Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 19

1.

TİPLER
Divan şiirinde tip; giyiniş, davranış, düşünce ve taşıdığı değerlerle toplumun sosyal
şartlarını, zihniyet, örf ve âdetlerini yansıtan kişi ve onun temsil ettiği karakter
demektir. Divan şiirinin esasını üç ana tip ve bunlar arasındaki ilişki ağı oluşturur:
Sevgili, âşık ve rakip. Bununla beraber taşıdıkları farklı özelliklerle sosyal hayatta rol
alan başka tipler de mevcuttur. Tipler, toplumda temsil ettikleri karakterlerle önce şairin
hayal dünyasına, oradan da benzetme yoluyla divan şiiri kadrosuna girmişlerdir. Bu
kadro içinde tiplerin bazen birbirinin yerini aldığı görülür. Örneğin divan şiirinde
sevgili, reel (gerçek) bir kişi olarak belirebildiği gibi, onunla benzer özelliklere sahip
olan başka bir tip olarak, söz gelimi padişah olarak da karşımıza çıkabilir. Divan şiiri
kadrosundaki tiplerin dış ve iç ( dış görünüm ve karakter) özelliklerini bilmek, hem
şiirde çizilen sosyal tabloyu hem de şiiri kuran benzetmelerin dayanaklarını anlamak
açısından önemlidir. Bu bölümde, divan şiirindeki tiplerden günlük hayatın içinde yer
alan ve Zâtî’nin şiirlerine bazen kıyafetleri bazen karakterleri bazen de davaranışlarıyla
konu olan tipler ele alınacaktır.
Sevgili. Sevgili, güzellik unsurlarının yanı sıra karakteri, âşığa karşı takındığı tavır
ve âşığın ona yüklediği misyonla divan şiirinin önde gelen tiplerindendir. Bazen günlük
hayatta rastlanan bir insan, bazen bir sultan, bazense (bazen ise) bir devlet büyüğü; ama
her zaman konum olarak âşıktan üstün biri olarak görünür. Aşk derdiyle yanıp tutuşan,
eziyet çeken, hastalanan âşık için o, doktordur, ilâçtır, dârü’ş-şifâdır,
Hz. Îsâ’dır, tiryaktır, şerbettir. Aynı sevgili ulaşılamayan, âşıkla ilgilenmeyen,
istiğna sahibi, âşığa eziyet etmekten hoşlanan, âşıkla rakibi birbirine düşürmekten haz
duyan merhametsiz biridir. Aynı zamanda kutsaldır: Kâbe’dir, kıbledir, cennettir,
kevserdir. Bu türden zıt özellikleri kendinde toplayan sevgili, hemen tüm divan şiirinin
ana teması olan aşkın sahibidir. Aşağıdaki örneklerde de görüleceği üzere genelde divan
şiirinde, özelde Zâtî’nin gazellerinde sevgilinin vasıfları âşığın tanımları sayesinde
öğrenilir:
Sevgili ; aşk hastalığına yakalanan âşığa doktor olur:
Ey tabîb-i cân ü dil bîmâr-ı ‘ışkam çâre kıl
Sûre-i Kevser hakkı şekker lebüñ emdür baña (3/6)
“Ey gönül ve ruhun doktoru (olan sevgili)! Aşk hastasıyım, bana çare bul. Kevser
sûresi hakkı için senin şeker dudağın bana ilâçtır (Şeker dudağını bana emdir).”
Aşk derdinden hasta düşmüş âşığın yaralarını iyileştiren ilâçtır:
Sîne-i pür-zahmuma sarmak diler göñlüm seni
Cismüñ ey cân pâresi kâfûrî merhemdür baña (3/4)
“Yaralı sineme seni sarmak istiyorum. Ey can parçası olan sevgili, senin bedenin
benim için kâfûrî merhem gibidir.”
Yukarıdaki beyitlerden de anlaşıldığı üzere sevgiliden gelen eziyetlerle hastalanan
âşık çareyi yine onda arar.
Sevgili hem katı kalpli hem de vefasızdır:
Dürlü sûretlerle ‘uşşâka geçer nakş ol sanem
Deyr-i kalbi âh kim nakş-i vefâdan sâdedür (239/3)
“O put kadar güzel sevgili çeşitli şekillerle âşıklara hile yapar. Ne yazık ki onun
kalp manastırı vefa süsünden yoksundur.”
Âşıkla oyun oynar, hile yapar, onu ağlatır:
Hüsn nerdinde o horşîdi kamer iden nigâr
Zâtîyâ nakş oynayub ben bî-nevâyı zâr ider (238/5)
“Ey Zâtî! Güzellik tavlasında güneşin onun yanında ay gibi kaldığı sevgili, hile
yaparak benim gibi zavallıyı ağlatır.”
Sevgili, âşığı rakip ile kıskandırır:
Şimdi yirsin varub aæyâr ile şekker bâdem
Olsun ey la‘li şeker gözleri bâdâm olsun (1093/2)
“Şimdi sen başkalarıyla gidip şeker, badem yiyorsun. Olsun, ey dudağı şeker,
gözleri badem (gibi) olan sevgili olsun!”
Yukarıdaki beyitlerde sevgili tipinin genel özelliklerinden bahseden Zâtî bazen de
klasik sevgili tipinin dışına çıkarak aşağıdaki gazel örneğinde olduğu gibi gerçek
sevgilisini anlatır:
Zâtî’nin uzun boylu sevgilisi hastalanmış ve dükkânına gelememiştir:
Görünmezdi nice gündür dükkânda ol elif-kâmet
İrişmişdi mizâcına hevâdan nâgehân ‘illet (86/1)
“O uzun boylu sevgili ansızın hastalandığı için günlerdir dükkânda görünmüyordu.”
Allah’tan sıhhat gelir, âşığın gönlü ölmek üzereyken sevgili iyileşip geri döner:
Tur ey hasta göñül ölme devâsı derdüñüñ geldi
Yine ol çeşmi bîmâra ‘atâ kıldı Hudâ sıhhat (86/2)
“Dur ey gönül! Hemen ölme! Allah o gözü hasta (gibi olan) sevgiliye sıhhat verdi
de senin derdinin devası olan sevgili geri döndü.”
Gidişi ile hayatı kararan âşık için dönüşüyle her yer cennet olur, rakip ise
şaşkınlaşır:
Rakîbi cennete girmiş ite döndi dükkãnında
Kudûmından yine ol hûruñ oldı çâr-sâ cennet (86/3)
“O güzelin gelişiyle her yer cennet gibi oldu. Rakibi, dükkânında cennete girmiş
köpeğe döndü.”
Sevgili dükkâna dönünce şairin kalbi de sükûnet bulur:
Yine dükkânına geldi işine başladı dilber
Oturdı yüregüm yirine Zâtî işledi devlet (86/5)
“Sevgili yine dükkânına gelerek işe başladı. Devlet işledi yüreğim yerine oturdu.”
Divan şiirinde sevgilinin özelliklerini taşıyan ve ‘şehrin güzelleri’ olarak
tanımlanan tipler de mevcuttur. Aşağıdaki beyitlerde Zâtî onların vasıflarını sıralar.
Şairin şehrin güzellerine kavuşması mümkün değildir. Bu nedenle şair çaresizdir ve
bundan şikâyet eder:
