Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 82

ERMİŞ

Halil Cibran
(The Prophet)

HAVASS
HAVASS / SİYASAL KÜLTÜR DİZİSİ • HSKD / 03 • Genel Sıra No:
009 • Kitabın orijinal başlığı: The Prophet. Khalil Gibran • Birinci
baskı: E Yayınları, 1974. İkinci baskı: HAVASS Yayınları, 1979 • Dizgi-
Baski: Kent Basımevi • Cilt: Dostlar Mücellithanesi • Yayına ha­
zırlayan: Ahmet Dura. • Kitaptaki tüm resimler yazara aittir.

ÜÇÜNCÜ BASKI: Ekim 1982

Türkçesi: Aytunç Altındal

HAVASS Yayınları, Hüsrev Gerede cad. 35/2, Teşvikiye/İstanbul.


Tel.: 46 13 19 • Kısa Yazışma Adresi: P.K. 55, Teşvikiye/İstanbul.
İÇİNDEKİLER

Önsöz ................................................................................... 5
Geminin Gelişi.......................................... ........................... 11
Sevgi .................................................................................... 16
Evlilik .................................................................................... 19
Çocuklar ............................ .................................................. 21
Vermek .......................................................................... . 22
Yemek ve İçmek .................................................................. 25
Çalışmak .............................................................................. 27
Sevinç ve Keder ................................................................... 30
Konut ................................................................................... 32
Giyim .................................................................................... 35
Alım-Satım ........................................................................... 37
Suç ve Ceza ......................................................................... 39
Kanunlar ............................................................................... 43
Özgürlük ............................................................................... 45
Düşünce ve Hırs .................................................................. 47
Acı ........................................................................................ 49
Kendini Bilmek ......................................... ........................... 50
Öğretim ....................................................... ........................ 52
Dostluk ................................................................................. 53
Söz Söylemek ...................................................................... 55
Zaman .................................................................................. 57
İyi ve Kötü ............................................................................ 58
Tapınmak ............................................................................. 60
Zevk ..................................................................................... 62
Güzel .................................................................................... 65
Din ....................................................................................... 67
Ölüm .................................................................................... 69
Ayrılış ................................................................................... 71
BATILI GÖZLERİ
DOĞUYA ÇEVİRTEN SANATÇI
Halil Cibran

XX. Yüzyılın ikinci -yarısında Lübnanlı Halil Cibran


Batı dünyasının en çok sözünü ettiği Yakın Doğulu şair
ve düşünür olmuştur. İngilizce ve Arapça yazdığı eserleri,
Japonca ve Sanskritçe de içlerinde olmak üzere bir çok
dile çevrilmiştir; Avrupa’da, Arap ülkelerinde, ABD’de her
sınıftan milyonlarca kişi tarafından sevilerek okunmuştur.
Çağının sosyal çalkantılarla dolu günlerinde düşünceleri
Lübnan’daki işçi, öğrenci ve aydın kesimlerince benim­
senmiş, bunun kaçınılmaz sonucu olarak da eserlerinin
okunması yasaklanmış, kitapları meydanlara yığılarak ya­
kılmıştır. Aynı zamanda ressam da olan Cibran, Fransa’da
ve ABD’de çeşitli sergiler açmıştır.
Ünlü heykeltraş Auguste Rodin, Cibran’ın resimleri­
ni XIX. Yüzyıl’da ölen İngiliz şair ve ressam William Bla­
ke’in yapıtlarıyla kıyaslamıştır.

5
Yaşam Öyküsü

Halil Cibran, 1883 yılında Bechari’de doğdu. Oniki


yaşındayken ailesiyle birlikte Amerika’ya göç etti. İlk, or­
ta ve lise öğrenimini Boston’da tamamladı. Daha sonra
ısrarı üzerine ailesince Beyrut’taki El Hikmet Medrese­
sine gönderildi. Yüksek öğrenimini burada bitiren Cibran,
1902’de bir daha dönmemecesine ayrıldı anayurdundan.
1902-1908 yılları arasında resim yaparak geçimini sağla­
dı. 1908’de Paris’e gitti; Güzel Sanatlar Akademisine ya­
zıldı. Üç yıl süreyle çağının en büyük heykeltraşı Augus­
te Rodinden ders aldı. 1911’de yeniden Amerika'ya dön­
dü. 1918’de ilk kitabı «The Madman - Deli» yayınlandı.
1923’de «The Prophet - Ermiş» basıldı. Bu kitabıyla adı bü­
tün dünyaya yayıldı. «Jesus, The Son of Man - insanın Oğ­
lu İsa» ve «The Earth Gods - Yeryüzü Tanrıları» adlı ki­
taplarıyla bu başarısını pekiştirdi. 1931 yılında New York’
daki küçük bir çatı katında yoksulluktan ve birbiri ardısı­
ra gelen hastalıklardan kurtulamayarak öldüğünde 48 ya­
şındaydı.
Cibran’ın tüm yaşamı acı ve kederle örülüdür. Genç­
liğinde Lübnanlı bir kıza aşık olmuş, fakat evlenme isteği
gerek kendisinin gerekse ailesinin yoksul oldukları gerek­
çesiyle kızın ailesince geri çevrilmişti. Ölümünden birkaç
yıl önce, sürekli olarak özlemini çektiği anayurdundan bir
kadınla mektuplaşmaya başlamış, yeni bir duygu bağı kur­
muştur. Ama bu sevgisi de yalnızca mektuplarda kalmış,
parasızlık ve sağlığının bozukluğu yüzünden Lübnan’a dö­
nememiştir.

6
Ancak, çektiği acılar Cibranı romantizmin koyu de­
rinliklerine ya da mistisizmin içinden çıkılmaz bataklarına
sürüklememiştir. Sevgiyi «tüm insanları ve doğayı sevme»
olarak almış, bireysel acı ve kederlerin gerçekte toplumsal
nitelikte olduğunu göstermiştir.

Dünya Görüşü ve Eserleri

Cibran, Yakın, Orta ve Uzak Doğunun geleneksel


öğretileriyle Batı düşüncesini karşılaştırmış, bireysel ve top­
lumsal olgulara çeşitli sentezler getirmiştir. Yapıtlarında
şiirsel bir anlatım kullanmış, Doğu düşüncesini Batı di­
liyle yazmıştır. Bu nedenle Cibran ın eserlerini okuyanlar,
bir bakıma Peygamberlerin kitaplarını okuyormuş izleni­
mine kapılırlar. Tıpkı kutsal kitaplardaki gibi, yazım bü­
yük önem taşır. Aforizmalarını sanki meydanlarda yüksek
sesle okunsunlar diye yazmış gibidir. Her kitapta kurgu
aşağı yukarı aynıdır. Bir «Öğreten» bir de ondan «Öğre­
nenler» vardır. Konu da az çok aynıdır: Doğa, Toplum ve
İnsanoğlu. Bu üçlü her zaman bir bütün içinde ele alınır
ve «Öğreten», Doğanın, Toplumun ve İnsanlığın yasa­
larını anlatır.
Halil Cibran, gerek şiirlerinde, gerekse resimlerinde
«İnsanoğlu»nu ve onun «İnsan»lığın en yüce doğa olayı
olarak ele alır. Evrimlere yürekten inanır. «Sizler Doğa’nın
çocuklarısınız», der. insanlara eziyet edenleri, sömüren­
leri, aldatanları şiddetle kınar. Ama sömürülenlere de yal­
nız acıma duygusuyla yanaşmaz: «Eğer başınıza bir despot
geçmişse bunun sorumlusu sizlersiniz; Yüce Yaratan, al­

7
nınıza diktatörleri yazmamıştı, bunu sizler kendi kendini­
ze yazıyorsunuz», der. İnsanların insanlıklarına kavuşmak
istiyorlarsa, diktatörlere başkaldırmaları gerektiğini sa­
vunur.
Cibran'a göre «Doğa» da «Doğa» nın kendisinden baş­
ka giz yoktur. Pragmatizmin doğurduğu madde-tapımcılı­
ğına şiddetle karşıdır. Doğayı diyalektik yöntemle çözüm­
ler. Ne «evet» tek başına evet, ne de «hayır» tek başına
hayırdır. İkisi bir bütündür, biri olmasa öteki de varola­
maz. Cibran için insanoğlu bir bütün olarak yüce bir ya­
ratıktır. Duygu, düşünce ve davranışlarıyla «Doğa»nın
sunacağı nimetlerin en iyisine lâyıktır. Doğa, nesi var nesi
yoksa en adil bir biçimde insanlığa sunmaktadır; öyleyse
insanlar da bu «nimetlerden» eşit paylar almalıdırlar. Baş­
kalarının zararına, kendi çıkarlarına ticaret yapanlar, hiç
bir üretimde bulunmadan onun bunun ürününü alıp bir­
birlerinden habersizce satarak oturdukları yerde kazanç
sağlayanlar, insanlığın yüzkarasıdırlar... Madem ki «Doğa»­
da «ilahi bir Adalet» var, Tanrı’nın bir parçası olan in­
sanda ve onun toplumunda da aynı adalet bulunmalıdır.

Kadın-Erkek ilişkilerinde ne kadına, ne erkeğe üs­


tünlük tanır, «ikiniz de üstünsünüz, birbirinize gereksin­
mektesiniz, bu nedenle de eşitsiniz,» der. «Sevginin tut­
sağı olmayın, sevginizi kullanarak birbirinizin üstünde bas­
kı kurmayın. Çünkü şunu aklınızdan çıkarmayın ki, sev­
ginin tek hedefi vardır; kendi kendine yetmek Sevgi, ne
kendinden bir şeyler verir, ne de bütünlüğüne dışardan
bir şeyler katılmasına göz yumar...»

8
Resimleri
Sanat, Cibrana göre, sanatçının imgelemi ile yapı­
tını seyreden kimse arasında dolaysız biçimde kurulacak
bir haberleşme aracı olmalıdır. Bu nedenle resimlerinde,
seyredenin aklını karıştıracak, onu eserin gerçekliğinden
uzaklaştıracak ayrıntılara girmediğini belirtir. Tabloların­
da, sembolizm, naturalizm ve realizm, içiçe girerek bir de­
terminizmi oluştururlar. Anatomik yapıya büyük önem ve­
rilmiştir. Deformasyonlardan kaçınılmış, figürlerin yüzle­
rine sindirilmiş olan dünyasal acı ve elemler sanki beden­
lerine de işlenilmek istenmiş gibidir. Cibran’ın bir başka
özelliği de insanoğlunu hep doğadaki olağan şekliyle, çıp­
lak olarak işlemiş olmasıdır. Kadınlar, erkekler ve çocuk­
lar hep giysiden arınmışlardır. İster gökyüzünde ister yer­
yüzünde olsunlar, çevreleri «Yaşam»ın canlıyı canlı yapan
buhuruyla sarılıdır. Resimlerinin çoğunda eşit sayıda ka­
dın-erkek figürü kullanması da dikkati çeken bir noktadır.
Çoğunlukla karakalem çalışmalar yapmıştır. Yağlıboya ve
suluboya tabloları da vardır.

Etkisi Sürüyor
Halil Cibran'ın en büyük başarısı, hiç kuşkusuz, ken­
dini kapitalist Batı toplumuna kabul ettirebilmiş olmasın­
dadır. Kendi düzenini en uygar ve üstün düzen sayan Ba­
tıya «akıl hocalığı» yapmak hiç de kolay değildir. Akıl öğ­
retmeye kalkışacak kimse kendi içinden gelmiş olursa pek
ses çıkarmaz Batı, ama Doğulu, hele Yakın Doğuluysa
hiç dayanamaz. «Kim oluyor bu Şarklı?» der. Cibran, Ba­

9
tının işte bu insafsız önyargıcılığını kırmıştır. Üstelik
kırmakla da kalmamış, Batının gözlerini Doğuya çevirt­
miştir. Özellikle Batının 1960 sonrası «çiçekli devrimci­
leri» Cibranı bayrak edinmişlerdir. Etkinliği her geçen gün
biraz daha artmış, düşünceleri biraz daha yayılmıştır. Öy­
le ki, ABD’nin devlet başkanı John F. Kennedy bile ünlü
söylevinde onun düşüncelerinden yararlanmıştır: «Vatan
benim için ne yapabilir diye değil, ben vatanım için ne ya­
pabilirim diye sorun.»

Aytunç ALTINDAL
Milliyet Sanat Dergisi
23 Ağustos 1974, Sayı: 94
GECELERİN ağaran şafağı, seçkin ve sevgili Kul El
Mustafa, on iki yıl var ki, Orphalese kentinde, gelip de
kendisini doğduğu yere, o küçük adaya geri götürecek
olan gemiyi bekliyordu.
Ve on ikinci yıl, hasat ayı eylülün yedinci günü,
kentin surlarla çevrili olmayan bir tepesine çıkıp denize
baktı; ve sis içinde bir karaltı gibi yaklaşan gemiyi görü­
verdi.
Birden yüreğinin kanatları ardına dek açıldı ve için­
den taşan mutluluk denizin enginlerine doğru uçup gitti.
Sonra gözlerini kapadı ve ruhunun o büyük suskunluğu
içinde dua etmeye koyuldu.

Tepeden inerken, nedendir bilinmez, bir hüzün çökü­


verdi omuzları üstüne ve bir düşüncedir sardı içini:
Kedere kapılmaksızın ve gönül rahatlığıyla gidebile­
cek miyim? Üstelik, canıma işleyecek bir sızı duymak
da var bu topraklardan ayrılırken.
Uzundu şu çepeçevre surların içinde acı çekerek
geçirdiğim günler ve yalnızlık dolu geceler, bitmek bil­
meyen; hem kim ayrılabilir ki acılarından ve yalnızlığın­
dan pişmanlık duymadan.
Nice parçalara bölünüp, dağılıp gitmiştir ruhum bu
kentin sokaklarında. Özlemini çekeceğim nice çocuk do­
lanmıştır şu tepelerde, çıplak. Yüreğimde bir ağırlık, içim­
de bir sızı duymaksızın onlardan kopup gidebilmek zor.

