Sayi 9 Tamami PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 236

HİKMET YURDU

Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi


ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Editorial Board

HİKMET YURDU
DÜŞÜNCE-YORUM
Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
Hakemli Bilimsel Dergi

Hikmet Yurdu
Thought - Interperation Social Sciences Journal of Study

ISSN: 1308-6944
İmtiyaz Sahibi / Owner
Ali Duman
Genel Editör / Editor in Chief
Ali Duman
Sayı Editörü / Editor of Issue
Yrd. Doç. Dr. İbrahim Görücü
Editör Yardımcıları / Assistants Editor
Abdurrahman Kasapoğlu – A. Faruk Sinanoğlu – Hakkı Karaşahin
Redaksiyon / Redaction
Abdurrahman Kasapoğlu-İbrahim Kaplan-Hulusi Arslan-Mustafa Bozkurt-Hakkı Karaşahin-Adnan Arslantaş-
Süleyman Aydın-Hasan Arslan-Mustafa Bulut
Yayın Kurulu / The Publication Board
Prof. Dr. Mesut Aydın, Prof. Dr. Recep Güneş, Prof. Dr. Abit Bulut, Prof. Dr. Mehmet Karagöz, Doç. Dr. A. Faruk Sina-
noğlu, Doç. Dr. Hulusi Arslan, Doç. Dr. Yusuf Benli, Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Yrd. Doç. Dr. Ali Duman, Yrd.
Doç. Dr. Hakkı Karaşahin
Raportör / Reporters
İbrahim Kaplan-Mustafa Bozkurt

Danışmanlar Kurulu / Advisors Board


Ankara Üniv: Prof. Dr. Şamil Dağcı, Prof. Dr. Nusret Çam, Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, Prof. Dr. Recep Kılıç, Atatürk
Üniv: Prof. Dr. Niyazi Usta, Prof. Dr. Ali Rafet Özkan, Prof. Dr. Ali Eroğlu, Prof. Dr. M. Hanefi Palabıyık, Doç. Dr.
Osman Elmalı; Erciyes Üniv: Prof. Dr. Harun Güngör, Prof. Dr. H. Yunus Apaydın, Prof. Dr. Mustafa Ünal, Prof. Dr.
Temel Yeşilyurt, Fırat Üniv : Prof. Dr. Şuayip Özdemir, Prof. Dr. Mehmet Solyaldı, Doç. Dr. Sami Kılıç, Doç. Dr. İsmail
Erdoğan, Doç Dr. Yahya Keskin, Doç. Dr. Gıyaseddin Arslan; İnönü Üniv: Prof. Dr. Mesut Aydın, Prof. Dr. Salim Cöh-
çe, Prof. Dr. H. Bayram Kaçmazoğlu, Prof. Dr. Sezgin Kızılçelik, Prof. Dr. Hasan Kavruk, Prof. Dr. Recep Güneş, Prof.
Dr. Sebahattin Arıbaş, Prof. Dr. Abit Bulut, Prof. Dr. Abdullah Korkmaz, Prof. Dr. Mehmet Tikici, Prof. Dr. Mehmet
Karagöz, Prof. Dr. Saffet Sancaklı, Doç. Dr. Zülfikar Durmuş, Doç. Dr. A. Faruk Sinanoğlu, Doç. Dr. Mustafa Arslan,
Doç. Dr. Hulusi Arslan, Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Doç. Dr. Hüsniye Canbay Tatar, Doç. Dr. Taner Tatar, Doç.
Dr. Celal Çakan, Doç. Dr. Bilal Altay, Yrd. Doç. Dr. Zekeriya Çalışkan, Yrd. Doç. Dr. Ali Duman, Selçuk Üniv.: Prof. Dr.
Hüseyin Tekin Gökmenoğlu, Prof. Dr. Saffet Köse, Prof. Dr. Ahmet Yaman, Prof. Dr. Abdülkerim Bahadır, 9 Eylül
Üniv. Prof. Dr. Hanifi Özcan, Prof. Dr. Mustafa Yıldırım; Cumhuriyet Üniv: Prof. Dr. Ali Akpınar, Doç. Dr. Mustafa
Doğan Karacoşkun, Sütçü İmam Üniv.: Prof. Dr. Hüsnü Ezber Bodur, Doç. Kadir Evgin; Niğde Üniversitesi: Prof. Dr.
Remzi Kılıç, Adıyaman Üniv : Yrd. Doç. Dr. Recep Özman, Yrd. Doç. Dr. Fuat Şancı, Yrd. Doç. Dr. Bekir Kocadaş;
Eskişehir Üniv: Doç. Dr. Hüseyin Aydın

