Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 226

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SİYASET BİLİMİ ANABİLİM DALI

KOLEKTİF HAFIZA ve TOPLU MEZARLAR:

İSPANYA VE TÜRKİYE DENEYİMLERİ

Yüksek Lisans Tezi

Güneş Daşlı

Ankara, 2017

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SİYASET BİLİMİ ANABİLİM DALI

KOLEKTİF HAFIZA ve TOPLU MEZARLAR:

İSPANYA VE TÜRKİYE DENEYİMLERİ

Yüksek Lisans Tezi

Güneş Daşlı - 13912310

Tez Danışmanı

Doç. Dr. Pınar Melis Yelsalı Parmaksız

Ankara, 2017

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SİYASET BİLİMİ ANABİLİM DALI

KOLEKTİF HAFIZA ve TOPLU MEZARLAR:

İSPANYA VE TÜRKİYE DENEYİMLERİ

Yüksek Lisans Tezi

Tez Danışmanı:

Tez Jürisi Üyeleri

Adı ve Soyadı İmzası

……………………………………….. ……………………………..

……………………………………….. ……………………………..

……………………………………….. ……………………………..

……………………………………….. ……………………………..

Tez Sınavı Tarihi:………………………..


TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE

Bu belge ile bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış

ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin

gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı

ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim (……/…../20…..)

Tezi Hazırlayan Öğrencinin Adı ve Soyadı

………………………………………..

İmzası

…………………………………

Teşekkürler ve ithaf

Tez çalışmamın fikir aşamasından itibaren her aşamasında, akademik

desteğini esirgemeyen, cesaretlendirici ve pozitif yaklaşımıyla her daim yanımda

olduğunu hissettiren Yrd. Doç. Dr. Elçin Aktoprak Üzgel’e teşekkür ederim.

Tez danışmanım Doç. Dr. Melis Pınar Yelsalı Parmaksız’ın yol gösterici

katkıları ve tezimi tamamlamam için göstermiş olduğu destek olmasaydı bu çalışma

mümkün olamazdı.

Son olarak, tez çalışmam süresince sabırla beni destekleyen aileme, tezimin

ilerlemesinde katkı sunan ve bu süreçte beni destekleyen tüm arkadaşlarıma

teşekkürü borç bilirim.

Güneş Daşlı

29 Mayıs 2017

Kısaltmalar

AİHM Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi


ARMH The Association for the Recovery of Historical Memory, Tarihsel
Belleğin Kurtarılması Derneği
BDP Barış ve Demokrasi Partisi
BM Birleşmiş Milletler
ÇHD Çağdaş Hukukçular Derneği
ESMA Havacılık Okulu
ETA Bask Yurdu ve Özgürlük
Foro Hafıza için Forum
HDP Halkların Demokratik Partisi
HEP Halkın Emek Partisi
HIJOS Sons and Doughters for Identity and Justice
İHD İnsan Hakları Derneği
JİTEM Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele
Meya-Der Mezopotamya Yakınlarını Kaybedenlerle Yardımlaşma ve Dayanışma
Derneği
PKK Partiya Karkerên Kurdistanê, Kürdistan İşçi Partisi
PSOE İspanya Sosyalist İşçi Partisi
TİHV Türkiye İnsan Hakları Vakfı
TTB Türk Tabipler Birliği
UNESCO United Nation Educational, Scientific and Cultural Organisation,
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü
Yakay-Der Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ ............................................................................................................................. 1

BİRİNCİ BÖLÜM

KOLEKTİF HAFIZA için KAVRAMSAL ÇERÇEVE

I. Kolektif Hafıza Kavramı .......................................................................................... 7

I.I Maurice Halbwachs’ta Kolektif Hafıza .............................................................. 11

I.II Halbwachs’ın Tanımına Katkılar ve Eleştiriler ................................................... 14

I.III Politik Bir Müzakere Alanı olarak Kolektif Hafıza .............................................. 22

I.IV Türkiye’de Hafıza Çalışmaları Literatürü ........................................................... 32

İKİNCİ BÖLÜM

HAFIZANIN SİYASALLIĞI

I. Ulusal Hafıza: Ulusal Kimlik .................................................................................. 38

I.I Ulusal Tarih ...................................................................................................... 44

I.II Ulusal Hafıza ve Zaman .................................................................................... 48

I.III Ulusal Hafıza ve Mekan .................................................................................... 50

II. Karşı Hafıza .......................................................................................................... 54

II.I Karşı Tarih Yazımı ............................................................................................. 58

II.II Karşı Hafıza ve Zaman ...................................................................................... 62

II.III Karşı Hafıza ve Mekan ...................................................................................... 70

III. Geçiş Dönemi Adaleti ve Yeniden Uzlaşma ........................................................... 71


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İSPANYA VE TÜRKİYE’DE TOPLU MEZARLAR VE KOLEKTİF HAFIZA

I. Hafıza Mücadelesi ve Toplu Mezarlar ................................................................. 84

I.I Karşı Hafızanın Toplumsal İnşasında Özneler .................................................... 90

I.II Mücadele Yöntemleri ....................................................................................... 93

I.III Devletin Nekro-siyaseti: Kim Öldürülebilir? .................................................... 100

I.IV İspanya ve Türkiye Deneyimleri ...................................................................... 104

II. İspanya’da Toplu Mezarlar ve Kolektif Hafıza ................................................... 107

II.I Francoizm ve Milli Hafıza ............................................................................... 107

II.II İspanya’nın Hafıza Düzeneği ........................................................................... 112

II.III İspanya’da Karşı Hafıza Hareketi .................................................................... 119

II.IV Hafıza Mücadelesinde iki Örgüt: ARMH ve FORO ........................................... 124

II.V Hafıza Mücadelesinde İhtilaflar .................................................................... 127

II.VI İç Savaşın Cinsiyetlendirilmiş Hafızası ............................................................. 134

II.VII İspanya Deneyimi için Sonuç ......................................................................... 134

III. Türkiye'de Toplu Mezarlar ve Kolektif Hafıza .................................................... 107

III.I Türkiye’de Ulusal Hafızanın Kurucu Unsuru Milli Hafıza .............................. 139

III.II Kürt Kimliği ve Karşı Hafıza ......................................................................... 149

III.III Mitsel Karşı Hafıza: Şeyh Said İsyanı ............................................................ 153

III.IV Devletin Kürtlere Karşı Bellek Siyaseti ......................................................... 155

III.V Türkiye’de Karşı Hafıza Mücadeleleri .......................................................... 159

III.VI Devletin Hafızasızlaştırma Politikası ........................................................... 165


III.VII Toplu Mezarlar .......................................................................................... 166

III.VII.I Newala Qesaba: İlk toplu mezar ........................................................... 169

III.VII.II Çemişgezek: Sivil itaatsizlikle açılan toplu mezar ................................. 177

III.VII.III Çatak-Görentaş .................................................................................. 179

III.VII.IV Bellek işçileri olarak Cumartesi Anneleri ............................................. 183

III.VII.IV Türkiye Deneyimi için Sonuç ............................................................... 187

SONUÇ ...................................................................................................................... 189

KAYNAKÇA ................................................................................................................ 204

ÖZET ......................................................................................................................... 216

ABSTRACT ................................................................................................................. 217


GİRİŞ

Kolektif hafıza, bugün geçmişte yaşanan felaketlerin ortaya çıkarılması ve

geçmişle yüzleşme çalışmaları için giderek çok daha fazla önemsenen bir

kavram olmuştur. Bu çalışmada, hafıza literatürünün kavramlarıyla, Türkiye’de

Kürt sorununa çerçevesinde hafıza politikalarının incelenmesi amaçlanmıştır.

Bu amaç doğrultusunda, hafızanın, geçmişteki şiddet ortamının sonuçlarından

biri olan toplu mezarlar üzerinden nasıl şekillendiğine bakmaya

odaklanılmaktadır. Kürt sorunu üzerine barış ve çatışma çözümü alanlarına

dayanarak pek çok literatür bulunmakta; bu çalışmaların çoğu sorunu etnik,

güvenlik ya da uluslararası ilişkiler bağlamında ele almaktadır. Ancak son

yıllarda, toplumsal öznelere odaklanan çalışmalar giderek çoğalmaktadır.

Özellikle Kürt sorunuyla ilişkili olarak sorunun farklı sonuçlarına dayalı

tabandan inşa edilen adalet ve barış çalışmalarına odaklanılmakta: Zorunlu göç,

kayıplar, faili meçhul cinayetler ve yoksulluk gibi konular üzerine, doğrudan

savaşın sonuçlarına maruz kalmış ya da etkilenmiş kişilere odaklanan sözlü

tarih, hafıza ve tanıklıklara dayalı çalışmalar bulunmaktadır (Özar, Uçarlar,

Aytar, 2013; Göral&Işık, 2013; Uçarlar 2015; Günal, Önder, Birdal ve Akkoç,

2013). Bunun yanı sıra Kürt sorunu, hafıza çalışmaları içerisinde de giderek

daha yaygın bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır. Bu çalışma, Türkiye’de var

olan Kürt sorunu eksenli hafıza çalışmalarına bir katkı olarak; hafıza ile toplu

mezarlar ilişkisini İspanya’yla Türkiye deneyimlerinin kıyaslamasını

sunmaktadır. Söz konusu çalışmanın, hafıza inşa süreçlerinin toplu mezarlar

çerçevesinde inceleyen ilk tez çalışması olması, çalışmanın özgünlüğünü


oluşturmaktadır. Kürtlerin kolektif hafızasının toplu mezarlarda yaşananlar ve

arda kalanlarla nasıl yeniden inşa edildiğini ortaya çıkarmak hedeflenirken,

karşı hafıza, devletin kurguladığı ulusal hafıza ile ilişkilendirerek ele alınmıştır.

Çalışmada, hafıza çalışmalarının öncüsü olan Halbwachs’ın kolektif

hafızayı incelemeye imkan sunan kavramsal setine başvurulmaktadır. Kolektif

hafızanın iki biçimine odaklanılan çalışmada; ulusal hafıza için temel olarak

Pierre Nora’nın (2006) sunduğu çerçeveden faydalanırken, karşı hafıza için

Elizabeth Jelin (2003) ve Barbara Misztal’in (2003) ortaya koymuş oldukları

kavramlar kullanılmıştır. Tabandan inşa edilen karşı hafızanın, özneler merkeze

alınarak tartışıldığı çalışmada, Misztal’ın hatırlamayı sadece bir grup elitin

toplumu kontrol etmek için kullandığı bir araç olmadığını gösterdiği çalışması,

tezin temel kaynaklarından biridir. Hafızayı çok daha karmaşık ve çok boyutlu

incelemeyi sağlayan “hafıza dinamikleri” yaklaşımı, çalışmanın siyasal zeminini

oluşturmaktadır. Bu zemin hafızanın “gerçek” sahiplerinin birer özne olarak

ortaya çıkması için gerekli olan bir tür toprak görevi görmektedir. Bu noktada ise

toplumsal öznelere odaklanabilmeme imkan sağlayan, Jelin’in (2003) “bellek

uğraşısı” (labor of memory) kavramı tercih edilmiştir. Çalışmada benimsenmiş

olan Jelin’in (2003) yaklaşımı, devlet haricinde mağdurları, yakınları, aktivistleri

ve örgütleri içine alan, geniş bir tabana yayılan ve kendi içinde de farklılaşan

özneleri ayrıştırmaya ve ortak siyasi zeminde tekrar birleştirerek incelemeye yol

göstermektedir.

Çalışmanın birinci bölümünde; kolektif hafızaya ait bir kavramsal çerçeve

sunulduktan sonra, hafıza çalışmalarında temel bir kaynak olan Maurice


Halbwachs’ın kolektif hafıza tanımı toplumsal çerçeve kavramı ekseninde

anlatılmıştır. Halbwachs’ın temelini attığı yaklaşım sonrasında hafıza

literatürüne farklı disiplinlerce yapılan katkılar, eleştiriler ve yaklaşımlar genel

hatlarıyla resmedilmiştir. Katkılar, hafızanın mekan ve zamanla kurduğu ilişki ve

Paul Connerton’a (2014) referansla modernitenin unutma ve hatırlama

politikalarına etkileri üzerinde ilerlemiştir. Eleştirel yaklaşımlar ise; bireysel-

kolektif hafıza ikiliği, kolektif hafızanın kimlikle ilişkisi ve hafızanın zamanla

kurduğu ilişkinin doğrusal olarak ele alınmasına yönelik temellendirilmiştir.

Çalışmada kullanılacak yaklaşımın belirlendiği alt bölümde, kolektif hafızanın söz

konusu çalışma için müzakereye açık, dinamik ve politik bir anlam taşaması

anlatılmaktadır. Hafızanın sadece üstten bir grup elitin inşa ettiği bir olgu

olmadığı, tabandan toplumsal öznelerce inşa edilen bir süreci içerdiği noktası

vurgulanmaktadır. Son bir alt başlık olarak, Türkiye’de hafıza literatürünün genel

bir çerçevesi çizilmiştir.

Hafızanın siyasallığının anlattıldığı ikinci bölümde; kolektif hafıza ulusal

hafıza ve karşı hafıza olarak iki ayrı biçimde incelenmektedir. Bu ayrımla birlikte,

iki hafıza karşıtlık olarak değil analitik olarak faydalı olacağı düşüncesiyle

kategorize edilerek incelenmektedir. Ulusal hafıza kimliği kurmadaki etkisi ve

resmi tarih yazımına katkısı açısından ele alınmaktadır. Bununla birlikte, ulusal

hafızanın; zaman ve mekanla kurduğu güçlü ilişkilerle, devletin eğitim gibi

ideolojik aygıtlarıyla nasıl oluştuğu açıklanmaktadır. Karşı hafıza bölümünde ise

toplumsal hareketlerin, üstten gelen baskı ya da unutturma politikalarına karşı

tarih, zaman ve mekanla kurdukları ilişkiler anlatılmaktadır. Bu noktada,

mekanın hafızanın kuruculuğunda öne çıktığı toplu mezarlar için hafıza üzerine


çalışan antropolog Francisco Ferrándiz’in (2015) “bellek manzarası”

(memoryscapes)1 kavramından faydalanılmıştır.2 Böylelikle, toplu mezarların

karşı hafızadaki yerini gömülü hafızadan canlı bir hafızaya nasıl dönüştüğü

ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bölümün en sonunda, hafızanın geçmişle

yüzleşme ve geçiş süreçleriyle ilişkisini içeren barış inşa süreçlerindeki yerine

dair bir alt bölüm vardır.

Çalışmanın üçüncü bölümünde, kolektif hafıza ile toplu mezarların ilişkisi

incelenmiştir. Bu ilişki, ilk iki bölümde tanımlanan kavramsal ve kuramsal

çerçeve etrafında, iki farklı hafızanın öznelerce nasıl tarih, zaman ve mekanla

etkileşim halinde olduğu ele alınmıştır. Devletlerin neden toplu mezarlara

başvurarak insanları cezalandırma yoluna gittiğini giriş bölümünde, ölüm, yaşam,

yas, tanıklıklarla iktidarın öldürme hakkını tekelinde tutması gibi tanımlar

kullanılarak tartışılmıştır. Bu bağlamda, devletin neden bazı insanları daha

“öldürülebilir” olarak görüp mezarsız bırakmaya giden uygulamalara başvurduğu

1 Çalışmada faydalandığım “labor of memory”, “memoryscape” ve “mythscape” terimlerinin

çevirileri bana aittir.


2 Kavramı tartıştığım bölüm için bknz: ikinci bölüm, s. 84.

3 Kültürel Amnezi, Connerton’un moderniteyle birlikte artan arşivleme imkanlarına rağmen,


bir tür unutma etkisinin hızla birlikte var olduğunu göstermek için başvurduğu bir terimdir.
2 Kavramı tartıştığım bölüm için bknz: ikinci bölüm, s. 84.


açıklanmaya çalışılmıştır. İspanya ve Türkiye deneyimlerine geçmeden önce,

dünyada geçmişte yaşanan felekatlerle yüzleşme ve hesaplaşma amaçlı oluşan

farklı hafıza hareketlerine değinilerek genel bir giriş yapılmıştır.

İspanya ve Türkiye deneyimleri öncelikle geçmişte yaşanan devlet şiddeti

ve toplu mezarlar gibi uygulamaların olduğu iki deneyim olarak öne çıkmaktadır.

İspanya’nın seçilmesinde üç temel gerekçe bulunmaktadır. Bunlardan en

önemlisi; İspanya’da geçmişle hesaplaşma için hafıza mücadelesinin toplu

mezarlar üzerinden yürütülmüş olmasıdır. Bu bağlamda İspanya geçmişte

çatışma, savaş ve felaketlerin yaşandığı benzer deneyimlere sahip Arjantin,

Kolombiya, Sri Lanka, Kosova gibi hafıza mücadelesinin yine güçlü bir şekilde

yürütüldüğü ülkelerden ayrılmaktadır. Toplu mezarlar İspanya için geçmişle

yüzleşme ve hakikatin ortaya çıkması açısından kritik bir rol oynamıştır. Diğer

bir etken; İspanya’nın dikta rejim sonrasında demokratikleşme sürecini yaşamış

olmasıdır. İspanya özellikle Avrupa’da benzer çatışmalı geçmişe sahip Almanya

gibi ülkelerden hafızanın yeniden onarılmasında olumlu bir örnek olarak

ayrışmaktadır. Üçüncü neden ise mezarların açılması ve yeniden gömülmesiyle

sürdürülen geçmişle yüzleşme mücadelesine tabandan örgütlerin yanı sıra

devletin de bu sürece dahil olmasıdır. Devletin, toplu mezarların açılmasına

hafıza çerçevesinde dahil olmasının hafızanın şekillenmesinde nasıl bir etki

gösterdiğini analiz etmek için İspanya oldukça zengin bir tartışma alanı

sunmuştur. Tüm bu etkenlerin sonucunda, İspanya Türkiye’deki toplu mezarların

hafıza, kimlik ve geçmişle yüzleşme bağlamında tartışılması için özgün bir

deneyim olarak öne çıkmaktadır.


Her iki ülke için öncelikle, ulusal hafızanın tarih, zaman ve mekanla nasıl

şekillendiği açıklanmaya çalışılmıştır. İspanya için Cumhuriyetçilerin ulusal

hafıza ve resmi tarihteki yeri anlatılırken, Türkiye için devletin Kürtleri ulusal

hafızada nasıl konumlandırdığı tarihsel atıflarla tasvir edilmiştir. Bu kısımda,

devletin karşı hafıza mücadelesinde her ülke için de nerede durduğunu

göstermek amaçlanmıştır. Daha sonrasında mezarların açılması (exhumation) ve

yeniden gömülmesi, semboller, simgeler ve sloganların oluşturulması, anma

mekanların inşası gibi resmi ve gayri-resmi mekanizmalar ele alınmıştır. Her iki

ülkede hafıza mücadelesinde öne çıkan toplumsal öznelere odaklanılmıştır.

Toplumsal öznelerin, kullandıkları semboller, yas tutma rituellleri gibi direniş

pratikleri anlatılmıştır. Böylelikle karşı hafızanın nasıl inşa edildiğine dair bir

tartışma yürütülmeye çalışılmıştır. Bu tartışmada, İspanya için öne çıkan,

özellikle devletin karşı hafıza inşa sürecine yasal dönüşümlerle katılması

incelenmiştir. Olumlu bir deneyim olmasıyla birlikte sivil toplumun ve özellikle

mağdur grupların eleştirilerine yer verilmiştir. Henüz mezarların inkarının

devam ettiği bununla beraber mezarların açılması için tabandan örgütlenmelerin

mücadeleyi yürttüğü Türkiye’de ise hafıza mücadelesi öznelere odaklanarak

anlatılmıştır. Kayıp yakınları tarafından mobilize olan örgütlerin ve inisiyatiflerin

eylemlerinde kullandıkları araçlar ve yöntemler ele alınmıştır. Her iki ülke için

özneler, kullanılan mücadele yöntemleri ve araçları “bellek uğraşısı”, “bellek

manzarası” ve “hafıza mekanı” tanımlarından yola çıkarak tartışma

yürütülmüştür. Tezin sonuç bölümünde ise, Türkiye ile İspanya deneyimlerinin

kıyaslanmasıyla ortaya çıkan sonuçlar, imkanlar ve tehlikeler barış çalışmaları

bağlamında ve Kürt sorununun çözümü etrafında sunulmuştur.


BİRİNCİ BÖLÜM

KOLEKTİF HAFIZA için KAVRAMSAL ÇERÇEVE

I. Kolektif Hafıza Kavramı

Hafıza, tarihsel olarak; unutma ve hatırlamayla ilişkili olarak farklı

disiplinlerce ele alınagelmişitr. Ancak toplumsal bir bağlamda hafızanın ele

alınışı 20. yüzyılın başlarında gerçekleşmiştir. Bu anlamda “kolektif hafıza”

teriminin ilk olarak 1902’de Hugo Von Hofmannsthal tarafından kullanıldığı

bilinmektedir. Ancak hafızanın modern bir kuram olarak toplumsal boyutuyla ilk

kullanımı, 1925 yılında yayınladığı “Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri” adlı

kitabıyla Maurice Halbwachs tarafından olmuştur (Olick & Robbins, 1998: 106-

108). Hafızanın modern bir kavram olarak ortaya çıkması, modernliğin baş

döndürücü hızı karşısında geçmişle bağın kurulabilmesi ve geçmişin bir şekilde

yakalanabilmesi için bir ihtiyaca yanıt olarak okunabilir. Dolayısıyla

Halbwachs’ın çalışması, modernliğin hızına karşı geçmişi koruyabilmenin bir

yolu olarak değerlendirilmelidir. Halbwachs’la birlikte oluşan kolektif hafıza

kuramı, üzerinden yüz yıla yakın zaman geçtikten sonra hafıza çalışmalarının

toplumsal çerçevede incelenmesine zemin sunmuştur. Böylece tarih, sosyoloji,

siyaset bilimi gibi sosyal bilimlerde ilginin giderek arttığı bir alana dönüşmüştür.

Hafızaya ilginin artmasında, 20. yüzyılda yaşanan soykırımların ve bu

soykırımlarla yüzleşme pratiklerinin çoğalmasının etkisi vardır (Vinitzky-

Seroussi, Levy, & Burke, 2011: 11, Connerton, 2014: 12). Feminist tarihçiler,

feminizm kuramı çerçevesinde; resmi tarih anlatısının eksik bıraktığı kadınların


tarihini yeniden yazma çabaları ile alternatif tarih, anlatılar ve hikayeleştirmeyle

hafıza çalışmalarına önemli bir katkı sunmuşlardır. Farklı alanlardan beslenerek

dönüşen kolektif hafıza çalışmalarına ilginin bu kadar hızlı bir şekilde artmasında

pek çok etken ve sebep bulunmakla birlikte; Aleida Assmann (2006) bu ilgiyi beş

temel nedene dayandırır: Soğuk Savaş’ın bitmesiyle büyük anlatılar döneminin

sonuna gelinmesi; geçmişe ait, büyük ideolojilerle şekillendirilmiş donmuş

hafızanın yeniden canlanması; post-kolonyal durumun etkisiyle yerel hafızanın,

anlatıların muhafaza edilmeye çalışılması; Holokost sonrası travma hali; ve

travmaları deneyimlemiş tanıkların ait olduğu jenerasyonun kaybolmasıyla

hafızanın dışsal yollarla aktarılma formlarının gelişmesi (A. Assmann, 2006:

211). Kuşkusuz bu sebeplerden dolayı 20. yüzyılda Holokost’un, hafıza-unutma-

hatırlama çalışmalarının sembolü haline gelmesi büyük bir kırılmaya yol

açmıştır. 1990'larda Avrupa ve ABD'de hafıza çalışmalarının bu kadar popüler

hale gelmesi Holokost tartışmalarıyla doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla

Holokost'un hafıza çalışmalarında anahtar olduğu söylenebilir. 20. yüzyılda

Holokost, tüm bu etkiler ve ilişkilerle birlikte, farklı kimliklerle bir arada barış

içinde yaşanamaması ve aydınlanmanın çöküşünün simgesi haline gelmiştir

(Andreas, 2003: 15). Sonraki süreçte geçmişle yüzleşme ve kolektif hafızanın

inşası, tanıklığın mümkünlüğü, “hafıza sonrası” (post-memory) üzerine

tartışmalar, Batı tarihinde de bir dönem noktası yaratmıştır. 1980’lerden sonra

yükselen kimlik mücadeleleriyle birlikte artan devlet şiddeti, katliamlar,

soykırımlar ve özellikle göçler hatırlamanın ve anıların ve toplumsal değerlerin

muhafaza edilmesi ve yönündeki eğilimi de beraberinde getirmiştir. Holokostla

beraber değerlendirildiğinde, muhafaza etme vurgusu daha çok unutmama ve


geçmişteki felaketlerin bir daha yaşanmamasına yöneliktir. Kolektif hafıza ve

etrafında gelişen hafıza mücadeleleri; hafıza literatüründe özellikle siyaset bilimi

çerçevesinde, devlet şiddetiyle ilişkili olarak tartışma zemini bulmuştur. Devletin

görevi ve sorumluluğunda olan adalet ve barışı tesis etmede eksik kaldıkça,

hafıza çalışmaları toplumsal bağlamda şekillenerek dönüşen bir tür disipline

dönüşmüştür.

İçinde bulunduğumuz yüzyıl tüm bu çerçevede hafıza ve hatırlamanın

önemini ortaya çıkarırken, bir tür çelişkiyi de beraberinde getirmiştir. Modernite

ve teknolojinin giderek gelişmesiyle “kültürel amnezi”3 de giderek artmıştır. Bir

çelişki halinde hafızaya ilgi artarken unutma kültürü de giderek yükselmiştir.

Dolayısıyla hafıza sadece toplumsal belleğin korunması açısından değil;

unutmayla ilişkili olarak da araştırmacıların ilgisini çekmektedir. Hobsbawm

nesillerin geçmişle olan bağlarının yıkımının, içinde bulunduğumuz yüzyılın en

belirgin durumlardan biri olduğunu belirtir. Geçmişle herhangi bir organik bağı

bulunmayan nesiller, geçmişten ziyade modernitenin zamansallığına uygun,

daimi bir şimdi içerisinde büyür (Hobsbawn'dan aktaran Connerton, 2014:12).


3 Kültürel Amnezi, Connerton’un moderniteyle birlikte artan arşivleme imkanlarına rağmen,

bir tür unutma etkisinin hızla birlikte var olduğunu göstermek için başvurduğu bir terimdir.
Modernite hız, değişim ve şehirlerde sürekli yıkım ve yeniden yapılan mekânlarla bir tür
unutma kültürünü oluşturmaya hizmet eder (Connerton, 2014a: 11-15).


Dolayısıyla, hafıza üzerinden şekillenen pratik ve teorik tartışmalar;

modernitenin getirdiği teknoloji gibi araçların etkisiyle de şekillenmektedir.

Bu şekillenmeden başka bir tanım olan “Hafıza Kültürü” tanımıyla

bahsedilmektedir. Hafıza kültürü haline gelmiş televizyon, fotoğraf, bilgisayar

gibi teknolojilerle aşırı yüklemeler içeren bir kolektif hafızadan bahsedebiliriz.

Her anın, sözün, olayın kayıt edilebildiği ve sınırsız arşivleme imkanının olduğu

bir dönemde, Hafıza Çalışmaları da değişime uğramaktadır. Sınırsız depolama

imkanları ve ayrı bir uzmanlık alanı haline gelmesiyle arşivlemeye bu kadar

önem verildiği bir dönemde, arşivleme isteği bazen olayın ve hakikatin önüne

geçer bir hale gelebilmektedir. Ancak fotoğraf, bilgisayar ve dijital çağ diğer

yandan hafızaya farklı sanal mekânları sunmuştur. Yeni medya çalışmaları ile

sadece anaakım ya da ulusal medyaya bırakılmadan hakikatin, tanıklıkların

kaydedilmesi kolektif hafızaya farklı bir dinamizm kazandırmıştır. Teknolojik

gelişmelerin etkisinde, kolektif hafıza kavramı gündelik yaşamdan, kolektif

değerlere ve anlatılara kadar çok geniş bir alanda gelişme imkanı bulmuştur.

Özetle, hafıza, toplumsal çerçeve etrafında tanımlanmasıyla birlikte sosyal

bilimlerin giderek ilgisini çeken bir terim olurken; 20. yüzyılda yaşanan insanlığa

karşı suçlarla ilişkili olarak politik bağlamını tam olarak kazanmıştır. Ancak

kolektif hafıza çalışmaları; unutma-arşivleme-tarih-teknoloji gibi pek çok farklı

alanla ilişki içerisine girerek Kültürel Çalışmaları’ndan Medya Çalışmaları’na,

Kadın Çalışmaları’ndan Antropoloji Çalışmaları’na çok geniş bir alana yayılmıştır.

10


I.I Maurice Halbwachs’ta Kolektif Hafıza

Fransız sosyolog Maurice Halbwachs 20. yüzyılın başlarında psikoloji ile

yeniden ele alınan bellek konusu üzerine çalışmaları sonucunda “kolektif hafıza”

yaklaşımını geliştiren kişidir. Emile Durkheim’in öğrencisi olan Halbwachs’ın

kolektif hafıza tanımlamasında Durkheimcı etkiyi görmek mümkündür.

Kolektif hafıza çalışmaları, bilimsel objektifliğin sorgulanmasıyla farklı

boyutlara evrildiği bir dönemde gerçekleşir. Durkheim ve Halbwachs bu

dönemde bilimsel objektiflik yaklaşımını sorgulamaya başlar (Roudometof, 2002:

7). Halbwachs, hafızanın toplumsal bir çerçeve içerisinde oluştuğunu ileri

sürerken Durkheim’in yaklaşımının da ilerisine giderek kurama katkısını ortaya

koyar. Durkheim, hafızanın, kendi kökenini içeren bir şekilde geleneksel

toplumlarla ilişkili olduğunu belirtirken, Halbwachs sadece geleneksel

toplumlarla değil modern toplumlarda da geçmişi yeniden şekillendirmek,

popüler kültüre dahil etmek gibi eğilimlerin olduğunu vurgular. Dolayısıyla

hafızanın geçmişle ilişki kurulmasıyla her toplumun kendi toplumsal yapısına

göre şekillendiğini ileri sürer (Misztal, 2003: 51).

Hafızanın toplumsallığını vurgulamasıyla birlikte Halbwachs, bireylerin

geçmişini bir toplumsal çerçeve ile hatırladığını ileri sürer (Halbwachs, 1992:

182). Böylelikle bireyler kendi başlarına geçmişe ait deneyimlere sahip olsalar da

bu deneyim grubun kolektif deneyiminden bağımsız değildir. Halbwachs bu

yaklaşımı reddederek ve daha da ileri götürerek bir kişinin sadece bireysel

hafızasıyla hatırlamayacağını söyler. Buna ek olarak, toplumsal çerçevenin

dışında kaldığı zamanda ise hafızasının olmayacağını belirtir. Bir başka deyişle

11


Halbwachs, doğrudan söylemese de mutlak yalnızlık içerisinde büyüyen bir

bireyin hafızasının olamayacağını belirtir (Sancar, 2010: 41). Belleğin bireysel

olarak ve nörolojik, bilimsel objektiflikle ele alındığı ve hafıza tartışmalarının bu

yönde şekillendiği bir dönemde; Halbwachs’ın hafızanın toplumsal yanına vurgu

yaparak, sadece bir grubun ya da ailenin değil daha büyük kolektif grupların;

örneğin bir ulusun ya da bir etnik grubun kolektif hafızasının olduğunu ortaya

koyması önemli bir katkıdır. Bu katkı, hafızanın daha sonraki çalışmalarda, sosyal

bilimlerde, toplumsal boyutları öne çıkarılarak incelenmesinde etkili olmuştur

(Olick & Robbins, 1998: 109).

Halbwachs’ın hafızayı toplumsal çerçeve tanımıyla açıklaması

hatırlamanın yanı sıra unutmanın da kolektif hafızayla açıklanır olmasını sağlar.

Toplumsal çerçeve içerisinde olanlar hatırlanıyorsa o zaman bu çerçeve dışında

kalanlar unutulur. Bu şekilde, unutma da sosyal bir olgu olarak ele alınabilir hale

gelir. Yani neyi hatırlayıp neyi unutmamız gerektiği toplumsal hatırlama kuralları

ile belirlenir (Assmann, 2003: 45; Zerubavel, 1996: 287). Böylece kolektif hafıza

hatırlamayla birlikte unutma/unutturma politikalarının araştırılmasında da

kullanılmaktadır. Dolayısıyla toplumsal çerçeve yaklaşımı Halbwachs’ın kolektif

hafıza tanımının en kritik noktasını oluşturur ve hafıza çalışmalarına dair en

önemli katkılarından biridir.

Halbwachs çalışmasında kolektif hafızanın tarihten farkına değinir. Hafıza

ile tarih arasında çok keskin bir ayrım yapar ve tarihi "ölü hafıza" olarak tanımlar

(Assmann, 2003: 52). Dolayısıyla deneyimlerle organik bağı kalmayan tarih

geçmişte kalır. Hafıza dinamik olan ve değişime açık olanken, tarih statik olan ve

geçmişte kalandır. Hafıza geçmiş ile şimdi arasında ilişki kurarak geçmişi yeniden

12


kurarken, tarih aksine geçmişi arasına mesafe koyarak ele alır. Tarih hafızadan

farklı olarak, geçmişten belirli olayları seçerek, geçmişi hatırlanması istendiği

gibi kurar. Halbwachs’ın yaklaşımına göre, tarih egemen tarafından kurgulanan,

geçmişte kalmış ve donuk bir zaman dilimini içerir. Toplumsal hafızanınsa bir

mekânı, zamanı ve aynı zamanda bir sürekliliği vardır. Halbwachs hafıza ile tarihi

ilişkilendirirken her ikisinin de sürekliliğini belirtir ancak tarihin sürekliliği, bir

topluluk tarafından hatırlanıp sürekli yaşanmayan yapay bir sürekliliktir

(Halbwachs’tan aktaran Assmann, 2003: 52). Kolektif hafıza tarih gibi evrensel

nitelikleri olan bir olgu olmaktan çok, zaman ve mekânda sınırlı bir grubun

varlığına ihtiyaç duyar (Halbwachs, 1992: 143). Halbwachs’ın tarih ile kolektif

hafıza arasında koyduğu bu ayrım, kolektif hafızanın zaman ve mekân ile ilişkisi

çerçevesinde tanımlanırken; hafıza ve tarihi kuran öznelerin farklılığına da

dikkat çekmektedir.

Kolektif hafızanın kimlikle olan ilişkisi Halbwachs tarafından ele alınır.

Halbwachs’a göre, neyi hatırlayacağımızı belirleyen toplumsal çerçeveyle bir tür

filtreleme gerçekleşir (Zerubavel, 1996: 286). Toplumsal çerçeveyle ilişkili olarak

hatırlananlar o gruba aidiyet duygusunun da gelişmesine neden olacaktır.

Halbwachs'a göre bir topluluk, geçmişindeki ortak deneyimlerin farkına vardıkça

bir kimlik bilinci oluşur (Russell, 2006: 797). Bir aileye ya da ulusa aidiyet

duygusunun gelişmesiyle, kolektif hafıza kimliğin oluşmasında güçlü bir etken

olarak ortaya çıkar.

Halbwachs’ın kolektif hafıza tanımı, hafızanın sadece geçmişte kalan ve

ritüellerle devam ettirilen bir olgunun ötesinde şimdiki zamanda devam eden,

şekillenen bir olgu olduğunu teorize eder. Dolayısıyla kolektif hafıza tarihin

13


aksine bitmiş ve statik bir süreç olmaktan çıkıp dinamik ve bugün ile bağ kuran

bir süreci içerir. Böylelikle geçmişteki deneyimler aracılığıyla bugün

anlamlandırılır. Halbwachs’a göre hafıza canlıdır ve sürekli iletişim ve alışveriş

halinde varlığını devam ettirir (Sancar, 2010: 42).

I.II Halbwachs’ın Tanımına Katkılar ve Eleştiriler

Maurice Halbwachs’tan sonra kolektif hafıza, etnik grupların, azınlıkların,

ulusların geçmişle kurdukları ilişkiyi zaman, mekân ve özneler bağlamında

ortaya koymak konusunda yeni alanlar açtı. Mekânla ilişkisi anlamında literatüre

“Hafıza Mekânları”4 tanımını kazandıran Nora’nı katkısı büyük bir etki yarattı.

Nora’nın (2006) çalışması ulusal-resmi tarih yazımı ile topluma ait olan kolektif

hafıza arasındaki ilişkiyi kurmada bir imkan sundu. Le Goff, Peter Novick gibi

tarihçiler de kolektif hafızanın tarihle ilişkisine bakarak, hafızayı yeniden

yorumlama imkanı sundu. Tarihçiler tarafından ilgiyle incelenen kolektif hafıza

4 Pierra Nora, milieux de memoire yani gerçek hafıza ortamları ile lieux de memoire, hafıza

mekânları arasında bir ayrım yapar (Nora, 1989: 7). Geçmişe ait olan hafıza ortamlarının
ortadan kalkması, geçmişten kopma halinin bir sonucu olarak hafızayı yeniden canlandırma
girişimiyle kristalize hafıza mekânlarına ihtiyaç duyulmuştur (Uslu, 2016: 45). Bu ayrıma ek
olarak, Nora’nın literatüre kattığı Les Lieux de Memoire, İngilizce’ye Sites of Memory olarak
çevrilmiştir. Site kelimesi her ne kadar Türkçe’ye “mekân” olarak çevrilmiş olsa da daha çok
“space” zamansal ve mekansal uzamı işaret eder ve daha çok “çevre” anlamındadır. Dolayısıyla
bir mekanı yer olarak imlemesinden daha fazlasını ifade eder. Hafızanın mekânla ilişkisine
dair daha ayrıntılı tartışma için bu çalışmada bknz: s. 50.

14


daha sonra özellikle kültür alanında çalışan araştırmacılarca sıkça ele alınan

çeşitli çalışmalar gerçekleştirildi.

Kültürün hafızanın oluşumundaki yeri ve etkisinin uzunca süre araştırma

konusu olduğu bu süreçte Mısırolog olan Jan Assman (2003), kolektif hafızaya

farklı toplumların kendi gelenek ve kültürlerinden yola çıkarak bakmaya imkân

sunmuştur. Hafıza çalışmalarına bir diğer önemli katkı, antropolog Paul

Connerton’un (2014) hafıza ile modernite arasında unutma ve hatırlama ilişkisini

kurmasıyla gerçekleşmiştir. Yaşanan toplumsal travmalardan sonraki

jenerasyonlarda hafızanın nasıl aktarıldığı ve yeniden kurulduğuna dair ise

“hafıza sonrası” tanımını getiren Hirsch (2008) gelişen hafıza çalışmalarına farklı

bir yaklaşım sunmuştur. Kolektif hafızaya getirilen temel katkılarla birlikte,

Halbwachs’ın kolektif hafıza tanımı ve bu tanım üzerinden hareketle irdelediği

temel bazı konulara yönelik eleştiriler getirilmiştir.

Halbwachs’ın kolektif hafıza kuramına ilişkin en temel eleştirilerden biri,

Durkheimcı etkiyle toplumsal belirlenim yaklaşımının getirdiği bireysel ve

kolektif bellek ikiliğidir. Halbwachs, bireysel ile kolektif hafıza arasında karşıtlık

kurar ve hafıza olgusunu bu ikilik üzerinden açıklamaya çalışır. Her ne kadar

Durkheim’ın yaptığı gibi keskin bir şekilde bireysel bilinci reddetmese de,

bireysel hafızanın ancak toplumsal çerçeve içerisinde anlamlı olabileceğini ve

kolektif hafıza olarak hatırlamanın gerçekleşebileceğini ileri sürer (Halbwachs,

2016). Dolayısıyla psikolojideki bireysel belleği de işin içine katarak kolektif

belleği tanımlar. Ancak toplumsal çerçeve olmadan hatırlamanın olamayacağı

noktasına varır. Karşıtlık üzerinden bu yaklaşım, kolektif hafızanın bireysel

hafızaya olan mesafesini tanımlamada da problemli bir yaklaşım sunar. Bu

15


belirlenimci bakış açısı, hafızanın dinamik yapısı daha doğrusu nasıl oluştuğu ve

canlı kaldığı noktasında eksikliğe sebep olur (Kansteiner, 2002: 180). Dolayısıyla

kolektif hafızanın nasıl çalıştığı yani tanımının tam olarak ne olduğu konusu

muğlak kalmıştır. Kolektif hafıza, ırkın ya da ulusun gizli bir özelliğiymiş gibi

durmaktadır. Bütün bu tanımlamalar, bireysel hafıza ile kolektif hafıza arasında

ikilik yaklaşımını beslerken, eleştiriler doğrultusunda iki hafıza arasında

diyalektik bir analizin olması gerektiği noktasına gelinmiştir. Diyalektik yaklaşım,

birbirini dışlamalarını değil ne ölçüde birbirlerini etkiledikleri ve oluşum

süreçlerinin nasıl gerçekleştiğini anlamaya yönelik bir çabayı içerir (Misztal,

2003: 54).

Halbwachs, kolektif hafıza ile bireysel hafıza arasındaki diyalektiği

görememiştir ve bireysel hafızayı kolektif hafıza dışında tanımlamıştır. Bu

nedenle de kolektif hafızaya fazlaca vurgu yaptığı belirtilebilir. Halbwachs

bireyleri bir tür kurallara uyan, kolektif bir istence göre hareket eden otomatlar

olarak görmüştür (Misztal, 2003: 55). Ancak Jeffrey K. Olick (1998), Eviatar

Zerubavel (1996) ve Aleida Assmann (2006) gibi sosyal bilimcilerin hafıza

çalışmalarına getirdikleri eleştirel yaklaşımlar, kolektif hafızayla birlikte bireysel

hafızanın da daha fazla incelenmesine sebep olmuştur. Buradan hareketle A.

Assmann (2006), tarihçilerin ve geleneksel hafıza çalışmalarının farklılaştığı ve

kültürel incelemelerle daha da belirginleşen bireysel hafızanın, yani bireylere ait

anıların, anlatıların, kişisel hikayelerin kültürel hafızaya etkisini inceler (A.

Assmann, 2006: 212, Russell, 2006: 789). Ancak bireysel hafıza aynı zamanda

bizi biz yapan önemli bir deneyimdir de. Bu yüzden kolektif hafızadan keskin bir

şekilde ayırmak doğru değildir. Birey de tıpkı bir grup ya da topluluk gibi, kendi

16


hafızasını toplumsal bir kimlikle oluşturur, farklı bireylerle olan iletişimi,

etkileşimiyle deneyimini şekillendirir (A. Assmann, 2006: 212-213). Sonuç

olarak, getirilen eleştirilerle birlikte bu yaklaşım, bireysel-kolektif hafıza

karşıtlığını ortadan kaldırarak etkileşimli bir anlayışı getirmiştir. Son yıllarda

sözlü tarihin, kişisel anlatıların ve biyografilerin giderek artması ve hafıza

çalışmalarında daha fazla yer alması da bunun bir göstergesidir. Geçmişe dair

inşa edilmek istenen kolektif hafıza, mağdurların ve yakınlarının anlatılarıyla

zenginleşmektedir.

Hafıza çalışmaları literatüründeki bir diğer önemli eleştiri noktası, kolektif

hafızanın kimlik ile olan ilişkisidir. Kimliğin kurulu bir şekilde ele alınarak

kolektif hafızanın oluştuğu görüşünün son zamanlardaki kimlik üzerine yaratıcı

tartışmalarla birlikte değişime uğramıştır. Halbwachs'ın kolektif kimliğin hafızayı

öncülediği savı sonradan kolektif hafıza üzerine çalışan araştırmacılarca

eleştirilmiştir. Halbwachs, kimliğin önceden bütünüyle yapılandığını varsayar ve

bu savını toplumsal kimliğin değişmez, sabit olduğu fikrine dayandırır. Ancak

hafızanın daha önceden kurulmuş sabit bir kimlik aracılığıyla sağlandığı

varsayımı, kolektif hafızanın diğer fonksiyonlarını açıklamaya dahil etmemektir.

Hafıza mekanları göz önünde bulundurulmadan, bir grubun kimlikle kurduğu

ilişkiyi açıklayabilmek neredeyse olanaksızdır. Halbwachs grupların yaşayan

hafızalarını temel kolektivitenin geleneği ile çatışma halinde olan, birbirine bağlı

ve diyalog içerisinde görmektense en güçlü grubun geleneğine uyumlanmış

olarak görür. Dolayısıyla bu görüş tek taraflı bir varsayıma dayanır ve donmuş

bir toplumsal kimliği varsayar (Misztal, 2003: 55). Kimliğin dinamik bir olgu

olarak ele alınması hafızayla olan ilişkisini de değişebilir bir şekilde ele almaya

17


imkân sunmuştur. Böylece, toplumsal hafıza, zaman yoluyla anlamlandırmanın

aktif bir süreci olarak görülmelidir (Olick & Levy, 1997: 922).

Kolektif hafızanın zaman ile kurduğu ilişki eleştirilen bir diğer temel

noktayı oluşturmaktadır. Halbwachs’taki doğrusal zaman tanımı ve resmi tarih

yazımına olan eleştiriler bu konudaki değişimin ana ekseni olmuştur. Tarih için

zaman doğrusal bir şekilde ele alınır ve geçmişte kalan donuk bir zamana işaret

eder. Halbwachs her ne kadar tarihi ölü hafıza olarak tanımlayıp kolektif hafızayı

canlı hafıza olarak tanımlasa da hafızayı; tarihin ele alındığı gibi doğrusal bir

zamanla ilişkilendirerek inceleme eğilimi gösterir. Ancak yine de kolektif

hafızanın zamanla ilişkisi tarihin zamanla ilişkisinden farklılık gösterir, bu

anlamda hafızanın zamanı önceden tahmin edilemez. Buna göre, kolektif hafıza

doğrusal, mantıksal ve rasyonel değildir. Geçmişi yeniden kurarken, kolektif

hafıza zaman ile daha dinamik ve döngüsel bir ilişki geliştirir (Steiner & Zelizer,

1995: 223).

Literatürde, kolektif hafızanın mekânla olan ilişkisine dair önemli katkılar

olmuştur. Hafıza çalışmalarında, mekân hafızanın sınırlarını belirleyen bir etken

olarak kritik bir yere sahiptir. Mezarlıklar, savaş meydanları, parklar gibi yerler

kolektif hafızanın korunmasına hizmet ederler. Tarihin aksine hafızanın mekânla

sıkı bir ilişkisi vardır, mekân hatırlamayı tetikleyen önemli bir unsurdur (Steiner

& Zelizer, 1995: 223).

Nora (2006) hafıza ile mekân arasındaki ilişkiye en değerli katkıyı,

belleğin özel bir formu olan ulusal hafıza üzerine çalışmalarını gerçekleştirerek

sunmuştur. Hafıza Mekânları çalışması esasında üç büyük ciltten oluşmaktadır.

18


Nora, Fransa tarihini inceleyerek ve buradan hareket ederek ulusal hafızanın ve

anlatının nasıl şekillendiğini anlatır. Nora’nın literatüre özgün olarak

kazandırdığı hafıza mekânları da yine Fransa tarihinden yola çıkarak, tarihin

nasıl hafıza çerçeveleri oluşturduğunu ve böylelikle hatırlamayı nasıl

şekillendirdiğini anlatır. Bu anlamda müzeler, kütüphaneler, resmi okullardaki

ders kitapları, anıtlar, semboller, ritüeller birer hafıza mekânına dönüşür. Nora,

hafızanın kendiliğinden, doğal bir şekilde korunamayacağından hareketle hafıza

mekânlarına olan ihtiyaca dikkat çekmiştir. Çalışmasında, hafızanın korunması

için ihtiyaç duyulan arşivlemeden tarih yazımında ihtiyaç duyulan alan olarak

bahseder. Arşivlemeye de bir tür yapay hafıza olarak bakan Nora, stoklama

ihtiyacı ile ortaya çıkan arşivlemenin kendisinin de bir tür hatırlama görevi

olduğunu ifade eder. Arşivleme ile hafızanın maddeleştirilmesi sağlanmış olur

(Nora, 2006: 71). Nora, ulus-devletin şekillenmesinde, anıtlar, meydanlar, resmi

eğitim sistemine ait materyaller gibi hafıza mekânlarının ulus kimliğini

oluşturmada etkili olduğuna dair de görüşlerini betimler. Nora, bir nevi hafıza

mekânları ile ulusun kurucu unsurlarının kurgulandığını söyler. Hafıza-mekân

ilişkisi üzerinden ulusun bir kimlik olarak nasıl kurgulandığına dair katkılarını

ortaya koyar (Nora, 2006:155).

Jan Assmann (2003), Halbwachs’ın hafıza dinamiklerini açıklamada

yetersiz kaldığı nokta olan kültürü işin içerisine katarak ve iletişimin etkisini

dahil ederek hafıza alanına olan katkısını ortaya koymuştur. Antik Yunan, İsrail

ve Mezopotamya Uygarlığı’ndan hareketle ortaya koyduğu çalışmasında “kültürel

bellek” tanımını kazandırır. Assman’a göre, kültürel bellek, hatırlamanın kimlik

ve kültür ile ilişkilendirilerek tanımlanmasıdır (J. Assmann, 2003: 26-27).

19


Çalışmasında, kültürel belleği mekân dışında, yani kişinin kendi bedeni ve beyni

dışında kültürel olanla ilişkisi üzerinden tanımlayarak esasında bir tür kolektif

hafıza tanımı yapar. Bu anlamda Assmann’ın çalışmasında çoğu zaman kültürel

bellek tanımını kolektif hafıza terimiyle eş anlamda kullandığı söylenebilir.

Buradaki özgün nokta, hafızanın oluşmasında kültürün etkisine dikkat

çekmesidir. Assmann, ritüeller, marşlar, semboller gibi kültüre ait araçları

inceleyerek kolektif hafızanın varlığına işaret etmenin ötesinde, hafıza

dinamiklerinin nasıl çalıştığına dair fikir verir (Kansteiner, 2002: 182).

Toplumsal hafızanın aktarımı ve korunması sözlü tarih ve daha sonra yazılı tarih

aracılığıyla gerçekleşmiştir, ancak hafıza sadece tarihle değil, kültürle de

korunmuş ve aktarılmıştır. Görüldüğü üzere Assmann kültürü resmî ideolojiye

ait bir olgu olarak değil aksine toplumsal olarak ele alır ve hafızayla ilişkisini bu

noktada kurar. Toplumsal hafıza, dil başta olmak üzere pek çok kültürel form

şeklinde var olur. Sadece törenler, anmalar değil kıyafetler, mekânlar, resimler

hatta bazen davranışlarımız toplumsal hafızanın göstergeleridir (Steiner &

Zelizer, 1995: 233). Binalar, müzeler ve şehirlerle kolektif hafızanın aktarımı

sağlanırken, aynı zamanda gelecek kuşakların nasıl hatırlamaları gerektiği de

kurgulanır (Zerubavel, 1996: 292). Özet olarak Assmann’la birlikte, kolektif

hafızanın sadece devlet tarafından değil kültürle iç içe toplum tarafından

şekillenebileceği daha net bir şekilde ortaya konulmuştur.

Kolektif hafızaya kültürel yaklaşımlarla birlikte hatırlama ve unutma

eylemleri literatürde sıkça ele alınmıştır. Connerton (2014), Assmann’ın açtığı

yoldan toplumların hatırlama ve unutma pratiklerini modernitenin etkileriyle

ilişkilendirerek ortaya koymuştur. Connerton, hem unutma hem de hatırlama

20


üzerine olan iki ayrı çalışmasında, Halbwachs’ın toplumsal çerçeve tanımından

yola çıkarak unutmanın da hatırlama gibi toplumsal bir olgu olduğundan hareket

eder. Connerton (2014) sistematik unutmayı daha kapsamlı bir şekilde ele alır ve

modernitenin unutma kültürü üzerindeki etkisi üzerinde durur. Hatta etkisinden

öte modernitenin unutma üzerinden kendini var ettiğini ima eder. Bu anlamda

kolektif unutmadan bahseder. Connerton, unutma kültürünün kaynağının

toplumsal yaşamı yerel olandan ve insani ölçeklerden ayıran süreçler olduğunu

öne sürer. Öyle ki, kapitalizmin sanayi, kültür ve şehirlerdeki hızının, geçmişin

yok olmasına ve şimdinin sürekli kılınarak bir algı yaratılmasına hizmet ettiğini

betimler. Dolayısıyla Connerton kolektif hafızanın modernitenin etkisi olmadan

anlaşılamayacağına dikkat çekmiştir.

Kolektif hafızanın temel bazı kavramlarla olan ilişkisine dair literatürdeki

yaklaşımların yanı sıra, tanımın kendisine ilişkin de bazı temel katkılar

gerçekleşmiştir. Halbwachs’ın kolektif hafızayı homojen ve statik bir şekilde ele

alışına karşı geliştirilen yaklaşım bunların başında gelmektedir. Halbwachs

(1992) ve Assmann (2003) gibi araştırmacılar, kolektif hafızayı homojen ve statik

bir şekilde almasına rağmen son zamanlarda hafıza üzerine yapılan çalışmalar

özellikle hafızanın parçalı olduğu ve dinamizm içerdiği üzerinde durmaktadır.

Yani tek bir hafızadan bahsedilemez. Aynı olaya dair farklı tanıklıklar

anlatılacaktır. Hafızanın parçalı olması bir anlamda olumludur. Çünkü hafızanın

sabitlenmesinin önüne geçer ve ilerlemesine, gelişmesine olanak tanır (Steiner &

Zelizer, 1995: 226).

Kolektif hafıza tartışmalarına güncel olarak eklenen diğer bir önemli

kavram, Marienne Hirsch’in Holokost sonrası yaptığı çalışmaya dayanarak

21


geliştirdiği “hafıza sonrası”dır. Halen içeriği ve kullanılma biçimi açısından

tartışmalı olan bu kavram; geçmişte yaşanan travmaya maruz kalmamış sonraki

jenerasyonlarda hatırlamanın ve hafızanın oluşumuna ilişkin bir içeriğe sahiptir.

Çocukların ebeveynlerin anlattıkları anılarına dayanan hafızadır (Sarlo, 2012,

s.99). Hirsch, Yahudi soykırımı sonrasında soykırımı yaşayanların yakınlarından

sonraki jenerasyonda, fotoğraflar aracılığıyla kolektif hafızalarının nasıl

oluştuğunu incelemiştir. Fotoğrafı ölüm ile yaşam arasında bir anlatı alanına

konumlandırırken, soykırımı yaşamasalar da ikinci ve üçüncü nesillerin nasıl

fotoğraflar dolayımıyla canlı, derin ve travmatik bir hafızaya sahip olduklarını

betimler. Bu anlamda Hirsch, 1992-93 yılında Yahudi soykırımını karikatür

dergisiyle anlatan Art Spiegelman’ın çizimlerinden hareket ederek soykırıma ya

da benzer travmatik bir olaya dair hafızanın nasıl aktarıldığını açıklar. Aynı

zamanda bu aktarılan kolektif hafızaya konu olan olayı yaşayanlar ve

tanıklıkların sahip olduğu hafızadan da farklı bir şekilde sunar (Hirsch, 1992-93).

Farklı disiplinlerce ele alınan kolektif hafızanın artık farklı tanımlara ayrışan,

dinamik ve politik içeriğe sahip bir terim haline gelmiştir.

I.III Politik Bir Müzakere Alanı olarak Kolektif Hafıza

Farklılaşan hafızaların çatışma ve etkileşimi, hafıza inşa süreçlerinin

politik bir müzakere sürecine dönüşmesine imkan tanır. Böylelikle, hafıza

dinamiklerini anlamada toplumsal aktörleri işin içine dahil edilmesi söz konusu

olur (Jelin, 2003: 18-19). Bu bağlamda belirlenimci yaklaşımın aksine hafızanın

değişebilir, dinamik bir yapısı olduğu esas alınmıştır. Sabitlik ve değişmezlik

niteliğinin karşısında, bir müzakere alanı sunan politik bir alan olarak

tanımlanması yönünde yaklaşımlar giderek daha da artmaktadır (Parmaksız

22


Yelsalı, 2012: 284). Misztal’ın “hafıza dinamikleri” yaklaşımından yola çıkarak

hafızaya ilişkin dinamik, değişebilen, tarihten ziyade geçmişin anlamına ve

bugüne odaklanan bir bakış açısı benimsenmiştir. Bu dinamik yaklaşıma göre

hatırlama sadece bir grup elitin, azınlık grupları kontrol etmek için kullandıkları

bir araç değildir. Halbwachs’ın da açıkça belirtmese de hafızanın genişlemeye

açık bir inşa süreci olduğunu söylemesi dinamik bir alana işaret ettiği anlamında

değerlendirilebilir. Elbette ki buradaki müzakereyi içeren siyasallaşan bir alan,

inşa sürecidir. Bu noktada, çalışmada bu müzakere sürecinde kolektif hafızanın

hangi aktörler tarafından nasıl oluşturulduğu önemli sorular haline gelir.

Çalışmada, bu sorular ışığında toplu mezarlarla hafıza mücadelesi arasındaki

ilişki irdelenmeye çalışılmıştır. Bu bölümde ise kolektif hafızaya politik bir

müzakere ve mücadele alanı olarak bakma yaklaşımının Jelin (2003) ve Misztal

(2003) referanslarıyla anlatılması amaçlanmıştır.

Çalışmada kolektif hafıza, iki farklı tezahürü üzerinden ilerlenmektedir:

İlki resmi hafızayı temsil eden ulusal hafıza; ikincisi toplumsal aktörleri işaret

eden karşı hafızadır. Çalışmada bu ikili ayrım benimsenerek ilerlenmektedir.

Geçmişte yaşanan ağır insanlığa karşı suçların bizzat mağdurları ve tanıklarının

özne olduğu, canlı ve değişen bir hafıza olarak karşı hafıza İspanya ve Türkiye

örnekleri üzerinden incelenmektedir. Ancak karşı hafızanın şekillenmesinde

etken olan olayların toplulukta hâkim gruplarca, -bu çalışma için devlet- nasıl

şekillendiğini görmek için ulusal hafızanın nasıl oluştuğuna bakılmıştır. Ulusal

hafızaya odaklanılmasının bir nedeni de ikinci bölümde daha ayrıntılı bir şekilde

açıklanmaya çalışıldığı gibi, ulusal hafıza ile karşı hafızanın zaman zaman

kesişebilmeleridir. Bu yaklaşımla, İspanya ve Türkiye’de ulusal hafızanın nasıl

23


şekillendiğini anlamak için Nora’nın (2006) ulusal hafıza, modern tarih yazımı ve

hafıza mekânları kavramlarından faydalanılmıştır.

Kolektif hafızanın bir biçimi olarak karşı hafıza geçmişi dışardan kuran

değil, geçmişe maruz kalan öznelerin olduğu bir tanımdır. Hafızanın önceden

kurgulanmış, pasif ve donuk bir olgu olduğuna dair eleştiriden hareketle, bu

çalışmada Elizabeth Jelin’in (2003) yaklaşımı benimsenmiştir. Jelin (2003)

geliştirdiği “bellek uğraşısı” kavramıyla, hafızayı aktif öznelerce inşa edilebilen

bir müzakere alanı olarak ele alır. Bu yaklaşım, hafızanın farklı aktörlerle ve aktif

katılımcı bir süreçle şekillenebilen bir olgu olduğunu kabul eder. Dolayısıyla

hafıza, birden fazla anlatıcıya ihtiyaç duyan unutmanın karşıtı bir kavram

olmanın ötesine giderek karmaşık bir anlam kazanır. Deneyimin tekil

olmadığından yola çıkarak farklı hafızaların olduğu ve öznelerin de buna göre

çeşitlendiğini görmek gerekir.