11
Ne üzerimden çıkarıp attığım bir giysi, ne de geçmişe
gömülecek bir anı, kendi ellerimle paraladığım bir ten,
açlık ve susuzlukla bezenmiş bir yürektir bugün.
Yine de oyalanmamam gerek.
Herşeyi kendine çağıran deniz, beni de çağırıyor,
gitmeliyim.
Geceler ne denli sıcak olursa olsun, gidememek
donmak demektir. Gitmeliyim, çünkü gidememek, olduğu
yerde taş kesilmek ve uysallaştırılmış bir toprağa çakılıp
kalmak demektir.
Götürebilsem seve seve alır götürürdüm yanımda her
şeyini buraların. Ama nasıl?
Sözcükler, ne dili, ne de kendilerine kanat takan
dudakları yanlarında götürebilirler. Yapayalnız dağılırlar
boşluğa ve yapayalnız ararlar yaşamın gücünü.
Yapayalnızdır güneşe doğru uçan kartal, yanında
yuvası yoktur.

Tepenin yamaçlarına eriştiğinde, bir kez daha dönüp


denize baktı. Gemisi limana girmek üzereydi. Pruvasına
denizciler doluşmuştu... ülkesinin insanlarıydı gelenler.

Bir heyecan kapladı içini. İçisıra denizcilere ses­


lendi:
Hey anayurdumun evlatları, hey dalgaların süvarileri.
Kimbilir kaç kez yelken açtınız düşlerimde. Ve işte
tam uyanmıştım ki. geldiniz, oysa uyanmışlığım en derin
düştür benim için.
Gitmeye hazırsam, sabırsızlığım, çekili yelkenleriyle
rüzgarı bekliyor demektir.
Son bir soluk kaldı buraların bu durgun havasından
soluyacağım ve son bir bakış, gerilere, sevgi dolu.
Sonra aranızdayım, dimdik, bir denizci olarak.
Ve sen, ey hiç uyumayan ana, ey büyük deniz.

12
Barış ve özgürlük demeksin akan suya, çağlayan
nehire.
Bu sana erişen suyun çıkaracağı son çalkantı, kuy­
tu meydanları dolduran son rüzgar uğultusudur bu.
Sonra sana karışacağım, sınır tanımayan bir büyük
denize sınır tanımayan bir damla olarak.

Yürümeye koyulduğunda, uzaktan bağ ve bahçelerini


bırakmış kadın ve erkeklerin kentin giriş kapılarına doğru
koşturmakta olduklarını gördü.
Uzaktan uzağa seslerini duydu. Kadınlar ve erkekler
bir yandan ismini çağırıyorlar, bir yandan da geminin
geldiğini öbür bahçelere duyuruyorlardı.

Kendi kendine mırıldandı:


Yoksa, ayrılığın gelip çattığı gün, acıların birbiri üs­
tüne yığıldıkları bir gün mü olacak?
Yoksa, şu arife akşamı, benim için gerçekte bir gün
doğuşu mudur, bilinmez?
Karasabanını bırakıp koşturan, ya da üzüm cende­
resini boşlayıp seğirten şu adamlara verebilecek neyim
var?
Yoksa, yüreğim bir anda dalları meyva dolu bir ağaca
dönüşecek de, koparıp her birine mi dağıtabileceğim?
Yoksa tutkularım bir anda su gibi taşacak da, boş
kaplarını mı dolduracağım?
Yoksa üzerinde Yaradan'ın parmaklarının dolaşabi­
leceği bir harp ya da O’nun üflediği bir flüt mü olacağım
bir anda?
Suskunluğun arayıcısıyımdır ben, ama sessizlikler
içinde bir hazine mi buldum ki, güvençle çevreme dağı­
tabileyim?
Hangi tarlalara, hangi anımsanamayan mevsimlerde
tohum serpmişim de, meğer ki bu benim hasat günüm
olsun?
13
Meğer ki, elimdeki kandille çevremi aydınlatmak
saatim gelmiş olsun, o kandilde yanan alev benim de­
ğil ki.
Bomboş ve ışıksız bir kandildir elimde yükselen.
Yağını koyup, fitilini ateşleyecek olan, gecenin bek­
çisidir.

Bu sözcükleri mırıltıyla da olsa açığa vurdu, ama


bir çoğu da söylenmeden yüreğinin derinliklerinde gö­
mülü kaldı. Tıpkı kimselere açamadığı içindeki o büyük
giz gibi.

Kente girdiğinde halk çevresini sarıverdi. Bir ağız


olmuşlar ismini haykırıyorlardı.
Derken kentin yaşlıları öne çıkıp konuştular:
Bizleri bırakıp gitme hemen.
Alacakaranlığımıza aydınlık oldun. Yeni düşler edi­
nebildik senin gençliğinden.
Bizler için ne bir yabancı ne de bir konuksun. Hepi­
mizin evladı ve hepimiz için en değerli varlıksın.
Yüzünü görebilmeye hasret koma bizleri hemen.
Yaşlılardan sonra rahipler ve rahibeler konuştular:
Denizin dalgaları bizleri ayırmasın, aramızda geçir­
diğin yıllar bir anı olmasın.
Bizlere can kazandırdın, gölgen yüzlerimizi aydın­
latan ışık oldu.
Seni çok sevmiştik. Ama sözcüklerle belirtilmemiş
bir sevgiydi bu. Peçelerin ardına saklamıştık sevgimizi.
İşte, şimdi sana haykıran O'dur. Peçelerinden arınıp
apaçık yoluna çıkan sevgimizdir.
Ve ayrılık günü gelip çatıncaya dek böylesine yüce
olduğunu hiç bilememiştir.

Daha niceleri gelip yalvar-yakar oldular. Ama o hiç


bir şey söylemedi. Başını öne eğdi ve kalakaldı bir süre.

14
Gözlerine bakanlar göğsüne doğru süzülen yaşları
gördüler.
Sonra hep birlik oldular ve tapınağın karşısındaki
büyük alana doğru yürüdüler.

Tapınağın önüne eriştiklerinde bilge kadın El Mitra


dışarı çıktı.
El Mustafa, kente ilk girdiği gün kendisini arayıp
bulan ve iman eden bu kadına sevgiyle baktı.
Kadın şu sözlerle karşılık verdi:
Ey Tanrı’nın Elçisi, o en yüceye erişebilmek uğruna
nice yıllar tükettin.
İşte nihayet gemin geldi, artık gitmek isteyeceksin.
Büyük bir özlem duyuyor olmalısın anılarını bırak­
tığın yurduna ve yüce tutkularını saklayan topraklara.
Dileyelim ki, sana olan sevgimiz seni yolundan alako­
masın.
Ama gitmeden önce senden bir isteğimiz var.
Bizlere erdiğin gerçeği anlat.
Anlat ki, biz de çocuklarımıza anlatabilelim, onlar
da kendi çocuklarına aktarsınlar, yitip gitmesin öğretin.
Kendi yalnızlığına bürünüp bizlerin yaşantısını göz­
lemiştin. Uykularımızda iç çekişlerimizi ve gülüşlerimizi
dinleyebildin, çünkü bizler derin uykudayken sen uya­
nıktın.
Öyleyse gel, biz neyiz, bizlere bunu açıkla. Doğumla
ölüm arasında neler bildin, onları anlat.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Ey Orphalese halkı, içinizden geçenler nelerdir ki,
onlar hakkında konuşmamı istersiniz?

15
SÖZÜ El Mitra aldı: Sevgi'den söz et bizlere.
El Mustafa başını kaldırıp çevresindekilere baktı. Bir
sessizlik kapladı alanı. Sonra yüce bir sesle konuşmaya
başladı.
Gerçi sarp ve zorludur sevginin yolları.
Ama içinize ateş düştü mü, izlemekten geri dur­
mayın.
Sizi kanatlarının arasına alıp saklamak isterse, karşı
koyun,
Çünkü bilin ki, bir an gelir, o kanatların arasından
bir kılıçtır çekilir ve vurur, inletir sizi.
Gerçi sözleri düşlerinizi darmadağın edebilir, tıpkı
kuzey rüzgarının bahçeleri darmadağın ettiği gibi.
Ama sizinle konuştuğu zamanlarda, yine de ona
inanmazlık etmeyin.
Çünkü başınıza tac'ı oturtacak olan da, sizi çarmıha
gerecek olan da sevgidir. Serpilip gelişmenizi isteyen de
o, budanıp kalmanızı isteyen de O’dur.
Bir yandan yükseltinize erişip, güneşe uzanan en
ince dallarınıza bile sarılıyorken,
Bir anda gerisin geri dönüp köklerinize dek inerek
sizin yeryüzünde ayakta durabilmenizi sağlayan bağları­
nızı da sarsabilir.
Tıpkı püsküllerin mısırı sarışları gibi, sevgi de sizi
kendisine sarar.
Soyunmanız ve önünde çıplak kalmanız için zorlar.

16
Soyunuk kalıncaya dek üsteler de üsteler.
Bembeyaz kesinceye dek evirir, çevirir, acı verir
canınıza.
Boyun eğdirinceye dek, ezer, yoğurur sizi.
Sonra da, Tanrı'nın kutsal sofrasına ulaştırılacak bir
somun olabilmeniz için kutsal alevlerin arasına alır, ka­
vurur sizi.
Sevgi bütün bunları başarır, yeter ki siz kalbinizin
sırlarını öğrenin ve bu yolla Hayat’ın yüreğinden bir
parça olun.

Ama diyelim ki korkulara kapılmışsınız da sevgiden


salt bir huzur ve zevk bekliyorsunuz,
O zaman bir an önce çıplaklığınızı örtün ve sevginin
zorlu-düzeninden uzaklaşıp, mevsimleri olmayan bir
dünyaya sığının, daha iyidir derim.
Çünkü ancak orada güler ve ağlayabilirsiniz, ama ne
gülüşünüz tam olur, ne de ağlarken tüm gözyaşlarınız
dökülür.

Karşısındakine kendinden başka hiç bir şey vermez


Sevgi, ve kendinden başka hiç bir şeyi de geri almaz.
Ne kendi dışındaki şeylere sahiptir, ne de kendisine
sahip olunabilir;
Çünkü Sevgi, kendi kendini bütünler ve kendi kendine
yeterlidir.

Sevgi gelip sizi bulmuşsa, «Tanrı'yı yüreğimde taşı­


yorum,» demektense, «Tanrı’nın yüreğine eriştim,» deyin.
Ve hiç bir zaman sevgiye yön verebileceğinizi düşün­
meyin, çünkü Sevgi, eğer sizi o değerde bulmuşsa, kendi
yönünü kendi çizecektir.
Sevginin kendini mutlu kılmaktan öte hiç bir arzusu
yoktur.

17
Ama eğer sevgiye kapılmışsanız ve tutkularınız olsun
istiyorsanız şunları kendinize seçin derim:
Tutkunuz, sevginin içinde erimek olsun. Tıpkı geceye
şarkılar söyleyen bir akarsu gibi akıp gidin.
Tutkunuz, aşırı duygusal davranışların getireceği
acıları tanımak olsun.
Tutkunuz, kendi sevgi anlayışınızla kendinizi vurmak
olsun.
Varsın istekle ve coşkuyla aksın kanınız.
Tutkunuz, kanatlanmış bir yürekle sabaha gözlerinizi
açıp sevgi dolu bir güne başlayabiliyor oluşa teşekkür
etmek olsun;
Tutkunuz, gün öğleye eriştiğinde oturup sevginin yüce
heyecanını düşünmek olsun;
Tutkunuz, gün akşama erdiğinde evinize minnet dolu
bir yürekle dönebilmek olsun;
Ve yüreğinize gömdüğünüz sevgili için iyi bir şeyler
dileyip yatın; dudaklarınızda onu yücelten bir şarkı olsun.

18
SONRA yine El Mitra söz aldı: Ya Evlilik için ne
dersin, erenler?
Ve yanıtladı El Mustafa:
Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte
yaşayacaksınız.
Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte
olacaksınız.
Tanrı'nın suskun anılar katına eriştiğinizde bile bir­
likte olacaksınız.
Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz da
boşluklar olsun.
Ve Tanrısal âlemin rüzgarları esip, dolanabilsin
aranızda.
Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaş­
malar koymayın.
Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalka­
lanan bir deniz olsun Sevgi.
Birbirinizin kadehini onunla doldurun, ama aynı
kadehe eğilip içmeyin.
Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye
kalkmayın.
Şarkı söyleyin, dansedin, eğlenin birlikte, ama ikini­
zin de birer Yalnız olduğunu unutmayın.
Çünkü lâvtadan dağılan müzik aynı, ama nameleri
çıkaran teller ayrıdır.

19
Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin
saklayıcısı olmasın.
Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak
olan.
Hep yanyana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın;
Çünkü tapmağı taşıyan sütunlar da birbirinden
ayrıdır.
Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde
yetişmez.

20
SONRA yavrusunu göğsüne bastırmış bir kadın söz
aldı ve bize Çocuklar’dan söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Sizin diye bildiğiniz evlatlar gerçekte Sizlerin değil­
dirler.
Onlar kendini özleyen Hayat’ın oğulları ve kızları­
dırlar.
Sizler aracılığıyla dünyaya gelmişlerdir ama sizden
değildirler.
Sizlerin yanındadırlar ama Sizlerin malı değildirler.

Onlara sevginizi verebilirsiniz ama düşüncelerinizi


asla.
Çünkü onların kendi düşünceleri vardır.
Onların vücutlarını çatabilirsiniz ama canlarını asla.
Çünkü onların canları geleceğin sarayında oturur ve
sizler düşlerinizde bile orayı ziyaret edemezsiniz.
Kendinizi onlara benzetmeye çalışabilirsiniz ama
onları kendinize benzetmeye kalkışmayın hiç.
Çünkü Hayat ne geriye gider ne de geçmişle ilgilenir.

