktaki adam hâ lâ rü ya gö rü yormuş gibi yavaş yavaş aynanın içine gö mü lü p hareketsiz
kalmıştı. Haline bakılırsa ü stü ne çö ken yorgunluk gitgide ağ ırlaşıyordu. Hani gö zleri aynadaki
gö rü ntü sü ne takılmasa belki yeniden uyuyacaktı. Hem de bu kez motosiklete binecekti
rü yasında; pat pat sesleriyle dağ ları aşıp ovaları geçecek ve bir yerlerde, unutulmuş kö ylere
ulaşacaktı. Ola ki oralarda bekleyenler vardı onu, yolunu gö zleyenler, yü zü nü dü şleyenler ya
da daha önceki gelip gidişlerini anımsayarak birbirlerine fısıltıyla anlatanlar vardı.
“Benim gitmem gerek,” dedi bir ara.
Gene de ben, bunu gerçekten sö yleyip sö ylemediğ inden pek emin değ ildim. Işittiğ im ses,
uzaklara ait cılız bir sessizlikti çü nkü ; bulanık bir tü mce okumuştum ya da, hayal meyal silik
birkaç sö zcü k gö rmü ştü m. Belki de koltuktaki adam benim işittim sandığ ım şeyi yalnızca
dü şü nmü ştü de henü z sö ylememişti. Artık soluğ umu tutmuş, aynı sö zü yeniden duyabilme
beklentisiyle yüzüne bakıyordum.
“Benim gitmem gerek,” dedi tekrar.
“Nereye?” diye sordum hemen.
Aynadan uykulu gözlerle yüzüme baktı.
“Ne nereye?”
“Gitmem gerek dedin ya?”
Gülümsedi birden. Henüz fark edemediğim bir durumla alay ediyor gibiydi.
“Ben,” dedi, “öyle bir şey demedim.”
Şaşırmıştım. Birkaç dakika ö nce rü ya gö rdü ğ ü nü iddia etmem onu ö kelendirmişti herhalde;
şimdi aynı yolla benden intikam alıyordu. Çü nkü işittiğ im şeyden emin olamadığ ımı gö rü nce
gözlerinden belli belirsiz bir sevinç ışıltısı geçmişti.
“Sen gitmem gerek demedin mi?” dedim tekrar.
“Hayır,” dedi, “demedim.”
“Peki, bana son kez ne söyledin?”
“Belki de şu anda konuştuklarımız bir rüyadır dedim.”
Susmuş, ne yapacağ ımı bilemeden aynaya bakıyordum. Oysa o, sabunu pul pul dö kü lmeye
başlayan yüzüyle hâlâ gülümsüyordu. Anlaşılan, intikamını aldığından emindi.
“Uzü lme,” dedi sonra bir çocuğ u yatıştırır gibi, “sana gitmem gerek demedim, ama gideceğ im.
Berberi daha fazla bekleyecek zamanım yok.”
Dö nü p dolaşıp aynı olayları yaşadığ ımız hissine kapılacağ ımı bile bile, ona nereye gideceğ ini
bir kez daha sormayı dü şü ndü m. Ne var ki sö zcü kler bir tü rlü ağ zımdan çıkmıyordu. Gene de o
benim konuşamadıklarımı işitmiş gibi, bir yandan lavaboya eğilip yüzünü yıkarken bir yandan
da ıslak ıslak gü lü msü yordu. Aramızda, ikimizin de adlandırmaktan çekindiğ i gizli bir
dü şmanlık vardı sanki; birbirimizi sü rekli kolluyor, yokluyor, oyalıyor ya da herhangi bir
konunun peşine düşerek karmaşık oyunlar kuruyorduk.
Koltuktan kalkıp boynundaki havluyla yüzünü kurulamaya başlamıştı.
“Ne iş yapıyorsunuz?” diye sordum usulca.
“Postacıyım,” dedi kapının ö nü ndeki motosikleti gö stererek, “aslında zerre kadar sevmem bu
sözcüğü... Haberciyi severim daha çok... Bir de motosikletimi tabii.”
Havluyu koltuğun kenarına bırakmış, saatine bakarak kapıya doğru yürüyordu.
“Gidiyor musunuz?”
“Evet.”
“Nasıl olsa geç kaldınız,” dedim yalvarır gibi, “gitmeseniz de olur artık.”
Başını hafifçe eğip gözlerini motosiklete dikmişti.
“Geç kaldığımı nereden biliyorsun,” dedi inatçı bir sesle, “benim gitmem gerek.”

24

Muhtarın ilçeye gidişinden birkaç gü n sonra, Cennet’in oğ lu hiç kaybolmamış gibi kucağ ında
kapkara bir yılanla kayalıklardan inip geldi. Saçı sakalı birbirine karışmış titrek bir hayalete
benziyordu. Daha kö ye girer girmez peşine takılan çocuklarla pek ilgilendiğ i yoktu, olanca
dikkatini kucağ ındaki yılana vermişti. Kimi zaman kimsenin anlayamayacağ ı bazı sö zler
fısıldayıp yavaş yavaş okşuyordu onu, kimi de ansızın irkilip kayalıklara bakıyordu. Kayıplara
karıştığ ı gü nden bu yana dağ larda yılanlarla boğ uşmuştu sanki, şimdi peşinde ö ç seline
kapılmış kalabalık bir yılan sülalesi vardı da ikide bir dönüp onları kolluyordu.
Çevresine toplanan çocuklar epeyce bü yü k bir kalabalık oluşturmuş, onunla birlikte hâ lâ
yü rü yorlardı. Duvar dibinde pinekleyen ak sakallı yaşlılara gö re, Cıngıl Nuri’nin yıllar ö nce
kö ye gelişiyle Cennet’in oğ lununkinin hiç farkı yoktu; tekrarların tekrarıyla sü rü p giden
yaşam, zamanları ve bedenleri değ iştirerek kendini bir kez daha sergiliyordu onlara... Şimdi,
sağ a sola saçılan gazoz kapaklarıyla havada uçuşan parıltılı kâ ğ ıt parçalarının yerini kapkara
bir yılan, Nuri’nin bedenini de Cennet'in oğ lu almıştı. Şamatayla yü rü yen çocuklarsa,
kendilerinden dö rt beş yaş bü yü k olanların anılarını yaşıyorlardı kuşkusuz; aynı merakla
şaşırıp aynı sarhoşlukla ü rperiyorlardı. Onların hareketlerinden Cennet’in oğ lunun saçına
sakalına kadar her şey yıllar ö ncekine o denli benziyordu ki, kimi yaşlılara gö re Cıngıl Nuri
istiyorsa evinden çıkıp bir zamanlar köye nasıl girdiğini kendi gözleriyle izleyebilirdi.
Gerçi çocuklardan kimseye fırsat dü şmü yordu; Cennet’in oğ lunu sımsıkı kuşatmış, giderek
bü yü yen bir uğ ultuyla sokak sokak dolaşıyorlardı. Sonunda kö y meydanını paspal bir ordu
dü zeniyle geçip kahvenin ö nü ne geldiler. Cennet’in oğ lu duraksamıştı. Derken elinin birini
havaya kaldırarak dur emri verdi. Çocuklar, bir milim bile ileri gitmeden rap diye durdular.
Ardından, onunla birlikte yavaşça yere çö kü p geniş bir çember oluşturdular. Artık sesleri
solukları kesilmişti. Hatta, elinin tersiyle sü mü ğ ü nü silen birkaç kişinin dışında hepsi
kıpırtısızdı ve merakla Cennet’in oğ luna bakıyorlardı. O da onlara baktı bir sü re, kayıp bir şey
ararcasına tek tek sü zdü . Sonra, çocukların şaşkınlıktan açılakalmış ağ ızları ve giderek
bü yü yen gö zleri ö nü nde, kucağ ındaki yılanı tıpkı bir atkı gibi uzatıp boynuna dolayıverdi.
Yılan, başını havaya kaldırmış dilini titrete titrete çırpınıyordu. Çocuklardan biri dayanamadı
bu sırada.
“Aaboooouuuv,” diye haykırdı.
Otekiler uzun sü redir onu bekliyormuş gibi ansızın çığ lık atıp tepinmeye başladılar.
Kopardıkları gü rü ltü ö yle gü çlü ydü ki, ta Cıngıl Nuri’nin evinden, değ irmenin oralardan, hatta
mezarlığ ın ö tesinden bile duyuluyordu. Meydana koşup gelen kö ylü ler ö nce hiçbir şey
anlamadan yü kselen toz bulutuna bakıyor, ardından da çocukların arasına karışıp Cennet’in
oğ lunu seyre dalıyorlardı. Olup bitenleri duvar dibinden izleyen yaşlılar bile yü rü yen birer
kemik ağ acı gibi takırdaya takırdaya kalabalığ a doğ ru sokulmuşlardı. Gene de heyecanla
devinen insan selinin ortasında, kendilerine ö zgü apayrı bir ö bektiler ve herkes Cennet’in
oğ lunun yaptıklarına gü lmekten kırılıp kasığ ını tutarken onlar yalnızca bakıp bakıp
susuyorlardı.
Derken Cennet’in oğ lu, başını sağ a sola eğ erek boynundaki yılanı çö zdü . Herkes soluğ unu
tutmuş, onun gö stereceğ i yeni bir hü neri bekliyordu. Oyle ki, kimileri gü lme anlarının
ortasında iki bü klü m kalakalmıştı. Kahveden çıkanlarda tarlalardan koşup gelenler daha
geride, birbirlerinin omzuna yığ ılmış, neyi kaçırıp neyi kaçırmadıklarını anlamadan merakla
bakıyorlardı.
Işte o sırada ansızın pat pat sesleri duyuldu. Başta bekçi olmak ü zere kö ylü ler Cennet’in
oğ lunu unutup yü zlerini değ irmene doğ ru çeviriyordu ki, hızla yaklaşan sarı bir motosiklet
çınarın çevresinde geniş bir tur atarak kalabalığ ın ortasında durdu. Saçı sakalı birbirine
karışmış asık suratlı postacı, bir ayağını yere basıp tıpkı yıllar önceki gibi muhtarı sordu gene.
“O ilçeye gitti,” dedi bekçi, “ne getirdiysen bana ver.”
Postacı, motosikletin orasına burasına dokunmaya niyetlenen çocukları kollayarak
selesindeki heybeden tozlu bir kâ ğ ıt çıkardı. Herkes yeni gelen haberin merakı içinde onun
hareketlerini izliyordu. Hatta yeğ eni kaçırılalıdan bu yana içip içip kö ylü nü n anasına avradına
sö ven Rıza bile, Gü vercin’den haber geldi umuduyla kalabalığ ı yarıp postacının burnuna dek
sokulmuştu.
“De hele oku,” dedi sabırsız ve anason kokulu bir sesle.
Bekçi sesini çıkarmadı; kâ ğ ıdı ikiye katlayarak cebine koyup çınara doğ ru yü rü dü . Sonra
aklına bir şey takılmış gibi dö nü p postacıya baktı. O hâ lâ ayağ ını yere dayamış, motosikletin
ü stü ndeydi. Bekçinin her kirpik kırpışında kö ye yeniden geliyordu sanki; çınarın çevresinde
düş hızıyla bir tur atıp aynı noktada duruyor ve ayağının tekini yere yeniden basıyordu.
“İnmeyecek misin beyim,” dedi “in hele in, bir çayımızı iç!”
Postacı bir sü re sakalını kaşıyarak çevresinde toplanan çocuklara baktı. Motosikleti onların
eline bırakıp bir köşede çay içmeyi göze alamıyordu.
“Yok,” dedi, “benim gitmem gerek!”
Birkaç kişi daha ısrar etti, ama postacı ikrini değ iştirmedi. Pedala ü st ü ste basıp motosikleti
çalıştırmıştı. Derken, başını geriye yıkarak ileriye doğ ru fırladı ve çınarın çevresinde
peşindeki çocuklarla birlikte bir tur daha atarak hızla uzaklaştı. Kö ylü ler, uzayıp giden toz
bulutu değirmenin yanında kayboluncaya dek ellerini gözlerine siper edip uzun uzun baktılar.
Cennet’in oğ lu kahvenin ö nü nde, insanlardan oluşmuş dü şsel bir çemberin ortasında yılanıyla
yapayalnız kalmıştı. Ortalıkta savrulup duran çocuklar motosiklet izleriyle uğ raşmaktan
vazgeçip ona doğ ru yaklaştılar sonra, gene çevresini kuşatıp izlemeye başladılar. Kö ylü lerse
çınarın dibindeki sandalyelere oturmuş, merakla bekçiye bakıyorlardı.
“De hele oku şunu,” dedi Rıza.
Bekçi elindeki kâ ğ ıdı muhtarın gö ndermiş olabileceğ ini dü şü nerek yavaş yavaş açtı. Ağ zını
sımsıkı kapatıp içinden okudu ö nce, gö zlerini bomboş dikerek dalgın dalgın baktı. Ardından,
omuzlarını titreterek gülmeye başladı. Oturanlar hiçbir şey anlamadan birbirlerine bakıyordu.
“Al şunu al,” dedi bekçi Cıngıl Nuri’ye; “bak bu telgraf senden sö z ediyor. Akrabaların yıllar
ö nce kö ye dö ndü , ama telgra ları yeni geliyor maşallah! Hem de seni hâ lâ bulamadıklarını
yazıyorlar!”
Kö ylü ler hep birlikte, eğ ile bü kü le gü ldü ler. Nuri telgrafı almış, ne yapacağ ım kestiremeden,
yarın yamalak bir tebessümle bekçinin yüzüne bakıyordu.
“Şu gü zel Allah’ımın işine bakın,” dedi imam, “acı bir haberi nasıl da kahkaha kaynağ ına
dö nü ştü rü veriyor...” Kö ylü ler başlarını salladılar. Nuri telgrafı kendisine tö renle sunulmuş bir
yokluk belgesiymiş gibi ö zene bezene katlayıp cebine koymuş, yü zü nde hâ lâ aynı tebessü m,
öylece oturuyordu.
“Kalk,” dedi bekçi bacak bacak ü stü ne atarken, “kalk bir tepsi çay getir kahveden; bunun
üstüne birer çay içilir!”
“Ben daha bulunmadım ki,” diye sırıttı Nuri, “yokum ben! İstiyorsan belgesini göstereyim.”
“İstemez istemez, kalk çay getir!”
Nuri sırıtarak kalktı.
“Beni sayma,” diye mırıldandı imam.
Kalkmış, tespihini şıklata şıklata berber dü kkâ nına doğ ru yü rü yordu. Gö lgesi, toprağ ın yü zü ne
gö re biçimlenmiş kapkara bir yaratık gibi ö nü ndeydi. Imam bir an asıl yü rü yenin o, kendisinin
de gö kyü zü ne yansımış bir gö lge olabileceğ ini dü şü ndü . Sonra ü rktü bu dü şü nceden, hatta
kendi varlığından korktu ve içinden rastgele bir dua okudu.
Kapıdan girdiğ inde berber tıpkı benim gibi, kulağ ı çoktan silinip giden pat pat seslerinde, tek
başına oturuyordu.

25

Imam kö ydeki berber dü kkâ nına değ il de kenttekine gelmiş gibi, oturduğ um yerde
ü rpermişim. O şimdi, teninde uğ uldayan kö y meydanıyla birlikte duvar dibindeki
sandalyedeydi sanki; ellerini dizlerinin ü stü ne ö zenle koymuş, arada bir boş gö zlerle bana
bakıp yavaş yavaş tespih çekiyordu. Derken, yü zü yü zü mde kalakaldı... Artık kendinden ve
bulunduğ u mekâ ndan ö yle uzaklaşmıştı ki, ağ zımı açıp bir şey sormaya, elimi kıpırdatmaya ya
da kirpiklerimi kırpmaya çekiniyordum. Yalnızlığ ımı paylaşan yapayalnız bir canlıydı o çü nkü ;
ulaştığı ufka gölge düşürmeden sessizce beklemeliydim.
Bekledim de gerçi; aynadan ve caddeden geçen otomobillerin, insan suretlerinin, birbiriyle
çarpışıp duran makas ışıltılarının, musluk duruşlarının, bü tü n bunları silip silip geçen buğ ulu
dü şlerin ve imamın varlığ ının ortasında hiç kıpırdamadan belki saatlerce oturdum. Oyle ki,
biraz imamdım artık; berber dü kkâ nından sıkıntılı bir yü zle çıkmış, kö y meydanına doğ ru
yürüyordum.
Gö lgem bu kez ardımdaydı tabii, toprağ ın yü zü nü alan eğ ri bü ğ rü biçimiyle tıpkı bir ayı ö lü sü
gibi sü rü klenip geliyordu. Doğ rusu, peşimdeki bu yü kle hangi yö ne gideceğ imi pek
bilemiyordum. Gene de, çınarın altında oturan kö ylü leri, başına toplanan çocuklara hâ lâ
gö steri yapan Cennet’in oğ lunu ve nohut yü klü birkaç kağ nıyla duvar dibinde pinekleyen ak
sakallı yaşlıları geçerek yavaş yavaş bakkal dükkânına doğru yürüdüm.
Rıza içeride dirseklerini tezgâ ha dayamış, ellerinin arasında bitti bitecek bir rakı kadehi, oğ lu
Ramazan'la konuşuyordu.
“Gördün işte,” dedi postacının gittiği yönü göstererek, “Güvercin’den gene haber yok!”
Ramazan başını salladı. Bu hareketle, peşi sıra babasını da sü rü kleyerek dü kkâ nın
alacakaranlığ ına biraz daha gö mü lmü ştü . Artık ikisi de sabun ve yağ kokularının ortasında,
belki farkına bile varmadan yavaş yavaş birbirlerine sokuluyorlardı. Bense kapıda
duraksamış, duruşuma yansımayan derin bir dikkatle onları dinliyordum.
“Reşit enişten dangalağ ın teki! Aylardır, imama gidelim diye yalvara yalvara dilimde tü y bitti
ama, sö z dinletemedim! Keçi gibi diretiyor herif... Neymiş efendim, imam bu konuda bir halt
yiyemezmiş; yiyebilseymiş, yıllar önce Cıngıl Nuri’yi bulurmuş. Fakat bulamamış işte, Nuri’nin
kö ye kendiliğ inden dö nü p geldiğ ini herkes biliyormuş... Az ö nce gene kavga ettik bu yü zden;
Allah yarattı demedim doğ rusu, halanın hatırını falan bir yana bırakıp ağ zıma geleni
sö yledim! Biraz da halan verdi veriştirdi ardım sıra, uyuz kö pekler gibi evle muhtarlık odası
arasında dolaşıp durmakla kızımız bulunmaz, gel şu imamın kapısına bir kerecik olsun
gidelim,” dedi.
“Eee, eniştem ne dedi?”
“Ne diyecek, olmaz damarı kabarmış bir kere!”
Ramazan yağ tenekelerinin üstünde, gözlerini tavandaki merteklere dikmiş düşünüyordu.
“O halde biz gidelim baba.”
“Nereye?”
“İmama.”
Rıza, iki üzüm tanesi gibi kızaran gözlerini yana devirip derin derin soludu.
“Olmaz,” diyerek rakıdan iri bir yudum aldı sonra; “anlamıyor musun, kaybolan her neyse
onun sahipleri gidecek imama. Babası gidecek yani, hatta anası da... Imamın tasa doldurduğ u
o mü barek suyun aynasına ikisi aynı anda bakacak ki, Gü vercin’in hangi kovukta saklı olduğ u
görülebilsin... İş senin sandığın kadar basit olsa ben şimdiye dek durur muydum hiç?”
“Eee, şimdi n’olacak,” dedi Ramazan alt dudağını dişleyerek
Rıza bir yudum daha aldı rakıdan.
“Reşit enişteni bu işe inandırmaktan başka çare yok,” diye homurdadı ağ zını elinin tersiyle
silerken, “bunu kendine de sö yledim zaten. Imamın gü cü nü ö nü nde sonunda sana ispat
edeceğim dedim.”
“Nasıl olacak bu?”
Rıza, tezgâhın üstüne büsbütün abanarak oğluna biraz daha sokuldu.
“Bunu eniştenle birlikte kararlaştırdık,” dedi sesini alçaltarak; “dü şü ndü k taşındık, bir oyun
hazırladık Şimdi beni iyi dinle, biraz sonra kalkıp eniştene gideceksin. O sana, bir tutam saç
verecek. Sonra sen o saçı aldığ ın gibi, dosdoğ ru imamın kapısına koşacaksın. Sö zü mona
sevdalanmışsın tamam mı, durduğ un yerde duramıyorsun... Hatta yemeden içmeden de
kesilmişsin, varsa yoksa o kızı dü şü nü yorsun. Yani bunları ballandıra ballandıra bir gü zel
anlatacaksın imama; dü şlerini, hayallerini, yangınlarını bir bir sıralayacaksın... Sakın ola ki
onunla konuşurken her şeyin bir oyun olduğ unu dü şü nü p de ciddiyetini bozma, yoksa
pirelenir. Kaş yapacağım derken göz çıkarmayalım! Sen yalnızca elini öp ve derdini dök...”
“Peki sonra?”
“Sonra imam senden hangi kıza vurulmuşsan onun saçını isteyecektir.”
“Nerden biliyorsun?”
“Biliyorum, çünkü bu işin usulü öyledir.”
“Eee?”
“E'si, o saça okuyup ü leyecek işte! Saçın sahibi de sana sevdalanacak Hem ö yle bir
sevdalanacak ki, evimizin ö nü ne dikilip melil melil meleyecek. Reşit enişten de imamın neler
yapabildiğini işte o zaman görecek!”
Ramazan'ın yüzü buruk bir hal almıştı.
“İyi hoş da,” dedi tedirgin bir sesle, “kız kim?”
Rıza ters ters baktı oğluna; rakıyı bir dikişte bitirip bardağı tezgâha sertçe bıraktı.
“A benim salak koçum,” dedi, “kızın kim olduğ unu biz bilirsek Reşit enişten bu işi imamın
yaptığ ına inanır mı?” Ramazan boynunu çaresizlik içinde bü kü p susmuştu. Dü kkâ n sessizdi
şimdi, sabun ve yağ kokularından oluşmuş alacakaranlık bir kederin ortasında baba oğ ul,
cellatla kurban gibi karşılıklı oturuyorlardı. Derken, Rıza ayağ a kalkıp tezgâ hın arkasında bir
sağa bir sola yürümeye başladı. Arada bir durup kuşkulu gözlerle oğlunu süzüyordu.
Bense hâ lâ kapının ö nü nde, bir omzumu pervaza dayamış, ö ylece dikiliyordum. Artık orada
beklemenin anlamsız olduğ unu dü şü nerek usulca içeri girdim sonra; gazyağ ı tenekelerinin,
sabun torbalarının, çivilerden sallanan yemyeşil cam kandillerin ve daha bir yığ ın ıvır zıvırın
arasından geçerek tezgâha doğru yürüdüm.
“Bak berber geliyor,” dedi Rıza oğluna, “kalk bir çay söyle!”

