Professional Documents
Culture Documents
Din Modernlik Ve Fethullah Gulen Hareket
Din Modernlik Ve Fethullah Gulen Hareket
KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI
(DOKTORA TEZİ)
ADEM ÇELİK
KOCAELİ 2014
T.C. KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI
(DOKTORA TEZİ)
ADEM ÇELİK
KOCAELİ 2014
ÖNSÖZ
i
canım her sıkıldığında bana zaman ayıran bölüm sekreterimiz Latif ASLAN’a
teşekkür ederim. Benden maddi ve manevi yardımlarını esirgemeyen annem, babam
ve kardeşlerime, tez yazım sürecini kendileri için çok can sıkıcı hale getimeme
rağmen sabır gösteren eşim ve oğluma ayrıca teşekkür ederim. Bu tezi, bittiğini
görmeye ömrü yetmeyen babaannem Befra ÇELİK’e ithaf ediyorum. Diğer taraftan
tezin, bütün hata ve kusurları şahsıma aittir.
ii
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ........................................................................................................... i
İÇİNDEKİLER .............................................................................................. iii
ÖZET ............................................................................................................ vi
ABSTRACT ................................................................................................. vii
KISALTMALAR......................................................................................... viii
GİRİŞ ............................................................................................................. 1
BİRİNCİ BÖLÜM
MODERNLİK, DİN VE SEKÜLERİZM
İKİNCİ BÖLÜM
FETHULLAH GÜLEN’DE DİN, BİLİM, AKIL KAVRAMLARI VE
KURAN’IN ÇAĞA UYGUN YORUMU
iii
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKİYE’NİN KİMLİK ARAYIŞINA YANIT OLARAK TÜRK-İSLAM
SENTEZİ
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TÜRK-İSLAM SENTEZİNİN TAŞIYICI AKTÖRLERİ: CEMAAT VE
ALTIN NESİL
BEŞİNCİ BÖLÜM
GÜLEN’DE DEVLET, DEMOKRASİ VE LAİKLİK
ALTINCI BÖLÜM
GÜLEN VE KADIN
iv
2. KADIN VE ERKEK EŞİTSİZLİĞİNİ ANTROPOLOJİK FARKLARLA
(FITRATLA) TEMELLENDİRMEK .................................................................... 206
2.1. İş Bölümünü Fıtrat Farkları İle Temellendirmek ................................ 211
2.2. Kadının Fıtratına En Uygun Kurum: Aile .......................................... 213
YEDİNCİ BÖLÜM
ÇOĞULCU DÜNYAYA UYGUN DAVRANMAK: DİNSEL
ÇOĞULCULUK VE DİNLERARASI DİYALOG
v
ÖZET
vi
ABSTRACT
It is seen that the Gülen Movement has grown and extended its sphere of
influence since 1990’s. The main argument of this study that seeks the answer for the
question whether one of the factors enabling the growing of Gülen Movement, which
particularly consists of religous capital owners moving towards economic and
political center and middle class individuals, is the interpretation of Islam by Gülen
is as follows: Gülen reinterprets İslam with modernity and in a way it corresponds to
the expectations of rising religious capital and new middle class. Although Gülen has
historicist tendencies his formal education and theoretical shortcomings prevents the
development of a clear and coherent methodology in interpreting religious texts by
him. In this regard, this study puts forward that Gülen employs an eclectic method in
interpreting religious texts. On the other hand, for Gülen İslam is not just the path
that takes the individual to the salvation, it is at the same time an identity synthesized
with Turkishness. In this respect, Gülen deducts from İslam a community “ethos”
and responds to Turkey’s quest for identity on the basis of Turkish-Islamic synthesis.
However, this study asserts that this seeking of identity is not that inclusive as Gülen
states. Further, Although Gülen reinterprets the religious texts conformably with
modernity, he excludes the judgments concerning women from this process of
reinterpreting. In this study, it is argued that this approach by Gülen reproduces the
traditional patriarchal discourse. Also, it is shown that Gülen’s understanding of
equality is limited to men.
vii
KISALTMALAR
Bkz. Bakınız
Çev. Çeviren
Ed. Editör
Haz. Hazırlayan
viii
GİRİŞ
2
kapsamlı bir modernleşme süreci başlamıştır. Ordudan başlayan modernleşme süreci,
giderek eğitim, bürokrasi gibi alanlara yansımış ve devletin geri kalmışlığının
nedenleri üzerine tartışmalar başlamıştır. Bu türden tartışmaların odak noktalarından
birisini de, İslam dininin modernlik olarak adlandırılan kapsamlı dönüşüm sürecine
intibak etmesinin mümkün olup olmadığı sorunu oluşturmuştur. Osmanlı Devleti’nin
gerilemesinin neden kaynakladığı ve nasıl durdurulabileceğine ilişkin ortaya çıkan
Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük gibi akımların ortak noktalarından
birisini, İslam’ın kapitalizm, milliyetçilik, bilim, ilerleme gibi kavramlarla ne türden
bir ilişkisi olduğu sorusunu sormaları oluşturmaktadır. Siyasal bir ideoloji olarak
İslamcılık bu türden bir konjonktür içerisinde doğmuştur. Siyasal bir ideoloji olarak
İslamcılığın ortaya çıkmasına öncülük edenlerin Mısır’da Cemaleddin Efgani (aslen
İranlı), Muhammed Abduh, Hindistan’da Seyyid Ahmed Han, Seyyid Emir Ali,
Türkiye’nin üzerine kurulduğu Osmanlı bakiyesi topraklarda ise Sırat-ı Müstakîm,
Sebi-lürreşad, Beyanu’l Hak, İslâm Mecmuası, Volkan gibi dergilerin etrafında
kümelenen isimler olduğu yaygın olarak kabul edilmektedir (Kara, 2011: 17). Buna
karşın İslamcılığın siyasal bir ideoloji olarak ortaya çıkmasında belirleyici fikirlerin
ilk önce Efgani değil, Namık Kemal, Ali Suavi başta olmak üzere Yeni Osmanlılar
tarafından ortaya atıldığı ifade edilmelidir (Türköne, 1991: 32).
1
İlk kuşak İslamcılar içinde Sait Halim Paşa’nın, İslam’ı modernlikle uyumlu biçimde yorumlama
konusunda diğerlerinden ayrıldığı ifade edilmelidir. Sait Halim Paşa bu özellikleri itibariyle, ilk kuşak
İslamcılar içinde istisna bir kişiliktir (Kara: 2011).
3
imparatorluğun Müslüman unsurları için İslam’dan birleştirici bir kolektif kimlik
çıkarmakken, diğer taraftan İslam’da yer alan belirli kavramları modernlikle uyumlu
hale getirmek olmuştur. İslam’ı kolektif bir kimlik haline getirmek, dinin bireysel
olarak yorumlanmasının önünde de bir engel oluşturmuştur. Nitekim İslamcılar,
İslam’ın siyasal, sosyal, iktisadi alandaki belirli hükümlerini modernlikle uyumlu bir
biçimde yorumlarken, bu türden bir yorum hakkının bireylere verilmesinin, inşa
edilmek istenen kolektif kimliğin önünde engel olacağını düşündüler.
4
ortaya çıkmasıyla ivme kazanmıştır. Diğer bir ifade ile dini modernliğe uygun bir
biçimde yorumlama girişimlerinin tarihi 19. yüzyıla kadar gitmesine rağmen, bu
türden bir yorumlama faaliyeti toplumsal talepten değil, aydınların, devletin ve
toplumun geri kalmışlığına yanıt üretmek ihtiyacından doğmaktaydı. Buna karşın
Türkiye özelinde kırdan kente göçün başladığı 1950 sonrası dönem ve özellikle 1980
sonrası Turgut Özal’ın öncülüğünde uygulanan ekonomi politikaları sonucunda
ortaya çıkan dindar sermaye sınıfı ve yeni orta sınıf, İslam’ın modern değerlerle
uygun bir biçimde yorumlanmasını talep ettiler. Bu bakımdan çalışma, Gülen’in
metinlerinde bahsi geçen toplumsal sınıfların İslam’ı değişen koşullara uygun
yorulması talebine yanıt verilip verilmediği sorusundan doğmuştur.
Yöntem ve Sınırlar
Gülen Hareketi, eğitim, sağlık, bürokrasi, sanayi gibi sektörleri içeren ciddi
ekonomik ağlara sahiptir. Hareketin büyümesini sağlayan faktörlerden birisi, sınıf
atlamak ve/veya ekonomik olarak yukarıya doğru hareket etmek isteyen bireylerin,
kurulan bu ağlardan istifade etme arzusudur. Ancak, bu çalışmayı esas ilgilendiren
nokta, hareketin bu türden ağları yanında, Gülen’in metinlerinde bu türden bireylere
cazip gelen noktaların neler olduğudur. Bu bakımdan çalışma, esasen Gülen’in
metinlerine ve Gülen Hareketine yakın kuruluşların yayınlarına odaklanmaktadır.
Çalışmada Gülen’in metinlerinin merkeze aldığı ve metinlerden hareketle analiz
yapıldığı hususunun altı çizilmelidir. Gülen’in metinleri değerlendirilirken,
metinlerin yazıldığı sosyolojik bağlama özellikle vurgu yapılmıştır. Metinler
boşlukta kaleme alınmazlar. Bundan dolayı çalışma içerisinde Gülen’in metinlerine
referans verilirken, sadece kitapların elimizdeki baskısına değil, ilk kaleme alındığı
döneme referans verilmeye dikkat edildi. Bu bakımdan, metinlerin başına mümkün
olan her yerde, yazının ilk basıldığı yer ve tarih verilmiştir. Parantez içinde verilen
tarihler kitabın elimizdeki baskısına referans vermesine karşın, metinlerin başına
konan tarih ve bilgiler ilk baskılara işaret etmektedir. Bununla birlikte metinlerin
sonraki baskılarında ne türden değişiklikler olduğu, bütün baskılara
ulaşılamadığından takip edilememiştir.
5
1938 yılında Erzurum’a bağlı Pasinler (Hasankale) ilçesinin Korucuk köyünde
dünyaya gelen Fethullah Gülen, resmi eğitimini ilkokul üçüncü sınıfta bırakarak
Erzurum’da çeşitli medreselerde din eğitimi almış ve 1959 yılında Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın açtığı vaizlik sınavını kazanarak Edirne’deki tarihi Üç Şerefeli
Cami’de vaizliğe başlamıştır.2 Gülen, vaizlik görevini Edirne, Kırklareli gibi illerde
sürdürmesine rağmen, bir cemaatin tanınmış bir lideri haline gelme süreci 1966
yılında İzmir vaizi ve İzmir Kestanepazarı Camii yurdunun müdürlüğü görevine
atanmasından sonra başlamaktadır. Gülen, 1968 yılından sonra müdürlüğünü yaptığı
yurtta kalan öğrencileri yaz kamplarına götürmeye ve orada kendisine yakın bir
öğrenci halkası oluşturmaya başladı. Bu dönemde yıldızı parlayan Gülen, önce
İzmir’de daha sonra da Ege bölgesindeki çeşitli illerde kahvehanelerde vaazlar
vermeye ve toplantılar düzenlemeye başladı. Daha sonra İstanbul gibi büyük
metropoller başta olmak üzere Türkiye’nin birçok ilinde vaazlar vermiştir. Gülen’in
kitaplarının bir kısmı bu toplantılarda verdiği vaazlardan, bir kısmı 1979 yılında
yayın hayatına başlayan Sızıntı Dergisi’nde kaleme aldığı yazılardan, bazıları ise
Yeni Ümit gibi dergilerde yayınlanmış yazılarından oluşmaktadır. Bunun yanında
çeşitli gazetecilerin Gülen’le yapmış olduğu röportajlar harekete yakın yayınevleri
tarafından kitap olarak basılmıştır. Diğer taraftan Gülen’in müstakil olarak kaleme
aldığı kitaplar da bulunmaktadır. Gülen’in dinleyicilerinin ve sempatizanlarının
sorularına vermiş olduğu yanıtlardan oluşan kitapları da bulunmaktadır.
1959 yılından beri değişik ortamlarda vaazlar veren ve çeşitli yazılar kaleme
alan Gülen’in metinleri arasında farklılıklar olduğu görülmektedir. Bu türden
farklılıklar, kimleri tarafından Gülen’in takiye yapmakla eleştirilmesine neden
olmaktadır. Gerçekten de, Gülen’in vaazları, dergilerde kaleme aldıkları yazılar ve
2
1938’de doğmasına karşın, Gülen nüfusa önce 1942 doğumlu olarak kaydedilmiştir. Bu durum nüfus
memurunun ismi Fethullah olan birisini nüfusa kaydetmek istememesi üzerine babasının, Gülen’i
nüfusa yazdırmaktan vazgeçmesinden kaynaklanmaktadır. Belirli bir süre sonra babası köy ihtiyar
heyetine seçildikten sonra, bölgede görev yapan bir başçavuşun nüfus memuruna ısrarı sonrasında
1942 tarihli olarak nüfusa kaydedilmiştir. Gülen, 1959 yılında Ankara’da yapılan vaizlik sınavını
kazanmış, ancak 18 yaşını doldurmadığından atamasında sorun çıkmıştır. Bunun üzerine dönemin
Edirne başsavcısının yardımıyla doğum yılı mahkeme kararıyla 1941 olarak değiştirilmiştir (Bkz.
Mercan, 2009: 59).
6
çeşitli gazetelere verdiği röportajlar arasında farklılıklar olduğu görülmektedir. Bu
durumda Gülen’in takiye yaptığı sonucu çıkarılabilir mi? Takiye konusunda üç
hususun altı çizilmelidir. İlk olarak, Gülen’in ilk vaazlarını vermeye başladığı 1959
yılından, bu çalışmanın kaleme alındığı 2014 yılına kadar yaklaşık 55 yıllık bir süre
geçmiştir. 55 yıllık bir süre zarfında çeşitli biçimlerde yayın hayatının içinde olan bir
kişinin fikirlerinin değişmesinden daha normal bir durum olamaz. Bu süre zarfında
Türkiye’nin sosyolojik açıdan ciddi değişimler geçirdiği göz önüne alındığında
Gülen’in fikirlerinin değişmesinin normal karşılanması gerekmektedir. Bu türden
fikir değişimlerini takiye olarak değerlendirmek, fikirlerin bağımsız tarihlerinin
olduğu varsayımından kaynaklanmaktadır. Oysa ki fikirlerin bağımsız tarihi yoktur.
Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam
sürecini koşullandırır (Marx, 2005: 39). Türkiye’de yaşanan sosyolojik değişimler ve
özellikle hareketin sınıfsal tabanının değişmesi, Gülen’in fikirlerinde çeşitli
değişimlere sebep olmuştur. Bu itibarla çalışma, Gülen’in fikri değişimini de ortaya
koymaktadır. Diğer bir ifade ile Gülen’in fikirlerinde yaşanan değişim takiye olarak
değil, sosyolojik yapıdaki değişimlerin Gülen’in bilincine yansıması olarak
değerlendirilmektedir.
7
uzlaştırmak için makalelerin yazıldığı bir dergi ile cami cemaatine verilen vaazlar
arasında fark olması doğal karşılanabilir. Çünkü vaaz ile kitabın hitap ettiği kitle
birbirinden farklıdır. Ancak, buradan Gülen’in bütün alanlarda tutarlı fikirler
savunduğu sonucunu çıkarmak için aceleci olmamak gerekmektedir. Gülen’in
özellikle teorik konuları ele aldığı metinlerinde gerilim ve çelişkiler görülmektedir.
Diğer taraftan Batı düşünürleri söz konusu olduğunda, bu düşünürlere zaman zaman
referans vermesine rağmen, referans verdiği düşünürlerin fikirlerini tam anlamıyla
bildiğini ifade etmek güç görünebilir. Benzer bir biçimde harekete yakın bazı
isimlerin iddia ettiği gibi Gülen’in Batı felsefesini tam olarak bildiği ve teorik
meselelere çözüm ürettiği söylenemez. Ancak, bu durum Gülen’in formel
eğitiminden ve önceliklerinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla özellikle teorik
konular söz konusu olduğunda Gülen’in çelişkili pozisyonlar aldığından söz
edilebilir ama takiye yaptığı söylenemez.
8
örgütlerle ilişkilendirilerek tutuklandılar. Ahmet Şık, Nedim Şener, Hanefi Avcı gibi
isimler tutuklanmalarının sebebi olarak Gülen hakkında yazılan kitapları
3
göstermektedir. Gülen Hareketinin bürokrasi içindeki örgütlenmesi bu çalışmanın
kapsamı dışındadır. Zaten bu türden bir iddia esasen mahkemelerin yetki alanındadır.
Buna karşın, Gülen’in metinlerinde bürokrasi içinde çalışan kadroların hukuk dışına
çıkmasına ilişkin neler söylendiği sorusu sorulmaktadır. Yine de çalışmanın esas
konusunu, hareketin bürokrasi içindeki kadroları değil, sivil kadrolar olarak tarif
edilebilecek, eğitim, sağlık, hizmet, sanayi gibi alanlarda faaliyette bulunan dindar
sermaye sınıfı ve yeni orta sınıfın beklentilerinin Gülen’in metinlerinde karşılık
bulup bulmadığı sorusu oluşturmaktadır.
3
Ahmet Şık’ın Gülen Hareketinin bürokrasi içindeki örgütlenmesi hakkında kaleme aldığı kitap, daha
basılmadan toplatılmış ve Şık cezaevinken basılabilmiştir. Bu türden kitaplar için bkz. (Şık, 2011;
Şener, 2010; Avcı, 2010).
9
aranmıştır. Bu türden bir çalışmada hareketin tabanı hakkında ampirik araştırma
yöntemlerinin kullanılmaması bir eksiklik olarak görülebilir. Buna karşın sınırlı bir
zamanda yazılan bu türden bir çalışmada, saha araştırmasının etkili sonuçlar
vermeyeceği düşünülmüştür. Saha araştırmasını da içerecek türden bir çalışma için,
en azından dört-beş yıllık bir süre boyunca tabanı takip etmek gerekebilirdi. Diğer
taraftan hareket üzerine yapılmış bu türden çalışmalarda, Turam’ın vitrin olarak
nitelediği isimlerle görüştürülme ihtimali çok yüksektir (Turam, 2011: 70). Hareket
üzerine saha çalışması yapmak için belirli tanışıklıklar gerektiği gibi, kiminle
görüşüleceğine araştırmacı değil, hareketin bölgedeki yetkilisi karar vermektedir. Bu
bakımdan, sadece araştırmacı değil, görüşme yapılacak hareket mensupları da ön
hazırlık yapmaktadır. Bu durumda araştırmanın hareketin istekleri doğrultusunda
sonuçlar çıkarma riski bulunmaktadır. Bu türden sıkıntılar göz önüne alındığından bu
türden bir yöntem denenmemiştir. Buna karşın, çalışmada sadece Gülen’in
metinlerine değil, Gülen’in onursal başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfı’nın (GYV) açıklamalarına, GYV’nin düzenlediği Abant Toplantılarının bildiri
metinlerine ve hareketin yayın organlarındaki yazılara da bakılmıştır.
Tezin Yapısı
10
toplumsal alanda yaşanan değişimler ele alınmaktadır. Teorik çerçeveye, geleneksel
toplumdan modern topluma geçişin gelenek-modernlik dikotomisinde okunduğu
yönünde eleştiriler yöneltilebilir. Modernlik öncesi dönemde de, akıl, irade gibi
kavramlara referans veren isimlerin olduğu doğrudur. Buna karşın çalışmada, akla ve
iradeye referans veren düşünürlerden farklı olarak, kurumsallaşmış toplumsal ve
siyasal yapılar ele alınmaktadır. Bu bakımdan çalışma düşünürleri değil, geleneksel
ve modern olarak nitelenebilecek toplumsal yapıları merkeze almaktadır. Sosyolojik
yapıdaki değişimlere odaklanmaktadır. Gülen’in metinlerinde de spekülatif gücü
veya ilginçliği değil, sosyolojik gerçekliğe tekabüliyeti aranacaktır. Bu bölümde aynı
zamanda küreselleşme ve neo-liberalizmin din ve dini gruplar üzerindeki etkileri
tartışılmaktadır.
11
önerdiği savunulacaktır. Gülen’in bu kimlik tarihinin tarihsel referansını Osmanlı
geçmişi, dinsel referansını ise, Hanefilik, Maturidilik ve tasavvuf düşüncesinin
oluşturduğu ve inşa edilmek istenen kimliğin karşısında Kürtlerin bir sorun alanı
oluşturduğu tartışılacaktır. Dördüncü bölümde ise, Gülen’in Kemalist entelijensiaya
alternatif olarak “altın nesil” diye kavramsallaştırdığı elit önerisi tartışılmaktadır. Bu
bölümde ayrıca cemaat ve altın neslin eğitimi konuları üzerinden, Gülen’in
metinlerinde cemaat kavramı ve eğitimin nasıl formüle edildiği ve hareketin eğitim
kurumlarının temel işleyiş mantığı ele alınmaktadır.
12
BİRİNCİ BÖLÜM
14
Zaman-uzam ayrışması güven ve risk kavramının dönüşümünü de beraberinde
getirmiştir. Modern toplum aynı zamanda risk toplumudur (Beck, 2011: 21 ). Risk
kavramı büyük ölçüde modernliğin geçmişten ziyade geleceğe ilişkin perspektifiyle
ilişkilidir. Geleneksel toplumda risk kavramına tekabül eden kavramın kader olduğu
söylenebilir. Geleneksel toplumda öngörülemeyen doğa olayları riskin kaynağını
oluşturur ve bu olaylara teolojik bir nitelik atfedilir. Buna karşın modernlikte risk
teolojik kaynaklı ve Tanrının dünyaya müdahalesiyle ilgili olmaktan çıkar. Modern
toplumda risk, insanların dünyaya yönelik etkinlikleri, kestirimleri ve bunların
sonuçlarıyla ilgili kavramdır ve bu bakımdan kozmolojiden farklıdır (Giddens, 2010:
37).
15
belirli bir toplumsal tabakanın parçası olarak doğdukları geleneksel toplumun yerine,
bireylerin sınıf atlamasının mümkün olduğu, sınıflar arası akışkanlığın yaşandığı
yeni bir toplum tipine geçilmiştir.
16
düşünülmektedir. Evrenin mekanik bir yapısı olduğu ve makine düzeni içinde
işlediği; doğaya hakim olan yasalar bilinirse, gelecek hakkında kestirimlerde
bulunulabileceği; bilimin nesnel ve değerlerden arınmış olduğu; bu nesnelliğinden
bilimsel verilere kesinlik kattığı düşüncesi modern bilim anlayışının temelini
oluşturmaktadır (Özlem, 1999: 42). Evrenin akıl ile kavranabilir yasaları olduğu
fikri, insan bu yasaları kavrayabilirse evrene hakim olabilir fikrini beraberinde
getirmiştir. Bacon’un “bilgi güçtür” ifadesiyle somutlaştırdığı düşüncesi de, doğanın
yasalarını keşfetmenin, insan-doğa arasındaki savaşın insan “lehine” dönmesine
olanak sağlayacağı fikrini yansıtmaktadır.
17
tarafından tanımlandığı biçimiyle aydınlanma: “İnsanın kendi suçu ile düşmüş
olduğu ergin olmama durumundan kurtulmasını” ifade etmektedir. Kant’a göre
insanın ergin olmayışının temel sebebi, insanın aklını başkasının kılavuzluğuna
başvurmaksızın kullanamayışıdır. Ergin olmayışın sebebi aklın kendisinde değil,
aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve
yürekliliğini gösteremeyen insanda aranmalıdır (Kant, 2005: 263). Aydınlanma ile
akıl, hem insanı tanımlayan temel hem de insanın evreni çözümlemesinin ve evren
üzerinde egemenlik kurmasının aracı haline gelmektedir. Aydınlanma ve bilimsel
devrimle birlikte, dünyanın düzenli, anlaşılabilir ve akla uygun bir düzeni olduğu
fikri benimsenmeye başlanmıştır. Evrenin sihirsel ve efsanevi bir yanı yoktur. Buna
karşın, insanların henüz bilemediği, bulamadığı ama bilip, bulabileceği yasaları
vardır (Kılıçbay, 2006). “Akıl Çağı” da denilen Aydınlanma Çağı’ında, her şey aklın
yargısı önünde insanın özgür yaşaması için gerekli olduğunu kanıtlamak ve
böylelikle varlığını gerekçelendirmek zorundadır. Ancak, aklın yargısından
geçebilenler var olmayı hak etmektedirler (Göçmen, 2012: 3). Moderniteyle birlikte,
insanın doğayla yeni türden bir ilişki kurması için; sadece emek kavramı ve dünyası
ile insanlar arasındaki ilişkilerin değil, aynı zamanda tanrısala başvurunun geleneksel
tarzı ve dinsel tutumlar değişmesi gerektiği fikri benimsenmeye başlanmıştır
(Jeanniere, 2000: 96).
18
çünkü din esasında akla hitap etmez. Din sorunu, bireylerin inanıp inanmayacakları
ya da neye inanıp, neye inanmayacakları meselesi bireysel bir tercih meselesi haline
gelmektedir. Aydınlanmaya göre, din, inanç ve iman meseleleri, düşünce ve inanç
özgürlüğü çerçevesinde bireyin kendi yargısına bırakılmalıdır. Hiçbir toplumsal
kurumun bireylerin inançlarını belirleme yetkisi yoktur (Göçmen, 2012: 3).
Siyasal ve sosyal teori çalışan birçok bilim insanının işaret ettiği üzere
modernliğin belirleyicilerinden birisi rasyonalleşmedir. Özellikle Max Weber
modern topluma temel karakterini veren şeyin rasyonelleşme olduğunu ifade
etmektedir (Weber, 1993: 150). Modernliğe anlamını veren şey rasyonelleşme
olmasına karşın, modernlik kuramcıları tarafından birbirinden farklı hatta çatışan
rasyonellik tanımları yapılmaktadır. İnsanın akıl sahibi bir varlık olarak
tanımlanmasının tarihi Antik Yunan’a kadar gitmektedir. Antik Yunan’da akıl
kavramının karşılığı “logos”tur. Buna karşılık akıl kavramı Latince’de “ratio”
sözcüğü ile karşılanmaktadır. Martin Heiddegger’e göre logos’tan ratio’ya geçiş basit
bir tercüme olayı değildir. Kavramdaki dönüşüm, Batı metafiziği ve Greklerdeki
“köklü” kavrayıştan, şimdiki teknik/hesaplayıcı akla geçişe işaret etmektedir
(Aktaran: Yılmaz, 2009: 17-18). Modern toplumda kullanılan rasyonellik kavramı
yaygın olarak teknik/hesaplayıcı akla referans vermektedir. Rasyonellik kavramının
araçsal rasyonaliteye eşitlenip eleştirildiği sıkça görülmektedir. Buna karşın,
teknik/hesaplayıcı akıl anlamında araçsal rasyonalite aklın alt türlerinden sadece
birisidir ve modern akıl araçsal rasyonaliteye indirgenemez. Aklın insanın ayırt edici
vasfı olduğu modernlik taraftarlarının tamamı tarafından kabul edilmesine rağmen;
akıldan ne anlaşılması gerektiği konusunda bir uzlaşı söz konusu değildir. Araçsal
rasyonaliteyi modernliğin tek aklı olarak görmek yerine, kapitalist modernliğin aklı
olarak görmek daha doğrudur. Logos yerine ratio kavramının kullanımı ile feodal
üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçiş arasında senkronizasyon söz
konusudur. Geleneksel toplumda insan ihtiyaçlarını karılaştırmak için kullanım
değeri üzerine kurulmuş üretime dayalı feodal toplumdan, değişim değeri için
üretime geçiş süreci teknik/hesaplayıcı akla geçişin zeminini oluşturmuştur. Bu
bakımdan, modern kapitalist ekonomiye geçişle birlikte yeterlilik kavramı yerini
19
maksimizasyon kavramına bırakmıştır. Artık üretimin amacı ihtiyaçların
karşılanması ve insanın basit biçimde yeniden üretimi değil, sermayenin genişleyen
yeniden üretimini sağlamaktır. Diğer ifade ile üretimin amacı basit biçimde insan
ihtiyaçlarını gidermek değil, daha fazla kar elde etmektir. Bu bakımdan, kapitalizmin
araçsal rasyonelliğini, “insanlara sadece araç olarak yaklaşma” şeklinde ifade edilen
Kantçı etikten ayırmak gerekmektedir.
20
Demokrasinin tek rasyonel ve meşru yönetim biçimi haline gelmesi bir anda
olmamıştır. Siyasal devrimde önemli olan iktidarın temelidir. Otoritenin doğasını ve
iktidarın kaynağını belirleyen, karizmatik veya dinsel ilke değil, uluslaşmış halktır.
Meşruiyetini halktan alan iktidarın aynı zamanda rasyonel olması gerektiği de ifade
edilmelidir.
21
piyasa ve sekülerizm gibi bir dizi ilkeyi kurumsallaştırmaya çalışır (Asad, 2007: 25)
Marshall Berman’a göre modern olmak “bizlere serüven, güç, coşku, gelişme,
kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip
olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden
bir dünyada” bulunmaktır. “Modernite, bizleri parçalanma ve yenilenmenin,
mücadele ve çelişkinin, belirsizlik ve acının girdabına sürükler” (Berman, 1999: 27).
Asad ve Berman’ın metinlerinin ortak noktası, modernitenin birbiriyle çelişki bir dizi
öğeyi içinde barındıran çatışmalı ve dinamik bir süreç olduğuna işaret etmelerdir.
Modernite, bir yandan yurttaşlık, eşitlik, özgürlük gibi taleplerin ortaya çıkmasına
olanak sağlarken; diğer taraftan, eşitlik ve özgürlüğün önünde engel teşkil eden
ekonomik ilişkileri de içinde barındırmaktadır. O bir yandan insanlığın yoksullukla
vermiş olduğu mücadeleyi kazanmasına olanak sağlayacak teknoloji ve dolayısıyla
üretim artışına imkan tanırken; diğer taraftan, yoksulluğu üreten koşulların yeniden
üretilmesini de sağlayan çelişkili bir süreçtir. Bu bakımdan modernliği sadece, akıl,
öznelleşme, bireyselleşme, eşitlik özgürlük gibi kavramlarla değerlendirmek
yetersizdir. Modernite, bu kavramları ortaya çıkardığı gibi, bu kavramların realize
olmasını engelleyen maddi koşulları da içinde barındırır. Modernite, bir taraftan
bireysel çeşitlilik ve farklılığın, çoğulcu kültürlerin ortaya çıkışına imkan verirken;
diğer taraftan, farklı olanı homojenleştirmeyi amaçlayan ulus-devletlerin, tarihte eşi
görülmemiş kitlesel kıyımlara olanak sağlayan savaş teknolojilerinin ortaya
çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bu bakımdan modernlik tarihte eşi görülmemiş
imkanların ortaya çıkmasına yol açmış olmasına rağmen; diğer taraftan eşi
görülmemiş riskleri de beraberinde getirmiştir.
22
boyutunun ve kapitalist gelişimin aklı tek boyuta indirgeyerek özgürlüğü imkansız
kıldığına ilişkin eleştiriler, modernlik üzerine çalışmaların temel referans
noktalarından birisini oluşturmaktadır (Horkheimer, 2002). Weber’in bürokrasiyi
demir kafese benzeten analojisinden hareketle modernliğin, bireyleri “ruhsuz
uzmanlar, kalpsiz sezgiciler” haline getirdiğine yönelik eleştirisi modernliğin bir
boyutuna işaret etmektedir (Weber, 1993: 206). Bu bakımdan modernlik,
Aydınlanma döneminin temel temasını oluşturan insanın akıl aracılığıyla
özgürleşmesini içerdiği gibi, özgürlüğün önünde engel oluşturan üretim ilişkilerini de
içermektedir. Modernlik yanlısı olarak değerlendirilebilecek düşünürlerin tamamı
insanın özgürlüğüne yönelik idealini paylaşmakta; buna karşın, özgürlüğün realize
olacağı zeminin ne olduğu konusunda ayrışmaktadırlar. Buradan hareketle
modernliği sadece, Batı Avrupa’nın belirli bir tarihsel dönemde geçirmiş olduğu
değişime sabitleyip anlamak eksik bir analiz olmaktadır. Nitekim modernliği sadece
kentleşme, sanayileşme, eğitim oranın yükselmesi gibi sosyolojik parametrelere
eşitleyenler, post-endüstriyel bilgi toplumun ortaya çıkışını modernliğin sonu olarak
değerlendirebilmektedir. Modernliğin esas kırılmayı, bireyin kendi aklını kullanarak,
kendisi ve çevresi üzerinde egemen olması, kendisini ve doğayı dönüştürmesine
yönelik bir özneleşme süreci olarak okumak mümkündür. Modernlikle birlikte,
geleneksel toplumda verili varsayılan bir dünya anlayışının yerine akılla inşa
edilebilir bir dünya anlayışı egemen olmaktadır (Balcı, 2005: 37). Bireyin geleneksel
toplumda baş edemediği bir dizi doğa olayı modern toplumda baş edilebilir hale
gelmektedir (Özay, 2006: 80). Modernlik, insanları, modernleşmenin nesnesi olduğu
kadar özneleri de yapmayı, onlara kendilerini değiştiren dünyayı değiştirmek için güç
vermeyi, onları girdaptan çıkarıp bunu kendilerine malettirmeyi de içinde
barındırmaktadır (Berman, 1999: 29).
Modernite, sadece birbiri ile çelişkili değil, aynı zamanda dinamik, devrimci
bir süreçtir. Modernite “yalnızca kendinden önceki tarihsel durumların her biriyle ya
da hepsiyle acımasız bir kopuş gerektirmez; aynı zamanda kendi içinde bitmek
bilmeyen bir iç kopuşlar ve bölünmeler süreci” yaşar (Harvey, 1997: 25). Toplumsal
ilişkileri sürekli dönüştürmek, burjuvazinin varoluş koşuludur. Marx burjuva
23
toplumunun dinamik yapısını şu şekilde tarif etmektedir (Marx ve Engels, 2002:
120):
4
“İdeal tip gerçekliğin bir betimlemesi değil, tekil bir fenomenin özsel özelliklerini birleştiren zihinsel
bir kurgudur. İdeal tip terimi ahlaki bir bakış açısı içermez; toplumsal fenomenlerin anlaşılmasını ve
açıklanmasını kolaylaştıran metodolojik bir kavramdır” (Swingewood, 1998: 178-179).
24
1.2. Modernleşme
25
Modernleşme teorilerinde geleneksel toplumun özellikleri, şematik ve kabaca
şöyle sıralanmaktadır: a) Değer ve normların belirleyiciliğinin fazla olduğu; b)
verilmiş rol ve statülerin daha baskın olduğu; c) bunlara bağlı olarak bireysel tutum
ve davranışlarda tek düzeliliğin egemen olduğu; ç) kurumların ilişkilerinin
belirleyiciliğinin ön planda olduğu; d) bu kurumlar seti içinde bireyin ön plana
çıkmadığı toplumlardır (Aydın, 2009: 29). Bunların yanında, geleneksel toplumlar
ekonomik olarak tarıma dayalı feodal ilişkilerin egemen olduğu, değişimin az,
tekniğin ise zayıf olduğu, siyasal katılımın bulunmadığı, geniş aile yapısının hakim
olduğu ve doğuştan ayrıcalıkların olduğu toplumlardır. Buna karşıt olarak, modern
toplumlar: a) Değişime ve yeniliğe açık; b) sırf kendisini değil başkasını da
tanımamaya çalışan, farklılıklara açıkça kucak açabilen; c) geçmişten çok bugüne ve
geleceğe önem veren, ç) planlamacı ve örgütlemeci bir mantığa sahip, bu mantığı
hayatı düzene sokmanın aracı olarak gören; d) insanın hayatını devam ettirmek için
çevresine egemen olmayı öğrenmesi gerektiğini düşünen; e) bilimsel bilgiye ve
teknolojiye önem veren; f) başkalarının haysiyetine önem veren insan tipinin olduğu
toplumlar olarak tanımlanmaktadır (Köker, 1993: 41). Geleneksel toplumdan
modern topluma geçişle birlikte, insanlığın doğa ile ilişkisi, tarımsal üretimin
tekrarlanan döngüsünün egemenliği altında değildir. Bunun yerine, özellikle sanayi
devriminden bu yana, modern toplumlar kendi fiziksel çevrelerini denetlemek ve
dönüştürmek için gösterdikleri sistematik çabalarla nitelendirilirler (Collinicos, 2001:
53).
26
kurulmuştur. Modernleşmiş ve modernleşen ülkeler arasında bir ayrım yapan
Anthony Smith’e göre, modernleşen toplumlar modernleşmiş toplumların ortaya
çıkardıkları değerleri içselleştirdikleri ölçüde modernleşirler (Smith, 1996: 87). Bu
bakımdan Batılı olmayan toplumlardaki değişim süreci Batı’ya “göre” ve ona
“yönelik” olarak değerlendirilir (Çetin, 2003: 14).
27
2. DİN NEDİR?
28
bir ağaç, bir su kaynağı, küçük bir taş ve benzeri bir nesne olabilir. Kutsal şeyler,
yasaklarla korunan ve tecrit edilen şeylerdir; din-dışı ise yasakların uygulandığı ve
kutsal olandan uzak tutulması gereken şeylerdir. Bu bakımdan dini inançlar, kutsalın
doğasını, kutsal olan ile din-dışı arasındaki ilişkiyi dile getiren tasavvurlardır.
Ayinler ise bireylerin kutsala karşı nasıl davranması gerektiğini emreden davranış
kurallarıdır (Durkheim, 2005: 56-60). Kutsal ve din-dışı arasındaki ayrımı dini
düşüncenin ayırt edici özelliği olarak ortaya koyan Durkheim’e göre din, “kutsalla,
yani diğerlerinden ayrılmış ve yasaklanmış olan şeyle ilgili inançlar ve amellerden
oluşan tutarlı bir sistemdir. Bu inançlar ve ameller, kendine inanan bütün insanları
kilise/cemaat diye isimlendirilen tek manevi bir toplum halinde bir araya getirir
(Durkheim, 2005: 67). Durkheim’in tanımındaki kilise/cemaat boyutu kutsal olan ve
olmayan ayrımından daha önemsiz değildir. Durkheim, dinin bireyleri nasıl bir
cemaat haline getirip arada tuttuğu sorunuyla yani dinin toplumsal işlevleriyle
ilgilenmektedir. Bu bakımdan din toplumsal bütünleşmenin en önemli unsurlarından
biri olarak iş görmektedir. Hatta denebilir ki, dinin en önemli boyutu topluluğu bir
arada tutmasıdır. Bu bakımdan Tanrı “toplumun simgesel ifadesi”, din ise “toplumun
kendisine tapınması”dır (Stark, 2005: 203).
29
David Hume ise dini, dinsel inanışlar ve dinsel uygulamaların bir toplamı; aynı
zamanda insan yaşamının karmaşık yapısını düzenleyen bir etken olarak
değerlendirmektedir. Hume’a göre din, yaşamla ilgili kaygıdan ve insan zihnini
işleten bitmek tükenmek bilmeyen umut ve korkudan doğmuştur (Hume, 1995: 38-
41). Bu bakımdan din, varoluşun temel problemleriyle de ilgilidir. Dini, varoluşun
temel problemleriyle ilişkilendirip varoluşu anlamlandırmanın bir yolu, dolayısıyla
bir anlam sistemi olarak görenler de vardır. Weberci ekolü takip edenler dini bir
anlam sistemi olarak ele almaktadırlar. Weber dini, insanoğlunun ölüm, hastalık,
doğal afetler gibi durumlarla karşı karşıya kaldıklarında kapıldıkları korku ve kaygıyı
ortadan kaldıracak; sadece duygusal değil bilişsel rahatlamasına sağlayacak şekilde
bir anlam problemi olarak ele almaktadır (Özay, 2006: 47). Bireyler sosyal eylemleri
için bilgi sağlamak açısından dine başvurular. Bu bakımdan din, geleneksel
toplumun dünya görüşüdür (Swatos ve Christiano, 2002: 100). Benzer şekilde
Clifford Geertz böyle bir tanımlama yapmaktadır. Geertz’e göre din; “(1) bir
semboller sistemidir ki, (2) insanlar için güçlü, kapsamlı ve uzun süre devam eden
ruh halleri ve güdülenmeleri tesis etmek üzere işler, (3) (bunu) genel bir varoluş
düzeninin kavramlarını formüle ederek ve (4) bu kavramları bir olgusallık havasıyla
(5) ruh halleri ve güdülenmelerin kendilerine özgü bir biçimde gerçekçi göründükleri
(bir havada yapar)” (Geertz, 2007: 177). Bu bakımdan din, yaşamın amacı, iyi bir
yaşamın nasıl olacağı, ölümün nasıl anlamlandırılması gerektiği sorularına verilmiş
bir yanıttır. Bu bakımdan din, hem varoluşun temel kavramlarını formüle eder, hem
de bireylerin karşılaştıkları sorunları anlamlandırmasına olanak sağlar. Dinin
Weberci tanımında din salt Tanrı fikri ile ilişkili olarak ele alınamaz. Din bir kutsal
düzen fikrini içermek zorundadır. Bu Bakımdan Berger’e göre din, kendisinde -insan
veya değil- bütün varlığı kapsayan bir kutsal düzen hususundaki beşer tavrıdır. Diğer
bir ifadeyle din, hem insanı aşan hem de içine alan bir düzene inanmaktır (Berger,
1999: s. 80).
30
Tillich dinin, “mutlak olana doğru yönelme” olduğu savunmaktadır (Tillich, 1973:
59). Bütün dinler, saygıyla karışık bir korku uyandıran bir dizi simgeyi içinde
barındırır. Bir dinsel inanışta tanrılara yer olmayabilir, ama korku ve hayranlık
uyandıran bir varlık veya nesne mutlaka vardır (Giddens, 2000a: 464).
31
zamanlar için geçerli bir din tanımı yapmak olanaksızdır; ii) din tanımlarının da bir
tarihi vardır ve bu tarihi bağlam içerisinde ele alınmalıdır; iii) inananların dini
anlayış biçimlerini ve din yorumlarını dışarıda bırakan bir din çözümlemesi
problemlidir. Bu noktanın altı çizilmelidir; çünkü din giderek bireylerin onu nasıl
anladıklarıyla ilgili hale gelmeye başlamaktadır. Bireyler, kendilerini büyük bir dinin
–örneğin İslam’ın- içinde görseler bile, kendilerini içinde gördükleri dinden
anladıkları giderek farklılaşmakta ve bireyselleşmektedir. Bu bakımdan, dinin
modernlik veya herhangi bir şey ile uyumu veya çatışması üzerine yapılan
çalışmalar, inanların dini nasıl yorumladıkları ve anladıklarından bağımsız ele
alınamaz. Modernlik ile çatışma veya uyum içerisinde olan şey dinin kendisi değil,
onun inananlar tarafından yorumlanma biçimidir. Bundan dolayı çalışmada, Gülen ve
onun fikirleri etrafında toplanan hareketin dini nasıl anladıkları ve yorumladıkları
sorunu ele alınmaktadır.
3. SEKÜLERİZM VE MODERNLİK
32
3.1. Rasyonalizasyon ve Sekülerleşme
33
edilemez tecrübesiyle bağlantılı olan kendi eylemsel ve kuramsal alanına dönmesine”
işaret etmektedir (Kippenberg, 2012: s. 126). Weberci gelenek içerisinde dinin,
kutsal düzen kavramına işaret eder biçimde kullanıldığı akılda tutulduğunda, büyü
bozumu sürecinin inancı büyü kapsamında tutmaya devam edebileceği, buna karşılık
dünya süreçlerinin büyüsel önemini yitireceği söylenebilir. Bu bakımdan, büyü
bozumu süreci dünyanın kutsal içeriğinden arınması anlamına gelmekte, din ise
tanrıya inanca yönelerek anlam daralması yaşamaktadır.
34
aşınmaya sebebiyet verdiğini savunmaktadır. Berger’e göre; modernleşme sürecinin
önemli parçası olan çoğulculuk, modern dünyada insan ve fikirlerin mobilizasyonunu
sağlayan başat dinamiklerinden birisidir. Çoğulculuk, modernleşme ve sekülerleşme
arasındaki ilişkiyi kavramaya olanak sağlayan temel değişkenlerin başında
gelmektedir. Ona göre modernitenin çoğulculuğa olan eğilimi dinin aşınmasına
sebebiyet vermektedir (Davie, 2007: 53). Berger’in bu çözümlemesinden hareketle,
hakikati tekelinde bulundurduğu iddia eden dinlerin, bu türden bir inhisarcı
pozisyondan çekilip, dinsel çoğulculuğu kabul etmelerinin sekülerleşme açısından
önemli bir nokta olduğu söylenebilir. Bu bakımdan dinsel çoğulculuk ve
farklılaşmayı sadece post-modernitenin bir getirisi olarak görmek yerine,
modernliğin bireyselleşme (subjectivism) eğiliminin bir sonucu olarak görmek daha
doğru bir yaklaşım olacaktır.
Dini, bir anlam sistemi ve kutsal düzen fikri olarak tanımlayan Weberci ekol,
rasyonalizasyon sürecinin dünyanın büyüsünün bozulmasına sebebiyet verdiği; büyü
bozumunun tanrı fikrinin yok olması anlamına gelmediği ancak dünya süreçlerinin
kutsal içeriğinden arındığı; bu bakımdan dinin giderek inanç alanıyla sınırlı hale
geldiği; dinin inhisarcı pozisyonundan geri çekilerek çoğulculuğu kabul etmek
zorunda kaldığı; rasyonalizasyonun sürecinin doğal bir sonucu olarak dinlerin dünya
dinleri içinde herhangi bir din olduğu düşüncesinin yerleştiği; bundan dolayı dinin
bireysel bir seçim konusu haline geldiği düşüncesi üzerine kuruludur. Bu bakımdan
yaygın olarak kabul edildiği biçimiyle, modernliğin kesinlikle dini ortadan kaldırmak
zorunda olmadığı, aksine büyü bozumu sürecinin özerk alanlar olarak dünyevi
düzenleri inşa ederken yeni dindarlık tipleri için itici bir güç oluşturduğunu; anlamın,
doğanın ve tarihin nesnel tarafından öznel inanç alanına doğru hareket ettiğini ve
kurumsal dinin yerine bireysel dindarlık biçimlerinin doğmasına sebebiyet verdiği
söylenebilir (Kippenberg, 2012: 139).
35
bir eylem sistemidir. Bu ritüeller, toplumun bir bütün olması ve dayanışmayı
sağlaması açısından işleve sahiptir. Durkheim’e göre, sanayi toplumun temel
karakteri olan işlevsel farklılaşmayla, eskiden dinin yerine getirdiği sağlık, eğitim
hizmetler devlet tarafından yerine getirilmekte ve bu durum kiliseye olan sadakatin
azalmasına sebebiyet vermektedir (Norris ve Inglehart, 2004: 9). Geleneksel toplum
ile modern toplum arasındaki farklılıkları çözümlemek için ikili bir model
geliştirenlerden birisi de Emile Durkheim’dir. Toplumları bir arada tutanın ne olduğu
sorusundan hareket eden Durkheim, iki dayanışma türü olduğunu belirtir: Mekanik
ve organik dayanışma. Mekanik dayanışma, toplumu oluşturan parçaların birbirine
özdeş olduğu, toplumsal işlevlerin göreli olarak farklılaşmadıkları geleneksel
toplumun özelliğidir. Bu türden geleneksel toplumlarda, dayanışma, grubun bütün
üyelerinin ortak inanç ve duygularına dayanır. Organik dayanışma ise, işbölümünün
geliştiği ve böylece bireysel farklılıkların ortaya çıkmış olduğu modern toplumlarda
görülür (Callinicos, 2004: 195). Mekanik dayanışmaya dayalı geleneksel toplumdan
modern topluma geçiş işlevsel farklılaşma ve bireyselleşmeyi beraberinde getirmiştir.
Bu bakımdan Durkheim’i ilgilendiren temel sorun bireylerin giderek daha özerk hale
gelirken topluma nasıl bağlanacağıdır. Bireyin öz çıkarı peşinden koştuğu ekonomik
düzende, toplumu birbirine bağlayacak normların olmaması (anomi) büyük bir sorun
teşkil etmektedir. Bu bakımdan Durkheim, mesleki işlevlerin birbirine yeterince
bağlı olduğu bir korporatist modeli zorunlu görmektedir (Parla, 2005: 81).
36
analizi bireysel inancın gerilmesi üzerine yoğunlaşırken; Dobbelaere, üç düzeyin
birbiriyle olan etkileşimine yoğunlaşmaktadır. Modern toplumda bireyler kendilerini
dindar olarak tanımlayabilirler. Kurumsal dinin diğer-alt sistemler üzerindeki
egemenliğini yitirmesi, bireysel düzey üzerinde de etkisini göstermektedir. Modern
toplumda, bireyler kendilerini dindar olarak tanımlamalarına rağmen; iktisadi, siyasi,
hukuki hayatlarını tanzim ederken, herhangi bir dini otoritenin ilgili konu hakkındaki
beklentilerini dikkate almaksızın eylemde bulunuyorsa orada sekülerlik söz
konusudur. Bireysel sekülerleşme, (kurumsal) dini otoritenin her bir bireyin sahip
olduğu inançlar, ibadetler ve ahlak ilkeleri üzerindeki hakimiyetinin kaybolması
anlamına gelmektedir (Dobbelaere, 2012: 21). Bu tanım, dinin çöküşü anlamına
gelmez. Birey gündelik hayatını tanzim ederken dinsel metinlere ve dine de
başvurabilir. Ancak, dinin kendi hayatı hakkında ne söylediğini, varsa dini metnin
nasıl anlaşılması gerektiği konusunda kurumsal dini otoriteye değil, kendi aklına
başvurur. Buradan şu sonucu çıkarmak mümkündür: Bireysel dindarlığın
sürmesinden, sekülerliğin çöktüğü sonucu çıkarılamaz. Aksine, bireysel dindarlıktaki
artış, toplumun tamamının üzerinde mutabakata vardığı bir din anlayışının çöküşü
anlamına gelmektedir. Bireysel dindarlıktaki artış, aynı dine mensup insanların bile
ortak bir din tanımına ulaşmalarına engel olmakta ve dinin özelleşmesine olanak
sağlamaktadır.
37
üretebildiği ve onunla eklemlenebildiği ölçüde var olmaktadır. Bu durum, dinin
bütüncül (holistic) bakışının ve dinin dogmatik tutarlılığının parçalanmasına
sebebiyet vermektedir. Modern toplumun sorunlarına yanıt verme arayışı, dinin
modern değerler tarafından belirlenmesi sürecini hızlandırmakta ve dinin iç
dünyevileşmesine (internal secularization) sebebiyet vermektedir (Mert, 1997: 92).
Bundan dolayı, dünyevileşme sürecine sadece dinlere dışsal bir süreç olarak okumak
doğru değildir. Dünyevileşme, modern toplumun sorularına yanıt üretme ve modern
toplumda varılabilmek için dinin içinden de gelmektedir. Bu toplumsal aktörlerinin
eylem ve amaçlarının öngörülmemiş sonucu da olabilir. Diğer bir ifade ile dinsel
aktörler modern toplumun ortaya çıkardığı sorunlarla mücadele ederken
dünyevileşme amacı taşımayabilir, çoğu zaman da taşımazlar. Buna karşın, modern
değerlere yanıt verme arayışı, dinsel öğretinin modern paradigmalarla kuşatılmasına
sebebiyet vermektedir (Mert, 1997: 96).
38
ekonomik ortam olmaksızın siyasal araçlarla inşa edilmeye çalışılmıştır. Bu inşa
süreci belli toplumsal gruplar arasında kabul görmekle birlikte, kendi diyalektik
karşıtını da üretmiştir. Bu bakımdan, sekülerleşmesinin siyasal aktörler eliyle
gerçekleştiği ama sekülerleşmeye “uygun” sosyo-ekonomik ortamın bulunmadığı
ülkelerde siyasal ve kamusal alan dinsellik ve laiklik gibi kavramların diyalektik
karşıtlığı üzerinden şekillenmiştir. Bu türden süreçlerde, seküler politik elit ile belirli
dinsel gruplar arasında siyasal gerilim ve çatışmaların yaşandığını söylemek
mümkündür. Buna karşın bu gerilim ve çatışmalar da, dinsel olanın dönüşümüne
katkı sağlamıştır. Diğer bir ifade ile dinin seküler ile mücadelesi dinin de
dönüşümünün aracı olmuştur. Sekülerliğe giden farklı güzergahların olduğu, "Batı-
dışı" sekülerliklerin tutarlılık ve kusurlarının evrensel olduğu varsayılan "Batı"
modeline göre değerlendirilmesinin mümkün olmadığı ifade edilmelidir (Göle, 2011:
163). Bu türden bir yaklaşım sekülerliğin salt sosyolojik dönüşümün bir ürünü olarak
görülemeyeceğini ve sekülerliği anlamak için evrensel bir model yerine siyasal
süreçleri de dikkate alan yerel modeller geliştirmenin gerekliliğini ortaya
koymaktadır. Ancak yerel siyasal süreçleri dikkate alan bu türden tartışmaların,
özcülüğe yakalanma riski de söz konusudur. Nitekim sekülerleşme söz konusu
olduğunda İslam’ın buna müsaade etmeyeceğine ve sekülerleşmenin İslam
toplumlarında ne türden sosyolojik değişimler yaşanırsa yaşansın görülmeyeceğine
ilişkin özcü analizler de söz konusudur.
