Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 34

HUZUR

“Sön, cılız kandil sön!


Hayat dediğin nedir ki?
Yürüyen bir gölge,
Bir zavallı kukla bu sahnede.
Bir saat boy gösterecek,
Ve boyun kırıp gidecek.
Bir daha da duyulmayacak sesi
Bir aptalın anlattığı bir masal bu.
Kuru gürültüler,
Deli saçmalarıyla dolu.
Shakespeare
(Macbeth)
(Türkçesi: Sabahattin Eyüboğlu)

Ahmet Hamdi Tanpınar


Huzur
Oyunlastıran
Kenan ISIK

Kisiler…
Ses
Dükkâncı
Dilenci
Nefer
Mümtaz
Behcet Bey
Suat
Iclal
Muazzez
Orhan
Nuran
Ihsan Bey
Macide Hanım
Genç Kız
Fatma
Tevfik Bey
Emin Bey
Yaslı Kadın
Doktor

BEDESTEN’DE “SES”İN TARİF ETTİ ESKİCİ DÜKKÂNI


SES- "1938, Istanbul...
Bedesten'de bir dükkân.
Tahta kepenkli, eskimis seccadeli bu dükkânda; ilk bakısta zengin,
büyülü bir gelenegin, hikmetleri sonsuza kadar her türlü tasnif
fikrine yabancı bir istişeme içinde, zeminde, raşarda, rahle,
sandalye ve koltuk üzerlerinde sanki gömülmeye hazırlanıyorlarmıs,
yahut gömülü bulundukları yerden seyre-diliyorlarmıs gibi
bekleyen binlerce esya... Bir arada bakılınca insana, sadace
zihni bir hazımsızlıgın eserleri gibi görünen garip bir karısım.
Dükkândaki eski eşyaların arasından sanki o da eski bir
eşya imiş gibi belli belirsiz hareket eden Dükkancı, öne
doğru gelerek bir iskemleye oturur ve eski bir duvar saatini
tamir etmeye başlar.
Kasabadan kasabaya, asiretten asirete, devirden devire,
degisen eski zaman elbiseleri. Nerede dokundukları unutulmus
fakat motif ve renklerinin hatırdan çıkarılması mümkün olmayan
eski halı ve kilimler...
Küçük ve kırık bir mankene, her nasılsa buraya kadar düsmüs
bir gelinlik giydirilmis. Mankenin kırık olan boynunun üzerine
bir çiftin, bir moda mecmuasından kesilmis, sanki hayat ve
sevgi reklamı yapan nikah fotografı konmus. Küçük bir elektrik
ısıgı, bu satılık saadetin basucunda düsünülenle, yasanılan arasındaki
fark iyice anlasılsın diye yanıyor... Kilitli camekânların birinde
eski bir mücevher, küçük bir yıldız top-lulugu gibi hasin,
güzel fakat insan dısı parıldamakta...
Kolları olmayan, dilsiz dilenci girer. Anlaşılmaz sesler çı-
kararak Dükkâncıyı selâmlar. Eski eşyaların arasında dolanı
r. Gramofonun yanındaki yığında kendine yer aça-rak
oturur. Ayak parmaklarıyla plâkları karıştırır
Tozlu kavanozlarda, tahta ve mukavva kutularda asırlar boyu
faydasına inanılmıs, kaybolan hayat ve sıhhat ahenklerinin
biricik çaresi diye bırakılmıs ot ve kökler. Bir zamanlar pesinden
hırsla kosulmus, okyanuslar asılmıs envai çesit baharatlar. Ha94
fif ateste kavrulmusa benzeyen bir yıgın kitap ciltleri, mecmualar,
okul kitapları, frenkçe salnameler, eczacı förmülleri, kahve
falı ve rüya tabirleri, Momsen'in, Roma Hayali, Krakin Efendinin,
balıkçılık kitabı, bahtiyarlık metodları, mo-dern kimya, ilm-i remil...
Yedi çesmenin suyu,kırk nar tanesi, safran ve karabiberle,
gece yarısı kaynatılmıs kiraz sapını, i-yice karıstırıp, duası
okunduktan sonra ayın onbesinde sırça siseye doldurulan ve
kırk gün güneste bekletildikten sonra kullanılan su ve benzeri
büyü tarişeri... Sanki insan kafasının bütün düzensizligini bu
dükkânda teshir etmek icabediyormus gibi birbirine karısmıs
yüzlerce kitap... Rus isi semaver borusu, kapı topuzu, otuz yıl
evvelinin modası, sedef bir ka-dın yelpazesinin dagınık parçaları,
saatler, gramofonlar, geyik boynuzundan bir baston, degisik
sekil ve ebatta aynalar, camsız bir çerçevenin içinde Rum patriklerinin
bir arada çekilmis fotografı. Mustakil, dört tarafı kilitli talihler
gibi asılı duran bir yıgın elbise, sanki " bir tanesini al giyin
ve öbür kapıdan basaka bir insan olarak çık", der gibiler...
Kısa boylu, zayıf, eski fakat temiz elbiseli bir ihtiyar,
Beh-çet Bey, elinde geyik boynuzundan yapılmış bir bastonla
girer. Birdenbire gözüne sedef bir kadın yelpazesi ilişir.
Sedef yelpazeyi, sanki bir zamanlar sevdiği kadının bir
dans sırasında kendine emanet ettiği bir eşya imiş gibi içinde
kabaran bir tapınma duygusuyla evirip çevirmeye başlar
Her gün, her saat, her kaza, her hastalık, her yıkılıs, her
üzüntü bunları buraya getirmis, faaliyetlerin yerini silmis, sahsi
olmaktan çıkarıp genellestirmis ve bütün bunlardan sefalet-le
tesadüfün el ele kurdukları bir terkip meydana getirmis. En hazini
de sadece bu dükkâna düsmeleri ile bir facia teskil eden yatak
ve yastıklar. Kaç türlü ruya, kaç türlü uyku ve envai
türlüsü sevismelerin, hıçkırıkların...
Bir Nefer girer dükkâna ve aradığını bulmak istercesine
göz atar etrafa. Hâlâ duvar saatini tamir etmeye çalışan
Dükkâncı'ya yaklaşır
NEFER - Bir ayna istiyorum.
DÜKKÂNCI - Suradaki komodinin içinde olacaktı.
95
Nefer gider, arkası horozlu aynayı alıp inceler...
SES - Eski Imparatorluktan sıçramıs küçücük bir
damla gibi görünen bu dükkân, zengin sark'ın kökü kimbilir nerelere
dayanan, hangi yok olmus medeniyetlere uzanan bir yıgın
geleneginin sefil bir hülâsası sanki...
Dükkancı, tamir ettiği saati, öndeki diğer saatlerin yanı-
na koyar
Kısacası; hayatın taklidi neredeyse imkânsız olan, tenimize
yapısmadan ve içimize yerlesmeden birbirine yanasmayan iki ucu
birlesivermis bu dükkânda.
Mümtaz girmiştir dükkâna.. Behçet Bey'le selâmlaşır
MÜMTAZ -Merhaba...
BEHCET - Merhaba Mümtaz Bey. Iyi ki rastladım size.
Ihsan Bey'i merak ediyordum. Nasıl, iyilesti mi biraz?
MÜMTAZ - Hep aynı. Eczaneye ugradım biraz önce.
Reçetesini yaptırmak için.
DÜKKÂNCI - Ihsan Bey hasta mı? Nesi var?
MÜMTAZ - Agır bir humma. Dokuz gündür yatıyor. Doktor
iyilesecegini söyledi ama... Kalbi de çok zayışamıs.
DÜKKÂNCI - Tevekkeli epeydir ugramıyordu dükkâna...
Bir kaç eski mecmua ayırtmıstı. Iste surada. (Dükkancı sicimini
çözüp, mecmuaların tozunu siler) Bâkî'den, Nef'î den, Nâbî
ve Seyh Gâlip'den gazeller var.
MÜMTAZ - Benim için ısmarlamıs olacak. Su sıralar
Seyh Gâlip üzerine çalısıyorum.
DÜKKÂNCI - (Mecmuaları ayırıp, kenara koyar) Iste
hepsi burada.
Bu sırada radyo savaş hazırlıkları ilgili haberler vermektedir
RADYO - "Muhterem dinleyiciler, muhtemel bir Avrupa
Harbi, Avrupa milletlerini bazı tedbirlere sevk ediyor. Son gelen
haberlere göre Slovakya'ya, onbin Alman askeri daha girmistir.
Bunlar dogruca Polonya hududuna sevk edilmis-lerdir. Danzig'deki
Polonya telgraf ajansı kapanmıstır. Dan-zig'deki Leh
96
gazetecileri bugün serbest sehirden ayrıl-mıs-lardır. Ruslar da
garp hudutlarında asker tahsidatına baslamıslardır. Macar Hükûmeti
bitaraf kalmaya karar vermekle beraber, ihtiyat tedbirleri
almaya devam etmektedir Peste köprülerine ve civar tepelere
tayyare dâfi topları yerles-tirilmistir".
Dilenci anlaşılmaz feryatlarla çıkar
Isviçre Federal Meclisi, dün isdar edilmis olan kararnamedeki
bîtaraşık beyannamesini komsu memleketler hükûmetleri ile
diger alâkadar hükûmetlere bildirmeye karar vermistir.
Muhterem dinleyiciler, bazı mahvillerde Kanada'nın harp zuhurunda
Ingiltere'nin yanında yer alacagına dair hükûmetin kat’i
beyanatta bulunması talep edilmektedir. Italyan Büyükelçisi Attoliko,
Ingiliz Büyükelçisi Henderson'la iki defa telefonla görüsmüstür.
Muhavereler Ingiliz-Alman mü-zakereleri etrafında cereyan
etmistir. Ingiliz kabinesinin bu-gün verdigi karar mucibince
yarın Londra'nın tahliyesine bas-lanacaktır. Bu münasebetle bütün
trenler bu ise tahsis edilecektir. Ilk olarak çocuklar, ihtiyarlar
ve hastalar nakledileceklerdir.
BEHCET - Vaziyet de çok kötü. Harp çıktı çıkacak!
MÜMTAZ - Ihsan Agabeyimin hastalıgı sebebi ile bir haftadır
dogru dürüst gazete bile okuyamadım.Daha dog-rusu hâdiselerin
üzerine düsünebilecek kudretim yok.
BEHCET - Bankaların önünü bilmem gördünüz mü?
Kaç gündür hınca hınç dolu.
DÜKKÂNCI - Geçmis olsun, geçmis olsun.. (Kendi kendine)
Iyi adamdır Ihsan Bey.
BEHCET - Bizim yegenlerin ikisine de askerlik subesinden
haber geldi. Vallahi bilmem ki, sasırdım kaldım... Bacanak
da attan düsmüs, kaburgalarını kırmıs. Karısı harap...
(Behçet Bey Mümtaz’a bakar) Su güzelim yelpazenin haline
bakın, ne feci..
Mümtaz, ne diyeceğini bilemez
BEHCET - Bazı medeniyetlerde ölenle, esyasının beraberce
yanması veya gömülmesi ne güzel adetmis...
MÜMTAZ - Fakat insan, sadece ölürken terketmiyor ki..
Iki ay kadar önce en begendigim kol dügmelerini bir arkadasıma
97
hediye etmistim. On gün önce de yeni ciltlettigim bir kitabımı
takside unuttum. (Bir an sevdiği kadının O'nu terketmesi gelir
aklına) Daha fenası... Insan, sevdigi biri tara-fından terkediliyor...
Mesalâ Ihsan Bey. Dokuz gündür zatürre yakaladı onu ve
halâ bırakmıyor. Her an çok fena bir sey olabilir.
BEHCET - Bu kadar vahim mi?
MÜMTAZ - Yoo, hayır... Insan, sadece ölürken arkada
bırakmıyor... Belki bütün ömrünce her an bir çok sey O'nu arkada
bırakıyor. Sonra oldugu yerde birdenbire kabuklasıyor ve çok
ince, görünmez bir seyle o anda etrafında olanlardan ayrılıyor.
(Behçet Bey, Mümtaz’ının sözlerinden pek bir şey anlayamamı
ştır.. Mümtaz, dükkândaki eşyayı kasteden bir hareket
yapar) Yani kısacası biz mi gidiyoruz, onlar mı..?
Bu arada Dükkancı, biten plağı yeniden değiştirmiş. Mahur
Beste çalmaya başlamıştır.
BEHCET - Evet... Evet, sual bu.. (Bir an durur) Bu Mahur
Beste bir çıglık gibi. Insanın tenine yapısıyor.. (Birden aklı-
na gelmiş gibi) Allahaısmarladık...
Behçet Bey, sanki acelesi varmış gibi elindeki parçalanmı
ş yelpaze ile çıkar
DÜKKÂNCI - Kim der ki, bu ihtiyar yirmi seneye yakın bir
zaman bir kadını sevmis ve onu ölesiye kıskanmıs olsun... Ve
en sonunda... (Sözünü bitirmez, bir an) Yelpazenin parasını
vermeyi bile akıl edemedi.
MÜMTAZ - Zavallı adam!
DÜKKÂNCI - Sefil, demek daha dogru. Paguy'un o ates
gibi cümlesini hatırlarsınız. Fakirlik, insanı asillestirir ve gü-zellestirir.
Fakat sefalet, hoyratlastırır; ruhen çökertir. Insanı, insanda
öldürür. Bu Behcet Bey, karısı Atiye Hanımı ölene kadar sevmis
ve onu kıskanmıstı. Genç kadın, ölüm döse-ginde Mahur
Besteyi mırıldandıgı için agzını kapamıs ve ölü-müne sebep olmus.
(Mümtaz'a bakar) Bilmem dogru, bil-mem yanlıs. O zaman
öyle söylemislerdi...
MÜMTAZ - (Bir an ne diyeceğini bilemez. Sıkıntılıdır.
O sırada gramofonda çalan müziği kastederek) Behcet Bey
haklı. Bu beste bir çıglık gibi.
98
"Gittin emma ki kodun hasret ile canı bile.."
DÜKKÂNCI - Eserin bestelenmesine sebep olan o garip
maceradan olsa gerek.
Dükkancı, işine koyulur... Mümtaz, rastgele bir mecmua
alır ve karıştırmaya başlar. Mahur Beste'nin etkisi ile oradaki
varlığını unutmuş gibidir...
SES - Evet, Ihsan Bey hasta idi. Sevdigi kadın Nuran,
onunla dargındı. Gördügü gazete mansetleri gergin vaziyetten
bahsediyordu. Harp patladı, patlayacaktı. Düsün-celeri
üçe bölünmüstü sanki. Ya, maazallah üçü de gerçek-lesirse...
Acaba Nuran'ın dost kalalım teklifini kabul etse miydi?.. Yo, hayır.
Ya hep ya hiç. Böyle söylemisti Nuran'a...
MÜMTAZ - Ya hep, ya hiç...
SUAT - Ya hep,ya hiç!.. Yani ölüm!
MÜMTAZ - (Mümtaz, sesten ve bu sesin sahibi Suat’ı
n görüntüsünden kurtulmak, zihninden kovmak ister gibi
bir hareket yapar) Git...
Suat, bir ölüyü andıran çehresi ile dükandaki eşya'nın
içinden birdenbire peydah olmuştur
SUAT - Halbuki sen; "her seyden biraz", diye düsünürsün.
Ah! Mümtaz, ne iki yüzlüsün.
MÜMTAZ - (Kendi kendine konuşur gibi) Rahat bırak
beni.
SUAT - O zaman mahvolursun Mümtaz'cıgım. Unutma;
ben senin koruyucu meleginim.
MÜMTAZ - Yalan!.. Sen bir melek olamazsın. Seytanın
ta kendisisin. Beni aldatmak için böylesi bir kılıkta çıkıyorsun
karsıma.
SUAT - Seytan olsam senin içinden konusurdum.
Beni göremezdin. Bak karsındayım iste. Elini uzatsan doku-nabilirsin
bana.
MÜMTAZ - Ama!.. (Döner, Suat'ı görür) Sen... Sen, o
Suat degilsin sanki. Çok degismissin. Bu, bu hüzün sana ya-kısmıs.
Sey'e benziyorsun... Botiçelli'nin meleklerine. Hani o, Passion'da
Isa'ya üç çiviyi veren...
99
SUAT - (Keser) Bırak bu mânâsız benzetmeleri. Bir
seyi öbürüne benzetemeden konusamaz mısın sen? Bu yüzden
her seyi birbirine karıstırdın ve kendi mahvına sebep oldun.
Ah!.. Nuran’ın dedesi Talât Bey'in, bu Mahur Beste'yi, karısı
Nurhayat Hanım'ın, kendisini terkedip, sevdigi adama kaçtıktan
yıllar sonra öldügünü ögrendigi gece tamamlamasının ne demek
oldugunu bir bilebilseydin.
MÜMTAZ - Biliyorum, Nuran anlatmıstı.
SUAT - Ama sen anlamadın. Nuran'ın aile yadigarı
ihtirasını hiç anlamadın. O aile için ask, yasamanın tam seklidir.
Tam mânâsı ile severler ve su veya bu sekilde ıstırap çekerler.
Nuran’ı sana iten sebep bu ırsiyettir. Yoksa senin varlıgın tek
basına bu aska kafi gelmezdi.
MÜMTAZ - Halâ satıhta mıyım? Bunca hâdiseden, bunca
ıstıraptan sonra?
SUAT - Hakikatte büyük bir esiktesin Mümtaz. Ask,
sanat, tarih, bedeni haz, musiki ve benzeri pek çok seyi birbirine
karıstırmayıp...
MÜMTAZ - (Keser) Fakat Debussy'i, Wagner 'i sevmek
ve Mahur Beste'yi yasamak, bu bizim talihimiz..
SUAT - (Güler) Nuran'ın agzı ile konusuyorsun. Tıpkı
zaman zaman Ihsan Bey'in agzı ile konustugun gibi.. Hazıra
konmaya alısıksın. Su eski musiki bile Nuran’la tanıs-tıktan sonra
sana bütün kapılarını açtı. Bu sayede insan ruhu-nu ve bu ruhun
en diriltici kaynaklarını kesfetmeye basladın. Nuran'dan ayrıldıktan
sonra "benim", diyebilecegin ve kendi basına yasayabilecegin
bir hayatın kalmadı.
MÜMTAZ - (Küçük bir camekânda muhafaza edilen
değerli bir mücevheri işaret ederek) Bu mücevherin insanî olmayan
parıltısı ile zihnimdeki kadının güzelligi aynı sey... Bu ayrılık,
Nuran’ı benim dısımda efsanevî bir varlıga dönüs-türdü...