Sizler, evlatların birer canlı ok gibi fırlatıldıkları


yaylarsınız.
Yayı geren, sonsuza açılan yolda kendine bir hedef
edinmiştir ve oklarını en uzağa eriştirebilmek için Kendi
gücüyle sizleri gerer.
Yayı gerenin elinde seve seve bükülün,
Çünkü oku atan O güç, uzaklaşan okları sevdiği
kadar elindeki sağlam yayı da sever.
21
SONRA bir zengin söz aldı; Bize Vermek'ten söz et,
dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Elinizdeki mallardan verdiğinizde çok az verirsiniz,
Ancak canınızdan verdiğinizde gerçekten vermiş olur­
sunuz.
Oysa canınız gibi sakladığınız mallarınız gelecekte
muhtaç olurum korkusuyla bekçiliğini yaptığınız nesne­
lerden başka nedir ki?
Yarının ne getireceği belli mi?
Kutsal kente doğru yol alan Hacıların peşine düşmüş
aşırı temkinli bir köpek, kızgın kumların altına bir kemik
gömse, ne çıkar?
Olur da bir şeylere muhtaç duruma düşerim korkusu,
gerçekte muhtaç durumda oluşun ta kendisi değil midir?
Su kaynaklarınız doluyken, susuz kalırsam diye
korkulara kapılmak en giderilmeyecek susuzluk değil de
nedir?

Kimileri, pek çok mal mülk sahibi oldukları halde


ancak pek azına kıyıp da verebilirler. Üstelik bunları da
salt gösteriş olsun diye verirler. Oysa bu içten pazarlıklı
veriş, verdiklerinde bereket komaz.
Kimileri de ellerinde pek az olmasına karşın çıkarır
olanı biteni verirler.

22
Bu gibiler hayata bağlanmış, ona inanç duyan kim­
selerdir ve onların ambarları hiç boş kalmaz.
Kimileri sevecenlikle verir ve edindikleri tüm armağan
da bu olur.
Kimileri de verirken ıstırap çeker, çünkü onların yı­
kandıkları kutsanmış sulara* ıstırap karışmıştır.
Kimileri verirken ne ıstırap çeker, ne bundan kendine
bir mutluluk payı çıkarmak peşinde koşar, ne de ver­
menin erdemli bir davranış olduğunu düşünür.
Bunlar da, o uzak vadilerde açan küçük menekşeler,
kokularını yeryüzüne nasıl sunuyorlarsa, öyle verenlerdir.
Tanrı, işte bu gibi kimselerin elleri aracılığıyla ko­
nuşur, ve onların gözlerinin ardından yeryüzüne bakarak
gülümser.

İstendiği zaman vermek iyidir, ancak ihtiyaç içinde


olanın durumunu kavrayıp o istemeden vermek daha
iyidir.
Eli açık bir kimse için, verebileceği bir şeyleri alacak
eli bulmak, vermekten çok daha yüce bir mutluluktur.
Hem, kişinin sonsuza dek elinde tutabileceği bir
nesne var mı ki?
Bugün elde olanlar, bir gün gelecek, mutlaka başka
ellere verilecektir.
Öyleyse şimdiden verebilmek varken, vermek mevsi­
minin varislere kalmasını beklemek niye?

«Vermek isterim ama verdiklerim yerini bulmalı, değ­


meli,» der durursunuz.
Oysa meyva bahçenizdeki ağaçlar ve çayırlara sal­
dığınız davarlar böyle söylemiyorlar.
Onlar yaşamak için veriyorlar, çünkü vermezlerse
ölür, yiterler.

* Vaftiz olayı (ç.n.)

23
Günleri ve geceleri yaşamaya değer görülmüş bir
kimse, vereceklerinizi alabilmeye de değer durumdadır
elbette.
Hayatın okyanusundan içebilmeye değer görülmüş
bir kimse, Sizlerin küçük derelerinizden de içebilecek
değerdedir.
Almanın cesaret ve güvencesinde, hatta bağışlayı­
cılığında yatan çölden daha büyük kuraklık olabilir mi?
Hem sen kimsin ki insanlar senin önüne çıkıp da,
değer olup olmadıklarını görebilesin diye göğüslerini
açsınlar ve soydukları gururlarını senin ayaklarının altına
sersinler?
Sen ilkin kendinin bir Verici-EI olabilmeye değer
olup olmadığını anlamaya bak.
Çünkü gerçekte can’a bir şeyler veren Hayat'tır...
sense kendini gerçek verici sanıyorsun. Oysa, bir tanık­
tan öte bir şey değilsin.

Ve ey siz alıcılar —ki hepiniz öylesiniz— kendinizi


hiç bir zaman minnet yükü altına sokmayın.
Sokmayın ki, ne kendinize ne de vericiye bir boyun­
duruk takılmasın.
Verilenler hem size hem vericiye kanat olsun, bir­
likte yükselin.
Çünkü aklınızı minnetin ağır yüküyle doldurursanız,
özgür bağırlı yeryüzünü ana, Tanrı'yı da baba olarak
kabullenmiş olan vericinin eliaçıklığından kuşku duymuş
olursunuz.
SONRA han sahibi yaşlı bir adam söz aldı, bize
Yemek ve İçmek’ten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Olabilse de yeryüzünü saran buhur ve bitkiler gibi
aydınlıkla beslenerek yaşanabilse yalnız.
Ama değil mi ki, yemek için öldürmek ve susuz­
luğunu gidermek uğruna, yeni doğmuş bebeği bile ana­
sının sütünden mahrum etmek zorunda kalıyorsun, öy­
leyse bırak da bu davranışın bir tapınma görüntüsüne
bürünsün.
Bırak da sofran herkesin ortaklaşa yemek yediği bir
sofra olsun. Bil ki, böyle bir sofraya katılanların içi,
ormanların ve ovaların bilinen o saf temizliğinden daha
saf ve temiz olur.
Bir hayvanı öldürdüğünde içinden şunları geçir:
«Seni kesip öldürten güç, günü gelince beni de öldü­
recek, ve ben de senin gibi tüketileceğim.
Seni benim ölümcül ellerime gönderen yasa, beni
de daha güçlü bir ele teslim edecek.
Senden ve benden akacak kanlar, ölümsüzler âle­
mindeki ağacın köklerine inen birer damladan başka bir
şey değildirler.

Bir elmayı dişlediğinde de içinden şunları geçir:


«Tohumların benim vücudumda boy atacak,
Senin geleceğinin tomurcukları, benim yüreğimde
yeşerecek,
Senin kokun, benim soluğum olacak,
Ve her mevsimi birlikte karşılayıp, birlikte kutla­
yacağız.»

Mevsim sonbahara erdiğinde, bağından üzümleri


toplayıp da cendereye doldurduğunda, içinden şunları
geçir:
«Ben de sizler gibi bir asmayım ve benim yemişim de
bir gün toplanıp aynı cendereye doldurulacak,
Ve tıpkı yeni bir şarap gibi sonsuzluğun fıçılarında
saklanılacağım.»
Mevsim kış'a erdiğinde, hazırladığın şarabı içerken,
doldurduğun her kadeh için yüreğinde bir şarkı olsun.
Ve o şarkıda, sana hasat günlerini, üzüm bağını ve
cendereyi anımsatan sözcükler bulunsun.

26
SONRA bir çiftçi söz aldı, bize, Çalışmak'tan söz et,
dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Yeryüzüne ve onun ruhuna ayak uydurabilmek için
çalışıyorsunuz.
Çünkü aylaklık yeryüzünün mevsimlerine yabancılaş­
mak demektir. Sonsuza doğru gururlu bir kabullenmişlik
ve soylu adımlarla ilerleyen Hayat'ın gelişiminin dışına
çıkmak demektir.

Çalıştığınız zaman akıp giden saatlerin fısıltılarını


içinde müziğe dönüştüren bir ney'e benzersiniz.
Yeryüzünde her şey belli bir uyum içinde şarkı söyle­
mekteyken, hangi biriniz çıkıp da sağır ve dilsiz bir kamış
parçası gibi sessiz kalabilir?
Kimbilir kaç kez çalışmanın bir bela ve iş’in de bir
uğursuzluk olduğu söylenmiştir sizlere.
Oysa ben sizlere diyorum ki, çalıştığınız zaman yer­
yüzünün en uzak düşünün, doğduğu gün sizin adınıza
ayrılan bir parçasını doldurmuş olursunuz.
Kendinizi işinize vermekle de gerçekte hayatı ve
yaşamayı seviyor oluşunuzu ortaya koyarsınız.
Hem, sarıldığınız bir işin aracılığıyla hayatı sevmek,
onun içinin derinliklerinde sakladığı gizeme yakınlaşabil­
menizi sağlar.

27
Ama eğer çektiğiniz acılara bakarak üretkenliğin bir
bela, kör gırtlağı doyurmanın da alnınıza yazılmış bir
büyü olduğunu söylerseniz, sizlere, akan alınterinizden
başka hiç bir şeyin bu yazgıyı silip atamayacağını duyu­
rurum.

Sizlere hayatın kapkara olduğu da söylenmiştir. Ve


sizler de gerçekte zayıf kimselerce söylenmiş olan bu
sözleri kendi zayıflığınız içinde dilinize dolayıp, yinele­
mektesiniz.
Ben size diyorum ki, hayat, ancak hızlı gelişiminden
yavaşlatılmaya kalkışıldığında kapkara olur.
Ve bu hızlı gelişim bilgiden yoksunsa kör olur,
Ve her bilgi, içinde eylem yoksa boşunadır.
Ve her eylem, içinde sevgi yoksa boştur.
Sevgiyle dolu olarak çalışırsanız, ilkin kendinize,
sonra birbirinize, sonra da Tanrı'ya bağlanmış olursunuz.

Sevgiyle dolu olarak çalışmak nedir, bir de bu var?


Dokuduğunuz kumaşı, sanki yalnız en sevdiğiniz
kimse giyecekmişçesine yüreğinizden çektiğiniz ipliklerle
dokuyabilmek.
Kurduğunuz yapıyı, sanki içinde yalnız en sevdiğiniz
oturacakmışçasına özenle ve sevgiyle kurabilmek,
Serptiğiniz tohumları ve onun ürünlerini, sanki yalnız
en sevdiğiniz yiyecekmişçesine sevgiyle ekip-biçebilmek.
Bütün yaptıklarınıza kendi canınızdan yükselen bir
soluk katabilmek,
Ve tüm kutsanmış ölülerin, çevrenizde yaptıklarınızı
gözlemlemekte olduklarını bir an olsun aklınızdan çıkar­
mamış olmak.
Uykunuzda konuşuyormuşcasına şu sözleri yinele­
diğinizi çok duymuşumdur; «Mermeri işlerken, kendi

28
ruhunun şeklini o ak taşın içinde bulan kimse, toprağı
işleyen kimseden daha yücedir.
Gökkuşağını yakalayarak bir kumaşın üzerine onun
renklerinden insanı çizebilen kimse, ayaklarımızı donatan
kimseden daha üstündür.»
Oysa, şu öğle vakti ve uykuda değil de olanca
uyanıklığımla sizlere diyorum ki; esen yel, dev çınarlara,
çimenlerin en boysuzuna konuştuğundan daha tatlı bir
dille konuşmaz.
Gerçekte büyük olan, o rüzgarın uğultusunu kendi
sevgisiyle karıştırıp bundan daha hoşa gidecek bir şarkı
yaratabilendir.

Çalışmak, sevginin göze görülebilen şeklidir.


Eğer işinize sevgiyle değil de isteksizlikle sarılmış­
sanız, o zaman işinizi bırakın ve tapınağın kapısı önüne
çöreklenip sevgiyle çalışanların önünüze atacakları sa­
dakaları toplayarak geçinin, daha iyi.
Çünkü, eğer ekmeği içine sevgi katmadan, ilgisizce
pişirirseniz, yiyecek olanların ancak yarı açlığını gidere­
bilecek acı bir ekmek yapmış olursunuz.
Eğer üzümlerinizi içine ağız-tadı katmadan, kinle da­
mıtmışsanız, şarabınızdan içecek olanın kadehine zehir
akıtmış olursunuz,
Ve eğer, meleklere özenircesine şarkı söyleyip de
gerçekte içinizden şarkı söylemeyi sevmek geçmiyorsa,
insanların, gecenin ve gündüzün seslerini duyacak ku­
laklarını tıkamış olursunuz.

29
SONRA bir kadın söz aldı, bize, Sevinç ve Keder'den
söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Sevinciniz, gerçekte peçesini kaldırmış kederinizdir.
Gülümsemelerin yükseldiği o kendisiyle özdeş pınar­
dan, çoğu kez gözyaşlarıyla dolu nice hıçkırık da duyul­
muştur.
Hem, başka türlü olabilir mi ki?
Keder, varlığınızın derinliklerine işledikçe sevinciniz
artar.
İçinden şarap içtiğiniz kadeh, çömlekçinin fırınında
pişirilmiş olan kadehin ta kendisi değil midir?
Ruhunuzu sakinleştiren lâvta, bıçak darbeleriyle
oyulmuş ağacın ta kendisi değil de nedir?
Sevinçli olduğunuz zamanlarda gözlerinizi yüreğinizin
derinliklerine çevirirseniz, size sevinç veren şey uğruna
bir zamanlar nice kederlenmiş olduğunuzu görürsünüz.
Kederli olduğunuz zamanlarda da yine yüreğinizin
derinliklerine bakın, o zaman gerçekte, bir zamanlar sizi
mutlu kılmış olan şeye ağlamakta olduğunuzu görür­
sünüz.

Aranızdan bazıları, «Sevinç kederden büyüktür,» ba­


zıları da, «Hayır, keder sevinçten büyüktür,» demektedir.
Oysa ben sizlere derim ki, bunlar birbirinden ayırt
edilemezler.