39
siyasal süreçlerin dışına çıkararak salt dine ilişkin bir tartışmaya indirgemelerdir.
Diğer taraftan bu bakış açısı dinlerin yaşayan ve değişime açık yönlerinin olduğunu
ihmal etmekte ve dini salt dogma ile ilişkilendirmektedir. Herhangi bir dinin özünün
sekülerliğe müsaade etmediğini ifade etmek, örtük olarak dinin varılmak için
modernliği ortadan kaldırması gerektiğini varsaymaktır. Oysa dinler tarihsel süreç
içinde çeşitli değişimler yaşamaktadırlar. Bu değişim ve koşullara ayak uydurma
dinlerin ayakta kalmasını sağlayan temel unsurdur. Diğer taraftan Hıristiyanlık ve
İslam farkına aşırı vurgu yapan bu türden tezlerin, “Hıristiyan” olarak nitelenen
toplumların neden en başından beri seküler bir dünya içerisinde yaşamadıklarını
açıklamaları gerekmektedir. Bu türden çalışmalarda, sekülerliğin modernliğin bir
sonucu olduğu ifade edilmesine rağmen, tartışma sosyolojik alandan dinsel alana
kaymakta ve Hıristiyanlığın özünün sekülerliğe izin verdiği ifade edilmektedir. Buna
karşın sekülerliğin bu türden çalışmaların “Hıristiyan toplumlar” olarak nitelediği
toplumlarda öncelikle ortaya çıkması, modernlik dediğimiz kapsamlı sosyolojik
dönüşüm öncelikle bu türden ülkelerde yaşanmasıyla ilgilidir.
40
düsturunun sekülerleşmeye başından olanak sağladığı iddiası da problemlidir.
Sonuçta, Sezar'ın hakkını da veren teolojik bir düsturdur. Oysa sekülerleşme teolojik
temelli siyasal görüşün yerine, halk egemenliğine dayalı seküler bir temel
oluşturmuştur. Egemenin hakkı teolojiden kaynaklanan bir hak değil, dünyevi
kaynakları olan bir haktır. Bu bakımdan, Sezar ve Tanrı'nın hakkı arasında bir tür
ayrım yapılması, tek başına Hıristiyanlığın sekülerlikle uyumunu açıklamaz.
Sekülerliğin oluşumunu tarihsel bir perspektif içinde kavramak gerekmektedir. Dinin
içinde sekülerlikle uyumlu öğeler belirli tarihsel süreçlerin sonucunda oluşmuştur.
Bu bakımdan sekülerleşme sürecini anlamak için dini reforma zorlayan dışsal
faktörlerin de göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Hıristiyanlık da dini bir
inanç olarak modern değerlerle çatışma içinde şekillenmiş, modern toplumsal
koşullara ayak uydurmak için kendisini dönüştürmek durumunda kalmıştır. Bu
bakımdan sekülerleşme sürecini anlamak için iki din arasındaki özsel farklılıklara
yoğunlaşmak tek başına anlam ifade etmez. Üstelik Hıristiyanlığın açık siyasal
düsturlarının olmadığını söylemek de doğru değildir. Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya,
Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek ifadesi de teolojik temelli bir siyasal düsturdur ve
buradan hareketle Hıristiyanlığın bütüncül olmayan bir perspektifi olmadığını
söyleyemeyiz. Modern toplumun gelişimine uygun sosyo-ekonomik ortamın
"Hıristiyan" toplumlarda ortaya çıkması, bu dinin modernlikten daha erken
etkilenmesine sebebiyet vermiştir. Hıristiyanlığın yaygın din olduğu ülkeler arsında
da modernlik ve sekülerliğin etkilerine maruz kalma düzeyi farklılıklar
göstermektedir. Hıristiyan ülkelerde modernlik ve sekülerliğe giden farklı patikalar
da söz konusudur. Bu bakımdan Hıristiyanlık ve İslamiyetin sekülerleşme
konusundaki farklılıklarını teolojik merkezli bir okumadan hareketle anlamak yerine,
toplumsal-siyasal örgütlenmenin biçimi, sosyo-ekonomik yapı gibi parametrelerden
anlamak gerekmektedir. İslam ve Hıristiyanlık modernliğin etkilerine maruz
kalmaktadırlar ama eşit olmayan ölçülerde. Bu durumda, farklı ülkelerdeki sosyo-
ekonomik durum ve tarihsel deneyim farklılığından kaynaklanmaktadır (Mert, 1997:
93). Bu dinlerin içinde de sekülerliğe giden farklı patikalar söz konusu olmalarına
rağmen; sonuçta iki din de sekülerliğin etkilerine maruz kalmaktadır.
41
3.4. Sekülerliğin Krizi mi? Rasyonel Seçim ve Dini Pazar Teorisi
Rasyonel seçim kuramının temel öncüllerinden birisi ise devletin herhangi bir
din ile bütünleşmediği ve dinler karşısında tarafsız tutum takındığı laik bir devlet
düzeni veri kabul etmesidir. Rekabet ancak devletin farklı dinler karşısında tarafsız
pozisyon takınması ile mümkün olabilir. Bu teoriye göre, devletin dinler karşısında
tarafsız pozisyon takınması aynı zamanda dinlerin de lehinedir. Dinin devlet ile
bütünleşmesi, onun topluma yayılmasına engel oluşturabiliyor. Bu bakımdan Stark,
Hıristiyanlığın Roma’nın resmi dini olarak kabul edilmesinin onun topluma
yayılmasının önünde engel teşkil ettiğini savunmaktadır (Stark, 2002: 53).
42
Dini pazar teorisi, sekülerleşme teorilerine alternatif olarak ortaya atılmış bir
teoridir. Bu teorinin öncüllerinden birisi de, dinin bireysel düzlemde gerilemediği
tezidir. Bu bakımdan rasyonel seçim üzerine kurulu dini pazar teorisinin temel
problemlerinden birisi kurumsal dini otoritenin gerilemesi bağlamında sekülerlik
teorilerini görmezden gelmeleridir. Bu bakımdan toplum modernleştikçe dinin
bireysel düzlemde de etkisini yitireceğini varsayan sekülerleşme tezi dışındaki
sekülerleşme kuramları görmezden gelinmektedir (Bkz. Stark, 2002: 33-74; Stark,
2005). Oysa yukarıda da ifade edildiği gibi sekülerleşme tezleri modernitenin
akılcılık ve bireyselleşme eğiliminin kurumsal dinin gerilemesine sebebiyet vereceği
ve dinin özelleşeceği varsayımına dayanmaktadır. Bu bakımdan sekülerleşme
dinsizleşme değil; dinin otoritenin etkisini yitirmesi anlamına gelmektedir. Diğer
taraftan bu kuram, devletin dinler karşısında tarafsız pozisyon takıldığı laik
devletlerin varlığını zorunlu kılmaktadır. Bu bakımdan kuramın ABD deneyimini
bağlamından kopartarak genelleştirme tehlikesi söz konusudur. Bu teorinin bir diğer
sorunlu yanı ise, bireylerin varoluş problemleri karşısında dini telafi
mekanizmalarına yöneleceği varsayımıdır. Kuram, dine talep konusunda neredeyse
hiçbir sıkıntı olmadığı ve temel sorunun dini arzı zorlaştıran dini devletler olduğu
varsayımına dayanmasıdır. Bireyler neden zorunlu olarak dini telafi mekanizmalarını
talep etsinler? Davie’nin de ifade ettiği gibi bu teori dindar olmayı insan olmanın
parçası saymaktadır (Davie, 2001: 103). Bu bakımdan herhangi bir dine mensup
olmayan bireyleri nereye konumlayacağız? Kuram, dinin bir seçim meselesi
olduğunu da savunmaktadır. Burada iki türlü bir sorun söz konusudur. İlk olarak
ABD’de bile bütün dindarlar dinlerini seçmemekte, içine doğmaktadır. Bu kurama
göre bireylerin, içine doğduğu dinleri maliyet hesabına uygun olanla değiştirmesi
gerekmektedir. Din değiştirme söz konusu olmakla birlikte, bu oran çok yüksek
midir? Diğer bir sorun ise, seçim yapabileceğim bir şey benim için neden bu kadar
önemli olsun? Başka bir din ile değiştirebileceğim bir din benim için vazgeçilmez
değildir. Bu bakımdan farklı dinler arasında seçim üzerine kurulu bu teori, sekülerlik
teorilerine alternatif olarak geliştirilmesine rağmen, dini bir seçim meselesi olarak
kavraması dinin öneminin azaldığını göstermesi bakımından sekülerlik teorilerini
desteklemektedir. Nitekim dinin seçilebilir hale gelmesi modernliğin bireyselleşme
43
ve akılcılaşma eğilimiyle ilgili ve sekülerleşmenin kanıtlarından birisidir.
Sekülerleşme teorilerinin iddialarından birisi, modernitenin özgürlük, bireyselleşme
ve çoğulculuk eğiliminin dinin özelleşmesi ve kişisel bir tercih meselesi haline
geleceğidir (Kirman, 2005: 122).
Peter Berger’e göre dünya bugün, bazı istisnalar hariç, olabildiğince dini bir
dönem yaşamaktadır. Bu da 1950-60’larda tarihçi ve sosyal bilimciler tarafından
yazılan ve sekülerleşme teorisi seklinde isimlendirilen literatürün yanlış olduğunu
gösterir (Berger, 2002a: 13). Modern dünya dinin yok olması anlamında
sekülerleşmiş bir dünya olarak kabul edilmese de, modernleşme dini belirli
dönüşümler geçirmek zorunda bırakır. Berger, modernleşme sürecinde dinin
reddetme ve adapte olma gibi iki alternatifi olduğunu ifade etmesine karşın,
modernleşmenin dini adapte olmaya zorladığını sonucuna varır. Şöyle ki; dinin
yükselişinin modern değerlerin ilgasıyla sonuçlanmayacağını düşünür. Ona göre,
modern değerleri teorik olarak reddetmek mümkün olmakla birlikte; bu reddi
insanların hayatlarına ölçü yapmak çok zordur. Bunu yapmak için birisinin toplumun
tamamını ele geçirmesi ve “modern”e karşı dini herkes için zorunlu hale getirmesi
gerekir. Bu bakımdan, dünyanın değişik bölgelerinde ortaya çıkan fundamentalist
hareketlerin başarılı olma şansı yoktur. Çünkü kültürler arası iletişimde önemli
atılımlarla heterojen toplumlar ortaya çıkaran ve dinin inhisarını değil de
çoğulculuğu yeğleyen modernleşme buna müsaade etmez (Berger, 2002a: 15).
Berger, Avrupa’da dini tanımlayan şeyin sekülerleşme değil, “kurumsal dinden
kaçış” olduğunu savunmaktadır (Berger, 2002a: 22).
44
selamet için Tanrıya mı yöneldikleri sorusuna yanıt vermek gerekmektedir.
Modernleşen Müslümanlar modern dünyaya adapte olmakta ve din onlar için
kapsamlı bir doktrin olmaktan çıkmaktadır. Bu çalışmanın Gülen Hareketi örneğinde
göstermeye çalıştığı da, modernleşen ülkelerde yaşayan Müslümanların toplumsal
konumları ve sınıfsal yapılarından hareketle kapsayıcı olmayan bir din anlayışına
yöneldikleridir.
45
Weber’in öncülüğünü yaptığı sekülerleşme teorisi rasyonelleşme sürecinin
dinin gerilemesi anlamına geleceğini varsaymaktadır. Dini bireyin varoluşsal
sorunlarına verdiği bir yanıt olarak ele alan bu teoriler, bireysel dinin varlığını
koruması bakımından geçerli değil diye düşünülebilir. Ancak böyle bir sonuç için
aceleci olmamak gerekmektedir. Weberci analize göre geleneksel toplum dinin
yapılandırdığı toplumdur. Modernlikle birlikte kurumlar rasyonel esaslar
çerçevesinde yeniden yapılandırılmaktadır. Bu bakımdan geleneksel toplumda dinsel
esasa göre örgütlenmiş kurum ve yapılar yerini rasyonel kurum ve yapılara
bırakmaktadır. Bu bakımdan, din bireylerin zihinlerinde varlığını koruyor olmasına
rağmen, dinin holistik (bütüncül) yapısı için aynı şeyi söylemek söz konusu değildir.
Çünkü dünya bir bütün olarak bilinmez değildir. Din bireylerin zihinlerinde bile
bilimin şuan için yanıt veremediği konular hakkında referans çerçevesini
oluşturmaktadır. Dolayısıyla geleneksel toplumda hayatın neredeyse bütün veçheleri
hakkında söz söyleyen din, giderek ölüm gibi olgularla sınırlı hale gelmektedir.
Diğer bir ifade ile rasyonalizasyon süreci sonucunda, birçok kurum ve yapının
rasyonel ilkeler çerçevesinde yeniden yapılanması geleneksel dinin holistik yapısını
dağıtmaktadır.
46
4. LAİKLİK
47
içerisinde bir arada yaşamasını sağlayacak bir ilke biçiminde tanımlamak, yasa
yapım sürecinde dine referans vermeyi yine de dışlamaktadır. Burada amaç dinlerin
barış içerisinde bir arada yaşaması ve bireyin baskı altına alınmaması olmakla
birlikte, bu toplumsal barış ancak devletin yasa yapım sürecinde inançlara ve dinlere
referans vermemesiyle sağlanabilir. Bu bakımdan yasa yapım sürecinde dinin
dışarıda tutulması devletin farklı dinler karşısındaki tarafsızlığının gereğidir. Modern
siyasal alan rasyonel tartışma zeminidir. Kamusal alan, toplumun tüm bireylerini
ilgilendiren meselelerin rasyonel ilkeler çerçevesinde tartışılması ve bu bakımdan
dinlerin dışlanması anlamına gelmektedir. Özellikle, küreselleşme sürecinde İslam’ın
Avrupa’da giderek görünür olması ve Müslümanların kendi inançlarını kamusal
alanda sergilemeye başlamaları, kamusal tartışmalarda dinsel önerilerde bulunulduğu
gözlemlenmektedir.
48
mensuplarınca tartışılmayı ve eleştirilmeyi kabul ettiği ölçüde kamusal tartışmaya
dahil olabilir. Bu kamusal tartışmaya katılmanın ön koşuldur. Diğer taraftan kamusal
tartışmaya dahil olan bir dinsel öneri, rasyonel tartışma sonucunda kabul edilir ve
yasalaştırılırsa, devletin dinler karşısındaki tarafsızlığı zedelenmiş olur mu? Böyle
bir öneri rasyonel ilkelerle uzlaştığından kabul edilmiş olacağından, bu önerinin
yasalaşmasının devletin dinler karşısındaki tarafsızlığı ile çeliştiği iddia edilmez;
çünkü o öneri artık sadece dinsel bir öneri değildir, aynı zamanda aklın kabul
edebileceği rasyonel bir öneri haline gelmiştir ve yasalaşması sorun teşkil etmez.
Devletin dinler karşısındaki tarafsızlığını asıl ihlal edecek olan, herhangi bir dinsel
önerinin rasyonel çerçevede tartışmasını yasaklamak, buna karşın o dinsel emri
yasalaştırmaktadır.
49
karşı, dinin modern toplumsal koşullar içerisinde dönüşerek varlığını sürdürdüğünü
iddia etmektedir.
50
İslam’la modernliğin temel kavramları arasında bir örtüşme olduğunu
savunmaktadır.
51
içermektedir. Neo-liberal ekonomi politikaları meşruluğunu, devletin kaynak
dağılımına müdahalesinin ve piyasada üretim yapmasının kaynakların israfına yol
açtığı, bu müdahalenin hantal bir bürokrasinin oluşmasına sebebiyet verdiği, devletin
yoksulları finanse etmesinin ataleti beslediği ve bunun refah yaratılmasına engel
olduğu, devletin kaynakları dağıtımının veya yoksulları finanse etmesinin, bireyin
yarattığı kaynağı bireyin rızası dışında bir alana aktarıldığı için bireysel özgürlüğe
darbe vurduğu gibi iddialara dayandırmaktadır (Bkz. Hayek, 1995). Neo-liberalizm
kendi kendini düzenleyen piyasa mitinden hareket etmektedir. Hayek gibi
düşünürler, örgütlü düzen ile kendiliğinden düzen arasında bir karşıtlık kurmakta ve
piyasanın üzerinde kimsenin maksadının olmadığı bir süreç içerisinde kendiliğinden
ortaya çıktığını iddia etmektedir. Bu bakımdan piyasa ile devlet arasında keskin bir
karşıtlık kurulmaktadır. Diğer taraftan piyasanın kuralları herkes için geçerli
olduğundan, sonuçların adaletsiz olduğunun söylenemeyeceği ifade edilmektedir. Bu
bakımdan neo-liberaller için önemli olan “oyunun” sonuçları değil, oyunun
kurallarıdır (İnsel, 2005: 230). Bu bakımdan sosyo-ekonomik bakımdan kötü
durumda olanların ya oyunu kötü oynadıkları için ya da şansları yaver gitmediği için
kaybettikleri iddia edilmektedir. Buna karşılık piyasanın ortaya çıkması ancak devlet
müdahalesi ile mümkün olabilmiştir (Polanyi, 2006: 213). Teorik olarak devlet
müdahalesi ile piyasa arasında keskin bir karşıtlık kurulmasına rağmen, neo-liberal
dönemde devlet müdahalesi sadece ekonomiyi düzenlemekle sınırlı kalmamıştır.
Yeni sağ, ekonomik olarak devleti sadece düzenleyici bir güç olarak
düşünmesine karşılık, siyasal ve özel alanın devletin kontrolünde tutulduğu bir dizi
politikayı da devreye sokmuştur. Özellikle kürtajın yasaklanması, sınırlayıcı alkol
düzenlemeleri, boşanmanın zorlaştırılması gibi bir dizi yasakla özel alan tanzim
edilmeye çalışılmaktadır. Devletin daha önce sosyal hak kavramı çerçevesinde
yurttaşlara sağladığı bir dizi yardımın ise, Avrupa’da sosyal sorumluluk, Türkiye’de
hayırseverlik politikaları adı altında devlet dışı kurumlarla yürütülmesi sağlanmaya
çalışılmaktadır. Bireylerin piyasanın yarattığı güvencesizlik, yoksulluk, ekonomik
sorunlar karşısında yalnız başına kalma gibi sorunlarla baş etmesini sağlamak ve bu
sorunların sosyal patlamalara sebebiyet vermesini engellemek için, yeni sağ
52
tarafından aile, cemaat, hemşehrilik gibi kurum ve kavramların dolaşıma sokulduğu
ve desteklendiği görülmektedir. Sosyal devletin tasfiyesinin ortaya çıkardığı sosyal
sorunlar karşısında bireylerin yeni türden korunma mekanizmaları geliştirdiği
görülmektedir. Aile, dinsel cemaatler ve etnik kimlik üzerinden dayanışma esaslı
derneklerin sayısında 1980 sonrası süreçte hızlı bir artış görülmüştür. Bu bakımdan,
dinsel cemaatlerin sayısının artmasının neo-liberal politikaların sonuçları ile
doğrudan ilgisi söz konusudur. Buradan alarak, dinsel cemaatlerdeki artışın, sadece
dinsel faktörlerden değil, neo-liberal ortamın ortaya çıkardığı ekonomik faktörlerin
etkisinde ortaya çıktığı söylenebilir.
53
saikelerle teşvik edilmemektedir. Aile ve cemaat sosyal patlamalara karşı etkili
tampon mekanizmalar olarak iş görmektedir. Bu bakımdan Davie, sosyal bilimcilerin
önde gelen vazifesinin kamusal dinin modern demokratik şekillerini keşfetmek ve
desteklemek olduğunu ifade etmektedir (Davie, 2001: 104). Peter Clarke ise, dinin
ılımlı biçimlerinin sosyal sermayenin üretilmesinde, toplum yanlısı davranışların
teşvik edilmesinde ve suça karşı maddi ve sosyal olarak en korumasız olanların
korunmasında özellikle yararlı görülmeye başlandığını ifade etmektedir. (Clarke,
2012: 36).
54
demokrasinin yeniden dirilişi olarak düşünülen üçüncü yol politikaları solun
eşitsizlikleri aşmaya yönelik politikalarının eleştirisi üzerine kurulmuştur. Sosyal
demokrasi eşitlik ve özgürlük arasında liberallerin kurduğu gerilimi aşmaya
yönelirken, üçüncü yol eşitlik ve özgürlük arasındaki gerilimin var olduğundan
hareket etmektedir (Giddens, 2000c: 26). Bu bağlamıyla Giddens, sosyal
demokrasinin eşitsizliğe bakışını değiştirmesi gerektiğini, eşitsizliği aşmaya yönelik
klasik sosyal demokrat politikalardan, örneğin yüksek gelir vergisi, refah devleti ve
haklara bakışını değiştirmesi gerektiğini savunmaktadır (Giddens 2000c: 25-29).
Giddens’in sosyal demokrasiye yönelik eleştirilerinde, neo-liberal sağın temel
argümanlarının merkeze aldığı belirtilmelidir. Giddens, neo-liberallerin, devletçiliğin
atalet, hantal bürokrasi, siyasi patronaj, rant peşinde koşma gibi birçok problemi
beraberinde getirdiğine yönelik iddialarından hareketle sosyal demokrasi
eleştirilmektedir. Bu anlamda üçüncü yolun sosyal demokrasinin yeniden diriltilmesi
mi yoksa sosyal demokrasinin neo-liberalleşmesi mi olduğu muğlaktır.
55
kapitalizminin sermaye birikimine yönelik dinamikleriyle belirlenmesi olarak
tanımlanabilir (Yeldan, 2012: 13). Ancak, küreselleşme basit bir biçimde sermayenin
uluslararası ölçekte akışkanlık kazanması olarak açıklanamaz. Küreselleşme
sürecinde sermayenin yayılmasıyla sermaye, devletler arası bir sistem mantığının
yerine, ulus ötesi bir ağ mantığı koyma eğilimidir. Kapitalizmin evrensel yayılışının
ifadesi olarak küreselleşme, aynı zamanda ve her şeyden önce, dünya çapında
sermaye birikimine engel teşkil eden fiziksel ve hukuki sınırları sarma, delme ve
sonunda yok etme sürecidir (Adda, 2003: 9-10). Küresel dönüşümler çağının ve ağ
toplumunun temel belirleyici maddi altyapısını, ikinci dünya savaşından itibaren
genişleyen Keynesyen ekonomi politikalarının etkisini yitirmesi, devletçi
politikaların ve kapitalizmin krizi, insanın maddi dünyayı dönüştürmeye ve
denetlemeye yarayan teknolojik yenilikler, enformasyon teknolojileri devrimi,
iletişim ve ulaşım olanaklarındaki muazzam artış ve 68 sonrası toplumsal, siyasal
dönüşümler içerinde ortaya çıkan ve küresel ölçekte yaygınlaşan toplumsal
hareketler oluşturmaktadır (Castells, 2007: 486). Küreselleşme sürecinin önemli bir
dinamiğini de, bilginin küresel ölçekte yayılımı sağlayan teknolojik olanakların
ortaya çıkmasıdır. İletişim teknolojisi sayesinde bilgi sınırlı bir mekanda
dolaşmaktan kurtularak küresel ölçekte dolaşıma girmektedir. Bilginin küresel
ölçekte dolaşımı, kültürel, siyasal ve dinsel formların dönüşümüne olanak
sağlamaktadır.
56
kurallarına göre yeniden düzenlemek durumunda kalmaktadırlar. Küreselleşme
süreci siyasal olarak, belirli bir toprak parçası üzerinde güç kullanma tekeline sahip
hükümran ulus-devletlerin, sermayenin küresel ölçekte yayılımın zorunlu sonucu
olarak yetkilerinin bir kısmını ulus-üstü ve ulus-altı kurumlara devretmesi anlamına
gelmektedir. Bu bakımdan yerelleşme küreselleşme sürecine eşlik etmektedir.
57
kendisini değişime karşı koruyacak, kendisini güvende hissedebileceği bir yer
arayışındadır. Küreselleşmenin diyalektiğinin dinler üzerindeki etkisini de şu
bakımlardan görmek mümkündür: Bireyler bir taraftan değişen koşullara ayak
uydurmak için dini küresel değerlerle uyumlu bir biçimde yeniden yorumlarken,
diğer taraftan, “şimdicilik” ile yönetilen bir dünyada kendilerini huzurlu hissetmek
için dinin vaat ettiği değişmemezciliğe sarılmaktadır (Göle, 2012: 30). Küreselleşme
süreciyle bilgi teknolojisinde yaşanan yoğun değişim, bireylerin hem kendi dinleri,
hem de başka dinler ile ilgili bilgi toplamasına olanak sağlamaktadır. Bu bakımdan,
iletişim devrimi dini bilginin demokratikleşmesine ve kolay ulaşılabilir olmasına
olanak sağlamaktadır (Clarke, 2012: 34). Küreselleşme ve neo-liberalizm kavramları
birlikte düşünüldüğünde ilk bakışta birbiriyle çelişkili görülebilecek iki olguyla karşı
karşıya kaldığımız düşünülebilir. 1. Neo-liberalizmin yarattığı ekonomik ortam,
dinsel cemaatlerin sayısında hızlı bir artışa sebebiyet vermektedir. 2.
Küreselleşmenin sağladığı olanaklar dini bilginin çoğulculaşması ve
demokratikleşmesine, bu bakımdan bireylerin dini konular üzerinde kendi akılları ile
düşünmesine olanak sağlamaktadır. Birbiriyle çelişkili gibi görünen iki eğilim
açısından şu söylenebilir: Cemaatler, artık bireylerin mutlak itaatini isteyen salt dini
yapılar olarak değerlendirilemez. Bunun yerine, bireyin kendi olarak var olmasına
olanak sağlamak durumundadır. Bir cemaatle ilişkiye girmek, ekonomik olarak
rasyonel görülebilir. Cemaatlerin sayısındaki artış, dini bilginin çoğulculaşmasının
işareti olarak da okunabilir.
58
İKİNCİ BÖLÜM
5
Gülen Hareketinin Nurcu hareketle ilişkisinin kalmadığı iddiaları sıklıkla dillendirilmektedir. Buna
karşın, Gülen metinlerinde Nursi’ye atıflar yapmaya devam etmektedir. Benzer bir biçimde Gülen’in
takipçileri Nursi’yi de takip ettiklerini ifade etmektedir. Buna karşın, Nurculuk bir metin hareketi
olmasına rağmen, Gülen Hareketi, metinlerden ziyade Gülen’in fikirleriyle hareket etmektedir. Diğer
taraftan Gülen Hareketinin küresel ölçekte yayılmış ağları bulunmaktadır. Süreç içerisinde Gülen’in
metinlerinde Nursi’ye ilişkin referanslarda bir değişim olmuştur. Buna karşın, Nurculuk denince
birçok insanın aklına Gülen hareketi gelmektedir. Diğer taraftan hareket, Nurculuk aralarında kurulan
bu ilişkiden rahatsız olmamaktadır. Bu itibarla aralarında ciddi farklılıklar olmasına rağmen,
Gülenciliğin Nurculukla halen bağları bulunmaktadır ve kendilerini Nurcu olarak tanımlamaktadır.
Ancak, Said-i Nursi ile Gülen arasındaki fikri ayrım noktalarını inceleyecek ciddi çalışmalara ihtiyaç
vardır. Bu çalışmada Gülen Hareketinin Nurcu akımların bir parçası olarak ele alınması, hareket
mensuplarının kendilerini bu çizgide görmesi ve Gülen’in Nurculukla ilişkili olduğunun yaygın kabul
görmesindendir.
60
yılına gelindiğinde Türkiye’de nüfusun % 82’si kırda yaşamaktadır. Bu bakımdan
Nursi’nin modernliğin eğilimleri üzerinden okumalar yaptığını söylemek
gerekmektedir.
61
oranında hızlı bir artış yaşanmıştır. Diğer taraftan özellikle hizmet sektöründe
istihdam edilen eğitimli, özerkliğine düşkün ama dindar yeni bir orta sınıf
doğmuştur. Bu sınıfın temel özelliği eğitim yolu ile kariyer yapmaya çalışması,
özerkliğine düşkünlüğü ve dini değerler ile modern değerler arasında bir tür uyum
aramasıdır.
62
olduğu liberalleşme döneminin temel nedenini 28 Şubat’a daraltması bir eksikliktir.
Gülen hareketinin daha liberal bir noktaya evriminde 28 Şubat sürecinin etkisinin
olduğu yadsınamaz bir gerçeklik olmasına rağmen, asıl gerekçe Türkiye’de ortaya
çıkan yeni orta sınıfın liberalleşme talebidir. Gülen’in bu birçok alanda yaşadığı fikri
dönüşüm 1990’ların ilk yarısına tekabül etmektedir. Bu bakımdan 1994 yılında
özellikle Gülen’in fikirlerini ülkeye anlatacak ve farklı toplumsal kesimlerle teması
sağlayacak bir yapı olarak GYV kurulmuştur.
63
katılması konusunda davetkar olmaktadır. Bireylerdeki çalışma azmini artırıcı bu
türden bir yorum İslam’da aklın konumu, kader ve irade konusunu yeniden
yorumlamayı zorunlu kılmaktadır. Bu bakımdan Gülen hareketinin sosyolojik tabanı
İslam geleneği içerisinde “akılcı” ekollerin metinlerine dönmeyi zorunlu kılmıştır.
6
Bir kısım İslam tarihçisi Osmanlı medreselerinde Maturidilik ve Mutezile’nin değil, Eşariliğin
yaygın olarak okutulduğunu iddia etmektedir. Örneğin Süleyman Uludağ, Osmanlı medreselerinde
sadece Eşariliğe ilişkin metinlerin okutulduğunu savunmaktadır. Buna karşın Şamil Öcal Osmanlı
medreselerinde Eşariliğe ilişkin metinlerin okutulmasının Osmanlıların Eşariliği benimsediği
anlamına gelmediğini savunmaktadır. Yine de Maturidiliğe ilişkin metinlerin Türkçe’ye çok geç
tercüme edildiğini eklemektedir (Bkz. Öcal, 1999: 226). Yine Maturidilik ve Selçuklular arasındaki
ilişki de tartışmalıdır. George F. Hourani Eşariliğin Selçuklu’da egemen olup oradan tüm Akdeniz
İslam ülkelerine yayıldığını iddia etmesine karşın; Ahmet Ak, Maturidiliğin Selçuklular dönemindeki
alimler tarafından Ehl-i Sünnetin temsilcisi olarak gördüklerini savunmaktadır. Ancak, o da,
Tükiye’de Hanefilik yaygın olarak bilinmesine rağmen Maturidinin görüşlerinin yeterince
bilinmediğini ifade etmektedir ki, bu da Maturidiliğe ilişkin son zamanlarda artan ilginin sosyolojik
bir zeminin olduğunun kanıtı olarak değerlendirilebilir (Bkz. Hourani, 2003: 366; Ak, 2010: 224-227).
Fazlur Rahman’da, Eşariliğin Selçuklu veziri Nizâmü-l Mülk ve Gazali sayesinde doğuda yayıldığını
ve itibar kazandığını savunmaktadır (Rahman, 1981: 118).
64
yapıldıktan sonra akıl-nakil konusunda İslam geleneği içerisindeki farklı itikadi
akımların fikirlerine kısaca göz atmak ve Gülen’in bu akımlarla ilişkisini tespit
etmek yerinde olacaktır.
1.1 Mutezile
65
bağlayan Mutezile akımı iddialarını şu ayetlere dayandırmaktaydı: “Şüphesiz ki
Allah zerre kadar haksızlık etmez. En ufak bir iyilik onun sevabını kat kat artırır
(Nisa/40). Allah onlara zulmediyor değildi, fakat onlar kendi kendilerine
zulmediyorlardı (Tevbe/70). Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şeyle zulmetmez,
fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler (Yunus/44)” (Çubukçu, 1964: 53).
Allah’ın adaleti üzerinden irade hürriyetini temellendiren Mutezile, özellikle Sünni
gruplar tarafından Allah’ı kayıt altına almakla suçlandılar. Bunun yerine Sünni
eğilim, Allah’ın beşeri adalet telakkilerinin üstünde olduğu ve insanın adil olarak
varsaydığı şeyin, Allah’ın gözünde adalet olmadığını savundular (Rahman, 1981:
131-132). Ancak, Mutezile’nin Allah’ın adaleti tartışmasında, Allah’ı adaletle kayıt
altına alma uğraşı esas olarak insanın eylemlerinin sonucunu ön görmek
zorunluluğuyla ilgilidir. Mutezile’nin adalet kavramında ısrar etmesinin sebebi
insanın, iyi ve kötü eylemlerinin sonuçlarının karşılığını kestirmek zorunda
olmasıyla ilgilidir. Mutezilî ekol insan eylemlerinden bağımsız olarak, keyfi bir
biçimde ceza veya ödül dağıtacak bir Allah anlayışının varlığı durumunda insanın
neden iyilik yapıp, kötülükten uzak durması gerektiğini temellendirmenin mümkün
olmadığını düşünmektedir. Eğer mükafat ve ceza konusu insanın eylemlerinden
bağımsız hale gelip, tamamen keyfi bir biçimde belirlenecekse ve insan iyilik
yapmasına rağmen cezalandırılacaksa neden iyilik yapmak istesin? Allah’ın adaleti
sorunu bu bakımdan önemlidir.7
7
Benzer bir biçimde İlhami Güler, İslam ülkelerindeki yaygın Allah anlayışının güç ve kudret
donatılmasını eleştirmekte ve insanın eylemlerini öngörmesi için Allah’la aynı ahlaki evreni
paylaşmanın zorunlu olduğunu savunmaktadır (Bkz. Güler, 2013).
66
karşın Kuran’ın yorumuna ilişkin tartışmada özellikle Sunniliğin, tarihselcilik kabul
edildiğinde, Kuran’ın görelileşeceği ve zannî “bilgi” ifade edeceğini savunmaktadır
(Kotan, 2001: 15). Çubukçu’ya göre Mutezile’nin Cebriye’nin insanı tembelliğe iten
fikirlerini çürütmesi, İslam felsefesi tarihinde akılcı akımların ortaya çıkmasının
önünü açmıştır (Çubukçu: 1964: 54).
1.2. Eşariyye
Ebû’l Hasan Ali bin İsmâil el-Eş’ari’nin görüşlerine dayanan itikadî mezhebin
adıdır. Hicrî 260 tarihinde Basra’da dünyaya gelen Eş’ari, hayatının ilk yıllarında
Mutezilî düşünceye sahip olmasına rağmen, kırklı yaşlarında bu mezhebi terk
etmiştir. Eşariyenin itikadî bir mezhep olarak ortaya çıkması el-Eş’ari’nin
ölümünden sonraya tekabül etmektedir (Kalaycı, 2011: 45). Eşari’ye göre, “bizim
için gerekli olan, Aziz Rabbimizin kitabına, Peygamberimizin sünnetine, sahâbe,
tabiin ve hadis imamlarından rivayet olunan şeylere tabi olmaktır” (Karaman 2006:
163). Bu bakımdan Eşariyye İslam geleneği içerisinde akılcılığa karşı nakil
geleneğinin en önemli temsilcisi olmaktadır. Eşarilik, insanın özerk bir iradesi
olduğu fikrine karşı çıkmakta, iyi ve kötünün akıl ile idrak edilemeyeceğini
düşünmektedir. Eğer insan iyi ve kötüyü aklı ile bilemeyecekse, iyinin ve kötünün ne
olduğunu nereden bilecektir? Bu soruya verilen yanıt, insanın dini tebligat olmadan
Allah’ı, iyi ve kötünün ne olduğunu bilemeyeceği yönündedir. Eşariliğe göre vahiy
gelmeden önce, insanın fiilleri değer bağımsızdır. İnsan fiillerinin şeriat gelmeden
önce iyi ya da kötü, sevap veya günah şeklinde şeyler olarak değerlendirilmeleri
mümkün değildir. Eşariler ancak vahyin gelmesi ile insan fiillerinin iyi veya kötü
olarak değerlendirilebileceğini savunur (Öcal, 1999: 233). Akıl, bir şeyin iyi diğer
şeyin kötü olduğunu ispat edemez. İnsanların fiil ve amellerinde iyilik ve kötülüğü
gerektirecek, Allah tarafından mükâfatlandırılması ve cezalandırılmasını gerektirecek
zati vasıflar yoktur. Bir şeyin iyilik veya kötülüğünün ölçüsü Allah’ın bildirmesi ve
belirtmesiyle olur. Bu bakımdan dinin övdüğü şeyler iyi, kötülediği şeyler ise
kötüdür (Öz, ty: 189).
Mutezilî görüşe tepki olarak ortaya çıkan Eşarilik Kuran’ın zâhiri anlamı ile
anlaşılmasını savunmaktadır. Bundan dolayı Kuran’ın literal (lafzî) yorumunu
67
merkeze alan, yüksek Arapça bilgisi gerektiren bir tür yöntem benimsenmesi
gerektiğini savundular (Hourani, 2003: 360). Eşarilik aklın, hiçbir dini amelin
işlendiği zaman sevaba, işlenmediği zaman cezaya sebep olmayacağı konusunda
kaynak teşkil edemeyeceğini ifade etmektedir (Öz, ty: 192). Bu açıdan ele
alındığında Eşariliğin aklı bilgi kaynağı olarak görmediği, insanın iyi veya kötüyü
akılla ayırt edemeyeceğini varsaydığını görmek mümkündür. Yine de bu durum,
Eşariliğin aklın kullanımını kesinkes yasakladığı anlamına gelmez. Burada dikkat
edilmesi gereken husus, Eşariliğin aklı iyi ve kötüyü bilmede bir kaynak olarak
görmediği noktasıdır. İnsana aklı kullanması gerektiğini söyleyenin nakil olduğunu,
dolayısıyla naklin aklın kullanımını teşvik ettiği savunur (Dağ, 1980: 113). Mutezile
ve Eşarilik arasındaki temel ayrılık noktası aklın hakikat ve bilgiye nakil olmaksızın
ulaşıp ulaşamayacağı noktasındadır. Bu bakımdan akım nakli aklın önüne
yerleştirmiş, insanın eylemlerinde özerkliliğini kabul etmemiş ve aklın kullanımını
sınırlandırmıştır. Bu bakımdan Eşarilik İslam coğrafyasında akılcılığın gelişimine
engel teşkil etmiştir.
1.3. Maturidilik
68
tarafından yaratılmıştır. Ancak insanın da bir fiili iktisab edip etmeme hürriyeti
vardır. İnsana herhangi bir fiili kesb etme gücünü veren Allah’tır ama insan bu gücü
kullanıp kullanmamak konusunda hürdür. İnsan’ın böyle bir hürriyetinin olması
gereklidir. Aksi takdirde Allah’ın adaletinin yani ceza ve mükâfatların bir hikmeti
kalmazdı (Çubukçu, 1964: 54).
69
genellikle ibadet amaçlı konular olduğundan, bu alandaki bilgi genellikle öğretilen
bilgidir. Bu bakımdan Maturidi’de aklın kaynak teşkil ettiği bilgi genellikle itikadi
konular olurken, naklin kaynak teşkil ettiği bilgi ameli konulardır. Buna karşın
Mutezile aklın sadece Allah’ı bilmek bakımından değil, ibadete ilişkin alanlarda da
bilgi vereceğini savunmaktadır.
Maturidi’de içtihadi bilgi diye ayrı bir bilgi türü vardır ki, bu bilgi beşeri
özellikleri ağır basan, bu bakımdan da sonuçları zamana göre değişen bilgi türüdür.
Sonuçları zamana göre değiştiğinden, içtihadın sonuçları tarih-üstü bir kesinlik
sağlamaz. İçtihad zamanın değişmesiyle ortaya çıkan yorum farklılıklarını
içerdiğinden, hiçbir dönemin içtihadı kendisinden sonra gelen insanların
aşamayacağı kurallar koyma hakkına sahip değildir. Bu türden bir davranış, dinin
amacı olan insan mutluluğunu engeller ve insanların fikri ıstırap çekmelerine neden
olur (Özcan, 2007: 37-38).
70
burada, filozof ve alimler üzerinden kurulan elitizmin doğuştan özelliklerden değil,
bilgi ve akıl kullanmayı merkeze alan bir tür liyakat sisteminden kaynaklandığı
söylenebilir. Bu bakımdan insanda potansiyel olarak akıl yolu ile üst bilgi türlerine
erişmek mümkün olsa da, doğum sonrası hayat birçokları için bu özelliği
zedelemektedir.
71
adına fevkalâde tehlikeli ve zararlıdır (Gülen, 2011g: 92). İslam ise orta yol dinidir
(Gülen, 2012a: 45).
Gülen, dünyayı anlamada aklı merkeze alıp vahyi dışlayan modernitenin, Batı
bağlamında haklı bir temeli olduğunu bile düşünür. Çünkü ona göre modernite, “her
gün ayrı ayrı mahkemelerde kendi heveslerine göre Allah'a hüküm verdiren bazı din
müntesiplerinin yanlış icraatına karşı bir reaksiyonun” ifadesiydi (Gülen, 2011g: 83).
Bu durum İslam için söz konusu değildir. Çünkü ona göre İslam aklın kullanımını
teşvik eder hatta zorunlu kılar. Kuran birçok ayetinde “akıl etmiyorlar mı?” diye
sorar ve insanı düşünmeye zorlar (Gülen, 2011g: 90). Ancak Gülen, dünyayı
anlamada aklı merkeze alan rasyonalistlerden farklı olarak İslam’da, ilmin üç
kaynağının olduğunu ifade eder. Bunlar; duyular (havas-ı selime), selim akıl ve
haber-i mütevatir yani vahiydir (Gülen, 1997a: 73; 2010: 74). Akıl ve duyular
gerçeği kavramada tek başına yeterli değildir. Bu ikisinden kaynaklanan problemleri
giderecek bir kaynağa ihtiyaç vardır ve bu haber-i mütevatir yani vahiydir. Ona göre,
bilginin temeline vahyin konulması, vahyin ise havas-ı selime ve akıl ile çerçeve
altına alınması yegâne ve yanıltmaz yoldur (Gülen, 1997a: 73). Gülen vahyin akıl ve
duyularla çerçeve altına alınması fikrinin zıddı yönde bazen de aklın vahiy ile
çerçeve altına alınması ve vahyin akla rehberlik etmesi gerektiğini savunmaktadır.
72
Işığın Göründüğü Ufuk isimli kitabında, aklın sağlıklı karar vermesi için
yanılmaz bir kaynağa ihtiyacı olduğunu ve bu kaynağın ise Allah’ın ebedi ve
mükemmel kelamı olan vahiy olduğunu ifade etmektedir (Gülen, 2000a: 256).
Gülen’in metinlerinde aklın vahyin rehberliğini kabul etmesi gerektiğini ifade eden
birçok pasaj bulmak mümkündür. Örneğin Allah’ın bilinip bilinemeyeceğine ilişkin
bir soruya; “Allah hakkında bize öğretilenden başkasını bilemeyiz. Akıl bu sahada
bir şey söyleyemez. Bu mevzuda aklın yapacağı şey vahyin rehberliğini kabul
etmektir” demektedir (Gülen, 2004: 33). Yine tenasüh (ruhun bir bedenden başka bir
bedene göçü) hakkındaki bir soruya, “hiçbir tecrübeye dayanmayan ve aklî mesnedi
bulunmayan ve hele vahye müstenit olmayan böyle bir hurafeye, yaratılış itibarıyla
çok şerefli olan insanın inanması asla düşünülemez” demektedir (Gülen, 2004: 128).
73
olmasa bile mutlaka kainatı yoktan var eden bir yaratıcının olduğunu anlayabilir”
demektedir (Gülen, 2008: 211).8 Bu durumda akılla yaratıcının varlığı bilinebilirse
kutsal kitaplara neden ihtiyaç olduğu sorusu sorulmalıdır? Yukarıda ifade ettiğimiz
üzere Maturidi, naklin ibadetler konusunda yol gösterici olduğunu, diğer taraftan
hakikate akıl yolu ile ulaşamayacak olan, yani salim akla sahip olmayanlar için iyinin
kötüden nasıl ayrılacağını gösteren bir kaynak olduğunu ve bunun için nakle ihtiyaç
olduğunu savunmaktadır. Buna karşılık Gülen bu soruyu sormamaktadır. Sadece bu
konuda Maturidi’ye katıldığını ifade etmektedir. Buna karşılık, Gülen’in de hakikate
ulaştırabilecek akıl için şartlanmamış akıl kavramını kullandığını akılda tutmak
gerekmektedir.
Vahiy akla yanılmaması için öncülük yapsa bile insan vahyi nasıl anlayacaktır?
Eğer insan vahyi de akılla anlayacak ise aklı vahyin önüne koymak gerekmez mi?
Gülen Hareketine yakın Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından düzenlenen ve akıl-
vahiy ilişkisinin incelendiği I. Abant Platformu’nun sonuç bildirgelerinde bu konuyu
aydınlatacak bölümler vardır. Bildirinin sonuç kısmında şöyle denilmektedir: “Temel
amacı, insanları dünya ve ahiret hayatında mutluluğa götürmek olan vahiy akla hitap
eder ve akıl tarafından anlaşılıp yorumlanmalıdır. Vahyin anlaşılması ve
yorumlanması hususunda her inanmış insana, düşünce gücü ve bilgisi ölçüsünde
sorumluluk düşmektedir. Her mümin aklını kullanmak zorundadır. Hiçbir fert veya
zümre dinin anlaşılması ve yorumlanması hususunda ilahi bir yetkiye sahip olduğu
iddiasında bulunamaz” (GYV, 2000b: 25-26). Abant Platformunun ikinci
8
Burada önemli bir konunun altının çizilmesi gerekmektedir. Gülen bu konuya başka birisinden gelen
bir soru aracılığı ile girmiştir. Asrın Getirdiği Tereddütler iki isimli kitapta da benzer bir soru söz
konusu olmuştur. Asrın Getirdiği Tereddütler 2 isimli kitapta Gülen’e “ecnebi memleketlerde
doğanların durumlarının öte dünyada nasıl olacağı sorulmaktadır. Zihin Harmanı isimli kitapta ise
“dünya savaşlarında zalimce öldürülen mazlum ve dindar Hıristiyanların şehit olabilecekleri gibi bir
hüküm var mıdır? Varsa bu hükmün dini kaynaklarda dayandığı esas nelerdir?” şeklindedir. Gülen ilk
kitapta, bu soruya tebliğ ulaşmış olanlar kesin olarak cehenneme gideceği şeklinde yanıt verirken,
ikinci kitapta, bu konuda mülahaza dairesini açık bırakmak gerekmez mi diye sormaktadır. Metinlerin
tam olarak ne zaman kaleme alındığı tespit edilememekle birlikte, Gülen’in birinci kitabının basım
tarihinin 1994, ikinci kitabının basım tarihinin ise 2008 olduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu
bakımdan Gülen’in bu türden konularda daha mutedil bir yöne doğru evrildiği söylenebilir (Bkz.
Gülen, 1994: 61-78; 2008: 211-216).
74
toplantısında din, devlet ve toplum ilişkilerini ele almış ve toplantının sonuç
bildirgesinde akıl-vahiy ilişkisine değinilmiştir. Sonuç bildirgesinde ilk bildiri ile
uyumlu bir biçimde, “İslam vahyinin akla hitap ettiği ve aklı rakip ve muhalif olarak
görmediği; vahyin anlaşılmasında asıl görevin akla düştüğü ancak yorumda
bulunurken, parçacı yaklaşımlardan uzak durulması gerekildiği; vahyin ilahi bilgi
iletim tarzı, aklın ise beşeri bir bilgi edinim vasıtası olduğu; vahiy ve akıl arasında bir
çatışma olduğunun kabulü durumda, din ile ilim, devlet ile din ve hatta hayat ile din
arasında bir gerginlik doğacağı ve vahiy ile akıl arasında bir uzlaşmazlık
bulunduğunun iddia edilmesi durumda ya aklın ya da vahyin yanlış
değerlendirilmesinin söz konusu olduğu ve bilgi birikimini geliştirerek vahye
yeniden bakılması gerektiği” ifade edilmektedir (GYV, 2000b: 307-308). Bu
metinler vahyin akılla anlaşılmasını merkeze almakta, bireysel yorumun önünü
açmakta ve inhisarcılığı reddetmektedir.
75
meselesini İslami aktörlerin eylemlerinin öngörülemeyen sonuçları ile açıklamak
eksik olacaktır. Küreselleşme ve modernleşme sürecine aktif bir biçimde dahil olan
birçok İslami ve İslamcı grubun karşılaştığı temel durumlardan birisi toplumsal
ilişkilerin rasyonelleşmesidir. Buna karşın, Gülen Hareketi özelinde bu durumun
öngörülemeyen bir durum olduğu söylenemez. Gülen’in İslam’ı yorumlama ve
dünyayı anlama biçimi bu türden bir rasyonelleşmeye cevaz verecek niteliktedir.
Aksi durumda, teori ile pratik arasındaki gerilimin aktörlerin psişik durumları
üzerinde olumsuz etkileri söz konusu olurdu. Toplumsal aktörlerin eylemlerinin
öngörülemeyen sonucu bireyleri ideal ve reel olan ikileminde bırakmaktadır. Buna
karşın Gülen Hareketi mensupları dini ile dünyevi ilişkileri birbirinden ayrı
tutmadığından bir tür psikolojik rahatlık içinde bulunmaktadır. Bu durum Gülen’in
dini dinamik ve yorumlanabilir olarak gören perspektifiyle ilişkilidir.
Doğu Ergil’in ifade ettiği gibi, “Gülen Hareketinin insanla toplumu, din ile
sosyal davranışı kategorik olarak ayırmayan, dolayısıyla bireyin bütünlüğünü
bozmayan yaklaşımı, günlük hayatta rasyonel olmak isteyen, ama ruhani hayatta
Yaradan’la bütünleşmeyi arayan insanlar için davetkâr olmuştur” (Ergil, 2010: 67).
Din donmuş ve statik olarak ele alınmaz, aksine değişen koşullar içinde yeniden
yorumlanabilir bir olgudur. İstanbul’da değişik üniversitelerde okuyan farklı cemaat
mensubu öğrenciler üzerine yapılmış olan bir araştırmanın sonuçlarına göre, Gülen
hareketine mensup öğrencilerin önemli bir kısmı dindar olmanın temel ölçütlerinden
birisinin rasyonelleşme olduğunu düşünmektedir. Üniversite son sınıfa doğru
gidildikçe rasyonelleşmeyi dindarlığın bir ölçütü olarak görenlerin oranı artmaktadır.
Yine Gülen hareketine mensup bireyler için dindarlığın en az ilişkili olduğu kavram
“teslimiyet içinde olmak”tır (Avcı, 2012: 272-275). Toplumsal ilişkilerin
rasyonelleşmesi maddi yapıdaki dönüşümle ilgili olduğundan, dinsel metinlerin
bireysel yorumuna cevaz verilmesi talebi artmaktadır. Diğer bir ifade ile Gülen
hareketinin tabanında küreselleşme ve neo-liberal ekonomik dönüşümün sonucu
olarak metnin daha esnek yorumlanması talebi söz konusu olmaktadır. Gülen bu
türden taleplere yanıt vermek için geleneksel metinleri yorumlarken tarihselci/
76
hermeneutik yöntem, Kuran’ı yorumlarken ise bazen tarihselci bazen de
seçmeci/eklektik bir yöntem kullanmaktadır.
77
Bu bakımdan İslam’ın temel kaynaklarının ve İslam geleneğinin modern koşullar
içerisinde yeniden yorumlanmasının gerekliliği belirmiştir. Bu türden bir yeniden
yorumlama girişiminin İslam coğrafyasındaki en önemli temsilcilerinden birisi
Pakistanlı Fazlur Rahman’dır. Fazlur Rahman Kuran’a tarihselci metodoloji ile
yaklaşmış ve Kuran’ın özellikle ekonomik, siyasal, hukuki alandaki hükümlerini
modern döneme uygun bir şekilde yorumlamaya girişmiştir. Bu türden bir
yorumlama girişimi Kuran’ın çeşitli ayetlerinin spesifik olarak 7. yüzyıl Arap
toplumunu ilgilendirdiği, bahsi geçen dönemde yaşayan insanların anlayacağı bir
şekilde yazıldığı savıyla meşruluk kazanmaktadır. Rahman, Kuran’ın tarihi sıra
bakımından öncelikle tektanrıcılık, sosyal ve iktisadi adalet ve ahiret inancını
zihinlere yerleştirdiğini savunmaktadır (Rahman, 1981: 17). İslam’ın tevhit anlayışı
ile ahlakını tarih dışı bir konuma yerleştiren Rahman, dinin sosyal, siyasal ve
ekonomik anlamdaki hükümlerinin tarihsel olduğunu ve bu tipten hükümlerin yerine,
Kuran’da belirtilen ilahi maksatlara uygun yeni hükümlerin konmasının mümkün
olduğunu savunmuştur. Bu türden bir yeni hükümler koyma süreci Kuran’ın
anlaşılması ve yorumlanmasına ilişkin yeni bir metodoloji ihtiyacını ortaya
çıkarmıştır.