Yazışma Adresi / Mailing Address


Ali Duman, İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi44069 Kampüs / Malatya
e-posta: aduman@hikmetyurdu.com
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

İÇİNDEKİLER / CONTENTS

Makale Sayfa No PDF


Kapak PDF

İçindekiler 5 PDF

Editörden
9 PDF
Yrd. Doç. Dr. İbrahim Görücü

İslam Ceza Hukuku Açısından Suçun Manevi Unsurlarından


Kast
The Scienter From Element Of The Fault In Terms Of Islamic Cri- 13 PDF
minal Law

Doç. Dr. Nuri Kahveci

Evrensel Düzeyde Uzlaşı Ve Hoşgörü Kültürünün İmkânı


The Opportunity of Consensus and Tolerance Culture on Universal
Level 25 PDF

Doç. Dr. A. Faruk Sinanoğlu

Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar


Membership of Trade Union And The Factors Of Uninon Com-
mitment 37 PDF

Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık

İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin Arch Model-


leri İle Analizi (1998:01-2009:12)
Return Volatılıty Of Ise Natıonal 100 Index’s Analysıs Wıth Arch 65 PDF
Models (1998:01-2009:12)
Dr. Şeyma Çalışkan Çavdar

Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem, Teknik Ve


Stratejileri Kullanma Yeterlikleri
Competencıes Of Socıal Scıences Teachers In Usıng Teachıng Me t- 81 PDF
hods, Technıques And Strategıes
Dr. Hasan Aydemir
6 İçindekiler / Contents

Osmanlıdan Cumhuriyete Modernleşme Sürecine Kısa Bir


Bakış
A Glimpse of the Process of Modernization from Ottoman Empire 101 PDF
to the Republic of Turkey
Dr. Öğr. M. Çağlar Kurtdaş

Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş: Modern Mantığın


Doğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Hususlar
The Transition from Classical Logic to Modern Logic: Some of 115 PDF
The Foundations Grounding The Rise of Modern Logic
Arş. Gör. Gültekin Eroğlu

Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd


Repitition According to Islavamc Law Methodology 137 PDF
YL Öğr. Recep Özdemir

Ahmed Tantarânî Maragi Ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi


Ahmed Tantarânî Maragi And His Tantarânîyye Kasides 163 PDF
YL Öğr. Muhammed Kemaloğlu

Haricî Hukuku
Khârijî Law 189 PDF
Joseph Schacht / Yrd. Doç. Dr. Yüksel Macit

Hayatın Anlamı
Meaning of Life 193 PDF
Susan Wolf / Yrd. Doç. Dr. Süleyman Aydın

İslam Devlet Anayasası


The Constitution of the Islamic State 199 PDF
Abdulvahhab Hallaf / Hanefi Şola

Sühreverdi
Sukhreverdi 207 PDF
Agah Mazlum / Öğr. Gör. Mustafa Bulut

Kitap Tanıtımı
211 PDF
Muhammed Seyyid Bey’in Medhali

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


İçindekiler / Contents 7

Dr. Halis Demir

Kitap Tanıtımı
Alevi- Sünni Diyalogu, Din Eğitimi Açısından Bir Değerlen-
dirme 217 PDF

Dr. Halis Demir

Kitap Tanıtımı
İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber (As) Devri Kronolojisi
(Tahlil Ve Tenkit) 225 PDF

Dr. Halis Demir

Sayı Hakemleri 227 PDF

Sayının Tamamı PDF


HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 9-11

Editörden…
Dergimiz Hikmet Yurdu bu sayımız ile 5. yılına girmiş oluyor. İnsan ömrü için
kısa sayılabilecek bir zaman fakat yayın hayatında oldukça uzun ve güç bir süre. Aka-
demik yayın yapmanın zor olması bir yana sürdürülmesinin oldukça güç olduğu bir
alanda 5. yılını görmek dergimizi bu güne getiren sizlerin ve tüm katkı sağlayan arka-
daşlarımızın destekleriyle oldu. Hikmet Yurdu Dergisi, 2008 yılında yayın hayatına
başlamış bir dergi olarak, beşinci yayın yılının mutluluğunu duymaktadır. Geçtiğimiz
beş yıllık süreçte çıkarmış olduğumuz sekiz sayı sizlerin büyük ilgisine mazhar olmuş-
tu. Umarım bundan sonra çıkaracağımız sayılarımız da aynı şekilde ilginizi çeker.