26

Uykuya dalıp dalıp çıkan imamın elleri ö nce yerden sedire, oradan da dizlerine zıplamış
kocaman iki kurbağ aya benziyordu. Kapı vurulunca kıpırdadılar; ü stlerine dü şen gö lge sağ a
sola kayarak biçim değ iştirdi. Imam peş peşe besmele çekerek kalkıp dü şen çoraplarını
dü zelte dü zelte kapıya koştu. Mandala basarken, Tanrı ö ncekileri işitmemiş gibi uzun bir
besmele daha çekti.
Eşikte dikilen Ramazan, yüzünde dallanıp budaklanan tuhaf bir endişeyle ona bakıyordu.
Ikisi, tavanından kekik demetleri sarkan alacakaranlık odalardan geçtiler sonra; nem kokulu
loş bir kö şede, sedire oturdular. Karşı duvarda, yü zü nü çevreleyen cennet yeşili harmanisiyle
çö l gü neşi gibi parlayan Hazreti Ali'nin resmi asılıydı. Ramazan’ın gö zleri sırtını hasır yastığ a
verir vermez ona takılmıştı nedense, Zülfikâr’ın savrulan ışıltısı alnına vurup vurup geçiyordu.
“Hoş geldin,” dedi imam.
Ramazan el ö pü p yeniden oturdu. Ellerini birbirine kenetlemiş, kurban edildiğ i oyundan
kurtulabilmek için yardım istercesine Hazreti Ali’ye bakıyordu. Ne var ki kendini bu denli
çaresiz hissetmesi oyunun bir adım daha gelişmesinden başka bir işe yaramıyordu. Sedire
oturdukları ilk dakikadan beri onun hareketlerini izleyen imam;
“Bir derdin var senin,” dedi.
“Var,” diye yanıtladı Ramazan.
Bunu derken, gö zlerini Hazreti Ali'den indirip derin bir iç çekinişti. Bir yandan da, hiç de
yapmacık olmayan bu iç çekişin bile, istemeden katıldığ ı oyunu biraz daha gerçek kıldığ ını
dü şü nü yordu. Artık ö yle bir noktaya gelmişti ki, ne kadar içten davranırsa oyuna o denli
katkıda bulunacaktı.
“Eee,” diye mırıldandı imam, “derdini dökmeyecek misin?”
“Ben birine sevdalandım emmi, bütün derdim bu...”
Imam çenesini gö ğ sü ne yaslamış, onun sö ylediklerini işitmemiş gibi, dalgın dalgın tespih
çekiyordu. Oyle kayıtsız gö rü nü yordu ki, Ramazan bir an, onun her şeyi sezip anladığ ını
dü şü nerek korktu. Buna korku denemezdi aslında, çekirdeğ inde babasıyla eniştesinin başının
altından çıkan lânet oyunun bozulacağına dair garip bir sevinç vardı.
“Sevmek insanın erişebileceğ i en yü ksek mertebedir,” dedi imam birden, “ne mutlu sana ki
oraya ulaşabilmişsin...”
“Ama kız beni sevmiyor.”
İmam tatlı ve yumuşak bir gülümseyişle yüzünü kaldırmış, pencereden uzaklara bakıyordu.
“Onun da çaresi var,” dedi tevekkü l dolu bir sesle, “hele sen kızın saçından birkaç tel getir,
gerisi kolay!”
Ramazan yutkundu.
“Hazırlıklı gelmiştim zaten,” dedi kekeleyerek, “saçlar yanımda.”
Imam tespihini bırakarak, odada kaçıp gitmekte olan bir şey varmış da onu kıskıvrak
yakalamak istermiş gibi;
“Ver hele o halde,” diyerek elini salladı, “ver ver!”
Ramazan mendile sarıp cebine koyduğ u saçları çıkarırken Hazreti Ali'ye baktı gene. Nedense,
odada üç kişilermiş gibi gereksiz bir tedirginliğe kapılmıştı.
“Çok da kısaymışlar,” diye mırıldandı imam mendili açınca.
Ramazan çaresizce boynunu bü ktü . Bu sırada imam, sağ avucunun ortasında duran saç
tellerinden gö zlerini hiç ayırmadan yavaş yavaş sırtını dö nü p ikiye bü kü lmü ştü . Avucunda bir
tutam siyah saç değ il de, derin bir kuyu vardı sanki; gitgide irileşen gö zlerini dikmiş, onun
karanlığ ına bakıyordu. Dudaklarından dö kü lü p yavaş yavaş uzak bir ıslık izine dö nü şen
mırıltılar da o karanlığ ı aydınlatmak içindi kuşkusuz. Hatta, sonsuza dek uzayacak gibi
birbirine eklene eklene sü ren bu mırıltıları gö rdü kçe Ramazan’a ö yle geliyordu ki, imam bir
süre sonra kendini duaya dönüştürerek yok olup gidecekti.
Gitmemişti oysa, aradan sıkıntı dolu saatler geçmesine karşın hâ lâ aynı noktaya bakarak dua
okuyordu.
Sonunda durdu...
“Şimdi her şey tamam,” dedi yorgun bir sesle, “bu saçları hep cebinde taşıyacaksın. O kız da
seni sevecek bundan böyle, birbirinize toprakla su kadar yakın olacaksınız.”
“Bu iş ne zamana dek olur,” diye sordu Ramazan.
“Orası Allah’a kalmış evladım, kesin bir vakit sö yleyemem. Kul gö zü nde kesin olan bir şey
varsa, o da şu andan itibaren kızın yü reğ ine ateş dü ştü ğ ü dü r... Biz Allah’ın izniyle kıvılcımı
attık onun içine, bakarsın bir ay sonra parlar ateş, bakarsın sen daha şu kapıdan adımını
atmadan parlar...”
Ramazan mendili ö zenle katlayıp cebine yerleştirdi. Yü reğ inde hiç beklemediğ i, tuhaf bir
ü rperti geziniyordu. Içinde bir yerde kü çü cü k bir kibrit çakılmıştı sanki; imamın yü zü ne, o
minik alevden kaynaklanan belli belirsiz bir acıyla baktı. Sonra aklına geldi birden, uzanıp
minnet dolu bir ifadeyle tekrar el öptü.
“Hiç tasa etme,” diye mırıldandı imam.
Sedirden inmiş, peş peşe, kekik kokan alacakaranlık odalardan geçiyorlardı gene. Imam ikide
bir eğ ilip dü şen çoraplarını çekiyordu. Derken eşiklerin birinde, kapı aralığ ından bakan
kapkara bir kedi gö rdü Ramazan; gö zleri kor gibi parıl parıl yanıyordu. Eşiğ i aşıp ona
yaklaşma arzusu duydu birden. Ne var ki, ö nü sıra yü rü yen imamdan ayrılıp başka bir odaya
sapması imkânsızdı.
Gene de, imamın evinden ayrılıp kö y meydanına geldiğ inde, kedinin gö zleri belleğ inin
karanlık bir kö şesinde hâ lâ aynı şiddetiyle parıl parıl yanıyordu. Belki bu yü zden, ta dibinden
geçtiğ i halde, başına toplanan çocukları yılanıyla yaptığ ı marifetlerle gü lmekten kırıp geçiren
Cennet’in oğlunu bile görmemişti.
Bakkal dükkânına girdiğinde, babası hâlâ tezgâhın arkasında rakı içiyordu.
“Tamam mı?” diye sordu heyecanla.
“Tamam,” dedi Ramazan.
Rıza, sırtını kirden kapkara kesilmiş eğri büğrü tahta raflara verip derin bir oh çekti.
“İşte bu kadar,” dedi çatallanmış sesiyle, “şimdi git de Reşit eniştene haber ver!”
Ramazan, dilsiz bir kuzu gibi usulca dö nü p dü kkâ ndan çıktı. Dosdoğ ru Reşit eniştesinin evine
gittiğ ini bilmesine karşın, gerçekten o yö ne yü rü yü p yü rü mediğ inden pek emin değ ildi. Durup
dururken, bir kaç saat içinde birkaç yıl yaşlanmıştı sanki; her adımda onun olmaktan çıkan
ayakları, gevşeye gevşeye, başına buyruk apayrı bir çizgiye doğ ru kayıyordu. Nereye uzandığ ı
kestirilemeyen bu bulanık çizgiyi izleyerek köy meydanını bir baştan bir başa tam iki kez geçti
Ramazan; ikisinde de Cennet’in oğ lunu gene gö rmedi. Çü nkü bir yandan ayaklarının peşi sıra
sü rü klenirken, bir yandan da cebindeki saçın kö ydeki kızlardan hangisine ait olabileceğ ini
dü şü nü yordu. Gerçi yeryü zü nde bunu Reşit eniştesinden başka bilen yoktu, ama gene de
kö yü n kızlarını yan yana sıralayıp gö zlerinin ö nü nden geçirmek hoşuna gidiyordu. Hatta
içlerinden siyah saçlı olanların kimini bırakmıyordu hemen, karşısında uzun sü re tutup
hayran hayran bakıyordu.
Derken, berber dü kkâ nının on beş yirmi adım ö tesinde, upuzun boyuyla camın arkasına
dikilip kö y meydanını seyreden berbere bakarken buldu kendini. Berber de ona baktı bir an;
ne var ki bu bakış pek uzun sü rmemiş, cama vuran gü neşin gö z kamaştıran parıltısıyla silinip
gitmişti. Hatta aynı parıltı, berberin gö rü ntü sü nü de yutmuştu hızla; dü kkâ nı, kö y meydanına
doğ ru akan kıpkırmızı bir ışık seline dö nü ştü rmü ştü . Işte tam o sırada, çevresindeki parıltının
etkisiyle kararan kapının eşiğ inde, gö zleri bir çift kor gibi uzak uzak yanan o kediyi gö rdü
Ramazan; arka ayaklarının ü stü ne çö kmü ş, şaşılası bir dikkatle onu izliyordu. Adımlarını
sayıyordu sanki, sivri uçlarıyla boşluğ u çizen kulakları belli belirsiz oynarken, başı yavaş
yavaş sağ a doğ ru dö nü yordu. Içini kaplayan sıkıntıyla birlikte sokağ ın sonuna vardığ ında,
dö nü p yeniden baktı; kedinin gö zleri hâ lâ peşindeydi. Epeyce uzakta kalmış da olsa ışıl
ışıldılar gene; toprağ a, gü bre kokulu havaya, kırlangıçların uçuşuna ve ikindi gü neşine
karışarak sessizce yaklaşıyorlardı.
Kö şeyi telaşla dö nü p hızlı hızlı yü rü meye başladığ ında, Ramazan, artık çok gerilerde kalan
kedinin onca kerpiç duvarı aşarak kendini gö rü p gö remediğ ini dü şü ndü . Ne var ki bunu
dü şü nmesiyle birlikte adımları biraz daha hızlanmıştı, ne denli yavaşlamaya çalışsa da onları
durduramıyordu. Ikide bir aniden karşısına dikilen, gü cü nü ve amacını bilmediğ i tuhaf bir
kedinin oyununa dü şmü ştü sanki; tıpkı babasıyla eniştesinin oyunundaki gibi, kurtulmak için
çaba gö sterdikçe batıyordu. Oyle ki, Reşit’in avlu kapısına geldiğ inde heyecandan soluk soluğ a
kalmıştı. Orada birazcık sakinleşip kendini toparlayabilse, dü ş mü yoksa gerçek mi olduğ u
kestirilemeyen bu anlamsız kovalamaca sona erecekti belki; her şey eski yerine dö nerken
olup bitenler tatlı bir tebessü mü n altında kalacaktı. Ama bu imkâ nsızdı; soluk alıp verişi tıpkı
az ö nceki adımları gibi, yavaşlatmak istedikçe inanılmaz bir biçimde sıklaşıyordu. Ustelik
bağrından, tam da cebine yerleştirdiği saçın altından garip hırıltılar gelmeye başlamıştı.
Derken, kısa, ama keskin bir at kişnemesi duydu. Soluğ unu gü çlü kle tutup kulak kabarttı;
çevrede, havada uçuşan birkaç eşekarısının vızıltısıyla oradan oraya konan kuş cıvıltılarından
başka ses yoktu.
Avlu kapısını yavaşça itip içeri sü zü ldü . Geriye dü şen tahta mandalı yerine oturturken
girdiğ ine pişman oldu; henü z bunun nedenini bilmiyordu, ama pişmandı ve bu duygu gitgide
bü tü n bedenini sarıp onu bir mengene gibi sıkıyordu. Kö şedeki merdivene doğ ru birkaç adım
daha atmıştı ki, at kişnemesini yeniden duydu. Bu kez oldukça yakınından gelmişti. Yö nü nü
sağ daki ahır kapısına çevirip çekine çekine yaklaştı. Atın, tahtaların arasından kalaylanmış bir
çift tas gibi ışıldayan gö zlerini gö rdü birden; dışarıya sızan geniş bir soluğ un kokusunu ve
sıcaklığ ını yü zü nde hissetti. Tepinip duran at, onun eğ ilip kendisine baktığ ını anlamıştı sanki;
karanlıkta, bir şey sö ylemek istercesine kesik kesik kişniyordu. Ramazan'sa gö zleri hâ lâ
tasların ışıltısında, kapının önüne çakılıp kalmıştı.
Derken kapı bü yü k bir çatırtıyla dışarıya doğ ru devrildi ve ok hızıyla fırlayan at avluda kısa bir
tur attıktan sonra kulaklarını dikip şahlanmaya başladı.
Ne yapacağ ını şaşıran Ramazan ö nce koşup yakalamayı dü şü ndü onu, belki de bu amaçla
kollarını yana açarak bir kaç savruk adım attı. Ama at, topuklarının dibinde ciyak ciyak ö ten
sarı bir civcivi çiğ neyerek ona doğ ru şahlandı. Kö r adımlarla geri çekilen Ramazan, sırtını avlu
kapısına dayayarak havada dö nü p duran bir çift nalla sarı dişli kocaman ağ za korkuyla baktı
bir sü re... Artık onu yakalamaktansa ayak altından kaçıp kurtulmayı dü şü nü yordu. Ne var ki
merdiven avlunun dip kö şesinde kalmıştı, ona ulaşıp yukarıya tırmanmak için vakit yoktu.
Aslında, tepesinde eşinip duran atın hırçınlığ ına bakılırsa hiçbir şeye fırsat bulamayacak
gibiydi. Sonra birden, sırtını dayadığ ı kapı geldi aklına; ne zamandır aradığ ı kaçış yolunun bu
kadar yakınında olduğuna şaşamadan, hızla açıp dışarı fırladı.
Aşağ ıdaki gü rü ltü yü işiten Reşit, belini bir eliyle tutarak merdiveni homurdana homurdana
indi ama, atın avlu duvarını aşmasını ö nleyemedi. Savrulup giden kapkara bir kuyruğ un ucunu
gö rebildi yalnızca. Ortalıkta can havliyle uçuşan tavuk gıdaklamalarına bata çıka kapıya kadar
koştu gene de, boynunu uzatıp hiçbir şey anlamadan boş boş baktı.
Ramazan'sa nal şakırtılarının ö nü nde, hâ lâ kaçıyordu. At kapkara bir rü zgâ ra dö nü şmü ş,
inanılmaz kişneyişlerle sokakları birbirine katıp ardında neredeyse kuyruğ unun savruluşuna
benzeyen kocaman bir toz bulutu bırakarak soluk soluğ a kudurmuşçasına koşuyordu. Sokakta
ne kadar çocuk varsa duvar dibindeki yaşlıların gö lgesine sığ ınmıştı artık; orada, sessizce
koşup gelen Ramazan'la peşindeki atın henü z anlaşılmayan bir oyun oynadığ ını dü şü nerek
kıkır kıkır gü lü yorlardı. Oysa ak sakallı yaşlılarla bazı avlu duvarlarının ü stü nden bakanlar
oldukça endişeliydi. Gerçi Ramazan hiçbirini gö rmü yordu bunların, yalnızca koşuyor, fırsat
buldukça da başını çevirip çevirip yaklaşan toz bulutuna bakıyordu.
O sırada Cennet’in oğ lu kö y meydanına oturmuş, çevresini saran çocuklarla birkaç kö ylü nü n
yıpranan ilgisini canlandırabilmek için, yılanı boynuna bir atkı gibi dolamanın, onunla
ö pü şmenin ya da pantolon paçasından salarak kemerinden çıkarmanın dışında yeni çareler
arıyordu. Once Ramazan’ın, ardından da kapkara bir atın yaklaştığ ını gö rü nce bir an
duraksadı. Yılanın, ellerinin arasından akıp toprağ ın ü stü nde başını kanırta kanırta kaydığ ını
henü z fark etmemişti. Oysa yılan gö z açıp kapayana dek çoktan birkaç adım uzaklaşmış,
tıslaya tıslaya çocuklara doğ ru gidiyordu. Kalabalık bir anda çığ lıklar atarak sağ a sola
kaçmaya başlamıştı. Cennet’in oğ lu şaşırmıştı artık; gö zlerini telaşla koşup gelen Ramazan’la
peşindeki ata mı, ortalığ ı toza dumana katarak dağ ılan kalabalığ a mı, yoksa bu kargaşada akıp
giden yılana mı çevireceğ ini kestiremeden ö ylece bakıyordu. Neredeyse yılanı yakalayıp yeni
marifetler gö stermekten, yiyip içmekten, karın neden yağ dığ ını sorup durmaktan, hatta soluk
alıp vermekten vazgeçmiş gibiydi.
Derken kahvede oturanlar da fırladı yerinden, birbirlerinin omzundan atlayarak kapıdan geçip
dışarı çıktılar.
“Neler oluyor?” diye bağırdı biri.
Parmağını uzatmış, panik içinde savrulan kalabalığın üstünden bir noktayı gösteriyordu.
Herkes durup baktı.
Ramazan atın ö nü nde iki bü klü m, hâ lâ koşuyordu. Gö kyü zü ne yü kselen nal şakırtıları, nereden
estiğ i bilinmeyen uzun bir rü zgâ ra kapılmış gibi kimi zaman uzaklaşıp kimi zaman
yakınlaşmaya başlamıştı. Kö y meydanını çevreleyen evlerin duvarlarına çarpa çarpa
yankılanan kişnemelerinse ardı arkası kesilecek gibi değ ildi. Kö ylü lerin hiçbiri yerinden
kıpırdamıyordu o sırada, birbirinin yü zü ne bakamıyor ve ağ zını açıp olup bitenler hakkında
tek sö z edemiyordu. O an için ö lü ydü ler sanki; dokunsalar dokunamaz, koşsalar koşamaz,
bağırsalar bağıramazlardı.
Gene de, yalnızca gö rme duyusuyla donatılmış gibi, her şeyi her yö nü yle değ ilse de hareket
eden yanlarıyla gö rü yorlardı: işte, Ramazan dizlerinin ü stü ne çö kmü ştü şimdi, emekleye
sü rü ne, kollarını ileriye uzatıp elleriyle gö rü nmez bir şeye tutunarak telaş içinde kaçmaya
çalışıyordu. Oysa at çoktan dikilmişti tepesine; şahlanıp şahlanıp ö n ayaklarını Ramazan’ın
ü stü ne indiriyor ve bundan insanların anlayamayacağ ı hayvansı bir tat alırcasına (belki de
şehvetle) uzun uzun kişniyordu. Kö y meydanı kemik çatırtılarıyla dolmuştu. Oyle ki, havaya
saçılan bu kanlı çatırtıların ü stlerine dö kü lmeye başladığ ını gö ren çocuklar avlu kapılarına
doğ ru kaçmışlardı. Atın ayakları altında yuvarlanan Ramazan’sa hiçbir yere kaçamıyordu
artık... Hatta bağ ıramıyordu bile; ya da ö yle inanılmaz bir şiddetle bağ ırıyordu ki, kimse
işitemiyordu...
Sonunda at, kim bilir ne kadar süre sonra, durdu.
On beş yirmi adımlık bir alan gelincik yapraklarına benzeyen kan lekeleriyle dolmuştu. At o
lekelere bir sü re baktıktan sonra, kö y meydanına birdenbire çö ken sessizliğ in içinde
kulaklarını yavaş yavaş oynatarak, yerde yatan kemik ve et yığ ınının çevresinde gezinmeye
başladı. Bir yandan da, arada bir durarak Ramazan’ın kan kokusunu içercesine burnunu uzatıp
kokluyordu.
Donup kalan kö ylü ler kıpırdandı bu sırada; daha ö nce sö z birliğ i etmiş gibi, atı yakalamak için
geniş bir yay oluşturarak, ayaklarının ucuna basa basa sessizce yaklaştılar. Ama at onları
gö rü r gö rmez aniden şaha kalktı; arka ayaklarının ü stü nde birkaç kez dö ndü ve ok hızıyla
ileriye fırladı.
Herkes bakakalmıştı...
Rıza, rakı kadehini alelacele bırakarak dü kkâ ndan koşup geldiğ inde bembeyazdı; ortalığ a
saçılan kanı gö rü nce duraksadı bir an, korkuyla bir yerdeki oğ luna bir çevresine baktı ve
ellerini yüzüne kapatarak oracığa çöktü.
Hacer’se Ramazan’ın gö ğ sü nden fırlayan kaburga kemiklerini, yanağ ından gö rü nen dişlerini
ve pıhtılaşmaya başlayan kan gö lü nü n ü stü ndeki sinek sü rü sü nü gö rmeden, haberi duyar
duymaz avlu kapısının dibinde bayılmıştı.

27

Berber dü kkâ nının için için uğ uldayan sessizliğ inde, tek başımaydım gene; artık berberle
çıraktan umudumu kesmiş, cam dibine çektiğ im sandalyeden hem otomobillerin gelip geçtiğ i
caddeyi seyrediyor, hem de çok uzaklardaki o köyü düşünüyordum.
Orayı dü şü nmemek elimde değ ildi zaten; henü z nereye kaybolduğ u anlaşılamayan
Gü vercin’den aklını yitirerek karın neden yağ dığ ını sorup duran Cennet’in oğ luna, bekçiye,
Rıza’ya, hangi kızın saçına okuyup ü lediğ ini bilmeyen imama, hâ lâ ilçeden dö nemeyen
muhtara, hatta yıllar ö nce nereye gidip yıllar sonra nereden geldiğ i bir tü rlü çö zü lemeyen
Cıngıl Nuri’den eviyle muhtarlık arasında iskelet eskisi gibi dolaşıp duran Reşit'e, tenindeki
yangınla samanlığ ı ateşe veren Hacer’e ve atın ayakları altında ezilen Ramazan'a kadar herkes
içimdeydi. Bir anlamda bu, benim de onların içinde olmam demekti aslında; ola ki, Reşit’in bir
tutam saç istediğ i o kızdım şimdi; adım Gü ldeben’di ve pencerenin ö nü ndeki sedire oturmuş,
gö zlerim damların ü stü nden yü kselen tahta minarede, içimden bir gü n ö nceki akşamı
geçiriyordum. Hüzün karası saçlarımı kesip Reşit emininin avuçlarına bıraktığım akşamı...
Gerçi imamın, saçlarıma okuyup ü leyerek beni kime yakacağ ını bilmiyordum o sırada; Reşit
emmi, hele sen birkaç tel ver de gerisine karışma, demişti. Avlu kapısının dibinde, akşam
karanlığ ının ortasındaydık; o yere çö melmiş, neredeyse kuruyup giden kü çü cü k gö zleriyle
yü zü me bakıyordu. Doğ rusu, kayıplara karışan Gü vercin’in derdiyle yanıp kavrulacakken,
benim gibi evde kalmış bahtı kara bir kızla neden uğ raştığ ını pek anlayabilmiş değ ildim.
Herhalde içindeki acıyı unutmak için iş arıyor kendine, diyordum. Bir yandan da bu işin ö teki
ucunda duran erkeğ in kim olduğ unu bilmediğ imden bakışlarım bulanmıştı tabii; ya kö rse, ya
yatalaksa, ya topalsa, ya kambursa, ya dedem yaşındaki bir dulsa, diye kaygılanıyordum. Oysa
kaygılarım boşunaymış, dediğ ine gö re Reşit emmiyi babam bilip gü venmeliymişim; ateşine
dü şeceğ im erkek bin yıl dü şü nsem aklıma gelmeyecek, oldukça yakışıklı, eli yü zü dü zgü n ve
altın kalpli bir delikanlıymış... Onun adı şimdi açıklanırsa olmazmış; zaten Reşit emininin
yaptığ ı, gö le maya çalmak gibi bir şeymiş. Tutmayabilirmiş yani, ya da tutup tutmayacağ ı
Allah’a kalmışmış... Her şey dü şü nü ldü ğ ü gibi yolunda giderse, elbette erkeğ in kim olduğ unu
ben kendi kendime bulacakmışım. Bulurmuşum da zaten, içimdeki yangın beni gü nden gü ne
ona doğ ru kovalarmış. Hatta, belki de varıp onun kapısına dikilirmişim kalbimdeki korla, melil
melil bakarmışım. Bü tü n bunlar erkek için de geçerliymiş tabii... Bende tutuşacak ateşin
dumanı ondan, ondakininki benden tü tmezse hiçbir sonuç alınamazmış bu işten; o durumda,
ateşi kim taşıyorsa helak olurmuş... Sö zgelimi, o bensem, çö llere dü şermişim Mecnun gibi;
öyle kumdan çöllere değil elbette, içimdeki ateşin yakıp kavurduğu çöllere...
Içimden geçen dü n akşamın karanlığ ında, kuruyup giden kü çü cü k gö zlerini yü zü me dikerek
hâ lâ bunları anlatıyordu Reşit emmi ve ben hâ lâ Gü ldeben’dim; pencerenin ö nü ndeki sedire
oturmuş, o erkeğ i dü şü nü yordum. Hiç kuşkusuz Reşit emmi, olup biten bunca şeyden sonra
onun adını söylemeyecekti bana, artık istese de cesaret edip söyleyemezdi.
Gene de ben, bir ölüye sevdalanacağımı biliyordum.

28

Ramazan’ı o gün, ikindi namazından sonra gömdüler.


Aylar ö nce geldiğ i bu kö yde ilk kez birinin ö lü mü yle karşılaşan berber, tö renin başından
sonuna dek hiç konuşmadı; herkesle birlikte yü rü yor, ü zü lü yor, tabuta omuz vermek için
koşuyor, mezara toprak atıyor ya da elden ele geçen maşrapayı alıp su serpiyordu. Onun
sessizliğ inin hemen kıyısında, en az onun kadar sessiz olan Reşit vardı; ağ lamaktan halsiz
dü şen Rıza’nın koluna girmiş, gö zleri hep yerde, yutkuna yutkuna yü rü yordu. Oyle dalgındı ki,
sağ omzuna yıkılan Rıza’nın rakı kokulu hıçkırıklarını bile duyduğu yoktu.
Beti benzi birdenbire solan bekçiyse herkesin gerisinde, tek başınaydı. Kendi tabutunun
peşinden gidiyordu sanki; gö zlerini yavaş yavaş ilerleyen kalabalığ ın ü stü nden aşırıp karşı
dağ lara çivilemiş, arada bir sendeleyerek son yolculuğ unu tamamlamak ü zere olan Ramazan’a
yetişmeye çalışıyordu. Bunu başarsa bile, tabuta ağ zını yaslayıp ona hıçkıra hıçkıra yıllardır
içinde taşıdığ ı sırrı açacak değ ildi kuşkusuz; artık bunun için çok geçti. Ramazan, varlığ ına
ilişkin bir yalanı gerçek bilerek ölmüştü ve öyle gömülecekti.
Gene de her şey bir an ö nce sona ersin istiyordu bekçi; şu yavaş yavaş yü rü meler olmasındı
sö zgelimi, tabutu sırayla taşımalar, toprak atmalar, hep birlikte dua okuyup su serpmeler ve
susup kalmalar olmasındı. Oysa imam, daha kuşluk vakti evine konuk ettiğ i gencin şu anda ö lü
olduğ una bir tü rlü kanamadığ ından mıdır nedir, hayli yavaş hareket edip arada bir
durgunlaşıyordu. O haliyle neredeyse okuyacağ ı dualardan, mezarın başına toplananlardan,
bademliğ in ö tesinde ö lü m sessizliğ iyle yatan kö yden, hatta oradaki evinden ve geleceğ inden
gitgide uzaklaşıyor gibiydi. Reşit, hiç beklenmedik bir anda Rıza’nın kolunu bırakıp onca
zamandır boğ azında dü ğ ü mlenen hıçkırıklarla birdenbire mezarın ü stü ne kapanmasa, belki
her şeyden biraz daha kopup biraz daha uzaklaşacaktı imam; ama bunu yapamazdı artık,
cü ppesini savura savura koşup Reşit’i kaldırmış, kulağ ına teselli edici sö zler fısıldayarak
kalabalıkla birlikte mezarlığın çıkışma doğru ilerliyordu.
Akşam karanlığ ı çö kerken kö ye dö ndü klerinde, kandiller tek tü k yanmaya başlamıştı.
Aralarında herhangi bir karara varmadıkları halde, kö ylü ler çınarın altında topluca durup bir
sü re hiç konuşmadan, kö y meydanındaki sessizliğ i dinlediler. Yü reklerine inen ö lü mü n ikindi
vakti orada nasıl biçimlendiğ ini gö renler, atın kişnemelerini yeniden işitmiş gibi Ramazan’ın
can verdiğ i noktaya dehşetle bakıyorlardı. Hâ lâ yerde, tozlar içinde yuvarlanan biri vardı
sanki; havaya fırlayan kanlı kemik çatırtıları, o saatte çoktan uyumuş olan çocukların dü şü ne
girip bir ikindi vakti bularak ortalığa yeniden saçılıyordu.
Derken, imamın arkasından herkes Rıza’ya başsağ lığ ı dikmek için sıraya geçti. Bu, bekçi için
tö renin en zor anıydı; sırası gelene dek gö zlerini Rıza’ya dikip bedenindeki titremeyi
durdurmaya çalıştı. Ne var ki titreme yalnızca bedenini değ il, geleceğ ini de sarmıştı ve
neredeyse fark edilebilecek bir şiddetle sü rü p gidiyordu. Cıngıl Nuri’nin peşinden Rıza’ya, onu
değ il de kendini kucaklarcasına sarılıp birkaç dakika ö ylece, gö zleri kapalı hıçkırdı. Ikisinin
hıçkırığ ı birbirine karıştı bir sü re, yalnızca bir insanın ağ zından çıkıyormuş gibi aynı anda
aynı irilikle, ıslak ıslak, karanlığ a dö kü ldü ler. Sonra bekçi, ikiye bö lü nmü şlü k duygusu içinde
Rıza'dan ayrılıp omzundan kayan mavzeri düzeltti.
Karanlık, çınarın yapraklarını birbirine ulayıp onu henü z patlamamış dev bir hıçkırığ a
dönüştürürken birer ikişer dağıldılar.
“Adım atacak mecalim yok,” diye fısıldadı Reşit bekçiye, “Rıza’yı evine sen götürüver.”
Bekçi başını salladı.
“Şimdi orası ana baba yeridir,” dedi Reşit yeniden, “gidersem daha beter olurum. Hele Hacer'e
ne derim bilemiyorum.”
Bekçi, Rıza’nın koluna girip yü rü meye başlamıştı. Hacer’e o da ne diyeceğ ini bilemiyordu
aslında, hatta yıllardır samanlıkta buluşup tenini teninde yü zlerce kez dinlendirdiğ i halde,
şimdi onunla karşılaşmaktan korkuyordu. Gidebileceğ i bir yer olsa, yalnızca Hacer'le yü z yü ze
gelmemek için bu kö yden çekip gidecekti belki de; ü stelik Cıngıl Nuri gibi yıllar sonra dö nü p
gelmeyi aklından bile geçirmeyecekti. Gene de, karanlıkta ikide bir hıçkırıp derin derin of
çeken Rıza’yla birlikte Hacer’e doğ ru yü rü rken, bunları hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğ ini
dü şü ndü . Sonra Reşit'e, daha olayın ü stü nden bir gü n bile geçmeden kendisini Hacer'le
karşılaşmak zorunda bıraktığı için öfkelendi.
O sırada Reşit, adım atacak mecalim yok demesine karşın evine çoktan ulaşmış, giderek
bü yü yen bir ö keyle acele acele merdivenleri tırmanıyordu. Belki bir ara eşiklerden birine ya
da merdiven başına dikilip evde kimse yok mu diye çatallanmış sesiyle bağ ırmıştı. Sesi daha
da çatallanarak boş odalarda yankılanmıştı tabii, karanlıkta dal dal kırılıp ufalanmıştı. Sonra,
içinde hâ lâ bü yü yen o ö keyle dip odaya koşmuştu Reşit; sedirin ü stü ne çıkıp Kurtuluş
yıllarından kalan mavzeri duvardan indirmiş ve aynı hızla merdivene doğ ru yü rü mü ştü . Panik
içindeydi sanki, gecikmiş bir şeye alelacele yetişmeye çalışıyordu. Ne var ki merdivenin
başına geldiğinde bu kez gerçekten mecali kalmamıştı, mavzeri dizlerine yatırıp usulca çöktü.
Soluklanır soluklanmaz atı vurmaktan başka çaresi yoktu; onun ö nü ne asla bir avuç yem
koyamazdı artık, bir yudum su veremez, yelesini okşayıp sağ rısına şaplak atamazdı. Hatta
bundan bö yle ona gö zlerini çevirip doğ ru dü rü st bakabileceğ ini bile sanmıyordu. Ne zaman
baksa, topuklarının dibinde debelenen Ramazan’ı gö recekti kuşkusuz, yü reğ i onun acısıyla bir
kez daha dağlanacaktı. Sonra Ramazan, çatırdayan onca kemikle saçılan kan kendinin değilmiş
gibi, yavaş yavaş doğ rulacaktı atın altından; belki ayağ a kalkıp Reşit’e doğ ru yü rü meyecekti
ama, suçlayan gözlerle uzun uzun bakacaktı...
Kalkmıştı Reşit; mavzere kurşun sü re sü re basamakları inmişti, yuvasından fırlayan kü çü cü k
gö zlerini nereye çevireceğ ini bilemeden avlunun ortasında dö nü p duruyordu. Saatler sonra
karısı, dö vü nü p ağ lamaktan bitkin dü şen Hacer’i yatağ ına yatırıp eve geldiğ inde, hâ lâ ö yle,
avlunun bir köşesinden bir köşesine koşuştururken buldu onu.
“Atı gördün mü?” diye atıldı Reşit hemen.
Kadın bir onun elindeki mavzere, bir ahıra baktı.
“Yok mu?”
“Yok!”
“Cehennemin dibine gitsin!”
”Eve döndüğünü görmedin mi?”
“Gö rmedim,” dedi kadın merdiveni çıkarken, “bunca tasanın arasında ben evde miydim,
haberi duyar duymaz koştum!”
Reşit aşağ ıda, avlunun ortasına dikilmiş, homurdanıyordu. Bir sü re sonra, karısının
merdivenden indiğini görünce sustu.
“Ben abimlere gidiyorum,” dedi kadın, “bu gece orada kalırım belki.”
“Git,” diye homurdandı Reşit.
Ama kendisi hiçbir yere gitmedi o gece; hatta eve girip bir lokma ekmek bile atmadı ağ zına,
bir yudum su bile koymadı; hep orada, avlunun karanlığ ında dolaştı durdu. Atın eninde
sonunda, yıllardır yaşadığ ı ahıra dö nü p geleceğ ini umuyordu. Aslında bu, umuttan çok bir
istekti.
Hatta sabaha doğ ru uzaktan uzağ a horoz sesleri duyulduğ unda, istek olmaktan çıkıp cılız bir
hayale dö nü şmü ştü . Gene de Reşit gü neş doğ ana dek, o hayali tekrarlaya tekrarlaya yarattığ ı
başka bir umudun avuntusuyla avlu kapısının dibine oturup beklemişti.
Ardından, elinde uykusuz bir mavzerle sokaklara vurmuştu kendini; kapı kapı dolaşarak
kö ylü lere atı gö rü p gö rmediklerini sormuştu. Ne var ki onu, Ramazan'ı kö y meydanında ü zü m
gibi ezdikten sonra bir daha gö ren yoktu. Ama herkes, kapılarına dikilen Reşit'i boş
çevirmemek için midir nedir, az ya da çok bir şeyler sö ylemeye çalışıyordu. Bunların birçoğ u,
gö zlerini iri iri açarak kö y meydanında tanık oldukları tü yler ü rpertici olayı anlatıyordu
kuşkusuz; at tıpkı bir gü n ö nceki gibi yeniden çıldırıyordu dillerinde, sö zcü kleri birbirine
katarak kişneye kişneye Ramazan'ın peşine dü şü yor ve onu meydanda yakalayıp kö ylü lerin
gö zü ö nü nde yeniden eziyordu. Ustelik anlatanların dilindeki at, bu kez Reşit’in bile tanımakta
gü çlü k çektiğ i, ejderhaya benzeyen kapkara bir rü zgâ rdı ve sö zcü klerin arasında koştukça
hızla büyüyordu.
Onun Ramazan’ı ezdiğ i saatlerde meydanda bulunmayan kö ylü lerse nal seslerinden sö z
ediyorlardı Reşit’e; dediklerine bakılırsa şakırtılar Cıngıl Nuri’nin evinin yanından geçip
kayalıklara doğ ru uzaklaşmıştı. Ikindi gü neşiyle kekik kokulu kayalıklar arasında bir sü re kanlı
kanlı yankılanmıştı hatta, yankılar neredeyse havada acı bir kişnemeye dö nü şerek saatlerce
çınlamıştı. At oralarda bir yerde ya bir kaya gö lgesinde, ya yar başında ya da karanlık bir
vadinin derinliklerinde olabilirdi. Nasılsa kan tutardı onu; gö zlerinin ışıltısına yerleşen kö yü ,
tenindeki ahır kokusunu ve kö y meydanında yaptıklarını kolay kolay sırtından atıp hiçbir yere
kaçamazdı. Belki de hicabından ardıç kü melerinin içine saklanmıştı bir insan gibi; şimdi o
yeşil karanlığın ortasında, iri gözleri ıslak ıslak, iç çekip ağlıyordu...
Nal seslerini işitenlerin bazısı da, şakırtıların bir sü re kö y içinde çalkalandıktan sonra ovaya
aktığ ını sö ylemişti nedense; ü stelik gö zlerini bir çizgi halinde kısıp parmaklarını uzatarak,
ovanın yü zü nde kıvrıla kıvrıla giden dü şsel bir yol çiziyorlardı. Artık Reşit kime inanacağ ını
şaşırmıştı; bü tü n gece avluda yaptığ ı gibi, şimdi de aynı bulanık kafayla kö yü n içinde dö nü p
duruyordu. Derken, onun atı vurmak için her yeri karış karış aradığ ını duyan Rıza da takıldı
peşine; birinin elinde mavzer birinin elinde çakaralmaz bir tabanca, kayalıklara tırmandılar.
Reşit bu durumdan hiç hoşnut değ ildi aslında, ne pahasına olursa olsun atı tek başına bulup
tek başına kurşunlamak istiyordu.

