Professional Documents
Culture Documents
Sayi 9 Tamami PDF
Sayi 9 Tamami PDF
Sayi 9 Tamami PDF
Editorial Board
HİKMET YURDU
DÜŞÜNCE-YORUM
Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
Hakemli Bilimsel Dergi
Hikmet Yurdu
Thought - Interperation Social Sciences Journal of Study
ISSN: 1308-6944
İmtiyaz Sahibi / Owner
Ali Duman
Genel Editör / Editor in Chief
Ali Duman
Sayı Editörü / Editor of Issue
Yrd. Doç. Dr. İbrahim Görücü
Editör Yardımcıları / Assistants Editor
Abdurrahman Kasapoğlu – A. Faruk Sinanoğlu – Hakkı Karaşahin
Redaksiyon / Redaction
Abdurrahman Kasapoğlu-İbrahim Kaplan-Hulusi Arslan-Mustafa Bozkurt-Hakkı Karaşahin-Adnan Arslantaş-
Süleyman Aydın-Hasan Arslan-Mustafa Bulut
Yayın Kurulu / The Publication Board
Prof. Dr. Mesut Aydın, Prof. Dr. Recep Güneş, Prof. Dr. Abit Bulut, Prof. Dr. Mehmet Karagöz, Doç. Dr. A. Faruk Sina-
noğlu, Doç. Dr. Hulusi Arslan, Doç. Dr. Yusuf Benli, Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Yrd. Doç. Dr. Ali Duman, Yrd.
Doç. Dr. Hakkı Karaşahin
Raportör / Reporters
İbrahim Kaplan-Mustafa Bozkurt
İÇİNDEKİLER / CONTENTS
İçindekiler 5 PDF
Editörden
9 PDF
Yrd. Doç. Dr. İbrahim Görücü
Haricî Hukuku
Khârijî Law 189 PDF
Joseph Schacht / Yrd. Doç. Dr. Yüksel Macit
Hayatın Anlamı
Meaning of Life 193 PDF
Susan Wolf / Yrd. Doç. Dr. Süleyman Aydın
Sühreverdi
Sukhreverdi 207 PDF
Agah Mazlum / Öğr. Gör. Mustafa Bulut
Kitap Tanıtımı
211 PDF
Muhammed Seyyid Bey’in Medhali
Kitap Tanıtımı
Alevi- Sünni Diyalogu, Din Eğitimi Açısından Bir Değerlen-
dirme 217 PDF
Kitap Tanıtımı
İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber (As) Devri Kronolojisi
(Tahlil Ve Tenkit) 225 PDF
Editörden…
Dergimiz Hikmet Yurdu bu sayımız ile 5. yılına girmiş oluyor. İnsan ömrü için
kısa sayılabilecek bir zaman fakat yayın hayatında oldukça uzun ve güç bir süre. Aka-
demik yayın yapmanın zor olması bir yana sürdürülmesinin oldukça güç olduğu bir
alanda 5. yılını görmek dergimizi bu güne getiren sizlerin ve tüm katkı sağlayan arka-
daşlarımızın destekleriyle oldu. Hikmet Yurdu Dergisi, 2008 yılında yayın hayatına
başlamış bir dergi olarak, beşinci yayın yılının mutluluğunu duymaktadır. Geçtiğimiz
beş yıllık süreçte çıkarmış olduğumuz sekiz sayı sizlerin büyük ilgisine mazhar olmuş-
tu. Umarım bundan sonra çıkaracağımız sayılarımız da aynı şekilde ilginizi çeker.
Dergimizin bu sayısında dokuz adet te’lif, üç adet çeviri, bir adet sadeleştirme
ve üç adet de kitap tanıtımı çalışması yer almaktadır. Te’lif makalelerden ilki Doç. Dr.
Nuri Kahveci’ye ait olup, “İslam Ceza Hukuku Açısından Suçun Manevi Unsurların-
dan Kast” adını taşımaktadır. Yazar bu makalesinde İslam ceza hukukuna göre suç
kabul edilecek fiilde bulunması gereken unsurlardan kast unsuru değerlendirilmiştir.
İkinci makale Doç. Dr. A. Faruk Sinanoğlu’nun “Evrensel Düzeyde Uzlaşı ve Hoşgörü
Kültürünün İmkânı” isimli makalesidir. Yazar makalesinde, yerküremizde varlığını
sürdüren bütün toplumların üzerinde anlaşabilecekleri uzlaşı ve hoşgörü kültürünün
imkânlı olup olmadığı, tarihi, insani ve dini boyutları ile ele almaya ve tartışmaya ça-
lışmıştır. Bir diğer makale Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık’a aittir. “Sendika Üyeliği Ve
Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar” adını taşıyan makalede yazar, sanayi devri-
minden yaklaşık yüz yıl sonra ortaya çıkmış örgütler olan sendikaları, devletin tarihi,
ideolojik ve ekonomik yapısıyla; sendika, işçi, işletme ve işverenlerin çeşitli özellikleri
hem sendikaların yapısını, hem de sendikayla üyesi arasındaki bağlılığı açısından ele
almaktadır. Dr. Şeyma Çalışkan Çavdar’ın makalesi “İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri
10 Editörden…
Yrd. Doç. Dr. Yüksel Macit, Joseph Schacht’ın The Origins of Muhammadan Ju-
risprudence (London 1979) (İslam Hukukunun Kaynakları) adlı eserinin Khârijî Law baş-
lıklı 8. Bölümünü dilimize aktarmıştır. Yrd. Doç. Dr. Süleyman Aydın da, Susan
Wolf’un “Meaninf of Life “ adlı makalesini “Hayatın Anlamı” adıyla Türkçeye ter-
cüme etmiştir. Hanefi Şola, Abdulvahhab Halaf’ın “Düsturu’d-Devleti’l-İslamiyye”
adlı makalesini, “İslam Devlet Anayasası” adıyla Arapça’dan dilimize aktarmıştır.
Öğretim Görevlisi Mustafa Bulut’da Agah Mazlum’un Mihrab Dergisinde yayınlanış
olan “Sühreverdi” adlı makalesini Osmanlı Türkçesinden günümüz Türkçesine aktar-
mıştır. Dr. Halis Demir, Hasan Karayiğit tarafından sadeleştirilerek yayınlanan Seyyid
Bey’in el-Medhal isimli fıkıh usulü kitabını; Hüseyin Yılmaz’ın Alevi- Sünni Diyalogu,
Din Eğitimi Açısından Bir Değerlendirme kitabını ve Kasım Şulul’un İlk Kaynaklara
Göre Hz. Peygamber (as) Devri Kronolojisi (tahlil ve tenkit) kitabını ayrı ayrı tanıtmış-
tır.
Sayı Editörü
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
Özet
Bu çalışmada İslam ceza hukukuna göre suç kabul edilecek fiilde bulun-
ması gereken unsurlardan kast unsuru değerlendirilmiştir. Kast genel ve özel kast
olmak üzere iki ayrı açıdan değerlendirilen bir olgudur. Suçun manevi unsuru ola-
rak da nitelendirilen kast failin işlediği suç sonucundan sorumlu tutulabilmesi için
göz önünde bulundurulması gereken en önemli unsurlardan biridir. Çünkü kast
bulunmadığı durumlarda fiil için öngörülen müeyyide değişmektedir. Bazen bu
değişim fiili cezai sorumluluk alanının dışına bile çıkarabilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Suç, suçun unsurları, kast, cezai müeyyide, İslam ceza
hukuku.
Abstract
The Scienter From Element Of The Fault In Terms Of Islamic Criminal Law
In this study, intent which is one of the elements to be present in deed con-
sidered as a fault according to the Islamic criminal law. Scienter is a phenomenon
can be considered form two aspact general intent and private intent. Intent, also
decribed as a moral element of the crime, is one of the most important factors to
put the blame on perpetrator for outcome of his fault. Because penal sanctioning
provided for deed changes in the absence of intent. Somitimey, this changing bring
deed even out of field of criminal liability.
Keywords: Fault, elements of fault, scienter, Islamic criminal law.
Giriş
Ceza hukuku açısından suçun faile isnat edilebilirliği son derece önemlidir. Bu,
aynı zamanda ceza hukukunun temel prensiplerinden biridir. Bunun belirlenmesinde
failin, fiili işlemesi sırasında kastının bulunup bulunmaması sorgulanmaktadır. Bu
durum suçun manevi unsurları arasında sayılan kast unsurunun varlığını öne çıkar-
maktadır. İslam hukukuyla ilgili klasik kaynaklarda, sistematik olarak ifade edilmemiş
olsa bile, faile isnat edilen suç fiilinde failinin kastının varlığının aranması gerektiği
hususu üzerinde önemle durulmuştur. Özellikle had cezalarının faile isnadında bu ilke
daha da önemli hale gelir. Çünkü bu unsurun yokluğu ya da şüpheli hale gelmesi had
cezalarının düşmesi veya şekil değiştirmesi sonucunu doğurmaktadır.
ilgili, hukuk tarihi içerisinde değişik yaklaşımlar ortaya atılmıştır. Bu yaklaşımlar te-
mel iki anlayışı doğurmuştur. Bunlardan biri, cezayı gerektirecek bir sonuç doğuracak
şekle uygun fiilin önceden tasavvur ve idrak olunması anlamına gelen tasavvur teorisi,
diğeri ise, failin neticeyi istemiş olması demek olan irade teorisidir1. Alsında sonucu
istemiş olmak onun tasavvur edilmiş ve düşünülmüş olmasını da gerektirir.
1. Suçun Unsurları
Suçun unsurlarıyla ilgili değişik değerlendirmeler olmakla birlikte genel an-
lamda bir fiilin suç olarak nitelendirilebilmesi için bulunması gereken temel unsurlar;
suçun hukuk düzeni tarafından önceden belirlenip tanımlandığını gösteren hukukîlik
unsuru; dış dünyaya yansıyan yönü ifade eden maddi unsur; suçun işlenmesindeki ira-
deyi belirleyen manevi unsurdan oluşmaktadır.
İslam ceza hukuku alanına giren ve suç olarak nitelendirilen bütün mahzurlu fi-
illerin bir takım unsurları vardır. Bu unsurlar suçun sabit olmasını belirlemede etkin
bir fonksiyona sahiptir. Zira bu unsurları taşımayan fiiller görünüşte suç gibi algılansa
bile eksik unsurlardan dolayı ceza hukuku açısından suç olarak kabul edilemezler. Bu
bağlamda suçun unsurlarının suçun belirlenmesi açısından son derece önemli olduğu
kabul edilir2.
Herhangi bir suçu oluşturan fiilin organik bir bütün olduğu ve taksiminin yapı-
lamayacağı bir gerçek olmakla birlikte mantıki bir incelemeye tabi tutulması da gere-
kir3. İslam ceza hukukunda suçun umumi unsurlarından bahsedilmemekle beraber
ceza hukukunun hususi kısmı içinde suçlara ait genel esaslara değinilmekte ve bu esas-
lar üzerinde durulmaktadır. İslam ceza hukukuyla ilgili son dönemlerde yazılmış kay-
naklarda suçun unsurları, “erkanü’l-cerime” adıyla ele alınmaktadır4.
İslam ceza hukuku açısından bir fiilin suç olarak kabul edilebilmesi için, hu-
kukî, maddi ve manevi unsuru gibi temel unsurları taşıması gerekir5. Suçun oluşu-
munda maddi yön olan insan hareketinin varlığını iradi olma gibi manevi niteliğin
desteklemesi gerekir6. Zira insanın dış dünyaya yansıyan maddi hareketlerin kayna-
ğında akıl ve irade önemli bir etkendir. Burada akıl ve iradenin insan organlarına ver-
1 Dönmezer-Erman, Sulhi-Sahir, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, İstanbul, 1986, II, 228.
2 Akşit, M. Cevat, İslam Ceza Hukuku ve İnsani Esasları, İstanbul, 1976, 41.
3 Dönmezer-Erman, I, 294.
5 el-Kâsânî, Alauddin Ebu Bekir b. Mes'ud, Kitabu Bedâi'u's-Senâi’ fî Tertibi'ş-Şerâi’, Beyrut, 1986, VII, 234;
Udeh, I, 111.
6 Alacakaptan, Uğur, Suçun Unsurları, Ankara, 1975, 9.
diği emrin sonucu söz konusu olmaktadır. Dışa yansıyan hareketin süresi ne kadar
kısa olursa olsun maddi hareketten önce mutlaka aklî ve iradî faaliyet bulunur. Suç, bir
bakıma failin bu iradesinin maddi bir görünümle dışa yansımasıdır7. Bu durum ise
suçun salt maddi bir hareketin sonucu olmayıp irade ile maddi hareketin birleşmesin-
den doğduğu sonucunu göstermektedir8.
Suçlarda failin fiili ile sonuç arasında bir bağın bulunmasının zorunluluğu gibi
fiil ile failin iradesi arasında da manevi bir irtibatın varlığı esastır9. Kast, taksir veya
kastın aşılması olarak nitelendirilir bu ilintilerin tamamı suçun manevi unsuru içerisin-
de yer almaktadır10.
Kısaca izah edilen bu temel unsurların yanında bir de suçun derecesini belirle-
meye yarayan, yani suçu ağırlaştıran veya başka yönlerde etkileyen tali, ikinci derece-
de unsurlar da vardır11.
Klasik fıkıh kitaplarında “amd” olarak14 ifade edilen ve suçun sübjektif unsuru
olarak da isimlendirebileceğimiz manevi unsurun bir kısmını teşkil eden kast, genel
anlamda hukuka aykırı bir fiili işlemeye dönük faildeki irade15 veya suçu oluşturan fiili
sonuçlarını bilerek ve isteyerek işleme iradesi şeklinde ifade edilmektedir16. Kast unsu-
10 Dağcı, 16.
11 Dönmezer-Erman, I, 295.
15 Udeh, I, 405; Bilge, Necip, Hukuk Başlangıcı Ders Notları, Ankara, 1977, 186; Sözüer, Adem, Suça Teşebbüs,
ru ceza hukukçuları tarafından aynı zamanda, suçlu iradenin tipik şekli olarak da izah
edilir17.
Ceza hukuku açısından kast olgusunda irade esas olmakla birlikte failde, fiilin
hukuka aykırılığı/yasaklandığı şuurunun mevcut olması da gerekir18. Burada esas olan
failin iradesinin yasak fiile yönelmiş olması değil, suç kabul edilen sonucu arzu etme-
sidir. Örneğin bir kişi hırsızlık yapmak istediğinde bunun iradesi hırsızlığı yasaklayan
hukuk kuralını ihlale değil çalmayı hedeflediği değere yönelmektedir.
Bilindiği gibi bir fiilin meydana gelmesi mutlaka faile bağlı bir durumdur. Fiili
neticesinde faile ceza verebilmek için de onun fiile ve sonuca yönelik kastının bulun-
ması şarttır19. Kastta failin hukuka aykırı/yasak bir fiili işlemeye azmetmiş olması da
önemlidir20. Hukuka aykırı olsa bile, iradî olmayan bir fiilin suç oluşturmayacağı21,
ancak manevi unsur içerisinde yer alan kastın mevcudiyetiyle suç halini alacağı açıktır.
Buna göre kast unsuru suç için son derece önemli unsurlardan biri olarak değerlendi-
rilmelidir. Genel bir yaklaşımla iradî olmayan bir fiilden dolayı faile ceza verilemez.
Suçun kast unsurunun İslam ceza hukukundaki temel esası, kişinin ya-
sak/haram olan fiilin neticesini yüklenmesi olarak ifade edilebilir. Bu yasak fiil de kişi-
nin bilerek seçtiği, manasını ve neticesini idrak ettiği fiildir22. Herhangi bir suçta kast
unsurunun varlığı İslam ceza hukuku açısından üç esasa oturtulabilir. Bunlar:
Genel bir yaklaşımla bu üç temel esasın failin fiilinde bulunması halinde suçun
manevi unsurunun mevcut olduğundan söz edilebilir. Bunlar değişir veya herhangi
biri eksik olursa o zaman genelde suçun manevi, özelde de suçun kast unsurunun var-
lığından söz edilemez23. Burada dikkat çeken husus, suçu oluşturan fiilin önceden ta-
17 Erem, Ceza, I, 479; Toroslu, Nevzat, Ceza Hukuku, Ankara, 1988, 102.
18 Erem, Faruk, Adalet Psikolojisi, Ankara, 1977, 72.
19 Karaman, Hayrettin, Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul, 1986 I, 148.
20 es-Serahsî, Şemsu'l-Eimme Ebu Bekir Muhammed b. Ebi Sehl, (v. 483 h.), Kitabu'l- Mebsut, Beyrut, 2002,
XXVII, 54; Damad Efendi, Abdullah b. Muhammed b. Süleyman, Mecmâu'l-Enhur fî Şerhi Multeka'l-
Ebhur, Beyrut, tsz., II, 615; Udeh, I, 409.
21 Dönmezer-Erman, II, 157
22 Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuki İslamiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul, tsz., III, 27; Deminî, Musfir
Ğarmullah, el-Cinaye Beyne’l-Fıkhi’l-İslâmî ve’l-Kanuni’l-Vad’î, Cidde, tsz., 80; Şafak, XXIV, 560.
23 Deminî, 80
savvur edilmiş olması, yani önceden bilinmesi ve söz konusu fiilin doğuracağı sonu-
cun istenmiş olmasıdır.
Kural olarak suçu oluşturan fiil bir insan davranışından ve onun sonucu olan
bir de dış değişiklikten ibaret olduğuna göre kast sadece fiilin değil bu fiilin meydana
getireceği sonucun da istenmiş olmasını gerektirir. Buna göre failin iradesinin fiili iş-
lemeye ve sonucu gerçekleştirmeye birlikte yönelmiş olması gerekir. Ancak teşebbüs
suçları gibi bazı suçların sonucu yoktur. Böyle durumlarda fiilin istenmesi ve bu yönde
harekete geçilmiş olması yeterli kabul edilip ayrıca sonucun gerçekleşmiş olması hali
aranmaz24.
Klasik fıkıh kitaplarında yer alan ceza ile ilgili bölümlerde suçun bu unsuru
doğrudan tanımlanmış olmamakla beraber bu unsurun aranması gerektiğine atıflar
çokça yapılmıştır25. Günümüz hukuk doktrininde ise, kast unsurunun farklı şekillerde
yapılmış tanımlarını bulmak mümkündür26.
İslam ceza hukukuyla ilgili çalışmalar yapan bazı muasır müellifler eserlerinde
suçun manevi unsuru olan kast unsurunu el-mes’ûliyetü’l-cinâiyye genel başlığı altında
ele almışlardır27.
Aslında kast unsurunun tek bir şeklinden söz etmek mümkün değildir. Zira bu
unsur, işlenen suç fiillerinin değişmesiyle ve suçlunun bu fiili işlemedeki niyetiyle ala-
kalı olarak değişiklik gösterir. Duruma göre bazen genel bir kast şeklinde olurken ba-
zen de özel bir kasttan söz edilebildiği gibi muayyen ve gayri muayyen kasttan da söz
edilebilir28.
Faile suç fiilini isnatta önemli olan manevi unsur, duruma göre suçun şeklini de
değiştirebilmektedir. Klasik fıkıh kitaplarımızdaki bir örneğe göre, avlanmaya çıkan
bir kişinin av zannıyla atıp bir insanı öldürmüş olması durumunda, ölüm her ne kadar
onun fiiliyle gerçekleşmiş olsa bile bu sonucu istemediğinden, yani kast unsuru bu-
lunmadığından adam öldürme suçu bu faile yüklenmez29. Onun fiili hukuken başka bir
şekilde değerlendirilir. Bunun gibi muharebe sırasında iki birlik arasında kalmış bir
Müslüman’ı düşman zannederek öldüren kimseye de kasten adam öldürme cezası
gerekmez. Ayrıca herhangi bir hedefe nişan alarak atan kimseye bir insana isabetle onu
28 Udeh, I, 413.
29 Kâsânî, VII, 234; Merğinânî, Burhanuddin Ebu'l-Hasan Ali b. Ebi Bekir, el-Hidâye Şerhu Bidâyeti'l-
öldürmesi durumunda da kasten adam öldürme cezası gerekmez. Zira bütün bu fiil-
lerde suçun faile isnadı için son derece önemli olan kast unsuru bulunmamaktadır. Bu
durumlarda fail fiilinin neticesinden kurtulmuş olmayıp ona cezaî müeyyide yerine
tazminat yaptırımı uygulanır30.
Suçun manevi unsuru içerisinde yer alan kastın önemli bir unsur oluşuyla ilgili
fıkıh literatüründe yapılan değerlendirmelere göre, akıllı, baliğ, seçme yeteneğine sa-
hip ve hayatta olan insana ancak suç teşkil eden fiiller isnat edilebilir. Yani genel ilke
olarak ceza ehliyeti bulunmayan kişilerin fiillerinde kast unsurunun bulunmadığı ka-
bul edilir. Buna göre henüz buluğ çağına ermeyen kişiye hadd uygulanmayacağı kai-
desine uygun olarak İslam ceza hukukunda belli bir yaşa kadar çocukların cezaî so-
rumluluğu olmayacağı kabul edildiği gibi temyiz gücüne sahip olsa bile çocukların suç
oluşturan fiillerinde kast unsuru aranmaz. Bir hadiste Hz. Peygamber, “Üç gruptan
sorumluluk kaldırılmıştır, buluğa erene kadar küçükten, uyanana kadar uyuyandan ve sağlık
(ayıklık, akıllılık) bulana kadar mecnundan”31 buyurmuştur. Bu hadiste de ifade edildiği
gibi, çocuklar ile akıl hastası olanlara cezaî sorumluluk yüklenmez32. Cezaî sorumlu-
lukları bulunmadığı için onların işledikleri yasak fiiller suç olarak nitelendirilemez.
Bunların suç gibi görünen fiilleri cezaya mahal teşkil etmezler33. Burada zikredilenlerin
hukuken suç olan fiilin neticesini kastetmiş olmalarına ihtimal verilmemektedir. Bu
yaklaşım tamamen kast unsurunun bulunmayışıyla ilintili bir husustur.
İslam ceza hukuku açısından suç ile failin fiili arasında failin iradesine dayanan
sübjektif bir bağın varlığının aranması, bir taraftan akıl ve irade fonksiyonlarından
mahrum olan eşya ve hayvanlar gibi varlıkların suç faili olamayacağını ortaya koyar-
ken, diğer taraftan insan olmakla birlikte irade fonksiyonundan yoksun ya da iradenin
devre dışı kaldığı kişilerin fiillerinin de suç doğurmayacağını belirtmektedir34. Buna
göre akıl ve irade kast unsurunun belirlenmesinde son derece önemli bir işleve sahip-
tir.
30 Serahsî, XXVI, 76-77; Molla Hüsrev, Muhammed b. Feramuz, Durerü’l-Hükkâm fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm,
İstanbul, tsz., II, 90
31 el-Buhârî, Muhammed b. İsmail, es-Sahîh, Talâk 11, İstanbul, 1992; Ebû Dâvûd, Süleyman İbnu'l-Eş'as,
es-Sünen, Hudûd 15, Beyrut, 1988; İbn Mâce, Ebû Abdillah, es-Sünen, Talak 14, 16, Beyrut, 1975.
32 Meydânî, Riyad, “İslam Ceza Hukukunun Genel Prensipleri” (Çev.: Şamil Dağcı), İslami Araştırmalar Der-
Suç oluşturacak bir fiili işlemeye zorlanan kimseler de fiillerini kendi ihtiyarla-
rıyla yapmadıkları için, belli şartlarda cezaî sorumluluktan kurtulurlar35. Fıkıh literatü-
ründe ikrah olarak isimlendirilen bu husus, baskıyla bir kimsenin diğerine karşı işledi-
ği, zorlananın rızasını ortadan kaldıran, ihtiyarını bozan bir olgudur36. Böyle durum-
larda da suçun önemli unsurlarından biri olan kast bulunmamaktadır. Örneğin, bir kişi
çocuk yaştaki birisini başkasını öldürmeye zorlarsa, adam öldürme cezası faile değil
zorlayana uygulanır37. Bu örnekte öldürme fiilini çocuk gerçekleştirdiği halde onun bu
fiilinde kast unsuru bulunmayacağı için ceza görünürdeki faile değil asıl faile izafe
edilir. Dolayısıyla çocuğun adam öldürmeyle sonuçlanan fiilinin cezaî müeyyidesi
kendisine yükletilmemektedir.
Bunun gibi, oyun maksadıyla birisi diğerinin ayağından yakalayıp yüz üstü dü-
şürerek ölümüne sebebiyet verse buradaki fiilde kast unsuru38 bulunmadığı için ceza
hukuku açısından son derece önemli olan suçun manevi unsuru teşekkül etmez. Bu
durumda konu büyük oranda ceza hukuku alanından çıkıp sorumluluk hukuku alanı-
na girmiş olur. Kısaca fiil ceza için gerekli unsuru taşımadığından fiilin karşılığı olarak
uygulanacak hukukî müeyyide tazminata dönüşür.
Kur’an-ı Kerim’deki, “Şüphesiz size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah’tan
başkası adına kesilen hayvanı haram kılmışızdır. Fakat darda kalma, başkasının payına el uzat-
mamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandır, mer-
hamet edendir”39, “Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, iffetli olmak isteyen cari-
yelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa bilsin ki Allah hiç şüphesiz onu değil
zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet eder”40 ayetleri ile “Gönlü imanla dolu olduğu halde,
zor altında olan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah'ı inkar edip, gönlünü kafirliğe açanla-
ra Allah katından bir gazap vardır; büyük azap da onlar içindir”41 ayetinde ifade edildiği gibi
zorla yaptırılan tasarruflarda kasıt unsurunun bulunmadığına dikkat çekilerek bir ta-
kım fiillerinden dolayı insanların sorumlu tutulmayacakları ifade edilmiştir. Bu durum
Hz. Peygamber’in, “Allah, ümmetimin kalplerine gelen kötülükleri, yapmadıkça ve konuşma-
35 el-Hebbâzî, Celâluddîn, el-Muğî fî Usûli’l-Fıkh, Mekke, h.,1403, 401; Hasan, Halid Ramazan, Mu’cemu
Usûli’l-Fıkh, Beyrût, tsz., 64; Zeydân, Abdulkerim, el-Vecîz fî Usûli’l-Fıkh, İstanbul, 1979, 136; Ebû Zehra,
Muhammed, el-‘Ukûbe, Kâhire, 1946, 427; Deminî, 81
36 Serahsî, XXIV, 84; es-Semerkandî, Alauddin, Tuhfetu'l-Fukaha, Beyrut, 1984, III, 273; Kâsânî, VII, 179;
39 el-Bakara 2/173.
40 en-Nûr 24/33,
41 en-Nahl 16/106.
20 İslam Ceza Hukuku Açısından Suçun Manevi Unsurlarından Kast
dıkça affetmiştir”42 hadisi ile, “Allah ümmetimin hatasını, unutmasını ve zora gelerek yaptık-
larını bağışlamıştır”43 hadisinde de ifade edilmiştir.
Konuyla ilgili delil olabilecek nitelikteki nasları ve klasik fıkıh kitaplarında ve-
rilmiş örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kısaca İslam ceza hukuku açısından mükellef
olan insanın, ihtiyar gücüne ve onu kullanma iktidarına sahip olmadıkça cezalardan
hiçbirine müstahak olmadığı44 söylenebilir. Fiilin neticesine yönelmeyen irade tam bir
kast olarak değerlendirilemeyeceği için eksik kalan bu unsurdan dolayı cezanın da
farklılaşması söz konusu olacaktır45.
Yukarıda yer alan ifadelerden de anlaşılacağı gibi suçun manevi unsuru olan
kast, İslam ceza hukukunda önemli bir unsur olup bir fiilden dolayı failin cezaî sorum-
luluğunun sınırlarını belirlemede etkin bir role sahiptir.
Suç sonucunu doğuran insan fiillerinde kast unsurunun varlığını tespit etmek
oldukça zordur. Bu bağlamda hukuk tarihinde değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bir
yaklaşıma göre, kişilerin aksi sabit oluncaya kadar isnat yeteneğine sahip oldukları
kabulünden hareketle suç sonucunu doğuran bir fiilin maddeten meydana gelmiş ol-
ması yeterlidir. Yani maddi olarak suç fiilini işleyen kişi bu fiilin oluşturduğu sonucu
kastettiği var sayılmalıdır. Ancak aksini ispat ederse onun fiilinde kastının bulunmadı-
ğı kabul edilir47. Diğer bir yaklaşıma göre ise, suçun diğer unsurlarının varlığından söz
42 Buhârî, Itk 6, Ta1âk 11, Eymân 15; Müslim, Ebu Huseyn Müslim el-Kuşeyrî, es-Sahih, İman 201, 202,
İstanbul 1992; Ebu Dâvûd, Ta1âk 15; İbn Mâce, Ahkâm 14, 17, Ticârât, 43.
43 İbn Mâce, Talâk 16.
44 Deminî, 82.
edebilmek için onların ispatı gerektiği gibi kastın da varlığının ispat edilmesi şarttır.
Aksi halde suç fiilinde failin kastının bulunduğu söylenemez48.
Daha önce de ifade edildiği gibi suç oluşturan fiillerde biri genel diğeri ise özel
olmak üzere kast unsurunun iki yönü vardır. Buna göre, İslam ceza hukukunda suç
kabul edilen hırsızlık/sirkat fiilinde kastın varlığını belirlemede failin hırsızlık fiilinin
hukuken yasaklanmış fiillerden olduğundan haberdar olması genel kast unsurunun
varlığından söz edebilmek için yeterli görülebilir. Ancak bu genel kast durumu faile
hırsızlık suçunu isnat için yeterli olmayıp, ayrıca aldığı malın başkasının mülkü olması
ve sahibinin buna rızasının bulunmadığının da bilinmesi, aldığı malı kendi mülkiyeti-
ne geçirme niyetinde olması gibi özel kast durumlarının da gerçekleşmiş olması gere-
kir49.
Klasik fıkıh kitaplarında hırsızlıkla ilgili verilen örneklerden birine göre, bir kişi
başkasına ait bir elbiseyi çalmış olsa o kişi o elbiseyi çalma fiilindeki kastından dolayı
bu suçu işlemiş kabul edilmiştir. Ancak bu elbisenin cebinde bulunan bir miktar para-
dan haberi olmadan bu elbiseyi çaldığı için parayı çalma fiilinde kastının bulunmadı-
ğına hükmedilerek parayı çalma fiilini işlemiş kabul edilmez50. Zira burada para çal-
maya yönelik özel bir kast söz konusu değildir.
Zeylâ’î, Osman b. Ali, Tebyînü'l-Hakâik Şerhu Kenzi'd-Dekâik, Beyrût, tsz., III, 216.
51 Kâsânî, VII, 233.
52 el-Mevsılî, Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd, el-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr, Beyrût, 2007, V, 29; Kâdîzâde,
Şemsuddin Ahmed, Netâicü’l-Efkâr (Tekmiletü Fethi’l-Kadîr), Beyrût, tsz., X, 203-204; İbn Âbidîn, Mu-
hammed Emin, Hâşiyetü Reddi’l-Muhtâr, İstanbul, 1984, VI, 527.
53 Serahsî, XXVI, 67; el-Ğamrâvî, Muhammed ez-Zührî, es-Sirâcü’l-Vehhâc, İstanbul, tsz., 477; Nebhan, 7.
22 İslam Ceza Hukuku Açısından Suçun Manevi Unsurlarından Kast
bilinebilir54. Ancak öldürücü nitelikteki aletlerin neler olduğu konusunda farklı görüş-
lerin olacağı gerçeğini de gözden uzak tutmamak gerekir. Nitekim fukaha da bu konu-
da ihtilaf etmiştir55.
Sonuç
Toplumsal düzen açısından hukuken suç oluşturan fiilleri işleyen bireylerin ce-
zalandırılması gerekir. Ancak suç sonucunu doğuran fiilin failine bu sonucu isnat ede-
bilmek ceza uygulamasının adil olabilmesi ve cezanın mahiyetinin belirlenmesinde son
derece önemlidir. Burada suçun manevi unsuru içerisinde değerlendirilen failin kastı-
nın tespiti devreye girmektedir.
İçsel bir duygu olduğu için belirlenmesi son derece zor olan kast unsurunun
tespitinde gerek failin psikolojisinden gerekse kullandığı yol ve yöntemden yararlanı-
larak, toplumdaki adalet inancını sarsmamaya özen gösterilip faile hak ettiği cezanın
verilmesi için özellikle yargılamada hassas davranılmasının İslam ceza hukukun temel
niteliklerinden olduğu söylenebilir.
Kaynakça
Alacakaptan, Uğur, Suçun Unsurları, Ankara, 1975.
Akşit, M. Cevat, İslam Ceza Hukuku ve İnsani Esasları, İstanbul, 1976.
Behnesî, Ahmed Fethi, el-Cerâim fi’l-Fıkhı’l-İslâmî, Kâhire, 2004.
Behnesî, Ahmed Fethi, el-Mesuliyetü’l-Cinaî fi’l-Fıkhi’l-İslamî, Kahire, 1969.
Bilge, Necip, Hukuk Başlangıcı Ders Notları, Ankara, 1977.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuki İslamiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul, tsz.
Boynukalın, Mehmet, “Suç”, DİA, İstanbul, 2009.
Giriş
Evrensel düzeyde uzlaşı kültürünün imkânlı olup olmadığını tartışabilmek için,
insan denen varlığın biyolojik, psikolojik ve sosyolojik boyutları ile ele alınması, ince-
lenmesi gerekmektedir. İnsanın doğasının anlaşılması bilimsel çalışmalar açısından
26 Evrensel Düzeyde Uzlaşı ve Hoşgörü Kültürünün İmkânı
önemlidir. Bilinçli istekleri ve bilinçaltı dürtülerinin yanı sıra toplumsal bir varlık olan
insanın, psikologlar, biyologlar ve toplumbilimciler tarafından uzlaşı ve hoşgörü bağ-
lamında incelenmesi araştırılması gerekir.
Biyolojik özellikleri ile öteki canlı varlıklarla benzerlik gösteren insan, düşünen,
akleden ve geleceğini düzenleme yetenekleri ile onlardan ayrılmaktadır. İnsan hem
fizyolojik yönü hem de ruhsal yönü bulunan bir varlıktır. Farklılaşan yetenekleri ve
özellikleri ile yerküremizdeki ve evrendeki her şey insan tarafından tanımlanmakta,
anlamlandırılmakta ve yine insan vasıtasıyla açıklanabilir ve anlaşılabilir kılınmakta-
dır. Bir başka deyişle yerküre ve evrende olup biten her şeyin birbirleriyle ilişkilendi-
rilmesini, olası ilişkilerin araştırılmasını ve kategorize etmeyi insan üstlenmiştir. Yani
insan güç, hareket ve madde gibi çevresinde bulunan her şeye ilgi gösteren ve sorgula-
yan bir varlıktır. Ancak insanın bu özelliklerinin dışında çok daha farklı özelliklere
sahip bir varlık olduğu anlaşılmaktadır.
İnsan, hem içsel hem dışsal faktörlerle çevresiyle ilişki kurması engellendiğin-
de, çatışma içerisine girebilen bir özelliğe sahiptir.1 Bu gerçeklik, aynı şekilde toplum-
lar için de söz konusudur. Ayrıca insan, toplumsal bir varlık olarak araştıran ve üreten
bir canlı olma özelliğine sahiptir. Günümüzde insanın araştırma alanına giren en
önemli konulardan birisi, şu an için canlı varlıkların yaşamlarını sürdürebileceği
yegâne yer olan mavi küremizin hassasiyetle korunabilmesi açısından, insan güvenli-
ğinin sağlanması ve özgürlük alanının genişletilmesidir. Bunun gerçekleşmesinde te-
mel hususiyet ise, evrensel boyutları ile uzlaşı ve hoşgörü kültürünün benimsenmesi
ve kalıcı bir hale gelmesidir. Ancak hemen belirtilmelidir ki, uzlaşı ve hoş görü kültürü
kader gibi algılanmamalı, zira alınyazısı olarak algılanmaya başlayan bir anlayış, hem
bireysel hem de toplumsal temelde problematiklere neden olabilir. Örneğin mademki
insanın hoşgörülü olması gerekiyor, öyleyse temel ahlaki değerlerin sınırlarına taşanla-
rı da hoş görmeli gibi anlayışa da yol açmamalıdır. Ayrıca N. Topçu’nun belirttiği gibi,
uzlaşı ve hoşgörü kültürü conformizme2 (uysallık) yol açmamalı, başta insan olmak
üzere yerküremizi ve üzerinde yaşamakta olan bütün varlıkların korunmasına yönelik
ahlaki bir tutum olarak işlev görmelidir. Bir başka deyişle söylenecek olursa, gerek
birey gerekse toplumlar haklarını arayabilme yeteneğinden yoksun olmamalıdırlar.
Hoşgörünün ilke edinilmesi, başka ilkelerden vazgeçmeyi gerektirmemelidir.3
Bu çalışmada, tüm toplumlar için hayati önem taşıyan uzlaşı ve hoşgörü kültü-
rünün imkânlı olup olmadığı incelenecektir. İnsanlığın bu ortak sorununa çözümler
getirebilmek ve arayışlarda bulunabilmek için, öncelikle geçmişte yaşanmış olay ve
olgulara bakmak gerekmektedir. Bu hem konunun daha iyi anlaşılmasına katkılar sağ-
layacak hem de uzlaşı ve hoşgörü imkânı arayışı için bize yeni ufuklar açacaktır.
4. Alfred Adler, Yaşamın Anlam ve Amacı, çev: Kamuran Şipal, Say Yay. İstanbul 2009, s. 199.
5. Erich Fromm, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, I, çev: Ş. Alpagut, Payel Yay. İstanbul 1993, s. 33.
6. Erich Fromm, Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları, çev: Aydın Arıtan, Arıtan Yay. İsta nbul 2004,
s.
28 Evrensel Düzeyde Uzlaşı ve Hoşgörü Kültürünün İmkânı
nın saldırganlığının toplumsal şartlar ve eğitimle ilgili olduğunu ileri sürerler.7 Bireysel
temelde saldırganlığın, toplumsal boyutları ile savaşların kökeni hakkında pek çok
teori ileri sürülmüş ve hala tartışma konusudur.8 Konunun daha iyi anlaşılabilmesi
için, uzlaşı, hoşgörü, çatışma ve savaş gibi terimlerin sözlük anlamlarına bakmak uy-
gun olacaktır.
7. Erich Fromm, Toplumsal Bilinçaltının Araştırılması, çev: Aydın Arıtan, Arıtan Yay. İstanbul 2004, s. 119-
124.
8. İnsanoğlu çok eski çağlardan bu yana türünün devamlılığını sağlayabilmek amacıyla büyük mücadele-
lere girmiştir. Tarih boyunca yaşanan maddi ve manevi gelişmelere rağmen insanın yaratılışından iti-
baren var olan şiddet ve savaş olgularını yok etmeye yetmemiştir. Savaşın karşısında yer alanlar old u-
ğu gibi, savaşın varlığının vazgeçilmez bir unsuru olduğu görüşünü benimseyenler de olmuştur. Ö r-
neğin Socrates, ve Herakletios savaşın olumlu içeriğinden, Marks ve Engels’in de savaşı, toplumsal ha-
reketin donmuş ve ölmüş siyasal biçimlerini alt etmede ve parçalamada kullanılan bir araç olarak de-
ğerlendirdikleri görülür. Daha geniş bilgi için bkz: Erkan Göksu, “İnsanlık Tarihinin D eğişmeyen Fe-
nomenleri: Şiddet ve Savaş” Bilim Yolu, K.Ü.S.B.E. Dergisi Sayı:3, 2003.
9. Türkçe Sözlük, haz: A. Salih Erüz-Kahraman Aksakal, Şamil Yay. İstanbul 1984, s. 960.
İnsanlığın hayat hikâyesini bize sunan tarihi kaynaklar, ilk insanların beslenme,
güvenlik, savunma gibi nedenlerle birbirleri ile çatıştıklarını, savaştıklarını kaydetmek-
tedirler.14 İnsanlar yerleşik düzene geçip toplum haline dönüştüklerinde de benzer ça-
tışmalar kültürel özellikler kazanarak, şiddetlenerek devam etmiştir.15 Çatışmanın kay-
nağında hem bireysel özellikler hem de toplumsal özellikler bulunmaktadır. İnsan üze-
rine yapılan bir takım bilimsel çalışmalar, birey temelinde bazı insanların başkalarına
üstünlük sağlama, bencillik duygusunu tatmin amacıyla büyük mücadelelere girdikle-
rini tespit etmişlerdir.16 Hobbes, insanların zenginlik, şöhret, iktidar ve güç için müca-
dele içinde olduklarını, bu nedenle “insan insanın kurdu olduğunu” belirtirken, J. Loc-
ke, “insan insanın kurdu” olmadığını, doğal yaşama halinin barış içinde geçen bir dö-
nem olduğunu belirtir.17 Anlaşılacağı gibi her iki düşünür, konuya farklı açıklardan
yaklaşmaktadırlar.