Dergimiz yayın hayatına atıldığı günden bu sayımıza kadar önemli aşamalar


kaydetti. 5. yılını doldurmadan ASOS ve İSAM tarafından indekslenen dergimizin yeni
hedefi müracaatımızı yapmış olduğumuz ULAKBİM ve WEB of Science (Thomson)
tarafından indekslenen dergiler arasına girmektir. Bu hedeflerimize 2012 yılı içerisinde
sizlerinde yardım ve katkılarıyla ulaşmayı hedefliyoruz.

Dergimizin öncelikli hedefi bilim dünyasına sosyal bilimlerin tüm alanlarında


katkı sağlamaktır. Bu katkıyı sizlerden gelen eleştiriler ve yeni eserleriniz ile gerçekleş-
tireceğimiz ümidindeyiz. Bu uzun ve zor yolda bizlere destek olan tüm dostlarımıza
teşekkür ediyoruz.

Dergimizin bu sayısında dokuz adet te’lif, üç adet çeviri, bir adet sadeleştirme
ve üç adet de kitap tanıtımı çalışması yer almaktadır. Te’lif makalelerden ilki Doç. Dr.
Nuri Kahveci’ye ait olup, “İslam Ceza Hukuku Açısından Suçun Manevi Unsurların-
dan Kast” adını taşımaktadır. Yazar bu makalesinde İslam ceza hukukuna göre suç
kabul edilecek fiilde bulunması gereken unsurlardan kast unsuru değerlendirilmiştir.
İkinci makale Doç. Dr. A. Faruk Sinanoğlu’nun “Evrensel Düzeyde Uzlaşı ve Hoşgörü
Kültürünün İmkânı” isimli makalesidir. Yazar makalesinde, yerküremizde varlığını
sürdüren bütün toplumların üzerinde anlaşabilecekleri uzlaşı ve hoşgörü kültürünün
imkânlı olup olmadığı, tarihi, insani ve dini boyutları ile ele almaya ve tartışmaya ça-
lışmıştır. Bir diğer makale Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık’a aittir. “Sendika Üyeliği Ve
Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar” adını taşıyan makalede yazar, sanayi devri-
minden yaklaşık yüz yıl sonra ortaya çıkmış örgütler olan sendikaları, devletin tarihi,
ideolojik ve ekonomik yapısıyla; sendika, işçi, işletme ve işverenlerin çeşitli özellikleri
hem sendikaların yapısını, hem de sendikayla üyesi arasındaki bağlılığı açısından ele
almaktadır. Dr. Şeyma Çalışkan Çavdar’ın makalesi “İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri
10 Editörden…

Volatilitesinin ARCH Modelleri İle Analizi (1998:01-2009:12)” adını taşımaktadır. Ma-