78
çoğu zaman bu ayetlerde hükmedilen fikrin illetlerinden “süzülerek çıkarılır”
(Rahman, 2010: 63). Kuran’ın hermeneutik yöntemle tefsirini savunanlar, herhangi
bir metnin tefsirini yapanların çıkardıkları sonuçlar bakımından şu üç noktaya dikkat
etmeleri gerektiğini ifade etmektedirler: a) Metnin yazıldığı zaman ve mekan (Kuran
söz konusu olduğunda nazil olduğu ortam) b) ayetin gramatik açıdan yapısı
(söylediği şeyi nasıl söylüyor) c) tüm metnin Weltanschauung’u yani dünya görüşü
(Muhsin, 2005: 100).9 Tarihselciler modern değerler ile çatışanın Kuran değil,
Kuran’ın tefsirleri olduğunu savunmaktadırlar. Bu bakımdan tarihselcilik Kuran’a
ilişkin yeni bir tefsir metodolojisi olarak okunabilir.
9
İslam’ın yorumlanması üzerine kaleme alınmış metinlerden bazıları lafızcılık ve hermeneutik
karşıtlığına vurgu yapmaktadırlar. Ancak hermeneutik bir çözümleme lafzı dışarıda bırakmaz. Aksine
herhangi bir lafzın metin içerisinde ne türden anlamlara geldiğini araştırmayı da içermek
durumundadır. Bu bakımdan Kuran’ın hermeneutik yöntemle tefsirini yapanlar Kuran’da geçen
lafızların hangi anlamda kullanıldıkları sorunuyla da ilgilenmektedirler. Bu bakımdan lafızcılığı
hermeneutik yöntemin tam karşıtı bir konuma oturtmak doğru değildir.
79
Öncelikle o, Kuran’ın nassları dışındaki kısımlarının modern çağın gereklerine göre
yeniden yorumlanması gerektiğini savunmaktadır. İslam’da tarihin ortaya çıkardığı
sorunlara çözüm bulmak için içtihad olarak adlandırılan bir kavram mevcuttur.
Ancak bu kavram, Kuran’ın açık bir hüküm belirtmediği alanlarda hüküm vermeyi
içermektedir. Buna karşın tarihselci/hermeneutik yöntem, Kuran’ın nasıl anlaşılması
gerektiği ve tarihsel koşullar içinde nasıl tevil edilebileceği sorunu ile ilgilidir. Bu
bakımdan hermeneutik yöntem içtihad kavramından daha geniş içerikli bir
kavramdır. Gülen, Kuran’dan değişen şartlara göre yeni hükümler çıkarmak
bağlamında içtihad kavramını daha uygun bulsa da, seleflerin metinlerine yaklaşım
konusunda tarihselci bir metodolojisi vardır.
“Tefsir okunurken sarih olarak Kur'ân veya Sünnet'in emri değilse, tefsircinin
yorumlarına dikkatli yaklaşılmalıdır. Çünkü her insanın üzerinde, içinde yaşadığı çağın
ve o çağın kültürünün mutlaka bir tesiri vardır. Nitekim tefsir sahiplerinin yaşadıkları
dönemler nazar-ı itibara alındığında, kendilerine ait yorumlarda çok isabetli görünseler
bile kendi çağlarının tesiri altında kaldıkları müşâhede edilecektir. Meselâ evrim
teorisinin zirvede olduğu dönemlerde yazılan bazı tefsirlere bakıldığında, Kur'ân'da
yaratılış inancı müsellem olduğu hâlde, yine de evrim nazariyesine mümâşâtın yapıldığı
görülecektir.”
80
Bu bakımdan, bugün yaşayanların da, çağın ilim ve idrak anlayışına göre bazı
orijinal yorumlar getirmelerinin mümkün ve gerekli olduğunu savunmaktadır (Gülen,
2006: 94). Hatta ona göre, dünkülerin en önemli eksiklerinden birisi, Müslümanlara
ait olan değerlerin, değişen dünya şartlarına göre, yoruma açık yanları itibari ile
yeniden yorumlanmaları ve seslendirmeleri lazım geldiğini değerlendirememeleridir.
Bugün yapılması gereken, Müslümanların, zamanın yorumlarını da yanlarına alarak,
yeni bir telakki ve alternatif bir ilim anlayışı ortaya koymalarıdır (Gülen, 2000a:
106). Ona göre, devrini bilmeyen insan, karanlık bir dehlizde yaşıyor demektir.
Böyle bir insanın başkalarına iman adına bir şey anlatmaya çalışması beyhudedir.
Çünkü zaman ve hadisenin çarkları, onu, bugün olmazsa yarın tesirsiz ve dermansız
bırakacaktır (Gülen, 1998a: 116). İçinde yaşanılan zamana tercüme edilmeyen
hükümlerin etkili olması mümkün olmadığı gibi, böyle bir yöntem dini, akıl,
muhakeme ve düşünce süzgecinden geçirilmesi mümkün olmayan, esrar perdeleri ile
örtülü esrarengiz bir şey gibi sunmakta ve ona göre, sadece neslin kafasını
bulandırmaya ve kâfirin küfrünü artırmaya yaramaktadır. İlim ve teknik baş
döndürücü bir hızla değişmesine rağmen, bazıları üç asır öncesine takılıp kalıyor ve
söyledikleri gelişen dünya ölçeklerine uymuyor. Bu durum da, Müslümanların
söylediklerini tesirsiz kılıyor (Gülen, 1998a: 143-146).
“Biz, gelişen dünya şartlarından habersiz başka bir dünyada, devrimizin insanları
başka bir dünyada yaşamaktadır. Oysaki yaşanan dünyaya bakmadıktan sonra ciddî
mânâda Kur'ân'ın ruhuna da ıttıla mümkün olmayacaktır. Kur'ân kendi kamet-i
81
kıymetine uygun anlaşılamayacaktır. Bu itibarladır ki, Müslümanın karşısına çıkan
meseleler, hiçbir zaman bitmeyecektir. "Bitirdik, rafa koyduk" meselesi bizim için
hiçbir zaman mevzuubahis olmayacaktır. Çünkü yarın daha başka meseleler ortaya
çıkacaktır. Hz. Ali, "Evlâtlarınızı kendinizden sonraki devre göre yetiştirin."
demektedir. İşte bu, düşünen, ilim yapan insanların işi olacaktır. Onlar çağlarını
okuyacak, düşünecek, düşündürecek ve yığınların şaşkınlık yaşamalarına meydan
vermeyecektir.”
Bu pasajdan da anlaşılacağı gibi Kuran ve sünnette yer almayan çeşitli örf, adet
ve ananelere tarihselci bir perspektiften yaklaşılmaktadır. Ona göre, Kitap ve
Sünnet’le tespit edilmiş nassların dışında, her şeyin bu yeni anlayış ile ele alınması
gerekmektedir (Gülen, 1997b: 73). Ancak burada bir hususun altı çizilmelidir.
Gülen’in metinlerinde, Kuran’ın açık nasslarının neler olduğunu belirten bölümler
olduğunu söylemek mümkün değildir. Gülen, nassların yorumdan azade olduğunu
savunmasına rağmen, bu nassların neler olduklarını belirtmez. Bu durum, Gülen’in
kendisini yorumlama konusunda sınırlamak istememesi ile ilgili olabilir. Diğer bir
ifade ile nassların neler olduğunu açıkça ifade etmenin, nasslarla değişen koşullar
arasında bir tezat ortaya çıktığında nassların yorumlanmasına engel teşkil etmesi söz
konusu olabilir. Nassların neler olduğunu belirtmemek, Gülen’e gerektiğinde yorum
yapmak konusunda bir esneklik sağlamaktadır. Buna karşın, Gülen Hareketine
yakınlığı ile bilinen Fatih Üniversitesinde çalışan ve hareketin İngilizce yayın
organlarından birisi olan Todays Zaman’da köşe yazarlığı yapan İhsan Yılmaz’a
göre, Gülen “Allah’a, ahirete, peygambere, kutsal kitaplara, meleklere ve kadere
82
imanın zamanın değişmesiyle ilgisinin olmadığını, aynı şekilde ibadet ve ahlakın
evrensel ve değişmez standartlar olup zamanın değişmesiyle pek ilgisi olmadığını
düşünmektedir” (Yılmaz, 2003: 35). Fazlur Rahman gibi tarihselciler de, bu türden
konuların zamanın değişmesi ile ilgisi olmadığını düşünmektedir. Rahman’a göre
tevhid anlayışı, ibadetler ve İslam ahlakının zamanın değişmesiyle ilgisi yoktur.
Kuran’daki hukuki, siyasal, ekonomik ve toplumsal hükümler tarihseldir ve ilahi
maksada uygun olarak yeniden yorumlanmaları gerekmektedir (Rahman, 2010: 62).
Buna karşın nass kavramının farklı kişiler tarafından farklı şekillerde
yorumlandığının altı çizilmelidir. Aynı zamanda Yılmaz’dan aktardığımız metinde
de Gülen ahlak ve ibadetin zamanla ilgisi yoktur dememekte, pek ilgisi yoktur
demektedir. Bu pek sözcüğü değişime açık kapı bırakmaktadır.
83
yorumundan farklı olarak, günümüz için ilahi maksadı gözeten yorumlar çıkarmaktır.
O halde Gülen’in yapmak istediği ile Fazlur Rahman’ın amacı ve yöntemi birbirine
benzetmektedir.
“Evet, bağırıp, çağırmayla, şiddet ve hiddetle hiç kimseye bir şey anlatmak ve
hele kabul ettirmek mümkün değildir. Belki belli bir dönemde şiddet kullanma bir
metod ve bir yoldu ama, zaman onu neshetti. Artık "Medenîlere galebe ikna
iledir." düsturu hükümfermâ.”
84
olmakla birlikte, önemli olan Kuran’ı kendi bütünlüğü içinde kavramaktır. Bu
sağlandığı taktirde tefsirlerde de, lafza tamamen bağlı kalmak gerekmez (Ünal, 2001:
206). Ona göre, Kuran’da bazı peygamberlerle ilgili söylenenler yanlış anlaşılmıştır.
Yanlış anlayanlar ise, “tabiî ki lafızların dar kalıplarına takılıp kalanlar ve biraz ufku
dar olanlardır” (Gülen, 2012b: 54). Bu bakımdan o, lafızların dar kalıplarına takılıp
kalmanın tabii olarak hataya sebebiyet vereceğini düşünmektedir. Ancak bu dilin
önemsiz olduğu anlamına gelmemektedir. İslam’ın anlaşılmasında meali merkeze
alan ve Arapça ve hadisi dışlayan bir anlama yöntemine de karşıdır. O, insanın
sadece meal okuyarak müçtehit olamayacağını düşünür (Gülen, 2013c: 106).
Müçtehit olmak için Arapça bilmek de yeterli değildir. Gülen’e göre herkes
çağın ilim ve idrak anlayışına göre bir takım yorumlar yapamaz. Büyük çoğunluğu
soru ve cevap şeklinde olan Prizma serisinde Gülen’e sorulan sorulardan birisi bu
konuyu açmamıza yardımcı olacaktır (Gülen, 2006b: 147-148):
Günümüzde dinî konular ulu orta ve ehil olmayan kişiler tarafından tartışılmakta
ve halkın, bin dört yüz küsur yıllık kökleşmiş geleneksel telakkisi ve birikimi sarsılmak
istenmektedir. Ne buyurursunuz?
Gülen’e göre din anlaşılır bir şey olmasına rağmen, dinin bazı hükümleri
herkes tarafından anlaşılamaz ve herkes dini meseleler hakkında yorumda
bulunamaz. Dolayısıyla bu pasaj, Gülen’in eskilere yönelttiği dini anlaşılmaz bir şey
kıldıkları yönündeki eleştiriyi hükümsüz kılmaz. Ona göre Kuran’ın üçte ikisi az
buçuk aklı eren herkes tarafından anlaşılabilir, ama üçte birlik bir kısmı mutlaka
peygamberin anlatmasını zorunlu kılmıştır (Gülen, 2006b: 199). Kuran’daki sarih ve
zahiri manaları havas gibi avamda anlayabilir; Bâtınî ve gizli manalar ise müdakkik
85
ve mütefekkir ilim erbabı tarafından anlaşılabilir (Gülen, 1996b: s. 118). O halde
Müslümanlar karşılaştıkları güncel problemleri dinsel olarak nasıl çözecekler?
Aradıklarını Kuran ve sünnette bulamazlarsa nasıl bir yola başvuracaklar? Gülen,
İslam hukuk metodolojisi (fıkıh usulü) sayesinde, her asrın Müslümanlarının Kuran
ve sünnetin kendi zamanlarına bakan yanlarını alabileceklerini söyler. İçtihada
ihtiyaç duyulan meselelerde ise, sahasının uzmanı kişilerden oluşan bir heyet
oluşturulması ve içtihadın bu heyet tarafından yapılmasını önerir. Bu noktada
Şehbenderzâde, Elmalılı Hamdi gibi İslamcıların da içtihadın bireysel bir mesele
haline getirilmesine karşı çıktıklarını ifade etmek yerinde olacaktır. İslam için
içtihadın çok önemli bir konumu bulunduğunu ifade eden Şehbenderzâde, içtihadın
bütün bireylere verilen bir hak olmaktan çıkarılarak, “İslam âleminde hakikaten
faziletli ve ilim sahibi olan 40-50 kadar âlimden mürekkep bir Meclis-i Âli-i İctihad
meydana getirerek” içtihad yetkisinin bu meclise verilmesinin gerekliliğini
savunmaktadır (Kara, 2011: 56-57). Gülen de, Şehbenderzâde’nin önerdiği gibi bir
meclis önermektedir. Gülen’e göre, böyle bir yöntem hem kişinin omuzlarındaki
yükü azaltır hem de hata yapma olasılığı ortadan kalkmış olur (Gülen, 2006b: 154).10
10
2013 yılı Mayıs ayında Gülen’in bu önerisi hayata geçmiş ve Uluslararası İcma Sempozyumu Gülen
Hareketi tarafından düzenlenmiştir.
86
sorunu yeterlilik kriterlerinden bağımsız değildir. Bu bakımdan Gülen sahanın
uzmanlarından oluşan bir komisyonu otorite olarak kabul etmek eğilimindedir.
Ancak Gülen için içtihad ve yorum hakkının tüm bireylere verilmemesinin asıl
sebebi bir yeterlilik veya otorite sorunu değildir. Esas mesele İslam’ın bir toplumsal
kimlik olarak görülmesi ve bireysel yorum hakkının bu toplumsal kimliğe zarar
vereceğinin düşünülmesidir. İslam, İslamcılar için sadece birey ve Tanrı arasındaki
ilişkileri düzenleyen ritüel ve ibadetlerden oluşmaz. Dinin ayrıca kimlik korucu,
kolektif ilişkileri düzenleyici sosyal bir boyutu vardır. Şayet, dini metinlerin anlaşılıp
yorumlanması bireysel bir mesele olarak ele alınırsa, dinin toplumsal ilişkileri
düzenleyici sosyal boyutunun ortadan kalkacağı endişesi Selefi İslamcıların
tarihselcilere eleştirilerinin temelini oluşturur. Bu durum Durkheim’in kutsal olarak
nitelenin insanları kilise/cemaat olarak adlandırılan manevi toplumun bir parçası
haline getirdiğine ilişkin ifadeleri hatırlatmaktadır. İslamcılar için din, bireyleri ortak
bir kimliğin parçası haline getirme işlevi de görmektedir. Bireysel yorum hakkının
tanınmasının bu manevi ortak kimliği parçalayacağı endişesi Gülen’in metinlerindeki
temel gerilim noktalarından birisini oluşturmaktadır. Diğer taraftan dinin bireyler
tarafından yorumlanmasının bu türden bir ortak kimliği parçalayarak, birey sayısı
kadar farklı yorum ortaya çıkarma ihtimali bütün tarihselcilerin yanıt vermek
istedikleri bir sorun alanını oluşturmaktadır. Örneğin Rahman bu türden bir soruna
yanıt üretmek için, Kuran’ı anlamak ve yorumlamaya ilişkin bilişsel (cognitive)
çabaya Müslümanların ve samimi ve sempati duymak şartı ile Müslüman
olmayanların da iştirak edebileceğini savunmaktadır (Rahman, 2010: 61). Benzer bir
biçimde Güler de, bu türden bir yorumlamanın dürüst Müslüman araştırmacılar
sayesinde mümkün olacağını savunmaktadır (Güler, 2012: 110). Dikkat edilirse
burada sayılan kriterler subjektif kriterlerdir. Samimi, dürüst sıfatların neleri içermesi
gerektiği de yeterince açık değildir.
87
kişiler” tarafından dinin yorumlanmasının önünü açarak; a) Dinin yorumlanmasını
bireysel bir mesele olmaktan çıkararak hem din adamlarının konumunu hem de
cemaat hayatını garanti altına alır; b) İslam ve modern değerler arasındaki gerilimin
aşılmasının yolunu açar; c) Selefilerin tarihselcilere yönelik eleştirilerini ortadan
kaldırır; d) bugünün din adamlarının yapmış oldukları yorumlarında tarihsel
olduğunu ifade ederek, gelecekte de dinin geleceğin koşulları ile çelişkiye
düşmemesini sağlamak için, bazı din adamlarının yorum yapmalarını sağlayarak
dinin dinamizm kazanmasına imkan sağlar ve İslam’ın gelecekte de var olmasını
sağlamaya çalışır. Ancak burada bireyin nerede durduğu sorusu sorulmalıdır. Birey
kavramı modernliğin ortaya çıkardığı temel kavramlardan birisidir. Dolayısı ile birey
fikrini dışarıda bırakan bir akımın modernlikle uyumlu olduğunu söylemek mümkün
değildir. Buna karşın Gülen bireyi tamamen dışarıda bırakmaz. O, birey ile topluluk
arasında makul bir denge arayışı içerisindedir. Gülen birey kavramını tamamen
ortadan kaldırmak istemez. Buna karşın kolektif kimliğe zarar verecek ölçülerde bir
bireyselleşme ve dini metinlerin bireysel yorumuna karşı çıkmaktadır.
88
belirli bir zaman ve mekan gönderilmelerine rağmen, Muhammed peygamber bütün
kainata, ebed-müddet gönderilmişti (Gülen, 2012c: 106). Kuran’ın bütün zaman ve
mekanlara gönderildiğini ifade etmek ve peygamberin tüm varlığa gönderildiğini
savunmak zorunlu olarak tarihselcilikle çelişmez. Tarihselcilik ve hermeneutik
konusunda iki nokta önemlidir. Birincisi metnin anlaşılması için metnin ortaya
çıktığı/doğduğu tarihsel bağlamı bilmek, ikincisi ise metni anlamaya çalışanın
tarihsel bir varlık olduğunun bilincinde olmaktır. Bir tarihselci Kuran’ın tarih-üstü
Allah’ın kelamı olduğunu da söyleyebilir. Kuran için böyle olmasına rağmen insanın
tarihsel bir varlık olduğunun kabulü elzemdir. Bu bakımdan önemli olan metni
anlamaya çalışan öznenin kendi yorumlarının tarih üstü olmadığının bilincine
varmasıdır ki, Gülen’in bütün metinlerinde kendi yorumlarının belirli bir zaman için
geçerli olduğu ifadesi söz konusudur; ancak, bu durumun istisnaları olabileceği ifade
edilmektedir. Bu istisnaların ise kim oldukları belirtilmez. Bu bakımdan Gülen’in
birilerinin metinlerini tarih-dışına çıkarmak için istisnai durumlar yarattığı ifade
edilmelidir. Bu durum Gülen’in toplumsal kimliği inşa ederken başvurduğu çeşitli
isimlerin metinleri bu türden bir tarihselci değerlendirmenin dışında tutmak
istemsinden kaynaklanıyor olabilir.
89
söylenebilir. Bu büyük ölçüde İslam içi bir tartışmadır ve değerlendirmeyi alanın
uzmanları yapmalıdır.
11
Nitekim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İlim Yayma Cemiyeti’nin 40. Kuruluş yıl dönümünde
yaptığı konuşmada “o dönemlerde (28 Şubat y.n) başörtüsüne fürûat diyenler oldu” ifadelerini
kullanarak Gülen’in bu tutumunu eleştirmiştir.
90
arasındaki gerilimi aşmak için yola çıkmamıştır. Gülen’in öncelikli hedefi üçüncü
bölümde detaylı olarak ele alınacağı üzere, Türk-İslam sentezine yaslanan “altın
nesil” yetiştirmektedir. Dini metinlerin yeniden yorumlanması ise hareket büyüdüğü
ve ihtiyaç olduğu ölçüde yapılmaktadır. Bu bakımdan Gülen’in Rahman gibi
tarihselcilerden farklı olarak başından itibaren Kuran’ı sistematik bir yorumsama
yöntemi ile ele almak yerine, tarihsel süreç hareketin önüne sorunlar çıkardıkça yeni
hükümler ortaya koyma yoluna gittiği ifade edilmelidir. Diğer bir ifade ile süreç
içinde ortaya çıkan gerilimlere peyderpey çözümler üretilmektedir. Bu durum
yukarıda ifade edildiği gibi kimliğe zarar vermeyecek biçimde yapılamaya
çalışılmaktadır.
91
Gülen ve inhisarcılık konusunu tartışırken, Gülen’in Müslüman ile Müslüman
sıfatlar arasında bir tür ayrım yaptığını belirtmek gerekmektedir. İyi, güzel, düzgün
gibi sıfatlar Müslüman sıfatlardır. Bu sıfatlar kim de bulunursa bulunsun güzeldir.
Ona göre, “kişi mümin de olsa kâfirdeki Müslüman bir sıfat, mümindeki Müslüman
olmayan bir sıfata galip gelir ve böylece kâfir, mümine galebe çalmış olur” (Ünal,
2001: 47). Bu cümleden hareketle şu sonuca ulaşılabilir: Müslüman bir müminin
mutlaka Müslüman sıfatlara sahip olduğu söylenemez. Buna karşın, Müslüman
olmayan birisinin Müslüman olan sıfatlara sahip olması mümkündür. Diğer taraftan
Müslüman olmayan bir sıfata sahip olmayan bir Müslüman yine de mümin olarak
görülmektedir. Bu bakımdan Gülen’in sıfatlar bağlamında bir ayrım yaptığı, iyi
sıfatları Müslüman sıfatları olarak nitelediği ama sıfatların Müslüman olmayanlarda
da olabileceğini kabul ettiğini görmekteyiz.
Gülen dinin ihmal edilmesinin büyük bir problem olduğunu ifade ettikten
sonra, dinin ihmal edilmesi kadar büyük bir problemin de, “dini hizmetlerin
resmileştirilip belli bir zümrenin inhisarına bırakılması ve dini hizmetlerin de o
teşkilatın tekeline teslim edilmesi” olduğunu savunur (Gülen, 1998a: 100). Ona göre
din, “inhisar altına alınamaz ve hiçbir zaman belli bir sınıfın malı haline getirilemez.
Çünkü din, bütün müntesiplerinin hepsinin dinidir. Her ferdin Cenab-ı Hakk’la bir
merbutiyeti vardır. Ferdlerin Cenab-ı Hakk’la olan bu hususî irtibatını ortadan
92
kaldırmak nasıl mümkün olmazsa, onların ferdi olarak dine sahip çıkmalarına da
mani olmak mümkün değildir” (Gülen, 1998a: 101). Bu bakımdan Gülen’in İslam
dinini belirli bir grubun tekelinde kabul etmek fikrine karşı çıktığı düşünülebilir.
Diğer taraftan bireylerin Allah’la olan hususi bağına özel önem atfetmektedir.
93
vurgulanmaktadır. Ancak, İslam yaygın olarak sadece Allah ile inanan arasındaki
ilahi selamet temelli bir ilişki değil, aynı zamanda toplumsal kimlik kurucu ve sosyal
bütünleştirme işlevi olan bir din olarak tanımlanmaktadır. Nitekim İslam dünyasında
tarihselcilik tartışmaları bağlamındaki temel kaygılardan birisi, dini yoruma açık hale
getirmenin, İslam’ın bu toplumsal kimlik oluşturucu rolüne zarar vereceği fikridir.
Benzer bir biçimde Gülen’de koşulların zorlaması ile içtihad ve yorum hakkının her
bireye verilmesinin, dinin yok olmasıyla sonuçlanacağını düşünmektedir (bkz.
Yılmaz, 2003: 35). Bu tartışmalara benzer tartışmalar Hıristiyanlık bağlamında uzun
yıllar önce yapılmıştır.
94
bireysel yorum ve içtihada karşı çıkmak, Gülen’in inhisarcılık hakkındaki fikirleriyle
çelişmesi sonucunu çıkarır. Diğer taraftan bireyin selametini yine de garanti altına
alamaz.
4. İRADE VE KADER
95
etmek (Gülen, 1998c: 171); bizim irademizin da dahil olduğu her şeye Cenab-ı
Hakk’ın manzar-ı a’lâdan başlangıç ve hadiseyi hal gibi bilmesi” olarak
tanımlamaktadır (Gülen, 2011e: 50). Dikkat edilirse Gülen, olacak her şeyin Allah
tarafından önceden bilinmesinden söz etmektedir. Bu bakımdan kader, bireylerin
eylemlerinin mutlak bir zorunluluk içinde ve kendi iradeleri söz konusu olmadan
gerçekleşmesini içermez. Gülen’e göre Allah, irademizle nasıl davranacağımızı
önceden bildiği için kaderimizi öyle yazmıştır. Bu cümleleri açmak için güneş
tutulması ile kader arasında bir analoji kurmaktadır: “Güneş tutulması gibi
astronomik hadiseler önceden tespit edilip takvimlere ve ilmi raporlara saati saatine,
dakikası dakikasına kaydedilir. Şimdi, güneş ya da ay tutulması, takvimde yazıldığı
veya ilim ehlince tespit edildiği için mi o saatte ve dakikada gerçekleşir; yoksa saatin
o dakikasında gerçekleşeceği için mi takvimlere yazılır veya ilim adamlarının
raporlarına geçer. Güneş ya da ay takvimlerde yazıldığı için tutulmuyor, bilakis
tutulacağı için takvimlere yazılıyor. İnsan, yaptığını Allah kaderinde yazdı diye
yapmaz; insan yapacağı için Allah yazar” (Gülen, 1996a: 223). Bu bakımdan kaderin
varlığına inanmak bireyin iradesini yok saymayı gerektirmez.
96
yapısal değişime başvurulmaksızın güçlü irade sahibi bir elitin ideal bir nesil
yetiştirebileceğini düşünmektedir. Onun için önemli olan insanın irade şuuruna sahip
olmasıdır. İrade şuuru ise insanın kendisini idrak etmesi demektir (Gülen, 2011f: 97).
Ona göre insan, “yaratıcının halifesi olarak bütün varlığa hükmetme ve her şeyin
efendisi olma mevkiinde yaratılmıştır. Böyle üstün bir vazife için dünyaya
gönderilen insan, bu yüksek payenin gerektirdiği bütün vasıfları da, birer nüve
halinde beraberinde getirmiştir” (Gülen, 2013: 32). İnsanın kendisinde potansiyel
olarak var olan vasıfları açığa çıkarması kendisine bağladır. Gülen iradenin
potansiyel olarak bütün insanlarda var olduğunu, ancak bu potansiyelin
kullanılabilmesinin irade şuuruna sahip olmakla mümkün olacağını ifade etmektedir.
Bu bakımdan iradeli hareket, ilk plan ve karara muhtaçtır. Bu da zihnin hayat ve
faaliyetlerine bağlıdır. Bu zihin ve hayat faaliyetlerinin ise gelip bağlandığı yer
Allah’ın külli iradesidir. Gülen, bütün varlıklar içerisinde irade sahibi olarak
yaratılmış tek varlık olan insanın, cüzi iradesini yaratıcının sonsuz iradesine
bütünleştirmeyi başaranların sonsuzluğa ulaşacağını düşünmektedir. Allah’ın insanı
yaratmasının temel nedeni büyük işler başarması ve değerli eserler ortaya
koymasıdır. Bunun için insana irade verilmiştir (Gülen, 2011f: 98).
97
5. BİLİM VE DİN
98
düşüncesinde insan, doğa ve Allah arasında güçlü bir bağ vardır. Seküler aklın
yükselişiyle birlikte, insan, doğa ve Allah arasında kurulan bu bağ koparıldı.
Modernliğin yükselişiyle, insan ve doğa arasındaki ilişkilerin Tanrı tarafından
düzenlendiği, insan ve doğanın Tanrı tarafından var edildiği ve insanın verili bir
doğanın içerisinde doğduğuna ilişkin geleneksel düşüncenin yerini, insanın kendisini
ve çevresini inşa edebilen bir özne halini aldığı modern düşünce almıştır. Bu
bakımdan bilim doğayı insanın bilinçli müdahalesine açmıştır. Gülen, insan, doğa ve
Tanrı arasında modernizm tarafından koparılan bağı yeniden kurmak istemektedir.
Bu bakımdan ona göre; aklın yapması gereken insan, doğa ve Tanrı arasındaki bağı
yeniden kurarak Allah marifetine ermektir (Gülen, 2006a: 48). O, ilim kavramını din
ile ilişkilendirerek modern düşüncenin kopardığı bağı yeniden kurmak istemektedir.
Gülen’e göre modern kötülüğün kaynağı da bu dini ve tanrıyı tamamen dışlayan
seküler bilim anlayışıdır.
Gülen’e göre, din ve ilim hakikatin iki yüzü gibidir. Din, insanı doğru yollarda
gezdirerek mutlu kılacak neticelere ulaştırır. İlim ise, bir meşale gibi bu yollarda hep
onun önünü aydınlatır (Gülen, 2011g: 55). Bu bakımdan o, “eğer Batı’daki bilim
Allah’a teslim olmaz ve Allah’ı gösteren bir ayna haline getirilemezse, insanlığın
akıbetinin karanlık olacağını (Gülen 2011d: 105); kalp ile kafa izdivacının zorunlu
olduğunu, fünûn-u medenniyede terakkinin ancak ulûm-u diniyeye sarılmakla
mümkün olduğunu, ilim ve dini barıştırma imkânına ancak Müslümanların sahip
olduğunu (Gülen, 2010: 70-73); neslin kurtarılmasının ancak inkâr ekseninden irşad
eksenine geçişle ve bunun da, ilim yuvalarında yararlı kitaplar okutmak ve bu
kitaplar üzerine düşünmekle mümkün olduğunu (Gülen, 1995: 68); bu bakımdan
secde ile rasathanenin uzlaştırılması gerektiğini (Gülen, 1996b: 131); gerçek bir ilim
adamının Allah’ı inkar etmesinin kabul edilebilir bir şey olmadığını savunmaktadır
(Gülen, 2012e: 22). Gülen’e göre Batı’da bilimin ilerlemesiyle, Hıristiyanlığın ve
ruhbanlığın sultası yıkılmış olmasına rağmen, İslam aleminde ilmin ilerlemesiyle
dine yöneliş artmıştır (Gülen, 2002: 23). Burada ilim ile dinin uzlaştırılmasından söz
eden Gülen, sadece bilim ile ilim kavramları arasında bir fark olduğunu savunmaz.
Ona göre aynı zamanda Hıristiyanlık ve İslam arasında da fark vardır. Batı
99
bağlamında, “az bir aristokratın dışında hemen herkesin, hususiyle fakirlerin
ezilmesi, kadın hakları diye bir şeyden söz edilmemesi, hatta değişik iş yerlerinde
kadınların yarım insan sayılarak yarım ücretle çalıştırılması neticesinde, hemen her
sınıfta dine karşılık bir küskünlük hasıl olmuştur” (Gülen, 2002: 24). Gülen, ilim ve
bilim kavramları arasında bir ayrım yapıyor gibi görünmesine rağmen, kavramları
birbirinin yerine ikame ederek kullanmaktadır. Bazı metinlerinde ilim ile vahyin
çatışması ihtimalinden söz etmekte ve bu durumda vahyin gösterdiğini doğru kabul
etmek gerektiğini ifade etmektedir. Asrın Getirdiği Tereddütler 3 isimli kitabında,
“Allah’ın ve Resûlü’nün beyanları doğrudur. İlimlerin söyledikleri de bu beyanlara
uyduğu sürece doğru sayılır. İnhirafları ölçüsünde de yanlıştır” (Gülen, 2012f: 142).
Gülen Varlığın Metafizik Boyutu isimli kitabında ise ayrışmacı bir pozisyon
takınmaktadır. Gülen fen bilimleri ile metafiziğin ayrı sahalar olduğunu ifade ettikten
sonra şu ifadeleri kullanmaktadır: “Her ilim dalının kendine göre belli ölçü ve
kıstasları vardır. Bunlar o sahaya ait hakikati bulmada sabit hakikatler olsa dahi, bir
başka sahada geçersizdir. Mesela, matematiğin, fiziğin, kimyanın tıbbi ilimlerin
sahası ayrı ayrıdır. Siz, fiziğin kanunlarını tıbba, tıbbın kanunlarını fiziğe
uygularsanız, işi karıştırırsınız. Birbirine çok yakın ilim dallarında dahi bu nüansa
dikkat etmek zaruridir. Bunlar gibi, maddeye ait, maddeyi ölçen ve tartan kıstaslarla,
mânâyı ölçen ve tartan kıstaslar birbirinden tamamen farklıdır. Binaenaleyh, elinde
sadece maddi kıstaslar bulunan, yani cesedin altında kalıp ezilmiş, midesine esir
düşmüş, ten cenderesinden bir türlü kurtulamamış insanlar elbette ruha ait hakikatleri
müşahade altına alamayacaktır. Zira bu ayrı meleke ve mazhariyet gerektirmektedir.
Ruhunu inkişaf ettirenler ki, bu sahada söz sahibi olanlardır. Zira manayı ölçecek
100
tartı ancak onlarda vardır… Bu meselede kendi müşahade ufku, o seviyeye
ulaşamayanlara düşen vazife ise, bu sahanın söz sahiplerine itimad edip teslim
olmaktır. Aksi her davranış sadece bir inat ve yobazlık sayılır. Bu da ilimle ilim
adamlığı ile bağdaşmaz bir davranıştır” (Gülen, 1998c: 64). Bu pasajda açıkça
görüleceği gibi Gülen bilim ve metafiziğin farklı sahalar olduğunu, bilimin madde ile
ilgilenirken metafiziğin mana ile ilgili olduğunu ve ikisine uygulanacak yöntemlerin
farklı olduğunu ifade ederek ayrışmacı bir pozisyon takınır. Bu pasajda, maddi alem
ile ilgilenenlerin metafizik konusunda alanın uzmanlarının sonuçlarını kabul etmeleri
gerektiğini savunur ki, bunun bir ruhban sınıfı oluşturmak anlamına gelip gelmediği
ayrıca tartışılmalıdır. Gülen aynı kitabın ikinci cildinde ise farklı bir pozisyon
takınarak metafiziğin bilimin gelişime katkı sağlayabileceğini ifade etmektedir. Hatta
cinlerin insanlar tarafından kontrol edilip, istihdam edilebileceklerini, Rusların
cinleri muharebe ve istihbarat alanında kullanmaya yönelik çalışmaları olduğunu ve
bilimin metafizikle kaynaşması sonucunda cinlerin birçok alanda insanın hizmetine
girmesinin mümkün olacağını savunmaktadır (Bkz. Gülen 1998d: 358-360; 1996a:
158).
101
ilerleme düşüncesinden haberdardır. Sadece haberdar değil, bu gelişimin kendisini
olumlamaktadır.
Gülen, bilimin gelmiş olduğu aşamayı nihai evre olarak görmek düşüncesine
karşıdır ve bilimin değişimlerle ilerlediğinin farkındadır. Bu bakımdan ona göre,
“bugün ilmin ortaya koyduğu keşif ve buluşlara bakıldığında, bildiklerimizin,
bilmediklerimizin yanında ‘hiç’ denecek kadar az olduğu görülecektir. Bunun aksini
iddia etmek, hem realitelere aykırı, hem de mevcudiyetle yetinme gibi, bir himmet
zaafı ve irticaî bir harekettir. Her devirde ilmin ulaştığı noktaları, varılabilecek son
hedef olarak telâkkî edenler, böyle düşünmekle ilmî araştırmaların yolunu tıkamış ve
kültür hayatının sîmasını karartmışlardır. Onun için bizler, bugüne kadar
öğrendiklerimizin, yeni baştan kritiğe tâbi tutulmasını, eski bilgilerimizin yeni
keşiflerin ışığında tekrar ele alınmasını; hem yanlışlarımızın düzeltilmesi; hem de
mevcut tıkanıklıkların aşılması bakımından zaruri görmekteyiz” (Gülen, 2011f: 129).
Bu pasajdan hareketle Gülen’in bilimin ilerlemeci ve değişimci bir doğasının
olduğunu; bilimsel bilginin bu doğası gereği bilimin belirli bir aşamasındaki
düzeyinin mutlak gelişim düzeyi olarak görülmemesi gerektiğini; bilimin evrenin
sırlarını insanlara açmakta olduğunu ve insanların fikirlerini bilimsel gelişmelere
göre revize etmeleri gerektiğini savunduğunu söylemek mümkündür ki, bu türden
düşünceler modernliğin ortaya çıkardığı düşüncelerdir. Diğer taraftan Gülen’in bilim
ve din konusunda uyumcu bir tutum takındığı noktalarda da modernliğin etkilerini
görmek mümkündür. Gülen’in kafa ve kalp izdivacı kavramlarına bakmak bu konuyu
aydınlatmaya yardımcı olacaktır. Kafa ile kalp, bilim ile din ayrımı modern
ayrımlardır. Özellikle kafa ve kalp izdivacına vurgu bilimin kafaya, dinin ise kalbe
referans verdiğine ilişkin modern kabulden hareket etmektedir. Çünkü modernlik
dini bir vicdan meselesi olarak görmek eğilimindedir. Kafa ile kalp izdivacı
anlayışının bilimi kafa, dini ise kalp ile özdeşleştiren mantığı modernliğin akıl ve
iman ayrımının farklı bir formda yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir.
Temelde dinin kalp, bilimin akıl ile temsiline ilişkin modern kabulden hareket
etmektedir. Benzer bir biçimde Gülen başka bir yerde, “ilmin ve tekniğin getirdiği
şeylere düşmanlık yerine, onu insanlığın saadetini hedef alacak şekilde kurmak
102
gerekmektedir. İşte bugün insanoğlunun en büyük meselesi budur. Yoksa ne feza
asrının önüne geçmek ne de atom ve hidrojen bombası fikrini insanlığın kafasından
silmek mümkün değildir” demektedir (Gülen, 2006a: 128). Bilimi insanlığın
saadetine hedef alacak şekilde kurmak düşüncesi, modernlik karşıtı değil modernlik
içi bir düşüncedir. Bilimin kendisini tartışma konusu yapmak başka bir şey, bilimin
hedeflerinin ne olduğu/olması gerektiğini tartışmak başka bir şeydir. Burada önemli
olan, insanlığın saadetini bilimsel gelişmeye bağlamaktır ki, bu hedef birçok
modernistin de paylaştığı bir hedeftir.
103
ile ilgilidir. Modern sisteme yönelik yıkıcı eleştiri ancak farklı disiplinlerin temeline
yönelik eleştiri olabilir. Bu bakımdan İslami herhangi bir akımın modernliği
sarsması, modernliğin ortaya çıkardığı disiplinlerin temelini sarsması ile mümkün
olabilir. Örneğin modern toplumda yaygın olarak karşılaşılan ruhsal sorunlar
karşısında bireyler psikiyatristlere başvurmaktadır. Bu tür problemler karşısında
psikiyatristlere alternatif olarak din insanlarını ve psikiyatriye karşı dini göstermek
modernliğe alternatif olabilir. Ancak, inançsız psikiyatrist yerine inançlısını tercih
etmek modern disiplinleri temelinden sarmaz. Gülen’in metinlerinde bu türden bir
yaklaşım görmek mümkündür. Gülen, modern disiplinlerin kendisini sarsacak
kapsamlı eleştiri yerine ilgili uzmanlık alanındaki insanın dini durumuna bakmayı
tercih eder. Gülen, psikiyatriye karşı çıkmaz, onun yerine inançlı psikiyatra gitmeyi
önerir (Gülen, 1996a: 167). Bu bakımdan Gülen’in metinleri ne ölçüde modern bilim
eleştirisi üzerine kuruluymuş görüntüsü verse de, aslında modern disiplinleri onaylar.
Benzer biçimde Gülen’in okullarının modernliğin temelini oluşturan bilim alanında
ne türden eğitim verdiğini görmek yerinde olacaktır. Gülen Kuran Kursları yerine
modern bilimsel eğitim veren okullar açmayı tercih etmektedir. Diğer taraftan Gülen
Hareketine yakın okulların tamamında ilgili ülkenin eğitim müfredatı uygulanmakta
ve laik eğitim verilmektedir. Din eğitimi ise sadece ilgili ülkedeki devlet okullarının
müfredatına paralel şekilde verilmektedir (Bkz. Ergil, 2010; 322).
104
bir paradigma içermediği, buna karşın mevcut bilimsel bilgiyi ve teknolojik araçları
kullanan inançlı bilim insanı yetiştirmeyi hedeflediği söylenebilir. Diğer bir ifade ile
Gülen’in yapısalcı değişim öneren bir projesi yoktur. Aksine o, bireyin dini ve ruhi
gelişimi ile ilgilenmektedir. Bu bakımdan onun için modern bilim düşüncesini
temelden sarsacak alternatif paradigma geliştirmekten ziyade, bilimin bireyi
inançsızlığa sürüklemesine engel olmak istemektedir. Aynı zamanda Gülen, modern
düşüncenin bir uzantısı olarak bilimin dünyayı dönüştürücü gücünün farkındadır ve
bu gücü inananlara istemektedir.
105
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Din sorununa verilmiş olan ikinci yanıt ise Abdullah Cevdet gibi isimlerin
temsil ettiği kanattan gelmektedir. Cevdet sadece din ve devlet arasında tam bir
ayrımın savunuculuğunu yapmaz; aynı zamanda Müslümanları tedricen dinsel dünya
görüşünden vazgeçirmenin ve onlara sadece bilime dayanan bir dünya görüşü için
107
rehberlik etmenin yollarını arar (Zürcher, 2006: 47). Cevdet aynı zamanda Jön
Türkler ve Kemalistler üzerinde büyük etkiler bırakacak olan Gustave Le Bon’un
eserlerinden çeviriler yapmıştır. Cevdet sadece pozitivizmin değil, aynı zamanda
materyalizmin de Osmanlı aydınına intikalini sağlayan temel kanallardan birisidir.
Osmanlı aydını, Gerorg Büncher, John Draper gibi materyalistlerin etkisinde
kalmıştır. Draper’in çalışmalarının merkezi teması, toplumda çatışan temel
unsurların bilim ve din olduğu ve çatışmanın tarihi bir karakter taşıdığıydı (Hanioğlu,
1985: 33). Bu bakımdan İslam’a kolektif kimliğin inşasında temel rol biçilmesinin,
esas arayış olan ilerlemeye engel teşkil edeceği düşünülmüştür.
108
önemli özelliklerinden birisi tarihin yeniden yorumlanarak milletin kolektif
hafızasına işlenme sürecidir. Bu türden bir yeniden yorumlama sürecinde tarih, millet
olma duygusunu perçinleyecek biçimde araçsallaştırılır. Tarih yeniden yazılırken
kahramanlıklar kadar, milletin başına gelen felaketlerde anlatılmaktadır.
Milli kimliğin inşasında karşılaşılan ikinci sorun alanı, milli kimliğin hangi
etnik kor üzerine inşa edileceği sorunudur. Kemalistler bu soruya Türklük yanıtını
vermişlerdir. Yeni milli kimliğin Türklük etnik koru üzerine inşası, imparatorluk
bakiyesi topraklarda yaşayan diğer etnik unsurların ne olacağı sorusunu beraberinde
getirmiştir. Diğer bir ifade ile Türkler dışında kalan etnik unsurların nasıl yeni
kimliğin parçası haline getirileceği bir sorun alanı oluşturmaktadır. Bu sorun alanı
büyük ölçüde farklı etnik kimliklerin Türklüğe asimile edilmesiyle aşılmaya
çalışılmıştır (Bkz. Çaylak ve Çelik, 2009: 121-125). Öte taraftan tek parti döneminde
Türklüğün etnik anlamıyla kullanıldığını ve Kemalist yazında sıklıkla “öz Türkler”
ve diğerleri ayrımı yapılarak, öz Türklerin devletin gerçek yurttaşları olduklarına
109
vurgu yapıldığı ifade edilmelidir (Bkz. Bozkurt, 1967: 119; Arın, 1955: 6; Aslan,
2006: 356). Özellikle Avrupa’da ırki paradigmanın yükselmeye başladığı 1930’larda
Kemalistlerin etnisist yönünün daha güçlü bir biçimde ortaya çıktığı görülmektedir.
Bu dönemde Atatürk de “ırk ve menşe birliğinin milletin teessüsünde müessir olduğu
görülen tabii vakalardandır” demiştir (İnan, 1998: 22). Yine aynı dönemde Recep
Peker, Mahmut Esat Bozkurt, Saffet Engin (Engin Arın) gibi isimler Türk kanının
arılığından söz etmişler, Afet İnan ise Atatürk’ün telkinleri sonucunda Anadolu’daki
Türk ırkının kafatası üzerine ölçümler yapmışlardır (Bkz. Peker, 1935: 5; Bozkurt,
1967; Arın, 1955: 41; İnan, 1947; Maksudyan, 2005).
Milli kimliğin inşasında üçüncü bir sorun alanını Osmanlı’dan beri süregelen,
İslam’ın yeni kimlik içinde yerinin olup olmayacağı, eğer yeri varsa, bu yerin ne
olacağı oluşturmaktadır. Kemalizm’in İslam’la ilişkisinin karmaşık tarafları olan çok
boyutlu bir ilişki olduğu ifade edilmelidir. Özellikle Kurtuluş Savaşı yıllarında
kitleleri mobilize etmek için İslam’a sıklıkla referans verildiği gözlenmektedir. Diğer
taraftan erken cumhuriyet döneminde iki tür İslam yorumu arasında bir ayrım
yapılmıştır. Bunlardan ilki, şeriatçı, dogmatik ve ilerlemeye engel Arap ve Osmanlı
İslam’ı ikincisi ise akla ve fenne uygun ilerlemeyi teşvik eden Türk İslamıdır. Bu
bakımdan Falih Rıfkı Atay’a göre Atatürkçülük, şeriatın karşıtı olarak laisizm,
düalist eğitimin karşıtı olarak eğitim ve öğretim birliğidir. Atatürkçülük, “din
düşmanı” değil, “şeriat düşmanı” ve “İslam düşmanı” değil “Arap İslamı”
düşmanıdır. Ona göre Atatürk inkılabının en büyük faydası Türk’ü geri Arap
kafasından kurtarmış olmasıdır (Atay, 1980: 37). Bu bakımdan İslam’ı Kemalistlerin
algıladığından farklı algılayanlar laiklik düşmanı olarak görülürken; onu bilim ve
akılla uyumlu bir din olarak görenler ise makbul karşılanıyordu (Davison, 2006:
242). Bu noktada temel amaç, ilerlemeye engel olmayacak bir İslam yorumunun ilk
bakışta egemen olmasıdır. Çünkü Osmanlı’dan cumhuriyete uzanan süreçte bütün
siyasal akımların temel kaygılarından birisini geri kalmışlık sorununa yanıt üretme
ve ekonomik ilerlemenin sağlanması oluşturmaktadır.
Kemalistlerin iki İslam türü arasında ayrım yapmalarının bir diğer amacı ise,
İslam’ı ümmet anlayışından kurtararak milli kimlik inşasının önünde engel
110
oluşturmamasını sağlamaktadır. Bu bakımdan Türk İslam’ı sadece akıl ve fen ile
değil aynı zamanda millet siyaseti ile de uyumlu olarak yorumlanmaktadır. İslam’ın
millet siyaseti ile uyumlu hale gelmesi için Türklüğün ve İslam’ın Türk yorumunun
ders kitaplarında birlikte ele alındıkları görülmektedir. Cengiz Aktar tek parti
döneminde ders kitaplarında “ben Türküm ve Müslümanım, Tanrıyı seviyorum,
hükümetimi ve vatanımı destekliyorum… hem ulusal hem de dinsel bir inançla
yaşayacağım” cümlelerinin konulduğunu aktarmaktadır (Aktar, 1993: 56). Kemalist
proje içerisinde dinin bireyin kendisini ilgilendiren saf bir inanç haline gelmesi
amaçlanmıştır. Dinin devlet tarafından kontrol edilmesinin arkasında, İslam’ın
siyasal olduğu düşünülen içeriğinden arındırılması amacı vardır. Bu bakımdan
devlet, dinin siyasal içeriğinden arınması için onu kontrol etmekte ve akıl ve bilimle
uyumlu hale gelmesi için onu yorumlamaktadır. Diğer bir ifade ile dinin siyasal ve
bilime karşı “dogmatik” içeriğinden arınması için Kemalizm dini kontrol altına alma
yolunu benimsemiştir. Buradaki asıl amaç dinin son kertede sadece bireyin vicdanını
ilgilendiren bir mesele haline getirilmesidir. Yani dini siyasal kurumlar ve devlet
üzerine söz söylemesine engel olunmasıdır. Bundan dolayı Kemalizm sadece din ve
devlet ayrılığı anlamında laiklik ilkesini benimsemez. Kemalistler aynı zamanda
süreç içinde dinin toplumsal etkisini azaltmayı hedeflemişlerdir.
111
benimsemiştir. Kemalizm, kişinin dünya görüşünü dinin ve ulemanın
şekillendirmesine alternatif olarak, müspet bilimin şekillendirmesi gerektiği
düşüncesine yaslanmıştır (Mardin, 2007: 183). Bu bakımdan daha önce halk üzerinde
büyük etkisi olduğu düşünülen ulemanın toplumsal öncülüğüne son verilmesi ve halk
üzerinde büyük etkisi olan dinin devlet denetimine alınması söz konusu olmuştur. Bu
bağlamda şekillenen Kemalist laiklik, milliyetçilik ve müspet ilimle uyumlu yeni bir
İslam yorumu arayışına girmiştir. Bu türden bir arayış avam-havas diğer bir ifade ile
sıradan halk-seçkin ayrımını beraberinde getirmiştir (Tunçay, 1992: 214).
112
bakımdan Gülen, Kemalistlerden farklı olarak tarihsel referansı olumlu anlamda
Osmanlı-İslam geçmişine yapmaktadır. Gülen için Osmanlı, “Türkün yeniden
dirilişini” sağlayacak tarihi bir kaynaktır. Bu bakımdan Gülen’in metinlerinde
sıklıkla Osmanlı geçmişine referans verilmektedir. Gülen’in metinlerinde din hem
kimliğin kurucu bir unsuru, hem de toplumsal dayanışma unsuru olarak
görülmektedir. Gülen, bireyin manevi ihtiyaçlarını karşılamak için dinin gerekliliğine
vurgu yaptığı gibi, bireyin varoluşunu anlamlandırmak için de dine ihtiyacı olduğunu
ifade etmektedir.
Başka bir yerde ise Nursi ile paralel bir biçimde, millet olarak üç asırdır en
büyük günahın ilimde geri kalma, fakirlik, iftirak (ayrılık) ve cehalet olduğunu; bu
günahların tövbesinin de millet olarak zenginleşme, bütünleşme, ilimden geçtiğini
ifade eder (Ünal, 2001: 41). Hastalıkların tedavisinde bugüne kadar lokal çözümler
113
denendiğini savunan Gülen, yeni bir yönteme ihtiyaç olduğunu savunur. Bu itibarla,
“geri kalmışlık meselesinin temelinde kendimize ait öz değerlerden uzaklaşma,
Allah’a ve ahirete inanç noktasında tam anlamıyla beslenememe, toplumun bu
değerlerle bütünleşememesi vardır ki; insanlarda fazilet hissi Allah korkusundandır.
Allah korkusu olmadığı takdirde ne irfanın ne de vicdanın tesirini bulabilmek
mümkün değildir. Bu bakımdan köklü çözüm, yeniden insanımızda bu hissin
uyarılmasıdır. Böyle bir şey gerçekleştirilebilirse, problem tümüyle ortadan
kalkacaktır. Yalnız bu uzun zaman isteyen bir yoldur. Bir, iki belki üç nesil ister.”
Dinin, insan ve toplum hayatı adına yeri başka hiçbir şeyle doldurulamayacak kadar
önemli bir dinamik olduğunu söyleyen Gülen, Aksekili’nin “insan dine inanmıyorsa
onu inzibat kuvvetleri ile zabt u rabt altına almanın mümkün olmadığı” sözünü
aktarır ve “Türk milleti gibi zeki milleti, dünyevi cezai müeyyidelerle bir yere
bağlamanın imkansız olduğunu” ekler. Bu bakımdan uzun zaman alsa da nesillerin
din ve dini değerlere yönlendirilmesine ve toplumu, gerçekten temiz, pak bir toplum
haline getirecek nesillerin yetiştirilmesine özen gösterilmelidir (Gülen, 1997a: 288-
289).
