Tasavvufa Giris I Kitap Tasavvuf Geleneginde Arayis PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 25

Bu 

kitabın içeriği Anka’nın Kanatları kitap serisinden alınmıştır.

Aslına uygun ve güncel içerik sadece resmi kanallar üzerinden edinilen e­
kitaplarda güvence altındadır.

Anka’nın Kanatları
Çağrı Dörter

Smashwords Edition
Copyright 2014­2015 © Çağrı Dörter
Yazar Hakkında...

Konuşmayı   öğrendiğinde   ilk   sorduğu   sorular   “Yaşamın   kaynağı   nedir?   Biz 


kimiz?   Nereden   geldik?   Nereye   gidiyoruz?”   oldu.   Bunu   takiben   “varoluş, 
yaşam,   ölüm,   doğum,   ruhların   kökeni,   dinlerin   kaynağı”   vb.   konularda 
sorularını derinleştirmeye başladı... İlkokuldayken; din adı altında anlatılanları, 
sevap­günah­cennet­cehennem kavramlarını, kader ile özgür irade çelişkisini 
ve   bunlarla   ilişkili   olarak   cevabını   kimseden   alamadığı   hayati   noktaları 
sorgulamaya başladı. Ailesi bu sorulara cevap vermekte zorlandığından, sufi 
geleneğinden   olan   büyükannesinin   (Melahat)   desteğini   istediler.   Bu,   onlar 
arasında   özel   olarak   gelişecek   ve   uzun   yıllar   devam   edecek   bir   “sohbet” 
sürecini   başlattı.   Çoğunlukla   tüm   güne   yayılan   bu   sohbetler   dışarıya   kapalı 
olacak ve konuşulanlar sadece ikisi arasında kalacaktı...
Üniversite   yıllarında,   Hakikat’in   ancak   birbirinden   farklı   görünen   tüm   dinler, 
öğretiler, disiplinler, felsefeler, anlayışlar ve bilim dallarının ardında ortak olarak 
tespit edilebilmesi halinde Hakikat olabileceğini ve onun ‘tek yönlü bir bakış 
açısıyla (öğretilmiş ve ezberlenmiş inanç) asla kavranılamayacağı’nı idrak etti. 
Takip eden yıllar boyunca dünya üzerindeki tüm büyük dinleri, inanışları, ruhsal 
öğretileri,   aydınlanma   geleneklerini,   erenlerin   yollarını,   felsefeleri   ve   onların 
ardındaki saklı anlamları araştırdı. Günü geldiğinde, artık tüm bu bilgilerin işaret 
ettiği yaşantının uygulamaya geçmesi gerektiğine karar verdi. Bunun için en 
sağlıklı, dengeli ve derinlikli yol, aydınlanmış bir insanla çalışmaktı... Böyle bir 
karşılaşmayı uzun yıllar boyunca diledi. Ve sonunda dileği gerçekleşti...
Yaklaşık 12 sene sürecek olan usta­öğrenci ilişkisi içinde, yazının ve dilin ifade 
etmekte yetersiz kalacağı süreçlerden geçti. Bu süreçlerin sonunda, yaklaşık 3 
sene sürecek bir “sessizlik inzivası”na çekildi (Hakikat hakkında konuşmama ve  
yazmama   süreci).   Takiben,   tüm   bu   süreçlerden   süzülen;   dinlere,   öğretilere, 
felsefelere ve aydınlanmaya kaynak olan Hakikat’i hiçbir dine, felsefeye ve 
öğretiye indirgemeden, ancak hepsini kapsayacak şekliyle ifade etmek üzere 
kaleme aldığı kitap serilerini yazmaya başladı...
Ona   bu   anlayışı   veren   yolda   kendisine   yapıldığı   gibi,   uzun   yıllar   boyunca 
verdiği   seminerler   ve   eğitimlerin   hiçbirinden   maddi   veya   manevi   bir   karşılık 
almadı. Bu konudaki düşüncelerini şu şekilde aktarmaktadır: 
“Hakikat; ne parayla satın alınabilecek, ne de liyakat olmadan aktarılabilecek 
kadar ucuz bir şey değildir... 
İnsan   o   farkındalığa   gelene   dek,   ‘aradığı’   yanı   başında   dahi   olsa,   ona 
ulaşılamaz   olarak   kalacak   ve   kendini   açmayacaktır...   Tüm   dünyayı   gezse 
dahi, O’nu bulamayacaktır; çünkü mesele bizzat kendi bakışındadır, dışarıda 
değil... 
Arayışında   samimi   olana   ve   emek   verene   ise,   dilerse   dağ   başında   yaşıyor 
olsun, ‘o el’ yine ulaşır. Bu yolda ‘yakınlık’, samimiyet ve emek ile ilgilidir, fiziksel 
mesafelerle değil...”
Kitap Hakkında...

Hakikat’i arıyorsa eğer; insanın önce O’nu (yapabildiği oranda) tüm dinlerin, 
manevi geleneklerin, felsefelerin, öğretilerin ve bilimin köklerinde ortak olarak 
tespit edebilecek ilmi derinliğe ulaşması gerekir. Çünkü O’na ancak bütünsel 
(kapsayıcı) bir anlayışla yaklaşılabilir. Ve ancak böylesi bir yürüyüş neticesinde, 
birbirinden   ayrı   görünen   parçaların   (dinler,   felsefeler,   öğretiler,   düşünceler, 
yollar,   bilim   dalları)   birleşerek   bir   pusula   halini   almaya   başlaması   mümkün 
olabilecektir...  Takiben,   o  pusulanın   gösterdiği    ‘Kapı’ya   varılıp;  o  yaşantının 
içinde   yoğrulunması   ve   hakiki   bir   dönüşümün   yaşanması   elzemdir.   Bu 
süreçlerden birinin eksikliği, insanı ‘tek kanatlı bir kuş misali’ bırakacak ve onu 
‘gökyüzüne uçurmak’ yerine hayatını ‘yerlerde bir çırpınma’ya çevirecektir...
Bu yaşantıları ve süreçleri içeren 20 seneyi aşkın bir yolculuğun açığa çıkardığı 
“Anka'nın Kanatları” kitap serisi, onlardan süzülen özün konsantre olarak okura 
sunulması ve ­disiplinler arası bir noktadan­ hepsinin merkezindeki ‘Hakikat’in 
anlaşılması niyetiyle kaleme alınmıştır...
Başta; yanına en sevdiği şekilleri alıp evinden çıkar yolcu...
Ancak; “Şekilsiz”e yürürken, şekiller düşer, ellerinden... 
Kendisi dahi fark etmeden...

Çağrı Dörter
1

Tohum; her ne kadar her meyvenin  içinde varsa da, meyveden dışarı çıkıp 
ereğine(1)  varması   için,   önce   uygun   bir   toprağa   düşmesi,   sonra   uygun 
şartlarda filizlenmesi, ardından uygun şartlarda büyümesi gerekir ki; sonunda 
kendini ağaç olarak tekrar bulabilsin. Elbette bu süreçte dış kabuğun, yerini, 
koruduğu özün açığa çıkan ifadesine bırakması gerekecektir...

Ancak çoğu meyve düştüğü yerde çürür. Kimini hayvanlar yer, kimini toprak 
sahipleri... Kimi toplanıp satılırken, kimi dibine düştüğü ağaca tekrar gübre olur. 
Bir fidan, ­onu doğuran ağacın dibi bir yana­ gölgesinde dahi büyüyemez... 
Sanıldığından ince bir iştir, tohumun, önünde uzanan kıldan ince kılıçtan keskin 
köprüden geçip, içindeki ağaca varması...