29

Hala pencerenin önündeki sandalyede, tek başımaydım.


Caddeden gelip geçen otomobilleri gö remiyordum artık; saatlerdir gö zü mü n ö nü nde sü rekli
hareket halinde olduklarından, inanılmaz derecede eskiyip sağ a sola dağ ılmaya başlamışlardı.
Hatta, yaklaşan akşam karanlığ ıyla birlikte yavaş yavaş artan hızları, giderek renk ve
biçimlerini de silmişti gö zden; onları, berber dü kkanının çevresinde vızıldayıp duran hayali
bir sinek sürüsüne dönüştürmüştü.
Bir ö lü ye sevdalanacağ ı gü nü korkuyla bekleyen içimdeki Gü ldeben’le birlikte pencereden
bakarken, otomobillerin bü sbü tü n yok olduğ unu dü şü nmü yordum tabii; olsa olsa kendilerini
kuşatan şeylere karışmış olabilirler, diyordum. Bu yü zden, caddenin iki yanındaki
apartmanlar biraz otomobildi zaten, çanak antenler, iş hanlarının girişi, balkonlar, kaldırıma
dö kü len insanlar, ö zellikle de yaya geçitlerinden telaşla yü rü yenler biraz otomobildi... Her
şeyin bu denli birbirine karışıp birbirinde yaşadığ ı bir sırada, camlarından akan bulanık kent
gö rü ntü leriyle otomobiller de yalnızca otomobil değ ildi elbette; onları seyrederken hiç
ummadığ ım anda bir apartmanla karşılaşıyordum sö zgelimi; ya da arkasında mı yoksa
ö nü nde mi bulunduğ umu tam olarak kestiremediğ im, rengi renklerde yankılanan uzak bir
pencere gö rü yordum. Camları tozluydu belki, zaman cam kenarlarına kapkara bir egzoz kiri
olarak birikmişti, ama bir yerlerden vuran akşam gü neşiyle arada bir parlayıp sö nü yordu. O
anda bir kent yıkılıyordu pencerede, cama yansımış ne kadar apartman gö rü ntü sü varsa
birbirine çarpa çarpa, içlerinde yaşayan çoluk çocukla birlikte yerle bir oluyordu. Olup
bitenleri berber dü kkâ nından izlerken ü rperiyordum tabii, çö ken bir kentin ortasında
yapayalnız kalmışım da kendimden başka tutunacak dalım yokmuş gibi dehşete düşüyordum.
Kent ü st ü ste yü zlerce kez kurulup yü zlerce kez yıkıldıktan sonra, penceredeki insanın
varlığ ını fark ettim birden; upuzun boyuyla, neredeyse kenara toplanan bir perde duruşunun
içine dikilmiş, berber dü kkâ nına bakıyordu. Belki de, ben dü kkâ na tıraş olmaya geldiğ imden
beri oradaydı ve gö zlerinde cellat gö zleri varsa, onları aramızdaki uzaklıkla ö rtmü ştü . Bu
konuda hiç kuşkum yoktu, çü nkü hemen caddenin karşısındaki apartmanın ü çü ncü katında
olmasına karşın ö yle uzak bakıyordu ki, bedenini boşlukta yü zen bir pencerede bırakarak bu
kentten çekip gittiğ i sanılabilirdi. Ona gö re içeride mi yoksa dışarıda mı oturduğ umu hâ lâ
bilemediğ imden şaşkındım tabii; bakışın da içerdeni, dışardanı olduğ unu dü şü nerek
gözlerimi yere indirmiştim.
Belki de iki yü zlü bir pencereydi benim gö rdü ğ ü m; ondan geçen bakışın hangi taraftan geldiğ i
hem gö renin hem de gö rü lenin yaşadığ ı duygulara bağ lıydı. Ustelik ona ille içeriden ya da
dışarıdan bakılacak diye kesin bir kural da yoktu, gö z yetiyorsa aynı anda iki taraftan da
bakılabilirdi. Hiç kuşkusuz bu durumda kendisiyle karşılaşırdı insan; gö rse gö rse, bir
pencereden eğ ilip bakan kendisini gö rü rdü dü ş kadar yakın bir uzaklıktan... Ola ki şaşırırdı
önce; bir yanıyla, yüz yüze geldiği insanın kendisi olduğuna inanmak istemezdi.
Peki, ya pencerenin karşı tarafındaki; o inanır mıydı aslında kendisinin öteki olduğuna!

30

Gece yarısı dükkânın kapısı vurulduğunda, akşamdan beri sedirde uyuyan berber bunu bir düş
sandı ö nce; yü zü nü yastığ a bü sbü tü n gö merek ters dö ndü . Ama kapı o uykuya dalar dalmaz
inatla yeniden vuruldu. Gü çlü kle doğ ruldu berber, kibriti el yordamıyla bulup başucundaki
kandili yaktı. Bir yandan da bu saatte kapıya gelenin kim olabileceğ ini dü şü nü yordu. Sedirin
altına savrulan terlikleri alelacele ayağ ına geçirip dü kkâ nı ikiye bö len dallı gü llü perdenin
arkasından çıkmıştı. O sırada, terlik şıpırtılarının içeride değ il de kapının dışında
yankılandığ ını fark etti birden; durmuş, uykulu gö zlerle cama bakıyordu. Kapıyı çalan gö lge de
ona baktı bir süre.
“Kim o,” diye seslendi berber.
Gö lge hızla dö nü p karanlığ a karıştı. Berber, elindeki kandili cama yaklaştırıp onun kim
olduğ unu anlamaya çalıştıysa da, camın ü stü nde eğ ilerek dışarıya bakan bir berberden başka
kimseyi gö remedi. Canı fena halde sıkılmıştı; sırtına geçirdiğ i gö mleğ i farkına varmadan
dü ğ meleyip ayakkabılarını giymiş ve ü ç beş adımlık dü kkâ nda, bitip tü kenmeyecek uzun bir
yolculuğ a çıkmış gibi yavaş yavaş yü rü meye başlamıştı. Kö ye geldiğ i ilk gü nlerdeydi sanki,
tazecik bir hasretle gene o uzak kenti dü şleyerek, işlek bir caddede dü kkâ nı olup olmadığ ını
anımsamaya çalışıyordu. Gerçi belleğ inin kö şesinde kü çü k kıpırtılarla bir belirip bir kaybolan
kent gö rü ntü leri eskisi kadar canlı olmadığ ı gibi dü zenli de değ ildi artık; apartmanlar uçsuz
bucaksız bir denizin azgın dalgalarına bırakılmışçasına sü rekli birbirleriyle çarpışıp
yıkılırken, caddedeki otomobiller onların pencerelerinden gelip geçmeye başlamıştı. Bü tü n
bunlar, zamanın kemire kemire eksilttiğ i tozlu birer anıdan çok, toprağ ını bulup yeşerememiş
çü rü k bir umuda ya da dü şe benziyordu. Gene de berber, içinde ilizlenen başka yerde olma
isteğinin verdiği güçle, düşsel bir kente doğru saatlerce yürüdü o gece...
Sonunda, yolculuğ unun kim bilir kaçıncı kilometresindeyken, yoruldu; kö yü n ö teki ucunda bir
horoz, ibiğ ini kanata kanata ö terken sedire çö kü p sırtını duvara dayadı. Içinden, sesini
işitebilecek birine, yoruldum demek geçiyordu, ama çevresinde kimse yoktu. Koskoca dükkân,
kapıya yü klenen zi iri karanlıkla birlikte derin bir sessizliğ e gö mü lmü ştü . Hatta sessizlik,
dü kkâ nın içinde ne varsa geveleye geveleye giderek bü yü yordu sanki, giderek tanımı gü ç bir
şeye dönüşüp sessizlik diye geride yalnızca berberi bırakıyordu.
Oysa berber, buna karşı çıkarcasına bir sigara yakmıştı az ö nce; derin bir nefes çekerek bir
sü re çevresine bakmış, sonra da kendi kendine, bir oturuş biçiminin içinde aynı anda kaç kişi
oturur, diye sormuştu. O saatte aklını bö yle bir soruya takmasını saçma bulmuştu gerçi, gene
de aynı duruşun içinde duran binlerce insanı dü şü nmekten kendini alamıyordu. Ona gö re
binlerce kişi, ayrı ayrı yerlerde birbirinden habersiz binlerce duruşu tekrarlıyordu bö yle,
binlerce duruşu bedenlerini kö prü kılarak geleceğ e taşıyordu. Aynı yolda yü rü mekten başka
çaresi olmayan tuhaf birer yaratıktı insanlar; tekrarın tekrarlananın ö rtü sü olduğ unu
anlayamadan, aynı el sallayışların, aynı gü lü şlerin, aynı yü rü yü şlerin ya da aynı oturuşların
içinden geçe geçe damaklarına bulaşan uzak bir serü ven tadıyla dö nü p dolaşıp aynı noktada
yaşıyorlardı.
Berber, sigarasından derin bir nefes çekti yeniden; gö zlerini ha ifçe kapamış, o anda o andaki
oturuş biçiminin içinde kimlerin bulunduğunu düşünüyordu.
Onlardan biri bekçiydi kuşkusuz; yü rü ye yü rü ye kö yü n dışına çıkmış, bir zamanlar Aynalı
Fatma’yla Asker Hamdi’nin hesaplaştığ ı bağ evinin dibinde tıpkı berber gibi oturuyordu. O da
yorgundu aslında, Ramazan’ın toprağ a verildiğ i gü nden bu yana doğ ru dü rü st uyuyamamıştı.
Elinde değ ildi zaten, nereye baksa kapkara bir yelenin savruluşuyla karşılaşıp ü rperiyordu.
Atın kendisi değ ilse bile hayali hep çevresinde dolaşıyordu sanki; onun içindeki sırla alay
edercesine karanlığ ın içinden kuyruğ unu savurta savurta çıkıp geliyordu bazen, karşısında
duruyor, belki birkaç tur alıyor, derken ansızın kayboluyordu. Bekçi, kö y meydanında olup
bitenlerden sonra birkaç gü n, geceleri sokaklarda ya da kırlarda gezerken ona
rastlayabileceğ ini sanmıştı. Hatta bö yle bir karşılaşma için her an hazır tutmuştu kendini;
ö nce hiç kıpırdamadan gö rü ntü sü ne alışsın diye ata birkaç dakika fırsat verecek, sonra
parmaklarının ucuna basa basa yaklaşıp burnunu okşayacak ve çenesinin altına namluyu
sokup birdenbire ateşleyecekti. At, beynine saplanan kurşunla birlikte şahlanacaktı tabii,
ardından, karanlığ a fışkıran kanını bile gö remeden yere devrilecekti. Belki kuyruğ unu birkaç
kez sallayacaktı o sırada, yekinmek için bacaklarını birkaç kez hareket ettirecekti ama
kesinlikle kasılıp kalacak ve ö lecekti. Dahası, bö yle bir durumda leşi ortada bırakıp,
kayalıkların ü stü nde dö nü p duran akbabalara şö yle dö rt başı mamur bir ziyafet çekmek
istiyordu bekçi; gelip gelip yesindi fukara kuşlar yiyip yiyip Ramazan’ın ruhuna dua etsindi...
Ne var ki, aradan gü nler geçmesine karşın hâ lâ atı gö ren yoktu. Reşit elinde mavzer sabahtan
akşama dek dere tepe demeden dolaşıyor, hatta kimi zaman dağ lardaki keçi çobanlarıyla
yatıp aramayı ertesi gü n oradan sü rdü rü yordu ama bir tü rlü bulamıyordu. Beline soktuğ u
çakar almaz tabancayla onun peşine takılan Rıza'ysa birkaç gü nde yorulmuştu sanki;
soranlara, yü reğ indeki acı yü zü nden bir sü re parmağ ını bile oynatamayacağ ını sö ylü yordu.
Oysa kendine haber vermeden atı aramaya çıktığ ı için Reşit’e sitem ettiğ i belliydi. Ustelik
sö ze dö kemediğ i bu sitem, Ramazan’ın acısıyla birleşerek onu rakıya biraz daha
yaklaştırmıştı şimdi; gö nlü mü oyalıyorum bahanesiyle dü kkâ nı erkenden açıp gece yansına
kadar sünger gibi horul horul içiyordu.
Bunu bilmesine karşın, Ramazan ö ldü ö leli Hacer’le hiç buluşmamıştı bekçi; yolu karanlıkta ne
zaman Rıza’nın evine çıksa, hemen geri dö nü p kaçarcasına uzaklaşıyordu. Artık bir daha
buluşup o samanlığ a girebileceklerini de sanmıyordu zaten, birbirlerini unutmaktan başka
çareleri yoktu.
Bir sigara yaktı bekçi, derin bir nefes çekerek tıpkı berber gibi gö zlerini ha ifçe kapadı. Sonra
bu duruşun içinden çıktı nedense, mavzerini kuşanıp mezarlığ a doğ ru yü rü dü . Taş
yığ ınlarından atladı atladığ ını bilmeden, diz boyu dikenlerin, oraya buraya fırlatılmış şilte
parçalarının, koyun yü nlerinin, uçurtma ö lü lerinin, hurdaya ayrılmış teneke sobaların ve
hangi canlı tü rü ne ait olduğ u bilinmeyen kemiklerin arasından geçti. Toprağ a kapanmış
kü çü cü k çocuklara benzeyen mezarların ortasında dolaşa dolaşa Ramazan’ınkini bulup yanına
sessizce çö ktü ğ ü nde gü neş doğ mak ü zereydi. Oraya gelmekle neyi amaçladığ ını bilmiyordu
aslında, mavzeri dizlerinin dibine koymuş, toprak altında Ramazan’ı kemiren solucan sü rü sü
birdenbire dışarı fırlayacakmış gibi ü rkek ü rkek mezara dokunmaya çalışıyordu. Derken, kim
bilir ne kadar sü re sonra, ö lü m kokusuyla mayalanmış ağ ır bir uyku çö ktü ü stü ne; artık
Reşit’in atı gelip karşısında dursa bile mavzeri yerden alıp doğ rultacak gü cü yoktu. Çevresine
şöyle bir göz atarak oracığa, Ramazan’ın yanına uzanıp gözlerini kapadı.
Daldığ ı uyku ö yle derindi ki, ancak ö ğ leye yakın, terden sırılsıklam olduğ unda uyanabilmişti.
Ayağ a kalktığ ında kuş kadar ha if hissetmişti kendini ve kuş kadar ha if adımlarla, yavaş
yavaş, ö lü lerle beslenen kapkara bir toprağ a değ il de bulutlara basıyormuş gibi mezarlığ ın
çıkışına yü rü mü ştü . Hâ lâ uykudaydı sanki ve dü şü nde uyanmış, kim bilir hangi nedenle,
giderek kö yü n ilk evlerine doğ ru yaklaşıyordu. Değ irmenden dö nen çü rü k sesli kağ nılar
geçiyordu yanından eciş bü cü ş ö kü zlerle, at arabaları, hayalet eşekler, gö zleri gö l gö l
çalkalanan uçan sıpalar ve uzak uzak insanlar geçiyordu ama o onların hiçbirini gö rmü yordu.
Her şey bir dü ş perdesinin arkasında devinen binlerce dü şü n gerisindeydi. Sonra yaklaştı her
şey, yaklaştı ve bekçi, titreşen çizgileriyle muhtarlık odasını gö rdü birden; Cennet’in oğ lu
elindeki yılanla kapıya dikilmiş, durup dinlenmeden yumrukluyordu.
“Kimse yok ordaa,” diye bağırdı.
Cennet’in oğlu dönüp baktı.
“Vardır,” dedi gözlerini belerterek.
“Boşuna yumruklama kapıyı,” dedi bekçi yeniden, “muhtar ilçeye giderken kilitledi orayı,
anahtarı da yanında götürdü!”
Cennet’in oğlu boynunu büküp geri çekilmişti.
“Sen bilirsin,” diye mırıldanıyordu, “sen bilirsin bekçi dayı... Bence orda biri var, inanmazsan
inanma... Ama hiç değilse şunu bil; bu köy meydanı kokuyor!”
Bekçi bir onun elindeki yılana, bir yü zü ne bakıp gü lü msedi. Ama sonunu getiremedi
gü lü msemenin, ağ zı çarpık bir çizgi halinde, kalakaldı. Sö zü edilen kokuyu o da duymuştu
sanki, dikildiğ i yerde yarım adımlarla kü çü k bir daire çizerek hangi taraftan geldiğ ini bulmaya
çalışıyordu.
Derken Reşit geldi nereden geldiyse, mavzeri kucağ ına yatırmış, uykulu gö zlerle bekçinin
hareketlerini izliyordu. Uzak bir rastlantının yü zü nde buluşmuş bir oyuncuyla bir seyirci
gibiydiler o anda; biri olanca dikkatiyle baktıkça öteki sürekli dönüyordu.
“Burnuna garip bir koku geliyor mu?” diye sordu bekçi.
Reşit küçücük gözleriyle çevresine bakındı.
“Ne bileyim,” dedi oyuna katılmaktan kaçınırcasına, “koku var gibi sanki, ama ne kokusu?”
Cennet’in oğ lu yere oturup bacaklarını iki yana açmış, kucağ ındaki yılanı toprağ a akıtmaya
çalışıyordu bu sırada; bir yandan da, oyuncuyla seyirciyi izleyen başka bir seyirci gizliliğ i
içinde arada bir göz ucuyla onlara bakıyordu.
“Reşit,” diye bağırdı birden, “hişt Reşit!”
Reşit, içinden fırlayıp gitmek isteyen ikinci bir Reşit’i sımsıkı tutuyormuş gibi kıpkırmızı bir
yüzle dönüp baktı.
“Kızını ben kaçırmadım,” dedi Cennet’in oğlu.
Sustular. “Yılanım da kaçırmadı ha, bilesin!”
Yü rü dü Reşit; Cennet’in oğ lunu, bekçiyi, muhtarlık odasını, kö y meydanını ve bü tü n bunları
sarıp sarmalayan o garip kokuyu geride bırakarak sokaklar geçti nereye gittiğ ini bilmeden,
avlu kapıları, nohut harmanları, kağ nılar, atlar, arabalar ve çocuklar geçti... Gö zlerinden yaşlar
dö kü lü yordu yü rü dü kçe, içi bebek avucu kadar daralıyor ve dizlerinin bağ ı her adımda
çö zü lü rken kucağ ındaki mavzer giderek ağ ırlaşıyordu. Gene de yü rü yordu Reşit; Gü vercin’le
Ramazan’ın acılarından oluşmuş daracık bir sokakta, bir at hayalinin peşi sıra yavaş yavaş
ilerliyordu. Belki kö yden çıkmıştı artık, Aynalı Fatma’yla Asker Hamdi’nin hesaplaştığ ı bağ
evine doğ ru yaklaşıyordu. Ama herkesin harap bildiğ i bağ evinin bir avlusu vardı nedense,
avlusunda dut ağ açları, dut ağ açlarında kuşları vardı. Hatta duvarlarıyla kapısı onarılmış ve
pencerelerine çiçek işlemeli perdeler takılmıştı. Çiçekler, açık kanattan giren rü zgâ rla serin
serin, dallarını eğ erek uçuşuyordu. Reşit, omcaların arasından sendeleye sendeleye oraya
varıp soluklandı bir sü re; ne şaşırmış ne de inanmış gö zlerle, neredeyse bağ evindeki her
değ işikliğ i kendi elleriyle gerçekleştirmiş gibi ö ylece baktı. Sonra bir kıpırtı gö rdü pencerenin
gerisinde, daha doğ rusu hissetti nasıl hissettiyse, ya da sezdi... Avlu duvarına abanarak
yü zü nü biraz daha yaklaştırdı içeri; dü ş gü zeli bir kız sedire oturmuş, dut ağ açlarının
arasından kö ye, belki de tahta minareye bakıyordu. Dalgındı, sular gibi... Benziyordu, tıpkı
Aynalı Fatma'nın dillerdeki gü zelliğ ine... Yorgundu bir de, bir şeyi hiç çaba gö stermeden
beklemeye mahkûm edilmişçesine...
“Bak hele kızım,” dedi Reşit.
Kız, güzelliğinden uyanıp ayağa kalktı.
Yemyeşil bir servi gibi, neredeyse kö rpe yapraklarını pul pul ışıldatarak pencereye abanıp
Reşit’e baktı. Karşılıklı, aynı abanışın içinde ö ylece kaldılar bir sü re. Reşit, gü mü şi fısıltılarla
akan sonsuz bir suyun serinliğine gömülmüşçesine yorgunluğunu unutmuştu.
“Bir tas su,” dedi
Gö zleri uçuşan çiçek işlemeli perdelerde, bekliyordu. Kapının gıcırtısını duydu sonra, avluyu
geçen ayak seslerini, birkaç arı vızıltısını ve kö yden gelen kö pek havlamalarını duydu.
Duyduğ u her sesin kendisini bir kat daha ö rttü ğ ü nü dü şü nü p onların altında kıpırdamaya
çalışıyordu. Avlu duvarının dibine çö kmü ştü bu yü zden, kulağ ı kapıda, derin derin
soluklanıyordu.
“Adın ne senin?” dedi gelip karşısında duran kıza.
“Güldeben,” dedi kız, “beni tanıyamadın mı Reşit emmi?”
Reşit boş boş baktı.
“Ölmüşlerin ruhuna değsin,” diye mırıldandı tası geri verirken.
Kız gü lü msedi ha ifçe, sonra sü zü le sü zü le avluya girip gö zden kayboldu. Ama beline dek inen
simsiyah saçları Reşit’in belleğinde hâlâ bir at yelesi gibi savruluyordu.
“Keşke,” dedi Reşit içini çekerek, “keşke...”