Bu noktada hafızanın oluşumunda, karşı hafızanın politik ve toplumsal

anlamına daha yakından bakmak faydalı olacaktır. Bilimsel, monolotik ve baskın

bir şekilde şekillenen tarih yazımına karşı alternati bir tarih yazımı mümkün

müdür? Bu soru, “popüler hafıza grubu” (popular memory groups) tarafından

yanıtlanırken, hafızanın demokratikleşmesine dair imkanlar araştırılmıştır. Tek

bir merkezden bilimsel tarih yazımına karşı; birden fazla anlatıcıya ve hikayeye

imkan tanıyan sözlü tarihin daha yaygın hala gelmesinde, feminist teori ve

sosyalizme dayalı alternatif tarih yazımının yaygınlaşması önemli bir etken

olmuştur (CCS Popular Memory Group, 1982: 3). Egemen olan “erkek” hatta

“beyaz ve orta sınıf erkek”in özne olduğu anlatıya karşı kadınların tarihinin

yazılması önemli bir dönüşüm sunmuştur. Benzer şekilde işçi sınıfına ait tarihin

24


yazılmaya başlaması dominant olan tarihe karşı alternatif tarihin yazılmasına ön

ayak etmiştir. Çünkü tarihsel olarak, baskın olan gruplarca oluşturulan hafıza

merkezi olarak kabul edilmiş, diğerleri ise marjinalleştirilmiş ya da dışlanmıştır.

Bu merkezi hale getirilen hafızanın üreticisi ise devlet kurumlarıdır (CCS Popular

Memory Group, 1982: 4).

Hafızanın toplumsal olarak üretilmesinin bir yolu, devlet kurumlarınca

özellikle askeriye ve monarşi tarafından üretilen resmi tarihin yazılmasıdır. Diğer

bir yolu ise, bu çalışmada karşı hafıza olarak belirttiğim; hafızanın geleneksel

bilimsel yöntemler kullanılmadan, mübalasız, gündelik konuşmaya ve hikayelere

dayalı bir şekilde anlatımıdır. Mektuplar, günlükler, fotoğraf albümleri gibi kişisel

ve kültürel formlar popüler hafızanın şekillenmesine neden olmaktadır. Burada

iki temel amaç güdüldüğü belirtilmelidir ve bu iki amaç da politik ve toplumsal

süreçleri içermektedir. Birincisi, saklı kalan ya da bastırılmış hafızanın ortaya

çıkarılmasıdır. İkinci nokta ise, tarihin demokratikleştirilmesidir. Devlet

tarafından tarih resmileştirilirken, aynı zamanda karmaşık, anlaşılmaz ve

insanların gündelik yaşamından kopuk bir şekilde yazılır. Bu insanların tarihe

karşı yabancılaşmasına neden olur. Tarihin anlaşılır, günümüzle ilişki kuran ve

karmaşıklık içermeden gündelik yaşamımıza dair bir dönüşüm yaşaması tarihin

demokratikleşmesi anlamındadır (History Workshop, 1976:2). Aynı zamanda,

egemen tarihte özneler eşit bir eşkilde tarih yazımına katılmazlar; örneğin

erkekler tarih yazımının aktörleri iken kadınlar bu tarihin öznesi olarak dahil

edilmezler. Tarihin demokratikleşmesine dair bir nokta da tarihi üreten

öznelerde eşitliğin sağlanmasıdır. Açıktır ki bu temel noktaların hepsi gelişime ve

dönüşüme açık birer politik süreçlerdir. Karşı hafızanın inşasının politik

25


olmasının bir diğer nedeni; hafızanın sadece geçmişle ilgili olmaması geçmi ve

gelecek ilişkisini kurarak şekillenmesidir. Böylelikle geçmişle çok daha canlı ve

dinamik bir ilişki kurulur. Sonuç olarak; halka ait mücadelenin ortaya çıkması,

halkın, işçi sınıfının ya da kadınların baskı ve dışlama pratikleri altında bile tarih

yazabilmelerini sağlamaktadır. Popüler hafıza yaklaşımı, bu çalışmanın odak

noktasıyla ilgili olarak; hayatta kalanlar ve mağdurların karşı tarih yazımının

özneleri olarak tanımlanmasında temel yaklaşımlardan biridir.

Hafızanın önceden kurulu olmadığına dair tespit, hafızanın toplumsal

olarak inşasına, dolayısıyla birden fazla aktöre işaret eder (Jelin, 2003: 12). Son

yüzyılda yaşanan soykırımlar, toplumsal hareketler, objektifliğin sorgulanması ve

birden fazla hakikat olduğuna dair yaklaşımlar geleneksel kolektif hafıza

kuramlarının varsaydığı grupların durağan hafızalara sahip olduğu açıklaması

geçerliliğini yitirmiştir. Hafızanın tepeden oluşturulduğu dolayısıyla birden fazla

özneye yer verilmediği statik yaklaşımın aksine, hafıza dinamik yapısıyla

incelenerek aktif bir politik mücadele alanı olarak ele alınmaya başlanmıştır.

Böylece kolektif hafıza alternatif olarak tabandan kurulabilir hale gelmiştir. Post-

kolonyal deneyimlerde üstten kurulmaya çalışılan ulusal hafızaya karşı alttan

oluşturulan kolektif hafızayı örnek olarak belirtebiliriz. Baskı ve şiddet altında

olan toplumlar, kendi kimliklerini ve kültürel değerlerini korumak adına, kolektif

hafızalarını tabandan oluşturdukları çeşitli sivil toplum örgütleri, inisiyatif ve

yerel oluşumlarla yeniden inşa ederek, hafızayı bir tür politik mücadele alanı

haline getirmektedir. Sömürgecilik karşıtı hareketler, post-sovyet dönemi,

demokratik olmayan yönetimlere karşı direnişler hafızanın politik anlam

kazanmasında ve tabandan inşasında öncülük etmiştir denilebilir.

26


Bu noktadan hareketle, kolektif hafızanın yukarıdan devlet ya da daha

geniş anlamda iktidar tarafından mı yoksa tabandan toplumsal olarak mı inşa

edildiği bu tez çalışmasının ana sorularından birini oluşturmaktadır. Deneyimin

tekil olmadığından yola çıkarak farklı hafızaların olduğu ve öznelerin de buna

göre çeşitlendiğini görmek gerekir. Böyle bir bakış açısıyla, devlet hafızayı kuran

tek aktör değildir ve elinde bulunan güçle hafızaya tamamen hükmeden tek aktör

olarak ele alınmamalıdır. Söz konusu çalışma için devlet üstten hafızanın inşa

edilmesinde rol oynayan bir aktör olarak dahil edilirken, toplumsal aktörler

tabandan hafızayı şekillendiren öznelerdir. Ayrıca Jelin'e göre (2003) deneyimler

bireysel olandan toplumsal ve kolektif olana doğru dönüşür. Bu çalışmada

bireysel hafıza ile kolektif hafıza arasında bu türden bir ilişki kurulur. Bireysel

hafızaya sahip kayıp aileleri “bellek uğraşısı”nın birer öznesi olurken onların

anlatıları ve hikayeleri kolektif hafızaya dönüşür ve buradaki örnek grup olan

kayıp yakınları hafızanın öznesi haline gelir.

Özetle bu çalışmada, devlet yok sayılmamakta, sadece hafızayı kuran

aktörlerden biri olarak ele alınmaktatır. Ancak devlet eşitsiz bir şekilde hafıza

üretimine dahil olan bir aktördür. Popüler hafızaya dair yukarıdaki bölümde

27


açıklandığı gibi, devlet üstten, anti-demokratik ve baskın bir şekilde hafızayı

kuran bir öznedir. Ulus-devletlerin oluşmasıyla birlikte ulus, “hayali cemaatler”5

olarak kurgulanırken devlet bir aktör olarak ulusun hafızasını şekillendirir. Ortak

bir hatırlama ve unutma kültürü ile kendi ulusal hafızasını oluşturur. Bu

durumda kolektif hafıza, bir iktidarca üstten kurgulandığında ulusal hafıza ya da

resmi hafıza olarak tanımlanır ve hafızanın inşa edilme sürecince kendi

mekânizmalarını oluşturur. Buradaki önemli nokta, tekrar etmek gerekirse

devletin hafızayı kuran öznelerden biri olarak görülmesidir; çünkü toplumların

hafızalarında hegemonik bir güce sahip olan devletin de bir özne olarak kabul

edilmesi toplumsal hafızanın bir müzakere alanı olmasına imkân tanır. Bu

müzakere alanının varlığı, özellikle geçmişte yaşanmış insanlığa karşı suçlarla

hesaplaşma ve yüzleşmenin sağlanabilmesi için önemlidir. Anti-demokratik

uygulamalarla ve sağlaması gereken adaleti sağlamayarak devlet; çatışma

süresince ve sonraki süreçte kendi resmi hafızasını inşa etmeye devam eder.

Tıpkı toplumsal olarak inşa edilen hafıza gibi bir seferde inşa edilip biten bir

süreç değildir resmi hafıza da. Dolayısıyla tüm çatışma ve çatışma sonrasındaki

5 Anderson ulusun oluşumundan kurgusallığına atıfla “hayali cemaatler” olarak bahseder.

Ulusun kurgulanışına dair Anderson’un kitabı önemli bir kaynaktır. bknz: Benedict Anderson,
Hayali Cemaatler, 2011, İstanbul, Metis Yayınları.

28


süreçte devlet de toplumsal özneler de kendi yaklaşımlarına göre hafızalarını

şekillendirmeye devam eder. Bu süreklilik bir anlamda politik bir müzakere

alanına içinde çatışma ve çelişkileri barındırarak imkân tanır.

Özellikle Latin Amerika’da Arjantin, Guatemala gibi ülkelerde, Avrupa’da

İspanya gibi ülkelerde siyasi açılımlar ve demokratik rejimlere geçişler alternatif

hafızaların ortaya çıkmasına ve yeni anlatıların üretilmesine ortam sunmuştur.

Bu durum hafıza öznelerinin çokluğu ile geçmişin anlamı üzerinde yeni

mücadeleler geliştirir, farklı iddiaları ve talepleri olan özneleri ortaya çıkarır

(Jelin, 2003: 29). Misztal de kolektif hafızanın oluşumuna dair Halbwachs’ın

yaklaşımının aksine geçmişteki anlatılara değil, Jelin’e (2003) paralel bir şekilde,

anlatılara sahip mevcut kişilere, öznelere odaklanır.

Hafızanın inşasını politik bir mücadele ve müzakere alanı olarak

kurgulamak iki duruma imkân tanır. Öncelikle devletin kurguladığı ulusal hafıza

karşısında, toplumsal öznelerin kendi hafızalarını karşı hafıza olarak inşa

etmelerine olanak tanır. Ulusal hafıza anlatısında kullanılan mekân, zaman ve

geçmişin anlamlandırılması gibi araçlar, karşı hafızada da kullanılır. Ancak karşı

hafıza, çoklu öznelere imkân tanımasıyla mekân ve zamanı çok daha dinamik ve

genişleyen bir şekilde kullanır. Anmalar, yıldönümleri, semboller, hafıza

alanlarında çok daha yaratıcı ve donuk olmayan hafıza anlatılarına imkân sunar.

Bu çalışma için diğer önemli bir nokta, farklı öznelerin birbirleriyle

etkileşim halinde ve iç içe bir şekilde ilerlemesidir. Statik ve şimdiyle bağı

süreklilik içeren bir geçmiş yoktur. Aksine hafıza bağlamında, geçmiş ile şimdi

diyalektik bir ilişki içerisindedir ve bu ilişki sonucu sürekli bir değişim söz

29


konusudur. Benzer bir etkileşim hafıza ile tarih arasında da mevcuttur.

Halbwachs ve devamındaki kuramcılar tarih ile hafıza arasında bir karşıtlık

kurarken, kolektif hafızayı tarihin bir tür bozulmuş hali olarak alırlar. Hafıza

dinamiği yaklaşımı tarih ile hafıza arasında bir karşıtlık kurmaz, karşılıklı

etkileşim içerisinde oldukları bir bağıntı kurar (Misztal, 2003: 68-70). Çalışmada

esas alınan diyalektik yaklaşım, devlet, aileler, insan hakları aktivistleri gibi farklı

öznelerin ve hafıza inşa süreçlerinin birbiriyle etkileşimli bir şekilde

dönüştüğüdür. Devlet özne olarak ele alınırken, aynı zamanda toplumsal

öznelerle etkileşim içerisine girerek; dönüşmesi de söz konusudur. Bu nedenle,

geçmişteki kitlesel şiddetle yüzleşme ve hesaplaşma anlamında yeniden inşa

edilecek bir toplumsal hafıza devletin de dönüşümüyle gerçekleşir. Dolayısıyla

devleti dışlayan ya da karşıt olarak gören bir yaklaşımdan ziyade kolektif hafıza

inşası aracılığıyla devleti demokratikleşmeye ve adalete doğru iten bir mücadele

alanı olduğu yaklaşımı benimsenmiştir. Bu noktada hafıza ile adalet arasındaki

ilişki geçmişle hesaplaşma bağlamında kurulmaktadır. Bu ilişki çalışmanın

konusuna dayanarak geçmişle hesaplaşmayla ilgili bölümde anlatılmaya

çalışılmıştır.

Hafızayı kimin ya da hangi öznelerin inşa ettiği sorusu kadar neyin

hatırlanacağı sorusu da can alıcıdır. Her özne kendi politik mücadelesiyle ilişkili

olarak neyin hatırlanacağı ve neyin unutulacağı konusunda bir seçim ortaya

koyar. Bu anlamda, hafıza ile siyaset arasındaki ilişki net bir şekilde

tanımlanmadığında, geçmiş çoğu zaman devlet eliyle manipüle edilen, bazen yok

sayılan ya da kurgulanan bir olgu haline gelmektedir. Oysa ki geçmişte ne olup

bittiğiyle ilgilenmek bize sadece geçmiş hakkında bilgi vermez, aynı zamanda

30


bugüne hatta geleceğe dair de bilgi verir. Bir başka deyişle geçmişi nasıl

hatırladığımız bugünü ve geleceği de etkilemektedir (Hirsch, 1995, s.10).

Dolayısıyla geçmişte neyin nasıl hatırlanacağına dair seçim, politik pozisyonu da

belirleyecektir. Kolektif hafıza neyin hatırlandığı ve unutulduğuyla birlikte

şekillenir. Karşı hafıza geçmişi bugün ile ilişkilendirilerek yeni bir hafıza ve tarih

oluşturma imkânı sunar. Bu imkân, geçmişte yaşanmış kötü olayların bir daha

yaşanmaması ve demokratik bir toplumun inşa edilmesine katkısı bağlamında

değerli bir hale gelmektedir. Bu çalışmada, karşı hafıza zaman, mekân, özneler ve

anlatılarla kurduğu ilişkiler doğrultusunda alternatif olanı ortaya koyması

bağlamında ele alınmaktadır.

Jenin’in “bellek uğraşısı” yaklaşımıyla birlikte Misztal’ın hafıza dinamikleri

yaklaşımının farklılaşan öznelerin varlığı, hafızayı dinamik bir alan olarak

tanımlamaları ve devleti de etkileşim içerisinde bu alana dahil etmeleri, bu tez

çalışmasının faydalandığı noktalardandır. Böylelikle Türkiye’de Kürt sorunu

çerçevesinde toplu mezarların varlığı ve toplu mezarlar üzerinden inşa edilen

kolektif hafızanın özneleri incelenebilecektir. Toplu mezarların getirdiği kayıplar

sorunu, neden öldürüldükleri, nasıl öldürüldükleri ve sonrasında toplumsal

hafızaya ne şekilde dahil edildikleri gibi sorular geçmişle yüzleşme imkanları

sunması açısından irdelenecektir. Bu amaçla, Jenin ve Misztal’ın kolektif hafızaya

olan yaklaşımlarının devleti de içine alan bir müzakere imkânı sunması,

Türkiye’deki toplu mezarlar sorununun tartışmasında devletin nerede

durduğunu anlamak için de bir içerik sunmaktadır. Bu çalışmada benimsenen,

sadece toplumsal öznelerin bir hafıza inşasına dair mücadele vermesi değil,

geçmişin yeniden kurulması ve anlamlandırılması için devletin de işin içine dahil

31


edilerek dönüştüğü ve dönüşmesi gerektiğidir. Çalışmada da toplu mezarların

açılması ve kayıpların bulunması yönünde toplumsal öznelerin yürüttüğü

mücadeleye verdiği yanıtlar çerçevesinde devletin rolü irdelenmeye çalışılmıştır.

Dolayısıyla devlet her ne kadar hiyerarşik ve üstten bir hafıza kurgulamaya

yönelen bir aktör olsa da demokratik dönüşüm olanaklarını barındıran bir özne

olarak ele alınması tercih edilmiştir. Elbette bu dönüşüm politik bir mücadele ve

müzakere alanıyla gerçekleşebilir. Ulus-devletlerin dahil edilmesiyle kimlik,

hafıza ve tarih ilişkisi üzerinde durulması gereken konular olarak öne çıkar.

Gerçekten devlet ve halklar için geçmişle yüzleşmenin ve hesaplaşmanın ne

kadar mümkün olduğu sorusunun yanıtlanması oldukça güçtür. Ancak hafıza

bağlamında geçmişle bugünün ilişkisini dinamik, dönüşen ve etkileşimli bir

şekilde ele almak olasılıkları barındırır. Olasılıklar ise riskleri içeren ve belki de

sürekli direnişi, alternatif anlatıları ve inşa sürecini önceleyen bir siyasi zemini

öznelere sunmaktadır. Tüm bu etkenlerin hafızayı inşa etmek için kullanılan

tarih, zaman ve mekân boyutlarıyla incelenmesi bize somut deneyimlerden

hareketle fikir verebilecektir.

I.IV Türkiye’de Hafıza Çalışmaları Literatürü

Türkiye’de özellikle 1980’den sonra hafıza çalışmaları giderek

yaygınlaşmıştır. 12 Eylül darbesi ve sonrasında Kürt sorunu etrafında gelişen

devlet şiddeti ve katliamlar, dünyayla birlikte öznel kimlik arayışlarının giderek

artması hafıza çalışmalarının ivme kazanmasında etkili olmuştur. Özellikle

Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonra ulus-devletin kuruluşu yani yakın dönem

tarihsel olarak daha fazla akademinin inceleme alanına girmiştir. Dolayısıyla

yakın tarihe olan bu ilgi unutulmuş ya da unutturulmaya çalışılmış, Ermeniler,

32


Aleviler, Kürtler ve diğer azınlıklara yönelik travmatik geçmişin tekrardan ortaya

çıkmasına ve hafıza çalışmalarına konu olmasına neden olmuştur (Neyzi, 2011).

Ulusal kurguda yer alan olaylar sözlü tarih, bireysel ve kolektif hafıza çalışmaları,

tanıklıklar aracılığıyla yeniden ele alınmıştır.

Türkiye’de hafıza çalışmalarında akademik ilginin olduğu ve çalışmaların

yoğun olarak gerçekleştiği alanlar Ermeni soykırımı, Dersim 1937-38 katliamı, 6-

7 Eylül olayları, varlık vergisi, askeri darbeler ve özellikle 12 Eylül askeri darbesi

ve sonrasında Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan şiddet, 1990’larda Kürtlere

yönelik yürütülen savaş konularıdır. 1990’larda yaşanan faili meçhuller, köy

boşaltmaları ve zorla yerinden etmeler, Kürtçe dilinin yasaklanması, Kürt legal

alanına yönelik saldırılar son dönemin en çok ele alınan ve tanıklıklarıyla ortaya

çıkarılmaya başlanan olaylardır. 2007 yılında Hrant Dink’in öldürülmesi; yas ve

karşı-yas kavramlarının pratikte nasıl bir adalet arayışına dönüştüğüne dair

çalışmaların ortaya çıkmasına vesile olmuştur (Birdal, 2012: 255). Hrant Dink

üzerinden irdelenen yas kavramı, aynı zamanda karşı hafıza çalışmalarına örnek

teşkil eden bir akademik çalışmaya da tekabül etmektedir.

Karşı hafıza çalışmalarına dair örneklere geçmeden önce ulusal hafıza ve

anlatıya dair çalışmalara değinilmesi tercih edilmiştir. Türkiye’de ulusal kimliği

şekillendiren çok güçlü bir ulusal tarih anlatısının olması; ulusal hafıza alanındaki

çalışmaların çeşitliliğine etki etmiştir. Cumhuriyetin kuruluşuyla şekillenen resmi

tarih akademik olarak daha çok sorgulanır ve irdelenir hale gelmiştir (Ersanlı,

2013: 22). Kendisi de ulusal hafıza üzerine çalışan Esra Özyürek’in (2012)

derlediği çalışmada, vatan toprağı, kültürel ürünler, bayrak, devlet müzeleri, 10

33


Kasım anmaları, resmi arşivler ulusal hafızanın farklı yönleriyle irdelenmiştir

(Özyürek, 2012: 10).

Sözlü tarihin akademik olarak daha çok öneme sahip olması; ulusal

anlatının dışında kalan hafızalara odaklanılmasında etkili olmuştur. Ders

kitapları ve özellikle dil üzerinden kurgulanan ulusal kimliğin yok saydığı

kimliklerin hikayeleri sözlü tarihle birlikte daha çok gün yüzüne çıkmıştır.

Özellikle Leyla Neyzi’nin sözlü tarihe ve yeni öznellik arayışlarına dair çalışmaları

post-modern teorilerin ışığında önemli katkılar sağlamıştır. Ayşe Gül Altınay ve

Fethiye Çetin’in 2004’te üzerinde konuşulması oldukça zor olan Ermenilere

yönelik katliamlara dair yaptıkları sözlü tarih çalışmasında, katledilmiş kişilerin

torunlarıyla yaptıkları görüşmeler önemli bir hafıza sonrası çalışması

niteliğindedir. Böylelikle 1915’te hayatta kalabilen ve müslümanlaştırılan

Ermenilerin ve onların Müslüman torunlarının yaşadıkları, akademik

çalışmalarda uzun bir sessizlikten sonra hafıza ve sözlü tarih ekseninde ele

alınmaya başlanmıştır (Altınay & Çetin, 2004: 2). Akademik çalışmaların yanı

sıra; Dersim Katliamı’nın mağdurlarına ses veren ‘Dersim’in Kayıp Kızları’ adlı

belgeselde olduğu gibi sinema gibi alanlarda da hafıza çalışmaları karşılığını

bulmuştur. Bu anlamda yeni medya olanakları, videolar, görseller resmi anlatının

dışında bir hafıza mekânı sunmasıyla mimarlık, edebiyat, gazetecilik gibi farklı

disiplinlerce de işlenir bir konu haline gelmiştir. Hafızanın yaşatılması için

çeşitlenen mekânların yanı sıra hafıza üzerine çalışan ya da hafıza aktivizmi

yapan, Hafıza Merkezi, Kara Kutu gibi sivil toplum örgütleri bu alanda faaliyet

göstermeye başlamıştır.

34


Türkiye’de giderek artan ve daha geniş bir alanda ele alınmaya başlayan

hafıza çalışmaları, resmi tarih çalışmalarıyla ilişkili bir şekilde oluşmaktadır.

Türkiye’nin geçmişindeki devlet şiddeti, toplumsal travma, azınlıklar, kentleşme

ve yoksulluk gibi farklı alanlardaki hafıza çalışmaları aynı zamanda ulusal tarihi

sorgulayıcı bir niteliğe bürünmektedir. Ulusal tarihle kurulan bu ilişki elbette, tek

tipleşmiş ulusal hafızanın dağılmasında, zaman zaman sorgulanabilir hale

gelmesinde etkili olabilmektedir. Ulusal tarih, hafıza çalışmalarında bir yandan

da öznelerin neye karşı veya neden alternatif tarih ve hafızaya ihtiyaç duyduğuna

ilişkin de önemli bir yere sahiptir. Böylelikle ulusal hafızanın tarih, zaman ve

mekân ekseninde nasıl şekillendiği de hafıza çalışmalarının önemli bir gündem

maddesi olmaktadır.

35


İKİNCİ BÖLÜM

HAFIZANIN SİYASALLIĞI

“Unutkanlık, hatta ileri gidersek, tarihsel yanılgı bir ulusun ortaya

çıkabilmesi için elzemdir”

E. Renan

Hafızanın siyasallığı, özellikle geçmişte yaşanan felaketlerin artması ve bu

felaketlere dair farklı öznelerin nasıl tepkiler verdiğiyle ilgilidir. Bu bölümde,

kolektif hafızanın iki biçimi olarak, iktidar, daha dar anlamda ulus-devlet,

tarafından şekillenen ulusal hafıza ve toplumsal olarak tabandan şekillenen karşı

hafıza ele alınmaktadır. Kolektif hafızanın bu iki ayrı biçimini çalışmada resmi

hafıza ve karşı hafıza olarak tanımlamaktayım. Belirttiğim üzere, resmi hafıza

topluluktaki hakim gruplarca şekillenen hafızayı ifade ederken, karşı hafıza

olarak tanımladığım kolektif hafıza olayları yaşayanların oluşturduğu hafızadır.

Dolayısıyla karşı hafızanın inşası olayların acısını yaşayan, iyiliğe ve kötülüğe

maruz kalanlarca yapılır. Bu bölümde ele alacağım bu iki hafıza arasında baştan

belirtmem gereken başka bir fark ise; ulusal hafızada geçmişin devlet tarafından

seçilmesi söz konusu iken karşı hafızada insanların geçmişe maruz kalması söz

konusudur. Dolayısıyla karşı hafıza bizzat öznelerin kendileri ya da yakınları

tarafından yaşananlarla çok sıkı bir bağ içerir. Bölümün nasıl ilerlediğinden

bahsetmeden önce, kolektif hafızanın iki türü olarak sunulan ve ayrı olarak ele

alınan bu iki hafızanın çoğu zaman birbirine yakınlaşarak benzeştiğinin ve

etkileşime geçtiğinin akılda tutulmasını vurgulamak isterim. Bu benzeşme, alt

36


bölümlerde bahsedileceği üzere bazen hafızanın aktarılış yöntemlerinde

örtüşme, bazen kimliğin kurucu unsurlarda benzeşme olarak kendini

göstermektedir.

Hafıza siyaseti, ulusal hafıza ve karşı hafıza olarak tanımladığım iki

hafızanın çakıştığı ve birbiriyle rekabet içerisinde kompleks bir ilişkiye

girmesiyle oluşan bir alandır. Bu alan içerisinde ulusal hafızayla karşı hafıza

arasında net çizgiler koymak ve kategorik olarak toplumsal olana dayanan karşı

hafızayı direnişe dair ve ilerici olduğunu tanımlamanın sorunlu olacağının

farkındayım. Ancak bu noktada, Micheal Foucault’nun tanımladığı karşı hafızanın

hegemonik olarak tarihi kuranlara karşı bir direniş öznelliği içerdiği yol

göstericidir. Çünkü dominant öznelerce kurulan hafıza eşitsiz ve anti-demokratik

bir şekilde kurulur, merkezi olan bu tarih anlatısının dışına çıkarak gizlenmiş ya

da bastırılmış hakikati ve özneleri ortaya çıkarmak bu eşitsiz tarih yazımına karşı

bir direniş halini alır. Böylece, Foucault, karşı hafızayı güç ilişkilerine karşı bir

yaklaşım olarak konumlandırır (Foucault'dan aktaran, Misztal, 2003: 64). Ancak

karşı hafıza üzerine yapılan çalışmalar, tabandan inşa edilen karşı hafızanın farklı

düzeylerde resmi olan hafıza ile ilişkiye geçtiğini göstermektedir. Bu etkileşimi

ve tabandan inşa edilen karşı hafızanın yerelde farklı hiyerarşik iktidar

ilişkilerini ulusal hafızayla etkileştiği düzeylerde üretebileceği tehlikesine

rağmen, analitik açıdan ulusal hafıza ile karşı hafıza ayrımıyla devam etmeyi

tercih ettim. Bu tercihimde, Mitzsal’ın (2003) dikkat çektiği, ulusal hafızanın

çoksesli olsa da hegemonik olduğu gerçeği etkilidir. Egemen olan grubun

üstünlüğü ve hakimiyetinin yarattığı eşitsiz durumlar karşısında, karşı hafızanın

toplumsal olana ait olması açısından ayrı ele alınmayı hakettiğini

37


düşünmekteyim. Hele ki çalışma bağlamında toplu mezarların karşı hafızayla

ilişkisinde nereye oturduğunu ve öznelerce ne ifade ettiğine dair bu kadar az

çalışma varken benimsendiğim yaklaşımla konuya bakmak kıymetli olacaktır.

İkinci bölümde, devletin kendi kurumları, eğitim ve medya gibi ideolojik

aygıtlarıyla şekillendirdiği ulusal hafıza ulusal kimlikle ilişkilendirilerek,

hafızanın resmi tarih yazımına etkisi ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu etkiyle

beraber ulusal hafızanın zaman ve mekanla ilişkisi de tanımlanmaktadır. Devlet

dışında gayri resmi hafıza olarak inşa edilen ve aktörlerinin yerel inisiyatifler,

örgütler ve toplulukların olduğu karşı hafıza da tıpkı ulusal hafıza gibi zaman ve

mekanla olan ilişkisiyle oluşmaktadır. Bu ilişkiyle birlikte karşı hafıza kendi

geçmişini yazdığı gerçeğinden hareketle bu kısımda iki ana bölüm olarak

tanımlar ortaya konulmaktadır. Böylelikle; benim bir önceki bölümde,

odaklandığım hafıza özneleri ve hafıza dinamikleriyle bağlantılı olarak hafızanın

inşa edici aktörlerine odaklanmaya çalışmaktayım. En son bölümde ise, iki ayrı

hafıza tanımını geçmişle yüzleşme ve geçiş dönemi adaleti tanımlarıyla

ilişkilendirerek bir çerçeve sunmayı amaçlamaktayım.

I. Ulusal Hafıza: Ulusal Kimlik

Ulus, bir grubun kendini ortak dil, din, tarih, soy, mekan ve kültür gibi

unsurların bir arada ya da bir kaçı üzerinden tanımladığı bir birimdir. Sosyal bir

inşa olan ulus, devletle özdeş değildir, artık geleneksel yaklaşımın aksine

“devletsiz ulus” tanımı da milliyetçilik ve ulus çalışmalarının ilgi alanındadır.

Ernest Gellner (1983), Eric Hobsbawn (1990) gibi bu modern yaklaşıma sahip

ekol, ulusu, modernitenin kendi sürecine dair ve modern dünyanın bir ürünü

38


olarak ele almaktadır. Milliyetçilik kuramları içinde ve yukarıda önde gelen

isimlerini saydığımız modern ekol özellikle sanayi devrimi, kapitalizmin

yaygınlaşması ve ekonominin, siyasi elitlerin toplumsal sınırları nasıl

oluşturduğuna dair konulara odaklanmışlardır.

Eric Hobsbawm’a göre, belirli tarihsel anlatılar aracılığıyla ve geleneğin

icadıyla ulus oluşur. Eski geleneğin yerine bir ulusu bir arada tutacak yeni

geleneklerin icat edilerek ikame edilmesi, bir anlamda var olan hafızanın yok

edilerek yerine yeni bir hafızanın yerleştirilmesi anlamına gelir. Kurumsallaşmış

geleneklere ihtiyaç, yeni durumlara uyarlanmış, ulusun içini dolduracak tekrar ve

sabitliği içeren normları beraberinde getirir. Bu sabitlik ve tekrarlık, özünde bir

formalleşme ve rutinleşmeyi de beraberinde taşımaktadır (Hobsbawn & Ranger,

2006: 3-5). Bu anlamda ulusal marşlar, okullarda söylenen antlar ve şiirler, ulusal

seremoniler vb. anlatıların hepsi icat edilen geleneğin tanımına girer. Sanayi

devriminden sonra ulusun üyelerine toplumsal birliği vurgulayan, yapay cemaate

aidiyeti belirleyen ve ana amacın devlete uygun davranışların aşılandığı

geleneklerin aşılanması söz konusudur. Dolayısıyla semboller, ritüeller, anıtlar ve

söylemler yeni geleneğin inşası için şekillenir. Ulusun üyelerine nasıl iyi bir

vatandaş olacağını aşılayan bir eğitim sistemi kurgulanır. Bu şekilde

incelendiğinde, geleneğin icadı ulus ve ulusla ilintili olarak milliyetçiliğin resmi

tarihle ilişkisini anlamak için bir yol sunar. Ulus-devletlerle birlikte yaratılan

uluslara İtalya’dan d’Azeglio’nun “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmak

zorundayız” ifadesi açıklık getirir. Ulusun bir hayali cemaat olarak oluşturulması

geleneklerin icatlarıyla sağlanmıştır. Bu anlamda Avrupa’da Kilise’nin yerine

dengi bir kurum olarak seküler eğitimin konulmasıyla hayali cemaat olarak

39


ulusun icadına başlanmıştır. Kamusal eğitim kuşaklar arası geleneğin sürekli bir

şekilde taşınmasını sağlayacak en kritik araçtır. Eğitim aynı zamanda toplumda

sınıfsal ayrımların yerleşmesi ve düzenlenmesi için de uygun bir alan sunar

(Hobsbawn & Ranger, 2006: 340). Bu anlamda eğitim üzerinden resmi tarihin

kurgulanması ve ulusun kendi vatandaşını şekillendirmesi söz konusudur.

Bununla birlikte, kamusal anıtların seri üretimlerinin yapılması söz konusudur.

Taşralara kadar gitmiş olan anıtlar ulus ile seçmenleri arasındaki bağı simgeler

bir pozisyondadır. Resmi figürlerin yanı sıra ulusu halka indirgeyen

Almanya’daki “Maykıl” gibi figürler, pullar, para, kamuya yönelik törenler bu

izleri ve ulus ile bağları kuran somut öğelerdir. Her ülkenin kendine özgü ulus

yaratma ve gelenek icat etme yöntemleri farklılaşırken, örneğin pul ve para en

evrensel kamusal nesneler haline gelmiştir. Milliyetçilik, jimnastik turnuvaları,

bisiklet yarışları gibi spor etkinlikleriyle de ortak bir geleneğin kurgulanmasına

katkı sunulur. Hitler zamanında düzenli jimnastik turnuvalarının yapılması buna

örnektir. Tüm bu resmi gelenek icatlarıyla ulusun içeriği doldurulur ve ulusa bir

karakter sağlanır. Devletin planlayarak ve geliştirme ilişkisi kurarak geleneği

oluşturması, resmi geleneklerin yaratılma süreçleridir (Hobsbawn & Ranger,

2006: 348).

Modern bir tanım olarak ulusal kimliğin betimlenmesi ulus-devletlerin

ortaya çıkmasıyla paralellik taşır. Bu süreçte devlet milli kimliğin oluşumunda bir

kuluçka görevi görür ve milli kimliğin inşası neredeyse devletle mümkün hale

gelir. Daha genel anlamda modernleşmeyle birlikte, vatandaşlık tanımının

genişlemesi, ordunun ve piyasaların oluşması, kültür ve eğitim gibi etkenlerle

milli kimlik şekillenmeye başlar. Milli kimliğin ulusa özgü etkenlerle

40


şekillenmesinde 19. ve 20. yüzyılda özellikle İngiltere, Fransa ve İspanya gibi

ülkeler öncülük etmiştir (Smith, 2014: 99).

Anthony Smith (2014), milli kimliği beş unsura dayandırarak tanımlar; 1.

tarihi bir toprak ya da yurt, 2. ortak mitler ve tarihi bellek, 3. ortak kamu kültürü,

4. ortak yasa ve görevler ve 5. ortak bir ekonomi. Bu unsurlara dayandırarak

milleti, ortak bir toprağı olan, ortak değerlere dayanan, ortak bir kamu kültürüne

ve ekonomiye sahip, ortak yasal hak ve görevleri olan insan topluluğu olarak

betimler (Smith, 2014: 32). Etnik grup ise soya ait mit vurguları, ortak geçmişle

bir tarihin varlığıyla oluşan kültürel kolektif bir gruptur. Smith, etnik bir gruba

aidiyette tarihin ve ortak geçmişin kurgulanmış olmasına vurgu yapar. Kendi

deyimiyle etnik aidiyet duygusu hayali bir soy ve farazi ecdat ile kurgulanır. Milli

kimlik yaratma sürecinde “altın çağlar miti” kullanılır, geçmişe dönük milletin

hepsini kapsayan en iyi olunan dönemler, kahramanlıklar, göç, soy ve özgürlük

anlatılarıyla bir döneme ait mitler milli kimliği besler. Dolayısıyla milli kimlik

inşası aynı zamanda ortak bir geçmişin oluşturulması, ortak anlatıların,

kahramanlıkların var olabilmesine dayanır ve bu anlatıların eğitim gibi araçlarla

kurumsallaşmasıyla mümkün olur.

Milli kimliğin oluşumunda en temel belirleyici etki ise milliyetçilik

ideolojisine dayanır. Bu çalışmada, modern ekol takip edilerek milliyetçiliğin,

milletleri oluşturduğu kabulünden hareket edilecektir. Özellikle 19. ve 20.

yüzyılda yükselen milliyetçilikle birlikte, her millete bir devlet kurulması

yönündeki gelişmeler ulusal savaşların yaşanmasına sebep olmuştur. Ulus-

devletlerin oluşumunda savaşlar milli kimliğin sınırlarının belirlenmesi, biz ve

öteki, Schmittci ifade ile, “ben” ve “düşman” ikiliğinin kurgulanması için imkan

41


verir. “Öteki”, bir başka deyişle düşman kurgusu, milli kimliğin şekillenmesinde

önemli bir yer tutar. Türk milli kimliğinde olduğu gibi sürekli bir kinin

sağlanması için düşmanın tanımlanması ve düşmana yenilmeme duygusu kurucu

unsur olur. Bu anlamda, savaşlar devletlerin var olması için gerekli araçlara

dönüşür; iddialı bir ifadeyle devleti devlet yapan savaşlardır (Smith, 2014: 50).

Savaş devlete milli kimlik kurgusunu oluşturabilmek için pek çok imkan sunar;

kahramanlık anlatıları, savaş ve zaferle dolu bir resmi tarih sunumu, ortak

düşman duygusunun verilmesi, şehitlik üzerinden toprağa olan aidiyetin

güçlendirmesi gibi pek çok etkiyi içerir. Dolayısıyla askeri hareketlilik her zaman

devletlere imkanlar sunar. Bu bağlamda, din ve ordu devletin elindeki önemli iki

araçtır. Milliyetçilik ırka dayalı bir şekilde kurgulanırken aynı zamanda dini

örgütleyerek de bir kurgu oluşturulur. Dolayısıyla milliyetçi söylemde hem ırk

hem din birlikte kullanılır (Smith, 2014: 84). Ayrıca milliyetçilik modern devletin

gelişimiyle birlikte oluşturulmuş bir siyasi projedir. Farklı milliyetçilik

yaklaşımları, anlatılar ve temsiller, semboller üzerine durur. Yani kimlikler,

kökenler, tarih ve toplum hakkında hikayeler kurgulamak, tüm milliyetçilik

kuramları için önemli noktalardandır (Bell, 2003: 68-69).

Ölüm ve şehitlik olguları da milli kimliğin inşasındaki diğer önemli

temalardır. Vatan ve toprak üzerinden ölümün kutsanması ve şehitlik ile bu

kutsallığın ete kemiğe bürünmesi ulusal hafızanın oluşturulmasında her zaman

önemli bir yere sahip olmuştur. Fransa bu tema çerçevesinde, yas ve anıtsal

yapılarla ölümün yaşama siyasal bir şekilde eklemlenmesinde örnek olarak ele

alınabilir. Ölümler vatan ile ilişkilendirilerek, vatan ancak tehdit altında olduğu

sürece vatan olarak algılanır hale getirilmiştir. Fransa, ölümü milliyetçiliğin

42


kurulmasına hizmet eden bir hale getirerek, ölümlere dair devasa anıtsal

yapılarla ulusa bireysel düzeyde katılıma imkan sağlar (Yelsalı Parmaksız, 2012:

290). Devlet, şehitlikle kurguladığı bu imkanı, şehitliği sivilleştirerek daha da

genişletir ve sivilleştikçe ölüm sıradanlaşır ve ulusa mal edilmesi sağlanır (Yelsalı

Parmaksız, 2012: 296). Böylelikle, ölüm ve şehitlik anlatıları ile soyut bir olgu

olan milli kimlik arasında daha net bir bağlantı kurulmuş olur.

Milli kimlik yaratma süreçleri, hafızayla ilişkili olarak geçmişin nasıl

hatırlanacağının ve nelerin hatırlanacağının sınırlarının çizilmesi kadar

unutmaya dair de pratikler içerir. Ulus-devletler, farklı kimlik ve kültürlere karşı

sindirme, yok etme politikaları şiddet ile unutma kültürünü kurgulama ve

kolektif amneziyi yerleştirmeyi bir yöntem olarak uygulamışlardır. Ancak sadece

şiddet değil aynı zamanda eğitim gibi devletin ideolojik aygıtlarıyla birlikte bir

kolektif amnezi yaratılmaya çalışılır (Connerton, 2014: 30). Dolayısıyla hafıza ile

ulusal kimlik ilişkisi irdelenirken; uygulanan pratiklerin unutma kültürünü

yaratmaya içkin de olduğu akılda tutulmalıdır.

Öncelikle, hafıza ve ulusal kimlik arasındaki ilişki incelenirken temel iki

hata yapılmaktadır. Birincisi hafızanın doğal olarak aktarılabilir olduğuna dair

kanıdır. Oysa ki hafıza belli müdahalelerle, seçkinci bir şekilde aktarılabilir bir

olgudur. Anıtlar ya da çok iyi bir anlatım özelliğine sahip arşivler bize hatırlatan

şeyler değildir; onlar sadece araçlardır. Aktarılmak istenen şey devlet

kurumlarınca seçilerek araçlar aracılığıyla toplumun hafızasına yönlendirilir.

Diğer temel bir hata ise tek bir hafızanın olduğu kanısıdır. Oysa ki daha önceki

bölümde de ele alındığı gibi, aynı olaya dair her grubun ya da kimliğin

hatırladıkları farklılaşmaktadır. Kimlik ve hafızadan bahsederken kimin hafızası,

43


kimin kimliği olduğuna bakmak gerekir. Keza milliyetçilik tartışmalarında tek bir

kimliğin, anlatının ve ulusal kimliğin olduğunu savunmak milliyetçilik kuramı

içerisinde de yanlış olacaktır (Bell, 2003: 73).

I.I Ulusal Tarih

Milliyetçilik çalışmalarında, Benedict Anderson (2011) “Hayali

Cemaatler”e bağlılık için ulus-devletlerin mitler ve ritüeller aracılığıyla bir ulusun

kolektif hafızasını kurguladığını söyler. Bu noktada kolektif hafıza ulusun ortak

dayanışma ve bağlılığını oluşturan bir etmen haline gelmektedir. Tarihsel olaylar

kişilerin kimliklerini şekillendiren ve geçmişle ulusun toprakla ilişkisini

belirleyen bir karakter kazanır. Ulusun inşasında tarih ve hafıza önemli bir rol

oynar. Ulusal anlatılarla; ulus için bir başlangıç tarihi oluşturulur; kökene atıfta

bulunan mitlerle desteklenir. Farklı tarihsel dönemler arasında bağlantı kurulur

ve böylece toplumun gelenekleri, kültürleri ve zihniyeti korunmuş olur. Şöhret

ve çöküş dönemleri farklı topluluklara ve uluslara karşı ortak ahlaki yargıları

içerecek şekilde tanımlanır. Son olarak ortak hedef ve anlam için tarihin

ilerleyişinde bir kader tanımlanır. Tüm bunlar “ulusal tarih”in oluşmasını sağlar.

Ulusların ortaya çıktığı 19. yüzyıldan bugüne değin tarih, milliyetçi akımların

kendi ideolojilerini meşrulaştırmak için kullanılmıştır (Roudometof, 2002: 8).

Avrupa’da Nazi rejimi yanı sıra pek çok milliyetçi hareketlerin tarih ve hafıza ile

oluşturdukları ulusal anlatıların kamusal tahayyülde ne kadar güçlü olduğunu

gösteren en çarpıcı örneklerdir. Tam da bu nedenle tarihsel kayıtlar politiktir.

Çünkü ulusal anlatılar yüzyıllar boyunca bir ulusal kimliğin var olabilmesi için

kahramanlar, anmalar ve diğer kanıtlar ile bir topluluk yaratır (Roudometof,

2002, s.10).

44


Yazılı tarih kurucu tarihin oluşumunda önemli bir etken olmuştur. Resmi

tarih yazımında olması gereken tekrarlar ve sabitleme yazı ile mümkün kılınır.

Tarih yazımı neyin hatırlanacağına ve nasıl hatırlanacağına müdahaleyi de içerir.

Böylelikle egemen tarihi istediği gibi manipüle edebilir. Öyle ki Cengiz Çağla,

tarihin yanlış yazılmasını ulus olmanın bir şartı olarak belirtir (Çağla, 2007: 50).

Üstelik tarihin kimin tarafından yazıldığı ve yazılı metinlerin kimler tarafından

muhafaza edildiği de kritik bir noktadır. Assmann (2003) Antik Yunan’dan

günümüze tarih taşıyıcılığına ayrı bir önem verildiğinden bahseder. Tarihçiler,

tarih yazmalarının saklandığı arşivler ve binalar devletler için her zaman önemli

bir yere sahip olmuştur. Tarih taşıyıcılığının Antik Yunan’dan günümüze egemen

sınıfların yaptığı bilinmektedir. Dolayısıyla tarih taşıyıcıları (bugünün tarihçileri)

parası olan erkekler olmuştur (Assmann, 2003: 64). Neyin hatırlanıp neyin

hatırlanmayacağına karar veren egemen tarih yazımını yoksulları ve kadınları

dışlayarak gerçekleştirir. Bu nedenle resmi tarih tüm toplumun tarihi değildir.

Toplumların ya da ötekileştirilenlerin tarih yazımında sözlü tarihin çok daha

önemli bir yeri olduğu görülür.

Genelde tarih milliyetçiliğin siyasi meşruluğunu sağlamış ve muhafazakar

kimlik mücadelesine hizmet etmiştir. Ancak post yapısalcılıkla birlikte hakikat

tartışmalarının yürütülmesi tarih ve tarih yazımına eleştirel yaklaşımları

beraberinde getirmiştir. Tarih ile toplumsal hafıza arasındaki ilişki yeniden

kurulmuştur. Böylelikle hafızanın tarihi oluşmuştur (Olick & Robbins, 1998:

111). Halbwachs’ın kurmuş olduğu tarih-hafıza karşıtlığının ötesinde bir

yaklaşımla tarih yeniden ele alınmaktadır.

45


Mit, savaşın anlamlarını içeren toplumda basitleştirilmiş ve dramatize

edilmiş hikayeleri tanımlamak için kullanılan bir terimdir (Hynes, 1999: 207).

Ancak Hynes'in tanımı yeterli değildir, çünkü mit kurgulanan, şekillendirilen ve

bilinçli olarak tarihten seçilen anılarla manipüle edilerek oluşur (Bell, 2003: 75).

Törenler olayın değil de olayın anma ve tekrarlama biçimlerinin mitleştirmesiyle

gerçekleştirilir.

Duncan Bell (2003) mit çevresi (mythscape) tanımıyla Nora'nın hafıza

mekanlarına karşılık gelen bir terim üzerinden tartışmasını yürütür. Mit çevresi,

zaman ve mekanın -fiziksel olması şart değil- birleşimiyle milliyetçi temsili

stratejilerini içeren, iç ve dış mesafeyi, toplumun duygularını şekillendiren, tarih

ve yer hakkında hikayelerle ulusal kimliği çerçeveleyen bir olguyu ifade eder.

Ancak bu noktada Bell, Nora'nın eksik bıraktığını tamamlar. Tüm bunların

kendiliğinden olmadığını yani öznelerin, siyasi aktörlerin bu alanları

oluşturduğuna dikkat çeker (Bell, 2003, s.76).

Mit çevresi ile hafıza arasındaki ilişkide, hafıza mit ve karşı mitleri kesen

bir noktadadır. Ulusal anlatılarla oluşan mit karşısında direnişi simgeleyen mitler

özneler tarafından oluşturulmaktadır. Hafıza, esasında üçüncü bir nokta olarak

her ikisini de kesen bir yerde durur. Bu noktada mitoloji ile tarih arasındaki

ayrıma da dikkat çekmek gerekir. Mitoloji tarihin bir alt oluşumu olarak ele

alınabilir. Yani tarih, geçmişle ilgili pek çok seçilmiş, manipüle edilmiş olayları

içerirken çok daha karmaşık ve geniş bir tanımı içerir. Dolayısıyla ulusal mitleri

de içine alan geniş bir alanı kaplar. Gerçekte tarihçinin bu anlamda görevi bu

mitlere dikkat çekmektir, iktidarın oluşturduğu mitodolojiye, hegemonik

söyleme karşı mücadele etmek ve deşifre etmektir (Bell, 2003: 76-77).

46


Kolektif hatırlama ulusun esas miti ile mücadele eden bir role sahiptir. Bell

(2003) hafızayı "toplumsal özneler" yaklaşımı ile analiz eder. Bu yaklaşıma göre;

hafıza bireylerin zihinlerinin ürettikleriyle oluşan sosyal bir çerçevenin

içerisindedir ve kolektif hafıza belli bir geçmişi paylaşan belli kişilerin ya da

grupların bir araya gelmesi ile oluşmaktadır. Dolayısıyla hafıza hatırlamanın

farklı eylemleri ile toplumsal çerçeve vasıtasıyla dışsallaştırılır. Kolektif hafızayı

tarih-mitoloji karşısına yerleştiren Bell, ancak hafızanın doğrudan gerçek

hatırlama olarak sınıflandırılmasının eksikliğinden bahseder; hafıza mitsel olarak

oluşturulmaktadır (Bell, 2003: 65).

Toplumsal hafızanın bir özelliği de tarihi yeniden kurmasıdır. Ancak

toplumsal hafıza sadece geçmişi kurmaz aynı zamanda şimdi ile bağ kurarak

geleceği de şekillendirir (Assmann, 2003: 49-50). Tarihin yeniden kuruluşuna

şekil verecek olan hafıza, anlatılan hikâye ile kimlik arasındaki bağı kurar.

Homojen bir ulusal kimlik oluşturulması açısından tarihin araç olarak

kullanılması en etkili yöntem olarak varlığını korumaktadır (Çeliker, 2009: 43-

44). Tek ve ortak bir kimlik yaratmak için geçmiş manipüle edilerek ele alınır ve

yeniden kurulur. ulus-devlet kimlik oluşumunda ilerlemeyen bir tarih kullanır.

En basitinden takvimler, bir dönemin bitmesi ve yeni bir dönemin başlamasına

hizmet eder. Ulus-devletler döneminde mit ve nostalji çok daha öne çıkar; hafıza

anıtsal hale getirilir (Olick & Robbins, 1998: 117-119).

Connerton (2014) toplumsal hafızanın sadece tarihi yeniden kurma

(reconstruction) ile tanımlanamayacağını, çok daha özgün pratikleri içerdiğine

dikkat çeker. “Tarihi yeniden kurma” tanımını kullanan Connerton tarihçilerin

geçmişi kurma işlevi ile toplumsal hafıza ile hatırlama arasında fark olduğunu

47


belirtir. Buna göre toplumsal hafızaya dayalı olarak toplumda bireyler bir olayı

hatırlasa da, tarihçiler o olayı yazılı belgeler ve arkeoloji aracılığıyla yeniden

kurarak bir tarih oluştururlar (Connerton, 2014: 27-29).

I.II Ulusal Hafıza ve Zaman

Zamanın anlara bölünerek doğrusal ve dondurulabilir hale getirilmesiyle

zaman bir anlamda kontrol edilebilir hale getirilmiştir. Bölünemez ve yeni

deneyimlere açık bir süreç olarak tanımlanırken zaman, modernite ile birlikte

dinamik bir hız içerisinde dizginlenmesi gereken ve kontrol edilmesi gereken bir

olgu haline gelmiştir (Biçel, 2012: 50). Böylelikle zaman işlevleştirilerek seküler

bir geleceğin kurulması, ilerleme fikrinin yayılması ve modern dünyaya ait olan

geçiciliğin yaygınlaştırılması için kullanılır.

Evrendeki dikotominin kurgulanması modern zaman anlayışıyla

gerçekleşmiş olur: Geçmiş ile gelecek, özel ile kamusal olan gibi. Modernitede

zaman kamusal yaşamla özel yaşam arasındaki çizgileri belirler ve düzenler.

Böylelikle grup içi ilişkiler belirlenir, “yabancı olan” ayırt edilmiş olur (Misztal,

2003: 109). Dolayısıyla modern dünyayla birlikte zaman yaratıcılığa açık,

diyalektik etkileşimlerle toplumsal olanda şekillenen bir olgu değildir. Mekanik

saatlerle ölçülebilir, gündelik yaşamın ihtiyaçlarını karşılayan ve insanların

sezgilerine yer vermeyen kantitatif bir araçtır (Misztal, 2003: 110). Böylece,

zaman ile kurulan ilişki çok daha mekanik bir hal almıştır.

Ulusal anlatı için oluşturulan takvimler hafızayı şekillendiren ve geçmişle

bağı kuran araçlardır. Elbette hafıza derken tek bir hafızadan bahsetmek

mümkün değildir, her ne kadar ulus-devlet anlatıları zamanı tek tipleştirerek

48


hatırlanacak olanları kendisi seçerek “icat edilmiş takvimler” oluştursa da

esasında insanların geçmişe dair hatırladıkları tek bir şey değildir, çeşitli zaman

dilimlerini içerir (Misztal, 2003: 108).

Ancak modern dünyada birlikte zamanın doğrusal olarak ele alınması,

toplumsal gerçekliğin geçmişle kurduğu diyalektik ilişkinin göz ardı edilmesine

yol açar. İnsanların doğal bir şekilde kendi geçmişleriyle kurdukları ilişkideki

değişkenlik bir nevi sabitlenmiş olur. Ancak bu ulusal hafızanın geçmişle kurduğu

ilişkinin değişmez olduğunu göstermez; aksine zaman araçsallaştırılarak

bugünün geçmişle kurduğu ilişki sürekli olarak yeniden yaratılır (Misztal, 2003:

109).

Anıtsal ve görsel hafıza Nora’ya göre hafızanın en saf halini resmeder. Bu

anlamda ulusal hafıza için zaman bir nevi hafızanın sembolleştiği anları yaratmak

için vardır. Nora’nın anmalar çağı olarak belirttiği ulusal kurtuluş günleri,

bağımsızlık savaşlarındaki sembolleştirilen kişilerin anmaları simgesel hale gelir.

Öyle ki bir dakikalık saygı duruşları bile anlardan yaratılan simgeleşmenin bir uç

örneğidir (Nora, 2006: 32). Ulus-hafızanın yerleştirmeye çalıştığı tarih

anlatısında büyük olaylara ilişkin tarihsel anmalar, yıl dönümleri, kutlamalar ve

resmi bayramlar da hafızanın zamansal uzamına dair örneklerdir. Bu anlamda

takvimler oldukça önemlidir. Fransız devriminden sonra oluşturulan devrim

takvimi oluşturulmak istenen ulusal hafızanın çerçevesi gibidir (Nora, 2006: 32).

Diğer yandan toplumsal hafıza, tarihi önemli olayların işaretlendiği ve önemsiz

olayların gerçekleşmediğine işaret eden bir tür zihinsel sürecin ürünü olarak

şekillenir (Zerubavel, 2003: 315). Ulusal günlerin olduğu takvimlerde toplumsal

zaman çizelgesi oluşturulur. Anmalarla ulusal hafızaya ait “kutsal tarih”

49


şekillenir. Ulusal günleri içeren takvim temelde bir ulusun kolektif geçmişini

sunmak için hazırlanmaktadır (Zerubavel, 2003: 332). Ulus-devletlerin

takvimlerinde işaretli olan önemli günler toplumsal gruplara geçmişteki hangi

tarihlerin kutsal tarih olduğunu gösterir. Dolayısıyla iktidara yeni gelen bir

liderin bir günü ulusal resmi tatil günü ilan etmesi o anı ve olayı ölümsüzleştirme

ve sonsuz bir şekilde var olmasını sağlama çabasıdır. Böylelikle egemenler

takvimler ve anmalarla hafızayı kurumsallaştırırken topluma sadece neyi

hatırlaması gerektiğini söylemez, aynı zamanda ne zaman hatırlanacağını da

söylemiş olurlar (Zerubavel, 2003: 317). Ancak kolektif hafızanın şekillenmesine

hizmet eden takvimler de hafıza gibi değişkendir. Ulusal anlatıda ihtiyaç

görünmeyen tarihler çıkarılarak yeni tarihler eklenebilir (Zerubavel, 2003: 319).

Dolayısıyla iktidarla ve iktidarın ulusal hafızada yer almasını önemsediği

olaylarla ulusal takvimler zaman içerisinde şekillenir.

I.III Ulusal Hafıza ve Mekan

Mekanın hafızayla olan ilişkisi, hafızanın zaman ve tarihle kesişiminde bir

yer alır. Özellikle de Pierre Nora’nın Fransa resmi tarihinden hareketle kullandığı

geniş anlamdaki mekan kavramı, zaman gibi olgulara genişleyen zengin bir analiz

sunar. Nora, öncelikle ulusun kendi sınırlarını ve kimliğini yaratmak için hafıza

mekanlarına ihtiyaç duyduğunu belirtir. Öyle ki bu mekanlar tarihin yerine,

geçmişte unutulmuş olanların hatırlatıcıları olarak tasarlanır. Yani hafızanın

mekanla kurduğu ilişki yapaydır ve bu yüzden de bu yapay hafıza bir süre sonra

yok olma ya da etkisinin giderek azalması riskini içerir. Ancak toplumlara ait olan

hafızaya dönüşün bu kadar kolay olamayacağı, tüm ulus yaratma süreçlerinden

kalan hasarların giderilmesinin olanağı tartışmalıdır (Gülpınar, 2012: 84).

50


Okullar, kitaplar, müzeler, anıtlar gibi ulusal hafıza mekanlarıyla şekillenmiş bir

toplumun inşa ettiği karşı hafıza ulusal hafızayla ilişkilidir. Dolayısıyla ulusal

hafıza ile toplumların kendi mücadelesi ile oluşturulacak karşı hafıza arasında bir

etkileşimden bahsetmek gerekir.

Nora, hafıza mekanları derken sadece fiziki anlamda mekanlardan

bahsetmemektedir. Ancak kendisinin Fransa devriminden sonra ulus yaratma

sürecinde müze, anıt gibi mekanların toplumsal hafızayı yaratmada nasıl

kullanıldığına dair çalışması bu mekanları ulusal anlatıda öne çıkarmaktadır.