İnsan toplumsal bir varlık olarak ortaya çıktığında bireysel ve toplumsal ihti-
yaçlar nedeniyle maddi ve manevi olarak nitelendirilebilecek kültürü oluşturmuş, da-
ha sonraki aşamalarda uygarlıklar ortaya koymuşlardır. Antropoloji ve tarihi veriler,
geçmişten günümüze kadar toplumsal yapının belirlenmesinde etkili olan kültürün
çeşitliliğini tespit etmişlerdir.18 Söz konusu farklılıklar insanları endişelendirmiş, farklı-
lıkları tehdit unsuru olarak değerlendirmiştir. İnsanın çevresini saran kültür, bir taraf-
tan insanın tutum ve davranışlarını düzenleyip yön verirken, diğer taraftan kültürel
özelliklerini yenilemeyi, farklı kültürlerle etkileşimini devam ettirmiştir. Yiyecek, ba-
rınma, inanma ve güvenlik gibi etkenlerle dini, siyasi, iktisadi faaliyetler ortaya çıkma-
ya başlamıştır. Aynı zamanda söz konusu etkenler, çatışmanın (savaş) nedenleri arası-
na girmiştir. Bu çatışmalarda insanın biyolojik, ruhsal ve toplumsal yönlerinin etkili
olduğu anlaşılmaktadır. Ancak insanoğlu çatışmalarla, savaşlarla geçen yaşamın kendi
geleceklerinin belirlenmesinde olumsuz yönde olduğunu tespit etmesiyle, karşılıklı
görev ve sorumluluğa dayanan bir uzlaşma kültürü oluşturma arayışına girebilmiştir.
Düşünce dünyasında insanlığı savaşlardan uzak tutmak amacıyla çeşitli görüşler geliş-
tirilmiştir. Eski Çin düşüncesinde savaş ahlak dışı olarak değerlendirilir.19 Bizim kültü-
rümüzde de Mevlana, Yunus ve H. Bektaşi Veli gibi düşünürler, yüzyıllar öncesinden
14. W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, çev: M. F. Köprülü, D.İ.B.Yay. Ankara 1977, s. 10; Rene
Gırard, Şiddet ve Kutsal, çev: Necmiye Alpay, Kanat Yay.İstanbul 2003, 2-20.
15. Rurth Benedict, Krizantem ve Kılıç, çev: Türkan Turgut, Türkiye İş bankası Yay. 1994, s. 23.
17. Nkl: Barlas Tolan: Toplum Bilimlerine Giriş, Murat-Adım Yay. Ankara 1996, s. 5.
18. L.S.B. Leakey, İnsanın Ataları, çev: Güven Arsebük, T.T.K. Yay. Ankara 1971, s. 107.
19. Zhuge Liang-Lium Ji, Savaş Sanatında Ustalaşmak, çev: Sibel Özbudun, Anahtar Kitaplar Yay.
Yukarıdaki ifadeler savaşın (çatışma) tarihsel bir olgu olduğunu ortaya koy-
maktadır. Daha önceden de belirtilmiş olduğu gibi, savaşlar ekonomik, siyasi ve dinsel
gibi pek çok nedenlerle ortaya çıkmışlardır. Fakat savaşların daha çok ekonomik ve
siyasi amaçlı olduğu anlaşılmaktadır. Günümüzde de silah imal eden ülkelerin ürettik-
leri silahlara pazar bulabilmek için savaşlar çıkardıkları ve sürdürdükleri belirtilmek-
tedir.21 Öte yandan savaşların yararlılıkları üzerinde duran ve savaşı toplumsallaşma-
nın başlıca etkeni sayan toplumbilimciler de bulunmaktadır.22 Bu çerçeveden bakıldı-
ğında savaşların toplumsallaşmada önemli rolleri olabilir. Ancak savaşın bütün ahlaki
kontrol mekanizmalarını etkisiz hale getirebileceği de ifade edilmektedir.23 Ancak in-
sanlar gerek birey temelinde gerekse toplum temelinde her zaman çatışmamışlar; kar-
şılıklı anlaşmalar düzenleyip, uzlaşma da sağlayabilmişlerdir.
Savaşlar üzerine yapılmış olan bir çalışmada İngiltere’nin XVI. yüzyılda 57 yıl,
XVII. yüzyılda 43,5 yıl, XVIII. yüzyılda 55,5 yıl, XIX. yüzyılda 53,5 yıl savaştığını, Tür-
kiye’nin ise XVII. yüzyılda 89 yıl, XVIII. yüzyılda 25 yıl, XIX. yüzyılda 39,5 yıl savaştı-
ğını tespit etmiştir.24 Ne var ki eski savaşların seksen yılda verdiği kayıp ve zarar XX.
Yüzyılın Birinci Dünya Savaşının dört yılı ile (1914-1918), İkinci Dünya Savaşının altı
yılında (1939-1945) verilen kayıp ve zarardan ölçülemeyecek kadar az olduğu ifade
edilmektedir.25 İnsanoğlu atomu keşfetmekle, yeryüzünde hayat izlerini silebilecek, altı
bin yıllık uygarlığın bütün izlerini bir günde ortadan kaldırabilecek teknik güce sahip
olmuştur.26 Anlaşılacağı gibi geçmişte toplumlar savaş kültürü oluşturmuşlardır; gele-
cekte barışın egemen olduğu, savaşların olmadığı bir barış ortamı (uzlaşı kültürü)
mümkün olabilir mi? Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının insanlık için kötü neticele-
rinden sonra evrensel boyutlarda ümit verici gelişmeler kaydedilmiştir. Dünya kamu-
oyunda barışın korunması, karşılıklı güven ortamının oluşabilmesi, haksızlıkların or-
tadan kaldırılması yönündeki gayretler ileri adımlardır; fakat yeterli olmadığı da açık-
20. M. Celaleddin Rumi, Fihi Mâ-Fih ve Mecalis-i Seb’a’dan Seçmeler, haz: A. Baki Gölpınarlı, K.T.B.
Yay. Ankara 1985, s. 212, 265; Rüştü Şardağ, Her Yönüyle Hacı Bektaşi Veli ve Şerh-i Besmele,
Karınca Matbaacılık, İzmir 1985, s. 80,81.
21. Orhan Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1996, s. 345.
23. Erol Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken Yay. İstanbul 2000, s. 187.
26. Roger Garaudy, İnsanlığın Medeniyet Destanı, çev: Cemal Aydın, Türk Edebiyatı Vakfı Yay. İstanbul
2006, s. 191.
Toplumların farklı kültürleri temsil etmelerinde din kurumu önemli rol oynar.
Evrensel boyutlarda uzlaşı kültürünün imkânı açısından, din ve uzlaşı kültürü ilişkile-
rine değinmek uygun olacaktır.
Her din, evrenin oluşumu ve insan varlığı ile ilgili olarak soyut problemler ve
toplum hayatının uygulamalı davranış kalıplarına kadar bir anlayış kazandırma çabası
içerisindedir. Bu çerçeveden bakıldığında, dinin bireysel, toplumsal ve dünyevi olanı-
na kadar bir bakış açısı ve bir ahlaki sistem geliştirdiği söylenebilir. Yani en ilkel olarak
kabul edilen dinlerden en sofistike olanına kadar tüm dinler, insani ihtiyaçları karşıla-
mak için ortaya çıkmışlardır. Anlaşılacağı gibi bütün dinler, insanlara bir mesaj sun-
maktadırlar. Bu mesajların ortak teması insanların ihtiyaçlarına cevap verebilme iddia-
sı taşırlar. Din, birey ve toplum temelinde incelendiğinde, onun gerek birey temelinde
gerekse tüm öteki toplumsal kurumlarla ilişkilerinin alabildiğince derin olduğu anlaşı-
lır. Dinler genellikle ilk bakışta bireye hitap eder, Tanrı ile insan arasındaki ilişkileri
27. Harald Müller, Kültürlerin Uzlaşması, çev: Ali Çimen, Timaş Yay. İstanbul 2001, s. 8.
28. Peter Graf, “Religiöse Erziehung von Muslimen in Deutschen Schulen”, İslam und Europa 11,
Dönmez Ofset, Ankara 2004, s. 42.
29. Peter L. Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği, çev. Ali Coşkun, İnsan Yay. İstanbul 1993, s. 195-196; Zeki Ars-
lantürk, Kutsalın Dönüşü, Yeni Toplum Arayışları, Ayışığı Kitapları, İstanbul 1998, s. 38.
32 Evrensel Düzeyde Uzlaşı ve Hoşgörü Kültürünün İmkânı
düzenlemek ister. Ancak birey temelinde benimsenen dinin, arkasından toplumsal bir
hüviyet kazandığı görülür. Böylece din, hukuk, ahlak, iktisat, siyaset gibi toplumun
bütün kısımları ile etkileşim içerisine girer. Bireysel ve toplumsal yaptırım gücüne sa-
hip eylemleri bünyesinde barındıran dinin,30 bu durumda diğer toplumsal kurumlarla
olan ilişkisi ortaya çıkmakta, siyaset kurumu ile de yakın ilişkiler kurduğu anlaşılmak-
tadır. Tarihte din ve siyaset ilişkilerinin iç içe olduğu dönemlerde toplumlar ve top-
lumlar arası ilişkilerde büyük bunalımlar yaşandığı bilinmektedir.31 Gerçekte dinler,
hem birey hem de toplum temelinde barış ve esenliği önerirler. Ancak özellikle siyaset
yönetimi, toplumlar arası sorunların çözüm veya çözümsüzlüğünde dinleri vasıta ola-
rak değerlendirebilmektedir. Yani tüm toplumsal kurumlarda olduğu gibi, din kuru-
muna da farklı misyonlar yüklenebilmektedir.
30. Ünver Günay, Din Sosyolojisi Dersleri, E.Ü.Y. Kayseri 1993, s. 147-148; Şaban Ali Düzgün, Din,
Birey ve Toplum, Akçağ Yay. Ankara 1997, s. 9.
31. Edward W. Said, Şarkiyatçılık Batının Şark Anlayışları, çev: Berna Ünler, Metis Yay. İstanbul 1999, s.
280.
32. Joachim Wach, Din Sosyolojisi, çev: Ünver Günay, E.Ü.Yay. Kayseri 1990, s. 42.
ları bunu gerektirir. Esasen farklı inançların rekabeti ve aralarındaki ilişkiler toplumsal
değişim ve gelişmeler için de gerekli olabilir. M. Eliade’in belirttiği gibi, zıtlar arasın-
daki arabuluculuk çözümler sunabilir, çatışma birlik içinde eriyebilir.34
Buraya kadar geçen ifadeler değerlendirildiğinde, dinin tek tek fertleri etkile-
mek suretiyle ortak bir zihniyet kazandırma işlevine paralel olarak, ürettiği toplumsal
değer ve normlarla sosyal bir yapı içerisinde bütünleştirici (uzlaşı) ve parçalayıcı işlevi
de dikkat çekmektedir. Bu durumda dinin, toplumsal kurumlar içerisinde görmekte
olduğu fonksiyonların hepsinin ilerisinde, dinamik yapısıyla toplumsal dayanışmanın
anahtarı olmasının yanı sıra büyük çatışmalara da neden olabildiğini belirtmek gerekir.
Sonuç
Biyolojik, psikolojik ve toplumsal özellikleri ile insan, bir taraftan insancıl duy-
guları taşırken diğer taraftan şiddete meyilli bir varlıktır. Bir başka deyişle ister içgü-
düsel olsun, isterse toplumsal etkenlerle olsun insanda güç tutkusu, çatışma ve daya-
nışma duyguları bir arada bulunabilmektedir. Bu özellikleri ile insan, yüzyıllar içeri-
sinde hem savaş (çatışma) kültürü hem de barış kültürü oluşturabilmiştir.
34. Mircae Eliade, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, çev: Mehmet Aydın, K. B. Y ay. Ankara 1990, s. 186.
35. Bertrand Russel, Bilimin Toplum Üzerindeki Etkileri, çev: Erol Esençay, İlya Yay. İzmir 2003, s.
85,88.
36. Barbara Stowasser, Medeniyetler Çatışmasından Diyaloga, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, İstanbul 2000,
22,23.
34 Evrensel Düzeyde Uzlaşı ve Hoşgörü Kültürünün İmkânı
Özetlenecek olursa, evrensel boyutları ile uzlaşı kültürünün imkânlı olup ol-
madığı değerlendirildiğinde, konuya iyimser bir yaklaşımla bakıldığında, daha iyi ya-
şama imkânlarını araştıran bir varlık olarak insanoğlunun, evrensel düzeyde bir uzlaşı
ve hoşgörü kültürünü geliştirebileceği öngörülebilirken, konunun tarihsel boyutları
dikkate alınarak bir değerlendirme yapılacak olursa, yerküremizde yaşamakta olan
bütün toplumların üzerinde anlaşabilecekleri bir uzlaşı kültürünün gerçekleştirilmesi-
nin kısa vadede güç olduğu, ancak uzun vadede ihtimal dışı olmadığı ifade edilebilir.
Kaynakça
Adler, Alfred, Yaşamın Anlam ve Amacı, çev: Kamuran Şipal, Say Yay. İstanbul 2009.
Arslantürk, Zeki, Kutsalın Dönüşü, Yeni Toplum Arayışları, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 1998.
Aydın, Mehmet, İçe Kritik Bakış Din-Felsefe-Laiklik, İyiadam Yay. İstanbul 2000.
Barthold, W. İslam Medeniyeti Tarihi, çev: M. F. Köprülü, D.İ.B.Yay. Ankara 1977.
Baymur, Feriha, Genel Psikoloji, İnkılâp Yay. İstanbul 1994.
Benedict, Ruth, Krizantem ve Kılıç, çev: Türkan Turgut, Türkiye İş Bankası Yay. 1994.
Berger, Peter, Dinin Sosyal Gerçekliği, çev. Ali Coşkun, İnsan Yay. İstanbul 1993.
Durkheim, Emile, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, çev: Fuat Aydın, Ataç Yay. İstanbul 2005.
Düzgün, Şaban Ali, Din, Birey ve Toplum, Akçağ Yay. Ankara 1997.
Eliade, Mircae, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, çev: Mehmet Aydın, K. B. Yay. Ankara,
1990.
Fromm, Erich, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, I, çev: Ş. Alpagut, Payel Yay. İstanbul, 1993.
----------------- Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları, çev: Aydın Arıtan, Arıtan Yay. İstan-
bul 2004.
----------------Toplumsal Bilinçaltının Araştırılması, çev: Aydın Arıtan, Arıtan Yay. İstanbul 2004.
Garaudy, Roger, İnsanlığın Medeniyet Destanı, çev: Cemal Aydın, Türk Edebiyatı Vakfı Yay.
İstanbul 2006.
Gırard, Rene , Şiddet ve Kutsal, çev: Necmiye Alpay, Kanat Yay.İstanbul 2003.
Graf, Peter, “Religiöse Erziehung von Muslimen in Deutschen Schulen”, İslam und Europa 11,
Dönmez Ofset, Ankara 2004.
Günay, Ünver, Din Sosyolojisi Dersleri, E.Ü.Y. Kayseri 1993.
Güngör, Erol, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken Yay. İstanbul 2000.
Hançerlioğlu, Orhan, Toplumbilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1996.
Leakey, L.S.B. İnsanın Ataları, çev: Güven Arsebük, T.T.K. Yay. Ankara 1971.
M. Celaleddin Rumi, Fihi Mâ-Fih ve Mecalis-i Seb’a’dan Seçmeler, haz: A. Baki Gölpınarlı,
K.T.B.Yay. Ankara 1985.
Müller, Harald, Kültürlerin Uzlaşması, çev: Ali Çimen, Timaş Yay. İstanbul 2001.
Şardağ, Rüştü, Her Yönüyle Hacı Bektaşi Veli ve Şerh-i Besmele, Karınca
Matbaacılık, İzmir 1985.
Said, Edward W. Şarkiyatçılık Batının Şark Anlayışları, çev: Berna Ünler, Metis Yay. İstanbul
1999.
Tolan, Barlas, Toplum Bilimlerine Giriş, Murat-Adım Yay. Ankara 1996.
Topçu, Nurettin, İsyan Ahlakı, çev: Mustafa Kök, Musa Doğan, Dergâh Yay. İstanbul, 1995.
Türkçe Sözlük, haz: A. Salih Erüz-Kahraman Aksakal, Şamil Yay. İstanbul 1984.
Türkçe Sözlük, T.D.K.Yay. C.1, İstanbul 1992.
Wach, Joachim, Din Sosyolojisi, çev: Ünver Günay, E.Ü.Yay. Kayseri 1990.
Zhuge Liang-Lium Ji, Savaş Sanatında Ustalaşmak, çev: Sibel Özbudun, Anahtar Kitaplar Yay.
İstanbul 1997 .
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
Özet
Sendikalar sanayi devriminden yaklaşık yüz yıl sonra ortaya çıkmış örgüt-
lerdir. Yaptıkları faaliyetler başlangıç dönemlerinde yalnızca ücret çalışma şartla-
rını kapsarken giderek işsizlik, eğitim, çevre, sosyal güvenlik, demokrasi ve insan
hakları gibi toplumun tümünü ilgilendiren konuları kapsamaya başlamıştır. An-
cak sendikaların gelişmesi ve yapısal özellikleri her ülkede aynı değildir. Devletin
tarihi, ideolojik ve ekonomik yapısıyla; sendika, işçi, işletme ve işverenlerin çeşitli
özellikleri hem sendikaların yapısını, hem de sendikayla üyesi arasındaki bağlılığı
yakından etkilemektedir. Bu çalışmada sendikayla üyesi arasındaki bağlılığı etki-
leyen söz konusu faktörler incelenecektir.
Anahtar kelimeler: Sendikal bağlılık, işveren, devletin yapısı, sendika-
işveren ilişkileri, sosyal devlet
Abstract
Membership of Trade Union And The Factors Of Uninon Commitment
Trade unions came into being approximately one hundred years after the
industrial revolution. While their initial term activities include only fee and wor-
king conditions, gradually they have began to include the issues, which are all
community’s concern, such as unemployment, education, social security, democ-
racy and human rights. However, progress and structural characteristics of unions
are not same for all countries. With the state’s history, ideology and economic
structure; trade unions, workers and variety features of workers and employers
have effect both structures of union trades and commitment between member and
union closely. This study will examine factors that affect adherence between the
members of the union.
Key words: Union commitment, Employer, State Structure, Union- emp-
loyer Relations, Social State
Giriş
Emek erbabıyla bunları çalıştıranların ilişkisi mülkiyet edinme olgusu ve buna
bağlı olarak sınıfların ortaya çıkmasıyla başlar. Ancak Sanayi Devrimi’nden önceki
ilişki işçi-işveren ilişkisinden çok, efendi- köle ilişkisi şeklindedir. Kölelik geçmişten
bugüne din, kültür ve ırk ayrımı olmaksızın dünya genelinde yaygın bir uygulamadır.
Çalışma ve emek tarih boyunca hemen her toplumda küçümsenmiştir. Eski Mısır,
Hindistan ve Roma’da bu türdeki çalışmanın izlerine rastlanır. Bugün kabul edilen
anlamda işçi –işveren ilişkisi, 18. yüzyılda Sanayi Devrimi ile birlikte işçi ve kapitalist
38 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar
sınıfların doğumuyla başlamıştır. O dönemde geçerli olan klasik iktisadi anlayış örgüt-
lenmeyi, tam rekabet piyasası düşüncesine aykırı bulup, izin vermediği için işçi ücret-
leri ve diğer çalışma şartları başlangıçta bireysel sözleşmeler ile düzenlenmiştir. Bu
uygulama düşük ücretler, aşırı çalışma süreleri ve kötü çalışma ortamlarını doğurarak
kısa sürede bir insanlık faciasına sebep olmuştur. Fabrikasyon üretimden yaklaşık
yüzyıl sonra ilk sendikal örgütlenmelere rastlanmıştır. Başlangıçta illegal örgütler ola-
rak kabul edilen sendikalar klasik devlet anlayışının sosyal devlete dönüşmesi ile bir-
likte yasal statüye kavuşmuş ve giderek faaliyetlerinin kapsam ve derinliği artmaya
başlamıştır. Örneğin yapılan toplu iş sözleşmeleri başlangıçta yalnız işçileri ilgilendi-
ren ücret ve benzeri çalışma şartlarını düzenlerken giderek işsizlik, çevre, eğitim, sos-
yal güvenlik, ayrımcılık, engelli, çocuk ve kadın işçilerin korunması, demokrasi ve in-
san hakları gibi toplumun tamamını ilgilendiren konular da sendikaların gündemine
girmiştir. Sendikaların yapısı ve gelişimi her ülkede aynı olmamıştır. Çünkü sendika-
lar söz konusu süreç içerisinde bulunduğu ülkelerin ekonomik, sosyal, siyasal ve kül-
türel şartlarından ciddi olarak etkilenmiştir ve kendisi de içinde büyüdüğü sistemi
etkilemiştir. Söz konusu etkileşim süreci sendikaların hem işverenle, hem de kendi
üyeleriyle ilişkilerini etkilemiştir. Ayrıca sendikaların ekonomik ve sosyal fonksiyon-
larına ilişkin değerlendirmelerde ideolojik yaklaşım tarzı da etkili olmaktadır. Örneğin
liberal yaklaşım sendikal örgütlenmeyi serbest piyasaya aykırı görürken, sosyal devlet
uygulamasında sendikalar sistemin olmazsa olmazları arasında sayılmış, buna karşılık
sosyalistler sendikaları kapitalist devletin ideolojik araçları olan yozlaşmış kurumlar
olarak görmektedir (Işık, 1998:8 ). Neo-liberal politikaların çalışma yaşamı üzerinde
yarattığı etkiler bağlamında, sendikaların sahip oldukları güçlerini büyük ölçüde yi-
tirmeleri ve işlevlerini kaybetmeleri, üye kazanımları doğrultusunda yeni stratejiler
belirlemelerini ve yeni politikalar geliştirmelerini kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu doğ-
rultuda sendikaların izlediği en önemli stratejinin de üyelerin sendikal bağlılığını ar-
tırmak suretiyle sendikal katılımı güçlendirmek olduğu görülmektedir. (Karaca,
2011:68). Bu çalışmada yukarıda belirtilen faktörler dikkate alınarak sendika üyeliği ve
sendikal bağlılığı etkileyen faktörler incelenecektir.
Grusky,e göre, örgütsel bağlılık, üyenin ya da izleyicinin sistemin bütünüyle olan iliş-
kisinin doğasıdır. Dubin ve arkadaşları bağlılığı, örgütün üyesi olarak kalma arzusu,
örgüt için yüksek çaba harcama arzusu ve örgütün amaç ve değerlerine inanç unsurla-
rından oluşan bir bütün olarak tanımlamışlardır(Gül, 2002:38).
uzun yıllar boyunca izlenen popülist devlet politikaları yüzünden toplu sözleşmelerde
ücret- verimlilik bağlantısı dikkate alınmamıştır. Bu durum hem kamuda örgütlü sen-
dikaları devlete daha bağımlı kılmış, hem de özel sektördeki çalışma barışını olumsuz
etkilemiştir. Çünkü özel sektör varlığını devam ettirebilmek ve karlılığını sürdürebil-
mek için toplu pazarlık esnasında ücret- verimlilik- rekabet- işletmenin ödeme gücü
gibi konulara dikkat etmek zorundadır. Bunun sonucu olarak özel sektörde sendika –
işveren ilişkileri kamu sektörüne oranla daha gergin ve çatışmacı bir yapıdadır. Devle-
tin sisteme müdahalesi her ülkenin ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel özelliklerine
göre değişmekle birlikte üç şekilde gerçekleşir:
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye tek partili, devletçi ve dışa kapalı sis-
temden vazgeçince endüstri ilişkileri sisteminde de köklü değişiklikler meydana gel-
miştir. 1947 yılında çıkarılan 5018 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikle-
ri Hakkındaki kanunla sendikaların serbestçe kuruluşuna izin verildi. 1961 Anayasası
ve onun ışığı altında 1963’te çıkarılan 274 sayılı Sendikalar Kanunu ve 275 sayılı Toplu
İş sözleşmesi Grev ve Lokavt kanunuyla 1964’te çıkarılan 624 sayılı Devlet Personeli
Sendikası Kanunu Türk çalışma hayatı için dönüm noktası olmuştur. 1990’lı yıllardan
itibaren özellikle Uluslar arası Çalışma Örgütü (ILO) ve Avrupa Birliği normları Türk
çalışma mevzuatı için yön verici kaynak olmuştur. Bununla birlikte demokratik ve
ekonomik yapılardan kaynaklanan vesayetçi devlet anlayışının etkisiyle sendikal öz-
gürlüklerde aşağıda belirtilen belli noktalarda ciddi sıkıntılar devam etmektedir:
lerdir. Çünkü endüstri ilişkileri sistemi, ekonomik sistemin alt sistemidir ve ondan
etkilenir. Yukarıda belirtilen değişkenlerin olumsuz olması durumunda sosyal taraflar
arasındaki ilişkiler gerginleşir. Bu gerginlik sendika ile üyesini birbirine olumlu yön-
de yaklaştırır. Örnek olarak özellikle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Türk Endüst-
ri İlişkilerindeki kaos ortamını bozulan ekonomik dengeler ve yüksek enflasyona bağ-
lamak mümkündür. Siyasi istikrarsızlıkla birleşen ekonomik sıkıntılar endüstri ilişki-
leri sistemini temelden etkilemiştir. Ayrıca bir ülkede ekonomik faaliyetlerin kayıtlı ya
da kayıt dışı olması da çalışma ilişkilerini yakından etkiler. Kayıt dışı sektörün temel
özelliği çalışma hayatını düzenleyen yasal ve kurumsal düzenlemelerin dışında kalma-
sıdır. Kayıt dışı çalışma, piyasalarda kayıt dışı işletmeler lehine haksız menfaat sağlar-
ken, buralarda çalışan işçilerin aleyhine sonuçlar doğurmaktadır. Kayıt dışı sektörde
çalışanlar arasında kadın ve çocuk istihdamı yaygındır. Tarım, imalat sanayi ve küçük
ölçekli hizmet işletmelerindeki kadın ve çocuk çalışanlar yetersiz ücret ve çalışma şart-
larının yanı sıra sendikal hak ve özgürlükleri kullanma açısından da oldukça kötü du-
rumdadırlar. Daha da ötesi sendikalar kayıt dışı çalışanları yok saymaktadır (Ünsal,
1997:235-238).
Çalışma hayatını olumsuz yönde etkileyen diğer bir sosyal faktör de işgücü pi-
yasalarındaki ırk, cinsiyet, din ve etnik kökene dayalı ayrımcılık uygulamasıdır. Dinle
etnik kökenin birleşerek çalışanlar aleyhine haksız ve kötü durumlar yaratmasına çok
sık rastlanır. Amerika ve Avrupa’da eskiden beri rastlanan siyah-beyaz ayrımcılığı, 20.
yüzyılda İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde Asya ve Afrika kökenli göçmen
işçilere 11 Eylül hadisesinden sonra daha da şiddetlenen işte ve iş dışı sosyal hayatta
uygulanan ayrımcılık uygulamaları buna örnektir. İşin ilginç yanı sendikalar bu uygu-
lamanın bir parçası, hatta teşvikçisi olmuşlardır. Bu durum sendikalar hakkında genel
anlamda kuşku ve endişeye sebep olmuştur. (Grint, 1998: 86-90)
b. işyeri sendikaları ve
c. işkolu sendikaları.
Üç sendika türünde de üye ile sendika arasında sadakati besleyen farklı sebep-
ler bulunmaktadır. Aynı meslekten olanların oluşturduğu meslek sendikaları Sanayi
Devriminin ilk dönemlerinde lonca sisteminden beslenerek doğmuş bir sendika türü-
dür. Lonca düzeni sona ererken loncalardaki meslek erbabı (guild) işçiler hızlı bir şe-
kilde sendika üyeliğine geçiş yaparak meslek sendikalarının doğuşuna büyük katkı
sağlamışlardır. (Ekin, 1989:77) Ustalık ve meslektaşlık gurur ve dayanışmasının sonu-
cu olarak bu sendikalarda üyelerin birbirilerine ve sendikalarına bağlılık ve sadakatleri
oldukça yüksektir. (Grint,1998:83) İşyeri sendikalarında işyeri ile sendika adeta özdeş-
leşmiştir. Çünkü bu sendika türünde sendika ile işyeri yönetimi işyerinin başarısı için
ortak çaba göstermektedir. İşyeri sendikacılığında sendikaların diğer sendikalarla iliş-
ki kurması ve dayanışması çok yetersizdir. Bu durum hem sınıf bilincinin oluşmasını,
hem de sendikayla üye ilişkisini olumsuz etkiler. Bu özellik sendika üye ilişkisini za-
yıflatan niteliktir. Üye için sendika adeta işletmenin yönetim organının bir parçasıdır.
İşkolu sendikacılığı ise bilindiği gibi özellikle 20. yüzyılda ortaya çıkmış bir sendika
türüdür. Emekle sermaye arasında sınıfsal çelişkilerin doğurduğu o ortamda sendika-
lar eğitimsiz, vasıfsız ve yoksul işçilerin tek sığınağıdır.
nuç olarak tabanın örgüt üzerindeki denetimi imkânsız hale gelmektedir. Neredeyse
kutsanan ve maddi-manevi imtiyazlar sağlayan liderliği terk etmek, bu pozisyondaki
kişilere zor gelmekte ve bunun sonucunda demokratik örgütler oligarşik bir yapıya
dönüşmektedir (http: // www. calismatoplum. org/ sayı 19/ michels. pdf. ) ; (Ünsal,
1997:213).
san hakları, giderek kapsamı artan ve kronikleşen yoksulluk, ırkçılık, kaçak ve göçmen
işçiler, azınlıklara yönelik ayrımcılık, çevre kirlenmesi sayılabilir. Ancak sendikaların
geçmişten beri yukarıda belirtilen sosyal konularda duyarlı olduğu söylenemez. Ör-
neğin beyazların yönetimindeki Amerikan sendikaları Amerikan iç savaşı yıllarında
köleliğin kaldırılmasına karşı çıkmışlardır (Grint,1998:313).
Yapılan bazı araştırmalarda çalışanın eğitim durumu ile sendikal bağlılığı ara-
sında hiçbir ilişki bulunmamışken Deery ve arkadaşlarının, Avustralya’da yaptığı bir
çalışmada Gordon’un tüm sendikal bağlılık boyutlarıyla eğitimin negatif ilişkili olduğu
52 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar
Kast sisteminin güçlü olduğu Hindistan gibi ülkelerde din ve geleneklerin şe-
killendirdiği bölünmüş sosyal yapı işçi- işveren ilişkilerini efendi köle ilişkisine dönüş-
türür. Burada klasik anlamda bir örgütlenme ve toplu pazarlık sisteminin varlığı dü-
şünülemez. 1950’li yıllarda yasal olarak kalkmış olsa da etkilerini hala devam ettiren
bu sistemde kastlar arasında çok katı duvarlar vardır. Farklı kastlara mensup kişiler
aynı okul ve tapınaklara giremezler, iş ve mesleklerini değiştiremezler, birbirileriyle
evlenemezler (http://tr. wikipedia. org/wiki/Kast_sistemi, erişim tarihi 18. 12. 2011) Yine
yakın zamanlara kadar siyah beyaz ayrımının bulunduğu Güney Afrika’da beyaz deri-
li maden ocağı sahipleriyle siyah maden işçileri arasındaki çalışma ilişkileri de ırkçı ve
ayrımcı uygulamaların ışığında gelişmiştir.
- Sendikal hareketin imajı. Sendikalar baştan itibaren erkek egemen bir yapı-
ya sahip olmuşlardır. Ortaçağ’daki lonca teşkilatları ve sonrasındaki sendi-
kal örgütlenmeler erkek mesleği olan imalat, madencilik vb. işlerde ortaya
çıkmıştır. Kadın sorunlarının gündeme gelmediği sendikal ortamlar kadın-
lar için oldukça sıkıcıdır. Sendika toplantılarının yeri, zamanı, üslubu kadın-
ların sendikal faaliyetlere katılmasını engelleyici niteliktedir.
- Kadınların yaptığı işlerin özellikleri. Kadınların yaptığı işler daha çok vasıf
ve eğitim gerektirmeyen esnek nitelikteki işlerdir. Yaygın bir esnek çalışma
türü olan Part- time çalışanları sendikalı yapmak oldukça zordur. Kaldı ki
sendikalar zaten part-time çalışanlara soğuk yaklaşmaktadır. Çalıştıkları iş-
yerleri ise çoğunlukla özel sektöre ait küçük hizmet işletmeleridir. Son za-
54 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar
- Ücretli işçiliğin yanı sıra ev kadınlığı kimliği sendikal faaliyetlere yeterli za-
man ayıramama sonucunu doğurmaktadır. (Toksöz- Erdoğdu, 1998: 50).
nın amaçlarını benimseme ve inanma , sendika adına çaba ortaya koymak için istekli
olmak ve sendikanın üyesi olarak kalma arzusu olarak tanımlamaktadır (Wittmer,
Martin and Tekleab, 2010:57)
İkili bağlılık kavramı ise “Bireyin bir yandan işletmelerin tüm politikalarını,
amaçlarını ve varlığını benimserken, aynı zamanda üyesi bulunduğu sendikanın da
politika, amaç ve varlığına sahip çıkması olarak tanımlanmıştır. ” Bu kavram kuşkusuz
çatışmacı sendikacılıktan uzlaşmacı ve işbirlikçi işyeri sendikacılığına geçişle yeni yo-
rum ve uygulamalar kazanmıştır. İkili bağlılığı etkileyen faktörler arasında, sendika
üyesinin özellikleri, sendika-işveren ilişkileri, iş ortamı özellikleri sayılabilir (Demirbi-
lek, Çakır, 2006:125-136).
Stagner, ikili bağlılığı, sendikanın rolünden işverenin rolünün keskin bir şekil-
de farklılaştırmaktan ziyade çalışanların, iş durumunu bir bütün olarak algılama mey-
linin bir sonucu olarak nitelendirmektedir. Bu açıklama, bu iki grubun öz niteliği aynı
faaliyetlerinin olması şartıyla, yüksek iş tatminini ve sendika-işyeri yönetimi ilişkileri-
nin pozitif olmasının ikili bağlılığa yol açacağını vurgulamaktadır. Kısacası ikili bağlı-
lığın, yüksek iş tatmini ve sendika-işyeri yönetimi arasındaki olumlu ilişki anahtar rol
oynar. Çünkü sendika –işyeri yöneticileri arasındaki çatışmalar, düşük iş tatmini tekli
bağlılığa yani ya sendikaya ya da organizasyona bağlılığa yol açacaktır (Magenau and
others, 1988:359-360).
- Engelli olması,
4.6. İşçinin Asıl İşveren Veya Alt İşverenin İşçisi Olma Durumu
Bir işverenin işinin bir bölümünü çeşitli nedenlerle başka bir işverene bırakması
anlamına gelen alt işveren uygulaması çeşitli ekonomik ve sosyal gelişmelerin sonucu
olarak 1970’li yıllarda ortaya çıkmıştır. Uygulamanın yaygınlaşmasının temel sebeple-
ri arasında işverenlerin özel uzmanlık gerektiren işleri bir uzman kuruluş eliyle yap-
tırma, işgücü maliyetlerini azaltma ve esnek istihdam anlayışına yönelme sayılabilir.
Esneklik uygulamalarının hız kazandığı 1980’li yıllara kadar alt işveren uygulamasına
pek rastlanmaz. Bir işin ana ya da yardımcı bütün unsurları aynı işverene bağlı işçiler
tarafından yapılırdı. Bu işçiler de genel olarak sendikalaşma, toplu sözleşme, ücret ve
diğer sosyal haklar bakımından benzer uygulamalara muhatap olurlardı. Alt işveren
uygulaması ekonomik anlamda işletme, sektör, bölge ve ülke düzeyinde birbirinden
tamamıyla farklı ikili (düalist) işgücü piyasası uygulaması doğurdu. Asıl işverenin
işçileri ekonomik ve sosyal açıdan korunmuş piyasa şartlarında çalışırken; alt işverenin
işçileri genellikle asgari ücret şartlarında, sendikasız, toplu sözleşmesiz, iş güvencesiz,
kötü fiziki şartlarda çalışmaktadır. Sayılan bu olumsuz şartlar yasal eksiklikten değil,
fiili durumdan kaynaklanmaktadır. Alt işveren işçilerinde sendika üyeliğiyle ilgili
çalışma ve veri olmamakla birlikte sendikal faaliyetin olmadığı söylenebilir. Alt işve-
ren uygulaması sosyal devlet kavramındaki anlam kaymalarına paralel olarak genişle-
dikçe korunmasız ve kötü çalışma koşulları, adaletsiz gelir dağılımı, sendikasız iş iliş-
kileri, sendikaların güç ve itibar kaybetmeleri gibi sonuçlar doğurmaktadır.
ki bağlılık başta olmak üzere diğer ilişkileri de etkiler. Bu faktörleri ve etkilerini şöyle
izah edebiliriz.
Bir işyerinin iktisadi faaliyetlerinin coğrafi anlamda kapsamı ile işletmenin öl-
çeği, kullandığı teknoloji, kurumsallaşması ve personelle ilişkiler arasında yakın ilişki
vardır. Yerel ve bölgesel pazarlara hitap eden firmalarda genellikle küçük ölçekli,
yüksek teknoloji kullanmayan, istikrarlı bir istihdamın olmadığı ve bunların sonucu
olarak bireysel iş ilişkileri bulunur. Bu işletmelerde çalışanlar yasalarla düzenlenmiş
bazı sosyal haklardan kısmen yararlanmakla birlikte ikincil iş piyasası denilen sosyal
açıdan yetersiz piyasa şartlarında çalışmaktadır. Büyük çoğunluğunda kayıt dışı piya-
sa şartları görülür. Sendikal örgütlenme ve toplu sözleşme düzenine neredeyse rast-
lanmaz. Ulusal pazarda faaliyet gösteren orta ve büyük ölçekli firmalarda ise sendikal
örgütlenme ve toplu iş sözleşmesi düzeni çeşitli düzeylerde mevcuttur.
Küçük bir işletmede işçinin sendika üyesi olma ihtimali düşükken, büyük iş-
letmelerde işçiler şahsi davranılmamayı sağladığı, daha fazla koruma ihtiyacı hissettik-
leri ve yabancılaşmayı azalttığı için sendika üyesi olmayı daha fazla isteyebilmektedir.
Ayrıca büyük işletmeler kontrolü sağlamak için daha bürokratik olma eğilimindedir.
Buna ek olarak işçilerin yer aldıkları gruplarda sendika üyeliği için çalışma arkadaşla-
rının baskısına maruz kalabilmektedir. Büyük işletmelerin bürokratik yapıları yönetim
ile işçiler arasında doğrudan iletişim kurulmasını zorlaştırmaktadır. Bu durumda sen-
dikalar iletişim işlevini yerini getirebilmektedir. Bu ortam sendikal hareket ile ilgili
değerlerin işçilere aktarılmasını kolaylaştırmaktadır (Seçer, 2009:30).
hatta soğuk bir yaklaşım göstermektedir. Turizm sektöründeki küçük ve orta ölçekli
işletmelerde de benzeri durumlar söz konusudur.
Belli bir dönemde bir işletmede işten çıkan ve çıkarılanların sayısının toplam
çalışan sayısına oranına işgücü devir hızı denir. İşletme fonksiyonlarının uygun seyri
açısından bu oranın makul bir düzeyde olması şarttır. Aksi takdirde üretimden pazar-
lamaya kadar problemlerin yaşanması kaçınılmaz olur. İşgücü devir hızı genellikle
ileri teknoloji kullanmayan, küçük ve orta ölçekli, bölgesel pazarlara hitap eden işlet-
melerde yüksektir. İşgücü devir hızının yüksekliği aynı zamanda işçilerin sendikalarla
ilişkilerini de olumsuz etkileyen bir faktördür. Çünkü söz konusu faktörler işçilerde
sınıflaşma ve örgütlenme bilincini zayıflattığı gibi sendikaların örgütlenme çalışmala-
rını da sekteye uğratır.
Sonuç
Sendikaların çalışma hayatını etkileyen önemli kuruluşlar olduğu inkar edile-
mez bir gerçekliktir. Fakat bu kuruluşlar çalışma hayatındaki köklü değişimler nede-
niyle (Kuralsızlaştırma, esneklik vb. ) eski güçlerinden uzak bir görünüm arzetmekte-
dirler. Sendikalar artık başlangıçtaki gibi sadece ekonomik menfatleri koruyan kuru-
luşlar olarak kalmaları durumunda daha da etkisiz kuruluşlar haline geleceklerdir. Bu
nedenle sendikaların üye sayılarını artırma ve üyelerinin bağlılıklarını artırma gibi iki
önemli konu üzerinde daha ciddi durmaları gerekmektedir. Artık üyelerin ekonomik
çıkarlarını korumak üyelik ve bağlılığı sürdüremez duruma gelmiştir. Bu nedenle üye-
lerin beklentilerini izleme ve bu beklentilere cevap verecek yapısal değişiklikleri ger-
çekleştirme yolunda harekete geçmeleri gerekmektedir.
