Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 18

DIYALOGOS

1
DİYALOGOS
HALİL GÖKHAN-SADIK YEMNİ
Söyleşi
KAFEKÜLTÜR YAYINCILIK / ZEPLİN KİTAP

2
CERN, KOZMOS, RUH, BEDEN, GELECEK, ENERJİ, DÜŞÜNCE, FELSEFE, KUTSAL, SİNEMA,
TANRI, BİLİNMEYEN,

3
CERN'den sonra dünya nereye gidiyor?

Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde görecelik Teorisi ve Kuvantum fiziğindeki gelişmelerin üzerinden
neredeyse yüzyıl geçti. Hiroşima ve Nagazaki'de patlayan iki adet atom bombası atom çekirdeğinin
içindeki korkunç gücü ortaya serdi. Bu arada fuzzy mantık bulundu, uygulamaya kondu, aletler yapıldı,
ama ortalama insanın beyni 17. yüzyılda takılı durmaya devam ediyor. Newton ve Descartes hâlâ baskın
karakterler. Fuzzy mantığı kimselerin taktığı yok. Bir şeyi siyah, ya da beyaz, şu ya da bu şeklinde
sınıflama huyumuz kronik vitese takılmış durumda. 1960 başlarında ilkokuldayken atom bize maddenin
bölünemeyen en küçük parçası olarak takdim edilirdi. İki atom bombasının patlamasından 15 yıl sonra.
Ünü saman alevi gibi parlayan ve sönen Umberto Eco'nun Foucault'un Sarkacı kitabında
700 yaşındaki St Germain kontu insanların zaman içinde olan bitenlerden ders almadıklarını söyler.
CERN yani AÇAK'ın (Avrupa Çekirdek Araştırma Konsülü) yaptığı son deney bize kutsal addedilen
evrenin en küçük yapı parçacığı hakkında elle tutulur bilgi verirse fizik adına büyük başarı, insanlık adına
ışığı ancak gelecekte parlayacak bir buluş olacaktır.
80 başlarında fiziğin on yıl içinde bütün temel soruların cevabını bulacağını söyleyen ve sonra şiddetli bir
hayal kırıklığına uğrayan Hawking, CERN'de Higgs parçacığının bulunamayacağı kehanetinde bulundu
zaten.
CERN deneyi hangi sonuca ulaşırsa ulaşsın, kara delik hariç tabii, İkinci Ortaçağ T kurmaya devam
edecek ve eğri büğrü küreselleşme topografyasını tabanlarımızın altında hissetmeye devam edeceğiz.

Kozmos'u etimoloji olarak ayrı kullanıyor musunuz? Mikro-makrolarla aranız nasıl? Makro bir
kozmos ütopyanız var mı? Kuantum'a ne kadar mesafedesiniz?

Kozmozu daha çok evrenin derli topluluğu, düzenliliği için kullanmaya başladım son zamanlarda. Evreni
büyük patlamayla oluşmuş bitimli ama sınırsız bir yer olarak tasavvur etmek çok zor değil. Tahayyül
motoruna biraz tur kazandırmakla eh ne yapalım böyle bir modele de katlanabilirim diyebiliyoruz. İçinde
yöneten nefes sezilemeyen raslantısallık zincirinin halkalarından birinin şıkırtısı.
Akıllı tasarım, Intelligent design, kavramı son yıllarda bayağı popüler oldu. Kâinatın bir akıl ürünü olarak
tasarımı zaten dinler nedeniyle bir varyant olarak mevcuttu. Muhiddin Arabi, ‘Allah bize kendini kâinat
şeklinde vehm ettirdi.’ derken bu fikrin kara sularında seyretmekteydi belki de. Tek küçük adım kainat
aklın ta kendisi şekline indirgenmesi oldu. İnsanın aklının kâinatın bir bileşeni, öğesi olarak takdimi de
çok yeni bir şey değildi zaten. Böylece rastlantısallığın ve girişimci organizmaların zaferi olan
Danvinizmin yani Kıllı tasarımın karşısına bir anti tez daha çıkmış oldu.
Bulunduğumuz yerden mikroya yolculuk önce mikroskopla, sonra matematik formülleriyle yapıldı.
Matematik ve fizik kullanan zihin kozmosun en derin noktasındaki kapkara zara dokunup sobe demek
istiyor bugünlerde. CERN ya da AÇAK’taki çabalar bu yöne daha çok. Maddeye kütle kazandıran Higgs
bozonunu yaratarak, yaratılış anını hatırlamak hevesiyle protonlar çarpıştırılıp durmakta.
Kozmozu çok uzun zamandır tek ve eşsiz olarak görememekteyim. Birden fazla evrenler ve bunlardan
türeyen akıl almaz taşkıların bitimsizliğini düşünmekten büyük zevk almaktayım. Paralel evrenler
kavramı benim için bir otel odası anahtarıdır. Bununla sayısız kapıyı açabilmekteyim. Her kapıyı açan
başka bir ben haliyle.
Kuantum gerçekliği dünyaya, olaylara, insanlara şu ya da bu, siyah ya da beyaz bakış açısına indirilmiş
devrimsel bir darbedir. Işık hızına hapsolmuşluğun çıkış kapısıdır büyük bir ihtimalle. Yalnız CERN
konusunda da dediğim gibi henüz bu gerçeklik yeterince tedavülde değildir. Hâlâ yüzyıllar öncesinin
mekanik evren anlayışıyla soslanmış durumdayız. Bu yeni dünya düzeninin işine gelen bir durumdur. En
yeni ve herkese dost dünya düzeni bu dar bakışın aşılmasıyla oluşacak. Kuantum tekinsizliği denen şey
kötü bir alışkanlığı bırakmamak için uydurduğumuz sudan bahanelere benzemektedir.
Kuantuma bir foton çapı mesafedeyim.

4
Ruh sizce maddenin bir tarifi mi yoksa kalbi mi? Fizikten şarlatanlığa kadar uzanan bir dizgede
ruh, umuttan yaraya her şeyi bol keseden dağıtmayı sürdürüyor. Ama ortada enerjisel bir durum
da var.

Maddenin enerji alanındaki geçici topaklanmalar olduğunu düşünürsek madde sözünün maddiliğinin
önemli ölçüde beynimizin karanlık bölgesinin bir mahsülü olduğunu hissederiz. Karanlık madde, Dark
Matter’da bir başka tekinsiz husus tabii. Görünen maddeden çok daha fazla. Kendini kısmış, ama her
yerde mevcut, evrenin toplam çekiminde çok ciddi bir dara.
Birazcık çamur tanrı ruh üfleyince insan haline geldi. Bu nefese ruh denmekte çoğu kez. Bilgi elmasına
bir ısırık atınca o ruh silkinir ve serüvenli yaşam için dünyaya gönderilmesine neden olur. Elma burada
bir çeşit katalizördür. Atom bombasını patlatan detinatör gibi genç çifti eski eneıji kozalarında barınamaz
hale getirir.
Bir molekülün kendi kopyasını çıkarması ile başlayan uzun süreç ruhun serüven alanına inmesiyle devam
etmektedir. Manevi görüş ile materyalist izah arasına gerilmiş bir ip üzerinde denge arayan insana her iki
uçtan da şarlatanlar musallat olmuşlardır. Elimi tut seni karşıya geçireyim derler. Bunu en iyi ben yaparım
derler. Pozitifıst şarlatanlar aklın rolünü aşırı yüceltirken dünyayı acımasız tüketim çılgınlığına en uygun
mekanik bir modele hapsedememenin azcini yaşarlar. Din tacirleri manevi hayattan söz edip dururlarken
bir yandan politik güç, servet edinme gibi dünyevi kazanmaların peşinde koşarak ruhani kılıflarından
iğrenççe dışarı taşarlar.
İpin üstündeki insan uçlara varmak amacıyla değil, ipin bir tramplen gibi kurulduğunu fark eder. Bunu
farkındalığıyla bulur. Sezildemliği sıçra der.
Sıçrar ve bir üstteki gergin ipe tutunur. Sezildemlikte ikamet eden farkındalığı evrene yeni bir gözle
bakmanın tadını çıkartır. Bilmem söylemeye gerek var mı? Her mertebenin kendine has şarlatanı
mevcuttur.
Benim için ruh farkındalıktır. Sezildemlikte ikamet eder. Sezildemlik beyinde oturan bir mini ayarlar
enstitüsü değildir. Sezildemlik beyinde şube açmıştır sadece. Daha yaygın bir konumda, varlık çevresinde
kıpır kıpır ve dönüşümlüdür.
Farkındalık bilinçle şekillenen bir eylemler manzumesidir. Ruhun ölümsüzlüğü sözcüğü bana nedense
protonun kalan ömrünü düşündürtür.
Güneşimizin en iyimser hesapla kalan ömrü 5 milyar yıl. Bir milyarla sınırlayanlar da var. Proton çok
daha kararlı ve uzun ömürlüdür.
Biraz basite indirgemek olacak, ama farkındalık denince aklıma radyolardaki osilatör düğmesi gelir.
Farkındalığımız çeşitli kanallar arar. Bazımız uygun bir yer bulunca ömür boyu orada takılır kalır.
Bazılarımız da son nefese kadar ilginç kanallar aramaya diğerleriyle kıyaslamaya devam eder. Düğmeyi
tutan çeviren el bunu yapmaz olduğunda son kalınan frekanstaki yayma binilir gidilir.
Nereye mi? Kâinatta yer ve seviyeler gırla. Mevlana’nın bu gidişata şebi aruz demesi belki bu tür bir
izahatı da sıvazlamaktadır.
Yani kısacası; Viva Farkındalık.