kalede yazar, ARCH modellerinin teorik yapısını inceleyerek, İMKB’nın kısa bir değer-
lendirmesinden sonra, 1998-2009 yılları arası aylık ve TL bazında Ulusal-100 endeksi
değişkenine ilişkin zaman serisi verilerinin farklı varyanslı olup olmadığının bir uygu-
lamasını yapmıştır. Dr. Hasan Aydemir’in makalesi “Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin
Öğretim Yöntem, Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri” adını taşımakta olup,
yazarın doktora tezinden alınarak geliştirilmiş bir yazıdır. Makalede yazar, Sosyal Bil-
giler öğretmenlerinin öğretim yöntem, teknik ve stratejileri kullanabilme yeterlikleri
konusunda öğretmen görüşlerinin neler olduğunu tespit etmeye çalışmıştır. Doktor
adayı M. Çağlar Kurtdaş “Osmanlıdan Cumhuriyete Modernleşme Sürecine Kısa Bir
Bakış” adlı makalesinde Batı Avrupa’da ortaya çıkan ekonomik, sosyal ve siyasi ge-
lişmeleri anlatan bir kavram olan modernleşmenin Osmanlı Devleti için nasıl bir sorun
haline geldiğini tarihsel süreçte incelemiş, Osmanlıdan Cumhuriyete uzanan modern-
leşme sürecini temel noktaları ele alarak irdelemeye çalışmıştır. Arş. Gör. Gültekin
Eroğlu “Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş: Modern Mantığın Doğuşuna Temel
Sayılabilecek Bazı Hususlar” başlıklı makalesinde modern mantık çalışmalarının han-
gi yönde ve nasıl olduğunu ele alarak, klasik dönem mantık çalışmalarından ayrıldığı
temel yönlerinin neler olduğuna işaret etmeye çalışmıştır. Yüksek Lisans öğrencisi Re-
cep Özdemir’in makalesi “Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd” adını taşımaktadır. İslâm
Hukuk Usûlünde tartışılan önemli hususlardan birisi olan Taklidi konu alan yazar,
içtihadın tartışılması kadar uzun bir süreçte tartışıldığını ileri sürdüğü taklidi sözlük,
ıstılah anlamları açısından ortaya koyarak, hükmünün ne olduğunu ve taklitle yakın-
dan alakalı bir konu olan bir mezhebe bağlanma konusunu yazısında tartışmıştır. Bir
diğer yüksek lisans öğrencisi Muhammet Kemaloğlu “Ahmed Tantarânî Maragi ve
Onun "Tantarânîyye" Kasidesi” isimli makalesinde Azerbaycan edebiyatının önde
gelen şahsiyetlerinden biri olan Ahmet Tantarani’nin Tantaraniyye adlı makalesi üze-
rinde çeşitli değerlendirmelerde bulunmuştur.

Yrd. Doç. Dr. Yüksel Macit, Joseph Schacht’ın The Origins of Muhammadan Ju-
risprudence (London 1979) (İslam Hukukunun Kaynakları) adlı eserinin Khârijî Law baş-
lıklı 8. Bölümünü dilimize aktarmıştır. Yrd. Doç. Dr. Süleyman Aydın da, Susan
Wolf’un “Meaninf of Life “ adlı makalesini “Hayatın Anlamı” adıyla Türkçeye ter-
cüme etmiştir. Hanefi Şola, Abdulvahhab Halaf’ın “Düsturu’d-Devleti’l-İslamiyye”
adlı makalesini, “İslam Devlet Anayasası” adıyla Arapça’dan dilimize aktarmıştır.
Öğretim Görevlisi Mustafa Bulut’da Agah Mazlum’un Mihrab Dergisinde yayınlanış
olan “Sühreverdi” adlı makalesini Osmanlı Türkçesinden günümüz Türkçesine aktar-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Yrd. Doç. Dr. İbrahim Görücü 11

mıştır. Dr. Halis Demir, Hasan Karayiğit tarafından sadeleştirilerek yayınlanan Seyyid
Bey’in el-Medhal isimli fıkıh usulü kitabını; Hüseyin Yılmaz’ın Alevi- Sünni Diyalogu,
Din Eğitimi Açısından Bir Değerlendirme kitabını ve Kasım Şulul’un İlk Kaynaklara
Göre Hz. Peygamber (as) Devri Kronolojisi (tahlil ve tenkit) kitabını ayrı ayrı tanıtmış-
tır.

Dergimizin 5. Yılının ilk sayısı olarak yayınladığımız 9. Sayımızın tüm ilim


alemine hayırlar getirmesi temennisiyle siz okurlarımızın beğenisine sunuyoruz.

Yrd. Doç. Dr. İbrahim Görücü

Sayı Editörü
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 13-23

İslam Ceza Hukuku Açısından Suçun Manevi Unsurlarından Kast


Doç. Dr. Nuri Kahveci
KSÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı
nurikahveci@ksu.edu.tr

Özet
Bu çalışmada İslam ceza hukukuna göre suç kabul edilecek fiilde bulun-
ması gereken unsurlardan kast unsuru değerlendirilmiştir. Kast genel ve özel kast
olmak üzere iki ayrı açıdan değerlendirilen bir olgudur. Suçun manevi unsuru ola-
rak da nitelendirilen kast failin işlediği suç sonucundan sorumlu tutulabilmesi için
göz önünde bulundurulması gereken en önemli unsurlardan biridir. Çünkü kast
bulunmadığı durumlarda fiil için öngörülen müeyyide değişmektedir. Bazen bu
değişim fiili cezai sorumluluk alanının dışına bile çıkarabilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Suç, suçun unsurları, kast, cezai müeyyide, İslam ceza
hukuku.