Beşerde(2)  “arayış”ın   oluşabilmesi,   tohumun   filizlenme   devresine   denk   gelir. 


Bütün beşeriyet aynı potansiyele sahip olsa da; geçtikleri alemler, devrettikleri 
birikimler ve içinde bulundukları yaşamın dinamikleri uygun şekilde bir araya 
gelmeden   bu   “sorgulama”nın   başlaması   mümkün   olmaz.   “Sorgulama”nın 
henüz   açığa   çıkmadığı   bir   yaşamda   ise,   yapılacak   tüm   yatırımlar   ­doğal 
olarak­ sadece dış kabuğa yönelik olacaktır. Her ne kadar “kabuk”, “içindeki 
öz”ü korumak, onun yetişmesine zemin hazırlamak ve doğru zamanda aradan 
çıkarak   onu   özgür   bırakmak   için   varsa   da,   çoğu   zaman,   o   “öz”ü   içinden 
bırakmaz ve gelişmesine izin vermez. Bu aşırı korumacılık, “öz”ün, onu koruyan 
“kabuk”la birlikte ağır ağır çürümesiyle son bulur...

“Yere   göğe   teklif   edilen   ancak   cahil   olmasıyla   birlikte   beşere   teslim   edilen 
emanet”(3), beşerin kendisine dahi kapalıdır. Ne taşıdığını bilmez... Beşer için 
“emanet”in   ne   olduğunun   keşfi,   bir   ucu   kendinde   bulunan   ipi   varoluşun 
merkezine   kadar   takip   etmesiyle   mümkün   olabilir.   Ancak,   “O   çok   zalim   ve 
cahildir”(4)  ifadesi, bunun o kadar kolay olmayabileceğini gösterir... Cehaleti 
ve   sonuç   olarak   zulmü,   başta   kendisinedir...   Her   seferinde   kendi   taşıdığı 
odunlarla   kendini   yakan   beşer,   göklerde   ayrıca   ateş   yakılmasına   gerek 
kalmayacak şekilde kendi hesabını her gün ve her saniye görür... Kendi huy ve 
yaklaşımlarından kaynaklanan tüm sıkıntılar için ötekileri suçlayan ve bu huy, 
inanç   ve   davranışları   üzerinden   sürekli   sıkıntı   çekmesine   rağmen   kendini   ve 
doğru bildiğini sandıklarını sorgulamayı aklına getiremeyen beşerin bu hali için 
tasavvuf geleneğinde “gözleri ve kulakları mühürlü” tabiri kullanılır. Bu mühürler 
açılmadan; ne görmesi, ne gördüğünü tanıması, ne de kendi hakikatine ait 
sözleri anlaması mümkün olacaktır. Erenlerin ereni ile aynı evde yaşasa dahi; 
ne   tanıyabilir   onu,   ne   de   lisan­ı   hal(5)  ile   yapılan   o   daimi   davete   cevap 
verebilir...

Kendi hakikatiyle ilgili bir sorgulaması olmaksızın, “derin bir uyku” olarak tabir 
edilen şekilde varlığını sürdüren ve dünyada en yaygın halde bulunan bu akıl 
tipine tasavvuf geleneğinde “Akl­ı Meaş”(6) adı verilir.
Nice badireler atlatmış, nice aşamalardan geçmiş ve tüm varlıkların koştuğu 
ama   pek   azının   dahil   olduğu,   “farkında   olduğunun   farkında   olması”   ile 
diğerlerinden   ayrılan   “beşeriyet   alemi”ne   “insan”   olabilme   potansiyeli 
(tohumu) ile doğmuştur. Ancak “Akl­ı Meaş”; bu potansiyelin gerçekleştirilmesi 
ile ilgili herhangi bir yönelime sahip olmadığından, beşeriyet aleminin renkleri 
ve çekim odaklarına kapılacak, kurbanını onlara verecek ve yatırımını sadece 
o   aleme   yapacaktır.   Enerjisini   beden   ve   bedensel   tatminler   yolunda 
harcamayı   tercih   ederek   “insan   tohumu”   yerine,   “tohumun   kabuğu”nu 
beslediği   bu   alanda,   “sorgulama”   sürecine   girmedikçe,   içindeki   “insan” 
potansiyel   olarak   kalacak   ve   çoğunlukla   doğamadan   devredecektir(7)... 
Kabuğa yapılan yatırım ve güçlendirme çalışmalarının sürekliliği, bir noktada, 
kabuğu, o yaşam süresi içinde artık özü tarafından kırılması olanaksız bir hale 
getirecektir... İşte “insanın kırkına gelmesi” budur... Bu sembolik aktarım, nasıl 
insan   fiziksel   olarak   belirli   bir   yaştan   sonra   belirli   sporlar   için   eğitilemeyecek 
duruma   geliyorsa,  nefsinin   katılaşma   sürecinin   belirli   bir   aşamasından   sonra, 
esnekliğini kaybeden o nefsin artık dönüştürülmesi ve saflaştırılmasının da aynı 
derecede zor hale geleceğine işaret etmektedir... 

Kimi otuz yaşında gelir kırkına, kimi altmış... Kimi içine doğar kırkının, kimi hiç 
görmez   kırkını...   “Kırkına   gelmek”;   kendini   ekşitmektir...   Bu   aşamadan   sonra, 
“kendi   varlığı”   ile   ilgili   her   türlü   yaklaşım   veya   duyum,   beşerin   yüzüne   de 
“ekşime” olarak vuracak, canını sıkacak ve onu uzaklaştıracaktır... Bu nedenle; 
“sirkeden   şarap  olmaz”(8)  denmiştir...   Bu  nedenle   “Ehli,   kimseyi   söz  ile   davet 
etmez...”(9)  denmiştir... Bu nedenle “Ehli, terk­i dava etmiştir”(10)  denmiştir... Bu 
nedenle “Ehlinin, kimseye satacak bir şeyi yoktur...”(11) denmiştir...

Biraz daha hassas olanlar “Nerede o Yunus’lar, Mevlana’lar” diye yakınabilir 
arada   sırada...   Geçmişte   de   aynı   şeyleri   bizzat   Yunus’lara,   Mevlana’lara 
söylemiştir,   bugün   yaptığı   gibi...   Kıyafetler   değişmiş,   devir   değişmiş   ancak 
“hal”ler(12)  değişmemiştir...   Tarihin   ve   zamanın   içinde   iz   sürerken   yanı 
başındakini ıskalama hali, ebedi ve ezeli bir haldir...

Öte yandan, yaratılışın yasaları işlemeye devam etmektedir... Mekanizması; bir 
bilme­anlama­olma   varlığı   olan   insana,   yürümek   üzere   yaratıldığı   yol   üzere 
adım   atmaya   karar   verene   kadar   onay   vermez...   Ve   onaylamadığını, 
yaşamına eşlik eden sürekli bir iç sıkıntısıyla ona bildirir... O öyle bir iç sıkıntısıdır 
ki; günlük yaşamın normlarından biri olarak kabul edilmiş ve nedeninin “boş 
oturmak” olduğu gibi bir sonuç çıkarılmıştır. Oysa işin gerçeği “boş oturmak” 
değil, “bir an dahi kendisiyle yalnız kalamamak”tır... Bu nedenle de “bir an 
dahi   duramamak,   nefes   alamamak”tır...   Kimsenin   hoşuna   gitmez;   her   ne 
kadar  kılları daha  az ve  duruşu daha dik  bir bedene  sahip  olsa da,  içinde 
sürekli ağaçlardan ağaçlara atlayan bir maymun olduğunu kabul etmek... O 
maymun,   henüz   ağaçlardan   inmemiştir...   Ve   kolay   kolay   da   inmeye   niyeti 
yoktur...