Kime şikâyet itsem şehrüñ güzellerinden
Vaslı dirîğ iderler gâyet mahallerinden (1098/1)
“Şehrin güzellerinden kime şikâyet edeyim? Bulundukları yere ulaşmayı
yasaklamışlar.”
Âşıklar onlara baktıkça yüzlerini saklamak isterler ve ellerini yüzlerine kapatırlar:
Bakdukça yüzlerine tutarlar ellerini
Yüz tutdılar cefâya feryâd ellerinden (1098/2)
“Baktıkça ellerini yüzlerine tutarlar. Cefa etmeye başladılar, ellerinden aman!”
Tüm davranışları âşıklara eziyettir:
‘Uşşâka nakş idüb yakmakdur işleri hep
Yanub yakılmaæ oldı işüm ‘amellerinden (1098/3)
“Bütün işleri güçleri âşıklara hile yapıp onları yakmaktır. Benim işimse onların
yaptıklarından yanıp yıkılmak oldu.”
Sözleriyle cefa çektirirler:
‘Uşşâka cevr okıyle görseñ neler geçerler
Sözleri geçmez olsa bârî sakallarından (1098/4)
“Âşıklara eziyet okuyla görsen neler yaparlar? Bari sözleri başkaları tarafından
duyulmasa.”
Zâtî’nin şiirinde sevgili, güzellik unsurlarından daha çok ezasıyla, cefasıyla,
hilesiyle yer almıştır.
Âşık. Divan şiirinin ikinci önemli tipidir. Divan şiirinde âşıkla mâşuk arasındaki
duygusal dünya çoğunlukla âşığın ağzından aktarılır. Şairler, genellikle âşık tipiyle
şiirde yer alır. Âşık aşk hastalığına yakalanıp sevgili uğrunda neyi var, neyi yoksa
vermekten çekinmeyen, bu nedenle de hakir, zelil, hasta, dertli kişilerle özdeşleşen
tiptir. Sevgiliye asla ulaşamaz. Ulaşmaya çalıştıkça kötü talih veya rakip önüne engeller
çıkarır. Bu sebeple daima kendi dünyasında, hayallerle ve sıkıntılarıyla mutlu olmaya
çalışır. Onun için sevgilinin hayali, gerçeğinden yeğdir. O, aşka âşıktır. Kavuşmaktan
çok kavuşma hayaliyle mutlu olur.
Zâtî âşığı şöyle tanımlar:
Âşık odur ki sevdügi bir hûb zât ola
Zât-ı şerîfi câmi‘-i cümle sıfat ola (26/1)
“Âşık, sevgilisi bütün sıfatları bünyesinde toplamış güzel olan kimsedir.”
Âşık, sevgiliden çektiği eziyetlerin yanında, toplumda kınanan kişidir:
Ta‘ne taşın ‘âşık-ı dîvâneye turmaz atar
Zâhidi gör hâline bakmaz garâyib hâli var (230/6)
“Zâhide bakın ki kendi garip halini görmez de kınama taşını sürekli divane âşığa
atar.”
Âşığın gönlü sevgilinin eziyetiyle yıkılmıştır. Yine de sevgiliden vazgeçmez:
Gencsin ey pîr olası yık cefâ bünyâdını
Göñline gir ‘âşıkuñ gencüñ yiri vîrânedür (343/3)
“Ey ihtiyar olası sevgili! (Daha) gençsin. Eziyet binasını yık (cefa etmeyi bırak) da
âşığın gönlüne gir. Çünkü hazinenin yeri âşığın gönlü olan o viranedir.”
Âşığı diğer insanlardan ayırmak oldukça kolaydır. Çünkü onun tipik özellikleri
vardır: Sürekli ağlar, yerlerde sürünür ve gönlü paramparçadır.
‘Âşıkı andan bilürler râh-ı ‘ışk-ı yârda
Gözi sakkâ yüzi cârû vü özi ferrâş olur (316/5)
“Âşığı şundan tanırlar: Sevgilinin aşkının yolunda gözü hep yaşlı, yüzü süpürge
(gibi yerlerde) ve gönlü faraş (gibi) perişandır.”
Beli bükük, benzi sarı ve vücudu zayıftır:
Kâmetüm çeng oldı beñzüm sâz döndüm bir kıla
Dôstlar düşmanlarum da olmasun dem-sâz-ı‘ışk (660/2)
“Boyum iki büklüm, benzim sarı oldu ve zayıflayıp bir kıla döndüm. Ey dostlar!
Düşmanlarım bile aşkın dostu olmasın.”
Yoluna hâk olmaya mâni‘ olur yâruñ diyû
Nâ-tüvân cismimde ‘âşık zerrece cân istemez (567/2)
“Sevgilinin yoluna toprak olmaya engel olacak diye, âşık güçsüz bedeninde bir
miktar bile can istemez.”
Gerçek âşık âhından belli olur:
Hak budur kim Zâtîyâ âhı mecâzî ‘âşıkuñ
Şol duhânuñ ‘aynıdur yohsul ocaæından çıkar (237/7)
“Ey Zâtî! Bu bir gerçektir ki mecazi (sevgiliden karşılık görmeyen) âşığın âhı
yoksul ocağından çıkan duman gibidir.”
Yukarıda verilen özelliklerin dışında âşık tipi divan şiirinde deli, hasta, zelil, köle
gibi karakterlerle karşımıza çıkar ve bunlarla ilgili benzetmelere konu olur.
Rakîb. Divan edebiyatında âşıkla mâşuk arasına giren ve onların kavuşmasına mani
olan tiptir. Âşık için bir düşman, mâşuk için ise âşığı kıskandırma aracıdır. Sevgiliyle
yakın görünür. Onunla bir olup âşığa eziyet eder. Bu sebeple âşık ile araları sürekli
açıktır. Sevgili ne denli güzel vasıflara sahipse, rakibin de o kadar olumsuz vasıfları
vardır. Dev, adû, köpek, hasûd, şeytan, kâfir, şer, akrep, eşek, asker, bed-likâ, yüzü kara,
karga, münafık vb. olumsuz özellikler çağrıştıran kelimelerle anılır.
Rakip daima sevgili ile âşığın arasını açar:
Gelüb aæız aæıza söyleşi yürürdi habîb
Çıkageldi aæıza gelmiş işüm bozdı rakîb (68/1)
“Sevgili ile ağız ağıza gelmiş, konuşarak yürüyorduk. Rakip çıkageldi ve kıvamına
gelmiş işimi bozdu.”
Âşık, rakipten kurtulmanın yollarını arar:
Ol melek insana mâyildür be-æayet ey rakîb
Arada şeytanlıæ eylerseñ eger la‘net saña (26/5)
“Ey rakip, o melek insana çok meyillidir. Eğer arada şeytanlık yaparsan sana lânet
olsun!”
Rakip sevilmeyen biri olduğundan çeşitli hayvan vasıflarıyla aşağılanır:
Didüm rakîb neyler kuyuñda didi dil-ber
Olur eşek başından bostanlara oyuklar (461/5)
“Rakibin mahallende ne işi var dedim. Dedi onun eşek başı (gibi yetkisi
önemsenmez ve on)dan bostanlara oyuk yapılır.”
Ceng idicek nigâr içün biri biri ile ‘âşıkân
Araya girme ey rakîb at depişür eşek ölür (325/4)
“Ey rakip! Âşıklar sevgili için birbiriyle kavga ettiklerinde araya girme. Atların
tepişip arada eşeklerin ölmesi gibi sen de ara yerde ölürsün.”1
Zâtî’nin gazellerinde karakterize edilen sosyal hayattaki diğer tipleri şöyle
sıralamak mümkündür:2