31

Artık iyiden iyiye çö ken akşam karanlığ ıyla birlikte caddenin ışıkları yanmıştı. Otomobillerin
homurtusunu çizen kepenk gü rü ltü leri geliyordu dışarıdan... Peş peşe inen kepenk sesleri
birbirlerini ö rte ö rte ö yle uzun yankılanıyordu ki, kent yaşama kapatılıyor gibiydi. Belki de bu
yü zden kapının ö nü ne çıkmış, sıkıntılı bir yü rekle, gırtlağ ına dek karanlığ a batan yeryü zü ne
bakıyordum.
Seyyar satıcıların boğ uk sesleri yü kseliyordu caddenin ö teki ucundan; elektrik direklerinin
dibine çekilen eciş bü cü ş arabalardan ortalığ ı kasıp kavuran kö fte ve kokoreç kokuları
yayılıyordu. Derken, tek tü k karaltılar geçti karşı kaldırımdan ellerinde paketler ve naylon
torbalarla, caddeye sarkan balkonlarda birkaç kıpırtı yanıp sö ndü . Sonra karaltılardan biri,
omzunda bir uzayıp bir kısalan parıltılı bir çubukla, otomobillerin arasından korka korka
geçip dükkâna yaklaştı.
“Berber dü kkâ nı kapanmıştır diye dü şü nü p boş yere tasalanmışım,” dedi soluk soluğ a, “şü kü r
ki hâlâ açıkmış.”
Küçücük gözlerini kapıya dikmiş, içeriyi görmeye çalışıyordu.
“Berber yok mu?”
“Yok.”
“Nerde peki?”
“Söylesem inanmazsın,” dedim usulca.
Meraklanmıştı.
“Söyle hele.”
“Kuşluk vakti çırağı jilet almaya göndermişti.”
“Eee?”
“Çırak dönmedi, epeyce bekledik, ama dönmedi.”
“Eee?”
“Sonra berber dayanamadı ve onu aramaya çıktı. Nedense o da dönmedi hâlâ.”
O kelenmişti, bunu kısılan gö zlerinden, yü zü me dik dik bakışından ve olduğ u yerde ha ifçe
kıpırdanışından anlayabiliyordum.
“Yani kayıplara mı karıştı?” dedi korku yüklü bir sesle.
“Bilmiyorum,” diye yanıtladım.
Sonra sustuk... Giderek ağ ırlaşan kö fte ve kokoreç kokularının ortasında, olanca
yalnızlığımızla öylece kalakalmıştık.
“Benim gitmem gerek,” dedi karaltı, “şayet berber dönerse selam söyleyin.”
“Kim diyeyim?”
Caddenin karşısına geçmiş, kaçarcasına uzaklaşıyordu.
“Reşit dersiniz,” dedi karanlığın içinden, “aynı köydeniz zaten, o anlar!”

32

Bekçi son kez berberle konuşmuştu.


Birkaç hafta ö nce, bir ikindiü stü tıraş olurken, “Senin bir sıkıntın var,” demişti berber onun
içini gö rmü ş gibi; o da, muhtarın geciktiğ ini sö ylemişti boynundaki havluyu sıyırıp atarken.
Berbere gö re bu gecikme dert edilecek bir şey değ ildi, elbette haklı bir nedeni vardı. Ola ki
muhtar, henüz ilçedeki işlerini bitirememişti. Bakarsın hiç beklenmedik bir anda çıkar gelirdi.
Bu sö zler bekçiye hiç de inandırıcı gö rü nmemişti tabii; aynaya gö zlerini dikip dalgın dalgın
bakmış, sonra hiçbir şey demeden dükkândan çıkıp gitmişti.
O gü nden bu yana kimseyle konuşmuyordu. Gitgide sararıp solan yaralı bir yaprak gibi
savrulup duruyordu sokaklarda, kırlara çıkıp dikenlerin arasında yü rü yordu kimi zaman,
buğ day tarlalarının ortasına yatıp saatlerce gö kyü zü ne bakıyordu. Kuşlarla kuş oluyordu
bö yle anlarda, bulutlarla bulut oluyor ve uçsuz bucaksız bir mavilikte, aklından kü çü cü k bir
şey bile geçirmeden, belki aylar, yıllar ya da asırlarca dolaşıyordu. Onun, bağ ların arasında bir
yere dizü stü çö kü p gö zlerini karıncalara çivileyerek, sabahtan akşama dek hiç kıpırdamadan
durduğ unu gö renler de vardı. Ama o, kimseye selam vermediğ i gibi kimseninkini de
almıyordu.
Değ irmene yü rü yordu kimi zaman; sö ğ ü tlere tırmanıp bir dalın ü stü ne kuş gibi tü nü yor ve
durup dinlenmeden, kıvrıla kıvrıla kayalıklara doğ ru giden yolun ağ artısına bakıyordu.
Uzaklarda kuş gö zü kadar bir karaltı gö rse muhtarın dö ndü ğ ü nü dü şü nerek seviniyordu tabii,
gö zlerinin içi gü lü yordu. Ne var ki karaltılar odun yü klü bir eşeğ e dö nü şü yordu yaklaştıkça,
kulaklarını oynatıp kuyruklarını sallayarak geçip gidiyorlardı. Birkaç yeşil sinek kalıyordu
geride, bir de oduncuların omzunda parlayıp sö nen uzak balta ışıltıları... Gene de bekçi
sö ğ ü tlerin arasında, susineklerinin bitip tü kenmez saldırıları karşısında kılını bile
kıpırdatmadan, gö zleri hep yolda, yü reğ i hep yorgun, gü nlerce oturmuştu; gü nlerce, içinde
gezinip duran bin türlü kuşkuyla muhtarı beklemişti.
Sonra bir gü n, muhtarın yıllar ö nce verdiğ i asker kaputuna bü rü nü p birliğ ini kaybetmiş
perişan bir er gibi, kayalıklara yü rü mü ştü . Aynalı Fatma’nın bağ evinden geçerek; orayı kızgın
bir ö ğ le vakti aşıp daha ö telere, belki de kayıp vadilere, kayıp kö ylere ve kentlere kadar
gitmişti. Birkaç gü n sonra keçi sü rü lerinin peşinden inip geldiğ inde elleri boştu gene de, yü zü
boştu, sessizliğ i, hatta gö zlerinin içi ve yü reğ i boştu... Belki de bu yü zden, boş bir çuvala
benziyordu sokaklarda yü rü rken, boş bir çuval gibi duvar diplerine yığ ılıp yığ ılıp kalıyordu.
Giderek azalıyordu sanki, giderek yollara, kırlara, kayalıklara ve gecelere bö lü nü p
ufalanıyordu...
Oysa içinde, omzu mavzerli yü zlerce bekçi vardı bekçinin; ü stelik hiçbiri ö tekine
benzemiyordu. Biri muhtarı aramaya hevesleniyordu zaman zaman, biri berberle konuşup
ona içini dö kmeyi tasarlıyor, biri her şeyi kö yde bırakarak başını alıp gitmeyi dü şü nü yor, biri
oturup hü ngü r hü ngü r ağ lıyor, biri ne yapacağ ını bilemeden kö y meydanındaki o garip
kokunun içinde dö nü p duruyor, biri de yanlış olduğ unu bile bile arada bir Hacer’i hayal
ediyordu. Bekçi bunlardan en çok hangisini sevdiğ ini ya da en çok hangisini yaşadığ ını
kestiremiyordu. Gene de, gü nü n birinde, berberle konuşup ona içini dö kmeyi tasarlayanın
peşine takılıp gideceğ ini dü şü nü yordu. Kimi zaman gidiyordu da; içindeki bekçi ö nde, kendisi
arkada, geceleyin çınarın altından sessizce geçip berber dü kkâ nında ışıyan kandile doğ ru
yü rü yorlardı. Her şey susuyordu onlar yü rü rken; gece, bü tü n karanlığ ıyla her şeyi yerinde
tutuyordu. Kö pekler daha derin uyuyordu sö zgelimi, tavuklar daha derin, kuşlar, çocuklar,
sonra ak sakallı yaşlılar, kapılar ve pencereler daha derin...
Çınarı geçene dek kararlı ve hızlı yü rü yordu ö ndeki bekçi, sonra arkasına dö nü p dö nü p
kuşkuyla bekçinin yü zü ne bakmaya başlıyordu. Onun hâ lâ yü rü yü p geldiğ ini gö rü nce
seviniyordu; ö yle ki, bu sevinç gö zlerinden akıp adımlarına iniyordu birden ve basıp geçtiğ i
yerleri bembeyaz aydınlatıyordu. Bekçi o aydınlığ ı izleye izleye, çaresiz, ilerliyordu. Bö ylece
berberin kapısına doğ ru yaklaşıyorlardı. Tam da o sırada, gecenin elinden kurtulmuş ya bir
kö pek havlaması, ya da bir ö ksü rü k işitiyorlardı. Ikisi de geri dö nü yordu hemen (yalnızca bir
kez kapıya dek ulaşıp camı tıklatabilmişlerdi); bekçi ö nde, içindeki arkada, sokakları geçip eve
geliyorlardı.
Avlu kapısından, hangi bekçi olduğ u bilmeyen bir bekçi giriyordu içeri; pencerede saatlerdir
yolunu gö zleyen karısını gö rmeden, deli danalar gibi dö nmeye başlıyordu. Karısı
anlayamıyordu onu; gece boyunca avluda oturup karanlıkta ikide bir kibrit çakışının sırrını
çö zemiyor ve ne yapıp ne etse ağ zından bir çift sö z alamıyordu. Bekçi bekçi değ ildi artık,
boğ azına kadar sessizlik dolu kayıp bir sır kü pü ydü . Kö ylü lerden birkaçı, karısının el altından
yalvarıp yakarmasıyla, ona yaklaşıp dilini açmaya çalışmıştı, ama başaramamıştı. Bekçi,
şapkasının siperini kaşlarının ü stü ne indirip kapkara bir suratla uzak uzak bakınıştı
konuşanlara, uzak uzak susmuştu sonra; kahvede oturup dururken dağ lara çekilmişti
sözgelimi, köy meydanında dikilirken, avlu kapısından bakarken ya da duvar dibinde çökerken
dağ lara çekilmişti. Derken, inip gelmişti dağ lardan yıkılmış bir dağ gibi... Içindeki kederin
içine dalmıştı yavaşça ve sö ğ ü t dalına tü neyerek yol gö zlemekten vazgeçip muhtarlık
odasının önüne yürümüştü.
Artık her gü n oraya gelip bayrak direğ ine sırtını vererek bomboş gö zlerle kö y meydanına
bakıyordu. Asker kaputu sırtındaydı gene, kimi zaman çıkarıp dizlerinin dibine seriyor,
mavzeri de uykuya dalmış bir bebek gibi ü stü ne yatırıyordu. Meydandan el ayak çekildiğ inde,
çoğ unlukla ö ğ le sıcağ ında, tepesinde dalgalanan bayrağ a dikiyordu gö zlerini; onun
sessizliğ inde muhtarın yokluğ unu arıyor, sonra o yokluğ un içinde at sırtında ağ ır ağ ır
yaklaşan muhtarı gö rü yor ve sevinçle haykırarak kö y meydanına doğ ru fırlıyordu. Ne dediğ ini
henü z kimse anlayabilmiş değ ildi, herkes bu haykırışın ne anlama geldiğ ini birbirine sorup
uzun uzun tartışıyordu. Birçok kişi neredeyse pusuya yatmıştı; bakkal dü kkâ nında Rıza’nın,
kahvede kahvecinin, daha ö tede kunduracının kulakları kirişteydi. Ne var ki, muhtarlık
odasının ö nü nde gü n boyu oturan bekçinin ne zaman haykıracağ ı hiç belli olmuyordu. Bazen
bir kere bile haykırmadan akşam karanlığ ı çö kene dek ö ylece bekliyor, sonra ya kalkıp gidiyor,
ya da yıllardır kimseye sezdirmeden içinde uyuz bir kö pek besliyormuş da şimdi ona
dönüşmüş gibi kapının önüne kıvrılıp uyuyakalıyordu.
Bir gü n, kö ylü lerden birkaçı, çekine çekine gelip yanına oturdu. Onun selam alıp vermediğ ini
bildiklerinden ağ ızlarını açmamışlardı; hiçbir şey demeden, hatta içlerinden demeyi bile
geçirmeden, muhtarlık odasının duvarına yaslanmış, kö y meydanına bakıyorlardı. Derken,
duvar dibinde pinekleyen ak sakallı yaşlılar da kalktılar ayağ a, asalarını tıkırdata tıkırdata
gelip bekçinin iki yanına sıralandılar. Onların arkasından, bıyığ ı yeni bitmiş ü ç beş genç geldi.
Herkes muhtarı bekliyordu sanki; herkes ö lü evinin ö nü ne toplanmış gibi susuyor, durup
durup yavaşça iç çekiyor ya da kapkara bir kederle hiçbir şeyi gö rmeden boş boş kö y
meydanına bakıyordu.
Sonra, yaşlılar oturdukları yerde, nereden yayıldığ ı bilinmeyen o garip kokunun peşine
dü ştü ler. Dizlerinin ü stü nde sü rü nerek birbirlerine sokulup apayrı bir grup oluşturmuşlardı
gene, sakallarını sıvazlaya sıvazlaya kendi aralarında fısıltıyla konuşurken, bir yandan da yü z
çizgilerinin ortasında kaybolup giden uzak gö zleriyle çevreyi tarıyorlardı. Bu halleriyle bir kez
daha, kimsenin bilmediğ i gizli bir mahkeme heyetine benzemişlerdi. Herkes sö ze karışmadan
onları dinliyordu artık, onlar da durup dinlenmeden köyü saran kokuyu yorumluyordu.
Sonunda bekçi dayanamadı, kaputunu alıp bir daha oraya hiç dö nmeyecekmiş gibi ö keyle
uzaklaştı.

33

Gece, başka bir gecedeydi sanki; uzaklaşan seslerle birlikte gö rü ntü ler de silinmişti. Her yer
derinliği bilinmeyen bir boşluktu artık, her şey sonsuz bir karanlıktı...
Gene de ben, gö zlerimi açık tutmakla kapamak arasında hiç fark kalmadığ ı halde, tuhaf bir
dü rtü yle, oturduğ um yerden çevremi gö rmeye çalışıyordum. Bulanık da olsa, seçebildiğ im
kü çü cü k bir nesne bile yoktu tabii; nereye baksam o noktaya doğ ru yuvarlanıyormuşum
hissine kapılıp ü rperiyordum. Bir ara, yuvarlanışlarımı destek yapa yapa bir dengeye
ulaşabileceğ imi dü şü ndü m. Belki de bu yü zden, karanlığ a daha sık bakmaya başlamıştım.
Hatta saatlerce aynı yerde oturmaktan uyuşan bacağ ıma aldırmadan ayağ a kalktım bir an,
herhangi bir şeye çarpmamak için ellerimi ö ne uzatmış, topallaya topallaya yü rü yordum.
Aslında, ellerimin bir başına her şeyi gö rü p ayaklarıma kılavuzluk edebileceğ ini sanmakla
yanılmıştım; gide gide, bir duvara çarpmıştım az sonra; tıpkı bir kö r gibi, ö nü mdeki engelin
boyutlarını ellerimle gö rebilmek için sakınımlı adımlarla bir sağ a bir sola kayıyor, ama hiçbir
şey anlayamıyordum. Duvar olmasına duvardı dokunduğ um yer, gene de hiç kö şesi yoktu;
istense, belki de aylarca yü rü nebilirdi dibinde, haftalarca koşulabilirdi. Ola ki benim içimden
de bö yle bir şey geçiyordu o sırada, duvarın nerede sona ereceğ ini dü şü nmeden, yalnızca
yürümek istiyordum yürümenin tadına basa basa...
Ne var ki bu pek mü mkü n değ ildi, topal değ ilken topal, kö r değ ilken kö r olmuş ve birkaç adım
sonra, ü st ü ste yığ ılan çuvallara toslamıştım. Herhalde nohut vardı içlerinde, belki de
buğ daydı da ben ayıramıyordum. Onların yanından uzaklaşıp geri dö ndü m sonra, yukarıdan
sarkan mısır koçanlarının arasından geçerek yerime oturdum.
Hâ lâ uyuşukluğ u geçmeyen bacağ ımı kaldırıp kağ nı oku gibi uzatmış, bü tü n dikkatimle için
için uğuldayan karanlığı dinliyordum.
Aşağ ıda, oldukça derin bir yerde kıpırtılar vardı sanki; kararsızlığ ını ayak sesleriyle ö rtmek
isteyen biri, yavaş yavaş yukarıya doğ ru tırmanıyordu. Soluk alıp verişini duyuyordum onun,
belki istesem ayak sesleriyle soluğ unun ritmine bakıp yü zü nü de gö rebilecektim, ama bunu
istemedim.
Birkaç dakika geçince, “Sen misin?” diye seslendim karanlığa.
“Benim,” dedi bekçi.
Çuvalların orada, yukarıdan sarkan mısır koçanlarının altında olmalıydı.
“Gü nlerdir birisiyle konuşmayı arzuluyordum,” diye sö ze girdi hemen, “sonunda sana
geldim...”
“İyi ettin,” dedim. “n’oldu ki?”
“Neler olmadı ki emmi,” diye yakındı, “şu kapının dışında neler olmuyor ki...”
“Eh,” dedim, “az çok biliyorum olanları.”
“Ben bilemiyorum,” dedi gü çlü kle, “daha doğ rusu bir tü rlü akıl erdirip içinden çıkamıyorum.
Çıkılacak gibi de değ il zaten, her şey gitgide karmakarışık bir hal alıyor kö yde, her şey gitgide
tuha laşıyor... Ustü mü ze bir uğ ursuzluk çö ktü sanki, nereye baksam ya da olup bitenlerden
hangisini anlamaya çalışsam bunalıyorum. Hem ö yle bir bunalıyorum ki, çekip gitmek geliyor
İçimden; çekip gitmek ve bir daha hiç mi hiç dönmemek...”
“Tasalanma bu kadar, hepsi düzelir.”
“Nasıl tasalanmam emmi? Biliyorsun, muhtar hâ lâ dö nmedi. Oysa şimdiye dek Gü vercin’in
kaybolduğunu kime bildirecekse bildirip çoktan gelmiş olmalıydı.”
“Koskoca muhtar,” dedim onu yatıştırmak için, “elbette haklı bir nedeni vardır. Ola ki ilçedeki
işlerini bitirememiştir henüz, bakarsın hiç beklenmedik bir anda çıkar gelir.”
“Geldiğ inde şaşıracak ama,” diye içini çekti bekçi, “hem de çok şaşıracak... Daha Ramazan’ın
ö ldü ğ ü nü bile bilmiyor o. Bu yü zden Ramazan onun gö zü nde hâ lâ yaşıyor... Hâ lâ ata biniyor
yani, hâ lâ yiyip içiyor, yü rü yor, koşuyor, gü lü yor, ya da ne bileyim, dü ğ ü nlerde keşkek dö vü p
halay çekiyor... Kimi zaman bunu dü şü ndü kçe, artık muhtar dö nmese, diyorum içimden;
dö nmese de Ramazan hiç değ ilse onun gö zü nde yaşayıp dursa... Halay çekiyorsa çekse hani
muhtar ölene dek, keşkek dövüyorsa dövse, gülüyorsa gülse... Sonra da üzülüyorum tabii böyle
dü şü ndü ğ ü m için, en azından muhtara karşı haksızlık ediyorum, diyorum. Oysa biliyorum ki
onun dönmesi gerek; dönüp Güvercin’den bir haber getirmesi, Cennet’in oğlunun günden güne
zıvanadan çıktığ ını gö rmesi ve atın hâ lâ bulunamadığ ını bilmesi gerek. Ama dö nmü yor işte...
Bunca yü kü benim sırtıma yıkıyor! Reşit yaralı bir kuş gibi her gü n çırpınıp duruyor
gö zlerimin ö nü nde, her sabah kayıp bir at hayalinin peşine takılıp her akşam kö ye elleri boş
dö nü yor. Cennet'in oğ luysa başka bir â lem; kucağ ında yılanıyla sokak sokak dolaşıp çocuklara
gö steri yapıyor hâ lâ ve hâ lâ aklına estikçe karın neden yağ dığ ını soruyor. Bir yanda da Rıza
var tabii... O, vurgun yemiş bir alkol kü pü gibi dü kkâ nında ö ylece oturuyor; ne ne zaman
yıkılacağı belli, ne ne zaman patlayacağı... Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, üstüne üstlük bir de
şu koku çıktı başıma...”
“Ne kokusu?”
“Orasını bilen yok emmi... Kö y meydanında fark edildi ö nce, sonra gü nden gü ne ağ ırlaşıp her
yere yayıldı. Oldukça garip bir koku bu, her şeye benziyor sanki; en çok da leş kokusunu
andırıyor. Ama bunu kimseye sö ylemedim daha, sö ylemeyi de dü şü nmü yorum. Korkuyorum
çü nkü , densizin biri çıkar da, bu koku Ramazan’ın ö ldü ğ ü noktadan yayılıyor der diye ö dü m
kopuyor. Bö yle bir sö ylenti yaratılırsa Rıza kudurur herhalde, belki de tabancasını çekip ilkin
bu lafı edeni vurur! Yeni bir felaket doğ ar yani... Hele Hacer hiç dayanamaz bö yle bir sö ylenti
karşısında, gelip gelip kö y meydanını koklar oğ lum diye... Figan eder orada, yer bitirir
kendini...”
Susmuştu bekçi, oraya, çuvalların dibine çökmüş olmalıydı.
“Kimi zaman da muhtarın neden dö nmediğ ini dü şü nü p tü rlü tü rlü yorum yapıyorum,” dedi
daha alçak bir sesle, “aklımdan çok tuhaf bir şey geçiyor.”
“Nedir o?”
“Muhtar bunca zamandır dö nmediyse diyorum, dö nmeyecektir artık... Gü vercin de hâ lâ
bulunamadığına göre, onu muhtar kaçırmış olamaz mı?”
“Saçma!”
“Neden saçma olsun? Ola ki gö zü vardı kızda, fırsat kolluyordu. Sonra bir gece buldu bu fırsatı,
kızı atın terkisine atıp uzak bir kö ye, ya da ne bileyim, bir yaylaya bıraktı geldi. Hiç haberi
yokmuş gibi telaşlandı ardından, her yeri aradı, arattırdı, hü zü nlendi... Şimdi de, ben gidip
ilçeye haber vereyim diye kızın koynuna döndü... Olamaz mı?”
“Bırak bu la ları,” dedim sesimi yü kselterek, “sağ da solda konuşayım da deme sakın! Sen ne
dediğini bilmiyorsun!”
“Bilmiyorum,” diye mırıldandı karanlığ ın içinden, “ah bir bilebilsem...” işittiğ im kıpırtılara
bakılırsa ayağa kalkmış olmalıydı.
“Gidiyor musun yoksa?”
“Gidiyorum,” dedi, “hoşça kal.”
Birkaç adım yü rü mü ştü ki, durdu. Kaputunun hışırtısından anladığ ıma gö re, mısır
koçanlarının altındaydı. Belki de yüzünü çevirmiş, ağlamaklı gözlerle bana bakıyordu.
“Nedense ayaklarım geri gidiyor,” diye mırıldandı.
“O halde diyeceklerin bitmedi,” dedim yavaşça, “belki de seni buraya getiren asıl şeyi
söylemedin?”
“Haklısın, söylemedim.”
Ikimiz de susmuştuk. Her şey susmuştu hatta, karanlığ ın içinde yü zen her şey sessizliğ imize
karışıp merak dolu binlerce soruya dö nü şmü ştü . Sonra mısır koçanları ufalanmıştı tane tane
ve taneler inanılmaz bir hızla, neredeyse birer altın damlası gibi karanlığ a saçılmıştı... Ya da
bana ö yle gö rü nmü ştü gö rmediğ im için... Bense bu sırada, sağ elimle uyuşukluğ u geçmek
ü zere olan bacağ ımı kavramış, bekçinin sö yleyeceklerini bekliyordum. Ama o konuşamıyordu
bir tü rlü , hangi konumdaysa oraya kilitlenip kalmıştı sanki; tıpkı bir zamanlar pencereden kö y
meydanına bakarken muhtarın yaptığ ı gibi, belki de kurtulmaya çalışıyordu duruşunun
duvarları arasından; görünmeyen elleri ve bacaklarıyla umutsuzca çırpınıyordu.
“Orda mısın?” diye seslendim bir ara.
“Burdayım,” dedi.
“Konuşmayacak mısın?”
Susuyordu.
“İçim yanıyor Musa emmi,” dedi saatler sonra, “Ramazan benim oğlumdu!”