Nuran’la tekrar beraber olmam, bu mücevhere sahip olmaktan
daha da zor. Keske onu böyle uzakta, bu kadar yalnız ve kendisi
olarak tanısaydım.
SUAT - (Alaycıdır) Böylece bütün vicdan azapla-rından
ve içini burgu gibi delen bir yıgın hatıradan kurtulurdun.
MÜMTAZ - Hayır. Bu uzaklık beni terkeden kadının
100
sadece bir çehresi. Tıpkı su elimdeki mecmuaya bakarken oldugu
gibi; bir sarkı sözünde, bir çiçekçi dükkânında, su gramofonda,
su çini vazoda, sokaktaki bir kaldırım tasının aydınlıgında
kımıldanan bir yıgın Nuran daha var. Hepsi de mahpus
kaldıkları derinliklerden kurtulup hayatımı idare etme fırsatı
arıyorlar. Bir Wagner operasının sahısları gibi kendilerine
mahsus bir havada geliyorlar ve bedenimi, sinirlerimi ayrı
hadlerde çıldırtarak zaptediyorlar. (Boynu kırık manken’e
giydirilmiş gelinliği kastederek) Su yırtık pırtık gelinlikte oldugu
gibi, bazı Nuran’lar bunaltıyor beni. Öfkeden kine, oradan
en siyah ölümlere kadar götürüp, getiriyor. Sonra yerlerini
baska Nuran’lara bırakıyorlar. Sevdigim ve tanıdıgım kadını
hiç görmedigim kadar güzellestiren Nuran’lar... O zaman
da kıskançlıktan kasılmıs bir yüz ve hidetten bozulmus bir nabızla
birdenbire degisiyor ve dayanılmaz bir merhamet duygusu
ile içim paralanıyor. Omuzlarım ona karsı isledigimi sandıgım
günahların agırlıgı ile çöküyor, kendimi zalim, anlayıssız,
hodbin biri gibi telâkkî edip, hayatımdan utanıyorum.
SUAT - Zamanla bütün çehreler silinecek ve geriye
bir tek Nuran çehresi kalacak. Seni sürekli itham eden, kabahatlarını
saymadan sana hatırlatan bir Nuran çehresi.
MÜMTAZ - Her budalalıgımda beni affeden o sakin tebessümü
ile!..
SSUUAATT - Bu tebessümün ardında gizlenen delik desik
olmus bir kalp ve insanlara itimadını kaybetmis bir ömür...
Ben, Nuran'ın bu zoraki tebessümlerini çok iyi tanırım. O te-bessümün
ardına nasıl sıgındıgını ve oradan içi kanaya ka-naya etrafa
nasıl baktıgını...
MÜMTAZ - Isin en acı tarafı geçtigim yollara sanki hiç biri
kaybolmasın diye sakladıgı o yaratıcı zeka, o nes'e ve ruh taskınlıklarının
ikide bir karsıma çıkması..
SUAT - O hasletler ki bir sırça kadehti ve kırıldı. Artık
bütün hayatın, birinden ötekine kaçacagın cennet ve cehennemden
ibaret...
Dükkâna, İclal, Muazzez ve Orhan girer. Telâşlı ve sanki
nefes nefese kalmışlar gibi bir halleri vardır
101
İCLAL - Tamam, burası. Hah, iste surada!.. Görünce
bayılacaksın...
Suat, tıpkı geldiği gibi esrarengiz bir şekilde kaybolacakken
durur
SUAT - Haa!.. Bu iki ruh hali arasında, tıpkı su an da
oldugu gibi, etrafınla ilgilenecek, derslerini verecek, talebelerinle
konusacak, dostlarınla münakasa edeceksin. Ih-san'ın hastalıgı
ile ilgilenecek, Bedesteni, sahaşarı dolasa-cak, musikiye daha
fazla asina olacaksın. Fakat...
Suat, çıkar.
İCLAL - Dükkan sahibi nerede acaba?..
MUAZZEZ - Afedersiniz. Dükkan sahibi nerede aca..! Ah
Mümtaz!.. Bakın, Mümtaz burada!..
O sırada Mümtaz, dükkâna giren İclal ve Muazzez'i görmüştür.
Beraberlerinde İclal'in sözlüsü Orhan. Kızlardan biri,
kırmızısı bol emprimesi içinde sadece tül ve kıvrım-dan
ibaret. Öbürü çok açık göğsü, omuza doğru tek bir düğme
ile tutturularak vucuda sanki hemen o anda, acele ile giyilmiş
hissini veren sarı elbiseli. Mümtaz, kendini saklamak
için üzerinde gelinlik olan boynu kırık manke-nin arkasına
doğru hareket ederken
İCLAL - Ah! Mümtaz, seni gördügümüz ne iyi oldu..
MUAZZEZ - Ne arıyorsunuz burada?
MÜMTAZ - (Girenler sanki Suat’ı görmüşler gibi tedirgin
olur. Belli etmemeye çalışarak etrafı kolaçan eder.
Suat yoktur. Rahatlar. Mankenin boynuna iliştirilmiş gelin,
damat fotoğrafını kastederek) Eczaneye bıraktıgım reçetenin
hazırlanmasını bekliyorum... Bu arada da, acaba fotografçı onları
da benim vesikalık fotograşarımı çeken adam gibi itip kakmıs
mıdır, diye düsünüyorum... Ee, niye gül-mediniz? Arkadasınızı
tanıstırmayacak mısınız?
İCLAL - A, tabii... Orhan, nisanlım; Mümtaz, bizim fakültede
asistandır.
MUAZZEZ - (Bu tesadüften memnun) Sana öyle havadislerim
var ki..
102
MÜMTAZ - Dur, ben tahmin edeyim.
İCLAL - Ah! bu kız. Ögrendigi hiç bir seyi kendine
saklayamaz.
MUAZZEZ - Ne?
MÜMTAZ - Harp çıkacak.
MUAZZEZ - Ne kadar aptalsın. (İclal'e döner) Ben böyle
bir aptalı nasıl sevdim acaba?
İCLAL - Etrafına bakınır. Sst!..
MÜMTAZ - (Sanki önemli bir meseleyi düşünüyormuş
gibi ciddi pozlar takınır) Eee!..Yeniköyde çok eski bir
Rum ailesine ait bir yalı, yok pahasına satılmıs?
MUAZZEZ - Ooo!..Bu hâdise olalı çok oldu.
MÜMTAZ - O halde yanı basındaki yalı, kırmızıya boyanmıs
ve damat bunu görür görmez “Ben böyle zevksiz bir evde
oturamam”, demis ve çıkıp, gitmis. (Muazzez olumsuz başı
nı sallar) Bebek’teki balıkçı Çakır, yeni bir sandal aldı... (Bir
an) Almadı mı?
MUAZZEZ - Ama sen alay ediyorsun benimle.
MÜMTAZ - (Gülümser.) Pekalâ, söyle bakalım ne oldu?
İCLAL - (Muazzez'in patavatsızlığından çekinerek
O'na fırsat vermek istemez) Belki biliyorsun. Kuzenim...
MÜMTAZ - Nuran mı?
İCLAL - (Sanki önemsiz bir haber veriyormuş gibi)
Evet... Haber dedigi, Nuran'ın, Fahir’le yeniden barısması.
Yarın Izmir'e gidiyorlar. Nikâhları orada olacak.
Mümtaz, donup kalmıştır.
İCLAL - Fatma'nın sevincini bir görsen... Babam geldi
ve bir daha hiç gitmeyecek, diye kıyameti koparıyor. Biliyorsun,
bosanmaları en çok zavallı kızı hırpalamıstı.
MÜMTAZ - Allah hayırlı etsin. (Mümtaz, bu üç kelimeyi
nasıl bulup da kurumuş gırtlağından nasıl çıkardığına
kendi de şaşırmıştır. Gırtlağını temizler)
MÜMTAZ uzaklaşır.
İCLAL - Fatma... çok seviyor babasını. Öyle zannediyorum
ki Nuran... Belki de bu sebeple..
103
MUAZZEZ - Böyle bir seyin olacagı ta bastan...
Sahnedikelerin konuşmaları, ışıkla birlikte yitip giderken
Mahur Beste bir çığlık gibi yükselir ve bütün sahneyi doldurur.
Yalnız Mümtaz'ı aydınlatan belli belirsiz bir ışık..
Dükkândaki eşya ve aksesuar bir sonraki sahnede kullanı-
lacak bir şekilde düzenlenir. Bir yıl önce
NURAN’IN KANDİLLİ’DEKİ EVİ
İCLAL - O'na iskelede rastladım. Oturup kahve içtik.
Sonra da yolun yarısına kadar getirdi beni.
NURAN - Mümtaz mı?
İCLAL - Söyledim ya... Bilsen öyle gülünç hikayeler
anlattı ki. Pek tatlıydı.
Nudan, “ne hikayesi”, der gibi bir hareket yapar. İclal,
anlatır...
İCLAL - Biliyorsun; bizim Muazzez, ayaklı bir luzumsuz
hâdiseler gazetesidir. Meger büyük annesi de öyle imis. Koca
sehirde bilmedigi hâdise yokmus. Biraz kalburüstü takımından
olmak sartı ile bütün Istanbul’u tanır, sene, ay, hatta gün zikrederek
bütün hâdiseleri ezbere bilirmis. Aksamüstü bu hâdiseleri
anlatır, sabah kahvaltıda fasulye ayıklar gibi lüzumlu ve lüzumsuzları
ayırmak üzere, yeniden baslarmıs. Muazzez'in Dayısı,
tam üç gün baskalarına ait hâdiseler yüzünden kendi ailesine
ait çok mühim bir hâdiseyi anlatmaya fırsat bulamamıs. Üç
günün sonunda "çocuklar", demis "sözünüzü kestim ama kaç
gündür söyleyecegim bir sey var. Ikbal'den telgraf aldım. Bir kızımız
olmus”. (Gülerler) Kıza ne isim koymuslar dersin?
NURAN - Ne?
İCLAL - Nisyan!..
NURAN - O'nun bunca çaprasık yollardan becerikli ve
espirili biri olacagını hiç tahmin etmezdim. Niye alıp getir-medin?
İCLAL - Aklıma geldi ama cesaret edemedim. Sana
sormadan!..
NURAN - Biz onunla tanıstık.
104
İCLAL - Biliyorum. Ada vapurunda. Adile Hanım’lar
tanıstırmıs. Vapurda Muazzez de varmıs o anlattı. Biraz da kıskanarak
anlattı. Mümtaz'a asık. Bunu uluorta belli ettigi için söylemekte
beis görmüyorum. Sana selâmı var.
NURAN - Muazzez'in mi?
İCLAL - Hayır canım Mümtaz'ın. Isterseniz ögleden
sonra gelin, sizi sandalla gezdireyim, dedi.
NURAN - Bilmem ki!.. Henüz tam mânâsıyla tanımadımadıgım
biri ile...
İCLAL - Canım böylece tanımıs olursun iste. Fena mı?
NURAN - Peki kimdir bu Mümtaz?
İCLAL - Bizim Fakültede asistan. Bazıları onu sımarık
bulur ama, çogumuz severiz. Mahzun biri. Çok muhzun.. Önce
babasını kaybetmis. Harpte... Sonra da annesini. Rumlar evlerini
mi yakmıs ne!..Sonra çocuk yasta Istanbul'a gelmis. Ihsan
Bey'lere. Onların yanında büyümüs.
NURAN - Benden genç olmalı?
İCLAL - Yok canım, zannetmiyorum.
NURAN - (Dalgın) Ada vapurundan inerken sanki benim
çıkısımı bekliyor gibiydi..
İCLAL - Senden hoslandıgı belli. Bana sorarsan O'na
iskelede rastlamam tesadüfî degil. Muhakkak sana rastlamak
ümidi ile bekliyordu.
NURAN - Vapurdan indikten sonra da bir türlü ayrı-lamadı.
Içimden "gitse", dedim. "Beni bıraksa ve gitse". Ama O
gitmedi ve beni eve bırakmayı teklif etti.
İCLAL - Hiç sasırmadım. Çünkü Mümtaz, ancak senin
gibi bir kadını sevebilir. Peki, seni eve bırakmasına müsaade
ettin mi?
NURAN - Annem'in kalpten ölmemesi için, sadece sokagın
basına kadar.
İCLAL - Ah bu engeller... Öyle kızıyorum ki. Neden istedigimiz
kadar hür olamıyor, hayatımızı istedigimiz gibi yasıyamıyoruz?
Üstelik de senin gibi evlenmis ve bosanmıs bir kadın...
NURAN - Ve de karmasık ruhlu bir kız çocuguna sahip.
İCLAL - Vallahi Nuran’cıgım, kaprisli bir çocuk üzülecek
diye gösterdigin bu tahammülü baska kimse gösteremez.
105
En güzel yasın. Bundan sonrası nedir biliyor musun?
NURAN - Bundan sonrası azap. Ben hayatını yapmıs,
sonra da bozuldugunu görmüs bir kadınım. Ask benim için yeni
bir sey degil. O'nun bir yıgın lezzet bulacagı seyde, ben sadece
azap bulacagım. Buna ragmen o gün eve girmeden önce dönüp
ona baktıgımda, günün birinde bu adama gide-cegime dair bir
hisse kapıldım ve titredim. (Gökgürültüsü duyulur) Bu sebeple...
(Bir an) Haydi gidelim. (Işık kararır)
KANDİLLİ İSKELESİ
Yukardaki sahne boyunca Mümtaz dükkânda bulundu-
ğu yerden ayrılmamıştır. Yine o belli belirsiz, buz mavisi ışı-
ğın içinde. Işık yandığında İclal ve Nurhan, ellerinde şemsiye,
Kandilli iskelesindedirler. Yağmur yağmak-tadır. Dükkandeki
eşye mekana göre düzenlenecektir.
MÜMTAZ - Geleceginizi biliyordum...
NURAN - Sizden kurtulus yok. Iclal'in anlattıklarına bakılırsa
Kandilli’yi muhasara altına almıssınız.
MÜMTAZ - Bilmem buna muhasara denir mi? Ben sadece
iskeleyi zaptettim.
NURAN - Iclal'den ögrendigime göre ortak tanıdıkla-rımız
oldugunu söyledi... Ihsan Bey, dayımı idamdan kurtar-mıs..
MÜMTAZ - Tevfik Bey dayınız mı oluyor? Çok güzel bir
sesi var. Bir keresinde bize Mahur Besteyi okudu... Sever misiniz?
NURAN - Çok... (Gökgürültüsü. Yağmur hızlanır)
Ama bizim ailede ugursuz sayılır.
MÜMTAZ - Böyle seylere inanır mısınız?
NURAN - Beni en çok Büyükannemin yaptıgı hata korkutuyor.
Belki duydunuz. Mısırlı bir binbasıyı sevmis ve dedemi
terketmis. Dedem, yıllar sonra karısının gurbet elde öldügü haberini
aldıgı gece yazmıs Mahur Beste'yi... (Gü-lümsemeye
çalışır) Çocuklugumdan beri beni Büyükanneme benzetirler...
Fakat isterseniz bunlardan bahsetmeyelim... (fiemsiyeyle
Mümtaz'a yaklaşır) Siz ıslandınız...
MÜMTAZ - Dedenizin eseri büyük bir eser..
NURAN - Bir âyin bestelemek istemis fakat bu eser
çıkmıs ortaya...
106
İCLAL - (fiemsiyeye’nin altına girerek. Lafı değiştirmek
ister) Su Kandilli Sarayını anlatsana Mümtaz. (Nuran’a)
Çok güzel anlatır.
MÜMTAZ - (Hatırlamaya çalışır) Hayal... Duman..
(Kendini söylediklerine kaptırarak yürür) Bir mısra'ın pesine
takıldık. Çünkü ne saray, ne de yıkıntısı var simdi. Fakat mısra
duruyor "Yeniden sule bar-ı sahil oldu köhne Kandilli". Ve bu
mısra'ın bana ettigi bir oyun. (Nuran kar-şısına geçer. İclal de,
onun peşisıra şemsiyenin altına girer) Gülünç bir oyun. Fakat
ne kadar gülünç olursa olsun, bizler yine de hayatı inkâr edemiyoruz.
Aska, ihtirasa yer veriyoruz. Sanatkârca yasamakla, küçük
hesap ve israşarda kaybolmanın farklarını buluyoruz.
İCLAL - Hiçbir sey anlamadım. Daha önce baska türlü
anlatmıstı..
MÜMTAZ - Daha komik...
İCLAL - Evet..
NURAN - (Aklı Mümtaz'ın sözlerindedir) Peki ya haraket?
(Mümtaz'a yaklaşır) Aksiyon mânâsında söylüyorum.
Kendini büyük yollarda denemek!..
MÜMTAZ - (Kuşkulu) Yolun büyügü, küçügü yoktur. Bizim
yürüyüsümüz ve adımlarımız vardır. Fatih, yirmibir yasın-da
Istanbul’u fethetti. Descartes da yirmi dört yasında felsefesini tamamladı.
Istanbul bir kere fethedilir. Usul Üzerine Notlar da, bir
kere yazılır. Fakat dünyada milyonlarca yirmibir veya yirmi dört
yasında insan var. Fatih veya Descartes de-giller diye ölsünler
mi? Kesif yasasınlar yeter. Yani büyük yollar dediginiz seyin büyüklügü
içimizdedir.
NURAN - (İclal şemsiyeyi çekiştirir, Nuran aldırmaz)
Haraket!.. Halâ haraketten bahsetmiyorsunuz.
MÜMTAZ - Bahsettim sanıyorum. Herkesin bir talihi var.
Ben bu talihi kendimden de bir seyler katarak yasamayı seviyorum.
Yani sanatı seviyorum. Sanat bizi hayatın ve ölümün en iyi,
en rahat kabul edebilecegimiz çehreleri ile karsılastırıyor... Surası
muhakkak ki, bir insan hayatı, bir sa-nat eseri kadar güzel
olabilir.
NURAN - (Mümtaz'a yaklaşarak) Meselâ?..
MÜMTAZ - (Uzaklaşarak. Hemen ardında Nuran, o107
nun arkasında İclal) Mesalâ, Seyh Gâlip. Genç yasında, en
parlak devrinde ölüyor.
İCLAL - (Abartılı bir hayranlıkla) Mümtaz, Seyh Gâlip
üzerine bir kitap yazıyor.
MÜMTAZ - Meselâ, Dede Efendi. Bine yakın eseri olmasına
ragmen çok sade bir hayatı var.
İCLAL - Evet...
MÜMTAZ - Fakat kendisinin olan bir hayat.
İCLAL - (Artık sıkılmıştır) Biz de bir yerlere gidip, eglenerek
kendi hayatımızı yasasak mı acaba... diyorum?..