“Bugün insanlık ciddî bir huzursuzluk içinde ise, nesiller her gün biraz daha
kargaşaya kayıyor ve ırz çiğneniyor, namus pâyimal olup gidiyor ve herkes birbirini
ısırıyorsa, siz bütün bu olumsuzlukları ve korkunç boşlukları, madde ile ve onun
114
vadettiği refahla kat’iyen dolduramazsınız. Zaten onca gayrete rağmen dolduramayıp
‘toplumsal’ barış adına bir şey yapılamadığı da meydanda. Ama acıdır, belli bir süreden
beri biz, dünyevî mülâhazaları ve maddî refah unsurlarını her şeyin önüne çıkararak,
tıpkı materyalistler gibi, hatta daha da ileri giderek maddeyi hayatın olmazsa olmaz
esası gibi görmeye başladık… mâneviyatımıza musallat olan hurafelerden sıyrılmaya
çalışırken –elbette ki böyle bir gayreti her zaman alkışlarız- gidip materyalizm
hurafelerine saplandık ve kendi kültür mirasımızın önemli bir bölümünü bütün bütün
inkâr ettik. Dahası, zamanla kendi millî çizgimizden tamamen saparak, temel
dinamiklerimiz açısından da kendimizi derin krizlerin ağında bulduk; sürekli yeni
krizler doğuran krizlerin ağında. Ve bir daha dengemizi bulup fasit daireden
sıyrılamadık. Öyle ki, maddenin o katı, sıkıcı ve bunaltan dar çemberinden kurtulalım
derken, ya ifratlara girerek eşyayı, tabiatı, hatta bütün fizikî mülâhazaları kaldırıp bir
kenara attık ve kendimizi tuhaf bir mistisizme saldık. Ya da maddenin yerini, lüzumunu
ve kendi çerçevesinde önemini vurgulayalım derken, gidip gırtlağımıza kadar
maddeciliğe ve tabiatperestliğe gömüldük.
Gülen dine salt birey ve Tanrı arasındaki ilişkileri tanzim eden ve insanı ilahi
selamete erdiren kurallar bütünü olarak yaklaşmaz. Gülen, aynı zamanda dinden bir
topluluk ethos’u da çıkarmaya çalışır. Gülen, sağlıklı bir toplum için bireyler
arasındaki dayanışma ilişkilerini tesis eden bir araç olarak dine başvurur ve devletin
de bu araçtan istifade etmesini savunur. Çünkü Gülen, iyi bir toplumsal düzenin salt
formel hukukla kurulamayacağını; bireyler arasındaki ilişkileri tanzim edecek ve
dayanışmayı sağlayacak ahlaki bağların varlığının elzem olduğunu savunmaktadır.
Gülen, İslam’dan aynı zaman da bir toplumsal ahlak sistemi anlamaktadır
(Çobanoğlu, 2012). Bu bakımdan Gülen, İslam’ın kamusal alandan dışlanması
üzerine kurulu Kemalist modernleşmenin toplumu bir arada tutacak ve topluluk
ruhunu takviye edecek bir ethostan mahrum olduğunu düşünmektedir. Bundan dolayı
Gülen İslam üzerine kurulu, milliyetçilikle takviye edilmiş yeni bir topluluk ethosu
önermektedir. Ona göre, “toplumun devamlılığı adına, onu teşkil eden fertler
arasında, ebedi alemlerde devam edecek bir rabıtaya ihtiyaç vardır. Bu rabıta olsa
olsa İslam olabilir” (Gülen, 2011g: 7). Bu bakımdan Gülen’de İslam, hem bu
topraklarda yaşayan insanların kim olduğu sorusuna verilen yanıtın bir parçası, hem
de toplumsal dayanışmayı sağlama işlevi bulunan bir yapıdır.
115
merkezini oluşturmaktadır. Sadece kendi ekonomik çıkarları peşinde koşan
ekonomik bireyin toplumla buluşmasının mümkün olmadığı düşüncesinden hareket
eden Gülen, İslami bir dayanışma kavramı kurmaya çalışır. Bu bakımdan onun
metinlerinde, ahlaki bencilik, iktisadi bireycilik, faydacılık ve egoizm kavramları
yerilirken; bunların yerine, yeni bir ahlak nizamı, iktisadi sistem, muhabbet ve
diğerkamlık önerilmektedir (Gülen, 1996c: 206). Burada alternatif bir iktisat
sisteminden kastedilen kapitalizm karşıtı bir öneri değildir. Aksine, Gülen üretim
araçları üzerindeki özel mülkiyet ve ekonomik eşitsizlik fikrini savunmaktadır.
Alternatif sistemden kastedilen, farklı meslek grupları arasında İslami dayanışma
ruhu ile takviye edilmiş korporatist bir ekonomik modeldir. Gülen ekonomik
anlamda, ağa-köylü, işçi-patron, memur-halk, muallim,-talebenin birbirinin kurdu
kesilmediği bir modelin gerekli olduğunu savunur (Gülen, 2011f: 66-67). Altı
çizilmesi gereken husus, ağa-köylü, işçi-patron ikiliğinin kaldırılmak istenmediğidir.
Gülen’in arzuladığı, bu toplumsal sınıfların birbirine düşman olmadığı ama
varlıklarını korudukları solidarist bir ekonomik modeldir.
Bu model içinde Gülen bir taraftan bireyin varlığını kabul ederken, diğer
taraftan bireyin toplulukla dayanışma ilişkisi tesis etmesini sağlamaya çalışmaktadır.
Gülen’in 2005 yılında Muslim World dergisinde yayınlanan röportajında birey ve
topluluk arasındaki ilişkileri nasıl kurguladığına ilişkin uzunca bir bölüm
bulunmaktadır. Gülen, çağdaş düşünce sistemlerinin tarihte ilk defa bireyin modern
toplumla birlikte ortaya çıktığına ve geleneksel toplumdaki cemaat, geniş aile gibi
yapıların bireyin ortaya çıkmasını engellediğine ilişkin tespitlerinin bütün toplumlar
için doğru olmadığını ifade ettikten sonra sözlerini şöyle sürdürmektedir (Sarıtoprak
- Ünal, 2005: 447-449):
“İslam’ın temel ilkelerinden olan tevhid açısından bir manada mutlak bireylik
mümkün değildir. Çünkü insan ya hiçbir değer kabul etmeyen kritersiz veya Allah’a
bağlı, onun emirlerine uyan bir kuldur. Bu öyle bir kulluktur ki, bu sayede o, Allah’tan
başka hiç kimse karşısında eğilmez ve kesinlikle hürriyetinin bir santiminden bile
vazgeçmez.
116
nefsin tezahürleri sayılan şeyler katiyen Allah’tan koparamaz ve köleleştiremez. Bir
mümin günde 30-40 defa “ey Rab, sadece Sana ibadet eder ve sadece Senden yardım
isteriz” diyerek kendi hürriyet ve bireyselliğine pranga vuran bütün bu zincirleri kırar ve
Allah’ın her şeye yeten muhteşem gücüne sığınır. Bu ölçüde sığınmayı
gerçekleştiremeyen bir birey hakikî manada ideal insan olma görevini tamamlamış
sayılmaz.
Ne var ki İslam, ferdin Allah’tan başka her şeye karşı hür olmasını isterken, onun
bir aile, bir cemaat, bir millet, hatta bütün insanlık toplumunun bir üyesi olmasını da
ihtiyaçlara bağlı bir kural olarak kabul eder. Çünkü insan toplumsaldır, medenidir ve
diğer insanlarla yaşama mecburiyetindedir. Her şahıs bu ihtiyaç dairesi içinde birbirinin
uzvu gibidir ve kesinlikle biri diğeri olmadan olmaz.
Zorunluluk, ihtiyaç, hatta tekmiliyata bağlı böyle bir birliktelik bireysel olarak
halledilmeyen birçok meseleyi halletme ve bir kısım baskıcı güçlere karşı koruma
vazifesi görme açısından önemlidir. İşte, bizim mutlak hürriyetçilerden ayrıldığımız
nokta budur. Onlar, insanları geleneksel bağlardan ve bağlılıklardan kurtarma
bahanesiyle, yapayalnız, desteksiz, korumasız ve her zaman kaba kuvvetin tesirine
girebilecek şekilde dayanaksız bıraktılar. O da bu yalnızlığın bedelini bazen bir kısım
tiranların eline düşerek, bazen toplum despotizmi adına ezilerek acı acı ödedi. Ve
bireysellik yolunda hürriyetinde, haysiyetinden de oldu.
Şu hususu da bilhassa belirtmeliyim ki İslam dini, başka din veya din gibi
görünen sistemlerde olduğu gibi sadece metafizik mülahazalarla ilgilenen, dua,
teveccüh, konsantrasyon ve şahsi ibadet iktifa eden bir din değildir. O bütün bunlarla
beraber, ferdin, dini, sosyali siyasi, iktisadi, ahlaki ve hukuki davranışlarını tanzim
etmenin yanında, bu kuralların uygulanmasının ahirette mükafatlandırılacağını
belirmektedir. Bu itibarla da dinin sadece inanç ve bireysel ibadete ihtisar edilmesi onun
bölünmesi, parçalanması ve Allah’ın muradına aykırı bir çerçeveye oturtulması
demektir. Bu aynı zamanda, ferdi neyi, ne zaman yaşayıp yaşayamayacakları konusunda
dağınıklığa itme demektir.
117
ancak, bireyin topluluğa karşı sorumlulukları olduğu ve mutlak anlamda özgür
olmadığı ifade edilmektedir.
118
Gülen için, dinin salt dayanışma unsuru olarak görüldüğünü söylemek eksik bir
değerlendirme olur. Bu türden bir değerlendirme Gülen’in sadece dinin toplumsal
işlevlerine vurgu yaptığı anlamına gelir ki, bu doğru değildir. Din aynı zamanda
anlam arayışına ve varoluşun gerekçesine verilmiş bir yanıttır. Din, bireyin kim
olduğu, dünyadaki yerinin ne olduğu türünden anlama ilişkin sorulara bir yanıttır.
Diğer taraftan din, Türkiye’de yaşayan Müslümanlar için kim oldukları sorusuna
verilmiş yanıtın bir parçasıdır. Bu yanıtın diğer parçasını ise Türklük
oluşturmaktadır. Bu bakımdan Gülen’in milliyetçiliği dışarıda bırakan bir İslamcılık
anlayışı yerine, Türklükle İslam’ın harmanlanarak oluşturduğu bir kimlik olarak
Türk-İslam sentezini benimsendiği söylenmelidir. Diğer bir ifade ile Gülen kimlik
sorununa salt Müslümanlık yanıtını vermemekte, Kemalizm’in etno-seküler
milliyetçiliğine karşın etno-dinsel bir milliyetçilik anlayışını savunmaktadır. Gülen,
İslam’ın temel nassları dışında kalan kısımlarının süreç içerisinde yerel dinamiklerle
harmanlanarak farklı sentezler oluşturduğunu savunmaktadır. Türkiye söz konusu
olduğunda ise Gülen, İslam’ın Türklükle harmanlanmasından oluşmuş Türkiye
Müslümanlığı kavramı kullanmaktadır.
119
Bu noktada Ahmet Yaşar Ocak özellikle tasavvufi yönü baskın Türk
Müslümanlığının, şiir, menkıbe gibi kalıplar üzerinden üretildiğini ifade etmektedir
(Ocak, 1996: 76). Ancak Kemalizm’in bu Türk İslam’ı vurgusunun aynı zamanda
dinsel mühendislik ürünü olduğu da söylenebilir (Yıldırım, 2011: 26). Özellikle
dinsel metinlerin Türkçeleştirilmesi girişimi sadece halkın dini metinleri daha iyi
anlaması amacıyla yapılmamıştır. Buradaki esas amaç dinin millileştirilmesidir. Bu
durumun ulus inşa sürecinde İslam’ın ümmet anlayışı ile mücadele etme arzusundan
kaynaklandığı söylenmelidir.
120
kültürünün oluşmasına katkı sağlamamış, aynı zamanda Türkler de tarihi ve
sosyolojik farklılıkları ile yeni bir İslam yorumu ortaya çıkarmışlardır.
121
içerisinde evrim geçirmiştir. Gülen’in ilk dönem metinleri incelendiğinde Türklüğü
ırka referans verecek biçimde kullandığı görülmektedir. Ancak süreç içerisinde
Türkiye toplumunun çoğulculuk eğilimi Gülen’in Türklüğü tanımlayış biçimini
revize etmesi sonucunu doğurmuştur. Buna karşın Gülen’in metinlerinde Türklük
vurgusu merkezi yerini korumaktadır. Gülen’in siyasal açıdan Türk-İslam sentezi
üzerine kurulu bir ideolojiyi savunduğu söylenmelidir.
122
on-onbir milyon dolayında safkan Türk’ün imparatorluğu nasıl idare ettiğini şu
sözlerle anlatmaktadır (Gülen, 1997b: 271):
123
en tehlikeli imtihanlardan birisi olduğunu ve Avrupa’nın ırkçılık yolu ile Türk
milletini vurduğunu savunmaktadır (Gülen, 2012a: 98-100).
124
İlhada diğer bir sâik de, her şeyin mubah görülmesi, "ibâhîlik" ve mevcut her
şeyden istifade edilmesi düşüncesidir. Dünya nimetlerinin bütününden kâm alma
felsefesine dayanan bu anlayış, bilhassa günümüzde sistemleştirilerek bir felsefî mektep
hâline getirilmiştir. Bize doğru gelirken, ilk defa "libido" ile sarsılan ve ırgalanan hayâ
hissimiz J.P. Sartre, A. Camus'la yerle bir edilmiş ve harabeye döndürülmüştür.”12
Millet kavramının tanımında kimin milletin parçası olduğu ifade edildiği gibi,
kimin dışarıda bırakıldığı da belirtilir. Hatta denebilir ki, kimlik “öteki” olmadan
kurulması zor olan kavramların başında gelmektedir. Bu bakımdan belli bir millet
kendisini tanımlarken, aynı zamanda kimden farklı olduğunu da ifade etmektedir.
Bu bakımdan Gülen’in özellikle ilk dönem metinlerinde Batı ve özellikle SSCB’nin
ötekileştirildiği görülmektedir. Gülen’in bazı metinlerinde “Batı” kavramı yaygın
olarak olumsuz kullanılmaktadır. Örneğin Varlığın Metafizik Boyutu 1 isimli
kitabında “Batı insanının yüzde kırkının ruhi bakımdan dengesiz” olduğu, “Batı
insanının azımsanmayacak bir kısmının ruhi tedavi gördüğü”, “Almanya’da bu işe
aktarılan paranın akıl almaz ölçülere vardığı”, “İskandinav ülkelerinde kırk yaşını
geçmiş insanların yüzde onunun intihar ettiği” ve bu kötülüklerin Batılılara “cinler
veya habis ruhların” tarafından yapılmış olabileceği ifade edilmektedir (Gülen,
1998c: 105). Gülen başka bir metninde, “büyük ölçüde Batı, insaftan, insanlıktan ve
mürüvvetten nasibini almamıştır” demekte ve bunu Batı’nın, “kendisine daima
insanca davranmış olan Osmanlı’ya ilişkin tutumu ile” temellendirmeye
çalışmaktadır. Gülen’e göre, “Müslüman Türk tarafından onlara, tarihin hiçbir
döneminde zulüm ve tahakküm yapılmamıştır” (Gülen, 2011g: 346).
12
Gülen, 28.04.1998 tarihinde Nicole Pope’a verdiği bir demeçte Victor Hugo’ya çok saygı
duyduğunu, beğendiği yanları olduğunu ve fikirlerinden faydalanmaya çalıştığını ifade etmiştir. Aynı
demeçte “aslından bana ters gelen başkaldırma edebiyatının ustaları diyebileceğimiz Camus’ya ve
Sartre’a saygı duyarım” demektedir (Pope, 2003: 96).
125
Gülen milleti tanımlarken esasen asr-ı saadet ve Osmanlı geçmişini temel almaktadır.
Osmanlı geçmişini yücelten Gülen, Türklerden söz ederken “benim altın soyum,
başkalarının kapısına ancak kendisini ifade etmek için gitmişti” (Gülen, 2011d: 74)
demekte, başka milletlerden ise “geçmişte bizim çoban ve kapı kullarımız olan bir
kısım sergerdan ve derbeder milletler, bugün ilimleri, terakkileri ve muntazam
idareleri ile bize caka satmaya başlamış ve fırsat buldukça haysiyetimizle oynamaya
başlamıştır” demektedir (Gülen, 2011f: 105). Gülen’in başka milletlerden bizim
çoban ve kapıkullarımız diyerek bahsettiği yazı Aralık 1983 yılında kaleme
alınmıştır. Gülen’in bu dönem metinlerinde yoğun bir ötekileştirme ile karşılaşmak
mümkündür.
Ekim 1982 yılında Sızıntı dergisinde kaleme aldığı başka bir yazısında “garip
insan” üzerinde duran Gülen’e göre garip, “yurdundan yuvasından uzak kalan insan
değildir. Gülen, içinde dünya içinde bulunduğu toplum itibari ile halinden, yolundan
anlaşılmayan… fedakarlığı ve fevkalade himmet ve azmiyle, kendi toplumunun
kanunları ile sık sık zıtlaşıp çakışan, çevresi tarafından yadırganan ve her davranışı
ile garipsenen insandır.” Gülen’e göre garipten farklı olarak bir de garibanlar vardır
ki, bunlar, “kendi insanına ve kendi harsına her gün biraz daha yabancılaşan”
insanlardır. Bunlar, “derbeder, perişan, ümitsiz ve inançsız kimselerdir… Bunların
gündüzleri gecelerinden daha karanlık, geceleri zalâm zalâm üstüne kabri andırır.
Binbir paradoksun ruhları aşındırdığı, kökten ve benlikten mahrum bu sefiller, adeta
insan altı bir sınıfı temsil etmektedirler” (Gülen, 2011f: 54). Yine başka bir metinde,
“Allah Resûlü, daha sonra zuhur edenlerden de mesela Marks, Lenin, Engels, Troçki
ve Mao’ya kadar farklı anlayıştan insanları, bazen işaretle, bazen remizle haber
vermiştir ki, bunların hepsi inkâr-ı ulûhiyette bulunmuş deccallardır” (Gülen, 2011c:
80). Gülen bu pasajında sosyalizmin önemli temsilcilerinin deccal olduklarını ifade
etmektedir. Gülen’in bu dönem metinleri anti-komünizmin yükseldiği bir dönemde
yazılmış olmasına karşın, soğuk savaş bittikten sonra kaleme aldığı yazılarında
sosyalist kuramcıları düşmanlaştırmaya devam etmektedir. Buna karşın Batı’ya
ilişkin tavrında belirgin bir yumuşama görülmektedir. Milliyetçilik ve millet
tanımında ırki referanslarda da bir azalma olmaktadır.
126
2.3.2. Çoğulculuğa Açık Bir Millet Kurgusuna Doğru
127
kaynaklandığını ifade etmek için aceleci olmamak gerekmektedir. Bu genişletme ilk
etapta SSCB sonrasında kurulan Türki cumhuriyetlerle ilgilidir.
128
olarak değil, çağın gerçekleri istikametinde Batılı düşünceyi de alan, değerlendiren”
dünya ile barışık bir Türk kimliğine ihtiyaç olduğunu savunmaktadır (Sevindi, 1999:
85-86). Bu bakımdan Gülen’in muhayyilesinde millet, din, dil, tarih şuuru gibi
kavramların yanında, bunlarla uyumlu olduğunu düşündüğü “evrensel değerleri” de
benimsemiş biçimde tanımlanmaktadır.
129
3. BİR SORUN ALANI OLARAK KÜRTLER
130
Türkler arasındaki din kardeşliğini vurgulamak üzere Müslüman alimleri istihdam
etmesi” ile çözüleceğini savunmuştur (Gülen, 2005). Bu türden bir öneri sorunun
kimlik boyutunu ıskalayan tezlerin tekrarından ibarettir.
İlanda dile getirilen istekler –kanaati acizanemce- saygısızca olmuştur. Eski yıllardan
da bildiğim, tanıdığım ve görüştüğüm kadarıyla Güneydoğu’daki insanların yüzde 90’ı,
95’i bu taleplere katılmamaktadır. Muhtemelen onlar da, tahribin kolaylığından
yararlanarak provoke eden, gençleri sokağa döküp kaldırımları söktüren, arabaları
yaktıranlardan ve bu tür sivri çıkışlar yapanlardan şikâyet ediyorlardır.
131
sarsıcı ve etkisizleştirici niteliktedir; çünkü Gülen’in Türklük tanımı Kürtleri içine
alacak ölçüde geniş değildir. Gülen bu dönemde Kürt sorununun kimlik ve kültürel
haklar boyutunu kabullenmemekte ve sorunu, “algı, cehalet ve geri kalmışlıkla”
ilişkili olarak düşünmektedir. Gülen’in fikirleri ekseninde bakıldığında sorun algı
sorunudur; çünkü, gerçekte Kürtlerin mahrum oldukları herhangi bir hak yoktur. Bir
grup Kürt –ki Gülen bunun yüzde beş ile on dolayında olduğunu düşünür- hak
mahrumiyeti varmış gibi propaganda yapmakta ve böyle bir algı yaratmaktadır.
İkinci olarak sorun cehalet sorunudur. Gülen, hareketin eğitim kurumlarının bu
türden bir sorunu çözeceğini düşünmektedir. Özellikle eğitim kurumları sayesinde
gençlerin “dağa çıkmasının önüne” geçileceğini düşünmektedir. Bu türden bir
kavrayış insanların reşit olmadıklarını ve kendileri için iyi olanın ne olduğunu
bilmediğini düşünen jakoben bir tutumdur. Kürt gençlerinin cehalet kaynaklanan bir
bilinç eksikliği olduğunu ve bunun eğitimle giderileceğini düşünür. Son olarak sorun
geri kalmışlık sorunudur ve hükümetin yapacağı teşviklerle çözülecektir. Bu
bakımdan Gülen röportajın devamında çözüm önerisi olarak şunlar sunmaktadır
(Gündem, 2005: 66-67):
“Devlet son zamanlarda kalkınmada öncelikli yerler adı altında oralara bir kısım
avantajlar tanıdı. Devlet bu konuda daha ciddi adımlar atmalı. O bölge mutlaka
kalkınmalı, imrenilir bir bölge haline gelmeli. Güneydoğu’yu öylesine mamur hale
getirelim ki, herkes halinden memnun olsun. Batı’ya doğru göçün önü alınsın.
Başkalarından önce biz yatırımlar yapalım ve orayı bir cennete çevirelim. Eski
Mezopotamya gibi olsun, yeniden medeniyet merkezi haline gelsin. Hatta Kuzey Irak’ı
da imrendirelim bu bölgeye. Onlar, Güneydoğu’da bizim vatandaşlarımızın istifade
ettiği imkânlardan imrenseler, “bize de umut olsa” dedirtsek…
Bu, bizim basiretli devlet adamlarımızın çözmesi gereken bir problemdir. Sivil
kuruluşlar bölgeye gidip hemen hemen her şehirde okullar açtılar. Açılan bu okullar,
büyük ölçüde dağa çıkmanın önünü kesti. Gençler okumaya yöneldi…
Orada eğitim cazip hale getirilmeli. Çünkü orada ciddi bir eğitim problemi var.
Bugünkü Milli Eğitim Bakanı da basiretle bu konunun üzerinde duruyor. Eğitim
problemi çözüldüğü zaman çok problemler çözülecek. İşsiz, güçsüz, okuyamamış
insanlar büyük ölçüde kendilerini itilmiş, ikinci sınıf görmüşler. O psikolojik havadan,
içine düştükleri kompleksten de onları kurtarmak lazım. Bölgenin insanları, geçmişte
önemli medeniyetlere beşiklik yapmış zeki insanlardır. Aramıza fitne sokulana kadar
gül gibi geçinmişiz onlarla.
Bölge mamur hale getirilmek suretiyle o gül devri yeniden getirilebilir. Böylece
yakışız, çatlak sesler de kesilebilir. Kocaman bölge üç-beş tane sergerdanın macerasına
alet olmaz”.
132
Gülen röportajı boyunca tek bir yerde Kürt kelimesi geçmektedir ki, bu
kelimenin geçtiği yer İnönü ve Özal’dan bahsettiği yerdir. Metin boyunca dil ve
kültür içeren tek bir sözcük kullanılmadığı da dikkat çekmektedir. Gülen, bölgeye
yapılacak yatırımlarla bölgenin, Gülen’in ifadeleriyle “Kuzey Irak” için de bir cazibe
merkezi haline getirilmesinden söz etmektedir. Ancak geçen zaman zarfında Irak’ta
Kürtlerin ekonomik, siyasal ve kültürel olarak sahip oldukları hakların Gülen’in ifade
ettiğinin aksine bölgeyi Türkiye’de yaşayan Kürtler için bir cazibe merkezi haline
getirdiği görülmektedir. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi sadece Türkiye’de
yaşayan Kürtler için değil, Türk girişimciler için de önemli bir ekonomik merkez
haline gelmiştir. Gülen Hareketine yakın iş insanları tarafında Erbil başta olmak
üzere birçok bölgeye yatırım yapılmaktadır. Bu bağlamda TUSKON üyesi
yatırımcılar bölge sık sık ticaret ve yatırım amaçlı ziyaretlerde bulunmaktadırlar.
Örneğin TUSKON’un koordinatörlüğünde Marmara İş Hayatı Dernekleri
Federasyonu (MARİFED), 12-14 Şubat 2012 tarihinde “bölgenin yeni Dubai’si
olarak görüldüğünü” ifade ettiği Erbil’e ticaret ve yatırım amacıyla bir heyetin
gideceği ve bu heyetin, inşaat müteahhitlik, inşaat malzemeleri ve ekipmanları, gıda
ve içecek, mobilya ve beyaz eşya, temizlik ürünleri, taşımacılık ve lojistik, turizm,
hotel işletmeciliği, sağlık ve medikal ile tarım alanlarında yatırım yapmayı
planlandığını ifade eden bir duyuru yapmıştır (MABİAD, 2012). Diğer taraftan
Gülen Hareketinin bölgede okulları bulunmaktadır.13 Bunun yanında Güneydoğu
Anadolu Bölgesi’nin Gülen’in ifade ettiği gibi ekonomik cazibe merkezi haline
gelmesi halinde bile, diğer ülkelerde yaşayan Kürtlerin yüzlerini Türkiye’ye
döneceklerine ilişkin bir sonuç çıkarmak mümkün görünmemektedir. Kürtlerin
anadilinde eğitim başta olmak üzere kültürel haklarını tanımayan hiçbir devletin,
Kürtler için cazibe merkezi olacağını beklemek gerçekçi değildir.
13
Gülen, hareketin bölgedeki okullarının, Irak’ta yaşayan Türkmenlerin Kürtler tarafından asimile
edilmesini engellemek için devlet teşvikleriyle açıldığını ifade etmiştir. Bu bakımdan Gülen’in
asimilasyon konusunda ilkesel değil, milliyetçi bir tutumunun olduğunu ifade etmek gerekmektedir.
Diğer taraftan koşullar değiştiğinde pragmatistçe bu tutumunu değiştirmektedir (Yavuz, 2005c: 270).
133
Nitekim Gülen süreç içinde “saygısızca” olarak nitelediği taleplerden daha
radikal bir öneride bulunmaktadır. 25 Haziran 2013 tarihinde Erbil’de yayınlanan
Rudaw gazetesine verdiği demeçte, Türk ve Kürt olmanın insanın iradesi dışında
sahip olduğu kimlikler olması sebebiyle bir ayrım gerekçesi yapılamayacağı, “herkes
ama herkesin eşit olduğunu, Türkiye’ye düşenin Kürt vatandaşlarına gerekli hak ve
özgürlükleri tanımak olduğunu ve başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası
organizasyonlarda koruma ve hakkaniyet adına onların da temsil edilmesi gerektiğini
ve anadilinde eğitimin adil devlet olmanın gereği olduğunu” ifade etmiştir. Aynı
zamanda Gülen bu röportajında Irak Kürdistan’ı kavramını da kullanmıştır (Gülen,
2013b). Bu röportaj Gülen açısından Kürt sorunu bağlamında büyük bir açılım olarak
görülebilir. Bu röportaj Gülen’in sekiz yıl içinde geçirdiği düşünsel evrimi
göstermesi bakımından anlamlıdır. Gülen’in bu röportajı verdiği tarih, AKP
hükümetinin başlatmış olduğu “Çözüm Sürecine” tekabül etmektedir.
134
önce Orta Asya’ya oradan da dünyanın diğer bölgelerine okullar açıp, yatırım yapan
hareket mensuplardır. Bu bakımdan Gülen, İslam’ın yeniden dirilişine öncülük
edecek bir elit yetiştirmek istemektedir. Gülen’in metinlerinin merkezi noktalarından
birisini de altın nesil olarak formüle ettiği bu elitin nasıl yetiştirileceği sorunu
oluşturmaktadır.
135
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
137
dönemi idealize etmemekte, yetiştirmek istediği elite kılavuzluk etmesi için bu
dönemi yeniden inşa ederek işlevselleştirmektedir.
Gülen’in altın nesil olarak idealize ettiği bu elitlerin, daha önceki modernleşme
süreçlerinin aktörleri olan aydın gruplarından temel farkları, Türklüğü ve İslam’ı
kendi kimlikleri olarak kabul etmeleridir. Bunun yanında Batıya karşı agresif ve
reaksiyoner bir tutum takınmak yerine, kimliklerini muhafaza ederek Batıyla
işbirliğinin yolunu aramalarıdır. Bu elitin bir diğer temel özelliği ise, bilimle barışık
olmaları, ilerleme için çalışmaları ve İslam’ın yoruma açık yanlarını yeniden
yorumlamalarıdır. Gülen, yukarıda özellikleri sayılan bu türden bir elit grubun
yetiştirilmesini ülkenin geleceği için bir zorunluluk olarak görmektedir. Çünkü
Gülen’e göre tarihi sadece seçkin gruplar yapabilirler.
Gülen’e göre, bugüne kadar her medeniyet birkaç düzine kahramanın eseri
olmuştur ve bundan sonra da böyle olacaktır (Gülen, 2000a: s. 80). Bu bakımdan ona
göre, “bizim, şuna-buna değil, düşünen inanan, düşüncelerini hayata geçirerek, önce
kendi milletini sonra bütün insanlığı aydınlığa çıkarıp onların Hak’la buluşmasını
sağlayabilen, kendisini hakikate adamış ruhlara ihtiyacımız var” (Gülen, 2011b:
107). Gülen bu türden bir elitin Türk-İslam toplumlarının yeniden dirilişine öncülük
edeceğini savunmaktadır. Bu elit, çağının değerleri ile barışık olduğu gibi kendi
kökleriyle de barışıktır. İlk dönem metinlerinde Batıyı düşman olarak işaretleyen ve
sadece Batının teknolojisinin alınması gerektiğini savunan Gülen, süreç içinde Batıyı
Türkiye’nin temel müttefiki olarak gören bir noktaya gelmiştir. Gülen, batının ilim
ve tekniğinin alınması, tarımda modern tekniklerin kullanılması, yer altı ve yer üstü
kaynaklarının tümünün kullanılması, sınır kapılarından dünyanın dört bir yanına
ihracat yapılması, Türk parasının dünya borsasında milletin şerefine uygun şekilde
dolaşması, Batının ilim ve irfanının, sanat ve tekniğinin alınması gerektiğini
savunmaktadır. Ancak tüm bunlar yapılırken, milletin güçlendirilmesine, “tarihi
seciyenin yıpratılmamasına” ve ahlak ve fazilet anlayışının “düşmanlarımızın
levsiyatıyla becayiş edilmemesine” dikkat etmek gerektiği eklemektedir (Gülen,
2013: 135). Gülen’in başlangıçtan beri temel hedefi Batının teknolojisi ile yerli
138
kültürü sentezleyecek ve İslam ahlakına bağlı kalacak bir altın nesil yetiştirilmesidir.
Gülen, yerli kültürle Batılı teknolojinin sentezlenmesi ve İslam’a sıkı sıkıya sarılmak
gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü Gülen’e göre, toplumların yıkılış sebeplerine
inildiğinde genel olarak, gençlerin bohemleşmesi, bu serazad ruhlarda behimi
hislerin yaşanma arzusu, şehvani duygular, dünyayı esas maksat yapıp ahreti
unutmak, Kuran’a sırt çevirmek bulunmaktadır (Gülen, 2002: 20). Bu bakımdan bu
yeni elit gençleri gençlik hevesinden kurtaracak, onlara ahreti yeniden hatırlatacaktır.
Çünkü Kuran, ahiret inancı ve milli bilinç daha öncekiler tarafından unutturulmaya
çalışılmıştır. Diğer taraftan mevcut elit bunları yaparken, aynı zamanda temel
kaynaklara çağın ihtiyaçları çerçevesinde bakacaktır.
Gülen, ülkeyi yeniden rayına oturtacak elitlerin sağlam yürümesi için öncelikle
altı hususun altını çizmektedir: “a) Bütün millet, hususiyle de aydınlarımız, geçmişi
ile mutlaka barışmalı; b) gelecek adına gerçekleştirmeyi planladığımız her türlü
yenilenme ve inkılâplar, tarihi dinamiklerimiz ve mânâ köklerimiz esas alınarak
projelendirilmeli; c) böyle bir hayati meseleye kesinlikle politika bulaştırılmamalı ve
çıkar mülahazaları karıştırılmamalı; d) her şeye rağmen, bu istikamette hareket ve
hamlelerin bir kısım komplikasyonları da olabileceği düşüncesiyle tedbir ve temkinle
yürünmeli ve sorumsuzca davranışlara meydan verilmemeli; e) yıkmadan önce,
yıkılacak şeylerin yerine nelerin yapılmak istendiği kararlaştırılmalı; “yıkmak
yapmak içindir” anlayışıyla hareket edilmeli; f) yapılacak her işte, karar ve aksiyon,
ilim, irfan ve tedbirle beslenmeli; azim ve gayret de, araştırma ve vukufla
desteklenmelidir ki, yapmaları yıkmalar takip etmesin” (Gülen, 1996c: 103).
Bunların yanında gençlerin her türlü harici tesirden ve zararlı fikirden uzak tutulması
da gerekmektedir. Yeni insan, sağlam bir ruh insanı olduğundan mana köküne ters
izm’ler de ona yol ve yön değiştirtemeyecektir (Gülen, 2011g: 40). Pasajlarda elitin
ideal nesil yetiştirirken siyasetten uzak durması gerektiği vurgulanmaktadır ki,
buradan teknokratik bir elit tasarımı olduğu görülmektedir. Gülen’in, hareket
mensuplarına siyasetten uzak durmalarını salık vermesinden, hareketin siyasetle
ilişkisi olmadığı sonucu çıkarılmamalıdır. Gülen’in birçok metninin merkezi teması
politik konulardır. Buna karşın siyasetten uzak durulmasına ilişkin ifadeleri siyasal
139
partilerden uzak durulması şeklinde anlamak gerekmektedir.14 Bu pasaj özelinde
siyaset kavramı ayrılık ve çıkar çatışması üzerinden tanımlanmaktadır. Diğer taraftan
Gülen’in belirli ideolojik bir perspektifi vardır, ancak, bu ideolojinin hayata geçmesi
için siyaset-dışı kanalların kullanılmasını savunmaktadır. Eğitim bu kanallardan bir
tanesidir. Diğer taraftan Gülen’in metinlerinde bu elitin teknokratik ve bürokratik
özellikleri dikkat çeker ki, bu hareket mensuplarının neden siyasette değil de
bürokraside örgütlendiklerini gösteren bir ipucudur. Çünkü siyaset çıkar ayrılığı ve
tefrika olmasına rağmen, Gülen’in esas amacı partiler üstü homojen bir mili ruh
yaratmaktır. Bu bakımdan Gülen’in dönüşüm stratejisinin içerisinde sadece sivil
toplum olduğuna ilişkin değerlendirmeler eksiktir. Gülen’in perspektifinde siyasal
partiler yoktur ancak devlet ve bürokrasi vardır. Nitekim Gülen hareketine yakın
insanların önemli bir kısmının bürokrasi içerisinde örgütlendikleri bilinmektedir.
Gülen’in temel hedeflerinden birisi kişiliği dönüştürmekse de, bir diğeri de devleti
yöneten elit kadroyu dönüştürmektir. Gülen’in metinleri devleti yönetenlerin
özelliklerinin eleştirisi ve bu türden insanlara karşı özellikle “milli ve dini
değerlerine” bağlı insanların yönetici kademesinde bulunması gerekliliği üzerine
kuruludur.
14
Gülen Hareketine mensup insanların farklı partilere oy verdikleri yaygın olarak dillendirilmektedir.
Buna karşın hareketin Turgut Özal, Bülent Ecevit ve 2005-2011 arası dönemde Tayyip Erdoğan’ı
destekledikleri herkesin bildiği sırdır. Hareket belirli dönemlerde, belirli siyasal partilere yönelmiş
olmakla birlikte, özellikle merkezde siyaset yapan partilerle iyi ilişkiler kurma yolunu seçmiştir.
140
Kemalizm’in elitist özelliklerine değil, elitlerin temel niteliklerine eleştirel
bakmaktadır.
Nitekim Gülen, kendisi ile Osmanlı arasında keskin bir kopuş olduğunu
savunan entelijansianın, “bin yıllık kültürü kumara verircesine saçıp savurduğu ve
bunların yerine yirmi devletten alınan ve herhangi bir tasfiyeye tabi tutulmayan
Sanskritçe bir kültür yerleştirilmek istendiğini; bir ibrişim asaleti ve gergef
soyluluğuyla, asırlarca bayraklaştırılıp, başımızda taşıdığımız bütün değerleri
bırakıp, bin yamalı bohçaya sancak diye selam durulduğunu” ifade eder (Gülen,
2006a: 27). Bu entelijansianın en büyük yanlışlıklarından birisi de “her milletin,
kendi ruh ve kabiliyetine uygun, kendi düşünce ve inancı çizgisinde müessese ve
teşkilat istediği gerçeğini fark edememeleridir.” Gülen’e göre her milletin bir fıtratı
vardır ve fıtrat kanunlarına muhalif bir şekilde millete, onun düşünce ve inanç
tarzıyla telif edilmeyen ruh köküne zıt ve asrın ihtiyaçlarını karşılamayacak
sistemleri, içtimai kanunları tatbike kalkışmak tehlikeli bir teşebbüstür. Böyle bir
hareketin, milleti temelinden sarsacağına, zaafa uğratıp hasımlarını oyuncağı haline
getireceğine şüphe yoktur. Bu itibarla, milleti kurtarma ve yüceltme gibi yüksek
duygularla yola çıkanlar, her şeyden önce fıtrat kanunları ile zıtlaşmaya düşmekten
korkmalıdır (Gülen, 2011f: 10). Bu bakımdan Gülen’in temel eleştiri noktasını,
modernleştirici entelijensianın “Batılı” düşünce ve kurumları herhangi bir süzgeçten
geçirmeden aldığı “aşırı Batılılaşma” oluşturur. Gülen, toplumun içine düştüğü
gerilikten kurtulması için, “gelişmiş ülkelerin” fen ve tekniğine ihtiyaç duyulduğu
konusunda tereddüt etmez. Hatta bu noktada küçük bir gecikmenin telafisi imkansız
badirelere sebep olacağını savunmaktadır (Gülen, 2011f: 12). Gülen’in Ziya
Gökalp’in hars ve medeniyet ayrımına benzer bir ayrım yaptığını gözlemlemek
mümkündür. Gülen, gelişmiş ülkelerin tekniğinin alınması ama bu yapılırken milli
forma uygun olması gerektiğini savunmaktadır.
141
olarak okumayan İslamcılara da yöneliktir. Teknolojiyi almak yeterli değildir.
Teknolojik gelişmeler yanında İslam’ı yeni dünyanın ihtiyaçlarına uygun bir biçimde
okumak da gereklidir. Gülen’in idealize ettiği altın nesil, ilhamını Kuran’dan almakla
birlikte, İslam’ı asrın idrakine söyletmeyi bilen bir nesil olacaktır. Gülen bu türden
bir alış-verişin dini ve milli kökleri sarsmasına dikkat etmek gerektiğini de sıklıkla
eklemektedir. Buna karşın Gülen’in verili kültürün tamamını benimsediğini ifade
etmek güç görünmektedir. Bu yeni elit mana köklerini de çağın değerlerine uygun bir
biçimde yorumlamaktadır. Gülen’in esas hedeflerinden birisi İslam’ın ilerlemeye,
ekonomik büyümeye engel teşkil eden halk yorumunun yerine ilerlemeyi destekleyen
yeni bir yorum çıkarmaktadır. Bu bakımdan mana kökleri, milli ve manevi değerler
olduğu gibi benimsenmesi gereken değerler değil, yeniyi inşa ederken başvurulması
gereken tarihi kaynak işlevi görmektedir. Bu bakımdan Gülen, tarihi kaynağı çağın
ihtiyaçları doğrultusunda yeniden okuyacak bir elit yetiştirme gayretindedir. Bu
türden bir elit yetiştirme sürecinde tarihi ve dinsel bir kaynak olarak tasavvuf
geleneğine referans vermekte ve tasavvuftan yetiştirmek istediği elitlere yol
gösterecek ahlaki davranış kodları ortaya çıkarmaktadır.
142
söyler (Gülen, 1996b: 24). Buradaki yetenek kelimesi, Tanrı vergisi olmaya referans
biçiminde okunup, tasavvufun seçkinciliğiyle ilişkilendirilebilir. Gülen’in mürşid,
“hakikat erleri”, “ışık süvarileri”, “beyin kadro”, “azat kabul etmez köleler”, gibi
kavramlarla tanımladığı alternatif elitin temel özelliklerini sayarken, tasavvufi
düşüncenin “dünya nimetlerine karşı duyarsız kalma” ilkesinden esinlendiği de
söylenebilir (Gülen, 2006a: 34; 2011b: 107; 1998e: 23; 2011f: 23). Yeryüzü
mirasçılarının temel vasıfları olarak, kâmil iman; aşk, akıl, mantık ve şuur üçlüsü ile
ilme yönelme; kâinat, insan ve hayat mülahâzalarını bir kere daha gözden geçirip
yanlış ve doğruları kritik etme; mirasçının hür düşünebilmesi ve düşünce hürriyetine
saygılı olması; cemaat içinde bulunması; riyazi düşünce ve sanat düşüncesinden
anlamasını sayan Gülen (Gülen, 1998e: 70); mürşidin, “şan ve şereften, güç ve
konfordan nefret etmeleri” gerektiği (Gülen, 2006a: 36); yaşama tutkusu,
tenperverlik ve hayat kaygısından uzak kalmaları” gerektiğini ifade ederek mürşidin
çeşitli tasavvufi özellikleri barındırması gerektiğini düşünür (Gülen, 2011f: 23-27).
143
meşrulaştırımı için sağlam bir zemin de sağlar. Ancak tasavvufun maddi dünya
nimetlerine ilişkin küçümseyici tavrını tüm topluma salık vermek mümkün değildir.
Çünkü Gülen, Batının üstün vasfının onun maddi gelişmişliğinden kaynakladığı ama
ahlaki açıdan belli problemler taşıdığı fikrini kabul eder. Bu açıdan maddi olarak
Batıyı yakalamayı hedef edinen bir hareketin, maddi nimetlere sırtını dönmeyi salık
veren tasavvuf düşüncesini nasıl işlevselleştireceği soru işaretidir. Üstelik tasavvufun
bir diğer problemi de, şeyh ve mürit arasındaki ilişkinin taklit ilişkisi olmasıdır. Said
Nursi’den beri Nurcu hareketlerin önemli bir kısmı aklın yükselişe geçtiği şüphecilik
çağında, bu şeyh mürit ilişkisi içerisinde dönen taklidi imamın günümüzün
gerçekliğine uymadığını, bu bağlamda şüpheleri giderici tahkiki imana ihtiyaç
olduğunu ve geleneksel şeyh-mürit ilişkisinin bunu sağlamaktan uzak olduğunu ifade
etmektedirler (Yavuz, 2005a). Cemaat ve tarikat arasındaki fark da büyük ölçüde bu
noktada açığa çıkmaktadır.
144
bir madde-mana insanıdır ve kendi dünyasını kurma yolunda çağının imkanlarından
azami derecede yararlanma yanında, kendi milli ve manevi değerlerine sahip bir
kapasite ve karakter insanıdır (Gülen, 2011g: 40). Gülen’in yeni topluma öncülük
edecek elitleri, dini ve manevi duygularla yaslanacak ve sufi duygularla hareket
edecektir. Gülen tarihi seçkinlerin yaptığını düşündüğünden, toplum içerisinde belirli
özellikleri ile sıyrılmış öğrencileri genç yaşta cemaat bünyesine katmakta ve eğitim
yolu ile bu gençleri idealize ettiği ilkeler doğrultusunda yetiştirmektedir.
Tarihin seçkin insanlar eli ile yapıldığını düşünen Gülen, giderek küreselleşen
bir dünyada yalnız bir bireyin hayatın karşısına çıkaracağı bütün zorlukların
üstünden kalkamayacağını ve bu bakımdan cemaat olarak isimlendirilen
organizasyon içinde örgütlenmek gerektiğini savunmaktadır. Bu bakımdan Gülen,
modern dünyada cemaatleşmenin bir zorunluluk olduğunu özellikle ilk dönem
metinlerinde sıklıkla dile getirmektedir. Gülen’e göre cemaatleşmenin pek çok
gerekçesi vardır: “Cemaatin, cemaat olmanın yanında, cemaat prensipleriyle
yürümesinin de insan ve topluma kazandırdığı pek çok şey vardır. Bunlar,
globalleşen bir dünyada, bugün daha fazla ehemmiyet kazanmış durumdadır. Şöyle
ki; ferd, dahi bile olsa ve dahiyane teşebbüslerle ortaya harikulade işler dahi koysa,
cemaat düşüncesi ve beraberliği ile ortaya konan şeyler, onu rahatlıkla geride bırakır.
Çünkü iki kafa bir kafadan hayırlıdır. Kafa yani düşünen beyin sayısı, alınan
kararları uygulamada omuz veren insan sayısı ne kadar çoğalırsa, ortaya konan
performans doğrultusunda istenilen neticeye ulaşmak o kadar kolay ve mükemmel
olur” (Gülen, 1997a: 253). Bu bakımdan Gülen’de cemaatin meşruluğunun birinci
gerekçesi rasyoneldir. Cemaat rasyonel işbirliği ve maksimum verim eksenli
tartışılmaktadır. Ona göre, “dâhi olmaktansa, orta zekalı olup, meşverete,
dayanışmaya önem vermek daha mühimdir. Çünkü başkasının düşüncesine müracaat
edenler daha başarılı olurlar (Ünal, 2001: 60).
145
yararlardan birisi ise, “insanların, insanlık yanlarından ötürü meydana gelebilecek
boşluklarının kapatıldığı yerler” olmasıdır (Gülen, 1997a: 15). Gülen hareketinin
eğitim alanındaki başarılarından birisinin de buradan kaynaklandığını söylemek
mümkün görünmektedir. Bu cemaat evlerinde bireylerin zihinleri sürekli meşgul
edilmekte ve bu yolla özellikle ergenlik dönemindeki gençlerin ergenliğin ortaya
çıkardığı “sorunlardan” uzak durmaları sağlanmaktadır. Bu evlerde herkes birbirini
her an kontrol ettiğinden neredeyse yalnız kalıp düşünmek mümkün olamamaktadır.
Cemaat bir nevi insanın kendi başına kalıp bireysel durumuna yoğunlaşmasına engel
olmaktadır. Gülen’e göre cemaat dışında yaşayan biri, “arkadaşlarından kopmuş
insan, serbest kalmış zihni ile hele bir de yorganı başına çekince istediği ve şeytanın
sürüklediği hayal alemlerine dalar gider; öyle zaman olur ki, encamı ürpertici hayali
seyahatten yara almadan geriye dönemez (Gülen, 1996b: 176).
Gülen’e göre cemaat, “belli bir duygu, düşünce, inanç ve doktrin etrafında
şuurluca toplanmış insanların meydana getirdiği bir bütün olmasına karşın; cemiyet,
duygu düşünce, inanç ve doktrin birliği olsun olmasın, belli bir hedefe ulaşmak, belli
bir gayeyi gerçekleştirmek için bir araya gelmiş kitle demektir” (Gülen, 1997b: 252).
Cemiyeti oluşturan bireyler, her ne kadar aynı hedef etrafında birleşmiş olursa
olsunlar, her birinin amacı ve düşüncesi farklı olabilir ve amaca ulaştıklarında
dağılabilirler. Cemaat içerisinde duygu ve düşünce farklılığı olamaz mı? Gülen 1980
yılında Bornova Merkez Camii’nde verdiği bir vaazda, cemaat olmanın temel
koşulunun itaat olduğunu ifade etmiştir. Ona göre, üç beş kişinin bir araya gelmiş
olduğu bir yerde bir lidere ihtiyaç vardır ve Allah’a isyanın dışında her şeyde emre
itaat edilmelidir. İtaat konusunun İslam’da ne kadar önemli olduğunu anlatmak için,
Muhammed peygamberin Bizans’a gönderdiği ordunun başına Ebu Bekir ve Ömer
dururken İbn-i Harise’yi kumandan olarak atamasını ve ordudaki diğerlerinin onun
emirlerine itaat etmesini göstermektedir. Ama Gülen’de itaat dairesi sadece ordunun
kumandası sorunuyla ilgili değildir. Ona göre İslam’da itaat dairesi o kadar geniştir
ki, üç kişi yan yana geldiklerinde hemen içlerinden birisini emir olarak seçecek ve
diğer iki onun verdikleri emirlere itaat edeceklerdir. Seçilen bu emir, “oturma-
kalkma, yatma-oturma, kalma-gitme, hareket etme ve durmaya karar verecektir”
146
(Gülen, 2012g: 208). Gülen’in metinlerinde itaat kavramına vurgu süreç içerisinde
meşveret şartına bağlanmıştır. Gülen 1994 yılında Yeni Ümit dergisinde Şûrâ isimli
bir makale kaleme almıştır. Bu makalede, “Allah’ın Resulü’nün hayatı vahyin
aydınlığında geçirmesine rağmen, her meseleyi ashabı ile istişare ettiğini ve şûrânın
İslam içinde önemli bir yeri olduğunu” ifade etmiştir. Hareketin mensuplarına da
kendi aralarında şurada bulunmaları gerektiğini, eğer ihtilaf olursa karaların oy
çokluğu ile alınması gerektiğini ve alınan karar kesinkes itaat edilmesi gerektiğini
savunmaktadır (Gülen, 1994a). Ergil, Gülen’in şura kavramına vermiş olduğu
önemin bireyin cemaat içinde erimesine engel olduğuna dikkat çekmektedir (Ergil,
2010: 73).
147
Diğer taraftan Gülen’in son dönem metinleri incelendiğinde tabandan gelen talepleri
tamamen duyarsız kalmadığı ve fikirlerini tabanın taleplerine göre revize ettiği
görülmektedir. Nitekim bu revizyonlardan en büyüğü cemaat kavramında
görülmektedir.
148
sadece sivil toplum faaliyetleri ile ilgilenmemektedir. Gülen hareketine mensup
birçok kişinin bürokrasinin belirli kademelerinde yer aldıkları bilinmektedir. 28
Şubat sürecinden sonra özellikle hareketin bürokrasi içindeki kadrolarının
Türkiye’de yoğun olarak tartışıldığı bilinmektedir. Harekete dışarıdan bakanlar,
Gülen hareketine mensup bürokratların, ülkenin meri hukuku dışında davrandıkları
ve cemaatin ihtiyaçlarına göre davrandıklarını iddia etmektedir.15 Buna karşın bu
türden bir tartışma bu çalışmanın konusunun ve kapsamının dışındadır. Bu bölüm
açısından önemli olan Gülen’in ilk dönem metinlerinde cemaat kavramını
kullanmasına rağmen, neden son dönemlerde camia, sivil toplum, gönüllüler/hizmet
hareketi gibi kavramlar kullanma gereği duyduğudur.