İç   sıkıntısını   normal   kabul   etmesi   öğretilen   beşerin   bu   rahatsızlığı   içten   içe 


gittikçe artarken, buna çözüm olarak sunulan semptomatik tedaviye (13) yönelik 
haplarla   bunların   bastırılması   ve   tüm   yaşamını   bu   haplara   bağımlı   olarak 
yaşaması   öğretilir.   Bu   haplar   kimi   zaman   hobiler,   kimi   zaman   geziler,   kimi 
zaman tatiller, kimi zaman yeme­içme bağımlılıklarıdır... Bunların kendilerinde 
hiçbir kötülük olmamasına rağmen, o sıkıntıyı bastırmak üzere alındıkları halde, 
hepsi birer “anti­depresan”dır...  Ve bunların yetersiz olacağı zamana kadar, 
hap şeklinde olanlara geçilmez... Hayatı boyunca hiç durmadan başı ağrıyan 
ve   her   gün   kısa   bir   süreliğine   bu   ağrıyı   azaltacak   haplar   almaya   devam 
edebilmek   için   sürekli   çaba   sarf   eden   birinin,   “baş   ağrısının   durduğu   bir 
varoluş” hakkında nasıl bir anlayışı olamazsa; bu yönde yaşayan bireylerin de, 
bir kez gerçekten durup nefes aldıklarında neler yaşayabileceklerini bilmeleri 
mümkün olmaz...

Ancak,   kurulu   çarklara   verimli   hizmet   edebilmesi   için,   beşerin,   kendi   varlığı 
konusunda cahil kalması ve ihtiyacı olmayan hapları alabilmek için koşturarak 
bu   çarkların   dönmesine   hizmet   etmesi   gerekmektedir.   Üstelik   bu   hapları 
alabildiği   için   bir   de   kendini   özgür   sanmalıdır   ki,   “çarklardan   kurtulmak”, 
“hayatını dönüştürmek” veya “evrilmek” fikri aklının ucundan dahi geçmesin...

İhtiyacı   varmış   görüntüsü   çizerek   aslında   "daha   fazlası"   düşüncesiyle   satın 


aldığı veya saray edindiği hiçbir şeyin hayallerinde veya vitrinlerde gördüğü 
parıltısıyla kendi dünyasına katılmadığını deneyimlemesine rağmen; varoluşun 
kendine   vermeye   çalıştığı   ince   mesaj   üzerine   düşünmek   yerine,   hayatını 
yarının   çöplerini   eline   alırken   hissedeceği   anlık   tatminler   üzerine   kurmayı   ve 
içindeki doyumsuzluğu bu şekilde unutmayı seçen beşerin; sahibinin sopaya 
bağladığı   havuçlar   peşinde   koşarak   ömrünü   tüketirken,   kendini   havuçları 
alabildiği sürece özgür hisseden bir beygirin yaşamını yaşamaktan da şikâyet 
etmemeyi öğrenmesi gerekir...
2

Tohumun   filizlenmesi;   kimi   zaman,   sonunda   koca   bir   hiç   olacak   hedeflerin 
peşinde kendini kaybetmişçesine koştururken, düşünmesine yol açan ani ve 
şaşkınlık verici bir olayla başlayabilir. Kimi zaman; içinde hep o sezgiyi taşıyan 
birey,   belirli   bir   olgunluğa   geldiğinde,   hayatı   boyunca   gerçek   olan   soruları 
aslında   sadece   çocukken   sorduğunu   ve   büyümüş   görünürken   aslında   hep 
yerinde   saydığını   anlayarak,   hayatını   bu   anlayışın   gösterdiği   yön   üzerine 
kurmayı seçebilir. Kimi zaman, doğduğu andan itibaren bu sezgiyi taşıyıp, en 
ufak fırsatları bile bu yönde kullanarak, o tohumu ağaç yapmaya adayabilir 
hayatını. Ancak eninde sonunda,  zamanının  gelmiş  olması  gerekir...  Zamanı 
gelmeden ­diğer tüm şartlar uygun olsa dahi­ baki kalan ve artan iç sıkıntısına 
rağmen, bu yönde bir adım atma iradesini kendinde bulamaz... Yanı başında; 
alıştığı, bildiği ve güvendiği haplar hep daha çekici görünecektir ona...

Ancak,   haplarla   ilgili   önemli   gerçek,   hemen   hepsinin   bir   süre   sonra   eski 
etkilerini kaybetmeye mahkûm olmalarıdır. Haplar etkilerini kaybettikçe, artan 
iç   sıkıntısı   yine   duyulur   hale   gelecektir.   Bundan,   ancak   “daha   güçlüsü”yle 
kurtulmak   mümkündür...   Motosikletle   iki   takla   atmışsa,   üçüncü   taklayı 
denemelidir...   Turistik   ülkelerin   hepsini   gezmişse,   artık   savaşın   olduğu   yerlere 
gitmelidir... Tek hapla eskisi gibi hissetmiyorsa, dozu iki katına yükseltmelidir... 
Ve elbette renkli ekranlarda “daha fazlası”nı yapma bağımlılığı, “bir başarı” 
gibi   sunulur...   Çocuklar   “uykudan   önce”yi   izledikten   sonra   yatarlarken, 
ebeveynler için farklı isimler altında “ebedi uyku ve onun yüceltilmesi” vardır... 
“Kölelik”   “özgürlük”,   “ağaçlar­arası   atlama”   ise   “başarı”   ve   “dinamizm” 
olmuştur...

Maddi dünyanın tüm nimetlerine sahip olan hemen her bireyin adeta intihar 
meyilli   veya   tamamen   uyuşturulmuş   bir   yaşamı   seçmeleri,   haplarla   nereye 
kadar   gidilebileceğinin   göstergesidir...   Ancak,   bu   yaşamlara   dışarıdan 
bakanlar,   o   hayatların   nasıl   sıkıntılı,   karanlık   ve   depresif   olabileceğini   hayal 
dahi  edemez ve  kısa fragmanlarını  görerek  “cennet” sandıkları  o  yaşamları 
kurabilmek   için   hayatlarını   “cehennem”e   çevirir   ve   enerjilerini   o   yolda 
tüketirler...

Yol   boyunca   hedefe   varamamış   olmanın   mutsuzluğu,   o   hedefe   varılana 


kadar   devam   eder   ve   yolu   da   bir   sıkıntıya   döndürürken;   bu   hedeflere 
varanları  ise başka bir sürpriz beklemektedir: Hiçbir şey değişmemiştir... Nasıl 
derler;   “kaybet­kaybet”...   Bir   “kaybet”,   hedef   odaklı   yaşamak   nedeniyle,   o 
hedefe   varana   kadar   gerçek   anlamıyla   tat   alınamayan   yaşam   için;   öteki 
“kaybet”, hedefe varmanın kısa esrikliğini takiben “bu muydu?” sorusu için... 
Aslında “hiçbir şey değişmemiş” değildir... “Artık kaçacak bir yerin kalmaması” 
ve “artan iç sıkıntısı” hariç, hiçbir şey değişmemiştir...
3

Kendi derinliklerinden kendine bildirilen o şüphesiz mesaja kulak kabartan ve 
bir şeylerin eksik olduğunu hisseden bir birey, sadece yaşamın bu dinamiklerini 
görmekle   kalmaz,   bu   iç   meseleyi   halletmeden   hiçbir   insan   için   gerçek   bir 
rahatlama   veya   ferahlama   olamayacağını   da   kavrar...   O   varlıksal   sıkıntı; 
sonunda   ölümün   olduğu   bu   yaşamın   ne   olduğu   üzerine   gerçek   bir   cevap 
bulmadan her şeyin temelde anlamsız ve her eylemin temelde boş olacağının 
sezgisi olarak, evini bulana kadar varlığını sürdürecektir...