Pâdişâh. Padişah, Osmanlı’nın hiyerarşik düzeni içinde en üstte yer alan kişidir.
Şah, sultan, zıllullah gibi isimlerle de anılır. Hem Allah’ın dinini yeryüzünde temsil
eden hem de devleti yöneten kişi olarak dinî ve siyasî otoritenin başıdır. Divan şiirinde
bulunduğu konum gereği sevgiliyle özdeşleşir. Güç, otorite, ihsan, ulaşılmazlık,
dokunulmazlık, ihtişam her ikisinin de ortak vasıflarıdır.
Zâtî gazellerinde padişah tipini genellikle dış görünüş itibariyle ele alır:

1 Bu konudaki diğer beyitler: (91/4), (97/3), (166/3), (179/5), (189/2), (193/3), (208/1), (215/4), (261/4), (263/3), (269/1), (302/2),
(310/7), (321/3), (393/2), (462/4), (496/4), (500/4), (511/4), (517/2), (518/4), (524/3), (526/1), (526/3), (529/3), (530/5), (537/15),
(542/1), (560/5), (560/6), (575/2), (579/2), (608/4), (639/3), (687/6), (691/5), (704/3), (705/5), (716/1), (750/5), (809/2), (812/6),
(970/4), (1112/4), (1031/3), (1050/4), (1108/4), (1162/2), (1218/2), (1224/6), (1225/7), (1279/1), (1304/2), (1306/2), (1327/4),
(1337/4), (1339/3), (1357/6), (1399/2), (1417/5), (1425/3), (1434/5), (1526/1), (1579/5), (1629/6), (1649/4), (1665/6), (1686/3),
(1686/4), (1693/4), (1702/3), (1705/4), (1739/1), (1747/4), (1823/3).
2 Genelde divan şiirinde, özelde Zâtî’nin gazellerinde sosyal hayattaki tipler sayıca fazla ve başka bir çalışmaya konu olabilecek kadar
kapsamlı olduğundan burada temel tiplerle yetinildi.
Şâh-ı ‘ışkam başuma jülîde mû efser yeter
Cild-i zerd-i cism-i bî-tâkat kabâ-yi zer yeter (476/1)
“Ben aşk padişahıyım! Başıma karışık saç benim için taç olarak; güçsüz
vücudumun sarı teni de altınlı kaftan olarak yeter.”
Bu beyitte padişah başında tüylü bir taç, sırtında altınlı kumaştan yapılan kaftan
veya cübbesiyle öne çıkar. Beyitte âşık, bir tezat olarak abdal görünümünde olup aynı
zamanda aşk ülkesinin padişahıdır. Dolayısıyla onun dağınık saçı, padişahın başındaki
tüylü taç, hastalıktan sararmış vücudu onun altınla işlenmiş kaftanı veya cübbesidir.
Beyitte alışılmadık bir durum söz konusu olup, padişahın günlük hayatta kullandığı
kıyafetiyle abdal bir âşığın görüntüsü özdeşleşmiştir.
Seferde yaşadığı kırmızı atlas çadırdan tanınır:
Baña nisbet âteş-i âhında nâ-peydâ olan
Bir kızıl otâğ içinde memleket sultânıdur (269/2)
“Bana nisbetle senin âh ateşinde görünmez olan kırmızı çadır içindeki kişi, ülke
padişahıdır.”
Padişahlar seferlerde kendileri için kurulan ihtişamlı çadırlarda konaklarlar. Sarayı
andıran ve kırmızı atlas kumaştan yapılan çadır, hükümdarlık çadırı olarak bilinir ve
padişahı temsil eder.
Savaşlarda kumandandır:
Yüz tutub eflâke ‘âşık ‘ışk ile âh eylese
San havâyî topu kat kat kal‘aya sultân atar (271/4)
“Âşığın feleklere yüzünü döndürerek aşkla âh etmesi, sanki bir padişahın kat kat
(yüksek) olan bir kaleye top atması gibidir.”
Toplumun lideri olduğundan çaresiz durumda olanlar ona şikâyete giderler:
Yakam çâk eyledüm ol şâha karşu
Şikâyet itdüm aña geñ yakadan (1027/2)
“O padişahın karşısında yakamı yırttım. Ona uzaktan şikâyette bulundum.”
Abdâl-kalender3. Dinî ve tasavvufî tipler, sosyal hayatta yer alan diğer karakterler
olup Zâtî’nin divanında değişik benzetmelerle yer alır. Kendilerine has özellikleriyle
şiire yansıyan bu tipler, aynı zamanda Osmanlı toplumunun çok renkliliğinin bir
göstergesidir. Abdal sözlükte “dünyadan habersiz, safderun, alık kişi” demektir. 4
3 Zâtî’nin gazellerinde bazen “abdal” bazen de “kalender” olarak karşımıza çıkan bu terim, tasavvufun yanı sıra tarih, dinler tarihi ve
etnografyanın da konusu içine giren çok yönlü bir fenomene işaret etmektedir. Bu nedenle “abdal” burada, terim anlamından ziyade,
şiire yansıyan yönü ile işlenecektir.
4 Orhan F. Köprülü, “Abdal”, DİA, I, 61. Abdal, “bedil” kelimesinin çoğulu olup “dünya ile ilgisini kesip Tanrı’ya bağlanmış derviş”
anlamındadır. “Bedel” veya “bidl” kelimesinin çoğulu olup inanışa göre “Allah’ın kendileri ile dünyanın varlığını devam ettirdiği
belirli kişiler” anlamına gelir ki bunlar toplam 70 kişi olup 40’ı Suriye’de, 30’u ise farklı yerlerde yaşamaktadır. Bunlardan biri vefat
ettiğinde yeri, insanlar arasından seçilecek olan bir başkası ile doldurulur. Ayrıca “keşiş, avare, birinin yerine geçen kimse” anlamına
da gelir (F. Steingass, Persian-English Dictionary, Librairie du Liban, Beirut 1944, s. 164). Bir başka tanıma göre ise “bedel”in çoğulu
olup “beşerî sıfatları Allah’ın sıfatlarına tebdil eden velî kişi”ye verilen isimdir (A. Talât Onay, Eski Türk Edebiyatı’nda Mazmunlar
ve İzahı, haz. Cemal Kurnaz, MEB, İstanbul 1996, s. 66). Bunlardan başka abdal, tasavvuftaki ricâlü’l-gayb nazariyesine dayanan bir
terimdir (M. Fuad Köprülü, “Abdal”, Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi, I, 24). Abdal terimi ile müteradif olan kalender, “dünyadan
elini eteğini çekip başıboş dolaşan kimse ya da derviş” demektir. Bir başka tanıma göre ise “saç ve sakalı metruş, eş, arkadaş ve eşya
gibi dünyaya ait her şeyi terk etmiş, gezgin müslüman derviş”, “kaba kimse”, “şarap içen kimse”, “çadır perdesi” ve metaforik olarak
da “gerçeği söyleyen dürüst kişi” anlamındadır (F. Steingass, Persian-English Dictionary, Librairie du Liban, Beirut 1944, s. 164).
Istılahta ise, İslâm dünyasında yaklaşık XI. yüzyıldan itibaren görünmeye başlayan
yaşadığı toplumun nizamına karşı çıkarak dünyayı önemsemeyen ve bu düşünce tarzını
günlük hayat anlayışlarıyla da açığa vuran bir tasavvuf akımı olan Kalenderîlik
mensuplarına verilen addır. Tarih içinde müstakil bir kavram olmaktan âdeta çıkmış
olan bu kelime kalender, ışık, torlak gibi kavramlarla iç içe geçmiş ve daha genel bir
ifadeye bürünmüştür.5 Tarihî ve edebî kaynaklarda abdal ve kalender kavramlarının
XVI. ve XVII. yüzyıllarda sıkça kullanılmış olmasına dayanarak6 bu zümrenin Zâtî’nin
dönemindeki [1471-1546] mevcudiyetlerinin yaygın olduğunu söylemek mümkündür.
Bu zümre Zâtî’nin şiirlerinde daha ziyade dış görünümleriyle karşımıza çıkar. Şaire
göre bunlar, riya vesilesi olan her türlü gösterişten uzak kalmayı tercih edip aşk yolunda
ilerlemek isterler. Bu yüzden alışılmış sûfî kıyafetiyle bağdaşmayan bir görüntü arz
etmeyi kendilerine şiar edinirler.
Başları çıplaktır:
Terk idüp tâc u kabâyı baş açık abdâl olub
Hânikâh-ı ‘ışka mihmân olmağ ister göñlümüz (23/3)
“Gönlümüz, taç ve kabayı terk edip başı açık bir abdal olarak aşk hanına misafir
olmayı arzular.”
Taylesân u tâcı vü misvâki itdük rehn-i mey
Baş açık bir lâ-übâliyüz riyâ hâcet degül (862/3)
“Taylasanı, tacı ve misvağı içkiye rehin verdik. Biz baş açık bir abdalız, bize riya
gerekmez.”
İlk beyitte şair, abdalların her türlü riya alâmetini terk ederek aşk yolunda
samimiyetle ilerlediklerini, biraz da övgü ile söyleyerek (anlatarak) , kendisinin de bu
konuda onlar gibi olmak istediğini ifade eder. Beyitlerde geçen taç, kaba, taylasan ve
misvak sûfîlere özgü kıyafetler olup bir anlamda onların alâmet-i fârikalarıdır. Birinci
ile yaklaşık aynı mânayı ifade eden ikinci beyitte, abdalların zâhirî kıyafetlere
ehemmiyet vermediklerini, bunları ellerinin tersiyle itip dünya ve dünyaya ait her
şeyden el çekerek ebedî olana, yani aşka itibar ettiklerini öğrenmekteyiz. Bu istiğna
hali, hem maddî hem mânevîdir. Kısaca abdallar ne riyaya neden olabilecek bu
kıyafetleri ne de bu kıyafetlerin getireceği itibarı isterler. Onların dünyasında dış
gösterişe yer yoktur. Bu beyitlerde şair aynı zamanda üstü kapalı olarak divan şiirinde
genelde riyakârlıkla itham edilen sûfîleri eleştirmektedir.7
Kalenderîler ve abdalların prensipleri arasında sayabileceğimiz fakr ve tecerrüd
esasının bir gereği, dünya ve dünyaya ait ne varsa her şeyden sıyrılmaktır. Bunun bir
göstergesi olarak abdallar yalınayak, saçları tıraşlı ve vücutları çıplak bir halde, yalnızca
bellerine tennûre denilen bir posteki bağlayarak dolaşırlardı.8
Zâtî âşıkların kalender dervişi görüntüsüne büründüklerini söyler:
Yürürler baş açuk yalın ayak ‘uryân olup Zâtî