34

Bekçi muhtarlık odasının ö nü nde bekleyen kö ylü lerin başına dikilmiş, bir yandan onları
bakışlarının içinde tutmaya çalışıyor, bir yandan da kimseye sezdirmeden değ irmene uzanan
yola bakıyordu arada bir. Artık her gü n bayrak direğ inin çevresine toplanan bu insanların tam
olarak neyi amaçladıklarını anlayabilmiş değ ildi. Ak sakallı yaşlıların burun buruna verip alçak
sesle konuşmalarına bakılırsa, kö y meydanındaki koku yü zü nden orada gibiydiler. Belki de
onun kaynağ ını merak ediyorlardı gü nlerdir, ö ğ renebilmek için de, işlerini gü çlerini bırakarak
o garip kokunun ortasına gelip oturuyorlardı. Bir yandan da bekçi, onların birbirlerinden
habersiz hep birlikte muhtarı beklediklerini dü şü nü yordu. Dö nse dö nse ancak bu durumda
dö necekti sanki muhtar; kağ nılardan dö kü len buğ day saplarıyla altunı̂ bir renge bü rü nen
değ irmen yolundan atını sü re sü re çıkıp gelecekti. Bu kadar geciktiğ ine gö re terkisinde
Güvercin de olacaktı tabii; upuzun saçları, sarsıldıkça belini dövecekti...
“O da ne!” diye haykırdı bekçi.
Kö ylü ler onun sesini duyar duymaz hep birlikte ayağ a fırladılar. Ellerini gö zlerine siper
ederek değ irmene doğ ru baktılar. Uzakta, altunı̂ parıltıların sonunda eciş bü cü ş bir karaltı
vardı. Karaltı suda kayarcasına yer değ iştirdi sonra, gü neşin altında titreşe titreşe dereye
indi. Çıktığında, irileşmişti. Yavaşlığına bakılırsa yorgundu üstelik, arada bir sendeliyordu.
“Kim acaba?” dedi Nuri.
“Yürüyüşünden tanınmıyor,” diye mırıldandı bekçi, “sırtında yükü var!”
“Reşit olabilir mi?” dedi biri.
“Yok,” dedi bir başkası, “O az önce döndü köye.”
Bekçi öfkelenmişti.
“Susun ulan,” diye bağırdı.
Sustular... Kö y meydanındaki o garip kokunun boyutlarını aşan derin mi derin bir sessizliğ in
içinden ö ylece bakıyorlardı. Irileşen karaltı artık epeyce yaklaşmıştı. Her adımda, uçacakmış
ya da dalı kolu gitgide çoğ alıyormuş gibi karmaşık bir gö rü nü me bü rü nü yordu. Derken, altunı̂
parıltılardan sıyrılarak yavaş yavaş Cennet'in oğ luna benzedi. Sırtında kocaman bir çuval
vardı sanki, ıkına sıkma, güçlükle yürüyordu.
“Bu deli dağlarda ne kadar yılan varsa toplayıp geliyor herhalde,” diye homurdandı Nuri.
Kalabalık, bu sö zlerden sonra biraz gevşemişti. Hatta kimileri elini gö zlerinin ü stü nden
indirip oturmaya niyetleniyordu ki, bekçi ansızın kaputunu savurta savurta koşmaya başladı.
Neler olup bittiğ i anlaşılamadı ö nce, oturmaya niyetlenenler alelacele kalkarken, birkaç kişi
bekçinin peşinden koştu. Cennet’in oğ lu, kendisine doğ ru gelenleri gö rü nce durmuştu. Pis pis
sırıttı ona.
“Güvercin’i bulduuum,” diye bağırdı, “buldum Güvercin’iii! “
Bekçi birdenbire durup mavzerini doğrulttu hemen.
“Seni köpek seniii,” dedi dişlerinin arasından.
Cennet’in oğ lu şaşırmış, destek ararcasına, bekçinin arkasında duran kö ylü lere bakıyordu.
Sonra, sırtındaki kızı yavaşça bıraktı yere, birkaç adım uzaklaşıp çevresine telaşla gö z
gezdirdi.
“Kaçma,” diye bağırdı bekçi, “kaçarsan vururum!”
Kaçmadı Cennet’in oğ lu, yü zü nde gitgide korkunun rengini alan kekre bir gü lü mseyişle
bekledi. Elleri o anda nereden getirildiğ i anlaşılamayan boklu bir urganla birbirine sımsıkı
bağ lanıp yü zü ne avuç avuç tü kü rü lü rken hiç konuşmadı. Bekçi, urganın ö teki ucunu bileğ ine
dolamış, kalabalığ ın ö nü sıra asılıyordu. Kimi zaman yıkılıyordu Cennet’in oğ lu, kimi de
dizlerinin ü stü nde ilerlemeye çalışırken toz duman içinde savrulup giden asker kaputuna
gö zlerini dikip tuhaf tuhaf gü lü msü yordu. Olup bitenlerle uzaktan uzağ a alay ediyordu sanki,
yü zü nü yırtıp geçen taşlara, kulaklarının içine dolan tozlara ve iki yanından akıp geçen
ayaklara aldırdığ ı yoktu. Gene de bir ara başını yerden kaldırıp Gü vercin'i aradı gö zleriyle;
geride, kö ylü lerden birinin sırtındaydı; boşlukta iğ de dalı gibi sallanan incecik kolları arada
bir gözden kaybolup yeniden görünüyordu.
Kö y meydanına girdiklerinde, bekçi, urganın ucunu muhtarlık odasına doğ ru çekti. Kalabalık
bü yü mü ştü birden; avlu duvarlarından başını uzatıp bakan kadınlar, dam başlarındaki
kö ylü ler, ahırdakiler, harmandakiler ve çocuklar, ardından da kö pekler muhtarlık odasının
ö nü ne toplanmıştı. Kadınlar, çocukları ite kaka ö ne geçtiler sonra, yere bırakılan Gü vercin’in
çevresini sardılar. Biri belinden peştamalını çö zü p onun çıplak omuzlarına, biri alnındaki
çatkıyı saçlarına ö rttü hemen; biri de eteğ inin uçlarım dü zeltip yer yer kuru kan lekeleriyle
dolu kü çü cü k ayaklarını avuçlarının içine aldı. Yü reklerinde ne denli şe kat varsa bir anda
hepsini sunmaya çalışıyorlardı ama Gü vercin’den bir tepki gelmiyordu; kendisine uzanan
ellerin sıcaklığ ını, kulağ ının dibinde dolaşan sö zcü klerin yumuşaklığ ını, yü zü nde toplanan
bakışların kederini hiç görmüyordu sanki, ürkütülmüş bir kirpi gibi tortop olmuştu.
Reşit karısıyla birlikte koşup geldiğ inde, bekçi urganın ucunu bayrak direğ ine bağ lamış, ne
yapacağ ını kestiremeden Cennet'in oğ luna bakıyordu. Reşit, dö vü ne dö vü ne ağ layarak kö y
meydanını birbirine katan karısını tutmaktan kızını gö remedi ö nce; yuvarlanıp giden
şapkasını başına gelişigü zel kondurmuş, kadınların uğ ultusuna doğ ru sü rü kleniyordu. Derken,
kadınlar elinden aldı karısını; kollarına girip yavaş yavaş Gü vercin’in yanına gö tü rdü ler. Ana
kız, kocaman bir ağ ıt çemberinin ortasında birbirine sarıldı sonra, uzun sü re ö ylece
hareketsiz kalıp gö zyaşı dö ktü ler... Ana, bir ara kızına başından neler geçtiğ ini sordu, ama
Gü vercin ağ zını açıp tek sö z etmedi. Ağ lamayı da kesti hatta, onca feryadın, onca iganın ve
hıçkırığın arasında derin bir sessizliğe gömüldü.
Cennet’in oğluysa bayrak direğinin dibinde, ağulanmış köpek gibi mızıklıyordu bu sırada. Olup
bitenleri anlayamıyordu bir tü rlü , zaten baştan beri anlayamamıştı; gene de birileri anlar diye
Gü vercin’i nerede bulduğ unu peltek bir dille anlatmaya çalışıyordu. Oysa kimse işitmiyordu
onu; herkes yanından geçiyor, çevresinde dolaşıyor, karşısında duruyor, ama bir kere bile
olsun dö nü p yü zü ne bakmıyordu. Artık her gü n sokaklarda gö steri yaptığ ı çocuklar da uzaktı
ona, giderek azalan ilgileriyle kalabalığ ın arkasında kalmışlardı. Belki de az sonra her şeyi
büyüklere bırakıp kendi dünyalarına çekip gideceklerdi.
Derken Rıza koştu geldi (nerede kaldıysa); kalabalık onun anason kokulu sesini işitir işitmez
endişeyle dalgalandı. Bekçi, ne olur ne olmaz gelip ü mü ğ ü ne çö ker korkusuyla Cennet’in
oğ luna biraz daha yaklaşmıştı. Ama Rıza ö nce Gü vercin’e koştu, homurdana homurdana
çocukları geçip kadınların arasına dalmış, balon gibi şişen gö zlerini nereye çevireceğ ini
bilemeden telaşla ilerliyordu. Gü vercin’in ö nü nde diz çö ktü sonra, onu kimin kaçırdığ ını
sordu, nereye kaçırdığ ını, neler yaptığ ını. Ama kız gene konuşmadı, gö zlerini toprağ a dikmiş,
soluk bile alıp vermeden ö ylece oturuyordu. Rıza da oturdu bir sü re. Sonra bir sü re daha
oturdu aynı şeyleri bakışlarıyla sorarak... Belki bir sü re daha oturacaktı, ama artık
dayanamadı, Gü vercin'in sessizliğ ini ikiye bö len bir hızla tabancasını çekip ayağ a kalktı. Kö y
meydanı uğ uldadı bir an, kalabalık olduğ u yerde korkuyla fokur fokur kaynadı. Kadınlar
Gü vercin'in ü stü ne atılmıştı hemen, onu aralarına alıp inanılmaz bir beceriyle gö zden
silmişlerdi. Oysa Rıza, kendisini durdurmaya çalışan birkaç yaşlının elinden sıyrılmış,
kalabalıktan yükselen yakarışlara aldırmadan bayrak direğine doğru yürüyordu.
“Gelme,” diye bağırdı bekçi, “bir adım daha atarsan vururum!”
Rıza durmuştu. Gözlerini bekçinin gözlerine dikip üst üste yutkundu.
“Ver şu deyyusu bana,” dedi öfkeden titreyen sesiyle, “onun kanını içmek farz oldu!”
Bekçi hiç isti ini bozmadı. Aslında, Ramazan'ı bunca yıldır besleyip bü yü ten Rıza’yı
vurabileceğ inden pek emin değ ildi. Zaten mavzeri doğ rultur doğ rultmaz elleri titremeye
başlamıştı.
“Git başımdan,” dedi daha yumuşak bir sesle, “muhtar dö nene kadar Cennet’in oğ lu benden
sorulur; kimseye vermem!”
Rıza gitmedi tabii, çevresine toplanan ak sakallı yaşlıların sö ylediklerine kulak asmadan,
orada, elinde tabanca bir inat keçisi gibi bekledi. Gü vercin'le Rıza arasında bö lü nen Reşit ne
yapacağ ım şaşırmış, ortalığ ı yatıştırmak için midir nedir, kendi kendine bir şeyler
mırıldanarak kimi zaman bekçiye doğ ru yaklaşıyor, kimi de alelacele koşup yaşlıların arasına
karışıyordu. Sonunda imam ikna etti Rıza’yı, elindeki tabancayı beline sokturdu. Gene de Rıza
koluna girenlerin ortasında, dü nyanın bü tü n içkilerini içip tü ketmiş gibi sü rü klenip giderken,
ikide bir havaya zıplayarak, ö nü nde sonunda Cennet’in oğ lunu kurşun yağ muruna tutacağ ım
sö yledi. Bekçi onun savurduğ u tehditlere karşılık vermedi nedense, hatta ettiğ i kü fü rlerle
yeminleri de duymazlıktan gelip yalnızca baktı arkasından; o, lastik top gibi zıplaya zıplaya
gözden silinene dek baktı.
“Dağılın,” dedi sonra kalabalığa, “hadi herkes evine!”
Once kadınlar dü ştü yola, Gü vercin’i aralarına alıp kırılacak bir eşya gibi kollaya kollaya
uğ ultuyla yü rü dü ler. Ardından erkekler sö kü n etti, ü çer beşer kişilik gruplar halinde kö y
meydanını geçip kısa sürede uzak birer karaltıya dönüştüler.
Imam, kimsenin namaza gelmeyeceğ ini bile bile tahta minareye çıkıp akşam ezanım okumaya
başladığında, muhtarlık odasının önü boşalmıştı.
“Sen niye bekliyorsun?” dedi bekçi.
Reşit omuzlarını çekti, yarım adımlarla dikildiğ i yerde bir sağ a bir sola gidip geliyordu. Bekçi
kadar tedirgindi aslında, bekçi kadar çaresizdi ve sö ze nereden başlayacağ ını bilemeden
arada bir gö z ucuyla bayrak direğ inin dibine bakıyordu. Bekçi bir sü re, Rıza gibi ö kelenip
Cennet’in oğ luna saldıracak mı diye bekledi onu; sonra anladı ki bö yle bir niyeti yok, gidip
eşiğe oturdu.
“N’olacak şimdi,” dedi yavaşça.
“Bilsem,” diyerek omuzlarını çekti Reşit, “ah bir bilsem...”
Bekçi sigara yakmıştı, karanlıkta yü zü parlayıp sö ndü bir an; gö zlerinin ışıltısı kaldı geride,
oralarda bir yerde, bir çift kayıp yıldız kırıntısı gibi uzun sü re titreştiler. Sonra Reşit yaklaştı
onlara, yere çö kü p sırtını duvara dayadı. Hiç konuşmadan saatlerce oturdular daha sonra,
çaresizlik içinde, köy meydanındaki çınarın hışırtısını dinlediler.
“Gel bunları evlendirelim,” diye fısıldadı bekçi, “yediği haltı paklasın hergele, ne dersin?”
“Bilmem ki,” dedi Reşit.
Bekçi, olmaz diye kestirip atmadığ ına sevinmişti onun; bilmem ki’den aldığ ı umut ışığ ıyla
yerinden kalkarak Cennet’in oğluna yaklaştı.
“Sen ne dersin?”
Cennet’in oğlu başını kaldırmış, boş boş bakıyordu.
“Neden evlenecekmişim,” dedi birden, “onu ben kaçırmadım ki!”
“Sus ulan hergele,” diye bağırdı bekçi, “yalan söyleme!”
“Kaçırmadım,” dedi Cennet'in oğ lu, “yılanımın teyzesini arıyordum ben dağ larda... Baktım ki
Güvercin bir ardıç kümesinin içinde ağlıyor, aldım getirdim.”
“Doğru söyle, yoksa tetiğe basarım!”
“Doğ ru sö ylü yorum ben, orda, ardıç kü mesinin içindeydi işte! Hıçkırıyordu... Gö zlerinden iri
iri yaşlar akıyordu ardıçların karanlığ ına... Sırtlayıp getirmese miydim yani, kalsa mıydı
dağlarda?”
Şaşırmıştı bekçi, farkında olmadan yü zü nü değ irmene uzanan yola çevirdi, ama muhtar atıyla
çıkıp geliyor mu diye dü şü nmedi, hatta bakmadı bile, zaten baksa da zi iri karanlıktan başka
bir şey gö remeyecekti. Gene de, Reşit’i gö nderdikten sonra eşiğ e yeniden oturduğ unda,
muhtarı dü şü ndü . Onun, kapıyı kilitleyip anahtarı yanında gö tü rmesine giderek ö kelenmeye
başlamıştı. Gö tü rmemiş olsaydı muhtarlık odasını açıp Cennet’in oğ lunu oraya tıkardı şimdi,
anahtarı da cebine koyup Rıza’dan çekinmeden rahat rahat evine gider, gece boyunca soğ ukta
böyle it gibi titremezdi.
“Keşke dö nmü ş olsaydın,” diye mırıldandı bir ara. Gö zlerini ha ifçe kapamış, arkasındaki
kapının arkasını düşlüyordu.
Muhtar çoktan dö nmü ştü sanki, içerideydi; elinde tel tel tü ten sigarasıyla masaya kurulmuş,
bekçiye, Cennet’in oğ luna diş bileyen Rıza'dan nasıl kurtulabileceklerini anlatıyordu. Hepi
topu bir avuç yerde yaşıyoruz diyordu umutsuzluktan harf harf dö kü len bir sesle, bu durumda
Rıza’nın gö zü nden Cennet’in oğ lunu kaçırabilmek epeyce gü ç! Gene de yeni bir felaket
doğ madan bu konuda bir şeyler yapmalı... Bekçi, masaya dirseğ inin tekini dayamış, muhtarın
gö zlerine bakıyordu. Belki Rıza’yı da kapatmalı bir yere, diyordu muhtar Cennet’in oğ lunun
hâ lâ dışarda, bayrak direğ inin dibinde olduğ unu unutarak Bekçi onun bu unutkanlığ ını ilçeden
yeni dö nmü ş olmasına yoruyordu. Ola ki yorgundu muhtar; gü nlerce at sü rmenin sarsıntısı
vardı hâ lâ sesinde, gö zlerinde dağ ları vardı uzakların, ovaları, yaylaları ve yeşil bir karanlığ ın
dibinde yüzen vadileri vardı...
Gö zlerini açtı bekçi, muhtarın içeride oluşuna gereğ inden fazla inandığ ını dü şü ndü . Gene de
tutamadı kendini, kulağ ını usulca yaklaştırıp kapıyı dinledi. Yaşlı bir kö rü ğ ü andıran soluk alıp
verişlerini duyuyordu işte, muhtar oradaydı! Biraz daha sokuldu kapıya, kulağ ını iyice
yapıştırarak gö zlerini kapadı tekrar... Muhtar, ö kelenmiş gibiydi içeride, soluk alıp verişlerine
yansıyan yü zü kapkara kesilmişti. Bağ ırmasa da bağ ırıyordu artık anlaşılmaz sö zlerle, ellerini
arkasına kavuşturup o kö şeden o kö şeye yü rü mese de yü rü yordu. Yokluğ unda olup bitenler
yü zü nden bekçinin beceriksizliğ ine kızmıştı kuşkusuz. Kö ylü leri toplayarak, dal gibi gencimizi
yiyen o atı aramaya neden çıkmadın diye kö pü rü yordu sö zgelimi, neden kö y meydanındaki
kokunun kö kü nü araştırmadın diyordu sonra; hadi bunlar boyunu aştı diyelim, en azından
Cennet’in oğlunu neden zamanında hizaya sokmadın da bunca derdi saldın başıma?
Hızla kalktı bekçi, muhtarlık odasından çıkmış gibi, mavzeri koltuğ una kıstırıp bayrak
direğinin dibine doğru yürüdü.
“Elimden çekeceğ in var kö peek,” diye bağ ırdı sesini biraz da içerideki muhtara duyurmak
istercesine, “Rıza'dan önce ben vuracağım seni!”
Cennet'in oğlu ses vermedi.
“Duyuyor musun,” dedi bekçi yeniden, “Gü vercin’le evlenip bu işi dü zeltmezsen Rıza'dan ö nce
ben vuracağım seni!”
Gene susuyordu Cennet'in oğ lu, başucunda gezinen ayak seslerine dö nü p bakmamıştı bile,
öylece, gecenin ortasında upuzun yatıyordu.
Bekçi, çekine çekine eğ ilip baktı; karanlıkta bü sbü tü n uzayan kirpikleri, kapanmış gö zleri ve
silinen çizgileriyle yüzü bir bebeğinki kadar huzurluydu.
“Hayret,” dedi kendi kendine, “çoktan uyumuş bu...”

35

Gecenin ilerleyen bir saatinde, berber dü kkâ nında bekleyip durmamın aptalca olduğ unu
dü şü nerek yerimden kalktım. Bacağ ımın uyuşukluğ u geçmişti artık, ama tıpkı Dede Musa gibi,
gene ellerimi herhangi bir şeye çarpmamak için ö ne uzatmış, karanlıkta yavaş yavaş
yü rü yordum. Kapıyı kilitleyemeyeceğ ime gö re, elektrik dü ğ mesini bulup dü kkâ nın ışığ ını
yakacak, sonra da çekip gidecektim.
Herhalde gecenin bu saatinde eve dö nmeden ö nce, bir yerlere uğ rayıp ya bol limonlu bir
işkembe çorbası, ya da birkaç bardak çay içerdim. Adamakıllı acıkmıştım yani, çorba
bulamazsam çayla birlikte, hiç sevmediğ im halde bir simit de yiyebilirdim. Susamlarını
ayıklaya ayıklaya tabii, uzun çiğ neyişlerle... Belki kü çü cü k sevimli bir sabahçı kahvesi olurdu
gideceğ im yer; bahçesi olurdu kenarları çiçekli bir mendil gibi, bahçesinde bebek dü şü kadar
bir havuzu, havuzunda fıskiyesi olurdu. Orada, mavi kareli muşambayla kaplı bir masanın
serinliğ ine otururdum hemen, peş peşe çay ister, çayları yıldızların altında sıcak sıcak
yudumlar, ardından da bir sigara içerdim. Adamlar gelirdi o sırada dü şte gezer gibi, her biri
ayrı bir masaya oturup uyuklamaya başlardı.
Duvarları elimle yoklaya yoklaya elektrik dü ğ mesini bulmuştum. Işığ ı açmakla açmamak
arasında bocaladım ö nce; içimde, ortalık aydınlanır aydınlanmaz kendimi başka bir yerde
bulacakmışım gibi bir his vardı. Sonunda dü ğ meyi açtım tabii, aydınlıkta, berber dü kkâ nına
uzun uzun baktım. Her şey yerli yerindeydi, o kadar ki, berber dö nü p geldiğ inde herhangi bir
şeyi eksik bulabilir diye korkuya kapıldım birden, çayı ya da çorbayı içtikten sonra şö yle bir
uğrayıp dükkâna bir kez daha göz atmayı düşündüm.
Bir yandan da, kendi halinde bir mü şteriyken oranın koruyucusu konumuna dü ştü ğ ü m için
canım sıkılmıştı. Gerçi, aslında dü kkâ nı değ il de kendimi koruduğ umun farkındaydım. Ustelik,
her ay tıraş olduğ um berbere karşı yapıyordum bunu... Saatlerce dü kkâ nı bekliyorum diye
kendimi bekliyordum başucuma dikilerek…
Hiç kuşkusuz bu durumda, birkaç saat sonra gelip kendime bir kez daha gö z atacaktım;
dükkâna değil...

36

Ertesi sabah kö ylü ler, çifti çubuğ u bırakıp erkenden çınarın altında toplanmıştı. Muhtarlık
odasının ö nü nden bakıldığ ında, birbirlerine sokulmuş çekingen birer karaltıydılar ö nce,
epeyce uzaktılar ve giderek genişleyen tuhaf bir kararsızlığ ın içinde dö nü p duruyorlardı.
Sakaldılar biraz, oraya buraya savrulmuş şapka, uçuşan başö rtü sü , yana bırakılmış el ve çö kü k
omuzdular. Gö zdü ler bir de, en çok gö zdü ler... Sonra, koyu bir kalabalık halinde, yalnızca
gö zleriyle konuşup ellerini ve ayaklarını oynatmadan, yavaş yavaş muhtarlık odasına doğ ru
yaklaştılar.
Bekçi, onların hiç kıpırdamadan ilerlediklerini gö rü nce ü rkmü ştü . Bir an, kucağ ında uyuyan
mavzerin akıp gelen bunca insana yetip yetmeyeceğ ini dü şü ndü . Bir yandan da, gece boyunca
oturduğ u yerden kalkıp Cennet’in oğ luna yaklaşmıştı. Cennet’in oğ lu da urganın elverdiğ ince
ona doğ ru sokulmuştu zaten, iri iri açılan korku dolu gö zleriyle yardım istercesine yü zü ne
bakıyordu. Tehlikeyi sezmişti kuşkusuz, dizlerinin ü stü nde derlenip toparlanmış, sessizce
bekliyordu. Bekçi, onun başucuna gelip ayaklarını açtı sonra, çarpışmaya hazır, kararlı bir
komutan gibi dimdik durdu.
Kö ylü ler, giderek kararan yü zleriyle muhtarlık odasının on on beş adım ö tesine kadar
gelmişlerdi. Derken, rap diye durdular... Bekçi, bakışlarıyla uzanıp ö nlerine kalın bir çizgi
çekmişti sanki; geçemiyorlardı. Gene de gö zleri, bayrak direğ inin dibinde oturan Cennet’in
oğ lundaydı. Cennet’in oğ lu onların gö zlerindeydi ya da; yü zlerceydi yani, yü zlerce
gö zbebeğ inin içinden başını kaldırmış, bayrak direğ inin dibindeki kendine bakıyordu,
korkarak... Aynı korku onda da vardı tabii, o da korkuyla bakıyordu kö ylü lerin gö zlerinden
bakan kendine... Belki ne o onları, ne de onlar onu gö rü yordu. Gö rebildikleri yalnızca
korkuydu; elleri urganla bağlanmış, Cennet’in oğlu kılığında, uçsuz bucaksız bir korku...
Bekçi, kendini kendinde yankılaya yankılaya gitgide genişleyip her yere bulaşan bu garip
korkunun ortasında, dimdik durmasına karşın perişandı aslında. Henü z ne yapacağ ına karar
verememişti. Ona ö yle geliyordu ki, şu kalabalığ ı biraz daha oyalayabilirse her şey
dü zelecekti. Belki o zamana kadar, nal şakırtılarını dö ke saça muhtar da dö nü p gelecekti kö ye;
bakacaktı ki kö ylü ler zıvanadan çıktı çıkıyor, hemen dikilecekti karşılarına; sonra, tıpkı
Cennet’in oğ lunu dö vdü kleri geceki gibi sert sert bakarak ne istediklerini soracaktı. Kö ylü ler
ağ ızlarını açamayacaktı tabii, sessizce dağ ılıp evlerine gideceklerdi. Oysa oradaydılar şimdi,
erkekleriyle, ak sakallı yaşlıları, kadınlar ve sıpagö z çocuklarıyla oradaydılar. Ustelik,
aralarında gezinen sessizliğ e bakılırsa hiç de dö nü p gideceğ e benzemiyorlardı. Hatta birkaç
adım daha yürümüşlerdi belki, bekçi fark etmeden, gizlice yaklaşıyorlardı.
“Kimse kıpırdamasın,” diye bağırdı, “hiç acımam vururum!”
Kalabalık korkuyla geriledi. Bekçi kendini tanıyamadı bir an, içinde muhtar vardı sanki, o
bağırmıştı.
“Güvercin’in hamile olduğunu biliyor musun?” dedi biri.
Ses, gerideki kadınların arasından geliyordu.
“Bilmiyorum,” dedi bekçi.
‘‘Bil öyleyse, kızcağız hamile!”
Telaşlandı bekçi, duruşunu hiç bozmadan yerinde sıçradı sanki, ya da ellerini ayaklarını
hareket ettirmeden bir sağ a bir sola koştu, mavzeri bir elinden ö tekine devretti ve yorulup
terledi. Sonra aynı noktada aynı biçimde durup ö keyle Cennet’in oğ luna baktı. Artık onu,
bö yle herkesin ulaşabileceğ i bir yerde tutmanın sakıncalı olduğ unu dü şü nü yordu. Yeğ eninin
hamile bırakıldığ ını ö ğ renen Rıza, az sonra koşa koşa gelip tabancasını çekebilirdi gene;
ü stelik bu kez kimse çıkıp engel olmazdı ona, herkes yerden gö ğ e kadar haklı olduğ una karar
verirdi. Ola ki Rıza, kendine hak veren kö ylü lerin bakışlarına sırtını dayayarak, Cennet’in oğ lu
diye biraz da Ramazan’ı ö ldü ren atı kurşunlardı gö zlerini belerte belerte... Ardından, sessizce
dükkânına dönerdi herhalde, tezgâhın arkasına geçip rakının başına çökerdi.
Bekçi, kalabalığ ı gö zden kaçırmamaya çalışarak muhtarlık odasının kapısına baktı gö z ucuyla;
ilçeye giderken orayı kilitleyip anahtarı cebinde gö tü rdü ğ ü için bir kez daha ö kelendi
muhtara, hatta içinden peş peşe sö vdü . Kapının kilidini kırıp Cennet’in oğ lunu oraya
tıkmaktan başka çaresi yoktu. Ama bunu yaparken birinin çıkıp köylüleri tutması gerekiyordu,
fırsatı ganimet bilerek hep birlikte bayrak direğ inin dibine saldırabilirlerdi. Geride duran
çocuklardan herhangi biri bile başlatabilirdi bu saldırıyı, kü çü cü k bir çakıl fırlatsa tamamdı
işte, gerisi kendiliğ inden gelir ve kalabalık, salya saçan bir kö pek sü rü sü gibi ileriye atılırdı...
Kaçamazdı da Cennet’in oğ lu, bileklerindeki urganı çö zmeye fırsat bulamadan kanlar içinde
kalırdı.
Gö zlerini kısarak kalabalığ ı kuşkuyla sü zdü bekçi; şimdilik kıpırtısızdılar, yü zlerine ya da
ellerine konan sinekleri bile kovmuyorlardı. Soluk alıp vermekten de vazgeçmişlerdi sanki,
inanılmaz bir dü şü n en karmaşık noktasına varmışlar da gö rdü klerinin etkisiyle akıllarını
yitirmişler gibi, gitgide Cennet’in oğlununkine benzeyen yüzleriyle sessizce bakıyorlardı. Gene
de gü venemedi bu duruma bekçi, kapının kilidini kırarken, bir çift gö zle namlunun ille de
onlara dö nü k olması gerektiğ ini dü şü ndü . Once, Cennet’in oğ lunu çö zü p mavzeri ona vermeyi
geçirdi kafasından. Sonra caydı hemen, deliyle işbirliğ i yapmak gibi bir densizliğ i nasıl
düşünebildiğine şaştı.
“En iyisi köylülerden birini bulmak,” dedi içinden, “ama kimi?”
Tek tek bakıyordu şimdi, kendine gü ven verebilecek bir çift sakin gö z arıyordu. Berberi gö rdü
birden, çocukların arasına dikilmiş, ö keden ve korkudan uzak bir yü zle olup bitenleri
seyrediyordu.
“Gel,” dedi bekçi, “kır şu kilidi!”
Berber duraksamıştı, herkes aynı anda dö nü p yü zü ne baksa yerinden kıpırdamayacaktı belki,
donup kalacaktı.
“Sallanma hadi, bir taş al da kır şu kilidi!”
Berber, gö zlerinde ışıldayan cellat gö zleriyle, yavaş yavaş çıktı çocukların içinden; uçuşan
başö rtü lerini, titreşen sakalları, elleri, ayakları ve şapkaları geçti sonra; kaygıları, korkuları ve
ö keleri aştı. Yumruk iriliğ inde bir taş bulup kapıya yü rü dü . Bu işin ö nü nde sonunda kendisine
verileceğ ini çoktan beri biliyormuş gibi dizlerinin ü stü ne çö kü p kilidi dö vmeye başladı. Her
vuruşta gö zlerindeki ışıltı biraz daha artıyordu. Sonunda kilit, seken bir tınlamayla yere dü ştü .
Kalabalık uğuldadı bu sırada, kopkoyu bir bulut halinde, için için kıpırdadı.
Bekçi, Cennet'in oğ lunu bayrak direğ inden çö zü p telaşla kapıya doğ ru sü rü kledi. Kö ylü ler de
urganın ucuna bağlıymış gibi birkaç adım ilerlemişti.
“Kimse yerinden kıpırdamasın,” diye haykırdı bekçi.
Eşikte durmuş, urganı ağ ır ağ ır asılıyordu. Cennet’in oğ lu oltaya takılmış ö lü bir balıktı sanki,
hiç karşı koymaksızın takır takır sü rü klenip gidiyordu. Onu ayaklarının dibine kadar çeken
bekçi, kapıyı dirseğ iyle itti sonra; menteşeler, gıcırtıyla gerneştiler. Ardından, leş gibi bir koku
yayıldı ortalığ a... Muhtarlık odasına doğ ru ilerleyen ne varsa duraksadı o an; yaşlılar, gençler,
çocuklar, hatta çınardan dö kü lü p gelen serinlik, serinliğ i didikleyen kırlangıç sesleri ve bunca
şeyi kucaklayan gö kyü zü duraksadı. Bekçinin elindeki urgan yere dü şerken Cennet’in oğ lu
hayretle başını kaldırıp baktı; muhtar içerdeydi.