Kıblesini(14) bulan bireyin o yönde atacağı “bir adım”ın bile boşa gitmeyeceği 
söylenir...   Her   adım,   olumsuz   davranışlarına   kaynak   olan   bir   düğümü   daha 
çözer ve onu sağaltırken(15); anlayışının genişlemesiyle birlikte huzuru ve tatmini 
de artacak; içsel gökyüzü, her yeni anlayışın hayata geçirilmesiyle biraz daha 
aydınlanacaktır. Anlayışının kapsamının genişlediği, maneviyatının derinleştiği 
her   an,   o   gözlerin   arkasında   duran   varlık   daha   güzel   bir   hal   almaya 
başlayacak, o gözlerle gördükleri de daha başka bir görünüme bürünmeye 
başlayacaktır...   Ve   ancak   o   zaman   "nefes   alma”nın   nasıl   bir   şey   olduğunu 
idrak edecektir... Bir kez bu “nefes”in ferahlığını duyumsadıktan sonra, daha 
evvel nasıl nefessiz yaşayabildiğine şaşarken, aynı zamanda ilk defa dışarıdan 
bakabildiği  o   alemin(16)  karanlığını   da   görebilmeye   başlayacaktır...   Perdeleri 
kapalı   bir   evin   içinde,   güneşin   varlığından   habersiz   yaşayan   birinin,   ilk   kez 
kapıdan   çıkıp   gökyüzünü   gördükten   sonra,   içinden   çıktığı   kafese   bakması 
gibi... Veya bir bebeğin çıkmamak için başta direndiği, ancak hayallerinde 
dahi   göremeyeceği   o   aleme   çıktıktan   bir   müddet   sonra   daha   evvelki 
yaşantısını   hayal   dahi   edemeyeceği   gibi...   Yolcu,   o   dar   ve   karanlık 
hapishanesine bir kez daha bakacak ve ardından önünde uzanan patikada 
yürümeye başlayacaktır...

Hakikat   arayışına   giren   ve   bu   yönde   yürümeye   karar   veren   bireyin   kendi 


özüne   ve   köklerine   dönmeye   başlayan   aklına   tasavvuf   geleneğinde   “Akl­ı 
Mead”(17) denir...

Bu akıl, beşerin içindeki “insan” tohumunun suyunu sağlamak üzere faaliyet 
gösterir. Faaliyeti, ikinci nefs mertebesi olan “Nefs­i Levvame”(18) ile başlar. Tüm 
alemleri kapsayacak idraki doğrumak üzere düzenlemiş, ancak bir çocuğun 
idaresinde   sağa   sola   çarpılarak   tüketilen   bedenin   dümeni,   bu   aşamada, 
olgunluğa yönelmiş bir kaptan tarafından teslim alınmıştır. Bu kaptanın nihai 
hedefi,   kullandığı   muazzam   makinayı   tam   kapasitesine   yükselterek,   içindeki 
yolcunun evine ulaşmasını sağlamaktır...

Bir zaman sonra anlayacaktır ki, en başından beri ona eşlik ederek bu yola 
girmesini   sağlayan   o   içsel   sıkıntı,   aslında   doğmaya   çalışan   ama   sürekli 
boğulan   “insan”ın   açığa   çıkma   çabalarıdır.   Ve,   gerçek   varoluşu   hakkında 
hiçbir şey bilmediği bu denizde, ona atılmış tek can simididir...
Tasavvuf ve diğer batıni gelenekler(19), irfan öğretileri(20), bilgelik yolları, dinler, 
düşünce   ve   felsefe   tarihi,   insaniyete   ait   ifade   bulmuş   kadim(21)  değerler, 
keşifler,   anlamlar   ve   gelenekte   bahsi   geçen   diğer   akıl   mertebeleri(22),   “akl­ı 
mead”ın ereğine(23) yolculuğunun meyveleridir...
Açıklamalar ve Notlar
(Anka’nın Kanatları serisinin başlangıç bölümü, bu bölümü takiben yer 
almaktadır)

(1) 
Yaratılış amacına, hedefine, açılımına. (geri)

(2)
 Dış görünümü ve potansiyeliyle “insan” olmasına rağmen; içi henüz çiğ ve 
olgunluktan uzak olan. Kendi varlığının kökenine ve anlamına dair bilgi ve 
anlayışa sahip olmayan. İnsansı. (geri)

(3) 
"Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu 
yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi.” Ahzab Suresi 
(72. Ayet) (geri)

(4) 
“O çok zalim ve cahildir.” Ahzab Suresi (72. Ayetin devamı) (geri)

(5) 
Bir varlığın o anki varoluş hali üzerinden sessiz ve sözsüz olarak dile getirdikleri. 
(geri)

(6) 
Maddeye yönelmiş akıl. (geri)
(7) 
Açığa çıkmamış halde kalacaktır. (geri)

(8) 
Tasavvuf geleneğinde, dönüşme potansiyelini harcamış ve böyle bir niyete 
de sahip olmayanlar için “ekşidikten sonra tatlanmaz” manasında kullanılan 
bir tabirdir. (geri)

(9) 
Sessiz ve sözsüz (lisan­ı hal ile) yapılan bir davetin ötesinde, içsel geleneklerin 
çoğunda “açıkça davet etmek” yoktur. Bu bir yandan kişinin özgür iradesine 
ve sürecin doğal akışına nefsi bir müdahale olurken, öte yandan, “davet 
eden”in hala bir dava peşinde olduğunun da bir göstergesi olarak kabul edilir. 
Ancak bu alanda her zaman istisnaların ve benzersiz durumların olduğu ve 
olabileceği de hatırdan çıkarılmamalıdır. (geri)

(10) 
Bu yolda önce “dünyaya yönelik arzu ve emeller”ini terk eden (terk­i 
dünya) insanda, boşalan yerleri “ahirete yönelik arzu ve emeller” alır. Bunların 
bir yönünü “ahirete yönelik hesaplar”, bir diğer yönünü de “manevi bir dava 
sahibi olmak ve insanları bu yola çağırmak” oluşturur. Ancak yeterli olgunluk 
sağlandığında tüm bunların da nefsin bir diğer yanı (oyunu) olduğu 
anlaşılacaktır. Kemalât (olgunluk) ve safiyet için bu “arzu ve emeller”le birlikte 
“davanın da terk edilmesi” gerekir. Davanın terk edilmesi ve bu terk edişin 
tamamen sindirilmesine “terk­i dava etmek” adı verilir. Bundan dolayı bu 
yolda ne gidene “gel”, ne de gelene “git” denmez. (geri)
(11) 
“Terk­i dava” eden için ­en yakınında bulunanlar ve aile bireyleri dahil 
olmak üzere­ kimseyi davet etmek, kendi yolunu övmek veya talep 
edilmeden yol göstermek söz konusu değildir. (geri)

