Sivil Söyleşi / Sener Ünal

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 2

Sivil Söyleşi, Sener Ünal

Uzun solukların sessizleştiği, yarının bugünden değersiz hale geldiği, sözcüklerin olumsuzlaştığı, söyleşilerin boşaldığı, ilişkilerin
basitleştiği bir bilgisayar oyunu hayat ve kibirlice duruyor karşımızda. Elimize yakışmayan kumandalarla ne kadar da aşinayız bu
oyuna, bir o kadar da bizim bu oyun, biz yazıyoruz sonraki bölümlerini. Amaç ne diye soran yok bu oyunda, sonunda ne var, ne
elde ederiz soruları çok uzak bizlerden. Tek düşündüğümüz yüksek bir skor yapmak ve adımızı yerleştirmek rakiplerimizin
üstüne. Üstüne evet üstüne bir de inkâr ederiz, değişik kılıflar buluruz oynama amacımıza. Konuşmaya, yazmaya başladığımız
günden itibaren bilinçsizce içindeyiz zaten bu oyunun. Pek azımız konuşmaya başladığımız günden itibaren dinlemeye mecbur
bırakılmadık, pek azımız şanslıyız bu oyunda. Şanslı örneklerimizden birisi Voltran. Tanımayanımız var mı Voltran’ı. Hani etrafta
bir sorun olur, uçarak gider elinde sonradan çıkarttığı ışın kılıcıyla. Nedendir bilinmez ayağı, bacağı, gövdeyi oluşturan cengâver
aslanlar çözemez etrafındaki sorunları tek başlarına. İlla ki Voltran’ı oluşturmalılar. Sonra da ışın kılıcını. Nedir bu birleşmenin sırrı
merak ettim çocukluğumda, şimdi ise daha iyi anlıyorum sebepleri yaşadıkça birey olarak yalnızlık korkusunu kalabalıklar
arasında.

Kuru kalabalıklar arası koşturmaları yaşıyoruz ve yol arkadaşları ediniyoruz süreçte ister istemez, sırtımızı yaslayabileceğimiz
birilerini arıyoruz. Ve mantık ve gönül süzgecimizden geçiyor insanlar habersiz, kimileri takılıyor kişiye göreceli küçük ya da
büyük süzgeçlerde. İşte tam da bu noktada inandığımız güvendiğimiz düşüncelerin, hareketlerin peşinden gidiyoruz. Ama kimi
nasıl takip ettiğimizi uzun uzadıya düşünmüyoruz. “Kimi takip edeceğine dikkat et. Ancak onun kadar ileri gidebilirsin!” demiş
Türk Edebiyatındaki önemli isimlerden Peyami Safa. Ama nafile sormuyoruz, sorgulamıyoruz, oynayıp duruyoruz bu devasa
bilgisayar oyununu. İnsanoğlu bilmiyor ne ve niye oynadığını, çünkü hisleri bilgileriyle ters orantılıdır insanın, ne kadar az bilirse,
onu o kadar şiddetle müdafaa eder. Eh bizde oynayıp duruyoruz.

Bu oyunda Türk toplumunun başına üzücü bir olay geldi, yıl 1999. Bir göstergemiydi artık bilinmez Türk toplumu iki önemli olay
yaşadı gününü ve geleceğini değiştiren. Acı ve korkunç bir deprem öncelikle karşılaştığımız, hemen 4 ay içerisinde ise Helsinki
zirvesi. Nedir peki bu iki olayın en önemli ortak paydası… Türkiye’deki sivil toplum hareketleri ön plana çıkmaya başladı. Hem de
hızla atılan bir ok gibi fırladı yerinden, bir yanıyla korku verici, bir yanıyla heyecan uyandırıcı yeniliğiyle. Gerçi fırlatılan bu OK dile
gelse kendi iradesiyle yola çıktığını söylerdi ama çok da sorgulanmadı çünkü iyi gidiyordu ve yeniydi bizler için.