Kitaplarla yazılan resmi tarih mekanlarla desteklenerek topluma hatırlaması

gerekenler gösterilmeye çalışılır. Bu anlamda hafıza mekanları esasında

hafızadan çok tarihle ilgilidir (Nora, 2006: 32). Ulus inşasında mekanın hafıza

oluşturma için kullanımı dışarıdan ve merkezi bir şekilde kurgulanır.

Toplumların inşa ettikleri karşı hafızanın geçmişteki olaylarla etkileşimi

farklılaşan bir noktadır: Kurgusal ve dışsaldır. Bu yüzden de daha donuk ve

kapalı mekanlar olarak belirtilebilir. Ancak egemen tarafından kurgulansa da

fiziksel mekanı işaret eden hafıza mekanları bile zamanla dönüşür. Bir müze bina

olarak sabit olsa da, değişen politik ve kültürel şartlara göre içerdikleri ve

hatırlanması için öne çıkarılan tarihsel olaylar farklılaşabilir. İktidarın kurmak

istediği yeni anlatıya hizmet eden yeni anıtlar, müzeler, meydanlar

yapılabilmektedir.

Yukarıda bahsettiğim üzere Nora, Fransa tarih yazımı üzerinden yaptığı

detaylı inceleme sonucunda hafıza literatürüne kazandırdığı hafıza mekanları

kavramına ulaşır. Ancak Nora’nın Fransa tarihine uzun ve detaylı bir şekilde

girdiği çalışmasında, yapmaya çalıştığı Fransa tarihini anlatmaktan öte kendi

51


deyimiyle Fransa’nın hafıza düzeneğini resmetmektir. Bu düzeneğin Fransa’da

monarşiden sonra Cumhuriyet’e geçişte nasıl hafıza sermayesini beslediğine dair

önemli izlekler sunarak anlatır (Nora, 2006: 39-40). Nora’nın çalışmasında,

Fransa’nın siyasi tarihinden hareket etmiş olması tüm ulusal hafıza süreçlerinin

bu şekilde olduğunu elbette göstermez. Tek bir ülkenin tarihinden hareketle

hafızayı okuması, hafızanın çoğu zaman neredeyse sadece ulusal hafızaya

indirgeyerek karşı hafızaları onları inşa eden öznelerle birlikte yok sayması

Nora’nın bu alanda başyapıt olan çalışmasının eksikliği olarak değerlendirilebilir.

Ancak Avrupa’daki Almanya, İngiltere gibi pek çok ülkede denenen ulus-devlet

adındaki siyasal proje Hobsbawn’ın geleneğin icadı olgusuna dayanır (Nora,

2006: 40). Buna Fransa da dahildir. Dolayısıyla Fransa ulus-devletleşme tarihi

Avrupa’daki benzer süreçlere dair önemli bilgiler sunar.

Fransa’da ulus yaratma süreçlerinde, Nora ulusal hafızayı tekelci, otoriter

ve birleştirici olarak nitelendirir. Otoriter hafıza, oldukça merkeziyetçi ve

dışlayıcı bir tarihe dayanmaktadır. Birleştiriciliği ise sadece idari ve toprak

bütünlüğü değil, manevi ve ideolojik bütünlüğü imgeler. Ek olarak, Nora için

devletin ortak bir hafıza kurma ihtiyacı farklılık duygusuna karşı bağlayıcı bir

iktidarı oluşturma ve yerel hafızanın merkezi hafızaya eklemlemeyle oluşur.

Dışlayıcılık ise “düşmanlık”ların oluşturulmasıyla gerçekleşir. Devletin her zaman

onu tehdit eden bir düşmanı vardır, kendisine karşıt olan ve bu düşmanlıktan

iktidar beslenir. Dolayısıyla Fransa’da Cumhuriyet, ilk önce komplo teorilerinin

ve duygu birliğini düşmanca duygularla sağlayan bir mirası devralmıştır. Bu

mirasla birlikte devlet savaşla özdeştirilir; Nora uğruna ölmediğimiz bir

Cumhuriyet’in Cumhuriyet olmadığını söyler (Nora, 2006: 41). Savaş ve uğruna

52


ölünecek devlet kutsallığının ulus-devletler için hafızayla ilişkilendirdikleri

önemli bir olgudur. Ancak ulusal hafıza sadece geçmişi kurmayla var olmaz.

Nora’nın bir paradoks olarak gördüğü, geçmişi kurması gereken ulusal hafıza

ulus için aynı zamanda ortak bir gelecek de sunar. Bu ortak gelecek ise sadece

geçmişteki savaş ve kahramanlık anlatılarıyla kurulmaz. Hafıza; devlet, toplum ve

ulusu vatan sevgisiyle sentezleyerek var olur. Düşman, öteki, savaş, vatan sevgisi,

ortak ideal gibi kavramlar etrafında iktidar, hafızanın retorik kullanımını kök

saldırır. Bu retorik elbette en güçlü şekilde yukarıda bahsettiğimiz bilimsel tarih

yazımıdır. Nora bunu Fransa için şöyle ifade eder; “Vasat güce sahip Fransa,

tarihiyle büyük kalmıştır; o halde bu tarih neden işletilmesin ki?” (Nora, 2006:

48). Bu yüzden iktidar, otoriter bir hafızayı kurmada tarih yazımına ihtiyaç

duyar.

Ulusal hafızanın en sık başvurduğu kristalize olmuş mekanlar arasında

arşivler öne çıkmaktadır. Mekanlara olan ihtiyaç biraz da arşivleme ve her şeyi

kayıt altına alma çabasından kaynaklanmaktadır. Doğum kayıtlarından, askeri

kayıtlar, tarihi eserler, milli kütüphaneler hepsi ulusa ait olanı kayıt altına alarak

koruma altına almaya çalışır. Nora bu yüzden “artık hafıza mekanları çağıdır”

diyerek, arşivleme isteğinin ve tarihi hatırlatma çabasının hafızanın önüne

geçtiğine dikkat çeker (Nora 2006: 24). İlk bölümde bahsettiğim gibi, gelişen

teknoloji ile sınırsız arşivleme imkanı bazen hafızanın önüne geçmektedir. Ulusal

hafıza için de hem fiziksel olarak hem de sanal ortamda kayıt imkanı

kullanılmaktadır. Nora’nın iddia ettiği üzere ulus-devletler çökmediği gibi tarihle

birlikte ulusal hafızayı koruma çabası halen devam etmektedir. Bu nedenle nasıl

ki toplumların hafızalarını oluşturma süreçleri varsa, devletler de kendi

53


hafızalarını yaratmaya devam etmektedirler. Ancak bu hafızalar birbirinden

kopuk değildir. Her iki hafıza da birbiriyle etkileşim içerisine girerek birbirini

etkileyebilmekte ya da dönüştürebilmektedir.

II. Karşı Hafıza

Kolektif hafızanın ulus-devlet kurucuları ve erk tarafından kurgulanması

dışarıdan bir şekilde ulusal hafıza yaratma sürecini içerir. Nora’nın oldukça

yapay ve kurgusal bir şekilde tarif ettiği kolektif hafızaya karşı toplumların kendi

dinamikleriyle oluşturdukları hafızaları bulunmaktadır. Toplumun kendi sosyal

ilişkileri ve gerçekleri çerçevesinde doğal bir şekilde şekillenen hafızalar

dışarıdan ve kurgusal olmamasının ötesinde toplumun geçmişle kurduğu

diyalektik ve dinamik bir ilişkilenmeyle oluşur. Bir diğer ifadeyle toplumlar

dışarıdan dayatılan resmi tarih kurgusu çerçevesindeki toplumsal hafızayı

reddederek ya da onu dönüştürerek karşı hafızasını oluşturur. Kolektif hafızanın

bir biçimi olarak karşı hafızada odak, geçmişteki kötü ve acı dolu olayları

yaşamış, şiddete maruz kalmış, geçmişteki yaşanan tüm utançlara sahip

mağdurlar ya da tanıklardır. Dolayısıyla ulusal hafızadan farklı olarak, karşı

hafızada maruz kalınan bir geçmiş vardır. Maruz kalınan geçmiş tüm yüküyle

karşı hafıza taşıyıcılarının omuzlarında belirir. Ulusal hafızada geçmiş

yönetilmeye çalışırken, karşı hafızada geçmişle başa çıkmaya çalışılır (Bilgin,

2013: 18-19).

Geleneksel ve kültürel olarak her halkın resmi hafızası ve tarihi dışında

kendi hafızası vardır. Merkezi olarak kurulan ulusal hafızanın nüfuz edemediği

yerelde topluluklar kendi hafızalarını korurlar. Ancak bunun dışında hafıza bir

54


direnme, karşı koyma alanı olarak da işlev görür. Özellikle tek bir kimliğin

dayatıldığı toplumlarda farklı kimliklerdeki halklar ve azınlıklar kendi

kimliklerini koruma ve sahip çıkma istenciyle karşı hafızalar yaratabilmektedir.

Benzer şekilde geçmişinde savaşların ve katliamların yaşandığı toplumlarda

devletin bu zamanları resmi tarihten silme ya da çarpıtarak bir hafıza oluşturma

çabasına karşı insanlar karşı anlatılarla kendi toplumsal hafızasını oluştururlar.

Böylelikle geçmişte yaşananlar, failleri ve tanıkların yani geçmişteki şiddet dolu

olayların asıl özneleri hafızanın oluşumunda kurucu rolde olurlar.

Çatışmalı süreçler sonrasında geçmişle hesaplaşma ve yüzleşmede

toplumsal hafızanın yeniden inşa edilmesine yönelik baskılar söz konusu olduğu

kadar savaş ve çatışmanın olduğu süreçlerde de karşı hafızanın oluşturulduğunu

söylemek gerekir. Savaş ve militarizm karşıtı hareketlerde, yerlilerin devlet

şiddetine karşı yürüttüğü mücadelelerde karşı hafıza oluşturma deneyimlerini

görmek mümkündür. Geçmişle yüzleşme konusunda devlet ve devletle ilişkili

kurumlar yaşanan travmaların üzerini kapatarak bugüne bakılması gerektiği

yönünde tavır sergilemektedir. Savaş ve çatışma süresince toplumun geneline

çarpıtılarak sunulan hakikatlerin, savaş sonrası dönemde de geçmişte kalmış

kötü hatıralar olarak sunulma riski bulunmaktadır. Dolayısıyla savaş sonrası

kurulacak hafızanın halen resmi-tarih çerçevesinde şekillendirilmesi tercih

edilmektedir. Bu süreçte resmi anlatıyı reddeden ve devlet şiddetine maruz

kalmış insanlar ısrarla karşı hafıza çalışmaları yürütebilmektedir. Örneğin,

çatışma sonrası kayıpları ve ölümleri inkar etme eğiliminde olan hükümete karşı

Guatemala’da hafıza hareketi kayıplara dair hakikati anlatan raporu hazırlayarak

unutulmasının önüne geçmiştir (Paniagua & Amezquita, 2012: 915). Savaşta

55


öldürülen isimlerin olduğu anıtın inşası yine sivil hareketlerce inşa edilerek

katliamın hafızasının oluşturulması amaçlanmıştır. Böylelikle savaş sonrası

devletin yeni hafızayı yine resmi tarih çerçevesinde kurmasının önüne geçilerek

hafızanın toplumsallaşması sağlanmıştır.

Çatışma sonrasında karşı hafıza inşası farklı yöntemlerle

gerçekleşebilmektedir. Örneğin Arjantin’de olduğu gibi zorla kaybetmelerin ve

işkencelerin yapıldığı binaların müzelere dönüştürülmesi, katliamların

gerçekleştiği tarihlerin anmalarla hatırlanması, Güney Afrika’da olduğu gibi

hakikat komisyonları aracılığıyla ya da enformel bir şekilde hakikat anlatılarının

yapılması, kurbanların ve yakınlarının tanıklıkları, karşı hafızayı simgeleyen

anıtların, parkların, simgelerin oluşturulması bunlardan bazılarıdır. Elbette her

ülkeye göre araçlar çeşitlenebilmekte ve farklı yollar bulunabilmektedir. Ancak

ortak olan nokta kayıpların ve yaşananların tekrardan toplumsal hafızaya dahil

edilmesidir. Toplumsal hafızaya dahil edilirken ise insanlar kimlikleri ve

kültürleriyle yeniden ilişkiye girmektedir. Bu etkileşim katliamları ve travmatik

zamanları yaşamış toplumların kendi kimliklerinde de bir değişime neden

olmaktadır. Savaş ve çatışma aynı zamanda Guatemala’da olduğu gibi karşı

hafızanın kendi kültürünü ve kimliğini unutmama direnişine de

dönüşebilmektedir. 1970’lerde gerilla hareketine yönelik devletin aşırı şiddet ve

baskı uygulamasıyla sivil halka yönelik pek çok insanlığa karşı suç işlenmiştir. Bu

şiddet ve baskı sonucunda zorla yerinden edilen yerli halk 10 yılı aşkın bir süre

dağlarda yaşamak zorunda kalmıştır. Guatemala’da yerliler dağlarda kendi

kültürlerini ve kimliklerini unutmamak ve yeni nesillere aktarabilmek için

alternatif eğitim ve hafıza çalışmaları yürütmüşler, masallarla ve hikayelerle

56


çocuklara ve gençlere sözlü tarih yoluyla aktarmışlardır. Kumaş parçalarıyla,

kendi tarihlerinden önemli buldukları anları resmederek muhafaza etmişlerdir,

dillerini unutmamak için de kendi okullarını oluşturmuşlardır. 1995 yılında barış

anlaşmasından sonra ise gruplar halinde geçmişte neler yaşadığını anlatarak

kolektif hafızayı yeniden inşa etme çalışmaları yürütmüşlerdir (Paniagua &

Amezquita, 2012: 20-21).

Karşı hafıza, ulusal hafıza kadar homojen ve yek pare olmamaktadır.

Yaşananlara dair anlatılarda hakikatler farklılaşmaktadır. Örneğin kadınların

yaşadıkları hakikat farklı olabilmektedir. Yine karşı hafızanın özneleri de ulusal

anlatıda olduğu kadar homojen değildir. Örneğin Guatemala’da karşı hafıza

mücadelesinde savaş dönemi insanları öldürmüş ve işkence yapmış paramiliter

güçlere ve orduya mensup kişiler de tanıklıklarıyla karşı hafıza inşasına dahil

olmuştur. Yine savaşta devlet şiddetine karşı mücadele vermiş ya da şiddetin

mağdurlarından sessiz kalmayı tercih edenler olmuştur (Paniagua & Amezquita,

2012: 21).

Karşı Hafıza, birinci bölümde bahsedildiği üzere bilimsel ve profesyonel

tarih yazımına karşı tarihin demokratikleşmesini içremektedir. Bunda ise, tarihi

yazan öznelerin eşitsizliğinin giderilmesi ve tarih yazımının hakim grupların

tekelinden çıkarılması önemlidir. Bu noktada, tarihin sadece geçmişte kalan

donuk bir olgu olmaktan çıkıp; günümüzle ve gelecekle ilişki kuran,

marjinalleştirilmiş öznelerin açığa çıkmasına imkan veren bir olgu olması

önemlidir. Hakim tarih yazımından farklı olarak karşı hafızanın oluşumunda çok

daha gündelik yaşama dair yöntemler ve araçlar karşı kullanılır. Bunlar sözlü

tarih olabilmekte; araç olarak ise mektuplar, belgeseller, fotoğraflar, günlükler

57


olabilmektedir. Bu yöntemlerin hepsi tarihin karmaşık ve anlaşılmaz ve sadece

tarihçilere ait bir bilim dalı olmasının önüne geçmektedir. Bu durumda

marjinalleştirilmiş öznelerden biri de geçmişte yaşanmış katliam gibi

felaketlerden sağ kalanların tanıklıklarıdır. Politik şiddetin tarihini yazan bu

tanıklıklar, devlet açısından bitmiş ya da tamamlanmış bir olayın bitmediğini

bizlere gösterir. Aynı zamanda, geçmiş ile şimdiki zaman arasında bir bağ kurar.

Resmi anlatının aksine, geçmişle etkileşimli bir ilişki kurar. Tanıklar, bir anlamda

devletin tarihinin doğru olmadığını göstermek için konuşurlar. Bununla kalmayıp

toplumdaki diğer insanlara acı dolu tarihi anlatırlar. Geçmişin düşünülmesi

gereken bir olgu olduğunu gösterirler. Esasında tanıklıklar, henüz geçmişte

yaşanmışlara dair son sözün söylenmediğini gösterir. Bu ise, karşı hafızanın

heterojenlik ve çokluk özelliklerini barındırmasıyla ilgilidir (Weine, 2006:158).

Özetle, karşı hafızada tarih geçmişte kalmış ve bizden uzak, apolitikleştirilmiş bir

şey olmaktan çıkarılarak gündelik yaşamımıza dair bir şeye dönüşür. Tanıkların

kendi hikayelerini dinlendikçe, geçmiş yeniden kurulur ve çok daha dinamik ve

canlı bir şekilde hafızanın inşa süreci başlamış olur. Bu süreç uzun, dönüşümler

içeren ve içerisinde hakikat ve geçmişle yüzleşme potansiyelini taşıyan bir

süreçtir. Çünkü tanıkların hikayeleri politik şiddetin tarihine dair olduğu kadar

kendi yaşamları, ümitleri, isteklerine de dairdir.

II.I Karşı Tarih Yazımı

Tarih ile hafızanın ilişkisinden hareketle resmi tarih yazımı Nora (2006),

Olick ve Robbins (1998), Connerton (2014), Schwartz (2015) tarafından ortaya

konmuştur. Yukarıda ayrıntılı olarak bahsedildiği üzere, resmi tarih devletin

bizim ne hatırlamamız gerektiğine göre şekillenir ve hafıza çerçevesinde de milli

58


kimlik kurulur. Ancak geçmişi donuk ve tek bir tarihsel sürece indirgeyen ulusal

tarihin karşısında toplumların kendi geçmişleriyle kurdukları ilişkiye dair süreç

karşı-tarih yazımını oluşturur.

Soykırım, katliam gibi travmalar yaşamış topluluklar, kendi iç

dinamikleriyle geçmişte neyi hatırlamak istediklerini, nasıl hatırlayacaklarını

yazılı ya da sözlü anlatılarla ortaya koymaktadır. Devlete dair kurumların resmi

ideolojiyle domine olması, devletin toplumsal olarak yerelde yazılan tarih yazımı

kadar yaratıcı yöntemlere başvurmasını engeller. Bu anlamda belgeseller, filmler,

festivaller, sözlü tarih anlatıları, şiirler topluma ait olan tarihin yazımında

kullanılan araçlar olabilmektedir. Alternatif tarihin oluşması halkların kendi

kimliğini, kültürünü ve varoluşunu korumak yönünde bir refleks olarak da

adlandırılabilir. 1980’lerle birlikte kurtuluş mücadeleleri ve yerel halkların ulus-

devletin tek kimlik dayatmasına karşı isyanları, alternatif tarih yazımı daha da

desteklemiştir. Tek ve mutlak bir tarih anlatısının olmadığı post modern

dönemde daha net bir şekilde görülmüştür. İktidarın kurmaya çalıştığı büyük

resmi tarihe rağmen azınlıklar kendi kimlik ve kültürünü korumanın bir

mücadele alanı olarak kendi tarihini oluşturur. Karşı tarih yazımında da iktidarın

ulusal tarih yazımında başvurduğu bazı araçlara başvurulabilmektedir: geçmişe

ait kurucu mitler inşa etme, bazı tarihsel olayların öne çıkarılması, anmalar gibi.

Ancak bu anlatılar daha çok devlet şiddetine maruz kalanlar için aynı zamanda

bir tür direniş demektir. Devletin yok etmeye çalıştığı bir kimliğin korunma

çabasıdır. Dolayısıyla karşı tarih yazımını resmi tarih yazımından ayıran bir

nokta da homojen olmamasının yanı sıra kimliği tabandan kurma gibi bir etkiye

59


sahip olmasıdır. Ayrıca karşı-tarih de karşı hafıza gibi homojen ve yekpare

değildir, aynı topluluk içerisinde bile farklı karşı-tarih anlatıları olabilmektedir.

Karşı-tarih yazımının bir diğer farklı özelliği resmi-tarih gibi kurgulanmış

ve kurumsallaşmış bir şekilde oluşturulmamasıdır. Özellikle yeni medya

araçlarının yaygınlaşmasıyla üstü örtülmek istenen dönemlerin yeniden açılması

toplumsal olarak bir değişime sebep olmaktadır. Türkiye’de son yıllarda giderek

artan otobiyografiler, tarihi romanlar, sözlü tarih, yöre ve mahalle tarihi gibi

türler giderek yaygınlaşmıştır. Bu yöntemlerle toplum geçmişe olan ilişkisini

yeniden sorgulamaya başlamaktadır. Ya da resmi-tarihin kurguladığı bir kişinin

tarihi, otobiyografilerle gündelik yaşamına dair farklı yanlarının anlatıldığı yaşam

hikayelerine dönüşebilmektedir. Sözlü tarih geçmişle ilgili kurulan yalanın ve

çarpıtılan hakikatin yarattığı hayal kırıklığıyla insanların geçmişe ulaşmak için

alternatif yolların yaratılması için tekrardan canlanmıştır (Neyzi, 2013: 20).

Okullardaki eğitim de bu tarihe hizmet eder; tarih anıtsal kahramanlar,

dışlanmışlar ve lanetli grupları tanımlayarak bir bütünleştirici etki yaratmada

işlevselleşir. Diğer yandan, akademik olmayan tarih yazımı ise, resmi tarih

yazımındaki gibi etik ve politik kaygıları içermeden yazılır; anılar ve tanıklıklar

buna örnektir. 1960'lar ve 1970'lerdeki Arjantin ve diğer ülkelerdeki tanıklıklara

dayalı tarih yazımı bu türden bir tarih yazımıdır (Sarlo, 2012: 13).Tanıklıklar

geçmiş deneyimi yeniden canlandıran ve dile getirerek suskunluğun yerini

anlatıya bırakan bir etki yaratır. Bir nevi tanıklık tarihin yok ettiği belleği

kurtararak tekrardan öznellik kazandırır. Bu yüzden tanıklıklar, taşıdıkları

hukuki anlamdan daha fazlasını taşırlar (Sarlo, 2012: 21-24). Tanıklıklar

hakikatin yeniden tanınmasında etkili olmaktadırlar ve bir nevi hafızayı tarihe

60


yakınlaştırma görevi üstlenmektedir. Tanıklıklarla, konuşulmak istenmeyen

devlet şiddeti konuşulur olmuştur ve kamusal bir hak alanı yaratır (Sarlo, 2012:

42). Agamben tanıklığın imkansızlığına işaret ederken tanık olmanın zorluğu ve

çelişkilerini belirtir (Agamben, 1999, 34-35). Agamben’in dikkat çektiği nokta

tanıklığın hep eksik olacağıdır. Tanıklığın bu paradoksu, yaşanan felaketin tanığı

olmasının bizzat kendisinin kurban olmasıyla ilişkilidir. Agamben, Yahudi

Soykırımı’ndan kurtulan kubanlardan biri olan Primo Levi’nin tanıklığından yola

çıkarak tanıklığın kendine içkin “eksik tanıklık” olarak belirttiği sorgulamayı

yapar. Örneğin ölüme tam tanıklık etmek bizzat kendinin ölmesi demektir. Ancak

tanıklığa içkin bu paradoksu tanıklık etmenin olanaksızlığında bir ayrışma

noktası olarak gösterir. Dil tanıklık edebilmenin olanaksızlığını göstermeli ve

yerini dil-olmayana bırakmalıdır (Agamben, 1999: 36-39). Kısacası; tanık, bu

imkansızlığın yol açtığı paradoks içerisinde bir özne olur.

Agamben’in dikkat çektiği nokta tanığı nerede kurgulayacağımız açısından

önemlidir; bir tür geçmişte yaşananları teyit ettirme ya da doğrulama üzerinden

tanımlamamız gerektiği aşikardır. Tanık, toplumsal olayların tarafıdır ve ancak

bu şekilde tanıklığı mümkün olur. Bu çalışma için, tanıkların hakikatin kurucu

özneler olarak tanımlamaktayım; yani herhangi bir delil, doğrulama ya da

olayların “tarafsız” anlatıcıları olarak ele almanın yanı sıra yaşanan felaketlere

tanıklık etmiş olma olarak görmekteyim. Ama elbette tanıklığı hakikatin tek

kurucusu olarak görmek eksik olur. Ancak Arendt'in dikkat çektiği nokta

tanıklığın toplumsal olması, ona farklı bir anlam kazandırır (Arendt’en aktaran

Sarlo, 2012: 45). Tanıklık kişisel anlatı ve doğruluğu sorgulanır birinci tekil

şahıslı hikayelerden ziyade adaletle ilişkili olandır ve toplumsal güven bağlarını

61


içerir. Özellikle tanıklıklar bir ölüm ya da kayba yönelikse bir yas ortamı yaratır.

Yasın yeniden anlatılara imkan tanımasıyla, toplumun temelinin yok edildiği

noktada yeniden kurulması söz konusu olur (Sarlo, 2012: 45). Sarlo’nun burada

dikkat çektiği nokta, tanıklıkların soğuk tarih anlatıcılarından farklı olarak

topluma kendisinden gizlenen gerçeği göstermesindeki gücüdür.

Karşı hafıza da resmi tarih gibi ideoloji yüklüdür. Ancak hafızada, tarihte

olduğu gibi anlatıların kamusal alanda denetim altına alınması gerçekleşmez.

Geçmişin yeniden inşasının kurulabilirliğiyle ortaya çıkan hafıza resmi tarih gibi

sansürlenmez ya da seçici bir şekilde kontrol altına alınamaz. Geçmişle

hesaplaşma çerçevesinde geçmişin yeniden kurulması ise katliamların,

tanıklıkların politikleşmesine hatta Arjantin'de olduğu gibi insan hakları

mücadelesinin de siyasallaşmasına neden olmuştur. Toplu öldürmelerin

cezasının sadece hukuki olacağı bir eşik artık geçilmiştir Öznelerle birlikte bu

anlamlandırma siyasi olana içkindir (Sarlo, 2012: 61).

II.II Karşı Hafıza ve Zaman

Hafıza mücadelesi yürüten özneler resmi tarihin takvimine karşı kendi

alternatif takvimlerini ve anmaları oluştururlar. Katliamlar gibi büyük travmalar

yaşamış toplumların savaş sonrası süreçte kendi toplumsal hafızalarını

oluşturmalarında alternatif anmalar ve takvimler yer almaktadır. Halkın, resmi

takvime karşı kendi sivil takvimini oluşturması yaşananlarla yüzleşme ve

devletin sistematik inkarına karşı koyuş olarak ortaya çıkmaktadır. Zerubavel’in

(2003) resmi takvimleri incelemesi gibi Orli Fridman (2015) Yugoslavya

savaşından sonra Sırbistan’da hafıza hareketlerinin oluşturduğu alternatif

62


takvimi inceleyerek önemli anmaları ele almıştır. Sırbistan’da savaş karşıtı

hareketlerin öncülük ettiği, her yıl Belgrad başkent meydanda 20 Haziran

Serebrenitsa Soykırımı’nı anma günü düzenlenmektedir. 1995 yılında

gerçekleştirilen katliamın hemen sonrasında politik öznelerce anmalar

düzenlenen meydan, bugün 2000’li yıllarda sıradan vatandaşların da katıldığı

önemli bir karşı hafıza platformu haline gelmiştir (Fridman, 2015: 217). İnsanlar

20 Haziran günü sadece katliama dair gerçekleri, kurbanları ve onların

hikayelerini duyurur hale gelmekle kalmayıp aynı zamanda resmi tarihin inkar

ettiği soykırımın tanınması yönünde mücadele yürütmekteler. Böylelikle ulus-

devletin insanların hafızasından silmek istediği bu zaman dilimi halen hatırlanır

kılınmaktadır. Dolayısıyla alternatif takvimler, alternatif anlatılar sunarken

toplumsal hafızanın yeniden inşasına da olanak sağlamaktadır (Fridman 2015:

214). Sivil inisiyatiflerin ve hareketlerin mücadelesiyle anmaları yapılan bir diğer

iki önemli tarih ise Saraybosna’nın kuşatılması ve birden fazla günde anılan

Omarska Toplama Kampı’ndaki yaşananların anıldığı günlerdir. Saraybosna

Kuşatması teatral bir şekilde canlandırılarak geçmişte yaşananlar, festivaller

aracılığıyla kolektif hafızaya dahil edilmektedir (Fridman 2015: 221). Devletin

savaş sonrasında yok saymaya devam ettiği Omarska Kampı’nda yaşananlar ise

genç aktivistlerce anılmaktadır (Fridman 2015: 222). Türkiye’de de geçmişte

yaşanan katliamlara ilişkin barış mücadelesi veren örgütlerin ve özellikle

devletin yok saydığı kimliklerden grupların kendi alternatif takvimlerini

oluşturduklarını söylemek mümkündür. Kürtler için 12 Mart Qamışlo Katliamı ve

yakın zamanda gerçekleşmiş olan 28 Aralık Roboski Katliamı önemli karşı hafıza

mücadele alanlarını içermektedir. Yine yakın zamanda konuşulması oldukça zor

63


olan Ermeni Soykırımı 24 Nisan günü anılarak sözlü tarih ve tanıklıklarla üstü

örtülen hafıza ortaya çıkarılmaktadır. Aleviler için 2 Temmuz Sivas Katliamı her

yıl Sivas’ta katliamın yaşandığı yere giderek kayıpların anıldığı ve yasının

tutulduğu bir tür adalet arayışı sürecine dönüşmüş durumdadır. Bunun gibi pek

çok gün geçmişte resmi tarihin yok saydığı ya da çarpıtarak resmi tarihe dahil

ettiği yaşananların ortaya çıkarılması alternatif anma günleri aracılığıyla

gerçekleşmekte, anma günleri geçmişe dair söylenmemiş, anlatılamamış gerçek

tanıklıkların, hikayelerin ve hafızanın ortaya çıkmasına vesile olmaktadır. Bu tür

anmalar dışında, 1 Eylül Barış Günü Kürtlerin öncülük ettiği bir başka önemli

gündür. 1 Eylül Barış Günü, dünyada barış günü olarak kutlanan 21 Eylül

tarihinden farklı bir şekilde Türkiye’de kutlanmaktadır. 1 Eylül kitlesel

mitinglerle farklı kimliklerden insanları buluşturan, barış ve demokrasi

taleplerinin dile getirildiği bir gün haline gelmiştir.

II.III Karşı Hafıza ve Mekan

Toplumsal hafızanın kolektif inşasında tıpkı ulusal hafızanın

kurgulanmasında kullanıldığı gibi müzeler, kütüphaneler, anıtlar, heykeller,

caddeler ve meydanlar gibi hafıza mekanları kullanılmaktadır. Toplumun kendi

kolektif hafızasında canlı tutmak istediği geçmişe ait olaylar, hafıza mekanları

sayesinde hatırlanarak sonraki kuşakların da hatırlaması sağlanmaktadır. Bu

süreç, yeniden hatırlamayla inşa edilen toplumsal hafızaya olan katkısı dışında

bir tür karşı hafıza yaratma süreci olarak ele alınmalıdır. Her ne kadar resmi

hafızaya ait mekanların sabit ve tarihteki bazı anları dondurarak yüce anlatılar

çıkarmak amacıyla araçsallaştırılsalar da karşı hafızada mekan çok daha

etkileşimli ve dinamik bir içeriği sahiptir. Göz önünde bulundurulması gereken

64


bu etkilerle birlikte, toplu mezarların birer hafıza mekanı olarak ele alındığı

çalışmada, karşı hafıza mücadelesinin mekanla ilişkisi oldukça önemlidir. Bu

önem, yerel ya da azınlık halkların kendi sözlü tarihleriyle mekan arasında

kurdukları ilişkinin, hegemonik ulusal hafızanın mekanla kurduğu ilişkiden çok

daha güçlü olmasına dayanır. Donuk ve doğrusal tarih anlatısından ayrı olarak

ötekilerin ve ezilmişlerin tarihini anlatan Holokost anmaları, savaş sonrası

Beyrut’ta kentsel dönüşüm projelerinde belleksel ve mekânsal iktidar

mücadeleleri, Guatemala’da devlet terörüne karşı Mayaların dağlarda yürüttüğü

hafıza mücadelesi gibi pek çok deneyim bunu göstermiştir. Tüm bu çalışmalarda,

iktidar, tahakküm ile öznelliğin, direnişin mekan ile kurduğu gerilimli

etkileşimleri incelenmiştir. Tüm bu direnişle şekillenen hafıza pratikleri, iktidarın

sürekli mekan üzerinden karşı hafızaları silme pratiklerine yönelik ise

mekanlarda canlanan hafızalar haline gelmiştir. İktidarın sindirme ve yok etme

edimleri her defasında mekanın hafızaları sürekli bir şekilde çağırarak,

hafızaların mekana daha sıkı sıkıya tutunmasına yol açar (Özsoy, 2016: 182).

Mekan; ötekiler, yerliler, azınlık halkları için gündelik yaşamda kendi hafızalarını

yerelde üretebildikleri alanlardır. Bu nedenle de homojenleşmeye karşı sürekli

değişen, parçalanan ve yeniden kurulan bir hafıza söz konusudur.

Geçmişte yaşanan devlet şiddetinden sonra demokratik bir toplum inşası

çeşitli hafıza mekanlarıyla gerçekleşebilmektedir. Latin Amerika ülkeleri Şili,

Arjantin, Guatemala gibi savaştan kaynaklı zorla kaybetmelerin, toplu mezarların

olduğu ülkelerde tanıklar, kayıp yakınları, muhalif kesimler kendi anlatılarını

bulabilecekleri yerler inşa etmektedirler. Bu mekanlar aynı zamanda geçmişle

yüzleşmenin ve adalet arayışının da mekanları haline gelmektedir. Devletin resmi

65


hafıza yaratma çabaları yanı sıra çatışma sonrası süreçlerde hafıza mekanları

toplum tarafından inşa edilmektedir. Ancak Almanya’da Yahudi soykırımından

sonraki süreçte yaşandığı üzere devlet de özür dilemenin ve geçmişle

yüzleşmenin bir göstergesi olarak kurbanların ve yakınların anlatılarını

mekanlaştırabilmektedir. Arjantin ise hafıza mekanlarının özellikle yerel

inisiyatiflerin ve yakınların bizzat kendileri tarafından inşa edildiği çok daha

dinamik ve politik bir sürece dair bir deneyimdir. Ancak çoğu zaman demokratik

dönüşümün devlette de olması gerektiği yönündeki politik projeyle birlikte

geçmişin hafızası sivil hareketler ve devletle birlikte yürütülmektedir. Ancak yine

de bu dönüşümün mimarları, devleti zorlayan alttan örgütlenen hafıza

hareketleri olmaktadır.

Arjantin’de askeri rejim sonrası demokratik yönetime geçişle birlikte eski

gizli merkezler başta olmak üzere pek çok mekan hafıza mekanı haline

getirilmiştir. Örneğin "kirli savaş" döneminde işkence merkezi olarak kullanılan

ESMA (Askeri Havacılık Okulu) müze haline getirilmiştir. Ancak ESMA'nın

geçmişteki hafızayı taşıyan bir mekan olmasında öncesindeki hafıza

mücadelesinin etkisi yatmaktadır (Duruliolle, 2011: 15). ESMA dışında, fiziksel

işaret ve ritüellerin düzenlenmesi gibi pratikler de vardır. Örneğin zorla

kaybedilenlerin evlerinin önündeki yerde olan plakalara isimlerinin yazılarak

anılması gibi (Duruliolle, 2011: 17).

Gizli gözaltı ve işkence merkezlerinin açığa çıkarılarak hafıza mekanlarına

dönüştürülmesiyle birlikte görünür hale getirilmesi, savaş süresince bu binaların

yakınında olan insanların neden suskun kaldıkları gibi tartışmaları başlatmıştır

(Duruliolle, 2011: 20). Arjantin'de hafıza mekanı haline getirilen yerlerden ilki

66


olan El Club Atletico, 1977 yılında federal polis binasıydı. Bina daha sonra

yıkılarak anayol yapılmış ve uzun süre bu şekilde kalmıştır. Ancak 2002 yılında

bu merkezde tutuklu kalmış kişiler ve onları destekleyen örgütlerle birlikte

merkezin hafıza mekanı olması için mücadele yürütülmüştür. İşkence görenler ve

kurbanların isimleri plakalara yazılmış, semboller çizilmiş, kayıpların resimleri

konulmuş ve sonunda 2004 yılında bir anma mekanı haline getirilmiştir

(Duruliolle, 2011: 20).

Vincent Duruliolle, karşı hafızaya ait hafıza mekanlarına dair "[s]adece

geçmişte neyin olduğunun anlamı üzerinden değil aynı zamanda hafızanın

kendisinin anlamı üzerinden aktif bir politik mücadele var" yorumunu

yapmaktadır (Lessa, Francesca; Druliolle, 2011: 25). Gerçekten de Arjantin, Şili

gibi Latin Amerika ülkeleri ile çatışma, savaş ya da dikta rejimler sonrası

demokratik bir toplum inşası için mücadele veren İspanya, Güney Afrika, Sri

Lanka, Sırbistan gibi ülkelerde hatırlama aynı zamanda bir direniş alanına

dönüşmüştür. Genelde savaş ve çatışma sonrası insanlar hemen anlatmaya ve

konuşmaya istekli değillerdir, toplum uzun bir süre sessiz kalır. Almanya

günümüzde hafıza kültürünün en büyük patlama yaptığı ülke olmasına rağmen

soykırım onlarca yıl sonra ancak konuşulmaya, hatırlanmaya başlanmıştır. Bu

sessizlik süreci devletin toplum üzerinde kurduğu hegemonik projenin ne kadar

başarılı olduğunu göstermektedir. Hafıza mücadelesiyle birlikte insanlar

anlatmaya ve sessizliği bozmaya başlarlar. Bu nedenle hatırlamak devletin bu

hegemonik projesine karşı politik bir eylemdir aynı zamanda (Duruliolle, 2011:

25-26).

67


Anıtlar ve hatırlamak için mekanların inşasında farklı ülkelere ait deneyim

paylaşımları olmaktadır. Örneğin Arjantin'deki Monumento a lasVíctimas del

Terrorismo de Estado (Devlet Terörü Kurbanlarının Anıtı) Almanya'daki Yahudi

Müzesi'nden esinlenerek yapılmıştır (Duruliolle, 2011: 29). Bu tür travmatik

geçmişi olan ülkeler arası deneyim paylaşımları ve esinlenme hafıza

mekanlarının inşasında da görülmektedir. Yerelde ya da kamusal alanlarda

plakaların üzerine kurbanların isimlerinin yazılması yine Almanya'da da

uygulanan bir yöntemdi. Toplumların inşa ettiği hafıza mekanlarına dair

mücadele daha çok devletin ulusal hafızası ve resmi tarihine karşı kamusal

alanda anlatıyı var edebilmek üzerine kurulu olmaktadır. Sokaklarda kayıpların

ve kurbanların isimlerinin yazılması ve parkların inşası yıllardır saklanılanların

ortaya çıkarılması anlamını taşıdığı için kamusal alanda görünür olma önemli bir

noktadır. İsimlerin parklarda, ağaçlarda ya da son görüldükleri yerlerde

yazılmasının hatırlamanın dışında kayıpların birer özne olduklarını gösterme

çabasıdır.

Toplumsal olarak hafızanın inşası aktif ve politik tartışmaları da

beraberinde getirir. Bunların en başında baskın ulusal hafızaya karşı toplumsal

hafızanın müzeler gibi donuk ve büyük kapsamlı anma mekanlarıyla temsiline

yönelik eleştirilerdir. Örneğin Arjantin'de dikta rejimden sonra kurulan karşı

hafıza müzeleşmeyi eleştirerek daha çok küçük-hafıza projeleriyle

gerçekleşmiştir (Duruliolle, 2011: 17). Müzeler yaşananları binaların içerisine

hapsederek donuklaştırmakta ve yaşananlara adeta yabancılaştırılmaya yol

açabilmektedir. Bu anlamda müzeler çok daha düzenlenmiş, disipline bir hafızayı

içerir. Ancak son zamanlarda sokaklarda ve şehirlerde posterler, grafittiler,

68


heykeller ve isim plakalarıyla oluşan hafıza mekanları daha yaratıcı süreçleri

içerir (Haskins ve DeRose, 2003: 384). Böylelikle tüm şehir bir hafıza mekanı

haline getirilmektedir. Tüm şehre yayılmış anlatılar ve izler, sembollere karşı tek

bir binada merkezileşmiş, düzenli bir şekilde arşivlenmiş anlatılar.

Müzelerin karşı hafıza olarak inşa edilmesi 2. Dünya Savaşı sonrasında

Almanya başta olmak üzere pek çok yerde halen kullanılmaktadır. Türkiye'de de

2 Temmuz Sivas katliamının gerçekleştiği Madımak'ın utanç müzesi haline

getirilmesi talebi, benzer şekilde Kürt ve muhalif kesimlerin hafızasında yer

edinmiş olan Diyarbakır Cezaevi'nin müze haline getirilmesi gibi çalışmalar

yürütülmektedir. Ancak büyük anlatıların simgesi haline gelmiş müzelerin

yaşananları canlı ve hatırlanır kılmanın ötesinde durağan bir hale getirme riski

de olduğu anlaşılmaktadır.

Türkiye’de geçmişle yüzleşme ve geçmişin yeniden toplumsal hafızada

inşasında hafıza mekanları olarak cezaevlerinin müzeleşmesi önemli hafıza

çalışmalarındandır. 34 sivilin katledildiği Roboski Katliamı’nın hatırlanması için

anıt Diyarbakır’da yapılmıştır. Kamusal alanın hafıza mekanı olarak

kullanılmasında yine üçüncü bölümde ayrıntılı olarak üzerinde durulacak olan,

yer isimlerinin anılan kişilerin isimlerinin verilmesi özellikle Kürt illerinde sıkça

başvurulan hatırlama eylemlerinden biridir.

Anıtların karşı hafızanın dinamik yapısına ne kadar etki ettiği aktif politik

tartışma alanlarından biridir. Arjantin'de kayıpların tek tek isimlerinin yazıldığı

duvarla birlikte nehre açılan hafıza parkı Parque de la Memoria estetik bir hafıza

çalışması olsa da kayıp yakınları ve hafıza mücadelesi yürüten örgütlerin bir

69


kısmı tarafından eleştirilmiştir. Yakınların en büyük eleştirisi, parkın kolektif yası

bireyselleştirdiğine yöneliktir. Eleştiri, henüz mezarları olmayan kayıplarının bir

yer üzerinde isimlerinin yazılı olması, parkın bir tür yas tutulur bir mekan haline

dönüşmesinin politik olarak bir kayıp olacağı yönündedir (Duruliolle, 2011: 30-

31). Çocuklar, yakınlar cenazeleri ve failleri bulununcaya kadar böyle bir

mekanın mezar yerine geçmesinden endişe edilmektedir.

Karşı hafıza yaratma, hatırlama ile anma arasında bir tür müzakere alanı

oluşturmaktadır. Toplumsal hafızaya dair mekanlar üretilirken, hafıza

mekanlarının neyi neden hatırlamak gerektiğinin önüne geçmesi bu müzakere

alanında olan tehlikelerden biridir (Duruliolle, 2011: 33-34). Giderek hafıza

mekanları yaratma süreci, yerini metal tabelaların üzerlerine isim yazılması gibi

"spontan anmalara"6 bırakmaya başlamıştır. Çünkü bu tür anmalar kurumsal

anmalara göre (müzeler, galeriler vs.) gün be gün kentteki yürüyüş trafiğine etki

6Spontaneousshrines Jack Santino’nun, önceden şekillendirilmiş ve belli kalıplar içerisindeki

kurumsal hafızanın tam tersi kendiliğinden, yaratıcı hafızayı ifade etmek için kullandığı bir
terimdir. Özellikle sokaklarda, parklardan grafitti, otobüslerde posterlerle belli bir şeması
olmayan hafıza çalışmalarını imlemek için kullanmıştır. Spontan hafıza tanımı hafızanın
mekanla kurduğu değişken ilişkisini göstermek için tercih edilmiştir. Ayrıntılı bilgi için:
Santino, Jack (2006). SpontaneousShrinesandthePublicMemorialization of Death”,
PalgraveMacmillan: New York.

70


etmekte ve böylelikle kamusal alanda var olan simgeler şehrin unutulmuş

yerlerinin politize edilmesini sağlamaktadır (Santino, 2001: 7).

III. Geçiş Dönemi Adaleti ve Yeniden Uzlaşma

Geçiş dönemi adaleti, geçmişte yaşanan felaketlerden sonra demokratik

bir rejime nasıl geçiş yapılacağına dair verilen bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır.

Tanımı ve araçları ülke deneyimlerine ve literatürdeki farklı yaklaşımlara göre

değişse de temelde; geçmişte yaşanmış felekatler varken hakikat arayışı ve

adaletin tesisinin nasıl sağlanacağına yanıt aranır. Modern yaklaşımlara göre,

geçiş dönemi adaleti cezai yaptırımların ötesine de giderek, kapsamlı bir

toplumsal dönüşüme işaret etmektedir. Geçiş dönemi mekanizmalarının

toplumda kapsayıcı bir dönüşümü sağlayabilmesi büyük bir iddia olmakla

birlikte, geçiş sürecindeki rolünün kritik olduğu belirtilmelidir. Bu noktada ise

yeniden uzlaşma (reconciliation) ele alınmalıdır; çatışmanın kaynağı ortadan

kalktığında farklı toplumsal kesimler ortak hakikatler doğrultusunda ortak bir

tarih ve hafıza oluşturabilir mi sorusuna yanıt aranır.

Geçiş dönemi adaleti, geçmişteki felaketlerden dolayı acılar çekmiş

insanların, mahkemelerde yargıçlar, uzmanlar, komisyon çalışanları gibi

ayrıcalıklandırmış bilgiye özel olarak erişim sağlandığı bir tür araçtır. Buradaki

temel amaç ise demokrasinin sağlanması için felaket dolu geçmişten güven dolu

bir geleceğe doğru toplumun dönüşümüdür (G. Teitel, 2000: 111). Bu bağlamda,

geçiş dönemi adaleti en çok hakikat komisyonları ile anılsa da, mahkemeler,

farklı komisyonlar, hafızalaştırma çalışmaları, devletin özür dilemesi, tazminat

gibi onarım mekanizmaları, silahsızlanmayla gerillaların topluma dahiliyeti gibi

71


pek çok aracı barındırmaktadır. Bu çalışmayla ilişkili olarak, geçiş dönemi adaleti

mekanizmalarının hakikatin peşine düşülmesi ve hafıza ile ilişkilendirilmesi

üzerinde durulmaktadır.

Çalışmanın konusuyla ilişkili olan esas soru, kurulacak tüm geçiş dönemi

mekanizmalarında anlatılan acı dolu hikayeler ve felaketlerle dolu geçmişe dair

tanıklıkların nasıl eşitlikçi ve demokratik bir geleceğe yol göstereceğidir? Yani

geçiş süreci, yeni ve farklı hikayelerin anlatıldığı ve bu anlamda hafızanın

yeniden kurulduğu bir sürece dönüşebilir mi? Bunun yanıtı, geçiş dönemi adaleti

süresince, resmi tarihin nasıl dönüştürüldüğüne ve mağdurların bu dönüşüme ne

ölçüde dahil olabildiğine bağlıdır. Burada esas nokta hakikat komisyonları başta

olmak üzere geçiş döneminde kurulan mekanizmaların duyulmayan hakikatin

anlatılmasına, hikayeleştirilmesine hizmet etmesidir.

Yeni kurulacak hakikat rejiminde, devletin geçmişe ait kurduğu “düşman”

anlatısı dönüşüme uğrar ve yeni bir hikaye anlatımı başlar. Bu başlangıçta

devletin resmi olarak özür dilemesi önemli bir yerde durur. Şili’de olduğu gibi

başbakanın geçmişte işkence yapılan standda devlet şiddetini kabul ederek özür

dilemesi geçiş dönemi siyasetine dairdir. Böylelikle, devletin sesli bir şekilde özür

dilemesi, geçmişte devlet baskısı altında itibarı yok edilmiş insanlara kamusal

itibarının iade edilmesine hizmet eder (G. Teitel, 2000:85). Bununla birlikte, geçiş

dönemi süresince devletin eski güvenlik konseptine dayalı “düşman” kurgusunu

değiştirmesi ve geçmişi meşrulaştıran tutumundan vazgeçmesi de önemli bir

politik dönüşümdür. Böylelikle devlet kurumlarında besimsenen resmi hafıza

dönüşüme uğrayarak mağdurların hafızasına açık hale getirilir. Bunun için

kurulan komisyonlarda, yazılan raporlarda devlet şiddetinin açık ve ayrı bir

72


kategoride tanımlanması, politik şiddetin ayrıca belirtilmesi gerekmektedir. Bu

politik dönüşümde, devletin güvenlik gerekçesiyle suç işlemesinin kabul

edilebilir olmadığının açıkça belirtilmesi, öldürülen insanların “terörist” değil bu

ülkenin yurttaşları olduğunu gösterir. Dolayısıyla raporlarda geçmişte yaşanların

tariflenmesinde ve öldürülen insanların tanımlanmasında kullanılan dil de

dönüşür. Örneğin Arjantin’de “Bir Daha Asla” hakikat komisyonu raporunda

gerillardan “silahlı insanlar” olarak bahsedilmiştir (G. Teitel, 2000:85). Dildeki bu

dönüşüm, ölümlerin meşrulaştırılmasının da önüne geçmektedir. Dolayısıyla,

şiddeti meşrulaştırılan devletin dilinin değişmesiyle yeniden uzlaşmanın

sağlanabileceği bir zemin yaratılmış olur.

Dönüşümün sağlanmasında bir diğer önemli metin barış

anlaşmalarıdır. Dikta rejimlerden farklı olarak geçmişinde savaş ve çatışma

yaşamış ülkelerde şiddetin sonlanması barış anlaşması ile resmi geçiş dönemi

adaleti sürecine geçilmektedir. Bu anlaşma metinlerinde, devlet şiddeti açık ve

net bir şekilde tanımlanarak geçmişte yaşanan şiddetin devlet tarafından kabul

edilmesine yol açmaktadır (G. Teitel, 2000:86). Bir diğer önemli nokta ise,

hakikat rejiminin yaratılmasında, yurttaşların bilgiye erişiminin önündeki

engellerin kaldırılarak demokratik dönüşüme katkı sunulmasıdır. Devletin

arşivlerine, kaynaklarına yurttaşların eşit ve demokratik bir şekilde erişiminin

sağlanması ortak bir geleceğin garanti altına alınmasına hizmet eder. Bireysel

özel bilgi ile kamusal bilgi arasındaki denge kurularak, devlet kurumlarındaki

bilgilerin erişilebilir olması geçiş dönemi için önemlidir. Çünkü çoğunlukla baskı

döneminde, devlet arşivleri özellikle askeri arşivler gizli ve yurttaşların ya da

mahkemelerin erişimine kapalıdır. Bu kapalılıktaki dönüşüm ortak bir gelecek

73


yaratmada bir engel olarak durur. Çünkü devletin elindeki bilgiyi kontrol etmesi,

devlet tarihinin meşrulaştırılmasını sağlamak içindir (G. Teitel, 2000:101).

Bunun dönüşerek vatandaşlardan yana özgürlükçü bir hal alması gerekir.

Bu demokratik dönüşümün tarihin yeniden yazılmasıyla nasıl

gerçekleşeceği kritik bir soru olarak durmaktadır. 1980’lerle birlikte

popülerleşen hakikat komisyonlarının, hakikati ortaya çıkarmada büyük bir

etkisi olduğu ortadadır. Ancak bu komisyonların, kolektif hafızanın resmi tarih

üzerine kurulu olduğu varsayımından hareket ettiği eleştirisi yapılmakta; yeni bir

hafızanın inşa etmede eksik kaldığına dair eleştiriler bulunmaktadır. Çoğu zaman

bu komisyonlar, geçmişin geride bırakıldığı, affetmenin öne çıkarıldığı ve

sonunda kismi ceza yargılamalarının sağlandığı komisyonlar olmaktadır. Örneğin

Güney Afrika’da Nelson Mandela, kurulan hakikat komisyonunun misyonunu

kötülüklerle dolu geçmişin geride bırakılarak yeni bir sayfa açılması gerektiğini

söylemiştir (Bevernage, 2010: 112). Ancak bu yaklaşım kolektif hafızanın

doğalında demokratikleşmesine hizmet etmemektedir. Bu noktada hakikat

komisyonlarında ya da diğer geçiş dönemi adaleti mekanizmalarında, resmi ve

doninant olmayan alternatif yöntemlerin kullanılması hakikatin ortaya

çıkarılmasında etkili olmaktadır. Bunlar kişisel anlatılardan, farklı hikayeleştirme

imkanlarının yaratılmasıyla esasında taban örgütlerinin kullandığı karşı hafıza

oluşturma yöntemleridir. Tabandan inşa edilen bu yöntemlerin, karşı hafızaya ait

araçların geçiş dönemi sürecine dahil edilmesi, hakikatin geçmişi kapatarak değil,

yüzleşerek ve dönüştürülerek gerçekleşmesine imkan tanıyacaktır. Bu

nedenledir ki son dönemlerde, geçiş dönemi adaleti ve hakikat rejiminin inşa

edilmesinde hafıza ve tarihe daha çok odaklanan çalışmalar yürütülmektedir. Bu

74


çalışmalar, geçiş döneminin unutma ve hatırlama politikalarıyla doğrudan

ilgilidir.

Geçmişle kurulan ilişki hatırlama ya da unutma kültürünün nasıl

şekilleneceğini ortaya çıkarır. Geçmişin nasıl hatırlanacağı, hangi yönleriyle

hatırlanacağı ya da unutulacağı kritiktir. Geçmişle kurulan ilişkiye göre ya bir

hatırlama kültürü ya da bir unutma kültürü geliştirilmiş olunur (Sancar, 2008:

28). Ancak burada bahsedilen geçmişle ilişki geçmişle hesaplaşmadan tamamen

farklıdır. Bu fark devletin geçmişle olan ilişkisini ne amaçla kurguladığıyla

yakından ilişkilidir. Devlet geçmişle unutmaya ya da bastırmaya yönelik mi yoksa

hesaplaşmaya yönelik yüzleşme politikalarıyla mı yanıt verdiği irdelenmelidir.

Geçmiş kurtulunması gereken bir yük olarak görüldüğünde “unutma

politikaları” ile geçmişin bastırılması ya da yok sayılması söz konusu olur

(Sancar, 2010:37). Bu durumda hatırlanması gereken değil, unutulması ve yok

sayılması gereken bir geçmiş söz konusudur. Bir nevi, tarih çarpıtılarak geçmişle

hesaplaşmadan geçmişin üzerinin örtülmesi amaçlanır (Sancar, 2010:48).

Geçmişin yoğun insan hakları ihlalleriyle dolu olduğu toplumlarda,

geçmişle hesaplaşma toplumsallığın yeniden inşası anlamına gelmektedir. Bu

nedenle de hakikat ve uzlaşma geçmişle hesaplaşma için önemli konular haline

gelir. Geçmişle hesaplaşmanın, toplumsal olanı inşa etmesi için ise Marchetta’nın

kavramlaştırdığı “demokratik hatırlama” politikaları öne çıkmaktadır. Hatırlama

ve yüzleşme pratiklerine toplumun bütününün aktif olarak katılımının

sağlanması ve tek bir yöntem dayatılmadan farklı yöntemlere imkan verilmesi ile

75


bir siyasal çerçeve oluşturulmalıdır. Böylelikle toplum hatırlama politikalarının

öznesi haline gelir (Marchetta'dan akt. Sancar, 2010: 56-57).

Geçiş süresince, komisyonlarda, mahkemelerde, raporlarda üretilen

metinlerin hepsi geçmişin yeniden yazılmasına dairdir. Hakikatin demokrasiyle

ilişkisinin kurulması, bu metinlerdeki tanılıklar ve hikayeleriyle yakından

ilgilidir. Örneğin Arjantin’de “Bir Daha Asla” raporunda, hakikatin gelecekteki

acıları engelleyici özelliğinin olduğundan bahssedilmektedir (G. Teitel,

2000:110). Bu tür anlatımlarla, yıkıcı geçmiş bir daha tekrarlanmaması için ders

çıkarılması yönünde ele alınır. Dolayısıyla geçmişin ne kadar yıkıcı ve felekatlerle

dolu olduğunun kabulü ve devletin bu felaketlerdeki sorumluluğunu üstlenmiş

olduğunu metinlerde belirtmesi, demokrasiye geçiş için önemlidir. Bu tür

anlatılar tarihsel hesapverilebilirliği sağladığı için toplumda gerçek bir yeniden

uzlaşma ortamı sunar. Böylelikle, barışın inşasında şeffaflık esas alınır (G. Teitel,

2000: 110).

Hafıza ile dönüşüm/değişim tartışmalarında, mağdurların hafızalarıyla

doğrudan ilişkili olmasından kaynaklı tam merkeze oturmaktadır. Hafıza,

geçmişteki acımasızlıklarla barış dolu bir gelecek arasındaki yeni bir güçlü

bağlantıyı oluşturur (A. Assmann & Shortt, 2012: 1). Yeni Oxford Amerika

Sözlüğü'ündeki tanıma göre geçiş (transition), "yeni bir durumdan ya da

koşuldan diğerine geçişteki periyod ya da süreç" olarak tanımlanmaktadır. Geçiş

terimi daha çok kaos ve krizle ilişkilendirilerek olumsuz bir anlam yüklenirken,

burada kullanıldığı anlamıyla olumlu bir değişimi içerir. Siyasi aktörlerin mevcut

travma ve çatışma durumunu değiştirme iradesi göstererek pozitif bir değişim

sağlamasıdır (A. Assmann & Shortt, 2012: 12).

76


Her ne kadar çatışmalı dönem sona ermiş olsa da, siyasi ve sivil toplum

geçmişin anlamını açıkça tartışmaya, tepki göstermeye devam eder. Çünkü bazen

siyasi elitlerin geçmişle yüzleşmesi zaman alır ve toplumlarda uzun bir sessizlik

dönemi yaşanır. Ancak hafıza politikalarındaki kamusal sessizliğin olması,

hafızanın toplumsal ve siyasi eylemlere göre şekillenmeye devam etmediği

anlamına gelmez (Guarnieri, 2002: 37). Yani bir diğer anlamda hafıza(lar)

yeniden işlenmeye ve yeni anlamlar kazanmaya devam eder. Hafıza, kültürün

önemli bir parçası ve akademik çalışmalardan, biyografilere geniş bir alanda

üretimin olmasını sağlar. Sembolik temsiller ve dil değişime uğrar. Arjantin'de

"bir daha asla" ifadesinde olduğu gibi geçmişte yaşananların tekrar etmemesini

imleyen, geçmişle bugün arasında bir bağ kuran söylemler ortaya çıkar. Hafıza

mücadelesiyle anma ve anıtsal yapılara dair politika oluşur ve hafıza politikaları

şekillenir. Geçmişle hesaplaşmada, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler gibi

devlet dışı aktörler tabandan gelen bir baskıyla toplumsal hafızayı değiştirme

üzerinden etki ederler. Ancak tabandan oluşacak baskı, ülkenin siyasi

çerçevesiyle etkisini gösterir.