Hep gelecek olma ihtimali olan bir durum karşısında ne hissediyorsunuz? NASA'nın bazı
toplantılarında bilimkurgu yazarlarına da yer verdiği hep söylenir. Acaba gelecek bu yüzden mi bu
kadar yavaş geliyor? 1984, Uzay 1999, 2001 Uzay Destanı... Sanılanın aksine gelecek tahminleri hep
ıskalanmış.

Gelecek, geçmiş tenceresinden tüten buhar ve taşan yemek. An ışık hızıyla yürüyen zaman bandının
üstünde geçmişle geleceğin birbirlerine dokunmaları. Ansızın varolan ve hızla geçmişin gardrobuna
kaldırılan hülyalı şimdi.
Gelme ihtimali olan bir durum; 2001 Elzay Destanı filmini ele alalım ilk olarak. Bu filmde 2001 yılı için
tasavvur edilen teknolojiye şu anda neredeyse sahibiz. Böyle bir uzay gemisiyle Jüpiter’in o taraflara
gidemememizin irili ufaklı iki nedeni var. İri neden Ay’da yapımcılarına sinyal veren bir siyah monoliti,
dikili taşı bulamamış olmamızdır. Bu olsaydı gaza gelir ufak nedenlerin engellemesinin üstesinden
geliverirdik. Ufak engeller de ahmakça bir şekilde sürekli olarak israf ettiğimiz dünya ve insan

5
kaynaklarıdır. Bunun sonucu çıkan çatışmalar, serin, ılık ve sıcak savaşlar vb. sonucu barışçı ve araştırıcı
teknolojiye yatırım yapabilme gücümüz düşmektedir.
1999’un en kaçıkça yanlarından biri bilimkurgu filmlerinde sürekli yinelenen bir mantık arızasıdır. Eğer
dünya gezegeninim yeniden yörüngeye sokabilecek kadar teknolojik bilgi ve imkâna sahip olsaydık
yaşam şartlan 1999’da gösterilenden çok farklı olurdu. Teknik bilgi yaşamın her alanının etkileyecekti
kaçınılmaz olarak.
The Alien’i de atlamayalım bu arada. Geiger’ın dekorlarıyla, Scott’un becerisiyle, genç Weaver’in
albenisiyle parlatılmış bir BK filmi. En az beş kez gördüğüm bu filmin dayandığı mantık mutlak boşlukta
biraz bekletilmiş kibrit çöpü sağlamlığındadır. 24. yüzyılda yıldızlar arası kargo gemisi yollayabilecek bir
teknoloji silikon bazlı kıçıkınk bir yaratıkla başedemez. Ben o gemide olsaydım, tuvalet sifonunda
yapacağım küçük bir değişiklikle o yaratığı daha bööö demesine fırsat vermeden atomlanna ayırırdım.
Silaha falan da gerek yok yani.
1984 Sovyetler’in yıkılması sayesinde hızlanarak şu anda en çok gerçekleşmiş bilimkurgu konusudur.
Londra’daki gözetleyici kamera sayısını düşününün. Elektronik posta, fax, telefon konuşmalarımız hard
disklerde depolanmakta. Avrupa ve Amerika 1984 formatına yaklaşmaktalar hızla. Mahrem alanların
daralması bana kızılderililerin bir zamanlar sahip oldukları topraklan hatırlatıyor. Vahşi Batı serbestiyeti
yutuyor adım adım. Büyük birader seni izliyor filmiyle mahremiyetten kaçışın mazo sapıkları takdim
ediliyor. Bence 1984 en başanlı gelecek projeksiyonu filmi olmuş şu ana kadar.
Gelecekte tahayyül edilen gelişmelerin yavaşça gelmesinde bir hayır vardır belki.
Dünyaca ünlü bilim adamı Fuat Sezgin İslam medeniyetinin durakladığı zamanlarda bu bilgilerden
yararlanan AvrupalIların bilimde yeni bir hamle başlattıklanna dikkat çeker ve bu duraklama olmasaydı
atom iki asır önce parçalanacaktı der. 18. yüzyıl başlannda Viyana’da patlayan bir atom bombasını hayal
edin!
Bir de ittifakla geciken şeyler listesinin en başına koyabileceğimiz bir durum var. Henüz dünya dışı zeka
tarafından ziyaret edilmedik. Amerika Birleşik Devletleri’nde üç milyon kişinin uzaylılar tarafından
kaçırıldığına inanması gezegen çapında zirve yapmış bir kaçıklık durumu addedilse de, bu en köklü
arzumuza daha nail olamadık. Korkulobin adlı denememde belirttiğim gibi yetmiş yıldır her yana
yolladığımız televizyon yayınlarının niteliği nedeniyle bu taraflara gelmekten vazgeçmiş birilerinin
olması da pekala mümkündür.
Bilgisayarlar, uydu haberleşmeleri, fuzzy mantıkla çalışan aparatlar, klonlama, genetik bilimindeki
gelişmeler eninde sonunda bizi o geciktiğimizi düşündüğümüz seviyeye taşıyacak.
Lâkin: İnsan doğası kolay kolay değişmeyeceğinden bu teknolojinin ağır sosyal kontrol ve toplu imha
yönünde kullanılması fena halde mümkün. Böyle bir geleceği ne kadar geciktirsek kârdır.

Ben ölçemiyorum. Watt, joule ya da amper. Ama herkes onun peşinde. Kaloriden sonra bence
yüzydın büyük hayaleti. Gerçeğin ışık ve ısı oklarının altında Kuantum'un şemsiyesiyle keyif
çatmıyor mu sizce? Kim kurtaracak "enerji" salgınından bizi?

‘Kim kurtaracak bizi şu kapının altından sızan ateşten.’ Cortazar’ın Seksek adlı romanındaki unutulmaz
cümlelerden biridir. Enerji fazlasından yakınmaz baş kahraman, Hayat denen maişet motorunun ağrı
verici sızıntısını afişe etmektedir.

Eneıji kendiyle ilgili araştırma yapanları çok sever ve onların egolarının enerji birimine ad kesilmesini
gülümseyerek karşılar. James Watt, James Prescot Joule, Andre Marie Ampere, Antoine Henri
Becquerel vb. yerlerini başka eneıji birimleri alana dek isimleri ölümsüzleşmiş olarak kalacaklardır.