30
Daima birlikte gelirler, biri yanıbaşınızdayken, öbürü,
yatağınıza uzanmış uyuklamaktadır.
Bir kefesine kederin, ötekine sevincin oturtulduğu ve
hangi tarafın ağır basacağını kestiremeyen bir terazi
gibisinizdir.
Ancak kefeleriniz boşaldığında durulursunuz ve ken­
dinize bir denge edinebilirsiniz.
Haznedar, altın ve gümüşlerini tartmak için sizi eline
aldığında kederiniz ve sevinciniz ya yükselir ya alçalır.
SONRA bir duvarcı ustası öne çıktı ve bize Konut’tan
söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Kentin surları içine bir konut kurmadan önce, tasa­
rımlarınızla çölün ortasına bir çadır kurun.
Çünkü sizler gibi, içinizdeki o derbeder tasarım da
alacakaranlıkla birlikte bir yuvaya sığınır, gerçi biraz
uzaklarda ve yapayalnız.
Sizin sığındığınız yuva, erişkin gövdenizdir.
Güneşin ışınlarıyla büyür, gecenin suskunluğunda
dinlenir, üstelik düşler de görür. Yoksa, yuvanız düş
görmez mi sanırsınız? Düşlerinde, kentten uzaklaşarak
korularda ya da tepelerde şöyle bir dolanmaz mı der­
siniz?
Keşke bütün konutlarınızı avuçlarımda toplayabilsem
de tıpkı tohum serpen bir çiftçi gibi onları ormana ve
otluklara savurabilsem.
Keşke, vadiler sokaklarınız, yeşil patikalar da ara-
yollarınız olabilse de birbirinizi bağ-bahçe arasında ara­
yıp bulsanız ve giysilerinize sinen toprağın kokusuyla
donanmış olarak salınsanız.
Ama şimdilik bunların gerçekleşmesi zor.
Çünkü korkulara bürünmüş olan atalarınız sizleri bir
araya toplamışlardı. Ve bu korku daha bir süre böyle
gidecek. Daha bir süre kentin duvarları sizlerin yürek­
lerini topraklarınızdan ayrı tutacak.

32
Şimdi söyleyin bakalım Ey Orphalese halkı, konut­
larınızda neler var? Ve sıkı sıkı kilitli kapılarınızla neleri
saklar durursunuz?
Gücünüzü, kudretinizi açıklayacak bir huzur mudur
sakladığınız?
Aklınızın doruklarını kaplayan anılarınızın pırıltılı
kemerleri midir yoksa?
Yoksa, taş ve tahta yontuların nesnel güzelliğinden
yüreklerinizi kutsal dağa doğru yücelten güzellikler midir
sakladığınız?
Söyleyin haydi, konutlarınızda bunlar mı var?
Yoksa salt rahatlığınız ve ona olan tutkunuz mudur
sizleri konutlara bağlayan, hani o ilkin iğreti bir konuk
gibi sokulan, sonra ev sahibi, sonra da efendi kesilen
rahatlık mı?

Bir bakarsınız, başınızdan hiç atamayacağınız bir


eğitmen oluvermiş rahatlık; Sizlerin daha büyük tutkula­
rınızı kanca ve kıskaçla kuklaya çeviriyor.
Çünkü elleri ipekten ama yüreği demirdendir rahat­
lığın.
Size ninniler söyleyerek uyutması, döşeğinizin başın­
da dikilip vücudunuzun başeğmezliğiyle alay edebilmek
içindir.
Sizlerin güçlü duyularınızı eğlence konusu yapar,
sonra da kırık çanak çömlekler gibi çalılıklar içine atar.
Oysa gerçekte rahatlık, ruhun atılım isteklerini öl­
dürmekte, sonra da takındığı pis bir gülümseyişle onun
tabutu ardı sıra yürümektedir.

Fakat ey rahatlığın içinde rahatsız yaşayan uzayın


evlatları, sizler, ne rahatlığın tuzaklarına düşeceksiniz,
ne de zor kullanılarak yola getirilebileceksiniz.

33
İçinde yaşadığınız konutlar sizleri olduğunuz yerde
çakılı tutacak birer çapa değil, birer yelken direği olacak.
Bir yarayı kapatmak için sarılan parlak bir örtü
değil, gözü koruyan bir gözkapağı olacak.
Ne açılan kapılardan geçebilmek için kanatlarınızı
kapayacak, ne tavanlara değmesinler diye başlarınızı
eğecek, ne de aman duvarlar çatlamasın diye solumaktan
korkacaksınız.
Ölülerin, siz canlılar için yaptıkları mezarlarda yaşa­
yamazsınız.
Gerçi konutlarınız görkemli ve güzeldirler, ama içle­
rinde ne Sizlerin gizlerini saklayacaklar ne de özlemle­
rinize barınak olacaklar
Çünkü içinizde varolan sınırtanımazlık, kapısı sabahın
pusu, pencereleri de gecenin şarkıları ve suskunlukları
olan gökyüzünün konağında oturmaktadır.
SONRA bir dokumacı söz aldı ve bize Giyim'den söz
et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Giysileriniz güzelliklerinizin büyük bölümünü gizler de
güzel olmayanları pek örtmez.
Gerçi sizler giysilere bürünmekle bireysel gizliliği­
nizin özgürlüğünü arıyorsunuz, ama onların içinde bula­
cağınız, vücudunuza vurulan koşumlar ve prangalardan
başka bir şey olmayabilir.
Güneşin ışınlarını ve esen yeli teninizin daha fazla­
sıyla ve giysilerinizin daha azıyla karşılayabilseniz ne iyi
olurdu.
Çünkü hayatın soluğu güneşin ışığında ve eli de esen
yeldedir.

Aranızdan bazıları şöyle diyorlar, «Giydiğimiz giysi­


leri dokuyan kuzey rüzgarıdır.»
Ben de diyorum ki, doğrudur, onları dokuyan kuzey
rüzgarıdır.
Ama tezgahı utanç, kullandığı iplik sönük ve can­
sızdı,
Üstelik, işini bitirdikten sonra ormanın kuytuluğuna
çekilip gülmüştü.
Unutmayın ki, alçakgönüllü ve gösterişsiz olmak,
temiz ve saf olmayanın bakışlarından korunabilmeye
yarayan bir kalkandır.

35
Hem, temiz ve saf olmayan ortadan kaldırılabilse,
alçakgönüllü ve gösterişsiz olmak aklı kirleten ve aşa­
ğılayan bir zincir vurucudan başka nedir ki?
Ve yine unutmayın ki, yeryüzü, Sizlerin çıplak ayak­
larınızı bağrında duymaktan hoşlanır ve rüzgar da saçla­
rınızla oynaşmayı özler.

36
SONRA bir tacir söz aldı ve bize Alım-Satım'dan söz
et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Yeryüzü sizlere meyvelerini vermektedir, eğer avuç­
larınızı nasıl doldurabileceğinizi bilirseniz, elinize geçecek
olanla yetinebilirsiniz.
Yeryüzünün sizlere sunduğu armağanlar karşılıklı
olarak el değiştirmenizledir ki, hem bolluk ve berekete
erişir hem de kendinizi tatmin etmiş olursunuz.
Ama eğer bu el değiştirmeler sevgiye ve ondan gelen
adalete dayanmıyorsa, kiminiz açlığa, kiminiz de açgöz­
lülüğe sürüklenir.

Ey denizin, toprakların ve bağların zahmetini çeken


sizler, pazarlarda dokumacılara, çömlekçilere ve baha­
ratçılara rastladığınızda...
Yeryüzünün yönetici ruhunu aranıza çağırın ve ondan
değerler terazisinin kefelerinde hak geçirilmemesini sağ­
lamasını isteyin.

Elleri bereketini yitirmiş olanların işlerinize karışma­


sına izin vermeyin, çünkü onlar Sizlerin emeğine karşılık
boş laflar satmakta olanlardır.
Bu gibi kimselere şöyle deyin.
Ya bizimle tarlaya gel çalış, ya da kardeşlerimizle
denize çık, ağını ser,

37
Çünkü deniz ve toprak bizlere olduğu gibi sana da
cömert davranacaktır.
Eğer şarkıcılar, oyuncular ve müzisyenler karşınıza
çıkarlarsa... onların sundukları armağanlardan da olmaz­
lık etmeyin.
Çünkü onlar sizler gibi yeryüzünün meyvelerini ve
buhurunu toplamaktadırlar. Gerçi sizlere sundukları, düş­
lerin biçimlenmişliğinden başka bir şey değildir, ama
ruhunuz için donanım ve gıdadır.
Çarşılarınızdan ayrılmadan önce, hiç kimsenin yoluna
elleri boş gitmemesine dikkat edin.
Yeryüzünün hâkim ruhu, en küçüğünüzün bile ihti­
yaçları giderilmedikçe rüzgarlara yaslanıp hoşnutluk için­
de uyuyamaz.
SONRA kentteki yargıçlardan biri öne çıktı ve söz
alarak, bize Suç ve Ceza’dan söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Ruhunuzun rüzgarın önüne katılıp gittiği zamandır
ki,
Yalnız ve bekçisiz kalarak, bir başkasına, dolayısıyla
da kendinize karşı bir hata işlersiniz.
Ve işlenen bu hata nedeniyledir ki, kutsallığın kapı­
sını çalmak ve bir süre önemsenmeden beklemek zorun­
dasınız.

Sizin tanrısal-benliğiniz, tıpkı bir okyanus gibi,


Hiç bir zaman kirletilemez.
Ve tıpkı yaşamın-gücü gibi, ancak kanatları olanları
yüceltir.
Tanrısal-benliğiniz hatta bir güneşe bile benzetile­
bilir;
O güneş ki ne köstebeğin dolambaçlı yollarını bilir,
ne de yılanın deliğini arar.
Ama sizin tanrısal-benliğiniz içinizde tek başına otu­
ruyor değildir.
Aranızdan çoğu içleri sıra insanlaşmışsa da, bir çoğu
henüz insanlaşabilmiş değildir,
Bu gibiler, sisler arasında amaçsızca dolaşarak uya­
nışını arayan biçimsiz vücutlu bir cüceye benzerler.
Bense şimdi içinizdeki insandan söz edeceğim.

39
Çünkü suçu ve suçun cezasını bilen, içinizdeki
tanrısal-benliğiniz ya da sisler içinde dolaşan cüce değil,
O'dur.
Nice kez, hata işleyen biri hakkında, sanki o siz­
lerden biri değilmiş de bir yabancı ve dünyanıza başka
yerlerden gelme birisiymiş gibi konuştuğunuzu duymu­
şumdur.
Oysa ben diyorum ki: Nasıl ki en kutlu ve en doğru
bile Sizlerin her birinin içindeki Yücelik'ten daha yüce
değilse,
En kötü ve en alçak da yine her birinizin içindeki o
Alçaklık’tan daha alçağa erişemez.
Nasıl ki bir yaprak, tüm ağacın sessiz bilgisi olma­
dan sararmazsa,
Hata-işleyen de Sizlerin tümünün gizli isteği ve onayı
olmadan hata işleyemez.
Tıpkı bir sürecin kendi başına ilerleyişi gibi, sizler
de hep birlikte tanrısal-benliğinize doğru ilerliyorsunuz.
Bu ilerleyiş de yol da, yolcu da sîzlersiniz.
Aranızdan biri tökezler de düşerse, arkasından ge­
lenler için düşmüş demektir; onun ayağına takılan taş
arkasındakilere uyarı olmalıdır.
Aynı şekilde, düşen, önde sağlam ve hızlı adımlarla
yürüyenler için de düşmüş demektir; çünkü onlar geçip
giderlerken taşı bir kenara itmemişlerdir.

Belki yüreğinize ağırlık verecek ama, şunları da söy­


leyeceğim:
Öldürülen, kendi ölümünden dolayı sorumsuz de­
ğildir.
Ve soyulan, soyguna uğradığı için suçsuz değildir.
Doğru olan, kötülerin yapıp-ettiklerine bakılarak ma­
sum sayılamaz.

40
Zalim zulmünü işletirken, Ak-ellilerin elleri temiz
olmaz.
Evet, suçu işleyen kimse, çoğu kez, yaraladığının
kurbanıdır.
Dahası; mahkum kılınmış olan, suçsuz ve günahsız­
ların yük taşıyıcısıdır.
Haklıyı haksızdan, iyiyi kötüden ayırt edemezsiniz;
Çünkü, nasıl ki ak ve kara iplikler birlikte dokunu­
yorsa, onlar da aynı şekilde güneşin yüzüne karşı öylece
yanyana duruyorlar.
Üstelik, kara iplik koparsa, dokumacı salt elindeki
kumaşa değil, tezgahına da bakar.

Eğer aranızdan biri çıkar da ihanet etti diye bir


zevceyi yargılanmak üzere ortaya getirirse,
O kadının kocasının kalbi de teraziye konsun ve
ruhu ölçeklerle ölçülsün.
Suçluyu tokatlayacak olan kimse, suçun işlenmesine
sebep olan kimsenin de yüreğine baksın.
Aranızdan biri çıkıp da hak saydığı için kötü bir
ağaca baltasını indirmeye kalkarsa, ilkin köklerine de bir
göz atsın.
Çünkü orada, toprağın sessiz yüreciği içinde, iyi ve
kötü, bereketli ve bereketsiz köklerin bir arada sarmaş-
dolaş bulunduklarını görecektir.

Ve ey siz, doğruluktan yana olması gereken yar­


gıçlar,
Dış görünüşüyle dürüst, fakat ruhen hırsız biri için
nasıl bir ceza düşünürsünüz?
Gövdesiyle katil, ruhuyla kurban olan biri için hangi
cezayı uygun görürsünüz?
Olay sırasında hain ve saldırgan davranmış olan, bir

41
o kadar da incitilmiş ve öfkelendirilmiş olan birini nasıl
sorguya çekersiniz?
Sonra, çektiği pişmanlık yaptığı hatalardan kat-bekat
yüksek olanları nasıl cezalandırırsınız?
Hem, pişmanlığı tattırmak sizlerin hizmet edebilmeye
uğraştığınız kanunun öngördüğü Adalet’in hedefi değil mi?
Buna rağmen, sizler, ne masumların yüreklerine
pişmanlık sokabilecek, ne de suçluların yüreğindeki piş­
manlığı söküp atabilecek durumdasınız.
Gece oldu mu, pişmanlık çağrılmadan çıkagelir ve
insanlar derin uykularından uyanıp kendilerine baksınlar
ister.