Kaynakça
Avrupa Ülkelerinde Sendikalar(2002), Petrol-İş yayını:76, İstanbul, 11
BAMBERGER Peter A, KLUGER Avraham N, SUCHARD Ronena, (1999), Research Notes The
Antecedents and Consequences of Unıon Commitment:A Meta-Analysis, Academy of
Management Journal, Vol. 42, No. 3,
BİLGİN Leman (2007), Sendikalı İşçi Davranışlarının Psikolojik Boyutları, Eskişehir: Anadolu
Üniversitesi Ya. No:1737.
Collectivism of Union Members, British Journal of Industrial Relation, 47:4, 701–722.
Cregan Christina, Bartram Timothy and Pauline Stanton, (2009), Union Organizing as a Mobili-
zing Strategy: The Impact of Social Identityand Transformational Leadership on the
DEAN, Lois R. (1954). Unıon Actıvıty And Dual Loyalty Industrial & Labor Relations Review, 7/
4,
DEMİRBİLEK Tunç- ÇAKIR Özlem (2006),” İkili Bağlılık: Hem Sendikaya hem de İşletmeye
Bağlı Olunabilir mi” İktisat Fakültesi Mecmuası, İstanbul Üniversitesi Yayını, Cilt. 55,
Sayı:1. 2006.
EKİN Nusret(1989), Endüstri İlişkileri, İstanbul Beşinci Baskı,
EKİN Nusret(1993), Küçük İşyerlerinde Endüstri İlişkileri, Ankara,
Gill Carol, (2009) ,Union impact on the effective adoption of High Performance Work Practices,
Human Resource Management Review, 19,
GORDON Mıchael E. , BEAUVAIS Laura L. , and LADD Robert T. (1984), The Job Satisfaction
and Union Commitment Of Unionized Engineers, Industrial and Labor Relations Review,
37,
GRINT Keith(1998), Çalışma Sosyolojisi, çeviri Editörü: Veysel Bozkurt, Alfa Yayınları, İstanbul,
Gül Hasan, (2002), Örgütsel Bağlılık Yaklaşımlarının Mukayesesi ve Değerlendirmesi, Ege
Akademik Bakış Dergisi, 2,1,
GÜLMEZ Mesut, (1991), Türkiye’de Çalışma İlişkileri (1936 Öncesi), Türkiye ve orta Doğu
Amme İdaresi Enstitüsü Yayınları No: 236, Ankara
HOELL Robert C. (2004), The Effect Of Interpersonal Trust and Participativeness On Union
Member Commitment, Journal of Business and Psychology, 19, 2,11-177.
http: // www. calismatoplum. org/ sayı 19/ michels. pdf. )
IŞIK, Yüksel. (1998), Sendikalar Kimin Örgütü? Öteki Yayınevi, Ankara,
IŞIKLI Alpaslan(1972), Sendikacılık ve Siyaset, Sevinç Matbaası, Ankara,
IVERSON Roderick D. , KURUVILLA Sarosh, (1995), Antecedents of union loyalty: the influen-
ce of individual dispositions and organizational Context, Journal Of Organizational Be-
havior, 16, KARACA Erol, Sendikaya Bağlılık Ölçeğinin (SBÖ) Bir Yapısal Eşitlik Mode-
li ile Geçerlik ve Güvenirliğinin İncelenmesi: Öğretmenler Üzerine Bir Araştırma, “İş,
Güç” Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi,13,
KÜÇÜKÖMER İdris(1994), Cuntacılıktan Sivil Topluma, Bağlam Yayınları, İstanbul,
MAGENAU John M. , MARTIN James E. , PETERSON Melanıe M. , (1988), Dual and Unilateral
Commıtment Among Stewards and Rank-and-File Unıon Members, Academy of Mana-
gement /Journal,. 31(2),
MAHİROĞULLARI Adnan (2000), 1980 Sonrası Türk ve Fransız Sendikacılığı, Kamu-iş yayını,
Ankara, MUTLU Servet(1989) , Japonya’da Endüstrinin Yapısı, İşletmelerin Ölçeği, Ve-
rimlilik ve Ücretler, MPM Yayınları: 391, Ankara,
NISSEN Bruce, (2003), The Recent Past and Near Future of Private Sector Unionism in the U. S. :
An Appraisal,Journal Labor Research, 24 (2),
ÖZ Yavuz (1994) , Tarihi ve Hukuki Gelişimi Açısından Türkiye’de işçi Sendikalarının Üst Ör-
gütlenmesi, Öz İplik –İş sendikası Eğitim Yayınları, Ankara, ÖZKAPLAN Nurcan(1994)
, Sendikalar ve ekonomik Etkileri, Kavram Yayınları, İstanbul,
ÖZKAPLAN Nurcan(1994), Sendikalar ve ekonomik etkileri Türkiye Üzerine Bir Deneme, Kav-
ram Yayınları, İstanbul,
ROCHE William K, (2009), Who gains from workplace partnership? The International Journal
of Human Resource Management, 20, (1),
SEÇER Barış, (2009), Kadınların Sendikalara Yönelik Tutumları İle Cinsiyet Ayrımcılığı Algı-
larının Sendika Üyesi Olma İsteğine Etkisi, Çalışma ve Toplum, 4,
SNAPE Ed, RADMEN Tom, CHAN Andy W. (2000), Commitment to the Union: a Survey of
Research and the Implications for Industrial Relations and Trade Unions, International
Journal of Management Reviews,2,(3),
TALAS Cahit(1992), Türkiye’nin Açıklamalı Sosyal Politika tarihi, Bilgi Yayınevi, Ankara
TEKELİ Şirin(1982) , Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat, Birikim Yayınları Yerli Araştırmalar
Dizisi, Ankara,
TOKOL Aysen(1997), Türk Endüstri İlişkileri Sistemi, Ezgi Kitabevi Yayınları, Bursa,
TOKSÖZ Gülay -ERDOĞDU Seyhan(1998), Sendikacı Kadın Kimliği,
ÜNAL Işıl,(1996), Eğitim ve Yetiştirme Ekonomisi, Epar Yayınları, Ankara
ÜNSAL Engin(1997), Sendika Yazıları Hedefini Vurmayan Ok Türk Sendikacılığı, İstanbul,
WİTTMER Jenell L. S. , MARTİNJames E. , TEKLEAB Amanuel G. , (2010), Procedural Justice
and Work Outcomes in a Unionized Setting: The Mediating Role of Leader-Member
Exchange, American Journall of Business, 25(2),
64 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar
Özet
Hisse senetleri arasındaki ilişkiyi inceleyen birçok araştırma mevcuttur. Bu
araştırmaların çoğunda genel amaç riskten kaçınmaktır. Borsadaki dalgalanmala-
rın fazla oluşu, yatırımcıların riskten uzaklaşmak için farklı endekslerden portföy
oluşturmalarına neden olmaktadır. Herhangi bir endekse ait sektörde oluşabilecek
bir kriz o endeksin volatilitesini artırmaktadır. İMKB de hisse senetlerinde; bekle-
nen getiri ile beklenen volatilite arasında pozitif ilişki olduğu zaman yatırımcıların
daha yüksek getiri beklentisi içine girmeleri gayet doğaldır. Bunun sonucu olarak
hisse senedi yatırımcılarının volatilite olgusunu iyi değerlendirmeleri büyük önem
taşımaktadır.
Bu çalısmada, ARCH modellerinin teorik yapısı incelenmiş, İMKB’nın kısa
bir değerlendirmesinden sonra, 1998-2009 yılları arası aylık ve TL bazında Ulusal-
100 endeksi değişkenine iliskin zaman serisi verilerinin farklı varyanslı olup olma-
dığının bir uygulaması yapılmıştır. Sonuç olarak, İMKB-Ulusal-100 endeks serisin-
de yüksek dereceden ARCH etkisinin varlığını ortaya koymakla birlikte, endeksin
ekonomideki konjonktür dalgalanmalarından etkilendiği söylenebilir. Çalışmada
elde edilen bulguların, literatüre katkıda bulunması ve borsa yatırımcılarına yol
göstermesi beklenmektedir.
Anahtar Kelimeler: Volatilite Modelleme, ARCH, Farklı Varyanslılık, Birim
Kök, İMKB Endeks, Hisse Senedi Volatilitesi
JEL Sınıflaması: C22, B21,C13
Abstract
Return Volatılıty Of Ise Natıonal 100 Index’s Analysıs Wıth Arch Models
(1998:01-2009:12)
There are many investigations that the relations of the equities are searched.
Surplus availability on exchange market caused to perform different index portfo-
lio by the investors to depart from risk. Any crisis which can be according to any
index in the sector, increases volatility of that index.
With this study, theoric structure of ARCH models are investigated, after a
short investigation of ISE, a study is made as to whether the time series data have
heteroscedasticity or not relating National-100 index monthly based on TL between
the years of 1998-2009. It is supposed to contribute to the literature and to the in-
vestors in the exchange market by the obtained studies.
Key Words: volatility modeling, ARCH, Heteroscedasticity, Unit root, IMKB
Indexes, stock market volatility
JEL Classification: C22, B21,C13
66 İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin
ARCH Modelleri İle Analizi (1998:01-2009:12)
1. Giriş
Hisse senetleri piyasalarında karşılaşılan son dönemlerdeki çalışmalar, yatırım-
cıların performans değerlendirmeleri ve öngörüleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Yükselen
sermaye piyasaları ve borsa hakkında analiz ve yorumlar yapılması büyük önem ka-
zanmıştır. Türkiye’deki genel ekonomideki şoklar ve dalgalanmalar tüm firmaları ve
ticari varlıkların performansını etkilemektedir. Bu çalışmanın konusu İMKB olduğu
için, Türkiye’de hisse senetleri piyasası ve İMKB hakkında kısaca bilgi vermek yerinde
olacaktır.
İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ise; tarihi Osmanlı dönemine kadar uzan-
makla birlikte hisse senetlerinin ticaretinin yapılması amacıyla kurulmuş ve 1986 da
Karaköy’de faaliyete geçmiştir. Borsa kısa sürede gelişim göstermiş ve yatırımcıların
fon ihtiyaçlarının karşılanmasına katkı sağlamış, bireysel girişimcilerden de oldukça
talep görmüştür. Günümüzde ise İMKB çeşitli konjonktürel hareketler ve değişimler
geçirmiş ve halen faaliyetlerini İstinye’deki binasında sürdürmektedir.
İMKB de hisse senetlerinde, beklenen getiri ile beklenen volatilite arasında po-
zitif ilişki olduğunda yatırımcılar endeksin daha oynak bir döneminde daha yüksek
getiri sağlamak eğilimindedirler. Bu nedenle yatırımcılar, ilgili hisse senedi ile ilgili
herhangi bir şok olduğunda, gelecek dönemde de büyük bir olasılıkla oynaklık bekle-
melidir. Bununla birlikte, endekste ortaya çıkan bir şok sözkonusu olduğunda buna
paralel olarak endeks değeri de artma eğiliminde olacaktır. Bu durum volatility feed-
back (oynaklık geri besleme teorisi) olarak bilinmektedir. Kavram olarak volatilite, bir
değişkenin herhangi bir değere göre, düşüş veya yükseliş göstermesini ifade etmekte-
dir. Ayrıca volatilite için yapılan bir başka yaklaşım ise, kaldıraç etkisidir (Brooks vd,
2000). Kaldıraç etkisi olarak adlandırılan bu etki, pozitif şokların, negatif şoklardan
daha az oynaklığı etkilediğini ortaya atmaktadır. Örneğin hisse senedi piyasasında,
fiyatlardaki ani ve beklenmeyen bir şok, oynaklığı çok artırır. Bu durum, negatif şokla-
rın oynaklık üzerindeki etkisinin, pozitif şokların oynaklık üzerindeki etkisinden daha
fazla olduğunun bir göstergesidir (Nelson, 1991:703).
Bu çalışma ile İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Ulusal 100 Endeksi’nin getiri
volatilitesinin ARCH modelleri ile öngörüsü ve bu modellerden en iyi modelin belir-
lenmesi ve bu sayede hisse senetlerinin şoklar karşısındaki olası davranışları üzerinde
bilgi edinmek amaçlanmaktadır.
2.Literatür
Poterba ve Summers (1986), Lamoureux ve Lastrapes(1990), Nelson (1991),
Glosten vd.(1993), Engle vd. (2002) de yapılan çalışmalar hisse senetleri getirisinin
ARCH tipi modeller ile tahmin edilmiş çalışmalardan ilk sayılabilecek bazılarıdır.
Hsieh (1989), beş ayrı döviz cinsine ait günlük verileri kullanarak, ARCH,
GARCH ve EGARCH modellerini karşılaştırmış, GARCH (1,1) ve EGARCH (1,1) mo-
68 İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin
ARCH Modelleri İle Analizi (1998:01-2009:12)
dellerinin döviz kuru hareketlerinde koşullu değişen varyansı göstermede daha etkili
olduğu sonucuna ulaşmıştır.
Fong (1997), Japon hisse senetleri getiri volatilitesini ARCH modelleri ile tah-
min ederek sonuçları karşılaştırmış SWARCH modelinin ARCH modeline göre Japon
hisse sentleri verilerini daha iyi açıkladığını göstermiştir.
Yalçın (2007), Stokastik oynaklık modeli ile İMKB’de kaldıraç etkisini incelemiş,
elde edilen bulgular neticesinde anlamlı bir kaldıraç etkisinin olmadığı sonucuna
ulaşmıştır.
Atakan (2008), İMKB’de haftanın günü etkisini 1987-2008 aralığında günlük ve-
tespit etmiştir.
Burada ut, V(ut)=σ2 ile beyaz gürültü sürecidir. yt’ nin koşulsuz ortalaması sıfır
iken koşullu ortalaması, Φyt-1’dir. yt’ nin koşulsuz varyansı σ2/1-Φ2 olduğunda; koşullu
varyansı σ2’ dir. Buna göre sıfır ortalama ile model aşağıdaki gibi yazılabilir:
yt= ut xt-1 (2)
Burada ut’ nin varyansı yine σ2 ’dir. yt’ nin varyansı ise σ2 x2 t-1’dir (En-
ders,1995).
ARCH modellerinde, koşullu varyans gecikmeli mutlak veya hata terimleri ka-
releri ve gecikmeli koşullu standart sapmalar veya diğer bir deyişle, varyanslar ile iliş-
kilidir. Bütün kesikli zamanlı stokastik süreçler εt ile gösterilirse;
t Z t ht (3)
ARCH(q) süreci;
q
2
ht =Var( t \Ψt-1)= i t i ( L) t2 (4)
1
tanımlanabilir. Bu modelde; >0 ve i ≥0 (i=1,2,....q) dur ve L gecikme işlemcisidir.
Ψt,t döneminde mevcut bilgi setidir. ARCH modelleri uygulamada, uzun gecikmeler
Değişen varyansın özel bir durumunu teşkil eden ARCH etkisinin olup olma-
dığının belirlenmesinin nedeni, zaman serilerinin hemen hepsinde gözlenen ve ihlali
halinde tahminlerinin etkinliğinin azalmasına neden olan hata terimlerinin birbiri ile
ilişkili olması durumunun hesaba katılması gereğidir. ARCH sürecinin durağanlık
koşulları ise;
Koşulsuz varyans;
q
E ( t ) 0 /(1 j ) (7)
j 1
0 0 ve 1 ,.... q 0 şartları altında (7) nolu denklem geçerli olmaktadır.
72 İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin
ARCH Modelleri İle Analizi (1998:01-2009:12)
1 2 ... q 0
1 0 ... 0 0
A
0 1 ... 0 0
0 0 ... 1 0
ve
wt ( t2 , t21 ,..., t2 q )
b ( 0 ,0,...,0)
olmak üzere;
E ( wt t 1 ) b Awt 1
lim E ( wt t k ) ( I A) 1 b
k
dir ve limit t’ye ve başlangıç şartlarına bağlı olmadığından, bu vektör tüm t’ler için
ortak varyanstır (Engle, 1982).
IMKB100 Endeks
60,000
50,000
40,000
30,000
20,000
10,000
0
98 99 00 01 02 03 04 05 06 07 08 09
Şekil.2.Birinci Dereceden Farkı Alınmış İMKB Ulusal -100 Endeksi Serisinin Grafiği
74 İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin
ARCH Modelleri İle Analizi (1998:01-2009:12)
DIMKB100
8,000
4,000
-4,000
-8,000
-12,000
-16,000
98 99 00 01 02 03 04 05 06 07 08 09
İMKB Ulusal 100 endeksi serisinin farkı alındıktan sonra, ortalamaya dönme
eğiliminde olduğu fakat varyansta durağan bir yapıya sahip olmadığı Şekil 1 ‘de gö-
rülmektedir. İMKB Ulusal 100 endeksi gibi yüksek frekanslı serilerde volatilite, seride
oluşan ani şoklardan dolayı daha fazla görülmektedir. Özellikle 2008 yılında yaşanan
krizin etkisi, değişkende meydana gelen volatilitelerden de rahatlıkla görülebilmekte-
dir.
12.12680(0) 12.09751(0)
DIMKB100 t 0 1 DIMKB100 t 1 1 t 1 t
olarak gösterilebilir. ARMA (1,1) modelinden tahmin edilen artıklara ve artıkların ka-
relerine ait örnek otokorelasyon fonksiyonları (SACF) incelendiğinde, hata terimleri ve
hata karelerine ait örnek otokorelasyon katsayılarının ( k ) k gecikmeleri için hesapla-
nan değerleri %95 güven sınırları içinde yer aldığı görülmektedir.
76 İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin
ARCH Modelleri İle Analizi (1998:01-2009:12)
Fakat seride ARCH etkisinin varlığını ortaya koyabilmek için, seçilen koşullu
ortalama modelinden hareketle, elde edilen artıklarla yardımcı regresyon modeli oluş-
turulur. Yardımcı regresyon modeli;
H0= 1 2 .... P 0
Ha=en az bir i 0
(T-p).R2 Olasılık(p)
5. Sonuç
Uluslararası finansal piyasalarda ortalama son 30 yılda yaşanan dalgalanmalar
ve buna bağlı olarak riskten korunma amacına yönelik gelir elde etmek için araştırma-
cılar, finansal piyasalardaki hareketlerin tahmin edilmesine olan ilgiyi artırmıştır. Fi-
nansal piyasalardaki volatilitenin nedenlerinin belirlenmesi ve bu hareketlerin önceden
tahmin edilmesi bu piyasalarda finansal başarının vazgeçilmez koşullarından birisi
haline gelmiştir. Bu çalışmada, İMKB bileşik indeksine ait aylık volatilite verilerinde,
finansal verilerde sıkça rastlanan volatilite kümelenmesi ve özellikleri araştırılmıştır.
Volatiliteyi modelleyebilmek için aylık ARCH tipi değişen varyansa dayalı modeller
kullanılmıştır. Değişen varyansın özel bir şekli olan ARCH etkilerinin araştırılmasının
nedeni, birçok finansal zaman serilerinde gözlemlenen ve ihmal edilmesi halinde tah-
minlerin etkinliğinin azalmasına neden olan hata terimi ile geçmiş hata terimlerinin
daha önceki dönemlere ait hata terimlerinden daha çok birbiri ile ilişkili olması duru-
munun dikkate alınması gereğidir. İMKB hisse senedi piyasalarına ait endekslerin Şe-
kil 1’de yer alan getiri verileri incelendiğinde, volatilite hareketlerinin birbirini izlediği
görülmektedir. Volatilite kümelenmesi olarak nitelendirilen bu durum, incelenen dö-
nemin tamamında özellikle de kriz dönemlerinde belirgin bir şekilde ortaya çıkmakta-
dır. İMKB endeksine ait aylık verilerin birim kök içerip içermediğini belirlenmesi ama-
cıyla, birim kök testi uygulanmıştır. Augmented Dickey Fuller (ADF) testi sonucunda,
İMKB endeksine ait serinin düzeyde durağan olmadığı, birinci mertebeden farkının
alınması ile serinin durağan hale geldiği I (1) durağan olduğu bulunmuştur.
Volatilitenin tahmini için en çok ARCH (1) ve GARCH (1,1) modelleridir ve ge-
nelde bu modeller finansal zaman serilerinin volatilitesini açıklamak için yeterli gö-
rülmektedir. Fakat burada, ARCH (1), GARCH (1,1), ARCH (2), GARCH (2,2), GARCH
(2,1) gibi modellerde denenmiş ancak parametreler istatistikî olarak anlamlı buluna-
mamıştır. Yani İMKB Ulusal-100 endekste volatilitenin etkisi görülmekte, gerçekleştiri-
len ARCH-LM testinde aylık getiri verilerinde otoregresif koşullu değişen varyans etki-
lerinin bulunduğu tespit edilmiştir.
Sonuç olarak, finansal değişkenlere ait birçok zaman serisinin oynaklık sergile-
diği görülmektedir. Bu zaman serilerinin hata terimleri varyansı, sabit varyans varsa-
yımına uymamaktadır. Böyle bir durumda model EKK yöntemi ile tahmin edileme-
78 İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin
ARCH Modelleri İle Analizi (1998:01-2009:12)
mektedir. Koşullu değişen varyansın var olduğu modelleri çözebilme imkanı veren
ARCH/GARCH yöntemleri kullanılmaktadır. Bu çalışmada İMKB-Ulusal-100 endeks
serisinde yüksek dereceden ARCH etkisinin varlığını ortaya koymaktadır. Fakat bura-
da unutulmaması gereken önemli bir nokta, volatilitenin ölçülmesinde kullanılan mo-
del ister ARCH-GARCH ister asimetrik etki modelleri olsun riskin ölçüsünün uygula-
nan veri setine göre farklılık gösterdiğidir.
Kaynakça
AKTAŞ C., ve Hülya Akkurt (2006), “ARCH Modelleri ve Türkiye’ye Ait Otomobil Üretimi
Verilerinin Farklı Varyanslılığının İncelenmesi”, Dumlupınar Üniversitesi sosyal Bi-
limler Dergisi, Sayı:16, ss.87-106
ATAKAN, T., (2008), “ İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda Haftanın Günü Etkisi ve Ocak
Ayı Anomalilerinin ARCH-GARCH Modelleri ile Test Edilmesi”, İstanbul Üniversitesi
İşletme Fakültesi Dergisi, Cilt:37, Sayı:2.
AYHAN, D. (2006), “Döviz Kuru Rejimlerinin Kur Oynaklığı Üzerine Etkisi: Türkiye Örneği”,
İktisat İşletme ve Finans, ss.64–76.
BİLDİRİCİ, M., Oktay, S. Ve Aykaç, E., (2007), “İMKB’DE Getiri Değişkenliğinin Hesaplanma-
sında ARCH/GARCH Ailesi Modellerin Kullanılması”, Türkiye Ekonometri ve İstatis-
tik Kongresi, 24-25 Mayıs 2007 – İnönü Üniversitesi Malatya. (Çevrimiçi 20.04.2011: ei-
semp8.inonu.edu.tr/bildiri-pdf/bildirici-oktay-aykac.pdf)
BOLLERSLEV, T., (1986), “Generalized autoregressive conditional heteroscedasticity”, Journal
of Econometrics.
BOLLERSLEV, T., (1992), “ARCH Modelling in Finance: A Review of the Theory and Empirical
Evidence”, Journal of Econometrics, 52.
BOLLERSLEV, T., Ray Y., Chou ve Ken F., Kroner, (1992), “ARCH modeling in finance: A re-
view of the theory and empirical evidence”, Journal of Econometrics, 52.
BROOKS, R.D., Robert W., Faff, Michael D. McKenzie ve Heather, Mitchell (2000), “A multi-
country study of power ARCH models and national stock market returns”, Journal of
International Money and Finance, 19 (3).
CAMPBELL, J.Y.; Lo, A.W. and MacKinlay, A.C., (1997), The Econometrics of Financial Mar-
kets, Princeton University Press, Princeton, New Jersey.
ÇATALBAŞ, E., (2008), “ Hisse Senetlerinin İşlem Hacimleri ve Volatiliteleri Arasındaki İlişki-
nin Testi: İMKB’DE Bir Uygulama”, Finans Politik & Ekonomik Yorumlar, Cilt:45, Sa-
yı:526.
ÇİNKO, M., (2006), "Etkin Piyasa Hipotezi: İMKB'de Haftanın Günü Etkisi ve Tatil Anomalisi,
TİSK Akademi Dergisi, 1/2, 2006/II.
DROST, F. C. And Theo E. Nijman, (1991), "Temporal Aggregation of GARCH Processes", Eco-
nometrica, 61/4,pp. 909-27.
ENDERS, W., (1995), Applied Econometric Time Series, John Wiley & Sons.
ENGLE, R.F., (1982), “Autoregressive conditional heteroscedasticity with estimates of the vari-
ance of United Kingdom inflation”, Econometrica, s.50, c.4.
ENGLE, R.F., (2002), “Dynamic Conditional Correlation: A Simple Class of Multivariate Gene-
ralized Autoregressive Conditional Heteroskedasticity Models”, Journal of Business
and Economic Statistics, Vol.20, 339-350.
FONG, W.M. (1997), “ Volatility Persistence and Switching ARCH in Japanese Markets”, Finan-
cial Engineering and the Japanese Markets, Vol:4, pp. 37-57.
GLOSTEN, L.R. Jagannathan, R., Runkle, D. (1993), “On the Relationship between the Expected
Value and the Volatility on the Nominal Excess Returns on Stocks”, Journal of Finance,
Vol.48, pp. 1779-1801.
GÖKÇE, A. (2001), “İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Getirilerindeki Volatilitenin ARCH
Teknikleri İle Ölçülmesi”,G.Ü.İ.İ.B.F.Dergisi, 1/2001.
HSİEH, D. A. (1989), “Modeling Heteroskedasticity in Daily Foreign Exchange Rates”, Journal
of Business and Economic Statistics, Vol:7,pp. 307–317.
ISIĞIÇOK, E. (1999), “Türkiye’de Enflasyon’un Varyansının ARCH ve GARCH Modelleri İle
Tahmini”, Uludağ Üniversitesi, İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:17, Sayı:3.
KIRAN, B. (2010), “İstanbul Menkul Kıymetler Borsa’sında Getiri Volatilitesi ve İşlem Hac-
mi”,Doğuş Üniversitesi Dergisi,11(1) 2010.
KIZILSU, S.S. ve AKSOY, S. ve KASAP, R., (2001), “Bazı Makro Ekonomik Zaman Dizilerinde
Değisen Varyanslılığın İncelenmesi”, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi.
KUTLAR, A., (2000), Ekonometrik Zaman Serileri, Gazi Kitabevi.
LI, W.K., (2002), “Recent Theoretical Results for Time Series Models With GARCH Errors”, Jo-
urnal of Economic Surceys, Vol. 16, No.3
LI, M.Y.L. & Lin, H.W.W (2003), “Examining the Volatility of Taiwan Stock Index Returns via a
Three-Volatility-Regime Markow Switching ARCH Model”, Review of Quantitative
Finance and Accounting, Vol:21,pp. 123-139
LAMOUREUX, C.G., Lastrapes W.D., (1990), “Heteroskedasticity in Stock Return Data: Volume
versus GARCH Effects”, Journal of Finance, 45: 221-229.
MAZIBAŞ, M., (2005), “İMKB Piyasalarındaki Volatilitenin Modellenmesi ve Öngörülmesi:
Asimetrik GARCH Modelleri ile bir Uygulama”, VII. Ekonometri ve İstatistik Sem-
pozyumu, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonometri Bölümü, İstanbul,
www.ekonometridernegi.org/bildiriler/o16s3.pdf (erişim tarihi:20.12.2010)
NELSON, D.B., (1991), “Conditional Heteroscedasticity in Asset Returns: A New Approach”,
Econometrica, Vol. 59.
ÖZBEY, F., (2005), “Çok Değişkenli GARCH Modelleri ve Bir Uygulama: Türkiye’de Belirsizli-
ğin Enflasyon ve Çıktıdaki Büyüme Üzerine Etkisi ” Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Çukurova Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Ekonometri Anabilim Dalı,
Adana.
ÖZDEN, Ü.H. (2008), “İMKB Bileşik 100 Endeksi Getiri Volatilitesinin Analizi”, İstanbul Tica-
ret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:13, ss.339-350.
POTERBA, J.M., Summers, L.H. (1986), “The Persistence of Volatility and Stock Market Fluctu a-
tions”, American Economic Review, 76: 1141-1151.
ÜLGEN, M.; Teker S., (2005), “İstanbul Menkul Kıymetler Borsa’sında İşlem Gören Sanayi Şir-
ketleri için Bir Analitik Değerlendirme Tekniği Uygulaması”, itüdergisi/b,cilt:2,sayı.1
VEİGA, H. (2006), “Volatility Forecasts: A Continuoss Time Model versus Discrete Time Mo-
dels”, Universidad Carlos III De Madrid, Working Paper, 06-25(09) Statistics and Eco-
nometrics Series.
YALÇIN, Y., (2007), “Stokastik Oynaklık Modeli İle İstanbul Menkul Kıymetler Borsasında Kal-
dıraç Etkisinin İncelenmesi”, Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fa-
kültesi Dergisi, Cilt:22, Sayı:2.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
Giriş
Genelde eğitim sisteminin, özelde okulların ve her dersin sonuçta varmak iste-
diği amaç, öğrenciyi önceden belirlenmiş amaçlar doğrultusunda yetiştirmektir. Bu
amaca ulaşmak için Planlama, Eğitim durumları ve Ölçme – Değerlendirme basamak-
larında pek çok etkinliğe yer verilmektedir. Belirlenen amaçlara ulaşma, etkinliklerin
amaca uygun olarak düzenlenmesinin yanı sıra bunlar arasında eşgüdümün sağlan-
masını da gerekli kılar ( Açıkgöz, 2007: 20).
Bir eğitim kurumu, orada görev yapan öğretmenler kadar nitelikli ve başarılı
olur. Öğretmenlerin, eğitim sürecinde en etkili rolü oynadıkları bütün eğitimcilerce
kabul edilmektedir. Öğretmenlerin mesleki yeterlikleri, davranışları, değerleri, dünya
görüşleri ve eğilimleri, öğrencilerin davranışlarını ve bilgilerini etkilemektedir (Kara-
gözoğlu ve diğerleri, 1995: 209-222).
Slavin, iyi öğretim için öğretmenin öğrencilerini iyi tanımasını ve onların kişilik
özelliklerine göre farklı metotlar kullanmasının gerektiğini savunur. Ayrıca somut bil-
84 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri
giyle çalışan öğrenci ile ezbere çalışma alışkanlığı olan öğrencilerin ekip halinde birlik-
te çalışmalarının teşvik edilmesini ister (Slavin, 1991: 305).
Okul sürecinde çocuğun neyi öğreneceğini program, nasıl öğreneceğini ise öğ-
retmen belirler. Öğretmenin öğreteceği konuları etkili bir biçimde öğretebilmesi için de
öğretim stratejileri, yöntemleri ve teknikleri iyi bilmesi ve bunları etkili bir şekilde kul-
lanması gerekir (Cin, 2005: 35).
Her şeyden daha önemlisi, öğretmen, öğretim yöntemleri konusunda bilgi sa-
hibi olmalı; özellikle, Sosyal Bilgiler dersi öğretiminde kullanılacak öğretim yöntem,
teknik ve stratejilerinin neler olduğunu ve bunların nasıl kullanılması gerektiği bilmeli
ve bunlarla ilgili güncel yayınları ve yapılan araştırmaları yakından izlemelidir.
Araştırmanın Amacı
Bu araştırmanın genel amacı; Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, yöntem, teknik
ve stratejileri kullanma yeterliklerini, Resmî ve Özel İlköğretim Sosyal Bilgiler öğret-
menlerinin görüşlerine dayalı olarak değerlendirmektir. Bu genel amaç doğrultusunda
aşağıdaki sorulara cevap aranacaktır:
Alt Amaçlar
1. Öğretmenlerin cinsiyetlerine göre; yöntem, teknik ve stratejileri kullanma
yeterliklerine yönelik görüşleri arasında anlamlı bir fark var mıdır?
2. Öğretmenlerin yaşlarına göre; yöntem, teknik ve stratejileri kullanma yeter-
liklerine yönelik görüşleri arasında anlamlı bir fark var mıdır?
3. Öğretmenlerin öğrenim durumlarına göre; yöntem, teknik ve stratejileri
kullanma yeterliklerine yönelik görüşleri arasında anlamlı bir fark var mı-
dır?
4. Öğretmenlerin meslek kıdemlerine göre; yöntem, teknik ve stratejileri kul-
lanma yeterliklerine yönelik görüşleri arasında anlamlı bir fark var mıdır?
5. Öğretmenlerin okul türüne göre; yöntem, teknik ve stratejileri kullanma ye-
terliklerine yönelik görüşleri arasında anlamlı bir fark var mıdır?
Yöntem
Bu araştırma, İlköğretim Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, yöntem, teknik ve
stratejileri kullanabilme yeterlikleri konusunda öğretmen görüşlerinin neler olduğunu
tespit etmek için tarama modelinin kullanıldığı betimsel nitelikte bir çalışmadır.
Tarama modeli, geçmişte ya da halen var olan bir durumu olduğu şekliyle be-
timlemeyi amaçlayan araştırmalardır. Araştırmaya konu olan olay, kendi koşulları
içinde ve olduğu gibi tanımlanmaya çalışılır (Karasar, 2009: 77).
Evren:
Araştırmanın evrenini Malatya il merkezinde 2009-2010 eğitim - öğretim yılı
bahar döneminde, Resmî ve Özel İlköğretim Okullarında görev yapan Sosyal Bilgiler
öğretmenleri oluşturmaktadır. Evrende yer alan okul ve öğretmen sayısı, Malatya İl
Milli Eğitim Müdürlüğü İstatistik Bürosu’ndan alınan veriler kullanılarak belirlenmiş-
tir. İstatistik bürosundan alınan verilere göre, 2009-2010 eğitim-öğretim yılında, Malat-
ya ili merkez ilçe belediye sınırları içerisinde 63’ü Resmî, 5’i Özel olmak üzere toplam
68 ilköğretim okulu olduğu belirlenmiştir. Araştırmanın evreninde yer alan öğretmen-
lerin 129’ü Resmî İlköğretim okullarında, 10’uÖzel İlköğretim Okullarında görev yap-
maktadır.
Örneklem:
Araştırmanın örneklemini Malatya merkezde yer alan Resmîve Özelİlköğretim
Okullarında görev yapan 134 Sosyal Bilgiler Öğretmeni oluşturmaktadır.
86 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri
Verilerin Analizi:
Araştırma sonucunda elde edilen verilerin analizinde SPSS 17.0 istatistik prog-
ramı kullanılmıştır. Bu program aracılığı ile veriler yüzde(%), frekans(f), aritmetik orta-
lama( ), t-testi ve ANOVA kullanılarak çözümlenmiştir.
Bulgular Ve Yorum
Araştırmaya Katılan Öğretmenlerin Ait Demografik Bilgiler
Tablo 1: Okul Türüne Göre Cinsiyet Dağılımı
Okul Türü
N 87 6 93
Erkek
% 70,2 60 69,4
N 124 10 134
Toplam
% 100 100 100
Okul Türü
N 8 1 9
20-25
% 6,5 10 6,7
N 16 5 21
26-30
% 12,9 50 15,7
N 44 3 47
31-35
% 35,5 30 35
N 33 1 34
36-40
% 26,6 10 25,4
N 15 0 15
41-45
% 12,1 0 11,2
N 8 0 8
46-50
% 6,5 0 6
N 124 10 134
Toplam
% 100 100 100
Okul Türü
Öğrenim Durumu Resmî İ.Ö.O Özel İ.Ö.O Toplam
N 117 10 127
Lisans
% 94,4 100 94,8
N 7 0 7
Yüksek Lisans
% 5,6 0 5,2
N 124 10 134
Toplam
% 100 100 100
Okul Türü
Mesleki Kıdem Resmî İ.Ö.O Özel İ.Ö.O Toplam
N 11 4 15
1-5 yıl
% 8,9 40 11,2
N 33 4 37
6-10 yıl
% 26,6 40 27,6
N 37 2 39
11-15 yıl
% 29,8 20 29,1
N 24 0 24
16-20 yıl
% 19,4 0 17,9
N 19 0 19
21 yıl ve üstü
% 15,3 0 14,2
N 124 10 134
Toplam
% 100 100 100
Soru-cevap tekniği ile öğrenci derse karşı güdülenir, konuşma alışkanlığı kaza-
nır, öğrendiklerini hatırlar ve olayları sorgular (Tok, 2008: 165).
Tablo 5’de görüldüğü gibi araştırmaya katılan Sosyal Bilgiler Öğretmenleri ders
işlerken strateji olarak ( =3,71) düzeyi ile Sunuş Yoluyla Öğretim Stratejisini kullan-
dıkları görülmektedir.
Seçenekler
Okul Türü
Hiçbir Her
Zaman Nadiren Bazen Sık Sık Zaman
Anket Maddeleri f % f % f % f % f %
1. Problem çözme yöntemiyle R 1 0,8 14 11,3 43 34,7 54 43,5 12 9,7
öğretim yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 3 30,0 7 70,0 0 0,0
2. Tartışma yöntemiyle öğretim R 1 0,8 4 3,2 22 17,7 62 50,0 35 28,2
yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 1 10,0 7 70,0 2 20,0
3. Proje yöntemiyle öğretim ya- R 7 5,6 26 21 66 53,2 16 12,9 9 7,3
pabilme Ö 0 0,0 0 0,0 6 60,0 4 40,0 0 0,0
4. Gezi-gözlem yoluyla öğretim R 36 29,0 64 51,6 20 16,1 2 1,6 2 1,6
yapabilme Ö 0 0,0 1 10,0 7 70,0 2 20,0 0 0,0
5. Buluş yoluyla öğretim strateji- R 12 9,7 35 28,2 47 37,9 22 17,7 8 6,5
siyle öğretim yapabilme Ö 0 0,0 1 10,0 3 30,0 5 50,0 1 10,0
6. Sözlü tarih tekniğiyle öğretim R 58 46,8 30 24,2 23 18,5 11 8,9 2 1,6
yapabilme Ö 2 20,0 5 50,0 2 20,0 1 10,0 0 0,0
7. Düz anlatım yöntemiyle öğre- R 0 0,0 10 8,1 39 31,5 46 37,1 29 23,4
tim yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 4 40,0 5 50,0 1 10,0
8. Örnek olay yöntemiyle öğretim R 0 0,0 3 2,4 35 28,2 66 53,2 20 16,1
yapabilme Ö 0 0,0 1 10,0 4 40,0 3 30,0 2 20,0
9. Sunuş yoluyla öğretim strateji- R 0 0,0 6 4,8 41 33,1 61 49,2 16 12,9
siyle öğretim yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 4 40,0 4 40,0 2 20,0
10. Grup öğretim yöntemiyle R 1 0,8 21 16,9 53 42,7 37 29,8 12 9,7
öğretim yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 7 70,0 3 30,0 0 0,0
11. Soru-cevap tekniğiyle öğretim R 0 0,0 2 1,6 10 8,1 55 44,4 57 46,0
yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 1 10,0 4 40,0 5 50,0
12. Drama tekniğiyle öğretim R 11 8,9 23 18,5 61 49,2 19 15,3 10 8,1
yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 5 50,0 2 20,0 3 30,0
13. Beyin fırtınası tekniğiyle R 1 0,8 9 7,3 31 25,0 58 46,8 25 20,2
öğretim yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 3 30,0 5 50,0 2 20,0
14. Gösteri yöntemiyle öğretim R 8 6,5 37 29,8 55 44,4 17 13,7 7 5,6
yapabilme Ö 0 0,0 1 10,0 7 70,0 1 10,0 1 10,0
15. Benzeşim tekniğiyle öğretim R 10 8,1 33 26,6 47 37,9 30 24,2 4 3,2
yapabilme Ö 1 10,0 0 0,0 6 60,0 0 0,0 3 30,0
16. Araştırma /İnceleme yoluyla R 3 2,4 18 14,5 42 33,9 47 37,9 14 11,3
öğretim stratejisiyle öğretim
Ö 0 0,0 0 0,0 4 40,0 5 50,0 1 10,0
yapabilme
R= Resmi İlköğretim Okulu (N=124) Ö= Özel İlköğretim Okulu (N=10)
92 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri
Madde No Cinsiyet N SS t p
Kadın 41 3,68 0,85 1,57 0,12
1
Erkek 93 3,45 0,81
Kadın 41 4,07 0,79 0,49 0,63
2
Erkek 93 4 0,81
Kadın 41 2,88 0,98 0,9 0,37
3
Erkek 93 3,03 0,88
Kadın 41 2,07 0,82 0,32 0,75
4
Erkek 93 2,02 0,87
Kadın 41 2,93 0,96 0,28 0,78
5
Erkek 93 2,87 1,09
Kadın 41 1,83 0,95 0,96 0,34
6
Erkek 93 2,02 1,11
Kadın 41 3,56 1,03 1,68 0,1
7
Erkek 93 3,84 0,81
Kadın 41 4 0,74 1,97 0,05*
8
Erkek 93 3,73 0,72
Kadın 41 3,56 0,92 1,52 0,13
9
Erkek 93 3,77 0,66
Kadın 41 3,32 0,91 0,1 0,92
10
Erkek 93 3,3 0,86
Kadın 41 4,44 0,63 0,97 0,33
11
Erkek 93 4,31 0,72
Kadın 41 3,34 1,11 2,49 0,01*
12
Erkek 93 2,87 0,96
Kadın 41 3,9 0,83 0,99 0,33
13
Erkek 93 3,74 0,88
Kadın 41 3,07 0,96 1,84 0,07
14
Erkek 93 2,75 0,92
Kadın 41 3,05 0,97 1 0,32
15
Erkek 93 2,86 1,02
Kadın 41 3,49 1,03 0,45 0,65
16
Erkek 93 3,41 0,9
Tablo 7’de görüldüğü gibi Resmî ve Özel İlköğretim Okullarında görev yapan
öğretmenlerin, Örnek Olay yöntemiyle öğretim yapabilmeye ilişkin görüşleri cinsiyete
göre anlamlı bir farklılık göstermektedir. [t=1,97, p<,05]. Kadın öğretmenlerin Örnek
Olay yöntemiyle öğretim yapabilmeye yönelik yeterlik düzeyi ( = 0,74) ile erkek öğ-
retmenlere ( =0,72) göre daha olumludur.
nama/Drama tekniğiyle öğretim yapabilmeye yönelik etkililik düzeyi ( 3,34) ile er-
kek öğretmenlere ( = 2,87) göre daha olumludur. Bu bulgular, Rol Oynama/Drama
tekniğiyle öğretim yapabilme ve Örnek Olay yöntemiyle öğretim yapabilmeye etkililik
düzeyi ile öğretmenlerin cinsiyetleri arasında anlamlı bir ilişkinin olduğu şeklinde yo-
rumlanabilir.