Kalori (calor) latince ısı anlamına gelir. O bir bilim adamının soyadı olmadığından olacak yerini zamanla
Joule’e kaptırmıştır. 1 Kalori = 4,1868 joule değerindedir. Boğazımızdan geçip bel hizamızda öbeklenen
ve kaidemizi büyüten yağlara neden hep kalori gösterilir. Joule hem kalorinin yerini almış, hem de onu en
çok suçlanan eneıji birimi haline getirmiştir.

6
Einstein’ın E eşittir M çarpı C kare formülüyle belirttiği üzere enerji maddenin bir dönüşümüdür. C’nin
ışık hızı olması, fotonun madde ile eneıji arasında bir çeşit köprü olduğunu vurgulamaktadır. Işıktan bir
köprünün bir başında madde olan diğer tarafa geçince eneıji kesilir. Tam tersi de geçerlidir haliyle.

Eneıji evrenin varoluş soluğudur. Yıldızların göbekleri harıl harıl termonükleer süreçleri çalıştırarak
soluğu sıcak tutma işine bakmaktadır. Dünya göbeği bir milyon santigrat derece sıcak olan güneşinden
uygun bir mesafede homosapiens’e beşik olmuştur. Daha sıcak ya da daha soğuk bir yerde bildiğimiz
karbon bazlı yaşamın tekamülü bayağı zor olacaktı.

Evrenin soluğunun kesildiği ya da varamadığı yerlerde moleküler muhabbet, moleküler hareket yani,
tamamiyle durur. Buna mutlak sıfır noktası denmektedir. William Thomson nam-ı diğer Lord Kelvin
kendi adıyla tescillemiştir. Eksi 273 derecede moleküller içindeki ve arasındaki muhabbet kesilir.

Şu anda dünyadaki savaşların, açlığın, kıtlığın en önemli sebebi petrol ve silah sermayesidir. Enerji
köşekapmacıları etnisite, din, mezhep, milliyetçilik gibi alanları cılk yaraya çevirerek aşırı kâr ve kolay
parsa peşinde koşmaktadırlar.

Bizi eneıji tacirlerinin menhus ellerinden kurtaracak şey burnumuzun dibinde. Her sabah ışınları uzayda 8
dakikalık yolculuktan sonra sathımıza varmakta. Işık hızıyla sekiz dakika uzağımızdaki güneşimiz bir gün
bu uğursuz, insanlıkdışı zümreyi yeryüzünden silip süpürecek.

Güneş denen yıldız bunu iki defa yapacak. Ben birinciden söz ediyorum. Bizim çabamızla yapılacak
olandan. İkincisi güneşimizin göbeğindeki hidrojen ve helyumun önemli bir kısmını dönüştürüp
bitirmesiyle oluşacak. Bir ile beş milyar yıl sonra. Kızıl bir deve dönüşüp dünyadaki hayatı ( o sırada hâlâ
varsak tabii) sonlayacak.

Sekiz dakika ötemizde harika bir çözüm nesnesi var. Buram buram bedava ve inanılmaz miktarda enerji
tüttürmektedir.

Dilimizi dünya, yeryüzü, arz, acun, earth, aarde, üçüncü gezegen, mavi gezegen, world, terra gibi adların
yanı sıra Işıkyeri cinsinden sözcüklere de alıştırmaya başlasak iyi olacak.

Düşünceyi, evrenin ve bilinmezliğin kompleks duruşlarına karşı bir insani hareket, tepki, direniş
olarak anlıyorum. Karmaşık etkilerin de insanda yeri var: Din, inanç, mistisizm olarak. Düşünce ve
tin'in bu muharebesi nereye varacak?

Düşünceyi Tin'in iki farklı uzanımından, kolundan birisi olarak hayal etmekteyim. Uzun ve ince kolu
SEZGİ, kısa ve kaslı kolu da DÜŞÜNCE (Göbek adı AKIL)
Düşüncenin moleküler bir ahenk, tutarlılık olduğu söylense çok saçma durmaz sanırım. Evrenin
düşünceye evrilme eğilimi var. Yeterince hızla bunu yapabilseydi şimdi düşünceden ibaretlikten söz
ederdik. Akıllı tasarıma çeyrek kala. Big Bang'in sonuçlarının düşünceye beşik olduğu kesin.
Düşünce beş duyuyla hissedilir alana söz, sanat, bilim, felsefe ve edebiyatla çıkar. Formül ve kavram
bukleleriyle yolunu örer. Düşünce insan gibi ölümlüdür. Bebek ve çocuk olur. Hastalıklardan etkilenir.
Çocuk kaldığı olur. Kör kuyularda ideolojik çile doldurmayı, her şeyi görebildiği gökyüzü parçasından
ibaretmiş gibi kabul etmeyi sever. İzmsiz yapamaz. Kronik sorunudur.
Mantık cetveliyle düşüncelerrin eğri büğrülüğünü kontrol etmeyi sever. Cetveli aşırı ciddiye alıp eğri
büğrülükten nefret ettiği olur. Dümdüz çizgilerin sınırladığı alanları özler. Daireyi icadı bu tür bir sürecin
sonucudur. Pi sayısını tanrının bir seslenişi sanması bu nedendendir. Kusursuz düzlükte bir alanın
hayalinin evrenin kusurlu tanrı tarafından yaratıldığı sonucuna varması ile aşırılığın en yüksek zirvesine
tırmanır. Oradan ‘En büyük benim’ diye bağırır. Sesini kimsecikler duymaz.
Evrende düşünce yoğunluğunun artması, giderek düşüncenin kütle kazanması ve inanılmaz ölçekte bir
kara delik haline dönüşerek Big bang’den bu yana genişleyen evreni geri çağırma görevini yüklenmiştir.
Kim bilir?

7
Düşünce yumurta ikizi Sezgiyle birlikte yürüdüğünde özgürleştirici felsefenin ve yararlı icatların kapısı
açılır. Düşünce sezginin onun varamadığı yerlerde gezinmesinden ötürü aşağılık duygusu duyar mı?
Kıskanır mı? Mantıklı düşünce, aşırı kurallı düşünce sistemleri belki bu kıskançlığın tezahürüdür.
Din ve mistisizm sezginin keşfettiği beldelere yerleşen düşüncenin fetih sonrası kurduğu düzenlerdir.
Soyut denen şey düşüncenin sezgiye benzemek için yırtınma halleridir. Somut bu hedeften kaçıştır.
Vazgeçiştir. Böyle bakıldığında nesnel olmak, kalmak denen şey aslında pratik alanın hemen dışında
görecelik kavramı ve kuvantum mekaniğiyle çelişmektir belki de.
Düşüncenin belli şekilleri Tin gövdesine zehir ya da virüs aşılayan süreçleri yaratmaktadır. Tin sağ
kolunu keser atar canına tak deyince. Düşünce ipi kopmuş tespih parçalan gibi saçılır. Tin yeni bir kol
oluşturur. Onun aynı şeylerini yapmayacağını ümit ederek. Ama huylu huyundan vazgeçmez tabii.
Düşünce evrilebilir bir şeydir. Aşkın fikir haline gelince ışınımı ve oylumu değişecektir. İşte o zaman
bütün evren her köşesinden zihinsellik ışıyan bir yapıya kavuşacak. Yeryüzünde olup bitenleri baz
almanın bir alemi yok. Şu an bile öyledir belki.

Düşüncenin merkezi, ideolojik formu olarak Felsefe'yi nasıl konumlandırıyorsunuz hayatınızda?


Dünyevi ve kozmik ilerlemesinde durup düşünsel pozlar atan, yolculuğunu anlamaya çalışarak yolu
uzatan insanoğlu, amaçlar ve nedenler içinde niye bu denli yorgun ve çaresiz? Bu sefalet neden?