(12) 
Hal kavramı tam manasıyla ancak o yaşantı içinde anlaşılabilecek bir 
kavramdır. Ancak genel anlamıyla; kişinin manevi kokusu, anlayışı, yaşantı 
şekli, titreşimi vb. kavramların hepsinin içerildiği, insanın o anki alemini işaret 
eden bir kavramdır. (geri)

(13) 
Bir rahatsızlığın veya hastalığın kaynağını değil, ancak verdiği sıkıntıların 
­geçici olarak­ duyumsanmasının önlenmesine yönelik tedbir, tedavi ve 
uygulamalar. Bu süreçte hastalık devam eder ancak verdiği sıkıntılar ­gerekli 
haplar alındığı sürece­ geçici olarak engellenmiş veya azaltılmış olur. (geri)

(14) 
Yön, yönelme. (geri)

(15) 
Şifa buldurmak, iyileştirmek, rahatsızlıklarından kurtarmak, saflaştırmak, 
arındırmak. (geri)

(16) 
Eskiden kendisinin ve halihazırda da nicesinin içinde bulunduğu haller. (geri)
(17) 
Manaya, öznesine, kendine, varoluşun kaynağına yönelmiş akıl. (geri)

(18) 
Tasavvuf geleneğinde yedi nefs mertebesinin ikincisi olan “nefs­i levvame”; 
vicdanı uyanan, yaptıklarının farkına varmaya başlayan, öz­eleştiri yapabilen, 
pişmanlık hissedebilen ve kendini kınayabilen nefsin aldığı isimdir. (geri)

(19) 
İnsanın öznesine yaptığı yolculuğu konu alan içsel gelenekler ve yollar. (geri)

(20) 
Bilginin yaşantıya geçirilerek “bilgelik” haline dönüştürülmesini konu edinen 
içsel gelenekler ve yollar. (geri)
(21) 
Başlangıcı hakkında bilgi sahibi olunamayacak kadar eski ve köklü. (geri)

(22) 
Tasavvuf geleneğinde “yedi akıl mertebesi” bulunur. (geri)

(23) 
Yedinci ve son akıl mertebesi olan “akl­ı safiye”. (geri)
Bu kitabın içeriği Anka’nın Kanatları kitap serisinden alınmıştır.

Aslına uygun ve güncel içerik sadece resmi kanallar üzerinden edinilen e­
kitaplarda güvence altındadır.

Anka’nın Kanatları
Çağrı Dörter

Copyright 2014
“O; önce, senin şeklini alır...
Sonra da senin, şeklini alır...”

Hiçbir şey anlamadığı bu yankıyla uyandı... 
Dışarısı karanlıktı...

Seslerin inlerine çekildiği o vaktin sükûneti, üzerinde yaşadığı kürenin yol aldığı 
ebedi   boşluğun   sessizliğini   hatırlattı   ona...   Dünya,   daha   evvel   hiç 
deneyimlemediği   bir   algı   üzerinden   gösterirken   yüzünü;   uzun   zaman   evvel 
unutmuş   olduğu   bir   “şey”   dokundu   ruhuna...   Evinden   uzun   süre   uzak   kalan 
insanlarda oluşan türden bir özlemle doldu içi, o biricik anda... Gözlerinden; 
bildiği ve yaşadığı dünyaya yabancı bir varlığın yaşları boşaldı...

Ne kadar sürdüğünü söyleyemeyeceği bir süre geçtikten sonra aradan, başını 
tekrar yastığa koydu...
Sabah uyandığında bunların hiçbirini hatırlamayacaktı...
Tıpkı; yaşama uyandığında, Kendi’ne dair hiçbir şeyi hatırlamadığı gibi...
O gecenin üzerinden seneler geçti...
Üzerinde   yaşadığı   mavi­yeşil   küre,   defalarca   döndü   güneşinin   etrafında... 
İçinde  yaşayanlar  da onun gibi dönmeye devam  ettiler,  kendi  inşa  ettikleri 
çemberlerin   içinde...   Kimi   düşerek,   kimi   kalkarak...   Kimi   gülerek,   kimi 
ağlayarak...

Kürenin kendine has sırları vardı...
Bunlardan en bilineni, “zamanı geldiğinde tohumları uyandırması”ydı...
Fazlaca bilinmeyeni ise, bunu sadece bitkiler için yapmadığıydı...

Zamanı   geldiğinde,   zamanı   gelenlerin   tohumunun   çatlaması   için   gereğini 


yapardı...
Ne bir soru, ne bir izin... 
Ne bir haber, ne bir uyarı...

Zamanı geldiğinde, onları, “Aşk”a düşürürdü...

“Aşk”; haritalarda yer almayan bir “kapı”ya giden yolun pusulasıydı...
Her şey “o kapı”nın ardında başlamıştı...
Ve varolan her zerre, bilerek ya da bilmeyerek, O’nu arıyordu... 

O başlangıç ki; O’nsuz hiçbir şey anlamlı değildi...
Köklerinden koparılan çiçekler, ne kadar uzağa gidebilirdi?
I
KAPI
– Sahte   baharları   bittikten   sonra,   dökülür   yaprakları   insanların...   Nasıl   çiçek 
açacaklarını bilemediklerinden, yerden toplar ve bir bir yapıştırmaya çalışırlar 
dallarına, sararmış yaprakları... Her seferinde kısa bir an için iyi hissetseler de 
kendilerini; derinlerde bilirler, çabalarının nafileliğini...

– ...

– Küreler evreninde milyarlarca yıl... Her seferinde bir âlemden ötekine savrul 
dur...   Tam   oluyor   görünürken,   kayıp   düş...   Savrulmaktan   unutmuşken   nefes 
almayı, bir gün aniden teklesin ritmin... Ve kaymaya başlasın gözlerin, dökülen 
yaprakların   ardındaki   sonbaharın   gizemine...   O   hüzün   tutsun   ellerinden   bir 
ebeveyn gibi ve getirsin kapısına, Aradığı’nın...

Buldun sonunda...
Hoş geldin...

– Hoş bulduk...

– Okumak   ayrı   bir   şey,   aramak   ayrı...   Görmek   ayrı   bir   şey,   tanımak   ayrı... 
Bulmak ayrı bir şey, yürümek ayrı... Çoğu zaman ne yapacağını şaşırır insan... 
Ama   en  azından  kelimeyle  derdini  anlatabilmeli...  Söyle  bakalım,  ne  birkaç 
istiyorsun bizden?

– Hatırlamak...

– Buğdaya doydun mu yeterince?

– ...

– Ne  kadar  yerse yesin, merhem  olmuyor  açlığına insanın,  değil mi?  Sözde 


bilmesine rağmen her seferinde olacakları, yine de aklı hep onda... Sonu çer 
çöp   olacak   nesnelere   karşılık   ucuza   satılan   yaşamlarda   zokayı   yutanların 
alabileceği   ise   en   fazla   birkaç   parmak   bal,   nihayetinde...   Bakma   dışardan 
görünene...   İçerdeki   diş   gıcırtılarını   duymayanlar   için,   hayat   boyu   peşinde 
koşulacak;   duyanlar   için   ise,   bir  daha   dönüp   bakılmayacak  ambalajlardan 
başka   bir   şey   değillerdir   hiçbiri...   En   büyük   diş   gıcırtısı   ise,   gözlerini   son   kez 
kapamadan evvel... Altın saraylar içinde de olsa, hâlâ ilk günkü kadar aç... 
İçinde   “arzu”   hissettiği   ilk   “an”ın   üzerinden   geçmiş   olsa   da   bir   ömür; 
değişmeyen   o   “açlık”,   gerçek   ölçüsü   değil   mi,   alınan   veya   alınmayan 
“yol”un?