MÜMTAZ - Nereye meselâ?
İCLAL - Meselâ Istinye'ye, Büyükdere'ye..
NURAN - Bu yagmurda mı?
MÜMTAZ - Yagmurda Bogaz baska türlü güzel... Baksanıza,
ne garip bir yalnızlıgı var.
NURAN - Benim en sevdigim nedir bilir misiniz? Bogazda
vapurla veya kayıkla giderken, kapalı pecerelerinin ar-kasında
ısık yanmayan yalıları seyretmek... Camdan cama degisen,
bazan atesten kavisler çizen ısıklar...
MÜMTAZ - (fiaşırmıştır) Ben... hiç dikkat etmedim...
NURAN - Bundan sonra edin. Bogaz'ın gece haritası
biraz da bu ısıklardır.
İCLAL - Madem denize açılmayacagız. O halde karsıya
geçip Kösk'ü gezelim. Hiç degilse yagmurdan kurtuluruz.
Dogrusu bu konustugunuz seyler pek içaçıcı degil. Ölümün çehreleri
falan... Böö!..
NURAN - Ben biliyorum o Kösk'ü. Hiç de hayal edildigi
gibi bir yer degil.
MÜMTAZ - Ben, zaman zaman mazide yasamak ve tarih
içinde kendi kokumuzu teneffüs etmekten hoslanırım.
NURAN - Ben hoslanmam. Ben Nuran'ım. 1937 senesinde
yasıyor ve kendi zamanımın elbisesini giyiyorum. Bir an
için dahi olsa bir hüvviyet degisikligine tahammülüm yok.
İCLAL - Peki ne yapacagız?
NURAN - Eve dönecegiz. Bu ümitsizlikler içindeki
adam, bizi yokusun sonuna kadar çıkaracak ve ona zahmetinin
mükâfaatı olarak yemek yedirecegiz. Belki de günlerdir yemek
108
yememistir. Sonra eger isterse, iskeledeki muhasa-rasına devam
eder.
MÜMTAZ - Memnuniyetle gelirim. Fakat benim de bir
sartım var.
NURAN - Nedir?
MÜMTAZ - Eger Mahur Beste'yi söylerseniz...
Nuran, Mümtaz'ın yüreğine işleyen bir ifade ile gülümser
ve usulcacık koluna girer Genç Adam’ın
NURAN - Sadece eski musikiyi mi seversiniz?
MÜMTAZ - Hayır hepsini. Beethoven, Wagner... Tabii
anlayabildigim kadar.
Nuran, Mahur Beste'yi mırıldanmaya başlarken, uzaklaşı
rlar... Sanki İclal'i unutmuşlardır
İCLAL - (fiaşkınlıkla arkalarından bakar) Bunlar
birbirlerini seviyor... Ne mükemmel bir haber. Bu haberle Muazzez'e
karsı ömrümün tek zaferini kazanacagım. (Bir an) Ama
imkânsız söyleyemem!.. Çünkü, o da Mümtaz'ı seviyor.
Bir kadın sesinin -Nuran- söylediği Mahur Beste gittikçe
yükselirken ışıklar da usul usul kararır. Yine dükkândaki
eşya kullanılarak yeni mekân oluşturulur... Radyoda, savaşa
dair bir iki cümle.
İHSAN BEY’İN EVİ
İHSAN - Shakespeare'in dedigi gibi, zamana karsı
kosmaya mecburuz Suat’cıgım. Evvelâ yapılacak isleri sıralayacagız.
Sartlarımızı tanıyacagız ve yavas yavas, cihan piyasasına
çıkmaya baslayacagız.. (İhsan Bey'in karısı Macide ve
Mümtaz girerler) Ah!.. Nerede kaldın Mümtaz’cıgım. Seni bekliyoruz.
Bak, kim var burada?
SUAT - (Alaycı) Ben... varım..
MÜMTAZ - Ah!.. Suat!.. Seni gördügüme sevindim. Sanatoryumda
oldugunu sanıyordum...
SUAT - Iyilestim ve çıktım.
MACİDE - Henüz tam iyilesmis sayılmazsın. Baksana
109
bütün kemiklerin meydanda. (Ötekilere) Yüzü çok solgun...
Yoksa bana mı öyle geliyor?
İHSAN - Vakit geçirmeden oturun bakalım. Macide,
önce mezeleri getir. Su rakı sofrasının keyfini çıkaralım.
MACİDE - (Masanın örtüsünü örterek) Durun, acele
etmeyin, hemen hazırlıyorum. Duyan da, rakıya müptelâ biri sanacak
seni.
İHSAN - Müptelâ degilim ama rakıyı severim. Nâdir
zamanlarda içiyor olmam, sıhhî endiseden ziyade, içkiye hayattaki
yerini hakkıyla vermek içindir. Onun sihrini kendimizde
eksiltmemeliyiz. Ne o Mümtaz? Gözlerin pırıl pırıl. (Ötekilere)
Size de öyle gelmiyor mu?
MACİDE - Ben de farkettim. Fakat sormaya çekindim.
MÜMTAZ - (Sanki suç üstü yakalanmış gibi) Suat'ı
gördüm, sevindim. Biliyorsunuz, özellikle zekâsını çok seve-rim.
SUAT - Ne saadet. Demek ki beni görüp, sevinenler
de var.
MÜMTAZ - (Lafın altında kalmak istemez) Bir de bu
gülüsünü. Kalpten gelen her seyi reddeden bir gülüsün var.
İHSAN - Neden geciktin?
MÜMTAZ - Dün gece kitabı bitirdim. Bu yüzden geç yattım.
Ve Sümbül Hanım da her zaman oldugu gibi beni vaktinde
uyandırmadı.
SUAT - Ne okuyorsun?
MÜMTAZ - Hemen hemen her sey. Cevdet Tarihi, Sicili
Osmani, Sakayık...
SUAT - (Yapmacıklı bir teesürle) Felâket... Simdi
nasıl konusacagız seninle?
MACİDE - Herhalde saka ediyorsun?
SUAT - Evet, sakaydı. Eskiden böyle kızdırırdım onu.
Ne dersin Mümtaz, acaba herkes bizim kadar çok okuyor
mu? (Masadan kendine rakı koyar)
MÜMTAZ - Avrupa bizden fazla okuyor. Üstelik bir kaç
dalda birden okuyor... Mesele bu degil.
SUAT - Fakat yine de bir mesele var. Okuduklarımızla
rahat degiliz.
İHSAN - (Kadehlere buz ve rakı koymakla meş110
guldür) Mesele, okuduklarımızın bizi bir yere götürme-mesinde.
(Suat arkaya yürüyüp bir sigara yakar) Sadece kendimizi
okudugumuz zaman hayatın kenarında dolas-tıgımızı biliyoruz.
Batı’yı okudugumuzda bir dünya vatandası gibi hissediyor ve
ancak o zaman tatmin oluyoruz. Kısacası çogumuz seyahat eder
gibi, kendi benligimizden kaçar gibi okuyoruz. Halbuki kendimize
has yeni bir hayat sekli yaratmalıyız. Mesele burada. Zannederim
Suat'ın dedigi bu.
SUAT - Evet. Eski yeni ne varsa bir anda silkinip,
hepsini fırlatıp, atmak.
MÜMTAZ - Imkânsız bu.
SUAT - Neden imkânsız?
MÜMTAZ - Çünkü!.. (Aklı Nuran'dadır) Çünkü evvela
kara tahtayı beyhude yere temizlemis oluruz. Bu inkârla ne kazanacagımızı
sanıyorsun? Olsa olsa benligimizi kaybede-riz.
MACİDE - (İçtiği sigarayı kastederek) Suat!?..
SUAT - Tamam Macide, tamam. Sadece bir nefes...
(Mümtaz'a bakar son derece sakin) Yeniyi.. Yeni bir âlemin
masalını kurarız. Amerika'da, Sovyet Rusya'da oldugu gibi.
MÜMTAZ - Onlar her seylerini unuttular mı sanıyorsun?
Bu masalı yaratacak olan bizim mâziyi inkârımız veya bu isteki
yaratma irademiz degildir.
SUAT - Peki ne yapalım istiyorsun?
MÜMTAZ - Üstelik, her iki ülke de Avrupa'yı devam ettiriyorlar.
SUAT - (Israrlıdır) Peki ama biz ne yapacagız?
İHSAN - Mazi ile alakamızı yeniden kurmamız lazım.
Maziyi ihmal edersek ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder. Terkibin
içine istesek de istemesek de sokacagız onu. Çünki dün
dogmadık biz. En çetin realitemiz budur. Sonra hangi köklere
gidecegiz? Halkın hayatı, bazan bir hazine bazan bir seraptır.
Uzaktan sonsuz bir seymis gibi görünür. Fakat yaklasan bes-on
motifin ve moda’nın içinde kalırsın.Yahut dog-rudan dogruya
baska bir hayat seklinin içine girersin. Klasik yahut yüksek tabaka
kültürü. Ondan bir çok yerlerde kopmussun... ve zaten sıkı
sıkıya baglı oldugun medeniyet, yıkıl-mıs.
MÜMTAZ - Iste ben bunu imkansız görüyorum. Çünki
111
dediginiz gibi dizi koptu bir kere. Bugün, Türkiyede, nesillerin
beraberce okudugu bes kitap bile bulamayız. Dar muhitlerin dısında
eskilerden zevk alanlar gittikçe azalıyor.Biz galiba son
halkayız. Yarın bir Nedim,bir Nef’i yahut bize hala cekici gelen
eski musiki ebediyen yabancısı oldugumuz seyler olacak.
SUAT - Hala ne yapacagımı söylemediniz?
İHSAN - (Tartışmaya son vermek ister gibi kadehini
kaldırır) Evvela içecegiz. Sonra bu güzel denizin bize hediye
ettigi su balıkları sükrederek yerken, kendimize mahsus, sartlarımıza
uygun yeni bir hayat kurmanın yollarını arayacagız. Hayat
bizimdir. Ona istedigimiz sekli vermek bi-zim elimizde. Ve o,
seklini alırken kendi sarkısını da yapacak. (İçer) Yalnız, fikre ve
sanata asla müdahele etmeyecegiz. Onları hür bırakacagız.
Çünkü fikir ve sanat mutlak hürriyet ister. Masal, biz istiyoruz diye
bir anda tesekkül etmez. O, hayatın içinden fıskırır. Ne mâzi
ile baglarımızı kesmek, ne de Batı'ya kendimizi kapamak... Hayır,
asla!.. Çok hareketli, meselelerle dolu bir cografyada yasıyoruz.
Dünya her an sıkı bir birlige gidiyor. Biz, bu birlige sadece,
akan bir nehre sonradan eklenir gibi eklenmemeliyiz. Batı medeniyeti
içinde hususî bir hüvviyetimiz olmalı. Ne zannediyorsunuz
bizi? Biz, Dogu'nun en klâsik zevkli milletiyiz. Fakat nedense
sevmi-yoruz kendimizi. Kafamız bir yıgın mukayeselerle dolu.
Dede Efendi’yi, Wagner olmadıgı için; Yunus'u, Verlaine; Bâki'yi,
Goethe ve Gide yapamadıgımız için begenmiyoruz. Asya'ın
onca zenginligi içinde, Dünya'nın en iyi giyinmis milletlerinden
biri oldugumuz halde çırılçıplak yasıyoruz.
SUAT - Eskiyi devam ettirdikten sonra yeni bir hayat
sekli niçin?
İHSAN - Hayatımızın henüz bir sekli yok da onun için.
Kaldı ki hayat, her zaman tanzim edilmeye muhtaçtır. Hele de
asrımızda. Ha, Mümtaz...
İhsan kalkar. Kütüphanedeki -dükkân- eski kitap ciltlerini,
aradığı kitabı bulmak istercesine karıştırır.
SUAT - O halde geçmisi tasviye ediyoruz?..
İHSAN - Elbette... Bir yıgın ölü sekiller hayata müdaheleye
hazır bekliyor. Icabeden yerlerde bu ölü kökleri söküp, ataca 112
gız. Yeni bir üretime girecegiz. Bunun insanını yetistirecegiz.
SUAT - Bunu yapmak için nereden hız alacagız?
İHSAN - Ihtiyaçlarımızdan.Yasama irademizden. Zaten
hıza degil, derse ihtiyacımız var. Bunu da ancak realite verir
bize, belirsiz ütopyalar degil!
SUAT - Ben ütopyalardan bahsetmiyorum. Fakat...
Fakat bâkir türküler istiyorum. Dünya'yı yeni bir gözle görmek istiyorum.
Bunu sadece Türkiye için degil, bütün Dünya için istiyorum.
İHSAN - Yani adalet istiyorsun, hak istiyorsun?
SUAT - Hayır öyle degil... Anlatamıyorum, çünkü kelimeler
eski. Yeni insan, eskinin hiç bir kalıntısını kabul edemez.
MÜMTAZ - Su yeni insanı sen bize tarif etsene?
SUAT - Edemem. Çünkü daha dogmadı. Fakat dogacak.
Bundan eminim. Bütün dünya bunun sancısını çeki-yor.
Iste Ispanya!..
İHSAN - Eger imrendigin buysa, merak etme. (Kitaptan
işaretli bir bölüm bulur) Iste istedigin burada; “Est-ce que
je hais queldqu’un? Non. Je puis donc remercier Dieu et m’endormir
en paix” -Kimseye kin duyuyor muyum? Hayır. Öyleyse
Tanrı’ya sükredebilir ve huzur içinde uyuyabilirim. Yakında Avrupa,
hatta bütün dünya Ispanya'ya benzeyecek. (Masaya geçerken
içeriye seslenir. Mümtaz fiskos koltu-ğunda İhsan’dan
aldığı kitabı incelemektedir) Macide, balıklar hazır degil mi
daha?!.. Sâhi, Ispanya'da veya Rusya'da yeni insanın olustuguna
inanıyor musun? Bana daha zi-yade, insanlıgın felâketi hazırlanıyormus
gibi geliyor.
SUAT kendine ve İHSAN’a rakı koyar.
SUAT - Falcılık mı?
İHSAN - Hayır. Sadece bir müsahade. Alelâde bir gazete
okuyucusunun müsahadesi.
Susarlar. Suat bir müddet kadehi ile oynar.
İHSAN - Su?
SUAT - Hayır, tesekkür ederim. (İhsan masadaki
yerine oturur) Diyelim ki, sizin dediginiz gibi, Dünya bir felâ-ke113
te sürükleniyor. Öyle olsa ne çıkar! Insanlık ölü kalıplardan ancak
böyle bir yangınla kurtulur.
İHSAN - Daha da beter olur. Geçen harpte gördük.
SUAT - (İhsan Bey'ı dinlememiştir sanki) Kaldı ki
harp neredeyse bir zaruret. Bu kadar karısık bir hesabı ancak o
temizleyebilir.
İhsan ve Mümtaz susarlar.. Suat bir an sonra kafasını
kaldırıp, İhsan Bey'e bakar
SUAT - Hakikaten, insanlıktan hiç bir sey ümit etmiyor
musunuz?
İHSAN - (Hoşgörü ile gülümser) Insanlıktan ümit kesilir
mi? Yalnız harpten müsbet bir sey ummuyorum. Mede-niyetin
yıkımı olacaktır harp. Ha!.. Sadece harpten degil ihtilâllerden
ve diktatörlerden de bir sey çıkacagını ummuyorum. Insanlıktan
ümidi kesmedim. Fakat insana güvenmiyorum. Harbin, ihtilâllerin
en korkunç tarafı, bu kaba kudreti hazırlıksız, birdenbire basıbos
bırakmasıdır.
SUAT - Ben de bunu istiyorum iste.
İHSAN - Peki ya sen Mümtaz?
MÜMTAZ - (Kalkar, heyecanla) Ben... ben insanı seviyorum.
Hayatı yüklenmesini, cesaretini... Hiç bir sey insanoglunun
cesareti kadar güzel olamaz. Sair olsaydım tek bir manzume
yazardım. Iki ayagı üstüne kalkan ceddimizin, bu güne kadarki
macerasını anlatırdım. Ilk düsünceler, ilk kor-kular... Ilk
sevgi, zekânın ilk kımıltısı. Allah'ı etrafımızda ve kendi içimizde
varetmemiz... Evet, insanı söylemek isterdim. Maddeyi uykusundan
uyandıran ve kâinata kendi ruhunu geçiren insanı.
İHSAN - (Mümtaz'ın bu coşkusuna şaşırmıştır) Bu
ne coskunluk Mümtaz? Dokuzuncu asrın medeniyet mü’-minlerine
benzedin.
MÜMTAZ - Hayır... da, meselelerin tam olarak halledilecegine
inanmıyorum ben. Daima bir tehdit altında kalacagız. Ölecek
ve öldürülecegiz. Ben trajedinin kendisini seviyorum. Asıl yücelik,
ölümün kaçınılmaz olmasına ragmen gösterdigimiz cesarettir.
SUAT - Zannediyorum Mümtaz, gorilden, insana
dogru yürüyüsün siirini yazmak istiyor.
114
İHSAN - Iyi söyledin. Gorilden insana dogru yürüyüs.
Iste senin istedigin harp, bu yürüyüsün sonudur. Insandan, gorile
dogru gitmektir. Demin de söyledim. Iki cihan harbi daha olsun,
ne kültür kalır, ne medeniyet. Hürriyet fikrini de ebediyyen
kaybederiz.
SUAT - Bunu ben de biliyorum. Fakat korku?.. Korkular?..
Içimizdeki ruh darlıgı ve dısımızdaki sefalet. Insanı bir
mal, bir malzemeymis gibi kullanma alıskanlıgımız?.. Bütün
bunların hayatın bir mecburiyeti oldugunu düsünsenize... Brrr!..
Her sey bir devrin sonunun yaklastıgını gösteriyor. Ben, bir felâket
pahasına da olsa bu sonu bekliyor ve istiyorum.
Uzun süren bir sessizlik.
MACİDE - (Bu arada hep sofra ile meşgul olmuştur)
Deminden beri konusup, duruyorsunuz ama halktan hiç bahis
yok. Bu yüzden halk, hep sizlerden uzak kaldı.
İHSAN - (Babacan bir ifade ile güler) Dogru. Halk
aramızdaki ideoloji kavgalarının aracı olmus sadece. Birbiri-mize
karsı zafer kazanmak için hep halkı kullanmısız. Bu yüzden
bizden uzak ve ümitsiz. Hakikatte ise halkımız okumus, yazmıs
takımına inanır ve münevverlerin gösterdigi yolda gider.
SUAT - Ve daima da aldanır.
İHSAN - Biz aldandıgımız için aldanır.
SUAT - Halkı sever misiniz?