Demokrasinin tesis edilebilmesi için hafıza politikaları, geçmişte yaşanmış

ağır insanlığa karşı suçlarla baş edebilmenin ve çatışma sonrası toplumda

değerlerle kurumların yeniden oluşabilmesinin önemli bir etkenidir (Druliolle,

2013: 262). Ancak çatışma sonrası hafıza politikalarında toplumsal hareketlerin

etkili olması, daha önce belirtildiği üzere tek başına demokratik bir rejimi garanti

etmemektedir. Ancak devletin geçmişle yüzleşmesinin ötesinde, cezasızlık gibi

değişimin önündeki engellerle mücadele etmesi durumunda daha kapsamlı

dönüşüm mümkün olabilmektedir. Elbette devletin de geçiş dönemi adaleti

77


mekanizmaları kurarak bu sürece dahil olması söz konusudur. İspanya’da olduğu

gibi, geçiş döneminin yasal çerçevesinin oluşumuna devlet istekli olabilir.

Mağdurların şiddet gördüğü, öldürüldüğü ve katliamların olduğu

mekanların anma mekanları haline getirilmesi toplumsal hafızanın yeniden ele

alınmasına ve bu hafızadan dışlanan grupların dahil edilmesine hizmet eder.

Devletin resmi olarak toplumsal hafızada bu dönüşümü tanıması, eğitim gibi pek

çok alanda hafıza politikalarını demokratikleştirmesi elbette diğer büyük

adımlardır. Ancak yine de sivil inisiyatiflerle oluşturulan hafıza politikaları, yeni

bir kimliğin kurulması ve hatta vatandaşlık tanımının yeniden tartışmaya

açılması açısından oldukça etkilidir (Sieder, 2002: 186-187).

Sonuç olarak çatışmalı süreçlerden sonra toplumda demokrasinin tesis

edilebilmesi hafıza pratikleriyle oldukça yakından ilişkilidir. Toplumsal hafızanın

yeniden inşa edilmesi, demokrasinin oluşması ve geçmişte yaşanan katliamların

tekrarlanmaması için yürütülen mücadele aynı zamanda yeni bir kimliğin de

inşasını beraberinde getirir. Tek bir ulus anlatısı üzerine kurgulanmış ulus-devlet

yerine çok kimlikli bir toplumsal yapının kurgulanması önemlidir. Bu süreçlerde,

devlet sadece geçmişte resmi tarihi yazmaz, demokratik sürece geçiş döneminde

bile olsa tüm yaşananları kendi ulusal hafızasını yeniden kurmak, stabilize etmek

ve de geçmişi kapatmak için kullanabilir. Çünkü geçiş süreçleri ulus-devletler için

ulusal-kimliği restore etme süreçleri olarak ele alınır (Üstündağ 2014, 181). Bu

risk tabandan mücadele yürüten toplumsal kesimlerin devleti de dönüştürmeye

yönelmelerine sebep olmaktadır. Devletin yüzleşmeye ve geçmişle hesaplaşmaya

zorlanması hafıza ve adalet mücadelesine içkindir.

78


Geçiş döneminde toplumsal olarak sağlanması gereken dönüşüm,

yalanla yaşamaktan hakikatle yaşamaya doğru olmalıdır (G. Teitel, 2000:112).

Devlet vatandaş ilişkisinin demokratik ve eşitlikçi bir eşkilde kurulması yeni bir

ulusal kimliğin inşasında geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının, hakikati ortaya

çıkarıcı etkisiyle mümkün olabilecektir.

79

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İSPANYA VE TÜRKİYE’DE TOPLU MEZARLAR VE KOLEKTİF HAFIZA

“Hafıza, ölümle olan sahip olduğumuz tek ilişki.”

S. Sontag

Ölüm bireysel olduğu kadar toplumsal bir olaydır. Ölümün toplumsal

oluşu ona politik bir anlam kazandırır ve politik bir sembol haline gelir.

Çalışmada üzerinde durduğum, herhangi bir ölümden ziyade, geçmişte devletin

halklara karşı uyguladığı ağır şiddet sonucu meydana gelen ölüm. Dolayısıyla

sormaya çalışacağım soru “isimsiz ölüler”in politik sembol haline gelmesinin

anlamı nedir? (Verdery, 1999: 3).

Ölü kişilerin bir mezara sahip olması, özellikle farklı kültürlerde ayrı

ritüellerin düzenlenmesi ve törensel olarak gömülmesi oldukça önemlidir. Bir tür

vedalaşma ve ölen kişiye karşı son görevi yapmaya yönelik bir eylemdir. Gömme,

mezar ve anma ritüelleriyle ölen kişi hafızaya dahil edilir ve ölüm mezar

aracılığıyla muhafaza edilir. Bu nedenle ölüleri gömen bir toplum ölümle

kaybettiklerini anmalar ve mekanlaştırmayla tekrardan toplumsal olana dahil

etmiş olur. Ancak bu süreçte kopma yaşandığı zaman toplum için travmatik bir

durum oluşur. Ölen kişilerin ritüellere göre gömülememesi hatıralarının

oluşmasını engeller, ölen kişiyle tam bir vedalaşma yaşanamaz (Gülpınar, 2012:

94).

80


"Bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?" Judith Butler’ın şiddet ile yas

arasındaki ilişkiyi düşünmesindeki başlangıç sorusudur. Butler, insanın her ne

kazar özerk olma isteği ve uğraşısı olsa da hiç bir zaman özerk olmadığını söyler.

Aksine sen ile ben karşıtlık halinde kurulmaz, ilişkisellikler söz konusudur. Ancak

hayatta, yaşananlara ilişkisel olarak bakarken esas olarak ilişkilerimizin bizi bir

yandan oluştururken bir yandan da yoksullaştırdığını görürüz. Kayıp

karşısındaki tam olarak tanımlayamadığımız durum da bunun gibidir. Bu yüzden

yas sadece kişinin kendi özelinde bir keder eylemi değildir. Kişi kayıpla birlikte

değişmiştir ve bu değişimi kabul ettiği ölçüde yas tutabilir. Bir kaybetme söz

konusudur ancak kayıpla birlikte bir dönüşüm de gerçekleşir (Butler, 2013: 37-

39).

Hiç bir zaman tamamen bize ait, yani özel olmayan ve toplumsal olarak

kurulan bedenlerimiz; ölümlülük, yaralanabilirlik ve faillik içerir. Kendi

bedenlerimiz üzerinde hak sahibi olmak için mücadele etsek de hiç bir zaman

tamamen bize ait değildir ve her zaman bir kamusal boyutu vardır. Bireysel

boyuttan daha fazlasını içeren yas ve yas tutmak insanı "ben kimim?", "kayıptan

sonra geriye kalanlar nedir?” gibi sorgulamalara götürür. Bu da yasın kendisini

siyaset için bir alana dönüştürür ve beklenildiği üzere yas insanları eylemsizliğe

sürüklemez. Dolayısıyla bazı insanların yaşamlarının yaralanabilirliğe daha açık

olduğu, kimilerinin yas tutulmaya daha çok layık görüldüğü koşullar

eleştirilebilir hale gelir (Butler, 2013: 45).

Yas, iktidar tarafından hiyerarşik bir şekilde kurulmaktadır. Kimilerinin

yası kamusal olarak tutulmaya değer bulunur; gazetelere ve ana haber

bültenlerine yaşamlarına dair hikayeleri girer; yeni evlenecekleri ya da daha yeni

81


bebeği olduğu gibi hikayeler dolaşıma sokulur. Ancak kimilerininse isimleri bile

önemsizdir, en fazla bir istatistik olarak geçer; onların sevdiği şeyler, yaşam

hikayeleri yoktur, bilerek anlatılmaz (Butler, 2013: 47). Kayıp bir kişi ya da insan

olmaktan çıkarılmaya çalışılır. Toplumsal olarak ötekileştirilen kesimlere

uygulanan budur. Kimilerinin yaşamı gerçekdışı gösterilir. Savaşlarda askerlerin

ölüm ilanlarının verilmesi kamusal olarak onlar adına yas tutulmasıdır. Bu da

yine kimin yasının kamusal olarak tutulacağını gösteren, ölümler arasında

kurulan bir hiyerarşidir. Bu bağlamda, ölüm ilanı ulus inşasının bir bileşeni

haline getirilebilir (Butler, 2013: 49). Bu süreç bir ayrım üzerinden işletilir:

Kolektif hafızaya dahil edilmek istenenler ve kolektif hafızadan silinmek

istenenler. Ulusal hafızanın kurgusuna uyan insanlar ‘makbul’ görülürken, bu

kurguya uymayan ya da bu kurguya dahil edilmek istenmeyenler ‘makbul

olmayan’ olarak görülür. ‘Makul’ ölülerin yasının da dahil edildiği bir süreç

içerisinde toplumsal hafıza tek kimlik üzerinden kurgulanır.

Bir kesimin kamusal yasa dahil edilmemesi, gazetede ölüm ilanı olarak

verilmemesi, isimlerinin dile getirilmemesi ve belli kayıpların kayıp ilan

edilmemesi ise şiddetin yayılmasına hizmet eder. Türkiye’yi tartıştığım bölümde

daha ayrıntılı bir şekilde bakmaya çalışacağım 90'larda öldürülen ve toplu

mezarlara koyulan Kürtlerin isimlerinin ana-akım medyada olmaması ve

kayıplarının yok sayılması durumu, şiddetin süreklileşmesini sağlamıştır.

Kamusal yas yasağı konulan Kürtlerin kayıplarının ortaya çıkarılması, isimlerinin

iade edilmesi ve yaşam hikayelerinin dillendirilmesi, yasın yasaklanmasına karşı

yas talebini oluşturmuştur. Bu nedenle karşı-yas kayıpların sadece anılması ve

üzüntüsünün yaşanması değil, aynı zamanda hegemonik projeye karşı bir direniş,

82


bir adalet arayışı, kamusallıktan dışlananların kamusallığa yeniden dönüşünü

ifade eder. Dolayısıyla yasın tutulabilmesi, geçmişle yüzleşme ve geçmişin açığa

çıkarılmasında yitirilenlerin yanı sıra toplumsal hafızanın yeniden inşa edilenleri

kapsar. Karşı-yas bireysel pasif bir eylem olmanın ötesinde yasın tek başına

siyasal failliği kurabilme potansiyelini içerir (Birdal, 2012: 256).

Hrant Dink'in ölümüyle kurulan karşı-yas, sonlanamayan yasın talebiyle

adalet arayışına dönüşmesine yönelik önemli bir deneyimdir. Kayıpla özdeşleşme

ve yasın bitirilmemesi politik bir mücadeleye dair çağrı olarak nitelendirilebilir.

Toplumsal hafızamızı birer arşiv olmaktan çıkarıp siyasal bir alana dönüştürmek

için toplumsal kayıpların geride kalmasına izin vermemek gerekir (Birdal, 2012:

267-273). Ancak burada kamusal olarak tutulacak yasın devlet tarafından

kurulması, aksine yası sönümlendirebilir, siyaset alanını yok edebilir. Örneğin

Ruanda'da gerçekleşen katliamlar devlet tarafından kabul edilip kamusal alanda

kurgulanmaya başlanmasıyla birlikte yas tutmak giderek sönümlenmiştir. Yasın

devlet tarafından kabul edilmesiyle, hayatta kalan Tutsilerin kamusal yasa dahil

olmaları engellenmiştir (Ibreck, 2010: 331). Ruanda deneyimi devletin

öncülüğünde kurulan bir yasın ve anmanın karşı-yasa dönüşmesinin ne kadar zor

olduğunu göstermektedir. Hayatta kalanların ve tanıkların bu sürece dahil

edilmesi, yasın sadece bir ritüel olmaktan çıkıp bir adalet ve hak arayışına

dönüşme potansiyelini içermektedir. Bizzat acıları yaşayan insanların veya

benzer şekilde düşmanlaştırılmış kesimlerin sürece özne olarak dahil edilmesi

sönümlenmenin önüne geçmede etkili olabilir. Özetle, devletin katliamları kabul

etmesini talep etmek haklı bir talep iken sadece devletle kurulabilecek kamusal

yas ve anmalar eksik olacaktır. Hafızanın siyasallığından bahsedebilmek için,

83


karşı-yasın kayıp yakınları ve geniş anlamda sivil toplumla birlikte kurulması

gerekmektedir.

I. Hafıza Mücadelesi ve Toplu Mezarlar

Devletin şiddet uygulama pratiklerinden biri olarak toplu mezarlara ve

mezarsız bırakma pratiklerini kullanmasının altında yatan temel iki

motivasyondan bahsebilebilir: Birincisi devletin uyguladığı şiddete dair hafızanın

silinmesini sağlamak; ikincisi de uzun dönemli sürebilecek bir korkuyu topluma

salabilmektir. Devlet terörünün yok etmeye çalıştıklarına karşı yürütülen hafıza

mücadelesi, yapılanları gün ışığına çıkarmaya odaklanır. Toplu mezarların ortaya

çıkarılması hakikatin ortaya çıkarılması haline gelir. Dolayısıyla toplu mezarlar

özel tarihsel ve politik süreçler altında meydana gelirken, toplumsal ve sembolik

düzeyde yayılma etkisine sahiptir (Ferrándiz, Francisco; Robben, 2015: 1-2).

Böylece, devlet şiddetine maruz kalmış ve toplu mezarlara atılmış “isimsiz”

kişilerin kemiklerinin ortaya çıkarılması, kim olduklarının hatırlanır olması ve

kamusal olarak kolektif hafızaya dahil edilmesi, geçmişle yüzleşme için önemli

bir alan haline gelir.

Hafıza ile toplu mezarlar ve mezar açma (exhumation) arasındaki ilişkiyi

inceleme, toplu mezarların geçmişte yaşananların bir parçası olduğu ve mezar

açmaların da mekânsal pratikler olduğundan hareketle kurulmaktadır. Ferrándiz

(2015) toplu mezarların birer “bellek manzarası” olduğunu belirtir ve temel altı

neden sunar. Birinci neden, toplu mezarlar ve mezarların açılması, kitlesel

ölümlerin anlamlandırılması ve arkasında yatan mantığın ortaya çıkarılması için

önemlidir. Mezarlar, dikta, totolier ve diğer baskıcı rejimlerin ürettikleri korku ve

84


yol açtıkları ölümlerin sonuçlarını anlamaya imkan sunar. Toplu mezarların birer

bellek manzarasına dönüşmesinin ikinci nedeni, hassas ve bir yandan tehlikeli

bir süreci başlatan hafıza mekanlarıdır. Önemli ve insanları rahatsız edici

delillere sahiptir. Üçüncü neden, kemik, doku ya da bedenden arta kalanların

geçmişin tekrardan yorumlanmasındaki baskın etkisi ile bunlara bağlı beden

merkezli hafıza ve nekro-siyasetin varlığını ortaya koymasıdır. Dördüncü neden,

toplu mezarlar adli tıp gibi bilimsel gelişmelerin ışığında hukuken önemli hale

gelmiştir. Toplu mezarlar, aynı zamanda hukuki süreçleri başlatabilecek yani

adalet arayışında işlevsel olabilecek adli tıp delillerine sahiptir. Özellikle

uluslararası ceza mahkemelerinde yargılama süreçlerinin başlatılabilmesi için,

mezarların açılması ve kimliklerin tespiti önemli bir yer tutar (Stover, 2005: 85).

Toplu mezarların toplum ve ailelerin kayıplarını kendi kültürlerindeki ritüellerle

gömerek kayıplarını yeniden sahiplenme süreci olması beşinci nedendir. Altıncı

oalrak ise toplu mezarların açılma ve yeniden gömülme süreçlerinin tanıklık ve

şahirlikleri artıran, çoğaltan etkisine sahip olmasıdır. Tanıklıklar toplu

mezarların olduğu bellek manzaralarında mekanla sıkı sıkıya bağlıdır (Ferrándiz,

Francisco; Robben, 2015: 14-15). Dolayısıyla toplu mezarlar, sadece somut bir

hafıza alanı olarak değil Nora’nın kullandığı gibi bir hafıza uzamı olarak

tanımlanabilir. Özellikle de mezarların açılmasıyla geçmişle bağın kurulmasına

imkan tanıması toplu mezarların hafıza ile ilişkisini kuran en güçlü noktalardan

biridir.

Bellek manzarası insanların gömüldüğü, sonra mezarların açıldığı ve

kitlesel şiddetten geri kalanların tekrar gömüldüğü özel bir hafıza mekanı olarak

tanımlanabilir. Bellek manzarası, bir alanı içine alarak bellek evrenini yakalar.

85


Buradaki bellek evreni, bizi mezarın fiziksel mekanını aşan bir tanıma

götürmektedir. Bu evrensel alan, toplu mezarları, sokak isimlerini ve sembolleri

içine alan bir şekilde genişler. Görünen ya da görünmez olan tüm işaretleri,

hikayeleri kapsar. Buradan hareketle, bellek manzarası üç ayrı teknikle

haritalandırılabilir: Birincisi, görünmez olan görünür hafıza mekanlarıdır. Bunlar

insanların çoğu zaman dikkat etmediği katliamlarla bağ kuran cadde ve sokak

isimleri, anıtlar ve anmalardır. İkincisi, görünür olan görünmez hafıza

mekanlarıdır. Henüz kamusal olarak varlığı ortaya çıkıp adlandırılmamış ancak

insanların varlığından haberdar olduğu yerlerdir; gizli işkence merkezleri, toplu

mezarların yerleri buna örnek verilebilir. Üçüncüsü ise, görünür bir şekilde olan

görünen hafıza mekanlarıdır: katliamlarına dair güçlü bilgiler, ulusal semboller

bu kategoriye dahil edilebilir (Centro Nacional de Memoria Historica 2013: 72-

74).

Latince ex-hume fiil kökünden olan exhumation bir mezarın yeniden

açılmasını ifade etmektedir, cenazenin yeryüzüne çıkarılmasıdır. Exhume’un bir

diğer anlamı ise bir durumun aydınlatılmasıdır. Mezar açma anlamındaki

exhumation iki anlamıyla da kullanılmaktadır. Toplu mezarların yeniden açılması

yanı sıra hafızanın, hakikatin ve hikayelerin de açığa çıkması anlamında

kullanılmaktadır.

Toplu mezarlar, önceki bölümde bahsedildiği üzere devletin toplumu

parçalayarak bir tür kagaşa yaratmak amaçlı uyguladığı sistematik bir terör

politikasıdır. Yeniden mezarların açılması, DNA testlerinin bedenlerle

eşleştirilmesi ve isimlerin belirlenmesi, ölenlerin kolektif olarak hatırlanma

sürecinin bir parçasıdır. Bu nedenle mezarların açılması zamanın, mekanın ve

86


kimliğin yeniden kurulduğu bir tür toplumsal süreçtir (Ferrándiz, Francisco;

Robben, 2015: 8). Bundan dolayı da iktidar kendi egemenliğine tehdit olarak

gördüğü insanları öldürdükten sonra, toplu mezarlarla bir gerçeği örtmeye,

gömmeye ve saklamaya çalışır. Bu saklama yıllar sürse bile mezarların açılması

hatta açılmasa bile bir şekilde halk tarafından biliniyor olması yeni bir hafızanın

inşa edilebilmesine zemin sağlar.

Ferrándiz’in (2015) ortaya koyduğu üzere toplu mezarların yeniden

açılması sadece adli ve tarihsel kanıtların ortaya çıkarılmasını ifade etmez, aynı

zamanda kurbanların hak ve adalet taleplerinin geçiş adaleti aracılığıyla

telafilerine hizmet etmekte, toplumsal hafızanın yeniden inşa edilmesini

sağlamaktadır. Böylelikle mezarların açılmasından sonraki süreçler aktif birer

hafıza inşa süreçlerine dönüşmektedir. Devletin toplu mezarları inkarı üzerinden

kurguladığı resmi hafıza politikası, kayıpların yakınlarının yas tutmasıyla bozulur

ve dağılmaya başlar. Bu nedenle toplu mezarların açılması şiddeti yaşayan

insanlar için büyük travmaları içerirken aynı zamanda bir tür direnişe dönüşür.

Mezarlar hatırlama ve unutmama mekanları haline gelir. Ruanda’da ki Murambi

Soykırım Hafıza Merkezi (The Murambi Genocide Memorial Center) katliamlar

sonrasında toplu mezarlardan çıkarılan kemiklerin gömülmeden sergilendiği bir

örnektir. Yakınların kemiklerinin gömülmeden sergilenmesi, Ruanda’da yaşanan

katliamların ağırlığına paralel, çıplak ve ağır bir hafıza gözler önüne sermiştir

(Lesley, 2015: 224-225). Bu tür kitlesel şiddetten sonra, Ruanda’da olduğu gibi

devletlerin tutumu daha çok geçmişi basitleştirerek toplumsal hafızaya dahil

etmek yönünde olabilmektedir.

87


Ölümün güçlü politik anlamından hareketle, toplu mezarların açılması,

öldürülen kişilerin tek tek kimliklendirilmesi ve yeniden gömülmesi oldukça

politik bir süreçtir. Bu gizli mezarlarla ilgili çalışma; sessizliğin inşasında

toplumsal boyutların anlaşılmasını ve bu hegemonik sessizliğe karşı direnişin

yerel dinamiklerini anlamaya imkan sunar (Stefatos & Iosif, 2015: 164).

Toplu mezarlar “gizli” olarak adlandırılsa da çoğu zaman şiddetin ve

savaşın yaşandığı yerde yaşayanlar ve kayıp yakınları trafından bilinen bir

gerçektir. Ancak bu bilgi adeta gizli bir anlaşma varmışcasına

dillendirilmeyebilmektedir. Midilli Adası’nda gerillaların toplu mezarları kamusal

olarak bilindiği ifade edilmese de politik bağ kuran insanlar ve yakınları

tarafından bilinmekteydi. Hatta bu süre içerisinde mezarlar yakınları tarafından

ziyaret edilerek anma ve yas tutma tüm engellemelere rağmen devam

edebilmiştir. İnsanlar yoğun şiddet ve katliam sürecinden sonra mezarların

yerlerini bilseler de mezarların kamusal olarak tespit edilmesi için sessiz geçen

bir süre olabilmekte, bu sessiz geçen süreden sonra mezarların varlığı daha açık

bir şekilde konuşulabilir hale gelebilmektedir. Midilli Adası’nda örneğin,

mezarlardaki gerillalar devletin resmi işlemleri başlatması beklenmeden açılıp

yeniden gömülmüşlerdir. Devletin mezarlar üzerindeki tutumu sessiz kalma

olarak gerçekleşse de yerel düzeyde toplu mezarlar ile hafıza arasında bir bağ

kurulabilmiştir (Stefatos & Iosif, 2015: 167-170). Karşı hafızanın, mezarların

açılmasıyla keskin bir şekilde oluşmaya başladığı söylenemez. Hafıza, mezarların

gizli olduğu süreç içinde de bir şekilde oluşmaya başlamıştır. Ancak yıllarca

fısıltılar halinde olan hakikatin sesli bir şekilde dillendirilmesinde, mezarların

88


varlığının kamusal olarak konuşulmasının büyük etkisi vardır (Sanford, 2004:

38).

Hatırlamanın bir direniş haline gelmesi, modern dünyada dışlanan ve

unutulması istenenlerin tekrar ortaya çıkmasıdır. Bu anlamda modern dünya ve

günlük yaşam tek boyutlu bir şekilde oluşturulurken, büyük ve yüce olarak

görülen şeylerin kaldığı ancak ezilenlerin yaşamdan dışlandığı bir ortam yaratır.

Bu durumda hatırlama özgürleştirme işlevi görür ve modern dünyanın tarihle

kurduğu tek boyutluluğu kırar (Assmann, 2003: 93-94). Modern dünyada tarih

anlatısı, toplu mezarlardaki insanları önemsizleştirilmeye çalışılır. Büyük ulusal

anlatıya dahil edilmeyen, bazen sadece istatistik olarak geçenler – ki devlet çoğu

zaman bu mezarların varlığını bile uzun süre inkar eder – devlet söyleminde

tarihin dışına itilenlerdir. Hatırlama ya da unutmama üzerinden şekillenen hafıza

mücadelesi büyük tarih anlatısının tekleştirdiği özneler konusunda daha büyük

bir çeşitlilik kurar.

Kolektif hafızanın yeniden inşasında ve hafıza mücadelesinde önemli

sorulardan biri kimin hafızayı oluşturduğudur. Öznelerin kimler olduğuna dair

soruları yanıtlarken, hafıza mücadelesinde öne çıkan Latin Amerika deneyimleri

önemli tartışma konuları sunar. Şili, Arjantin, Guatemala gibi ülkelerde hafıza

politikaları hem resmi hem de resmi olmayan örgütlerce gerçekleştirilmiştir.

Resmi olmayan örgütlerin yürüttüğü hafıza politikalarına dair mücadele, ulusal

hafızanın yeniden sorgulanmasına neden olurken geçmiş ile kurulan ilişkinin

yeniden ele alınarak başka bir toplumsal hafızanın inşasında rol oynamıştır

(Guarnieri, 2002: 38). Şunu baştan belirtmek gerekir ki hafıza hareketlerinin

aktörleri; ülkelere ve toplumsal çatışmanın politik ve toplumsal bağlamına göre

89


değişkenlik göstermekte, dolayısıyla bu anlamda heterojen bir yapı

sergilemektedir. Resmi olmayan hafıza hareketleri daha çok yerel, ulusal insan

hakları örgütleri, sivil inisiyatifler, siyasi partiler, sol örgütlenmeler, bazen

sendikalar olabilmektedir. Yine özellikle Guatemala, Şili gibi yerli halkın bastırma

ve yok etme politikalarına karşı direniş tarihinin olduğu ülkelerde yerli halkların

direniş hareketleri de yeni bir kolektif kimliğin oluşumunda öncülük etmiştir.

I.I Karşı Hafızanın Toplumsal İnşasında Özneler

Başta belirtildiği gibi özneler ve hafıza inşasının içerisinde yer alan

bireyler ülkelerin politik tarihsel ve toplumsal geçmişiyle bağlantılı olarak

farklılaşabilmektedir. Öncelikle öldürülen, kaybedilen, işkenceye maruz kalan

bireylerin yakınlarının kurduğu ve daha çok tanıkların ve yakınların bulunduğu

örgütler, mücadelede aktörler olarak yer alır. Bu grup daha çok doğrudan baskı

altına alınmış, yaşanan suçlardan doğrudan etkilenen kişilerdir (Jelin, 1994: 42).

Arjantin’de zorla kaybedilenlerin anneleri ve yakınları tarafından oluşturulmuş

“Mayıs Meydanı Anneleri”, “Arjantin Siyasi Tutukların Arkadaşları ve Yakınları

Derneği,” Türkiye’de “Cumartesi Anneleri,” “Mezopotamya Yakınlarını

Kaybedenlerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği” bu tür örgütlere örnek

olarak verilebilir.

İkinci olarak ise savaşın doğrudan sonuçlarına maruz kalmamış ya da

etkilenmemiş kişilerce oluşturulan hareketlerdir. Bunlar; yakınlarla dayanışma

içerisinde olan kişiler, siyasi mücadele yürütenler, akademisyenler, uzmanlar,

siyasi partiler ve hatta kilise hiyerarşisini reddeden Katolik kilisesi

olabilmektedir.

90


Yerli halkların ulusal hafızaya karşı kendi kültürel hafızalarını koruma

yönündeki direnişleri de yerli halk ve de azınlık grupları aktör haline getirir.

Genel bir çerçeve çizmek gerekirse, Latin Amerika’daki benzer süreçleri yaşamış,

ağır insan hakları ihlallerinin olduğu ülkelerde yerli halkların zamanla kurdukları

ilişki, sözlü tarih gelenekleri, zaman ve mekan arasındaki ilişkiye içkin

farklılıkları alternatif hafıza politikalarını oluşturmada önemli aktörler olarak

öne çıkmalarına neden olur.

"Gerçek" hafızanın sahipleri kimlerdir? Doğrudan mağdurlar ve kurbanlar

mı? Yoksa doğrudan olaya maruz kalmamış ya da doğrudan etkilenmemiş kişiler

de hafızanın özneleri olabilir mi gibi sorular toplu mezarlar üzerinden yürütülen

mücadelede kritik öneme sahiptir. Elbette ki kurbanların yakınlarının hafıza

kurucuları arasında öncü olması beklenen bir durumdur. Ancak buradaki soru iki

taraflıdır. Hatırlaması meşru olan kimdir? Geçmişte yaşananlardan etkilenen

sadece bir "biz" mi vardır, yoksa "biz" daha da genişleyerek diğerleri için de

birleştirici bir işlevi olan bir kapsam mıdır? (Jelin, 2003: 43-44). Bu çalışmadaki

iddia “biz”in yani hafızayı inşa eden öznelerin ve geçmişle yüzleşecek, geçmişi

yeniden anlamlandıracak aktörlerin genişleyerek bir anlam kazandığı

yönündedir. Tüm toplumu kapsayacak bir adalet duygusu için hafızanın

aktörlerinin “biz” etrafında çoğalması önemlidir. Bazen genişlemiş anlamda “biz”,

kendi içinde öznelerin genel anlamda etkileşimine, daha özelde ise çatışmasına

neden olmaktadır. Özellikle İspanya deneyimi farklı öznelerin varlığı ve zaman

zaman hafızanın kime ait olduğu konusunda karşılıklı çatışmaların ve

tartışmaların olduğu bir örnek olarak öne çıkmaktadır.

91


Daha önce belirtildiği üzere devlet de bu öznelerden biridir ve diğer

öznelerle etkileşim içerisinde hafızanın diyalektik bir şekilde kurulmasında

etkilidir. Demokratik bir rejime dönüşüm ve geçmişte yaşananların bir daha

yaşanmaması için devletin de ulusal hafıza politikalarını değiştirmesi gerekir.

Değişim devletin karşı hafızayı tanıması ile gerçekleştirir. Mağdurların

mücadelesinin devlet kurumlarınca resmi olarak tanımlanması gerekir. Bu çoğu

zaman devletin eşitlikçi, çoğulcu bir toplumsal sözleşmeyi sağlaması ve kurumsal

anlamda hafızanın inşasına katkı sunmasıdır. Her ne kadar güçlü bir hafıza

mücadelesi yürütülmüş olsa ve toplumlar kendi kolektif hafızalarını

şekillendirmiş olsalar da devletin de bu dönüşüme paralel bir şekilde dahil

edilmesi geçmişle hesaplaşma anlamında kritiktir. Bu ise bazen hafıza

örgütlerinin devlet politikalarıyla çatışmasına sebep olurken, bazen de Güney

Afrika ve Arjantin’de olduğu gibi hakikat komisyonlarında ortak çalışma

yürütülmesiyle gerçekleşebilir. Toplu mezarların ortaya çıkarılmasıyla yeni bir

kolektif hafızanın oluşması için İspanya’da hükümetin toplu mezarların

açılmasına yönelik yasalar çıkarması hafıza mücadelesinin genişlemesinde büyük

bir etken olmuştur. Yeniden inşa edilen toplumsal hafızaya hizmet edecek yeni

bir sistem ve mekanizmanın oluşumunun yasalarla güvence altına alınması,

devletin ve siyasi sorumluların üzerine düşen konular olmaktadır. Ancak devletin

bu süreçle ilişkisi sadece kayıp yakınlarıyla ya da yerelden örgütlenen aktörlerle

etkileşimden ibaret değildir. Mezarların açılmasıyla birlikte kendi ulusal

anlatısını devam ettirme yönünde de hareket edebilir. Devlet, Midilli örneğinde

olduğu gibi, açılan mezarlardaki insanları ulusal anlatıya dahil etme yönünde

çabalayabilmektedir. Dolayısıyla geçmişte yaşanan olaylarda toplumları yok

92


sayan tutumunu devam ettiren bir yaklaşımla, geçmişteki yaşananları manipüle

edebilmektedir. Devletin bu tutumu gücü elinde bulunduran bir aktör olarak

demokratik bir hafıza mücadelesi yürüten aktörler için ayrı bir risk oluşturur

(Stefatos & Iosif, 2015: 165-170).

Özetle, hafıza politikalarını temel olarak iki anlamda ele almak gerekir.

Birincisi demokratik bir sisteme geçişte hakikat ve adalet politikalarının resmi

süreçlere yansımasına dairdir, kavramsal olarak ifadesi ulusal hafızadır. Ulusal

hafıza, siyasi yönetim, devlet ve resmi kurumlar tarafından şekillendirilir. İkincisi

ise toplumun kendi geçmişini nasıl sergilediği ve sahiplendiğiyle, dolayısıyla

geleceği nasıl şekillendirdiğiyle ilgilidir. Bu da yeni bir toplumsal hafızayı

şekillendirmeye çalışan öznelerin varlığı anlamına gelir. Farklı anlatılarla çoklu

özneler, yeni toplumsal hafızaların inşasında yer alır. Toplumsal aktörlerin inşa

ettiği karşı hafıza ile ulusal hafıza ayrılmaktadır. Bu ayrımdaki en temel fark,

karşı hafızanın tabandan birden fazla öznelerce birden fazla hafızanın

oluşmasıyla şekillenir, yani karşı hafızada tek bir hafızadan bahsetmek mümkün

değildir. Toplumsal gruplar arasında hegemonik gruplar olsa dahi tek bir hafıza

yoktur. Ancak ulusal hafızada kurucu özne devlettir ve olabildiğince homojen ve

tek bir hafıza vardır.

I.II Mücadele Yöntemleri

Farklı öznelerden oluşan hafıza hareketlerinin, toplu mezarlar ve geçmişte

yaşanan ağır şiddet olaylarına ilişkin yürüttükleri mücadelede kullandıkları

yöntemler ve stratejiler de çeşitlenmektedir. Sokak eylemleri, yürüyüşler,

sloganlar başta olmak üzere çeşitli simgeler ve sembollerin kullanımı ve bunların

kamusal alanda yaygınlaştırılması davalar ve hakikat komisyonları aracılığıyla

93


yürütülen hukuk mücadelesi bu çeşitliliği yansıtan bazı örneklerdir. Yine toplu

mezarlar üzerinden yürütülen hafıza mücadelesinde mekan ve zamanla farklı

ilişkiler kurulur. Mekanla kurulan ilişkiyle anıtlar, müzeler ve benzeri hafıza

mekanları oluşmaktadır. Hafıza mücadelesinin zamanla kurulan ilişkisi

bağlamında ise bireysel ve toplumsal tarihlere dair alternatif anmalar, tarihler,

yıl dönümleri hafıza mücadelesinde öne çıkmaktadır. Bu çerçevede, çalışmada

İspanya ve Türkiye deneyimlerinde toplu mezarlara dair mücadelede uygulanan

farklı yöntemler ve stratejiler incelenmiştir, ancak dinamik olarak tanımlanan

hafıza mücadelesinde yöntemler sadece bunlarla sınırlı değildir. Örneğin Batı

ülkelerindeki yazılı tarihin hiyerarşik olarak daha üstte olduğu coğrafyalar

dışında kalan yerlerde, sözlü tarihin halen kültürel ve politik olarak korunduğu

halklarda çok daha yaratıcı yöntemler bulunmaktadır. Bolivya’da yerli halk olan

Aymaralılar, Guatemala’da Mayalar devletin katliamlarına karşı kendi hafızalarını

oluşturmalarında masallar, sözlü anlatılar gibi yöntemler kullanmışlardır

(Farthing & Kohl, 2013: 4; Sieder, 2002: 187). Bu çalışmada bu nokta akılda

tutularak İspanya ve Türkiye deneyimlerine bakılmaya çalışılmıştır. Ancak yine

94


bu çalışmanın kapsamına alamadığı farklı direniş ve kolektif hafızanın alternatif

olarak inşa edildiği mekanizmaların da olabileceği belirtilmelidir.7

Sokaklar, caddeler gibi kentin kamusal alanları; yürüyüş, gösteri ve basın

açıklaması gibi eylemler için yaygın olarak kullanılmaktadır. Arjantin’de “Mayıs

Meydanı Anneleri”, Türkiye’de “Cumartesi Anneleri”; kayıp yakınlarının ve insan

hakları savunucularının yürüttüğü kamusal alanı politik bir mücadele alanına

dönüştürme çabasına örnek olarak bakılabilecek iki önemli inisiyatiftir. Her hafta

belirli gün ve saatlerde mezarların açılması ve adalet talebi ile sokak ve

meydanlarda çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Toplu mezarlarla ilişkili olarak

yapılan aktivizm, genelde mezarların açılması ve sonrasında faillerin

yargılanması amacıyla gerçekleşmektedir. Ancak bunun dışında kayıplara

yönelik toplumdaki sessizliği kırma ve geçmişle hesaplaşmaya hizmet eden

eylemler de yapılmaktadır. Bu tür eylemlerde, genellikle devletin ve kamusal

7 Örneğin Türkiye için, Diyarbakır’da 12 Eylül askeri darbesinde yaşananlarla ve devlet


inkarıyla mücadele etmek için yerelde sivil toplum tarafından oluşturulan Diyarbakır
Gerçeğini Araştırma ve İnceleme Komisyonu, yaşanan hakikati ortaya çıkarmak için
kurulmuştur. Diyarbakır Cezaevi’ni müze yapma çalışması karşı hafıza çabalarına dahil
edilebilecek bir hafıza mekanıdır. Komisyona dair ayrıntılı bir çalışma için Çaylı’nın
çalışmasına bakılabilir: Çaylı, Eray (2015). Diyarbakır’s “witness sites” and discourses on the
“Kurdish Question” in Turkey, The Kurdish Issue in Turkey: A Spatial Perspective, Ed.
Gambetti, Z. and Jongerden, J, Routledge: New York. Her ne kadar çatışmalı süreç devam etse
de, Türkiye’de Kürt sorunuyla ilişkili olarak farklı şekilde yürütülen geçmişle yüzleşmeye dair
pek çok mekanizma karşı hafızayı oluşturmaya da hizmet etmektedir.

95


alanda tüm toplumun dikkatini çekebilecek yürüyüşler, oturma eylemleri gibi

yöntemler tercih edilmektedir.

Connerton’ın (2014) dikkat çektiği gibi sokaklar esas olarak hafızanın

taşıyıcılarıdır. Bir anlamda sokaklar, dinamik ve her an politik bir alana dönüşme

potansiyeli ile karşı hafızanın oluşumuna hizmet ederler. Esasında, sokak ve

meydanlarda sürdürülen hafıza mücadeleleri, bir yandan sokakları

politikleştirirken bir yandan da onları hafıza mekanlarına da dönüştürür.

Arjantin'de zorla kaybettirilenlerin çocuklarının bir araya gelmesiyle 1995'te

kurulan HIJOS (Sons and Daughters for Identity and Justice) demokratikleşme ve

hafıza mücadelesi için “maske düşürme” (Escrache) adı verdikleri bir tür protesto

yöntemini geliştirmişlerdir. Bu yöntemle gizlenen, saklanan kayıpların tarihiyle

kimliklerini kamusal bir bilgi haline getirmek amacıyla okullarda ve işyerlerinde

kayıpların bilgilerini yazılı ya da sözel olarak paylaşmışlardır. Bu çerçevede

geçmişteki insanlığa karşı suçların sorumlularına işaret etmek ve onları deşifre

etmek için o kişilerin evlerinin önünde gösteriler düzenlediler (Druliolle, 2013:

266). Böylece escrache, toplumdaki geçmişe dönük sessizliği bozan, cezasızlığın

sonuçlarını gösteren ve şimdiki zamanda hafızanın nasıl algılandığını sergileyen

bir yöntem haline gelmiştir.

Toplu mezarlar ve kayıplara ilişkin hafıza mücadelesinde, simgeler ve

sloganların kullanımı da yaygındır. Kullanılan sloganlar, yeni bir demokratik

toplumu işaret eden güçlü anlamlara sahip olabilmektedir. Bunlardan en çok

bilenen Arjantin’de hem resmi rapora geçen hem de sivil toplumun benimsediği

“Bir Daha Asla” (Never Again) sloganı çok güçlü bir anlama sahip bir söylem

haline gelmiştir. Sadece geçmişte yaşanan şiddeti ve hak ihlallerini

96


imgelememektedir, aynı zamanda geçmişte yaşananların bir daha

tekrarlanmamasına yönelik politik bir slogandır (Crenzel, 2012: 109). Bu, Latin

Amerika’da benzer mücadeleyi yürüten örgütlere de ilham kaynağı olmuştur.

Sloganlarda simgeleşen adalet arayışı, mücadele alanını genişleten, daha geniş

kitleleri içine alan bir arayışa dönüşmüştür. Benzer şekilde “hafıza, hakikat ve

adalet” sloganı yine Arjantin’deki zorla kaybedilen insanların bulunmasında

kullanılan, sadece hakikatin ortaya çıkarılmasını değil adaletin sağlanmasını da

içeren etki gücü yüksek bir söylemdir.

Toplu mezarların açılmasına ilişkin yürütülen diğer yaygın mücadele

yöntemlerinden biri de hakikat komisyonlarıyla adalet mücadelesidir. Hakikat

komisyonları; devletin ve sivil toplum örgütlerinin raporlar hazırladığı ve

hakikatin ortaya çıkarılmasında rol oynayan geçiş adaleti mekanizmalarından

biridir. Latin Amerika ve Güney Afrika deneyimlerinde hakikat komisyonu,

geçmişteki ağır insanlığa karşı suçlara dair bir yüzleşmenin ve hesaplaşmanın

gerçekleşmesinde kullanılan bir yöntem olarak öne çıkmaktadır (Hafıza Merkezi

2013: 24).

Peru, “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu” aracılığıyla toplu mezarlar

sorununun ele alındığı deneyimlerden biridir. Peru’da dikta rejim döneminde 35

bin insanın zorla kaybedildiği, yüzlerce toplu mezarın bulunduğu bir ülkedir. Bu

süreçte kullanılan “ulusal utanç” sloganı, geçmişte kahramanca sunulan olayların

gerçekte hafızaya dahil edilmemesi gereken olaylar olduğunu simgelemiştir

(Royas-Perez, 2015: 187). Peru’da hafıza mücadelesi yürüten kişilerin ulusal

utanç olarak adlandırdığı bu dönemde, ırksal, sınıfsal, toplumsal ve kültürel

bölünmelerin varlığı, insanlar arasında bazılarının daha “öldürülebilir” olduğuna

97


dair bir algı şekillendirmiş, bu yaklaşım toplumda kitlesel katliamların göz ardı

edilmesine neden olmuştur. Bu nedenle, Peru'da hakikat komisyonunun ortaya

koyduğu hakikatlerle birlikte, Peru halkı için utanç dolu geçmişle yüzleşme ve

demokratik bir toplumda bir arada yaşama çerçevesinde ulusal hafızanın

yeniden inşa edilmesi söz konusudur. Hakikat komisyonu aracılığıyla; Peru

halkına zaman ve hafıza, yas tutma ve yükümlülük, kötü talih ile talihsizlik

arasında yeni bir ilişki kurulması yönünde sorular sorulabilmiştir. Bu soruların

sorulmasıyla toplum, geçmişindeki ölülerle yasal özneler (kurbanlar), kültürel

özneler (gömülmesine ve yası tutulması gereken insanlar) ve tarihsel özneler

olarak (unutulmaması gereken insanlar) yeni bir ilişki kurmuştur (Royas-Perez,

2015: 189). Ancak hakikat komisyonu aracılığıyla yürütülen hafıza

mücadelesinde, ulusal söylemin baskın yaklaşımı tamamen yok edilememiştir.

Bunun sonucunda ise yeniden gömülme sürecinde kim ulus için savaştı ve kim

ulusal değerlere saldırdı üzerinden bir ayrım yapılmasıyla, devletin inşa edilen

yeni toplumsal hafızada etkili olması kaçınılmaz olmuştur (Royas-Perez, 2015:

196). Peru örneği bize, mezarların açılma süreciyle birlikte, yeniden gömülmenin

de aktif bir mücadele alanı olduğunu göstermiştir. Devlet de hafızayı kuran

öznelerden biri olarak kendi yaklaşımını bu süreçte ortaya koyma çabasını

devam ettirmektedir.

Toplumsal hareketler, hafıza mücadelesinde zamanla döngüsel ve

karmaşık bir ilişki kurar. Ulusal hafızada kurulan ilişkinin aksine, tarih bugün ile

ilişkili, çok daha canlı ve bugüne dairdir. Zamanla bağlantılandırılan bu ilişkiyle,

somut olarak anmalar ve yıldönümleri gibi karşı hafızaya ait takvimler

oluşturulur. Bu takvimler toplu mezarlarda yakınları olan ailelerin bireysel

98


anmaları olabileceği gibi, kolektif hafızaya ait anmalar da olabilir. Özellikle

devletin işlediği suçu silme girişimine karşın toplu mezarlara ait önemli

tarihlerin hatırlanması ve insanların öldürüldükleri tarihlerin hafızalara

kazınması, unutma politikalarına karşı bir mücadele haline gelir. Büyük bir sır

olarak toplumdan saklanan ölüm tarihleri, Cumartesi Anneleri’nde olduğu gibi

kamusallaştırılmaya çalışılmaktadır. Kolektif anmalara, Arjantin'de 24 Mart'ın,

Şili'de de 11 Eylül'ün yas ve unutmaya karşı direnişin sembolü günler olarak

belirlenmesi örneklerden bir kaçıdır.

Hafıza aynı zamanda mekanla ilişki kurar ve hafızanın somutlaşması için

mekanları kullanır. Örneğin Şili'de Peace Park katliamlarda yitirilen insanların

anıldığı kamusal alanlardan biridir. Katledilen ve toplu mezarlara atılan isimsiz

insanların hikayeleriyle birlikte somut hafıza mekanlarında canlandırılması

geçmişin yeniden kurulmasında rol oynar. Bazen bu durum engellenir, bastırılır.

Ancak bu, insanların hatırlama için somutlaştırma mücadelesini daha da aktif

kılar, daha çok insanı mobilize eder. Çünkü bu hafızalar halen tam anlamıyla bir

mekana aktarılmamıştır (Jelin, 2003: 40). Dolayısıyla kendisi birer hafıza mekanı

olan toplu mezarların mekanla ilişkisinin kurulması kaçınılmaz bir hale gelir.

Arjantin’de olduğu gibi insanların toplu olarak öldürüldüğü bir işkence merkezi

hafıza mekanı haline getirilebilir.

Şili'de yakınların oluşturduğu örgütler ve hareketlerin yanı sıra sinema,

belgesel ve yazılı basın da hafızanın yeniden yazılması için kullanılmıştır. Bir tür

kırkpare yöntemiyle Şilili kadınların yaptığı resimlerin bizzat kendisi, kaybedilen

ve öldürülen, işkenceye maruz kalan kişilerin resmedildiği birer hafıza mekanı

haline gelmiştir. Özellikle askeri dikta rejiminin olduğu dönemde, 1973-1990

99


yılları arasında kadınlar tarafından üretilen bu kumaştan çalışmalar, bir tür

politik eylem haline gelmiştir (Lira, 2011: 118).

Sözlü tarih anlatısı ise bireysel hafıza ile kolektif hafızanın eş zamanlı var

olabilmesine imkan tanır. Sözlü tarihin halen toplumlarda var olabilmesi kişisel

anlatıları öne çıkarmaktadır. Latin Amerika’da, geçmişle hesaplaşmada

tanıklıkların bu kadar öne çıkarılarak literatüre kazandırılmasının ana sebebi

budur (Farthing & Kohl, 2013: 4). Özellikle toplu mezarlarda bulunan insanların

yer yüzene çıkarılması söz konusu olduğunda tanıklıklar oldukça önemli

olmaktadır. Mezarların açılmasıyla gömülmüş ve kimliksizleştirilmiş insanların

hikayelerinin anlatılmaya başlanması hafızayı dönüştürücü bir etkiye sahiptir.

I.III Devletin Nekro-siyaseti: Kim Öldürülebilir?

Ortak bir kimliğin yeniden oluşturulması ve geçmişte yaşanan şiddetin

tekrar yaşanmaması için yürütülen mücadeleler incelendiğinde, özellikle Latin

Amerika ve İspanya gibi dikta rejimlerden demokratik rejimlere geçiş mücadelesi

veren ülkelerde, sol örgütlerin mücadelelerinin büyük etkisi olduğu

gözlemlenmektedir. Öyle ki Arjantin, Şili, Guatemala, İspanya’da dikta rejimler sol

ve muhalif siyasi hareketleri yok etmek adına bu denli ağır katliamlar

gerçekleştirmiştir. Komünistleri ve rejimi tehdit edenleri “düşman” olarak

kavramsallaştırıp “terörist”, “provakatör” olarak göstererek devlet terörü en

şiddetli haliyle uygulanmıştır. Burada devletin ya da genel anlamda siyasalın biz

ve öteki - bu bazen düşman, bazen eşkıya, bazen sapkın olabilir– arasında

kurduğu diyalektiğin üzerinde durmanın faydalı olacağını düşünmekteyim.

Devam eden bölümlerde dikta rejimlerde ya da demokratik olmayan devletlerde

bu tür öldürmelerin, kayıpların ve toplu mezarların olduğunu ifade etmekteyim.

100


Ancak bu durum devletin sadece dikta bir yönetime sahip olmasıyla açıklanamaz

elbette. Bu yüzden, egemenin kendi hukuksuzluğu ve otoritesinin sürekliliği için

kurduğu “öteki” olma haline bakmak gerekir. Buna bakmak, Butler’ın belirttiği

‘kimlerin yası tutulur’ tekelinin iktidarda olmasına götürür bizi: Kimlerin

yaşamaya değer kimlerin öldürülmeye değer olduğu sorusuna. Egemenin bunu

neden yaptığını biyo-iktidar ile nekro-siyaset ve Giorgio Agamben’in istisna hali

tanımıyla oldukça kapsamlı olarak sunan Achille Mbembe (2016), egemen için

öldürmenin siyasal bir nomos olduğunu ileri sürer. Yani öldürme hakkının

istisnai hal çerçevesinde kullanılması zaten egemenliğe içkindir. Ulus-devletler

çağında, devlet iktidarını ölüm üzerinden kurduğu tasarrufa dayandırır (Mbembe

2016: 224). Tam da bu yüzden devletin tüm bu aklımıza sığdıramadığımız,

rasyonelize edemediğimiz ölü bedene işkence, mezarı yok etme, insanların

kemiklerini çöp kutularına atma gibi uygulamalarını, barbarlık, insanlık dışı gibi

tanımlamalarla açıklamaya çalışsak da yetersizdir. Çünkü devlet ya da devlet

adına uygulayıcı olan failler daha az medeni ya da daha çok barbar değildir.

Michel Foucault’un biyo-iktidar tanımı, insanların yaşaması gerekenler ile ölmesi

gerekenler olarak ayırmak suretiyle işleyen bir iktidar tanımına ulaştırması bizi,

devletin öldürmedeki seçiliğini anlamada faydalı bir alan sunar (Mbembe 2016:

231). Amacım iktidar ile nekro-siyaset arasındaki ilişkiyi ve ölüler üzerinden

nasıl iktidarın yeniden tesis edildiğini açıklamak değildir. Bu nedenle Foucault’un

biyo-iktidar ve ölüm arasında kurduğu ilişkiden yola çıkarak belirttiği

“öldürmenin kabul edilebilirlik koşulu” tanımıyla, devletin “terörist olan ve

olmayan” ayrımına dönmeyi, çalışmam için daha uygun bulmaktayım. Bu ayrım,

aynı devlet içerisinde birilerini öldürülebilir, hatta kaybedilip ölü bedeninin her

101


hangi bir alana atılabilir olmasına neden olur. Ulaşmak istediğim noktanın biraz

daha ilerisine giderek; bu “terör” ya da “düşman” tanımının devlete sadece

öldürme ve mezarsız bırakma hakkını vermemekte; aynı zamanda yaslarının

tutulmasını engelleme hakkını da vermektedir. Çünkü devletin öldürdüğü

insanlar bir kere insanlıktan çıkmıştır; bu noktadan sonra en fazla sayılardır,

istatistiklerdir. Ayhan Yalçınkaya’nın (2016) Antik Yunan Solon Yasaları’ndan

örnek vererek açıkladığı bu durum, ölüler üzerinden sınırsızlaşan hakların,

muktedirlerin hayatta olanları hizaya getirmek için kullandığı egemenlik

tasarrufudur. Solon Yasaları’nda kadınların nasıl yas tutması gerektiğinden,

ölünün gömülürken yanında hangi eşyaların olabileceğine, ölülerin arkasından

konuşulması yasağına kadar genişleyen bu yetkiler modern dünyada da devam

eder. Devlet mezarsız bırakmakla kalmaz; bu “gizli” mezarlar hakkında

konuşmayı yasaklar, annelerin mezarın olduğu çöplüğün oraya gidip yas

tutmasına ve dua okumasına, ölenden geriye kalan fotoğraf ve eşyaların

sembolleştirilmesine izin vermez. Başlı başına insanların “toplu” bir şekilde bir

yere gömülmeleri bile öldürülen kişilerin değersizleştirilmesine hizmet eder.

Ölüler geleneksel ritüellere göre tek başlarına gömülürler, ancak bu toplu oluş bir

değersizlik atfıdır, yok saymadır. Diğer yandan tek başına mezarların yerlerinin

“gizli” bırakılması durumu bile, kimilerinin öldürülmesinin meşruluğunun ya da

en basitinden ‘hak etmişlerdi’ algısının kurulmasına hizmet eder. Aslında gizli

olmayan mezarlar egemen tarafından “gizli” olarak bırakılır. ‘Bir suçları var ki bu

muameleye maruz bırakıldılar’ fikri tuhaf bir suçluluk ve günahla karışık “gizli”

kelimesinin gizemli, sır dolu yanına yerleştirilir. İşte tam bu yüzden mezarların

üzerindeki “giz” perdesinin dağıtılarak hakikatin kamusallaşması ve hafızanın

102


sahiplerinin ortaya çıkması ya da görünür olması önemlidir. Tam da noktada,

mezarlarda gömülü olan hafızanın özneleri kimdir sorusu anlam kazanır.

Devlet, sihirli kelime “terör”le, Butler’ın bahsettiği, kayıpla kaybedilen

şeyin arasındaki mesafeyi ele geçirip ölü bedenler üzerindeki tüm haklara sahip

olur. Kayıpların yakınlarının, ailelerinin ya da yoldaşlarının olması gereken bu

mesafeye devlet yerleşir. Mbembe (2016) ve Yalçınkaya’nın belirttiği üzere, bir

kere o mesafe devlet tarafından ele geçirildiğinde artık başta kurulan “terörist”,

“düşman” imlemesinin pek de anlamı kalmaz, gerilla, çocuk ya da yaşlı olması

önemsizleşir ve devlet gözünde hepsi “öteki”de birleşir (Yalçınkaya 2016: 57). Bu

öteki, benim araştırdığım konuda ulusal kimliği tehdit eden bir Kürt iken, bazen

bir eşcinsel bazen bir Ermeni, bazen de bir Alevi’dir. Ancak üzerinde durduğum

toplu mezarlarla ilişkili olarak, tüm bu ötekileri “biz” yapan siyasallığın,

mezarların açılması ve yeniden gömülmesi süreçlerinde, devletin kendi ulusal

hafızasını tekrardan oluşturmada en başta kurduğu “biz” ve “ötekiler” ikililiğine

geri döneceğini savlamaktayım. Bir önceki bölümde değindiğim Yunanistan,

Guatemala, Arjantin gibi deneyimlerde görüldüğü üzere, devlet geçmişle

yüzleşmeye istekli bile olsa mezarlardan çıkanları tekrardan terörist, çocuk, sivil

diye tasniflemeye yönelebilmektedir. Nasıl ki mezarların açılma süreçleri

mağdurlar ve mücadeleyi yürüten yerel halklar için kolektif hafızayı tekrardan

onarma ya da inşa etme süreçleriyse, devlet için de ulusal hafızayı yeniden revize

etme süreci olacaktır. Bu durumda, devlet yeniden kuracağı bu ulusal hafızaya,

mezarlardan çıkanlardan kimleri hafızaya dahil edip kimleri etmeyeceğini tıpkı

kimlerin “öldürülebilir” olduğuna karar verdiği gibi karar vermeye çalışır. Adeta,

Foucault’un “öldürmenin kabul edilebilirlik koşulu” “gömülmenin kabul

103


edilebilirlik koşulu”na dönüşür. Mezarlar açıldıktan sonraki süreç, hafızanın iki

tezahürü olan ulusal hafıza ile karşı hafızanın çarpıştığı, çeliştiği yeni bir siyasal

uzam olmaktadır. Mezarların açılmasıyla, devletin tüm ayıpları, suçları,

günahlarının ortaya çıkması devlet için yeterince rahatsız edici iken, bir de devlet

kimin nasıl gömeceğinin kararını verme yetkisini ele geçirme derdine düşecektir.

Devletin uyguladığı bu düşmanlaştırıcı ve ayrıştırıcı uygulamalarla

beraber politik mücadele de güçlenmiş; dikta rejim döneminde dahi ulusal

hafızanın sorgulanması ve devlete baskı kurularak geçmişin yeniden ele alınması

için ilk örgütlenmeler oluşturulabilmiştir. Örneğin Arjantin’de pek çok barış ve

hafıza hareketi daha dikta rejimi öncesi, 1976’dan önce kurulmuştur. Sol ve

muhalif partiler hafıza hareketlerin dinamik güçleri haline gelmiştir.

I.IV İspanya ve Türkiye Deneyimleri

Bu çalışmada, toplu mezarlar ve hafıza ile kurulan ilişkide kimlerin,

geçmişe ait neyi, nasıl ve hangi yöntemlerle hatırlayacağına dair inceleme

İspanya ve Türkiye deneyimleri üzerinden gerçekleştirilmiştir. İspanya ve

Türkiye yaşanan ağır katliamlar, zorla kaybetmeler ve toplu mezarların yoğun

olarak yaşandığı iki ülke örneğidir. Ancak bunlar, her ne kadar yaşanan devlet

terörünün sonuçları açısından bazı ortaklıkları olsa da sorunun kökeni ve

tarihsel gelişimi açısından oldukça farklı yerlerde duran iki deneyimdir. Öncelikle

Türkiye’de Kürt sorunu etnik bir sorun iken, İspanya’da yaşanan sorun Franco

dönemindeki dikta rejimden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla İspanya’da Franco

döneminden sonra demokratik bir rejime geçiş sağlanırken, Türkiye’de böyle bir

geçiş yaşanmamıştır. Elbette Avrupa’da geçmişte yaşanan ağır insan hakları

suçlarından sonra demokratik bir rejime geçiş yapan tek ülke İspanya değildir.

104


Ancak İspanya uzun süren bir diktatörlük rejiminden sonra demokrasiye geçişi,

geçmişin tamamen geride bırakılmadığı bir süreç olarak okuyarak bu konuda

oldukça önemli adımlar atmıştır. İspanya’yı diğer deneyimlerden ayıran bir diğer

önemli nokta ise geçmişi hatırlamak ve geçmişi yeniden oluşturmak için

yürütülen mücadelenin demokratik rejime geçmeden önce başlamış olması ve

sonrasında da devletten ziyade toplumsal hareketlerce güçlü bir şekilde

sürdürülmesidir. İspanya deneyiminde geçmişin yeniden hatırlanması ve

devletin unutma politikalarına karşı gelinmesi, toplu mezarların açılmasına

yönelik gelişen toplumsal mücadele ile başlayarak güçlü bir hafıza hareketinin

oluşmasına ve hafıza hareketinin şekillendirdiği bir geçmişle hesaplaşma

sürecine dönüşmüştür (Mendes, 2012: 2-3).