5 A.Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler, TTK, Ankara 1992, s. 85; geniş bilgi için bkz. a.e., s. 85-
87.
6 Köprülü, “Abdal”, a.g.e., I, 28.
7 Geniş bilgi için bkz. A. Atillâ Şentürk, Klâsik Osmanlı Edebiyatı Tiplerinden Sûfî yahut Zâhid Hakkında, Enderun, İstanbul 1996, s.
32.
8 A. Talât Onay, a.g.e., s. 66.
Saçı meftûli abdal eyledi çendânı dervişüñ (781/5)
“Ey Zâtî! Dervişin saçının perçemi onları o kadar abdal etti ki, (onlar) baş açık,
yalınayak ve çıplak olarak yürürler.”
Bir başka prensip ise, “çihâr-darp” denen saç, sakal, bıyık ve kaşların tamamen tıraş
edilmesidir ki Kalenderî zümreleri bunu farklı farklı uygulardı. 9 Zâtî, abdalların bu
belirgin özelliklerini bir nasihat olarak sıkça vurgular:
Ta‘alluk hattını dilden trâş eyle kalender-vâr
Kimesne dimeye tâ kim gözüñ üstinde kaşuñ var (146/1)
“(Dünyaya olan) ilgiyi hatırlatan kalender gibi sakalını gönülden kes ki kimse
gözünün üzerinde kaşın var demesin.”10
Abdallar temel ihtiyaçları için gerekli olan malzemeleri beraberlerinde taşırlardı.
Meselâ, keşkülün yanında bellerinde bir de tahtadan yapılmış büyük, sapına aşık kemiği
asılmış sarı bir kaşık bulunmaktaydı. 11 Zâtî bir başka beytinde şiirin, abdalların taşıdığı
cür‘adanın içindeki esrar kadar etkili olduğunu söyleyerek benzetme yoluyla kendi şiir
gücünü ifade eder:
Hokka-i ‘âlemde sen bir turfa ma‘cûnsın velî
Cur‘adân-ı nazmuñ içre Zâtîyâ esrâr var (143/7)
“Ey Zâtî! Dünya hokkası içinde sen taze bir macun gibisin. Senin şiirinin içinde
esrar var.”
Zâtî’nin bazı beyitlerinde de cür‘adân-esrar-hayran birlikte kullanılarak âşıkların
ruh hali ile abdalların ruh hali arasındaki benzerlik söz konusu edilir. Aynı zamanda
şairin yaşadığı dönemin eşya kültürüne de atıf yapılır:
Cur‘adân-ı sînesi esrâr-ı ‘ışkuñdan tolu
Adı Zâtî kendüzinden bî-haber bir bengi var (225/5)
“Göğsünün cür‘adânı aşkının esrarıyla doludur. Adı Zâtî’dir, kendisinden
habersizdir ve esrarı vardır.”12
Muhtelif Kalenderî zümrelerinin “raks”, “semâ”, “ateş âyini”, “muharrem ayı
âyini”, “hacc-ı ekber” denilen kurban bayramı âyinleri vardır. Bu âyinlerin en önemli
tarafı dervişlerin, esrarın etkisiyle vecde gelerek kendilerini yaralamalarıdır. 13 Aşağıdaki
beyitte şair, feleği sevgili uğrunda abdal bir derviş gibi gece gündüz dönen birine
benzetir:
Dâğı encüm mâh-ı nev na‘li güneş meftûlüdür
Rûz u şeb eyler sema‘ abdâluñ olmuştur felek (683/3)
“Felek (gökyüzü) (senin) abdalın olmuş gece gündüz semâ yapmaktadır
(dönmektedir).” Yıldızlar yarası, (hilâl şeklindeki) yeni ay nalı, güneş de perçemidir.
9 Örneğin Haydarîler bıyıklarını kesmez ve başlarında bir tutam saç bırakırlarken, Câmîler saçlarını uzatıp diğer yerleri kazırlar
(A.Yaşar Ocak, a.g.e., s. 164-168).
10 Bu konudaki diğer beyitler: (174/2), (240/2), (356/2), (599/5), (872/2), (878/5), (883/3), (1018/3), (1344/4).
11 M. Fuad Köprülü, “Abdal”, a.g.e., I, 30.
12 Bu konudaki diğer beyitler: (997/39), (1038/5).
13 Ocak, a.g.e, s. 171-180. Köprülü’nün Avrupalı seyyahlardan nakille:“(...) Abdallar cuma günleri tekkelerine yakın bir yerde toplanıp
yemek yerler, yemekten sonra dua ederler, esrar çekerler ve bir odun yığınının etrafında el ele dans edip ilâhiler okurlar, bıçakla
kollarında ve göğüslerinde yaralar açarlar, resimler yaparlar, sonra yaralarına kızgın kül ve üstüne de sünger koyarlar, yaraları derhal
iyileşir...” demektedir (Köprülü, a.g.e. I, 32). Abdalların vücutlarında yer yer âyinlerde açtıkları yanık yara izlerinin yanı sıra kiminin
bedenlerinde Hz. Ali’nin adı, kimininkinde zülfikar,veya yılan resmi bulunmaktadır (A. Yaşar Ocak, a.g.e., s. 115).
Beyitte bir abdal dervişle (ve) felekler görünüm ve yaptıkları hareket itibariyle
birbirine benzetilmiştir. Bu beyitte abdal şairin hayal dünyasını şekillendiren kişidir.
Kendilerinden geçen abdal âşıklar vücutlarını yaralar :
Didüm kim ‘ışkuña biñ dâğ yakdum
Gülüb didi ki sen abdâl imişsin (1146/4)
“Aşkın yüzünden bin tane yara açtım dedim. Gülerek aptalmışsın dedi.”
Yukarıdaki beyitlerden de anlaşılacağı üzere abdal ve kalender tipi hayalî mitolojik
olmaktan çok, tarihî bir fenomendir. O günün toplumunda var olan ve giyinişleri, inanç
ve davranışlarıyla halk arasında şöhret bulan gerçek tiptir.14
Divan şiirinde abdal, genel anlamda hem giyinişi hem de psikolojik durumu
itibariyle âşık ile özdeşleştirilir (bkz. Resim 2).
Şeyh. Arapça “ihtiyar” anlamına gelen şeyh kelimesi bir toplumun büyüğüne, bir
kabilenin başkanına ve tarikatlarda derviş yetiştirme icâzeti olan kişilere verilen addır. 15
Şeyh daima öğretici konumdadır. Ona itaat edilir, mânevî olarak ondan güç alınır.
Şeyhlerin etrafında her kesimden insan toplanır ve ondan himmet umarlar:
Eyle ey şeyh ‘avâm içre beni ehl-i havâss
Okuyup ol püser ile ideyin sohbet-i hâss (614/1)
“Ey şeyh! Beni okuyup halk arasında havas ehli yap da o oğlan ile sohbet edeyim.”
Sevgiliye kavuşmak için her yolu deneyen âşık, beyitte onunla konuşmaya fırsat
bulmak için şeyhten himmet bekleyen biridir. Şeyh ona okuyacak, himmet edecek; o da
havas ehli arasına girip sevgili ile konuşabilecektir. Sevgiliyle görüşmenin normal
yollarla mümkün olmadığını bilen âşık, şeyhin mânevî gücünden yardım umar.
Şeyh keramet gösterir:
Ol serv-kâmet ehl-i velâyet degil midür
Su gibi her vilâyet ayagına akdılar (153/3)
“O selvi boylu güzel vilâyet ehlinden olmalı ki her ilin insanı su gibi ayağına kadar
akıp geldi.”
Bölümün başında da ifade ettiğimiz gibi divan şiirinde tipler, kendi karakteristik
özellikleriyle yer aldıkları gibi başka tiplerle olan ortak yönleriyle de anılırlar. Örneğin
bu beyitte sevgili, âşıklarını farklı yerlerden toplayıp getiren şeyh tipi ile özdeşleşmiştir.
Beyitte aynı zamanda selvi ağacı-su ilişkisi dikkati çeker. Bilindiği gibi selvi ağaçlarının
diplerinde su birikintisi olur. Buna göre uzun boylu sevgili, selvinin suyu dibinde
toplaması gibi bir velî kerametiyle müridlerini etrafında toplamıştır.
Şeyh, huzurunda kalbin korunması gereken kişidir. Aynı zamanda ona güvenmek
gerekir. O, şaşırıp uygunsuz bir şey söylese bile kalp, ona karşı edepsiz ve hürmetsiz
sayılabilecek düşüncelerden sakınmalıdır:
Katre-veş şeyh kadirsüzlük idüb söylerse