Felsefeye gayri akademik olarak heyheyli akıl yürütme, tefekkür makinesinin kapasitesini azami turda
çalıştırması falan diyebiliriz. Sezgisel çıkarımlarla desteklenmeyen yüksek tur kazanımı toplumun
varkalış çabasını iyileştirmeye hizmet edemiyor yeterince. Tıpkı matematikle aşırı haşır neşir olanların
sosyal hayatın kapsadığı bazı alanlardan sınıfta çakmaları gibi. Egzantrik olmayı, belli ölçüdeki ve
yaratıcılığın gölgesivari asosyalliği kasdetmiyorum. Topluma yapıcı ve ahenkli bir titreşim verebilen akıl
yürütmeyi, felsefeyi işaret ediyorum.
Felsefe ideolojiyi aklın sınır berisi durumu diye nitelendirdiğim nedenden bir hüzme, ışık hüzmesi
şeklinde yaratabiliyor ancak. Bir alanı aydınlatırken akıl almaz büyüklükteki bir alanı karartan bir
etkinlik. Hiç ışık olmamasındansa hüzme gerekli ve ehvendir haliyle. Yalnız hüzmeler kalıcı zihin saadeti
değil, bir mertebedir. İdeolojiyi duvar kılıp serbest düşünce alanlarını bölmek, sonra da duvarları yıkıp
serbest alanları molozlarla doldurmak gibi bir hobimiz var.
Çağımızda felsefenin dil oyunlarına dönüşmüş duygusunu vermesi çok anlamlı bir duraktır. Bireylerin
politika ile toplumu şekillendiremeyecekleri umarsızlığı ile örtüşmektedir. Altmışlı yılların bir esprisi
varsa, bu Beatles, Pink Floyd vb. değil, insanın politikayla dünyayı şekillendirebileceğine samimi olarak
inanışıdır. Felsefe soyut anlam tünellerinde boğuk ekolar şeklindeki dil cambazlığına soyununca,
yoğurduğumuz dünya topağı da kaçmıştır elimizden.
Doğada başka hiçbir yaratıkta doğum sonrası kendini kurtarabilme süresi insan kadar uzun değil. Ağır bir
beynin faturası. Gene hiçbir yaratığın yaşlılığı, ikinci bağımlılığı bu kadar uzun sürmüyor. Ortadaki devre
buluğ, eğitim, kariyer, ödenmesi gerekli aylık taksitler, çocukların büyütülmesi, işsizlik korkusu falan
girince felsefenin kitlesel ölçekte pratik alana sızıp onu düşüncenin kristalize edilmiş haliyle çekip
çevirmesi ütopik bir rüya kalmakta devam ediyor.
Buraya küçük ama kaçınılmaz adımlarla gelmek en çok tüketimi aşırı önemsemekten oldu diye
düşünmekteyim. Tüketirken tükenen yaratıcı hayaller mezarlığından yazılan mektuplar kimseye heyecan
vermiyor.
İnsanoğlunun kaderi sırf zihinden ibaretliğe dönüşmektir. Kütlesiz ve ışıktan hızlı bir bilinç büklümüne
dönüşmüştük yani. Felsefe bu yönün esintisidir. Eninde sonunda fırtınasını estireceği ana erişecektir.

Gizemden olağanın çıkarılmasıyla yapılan işlemin sonucuna Kutsal diyebilir miyiz? Pagan ruh hala
devam ediyor ama tanrılar maddeleşmiş belki de... Son olarak global finansal kriz halinde.
Kutsal'ın şeytani tarafında ne var sizce?

Karanlıkta ve anlaşılmaz duranın gün ışığında didiklenmesi işlemine bazen kutsalın yitimi ya da
paradoksal bir şekilde teşhiri dendiğini görüyoruz. Gizemden olağanı türetme girişiminin olağan sonucu
da denebilir belki.

8
Felsefeyi ve bilimi yığınlara mal ettirmeyen esinti, maddeye tapınmanın vantilatörlediği havadır.
Mitolojik tanrılar ve zamanımızın küresel efendileri, kallavi cukkanın sahipleri tekinsizleşmiş maddiyat
nesneleridirler. Savaşlar, kıtlıklar, açlık, kitlesel mutsuzluğun en önemli müsebbibidirler.
Kutsalın varoluş nedeni soyutun cazibesidir. Maddi tanrılarsa aşırılaşarak çevresindeki uzayı yaşanmaz
hale getirmiş metadır. Kutsal kütlesizliktir. Maddi ilah ise kütle obezi kara delik. Kendini kutsal ve
dokunulmaz ilan eden bu aşırılık üçgenin tepe noktası olduğunu ve hep öyle kalacağını vehmeder. Oysa
bu maddenin tabiatına aykırı soyut bir beklentidir. Üçgen tam tepeden aşağıya doğru yarılmaya
mahkumdur. Şu andaki küresel kriz belki de bunun bir işaretidir. Eski Ahit’te Jericho duvarını yıkan
trompet sesi gibi.
Kutsal bilinmeyenin, yeterince açık görülemeyenin kendini ışımasından türer. Varlık mesajının
önbelirtisi olarak eşyamıza ve sözlerimize siner. Bin develik bir kervan. Bin sandıklık bir yük. Birinci
sandıkta incik, ikinci sandıkta boncuk, üçüncü de ipek, dördüncü de baharat ya da diz üstü bilgisayar.
Böyle gider. Ömrün on sandığın muhtevasını bile yeterince içselleştirmeye, aralarındaki ilişkinin bütünü
algılamaya yönelik kıvamını kavramaya zaman yettiremediği olur. Biraz da bu nedenle zamanımızda
mitolojilerdekilere benzer süper güçlü insan tanrıların insan saadetine tasallutundan yakınırız.
Maddi ilahların kutsal yakan fırınları vardır. Burada kitlelerin kutsal bildiği ne varsa yakılıp dumanı
havaya savrulur. Şarlatanlar ve dörtbuçukuncu kuvvet olan medya bu eylemin gazıyla ayakta durur.
Ama, ne yanan şey, ne yakan ateş, ne de bacadan çıkan dumanda kutsalın zerresi mevcut değildir.
Gündelik hayatı tanzim etmeye yeltenmeyen hiçbir şeye bırak yakmayı, dokunamayız bile. Bu tanzimde
kullanılan ve kutsal diye nitelendirilen şeyler yanabilir, anlamından saptırılabilir, ufalanabilir cinstendir.
Taş, kağıt, kumaş, günlük sözcük dağarcığı ve papirüsten yapılmışlığın dünyeviliğini, doğallığını ışırlar.
Şeytan ayrıntıda gizlidir derler. Şeytan ayrıntının ta kendisidir de denir. Kutsalı gün ışığının tahribatından
korumak isteyenler ayrıntıdan aşırı medet umdukları durumlara düşebilirler. Bütünün reddi süreci başlar
ve bu anlı şanlı homosapiensi aşırı maddileşmeye, yani kutsal addedilene tapınmaya doğru iter. Kutsal
uğruna soyutun cazibesinden uzaklaşılır. Şeytani yan soyutun yitimiyle belirir ve güç kazanmasıyla silinir
gider. Bunda şeytanın hiç kabahati yoktur.

2.
Bunca cinnet köprüsü sorudan sonra dünyaya inelim diyorum. İnsan eli, gözü konulara. Mesela
sinema aklıma geliyor. Sinema yazarlığına ket vuracak, engelleyecek kadar derin bir sinema
tutkusu görüyorum sende. Sinema bölümünü 2-3 soruya bölelim diyorum... Nasıl başladı bu
tutku? Multi F bir yazar olarak aynı zamanda sinema yapmayı da düşündüğün oldu mu?