“Ambarı   işleten”den   ebedi   doyuran   bir   buğday   yapmasını   beklemek, 


çocuklar  için  dahi   oldukça  saf  bir   ümit   olsa  da   ne  hikmet   ki   tüm   beşeriyet 
bunun üzerine kurar, sonu belli yaşamını...
– Sonu olmayan bir tiyatro gibi...

– Ve sen... Sıkıldın mı, bu bitmez tükenmez oyunları oynamaktan? Diğerlerinin 
sıkı sıkı yapıştığı oyuncakların renkleri, cezbetmiyor mu artık seni? Filmin sonuna 
uyandın da; en canlı renkleriyle karşına çıkanların, sararıp solmuş hallerini mi 
görmeye başlar oldun, daha başından? Söyle... Ne istiyorsun, gerçekten?

– Anlamak   istiyorum   tüm   bunları...   Kendi   varlığımı   ve   gerçekten   kim 


olduğumu...   Nereden   gelip,   nereye   gittiğimi...   Bu   varoluşun   düzenini... 
İşleyişini... Ve “nasıl?”dan önemlisi; “neden?”i... Mümkün mü bu? Gerçekten 
var mı böyle bir olasılık?

– O’nun bile evreni yaratmasının altı gün aldığını söylüyorlar...
O  buluşmadan   kısa   bir   süre   sonra,   oraya   gitmemek   üzere   tutamaz 
olmuştu kendini...

Ve eline geçen ilk fırsatta, tekrar gitti...

* * *

– Ne yapmam gerekiyor?

– “Yapma”nın geçersiz akçe olduğu topraklarda, “ne yapman gerekiyor”?..

– Her yerde o kadar farklı şeyler söylüyorlar ki... Ve hemen hepsi “yapmak”la 
ilgili...

– “Hepsi   yapmakla   ilgili”yse,   temelde,   ne   farkları   var   birbirlerinden?   Acaba 


farklı  şeyler mi söylüyorlar gerçekten? Beyaz bir sayfaya ulaşmak için sürekli 
resim   tekniğini   değiştirmek   veya   geliştirmek,   ne   kadar   tutarlı   bir   fikir   sence? 
Söylesene, beyaz bir sayfa için hangi resim yeterince temiz?

– ...

– Bu kapıya bunlarla doymayan, tatmin olmayanlar varabilir ancak... Buranın 
kokusu, sadece bu derde sahip olanları çeker... Gerçek soruları sorma cüreti 
göstermeyeni, kendi putlarını kırmaya ve kendi yalanlarıyla yüzleşmeye hazır 
olmayanı,   ruhsal   oyuncaklarla   oynamaya   müptela   olanlarıysa   kaçırır 
yanından...   Sözde   Hakikat’i   isteseler   de   gerçekte   ayakları   geri   geri   gider... 
Önlerine engeller çıkar... Bu engeller onlara her an geri dönmeleri için mazeret 
sunan eleklerdir... İçinde yeterli samimiyet ve aşk olmayanlar o eleklere takılır 
durur... Bir süre sonra da; her şeyi unutur...

Her   mabedin   abdesti   ayrıdır...   Buranın   abdestini   almamış   ve   içini   buraya 


girecek   temizliğe   getirmemiş   olanlar,   buraya   adımlarını   dahi   atamazlar... 
Abdestini   alıp   adım   atanlardan   da   o   temizliğe   devam   etmeleri   beklenir, 
kendilerinin hayrı için...

– Kendi   idrakimce   anlıyorum...   Ama   çok   yabancıyım   bu   kavramlara, 


sembollere...   Zayıf   kalacağını   hissediyorum   anlayışımın...   Bu   konuda   ne 
yapabilirim?

– Her hastanın ilacı farklıdır... Bir diğerine şifa olan ilaç, sana yaramaz... Seni 
ihya edecek ilaç da diğerini yataklara düşürebilir... Tüm beşeriyet tarihi, “birine 
iyi gelen ilacın herkese iyi geleceği düşüncesi”nin yol açtığı yanılsama sonucu 
harcanan hayatlarla doludur... Aynı şey, yürümeye niyet ettiğin bu yolda da 
geçerlidir...   Yürüyeceksek,   sana   en   uygun   patikadan   yürümeye 
başlayacağız...

– Nasıl?

– Her   ziyaretinde,   içlerinde   sorularının   yanıtlarının   anahtarlarını   taşıyan 


hikâyeleri   götüreceksin   yanında...   Sembolleri   okumaya   başlamanın   en 
yumuşak   yoludur   hikâyeler...   Herkese   kendi   anlayışına   göre   bulup 
çıkarabilecekleri armağanlar saklarlar satır aralarında... Bu nedenle de hemen 
herkese çekici gelirler... Başta konforludurlar ancak göründükleri kadar saf ve 
yumuşak   da   değillerdir,   bunu   unutma...   O   konfor   kalkmaya   başladığında, 
yavaş   yavaş   hikâyenin   anlamını   çözüyorsun   demektir;   daha   evvel   değil... 
Okuyup unutursan, sadece bir hikâyeyi değil, içinde bekleyen cevapları da 
tarihe gömmüş olursun... Bazı şeylerin tekrar tekrar vurgulandığını göreceksin 
onların   içinde...   Bunların   hiçbirinin   rastgele   olmadığını   bil...   Ve,   tekrar   gibi 
görünen   birçok   vurgunun   aslında   aynı   tekrar   olmadığını   da   unutma...   Her 
seferinde   bir   başka   parçayı   tamamlarken,   işlevi   de   değişir,   tekrar   sandığın 
şeyin...

– Doğrudan cevap verilse, daha net ve yanlış anlamalara kapalı olmaz mı?

– Burada   cevap   her   zaman   doğrudan   verilmez...   Çoğunlukla   “tohum” 


halindedir... Sana neyin doğru neyin yanlış olduğunun söylenmesi ve senin de 
ona   uyman,   burada   ne   tercih   edilir   bir   durumdur,   ne   de   geçer   akçedir... 
Bunları   yapan   yeterince   ideoloji,   kurum   ve   okul   var   zaten...   Burası   ise, 
bunlardan hiçbiri değil...

– Hikâyeler dışında okumalara devam etmemin bir sakıncası var mı?

– Niyeti   ciddi   olanlar   için   bu   sorduğun   hayati   bir   konudur...   Nefsin,   bilgi 
toplamayı   alışkanlık   haline   getirdiğinde,   bu   değerli   süreci   tam   tersine 
çevirecektir... Bir oyalanma aracına! Bu nedenle, okumalarına devam etsen 
dahi,   “işlevsel   okumalar”la,   “yürüyüşünü   erteleme   aracı   olmaya   başlamış 
okumalar”   arasındaki   ince   çizgiyi   kaçırmamaya   dikkat   etmenin   önemi, 
kelimelerin ötesindedir...