Tablo 8: Yöntem, Teknik ve Stratejileri Kullanabilme Yeterlik Düzeyinin Yaş Değişkenine Göre
Anlamlılık Düzeyi
Varyans
Madde No SS F p Fark Olan Gruplar
1 3,51 0,83 1,57 0,17
2 4,02 0,8 1,31 0,26
3 2,99 0,91 1,77 0,13
4 2,04 0,85 2,37 0,04* 3 - 4,5 LSD
5 2,89 1,05 0,81 0,54
6 1,96 1,06 0,93 0,46
7 3,75 0,89 1,58 0,17
8 3,81 0,74 0,95 0,45
9 3,71 0,75 1,7 0,14
10 3,31 0,87 0,87 0,5
11 4,35 0,7 0,86 0,51
12 3,01 1,03 0,25 0,94
13 3,79 0,87 0,82 0,54
14 2,85 0,94 0,63 0,68
15 2,92 1 0,82 0,54
16 3,43 0,94 0,96 0,45
Tablo 8‘de görüldüğü gibi, Resmî ve Özel İlköğretim Okullarında görev yapan
Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, Gezi-Gözlem Yoluyla Öğretim Yapabilme yeterlilik
düzeyi ile yaşları arasında p<0,05 anlamlı bir farklılık görülmektedir. Yaşlar arası fark-
ların hangi yaşlar arasında olduğunu bulmak amacıyla yapılan LSD testinin sonuçları-
na göre farkı yaratan yaşlar 31-35(3) – 36-40(4), 41-45(5) olduğu görülmektedir.
LSD
(I) yas (J) yas Ortalama Farkı (I-J) Standart Hata p
31-35 (3) 20-25 (1) -0,12 0,30 0,69
26-30 (2) -0,33 0,22 0,13
*
36-40 (4) -0,38 0,19 0,04
*
41-45 (5) -0,78 0,25 0,00
46-50 (6) -0,48 0,32 0,13
94 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri
Tablo 10’da görüldüğü gibi, Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, Buluş Yoluyla Öğ-
retim Stratejisiyle Öğretim Yapabilme yeterlilik düzeyi ile öğretmenlerin mesleki kı-
demleri arasında p<0,05 anlamlı bir farklılık görülmektedir. Mesleki kıdem arası fark-
ların hangi gruplar arasında olduğunu bulmak amacıyla yapılan LSD testinin sonuçla-
rına göre farkı yaratan gruplar5- 3, 4olduğu görülmüştür.
LSD
(I) mesleki (J) mesleki Ortalama Standart
p
kıdem kıdem Farkı (I-J) Hata
(5)21 yıl ve üstü (1)1-5 yıl 0,35 0,35 0,31
(2)6-10 yıl 0,45 0,29 0,12
(3)11-15 yıl 0,73* 0,29 0,01
(4)16-20 yıl 0,88* 0,31 0,00
Tablo 10’da görüldüğü gibi, Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, Düz Anlatım Yön-
temiyle Öğretim Yapabilme yeterlilik düzeyi ile öğretmenlerin mesleki kıdemleri ara-
sında p<0,05 anlamlı bir farklılık görülmektedir. Mesleki kıdem arası farkların hangi
gruplar arasında olduğunu bulmak amacıyla yapılan LSD testinin sonuçlarına göre
farkı yaratan gruplar5- 2, 3, 4olduğu görülmektedir.
LSD
(J) mesleki kı- Standart
(I) mesleki kıdem Ortalama Farkı (I-J) p
dem Hata
(5)21 yıl ve üstü (1)1-5 yıl -0,31 0,29 0,30
(2)6-10 yıl -0,87* 0,24 0,00
(3)11-15 yıl -0,74* 0,24 0,00
(4)16-20 yıl -0,60* 0,26 0,00
Tablo 11: Yöntem, Teknik ve Stratejileri Kullanabilme Yeterlik Düzeyinin Okul Türü Değişke-
nine Göre Anlamlılık Düzeyi
Tablo 11’de görüldüğü gibi Resmî ve Özel İlköğretim Okullarında görev yapan
Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, Gezi-Gözlem Yoluyla öğretim yapabilmeye ilişkin
görüşleri çalıştıkları okul türüne göre anlamlı bir farklılık göstermektedir. [t=4,36,
p<,05]. Özel İlköğretim Okullarında görev yapan öğretmenlerin, Gezi-Gözlem Yoluyla
öğretim yapabilmeye yönelik yeterlilik düzeyi ( =3,10), Resmî İlköğretim Okullarında
görev yapan öğretmenlere ( = 1,95) göre daha olumludur.
Tablo 11’de görüldüğü gibi, Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, Buluş Yoluyla öğ-
retim stratejisiyle öğretim yapabilmeye ilişkin görüşleri, öğretmenlerin çalıştıkları okul
türüne göre anlamlı bir farklılık göstermektedir.[t=2,27, p<,05]. Özel İlköğretim Okulla-
rında görev yapan öğretmenlerin, Buluş Yoluyla öğretim stratejisiyle öğretim yapabil-
meye yönelik yeterlilik düzeyi ( = 3,60), Resmî İlköğretim Okullarında görev yapan
öğretmenlere( =2,83) göre daha olumludur.
Sonuç Ve Öneriler
Araştırmaya katılan öğretmenlerin, yöntem, teknik ve stratejileri kullanabilme
yeterlilik düzeyine ilişkin olarak en yüksek düzeyde görüş bildirilen ifade “soru-cevap
tekniğiyle öğretim yapabilme” olmuştur.
Sosyal Bilgiler Öğretmenleri ders işlerken strateji olarak en çok Sunuş Yoluyla
Öğretim Stratejisini kullandıkları görülmüştür.
tim yapabilme yeterlilik düzeyi, Resmî İlköğretim Okullarında görev yapan öğretmen-
lere göre daha olumlu olduğu görülmüştür.
Kaynaklar
Açıkgöz, K. (2007). Etkili Öğrenme ve Öğretme. İzmir: Kanyılmaz Matbaası.
Akpınar, B. (2009). Eğitim ve Program. Elazığ: Data Yayınları
Büyüköztürk, Şener (2003). Sosyal Bilimler İçin Veri Analizi El Kitabı. 3. Baskı, Ankara: Pe-
gema Yayıncılık.
Cin, M. (2005), Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi. (Ed. Abdurrahman Tanrıö-
ğen).İstanbul: Lisans Yayıncılık
Erden, M. (1993), Sosyal Bilgiler Öğretimi. İstanbul: Alkım Yayınevi
100 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri
1- Moderleşme
Avrupalılaşmak, Batılılaşmak, Modernleşmek; genel bir bakış açısından aynı
durumu anlatan kavramlardır ve temel bağlamda anlatmak istedikleri şey ise; ekono-
mik, bilimsel, teknolojik, siyasal ve sosyal anlamda gelişmiş olan ülkelerin ortak özel-
likleri ve bu özelliklere ulaşma çabasıdır. Modernleşme, Batı Avrupa’da Sanayi İn-
kılâbı ile birlikte ortaya çıkan ekonomik, sosyal ve siyasal değişimleri ifade eder. Ay-
dınlanma düşüncesinin bir ürünü olan modernizm eskiden bir kopuşu ve yeniliği an-
latmaktadır. Bireyin ve bireysel aklın ön planda olduğu, eski kurum ve düşünce yapı-
larının yıkılıp yerine aklın egemen olduğu yeni ve çağcıl yapılanmaların ikame edildiği
102 Osmanlıdan Cumhuriyete Modernleşme Sürecine Kısa Bir Bakış
modernizm, elde ettiği başarı ve ilerleme ile birlikte tüm dünya için ulaşılması gereken
bir hedef, bir proje olarak etkinliğini günümüze kadar devam ettirmiştir.
2- Türk Modernleşmesi
Ülkemizde yüzyıllardır tartışılan bir kavram olan modernizm, algılamaya bağlı
olarak olumlu ve olumsuz anlamlar içeren ve ulaşılması ya da kaçınılması gerek bir
durum olarak düşünsel alanda zihinleri meşgul etmeye devam etmektedir. Türki-
ye’deki modernleşme süreci sancılı bir süreçtir. Çünkü, Türkiye’de modernleşme sü-
reci bir ihtiyaç ve zorunluluk düşüncesiyle halktan kopuk, yukarıdan aşağıya doğru
ve Batı’nın kurumlarının taklidi şeklinde ortaya çıkmış ve bu özelliğini devam ettirmiş-
tir. Bu bağlamda, her zaman ulaşılması gereken bir hedef olarak ortaya konulan mo-
dernleşme, sancılı bir süreç olarak gündemdeki yerini kaybetmemiştir.
Türkiye’de modernleşme süreci Osmanlı ile başlamıştır. Şerif Mardin Türk mo-
dernleşmesini merkez- çevre ilişkisi etrafında değerlendirmektedir. Mardin’e göre
(Mardin, 1997a). Osmanlıda bir merkez-çevre kopukluğu vardı. Merkez, şehirlerde
oturan bürokrat ve askerler gibi yerleşik halk iken; çevre ise, göçebelerden oluşuyor-
du. Merkezle çevrenin ilişkisi kopuktur. Çünkü merkez çevreyi küçümsemektedir.
Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe merkez ve çevre birbiriyle çok gevşek bağlarla
bağlı iki ayrı dünya oluşturmuştu. Merkezin diğer bir özelliği ise çevreden statü bakı-
mından farklı olmasıdır. Merkez Gayri Müslim gruplardan alınarak devşirilmiş bürok-
104 Osmanlıdan Cumhuriyete Modernleşme Sürecine Kısa Bir Bakış
Bu iki farklı bakış açısı Türkiye’deki modernleşme sürecinin iki farklı yönüne
vurgu yapmaktadır. Birincisi, Türkiye’deki modernleşme sürecinin halktan kopuk
olması ve değişim sürecinde bazen “halka rağmen” anlayışının egemenliğidir. İkincisi,
modernleşmenin dine dayalı gelenekselleşmiş kurum ve anlayışlarda yarattığı bir de-
ğişim süreci olmasıdır. Her iki yaklaşımın da ortak noktası, modernleşme sürecinde
ortaya çıkan olumsuzluklara vurgu yapmasıdır. Batı’da meydana gelen modernleşme
süreci her ne kadar sancılı olsa da kendi iç dinamikleri ile meydana geldiği için bir süre
sonra bir normalleşme süreci yaşanmış ve modernleşme süreci özümsenmiştir. Türki-
Osmanlı İmparatorluğunun Batı ile olan ilişkileri her dönem mevcut olmuştur,
ancak Osmanlının yükselme döneminde Osmanlı kendi uygarlıklarını Batı’nınkinden
üstün saymış ve Batı’nın bir model olarak izlenmesi bir sorun olarak ortaya çıkmamış-
tır. (Mardin, 1997b;10). Ancak 1718’de Avrupa’ya değerli maden akımının meydana
getirdiği fiyat devrimi feodal ekonomiyi yıkmış, 1720’den sonra ise yeni sanayi uygar-
lığının ilk aşamasına girilmişti. Batıda başlamış olan bu gelişmeler ise daha sonraki
yüzyıllarda Osmanlı’yı derinden etkileyecekti. Osmanlı ise, bu gelişmelere ayak uydu-
ramadığı ölçüde Batı’nın arkasından sürüklenmekte, nihayet Tanzimat döneminde o
selin içinde kendini kapıp koyuvermek zorunda kalacaktı.(Berkes, 2004; 42-43). Mo-
dernleşme sürecinin başlangıcı sadece askeriydi, amaç ise, gelişen ve ilerleyen bir Av-
rupa karşısında korunmak ihtiyacı olmuştur. Avrupa üslubunda bir ordu kurulduğu
zaman ve gereken talim ve teçhizat elde edilirse amaca ulaşılacağı düşünüldü. Ne var
ki, yeni orduya subaylar lazımdı. Bu subayları yetiştirecek mektepler, bu mektepleri
ayakta tutacak müesseseler, bu müesseseleri işler hale getirecek maarif reformları,
araç ve gereçleri imal edecek fabrikalar kurmakta zorunluydu. Kısaca yönetimde ıslah
edilmeliydi. (Meriç, 1983;236).
laşmanın bu ilk evresinde Batı’nın askeri teknolojisinin savaştaki rolü ve savaşın sonu-
cunun kısmen Tanrı’ya bırakılması şeklindeki köklü inanç tartışılmıştır. Zamanla bu-
nun karşısında, savaşta en çok teknolojinin sonuç vereceği görüşü benimsenmiştir. Bu
amaçla Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Nişli Mehmet Ağa gibi devlet katında görevli kim-
seler Avrupa’nın “ahvali”ni öğrenmek amacıyla çeşitli başkentlere elçi olarak gönde-
rilmeye başlandı.(Mardin, 1997b;10). Bunun sonuçlarından biri de, Yirmisekiz Mehmet
Çelebi’nin Avrupa seyahatinin sonucunda matbaanın Lale Devri’nde ülkemize girişi-
dir. Türkiye’de basımcılık ve basımevinin gelişmesi Avrupa’da ki gelişiminden çok
sonraları olmuştur. Türkçe matbaanın gelişmesi ve açılması Osmanlı’nın yüzünü Ba-
tı’ya döndüğü dönemlere rastlamaktadır. 1721’de Fransa’ya gönderilen Yirmisekiz
Mehmet Çelebi burada matbaacılıkla ilgilenmiş ve oğlu Said Efendi ile birlikte İstan-
bul’a döndüklerinde Macar dönmesi Mütefferika İbrahim Efendi ile anlaşarak matbaa-
yı kurmuşlardır. Şeyhülislam’dan fetva ve III.Ahmet’ten ferman aldıktan sonra açılan
matbaada İbrahim Mütefferika’nın belirlediği yayın programı çerçevesinde dil, tarih,
coğrafya, tabii bilimler, askeri konularda 17 kitap yayımlandı.(Kabacalı, 1994;5-6).
Çok söylenen yaygın anlayışa göre Osmanlı’ya matbaanın gelmemesi halkın ve yöneti-
cilerin dini kaygılarından kaynaklanmaktaydı. Ancak matbaacılığa karşı olan düşünce-
ler ve konulan kısıtlamalar şeriattan değil, Osmanlı devlet sistemine özgü lonca sınır-
lamalarından gelmiştir. Çünkü matbaada dini kitaplar zaten basılamıyordu, Osmanlı
matbaasının gelişmemesinin asıl nedenleri ise; teknik, ekonomik ve sosyal sorunlar-
dan kaynaklanmaktaydı.(Berkes, 2004;58-61).
Bu etkilenmeye bağlı olarak Batı gibi yaşamaya özen gösteren devrin ileri gelen
devlet adamlarının yaşam tarzında meydana gelen değişiklikler tepkiyle karşılanmış-
tır. Bunun sonucunda, Batı uygarlığının kişinin refahına yönelik değerlerinin Osmanlı
idareci sınıfına sızması ve bu değerleri Osmanlı kültürünü kösteklemesi şeklinde algı-
layan İstanbul’un alt ve orta sınıfları devletin bu dönemde ortaya çıkan zaafı karşısın-
da yeniçeriler ve sadrazam düşmanlarıyla birleşerek ayaklanmışlardır. (Mardin,
1997b;11). Patrona Halil İsyanıyla sona eren Lale Devri bu yönü ile Batı dünyasının dış
görünüşünün bir taklidinden öteye gidememiştir.(Güngör, 1983;255).
Osmanlı bir yandan batı tipi bir ordu kurma ve batı tarzı bir eğitim anlayışı yer-
leştirmeye çalışırken Avrupa, Sanayi İnkılâbı ve onun getirdiği gelişmeler ile her alan-
da gittikçe artan bir gelişme sağlamış ve artık Osmanlı için takip edilmesi gereken bir
model haline gelmişti. Yapılacak olan yenilikler için Avrupa’ya bağımlı olan Osmanlı
özellikle maddi açıdan sıkıntılar yaşayınca Avrupalı devletler bir takım ayrıcalıklar
(kapitülasyonlar) elde ettiler (1838 İngiliz, 1839 Fransa Ticaret Sözleşmesi) ve daha
sonraki her yardım önerileri yeni bir “ıslahat” isteğine bağlandı. (Güngör, 1983;256).
Batılı ülkelerin Osmanlı İmparatorluğunda’ki Hıristiyan ahalisine eşitlik ve teminat
verilmesi yönündeki ısrarları siyasi reforma zemin hazırladı. Bu reform 1839 yılında
Tanzimat Hareketi olarak ortaya çıktı.(Karpat, 1996;34). Bu anlamda Tanzimat Fermanı
batılılaşma anlamında o güne kadar atılan en büyük adım olmasının yanında Batılı
devletlerin baskısı sonucu ortaya çıkması açısından imparatorlukta fark gözetmeksizin
herkesin can ve mal güvenliği güvence altına alınmaktaydı.
Tanzimat Fermanı’nı 1856 Islahat Fermanı takip etti. Berkes’e göre 1839 bildiri-
sini Müslümanlar için çıkarılmış olarak nitelersek, 1856 bildirisini de Hıristiyanlar için
yayınlamış bir belge sayılabilir. İkincisi birincide kapalı kalan bazı yanları açığa çıkar-
dığı ve daha çatallı sorunları işaretlediği için birincisi gibi sessizlikle karşılanmadı ve
çeşitli yönleriyle eleştiriye uğradı.(Berkes, 2004;217). Islahat Fermanı tıpkı Tanzimat
Fermanında olduğu gibi dış baskılarla ilan edildi ve bu fermanla Müslüman ve Hıristi-
yan uyruklar arasında Avrupalıların ifadesiyle süregelen “eşitsizlikleri” kaldırmayı
amaç ediniyordu.
1925’de tekke ve zaviyeler kapatılıp, milletler arası takvim kabul edildi, fes ye-
rine şapka giyilmesi kabul edilip aşar kaldırıldı, 1926’da İsviçre Medeni Kanunu kabul
edildi. Aile münasebetleri ve kadının aile ve toplumdaki yeri Batı esaslarına göre dü-
zenlendi. Aynı yıl Ceza ve Ticaret Kanunları kabul edildi. 3 Kasım 1928’de Latin Harf-
leri’nin kabulü ve bunun halka öğretilmesi için öğretim seferberliği başlatıldı. Aynı yıl
anayasada “Devletin Dini İslam’dır” maddesi kaldırıldı. 1930’da kadınlara seçme ve
seçilme hakkı tanındı. 1935’de Soyadı Kanunu çıktı, aynı yıl haftalık tatil Cumadan
Pazar gününe alındı. Yenileşme ve batılılaşma büyük bir hızla devam ediyordu, ka-
nunlarla yapılan değişikliklerin yanı sıra Batılı adet, görüşler, çalışma ve ticaret usul-
leri benimsendi. Dini eğitim gittikçe ihmal edilerek okullarda fen ve müspet ilimlerin
önemi üzerinde duruldu.(Karpat, 1996;65-67). Yapılan ve yapılmak istenen değişiklik-
lere gösterilen tepkilere bakarak, bu değişikliklerin henüz millet tarafından tam olarak
benimsendiği söylenemez. Çünkü batılılaşma çabaları tıpkı Osmanlıda olduğu gibi
üstten alta doğru ve çok hızlı olmaktaydı. Toplumun yeni ortaya çıkan bu duruma
112 Osmanlıdan Cumhuriyete Modernleşme Sürecine Kısa Bir Bakış
3-Sonuç
nemi modernleşme sürecinin, kurulan ulus-devletle birlikte, çok daha hızlı ve kararlı
ilerlemesidir. Modernleşme bizzat ulus-devlet eliyle gerçekleştirilmekte ve modern-
leşme adına yapılan değişikler yine ulus-devletin korumasında sürdürülmektedir.
Kaynakça
AKYÜZ, Yahya (1997): Türk Eğitim Tarihi, İstanbul Kültür Ünv. Yayınları, İstanbul.
BERKES, Niyazi (2004): Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, İstanbul.
BLACK, C.E (1989): Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri (Çev: M.F.Gümüş), V Yayınları, Ankara.
COŞAR, Simten (1999) : “Türk Modernleşmesi: Aklileşme, Patoloji ve Tıkanma”, Doğu Batı,
Türk Toplumu ve Gelişme Teorisi, Yıl: 2, Sayı: 8, Ankara.
GİDDENS, Anthony (1998): Modernliğin Sonuçları (Çev: E. Kuşdil), Ayrıntı Yay., İstanbul.
GÜNGÖR, Vedat (1983) : “Batılılaşma”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi 1, İleti-
şim Yayınları, İstanbul.
KABACALI, Alpay (1994): Türk Basınında Demokrasi, Kültür Bakanlığı Demokrasi Klasik-
leri, Ankara.
KAÇMAZOĞLU, H. Bayram (2001): Türk Sosyoloji Tarihine Giriş, 1.Cilt, Birey Yay. İstan-
bul.
KALE Nesrin (2002) : “Modernizmden Postmodern Söylemlere Doğru” Doğu Batı, Yıl: 5, Sayı:
19, Ankara.
KARPAT, H.Kemal (1996): Türk Demokrasi Tarihi, AFA Yayıncılık, İstanbul.
MARDİN, Şerif (1997a): Türkiye’de Toplumsal Siyaset(Makaleler1), İletişim Yay. İstanbul.
MARDİN, Şerif (1997b): Türk Modernleşmesi (Makaleler 4), İletişim Yay. , İstanbul.
MERİÇ, Cemil (1983) : “Batılılaşma”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi 1, İletişim
Yayınları, İstanbul.
114 Osmanlıdan Cumhuriyete Modernleşme Sürecine Kısa Bir Bakış
Özet
Binyıllardır hüküm süren, felsefe ve mantık tarihinde önemli bir yere sahip
olan ve Aristoteles tarafından sistemleştirilen klasik mantık anlayışının karşısında
Rönesans’la başlayan tabii bilimlerdeki gelişmeler mantık alanına da nüfuz ederek,
yeni dönem mantık çalışmalarının başlamasına neden olmuştur. Bu çalışmalar,
klasik mantık konularının adeta bir eleştiri bombardımanına tutulması niteliği ta-
şımaktadır. Modern mantık (sembolik mantık) yeni yüzüyle adeta yeniden ve fark-
lı bir biçimde doğmuş gibi görünse de temelde klasik mantık onun ayrılmaz bir
parçasıdır. Bu makalede, modern mantık çalışmalarının hangi yönde ve nasıl ol-
duğu ele alınmıştır. Onu, klasik dönem mantık çalışmalarından ayıran temel yön-
lerinin neler olduğuna değinilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Klasik mantık, modern mantık, dil ve mantık, tüm-
dengelim, kıyas, tümevarım, çok değerli mantık.
Abstract
The Transition from Classical Logic to Modern Logic: Some of The Foundations
Grounding The Rise of Modern Logic
Developments in natural sciences, which began with Renaissance against
the horizon of classical logic that had a significant place in the history of philoso-
phy and logic throughout a few thousand years, have given rise to newly attempt-
ed logical studies with a fresh outlook. These studies can be characterized as a crit-
ical bombardment of the subject matters of classical logic. Although modern (sym-
bolic) logic seems to have been born in the new age almost anew and in a different
way, classical logic seems to be an inseparable part of modern logic. In this study,
new structure, orientation and the distinctive features of modern logic studies are
taken into consideration in comparison with classical logic.
Key Words: Classical logic, modern logic, language and logic, deduction,
syllogism, induction, polyvalent logic.
1. Giriş
Mantığın kurucusu bilindiği üzere Aristoteles’tir. Ancak ilk kez ortaya koyan,
yani bulucusu da değildir. O, kendisinden önce ortaya konulmuş olan mantık konu-
sundaki temel bilgi ve prensipleri konu edip işleyerek sistematikleştiren ve bir disiplin,
bir bilim dalı olarak ortaya koyan, döneminin önemli filozoflarındandır.
1 Doğan Özlem, Mantık Klasik/Sembolik Mantık Mantık Felsefesi, İnkılap kitapevi, 8.baskı, İstanbul
2006, s.363.
2 Şafak Ural, Temel Mantık, Çantay Kitapevi, 2.Baskı, İstanbul, 1995, s.5.
Yine bu dönemde, Elea okulu düşünürleri ile sofistlerin, mantık biliminin ku-
rulması için hazırlık çalışmaları yaptıkları görülmektedir. Elea okulunun önemli tem-
silcilerinden olan Parmenides ve öğrencisi Zenon’nun çalışmalarında mantığın temel
konu ve formlarını görmemiz mümkün. Dil ve mantığı kullanarak sofistlerin karşısın-
da yer alan önemli bir düşünür de Sokrates’tir. Sokrates, çeşitli akıl yürütmeler kulla-
narak karşısındaki kişinin zihninde gizli kalmış konuları açığa çıkarır. İnsan zihnindeki
bilgilerin açığa çıkmasını bir doğuma benzeten Sokrates, bu durumu da doğurtma yön-
temi olarak ele alır. Aristoteles’in hocası olan Platon da gerçek bilginin ideaların bilgisi
olduğunu savunur. Platon’a göre insan; iyinin, doğrunun ve güzelin bilgisine, ancak
ideanın bilgisine sahip olmakla ulaşabilir. Bu anlamda bir tümdengelimsel akıl yürüt-
me yöntemini kullanan Platon, herkes için geçerli olan ideaların bilgisine ulaşmayı
amaçlamıştır. 4
Aristoteles, mantığın bir araç olduğunu söyleyen ilk filozoftur. O, mantık söz-
cüğünü hiç kullanmamış, bunun yerine ″araç″ anlamına gelen Organon7 sözcüğünü
3 Ahmet Cevizci; İlkçağ Felsefesi Tarihi, Asa Yayınevi, Bursa 2000, s.5.
4 Bkz.: İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, Elis Yay., 3. Basım, Ankara 2005, s.39-40; A. Kadir
ÇÜÇEN, Klasik Mantık, Asa Yayınları, Bursa 2004, s.42.
5 Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 1999, s.137.
6 David Ross, Aristoteles, çev.: Ahmet Turan Arslan – İhsan Oktay Anar – Özcan Yalçın Kavasoğlu – Zer-
Önermeler, Birinci Analitikler, İkinci Analitikler, Topikler ve Sofistik Deliller. Aristoteles’in mantık üzerine
yaptığı çalışmalara ilişkin bu altı kitabı hepsine birden Organon adı verilmektedir. İlk ontolojik kategori
teorisini, formel mantığın ilk gelişimini, (formel ve informel) uslamlama teorisi üzerine bilinen ilk ciddi
118 Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş:
Modern Mantığın Doğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Hususlar
kullanmıştır. Mantığı, bilgiye ulaşmak için bilimlerin kullanacağı bir araç olarak gören
Aristoteles Organon adlı eserinde, yargı formları, önerme türleri, kıyas çeşitleri ve kıyas
kuralları gibi konuları ele almıştır. Ona göre mantığın en önemli işlevi, bazı öncüllerin
kabul edilmesi durumunda, hangi sonuçların bu yargılardan zorunlu olarak çıkacağını
göstermektir.
Aristo mantığının en önemli buluşu, bir kanıtlama yöntemi olarak kabul edilen
kıyastır. Kıyas, basit anlamda iki öncül ve bir sonuçtan oluşan bir çıkarımdır. Klasik
dönem mantıkçıları kıyası tümdengelimin en mükemmel şekli olarak tarif etmişlerdir.
Bu çıkarımda öncüller sonuca ulaşmamızı sağlamalıdır. Öncüller doğru ise sonuç da
mutlaka doğru olmak zorundadır. Aristoteles’te tümdengelim mantığının öne çıkma-
sının en önemli nedeni, bilginin, kesin, doğru ve zorunlu olmasından kaynaklanmak-
tadır. Ona göre bilgi, zorunlu ve doğru olmalıdır. Bu türden bilgilere ulaşmayı sağla-
yacak akıl yürütme biçimi ise tümdengelimdir. Çünkü tümel önermenin doğru olması
durumunda, tümdengelimle elde edilen bilgiler kesinlik ve zorunluluk taşırlar.
Dinin, etkisini her alanda hissettirdiği bu dönemde felsefe de dinin etkisi altına
sokulmuş ve ona, dinin öğretilerini açıklama ve Tanrı’nın varlığını ispat etme görevi
verilmiştir. Bu koşullar altında güdümlü bir düşünce etkinliği haline getirilen felsefe,
kimi küçük kıpırdanmalar dışında pek gelişme gösterememiştir. Bu dönemde ortaya
bilimsel sorgulamayı, modal mantığın ve daha önceki kimi bilimlerin metodolojisine ilişkin temelleri
sunması bakımından Organon önemli bir eser olarak kabul edilmektedir.
8 A. Kadir Çüçen, Mantık, Asa Yayınları, Bursa 1999, s.22.
9 Bkz: Necati Öner, Klasik Mantık, Bilim Yayınları, 7.baskı, Ankara 1996, s.17; İbrahim Emiroğlu, Klasik
Mantığa Giriş, s.42.
10 Ahmet Arslan, İbn-i Haldun ve Mantık, Felsefe Yazıları, 3.Kitap, İstanbul 1982, s.15.
120 Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş:
Modern Mantığın Doğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Hususlar
mantık doğrularını akılsal doğrular olarak kabul ederek onları içerikten soyutlamıştır.
Böylece, analitik doğrular olarak nitelik kazanan mantık, formel ve biçimsel düşünce
yöntemi haline gelmiştir11. Leibniz ayrıca aklın ilkeleri olarak kabul edilen özdeşlik,
çelişmezlik ve üçüncü haklin olanaksızlığı ilkelerine ilave olarak, olgusal bir ilke olarak
yeter-sebep ilkesinin de geçerli bir ilke olduğunu savunmaktadır. Bu ilkeye göre ev-
rende var olan her şeyin bir nedeni vardır. Yeterli nedeni olmadıkça hiçbir olgu var
olamaz ve hiçbir yargı doğru olamaz.12
Daha sonra 1847 yılında August De Morgan’ın Formel Mantık ve George Boo-
le’un Mantığın Matematiksel Analizi kitaplarının yayınlanmasıyla mantığın önermeleri
matematiksel işlemler gibi sembolleştirilmiş ve klasik mantık yerini yavaş yavaş sem-
bolik mantığa bırakmaya başlamıştır. Mantık alanında yapılan bu çalışmalar, sembolik
mantığın asıl kurucuları olarak kabul edilen ve 20. yüzyılda ortaya koyulan felsefe ve
mantık çalışmalarının en önemli düşünürlerinden sayılan Gottlob Frege (1848-1925) ve
Bertrand Russell’ın (1872-1970) çalışmaları için de temel oluşturmuştur.
11 Bkz., A. Kadir Çüçen, Mantık, s.35; İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.50; Necati Öner, Klasik
Mantık., s.21-22.
12 A. Kadir Çüçen, Mantık., s.24.
13 Mantık ve mantık ilmi hakkında geniş bilgi için bkz.: Necati Öner, Klasik Mantık., s.13-15; İbrahim
Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş., s.10-13; Necip Taylan, Ana hatlarıyla Mantık, Ensar Yay., İstanbul
2010, s.11-15.
Ayrıca mantık, olguların açıklanması ile değil, doğru düşünme kuralları ile uğ-
raşır. Mantık için düşünme, bir gözlem verisi olarak değil, bazı kurallara göre uygun
yürüyüp yürümemesi yönünden inceleme konusudur. Mantık, bilimdeki betimleme ve
açıklama yerine bir tür değerlendirme işlemi kullanır. Başka bir deyişle düşünmenin
geçerliği ile ilgilenir. Hangi düşünme kalıpları geçerli hangileri geçersiz bu ayrımı
yapmaya elverişli ölçütleri akıl yürütme denilen düşünme biçimine geçerlik niteliğini
veren kuralları saptamaya çalışır.14
Mantıklı düşünme kendisini akıl yürütmede gösterir. Akıl yürütme, zihnin ve-
rilen ve bilinenlerden yola çıkarak bilinmeyenleri elde etme faaliyetidir. Fikirler ara-
sında ilişki kurmaya hüküm denildiği gibi hükümler arasında ilişki kurarak yeni bir
hüküm elde etmeye de akıl yürütme denmektedir. Bu bağlamda mantık ilmi, belirli
önermelerden hareket ederek ve belirli kural ve şartlar koyarak bunlardan başka bir
önerme çıkarmak yollarını gösterir.15
17 Nazım Hasırcı, John Stuart Mill’in Tümevarım Anlayışı, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2005
(Basılmamış Doktora Tezi), s.71.
18 Francis Bacon, Novum Organum, çev.: Sema Önal Akkaş, Ankara 1999, s.10.
19 Descartes, Metot Üzerine Konuşmak, çev.: Mehmet Karasan, İstanbul, 1967, s.20.
“Kıyas, bilimlerde keşif yapmak için hiçbir fayda sağlamaz. … Kıyas, bilimlerin ilkeleri-
ne uygulanamaz. … O halde bizim tek ümidimiz tümevarımdır.”20 itirazında bulunan
F.Bacon’a göre formel mantık, terimlerin ve açığa çıkarmanın mecbur olduğu kuralla-
rın toplamıdır. Bu nedenle mantık, evren ve dünya hakkında yapılacak keşifler konu-
sunda bize yardımcı olamaz.
Kıyasa getirilen itirazlardan biri de S. Mill tarafından ortaya atılmıştır. Onun iti-
razı, sonuç önermesinin büyük önerme yolu ile ispat edildiği, ama büyük önermenin
doğruluğunun da sonuç önermesinin doğruluğu kadar şüpheli olduğu şeklindedir.
Her insan düşünür
Bende insanım
O halde bende düşünürüm
Kanıtında ″benim düşünür olduğum″ ″Her insan düşünür″ önermesi ile ispat
edilemez. Çünkü, ″Ben düşünürüm″ önermesinden ne kadar şüphe ediyorsam , ″Her
insan düşünür″ önermesinden de o derecede şüphe etmeliyim.21 Başka bir ifadeyle
Mill’e göre kıyas, bir savı kanıtsamadır. Kıyas, sonucun ispatına yarayan bir delil gibi
kullanılmıştır.22 Yukarıdaki örnekte olduğu gibi ″bende düşünürüm″ sonucu, ″her in-
san düşünürüdür″ öncülünden önceden kabul edilmiştir.
Yukarıda özetle vermeye çalıştığımız kıyasa karşı yapılan itirazlar, genel olarak
onun metot olarak yetersiz kaldığını göstermektedir. Ancak bu itirazlara karşı bazı
mantıkçıkların verdikleri cevaplar da azımsanmayacak ölçüdedir. Mantıkçılar, bu
alandaki itirazları ve cevapları ″kıyasın değeri″23 başlığı altında ele alıp incelemişlerdir.
Gayemiz, tümdengelimin tümevarıma ya da tümevarımın tümdengelime olan üstün-
lüğünü veya geçerliliğini ispatlamak değil, mantık tarihinde yaşanan münakaşalara
dikkat çekerek, yeni dönem mantık anlayışının doğuşuna kaynaklık eden metot tar-
tışmalarını ve bu konuda söylenenleri ortaya koymaktır.
23 Bkz.: İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.185-195; Necati Öner, Klasik Mantık, 167-173; Necip
Dil ve mantık arasında sıkı bir ilişki vardır. Dilbilgisi hatasız ifade etmenin,
mantık ise doğru düşünmenin kurallarını vermektedir. Dilin sözle olan ilişkisi ile man-
tığın kavramlarla olan ilişkisi arasında bir paralellik mevcuttur. Şöyle ki, gramer bir
milletin diliyle ilgili bütün kuralları incelerken, mantık tüm insanlığın düşüncesine ait
zihin işlemlerinin kanunlarını inceler. Mantık, kullanılan dilin, kavram ve terimlerin
sınırlarının iyi çizilmesi, anlam belirsizliğine veya çok anlamlılığa kayılmamasını, kul-
lanılış şekillerinin belirgin kısacası, açık, seçik ve kesin olmasını ister.24
Klasik mantık dille yakından ilgilidir. Formel olarak adlandırılmış olsa da, ko-
nuşma dilini kullandığı için mantık işlemlerinde içeriğin etkisinden pek sıyrılamaz.25
Mantık, doğru ve tutarlı düşünmenin tespitini yaparken düşünmeyi ifade eden dil
üzerinde durur. Düşüncelerimiz, fikirlerimizi sözlerle, yani dille ifade ederiz. Sözler,
zihinde tasarlanan düşüncenin taşıyıcısıdır. Fikirlerimizi açıklamada kullandığımız
kelimeler sadece fikirlerimizi değil, aynı zamanda duygularımızı da ifade ederler.26 Bu
nedenle düşüncelerimizi aktarmakta kullandığımız dilin bazı sakıncaları da söz konu-
su olabilir. Konuşulan dilin bu bazı sakıncalarını şöyle sıralayabiliriz: anlama veya anlam
sorunu, belirsizlik ve çok anlamlılık27gibi. Anlama, belirsizlik ve çok anlamlılık hem dilin
24 Bkz.: İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.26; Teo Grünberg, Felsefe ve Felsefi Mantık Yazıları,
Yapı Kredi Yay., İstanbul 2005, s.102.
25 Necati Öner, Klasik Mantık, s.14.
27 Anlama, belirsizlik ve çok anlamlılık üzerine oldukça detaylı bir çalışma, Teo Grünberg tarafından k a-
leme alınmıştır. O, dilin gramer yapısı ile kavramların, terimlerin, deyimlerin anlamları arasındaki ili ş-
kiyi detaylı şeklide incelemiştir. Bkz.: Teo Grünberg, Felsefe ve Felsefi Mantık Yazıları, s.102-202.
Kısaca ifade etmek gerekirse, modern mantık çalışmalarında sembolik dilin kul-
lanımıyla önermeler ve çıkarımlar sembolleştirilerek dildeki hata ve eksikler gideril-
mek istenmiştir. Modern mantık, çeşitli denetleme yöntemleri geliştirmiştir. Böy-
lece bu denetleme yöntemleri bizi günlük dilin çok anlamlılığından arındırarak,
sembolik dilin objektifliğine ve tek anlamlılığına götürmektedir.
Şimdi, önerme ve çıkarımların sembolik ifadelerinin nasıl ve neler olduğunu
(gereğinden fazla detaya girmeden/genel hatlarıyla) örnekleriyle birlikte inceleyelim.
Ahmet çalışır ise başarılı olur önermesi ise bileşik olup, iki önermelidir.
p q
Yağmur yağar ve ürün bol olursa herkes mutlu olur ise, üç önermelidir.
p q r
Bir çıkarımın sembolik gösterimi ise şöyledir:
I.öncül Bir öğrenci zeki ve çalışkan ise başarılı olur
p q r
II.öncül Ali zeki ve çalışkandır
p q
Sonuç O halde ali başarılı olur
r
Sembolik Man-
Önerme Eklemi Sembolü Kullanımı Örnek Önerme
tıkta Kullanımı
Değilleme Ekle-
“değil” Seda avukat değildir. p
mi
Tümel Evetleme
“ve, ne, ne de, Seda ve Ercan avukattır pq
Eklemi
hem, hem de”
Koşul Eklemi
“ise” Çalışkansa başarır pq
Karşılıklı Koşul
“ancak ve ancak” Sinem ancak ve ancak pq
Eklemi
çalışırsa başarır
P Değilleme önermesi
pq Tümel evetleme önermesi
pq Tikel evetleme önermesi
Bir bileşik önermede, önermenin tümünü etkileyen ekleme ana eklem, birbirine
bağlanan önermelere ise ana bileşenler denir. Aşağıdaki örnekler, ana eklem ve ana
bileşenleri göstermektedir.