Bu tutkunun nasıl başladığından çok başlangıç gongunu hâlâ açık seçik hatırlayabilmekteyim. Dört
yaşındaydım. Misafirliğe gitmiştik. Kibritlerle oynayıp minik bir yangın çıkartmayı başarmıştım. Hasar
azdı, ama annem çok kızmıştı. Yolda akşam baban gelsin görürsün sen diyerek beni eve götürüyordu.
Çok korkmuştum. Tek kurtarıcı olarak bizle kalan anneannemi görmekteydim. O beni kurtarır diye
düşünmekteydim. İzmir'de eski rum evi denen türde meyva bahçeli bir taş evde oturmaktaydık. Kapısı
demir işlemeliydi. Yanımızda anahtar yoktu. Annem kapıyı çaldı. Camdan içerisi görünmekteydi. Uzun
ve geniş bir koridorun bitimindeki odada oturan anneannem kapıyı açmak üzere ayağa kalktı. İşte o
zaman tuhaf bir şey oldu. Kendi korkmuş çocuk yüzümü kadının gözlerinden görmeye başladım.
Televideo (telepatiden esinlenerek) bağlantısı kurulmuştu aramızda. Sonraları sayısız kereler
anneannemin ve çok az sayıdaki tanıdıklarımın yüzünden kendimi seyrettim. Bir zamanlar bunu çok
sıradan bir şey olarak gördüğüm için anlatmazdım bile.
Ardından diğer faza geçtik. Sinema ile tanıştım. Sinema ile sözel anlatıcılık arasında bir ilinti, bir geçişsel
köprü keşfetmem için on iki yaşma falan gelmem gerekti. İyi ve tutkulu bir anlatıcıydım. Daha önce
görmediğim filmleri, başlığını bile anında uydurarak anlatırdım. Anlatırken zihnimde görüntü olarak
canlanırlardı. Sözel anlatıma iştirak eden görsel bir bant vardı sanki. Yan yana akan nehirler gibi.
Yıllar sonra buna TÖHAF etkinliği adını verdim. Tam Özerk Hayal Film şirketi. Beynimizin sözsel
malzemeyi görsel malzemeye çevirdiği eşşiz bölge. Okuduğumuz bir romanın zihnimizde filmini de
çektiren yeti.
Film seyrederken içine girmek, kurguya dahil olmak, bazen kamera merceği gibi yakından izlemek, bazen
de karakterlerden biri olarak dramı yaşamak. Filmi yapım sürecindeki sayısız dur kalk, şunu ekle, bunu
çıkar fazlarından bağımsız, montajı tamamlanmış haliyle başbaşa bulmayı çok önemserim. Sanki bu
9
süreçten geçilmeden tamamlanmış bir görsel anlatı gibi muamele ettiğimizde bu ses ve görüntü
malzemesinin uzayda kapladığı yerden bize köprüler uzattığını düşünürüm. Farkındalık derecesine göre
çeşitlenen köprülerdir bunlar.
Verilmek istenen mesaj, kullanılan sembollerin çağrışım pervanelerinin fırıl fırıllığı, aktörlerin
öykünmedeki becerileri ve müziğin duygularımıza hitabını aşan bir varolma şekli kazanmıştır film.
İşte sinemanın bu halini hissetmeyi çok severim. Bir sürü hazır film senaryom var. Dizi ya da sinema
filmi için. Bir gün film yaparsam şöyle bir yol tuttururdum, şu tür anlatım tekniği kurmaya çabalardım
diye sayısız kereler düşünmüşlüğüm vardır. Ne de olsa geçmişte varolmayan en 100 kada film öyküsü
anlatmış biriyim. Hem sahne sahne ses efektleriyle. Ağzımla sahnelere eşlik eden müziği, gerilimin
artttığı anlarda yükselen tonları da vermeye çabalardım. Benim için film yapmak bir çocukluk hobisinin
zembereğini yeniden kurmak olurdu herhalde.

“Okuduğumuz bir romanın zihnimizde filmini de çektiren yeti.” Bu yetiye Jekyll adını verirsek
Hyde olanı da yazarken çektiğimiz film olamaz mı?. Bu bir tahakkümün eseri mi yoksa?
Sinemanın çocukluktan kalma harika etkisi... İyi filmler hâlâ kitaplardan çıkıyorsa bu yazarların
sinemayı iyi izlemelerinden da kaynaklanıyor olabilir... İyi filmlerin filmlerden ve tabula rasa
kafalardan çıkacağı günler yakın mı sence?

İyi filmler bayağı uzun bir zaman daha kitapların içinde saklı kalacak.
Çünkü TÖHAF etkinliği aynı zamanda beynin özerkliğinin de temsiliyetidir.
Ancak küresel olarak bir zihin kontrolü mekanizması iyice yerleşir ve tüme hakim olursa TÖHAF da
çöker. Gökyüzünde yıldızların birer birer kararması misali.
Tam Özerk HAyal Film yetimiz olan TÖHAF Jekyll olursa, yazarken çektiğimiz film TÖHAF’m cadılar
şenliğinde Hyde şeklinde tebdili kıyafet etmesidir. Yazma ve okuma sürecinin fılmatik makamda yan etki
yapması dediğin gibi, ama kısmen sinemanın ve çizgi romanların çocukluktan itibaren beynimize yaptığı
etki, izlediğimiz filmlerin hoşça tahakkümü. Beynin görsellikle idman yaptığında fılmatik kaslar imal
ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Filmden film çıkması sorun değil. Normal. İşin yamuk tarafı şu: Özellikle genç yazarlar içinde filmlerden
öykü ve roman çıkartmaya çalışanlar var. Fantastik, BK, serüven yazıyorlar. Hem de en kötü Hollywood
yapımlarından feyz alarak. Filmden öykü çıkarmak çoğunlukla bir bardak peynir suyundan bir kalıp lor
yapmaya benzer. Tersi rol oluyor, ama estetik, insan hallerinin suyuna uygun yoğunlaşma, bir yenilik
falan namevcut. Özgün zihin eseri numarasını kimsecikler yutmuyor. Öykünün psikolojik bombeleşmesi
terimini uydurdum bu yazıyı yazarken. Bir öykü big bang usulü patlamalı ve genişlemelidir. Sıradan bir
filmden aşırı esinlenerek öykü imalatına girişmek sürece tersten başlamak gibi oluyor. Farkında olmadan
büzülünülüyor. Bu mutlaka olması gereken bombe de yavaş çekimle patlamış balonun büzülmesi resmi
gibi duruyor haliyle.
Filmden film türemesi, öyküden öykü türemesine benziyor, ama tıpa tıp aynı değil. Şimdilik en azından.
Öykünün ve romanın filme göre bir farkı var. Kameranın biraz da bütçe sınırı yüzünden (yüzde 20’si
falan) gösteremeyeceği şeyler vardır edebi bir metinde. Görsele dönüşemeyen soyut tortular. Estetiğin
görsele mahçup duran yanları. Felsefi düşüncenin foton yutan karanlık koridorları. Kutsalın, gizemin
ışıkta hemen bozunan yanlan. Saklı kaldığı zaman varmışgibiyaparsılar cümbüşü yani.
Bir süreç bu. Filmler astronomik maliyetler ve kambur niyetlerden sıynldığında, eskiye oranla göreceli
daha tabula rasa olduğunda, giderek daha derinleri aydınlatan ışıklar üretecekler.

Şablonlara bakarak sinemayı kaça ayırıyorsun? Sanki bana sinema büyüsünü daha iyi yansıtma
bakımından endüstri daha güçlü gibi gözüküyor. Ağır ve Avrupalı yapımlar da edebiyatla aşık
atmaya çalışıyorlar gibi. Nedir bu sinemanın "yazma" hali?

Sinema büyüsünün teknik kalitesi artarken içerik fena halde gümbürdemekte.