İHSAN - Hayatı seven herkes halkı da sever, çünkü
halk hayatın kendisidir. Hem kaynagı, hem manzarasıdır. Bazan
bir fikir kadar güzel, bir tabiat kadar hasindir. Çok defa büyük
denizler gibi susar. Fakat konusacagı agzı bulunca da...
SUAT - Ama ona ulasamıyorsunuz. Veya ulasmıyorsunuz.
Sefaletleri, ıstırapları hatta zevkleri size kapalı.
İHSAN - Bazı kapıların bize kapalı görünmesi; kim bilir,
belki kapının önünüde degil de arkasında durdugumuz içindir.
MÜMTAZ - Peki ne yapılabilir bu durumda?
Suat, “İşte, soru bu” gibi Mümtaz’ı onaylar.
İHSAN - Bir sairimiz, aklı selim, felsefenin yanısıra biraz
da tarih ögrenseydi ne iyi olurdu, diyor. Buna Tanzimat, bi115
raz ekonomi politik bilseydi, diye ilâve edebiliriz. Dogrusu, ögrenmeye
de bir hayli ugrasmıstı. Fakat kim? Münif Pasa'dan, Abdülhamit
ögreniyor. Birisinin bilip bilmedigi meçhul, öbürü ise kendi
vehminde mumyalanmıs bir bîçâre. Otuzüç yıl kendini bir köskte
hapseden bir iktidar delisi, Osmanlı'nın bir numaralı kalebendi.
Sonrası ise mâlum. Milli zafere kadar hep onların zarureti ile kaldık.
Simdi ne yapılabilir diye soru-yorsun... Bilmiyorum. Zaten bilseydim
burada oturup, sizinle çene çalmazdım. Sehre iner, herkesi
basıma toplar, Yunus gibi bagırarak, size hakikatinizi getirdim,
derdim. Bildigim eski ile yeninin bir arada kaynasması. Yeter
ki, biri eski medeni-yetin enkâzı, öbürü de, yeni bir medeniyetin
henüz tasınmıs kiracısı olmasınlar. Yeter ki...
Suat'ın henüz hastalıktan tam olarak kurtulamamış bedeni
bu kadar içkiye tahammül edemez ve yığılır gibi o-turduğ
u iskemleden düşer. Işık kararır
MACİDE - (Sanki fısıldar gibi) Suat!...
BEDESTEN’DEKİ ESKİCİ DÜKKANI
Bedesten’deki dükkânda İclal ve Muazez'in Mümtaz'a,
Nuran’ın eski kocası Fahir’le İzmir’e gidip, yeniden nikah kı-
yacaklarını söyledikleri an'ın hemen sonrası. Her şey tıpkı
önceki gibidir. Dükkân, dükkândaki eşyanın konumu, sesler,
kişiler, v.d.
İCLAL - (Sözü kaldığı yerden sürdürür) Yeniden,
bu sebeple evleniyor eski kocası ile Nuran... Kızı Fatma için..
MUAZZEZ - Nuran Abla en dogrusunu yaptı bence.
(Mümtaz'a) Öyle degil mi Mümtaz?
MÜMTAZ - (Halâ aldığı haberin etkisindedir) Evet.
Fatma Babasını çok seviyordu... (Kendini toparlar) Sizin burada
ne isiniz var?
İCLAL - Eski bir gerdanlık görmüstüm. O'nu, Orhana
gösterecektim. Bana nisan hediyesi... Mümtaz da eski mu-sikiye
meraklıdır.
MÜMTAZ - Eski musikiyi severim. Fakat tercihlerim var.
ORHAN - Ben sadece bir koleksiyonerim.
116
MÜMTAZ - Koleksiyoner!..
Dükkancı girer.
MUAZZEZ - Peki siz ne arıyorsunuz burada?
MÜMTAZ - Ihsan Bey'in ilâçlarını yaptırmak için geldim.
Su kösedeki eczanede. Dün gece fenalastı. Doktorun verdigi reçetenin
hazırlanmasını bekliyorum.
MUAZZEZ - Yüzünüz çok solgun. (İclal’e döner) Baksana.
MÜMTAZ - Dün gece uyumadım.
İCLAL - Tam nisanlanacaktık, Orhan’ı askere çagırdılar.
ORHAN - Ne dersiniz harp çıkacak mı?
MÜMTAZ - Her sey pamuk ipligine baglı.
ORHAN - Bir küçük liman için deger mi?
MÜMTAZ - Elbette degmez. Fakat bir liman meselesi
degil ki. Bir mâzi meselesi. Bu Hitler denen adam insanogluna
musallat.
Dışarda çalınan bir türkü işitilir gürültüler arasından
"Gide gide iki duvar arası
Kimi kursun kimi hançer yarası"
ORHAN - Yine de Avrupa’lıların meselesi için kanımın
dökülecek olmasından hosnut degilim. Avrupa tehlikedeymis,
bana ne! Biz tehlikede iken Avrupa bizi düsündü mü? Isteseydi
Balkan Harbi’ni önleyebilirdi. Asırlardır bize ameliyat yap-tılar;
kestiler, biçtiler, asırlık topraklarımızdan bir ot gibi söküp, attılar
bizi. Sizin o insanlıga musallat dediginiz Hitler’i de besleyen Avrupa
degil mi?
MÜMTAZ - Su türkünün sözlerini isitiyor musunuz? Geçen
harbin yakınmaları bunlar. Ne garip. Halka yakınmak, sızlanmak,
sikâyet etmek yakısıyor ama sizin gibi bir münev-verde
hos görülmüyor. Demek ki, münevverlerin sızlanmaya hakları
yok. Demek ki, sorumluyuz.
İCLAL - (Satın almayı düşündüğü gerdanlığı boynuna
takmıştır) Nasıl, yakıstı mı?
MÜMTAZ - (Kırık mankene giydirilmiş gelinliği kastederek)
Bu gelinligi de al istersen. Üzerinde çok güzel durur.
117
İCLAL - Mümtaz!
MÜMTAZ - Niye? Bu gelinlik de eski...
Mümtaz'ın bu alaycı üslubunu yadırgamışlardır
MÜMTAZ - Sakaydı. (Orhan'a döner) Askere gitme-den
evlenirsiniz. Yahut izin alırsınız. Zaten bizim ne yapaca-gımız
belli degil. (İyice sıkılmıştır. Kestirip, atar) Belki de bir uzlasma
çaresi bulurlar ve harp çıkmaz.
ORHAN - Bilmem ki!...
İCLAL - Haydi acale edelim. Vapuru kaçıracagız.
DÜKKÂNCI - Gerdanlıgı kutuya koymamı ister miydiniz?
Vedalaşırlar.
MUAZZEZ - (Çapkınca) Sizi arayacagım.
Dede Efendi'nin bir bestesi çalınmaktadır sokaktaki
dükkânların birinde... İclal, Muazzez ve Orhan çıkarken bir
Genç Kız, girer dükkâna
DÜKKÂNCI - Bir sey mi istediniz?
GENÇ KIZ - Bir çanta istiyorum. Agabeyim için. Askere
gidecek de...
DÜKKÂNCI - Size bir bavul vereyim. Söyle büyük ve saglam
bir sey...
GENÇ KIZ - (Peşinden giderken) Ben de hastabakıcı
kurslarına yazıldım. Harp çıkarsa... Ise yarayayım diye...
DÜKKÂNCI - Çok iyi düsünmüssün kızım...
Dükkanın bir yerlerinde kaybolurlar
MÜMTAZ’IN EVİ
Işıklar, usul usul açıldığında yine dükkândaki eşya kullanı
larak mekân değişmiştir. Mümtaz’ın Emirgan’daki evi'nin
yatak odası. Nuran, oturduğu iskemleyi aydınlatan ışıkların
açılması ile sanki yüksek sesle düşünüyormuş gibi konuşmaya
başlar. Mümtaz nispeten daha loş olan dükkândaki
bir kadın çantasını evirip çevirmektedir...
NURAN - Buraya gelmemek için üç gün didistim ken118
dimle. Bu üç günde Büyükannem'in hayali hiç bırakmadı beni.
Sanki yasadıgı hayatı inkâr edercesine "ben", diyordu, "çok sevildim.
Bu yüzden beni sevenlerin hepsi bedbaht oldular. Hayatında
benim gibi bir örnek varken nasıl cesaret edebi-lirsin?" Fakat
kalbime ve bedenime hitap eden ikinci bir ses karsı koyuyordu
buna. Bu ses, damarlarımdaki kanın sesiydi. Her seyi yakarak
aska ve ihtirasa doludizgin giden Büyükannemle, Dedem
Talat Bey'den bana geçen bu kan; "atıl", diyordu. "Atıl bu ava.
Yan ve yasa. (Nuran sanki Mümtaz’ın düşlerinden çıkagelmiş
gibi kalkar oturduğu iskemleden.) Zira ask, yasamanın
tam seklidir. Beyhude yere bu kaderden kurtulmaya çalısma.
Simdi sıra senin ve Mümtaz’ın. Mahur Beste'nin altın kafesi içinde
simdi sizlerin gölgeleri çırpınacak"... (Susar. Kafasını kaldı-
rıp, Mümtaz'a bakar) Üç günün sonunda buraya gelirken tırmandıgım
yokusun zorlugu bile içimden Mahur Besteyi söylememe
mâni degildi.
MÜMTAZ - (Ruyada gibi, seyirciye dönük) Bu oturu-su
nereden buldunuz?
NURAN - Dedim ya! Ecdat mirası. Uzviyetimde var.
Ben bunlarla dogmusum.
MÜMTAZ - Su mucizevî gülüsünüz de ecdat mirası olsa
gerek... Anlamamısım. Demek ki satıhtayım... (Nuran'a döner.
Gözlerini dikip uzun, uzun bakar) Mevlevî kıyafeti ile çekilmis
bir resminizi görmüstüm.
NURAN - Nerede?... (Kalkar) Ah! Tabii ki Iclal'de. Baba
tarafından Mevlevî, Anne tarafından Bektasîyiz.
MÜMTAZ - Tuhaf bir fotograftı. Eski minyatürlere benziyordunuz.
Elbiseniz hiç de aynı olmamakla beraber, meselâ Ali
Sir Nevai'nin..
Nuran, Mümtaz'ın bakışlarından kurtulmak ister gibi sözü
değiştirir
NURAN - Çok güzel bir aksam...
MÜMTAZ - Mevsimi...
NURAN - Mevsimi olması begenmemize mâni degil
ki... (Mümtaz, halâ Nuran'a bakmaktadır) Ne oldu?
MÜMTAZ - Bu kadar sevebilecigimi hiç düsünemezdim.
119
NURAN - Ben de bu kadar sevilebilecegimi. Daha ilk
günden sana gelecegimi biliyordum. Sen dâvet ettigin için degil.
Askı bana kader yapan bu ırsiyet yüzünden.
MÜMTAZ - Buna mâni olmak niye? Ask da ölüm gibi hayatın
belli baslı merhalelerinden biri degil mi?
NURAN - Bu ocakta yanmak için ta nerelerden geldim.
Kaç sahilin günesi ile kurudum. Beyhude yere zorladım
kendimi. Sevmedigim, hiç sevemiyecegim bir erkekle evlendim...
(Bir an) Biliyor musun? Altmıs yıldan beri ilk bosanan kadın
benim ailede. (Sorar gibi bakar Mümtaz'a.) Eee?..
MÜMTAZ - Hı?..
NURAN - Konusmuyorsun? (Bir an) Yeni Debussy'lerin
nerede? Telefonda söylemistin hani.. (Taklit eder)
"Yeni Debussy'ler aldım, behemehal gelin". (Gramofonun
yanına gider, arar)
MÜMTAZ - Mahur Beste hepsini unutturdu bana.
NURAN - Bizim kaderimiz bu. Debussy'i, Wagner'i
sevmek ve Mahur Besteyi yasamak...
MÜMTAZ - Gerçek musiki o kadar ender ki. Tıpkı eski siir
gibi. Asıl sanat olanı, sanat gibi olandan ayırdetmek gere-kir...
(Bir plak uzatır.) Bunu koy...
MÜMTAZ - (Mahur Beste'nin ilk msraını söyler) "Gittin
emma ki kodun hasret ile canı bile"
NURAN - Sus!.. Sakın ikinci mısraını söyleme.
MÜMTAZ - Neden?
NURAN - Ugursuzdur.
Bir an...
MÜMTAZ - Bu iste makamın büyük payı var. Meselâ,
Seyyit Nuh'un Nühüft bestesi. Bu nagmenin billuru öyle ka-ranlık
yansımalarla dolu ki ölüm ve ask, yani ruhun iki ucu ister istemez
birlesiyor.
NURAN - Sonra Dede'nin Acemesıran Yürük Semaisi.
Burada Allah da sevgili de dısarda. Bizi onlara dogru yüceltmek
istiyor ve "Bulundugun yer cennetimdir", dedirtiyor. Sonra Ferahfeza,
Beyati, Sultan-ı Yegah..
MÜMTAZ - Ve Mahur... Batı'nın modern resim cereyan120
larında buldugum seyi kimi zaman bu bestelerde de buluyorum.
Bazan bir yalı veya konagın agır ve yaldızlı oymalı tavanlarında.
Mücevherler içindeki sekiz çifteli kayıklardan seyredilen Bogaz
manzaralarında. Bazı cami ve türbelerde... Biz, üç batın evveline
kadar köylü idik. Annem musikiyi severdi, Babamsa hiç anlamazdı.
Ihsan, bir nevi musikisinastır diyebilirim. Ben ise kollektif
bir kaderi yasıyorum sanki. Debussy ve Mahur Beste... Karnın
aç mı? Sümbül Hanım, ak-samdan birseyler hazırlamıstı.
NURAN - Hayır, ama ille de bir sey yapmak istiyorsan,
sobayla ilgilen, sönmek üzere...
MÜMTAZ - Bana kalırsa bizim musikimiz kendi içinde
degisene kadar hayatımız da degismeyecek. Çünkü o'nu unutma
ihtimalimiz yok. O degisene kadar ask, tek tesellimiz olacak.
NURAN - Eski musikimiz, hayranlık duygusu içinde tüketen
sanatlardan degil. Bütün evliya ruhlu ve tevazu sahibi müzisyenler
ne kadar usta olurlarsa olsunlar yine de hayatın içinde
kalıyorlar. Türkülerimiz de öyle. En ten arzularına baglı olanları
bile, bir sehvet ruyası halinde tekrarlanan sevme tarzını dile getirirken
bütün kainatı sevgilide toplamayı beceriyor.
MÜMTAZ - Dogru. Su odanın haline baksana. Aynalar
senin varlıgınla çıldırmıs gibi. Bütün duvarlar, tavan, her dö-seme
parçası, bir mukaddes ziyaretçi tarafından takdis edilmis...
Uzun, uzun Nuran’a bakar.
MÜMTAZ - Çok güzelsiniz. Ve ben bu güzellik karsı-sında
sasırıyorum.
NURAN - (Sanki bir erkeğe çırılçıplak yakalanmış
gibi utanmıştır. Ne diyeceğini bilemez. ayakkabısına takı-lır
gözü) Bu ayakkabıyı bir daha giymemeliyim. Topukları çok kaba.
Bunlarla ancak mitinglerde kadın hukuku hakkında nutuk
atılır. (Muzipce Mümtaz'a bakar) Beni bunlarla nasıl zarif ve
güzel bulabilirsin? (Ayakkabısını çıkarırken) Müsaade eder misin?
Mümtaz, O'na bakmaya dayanamaz, döner ve o ölü suratı
yla bir cehennem meleğini andıran zihnindeki Suat'la
karşılaşır...
121
SUAT - O ne bir tanrıça ne de daha ilk beraberlikte
sana bütün mahremiyetini açan bir vuslat meraklısı.
MÜMTAZ - Ne peki?
SUAT - Ruhunu ve bedenini, seçtigi erkege bütün
hüvviyeti ile bırakan; bir tarla, bir bahçe gibi özünü teslim eden,"
ben buyum iste", diyerek her sırrını ona açan bir kadın.
Pek çok erkek; bu sırrı, bu zenginligi kesfedemeden yok oldu.
MÜMTAZ - Beni asıl sasırtan..
SUAT - (Düzeltir) Aklını basından alan..
MÜMTAZ - Aklımı basımdan alan, o garip utangaçlıgı.
Yüzünün mahmur Istanbul sabahları gibi örtülüsleri. Sanki yasanan
zamanın ötesinden gelen o tebessüm!...
SUAT - Dur hele. Henüz yolun basındasın. Zamanla
O'nu bir kıta gibi kesfedecek ve bu hayranlıgın bir tapınma duygusuna
dönüsecek.
MÜMTAZ - Tek basına tabiat bunu beceremez. Bir insanın
kendi içinde bir baska insanı bu kadar kuvvetle bulabilmesi
için sadece tesadüşer yeterli degil. Bu, ancak o en eski, en karanlık
zamanlarda; biz henüz mevcut olmadan önce hazırlanmıs
seylerin neticesi olsa gerek. Bu yumusak tenin dokusu, insanı
yaradılısın sırlarına çagıran bu derin nefesler, bu sefkat, bu ölümü
andıran baygınlık hissi ve ibadete benzer ürpertilerle yeniden
dirilmek...
SUAT - Vucut dedigimiz cihazın, ruhla elele vererek
yaptıgı bir miraç bu. Hangi göklere çıktıgını bilmeden yükseliverir
insan. Ben, bu hazzın içinde tutustum ve eridim... Tıpkı senin
dervislerin gibi.
MÜMTAZ - Ne Ahdi Atik, ne sevdigim filozoşar ne de veliler
beni bu coskunluga tasıyamadı.
SUAT - (Alaycı) Onlar; kadından, nefisten ve sehvetten,
tehlikeli bir seymis gibi bahsederler.
MÜMTAZ - Ama bu büsbütün baska bir sey. Nuran’la
olan..yani bu!.. (fiaşırır, ne diyeceğini bilemez) Yani hayatın
özü, bütün hakikatlerin anası...
SUAT - (Güler.) Bosuna tarif etmeye çabalama, çünkü
tarifi yok. Ne hakikat ne de hikmet. Ask, hislerin kelimelerle
israfı degildir.
122
MÜMTAZ - (Çaresiz) Ne yapmalı peki?
SUAT - Sorma, arastırma. Ruhundaki fırtınaya oldugu
gibi teslim et kendini.
Nuran, Suat'tan habersiz Mümtaz'a yaklaşmıştır. Belki
dokunarak, belki sarılarak ama mutlaka O'nu bir aşka davet
eder gibi...
NURAN - Ne oldu canım, neyin var?
Mümtaz uzun, uzun bakar Genç Kadın’a. Müzik, derinden
bir çığlık gibi yükselirken birbirlerine sarılırlar. Işıklar
kararırken müzik daha da yükselir ve bütün mekânı kuşatır.