Abstract
The Scienter From Element Of The Fault In Terms Of Islamic Criminal Law

In this study, intent which is one of the elements to be present in deed con-
sidered as a fault according to the Islamic criminal law. Scienter is a phenomenon
can be considered form two aspact general intent and private intent. Intent, also
decribed as a moral element of the crime, is one of the most important factors to
put the blame on perpetrator for outcome of his fault. Because penal sanctioning
provided for deed changes in the absence of intent. Somitimey, this changing bring
deed even out of field of criminal liability.
Keywords: Fault, elements of fault, scienter, Islamic criminal law.

Giriş
Ceza hukuku açısından suçun faile isnat edilebilirliği son derece önemlidir. Bu,
aynı zamanda ceza hukukunun temel prensiplerinden biridir. Bunun belirlenmesinde
failin, fiili işlemesi sırasında kastının bulunup bulunmaması sorgulanmaktadır. Bu
durum suçun manevi unsurları arasında sayılan kast unsurunun varlığını öne çıkar-
maktadır. İslam hukukuyla ilgili klasik kaynaklarda, sistematik olarak ifade edilmemiş
olsa bile, faile isnat edilen suç fiilinde failinin kastının varlığının aranması gerektiği
hususu üzerinde önemle durulmuştur. Özellikle had cezalarının faile isnadında bu ilke
daha da önemli hale gelir. Çünkü bu unsurun yokluğu ya da şüpheli hale gelmesi had
cezalarının düşmesi veya şekil değiştirmesi sonucunu doğurmaktadır.

Tarihi seyri içerisinde ceza hukukunun karmaşık problemlerinden biri olarak


görülen ve suçun manevi unsurlarından biri olarak kabul edilen “kast” kavramıyla
14 İslam Ceza Hukuku Açısından Suçun Manevi Unsurlarından Kast

ilgili, hukuk tarihi içerisinde değişik yaklaşımlar ortaya atılmıştır. Bu yaklaşımlar te-
mel iki anlayışı doğurmuştur. Bunlardan biri, cezayı gerektirecek bir sonuç doğuracak
şekle uygun fiilin önceden tasavvur ve idrak olunması anlamına gelen tasavvur teorisi,
diğeri ise, failin neticeyi istemiş olması demek olan irade teorisidir1. Alsında sonucu
istemiş olmak onun tasavvur edilmiş ve düşünülmüş olmasını da gerektirir.

1. Suçun Unsurları
Suçun unsurlarıyla ilgili değişik değerlendirmeler olmakla birlikte genel an-
lamda bir fiilin suç olarak nitelendirilebilmesi için bulunması gereken temel unsurlar;
suçun hukuk düzeni tarafından önceden belirlenip tanımlandığını gösteren hukukîlik
unsuru; dış dünyaya yansıyan yönü ifade eden maddi unsur; suçun işlenmesindeki ira-
deyi belirleyen manevi unsurdan oluşmaktadır.

İslam ceza hukuku alanına giren ve suç olarak nitelendirilen bütün mahzurlu fi-
illerin bir takım unsurları vardır. Bu unsurlar suçun sabit olmasını belirlemede etkin
bir fonksiyona sahiptir. Zira bu unsurları taşımayan fiiller görünüşte suç gibi algılansa
bile eksik unsurlardan dolayı ceza hukuku açısından suç olarak kabul edilemezler. Bu
bağlamda suçun unsurlarının suçun belirlenmesi açısından son derece önemli olduğu
kabul edilir2.

Herhangi bir suçu oluşturan fiilin organik bir bütün olduğu ve taksiminin yapı-
lamayacağı bir gerçek olmakla birlikte mantıki bir incelemeye tabi tutulması da gere-
kir3. İslam ceza hukukunda suçun umumi unsurlarından bahsedilmemekle beraber
ceza hukukunun hususi kısmı içinde suçlara ait genel esaslara değinilmekte ve bu esas-
lar üzerinde durulmaktadır. İslam ceza hukukuyla ilgili son dönemlerde yazılmış kay-
naklarda suçun unsurları, “erkanü’l-cerime” adıyla ele alınmaktadır4.