~p ~ p
ana eklem ana bileşen
p q p q
ana bileşen ana eklem ana bileşen
~pvq ~p v q
ana bileşen ana eklem ana bileflen
~ (pvq) ~ pvq
ana eklem ana bileşen
[(pΛq) p] r [(pΛq) p] r
ana bileşen ana eklem ana bileşen
~ [(pvq) (pΛq)] ~ [(pvq) (pΛq)]
ana eklem ana bileşen
[~(pv~q) (pvq)] ~(pv~q) (pvq)
ana bileşen ana eklem ana bileşen
Önermeler mantığı önermeleri nitelik yönünden ele aldığı için önermelerin ni-
celiğini göstermede yetersizdir. Örneğin, "Bazı hayvanlar dört ayaklıdır" ve "Bütün hay-
vanlar canlıdır" önermelerini ele alalım. Önermeler mantığında bu önermeler birer basit
önermedir ve p, q gibi sembollerle gösterilir. Ne var ki, bu önermelerden birincisi tikel,
ikincisi tümel bir önermedir. Bir önermeyi p, q gibi sembollerle sembolleştirdiğimizde
onun tümel mi ya da tikel mi olduğunu anlayamayız. Yani niceliği konusunda bize
bilgi vermez. Bu nedenle niceleme mantığına gereksinim duyulmuştur.
Örneğin, "Filiz konuşkandır" önermesini alalım. "Filiz" öznesini "a" harfi ile,
"konuşkandır" yüklemini F harfi ile sembolleştirelim. Bu durumda, "a, F’dir" gibi bir
ifade ortaya çıkacaktır. Niceleme mantığında bu önerme, önce yüklem sembolü, daha
sonra ad sembolü biçiminde yazıldığı için, yukarıdaki önermenin en son biçimi "Fa"
olacaktır.
Ad sembolü a, b, c ≡ Gül, Fuat, Zeynep
Yüklem sembolü F, G, H ≡ çalışmak, gitmek, yürümek, konuşmak
Handan öğretmendir ≡ Fa
Osman muhasebeci değildir ≡ ~Fa
Özkan ve Sevda evlidirler ≡ Fab
Ömer, Murat ve Tuba öğrenci değildir ≡ ~Fabc
Ali çalışkandır p Fa
Ayşe çirkin değildir p Fa
O gelirse ben giderim pq FaGb
Ahmet çalışkan ve zekidir pq FaGa
Önermelerin niceliğini gösteren "bütün", "bazı", "tüm", "kimi" gibi terimlere ni-
celeyici adı verilir. Niceleme mantığında tümel ve tikel niceleyici olmak üzere iki tür
niceleyici vardır. Tümel niceleyici " ", tikel niceleyici ise " " sembolü ile gösterilir.
mantığında, zorunlu eklemi ile kurulan önermelere zorunlu önerme, mümkün eklemi
ile kurulan önermelere de mümkün (olanaklı) önerme denir.
Kiplik Değişmezleri
Zorunlu □
Mümkün ◊
zihin işlemlerinin bir şey ortaya koyamaması, kendini ifade edememesi ve bir türlü
anlaşmayı sağlayamamasından dolayıdır.31
Düşünülmüş olan herhangi bir şey mantıkta, ″kendi olan″ ve ″kendinden başka
bir şey olmayan″ olarak kavranır. İşte, bir şeyi ″kendi olan″ şeklinde düşünmemizi
sağlayan en temel ilke özdeşlik ilkesidir. Yani bir şey ne ise odur. Her şey kendisinin
aynısıdır. Ama bu ilke bir şeyin zihindeki tasarımı için zorunlu olmakla birlikte yeterli
değildir. Çünkü o şeyin aynı zamanda ″kendinden başka bir şey olmayan″ şeklinde
tasarlanması gerekir ki bu ikinci ilke de çelişmezlik ilkesidir. Kısacası çelişmezlik ilkesi,
özdeşlik ilkesinin bir tasdiki, bir onaylanışı olarak yorumlanabilir. Bir şeyin kendisin-
den başka bir şeyle özdeş olduğunu düşünmek çelişkidir. Bu ilkeye göre, bir şey aynı
zaman ve şartlar içerisinde hem kendisi hem de başka bir şey olamaz. Bu iki ilke ya-
nında, üçüncü halin imkansızlığı (olmazlığı) ilkesi ise, düşünülebilen her şeyin ya kendisi
ya da kendisi dışında bir şey olabileceğini, ancak üçüncü bir durumun olamayacağını
bildirir.32 Bir şey ya vardır ya yoktur, bunun ortası olamaz.33 Başka bir ifadeyle, iki çeli-
şik ifadeden biri doğru ise öteki zorunlu olarak yanlıştır, üçüncü ihtimal söz konusu
değildir.34
Bu üç ilkeyi şu şekilde formüle edebiliriz:
A, A dır. = özdeşlik ilkesi.
A, A olmayan değildir = çelişmezlik ilkesi.
Her X, ya A ya da A olmayan olmak zorundadır = üçüncü halin imkansızlığı il-
kesi.
Bu üç temel ilke aslında tek bir ilkeye, özdeşlik ilkesine indirgenebilir veya di-
ğer iki ilke, özdeşlik ilkesinin türevleri olarak görülebilir. Bu genel anlamda tüm man-
tıkların özdeşlik ilkesine dayalı bir sistem olarak görülmesini sağlar. Yeni mantık ça-
lışmalarında üçüncü halin imkansızlığı ilkesini vazgeçilmez saymayan mantıkçılar
yanında, çelişmezlik ilkesini bile zorunlu görmeyenler vardır. Dolayısıyla tüm mantık-
çıların üzerinde uzlaşı sağladıkları tek bir mantık sistemi ve zihin işlemleri ilkelerinden
bahsetmek mümkün değildir. Ancak, günümüz tartışmaları da içinde olmak üzere,
mantığın asırlardır sarsıntıya uğramamış tek ilkesi, özdeşlik ilkesi olmuştur.35
34 Aristoteles, Organon II, çev.: Hamdi Ragıp Atademir, İstanbul 1989, s.14.
Bu üç ilkeye dayanan mantığa ″iki değerli mantık″ denir. Bu ilkenin, çok değerli
bir mantık sisteminde geçerliliğinin olamayacağı açıktır.36 Söz konusu üç temel mantık
ilkesinin klasik dönem mantık anlayışında geçerli olması veya bunun üzerine kurul-
muş olması, geleneksel mantığın iki değerli mantık olarak tanımlanmasına neden ol-
muştur.
İki değerli mantıkta önermeler, doğru ve yanlış olmak üzere iki değer alabilir.
Çünkü özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü hâlin olanaksızlığı ilkelerine göre,önermeler
başka bir değer alamaz. Bu üç ilkeye göre önermeler ya doğrudur ya da yanlıştır. An-
cak bu durum bir takım önermelerin değerini belirlememizi engeller. Örneğin, "Bu yaz
tatile gideceğim" biçimindeki bir önermeye, geleceğe ilişkin bir bilgi verdiği için doğru
ya da yanlış diyemeyiz. Bu türden önermelerin doğru ya da yanlış olması olasıdır, an-
cak kesin değildir. Dolayısıyla, bu anlamda klasik mantığa getirilen eleştiriler çok de-
ğerli mantığın gelişmesine neden olmuştur.
Çok değerli mantık, 1900’li yılların ilk çeyreğinde post modern mantıkçılar ta-
rafından geliştirildi. Bütün önermeleri doğru ve yanlış diye iki kesin öbeğe ayırmanın
felsefi tutarlılık açısından pek doyurucu olmadığı görüşünden hareket eden bu man-
tıkçılar, klasik iki değerli mantığın karşısına tutarlı bir çok değerli mantık sistemi çı-
karmanın ilginç olabileceği kanısındaydılar. Aslında çok değerli mantık düşüncesi,
Aristoteles'in gelecekte olabileceklerle ilgili önermeler üzerindeki çözümlemelerine
kadar geri götürülebilir. Bundan ötürü, kuruluşuna ön ayak olan felsefe ilkeleri bakı-
mından çok değerli mantığın tarihsel gelişmesinde, anlambilimsel (semantik) görüşün
ağır bastığı söylenebilir.
Önermelerin ikiden fazla değere sahip olabileceklerini kabul eden mantık sis-
temine çok değerli mantık denir. Çok değerli mantık içinde, özellikle üç değerli mantık
günümüzde önem kazanmıştır. Üç değerli mantık yanında dört değerli mantık ve hatta
sonsuz değerli olasılık mantığı kurulmuştur. Biz sadece üç değerli mantığa ilişkin bazı
özellikleri göreceğiz. İki değerli mantıkta önermelerin doğru ve yanlış olmak üzere iki
değeri bulunurken, üç değerli mantıkta bu değerlere bir de "belirsiz veya olanaklı" de-
ğeri eklenmektedir. Bu durumda, örneğin bir "p" önermesi doğru, yanlış ve belirsiz
değerler almaktadır. Üç değerli mantığın doğruluk değerleri aşağıdaki gibidir:
Doğru D 1
Yanlış Y 0
Belirsiz B 1/2
Üç değerli mantık, iki değerli mantıkta kullanılan "değil" (~), "ve" (Λ), "veya"
(V), "ise" ( ), "ancak ve ancak" ( ) gibi mantıksal değişmezleri aynı biçimde kullanır.
Ancak doğruluk tablosu farklıdır. İki değerli mantıkta sadece iki değer olduğundan tek
bir önermenin doğruluk tablosu iki, iki önermenin doğruluk tablosu dört satırdan olu-
şuyordu. Üç değerli mantıkta ise tek bir önermenin doğruluk tablosunda üç, iki öner-
menin doğruluk tablosunda ise dokuz satırı bulunur.
Klasik mantık açısından böyle bir hükümde konu ile yüklem vasıflandırılırken,
konu yüklemin içine sokulur. Örneğin, insan ölümlüdür önermesinde konu yüklemin
içine sokulmuştur. Bu, insan sınıfının ölümlüler sınıfı içinde olduğu anlamına geliyor
demektir. Klasik mantıkçılar, önermede konuyu (özneyi) esas alarak önermeleri nice-
likleri bakımından sınıflandırmışlardır:
Önermenin zikredilen konusu tekil ise, tekil önerme: Ahmet öğrencidir gibi.
4. Sonuç
Mantık, ilk dönem mantık çalışmalarından bu yana gerek felsefe gerekse bilim-
ler tarihinde önemli bir yer tutmuştur. Ortaya çıktığı ilk dönemlerinde sistematik ola-
rak ele alınmamış olsa dahi mantığın bazı konularına rastlamaktayız. Onu sistemleşti-
ren ilk filozof ise Aristoteles olmuştur. O, mantığın en temel konularından biri olan
kıyası ele almıştır. Kıyas Aristoteles mantığının bel kemiğidir.
Yeni dönem mantık çalışmaları, bir anlamda, felsefenin kolu niteliğinde olan
klasik mantığın felsefeden ayrılmasına neden olmuştur. 17. ve 18. yüzyıllarda sembolik
mantık çalışmalarına imza atanlar felsefecilerden ziyade matematikçiler ve fizikçiler
olmuştur.
Kaynaklar
Aristoteles, Organon II, çev.: Hamdi Ragıp Atademir, İstanbul, 1989.
Aristoteles Organon V, Topikler, çev.: H. Ragıp Atademir, İstanbul, 1996.
Aristoteles, Organon III, Birinci Analitikler, çev.: H. Ragıp Atademir, İstanbul, 1996.
Aristoteles, Metafizik, çev.: Ahmet Arslan, C.I, İzmir, 1985.
Arslan, Ahmet, İbn-i Haldun ve Mantık, Felsefe Yazıları, 3.Kitap, İstanbul, 1982.
Bacon, Francis, Novum Organum, çev.: Sema Önal Akkaş, Ankara, 1999.
Cevizci, Ahmet, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Asa Yayınevi, Bursa, 2000.
Cevizci, Ahmet, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999.
Çüçen, A. Kadir, Klasik Mantık, Asa Yayınları, Bursa, 2004.
Çüçen, A. Kadir, Mantık, Asa Yayınları, Bursa, 1999.
Descartes, Metot Üzerine Konuşmak, çev.: Mehmet Karasan, İstanbul, 1967.
Emiroğlu, İbrahim, Klasik Mantığa Giriş, Elis Yay., 3. Basım, Ankara, 2005.
Grünber, Teo, Felsefe ve Felsefi Mantık Yazıları, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2005.
Gür, Bekir S., Matematik Felsefesi, Kadim Yayınları, Ankara, 2004.
Hasırcı, Nazım, John Stuart Mill’in Tümevarım Anlayışı, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, An-
kara, 2005, (Basılmamış Doktora Tezi).
Öner, Necati, Klasik Mantık, Bilim Yayınları, 7.baskı, Ankara, 1996.
Özlem, Doğan, Mantık Klasik/Sembolik Mantık Mantık Felsefesi, İnkılap kitapevi, 8.baskı,
İstanbul, 2006.
Ross, David, Aristoteles, çev.: Ahmet Turan Arslan – İhsan Oktay Anar – Özcan Yalçın Kava-
soğlu – Zerrin Kurtoğlu, Kabalcı Yay., İstanbul, 2002.
Taylan, Necip, Anahatlarıyla Mantık, Ensar Yay., İstanbul, 2010.
Ural, Şafak, Temel Mantık, Çantay Kitapevi, 2.baskı, İstanbul, 1995.
Yıldırım, Cemal, Bilim Felsefesi, İstanbul, 2004.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
Giriş
İctihad, tarih boyunca müslümanların din ve dünya yaşantılarında hayatın bir
gerçeği olduğu gibi, taklîd de hayatın bir gerçeğidir. Günlük hayatta içtihad gerektiren
birçok durum mevcuttur. İçtihat ise her müslümanın yapabileceği bir faaliyet değildir.
İçtihat etmek, kişide, alet ilmine sahip olmak, ictihat melekesine sahip olmak gibi belli
bir takım şartlar bulunmasını gerekli kılar.
Bir bakıma içtihadın zıttı sayılan taklîd ise içtihad etme melekesinden yoksun
müslümanın günlük hayatıyla ilgili olarak içtihada nazaran ibadet yaşamında daha
fazla yer tutar. Zira, içtihadın sadece fıkıh ilminde ileri bir seviyeye ulaşmış fakihlere
has olması, şartlarının ağır olması, taklîdi müslümanların ibadet hayatı için kaçınılmaz
bir olgu kılmaktadır.
meyi gerekli kıldığı görülür. Hicrî dördüncü asırdan sonra fıkıh usûlüne dair yazılan
eserlerin büyük çoğunluğunda taklîd konusu ele alınmıştır. Zira, hicrî dördüncü asır-
dan sonra bir takım sebepler yüzünden taklîd meselesi ulemanın gündemine taşınarak
tartışılmaya ve üzerinde derin analizler yapılmaya başlandı. Bu sebeplerin başında
mezheplerin teşekkülünü tamamlaması sayılabilir. Zira, bu süreçle birlikte mezhepler
arasında tartışmalar ortaya çıkmış; mezhepleşme olgusu, beraberinde taklîdi ve mez-
hep taassubunu doğurmuştur. Mezheplerin doğmasıyla birlikte topluma, içtihat etme
kudretinin sadece bazı büyük alimlere has olduğu, içtihad etme kudretinden yoksun
kimselerin önde gelen alimleri taklîd etmesi gerektiği şeklinde bir düşünce hakim ol-
maya başladı.
Çalışma üç ana başlık altında incelenmektedir. Birinci ana başlık altında taklîdin
kelime ve ıstılahî anlamı, taklîdin sebepleri ve çeşitleri; ikinci ana başlık hakkında
taklîdin hükmü işlenecektir. Son ana başlık altında ise taklîdle yakından ilintili olan bir
mezhebe bağlanmanın hükmü incelenecektir
A. Taklîd Kavramı
1. Sözlük Anlamı
Arapça,( ) ﺩ ﻝ ﻕkökünden türetilmiş bir mastar olan taklîd kelimesi, ilk anlamına
göre bir hayvana veya insana süs eşyası(kılade) takmak, kılıç takmak, bir kimsenin
omzuna kılıç askısını asmak gibi anlamlara gelir. Kılade diye bilinen süs eşyası, cari-
yeye takıldığı gibi belli olması için kurbanlıklara da takılır.1 Taklîd Arapçada, birinin
başkasına taktığı (yani taklîd ettiği) el-kılâdeh (gerdanlık, madalya, nişan ve benzerle-
rin)den gelir. Kılâde, şöhrete itimat etmek ve kendisine takılan şeyin kaybolmaması
için kullanılan eşya cinsinden bir süs demektir. İslâm’dan önce müşrik Araplar
Kâbe’ye kurban sunmak istediklerinde süslenmiş bir kurbanlığı Kâbe’nin yakınına
bağlarlardı. İslâm geldiğinde müşriklere benzememek için önceleri bu uygulama ya-
saklandı.
Taklîd kelimesi, lügat manası itibariyle “bir kimseye gerdanlık takma”yı içerdi-
ği gibi “bağışta bulunmak”, “işi başkasına havale etmek”, “soytarılık etmeği de içer-
mektedir.3 Ayrıca, “taklîdu’s-seyf” (kılıç takma), “Taklîdu’l Kadâ”(kadılık vazifesi
verme) tabirleri de taklîd kelimesinden türetilmiştir
Taklîdin bir başka sözlük anlamı, hüccet ve delil olmaksızın bir sözü kabul et-
mektir. Diğer bir kelime manası şöyledir: Bir kişinin hakikatin kendisinde olduğunu
itikad ederek düşünme ve delil olmaksızın bir insanın yaptıklarına ve söylediklerine
tabi olmasıdır. Taklîd kelimesi, sonraki dönemlerde “sahte olduğunu beyan etmek”
anlamında olan tezyif anlamında kullanılmıştır. Bu mastarın diğer bir anlamı, “kalp
para basmak”tır. Taklîd kelimesi, zikredilen anlamlarının dışında işi başkasına havale
etme, sorumluluğu bir başkasının boynuna asma, mandacılık gibi anlamları da ihtiva
etmektedir.
1 İbn Manzûr, Lisânu’l Arab, III, 366-367; Şevkânî, İrşâdu’l Fuhul, Dâru’l Fâdile baskısı, Riyad, 2000, I,
1081; Tehânevî, Muhammed Alî, Keşşâfu Istılâhâtı’l-Funûn, Lübnan, 1997, I, 500; Ragıp el-İsfehanî,
Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, Dâru’l-fikr baskısı, Beyrut, 1319, 412; Mevsûatu’l-Fıkhiyye, Zatu’s-Selam
baskısı, Kuveyt, 1983, XIII, 154;; Halid Ramazan Hasan, Mu’cem-u Usûlu’l Fıkh, Dirâsetü’l İnsâniye
baskısı, 91; Zuhaylî, Vehbe, Usûlu’l Fıkhi-İslâmiyyîn, Daru’l-fikr baskısı, Dımeşk, 1986, II, 1119; Ka-
raman, Hayrettin, İslâm Hukunda İçtihad, Ankara, 1975, 205; Atar, Fahrettin, Fıkıh Usûlü, İFAV Yay.,
İstanbul, trs., 319; Karaman, Abdullah, Fıkıh Usûlü, Rağbet Yay., İstanbul, 2010, 341.
2 Zebîdî, Muhammed Murtazâ Hüseynî, Tâcu’l-Arûs, Kuveyt 1971, IX, 66-67.
3 S. Schachat, “Taklîd”, İA, MEB., İstanbul, 1970, XI, 681-683.; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, İstanbul,
1231, I, 675-676.
4 Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlu, İstanbul, 2010, 57; Abdulkerim Zeydan, Fıkıh Usûlü (trc. Ruhi Özcan),
2. Istılah Anlamı
Taklîd kelimesinin ıstılah anlamı konusunda pek çok tanım vardır. Bu tanım-
lardan bazıları şunlardır:
Istılahda taklîd, mukallidin taklîd olunanın sözünü dinen ve şeran iltizam et-
mesi; mukallidin, taklit ettiği kişinin sözüyle delilini bilmediği için haramı bizzat ha-
ram, helali bizzat helal, ibahayı bizzat ibaha itikat etmesidir.8 Taklîd, delilini bilmeden
bir başkasının re’y ve içtihadına göre amel ve hareket etmek olduğu hasebiyle, bir baş-
ka müçtehidin re’yiyle amel eden kimse, amelinden doğacak sonuçların mesuliyetini
taklîd ettiği kimseye yüklediği için bu fiiline taklîd denilmiştir. Taklîd fiilinde hâsıl
olan mesuliyetler tamamen taklîd olunana raci olunur.
Hz. Peygamber’in sözü haddi zatında delil olduğu için onunla amel etmek,
taklîd olarak değerlendirilmemektedir. Zira, Hz. Peygamber’e uymayı emreden, “Ey
iman edenler! Allah’a, peygambere ve sizden olan ‘ulu’l-emre itaat edin.”13 ayeti ve bu mana-
8 Muhammed Havamd Osman, Kamûsu’I-Mübîn, Daru’l Hadis baskısı, Kahire, trs, 80.
9 Suyûtî, Celaleddin, Şerhu Kevkebi Sâti’, Kahire, 2000, II, 415; Âmidî, Seyfuddîn Ebî Hasan Alî b. Mu-
hammed, Muntehes Sûl fî İlm-i Usûl, Beyrut, 2003, 351; Karaman, 57; Atar, 319.
10 Şa’ban, Zekiyyüddin, İslâm Hukuk İlminin Esasları(trc. İbrahim Kafi Dönmez), Ankara, 2007, 448.
13Nisa, 59.
daki diğer pek çok ayet, Hz. Peygamber’e uymayı zorunlu hale getirmektedir.14 Oysa
taklîdin yapısında mecburiyet yoktur. Taklîd eden kendi rızasıyla taklîd etmektedir.15
Hz. Peygamber’in sözüyle amel etmek ittibâ’ olarak kabul edilmektedir.16 It-
tibâ’ ise taklîd olarak değerlendirilmemektedir. Zira, ittibâ’ ile taklîd arasında fark var-
dır. Yukarıda zikredildiği gibi taklîd başkasının sözünü delilsiz almaktır. Ittibâ’ ise her
ne kadar başkasının sözüne tabi olma yönüyle taklîde benziyorsa da başkasına tabi
olma bir delile istinat etmesi sebebiyle taklîtten ayrılmaktadır. Kısaca ittibâ delile isti-
nad ederek başkasının görüşüne göre hareket etmek olmasına karşı taklîd delilsiz amel
etmektir.17
Ravilerden gelen Ahâd veya Mütevâtir haberleri kabul etmek de taklîd kav-
ramını kapsamında değerlendirilmemektedir. Çünkü ravilerin rivayeti, görmeye, mü-
şahadeye, duymaya dayanan haber içermektedir.18 Taklîtten söz edebilmek için ya
görmeye, duymaya dayanmayan bir bilgiye göre hareket etmek ya da bir müçtehidin
kendi dengi olan bir başka müçtehide uyması şeklinde iki durumdan birinin mevcut
olması gerekiyor.19
14 Ayette geçen Ulu’l-emr’den neyin kasd edildiği tartışma konusudur. Bir rivayete göre ulu’l-emrden
kasıt, alimlerdir. Fakat bu rivayetin metruk olduğu ileri sürülmüştür. Bir diğer rivayete göre ulu’l-
emr’den kasıt fukahalardır. Bu rivayet ise, isnadının zayıf olmasıyla eleştirilmiştir. İbn-i Cerir’in rivaye-
tine göre ise burada kasedilen ehl-i din ve fıkıhtır. Onun bu rivayeti de senedinde bulunan Abdullah
ibn-i Salih’in çokça hata etmesi dolaysıyla eleştiriye uğramıştır. Bakınız: Hatip el-Bağdadî, el- Fakih
ve’l Mutefakkih, Riyad, 1996, I, 162. 1. ve 2. dipnotlarda geçen açıklamalar.
15 Ebu Zeyd, Bekir b.Abdillah, Medhal’il-Fusûl, Daru’l Asime baskısı, I, 62-64; Âmidî, Seyfuddîn Ebî Ha-
18Zerkeşî, el-Mensur fi’l-Kavai’d, Kuveyt, 1982, I, 398; İzmirlî, İsmail Hakkı, İlm-i Hilâf(sadeleştiren: Ali
20 İbn Kayyıma göre söz konusu hadis sened itibariyle zayıftır. İbnu’l Kayyim, II, 221. İbn Abdilber’e göre
ise hadisin senedinde bulunan Hâris b. Guseyn meçhul olduğu için, hadisle ihticac edilmez. Ayrıca ha-
disin senedinde bulunan Abdurrahîm b. Zeyd el-Ammî’in yalancı, metruk olduğu, hadsin başka tariki-
nin senedin de yer alan Hamza en-Nasîbî’ini zayıf, münkeru’l-hadis, meçhul, bütün merviyatının
mevzû’ olduğu zikredilmektedir. Geniş bilgi için bkz. İbn Abdilber, Ebî Ömer Yusuf b. Abdillah b.
Muhammed, Câmiû’ Beyâni’l-İlm ve Fadlihi(I-II), Dâru’l-İbn Cevziyye, Riyad, 1994, II, 895; Debûsî, 256;
Şirâzî, el-Luma’, 196; Âmidî, İhkâm, IV, 186; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 118; Şevkânî, II, 337,394-395.
21 İbnu’l Kayyime göre bu hadis sağlam bir tarikle gelmemiştir: İbnu’l Kayyim, II, 221; Hayreddin Kara-
Sünnete göre amel etmek taklid olmadığı gibi icmâya gore amel etmek de aynı
şekilde taklid kapsamında değerlendirilmemektedir. Çünkü icmâ, delilsiz bir hüküm
değil senede dayanan dayanan bir hükümdür.22Bu hususu açıklama kabilinde Hanbelî
fakihlerinden Ebu Hattab, bu noktada ilimleri kendisinde taklîdin söz konusu olmadığı
ve kendisinde taklîdin söz konusu olduğu şeklinde ikili bir ayırıma tabi tutar. Birinci
kısım olan usûliyyîn yani asıllara icmâ ve sünnet de dahildir. Bu kısımda taklîd söz
konusu değildir. Fakat ikinci kısmı teşkil eden furuiyyîn kısmında taklîd geçerlidir.23
Gazâlî(ö. 505), taklîdi “bir sözü delilsiz kabul etmek”24 şeklinde tarif eder. Ona
göre bu durum hem usûl açısından hem furû açısından ilme yol açmadığı gibi ilim
adına da yeni bir şey ortaya koymaz.25
Istılahî manada taklîd tanımlanırken, mukallidin taklit ettiği şeyin, bir delile
dayanıp dayanmaması ve peygamberlerin taklîde düşüp düşmeyeceği hususunda
ihtilaflar mevcuttur. Bir tanıma göre taklîd nereden söylediğini bilmeyen birinin sözü-
ne uymak olmasına rağmen, diğer tanıma göre taklîd mukallîdin, sözünü Kur’ân’a,
sünnet ve kıyasa dayandıran kişinin sözüne uymasıdır. Ikinci tanım noktasında Hz.
Peygamberin taklîde düşüp düşmemesi tartışma konusudur.27 Buna göre Hz.
22 Kahraman, 122-138.
23 Karâfî, Şahâbuddin Ebû Abbâs Ahmed b. İdrîs , Nefâisu’l-Usûl fî Şerhil Mahsûl, Mekke, trs., IX, 3918.
24 Gazalî, Ebû Hâmid Muhammed bin Muhammed, Mustasfâ min İlmi’l Usûl, Medîne, trs.,IV, 139.
26 İbn Hazm, Ebi Muhammed Ali İbn Said, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, nşr. Ahmet Muhammed Şakir,
dan bir kısmı bunu caiz görmermezken, ashabımızın büyük bir kısmı, Hanbelîler, Ashâbu’l Hadîs,
Cubbaî, Mutezîlenin bir kısmı bunu caiz görmektedir. Geniş bilgi için bkz.: Âmidî, İhkâm, IV, 261.
Peygamberin içtihad edip etmeyeceği meselenin ana problemini teşkil etmektedir. Bi-
rinci ihtimal Hz. Peygamberin vahiyle hareket ettiği için içtihat edemeyeceği ve
dolaysıyla taklîde düşmekten beri olmasıdır. Ikinci ihtimal ise, Hz. Peygamberin sözle-
rinin temelinde vahiyden başka kıyasın olabilmesidir. Eğer Hz. Peygamber için kıyas
yapma söz konusu olursa bu durumda O’nun içtihad edebileceği ve taklîde düşe-
bileceği hususu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.28
28Zerkeşî, Bedreddin Muhemmed b. Bahavar b. Abdullah , Bahru’l Mühit fî Usûli’l-Fıkh, Kuveyt, 1992,
VI, 280; Murat Şimşek, Hz. Peygamber’in fiillerinin içtihadî boyutunu konu alan makalesinde Hz.
Peygamber’in kıyasa dayanan fiilleri hakkında şu bilgileri vermektedir:” Fıkıh usûlü eserlerinde Hz. Pey-
gamber’in kıyasa dayalı olarak verdiği hükümlerden bazıları onun ictihadının meşrûluğuna delil olarak zikredilir.
Mesela, 1- öpmenin orucu bozup bozmayacğını soran Hz. Ömer’e “Suyla mazmaza yapınca orucun bozuluyor
mu? işte öpme de bunun gibidir (orucu bozmaz)”"şeklindeki kıyası; 2- ölen babası adına hac yapıp yapamayacağı-
nı soran bir kişiye “Eğer babanın bir borcu olsaydı ve onu ödeseydin, bu yeterli olmazmıydı ne dersin? diye sor-
ması ve şahsın evet cevabına, “Allah’a olan borç ödenmeye en layık olandır” şeklindeki karşılığı 3- yine üzerinde
oruç borcu olduğu halde ölen annesi adına oruçları kaza edip edemeyeceğini soran bir kadına aynı şekilde verdiği
cevap; 4- cinsel ihtiyacını haram yolla gideren kimseye günah terettüb ettiği gibi, eşiyle helal yolla beraber olana
da ecir olduğu örneği; 5- hanımı siyah bir çocuk doğuran şahsın Hz. Peygamber’e konuyu naklinde develerde ol-
duğu gibi, atalarından bir damara (genetik yapıya) çekmiş olabileceği kıyası vb… Hz. Peygamber’in kıyasa dayalı
pek çok sözleri, onun dinî konuda kıyas ve ictihadı kullandığına deliller olarak ileri sürülmüştür.” Söz konusu
makalede Hz. Peygamber için içtihadın mümkün olup olmaması hususunda tevakkuf edenler şu şekil-
de özetlenmiştir: “Özetle söylemek gerekirse Hz. Peygamber’in ictihadının vukuu konusunda İmâm $âfiî
(v.204/820) başta olmak üzere, ilk dönem Mütekellim usûlcülerden Bâkıllânî, Cüveynî, Gazzâlî; sonraki dönem-
den Râzî ve Beyzâvî gibi bir kısım usûlcüler, ilgili delilleri ispata yeterli görmeyerek tevakkuf görüşünü seçmişler-
dir. Genel manada mütekellim usûlcüler bunun vukuunu mümkün görmemekle birlikte, Âmidî ve !bnü’l-Hâcib
şer‘an vukuunu kabul etmişlerdir.” Geniş bilgi için bkz: Murat Şimşek, “Hukukî Tasarruflarının Kaynağı
Olarak Hz. Peygamber’in İçtihadı”, İslâm Hukuku Araştırmalar Dergisi, Ankara, 2009, S. XIV, 139.
29 Cuveynî, Varakat, 7; Zerkeşi, 280.
30Âmidî, İhkâm, IV, 269; Zeydan, 532 ; Zuhaylî, Usûlu’l Fıkh’i-İslâmî, II, 1119; Karaman, İslâm Huku-
muayyen bir müçtehidi taklîd etmek yerine meseleleriyle alakalı delilleri müçtehitler-
den sorup öğrendikten sonra onlara ittiba etme yolunu tercih ediyorlardı. İbn Hazm’ın
bidat olarak tavsif ettiği taklîd seleften sonra zuhur edip hicrî dördüncü asırdan itiba-
ren İslâm alemini kapladı.31 Bu asırdan sonra içtihadın yerini taklîd, müçtehidin yerini
mukallid, Kitap, sünnet, icma gibi asıl delillerin yerini mezheplerin kavl ve hükümleri
almaya başladı. Taklîdin kökleşmesi yönünde yaygınlık kazanan bu tür düşünceler,
zamanın ilerlemesiyle birlikte hakikî bilginin kaybolacağını belirten birkaç hadisle de
desteklendi. Taklîdin cevazı yönünde kullanılan bu hadislerden birisi şudur: “Allah
bilgiyi insanların içinden kaldırmak suretiyle almaz. O, daha ziyade bilgiyi, âlimleri insanların
arasından almak suretiyle ortadan kaldırır. Böylece gerçek âlimler kalmayınca, insanlar cahilleri
önder edinirler ve bunlar da bilgisizce fetva verirler. Netice itibariyle hem kendileri saparlar ve
hem de insanları saptırırlar.”32 İşte bu noktada âlimler geriye dönerek, ictihad kapısının
kapanma sürecini, ictihad sahasını kademe kademe kısıtlamakla nitelenen bir süreç
olarak tasvir etmeye başladılar. Bu safhadan sonra taklîdle ilgili münakaşalar fıkıh
usûlüne dair yazılan eserlerde görülmeye başlandı. Âmidî(ö.h.631), İbn Hazm, İbn
Teymiyye(ö.728 /1327), İbnu’l Kayyim(ö.H.751), Şah Veliyullah, Şevkânî(ö.1250 /1834),
gibi alimler taklîdi eserlerinde işleyen müellifler arasında sayılabilir.33
B. Taklîdin Sebepleri
Taklîd üzerinde yapılan tartışmalar hicrî dördüncü asırdan itibaren başlamıştır.
Taklîd zemininde cereyan eden tartışmalar hicrî dördüncü asırda başlayıp daha sonra-
ki asırlarda devam etmesinin ilk ve en önemli sebebi bu dönemlerin kendilerine mah-
sus sosyo-kütürel ve siyasal yapısıdır. Zira, bu çağlarda siyasî birlik bozulmuş, bazı
İslâm memleketleriyle hilafet merkezi arasındaki iletişim kesilmiş; Endülüs’te Emevi-
ler, Mısır ve Kuzey Afrika’da Fâtimîler müstakil hale gelmiştir. İslâm coğrafyasının
diğer bölgelerinde irili ufaklı devletler kurulmuş; devletler arasında çekişmeler mey-
dana gelmiştir. Nihayet hicrî yedinci asırda Moğollar doğuya doğru harekete geçip
bütün İslâm ülkelerini hakimiyetine aldıktan sonra, Bağdat’a yönelip burayı talan et-
miştir. Bu çalkantılar ve çarpışmalar neticesinde ilmî faaliyetler gerilemiştir. Böylece
Dehlevî, Şah Veliyullah, Hüccetu’llâh Bâliğa(I-II),thk. Seyyid Sâbık, Dâru’l-Ceyl, Beyrut, 2005, I, 248 ;
Abdulvahhab Hallâf, Hulasâtu’t-Teşri’i İslâm, Kahire, trs., 95; Abdulkadir Şener, “İslâm Hukukunda İç-
tihad ve Taklîd Problemi”, AÜİFD, Ankara, 1990, XXIV, 378; Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 206.
içtihad ruhu, siyasî hayatın çöküşüne paralel olarak zayıflamış, yerini ise taklîd ruhuna
terketmiştir.
3. Taklîdîn bir başka nedeni, re’y taraftarlarının birtakım teşrî usûllerinin menfî
tesiridir. Re’y taraftarları yalnız vuku bulmuş meselelerde içtihad etmezlerdi, bazen de
henüz vuku bulmamış meseler hakında nazarî içtihatta bulunurlardı.38 Onların henüz
vuku bulmamış meselelerde içtihad etmeleri neticesinde ihtiyaç fazlası fıkıh serveti
meydana gelmiş; biriken fikhî bilgi alimleri yeni fikirler üretmek yerine hazır olanla
iktifa etmeye sevk etti. Fıkhın usûl ve furû’unda gereğinden fazla biriken bilgi netice
itibariyle taklîd ruhunun güçlenmesine ve giderek yaygınlaşmasına neden oldu.39
erini içtihada ehil olan kişinin yetkinliğini eleştirmeye, karalamaya hasrettiler. Bu du-
rumla birlikte sözden ziyade sözü söyleyenin durumu ön plana çıktı.41
İmam Şâfîi’in kıyas için öne sürdüğü bu şartlar, genelde çoğu müçtehid tarafın-
dan bir müçtehidin içtihad ehliyetine haiz olması için öne sürülen şartlarla benzerlik
arzetmektedir. İleri sürülen söz konusu şartların ağır olması içtihadın aleyhine olum-
suz bir rol oynamıştır. Bozulan ahlak, zayıflayan ilmî hassasiyetle birlikte, içtihad için
öne sürülen şartları ağırlaşması ve bu şartları taşımayan içtihadların kabul görmemesi,
taklîdin İslâm dünyasına hakim olmasını kolaylaştırmış. Bu durumla birlikte, müçte-
hid olarak ortaya çıkmak isteyen bilginlere karşı güvensizlik başgöstermiş, onların içti-
hadın bu ağır şartlarını taşıyıp taşımadıkları tartışma konusu olmuş ve özellikle taklîd
devri hüküm sürmeye başlayınca, kimsenin bu şartları kendisinde toplayamayacağı
görüşü galebe çalmıştır. Günümüzde de bu kanaat yaygın olup hala geçerliliğini sür-
dürmektedir.43
C. Taklîdin Hükmü
Taklîdin hükmü konusunda üç görüşün ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlar: 1.
Belli şartlar çerçevesinde taklîde cevaz verenler. 2. Taklîdi kesin olarak rededenler. 3.
Orta yolu tercih ederek taklîdi avam(avam) kimseler için caiz, müçtehitler için haram
görenler.44
Taklîdin hükmüyle ilgili olarak tartışmanın olduğu bir diğer husus, itikadî ve
amelî konularda taklîdin hükmü şeklinde ikili bir ayırıma gidilmesidir. Bu sebepten
ötürü taklîdin hükmü genel olarak itikadî ve amelî konularda taklîdin hükmü şeklinde
iki başlık altında ele alınacak; müçtehidlerin taklîd hakkındaki fikirleri söz konusu iki
başlık altında sunulmaya çalışılacaktır.
Kişinin itikadını alakadar eden hususlarda taklîd, hem müçtehit hem avam için
haramdır. Zira, itikadî hususların kabulü her kesimden insanın üzerinde düşenebilece-
ği, müşahede edebileceği delillere bağlıdır. İtikadî hususlarda avam de müçtehid gibi
deliller üzerinde düşünme kudretine sahiptir. 52
45 İbn Hazm, Ebi Muhammed Ali İbn Said, en-Nübez fî Usûli’d-Dîn, Mektebetu’l Kulliyeti’l Ezheriyye,
Kahire, 1981,71.
46 Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhî İslavam,II, 1126.
47 Şirâzî, İbrâhîm b. Ali, el-Lumâ’ fî Usûli’l-Fıkh, Dâru’l İbn Kesîr, Dımaşk, trs. 251.
53 Enbiya, 21/53-54
54 Ahzab, 33/67-68
olmak gerektiğini belirten ayetler mevcuttur. “Dinleyip de sözün en güzeline uyan kulla-
rımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlar-
dır.”56 “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri hakkıyla
düşünür.”57 mealindeki ayetlerle: “Kulları içinde ancak âlimler, Allah’tan hakkıyla korkar.
Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayıcıdır.”58 anlamındaki ayetler bilmeye, ceha-
letten uzak durmaya davet etmektedir. Bunun yanında bazı ayetlerde de, inanılan,
kanaat haline getirilen hususlarda delil getirmek gerektiği vurgulanmaktadır. “(Ehl-i
kitap:) Yahudiler yahut Hıristiyanlar hariç hiç kimse cennete girmeyecek, dediler. Bu onların
kuruntusudur. Sen de onlara: Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin, de.”59
Bazı İslâm ulemasına göre itikadî konularda taklîd, vacip olmamakla beraber
caizdir. Onların bu görüşü, Hz. Peygamber zamanında yaşanan birkaç rivayete da-
yanmaktadır. Bu rivayetlerden birine göre, Ebu Talha, Enes b. Mâlik’in annesiyle ev-
lenmek istediğinde onu müslüman olmasını şart kıldı, oda müslüman oldu. Bu olayda
Hz. Peygamber onun bu İslâm’a girişini delil yönünde sorgulamamıştır. Bu rivayete
dayanarak bazı alimler itikadî konularda taklîdin caiz olduğunu ileri sürmüşlerdir.63
Kısaca birkaç istisna dışında, İslâm alimlerinin çoğunluğuna göre itikadî husus-
larda taklîd kesin olarak yasaktır. Onlara göre imana dayanan husûslarda herkes kendi
iradesine göre hareket etmek mecbiyetindedir. Zira, Yüce Allah Kur’an’da çeşitli ayet-
lerle körükörüne büyüklerini, atalarını taklîd edenleri kınamış; onları azapla tehtid
etmiştir.64
59 Bakara 2/111.
60 Haşeviyye, nassın zahirine yapışan bir fırkadır. Dalâlete düşen bir fırka olarak kabul edilmemektedir. Bu
fırkanın taraftarlarının Hasan-ı Basrî’nin ders halkasında olduğu ve tecsime düştüğü belirtilmektedir.