Ve ey, adaleti tanıması gereken sizler, yapılan işlere


tüm aydınlık altında bakamadıkça, onları anlayabilir
misiniz?
Ayakta dimdik duranla, yere düşmüş olanın, cüce-
benliğinizin gecesiyle tanrısal-benliğinizin gündüzü ara­
sındaki alacakaranlıkta bekleyen aynı adam olduğunu
bilmenizden sonradır ki,
Tapınaktaki köşe-taşının, yapının temelindeki en alt
taştan daha yüce olmadığını ancak anlayabilirsiniz.

42
SONRA bir avukat söz aldı, ya Kanunlar için ne
dersin, erenler, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Gerçi siz kanunlar koymaktan hoşlanırsınız.
Ama koyduğunuz kanunları çiğnemekten daha çok
hoşlanırsınız.
Tıpkı okyanusun sahilinde durmadan kumdan kaleler
yapan sonra da bir vuruşta gülerek yıkıveren çocuklar
gibi.
Oysa sizler kumdan kaleler yaptıkça okyanus sahile
daha çok kum yığmaktadır.
Ve yaptığınız kaleleri yıktıkça okyanus sizlere gül­
mektedir.

Ama, kendileri için hayatın okyanus ve kul-yapısı


kanunların da kum-kaleler değil.
Ama, hayatın kaya ve kanunların da bu kayanın
üzerine kendi beğenilerini işleyebilecekleri birer keski
olduğunu kabul edenlere ne demeli?
Rakkaselerden nefret eden topala ne denir ki?
Boynuna vurulmuş boyunduruğu seven ve ormanda
gönlünce yaşayan geyiği ve ceylanı serseri sanan öküze
ne denir ki?
Ve düğün-şölenine herkesten önce gelip tıka-basa
karnını doyuran, sonra da yorgun düşüp, başkalarına

43
bakarak tüm şölenlerin aykırılık ve tüm şölencilerin de
kanunbozucu olduklarını söyleyene ne denir ki?
Bu gibi kimselerin güneş ışığında durdukları, sırtla­
rını güneşe dönmüş olduklarını söylemekten başka ne
diyebilirim ki?
Bu gibi kimseler salt kendi gölgelerini görmektedirler
ve kendi gölgeleri de kendi koydukları kanunlardır.
Ve onlar için güneş, kendilerine gölge dağıtan bir
kaynaktan başka bir şey değil de nedir ki?
Bu gibi kimseler için kanunları bilebilmek demek,
yeryüzüne serilmiş olan gölgelerine eğilip, onları ölçmek
değil de nedir?
Ama ey güneşin ışınlarına karşı ilerleyen sizler, yer­
yüzünde hangi tasarım-gölge sizleri yolunuzdan alako­
yabilir?
Sizler ki rüzgarı arkanıza almış ilerlemektesiniz,
hangi rüzgar gülü sizin yönünüzü çizebilir ki?
Sizler insanlığın zindan kapısı önünde boyunlarınıza
vurulmuş olan boyundurukları kırsanız, hangi kul-yapısı
kanun sizi engelleyebilir ki?
Raksederker ayaklarınıza insanlığın demir zincirleri
çarpmıyorsa, hangi kanun sizleri korkutabilir ki?
Sizlerin giysilerinizi paralayıp da insanlığın yolu
üzerine atmadıkça, kim sizi yargıçların önüne sürükle­
yebilir ki?
Ey Orphalese halkı, davulun sesini boğabilir, lir’in
tellerini gevşetebilirsiniz, ama hangi biriniz çıkıp da tarla­
kuşunu ötmekten alakoyabilir ki?

44
DAHA sonra bir konuşmacı söz aldı ve, bize Özgür­
lük'ten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Kentin kapısı önünde ve ocaklarınızın başında öz­
güllüğünüze tapınmak üzere yere kapanmış olduğunuzu
görmüşümdür.
Bu tapınmalarınız sırasında, kölelerin, kendilerini ezip
öldürmekte olan bir zalim buyrukçunun karşısında eğil­
dikleri gibi öne kapanmıştınız.
Hatta aranızda en özgür diye bilinenin bile, tapınağın
korusunda ve burçların gölgesinde özgürlüğünü bir bo­
yunduruk ve kelepçe gibi taşımakta olduğunu da gör­
müşümdür.
Ve içimsıra yüreğim kanamıştır; çünkü, ne zaman
ki özgürlüğü arama tutkusu dahi sizi rahatsız eder ve
özgürlüğün bir erek ve tatmin olduğuna dair konuşmayı
kesersiniz, işte ancak o zaman özgür olabilirsiniz.

Ne zaman ki günleriniz ihtiyaçları düşünmeden ve


geceleriniz de bir pişmanlık ve tutkuyla dolu olmadan
geçer, işte o zaman gerçekten özgür olursunuz.
Daha doğrusu bu gibi dertler yaşantınızı alt-üst et­
tiği halde kendi bağımsızlığınız ve isteğinizle bunların
üstesinden gelebildiğinizde özgür olursunuz.

Ama idrakinizin sabahında, öğle saatlerinize vurdu­


ğunuz zincirleri kıramazsanız, gecelerinize ve gündüz­
lerinize nasıl üstün gelebilirsiniz?
Oysa gerçekte, sizin özgürlük dediğiniz bu zincir­
lerin en sağlamıdır, ama her halkası güneşin ışınlarıyla
parıldamakta ve gözlerinizi kamaştırmaktadır.
Ve özgür olabilmeniz için, kendi benliğinizin görün­
tülerinden uzaklaşmanız gerekir, değil mi?
Diyelim ki, bu görüntülerden biri adil olmayan bir
kanun, ama onu Sizlerin alnına yazmış olan yine kendi
ellerinizdir.
Alnınıza yazmış olduğunuz bu kanunu ne kanun ki­
taplarını ateşe atmakla, hatta ne de okyanusun bütün
suyuyla yargıçlarınızın alınlarını yıkamakla silip-temizle­
yebilirsiniz.
Ve, diyelim ki, kendisinden kurtulmak istediğiniz bir
despot var, ilkin onun içinizde kurmuş olduğu saltanatı
yıkmanız gerekir.
Çünkü bir zalimin özgür ve başı dik insanlara hükme­
debilmesi için, onların özgürlüklerinde bir zulüm ve gurur­
larında bir utanç bulması gerekmez mi?
Eğer kurtulmak istediğiniz bir dertse, bilin ki bu derdi
bir başkası değil kendiniz kendi başınıza sarmışsınızdır.
Ve eğer kurtulmak istediğiniz görüntü bir korkuysa,
o korkunun yerleştiği yer kendisinden korkulanın eli değil,
sizin yüreğinizdir.

Gerçek şudur ki, varlığınızın içindeki her şey bir­


biriyle sarmaş dolaş olarak devinmektedir. Arzulanan ile
korkulan, nefret edilen ile kutlanan, kendisine yönelinen
ve kaçılan birbirine girmiştir.
Bütün bu nesneler, Sizlerin içinde birbiriyle kesişen
gölgeler gibi çift çift gezinmektedir.
Ve ne zaman ki bir gölge soluklaşıp silinir, gerideki
ışıklardan biri öre çıkar ve bir başka gölgeye ışık olur.
Bu nedenledir ki, özgürlüğünüz kendisine vurulmuş
olan zincirlerinden kurtulduğunda, daha büyücek bir
özgürlüğe zincir olur.

46
SONRA rahibe yeniden söz aldı ve, bize Düşünce ve
Hırs’tan söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Çoğu kez ruhlarınız bir savaş alanı gibidir ve burada
düşünceniz ve yargılamanız, hırs ve doyumsuz iştahınız­
la mücadele içindedir.
Keşke elimden gelse de, içinizdeki unsurların ahenk­
sizliğini ve rekabetini birliğe ve ahenge çevirerek ruh­
larınıza huzur ve barışı koyabilsem.
Fakat, kendiniz barışı ve içinizdeki unsurları sevme­
dikçe benim elimden ne gelir ki?

Düşünceniz ve hırsınız, engin denizlere açılmış olan


ruhunuzun dümeni ve yelkenleridir.
Eğer dümeniniz ya da yelkeniniz kırılacak olsa, bo­
calayıp çarpmaktan ya da denizin orta yerinde çakılıp
kalmaktan öte hiç bir şey yapmazsınız.
Çünkü düşünce kendi başına buyruk kesilirse, bağ­
layıcı olur; ve hırs, yönetimsiz kalırsa, kendi sonunu ge­
tirinceye dek yanacak bir aleve benzer.
Bu nedenledir ki, bırakın ruhunuz düşünceyi hırsın
doruklarına dek yükseltsin, ki orada şarkısını söyleyebil­
sin;
Ve bırakınız ruhunuz düşünceyle hırsınızı yönetsin,
ki hırsınız, kendi küllerinden her gün yeniden doğan An­

47
ka kuşu gibi, hergün kendi bozgunundan yeniden doğa­
rak yaşayabilsin
Dikkate almanızı dilerim ki, yargılarınızı ve doyum­
suz iştahınızı, evinize gelen iki konuk gibi karşılayasınız.
Konuklarınızdan birini ötekinden üstün tutmayacağı­
nız kuşkusuzdur; çünkü birinin öbürüne yeğlenmesi ha­
linde her iki konuk da sevgisini ve inancını yitirir.
Tepeler arasında, beyaz kavak ağaçlarının serin göl­
geliğinde oturur, uzaklardaki tarlalarla çayırların huzur
ve sükunetini paylaşırken... bırakın yüreğiniz sessizce,
«Tanrı düşüncenin içinde dinleniyor,» desin.
Ve ne zaman ki fırtına kopar, sert rüzgarlar ormanı
sarsar ve yıldırım ve şimşek gökyüzünün görkemini ilan
eder... işte o zaman da bırakın yüreğiniz ürpererek, «Tan­
rı hırsın içinde deviniyor,» desin.
Ve Tanrı’nın evreninde bir soluk ve Tanrı'nın orma­
nında bir yaprak olduğunuz içindir ki, sizler de düşün­
cenin içinde dinlenip hırsın içinde devinmelisiniz.
SONRA bir kadın söz aldı ve, bize Acı’dan söz et,
dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Acınız, idrakinizi kaplayan kabuğun kırılmasıdır.
Nasıl ki, bir meyvanın yüreğinin güneşi görebilmesi
için kabuğunun çatlaması gerekir, acı da sizin için öy­
ledir.
Kalbinizi güncel yaşantınızın mucizelerine hayran tu­
tabilseydiniz, acınız mutluluğunuzdan daha az görkemli ol­
mazdı.
Tıpkı tarlalarınızdan geçip giden mevsimler gibi, yü­
reğinizin mevsimlerini de kabul edebilseydiniz,
Pişmanlık ve üzüntülerinizin Kış'ında çevrenize hu­
zur içinde bakabilirdiniz.
Acılarınızın çoğu kendinizce seçilmiştir.
İçinizdeki hekimin hastalıklı benliğinizi tedavi ama­
cıyla verdiği tatsız ilaçtır.
Bu nedenle: içinizdeki hekime güvenin ve uzattığı
devayı sükunetle ve yatışarak için.
Gerçi onun eli ağır ve serttir, ama Görülemeyenin
yumuşak eli tarafından yönetilmektedir.
Gerçi uzattığı kadeh dudaklarınızı yakar, ama çamu­
ru Çömlekçi’nin içine Kutsal gözyaşlarını kattığı çamur­
dandır.

49
SONRA bir adam söz aldı ve bize Kendini Bilmek’ten
söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Yürekleriniz kendi sessizlikleri içinde gecenin ve gün­
düzün gizlerini bilirler.
Ama kulaklarınız, yüreğinizin bildiklerini duyabilmeye
can atar.
Düşünce olarak aklınızdan geçenleri sözcüklerle bil­
mek istersiniz.
Düşlerinizin çıplak bedenine parmaklarınızla dokuna­
bilmek istersiniz.

Ve bunu yapabilmeniz iyidir.


Çünkü ruhunuzun gizli pınarı taşıp, denize doğru
çağlamayı,
Ve sonsuz derinliklerinizin hazineleri gözlerinizin önü­
ne serilebilmeyi gereksinmektedir.
Ama bırakın da Sizlerin bilinmeyen hâzinelerinizi öl­
çecek bir terazi olmasın;
Ve bilginizin derinliklerini değnek ve bilinen aygıt­
larla ölçmeye kalkmayın;
Çünkü benliğiniz ölçüsüz ve sınırsız bir denizdir.

Daima, «Gerçeği buldum,» değil, «Bir gerçeği bul­


dum,» deyin.

50
Sakın, «Ruhun yolunu buldum,» demeyin. Onun yeri­
ne, «Yolumun üstünde salınan ruha rastladım,» deyin.
Çünkü ruh tüm yollarda gezinir.
Ruh ne bir hat üzerinde yürür, ne de bir kamış gibi
yetişir.
Ruh, sayısız yaprağıyla bir lotüs çiçeği gibi, kendi
kendine açar.