İslam ceza hukuku açısından bir fiilin suç olarak kabul edilebilmesi için, hu-
kukî, maddi ve manevi unsuru gibi temel unsurları taşıması gerekir5. Suçun oluşu-
munda maddi yön olan insan hareketinin varlığını iradi olma gibi manevi niteliğin
desteklemesi gerekir6. Zira insanın dış dünyaya yansıyan maddi hareketlerin kayna-
ğında akıl ve irade önemli bir etkendir. Burada akıl ve iradenin insan organlarına ver-

1 Dönmezer-Erman, Sulhi-Sahir, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, İstanbul, 1986, II, 228.
2 Akşit, M. Cevat, İslam Ceza Hukuku ve İnsani Esasları, İstanbul, 1976, 41.
3 Dönmezer-Erman, I, 294.

4 Udeh, Abdulkadir, et-Teşrî’u’l-Cinâiyyü’l-İslâmî, Kâhire, tsz., I, 110; Akşit, 41.

5 el-Kâsânî, Alauddin Ebu Bekir b. Mes'ud, Kitabu Bedâi'u's-Senâi’ fî Tertibi'ş-Şerâi’, Beyrut, 1986, VII, 234;

Udeh, I, 111.
6 Alacakaptan, Uğur, Suçun Unsurları, Ankara, 1975, 9.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Doç. Dr. Nuri Kahveci 15

diği emrin sonucu söz konusu olmaktadır. Dışa yansıyan hareketin süresi ne kadar
kısa olursa olsun maddi hareketten önce mutlaka aklî ve iradî faaliyet bulunur. Suç, bir
bakıma failin bu iradesinin maddi bir görünümle dışa yansımasıdır7. Bu durum ise
suçun salt maddi bir hareketin sonucu olmayıp irade ile maddi hareketin birleşmesin-
den doğduğu sonucunu göstermektedir8.

Suçlarda failin fiili ile sonuç arasında bir bağın bulunmasının zorunluluğu gibi
fiil ile failin iradesi arasında da manevi bir irtibatın varlığı esastır9. Kast, taksir veya
kastın aşılması olarak nitelendirilir bu ilintilerin tamamı suçun manevi unsuru içerisin-
de yer almaktadır10.

Kısaca izah edilen bu temel unsurların yanında bir de suçun derecesini belirle-
meye yarayan, yani suçu ağırlaştıran veya başka yönlerde etkileyen tali, ikinci derece-
de unsurlar da vardır11.

Bu çalışmada bu unsurlardan sadece suçun manevi unsuru içinde değerlendiri-


len kast unsuru üzerinde durulmaya çalışılacaktır. Bir fiilin suç olarak nitelendirilip
failine ceza uygulayabilmek için o fiilin kasıt unsuru içermesi gerektiği açıktır. Bu ba-
kımdan suçun faille irtibatının belirlenmesinde en önemli unsur olarak kast unsurunun
öne çıkarılması doğru bir yaklaşımdır.

1.1. Suçun Kast Unsuru


Sözlükte, yönelmek, azmetmek, orta ve doğru yolu tutmak gibi anlamlara gelen
kast, hukuk ıstılahında, bir kimsenin istek ve iradesinin bir fiile ait sonuca yönelmesin
ifade eder12 ve tipikliğe ait objektif nitelikteki unsurların fail tarafından bilinmesi ve
istenmesi olarak tanımlanır13.

Klasik fıkıh kitaplarında “amd” olarak14 ifade edilen ve suçun sübjektif unsuru
olarak da isimlendirebileceğimiz manevi unsurun bir kısmını teşkil eden kast, genel
anlamda hukuka aykırı bir fiili işlemeye dönük faildeki irade15 veya suçu oluşturan fiili
sonuçlarını bilerek ve isteyerek işleme iradesi şeklinde ifade edilmektedir16. Kast unsu-

7 Erem, Faruk, Türk Ceza Hukuku, Ankara, 1974, I, 277.


8 Dağcı, Şamil, İslam Ceza Hukukunda Şahıslara Karşı Müessir Fiiller, Ankara, 1999, 15.
9 Alacakaptan, 149.

10 Dağcı, 16.

11 Dönmezer-Erman, I, 295.

12 Şafak, Ali, “Kasıt”, DİA, İstanbul, 2001, XXIV, 559.