Ta’lîmiyye ise batınî bir fırka olup, dalâlete düşen bir fırka olarak görülmektedir. Geniş bilgi için bakı-
nız: Gazâlî, IV, 139; Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhî İslavam, II, 1122.
61 Bağdâdî, II, 128.
62Âmidi, IV, 272; ; Gazâlî,II, 370; Zuhaylî , Usûlu’l-Fıkhî İslavam, II, 1122-1124; Tevfik Yücedoğru, “Mukal-
lidin İmanı”, Uludağ Üni. İlahiyat Fak. Der., Bursa, 2005, XIV, S. I, s. 25.
63 Akberî, 159-161
Dini alakadar eden bütün alanlarda taklîdin haram olduğunu savunanların ba-
şında İbn Hazm gelmektedir. Ona göre, Hz. Peygamber’in sözü hariç başkasının sözü-
nü delilsiz almak haramdır. Bu kaide hem müçtehid hem de avam için geçerlidir.67
Amelî hususlarda taklîdin hükmü hususunda diğer bir farklı görüş dört mez-
hep imamının ve İbn Abdilber(v. 463/1070), Hatîp el-Bağdâdî(v. 463/1070), Ebu’ş-
Şâme(v. 665/1267), Şatıbî(v. 790/1388), Şah Veliyyullah gibi alimlerin görüşleridir. On-
lara göre amelî konularda taklîd avam kimseler için vacip, müçtehitler için haramdır.69
İçtihad derecesine ulaşan bir kimsenin, bir mesele ile karşılaştığında, o konuda
65 Kârafî’den nakledilen bir görüşe göre, İmam Mâlik, İmam Şafiî, Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel, İbn
Hazm ve cumhurun ekserisi amelî konularda taklîde karşıdır. Hatta İbn Hazm’a göre takldin kesin ol a-
rak yasak olduğuna dair ümmet nezdinde icmâ’ hasıl olmuştur: İbn Hazm, Nübez, 72; Âmidî, Münte-
hes Sul, 351; Atar, 321.
66 Taklîdin müçtehid için haram, avam için vacip olduğu kabul edenlerin başında dört mezheb imamı
gelmektedir. Dört mezheb imamın taklîd hakkındaki görüşü genelde avam kimseler için hariç olmak
üzere taklîdin haram olduğu yönündedir. Dört mezheb imamı içtihad ederken her zaman başka gö-
rüşlerin daha sağlam olabileceğine kapı aralamışlardır. Onların hiçbiri düşünceleriyle bir mezhep m e-
todolojisi oluşturmalarına rağmen mezhep taassubundan uzak durmuşlardır. Kaynakların bildirdiğine
göre, mezhep imamları delilsiz hüküm koymamaya itina gösterdikleri gibi daha sağlam delillerle karş-
laştıklarında önceki hükümden vazgeçebilmişlerdir. Bu da onların delilsiz bir şekilde hükme varma
olan taklîdden uzak olduklarının işareti sayılır. Geniş bilgi için bakınız: İbnu’l Kayy im, II, 182; Abdul-
kerim Zeydan, 579; Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 158-159
67 İbn Hazm, İhkâm, VI, 793. İbn Hazm dışında amelî hususlarda genel manada taklîde karşı ola nlar şu
şekilde sıralanmaktadır: İbn Teymiyye, İbnu’l Kayyim, Şevkânî, Gazalî. Geniş bilgi için bkz.: Gazalî, II,
370 ; Karaman , İslâm Hukunda İçtihad, 216.
68 Gazalî, Mustasfâ, II, 123; Zuhaylî, Usûlu’l Fıkh’i- İslavam, II, 1126.
69 Avamdî, İhkâm, III, 170; Şevkanî, İrşadu’l Fuhul, 236; Gazali, Mustasfa, II, 124; Şâtıbî , İbrâhîm b. Musab
Muhammed; Muvâfakât, Dâru’l İbni’l Affân, Riyad, 1997, V, 283; Zuhaylî, , Usûlu’l Fıkhi İslavam, II,
1127; Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 216.
Genel olarak mutlak müçtehidin başka bir müçtehidi taklîd etmesi haram kabul
edilmekle birlikte bazı durumlarda müçtehidin kendisi gibi birisini taklîd etmesine
cevaz verilmiştir. Müçtehid, araştırdığı meselenin hükmünü inceleyip hükmünü ortaya
çıkaracak kadar vakte sahip olmaması ya da o meselede kendisinde daha bilgili birisi-
nin bulunması durumunda başka müçtehidi taklîd edebilir. Müçtehin meselenin ortaya
çıkması anında o meselede bilgi sahibi olmaması da müçtehidin taklîde düşmesinin
mubahlığına bir gerekçe olarak kabul edilmektedir.75
Mutlak müçtehid için taklîdin haram olması hususunda alimler arasında ihtilaf
olmamasına rağmen bazı meselelerde içtihat kudretine sahip olamayan mukayyed bir
müçtehid için taklîdin caiz olup olmaması hususunda alimler arasında ihtilaflar var-
dır.76
Bazı hususlarda içtihat kudretine sahip olmayan mukayyed bir müçtehid için
taklîdin caiz olup olmaması husunda alimlerin görüşleri şu şekilde sıralanabilir:
1. Bazı hususlarda içtihat edemeyen bir müçtehit için taklîd kesin olarak caiz
değildir. Bu görüşün sahibi, el-Gazâlî, el-Avamdî, el-Beyzavî gibi İslâm
ulemasının çoğunluğudur.77
2. Ahmed b. Hanbel ve Sufyân-ı Sevrî’ye göre mutlak olarak caizdir.78
70 Atar, 320.
71 Nisa, 105
72 Haşr, 2
73 Buharî, Sahih-i Buharî, İ’tisam, Hadis No: 7352, Beyrut, 2002, 1814.
74 Fahreddin er-Râzi, el-Mahsul fî İlmi Usûli’l-fıkh, Müessetu’l Risâle baskısı, VI, 70; Suyutî, II, 416;
Şatıbî, V, 285; Vehbe Zuhaylî, el-Veciz fî Usûli’i-fıkh, Daru’l-fikr baskısı, Dımeşk, 1999, 235; Şa’ban,
356.
75 Suyutî, II, 416-420; İzmirlî, 250-255; Atar, 320.
77 Gazalî, IV, 154; Âmidî, İhkâm, IV, 287; Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhi İslavam, II, 1132.
Çoğu İslâm aliminin avam için taklîd kavramını kullanmasının aksine Gazâlî
avamnin amelî hususlardaki durumu için ittibâ’ kavramını kullanır. İttibâ’ kavramın-
dan yola çıkan Gazâlî, amelî konularda herkesin içtihat makamına yükselme, dini de-
lilleriyle öğrenme imkânının olmaması ve herkesin hükümlerle mükellef olmasından
dolayı avam kimselerin bir müçtehide ittibâ’ etmesinin vacip olduğu ileri sürmüştür.83
Gazzâlî, dinî konularda, yeterli bilgiye sahip olmayan bir kimsenin, bu konuda saha-
benin icmâ’ının olması hasebiyle amelî konularda, adaletine ve bilgisine güvendiği
müftîye ittibâ’ etmesinin vacip olduğunu ifade eder. O, bu hususta şöyle demektedir:
“Avamnin, müftîye ittibâ’ etmesi gerekir. Zira müftî, ister yalan söylesin ister doğru
söylesin, ister hata etsin isterse isabet etsin, avamye farz olan şeyin müftîye ittibâ’ ol-
duğu hususunda icma vardır. Biz diyoruz ki; gerek müftînin gerekse şahidin sözü,
İcmâ' hücceti sebebiyle bağlayıcı olmaktadır. Dolasıyla bu ittibâ’, sözü, bir hüccete da-
yanarak kabul etmek olup, taklîd değildir.”84
Bir yerde sadece bir müçtehid varsa, avamin buna başvurması vacip olur. Eğer
birden fazla ise, sahabe zamanında yapıldığı gibi dilediğine başvurabilir; daha alim
olanını araması gerekmez. Zira, Sahabe zamanında uygulama bu şekildeydi. Sahabe
82 Atar, 320.
84 Gazâlî, Mustasfâ, IV, 140-142;, İslâm Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi , II, 370.
zamanında halk için, Ebu Bekr, Ömer ve halifeler dışındakilere sormaları hususunda
herhangi bir sınırlama getirilmemişti. Bununla birlikte kimi alimler, daha faziletli olana
başvurmanın vacip olduğunu; eğer bunların seviyeleri eşit ise bu takdirde muhayyer
kalacağını söylemişlerdir. Fakat bu anlayış, sahabenin icmâ'ına aykırıdır. Zira, sahabe
zamanında, fetva hususunda, avam kişilere her hangi bir kısıtlama getirmemiştir. Bu
noktada vacip olan, avamın ilmini ve adaletini bildiği kişiye başvurmasıdır. Şu var ki,
iki müçtehidin bir konuda kendisi hakkındaki verdikleri hüküm farklı olursa, avam
yeniden her ikisine giderek, aynı meseleyi tekrar sorabilir. Eğer sözkonusu iki müçte-
hid, bu durumdaki avamnin muhayyer olduğunu söylerlerse, avam muhayyerdir. Yine
eğer bu iki müçtehid, avam için daha ihtiyatlı olanı alması veya muayyen bir tarafa
meyletmesi hususunda ittifak ederlerse, avam bunu yapmak zorundadır. Ancak iki
müçtehit, bu görüş ayrılığı üzerinde ısrar ederlerse, bu takdirde avam yine muhay-
yerdir. Avamnin burada muhayyer olması iki müçtehidin aynı seviyede olmasına gö-
redir. Ancak farklı fetva veren iki müçtehitten birisi, itikadı açısından diğerinden daha
efdal ve alim ise, bu durumda avam daha faziletli olana ittibâ’ etmelidir. Avamnin
yapacağı bu tercih, tıpkı, çatışan iki delil arasında müçtehidin tercih yapması gibidir.
Müçtehit, iki delil arasında tercih yaparken, nasıl zannına tabi oluyorsa, avam de iki
farklı görüş arasında tercih yaparken zannına tabi olmaktadır.85
Mukayyet müctehid olan kimsenin, mutlak müctehid olan birini taklîd etmesi
ve karşılaştığı meselelerin hükümlerini ondan sorması da bazı durumlarda avam kim-
senin durumu gibidir. Mukayyet müçtehit olan bir kimsenin içtihat etme kudretine
sahip olduğu alanlarda başka birini taklîd etmesi caiz değidir. Mesela alım-satım gibi
bir kısım fıkıh meselelerinde müctehid ise, bu hususlarda mutlak müçtehidi taklit
edemez.86
Hem Gazzâlî’nin avam kimse için ittiba kavramını kullanması hususunda hem
de mukayyet müçtehidin taklîde düşmesi husunda amelî konularda taklîdle ilgili ikili
bir ayırım karşımıza çıkmaktadır. Bu mana itibariyle taklîd, delilde taklîd ve hükümde
taklîd olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Delilde taklîd, hiçbir araştırmaya başvurmaksı-
zın başkasının delilini olduğu gibi kabul etmek ve kendini başkasının delillerine tabi
kılmaktır. Bu tür taklîdin caiz olduğu konusunda ihtilaf yoktur. Delilde taklîdin, delile
ittiba’ diye anıldığı bilinmekte ve bunun taklit olmadığı hususunda ittifak edilmekte-
dir. Bu tür taklîdin ictihâd adıyla anıldığı ve içtihada da taklîd-i mahz denilemeyece-
85 Gazâlî, Mustasfâ, IV, 150-156; Gazâlî, İslâm Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, II, 370-71.
86 Şa’ban, 448.
154 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd
ğinde de ittifak vardır.Yine bu tür taklîdin, taklîd ile ittibâ’ arasında orta bir yerde ol-
duğu belirtilmektedir.87
Hükümde taklîd ise, hiçbir delille başvurmadan bir başkasını olduğu gibi takip
etmek, başkasının görüşleriyle amel etmektir. Burada taklîd edilen kişinin doğruluğu
zorunlu olarak bilinmediği için, bir delilin bulunması şart koşulmaktadır.88
3. İctihad, her insanın güç yetirebileceği bir iş değildir. Zira bu iş, sahibine şer'î
delilleri anlayabilme ve onlardan hüküm çıkarabilme imkânı veren özel bir muhakeme
gücü gerektirir. Bu melekeyi ise Allah bütün kullarına vermemiş, sadece bazı kullarına
nasip etmiştir. Ayrıca içtihat etmek için yetenekle birlikte yoğun bir çalışmanın olması
gerekmektedir. Gücü yetmeyen kimse bu işle mükellef tutulsaydı, imkân dışında olan
bir konuda teklif yapılmış olurdu. Oysa İslâm dininde güç yetirilemeyecek bir teklifte
bulunmak (teklîf-i lâmâ yutak) caiz değildir.92 Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuş-
tur:”Allah kimseye gücünün üstünde mükellefiyet yüklemez.”93
87 Gazâlî, II, 370; Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhi İslâmî, II, 1121; Tevfik Yücedoğru, “Mukallidin İmanı”, Uludağ Üni.
İlahiyat Fak. Der., Bursa, 2005, XIV, S. I, 25.
88 Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhi İslâmî, II, 1121; Yücedoğru, 25.
89 Enbiya, 7
91Muhammed Hudarî, Usûlu’l-fıkh, İskenderiyye, 2002, 382; Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 197-198.
93 Bakara, 286
4. İctihad derecesine ulaşabilmek için, şer'î ve lüğavî (dil ile ilgili) ilimleri elde
etmek üzere çok uzun bir zaman ayırmak gerekir. Bütün insanlar içtihat etmekle uğ-
raşsalar, bu, kendi zaruri ihtiyaçlarını karşılamaktan el etek çekmelerine ve yaşamak
için gerekli çalışmaları yapamamalarına yol açar. Böyle bir durum ise, toplum düzeni-
nin ve medeniyetinin üzerine bina kılındığı, ziraat, ticaret ve sanayi gibi diğer faaliyet-
leri olumsuz yönde etkiler.94
Dördüncü asra kadar, taklîd topluma hakim olmadığı ve mezhepler henüz te-
şekkül etmeye başladığı için, bir kişinin amelî hususlarda bir mezhebe bağlanması söz
konusu olmamıştı. Bu asra kadar soru sormak isteyenler bilgisine güvendiği bir müç-
tehide sormak istediği meseleyi sorar, müçtehidden aldığı hüküm doğrultusunda ha-
reket edip etmemede muhayyer kalırdı. Söz konusu asra kadar bir âlime ya da bir
mezhebe bağlanmanın mecburiyeti konusunda müslümanların durumu tartışma ko-
nusu olmazdı. Fakat bu asırdan sonra mezheb taassubu, devlet yöneticilerinin sadece
bir mezhebin hükümleri doğrultusunda hareket etmesi, içtihadın son erdiğine dair bir
kanaatin İslâm toplumunda oluşması gibi nedenlerle bir mezhebe bağlanmanın hük-
97 Atar, 379.
156 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd
İctihad edemeyen kişi için taklîd ve bilmeye ihtiyaç duyduğu hükümleri ilim
ehline sormak vacip olmakla beraber, karşılaştığı bütün meselelerde belirli bir müçte-
hidi taklîd etmesi vacip değildir. Dilediği müctehidi taklîd edebilir. Bir meselede bir
müctehidi, başka bir meselede başka bir müctehidi taklîd etmesi caizdir. Zira, din ko-
laylık demektir. Nitekim Yüce Allah, “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.”101
buyurmuştur. Zamanın şartlarına uygun bir mezhebi seçme hususunda müslümanları
serbest bırakmak yerine, kaza ve fetvada onları belirli bir mezheple bağımlı tutmanın
dinde hiçbir dayanağı yoktur. Allah, belirli bir mezhebe uymayı veya bizatihi bir müc-
tehidi taklîd etmeyi değil, şahıs veya mezheple sınırlamaksızın ilim ehline başvurmayı
ve onlara sormayı emretmiştir.102
Mukallid için bir mezhebe bağlanma hususunda itidalli davranıp taklîdi sadece
caiz görenler olduğu gibi, vacip görenler de mevcuttur. Bu fikrin dayanağı, mukallidin
bir mezhebe bağlanarak bunu kendisine vecibe haline getirmesi ve dileyenin dilediği
gibi mezhep değiştirmesi bazı keyfiliklere yol açacağı endişesidir. Buna göre, mukallid
fetva sorduğu kimsenin içtihadıyla amel etmek durumunda olduğu; avam gibi, mukal-
lidin mezhebi de fetva sorduğu müftînin mezhebi olduğu ileri sürülmüştür. Bu düşün-
ce, sahabe uygulamalarında herhangi bir delili olmadığı gerekçesiyle eleştirilmiştir.103
Bir mezhebe tâbî olmayı caiz kılan unsur, mezheblerin, mensuplarına şerîatin
hükümlerini öğretme, tanıtma görevlerini yüklenmiş olmalarıdır. Mezheplerin bu gö-
revleri yerine getirecekleri kuvvetle zannedilmesi onlara tâbî olmayı mubah hale ge-
tirmektedir. Bununla birlikte, bir meselede falanca mezhebin hatalı olduğu ortaya çı-
kar; aynı mesele hakkında başka bir mezhebin doğru olduğu tebeyyün ederse, söz ko-
nusu meselede mezheb mensubunun doğru olan mezhebe tâbî olması gerekir.104
Bir mezhebe sıkı biçimde bağlanmanın bireysel boyutu, öncelikle kişinin içtiha-
da dayalı görüşlerin delillerini değerlendirmeye ve seçtiği çözümün manevi sorumlu-
luğunu üstlenmeye yetecek bilgi düzeyine sahip olmamasıyla ve içtihad etme kudreti-
ne sahip olmayan kimsenin belli bir kıstastan mahrum seçimlerle dini hayatını yürüt-
mesinin sakıncaları ile ilgilidir. Zira, bir mezhebe bağlanmanın hükmü doğrudan avam
kimseye racidir. Bu nokta itibariyle, bilgi ve değerlendirme imkanına sahip olmayan
avam bir müslüman için belirli bir mezhebin esas alınması, İslâm dünyasının büyük
kesiminde, uygulama kolaylığı ve kendi içinde tutarlılık sağlaması yanında metodolo-
jik çelişki ihtimalini de en aza indiren güvenli bir yol olarak kabul edilmektedir. Bu-
nunla birlikte, zamanın şartları çerçevesinden nassların yeniden yorumlanması,
İslâm’ın hedeflediği makasıdın yeni bir fikri okumaya tabi tutulması, özellikle bir
Sonuç
Araştırmamızda ulaştığımız sonuca göre, taklîd, sözcük olarak “bir şeye süs eş-
yası takmak” anlamına gelmektedir. Taklîdin bu anlamın dışında başka anlamları ol-
makla birlikte, en önemli anlamı zikrettiğimiz anlamdır.
Taklîd sorunu, hicrî dördüncü asırda ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu asra kadar
İslâm dünyasında taklîd meselesi tartışma konusu yapılmamıştır. Söz konusu asırdan
sonra mezhepleşme olgusuyla birlikte, taklîd dönemi de başlamıştır. Mezhep taassubu
ve siyasi- sosyal bazı nedenler taklîde zemin hazırlamıştır.
Amelî hususlarda taklîdin hükmü hususunda diğer bir farklı görüş dört mez-
hep imamının ve İbn Abdilber, Hatîp el-Bağdâdî, Ebû-şame, Şatıbî, Şah Veliyyullah
gibi alimlerin görüşleridir. Onlara göre amelî konularda taklîd avam kimseler için va-
cip, müçtehitler için haramdır.
Amelî hususlarda taklîdin hükmü konusunda diğer bir konu Mukayyed Müç-
tehidin durumudur. Mukayyed müçhedin durumuyla ilgili üç farklı fikir ortaya çık-
maktadır. Buna göre, mukayyed müçtehit için taklîd kesin olarak caiz değildir. Bu gö-
rüşün sahibi, Gazâlî, Avamdî, Beyzavî gibi İslâm ulemasının çoğunluğudur. Ahmed b.
Hanbel ve Sufyan-ı Sevrî’ye göre mukayyed müçtehid için taklîd caizdir. Vakit darlı-
ğından dolayı bazı hususlarda müçtehidin müçtehidi taklîd etmesi caizdir. Bu son gö-
rüş ise, bazı Irak ehlinin ve Avamdî’nin görüşüdür.
Amelî hususlarla yakın bir ilgisi bulunan bir mezhebe bağlanma konusunda ise,
genel manada müçtehidin hükümleri tedkîk ve ictihâd yoluyla ana kaynağından alma-
sı vacip kabul edildiği için, taklîtte bulunması caiz olmadığı kaydedilmiş; içtihaddan
aciz mükellef hakkında da, ilim ehline sormak zorunluluğu fikri ileri sürülmüştür.
Buna göre, içtihaddan aciz avam bir kimsenin mezheblerden birine uyması caiz olarak
telakki edilmiştir.
Kaynakça
el-Âmidî, Ali b. Muhammed, el-İhkâm fî Usûli’l Ahkâm(I-IV), Riyad, 2003.
___________, Muntehes Sûl fî İlm-i Usûl, Dâru’l Kutubi’l İlmiyye, Beyrut, 2003.
Asım Efendi, Kamus Tercemesi(I-IV), İstanbul, 1231.
Atar, Fahrettin, Fıkıh Usûlü, İFAV, İstanbul, 1988.
Bağdâdî, Ebi Bekir Ahmed İbn Ali İbn Sabit Hatip, Kitâb-u el- Fâkih ve’l Mutefakkih(I-II),
Dâru’l İbni’l Cevziyye, Riyad, 1996.
Beg, Muhammed Hudârî, Usûlu’l-Fıkh, İskenderiyye, 2002.
Buharî, Ebî Abdillah Muhammed İsmail, Sahîh-i Buhârî, Dâru’l-İbn Kesir, Beyrut, 2002.
Curcanî, Ali ibn Muhammed Şerîf, Kitâbu’t- Ta’rifat, Beyrut 1985.
Cuveynî, İmamu’l Harameyn, el- Burhan fi Usûli’l-fıkh(I-II), Katar, 1399.
___________, el-Varakat, Dâru’l Müslim, Kahire, 2003
Dehlevî, Şah Veliyullah, Hüccetu’l Bâliğa(I-II), Beyrut, 2005.
Dönmez, İbrahim Kafi, “İçtihadın Bağlayıcılığı Meselesi ve Fıkıh Mezheplerine Bağlanmanın Anlamı”,
Usûl, İstanbul, 2004, C. I, S. 1, s. 38-56.
Gazalî, Ebu Hâmid Muhammed bin Muhammed, Mustasfâ min İlmi’l Usûl(I-IV), Medine, trs.
___________, İslâm Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi(I-II)(trc. Yunus Apaydın),
Rey Yayıncılık, İstanbul, 2002.
Hallâf, Abdulvahhâb, Hulâsatu Teşri’i İslâm, Kahire, trs.
160 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd
Hasan, Hâlid Ramâzan, Mu’cem-u Usûli’l Fıkh, Diraseti’l İnsaniye baskısı, 1998.
İbn Abdilber, Ebî Ömer Yusuf b. Abdillah b. Muhammed, Câmiû’ Beyâni’l-İlm ve Fadlihi(I-II),
Dâru’l-İbn Cevziyye, Riyad, 1994.
İbn Hazm, Ebi Muhammed Ali İbn Said, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm(I-VIII), Nşr. Ahmet Mu-
hammed Şakir, Beyrut, trs.
___________, en-Nübez fî Usûli’d-Dîn, Mektebetu’l Kulliyeti’l Ezheriyye, Kahire, 1981.
İbn Manzur, Lisanu’l Arab, C. III, s. 366-367.
İbnu’l Kayyim, Ebî Abdillah Muhammed b. Ebî Bekr Eyyüb, İ’lâmu’l Muvakkîn an Rabbil
Âlemîn(I-VII), Daru’l İbni’l Cevziyye, Riyad, 1423.
İzmirlî, İsmail Hakkı, İlm-i Hilaf(sadeleştiren. Ali Duman), Malatya 2004.
Karâfî, Şahâbuddin Ebu Abbâs Ahmed b. İdrîs , Nefâisu’l-Usûl fî Şerhil Mahsûl(I-IX), Mekke,
trs.
Karaman, Hayreddin, İslâm Hukunda İçtihat, Ankara, 1975.
Karaman, Hayreddin, Fıkıh Usûlü, İstanbul, 2010.
Kattân, Menna’, Tarih-u Teşri’ İslâm, Riyâd, 1996.
Kavaidu’l Usûl ve Meakidi’l Fusûl, Kahire, 1973.
Koca, Ferhat, “Mezhep ”, DİA, C. XIII, s. 541, Ankara, 2003.
Mevsûatu’l-Fıkhiyye (1-45), Zatu’s-Selam baskısı, Kuveyt, 1983.
Nesaî, Ebî Abdir’rahman Şuayb ibn-i Alî, Sünenü’n-Nesaî, Mektebetu’l Meârîf, Riyad, trs.
Osman, Muhammed Hamid, Kamusu’I Mübîn, Daru’l Hadis baskısı, Kahire, trs.
Peters, Rudolp ,” 18. Ve 19. Yüzyıllarda Taklîd”(çev.Özgür Kavak), İslâm Hukuku Araştırmalar
Dergisi, S. XIV, Ankara, 2009, s. 97-110.
Ragıp el-İsfehanî, Ebî Kasım Hüseyin b. Muhammed, Müfredât fî Garibi’l-Kur’an, Daru’l-fikr
baskısı, Beyrut, 1319.
Razî, Fahreddin , el-Mahsûl fî İlmi Usûli’l-fıkh(I-VI), Müessetu’l Risâle baskısı. Trs.
S. Schachat, “Taklîd maddesi”, İslâm Ansiklopedisi, MEB., İstanbul, 1970, C. XI, s.681-683.
Suyutî, Celaleddîn, Şerhu Cem’u’l- Cevâmî(I-II), Kahire, 2000.
Şa’ban, Zekiyyüddin , İslâm Hukuk İlminin Esasları(trc. İbrahim Kafi Dönmez), Ankara, 2007.
Şafiî, Muhammed ibn İdris , er-Risâle, Neş. Ed. Muhammed Şakir, Dâru’l Kutubi’l-İlmiyye,
Beyrut, Trs.
Şatıbî, İbrâhîm b. Musab. Muhammed, Muvâfakât, Dâru’l İbni’l Affân, Riyad, 1997.
Şener, Abdulkadir, “İslâm Hukukunda İçtihad ve Taklîd Problemi”, AÜİFD, Ankara, 1990, C.
XXIV, s. 375-387.
Şevkânî, Muhammed b. Ali, İrşadu’l Fuhul, (I-II), Daru’l Fadile baskısı, Riyad, 2000.
Şimşek, Murat, “Hukukî Tasarruflarının Kaynağı Olarak Hz. Peygamber’in İçtihadı”, İslâm Hukuku
Araştırmalar Dergisi, Ankara, 2009, S. XIV, s. 111-156 .
Şirâzî, İbrâhîm b. Ali, el-Luma’ fî Usûli’ı-Fıkh, Dâru’l İbn Kesîr, Dımaşk, trs.
Üzüm, İlyas, “Mezhep”, DİA, XXVII, , 526-532, Ankara, 2003.
Tehânevî, Muhammed Ali, Mevsûat-u Keşşâfu Istılâhâtı’l-Funûn(I-II), Lübnan, 1997.
Yücedoğru, Tevfik, “Mukallidin İmanı”, Uludağ Üni. İlahiyat Fak. Der., Bursa, 2005, C. XIV, S.
I, s. 19-40.
Zebidî, Seyyid Muhammed Murtezâ Huseynî, Ta’cu’l-Arûs min Cevâhiri’l Kâmus(1-40), Ku-
veyt 1971.
Zehra, Muhammed, Târihu’l Mezâhibu’l-İslâmî(I-II), Dâru’l-Fikri’l Arabî, Beyrut, 1989.
Zerkeşî, Bedreddin Muhemmed b. Bahavar b. Abdullah , Bahru’l Mühit fî Usûli’l-Fıkh(I-VI),
Kuveyt, 1992.
___________, el-Mensur fi’l-Kavai’d(I-III), Kuveyt, 1982.
Zeydan, Abdulkerim , Fıkıh Usûlü(trc. Ruhi Özcan), İstanbul, 1982.
Giriş
Azerbaycan bütün orta çağlar boyu Yakın ve Orta Doğunun iktisadi, siyasi,
sosyal, ilmi ve medeni hayatında görkemli yer tutmuştur. Büyük Selçuklu İmparator-
luğunda, Azerbaycan önemli yer tutmuş, imparatorluğun asıl ağırlık merkezlerinden
birine dönüştürmüştür. Bu devirde Arap ve Fars dilli Azerbaycan edebiyatında ayrıca
hızlı bir yükseliş yaşanmış, Azerbaycan edebiyatının ilk örnekleri verilmiştir. Hatib
Tebrizi, Behmenyar, Getran Tebrizi1, Nizami Tebrizi, Muhammed Urmevi, Ferec Hoy-
1 Getran Tebrizi: Tebriz yakınlarındaki Şadiabad köyünde, bir köylü ailesinde doğan Getran Tebrizi
hayatını Gence ve Tebriz’de sürdürmüştür. İlk tahsilini Şadi-abad almış, sonra Tebriz'de okumuşdur.
O zaman Azerbaycan'da birkaç feodal devlet vardı. Bunlardan biri de başkenti Gence olan Şeddadiler
devletiydi. Arap hilafetinin çiçeklendiyi dönemlerde Gence müslüman aleminin kuzeyinde büyük kül-
tür merkezine dönüşüyor. Burada üniversiteler, okullar, bireysel ve toplumsal kütüphaneler, gözl e-
mevi ve tıp merkezleri faaliyet gösteriyor. Müslüman kültürü komşu Hıristiyan devletlerine işte bura-
dan yayılıyor. Doğu'nun bir çok ülkelerinden akademisyenler, şairler, mimarlar, sanatçılar Gence'ye
akar. Getran da eğitimini tamamladıktan sonra buraya geliyor. O, kısa sürede Gence'de Şeddadilerin
sarayına davet olunur ve az zamanda büyük nüfuz kazanıyor. Aynı dönemde ülkenin başında Ebdül-
hesen Leşkeri dururdu ve tabii ki, Getran da bir çok şiirlerini ona ve onunla ilgili olaylara ad ıyor. Bu
şiirlerden hareketle, Getran ın Gence'de yaşadığı dönemi tanımlamak mümkündür. Şiirlerinden birin-
de Getran Revvadiler devletinin başkanı Ebu Mansur Vehsudanın Ebdülhesen Leşkerinin konuğu ola-
rak Gence'ye gelişinden söz ediyor. Getran yaratıcılığını inceleyen akademisyenlerin göre, bu görüş
1035-1040 yılları arasında ortaya bilirdi. 1042 yılında ise şair artık Tebriz'de şehrin yarısını yerle bir et-
miş korkunç depremin şahidi olmuştu. Demek, Getran Tebriz'e bu doğal felaketten önce dönmüştü .
Fakat bir çok araştırmacılar Getran ın Gence'ye depremden sonra geldiğini iddia ediyorlar. G örünür,
şairin yeniden Gence'ye dönüşünü de istisna edilemez. 1046 yılında Getran Tebriz'de büyük İran şairi
ve filozofu Nasır Hosrovla görüşür. Nasir Hüsrev kendisinin ünlü "Sefername" eserinde Getran adlı
güzel bir şairle görüştüğünü kayıt edir. Getran bir süre Nahçıvan'da, yerel yargıçların saraylarında ya-
şadıktan sonra memleketi Tebriz'e döner. Getran Tebrizi henüz sağlığında iken yetenekli şair, bilge f i-
lozof ve âlim gibi bir çok ülkede şöhret kazanıyor. Kendisinin yazdığına göre, onu Horasan'da ve
Irak'ta iyi tanıyor ve seviyorduler. Getran "Tövsname", "Quşname", "Vamiq ve Ezra" adlı eserlerin ya-
nı sıra esasen kasidelerden oluşan büyük hacimli divanın müellifidir. XII yüzyılda yaşamış Orta Asya
şairi Reşit Vetvat, o ömrü boyunca tek gerçek şair tanımışdır, o da hekim (bilge) Getran Tebrizidir.
Getran şiir ile genç yaşlarından uğraşmaya başlamış ve bu alanda büyük yaratıcılık başarıları kazan-
mıştı. Şiir yaratıcılığında önemli yeri dönemin çeşitli hükümdarlarını tarif eden kasideler tutuyor. Bu
eserler modern okuyucu ve araştırmacılar için kasidelerde medh edilen kahramanların saraylarında ya-
şanan tarihi olayları öğrenmek ve anlamak açısından çok değerlidir. Örneğin, Getran Tebrizi'nin şerle-
rinde oğuzların Azerbaycan'a birkaç seferi yer bulmuştur ki, bu bilgiler şimdi bizim için büyük önem
taşıyor. Onun Tebriz zelzelesine ilişkin şiiri Getran şöhret getirmişdir. Orta çağ kaynaklarına dayalı
Azerbaycan araştırmacıları, Getran Tebrizi fars leksikografiyası tarihinde Fars dilinin ilk izahlı lügat i-
nin yaratıcısı olmuştur. Bu konuda "Lügat-fürs" ("Fars sözlüğü") yazarı şair ve tertibçi Esedi Tusi (XI.
yüzyıl), "Sihahül-fürs" müellifi Muhammed bin Hinduşah Naxçıvani (XIII. yy) ve başkaları yazmışlar.
Orta çağ yazarlarının çoğu bu sözlüğü yaratıcısının adıyla sadece "Lügat-Getran ", yahut "Ferhengi-
Getran " (her iki ifade "Getran ın sözlüğü" anlamına gelir) gibi kaydeder. Sonraları ise bu sözlük "Tefa-
sir fi lüğatül-fürs" ("Farsça kelimelerinin açıklamaları"), ya da kısaca "Tefasir" ("izahlar") olarak adlan-
dırılır. Getran Tebrizi Azerbaycan ve İran halklarının şiir ve leksikografiya tarihinde derin izler bu-
rakmışdır. 1042 yılı Tebriz depremini anlattığı büyük kasidenin ve zengin tabiat tasvirleri ile dolu çok
sayılı şiirlerin müellifi olarak tanınmaktadır. Getran Tebrizi’nin Fars dilinde yazmış ol duğu şiirlerinde
Türk, güzellik ve kahramanlık simgesi olarak kullanılır. Fars dilinde yazan çağdaşları içer isinde Get-
ran ilk defa olarak, şiirlerinde Azerbaycan Türkçesi’nden bir çok kelimeler ve deyimler kullanmıştır.
lu, Nasir Hüveyyi (Hoylu), Hüseyin Salmasi, Ebdülmelik Beylegani, Mensur Tebrizi,
Hüseyin Urmevi ve onlarca başka alim ve şairin, Arap, Fars dilli doğu medeniyetinin
gelişmesinde büyük hizmetleri olmuştur. XI. yüzyılda yetişmiş yetenekli Azerbaycan
alim ve şairlerinden biri de Muineddin Ahmed Tantarânî Maragi idi (Çelebi, 1972:1340-
1341,1362,1943; Karatay, 1969:2435; Gümüş, 2009: 236; Kortantamer, I. Eski Türk Edebiyatı Kollogyumu,
1992; Kortantamer, 1994: 1-10; Sami, 1306, VI/4587, 4588; Parmaksızoğlu, 1977:299-300; el-Bağdâdî, 1951,
Kasidelerinin birinde “İnsanların hepsi sanki dikendirler. Ben boş yere bu dikenlerin arasında çiçek
arıyorum” diye zamana ve insanlara acı acı sitem etmesine, rağmen Getran’ın şiirlerinde insan sevgisi,
insana, onun hayırseverliğine inancı kuvvetlidir. Doğu Rönesansının bir parçası olarak Azerbaycan
Edebiyatı esas itibariyle Arap ve Fars dillerinde oluşturulurdu. Aynı dönemde faaliyet gösteren Müm-
kan Tebrizi, Hattat Nizami Tebrizi, Ali Tebrizi, İskafi Zencani, Kafi Zafer Hemedani, Mansur Tebrizî
gibi kudretli Azerbaycan şairleri söze, onun tanrı kudretine sonsuz saygı besleyerek onu bayağı ve ço-
ğu zaman anlamsız karakter taşıyan medhiyyeçiliye sarf etmekten kaçmaya çalışıyorlardı. Onlar sanat
edebiyatın gerçek, adalet ve insanlık, hümanizm konumundan çıkış yapması ilkesini temel alıyorr ve
kendi kalemlerini de bu yönlerde kullanmaya daha çok tercih ediyorlardı. Azerbaycan edebiyatının
ünlü temsilcilerinden biri olan Getran Tebrizi'nin yaratıcılık mirası, "Divan" ve Fars dilinin izahlı söz-
lüğüne adanmış "Et-tefasir" adlı bilimsel eserden ibaretdir. Onun şiiri yüksek şiir tekniği, ince zevk ve
keskin gözlemin rengarenk fikir -estetik ifade ve üslup benzersizliyi özeldir. Şairin eserlerinde hayati-
yet, doğallık, insan duygularının realist ifadesi tercih olunur. Hayattaki bütünlüğüne, doğanın eşsiz,
renkli ve zengin güzelliklerinden yararlanarak onları şiirsel bir dille tavsif etmek kudreti, insa nlığın,
saf aşkın kadrini bilip bu ahlaki meziyetleri takdir ve tebliğ mahareti Getran Tebrizi şiirinin karakteris-
tik özelliklerindendir. O, aşkta vefayı ister. Getran Tebrizi, Tebriz'de doğsa da, onun hayat ve faali-
yetinin temel parçası Gence'de(1991'de Azerbaycan'ın bağımsızlığını kazanmasından sonra bu ü lkenin
ikinci büyük şehridir. Şehrin isminin yaranması ile ilgili iddia Azerice'de gence (Türkiye Türkçesin-
de "geniş", "geniş yer", "genişce") sözünden ortaya çıkmasıdır. Bu söz sonradan "gence" olarak ku lla-
nılmaya başlanmıştır. ) geçmiştir. Bu durum şairin yaratıcılığında vatan hasretinin, gurbet şiirinin de
ortaya çıkması ile sonuçlanmıştır. Bu tesir ise şiirsel sözün malzemesi gibi ortaya çıkıyor, kendisinin
fikir-estetik ifadesini buluyordu. Getran Tebrizi 'nin şiirindeki hayatiyet şairin nesnelliğinin yanı sıra,
tarihi ve toplumsal olaylara ilgi ve merakından, onları şiir diliyle tarif etmek eğiliminden de kaynakl a-
nır. Şairin 1046 yılı Tebriz zelzelesine adadığı kaside ve diğer eserleri bu fikri söylememize neden olur.
Onun kaside, rubai ve gazellerinde çalıştırdığı epitetler(Herhangi bir türün isminde, cins isminden
sonra yazılan, türün adını belirleyen sıfat ya da isim. Pinus (cins ismi) nigra), mukayese ve mübâlağa-
lar da gerçek hayattan, doğanın kendisinden gelir. Getran ın yılın mevsimlerine ve onlara uygun ola-
rak doğada yaşanan değişikliklere adadığı şiir örnekleri kendisinin eşsiz zarafeti, içerik ze nginliği, an-
lam derinliği, sanat-estetik güzelliği ile dikkati çekiyor:
Cemaat büründü büsbütün Xeze(haza),
Ağaçlar üstünden esdikçe hazan.
Havalar tutuldu, sular duruldu
Dünya hiddetlendi, qocaldı(yaşlandı) delikanlı.
I/80; ez-Ziriklî, 1980, I/145; Brockelmann, 1937-49:GAL, I/292; Sezgin, 1965:GAS, I/446; Kehhâle, I/272;
Parmaksızoğlu, 1977:XXV/298). Sami, 1306, IV/3018;Devletşah, 1963:51; Cona, 418/XXV )2.
2 Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'nde müderrislik yapan Mu'inad -Din Ahmad b. 'Abd ar-Razzâk at-
Tantarânî (ölm. 1092), vezir Nizamülmülk'ü övdüğü kasidesi ile ün yapmıştır. 'Abd ar-Razzak at-
Tantarânî'nm, "Kaşidat at-Tantarânîyya"si;Topkapı Sarayı, III. Ahmed Kitaplığı No: A 2435'de kayıtlı
bulunmaktadır. Aharlı kâğıt üzerine 305 mm. boyunda ve 210 mm. eninde 6 yapraktır. Sayfada 3 sat ı-
rı 125 mm. uzunluğunda harekeli güzel sülüs ve 4 satırı 90mm. uzunluğunda nesihle 7 satır vardır.