51
SONRA bir öğretmen söz aldı ve, bize Öğretim'den
söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Hiç kimse size, bilginizin alaca aydınlığında halen
yarı uykuda olan nesnelerden öte bir şeyi açıklayıp öğ­
retemez.
Tapınağın gölgeliğinde, öğrencileri arasında yürüyen
öğretmen, bilgisinden değil fakat inancından ve sevgisin­
den verir.
Öğretici gerçekten akıllıysa, sizleri kendi aklının evi­
ne sokmaya değil, fakat kendi aklınızın eşiğine doğru
yürütmeye çalışır.
Gökbilimci sizlere uzaydan edindiği bilgiler hakkında
konuşabilir, ama sizlere idraki veremez.
Müzisyen, evrenin her yanındaki ahengi sizlere du­
yurabilir, ama o ahengi tutabilecek kulağı ve onu yansı­
tacak sesi veremez.
Ve, rakamların bilimiyle uğraşan kimse, sizlere ölçü
ve tartının yapısallığından söz edebilir ama sizleri onla­
rın âlemine sokamaz.
Çünkü bir insanın duyuş ve anlayışı kanatlarını bir
başkasına ödünç vermez.
Ve her biriniz Tanrı’nın bilgisinde tek tek yer aldığı­
nız içindir ki. her biriniz Tanrı’yı kavramakta ve yeryü­
zünü anlamakta tek başınasınızdır.

52
SONRA bir delikanlı söz aldı ve bize Dostluk’tan söz
et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Dostunuz, sizin karşılığını bulmuş ihtiyacınızdır.
O, sizin sevgiyle ekip teşekkürle biçtiğiniz tarlanızdır.
Sizin sofranız ve ocakbaşınızdır.
Çünkü siz ona aç olarak koşar ve huzura kavuşabil­
mek için onu ararsınız.

Dostunuz size aklından geçenleri açıklarken, kendi


aklınızdan geçen ne 'hayır'ı ne de 'evet’i ona söylemekten
korkmayınız.
Ve o sustuğunda yüreğiniz onun yüreğini dinlemeyi
sürdürsün;
Çünkü sözcükler olmasa da, dostluklarda tüm dü­
şünceler, tüm istekler, tüm umutlar doğar ve açıklana­
mayan bir mutlulukla paylaşılır.
Dostunuzdan ayrı düştüğünüzde üzüntüye kapılma­
yın;
Çünkü dostunuzun en beğendiğiniz yanı yokluğunda
daha bir belirginleşir tıpkı dağın tırmanana değil ovadan
bakana daha açık göründüğü gibi.
Dostluğunuzda, ruhsal derinliğin arttırılmasından öte
bir amaç olmasın.
Çünkü kendi gizemini çözümleyebilmekten öte bir
şeyler arayan sevgi, sevgi değildir; öne sürülmüş bir ağ­
dır ki bununla yalnızca yararsız olan yakalanır.
Ve bırak senin en iyi neyin varsa dostunun olsun.
Eğer dostun senin içindeki denizin alçalacağını bil­
mek zorundaysa, bırak yükseleceğini de bilsin.
Yalnızca zaman öldürmek için aranılan dost, nedir
ki?
Çünkü o, sizin ihtiyacınızı karşılamak içindir, yoksa
anlamsız boşluğunuzu değil.
Ve dostluğunuzun uyumunda bırakın kahkahalar yük­
selsin ve zevkler paylaşılsın.
Çünkü kalbiniz, küçük şeylerin üstüne düşen çiğ dam­
lalarında kendi aydınlığına erişir ve yeniden hayat bulur.

54
SONRA bir öğretim üyesi söz aldı, Söz Söylemek’ten
konuş dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Düşüncelerinizle barışık olamadığınız anlarda konu­
şursunuz.
Yüreğinizin yalnızlığında daha fazla yaşayamaz ol­
duğunuz anlarda dudaklarınızda yaşamaya başlarsınız ve
ses sizin için bir oyalayıcı olur.
Ve konuşmalarınızın çoğunda düşünce, yarı yarıya
öldürülmektedir.
Çünkü düşünce uzayın bir kuşudur, sözcüklerden ya­
pılmış bir kafese konulduğunda belki kanatlarını açabilir,
ama uçamaz.

Aranızdan bazıları, yalnız kalmaktan korktukları için


konuşkanları ararlar.
Bu gibiler, yalnızlıklarının sessizliği, çıplak benlikle­
rini kendi gözleri önüne sereceğinden korktukları için kaç­
mak isteğindedirler.
Kimileri de, bilmeden ve farkına varmadan konuşarak
bir gerçeği açıklarlar da ne söylediklerini kendileri anla­
mazlar.
Kimileri de kendi içlerinde gerçeğe ermiş oldukları
halde, bunu sözcüklerle söylememektedirler.
Bu bilinç, onların içinde uyumlu bir sessizlikte yaşa­
maktadır.

55
Dostunuza bir yol kenarında ya da pazar yerinde
rastladığınızda, bırakın içinizdeki ruh dudaklarınıza ve
dilinize yol gösterici olsun.
Bırakın, sesinizin içindeki ses, onun kulağının içinde­
ki kulağa konuşsun;
Çünkü, rengi unutulsa, bakracı yok olsa bile şarabın
tadı anımsanır.
Onun ruhu da sizin içinizin gerçeğini öyle saklar.
SONRA bir gökbilimci söz aldı, Erenler, ya Zaman
için ne dersin, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Zamanı ölçmeye kalksanız onu ölçüsüz ve ölçüleme­
yen olarak bulursunuz.
Kendi davranışınızı buna bağlar, hatta ruhunuzun
doğrultusunu saatlere ve mevsimlere göre çizersiniz.
Zamanı bir ırmak yapar ve başına oturup akışını sey­
redersiniz.

Ama içinizdeki o zaman tanımayan, hayatın zamanlı­


lığının bilincindedir.
Ve dün'ün, bugünün anısı, yarının da bugünün düş'ü
olduğunu bilmektedir.
Ve o, içinizde çağıldayan ve düşünen, yıldızların uzay
boşluğuna fırlatıldıkları ilk anın sınırları içinde yaşıyor
hâlâ.
Aranızdan kim sevgisinin sınır tanımadığını duymamış­
tır ki?
Ve yine kim var ki, o çarpıcı sevgiyi, tüm sınırtanı­
mazlığıyla kendi varlığının merkezinde kavrayamamış ve
bir sevgi düşüncesinden ötekine, ya da bir sevgi eserin­
den öbürüne sürüklenmemiş olsun?
Zaman da, tıpkı sevgi gibi, bölünemez ve bir yere
sığmaz değil midir?
Ama eğer, aklınızda zamanı mevsimlere ayırmayı ge­
reksiniyorsanız, öyleyse bırakın her mevsim öteki bütün
mevsimleri içersin,
Ve bırakın bugün, dünü anımsayarak ve yarını da öz­
leyerek geçsin.
57
SONRA kentin yaşlılarından biri söz aldı, bize İyi ve
Kötü den söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
İçinizdeki iyiden söz edebilirim, ama kötüden ede­
mem.
Çünkü kötü, kendi açlığı ve susuzluğu nedeniyle iş­
kence çeken iyiden başka nedir ki?
Gerçekten de, iyi, acıktı mı en karanlık mağaralarda
bile yiyeceğini arar ve susadı mı da en pis suları bile
içer.

Kendinizden verdiğiniz anlarda iyisinizdir.


Kendinize yarar kazanmaya çalışırken de kötü de­
ğilsiniz ama.
Çünkü kendinize yarar kazanmaya uğraşırken, yer­
yüzüne bağlanan ve onun göğsünü emen bir kökten baş­
ka şey değilsiniz.
Elbette ki meyva köküne dönüp, «Sen de benim gibi
olgun ve bütün ol ve bütün varlığını sakınmaksızın ver,»
diye seslenemez.
Çünkü nasıl ki vermek meyva için bir gereksinim ise,
almak da kök için öyledir.

Konuşmanızda tam anlamıyla bilinçliyken, iyisinizdir.


Dilinizin anlamsızca kekelediği anların bilincinde ola­
madığınızda kötü değilsiniz ama.

58
Çünkü bazan aksak konuşmalar bile zayıf bir dili
güçlendirebilir.
Seçtiğiniz hedefe sağlam ve yürekli adımlarla ilerler­
ken, iyisinizdir.
Topallayarak ilerlediğinizde de kötü değilsiniz ama.
Çünkü topallayacak yürüyenler bile geriye değil ileri­
ye doğru gitmekledirler.
Ama siz ki, ayaklarına çabuk ve sağlam adımlısınız,
topallayanların adımlarına ayak uydurmayı soylu bir dav­
ranış saymayınız.
Sayısız bakımdan iyisinizdir; ve iyi olmadığınız za­
manlarda da kötü değilsiniz.
Sadece ilerlediğiniz yollarda fazlaca oyalanıyor ve
tembellik ediyorsunuz.
Ne yazık ki, ceylanlar kaplumbağlara sürati öğrete­
miyorlar.

Kendi dev benliğinize olan özlemde sizin iyiliğiniz ya­


tar; ve bu özlem hepinizin içinde vardır.
Fakat aranızdan bazılarında bu özlem, dağ etekle­
rinin gizlerini ve ormanın şarkılarını taşıyarak denize eri­
şebilmeye çağıldayan bir sel gibidir.
Kimilerinde de, köşelerde ve kıvrımlarda kendini yi­
tiren ve denize erişmezden önce çokça oyalanan durgun
bir ırmak gibidir.
Ama içindeki özlemi çağıltılı olan, özlemi durgun ola­
na: «Sen niçin yavaş ve duraklısın?» demesin.
Çünkü gerçekten iyi olan, çıplağın çıplaklığına ba­
kıp, «Senin giysilerin nerede?» ya da yuvasıza bakarak,
«Evin barkın ne oldu?» diye sormaz.

59
SONRA bir rahibe söz aldı, bize Tapınmak'tan söz et,
dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Sıkıntılara uğradığınız ve darlık çektiğiniz zamanlar­
da tapınırsınız; neşenizin tam ve günlerinizin bereketli
olduğu zamanlarda da tapınabilseniz.

Çünkü tapınmak, iç-benliğinizin yaşamın gücüne doğ­


ru yaptığı bir patlayıştan başka nedir ki?
Eğer içinizdeki karanlığı evrene akıtarak huzura eri­
yorsanız, yüreğinizin aydınlığını akıtmanız da size teselli
verir.
Ruhunuz sizi tapınmaya çağırdığında ağlamaktan baş­
ka bir şey yapamıyorsanız, o sizi yeniden güldürünceye
dek tekrar tekrar mahmuzlayacaktır.
Tapınmayı yaparken, sizinle aynı anda tapınmakta
olanlarla boşlukta karşılaşmak üzere ayağa kalkmış olur­
sunuz, ve tapınmayanlarla da karşılaşmamış olursunuz.
Bu nedenledir ki, bırakın o göze görünmeyen tapına­
ğa yaptığınız ziyarette şevk ve tatlı bir huzur birliğinden
başka şey bulunmasın.
Çünkü o tapınağa yalnızca kendiniz için bir şeyler
dilemeye girecek olursanız, hiç bir isteğiniz gerçekleş­
mez.
Ve eğer tapınağa yalnızca alçakgönüllülüğünüzü be­
lirtmek için girerseniz, hiçbir el sizi yükseltmez.

60
Ya da, yalnızca başkalarının yararına dilekte bulun­
mak için girseniz, yine sesiniz duyulmayacaktır.
Tapınağa, görünmeden girmeniz yetişir.
Sözcüklerle nasıl dua edebileceğinizi sizlere öğre­
temem.
Tanrı, Sizlerin dudaklarına kendi yerleştirdiği sözcük­
lerle kendisine yapacağınız duaları dinlemez.
Bense sizlere denizlerin, ormanların ve dağların dua­
larını öğretemem.
Ama sizler ki, dağlardan, ormanlardan ve denizler­
den doğmasınız, onların dualarını kendi yüreğinizde du­
yabilirsiniz.
Ve eğer gecenin sakinliğinde dinleyebilirseniz, onla­
rın olanca suskunlukları içinde seslendiklerini duyarsınız.
«Ey bizim kanatlanmış benliğimiz olan Tanrımız, içi­
mizdeki bizi yöneten güç, senin gücündür.
Bizi dileklendiren içimizdeki senin dileğindir.
Senin olan gecelerimizi senin olan gündüzlere dö­
nüştürebilen içimizdeki itilim senin itilimindir.
Senden hiç bir şey dileyemeyiz, çünkü sen, neleri
gereksindiğimizi onlar daha içimizde doğmadan bilmek­
tesin.
Bize gereken yalnız sensin; ve bize kendinden bir
şey daha vermekle her şeyi vermiş olursun.»

61
SONRA, kente yılda bir kez uğrayan bir zahit öne
çıktı, ve bize Zevk'ten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Zevk bir özgürlük-türküsüdür.
Ama özgürlük değildir.
Tutkularınızın tomurcuklanışıdır.
Ama meyvaları değildir.
O, kendine yükseklik arayan bir derinliktir.
Ama kendisi ne derinlik ne de yüksekliktir.
O, kafestekinin kanat takmışıdır.
Ama çevrelenmiş uzay değildir.
Evet, işin gerçeği, zevk bir özgürlük-türküsüdür.
Bütün yüreğinizle onu çağırmanızı dilerim de; türkü­
yü çağırırken kendinizden geçmenizi isteyemem.
Gençlerinizden bazıları, sanki her şey oymuşçasına
zevki arıyorlar ve yargılanıp azarlanıyorlar.
Bense onları ne yargılarım ne de azarlarım. Bırakı­
rım arasınlar.
Çünkü aradıkları zevki bulacaklardır... ama yalnızca
zevki değil;
Zevkin yedi kızkardeşi vardır ve en göze çarpmayanı
bile zevkin kendisinden daha güzeldir.
Birtakım kökleri çıkarmak için toprağı kazan adamın
bir hazine bulduğunu hiç işitmediniz mi?