13 Boynukalın, Mehmet, “Suç”, DİA, İstanbul, 2009, XXXVII, 456.

14 Şafak, XXIV, 559.

15 Udeh, I, 405; Bilge, Necip, Hukuk Başlangıcı Ders Notları, Ankara, 1977, 186; Sözüer, Adem, Suça Teşebbüs,

İstanbul, 1994, 158.


16 Dağcı, 16.
16 İslam Ceza Hukuku Açısından Suçun Manevi Unsurlarından Kast

ru ceza hukukçuları tarafından aynı zamanda, suçlu iradenin tipik şekli olarak da izah
edilir17.

Ceza hukuku açısından kast olgusunda irade esas olmakla birlikte failde, fiilin
hukuka aykırılığı/yasaklandığı şuurunun mevcut olması da gerekir18. Burada esas olan
failin iradesinin yasak fiile yönelmiş olması değil, suç kabul edilen sonucu arzu etme-
sidir. Örneğin bir kişi hırsızlık yapmak istediğinde bunun iradesi hırsızlığı yasaklayan
hukuk kuralını ihlale değil çalmayı hedeflediği değere yönelmektedir.

Bilindiği gibi bir fiilin meydana gelmesi mutlaka faile bağlı bir durumdur. Fiili
neticesinde faile ceza verebilmek için de onun fiile ve sonuca yönelik kastının bulun-
ması şarttır19. Kastta failin hukuka aykırı/yasak bir fiili işlemeye azmetmiş olması da
önemlidir20. Hukuka aykırı olsa bile, iradî olmayan bir fiilin suç oluşturmayacağı21,
ancak manevi unsur içerisinde yer alan kastın mevcudiyetiyle suç halini alacağı açıktır.
Buna göre kast unsuru suç için son derece önemli unsurlardan biri olarak değerlendi-
rilmelidir. Genel bir yaklaşımla iradî olmayan bir fiilden dolayı faile ceza verilemez.

Suçun kast unsurunun İslam ceza hukukundaki temel esası, kişinin ya-
sak/haram olan fiilin neticesini yüklenmesi olarak ifade edilebilir. Bu yasak fiil de kişi-
nin bilerek seçtiği, manasını ve neticesini idrak ettiği fiildir22. Herhangi bir suçta kast
unsurunun varlığı İslam ceza hukuku açısından üç esasa oturtulabilir. Bunlar:

- Yasak/haram olan bir fiili işlemek,

- Belli bir yaştaki failin bu fiili kendi rıza ve ihtiyarıyla yapması,

- Bu fiilin suç olduğuna failin müdrik olması.

Genel bir yaklaşımla bu üç temel esasın failin fiilinde bulunması halinde suçun
manevi unsurunun mevcut olduğundan söz edilebilir. Bunlar değişir veya herhangi
biri eksik olursa o zaman genelde suçun manevi, özelde de suçun kast unsurunun var-
lığından söz edilemez23. Burada dikkat çeken husus, suçu oluşturan fiilin önceden ta-

17 Erem, Ceza, I, 479; Toroslu, Nevzat, Ceza Hukuku, Ankara, 1988, 102.
18 Erem, Faruk, Adalet Psikolojisi, Ankara, 1977, 72.
19 Karaman, Hayrettin, Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul, 1986 I, 148.

20 es-Serahsî, Şemsu'l-Eimme Ebu Bekir Muhammed b. Ebi Sehl, (v. 483 h.), Kitabu'l- Mebsut, Beyrut, 2002,

XXVII, 54; Damad Efendi, Abdullah b. Muhammed b. Süleyman, Mecmâu'l-Enhur fî Şerhi Multeka'l-
Ebhur, Beyrut, tsz., II, 615; Udeh, I, 409.
21 Dönmezer-Erman, II, 157

22 Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuki İslamiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul, tsz., III, 27; Deminî, Musfir

Ğarmullah, el-Cinaye Beyne’l-Fıkhi’l-İslâmî ve’l-Kanuni’l-Vad’î, Cidde, tsz., 80; Şafak, XXIV, 560.
23 Deminî, 80

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Doç. Dr. Nuri Kahveci 17

savvur edilmiş olması, yani önceden bilinmesi ve söz konusu fiilin doğuracağı sonu-
cun istenmiş olmasıdır.