Sahnedeki her şey, müziğin kendisi olur adeta. Eşya, dans
eder gibi, tapınır gibi sevişen Nuran ve Mümtaz'ın tireyen
sülietleri, iniltiler... Her şey,her oluş...
Işığın, sevişen çifti, dükkândaki aynalara yansıtan garip
pırıltıları dışında mutlak bir karanlık..
Bir süre sonra Nuran'ın Büyükannesi Nurhayat hanım'ın
yaşlı, sanki ifadesizmiş gibi hiç vurgusuz sesi yankılanır
müziğin içinde
N.H.'ın SESii - Atıl bu ava. Yan ve yasa. Zira ask yasamanın
tam seklidir. Mademki benim kanımı tasıyorsun, tıpkı be-nim
gibi sevecek ve ıstırap çekeceksin. Serhat boylarında, Balkanlarda,
Karadeniz Kıyılarında binbir tecrübe ile hazır-landıktan
sonra buraya, Istanbul'a düstügü için birdenbire sasıran bu
kibar ve incelmis hayata, bütün hür çırpınıslarını feda eden kanın
sesini dinle. Alaturka musiki dedikleri acaip bir tokmakla dövülerek
hazırlanmıs bu garip halita, bana muhtaç olanların hepsini
bedbaht etti. Madem ki sen de aynı kanı tasıyorsun; tıpkı
benim gibi sevilecek ve ıstırap çekeceksin. Mahur Beste’yi yasamak
bizim kaderimiz. Bundan kurtulmaya çalısmak bosuna.
Simdi sıra senin. Senin ve Mümtaz'ın. Mahur Beste'nin altın kafesi
içinde simdi sizin gölgeleriniz çırpınacak...
Nuran'ın bu konuşma sırasındaki küçük, ağlamaya benzer
iniltileri, yaşadığı orgazmla bir çığlığa dönüşürken, aynalarda
şimşek çakar gibi dolaşan envai türlü renkte ışık 123
lar... Ve birden aydınlanır sahne. Nuran ve Mümtaz, ıstıraplı
fakat bir o kadar da haz dolu bir sevişmenin bedenlerinde
ve ruhlarında bıraktığı tesirin halet-i ruhiyesi içindedirler.
Işık kararır.
BEDESTENDEKİ ESKİCİ DÜANI
Işıklar açılırken, Dükkancı ve Genç Kız, sahneye girerler.
Kızın elinde tahta bir bavul vardır
GENÇ KIZ - Tesekkür ederim...
DÜKKÂNCI - Güle güle kızım...
GENÇ KIZ - (Çıkacakken durur, döner) Sahiden harp
çıkacak mı?
DÜKKÂNCI - Insallah çıkmaz kızım, insallah çıkmaz...
TEVFİK BEY’İN EVİ
Dükkan’ın bir yerlerinde, tıpkı daha önce Suat’ın varolduğ
u gibi Nuran’ın kızı Fatma peyda olur. Kızın elinde bez
bir bebek. Sanki bir kuyunun başında dönüp, durmakta, tuhaf
bir sesle ilahi söyler gibi bir tekerleme mırıldanmaktadı
r. Mümtaz, kızı görmez fakat O'nun varlı-ğından haberdardı
r
MÜMTAZ - Düseceksin!..
FATMA - Yalnız basıma yemek yemekten bıktım.
MÜMTAZ - Istersen bizimle beraber yiyebilirsin.
FATMA - (Hırçın.) Hayır!..
Elindeki bebeği kuyuya atar. Mümtaz kalkar, kıza döner
MÜMTAZ - Neden yaptın bunu?
FATMA - Bu bebeklerden de bıktım. Arkadaslık etmek
için kedi ya da bir köpek istiyorum.
MÜMTAZ - Istedigin buysa kolay. Sana bir köpek yavrusu
hediye edebilirim.
FATMA - Hayır!.. Hayır yaklasma, dokunma bana istemiyorum..
Hayır!..
Mümtaz, isterik çığlıklar atan çocuğu işitmemek için kulakları
nı kapatırken Nuran ve Nuran'ın dayısı Tevfik Bey girer
sahneye Tevfik beyin evi de tıpkı önceki mekanlarda olduğ
u gibi dükkandaki eşya ve aksesuar kullanılarak oluşturulacaktı
r. Oldukça yaşlı olan Tevfik Bey'in elinde bir kane124
pe şeklinde yazılmış çerçeveli bir beyit. Tevfik Bey bu çerçeveyi,
Mümtaz'ın eczaneye ısmarladağı ilâç-ları beklerken
vakit geçirmek için girip, yakın geçmişini hatırladığı eskici
dükkânının bir yerinden hemen o anda almıştır sanki...
TEVFİK - (Beyit'i okur) "Lütfü Keremi Hazreti Mevla ile
Geçtik"... 1313'de Babam hakkında Abdülhamit'e jurnal vemislerdi.
On gece Yıldız'da tutuklu kaldı. Oradan kurtulduktan sonra
Naili'nin bu mısraını yazdı. Dikkat edilirse bu mısra bir kanepe
seklindedir. Hücredeyken on gece üzerinde yattıgı kanepe. Babamın
bu hat’ını bulmak için dolasmadıgım eskici kalmadı. Sonunda
Bedesten’deki bir dükkânında buldum. Bu arada da elime
ne geçerse aldım ve bir hat kolleksiyonuna sahip oldum.
Tam çıkacakken elindeki levhayı farkeder ve onu yerine
koymak üzere dönerken ellerinde rakı kadehleri ile sah-neye
girmiş ve Tevfik Bey'in sözlerini dinlemiş olan Nuran’la,
Mümtaz'ı görür
TEVFİK - Rakıyı yavas içeceksiniz ha! Rakının tadı
uzun vakitte içilirse çıkar. Birazdan pisirecegim barbunyaya gelince...
Dünya'nın en lezzetli balıgıdır. Fakat mevsiminde olmazsa,
hatta ada açıklarında yahut Bogaz'ın asagı agzında tutulmazsa
degisir. Çanakkale'den öteye ise barbunya balıgı hiç bir tasnife girmeyen
alelade bir deniz hayvanıdır. (Levhayı yerine koyar) Bu
mubarek mahluku bu aksam beraberce yiyebilmemiz için kaderin
asırlarca süren çalısmasını düsünebiliyor musunuz? Evvela Yahya
Kemal'in dedigi gibi Don veya Tuna'nın suları Karadeniz’e akacak.
Dedelerimiz kalkıp Orta Asya'dan gelecek. Sonra Sultan Ikinci
Mahmut, Nuran'ın Büyük Dedesi’ni bektasidir, diye Istanbul'dan
Ma-nastır'a sürecek. Orada evlenecek. Benim Dedem, karısı kaçtıktan
sonra kendini teselli etmek için yazdıgı ve sonra bilmem
hangi pasaya sattıgı bir Kuran'ın parasıyla bu kösk satın alacak...
Anlıyor musun delikanlı? Yediyüzelli altına bir Kuran-ı Kerim. Yani
bu kösk ve bu arazi. Sonra Nuran doga-cak. Siz dogacaksınız...
Ohooo!.. (Yine çıkmaya davranır-ken bu kez Nuran'a döner)
Ha!.. Biraz önce Fatma'nın Mümtaz Bey’e yaptıklarını gördüm. Bir
çocugun fantazileri için saadetini tehlikeye atma sakın. (Çıkar)
125
NURAN - Dayımdan hoslandın mı?
MÜMTAZ - Bayıldım. Hususiyetle barbunya balıgının
eknik ve sosyal macerasına.
Nuran düşünceli, gidip, oturur.
MÜMTAZ - Yoruldun mu?
NURAN - Eh... Neredeyse bütün Üsküdar’ı dolastık.
MÜMTAZ - Hoslandın mı?
NURAN - Üsküdar'da hakiki bir kadın saltanatı hüküm
sürüyor. Mihrimah Camii, Atik Valide, Orta Valide Camileri. Sanki
analık duygusuna ithaf edilmis gibi. Ama asıl çarsı içindeki
Küçük Valide'yi sevdim. Türbesini degil ama.
MÜMTAZ - Neden?
NURAN - Ben olsam orada yatmam. Çok açıkta.
MÜMTAZ - Öldükten sonra ne farkeder?
NURAN - Ne bileyim. Öldükten sonra bile böyle herkesin
içinde.
MÜMTAZ - (Güler) Tevfik Bey, bir çocugun fantazileri
için kendinizi tehlikeye atmayın, diyerek neyi kastetti?
NURAN - Benim bir çocugum var.
MÜMTAZ - Biliyorum.
NURAN - Biraz hırçın bir çocuk..
MÜMTAZ - Biraz önce bahçedeki kuyunun basında yaptıklarını
gördüm. Öyle sanıyorum ki senin yanında baba-sından
baska hiç bir erkege tahammülü yok.
NURAN - (Bir an) Bırakalım bu bahsi.
MÜMTAZ - Darıldın mı?
NURAN - Su anda Fatma’dan bahsetmeye luzum yoktu.
MÜMTAZ - Beni hiç sevmiyor.
NURAN - Sen de kendini sevdirmeye çalıs.
MÜMTAZ - Bir elime geçirsem kolay. Fakat ele geçmi-yor
ki. Onda kendi çocukluguma benzer bir hal görüyorum. Bir
gün seni kıskanacak olursam. muhakkak ki ben de ona benzeyecegim.
NURAN - Niçin bu anı yasamıyorsun Mümtaz? Aklın
hep geçmiste veya gelecekte. Oysa bu an da var. Bu sabah, bu
aksam. Çok güzel seylerle doldurulabilecek bu saat de var.
126
MÜMTAZ - Nuran!..
NURAN - Üsküdar'ı sevdigini söylüyorsun. Fakat halkı
fakir, kendisi bakımsız. Ama sen bu bîçarelikler arasında Acemasıran,
Sultaniyegah diye rahatça yasıyorsun. Peki hayat, hayatın
daveti nerede kalıyor? Bir seyler yapmak, bu hasta insanları
tedavi etmek, bu issizlere is bulmak, mahzun yüzleri güldürmek,
bir mazi artıgı halinden çıkarmak gerekmez mi?
MÜMTAZ - (Elini tutarak) Yorgunsun...
NURAN - Hep bir baskası olmaya çalısarak yasamak
kolay mı sanıyorsun? (Uzaklaşır) Ama artık yeter. Hiç degilse
su anda kendim olmak istiyorum. Sevdigim Adam'ın kolla-rında
kendimi kaybetmek sonra yine orada bulmak istiyorum kendimi.
(Gözucuyla Mümtaz'a bakar)
MÜMTAZ - Bir an önce evlenelim. Hem de kimseye haber
vermeden.
NURAN - (İyice yılgındır.) Dünyada olmaz. Annem'in
yüregine iner. Hemen o anda ölür. Kendisine sormadan evde
bir sandalyenin degismesine bile razı gelmez O. (Ağlayacak
gibidir) Saadetin en büyük düsmanı yine insanın kendisi.
Gördügü yerde saldırıyor. Sadece kızım ya da annem degil.
Meselâ Yasar. Dayım'ın oglu. Biraz sonra tanıyacaksın. Dogdugumdan
beri bana asık. Babasını öldüren rum palikaryasına
bile düsman olmaz ama su anda, seni sevdigim için ölesiye
düsman bana. (Gidip, çantasından mektuplar çıkarır) Bir
de bunlar var. Eski kocam; "sensiz yasamak çok güç", diye
mektuplar yazıyor. (Mektuplardan birini Mümtaz'a uzatır)
Al, bu da Suat'dan. Bilmem kaçıncı kere yattıgı sanatoryumdan
yazmıs. "Beni yalnız sen iyi edebilirsin", diyor. Fahir’le evlenince
beni sevmekten vazgeçtigini sanıyordum.
MÜMTAZ - (fiaşkındır) Ne!.. Ne cevap vereceksin?
Nuran "Bu da sorulur mu", gibi bir ifade ile Mümtaz'a
bakar...
MÜMTAZ - Zannederim bu suali sormaya hakkım var.
NURAN - (Bir çocuk gibi ağlamaktadır) Ben hasta
bakıcı degilim..
MÜMTAZ - (Nuran'a sarılır) Aglama... Lütfen aglama,
127
her sey düzelecek.
NURAN - Hayır. Hayatımız hep böyle gidecek. Eninde
sonunda bizi harap edecekler. Çünkü... Çünkü ben böyle bir hayata
mahkumum. Bari sen kendini kurtar.
MÜMTAZ - Bulundugun yer cennetimdir.
NURAN - Mantar gibi birden bire ortaya çıkan düsmanlarla
dolu bir cennet!.. (Kendini toparlamaya çalışır) Bütün
hesaplarımı kapattıgım eski kocam; ecnebi sevgilisini terkedip,
tekrar benimle olmak istiyor. Iki çocuk babası Suat; bir hastane
kösesinden hayatımı zeherlemek için öksürük, balgam ve kan
pıhtıları arasından destan gibi mektuplar ya-zıyor. Evlenecegimiz
haberi duyulunca daha kim bilir neler çı-kacak karsımıza!..
MÜMTAZ - Sen benden vazgeçmezsen her seyin çaresi
bulunur.
NURAN - (Suat'ın mektubunu alır) Su Suat'ın yazdıklarına
baksana. (Okur) “Sana muhtacım. Sensiz harap olacagım.
Hayatımda bir çok seyleri denedim. Fakat yanımda sen
olmadıgın için iste simdi sıfırım”. (Mümtaz'a bakar) O'nunla
aramızda hiç bir sey geçmedi ama bana muhtaç!.. (Çaresiz) Iyi
ama bana kim yardım edecek?..
MÜMTAZ - Suat'ı nereden tanıyorsun?
NURAN - Üniversiteden arkadasım.
MÜMTAZ - Benim de akrabam. O'nu çok iyi tanırım. Çok
okur ve çok düsünür. Fakat ruhunun sınırsız taskınlıgını nereye
sarfedecegini bilemeyen takımındandır. Son sene-lerde hastalıgının
verdigi bir dürtme ile olsa gerek, kendini al-kole ve kadına
verdi. (Bir an) O'nu severim. Ama korkarım da..
Tevfik Bey, girer.
TEVFİK - Rakı yavas içilmelidir, dediysem de bu kadarını
demedim... Haydi buyurun. Sofra hazır..
NURAN - (Kendini toparlamaya çalışır) Geliyoruz
Dayı’cıgım.
Çıkarlarken Mümtaz sona kalmıştır. Biran durur. Sanki
bir şey unutmuş gibi başını çevirir ve yine o ölü yüzüyle bir
yerlerde beliriveren Suat'ı görür.
128
BEDESTEN’DEKİ DÜKKAN
SUAT - Iste sana hayattan alınmıs hakiki bir hika-ye!..
Suat, rahat ve kendinden emin bir ifade ile gülmeye
başlar... Hamal, dükkana eşya getirir
Dilenci ayak parmaklarının arasındaki sigarayı, içer dumanı
nı savurarak içer.
Işıklar kararır
1. PERDENİN SONU
129
2. PERDE
BEDESTEN’DEKİ DÜKKAN
MÜMTAZ - Demek yarın Izmir'e gidiyor. Hem de bana
dargın olarak...
Bunları farkına varmadan Hamal'a söylemiştir
HAMAL - Bir sey mi dedin bey?..
MÜMTAZ - Neden herkes bana yükleniyor?..
HAMAL - (Bir şey anlamamıştır. Bön bön bakar) Ne
dedigini anlamadım Bey.
MÜMTAZ - Huzur... Huzurdan bahsediyorum... Huzur,
iç rahatı...
Dilenci girer. Hamal'a anlaşılmaz birşeyler sorar
HAMAL - Tamam, ben hallederim...
Dilenci, ayak parmaklarının arasındaki sigarayı içer dumanı
nı savurarak içer. Suat, yine beliriverir o ölü suratıyla
SUAT - Haksızlıga direnmek lazım. Bütün mesele
130
burada. Haksızlıgı her kabul edis daha büyük bir haksızlıgı doguruyor.
Mümtaz, Suat'a döner. Artık onunla bu şekilde muhatap
olmayı kanıksamıştır
SUAT - Eger muharebe olursa bu hamal askere gidecek.
Belki sen de gideceksin. Fakat arada bir fark var. Sen
Adolf Hitler'i tanıyor ve O'na kızıyorsun. Onunla sevine-rek dögüsürsün.
Fakat bu biçare hiç bir seyin farkında degil. Bilemedigi
bir davaya karsı harbedecek ve belki de ölecek.
MÜMTAZ - Istanbul'un yarısı köylü mü, sehirli mi belli olmayan
bu cins insanlarla dolu. Biz, kaç harple bu hale gel-dik.
Simdi sıra Avrupa’nın.
SUAT - Talihimizin en hazin tarafı nedir biliyor musun?
Insanın yalnız insanla mesgul olması. Insan, insanı bir
malzeme gibi kullanıyor. Insanoglu yine insana yüklenerek yasıyor.
Sanatkarlar bile. Senin o evliya ruhlu dediklerin bile. Kendi
ruhlarının ıstıraplarını, hastalıklarını bizi asılıyorlar. (Dükkan’ın
en gerilerinde, belki geçirgen bir perdenin gerisinde neyzen
Emin Bey ve Kudümsen’in sluetleri belirir
Müzik
İhsan Bey, Tevfik Bey, Macide Hanım ve Nurhan, Müzisyenlerin
çevresinde hayal, meyal yerlerini alırlarken)
SUAT - O geceki ferahfeza ayininde Dede Efendi bize
nasıl yüklenmisti. Ölmeden önce dinledigim keman kon-çertosunda
Beethoven, bana nasıl yüklenmisti. Hatta sen bi-le...
(Küçümseyerek gülümser) Bereket versin ki can sıkıcı-sın.
Yoksa!...
NURAN’IN EVİ - TERAS
İhsan Bey, Macide, Tevfik Bey ve Nuran bir süre müzisyenleri
dinlerler. Tevfik Bey Kudümü iye eşlik eder Suat ve
Mümtaz’da evin teras ya da bahçesi farzedilen yere doğru
gelerek onlara katılırlar.
İHSAN - Dedem. Senin muhtesem bir renk dünyan var.
131
EMiN - Erenler. Pirin himmetini unutma. Sizin renk
dediginiz sey, ben olsam ask derdim ya, asıl Dede Efendi’de.
İHSAN - Mevlana'nın hakkı var. Ney'in biricik sırrı
hasrettir. Alafranga musiki aletlerinde bu rengi bulamazsınız.
Çünkü ney, mevcut olmayanın yerine geçerek konusur.