Diğer yandan Türkiye ile olan tüm farklılıklara rağmen kolektif hafıza

ilişkisi üzerinden İspanya ile önemli benzerlikler ve yakınlıklar kurmak

mümkündür. Öncelikle her iki ülkede de devletin inşa ettiği ulusal hafıza ve resmi

tarih anlatısı, sonuçları aynı olmasa da güçlü bir şekilde inşa edilmiştir. Bunda

her iki devlette de ilerleyen bölümde anlatacağım gibi merkeziyetçi ulus-devlet

sisteminin etkisi büyüktür. Bu, her iki ülkede yürütülen hafıza mücadelesinin

ortak zorluklarından birini göstermektedir. Katı ulus-devlet yapılanması ve

merkeziyetçilik bu zorluğun altındaki nedenlerden bir kaçıdır.

İspanya’da toplu mezarlar üzerinden oldukça etkili bir hafıza mücadelesi

yürütülmüştür. Bu mücadelede sadece tabandan toplumsal hareketler aktör

olarak yer almamış, aynı zamanda devlet de bu süreçte aktör olarak var

olmuştur. Devlet mücadeleden dışlanmadan müzakere ve mücadele alanı

içerisinde sivil toplum ve kayıp yakınları için temasın sağlandığı bir alanda

105


kalmıştır. Dolayısıyla geçmişle yüzleşme, çoklu öznelerin birbiriyle etkileşimi ve

çatışmalarıyla iç içe bir şekilde gerçekleşmiştir. Bu, İspanya deneyiminde toplu

mezarların açılma sürecinin, geçmişin yeniden anlamlandırılmasında tüm ülkeyi

dahil eden bir biçime dönüştürmüştür. Türkiye ise İspanya’dan farklı olarak

henüz etnik sorunu çözememiş, ancak uzun süredir Kürt siyasi hareketi, sol ve

muhalif hareketler ve sivil toplum tarafından müzakere ve barış sürecine yönelik

çabaların ve baskıların olduğu bir ülke olarak tanımlanabilir. Kürt hareketi ile

devletin zaman zaman temasları ve görüşmeleri olmaktadır. Çözümde sadece

etnik sorunların çözümü değil, bununla beraber devletin demokratikleşmesi de,

özellikle taraflardan biri olan Kürt siyasi hareketi ve Kürtlerin mücadelesi

etrafında büyüyen politik hareketler tarafından genel olarak benimsenen bir

söylemdir. Yeni bir toplumsal hafızanın inşası tüm Türkiye toplumunun dahil

edilmesiyle tahayyül edilmektedir. Tersi bir durum için uzun süre 90’larda

yaşananlara sessiz kalmış Türkiye’nin Batısındaki insanların gerçeklerle

yüzleşmesi ve sessizliğine dair sorumluluklarını üstlenmesi gerekir. Tüm bu

nedenlerden dolayı İspanya toplu mezarlar mücadelesinde Türkiye için önemli

deneyimler ve izlekler sunmaktadır. Bundan ötürü Türkiye’deki toplu mezarlar

üzerinden hafıza mücadelesinin İspanya deneyimi ile kıyaslayanarak incelenmesi

tercih edilmiştir. Her ülke için ulusal hafıza tanımının tarih, mekan ve zaman

olgularıyla ilişkisi etrafında anlattıktan sonra; literatür taramasına dayanarak

karşı hafıza inşa süreçlerini resmetmeyi amaçladım. Karşılaştırmalı olarak

ilerlenecek bu bölümde; yöntem olarak tek tek ülkeler için Jelin’in “bellek

uğraşısı” teriminden hareketle öznelere ve hafıza mücadelesinin dinamik ve

müzakereci yapısına odaklanılması benimsenmiştir. Böylelikle, kolektif hafızanın

106


toplumsal olarak gayri-resmi mekanizmalarca nasıl inşa edildiğine dair bir

tartışma yürütülmüştür. Gayri-resmi mekanizmalar olarak, teorik tartışmayı

yürüttüğüm bölümde anlattığım üzere, anıtlar, müzeler, komisyonlar, alternatif

takvimler, semboller, belgeseller ve tanıklıklara dayalı çalışmalar açıklanmıştır..

Karşılaştırmada, özellikle hafıza hareketi bağlamında zengin bir toplumsal

harekete sahip İspanya’nın sunduğu yaratıcı deneyimler ışığında, henüz

gelişmekte olan bir hafıza hareketinin olduğu Türkiye için yeni tartışma noktaları

belirlenmeye çalışılmıştır.

II. İspanya’da Toplu Mezarlar ve Kolektif Hafıza

II.I Francoizm ve Milli Hafıza

İspanya’nın hafıza politikalarının nasıl şekillendiğini anlamak için ulus

devletleşme ve milli kimliğin oluştuğu dönemlere bakmak faydalı bir çerçeve

sunacaktır. İspanya, hem ulus tanımı, hem de ulus-devletleşme açısından

Avrupa’daki ülkeler içerisinde ayrı bir yerde durmaktadır. Avrupa’da otoriter

rejimden demokratik rejime barışçıl ve uzlaşmaya dayalı bir geçişte başarılı bir

örnek olarak ele alınmaktadır (Aktoprak 2010: 300).

Günümüzde parlamenter bir monarşi olarak var olan İspanya, 15. yüzyılda

tarih sahnesine çıkmış, 19. yüzyılda yaşadığı siyasi istikrarsızlıkları ve

sonrasında gelen Franco rejimini yaşamıştır (Aktoprak 2010: 404). İspanya, 20.

yüzyılın başlarında Avrupa’daki siyasal gelişmelerin etkisinde, muhafazakâr

milliyetçiliğin, yükselen sosyalizm korkusunun ve ordunun güçlenmesinin etkisi

altındaydı. Böylelikle 20. yüzyıl İspanyol milliyetçiliğinin önemli iki ayağı; Bask,

Katalan ve Galiçya’yı içine alan bölgeselcilik karşıtlığı ve ordu olacaktır.

107


İspanya’nın birliğini koruma adına ordunun 19. yüzyılın sonundan itibaren

kendisini devletin bekçisi olarak görmeye başlaması Franco rejimine doğru

gidişin izlerini taşır (Aktoprak 2010: 256). Devletin bekasının koruyucusu olarak

gören bir diğer kurum Kilise’dir. Sömürgelerini kaybederek “vatan”a dönen

İspanya, Kilise ve Ordu ittifakı ile yeni bir meşruiyet zemini arayışına gitmiştir

(Aktoprak 2010: 256).

Ulusal birliği ve homojen bir İspanyol kimliği vaat eden ordu ve Kilise

1930’lara gelindiğinde birliği sağlayamamıştır. 19. yüzyılın sonlarıyla birlikte

yükselişe geçen Cumhuriyetçiler, 1931 yılında iktidara gelmişlerdir. Ancak

İspanya’daki Cumhuriyetçiler bu dönemde Fransa’dakilerden farklı olarak çok

daha geniş bir cepheyi oluşturmaktadır; sekülerizmi savunan Cumhuriyetçilerin

içerisinde; sosyalist, anarşist ve komünist siyasi hareketler de vardı.

Sosyalistlerin temsilcisi olan PSOE’nun (İspanyol Sosyalist İşçi Partisi) ilk

iktidara gelişi 1931 yılında gerçekleşmiş, 1931 Anayasası’yla Kilise ve devlet

arasında bir sınır çizmişlerdir (Aktoprak 2010: 260). Ancak sol hükümetin,

Katalonya’ya özerkliğin tanınması gibi uygulamaları ordu ve Kilise yanlısı

muhafazakâr milliyetçi cephe tarafından tepkiyle karşılanmış, büyüyen bu

tepkiler yeni bir sağın örgütlenmesini etkilemiştir. PSOE, 1936 yılında yapılan

seçimlerde sol bir koalisyonla tekrardan iktidar olmuş, ancak General Francisco

Franco’nun darbe yapmasıyla iç savaşa sürükleyen zemin hazırlanmıştır. İspanya

tam anlamıyla ikiye bölünmüş ve savaş Milliyetçiler ile Cumhuriyetçiler arasında

gerçekleşmiştir. Ülkenin bu ikiye bölünmüşlüğü “kızıl” ile “kara” olarak tasvir

edilirken; savaşın bir tarafı eski rejimi devam ettirmek isteyen ve Kilise’nin

otoritesine dayananlar, bir tarafı ise devrimci din karşıtları olarak

108


tanımlanmıştır. Bu süreçte Franco, federalizme, sekülerizme ve kolektifleşmeye

karşı gelen tarafın yükselen lideri konumuna gelmiştir (Aktoprak 2010: 262-

263). İç savaş Franco’nun galibiyetiyle sonuçlanmış; bu durum 1975 yılına kadar

sürecek şiddet, baskı, sansür ve yasakların olduğu dönemin başlangıcı olacaktır.

Böylelikle, İspanya 1939-1975 döneminde Avrupa’nın en kanlı

savaşlarından birini yaşamıştır. 1939’da Barselona’nın işgalinden sonra çıkarılan

“Siyasi Sorumluluklar Yasası” bu baskı ve zorun yasal çerçevesini oluşturmuş,

toplantı ve gösteriler, resmi nikah ve boşanma kaldırılmıştır. Sosyalist, anarşist

örgütlenmeler yasaklanmıştır. Azınlıklara yönelik baskılar artırılmış, Bask,

Katalan ve Galiçyalıların dilleri yasaklanmış, İspanya bayrağı dışında bayrakların

kullanılmasına izin verilmemiştir. Bu dönemde kimlikler üzerinden kurulan

baskılar, kadınlara yönelik de yürütülmüş; Katolik değerler etrafında tanımlanan

kadın, ailenin bir parçası olarak konumlandırılmıştır. Franco’nun halka yönelik

uyguladığı politik şiddet devam etmiş; binlerce kişi tutuklanmış, işkence görmüş

ve toplama kamplarına gönderilmiştir. Cumhuriyetçiler ile milliyetçiler arasında

bölünen ülkede, Cumhuriyetçiler’e yönelik ayrımcılık 40 yıl boyunca

sürdürülmüştür (Mendes, 2012: 8). Sonuç olarak Franco rejiminin 1939-1959

yıllarını kapsayan ilk döneminde muhafazakar, otoriter ve Katolik bir rejim

oluşturulmuştur (Aktoprak 2010: 284).

Franco döneminde milliyetçilik başta belirttildiği gibi ordu ve Kilise

etrafında şekillenmiştir. Ulusal değerler kutsanarak yeni bir İspanyol milli kimliği

yaratılmaya çalışılmıştır. Pek çok totaliter rejimin yaptığı gibi Franco da ulusal

hafızayı savaş üzerinden de şekillendirmiştir. Yüz binlerce insanın öldüğü iç

savaş, ulusal kimliğin inşasında önemli bir mit haline getirilmiştir. Öldürülen

109


Cumhuriyetçilerin hatırlanmasının ve anılmasının yasaklanması ulusal hafızanın

oluşumunda etkili olmuştur (Renshaw, 2010: 450). Yasalarla, anıtlarla, kitaplarla

savaş üzerine kurulu bir hafıza inşa edilmiştir. 1975’e kadar güçlü bir şekilde

devam eden bu hafıza kurgusundan Micheal Richard (2017) “savaş kültürü”

olarak bahseder. Bu kültür tüm devlet kurumlarına, kamusal alanlara sirayet

etmiştir (Richards, 2017: 101). Cumhuriyetçiler’e ve azınlıklara yönelik oldukça

saldırgan bir tutum izlenmiştir. 1940’larda azınlık dillerinde kitap basımı

yasaklanmış diğer yandan cadde, sokak gibi mekan isimlerinin

İspanyolcalaştırılma projesi devreye sokulmuştur. Tek dil ve kimliğe dayalı

anlayış eğitim aracılığıyla da yerleştirilmeye çalışılmıştır. Kamusal eğitimde

kullanılan kitaplarda Cumhuriyetçiler vatan haini, anarşist, devleti yıkmaya

çalışan bir grup olarak tasvir edilirken, Milliyetçiler vatansever olarak

resmedilmişlerdir. Ulus ve düşman olarak şekillenen bir ikili anlatı ile İspanyol

çocuklar eğitim almıştır (Richards, 2017: 100). Özellikle sansürün yoğun olarak

uygulandığı medya aracılığıyla oldukça saldırgan bir tarih anlatısı benimsenmiş,

1966 yılında her ne kadar resmi özür dilenmiş olsa da, süregelen ayrımcı

politikalar, biraz daha yumuşayarak farklı formlarda devam etmiştir (Mendes,

2012: 8-9).

1969-1975 yılları arası baskı ve şiddetin görece azaldığı, sağ milliyetçi

bloğun dağılmaya başladığı bir dönem olacaktır. Avrupa’da sol hareketin

yükselmesi, İspanya’da işçi ve öğrenci hareketinin yükselişe geçmesi bunda etkili

olmuştur. Ayrıca ekonomik gelişmeler de Franco rejimini zorlamaktadır. Bölgesel

azınlıkların giderek ekonomik anlamda güçlenirken, muhalif harekette de öne

çıkmaya başlamıştır. Diğer yandan ekonomik zorluklar, bürokrasi ile milliyetçiler

110


arasında yaşanan ayrımlar sonucu yönetim tek bir blok olmaktan çıkmıştır. Grev

yasağı ve örgütlenmeye yönelik her türlü baskı işçi sınıfını yer altında

örgütlenmeye yöneltmiş, bu koşullarda Komünist Parti giderek güçlenmiştir.

Mayıs 1968 yılında Franco rejimine karşı ilk kitlesel gösteri gerçekleşmiştir.

Kilise’nin Franco rejimini koşulsuz destekleme tutumundan geri adım atmasıyla

Franco rejiminin sonuna doğru gelinmiştir. Diğer yandan 1960’larda yeniden

canlanan Bask ve Katalan milliyetçiliği giderek daha da yükselmiş,

Cumhuriyetçilere destek veren önemli bir güç olmuştur. 1960’larda Bask

bölgesinde, ETA (Bask Yurdu ve Özgürlük) silahlı mücadeleye başlamıştır.

ETA’nın öncülük ettiği özerklik talebi Franco rejimi karşıtı muhalif kesimlerce

sahiplenilmiştr. Dolayısıyla 1975 yılında Franco’nun ölümüyle kansız bir şekilde

demokratik rejime geçişin alt yapısı öncesinde oluşmuştur (Aktoprak 2010: 292).

1975 yılında gelen yeni iktidarla birlikte rejim değişikliği kansız bir

şekilde gerçekleşmiştir. Aktoprak (2010) bunun nedeni olarak; sosyal refah

devletiyle genişleyen orta sınıf, kapitalist sisteme entegre olma, istikrar ve dışa

açılma arayışı olarak belirtir (Aktoprak 2010: 209-301). Elbette ki İspanya’nın

ulus-devletleşme sürecine damgasını vuran bu ekonomik değişim toplumsal ve

siyasal taleplere de yansımış; tüm bunların etkisiyle idari ve siyasi kadroların

rejime bağlılıkları azalmıştı. 1976 yılında çıkarılan reform yasalarıyla 1977

yılında Komünist Parti’nin legal bir parti haline gelmesi ise değişimin

yaşanmasında önemli bir etken olmuştur. Ancak en büyük değişim 1978 yılında

kabul edilen anayasa ile gerçekleşmiştir. Anayasa ile üç önemli değişim

yaşanmıştır. Anayasada çok kültürlü bir ulus tanımı yapılmıştır. İspanya’nın

üniter yapısı korunmak şartıyla azınlıklara bölgesel özerklik tanınmış ve dilleri

111


resmi dil olarak kabul edilmiştir (Aktoprak 2010: 301-302). 1982 yılında sol bir

cephe olan PSOE’nun yeniden iktidara gelmesiyle demokratik dönüşüm hız

kazanmıştır. Eski tip Marksist örgütlenme ve siyasal anlayışından farklı olan

PSOE, bu sefer 1968 kuşağı ile iktidara gelmiştir (Aktoprak 2010: 309). PSOE

iktidarı döneminde azınlık hakları ve özerkliğe dair önemli adımlar atılmıştır. Bu

adımlarla birlikte ETA ile görüşmeler gündeme gelmiş ve örgüt 2006 yılında

ateşkes ilan etmiştir. Ancak ETA’nın silah bırakması 2011 yılını bulacaktır. Bu

dönemde geçmişle hesaplaşma adına da önemli adımlar atılmıştır. Devlet, BM

İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’ne 1985 yılında taraf olmuştur (Aktoprak 2010:

311).

II.II İspanya’nın Hafıza Düzeneği

İspanya’nın hafıza mücadelesinin zemini oluşturan bu tarihsel anlatı bize

ulusal kimliğin nasıl kurgulandığını göstermektedir. Esasında İspanya, ulusal

kimliğin üstten ve tek tip bir şekilde kurgulanması açısından şiddet dolu

uygulamalarda başarılı olmuşken, homojen bir ulus yaratabilmede aynı ölçüde

başarılı olamamıştır. Bu başarısızlığın arka planında, yukarıda bahsettiğimi

ekonomik sebepler, güçlü bölgesel milliyetçiliğin olması ve özellikle Franco

döneminde inşa edilmeye çalışılan ulusal kimliğin devletle değil de Franconizmle

özdeşmesi temel etkenler olmuştur. Ancak devletin hafıza politikası, baskı ve

şiddet yoluyla homojenleştirme ve ulusal hafızayı şekillendirme de yine de etkili

olmuştur. Bu şekillendirmede, ulusal hafıza geçmişte yaşananları bastırma ve

unutturma politikaları üzerine kurulmuştur. Unutturma politikaları, yaratılan

mitlerle ulusal kimlik ve ortak bir kaderi oluşturmaya hizmet etmiştir. Savaşa ait

tarihsel olaylar, çoğu zaman seçilmiş bir şekilde, sol hareketin kriminalize

112


edilmesi üzerine kurgulanmıştır. Bu anlamda Franco dönemi Almanya’daki Hitler

ya da faşist İtalya yönetimiyle karşılaştırılmaktadır. Devlet şiddetini kabul

etmeyenler düşmanlaştırılarak sürgüne gönderilmiştir. Franco öncesi ilk diktatör

olan José Antonio Primo de Rivera8 gibi kişiler şehitlik anlatılarıyla sembol haline

getirilmiştir. Kutsal sembollerin yaratılması yine ulusal hafızanın

oluşturulmasında kullanılmıştır. Bayraktaki kırmızı rengin kutsal İspanyol

vatandaşının kanını simgelemesi gibi. Bu anlatıyı destekler anmalar icat

edilmiştir. 18 Temmuz savaştan zafer olarak çıklan bir ulusal kurtuluş gün olarak

ilan edilmiştir. 2 Mayıs ise önceki rejime atıfla monarşinin sonlandırıldığı bir gün

olarak resmi yıldönümlerine eklenmiştir (Richards, 2017: 96-97). Ulusal

kahramanlık, kolonyal döneme ait büyük zafer anlatıları, çok güçlü bir İspanya

kurgusuna dayalı bu anmalardan biri de milliyetçilerin getirdiği 12 Ekim Ulusal

Tatil9 günüydü. Ancak hemen Franco’nun ölümünden sonra fiili olarak

kutlamalardan çıkarılan bir gün oldu. Politik atmosferin 1980’lerde değişmesiyle,

8 General Rivera Franco’nun rejiminden önce, 1923 yılında yaptığı askeri darbe ile yönetime el

koymuştur. Kral Alfonso’nun onaylamasıyla darbe kansız bir şekilde başarılı olmuştur. Bu
süreçte pek çok baskıcı ve şiddet dolu politikalara imza atmıştır (Aktoprak 2010: 257).
9 12 Ekim İspanya’nın ulusal bayramı olarak kutlanmaya Franco döneminde başlanmıştır; bu

gün resmi tarih anlatısına göre Amerika’nın keşfedildiği tarihe dayanmaktaydı. Bu anma günü,
milliyetçilerin tarihsel kökende Avrupa’yı dışlayarak Amerika’yı baz aldıkları tarihsel anlatıyla
ilişki olarak şekillenmiştir.

113


özellikle sağ ve muhafazakar partilerin girişimlerinin sonucu olarak 12 Ekim

tekrardan ulusal bir gün olarak kabul edildi (Aguilar & Humlebaek, 2002: 137-

138).

1977’e kadar mekan ve zamanla ilişkili olarak ulusal hafıza her alanda

yerleştirilmiştir. Aleida Assmann bu durumu şu sözlerle özetler: “Franco

döneminin anıtları ve sembolleri tarafından nüfuz edilen bir ülkede tarihin

politikalarına özellikle uygulanırken, Cumhuriyetçilerin tarihi tecrübelerine ve

halkın ifadelerine rastlanmaz” (A. Assmann, 2012: 65). Gerçekten de Franco

döneminde milliyetçi anlatılara ve dini referanslara dayanan tek taraflı bir hafıza

oluşturulmuştur. Özetle, bu tek taraflı inşa edilen hafıza devletin tüm ideolojik

aygıtlarıyla uygulanmıştır.

İspanya’da kolektif hafıza uzun süre milliyetçi ve cumhuriyetçi cephe

olmak üzere iki ana grup tarafından şekillenmiştir. Ancak özellikle 1960’larla

birlikte güçlenen bölgesel milliyetçilik bu ikili ayrımı çeşitlendirmiştir. Bask,

Katalon, Galiçya halkları da ulusal hafızayla farklı düzeylerde etkileşerek hafıza

inşa süreçlerine dahil olmuştur. Yukarıda Jelin’e referans vererek tartıştığım,

hafızanın homojen olmadığı, çok farklı düzeyde kurucu öznelerinin olduğu en çok

belki de İspanya için geçerlidir. Bölgesel milliyetçiliğin güçlü olması, resmi tarih

anlatısının zamanla hasar görmesi ve yükselen sol hareketlere dahil olan genç

kuşağın varlığı bu çeşitliğe etken olarak belirtilebilir.

Rejim baskısının görece azalması ve tüm sorunlarıyla birlikte demokratik

rejime geçiş, karşı hafızanın inşasına imkan sağlamıştır. Mezarlar üzerinden

şekillenen hafıza hareketi belgeseller, anmalar, semboller gibi pek çok alanda

114


hafızalaştırma çalışmaları için mücadele etmiştir. Toplu mezarlar en önemli

hafıza mekanları haline gelmiştir. Bunun en büyük etkisi ulusal tarihin sorgulanır

hale gelmesi ve farklı hafızaların ortaya çıkması olmuştur. Kamusal alanda

tartışmaya açılan üstü örtülmüş hakikatlerin dile getirilmesi büyük bir değişime

yol açmıştır. Ulusal kimlik sorgulanır hale gelmiştir (Mendes, 2012: 20-28).

Ulusal hafızaya karşı inşa edilen hafıza, “hafızanın onarılması” (recovery of

memory) olarak tanımlanmış ve bu terim etrafında pek çok sivil toplum örgütü

örgütlenmiştir. Bu süreçte güçlü bir aktivizmle yürütülen hafıza mücadelesine

demokrasiye geçiş mücadelesi de eşlik etmiştir. Dolayısıyla pratikte geçmişle

yüzleşme demokratik geleceğin inşası olarak ilerlemiştir. Bu duruma paralel

2004 yılında sosyalist partinin seçimleri kazanmasından sonraki dönem, hafıza

hareketinin büyümesine zemin sunmuştur. Hafıza hareketi sol partilere

ulaşabilerek, merkezi karar süreçlerine etki edebilmiştir (Mendes, 2012: 42).

Devlet ulusal hafızaya karşı inşa edilen kolektif hafızanın bir parçası haline

gelmiş ve geçiş dönemi adaleti mekanizmaları, devlet ve hafıza hareketi etrafında

örgütlenen toplumsal kesimler arasında yürüyen müzakere ve mücadele içinde

şekillenmiştir.

İspanya’da geçmişle hesaplaşma ve geçiş dönemi adaleti mekanizmaları

uzun bir süreden sonra hükümet ile muhalif partilerin arasında sağlanan bir

konsensüsle 1970 ve 80’lerde yürütülmüştür. Devletin özür dilemesi ve aflara

dayalı onarım mekanizmaları öncelikli olarak gerçekleşmiştir. Bunlardan en

önemlisi 1977 yılında çıkarılan, Franco döneminde suç işlemiş kişileri kapsayan

af yasasıdır. Yasa ile tutuklu bulunan bir kısım muhaliflerin bırakılması sağlansa

da aynı zamanda, Franco döneminde ağır insan hakları suçlarını işleyen devlet

115


görevlilerinin cezasız kalmasına da neden olmuştur. Af yasası, Franco'nun

ölümünden sonra demokrasiye geçiş sürecine hizmet etmesi amacıyla yürürlüğe

girmişti. Ancak yasanın, geçiş döneminde yeterince işlevli olmadığı gibi

sonrasında gelen onarım (reperation) yasalarında da benzer eksiklikler

süregelmiştir. Bu tür eksiklikler, geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının elitler

arasında, toplumsal olarak kurbanları ve yakınları kapsamayan bir şekilde

kurulmasından kaynaklı olmuştur (Aguilar, 2008: 20-21). Yasanın en sorunlu

bölümü, iç savaşta zafer ilan edenlerle mağlup olan tarafı eşitleyerek hepsini iç

savaşın mağdurları olarak tanımlamasıdır (Humphrey, 2014: 33). Bu yaklaşım

yasanın cezasızlıkla sonuçlanmasına yol açmıştır. Ancak İspanya'daki cezasızlık

Güney Afrika ülkelerinden farklı bir şekilde gelişmişti; suçlardan sorumlu devlet

yetkillilerin bir çoğu zaten hayatta değildi. Sorumlu kişilerin yargılanmalarından

ziyade, cezasızlık demokratik devletin, savaş süresince kurulan Savaş

Konseyleri’nin yasal dayanağının politik ve hukuksal olarak yok edilmesine ve

Franco döneminde özel mahkemelerce verilen yargı kararlarının ortadan

kaldırılmasına yönelik isteksizliği olmuştur. Nitekim Af Yasası'nın yürürlükte

olduğu 1980'lerde sol ve muhalif örgütler, uygulanan affın asimetrik yanına

dikkat çekerek, cezaevindeki siyasi tutukluların bırakılmasına karşı eylemler

yapmış olmasına rağmen devlet kapsamlı bir adım atmamıştır (Humphrey, 2014:

34). Bununla birlikte, savaşa ait olan 1 Nisan 1939 resmi Kahramanlık Günü

kutlamalarının, Silahlı Kuvvetler Günü olarak değiştirilmesi gibi bazı

değişikliklere gidilmiştir. Sonuç olarak, Af Yasası'nın uygulandığı süreç, geçmişi

inkar etmeden odaklanılması gerekenin gelecek olduğu siyasi elitlerce

vurgulandığı, geçişin üstten kurgulanmaya çalışıldığı bir dönem olmuştur.

116


Çalışmanın odağı olan kolektif hafıza için ise, farklı öznelerin kendi hafızalarını

inşa edebileceği bir geçiş sürecinin yaratılmadığı belirtilebilir.

2004’te solun iktidara gelmesiyle getirdiği siyasal değişim, pek çok

maddi ve manevi geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının kurulmasında etkili

olmuştur. 2004 yılında resmi olarak kurulan bir komisyonla İspanya İç Savaşı’nın

mağdurların durumuna ilişkin araştırmalar başlamıştır. Komisyonun kurulma

sürecinde, “mağdur”, “onarıcı mekanizmalar”, “tanıma”, “ahlaki tatmin” gibi

terimlerin kullanılması geçmişle hesaplaşmada farklı bir bakış açısının

benimsendiğine yönelik önemli işaretlerdir. Dilin değişmesine paralel

mağdurlara yönelik çalışmalar öne çıkarılmış ve vurgulanır olmuştur. 2005

yılında Katalonya’da savaş sürecinde yaşananlara dair belgelerin toplanıldığı

“Tarihsel Hafıza Belgeleri Merkezi” kurulmuştur. Merkez’in kurulması için

çıkarılan yasada, ilk defa Franco döneminin meşruiyetini sorgulayan ifadeler

kullanılmıştır. Bir diğer önemli gelişme, bu tarihlere kadar yok sayılan sivil

toplum örgütlerinin hükümet tarafından tanınarak sürece dahil edilmesidir. Bu

süreç 2007 yılında geçmişle hesaplaşma için İspanya’da önemli bir kırılım

noktası olan “Tarihsel Hafıza Yasası”nın (The Law of Historic Memory) çıkarıldığı

zamana doğru ilerlemiştir. İspanya’da toplu mezarların açılmasında ayrıntılı

olarak tartışacağım bu yasayla ilk defa diktatörlük dönemine ait insanlığa karşı

suçları resmi olarak kabul edilmiştir. Sosyalist hükümet ile Bask ve Katalonya

halklarının desteklediği kolektif hafızanın onarılmasına yönelik uygulamalar art

arda gelmiş, toplu mezarlar açılmaya başlanmış ve yargılama süreçleri

yürümüştür. Böylelikle, ölümlerden ve insanlığa karşı suçlardan sorumlu

kişilerin yargılanması süreciyle ceza adaleti mekanizması da geçiş dönemi

117


sürecine dahil edilmiştir. Geçiş sürecinin yaşanmasında PSOE’nun etkisi sadece

siyaseten olmamıştır: Sosyalist muhalif hareket içerisinde yer alan pek çok kişi

savaş dönemi kaybedilen kişilerin torunları olarak geçmişle hesaplaşmaya daha

hassas yaklaşmışlardır. Bir önceki kuşak, daha çok maddi tazminatlara, eğitim

sisteminin değişimine odaklanırken, yeni kuşakta bu yaklaşım değişmiş; bizzat

sosyalist partinin lideri ve dönemin başbakanı Rodríguez Zapatero’nun iç savaş

döneminde infaz edilen Cumhuriyetçi bir memurun torunu olması geçmişle

hesaplaşma sürecine yaklaşımını farklılaştırmıştır. Böylelikle Zapatero, mağdur

yakınlarıyla ilişki kuran ve Franco döneminde kullanılan imha kampını ziyaret

eden ilk başbakandır (Aguilar & Humlebaek, 2002: 427). Sonuç olarak,

İspanya’da güçlü bir hafıza hareketi ve gerekli yasaları çıkarmaya istekli bir

muhalefetin hükümette olması geçmişle yüzleşme için adımlar atılarak ilerleme

kaydedilmesinde etkili olmuştur.

Tüm yukarıdaki bahsedilen ilerlemelerle birlikte, esasında geçmişle

hesaplaşmanın kolay bir şekilde olduğu söylenemez. Geçmişin dikta yönetimin

kabul edilemez uygulamalarla kurulu olmasının ötesinde, bu yaşananların ulusal

kimliğe dahil edilmiş olması ve bir şekilde toplumun bir kısmı tarafından

desteklenerek meşruluğunun olması sonradan gelen demokratik yönetim için

büyük bir zorluktu. Yeni bir kimlik nasıl kurulacak, eski rejimden kalan hangi

anmalar artık resmi takvimden çıkarılacak, hangilerine devam edilecek, yeni inşa

edilen ulusal bilincin hafıza mekanları nasıl olacak gibi uğraşılması gereken pek

çok sorun ortaya çıkmıştır (Aguilar & Humlebaek, 2002: 122). Ancak özellikle

hemen Franco’nun ölümünden sonra gelen yönetim için, kamusal anmaların bu

süreç içerisinde olmaması, okullar aracılığıyla halen yaşananların üstünün

118


örtülmesi, insanları "barışçıl bir geçiş" için demokrasi mücadelesine yönelmeye

bir anlamda mecbur bırakmıştır. Böylece, devletin barışçıl bir demokrasiye geçişi

sağlayacak mekanizmaları tam istenildiği şekilde kurmaması, tabandan informel

mekanizmaların inşa edilmesini desteklemiştir (Gassiot Ballbé & Steadman,

2008:434).

II.III İspanya’da Karşı Hafıza Hareketi

İspanya’da toplu mezarlar resmi olarak 2000’li yıllarla birlikte açılmaya

başlandı. Ancak uzun bir süre Franco sonrası dönemde hükümet “suskunluk

sözleşmesi”ne devam etti. Suskunluk sözleşmesi tanımı Ballbe ve Steadman’ın

(2008) İspanya’da iç savaş dönemi ve sonrasında uzun süre yaşanan sorunlara

dair toplumdaki ve devlet nezdindeki sessizliği anlatmak için kullanılmıştır.

1940’lara ait toplu mezarların 2000’lerde açılmış olması uzun bir toplumsal

sessizliğe işaret etmektedir. Cunta dönemi sonrasında demokratik yönetime

geçiş olmasına rağmen özellikle hükümetin çıkardığı aflar bu dönemde geçmişle

yüzleşmenin ertelenmesine neden olmuştur. Franco sonrası dönemde dahi

özellikle sağ hükümetlerce bu sözleşmenin sürdürülmesine yönelik bir tutum

sergilenmiştir. Katalonya deneyimi, iç savaş sonrasında devletin halen

yüzleşmeye dair çekingen davranması, bürokratik engeller çıkarması ve toplu

mezarların açılmasını tarihsel geçmişe ait arkeolojik bir kazı gibi göstermeye

çalışması, suskunluk sözleşmesinin devlet tarafından devam ettirildiğini

göstermesi açısından kritiktir (Gassiot Ballbé & Steadman, 2008: 432). Bu

toplumsal sessizlik devletin eğitim ve medya aracılığıyla desteklemesiyle devam

ettirilmiştir.

119


İspanya’da daha önce belirttiğim üzere güçlü bir hafıza mücadelesi

mevcuttur ve bu hafıza mücadelesi toplu mezarlar üzerinden şekillenmiştir.

Mezarların açılması ve yeniden gömülme talepleriyle güçlenen hareket, siyasi

gelişmelere paralel 2000’li yıllara damgasını vuracaktır. İspanya’daki toplu

mezar hareketi 2000 yılında Emilio Silva’nın 1936 yılında öldürülen dedesinin

bulunduğu toplu mezarı araştırmasıyla başlamıştır. Ancak bu sürecin öncesinde,

90’larda bireysel olarak bazı mezarların açılarak yas tutulduğunu belirtilmelidir.

Acıyı yaşayan insanlar için gizli olmayan, ama devleti için “gizli” olan bu

mezarların açılması, bireysel çabalarla birlikte giderek daha kolektif bir

mücadeleye dönüşmüştür. Dolayısıyla mezarların konuşulmasının tabu olduğu

dönemde dahi parçalı ve bireysel bir şekilde de olsa bir karşı hafıza mücadelesi

yürümekteydi. Ancak örgütlü ve kamusal olarak yürütülen mücadele, kayıpların

torunlarının öncülük ettiği 2000’li yıllarda gerçekleşti. A. Assmann’ın belirttiği

üzere deyim yerindeyse, karşı hafıza mücadelesi verenler, her çıkardıkları

iskeletle geçmişi ortaya çıkardılar (A. Assmann, 2012: 65).

Bu süreçten sonra pek çok sivil toplum kuruluşunun uğraşıyla 300 toplu

mezarda 6 bin kişinin mezarının açılması sağlandı. Ancak halen en az 130 bin

kişinin kayıp statüsünde olduğu bilinmektedir. İspanya’da bulunan toplu

mezarlar fiziksel olarak tüm ülkeye dağılmış bir haldedir. Bu durum neredeyse

her şehir ve yerleşim yerinde bir mezar mücadelesinin yürümesine ve sivil

toplum örgütlerinin varlığına neden olmuştur. Mezarların açılması ve geçmişle

yüzleşme sürecinin başlamasına dair mücadele Birleşmiş Milletler, Uluslararası

Af Örgütü gibi çeşitli uluslararası kurumların da dikkatini çekerek 2007’de

120


çıkarılacak yasa için bir zemin hazırlamıştır (Gassiot Ballbé & Steadman, 2008:

434).

Açılan mezarlarda insanları rahatsız eden görüntülerin medya aracılığı ile

toplumsal bilgi haline getirilmesi Franco döneminin sorgulanmasının

yayılmasında oldukça etkili olmuştur. Ferrándiz (2006) bu tür mezarların,

devletin şiddetine dair toplumsal hafızanın gömülmesi olarak ifade etmektedir

(Ferrándiz, 2006: 7). Bir diğer önemli etken ise geçmişle yüzleşme konusunda

doğrudan tehdit altında olan kişilerden sonraki jenerasyonun geçmişi konuşmak

konusunda daha fazla istekli ve cesaretli olmasıdır. 2007’de toplu mezarların

açılması ve resmi tarihin sorgulanmasında bir yasa teklifinin parlamentoya

sunulması ve kabul edilmesi tüm bu gelişmelerin etkisiyle gerçekleşmiştir.

Mezarların açılma mücadelesi İspanya’da resmi tarihle yüzleşme,

toplumsal hafıza ve hakikatin ortaya çıkarılması gibi konuların tartışmaya

açılmasını sağlamıştır (Kovras, 2008: 371). Çatışma sonrası ülkelerin pek

çoğunda yaşanan ikilem İspanya’da da yaşanmıştır. Geçmişte yaşananlar için

“affet ve unut denilerek devam mı edilecek?” yoksa “toplu mezarların açılmasıyla

hakikatin ve gömülmeye çalışılan toplumsal hafızanın ortaya çıkarılması mı

sağlanacak?” soruları tartışmanın ana eksenini oluşturmuştur. Bu anlamda

mezarların açılması, Franco yönetiminin yazmış olduğu resmi tarihe karşı

toplumun kendi gerçek tarihini yazmasına hizmet etmiştir. “Tarihsel Hafıza Yasa

Tasarısı” kabul edildikten sonra devlet tarafından uzmanlar istihdam edilmiş ve

mezar açma çalışmaları başlamıştır. Yasa, Franco mahkemelerinin kararlarını

gayri-meşru olarak tanımasının yanı sıra mağdurlara tazminat hakkının

verilmesi, mezarların açılması ve kimlik tespitlerinin yapılması, sürgün

121


edilenlere ve kamplara gönderilenlere vatandaşlık haklarının iade edilmesi gibi

çok önemli reformları içermektedir (Francisco Ferrándiz, 2013: 13). Bu anlamda

resmi tarih anlatısına karşı bir tarih yazımına imkan veren bir yasa olarak

yürürlüğe girmiştir. Ancak yine de muhalefet ve sivil toplum tarafından

eleştirilere maruz kalmış bir yasadır. Yasanın toplu mezarların açılması için

hükümete finansal sorumluluk vermemesi bu alanda mücadele veren kişi ve

kurumlarca eleştirilmiştir. Ayrıca yasanın 3. maddesinde tanımlandığı üzere,

Franco dönemi askeri mahkemelerinin idam kararı vermesini gayri-meşru

bulmasına rağmen “yasa dışı” olarak tanımlamaması da bir başka eksikliktir. Bu

önemli bir ayrımdır çünkü her ne kadar bazı davaların başlamasına neden olsa da

esasında hükümetin infazlarla ilgili bir sorumluluk altına girmemesine neden

olmuştur (Gassiot Ballbé & Steadman, 2008: 435). Cezasızlığın devam etmesine

ve ordu mensuplarının yargılanmasının tam olarak yapılamamasına neden

olmuştur.

Ancak yasa, mezarların açılma işlemlerinin sadece teknik bir boyutta

kalmaması ve toplumsal hafızaya dair katkılar sunması açısından önemli

bölümler içermektedir. Örneğin yasaya göre her mezarın açılma işleminin halka

122


açık yapılması ve mezar açmanın savcılık kurumu yerine Kültürel Miras Yasası

altında yapılması öngörülmüştür. 10 Hafıza yasaları, Avrupa ülkelerinde, geçiş

dönemi adaleti mekanizmalarında sıkça uygulanmaktadır. Geçmişte yaşananlara

ilişkin adalet arayışlarında mağdurların yasal haklara sahip olmasını sağlayan 25

hafıza yasası Avrupa ülkelerinde yürürlüğe girmiştir. Michael Humphrey (2014)

hafızayı düzenleyen yasaların üç unsuru olduğundan bahseder: “Birincisi, resmi

toplumsal hafıza ifadesi; ikincisi, yeni toplumsal ve siyasal düzene dahil edilme

ve dışlama kriterleri ve üçüncü olarak, hukukun meşruluğunu ve dayanıklılığını

destekleyen bir siyasi uzlaşma.” (Humphrey, 2014: 27-28). İspanya’daki hafıza

yasasının birinci maddesinde toplumsal hafızanın resmi olarak tanınacağı açıkça

belirtilmiştir: Yasanın amacı aynı maddede “iç savaş ve diktatörlük zamanında,

siyasi, ideolojik ya da dini inancı yüzünden zulme uğramış ya da şiddete maruz

kalmış kişilerin haklarını tanımak ve genişletmek; bireysel ya da aileye ait

hafızanın iyileştirilmesi ya da manevi olarak onarılması için teşvik etmek” olarak

tanımlanmıştır. Bu tanım, açıkça devletin mağdurlara ait kolektif hafızayı

tanıyacağını belirtmektedir. Bu maddeyle birlikte, semboller ve kamusal anmalar

10 2007 yılında İspanya Parlamentosu’na sunulan yasa 22 maddeden oluşmaktadır. Yasanın

resmi olmayan İngilizce çeviri için:


https://www.academia.edu/11087374/_Law_of_Historical_Memory_-_English_Translation

123


adı altında düzenlenen 15. maddede, diktatörlük dönemine ait hafıza

mekanlarının kaldırılacağı belirtmesiyle, Franco rejimine ait amblem, logo,

heykeller gibi anıtsal sembollerin kamusal alanlarda kullanımı yasaklanmıştır.

Mağdurlarca kurulmuş dernekleri tanıyacağını belirttiği 19. maddeyle birleşince

toplumsal hafızayı tanımaya yönelik somut adımlar olduğu görülmektedir.

2007 yılında çıkarılan Hafıza Yasası tüm eksiklikleriyle, devletin geçmişte

işlediği suçlara yönelik sorumluluğunu üstlendiğini göstermesi açısından çok

önemlidir. 2011 yılında İspanya hükümeti “Ekshümasyonlar için Ulusal Eylem

Protokolü”nü (The National Protocol of Action on Exhumations) uygulamaya

başlamıştır (Francisco Ferrándiz, 2015: 110). İkinci bölümdeki geçmişle

hesaplaşma çerçevesinde belirtildiği üzere, devlet geçmişle yüzleşme

süreçlerinin önemli aktörlerindedir. Bu nedenle hafızanın yeniden inşa edildiği

süreçlerde mağdurların hafızasını tanıyarak hafıza politikalarını demokratik bir

dönüşüme tabi olmasına katkısı büyüktür. Yasalar bu sürece devletin resmi

kurumlarının, devlet görevlilerinin de dahil edilmesini sağlayarak kurumsal bir

dönüşümü de sağlamada etkili olur. Son olarak ise, aşağıda daha ayrıntılı bir

şekilde tartışılacak olan hafıza örgütlerini tanıyarak bu sürece dahil olması

geçmişin yeniden kurulması için önemli bir adım olmuştur.

II.IV Hafıza Mücadelesinde iki Örgüt: ARMH ve FORO

Toplu mezarlarla ilgili kurulmuş hafıza hareketlerinin bir kısmı ulusal

çapta iken, bazıları daha yerel, yakınların belli bir toplu mezar için oluşturdukları

örgütlerden oluşmaktadır. Bazı örgütler, ideolojik bağları olan politik kurumlar

olarak örgütlenmiştir. Bir kısmı iyi örgütlenmiş örgütler iken bir kısmı ise kısa

124


ömürlü örgütlerdir. Devlet tarafından 2006-2011 yıllarında bu hafıza

örgütlerinin maddi olarak desteklenmesi büyümelerinde etkili olmuştur.

İspanya'da denilebilir ki hiç bir hafıza onarım aktivitesinin gerçekleşmediği bir

köy ya da şehir yoktur (Ferrándiz, 2015: 103). Aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde

tartışacağım ARMH ve Hafıza için Forum dışında “Bizim Hafızamız” (Our

Memory) gibi pek çok hafıza örgütü aktif olarak mücadele yürütmüştür. Bu

çalışmada, İspanya’daki toplu mezarlara dair mücadele yürüten örgütler arasında

öne çıkan ulusal düzeyde mücadele yürüten ARMH ve Hafıza için Forumu biraz

daha yakından incelenmektedir. Bu iki hareket, etki gücü ve dinamik yapılarıyla

İspanya’daki karşı hafıza mücadelesine büyük katkı sunmuştur.

Mağdurlar tarafından 2000 yılında kurulan ve mezarların açılmasında

ulusal çapta en etkili rolü üstlenen örgütlerden biri, “Tarihsel Belleğin

Kurtarılması Derneği”11 (The Association for the Recovery of Historical Memory-

ARMH) dir. ARMH daha sonra “tarihsel hafızanın iyileştirilmesi” fikri etrafından

yüzlerce ulusal ve yerel düzeyde derneğin ve inisiyatifin kurulmasına öncülük

etmiştir (Mendes, 2012: 3). Bir süre sonra yerellerde ARMH’ye bağlı örgütler

11 ARMH Ekim 1936’da Franco döneminde öldürülen büyükbabasını arayan Emilio Silva

tarafından kurulmuş ve toplu mezarların bulunması, açılması ve yeniden gömülmesi üzerine


çalışmalar yürüten bir sivil toplum örgütüdür. Dernek hakkında daha fazla bilgi için bkz.
Ferrándiz (2006).

125


kurulmaya başlanmıştır. ARMH’den sonra ikinci önemli örgütlenme ise komünist

partiyle bağlantılı por la Memoria (Foro), “Hafıza için Forum Hareketi”dir

(Ferrándiz, 2006: 8).

İspanya’da öne çıkan iki örgüt ARMH ve Foro’ya (Hafıza için Forum)

odaklanarak; mezarların açılması, yeniden gömülmesi, ritüeller, hafızanın

özneleri ve tanıklıklar gibi konular literatür çerçevesinde bir tartışma

yürütülecektir. Bu tartışmalardan biri de oluşturan bireysel hafıza ile kolektif

hafızanın ilişkisine dairdir. ARMH mezarların açılmasını, yas tutma sürecinin bir

parçası olarak görürken, Foro mezarda olan kişilerin politik bağlarını öne

çıkarmıştır. Kayıp yakınları tarafından örgütlenen ARMH; bireysel hafızayı,

hikayeyi ve yası öne çıkarırken, “Hafıza için Forum” öldürülen kişilere ait

“Cumhuriyetçi” kolektif kimliklerini öne çıkararak kolektif hafızanın önceliğine

vurgu yapmıştır. Bireysel hafıza ile kolektif hafıza arasındaki bu gerilim iki

örgütün mücadele alanına da yansımıştır. Örneğin Hafıza için Forum,

öldürülenlerin neden öldürüldüklerinin akılda tutulması gerektiğine vurgu

yapmıştır. Dolayısıyla mezarlar açılırken bir yas tutma ve bireysel yaraların

sarılması söz konusu iken, bir yandan da öldürülen kişilerin nasıl ve neden

126


öldürüldüklerinin politik ve ahlaki sorgulanmasının yapılması vurgusu

yapılmıştır. Kayıplar, birilerin çocukları, eşleri veya yakınları mıydı yoksa sol

örgütlenmelere bağlı “yoldaşlar” olarak mı anılmalıydılar?12 Foro’nun, kolektif

hafızanın bir grubun, bu noktada Cumhuriyetçilerin özelliği gibi almaya eğilimli

olduğu söylenebilir. Bu eğilim kolektif olanı kuran bireysel kimliği ya da hafızayı

görmeme, kolektif olanın bireysel olandan hiyerarşik olarak üstün olduğunu

kabul etme gibi bir riski içermektedir.

II.V Hafıza Mücadelesinde İhtilaflar

Görüldüğü üzere İspanya’da hem hafıza örgütleri hem de devlet açısından

mezarların yeniden gömülme, yani mezar açma tartışmalarının ve farklı

yaklaşımların olduğu bir süreç söz konusudur. ARMH, başlarda toplu mezarlarda

bulunan kişilerin bir arada olmasının politik bir bağlamı olduğunu söyleyerek,

kişilerin mezardan çıkarılarak ayrı yerlere gömülmesinin kolektif mücadele

ruhuna zarar vereceği fikriyle hareket etmiştir. Bu çekince kolektif hafızanın

özelleştirilmesi sorununu gündeme getirmiştir. Gerçekten de açılan mezarlarda

bulunan kişilerin tekrar gömülmesinin nasıl olacağı sorusu örgütlerin önemli bir

12 Bu gerilim Halbwachs’ın bireysel hafıza ile kolektif hafıza arasında kurduğu karşıtlığı
hatırlatmaktadır. Ancak bu yaklaşım daha sonrasında literatüre dayalı olarak eleştirilmiş,
aksine iki hafıza arasında bir diyalektiğin olduğu vurgulanmıştı.

127


gündemi haline gelmiştir. Öldürülen kişilerin askeri cunta rejimine karşı

mücadele yürütmüş Cumhuriyetçiler olduğunun akılda tutulması ve bu durumun

öne çıkarılması yine kolektif hafıza bağlamında dikkat edilmesi gereken bir nokta

olarak ele alınmıştır. Bu konuyu sol partiyle ilişkili olan Foro, özellikle öne

çıkarmıştır. Dolayısıyla mücadelenin sadece yakınları tarafından yürütülmesi,

politik bağı olan kişilerce sahiplenilmemesi sorunun toplumsallaşmasının

önünde bir engel olarak görülmüştür. Foro, bu mücadeleyi sadece ailelere

bırakmayı “hafızanın gömülmesi” olarak değerlendirmiş, ARMH de mücadelenin

sadece kayıp aileleri tarafından yürütülmesini eleştirmiştir (Ferrándiz, 2006: 9).

Forum, kendini daha çok bir cephe olarak tanımlayarak, toplu mezarlar

mücadelesini aktif bir mücadele alanı olarak görmüştür.

Hafıza hareketleri çoğunlukla toplu mezarları travmatik hafızayı anlatmak

için bir metafor olarak kullanmışlardır. Açılan her toplu mezar öldürülen kişilerin

yaşamlarının, hikayelerinin yeniden anlatılması ve hafızanın canlandırılması

demektir. Sadece öldürülmüş olmalarının değil, neden ve nasıl öldürüldüklerinin

anlatılması da kolektif hafızaya katkı sunar. Ancak Foro, toplu mezarların

açılmasının otomatik olarak kolektif hafızaya hizmet etmesinin söz konusu

olmadığına dikkat çekmiştir. Sadece kayıp yakınları üzerindeki vurgu

kurbanların masumluğuna giden bir savunmaya dönüşebilir. Hafıza için Forum,

bu durumun kolektif mücadeleye katkı sağlamadığını ve hatta mücadelenin

politik yanını örttüğünü savunmuştur (Bevernage, Berber; Colaert, 2014: 445).

Forum, öldürülenlerin daha iyi bir dünya için mücadele ettiklerinden dolayı suçlu

olarak görüldüklerine vurgu yapmıştır. Mezarlarda bulunan kişilerin sadece

mağdur olarak anılmaması, aksine onların yürüttükleri aktif mücadelede özne

128


oldukları ve devletin bu politik mücadeleyi bastırmak için bu insanları öldürüp

toplu mezarlara attığını akılda tutmak gerekmektedir.

Tüm bu tartışmalar ışığında, mücadeleyi yürüteceklerin kimler olacağı

sorusuna, hafıza hareketlerinin farklı yanıtları olmuştur. ARMH, mücadeleyi

yürütecekler olarak yeni jenerasyonu işaret ederek “öldürülenlerin torunları” ve

“barışın torunları” yazılı tişörtlerle üçüncü nesle vurgu yapmıştır (Bevernage,

Berber; Colaert, 2014: 448). Bir önceki nesillere göre yüzleşme ve hesaplaşmaya

daha istekli olan bir neslin varlığı söz konusudur. Üçüncü neslin yüzleşmeye daha

hazır olduğu fikri Arjantin’de de öne çıkmış ve mücadelenin yayılmasında etkili

olmuştu. Çünkü baskıcı rejim dönemini yaşamamış bu neslin demokratik ve yeni

bir başlangıç yapma isteğinin daha fazla olduğu belirtilebilir. Elbette bu noktada,

yüzleşilecek geçmişin üzerinden 70 yılın geçmiş olmasının da etkisi vardır:

Franco döneminin mağdurlarının ve hayatta kalanların birçoğu zaten yaşamını

yitirmişti. Bu durum, biraz da zorunlu olarak mücadelenin mağdurların torunları

tarafından sahiplenmesiyle sonuçlanmıştır. Ancak hafıza mücadelesinin

yürütücülerinin toplu mezarlardaki kişilerin torunlarının olması zorunlu bir

istikamet olarak da görülemez. Mücadelenin, geçen zaman içerisinde savaştan

129


doğrudan etkilenen kişilerce veya 1930’lardan sonra, yakınları tarafından

yürütülmesi söz konusu olabilirdi. Mücadelenin torunlara kalmasını yukarıda

açıkladığımız suskunluk sözleşmesiyle açıklamak mümkündür. Ancak burada şu

tehlikeli noktaya da dikkat çekmek gerekir.13 Ailelerin torunlarıyla yürütülecek

bir mücadele onlar öldüğünde organik bağın kopmasına ve toplu mezarlar

gerçeğinin üstünün örtülmesine neden olabilir.

Mücadeleye dair ayrıştıkları noktalar olmasının yanı sıra tabandan

örgütlenmiş bu iki örgüt özellikle mezarların açılması ve gömülmesine dair

bilimsel ve hukuksal protokollerde ortak hareket etmişlerdir. Bu süreçte,

öldürülme koşulları, öldürülenlerin listesi, öldürüldükleri yer gibi mezar

13 Tarihsel olarak benzerliği Türkiye’de Ermenilerin 1915’de yaşadıklarıyla özleştirilebilir:

Bugün Ermenilerin 1915’lerden kalma toplu mezarlarının olduğu bilinmektedir. Ermenilere


ait toplu mezarların olduğunun konuşulması ise çok yakın tarihte gerçekleşebilmiştir: Ermeni
meselesindeki uzun suskunluk, Ermenilerin yaşadıklarını dile getirmelerine ek olarak
Ermenilerin tarihi, kültürü, hafızaları üzerine akademik çalışmaların artmasıyla bozuldu.
Ancak Ermenilere ait toplu mezarların olduğu iddialarına karşı devletin çok güçlü bir hafıza
politikası yürürlüğe girdi: Özellikle Ermenilerin katledilmediği aksine Müslümanların
katledildiği kurgusu üzerine Yusuf Halaçoğlu gibi tarihçiler, bilimsel kazılarla desteklenerek
bu ulusal hafızayı şekillendirdiler. Bir toplu mezar kazısına ilişkin devletin kurgusuna dair
şüpheyi içeren bir haber için: http://www.suryaniler.com/haberler.asp?id=250. Halen devlet
yanlısı araştırma merkezlerinin, çeşitli akademisyenler “Ermeni Yalanı” “Ermeni Sorununa
Yeni Cevaplar” gibi ifadeleriyle yaşanmışlıkların ve hafızanın yok edilmesi ya da görünmez
kılınması için pek çok çalışma yürütmektedirler. Her ne kadar devletin ulusal hafıza anlatısı
hegemonik olarak hakim olsa da özellikle sözlü tarih çalışmaları ulusal hafızayla toplumsal
hafızanın nasıl birbiriyle farklı olduğunu göstermede etkili olmuştur. Ancak Ermenilerin kendi
karşı hafızasını kurma mücadelesinin görünür kılınması üzerinden girişimlerin artmasıyla
torunların bu mücadelenin özneleri olabileceğini öngörmek mümkündür.

130


açmadan önceki araştırmaların yürütülmesi, hayatta kalanlar ve yakınlarıyla

mülakatlar yapılması, cenazelerin mezara kavuşturulması, adli tıp laboratuvar

araştırmasıyla kalıntıların velayet zinciri işlemleri her iki örgüt tarafından da

düzenli bir şekilde yapılmaya çalışılmıştır. Ayrıca yine tüm bu süreçte, tarihçi,

adli tıp antropologları ve arkeologlar gibi uzmanlarla, tüm işlemlerin aynı

zamanda bilimsel bir şekilde yapıldığının gösterilmesi ve meşruluğa dair bir

boşluğun oluşturulmaması amacıyla işbirliği yapılmıştır. Ancak uzmanların

katılımı mücadelenin başlarında devlet tarafından değil sivil toplum

kuruluşlarıyla hatta özellikle ARMH’nin girişimleriyle yapılmıştır. Bu anlamda,

Stalin döneminde devlet terörü sonucu gerçekleşen toplu mezarlarda çalışmış

uzmanlar için Rusya’daki sivil örgütlerden destek alınmıştır. Rusya’da geçmişle

yüzleşmeye dair çalışmalar yürüten hareketler, devlet terörünün en ağır şekilde

yaşandığı ancak bu şiddetin devlet tarafından kabul edilmediği bir başka ülke

olan Rusya’daki deneyimlerini paylaşmışlardır (Etkind, 2009: 182). Bu

deneyimden faydanılması İspanya için önemli bir kazanım olmuştur. Ayrıca

İspanya’da bazı vakalarda, üniversitelerle anlaşmalar yapılarak bilimsel

dernekler kurulmuştur. Özellikle Bask Bölgesi’ndeki üniversite ve diğer bilimsel

kurumlar bu süreçte işbirliğine açık olmuştur. Sosyal antropologların dahiliyeti,

sürecin sadece teknik ve hukuki olarak ilerlememesini sağlamış, toplumsal

yanının öne çıkarılmasına katkı sunmuştur (Ferrándiz, 2006: 9). Özetle,

uzmanlık desteği gibi noktalarda bu iki dernek uzlaşırken, politik ve yas tutma

yöntemlerinde esası olarak ayrıştığı belirtilebilir.

İspanya’da hafıza yasaya dayalı olarak sivil toplu örgütleriyle işbirliği

içerisinde resmi kurumlarca, mezarların açılma süreçleri yerel halk dahil edilerek

131


yürütülmüştür. Her mezar açma işlemi uzmanlar, aileler ve orada yaşayan

köylülerle birlikte yapılmıştır. Açma işlemi olmadan önce medya aracılığıyla

toplum bilgilendirilmiş, yerelde bulunan sivil toplum örgütleriyle işbirliği

yapılmıştır. ARHM ve Foro başta olmak üzere pek çok sivil toplum örgütü

tanıklıkların kamusal olarak yapılmasına özen göstermiştir. Sivil toplum

örgütlerince, mezarların olduğu yerlerde köylülerle seminerlerin düzenlenmesi,

insanlarla birlikte kampanyalar yapılması gibi farklı yöntemlerle mücadelenin

hem yerel hem de ulusal boyutunun oluşmasına katkı sunulmuştur. ARMH’nin

mücadelesinin etkili olan bir diğer nokta ise mezar açma işlemlerinin

finansmanının gönüllüler tarafından oluşturulan bütçe ile sağlanmış olmasıdır.