Aranızdaki kimi yaşlılar, geçmiş zevkleri, sanki sar­

62
hoş kafayla işlenmiş birer hataymış gibi pişmanlıkla anım­
samaktadırlar.
Oysa pişmanlık aklın doğru yola sokulması değil, bu­
lutlandırılmasıdır.
Bu gibiler, geçmişteki zevklerini bir Yaz-sonunun ha­
sadıymışçasına minnetle anmalıdırlar.
Ama eğer pişmanlık duymak onlara huzur veriyorsa,
bırakın huzur duysunlar.
Aranızdan bazıları da ne zevki arayacak kadar genç,
ne de onu anımsayacak kadar yaşlıdır.
Bunlar zevki aramaktan ve anımsamaktan korktuk­
ları için tüm zevklerden sakınırlar, böylelikle de ruhlarını
ihmal etmemiş ve ona karşı çıkmamış olduklarını sanırlar.
Oysa onların zevki de, işte bu davranıştır.
Bu nedenledir ki, bunlar da titrek elleriyle kökleri
ararken bir hazine bulurlar.
Fakat söyleyin bana, ruhu sıkıntıya sokabilen var
mı?
Bülbül gecenin, ateşböceği de yıldızların sükûnetini
bozabilir mi?
Ateşinizin alevi ya da dumanı rüzgara yük olabilir mi?
Sanırmısınız ki ruh, içine atacağınız herhangi bir şey­
le durgunluğunu yitirecek bir göldür?

Edindiğiniz zevke çoğu kez karşı çıkmışsanız da, tut­


kunuzu benliğinizin gizli kuytuluklarında biriktirmişsiniz­
dir.
Bugün bir kenara bırakılmış olanın, yarın tekrar or­
taya çıkabilmeyi beklemediğini kim bilebilir ki?
İnsanın gövdesi bile mirasını ve haklı gereksinimini
bilir ve hiç bir zaman aldatılamaz.
Gövdeniz ruhunuzun çalgısıdır.
Ondan tatlı nağmeler ya da bozuk sesler çıkartabil­
mek size kalmış bir iştir.

63
Ve şimdi içinizsıra sorun, «Zevklerin hangisinin güzel,
hangisinin çirkin olduğunu nasıl ayırt edeceğiz?»
Bağlarınıza ve bahçelerinize gidip bakın, arı için
zevkin çiçekten bal toplamak olduğunu öğreneceksiniz.
Oysa çiçeğin zevki de arıya balını sunabilmektir.
Arı için çiçek, hayatın pınarıdır,
Çiçek için de arı, sevginin elçisidir,
Her ikisi için zevkin karşılıklı alınıp verilmesi bir ge­
reksinim ve doygunluğun mutluluğudur.

Ey Orphalese halkı, sizler de arı ve çiçek gibi zevk­


lerinizin içinde olun.

64
SONRA bir şair söz aldı, ve bize Güzel'den söz et,
dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Güzel’in kendisi yolunuza çıkmaz ve kılavuzunuz ol­
mazsa güzeli nerede ve nasıl ararsınız?
Sözlerinizi dokuyan o olmadıktan sonra, onun hak­
kında nasıl konuşabilirsiniz ki?

Üzüntülü ve incinmiş olan, «Güzel, merhametli ve


koruyucudur,
Kendi görkeminden yüzü hafifçe kızarmış genç bir
anne gibi aramızda gezinir,» der.
İhtiraslı olan da, «Güzellik, kudret ve korku veren
bir şeydir.
Fırtına gibi altımızdaki yeryüzünü ve üstümüzdeki
gökyüzünü sarsar,»der.
Yorgun ve bezgin ise, «Güzel, yumuşak bir fısıltıdır.
Ruhumuzun içinde konuşur,
Gölgeden korkarak titreyen cılız bir ışık gibi sesi,
kendi sessizliklerimize karışır,» der.
Ama huzursuz biri ise, «Dağların arasından seslendi­
ğini duyduk.
Ve onun çığlıklarıyla birlikte toynak uğultuları, ka­
nat çırpmaları ve arslan kükremeleri sardı ortalığı,» der.

Gece indiğinde kentin gözcüsü, «Tan ağarınca, gü­


zel doğu’dan görünecek,» der.
65
Gün öğleye erdiğinde çalışanlar ve sokakları doldu­
ranlar,
«Güzel'i gördük, gurubun pencerelerine yaslanmış
yeryüzüne bakıyordu.» derler.

Kışın, kar içinde yaşayanlar, «Mevsim bahara ersin,


Güzel, tepelerden aşıp gelecek,» derler.
Ve yazın sıcağında ekin biçenlerin, «Güzel’i gördük,
yüz yapraklarıyla dansediyordu ve saçlarında bir tutam
kar vardı,» dediklerini duyarsınız.
Güzel’e dair söylediğiniz bunca söz.
Gerçekte güzel için değil, doyurulmamış eksiklikler
içindir.
Oysa güzel, bir gereksinim değil, bir doygunluğun kı­
vancıdır.
Ne susuz kalmış bir ağız, ne de açılmış boş bir eldir.
Bir yürektir tutuşmuş, bir can’dır büyülenmiş.
Ne gözegörünür bir tasarım, ne de kulaklarınızın du­
yacağı bir türküdür.
Ne ağacın soyulan kabuğunun altından akan öz su­
yu, ne de bir pençeye takılmış kanattır.
Sonsuza değin çiçekli kalacak bir bahçe, sonsuza
değin gezinecek bir melekler birliğidir.

Ey Orphalese halkı, Güzel, hayatın kendi kutsanmış


çehresini örten peçeyi kaldırmasıyla görülen hayattır.
Oysa hayat da, peçe de sizsiniz.
Güzel, bir aynadan kendini seyreden sonsuzluktur.
Oysa sonsuzluk da, ayna da sizsiniz.

66
SONRA yaşlı bir din adamı söz aldı ve bize Din’den
söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Bugün ben dinden başka bir şeyden söz ettim mi ki?
Din, tüm çabalar ve onların yansıması,
Ve ne çaba ne de yansıma olmayıp, ellerin taşları
yonttuğu ve tezgahları işlettiği sırada ruhtan durmaksızın
fışkıran bir hayret ve telâşlı heyecan değil midir?
Kim inancın eyleminden ya da bağlılığını uğraşından
ayrı tutabilir ki?
Kim saatlerini önüne koyup da, «Bu Tanrı için; bu
benim için, bu canım, bu da vücudum için,» diyebilir ki?
Bütün saatleriniz, uzay boşluğunda bir benlikten öte­
kine uçuşan kanatlardır.
Erdemliliğini en iyi giysisiymiş gibi sırtına geçirmiş
olan kimse, soyunuk gezinse daha iyi eder.
Rüzgar ve güneş onun teninde delikler açmaz.
Her kim ki. davranışlarını yerleşik ahlâk kurallarıyla
tanımlar, öten-kuşunu bir kafese hapsetmiş demektir.
Demir parmaklıklar ve telörgüler ardından en özgür
ses yükselmez.
Ve her kim için tapınmak hem açılıp hem kapanan
bir penceredir, o kimse, ruhundaki evin şafaktan şafağa
değin açık duran pencerelerini henüz ziyaret etmemiş de­
mektir.

67
Sizlerin günlük yaşayışınız tapınağınız ve dininizdir.
Oraya olanca bütünlüğünüzle giriniz.
Sabanınızı, örsünüzü, malanızı ve çalgınızı.
Kullanacağınız ya da içinizi aydınlatacağınız neleri­
niz varsa, tümünü de beraberinizde alıp girin.
Çünkü saygı göstermekle ne ortaya koymuş olduğu­
nuz başarıların daha yücesine çıkabilir, ne de bozgunla­
rınızın daha derinine düşebilirsiniz.
Herkesi de beraberinizde götürün:
Çünkü tapınmanızda ne onların umutlarından daha
yükseğe erişebilir, ne de onların umutsuzluklarından da­
ha alçağa inebilirsiniz.

Eğer Tanrı'yı bilmek istiyorsanız, bir gizemler çözü­


cüsü olmaya kalkışmayın.
Çevrenize bakının daha iyi, çünkü o’nun çocukları­
nızla oynamakta olduğunu görürsünüz.
Ve kaldırın başınızı ve uzaya bakın; o’nun bulutların
arasında dolaştığını ve şimşekler içinde kollarını iki ya­
na açtığını ve yağmurlar yağdırdığını göreceksiniz.
Çiçeklerden sizlere gülümsediğini, sonra da ağaçlar­
dan yükselip sizlere el salladığını göreceksiniz.

68
SONRA El Mitra söz aldı ve, Ölüm'ü soracaktık dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Ölüm’ün gizemini bilmek istiyorsunuz.
Ama onu Hayat'ın kalbinde aramadıktan sonra nasıl
bulabilirsiniz ki?
Gözleri geceyle-sınırlanmış ve gündüzleri kör bakan
baykuş, aydınlığın gizeminden peçeyi kaldıramaz.
Eğer ölümün ruhunu gerçekten kavrayabilmek isti­
yorsanız, kalbinizi tam anlamıyla hayatın gövdesine açın.
Çünkü hayat ve ölüm, tıpkı nehir ile deniz gibi, Bir'dir.

Umut ve tutkularınızın derinliklerinde, sizin, öteyle


ilgili sessiz bilginiz yatar.
Ve tıpkı karın altındaki tohumlar gibi, kalbiniz de ba­
harı düşler.
Düşlerinize güvenin, çünkü sonsuzluğun kapısı on­
larda gizlidir.
Ölümden korkuşunuz, kendisini kutsayacak olan kra­
lın karşısında titreyen çobanın korkusuna benzer.
Korkudan titreyen çoban, kralın nişanına sahip ola­
cağı için mutlu değil midir?
Ama titredikçe daha düşünceli olmuyordur herhalde?

Çünkü ölmek soyunuk olarak rüzgarın önüne dikil­


mek ve güneşin altında erimekten başka nedir ki?
Ve soluk alışın durması da, soluğun kendi huzursuz
çalkantılarından arınıp sınırlandırılmamış olan Tanrı’ya
erişmek için yükselerek dağılması değil de nedir ki?

Ancak sessizliğin nehrinden içebildiğinizde gerçekten


şarkı söyleyebilirsiniz.
Ancak dağın tepesine eriştiğinizde, gerçekten tırman­
maya başlayabilirsiniz.
Ve ancak yeryüzü sizin gövdenizi geri çağırdığında
gerçekten dansedebilirsiniz.

70
ARTIK akşam olmuştu.
Bilge-kadın El Mitra, Bugün kutlu bir gün, bu yer
kutlu bir yer ve bize konuşan ruhun kutlu bir ruh olsun,
dedi.
O da karşılık verdi. Konuşan ben miydim? Ben de
sizler gibi bir dinleyici değil miydim yoksa?

Sonra tapınağın basamaklarından indi ve çevresini


sarmış olan kalabalık da kendisini izledi. Gemisine doğ­
ru ilerledi ve güvertesine çıkıp durdu.
Sonra toplananlara bakarak, yüksek sesle konuştu:
Orphalese halkı, rüzgar sizden ayrılmamı buyuruyor.
Gerçi ben, rüzgar kadar aceleci değilim, ama yine
de gitmek zorundayım.
Biz gezginler, hep en yalnız yolları aramışızdır, bir
günü bitirdiğimiz yerde yeni bir güne başlamayız; ve hiç
bir şafak, gurubun battığı yerde bulamaz bizi.
Yeryüzü uyurken bile bizler geziniriz.
Bizler sarıldığından ayrılamayan bir bitkinin tohumla­
rıyız, ve yüreğimizin olgunluğu ve bütünlüğü sırasındadır
ki kendimizi rüzgara verir de savruluruz.

Aranızda geçirdiğim günler kısa ve özdür, sizlere söy­


lediğim sözler ise daha da kısa ve öz.
Ama sesimin kulaklarınızda solgunlaştığı ve sevgi­
min anılarınızda yittiği an yeniden aranıza döneceğim.
O zaman daha donanmış bir yürek ve ruha daha ya­
kın olabilecek dudaklarla konuşacağım.

71
Evet, suların yükselip alçalışıyla geleceğim,
Gerçi ölüm beni gizleyebilir ve daha yüce bir sus­
kunluk beni sarabilir, ama ben yine Sizlerin anlayışını
arayacağım.
Ve arayışım boşa çıkmayacak.
Sizlere söylediklerimden biri bile gerçekse, o gerçek
daha berrak bir sesle ve aklınızdan geçirdiklerinize da­
ha yakın sözcüklerle kendini ortaya koyacaktır.

Ey Orphalese halkı, rüzgarlarla birlikte gidiyorum...


ama boşluğun dibine değil,
Eğer bugün, Sizlerin gereksinmelerinizi ve benim de
sevgimi dolduran bir gün olmadıysa, bırakın, başka bir
gün buluşabilmemiz için verilmiş bir söz olsun.
İnsanoğlunun gereksinmeleri değişir de, ne sevgisi
ne de sevgisinin gereksinmelerini tatmin edeceği tutku­
su değişmez.
Bu nedenle biliniz ki büyük sessizlikten geri döne­
ceğim.
Şafakla birlikte, tarlalarda çiğ damlacıklarından baş­
ka hiç bir şey bırakamadan dağılan sis yükselir ve topla­
nıp bir buluta dönüşür, sonra da yağmur olur iner.
Ben de o sisten pek farklı olmamışımdır.
Gecenin sessizliğinde yollarınızda gezindim ve ru­
hum evlerinize girdi.
Yüreklerinizin vuruşları benim yüreğimdir ve soluk­
larınız benim yüzümdedir. Hepinizi tanıdım.
Mutluluklarınızı ve acılarınızı tümden bildim. Uykula­
rınızda gördüğünüz düşler benim düşlerimdi.
Dağlar arasındaki bir göl gibi, aranızdaydım.
İçinizdeki birikimlerin, dolambaçlı kıvrımların ve hat­
ta aklınızdan sürüler halinde geçişen düşüncelerinizin ve
tutkularınızın yansımalarını gördüm.

72
Benim sessizliğime çocuklarınızın kahkaha ırmakları
ve gençlerinizin özleyiş nehirleri karıştı.
Ve içimin derinliğine eriştiklerinde bile, ırmaklar ve
nehirler şarkılarını kesmiş değillerdi.