15
Buna benzer bir iddia 17 Aralık 2013 tarihinde çeşitli bakanların çocukları ve iş insanlarının göz
altına alınması ile başlayan ve dört bakanın istifası ile sonuçlanan yolsuzluk operasyonu sonucunda
tekrar gündeme gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Gülen
hareketini Türkiye’de paralel devlet kurmak ile suçlamış ve hareketin bürokrasi içinde yer alan
kadrolarının ülkenin hukukuna göre değil, cemaat çıkarlarına göre davrandığını iddia etmiştir. Bu
süreçten sonra harekete yakın olduğu düşünülen özellikle emniyet ve yargı kurumunda çalışan birçok
memurun görev yeri değiştirilmiştir. Buna karşın bu tez kaleme alındığı sırada hareketin bu türden
faaliyetlerine ilişkin ciddi bir yasal süreç yaşanmamıştır. Hükümetten farklı olarak Türkiye
kamuoyunda Oda TV ve Devrimci Karargah davaları olarak bilinen davalarda gözaltına alınıp üç yılı
aşkın bir süre cezaevinde kalan Ahmet Şık, Nedim Şener gibi gazeteciler, kendilerinin cezaevine
atılmalarından hareketi sorumlu tutmuşlardır. Bu yazarların temel iddiası hareketi eleştiren ve
hareketin bürokrasi içindeki örgütlenmesini deşifre eden kitaplar kaleme aldıkları için tutuklandıkları
yönündedir. Şık ve Şener daha sonraki süreçte tahliye olmuşlardır. Buna karşın mahkemeleri devam
etmektedir. Hareketin bürokrasi içindeki kadrolarının hukuk dışına çıkarak hareketin çıkarlarını
gözettiğine ilişkin iddialar bunlarla sınırlı değildir. Barış ve Demokrasi Partisi’nde (BDP) siyaset
yapan ve aralarında seçilmişlerin de bulunduğu 7000’e yakın siyasetçi KCK olarak adlandırılan
operasyonlar sonucunda tutuklanmıştır. BDP’lilerin iddiası da bu operasyonların arkasında hareketin
olduğu yönündedir. Tüm bu iddialara karşılık hareket hakkında açılan herhangi bir soruşturma
bulunmadığından, bu iddialar hakkında kesin bir hükümde bulunmak kolay değildir.
149
eğiliminin bir sonucu olarak okunabilir. Cemaat kavramı bireysel farklılıkları
dışarıda bırakan ve bireyi belli bir kolektivitenin içinde eriten bir kavramdır. Cemaat
kavramı yatay ilişkiler yerine dikey ilişkilere referans vermektedir. Hareket içinde
yatay ilişkilerden ziyade dikey ilişkiler egemen olsa da, cemaat kavramı yerine sivil
toplum kavramının kullanılmaya başlanması bu dikeyliğin yeni kuşak tarafından
sorgulandığının işareti olarak değerlendirilebilir. Bu bakımdan cemaat yerine sivil
toplum kavramına referans verilmeye başlanması, hareketin dönüşümünün bir işareti
olarak okunabilir.
Öncelikle Gülen Hareketi kırdan kente göç eden yoksullardan ziyade, neo-
liberal politikalar sonucunda ortaya çıkmış yeni orta sınıfa hitap etmektedir. Said
Nursi’den beri Nurcu hareketlerin temel hedefi kentli kitleler olmuştur. Gülen
hareketinin büyümesi de bu kentli orta sınıfla kurmuş olduğu ilişkide aranmalıdır.
150
Hareket, esasen eğitim yolu ile sınıf atlama arayışında olan bireylere seslenmektedir.
Hareket içinde farklı toplumsal kesimlerden insanlar olmakla birlikte, hareketin
merkezini eğitimli kentli orta sınıf oluşturmaktadır. Çobanoğlu, Gülen’in cemaat
kavramını kullanmaktan rahatsızlık duymasının arkasında kavramın ilk anda
olumsuz bir algı yaratması veya böyle bir ihtimalin olmasının olabileceğini ifade
etmektedir (Çobanoğlu, 2012: s. 305). Ancak, Gülen’in yukarıda da değindiğimiz ilk
dönem yazılarında cemaat kavramına sıklıkla referans verilmektedir. Bu türden bir
rahatsızlık neden ilk zamanlarda değil de, son zamanlarda belirmeye başlamıştır?
Hareketin cemaat kavramı yerine giderek sivil toplum kavramını kullanmasının
arkasında, kamuoyunda bir meşruluk arayışından ziyade, eğitimli kentli orta sınıfın
bireyselliğe ilişkin taleplerinin bulunduğu söylenebilir. Nitekim Gülen hareketinin
temel kadrolarını büyük ölçüde eğitimli ve kentli orta sınıf mensupları, itici gücünü
ise eğitim faaliyetleri oluşturmaktadır.
151
şekillendirmesinin temel aracıdır. Standartlaştırılmış milli eğitim, ulus devletlerin
genç beyinlerden sadık yurttaşlar yaratmak ve herkesçe paylaşılan bir aidiyet hissi
oluşturmakta başvurduğu temel araçtır (Turam, 2011: 68). Bu amaçla Batı’da ve
Türkiye’de çocukluk döneminden başlamak üzere yurttaşlık bilgisi dersleri
okutulmaktadır. Bu derslerin okutulması, modern merkezi devletin ortaya çıkışı ve
konsolidasyonu sürecinde yönetici seçkinlerin eğitimin dönüştürücü gücünü tespit
etmesi ile ilgilidir. Egemenliğin kaynağının teolojik olandan dünyevi olana kayması
diğer bir ifade ile milli egemenlik kavramının ortaya çıkışı da yönetici seçkinlerin
ihtiyaç duyduğu insan profilinin yetiştirilmesi açısından devlete başvurulmasının
temel sebeplerinden birisini oluşturmaktadır (Üstel, 2008: 11).
Diğer taraftan eğitim, sermaye için gerekli olan insan gücünün ve nitelikli
emeğin sağlanmasında en önemli araçlardan birisini oluşturmaktadır. Hedefi altın
nesil oluşturmak olan Gülen Hareketi’nin idealize edilen bu nesli yetişmesindeki
temel araçlarından birisini de hiç şüphesiz eğitim oluşturmaktadır. Hatta Gülen
hareketinin kamuoyunda bu kadar sıklıkla tartışılmasının arkasında da Gülen’in
eğitime verdiği önem ve Gülen hareketine yakın sermayenin açmış olduğu okullar
bulunmaktadır. Diğer taraftan devletin Gülen hareketine ilişkin kaygısının temelinde
de bu eğitim kurumları bulunmaktadır. Devlet, Gülen’in eğitim kurumlarından dolayı
her zaman kaygılanmıştır. Çünkü devlet eli ile verilen eğitimin temel amaçlarından
birisi devletin benimsediği ilkelerle uyumlu yurttaşların yetiştirilmesidir. Bu
bakımdan tamamen kontrol edilemeyecek durumda olan Gülen’e yakın eğitim
kurumlarının devletin tarif ettiği ve arzuladığı ideal yurttaş tipinden farklı bir ideal
etrafında insan yetiştirilmesine engel olunmak istenmiştir. Bu yüzden Gülen’in
okulları sıklıkla Milli Güvenlik Kurulu’nda konuşulan konulardan olmaktadır.16
16
Gülen Hareketi Türkiye’de sadece açmış oldukları okullar değil, lise düzeyindeki öğrencileri
üniversiteye giriş sınavına hazırlayan dershanelerle de tanınmaktadır. Hatta Gülen Hareketinin taşrada
sınıf atlamak isteyen yoksul gençlerle okullar yoluyla değil, dershaneler yoluyla temas kurduğu
söylenebilir. Anadolu’nun belirli kentlerinde hareketin okulları olmakla birlikte, tüm illerde ve
neredeyse tüm ilçelerde dershaneleri bulunmaktadır. Bu bakımdan dershaneler hareketin insan
kaynağını oluşturan eğitimli gençlik ile temas kurduğu ilk basamağı oluşturmaktadır. Hükümet ile
cemaat arasında 12 Eylül 2010 referandumundan sonra başlayan çatışma sürecinin önemli bir ayağını
da hükümetin dershaneleri kapatmak üzere hazırladığı yasa taslağı oluşturmaktadır. Hükümetin
152
Gülen hareketinin küresel ölçekte yaygın eğitim kurumlarına sahip olduğu
bilinmekle birlikte, bu kurumların sayısının ne kadar olduğu hakkında kesin bir bilgi
söz konusu değildir. Hulusi Turgut, 1998 yılı itibariyle dünya üzerinde Gülen
Hareketinin 500 okulu olduğunu yazmıştır (Turgut, 2005: 336-356). Rıdvan Akar ise,
22. 11. 2013 tarihli Habere Dair programında yurtdışındaki okul sayısının 2000’i
geçtiği ve bu okullarda 600.000 yabancı öğrencinin okuduğu ifade etmiştir (Akar,
22.11.2013). Gülen hareketinin yurt dışındaki eğitim kurumlarında en sağlıklı
bilgiler Doğu Ergil tarafından derlenmiştir. Ergil’in kitabında hangi ülkede ne türden
eğitim kurumları olduğu detaylı olarak yer almaktadır (Bkz. Ergil, 2010: 319-322).
dershaneleri kapatma girişiminin arkasında Gülen hareketinin potansiyel tabanı ile arasındaki bağı
koparma arayışının olduğu kuşkusuzdur. Diğer taraftan 17 Aralık sürecinden sonra Başbakan
Erdoğan, partisine yakın isimlere çocuklarını hareketin okullarından alma çağrısı yapmış ve
dershaneleri kapatmaya ilişkin taslak yasalaşmıştır. Kanunla dershanelerin özel okullarla
dönüşebilecek olanaklara sahip olanların özel okula dönüştürülmesi, diğerlerinin ise kademeli olarak
kapatılması amaçlanmaktadır.
153
dayalı bir eğitimden çok, düşünmeye, araştırmaya yönelik bir eğitimin verildiğini;
eğitimi, hiçbir zaman öğrenciye üniforma giydirmek şeklinde anlamadığını, tam
tersine, ferdi farklılıkların önemine her zaman önem verildiğini ve bu farklılıkların
teşvik edildiğini” savunmuştur (Yavuz, 1997). Gülen, bir okul inşa etmenin cami
inşa etmekten, normal (laik) bir okul inşa etmenin, bir imam hatip okulu inşa
etmekten daha faziletli olduğunu iddia etmektedir (Özdalga, 2006: 237).
Okullar, açıldıkları ülkelerin müfredatlarına sıkı sıkıya bağlı ise nasıl alternatif
bir nesil yetiştireceklerdir? Doğu Ergil, okullarda İslam ve Türkiye’ye ilişkin bilgileri
içeren dersler olmaması, din eğitimi olmaması, laik eğitim verilmesi ve ilgili
ülkelerin kanunlarına riayet edilmesinden hareketle bu okullarda cemaat değerlerinin
yayılmasının iddia edildiğinin aksine pek mümkün olmadığı sonucuna varmaktadır
(Ergil, 2010: 315). Ancak, Gülen okullarının benimsemiş oldukları modelde eğitim
sadece ders ile sınırlı değildir. Bu okullarda öğrenciler ders saatleri dışında da
öğretmenler tarafından sıkı biçimde kontrol edilmektedir. Ebaugh, Gülen okullarının
özellikle üç bakımdan diğer okullardan ayrıldığını savunmaktadır. Birincisi, bu
okullar ahlaki değerlere önem vermektedir. Gülen, İslam’ı büyük ölçüde ahlakla
ilişkilendirdiğinden, Gülen okullarındaki öğretmenler ahlaki açıdan kılavuzluk
yapmaktadır. İkinci olarak, bu okullardaki öğretmenler özel bir seçime tabi
tutulmakta ve temsil vizyonu ile eğitilmektedir. Üçüncüsü ise, okullardaki
öğretmenler ders saatleri dışında da öğrenciler ile ilgilenmektedir (Ebaugh, 2010:
98). Buradaki ikinci ve üçüncü faktörler özellikle önemlidir. Gülen’in İslami
misyonerleri sözlü tebliğ yerine, dini kendi kişiliklerinde somutlaştırarak dine
özendirmeye çalışmaktadır. Diğer taraftan Gülen’in metinlerinde en çok üzerinde
durduğu konu öğrencilerin ders saatleri dışında da öğretmenler tarafından kontrol
edilmesidir. Gülen’e göre öğretmen müspet şeylerde öğrenciye örnek olduğu kadar,
öğrenciyi menfi şeylerden uzak tutmakla da yükümlüdür. Gülen okullarında
öğretmenlerin öğrencilerle ilişkilerinin nasıl olması gerektiğine ilişkin olarak Gülen
şunları söylemektedir (Gülen, 2002: 126):
“Müspet şeylerde örnek olmak kadar, menfî durumlara karşı titiz davranmak da çok
mühimdir. Onların, okul ve sokak çevrelerinden her zaman kapabilecekleri bir kısım
şüphe ve tereddüt virüsleri olabilir. Vakit fevt etmeden anında bunlar giderilmeye
154
çalışılmalıdır. Eline alıp okuduğu eserlere karşı -bu bir roman da olabilir- kayıtsız
kalınmamalıdır. Okuduğu kitaplarda inanç ve itikadınıza dokunan bir yön varsa, siz de
gerekeni yapmıyor iseniz, hiç farkına varmadan onun içinde bir şüphe, bir tereddüt
belirmeye başlayabilir. Binaenaleyh, sadece çocuğun evdeki durumlarına dikkat
etmekle yetinmeyecek, aynı zamanda onun fikrî gelişimi, duygu-düşünce yapısının
şekillenmesiyle alâkalı genel atmosferini de kontrol edeceksiniz. Okunacak kitapların
önceden tespit ve seçimi, gaye insanı yetiştirmek isteyenler için hayâtî bir iştir. Evet,
belli bir dönemden sonra onun sempati ve antipatilerini anlamaya çalışmak, neleri
dinleyip nelere kulak verdiğini merak etmek, arkadaşlarını görüp tanımak, hatta tayin
etmek ve bütün bu mevzularda bir hekim gibi ne şekilde mualecede bulunulması
gerekiyorsa öyle davranmak ihmale tahammülü olmayan hususlardandır.”
155
öğrencilerle ilgilenen belletmen olarak da adlandırılan “ağabey” veya “ablalar”
bulunmaktadır. Ağabey ve ablalar öğrencilere rol-model olacak biçimde
davranmaktadır. Bunlar, yapmak istediklerini otoriter bir tavır ile kabul ettirmek
yerine yumuşak davranan ve iyi bir rol modeli temsil eden bir insan tipidir.
Öğrenciler ile ilgilenen ağabeyler ve ablalar, üniversitede eğitim aldıklarından
öğrencilerin derslerine de yardımcı olmaktadır. Ağabeyler ve ablaların bütün görevi
bu değildir. Onlar, aynı zamanda öğrencileri cemaate uygun ahlaki davranış
kodlarına da yönlendirmektedir. Öğrenci bu evlerde ibadet etmeye zorlanmaz. Buna
rağmen evlerin ibadete yönlendirici bir havası vardır. Bu evlerde öğrencilerin ders
çalışma dışında Gülen’in ve Said Nursi’nin eserleri ile tanıştığını söylemek
mümkündür. Evlerde kitap okuma saatleri vardır ve zaman zaman Gülen’in videoları
izlenmektedir. Öğrencilere verilen kitaplar ise hareketin çizgisine uygun dini tonları
olan kitaplardır.
Diğer taraftan, özellikle üniversiteye hazırlanan lise son sınıf öğrencileri için
sömestr tatilinde hareketin yurtların çok yoğun eğitim içeren kamplar
düzenlemektedir. Bu kamplarda 5-6 altı saat arasında uyunduğunu söylemek
gerekmektedir. Öğrenciler zamanlarının önemli bir kısmını eksik oldukları konulara
yoğunlaşmakla gidermekte, geriye kalan zamanlarda ise ders hocaları, öğrencilerin
eksiklerini gidermek amacı ile konu anlatımı ve soru çözümü yapmaktadır. Kamp
sürecinde dışarıyla herhangi bir biçimde iletişim kurmak mümkün olmadığı gibi,
arkadaşlarında sıkı iletişim kurmasına özellikle engel olunmaktadır. Bu kamplarda
öğrenci kendisini ders çalışmak zorunda hissetmektedir. Genellikle yurtlarda sabah
ezanı ile uyanılmakta, yemek, namaz ve çay araları hariç gece 12’ye kadar ders
çalışılmaktadır. Bu kamplarda da kitap okuma saatleri bulunduğu gibi, Gülen’in
videoları da izlenmektedir. Anlaşılacağı gibi hareket evleri ve kampları tam bir
disiplinle çalışmaktadır. Bu bakımdan disiplinli olmayan öğrenciler için, bu evlerdeki
kamplara dahil olmak can sıkıcı olduğundan, bazı öğrenciler süreç sonucunda
gönüllü olarak kamplara katılmaktan vazgeçmektedir.
156
yapısını anlamaya özel önem göstermektedirler. Bu bakımdan, velilerin evlerine
yemek davetleri aracılığı ile gidilmeye önem verilmektedir. Bu davetlerde
öğretmenler, öğrencinin ders çalışma ortamını, eğer varsa kütüphanesini ve ne türden
kitaplar okuduklarını incelemektedir. Yukarıda da görüldüğü gibi “uygunsuz”
kitaplar okunmaması yumuşak bir şekilde sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu konu
hakkında öğrencilerin velileri ile sıkı görüşmeler yapılmakta, sadece öğrencilerin
eğitim durumları değil, arkadaş çevresi hakkında da velilere bilgi verilmektedir.
Velinin öğrencinin “uygunsuz” davranışlarını sahiplenmesi halinde iş danışman için
can sıkıcı hale gelmektedir. Eğer öğrenci bu türden davranışlarına devam eder ve
arkadaş grubu üzerinde yönlendirici olmaya başlarsa gruptan uzaklaştırılmaktadır.
Öğrenci gruplarının durumu hakkında danışmanlar zaman zaman toplantı
yapmaktadır. Diğer bir ifade ile öğrencilerin durumları hakkında ağabey ve abla
halkasının diğer ucunda bulunanlara bilgiler verilmektedir. Bu bakımdan dershaneler
ve okullar hareketin nitelikli insan kaynağının temelini oluşturmaktadır.
157
çocuklarını bu dershanelere göndermektedir. Gülen okullarını ziyaret eden
Kılıçbay’ın bir gözlemini paylaşmak bu okulların ve dershanelerin tercih edilme
sebeplerinden birisini açıklayabilir. Kılıçbay, Türkiye’de ziyaret ettiği bir okul
hakkında şu gözlemleri paylaşmaktadır: “Türkiye’de de bazı okullar gördüm. Bir
tanesindeki izlenimim hiç aklımdan çıkmaz. Okula gittiğimizde akşam etüdü
saatiydi. Küçük bir sınıfta, tek kişilik sıralarda oturmuş ortaokul öğrencileri,
üniversiteye hazırlık testleri çözüyorlardı. Sanki tek amaç üniversiteymiş gibi”
(Kılıçbay, 2005: 69). Ailelerin de dershanelerden temel beklentisi ergenlik çağındaki
çocuklar için üniversiteyi tek amaç haline getirmesidir. Bu yüzden bu kurumlar
yaygın olarak tercih edilmektedir.
158
hedefliyorlardı” (Ersanlı, 2005: 229). Özellikle yurtdışındaki Gülen okullarında
Türkiye’den Boğaziçi, Marmara, ÖDTÜ gibi iyi üniversitelerden mezun olmuş ve
yabancı dili iyi hocalar çalıştırılmaktadır (Ergil, 2010: 301).
Gülen okulları sadece Türkiye ve Orta Asya’da değildir. Okullar bugün beş
kıta ve 150’nin üzerinde ülkede eğitim vermektedir. Avrupa ve ABD gibi ülkelerde
bulunan Müslüman göçmenlerde çocuklarını buralardaki okullara göndermektedir.
Özellikle çocuklarının dini inanç ve kendi kültürlerine yabancı yetişmesini istemeyen
Türk ve Müslüman aileler çocuklarının eğitim hayatına bu okullarda devam etmesini
tercih etmektedir (Ebaugh, 2010: 99). Diğer taraftan bu okullar kanalı ile çocuklar
gece hayatından uzak kalmakta, ailelerin istemediği arkadaşlar edinmesine engel
olunmaktadır. Diğer taraftan okulların özellikle fen bilimleri alanında önemli
başarılar elde ettiklerini eklemek gerekmektedir. Bu başarı okulların öğrencileri dış
çevreden korumaya çalışması, okulların teknolojik donanımının iyi olması ve
okullarda kaliteli eğitim alan kişilerin çalıştırılması ile ilgilidir. Ancak, tek faktör bu
değildir. Diğer taraftan okullara öğrenciler sınav yolu ile alınmaktadır. Bu bakımdan
okula her türden öğrencinin girmesine engel olunmakta ve sadece nitelikli öğrenciler
kabul edilmektedir. Kuşkusuz okulların başarısının arkasında bu türden bir seçme
sınavının olması vardır.
159
kurumlarının iyi eğitim almış, nitelikli insanlara ihtiyacı vardır. Bu bakımdan hareket
içerisinde yetişen gençlerin önemli bir kısmı bürokrasi ve yurt dışındaki eğitim
kurumları dışında, bu şirketlerde istihdam edilmektedir. Bu kurumlar hem hareketin
eğitim kurumlarını ve hareketi finanse etmekte, karşılığında hareket bunlara nitelikli
gençler yetiştirmektedir. Nitekim harekete yakın iş insanlarının önemli bir kısmı
gelirlerinin belirli bir kısmını harekete hibe etmektedirler. Bu bakımdan eğitimin
hareket açısından ikili bir işlevi yerine getirdiği söylenebilir. Eğitim sayesinde bir
taraftan harekete mensup firmaların küresel ölçekte rekabet güçlerini artıracak
nitelikli işgücü ihtiyacı sağlanırken; diğer taraftan Kemalist elitlere alternatif bilim,
teknoloji gibi alanlarda güncel gelişmeleri takip eden, diğer taraftan milli ve dini
köklerine bağlı yeni bir elit yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Bu yeni elit Gülen’in
toplumsal dönüşüm stratejisinin merkezi noktasına yer almaktadır.
160
Nitekim Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı dönüşümün Gülen Hareketi üzerinde
de belirleyici etkileri olduğu görülmektedir. Bu etkilerin gözleneceği temel
alanlardan bir diğeri ise Gülen’in devlet, demokrasi ve laiklik hakkındaki fikirleridir.
İlk dönem metinlerinde otoriter devletin sıkı bir savunucusu olan ve demokrasi
kavramını kullanmayan Gülen, son dönem metinlerinde Türkiye’nin sosyolojik
yapısında meydana gelen değişimlerle uyum bir biçimde bu türden kavramlara
referans vermeye başlamıştır.
161
BEŞİNCİ BÖLÜM
1. GÜLEN’DE DEVLET
Gülen’in ilk metinlerinde sıklıkla vurgu yapılan “baba devlet” anlayışı belirli
bir toplum kurgusu ile birlikte yürümektedir. Bu türden bir toplumda devlet ile birey
veya yurttaş ilişkilerinden söz edilmez. Gülen bu türden bir topluluk içinde “tebaa,
devleti ve rical-i devleti omuzlarında taşır; devlet ve rical-i devlet de, tebaanın fahri
hizmetçiliğini yapar” demektedir. Benzer bir biçimde bu türden bir toplumda,
“patron işçisinin yanındadır; yemesinde, giymesinde meşru bütün isteklerinde… bir
aile efradı gibi, yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir ve takatinin fevkinde iş
tahmil etmez. İşçi ise oda işin ve işverenin yanında; servet ve patron düşmanlığından
uzak, sa’yin ve gayretin misali olma yolundadır. İşin iyisini yaparken, kan-ter içinde
cehdedip boğuşurken, yüceler aleminde kendisine alkış tutulduğunu bilir ve yaptığı
her işi gönül hoşnutluğu içinde yapar” (Gülen, 2006a: 111). Gülen’in metnin de
yurttaş kavramı yerine tebaa kavramının kullanıldığına dikkat etmek gerekmektedir.
Diğer taraftan işçi-işveren ilişkisinde hukuka değil, “ahlaka” referans verilmektedir.
163
Bu durum Gülen’in hukuku tam anlamıyla dışarıda bıraktığı anlamına gelmemelidir.
Ancak Gülen, ideal bir toplumun hukukun yanında mutlaka toplumsal ahlak ile
takviye edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Gülen’in düşüncesine göre, sağlıklı bir
toplum ve devlet düzeninin hukuk yanında, mutlaka ahlak ile desteklenmesi
gerekmektedir. Bu bakımdan, devlet-birey, işçi-işveren ilişkilerinde hukuktan daha
fazla İslam’dan devşirilmiş ahlak anlayışına referans verilmektedir. Toplumsal
düzenin ve devletin bekasının temel koşulu bu türden bir ahlak anlayışı olarak
görülmektedir.
164
Diğer taraftan Kemalizm dışındaki siyasal ideolojiler ise “kökü dışarıda ideolojiler”
olarak görülmüş ve baskı altında tutulmuştur. Bu pasajda Gülen, devletin sadece
farklı etnik kimlikleri değil, aynı zamanda farklı felsefi düşünceleri de
homojenleştirmesini istemektedir.
165
Gülen’in bu katı devletçi pozisyonun arkasındaki önemli bir diğer etken
Gülen’in doğup büyüdüğü Erzurum ilinin siyasal atmosferinin kendisi üzerinde
bıraktığı etkilerdir. Gülen’in kişiliği, Erzurum’un güvenlik öncelikli devletçi ve
milliyetçi kültürü ile şekillenmiştir (Yavuz, 2005b: 297). Erzurum’un temel politik
özelliği milliyetçi-mukaddesatçı siyasal geleneğin tarih boyunca güçlü olduğu bir
kent olmasıdır. Bu kent cumhuriyetin temel değerleri ile ciddi bir çatışma içerisinde
olmamasına rağmen Osmanlı ve İslam geçmişine büyük önem vermektedir.
Erzurum’da doğan ve din eğitimini Erzurum’da alan Gülen’in devletçi reflekslerinin
arkasındaki bir diğer önemli etken Erzurumluluktur.
166
“kötülükle” mücadele konusunda “devlet ve hükümet yanında, gönüllü kuruluşlara,
hatta teker teker ferde sorumluluk düştüğünü ve cehaletle savaşmak, eğitimle ilgili
çeşitli sapıklıkların üzerine yürümek, modern ilimlerle düşünceye ışık tutmak ve din
hakikatini kendi orijiniyle telkin ve temsil ederek ruhların Allah irtibatını sağlamanın
öncelikli görevler olduğunu” ifade etmektedir. Gülen bunu bir tür kalkınma hamlesi
olarak nitelendirmekte ve “bu mübarek harekete, toplumun elit kesimi, seçkin
düşünce insanları, ilim adamları ve imkan sahiplerinin omuz vermesi” ile hedefe
ulaşılacağını ve “tamamen dini, milli ve ahlaki değerlere yönelik bir seçkinler
hareketinin toplumu bunalımdan kurtaracağını” savunmaktadır (Gülen, 2000a: 78-
79).
Gülen’in ilk dönem metinlerinde görülen bir diğer önemli husus ise, suç ve
günah arasında belirli bir ayrım yapmamış olmasıdır. Modern laik devletler suç ve
günahın birbirinden ayrıldığı devletlerdir. Devletler bireyleri günah işledikleri için
değil, suç işledikleri için cezalandırmaktadır. Buna karşın suç ve günahın örtüştüğü
belirli durumlarda söz konusudur. Dinlerin önemli bir kısmında hırsızlık günah kabul
edildiği gibi, mülkiyet hakkını koruma esasına dayanan modern liberal devletlerde de
suç kabul edilmektedir. Ancak modern devletler bu türden suçları din emrettiği için,
yani günah oldukları için değil, işlenmeleri halinde bireye ve topluma zarar
verildiğini düşündüğü için yasaklamaktadır. Bu bakımdan suç ve günah arasında bir
örtüşme olduğu durumlar söz konusu olsa da, modern laik devletler dinin günah
olarak gördüğü eylemin işlenmemesinde, bireysel ve toplumsal bir fayda gördükleri
için suç olarak kabul ederler. Ancak bu durumda bile günahın suça dönüşmesinden
değil, dinsel bir hüküm ile seküler bir yasa hükmünün örtüşmesinden söz edilebilir.
Modern devletlerdekinin aksine teolojik kurallarla yönetilen geleneksel devletlerde
günah ile suç arasında bir ayrımın olmadığı ve günahın suç olarak kabul edildiği
görülmektedir. İlk İslam devleti günah ve suç arasında neredeyse hiçbir ayrımın
olmadığı bu devlet düzenine örnektir.
167
ettikten sonra, Müslümanın çirkin gördüğü bir hareket karşısında yapacağı ilk işin
kendisini ve çevresini münkeratın tesirinden kurtarmak olduğunu; bu işin
keyfiyetinin ise, hukuk sistemi tarafından kendisine verilmiş bir yetki varsa eliyle,
böyle bir yetki yoksa diliyle vazgeçirmek olduğunu, eğer buna da gücü yetmiyor ise
kötü fiil sahibinin yanından uzaklaşması gerektiğini, ancak bu durumun imanın en
zayıf tezahürü olduğunu ifade etmektedir (Gülen, 2011g: 69). Bu cümlelerde modern
hukuk mantığı açısından bir problem görülmeyebilir. Hatta Gülen, münkeratın söz
konusu olduğu metinlerinde bireylerin kötü fiil ve günahlarından dolayı başkalarına
ceza vermek yetkileri olmadığını ifade etmektedir. Gülen’e göre, “herhangi bir fert,
fert olarak, zina eden, içki içen ve kumar oynayan ikinci bir ferde ceza veremez. Onu
eliyle böyle bir münkerden vazgeçirmesi söz konusu değildir” (Gülen, 2011g: 72).
Buna karşın Gülen başka bir kitabında ferdin münkeratı eli ile düzeltebileceği bir
durumun söz konusu olduğunu ifade etmektedir: “Zaman olur insan bu vazifeyi
(münkeri düzeltme y.n), kendi hanımına ve çocuğuna karşı eliyle ve dili ile yapar”
(Gülen, 1998a: 40). Sayfalarca süren bu tartışma içinde “hanımın” kocasını
münkerden el veya dil ile uzak tutmasına ilişkin hiçbir sözcük geçmez. Bu bakımdan
da Gülen cinsiyetçidir. Diğer taraftan el ile düzeltme meselesi fiziksel şiddet
uygulamayı da içermektedir.
Ancak konumuz açısından asıl önemli olan iki noktanın altının çizilmesi
gerekmektedir. İlk olarak Gülen; “devlet, devlet olduğu sürece münkere karşı
mücadele görevini yerine getirmek zorunda olduğunu ve bu konuda bir gevşeklik
gösterdiğinde fertlerin onu uyarma yetkisi olduğunu” ifade etmektedir (Gülen,
2011g: 71). Gülen’in münker olarak görmüş olduğu fiiller genelde, fuhuş, kumar,
ihtikar gibi suç ile örtüşen fiillerdir (Gülen, 1998a: 42; 2011g: 71). Ancak Gülen
kumar, fuhuş ihtikar gibi fiillere ek olarak diğer münker faaliyetler gibi bir kavram
da eklemektedir (Gülen, 2011g: 71). Bu bakımdan Gülen’in devletin münkerle
mücadelesinden sadece suç ve günahın örtüştüğü durumları değil, bir bütün olarak
münkerle mücadeleyi kastettiği söylenebilir. İkinci olarak Gülen’in bireylerin
münkeri eliyle düzeltme yetkisinin olmadığını söylemesinin arkasındaki asıl saik
devlet düzenini muhafaza etmektir. Gülen, ferdin başkasını münker bir eyleminden
168
dolayı cezalandırması durumunda, “anarşi olacağını, nizam adına sokağa dökülen
herkesin önüne gelene ceza tatbik etmeye kalkması durumda, nizam adına kargaşanın
hakim olacağını” ifade etmektedir (Gülen, 1998a: 43). Bu bakımdan Gülen’in ilk
dönem metinlerinde devletin münkerle mücadele etmesi gerektiği, bireylerin bu
mücadelede devletin yanında olması gerektiği, ancak devlete yardım ederken “eliyle”
müdahaleden uzak durması gerektiği ifade edilmektedir. Bu durum Gülen’in suç ve
günah arasında bir ayrım yapmadığını göstermektedir. Buna karşın Gülen’in son
dönem metinlerinde devletin hukukla sınırlandırılması ve hukuk devletine vurgu
yapmaya başladığı görülmektedir.
169
yokluğu ile karşılaştırmaktır. Devletin olmadığı bir durum ise, güçlünün zayıf olanı
her an yok edebileceği bir “anarşi” hali olarak resmetmektedir.
170
ölçüde “İslami” ve “Doğulu” kavramlarla konuşan Gülen’in, bu tarihten sonra
“Batılı” kavramları da kullandığı görülmektedir.
171
olma meselesi” olduğunu ifade etmektedir. Bu bakış açısı Gülen’in metinlerinin
merkezi noktasıdır. Gülen, sosyo-ekonomik yapı ve siyasal kurumları değil, insanı
merkeze alan bir perspektife sahiptir. Bu bakımdan toplumsal sorunların çözülmesi
için yapılarla mücadele etmek Gülen’in öncelikli hedefi değildir. Gülen için önemli
olan bireyin kapsamlı bir reforma tabi tutulup, “iyi bir insan” haline getirilmesidir.
Gülen, sorunların merkezine bu bakımdan insanı ve ahlakı yerleştirmektedir. Diğer
taraftan Gülen, demokrasi ve İslam arasında bir sorun olmadığını savunmaktadır.
Gülen bu iddiasının ileri götürerek Osmanlı’da demokrasi ve laikliğin varlığına
referans veren bilim insanlarının olduğunu ve İslam’da ilk ana kaynaklarda olmayan
meseleler hakkında, ana kaynaklara çatışmama dikkate alınarak, yenilik yapıldığını
ifade etmektedir. Devamında, “İslam’ın demokrasi ve büyük ölçüde laiklik ile
problemi olmadığını” ifade eder. Ancak Gülen, laiklik kavramının hukuki bir kavram
olduğunu ve dini toplumsal yaşamdan tamamen dışlamadığını ifade etmektedir.
Türkiye toplumunun da dini dışlamadığı sürece demokrasi ve laiklik gibi kavramlarla
bir sorunu olmadığını ekler (Pope, 2003: 87-88).
3. Demokratik hukuk devleti doğal bir olgu olan toplumsal eşitliğin bütün
unsurlarının, çeşitliğin bütün unsurlarının temel hak ve özgürlüklerini
eşit ve aynı biçimde güvence altına alan bir toplumsal sözleşme
anlayışına dayanır.
172
5. Ülkemizin bugün içinde bulunduğu iktisadi, siyasi, idari ve toplumsal
sorunların hepsinin çözümünde demokratik hukuk devletinin tam
anlamıyla tesis edilmesi amaç olmalıdır…
14. Ülkenin iktisadi varlıklarının büyük bir kısmının devletin elinde olması,
iktidarın iktisadi hayata keyfi müdahalelerde bulunmasına imkan
sağlamakta, bu temel özgürlükler için tehdit olabildiği gibi siyasi
yozlaşmanın da nedenlerinden birini teşkil etmektedir. Yurttaşlar
arasında vergi ödeme ahlakının kamu otoriteri açısından da
harcamalarda saydamlık ve hesap verme anlayışının yerleşmesi
demokrasimizin sağlığı bakımından son derece önemlidir. Bu bağlamda
173
devletin sosyal adalet uyarınca gelir dağılımındaki hedefleri ortadan
kaldırması erişilmesi gereken bir hedeftir.
174
liberal bir pozisyona doğru kaysa da, sosyalist ve komünist fikirlere karşı bu hakkı
savunduğu açık değildir. Hatta Türkiye’deki problemleri “komünistlerin yazıp
çizdiklerinin ülkelerin hayati noktalarında oturanları etkilenmesi” ile ilişkilendirdiği
görülmektedir (Bkz. Pope, 2003: 89). Benzer şekilde Gülen’in devlet-edeb-müddet
anlayışı ve hikmet-i hükümet düşüncelerine övgü dizdiği de bilinmektedir. Bu
durumda Gülen’in söyledikleri ile platformun bildirgesi arasındaki farkı nasıl
açıklamak mümkün olabilir? Bu farklılık platformun farklı bileşenlerinin
fikirlerinden mi kaynaklanmaktadır? Yoksa hareket ve Gülen arasında bu türden
konularda bir farklılığa mı işaret etmektedir? Abant Platformunun yapmış olduğu
toplantılarda kaleme alınan sonuç bildirgelerinin genel olarak Gülen’in metinlerinden
daha liberal bir dille kaleme alındığı ifade edilmelidir. Ancak, platformdaki
metinlerin altında Gülen hareketine yakın isimlerin de imzaları bulunmaktadır. Bu
durum hareketin tabanın bu türden fikirleri savunmaya yatkın olduğunun işareti
olarak da okunabilir. Gülen ve hareketi arasındaki ilişki yaygın olarak liderin
“emirlerinin” tabanda koşulsuz karşılık bulması şeklinde açıklanmaya çalışılır. Bu
bir yönü ile doğru olabilir. Ancak, Gülen’in metinleri incelendiğinde tabanın
beklentilerini dikkate aldığı gözlemlenir. Sosyolojik koşullar hareket ve liderlerini
değişime zorlamaktadır. Bu bakımdan Gülen’de koşulların ve tabanın isteklerini
okumakta ve duruma göre pozisyon değişiklikleri yapabilmektedir.
Nitekim Gülen, 2005 yılında kaleme almış olduğu Devlet Düzeni ve Hukuk
Devleti isimli makalede, hukuk devleti, derin devlet, demokrasi gibi konular
hakkında daha açık konuşmaya başlamıştır. Gülen bu konuşmasında hukuk devleti
kavramını şu şekilde tanımlamaktadır: “Hukuk devleti, en kısa tarifiyle, güce ve kaba
kuvvete değil, hukuka dayanan devlettir. Hukukçular onu, faaliyet alanını ferdi hak
ve hürriyetlerin sınırında tutan, kanunların umumîliği esasına bağlı ve şahısların hem
başkaları hem de devlet karşısında korunması için yargı organları bulunan devlet
olarak tarif ederler” (Gülen, 2006c: 219). Gülen bu türden bir hukuk devleti tarifinin
İslam Hukuku’nda da olduğunu savunmaktadır (Gülen, 2006c: 219). Yeri gelmişken
bir noktanın altı çizilmelidir. Gülen, modern toplumsal koşulların ortaya çıkarmış
olduğu kavramlar ile İslam’ın kavramları arasında bir tür ayrıma gitmek yerine, bu
175
kavramları birbiri ile örtüşür gibi ele almaktadır. Diğer bir ifade ile Gülen,
demokrasi, laiklik, hukuk devleti gibi kavram ve kurumları İslam’la çatışma içinde
görüp, modernleşme adına İslami kavram ve kurumları kaldırıp, yerine Batılı
kavramlar ikame etmeyi önermek yerine, İslam’ı bu kavramlarla örtüşecek biçimde
yorumlamaktadır. Bu bakımdan, demokrasi, laiklik, hukuk devleti gibi kavramların
İslam’la değil, Gülen’in İslam yorumu ile örtüştüğünü ifade gerekmektedir. Yoksa
İslam’ı bu kavramlarla çatışma içinde yorumlayan İslami ekoller ve hareketlerin söz
konusu olduğu bir vakıadır. Diğer taraftan, din giderek bireylerin ve grupların onu
nasıl yorumladıkları ile ilgili hale gelmektedir. Bu bakımdan modernlikle çatışma
veya uyum halinde olan dinler değil, bireylerin ve toplumsal grupların din
yorumlarıdır. Aksi halde, neden bütün Müslüman ülkelerde bu türden kavram ve
kurumların yerleşmedikleri sorusuna yanıt vermek mümkün olmazdı. Gülen’in
buradaki ayrıcı özelliği, İslam’ı modern hayatın ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimde
yorumlamasıdır.
“Evet, devlet, devlet için bile olsa cinayet işleyemez. Devlet tecziye eder; ama
hukuka muhakeme ettikten sonra cezalandırır. İcab ederse haps-i münferide atar,
müebbet hapse koyar; gerekirse sürgüne yollar ve hatta idama mahkûm eder. Bütün
bunları hukukun müsaade ettiği çerçeve içinde ve başkalarını da caydırma
mülahazasıyla yapar. Fakat, kat’iyen yargısız infazda bulunamaz. Onu devlet yapmadığı
gibi kendini devlet yerine koyan, devletini sevdiği için bunları yapan kimse de
yapamaz. Hiç kimse, “Ben devletimi çok seviyorum; ona bir yerden zarar gelecek diye
yüreğim ağzıma geliyor. Dolayısıyla, böyle bir zarar ihtimali karşısında kendimi
frenleyemiyor ve devletime kastedenlerin arabalarını yakıyorum.. hırsımı alamayıp
gidip bir yerde, evleri, dükkanları, parti binalarını taşa tutuyorum” diyemez. Bu sözler
176
hukuk anlayışı ile telif edilemeyecek anarşist mantık ifadesidir. O türlü filer,
hakperestlik mülahazası ve hüsn-ü niyetle de yapılsa çok tehlikelidir; farklı cephelerin
ve komplikasyonlara sebebiyet verecek davranışlardır; kansere neşter vurma gibi
şeylerdir”.
2. GÜLEN VE DEMOKRASİ
177
kinlerin, nefretlerin kol gezdiği bir kargaşa ve huzursuzluk topluluğu olduğunu”
savunmaktadır (Gülen, 2011f: 73). Gülen için, farklı düşünmeye alışmış insanlardan
oluşan toplum, gerçek anlamda toplum sayılmaz. Çünkü Gülen’in düşüncesinde ideal
bir toplum, duygu, düşünce, his birliğini/tekliğini içinde barındırmalıdır. Ancak
modern demokrasilerin temel özellikleri farklı düşünceleri çatışmaya mahal
vermeksizin, barış içinde bir arada yaşatmanın imkanı üzerinde düşünmeleridir.
Gülen’in düşüncesi ise, farklılıkların mutlak anlamda çatışmaya dönüşeceğinden
hareket eden ve buna engel olmak için tek bir fikir ve terbiye anlayışı oluşturmaya
çalışan, toplumsal farklılığı ortadan kaldırmaya çalışan bir homojenleştirme
anlayışını içermektedir. Gülen’e göre “fikri ve hissi sahada terbiye görmemiş
milletlerin ilerlemesi” mümkün olmadığı gibi, “milletlerin yükselmesinde millet
fertlerinin gaye ve hedef birliğine ulaşmaları şarttır.” Gülen’e göre, “birinin ak
dediğine diğerinin kara dediği bir toplumda, kâh sağa, kâh sola toslamalar olsa da,
kat’iyen yükselme ve gelişme kaydedilemez” (Gülen, 2000b: 57). Bu türden bir
düşüncenin içinde millet ve din merkezi konumdadır. Nitekim Gülen’in ilk dönem
metinlerinde hürriyetin sınırını belirleyen bu iki kavramdır.
Gülen, Eylül 1986’da Sızıntı Dergisinde kaleme almış olduğu bir yazıda
hürriyet ve sınırlarına işaret etmiştir. Gülen’e göre hürriyet, “ruhun yüksek duygu ve
düşüncelerden başka herhangi bir kayıt kabul etmemesi, hayır ve faziletten başka
hiçbir prensibin esiri olmaması” anlamına gelmektedir. Bu bakımdan Gülen
hürriyetin mutlak bir serbestlik olmadığını ve “hürriyeti mutlak serbestlik olarak
anlayanların, bilerek veya bilmeyerek hayvani hürriyet ile insani hürriyeti birbirine
karıştırdıklarını” ifade etmektedir. Gülen’e göre, “dini duygu ve dini düşünce
tanımayan, ahlaka değer vermeyen ve fazilet fidanlığı olmayan hürriyet, her milletin
nefret edip kaçtığı uyuz illeti gibi bir illete benzer ki, buna tutulan toplumlar, er-geç
rahatlarını yitirecekleri gibi, zamanla çevrelerini kaybetmeleri de kaçınılmaz
olacaktır” (Gülen, 2000b: 39). Gülen, milli ve dini duygulara zarar verme
derecesinde bir hürriyetin savunulamayacağını ifade etmektedir. Kasım 1995 yılında
Sızıntı dergisinde kaleme almış olduğu başka bir makalesinde hürriyetin nasıl
178
anlaşılması gerekildiği ve hürriyete neden sınır konulması gerektiğini uzunca
anlatmıştır (Gülen, 1996c: 151-154):
“Evet, başta İngiltere olmak üzere, bazı Avrupa ülkelerindeki işçi hareketlerinde
bayraklaştırılan hürriyet düşüncesiyle, on sekizinci asırda Fransız İhtilâli'yle tanıdığımız
hürriyet telâkkisi birbirinden farklı olduğu gibi, kapitalistlerin hürriyet anlayışları da
komünistlerinkinden çok farklı bir görünüm arzetmiştir. Carlyle ona farklı bakmış..
Goethe onu değişik şekilde tefsir etmiş.. Ruskin onunla alâkalı garip yorumlar getirmiş..
Hölderlin onu sırlı bir büyü gibi göstermiş.. Marx onu insanda hayvânî duyguların
salıverilmesi şeklinde anlamış.. Nietzsche ise onunla alâkalı yorumlarını bir çılgınlık
felsefesi şeklinde ortaya koymuştur.
…Şimdi yaşanmış bunca fezâyî ve fecâyî görmezlikten gelerek hürriyete had ve sınır!
Diyenleri, hürriyet düşmanı sayarak sorgular, hatta onları cezalandırmaya kalkarsak,
bizim hürriyet telakkimizle yetişen çakırkeyf nesiller de hem bizi, hem de türlü türlü
illet ve iptilalarla kendilerini ve tabiî aynı zamanda milletimizi cezalandıracaklardır”.
179
Yukarıda da ifade edildiği gibi Gülen’in özellikle ilk dönem metinlerinde merkezi
kavram hukuk, sosyo-ekonomik yapı gibi kavramlar değil, insandır. Gülen, insanı
değiştirerek ideal bir toplum düzeni kurulabileceğini savunmaktadır. Demokrasi
mevzuu bahis olduğunda Gülen, yine insanı merkeze almaktadır. Gülen, Prizma 2
isimli kitabında konu hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır (Gülen, 1997a: 290):
“Demokrasinin de cumhuriyetin de temsili insanlarla olacaktır. Şayet temsil
makamında bulunan bu insanlar, arızasız olur, dinî ve millî değerlere bağlı bulunur
ve aynı zamanda, vicdan, muhasebe ve murâkabe insanı olurlarsa o zaman bu türlü
problemlerin hiçbiri bulunmayacaktır. Böylece de, milletimiz ve devletimiz ne
içeride ne de dışarıda itibar kaybetmeyecektir.” Bu pasajda da hukuk kavramı söz
konusu değildir. Gülen, sorunun hukuki ve yapısal boyutu değil, insan boyutu
üzerinde durmaktadır. Gülen’e göre sorunların çözümünün temel anahtarı milli ve
dini değerlere bağlı insanların temsil makamında bulunmasıdır.
Bu durumda kötü kanun ve siyasal düzenin olduğu bir ülkede iyi hukukçular ve
siyasilerin olması neyi değiştirir sorusunun sorulması gerekmektedir? Temsil
makamında bulunanları bağlayan kötü de olsa bir kanunlar söz konusudur. Bu
bakımdan temsil makamında “dini ve milli değerlere bağlı, vicdanlı” insanların
problemleri çözmeleri için ya hukuk düzenini değiştirmeleri ya da hukuk dışına
çıkmaları gerekmez mi? Temsil makamında bulunan insanlar, kanuna rağmen kendi
kurallarını ve iyi anlayışlarını mı uygulayacaklardır? Bu türden sorular, başka
şekillerde formüle edilerek ve bazen ithama dönüştürülerek Gülen hareketine sıklıkla
yöneltilen sorulardır. Yukarıda da ifade edildiği gibi Türkiye’de birçok insan Gülen
hareketinin bürokraside örgütlendiğini ve bürokrasiyi kendi grup çıkarları için
kullandığını düşünmektedir. Gülen hareketine mensup insanların liyakat esasına
uygun bir biçimde ve meri hukukun emirlerini yerine getirmek kaydıyla bürokraside
yer almalarının demokrasi açısından hiçbir mahsuru yoktur. Hatta böyle bir durum
demokrasinin olmazsa olmazıdır. Ancak, Türkiye’deki genel tartışma hareketin
“bürokrasi içindeki mensuplarının” hukuka göre değil, kendi iyi anlayışlarına ve
hareketin çıkarlarına göre hareket ettikleri yönündedir. Gülen hareketine mensup
insanların hukuka göre değil, kendi iyi anlayışlarına göre hareket ettikleri,
180
mahkemeleri ilgilendiren bir iddiadır. Diğer taraftan Gülen’in metinlerinde hukuk
düzenine değil de, insana vurgu yapması ve özellikle “mili ve dini değerlere bağlı
insanların” sorunların çözümünde merkezi konuma yerleştirmesi, “kötü kanunlarla”
yönetilen ülkede “temsil mekanizmasında yer alan insanların” kendi iyi anlayışlarına
göre hareket etmesine teorik olarak cevaz vermektedir.
181
öncelikli hedefinin demokrasi olmadığı açıktır. Buna karşın, demokratikleşme
taleplerine yanıt üretmek ve İslam’ın demokrasiyle uyumlu olduğunu ifade etmenin
çağımız açısından elzem olduğunun da bilincindedir.
182
kurumları finanse etmesine nasıl bakmaktadır? Kamu gücü kullanılarak, bireyler
belirli bir dine inanmaya veya inanmamaya zorlanıp zorlanmamaları hakkında ne
düşünmektedir? Gülen devletin yasalarının dinle temellendirilmesi gerektiğini
savunmaz. Aynı zamanda Gülen, bireylerin dinsel kimliklerinin onları hukuk
karşısında avantajlı veya dezavantajlı konuma düşürmesi düşüncesine de karşıdır.
Gülen bireylerin hukuk karşısında eşitliği konusunda şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Bütün insanlar hukuk karşısında eşittir. Bizim içtimai yapımızın ana esaslarından
biri de bu müsavat prensibidir. Hiç kimsenin diğer bir kimseye üstünlüğü söz konusu
değildir. Üstünlük takva iledir. Ne var ki, o da hukuku tatbikte ayırıcı bir özellik
olarak kullanılamaz” (Gülen, 2011g: 118). Gülen, takva sahibi insanların diğer
insanlar karşısında üstün olduğunu düşünmesine rağmen, insanların hukuk
karşısındaki konumlarını etkilemeyeceğini ifade etmektedir. Bu modern bir
tutumdur.
183
iddia ettiği gibi pasif bir laikliği talep ettiklerini ifade etmek güçtür (Bkz. Kuru
2011).
184
olarak tanımlamaktadır (Gülen, 1997b: 137). Gülen’in din tanımlarının merkezi
noktası insan iradesi oluşturmaktadır. Dışarıdan bir zorlama ile bireyleri belirli bir
dine inanmaya zorlamak irade faktörünü ve ihlası dışarıda bıraktığından gerçekten
inanmayla sonuçlanmaz. Din samimi inanç ve irade faktörü yardımıyla
tanımlandığında dışarıdan gelen zorlamayla çelişir. Gülen’in bu türden
temellendirmesi, Locke’un hoşgörü temellendirmesine benzemektedir. Locke birinci
bölümde tartışıldığı üzere bireylerin dine zorlanmasının dini açıdan da bir faydası
olmadığını, çünkü dinin ihlas temelli bir yapısı olduğunu ifade etmektedir.
Gülen’in düşüncesi bireyleri belirli bir dine girmeye zorlamayı dışarıda bırakır.
Buna karşın Gülen’e göre müminin temel görevlerinden birisi de, İslam dinini başka
bireylere tebliğ etmektedir. Yalnız tebliğ söz konusu olduğunda Gülen bireyin
vazifesinin dini anlatmak olduğunu, bireyin inanıp inanmayacağına kendisinin karar
vermesi gerektiğini ifade etmektedir: “Bu işin (tebliğ y.n) bizi aşan yanı şudur:
Mesajımızı insanlara kabul ettirtme, bizim takat ve gücümüzün üstünde bir meseledir
ve ayrıca bu husus bizim işimiz de değildir. Kabul ettirecek Allah olduğu gibi, kabul
ettirmeme de O’na aittir (Gülen, 1997b: 57). Bu cümlelerde laiklik açısında bizi
ilgilendiren konu, bireylerin belirli bir dini kabul etmesi konusunun başka bireylerin
işi olmadığını kabul etmesidir. Bu durum Gülen’in tebliği anlama ve yorumlama
tarzı ile de uyumludur. Bu bakımdan Gülen’in laiklikle ilgili bir sorununun olduğu
söylenemez.