14 Abdalların diğer özellikleri şunlardır: “Ellerinde daire ve kudüm bulunup zaman zaman bunları çalarak ve yanlarında bulundurdukları
boynuzları öttürerek gruplar halinde dolaşırlar. Bir omuzlarında Ebû Müslimî nacak denen bir balta, ayrıca şücâî çomak dedikleri uzun
ve bir ucu kıvrık asâ taşırlar, bir yanlarında birinin içinde esrar, diğerinin içinde yakmak üzerer kav ve çakmak koydukları iki cür‘adân,
diğer yanlarında ise kuşaklarına asılı birer keşkül bulundururlar” (A. Yaşar Ocak, a.g.e., s. 115).
15 Abdülbaki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkilap ve Aka, İstanbul 1977, s. 317.
Gelmesün kalbe keder katrece deryâ olalum (967/4)
“Şeyh hata edip zerrece kötü bir şey söylese bile, kalbe en küçük bir üzüntü
gelmesin. Biz deniz gibi (geniş) olalım.”16
Mürîd, Dervîş ve Sâlik. Mürid, derviş ve sâlik tasavvuf yoluna ve terbiyesine
girmiş kimselerdir. Bu kavramların birbirinden farklı tanımları olmakla beraber, bazıları
şöyledir: Mürid bir şeyhe intisap edip, onun gözetiminde tasavvuf yolunda ilerleyen
kimsedir. Derviş, “fakir dilenci, dünyadan yüz çeviren” anlamlarındadır. Sâlik ise mâna
olgunluğunu elde etmek üzere tasavvuf yoluna giren kimseye denir.
Şeyhten el alır, dervişlere takılan tacı (takke) giyer:
Tâc geymiş almış el el üzre tutar añı şeyh
Ol civân olmış bu gün bir şâh-bâz-ı tâc-dâr (139/3)
“Taç giyip (bir şeyhten) el almış. Şeyh onu el üzerinde tutuyor. O güzel, bugün bir
taçlı şahin olmuş.”
Keramet gösterir:
Bu kerâmet az mıdur kim sâlik-i eşküm benüm
Göz yumup açınca dünyâyı gül ü gülzâr ider (238/3)
“Benim göz yaşı sâlikim (sâlike benzeyen göz yaşım) göz yumup açıncaya kadar
dünyayı gül ve gül bahçesine döndürür. Keramet olarak bu az mı?”
Âşık göz yaşını bir dervişe, bir sâlike benzeterek çok kısa bir zamanda dünyayı bir
gül bahçesine çevirme kerametini gösterdiğini söyler. Ancak gerçekte göz yaşı
ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerinden kanlı akar. Âşığın bütün dünyayı kırmızı
görmesinin nedeni budur.
Dervişlere mahsus olan nemedi (keçe, kebe) giyer:
Âyîne nemedde yaraşur ey yüzi mir’ât
Gir Zâtî dervîş ü fakîrüñ nemedine (1419/7)
“Ey yüzü ayna gibi olan Zâtî! Fakirin ve dervişin keçesinin içine gir. Çünkü ayna
keçede yaraşır.”17
Beyitte dervişlik alâmeti olarak nemed gösterilmiş, aynı zamanda aynaların keçe
içinde saklanma âdetine işaret edilmiştir.
Gözden ırak yerlerde halvete çekilirler:
Künc-i mey-hâneyi halvet kadehi tâc idinüb
Rindler pîr-i harâbâta mürîd oldı yine (1244/5)
“Meyhâne köşesini halvet, kadehi taç edinen rindler, meyhânenin pîrine yine mürid
oldular.”18
Tasavvuf terimleri ile kurulan bu beyitte meyhâne tekkeye, rindler dervişe, pîr
mürşide, kadehler de dervişlerin tacına benzetilmiştir. Divan şiirinde sıkça başvurulan
bu benzetme, âşıkların ve sarhoşların ruh hallerinin birbirine benzemesinden
kaynaklanır (bkz. Resim 3).

16 Bu konudaki diğer beyitler: (75/3), (1402/2), (1814/8), (1195/4).


17 Bu konudaki diğer beyitler: (1659/2), (318/6), (1374/5), (781).
18 Bu konudaki diğer beyitler: (759/1), (116/5), (616/2), (314/3).
Sûfî. Sûfî, en genel anlamıyla, dinin bâtınî yorumu ile ilgilenen İslâm mistiğidir. Bir
görüşe göre Allah huzurunda ilk safta yer aldıkları için onlara sûfî denir.19
İbadetlerini aksatmazlar:
‘Arz-i dîdâr eyleseñ kuyuñda varmaz ey sanem
Sûfî mescidden yaña rühbân kilisâdan yaña (45/3)
“Ey put kadar güzel sevgili! Eğer sen onun (sûfînin ve ruhbanın) mahallesinde
yüzünü göstersen, ne sûfî mescide ne de ruhban kiliseye gider.”
Âşığa göre, sevgili bir sûfîyi mescidden, ruhbanı da kiliseden alıkoyacak
güzelliktedir. Sevgiliyi bir kez görenler ibadeti bırakıp onun peşinde koşarlar.
Riyakâr olurlar:
Gel al elüñe ayagı terk eyle riyâyı
Sâfî gerek ey sûfî safâ ehline meşreb (58/2)
“Ey sûfî! Gel riyayı bırak eline kadehi al. Saf (temiz) meşrepli olanlara şarap
gerekir.”
Şair sûfîyi yeterince samimi bulmayarak ona şarap teklif eder. Çünkü ona göre, safa
ehlinin gönlünde yatan asıl istek budur.
Riyâ ile geçürdüñse eger tesbîhi ey sûfî
Ne farkı var anuñ pîr-i mugân zünnâr sevmekden (1197/4)
“Ey sûfî! Eğer tesbihi riya ile çektinse o zaman bunun pîr-i muganın zünnarı
sevmesinden ne farkı olabilir?”
Bu beyitte de şair, sûfîyi riyakâr davranmamaya davet eder.
Zâhid. Zâhid, aşırı dindar, şüpheli şeylerden çekinen ve dinin zâhirî yorumuna
bağlı kalan kimse demektir. Dinin zâhirî yorumuna itibar etmesi dolayısıyla, şiirde katı
ve dar görüşlü insanlar olarak resmedilir. Aynı zamanda zâhirde dindar geçindiği halde
fırsat buldukça nefsine uymayı ihmal etmeyen bu tip, bitip tükenmek bilmeyen vaaz ve
nasihatlerle insanları günahtan korumaya çalışan (!) sahte dindar olarak tanımlanır.20
Açıktan günah işleyenleri sürekli kınar:
Ta‘n itme zâhidâ aña olmış bu diyû mest
Görmez hele riyâ yüzini rind-i mey-perest (78/1)
“Ey zâhid! Onu sarhoş olmuş diye kınama! Sürekli içki içen rind, riyanın yüzünü
tanımaz.”
Beyitte şair, içki içenleri kınayan zâhide, onların riyakâr davranmadıklarını
söyleyerek bu davranışından zâhidi vazgeçirmeye çalışır.
Zâhid, sûfînin tersine, cennete ulaştıran yolun sadece ibadetle olacağını düşünür:
Sanur ‘ameli nâsuñ olur mûcib-i cennet
Zâhid tayanur zühdine ol da ‘amelidür (157/6)
“Zâhid insanların amelinin cennete girmelerine vesile olacağını zanneder. Zâhid
ameline güvenir, o da onun amelidir.”