NURAN - Bu yüzden musiki ask için iyi bir vasıta degil.
Zamanın ötesinde bir sey. Hali yok ediyor. Saadet ise bu
gündedir. Öyle ya! Mesut olmadıktan sonra niye sevmeli.
MÜMTAZ - En iyisi ölmek. Ney çalınırken ölünebilir.
NURAN - (Fısıldar) Birlikte ölelim.
MÜMTAZ - (Bir süre Nuran’a bakar) Sana bakarken bile
seni özlüyorum.
TEVFİK - Hava ne kadar güzel... (Gözlerini kapatır.)
Allah sizden razı olsun. Kaç yıl evveldeyiz dersin?
İHSAN - Sınırsız zaman içinde, hep aynı yerde.
TEVFİK - Evet hep aynı yerde... (Bir an.) Ne garip.Bir
yıldır ölümüne hazırlanan bedenim bu gün kendini yeniden ikram
ediyor bana.
İHSAN - Üç sene evvel bu yokus benim için yoktu...
fakat simdi
MÜMTAZ - Daha gençsin Agabey.
İHSAN - Hayır, genç degilim. Zaten hiç genç olmadım.
Sen de olmadın. Babam, “bizim aile bası önünde dogar”,
derdi... Ama zindeyim... (Cimnastik hareketleri yapar.) Ölüm
çarkına ragmen “varım’, diyorum. Yarın olmayabilirim. Fakat su
an varım. Anladınmı Mümtaz? Varız. Varlıgını sevebiliyor musun?
Uzviyetine dua edebiliyor musun? Ey gözüm, ey kollarım,
karanlık ve aydınlıklarım... Size sükrediyorum, bu anın mucizesinde
beraberce var oldugumuz için, bir andan öbürüne geçebildigim
için; anları birlestirip düz ve yekpare bir zaman kurabildigim
için...
MACİDE - Varlık yalnız Allah’ın degil midir?
İHSAN - Elbette Macide. Ama biz de varız. Biz var oldugumuz
için o kuvvetle var.Macideyi nasıl buldun?
MÜMTAZ - Latif... Latif ve pek güzel... Gittikçe güzellesiyor.
MACİDE - Ben de yaslandım galiba.Methedilmek hosu132
ma gidiyor... Farkında mısın Ihsan? Mümtaz’ın kanat-larından
biri yanmıs. Ama ilk defa oluyorsa ehemmiyeti yok.
İHSAN - Hakikatten ben Mümtaz’a, arkasında bir çift
kanat görmeden hiç bakmadım. Taa çocuklugundan beri... O’nu
Galatasaray’a hafta sonu da almaya gittigim günlerde kapıdan
çıkarken, ilk kanatlarını görür gibi olurdum.
NURAN - Seni ne kadar sımartmıslar Mümtaz.
İHSAN - Eee! Tevfik Bey. Uzun zamandır sesinizi dinlemedik.
TEVFİK - Ses kaldı mı dersiniz?
İHSAN - Kalmıstır, kalmıstır. Malum sizde hazinesi var.
MACİDE - Suat nerede kaldı o da gelecekti. (Nuran’la,
Mümtaz'ın birbirlerine bakışlarını farkeder) Çagırmasa mıydım
yoksa? Fakat bana iltifat eden tek insan.
İHSAN - Suat'ın kadınlara cazip gelen bir tarafı oldugu
muhakkak. (Mümtaz'a) Geçen gün Beyoglu’nda görmüs, tanımamıssın?
MÜMTAZ - Tanıdım. Fakat o kadar fena bir vaziyetteydi ki,
onu utandırmamak için tanımazlıktan geldim. (Kendisine yönelen
meraklı bakışlar kaşısında söylemeye mecbur kalır) Genç bir
kadına, karnındaki bebegi aldırması için baskı yapıyordu.
NURAN - (Bir an) Bize ne canım elin adamından.
İHSAN - (Sözü değiştirmek ister) Oh!.. Üç sene önce
bu yokus benim için yoktu. Fakat simdi..
TEVFİK - Yahya Kemal'in bir beyiti vardı... (Hatırlamaya
çalışır)
NURAN - "Günler kısaldı. Kanlıcanın ihtiyarları/Bir, bir
hatırlamakla geçen sonbaharları”
TEVFİK - Hah iste o. Bir insanın, bir sehri böylesine
zaptetmesi beni hayran ediyor.
İHSAN - Ihtiyarlayınca siirin mânâsını daha iyi kavrıyor
insan.
MACİDE - Istanbul'un en güzel günlerini yasıyoruz.
Sonbaharlar emsalsiz oluyor. Ama biliyor musun Nuran, Mümtaz
kısı düsünerek sonbaharda üzülür. Çok üsür ve çok örtünür.
Oglum, çok örtünme, diye nasihat ederdim hep. Çok örtüneneler
çok hülya kurarlar. (Mümtaz'a döner) Söylesene Mümtaz,
133
bir günde bir ömrü kaç defa yasarsın?
MÜMTAZ - Bazan bes, on defa. Fakat simdi degil.
MACİDE - Hah! Anı yasamayı ögrendin demek. (Mümtaz'ı
n, Nuran’a kaçamak bakışını yine yakalar) Benim yapamadıgımı
Nuran yapmıs sana. Allah razı olsun.
NURAN - Bizim iklimin çok güzel mevsim çiçekleri var.
Her nevi hatmi, gece sefaları, gramofon çiçegi, zülfü aruzlar, begonyalar...
Elbisem eski olsun, ama bahçemde en güzel güller
yetissin.
MACİDE - Öyle. (Başını göğe kaldırır) Bu ısık çiçeksiz
kalmamalı.
İHSAN - Macide gökyüzüne bayılır.
MACİDE - Bulutlu olmamak sartıyla. O zaman gökyüzüne
degil, hep içime bakıyorum.
NURAN - Cem’in annesinin adı neydi?
İHSAN - Çiçek Hatun degil mi?
NURAN - Evet Çiçek Hatun. Güzel ad. Hem de çok
güzel.
İHSAN - Cem, galip gelse yahut Fatih yirmi sene daha
yasasa ne olurdu acaba? En büyük felaket o’nun erken ölmesi.
Uzun süren saltanatlar daima faydalı olmustur. Mesela Elizabet
Devri.Viktorya devri... Fatih yirmi sene daha yasasaydı biz simdi
belki de rönesans’ı vaktinde idrak etmis bir millet olurduk.
MACİDE - Fatih ölmeseydi...Fakat ölmüs. Cem, muvaffak
olamamıs. O kadar çılgınca hareket, hatta ihanet, ihtiras,
ümit,ıstırap hepsi küçük bir mezar olmus. Simdi, Annesiyle birlikte
alelade bir kubbe altında ve bir yıgın çini içinde yatıyor...
TEVFİK - Durun bakalım.Sesimi tecrübe etmek istiyorum.
Bir Ferahfeza’yavar mısınız Emin Bey!
Emin Bey, kudüm eşliğinde ney'ine üşer. Tevfik Bey
sanki ney'in sesini bozmaktan korkuyormuş gibi usulca
parçaya girer
fiARKI
EMiN - Sen ihtiyarlamayacaksın Tevfik Bey. Sana
ihtiyarlık yok.
MÜMTAZ - "Allah var ve yasıyor. Fakat sadece keman134
lar çalarken", demis Huxley. Bu söz “ney çalınırken”, diye degistirilebilir.
İHSAN - Sen musikiden, Allah’ı kolundan bacagından
kıskıvrak yakalayıp, sana teslim etmesini mi istiyorsun? Allah,
ne Dede Efendi’nin ne de Huxley'in cebinde degil.
Emin Bey yeniden ney'ine üşer.
fiarkı..
Bu defa Nuran da katılır şarkıya...
İHSAN - Esasen biz buyuz iste. Biz, Nevakarız, Mahur
Besteyiz. Ve bunlara benzer daha nice, nice seyleriz. Eski
zaman hep yanıbasımızda. (Müzisyenlere) Dedem, nefesine
saglık!.. Yanlıs anlamayın ben bir mistisizmi müdafaa etmiyorum.
Kendimizi tanımamızı, sevmemizi istiyorum sade-ce.
MÜMTAZ - Beni sasırtan, sizin bir taraftan insanın manevi
degerleri üzerinde ısrar ederken diger taraftan maddi bir
kalkınmadan bahsetmeniz.
İHSAN - Ikisi aynı sey degil ki. Bu ihtiyaç digeri ile beraber
geliyor. Bu yüzden aynı zamanda bir iktisadi reforma ihtiyacımız
var. Birini öbürüne tercih edecek vaziyette degiliz.
MÜMTAZ - Fakat iktisadi hayat kendi kültürünü yapar ve
kendi insanını yetistirmez mi?
İHSAN - Hayat, bir yaratıcılık ve bolluk içinde degil ki
bize kendiliginden yeni kıymetler teklif etsin. Bizler satıhta yasıyoruz.
Ve satıhta yasarken mesut oluyoruz. Derine iner inmez
kayıtsızlık ve kötümserlik baslıyor.
MÜMTAZ - O halde bir kriz zaruri ve muhakkak?
İHSAN - Bir imparatorlugun tasfiyesinden dogduk. Bu
Imparatorluk bir çiftci Imparatorlugu idi. Halâ onun iktisadi sartları
içerisinde bocalıyoruz. Ne toprak ne de insan, tam mânâsı
ile ekonomik hayata girememis. Bazı mekteplerimiz var. Bir çok
sey ögreniyoruz. Fakat hep eksik olan memur kadrosunu doldurmak
için. Bir yıgın yarı münevver issiz.
MÜMTAZ - Zamanla düzelemez mi? Hatta bunlar zamanla
olacak seyler degil mi?
İHSAN - Degil. Zaman sartlara göre degisir. Büyümekte
olan bir çocugun zamanı ile, bir hastanın zamanı bas-ka
135
baskadır. Biz umumi zamanın dısındayız. Zaman tempomuzu
hızlandırmak zorundayız.
NURAN - Hayata ne kadar suurla bakıyorsunuz. Adeta
sentetik bir ilâç hazırlar gibi.
İHSAN - Türkiye’de yasıyorum ve Türkiye'nin ihtiyacı
olan seyi düsünüyorum ben. Bir disiplinden bahsederken fert olmaktan
feragat etmiyorum. Fert vardır. Fakat ormanda aga-cın
oldugu gibi vardır. Dikkat edilirse garp medeniyeti bir azat, bir
kurtulma fikri üzerine kuruludur. Fakat Sark, basından beri hürdür.
SUAT - Yahut basıbozuk.
MACİDE - Ah!.. Hosgeldin Suat.
SUAT - Sark hiç bir zaman hür olmadı. Sıkı kadrolar
içinde adeta anarsist bir ferdiyetçilikte kaldı. Hürriyetten o kadar
çabuk vazgeçeriz ki..
İHSAN - (Hoşgörü ile gülümser) Ben temelden bahsediyorum.
Sark anlayısında cemiyet, hürriyet fikri üzeri-ne kuruludur.
SUAT - (Umursamaz) Ne çıkar? O kadar çabuk vaz
geçtikten sonra. (Nuran'a döner) Lütfen bana bir kadeh rakı ikram
ederek hürriyetimi kullanma fırsatını bagıslar mısın?
MACİDE - Bu ne acele Suat?
SUAT - Vakti olmayanlar acele ederler. (Öne yürür)
Herkes kendi zamanının suuruyla dogar. Düsünmüyorlar ki ben
gara erken gelmisim. Tabiatıyla hayatım büfenin önünde geçecek.
Uzun süren bir sessizlik...
İHSAN - Yeni bir hayat lazım bize. Fakat nasıl? Bunun
için bile bir temel, basılacak bir zemin olması lazım. Bir hürriyet
lazım. Her millet bu hürriyeti mazisinden alıyor.
SUAT - (Bu arada Nuran'ın getirdiği rakıyı bir dikişte
içmiştir) Iste benim hürriyetimin hududu... Beni ayıp-lıyorsunuz
degil mi?
NURAN - Kimse seni içki içiyorsun, diye ayıplamıyor.
SUAT - Simdi de azar mı? Herkes huyumu tenkit
edip, azarlıyor beni. Kimi hastalıgımı söylüyor, kimi evliligimi. Ne
var ki ben, mesuliyet hissine sahip bir insan degilim. Karım bunu
evliligimizin daha ilk haftasında anladı ama belki bir gün dü136
zelirim ümidi ile bıkıp usanmadan hatırlatıyor. Sanki bir mucize
olacak ve ben birdenbire degisecek, yasadıgım ha-yattan hoslanmaya
baslayacagım. Bizim müdürü, müdürün müdürünü,
veznedarı, müsaviri sevecek; çocuklarım, omuzuma tırmandıgı
için mes’ut olacagım.
MACİDE - Buraya gelmeden önce de içmissin sen?
SUAT - Dün aksamdan beri Macide. Dün aksam Sabih’lere
gittim. Gece yarısına kadar içtikten sonra Arnavutköy'e
indik. Malum, eglencenin her türlüsü orada. Biz çingeneleri tercih
ettik. Bir çingene kızı, gül yüzlü sabahı gecenin içinden çekip,
aldı. Adı Bade. Çiçegi burnunda bir ço-cuk. Bade, rakı, çiftetelli
ve sonra bir arkadas evinin diva-nında sızıp, kalmak.
(Dinleyenlerin reaksiyonlarına bakar. Gülümser) Yo, hayır
Macide telâslanma. Bunların hiç biri olmadı. Dün gece karım ve
çocuklarımla birlikteydim. Evden geliyorum ve bir damla bile içki
içmedim.
MACİDE - (Rahatlamıştır) Peki ne diye uydurdun bu
yalanı?
SUAT - Beni ayıplayasınız diye. (Kuru, kuru öksürür,
terini silerken birden aklına gelmiş gibi) Sana bir hikaye
konusu vereyim mi Mümtaz? (Toparlamaya çalışır) Bir insan;
faziletli bir insan tasavvur et. Tamamen müsbet de-gerlerle dogmus.
Sanki bir evliya. Fakat bu adam baskıdan, mecburiyetden
hiç hoslanmıyor. Tek kusuru hür olmayı istemesi. Bu adam günün
birinde bir kadınla evleniyor ve bir-denbire degisiyor. Huysuz,
kötü, çekilmez biri oluyor. Hatta zalim. (Göz ucuyla Mümtaz'a
bakar) Zalim, çünkü kimsenin saadetine tahammül edemiyor.
Sonunda...
MÜMTAZ - (Keser) Karısını öldürüyor. Malum hikaye.
SUAT - Evet. Ama bu kadar çabuk degil.
MÜMTAZ - Her ne zamansa. Karısını öldürünce iyilesecek
mi?
SUAT - Hayır.
MÜMTAZ - Eee?..
SUAT - Kini, öfkesi yok olacak. Rahatlayacak...
İHSAN - (Gülümseyerek) Böyle bir adamı yazmak
yerine onu hemen yok etsen daha iyi olur Mümtaz'cıgım.
137
SUAT - Neye yarayacak bu? Meseleyi halledecek
mi? Hayır. Sadece meseleden kaçmıs olacak.
İHSAN - Hiç bir intikam hissi, hiç bir adalet duygusu
bir insana, bir baska insanı öldürme hakkını vermez. Kan dö-kerek
hür olunmaz ki!..
MACİDE - (Telaşla) Sakın bu adam karısını öldürmeyi
planlıyor olmasın?
SUAT - (Bir an Macide’ye bakar gülümseyerek.
Sonra ötekilere döner.) Evet. Ne yapacak bu evliya adam?
İHSAN - Insan talihinin mahpusudur ve buna katlanmaktan
baska çaresi yoktur.
SUAT - ("Bu da laf mı", der gibi İhsan Bey'e bakar)
Ben yine de anlatacagım. En azından Mümtaz'ın yazması
için.
MÜMTAZ - Niçin kendin yazmıyor da benim yazmamı istiyorsun?
SUAT - Sen hikayecisin. Yazmaktan hoslanıyorsun.
Bense yasamaktan hoslanıyorum.
MÜMTAZ - Ne yani; ben yasamıyor muyum?
SUAT - Benim gibi yasamıyorsun. Sen derli toplusun.
Isine yarayacak seyleri kaybetmemek için çırpınırsın. Ben
ise sefil, maddi, ayyas, gününü gün eden bir adamım. Hastayım;
içki içiyorum. Babayım; evlatlarımın yüzünü gör-mek istemiyorum.
Sefalet pesinde kosuyor, her türlü düsüsü tecrübe etmek
istiyorum. Bizim bankanın kasasını soymayı kaç kere düsündüm
bir bilseniz. Ve daha neler..
MACİDE - (Yine telaşla keser Suat'ın sözünü) Dinlemeyin
sunu Allah askına. Aklı basında degil. Baksanıza ter içinde.
SUAT - Telâslanma Macide. Bankanın kasasını soymadım.
Sadece soymayı düsündüm.
MACİDE - (Ağlayacak gibidir) Peki ama niçin böyle
düsünüyorsun?
SUAT - Niçin mânâsız, sersefil yasıyorsam, onun
için. Yasarken çürümemek için. Uçurumlara meydan okumak,
belkemigimi ürperten dehsetin nasıl bir sey oldugunu ögrenmek
için. Siz, sadece kelimelerle yasıyorsunuz. Ben, keli-melerin
mânâsını ve olduklarını ögrenmek için yasıyorum. Bunun
138
için yazmalısın Mümtaz. Meselâ, hiç öldürecek derecede sevmedigin
için yazmalısın. (Alay eden bir gülümsemeyle) Fakat
sen ölümü de bilmezsin ki. O'nu güzelin ve as-kın bir benzeri
gibi görürsün. Halbuki ölüm igrençtir. Çürürsün ve kokmaya
baslarsın. (Bir an) Sizler Allah’a inanıyorsunuz ama bir kerecik
de olsa onunla konusmayı denemiyorsunuz. Ben dindar
olsaydım, denerdim.
MÜMTAZ - (O çocuksu safiyeti ile sorar) Sen inan-mıyor
musun?
SUAT - (Bir an) Hayır. Ne yazık ki bu saadetten
mahrumum. Var oldugunu bilseydim insanlarla hiç bir meselem
kalmazdı. Yalnız O'nunla kavga ederdim. Bana hesap vermesini
isterdim. Gel, derdim; gel de yarattıgın mahluklardan birinin
derisine gir. Ve onu bir gün yasa. Yirmi dört saat bu bataklıkta
küçük susuzlukların kurbagası ol.
İHSAN - Bütün bunları ancak inanan biri söyleyebilir.
Sen inanıyorsun Suat. Hem de hepimizden fazla.