Bu bütçe başlarda devletten talep edilmiş olmasına rağmen, hükümetin toplu

mezarların açılmasını finanse etmede ayak diremesi sonucu ARMH kendisi

üstlenmiştir. İlk açılan toplu mezarlar, kimlik tespitleri gibi diğer adli tıp

uzmanlık alanına giren işlemler için ailelerin yakınlarından ve gönüllülerden elde

edilen gelir kullanılmıştır. Devletin finansal desteği sonradan gelmiştir

(Ferrándiz, Francisco; Robben 2015: 108). Gerçekten de hem uzman istihdamı,

hem de laboratuvar gibi teknik ihtiyaçlar için gereken bütçenin, devlet tarafından

karşılanması beklenilmeden kolektif bir şekilde oluşturulması yol açıcı

olabilmiştir. ARMH 2000’li yılların başında bir bütçe oluşturmak için de

mücadele ağı örmüş, işlemler kolektif bir bütçe ile gerçekleştirildikten sonra

Birleşmiş Milletler Gözaltında Kayıplar Grubu’na başvurarak hükümetin

sorumluluğunu yerine getirmesi için uluslararası bir baskı oluşturmuştur. 2004

yılında iktidara gelen PSOE, kayıpların araştırılması için uluslararası boyutu olan

bir komisyon kurmuştur. ARMH komisyona sunduğu raporda da hükümetin

132


mezarların açılmasını finanse etmesi gerektiğini vurgulamıştır (Ferrándiz, 2006:

10-12). ARMH’nin hafıza mücadelesinin yanı sıra devleti sorumluluğa çağıran bir

şekilde zorlaması, devletin hafıza dinamiğine dahiliyetini göstermektedir.

Böylece, hafıza mücadelesi sürerken ulusal hafızaya nüfus etme çabaları da

sürdürülmektedir.

Tanıklıklar, İspanya’da mezarların tespit edilmesi ve sonrasında açılma

süreçlerinde oldukça önemli bir yer tutar. Öncelikle kuralına göre bilimsel

antropolojik ve adli tıbba dayalı verilerin toplanması için ailelerin yakınlarının

tanıklıklarına başvurulmuştur. Ancak mezarlar açıldıkça hem yakınlarının hem

de aktivistlerin medyanın yoğun ilgisiyle kamusal alanda daha fazla konuşmaları,

bilimsel verilerin toplanmasına katkı sağlamasının da ötesine geçmiştir. Özellikle

mezarların kazılma sürecinde tanıklıklar duygusal olarak derin bir etkiye sahip

olmuştur. Olayların nasıl geliştiği, tutuklama ve gözaltına dair bilgilerin ortaya

çıkarılmasının yanı sıra, öldürülen kişilere ait biyografiler, fotoğraflar ve eşyalar

da anlatılanlara dahil olmuştur. Geçmişe dair acı dolu bir zamanı tekrar

hatırlayıp dile getirmenin ağırlığına paralel bir şekilde mezarların açılma

zamanları insanlar için yıllardır içlerinde sakladıklarını anlatmaya bir zemin

sunmuştur. Dolayısıyla bu mekanlar bir anda aynı döneme dair geçmişi olan

insanların hikayelerini anlatabildikleri bir hafıza mekanına dönüşmüştür.

Hikayelerin anlatılması kolektif bir hafızada buluşmaya götürmüştür. Tüm bu

zamansal ve mekânsal etkilerle mezar açma işlemlerine tabi tutulan mezarlar,

birer bellek manzarasına dönüşmüştür, mezarların hemen yanında ailelerin

varlığı, ölenlerin hikayelerinin anlatımı, medyada ölen kişilere ait özel eşyaların,

133


fotoğrafların dolaşımı hafızaya zamansal bir uzam katmış, bir hafıza mekanı

olmanın ötesine geçirmiştir.

II.VI İç Savaşın Cinsiyetlendirilmiş Hafızası

Toplu mezarları birer bellek manzarasına dönüşmesindeki bir neden olan,

rejimin uyguladığı şiddetin boyutunu göstermesine, Villeanuera de la Vera vakası

örnek gösterilebilir. Diğer mezarların açılmasından farklı olarak, mezarda

bulunanların 5 kadına ait olması, hukuksal mücadelenin de desteğiyle büyük bir

etki yaratmıştır. Öldürülenlerin kadın olması, Franco dönemine ait en az

konuşulan cinsel şiddete dayalı suçları gündeme getirdi. İç savaş süresince

askerlerin Cumhuriyetçi kadınlara cinsel şiddet uygulamada teşvik edildiği

konuşulmaya başlandı. Bu teşvik açıktan 1936 yılında radyo ananslarında

yapılmıştı, komünist ve anarşist olan özgür aşkı savunan Cumhuriyetçi kadınlara

“gerçek” erkekliğin ne olduğunu askerlerin göstereceği ifadelerde yer aldı

(Francisco Ferrándiz, 2015: 98). Tecavüzün erkekleşmiş, militarize milliyetçiliğin

bir aracı olarak kullanılması Bosna, Ruanda, Sri Lanka gibi farklı coğrafyalardaki

savaşlarda gerçekleşmiştir (Enloe, 2013: 216). Milliyetçiliğin erkeklik üzerinden

kurgusu, kadını güvenilmez olarak görür; karşıdaki ulusu ya da topluluğu

aşalama, kadınlara cinsel şiddet uygulayarak gerçekleşir. Ancak İspanya’daki iç

savaşta olduğu gibi savaşın cinsiyetçi yanı genelde anılmaz, geçiş döneminde

yüzeye çıkarılmaz. Tam da bu nedenle, teorik çerçevenin anlatıldığı önceki

bölümlerde sözlü tarihle ilgili alternatif hafızaları oluşturmadaki etkisi kadınların

hafızasının ortaya çıkarılması için önemli olmuştur. Çünkü alternatif bir şekilde

oluşturulan hafızalar dahi, kadınların hafızalarını dışarda bırakabilmektedir.

İspanya’da Franco rejimine karşı mücadelede kadınlar farklı düzeylerde yer

134


aldılar, silahlı mücadeleye katılanlar oldu, sokaklarda eylemlerde oldular,

siyasette mücadele ettiler, bir kısmı da yardım çalışmalarında yer aldılar. Ancak

hemen 1975 sonrasında çoğalan otobiyografiler, anmalarda, sözlü tarih

çalışmalarında kadınlar neredeyse hiç yoktu. Kadınların iç savaşta politik

örgütlenmelerde ya da politik örgütlenmeler dışında neler yaşadıklarına dair

hafızanın ortaya çıkarılması son yıllarda feminist araştırmacıların yaptığı

tanıklıklar ve otobiyografilerle sağlandı (Mangini & Mangini, 1991: 172).

Mezarların resmi olarak açılma sürecinde, Toledo, Endülüs bölgelerinde

kadınlara ait toplu mezarlar bulundu. Bu mezarlar, kadınlara ait hakikatin ortaya

çıkmasında ve konuşulur olmasında etkili oldu. Diğer önemli bir etkisi, iç savaşa

ait cinsiyetlendirilmiş hafızanın ortaya çıkmasını sağladı. Mayıs 2013’te bir grup

kadın Sevilla şehrinde siyahlar giyerek yas tuttuklarına dair bir eylem

düzenlediler. Madrid’in savunmasında yer almış 13 kadının öldürülmesi

sembolik bir değere sahiptir. “13 Gül” olarak anılan bu kadınlar için her 5

Ağustos’ta Madrid’te infaz edildikleri duvarın önünde anmalar düzenlenmektedir

(Francisco Ferrándiz, 2015: 98-99).

II.VII İspanya Deneyimi için Sonuç

Toplu mezarları birer “bellek manzarası”na dönüştüren mezar açma

işlemlerinin kolektif hafızaya etkisinin çok güçlü olduğuna dair bir kaç örnek

sunulmuştur. Mezarların açılma işlemleri gelişen yeni medya teknolojiler,

belgesel filmler aracılığıyla farklı mecralara aktarılmış; sanal bir uzam özelliği de

kazanmıştır. Böylece her toplu mezarın açılması kamusal bir bilgi üretimi ile

desteklenmiştir. Yukarıda değinildiği gibi, tanıklıklar süreci bu aşamanın en

önemli ayağını oluşturmaktadır. İspanya’da her toplu mezar açılımında

135


tanıklıkların mezarın hemen yakınında-mekandan koparılmadan- kamuya açık

olarak gerçekleşmesi sağlanmıştır. Tanıklıkların mezarların yakınında ve resmi

olmayan bir ortamda gerçekleştirilmesi ailelerin ve diğer tanıkların kendilerini

daha güvende hissetmelerine neden olmuştur. Böylelikle yaşanan travmanın

tanıklıkla buluşması gerçekleştirilmiştir.

Tanıklıkların toplumsal hafızayla ilişkisi açısından iki önemli etkisi ve gücü

olabilmektedir. Birincisi tanık anlatımlarının bireysel düzeyde uzun yıllar süren

utanç, korku ve unutulmuşluğu bozması; ikincisi ise toplumsal ve kamusal

söylemi besleyerek mağdurların acılarının kolektif olarak tanınması ve uzun

dönemli olarak da tarihsel adaletin sağlanmasına katkı sunmasıdır. Ancak

yakınların ya da öldürülen kişilerin politik bağlarının olduğu kişilerin ifade

vermeleri bazen o kadar kolay olmayabilmektedir. İspanya için Agamben’in

tanıklığın zorluğuna dair yürüttüğü tartışma, bu noktada önemlidir. Tanıklar,

olayları doğrulaması gereken insanlar olarak dinlenmemiştir sadece, ya da

anlattıkları hikayelerin bilimsel tarih ölçülerine göre kanıtlanır olup

olmamalarına dair bir ölçüye maruz bırakılmamıştır. Ancak yine de bir tanığın

konuşması, geçmişi dile getirmesi oldukça zor ve travmatik bir deneyimdir. Bu

nedenle tanıklığın ortaya çıkabilmesine zemin olabilecek, güven dolu ve

demokratikleşme içeren adımların atılarak böyle bir politik zemin sunulması

önemlidir. Özellikle rejimin demokratikleştiğine dair tam bir güven yoksa bazen

insanlar tanıklık etmekten kaçınabilmektedir. Bu noktada mücadelenin toplum

tarafından yaygın olarak sahiplenilmesi ve tanıklıklar için güven verici ortamın

taban hareketlerince oluşturulması olumlu bir etki yaratabilmektedir.

136


Gayri-resmi yürütülen mücadele ve yasal adımların atılmasının en büyük

etkisi Franco’nun nekro-siyasetinin ortaya çıkarılması yönünde olmuştur.

Demokratik bir rejime geçişle birlikte, uzun süre suskunluk sözleşmesine tabi

olan insanlar kendi hafızalarına sahip çıkmaya başlamış, kimileri breysel olarak

kendi annanesi, dedisinin yıllardır bilinen bir köydeki mezarını açmanın çabasını

yürütürken, kimi gruplar mezarların açılmasında daha örgütlü mücadeleye

yönelmiştir. İspanya’da gelişen güçlü hafıza örgütlenmeleri, yerel ve ulusal

düzeyde, konuşulmayan ve de bastırılan hikayeleri, gerçekleri ortaya çıkarmıştır.

İspanya’da devletin üstten inşa ettiği tek bir hafıza karşısında, farklı öznelerce

oluşturulan hafızalar ortaya çıkmıştır. Bu farklı hafızaların özneleri

öldürülenlerin torunları, yakınları ya da yoldaşları olabilmektedir. Dolayısıyla

artık ispanya’da tek bir hafızadan bahsetmek mümkün değildir, Jelin (2003)’in

işaret ettiği tek bir hafızanın olamayacağı ve her öznenin geçmişe dair kendi

hafızasını inşa edeceği noktası modern İspanya’da hafıza siyasetine dair

belirtilebilir. Bellek uğraşısı olarak görebileceğimiz bu süreç, her toplumsal

öznenin kendisine ait farklı anlatısının olduğu değişen hafızalardan söz etmek

mümkündür.

İspanya’da 2007 yılında çıkarılan yasa ve hafıza örgütlerine maddi destek

verilmesi mücadelenin topluma yayılmasında etkili oldu. Ancak yine de hafıza

yasasının 2007 yılında çıkarılmasına rağmen, mezarların açılmasına dair

protokolün 2011 yılında, sol hükümetin seçime gitmeye hazırlandığı sırada

çıkarılması devletin tüm bu süreçte istekli bir şekilde ilerlemediğini

göstermektedir. İç savaşın üstü örtülen hafızanın ortaya çıkarılmasında bu

nedenle; öne çıkan iki örgüt ARMH ve Foro’nun mezarların açılması, hukuki

137


mücadele, yeniden gömme ve yas hakkı üzerine odaklanması önemli etkiye

sahiptir. Örneğin devlet, anma törenlerine dair “resmi” bir dahiliyet

sağlamamıştır; sadece yerelde belediye başkanları gibi bazı görevliler törenlere

katılmıştır. Tüm bu süreç, devletin içinde olduğu ancak karşı hafıza için mücadele

eden sivil toplumla arasında siyaseten çatışmalı bir şekilde ilerlemiştir.

138


III. Türkiye’de Toplu Mezarlar ve Kolektif Hafıza

III.I Türkiye’de Ulusal Hafızanın Kurucu Unsuru Milli Hafıza

Ulusal kimlikle ulusal tarih, Türkiye’de Türklük etrafında kurgulanmış,

oldukça merkezi ve katı bir şekilde şekillenmiştir. Buna göre, Türkiye’de

etnisiteye ve din aidiyetine bakılmaksızın tüm insanlar Türk sayılmaktadır.

Bunun anlamı, sadece Türk olanlar değil, Kürtler, Çerkezler, Araplar da Türklüğe

dahil edilir. Ancak bu durum gayri-müslimler için geçerli değildir. 1923 yılında

Lozan Anlaşması’nda azınlık tanımı gayri-müslimleri kapsayarak yapılmış,

azınlıklar Türklük’ün dışında tutularak kendi okullarını kurma gibi ayrıcalıklar

verilmişti (Çağaptay, 2009: 46). Ermeniler, Rumlar, Yahudiler Türkçe konuşsalar

bile Türklüğe dahil edilmediler. Böylece, Türk olmak ayrıcalıklı hale gelmiştir.

Barış Ünlü (2013) bu ayrıcalıklı olma halini bir metefor olarak kurguladığı

“Türklük Sözleşmesi” tanımıyla anlatır. Ünlü’ye göre, Türklükte farkına

varılmadan yaşanan duyma, anlama duygu dünyasına bilmeme, görmeme,

unutma gibi durumlar da eklenerek her şeyin normalleşebileceği bir imtiyazlar

dünyası oluşur. Dolayısıyla bu imtiyazlar dünyasında olan Türkler, aynı zamanda

devletin kurduğu unutturma politikalarının üreticileri de olmaktadır (Ünlü, 2014,

47). Bu imtiyazlı durumla birlikte, Türkler ülkenin asıl sahipleri olarak

konumlanırken, Hristiyanlar Türk milletinden dışlanmışlardır (Çağaptay, 2009:

1).

Smith’in (2014) çizdiği teorik çerçeveden hareketle Türkiye’deki milli

kimliğin nasıl şekillendiğini resmetmek, ulusal hafızanın nasıl oluştuğunu

anlamak için temel bir ön bilgi sunabilir. Bunun için Türk milliyetçiliğine tarihsel

139


olarak bakmak fikir verecektir. Bu amaçla, toplu mezarlar üzerinden karşı hafıza

inşa sürecine geçmeden önce, Nora’nın deneyimiyle Türkiye’nin resmi hafıza

düzeneğini anlatmaya odaklanılmıştır. Bu odak doğrultusunda, resmi tarihin

izleri ulusal hafızayı şekillendirmedeki etkilerine göre dizilmiş, Türkiye’nin ulus-

devlet tarihi arka planı oluşturması için kısaca anlatılmıştır. Bununla beraber,

devletin resmi söyleminde Kürt halkının ve Kürt sorununun nasıl kurgulandığı

betimlenmiştir. Devamında, Kürtlerin devletin ulusal hafızasına karşı inşa

ettiği karşı hafızanın tarihi, önemli tarihler-dönemler, olaylar ve aktörler

çerçevesinde sunulmaya çalışılmıştır.

Türk milliyetçiliği Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında

şekillenmiş; İmparatorluğu’nun içinde yer alan dini cemaatlerin kendi milliyetçi

programlarını uygulamaya koymasıyla parçalanmaya başlamıştır. Bu anlamda

Osmanlı İmparatorluğu döneminde ulusal kimlik olarak pasif bir konumda olan

Türkler, din ve etnisite etrafında kendi milliyetçiliğini oluşturmaya başladılar.

Bunun için en uygun “vatan” ise en son kalan toprak parçası Anadolu’ydu. Toprak

kaybının yaşandığı Balkan Savaşı’yla bir dönüm noktası yaşanmıştır. Balkan

savaşları, Osmanlı’nın yeniden toparlanabileceğine dair 2. Meşrutiyet iyimserliği

döneminin kapandığı, yenilgiyle birlikte agresif bir ulusal kimlik kurgusunun

başladığı dönemdir. Geç milliyetçiliğin yaşanmasıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin

kurulduğu yıllarda, aceleci milli kimlik inşası ile Türk milliyetçiliği ırkçı ve sosyal

Darvinist bir karaktere bürünmüştür (Akçam, 2008: 62; Bora, 2013: 207-208).

Bu dönemler aynı zamanda Türk milliyetçiliği projesinin kurucu örgütü olan

İttihat ve Terakki Komitesi’nin yükselişte olduğu bir dönemdir. Böylece, Balkan

Savaşı’ndan sonra İttihat ve Terakki, gayri-Türk unsurlara karşı Türk

140


milliyetçiliğini benimsedi (Çağaptay, 2009: 12). Bir başka deyişle, Türk

milliyetçiliği bir ideoloji olarak İttihat ve Terakki iktidarında gerçekleşti (Yeğen,

1999: 84). Komite, İlk olarak 1913’te, Osmanlı’da Türkçeyi tüm liselerde tek

eğitim dili ilan etti. 1916 yılıyla birlikte milli mekânların oluşumuna hizmet

edecek Milli Kütüphane, Milli Sinema, Türk Ocağı gibi kurumları kurdu (Yeğen,

1999: 89). Bunların yanı sıra, İttihat ve Terakki, Türkiye’nin homojenleşmesi

adına gayri-müslimlerin mübadeleleri yönünde adımlar attı (Çağaptay, 2009: 15).

Türklüğün keşfiyle Anadolu’yu Türk vatanı yapma projesi bu dönemde

gerçekleşti. Smith’in ikinci bölümde ele aldığım tanımıyla; bir milli kimlik için

gerekli olan, ortak vatan ya da yurt ve ortak hafızayla tarihin yaratılması söz

konusuydu. Toprak ortak kimliğin merkezine alındıkça Anadolu’nun belli bir

bölgesinde toprak iddiası olan Ermeniler en büyük tehdit olarak görüldü.

Ermenilere ve diğer Hristiyan halklarına düşmanca tavır devam etti; Birinci

Dünya Savaşı’nın başlamasıyla İttihat ve Terakki Rumları ve diğer azınlık

gruplarını sürgüne gönderdi. Daha ileri giderek; Türk ve Kürtler arasında büyük

bir azınlığa sahip Anadolu Ermenileri’n çoğunlukla yaşadıkları Doğu Anadolu ve

Çukurova bölgesinden ihraç etmek için İttihat ve Terakki savaş koşullarını bir

fırsat olarak kullandı (Çağaptay, 2009: 15). Anadolu Ermenileri, Suriye ve Aşağı

Mezopotamya’ya sürme planları sonucunda 1915’teki sürgünlerle birlikte büyük

bir kıyım gerçekleşti. İttihat ve Terakki bu dönemde sürgün ve nüfus

mühendisliği uygulamalarıyla Anadolu’nun Türklük üzerinden

homojenleştirilmesine ağırlık verdi. Bu başarılı olmuştu; Ermeni soykırımı

sonucu, 1912 yılında Hristiyanlar nüfusun %21’ini oluştururken sürgünlerden

sonra %2’ye düştü (Çağaptay, 2009: 64). Kurtuluş Savaşı bu homojenleştirme

141


sonrasında milli bir dava, vatan ve soy bilincinin yoğun olarak nüfuz edildiği bir

dönemde başladı ve ortak bir bilinç yaratmada başarılı oldu. 1923 yılında

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ilk icraatı Rum nüfusunun tahliyesi oldu

(Çağaptay, 2009: 21). 1920’li yıllarda Türk milli kimliğinin modernleşme,

milliyetçilik dışında önemli bir ayağı olan sekülerleşme adına önemli adımlar

atıldı. Bunların en sonuncusu ve en önemlisi Halifeliğin 1924’te kaldırılmasıydı.

Kimliğin kurulmasında bir diğer önemli adım dildi. Kemalist milliyetçiliği,

herkesin Türkçe konuşmasının sağlanmasıyla dil üzerinden bir milliyetçiliği

yürürlüğe soktu, böylece Türk olmasa da asimile olan Kürtler, Çerkezler ve

Araplar da Türk olabileceklerdi. Nitekim Kemalist milliyetçiliğin 1920’lerde

önemli isimlerinden Ziya Gökalp, o dönem ortak bir kültürü yaratmak için

Müslüman olan toplulukların asimile edilmesinin işe yarayacağını söylemekteydi.

1920’ler boyunca Anadolu Müslümanlarının asimilasyonunu hızlandırmak için

Türkçe tek dil ilan edildi ve diğer etnik kimliklerin yasaklanması için harekete

geçildi (Çağaptay, 2009: 29). Böylelikle dil Türk milliyetçiliğinin asimilasyoncu

politikaları için kritik bir öneme sahip oldu. Din üzerinden asimilasyon

Anadolu’nun otokton halkı Kürtler üzerinde yoğun olarak uygulandı. Kürtlere

Türklüğü yeniden kazandırmaya yönelik uygulamalar gerçekleşti, kamusal

alanda Kürtçe konuşmak yasaklandı. Bu baskılar askeri olarak da devam etti. Bu

süreçte 1925 ile 1938 yılları arasında ilki Şeyh Said olmak üzere, Ağrı ve Zilan’da

ayaklanmalar ve isyanlar yaşandı. Kemalist yönetimin tepkisi, aşağıda Şeyh Said

İsyanı hakkında daha ayrıntılı anlattığım gibi, aşırı şiddet uygulamak oldu.

Sıkıyönetim ilan edildi, özel yetkilendirilmiş bölge valileri gönderildi (Çağaptay,

2009: 36). Bu dönemde yayınlanan resmi raporların neredeyse hepsinde yer

142


alan, Kürtlerin yoğun olduğu yerlerde Kürt nüfusunun zorunlu göçle

dağıtılmasıyla, yerlerine Türklerin yerleştirerek homojenleşme projesine devam

edilmesi devletin öncelikleri arasında oldu. Sonuç olarak, Türk kimliğinin

şekillenmesinde İslam kimliği ve Kemalizmle gelen Türk ulusu arasındaki

çatışmalar 1920’lere damgasını vurdu. Artan otoriteryan uygulamalarla, 1930’lar

Kemalist milliyetçiliğin kurumsallaştığı ve Smith’in (2014) tarif ettiği ortak bir

kamu kültürünün kurulmasına yönelindi.

Ortak bir kültür oluşturmada 1930’larda Türk tarih yazımına önem verildi.

Kurulan “Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti” ile, büyük medeniyetlerin ana dilinin

Türkçe olduğu ispatlanmaya girişildi. Türklerin tarihinin Osmanlı’dan öncesine

dayandığı, kadim bir millet olduğu gibi mitler üretildi. Bu anlamda Türk Dil Tezi

ve bir dönem özellikle üzerinde durulan Güneş Dil Teorisi ile ortak dilin

yaygınlaştırılması ve kutsallaştırılması amaçlandı. Tüm tarihsel ve dilsel

milliyetçi projeler, başta tarih olmak üzere, antropoloji, psikoloji, tıp gibi farklı

bilim dalları kullanılarak tamamladı. Kısa bir süre yürütülen Güneş Dil

Teorisi’nde, tüm dillern Türkçeden türediği miti yerleştirilmeye çalışıldı (Çoşkun

et al., 2010: 28).

Çağaptay’ın 1931-1938 yılları arasını Genç Dönem Kemalizm olarak

tanımladığı bu dönemde aynı zamanda Türk ulusunun etnik-ırksal bir tanımı

yapıldı (Çağaptay, 2009: 87). Türklük yüceltilirken, Kürtler cahil, dağda yaşayan,

medeniyetten uzak, bu anlamda hem medenileştirilmesi gereken hem de

Türkleştirilmesi gereken bir halk olarak ele alındı. Asimilasyoncu politika en

etkili şekilde dil ve eğitim üzerinden şekillendi (Çoşkun, Derince, & Uçarlar,

143


2010: 20-21). Ancak bu asimilasyon ilerleyen bölümlerde anlatacağım üzere

Kürtler üzerinde, Kemalist rejimin planladığı gibi tam anlamıyla başarılı olmadı.

Asimilasyoncu anlayışın devamı olarak eğitim, Türk etnisitesi etrafında

“milli yurttaş”ın yaratılması için önemli bir araç oldu. Pedagojik mühendislikle,

devletin kurguladığı iyi insan-iyi yurttaş okullarda ders kitaplarıyla, vatandaşlık

dersleriyle, ilkokul andı ile yerleştirilmeye çalışıldı (Üstel, 2011: 319-328). Batılı

anlamda yurttaşlığa dayalı milliyetçiliğin yanı sıra etno merkezli milliyetçilik

projesi böylece olgunlaşmıştı.

Türk kimliğinin bu genel hatlarıyla çizmeğe çalıştığım tarihsel çerçevesiyle

birlikte, ulusal hafıza ve ulusal kimliği anlamada bazı önemli yanlarının altını

çizmek isterim. Türk ulus anlayışı, Alman ulus ve kültüründen etkilenen bir

kimlik arayışıyla şekillenmiştir (Akçam, 2008: 54). Milliyetçilik teorilerinde,

genel anlamda Batı ve Doğu Avrupa tipi milliyetçilik olarak tanımlanan iki

yaklaşım söz konusudur. Batı Avrupa milliyetçiliği en genel tabirle, teritoryal ve

yurttaşlık esasına dayalıdır. Doğu Avrupa milliyetçiliği ise, etnik köken, kültürel,

tarihsel ve dilsel milli kimlik esasına dayanır. Agresif, yok edici, dışlayıcı ve

düşmanca bir karaktere sahiptir. Türk Milliyetçiliğinde bu iki tür milliyetçiliğin

izlerini görmek mümkündür. Türk milli kimliğinin oluşumunda yer alan varoluş

ile beka sendromunun etkisi büyüktür. Yurttaşlık esasıyla ise Batı Milliyetçiliğine

yaslanır. Ancak etnik kültürel bilinç, tarihsel mitoloji açısından Doğu milliyetçiliği

ağır bastığını söylemek gerekir (Bora, 2013: 207).

Tanıl Bora (2017) aşağılanma duygusunun da Türk kimliğinin

şekillenmesinde etkili olduğunu belirtir. Mağluplarla sonuçlanan savaşlar, büyük

144


Osmanlı İmparatorluğu’ndan küçük Türkiye’ye dönüşüm milli davanın bir beka

sorunu haline gelmesinde etkili olmuştur (Bora, 2017: 212). Batı’daki “kaba ve

cahil” Türk tanımlamaları karşısında yüceltilmiş bir kimlik oluşturma çabası,

aşağılanmaya karşı Türk milli kimliğinin dışlayıcı karakterine dairdir. Nora’nın

(2006) Fransa için betimlediği ve ikinci bölümde ulusal hafıza ve mekân

bölümünde açıklamaya çalıştığım dışlayıcı, otoriter hafıza tanımı Türkiye

devletinin ulusal hafızası için de geçerlidir. Türkiye’nin otoriter hafızası, düşman

imgelemi ve savaşa dayalı vatan için ölme mefhumunun kutsandığı bir içeriğe

sahiptir. Türklerin sürekli haksızlığa uğradığı, her zaman mağdur olduğu, hiç bir

zaman dostu olmadığı paranoyası Türk kimliğinin kurgulandığı ilk dönemlerde

ulusal hafızada yer etmiştir. Bu kurgu ise ulus etrafında “biz” ve düşmanları

“öteki” ikiliğine zemin sunmaktadır. Bu kurgu vatandaşlığın ve milletin

kurgulanmasında iç düşmanlar ve dış düşmanlara yönelik yapılmıştır. İçte

düşmanlar gayri-müslimler ve Kürtlerdir. Ayşe Gül Altınay (2007) bu kurgunun

kaynağının Türk ulusunun askeri ulus olduğu miti olduğunu belirtir. Bunun en

açık ifadesi, popüler bir söylem olan “Her Türk asker doğar!” mottosudur. Dışta

düşman vurgusu ise “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.” ifadesiyle hayat

bulur (Kancı & Altınay, 2007: 53).

Daha önce vurguladığım gibi, Türk kimliğinde dilin kurucu unsur olması

ulusal hafızanın şekillenmesinde önemli bir etkendir. Homojen bir toplum

yaratma istemiyle hareket edilirken, aynı zamanda ortak geçmiş, “altın çağ”ların

yaşandığı, geçmişte Türklerin kahramanlıklarının öne çıkarıldığı bir anlatı ile

ulusun bağları kurulmuştur. Bu bağlar kurulurken, ulus-devlet süresince işlenen

katliamlar ulusal kimliği şekillendirmiştir. Ermenilere yönelik soykırım

145


yapılması, Kürtlere yönelik asimile etme ve inkarın gelişmesi ulusal kimliğin

şekillenme süreçlerine dahildir. Dolayısıyla Türk kimliği, hatırlanması gereken

kahramanlıklar ve unutulması gereken katliamların çelişkileri üzerine

kuruludur. Önceki bölümlerde ulusal kimlik ve hafıza ilişkisinin tartışıldığı

çerçevede milli kimlik yaratma süreçlerinin kolektif amnezi yaratmaya dayalı

olduğu belirtilmişti. Dolayısıyla sadece Türk kimliğine özgü olmadan, ulus-

devletler farklı kimlikleri yok etmek ya da asimile etmek için unutturma

politikalarını bir yöntem olarak uygularlar. Türkiye’de bu kültürel amnezyanın

yerleştirilmesi, özellikle azınlıklara ve Kürtlere yönelik bastırma ve inkarla bir

tür iradi unutturma politikasıyla gerçekleşmiştir. Bora (2017) bu durumu şöyle

açıklar: “Modern-ulus devletinin kuruluş süresindeki radikal inkılapçı söylem,

yeni başlangıç ve inşa enerjisiyle beraber, unutma enerjisi üretir. Kemalizmin

miladi söylemi, milliyetçiliğin psiko-politik kaygılarını yatıştırmaya da

yarar”(Bora, 2017: 213). Dolayısıyla, farklı ulus-devletlerdeki “hayali

cemaatler”in oluşumunda olduğu gibi Türk kimliği de kolektif unutma ve inkara

dayanmaktadır. Kolektif amnezi, suskunluk ve inkar Türk milli kimliğinin kurucu

unsurlarıdır (Yörük, 2008: 312).

Tarihsel çerçevede sunduğum, Türk Tarih Tezi Türkiye’nin ulusal tarihinin

yazılmasının başlangıcını teşkil etmiştir. Ulusal Hafıza bölümünde Hynes’in

(1999) belirttiği, kurucu mitler oluşturulmuş, yüce ve gurur duyulacak bir

geçmişe sahip olan bir Türk ulusu yaratılmıştır. Ortak bir kimlik oluşturmak

adına tarih yeniden ele alınıp kurgulanmıştır. Ancak tarih kurgusunda, geçmişte

belli olayların seçilerek devlet, hatırlanmasını istediği tarihleri seçmiştir. Bunun

en somut örneğini Türk ulusal tarihine ait takvimde görmek mümkündür.

146


Zarubavel'in (2003) kendi çalışmasında dikkat çektiği pek çok ülkenin

takvimindeki tarihsel boşluk Türkiye için de geçerlidir. Türk ulusal tarihinde, dini

takvimdeki 620'lerden sonra son 100 yıla gelinerek aradaki uzun yıllar “boş bir

tarihle” bırakılmıştır. Modernizm, sekülerizm ve milliyetçilik anlamında Osmanlı

İmparatorluğu’ndan ideolojik kopuş devletin resmi takviminde de işletilmiştir.

Türklerin kökeni çok daha uzaklara, Orta Asya’ya dayandırılmış ve pek çok kadim

ulusun atası olarak anlatılmıştır. Ancak bunun yanı sıra Osmanlı

İmparatorluğu’na ait tarih neredeyse geçmişte kalmış bir nostalji olarak

anlatılmıştır. Bunu Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi bayram ve tatil günlerinde

görmek mümkündür; Cumhuriyet’in kuruluş anlatısında önemli yeri olan

Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlatmasını sembolize eden 19

Mayıs 1919, ilk meclisin açıldığı gün 23 Nisan 1920, Cumhuriyetin ilan edildiği 29

Ekim 1923 gibi tarihler sırasıyla resmi takvimde yerini alırken, Osmanlı

İmparatorluğu’na ait hiç bir tarih resmi takvime eklenmemiştir. Ulusal hafızanın

zamanla kurduğu ilişkiyi gösteren bu takvimler, devletin geçmişe dair nasıl bir

seçicilik içerisinde olduğunu göstermektedir. Bunun yanı sıra devletin resmi

takviminde Ramazan ve Kurban Bayramı gibi dini tarihler yer almıştır. Bu da

kurgulanan Türk-İslam sentezine dayalı milliyetçilikle tutarlıdır. Sonuç olarak,

Cumhuriyet dönemi tarih yazımında, Osmanlı tarihi okul kitaplarında neredeyse

nostaljik ve mitsel bir şekilde anlatılarak bugüne ait bir canlılık içermez.

Türkiye’nin resmi takviminde devam eden yıllarda da bu tarihsel seçicilik

sürdürülmüştür. Türkiye’de Cumhuriyet’in 10. ve 50. yıl kutlamaları ve hatta son

olarak 75. kutlamaları belirli yıl dönümleri olarak kutlanmıştır. Böylelikle, resmi

takvimle, Türkiye’nin ulusal hafızasının zamansal uzamını görmek

147


mümkündür. Ulus’un “kutsal tarih”ini şekillendiren anmalara, özellikle Genç

Dönem Kemalizm’de büyük önem atfedilmiş, Atatürk’ün katıldığı anmalar

olabildiğince farklı şehirlerde titizlikle organize edilmiştir.

Ulusal hafızanın güçlü bir şekilde ilişkiye geçtiği mekânla Türk ulusuna ait

hafızanın nasıl şekillendiğine bakmak için başkent Ankara önemli bir mekândır.

Cumhuriyet’in kuruluşuyla Atatürk’ün mezarının olduğu Anıtkabir başta olmak

üzere başkent Ankara’nın kendisi ulus olmayı anımsatan bir hafıza mekânı olarak

kurgulanmıştır. Anıtkabir’e her sene 10 Kasım anma gününde düzenlenen resmi

kurumların ve halkın ziyaretleriyle geçmişle olan bağ canlı tutulmakta ve “kurucu

ata” mitinin yaşaması sağlanmaktadır. Anıtkabir, Etnografya Müzesi, Zafer Anıtı

ve Ulus Meydanı gibi hafıza mekânları öne çıkmaktadır (Gülpınar, 2012: 91).

Türkiye’de inşa edilen ulusal kimlik neredeyse her ilde dikilen Atatürk

heykelleriyle kurucu mit anlatısının güçlenmesi sağlanmıştır. Aylin Tekiner’in

(2014) Cumhuriyet döneminden bugüne kadar yapılmış Atatürk heykellerini

incelediği ve heykeller üzerinden bir siyasi tarih okuması yaptığı çalışmasında,

Türkiye’de anıt ya da heykel denince akla neredeyse yalnızca Atatürk

heykellerinin gelmesinin nasıl bir tek tipleştirlme olduğuna dikkat çeker.

Gerçekten de her ilde ve hatta ilçede yapılmış olan Atatürk heykelleri Türkiye’nin

ulusal hafızasının en tipik mekânlarıdır, bu heykellerle en küçük şehre ve yerele

bile ulusal anlatıyı götürmek amaçlanmıştır. Cumhuriyet dönemi boyunca

heykeller kurtuluşun başladığı Samsun’dan, düşmanın denize döküldüğü İzmir’e

ideolojik bir hat içerisinde yerleştirilir (Tekiner, 2014: 128). Ancak belirttiğim

üzere, hafızanın bu şekilde tektipleştirlmesi ve mekânlarla dondurulması aksine

bir etkiye de yol açabilmektedir: Atatürk heykellerinin her yerde olması, bir süre

148


sonra heykeltıraşların estetik kaygısı bile gütmeden yaptığı heykeller şehirlerde,

meydanlarda en az dikkat edilen, akıllarda az kalan anıtlara dönüşebilmektedir.

Bu tam da hafızanın mekânlarla dondurulması ve hafızanın dinamik yapısının

tamamen yok edilmesiyle ilgilidir.

Yukarıda Türkiye’nin yakın tarihini, ulus yaratma, ulusal tarih ve ulusal

hafıza bağlamlarında sunmaya çalıştım. Bu anlatıda Kürtlerin devletin

söyleminde ve genel anlamda hafızasında nasıl bir konuma sahip olduğundan

bahsetmek isterim. Kürtlerin Türk ulusu etrafında asimilasyoncu bir şekilde

konumlandırıldığından bahsetmiştim. Ancak bunu biraz daha açarak, bu

asimilasyoncu yaklaşımın somut uygulamaları ve sonuçlarına değinmenin önemli

olduğunu düşünmekteyim. Çünkü başarılı olmayan bu asimilasyon politikalarına

karşı Kürtlerin en başından itibaren direniş göstermesi ve ulusal hafızayı

reddetmelerini anlamak için arka planını bilmek ve Kürtlerin karşı hafızasının

izlerini sürmek faydalı olacaktır.

III.II Kürt Kimliği ve Karşı Hafıza

Mesut Yeğen, Türkiye’de devletin Kürt meselesinin etno-politik mahiyetini

inkar etmek için birbiriyle çelişkili pek çok söylem ürettiğinden bahseder (Yeğen,

1999: 40). Bunların başında “geri kalmış aşiretçilik” “eşkıyalık” ve “geri

kalmışlık” söylemi dikkat çeker.

Osmanlı İmparatorluğu’nun taşraya gevşek bir esneklik veren idari

yapısından, merkezileşmenin seçilmesi devletin azınlıklara olan söylemini ve

tutumunu da belirlemiştir. Taşradaki halkların merkezileşmeyi isteyen yeni

Türkiye devletiyle olan bu gerilimi 1923 yılında daha da netleşmiştir. Tek bir

149


ulus olmak, merkezileşmeyi tamamlamış bir devletle mümkündü (Yeğen, 1999:

74-75). Böylelikle daha önce ifade ettiğim üzere modernleşme, merkezileşme ve

milliyetçilik Türkiye’nin ulusal hafıza düzeneğini şekillendiren temel etkenler

olmuştur. Hatta Yeğen’in (1999) ifade ettiği gibi, 1930’lar ve 1940’larda

milliyetçiliğe ırkçılık bulaşmış ve devletin Kürtlere yönelik söyleminde de

belirleyici olmuştur. O dönemde, devletin resmi söyleminin diline sirayet etmiştir

(Yeğen, 1999: 92). Bu anlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtler hakkında

hazırladıkları raporlar, devletin ulusal hafızasında Kürtleri nasıl

konumlandırdığını sunan önemli hafıza belgeleridir. Devletin ve siyasi partilerin

raporlarındaki Kürtlere dair söylemleri derleyen Belma Akçura (2009), Türkiye

Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilk yıllarda bilinen 20’den fazla Kürtler üzerine

yazılmış rapor olduğu tespitini yapar (Akçura, 2009: 29). İlk resmi rapor 1925

Şeyh Said İsyanı sonrasında Atatürk’ün talebiyle Kürt illerinin denetim altında

tutulması maksatlı hazırlanmıştır; Şark Islahat Planı başlıklı raporda Kürtçenin

yasaklanması, Kürt illerine giriş çıkışların denetim altına alınması gibi ifadeler

yer almaktadır. Bu raporun ardından dönemin önemli devlet adamlarından biri

olan Celal Bayar ve Umum Müfettişi Abidin Özmen tarafından Kürt raporları

hazırlanmıştır. Üç raporda da, Kürtler köken olarak Türk olarak belirtilirken,

Türklüğe geri kazanılması gerektiren bir topluluk olarak bahsedilmiştir (Akçura,

2009: 34). Akçura 2009 yılına kadar devletin farklı kurumlarınca hazırladığı

raporlarda, Kürt sorununa dair farklı bazı yaklaşımlar olsa da, temelde Kürt

kimliğinin inkarı ve Kürt sorununun bir terör sorunu olduğuna dair vurgunun

korunduğunu belirtir. Yeğen (1999), 1934 yılındaki İskan Kanunu’nun devletin

Kürt söylemine dair en önemli belgelerden biri olduğunu ekleyerek, kanunun

150


esas amacının Kürtlerin nüfus olarak yoğun olduğu yerlerde göç ettirilerek

demografik yapının değiştirilmesi ve Türkleştirilmesi olduğunu söyler (Yeğen,

1999: 92).

1990’lara gelindiğinde Kürt illerinde devlet güvenlik konseptine dönerek

Kürt sorununa yönelik tutumunda bu sefer savaşa başvurmuştur. Artan

militarizm Türk milliyetçilikle birleşerek ve dönemin “terör” konseptiyle devlet

söylemini şekillendirmiştir. 1990'larda işlenen faili meçhul cinayetlerle birlikte

çok yoğun bir savaş konsepti paramiliter güçler eliyle Kürt bölgesinde

gerçekleştirilmiştir. 1990’lar özellikle devletin Kürt illerinde olağanüstü hal

uygulamasıyla askeri yığınağı artırdığı, köy korucuları sistemini getirdiği ve

JİTEM gibi yapıları savaşta kullandığı bir dönemdir. Devletin işlediği bu suçların

meşrulaşmasını desteklemek ve Kürtlere yönelik baskı politikasını devam

ettirmek için medya ve eğitim gibi araçlar kullanılmıştır. TRT’de uzun bir süre

yayınlanan “Anadolu’dan Görünüm” programı 90’larda yaşanan hakikatin devlet

kanalı eliyle çarpıtılmasına verilebilecek en tipik örneklerden sadece biridir. Ana

akım medya ise Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca, Kürtler ve azınlıklara karşı

devletçi ve ayrımcı söylemi devam ettirmiştir. Faik Bulut’un (2010) 1930’lardan

Türkiye’deki ana akım Milliyet, Hürriyet gibi gazetelerin Kürt liderlerine,

kültürüne ve 90’lardaki savaşa dair ürettikleri haberleri incelediği kitabında,

medyanın nasıl üretilen milliyetçi ideolojiye göre haber yaptığını göstermiştir.

Kürt, devlet söyleminde “dağ Türkleri” olarak nitelendirilmekteydi (Güneş, 2013:

33). Ancak 90’larda savaşla birlikte çok daha militarist, Kürtleri aşağılayıcı,

yabancı düşmanı, MİT’in basın servisi gibi hareket eden bir basın söz konusudur.

Ulusal basın, Kürtlerden “terörist” ve “çapulcu” olarak bahsederken; dönemin

151


süper valileri, korucu ve askerler hakkında övgü dolu ve çoğu zaman çarpıtılmış

haberler paylaşmıştır. Kürtlerin kolektif hafızasında yer etmiş, 50’den fazla

sivilin taranarak öldürüldüğü 1992 yılında Cizre Newroz’undaki ölümlere dair

Türk basını hiçbir haber girmemiştir (Bulut, 2010: 201-202). Kürtlerin “terörist”

olarak basında yer bulması, sivil ölümlerden bahsedilmemesi, bir yandan da

Kürtlerin kendilerine yapılanları hak ettiklerini meşrulaştırma çabasıdır.

“Öldürülmenin kabul edilebilirlik koşulu” terörist olmaktı ve devlet her silahlı

çatışmada ölenlerin halktan ya da sivil kişiler olduğuna bakmaksızın, “terör” ya

da genel anlamda “düşman” kategorisine koyarak ölenlerin insan olduklarına

dair mesafeye yerleşmiştir. Bunun en tipik örneği ulusal görsel ve yazılı basında

her çatışma sonrası ölen terörist sayısı verilirken “etkisiz hale getirildi”

ifadesinin kullanılmasıdır. Bir tür insan dışında bir varlıktan bahsedildiği tonunu

veren bu fiil, Yalçınkaya’nın (2016) bahsettiği, devletin ölü bedenler üzerinde her

şeyi yapabileceği iddiasının ifadesidir adeta.

Kürtler, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde nüfusun çoğunluğunu

oluşturmaktadır; 90’lardaki zorunlu göçle birlikte Kürt nüfusunun metropoller

başta olmak üzere Türkiye’nin her yerine dağıldığını söylemek mümkündür.

Bugün Kürtlerin nüfusunun 20 milyon civarında olduğu, toplam nüfusun ise

yüzde 20-28’ini oluşturduğu bilinmektedir. Kürtlerin tek kimliğe karşı koyuşları

demokrasi sorunu haline gelerek Türkiye’nin en önemli sorunu haline gelmiştir

(Güneş, 2013: 20). Daha geriye gitmek gerekirse 1920’lerden itibaren Kürtler

kendi kültür ve kimliklerine dair hak talepleri karşısında devletin baskıcı

politikalarıyla karşılaştılar. 1980’lere gelindiğinde; PKK’nin (Partiya Karkerên

Kurdistanê) gerilla savaşını başlatması politik şiddeti Kürt kimliğinin kabulü ve

152


kurtuluşçu ideolojisinin yöntemi olarak uyguladı ve özellikle 80’ler sonu ve

90’larda askeri anlamda güçlendi; yanı sıra, halk tarafından geniş bir destek aldı.

Bu desteğin çeşitli nedenleri olmakla birlikte, devletin o dönemde aşırı ve

genellikle sivil ayrımı yapmaksızın şiddet uygulamasının büyük etkisi olduğunu

söylemek mümkündür (Güneş, 2013: 38-39).

III.III Mitsel Karşı Hafıza: Şeyh Said İsyanı

Kürt halkının hafıza dinamiği 1925 Şeyh Said isyanından ve Cumhuriyet’in

kuruluşundaki isyanlardan günümüze kadar devam eden bir süreci

kapsamaktadır. Çalışmanın odak dönemi 90’lar olduğu için, bu dönemde 90’larda

yaşanan devlet terörüne karşı Kürtlerin inşa ettiği karşı hafıza pratiklerinin genel

çerçevesi çizilecektir. Ancak öncesinde Kürtlerin hafıza izleklerinin 1920’lere

kadar dayandığını belirtmek gerekir. Bu izlekler günümüzde halen Kürtlerin

direnişle şekillenen kolektif hafızalarında yer edinen hafızalaştırılmış kişiler,

tarihler ve sembolleri içerir. Örneğin Şeyh Said isyanı hafıza dinamiği açısından

önemli bir tarihsel dönemdir. İsyana dair halen tartışmalı olan bir nokta, isyanın

dini mi yoksa milliyetçi saikle mi yapıldığıdır. Tarihsel bir vaka olarak, Şeyh Said

isyanı devlet için “gerici” dini bir ayaklanma iken, Kürtler için dini ya da ulusal

fark etmeden bir direniş olarak anlamlandırılmaktadır. Ancak tarihsel gerçekliği

tartışmaya geçmeden önce belirtmek gerekir ki, bu isyan, Şeyh Said ve diğer

önderlerin idam edilerek mezarsız bırakıldığı ilk kitlesel Kürt ayaklanması olması

açısından çalışma için ayrı bir önem arzetmektedir (Özsoy, 2016: 176). Bingöl,

Elazığ, Diyarbakır ve Erzurum’da önemli nüfuzu olan Şeyh Said’in öncülüğünde

gerçekleşen isyanın zeminini öncesinde olan gelişmeler hazırlamış; Kürtçenin

yasaklanması, feodalizmin kaldırılması için Kürt ağalarının yanı sıra Kürt

153


aydınların Batı’ya sürgün edilmesi ve son olarak da Mart 1924’te halifeliğin

kaldırılmasıyla Türklerle Kürtler arasındaki sembolik bağın ortadan kalkması

isyana götüren tarihsel gerekçelerdir (Bruinnessen Van, 2013: 414). İsyana dair

temel tartışma için, hem dini hem de Kürt kimliğine dayalı saiklerin bir arada

olduğunu söylemekle yetineceğim. Devamında, Şeyh Said isyanının Kürtlerin

mitsel hafızasındaki yerine odaklanmaktayım.

Devletin Kürtleri, toplu mezarla cezalandırdığı ilk deneyim olması, Şeyh

Said’in kendisinin Kürtlerin yazılı belgeler, devletteki arşivlerin anlattıklarından

farklı olarak sözlü tarih aktarımlarıyla hafıza ile mekân arasında kurdukları bağ

anlamında farklı bir anlam kazanır. Bu anlamda, Hişyar Özsoy’un (2016) Şeyh

Said’in idam edilmesini ve arka planını tarihsel bir olgudan ziyade sözlü tarihe

dayandırarak hafıza-mekân ilişkisini kurarak anlattığı çalışmasından hareketle,

isyanın hafıza ile ilişkisine bakmaktayım. Özsoy, Diyarbakır’da resmi olarak

açılmamış mezarın yerini bilen insanların tanıklıklarına dayanarak, Şeyh Said’in

mezarsızlığının mekânla birleşmesiyle nasıl efsanevi ve Kürt kimliğiyle ilişkiye

geçen bir canlı hafızaya dönüştüğünü anlatmaktadır. Şeyh Said ve arkadaşlarının

idamı Dağkapı Meydanı’nı bir karşı –hafıza mekânına dönüştürmüş, bu anlamda

öldürerek ve hatta mezarsız bırakarak devletin amaçladığı yok etme edimi boşa

çıkmış, aksine Kürtlerin ilerleyen yıllardaki isyanlarda ihanet ile direniş

arasındaki çelişkilerini kuşaktan kuşağa aktarılmasını tetiklemiştir. İhanet

söylemi, Kürt siyasi hareketinde o dönemde kimliği için ayaklanan Şeyh Said’e

destek vermeyen Kürtlere atıfla ilerlemiş, direniş söylemi ise devletin giderek

baskı ve katliam girişimlerinin artmasıyla kurulmuştur. Devamında, Ağrı/Zilan

İsyanı ve katliamı, 1938 Dersim Katliamı, ilk isyana eklenerek Kürtlerin direniş

154


hafızasında Şeyh Said isyanının daha da canlı kalmasında etkili olmuştur.

Yereldeki halkın kendi anılarına, hikayelerine dayalı sözlü tarihi, resmi tarihin

gizlediği gerçekleri ortaya çıkarmıştır. Özellikle isyanlar ve isyanlara devletin

şiddetle karşılık vermesi, ikinci bölümde belirttiğim gibi alternatif tarih yazımını

beslemektedir. Şeyh Said isyanına dair sözlü anlatımlar da buna dairdir. Ancak

önceki bölümde belirttiğim gibi, resmi tarih yazımında başvurulan yöntemlere,

alternatif tarih yazımında da başvurulabilmektedir. Şeyh Said’in tanıklık

anlatılarında kutsallaştırılması, kahramanlaştırılması ve mitsel bir hafıza mekânı

haline getirilmesi buna somut bir örnektir. Bir yandan da belki de Şeyh Said

isyanı sonrasındaki isyanlar ve bu isyanlara devletin aşırı şiddetle karşılık

vermesi devam etmeseydi günümüze kadar aktarılan canlı bir hafıza haline

dönüşmeyecekti. Özsoy’un çalışmasında bir tanığın aktardığı, “...Bu öykü bitmez.

Ta ki, Dağkapı’ya Şeyh Said Efendi ve diğer Kürt kahramanlarının mozoleleri

yapılana, heykelleri dikilene kadar” sözleri ulusal hafızada olmayan bir hafıza ve

mekân ilişkisini ortaya koymaktadır.

III.IV Devletin Kürtlere Karşı Bellek Siyaseti

Türkiye’de devletin Kürt sorununa ve Kürt kimliğine yönelik politikaları

bellek mücadelesinde bazı önemli uğrakları öne çıkarmıştır. Şeyh Said isyanından

sonra, Kürtlerin hafızası açısından bir diğer önemli uğrak 12 Eylül 1980 askeri

darbesi oldu. Kürtlerin kendi hafızalarında önemli bir yeri olan 12 Eylül askeri

darbesi sonrası Diyarbakır Cezaevi’nden bahsetmek yerinde olacaktır. Türkiye’de

üzeri örtülmüş bir diğer tarih olarak 12 Eylül’de cunta rejiminin Kürtler, sol ve

muhalif insanlara yaptıklarının hafızasıdır. Askeri darbesinden sonra, Kürt

aktivistlerin birçoğu tutuklanarak Diyarbakır Cezaevi’ne gönderildi ve orada

155


işkence gördü (Güneş, 2013: 183). Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar daha sonra

Kürtlerin hafıza mücadelesinde önemli bir olay olarak yer aldı. 12 Eylül tarihinin

bir tür hesap sorma tarihine dönüşmesi, cunta rejiminin mimarı Kenan Evren’in

yargılanması için yürütülen eylemler bunlardan bir kaçıdır. 12 Eylül Diyarbakır

Cezaevinde yapılan işkenceleri ortaya çıkaracak bir komisyon çalışması yine

yaşananların unutulmaması için yürütülen başka bir hafıza

mücadelesidir. 2000’li yıllarda Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan hakikatlerin

ortaya çıkarılması için Diyarbakır’da Kürt siyasi hareketinin öncülüğünü yaptığı

bir tür gayri-resmi hakikat komisyonu kurulma çalışmaları başlatılmıştır.

90’larda yaşanan ağır insan hakları ihlalleri, zorla kaybetmeler, köy

boşaltmaları, köy yakmalar ve toplu mezarlar üzerine 2000’li yıllarda oldukça

önemli hafıza çalışmaları yürütülmektedir. Bunda 2000’li yıllara gelindiğinde

kısmen de olsa çatışmasız dönemlerin yaşanmasının etkisi vardır elbette. Zorla

kaybedilen insanların isimlerinin tespit edilmesi İnsan Hakları Derneği (İHD)

başta olmak üzere sivil toplumun gündeminde olmuştur. Faili meçhul insanların

anmaları gerçekleştirilmektedir. Kürt illerinde yerel seçimlerde, belediyeleri Kürt

siyasi hareketinin kazanmasıyla birlikte; mekânlar militarist ve milliyetçi

isimlerden temizlenerek, 90’lar ve sonrasında savaşta yaşamını yitirmiş

kayıpların isimleri parklara, sokaklara, meydanlara verilmiştir. Adeta hafıza

şehirleri haline gelen Kürt illerinde, Musa Anter, Ceylan Önkol gibi isimler

mekânlara verilmiş, anıtları dikilmiştir (Hafıza Merkezi, 2013).

Kürtlerin kimlik ve demokrasi mücadelelerine hafıza çalışmalarından

baktığımızda, bir diğer önemli hafıza uğrağı 21 Mart’larda kutlanan

“Newroz”lardır. Kendi mitlerini ve kahramanlık anlatılarını içeren Newroz

156


Bayramı’nın kürtler tarafından Demirci Kawa’nın zalim Dehak’a karşı savaşarak

Kürtleri özgürleştirdiği bir zafer günü olarak kutlanması egemen tarih

anlayışında olmayan bir anlatıdır. Demirci Kawa miti ezilmiş halkı simgelerken

zalime karşı direnişi sonuç verir. Bu anlatı aynı zamanda Kürtlerin kimliğinde

kurucu bir mittir de (Aydın, 2005: 57). Newroz Bayramı zaferin sembolü olurken

aynı zamanda Kürt halkının hegemonyaya karşı direnişini de simgeleyen ve

direniş için güç veren bir etkiye de sahiptir. Çağdaş direniş miti olarak inşa edilen

Newroz, Kürtlerin tarihinde altın çağ olarak nitelendirilen Medlere atıfta

bulunarak tarihsel geçmişle güçlendirilmiştir. PKK, Newroz mitini yeniden

canlandırarak “özgürlük ve “bağımsızlık” söylemlerini cisimleştirmeyi

amaçlamıştır (Güneş, 2013: 192). Smith’in (2014) ulusal hafızayla ilişkili milli

kimliği oluşturmada kullanılan “altın çağlar” miti Newroz’la ilişkilendirilerek

gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla Newroz sadece bir direniş miti değil aynı

zamanda Kürtlerin kimliklerine ait ulusal bir mittir. Newroz’la kurulan bu direniş

miti Kürt kimliğinin çerçevesini sunan bir “mit çevresi” olarak tanımlanabilir.

Bell’in (2003) ikinci bölümde tartıştığım “mit çevresi” tanımından hareketle,

PKK’nin kurucu olduğu çağdaş Newroz miti, Kürt ulusal kimliğinde ana etken

olarak karşı hafızaya dahil edilmiştir. Bir başka deyişle, Newroz hem Kürtlerin

ulusal kimliğine ait hem de karşı hafızasına ait bir mit olarak yeniden

şekillendirilmiştir.

Kürt kimliğinin inşasında önemli bir yere sahip olan Newroz Bayramın’na

karşı devletin tutumu oldukça ilgi çekicidir. Türkiye 21 Mart’ı miraslaştırma

sürecini başlatarak, UNESCO (United Nation Educational, Scientific and Cultural

Organisation) kültürel miras listesine sokma çabaları yürütmüştür. Bu çabalar,

157


elbette ki devletin Kürt politikasından ayrı düşünülemez. Başvuruda, “newroz”

kelimesi kullanılmadan 21 Mart’ın “Nevruz Ergenekon Günü” olduğu belirtilir.

“Demirci Kawa”nın ismi geçmezken “ünlü bozkurt miti”ne değinilir (Aykan, 2012:

324). Bu örnek, Türkiye’nin Kürt kimliğine ait olan Newroz’u kendi ideolojik

yaklaşımına göre yeniden şekillendirerek resmi hafızaya katma çabalarına bir

örnek teşkil etmektedir.

Devletin hafızasında Kürtlerin nerede konumlandığını izlemek için;

devletin yer isimlerini Türkçeleştirilme politikalarına bakmanın önemli olduğunu

düşünmekteyim. Çünkü yer isimlerinin siyasi ideolojiye göre belirlenmesi, ulusal

hafızanın mekânlaştırılması için önemli yöntemlerden biridir. Yer isimleri cadde,

sokak, meydanlar, il ve ilçe isimleri başta olmak üzere, dağ, nehir gibi doğaya ait

mekânları içerir. Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluş dönemlerinden, 12 Eylül ve

90’lardaki savaş gibi önemli siyasi olayların izlerini yer isimlerinden takip etmek

mümkündür; yer isimlerinin verilmesi bir nevi siyasi iktidarın zaferini ilan

etmesi ve bunu kamusallaştırması anlamını taşır. Yer isimlerinin

Türkçeleştirilmesi, azınlıkların Türkleştirilmesi projesinin bir parçası olarak

özellikle Ermeni ve Kürtlerin yaşadıkları il, ilçelerde uygulanmıştır. Bugün hala

halk arasında eski ismiyle bilenen pek çok yerleşim yerine ait isimler Türkçe

olarak değiştirilmiştir. Bu değişim Demokrat Parti döneminde devam etmiş;

Rumca, Arapça, Çerkezce ve Gürcüce olan yer isimleri de değiştirilmiştir. 12 Eylül

1980 cunta döneminde ise, militarizmin ve askeri zaferin simgesi olan sembol

isimler meydanlara verilmiştir. Bunun en bariz örneğin cuntacı Kenan Evren’in

isminin olmadığı şehir kalmayıncaya kadar yaygınlaştırılmasıdır. İstanbul

Ümraniye’de sol örgütlemelerin olduğu 1 Mayıs Mahallesi’nin isminin Mustafa

158


Kemal Mahallesi olarak değiştirilmesi bir diğer örnektir (Çoban, 2000: 669-671).