Film endüstrisinin vardığı en yeni aşamada karakterlerin içi iyice boşalmış durumda. Öyküler de tatsız
tuzsuz durumda. İyilerine çok az rastlanır oldu. İyi diye ortaya çıkarılanlar havuz çipurasıyla, deniz
çipurası arasındaki fark gibi. Yavan iyiler furyası sürüyor. Edebiyatı var eden en önemli çizgilerden biri
10
mücadeleci karakterlerdir. Bu film için de geçerlidir. Yetmişlerde Robert Redford’un oynadığı bir filmi
hatırlayalım. Eski dolapları açığa çıkartan yeni hapisane müdürünün mücadelesini anlatan Brubaker adlı
filmde, genç müdür eski düzenle karşı karşıya kalır. Zamanımızda artık bu tür filmler yapıl(a)mıyor.
Karikatürize üsluplu olanları var elbette. Ciddiye almak mümkün değil. Bozuk düzene karşı örnek teşkil
edecek ciddi ve onurlu mücadelecilik öyküleri bitmiş gitmiş durumda. Filmlerin görsel hilelerle yarattığı
apışıklık ve hayranlıktan türeyen büyü sürüyor elbette. Ambalajı içerik kadar önemseyen çocuksu ve
çarpık bir yanımız var ne de olsa.
Ağır ve Avrupalı yapımlar kaliteli metinlerden eski iyiyi muhafaza eden , taraftar kazanan filmler
yapmaya çabalıyor. Okumayan kuşağa görsel kalıba dökülmüş edebiyat sunma hedefi var açıkça. Artık
gençler tarafından pek okunmayan satırların görsel çevirileri gibi de bakılabilir belki. Dünya hızla bir
yana doğru evrilirken içerikleri ciddi ciddi bunu çözümlemeye çabalamayan filmlerin salt hoşça zaman
kaydırma, eğlenme, uyarılma gibi beklentileri doyurmakla varkalması belki mümkündür, ama kalıcı bir
cazibe odağı olmaktan uzaklıktır artık yeri.
Sinemayı, Amerika, Asya ve Avrupa gibi bölümlemelerle incelemeyi pek cazip bulmuyorum. İnsan
merkezlilik önemli. İnsan zekasının iki temel özelliği vardır. Meraklıdır ve olumlu anlamda çevresini
değiştirir. Tekrar bu hususiyetleri merkez alan filmlerin enleminin boylamının, tarzının, üslubunun ne
olduğunun pek önemi kalmaz artık.
Seksen sonlarında bir yaz AmsterdamTn sanat filmleri gösteren sinemaları salonlarını Avrupa filmlerine
açtılar. Arka arkaya her akşam bir adet olmak üzere otuz kırk kadar film izlediğimi hatırlıyorum. Bütün
Eric RohmerTer, Jean Luc GodardTar, Rainer Werner FassbinderTer, Fellini vb. Muazzam bir film
şöleniydi. Daha DVDTer ve evlerde filmleri hızla indiren bilgisayarlar yoktu. Film sonrası sohbetleri de
işin bir başka hoş yanıydı tabii. İki binli yıllara yaklaştığımızda o bol yağmur çiselemeli yazın yaratıcı,
mücadeleci ruhlu kısmı ölmüş gitmiş Avrupa sinemasına yakılan bir ağıt yazı olduğunu idrak ettim.
Filmlerin içine gerçek hayatla bire bir örtüşen mücadeleci tipler girdiğinde ister edebiyattan, ister diğer
filmlerin yarattığı kanondan yararlansın sinema dirilecek ve altmışlı yetmişli yıllardaki rolüne geri
dönecek.
O yıllarda insanlar politikayla dünyayı olumlu anlamda değiştirebileceklerini düşünmekteydiler. Buna
tekrar inandıklarında birçok şeyde olacağı gibi filmlerde de bir silkinme ve insan merkezliliğe dönüş
yaşanacak.

Devrim ve dünyayı değiştirme arzuları zamanla sanatı da etkiledi. Her ne kadar şu anda felsefî
düzlemde karşılık bulsa da bir sanat olarak sinema da yüksek imkânlarıyla bu hayali
gerçekleştirme gücüne bence sahip. Bağımsız ya da endüstriyel... insanları eğlendirerek de
değişimler yaşatmak mümkün. Sinema sosyolojisi için neler dersin?

Alien filminde Giger tarafından tasarlanan dekorların, silikon bazlı canavarın, Ridley Scott’un daha
insanileştirdiği bilimkurgu filmi sahnelerinin ve son sahnede Sigomey’in beyaz donunun 1979 yılında
üzerimde bıraktığı etkiyi düşünüyorum. O gece çalışacaktım. Bütün gece tren temizlik işçisi olarak bir
vagondan diğer vagona girerken hayal gücüme teyelli duran ruhum uzayın uçsuz bucaksız noktalarından
birindeydi. İşte bir film seyircisi üzerinde bu kadar etki yapabilirdi.
Sinema sanatsal ve estetik bir araç olmanın dışında bir kitle iletişim aracı ve kültür yansıtıcısıdır. Ekranda
belirip zihnimize yapışan semboller, imgeler, göndermeler, hal tavır bombardımanı, statü idmanı yaptırıcı
haller ve öykünme tozları arasında film treni geçer gider. Filmin çekildiği zamandan başlayıp, mekâna,
konuya, yazana, oynayana, ne giyindiklerine ve nasıl aydınlatıldıklarına kadar her veriyi soğuruyoruz
farkına varmadan.
Sinema büyük bir sosyal dönüştürücü. Diziler gibi. Verdiklerinden çok fazlasını alan bir yanlan olduğunu
düşünüyorum. Gerçekten iyi olan filmleri dışanda tutuyorum haliyle. Bunlann sayısının giderek
azalmasından şikayetçiyim. Özellikle son yirmi yıl içinde. Sanatın toplumlar için öncü bir güç olduğunu
düşünenler için hayal kınklığı tabii ki.
Çünkü sinema yalan söylüyor. Yediden yetmişe herkese hem de. Propaganda amaçlı kullanılması
başlangıç tarihi kadar eskidir.
İyi sinema iyi para gibi çok azaldı gezegenimizde. İnsanları aydınlatma, doğruya güzele yöneltme
hedefinden ciddi bir sapma içinde. Bize ihanet ediyor. Övüne övüne geri geri gerinerek 7. Sanat olduğunu
söylüyor. Seyirciler olarak ağzına biber sürmemiz lazım. Bilinen lanetli kurgunun sürmesi için kullanılan
11
kâr getirici bir endüstri haline gelmiş durumda. İnsanları uyutmadan öte sindirme görevini üstlenmiş gibi.

Don Siegel’ın ünlü Invasion of the body snatchers ya da Frank Oz’un The Stepford Wives filmlerini
hatırlayalım. Bu filmlerin ve benzerlerinin temel mesajının anlattığı, bizi uyardığı tehlikeyi bir virüs
çeşidi olarak kabul edelim. Şu anda neredeyse her filmde bu virüslerle bombalanmaktayız.
Bu bilinçle sıradan bir komedi filmine bile iyi bakarsak korku janrına dahil etmemiz gereken öğeleri
farkediyoruz. Film karelerine lanet çizgileri sinmiş adeta.
Sinema’nın burnu kaf dağını aşmış durumda. Durmadan yalan söylüyor. Lüks bir kandırtı tozu.
Eğlendiriciliğini ciddi ölçüde bilgisizlik, göz boyama ve kaçış luna parkı olma özellikleriyle sürdürüyor.
Sinema kendini sanat mertebesine yükselten öğelerini bir safra gibi atarak yükseliyor. Önü boşluk, arkası
insan.

Bunun bir rüyasını yazayım dediğin sinematografik anlatı parçaları ya da şunun filmini çekeyim
dediğin doğuştan anlatılmış, bilinmiş rüyaların var mı?