19 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber, Ankara 1997, s. 650.
20 Geniş bilgi için bkz. A. Atillâ Şentürk, Klâsik Osmanlı Edebiyatı Tiplerinden Sûfi yahut Zâhid Hakkında, Enderun, İstanbul 1996, s.
36-75.
Ne kadar dindar görünürse görünsün yine de fırsatını bulduğunda günah işlemekten
kaçınmaz. Bundan dolayı da şair sevgilisine şöyle seslenir:
Eyleseñ zâhid-i sad-sâleye ger arz-ı cemâl
Başı üzre saña yir eyleye misvak gibi (1545/6)
“Yüzyıllık zâhidlere cemâlini göstersen, misvak gibi başının üzerinde sana yer
gösterir.”
Beyite göre, uzun yıllar zühd içinde yaşamış bile olsa zâhid bir güzelin cemâlini
görünce ona meyleder. Beyitte aynı zamanda misvak ve kamış gibi eşyaların sarıklara
konulması âdetine işaret edilmiştir.
Vâiz. İnananlara görevlerini hatırlatmak üzere camilerde vaaz veren kimselere
denir. Amaçları insanları bilgilendirmek, bunun yanı sıra onlara özellikle dinî
görevlerini hatırlatıp onları ikaz etmektir. Yaptıkları vazife karşılığında aldıkları hizmet
ücretine de vaiziyye denir. Divan şiirinde ise vaiz, insanlara vaaz edip onları günahtan
sakındırmaya çalışırken bunda ileri gittiği düşünülerek kınanan kişidir.
Âşıkları kınar:
Dil-rübâlar yolına cânlar viren ‘âşıkları
Lûtf idüb zemm eylemezseñ vâ‘izâ rahmet saña (25/3)
“Ey vaiz! Eğer lutfedip de canlarını sevgililer uğruna veren âşıkları kınamazsan
sana rahmet olsun.”
Bazı dinî yasakları vurgular:
Men‘ idermiş meyden ey Zâtî kamu dil-hasteyi
İstemez mi yohsa vâ‘iz göñlümüz hôş olduæın (1107/5)
“Ey Zâtî! Vaiz, gönülleri hasta olan bütün insanları içkiden men ediyormuş. Yoksa
vaiz gönlümüzün hoş olmasını istemiyor mu?”
Bu yasakları şairler tarafından kınanır:
Mey içüb mest olanı öldürmelüdür dir imiş
Vâ‘ize billâhi diñ hadden tecâvüz itmesün (1108/2).
“Vaiz, şarap içip sarhoş olanları öldürmeli dermiş. Ona söyleyin de haddi aşmasın!”
Kürsüdeki ağlamaklı haliyle dindar bir kadına benzer:
Koyub ser minbere vâ‘iz gözi olanda aælamsar
O bir hoş âhiret hatunıdur geh-vâre yasdanmış (583/2)
“Vaiz başını minbere koyup ağlamaklı olduğu zaman, beşiğe yaslanmış bir âhiret
hatunu gibidir.”
Rinde karşı kibirlenir:
Ta‘n idüb rinde büyüklenmez idi kuh gibi
Zâtîyâ vâ‘iz-i ‘âmide eger olmasa kurd (120/5)
“Ey Zâtî! Eğer vaizde kurt olmasaydı rinde karşı dağ gibi büyüklenmez ve onu
ayıplamazdı.”
Vaazlarında dinî kıssalar anlatır:
Hüsn-i Yûsuf kıssasın ko vasf-ı yâri eyle ter
N’eylesün ‘âşık senüñ vâ‘iz kuru efsâneñi (1768/6)
“Ey vaiz, güzel Yûsuf kıssasını bırak da sevgilinin vasfını tazele. Âşık senin kuru
efsaneni ne yapsın?”21
Güzel ve güzellik konusunda âşıkla karşı karşıya kalan vaizden geçmişe ait
hikâyelere boşverip âşığın ilgilendiği gerçek güzellerden bahsetmesi beklenmektedir.
Müslüman-Kâfir. Müslüman, İslâm dinine mensup kişilere denir. Kâfir ise
müslüman olmayan kişilerin genel adıdır. Her iki tip, Zâtî’nin gazellerinde terminolojik
anlamlarından ziyade sırasıyla “insaflı” ve “insafsız” anlamlarına gelen mecaz
mânalarıyla yer alır. Müslüman insaf eden, acıyan, merhameti olan; kâfir ise en çok
eziyet eden, insafı olmayan, acımasız demektir. Bu yönüyle sevgili ve rakip kâfire
benzetilir.
Rakibin âşığa davranışı, bir kâfirin bir müslümana olan davranışına benzer:
Mü’minlere nigârâ kâfirler eyler ancak
Zâtî garîbe ki anı dâ’im rakîb eyler (389/5)
“Ey sevgili! Garip Zâtî’ye rakibin ettiği (eziyeti) ancak kâfirler müslümanlara
eder.”
Şu zecr ü kahrı kim ‘âşıklara dâyim rakîb eyler
Müselmâna anı sanma ki kâfir ey habîb eyler (219/1)
“Ey sevgili! Rakibin âşıklara yaptığı eziyeti, bir kâfirin bile müslümana yapacağını
zannetme!”
Rakipten çok eziyet eder şair insaflı birini yardıma çağırır:
Araya alub rakîbân baña çok zulm itdiler
Çagırıb didüm ki şunda bir müselmân yok mıdur (196/2)
“Rakipler araya alıp bana çok zulüm ettiler. Bağırıp, ‘Burada bir müslüman yok
mudur’ dedim.”
Müslüman, beyitte terim anlamından çok “insaflı” anlamında kullanılmıştır.
Osmanlı Devleti farklı din, dil ve ırktan insanı bir arada barındıran bir toplumdu.
Gayri müslimler kanunlar önünde müslümanlardan farklı bir statüde tutulur ve ona göre
muamele görürlerdi. Aynı şekilde sosyal hayatta da onları gerek kıyafetleri gerek dilleri
ve dinî ritüelleriyle müslüman halktan ayırmak mümkündü. Gayri müslimler arasında
sayılabilecek tiplerden biri yahudidir.
Ol ki cân virmez revân ol bûse-i femden kaçar
Bir yahûdidür kim ol ‘Îse-bn-i Meryem’den kaçar (276/1)
“O can vermeyip, sürekli dudağının busesinden kaçar. O Meryem oğlu Îsâ’dan
kaçan bir yahudidir.” Yahudi tipi burada canını sevgiliden esirgeyen birine
benzetilmiştir.
Papaz, Zâtî’nin gazellerinde geçen bir diğer gayri müslim tipidir ve hıristiyan din
adamlarına verilen isimdir. Daha çok güzellerle yakından ilgilenen (put olmalarından
dolayı) kişi olarak bilinir.