Savaşın en yoğun şekilde devam ettiği 1990’larda yer isimlerinin militarizm

simgesi olan genel ve özel isimlerle değiştirilmesi, Kürtçe yerleşim yerlerinin

isimlerinin Türkçeleştirilmesi yoğun bir şekilde devam etmiştir. Kürt illerinde

neredeyse her dağda “Türk, Öğün, Çalış, Güven” ya da “Her Türk Asker Doğar”

gibi milliyetçi ve militarist yazıları görmek mümkündür. Bu nedenle de Kürtlerin

kimlik mücadelelerinde, tekrardan kendi mekânlarının Kürtleştirilmesi önemli

bir yere sahiptir.

III.V Türkiye’de Bellek Uğraşısı

2004 yılında yerel seçimleri kazanmış Kürt illerindeki belediyeleri,

mekânların eski isimlerini resmi ya da fiili olarak değiştirmiştir. Dolayısıyla

Türkçeleştirme çabalarını içeren “toponomik stratejilere” karşı bir hafıza

oluşturulmuştur. 2004 yılında Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir

şehirdeki milliyetçi bir slogan olan “Ne Mutlu Türküm Diyene” tabelasını

kaldırmıştır. 2005 yılında Diyarbakır Yenişehir Belediyesi, 1992 yılında

öldürülen Kürt yazar ve aktivist Musa Anter’in anıtının açılışını yapmıştır. Bu

anıt Anter’in öldürüldüğü yerde dikilmiştir. Kürt belediyeleri, sokak ve yer

isimlerinin de Kürtçeleştirilmesi ve de bu yerlere mücadelede önem atfedilen

sembol kişilerin isimlerini vermek için hem Valilikle hem de resmi kurumlarla

mücadele içerisine girmiştir. Bütün bu engellemelere rağmen bugün

Diyarbakır’da Musa Anter Caddesi’nin devamında Yılmaz Güney Caddesi’ne

dönüp Selahattin Eyyubi Bulvarı’na çıkıp Ahmet Arif Caddesi’ne çıkmak

mümkündür (Watts, 2010: 202-204).

159


Türkiye’de çok güçlü bir resmi ideolojiyle kurulmuş olan ulusal hafızanın

yok etmeye çalıştığı ve örttüğü hafızanın ortaya çıkarılması yoğunlukla Kürtler ve

azınlıkların çabalarıyla yürütülmüştür. Ermenilerin uzun süren sessizlikten sonra

1915’te yaşananları kamusal olarak tartışmaya başlaması, sözlü tarih

çalışmalarıyla katliamda yaşamlarını kaybetmiş kişilerin torunlarının

yaşadıklarını anlatmaya başlaması bu çabalara dairdir. Yıllardır 24 Nisan Ermeni

Soykırımı’nı Anma Günü olarak gerçekleşmektedir. Alternatif takvime eklenen bu

tarih, Kürt hareketi ve sol hareketinin de sahiplenmesiyle, Ermenilerin

mücadelesinde simgeleşen bir anmaya dönüşmüştür. Nezahat Gündoğan ve

Kazım Gündoğan’ın (2012) 1937-1938 yılları arasında Dersim’de yaşayan

insanlara karşı devletin yaptığı katliamı yaşamış mağdurlar ya da tanıklarla

görüşerek yazdıkları kitap, sözlü tarih aracılığıyla ulusal tarihin üstünü örttüğü

ve konuşulması zor olan bir döneme ışık tutmuştur (Gündoğan & Gündoğan,

2012: 17-18). Gündoğan ve Gündoğan (2012) 10 binden fazla insanın katledildiği

1938’li yıllarda, kadınlara ve kız çocuklarına ne olduğu sorusundan hareketle, o

dönem evlatlık verilen kız çocuklarının öyküsünün peşine düşmüş, çok küçük

yaşta Türk ve Sunni ailelere evlatlık verilmiş kız çocuklarıyla ve yakınlarıyla

görüşmeler yapmıştır. Dersim Katliamı’nın cinsiyetlendirilmiş hafızasını ortaya

çıkarılması açısından çok önemli bir çalışma olmuştur. Evlatlık verilen kız

çocukları, Alevi ve Kürtlüklerini unutturma ve Sunnileştirme ve Türkleştirme

uygulamalarıyla yetiştirilmiştir. Gündoğan ve Gündoğan (2012) özellikle kız

çocuklarına bu uygulamanın sistematik bir şekilde yapılmasının asimilasyon

politikalarıyla ilgili olduğu kadar devletin cinsiyet politikasıyla ilişkili olduğuna

dikkat çeker. Ulus-devletlerde kadına kültürün taşıyıcısı rolü verilir ve kadınlar

160


aile içerisinde konumlandırılır. 1938’lerde devletin özel olarak asimilasyon

politikalarını uyguladığı Dersim’de erkek çocukları yatılı okullara gönderilirken

kız çocukları özel alan olan ailelerin yanına yerleştirilmiştir. Nitekim kız

çocukları ailelerin yanındaki yaşamlarına bakıldığında bu doğrulanmaktadır; orta

ve üst sınıf ailelerin yanına verilmelerine rağmen kız çocukları okutulmamış, ev

işlerini öğrenmelerine öncelik verilmiş ve Türklük ve Sunilik değerleri iyi bilen

birer ev kadını olarak yetiştirilmiştir. Çalışmada kız çocuklarının bireysel ve

travmatik hafızaları ortaya çıkarken, yaşamları boyunca yaşadıkları

yabancılaşmayı, çocukluktan akıllarında kalan bölük pörçük anıların ağırlığını,

kim olduklarını bilememe halleri de anlatılan hikayelerle ortaya çıkmaktadır. Bu

anlamda, kayıpların ve evlatlık kız çocukların öyküsü, Dersim Katliamı’nın nasıl

yaşandığı ve hatırlandığının evlatlık verilen kız çocuklarının dilinden anlatıldığı

bir bellek uğraşısıdır.

Kürtlerin hafıza mücadelesinde 2000’li yıllardaki Kürt siyasal hareketinin

yaşadığı dönemin oldukça büyük etkisi vardır. Aşağıda değineceğim üzere, Kürt

siyasi hareketinin yeni paradigması adalet ve barış talebi etrafında örgütlenmeye

büyük bir imkan sunmuştur.

Kürt siyasi hareketinin kendi kolektif hafızasını oluşturması Kürt

kimliğiyle birlikte ilerlemiştir. Hafıza pratikleri çoğu zaman barış, direniş,

özgürlük ve adalet kavramlarıyla birlikte anılmaktadır. Güçlü bir toplumsal

muhalefetin olması ve 2000’li yıllarla birlikte inşa edilen sivil toplum alanı,

mücadeleyi oldukça genişletmiştir. Kürt siyasi hareketinin silahlı mücadeleden

demokratik siyasete geçiş olarak tanımladığı ve “Demokratik Özerklik” siyasal

önermesiyle somutladığı bu paradigmasal değişim barış ve çatışma çözümü

161


bağlamında ele alınmayı hak etmektedir. Güneş (2013) bu stratejik ve ideolojik

değişimin en önemli sonucunun Kürt ulusal taleplerinin başka pek çok taleple

birlikte dillendirilir olmasıdır (Güneş, 2013: 24). Elbette ki Kürt siyasi

hareketinin, Kürt kimliği yanında, demokrasi talebi 1990’lardan günümüze

süregelen bir talep olmuştur. Bunun izlerini özellikle Watts’ın çalışmasında,

kurulan ilk Kürt yanlısı parti olan Halkın Emek Partisi (HEP)’ten bugüne kadar

devam eden partilerin programlarında ve siyasetçilerin söylemlerinde görmek

mümkündür. Ancak 1999 yılından günümüze gelen dönemde, toprağa dayalı

bağımsız bir Kürdistan talebinden radikal demokrasi, anayasal yurttaşlık ve yerel

örgütlenmelere dayalı demokratik özerklik talebiyle şekillenen yeni direniş ve

inşa pratikleri bu süreçte oluşmuştur. Hareketin, demokratik cumhuriyet

söylemi, demokrasiyi milliyetçilikten yani etnik bir kimliğe atıftan arındırarak

sivil haklara dayanması ve yeni bir anayasa önermesiyle sonuçlanmıştır

(Jongerden, 2015: 139). Bu önerme aynı zamanda öz-yönetimlere dayalı,

siyasetin asıl sahibi olan topluma tekrar geri verilmesi yani ademi-merkeziyetçi

ve de “demokratik” bir kendi kendini yönetme hakkını içermektedir. Radikal

demokrasi tanımını programında yer veren Halkların Demokrasi Partisi

(HDP)’nin kurulması, kadın özgürlük mücadelesinde oldukça güçlü bir kadın

hareketinin bu dönemde var olması ve eşbaşkanlık sistemi gibi yerelde toplumsal

cinsiyet eşitsizliğini üreten hiyerarşik iktidar ilişkilerine karşı önleyici

mekânizmaların oluşturmaları, yeni anayasa talebi etrafında çalışmalar

yürütülmesi gibi gelişmeler sivil toplum alanının genişlemesine hizmet etmiştir.

Tüm bu demokrasi ve ortak yaşam üzerinden şekillenen dönüşüm, barış ve

çatışma çözümü bağlamlarında yeni imkanlar sunmuştur. Benim çalışmam için

162


en değerli kısım; bu süreçte 90’larda yaşanan ağır travmatik olaylarla yüzleşme

ve adalet arayışının kurumsallaşmasının gerçekleşmiş olmasıdır. 1990’lardan

günümüze kayıp yakınlarını arayan Cumartesi Anneleri, Kürt illerindeki hak

ihlallerini ortaya çıkaran İnsan Hakları Derneği (İHD) gibi kurumların

çeşitlenmesiyle mücadelenin özneleri çoğalmıştır. Barış Anneleri ve toplu

mezarlar alt bölümünde ayrıntılı olarak ele alınacak Cumartesi Anneleri’yle Kürt

kadınlarının barış mücadelesi bu dönemde kamusal alanda geniş bir yere sahip

oldu. Kürt siyasi hareketinin Ermeniler, Süryaniler ve diğer kimlikler dahil olmak

üzere kapsayıcı bir dil kurması barışçıl bir ortamda toplumsal öznelerin var

olabilmesine imkan vermektedir. Nazan Üstündağ bu önermeyi daha da ileri

götürerek, 2013-2015 yılları arasında yürütülen barış görüşmeleri sürecini, Kürt

siyasi hareketinin tüm kimlikleri siyasete çağıran, farklı toplumsal tahayyüllerle

kendine yeni hakikatler yaratmaya imkan sunan alternatif bir barış projesi

sunduğunu ileri sürmektedir (Üstündağ, 2014: 189). Elbette ki bu güçlü iddia

tartışmaya açıktır, ancak net olarak Kürt siyasi hareketinin 2000’li yıllarda barış

ve çözüm söylemi etrafında sunduğu bu siyaset yapma alanı, geçmişle yüzleşme

ve hesaplaşma bağlamında farklı toplumsal öznelerin oluşmasına imkan

sunduğunu söylemek mümkündür. Bu çalışmanın sınırlarını aşacak bir konu

olarak da, Kürt siyasi hareketinin demokratik cumhuriyet, kadın özgürlükçü ve

ekolojik yaşam olarak formülize ettiği ve yerel yönetimler aracılığıyla halk

meclislerini inşa etmeye çalıştığı bu paradigma, aynı zamanda geçmişin

hafızasına sahip ve bunu adalet mücadelesine dönüştürmüş yereldeki insanlar

için sadece bir karşı hafıza kurma imkanını sunmamakta, aynı zamanda

demokratik ve eşitlikçi bir hafızanın oluşumuna imkan vermektedir. Nesrin

163


Uçarlar’ın Agos Gazetesi’ne mağdurların adalet mücadelesine odaklandığı

kitabına ilişkin verdiği röportajda söylediği gibi: “Artık bugün Kürt hareketinin

söylemi düşmanlaştırıcı, ayrıştırıcı olmadığından, bu kanalların oluşması için

uygun bir zemin var... Kürt hareketi, iyi ki böyle bir dönüşüm yaratıyor. Yoksa

birtakım acılı insanlar olurdu sadece” (Kazaz, 2015). Toplu mezarlar gibi ağır bir

deneyim etrafında tanıklıkların söylemine bu dönüşümün nasıl yansıdığını

ilerleyen kısımlarda daha ayrıntılı bakmaktayım. Ancak şimdiden şunu

söyleyebilirim: Geçmişin ağır yükünü taşıyan toplu mezarlara dair tanıklık içeren

çalışmalara ve pratiklere baktığımızda, bireysel acıların yanı sıra adalet, barış

gibi kavramların tüm yaşanan onca şiddet ve zulme rağmen dile getirilmesi

Uçarlar’ı doğrulamaktadır. Hakikatin sahibi, acıları taşıyan kişilerin bu acı ve

kaybı adalet ve barış çağrısına ve mücadelesine dönüştürme potansiyeli,

Butler’ın bölümün başında ifade ettiğim ölümün toplumsal olarak kurulan bir

olgu olması ve yasın acıları aşan bir politik anlama bürünmesiyle ilgilidir. Ancak

yas toplumsal olana bizi götürse de, yaşanan katliamların, zorla kaybetmelerin

bizi de facto olarak adalet ve hak arayışına götüreceğini de söylemek niyetinde

değilim. Butler’ın öteki olma deneyimiyle birleştirerek anlattığı karşı-yasın

gerçekleşme durumunda, Kürt siyasi hareketinin ve daha genel olarak Kürtlerin

tarihsel olarak öteki olma ve bununla savaşma pratiklerinin kendi yas ve kayıp

acılarıyla birleşiminden, eklemlenmesinden ortaya çıkan bir adalet ve barış alanı

olarak görmekteyim. Öteki olma pratiğinin, iktidar nezdinde öldürdükten sonra

da devam ettirildiği örneklerden biridir toplu mezarlar. Böylelikle, Kürtler için

kayıplardan sonra dahi, öteki olma deneyimi devam ettikçe geçmişten gelen ama

sürekli dönüşen ve değişen toplumsal hafıza inşa edilmeye devam edecektir.

164


III.VI Devletin Hafızasızlaştırma Politikası

Bugün 2013-2015 yılları arasında çözüm sürecinde sonra tekrardan

savaşa dönülmesiyle, Kosova’daki Sırp saldırılarına sırasındaki benzer “kuşatma

hali”yle Kürt illerine yönelik sokağa çıkma yasakları ve Belediyelere kayyum

atanmasıyla neredeyse Kürt illerindeki tüm bu hafızalaştırma çalışmaları yok

edilmektedir. Park, meydan isimleri değiştirilmiş, bedeni parçalanmış bir şekilde

bulunan ve çocuk ölümlerinin simgesi haline gelen Ceylan Önkol’ün anıtları

yıkılmış, Roboski Anıtı parçalanmıştır. Tüm bu yıkım Kürt kimliğine yönelik

devletin 100 yıldır devam ettirdiği Kürt politikasının devamını gösterdiği gibi;

Kürtlerin yıllardır inşa ettiği karşı hafızayı yok etmeye yönelik bir strateji olarak

okunabilir. Barışın konuşulduğu dönemde, giderek yayılan Kürtlerin inşa ettiği

hafızanın yayılmasını önleme ve Kürt kimliğini inkar ederken izlerin silinmesine

hizmet eden aceleci ve yine Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda iyi bildiğimiz

agresif milli kimlik ruhu geri dönmüştür adeta. Bu anlamda, 2015 sonrasın

devletin Kürt illerindeki hafızasızlaştırma politikalarını incelemek kapsamlı ayrı

bir çalışmayı hak etmektedir.

Buraya kadar, Türkiye’nin resmi hafızasında Kürtlerin tarihsel bağlarıyla

günümüzde nasıl konumlandırıldığını ve buna karşı Kürtlerin karşı hafızasını

nasıl şekillendirdiklerini resmetmeye çalıştım. Devam eden kısımda, akademik

literatüre dayanarak çizmeye çalıştığım bu çerçeve doğrultusunda, Kürtlerin

hafıza mücadelesinde önemli bir yeri olan toplu mezarların ilk bölümlerde ele

aldığım hafıza literatürü çerçevesinde incelemeyi amaçlamaktayım. Bu amaç

doğrultusunda, mezarların yakınların ifadelerinde nasıl şekillendiğini, anlatıların

hafıza ile zaman ve mekânla nasıl ilişki kurduğunu hafıza dinamiği yaklaşımıyla

165


ele almaktayım. Bu konuya eğilirken, toplu mezarlara ait tarihsel ilerleyişi ortaya

çıkarmaktan ziyade, hafızanın toplumsal öznelerindeki karşılığını ve devletin

buna tepkisini ortaya çıkarmaya odaklanılmaktadır.

III.VII Türkiye’de Toplu Mezarlar

Türkiye’de 1990’lardaki yoğun savaş konsepti döneminde yaşananlar

sonrasındaki ilk toplu mezarın açılması 2011 yılında, resmi olarak mahkeme

kararıyla ise 2014 yılında gerçekleşmiştir.14 Öncelikle İspanya deneyimlerindeki

kadar olmasa da Türkiye için de bir suskunluk döneminden bahsedilebilir.

Türkiye’de toplu mezarların açılmasına dair mücadele zorla kaybetmelerin

yoğun olduğu 90’ların sonuna doğru başladı. Bu sürecin daha kısa olmasında,

mezarların açılmasının politik bir mücadele alanı olarak görülmesinin etkisi

olduğu söylenebilir. 1990’larda yoğun olarak görülen zorla kaybetme vakalarına

14 12/13 Ağustos 2011 tarihinde Tunceli- Çemişgezek ilçesinde yapılan toplu mezar
kazılarında 15 insanın olduğu toplu mezar açıldı:
http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/toplumezar-2758.html (Erişim 10.11.2014).
Van’ın Çatak ilçesinde yürütülen hukuki mücadele sonucu 27 kişinin bulunduğu toplu mezar
mahkeme kararıyla açıldı http://www.ozgur-gundem.com/haber/114346/toplu-mezar-kesfi-emsal-
olabilir (Erişim 10.11.2014).

166


dair ulaşabildiğim kadarıyla, 1999 yılında İnsan Hakları Derneği’nin raporlarının

olması bu tezi desteklemektedir.15

Türkiye’de genel olarak toplu mezarların topografyasına baktığımızda

mezarlar Kürt illerinde yoğunlaşmakta, Türkiye’nin doğusunda yer almaktadır.

Bu nedenle mezarların coğrafi olarak Türkiye’nin belli bir bölgesi ile sınırlı

olduğu görülmektedir. Coğrafi olarak sınırlı olması Türkiye’de yaşanan sorunun

İspanya’dan farklı olarak etnik bir temeli olmasıyla ilişkilidir. Bunun sonucunda

ise yine İspanya’dan farklı olarak toplu mezarların belli bir bölge ile sınırlı

olması, Türkiye’nin genelinde toplu mezarlara ilişkin bir toplumsal hareketin

oluşmamasında bir etken olarak görülebilir. Gerçekten de mezarların Kürt

illerinde olması, bu coğrafyaya ait hakikatin basın aracılığıyla Batıya

duyurulmaması ve coğrafyanın zaten “savaş” alanında olmasından ve devletin

terör konsepti yaklaşımından dolayı yapılanların bir meşruiyete kazandırılması

Kürtlerin karşı hafızasının kamusal anlamda yaygınlaşmasını engellemiştir.

Türkiye’de İspanya’dakine benzer bir suskunluk sözleşmesinin yürürlükte

olup olmadığına dair bir tartışma yapmak gerekirse, Kürt illeri ve Türkiye geneli

15 İnsan Hakları Derneği’ni 1996 yılında kaybedildiği belirtilen Atilla Osmanoğlu hakkındaki

raporu için bkz. http://www.ihd.org.tr/kayip-atla-osmanou-e-grapor/ (Erişim 20.07.2015).

167


için farklı yorumlar yapılabilir. Kürdistan için devletin Kürt halkına yönelik

yoğun olarak uyguladığı şiddetin sonucu oluşan korku ile bir dönem özellikle

şiddeti yaşayan kişilerin aileleri suskun kalmış olabilir. Ancak asıl olarak

Türkiye’nin batısında İspanya’daki suskunluk dönemine benzer bir dönem

yaşanmıştır. Zira halen Türkiye’nin batısında yaşayanların toplu mezarlar

hakikati karşısında sessizliğini koruduğunu söylemek mümkündür. Elbette bu

durum ana akım bir gerçeklik olarak ele alınabilir. Yoksa Türkiye’nin batısında

insan hakları mücadelesi veren örgütler ve kişilerin toplu mezarların varlığına

işaret eden çalışmaları aşağıda değineceği üzere olagelmiştir.

Toplu mezarlara ilişkin yürütülen mücadeleye baktığımızda, mücadelenin

en önemli sivil örgütlenmelerden biri İnsan Hakları Derneği’dir. Kayıpların

ortaya çıkarılması ve kamuoyuna duyurma konusunda yürüttüğü mücadele

zaman zaman İHD çalışanlarının da hedef gösterilmesine neden olmuştur. 2000’li

yıllarda İHD, toplu mezarların yerlerinin tespit edilmesine ve davaların hem

ulusal hem de uluslararası hukuki mekanizmalara taşınmasına öncülük etmiştir.

Yakay-Der (Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği),

Meya-Der (Mezopotamya Yakınlarını Kaybedenlerle Yardımlaşma ve Dayanışma

Derneği), TİHV (Türkiye İnsan Hakları Vakfı), TTB (Türk Tabipler Birliği) ve ÇHD

(Çağdaş Hukukçular Derneği) gibi farklı sivil toplum örgütleri de mücadele

içerisinde yer almaktadır. İstanbul’da oturma eylemleri ile sesini duyurmaya

başlayan Cumartesi Anneleri, Arjantin’de Mayıs Meydanı Anneleri’nin

mücadelesinden esinlenerek kayıpların bulunması için büyük bir kamuoyu

oluşturmayı başarmıştır.

168


Tarihsel olarak toplu mezarlar olgusu Türkiye Cumhuriyeti’nin

kuruluşuna kadar gitse de sistematik ve yoğun olarak 1990’larda devletin

Kürtlere yönelik yürüttüğü güvenlik politikaları sonucu yaşanmıştır. İHD,

Türkiye genelinde 348 toplu mezarda 4,201 kişi olduğunu tespit etmektedir

(Türkiye’de Toplu Mezarlar Raporu, 2014: 9). 2014 yılına kadar açılan toplam

toplu mezar sayısı ise sadece sekizdir. 1990’larda Kürt bölgesinde devletin zorla

kaybetme ve toplu mezar pratiğini uyguladığı gruplar incelendiğinde İspanya

deneyimleriyle benzeştiği görülmektedir. Birinci grupta gerillalar varken, ikinci

grupta kentlerde yaşayan ve muhalif kimliklerini açıkça dışa vuran, sıklıkla da

Kürt legal siyasi hareketinde yer alan Halkın Emek Partisi (HEP) ve devamı olan

Kürt siyasi partilerin il ve ilçe yöneticileri, “Özgür Gündem” gazetesinin

çalışanları, sendikacılar ve İHD üyeleri olmak kaydıyla, tanınmış Kürt şahsiyetleri

ve üçüncü grupta da OHAL bölgesinde yaşayan Kürt vatandaşları yer almıştır.

III.VII.I Newala Qesaba: İlk toplu mezar

İlk toplu mezar 1989 yılında Siirt’te Newala Qesaba (Kasaplar Deresi)

yerleşim yerinde bir gazetecinin tespitiyle bulunmuştur. Newala Qesaba,

Türkiye’de toplu mezarların açılması üzerinden yürütülen mücadelede bir simge

haline gelmiştir. Newala Qesaba’nın Türkçe olarak Kasaplar Deresi’nin, Siirt’te

eskiye dayanan bir hikayesi vardır: Eskiden kasapların hayvanları gözden ırak

rahatça kesebildikleri bir yer olarak bilinmektedir. Kasaplar deresinin

hayvanların kesildiği bir yer olmasının, toplu mezar olarak kullanılmasında

sembolik bir anlama sahiptir. Bir başka ifadeyle, cenazelerin toplu bir şekilde

gömülmesinde, insanlarım değersizleştirilmesine hizmet eden sembolik bir alan

seçilmiştir. 1980’lerde çatışmalar başladığında, gerilla cenazelerinin buraya

169


atıldığı söylentisi başlamıştır. 1984-1989 yılları arası 100’den fazla gerilla ve

sivilin cenazesinin dereye atıldığı bilinmektedir. JİTEM ve devlet güvenlik

güçlerinin gözaltına alarak insanları işkence yapıp bu dereye atıldığı daha o

zamanlarda halk tarafından bilinen bir gerçektir. O dönemde dere, Siirt

Tugayının çöplük alanı olarak kullanılmaktaydı. Dereye atılan cenazelerden biri,

PKK’nin öncü komutanlarından Mahsum Korkmaz’dı. Ölümüyle efsaneleşen bir

simge haline gelen Korkmaz ve mezarlar anısına 21-28 Mart tarihleri PKK

tarafından Kahramanlık Haftası ilan edilmiştir (Arslan, 2013).

Toplu mezarın oluşmasından hemen sonra, henüz öldürülenler hakkında

konuşmanın yasak olduğu dönemde Newala Qesaba’ya Günay Aslan’ın gidip

haber yapmasıyla basına duyurulmuştur. Daha sonra Aslan’ın bu toplu mezar

üzerine yazdığı kitap, hem fotoğraflar hem de tanıklıklarla önemli bir çalışmadır.

Aslan, toplu mezarda bulunan ailelerin tanıklıkları üzerine 2015 yılında çekilen

‘Ölü ve de Diri’ (Mirî û jî Sax) belgeselinde16; onlarca cenazenin olduğuna dair

görgü tanıklıklarının, delillerin, ölen insanlardan kalan kanlı giysi kalıntılarının

162015 yılında gösterime giren ‘Ölü ve de Diri’ (Mirî û jî Sax) Bilge Demirtaş, Alper Elitok, Can

Gündüz ve kayıp yakınlarından Murat Kocaman’ın yönetmenliğinde çekilmiş Türkiye’deki


toplu mezarlar üzerine ilk belgeseldir. Belgeselde 90’lardaki savaşta ilk toplu mezar olarak
bilenen Newala Qesaba, bugün Alay Komutanlığı olarak bilinen çöp alanına atılmış Korkmaz,
Cabadak, Turşak ve Kocaman ailelerinin tanıklıklarını içermektedir. Filmin fragmanı için bknz:
https://vimeo.com/121701991

170


olmasına rağmen ulusal basının mezarı görmezden geldiğini belirtir. Uluslararası

basının gündem yapmasıyla mezar biraz da olsa bilinir hale gelmiştir. Ancak

devletin tutumu aileler ve yakınlarının dahi Newala Qesaba’ya yaklaşmasına izin

verilmemesi şeklinde gerçekleşmiştir. Bu baskıya rağmen Siirt’te yaşayan herkes

o bölgenin toplu mezar olduğunu bilmektedir. 90’lardan kalma en büyük

mezarlardan biri olan Newala Qesaba’ya, gözaltına alınan kişilerle aralarında

çocuk ve yaşlıların da olduğu onlarca sivil yurttaş, belediye çöp kamyonlarıyla

atılmıştır. Belgeselde, Korkmaz Ailesi, Kocaman Ailesi, Turşak ailesi, Mele17

Mihemed ve o dönem belediyede çalışan bir işçinin olduğu tanıklar ve yakınlarla

görüşmeler yapılmıştır. 1989 yılında neler yaşandığına dair hakikatin anlatıldığı

belgeselde, Mele tarafından dile getirilen ve sonra ölen kişilerin anneleri, eşleri

ve çocuklarınca belirtilen cenaze hakkı yani gömülme hakkıdır. Öyle ki neredeyse

tüm tanıklar bir mezarın olmamasının en büyük acı olduğunu belirtmekte;

bayramda mezarlarının başında bir dua okuyacakları mezarlarının olmamasının

en kötü şey olduğunu vurgulamaktadırlar. Yas haklarının elinden alınmış

olmasını kabullenememe vardır. Zaman zaman dereye gidip yas tuttuklarını

17 Kürtçe dilinde “imam” anlamına gelmektedir. Meleler genelde devletin resmi imamı olmayıp

Kürt şehirlerinde dini önderlik yapan kişiler olmuştur. Bu yüzden çoğu zaman devlet
tarafından tanınmamaktadır.

171


belirtmişlerdir. Ancak mezarın olmaması yas duygusunu hep eksik kılmıştır.

Belgeselde konuşan her kişi, öldürülen yakınının Newala Qesaba’da olduğunu

bildiklerini ancak devletin onlara cenazeleri bilerek vermediklerini

belirtmekteler.

O dönem belediyede çalışan işçi bizzat kendisinin en az 36 cenaze

gördüğünü söylemiştir. Tanıkların bir kısmı devleti hiç bir şekilde

affetmeyeceklerini; Newala Qesaba’da yaşananlardan dolayı davacı olacaklarını

ve bunu yapanlarının cezalandırılması gerektiğini de söylemişlerdir. Yine

yakınların sorumlu olarak gösterdikleri “Türk Devleti”nin bir daha Newala

Qesabaları yapmamasını, bunun için de ancak barış sağlanırsa kanın duracağını

belirtmişlerdir. Kayıplarının cenazelerini kendi dini ritüellerine göre gömebilme

istemi, barış ve adalet çağrısıyla iç içe geçmiştir.

Akkaya’nın, 1990’lı yıllarda öğrendiği bu hakikat üzerine yaptığı şarkı

hakikatin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.18 Belgeselde, o dönemde şarkıdan

dolayı 10-12 yıl konserlerinin yasaklandığından bahsetmektedir. Benzer şekilde

gazetecinin de dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde “ülkeyi bölme”

18 İlkay Akkaya’nın toplu mezar üzerine yaptığı şarkı, popüler hafızalaştırma çabasıdır.

172


gerekçesiyle yargılanması, devletin hakikatin ortaya çıkmasına yönelik verdiği

yanıtı götermektedir. Gerçekten de devlet, tüm delillere, belgelere rağmen hiç bir

girişimde, açıklamada bulunmamış, aksine toplu mezarın varlığını tamamen

silmeye çalışmıştır (Demirtaş, Elitok, Kocaman, & Şişman, 2015). Bugün Newala

Qesaba gibi pek çok toplu mezar askeri alanda yasak bölge olarak geçmektedir.

Bu da devletin toplu mezarların ortaya çıkmasına karşı aldığı önlemlerden

biridir. Devletin yargı sürecine ve mezarların ortaya çıkmasına karşı tutumu

hafızanın inşasındaki rolünü göstermektedir. Mezarın açılma çabasına paralel

medya ile yayılan bir hakikat haline getirilme çabası ve hukuk mücadelesi, karşı

hafızanın ulusal hafızaya nüfus etme ve sürekli mücadele yürütme çabasına

dairdir.

Newala Qesaba’daki katliamı yaşamış annelerin “Türk anneleri”nin de

acı çekmesini istemeyiz ifadeleri, kendi acılarını anneler olmak üzere

kolektifleştirdiklerini göstermektedir. En önemlisi belki de insanlık için büyük

bir suç olarak gördükleri toplu mezarın sorumlusu olarak devleti işaret

etmeleridir. Devlet istese bu sorunu çözebilir; yani Türk halkı değil devletin

sorumlu olduğuna dair bir politik bakış açısı vardır. Bir anne bunu şöyle dile

getirmiştir belgeselde: “Devlet barışı yapmak istese yapar! Barışın zahmeti

yoktur.” Başka bir kayıp annesi ise: “Kan dökülmeden barış olmadı, biz kanımızı

dökmüşüz ve de barış istiyoruz.” sözleriyle barıştan bahsetmiştir. Özetle, önemli

bir karşı hafıza çalışması olan belgeselde üstü örtülmek istenen bir hakikati, sesi

kısılmaya çalışan tanıkların sesini duyulur hale getirmiştir.

Belgeselden hareketle, belirtilmesi gereken bir nokta kayıp yakınlarının

anlatımlarında bireysel hafıza ile kolektif hafızanın birlikte ilerlediğidir. Kayıpları

173


çocuklarıysa çok dürüst, mert ve sevilen bir çocuk olduğu, eğer babalarıysa

saygıdeğer ve iyi bir insan olduğunu, babasız büyümenin eksikliği dile

getirilmiştir. Aynı zamanda “Kürt ulusuna” atıfla kayıplardan “şehitlerimiz”

olarak bahsedilmesi ulusal kimliğe dairdir. Birinci bölümde dile getirdiğim,

bireysel hafıza ile kolektif hafızanın diyalektik bir şekilde ilerlediğini

göstermektedir. Bu nedenle yakınlarının bir mezarının başında dua etmek gibi

bireysel acı ve travmaya dair olan bir taleple, Kürt sorununun çözümü ve barış

gibi çok daha uzun erimli siyasal bir talep birlikte dile getirilmektedir. Yakınların

öldürülen kişilerden “şehitlerimiz” diye bahsetmeleri ve onların Kürt kimliğini

korumak için öldüklerini dile getirmesi aynı zamanda iki farklı hafızanın çatışma

alanını göstermektedir. Ölenleri “terörist” olarak işaretleyen ulusal hafıza ile aynı

kişileri “şehitlerimiz” olarak belirten yakınlarının hafızalarının bir çatışma alanı

oluşturduğu aşikardır. Hafızaya dair siyasallığı da oluşturan bu çatışma alanı,

mezarların açılıp yeniden gömülme sürecinde de yoğun olarak devam edeceğini

öngörmek zor olamamaktadır.

Newala Qesaba, toplu mezar olarak bir hafıza mekânı olması yanı sıra

“bellek manzarası” olarak görülebilir. Bu anlamda sadece mekânsal değil

zamansal ve anlatımsal anlamda bir hafıza evrenine dönüşmüştür. Bunda

PKK’nin önemli kadrolarından biri olan Korkmaz’ın cenazesinin de dereye atılmış

olmasının etkisi büyüktür. Kasaplar Deresi, Kürt halkının hafızasında fiziksel

mekânı aşan bir yere sahiptir. Öncelikle mezarın yeri kamusal olarak kabul

edilmese de belgeseldeki tanıklıkların ifadelerinden ve muhalif basındaki

haberlerden yola çıkarak, mezardan insanların haberdar olduğu hatta bu dereye

gidip yas tuttuğu bilinmektedir. Bu anlamda görünmez olan bir yas mekânıdır da.

174


Mahsum Korkmaz’ın heykelinin Lice’de dikilmiş olması hafıza alanını

genişletmekte; kahramanlık haftasıyla zamansal bir uzam da eklemlenmektedir.

Mahsum Korkmaz heykelinin dikilmesi, karşı hafıza ile ulusal hafızanın

çatışmasını gösteren önemli bir olaydır. Heykel, öldürülen gerillalara barış

sürecinde yapılan mezarlık içerisinde dikildi. 15 ağustos 2014 yılında Diyarbakır

Lice’de heykelin açılışı yapıldı. Hemen ardından, mahkeme kararıyla 19 Ağustos

2014 tarihinde heykel kaldırıldı. Türkiye Cumhuriyeti’nde belki de ilk olmak

üzere “terör örgütü propagandası” yapmak suçuna dayandırılarak mahkeme

kararıyla bir heykel yıkılmıştır. Lice Sulh Mahkemesi’nin verdiği karar ilginçtir;

heykeli örgüt “eşyası” olarak tanımlayıp, heykele el koyma kararı çıkarmıştır.

Devlet, cenazesine el koyduğu Mahsum Korkmaz’ın bu sefer heykeline el

koymaktadır. Yalçınkaya’nın “ölü-bedene el koyma” olarak tanımladığı mezarsız

bırakma ve toplu mezarlara atma eylemi, bu sefer heykeline el koyma olarak

zuhur etmiştir. Devletin yok etmek istediği, Mahsum Korkmaz’ın Kürtlerin ulusal

hafızasındaki varlığıdır. Cenazesine el koymakla yok edemediği hakikati, bu sefer

heykel üzerinden denemektedir. Bir anlamda yine Yalçınkaya’nın ifadeleriyle

önceki bölümlerde tartıştığım, devletin ölüm ve gömülme hakkına el koyduktan

sonra bir kere o mesafeye yerleşmesiyle sınırsızlığının başlamasıyla ilgilidir.

Bunu yaptıktan sonra her şeyi yapmak hakkını kendinde görmekte; ölü

bedenlere el koymanın da ötesine giderek hafıza mekânlarına el koymayı da

kendine hak görmektedir.

Heykelin kaldırılması üzerine gelişen tepkiler büyümüş ve polisin sert

müdahalesiyle 1 kişi yaşamını yitirmiştir. Gençlik örgütlenmesinde yer alan Kürt

gençlerinin tepkisi, Türk ulusal kimliğinde kurucu özne olan Mustafa Kemal’in

175


heykellerinin sökme ve tahrip etmek olmuştur. Kendi hafızalarında önemli bir

figür olan Mahsum Korkmaz’ın heykeline, daha doğrusu anısına, hakikatine olan

saldırıyı devletin ve Türklerin hafızasında önemli olan bir sembole saldırarak

karşılık vermişlerdir. Kürt gençlerinin Türkler için bu kadar önemli bir sembolik

değere sahip kişinin heykeline saldırması, iki hafızanın birbiriyle çatışmasının ne

boyutta olduğunu gösteren bir örnektir.

Her yıl Newala Qesaba’da sivil toplum hareketlerinin öncülüğünde

mezarların açılması ve yüzleşmenin gerçekleşmesi için yürüyüşler

düzenlenmektedir.19 Newala Qesaba toplu mezarı, yüzleşme ve hakikatin ortaya

çıkarılması için yürütülen mücadele için sembolik bir hale gelmiştir. Meya-Der

gibi sivil toplum örgütlerinin öncülüğünde binlerce insanın katıldığı birlikte

yürüyüşler düzenlenmiş, devletin Kürt sorunu için yüzleşmesi gerektiğine dair

vurgular yapılmıştır. 2015 yılında Meya-Der’in düzenlediği Newala Qesaba’ya

yürüyüş eylemine kitlesel katılım olmuştur. Bir süre sonra halkın

sahiplenmesiyle daha fazla gündem oluşturan toplu mezar için yürüyüşlere ve

gösterilere sanatçılar da destek vermeye başlamıştır. Toplu mezar hakkında

19 Daha fazla bilgi için bkz: http://newalaqesaba.blogspot.com.tr/. Sitede aynı zamanda toplu

mezara ait kemiklerin olduğu fotoğraflar da bulunmaktadır.

176


yapılan belgeselin de etkisiyle Newala Qesaba, Türkiye’de toplu mezar

hakikatinin daha fazla dikkat çekmesinde büyük rol oynamıştır. Her yıl düzenli

bir şekilde yapılan bu eylemlerde mezarın açılması ve bağımsız heyetlerce

incelemelerin başlaması için talepler dile getirilmektedir. İspanya’daki taleplere

paralel olarak, hakikat komisyonu kurulması ve Birleşmiş Milletler (BM)

nezdinde mezarların açılarak kimliklerin tespit edilmesi de eylemlerde

dillendirilmektedir. Eylemlere, kayıp yakınları, insan hakları savunucuları,

sanatçılar ve yerel siyasetçiler destek vermektedir.

III.VII.II Çemişgezek: Sivil itaatsizlikle açılan toplu mezar

Dersim ili Çemişgezek’te bulunan 1 Nisan 1997 yılına ait 19 gerillanın

cenazesinin atıldığı bir başka toplu mezar, hafıza mücadelesi için önemli

deneyimdir. Mezarın açılmasına yönelik mücadele 14 yıl sonra başlamıştır. 19

kişilik grupta öldürüldüğü bilinen Devrimci Kurtuluş Partisi/Cephesi (DHK-C)

gerillası Ali Yıldız’in kardeşi Hüsnü Yıldız mezarın açılması için bireysel bir

mücadele başlatmıştır. 3 Şubat 2011 tarihinde Çemişgezek Başsavcılığı’na suç

duyurusunda bulunmuş, ancak savcı dosya ile ilgili görevsizlik kararı vermiştir.

Karardan sonra 19 Haziran 2011 tarihinde Hüsnü Yıldız Dersim’de belediyenin

önündeki meydana kurulan açlık grevi çadırında sivil itaatsizlik eylemine

başlamıştır. Yıldız, günlerce sürecek açlık grevine başlamasıyla beraber sivil

toplum örgütlerinin desteğini aldığı gibi Dersim’deki pek çok siyasi aktörün de

dikkatini çekmeyi başarmıştır. 45 günlük açık grevi ve 20 gün süren ölüm

orucundan sonra devlet başvurusunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Ali Yıldız

için başlatılan bu mücadelede devletin görmezden gelerek, hukuki süreci zamana

yayarak bir tür yıldırma ve pes ettirme politikasını bu örnekte de yürüttüğü

177


görülmektedir. Sivil toplum örgütleri, Dersim Belediyesi, Barış ve Demokrasi

Partisi (BDP) gibi muhalif siyasi partilerin sahiplenmesi sonucunda devlet

mahkeme kararı ile mezarı açmak zorunda kalmıştır. Ancak mezar açma işlemi

bilimsellikten uzak, adli tıp uzmanları olmadan inşaat kepçeleriyle yapılmaya

çalışılmış, desteğin giderek artmasıyla oluşan toplumsal baskı, devleti sürece

Çağdaş Hukukçular Derneği’ni ve adli tıp uzmanlarını dahil etmeye zorlamıştır.

Bu süreç sonucunda Yıldız ailesi Ali Yıldız’ın mezarına kavuşmuştur. Bu örnek,

kayıp yakınının bireysel olarak başladığı mücadeleyle büyük oranda sonuca

ulaştığı ilk sivil itaatsizlik eylemi olarak görülebilir. Ancak Hüsnü Yıldız’ın, bu

mücadeleyi anlattığı kitap olan ‘Sana Geldik Ali’de belirttiği üzere bu süreç

devletin geçmişle hesaplaşmasını içermediği için eksik kalmıştır (Yıldız, 2012:

390). Her ne kadar abisinin mezarına artık kavuşsa da diğer mezarların açılıp

cenazelerin yeniden gömülmemesi eksik kalmıştır. Hüsnü Yıldız’ın kendi

eylemini, bu eylemin nasıl desteklenerek güçlendiğini, toplu mezarın açılma

sürecini ve kitapta kendi ifadesiyle “kavuşma” olarak nitelendirdiği Ali’nin

tekrardan mezara gömülmesini anlattığı kitap başlı başına bir hafıza

mücadelesini oluşturmaktadır. Kitapta tüm hukuki süreçler, mezarın açılması,

devletin buna tepkisi, halkın tanıklıkları aktarılmış; mezara ait fotoğraflar

koyulmuştur. Ancak tahmin edileceği üzere bu anlatım, pozitivist tarih

yazımındaki doğrusal tarih anlayışından uzak, kişisel hikayelere, gündelik

yaşamına dayanarak ve zaman zaman şiirler yazarak yapılmıştır. Yıldız’ın açlık

grevi boyunca tuttuğu günlüklerden oluşan, kişisel bir tür eylem günlüğü olan

kitapta; kendisinin de belirttiği gibi, mezarın açılma haberlerinin ulusal basında

178


yer alması, ilk defa bir toplu mezarın bu kadar gündem olmasını bile başlı başına

bir başarıdır (Yıldız, 2012: 329).

Bir toplu mezarın açılması, insanların geçmişte yaşanan katliamlara dair

yıllardır söylemekte çekindiği gerçekleri dile getirmek için cesaretlendirdiğini

göstermiştir. Ferrándiz’in bahsettiği “mezar açma” sürecinin başlamasıyla, aktif

bir hafıza inşa süreci de başlamıştır. Bu anlamda Çemişgezek, mezarların yeniden

gömülme sürecinin yaşandığı tek deneyimdir. Açılan mezarla ortaya çıkan kemik

görüntüleri, insanları rahatsız ettiği ölçüde 90’larda yaşanan şiddeti tekrar

hatırlatma işlevi görmüştür. Mezarların açılması, aileler ve yakınlar için

travmalarının ortaya çıkması anlamındayken, toplumsal olarak ise toprağın

altında kalan hakikatin dışarıya çıkarak yayılmasıdır.

III.VII.III Çatak-Görentaş

Toplu mezarların açılmasında halkın baskısının ve sahiplenmesinin önemli

bir etki olarak görüldüğü bir diğer örnek Van ili Çatak ilçesine bağlı Görentaş

Köyü’ndeki toplu mezardır. 1998 yılının Ekim ayında 28 gerilla öldürülerek toplu

mezara atılmıştır. Toplu mezarın olduğu yerel halk tarafından bilinse de açıkça

tartışılmaya başlanması ancak 2011 yılında olabilmiştir. İHD’nin öncülüğünde

179


aileler ve kayıp yakınları mezarın resmi kararla açılması için yargıya

başvurmuştur. Uzun süren hukuki mücadele sonucunda yerel mahkeme toplu

mezarın açılması yönünde karar çıkartmadığı için AİHM’e gidilmiş ve sonrasında

2013 yılında AİHM’den keşif kararı çıkmıştır.20 Diğer deneyimlerde olduğu gibi,

bu süreçte sadece kayıp yakınları değil, İHD gibi sivil toplum örgütleri ve köylüler

birlikte mücadele yürüterek bir baskı oluşturmuştur. Çatak’taki toplu mezar,

yerel halkın sahiplenmesi ve mücadelesiyle hukuki bir kararla açılan ilk örnektir;

bu anlamda diğer mezarların açılması için de önemli bir yeri vardır. Hukuki

sürece dair bir kazanım olsa da halen davalar devam etmekte, bir türlü nihai

karar aşamasına gelinememektedir. Ancak hukuki kazanımın bir diğer etkisi,

toplu mezarın ulusal medyada yer bulabilmesi olmuştur. Türkiye’deki ulusal

medya toplu mezarlar konusuna oldukça kapalıdır. Medyanın bu sessiz tutumu

mücadelenin toplumsallaşmasını, hakikatin yayılmasını engelleyici bir etkiye

sahiptir. Örneğin ulusal medyada “toplu mezar” kelimesiyle arama yapıldığında

çoğunlukla Uganda, Suriye ve Bosna’daki toplu mezarlara dair haberler görmek

mümkündür. Medyanın sessiz tutumu elbette 90’larda yukarıdaki bahsettiğimiz

20 Çatak ilçesinde toplu mezarın açılması hukuki mücadele sürecine dair bkz.
https://bianet.org/bianet/insan-haklari/157246-toplu-mezarda-16-yil-sonra-kesif (Erişim
02.09.2014).

180


kadar militarist ve istihbarat teşkilatının basın birimi gibi çalışma yönünde

değildir; en azından halen bu şekilde çalışan basın yayın kuruluşları olsa da bu

kadar tek tip ve homojen değildir. Özellikle İHD’nin yaptığı eylemler ve konu

üzerine raporlar basında yer bulabilmiştir. Ciddi bir toplumsal muhalefetin

oluşturulduğu Newala Qesaba gibi mezarlar haber olmuştur. Ancak bu

haberleşmede, ulusal hafızada toplu mezarların nasıl yer edindiğine dair bir fikir

vermesi adına önemli iki ayrıma değinmek gerekir: Birincisi, muhalif basında

toplu mezarlara dair haberler tanıklıklar merkezinde hikayeleştirilirken, ulusal

basında tanıklıklara rastlamak mümkün değildir. Adeta hafızanın özneleri yok

sayılmaktadır. Yeniden Çatak’taki toplu mezara dönecek olursak örneğin; Milliyet

Gazetesi 2014 yılında yaptığı haberde21, mezarın hukuki sürecine dair bilgi

verilirken mezardan “26 PKK’lı”ya ait toplu mezar olarak bahsedilmiştir. Haberde

terörist kelimesi kullanılmasa da mezardaki insanlardan “PKK’lı” diye

bahsedilmesi terör tanımına dahil edildiğine işaret etmektedir. Mezar içerisinde

olanların insan ya da birilerinin yakınları olarak tanılamak yerine savaşçı

21 Haber linki: http://www.milliyet.com.tr/van-da-26-pkk-linin-oldugu-iddia-edilen-van-

yerelhaber-347333/. Bu tür ve hatta daha fazla saldırgan ve gerçeği karalamaya çalışan toplu
mezarlarla ilgili haberlere ulusal basında yer almış haberlere rast gelmek mümkündür.
Buradaki amaç, basının toplu mezarları nasıl haberleştiğinden ziyade, toplu mezarlarda acıya
maruz kalmış insanların nasıl görmezden gelindiğine bir örnek verebilmektir.

181


olduklarına yönelik vurgu üstü örtük de olsa bize terörist-sivil ayrımının

yapıldığını göstermektedir. Elbette bu ayrım, halen devletin öldürme ve ölüye el

koyma pratiğinin kaynağı olan “terör” tanımını temel aldığını gösteren bir delil

olarak görülebilir.

Türkiye’de mezarların açılmasının bilimsel ve hukuki yollarla yapılmasına

dair önemli bir mücadele yürümektedir. Bu konudaki en büyük sorun olan

cezasızlık; insan hakları mücadelesi yürüten kişilerin gündemlerinde önemli bir

yer tutmaktadır. Newala Qesaba’da sivil toplumun baskılarıyla 1989 yılında Özalp

Cumhuriyet Başsavcılığı kanalıyla Siirt Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapılan

başvuru sonucunda mezar açma işlemleri başlamış ve 8 kişiye ait cesetler

çıkarılmıştır. Ancak kazılar savcılık emriyle daha sonrasında durdurulmuştur

(Arslan, 2011). Devletin bir inkar politikası olarak davaların takipsiz kalması ya

da zaman aşımına uğraması sıkça rastlanan bir durumdur. Hafıza Merkezi’nin

253 zorla kaybedilen kişinin dava dosyalarından ulaştıkları verilere göre,

davaların %69’una halen bir karar verilmemiş, sadece %1’i bir kararla

sonuçlanmıştır (Alpkaya, Altıntaş, Sevdiren, & Ataktürk Sevimli, 2014: 10).

Sadece bu tablo bile devletin hukuk sistemi aracılığıyla kayıplara karşı

yaklaşımını ortaya sermektedir. Bu nedenle, İHD başta olmak üzere, mezarlara

dair mücadele yürüten örgütlerin birçoğunun ana gündemlerinden biri de

cezasızlıkla mücadele etmek, çeşitli kampanyalarla kamuoyunun dikkatini bu

cezasızlık politikasına çekmeye çalışmak olmuştur. Bunun bir sonucu da, Ali

Yıldız vakasında olduğu gibi Türkiye içindeki bu politikanın, hak savunucularını

uluslararası hukuk mekânizmalarına yönlendirmesi olmaktadır.

182


III.VII.IV Bellek işçileri olarak Cumartesi anneleri

Türkiye’de kayıplarla ilgili önemli toplumsal hareketlerden biri olan

Cumartesi Anneleri, 27 Mayıs 1995 tarihinde ilk eylemlerine İstanbul’da

Galatasaray Meydanı’nda başladıktan sonra –kısa bir süre eylemlerine ara

vermesi dışında- sürekli eylemlere devam etmişlerdir. Arjantin’de Mayıs Meydanı

Anneleri’nin de tercih ettiği gibi kamusallık adına eylemlerine merkezi bir yerde

başlamışlardır. İstanbul’da Hasan Ocak’ın işkence görmüş cesedinin

kaybedilişinden 58 gün sonra kimsesizler mezarlığında bulunması; Hasan

Ocak’ın bedeni aranırken Rıdvan Karakoç’un kaybedilmiş olduğunun anlaşılması;

yine aynı dönemde Ayşenur Şimşek’in kaybedildiğine dikkat çekilmesi 50

civarında hak savunucusu ve kayıp yakınının bir araya gelerek bir arayışa

girmesine neden olmuştur.

Cumartesi Anneleri, sivil itaatsizlik eylemleri yürüten bir hareket olarak

tanımlayan Yılmaz (2014), bu eylemlerin Türkiye için adalet ve hakikat

arayışında yeni bir siyasallaşma örneği olduğunu belirtmektedir. Bu aynı

zamanda geleneksel siyasetten bir nevi kopuştur. Eylemlerin başlamasında,

devletten kaynaklı haksızlıkların telafisinin yasal ve resmi yollardan olanaksız

olması yatmaktadır (Genç Yılmaz, 2014: 58). Anneler bir yandan da ortak bir

kamusal alanda meydanlara çıkarak yeni eylem biçimi, semboller ve söylemler

yarattılar. Semboller eylemlerin görünür olması ve sürekliliği için kilit bir rol

oynadı. Görünür olmada eylem yerinin kozmopolit bir mekan olan İstiklal

Caddesi'nin seçilmesi toplumla etkileşimi arttırdı (Genç Yılmaz, 2014: 61).

183


Cumartesi Anneleri'nin kullandığı en önemli sembol beyaz eşarptır. Kürt

kültüründeki özel anlamına atıfla barışın sembolü olarak beyaz eşarp, Cumartesi

Anneleri'yle özdeşleşti. Galatasaray Meydanı'ndan geçen insanların beyaz eşarplı

anneleri görerek hemen tanımalarını sağladı. Böylelikle beyaz eşarp kayıp

annelerine ait ortak kimliğin bir sembolü haline geldi (Genç Yılmaz, 2014: 61).

Bir başka önemli sembol, kayıplara ait fotoğrafların eylemlerde annelerce

taşınmasıdır. Kayıp yakınları ellerinde kayıpların fotoğrafları ile yer almakta ve

kayıplar sorununun toplumsal hafızada canlı tutulmasını sağlamaktadırlar.

Anneler, kaybettikleri yakınlarının renkli fotoğraflarını taşamanın yanı sıra, döviz

ve pankartlarda “kaybedilmiştir” ifadesine vurgu yapmışlardır. Fotoğraflar ve

taşınan dövizlerle annelerin bedeni, bir tür tabela ya da levha işlevi görerek birer

sembolleşme mekanizmasının taşıyıcısı haline gelmiştir (Genç Yılmaz, 2014: 61-

62). Cumartesi Anneleri’nin her hafta sürekli bir şekilde Galatasaray

Meydanı’nda yaptıkları eylemlerle, kamusal alanı bir tür karşı hafızaya ait

mekana dönüştürmüşlerdir. Bugün Cumartesi Anneleri’nin her hafta eylem

yaptığı İstiklal Caddesi herhangi bir anıt mekândan çok daha etkili bir hafıza

mekanı haline gelmiştir.

Her gün yüzlerce insanın geçtiği Galatasaray Meydanı’nda, her hafta zorla

kaybedilen bir kişinin adına eylem düzenlenmekte böylelikle kişisel bir hafıza

takvimi oluşmaktadır. O hafta anılan kişinin yakını konuşma yaparak tanıklıklara

imkan sağlanmaktadır. Kayıp yakınları, kamusal olarak seslerini duyurma,

yakınlarının hatıralarını paylaşma imkanı bulmaktadırlar. Cumartesi Anneleri

hareketi de Arjantin’deki harekete benzer biçimde sadece kayıp yakınlarıyla

sınırlı kalmamıştır. İHD kayıp yakınlarıyla ortak eylemler düzenlemektedir

184


(Yılmaz, 2014, 62). Böylelikle hareket “Cumartesi İnsanları” olarak da ifade

edilmeye başlanmıştır. Eylemler, bir süre sonra kayıplar sorununun kamusal

alana taşınmasını ve uluslararası alanda dikkat çekmesini sağlamıştır. İstanbul

dışında kayıpların çok yoğun olduğu Şırnak ilinin Cizre ilçesinde eylemlerin

başlamasında ise 2009 yılında başlayan “Temizöz ve Diğerleri Davası”nın büyük

etkisi olmuştur22.

Cumartesi Anneleri çok uzun süredir yürüttüğü eylem ve etkinliklerle

kayıplar sorununu gündemde tutmayı başaran en etkili harekettir. Cumartesi

Anneleri, Yılmaz’ın (2014) belirttiği üzere, iktidarın onlara biçtiği geleneksel

annelik rollerini red ederek “annelik”i dönüştürdüler, yürüttükleri sivil inisiyatif

eylemlerle yeni bir siyasallaşma biçimini gösterdiler ve bu direnişleriyle farklı bir

kamusallık inşasını sağladılar (Genç Yılmaz, 2014: 65). Kamusal alanı

dönüştürücü gücü ve yeni bir siyasallaşma biçimi devletin dikkatini çekti ve

eylemlere yönelik polis şiddeti kullanıldı. Ancak Kürt sorununun çözümü üzerine

görüşmelerin başlamasıyla birlikte Türkiye’de hükümet uzun bir süre Cumartesi

22 90’lardaki faili meçhul cinayetlerinin ortaya çıkarılması ve Türkiye’de Kürt sorununun

çözümü için başlatılan çözüm sürecinin devam etmesi için Temizöz ve Diğerleri davasının
başlaması önemli bir gelişme olarak değerlendirilmiştir. Dava ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için
bkz http://www.tesev.org.tr/baris-surecinin-basarili-olmasi-icin-faili-mechul-cinayetlerin-
aydinlatilmasi-gerekiyor/Icerik/18.html (Erişim 19.07.2015).

185


Anneleri’nin görüşme talebini reddederek görmezlikten gelse de sonunda

görüşmek zorunda kalmıştır. Halen Galatasaray Meydanı’nda eylemlerine devam

eden Cumartesi Anneleri Kürt sorununun çözümü için en önemli toplumsal

hareketlerden biridir.

Karşı hafıza bölümünde bahsettiğim üzere, karşı-yas ile oluşan siyaset

alanı insanları sürekli eyleme çağırma potansiyeli içerir. Mezarsız yakınları için

eylem yapan anneler, öldürülen kişinin yakınları ve insan hakları savunucuların

mezarı bulununcaya kadar adalet arayışlarının bitmeyeceğine dair kararlılıkları

ile karşı-yasın bir barış ve hak mücadelesi haline gelmesini sağlamaktadır. Öyle

ki kayıplar için sembol haline gelmiş Hasan Ocak'ın annesi Emine Ocak’ın,

oğlunun kemikleri bulunsa bile diğer kayıpların mezarları olmadan mutlu

olamayacağını söylemesi bunun en net ifadesidir. 23 Her açılan mezar bir hikayeyi

ortaya çıkarırken, her gömülecek cenaze de yeni kurucu etkileri içerme

potansiyelini barındırır. Yasın ortaklaştırıcılığıyla bir zeminde birleşmeye imkan

yaratılmış olunur. Kayıpların ve mücadeleyi yürütenlerin ortak acıları onları,

karşı hafızanın kurucuları olarak birer hakikat arayışına dönüştürmektedir.