185
ALTINCI BÖLÜM
GÜLEN VE KADIN
17
Kuran’ın kadın konusundaki yaklaşımını hermeneutik bir bakış açısıyla ele alan çeşitli metinler
Türkiye’de de yayınlanmaya başlamıştır (Bkz. Gannuşi, 2011; Muhsin, 2005). Benzer şekilde hadis
geleneğinin ataerkil bir çerçevede okunmasına eleştiren yaklaşan ve tarihselci bakış açısıyla hadis
geleneğini yeniden yorumlayan bir çalışma Hidayet Şefkatli Tuksal’a aittir (bkz. Tuksal, 2012).
ve lafız arasındaki ilişki hermeneutik bir gözle incelemez. Metnin nazil olduğu
tarihsel bağlama ya değinilmez ya da nadiren değinilir. Tepkisel tefsirler de ise,
Kuran’ın kadın ve kadın hakları konusundaki negatif tutumundan hareket edilir ve
metin ile metnin yorumu arasında bağ kurulmaz. Diğer ifade ile İslam toplumlarında
kadının durumunun Kuran’dan mı yoksa Kuran’ın mevcut yorumlarından mı
kaynaklandığı sorusuna yanıt aranmaz.18 Bütüncül (holistic) tefsirler ise, İslam’ın
kadın meselesi de dahil olmak üzere yeniden yorumlanması üzerine kuruldur. Bu
tefsir yönteminde sadece Kuran’ın lafzına değil, nazil olduğu tarihsel bağlama ve
ilahi maksadlara yoğunlaşılır (Muhsin, 2012: 20-22). Kuran’ın bütüncül bir tefsirini
yapmaya çalışanlar yaygın olarak Fazlur Rahman’ın “yaşanan zamandan Kuran’ın
nazil olduğu zamana, oradan tekrar bugüne” şeklinde formüle ettiği iki yönlü
tarihselci hermeneutik metodolojisini paylaşırlar (Rahman, 2010: 63).
18 İslam ve kadın söz konusu olduğunda Türkiye’de uzun yıllar boyunca tepkisel yaklaşımın büyük
ölçüde kabul gördüğü söylenebilir. Bu yaklaşımı temsil eden en önemli çalışmalardan birisi İlhan
Arsel’in Şeriat ve Kadın isimli kitabıdır (Bkz. Arsel, 1993). Diğer taraftan İslam’ın ataerkil bakış
açısını yeniden ürettiğini ve kadının özgürlüğünün dinin dışında düşünmekle mümkün olacağını
savunan seküler-feminist bakış açıları da mevcuttur. Bu bakış açısının Türkiye’deki en önemli
metinlerinden birisini kuşkusuz Fatmagül Berktay’ın doktora çalışması oluşturmaktadır. Berktay,
kadının ataerkil sistemi sorgulamak için dinin içinden yaptığı mücadeleyi önemsiz görmemekle
birlikte, kadının kurtuluşunun dinin dışında düşünmekle mümkün olacağını savunmaktadır (Bkz.
Berktay, 2012: 209-217).
187
Bu bölümde yanıt aranacak temel soru Gülen’in kadın ve erkek eşitliği ile
kadının toplumsal konumu hakkında ne düşündüğü ve kadının İslam geleneği
içindeki rolüne nasıl baktığıdır. Gülen Hareketi’nin modernlikle uyum konusunda
kadın-erkek eşitliği noktasında belli problemler barındırdığı sıklıkla ifade
edilmektedir. Hakan Yavuz, Gülen hareketinin, Kürt meselesindeki sessizliği, 28
Şubat’a verdiği destek, görev odaklı ve eleştiriye açık olmayan eğitim sistemiyle
birlikte, kadın-erkek ilişkileri gibi dört bağlamda eleştirilebilir olduğunu
savunmaktadır (Yavuz, 2003: 29). Benzer şekilde Ebaugh, ABD gibi ülkeler de dahil
olmak üzere hareket içerisindeki kadınların nadiren kamusal bir kişilik olma fırsatı
yakaladıkları ve genelde, çocuk bakımı, ev işleri, yemek pişirme gibi geleneksel
görevleri yerine getirdiklerini ifade etmektedir (Ebaugh, 2010: 120). Hareket
içerisinde kadının bu kamusal kişilik olamama konumu nereden kaynaklanmaktadır?
Türkiye gibi ülkelerde kadının genellikle erkek karşısında ikincil bir konumda
görüldüğü, bu bakımdan hareket içerisinde kadının konumun Türkiye ile paralellik
gösterdiği söylenebilir19 olmasına rağmen, bu bölümde kadının hareket içindeki
ikincil konumunda belirleyiciliğin hareketin tercihlerinin ve dünya görüşünün sonucu
olduğu gösterilecektir.
19
Ebaugh, kadının hareket içerisindeki ikincil konumunun kısmen Türk kültürü ile açıklanabileceğini
söyler ama hareketin kadın hakkındaki tercihinin de bundaki etkisini yadsımaz (Ebaugh, 2010: 120).
188
düşündüğüne ilişkin bir merakın oluşmasına sebebiyet vermiştir. Nitekim 14.08.2013
tarihinde Gülen ile röportaj yapan Jamie Tarabay’ın kendisine yönelttiği ilk sorular,
kadın öğrencisinin olup olmadığı ve İslami geleneğe göre kadının rolünün annelikle
mi sınırlı olduğu şeklindedir (Tarabey, 14.08.2013). Bu türden sorular, Gülen’in
kadının toplumsal konumunu yeniden değerlendirmesine sebebiyet vermektedir.
Ancak, Gülen’in kadın söz konusu olduğunda cinsiyetçi söylemi aştığını iddia etmek
mümkün değildir. Gülen, İslam geleneği içinde kadına ilişkin değerlendirmelere
eleştirel bakmasına rağmen, cinsiyetçi söylemi yeniden üretmektedir. Bu bölümde
Gülen’in kadına bakışı, ontolojik ve antropolojik olmak üzere iki düzlemde ele
alınacaktır.
Kadının erkeğe göre ikincil pozisyonda olduğu ve kadın ile erkek arasında
eşitlik olmadığına ilişkin iddiaların dinlerle temellendirilmeye çalışıldığı bilinen bir
durumdur. Tek tanrılı dinler söz konusu olduğunda kadın ve erkek eşitsizliğinin,
kadın ve erkek arasındaki ontolojik farklardan hareketle temellendirilmeye çalışıldığı
görülmektedir. Kadın ve erkek arasında olduğu varsayılan bu ontolojik farklılığın,
kadının ikincilliğini doğallaştırdığı ve kadın bedeni üzerinde denetime olanak
sağladığı kabul edilmektedir. Berktay’a göre kadının ikincilliğini doğal kabul ederek,
kadın bedeni üzerinde denetim kurmak her üç tek tanrılı dinin ortak özelliğidir
(Berktay, 2012: 11). Tek tanrılı dinler söz konusu olduğunda kadının erkek
karşısındaki ikincil pozisyonunu en açıkça ifade eden kitap Tevrat’tır. Tevrat’ın
Tekvin bölümünün ikinci kısmı erkek ve kadının yaratılması, üçüncü bölüm ise
cennetten yeryüzüne indirilmeyi açık biçimde işlemektedir.
189
sünnette Tevrat’tan farklı biçimde ele alınmaktadır (Gannuşi, 2011: 11). Buna karşın
Tuksal, İslam’da kadının ikincil konumunu pekiştirici çeşitli hadislerin olduğunu
ifade etmekte, bu hadislerin sahihliğinin şüpheli olduğunu ve kadının ikincil
konumunu pekiştiren hadislerin Kuran’la da uyumlu olmadığını iddia etmektedir
(Tuksal, 2012: 88). Tevrat ve Kuran kadın ve erkek arasında ontolojik açıdan bir fark
görmekte midir? Çalışma açısından bir diğer önemli soru ise Gülen Kuran’ın
yaratılışla ilgili ayetlerini nasıl yorumladığıdır.
Tevrat’a göre Tanrı ilk önce Âdem’i yaratır ve ondan daha önce yaratmış
olduğu bütün varlıklara isim vermesini ister. Âdem bütün varlıklara isim verdiği gibi
kadın yaratıldıktan sonra kadına da isim verir. Tevrat yaratılış olayını şu şekilde
hikayeleştirmektedir (Tekvin, 2: 20-24):
“Ve adam bütün sığırlara ve göklerin kuşlarına ve her kır hayvanına ad koydu; fakat
adam için kendisine uygun bir yardımcı bulunamadı. Ve Rab Allah adamın üzerine
derin bir uyku getirdi ve o uyudu; ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı, ve yerini
etle kapladı; ve Rab Allah adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu
adama getirdi. Ve adam dedi: Şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir;
buna nisa denilecek çünkü o insandan alındı. Bunun için insan, anasını ve babasını
bırakacak ve kadına yapışacak ve bir beden olacaklardır.”
Görüldüğü gibi Tevrat’ta Tanrı önce asıl adamı daha sonra ona yardımcı
olması için kaburga kemiğinden kadını yaratmıştır. Yaratılış anlatısında önce adamın
yaratılması ve kadının asıl adama, yardımcı olmak için onun kaburga kemiğinden
yaratıldığının ifade edilmesi kadının erkek karşısındaki ikincil pozisyonunun
ontolojik zeminini oluşturmaktadır. Diğer bir ifade ile Tevrat’ta kadın ve erkek aynı
asıldan yaratılmadıkları için kadınla erkek arasında ontolojik açıdan fark söz
konusudur. Tevrat’ın kadını ikincil kılan anlatısı sadece yaratılış mevzusuyla sınırlı
değildir. Tevrat insanın cennetten yeryüzüne indirilmesini de kadınının günahına
bağlamaktadır. Tevrat’ın Tekvin kitabının üçüncü babında şöyle denilmektedir:
190
gözleri açıldı. Bunun üzerine çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları
dikip kendilerine önlük yaptılar. Derken, günün sessizliğinde cennette yürüyen
Tanrı’nın sesini duydular. O’ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler. Tanrı Âdem’e,
“Neredesin?” diye seslendi. Âdem, “Cennette sesini duyunca korktum. Çünkü
çıplaktım, bu yüzden gizlendim” dedi. Tanrı, “Çıplak olduğunu sana kim söyledi?” diye
sordu, “Sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?” Âdem, “Yanıma koyduğun
kadın ağacın meyvesini bana verdi, ben de yedim” diye yanıtladı. Tanrı kadına “Nedir
bu yaptığın?” diye sordu. Kadın, “Yılan beni aldattı, o yüzden yedim” diye karşılık
verdi. Bunun üzerine Tanrı yılana, “Bu yaptığından ötürü bütün evcil ve yabanıl
hayvanların en lanetlisi sen olacaksın” dedi, “Karnın üzerinde sürünecek ve yaşamın
boyunca toprak yiyeceksin. Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize
düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın.”
Tanrı kadına, “Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim,” dedi, “Ağrı çekerek
doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek.” Tanrı Âdem’e,
“Karının sözünü dinlediğin ve sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için,
toprak senin yüzünden lanetlendi” dedi, “Yaşam boyu emek vermeden yiyecek
bulamayacaksın. Toprak sana diken ve çalı verecek, yaban otu yiyeceksin. Yaratılmış
olduğun toprağa dönünceye dek ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü
topraksın, topraktan yaratıldın ve yine toprağa döneceksin.”
İslam kadın ve erkek arasında ontolojik açıdan fark görmekte midir? İslam’ın
temel bilgi kaynaklarından olan Kuran ve hadislerde bu konunun ele alınışı
bakımından çeşitli farklar olduğunu ifade etmek gerekmektedir. Kuran’ı hermeneutik
191
yöntemle anlamaya ve yorumlamaya çalışan tefsircilerin ortak kanaati, Kuran’ın
kadın ve erkek arasında ontolojik açıdan bir fark koymadığı yönündedir. Buna karşın
İslam geleneği içinde kadın ve erkeğin ontolojik olarak farklı yaratıldığını iddia
edenler de söz konusudur. Aslında Müslümanların yaratılış konusunu Tekvin’dekine
benzer bir biçimde yorumladıklarını söylemekte beis yoktur. Tuksal’a göre, ilk kadın
insanın, ilk erkek insan gibi topraktan değil, ilk erkek insanın vücudundaki bir
kemikten, kaburga kemiğinden yaratıldığı fikri İslam kültüründe de kabul görmüştür
(Tuksal, 2012: 75). İslam geleneği içinde kadın ve erkek arasında ontolojik açıdan
fark olup olmadığına ilişkin çatışmalar, Kuran’ın anlaşılması ve yorumlanmasına
ilişkin metodolojik farklar ve yaratılış meselesini Tevrat’takine benzer biçimde
yorumlamaya olanak sağlayan hadislerin varlığından kaynaklanmaktadır.
Kuran’da yaratılışla ilgili ayetlerden bir kısmı şu şekildedir: Sizi bir tek
nefisten yaratan O’dur (En’âm Suresi); Sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan
eşini var etmiştir (Zumer Suresi); Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratıp, sonra
ondan eşini yaratan ve ikisinden de pek çok kadın erkek türeten Rabbinize saygılı
olun (Nisâ Suresi).20 Kadın ve erkek arasında ontolojik açıdan fark bulunup
bulunmadığına ilişkin tartışma, bu ayetlerde geçen nefs kelimesinin farklı
anlamlarından kaynaklanmaktadır. Nefs kelimesi, can, ruh, akıl, canlı, insan, şahıs,
insanlık, bir şeyin kendisi, hayat özü gibi manalara gelmektedir (Tuksal, 2012: 76).
Kadın ve erkeğin ontolojik açıdan farklı olduğunu iddia edenler, ayetlerde geçen nefs
kelimesinden, Arap coğrafyasında egemen olan Tevrat anlatısı ve bu anlatıyı
destekleyecek hadis külliyatının varlığının etkisi ile Âdem/insan şeklinde
yorumlamış ve kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını savunmuşlardır.
Buna karşın Muhsin, Rahman, Gannuşi gibi isimler burada geçen nefs kavramının,
bütün insanların ortak kökenine işaret ettiğini savunmuşlardır. Bu bakımdan
hermeneutikçiler İslam’ın kadın ve erkek arasında ontolojik açıdan bir fark
görmediğini savunmaktadırlar. Diğer taraftan Kuran’ın cennetten yeryüzüne
20
Bu ayetler Tuksal’ın kitabından alıntılanmıştır (Bkz. Tuksal, 2012: 76).
192
indirilmeyle ilgili ayetleri incelendiğinde, kadın ve erkeğe eşit oranda sorumluluk
yüklendiği görülmektedir. Kuran’da cennetten yeryüzüne iniş kıssası en yalın
şekliyle Bakara ve Araf surelerinde geçmektedir. Bakara suresinde şöyle
denilmektedir:
“Hani Rabb’in meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Melekler,
“Ya Rabbi sen yeryüzünde kargaşalık çıkaracak, kanlar dökecek birini mi yaratacaksın.
Oysa biz seni överek tesbih ediyor, takdis ediyoruz” dediler. Allah meleklere, “Ben
sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi. Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün
nesneleri meleklere göstererek, “Haydi, eğer davanızda haklı iseniz, bunların isimlerini
bana söyleyin” dedi. Melekler, “Ya Rabbi, sen yücesin, senin bize öğrettiklerin dışında
hiçbir bilgimiz yoktur, hiç şüphesiz sen her şeyi bilirsin ve her yaptığın yerindedir”
dediler. Allah Âdem’e, “Ey Âdem, bunlara o nesnelerin adını bildir” dedi. Âdem,
meleklere bütün nesnelerin isimlerini bildirince Allah, onlara, “Ben size ‘göklerin ve
yerin bütün gizliliklerini, ayrıca sizin bütün açığa vurduklarınız ve içinizde
sakladıklarınızı bilirim’ dememiş miydim?” dedi. Hani biz meleklere “Âdem’e secde
ediniz” dedik de hemen secde ettiler. Yalnız iblis kaçındı, kendini büyük gördü ve
kafirlerden oldu. Dedik ki; “Ey Âdem, sen ve eşin cennete yerleşiniz, oranın
yiyeceklerinden istediğinizi bol bol yiyiniz, fakat şu ağaca yanaşmayınız, yoksa
zalimlerden olursunuz.” Fakat şeytan onların ayaklarını oradan kaydırarak, kendilerini
içinde bulundukları nimet yurdundan çıkardı. Biz de dedik ki; “Birbirinize düşman
olarak oradan aşağı inin. Yeryüzünde size belirli bir süreye kadar barınak ve geçim yeri
olacaktır.” Derken Âdem, Rabbinden bir takım kelimeler belleyerek onu aldı da Rabbi
onu affetti. Hiç şüphesiz o tövbelerin kabul edicisidir ve merhametlidir. Dedik ki,
“Hepiniz oradan aşağı inin. Tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim
hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler.”
“Ey âdem, sen ve eşin cennette oturunuz, istediğinizi nerede bulursanız yiyiniz. Yalnız
şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz” dedik. Fakat şeytan, ayıp yerlerini
meydana çıkarmak amacı ile onlara şu sözleri fısıldadı. Rabbiniz, melek olmayasınız ve
burada sürekli kalacaklar arasına karışmayasınız diye size bu ağacı yasakladı. Onlara,
‘Ben gerçekten sizin iyiliğinizi istiyorum’ diye yemin etti. Böylece onları aldatarak
hataya düşürdü. Ağacın meyvesinden tadar tatmaz, ayıp yerleri meydana çıktı. Bunun
üzerine cennet yaprakları ile örtünmeye koyuldular. Rableri onlara şöyle seslendi: Ben
size o ağacı yasaklamamış mıydım, şeytanın açık düşmanınız olduğunu size söylememiş
miydim? Âdem ile eşi dedi ki; “Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi
bağışlamaz, bize acımazsan kesinlikle hüsrana uğrayanlardan oluruz.”21
21
Bakara ve Araf Suresinde geçen bu ifadeler Gannuşi’nin kitabından alınmıştır (Bkz. Gannuşi, 2011:
22-23).
193
Kuran’daki yaratılışla ilgili ayetleri hermeneutik yöntemle yorumlayan
tarihselciler, Kuran’da kadın ve erkeğin aynı özden (nefs) yaratıldığının ifade
edildiğini ve bu bakımdan kadın ve erkeğin özsel olarak eşit olduklarını ifade
etmektedirler. Kadın ve erkeğin özsel eşitliğini savunmak, kadının kendi
yeteneklerini geliştirip müstakil bir birey olarak var olmasına imkan sağlamaktadır.
İslam inancına göre Allah insanları dünyaya halife olmaları için yaratmıştır. Kadın
ve erkek arasında ontolojik fark olmadığının ifadesi, kadının da dünyaya halife
olması için gönderildiği anlamına gelmektedir. Kuran, sadece yaratılış konusunda
değil, cennetten yere indirilme konusunda da Tevrat ve İncil’den farklı bir anlatı
geliştirmiştir. Yasak meyvenin yenmesi konusunda kadın ve erkek eşit oranda
sorumlu tutulmuştur. Tevrat kadının erkeğin kaburga kemiğinden erkeğe yardımcı
olmak için yaratıldığını ifade etmesine rağmen; Kuran’da kadın ve erkeğin aynı
özden yaratıldığı ifade edilmekte ve kadının erkeğe yardımcı olarak yaratıldığına
ilişkin ifadeler değindiğimiz ayetler özelinde bulunmamaktadır. Buna karşın
yukarıda da ifade edildiği gibi Müslümanların önemli bir kısmı yaratılış ve cennetten
yere indirilme konusunu Tekvin’e yakın bir biçimde ele almaktadır. Bu durum
sadece Tevrat’ın Arap yarımadasında yaygın olarak bilinmesiyle açıklanamaz.
Kuran’da anlatı farklı olmasına rağmen, Tevrat’taki yaratılış hikayesini andıran
hadisler söz konusudur.
194
ifadeleri yer almaktadır. Özellikle, kadının eğe kemiği gibi olduğuna ilişkin hadisler
yaratılış konusunun Tevrat’a yakın biçimde yorumlanmasına sebebiyet vermiştir.
İslam kadına bu kadar yüksek değer verdiği halde, İslam toplumlarında kadının
bu ikincil pozisyonu nereden kaynaklanmaktadır? Ona göre, bugün olumsuz görülen
noktalar, o dönemin şartları ve o zamanki devletlerin uygulamaları dikkate alınarak
değerlendirilmelidir. Ayrıca, bazı bölge ve toplumlarda Müslüman olmadan önceki
adet ve geleneklerin Müslüman olduktan sonra da devam etmiş olması da göz
önünde bulundurulmalıdır (Gündem, 2005: 174). Gülen, İslam toplumlarında kadının
ikincil konumu, İslam’ın teşekkül ettiği tarihsel bağlam, fukahanın farklı içtihatları
ve bazı İslam toplumlarında, İslam öncesi geleneklerin devam etmesi ile
açıklanmakta ve İslam’da kadının eve kapatılması gibi bir durum olmadığı, “Ebu
Hanife’nin kadının hakim bile olabileceğini” (Gündem, 2005: 175), İslam’da kadının
çocuğunu bile emzirmek zorunda olmadığını ifade etmektedir (Sevindi, 1993: 93).
Kadının durumunun, belirli bir zaman ve mekandaki idarecilerin takdiriyle ilgili
olduğunu da eklemektedir (Gündem, 2005: 175). Ayrıca, kadının durumunun yanlış
anlaşılmasında İslami kaynakların yanlış yorumlanmasından kaynaklı, İslam karşıtı
195
propagandanın da etkisi olduğunu savunur (Tarabay, 14.08.2013). İslam kaynakları
kadın konusunda yanlış yorumlanmışsa, o kaynakların bugün yeniden yorumlanması
gerekmez mi? Gülen, erkeğin kadından üstün olduğu hissini uyandıran Kuran
ayetlerinin, kadın ve erkek arasındaki farklı istidat ve kabiliyetleri ifade etmek
maksatlı olduğunu savunarak, İslami kaynakları yeniden yorumlar ve bütüncül
(holistic) tefsir anlayışına yaklaşır.
196
kadın konusunda İslam tarihine eleştirel yaklaşımı ve kadın ve erkek arasında
ontolojik fark olmadığı söylemi aracılığı ile ataerkilliği aşabilecekken, fıtrat farkına
aşırı vurgusu ve işbölümünü fıtrat farkı ile temellendirmeye çalışması ataerkilliği
yeniden üretmesine sebebiyet vermektedir. Kadın ve erkeğin ontolojik bakımdan
farklı olmadıklarını ifade etmek ataerkilliği aşmak için ön koşul olmakla birlikte,
yeterli değildir.
197
konusunda İslamcılar içinde radikal bir pozisyonu olan Gannuşi’de anneliği kadının
birincil görevi olarak kabul etmektedir (Gannuşi, 2011: 93).
Hadis literatüründe kadın ve kaburga kemiği arasındaki ilişkiye ilişkin iki farklı
rivayet bulunmaktadır. Bunlardan ilki yukarıda sözünü ettiğimiz kadının erkeğin sol
kaburga kemiğinden yaratıldığına ilişkin rivayetken; diğeri, “kadın kaburga kemiği
gibidir, onu doğrultmaya çalıştığın takdirde kırarsın; ondan ancak, ondaki eğrilikle
birlikte istifade edebilirsin” şeklindeki rivayettir (Tuksal, 2012: 82). Kadının erkeğin
kaburga kemiğinden yaratıldığına ilişkin hadisin Kuran’da yaratılışla ilgili
söylenenlerle tezat teşkil ettiği Gülen’in yorumu açısından kabul edilmelidir. Gülen,
bu türden bir tezadı ortadan kaldırmak için, kaburga kemiğini kadının eğriliğine
işaret eden bir tür analoji olarak kabul etmek gerektiğini ifade etmektedir. Diğer bir
ifade ile hadis literatüründe yer alan kaburga kemiği rivayetleri kadının erkeğin
kaburga kemiğinden yaratıldığına değil, kadının kaburga kemiği gibi eğri olduğuna
işaret eden bir analoji olarak okunmaktadır. Gülen’e göre bu analojinin amacı,
“erkeğe nispetle kadının eğriliğe daha müsait olması, inceliği ve kırılırlığı”nı ve
“kadın kendi haline bırakılırsa eğri kalacağı, ölçüsüz bir düzeltmeye gidince
kırılacağını” göstermektir. Ona göre (Gülen, 1994: 159-161):
“Resul-ü Ekrem (S.A.V) bu tabiri seçmişlerdir. Yani kadın erkekten daha çabuk
bozulabilir ki, böyle bir husus, münakaşası yapılmayacak kadar açıktır ve hal-i âlem
buna şâhiddir. Evet, bugün ehl-i gaflet, ehl-i delâlet; kadını, erkekleri baştan çıkarmak
için bir olta olarak kullanmaktadır. Hele şu 20. asırda kadın, öyle pâyimâl olmuştur ki,
198
hiçbir devirde onun bu kadar zebil olduğunu göstermek mümkün değildir. Reklamlar
müessir olsun diye en âdi reklamlarda dahi onun âlet edilmesi, hadisde işaret buyurduğu
gibi, onun boşluk ve zaaflarını göstermesi bakımından fevkalâde manidâr olur.
Tekerleklerin üzerine, helâ ve banyo malzemesi üzerine, sucuk ve sosislerin üzerine
yapıştırılan kadın resimlerini izah etmek mümkün müdür? Ve bu bayağı şeylerle kadın
arasındaki münasebet nedir?”
Kadını erkeğe göre ikincil kılan bir diğer hadis ise kadının dinin ve aklının
eksik olduğunu savunur. Peygamberin bayram namazında kadınlara verdiği hutbede
kadınların dininin ve aklının eksik olduğunu söylediği rivayet edilmektedir. Rivayete
göre kadınların dininin ve aklının neden eksik olduğuna ilişkin soruya şu şekilde
yanıt verilmiştir: Dinlerinizdeki eksiklik olarak bahsettiğim şey, hayızdır. Biriniz
hayız gördüğünde, Allah’ın dilediği (bir müddet süresince) namaz kılmadan, oruç
tutmadan oturur. İşte bu, dinlerinizin eksikliğidir. Aklınızdaki eksiklik olarak
zikrettiğim şeye gelince, bu da tanıklıktır ki, kadının tanıklığı ancak yarım
tanıklıktır” (Tuksal, 2012: 154). Kadının eğriliği rivayetinde olduğu gibi, aklı kısalık
rivayetinde de kadının reklamlarda oynamasından hareket eden Gülen, “kendini
nefsani hevesata salmış kadınları gördükçe, ‘kadının aklı kısadır’ diyenleri çok
199
müsamahalı görüyorum” demekte ve “zannediyorum, böyle diyenler, günümüzde
kadının reklam mevzuu haline getirildiğini görselerdi diyecek şey bulamayacaklardı”
ifadelerini eklemektedir (Gülen, 2000b: 65). Benzer bir biçimde Gülen, babaya da
isyan haram olduğu halde sadece annenin zikredilmesinin sebebinin, “kadınların
himaye ihtiyaçları, bir kısım zaafları, şefkatte erkeklerin önünde bulunmaları ve bu
arada fıtratlarındaki incelik ve mukavemetsizlikten ötürü serkeşlikten daha çok ve
daha çabuk müteessir olmaları” olduğunu ifade etmektedir (Gülen, 2012h: 218). Bu
bakımdan Gülen, kadının doğal zaafları ve himaye ihtiyacı duyduğunu ifade ederek,
kadını erkeğin himayesine vermektedir.
Gülen sadece kadının aklının kısalığını değil, dininin eksikliğini de kabul eder
ve İslam tarihinde kadına ilişkin birçok uygulamayı eksiklik söylemi ile
meşrulaştırır. Müslümanlar içerisinde çokça tartışılan kadın peygamber olup
olmadığı ve peygamberin çok eşle evliliği meselesi Gülen tarafından kadının
eksikliği söylemi ile meşrulaştırılır.
200
karısı Asiye gibi isimlerin peygamber olduklarını savunmaktadır (Gannuşi, 2011: 42-
44).
Gülen, Ehl-i sünnet anlayışla uyumlu bir biçimde kadın peygamber olduğuna
ilişkin katî bir hüküm olmadığını, Hz. Meryem ve Firavun’un karısı Asiye’nin
peygamberliğinin şüpheli olduğunu savunmaktadır. İslami açıdan kadının
peygamberliğinin şüpheli olduğunu savunan Gülen, dinsel deliller yanında kişisel
görüşünün de bu yönde olduğunu ifade etmektedir. Gülen, kişisel görüşünü kadının
“idrak eksikliği” ile temellendirmeye çalışmaktadır (Gülen, 1994: 35):
“Ayrıca kadın çocuk doğuruyor. Bu çocuğu erkek dahi doğursaydı herhalde erkekten
peygamber gelmemesi lazımdı. Çünkü nübüvvet vazifesini ayda 15 gün hayızdan dolayı
yapamayacak, imâmete geçemeyecek, orucunu tutamayacaktı. Tabii birde lohusalık
durumu var… ve hele hâmile olunca, işleri yürütmesi bütün bütün zorlaşacaktı. Zira
çocuğu karnında ve kucağında taşırken, sevk’ül-ceyş yapacak; insanları idare edecek;
strateji tespitinde bulunacak ve fizikî durumunun gereği, bütün boşlulara rağmen, en
önde bulunması önde bulunması gereken bir insan kadar çelik-çavak hareket edecek…
Bütün bunlar, kadının peygamberliğini imkânsız kılan şeylerdir. Evet, bunların kadınlar
tarafından, kadınlara has arızalarla birlikte yürütülmesinin imkânı yoktur. Efendiler
efendisi de, (S.A.V) bu hususa dikkati çekmiş ve onları: “Yani dine ait meseleleri tam
yerine getirmeyen ve bazı şeyleri idrak edemeyenler” diye anlatmıştır. Evet, dediğimiz
gibi, neredeyse, ayın yarısı arızalı… Kezâ, çocuk yüzünden ibadetleri kusurlu, ve
noksan sonra da peygamberlik..! Halbuki Peygamber, Muktedâbih, rehber ve kusursuz
bir önderdir. Çünkü herkes onun vaziyetine bakıp durumunu ayarlayacaktır. Herkes
kadınlığa aid keyfiyetleri de, Peygamberin saadet hanesindeki kadınlardan
öğrenecektir.”
201
Görüldüğü gibi Gülen kadının peygamber olamayacağını akli eksiklik ve
kadının “doğasında olan arızalarla” temellendirmektedir. Bu pasaj aşağıda detaylı
olarak göstereceğimiz üzere Gülen’in kadını anneliğini sadece biyolojik olarak yani
çocuk doğurma ile sınırlandırmadığını da göstermektedir. Kadın sadece çocuk
doğuran varlık değil, aynı zamanda onun büyütülüp yetiştirilmesinden de sorumlu
olan varlıktır. Kadının peygamber olduğuna ilişkin bir kurgu da bile, kadının
kucağında çocuk olması kadın ve erkek arasındaki işbölümünün Gülen tarafından
doğal kabul edildiğinin ve muhayyilede de aşılamadığının göstergesi olarak
okunabilir. Bu pasajdaki son cümleye de özellikle dikkat edilmelidir ki, bu nokta
yani kadınların kadınlığa ilişkin keyfiyetleri peygamberin eşlerinden öğrenmesi
gerektiği hususu, peygamberin çokeşliliğinin gerekçesi olarak sunulmaktadır.
İslam’ın, Kuran’ın ahlaki ve dini öğretilerinden ilham alarak bir sosyal düzen
kurduğunu savunan Rahman, bu sosyal düzeninin “cahiliye dönemi” Arap
geleneklerinin tamamını ortadan kaldırmadığını ifade etmektedir. (Rahman, 1981:
202
36). Diğer taraftan, İslam’ın yayılması ve yeni İslam toplumlarının kurulması kitabi
olanın tamamen tatbiki ile sonuçlanmamış, İslam devletleri kuruldukları bölgelerin
yerel gelenekleriyle bir etkileşim içerisine girmiş, aynı zamanda farklı devletlerin
idari, siyasi, hukuki ve ekonomik yapılarını etkiledikleri gibi onlardan
etkilenmişlerdir. İslam’ın kadına bakışı da, Kuran’ın farklı tefsirleri, yerleştiği
bölgenin kültürel gelenekleri ve sosyo-ekonomik yapı gibi çeşitli tarihsel faktörler
tarafından belirlenmiştir. Diğer bir ifade ile İslam toplumlarında kadının toplumsal
konumunu belirleyen yegane faktör Kuran ve hadis değildir. İslam yayıldığı
bölgelerin İslam öncesi gelenekleriyle etkileşim içine girmiş ve bu kültürlerden
etkilenmiştir. Aynı şekilde İslam’ın asr-ı saadet olarak nitelenen dönemde de, İslam
öncesi gelenekleri tamamen ortadan kaldırdığını ifade etmek mümkün değildir.
Kuran’la birlikte İslam öncesi Arap alışkanlık ve geleneklerinin bir kısmı
neshedilmiş olmakla birlikte, bir kısım gelenekler düzenlenmiş, sınırlandırılmış, bir
kısmı ise varlığını olduğu gibi korumuştur.
Gülen, İslamiyet öncesi yaygın bir uygulama olan çok eşlilik meselesini
çoğunlukla ele almamakla birlikte, kendisine sorulan bir soru üzerine peygamberin
çok eşliliği konusunda şu ifadeleri kullanmıştır (Gülen, 2012b: 25):
“Allah’ın Resûlü’nün çok kadınla evlenmesinin, O’nun risaletine bakan apayrı bir
delil olma keyfiyetini yeri gelince arz edeceğimizden, o meseleye şimdilik
girmeyeceğiz. Ancak, burada şu kadar söyleyelim ki, Efendimiz'in mübarek hanesi,
kadınlara ait hususların talim edildiği bir medrese durumunda idi. Efendimiz'in hususî
203
durumları, hep o mahrem daire içinde öğreniliyor ve orada öğrenilenler de daha sonra
ümmete naklediliyordu. Aile hayatına ait hükümlerin yüzde doksanı bize, Allah
Resûlü'nün pâk zevceleri tarafından aktarılmıştır. Dolayısıyla, O'nun hanesinde, seviye
ve durum itibarıyla muhtelif kadınların bulunması bir zarurettir. Allah Resûlü, sırf dinin
hükümleri zayi olmasın diye, 53 yaşından sonra birçok kadınla evlenmeye göğüs germiş
ve bir mânâda fedakârlık yapmıştır.
Evet, Allah Resûlü’nün hanesinde çok kadına ihtiyaç vardı. Zira, erkekler, her zaman
mescitte oturup Efendimiz'i dinleyebiliyorlardı. Eğer birisi o günkü sohbetleri
kaçırdıysa, arkadaşları bütünüyle onun bu noksanını telafi edebiliyor ve o gün
konuşulanları aynen ona nakledebiliyorlardı. Fakat kadınlar, ekseriyet itibarıyla böyle
bir mazhariyetten mahrum kalıyorlardı. Çünkü onların, her an Allah Resûlü'nü dinleme
imkânları yoktu. Bu durumda kadınlara, hususiyle de kadınlığa ait meseleleri kim
anlatacaktı? Allah Resûlü'nün hususî hayatını, tabiatıyla ilgili durumları, yatak odasında
yaşadığı edep ve ahlâkı ümmete kim intikal ettirecekti? Acaba, dini, bütün prensipleri,
bütün esas ve disiplinleriyle anlatıp intikal ettirmeye bir kadının gücü yeter miydi?
Onun içinde, her zaman, Allah’ın Resûlü’nün durumunu kollayıp bize aktaracak,
O’nunla sürekli içli dışlı olacak çok kadına ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç asla Efendimiz'in
beşeriyetiyle alâkalı değildi. Tamamen dinî ihtiyaçtan kaynaklanan bir zaruretti. Allah
Resûlü de bu zaruretten dolayı, böyle ağır bir yükün altına girmişti.”
204
en önemlisi akıl konusunda kadının eksikliğiyle cinsiyetler arası eşitsizliği
temellendirmeye çalışmaktadır.
“Dünyada pek çok değişimler olmasına rağmen, insanların ekseriyeti itibariyle hâlâ
iâşeden erkekler sorumludur ve dışarıda çalışıp para kazanmak onun vazifesidir.
Kimileri meseleyi hemen başka vadilere çekip, dünyanın bazı yerlerinde kadının da
çalıştığını söyleyerek buna itiraz edebilirler. Fakat, kadının fıtratına uygun işlerde
çalışmasını kabul etmekle beraber, acaba para kazanmak için onun da dışarıya açılması
kâr mı getirmiştir zarar mı? Kadının, hususiyle de bir takım işlerde çalışması bir
ihtiyacın gereği midir, yoksa başkaldırma vesilesi, bir isyan hareketi midir?”
Bu pasaj ve Gülen’in diğer metinleri kadının bireysel gelişimi ile aile kurumu
arasında bir çatışma ortaya çıkması durumunda aile kurumunun muhafazasını tercih
edeceğini göstermektedir. Gülen’de toplumsal düzenin en alt ve temel tabakasını aile
teşkil etmektedir. Aile içerisinde kadının ve erkeğin toplum tarafından belirlenmiş
konumunun korunması Gülen için, kadının bireysel gelişiminden daha önemlidir.
Gülen, toplumsal düzenin alt-üst olmasından kadın ve erkeğin konumunun
değişmesini anlamaktadır. Gülen, nihilizmi tasvir ederken, nihilizmin, toplumsal
düzenin altüst oluşu anlamına geldiğini, nihilistlerin kadının tarlada çalışması
gerektiğini söylerken, erkeğin çocuk bakmasını istediğini; daha da ileri giderek
nihilistlerin erkeğin kadın, kadının erkek gibi giyinmesini yani toplumsal düzenin
altüst olmasını savunduklarını ifade eder (Gülen, 2011g: 205). Bu noktada şu tespiti
yapmak gerekmektedir: İslam geleneği içinde kadının erkek karşısında ikincil
konumunu destekleyen birçok hadis ve ayet olmasına rağmen, bunların tarihselci bir
bakış açısıyla ele alınması mümkündür. Gülen, birçok toplumsal, siyasal hükümde bu
türden bir yol izlemesine rağmen kadın söz konusu olduğunda bunu yapmaz. Bunun
205
temel sebebi dinin bu şekilde emrediyor olması değil, Gülen’in toplumsal/siyasal
tercihleridir. Gülen, kadın ve erkek arasında ontolojik fark olmadığını kabul
ettiğinde, kadın ve erkeğin özsel olarak eşit olduğunu söylemek zorundadır. Ancak,
Gülen bunu yapmaz. Aksine kadın ve erkek arasındaki fıtrat farklarından hareketle
kadının ikincil toplumsal konumunu yeniden üretir. Bu bakımdan işbölümü ve aile
söz konusu olduğunda Gülen’in geleneksel ataerkil söyleme, fıtrat farklarına vurgu
yaparak doğallık kazandırmaya çalıştığı da görülmektedir. Çünkü yukarıda da ifade
edildiği gibi Gülen’in öncelikli sorunu kadın ve erkek eşitliği ve kadın hakları değil,
altın nesil olarak ifade ettiği elit yetiştirilmesidir. Altın nesil olarak ifade edilen
elitlerin içinde kadınların merkezi bir yeri yoktur. Burada kadına verilmiş bir rol
elbette vardır. Ancak bu rol esasen kamusal alanın dışında ve hanededir. Gülen,
toplumun tamamını ilgilendiren kamusal meselelerde yeni bir yol ortaya koyacak
elitlere işaret ederken mürşit kavramını kullanmasına rağmen, hane ile ilgili işlerde
mürşide kavramını kullanmaktadır (Gülen, 2002: 46). Gülen’in tasvir ettiği yeni elit
içinde kadının rolü öncelikle anneliktir ve topluma iyi çocuklar yetiştirmek annenin
görevidir. Buradan Gülen’in kadının kamusal alana çıkışına karşı çıktığı sonucuna
ulaşılmamalıdır. Gülen, kadının kamusal alana çıkışına izin verir ama belirli sınırlar
koyarak. Aslında Gülen’in metinleri okunduğunda ilk bakışta bu sınırların fıtrat icabı
olduğu düşünülebilir. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi esas belirleyici faktör
Gülen’in siyasal-toplumsal tercihleridir. Fıtrat kavramı sadece bu konumu
meşrulaştırma görevi görmektedir.
206
kullanılmaya başlanan “toplumsal cinsiyet” kavramı, kadın ve erkek arasında doğal
olduğu varsayılan birçok farklılığın toplum tarafından inşa edildiğini ifade etmek için
kullanılmaktadır. Bu bakımdan kadın ve erkek arasındaki cinsiyet farkları ile
toplumsal cinsiyetten kaynaklanan farkları birbirinden ayırt etmek gerekmektedir.
Çocuk doğurmanın kadına mahsus bir özellik olduğu konusunda herkes hem fikir
olmasına rağmen, çocuk büyütmenin kadına mahsus bir özellik olduğu söylenemez.
Benzer biçimde haneye özgü işlerin kadın tarafından yapılması gerekildiğine ilişkin
geleneksel kabuller de yaygın olarak sorgulanmaktadır. Kadının ekonomik hayata
aktif olarak katıldığı günümüz toplumlarında, ev işlerinin kadınlar tarafından görülüp
görülmemesi ve kadınların “doğaları gereği” ev işlerine yatkın olup olmadıkları
konusu da sıklıkla tartışılmaktadır. Tüm bu tartışmaların odak noktasını ise cinsiyet
temelli bir işbölümünün meşru ve adil olup olmadığı sorusu oluşturmaktadır.
207
kadınlara özgü özellikler olarak tanımlanmadığını savunmaktadır. Bu bakımdan
Muhsin’e göre, Kuran’da yer aldığı şekli ile annelik sadece biyolojik anneliktir
(Muhsin, 2005: 47). Annelik kavramı yaygın olarak, kadının çocuk doğurma
özelliğine vurgu yapmaz. Çocuk bakımı ve çocuğun büyütülmesi de anneliğin bir
parçası olarak kabul edilmektedir. Buna karşın Muhsin, Kuran’ın anneliğe yaptığı
vurgunun onun çocuk doğurma işlevi ile sınırlı olduğunu, çocuk büyütme ve bakımı
gibi anneliğin özelliği olarak görülen toplumsal cinsiyet kaynaklı annelik tanımının
Kuran’da bulunmadığını ifade etmektedir. Bu türden bir yaklaşım Kuran’da kadın ve
erkek arasındaki cinsiyet farklılarına vurgu yapan ayetlerin tarihselliğine işaret eder
ve kadın ve erkek arasındaki cinsiyet farkını kadının çocuk doğurma işlevi ile
sınırlandırır. Buna karşın, Kuran’da Muhsin’in tarihsel olarak nitelediği ve sadece
kadın ve erkek arasındaki cinsiyet farklarına değil, aynı zamanda bu farklardan
hareketle kadın ve erkeğin farklı hakları ve hukuk karşısında erkeğin kadından üstün
olduğunu ifade eden ayetler de söz konusudur.
Bu türden ayetlerde erkeğin ailenin reisi olduğu, kadına karşı üstün olduğu
düşüncesi bulunmaktadır. Nisa Suresinin 34. ayetinde “erkeklerin kadınlar üzerinde
hâkim ve amir oldukları”; Bakara Suresinin 228. ayetinde ise “kadınların erkekler
üzerinde hakları, erkeklerin kadınlar üzerinde hakları vardır; ancak erkekler bir
derece üstündürler” ifadeleri yer almaktadır. Kuran’da erkeğin kadın karşısında
hukuki üstünlüğüne vurgu yapan bu türden ayetlerin yorumlanması konusunda iki
farklı yaklaşım söz konusudur. İlk yaklaşımı savunanlar bu vurguları tarih-dışı kabul
eder ve bunun kadın ve erkeğin farklı özelliklerinden kaynaklandığını savunurlar.
İkinci yaklaşımı savunanlar ise bu ayetlerin özel bir bağlamı olduklarını kabul eder
ve sebebi belirli bir olay olan herhangi bir Kuran ayetinin, evrensel ve tarih-dışı
özelliğinden söz edilemeyeceğini savunur (Muhsin, 2005: 57). Bu bakımdan Fazlur
Rahman, Kuran’da erkeğin kadına göre üstün olduğunu vurgulayan ayetlerin o günün
ekonomik şartları içinde anlaşılmasının doğru bir yaklaşım olacağını ve “şayet bir
kadın maddi yönden mesela miras yoluyla veya çalışıp kazanmakla bağımsızlaşır ve
evinin geçimine katkı sunarsa erkeğin bu yönden olan üstünlüğünün azalacağını”
ifade etmektedir (Rahman,2012: 27).
208
Çalışmamız açısından önemli olan soru, Gülen’in bu ayetleri nasıl anladığıdır.
Gülen kadın ve erkek arasında fizyolojik ve psikolojik farklılıklar olduğunu, kadın ve
erkeğin farklı tabiata sahip olduğunu, buna karşın bu farklılığın erkeğin kadından
üstün ya da kadının erkekten aşağı olduğu manasına gelmeyeceğini savunmaktadır
(Gülen, 2004b: 23). Gülen, kadın ve erkek arasında fizyolojik farklılıkların değil,
aynı zamanda psikolojik farklılıkların olduğunu ve bu farklılıkların kadın ve erkeğin
farklı tabiata sahip olmasından kaynaklandığını ifade etmektedir. Bu türden bir
anlayış kadın ve erkek arasındaki psikolojik farklılıkların toplumsal cinsiyet kaynaklı
değil, doğal olduğu anlamına gelmektedir. Ancak kadın ve erkek arasında bu türden
farklılıkların olduğunun kabulü birisini cinsiyetçi olarak nitelemeye yetmez. Önemli
olan kadın ve erkek arasında olduğu varsayılan psikolojik ve fizyolojik farklardan bir
işbölümü modeli ve cinsler arasında bir hiyerarşi kurup kurmadığıdır. Gülen, kadın
ve erkek arasındaki farklılıkların birisini diğerinden üstün kılmadığını ifade etmesine
rağmen, kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olmaları gerektiği fikrine şiddetle karşı
çıkmaktadır. Eşitliği, “haklar bakımından insanlar arasında hiçbir ayrım
bulunmaması” şeklinde tanımlayan Gülen, bu manada kadın ve erkeğin eşitliğini
savunmanın fıtrata aykırı olduğunu dile getirmektedir. Gülen’e göre kadın ve erkek
arasındaki eşitsizlik fıtrat kanunundan kaynaklandığından, herkesin kadın ve erkek
eşitliği fikrinden vazgeçmesi gerekmektedir (Gülen, 1997b: 177-178).
Kuran’da kadın ve erkeğin ontolojik yani özsel eşitliğini kabul eden Gülen, bu
özsel eşitliği eşit haklar fikri için temel olarak almaz. Gülen için kadın ve erkeğin
hakları belirlenirken dikkat edilmesi gereken nokta fıtrat kanunlarıdır. Fıtrat
kanunları ise kadın ve erkeğin psikolojik ve fizyolojik olarak farklı özellikleri
209
olduğunu söylemektedir. Bu bakımdan Gülen’in kadın ve erkek arasındaki fizyolojik
farklılıkları geniş okuduğunu ifade etmek gerekmektedir. Diğer bir ifade ile Gülen,
kadın ve erkek arasında toplumsal cinsiyet kaynaklı farkları, fıtrat farkları olarak
değerlendirmekte ve bu farklılıkların doğal kabul edilmesini sağlamaya
çalışmaktadır. Gülen’e göre, “cinsiyet farklılığına beşerin müdahalesi olmayacağına
göre, inanan ve inanmayan herkesin, eşitlik hayallerinden vazgeçip erkeği ve kadını
olduğunu gibi kabullenmesi şarttır” (Gülen, 1997b: 178). Bu durum Gülen’in
idealize ettiği düzende aileye bakışı ile yakından ilgili olduğundan, konuya daha
sonra detaylı olarak dönülecektir.
Diğer taraftan Gülen daha önce de ifade edildiği gibi Kuran’da kadını erkeğe
nazaran ikincil kılan ayetler ile erkeğin kadın karşısında üstün olduğunu ifade eden
hadisleri tarihselci değerlendirmenin dışında tutmaktadır. Erkeğin kadın üzerinde
“kavvam” olduğunu belirten ayetin belirli bir bağlamı olduğunu bilmesine rağmen,
bu ayeti tarihsel bir değerlendirmeye tabi tutmamaktadır (Bkz. Gülen, 2007: 64).
Kadın ve erkek arasındaki farklılıkların erkeğin kadına üstünlüğü anlamına
gelmediğini ifade etmesine rağmen, Gülen’in erkeğin kadın karşısındaki konumunu
belirtmek için kullandığı kavramların belirli bir hiyerarşiyi içinde barındırdığı açıktır.
Erkeğin ailenin reisi olduğu, erkeğin kadın karşısında bir derece üstünlüğü
bulunduğu gibi değerlendirmeler içinde hiyerarşi barındırmaktadır. Nitekim, kadın
ve erkek arasında eşitlik olmadığının ifade edilmesi durumunda, birisinin lehine
diğerinin aleyhine bir durumun olduğunu kabul etmek gerekirken, Gülen bu türden
bir eşitsizliğin kadının lehine olduğunu savunur. Çünkü hak kavramı beraberinde
çeşitli sorumluluklar getirmektedir. Gülen, kadının bu türden sorumlulukları yerine
getirecek kadar güçlü olmadığını düşünmektedir. Yukarıdaki pasajda geçen, “bundan
öte kadına verilecek her hakkın haksızlık ve zulüm” olduğuna ilişkin
değerlendirmeler hak ve sorumluluk kavramları birlikte düşünüldüğünde anlamlı
hale gelmektedir. Gülen, kadına verilecek bu türden hakların gereği olan
sorumluluğu kadının yerine getiremeyecek kadar zayıf olduğunu düşünür. Bu
noktada kadının erkeğe nazaran zayıf ve himayeye muhtaç olduğuna dair ataerkil
210
kabul, fıtrat kanunu haline getirilmekte ve işbölümü fıtrat kanunu ile
temellendirilmektedir.
211
179). Kadını şefkat, merhamet gibi özelliklerle tanımlayan Gülen’in kadın söz
konusu olduğunda üzerinde en çok durduğu kavramların başında aile gelmektedir.
Kadın öncellikle ailenin bir parçası ve anne olarak resmedilmektedir. Bu bakımdan
Gülen için annelik kadının diğer bütün sıfatlarından önce gelmektedir. Anneliğin bu
şekilde idealize edilmesi kadının birincil görevinin de aile kurumu içinde, çocuk
doğurmak ve yetiştirmekle ilgili olduğu anlamına gelmektedir. Gülen, kadının yerini
sadece aile olarak düşünmemesine rağmen, kadının birincil görevinin ailenin işlerini
yerine getirmek ve çocuk büyütmek olduğunu düşünmektedir.
212
çalışmaya uygun fiziksel özellikleri taşıyıp taşımadığı konusunda dönemden döneme
değişen farklı tavırların takınılabileceğini ifade etmektedir. Mehmet Gündem’e
verdiği röportajda kadının çalışma yaşamına dahil olması konusunda şu ifadeleri
kullanmaktadır: “Fiziki durum itibariyle götürebileceği şeyler önemlidir ve onların
bir kısmı takdire kalmış konulardır. Her dönemde de, o dönemin kadınları için, o
dönemdeki idarecilerin takdirleri önemlidir” (Gündem, 2005: 175). Bu türden bir
değerlendirme kadına ilişkin kısıtlamaların tarihsel olduğu intibası uyandırmasına
rağmen, Gülen İslam’da kadına ilişkin bu türden uygulamalara tarihsel
denemeyeceğini, ancak kadınlara ve erkeklere ait hususiyetlerin gözetilmesinin bu
konuda amil olduğunun savunulabileceğini ifade etmektedir (Gündem, 2005: 176).
Gülen’in röportajlarında kadına ilişkin söylediklerinden kadına ilişkin hükümlerin
tarihsel hükümler olarak değerlendirilmesinin mümkün olduğunun bilincinde olduğu
sonucu çıkmaktadır. Buna karşın Gülen’in kadının toplumsal konumu ve hukuki
durumuna ilişkin uygulamaları tarihsel hükümlerin dışına çıkararak fıtratla
ilişkilendirmeye çalışması, onun politik-toplumsal tercihleriyle ilgilidir. Kadın ve
erkek arasındaki fiziksel farklılıkların dönemden döneme değişiklik gösterdiğini
bilen birisinin kadın kamusal yaşama aktif katılımı yönünde sonuçlar çıkarması
beklenebilirdi. Buna karşın Gülen bu türden bir tavır takınmamaktadır. Bu durum
daha önce de ifade edildiği gibi kadının toplumsal konumu ve kadın haklarının
Gülen’in öncelikle meselesi olmamasıyla ilgisi vardır. Gülen’in metinleri dikkatle
incelendiğinde kendisine soru yöneltilmediği sürece kadın haklarına ve kadının
toplumsal konumuna nadiren değindiği görülmektedir. Bu türden metinlerde ise
kadın yerine genellikle kadının annelik rolüne vurgu yapılmakta ve kadın anne olarak
yüceltilmektedir. Gülen’in röportajlar dışındaki metinlerinde aile söz konusu
olduğunda kadına vurgu yapılmaktadır. Bu durum Gülen’in sağlıklı bir toplumun
temeli olarak aileyi görmesinden kaynaklanmaktadır.
Kadının çalışma yaşamına dahil olmasının önündeki asıl engel, kadının fıtratı
değil, aile kurumunun devamlılığını sağlamaktadır. Çünkü Gülen’in metinlerinde
kadın söz konusu olduğunda tarihselci analize yaklaştığı anlar bulunmakla birlikte,
213
aniden konunun fıtrata ve ardından ailenin devamlılığına bağlandığı görülmektedir.