21 Bu konudaki diğer beyitler: (24/5), (320/5), (568/8), (579/3), (583/2), (863/4).


Cân virür sôfî büt-i sîmîn-bedenler öpmege
Yok mı bir papazca papaz asnâmı öper (355/4)
“Sûfî beyaz tenli putları öpmek için canını verir. Putları öpen doğru dürüst biri gibi
papaz yok mudur?”
Deli, Dîvâne. Aklî dengesi yerinde olmayan meczup kişiye deli ya da divane denir.
Âşık ile aralarında kılık kıyafet ve davranış bakımından benzerlik bulunduğundan deli,
divan şiirinde genellikle âşığın yerine kullanılan bir istiaredir. Bir tür hastalık olarak
görülen delilik, tedavi gerektirir. Deliler, hastahanelerde şifa bekleyen kişiler olarak
karşımıza çıktıkları gibi, bazen de kalabalık yerlerden ve toplumdan kaçarak kendi
âlemlerinde yaşayan kişiler olarak görülür.
Deliler zincirle bağlanır:
Her tarafdan reglerüm zencîre çekmişdür beni
Olalı dîvânesi yâruñ saçı sevdâsınuñ (749/2)
“Sevgilinin saçının karasının (aşkının) delisi olduğumdan beri, vücudumda
damarlar (gibi göz yaşlarım) beni her taraftan zincirlemiştir.”
Sevgiliye olan aşkından dolayı âşık deli olmuştur. Deliler zincire bağlanır. Bu
onların kendilerine ya da başkalarına verecekleri zararı önler. Bu beyitte de sevgilinin
saçının sevdası (karalığı) âşığı deli etmiş, damarlara benzeyen göz yaşları onu
zincirlemiştir. Sevda kelimesi beyitte hem aşk hem de karalık anlamında tevriyeli olarak
kullanılmıştır.
Sevgiliden medet umarak onun kapısına koşmak gibi mantık dışı davranışlarda
bulunur:
Bu gün dîvân-ı şâha eşk-i çeşmüm dökerek vardum
Görenler didi zencîr ile geldi yine dîvâne (1320/2)
“Bugün padişahın (sevgilinin) divanına göz yaşı dökerek gittim. Görenler, ‘Deli
yine zincirle geldi’ dediler.”
Bütün gece uyumazlar, dolaşıp dururlar:
Her gice encüm gibi göz yummayub seyreylerem
Şehr için dîvâne-veş ol mâh-ı tâbân şevkine (1386/2)
“O dolunay gibi güzel sevgilinin aşkı yüzünden her gece göz yummadan yıldızlar
gibi şehir içine çıkarak deli gibi geziyorum.”
Gönülleri daima yaralıdır:
N’ola göñülden tokınsañ göñlüme ey seng-dil
Dil-rübâlar şimdi mi taş urdılar dîvâneye (1388/3)
“Ey taş kalpli sevgili! Gönlüme içten dokunsan ne olur ki? Gönül çalan güzeller
deliye bir tek şimdi taş vurmadılar ki!”
Bu beyitteki taş vurmak ifadesi hem maddî anlamda taşlamak, hem de kalbi
yaralamak mânasındadır.
Çocuklar onları zavallı bulup taşlarlar:
Bunca yıldur taş urur etfâl ben dîvâneye
Dimedi bir gün hey incitmeñ benüm abdâlumı (513/2)
“Bunca yıldır çocuklar benim gibi aşk delisine taş vuruyorlar. (O sevgili) Bir gün
bile, ‘Hey! Benim abdalımı incitmeyin!’ demedi.”
Gerçekleşmeyecek hayaller peşindedirler:
Dem-be-dem dil şerbet-i vasluñ umar dîvânenüñ
Olur efkâr-ı muhâl ey dil-sitân eglencesi (1814/3)
“Gönül durmadan vuslatının şerbetini istemektedir. Ey gönül çalan! Delinin
eğlencesi, olmayacak fikirlerdir.”22
Esir, Köle. Hukukî, iktisadî ve sosyal bakımlardan hür insanlardan farklı ve aşağı
statüde bulunan kimseye köle denir. Bu kelime bazı yerlerde kul olarak da karşımıza
çıkar. Osmanlı’da kadın köleler için karavaş, bende, halayık, kadın köle, esir gibi
kelimeler de kullanılmıştır.23
Divan şiirinde efendilerinin yanında yürümeleri ve siyah renkli olmalarıyla öne
çıkarlar:
Varub ben bir siyeh kul olmaæiçün âsitânuñda
Efendi cismümi taşlarla dögmekden siyâh oldum (969/5)
“Ey efendi! Ben senin eşiğinde siyah bir köle olabilmek için bedenimi taşlarla
döverek kararttım.”
Oğlanlar (Şehir Oğlanı, Yumış Oğlanı, İç Oğlanı). “Şehir oğlanı” tabiri
Gelibolulu Mustafa Âlî’nin ifadesinden anlaşıldığına göre sarayın şehir gençleri için
kullandığı bir deyimdir. Devlet hizmetinde yetişmemiş, kapı ve eğitim görmemiş, işini
bilen, bıçkın, haylaz genç anlamına gelmektedir.24 Zâtî’nin şiirlerinde şehir oğlanları
İstanbul’lu, yol yordam bilen, kibar tipler olarak karşımıza çıkar.
İnce düşüncelidir:
Kaşuña öykünmiş ey meh-rû hilâl incinme kim
İnce şehr oglanıdur ol kendü noksânın bilür (204/4)
“Ey ay yüzlü! Hilâl kaşına özenmiştir. Sakın incinme! O, kendi eksiğini bilen ince
bir şehir oğlanıdır.”
Farklı hizmetlerde kullanılırlar:
Hıdmete gönderdi hâcem bir yumış oælanıyam
Veh ki bu büt-hânede nakş-ı nigâr egler beni (1493/6)
“Efendim beni hizmete gönderdi, ben bir yumuş oğlanıyım. Ne yazık ki bu
puthânede sevgilinin yaptığı nakışlar beni oyalar, durdurur.”
Türkçe’de “yumuş” vazife ve hizmet demek olup “yumuş oğlanı” ayak işlerine
koşturulan uşak, hizmetkâr, yanaşma anlamında hizmet eden kişidir. Yukarıdaki beyitte

22 Bu konudaki diğer beyitler:(24/6), (138/2), (453/4), (460/3), (999/4), (1042/4), (1046/5), (1077/2), (1077/5), (1318/2), (1331/4),
(1120/5), (1348/3), (1562/3), (91/4), (97/3), (166/3), (179/5), (189/2), (193/3), (208/1), (215/4), (261/4), (263/3), (269/1), (302/2),
(310/7), (321/3), (393/2), (462/4), (496/4), (500/4), (511/4), (517/2), (518/4), (524/3), (526/1), (526/3), (529/3), (530/5), (537/1-5),
(542/1), (560/5), (560/6), (575/2), (579/2), (608/4), (639/3), (687/6), (691/5), (704/3), (705/5), (716/1), (750/5), (809/2), (812/6),
(970/4), (1112/4), (1031/3), (1050/4), (1108/4), (1162/2), (218/2), (1224/6), (1225/7), (1279/1), (1304/2), (1306/2), (1327/4), (1337/4),
(1339/3), (1357/6), (1399/2), (1417/5), (1425/3), (1434/5), (1526/1), (1579/5), (1629/6), (1649/4), (1665/6), (1686/3), (1686/4),
(1693/4), (1702/3), (1705/4), (1739/1), (1747/4), (1823/3).
23 Nihat Engin, Osmanlı Devletinde Kölelik, MÜİF, İstanbul 1998, s. 3.
24 Gelibolulu Mustafa Âlî, Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyâfet Sofraları: Mevâidü'n-Nefâis fî Kavâidi’l-Mecâlis (haz. Orhan
Şaik Gökyay), Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1978, s. 394.
şair kendini, efendisi tarafından bir iş için gönderilen; fakat bir kiliseye girerek oradaki
resimleri hayretle seyretmeye dalarak işini ihmal eden bir “yumış oğlanı”na
benzetmektedir. Tabii buradaki “hâce” kelimesinin insanı yeryüzüne kendisine kulluk
etmek üzere gönderen “Allah” anlamında kullanıldığını, şairin bu ifadesiyle dünyadaki
lüzumsuz işlere dalarak vazifesinden geri kaldığını ima ettiğini de belirtmek
gerekmektedir.
İç oğlanları da değişik hizmetlerde bulunurlar:
Beni taht-ı hevânuñ leşker-i nefs itdi sultânı
Hayâl-i dil-rübâlar kasr-ı kalbümde iç oglanı (1560/1)
“Nefis askeri beni arzu tahtının sultanı yaptı. (Şimdi) Güzellerin hayali kalbimin
köşkünde birer iç oğlanı gibidir.”25
İç oğlanı, devşirme sistemiyle saraya alınıp çeşitli devlet hizmetleri için yetiştirilen
kimselere verilen addır. Devşirme çocukları saraya alınmadan evvel müslümanlaştırılıp,
müslüman Türk kültürüne göre yetiştirilirlerdi. Hangi hizmete tayin edildilerse usulüne
göre hizmetlerini yerine getirdikten sonra, her biri kendi dairelerinde Kur’an ezberi, dinî
ilimler veya hüsn-ihat öğrenmek için çalışırlardı. Ancak bayramların ilk iki akşamı
padişahın izniyle çeşitli eğlenceler tertip ederlerdi.26 Beyite göre ise, hevâ tahtına
kurulup sultan olan âşığın kalbinde sevgililer birer iç oğlanı gibi gezinmektedir.
Rûsitâyî. Köy hayatına alışkın, köyde yaşayan kimse demektir. Çok yaygın
olmayan bu tip, şehirden kaçan biri olarak vasıflandırılmıştır:
Şehrin hengâmesine alışkın olmadıkları için oradan kaçarlar:
Kaçsa zâhid mısr-ı hüsn ü şâm-ı zülfüñden ne tañ
Rûsitâyîdür ol şehâ şehr-i mu‘azzamdan kaçar (276/4)
“Zâhid güzellik ülkesinden ve saçının karanlığından kaçsa bu kınanmaz. Ey
padişahım! O büyük şehirden kaçan bir köylüdür.”
Öksüz. Annesi olmayan kimselere verilen addır. “Kül öksüzü” ise bir yangın veye
afet sonrası öksüz kalanlar için kullanılan tabirdir.27
Genellikle acınacak görünümdedirler:
Zâtî’yi ‘uryân görüb müstaærak-ı hûn itdi yâr
Al vâlâ pîrehen geydürdi gûyâ öksüze (1340/5)
“Sevgili, Zâtî’yi çıplak görüp kana buladı. Sanki öksüze al valadan gömlek
giydirmiş gibi oldu.”
Ayyâr. Hırsız ve yankesici anlamına gelmektedir.
Kement atarak hırsızlık yapar:
Tokuz kat çarhda yirüñ olursa âhdan havf it
O bir ‘ayyârdur atar kemendini nüh eyvâna (1318/4)
“Dokuz kat felekte yerin varsa âhtan kork! O kemendini dokuz kat eyvana atan bir
hırsızdır.”