Bu olay birtakım soruları koydu önümüze ve en önemlisi, en çok üzerinde konuşulanı “Sivil Toplum nedir?” oldu. Voltran’ın
kardeşimi acaba, ya da çocukluk arkadaşı mı? Gayet zor bir kavram Sivil Toplum, tanımını yapmak için. Birçok filozof ve
sosyolog, nice tanımlar yaptılar, nice düşünür halen araştırmakta. Sivil toplumun devletten bağımsız bir mekanizma olduğunu
savunan Locke, devleti kontrol etmekle yükümlü bir alternatif olarak tanımlayan Konrad, daha ılımlı bir yaklaşımla devlet ile sivil
toplum arasında keskin çizgilerin olmadığını savunan Montesquiue bu filozoflardan birkaçı. Peki ya gerçekten nedir bu sivil
toplum? Cevap için kelimelerin anlamlarını teker teker incelemek faydalı olacaktır diye düşünüyorum. Türk dil kurumu sözlüğüne
göre toplum; nitelikleri bakımından bir bütün oluşturan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların tümü
anlamına gelmektedir. Sivil ise askeri olmayan, üniforma veya özel bir elbise giymemiş kimse diyen tanımlanmaktadır. Bu iki
kelimeyi yan yana getirmek anlamlarını sırayla söylemekten ibaret olamaz. Burada dikkatleri üstüne toplayan ve her iki tanımda
da ortak olan kelime birey(kimse)dir. Birey günlük hayatında elbette ki yaşamını idame ettirmek için çalışmak zorundadır ve
daha iş yolunda giymektedir şapkasını. Bu şapka altında kişi etrafındaki toplumsal sorunlardan gayet de uzak ve alakasız bir
şekilde gününü sonlandırmak istemektedir. Tüm gün aynı şapka altında bulunan bireylerin saçlarında o şapkanın izleri mutlaka
oluşmaktadır. İşte bu noktada kafasındaki aksesuar ile tüm gününü geçiren birey artık “sivil”in tanımı ile tam anlamıyla ayrı
köşelerde durmaktadır. Bizler günlük yaşam temposunda sivillikten gayet uzak gene oynuyoruz oyunumuzu. En saf
duygularımızı, vicdanımızı ve kalbimizi çıkarıp asıyoruz portmantoya evden çıkarken. Geri geldiğimizde ise her geçen gün daha
da tozlanan ve paslanan bu kırılganları kimi hatırlıyor kimi görmüyoruz ta ki yatağa girene dek. Büyüklerimiz yatağa küs girme
derler, kimle aran bozuksa düzelt öyle gir yatağına!. Çok vefakâr kalbimiz var, ne kadar unutsak da onu bir yerlerde, gelir
yerleşir biz uyurken içimizdeki yerine. Çünkü insan saftır, temizdir uykuya daldığı zaman. İnsan SİVİL’DİR uykusunda. İşte bizler
uykumuzdaki saflığı, temizliği ve iyi niyeti arıyoruz ve bu arayış içerisinde kendimize yol arkadaşları arıyoruz. Beraber yürümeye
çalışıyor, oynadığımız bu oyunun içerisine iyi huylu bir virüs sokuyoruz. Ve bunu da sivil toplum olarak adlandırıyoruz. Bir başka
deyişle gönlümüzden kopan iyi niyetli, daha mutlu, huzurlu ve insanca yaşama kaygısı, çabasını ortaya koyuyoruz.

Oyunun terminolojisini kullanarak yeni bir anlam ortaya çıkartıyoruz. Devletin şekillendirmediği, kendi öncelik ve renkliliğine terk
ettiği aynı zamanda aktif ve örgütlü politik duruşların sürecini ifade ediyoruz. Çünkü hepimiz bu duruşun bir parçasıyız ve bunu
gönüllü yapıyoruz. Tam da bu noktada sivil toplumun iki ayrılmazından bahsetmek gerek. Öncelik sırası göreceli olarak değişse
de bence ilki gönüllülük hamuru. Yoğrulmayı bekleyen bir hamur. Çok saf şu günlerde, nereye uzatsan gelecek ucu. Orta çağın
yenilmez silahı kılıç ya da fırlatılan bir ok kadar keskin. Bir hayat kurtarırcasına gerekli, alırcasına zalim… Yabancı dillerde özgür
irade ve buna bağlı davranış anlamına geliyor gönüllülük, Türkçede ise buna ek olarak gönül koyma, gönül verme, kendini
adama gibi anlamları da var. Aslında her şeyden öte gönüllük diyince işin(!) içine giren birey olma kaygısı, sivil toplumun
temelinde yatan bir gerçek. Yarınlar için olumlu bir kaygı, değiştirebilmek adına güç aldığımız bir temel. Fakat birey olma kaygısı
bazen tehlikeli noktalara ulaşıyor içimizde ve Tolstoy’u tekrar haklı çıkartıyoruz. “Bir insanın kendisini kesrin payı kendisini ne
zannettiği ise kesrin paydasını oluşturur. Kesrin paydası yükseldikçe değeri küçülür.” Evet, kesinlikle katılıyorum. Bizler
gönüllülüğü kendimiz için yapıyoruz. Utanılacak sıkılacak bir söylem değil aslında. Gayet de yerli yerinde. Eh eninde sonunda
yatağımızdaki huzuru aramıyor muyuz? Peki, neden hala korkuyoruz!

Sivil toplumun bir diğer ayrılmazı ise kaynak. Gönül kaynağını bir kenara ayırırsak, maddi kaynaklar bu iyi huylu virüsün
yayılması için çok elzem. Ne de olsa virüs de bu oyunun içerisinde gelişmeli. Öyle değil mi? Bu konuda yapılabilecek tek bir şey
var diye düşünüyorum.
“Bana söylersen unutabilirim,
Gösterirsen anımsayabilirim,
Ama beni de katarsan anlarım.”
Anonimlerin gerçeğe dönüşmesini sağlamak ve olabildiğince sıkı tutmak ucunu.
İnsanlık için çok önemli bir isim olan MAHATMA GANDHI’NİN, kısacık sivil toplum hayatımda inandığım birçok değere temel olan
şu sözlerini paylaşmak istiyorum:

Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür.


Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür.
Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür.
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür.
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür.
Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür.
Karakterinize dikkat edin, KADERİNİZ OLUR.

Bu oyun içerisinde kıpırdanmaya başlayan bu iyi huylu virüse tutulmanız dileğiyle…

Evren Sener ÜNAL

You might also like