37

Dü kkâ ndan çıkmış, henü z nerede olduğ unu bilmediğ im o sabahçı kahvesine doğ ru
yürüyordum.
Akşamdan bu yana ışıklarını seyrettiğ im cadde, kendi sessizliğ ine bırakılmış ö lü bir yılandı
artık; kepenkleri indirilmiş yü zlerce kapının, perdesi çekik pencerelerin ve karanlığ a sarkan
balkonların ö nü nde ö ylece uzanıyordu. Kayıp bir kentten getirilmişti sanki yü zyıllar sonra,
her ne kadar buranın gü rü ltü sü ne alışmışsa da, arada bir bö yle susup geçmişi anımsıyordu.
Bir bakıma bu, ayrı dü ştü ğ ü kentle hâ lâ ilişkisini sü rdü rmesiydi onun, hâ lâ gizli gizli orayı
hayal edip özlemesiydi.
Durdum, birden; kim bilir hangi sokağ ın yalnızlığ ına sapacakken durdum ve kendi kendime,
kayıp bir kentten getirilmiş cadde, diye mırıldandım. Aklımca, berber dü kkâ nıyla cadde
arasında bir bağ kurmaya çalışıyordum. Gö rdü ğ ü m mü şterilerin tuhaf davranışlarına, jilet
almaya giden çırağ ın ortadan kayboluşuna ve berberin hâ lâ dö nmeyişine bakılırsa, olup
bitenler bir rastlantı değ ildi; bü tü n bunların, caddenin geçmişiyle bir ilgisi vardı. Belki ben,
kayıp bir kentten getirilen o caddedeki berber dü kkâ nında, bü yü k bir anımsayışın parçalarına
tanık olmuştum yalnızca; çırağ ın hareketlerini izler, berberle konuşur, yü zü sabunlu adamın
dü şü nü tartışır ya da aynanın ü stü ndeki gü vercin resmine bakarken hiç farkında olmadan o
parçaların arasında dolanıp durmuştum. Dü kkâ ndan çıkan herkesin kayboluşuna da boş yere
şaşırmıştım tabii, dö nü p gelmelerini boş yere bekleyip boş yere meraklanmıştım. Ola ki
cadde, anımsayış anlarında burada değ ildi, ya da olup bitenlerin hepsi berber dü kkâ nıyla
birlikte bir anımsayış anıydı da, ona dalıp çıkmıştım ben... Daha bugü n gö rdü ğ ü m ve ayda bir
beni tıraş ettiğ ini dü şü ndü ğ ü m berber, şimdi çırağ ıyla yan yana geçmişin derinliklerinde
savruluyordu. Mü şteriler de ö yleydi kuşkusuz, fırçalar, makaslar, parfü m şişeleri, şo ben ve
ayna da ö yleydi... Uyuyup uyandıktan sonra, gö rdü ğ ü dü şle yaşadığ ı gerçeğ i birbirine
karıştırıp benimle tartışmaya girdiğ ine gö re, belki yü zü sabunlu adam ö tekilerle aynı
zamanda gelmemişti berber dü kkâ nına... Her mü şteri ayrı gü nlerin, ya da saatlerin
mü şterisiydi. Ama berber caddenin anımsayışının içinde, bir arada anımsıyordu onları, belli
bir sıraya sokup tek tek tıraş ediyordu.
Dikildiğ im sokağ ın başında, neden olmasın, diye geçirdim içimden. Sonra, kafamda beliren
binlerce kaygıyla yeniden yü rü meye başladım. Karanlıkta, başka bir sokağ a saptım sokak
bitince, oradan da bir caddeye geçtim. Uzakta, inleye inleye bidonları dolaşan yaşlı bir çö p
kamyonu, yanında da eğ ilip doğ rulan birkaç işçi vardı. Derken hiç beklemediğ im bir anda, tam
da ben yaklaşmak ü zereyken kayboldular. Bu beni şaşırtmadı tabii, geceleri sokakta dolaşan
çö p kamyonlarının birer hayalet gemisine benzediklerini biliyordum. Karadü ş Caddesi’ndeki
apartmanın ü çü ncü katındaki evimden çoğ u kez gö rü rdü m onları, elimdeki kalemi bırakıp
pencereden saatlerce seyrederdim. Karanlıkta zıplarlardı sanki, gü rü ltü leri bir sokağ a
girerken görüntüleri başka bir sokaktan çıkar gelirdi.
Kamyonun kaybolduğ u noktaya ulaştığ ımda, ortalığ ı kö y meydanındakine benzer bir koku
kaplamıştı. Burnumun direğ ini kıran o kokunun içinden geçerken, tıpkı o çö p kamyonu gibi
belki bu gece ben de kaybolacağım, diye düşündüm.
Ya da, çoktan kaybolmuştum.

38

Muhtar ipin ucundan berber indirmişti.


Onun incelmiş boynunu, gö beğ ine doğ ru sarkan dilini ve belermiş gö zlerini gö rü r gö rmez
kapının ö nü ne çö kü p kalan bekçi hiç kıpırdamıyor, konuşmuyor, hatta yü zü nü çevirip
bakmaya bile cesaret edemiyordu. Sonunda, kim aldıysa aldı onu ayakaltından, kollarına girip
bayrak direğinin yanına götürdüler.
Bu sırada muhtar, berberin, Cıngıl Nuri’nin ve Reşit’in ayaklarının dibinde upuzun yatıyordu.
Onun ne zamandan beri muhtarlık odasında olduğ unu bilen yoktu. Çenesinin altına sıyrılmış
boyun derisine, dışarı sarkan diline ve kü tü k gibi şişen bedenine bakılırsa ipi boğ azına
takışının ü stü nden uzunca bir sü re geçmiş olmalıydı. Ama bunu berberden başka kimse
dü şü nmü yordu o anda, herkes itişe kakışa içeri dolmuş, sessizce bakıyordu. Dışarıda kalan
kö ylü ler de kapıya, pencereye ü şü şmü ştü tabii... Hepsi, Cennet’in oğ luna duydukları ö keyi
unutmuşlardı sanki, kapının sağ ında hâ lâ bilekleri bağ lı oturmasına karşın hiç kimse onu
görmüyordu.
Gene de bekçi, kö ylü ler muhtarı bir kilimin ü stü ne uzatıp gö tü rdü kten sonra, Cennet’in oğ lunu
muhtarlık odasına sokup kapıyı kilitlemeyi ihmal etmemişti. Bunu yapması gerekir miydi
bilmiyordu, daha doğ rusu ne yaptığ ının farkında bile değ ildi; tıpkı bir uyurgezer gibi ayakları
kendiliğ inden bir yere sü rü klü yordu onu, elleri kendiliğ inden hareket edip bedeni
kendiliğ inden eğ iliyor ya da eğ ileceğ im derken doğ rularak başka bir yö ne doğ ru kayıyordu.
Sonunda bekçi, kö y meydanını acele acele geçiyor gö rdü kendini, avlu kapılarını ve duvarları
iki yanından akıyor gö rdü . Muhtarın evine geldiğ inde, bü tü n kö ylü oradaydı. Avluyu ağ zına
dek tıka basa doldurdukları gibi, bazısı da komşu damların tepesine çıkmıştı. Kö pekler bile
gelmişti hatta, dillerini titrete titrete kalabalığ ın içinde gezinip arada bir durarak sessizliğ i
dinliyorlardı. Ortalık pek de sessiz sayılmazdı gerçi, avludaki uğ ultu muhtarın bedeninden
yayılan kokuyla birlikte ince ince tü terken, evden yeri gö ğ ü yıkan acı çığ lıklar yü kseliyordu.
Muhtarın karısı içerideydi; kocasını gö rmemesini sö ylemişlerse de inat edip bakmış, kocası
yerine kurtçukların yuvalandığ ı mor bir et yığ ınıyla karşılaşınca da hemen bayılmıştı. Yü zü ne
testiler dolusu su serpiyorlardı şimdi, birbirine kenetlenen dişlerini tahta kaşıkların sapıyla
açıp burnunun dibinde sarımsak eziyor ya da ıslak yanaklarını hafif hafif tokatlıyorlardı.
Derken, kendine gelip gö zlerini açtı kadın; ama imamın kocasını yıkamak istemediğ ini
duyunca, muhtar ikinci kez ö lmü ş gibi yeniden bayıldı. O sırada imam hâ lâ diretiyordu avluda,
kalabalığ ın ortasına dikilmiş, bağ ışlanmayı dileyen ılık bir sesle, intihar eden kişinin asla
yıkanamayacağ ını, dinin buna cevaz vermediğ ini sö ylü yordu. Ona gö re, muhtarın yurdu
cehennemdi artık; sevabı ne denli çok olursa olsun, kendi canına kıydığ ı için oraya gitmekten
kurtulamayacaktı.
Oğ leye doğ ru tabuta konulmuştu muhtar. O kocaman bedenini daracık yere sığ dırabilmek hiç
de kolay olmamıştı. Hâ lâ her şeyi duyup işitiyordu sanki, bunca yıldır yaşayıp yö nettiğ i
kö yden ayrılmamak için midir nedir, diriler gibi direniyordu. Gene de, bedeninden çok diliyle
uğ raşıldı. Gö beğ ine dek sarkan o upuzun kamış yaprağ ı bir tü rlü derlenip toparlanıp ağ zının
içine sokulamıyor, tam işte oldu derken, mor bir yılan gibi dışarı fırlıyordu. Kim ne yaparsa
yapsın yararı yoktu. Sonunda muhtar galip çıktı bu didişmeden; toprağ a, geride bıraktığ ı
herkese dil çıkara çıkara gitti.
Onun bu hali, sonraki gü nlerde epeyce tartışıldı kö yde; tü rlü tü rlü hikâ yeler uyduruldu.
Kimilerine gö re, hem yıkamayıp hem de cenaze namazını kıldırmadığ ı için imama dil
çıkarmıştı muhtar, onunla dü pedü z alay etmişti. Kimine gö reyse, bu iddia oldukça saçmaydı;
muhtar, giderayak bö yle bir densizlik yapmazdı. O kadar tın tın kafalı değ ildi o, ö lse bile nasıl
davranacağ ını bilirdi. Ille de dilini çıkarması gerektiğ ine karar vermişse, bunun bir nedeni
olmalıydı. Bu hiç anlaşılamayacaktı belki... Gene de bir neden aranacaksa, muhtarın ilçede
yaşadıklarında aranmalıydı.
Bekçi de aynı şeyleri dü şü nü yordu o gü nlerde; Cennet’in oğ lunu muhtarlık odasına kapattığ ını
unutmuş, gene gece gü ndü z dervişler gibi dolaşıyor, bir yandan da muhtarın sırrını çö zmeye
çalışıyordu. Ona gö re muhtar dö nse dö nse, Reşit’in atı vurmak için deli divane olduğ u sırada
dö nmü ştü kö ye. Geceymiştir belki; muhtar, hâ lâ kemik çıtırtılarıyla çınlayan kö y
meydanından, atsız geçmiştir parmaklarının ucuna basa basa... Kimseye gö rü nmeden, tıpkı
bir kedi gibi muhtarlık odasına sü zü lmü ştü r. Kandili yakmamıştır tabii, hatta dö ndü ğ ü
anlaşılmasın diye perdenin kıvrımlarına bile dokunmamıştır. Bir sigara yakmıştır sonra,
sonra bir sigara daha yakmıştır pencereye doğ ru kayan merakını dizginleyebilmek için... Gene
de o gece, boğ azına ipi geçirmeden ö nce, kendini tutamayıp pencereye yaklaşmış ve kö ye
bakmıştır herhalde... Iç çekmiştir derin derin... Kendini ö lü mü n eşiğ ine dek sü rü kleyip getiren
şeyleri düşünmüştür ardından da...
Onlar neler olabilirdi bilemiyordu bekçi; ola ki, diyordu sonra, muhtar hakarete uğ radı ilçede.
Devlet kapıları yü zü ne tek tek kapandı. Gü veni susuz toprak gibi çatladı kapılar kapandıkça,
inancı mısır koçanı gibi ufalandı. Ama ilçedekiler gö rmediler onun içini, gü nlerce eşiklerde
beklettiler; dediklerini dinlemedi, dinlediklerini anlamadılar... Derken bir gü n, dikilip
durmasından usanıp içeri aldılar onu; upuzun koridorlardan geçirerek, kö y genişliğ indeki bir
odaya soktular. “Gü vercin dediğ in de ne senin,” dediler, “kuş mu?” “Yok yok,” dedi muhtar,
“Gü vercin kö yü mü zü n en gü zel kızı.” “Hıımmm,” dedi adamlar, “dur ö yleyse sana o kızın
devlet gö zü ndeki yerini gö sterelim!” Kocaman ra lardan kocaman kitaplar indirdiler sonra,
toza belenmiş defterler indirdiler ve sayfaları bir bir karıştırmaya başladılar. Baktılar ki
Gü vercin’in yerini bulmak aylar sü recek, hemen koşup ö teki gö revlileri de çağ ırdılar. Sivri
yü zlü yü zlerce adam, ışıldayan gö zlü k camları parmak kalınlığ ında bir tozla kaplanana dek
kitap karıştırdı sonra durup dinlenmeden, defter devirdi. Hepsi bunca zahmete soktuğ u için,
için için kızıyordu aslında muhtara; ikide bir gö zlerini kaldırıp sertçe bakıyorlardı, ama
saatler alan bu çabanın daha bü yü k bir çabaya girmemek için gö sterildiğ ini
dü şü ndü klerinden, yeniden işlerine dö nü p sayfaları sabırla çevirmeyi sü rdü rü yorlardı.
Sonunda Gü vercin’in yerini buldular tabii, ü ç dö rt kişi defteri kucaklayıp muhtarın ö nü ne
getirdi. “Bak”, dediler, “işte!” Muhtar baktı; gö rdü ğ ü şey, Gü vercin’in yokluğ una benzeyen
kü çü cü k, belli belirsiz bir işaretti. Nokta bile değ ildi hatta, sayfayı dolduran binlerce tuhaf
çizginin arasında, pire gö zü gibi daracık bir boşluktu. Herhalde o boşluğ a, kaybolup gitme
korkusuyla bakakalmıştı muhtar, sonra toparlanmış ve devletin gö zü nde kendisinin ne kadar
yer tuttuğ unu anlamak için gö zlerini ra larda gezdirmişti. “Demek,” demişti şaşırarak,
“kö yü mü zü n en gü zel kızının devlet gö zü ndeki yeri bu?” Adamlar kaşlarını çatmışlardı hemen;
“Güzel çirkin yok,” demişlerdi, “devlet insan mı ki güzeli çirkini ayırsın?”
“Doğ ru,” diye dü şü nmü ştü muhtar, “devlet insan mı ki?” Sonra kollarından tutup dışarı
atmışlardı onu, sü rü kleye sü rü kleye kapının ö nü ne getirip kendi şaşırmışlığ ının ortasına eski
püskü bir çuval gibi bırakıvermişlerdi...
Kimi zaman da, belki bunları ben uyduruyorum diyordu bekçi, belki olup bitenler hiç de bö yle
değ ildir... Muhtar, yorgun bir atla, ter içinde varmıştır kocaman, kemerli, pirinç halkalı demir
kapıların gö lgesine... Derin derin soluklanmıştır ö nce. Sonra kö yü n, değ irmen yolunun, kekik
kokulu kayalıkların, yol boyunca gelip geçtiğ i ö teki kö ylerin, çiğ nediğ i ovaların, aştığ ı dağ ların,
kendi karanlıklarında kayıp vadilerin, yaylalarda otlayan sü rü lerin, ak kepenekli çobanların ve
onların dağ ı taşı melil melil bakıştıran kaval seslerinin devlet kapısına duydukları gü veni
heybesinden çıkarıp harman etmiştir oracığ a... Devlet, adamlarının gö zü nü kullanarak şö yle
yan yan bakmıştır dev gibi yü kselen harmana. Muhtarın onu bü yü k bir ihtişamla ortaya
çıkarıp sergileyişine kıs kıs gü lmü ştü r sonra, gene adamlarının bıyık altını kullanarak... Bu
gü lü ş, Cennet’in oğ lu yedi ceddine sö vmü ş gibi içine işlemiştir muhtarın; ne yapacağ ını
bilememiştir. Bilememiştir, çü nkü tespihine el atamıyordur. Ne de olsa devlet vardır
karşısında. Bu yü zden sigara da tellendirememiştir tabii, çaresizlik içinde, o gü lü şü n yarasıyla
kıvranıp kalmıştır. Derken, bedenini orada ö ylece dimdik bırakarak yavaş yavaş geri
çekilmeye başlamıştır. Bu sırada devlet, yanağ ına iske vursan kan damlayacak kalın enseli
adamlar halinde çevresini kuşatmıştır hemen. Adamların boşa geçen her dakikaya yandığ ı,
aptallıklarla karşılaşmaktan midelerinin bulandığ ı, bakışlarından bellidir. Bu yü zden
sinirlidirler herhalde, sinirlidirler ve muhtarın çevresinde dö nü p duruyorlardır. Sonra, sen
demişlerdir ona, bir kızın kayboluşunun devlet işlerinde kaçıncı sırada yer aldığ ını
bilmeyecek ve bu bilgisizliğ i yü zü nden devletin bayrak dalgalandırdığ ı bir kö yü şu kadar gü n
muhtarsız bırakacak kadar aptalsan, nasıl muhtar olabildin ki? Muhtar bu sö zleri duyunca
bakakalmıştır tabii... Susuyordur. Hatta adamların, defol git başımızdan demelerine karşın,
inatla susuyordur. Ola ki beti benzi atmıştır. Atma binmiştir hemen, sapsarı bir keder halinde
binip mahmuzlamıştır. At, keder taşımaktan kederli, yavaş yavaş yola koyulmuştur. Kocaman
devlet kapıları gü neşte parlayıp sö nen pirinç halkaları, bulutlara tırmanan dev kemerleri ve
hiç silinmeyecekmiş gibi toprağ a yayılan geniş gö lgeleriyle geride kalmıştır bir sü re sonra...
Atın ü stü nde, kafasını sallaya sallaya gidiyordur muhtar... Nereye gittiğ ini bilmiyordur;
ö lü necek bir yer olsun da, neresi olursa olsundur. Gerçi her yerde ö lü nebilir, bunu biliyordur.
Gene de kafasında daha güzel bir yer vardır, ölüm ölünen yerle güzelleşirmiş gibi...
“Demek,” diyordu bekçi, “anahtarı cebine koyup gitmesinin nedeni vardı. Cesedi bulunmasın
istiyordu bir süre, öldüğü bilinmesin.”
“Yoksa,” diye düşünüyordu sonra, “Güvercin’i kaçıran o muydu?”

39

Sabahçı kahvesini bulmuştum, ama hiç de dü şlerimdekine benzemiyordu. Vitrini sigara
paketleriyle dolu kö hne bir bakkalla bir madeni yağ dü kkâ nının arasında, hayal meyal, daracık
bir yerdi.
Açılmadı sanmıştım ö nce, neredeyse dö necektim ki, mavi çerçeveli ocağ ın içinde oturan
kahvecinin başını gö rdü m. Kim bilir hangi uykunun sularına eğ ilmişse eğ ilmiş, arada bir
yavaş yavaş aşağ ıya inip kayboluyor, artık yok dediğ im bir sırada da hızla doğ ruluyordu. Gene
de kapıdan girdiğ imde dö nü p baktı bana, ö nü nden bir dü ş gibi geçip kö şedeki masaya
oturana dek sayarcasına adımlarımı izledi.
Bense oturur oturmaz sigara yakmış, bir yandan buhar pü skü rü p duran kazana baktıkça
içeceğ im çayları hayal ediyor, bir yandan da ıslak toz kokusunun içinde yü zen masaları
sü zü yordum. Ustlerinde, yıkanıp ters kapatılmış birer kü l tablası olmasa, yü ze yü ze kapıdan
çıkıp gideceklerdi sanki; kentin karanlık sokaklarında gezinmeye başlayacaklardı.
“Çay mı?” dedi kahveci. Başımı salladım.
Yerinden uykulu uykulu kalkıp radyoyu açtı ö nce, bir sü re oyalandı onun başında, o
istasyondan ö tekine sü rekli gitti geldi. Sonunda bir yerde karar kıldı, ama gö rü nü şe gö re
bundan memnun değ ildi. Belki de bu yü zden masama ekşi bir suratla bıraktı çayı, artık
tekrarlaya tekrarlaya tekrar olduğ unu unuttuğ u bayat bir hareketle çevresine şö yle bir bakıp
yeniden ocağa girdi.
Onun aynı biçimde oturup uyuklamaya başladığ ını gö rü nce, bir daha çay isteyemeyeceğ imi
anlamıştım. Ben, değ il bö yle uzakta uyuklayan bir adamı, en işlek yerde vızır vızır koşuşturan
garsonları bile çağ ıramazdım çü nkü ; iş bana dü şmü şse elim ayağ ıma dolanırdı hemen, ıkınır
sıkınır, sonra da garson milletinin eğ itilmemişliğ inden dem vurarak, onların mü şterinin ne
istediğ ini kü çü k bir kıpırdanışından şıp diye anlamaları gerektiğ ini ileri sü rerdim. Gene de bir
yolunu bulup onları çağ ırmaya çalışırdım tabii, ama ben ne zaman elimi havaya kaldırsam
birdenbire ortalıktan yok olurlardı.
Olmamışlarsa bile görmezlerdi beni, sanki yokmuşum gibi yanımdan geçip giderlerdi.

40

Reşit mavzeri dizlerinin ü stü ne yatırmış, avlu kapısının ö nü nde oturuyordu. Yere gö ğ e
sığ mayan kederinin içindeydi aslında, içindeki ö keyle, yıkılmışlığ ının ortasındaydı. Bir dağ
kadar yorgun olmasına karşın, gene de arada bir gö zlerini kaldırıp olanca gü cü yle, avluda
gezinen Rıza’ya bakıyordu.
Rıza, ö keli olmaktan çok sabırsızdı; avluyu bir baştan bir başa geçiyor, homurdanarak geri
dö nü p Reşit’in karşısına dikiliyor, belki ona bir şeyler soruyor, sonra hızla uzaklaşarak
yeniden yü rü yordu. Gü nlerdir bö yle gide gele adımları devleşmişti artık, gide gele gö zü ndeki
avlu daraldıkça daralmıştı. Oyle ki, sığ amaz olmuştu oraya; zaman zaman bir yanıyla
sokaklara taşıp giderek kö pü ren bir kü fü r seli gibi akmaya, hatta kö y meydanına dek gidip
muhtarlık odasının duvarlarına çarpmaya başlamıştı. Ona gö re, ahır kapısının dibine oturup
bö yle kumru gibi dü şü nmenin hiç yararı yoktu; yapılacak tek şey, muhtarlık odasını basıp
Cennet’in oğlunu vurmaktı!
Ama Reşit, her zamanki gibi yavaştı gene; kızının hamile olduğ unu kendi gö zleriyle gö rdü ğ ü
halde, boşu boşuna oyalanıp duruyordu. Hareket halindeki her şey rahatsız ediyordu onu,
neredeyse kendi kımıltısından bile iğ reniyor, bu yü zden de nereye oturmuşsa orada gü nlerce
kalıyordu. Kuşlar kadar az uyuyordu artık, kuşlar kadar az yiyordu. Çevresinde kıpırdayan bir
şey gö rü nce de kuşlar gibi bakıyordu tıpkı, sessizlik istiyordu gö zleriyle, derin mi derin bir
sessizlik istiyor ve olup bitenlerin hepsini belki yıllar ö nce, bir kez daha yaşadığ ını
dü şü nü yordu. Gerçi şimdiye dek hiçbir şeyi ö nceden kestirebilmiş değ ildi. Gene de
şaşıramıyordu gö rdü klerine, istese de ü rperti duyup irkilemiyordu. Gö rdü ğ ü nü gö rdü ğ ü ,
duyduğ unu duyduğ u anda, unutulmuş bir dü şü nü anımsıyordu sanki; ayrıntılar nelerin
arasından sü zü lü yorsa, tek tek gelip karşısına sıralanıyordu. Başta bulanık oluyorlardı belki,
ama zamanla elle tutulurcasına netleşip berraklaşıyorlardı. Reşit'e gö re, bulanık kalan tek şey
Gü vercin'in hamile oluşuydu. Ola ki bu yü zden kapatmıştı onu ahıra, kimden hamile kaldığ ını
söyleyene dek de salmayacaktı!
Karısı ikide bir evden fırlayıp Rıza'nın ayaklarına kapanarak, kocasına bir çift söz söyleyip onu
bu inadından vazgeçirmesini istiyordu, ama Rıza hiç tınmıyordu. Yalaka bir kö pek gibi
tekmeliyordu kardeşini, Reşit'in gö zleri ö nü nde, alıp alıp yere vuruyor, sonra da kolundan
sü rü kleyip eve sokuyordu. Ikisi, gü nde birkaç kez boğ uşuyordu bö yle, gü nde birkaç kez kö yü
velveleye verip kavga ediyorlardı. Komşu avlulardan gü rü ltü yü işiten kadınlar arada bir
başlarını çıkarıp sessizce bakıyorlardı. Rıza'nın sesi yü zlerine çarpar çarpmaz da hemen geri
çekiliyorlardı tabii, duvarların ü stü nde meraklı birer yü z hayali bırakarak ansızın
kayboluyorlardı. Bu konuda çocuklar daha açık yü rekliydi kuşkusuz; onlar, herhangi bir
duvarın tepesine yan yana dizilip gö zlerini kırpmadan birer heykel gibi saatlerce
oturuyorlardı. Olup bitenleri anladıkları yoktu belki, gene de orada, Rıza’nın ağ zından çıkacak
birkaç kü fü rü n hatırı için sabırla bekliyorlardı. Gü vercin’in ahıra kapatıldığ ını da duymuşlardı
gerçi, asıl orayı merak ediyorlardı, ama girip bakmaları mü mkü n değ ildi. Kapısı Reşit’ti ahırın,
duvarları Reşit, damı Reşit’ti. Reşit’i delip geçmekse dü nyanın en zor işiydi. Bunu, iki gü nde
bir çıkıp gelen bekçinin dışında kimse başaramıyordu.
O gelince ha ifçe yana kayıyordu Reşit, geçmesine izin veriyordu. Ilk gü nlerde bu kadar kolay
yol açmamıştı oysa, bekçinin peşi sıra koşup gelen kadınları gö rü nce mavzeri kaptığ ı gibi
kapıya dikilmiş, yalvarıp yakarmalara da kulak asmamıştı. Hatta kimseyle konuşmuyor,
Gü vercin hamiledir, azıcık izin ver de kadın gö zü yle bir kere gö relim diyenlerin yü zü ne
dişlerini gıcırdatarak bakıyordu. Ağ rısı sancısı vardır be kuzum, diyenlere dişlerini
gıcırdatarak bakıyordu. Olü r mö lü r de içine dert olur, diyenlere dişlerini gıcırdatarak
bakıyordu. Insafın kurusun e mi, diyenlere de... Kızına acımıyorsan karnındaki yavruya acı,
diyenlere de... Sonunda, onun sessizliğ i karşısında pes etmişti kadınlar; ahır kapısını
zorlamaktan vazgeçip eve, Gü vercin’in anasının yanına gitmişlerdi. Işte o sırada açılmıştı yol;
bekçi, ahır kapısından usulca girmişti. Taş atsan geri gelecek zi iri bir karanlıkla doluydu
içerisi, vişnelere bakan dana gö zü kadarcık pencere, ancak yemliklerin ü stü nü
aydınlatabiliyordu. Bu yü zden bekçi, kapının ardında beklemişti bir sü re; ağ ır ahır kokusunu
duymuş ve o kokunun içinde, Ramazan’ı ö ldü ren atınkinin de bulunabileceğ ini dü şü nerek belli
belirsiz ü rpermişti. Gö zleri karanlığ a alışıp direkleri, yem torbalarını ve dipteki saman
yığ ınını seçmeye başlayınca da yü rü mü ştü tabii, yavaş yavaş, ü rkü tmekten çekinircesine
Güvercin’e yaklaşmıştı.
“Beni dinle kızım,” demişti gü ven verici bir sesle, “hiç kimseden korkmana gerek yok. Olup
bitenleri bir bir anlat bana... Anlat ki bir çaresini bulalım bu derdin... Bak, karnındaki büyüyor.”
Güvercin susmuştu.
“Kim kaçırdı seni?”
Susuyordu.
“De bana, Cennet’in oğlu mu?”
Yanıt yoktu.
“Kim olduğunu söylersen onunla evlendiririm seni, babam ikna ederim, söz!”
Kız susuyordu. Sonraki gelişlerinden birinde bekçi, uzun zamandır kafasını kurcalayan başka
bir şeyi sormuştu ona.
“Yoksa,” demişti fısıltıyla, “seni muhtar mı kaçırmıştı? Bak o ö ldü artık, kendini astı...
Korkmana gerek yok, hadi söyle.”
Gene susmuştu kız, babasına nasıl sustu, anasına nasıl sustu, Hacer’e ve Rıza’ya nasıl sustuysa
ö ylece, derin derin susmuştu. Bekçi, ahır kapısının ö nü ne sıkıntılı bir yü zle çıkmıştı her
keresinde, ahırın karanlığ ını almış bir sesle, Reşit'e ne yapacaklarını, nasıl edip de kızı
konuşturacaklarını sormuştu. Oysa Reşit de sessizdi kızı gibi, sorulan omuzlarını çekerek
yanıtlıyor, ardından da gözlerini avludaki bir noktaya çivileyip saatlerce susuyordu.
“Cennet’in oğluyla evlendirsek mi?” diyordu bekçi.
“O deliyle mi,” diyordu Rıza avlunun öteki ucundan, “o deliyle mi evlendireceğiz Güvercin’i? Bu
iş dünyada olmaz!”
“Niye olmasınmış?”
“Ne yani, yatağa yılanlarda mı girecek kız? Hem deliye nikâh caiz midir ki böyle dersin sen?”
Susuyordu bekçi, her keresinde, Rıza’nın karşısında bir sü re susuyor, sonra da avludan çıkıp
gidiyordu. Gü nü n herhangi bir saatinde berber, dü kkâ nın ö nü nden geçerken gö rü yordu onu,
mavzerin ucu avlu duvarlarının arkasında kaybolana dek bakıyordu. Gü lü msü yordu nedense,
hiç istemediğ i halde kendini gü lü mserken yakalıyor ve kö y meydanını izlemekten vazgeçip
dü kkâ nın içine doğ ru yü rü yordu. Ardından, bir yorgunluk çö kü yordu ü stü ne; bakışı,
dokunuşu, gü lü şü ve susuşu eksilmeye başlıyordu. Tel tel dağ ılıyordu sanki, tane tane
ufalanıyor, hatta et et, kemik kemik parçalanıyordu. Belki de bu yü zden, giderek her şeyin
gü cü nü buluyordu kendinde; gö rdü ğ ü toprak testi bir sü re sonra bakışlarından taşıyordu
sö zgelimi, ağ zından çıkan sö zler boşlukta birkaç gü n serseri mayın gibi dolaşıp kulaklarına
geri dö nü yor ya da rü yaları belli bir zaman ö rtü sü nü n altında kalmışken ansızın ortaya çıkıp
gözlerinin önünde yeniden canlanıyordu.
Bunların hepsini, artık bu kö yden gitmesi gerektiğ ine yoruyordu berber. Bunu son gü nlerde
sık sık dü şü nü yordu gerçi, hatta elinde bavulla çıkıp geldiğ i yılları anımsayarak hâ lâ geliş
nedenini bulmaya çalışıyordu. Bir kent hayal ediyordu bunu yaparken, kentte bir cadde,
caddede bir dükkân, dükkânda da bir berber hayal ediyordu.
Berber tek başınaydı kuşkusuz, camın önüne dikilmiş, kısık gözlerle dışarıya bakıyordu.