Bu   süreç   içinde   aklını   gereksiz   bilgi   bombardımanı   ile   bulandırmak   yerine, 


okuduklarını anlamak, üzerlerinde tefekkür (derin düşünme) etmek, anlamların 
açılması için belirli kavramlarda derinleşmek esastır... Aradığın “su”ysa; amaç, 
susuz bin kuyuya sahip olmak değil, kazdığın o tek kuyuda su çıkana kadar 
derinleşmeye   devam   etmektir...   Bırak,   dünyanın   geri   kalanı   “zenginlik”le 
karıştırsın  “bulamaç”ı...   Bilgelik,  bilgi  hamallığı  değil,  özümsenmiş   bilginin   ete 
kemiğe bürünmesidir... Sadece bir huyunu veya nefsinin bir yanını yürüyüşüne 
uyum   sağlayacak   şekilde   değiştirebilmek,   ­bir   başka   deyişle­   sadece   bir 
cümlenin   gereğini   yapabilmek   yanında   bin   kitap   okumak,   koca   bir   hiçtir... 
Hazmedemedikten   sonra,   okuyup   bir   kenara   bıraktığın   kitaplar   seni   ancak 
bilgi obezi yapar, bilge değil... Eğer böyle olsaydı, dünyanın en güzel yemeğini 
elde   etmek   için   dünyadaki   tüm   malzemeleri   karıştırması   yeterli   olurdu 
insanların, öyle değil mi?

– Hikâyelerle, doğrudan bilgi aktarımı arasındaki temel farkı nedir?

– Hikâyelerin   düz   bilgiden   farkı,   muhatabını   içlerine   dahil   etmeleridir... 


Öncelikle,   yeni   bir   mekanizmayı   harekete   geçirirler:   Keşf...   Hikâyelerde 
incelikler   vardır,   imalar   vardır,   semboller   vardır...   Ama   bunların   içindeki 
anlamları   bizzat   kendin   açıp   keşfetmedikçe,   fazlaca   değerleri   yoktur... 
Madem gerçek bir yürüyüşe çıkmak istiyorsun, bu yürüyüşün sana ait olması 
elzemdir...   Hikâyeler,   kendine   has   yürüyüşüne   ve   açılımlara   izin   verir...   Biz 
dostluğumuzu   yapar,   gereken   yerde   gerekenleri   “fısıldarız”...   Ama   sana 
karışmayız... Senin sorumluluğunu sana verir, seni bu olgunlukta bilir, öyle kabul 
ederiz...

– Yani... Hiç kural yok mu?

– Yok.

– … ?

– Ektiklerini biçecek olan senden başkası değilken, neden ihtiyaç olsun ayrıca 
kurallara?   Muhatabını   ­şuursal   olarak­   çocuk   kabul   eden   ekoller,   yollar, 
ideolojiler elbette kurallara, şekillere, şablonlara ihtiyaç duyarlar ki bu, o şuur 
mertebesine   hitap   edilebilmesi   için   son   derece   yerindedir...   Bazen   yolunu 
şaşırıp   buralara   zamansız   düşenlere   biz   de   bunları   o   dille   söyleriz   elbet... 
Ancak,   bunlardan   geçmiş   ve   kemalâta   (olgunluk)   yönelmiş   samimi   ruhları, 
kendi sorumluluklarını alma ve özgürleşme yolundan da geri bırakmayız...

Her sebep, bir sonuç doğurur... Yerçekimi yasası yürürlüktedir ve sen çatıdan 
aşağı   atlamak   istersen,   bunu   yapmakta   özgürsündür...   Ancak   bunun 
sonuçlarını ­bu yasa dahilinde­ yaşayacak olan da sensindir... Aynı dinamikler 
en soyut alanlarda da geçerlidir... Bu subtil (ince, yüksek, derin) alanlarda bir 
‘sonuç’ doğuracak ‘sebep’ kimi zaman bir düşüncedir, kimi zaman bir tavır... 
Kimi   zaman   bir   sözdür,   kimi   zaman   bir   mimik...   Bir   anlamın   açılması,   bir 
farkındalığın oluşması, bir hal değişimi veya içsel bir evrimin başlayabilmesi için 
belirli bir edebe, disipline, sebata ve ­en önemlisi­ ‘aşk’a ihtiyaç vardır... Bunlar 
yoksa, bunlarla açılabilecek olan kapılar da kapalı kalır...

Dilediğinde   her   şeyi  bırakıp,  buğday   ambarında   kendini   kaybetmek   istesen 


dahi, hiçbir müdahalemiz olmaz... Tekrar gelmeye karar verirsen, burada her 
şeyi   bıraktığın   gibi   bulursun   belki   ama   ambarda   kaybettiklerin   seninle 
olmayacaktır artık...

Kısacası;   hayır   dostum...   Ezeli   ve   ebedi   kanunlar   tek   zerreyi   bir   an   bile   es 
geçmezken, burada sonradan konmuş ve bir gün yok olmaya mahkûm hiçbir 
kural yoktur... Her şekil, her yöntem, her şablon; değişen, dönüşen ve gelişen 
bir   âlemde   ­doğası   gereği­   eskimeye,   ihtiyaçlara   cevap   verememeye   ve 
ortadan   kalkmaya   mahkûmken;   bunların   hiçbirinin   olmadığı   “yol”un   daimi 
kalıcılığı bundandır... Varoluş hangi dinamikler üzerinde duruyorsa, burası da 
aynı dinamikler üzerinde durur... Bu dinamiklerle ilişkin, bizzat senin yaşam ve 
anlam kaliteni belirler, bir başkasının değil... Kendini neye layık görüyorsan, bu 
ilişkiyi de ona göre kurar ve ona göre yaşarsın...

“Dışarıda yaptıkların” ve “içeride yaptıkların” diye bir ayrım yoktur... “Burada” 
her   nasılsan,   ­hemen   olmasa   bile   zamanla­   kapının   dışında   da   aynı   niteliği 
göstermeye   başlamandır   marifet...   “Dışarısı”   dediğin   yer,   buradan   ayrı 
değildir...   Burası,   “tüm   dışarısı”nın   konsantre   halini,   özetini   sunar,   içeri   kabul 
ettiğine... Buna bağlı olarak, buradaki zaman da konsantredir... Burada bir an, 
kimi   zaman   dışarıda   geçirilecek   bin   yıla   eşdeğerdir...   Tek   bir   bakış,   tek   bir 
mimik,   tek   bir   sözle   çözülür   kimi   zaman,   binlerce   yaşamda   kendi   kendine 
çözülemeyecek düğümler...

Burada yaşanan, deneyimlenen, hissedilen ve konuşulan her şey, o “yasa”nın 
akışı   üzerindendir...   Hepsinin,   “dışarıda”   karşılığı   vardır...   Çünkü   Hakikat’te, 
bildiğin anlamda bir “dışarısı” yoktur...

– Böylesi   bir   “yol”un   olabileceğini   hayal   dahi   edemezdim...   Ritüelsiz, 


protokolsüz,   sınırsız...   Karşıma   her   seferinde   bir   isim,   bir   şekil,   bir   şablon   çıktı 
hep...   Bu   bahsedilenlere   yaklaşabilen   bir   anlayışın   tanımını   dahi   duymadım 
hayatım boyunca...