23 Emine Ocak’ın yaşadıklarını anlattığı röportaj için:

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/232701/Hasan_Ocak_in_annesi__Oglumun_do
syasini_kapatmasinlar.html

186


III.VII.V Türkiye deneyimi için sonuç

Türkiye’de toplu mezarlar ile hafıza ilişkisi üzerinden yürüyen

mücadelede, öne çıkan üç ayrı deneyimi mücadeleyi yürüten aktörler,

mücadelede kullanılan yöntemler ve mücadelenin bireysel ve kolektif hafızayla

ilişkisi üzerinden bir inceleme yapılmaya çalışılmıştır. Her üç deneyimde,

mücadelenin dinamiğini oluşturan aktörler, geçmişte yaşanan olayların acılarını

taşıyan yakınlar, sivil toplum örgütleri, yerel siyasetçiler ve muhalif

örgütlenmeler olarak öne çıkmaktadır. Hafızanın siyasallığında, Kürt siyasi

hareketinin Kürt kimliğindeki kurucu etkisi yadsınamaz. Aynı zamanda bölümün

başında anlattığım, Kürt siyasi hareketinin 2000’li yıllarda ortak yaşam ve

demokrasi söyleminin de pratikte hafıza mücadelesine etkisi görülmektedir. Tüm

bu siyasal etkilerin yanı sıra, acıya, yasa, ölüme dair bireysel hafızalar kimi

zaman kişisel anmalarda, kimi zaman ölen kişilerin fotoğrafları gibi sembollerde,

kimi zaman da mezarında bir dua okuyabilme isteminde kendini göstermektedir.

Dolayısıyla bireysel hafıza ile kolektif hafıza ilişkisel bir şekilde var olmaktadır.

Barış ve adalet söylemiyle iç içe geçen canlı bir hafızanın varlığı söz konusudur.

Bu yaklaşım kendini, ölen kişilerin heykellerinde, meydan ve cadde isimlerinde,

park isimlerinde ve anıtlarda, yaşama dahil edildiği alternatif hafıza mekânları

olarak göstermektedir. Ancak ulusal hafızaya ait hafıza mekânlarından farklı

olarak, belgeseller, kişisel günlüğe dayalı kitaplar, mezarlar üzerine yazılan

şarkılarla çeşitlenmekte, devletin baskısıyla resmi olarak var olamayan hafıza

kendine alternatif alanlar yaratmaktadır. Bu alternatif hafıza alanlarının yanı sıra,

bizzat toplu mezarları henüz daha açılıp yeniden gömülme olmadan bile birer

bellek manzarasına dönüştüren, mekân ve zamanla sıkı sıkıya bağ kuran bir

187


hafıza söz konusudur. Tüm bu karşı hafıza uzamları, her defasında devletin ulusal

hafızasıyla çatışmakta; bu çatışma hali, farklı öznelerce kurgulanan kolektif

hafızaların siyasallığına içkin bir şekilde gerçekleşmektedir. Hafızaların

çatışmaları, sadece mezarların varlığı üzerinden değil, aynı zamanda mezarlarda

olan kişilerin kimler olduğu, ne için öldükleri gibi mezarların varlığının ortaya

çıkmasıyla da devam etmektedir. Devlet için bu çatışma alanı, kendi ulusal

hafızasının anlatısını reforme etmek olarak görülürken, Kürtler için kolektif

hafıza genişleyen ve dinamik bir hafızaya dönüşmektedir.

188


SONUÇ

Günümüzde, geçmişteki ağır katliamlarla hesaplaşma; adalet, hatırlama ve

barış ile ilişkilendirilmektedir. Hatırlama aracılığıyla adalete ulaşmaya

çalışanların unutturma politikalarıyla karşılaşarak toplumsal uyumu tehlikeye

atacağına dair yaklaşım çok eskilerde kalmış durumdadır. Burada hatırlama;

yıllardır susmak zorunda kalanların sesinin duyulması, bireysel ve toplumsal

terapiye hizmet etmesi açısından önemli bir yere oturmaktadır. Hatırlamak her

zaman nihai amaç olmayabilir ancak adalet ve barışa giden yolda önemli bir yere

sahiptir. Hatırlama süreci, hakikatlerin ortaya çıkmasına ve mağdurların

hikayelerinin kamusal olarak anlatılmasına hizmet eder.

Çalışmada toplumsal aktörlerce, toplu mezarlarla ilişkili olarak karşı

hafıza inşa sürecine bakmak amaçlanmıştır. Bu anlamda toplu mezarlar

üzerinden informel mekanizmaların ve görünmez olan hafıza deneyimlerinin

ortaya çıkarılmasına odaklanılmıştır. Böylece, tez çalışmasında odaklandığım ana

eksen; toplu mezarlar gerçeğinden hareketle kolektif hafızanın iki ayrı biçimine

bakmak olmuştur. Bu odak etrafında, kayıp giden ve mezarsız bırakılan

insanların başına gelen felaketlerle yüzleşmek aracılığıyla toplumsal hafızanın

ortak bir şekilde onarılması ya da yeniden inşası mümkün müdür sorusu

yanıtlanmaya çalışılmıştır. Bu inşa süreçlerinde ise toplumsal alanda birden fazla

hafızanın farklı özneler tarafından inşa edildiği görülmüştür.

Bu anlamda incelenen İspanya ve Türkiye deneyiminde ortaya çıkan

sembollerin, anmaların ve eylemlerin karşı hafızaya nasıl dahil olduğu

incelenmiştir. Tüm bu çabayla birlikte, toplu mezarların açılmasının neden

189


sadece teknik ve hukuki bir süreç olmadığını aynı zamanda politik ve toplumsal

bir konu olduğu okuyucunun ilgisine sunulmuştur. Bunu da kolektif

hafızamızdan nelerin yitip gittiğini kimlerin bilerek dahil edilmediğini görerek

anlamak mümkündür. Sonuç olarak, kolektif hafızanın inşasında özneleri

merkeze alarak bakmak, ilerde toplumsal barışın inşası ve geçmişle yüzleşme

alanlarında kiminle nasıl yüzleşileceğine ve kalıcı bir barışın nasıl

oluşturulacağına dair bize önemli ipuçları vermektedir.

Çalışmada vaka inceleme yöntemi kullanılmış; bu amaçla Türkiye ve

İspanya deneyimleri seçilmiştir. İspanya deneyimi, hafıza mücadelesinin güçlü

olması ve özellikle toplu mezarlar etrafında şekillenmiş zengin bir tartışma alanı

sunmasından dolayı seçilmiştir. Geçmişte benzer felaketler yaşamış ve tez

çalışmasında faydalanılan Arjantin, Guatemala, Peru deneyimlerinde de oldukça

güçlü hafıza mücadele deneyimi mevcuttur. Ancak İspanya, bu deneyimlerden,

toplu mezarlar merkezinde hafıza ve geçmişle yüzleşme süreçlerini yaşamış bir

ülke olarak farklılaşmaktadır. Ayrıca devletin bu sürece çıkardığı hafıza yasası ile

dahil olması, İspanya’nın hafıza dinamiği yaklaşımı çerçevesinde incelenmesinde

oldukça uygun ve özgün bir deneyim olmasını sağlamıştır. Bununla birlikte,

Avrupa’da hafıza yasasının çıkarıldığı başka ülkeler de bulunmaktadır. Ancak

İspanya’daki hafıza yasası, toplu mezarların nasıl açılacağı, yerel örgütlerle

devletin nasıl bir ilişki kurucağı, yeniden gömülme işlemlerinin tanıklıklarla nasıl

yapılacağına dair ayrıntılı bir içeriğe sahip olması, hafıza siyasetinde öznelerin

çoğalmasında, farklılık ve heterojenliğin artmasında etkili olmuştur. Karşı hafıza

mücadelesinin, diyalektik bir şekilde devletin resmi hafızasıyla etkileşimi ortaya

konmuştur. Hafıza mücadelesi örgütleri geçiş dönemi adaleti süreci boyunca,

190


devletin ulusal hafızasına nüfus eden, devleti tabandan mücadeleyi ve mağdurları

görmesi için zorlayan bir pozisyonda olmuştur. Yasa çıkmasına rağmen, örneğin

mezarların açılması için devletin ayrı bir bütçe temin etmemesinin örgütler

tarafından resmi komisyonda eleştirilmesi buna örnek verilebilir. Hafıza

yasasıyla ise devlet zaman zaman bu süreçlerin içerisinde yer alarak ulusal

hafızanın karşı hafıza mücadelesiyle şekillenmesi söz konusu olmuştur. Bu

şekillenme hafıza yasası dışında en açık şekilde, Franco dönemine ait bazı

sembollerin, anmaların ve heykellerin kaldırılmasıyla hafızanın onarılmasına

hizmet etmesidir. Ancak bazen ulusal hafıza ile karşı hafızanın etkileşimi, Af

Yasası’nın çıkarıldığı dönemde olduğu gibi geçmişi tamamen kapatıp, hakikatin

üstünün örtülmesi olarak ortaya çıkmıştır. Bir diğer örnek, devletin mezarların

açılması için hafıza yasasın çıkarmış olmasına rağmen, yeniden gömülmelerde

cenaze törenlerine devlet yetkililerinin katılmamasıdır. Tüm bu süreçlerde,

devletin ve karşı hafıza inşasını yürüten taban örgütlerinin ve mağdurların

etkileşimi dinamik bir şekilde ilerlemiştir. Elbette devletin yeniden uzlaşma ve

barış siyasetini resmi olarak başlatmış olması, İspanya’da ulusal hafıza ile karşı

hafızanın karşılaştığı daha fazla anların ve durumların olmasınde etkili olmuştur.

İspanya’nın hafıza düzeneği üç dönem etrafında incelenmiştir. Birinci

dönem, Franco dikta dönemi ve iç savaşın yaşandığı, ikinci dönem Franco’nun

ölümüyle başlayan ve 2004 yılına kadar süren dönem ve üçüncü dönem ise 2004

ve sonrasında geçiş dönemi adaleti sürecinin yürütüldüğü dönemdir. İspanya’da

ulusal hafıza milliyetçiliğin en yoğun olarak varlığını hissettirdiği Franco

döneminde şekillenmiştir. Ancak sonrasında merkezi kimlikler yanı sıra güçlü

bölgesel kimliklerin olmasının, güçlenen işçi ve öğrenci hareketlerinin ve ülkenin

191


değişen ekonomik süreçlere entegrasyonun etkisiyle ulusal kimlik homojen ve

tek bir şekilde devam etmemiştir. Tüm bu sebeplerle birlikte İspanya’nın

geleneksel bir ulus-devlet tanımına uymadığını söylemek mümkündür. İspanya,

homojen bir İspanyol kimliğinin oluşumunda kısmen başarısız olmuş bir ülkedir.

Buna karşın Türkiye’de ulusal kimlikte Türk milliyetçiliği kurucu bir ideoloji

olarak şekillenmiştir. Bu temel fark, Türkiye’de sorunun etnik bir sorun

olmasıyla da ilişkilidir. İspanya’da Franco rejimine muhalif Cumhuriyetçiler başta

olmak üzere tüm kesimler düşmanlaştırılarak mezarsız bırakılırken, Türkiye’deki

kurucu ideolojiyle ilişkili olarak farklı etnik kimlikler “iç düşman” olarak

görülmüştür. Bu nedenle Türkiye’de “etnik mezar”lar bulunmaktadır.

Türkiye, İspanya deneyimleri yanı sıra Guatemala gibi ülkelerin

deneyimleri göstermiştir ki; devletin azınlık, yerli ya da farklı kimlikten ve siyasi

görüşten grupların hafızalarının oluşumuna imkan tanımaması; baskılanan

grupları, kendi hafızalarını resmi olmayan yöntemlerle oluşturmalarına

itmektedir. Hakim olan hafızaya dahil edilmemeleri, bir nevi kendi alternatif

alanlarında hafızalarını inşa etmeye ve korumaya yönelmelerine neden olmuştur.

Bu baskılarla ortaya çıkan gruplar hafızanın inşasında öznelerin çeşitlenmesine

ve tabandan örgütlenmesine de etki etmiştir.

Ferrándiz’in (2006, 2008) çalışmalarından hareketle, mezarların

açılmasıyla en geniş anlamda mağdurların hak ve adalet taleplerinin

yükselebileceği, genişleyebileceği bir siyasal zemin oluşmaktadır. Bu siyasal

zemin bir kere oluştuğunda, deyim yerindeyse hafıza kendi öznesine kavuşur. Bu

anlamda mezar açma süreçleriyle toplu mezarlar etrafında oluşan, anlatılar,

anıtlar, anmalar, dualar, tanıklıklar..hepsi bir hafıza alanı oluşturur.

192


Hafıza inşa süreci, Jelin’in “bellek uğraşısı” kavramından hareketle,

insanların aktif olarak dahil olduğu dinamik bir süreç olarak ele alınmıştır. Bu

anlamda devletin insanları sadece birer hafıza tayışıcı yada arşivleyicisi olarak

pasif bir şekilde konumlandırması eleştirilerek, geçmişin yeniden kurulmasında

mağdurlar, yakınlar, sivil toplum örgütleri ve hafıza hareketlerinin çabaları farklı

hafızalara imkan veren birer bellek uğraşısı olarak ele alınmıştır. Karşı hafıza

bilimsel bir şekilde sunulan, donuk tarih karşısında heterojen, farklılık ve çokluk

içeren bir olgu olarak ele alınmıştır. Tanıklıklar, sözlü tarih çalışmaları, gündelik

yaşama ait günlükler, fotoğraflar aracılığıyla hafızanın şekillenmesi çok daha

demokratik ve eşitlikçi bir şekilde öznelerin inşa sürecine katılmasına imkan

tanımaktadır. Çalışmada İspanya deneyimi için daha yakından incelediğim

ARMH ve Hafıza için Forum, bu çerçevede oldukça dinamik bir bellek siyaseti

alanı sunmaktadır. Öncelikle İspanya’da hafıza mücadelesine demokrasiye geçiş

süreciyle birlikte devlet de dahil olmuştur. Aynı zamanda bu mücadele içinde

önemli ulusal sivil toplum örgütleri, onlarca yerel örgütler ve bireyler katılmıştır.

İspanya için yeni bir kolektif hafıza farklı öznelerce farklı şekilde inşa

edilmektedir. Ancak özneler arasındaki etkileşimle, bireysel olanla kolektif

hafızanın diyalektik bir şekilde ilişkiye geçtiği görülmüştür. Bu etkileşimin en

somut örneği 2007 devletin çıkardığı hafıza yasası arıcılığıyla, devlet ve devlet

kurumlarının, yetkililerinin karşı hafıza mücadelesi yürüten toplumsal gruplarla

birlikte çalışma ve ilişkiye geçme deneyimi olmuştur. Her ne kadar yasa ve

sonrasında gelen yasal düzenlemeler yetersiz bulunsa da baskı altındaki

Cumhuriyetçilerin hafızalarına dair ilk defa bu kapsamda devletin sürece dahil

olduğu bir dönem yaşanmıştır. Bu süreç, hafıza hareketlerinin mücadelelerinin

193


daha görünür olmasına, kamusal farkındalığı artırabilmelerine ve tanıklıkların,

hikayelerin toplumda daha geniş bir kesime ulaşabilmesine imkan sağlamıştır.

İspanya deneyimi hafıza mücadelesinin önünün açılması ve toplumsallaşması için

devletin geçmişle yüzleşmeye dair adım atmasının ne kadar etkili olabileceğini

gösteren önemli bir deneyimdir. Bu süreçte, devletin yine de kendi “ulusal

hafızası”nı onarmaya çalıştığı görülmüştür. Ancak buna rağmen, mağdurların

örgütlülüğü, toplu mezarların mekan ve tanıklıklarla kurduğu güçlü ilişkinin

etkisi ve muhalif sol örgütlerin desteğiyle hafıza mücadelesi büyümüş ve üstü

örtülen hakikatler ortaya çıkmıştır.

İspanya deneyiminde öne çıkan bir diğer nokta, devletin yüzleşmeye

dair kapsamlı adımlar atması beklenmeden gayri-resmi mekanizmaların hafıza

hareketlerince inşa edilmesidir. Özellikle bilimsel ve teknik desteğe ihtiyacın

yoğun olduğu toplu mezarlar mücadelesinde– kazıların yapılması, DNA tespitleri,

dokuların muhafaza edilmesi gibi – hafıza yasası çıkmasına rağmen devletin

bütçe ayırmamasıyla ARMH gerekli aletleri, bütçeyi ve uzman desteğini yerel

yönetimler, gönüllü kişiler, uluslararası ağlar aracılığıyla oluşturmuştur. Devlet

bir yandan “kolektif hafızanın onarılmasında” yetersiz olduğu yönünde

eleştirilmiş ve devlete daha fazla adım atmasını hatırlatıcı eylemler devam

ettirilmiş, bir yandan da toplu mezarların açılma ve kimliklerin tespit edilme

işlemlerine tabandan oluşturulan yöntemlerle devam ettirilmiştir. Bu yaklaşım,

hem devleti zorlayıcı bir etkiye yol açmış hem de mücadelenin sadece devlete

bırakılmasının önüne geçilerek toplumsallaşmasını sağlamıştır. Bu nedenle,

demokratik rejime geçişin olduğu ülkelerde dahi toplumsal öznelerin aktif bir

194


şekilde mücadelelerine devam etmeleri hafızanın dinamik yapısının korunmasına

etkili olabilmektedir.

Çalışmada irdelenmek istenen temel soru; toplu mezarların ve yeniden

gömülmelerin hafıza ile kesişmeleri durumunda ne olacağıdır. Bu soruya toplu

mezarların birer “bellek manzarası” dönüşmesiyle ilişkili olarak yanıt aranmıştır.

Bellek manzarası tanımının mezarlar üzerinden tanımlanmasına literatür

bölümünde Ferrándiz ve Robben (2015)’e dayanarak sunulan altı neden İspanya

ve Türkiye için ortaya konmuştur. Bu altı neden çerçevesinde iki ülke

deneyiminde de toplu mezarlar; kitlesel ölümlerin anlamlandırılması, kemiklerin

rahatsız edici gücünün ortaya çıkması, öldürülen insanlardan kalanların etkisiyle

uygulanan nekro-siyaseti tanımlamaya imkan sağlaması, delillerle hukuki

mücadeleyi başlatması, yas tutabilmenin etkisini göstermesi ve tanıklıkları

çağaltan etkisi çerçevesinde incelenmiştir.

Toplu mezarlar her iki ülke deneyiminde de devletin geçmişte uyguladığı

kitlesel şiddetin sonuçlarını gösteren önemli hafıza mekanları olduğu

anlaşılmıştır. İspanya’da Franco döneminin şiddet pratiklerini incelemede toplu

mezarlar, insanları rahatsız eden deliller sunmuştur. Türkiye için de toplu

mezarların ilk defa gayri-resmi yöntemlerle açılmaya başladığı 2000’li yılların

başında, 90’lı yıllardaki şiddetin gözler önüne serilmesi açısından önemli bir etki

yaratmıştır. Bellek manzarası olarak toplu mezarlar, çıkarılan kemiklerin, doku

örneklerin geçmişi yeniden yorumlamadaki ezici ve ağır etkisiyle beden merkezli

bir nekro-siyaseti ortaya sermektedir. Bulunan kemikler tüm çarpıcı etkisiyle

geçmişi hatırlatırken, aynı zamanda hukuksal mücadelenin de zeminini

oluşturmuştur. Bunda, gelişen adli tıp tekniklerinin etkisi büyüktür; İspanya

195


deneyiminde bedenlerden arta kalanların bilimsel olarak da hafızanın inşa

sürecine katkı sunmasını sağlamıştır. İspanya’da ailelerin kayıplarını yeniden

gömerken onları kültürel ritüelleriyle sonsuzluğa uğurlamaları kayıpların yıllar

sonra yeniden sahiplenmesiyle sonuçlanmıştır. Bu sonuç Türkiye’de ise daha çok

ailelerin kendi ifadeleriyle halen bir tür yas tutabilme ya da kendi dini ve kültürel

ritüelleriyle gömebilme istemiyle kalmakta; bununla birlikte tanıklıklarda,

ailelerin taleplerinin arasında bu istemin ağır bastığı anlaşılmaktadır. Toplu

mezarları “bellek manzarası” yapan özelliklerden biri olan; mezarların etrafında

mekanla sıkı sıkıya ilişkiye geçmiş tanıkların varlığı, mezarların açılmasıyla

birlikte geçmişte yaşananların ortaya çıkarılmasında etkili olmaktadır.

İspanya’da bu oldukça etkin bir şekilde sürdürülmüş; mezarların açıldığı yerde

mekanla güçlü bir ilişki kurularak tanıklıklar gerçekleşmiştir. Türkiye için böyle

bir resmi ve açıktan mekan üzerinden bir tanıklık ve şahitlik söz konusu olmasa

da, çeşitli gayri resmi hafızayı ortaya çıkarma yöntemlerinde görüldüğü üzere

tanıklıkların mekan üzerinden kurduğu ilişki çok güçlüdür; Newala Qesaba

önemli bir deneyim olarak öne çıkmaktadır. Aileler mezarın olduğu yere gidip

yas tuttuklarını belirtmişlerdir. Dolayısıyla tüm bu etkilerle birleştiğinde, toplu

mezarlar her iki ülke deneyiminde de hafızanın yeniden inşasında oldukça güçlü

bir yere sahiptir. Türkiye’de önemli diğer iki toplu mezar deneyimi, Çemişgezenk

; sivil itaatsizlik eylemiyle açılan ve bir günlüğün hafızanın kaynağı olduğu bir

örnek olarak ele alınmıştır. Bir diğeri ise; Çatak-Görentaş toplu mezarı, hukuki

mücadelenin öne çıktığı ve bu anlamda hukuki kazanımla açılan ilk toplu mezar

olması açısından incelenmiştir. Bu üç toplu mezar incelenirken, resmi tarihin

karmaşık, profesyonel ve bilimsel yöntemlerinin aksine, popüler hafızaya ait

196


kaynaklardan; belgesel, günlük, semboller, tanıklıklar, haberler, şarkı ve

çevrimiçi adreslerden faydalanılmıştır. Aynı zamanda her üç deneyimde de

devletin karşı hafıza mücadelesine verdiği tepkiler de incelenmiştir. Türkiye için

ulusal hafıza ile karşı hafızanın etkileşimi İspanya’dan farklı bir şekilde

ilerlemektedir. Öncelikle mezarların bulunmasına karşı devletin tepkisi ya

susmak ya da yok saymak üzerinden olmuştur; bulunan mezarlara dair devletin

resmi kurumlarınca yapılan bir açıklama olmamıştır. Diğer yandan, yürütülen

hukuki mücadelelerde yargının verdiği kararlar, devletin geçmişte yaşanmış

politik şiddetin tarihinin ortaya çıkarılmasına karşı inkar politikasını devam

ettirdiğini göstermiştir. Özellikle güncel durumda, devletin karşı hafızaya tepkisi

yok sayma ve inkarı da aşarak, karşı hafıza mekanlarını, anıtları, parkları ya da

sembolleri yok etme yönünde olmuştur. Türkiye’de devletin toplu mezarlara

ilişkin hafızanın inşasına dahil olması çok genel çerçevede yok sayma ya da inkar

yoluyla gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Ancak elbette, tabandan yürütülen

hafıza mücadelesinin devleti zorlayan ve adım atmasını sağlayan kazanımları

mevcuttur. Cumartesi Anneleri’ni yıllardır görmeyen hükümetin, çözüm süreci

başladığında Cumartesi Anneleri’yle görüşmek zorunda kalması bu duruma

örnek olarak gösterilebilir. Ya da Görendaş’daki hukuki mücadelede devlet her ne

kadar isteksiz olsa da hukuken başarılı bir mücadele yürütülmesi, devletin bu

gerçeği kabul etmesine yol açmıştır. Tüm bu durumlar, Türkiye’de devletin ve

diğer öznelerin hafıza siyaseti zeminindeki çatışmalı karşılaşmalarını

göstermektedir.

Toplu mezarlar ve kayıplar Türkiye’de barış hareketinin örgütlenmesinde

ana eksenlerden birini oluşturmuştur. Özellikle 90’larda göçle şiddetin

197


sonuçlarının metropollere taşınması mücadele alanını ve aktörleri de

dönüştürmüştür. Cumartesi Anneleri’nin İstanbul’un en popüler ve işlek yeri olan

Galatasaray Meydanı’nda hiç konuşulmayan ve Türkiye’nin batısının bilmediği

bir gerçek olan kayıpları kamusal alana taşımaları büyük bir etki yaratmıştır.

Annelerin beyaz tülbent takması, kucaklarında kayıp kişilerin renkli

fotoğraflarını taşımaları, her hafta düzenli olarak meydanda eylemlerini

sürdürmeleri, kayıplar mücadelesinin kamusal alana taşınmasını sağlamıştır.

Kamusal alana taşırken, kişisel anmalar, görselleştirmeler, sloganlar, bedenin bir

eylem alanı olarak kullanılması gibi yöntemleri yaratıcı bir şekilde

kullanmaktalar. Cumartesi Anneleri’nin oluşturduğu yeni bir siyasallaşma biçimi

insanları mücadeleye çağıran bir etkiye yol açmıştır. Böylece bu kamusal alan;

annelerin eylemleriyle sadece mağdur yakınlarını değil, insan hakları

savunucularını, avukatları, aktivistleri mücadeleye dahil eden bir etki

yaratmıştır.

Kayıpların bulundukları toplu mezarların ya da kaybedildikleri yerlerin bir

çoğu İstanbul’daki eylemin yapıldığı meydandan çok uzaklarda olmasına rağmen,

semboller, sloganlar ve annelerin bedenlerini eylem için kullanma biçimleri,

198


meydanı güçlü bir hafıza alanına dönüştürmüştür. Sadece oradan geçip giden

toplumdaki kişiler için değil, yıllardır aynı yerde eylem yapan anneler için de

meydan önemli bir hafıza mekanına dönüşmüştür. Anneler için mezarlarla

eşleşen bir tür mekan haline gelmesini, Cumartesi annesi olan Hanım Tosun’un

bir röportajındaki “Oraya [Galatasaray Meydanı] her gittiğimizde (kendisi ve beş

çocuğu), mezarının başına gitmiş gibi hissediyoruz kendimizi.”24 İfadesi ortaya

koymaktadır. Bu ifade annelerin adalet, barış ve kendi yakınları için yas

tutabilme taleplerini gerçekleştirmede, Galatasaray Meydanı’nı mücadeleyle

kazanılmış ortak bir kamusal alan olarak tanımladıklarını göstermektedir.

Cumartesi Anneleri yanı sıra, Kürt illerinde aktif bir şekilde mücadele yürüten

Meya-Der, Tuhad-Fed, İHD gibi örgütler, daha çok mezarların açılması için

kamusal farkındalığı artırıcı eylemler örgütlemişlerdir. Hüsnü Yıldız’ın abisi için

yürüttüğü mücadele bireysel olarak başlayarak genişleyen ve kazanımla

sonuçlanan bir deneyimdir. Özetle, Türkiye’de sivil toplum örgütleri ve

kayıpların yakınları tarafından kurulan insiyatifler daha çok devletin inkarını

bozmaya ve toplumsal farkındalık oluşturmak, kamuoyunu bilgilendirmek ve

aktivizmle mezarlara dikkat çekmeye odaklanmaktadır.

24 http://researchturkey.org/tr/politics-of-truth-seeking-and-the-saturday-mothers-of-turkey/

199


İspanya’da toplu mezarların açılmasına yönelik yürütülen mücadele, geçmişle

hesaplaşma ve geçiş dönemi adaleti sürecinin başlamasında büyük bir etkiye

sahip olmuştur. Toplu mezarların açılmasıyla ilişkili olan hafızanın hızla

yayılması geçmişin sorgulanmasında politik bir eksen yaratmıştır. Türkiye için de

90’ların en karanlık uygulamalarıyla hesaplaşmada toplu mezarların açılması

önemli bir yerde dururken; halen devletin mezarları açmada inkar düzeyinde

kaldığı tekrardan belirtilmelidir. Ancak özellikle hukuksal süreçlerin aksak ve

zorlu da olsa ilerlemiş olması bu inkarı kırmakta, mezarlara dair hakikatin sivil

toplum tarafından yayılması sorgulayıcı bir etki yaratabilmektedir. Bugün hala

çatışmalı süreçte dahi sivil toplumun mezarların bir hakikat komisyonu

aracılığıyla açılması talebini canlı tutması önemli bir yere sahiptir. Resmi bir

barış anlaşması olmasa dahi, mezarların açılmasının sağlanması geçmişle

yüzleşmede devleti ve Türkiye toplumunu hazırlamada önemli bir etken

olacaktır.

Geçmişle hesaplaşma gerçekleşmiş olmasa dahi, incelediğim konu

bağlamında Kürtlerin hafıza mücadelesinin, homojen ve üstten kurulan ulusal

hafızaya meydan okuması anlamında oldukça kıymetli bir yerde durmaktadır.

200


Yıllardır suskun kalınan, resmi tarihte sorgulanmayan pek çok tabu konusunun

sorgulanır olması ve büyük anlatının parçalanmasında Kürtlerin karşı hafıza

mücadelesinin etkisi çoktur. Bu parçalanma elbette sadece Kürtlerin kolektif

kimliğinde etki yaratmamakta; diğer azınlık grupları ve ezilmiş gruplar için de bir

çatlak zemin sunmaktadır. Newala Qesaba deneyiminde olduğu üzere, mezar

hakkında gerçekler anlatılmaya başlandıkça bu derenin daha önce de Ermenlilere

ait mezarların olduğuna dair hikayeler günyüzüne çıkmaya başlamıştır.25

Geçmişte yaşanan kitlesel şiddetin travmatik sonuçlarına dair hafızanın,

bireysel ve kolektif hafıza olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Ancak kolektif

hafızanın özellikle baskılanan kimlikle kurduğu ilişkiyle birlikte siyasallaşması ve

de kimliğe eklemlenmesiyle kolektif hafızanın bireysel hafızaya kıyasla daha çok

öne çıkarılması yönünde bir sonuç ortaya çıkabilmektedir. İspanya’da mezarların

açılmasına dair örgütlenen ARMH ile Hafıza için Forum’un hafızanın sahibinin

acıyı taşıyan yakınlarının mı yoksa politik bağı kuran yoldaşların mı olduğu

tartışması literatürde tartıştığım bireysel hafıza ile kolektif hafıza ikiliği

25 “Ölü ve Diri” belgeselinin yönetmeni Murat Kocaman’ın Agos Gazetesi’ne verdiği röportajda

görüştükleri kişilerin Kasaplar Deresi’nde 1900 yıllarda Ermenilerin katledildiğini


anlattıklarını belirtmiştir. Röportaj için bkz:
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/12346/kasaplar-deresi-ve-yuzlesme-uzerine-bir-film-olu-
ve-de-diri

201


sorununa dek gelmektedir. Bir etnik grubun ya da siyasi grubun mücadelesiyle

ilişkili olarak inşa edilen hafızada bireysel olan hafızanın, bireysel acının ve

hikayenin ötelenmesi ya da arka plana itilmesi söz konusu olabilmektedir.

Toplumsal olarak yaşananlardan ötürü travmayla baş etmede, bireysel yas tutma,

her iki ülke deneyiminde de tanıklıklarla ortaya çıkan önemli bir durumdur.

Diğer yandan çalışmada bireysel ile kolektif hafızanın tamamen ayrı ve karşıtlık

üzerinden kurulmadığı, bir diyalektik içerisinde oldukları görülmüştür. Bu

nedenle kişilerin mezarlar ve kayıplara dair bireysel anıları, hikayeleri aynı

zamanda kolektif hafızayı da inşa eden hafızalar olarak ele alınmalıdır.

İspanya ve Türkiye deneyimleri göstermiştir ki karşı hafızanın yarattığı bu

çatlaklara karşı devlet kayıtsız kalmamakta, hele ki saklamak istediği geçmişte

işlediği korkunç bir katliam ise bunu tüm ideolojik aygıtlarını kullanarak

yapmaktan çekinmemektedir. Özellikle toplu mezarların birer hafıza mekanı

haline gelmesinin önüne geçmeye yönelmesi söz konusudur; bu nedenle Türkiye

örneğinde olduğu gibi kemiklerin ya da kalıntıların ortaya çıkması devlet için

tehlikelidir; sonuç olarak ya yok sayılır ya da üstü örtünmeye çalışılır. Devletin

tutumu daha önce belirtildiği üzere, kendi ulusal hafızasını inşa etmeye devam

etme yönünde olacaktır. Dolayısıyla İspanya deneyiminin gösterdiği üzere, sorun

çözülse ya da demokratik bir rejime geçiş olsa da farklı hafızaların birbiriyle

çatıştığı ve hafıza mücadelesinin devam ettiği belirtilmelidir. Geçmişte

felakatlerle dolu bir tarihe sahip ülkenin demokrasiye geçişle birlikte mevcut

halini koruma istemi, yeniden eski rejime dönme tehlikesinin yarattığı endişe ya

da demokratik rejime geçtikten sonra eski defterlerin kurcalanmasının bir risk

olarak görülmesi, farklı hafızaların oluşumunun engellenmesinde etkili

202


olabilmektedir. Bu da demokratik yönetimin olması ve gerekli yasaların

çıkarılması, mağdurların birer özne olarak konuşabilmelerinin önünde bir

anlamda engel olmaktadır. Bu ikilem, çatışma sonrası barış anlaşmasının

yapıldığı pek çok ülke için geçerlidir. Bu nedenle, demokrasiye geçiş oldukça

uzun süreçli, mağdurların aktif özneler olarak katıldığı karmaşık ve dinamik

süreçler olarak düşünülmelidir.

203


KAYNAKÇA

Agamben, G. (1999). Tanık ve Arşiv, Auschewitz’den Artakalanlar. Ankara: Dipnot Yayınları.

Aguilar, P. (2008). Transitional or Post-transitional Justice? Recent Developments in the

Spanish Case. South European Society and Politics, 13 (January 2015), 417–433.

Aguilar, P., & Humlebaek, C. (2002). Collective Memory and National Identity in the

Spanish Democracy: The Legacies of Francoism and the Civil War. History & Memory,

14(1), 121.

Akçam, T. (20o8). Türk Ulusal Kimliği Üzerine Bazı Tezler. Bora, T., Gültekingil, M. Modern

Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 4 ,Milliyetçilik, İstanbul: İletişim Yayınları.

Aktoprak, E. (2010). Devletler ve Ulusları: Batı Avrupa’da Milliyetçilik ve Ulusal Azınlık

Sorunları. Ankara: Tan Kitapevi Yayınları.

Akçura, B. (2009). Devletin Kürt Filmi: 1925-2009 Kürt Raporları. İstanbul: New Age Yayınları.

Alpkaya, G., Altıntaş, İ., Sevdiren, Ö., & Ataktürk Sevimli, E. (2014). Zorla Kaybetmeler ve

Yargının Tutumu. İstanbul.

Altınay, A. G., & Çetin, F. (2004). Torunlar. İstanbul: Metis Yayınları.

Altınay, A. (2014). Gendered silences , gendered memories. Eurozine, 1–15.

Andreas, H. (2003). Present Pasts: Urban Palimpsests and the Politics of Memory. California:

Standford University Press.

Arslan, G. (2013). On binler toplu mezarlar için Kasaplar Deresine yürüdü.

http://newalaqesaba.blogspot.com.tr/2013/03/on-binler-toplu-mezarlar-icin

kasaplar.html?view=snapshot. Erişim Tarihi: 10 Eylül 2016.

Arslan, G. (2013). Newala Qesaba, http://newalaqesaba.blogspot.com.tr/.

204


Assmann, A. (2006). Memory, Individual and Collective. (R. E. Goodin & C. Tilly, Eds.).

Oxford: Oxford University Press.

Assmann, A. (2012). To Remember or to Forget: Which Way Out of a Shared History of

Violence? New York: Palgrave Macmillan.

Assmann, A., & Shortt, L. (2012). Memory and Political Change. (A. Assmann & L. Shortt,

Eds.). New York: Palgrave Macmillan.

Assmann, J. (2003). Kültürel Bellek (2. Baskı). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Aydın, D. (2005). Mobilizing the Kurds in Turkey: Newroz as a Myth. Ortadoğu Teknik

Üniversitesi. Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi. Yüksek Lisans Tezi. Ankara.

Aykan, B. (2012). Unesco ve Kültürel Mirasın Milliyeti. P. M. Parmaksız Yelsalı (Ed.), Neye

Yarar Hatıralar? Bellek ve Siyaset Çalışmaları. Ankara: Phoenix.

Bell, D. (2003). Mythscapes: memory, mythology, and national identity. The British Journal

of Sociology, 54(1), 63–81.

Benedick, A. (2011). Hayali Cemaatler. İstanbul: Metis Yayınları.

Bevernage, B. (2010). Writing the Past Out of the Present : History and the Politics of Time

in Transitional Justice, Historical Workshop Journal, 69, 111-131.

Bevernage, Berber; Colaert, L. (2014). History from the grave? Politics of time in Spanish

mass grave exhumations. Memory Studies, 7(4), 440–456.

Bilgin, N. (2013). Tarih ve Kolektif Bellek. İstanbul: Bağlam Yayıncılık.

Birdal, S. C. (2012). Bir Karşı-Yas Çalışması Olarak Hrant Dink Anması. Neye Yarar

Hatıralar? Bellek ve Siyaset Çalışmaları. Ankara: Phoenix.

Bora, T. (2013). Milliyetçiliğin Kara Baharı. Ankara: İletişim Yayınları.

205


Bora, T. (2017). Cereyanlar: Türkiye'de Siyasi İdeolojiler. Ankara: İletişim Yayınları.

Bruinnessen Van, M. (2013). Ağa, Şeyh, Devlet. Ankara: İletişim Yayınları.

Bulut, F. (2010). Türk Basınında Kürtler.İstanbul: Evrensel Yayınları.

Butler, J. (2013). Kırılgan Hayatlar: Yasın ve Şiddetin Gücü. İstanbul: Metis Yayınları.

CCS Popular Memory Group. (1982). what do we mean by popular memory?. Centre for

Contemporary Cultural Studies. Seri: 67. The University of Birmingham.

Centro Nacional de Memoria Historica. (2013). Remembering and Narrative Conflict.

Colombia: Centro Nacional de Memoria Historica y University of British Columbia.

Connerton, P. (2014a). Moderniye Nasıl Unutturur. İstanbul: Sel Yayıncılık.

Connerton, P. (2014b). Toplumlar Nasıl Anımsar. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Crenzel, E. (2012). The Memory of the Argentina Disappearances: The Political History of

Nunca Mas. New York: Routledge.

Çağaptay, S. (2009). Türkiye’de İslam, Laiklik ve Milliyetçilik: Türk Kimdir? İstanbul:

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Çağla,C. (2007). Renan, Irk ve Millet, Cogito Bellek Öncesiz Sonrasız.

Çaylı, E. (2015). Diyarbakır’s “witness sites” and discourses on the “Kurdish Question” in

Turkey, The Kurdish Issue in Turkey: A Spatial Perspective, Gambetti, Z. & Jongerden, J

(Eds), Routledge: New York.

Çeliker, L. (2009). Şı̇ddet Ve Toplumsal Hafiza. Ankara Üniversitesi, Siyaseti Bilimi, Yüksek

Lisans Tezi, Ankara.

Çoban, M. (2000). Toplumsal Hafıza ve Siyasal Dönüşümler Bağlamında Mekan İsimlerinin

Önemi: Türkiye Örneği. Marmara Üniversitesi Dergisi. 667-675.

Çoşkun, V. Derince, Ş. ve Uçarlar, N. (2010). DiL YARASI: Türkiye'de Eğitimde Anadilini

206


Kullanamama Sorunu ve Kürt Öğrencilerin Deneyimi. Diyarbakır: DİSA Yayınları.

Demirtaş, B., Elitok, A., Kocaman, M., & Şişman, O. (2015). Mırî u ji Sax: Ölü ve Diri. Türkiye.

Druliolle, V. (2013). H.I.J.O.S. and the Spectacular Denunciation of Impunity: The Struggle

for Memory, Truth, and Justice and the (Re-)Construction of Democracy in Argentina.

Journal of Human Rights, 12(2), 259–276.

Enloe, C. (2013). Feminizm, Milliyetçilik ve Militarizm. A. G. Altınay (Ed.), Vatan Millet

Kadınlar. İstanbul: İletişim Yayınları.

Ersanlı, B. (2013). İktidar ve Tarih. İstanbul: İletişim Yayınları.

Etkind, A. (2009). Post-Soviet Hauntology : Cultural Memory of the Soviet Terror. Journal

of Constellations, 16(1), 182–200.

Farthing, L., & Kohl, B. (2013). Mobilizing Memory: Bolivia’s Enduring Social Movements.

Social Movement Studies, 12(4), 361–376.

Ferrándiz, Francisco; Robben, A. C. G. M. (2015). NECROPOLITICS: Mass Graves and

Exhumations in the Age of Human Rights. Pensilvanya: University of Pennsyvania

Press.

Ferrándiz, F. (2006). The return of Civil War ghosts: The ethnography of exhumations in

contemporary Spain. Anthropology Today, 22(3), 7–12.

Ferrándiz, F. (2013). Exhuming the defeated: Civil War mass graves in 21st-century Spain.

American Ethnologist, 40(1), 38–54.

Ferrándiz, F. (2015). Mass Graves, Landscapes of Terror: A Spanish Tale. In

NECROPOLITICS: Mass Graves and Exhumations in the Age of Human Rights.

Pensilvanya: University of Pennsyvania Press.

207


Fridman, O. (2015). Alternative calendars and memory work in Serbia: Anti-war activism

after Milošević. Memory Studies, 8(2), 212–226.

Gassiot Ballbé, E., & Steadman, D. W. (2008). The political, social and scientific contexts of

archaeological investigations of mass graves in Spain. Archaeologies, 4(3), 429–444.

Genç Yılmaz, A. (2014). Toplumsal Hareketin Kalbinde Bir Yeni Özne : Anneler Anneleri

Üzerine Karşılaştırmalı Bir Analiz. Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Dergisi, 2–1,

51–74.

Guarnieri, C. (2002). The Politics of Memory. Transitional Justice in Democratizing

Societies. Rivista Italiana Di Scienza Politica, 32(3), 572–574.

Gülpınar, Ö. (2012). Anıtkabir'in Unutulan Kabirleri. Yelsalı Parmaksız, P.M. (ed), Neye

Yarar Hatıralar: Bellek ve Siyaset Çalışmaları. Ankara: Phoenix Yayınları.

Gündoğan, N. ve Gündoğan, K. (2012). Dersim'in Kayıp Kızları: Tertele Çeneku. İstanbul:

İletişim Yayınları.

Güneş, C. (2013). Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi: Direnişin Söylemi. Ankara: Dipnot

Yayınları.

Hafıza Merkezi. (2013). Hakikat Komisyonları. Ed. Çelikkan, M. İstanbul.

Halbwachs, M. (1992). On Collective Memory. (L. A. Coser, Ed.). Chicago: The University of

Chicago Press.

Halbwachs, M. (2016). Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri. Ankara: Heretik.

Haskins, E. ve Derose, J. (2008). Memory, Visibility, and Public Space: Reflections on

Commemoration(s) of 9/11. Space and Culture. 6, 4, 377-393.

Hirsch, H. (1995). Genocide and the Politics of Memory Studying Death to Preserve Life.

208


Chapel Hill: University of North Carolina Press.

History Workshop. (1976). History Workshop Jornal. Oxford Journal. 1(1). 1-3.

Hobsbawn, E., & Ranger, T. (2006). Geleneğin İcadı. İstanbul: Agora Kitaplığı.

Humphrey, M. (2014). Law, Memory and Amnesty in Spain. Macquarie Law Journal, 13, 25–

41.

Hynes, S. (1999). Personal Narratives and Commemoration. E. Winter & J. Sivan (Eds.),

War and Remembrance in the Twentieth Century. Cambridge: Cambridge University

Press.

İnsan Hakları Derneği. (1999). Kayıp Atilla Osmanoğlu ile ilgili rapor.

http://www.ihd.org.tr/kayip-atla-osmanou-e-grapor/. Erişim Tarihi: 11 Kasım 2016.

Ibreck, R. (2010). The politics of mourning: Survivor contributions to memorials in post-

genocide Rwanda. Memory Studies, 3(4), 330–343.

İnsan Hakları Derneği. (2014). Türkiye’de Toplu Mezarlar Raporu. Diyarbakır.

Jelin, E. (1994). The Politics of Memory: The Human Rights Movement and the

Construction of Democracy in Argentina. Latin American Perspectives, 21(2), 38–58.

Jelin, E. (2003). Political Struggles for Memory. In State Repression and the Labors of

Memory. Minnesota: University of Minnesota Press.

Jondergen, J. (2015). Demokrasiyi Radikalleştirmek: Güç, Siyaset, Halk ve PKK. İsyandan

İnşaya: Kürdistan Özgürlük Hareketi. Ankara: Dipnot Yayınları.

Kancı, T., & Altınay, A. G. (2007). Educating Little Soldiers and Little Ayşes : Militarised and

Gendered Citizenship in Turkish Textbooks (Vol. 18). İstanbul.

Kazaz, G. (2015). Kürt hareketi dönüşüm yaratmasa, muhatabımız sadece acılı insanlar

209


olurdu. İstanbul: Agos Gazetesi. http://www.agos.com.tr/tr/yazi/11994/kurt-

hareketi-donusum-yaratmasa-muhatabimiz-sadece-acili-insanlar-olurdu. Erişim

Tarihi: 21 Mart 2017.

Kansteiner, W. (2002). Finding meaning in memory: a methodological critique of collective

memory studies, History and Theory, 41(May), 179–197.

Kocaman, Murat. http://www.agos.com.tr/tr/yazi/12346/kasaplar-deresi-ve-yuzlesme-

uzerine-bir-film-olu-ve-de-diri. Erişim Tarihi: 20 Ocak 2017.

Kovras, I. (2008). Unearthing the Truth: The Politics of Exhumations in Cyprus and Spain.

History and Anthropology, 19(4), 371–390.

Lesley, E. (2015). Death on Display: Bones and Bodies in Cambodia and Rwanda. In

NECROPOLITICS: Mass Graves and Exhumations in the Age of Human Rights.

Pensilvanya: University of Pennsyvania Press.

Lessa, F. &Druliolle, V. (2011). The Memory of State Terrorism in the Southern Cone:

Argentina, Chile, and Uruguay. (F. Lessa & V. Druliolle, Eds.), Uma ética para quantos?

(Vol. XXXIII). New York: Palgrave Mcillan.

Lira. E. (2011). The Memory of State Terrorism in the Southern Cone: Argentina, Chile, and

Uruguay. Ed. Lessa F. ve Druliolle, V. The Memory of State Terrorism in the Southern

Cone: Argentina, Chile, and Uruguay. Uma ética para quantos? (Vol. XXXIII). New York:

Pal.

Mangini, S. (1991). Memories of Resistance : Women Activists from the Spanish Civil War,

The University of Chicago Press Journals, 17(1), 171–186.

Mbembe, A. (2016). Nekro-Siyaset. E. İflazoğlu C. & A. A. Demir (Eds.), Öteki Olarak Ölmek.

Ankara: Dipnot Yayınları.

210


Mendes, M. S. (2012). Exhuming a Traumatic Past in a Post-Transitional Setting : The

Social Movement for the Recovery of Historical Memory in Spain. Central European

University, Yüksek Lisans Tezi. Budapeşte.

Merkezi, H. (2013). Hakikat Komisyonları. (M. Çelikkan, Ed.). İstanbul.

Misztal, B. A. (2003). Theories of Social Remembering. Theories of Social Remembering.

Berkshire: Open University Press.

Neyzi, L. (2013). “Ben Kimim?” Türkiye’de Sözlü Tarih, Kimlik ve Öznellik. İstanbul:

İletişim Yayınları.

Neyzi, L. (2011). Türkiye'de Hafıza Çalışmaları. http://hakikatadalethafiza.org/turkiyede-

hafiza-calismalari-leyla-neyzi/. Erişim Tarihi: 25 Şubat 2017.

Nora, P. (1989). Between Memory and History: Les Lieux de Memoire. Representations,

26(26), 7–24.

Nora, P. (2006). Hafıza Mekanları. Ankara: Dost Kitapevi.

Ocak, E. (2015). Oğlumun dosyasını kapatmasınlar.

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/232701/Hasan_Ocak_in_annesi__Oglumun

_dosyasini_kapatmasinlar.html. Erişim Tarihi: 02 Temmuz 2016.

Sevinin, E. (2016). Hakikat Arama Siyaseti ve Cumartesi Anneleri.


http://researchturkey.org/tr/politics-of-truth-seeking-and-the-saturday-mothers-of-
turkey/.

Erişim Tarihi: 22 Mayıs 2017.

Olick, J. K., & Levy, D. (1997). Collective Memory and Cultural Constraint: Holocaust Myth

and Rationality in German Politics. American Sociological Review, 62(6), 921.

Olick, J. K., & Robbins, J. (1998). Social Memory Studies: From “Collective Memory” to the

Historical Sociology of Mnemonic Practices. Annual Review of Sociology, 24(1), 105–

211


140.

Özgür Sevgi Göral, Ayhan Işık, Ö. K. (2013). Konuşulmayan Gerçek: Zorla Kaybetmeler.

İstanbul.

Özsoy, H. (2016). Şeyh Said’in Kayıp Mezarı: Kürtlerin Egemenlik Mücadelesinde Hafıza-

Mekan Diyalektiği. E. C. İflazoğlu & A. A. Demir (Eds.), Öteki Olarak Ölmek. Ankara:

Dipnot Yayınları.

Özyürek, E. (2012). Türkiye’nin Toplumsal Hafızası. İstanbul: İletişim Yayınları.

Paniagua, W., & Amezquita, C. (2012). Guatemala resists forgetting : Post- Conflict Memory

Initiatives Guatemala resists forgetting : Post-Conflict Memory Initiatives.

Parmaksız Yelsalı, P. M. (2012). Neye Yarar Hatıralar? Bellek ve Siyaset Çalışmaları.

Phoenix Yayınları.

Renshaw, L. (2010). The scientific and affective identification of Republican civilian

victims from the Spanish Civil War. Journal of Material Culture, 15(4), 449–463.

Richards, M. (2017). From War Culture to Civil Society: Francoism, Social Change and

Memories of the Spanish Civil War, History&Memory, 14(1), 93–120.

Roudometof, V. (2002). Collective Memory, National Identity, and Ethnic Conflict. Westport:

Praeger.

Royas-Perez, I. (2015). The Truth Commission and the Politics of Reburial in Postconflict

Peru. In NECROPOLITICS: Mass Graves and Exhumations in the Age of Human Rights.

Pensilvanya: University of Pennsyvania Press.

Russell, N. (2006). Collective Memory before and after Halbwachs Nicolas Russell. French

Review, 79(4), 792–804.

212


Sancar, M. (2010). Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne.

İstanbul: İletişim Yayınları.

Sanford. V. (2004). Buried Secrets: Truth and Human Rights in Guatemala. England:

Palgrave Macmillan.

Santino, J. (2001). Signs of War and Peace: Social Conflict and the Use of Symbols in

Northern Ireland. Palgrave Macmillan.

Santino, J. (2006). Spontaneous Shrines and the Public Memorialization of Death, New York :

PalgraveMacmillan.

Sarlo, B. (2012). Geçmiş Zaman Bellek Kültürü ve Özneye Dönüş Üzerine Bir Tartışma.

İstanbul: Metis Yayınları.

Sieder,R. (2002). War, Peace and Memory Politics in Central America. Ed.Barahona, D.B.

&Gonzalez-Enriquez, C.&Aguilar, P. The Politics of Memory: Transitional Justice in

Democratizing Societies. Oxford: Oxford University Press.

Smith, D. A. (2014). Milli Kimlik (7th ed.). İstanbul: İletişim Yayınları.

Stefatos, K., & Iosif, K. (2015). Bruied Sileces of the Greek Civil War. In NECROPOLITICS:

Mass Graves and Exhumatons in the Age of Human Rights. Pensilvanya: University of

Pennsyvania Press.

Steiner, L. and, & Zelizer, B. (1995). Reading the Past Against the Grain: The Shap of

Memory Studies. Critical Studies in Mass Communication, 12(2), 214–239.

Stover, E. (2005). My Neighbor , My Enemy: Justice and Community in the Aftermath of Mass

Atrocity. (H. M. stover, Eric; Weinstein, Ed.). Cambridge: Cambridge University Press.

Tekiner, A. (2014). Atatürk Heykelleri: Kült, Estetik, Siyaset. Ankara: İletişim Yayınları.

213


Teitel, R. (2000). Transitional Justice. New York: Oxford University Press.

Uslu, A. (2016). Hafıza ve Geçmişi Talebi Olarak Tarih Arasındaki Ayrım. ViraVerita E-

Journal, 65(3), 42–64.

Ünlü, B. (2014). Türklük Sözleşmesi’nin İmzalanışı (1915-1925 ). Mülkiye Dergisi, 38(3),

47–81.

Üstel, Füsun. (2011). "Makbul Vatandaş"ın Peşinde. Ankara: İletişim Yayınları.

Üstündağ, N. (2014). Dünyada Barış Süreçleri ve Çözüme Giden Yolda AKP ve Kürt

Hareketi’nin Çatışan Toplumsal Tahayyüleri. M. Aktaş (Ed.), Çatışma Çözümleri ve

Barış. İstanbul: İletişim Yayınları.

Tesev. Barış sürecinin başarılı olabilmesi için faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması

gerekiyor. http://tesev.org.tr/baris-surecinin-basarili-olmasi-icin-faili-mechul-

cinayetlerin-aydinlatilmasi-gerekiyor/Icerik/18.html. Erişim Tarihi: 19 Temmuz

2015.

Timur, M. (2014). Toplu mezar keşfi emsal olabilir. http://www.ozgur-

gundem.com/haber/114346/toplu-mezar-kesfi-emsal-olabilir: Erişim Tarihi: 29

Kasım 2016.

Toplu Mezarlar Buharlaştı (2007). http://www.suryaniler.com/haberler.asp?id=250.

Erişim Tarihi: 16 Mayıs 2016.

Türk Tabipler Birliği. (2011). Türkiye “toplu mezar”lar gerçeği ile yüzleşmelidir.

http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/toplumezar-2758.html. Erişim Tarihi:

10.11.2016.

Milliyet. (2014). Van’da 26 PKK’lının olduğu iddia edilen toplu mezar açıldı.

http://www.milliyet.com.tr/van-da-26-pkk-linin-oldugu-iddia-edilen-van-

yerelhaber-347333/. Erişim Tarihi: 01 Mart 2017.

214


Verdery, K. (1999). The Political Lives of Death Body: Reburial and Postsocialist Change.

New York: Columbia University Press.

Vinitzky-seroussi, V., Levy, D., & Burke, E. (2011). Collective Memory Reader. Oxford

University Press.

Watts, N. (2010). Sandıkta Meydan Okumak. Ankara: İletişim Yayınları.

Weine, S. (2006). Testimony After Catastrophe: Narrating the Traumas of Political Violence.

Northwestern University Press.

Yalçınkaya, A. (2016). Gözleri Faltaşı Gibi Kapalı: Lades. In E. C. İflazoğlu & A. A. Demir

(Eds.), Öteki Olarak Ölmek. Ankara: Dipnot Yayınları.

Yeğen, M. (1999). Devlet Söyleminde Kürt Sorunu. Ankara: İletişim Yayınları.

Yelsalı Parmaksız, P.M. (2012). Neyre Yarar Hatıralar? Bellek ve Siyaset Çalışmaları.

Ankara: Phoenix Yayınları.

Yıldız, H. (2012). Sana Geldik Ali. İstanbul: Tavır Yayınları.

Yörük, Z. (2008). Politik Psişe Olarak Türk Kimliği. Ed. Bora, T.&Gültekingil, M. Modern

Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 4 ,Milliyetçilik,Ankara: İletişim Yayınları.

Zerubavel, E. (1996). Social memories: Steps to a sociology of the past. Qualitative

Sociology, 19(3), 283–299.

Zerubavel, E. (2003). Calendars and History: A Comperative Study of the Social

Organisation of Social Memory. States of Memory: Conflicts, Continuities,

Transformations in National Commemoration. Ed. Olick, J. K., Durham, N.C. New York:

Duke University Press.

215


ÖZET

Daşlı, Güneş, Kolektif Hafıza ve Toplu Mezarlar: İspanya ve Türkiye

Deneyimleri Yüksek Lisans Tezi, Danışman Doç. Dr. Melis Pınar Yelsalı

Parmaksız, s. 215.

Kolektif hafıza ile toplu mezarlar arasındaki ilişkiden hareketle, bu

çalışmada İspanya ve Türkiye deneyimleri incelenmiştir. Bu amaçla kolektif

hafızanın iki biçimi olan ulusal hafıza ve karşı hafıza ele alınmış, geçmişle

yüzleşmeyle ilişkilendirilerek hafıza inşa süreçleri irdelenmiştir. Kalıcı bir barışın

tesis edilmesinde, geçmişte yaşanan felaketlerin toplumsal özneler tarafından

nasıl hatırlandığı oluşturulan kolektif hafızalar için de oldukça önemlidir. Bu

bağlamda, ulusal hafıza ve karşı hafıza tarih, zaman ve mekan kavramlarıyla

birlikte irdelenmiştir. Bununla birlikte, hafızanın kimlikle ilişkisine hem İspanya

hem de Türkiye deneyimlerinde yakından bakılmıştır. İspanya’da güçlü hafıza

mücadelesi büyük oranda toplu mezarların açılması etrafında şekillenmiştir.

Türkiye’de ise Kürt sorunu eksenli 1990’larda gerçekleşen toplu mezarların

ortaya çıkarılması, devletin inkarı sürdürmesine rağmen tabandan

örgütlenmelerle bir mücadeleye dönüşmüştür. Her iki ülke için kolektif hafıza

süreçleri incelenmiştir. Böylelikle, toplu mezarlarda gömülü kalmış hafızanın

nasıl, nerede ve kim tarafından günışığına çıkarıldığının bellek siyaseti

çerçevesinde anlamak amaçlanmıştır.

Anahtar Kelime: Kolektif Hafıza, Karşı Hafıza, Toplu Mezarlar, Geçmişle

Yüzleşme, Ulusal Kimlik.

216


ABSTRACT

Dasli, Gunes, Collective Memory and Mass Graves: Experiences from Spain

and Turkey. Master's Thesis, Advisor: Dr. Melis Pinar Yelsali Parmaksiz, Associate

Professor of Political Science. p. 215.

Building up on the relation between collective memory and mass graves,

this research examines the experiences in Spain and Turkey. For this reason, the

two forms of collective memory, namely, national memory and counter-memory

have been analyzed with the relation of the dealing with the past and memory-

building processes have been investigated. For permanent peace to be built, it is

especially important how the disasters of the past are remembered by social

subjects in the formation of collective memories. In this regard, national memory

and counter-memory notions have been examined along with history, time, and

space concepts. Relatedly, the relation between memory and identity has been

studied thoroughly through the experiences of Turkey and Spain. Strong memory

struggles of Spain have mostly revolved around the creation of mass graves. In

Turkey, on the other hand, the revealing of mass graves during the Kurdish

Question of 1990s have led to a bottom-up struggle despite the denial insisted by

the state. For both countries, subjects' collective memory processes have been

investigated. Therefore, this research aims to shed light into how, where, and by

whom the memory embedded in mass graves have been unearthed as part of

memory politics.

Keywords: Collective Memory, Counter-Memory, Mass Graves, Dealing

with the Past, National Idendity.

217

You might also like