41

Çayımı bitirdiğ imde, sabahçı kahvesi uykulu adamlarla dolmuştu. Kapıdan ne zaman
girdiklerini gö rmemiştim sanki, kendimi ne denli zorlarsam zorlayayım onların gelişlerini
anımsayamıyordum. Oysa, ö nlerinde duran boşalmış çay bardaklarıyla oradaydılar. Kimi
dalgınlardan dalgındı, kimi başını gö ğ sü ne eğ miş uyukluyor, kimi de elini çenesine dayamış
ö ylece boş boş bakıyordu. Ayrı masalarda oturmalarına karşın, aynı yü kü taşıyor gibiydiler
yü zlerinde, aynı şeyi dü şü nü yor, hatta birbirlerinden habersiz aynı kalbi taşıyor gibiydiler.
Sonra birkaçı, masalara kapanıp resmen uyumaya başladı. Kim bilir nelerin yorgunu bunlar,
diye geçirdim içimden, kim bilir kimlerin yorgunu... Bir yandan da inatla, onların kapıdan ne
zaman girdiklerini anımsamaya çalışıyordum.
Belki, diyordum kendi kendime, bir ara ben de uyudum... O sırada geldi adamlar; kapıdan tek
tek sü zü ldü ler içeri, her biri bir masaya geçti sonra, oturdular. Ardından, çay içtiler hö pü r
hö pü r; duymadım. Oksü rdü ler ardından, duymadım. Ya da konuştular kahveci çayları
dağ ıtırken, adres sordular sö zgelimi, iş sordular, para ve kadın sordular; duymadım. Bana
baktıklarını da duymadım tabii, sessizliklerini de duymadım... Ola ki benden sonrasındaydım
ben, henü z yoktu kahvedeki adamlar, ben çıkıp gittikten sonra geleceklerdi tek tek, aynı
yerlere oturacak ve aynı bardaklarla çay içip uyuklamaya başlayacaklardı. Belki de boş bir
masaya bakacaktı boş boş bakanlardan biri; orada, gö zü kaşı bana benzeyen bir insan
gö rdü ğ ü nü sanıp bir an irkilecekti... O bir anlık irkiliş miydim ben? Ya da insan, bir anlık
irkilişten doğ muyor muydu zaten, macerası o noktadan başlayıp gelmiyor muydu? Hızla
kalktım masadan, kafamdan geçen bu saçmalıkların tutsağ ı olmadan çay parasını ö deyip
hemen dışarı çıkmayı dü şü nü yordum. Ama kahveciyi bulamadım. Helaya gitmiştir diye boş
yere bekledim oralarda, çö p falan dö kü yordur şimdi dö ner diye boş yere oyalandım. Ocağ ın
çevresinde bir sağ a bir sola gidip geliyor, kimi de kapıya çıkıp dışarıdaki karanlığ a
bakıyordum. Sonunda, uyuyanlardan biri dayanamayıp başını kaldırdı.
“Ne dolanıp duruyorsun?” dedi kollarının arasına yüzünü yeniden gömerken.
“Kahveci yok,” dedim sabırsız bir sesle, “çay parasını ödeyecektim.”
Adam uyumak üzereydi.
“Oraya bırak git,” dedi uzaklardan.
“Çay kaç lira?”
“Kaç lira bırakırsan bırak, ne fark eder ki?”

42

Oğ lunun gü nlerdir aç bırakıldığ ını bilen Cennet, her sabah birkaç yu kayla bir tas yoğ urt
getirmişti muhtarlık odasına; kö y meydanım, kendi boyutlarını zorlayan deli bir rü zgâ r gibi
geçip kapıya dikilmişti her sabah ve her sabah, eşiğ e çıkan bekçiye saatlerce dil dö kmü ş,
saatlerce ağ lamış, hatta ayaklarına kapanıp yanık yanık yalvarmıştı, ama bir tü rlü oğ luna
ulaşamamıştı. En az Reşit kadar inatçıydı bekçi, Reşit nasıl ahır kapısına dö nü şmü şse o da
muhtarlık odasının kapısına dö nü şmü ştü artık, ikisi, ellerinde mavzer, karşılıklı yankılanıp
duruyorlardı. Kö rdü ler ü stelik kapılar gibi, sağ ırdılar duvarca, taştılar ve bulundukları yerden
uzak mı uzaktılar...
“Karşıma geçip de kedi gibi miyavlama,” demişti bekçi, “bir lokma bile yedirmem o soysuza!”
Cennet bakakalmıştı, eteğinde taze yufkayla.
“Sen hâlâ oğlum mu var diyorsun?”
Bakakalmıştı.
“Oğlun moğlun yok senin!”
Dö nmü ştü Cennet, hızla bayatlayan yu kalarıyla her seferinde boynunu bü kü p evine
dö nmü ştü . Yavaş yavaş uzaklaşırken arada bir yü zü nü çevirip bekçinin merhamet damarını
yoklamıştı, ama içine su serpecek bir umut ışığ ı gö rememişti. Sonra, kapıya her dikilişinde
bekçiyi bü sbü tü n ö kelendirdiğ ini dü şü nerek, oğ luna bir kö tü lü k yapmasın diye uzak
durmuştu ondan; gelip gelip çınarın dibine oturmuş, yoğ urt tasını da ö nü ne koyup saatlerce
muhtarlık odasını sü zmü ştü . Belki yoğ urt tasını gö rü r de içeridekinin açlığ ını anımsar,
demişti bekçi için, belki inat edip durmaktan yorulur da yumuşar...
Oysa yumuşamamıştı bekçi, kö yü n içinde deli danalar gibi oradan oraya savrulurken ak
sakallı yaşlıların ö ğ ü tlerini bile duymamıştı hatta, bekçi kılığ ına girmiş dalgın bir hayalet
sessizliğ iyle geçip gitmişti. Gene de, Rıza’nın hışmından korkarak sık sık muhtarlık odasına
uğ rayıp Cennet’in oğ luna şö yle bir gö z atıyordu. Aslında, onu orada ne zamana dek tutacağ ına
karar verebilmiş değ ildi. Kendince bir hapis cezası verip o sü re boyunca tutsa mıydı, yoksa
elini kolunu sımsıkı bağ layıp ilçeye mi gö tü rseydi bilemiyordu. Gerçi, ilçeye gitmek pek
akıllıca gö rü nmü yordu ona; orada, karşısına çıkacağ ı gö revlilerin bir deliyle uğ raşabileceğ ini
sanmıyordu. Olsa olsa gü lerlerdi ona, masaların ü stü ne kapana kapana gü ler ve suçlu diye bir
deliyi getirirken hiç dü şü nmedin mi, derlerdi. Gü vercin, derdi bekçi de, ama Gü vercin...
Adamlar, hııımmm çekerdi gene... Gü vercin dediğ in de ne, derlerdi muhtara sordukları gibi,
kuş mu? Bekçi, yok yok derdi, muhtarın aylar ö nce yok yok dediğ i odada, Gü vercin bizim
kö yü n en gü zel kızı! Adamlar bunu duyunca Cennet’in oğ luna dikerlerdi gö zlerini; demek onu
bu it kaçırdı, derlerdi. Bu, diye yutkunurdu bekçi, ü stelik de hamile bıraktı! Adamlar
dü şü nü rlerdi hıımm’larla, birbirlerine sessizce bakar ve bakışların çarpışmasından doğ muş
kocaman bir ö keye gö mü lü rlerdi. Oyle ki, yaprak gibi titrerdi Cennet’in oğ lu, gö zlerini iri iri
açar ve yardım beklercesine bekçiye sokulurdu. Bekçi yü z vermezdi tabii, hemen ciddiyetini
takınıp suratını asardı. Sonra, adamlar da yutkunurdu nedense, içlerinden biri, demek bö yle,
derdi. Bö yle... Demek Gü vercin bir kız? Evet, bir kız... Kuş muş değ il yani? Değ il... Yani burası
kesin; kuş değ il! Değ il! Ama, derdi o sırada başkası sanki bana kuşmuş gibi geliyor. Bana da,
diye atılırdı bir başkası da, hatta bana aylar ö nce bir roman okumuşum da unutmuşum gibi
geliyor... Bekçi bakakalırdı çaresiz... Cennet’in oğ lu da... Ikisi, adamların gitgide alevlenen kuş
muydu değ il miydi tartışmasının kenarında, beklerlerdi saatlerce. Belki gü nlerce beklerlerdi,
belki aylarca... Sonra biri, yahu derdi, işin aslını anımsadım ben! Peki nedir, denirdi hep
birlikte. Hani bir muhtar gelmişti, diye anlatmaya başlardı o biri, bö yle bir kızın kaybolduğ unu
iddia etmişti hani? Hımmın’lar çekilirdi yeniden, gö zler geçmişe geçmişe devrilirdi... Eee?
Eee’si, biz de ona kızın yerini gö stermiştik devletin gö zü nde hani? Bayılmış mıydı? Niye? Niye
olacak canım, derdi soran, arkasını getiremezdi sö zü n, katıla katıla gü lerdi. Bir sü re,
gü lü nü rdü yıllarca... Bekçi ağ zını açıp konuşamazdı herhalde, Cennet’in oğ luyla birlikte yola
koyulup köye dönerdi. Başımın belası, derdi her adımda, başımın püsküllü belası...
“Kalk,” diye haykırdı bir gün, “kalk defol başımdan!”
Cennet’in oğlu şaşırdı önce, yine dayak yiyeceğini sanıp boş boş baktı.
“Gözüme görünme,” dedi bekçi, “hangi cehenneme kaçarsan kaç !”
Ama kaçmadı Cennet’in oğ lu, sendeleye sendeleye, çınarın dibinde oturan anasına doğ ru
yü rü dü . Kö y meydanı hızla insanla dolmuştu o sırada, herkes sessizce onların sarılıp
koklaşmasını izliyordu. Sonunda Cennet, yoğ urt tasını orada unutarak, oğ lunu kolundan
kanadından tutup eve doğ ru sü rü kledi. Rıza bakkal dü kkâ nının ö nü ne çıkmış, sert sert onlara
bakıyordu.
“Bakıp durma öyle,” dedi Cennet, “yarım canı kalmış zaten, gel onu da sen al!”
Rıza ne diyeceğ ini bilemedi bir an; elini, gö tü r şunu gö tü r, gibilerden sallayıp içeri girdi. Bu
hareket bekçiyi sevindirmişti o gü n, olup bitenleri pencereden gö rdü ğ ü nde kendi kendine,
artık kurtuldun, diye mırıldanmıştı Cennet’in oğ lunun arkasından, artık bundan sonra
Rıza’dan korkmadan yaşayabilirsin...
Gerçi gü nlerce Cennet’in oğ lunun yaşayıp yaşamadığ ı pek bilinememişti. Muhtarlık odasından
sendeleye sendeleye çıkıp anasıyla birlikte eve girdiğ inden bu yana kimse gö rmü yordu onu,
kimse sesini soluğ unu duymuyor ve neler yaptığ ını ö ğ renemiyordu. Herkes merak ediyordu
aslında, ama kimse kimseye onunla ilgili herhangi bir şey sormuyordu. Kö ylü ler kendi
aralarında sessizce anlaşmıştı sanki, sö zle de olsa ona dokunulmayacaktı. Dursundu hele... Bu
sessizliğ in ardından bir şey gelecekse, kendiliğ inden gelsindi. Zaten ö rseleneceğ i kadar
ö rselenmişti çocuk, gö zü kaşı yarılacaksa yarılmış, kemikleri kırılacaksa kırılmıştı. Dursundu
hele... Şu gü nlerde dağ lardaysa gezsindi geniş geniş, kekik kokularını içine çeksindi doya doya,
kuşların kanat seslerini dinlesindi dinleyecekse, yılan ıslıklarını yakalamaya çalışacaksa
çalışsındı... Dağ larda değ il de anasının yanındaysa, yatsındı mayıs kuzuları gibi... Ayran içsindi
bol bol, kabuk bağ layan yaralarını kaşısındı. Irin damlacıklarına ü şü şen sinekleri, bir yandan
ağıt yakıp bir yandan ağlarken anası kovardı nasıl olsa... Dursundu hele...
Durmuştu Cennet’in oğ lu, anasının dizi dibinde, belki haftalarca durmuş, sonra da tam
unutulacağ ı sırada birdenbire ortaya çıkıp sokak sokak dolaşmaya başlamıştı. Tuhaf
yü rü yordu gene, peşine takılan çocuklara tuhaf tuhaf bakıyor ve ellerini dü şsel bir çarşafı
havalandırırcasına iki yana açıp sırıtıyordu. Gü nler sonra çocuklar, belki de bu davranışı
yü zü nden ona “hortlak” adını taktılar. Ad bü tü n kö yü dolaştı hemen, hortlak aşağ ı hortlak
yukarı derken herkesin dilinde yuvalandı. Oyle ki, yeni takılan adla birlikte kö ye yabancı biri
gelmişti sanki, sokak sokak koşuşturan çocuklar heyecanlanmıştı. Bu yü zden, kimi zaman
korkmuş gibi sağ a sola kaçışıp hortlağ ı da heyecanlandırmaya çalışıyorlardı. O sakindi ama,
gü lecekse sakince gü lü yor, konuşacaksa sakince konuşuyordu. Ipe sapa gelmez birçok şey
anlatıyordu çocuklara, onlar hiçbir şey anlamasa da o hepsini başına toplayıp saatlerce dil
dö kü yordu. Komutanları gibiydi bir bakıma, ö ğ retmenleri gibiydi; kimi zaman onları sıraya
sokup ellerinin ü stü nde yere çö ktü rü yor, sonra da verdiğ i komutla nereye kadar isterse oraya
dek koşturuyordu. Çocuklar, iki ü ç adımda bir zıplayan şımarık bir tavşan taburuna
benziyordu o sırada, ortalığı toza dumana katıyorlardı.
Bir gü n, nereden bulduysa bir yılan buldu gene hortlak; boynuna dolayıp çocukların ö nü sıra,
yalpalaya yalpalaya dolaşmaya başladı. Once uzun bir tur attılar kö yü n içinde, avlu kapılarının
ö nü nde durup durup gü lü ştü ler. Ortalık tozlu kahkahalarla çınladı bir zaman, pencerelerden
soluk soluğ a çocuk gö rü ntü leri gelip geçti. Kuşlar havalandı kahkahaların ortasından,
yapraklar gibi yapraklarla savruldular. Sonra bir uzaklık çö ktü kö ye, bir uzaklık sokak olup,
duvar olup, kapı, pencere, baca ve ses olup ve kıpırtılar olup ve bakışlar ve susuşlar olup her
yeri doldurdu. Derken çocuklar gö rü ndü her yerin ardından hortlakla, tepelerinde
bumburuşuk bir toz bulutu, kö y meydanına doğ ru yü rü dü ler. Bulundukları yerde sü rekli
kıpırdayan, sü rekli elini kolunu sallayan bü yü kçe ve darmadağ ınık bir kalabalıktılar sanki,
kararsızlıklarının ortasında dalgalanıp duruyorlardı. Sonunda hortlak, elini havaya kaldırıp
susturdu onları, küçük bir işaretle hepsini bir araya getirip düzene soktu.
“Bu benim kemerim,” dedi yılanı göstererek, “güzel mi?”
Çocukların ağız çizgileri uzamıştı, birkaçı yüzünü elleriyle kapatarak kikirdedi.
“Size bir soru,” dedi hortlak.
Sustular.
“Bana bu kemeri kim gönderdi dersiniz?”
Kalabalık birbirine baktı.
“Kiiim?” diye sordu gerilerden gelen çilli bir ses.
“Allah,” dedi hortlak, “muhtarı yaratan, bekçiyi yaratan, anamı yaratan Allah!”
Sağa sola yıkılarak güldü çocuklar.
“Tak da görelim şu kemeri,” dedi aynı ses.
Hortlak bacaklarını iki yana açıp baktı bir sü re; gö steriye hazırlarcasına her yü zü yeniden
çizdi sanki, her gö zü yeniden oydu. Sonra boynundaki yılanı beline dolayarak kuyruğ unu
ağ zına verdi. Ona yardım etmek ister gibi kendi kuyruğ unu ısırdı yılan, hatta birazcık yuttu.
Hortlak, ellerini havaya kaldırmış, zafer sevinciyle kalabalığ a bakıyordu. Çocuklar
keyi lenmişti tabii, sesleri ansızın artmıştı. Bir yandan da, kimi ö tekinin omzuna zıplıyor, kimi
dizlerini dö ve dö ve gü lmekten katılıyor, kimi de yere oturmuş, alnını toprağ a vurmak istermiş
gibi eğ ilip eğ ilip doğ ruluyordu. Onların kopardığ ı yaygarayı işiten bü yü kler, kahveden
çıkmıştı o sırada, kadınlar avlulardan çıkmıştı, duvar diplerinde gü neşlenen ak sakallı yaşlılar
yerlerinden kalkmıştı ve herkes neler olup bittiğ ini anlayabilmek için yavaş yavaş kö y
meydanının ortasına doğru yürüyordu.
Hortlağ ın belindeki yılansa hâ lâ kuyruğ unu yutmayı sü rdü rü yordu. Hortlak dişlerini sıkmış,
acı çekercesine kıvranıyordu artık ve çocuklar o kıvrandıkça bağ ırıyordu. Her şey çocukların
çığ lığ ında kaybolmuştu sanki, her şey tozdan çıkıp gü rü ltü ye, gü rü ltü den çıkıp toza
karışıyordu. Derken, alkış sesleri yü kseldi havaya; hortlak elini kolunu sallayarak anlaşılmaz
işaretler yapınca alkış sesleri bir perde daha arttı, hortlak iki bü klü m olunca bir perde daha
arttı, sonra bir perde daha arttı ve kö y meydanı havada yılan gibi kıvranan ıslık sesleriyle
doldu. Kalabalığ a doğ ru yaklaşan bü yü kler koşmaya başlamıştı o sırada telaşla, koşup bir an
önce kalabalığa ulaşmak istiyorlardı.
Ama çocuklar ansızın sustular.
Hortlak, ağzından sızan yeşil sularla birlikte yere yıkılmıştı.

43

Çay parasını ocağ a yakın bir masanın ü stü ne bırakıp sabahçı kahvesinden çıkalı epeyce
olmuştu. Karanlıkta, gitgide telaşlanarak, berber dü kkâ nına doğ ru yü rü yordum. Bir sokağ a
sapmıştım ö nce, sonra çö p kamyonunun saçıp gittiğ i o berbat kokunun içinden geçip soluk
soluğ a bir yokuşu tırmanmış, ardından, çevresi dev bloklarla kaplı geniş bir alanda uzun sü re
gece kelebekleri gibi dolanıp durmuş, derken karanlığ ın koyulaştığ ı derin bir çukura
merdivenli bir sokaktan inip yeniden yürümeye başlamıştım.
Yü rü dü kçe, berber dü kkâ nına bir an ö nce ulaşmak için sabırsızlanıyordum. Bu yü zden
sokakları bile doğ ru dü rü st gö remiyordum belki, caddeleri, yolumu kesen merdivenleri,
tepemden sarkan balkonları, karanlıkta silinen tabelaları ya da kaldırım dibine yığ ılmış daha
bir sü rü ıvır zıvırı gö remiyordum. Belleğ imde yaşayan berber dü kkâ nı her şeyin ü stü ndeydi.
Aynası gö l gibi parlıyordu ben yaklaştıkça, makasları şıkır şıkır ışıldıyordu. Gece, azalıyordu
böylece, uzaklaşa uzaklaşa bir yerlerde eriyip yok oluyordu.
Iki yanı palmiyelerle kaplı, geniş bir caddeye çıkınca duraksadım. Geçtiğ im yerleri daha ö nce
hiç gö rmediğ imi dü şü ndü m bir an, çevreme korkuyla baktım. Derin zonklayışlarla genişleyen
derin bir ıssızlığ ın ortasındaydım. Daldım herhalde, dedim kendi kendime, yanlışlıkla başka
bir sokağa girdim...
Geri dö ndü m sonra, dev bloklara çevrili alanı bulabilmek için yokuş aşağ ı koşmaya başladım.
Ne var ki yokuş beni, deri kokularıyla dolup taşan daracık bir sokağ a gö tü rdü . Oradan kaçtım
hemen, soluk soluğ a, solumdaki ilk sokağ a daldım. Sonra, bekçi dü dü kleriyle kesişen başka bir
sokaktan, taş dö şeli, eğ ri bü ğ rü bir caddeye çıktım. Saatlerce yü rü dü m orada, giderek dağ ılan
adımlarla saatlerce yü rü yü p berber dü kkâ nına giden yolu bulmaya çalıştım. Umutsuzdum
artık, ne yaparsam yapayım, hangi sokağ a dalarsam dalayım, geldiğ im yeri bulamıyordum. Bir
el, belleğ imin dü zeniyle oynamıştı sanki, ya da kentin kimi sokaklarını silmişti yeryü zü nden,
belki de anahtar sokak hangisiyse onu alıp başka bir kente gö tü rmü ştü ... O anda, bu
olasılıklardan hangisinin doğru olduğunu kestiremiyordum.
Bildiğim tek şey vardı; ya berber dükkânı kaybolmuştu, ya da ben.