SUAT - Hayır... Benim için Allah ölmüstür. Ben O'nu
kendi içimde öldürdüm.
İHSAN - (Suat'ın bu sözleri öfke ve pişmanlıkla
söylediğini farketmiştir. Yumuşacık konuşur) Hakikaten hür
oldugunu sanıyor musun?
SUAT - (Sanki kusur İhsan Bey'inmiş gibi öfkeyle
bakar) Bilmiyorum.. Fakat hür olmak istiyorum.
İHSAN - Hayır. Olamazsın.
SUAT - (Taklit ederek) Olamazsın!.. Sanki bir emir
gibi. Neden olamaz mısım?
İHSAN - Çünkü içinde öldürdügün Allah var. Sen kendi
hayatını yasamıyorsun artık. Ne hürriyeti?.. Hangi hürriyet?..
Allah düsüncesini içinde azdırarak ondan kurtulamazsın. Hiç bir
yara kurcalanarak iyilesmez. (Bir an. Derin nefes alır) Fakat
Suat itiraf etmeliyim ki, iyi bir ilahiyatçı olurdun sen. (Suat’ın
şaşkın bakışı karşısında gülümser) Çünki iddia ettiklerin gerçegin
tersine çevrilmis halinden baska bir sey degil.
SUAT - Hiç zannetmiyorum.
İHSAN - Ben zannediyorum.
SUAT - (Bir an. İhsan içkisini tazeler. Son dam-la139
sına kadar diker tepesine) Neyse!.. Ben... gitmeliyim. Cümleye
Allahaısmarladık.
NURAN - Gidiyor musun?
MACİDE - Ne çabuk.
NURAN - Gece daha yeni basladı.
SUAT - Verilmis sözüm var. Hosçakalın.
MACİDE - Hiç degilse iki lokma bir sey yeseydin.
SUAT - (Çıkmak üzere iken) Ha! Mümtaz. Bir saniye...
Mümtaz, Suat'ın yanına gider. Diğerlerinden uzaktadırlar
SUAT - Ben Nuran'a mektup yazdım. Bir ask mektubu...
Bunu biliyor muydun?
MÜMTAZ - Biliyorum. (Bir an) Peki sen Nuran’la evlenecegimizi
biliyor musun?
SUAT - Sevistiginizi biliyorum.
MÜMTAZ - O halde?
SUAT - O haldesi yok. Gayesiz hareketlerimden biri
iste. O mektubu yazana kadar Nuran aklımda bile yoktu.
MÜMTAZ - Yine de dogru bir hareket degil.
SUAT - (Tuhaf bir tebessüm yerleşmiştir yüzüne)
Sen garip ve münasebetsiz bir adamsın. Bu yüzden kimi zaman
bizi nasıl istila ettigini anlamazsın. Çünki mantıklı ve tutarlısın.
Neyse, oldu bir kere. Bu gece bunu söylemek için gelmistim
buraya. (Özürünün kabulünü ister gibi) Ha?..
MÜMTAZ - Artık insanlar hakkında hüküm vermek istemiyorum.
SUAT - Iyi. (Sanki oradan ayrılmak istememektedir.
Çıkmak üzere iken Mümtaz'a döner) Belki harp her seyi
halleder.
Suat çıkar. Bir süre kimse konuşmaz.
MÜMTAZ - Ben de bir kadeh içebilir miyim?
NURAN - Istedigin kadar içebilirsin Mümtaz'cıgım. Gece
daha yeni baslıyor. Haydi bakalım herkes sofraya.
MÜMTAZ - (Aklı Suat'tadır) Hakikaten azap çekiyor.
İHSAN - Bu tür azapları dünya yasadı ve bitirdi. Dos140
toyevski, Suat'tan seksen sene önce çekmisti bu azabı. He-gel,
Nietsche, Marks... Neyse bırakalım bunları da yeme-gimizi yiyelim.
Bakalım Sümbül Hanım neler hazırlamıs bize.
NURAN - Yemeklerin bir kısmını Dayım yaptı.
İHSAN - Ooo!.. Yasadık desenize. Istanbul’un en iyi
ascısıdır o.
TEVFİK - Senenin son patlıcanı. Belki de son defa yiyecegim.
Çünki gelecek sene yiyecegimden süpheliyim. Yani
Suat Bey oglumuzun ugrastıgı seyleri ben hepinizden önce ögrenecegim.
İHSAN - Kimin kimden önce ölecegi belli olmaz.
TEVFİK - Beni asıl sasırtan nedir biliyor musunuz? Bu
gençler eglenmeyi unutmuslar. Boyuna konusuyorlar.
NURAN - Dayım Suat'dan pek hoslanmaz.
TEVFİK - Bir gün küçük bir köpek yavrusunu sart-larına
göre fazla mesut, diyerek denize atmıstı. Zor kurtardık hayvancagızı.
Öyle sirindi ki..
İHSAN - Seyh Galib’i ne yaptın?
MÜMTAZ - O da bir baska dert. Üç haftadır ugrasıyorum,
daha bir satır bile yazamadım.
İHSAN - Yalnız Nuran’la mesgulsün de ondan. Bu da
tabii bir sey. Fakat yine de kendini hayata kapama. Hislerinin
degil düsüncelerinin adamı ol.
MÜMTAZ - Kitabı yeni bastan ele almak istiyorum. Çünkü
ne planını ne de yazdıklarımı begendim. Bir kitabın illa bir
yerde baslayıp, bir yerde bitmesi, kahramanların, sanki önceden
biliniyormus gibi konusup, hareket etmeleri hosuma gitmiyor.
Hayatından rasgele seçilmis anlarla da Seyh Ga-lib'in ruh
halini vermek mümkün. Su sartla ki...
İHSAN - Hangi sartla?
MÜMTAZ - Bizi izah etsin. Bizi ve çevremizi...
İHSAN - (Başıyla Mümtaz'ı onaylar) Bir an önce evlenin.
Fatih Kaymakamı dostumdur. Bu isi çarçabuk yapar. Sen
nufus kagıtlarını gönder bana.
NURAN - Haydi bakalım, herkes sofraya!..
Işık kararır
141
BEDESTENDEKİ DÜKKAN
Işık yandığında Mümtaz yine eskici dükkânındadır. İki
Hamal bu kez Mümtaz'ın oturduğu masayı götürmeye gelmiştir.
HAMAL - Bey... Bey!.. (Mümtaz, dalgındır, duymaz)
Bey!...
MÜMTAZ - (Ürkerek) Ha?!..
HAMAL - Müsaade eder misin?
MÜMTAZ - Neden?
HAMAL - Masa, iskemleler... Satıldı da...
MÜMTAZ - Ha... (Geri çekilir)
Hamallar eşyaları çıkarırken Yaşlı Kadın girer. Dükkânın
orasına burasına atılmış mum artıklarını toplar. Çıkacakken
durur, Mümtaz'a seslenir
Y.KADIN - Ister misin? Mum...
MÜMTAZ - Ne? (Döner)
Y.KADIN - (Elindeki mumu uzatır) Mum...
MÜMTAZ - Neden?
Y.KADIN - Suracıkta bir Kilise var. Mübarek yerdir. Senin
için götürürüm ben. Sen dilegini tut yeter. (Bir kibrit uzatır)
Haydi tut.
Mümtaz, mumu yakar, uzaklaşır
Y.KADIN - Bölük, pörçük mumlar. Daha tükenmeden
atıvermisler. Dilekler de bu mumlar gibi yarım kalmıs... Senin
için götürürüm ben... (Çıkarken) Senin için götürürüm ben...
MÜMTAZ - (Fısıltıyla) Nuran!.. Neredesin?...
Nuran, sanki Mümtaz'ın zihninden çıkamış gibi beliri-verir,
hayal perdesinin gerisinde
NURAN’IN EVİ - KAPI ÖNÜ
NURAN - Üsüyorum!.. Vucudumdan ayrıldım sanki.
Müthis üsüyorum. Bazan olur böyle. Vucudumdan ayrıldıgımı
hissederim. Adeta boslukta yüzer gibi. Razıdil Kalfa da üsü-yor
mu acep?
142
MÜMTAZ - Razıdil Kalfa mı?
NURAN - Bahçedeki tek elma agacı. Ona bu ismi verdim.
Sonbaharla birlikte yapraklarından soyundu. Çırıl-çıplak
kaldı. Öyle çirkin ki. (Bir an) Ben öldügüm zaman vucudumu
sevmezsin.
MÜMTAZ - Belki sevmem. Fakat zihnimde yasayacagın
muhakkak.
NURAN - Baska bir kadını seversin. Düsüncen baska
evlerde oturur. (Gülümser) Çocuklugumda sık sık ev degis-tirirdik.
Evvela yadırgardık. Hep eski evi düsünürdük.
MÜMTAZ - Neden yok oldun Nuran? Her yerde seni aradım.
NURAN - Adile Hanım’larla birlikteydik. Selim’lerle.
Her gece baska bir eglencedeydik... Yoruldum.
MÜMTAZ - Sizi gördüm. Geceyarısı gazinodan çıkıyordunuz,
Suat'la birlikte. Adamın biri; senin, Suat'ın metresi oldugunu
söyledi ve güldü.
NURAN - O da vardı. Herkes vardı. Bütün Istanbul
sosyetesi. Ama ben tek basıma idim.
MÜMTAZ - Söz vermistin persembe günü gelirim, diye.
Seni o kadar çok bekledim ki.
NURAN - Geldim. Hem de kaç kere. Fakat her seferinde
Suat'ı gördüm. Evi muhasara altına almıstı sanki. Kimi zaman
sokagın basındaki çay bahçesinde oturuyor, kimi zaman
da tam kapının önünde ayakkabısını boyatıyordu. Suat evi biliyor
Mümtaz. Öyle sanıyorum ki anahtarı da var.
MÜMTAZ - Anahtarı mı? Nasıl olur?
NURAN - Çantamdaki anahtarı almıs olmalı. Bu yüzden
eve giremedim. Seni beklerken bahçede oyalanıyordum.
(Bir an.) Serçeler yiyecek bulmak için çırpınıp duruyorlar... Çok
soguk.
MÜMTAZ - Haydi eve girelim.
NURAN - Sobayı kim yakacak? Sümbül Hanım da yok.
MÜMTAZ - Ben yakarım.
NURAN - Hep yakarsın degil mi Mümtaz? Benim yapamadıgım
isleri hep sen yaparsın?
MÜMTAZ - Daha evlenmeden pazarlık mı?
143
NURAN - Sen hakikaten evlenecegimize inanıyor
musun?
MÜMTAZ - Dogrusunu istersen hayır.
NURAN - (Kendi kendine tekrarlar) Hayır... Neden
hayır?
MÜMTAZ - Bilmem... Korkuyorum.
NURAN - Neden korkuyorsun?
MÜMTAZ - Hiç!.. Yahut sen neden korkuyorsan.
NURAN - Canım. (Mümtaz'a sarılır) Korkma. Yahut
ikimiz de korkmayalım. Seni seviyorum. Çok...
Bitmiş plak hışırtısı duyulur
MÜMTAZ - Evde biri var galiba!
NURAN - Sümbül Hanım unutmus olmalı. (Plağı alır,
bakar)Vivaldi'nin keman konçertosu. (Eline bir şey bulaş-mıştı
r, bakar) Kan!..
Mümtaz, odadan çıkar. Öğürerek geri gelir
NURAN - (Dehşetle) Suat!..
Mümtaz sanki Nuran'ın sözünü tamamlar gibi
MÜMTAZ - Kendini asmıs.
Işıklar birden kararır.
Keman konçertosu bir çığlık gibi yükselirken, karanlığın
içinde, dükkândaki aynalardan yansıyan Mümtaz ve Nuran'ı
n bölük, pörçük görüntüleri...
Işıklar değişir.
BEDESTENDEKİ DÜKKAN
DÜKKÂNCI - Halâ gelmedi mi ilaçlarınız Mümtaz Bey?
MÜMTAZ - Hayır efendim, bekliyorum.
DÜKKÂNCI - Pekala Mümtaz Bey, bekleyiniz...
SES - Bütün gün Ihsan için doktor aramıstı Mümtaz.
Yorgundu. Yol, günesin altında harap evleri, açık kapıları, dısarıya
sarkmıs cumbaları, çamasır serili balkonlarıyla harap ve bitmeyecek
korkusunu verecek kadar uzun, bembeyaz, aydınlıkta
144
adeta derisi soyulmus gibi uzanıyordu. “Hasta bir yol”, diye düsündü.
“Hasta bir yol”... Bir nevi cüzzama yaka-lanmıs, onun tarafından,
iki yana sıralanmıs evlerin duvarına kadar, yer yer oyulan
bir yol... Neredeyse sabaha karsı bulabilmisti doktoru..."
DOKTOR’UN EVİ
Yarı giyinik, şişman Doktor, ayağında çizmeler ve asker
pantolonu, sırtında fanila vardır, Gramofonda, Suat'ın intihar
ederken dinlediği keman konçertosu çalmakta. Işıklar
yeniden açıldığında Mümtaz, konçertoyu dinlemektedir
MÜMTAZ - Biraz acele edebilir miyiz?
DOKTOR - Gitmek kolay delikanlı. Fakat nereye?
MÜMTAZ - Dedim ya, belki de ölecek olan bir hasta için..
DOKTOR - (Keser) Hastalar iyilessin veya iyilesmesin
mutlaka doktor çagırılmalı, degil mi? Hele de ölecek olan bir
hasta için. Basında doktor olmadan ölmek ayıptır. Ancak muharebe
meydanlarında affedilir bir seydir bu. O zaman ne doktor,
ne ilâç. Gepegenç bedenler birbirlerine sokularak, birbirlerini kucaklayarak
ölürler. Evinde, yatagında ölmenin ise kendine mahsus
kaideleri vardır. Hafız, papaz, kutsanmıs su, Kur’an, çan sesi
ve bol gözyası. (Bir an) Hasta kim?
MÜMTAZ - Amcam’ın oglu Ihsan Bey. Benden epeyce
büyüktür. Savas sırasında ailemi kaybedince beni yanına aldı.
O'nun yanında büyüdüm. Bende tesiri fazladır.
DOKTOR - Hastalıgı ne?
MÜMTAZ - Zatürre. Kalbi de iyice zayışadı. Bir kaç saat
önce bir kriz geçirdi. Bu yüzden...
DOKTOR - Bir müdahelede bulunuldu mu?
MÜMTAZ - Karısı bir igne yaptı. Vil Kanfre.
DOKTOR - Ah!.. Zeyt-kafur, zeyt-i kafur... Çok iyi yapmıs.
Kafur yagı tababetin yüzünü agartan bir ilâçtır. Fakat sadece
kalp için. Efendim, bu is buraya kadar getirilmemeliydi. Sulfamit
varken zatürre basında önlenir. Bunu siz de yapabilirdiniz.
Dört saate bir ultraseptil. Mesele derhal halledilir. Neyse yine de
aceleye gerek yok. Yapılan enjeksiyon kalbi kuvvetlendirmistir.
Zaten istesem de acele edemem. Bu sis-manlık... Toparlanmam
vakit alıyor. Zayışamayı çok denedim. Varasilof'un elma kürü bi145
le ise yaramadı. Bir vaziyet yerlesmesin bir kere.
MÜMTAZ - Ne korkunç bir hüküm.
DOKTOR - (Mümtaz'a bakar bir süre. Sözü değiş-tirir)
Galiba musikiyi seviyorsunuz?
MÜMTAZ - Evet.
DOKTOR - Yalnız Alafrangayı mı?
MÜMTAZ - Hayır. Alaturkayı da. (Bir an) Fakat galiba
aynı adam olarak degil.
Doktor, Mümtaz'a “Yahu sen ne tuhaf adamsın”, der gibi
bakmaktadır
MÜMTAZ - Korkunç bir sey degil mi Doktor?
DOKTOR - Ve hazin. Sarklı tarafımız hep kalacagı gibi
Akdenezli tarafımız da daima olacak. Gün vurmus tarafımız.
Hani su keskin ve sivri ayna kırıklarını ruhunda duymak.
MÜMTAZ - Galiba tek ve en önemli meselemiz.
DOKTOR - Yasadıgımız cografyadan ve tarihin dehasından
gelen ve bizden evvel mevcut oldugu gibi, bizden sonra
da mevcut olacak olan...
Mümtaz, ne cevap vereceğini bilemez.
MÜMTAZ - Bir arkadasım ölürken bu konçertoyu dinlemisti.
DOKTOR - Neden öldü?
MÜMTAZ - Intihar etti. Zannederim bize bir ders vermek
istemisti. Bana ve Nuran'a. (Bir an) Yani öyle sanıyorum.
Doktor, çantasını hazırlamak üzere kalkar. Mümtaz, Doktor'un
kendisine soru sorma isteğine mâni olmak için gösterdiğ
i çabayı farketmiştir. Sanki sormuş gibi cevap verir
MÜMTAZ - Tam evlenecegimiz sırada... Nuran evlenecegim
kadındı.
DOKTOR - Artık degil mi?
Mümtaz, Doktor'u sanki kendi derdine de deva olacak
güvenilir bir dert ortağı gibi görmektedir
MÜMTAZ - Bana bir mektur bırakıp," Aramızda bir ölü
146
var. Bundan sonra beni bekleme artık" diye yazmıs. (Bir an)
Alaturka musikiyi onunla sevdim. O benim için gerçek bir ufuktu.
Düsüncelerim onunla zenginlesti, onunla bir deger kazandı.
DOKTOR - (Terini siler) Fakat ilk fırsatta terk etmis se-ni?
MÜMTAZ - Sadece Suat'ın intiharı degil. Bir kızı vardı.
Ayrıldıgı kocası tekrar birlikte olmaları için zorluyordu Onu. Ve
daha pek çok sebep.
DOKTOR - Bütün bunlar bahane. Sizinle mesut olacagına
inansaydı...
MÜMTAZ - Eski Kocası ile de mesut olamayacak.
DOKTOR - Sefkat ve merhamet de bir nevi sevgidir.
MÜMTAZ - Bu normal mi sizce?
DOKTOR - Peki hayat normal mi? Görüyorsunuz olmaz,
dedigimiz pek çok sey oluyor. Yarın harp çıkarsa yine hastalar
olacak. Yoksullar, mahkumlar... Yine muayyen saat-lerde karnımız
acıkacak.
MÜMTAZ - Çıkacak mı?
DOKTOR - Bu günlerde herkes birbirine bu suali soruyor.