Abu'1-Fath at-Tabrizi eliyle 972 (1564)'de kopye edilmiştir. Arabic and Ottoman Turkish Manuscript.
at-Tantarânî, Ahmad İbn `Abd ar-Razzaq (Died ca. 485 AH/1092 AD). Al-Qasıdah At-
Tantaranıyyah (The Tantarânî Poem). An interesting poem in praise of Nizam al-Mulk al-Hasan Ibn
`Ali Ibn Ishaq (408-485 AH/1018-1092 AD), the famous vizier of the Saljuq sultan Alp Arslan (died 1072
AD). In the present version, each line of Arabic verse is followed by two lines of Ottoman Turkish ver-
ses. Folios 44a-46a. Regarding the poem, see Geschıchte Der Arabıschen Lıtteratur, I, 253, Supple-
ment, I, 446; Arap Edebiyatı’nda el-Kasîdetu’t-Tantarâniyye adıyla meşhur bir kasîde vardır. Bu,
Bağdatlı şair Ahmed b. Abdurrezzak et-Tantarânî (Öl. 485/1092) tarafından Selçuklu veziri Nizâmül-
mülk’ü medhetmek için yazılmıştır. et-Tantarânî, Nizâmülmülk zamanında Bağdad’daki Nizâmiye
Medresesi’nde müderrislik yapmıştır. Ölüm tarihi, Brockelmann’a göre; 480/1087 dir. (GAL, I/292; L e-
iden, 1943, E. J. Brill). Şerh: Tunca Kortantamer’in tanımı ile: “Bir metnin daha iyi anlaşılsın diye, o
metni baĢkalarından daha iyi anladığı kanaatinde olan kiĢiler tarafından açıklanması”dır. Nizâmül-
mülk Hasen b. ‘Ali b. İshâk et-Tûsî (1018-1092). Büyük Selçuklu Devleti’nin ünlü veziri ve ortaçağ
İslâm dünyasının en tanınmış devlet adamıdır. Horasan’da Tûs şehrine bağlı Nûkân kasabasında do ğ-
du. Daha küçük yaştayken bilgisi, zekâsı ve çalışkanlığıyla dikkat çekti. 1063 de Alp Arslan’ın veziri
oldu. Alp Arslan 1064 Selçuklu sultanı ilân edilince de Nizâmülmülk, bu büyük devletin baş veziri
mertebesine kendiliğinden yükselmiş oldu. Ölümüne kadar, 29 yıl Büyük Selçuklu Devleti’nin vezirli-
ğini aralıksız yürüttü. Alp Arslan ve oğlu Melikşah’ın vazgeçilmez yardımcısı olmuştur. Devlet teşki-
latında, idarî, malî ve askerî alanlarda aldığı tedbirler ve getirdiği düzenlemelerle Büyük Selçuklu
Devleti’ni orta çağın en sağlam teşkilâtlı bir devleti haline getirmiştir. İslâm dünyasının büyük bilgi nle-
rini Hemedan, Rey, Herât, Isfehan, Nîşapur, Belh, Merv vb. şehirlerde kurdurduğu Nizamiye med-
reselerinde toplayarak Büyük Selçuklu Devleti’ni ilmin her dalına değer veren ve koruyan yüksek bir
kuruluş haline getirmiştir. Nizâmülmük, âlim ve edip bir zattı. Farsça ve Arapça şiirleri vardır. Dev-
let idaresindeki görüşlerini açıklayan ve Siyâsetnâme adını verdiği bir de eser kaleme almıştır. 1087 ile
1092 yılları arasında yazılan bu eser, Türk-İslâm devletlerinin idarî, malî, askerî, kültürel ve sosyal
yapılarını belirttiğinden, öteden beri dikkat çekmiş ve hemen hemen bütün Batı dillerine ve Türkçe’ye
tercüme edilmiştir. Nizâmülmülk 485 yılında Isfahan’a giderken, bir suikast sonucunda ölmüştür.
Nizâmiye Medresesi: Nizâmülmülk tarafından Bağdad’da kurulan ve 1067 yılında öğrenime açılan bir
medresedir. Zengin kütüphanesi ve Şafiî fıkhına göre düzenlenen proğramı bir yana, Nizâmiye Medre
güven ve kontrol altına alınmış olmasıdır. Nizâmiye Medresesi ile doğan yeni tip medreselerde öğre n-
ciler için yurtlar, kütüphane, banyo, yemekhane ve hastane ile, öğrencilere ödenen burs gibi, masraf-
ları karşılayacak vakıf tesisler kurulmuştur. Nizâmiye medresesi ile öğrencileri yedirip içiren ve barı n-
dıran dört yıllık yüksek öğrenim veren bir okul şekli doğmuş oldu. Bağdad Nizâmiye Medresesi dışın-
da, başka şehirlerde de medreseler açılmıştır .
şimdiki anlayışla Prof. Dr. olmuştur. Elimizde olan bütün kaynaklar göstermektedir ki,
Ahmed Tantarânî, güzel şiirler ve nefis eserler yazmıştır. Onun bir kasidesi daha da
çok tanınmış, kendi sağlığında bütün yakın ve orta doğuya yayılmıştır. Şimdi ise dün-
yanın tanınmış elyazma hazinelerinde aynı kasidenin elyazma nüshaları saklanmakta-
dır. Azerbaycan SSCB İlimler Akademisi Elyazmalar Enstitüsünde bu kasidenin sekiz
elyazma nüshası vardır. Bu kaside en çok şu üç ismiyle “Tantarânîyye”, “terciyye” ve
“tersiyye” tanınır. Kaynaklar göstermektedir ki,XI. yüzyıla kadar Arapça dilli edebiyat-
ta bu tür bir kaside yazılmamıştır. Bu tür “terci” kasidenin bütün Arap dilli edebiyatta
ilk yaratıcısı Ahmed Tantarânî, Fars dilli edebiyatta Getran Tebrizi, Azerbaycan-Türk
dilli edebiyatta ise Nesimi olmuştur. ”Tantarânîyye Kasidesi”ne Ortaçağlarda Arapça
ve Farsça bir kaç not yazılmış, kaside Azerbaycan-Türk, İngiliz, Fransız, Rus (bir kıs-
mı) dillerine tercüme edilmiştir. Ortaçağlarda Azerbaycan-Türkçesine yapılan tercüme
çok edebi olmuş, kasidenin umumi mahiyeti, manası saklanılsa da sanki yeni bir eser
yazılmıştır. Ahmed Tantarânî Marazinin hayat ve yaratıcılığı, bu yüzden de onun
meşhur kasidesi bugüne dek Azerbaycan edebiyatı tarihinde kendi yerini almıştır. Bu
yetenekli Azerbaycan alim ve şairinin yaratıcılığı ile okuyucularımız, az da olsa, tanış-
tırmak için enstitümüzdeki elyazmalar aslında kasidenin tenkidi metnini tertip ettikten
sonra, onun Azerbaycan Türkçesine Ortaçağlardaki edebi tercümesi ile birlikte filolojik
tercümesini yaparak okuyucularımıza takdim ediyoruz (Saraç, 1995:82, 83; el-Yalvâcî, 1265:
33; Çelebi, II/1340; Akdemir, 1999: 22,317); el-Muhendis, 1984:94; Mevlevî1973: 109); Devletşah, s. 51)3.
3 Şeyhülislâm Kemal Paşazade de, Tantarâniyye kasîdesini tercüme edenler arasındadır. Ancak o,
kasîdenin özünü, manasını korumakla beraber kuru bir tercüme, mana aktarımı yoluna gitmemiş be-
yitleri bir nevi şerhederek manaya zenginlik kazandırmıştır. Belki de manzumenin bazı nüshalarda
şerh olarak nitelenmesi bundan dolayıdır ( Saraç, s. 83).
4 el-Kasîdetu’t-Tantarâniyye.
Çalışmamızda makale sonundaki taranmış Arapça metinlerden yararlanılmıştır.
168 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi
uygun şekli verirlerdi. Bütün bunlar ayrı-ayrı devirlerde aktarılan metinlere çeşitlilik
getirir, aynı şairin şiirlerinin başka-başka şekillerinin de meydana gelmesine, hatta aynı
şaire ait olmayan bir çok edebi parçaların yayılmasına sebep olmuştur (Kahramanov,
1973: 6). Arap dilli edebiyatta şiirlerinin zorluğuna göre numune sayılan Mütenebbiden
de karışık ifadeler kullanan Ahmed Maragi Tantarânî bu kasidenin “az daha her bir
satırında maharetle sözleri oynatmakla ”sözleri o kadar mecazi manada kullanmıştır
ki, bilgili katipler ve tahlilciler şaşmış, hatta büyük edebiyatçılar da hayrete düşmüştür.
Kasideye çokça tahlil yazılmasının asıl sebeplerinden biri de budur ki “tahlillerin ya-
zılmasını kaçınılmaz kılmıştır” (Krımski, 1981: 366). Dipnotsuz, tahlil yazan alim ve edebi-
yatçılar kasidenin bir kaç elyazma nüshasını kıyaslayarak kendi işlerini görmüşlerdir.
Lakin buna bağlı kalmayarak, her biri ayrı-ayrı muhtelif yanlışlıklara sebep olmuşlar-
dır. Kasidenin nispeten son ortaçağlara dahil ettiğimiz bir tahlilin müellifi Muhammed
bin Sedin sözlerini bir daha burada hatırlatmak uygun olur; o, ”İmam, alim Tantarânî
Maraginin Kasidesi, akılları gayretlendirip çıkılmaz duruma düşüren, fesahat ve bela-
gat mezmununda olduğundan onun bir sıra beytlerinin yanlış yazıldığını bulduktan
sonra (italik not bizimdir- Ebülfez Elçibey )zorluklarını halletmek ona toplu bir tahlil yazmak
istedim” (Muhammed bin Se'd, D716, ver. 46b. ). Muhammed bin Sed,çok hayırlı bir adım
atsa da, yine de yanlış yapmaktan yakasını kurtaramamıştır. Bütün bunlar ona göre
ortaya çıkmıştı ki, Ahmed Tantarânînin kendi eli ile yazdığı nüsha araştırmacılara
ulaşmamıştı, onlar da kendi sırasında durumdan en uygun çıkış yolu bulmak için bili-
nen manada metinşünaslık işi yapsalar da onu sonuna kadar tamamlayamamışlar, ka-
sidenin tenkidi metnini tertib etmemişlerdir. Bu gün de ister yapılan yanlışları gider-
mek, ister Ahmed Maraginin yaratıcılığını onaylamak, ister kasidenin edebi-bedii de-
ğerini doğru kıymetlendirmek ve isterse de onu Azerbaycan Türkçesine ve başka dille-
re tercüme etmek için ilk sırada kasidenin tenkidi metnini tertip etmek en zaruri şart
olduğundan, onu yerine getirmeyi kendimize amaç edindik. Azerbaycan SSC İlimler
Akademisi Elyazmalar Enstitüsünde kasidenin sekiz elyazma nüshası vardır. Bu el-
yazmaların birkaçında kasidenin kendi ile beraber onun muhtelif dillerdeki tahlil, izah
ve tercümesinde verildiğinden, onlar tenkidi metnin hazırlanmasında büyük ehemmi-
yet gösterir. Tenkidi metnin tertibinde asıl nüsha gibi B-2402 şifreli toplunun 240b-246b
sayfalarında bulunan nüsha kullanılmıştır. Şart olarak B-1 (Bakü nüshası-1) adlandır-
dığımız bu nüshada kasidenin kendisiyle beraber, Muhammed Esferainin ona yazdığı
tahlilde kendi yansımasını bütünlükte bulabilmiştir. Dünyanın tanınmış elyazma hazi-
nelerinin kataloglarında ve Katib Çelebi’nin “Keşf ez-zünun” eserinde Muhammed
Esferaininin tahlili ayrıca gösterilir ve bu, öncelikle tahlillerden biri, değerlisi ve yaygı-
nı gibi kabul edilir. XIV. yüzyılda yaşamış Muhammed Esferainin tahlili şimdilik elde
Kendi yüz (ün)den ışık saçtın bütün aşıklara, (onlar sana) hayran oldular-sana tutul-
dular.
Hayran kalbim seni (hasretle) istiyor, ona bir öpücük bağışla.
172 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi
Hiçbir zaman beni sevindirmedin, ilk baştan (yalnız) hüzünle azap verdin.
Severek sevindir, sabahtan gece oluncaya kadar kederin içerisinde güçsüz olurum.
Elğavaniye (has) kara gözleri sevmemden dolayı kim beni kınarsa o azmıştır.
Çünkü bu iş bana lütüfkâr (fettah-hediye vermeyi seven) Tanrımdan hediyedir.
Ey, yanında Allah yolundan ayrılmayan, Allah yolunda doğruca ilerleyen, alimlerin
yükseldiği en Büyük alim,
Ey, kendi dünyasında bilginlere kendi müminlik eğitimi ile doğru yol gösteren zahid,
Ey, Devletin temeli (Nizamül-mülk), ey, insan oğlunun gururu, ey o kimse ki,
Eğer yardım dileyen mazlum gelse, onun yanına, yardımın ile el açıklığını göster.
6 Sahib ibn Abbad (995’te ölmüş). Büheyhilerin divan ağası (sahib) idi. 18 yıl vezir olmuş, meşhur edib,
şair, alim, dilcilerdendi. Yazı divanının en büyük yaratıcılarından sayılır.
7 Rüstem -Zal oğlu Rüstem’den bahsediliyor. Rüstem: Firdevsi'nin Şehname destanının baş kahramanı-
dır. Ataları yiğitlikle ün almışkimselerdi, fakat, Rüstem'in yiğitliği hepsininkini bastırmıştır. Delika n-
lılıkta birtakım korkunç devleri, filleri öldürme şeklinde başlayan olağanüstü halleri gün geçtikçe ge-
lişmiştir. M. Ö. IV. yüzyılda Keykâvus zamanında yaşadığı söylenir.
8 Mustafa -Muhammed peygamberin mahlaslardan biri.
9 Ad Kavmi
174 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi
10 Mehriban: Mülayim
11 Avare: Başıboş
12 Hicr ile Bi-Sebr Edüb: Sabırsız Gidiş
13 Mövzün: Ölçülü
14 Hicrile: Gidişinle
15 Bi Serü-Pa: Başsız
16 Nigar: Sevgili
17 Tesella: Korumak
18 Xaldar: Benekli, Haldar.
19 Firqetinden: Yaratılışından, Firgetinden. Not: Azarbaycan Türkçesinde “X” harfi “H” h arfine karşılık
gelir. “Q” harfi bazen “K” bazen de “G” harfine karşılık gelir.
20 Eşkibar: Yaşlı göz
21 Xuni Ciger: Ciğeri kanlı, Huni Ciger.
22 Zirü-Zeber: Viran etmek, hArap etmek.
23 Simü-Zer: Altın tel, Altın tel (yanlış yazılmış. Sim burada tel anlamında değil, altın ve varlık demek-
tir)
24Xalxal-Azerbaycan Alfabesinde: Halhal, Erdebil'in yakınında şehir adı
25 Paü-Ser: Ayak ve baş
26 Maxmur: ŞArap gibi içkilerin yetişmesi veya sarhoş etmesine denilir.
27 Şerarı: Kıvılcımıdır
28 Leli-Ezabın: Dudağının azabı
29 Lebin: Dudağın, Dudağın azabı
30 Ke: Cümlede artık veya izafe harftir. KI olursa: kim demektir. KEY olursa: ne zaman demektir.
31 Cüresinden: Görünüşünden
32 Teşnesi: Susamış
33 Ehli-Mehebbet: Sohbet ehli
34 Zahir: Görünen, aydınlanan, Birden bire ortaya çıkan. Xurşid Ru: Güneş yüzlü
35 Xurşid Ru: Güneş yüzlü
36 Rüxsarin: Yüzün, cehren
37 Eta: Ver, bana bir şey bağışla.
38 Ruhi-Xube: İyi ruhlu veya Ruyı- Xube olursa, iyi yüzlü demek olur.
39 Xulqiniz: Huyunuz, davranışınız, karakteriniz
40 Ahuyi-Çin: Çin maralı, Çin ceylanı
41 Reftarina: Davranışına
42 Urvazur Arah: Davranışını değiştir.
43 Ruhi-Rah: Yol Ruhu
44 Nuri-Sabah: Sabahın ışığı veya günesin sabah çıktığı an.
45 Teleti: Günesin sabah çıkısına Tulu veya Günesin teleti denilir.
46 Şemsi-Ravah: Güneş ışığına benziyor.
47 Şami-Zülfin: Saçlarının - mumu
48 Zahiri-Ervahe: Ruhların görünümü
49 Marah: Merak etmek,
50 Seyb Gülabi: Elma armut(Seyb: elma - Gulabi: armut
51 Mau-Mein: Su ve içkin.
52 Sehri-Hilalü: Sihirli ay
176 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi
53 Dürri-Semin: Çok pahalı kıymetli ve değerli sey, altın ve mücevherler gibi pahalı
54 Hergiz: Asla
55 Şahi-Cahanim: Dünyanın sahi
56 Yad Edib: Hatırlayıp
57 Xatiri-Naşadimi: Sevinmeyen gönlümü
58 Leli-Can: Canimin incisi
59 Bexşin: Bağışlamak anlamında ve de, hediye vermek anlamına da gelebilen.
60 Meyinden: Şarabından
61 Piyale: Kase, şArap içilen kase
62 Dili-Viraneyi: Dele virane olmalı: Kırılan yüreği, inciyen yüreği
63 Porsili: İran
64 Abad Etmedin: Sökük şehri veya evi abad etmek yani: düzeltmek, geliştirmek
65 Aqibet: Sonunda
66 Aşkar: Aydın
67 Hüsnini: İyiliklerini, iyi taraflarını
68 Zülfikarın: Kılıç
69 Şamü Seher: Gece ve sabah
70 Leylü Nahar: Gece Gündüz
71 Şol: Boş
72 Melamet: Danlamak, irad tutmak, suçlamak
73 Haviyi-Iqbaldır: Alın yazısı içeriklidir, İkbal.
74 Teqdiri-Rebbanidir: Allah’ın yazısıdır(taktiridir)
75 Efzaldır: Üstündür
76 Nefasılü: İnsaflı (İsa)
77 Rehm Eylemek: Rahmetmek, Yüreği yandı, yazıklığı geldi.
78 Terehhüm: Rahmetmek
79 Leqa: Yakından Görüşmek
80 Tehiyye: Tedarik etmek, hazırlamak
81 Aşüftekar: Karışık is gören, karıştıran
vər. 46b. ):
Sahib ibn Abbad (995-ci ilde ölüb). Büheyhilerin divan ağası (sahib) idi. 18 il vezir olub, meşhur edib,
şair, alim, dilçilerden idi. Yazı divanının en görkemli yaradıcılarından sayılır.
Rüstem -Zal oğlu Rüstem nezerde tutulur.
Mustafa -Mehemmed peyğemberin texellüslerinden diri.
Kaynakça
ABD AR-RAZZAK AT-TANTARÂNÎ', "Kaşidat at-Tantarânîyya"si,Topkapı Sarayı, III. Ahmed
Kitaplığı No: A 2435
AKDEMİR, Hikmet, (1999),Belâğat Terimleri Ansiklopedisi, İzmir.
AL-QASIDAH AT-TANTARANIYYAH (The Tantarânî Poem).
ARABİC AND OTTOMAN TURKİSH MANUSCRİPT, at-Tantarânî, Ahmad İbn ABD AR-
RAZZAQ (Died ca. 485 AH/1092 AD)
BROCKELMANN, GAL, I/292; GAS, I/446
CONA, Mustafa, Kasîdetu Tantarâniyye,Mu‘înü'd-dîn Ebû Nasr Ahmed b. ‘Abdu'r-rezzâk Et-
Tantarânî, 418/XXV.
DEVLETŞAH, (1963), Tezkiretu’ş-şuarâ, tercüme: Necati Lugal, Ankara.
ELÇİBEY, Ebülfez, (1991),İsmayıl Celali, Multi Medya, "Edebiyat" Gazetesi, 11 Ocak 1991.
ELÇİBEY, Ebülfez,Elyazmalar Hazinesinde, (1987), VIII Cilt. Bakü, "İlim".
EZ-ZİRİKLÎ, Hayruddîn, (1980), el-A’lâm, Beyrut, I/145
GÜMÜŞ, Zehra, (2009)Mesnevî’ye Cevrî’nin Manzum Şerhi: Hall-İ Tahkîkât, Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic,
Volume 4/6 Fall, s. 236
İBRAHİM b. Muhammed el-Yalvâcî, (1265), Mecmûatu’l-Kasâid Fî Hakki Nebiyyina Ve Şefî’ına
Muhammed Sallallahu ‘Aleyhi Ve Sellem, İstanbul, s. 33
İSMAİL Paşa el-Bağdâdî, (1951)Hediyyetu’l-ârifîn, İstanbul, I/80
KAHRAMANOV, C. V. , 1973, Nesimi Eserlerinin Tenkidi Metninin Tertibi, İmadeddin Nesimi
Eserleri, I. cild, Bakü.
KARATAY, F. E. , (1969),Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Arapça Yazmalar Kataloğu, İs-
tanbul, III, No:2435
KATİP Çelebi, (1362/1943),Keşfu’z-zunûn, İstanbul, Maârif Vekâleti, II/1340
KATİP Çelebi, (1972),Keşf ez-zünun (Hazırlayanlar:Ş. Yaltkaya, K. Bilge), Milli Eğitim Basıme-
vi, İstanbul, II, 1340-1341.
KEHHÂLE, Ömer Rıza, Mu’cemu’l-muellifîn, Beyrut, Mektebetu’l-Musennâ, I/272.
KEMALOĞLU, Şeyda-Muhammet, (2007), Elçibey’in Düşünceleri ve Kanun Devleti, Berikan
Yayınevi, Ankara.
KORTANTAMER, Tunca, (1992 ), “Teori Zemininde Metin şerhi Meselesi”, I. Eski Türk Edebi-
yatı Kollogyumu, Ankara 17-18 Ocak 1992.
KORTANTAMER, Tunca, (1994 ),“Teori Zemininde Metin şerhi Meselesi”, Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, İzmir, S. VIII. , s. 1-10.
KRIMSKİ, A. E. , (1981), Nizami i Ego Sovremenniki, Bakü.
MECDÎ Vehbe- Kâmil el-Muhendis, (1984), Mu’cemu’l-mustalahâti’-‘arabiyye fi’l-luğati ve’l-
edeb, Beyrut, Mektebetu Lubnân.
MUHAMMED bin Se'd, Şerh e'le Kasideti et-Tantarânî el-Maraği, Elyazma, Azerbaycan SSCİ. A
Elyazmalar Enstitüsü, D716, ver. 46b.
ÖZÖN, Mustafa Nihat, (1954), Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İnkilâp Kitabevi, İstanbul.
PARMAKSIZOĞLU, İsmet, (1977),Nizâmiye Medresesi, Türk Ansiklopedisi, Ankara, XXV/298.
Regarding the poem, see Geschıchte Der Arabıschen Lıtteratur, I, 253, Supplement, I, 446
SAMİ, Şemseddîn, (1306),Kâmûs-i A’lâm, İstanbul, IV/3018
SARAÇ, M. A. Yekta, (1995), Şeyhülislam Kemal Paşazade, İstanbul.
SEZGİN, Fuat,Geschichte der arabischen Schrifttums, Leiden,1965.
TAHİR-ül Mevlevî, (1973), Edebiyat Lügati, İstanbul .
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
Haricî Hukuku
Joseph SCHACHT
Çev. Yrd. Doç. Dr. Yüksel Macit
Giriş
Bu çeviri, Joseph Schacht'ın The Origins of Muhammadan Jurisprudence (London
1979) (İslam Hukukunun Kaynakları) adlı eserinin Khârijî Law başlıklı 8. bölümünün
çevirisidir. Schacht (Şaht) iki sayfalık bu bölümde Haricîlerin hukuk doktrini-
ni/öğretisini özet olarak tanıtmaya çalışmıştır. Ancak bazı ayrıntılara da girmiştir. Bu
cümleden olarak Schacht, Haricîlerin hukuk görüşlerinin de Sünnî hukuk ekollerinin
görüşlerinden çok farklı olmadığına işaret etmiş ve Haricîlerin İbâdiye kolunun hukukî
görüşlerini, Sünnî hukuk ekollerinin görüşlerinden türettiklerini iddia etmiştir.
Schacht, Haricîlerin kendilerinden olmayanları kafir sayan, onların canlarını ve malla-
rını mubah gören katı görüşlerine değinmemiştir. Gerçi Haricîlerin çokça bilinen bu
görüşleri İbâdîler tarafından kısmen yumuşatılsa da, genel Haricî ruhunun her devirde
başka gruplar içinde de taraftar bulduğuna, kendi grubundan olmayanlara her türlü
haksızlığı mubah görenlere rastlanabilir. Buna mukabil Haricîlerin çağımız için önemli
görüşleri de vardır. Örneğin Haricîlere göre, Mu'tezile'nin de paylaştığı üzere, Müslü-
man toplumda devlet başkanının Kureyş'ten olması şart değildir, halk tarafından se-
çilmesi gerekir. Bu hususta Eş'arî'nin (ö.324/936) Makalat'ında ve Mes'udî'nin
(ö.346/957) Mürucü'z-Zeheb'inde vb. eserlerde bilgi vardır, ancak Schacht, Haricî huku-
ku başlıklı bu yazısında kaynak olarak Eş'arî'nin Makalat'ına birkaç defa atıfta bulun-
makla birlikte onda yer alan Haricîlerin devlet başkanı seçimiyle ilgili geçen görüşle-
rinden hiç bahsetmemektedir. Bu tip eksikliklere rağmen Schacht'ın Haricî hukuku,
özellikle de İbâdî hukuku hakkında ileri sürdüğü görüşler, Mukayeseli mezhepler huku-
ku açısından önemlidir ve daha geniş olarak tartışılmaya değerdir. Bunları kısa tahlil
ve değerlendirme olarak belirttikten sonra çeviriye geçebiliriz.
Çeviri
İslam eski hukuk mezhepleri tarafından tanınan farklı İslâm hukuk ekollerin-
den Haricîler ve Şiîlerin, Ortodoks ya da Sünnî hukuk ekollerinin doktrinlerinden fark-
ları, onların birbirinden farklarından daha geniş değildir. Ancak biz, bu olmuş, iyi bili-
nen gerçekten, Haricî, Şiî ve Sünnî hukukun ortak özelliklerinin İslam cemaatini ilk
yüzyıl içinde bölen bölünmelerden daha eski olduğu sonucunu çıkarmamalıyız. Bu
190 Haricî Hukuku
6 Bu soru için bkz. Tr. IX, 7, 10; Mud. III. 33; Taberî, 18.
gayr-i resmi bilgi içeren hukukî görüşlerinden yalnız biri, diğer Sünnî ekollerin doktri-
nini yeniden üretir, o da şudur, kadınlar ve küçükler ganimetten hiçbir pay almazlar,
sadece emeklerinin karşılığı olarak mükafat alırlar.8 Eski Haricî ilkelerinin hukukî so-
nucu, İbâdîler tarafından tanınan hukuk sisteminin açıkça asla bir parçası değildi; bun-
lar hukuklarını Sünnî ekollerden türettikleri zaman eski Haricî kararı, muhtemelen de
Evzaî'nin Ortodoks (Sünnî) tarafa mukabil görüşü unutulmuştu.
İbâdîlerin 5 dirhem değerinde çalınan bir mal üzerine hırsıza had cezası
uygulanabilir görüşü, eski bir Irak kıyasından türetilir. 9 Oysa İbâdîlerin siyasal
tarihleri hicri ilk yüzyılın ortasına kadar geriye gider, onların hukuku daha son-
raki bir tarihte Sünnî ekollerden türetilmiştir.
Hukuk teorisinin daha geç bir gelişmesi, bir raporda hicri ilk yüzyılın
altmışları ve yetmişlerinin Haricî hareketlerine kadar geriye atılır. O rapora gö-
re Necdet taraftarları dahil bazı Haricîler rey içtihadını kabul eder, oysa diğer-
leri, Ezrakîler onu reddederler ve kendilerini Kur'an'ın dış ve açık (zahir) mana-
sı ile sınırlarlar. Bu ifade ikincil bir Iraklı terminolojiyi önceden varsayar/doğru
kabul eder.10
Ama Kuran'ın zahir anlamına göre yorumlanmasını tercih, eski Haricîle-
rin gerçekten olmuş bir özelliği olarak görünür.11
8 İbrahim b. Qais, Kitâb mâ lâ yasa' jahluh, MS. Or. 3744 of the British Museum, pp.105b-106a.
9 Eş'arî, Makalat, I, 105 ve yukarıda, s. 107./ Iraklıları temsil eden Hanefîlere göre 5 değil 10 dirhem değe-
rinde bir şey çalana hırsızlık hadd cezası uygulanır. Bu bilgi temel her fıkıh kitabında vardır. (çev.)
10 Bkz. ibid. 127 ve yukarıda, s.105.
11 Bu eğilimin başka örnekleri için bkz. Ümm, VII, 15; Eş'arî, Makalat, I, 95.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
Hayatın Anlamı*
Susan Wolf (1998)
Çev. Yrd. Doç. Dr. Süleyman Aydın
Hayatın anlamı konusu, ne olduğu tam olarak belli olmasa da, felsefede önemli
bir yer işgal eder. İnsanların, daha yüce veya tanrısal bir amacın bir parçası olup olma-
dıkları sorusuyla birlikte “hayatın anlamı nedir?” sorusu, dini bir yanıt gerektirir gibi
durur. Bununla birlikte felsefi tartışmaların çoğu, bu bağın zorunlu olup olmadığını
sorgular. Ölümün kaçınılmaz oluşu, genelde hayatın anlamını kuşkulu hale getirir
gibidir; fakat ölümsüzlük fikrinin, anlam ve anlamsızlık arasındaki farkı ne şekilde
izah edeceği de açık değildir. Evrenin insan hayatına aldırmadığına inanan düşünür-
ler, tartışmalarında sıkça saçmalık temasına yer verirler. Hayatımızın anlamı yoksa bile
varmış gibi yaşamak gerektiğini savunurlar. Bu saçmalık karşısında kimileri intiharı,
kimileri meydan okumayı ve kimileri de hayata alaycı bir şekilde yaklaşmayı teşvik
eder. Ayrıca, kozmik anlam sorunundan vazgeçerek anlamı başka bir yerde aramak da
mümkündür.
Hayatın anlamı konusundaki temel zorluklardan biri, konuyla ilgili bir açıklığın
olmayışıdır. Anlam aradığımız başka bağlamlarla mukayeseler yapmak, karışıklığı
daha çok artırır. Sözcüklerin ve ifadelerin anlamlarını sorduğumuzda, genelde neyi
nakletmek için kullanıldıklarını sorarız. Fakat hayat, iletişim sisteminin bir parçası de-
ğildir. Kendisi dışında bir şeyi temsil etmek üzere amaçlanmış ya da kullanılmış gibi
görünmez. Belli koşullarda dilbilimsel-olmayan nesnelerin anlamlarından söz ederiz:
örneğin, ayak izi, birinin burada bulunmuş olduğu anlamına gelir; derideki bir dökün-
* WOLF, SUSAN (1998). Life, meaning of. In E. Craig (Ed.), Routledge Encyclopedia of Philosophy. London:
Routledge. Retrieved April 26, 2006, from http://www.rep.routledge.com/article/L044
194 Hayatın Anlamı
tü, çocuğun kızamık olduğu anlamına gelir. Ne var ki, “anlamın” bu tür kullanımlarıy-
la yapılan karşılaştırmalar pek işe yaramamıştır.
Özellikle kitaplı dinler, hayatın anlamı sorunu için doğal bir bağlam sunarlar.
Şayet birisi, doğaüstü bir varlığın dünyayı yüce bir tasarımla yarattığına inanırsa, so-
ru, bu tasarımın amacını ya da hayatın bu tasarım içindeki yerini sorgular. Bununla
birlikte, hayatın anlamı konusu—ya da zamanla hayatın anlamı ifadesiyle bağlantılı
kesişen konular yığını—yalnızca dini varsayımlara dayalı olarak anlam ifade eden ko-
nularla sınırlandırılamaz. Bu konuda merak edilenler, hayatın bir amacının olup ol-
madığı, hayatın yaşamaya değer olup olmadığı ve özgül koşulları ve meraklarından
bağımsız olarak insanların yaşamak için her hangi bir nedene sahip olup olmadıkları
hakkındaki soruları içerir. Başkalarının farklı bakış açılarınca kabul edilebilir bulunan
amaçları, gerekçeleri ve değerleri araştırabiliriz, ya da beşer ötesi muhtemel bakış açı-
larına kayıtsız kalarak dikkatimizi kendi ruhumuzda ya da topluluklarımızda bulunan
arzu ve amaçlarla sınırlandırabiliriz. Her ne kadar “hayatın anlamı” ifadesi, hayata
yalnızca tek bir anlam yükler gibi gözükse de hayatın anlamsız olduğu sonucuna
ulaşmadan bu varsayımı reddedebiliriz. Genellikle, sorunun odak noktası, tam da bu-
nu yanıtlamaya çalışma sürecinde değişir. O halde hayatın anlamını sorgulamak, bu-
luncaya kadar ne aradığımızı bilmediğimiz bir araştırmaya kalkışmak gibidir. “Haya-
tın anlamı” ifadesini, başka sözcüklerle kesin bir şekilde açıklamaya kalkışmak, belli
seçenekleri devre dışı bırakacak ve peşinen bir kenara koyamayacağımız araştırma
yollarını kapatacaktır.
duymayız—ve nihai mutluluğa erişme amacı, şayet ulaşılabilirse, amaç olarak yeterli
olabilir. Fakat kimilerine göre, öleceğini bilmek, mutluluğu olanaksız kılar. Bir başka
deyişle, kendimizin, ait olduğumuz kültürün ve türümüzün kaçınılmaz bir şekilde
öleceğini kabul etmemiz, önceden sahip olduğumuz amaç ve gayelerin değersiz ya da
aptalca gözükmesine neden olabilir. Tanrı inancı, bu kaygılardan kurtarır. En azından
bazılarının sonsuz mutluluğa ulaşacağı bir başka dünya vaadi, nihai mutluluk istika-
metinde çalışma olasılığını artırır. Bizimle ve hayatlarımızdan çıkardığımız anlamla
ilgilenen ezeli ve üstün bir varlığın mevcudiyeti, amaçlarımızın ve davranışımızın an-
lamsız olduğu endişesini ortadan kaldırır.
3. Saçmalık
Birçok düşünür, şayet Tanrı yoksa, bu durumda insan hayatının saçma olduğu-
nu savunur. Onlara göre, Tanrı yoksa beşeri konumumuz, temel ve değiştirilemez bir
uyumsuzluk içerir. Albert Camus, dünyanın makul, düzenli ve şefkatli olması talebi-
mizle onun sessiz, boş ve kayıtsız olması gerçeği arasındaki çatışma üzerine odaklanır.
Thomas Nagel, hayatımızın nesnel anlamsızlığıyla ona adadığımız projeler, ciddiyet ve
enerji arasındaki çelişkiyi vurgular. Ne şekilde tepki göstereceğiz?
Evrenin kayıtsızlığını kabul etmeye başlama, yıkıcı bir deneyim olabildiği için
doğal olarak intihar düşüncesi ortaya çıkar. Şayet bütün amaçlarımız, var oluşumu-
zun ya da eylemlerimizin kendimizden daha büyük ve daha az onaylanma ihtiyacı
içindeki bir varlık açısından önem taşıdığı varsayımı üzerine kuruluysa, böyle bir var-
lığın olmadığını keşfetmemiz, tümüyle yönümüzü kaybetmemize neden olabilir. Ay-
rıca şayet gittiğimiz yön, yanlış olduğunu bildiğimiz bir varsayımı tekrar önümüze
koyacak olursa, bu durumda çelişkili olmayan tek seçenek intiharmış gibi gelebilir.
Fakat Camus (1955), çelişkili-olmayan uygun bir hayat şeklinin var olduğuna inanır.
O, “saçma adamı”, dünyanın kendisine kayıtsız oluşunu umursamadan “başvuruşuz”
yaşayan kişi olarak betimler. Böyle bir kişi, hayatın her hangi bir rasyonel temelinin
olmayışını unutmadan ya da reddetmeden, hayatı olabildiğince tam bir şekilde kucak-
lar. Nagel daha ılımlı bir yanıt sunar (1971): anlamsızlığımızı kabul edişimiz, kendi-
mize dair dışsal bir görüşü benimseme doğrultusundaki beşeri yeteneğimizin bir işle-
vidir; onu reddetmeye çalışmak ya da ondan kaçmak için bir neden yoktur. Aynı za-
manda, şayet hayatlarımız kozmik olarak anlamsızsa, bizim bu gerçeğe nasıl tepki
verdiğimiz meselesi de öyledir. Bu tartışma ışığında Nagel, meydan okumanın çok
abartılı ve dramatik olduğunu ve hayatla dalga geçmenin daha uygun olduğunu belir-
tir. Richard Taylor (1970), evrenin sessizliğinden farklı bir ders çıkarır: hayatın nesnel
olarak anlamsız olmasının kabulü, anlam arayışını içe çevirmemiz gerektiğini gösterir.
196 Hayatın Anlamı
Hayatta, umursamanın anlam taşıyacağı anlam çeşidi, bizim için anlamlı olandır. Şa-
yet anlamlı bulduğumuz etkinliklerle uğraşma gücündeysek, hayat anlamlıdır. Aksi
takdirde değildir.
Bununla birlikte, insan hayatının saçma olduğunu söyleyen bu görüş için nispe-
ten kötümser-olmayan bu tavizi dahi vermek gerektiği açık değildir. Görmüş olduğu-
muz gibi bu görüş, evrendeki yerimizle ilgili talep ettiğimiz ya da kaçınılmaz olarak
varsaydığımız şeyle durumumuzun gerçekliği arasında giderilemez bir çatışmanın var
olduğu görüşüne dayanır. Fakat kozmik önemimiz konusunda ısrar etme ya da istekli
olma eğilimi, bu düşünürlerin sandığından daha az derin ve daha az kaçınılmaz olabi-
lir. Hayatı kıskıvrak yakalamak, projeleri enerji ve bağlılıkla yürütmek, büyüklük
kuruntularına dayanmak zorunda değildir. Bir olimpiyat koşucusu dünya rekoru
kırmak için sınırları zorladığında ya da bir anne çocuğunu emzirmek için uykusundan
ve rahatından ödün verdiğinde elde ettiği başarının kozmik bir önem taşıyacağını dü-
şünmesi gerektiği yeterince açık değildir.
Bu tür bir anlamlılığın, en doğal şekilde kutsal ya da kozmik bir amaçla bir bağ-
lantı gerektirir gözüken endişeyle ilişkili olup olmadığı ve ilişkiliyse ne şekilde ilişkili
olduğu, zor meselelerdir. Ayrıca bu anlamlılık anlayışının göndermede bulunduğu
“nesnel çekicilik” ( ya da objektif değer veya bedel) tartışmalı olma açısından kötü ün
salmıştır. Özellikle dini bir metafizik olmadan bu tür bir anlayışın anlaşılır olup olma-
dığı, kendi başına temel felsefi bir sorun oluşturur. (bkz. Ahlaksal realizm). Hayatın
anlamı meselesinin, diğer temel felsefi konulara açık ve onlarla bağlantılı olması gerek-
tiği sürpriz olarak görülmemelidir. Her şey bir yana bu sorun, tüm felsefe içerisinde
en temel ve en derin konulardan biridir.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
İslam dinini ayrıntılı olarak araştırmayan kimileri islam’ın sadece ruhani bir din
olduğunu ve onun ibadet ve muamelat esaslarını düzenlediğini ve güzel ahlakı beyan
ettiğini; ancak, yöneticilerin yönetilenlerle arasındaki ilişkileri belirleyen ve hüküm
düzenleyen bir anayasa ortaya koymadığını iddia ederler. Bu makalede, bu iddianın
doğru olmadığını açıklamaya çalışacağım. İslam, üzerine hükümlerin inşa edileceği en
uygun esasları va’z eder. Ancak inşa edileceklerin ayrıntılarına girmeden en güzel
esasları ortaya koyar. Çünkü İslam, her zamanda ve her mekanda tüm insanların dini-
dir. İslam, her İslam devletinin anayasasını üzerine inşa edeceği üç esas ortaya koyar.
Bu esaslar adil, siyasi bir anayasanın düzenlenebilmesi içini en uygun esaslardır.
* Bu makale Künuzu’l-Furkan Dergisinin, Mart 1953 tarihli 7- 8. Sayısında 193-201 sayfaları arasında ya-
yınlanmıştır
200 İslam Devlet Anayasası
Bir başka ayette ise: “Aralarında hükmedecek olursan adaletle hükmet. Şüphe-
siz Allah adil davrananları sever.”(5/Maide 42)
Bir başka ayette Resulü’nün dili üzerinden şöyle buyurur: “Aranızda adaletli
olmakla emrolundum.”(42/Şûra 15)
Şüphesiz Allah, elçiler göndermesinin ve kitaplar indirmesinin nedenini adaleti
ayakta tutma olarak beyan eder.