44

Kö ye ilk kar dü ştü ğ ü nde, Reşit hâ lâ ahır kapısının ö nü ndeydi. Altına bir koyun postu sermiş,
omuzlarına da ekşi ekşi ter kokan kırmızı gü llü bir yorgan ö rtmü ştü . Taş gibi katıydı gene, kar
gibi soğ uktu. Gü vercin’i tekme tokat ahıra kapatıp oraya oturduğ u gü nden beri bambaşka bir
yaşam sü rdü rü yordu; aşı ekmeğ i kapının ö nü ne getiriliyordu her ö ğ ü n, çorapları, tü tü nü , kavı,
suyu, çakmak taşı ve çayı her zaman kapının ö nü ne getirilip ayaklarının dibine bırakılıyordu.
Hemen hemen yalnızca helaya gitmek için yerinden kalkıyordu Reşit, avlunun sol kö şesine
yü rü yü p çü rü k tahtaların arasına giriyor, mavzeri ö rü mcek ağ larının ortasına asıp
pantolonunu sıyırıyor ve ıkınıp sıkınırken gözlerini hiç ahır kapısından ayırmıyordu.
Orayı bir an için boş bıraksa, kö ylü ler içeri girip Gü vercin’i kurtaracaktı sanki, herkes evine
gö tü recekti onu, ocakların başında birer Gü vercin olacaktı sö zgelimi, sofralarda birer
Gü vercin, hatta yü klü klerin alacakaranlığ ında, sedirlerin kö şesinde ya da yorgan aralarında
birer Gü vercin olacak ve Reşit kızını nerede bulup kimden geri alacağ ını bilemeyecekti. Zaten
bu yü zden, aylar ö nce Cennet’in oğ lunun cenaze tö renine de gitmemişti. Herkes çoluk
çocuğ uyla kö y meydanına toplanmışken o, ahır kapısının ö nü ndeydi. Kuyruğ unu yuta yuta
hem Cennet’in oğ lunu hem de kendini ö ldü ren yılan, çocukların taşıdığ ı bir değ neğ in ucuna
asılıp sokak sokak gezdirilirken o, kapının ö nü ndeydi. Çocuğ un beli kese ağ zı gibi bü zü le
bü zü le iğ de dalı kadar incelmiş dendiğ inde de oradaydı kuşkusuz, Cennet ağ lamaktan kö r oldu
dendiğ inde de oradaydı. Her şeyi avluya gelip giden kö ylü lerin konuşmalarından gö rü p
işitiyordu. Dediklerine gö re, bü yü klerden çok çocuklar ü zü lmü ştü bu olaya, tabuta konulup
gö tü rü lü rken ardı sıra mezarlık girişine kadar yü rü mü şlerdi. Reşit o sırada da ahır kapısının
önündeydi şimdiki gibi; hiç kımıldamadan, öylece oturuyordu.
Haftada birkaç kez içeri girip kızına sorular yö neltiyordu, ama hâ lâ bir şey ö ğ renememişti.
Hep susuyordu Gü vercin, sustukça da gitgide ahırın karanlığ ına karışıyordu. Artık gö rebilmek
bile zordu onu, gö zleri kayıptı sessizliğ inin içinde, kaşları saçlarında, saçları karanlıkta ve
karanlığ ı uzaklığ ında kayıptı. Gö rü lebilen tek şey kocaman karnıydı ve Reşit ne zaman kapıyı
açsa, ö nce o davul gibi duran gerçekle karşılaşıyordu. Dü nyasını gü nden gü ne daraltan bu
şişkinlikten hemen uzaklaşıyordu sonra, kendini dilinin ucundaki sorularla birlikte dışarı atıp
kapıyı hızla kapatıyor, ama gözlerinin önünde büyüyen şişkinliği bir türlü silemiyordu.
Kimi zaman, herkesin evine çekilip duman duman tü ten çorba tenceresinin başına çoluk
çocuğ uyla oturduğ u, kandillerin karanlığ a tek tek can verdiğ i ya da ak sakallı yaşlıların duvar
diplerini boşaltarak kekeme birer asa tıkırtısının peşi sıra uykuya doğ ru yü rü dü ğ ü saatlerde,
kadınlar geliyordu Reşit’in yanına... Yıllar ö nce burnu sü mü klü bir çocukken ona ekmek
dü rü mü veren, su içirip pışpışlayan, gö zlerindeki çapağ ı başö rtü lerinin ucuyla silen ya da onu
nazardan korumak için kurşun dö kü p alınlık okuyan yaşlı, dişleri dö kü lmü ş, bir deri bir kemik
kadınlardı bunlar ve o şaşılası sezgileriyle hep de akşamın en dokunaklı saatlerini
seçiyorlardı. Reşit, için için kan ağ lıyordu onları dinlerken, için için konuşuyor, gö zlerini için
için kapayıp dişlerini sıkıyordu ama bunların hiçbirini belli etmiyordu. Kapı gibi bakıyordu
avluya doluşan kadınlara, duvar gibi bakıyordu. Bu yü zden kadınlar, kızı ahırdan çıkarıp bir
yatağ a yatıralım, diyorlardı bir kapıya; ya da her seferinde bir duvara, bebek doğ ana dek bu
işe burnunu sokmamasını sö ylü yorlardı. Bir yanıt alamıyorlardı tabii, saatler sonra, belki
imam yatsı ezanını okumaya başladığ ında, umutsuzca avludan çıkıp evlerine dö nü yorlardı.
Sokaklara dağ ılan ayak sesleri Reşit'in içinde yankılanıyordu o sırada, yavaş yavaş, Reşit’in
içindeki gecede kayboluyordu.
Sonra Reşit kalıyordu içindeki gecenin içinde; uzun uzun, kö yü n ö teki ucundan gelen kö pek
havlamalarını dinleyip sigara içiyordu. Kim bilir ne kadar sü re sonra, genişledikçe
genişliyordu gece, kuşları yutuyordu sö zgelimi uykularıyla birlikte, kö pek havlamalarını silip
kö ylü leri yutuyor, ovayı boğ uyor ve kayalıkları aşıp uzaklara doğ ru yayılıyordu. O sırada Reşit,
beyaz beyaz ü rperen karlı damların ü stü nde kara bir leke gö rü yordu nedense... Leke
kıpırdıyordu ü stelik, arada bir damdan dama sıçrayarak yer değ iştiriyordu. Çevikliğ ine
bakılırsa kapkara bir kediye benziyordu ö nce, ama sonra, yaklaştıkça bü yü yü p kendi
çizgilerinin dışına taşıyordu. Derken, kalaylanmış bir çift tas ışıldıyordu bir yerlerden, leke, o
ışıltının içinde devine devine giderek bir ata dö nü şü yordu. Reşit yavaşça yerinden kalkıp
yaklaşıyordu ona, ayaklarının altındaki karları gıcırdata gıcırdata yaklaşıp bü tü n dikkatiyle
bakıyordu. Onun o olduğ undan emin olmak istiyordu mavzerini doğ rultup ateşlemeden ö nce...
Bu yü zden, yelesinde kaçak rü zgâ rlar arıyordu sü rekli, topuklarında kan kokusu ve
kulaklarında kemik çıtırtısı arıyordu. Ama at ele vermiyordu kendini, karların ü stü nde
capcanlı durmasına, kulaklarını oynatıp ateş gibi solumasına karşın uzaklardaydı hâ lâ ; ya da
uzaklar ondaydı da, ne yapıp ne edilse artık uzaklarsız algılanamıyordu.
Gene bö yle bir gecede, karanlığ ı ve karları tozutarak çıkıp geldiğ inde, kahkahayla gü lmü ştü at;
neredeyse Cennet’in oğ lu gibi, Reşit’le alay edercesine katıla katıla gü lmü ştü . Bu gü lü ş, ikide
bir avluya gelip giden kadınların yapamadığ ı şeyi bir ö lçü de başarmıştı. O kelenen Reşit,
ertesi gü n ahır kapısını sımsıkı kilitleyip atı aramaya çıkmıştı gene; elinde mavzer, dağ lara
doğru kaybolup gitmişti.
O, sabahtan akşama dek dağ taş gezerken, kadınlar kapıya ü şü şmü ştü hemen; gü nlerce
uğ raştıkları halde kilide bir anahtar uyduramamışlardı gerçi, ama Gü vercin’i tahta aralığ ından
gö rmü şlerdi. Sesleri duyar duymaz o da onlara yaklaşmıştı zaten, sığ ır pisliklerinin içinde,
kadın sıcaklığına hasret bir yüzle öylece dikilmişti.
Kadınlar ö nce, sancılarının başlayıp başlamadığ ını sormuşlardı ona. Gü vercin hıçkırmıştı
yanıt yerine... Bunu evet’e yoran kadınlar kapının ö nü nde birbirlerine bakmışlardı ne
yapacaklarını bilemeden, saçaktan sarkan buz salkımlarının altında hiç konuşmadan gü nlerce
beklemişlerdi. Sonra, vişnelere bakan dana gö zü kadarcık pencereden bol bol yiyecek
vermişlerdi Gü vercin’e anasının her gece gizlice yaptığ ı gibi... Hatta bu konuda sessiz bir yarış
başlatarak evlere koşmuşlardı hızla, hızla geri dö nü p çanak çanak pekmez, turşu ve yoğ urt
getirmişlerdi. Pekmezler çeşitlenmişti susamlısından haşhaşlısına kadar... Keleğ inden
biberine, domatesinden havucuna kadar turşular çeşitlenmiş ve Gü vercin’e yü zlerce ağ ızdan,
ye denmişti, her şey dü zelecek, hele sen ye... Oysa o, pencereden uzatılan yiyeceklerden çok
uzatanlara hasretti içeride; yü zlerini seçmeye, soluklarını ve seslerini birbirinden ayırıp
herkesi tek tek tanımaya çalışıyordu. Hacer yengesini tanımıştı sö zgelimi, anasını, Cıngıl
Nuri’nin karısını, muhtarınkini, sonra hiç gö rmediğ i o uzun saçlı, dalgın kızı tanımış ve bir an
için mutlu olmuştu.
Ama ne yapılırsa yapılsın, kimden hamile kaldığını söylemiyordu.
“Diyemem,” demişti bir keresinde anasına fısıltıyla, “ölürüm de diyemem...”
Bir ikindi vaktiydi belki; anası, bu sö zleri duyunca kalakalmıştı kapının ö nü nde kuşkularla...
Ardından hemen kendini toparlayıp sorular sorarak doğ umun hangi gü ne rastlayacağ ını
anlamaya çalışmıştı.
Reşit’se dağ lardaydı o saatte, az ö nce sıktığ ı kurşunun kayalıklarda sü rü p giden yankısını
dinliyordu.
“Lânet olsun,” dedi sonra takırdayan dişlerinin arasından.
Mavzeri omzuna asıp kö ye doğ ru yü rü dü . Sabahtan bu yana, çevresini saran beyazlığ a baka
baka gö zleri kamaşmıştı artık; çoğ u kez atı gö rü r gibi oluyor, mavzerini aceleyle doğ rultuyor
ve bir hayali kurşunlamak ü zereyken kendine gelip başını umutsuzca sağ a sola sallayarak
yoluna yeniden devam ediyordu.
“O silah sesi de neydi?” dedi bekçi.
Reşit irkildi birden; köy meydanında, karşılıklı dikiliyorlardı.
“Ben attım.”
“Atı mı gördün yani?” diye heyecanlandı bekçi.
“Yok,” dedi Reşit, “köyün çevresinde kaç gündür bir ayı dolanıyordu, ona ateş ettim.”
“Vurabildin mi peki?”
“Tutturamadım, belki bir dahaki sefere! “
Akşam karanlığ ında, yan yana yü rü meye başlamışlardı. Bekçi susuyordu; muhtarın
ö lü mü nden sonra belli bir ağ ırlık çö kmü ştü davranışlarına, kolay kolay heyecanlanmıyor,
ü zü lmü yor, hatta ille de bir şey diyecekse sö zcü kleri uzun sü re tartmadan ağ zını açmıyordu.
Bıyık da bırakmıştı artık, üst dudağı giderek kararıyordu.
Çınarın altında durdular.
“Şu atı hep birlikte aramanın zamanı geldi,” dedi bekçi, “ben bu gece herkese haber salayım.
Sen de yarın tek başına gitme, bizi bekle!”
“Tamam,” dedi Reşit.
“Unutma sakın,” diye ekledi Cıngıl Nuri.
Reşit onu gö rmemişti, dö nü p baktı. Ayağ ına lastik çizmeleri çekmiş, bekçinin hemen ardında
dikiliyordu.
“Hep birlikte bulalım o katili,” dedi Rıza, Cıngıl Nuri’nin içinden.
Reşit şaşırmıştı.
“Bulalım,” dedi Rıza’ya mı yoksa Nuri'ye mi seslendiğini bilemeden.
“Ben de gelirim,” diye atıldı o sırada berber.
Ama Reşit onu gö remedi; bir yandan kü çü k bir daire çizerek karların ü stü nde yavaş yavaş
dö nü yor, bir yandan da Nuri'nin içindeki Rıza’nın yü zü nde berberi arıyordu. Sesini
duyabildiğine göre o da oralarda bir yerde olmalıydı. Belki de çırağıyla birlikte gelmişti.
“Ne dönüp duruyorsun öyle,” dedi karısı.
Reşit durdu avlunun ortasında; nerede olduğ unu anlamak istercesine çevresine baktı boş boş;
ahır kapısını gö rdü saçaktan sarkan buzların altında, kö şede kara gö mü lmü ş kü mesi, kağ nıyı,
öte yanda yukarı çıkan tahta merdiveni ve karısını gördü.
“Evlat katili olacaksın yakında,” dedi karısı göz göze geldiklerinde, “kızın sancıları sıklaştı!”
Duymazdan geldi Reşit, gö zlerini kaçırıp merdivenlere yü rü dü ö keyle, hızlı hızlı tırmanmaya
başladı.
“Sabah akşam doğuracak bu kız, haberin olsun!”
Son basamakta duracaktı neredeyse, durup okkalı bir kü fü r savuracaktı aşağ ıya, ama
durmadı. Alacakaranlık kapılardan geçti kaybolup gitme arzusuyla, mavzeri rastgele bir yere
bırakıp nohut kokularının, kekiklerin, kahırların ve umutsuzlukların ortasından geçti. Geçtiğ i
yerlerde sessizliğ ini bile bırakmıyordu sanki, geçmişliğ ini bile bırakmıyor ve her şeyiyle daha
derindeki karanlığa doğru yürüyordu.
“Duymuyor musun be adam,” diye bağırdı karısı uzaklardan.
Sonra, Gü vercin’in çığ lığ ı koptu aşağ ıdan; bir çift bedensiz kanat gibi havada savrulmaya
başladı, kanayarak...

45

Gü n ağ ardı ağ aracakken, kim bilir hangi sokakta, telaşla berber dü kkâ nına giden yolu
arıyordum hâ lâ . Yorulmuştum artık, nereye çıkacağ ı ancak saatlerce yü rü dü kten sonra
anlaşılabilen sokakların karanlığ ında dö ne dolaşa yorulup arada bir sendelemeye
başlamıştım. Onca telaşıma karşın adımlarım da yavaşlamıştı ü stelik, şuracıkta dediğ im
noktaya ulaşabilmek için uzun sü re ter dö kü yordum. Bu halimle Cennet’in oğ luydum sanki; ne
zaman çıkmışsam muhtarlık odasından çıkmış, bir kente benzeyen kö y meydanından
geçiyordum. Birazdan, peşime takılan dü şsel çocuk sü rü sü yle birlikte çınarın hışırtısına dalıp
çıkacaktım kuşkusuz, dibek taşının yanından sağ a dö necek ve duvar diplerinde pinekleyen ak
sakallı yaşlıların uzak bakışlarını da ardımdan sü rü kleyerek avlu kapımıza doğ ru
yürüyecektim.
Cennet, hayırdır inşallah diyecekti hiç ö lmemişim gibi içeri girdiğ imde; hayırdır inşallah...
Kalkacaktı sonra, ağ lamaktan kapanan gö zlerini yü zü me dikerek, bu dü ş de neyin nesi, diye
mırıldanacaktı. Değ neğ in ucuna asılmış ö lü bir yılan ü rpertisi gelip geçecekti bu sırada
yü zü nden, sokaklar, çığ lıklar ve omuzlar ü stü nde taşınan tabutum gelip geçecekti. Tabutumun
çevresinde ağ ır ağ ır ilerleyen kö ylü lerin elleri sonra, kederleri ve sessizlikleri... Cennet, o
kalabalığ ın ortasında kendini gö recekti ardından, belki bir sü re, tabutuma bakışına
bakacaktı... Cennet’in oğ luysam ben de daha fazla bekletmeyecektim onu ö yle, kollarımı açıp
hemen koşacaktım.
Ama, kö y meydanını geçip de ışıl ışıl parlayan upuzun bir caddeye çıkınca durdum.
Homurtuyla akıp giden otomobilleri izledim bir zaman, açılan kepenk gü rü ltü lerini, oradan
buradan patlayan şen şakrak şarkıları ve ortalığ ı hızla dolduran sabah simitçileriyle
salepçilerin haykırışlarını dinledim.
Artık, berber dü kkâ nını aramaktan vazgeçmiştim. Eve dö nmekten başka çarem kalmadığ ını
düşünerek karşıya geçtim, sonra kaldırım boyunca yavaş yavaş yürüdüm.

46

Sabahın erken saatlerinde çınarın dibinde toplanan kö ylü ler, neyi beklediklerini bilmeden
ayakü stü beklemişlerdi bir sü re; birbirlerinin yü zü ne ö lgü n gö zlerle bakmış, bellerindeki
işekliğ i dü zeltmiş ya da kulaklarını ayaklarının altında gıcırdayan karlara vererek, kısa ve
dalgın adımlarla bir sağ a bir sola gidip gelmişlerdi. Sonra, ince ince tü ten bacaları, kara
gö mü lmü ş damları ve kahvenin camından bakan ak sakallı yaşlılarıyla birlikte kö yü geride
bırakarak değirmene doğru yürümüşlerdi.
En ö nde bekçi vardı sırtında asker kaputuyla; arada bir dö nü p ağ zından uzak buharlar saça
saça, peşindekilere bir şeyler sö ylü yordu. Herkes açılabildiğ ince açılsın, diyordu belki, iyice
yayılalım ki geniş bir alanı tarayabilelim. Ya da, dikkatli olmaları için uyarıyordu onları, atı
gö rü nce eliniz ayağ ınız birbirine dolaşmasın diyordu sö zgelimi, telaşa kapılıp da kendi
kendinizi kurşunlamayın! Ola ki bu sırada kü frediyordu ata, yedi sü lalesini bir ahıra
doldurarak verip veriştiriyordu. O keliydi besbelli, ağ zından çıkan buharlar kesik kesik
sıklaşırken kaputunun etekleri fırtınaya tutulmuş gibi sürekli dalgalanıyordu.
Derken, birbirlerinden birer kurşun atımı uzaklaşıp yavaş yavaş ovanın yü zü ne dağ ıldılar. Her
biri bir at hayaliyle karlara bata çıka yü rü dü saatlerce, her biri sigara içti ü st ü ste, her biri
ü şü yü p titredi ve her biri gö zlerini kısıp uzakları taradı. Oğ leye yakın, ovada yenik dü şmü ş
perişan bir ordu dü zeniyle dağ lara doğ ru yü rü dü ler. Asker Hamdi’yle Aynalı Fatma'nın
hesaplaştığ ı bağ evinin yanından geçtiler sonra yorgunluklarıyla, kocaman bir yay çizerek
kayalıklara tırmandılar. Kim bilir hangi tepeye çıktıkları sırada, bulanık bulutlar aktı
içlerindeki umudun ü stü nden, keskin bir rü zgâ r yerdeki buz kırıntılarını sü pü rerek ince ince
savruldu.
“Ayı işte buralarda dolaşıyordu,” dedi Reşit.
Bekçi yüzünü çevirmiş, kısık gözlerle Reşit’in işaret ettiği ardıç kümelerine bakıyordu.
“Kış uykusuna yatmamış mı?” diye sordu berber.
Omuzlarını çekti Reşit, bir gü n ö nce ayıya sıktığ ı kurşunun cıvlaması hâ lâ kayalıklarda
yankılanıyormuş gibi soluğ unu tutup çevreyi dinledi. O sırada bir keklik havalandı ö nlerinden,
çillerini dö ke saça, ardıçların arasına girip kayboldu. Herkes kalakalmıştı... Ola ki bu yü zden
kanat sesleri, tam olarak izlenememiş bir uçuşun gö rü lmeyen yanlarını tamamlamak
istercesine bir sü re kaldı boşlukta, belki birkaç karış daha yü kselip çoğ aldılar sonra, ardından
da kalabalık bir sü rü halinde, hızla ardıçların içine indiler. Oyle ki, inişlerinin şiddetiyle birkaç
topak kar dü ştü dallardan; ıssızlığ ından kopan birkaç topak kar, başka bir ıssızlığ a
yuvarlandı... Bu ö yle hü zü nlü bir yuvarlanıştı ki, ardıçlar dayanamayıp uğ uldadı bir an; uğ ultu
ö teki dalları da silkeledi sonra, giderek derinleşen yemyeşil karanlığ a lapa lapa kar yağ maya
başladı. Derken, tam da ağ armak ü zereyken bir karanlık kımıldadı karanlığ ın içinde, hatta
kımıldamakla da kalmadı, tuhaf bir bö ğ ü rtü yle ayağ a kalkıp kö ylü lere doğ ru birkaç adım
yürüdü.
Daha herkes gö rdü ğ ü nü anlayıp şaşırmaya fırsat bulamadan, berber tü feğ ini doğ rultup çoktan
ateşlemişti. Karanlık, böğürerek yıkıldı.
“Ayı bu,” diye bağırdı Reşit, “kaç gündür buralarda dolaşan ayı!”
Köylüler başına toplanmış, merakla bakıyorlardı.
“Köye götürelim bu deyyusu,” dedi bekçi.
Dizlerinin ü stü ne çö kü p ayının arka ayaklarına urganı geçirirken, kaşlarının altından berbere
baktı.
“Usta nişancıymışsın doğrusu,” dedi.
Berber kıpkırmızı olmuştu, gene de gülümsemeye çalıştı.
Kö ye dö ndü ler sonra; ayıyı sü rü kleye sü rü kleye, karların ü stü nde uzun mu uzun bir kan izi
bırakarak, tepelerinde bulanık bulut katarlarıyla kö ye dö nü p muhtarlık odasına doğ ru
yü rü dü ler. En ö nde bekçi vardı gene; urganın ucunu omzundan aşırıp bileğ ine dolamış,
karlara bata çıka yü rü yordu. Kö ylü ler, kiminin elinde mavzer, kiminin tabanca, sü rü klenip
giden ayının arkasındaydılar. Berberse yıllardır bu kö yde yaşadığ ı halde kö ylü lerle bir tü rlü
kaynaşamamış gibi, herkesin gerisinde tek başınaydı. Ya da giderek kopuyordu sanki
onlardan, her adımda kö ye biraz daha yaklaşmasına karşın giderek uzaklaşıyordu. Bunu,
kalabalığ ın gü rü ltü sü nü işitir işitmez merakla teneke sobanın çevresinden kalkıp kahvenin
camlarına ü şü şen ak sakallı yaşlılar da sezmişti belki; kocaman gö zlerle dışarı bakarken, onun
kö ylü lerden ayrı dü şmü şlü ğ ü nü gö rü p kendi kendilerine, neler oluyor buna, diye
mırıldanmışlardı. Yerdeki ayıyı da gö rmü şlerdi sonra, hatta onu at sanıp için için
sevinmişlerdi. Ardından çocuklar sö kü n etmişti kö y meydanına şamatayla, onların peşinden
de kimi kadınlar koşup gelmişti. Ortalık tıka basa insanla dolmuştu artık, bu yü zden hem
ayının hem de berberin herkesten ayrı düşmüşlüğü camdaki yaşlıların gözünden silinmişti.
Bekçi, çocukların bakışlarıyla bü sbü tü n ağ ırlaşan ayıyı biraz daha sü rü kleyerek muhtarlık
odasının önüne çekti sonra, urganın ucunu bayrak direğine bağladı.
“Ölmedi mi bu?” diye sordu çocuklardan biri.
“Ölmez mi ulan,” dedi bekçi, “kurşunu yer yemez öldü!”
“Eee, niye bağlıyorsun o halde?”
Bekçi şaşırmıştı; ayıya, Cennet’in oğ lunu anımsayarak uzun uzun baktı. Bu sırada, kahvedeki
yaşlılar da çıkıp geldi muhtarlık odasının ö nü ne, sakallarını titrete titrete çocukların
arasından geçip ayıya yaklaştılar.
“Kim vurdu bunu?” diye sordu içlerinden biri.
“Berber,” dedi bekçi.
Yaşlılar hep birlikte yü zlerini çevirip berbere baktılar, ama gö remediler. Gö rebilmeleri
mü mkü n değ ildi zaten, çınarın gerisinden soluk soluğ a koşup gelen bir çocuk, bas bas
bağ ırarak kalabalığ ı birbirine katmıştı o sırada; herkes, giderek genişleyen bulanık bir
gürültünün ortasında savrulup duruyordu.
“Ne diyor bu çocuk?” diye sordu bekçi.
“Güvercin doğurmuş,” dedi kunduracı.
Reşit anlayamamıştı ö nce, uyuyup kalmış da gö zlerini kapatmayı unutmuş gibi, boş boş,
ö ylece bakıyordu. Sonra, hızla yardı kalabalığ ı, bir solukta çınarı geçip koşmaya başladı. Bir
yandan da kızının doğ umdan sağ çıkıp çıkmadığ ını dü şü nü yordu. Kerpiç duvarlar arasından
akıyordu bu dü şü ncesi, eğ ri bü ğ rü sokaklardan geçiyor ve evine dek gidip gidip sü rekli
çalkalanan kirli bir bulut gibi geri geliyordu.
Sonunda Reşit de ulaştı evine, avlu kapısından telaşla girdi. Ahırın ö nü kadınlarla dolup
taşıyordu. Onu görünce açıldılar; aralarından, kapıya doğru uzun bir yol uzandı, Reşit yürüdü.
“Tek başına doğurdu,” dedi biri.
Anahtarı çıkardı cebinden.
“İnekler gibi böğürdü,” dedi bir başkası, “şükür ki kızın da kurtuldu torunun da!”
Titreyen elleriyle çevirdi.
“Çığlıklarını duysaydın dayanamaz, ölürdün!”
Durdu Reşit, kapıyı usulca itip kenara çekildi. Kadınlar ahıra daldılar sonra, dalar dalmaz da,
gördükleri şey karşısında karanlık bir çığlık attılar.

47

Apartmanın ö nü ne geldiğ imde, başımı kaldırıp ü çü ncü kattaki odamın penceresine baktım;
her zamanki gibi bir kanadı açıktı. Işte bu iyi, dedim merdivenleri yorgun adımlarla
tırmanırken kendi kendime, karşıma çıkan onca engele karşın hâlâ yazıyorum demek ki...
Ikinci katta durup soluklandım. Işe geç kalma telaşına kapılmış yü zler geçti yanımdan
aceleyle, ayak sesleri geçti paldır kü ldü r, ellerinde sıcak ekmeklerle uykulu çocuklar ve
kadınlar geçti, ama orada ö ylece dikildiğ im halde, hiçbiri yü zü me bakıp gü naydın bile demedi.
Yoktum sanki gö zlerinde; ellerim kentteki milyonlarca elin salınımından devşirilmiş bir
uzantıydı sö zgelimi, yü zü m yü zlerce yü zü n kayıp bir yansısı ya da merdivenlerdeki duruşum
binlerce kez paylaşılan bir duruşun uzak bir kalıntısıydı. Uçü ncü kata çıkıp kapıyı açarken de
aynı şeyleri hissettim nedense, yok olmanın verdiğ i rahatlıkla ayakkabılarımı çıkarıp çalışma
odama doğru yürüdüm.
Perdeleri açtım ö nce, masanın ü stü ndeki daktiloyu bir kenara çekip ortalıktaki kâ ğ ıtları
topladım. Sonra, çay bardağ ımı alıp oturdum ve beklemeye başladım. Neyi beklediğ imi
bilmiyordum aslında, arada bir gö zlerimi dikip aşağ ıdaki caddeye bakınama karşın oradan
neyin ya da kimin gelmesi gerektiğini kestiremiyor, belki de anımsayamıyordum.
“Çay ister misin?” diye sordu karım kapıdan.
“Hayır,” dedim ona, “elimdeki bitmedi daha.”
“Lamban yanıyor,” diyerek kapıyı çekti.
Kalkıp söndürdüm.
Gene pencerenin ö nü ne gitmiş, bir yandan çayımı içiyor bir yandan da aşağ ıdaki caddeye
bakıyordum. Kepenk gü rü ltü leri kesilmişti artık, simitçilerle salepçiler yavaş yavaş
kaybolurken onların yerini piyango bileti satan beyaz şapkalı adamlar almıştı.
“Değ işen hiçbir şey yok,” dedim kendi kendime. Bardaktaki son yudumu da çekip odadan
çıktım sonra, mutfağ a doğ ru yü rü yordum ki kapı çalındı. Açar açmaz, “Aaaa yü zü ndeki sabunu
yıkamışsın,” diye şaşırdı oğ lum. Şaşıran bendim oysa, ö ylece kalakalmış, onun içeri girip
ayakkabılarını çıkarışına bakıyordum.
“Şunlar senin Perma-Sharp marka jiletlerin,” dedi kutuyu uzatırken, “biraz geç kaldım kusura
bakma, ama bizim market açık değildi, taa caddenin öteki ucuna dek yürüdüm.”
“Gazete aldın mı?” diye sordu karım mutfaktan.
“Evet,” dedi oğlum, “biliyor musunuz ne yazıyor?”
“Ne yazıyor?”
“Bir kızı ayı kaçırmış!”
Sincan, 13.3.1990-25.9.1993

You might also like