Kadının şahitliğine ilişkin tartışma bu durumu göstermektedir. Bir erkek ve iki
kadının şahitliği konusunda Gülen, “iş ve ticaret hayatı, hususiyle o dönemde,
kadından daha çok erkeğin meşguliyet ve ihtisas sahasıydı” demektedir. Bu türden
bir girişten sonra, kadının iş ve ticaret hayatına dahil olması neticesinde bu hükmün
koşullarının ortadan kalktığı söylenmesi gerekirken, Gülen konuyu “hayattaki fıtrî ve
tabiî işbölümü, cinslerin yaratılıştan sahip bulundukları fizyonomi, psikoloji ve
karakterlerinin gereğidir” ifadeleriyle fıtrata bağlamaktadır (Ünal, 2001: 127-128).
Fıtrat tartışması ise sürekli olarak kadının annelik rolüne bağlanmaktadır.
214
bütün aile fertleri içinde, saygı duyulması gereken bir ihtiram abidesidir. O evin
mürebbiyesi, muallimesi, kayyimesi ve huzur kaynağıdır. Eğer o iffetli
yaşayabilmişse, onun sayesinde çocuk yozlaşmaktan ve bu gibi çocukların teşkil
edecekleri cemiyet de bodurlaşmaktan kurtulur (Gülen, 1997b: 178-179).
Sağlıklı bir toplum için ailenin sağlıklı bir temele dayanması gerektiğini
söyleyen Gülen, evlenmenin belirli kriterlerinin olması gerektiğini söylemektedir.
Evlenmek, zevk ve haz için değil; aile teşkili, millettin bekası ve devamı, ferdin
duygu ve düşüncelerinin dağınıklıktan kurtarılması ve cismani hazların zapturapt
altına alınması içindir. Bu bakımdan tanımadığımız kimseye kız vermemeli,
tanımadığımız kızlara da talip olamamalıyız. Çünkü bu tür evlilikler ya boşanma ile
sonuçlanır ya da ömür boyu işkenceye dönüşür (Gülen, 2000b: 139). Bu evliliğin
duygu ve aşk üzerine inşa edilmesi anlamına da gelmez. Aksine Gülen, hissi ve
duygusal evliliklerin boşanmaya sebebiyet verdiğini, bu bakımdan evlilik
meselesinde, akıl ve mantıkla hareket edilmesi gerektiğini söylemektedir (Gülen,
1997a: 25). Gülen bir hadiste kadının, malı, soyu sopu, güzelliği ve dindarlığından
dolayı tercih edildiğinin söylendiğini ama peygamberin dindar olanın seçilmesinin
salık verildiğini ifade eder. Gülen’e göre de din, “evlilikte en önemli tercih sebebidir.
Şayet biri cemal sahibi, diğeri de orta güzellikte ama dini duygusu mükemmel iki
aday söz konusuysa, ahlaki ve dini faikiyet tercih sebebi olmalıdır. Bu bakımdan
müstakbel eşin dini düşüncesine, ameline, özellikle de akidesine mutlaka dikkat
edilmelidir. Akide hususunda bir yanlışlığı, bir inhirafı olan erkeğe kızını veren bir
kimse, meydana gelecek bütün olumsuzlukların sorumlusudur. Aynı durum erkek
içinde geçerlidir. Hatta ona göre erkekte ciddi bir akide problemi varsa, mesele
temelden olumsuz demektir; zira nikahın geçerli olmasında iman temel rükündür”
(Gülen, 2002: 46).
215
muallime, bir mürebbiye ve bir mürşidedir. Onun en önemli vazifesi çocuğu
yetiştirme olmalıdır (Gülen, 2002: 47). Kadının aile içerisindeki konumunu idealize
eden ve kadının aile içinde en saygın kişilik olduğunu ifade eden Gülen, ailenin
reisinin erkek olması gerektiğini savunmaktadır. Çünkü sağlıklı bir ailenin ve buna
bağlı olarak sağlıklı bir toplumun teşekkülünde aile reisinin çok önemli görevleri
bulunmaktadır. Gülen’e göre aile içinde annenin merhamet yumağı olması
gerekirken, baba da hilkat ve konumunun gereği olarak daima temkinli, dirayetli,
kiyasetli ve dikkatli olmalıdır. “Erkek tabiatı gereği, gücü, mukavemeti ve farklı
yapısıyla, ayrı işlere yönelir. O siyasetle, memuriyetle, ticaretle, ziraat ile meşgul
olur ve bu onun tabiatının gereğidir. Tarih boyunca erkek hep bu sorumluluğun
insanı olagelmiştir. Ormandan ağaç kesmeden alında, sapan sürmeye; arpa buğday
ekip biçmeden tutun inşaatlardaki ya da fabrikalardaki bütün ağır işler hep ona bağlı
devam ede gelmiştir. Böyle ağır işlere, bedeniyle, iradesiyle, mukavemet edebilecek
erkek yerini korumalı kadın işleriyle kadınlaşmamalı ve kadını takatini aşkın işlerle
uğraştırmamalıdır” (Gülen, 2002: 50). Bu noktada cinsiyete dayalı işbölümü
kutsallaştırılmakta ve ev işleri kadına özgü işler olarak resmedilmektedir.
216
iki kişiden dokuzu kadın olmasına rağmen, Zaman Gazetesi’nin elli beş kişiden
oluşan yazar kadrosu içinde sadece beş kadın bulunmaktadır. Yeni Bahar Dergisi’nin
yayın kurulunda kadın sayısının fazlalığı, buna karşın Zaman Gazetesi’nde kadın
yazar sayısının azlığı, hareketin de kadını Gülen’le uyumlu bir biçimde aile ile
çalışma yaşamı söz konusu olduğunda ise eğitimle ilişkilendirdiğini göstermektedir.
217
Türkiye’de son yıllarda yaşanan sosyolojik değişimler, muhafazakar ve
mütedeyyin kadınların daha görünür kılınmasına olanak sağlamaktadır. Türkiye’nin
sosyolojik yapısında yaşanan değişimler kadının eğitim seviyesinin ve kadın
istihdamının artmasına sebebiyet vermektedir. Yüksek öğrenim bitirmiş, iyi bir
eğitime sahip Gülen hareketi içerisindeki kadınların, büyük ölçüde çocuklarını iyi
eğitmek amacıyla eğitim aldıklarını varsaymak ya da iyi eğitimli kadınların
vakitlerinin büyük kısmını çocuk yetiştirmeye ayıracaklarını varsaymak uzun vade
de mümkün değildir. Hareket, kız çocuklarının eğitimi konusunda hassasiyet
göstermesine rağmen, kadının kamusal alanda temsili konusunda aynı hassasiyeti
göstermemektedir. Yine hareket tarafından oluşturulan çeşitli kuruluşlarda üst düzey
yöneticilik pozisyonunda da kadın sayısının azlığı dikkat çekmektedir. Buna karşın,
kadınlar hayır işleri için düzenlenen kermeslerde ya da sadece kız çocuklarına eğitim
veren kurumlarda bulunmaktadır. Bu durum Gülen’in tabiatı icabı kadının merhamet
yumağı olduğuna ilişkin anlayışıyla uyum göstermektedir. Buna karşın, Türkiye’nin
sosyolojik yapısında meydana gelen değişimin hareketi kadın hakları ve kadının
toplumsal konumu noktasında zorlayacağı açıktır. Gülen hareketinin esnek ve
pragmatist yapısı, koşullara kendisini çabuk uyarlayabilme özelliğinin bu sorunun
altından kalkmasına yeterli olup olmayacağını zaman gösterecektir.
218
YEDİNCİ BÖLÜM
22
Hareketin diyalog, hoşgörü gibi kavramlarla anılmak istenmesi hareket tarafından düzenlenen
etkinliklere bakılınca anlaşılmaktadır. Diyalog konusunda yapılan etkinlikler, Gülen hareketine yakın
yayınevleri tarafından sıklıkla basılmaktadır. Bu kitapların isimleri de dönemin ruhuna uygun olarak
seçilmektedir. Türkiye’de yayınlanmış bu türden kitapların bazılarının isimleri şöyledir: Gazeteciler
ve Yazarlar Vakfı tarafından yayınlanan Küresel Barışa Doğru (Haz. Cemal Uşşak, 2003), Işık
Yayınları tarafından basılan Uzlaşı Kültürü (Ed. Ahmet Özberk, 2010), Nil Yayınları tarafından
basılan Farklı Seslerin Ahengi (Ed. Seyyit N. Erkal-Ahmet Özberk, 2001) ve İslâm ve Barış İnşası
(Ed. John L. Esposito-İhsan Yılmaz, 2004).
220
diyalogun yollarını açarken, kök arayışı çoğulculuk ve diyalog faaliyetlerini sınırlar
koymaktadır. Bu bakımdan küreselleşmenin bu diyalektik eğiliminin Gülen
hareketinin çoğulculuk, diyalog ve hoşgörü anlayışını da belirlediği ifade edilebilir.
Gülen bir taraftan farklı dinler ve kültürlerle çoğulcu bir havzada temas yolu ararken,
diğer taraftan bu temasın kültürel ve dinsel köklere zarar vermesine engel olmaya
çalışır. Gülen için dinsel diyalog faaliyetleri bir zorunluluk olarak kabul edilmekle
birlikte, bu türden faaliyetlerin Türk-İslam kimliğine zarar vermesine engel olmaya
da çalışmaktadır. Bu bakımdan Gülen, “bir dönemde olduğu gibi kendi kimliğimizi
tamamen bir tarafa atıp, Avrupa kimliği peşinde koşmanın sadece red ve aşağılama
getireceğini” ifade etmektedir (Sevindi, 2008: 85). Gülen, Türk-İslam kimliğini yok
edecek bir Batılılaşma anlayışı yerine, bu kimliğin muhafaza edilerek Batıyla
bütünleşmek gerektiğini savunmaktadır.
221
İslami bir çerçeveye oturtma ve çoğulculuğu benimsemeye ilişkin tavrı
küreselleşmenin dini anlayış üzerindeki dönüştürücü etkisiyle ilgilidir. Gülen’in
metinleri okunduğunda farklı kültürlerle temas, AB’yle bütünleşme, kültürel
çoğulculuğu benimsemenin bir tercih değil, zorunluluk olarak gördüğü
anlaşılmaktadır. Gülen için çağın değerlerine sırtını dönmüş bir toplumun ayakta
kalması mümkün değildir. Diğer taraftan Gülen hareketine mensup bireylerin önemli
bir kısmının küreselleşmenin ortaya çıkardığı olanaklardan istifade etmek isteyen
yeni orta sınıf ve iş insanlarından oluştuğu gerçeğini de dikkate almak
gerekmektedir. Küresel dünyanın farklı dinlere ve kültürlere mensup aktörleriyle
iletişime geçmek, onları tanımaya ve kabul etmeyi zorunlu kılmaktadır.
Nitekim Gülen diyalog ve hoşgörü süreci üzerine kaleme aldığı bir yazıda
diyalogun küreselleşme sürecinin bir gerekliliği olduğunu ifade etmektedir:
“Günümüzde muharebe ve muvasala imkânları son derece ilerlemiş, küre-i arz
büzülmüş, küçülmüş, mesafeler daralmış, milletlerarası temaslar sıklaşmış ve
dünyamız âdeta küçük bir köy hâline gelmiştir. İşte eğer biz, ruhumuzun ilhamlarını,
inançlarımızın güzelliklerini müstaid başka gönüllere de duyurup ifade etmek
istiyorsak o zaman, çağımızın bu şartlarını nazar-ı itibara almamız gerekir. Bu ise
yapacağımız faaliyetlerin hoşgörü çerçevesinde ve farklılıklara tahammül anlayışı
içerisinde yerine getirilmesini lüzumlu kılmaktadır” (Gülen, 2011g: 76). Benzer bir
biçimde başka bir yazısında, “dünyada, iletişim ağlarının genişlemesiyle beraber
demokrasi, barış, diyalog, hoşgörü ve müsamaha kavramlarının da yayılıp
benimsendiğini ve bu kavramların daha da yaygınlaşıp bütün insanların bundan
nasiplerini almaları için fert ve toplum olarak herkese görevler düştüğünü” ifade
etmektedir (Gülen, 2011a: 97). Gülen, 1999 yılında Dünya Dinleri Parlamentosu’na
gönderdiği tebliğde ise, “global bir köy haline gelen dünyamızda bu diyalog mecburi
bir süreç olarak gelişecek ve sözü edilen büyük din mensupları, mutlaka birbiri ile
yakınlaşma ve yardımlaşma yolları bulacaktır” ifadelerini kullanmaktadır (Gülen,
2003: 196).
222
karşılık vermektedir. Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle sona eren soğuk savaş
döneminden sonra dünyayı ne türden gelişmelerin beklediğine ilişkin farklı
senaryolar ortaya atıldı. Bu senaryolardan bir tanesini de Samuel Huntington’ın
ortaya attığı medeniyetler çatışması tezi oluşturmaktadır. Soğuk savaşın bitimiyle
birlikte dünya sisteminin beş farklı medeniyetten oluşmaya başladığını iddia eden
Huntington, İslam’ın yeni dönemde temel çatışma sebeplerinden birisi olacağını
ifade etmiştir. Huntington’a göre, “İslam kültürü İslam toplumlarında demokrasinin
ortaya çıkmasındaki başarısızlığı açıklayabilir” (Huntington, 2002: 27).
Huntington’un medeniyetler çatışması tezi, Türkiye’de de geniş yankı uyandırmıştır.
İslamcı çevreler medeniyetler arası çatışma tezlerinin yerine dinler ve kültürlerarası
diyalog kavramlarını ön plana çıkarmaya başlamışlardır. Bu bakımdan Huntington’ın
kitabının kaleme alınmasından yaklaşık iki yıl sonra, 7-8 Mart 1998 tarihinde
dönemin İstanbul Büyükşehir (İBB) Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın
öncülüğünde kültürlerarası diyalog sempozyumu düzenlenmiştir. Sempozyumun ismi
kültürlerarası diyalog olarak seçilmesine rağmen, konuşma metinlerinin önemli bir
kısmı dinlerarası diyalogla ilgilidir (Bkz. İBB: 1998).
223
“Ayrıca, daha önce de arz ettiğim gibi, hoşgörü ve diyaloğu biz icat etmedik. Öteden
beri bu konuyla ilgili dünyanın değişik yerlerinde toplantılar yapılıyordu. O türlü
toplantılar Arap âleminde de yapılıyordu, Uzakdoğu’da da Vatikan’da da Avrupa’da da
Amerika’da da. Bazı Müslümanlar da çağırılıyorlardı oralara; fakat senaryoyu
hazırlayan başkalarıydı. Onlar, diyalog vizesiyle her yerde rahat rahat dolaşıyor ve hatta
misyonerlik yapıyorlardı. Bu mânâda, Müslümanlar işin içinde yoklardı; kendi
düşüncelerini söyleyemiyor, “Bu defa da şöyle yapalım”, teklifinde bulunamıyorlardı;
“Abant’ta yapalım, Harran’da yapalım,” diyemiyorlardı. Oysa, bugün Müslümanlar da
bu serbest dolaşım vesilesini kullanabiliyorlar. Yani, hoşgörü ve diyalogdan, başkaları
kendi düşünceleri adına ne kadar istifade ediyorsa siz de kendi dininiz ve diyanetiniz
adına o kadar istifade edebiliyorsunuz. Şayet dininizi ve milletinizi seviyorsanız,
bundan rahatsızlık değil, memnun olmanız gerekir. Maalesef, bazıları ya bunu
bilemiyorlar, ya anlayamıyorlar ya da kıskançlık gözlerini kör etmiş.”
224
faaliyetlerini öncelikle küreselleşme gibi sosyolojik ve aktüel bir olgunun ortaya
çıkardığı zorunluluklara dayandırırken, süreç içinde diyaloga geçilen dinlerin ortak
temeline işaret etmiş ve diyaloga teolojik bir temel bulmuştur.
225
ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah’ı bırakıp da, kimimiz
kimimizi rabler edinmesin” ifadelerini göstermektedir (Aydüz, 2005: 46).
Gülen’in dinler arası diyalog konusunda müşterek nokta olarak “la ilahe
illallah” yani “Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesini ön plana çıkardığı
görülmektedir. Nitekim Gülen’in bu noktaya vurgu yapması, “Hz. Muhammed’in
Allah’ın Resulü” olduğu gerçeğini gizlediği düşüncesiyle eleştirilere konu olmuştur.
Hatta Gülen’e yakın bir yayınevi bu konu hakkında kamuoyuna açıklama yapma
gerekliliği hissetmiş ve konuda bir metin kaleme almıştır. Işık Yayınları tarafından
27 Mart 2013 tarihinde Zaman Gazetesi’ne verilen ilanda şu ifadeler
kullanılmaktadır: “Son yıllarda bizce hedef ve düşünceleri malum bazı kesimler,
“Peygamber’in anlatıldığı kitapta Peygamber’e hakaret başlığıyla kamuoyunu
etkileme faaliyetlerinde bulunmakta; bu yolla da dünyanın dört bir yanında hoşgörü
ve diyalog adına fedakarâne koşturan gönüllüler hareketini baltalama hedefi
gütmektedir… Söz konusu yayınımızda bahsi geçen yer, Efendimiz’in (s.a.s) Mekke
yıllarında gördüğü her insana gitmesi ve “Ey İnsanlar! Gelin, ‘Lâ ilâhe illallah’ deyin
ve kurtulun!” şeklinde hitap etmesinin anlatıldığı yerdir. O’nun hiçbir beyanı abes
değildir ve buradaki ifadelerinde O, (s.a.s) insanları sadece “Lâ ilâhe illallah”a
çağırmaktadır. Diğer yandan, ehl-i Kitab’ı imana davet ederken Yüce Kitabımızın
üslubu da aynı şekildedir ve onları, “Allah’ın birliğinde birleşmeye, O’na hiçbir şeyi
ortak koşmamaya davet etmektedir” (Zaman, 23.03.2013).
“Sorunuzla alâkalı meselenin bir diğer yanı; diyalog içinde bulunduğumuz insanlarla,
'fasl-ı müşterek'leri artırmak ve onlar üzerinde konuşmak gerekir. Hatta konuştuğunuz,
görüştüğünüz bu insanlar, Yahudi ve Hristiyanlar bile olsa, yine bu düşünce ile hareket
edilmeli ve muvakkaten bizi birbirimizden ayıracak hususlar bahis mevzuu
edilmemelidir. Mesela, siz onlarla Allah, ahiret konularında anlaşamadı iseniz, onlara
Efendimiz'i anlatmanın bir mânâsı yoktur. Efendimiz bizim canımızdır.. O'nsuz bir
hayat yerin dibine batsın! Ne var ki, O'nu anlatmada zamanlamanın çok iyi yapılması
226
lazımdır. Bakın Kur'ân-ı Kerim kitap ehline çağrıda bulunurken diyor ki: 'Ey kitap ehli!
Aramızda müşterek olan kelimeye gelin.' Nedir o kelime? 'Allah'tan başkasına ibadet
yapmayalım' (Al-i İmran/64). Zira gerçek hürriyet başkalarına kulluk yapmaktan
kurtulmakla gerçekleşir. Allah'a kul olan başkalarına kul olmaktan kurtulur. İşte gelin
bu mevzu üzerinde birleşelim, bütünleşelim. Ve yine 'Allah'ı bırakıp da bazılarımız
bazılarımızı Rab edinmesin' diyor Kur'ân (Al-i İmran/64). Dikkat edin! Bu mesajda
'Muhammedün Rasulullah' yok. Ve bir başka âyet; 'İman edenlere söyle; (ey Habibim)
Allah'ın günlerinin gelip çatacağını ümid etmeyenleri bağışlasınlar' (Câsiye/14). Yani
ahirete ve öldükten sonra dirilmeye inanmayanları bağışlasınlar. Çünkü 'Allah herhangi
bir kavme ancak kazanmakta olduklarıyla mukabele eder' (Câsiye/14). Yani
cezalandıracaksa, onları Allah cezalandırır ve bu mesele bizi alâkadar etmez.”
Benzer bir şekilde GYV tarafından 13-16 Mayıs 2004 tarihinde Mardin’de
“Hz. İbrahim’in Aydınlığında Dinler ve Barış” isimli bir sempozyum düzenlenmiştir.
Bu sempozyumun ismi ehl-i kitap olarak kabul edilen üç dinin temsilcilerinin değer
verdiği önemli dini figür olan Hz. İbrahim’e referans vermektedir.23
23
Bu noktada İslam kavramının Kuran’da, bugün anlaşıldığı anlamıyla tarihsel ve müesses bir dinin
özel adı olarak değil, vahiy kaynaklı dinlerin ortak ismi olarak kullanıldığına ilişkin yaklaşımlar da
mevcut olduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu yaklaşımlardan hareket edildiğinde Kuran’ın İslam
kavramı ile bu dinlerin ortak kökenlerine vurgu yaptığı söylenebilir. Bu bakımdan Güler, vahiy
kaynaklı bütün dinlerin ortak isminin İslam olduğunu, buna karşılık tarihsel olanın ve farklılık
gösterenin şeriat olduğunu ifade etmektedir (Bkz. Güler, 2012: 17-21).
227
etmektedir (Gülen, 2000a: 38). Gülen, burada sadece belirli bir dinin farklı
meşreplerini değil, farklı dinlerin varlığını da doğal ve meşru görmektedir. Gülen
İslam içi çoğulculuk konusunu değerlendirdiği metinlerinde meşrep kavramını
kullanıyor olmasına rağmen, bu metinde sadece farklı meşreplerin değil, farklı
dinlerinde varlığının normal kabul edilmesi gerektiğini ve farklı da olsa dinlerin
temelde Hakk’ı hoşnut etmeye çalıştığını ifade etmektedir.
Benzer bir biçimde bu yazı kaleme alındıktan bir ay sonra yani Ekim 1999
Sızıntı dergisinde kaleme aldığı bir diğer yazısında, “bir yandan kendi dinimize,
kendi hayat felsefemize sımsıkı sarılırken; diğer yandan da başka dini telâkkilerin ve
felsefi görüşlerin mevcudiyetini birer realite olarak görüp, “herkesi kendi
konumunda kabul ve herkese saygı” sloganıyla sürekli beraber yaşamanın yollarını
araştırdıklarını” ifade etmektedir (Gülen, 2000a: 212). Gülen aynı derginin Kasım
sayısında ise, “fikirleri hürmetsizlik günahı, kendimizi masum, başkalarını ise
mücrim görme günahı ve herkesi cehennemlik ya da yobaz sayma günahı” gibi
kavramlar kullanarak, “bu tür günahlardan tövbe etme zamanının” gelmiş olduğunu
ifade etmektedir. Bu metinler Gülen’in dinsel çoğulculuk konusunda evrimini
yansıtması bakımından anlamlıdır. Daha önceki bölümlerde Gülen’in ilk
metinlerinde Müslüman olmayanların cennete giremeyeceğini savunduğu, süreç
içinde ise bu konuda mülahaza dairesini açık tutmak gerektiğini savunduğunu
göstermiştik. Bu pasajda ise kendisi dışındaki insanları cehennemlik saymanın tövbe
edilmesi gereken bir günah olduğu noktasına geldiğini görmekteyiz. Bu pasajda
Müslüman olmayanların cennete girip girmeyeceklerine ilişkin açık bir ifade
olmamasına rağmen, Gülen’in bu konuda kesin bir pozisyon almaktan kaçınan
bilinemezci bir noktaya geldiği görülmektedir.24 Bu nokta insana aklına Peter
24
Bu noktada Süleyman Ateş’in 1989 yılında kaleme aldığı “Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir”
isimli çalışmada Kuran’da cennetin sadece Müslümanlara müjdelendiği fikrine karşı çıktığını
belirtmek yerinde olacaktır. Ateş’e göre, Kuran’ı Kerim evrensel bir mesaj getirmiş ve ahiret
saadetine erip cennete girmek için gerekli şartları açıklamıştır. Bunlar: “Allâh’a şirksiz, âhirete şeksiz
inanmak ve sâlih amel (dünyâya ve âhirete yaralı güzel işler) yapmaktır.” Ateş burada Hz.
Muhammed’in son peygamber olmasına ve Kuran’ı Kerim’e inanmaya belirleyici bir önem
atfetmemekte ve önemli olanın tevhid inancı olduğunu savunmaktadır (Bkz. Ateş, 1989: 7-9).
228
Berger’in çoğulculuk ile ilgili analizini getirmektedir. Berger’e göre çoğulculuk,
insanın “kesinlik - emin olma” arayışını zorlaştırmakta, inanç yerine şüpheciliği,
kapalılık yerine kurala dayalı bir açıklığı (serbestliği) teşvik etmektedir” (Berger,
2002b: 86). Gülen’de cennet ve cehennem söz konusu olduğunda ilk dönem
metinlerinde Müslüman olmayanların cennete gidemeyeceklerini ifade etmesine
rağmen, süreç içinde bu kesinlik belirten tutumundan vazgeçip bu konuda
bilinemezci bir pozisyon benimsemeye başlamıştır. Nitekim hakikat söz konusu
olduğunda da, benzer bir durum gözlenmektedir. Gülen, hakikatin kendisini
izafileştirmese bile, hakikate götüren yolların mahlukatın sayısınca olduğunu kabul
ederek hakikate ulaşmanın yollarını yani dinlerin izafiliğini kabul etmek durumunda
kalmaktadır.
229
hareket mensupları diyalog faaliyetleriyle ilgili kaleme aldıkları yazılarında,
dinlerarası diyalog faaliyetlerinin amacının ne olduğu hakkında açıklamalar yapmak
zorunda kalmış ve amaçlarının bütün dinlerin fevkinde bir din ortaya çıkarmak
olmadığını ve hakikati izafileştirme “tehlikesinin” farkında olduklarını ifade
etmişlerdir.
Davut Aydüz tarafından kaleme alınan ve Gülen’e ithaf edilen dinler arası
diyalog konulu bir kitapta bu faaliyetlerin amacının yeni bir din ortaya çıkarmak
olmadığı, sadece tüm farklılıkları koruyarak herhangi bir zorlamaya girmeden
hoşgörü ve anlayış içinde ortak meseleleri konuşma, müzakere etme ve işbirliği
yolları arama girişimidir (Aydüz, 2005: 21). Benzer bir biçimde 2004 tarihinde
Mardin’de düzenlenen sempozyumdan sonra Gülen hareketinin çıkardığı Yeni Ümit
dergisinde sempozyum hakkında bir yazı kaleme alan Suat Yıldırım’a göre, “dinler
arası diyalog, her din mensubunun, kendi dinini, olduğu gibi, nasıl anlaşılmasını
istiyorsa o tarzda anlatması, aynı fırsatı muhatabı olan din mensubuna da vermesi
demektir. Herkesin en kıymetli hazinesi saydığı dinini bozmaksızın birlikte
çalışacakları müşterek geniş alanlar mevcuttur. Zaten dininden taviz vermesi hâlinde
ortada diyalog kalmaz, kişi -yetkisi varmış gibi- dinini âdeta değiştirmiş olur.
Diyalogda muhtemel bir tehlike "hakikatin izafileşmesi"dir. Ama işaret ettiğimiz
tarzdaki görüşmede bu risk yoktur. Herkes kendi farklı inancının hakikat olduğuna
kesin inanmakla beraber pratik hayatın çeşitli alanlarında öteki ile işbirliği yapabilir”
(Yıldırım, 2004: 2). Yıldırım’ın metninde dinler arası diyalog faaliyetinin temel
amacının pratik hayata ilişkin farklı alanlarda, farklı dinlere mensup insanların
işbirliği yapmalarını sağlamaktır.
230
kılmaktadır. Bu türden bir çoğulculuk anlayışı dinlerin amaçlarını ortak kılsa bile
dini topluluğu dağıtabilir. Herkes hakikate ve Allah’a farklı yollardan gidebilirse,
neden aynı şeriatın parçası olsun? Bu noktada tekrar Gülen’in Allah’a götüren yol
olarak din tanımı ile toplumsal düzen kurucu ve kimlik inşa edici din arasındaki
çelişkisine geri dönülmüş olmaktadır. Gülen, Allah ve birey arasındaki ilişkiler söz
konusu olduğunda muazzam ölçülerde çoğulcu olmasına rağmen, din ve toplumsal
düzen söz konusu olduğunda aynı ölçülerde çoğulcu değildir.
Aleviler, eğer kendilerini bir mezhep olarak ortaya koyuyorlarsa, Türkiye’de, Nuseyri,
Ermeni, Süryani, Rum, Musevi, Protestan, Babtis, Bahai, Vahhabi… de var. Aleviler
mezhep olarak talep ediyorlarsa, diğer mezhepler de kendilerine göre bir statü talebinde
bulunabilirler. Şayet bir tarikat gibi algılanıyorsa Alevilik, -Hacıbektaş-ı Veli
hazretlerinin de yoluna, yöntemine bir tarikat nazarıyla bakılıyor- tarikatlar da
kendilerine göre özel bir statü isteyebilirler.
Zannediyorum bu tür istekler bazı problemler getirir, Türkiye’de daha bir kargaşaya
sebebiyet verir. Nitekim demokrasimizin biraz yumuşak algılandığı dönemlerimiz oldu,
231
-28 Şubat hadisesinden önceki dönemde- hiç de bizim tasavvuf ve tarikat geleneğinde
olmadığı halde bazı kimseler sokaklara döküldüler.
232
grupları da devlet katkısı ile aynı şekilde vakıflar kurabilmeli; b) Diyanet tamamen
özerk statüde olmalı, isteğe bağlı inanç vergisiyle finanse edilmelidir. Farklı inanç
grupları için de benzer özerk kurumlar kurulabilmelidir; c) Diyanetin mevcut durumu
devam etmeli ve diğer inanç gruplarına da hizmet vermelidir; d) bu konu tamamen
sivil topluma bırakılmalıdır (GYV, 2013).
233
Tüm toplum katmanlarından insanların karşılıklı önyargılardan
kurtulmalarına katkı sağlamak ve bir ortak akıl, ortak payda ve diyalog
ortamı oluşturmak
234
hükmü, ne hükmün menatını ve ne de İslam’ı anlayabildiklerini” savunmaktadır
(Gülen, 1997a: 31). Bu bakımdan Gülen’in diyalog anlayışında İslam’ın sevgi
mesajının ön plana çıkarılması gerektiğini söylemek mümkündür.
“Bu cümleden olarak bizim hahambaşı, patrik, rahib, vs. demeden ve ayırım
yapmadan, onlarla münasebete ve diyaloga geçmemiz şarttır. Bunu yaparken de onların
kendi inançlarını terk etmelerini beklemek doğru değildir. Bu onları rencide eder.. ve
zaten cihan tarihinin hiçbir döneminde birdenbire böyle seri bir değişim olmamıştır ve
olmasını beklemek de hayalperestliktir. Şahsen ben, yukarıda zikrettiğim türden eşhas
ile yaptığım görüşmelerde, onları çok sıcak buldum. Eski düşüncem onların Türkiye'ye
ve Türk insanına tepeden baktıkları istikametindeydi.. evet, Amerika, Rusya, Almanya,
İngiltere gibi dünya siyasetinde, gerçekleştirdikleri lobi faaliyetleri ile söz sahibi olan,
dünya ticaret piyasalarında inkar edilmez ağırlıkları bulunan bu insanların, hakikaten
bize tepeden baktıklarını zannediyordum. Ancak beşerî münasebetler açısından onlara
doğru, bir-iki adım atınca gördük ki, hiç de diyolağa mani bir yanları yokmuş. Evet,
gördük ki, onlar hâlâ, Endülüs'ten Türkiye'ye getirilmelerinin medyuniyetlerini
yaşıyorlar. Ve gördük ki, 'En az biz de sizin kadar Türk'üz.' diyorlar. Onların bu tavrını
görünce, çok duygulandım, gözlerim yaşardı ve şunu demek zorunda kaldım: 'Bizim
atalarımız Orta Asya'dan Ahlat'a oradan doğu Anadolu'ya gelip yerleşmişler ve bunun
mazisi en çok birkaç asır. Ama siz beş yüz seneden beri buradasınız”.
235
olarak formüle ettiği İslam anlayışının ön plana çıkarılmasına vurgu yaptığını
söylemek mümkündür. Nitekim daha önce de ifade edildiği gibi İslam’ın Türk
yorumu tasavvuf düşüncesinden ilham alan, sevgi ve hoşgörü temelli olarak
görülmektedir. Bu bakımdan diyalog faaliyetleri bir yönü ile İslam’ın Türk
yorumunun anlatılması anlamına gelmektedir ki, Gülen’in Türkiye Müslümanlığı
olarak ifade ettiği unsur diyalog sürecinin tarihsel ve kültürel temelini
oluşturmaktadır.
236
yorumladıklarını ifade ederek, Türklerin “Kitab’ın ve Sünnet’in yanında, İslâm’ın
ruhî hayatına, manevî hayatına, yani tasavvufa açık” olduklarını ifade etmektedir
(Can, 1999: 44-45). İslam’ın Türk-sufi yorumunun da hoşgörü ve diyaloga zemin
hazırladığını ifade etmektedir. Nitekim Gülen’in metinlerinde İslam’ın Osmanlı-Türk
yorumunun farklı dinlerin barış içerisinde yaşamasına olanak sağladığı sıklıkla ifade
edilmektedir.
“Tarihe bir göz attığımızda açıkça görürüz ki, bizim aramızda daima Yahudi ve
Hıristiyanlar bulunmuştur. Batılıların bu mevzûdaki itiraflarına göre, Hristiyan ve
Yahudiler kendi devletlerinde bile, bizim içimizde yaşadıkları kadar aziz
yaşayamamışlardır. Onlar zimmetimizi kabul ederek cizye ve haraç ödemişler;
Müslümanlar da onları teminat altına alıp korumuşlardır. Fakat hiç bir zaman onları
İslâm dinine girmeye zorlamamışlardır. Düne kadar bunların hususi mektepleri vardı ve
kendilerine ait hususiyetlerin hepsini, dinî âyin ve yortularına varıncaya kadar muhafaza
ediyorlardı. Bizim en muhteşem devirlerimizde dahi onların yaşadığı muhite girenler,
kendilerini Avrupa'da zannederlerdi. Hürriyetleri bu kadar genişti.”
237
göstermesine rağmen, Gülen bu cezayı şu şekilde rasyonalize etmeye çalışmaktadır
(Gülen, 2012g: 198-199):
Bu kabil dinin caydırıcı bazı hükümleri, hiçbir zaman dinde zorlama değildir ve
sayılmamalıdır da. Bu gibi hükümler, serbest iradeleriyle dine girenlere aittir ki, onlar
da zaten bu hükümleri kabul etmekle İslâm'a girmişlerdir. Meselâ, bir insan, İslâm
dininden irtidat ederse ona mürted denir ve verilen süre içinde tevbe etmezse öldürülür.
Bu tamamen daha önce yapılmış bir akde muhâlefetin cezasıdır. Ve tamamen sistemin
muhafazasıyla alâkalıdır. Devlet, belli bir sistemle idare edilir. Her ferdin hevesi esas
alınacak olursa devlet idaresinden söz etmek mümkün olmaz. O'nun içindir ki bütün
Müslümanların hukukunu muhafaza bakımından, İslâm, mürtede hayat hakkı
tanımamıştır.
Bu türden bir rasyonalize etme girişimi ikna edici olmaktan uzaktır. Öncelikle
Osmanlı gibi geleneksel toplumlarda bireyler belirli bir dini seçmez aksine içine
doğarlar. Diğer taraftan bu türden devletler bireyle devlet arasında yapılmış olan bir
akit üzerine kurulu değillerdir. Bireyle devlet arasındaki sözleşme düşüncesi büyük
ölçüde modern bir düşüncedir. Bireylerin yapmış oldukları bir akitten söz etmek için
bireylerin belirli bir dini iradeleri ile seçmeleri gerekmektedir. İrtidat konusunda
birey içine doğmuş olduğu dini değiştirmek istese bile ölümle cezalandırılır. Bu
bakımdan bir akit bozulmasından söz edilmesi mümkün değildir. Aksine irtidat bir
sözleşme anlamına gelebilir. Çünkü birey içine doğmuş olduğu bir dinden seçim
yaparak başka bir dine geçmektedir. Diğer taraftan Gülen’in metinlerinde sıklıkla
ifade ettiği gibi, iman konusunda zorlama ile öte hayatın garantisini sağlamak
mümkün değildir. Birey öldürüleceği korkusu ile din değiştirmese bile onun hakiki
anlamda ilahi selamete ereceğinin garantisi yoktur. Bu bakımdan bu türden bir
zorlamanın insanı cennete girmeye zorlama anlamına geleceği iddiası yeterince
sağlam bir iddia değildir ve dinin zorlama içermediği iddiası ile çelişir. Gülen bu
pasajda irtidatın ölümle cezalandırılmasını, toplumsal düzenin bekası, akdin
bozulması ve cennete zorlama şeklinde meşrulaştırmaya çalışsa da, özellikle son iki
iddia yeterince sağlam değildir. Akdin bozulması iddiası, ortada bir akdin
238
bulunmasını zorunlu kılmaktadır ki, böyle bir akdin olduğuna ilişkin sağlam emareler
söz konusu değildir. Gönülden inanmayan ve sadece devlet tarafından öldürülme
korkusu ile dinin içinde kalan birisinin cennete gideceği iddiası da yeterince
tartışmalıdır. Kaldı ki, ölüm cezasının verilmesi, kişinin tekrar dine dönmesi
ihtimalini de ortadan kaldırmaktadır. Bu noktada Gülen’in düşüncesindeki temel
ikilem karşımıza tekrar çıkmaktadır. Aslında bu pasaj Gülen’in bütün metinlerine
sinmiş olan bireyle Allah arasında ilahi selamete dönük bir ilişki olarak din ile
toplumsal düzeni kuran ya da ona meşruluk kazandıran din ikilemini yansıtmaktadır.
Gülen bir taraftan çoğulculuğa, demokrasiye, insan haklarına dayalı yeni dünyaya
ayak uydurmak isterken, diğer taraftan bunu müesses dini nizama ve kimliğe zarar
vermeden yapmaya çalışmaktadır. Farklı dinlere mensup insanlara İslam’ın ılımlı
mesajını vermeye çalışırken, bunu Türk-İslam yorumuna zarar vermeyecek, hatta
onu güçlendirecek biçimde yapmaya çalışır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Gülen
için çoğulculuğun kabulü ve dinlerarası diyalog esasen teolojik kaynaklı değil,
küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı bir zorunluluktur. Bu zorunluluğa yanıt
verme arayışı diyaloga teolojik ve tarihsel temeller bulma arayışını tetiklemiştir. Bu
bakımdan dinsel diyalog süreci esasen aktüel sebeplere dayanmaktadır. Nitekim
Gülen’in bazı metinlerinde bu sürecin ruhuna uygun olarak İslam’ın belirli
ilkelerinin anlatılması ve bazılarının sonraya bırakılması veya pas geçilmesi salık
verilmektedir.
239
tanesi zaman zaman İslamı şiddet yolu ile yayma çağrışımı yapan tebliği, diğeri ise
literatürde kutsal savaş anlamına gelen cihat kavramıdır. Gülen, İslam’ın
yayılmasında sözden daha ziyade hal dilinin ve tavırların merkeze alınmasını salık
vermektedir. Bu bakımdan Müslümanların sadece İslam’ı anlatmayarak, İslam’ı
kendi tavır ve tutumlarında somutlaştırması anlamında “temsil” kavramını
kullanmaktadır. Cihat kavramı ise savaş söz konusu olduğunda evrensel standartlarda
meşru müdafaa olarak görülen durumlarla sınırlandırılmakta ve tasavvufla
ilişkilendirilerek bireyin nefsiyle mücadelesi anlamında kullanılmaktadır.
240
olması mümkün değildir. Buna karşın, kişiliğinde İslam’ı tam olarak somutlaştıranın
karşısındakine din hakkında bir şey söylemesine gerek yoktur. Çünkü insanlar iyi bir
kişinin iyiliğinin dininden geldiğini anlayacaklardır.
Tebliğ sorunu laiklik konusuyla doğrudan ilgilidir. Herhangi bir birey veya
grubun dini inançlarını kamu baskısına maruz kalmaksızın başkalarına anlatması bir
haktır ve ifade özgürlüğü içinde değerlendirilmelidir. Buna karşılık, kamu gücünü
arkasına alarak veya başka bireylere baskı kurarak tebliğde bulunulması laiklik
ilkesine aykırıdır. Bu bakımdan laiklik ilkesi bakımından dini faaliyette bulunanların
baskı altına alınmaması kadar, dini yayarken baskıda bulunmaması esastır. Gülen bu
konuda ne söylemektedir? Ona göre, “nebi, tebliğin neticesi ve hüsnü kabulünü
Allah’a bırakır ve hiçbir zaman neticeye karışmaz. Zira bilir ki, onun vazifesi
yalnızca tebliğdir; netice ise tamamen Cenâb-ı Hakk’a aittir” (Gülen, 2012h: 22);
“bize düşen vazife, ancak tebliğdir. Hatırlatır, nasihat eder, fakat zorlayamayız
(Gülen, 1996b: 207). Bu bakımdan tebliğde bulunanların şiddet ve zorlamaya
başvurması söz konusu olmadığı gibi, tebliğin sonucuna müdahale de etmez. Hatta o,
tebliğde bulunan hakarete uğrasa bile, “vurana elsiz, sövene dilsiz, aynı zamanda
gönülsüz olmak mecburiyetinde” olduğunu savunmaktadır (Gülen, 1996b:, 212).
241
yetinmemekte, devrin perspektifinden bakmak gerektiğini ifade etmektedir. Esnek
olmak, Gülen hareketinin bir diğer özelliğidir. Bu bakımdan Gülen, tebliğde
bulunanın karşısındakinin psiko-sosyal durumunu iyi kavraması gerektiğini ve her
muhataba standart bir hitap şeklinin olmadığını düşünmektedir. Bediüzzaman’ın “ata
et, ite ot atmayınız” sözünü alıntılayarak muhatabın farklılığına göre bir tavır
takınmak gerektiğini savunmaktadır (Gülen, 2010: 29). Bu konuda “belli bir yaştaki
çocuğa, önüne konan sofranın Allah tarafından geldiğini delilsiz anlatmak kafi
gelebilir. Başka bir yaşta insanların, hayvanların, ağaçların beklediği yağmurun,
gökten O’nun inayetiyle geldiğini anlatmak gerekecektir. Daha ileriki yaşlardaki
birisine ise, Allah’ın denizlerde, ırmaklarda vaz’ ettiği tebahhur etme (buharlaşma)
kanununu, havada yağmurun damla damla dökülme kanununu ve bütün bunların asla
tesadüfe verilemeyeceğini, her şeyin Allah’ın inayetiyle olduğunu anlatmak
gerekecektir” (Gülen, 2002: 119).
242
Gülen hareketi açısından dinlerarası diyalog etkinlikleri, dünyanın değişik
ülkelerinde açılan işyerleri ve okullar tebliğ vazifesinin birer aracı olarak da iş
görmektedir. Çünkü Gülen tebliğ faaliyetini İslam’ı anlatmak ile sınırlandırmakta ve
sonuçlara bireyin müdahale etme hakkı olmadığını savunmaktadır. Bu bakış açısı
dini başkalarına zorla kabul ettirme üzerine kurulu anlayışlardan farklılık
göstermekte ve dönemin ruhuna uygunluk göstermektedir. Gülen sadece tebliğ
kavramını değil, cihat kavramını da dönemin ruhuna uygun bir biçimde ele
almaktadır.
Cihat kavramı Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde din uğruna yapılan savaş
biçiminde tanımlanmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan Dini
Kavramlar Sözlüğünde ise cihadın “Kuran ve hadislere göre Allah yolunda
savaşmak, dinin emir ve yasaklarına uymak, dini yaymak için mücadele etmek gibi
anlamları” olduğu ifade edilmektedir (Karaman vd. 2006: 99). Cihat kavramın
içerdiği Allah yolunda savaşmanın radikal İslamcı gruplar tarafından şiddet
kullanmayı içerecek biçimde yorumlandığı bilinmektedir. Hatta bu türden gruplar
için cihat bir savunma savaşı değil, dinin yayılması için şiddet kullanımını zorunlu
kılan bir dini yükümlülüktür. Nitekim cihat kavramının dünya gündemine oturması
büyük ölçüde El-Kaide’nin 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’deki ikiz kulelere
düzenlediği saldırının sonucunda olmuştur. Bu türden gruplar cihat kavramını yaygın
olarak kutsal savaş anlamında kullanmaktadır. Gülen hareketinin dünya kamuoyuna
yerleşmesinin sebeplerinden birisi de, hareketin şiddet içermeyen bir İslam anlayışını
savunmasındır. Nur hareketinin kurucusu Said-i Nursi modern dönemde şiddetin bir
unsur olmaktan çıkarılması gerektiğini “medenilere galebe ikna iledir” sözleri ile
savunmuştur. Bu bakımdan hareketin şiddetle arasına belirli bir mesafe koyduğunu
söylemek ilk bakışta mümkün görünmektedir. Nitekim 11 Eylül saldırılarından
hemen sonra Gülen bir kınama ve mesajı yayınlamış ve şu cümleleri kullanmıştır:
“Hangi sebeple ve hangi amaca yönelik olursa olsun, İslam hiçbir terör faaliyetini
katiyen tasvip etmez. Terörist Müslüman, Müslüman terörist olamaz. Terör özellikle
İslami amaç adına katiyen kullanılamaz. Müslüman ancak barışın ve huzurun
243
sembolü olabilir. İslam, bir gemide dokuz cani, bir masum bile bulunsa, dokuz cani
ölsün diye, o masumun hatırına geminin batırılmasına izin vermez. İslam’da hak
haktır; hakkın büyüğü küçüğü olmaz; bir masumun hakkı toplum için bile feda
edilemez” (Gülen, 18.09.2001). Özdalga’ya göre, sadece 11 Eylül sonrası süreçte
değil, sokak çatışmalarının yoğun olarak yaşandığı 1980 öncesi dönemde de
Gülen’in en büyük başarılarından birisi kendisine yakın gençleri sokak
çatışmalarından uzak tutabilmiş olmasıdır (Özdalga, 2003: 24). Gülen’in şiddet
içermeyen hareketi hakkında yurtiçi ve yurtdışında çeşitli konferanslar
düzenlenmiştir. Çoğunluğu yabancı katılımcılardan oluşan konferans bildirilerinin
ortak noktası Gülen’in sivillere yönelik şiddeti dini ve insani açıdan reddettiği
yönündedir (Bkz. Aslandoğan-Çınar, 2001: 17-49; Wrigt, 2011: 52-75; Gürbüz ve
Purkayastha, 2011: 78-98). Özellikle Mustafa Gürbüz’ün makalesi Gülen ile
Gandi’nin şiddetsiz eylemciliğini karşılaştırmaktadır.
Aynı zamanda bir din adamı olan Gülen, cihat kavramını nasıl
yorumlamaktadır? İkinci bölümde Gülen’in zamanın şiddeti neshettiğini
düşündüğünü belirtmiştik. Gülen’in İslam’ı okuma biçimi literal değil alegoriktir. Bu
bakımdan o, cihat kavramını etimolojik anlamından ziyade, onu genel bir bakış
açısının içine yerleştirerek okumaktadır. Bu okuma biçiminde şiddeti tam anlamı ile
dışladığını ifade etmek mümkün değildir. Şöyle ki, Gülen’in temel amaçlarından
birisi de Türk-İslam sentezi üzerine kurulu yeni bir anlayışın dünyaya egemen
olmasıdır. Bu bakımdan onun metinleri içinde emperyal arzuları çağrıştıran pasajlar
bulmak mümkündür. Gülen bunun yanında Allah’ın adının yeryüzünde yayılması
(İ’la-yı Kelimetullah) amacı taşıdığını da ifade etmektedir. Gülen cihat kavramını
ikiye ayırarak incelemektedir. Bunlardan birisi cihad-ı asgar (küçük cihat), diğeri ise
cihad-ı ekber (büyük cihat)’dır.
Cihat kavramı yaygın olarak savaş ile özdeşleştirilmiş olmasına rağmen, Gülen
cihadın cephe ile sınırlandırılmasına karşı çıkmaktadır. Gülen’e göre cihadın
yelpazesi şarktan garba kadar geniştir. “Bazen bir kelime, bazen bir susma, bazen
244
sadece yüzünü ekşitme, bazen bir tebessüm, bazen o meclisten ayrılma, bazen de
meclise sadece dahil olma, kısacası, yaptığı her işi Allah için yapma, sevgi ve öfkeyi
O'nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle bu cihadın şümulüne girer. Böyle bir
tabandan başlayarak hayatın her sahasında, cemiyetin her kesiminde onu iyileştirme
adına sürdürülen her türlü gayret de yine cihad cümlesindendir. Aile, yakın ve uzak
akraba, komşu ve belde, derken daire daire bütün dünyaya uzanan bir hacmiyle
yapılan ve yapılacak olan cihad, cihad-ı asgardır. Bu cihad bir mânâda maddîdir”
(Gülen, 2012f: 206; 2001b: 19). Gülen, küfrün yaygınlaşmış olduğu dönemde
Müslümanların uykularının kaçması gerektiğini ve cihadın bütün Müslümanların
sorumluluğu olduğunu düşünmektedir (Gülen, 2012g: 119). Gülen, cihadın şiddet
kullanmayı içeren bir tarafı olduğunu kabul etmekle birlikte, şiddet kullanımının
sınırlandırıldığını ve şiddetin cihadın tek aracı olmadığını ifade etmektedir. Gülen
hareketi mensupları temsil ve konuşmanın da cihadın bir biçimi olduğunu
düşünmektedir.
a) Müdaafa: Evvelâ; İslâm bir millet veya ferdin, kendi varlığını tehdit eden, onu yok
etmeye, öldürmeye çalışan mukabil güce karşı, nefis müdafaasını, karşı koymayı meşru
kılar hatta bazı durumlarda onu emreder. Biri sizin varlığınızı, malınızı, canınızı,
dininizi, ırzınızı tehdit ediyorsa, onunla göğüs göğüse gelir, bu işin kavgasını verir ve
kendisiyle hesaplaşırsınız. Meselâ, diyelim ki: Hasım bir ülke, kendisiyle sizin
aranızdaki hudutları deldi ve içeriye girdi, ne yaparsınız? Ülkenizdeki bazı kimseleri
yılan-çıyan hâline getirip üzerinize saldırtsa ne düşünürsünüz? Bir yerde soydaşlarınız
gadre uğratıldığı zaman nasıl davranırsınız? Herhâlde bu sorulara "Hiç!" deyip
geçemezsiniz!
245
kaşını çattığı veya az öfkelendiği zaman başkaları hizaya gelmeli ve hadlerini
bilmelidirler. İşte böyle büyük bir caydırıcı gücü sürekli elde tutmak, mazlumun,
mağdurun imdadına koşmak ve ihkâk-ı hak etmek için mutlak lâzımdır. Bu da, o büyük
güç ve aktivitenin yer yer bizzat gösterilmesiyle kolaylaşacak ve mümkün olacaktır. Ve
geçmişte de öyle olmuştur.
d) İslam’da Sulh Esastır: İslâm'da harp ise, yüce bir dava uğruna, fikir hürriyeti,
düşünce hürriyeti adına, insanlığa giden yolları açma uğrunda yapılmıştır. Bununla
beraber gerektiğinde sulha gitmeyi de ihmal etmemişlerdir. Çünkü sulh esas, harp ise
tâlidir.
“Her millet, belirli bir güce sahiptir. Eğer o millet kendisindeki bu potansiyel gücü
dışa karşı harcamaz ve cihan hakimiyeti uğrunda kullanmazsa, iç bünyede anarşi ve
huzursuzluk başlar. Fertlerin birbirine düşmesi ve birbirlerine karşı kavga vermeleri
kaçınılmaz olur. Neticede sokaklarda oluk oluk kan akar; her köşe başında birkaç
cenaze ile karşılaşılır. Artık, bu ülkedeki evlerde ya ölen evladına gözyaşı döken dertli
analar veya ölen kocasına gözyaşı döken yaşlı kadınlar vardır. Hiç kimse hayatından
emin değildir. Anarşi, milletin ırz ve namusuna kadar el uzatmıştır. Halbuki, gayesi
yeryüzü hakimiyeti olan veya en azından yeryüzünde güçlü bir denge unsuru olmak
olan bir milletin, dahilî sürtüşmelere vakit bulması kabul edilebilir bir durum değildir…
Yeri gelmişken, şu hususu bilhassa belirtmeliyim ki, bizim asıl gaye ve hedefimiz, ne
mücerred manada dünya hakimiyeti, ne de dünya hakimiyeti vesilesi ile dahili huzur ve
sükunetin teminidir. Belki, bunlar bizim asıl gaye ve hedefimizle irtibatlı semerelerdir.
Bizim asıl gayemize gelince o, yeryüzünde Cenab-ı Hakkın yüce ve yüksek adının
şehbal açmasıdır.”