Harp çıkacak mı? Ben ihtimal vermiyorum. Fakat bir yandan
da Dünya, o kadar yüklü ve felakete hazır ki. Son ümidimiz,
Dünyayı böyle çıldırtarak nefes alamaz hale getirenlerin,
ellerindeki mesaleyi son anda tutusturmaya hazır ocaktan uzaklastırıp
bu isten vaz geçmelerinde. Bu felaketten daha da beteri
bizlerin; çıkacak olan harbi normal bir harp, tarihteki benzerleri
gibi bir harp olarak düsünmemiz. Oysa bu sefer durum farklı.
Dünya yeni bir iç harbe hazırlanıyor. Iç harp, yeni medeniyetin
gömlek degistirme sekillerinden biri. Aklı selimin bir an için geri
dönmesi ile siyasi bir harpten sakınılabilir. Fakat bu medeniyet
krizini yenmek, onun arızaları içinde suurunu muhafaza etmek,
dümeni elden kaçırmayıp bir selde sürüklenmemek, bir tayfunda
bogulmamak gerek. Iste bu çok güç.
MÜMTAZ - Yani engellenmesi imkânsız, öyle mi?
DOKTOR - Ben bir tabiat adamıyım. On binlerce hasta
gördüm. Sakınılması mümkün olanla olmayanı artık bildigimi
sanıyorum. Ölümün yerlesecegi yeri uzaktan tanırım.
MÜMTAZ - Fakat bu çok farklı.
DOKTOR - Sonucu degistirecek kadar degil. Insanlık
147
tehlikeli bir seyi kendine ufuk bellemesin bir kere. Artık geriye
dönemez. Evindeki kıymetli bir acem halısını satmayı, karı-sından
bosanmayı yahut sevdigi kadına darılmayı bir kere aklına
getirdi mi artık nafile. Sanki mıknatıslanmıs gibi, sanki arkasından
birileri itiyormus gibi bu düsündügünü gerçek-lestirir. Insan
hayatında sakınmak yoktur. Hele kütlesel hare-ketlerde asla. Almanya'yı
fert, fert düsünün... Sonra da bir sadistin arkasına takılıp,
kitle halinde yaptıklarına bakın. (Gömleğini giyer. Mümtaz'ı
n düşünceli haline takılır) Sevgilinle ayrılmanız önce kimin
aklına geldi diye mi düsünü-yorsun?
MÜMTAZ - (Başı ile onaylar) Dünya ne ile muzdarip,
ben neler düsünüyorum. Sadece Nuran ve evdeki hasta ile ilgiliyken
simdi oldugu gibi basımı bir an kendi meselelerimden
baska bir tarafa çevirsem, milyonlarca insanın hayatı ile oynandıgını
görüyorum. Geçen harpte Alman talebelerin evlerine yazdıkları
mektupları okumustum. Hepsi birer insanlık mistigiydiler.
DOKTOR - Mistik. Bu da ayrı bir mesele. Bir kere aya-gınızi
yerden kesmeye görün. Artık her sey olmaya aday-sınızdır.
Havadan kaptıgınız her sey. Insanlık mistigi, güç mistigi, ırk mistigi,
din mistigi, ıstırap mistigi... Tanrılık yanı-basınızda bir aktör
kostümü gibi asılıdır. Giyinmek o kadar kolay ki. Insan bir kere
kendini Tanrı'nın yerine koyup, hakikatin göründügü tek yer olarak
kendini bilmeye görsün... (Terini siler. Çantasına koymayı
unuttuğu bir şeyler var mı diye, çevresine bakınır) Delikanlı,
imanım da en az süp-helerim kadar beni endiselendirir. Bu yüzden
kimseye zara-rım dokunmaz. Fakat mistikler misyon sahibidir.
(Hatırladığı bir olay, ister istemez gülümsetir onu) Küçükken
hizmet ehli oldugunu iddia eden bir Deli Hafız gelirdi evimize.
O sıralar babam, define bulmayı takmıstı kafasına. Erkenden
kalkar deli hafızla birlikte bilmem nerelere define aramaya
giderlerdi. Deli Hafız, bazan gaiple konusmak için duvara döner,
telefonla konusur gibi kendi ruh sakatlıgı ile konusurdu. Görünüste
zarasız biriydi. Fakat delinin zararsızı olur mu? Bir gün
yine duvarla konusmus, definenin bulunabilmesi için bizim Arap
Ahretligin bogazlanması icap ettigini ögrenmisti. Evin içinde bir
vaveyla!.. Deli Hafız evdeki kasap bıçaklarını bilerken bir yandan
da bu bıçaklarla ne yapacagını anlatıyordu. Zor zaptettiler.
148
MÜMTAZ - Babanız define hastalıgından kurtuldu mu
bari?
DOKTOR - Kurtuldu. Ama bu sefer de altın yapmaya
kalktı. Ve nemiz var, nemiz yoksa, sahtekar bir Marekes’li sihirbazın
cebine girdi. Anlayacagınız bu tür hastalıklardan kurtulmak
öyle zannedildigi kadar kolay degildir. Nazi sadizmi de öyle.
Hitler'in bizim deli hafızdan farkı yok. (Elinde çantası ile çıkmak
üzere hazırdır) Ben hazırım.
Mümtaz kalkar. Bir an. Işıklar kararır. Tıpkı bu sahnenin
başlangıcında olduğu gibi, dükkândaki aynalardan yansı-
yan ışıklar
BEDESTENDEKİ DÜKKÂN
Işıklar usul usul açılırken, dükkânın olağan gürültüsü...
MÜMTAZ - (Aynadaki görüntüsüne) Ayrılmayı önce
kim aklına getirdi acaba? Ben mi, Nuran mı? (Yanındaki Hamal’a
döner) Hangimiz masumuz?
Hamal, anlamamıştır. Boş gözlerle Mümtaz'a bakar
MÜMTAZ - Harbe gidecek, ölecek ya da bir baska insanı
öldüreceksin!
HAMAL - Benimle egleniyor musun, Bey?
MÜMTAZ - Yapılan haksızlıgı görmüyor musun? Bizim
basımız üzerine pazarlık ediliyor! En azından bunun için, bu
haksızlıgı ortadan kaldırmak için savasmalı insan. Yine insan
için, insanlık için. Hislerinin degil, mesuliyetini tasıyacagı fikirlerinin
adamı olmalı.
SUAT - Yine Ihsan gibi konusmaya basladın. (Suat
yeniden belirir o ölü suratıyla) Hangi fikirler Mümtaz'cıgım?
Ne mesuliyeti? Senin fikirlerin var ama bu zavallı adamca-gızın
da karısı ve çocukları var. Bakalım onlar da senin gibi mi düsünüyor?..
Haksızlıga hücum ederken baska bir haksızlıga sebep
olmuyor musun? Hem hayat senden mücadele istiyor diye ille
de Nuran'dan vaz mı geçmen gereki-yor? Seni düsünmekten
alıkoyan fikirlerin Nuran'la birlikte ge-lisip, olgunlasmadı mı?
Nuran senin zenginligin degil miydi?
149
MÜMTAZ - Baska zenginlikler de var. Hayat o kadar güzel
ki. Bu sabah saatinde her sey ne kadar taze ve ahenkli. Bir
akasya yapragına, küçücük bir hayvanın yüzüne, bir insan eline
bıkıp usanmadan bakabilirim. Suradaki cami'in avlu-suna düsen
ısık huzmesine baksana, bir kadın gibi soyunmus nasıl da oynuyor.
Sokakta aceleyle yürüyen insanlara. Su taze simit kokusuna...
Her sey ne kadar berrak. Simdiye ka-dar hiç böyle olmamıstım.
Sanki dünya ile aramda seffaf bir perde var. Her seyi daha
derin görüyorum. Sanki hiç bir sey bir digeri ile birlesmiyor.
SUAT - Elbette birlesmez. Çünkü hakikati görüyorsun.
MÜMTAZ - Peki ama daha önce?.. Dün, evvelki gün hakikati
görmuyor muydum?
SUAT - Hayır. Çünkü o zaman her seye kendi benliginin
arkasından bakıyordun.
MÜMTAZ - Peki simdi?.. Simdi benligim yok mu?
SUAT - Yok. O benim avucumda. (Gösterir) Bak...
MÜMTAZ - (Suat'ın avcuna bakar) Ama!...
O sırada dükkândaki eski gelinliği giymiş, Nuran mı yoksa
Hamal’ın Karısı mı olduğu ayırd edilemeyen bir kadın
Mümtaz'ın yanına gelir. Mümtaz geçmiş ile bu günü iç içe
yaşamaktadır sanki!
NURAN - O'nu harbe gönderme. O giderse bize kim
bakar? Çoluk, çocuk perisan oluruz. Zaten zar, zor yasıyoruz.
MÜMTAZ - Içinden kanalizasyon suları akan pis sokaklardaki
hayat döküntüsü teneke evlerde mi? Bu da haksızlık.
NURAN - Bazan ölümün zaptettigi bir ülkede yasıyormusum
hissine kapılıyorum.
MÜMTAZ - Yeni bir hayat lazım. Böyle diyordu Ihsan. Bu
güzelim Istanbul sonuna kadar köhne ve sadece marul yetistiren
bir yer olarak kalmamalı. Fakat yeni ve müreffeh bir hayat
için bile bir temel gerekli. Her millet bu temeli mazisinden alıyor.
SUAT - Bir çöküsü savunuyorsun halâ.
MÜMTAZ - Hayır. Bu çöküste halâ yasayan birseyleri
arıyorum.
NURAN - Bunları anlıyorum ama bazan hayatın kena150
rında kalıyor tek bir düsünceyi yasıyoruz. Mezarında, sevdigi
bütün seylerle, mücevherleri, süsleri, sevdiklerinin tasvirleri ile
gömülen bir eski zaman ölüsü gibi. Kapılar kapanınca uyanıyor
ve özlenen hayat baslıyor. Yıldızlar parlıyor, sazlar çalıyor, renkler
konusuyor... Fakat hep ölümün ötesinde. Bir tasavvur, baskasına
ait bir ruya gibi. Bana darılmadın, degil mi?
MÜMTAZ - Yo hayır. Ne münüsebet.
NURAN - Biz birbirimizi mi yoksa eski musukiyi ya da
ne bileyim, Bogazı mı seviyoruz?
MÜMTAZ - Bu anı yasamıyor degilim. Ama bana öyle
beklenmedik bir zamanda, hayat ve kadın tecrübem hemen hiç
yokken geldin ki düsünce, sanat, ask; hepsi sende toplandı. Senin
vücudunda birlesti. Artık zihnimde degil, senin vücudunda
düsünüyordum.
NURAN - Vücut maddi bir sey. Benim vücudum da herkesinki
gibi.
MÜMTAZ - Bana göre herkesinki gibi degil.
NURAN - Küfür bu!..
MÜMTAZ - Küfür veya Allah’a giden en kısa yol.
NURAN - Yapma!..
Nuran, son derece incinmiştir. Elindeki muma üşer. Karanlı
k. Aynalarda yansıyan ışıklar...
MÜMTAZ - (Çığlık atar sanki) Nuran!...
Mümtaz, dükkânın içinde çılgın gibi Nuran'ı arar... Çırak
girer
ÇIRAK - Mümtaz Bey?.. Mümtaz Bey?.. (Mümtaz’a
yaklaşır) Mümtaz Bey siz misiniz?
MÜMTAZ - (Gözleri ile bir sır gibi kaybolan Nuran'ı
ararken) Mümtaz!.. Evet.. evet, Mümtaz, benim.
ÇIRAK - Ilâçlarınız hazır.
MÜMTAZ - Ha, evet ilâçlar! (Eczacı Çırağının uzattığı
ilâç paketini alır) Tesekkür ederim.
Çırak çıkar. Mümtaz halâ Nuran'ı aramaktadır
SUAT - Bosuna arama. Artık ebediyen kaybettin onu.
151
Halbuki daha muvazeneli bir adamda bu ask neler yapmazdı.
MÜMTAZ - Daha muvazeneli bir adam bu tarzda sevebilir
miydi? Hatta sevilebilir miydi?
SUAT - Haklısın. Ama Ihsan olsaydı, “hayat ve insan
ayrı, ayrı seylerdir. Birinden birini seçmek lazım", derdi. Fakat
sen ikisinin ortasında sallanıp duracaksın.
MÜMTAZ - (Korka korka sorar) Bana tekrar vermeyecek
misin?
SUAT - Neyi?
MÜMTAZ - Onu. Benligimi...Yani benligim dedigin seyi...
SUAT - Istersen al... (Kapalı elini uzatarak Mümtaz’ı
n üstüne üstüne yürür) Tekrar tecrübeye girmek istersen,
al...
MÜMTAZ - (Alacak gibi olur, vazgeçer) Çekil git basımdan.
Bir ölüsün sen. Ölüler böyle ortalık yerde dolasırsa hayatın
tadı mı kalır? Rahat bırak beni...
SUAT - O zaman mahvolursun Mümtaz'cıgım. Unutma,
ben senin koruyucu meleginim...
MÜMTAZ - Yalan!.. Sen bir melek olamazsın. Seytanın
ta kendisisin. Beni aldatmak için böylesi bir kılıkta çıkıyorsun
karsıma.
SUAT - Seytan olsam senin içinden konusurdum.
Beni göremezdin. Bak karsındayım iste.
MÜMTAZ - Fakat sen!.. Ne kadar degismis, ne kadar
güzellesmissin. Gözlerin ısıl ısıl. Tıpkı bana yazmamı söyledigin
hikayedeki adam gibi. Suat, niye geldin? Bırak beni artık.
SUAT - Niye gelmeyeyim Mümtaz? Senin yanından
hiç ayrılmadım ki...
MÜMTAZ - Evet, ayrılmadın. Adeta bana musallat oldun.
Fakat dünden beri baska türlü. Ruyamda gördüm seni. Fakat
ne garipti, bilsen. Bir aksamı seyrediyordum. Daha dogrusu,
aksam olacakmıs da, onun hazırlıgını yapıyorlardı. Mor, kırmızı,
eşatun, pembe tahtalar, kalaslar getirdiler. Ufka yıgdılar. Sonra
iple günesi çektiler. Fakat biliyor musun, bu günes degildi, sendin.
Yüzün simdiki gibi güzeldi. Sonra seni oraya bir Isa gibi gerdiler...
Ne kadar tuhaftı, bir bilsen. Senin öyle mahzun olman ve
Isa gibi çarmıha gerilmen... Sen, hiçbir seye inanmayan, her 152
seyle alay eden insan!.. Ne kadar gü-zellesmissin... Bu hüzün
sana yakısıyor.
SUAT - Bir zihinde yasayanlar daima güzeldir.
MÜMTAZ - Ama ben seni gözlerimle görüyorum. Konusuyorum
da... Elimle de dokunabilirim, degil mi?
SUAT - Istersen ve tabii korkmazsan.
MÜMTAZ - Niçin korkacak mısım.? Artık hiç bir seyden
korkmuyorum. (Farkında olmadan ellerini arkasına götürmüştür...)
SUAT - (Güler) Korkuyorsun. Istersen su Hamal’a
söyle, gelip o dokunsun. Yahut, mum artıklarını toplayan o kadına.
Onlar senin yerine yapıverirler bu isi. Tıpkı senin yerine harbe
gittikleri yahut dilek tuttukları gibi.
MÜMTAZ - Ben o hamalı harbe yalnız göndermiyorum.
Kendim de gidecegim. Onları kendimden ayırmıyorum.
SUAT - Ayırıyorsun Küçük Bey, bal gibi ayırıyorsun.
O hamalın bası üzerine pazarlık yapıtıgını ne çabuk unuttun?
Çoluk çocugunu açlıga terkettigini? Savas çıgırtkanlıgı yapanlara
kızmaya hiç hakkın yok. Sen de onlar gibisin.
MÜMTAZ - Ben fikirlerimin mesuliyetini üzerime alıyorum.
Sen istedigin gibi düsün. Hayat benden fikir ve belki de
mücadele istiyor, hissi duruslar degil. Sense hala zalimsin. Senin
için zalim olmak bir lezzet. Defol git buradan. Yasayanların
arasında isin yok senin.
SUAT - Hayır. Seni bırakamam. Nuran’sız, bu kadar
sefalet içinde. Olmaz. (Kan dondurucu bir gülüşle gülmektedir)
MÜMTAZ - Bari gülme! Ne olur, gülmekten vazgeç!..
SUAT - Nasıl gülmeyeyim? Herseyi o kadar çabuk
kendine benzetmissin ki!.. Sonra, o yasama iptilan, ölçülü merhametin,
küçük ızdırapların, ümitlerin, o kaçıslar, tapın-malar...
MÜMTAZ - Zalim olma Suat. Çok ızdırap çektim.
SUAT - Peki, öyleyse hadi gel seni kurtarayım.
MÜMTAZ - Gelemem. Yapacagım isler var.
SUAT - Hiçbir sey yapamazsın! Benimle gel. Hepsinden
kurtulursun. Bunlar senin tasıyamayacagın yükler.
MÜMTAZ - Hayır, ben yükümün derecesine yükselebilirim.
Yükselemezsem, altında ezilmeye razıyım. Fakat seninle gelemem.
153
SUAT - Geleceksin!..
MÜMTAZ - Yoo!.. Gelemem. Alçaklık olur bu.
SUAT - (fiiddetli bir tokat atar). Öyle ise kal mezbelende.
Mümtaz, yediği tokatın etkisi ile yere kapaklanır. Ağzı
burnu kan içinde kalmıştır. fiaşkındır. Dükkandaki radyo,
savaşın başladığını haber vermeye başlar... Uzunca bir an...
RADYO - "Avrupa Harbi nihayet patlak verdi. Alman orduları
dört koldan Leh topraklarına hücuma geçtiler. Ilk Alman
tayyareleri Varsova'nın garp ve simal taraşarını bombardıman ettiler.
Sehirde kayda deger mühim bir zarar olmamıstır. Diger taraftan
Alman tayyare filoları Varsova'nın cenubunda bulunan Radon
sehrini de bombalamıslardır. Halk, takdir edilecek sogukkanlılık
gösteriyor. Bombardımanlara ragmen, kadınların ve çocukların
da istirak ettigi gönüllü kafileleri sıgınaklar kazmaya, ilk tedavi
yerleri hazırlamaya gayret ediyorlar. Üçer, beser dakikalık fasılalarla
hareket eden trenler cepheye asker tasımaktadırlar"...
MÜMTAZ - Harp baslamıs... (Kırılan ilaç şişelerinin kesip,
kan içinde bıraktığı ellerine bakar) Ilaçlar... bütün ilaç siseleri
kırıldı...
Radyoda savaş haberlerini vermeye devam eden spikerin
gür sesi Dükkan'ın bulunduğu sokakta, harbin başladı-
ğını duyan halkın uğultusu içinde kaybolurken, Mahur Beste
bütün sesleri bastırarak yükselir...
PERDE
(Nisan 1996 / Kandilli)

You might also like