Bu hususta Allah bir ayette şöyle buyurur: “Andolsun ki biz elçilerimizi, apaçık
delillerle gönderdik ve insanların adaleti ayakta tutmaları için beraberlerinde kitabı ve
adalet ölçülerini indirdik.”(57/Hadid 25)
Allah, sevgi ve rızada adaletli davranılmasını emrettiği gibi, düşmanlık ve nef-
rette de adaletli davranılmasını emreder. Nitekim bu konuda Allah şöyle buyurur: “Bir
topluluğa olan kininiz, sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın; bu, takvaya en yakın
olan davranıştır.”(5/Maide 8)
Allah ahkam ve yönetim ile ilgili hususlarda adaleti emrettiği gibi; sözlerde, ey-
lemlerde ve diğer davranışlarda da adaleti emreder. Bu hususta da şöyle buyurur: “Bir
söz söylediğinizde, adaletli olun”(6/Enam 152)
emek ve üretim üzere inşa edilmesi iledir. İslam bu esası tüm düzenlemelerde, ahkam-
da ve metinlerde apaçık bir şekilde yerleştirmiştir ki, gerçek eşitlik İslam’ın en görünür
şiarı olmuştur. Ahkamda İslam, hiçbir bireye vacip,haram ve mübahlıkta bir diğerinin
üstünde imtiyaz vermemiştir. Ve yine İslam hiçbir mükellefe ibadette, muamelatta,
cinayette, akitlerde ve tasarruflarda diğer bir mükellef karşısında ayrıcalık vermemiş-
tir. Ehliyet, ödevlerin insana vacip olması içindir. İnsan ve insanlığın korunması ehliyet
esası üzerine hakların vacip olmasıdır. Vaciplerin eda ehliyeti, sözlerinin ve fiillerinin
insan aklı ve gücünün mümeyyez olması esasının dikkate alınmasıdır. Nass’larda ve
bireylerin tamamı arasında bu özellik esastır. Eşitliği tam anlamıyla yerleştiren ve ne-
sebiyle övünmeyi, lakap takmayı ve malıyla büyüklenmeyi ortadan kaldıran ve emeği,
çabayı, güzel ahlakı ve çalışmayı fazilet sebebi kılan birçok Kur’an ayeti ve nebevi ha-
dis varit olmuştur. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekten ve bir kadından yarattık. Sizi birbirinizi tanı-
yasınız diye, milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en üstününüz en
takvalı olanınızdır.”(106/Hucurat 13)
“Ancak mü’minler kardeştir.”(106/ Hucurat 10)
Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Arap olanın aceme, kırmızı tenlinin de siyah tenliye üstünlüğü yoktur.”
“Ey Haşim oğulları, bana amelleriyle gelmeyen insanlar, nesepleriyle de gelme-
sinler.”
“Ameli yavaş olan, nesebi ile hızlanmaz”
“Nefsim elinde olana yemin ederim ki, Fatma bintü Muhammed bile hırsızlık
yapsaydı elini keserdim.”
halkın, diğer bir halka üstünlüğü ancak çalışması ve ilerlemesiyledir. İslam birliği, bi-
reyler ve halklar arasındaki fırkalaşmalara galip gelmiştir. İslam, müslümanların arası-
na eşitliği yerleştirdiği gibi, müslümanlar ve onların himayesinde bulunan gayri müs-
limler arasında da eşitliği yerleştirdi. Müslümanların lehine olan, onların da lehine,
aleyhine olanlar onların da aleyhine olmuştur. İbadetlerini yapma ve akidelerini yaşa-
ma hakkı da onlara verilmiştir.
ma konusunu ashabıyla istişare etmiştir. Kendi görüşü, savunma savaşı olması gerek-
tiği doğrultusunda olmasına rağmen, istişare sonucu onların görüşüyle hareket etmiş,
sonuçta yenilmişlerdir. Ancak Allah, bu sonuca rağmen resulünden istişareden vaz-
geçmemesini; “ Onları affet, onlara bağışlanma dile ve onlarla istişareye devam et”,
ayetiyle beyan etmiştir. Bu ayetteki “işler”den maksat, genel dünya işleridir. Ancak
dini konularda başvurulacak nihai merci ilahi vahiy veya resulüne ilham ettiği içtihat-
lardır.
Evet, her İslam devletinin, siyasi anayasasını bu ilahi esaslar üzerine ikame et-
mesi, eşitlik, şûra ve adalet çerçevesinde maslahatı gözetmesi ve durumlarına uygun
siyasi bir anayasa inşa etmesi gereklidir. Siyasi anayasasını bu ilahi esaslar üzerine
koyması ve en adil şekilde uygulaması, yürütmeyi tam anlamıyla yerine getirmesi ge-
reklidir. Yasaları en uygun ilkeler üzerine koymak yeterli değildir, aynı zamanda, adil
bir şekilde uygulamak ve yürütmeyi sahih bir şekilde yerine getirmek gerekir.
Nice adil yasa vardır ki, yargıç onu tahrif ederek maslahatı gözetmez ve adaleti
yerine getirmez. Nice içinde kusur olan yasa vardır ki yargıç, maslahat ve adaletin ge-
reğini uygulamasıyla tamamlayarak yürütmeyi yerine getirir.
Bazı kimseler yöneticilere dalkavukluk yapmak için, şûra vacip değil men-
dup’tur derler. Bunu da Allah’ın şu sözüne dayandırırlar: “İşlerinde onlarla istişare et”
ifadesinden sonraki ifade olan: “bir kez daha azmettin mi Allah’a tevekkül et” ifadesi-
ni, “Kendin istişaresiz bir işin düzenlenmesine azmettiğin vakit Allah’a tevekkül et”
olarak zannederler. Oysaki bu yanlış bir anlama olup, zan ve günahtır. Çünkü bu ayet,
istişare sonucu tercih edilen kararı yerine getirmeye azmettiğin vakit, onu Allah’a te-
vekkül ederek yerine getir, anlamındadır. Üstad ve İmam (Reşit RIZA, Menar tefsirin-
de M. ABDUH’tan naklen) tefsirinde bu ayetle ilgili şöyle der: “Kararını verdiğinde
artık Allah’a dayanıp güven” yani; herhangi bir iş hakkında istişarede bulunduktan
sonra, istişarede tercih edilen işi uygulamaya karar verdiğin ve hazırlığını yaptığın
zaman onu uygulamakta Allah’a dayanıp güven ve Allah’ın yardımına o konuda seni
destekleyeceğine güven içinde ol. Sakın kendi gücüne ve kuvvetine dayanma; bilakis
bil ki senin kuvvetinin ve sana yapılan desteğin gerisinde daha mükemmel ve daha
yüce güç ve kuvvet vardır. Sebepler işe yaramaz olduğunda ve kapılar kapandığında
bu ilahi güce güvenmeli, ona dayanmalı ve ona sığınmalısın. Üstad(Abduh) sözlerini
şöyle sürdürür: Herhangi bir eylemi gerçekleştirmeye olan kararlılık her ne kadar dü-
şünüp taşındıktan, görüşü sağlamlaştırdıktan, istişarede bulunduktan ve bu iş için
gerekli hazırlığı yaptıktan sonra olsa bile başarı için yüce Allah’ın yardımı ve muvaffak
kılması olmadıkça bütün bunlar yeterli olmaz. Çünkü o işin dışarıdan olan engellerini
ve önündeki setleri ancak Yüce Allah kuşatabilir. O halde şuradan, görüşü sağlamlaş-
tırdıktan ve samimi bir kararlılıktan sonra insanın bilmediği engelleri ve setleri gider-
mesi için Allah’a güvenmek ve onun güç ve kuvvetine dayanmak gerekir. Şüphesiz
Allah kendisine güvenenleri sever. Yani Allah, tutulmasını emrettiği sebeplere tutun-
duktan sonra onun gücü ve kuvvetine dayananları sever.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
Sühreverdi*
Agâh Mazlûm**
Sadeleştiren: Mustafa Bulut
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi
Büyük bilgin Şirazî, Şeyh Sühreverdinini “ Hikmetü’l - İşrak” adlı kıymetli ese-
rini şerh ederken kitabın baş tarafına düşünürün ismini Ömer b. Muhammed olarak
kaydetmiştir.
Şemseddin Şehrezûrî tarih felsefesi adlı eserinde ki, bu eser, Fatih Kütüphanesi
4516 numarada kayıtlı olduğunu söyleyerek şöyle nakleder: ( Büyük ve kutlu filozof
Şeyh Rabbani ilmiyle amel eden ruhani, fazıletli dinin, dolğruluğun ve milletin umu-
du, kâmil dini ilimlerin inceliğine vakıf nur âlimi fatihler babası Yahya b. Emîrkân
Sühreverdi. Allah ruhunu ve nefsini kutsasın, asrın dervişi ve bütün zamanların eşsiz
âlimi vs.)
İbni Hallikân “Vefayatü’l – Âyân” adlı eserinde Ebu’l Fütûh Yahya b. Habeş b.
Emîri’l Mukallib, Filozof Şehabeddin Maktül Sühreverdi ibaresinden sonra bazıları
Şeyhin ismini Ahmed, bazılar ise Ebu’l Fütûh olduğunu söylerler. Abbas Ahmed b.
Ebi Usaybiye Harzeci ( “ Tabakatü’l – Etıbba” adlı eserde isminin Ömer olarak naklet-
tiğini ifade eder. Fakat bunun doğrusunu kendisinin ilk söylediği isim olduğunu kay-
deder.
Gerçekte İbn Hallikân haklıdır. Selçuklular döneminde adı geçen şahsın unvanı
sürekli olarak Yahya ibn Habeş diye geçtiği gibi, birçok eserde kendisine Yahya b. Ha-
beş diye hitap edilmiştir. Fütûhat (megazi) ve Tarih Yafi gibi eserlerde bunu teyit et-
mektedir. Yalnız bu bilgini (Yafi) biraz eleştirme hakkımız var. İslam âleminde ne ka-
dar “Rical, Tabakât ve Tercüme-i Hal” ilimlerine çok önem verildiği halde o, araştırdı
ki bir yazar hakkında bu derece kayıtsız kalınmasıdır. Şehrezûrî ise bu bağlamda hoca-
sının ismini güzelce öğrenmesi gerekmez mi idi. İbni Ebi Usaybiye’ye gelince: Pek
kıymetli eseri olan, bu tarihi hatanın önemi üzerinde bir kara leke halinde durmakta-
dır. Özellikle İbn Ebi Usyabiye hocasının birçok öğrencisi ile görüştüğünü ve pek çok
olayı öğrencilerinin ağzından naklettiğini anlatmaktadır.
Böylece doğum tarihini adı geçen şahsın eserinden çıkarmak zorundayız. Zira
Tarih ilminin faydaları o kadar çeşitli ki burada tetkik edilip değerlendirilmesi can sı-
kacak boyuttadır. Şeyh, “Hikmetü’l – İşrak” adlı eserini 583 tarihinde yazmış olduğunu
kitabının sonunda kaydediyor. Mutârehât adında ki eserin baş tarafında, bu eserin
“Hikmetü’l – İşrak”tan sonra yazıldığı halde eserin sonunda da, “yaşım 30’a yaklaşıyor
…” şeklinde zikretmektedir. “Mutârehât” gibi muazzam bir şaheserin bir sene zarfında
yazılmasına imkân yok ise de notlarını önceden hazırlamış olması ihtimaline binaen
bunu kabul edebiliriz. Şu halde “Hikmetü’l – İşrakı” tamamladığı zaman 29 yaşına
yaklaşmış olur. Böyle olduğunda da tarih hakkında ki şüpheler ortadan kalkarak 553
yılında eserin yazılmış olduğu görülür.
İleride de tahkik edileceği üzere söz konusu filozof 586 yılında katledildiğinden
ömrünün 33 sene olduğundan hiç şüphe yoktur. Buna rağmen bütün tarihçilerin üsta-
dın 36 yaşında öldürüldüğünü kaydetmelerine karşın, bunlardan bir ikisi 38 ve birileri
de daha ileri yaşta öldürüldüğünü söylemektedirler. Bunlar Sühreverdinin bu kısa
ömür içerisinde elliden fazla eser ortaya koyduğunu kaydetmişlerdir. Hatta Şeh-
rezûrî’nin, üstadın 33 yaşında öldürüldüğünü incelemeden abartılı göstermesi gerçekte
anlamsızdır. Özellikle, Şemseddin Sami Bey’in Sühreverdi 549 yılında doğmuştur de-
mesi büsbütün şahsi bir hesaplamadır.
1 Bu bilgiyi “Cihannüma”, Sultan İmadü’d – Din’in Takvim-i Yelda (sına) dayandırmaktadır. İbni Havkal,
Lübab’ında aynı değerlendirmeyi yapmaktadır. Bunlar Sühreverdi Zencan yanında ve Zencanı Aze r-
baycan sınırlarında gösterirler. Meselenin açılığa kavuşturulması, Zencan Cebelin (Irak-ı Acem) doğu-
sunda olduğunu ve sühreverd beldesinin dağın eteklerinde küçük bir kasaba olduğunu kaytediyor. Bu
arada ırak-ı acem tabirinin yanlış ve sonradan olma bir ifade olduğunu, bunun doğrusunun “Cebel”
olduğunu Yakut Hamevi uyarmaktadır. Bu bölgenin Irak sınırları ile hiçbir bağlantısının olmadığını
yazmaktadırlar.
2 “Evzahul – Mesalik Fi Marifetil- Memalik” adlı eser bu bölgede Kürtlerin çok olduğunu, “Mu’cemul
Abdulkahir b. Abdullah b. Muhammed ile kardeşinin oğlu Şihabuddîn Ebu Hafs Ömer
b. Muhammed Sühreverdi ilk âlimlerden ve önemli mutasavvıflardırlar.
Kitap Tanıtımı
Muhammed Seyyid Bey’in Medhali
Kimi kitaplar boynu bükük bir vaziyette yıllarca kütüphanelerde bekler. Sonra
bir kadirşinas çıkar, bu mahzunluğa son verir. Osmanlı Darülfünunu Hukuk Fakültesi
Usul-ü Fıkıh Hocası Meclis-i Ayan Azasından Muhammed Seyyid Bey’in Medhal’i
böylesi bir kitaptır. Kitabın girişinde Orijinal kapağının tıpkıbasımına göre Usul-ü
Fıkh cüz’ü evvel Medhal, İstanbul, Matbaa-i Amire 1333 kaydı bulunmaktadır. Os-
manlıca olan bu kitabı Hasan Karayiğit Fıkıh Usulü-Giriş- adıyla yayına hazırlamıştır.
Medhal; Usul-ü fıkıh ilminin ortay çıkış süreci ve tarih; Usulü fıkıh tarifi, konu-
su, gayesi, esasları, deliller, hükümler; Bazı mühim konular, öncelikli esaslar; Mezhep-
lerin tabakaları şeklinde üç bölümden oluşmaktadır.
212 Kitap Tanıtımı
Hz. Ömer dönemi uygulamaları ile üzerin e en çok tartışılan Müellefe-i kulub
bahsine girer. Bu konuyu Hz. Ömer kendi döneminde Rasulullah döneminde kalpleri
İslam’a ısındırılmak maksadıyla zekâttan pay ayrılanların bu payların artık Müslü-
manların onlara ihtiyaçları kalmadığı gerekçesiyle yapılan ödemeyi kesmiştir. Bazı
âlim ve müfessirlerin nesh diye izah ettikleri mevzuunu nesh olmadığını izah etmek-
tedir. “illetin yok olmasıyla malulün de yok olması” prensibiyle izah etmektedir.(s.14)
Hz. Osman’ın fıkıh ilmine hizmetleri bahsinde Kuran’ın cem’ i ile alakalı şu bil-
gi önemlidir: Hz. Osman dönemine kadar sureler peş peşe tertip içerisinde olmayıp her
sure yalnız başına bir kitap iken Hz. Osman onları bir Mushaf haline getirmiştir. (s.21)
Usulü Fıkıh kitaplarının tanıtılması ile alakalı bahsin sonundaki şu paragraf in-
sanı hüzünlendirmektedir: “Endülüs’ün İspanyalılar tarafından istilasında hususi ayin
icra etmek suretiyle bütün İslami eserler yakıldığından hemen hiç biri Şark’a vasıl ola-
mamıştır. Şark’ta da Cengiz ve Hülagu orduları tarafından bütün eski eserler mahvedi-
lip yok edildiği ve Dicle’ye atılarak itlaf edildiği için bugün mezkûr eserlerden hiç biri-
ne rastlanamıyor.” (s.54)
Şer’i Hükümlerle ilgili şu bilgiler ufuk açıcı bir mahiyettedir: “Şer’i hüküm mü-
kelleflerin fiilleri ile alakalıdır, maddelerle ve eşyayla alakalı değildir.(…) Kuran ayet-
Yazar mezhep bahislerine girdiği zaman oldukça kucaklayıcı bir ifade kullan-
maktadır: “ İcma da İslam âlimlerinin cumhuruna göre tek başına hükümlerin ispatın-
da müstakil delil ve şeri hüccettir. Lakin Mutezile âlimlerinden Nazzam ile Şia’dan
İmamiye fırkası ve bazı Harici âlimler, icmanın şeri delil olduğunu inkâr ediyorlar.” (s.
68)
Bir başka tenkit konusu da “içtihat kapısının kapalı olması mevzuudur.” Elbette
buğun kısmen önemini kaybetmiş bu konular bundan yüz yıl önce daha yoğun, daha
hızlı, daha coşkulu tartışılıyordu: “İçtihat kapısı kapalıdır” sözü doğru değildir. Açık-
tır, her vakit için açıktır. Hatta bir kısım ehl-i sünnet fakihleri, zamanın müçtehitsiz
kalmasını caiz görmüyorlar.” (s.94) İctihat nasslarda hükmü açık bir şekilde bulunma-
yan mevzulara çözüm getirmek olduğuna göre, hayatın içerisinde olması gereken bir
dinin bu meseleleri sıcağı sıcağına çözmesi gerekmektedir. Aksi halde güncelliğini
kaybedecektir bu din. Bu iddia sahiplerine düşen insanların içtihad edebilecek bir biri-
kime sahip olmadığına karar vermişlerde bu zaafı giderecek bir çalışmanın içerisine
girmek gerekmektedir. Hem Bu kararı verme yetki, cesaret ve salahiyetini nasıl taşı-
maktadırlar. Bu karar da bir içtihat sayılmaz mı?
Halen halife sağdır. İslam dünyası muhtemelen dünyanın etkisi ile Halifenin
yetkileri konusunda yoğun müzakerelere sahne olmaktadır. Siyasi kimliği ve ilmi şah-
siyeti ile Seyyid Bey muhtemelen dönemin ilmi mahallerinde bu mevzuda konuşmalar,
tartışmalar ve bazen de tansiyonu yükselen atışmalara katılmaktadır. Usul kitabında
bu konuda seviyeli, kaliteli, hatta muhaliflerini incitmeyen bir üslupta konuyla ilgili
kanaatlerini ortaya koymaktadır. Hilafet konusunda yanlış kanaatlerin olduğu ifadele-
riyle bahse girmekte önce hilafeti tarif etmektedir. Sonra kazanılması, mahiyeti vekâlet
214 Kitap Tanıtımı
konusuyla doğrudan alaka kurmakta, Halifeye itaatin hükmünü beyan etmekte, niha-
yet kanun vazıı konusunda halifenin konumunu deliller muvacehesinde izah etmekte-
dir. Burada halifeye itaatin maslahat, kamu yararı, şer’e muhalif olmamak gibi net,
malum sınırlarının olduğuna ısrarla dikkat çekmektedir. Bu bölüm İslam yönetimi
konusunda çalışanlar için ayrıca önemlidir. Ufuk açıcı bilgiler verir.
Halifenin seçilmesi konusunda Hz. Ebu bekir’in kendisinden sonra Hz. Ömer’i
veliaht tayin etmesinden ve sonrasında bu tayinin ehl-i hal ve’l-akd in tasvibi ile meş-
ruiyet kazandığını ifade eder. Arkasından Osmanlı devletindeki veliaht tayini usulü-
nün de bu uygulamaya dayandığını kaydeder. (s.102) Müellifin bu uygulamayı tenkit
etmemesinden bu durumu meşru gördüğü anlaşılmaktadır. Oysa Osmanlı’nın uygu-
lanması ile Hz. Ebu Bekir’in uygulaması arasında fark vardır. Zira en azından Hz. Ebu
Bekir ile Hz. Ömer arasında baba oğul arasında olduğu gibi bir akrabalık bağı bulun-
mamaktadır.
Kur’an, sünnet, icma, kıyas, istihsan vb. delillerle izah eder.(s.141 vd.) Mecelle üzerin
de daha çok tenkit etmek üzere ele aldığı başka bahisler de bulunmaktadır.Mecelle2nin
bazı maddelerinin dönemin ihtiyaçları da nazarı itibara alınarak tadil edilmeli kanaa-
tindedir.(s.152)
Zaten bizim de sözlerimiz onlara değil, insaf sahibi ve irfan nuru ile aydınlanmış olan
iz’an sahiplerinedir. O gibiler, sabit hakikatleri delillerle değil, vak’alarla ve zamanla
tasdik ederler. Lakin korkarım ki, onlar takdir ve tasdik edinceye kadar hükümet zaru-
retin zorlamasıyla Avrupa kanunlarını tercüme ederek tatbike mecbur olacaktır. Nite-
kim “Ticaret”, “Ceza” ve “Usul-ü Muhakeme” kanunlarını o şekilde yapmıştır. İşte o
zaman gözler açılacak ve pek acı pişmanlıklar hissedilecek ama iş işten geçmiş olacak-
tır.” (s.315)
Kitap Tanıtımı
Alevi- Sünni Diyalogu, Din Eğitimi Açısından Bir Değerlendirme
Kitap Adı: Alevi- Sünni Diyalogu, Din Eğitimi Açısından Bir Değerlendirme,
likle karşılaştırılması doğru olmaz. Zira bir yanda mezhep diğer yanda tasavvuf anla-
yışı bulunmaktadır. Bu tereddüdün makul bir sebebi üzerinde ittifak edilen bir Alevi-
lik anlayışının bulunmamasıdır. (önsöz)
liliğini eklediğimiz zaman farklı anlayışların birbirine alternatif olma durumuna geldi-
ği bile söyleyebiliriz. (s. 16–17)
Kitapta buna benzer başka araştırmalara da yer verilmiştir. Aleviliğin bir mez-
hep olduğuna dair bir temayül bulunmaktadır. Mezhepler tarihi uzmanları Hasan
Onat ve Sönmez Kutlu, Aleviliğin neden mezhep sayılamayacağını şu tespitlerle açık-
lamaktadırlar: Bir mezhebin nazariyesi bulunur. Mezhepte, babadan ogula geçen bir
yetki değil liyakat ve birikim esastır. Mezhep tercihe bağlıdır. Alevilikte ise Sistemli bir
teoloji bulunmamaktadır. Dede yetkilidir ve icazetle tayin edilir. Mezhep liderliğinde
tayin söz konusu değildir. Ayrıca mezheplere girişe rağmen, Alevilik soyda devam
eder. Anne ve babası Alevi olmayan Aleviliğe giremez.(s.23)
Aleviliğin temel unsurlarından birisi de Hacı Bektaşi Velidir. 13. Yüzyılda ya-
şayan Hacı Bektaşi Veli bu yüzyıldaki sosyal ve siyasi çalkantılar arasında Anadolu’da
İslam’ın barış ve hoşgörüsünü yaymıştır. Makalat, Besmele tefsiri, Fatiha Tefsiri gibi
eserleri bulunmaktadır(s.33) Zamanla Hacı Bektaşi Veli’nin geliştirdiği ayin ve
erkânlar, daha sonra Bâtıniliğe kaymıştır. (s.33)
220 Kitap Tanıtımı
Cem Evleri konusu da gündemdedir. Cemevlerinin tarihi bir geçmişi var mı-
dır? Cemevler Bir ibadet merkezi olarak camilerin alternatifi midir? Kitaptaki bu konu
yer alan bazı bilgiler bizi aydınlatmaktadır. Hacı Bektaş Veli Türbesi’nin ve cem evinin
bulunduğu mekânda cami de bulunmaktadır. Karacaahmet ve benzeri Cem evlerinin
yanı başında erlerde camiiler bulunmakta ve bunların minarelerinden ezan okunmak-
tadır.(s.63–64)
Kitapta Alevi inanışları arasında önemli yer tutan dede, cem, semah, gülbank,
musahiplik, dara çekme, düşkünlük kavramlarına ayrıntılı olarak yer verilmiştir. Yaza-
rın bu kavramları incelemesi esnasında her bir kavramın siyerden referanslarını tespiti
önemlidir. Mesela musahiplik kavramının temeli Ensar ve muhacir kardeşliğine da-
yanmaktadır. Dede muhasip seçtiği kişileri tabiri caizse Rasulullah gibi, kardeş ilan
etmekte ve şu tavsiyede bulunmaktadır: “Evladım! Siz musahip oldunuz. Öncelikle
musahip muhasipten evini ve malını ayırmayacak. Birbirinin evinde olanı izinsiz alıp
gidebilecek….”(s.87)
Sünnilerin Alevilerin içkiyi helal saydıkları kanaati de bir zandır. İçkiyi helal
sayan gruplara rağmen Hacı Bektaş Veli’nin Makalat adlı eserinde içkinin haramlığına
dair bilgiler bulunmaktadır. Kİmi aleviler arasında içkinin yaygın oluşu dini inançla
izah edilemez.(s.158–159)
Bir özeleştiri konusu da Fırkayı Naciye bahsiyle ilgilidir. Bu hadise göre “Dik-
kat edin sizden önce Ehl-i Kitap olanlar 72 fırkaya bölündü. Benim ümmetimde 73 fır-
kaya ayrılacaktır. Bunlardan 72’si Cehennemde, biri Cennette olacaktır. O fırka da ce-
maattir.” Yazar bu hadisi çeşitli açılardan tenkit etmektedir. Delillerden bazıları şöyle-
dir: Hadıs, Birlik ve beraberliği sağlamak üzere va’z olunan nasslara aykırıdır. Hadis
ayrımcılığı körüklemektedir. Hadis Rasulullah’a aidiyeti kesin değildir. Hadisin daha
farklı rivayetleri de vardır. Bir başka yorum ise insan psikolojisi ile ilgilidir: Bir grubun
kendilerini diğerlerine rağmen hidayete, Cennete ermiş görmeleri sorunlu bir yakla-
şımdır. (s.181 vd.)
222 Kitap Tanıtımı
Bu bölümde birkaç defa değinilen bir konu vardır: Hz. Ali ile Muaviye arasında
yaşanan hilafet tartışmalar. Hz Osman’ın şahadetinden sonra Müslümanların bir kısmı
Hz. Ali’nin bir kısmı da Muaviye’nin halife olmasın istiyorlardı. (bkz.s. 106, 113, 142)
Bu eksik bir bilgidir. Zira Hz. Osman’ın şahadeti ile başlayan süreçte Muaviye’nin hali-
felik iddiası resmen yoktur. Zaten onun ince dehası da burada kendisini göstermekte-
dir. Önce Hz. Osman’ın katillerinin bulunmasını ve acilen cezalandırmasını talep et-
miştir. Sıffin’e kadar... Sıffin’deki hakem olayıyla fiilen İslam dünyasında iki halife
olmuştur. Yazar da bu kanaati ifade etmektedir. Kargaşaya sebep olan Amr b. As’ın
cümlesi ilginçtir: “Ben bu yüzüğü parmağıma taktığım gibi Muaviye’yi halifeliğe geti-
riyorum.” (s. 143) Hz. Osman’ın şahadetinden hemen sonra iki halife iddiası ile ortaya
çıkma olayı yaşansaydı, hakem olayında Hz. Amr b. As’ın böyle bir cümle kurması
anlamlı olmazdı
Kitabın üçüncü bölümü Alevi- Sünni diyaloguna katkısı bakımından din eğiti-
mi başlığını taşımaktadır. Yazar din eğitiminin kazanımlarıyla bölüm başlamaktadır.
Buna göre Din eğitiminin kazanımlarından önemlileri hayat kalitesini artırması, hayata
zengin bir açıdan bakmak, değerlerin öğretilmesi ve doğru bilgilerin öğretilmesidir. Bu
bölümde yine Alevi kimlikli bir dergide cem evi ve cami mukayese dikkate değerdir:
Cem evi köy odasına benzer, sohbet yapılan yerdir, Camii ibadet merkezdir. Cami her-
kesin saygı duymak şartıyla girebileceği bir mekândır, cem evi daha özel bir mekândır.
Buraya ahlaksız, düşkün kişiler giremez. (s.235) Cem evlerinin girişinde “Edeb yahu”
cümlesi bulunmaktadır. Bu cümle eline, diline ve beline sahip diye açıklanmaktadır.
Alevilik konusu gündeme geldiği zaman hemen akabinde Din kültürü ve Ah-
lak Bilgisi dersi tartışmaya açılır. Kimilerine göre bu derste Sünnilik prensiplerine yer
verilir. Yazarın tespitine göre genel İslam konularına yer verildiği görülmektedir. Kitap
bunun çeşitli başlıklarını ünite ünite ortaya koymaktadır. (s. 243 vd.) Bir başka talep
okullarda Alevilik konuklarının daha fazla öğretilmesi haklı talebi bulunmaktadır.
Lakin bunun nasıl karşılanacağı konusunda çözüm zayıf kalmaktadır. Zira 1 ders saati
gibi bir imkân vardır. Buraya ne konulabilir? Hangi talebe bir ders saati cevap verebi-
lir? Din dersinin zorunluluktan çıkarılması talepleri ise toplumun önemli bir kesimi-
nin, bunlar içerisinde kendisini Alevi diye tanımlayan kişiler bulunmaktadır, bu ihti-
yacını makul, itidalli, kucaklayıcı, hoşgörü anlayışını benimsemiş bir din anlayışını
devletin dışında kimlerin vereceği sorununu gündeme getirmektedir. Bu haliyle talep
sonuçları enine boyuna düşünülmemiş hissi vermektedir. Bu haklı talep haklı görülse
bile dinini öğrenme hakkı ortadan kaldırılmaktadır. Buna karşılık yine Aleviler arasın-
da alternatif Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabı ve ders programı hazırlıklarının oldu-
ğunu okumak oldukça ilginçtir.
Sonuç ve önerile içerisinde 7. Madde yine bu konu ile ilgilidir. Buna göre yazar:
“DKAB dersinin mezhepler üstü özelliği topluma iyi anlatılmalıdır.” (s.296) ifadesini
kullanmaktadır. Bu cümlenin muhatabı başta müfredatı hazırlayanlar olmak üzere
öğretmenler, eğitimciler ve velilerdir. Zira dersin muhtevası hakkındaki cehalet, bilgi-
sizlik yanlış yorumlara sebep olmaktadır. Neticede sadece Alevilerin değil, Aynı za-
manda Sünnilerin de beklentilerine cevap vermeyen bir ders haline gelmektedir. As-
lında yeri gelmişken hatırlatalım Bu dersle ilgili çoğunlukla Alevilerin taleplerinin dile
getirilmesi bir hoşgörü toplumu olmanın gerekleri düşünüldüğünde eksik kalmakta-
dır. Zira diğer kesimin de bu dersle alakalı beklenti, talep, şikâyetlerinin bulunduğu
malumdur.
Sonsöz bir barışa davet özelliği taşımaktadır: “gelin canlar bir olalım, iri olalım,
diri olalım. Her türlü ayrımcılığın üstesinden gelip diyalogun da ötesine geçerek bir
arada kardeşçe yaşayalım. Yunus’un diliyle: Gelin tanış olalım
Kitap Tanıtımı
İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber (As) Devri Kronolojisi (Tahlil Ve Tenkit)
Kitap Adı: İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber (as) Devri Kronolojisi (tahlil ve
tenkit),
İlk kaynaklara Göre Hz. Peygamber (as) Devri Kronolojisi (tahlil ve tenkit) Ki-
tabı Kasım Şulul tarafından yazılmıştır. Bu isim bize farklı bir siyer kitabıyla karşı kar-
şıya olduğumuza dair fikir vermektedir. Kitap giriş, iki bölüm, kaynaklar, ekler ve in-
deksten oluşmaktadır. Yazar bu kitapla tarih okuma, yazma ve anlama konularında
yöntem teklif etmektedir
Yazar “ikinci baskıya dair” şunları yazmaktadır: “Hz. Peygamber devri fiziki ve
beşeri coğrafyası ile ilgili gerçek ölçekli ve güncelleştirilmiş haritalar, o dönemde mesa-
fe ölçümü için kullanılan birimler, o devrin ulaşım araçlarının sürati ve bunların gü-
nümüz değerleriyle ifade edilmesi o dönem kronolojisinin tespiti için yapılan tahliller-
de gerekli araçlardandır.(…) Bu eserlerde yer alacak bütün haritalar vb. dokümanlar,
uydu destekli ve gerçek ölçekli veriler şeklinde nehir, ova, vadi, tarım alanları, orman
ve türleri, maden yerleri, panayır yerleri ve yollar vs. içermelidir. O zamanki – fakat
güncel karşılıklarını da ihmal etmeden- her türden yer isimlerini, yerleşim birimlerini,
mesafelerini, (…) ihtiva etmelidir.” Bu cümleleriyle yazar siyer bilgilerimize ilave
edilmesi gereken ayrıntıları hatırlatmaktadır. Bu kitap da ise kısa bir siyer bilgisiyle
Rasulullah döneminin kronolojisini tespit etmektedir. Bir anlamda yazar, zaman ve
mekân unsurlarını ihtiva eden tarih biliminin zaman mefhumunu bize hissettirmekte-
dir. Bunun tabii bir sonucu olarak mekân, mesafe ve coğrafya ile ilgili kavram ve bilgi-
lere ihtiyaç hissettirmektedir.
226 Kitap Tanıtımı
İlk baskısı 17 Aralık 2002 yılında çıkarılan kitap, 13 Eylül 2007 yılında ikinci
baskısını yapmıştır.
Rasulullah döneminde tarih yazımını gösteren bazı bilgilerin bizzat ilk kaynak-
lardan gösterilmesi heyecan verici olmalıdır: “İbn Sa’d, tebe-i tabiinden olan Ebu Amr
B. Hureys El- Uzri’nin: “Babalarının kitaplarında (veya yazılarında) bulduğum kayıtla-
ra göre” diyerek bazı bilgiler kaydeder.” (s. 35) Bu sayfada başka deliller de bulunmak-
tadır.
Kitabın girişi kitabı ayrıcalıklı hale getirecek niteliktedir. Yazarın ifadesiyle nak-
ledecek olursak giriş şöyledir: “İhtilaflı kronolojik haberlerin tahlil ve tenkidi ile ilgili
başlıların anlaşılması büyük oranda araştırmanın giriş kısmında yer alan “Cahiliye
devrinde takvim”, “Asr-ı saadette takvim” , “Klasik İslam tarihçilerinin kaynak anlayı-
şı” , “Aynı olaya farklı tarihler verilmesinin sebepleri” , “Nesi’ problemi”, “Tarihlerden
birini tercih yöntemleri” ve “Siyer kaynaklarında kullanılan tarihlendirme usul ve ta-
birleri” bahislerinin dikkatle okunmasına bağlıdır.” (s. 37)
46. Osman b. Maz’un’un vefatı Hicri 2. Yılın (İbn İshak) Zilhicce ayında (Taberi)
veya Şaban (İbn Sa’d)
Asr-ı Saadette Takvim başlığı altında Kur’an-ı Kerim’de takvimle ilgili kavram-
ları yazar belirlemiştir: Buna göre, yıl, ay, hafta, gün, gece, saat ile ilgili kavramlar
Kur’an-ı Kerim’de geçmektedir. Mesela saat kelimesi 48, asr 1, gece 92, gündüz 57 defa
geçmektedir. ( s.53)
İslam tarihi kaynaklarında birbiriyle tezat teşkil eden bilgilerin bile aynı eser-
lerde yer almaktadır. Yazarın şu ifadeleri, bu durumun sebebini bize açıklamaktadır:
“… ravileri ne kadar zayıf olursa olsun, hiçbir haberi atmıyor, böyle bir davranışın, bir
takım bilgilerin kaybolmasına yol açacağından endişe ediyorlardı.” (s.65) Kaynaklar-
daki rivayetleri okurken biraz daha titiz, dikkatli, itinalı olmamızı gerektirmektedir.
Zira bir bilginin kaynaklarda geçiyor olması sahih olması için yeterli olmayacaktır.
Bunları hemen kabul yerine kaynak değerlerini yine kaynaklara başvurarak, tahlil ede-
rek, sağlamasını yaparak kabul etmek gerekmektedir.
Yazar farklı tarihlerden birini tercih başlığı altında yine aynı konuya temas et-
mektedir. “rivayetler arasında tercih yapılırken, fiziki mesafelere, o günün ulaşım araç-
larının seyir hızına, zaman ifade eden ibarelere, mesafelerin ne kadar sürede kat edil-
diğine, coğrafi bilgilere ve bunların güncel karşılıklarına dikkat etmek gerekir.” (s.78)
Bu cümlenin yerini bulması için elimizde o günün mesafe birimleri, seyir hızları, ko-
naklama alışkanlıklarıyla ilgili, imkânlar nispetinde, yaklaşık bilgiler ihtiva eden cet-
veller olmalıdır.
lade olayları kim, nasıl tespit edebilmiştir? ( mukayese için bkz. Ahmet ÖNKAL, “İs-
lam Tarihçiliğinde Tarafsızlık Problemi” İslami Araştırmalar Dergisi, c. 6, sayı. 3, An-
kara, 1992) Dikkate değer bir başka husus ise şudur: yazarın da ifade ettiği gibi Rasu-
lullah’ın doğum tarihine ait bilgiler ihtilaflı olmasına rağmen (s.102) bu olaylar kesin-
miş gibi itibar görmektedir. Bir takım bilim adamları hala Rasulullah’ın doğum tari-
hinde dünyada vuku bulan bazı harikulade olayları, hangi kaynağa dayanarak bilgi
vermektedirler?
Konu kronoloji olduğuna göre bazı bilgilerin sağlaması yapılmalı, bazı bilgiler
tahlil edilmelidir. Rasulullah’ın dadısı olan Ümmü Eymen önce muhtemelen Medi-
ne’ye hicretten sonra Ubeyd b. Zeyd ile sonra da Zeyd b. Harice ile evlenmiştir. İlk
eşinden Eymen ikinci eşinden ise Üsame isimli çocuğu olmuştur. Ümmü Eymen Zeyd
B. Harise ile ne zaman evlenmiştir? Hazrec’den Ubeyd b. Zeyd ile ne zaman evlenmiş-
tir? Daha sonra Zeyd ile evlenmişse Bu evliliklerinden olan çocukları Üsame (s.112) bu
kadar kısa sürede bir orduya komutanlık edecek yaşa nasıl gelmiştir? (bkz. Üsame b.
Zeyd’in Suriye seferi, h.11 yıl s.662) İlerleyen sayfalarda Zeyd ile evliliğin Medine’de
olduğu tasrih edilmektedir (s. 177) Usame’nin doğum tarihi Ümmü Eymen’in fiziken
doğum yapabileceği bir yaşta mıdır?
veya keseceği otlardan başka oranın hiçbir otu ve ağacı kesilmez.” (s. 229) Çevre sağlığı
için alınan bu önlemler çağlar öncesinden ancak evrensel bir bakış açısıyla alınmış ted-
birlerdir.
Efendimizin seferleriyle ilgili coğrafi bilgilerin ayrıntısı konuya başka bir boyut
getirmektedir: Hayber Medine’nin yaklaşık 180 kilometre kadar kuzeyinden başlayan
ve denizden 850–1000 metre yükseklikte yer alan, etrafı volkanik topraklarla çevrili
geniş bir vadinin adıdır. Bu mesafe mutedil bir yürüyüşle dört günde alınmaktadır. (s.
486) Bu bilgilerden günlük yürüyüşün 45 km. sürdüğü anlaşılmaktadır.
229. Hz. Peygamber’in Vefatı başlığı altındaki şu özet bilgiyi yazarın yönte-
miyle ilgili de fikir vermesi bakımından kaydedelim:
göre verildiğini ve bu sürenin güneş yılına göre 61 seneye denk geldiğini nakleder.(
s.672)
Zengin bir kaynak listesi ihtiva eden kitapta ayrıca siyer terimleri ve özel isim-
ler karma sözlüğü de bulunmaktadır. Buradan kitapta geçen “mil” ve “berid” gibi bazı
kelimelerin karşılıklarını bulmak mümkündür.
Kasım Şulul İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber (as) Devri Kronolojisi(tahlil ve
tenkit) isimli bu çalışmanın bizim siyeri farklı bir bakış açısıyla okumamıza vesile ola-
cağı kanaatindeyim.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
Sayı Hakemleri
11. Herhangi bir yerde yayımlanmış bir yazı, bazı değişikliklerle birlikte
dergiye gönderilmişse, yayın takdiri yayın kuruluna aittir.
12. Dergiye gönderilecek yazılar: a) Microsoft Word formatında 12 punto ka-
rakterli ve 1,5 satır aralığıyla, sayfanın iki yanında 3,5’er cm., üst ve altın-
dan 4’er cm. boşluk bırakılarak yazılmalı; b) Dipnotlar sayfa altına Kitap-
larda: Yazar adı, soyadı, eserin adı (bold olarak), basım yeri, yılı, sayfa
numarası şeklinde; makalelerde: Yazar adı, soyadı, makale adı (tırnak
içerisinde), yayınlandığı dergi (bold olarak), Yıl, Cilt, Sayı, sayfa numara-
sı şeklinde, Çeviri eserler: Yazar adı, soyadı, kitabın orijinal adı (bold
olarak), parantez içerisinde kitabın çeviride verilmiş olan adı, çeviren,
basım yeri, yılı, sayfa numarası şeklinde gösterilmelidir.
13. Makalelerin sonuna kaynakça eklenmelidir.