246
Gülen, Allah’ın adının yayılması amacıyla ilişkili olarak, dünyaya hükmeden
ya da en azından farklı güçler arasında denge unsuru olabilecek bir devleti
savunmaktadır. İç karışıklıkları engellemek için gücü dışarı yöneltmek gerekliliğine
vurguda ise ABD sisteminden esinlendiği tartışmasızdır. Ancak, gücü dışarıya
yöneltmek salt şiddet içermek zorunda değildir. Emperyal egemenliğin şiddet
içermeyen daha yumuşak biçimleri de vardır. Ekonomik açıdan güçlü olmak bu
araçlardan en etkili olanlarındandır ki, Gülen’in asıl ilgisi de bu yöne doğrudur. Bu
bakımdan o, cihat denildiğinde salt savaşı anlamaz. Cihat kavramı onun
düşüncesinde İ’la-yı Kelimetullah’la sıkı biçimde ilişkilidir. Bundan dolayı, başka
ülkelere yatırım yapmak, eğitim kurumları açmak gibi faaliyetlerde cihadın bir
parçası olarak görülmektedir.
Önceki bölümde üzerinde durduğumuz cihad-ı asgar kavramı daha çok maddi
olana ve dışarıya yönelik cihada referans vermesine karşılık, cihad-ı ekber kavramı
manevi alana referans vermektedir. Radikal İslami akımların cihat kavramının birinci
anlamı üzerinde durup, özellikle onu kutsal savaş kavramı ile ilişkilendirmelerine
rağmen, Gülen cihad-ı asgarı yumuşak emperyal egemenlik anlamına gelecek
biçimde kullanır ve cihadın içeriğini mümkün olduğunca şiddetten arındırmaya
çalışır. Bunun yanında cihad-ı ekber kavramı tasavvuf geleneğine uygun biçimde,
bireyin nefsi ile vermiş olduğu mücadeleyi içine alacak biçimde kullanmaktadır.
Gülen’e göre cihadın diğer boyutunu oluşturan cihad-e ekber, insanın iç alemi ile
247
nefsi ile olan cihadıdır ki, bu iki cihat türünden birisi eksik kaldığında bireyin iç
bütünlüğüne ulaşması mümkün değildir (Gülen, 2012f: 206). Asma Afsaruddin’e
göre bu türden bir cihat anlayışı Kuran ve Sünnet’in fi sebîlillah (Allah rızası için)
kavramının geniş manasına uygundur. Bu kavram Allah yolunda bedeni ve mali
şekilde yerine getirilen bireysel mücadeleye vurgu yapmaktadır (Afsaruddin, 2011:
109).
248
makalede Türk İslamcıları modernleşme cihadı başlatmalı ifadeleri kullanılmaktadır
ki, bu ifadeler Gülen’in cihat kavramını tanımlayış biçimine uymaktadır (Çalışkan,
2003: 55). Birey açısından cihat nefsini terbiye etmek anlamına gelirken, özellikle
Gülen hareketi açısından küçük cihat dünyanın birçok ülkesine çeşitli araçlarla gidip
Allah’ın adını duyurmak manasına gelmektedir.
249
SONUÇ
İlk olarak Gülen için İslam sadece bir selamet yolu değil, aynı zamanda tarihsel
süreç içerisinde Türklükle harmanlanarak oluşmuş toplumsal bir kimliktir. İslam’ın
bir kimlik olarak görülmesi, kutsal metnin yorumlanması sürecinde bireyin dışarıda
bırakılmasına sebebiyet vermektedir. Gülen, kutsal metinlerin yorumlanması
hakkının bütün bireylere verilmesinin Türklükle harmanlanarak oluşmuş İslam
kimliğine zarar vereceğini düşündüğünden, dinin bireysel olarak yorumlanmasına
karşı çıkmaktadır. Bu durum Gülen’in, dini, birey ve Allah arasında ilahi selamete
erişmek için takip edilen yol olarak tanımladığı metinleri ile kimliğin bir parçası
olarak tanımladığı metinleri arasında çelişkilerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Gülen’in, dini bireyle Allah arasındaki ilişki ekseninde tartıştığı metinleri, akıl,
Allah’a götüren çoğul yolların varlığı üzerine temellendiğinden bireysel yorum
hakkını tanıması zorunludur. Buna karşın Gülen, dini, kolektif kimliğin kurucu bir
unsuru ve toplumu bir arada tutan ortak değer olarak gördüğünden bireysel yorum
hakkının birey sayısınca yorum doğurması ihtimalinden endişelenmekte ve kimliği
korumak için bireylerin yorum hakkından feragat etmesini istemektedir. İslam’ın
nasslar dışında kalan hükümleri ile değişen koşullar arasında çelişkiler ortaya
çıktığında ise, uzmanlardan oluşmuş bir heyetin yorum işini üstlenmesi gerektiğini
savunmaktadır. Ancak, bu heyetin isabetsiz yorumlarının bireyin ilahi selametini
tehlikeye atması ihtimalini göz ardı etmektedir. Diğer bir ifade ile Gülen, bu heyetin
içtihadlarına uyulduğunda ilahi selametin sağlanacağını garanti etmek zorundadır ki,
bu türden bir garanti vermesi mümkün değildir. Aksi türlü, İslam’da bir ruhban
sınıfının oluşmasının önü açılmış olacaktır. Gülen hareketine mensup bireyler, dini
metinler konusunda Gülen’in yorumunu takip ettiklerinden modern değerle
bütünleşme olanağına kavuşmaktadır. Buna karşın her bireyin, dinsel metni
yorumlama ve zamana göre hüküm çıkarma hakkı söz konusu değildir. Bu bakımdan
dinsel alan söz konusu olduğunda bireysellikten söz edilemez. Ancak buradan
Gülen’in bireyi tamamen kolektivite içinde eriten bir anlayışı olduğu sonucu
çıkarılmamalıdır. Gülen, tüm bireylerin yorum hakkına dini metinler söz konusu
olduğunda karşı çıkmaktadır.
251
dinin toplumu bir arada tutan işlevinden yararlanılması gerektiğini savunmaktadır.
Ancak, bu türden bir önerinin önünde dinsel alanda Alevilerin, etnik alanda ise
Kürtlerin talepleri engel oluşturmaktadır. Gülen’in özellikle ilk dönem metinlerinde
bu toplumsal kesimlerin taleplerine ilişkin olarak, resmi ideoloji dışı bir açılım
sunduğunu ifade etmek zor görünse de, son dönem metinlerinde gerek cem evlerine
yasal statü tanınması, gerekse de anadilinde eğitim hakkının tanınması yönünde bir
açılım yaptığı ifade edilmelidir. Ancak bu türden açılımların konjonktürel olup
olmadıklarına ilişkin bir değerlendirmede bulunmak için hareketi biraz daha
gözlemlemek gerekmektedir.
252
çalıştığı yerde, aslında Rahman’ın hermeneutik çifte hareket olarak nitelenen
metodunun birinci aşamasına işaret etmektedir. Üstelik bu referansı kendisinin
Rahman’dan farklı düşündüğünü söylediği yerlerde yapmaktadır. Bu bakımdan
Gülen’in tarihselci hermeneutik yöntem geliştirecek kuramsal alt yapıya sahip
olmadığı söylenebilir.
253
Üçüncü olarak Gülen, İslam’ın belirli hükümlerini değişen koşullara uygun
olarak yeniden yorumlamasına rağmen, kadınla ilgili hükümleri dışarıda tutmaktadır.
Gülen, defalarca İslam’ı asrın idrakine söyletmenin gerekliliğinden söz etse de,
kadın-erkek eşitliği ve kadın hakları konusunda metinlerinde dikkate değer bir
dönüşüm yaşandığı söylenemez. Bu nokta özellikle şaşırtıcıdır. Çünkü Gülen’in
metinleri kronolojik bir sıra içerisinde okunduğunda, siyasal, toplumsal ve dinsel
görüşlerinde önemli değişimler yaşandığı fark edilecektir. Buna karşın kadın söz
konusu olduğunda geleneksel ataerkil söylemin yeniden üretildiği görülmektedir.
Üstelik Gülen, kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olması gerektiği fikrine de karşı
çıkmaktadır. Fıtrat farklarının kadın ve erkeğin eşitliği önünde engel olduğunu
savunmaktadır. Bu durum akıllara, Gülen’in, insanların hukuk karşısında eşitliğini
savunan ifadelerinin sadece erkekler arasında mı geçerli olduğu sorusunu
getirmektedir. Diğer bir ifade ile Gülen’in kadın ve erkeğin eşit haklara sahip
olmayacağına ilişkin ifadeleri ile insanların hukuk karşısında eşit olduklarına ilişkin
fikirleri arasında açık bir tezat vardır.
Kadın-erkek eşitliği ve kadın hakları söz konusu olduğunda şaşırtıcı gelen bir
diğer nokta ise şudur: Hareket içerisinde çok büyük bir eğitimli, kentli kadın kitle söz
konusudur. Hareket içerisinde yer alan kadınların, Gülen’in, kadın-erkek eşitliği ve
kadın hakları konusundaki fikirlerini değiştiremedikleri görülmektedir. Kentli ve
eğitimli kadınların, kadınlık bilincine sahip olmaları beklenir. Oysa Gülen’in
metinlerinde, kendisine doğrudan bir soru yöneltilmediği sürece kadın kavramı
yerine, anne kavramını kullandığı görülmektedir. Bu bakımdan Gülen, kadınlık
bilincini, kadının bağımsız kişiliğini değil, anneliği yüceltmektedir. Gülen’in
metinlerinde kadın ve erkeğin eşit olmadığına ilişkin ifadelere rağmen, eğitimli,
kentli kadınların neden hareket içerisinde örgütlenmeye ve çalışmaya devam ettikleri
sorusu sorulmalıdır. Bu soruya uygun bir yanıt, kadının diğer İslami cemaat, tarikat
ve hareketler içindeki konumları ve bu türden grupların liderlerinin kadın hakkında
söylediklerinin Gülen Hareketi ve Gülen’in söyledikleriyle mukayese edilmesiyle
verilebilir. Çünkü Gülen, kadının başörtüsü ve eğitim hakkı ikileminde bırakıldığı 28
Şubat sürecinde, kadınların eğitim almasına icazet vermiştir. Diğer taraftan ciddi
254
sınırlandırmalar getirmesine rağmen, kadının kamusal alana çıkmasına ve belirli
işlerde istihdam edilmesine taraftardır. Bundan dolayı, Gülen Hareketinin kadın
konusunda diğer dinsel gruplara göre daha ılımlı olması ihtimal dahilindedir. Ancak
bu türden bir kesin yanıt vermek için, harekete mensup kadınların kadınlık ve
müminlik ikileminde kaldıklarında hangisini tercih edeceklerini bilmek
gerekmektedir. Diğer taraftan diğer dinsel cemaatler içinde kadının konumu ile
Gülen Hareketi içinde kadının konumunu mukayese eden bir araştırmaya ihtiyaç
vardır.
255
ilişkiler kurdukları ve hareketin siyasal iktidarla olan iyi ilişkilerinden istifade etmek
istedikleri bilinmektedir.
Hatta AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllardan başlayarak 12 Eylül 2010 yılındaki
referandum sürecine kadar, Milli Görüş çizgisinden farklı olarak Gülen’in 1990’ların
ortalarından itibaren savunduğu fikirlere yakın fikirleri siyasal alanda dile getirdiği
bilinmektedir. AKP’nin iktidara gelmesinden sonra Gülen hareketine mensup birçok
insan, partiyi uluslararası kamuoyuna tanıtmak ve desteklemek için yazılar kaleme
almışlardır. AKP’nin 2010 referandumundan sonra giderek otoriterleşmesini Milli
Görüş çizgisine yaklaşma olarak yorumlayan hareket, Türkiye’nin Batı bloğundan
kopmaya başladığına ilişkin bir algının yerleşmesi sonucunda iktidara karşı giderek
eleştirel davranmaya başlamıştır. Gülen hareketi, Türk-İslam kimliğine yaslanmasına
rağmen, Türkiye’nin Batı ile iyi ilişkiler kurması ve reel-politiğe uygun tutum
takınılması gerektiğini düşünmektedir. AKP’de yaşanan bu dönüşüm, dershanelerin
kapatılması girişimi, bürokrasi içerisinde Gülen’e yakın kadroların tasfiye edildiği ve
harekete yakın bu kadroların hükümeti devirmeye çalıştığına ilişkin iddialar,
hareketin tarihinde ilk kez hükümeti açıktan karşısına alması sonucunu doğurmuştur.
Bu türden bir çatışma sürecinin iktidarla iyi ilişkiler kuran hareket üzerinde kısa
vadede olumsuz etkileri olacağı söylenebilir. Bu etkilerden ilki, bürokrasi içinde
konum elde etmek isteyen hareket mensuplarının elenmesi olabilir. Buna karşın
Gülen hareketinin iktidar-cemaat gerilimi olarak adlandırılan süreçte, 1990’ların
ortalarından itibaren yaşadığı dönüşümle tutarlı olarak laiklik, demokrasi, insan
hakları, AB reformlarına referans verdiği görülmektedir.
256
birlikte, bu kadroların hukuka uygun davrandıklarını savunmuştur. Bu türden bir
iddia doğruysa, bunun mahkemeleri ilgilendiren bir boyutu olduğu ve bu türden
eylemlerin suç olduğu açıktır. Ancak, eğer bu kaygı temelsizse, Gülen Hareketinin
kamuoyunda neden bu türden kaygıların oluştuğu sorusu üzerine düşünmesi ve
kamuoyuna tatmin edeci bir yanıt vermesi gerekmektedir. Ancak, Gülen’in metinleri
üzerinden bir okuma yapıldığında, yasal değişimlerden ziyade kadro değişimine
vurgu yaptığı görülecektir. Bu durumda Gülen’in, teorik olarak bu türden bir
örgütlenmeye cevaz verdiği söylenebilir.
257
KAYNAKÇA
258
Avcı, Hanefi (2010). Haliç’te Yaşayan Simonlar & Dün Devlet Bugün Cemaat.
İstanbul: Angora Yayıncılık.
Avcı, Özlem (2012). İstanbul’da Dindar Üniversite Gençliği, İki Dünya Arasında.
İstanbul: İletişim Yayınları.
Aydın, Mustafa (2009). Moderniteye Dışarıdan Bakmak. İstanbul: Açılım Kitap.
Aydın, Ömer (1998). “Kur’ân’da Kader ve Özgürlük.” Kur’ân Mesajı İlmi
Araştırmalar Dergisi, Cilt: 4, 76-80.
Aydüz, Davut (2005). Tarih Boyunca Dinlerarası Diyalog. İstanbul: Işık Yayınları.
Bağce, Emre (2004). “Modernliğin Temelleri ve İkircikli Serüveni.” Şu Kitapta: Ed.
Güngör Erdumlu. Modernlik ve Türkiye. Ankara: Babil Yayınları, 3-59.
Bainbridge, William Sims (2012). “Bilim ve Din.” Şu Kitapta: Din Sosyolojisi:
Yaşadığımız Dünya Çev. Pelin Angı-Suat Kemal Angı, ss. 11-34.
Balcı Bayram (2005). Orta Asya’da İslam Misyonerleri: Fethullah Gülen Okulları
(Çev. Ali Berktay). İstanbul: İletişim Yayınları.
Baubêrot, Jean (2008). Laiklik: Tutku İle Akıl Arasında 1905-2005 (Çev. Alev Er).
İstanbul: İstanbul bilgi Üniversitesi Yayınları.
Beck, Ulrich (2011). Risk Toplumu (Çev. Kâzım Özdoğan-Bülent Doğan). İstanbul:
İthaki Yayınları.
Berger, L. Peter (2002a). “Sekülerizmin Gerileyişi.” (Çev. Ali Köse). Şu Kitapta: Ali
Köse. Sekülerizm Sorgulanıyor. İstanbul: Ufuk Kitapları, 11-32.
Berger, Peter (1999). “Dini Kurumlar.” (Çev. Adil Çiftçi). Şu Kitapta: Der. Adil
Çiftçi. Toplumbilimi Yazıları. İzmir: Anadolu Yayınları, 71-137.
Berger, Peter (2002b). “Dinin Krizinden Sekülerizmin Krizine.” (Çev. Ali Köse). Şu
Kitapta: Ali Köse. Sekülerizm Sorgulanıyor. İstanbul: Ufuk Kitapları, 75-94.
Berktay, Fatmagül (2010). Politikanın Çağrısı. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Berktay, Fatmagül (2012). Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın. İstanbul: Metis
Yayınları.
Berman, Marshall (1999). Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor (Çev. Ümit Altuğ-Bülent
Paker). İstanbul: İletişim Yayınları.
Beşer, Faruk (2011). Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Fıkhını Anlamak. İstanbul: Nil
Yayınları.
Black, Cyril (1986). Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri (Çev. Fatih Gümüş). Ankara:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Bora, Tanıl (2003). Türk Sağının Üç Hali. İstanbul: Birikim Yayınları.
Bora, Tanıl (2012). “Gülenciliğin İdeolojik Söyleminde Özne ve Fiil Olarak
“Hizmet”: Bir Hizmet Yapılıyor, Görelim Bunu”. Birikim Dergisi. Cilt 282,
33-39.
259
Bozkurt, Mahmut Esat (1967). Atatürk İhtilali, Ankara: Altın Kitaplar.
Bulaç, Ali (2008). Din-Kent ve Cemaat: Fethullah Gülen Örneği. İstanbul: Ufuk
Kitap.
Can, Eyüp (1999). “Fethullah Gülen’le Röportaj.” Şu Kitapta: Haz. Mustafa
Armağan-Ali Ünal. Medya Aynasında Fethullah Gülen: Kozadan Kelebeğe.
İstanbul: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, 40-62.
Castells, Manuel (2007). Ağ Toplumunun Yükselişi/Enformasyon Çağı: Ekonomi,
Toplum Kültür: Binyılın Sonu (Çev. Ebru Kılıç). İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları.
Clark, Peter (2012). “Giriş: Küresel Çerçevede Organik Bir Din Anlayışına Doğru.”
(Çev. İhsan Çapçıoğlu). Şu Kitapta: Der. Peter Clarke. Din Sosyolojisi: Kuram
ve Yöntem. Ankara: İmge Yayınları, 33-74.
Collinicos, Alex (2001). Postmodernizme Hayır (Çev. Şebnem Pala). Ankara: Ayraç
Yayınevi.
Collinicos, Alex (2004). Toplum Kuramı: Tarihsel Bir Bakış (Çev. Yasemin
Tezgiden). İstanbul: İletişim Yayınları.
Cox, L. James (2004). Kutsalı İfade Etmek (Çev. Fuat Aydın). İstanbul: İz:
Yayıncılık.
Çalışkan, Kerem (2003). “Modernleşme Cihadı Başlatmalı.” Şu Kitapta: Haz. Cemal
Uşşak. Küresel Barışa Doğru, Kozadan Kelebeğe 3. İstanbul: Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı Yayınları, 55-65.
Çapçıoğlu, İhsan (2008). “Küreselleşme, Kültür, Din.” Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi. Cilt XLIX (2), 153-183.
Çaylak, Adem ve Çelik Adem (2009). “Osmanlı ve Cumhuriyet
Modernleş(tir)mesinde Din, Tarih, Etnisite Algısı.” Şu Kitapta: Ed. Adem
Çaylak vd. Osmanlı’dan 2000’li Yıllara Türkiye’nin Politik Tarihi. Ankara:
Savaş Yayınları, 93-133.
Çetin, Halis (2003-4). “Gelenek ve Değişim Arasındaki Kriz.” Doğu Batı, cilt (25),
11-40.
Çobanoğlu, Yavuz (2012). “Altın Nesil”in Peşinde, Fethullah Gülen’de Toplum,
Devlet, Ahlak, Otorite. İstanbul: İletişim Yayınları.
Çubukçu, Agah İbrahim (1964). “Mutezile ve Akıl Meselesi.” Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: XII, 51-61.
Dağ, Mehmet (1980). “Eş’ari Kelamında Bilgi Problemi.” Ankara Üniversitesi İslam
İlimleri Enstitüsü Dergisi, cilt: VI, 97-114.
Davie, Grace (2001). “Din ve Modernite: Batılı Bir Bakış.” (Çev. Recep Şentürk). Şu
Kitapta: Ed. Sabri Orman. Modernleşme, İslâm Dünyası ve Türkiye. İstanbul:
Ensar Neşriyat.
Davie, Grace (2007). The Sociology of Religion. London: Sage Publications.
260
Davison, Andrew (2006). Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik. İstanbul: İletişim
Yayınları.
Descartes, Rene (1963). Felsefenin İlkeleri (Çev. Mehmet Karasan). İstanbul: Milli
Eğitim Basımevi.
Dilthey, Wilhelm (2012). Hermeneutik ve Tin Bilimleri (Çev.Doğan Özlem).
İstanbul: Notus Kitap Yayınevi.
Dobbelaere, Karel (2012). “Sekülerleşmenin Anlamı ve Kapsamı.” (Çev. Mehmet
Süheyl Ünal). Şu Kitapta: Der. Peter Clarke. Din Sosyolojisi: Çağdaş
Gelişmeler. Ankara: İmge Yayınları, 11-35.
Dobbeleaere, Karel, Tomasi, Luigi, Voye, Lilliane (2002). “Religiouas Syncretism.”
Şu Kitapta: Ed. R. Piedmont-D. Moberg. Research in the Social Scientific
Study of Religion. Boston: Brill Publications, 221-243.
Durkheim, Emile (2005). Dini Hayatın İlkel Biçimleri (Çev. Fuat Aydın). İstanbul:
Ataç Yayınları.
Ebaugh, Helen Rose (2010). The Gulen Movement A Sociological Analysis of a
Civic Movement Roored in Moderate Islam. New York: Springer.
Efil, Şahin (2004). “Kuran-Bilim İlişkisinin Olabilirliği ve Meşruiyeti Sorunu.”
EKEV Akademi Dergisi, Cilt: 21, ss. 25-38.
El-Gannuşi, Raşid (2011). Kur’an ve Yaşam Arasında Kadın (Çev. Muhammed
Coşkun). İstanbul: Mana Yayınları.
Erdoğan, Latif (1995). Fethullah Gülen Hocaefendi (Küçük Dünyam). İstanbul: Ad
Yayıncılık.
Ergene, Enes (2005). Gülen Hareketinin Analizi, Geleneğin Modern Çağa Tanıklığı.
İstanbul: Yeni Akademi Yayınları.
Ergil, Doğu (2010). 100 Soruda Fethullah Gülen ve Hareketi. İstanbul: Timaş
Yayınları.
Ersanlı, Büşra (2005). “Türk Okullarının Eğitim ve Etkileşim Yönü.” Şu Kitapta: Ed.
Toktamış Ateş-Eser Karakaş-İlber Ortaylı. Barış Köprüleri Dünyaya Açılan
Türk Okulları. İstanbul: Ufuk Kitapları, 221-232.
Esposito, L. John ve Yılmaz, İhsan (2014). “Gülen’in Düşünce Hürriyeti,
Sekülerizm, Devlet, Siyaset, Sivil Toplum ve Demokrasi Hakkındaki
Düşünceleri.” Şu Kitapta: E. John L. Esposito-İhsan Yılmaz. İslâm ve Barış
İnşası. İstanbul: Nil Yayınları, 53-70.
Featherstone, Mike (2005). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü (Çev. Mehmet
Küçük). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Frisby, David (2012). Modernlik Fragmanları (Çev. Akın Terzi). İstanbul: Metis
Yayınları.
Gauchet, Marcel (2000). Demokrasi İçinde Din: Laikliğin Gelişimi (Çev. Mehmet
Emin Özcan). Ankara: Dost Kitapevi.
261
Geertz, Clifford (2007). “Kültürel Bir Sistem Olarak Din.” (Çev. Yasin Aktay). Şu
Kitapta: Der. Yasin Aktay-M. Emin Köktaş. Din Sosyolojisi. Ankara: Vadi
Yayınları.
Giddens Anthony, Pierson, Cristopher (2000). Modernliği Anlamlandırmak (Çev.
Serhat Uyarlak-Murat Sağlam). Bursa: Alfa Yayınları.
Giddens, Anthony (2000a). Sosyoloji (Çev. Hüseyin Özel-Cemal Güzel). Ankara:
Ayraç Yayınları.
Giddens, Anthony (2000b). Üçüncü Yol: Sosyal Demokrasinin Yeniden Dirilişi
(Çev. Mehmet Özay). İstanbul: Birey Yayıncılık.
Giddens, Anthony (2000c). “Eşitsizlik ve Sosyal Demokrasi”, (Çev. Murat Cemal
Yalçıntan). Şu Kitapta: Ed. Murat Cemal Kızıltan. Üçüncü Yol Arayışları ve
Türkiye. İstanbul: Büke Yayınları,
Giddens, Anthony (2002). “Pozitivizm ve Eleştiricileri” (Çev. Mete Tunçay-Aydın
Uğur). Şu Kitapta: Ed. T. Bottomore ve R. Nisbet. Sosyolojik Çözümlemenin
Tarihi. Ankara: Ayraç Yayınları.
Giddens, Anthony (2010). Modernliğin Sonuçları (Çev. Ersin Kuşdil). İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Göçmen, Doğan (27.05.2012). “Aydınlanmacılık Nedir?” Birgün, 1-3.
Gökberk, Macit (1990). Felsefe Tarihi. İstanbul: Remzi Kitapevi.
Göle, Nilüfer (2011). Melez Desenler: İslam ve Modernlik Üzerine. İstanbul: Metis
Yayınları.
Göle, Nilüfer (2012). Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar. İstanbul: Metis Yayınları.
Gülen, Fethullah (1994). Asrın Getirdiği Tereddütler-2. İzmir: T.Ö.V Yayınları.
Gülen, Fethullah (1994a). “Şûrâ”. Yeni Ümit Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 24, Mayıs-
Haziran.
Gülen, Fethullah (1995). Fasıldan Fasıla 1. İzmir Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (1996a). İnancın Gölgesinde 1. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (1996b). İnancın Gölgesinde 2. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (1996c). Yeşeren Düşünceler (Çağ ve Nesil-6). İzmir: T.Ö.V
Yayınları.
Gülen, Fethullah (1996d). Fasıldan Fasıla 2. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (1997a). Prizma-2. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (1997b). Prizma 1. İstanbul: Feza Gazetecilik.
Gülen, Fethullah (1998a). İrşâd Ekseni. İstanbul: Feza Gazetecilik.
Gülen, Fethullah (1998b). “Takdim.” Şu Kitapta: Ed. İrfan Yılmaz. Yeni bir Bakış
Açısıyla İlim ve Din 1. İstanbul: Fez Gazetecilik, 15-60.
Gülen, Fethullah (1998c). Varlığın Metafizik Boyutu 1. İstanbul: Feza Gazetecilik.
262
Gülen, Fethullah (1998d). Varlığın Metafizik Boyutu 2. İstanbul: Feza Gazetecilik.
Gülen, Fethullah (1998e). Ruhumuzun Heykelini Dikerken. İstanbul: Feza
Gazetecilik.
Gülen, Fethullah (2000a). Işığın Göründüğü Ufuk (Çağ ve Nesil-7). İstanbul: Nil
Yayınları.
Gülen, Fethullah (2000b). Ölçü ve Yoldaki Işıklar. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2001). “Fethullah Gulen’s Response to the Sep 11 Terrorist Attacs
on US.” http://en.fgulen.com/content/ciew/968/3, 10. 09. 2013.
Gülen, Fethullah (2001a). Fasıldan Fasıla 4. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2001b) İ’lâ-yı Kelimetullah veya Cihad. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2002). Çekirdekten Çınara (Bir Başka Açıdan Ailede Eğitim).
İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2003). İnsanın Özündeki Sevgi. İstanbul: Ufuk Kitapları.
Gülen, Fethullah (2004). Asrın Getirdiği Tereddütler-1. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2004a). Kırık Testi (Kırık Testi-1). İstanbul: Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı Yayınları.
Gülen, Fethullah (2004b). Beyan (Yağmur Serisi-1). İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2004c). Gurbet Ufukları (Kırık Testi-3). İstanbul: Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı Yayınları.
Gülen, Fethullah (2005). “Bir Damla Ülke Kalmış Zaten, Yazık Etmeyelim,
http://www.olcuveyayoldakiisiklar.com/fethullah-gulen-kirik-testi-serisi/28-
fethullah-gulen-abd-sohbetleri-kirik-testi/5667-fethullah-gulen-abd-sohbetleri-
kirik-testi-bir-damla-ulke-kalmis-zaten-yazik-etmeyelim.html, 01.03.2014.
Gülen, Fethullah (2006a). Çağ ve Nesil (Çağ ve Nesil-1). İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2006b). Yol Mülahazaları (Prizma-6). İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2006c). İkindi Yağmurları (Kırık Testi-5). İstanbul: Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı Yayınları.
Gülen, Fethullah (2007). Ölümsüzlük İksiri (Kırık Testi-7). İstanbul: Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı Yayınları.
Gülen, Fethullah (2008). Zihin Harmanı (Prizma-7). İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2008a). Vuslat Muştusu (Kırık Testi-8). İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2010). Çizgimizi Hecelerken (Prizma-8). İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2011a). Fasıldan Fasıla-3. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2011b). Örnekleri Kendinden Bir Hareket (Çağ ve Nesil-8).
İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2011c). Kendi İklimimiz (Prizma-5). İstanbul: Nil Yayınları.
263
Gülen, Fethullah (2011d). Prizma 4. İstanbul: Nil Yayınları
Gülen, Fethullah (2011e). Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader. İstanbul: Nil
Yayınları.
Gülen, Fethullah (2011f). Buhranlar Anaforunda İnsan (Çağ ve Nesil-2). İstanbul:
Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2011g). Cemre Beklentisi (Kırık Test-10). İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2011g). Enginliğiyle Bizim Dünyamız –İktisadi Mülahazalar-.
İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2012a). Prizma-3. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2012b). Sonsuz Nur 4. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2012c). Sonsuz Nur 3. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2012d). Zamanın Altın Dilimi (Çağ ve Nesil 4). İstanbul: Nil
Yayınları.
Gülen, Fethullah (2012e). Günler Baharı Soluklarken (Çağ ve Nesil 5). İstanbul: Nil
Yayınları.
Gülen, Fethullah (2012f). Asrın Getirdiği Tereddütler 3. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2012g). Asrın Getirdiği Tereddütler 4. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2012g). Sonsuz Nur 5. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2012h). Sonsuz Nur 2. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2012i). Sonsuz Nur 1. İstanbul: Nil Yayınları.
Gülen, Fethullah (2013). Yitirilmiş Cennete Doğru (Çağ ve Nesil 3). İstanbul: Nil
Yayınları.
Gülen, Fethullah (2013b). “Ana Dilde Eğitim Adil Olmanın Gereği”,
http://www.fgulen.com/tr/turk-basininda-fethullah-gulen/fethullah-gulen-
hakkinda-haberler/fethullah-gulen-hakkinda-2013-haberleri/36063-ana-dilde-
egitim-adil-olmanin-geregi, 20.07.2013.
Güler, E. Zeynep (2008). “Muhafazakarlık: Kadim Geleneğin Savunusundan
Faydacılığa.” Şu Kitapta: Der. H. Birsen Örs. 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla
Modern Siyasal İdeolojiler. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 115-162.
Güler, İlhami (2012). Sabit Din Dinamik Şeriat. Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Güler, İlhami (2013). Allah’ın Ahlakiliği Sorunu. Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Gündem, Mehmet (2005). Fethullah Gülen’le 11 Gün. İstanbul: Alfa Basım Yayım
Dağıtım.
Gürbüz, E. Mustafa ve Purkayastha, Bandana (2001). “Gandi’den Gülen’e Agresif
Olmayan Eylemin Habitus’u.” Şu Kitapta: Ed. Ahmet Özberk-İbrahim Doğan.
Şiddetsiz Aksiyon. İstanbul: Nil Yayınları,79-100.
264
GYV (2000a). Din, Devlet ve Toplum. İstanbul: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı
Yayınları.
GYV (2000b). Demokratik Hukuk Devleti. İstanbul: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı
Yayınları.
GYV (2012). “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfından Gündeme Dair Önemli
Açıklamalar.”
http://www.gyv.org.tr/Aciklamalar/Detay/77/20120405GYVden%20G%C3%B
Cndeme%20Dair%20A%C3%A7%C4%B1klama#.UoSEZUUuntw.email,
05.05.2012.
GYV (2013). “Aleviler ve Sünniler: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak.”
http://gyv.org.tr/Content/userfiles/pdf/30.Abant_Platform_Aleviler-ve-
Sunniler-toplantisi_raporu_0.pdf. Erişim Tarihi: 02.04.2014.
Habermas, Jürgen (2009). Doğalcılık ile Din Arasında (Çev. Ali Nalbant). İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları.
Hanioğlu, Şükrü (1985). Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad Terakki Cemiyeti
ve Jön Türklük, Cilt: 1 (1889-1902). İstanbul: İletişim Yayınları.
Harvey, David (1997). Postmodernliğin Durumu (Çev. Sungur Savran). İstanbul:
Metis Yayınları.
Hayek, A. Friedrich (1995). Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük II: Sosyal Adalet
Serabı (Çev. Mustafa Erdoğan). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Hervieu-Leger, Daniele (1998). “Secularization, Tradition and New Forms of
Religiosity: Some Theoretical Proposals.” Şu Kitapta: Ed. Eileen Barker and
Mergit Warburg. New Religions and New Religiosity. Denmark: Aarhus
University Press.
Horkheimer, Max (2002). Akıl Tutulması (Çev. Orhan Koçak). İstanbul: Metis
Yayınları.
Hourani, F. George (2003). “Eş’arî” (Çev. Fethi Kerim Kazanç). Ondokuz Mayıs
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 14-15, 359-366.
Hume, David (1995). Din Üstüne (Çev. Mete Tunçay). Ankara: İmge Yayınları.
Huntington, P. Samuel (2002). Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden
Kurulması (Çev. Mehmet Turan, Cem Soydemir, Yusuf Eradam). İstanbul:
Okuyan Us Yayınları.
İBB (1998). Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu. İstanbul: İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları.
İnan, Afet (1947). Türk Halkının Antropolojik Karakterleri ve Türkiye Tarihi, Türk
Irkının Vatanı Anadolu. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
İnan, Afet (1998). Vatandaş İçin Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El
Yazıları. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
İnsel, Ahmet (1990). Türkiye Toplumunun Bunalımı, İstanbul: Birikim Yayınları.
265
İnsel, Ahmet (2005). Neo-Liberalizm Hegemonyanın Yeni Dili. İstanbul: Birikim
Yayınları.
Jeanniere, Abel, “Modernite Nedir?” (Çev. Nilgün Tutal). Şu Kitapta: Der. Mehmet
Küçük. Modernite Versus Postmodernite. Ankara: Vadi Yayınları, 95-107.
Jeanrond, G. Werner (2007). Teolojik Hermenötik (Çev. Emir Kuşçu). İstanbul: İz
Yayıncılık.
Kahraman, Hasan Bülent (2010). Türk Siyasetinin Yapısal Analizi-I. İstanbul: Agora
Yayınları.
Kalaycı, Mehmet (2011). Tarihsel Süreçte Eşarlik-Maturidilik İlişkisi, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Kant, Immanuel (2005). “Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt” (Çev. Nejat Bozkurt).
Şu Kitapta: Immaunel Kant. Seçilmiş Yazılar. İstanbul: Say Yayınları, 263-
273.
Kara, İsmail (2011). Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi 1, Metinler Kişiler. İstanbul:
Dergâh Yayınları.
Karabaşoğlu, Metin (2005). “Said Nursî.” Şu Kitapta: Ed. Tanıl Bora-Murat
Gültekingil. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 6: İslamcılık. İstanbul:
İletişim Yayınları, 270-289.
Karaman, Fikret, Karagöz, İsmail, Paçacı, İbrahim vd. (2006). Dini Kavramlar
Sözlüğü. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
Karaman, Hayreddin (2012). İslam Hukuk Tarihi. İstanbul: İz Yayıncılık.
Kayaoğlu, Turan (2014). “Diyaloğun Vaizleri: Uluslararası İlişkiler ve İnançlar Arası
Teoloji.” Şu Kitapta: E. John L. Esposito-İhsan Yılmaz. İslâm ve Barış İnşası.
İstanbul: Nil Yayınları, 191-215.
Keddie, R. Nikki (1997). “Secularization and State: Towards Clarity and Global
Comparison.” New Left Review, Cilt 1(226), 21-40.
Keyder, Çağlar (1990). Türkiye’de Devlet ve Sınıflar. İstanbul: İletişim Yayınları.
Kılıçbay Mehmet Ali (2006). “Aydınlanma ve Modernite.” Şu Kitapta: Ed. Fikret
Başkaya. Kavramlar Sözlüğü II: Söylem ve Gerçek. İstanbul: Özgür Üniversite
Yayınları.
Kılıçbay, M. Ali (2005). “Fethullah Gülen Okulları.” Şu Kitapta: Ed. Toktamış Ateş-
Eser Karakaş-İlber Ortaylı. Barış Köprüleri Dünyaya Açılan Türk Okulları.
İstanbul: Ufuk Kitapları, 65-72.
Kippenberg, G. Hans (2012). “Max Weber: Modernleşme ve Din.” (Çev. Nilgün
Sofuoğlu Kılıç). Şu Kitapta: Der. Peter Clarke. Din Sosyolojisi: Kuram ve
Yöntem. Ankara: İmge Yayınları, 121-142.
Kirman, Mehmet Ali (2005). Din ve Sekülerleşme: Üniversite Gençliği Üzerine
Sosyolojik Bir Araştırma. Adana: Karahan Kitapevi.
Kotan, Şevket (2001). Kur’an ve Tarihselcilik. İstanbul: Beyan Yayınları.
266
Köker, Levent (1992). Demokrasi Üzerine Yazılar. Ankara: İmge Yayınları.
Köker, Levent (1993). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi. İstanbul: İletişim
Yayınları.
Kömeçoğlu, Uğur (2009). “Kutsal ile Kamusal: Fethullah Gülen Cemaat Hareketi”.
Şu Kitapta: Ed. Nilüfer Göle. İslamın Yeni Kamusal Yüzleri. İstanbul: Metis
Yayınları, 148-194.
Kumar, Krishan (2004). Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma (Çev.
Mehmet Küçük). Ankara: Dost Yayınevi.
Kuru, T. Ahmet (2003). “Fethullah Gülen’s Search for a Middle Way Between
Modernity and Muslim Tradition.” Şu Kitapta: Ed. M. Hakan Yavuz-John L.
Esposito. Turkish Islam and the Secular State, The Gülen Movement. Syracuse,
New York: Syracuse University Press, 115-130.
Kuru, T. Ahmet (2011). Pasif ve Dışlayıcı Laiklik: ABD, Fransa ve Türkiye.
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Küçükcan, Talip (2005). “Modernleşme ve Sekülerleşme Kuramları Bağlamında Din
Toplumsal Değişme ve İslam Dünyası.” İslâm Araştırmaları Dergisi, cilt (13),
109-128.
Laçiner, Ömer (1995). “Post-Modern Bir Dini Hareket: Fethullah Hoca Cemaati.”
Birikim Dergisi. Cilt: 76.
Lewis, Bernard (1996). “Islam and Liberal Democracy: A Historicial Overview.”
Journal of Democracy, 52-63.
Locke, John (2005). Hoşgörü Üstüne Bir Mektup (Çev. Melih Yürüşen). Ankara:
Liberte Yayınları.
MABİAD (2012). TUSKON/Türkiye-Kuzey Irak (Erbil) Ticaret ve Yatırım Heyeti.
http://www.mabiad.org.tr/?p=content&cl=duyuru&i=1168, 15.02.2012.
Maksudyan, Nazan (2005). Türklüğü Ölçmek Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk
Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi (1925-1939). İstanbul: Metis Yayınları.
Mardin, Şerif (2007). Türkiye’de Toplum ve Siyaset. İstanbul: İletişim Yayınları.
Mardin, Şerif (2008). Jön Türklerin Siyasî Fikirleri 1895-1908. İstanbul: İletişim
Yayınları.
Marx, Karl (1997). Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi (Çev. Kenan Somer).
Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl, Engels, Friedrich (2002). Komünist Parti Manifestosu (Çev. Muzaffer
Erdost). Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (2005). Ekonomi Politiğin Eleştisine Katkı (Çev. Sevim Belli). Ankara:
Sol Yayınları.
Mercan, Faruk (2009). Fethullah Gülen. İstanbul: Doğan Kitap.
Mert, Nuray (1994a). “Laiklik Tartışması ve Siyasal İslam.” Cogito, Cilt (1), 89-102.
267
Mert, Nuray (1994b). Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış: Cumhuriyet
Kurulurken Laik Düşünce. İstanbul: Bağlam Yayıncılık.
Muhsin, Amine Wedûd (2005). Kuran ve Kadın (Çev. Nazife Şişman). İstanbul: İz
Yayıncılık.
Narlı, Nilüfer (1994b). “Türkiye’de Laikliğin Konumu.” Cogito, Cilt (1), 23-32.
Norris, Pippa and Inglehart, Ronald (2004). Sacred and Secular: Religion and
Politics Worldwide, Cambridge: Cambridge University Press.
Ocak, Ahmet Yaşar (1996). Türk Sufiliğine Bakışlar. İstanbul: İletişim Yayınları.
Öcal, Şamil (1999). “Osmanlı Kelamcıları Eş’âri miydi?” Dini Araştırmalar, Cilt (2)
(5), 225-254.
Öz, Mustafa (ty). “E’bul-Hasen El Eş’ari ve Eş’ari Mezhebinin Prensipleri.” Diyanet
İşleri Başkanlığı Dergisi, Cilt XIII (3), 181-192.
Özay, Mehmet (2006). Günümüz Sosyolojisinde Modernleşme, Sekülerleşme-Din
İlişkileri. Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
İstanbul.
Özcan, Hanifi (2007). “İslam Bilgi Kuramı.” Şu Kitapta: Ed. Bünyamin Erol. İslam’a
Giriş-Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar-. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, 31-40.
Özdalga, Elisabeth (2003). “İslamî Kadrolarda Dünyevî Asketizm: F. Gülen’in İlham
Veren Riyazet ve Aktivizmi.” Şu Kitapta: Haz. Cemal Uşşak. Küresel Barışa
Doğru, Kozadan Kelebeğe 3. İstanbul: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları,
11-26.
Özdalga, Elisabeth (2006). İslamcılığın Türkiye Seyri (Çev. Gamze Türkoğlu).
İstanbul: İletişim Yayınları.
Özipek, Bekir Berat (2005). Muhafazakarlık, Akıl, Toplum, Siyaset. Ankara: Kadim
Yayınları.
Özkök, Ertuğrul (1999). “Fethullah Gülen’le Röportaj.” Şu Kitapta: Haz. Mustafa
Armağan-Ali Ünal. Medya Aynasında Fethullah Gülen: Kozadan Kelebeğe.
İstanbul: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, 20-29.
Özlem, Doğan (1999). Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci. İstanbul: İnkılap Kitapevi.
Parla, Taha (2005). Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm (Çev.
Füsun Üstel-Sabir Yücesoy). İstanbul: İletişim Yayınları.
Peker, Recep (1935). İnkılab Dersleri Notları. Ankara: Ulus Basımevi.
Pierson, Christopher (2000). Modern Devlet (Çev. Burcu Erdoğan-Neşet Kutluğ).
İstanbul: Chiviyazıları Yayınevi.
Polanyi, Karl (2006). Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri
(Çev. Ayşe Buğra). İstanbul: İletişim Yayınları.
268
Pope, Nicole (2003). “Kaç Çeşit İslam Var?” Şu Kitapta: Haz. Cemal Uşşak. Küresel
Barışa Doğru, Kozadan Kelebeğe 3. İstanbul: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı
Yayınları, 85-102.
Rahman, Fazlur (1981). İslam (Çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın). İstanbul:
Fakülteler Matbaası.
Rahman, Fazlur (2010). İslam ve Çağdaşlık (Çev. Alparsalan Açıkgenç-M. Hayri
Kırbaşoğlu). Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Rahman, Fazlur (2012). Ana Konularıyla Kur’an (Çev. Alparslan Açıkgenç).
Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Rawls, John (2003). “Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması.” (Çev. Gül
Evrin). Şu Kitapta: John Rawls. Halkların Yasası. İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları.
Repstad, Pal (1996). “A Paradigm Shift in the Sociology of Religion.” Şu Kitapta:
Ed. Pal Repstad. Religion and Modernity: Modes of Co-existence. Oslo:
Scandinavian University Press.
Sarıtoprak, Zeki-Ünal, Ali (2005). “An Interview with Fethullah Gülen.” The
Muslim World, Vol. 95, 447-467.
Şener, Nedim (2010). Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat. İstanbul:
Destek Yayınları.
Sevindi, Nevval (1999). “Fethullah Gülen’le Röportaj.” Şu Kitapta: Haz. Mustafa
Armağan-Ali Ünal. Medya Aynasında Fethullah Gülen: Kozadan Kelebeğe.
İstanbul: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, 80-100.
Sevindi, Nevval (2008). “Contemporary Islamic Conversations: M. Fethullah Gülen
on Turkey” (Çev. Abdullah T. Antepli). Şu Kitapta: Ed. Ibrahim M. Abu-Rabi.
New York: State University of Newyork.
Shultz, Kevin (2006). “Secularization: A Bibliographic Essay.” Bibliographic
Review, Spring&Sumer 06, 170-177.
Sıddıkî, Mazhuruddin (1990). İslâm Dünyasında Modernist Düşünce (Çev. Göksel
Korkmaz). İstanbul: Dergah Yayınları.
Smith, Anthony (1996). Toplumsal Değişme Anlayışı (Çev. Ünsal Oskay). Ankara:
Gündoğan Yayınları.
Stark, Rodney (2002). “Toprağın Bol Olsun Sekülerleşme.” (Çev. Ali Köse). Şu
Kitapta: Ed. Ali Köse. Sekülerizm Sorgulanıyor. İstanbul: Ufuk Kitapları, 33-
74.
Stark, Rodney (2005). Tek Gerçek Tanrı: Tektanrıcılığın Tarihsel Sonuçları (Çev.
Çiğdem Özüer). İstanbul: Literatür Yayıncılık.
Swatos, H. William ve Christiano, J. Kevin (2002). “Sekülerleşme Teorisi: Bir
Kavramın Serüveni.” (Çev. Ali Köse). Şu Kitapta: Der. Ali Köse. Sekülerizm
Sorgulanıyor. İstanbul: Ufuk Kitapları, 95-122.
269
Swingewood, Alan (1998). Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi (Çev. Osman
Akınhay). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Şık, Ahmet (2011). OOOKitap Dokunan Yanar. İstanbul: Postacı Yayınevi.
Şık, İsmail (2004). “E’şari’nin Mutezile’den Ayrılmasının Nedenleri Üzerine Bir
Deneme.” Ç. Ü. Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 4 (1), 283-310.
Tanör, Bülent (1999). “Laikleş(tir)me, Kemalistler ve Din.” Şu Kitapta: Ed. Mete
Tunçay. 75 Yılda Düşünceler, Tartışmalar. İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
Tarabay, Jamie, “A Rare Meeting With Reclusive Turkish Spiritual Leader
Fethullah Gulen” http://www.theatlantic.com/international/archive/2013/08/a-
rare-meeting-with-reclusive-turkish-spiritual-leader-fethullah-gulen/278662/,
15.08.2013.
Taslamam, Coşkun (2011). Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de İslam. İstanbul:
İstanbul Yayınevi.
Tekin, Mustafa (2012). “Batı’da Sekülerlik ve Türkiye Müslümanlığının Seküler
İçerimleri.” İnsan&Toplum, cilt 2 (4), 181-204.
Tillich, Paul (1973). What is Religion? (Trans. James Luther Adams). London:
Harper&Row Publishers.
Tuğal, Cihan (2010). Pasif Devrim İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi (Çev.
Ferit Burak Aydar). İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.
Tuksal, Hidayet Şefkatli (2012). Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneklerindeki
İzdüşümleri. İstanbul: Otto Yayıncılık.
Tunçay, Mete (1992). T.C.’inde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931).
İstanbul: Cem Yayınları.
Turam, Berna (2011). Türkiye’de İslam ve Devlet (Çev. Pelin Tünaydın). İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Turgut, Hulusi (2005). “Fethullah Gülen ve Okulları.” Şu Kitapta: Haz. Mustafa
Armağan-Ali Ünal. Medya Aynasında Fethullah Gülen: Kozadan Kelebeğe.
İstanbul: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, 336-356.
Türk, H. Bahadır (2012). Çoban ve Kral Siyasetnamelerde İdeal Yönetici İmgesi.
İstanbul: İletişim Yayınları.
Türköne, Mümtaz’er (1991). Siyasi İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu. İstanbul:
İletişim Yayınları.
Ünal, Ali (2002). M. Fethullah Gülen Bir Portre Denemesi. İstanbul: Nil Yayınları.
Ünal, Ali ve Williams, Alphonse (2000). Advocate of Dialogue: Fethullah Gülen.
Fairfex, VA: The Fountain Press.
Ünal, İsmail (2001). Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay. İstanbul: Işık Yayınları.
Üstel, Füsun (2008). “Makbul Vatandaş”ın Peşinde. İstanbul: İletişim Yayınları.
270
Wagner, Peter (2003). Modernliğin Sosyolojisi (Çev. Mehmet Küçük). Doruk
Yayınları.
Weber, Max (1993). Sosyoloji Yazıları (Çev. Taha Parla). İstanbul: Hürriyet Vakfı
Yayınları.
Weber, Max (2011). Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu (Çev. Hasan İlhan).
İstanbul: Sayfa Yayınları.
Wright, Steve (2011). “Fethullah Gülen’in Çalışmaları ve Terör Çağında
Şiddetsizliğin Rolü.” Şu Kitapta: Ed. Ahmet Özberk-İbrahim Doğan. Şiddetsiz
Aksiyon. İstanbul: Nil Yayınları, 53-78.
Yalçın Doğan, Fethullah Gülen Röportajı, Kanal D (16. 04. 1997).
Yaren, Cafer Sadık (1996). “Bilim-Din İlişkilerine Temel Felsefi Yaklaşımlar:
Çatışma ve Ayrışma.” Felsefe Dünyası, Cilt (21), ss. 21-41.
Yavuz, Hakan (1997). Fethullah Gülen’le Röportaj, 11, 12, 13 Ağustos, Milliyet.
Yavuz, Hakan (1999). “Gülen, Çağdaş Bir Ulema-Aydın.” Şu Kitapta: Haz. Mustafa
Armağan-Ali Ünal. Medya Aynasında Fethullah Gülen: Kozadan Kelebeğe.
İstanbul: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, 183-184.
Yavuz, Hakan (2003). “The Gülen Movement The Turkhish Puritans.” Şu Kitapta:
Ed. Hakan Yavuz-John L. Esposito. Turkish Islam and the Secular State The
Gülen Movement. Syracuse, New York: Syracuse University Press, 19-47.
Yavuz, Hakan (2005a). “Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk.” Şu Kitapta: Ed.
Tanıl Bora-Murat Gültekingil. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 6:
İslamcılık. İstanbul: İletişim Yayınları, 264-307.
Yavuz, Hakan (2005c). Modernleşen Müslümanlar, Nurcular, Nakşiler, Milli Görüş
ve Ak Parti (Çev. Ahmet Yıldız). İstanbul: Kitap Yayınevi.
Yavuz, Hakan (2013). Toward An Islamic Enlightenment The Gülen Movement.
Oxford: Oxford University Press.
Yeldan, Erinç (2012). Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi. İstanbul: İletişim
Yayınları.
Yıldırım, Ergün (2011). Yeni Türkiye’nin Yeni Aktörleri Ak Parti ve Cemaat.
İstanbul: Hayat Yayıncılık.
Yıldırım, Suat (2004). “Dinler ve Barış Sempozyumundan Geriye Kalan”,
http://www.yeniumit.com.tr/paylasim/yazdir/dinler-ve-baris-
sempozyumundan-geriye-kalan, 15.11.2013.
Yıldız, Ahmet (2001). Ne Mutlu Türküm Diyebilene! Türk Milliyetçiliğinin Etno-
Seküler Sınırları. İstanbul: İletişim Yayınları.
Yıldız, Ahmet (2006). “Kemalist Milliyetçilik”. Şu Kitapta: Ed. Ahmet İnsel.
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Kemalizm. İletişim Yayınları.
Yılmaz, Feridun (2009). Rasyonalite: İktisat Özelinde Bir Tartışma. İstanbul:
Paradigma Yayıncılık.
271
Yılmaz, İhsan (2003). “Tavırlarla İçtihad ve Tecdit: Gülen ve Gülen Hareketi.” Şu
Kitapta: Haz. Cemal Uşşak. Küresel Barışa Doğru, Kozadan Kelebeğe 3.
İstanbul: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, 27-54.
Yılmaz, İhsan (2012). “Towards a Muslim Secularism? An Islamic ‘Twin
Tolerations’ Understanding of Religion in the Puclic Sphere.” Turkish Journal
of Politics, Vol. 3, No. 2, 41-52.
Yılmaz, İhsan (2013). Kemalo-Islamism, the State and Private Life, Today’s Zaman,
06.11. 2013.
Zürcher, J., Eric (2006). “Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları”. Şu Kitapta:
Ed. Ahmet İnsel. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm. İstanbul:
İletişim Yayınları.
272
ÖZGEÇMİŞ
273