Gözün yardımıyla kameranın merceğinden geçen niyetimiz öykünen oyuncuların ve ona destek veren
mekânın yarattığı cümbüşün yüzde kaçını hayal etmiştir? Kara kalemle, bilgisayarla yapılan çizim ve
simülansların sonuçta bir kısmıdır ekranda seyrettiğimiz şey. Bu belli bir yüzdeyle verime dönüşen hayal
ya da rüya bazen hazır kalıp halinde zihnimizde beliriverir.
Kendimi bildim bileli ister vizyon, ister ağır düşünce pervaneli film parçacıkları densin görsel tasallutlara
açık durmuşumdur. Film izlemek sonuçta ses ve görüntü ataklarıyla üzerimize çullanan şeyi
çözümlemeye çalışma eylemidir. Bunu layıkıyla yapmak isteyen biri sık sık yönetmenin niyetinin ötesine
geçer. Anlatılan öykünün izah halkalarının en uçlarında sörf yapar. Farkındalık ayarı yüksekliği ve bilgi
dağarcığı ehvenliği bu özümlemede hayati bir rol oynar.
Bir ısrarlı düş (yani sık sık aynı senaryoyla ziyarete gelenler) ya da vizyonu bazen film şeridinin üzerine
zaptetmeye çabalarız. Unutulmaz filmlerin unutulmaz sahnelerinin bir kısmı yaratıcılarım zihninde bu
yöntemle arzı endam etmişlerdir.
Bunlardan biri sahilde yürürken denizle aramda beliren , dimdik yükselen, üstü açık bir kayadan duvarın
içinden geçerken karşıdan gelenlerle bakışmamdır. Kayalardan oluşan yirmi metre boyunda, on metre
kadar yüksekliğindeki yere gelene kadar kumsalda tek bir kişiye bile raslamamışımdır. Oradan çıkınca
da gözalabildiğince kimsecikler yoktur. Bu minik vizyonu belki bin kez seyretmişimdir bugüne kadar.
Çok fılmatik bulmaktayım. İki âlemin keşişme yerini betimlemede çok gaddar bir görsel malzeme
sunmaktadır.
İddiasız bir tezim var.
Gökten zembille inmiş gibi ansızın zihnimizde beliren sahneleri aşırı edebiyata, otosansüre ya da politik
angajmana vb. kurban etmemeyi başarabilir ve sözcüklerin elverdiği ölçüde sade bir üslupla okura
sunabilirsek bu sahneyi okurların bir kısmına aynen iletebiliriz. Evrende, zihinler arası böyle bir iletişim
ağı mevcuttur. Aynı iletişim ağı bazında bazı film sahnelerinin bizde deja vu ya da reja vu (gelecekte bu
sahneyi tekrar yaşayacağım duygusu) etkisi yapması böyle açıklanabilir.
Benim romanlarımda bu tür pasajlar çoktur. Çeşitli yaş ve deneyimde kimselerin yanıma gelip şu sahneyi
aynen gözümde canlandırdım demesi ve hatta bazılarının metinden belirtilmemiş (kasıtlı olarak) bir
ayrıntıdan söz etmesi duruma sayısız kereler tanık oldum.
Romanlardan filme tercüme ve fıltreleme sırasında iyi yönetmen ve senaristler bu tür (ruh gözü
sapaklarını) yerleri asla ıskalamazlar.
Bu nedenle sinematografik anlatı parçaları zaman zaman bizde doğuştan bildiğimizi vehmettiren,
rüyalarımızda sayısız kereler belirmişlik duygusu veren etki yapar.
Belki bütün filmler çoktan çekilip gösterilmiştir ve de biz darmadağın olmuş bir akaşik arşivden görsel
parçacıklar nasiplenen iri kafalı kargacıklarızdır.

12
TANRI

Şimdi bize bakan bizi gözleyen bizi unutan ve hatırlayan kaç tanrı var sizce?

Gözleyen deyince Orwell, unutan ve hatırlayan deyince de Borges’in öykülerini hatırladım bir anda.
Alef de gözetlenmiş tüm malzeme vardır. Tanık adlı öyküsünde de şu satırlar mevcuttur.
Uzayı kaplayan ve bir insan öldüğünde sonu gelen olgular bizi hayran bırakabilir, oysa bir şey veya
sonsuz sayıda şey her can çekişmede yokolur. Zaman İsa’yı gören son gözlerin de kapandığı günü tanıdı;
Junin çarpışması ve Helena’nın aşkı bir insanla beraber öldü. Ben öldüğümde ne ölecek benimle beraber,
dünya hangi dokunaklı ve anlamsız biçimi yitirecek?
Carlos Castenada Kartal dediği her şeye gücü yeten yaratıcının insanlar ölünce bütün yaşam
deneyimlerini içine emdiğini söyler. Ve insan yeterince farkındalığım keskinleştirir, irade ve bilinç
aşaması gösterebilirse Kartal’ın yaşadığı her şeyin kopyasını almaya da razı gelebileceği müjdesini verir.
Böylece insan ölünce bedensiz, ama bilincine sahip bir şekilde varkalabilir.
Akaşanlar adlı öykümde Akaşik kayıtlar, evrenin hard diski ya da Levh-i mahfuz üzerine şöyle bir fantazi
estirdim.

“Kimsin sen?”
“Şenim dediğim gibi. Sen’inin bir parçasıyım. Birlikte doğduk büyüdük ve zamanı gelince gene birlikte
değişeceğiz.”
“Nedir bu Akaşanım? Akaşan yani.”
“Akaşa nedir biliyorsun?”
“Evet. Evrenin hard diski. Neydi Levh-i şey. Levh-i birşey.”
“Levh-i Mahvuz. İyi dedin. Evrenimizin belleği tektir. Ben ana bellek kayıt birimiyim.”
Anmurse sağ ve sol yanlarımızda günah ve sevap yazan melekleri düşündü.
“Melek değilim.“
“Bilincin var ama. Bilgisayarımın kara cahil hard diski gibi değilsin.”
“Tabii ki. Yoksa senin bilincinin geçirdiği deneyimleri ve mertebeleri nasıl kaydedebilirim.”
“Bütün evren mi? Her şeyi mi kaydediyorsunuz?”
“Evet. Ben bilinç kayıt birimi miyim. O yüzden kendi varlığımın bilincindeyim. Bilincinin dökümünü
tutarım.”
“Herkesin ayrı ayrı akaşanları mı var yani?”
“Evet. Bilinç taşıyan her canlının ayrı bir Akaşanı vardır. Beraber doğarlar ve beraber göçerler. Bir
Akaşan bir insanın astral ikizi gibidir.

Anmurse itirazsız, tereddütsüz inanmaktaydı içine doğan sözcüklere. Kıvamlı bir sıvı gibi bilinç kabını
doldurmaktaydı.
Bilgisayarlar icat edileli altmış yetmiş yıl geçmişti ve daha şimdiden Amerikalılar dünyadaki maillerin
önemli bir kısmını gereğinde incelemek üzere depolayabilmekteydiler. Evrenin yaratıcısı niye
yapamasındı. Evren tanrının bilgisayar oyunudur demekteydi çocuk bakarken okuduğu kitabın yazarı bir
yerde.
Edebiyatın, sanatın ve felsefenin hayalgücümüze sunduğu olanaklarla bu tür örnekleri sayısız artırabiliriz.
Güç ve iktidar kontrolün bir diğer adıdır. Kontrol yani gözetleme, bütün ayrıntılarıyla hatırlama ve kayıt
altında tutma işi teknolojinin sayesinde inanılmaz boyutlara genleşmiştir. Telefon, e-mail, görüntü ve
giderek düşünceler. Rüyalar ve en derinde kıpırdaşan niyetler. Mutlak kontrol merakı bu sınıra ulaşmayı
arzulamaktadır.
Eğer evreni akıllı bir tasarımın işi olarak görürsek gelişkin zekaların bu tür bir mutlak kontrole
yönelmelerini izahta zorlanırız gibime geliyor. Aşırı kontrol ruh zenginliğini ve serbest iradeyi boğan bir
yönelimdir.
13
Bir bilimkurgu, fantastik, polisiye türünde yayın yapan bir siteye, Xasiork’un yayınladığı dönemsel
kitabın girişinde şu sözleri sarf ettim:
“Hayalgücü evreni kuran zemberektir. Big bang eşsiz bir zekanın ani bir ilham çakımı olabilir mi?”
Dünyada tanrıya atfedilen güçlere sahip olmaya özenenler mutlak gözetim, mükemmel şekilde hatırlama
üzerine kuruyorlar bu marifetlerini. Yaratıcılığı, yaşama sevincini ve ışıktan bir gemi gibi kalplerimize
yanaşan kötülükten sakınma güdüsünü kötürümleştiren bu süreç kesintiye uğramaya mahkûmdur.
Evrenin zembereğini kuran zeka olan biten her şeyi gözlemler ve mahsus unutur, yani kayıtları arşivde
tozlanmaya bırakır diye düşünüyorum. Çünkü marifet düzeyimiz ancak böylelikle bir sonraki aşamaya
sıçrayabilir.

Bilimin, özelde de fiziğin tanrı bilincinde bir uyku dönemi olduğunu -belki de uyanış- hiç
düşündüğün oldu mu? Tanrı neden uyumamızı istemiş olabilir? Yoksa kaydı zor bir çağdan
geçtiğimiz için mi?