Ama kahkahalardan daha tatlı ve özleyişlerden daha


yüce bir yanınızı tanıdım:
Bu, içinizdeki Sınırlanamayan’dı;
Sizler bu büyük varlığınızın içinde bir hücreler ve si­
nirler bütününden başka hiçbir şey değildiniz;
Sizin yüce oluşunuz, o yüce varlığın içinde olmanız­
dandır.
Ona sarıldığım içindir ki, sizlere de sarıldım ve sev­
dim.
Çünkü bu geniş kürede sevginin erişemeyeceği uzak­
lık yoktur.
Hangi görüşler, hangi umutlar ve hangi bilmişlikler
vardır ki, bu uçuş çizgisinin daha yükseğine çıkabilsin?
İçimizdeki o yüce varlık, elma tomurcuklarıyla do­
nanmış dev bir meşe ağacı gibidir.
O'nun güçlülüğü sizi yeryüzüne bağlar, O'ndan yayı­
lan buhur sizi gökyüzüne yükseltir ve O’nun dirençli-da­
yanıklılığı sizin ölümsüzlüğünüzdür.

Bir zincir olsanız, onun da en zayıf halkası olurdu­


nuz, denmiştir sizlere.
Bu deyişin ancak yarısı gerçektir. Çünkü sizler aynı
zamanda halkalarınızın en güçlüsü kadar da güçlüsünüz.
Sizi en küçük çabanızın boyutlarına bakarak ölçmek,
okyanusun gücünü dalgalarının köpüklerine bakarak tah­
min etmeye benzer.
Sizi başarısızlıklarınıza bakarak yargılamak, mevsim­
leri değişkenlikleri nedeniyle suçlamak olur.

Oysa siz bir Okyanus’a benzersiniz.


73
Gerçi, ağır-yüklü gemiler kıyılarınıza vuran denizin
yükselmesini bekliyorlar, ama tıpkı Okyanus gibi, sizler
de sularınızın yükselip alçalmasını çabuklaştıramazsınız.
Sizler, mevsimlere de benzersiniz.
Gerçi mevsiminiz Kış’a erdi mi baharınızı yadsırsınız.
Ama içinizde uyuklayan bahar, bu sözlerinizden do­
layı size gücenmeyip gülümsemektedir uykusu sırasında.
Sizlere bu sözleri söyleyişimin nedeni, birbirinize, «Bi­
zi ne iyi övdü. Demek içimizdeki İyi’den başka bir şeyi
görememiş,» demeniz için değildir.
Ben sizlere yalnızca düşüncelerinizde bildiklerinizi
söyledim.
Zaten bilgi sözcüğü, sözcüksüz bilginin gölgesinden
başka nedir ki?
Sizlerin düşünceleri ve benim sözcüklerim bizlerin
geçmişlerini,
Ve yeryüzünün, ne bizleri ne de kendini tanımadığı o
kadim günlerin,
Ve yeryüzünün kargaşalıktan alt-üst olduğu gecele­
rin belgelerini saklayan mühürlenmiş bir anının dalgala­
rıdır.

Birtakım bilgili adamlar gelip sizlere bilgilerinden da­


ğıtmışlardır. Bense Sizlerin bilgilerini almaya gelmiştim.
Ama elime geçirdiğim, aklın bilgisinden daha büyük
bir şey oldu:
Bu, içinizdeki ruhun alevidir ki gittikçe kendini daha
çok toplamaktadır.
Sizler onun yayılmasından ürkerek, günlerinizin so­
luşuna gözyaşı döküyorsunuz.
Oysa O, mezardan korkan gövdelere bürünmüş ola­
rak hayatı arayan hayattır.

Burada bir tek mezar bile yoktur.

74
Şu dağlar ve ovalar birer sıçrama-taşı ve beşiktir.
Atalarınızı gömdüğünüz topraklara yolunuz düştüğün­
de onlara şöyle bir göz atarsanız, kendinizi ve yavruları­
nızı elele vermiş dansederken görürsünüz
Gerçek şu ki, nice kez bilmeksizin şenlikler yapmak­
tasınız.

Daha başkaları da size gelerek, üzerine inançlarınızı


bağladığınız altın vaadlerde bulundular ve siz onlara zen­
ginlik, güç ve görkem verdiniz.
Bense size hiç bir vaadde bulunmamıştım, ama sizler
bana daha cömert davrandınız.
Bana hayatın ardısıra duyduğum en derin susuzluğu
verdiniz.
Hiç kuşkusuz ki, bir kimseye, bütün hedeflerini kav­
rulan dudaklara ve bütün hayatını bir pınara dönüştüren
böyle bir armağandan daha büyük armağan verilemezdi.
İşte benim şerefim ve ödülüm de budur.
Ki, ne zaman su içmek için o pınara eğilsem, o canlı
suyun da benim gibi susamış olduğunu görürüm,
Ve ben onu içerken o da beni içer.

Aranızdan bazıları beni armağanları kabul etmeyecek


kadar gururlu ve utangaç sanmıştır.
Ödenecek ücretleri kabullenmeyecek kadar gururlu­
yumdur, ama armağanları değil.
Gerçi beni sofralarınıza çağırmak isterdiniz, ama ben
tepeler arasında gezinerek yabanıl yemişleri toplayıp ye­
dim.
Ve en içten duygularınızla beni evlerinizde barındıra­
bilirdiniz, ama ben tapınağın kemeri altında uyudum.
Ama Sizlerin bu içten sevgisinden olmalı ki, günlerim
ve gecelerim yediklerimi tadlandırdı ve uykumu yeni gö­
rüşlerle donattı.

75
En çok da bunun için kutlarım sizleri:
Öylesine çok şey verdiğiniz halde hiç bir şey verme­
miş gibi davrandınız.
Oysa duyarlılık kendini bir aynada seyretse taş ke­
silir.
Ve kendini güzel takılarla isimlendiren bir iyilik, bir
lânetliğe ana-baba olur.
Aranızdan bazıları da benim dünyadan elini eteğini
çekmiş biri olduğumu ve kendi yalnızlığımı içerek sarhoş
olduğumu sanmıştır.
Benim için, «Ormanın ağaçlarıyla söyleşilerde bulu­
nuyor ama insanlara aldırdığı yok,
Dağların tepesine çıkıp oturuyor ve kentimize yu­
karıdan bakıyor.» demişsinizdir.
Tepelere tırmandığım ve uzak yerlerde dolaştığım
gerçektir.
Ama yüce bir tepeden ya da uzakça bir mesafeden
bakmasam sizleri görebilir miydim?
Bir kimse uzaklarda olmadıkça, gerçekten yakında
olabilir mi?

Aranızdan bazıları da bana, söz söylemeksizin sesle­


niyorlardı:
«Ey erişilmez yükseltilere vurgun yabancı, niçin kar­
talların yuvalarını kurdukları yerlerde oturur durursun?
Niçin, Ulaşılmaz'ı ararsın?
Hangi fırtınaları ağına düşürecek,
Gökyüzünün hangi yararsız kuşlarını avlayacaksın ki?
Aramıza gel ve bizlerden biri ol.
Tepelerden in, ekmeğimizle açlığını, şarabımızla su­
suzluğunu gider.»
Yapayalnız ruhlarından geçenler bunlardı.
Oysa yalnızlıkları daha derince olabilseydi, sizlerin
mutluluk ve acılarınızı aramakta olduğumu sezebilirlerdi.

76
Ve ben, yalnızca, sizlerin göklerde dolaşan büyücek
benliklerinizi avlayabilmişim.

Ama avcı da avlanmıştı.


Çünkü yayından çıkan okların bir çoğu kendi göğ­
süne saplanmıştı.
Ve uçmakta olan, yerlerde sürünen oluvermişti.
Çünkü kanatları güneşin altında yayılırken, yeryüzü­
ne düşen gölgelerde bir kaplumbağa duruyordu.
Ben ki, İnanan’dım, kuşkulara kapılan oluverdim.
Çünkü, belki sizlere daha çok bağlanırım ve hakkı­
nızda daha çok bilgi edinebilirim diye, nice kez parma­
ğımı kendi yarama bastırır olmuştum.

Ve işte bu inanç ve bilgiyle söylüyorum ki:


Sizler ne gövdelerinizin içine ne de konutlarınıza ve
tarlalarınıza kapatılmış değilsiniz.
İçinizdeki Siz olan o varlık, dağların doruklarında ve
rüzgarın eşliğinde yaşıyor.
Ne ısınabilmek için güneşe sığınıyor, ne de güvenli­
ğini sağlayabilmek uğruna karanlıklara oyuklar açabilme­
ye uğraşıyor.
Ama yeryüzünü olduğu gibi saran ve yaşamın gücü
içinde devinen özgür bir Can’dır.
Eğer bunlar belirsiz sözlerse, onları daha açık kıl­
maya kalkışmayın.
Herşeyin başlangıcı belirsiz ve sislidir... ama sonu
öyle değildir.
Sizlerin, beni bir başlangıç olarak anımsayacağınızı
umarım.
Hayat ve tüm canlılar ilkin, sis içinde tasarlanmış­
lardır. billur gibi değil.
Hem, billurun donuklaşmış sis olmadığını kim bile­
bilir ki?

77
Beni andıkça şunu da anımsamanızı dilerim:
Size içinizde en cılız ve bitkin görünen yanınız, sizin
en güçlü ve adanmış yanmızdır.
Kemiklerinizin çatısını sağlamlaştıran ve onu dimdik
tutan içinize çektiğiniz soluk değil midir?
Kentinizi kuran ve içindeki her nesneyi oluşturan,
şimdi hiç birinizin düşlediğini anımsamadığı bir düş değil
midir?
O soluğun gelgitini bir görebilseydiniz, bir daha baş­
ka hiç bir şeyi görmek istemezdiniz,
Ve eğer düş’ün fısıltılarını işitebilseydiniz, başka hiç
bir sese kulak vermezdiniz.
Oysa, görmeseniz de işitmeseniz de iyidir.
Gözlerinizi bulutlayan peçe onu dokumuş olan eller
tarafından kaldırılacaktır.
Kulaklarınızı tıkayan çamuru, onu yoğuran parmak­
lar çıkarıp atacaktır.
Ve o zaman görecek,
Ve o zaman işiteceksiniz.
Ama bir zamanlar kör olduğunuza yakınmayacak, sa­
ğırlığınıza üzülmeyeceksiniz.
Çünkü o gün, her nesnenin içinde gizlenen amacı bil­
miş olacaksınız.
Ve karanlığı olduğu kadar, aydınlığı da kutsayacak­
sınız.

Bunları söyledikten sonra çevresine bakındı ve ge­


minin süvarisinin yanıbaşında durarak, kâh rüzgarın şi­
şirdiği yelkenlere, kâh denizin uzaklarına bakınmakta ol­
duğunu gördü.
Ve şöyle konuştu:
Gemimin süvarisi sabırlı ve geniş yüreklidir.
Rüzgar esiyor ya, artık huzursuzdur yelkenler;
Dümen bile, rotasının verilmesini diliyor.

78
Büyük denizlerin çalkantılarını dinlemiş olan gemici­
lerim bile sabırla dinlediler beni.
Artık onları daha fazla bekletecek değilim.
İşte hazırım.
Irmak denizine kavuştu ve işte bir kez daha o büyük
ana, yavrusunu bağrına basıyor.

Veda sizlere Orphalese halkı,


Gün sonuna erdi.
Zambağın kendi yarınına kapanışı gibi, gün de bizim
üzerimize kapanıyor.
Burada bizlere neler verilmişse onları saklayacağız.
Eğer elimizdekilerle yetinemiyorsak, yeniden bir ara­
ya gelip kollarımızı Veren’den yana uzatırız.
Yeniden aranıza döneceğimi unutmayın.
Çok kısa bir süre geçecek, ve özlemim yeni bir vü­
cut için toz ve köpük toplayacak.
Çok kısa bir süre geçecek, rüzgara yaslanıp biraz
dinleneceğim ve bir kadın bana gebe kalacak.
Veda sizlere ve Sizlerin arasında geçirdiğim gençliğe.
Daha dündü ki, sizlerle bir düş'te buluşmuştuk.
Kendi yalnızlığımda bana türküler dinlettiniz ve ben
de Sizlerin özlemlerinden gökyüzüne bir kule kurdum.
Ama artık uykumuz kaçtı ve düş dağıldı. Üstelik artık
şafak da yok.
Nerdeyse üstümüze öğlen inecek ve yarı-uyanıklığı­
mız tam bir güne dönüşecek, artık ayrılmalıyız.
Eğer anının alaca aydınlığında yeniden karşılaşırsak,
yeniden bir daha beraberce konuşuruz ve sizler bana da­
ha derin bir şarkı söylersiniz.
Ve eğer ellerimiz başka bir düş’te birbirlerini bulur­
sa, gökyüzüne bir başka kule daha dikeriz.

79
Bunları söyledikten sonra, denizcilere bir işaret verdi
ve onlar da hemen demiri aldılar, gemiyi kıyıya bağlayan
halatları çözdüler ve Doğu’ya doğru hareket ettiler.
Bir anda, tek bir yürekten çıkmışçasına kopan bir
çığlık alacakaranlığın içinde yükseldi ve büyük bir boru
uğultusu gibi denizin üzerine yayıldı.
Yalnız El Mitra sakindi, gemi sisler içinde gözden
yitinceye dek ardından baktı.
Halk dağıldığı halde o yapayalnız denizin kıyısında
dikilmiş, içisıra O'nun sözlerini anımsıyordu.
«Çok kısa bir süre geçecek, rüzgara yaslanıp biraz
dinleneceğim ve bir kadın bana gebe kalacak.»

80
Epub olarak aşağıdaki linkten indirebilirsiniz:
Ermiş - Halil Cibran
İyi okumalar..
ST...

You might also like