25 Bu konudaki diğer beyitler: (1152/3), (1528/2).


26 Ahmet Şimşirgil, “İçoğlanlar”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, sy. 31, 1996, s. 57-61.
27 Cemal Kurnaz, Hayalî Bey Divanı’nın Tahlili, MEB, İstanbul 1996, s. 517.
Yukarıdaki beyitte âşığın âhı, teşhis yoluyla kemendini dokuz kat göğe kadar
çıkarabilen bir hırsıza benzetilmiştir. Ayrıca beyit bize Zâtî’nin döneminde hırsızların
soygun yaparken ip kullandıklarını haber vermektedir. Bu beyitte diğerlerinden farklı
olarak soyut bir kavram (âh) bir tipe (hırsız) benzetilmiştir.
Yol Miskini. Günlük ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak kadar yoksul olan kişiye
“miskin” denir. Halk arasında tembel kişilere de bu ad verilir. 28 Yol miskini ise dilenci
demektir.
Yol kenarlarında yere kadar eğilerek dilenir:
Zülfi yol miskinidür ser koyub akdâmı öper
Aña fursat el virübdür idüb ikdâmı öper (354/1)
“Onun saçı, baş koyup ayakları öpen yol miskinidir. Fırsat ona imkân tanımıştır,
gayret edip (onu) öper.”
Yüzü yere bakar:
Meskenet yolın nigãruñ kâkülinden ögrenüñ
Aslı a‘lâ yüzi yirde yol eri miskîn imiş (593/4)
“Miskinlik yolunu sevgilinin kâkülünden öğrenin! Kendisi yücedir ama yüzü yerde
miskin bir yol adamıdır.”
Yukarıdaki beyitlerde sevgilinin güzellik unsurlarından olan saç bir divan şiiri
tiplerinden “yol misikini”ne benzetilmiştir. Bilindiği gibi dilenciler genellikle insanların
geçeceği yolların kenarlarına oturur ve yüzleri yerde elleri açık bir halde dilenirler.
Beyitte bunlardan başka ayak öptükleri de söylenmektedir. Sevgilinin saçı uzun
olduğundan yere değer. Başı yerde tabiri bunun içindir. Bu haliyle şair teşhis sanatı
yaparak saçı, kaderin kendisine izin vermesiyle sevgilinin ellerini, ayaklarını öpme
fırsatını yakalamayı başarmış şanslı bir dilenciye benzetmştir.
Sünnî Sipahî ve Kızılbaş Şâhî. Osmanlı askerî teşkilâtında öşrünü aldıkları araziye
karşılık savaş zamanlarında sefere katılan askerî sınıfa sipahi denir. Sünnî sipahi ise Şah
İsmâil’in kızılbaş şâhî denen askerlerine karşı savaşan Yavuz Sultan Selim’in
askerleridir.29 Kızılbaş şâhî, Yavuz Sultan Selim zamanında Şah İsmâil’in askerlerine
verilen addır. Başlarına kırmızı başlıklar giydikleri için bu isimle anılmışlardır. Aynı
zamanda Şiî mezhebine mensup olanları da hatırlatır. İsyankâr anlamı da vardır. 30 Zâtî
bu iki tipi daha çok kıyafetleri ve siyasî tutumları yönünden şiirine benzetme konusu
yapmıştır.
Kırmızı başlığıyla şafak görünür, yıldızlar sipahi gibi yürüyüp giderler:
Sürh-pûş olub şafak göründi şâhîler gibi
İtdi encüm yürüyiş Sünnî sipâhîler gibi (1537/1)
“Şafak kırmızı giyinerek padişah kulları gibi göründü. Yıldızlar (ise) Sünnî
sipahiler gibi yürüdüler .”

28 Gölpınarlı, a.g.e., s. 235.


29 Pakalın, a.g.e., III, 230.
30 Geniş bilgi için bkz. Halil İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age 1300-1600, Weidenfeld and Nicolson, London 1988, s. 32-
33.
Beyitte, dönemin savaş erlerinin askerî görüntüsü ile tan yerinin ağarması arasında
teşbih yapılmıştır.
Nice cân kurtaram bir bölük kanlu elinden ben
Beden mülkinde her yara kızılbaş oldı şâhîdür (348/5)
“Bir bölük katilin elinden nasıl canımı kurtarayım? Beden ülkesinde her yara bir
şâhî kızılbaş askeri oldu.”
Beyitte âşığın vücudundaki yaralar önü alınamaz hale gelmiş olduğundan
başkaldıran kızılbaşlara benzetilmiştir.
Ayyâş-Riyâkâr. Ayyaş, çok içki içen kişiler için kullanılan bir tabirdir. Riyakâr,
ikiyüzlülük yapan insan demektir. Ayyaş ve riyakâr tipi Zâtî’nin gazellerinde birbiriyle
zıt anlamda kullanılan tiplerdir:
Geldi ayyâşlaruñ aldı ayaæın31 ramazân
Zühd işin tâc gibi başa çıkardı el-ân

Acı dil virmege kalmadı mecâli kadehe


Göricek anı surâhi dili tutıldı hemân

Aæıza geldi işi cümle-i şîrîn-kâruñ


Münkatı oldı surâhîde olan acı zebân (1117/1-3)
1. Ramazan zühd meselesini taç gibi üstün tutarak geldi ve ayyaşların içki kadehini
(elinden) aldı.
2. Sürahinin kadehe acı söz söylemeye fırsatı olmadı. Onu görünce o anda dili
tutuldu.
3. Şeker gibi işlerle uğraşanların işi sonuna geldi. Sürahideki acı dil birden kesildi.
Sarhoşların kendini kontrol edemez halleri her zaman insanlar için ilgi çekici
olmuştur. Sarhoş olan kişiler içlerinde ne varsa sıkılmadan dışarı vururlar. Bu nedenle
riyadan uzak olarak bilinirler. Zâtî’nin şiirlerinde ayyaşlık ve riyakârlığın
karşılaştırıldığı ve ayyaşlığın diğerine tercih edildiği görülür:
Tañ itme zâhidâ aña olmış bu diyü mest
Görmez hele riyâ yüzini rind-i mey-perest (78/1)
“Ey zâhid! Bu sarhoş olmuş diyerek onu kınama! İçkiye düşkün olan rind, riyayı
bilmez.”
Dilde hevâ-yi bûs-i leb elde ayâk müdâm
Sâfî ziyâde meşrebümüz bî-riyâlaruz (543/2)
“Elde daima kadeh ve gönülde dudağı öpme arzusu (var)! Biz riyasızız ve çok saf
meşrepliyiz.”
Her iki beyitte de görüldüğü üzere şaire göre içki müptelâlarının dürüstlüğü,
riyasızlığı onları üstün göstermeye yetmektedir.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşıldığı gibi tipler, sosyal hayatın içinde yer alan kişiliklerdir.
Giyinişleri, düşünceleri, davranışları, konuşmaları ve birbirlerine karşı takındıkları tavırla
31 “Ayak almak” deyimi, divan şiirinde birden çok anlama gelmektedir. Geniş bilgi için bkz. A. Talât Onay, a.g.e., s. 115.
toplum içinde belli bir yeri oluştururlar. Bu yönleriyle sosyal hayattaki tipler, şairin gözünden
süzülerek divan şiirine konu olmuşlardır

You might also like