Fiziğin tanrının bilincindeki yerini idrak etmeye fizik bu zihnin bileşeni olabilir mi diyerek başlanabilir
belki.
Adem ile Havva’nın cennetten, uykudan, bilgi meyvasmı yiyerek çıkışları dünya yüzüne inişleri çok
sembolik bir anlatımdır. Böylece yerçekimi onlara ağırlık biçti. Kütleye sahip oldular. Ateş, su, toprak ve
hava dediler, önce dünyayı merkez evreni çevre ettiler, sonra güneşi merkez edip yerimizi evrenin ücra
köşesinde bir nokta olarak belirlediler. Etki tepkiye eşittirden, E=mc2’ye, kuvantum fiziğine vardılar.
Uykudan çıkış matematikle oldu. Evrenin kitabını okumaya başladık. Bu kitabın satırları arasında uykuya
yer yok. Fizik evreni tanıtan rehber olarak önden gidiyor.
Ama tanrılar uyumamızı istiyor. Hangileri. İki bacaklı, titrek nefesli olanları. Mutlak kayıt ve kontrol
peşindeler.
Kaydı en kolay yerde ve zamanda olduğumuzu düşünüyorum. Böyle giderse düşünceler de dahil kayıt
edilemeyen tek bir zihinsel eylemimiz kalmayacak. Hatta gelecek tasavvurları da.
Dünya yakın gelecekte sanal ve donuk bir cennete benzeyecek belki. Tekrar elmayı ısırma zamanı
gelecek. Belki uyuma ve uyanma zamansal açıdan bu şekilde kalıplanmaktadır.

Kutsal kitaplar tanrının fizik kitapları mıdır öğreti kitapları mı?

İncil ve Tevrat’ın şifreli açıklamalarına yakınlarda Kuran’daki şifreler de katıldı. Bu yönden bakıldığında
tevaffuklar, anlamlı rastlantılar şeklinde de olsa ayetlerdeki bilimsel bulgulara işaretlerin varlığı
kanıtlarıyla gösterilmekte. Şems süresindeki helyuma, hidrojene işaret eden H ve E harflerinden tut,
DNA, Ay dünya mesafesi vb. gibi birçok bilimsel buluşlara değinilmekte.

Yine bu üç din kitabında sözleri geçen, edimleri örnek gösterilen eski kavimler, büyük felaketler, kadim
kültürler, ananeler, örf ve adetler ve daha bir çok olay, Sümer medeniyetinden kalan mitolojik bilgilerle
ciddi bir paralellik gösterir.

Erich von Daeniken, peygamber Hezekiel’in gökten inen kutsal tanrıyı tanımlamasını bir uzay gemisine
benzeterek çok ün sağlamıştı yıllar önce. O ve benzeri düşünenlere kalırsa Eski Ahit UFO raporlarıyla
dolup taşmaktaydı.

Böylece kutsal kitaplar şifreli yanlarıyla geleceğe, sözünü ettiğim diğer yanlarıyla parlak kültür
geçmişimize değinmeye devam etmekte.

Kutsal kitaplar kalbimizin limanına yanaşan ışıklı bir gemiden de söz etmektedir. Homo komini lupus
alışkanlıklarımızı yükleyip, bitimsiz okyanusun en ücra köşesine yollayarak birbirimizin kurdu olmaktan
sıyrılabileceğimizi vaat eder.

Fizik ve öğretiyi forsa kılabilecek şey bu vaattir sanırım.


14
Felsefe tanrıyı unutturmaya yönelik bir düşünce egzersizi mi? Veya öldürmeye... Tanrı ölmeli
mi...

Yıllar önce bir tanrı tanımı okumuştum. Kalbimizde kötülüklerle başa çıkabileceğimizi müjdeleyen bir
ışıktır deniyordu. Felsefe için de böyle bir tanım yapılabilir mi?

İnsanlar ilk zamanlarda tanrıyı gökyüzünde oturan ve her hareketimizi izleyen, bazen kızıp yeryüzüne
şimşekler yollayan, kızan, öfkelenen, intikam alan, bazen de arkadaş olan güçlü bir insanımsı yaratık
şeklinde tasarladılar.

Bugün teknolojinin yardımıyla her şeyi gören, sözlerimizi dinleyen, insanların kaderini planlayan,
değiştiren, kavimlere verilecek cezaları saptayan, aç bırakan, kıtlık yaratan, tek tip insanlı bir düzen
kurmak isteyen güçlü şirketler var. Zihinler de dahil tümden bir kontrol istiyorlar. ‘Benim ülkem dünya’
sloganını, ‘Benim dünyamın ülküsü’ şekline dönüştürmek istiyorlar. Dünya merkezli güneş sistemine
dönüş var gibi sanki.

Bu nedenle felsefenin önemi büyük, ama düşüncenin yeni tanrı insanla başa çıkabilmesi için yoğunlaşıp
laserleşmesi gerekecek.

İşin bir yanı daha var. Ölümsüzlük özlemi.

Çamura üflenen ruh ölümsüzlük ateşiyle yanıp tutuştuğu sürece felsefenin tanrıyı unutturabilmesinin ya
da öldürebilmesinin mümkün olamayacağını düşünüyorum.

Bizi kötülüklerden esirgeyen ışık her şeydir.

15
b il i n m e y e n

Ne biliyoruz? Ne bildiğimizi bilmek bilgi mi? Yoksa bir halüsinasyon mu?

Matematiklerin hemen berisinde bilmeye hazır bir insan neyi reddeder, neden isyan eder?

Neden bu kadar bilmek istiyoruz?

Her bilgi parçacığı bir hücre gibi düşünülürse, birbirlerinden haberli parçacıklarla kendi varlığının
farkında olması şart olmayan bedenler, bilgisayarlar inşa ettiğimizi söyleyebiliriz. Bir girift yapı başka
zekalara bilgi transferi ve işlemesinde servis veriyor, ama kendi varlığının bilincinde değilse ne bildiğinin
gerçek dökümünü asla yapamaz.
Akıllı bir roketin kilometrecelerce uzaktan hedefini bulması için kullanılan bilgi birikimi halüsinasyon
değildir. Aklımızın Big Bang öncesine nüfuz edemeyen yanı bu tür çıkarsamalar yapmayı sever.
Matematik denklemler evrenle konuşma,haberleşme, sonsuzluklardan haber alma kurgularıdır. Fizik
kanunları da öyle. F=ma’yı düşünelim. Oturma odasında ağır bir koltuğu iterken bu formülü bilsek de,
bilmesek de onda önerilen şekilde sonuç alırız. Sırt kaslarımızın ağrıması, halının kırışması, koltuğun
altından çıkan tozlu alan da buna dahildir.
Matematiğin soğuk ve çıplak koridorları doğal ortama çağrışım yollamaz. Reddedilen şey sanırım bu
taraftır. Diğer yandan bu sınırsız çatallanan bitimsiz koridorlar olmadan bilemeyiz.
Peki neden bu kadar bilmek istiyoruz? Bilmek kaderimizdir. Bilmek yolumuzdur. Yolumuzu uzatan,
bitimsizleştiren şey genişleyen evrendir. Bu akıl almaz hızla genişleyen yer bizi bilmeye uyarlar.
Arkamızdan hoyratça iten bir güçtür. Bilmek genişlemektir, enginleşmek ölümsüzlüğü hayal etmektir
çünkü. Bilmeyi unutmak da daralmak, ölmek ve büzülmek.
Evrenimiz şu anda genişlemeye devam ediyor. Öngörülen oluşumlardan biri hız keseceği ve büzülmeye
başlayacağı. Big Crunch. Büyük Çatırtı. Eğer böyle bir şey olursa öğrendiğimiz her şeyi vestiyere teslim
edip ikinci Big Bang balosuna katılacağız. Büyük patlamaya az kala hiçbir şey bilmeyen bir dağ zirvesi
gibi girecek, proton öncesi incelikte ve nahivlikte çıkacağız.

Kalp atışı gibi olacak belki. Biliyorum, bilmiyorum, biliyorum, bilmiyorum.

Agnostiklikle aranız nasıldır? Görünen mi bilinen mi?

16

You might also like