– Keşfedene   açılır   bu   kapı...   Davet,   ­en   fazla­   dudaklardan   dahi   dışarı 


çıkmayan bir fısıltıdır burada... Aşikâr değilizdir, gelip geçene... İlan vermeyiz... 
Tabela   asmayız...   Reklam   yapmayız...   Kimseyi   çağırmayız...   Günlük   hayatın 
içinde   bu   konular   yanımızda   konuşulsa,   dönüp   tek   kelime   etmeyiz... 
Rüyalarında   görseler,   şakaya   vururuz...   Tohumu   çatlamayana,   vakti 
gelmeyene peçemizi açmayız... Herkes görür ama pek azı tanır... Tanımayanın 
da   “Nerede?   Nerede?”   diye   sorarak   uzaklaşmasını   izleriz...   Kimi   senin   gibi 
kapıdan   girip,   tanır;   kimi   40   sene   yanımızda   durur,   aynı   evde   yaşar   da 
tanıyamaz...

Paha   biçilemeyecek   bir   emanettir,   devraldığımız...   O   değeri   bilemeyecek 


olana verilmez... Bu kapıya gelenin samimiyeti, edebi ve emeği dışında bize 
sunabileceği   maddi   veya   manevi   hiçbir   şey   yoktur...   Dolayısıyla,   bize 
satabileceği bir şey olmadığı gibi, liyakati olmadan bizden alabileceği bir şey 
de   yoktur...   Hakikat;   ne   satın   alınabilecek   kadar   ucuz   bir   şeydir,   ne   de 
satılabilecek kadar küçük...

Zahirde;   ister   dostumuz,   ister   ana­babamız,   ister   kardeşimiz,   ister   evladımız 


olsun;   kendisi   aramadıkça,   bizzat   sormadıkça,   emek   vermedikçe,   peçemiz 
onlara   da   kapalıdır...   Hatta   onlar,   bu   beden   kılıflarını   hep   aynı   etiketlerle 
görmeye   alıştığından;   daha   da   görünmezizdir,   gözlerine...   Bu   kapıya 
gelenlerden nicesi içinden geçirir, “keşke ailemden biri olsaydı” diye... Oysa 
aile,   birbirinin   içini   görebilenlerdir...   Ebediyette,   ne   kadar   dağılmış   olurlarsa 
olsunlar; birbirlerini ­her seferinde­ farklı yüzler ve bedenler içinde tekrar tekrar 
bulabilenlerdir, aile...

– Bu sözler...

– Bu   sözler,   duyan   herkese   başta   çok   çekici   gelirken;   çoğu,   bu   “yol”da 


yürüdükçe,   bir   zaman   sonra   alıştıkları,   bildikleri   şablonları   görmek,   sözleri 
duymak ve  şarkıları söylemek  isterler...  Bir  zaman  gelir,  bizzat   kendileri  talep 
eder;  kurallar  olsun,   yasaklar   konsun,  sınırlar  çizilsin...   Oysa,  hayatın  kendisini 
dahi   kurslarda   öğrenmek   mümkün   değilken,   onu   doğuran   Hakikat’i   bu 
yöntemlerle öğrenebilmeyi denemek, nafile değilse nedir?

O’na kavuşmak isterler ama gereğini yapmadan... 

Gökyüzünü görmek isterler ama kulübeden çıkmadan...

Ne dersin? Girer mi sence bir gün içeri?..
Hayatı boyunca tanıdığı herkesle yaptığı konuşmaları, sohbetleri toplasa; 
sadece o gün kendine kattıkları yanında ancak bir damla olabilirlerdi belki... 
Sohbetin   yoğunluğundan   başı   dönüyordu...   Sarhoş   olmuştu   adeta...   Ne 
zamanın   nasıl   geçtiğinden,   ne   de   akşamın   nasıl   geldiğinden   haberi   vardı... 
Geçen saatler boyunca susuzluğu gibi açlığı da yanına uğramamış, “kelam”ın 
bitmesini beklemişti...

İçinde   daha   evvel   hiç   tatmadığı   bir   zevk   ve   huzurun   eşliğinde   uzun   uzun 
yürüdü... Duyduğu değerli sözleri ve içlerindeki hikmetleri düşündü... 

Eve vardığında yatağına uzandı ve düşünmeye devam etti... Yaşadığı dünya, 
eskiden bildiği dünya değildi sanki... Bir şeyler değişmişti... Henüz tam olarak 
kestiremiyordu ama; bir şeyler değişmişti...

Şöyle devam etmişti, bir yandan onu hayretler içinde bırakırken, öte yandan 
zamanı ve mekanı unutturan sözlerine: “Bilerek veya bilmeyerek yaptığın her 
şeyin,   ­dışında   olduğu   kadar­   içinde   de   bir   sonucu   ve   bir   karşılığı   vardır... 
Madem İsimsiz’e ulaşmak için seni isimsiz bir kapıya getirebilecek denli uyandı 
sezgilerin;   biraz   daha   dikkatli   dinlediğinde   duyabilirsin,   sana   ‘daha   evvel 
bildiklerinin kapının dışında kaldıklarını’ fısıldadıklarını...

O şekil ve şemallerin yokluğunda bir garip kalır insan; ‘onlarsız bir öğrenme’den 
bihaber   olduğundan...   Ne   gariptir   ki,   gerçek   anlamda   öğrenme,   onların 
yokluğunda gerçekleşebilir ancak...

Bir   şeyden   daha   bihaberdir:   O’na   yaklaştıkça,   işler   hiç   de   daha   az 
garipleşmeyecektir...”
“Anka’nın Kanatları” ve “Aşk ve Ejder”i aşağıdaki kanallardan 
indirimli olarak temin edebilirsiniz:

Idefix (%30-45 indirimli):


http://www.idefix.com/vitrin/urun_liste.asp?kid=854422&query=0&f=1

D&R (%30-45 indirimli):


http://www.dr.com.tr/search?q=%C3%A7a%C4%9Fr%C4%B1%20d%C3%B6rter

Kitapyurdu (%30-45 indirimli):


http://www.kitapyurdu.com/yazar/cagri­dorter/170377.html

Avrupa'dan Sipariş:
http://www.kitapavrupa.com/yazar/cagri­dorter/170377.html

ABD’den Sipariş:
http://www.amazon.com/Ankanin­Kanatlari­Cagr%C3%BD­
Dorter/dp/605148275X/ref=sr_1_1?ie=UTF8&qid=1433149947&sr=8­
1&keywords=Cagr%C3%BD+Dorter
Kitabevinden Alım (Özel Sipariş)
Tüm iller ve bölgelerde en yakınınızdaki D&R, Remzi, Kabalcı, Dost, İmge vb. 
kitabevinde bulamamanız halinde isminize (1­2 gün içinde) getirtebilir veya 
kitapçınızdan, en yakındaki stoklu şubeyi öğrenebilirsiniz.

Anka’nın Kanatları Resmi Sayfası


Hazırlanmakta olan kitaplardan haberdar olmak ve serinin basılmamış kitapları 
içinden ­sadece takipçiler ile paylaşılan­ alıntılara ulaşmak için facebook 
sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

 Anka’nın Kanatları Resmi Sayfası : 
https://www.facebook.com/ankaninkanatlari

NOTLAR
Yabancı Dilde Baskı: Wings of The Phoenix
“Anka’nın Kanatları” serisi, “Wings of The Phoenix” ismiyle İngilizce’ye
çevrilerek tüm dünyada baskılı ve e-kitap formatlarında okurlarıyla buluşmaya
başlamıştır.

Yazarı Sosyal Medya Üzerinden Takip Etmek için


www.facebook.com/cdorter
www.instagram.com/colors.of.existence
www.twitter.com/cagri_dorter

E-Posta
ankaninkanatlari@gmail.com

You might also like