Kural olarak suçu oluşturan fiil bir insan davranışından ve onun sonucu olan
bir de dış değişiklikten ibaret olduğuna göre kast sadece fiilin değil bu fiilin meydana
getireceği sonucun da istenmiş olmasını gerektirir. Buna göre failin iradesinin fiili iş-
lemeye ve sonucu gerçekleştirmeye birlikte yönelmiş olması gerekir. Ancak teşebbüs
suçları gibi bazı suçların sonucu yoktur. Böyle durumlarda fiilin istenmesi ve bu yönde
harekete geçilmiş olması yeterli kabul edilip ayrıca sonucun gerçekleşmiş olması hali
aranmaz24.

Klasik fıkıh kitaplarında yer alan ceza ile ilgili bölümlerde suçun bu unsuru
doğrudan tanımlanmış olmamakla beraber bu unsurun aranması gerektiğine atıflar
çokça yapılmıştır25. Günümüz hukuk doktrininde ise, kast unsurunun farklı şekillerde
yapılmış tanımlarını bulmak mümkündür26.

İslam ceza hukukuyla ilgili çalışmalar yapan bazı muasır müellifler eserlerinde
suçun manevi unsuru olan kast unsurunu el-mes’ûliyetü’l-cinâiyye genel başlığı altında
ele almışlardır27.

Aslında kast unsurunun tek bir şeklinden söz etmek mümkün değildir. Zira bu
unsur, işlenen suç fiillerinin değişmesiyle ve suçlunun bu fiili işlemedeki niyetiyle ala-
kalı olarak değişiklik gösterir. Duruma göre bazen genel bir kast şeklinde olurken ba-
zen de özel bir kasttan söz edilebildiği gibi muayyen ve gayri muayyen kasttan da söz
edilebilir28.

Faile suç fiilini isnatta önemli olan manevi unsur, duruma göre suçun şeklini de
değiştirebilmektedir. Klasik fıkıh kitaplarımızdaki bir örneğe göre, avlanmaya çıkan
bir kişinin av zannıyla atıp bir insanı öldürmüş olması durumunda, ölüm her ne kadar
onun fiiliyle gerçekleşmiş olsa bile bu sonucu istemediğinden, yani kast unsuru bu-
lunmadığından adam öldürme suçu bu faile yüklenmez29. Onun fiili hukuken başka bir
şekilde değerlendirilir. Bunun gibi muharebe sırasında iki birlik arasında kalmış bir
Müslüman’ı düşman zannederek öldüren kimseye de kasten adam öldürme cezası
gerekmez. Ayrıca herhangi bir hedefe nişan alarak atan kimseye bir insana isabetle onu

24 Serahsî, XXIV, 45-46.


25 en-Nevevî, Şerefuddîn, Yahya, el-Minhâc, İstanbul, tsz., 477.
26 Erem, Ceza, I, 479

27 Udeh, I, 380 vd.

28 Udeh, I, 413.

29 Kâsânî, VII, 234; Merğinânî, Burhanuddin Ebu'l-Hasan Ali b. Ebi Bekir, el-Hidâye Şerhu Bidâyeti'l-

Mübtedi, İstanbul, 1986, IV, 159; Bilmen, III, 28.


18 İslam Ceza Hukuku Açısından Suçun Manevi Unsurlarından Kast

öldürmesi durumunda da kasten adam öldürme cezası gerekmez. Zira bütün bu fiil-
lerde suçun faile isnadı için son derece önemli olan kast unsuru bulunmamaktadır. Bu
durumlarda fail fiilinin neticesinden kurtulmuş olmayıp ona cezaî müeyyide yerine
tazminat yaptırımı uygulanır30.

Suçun manevi unsuru içerisinde yer alan kastın önemli bir unsur oluşuyla ilgili
fıkıh literatüründe yapılan değerlendirmelere göre, akıllı, baliğ, seçme yeteneğine sa-
hip ve hayatta olan insana ancak suç teşkil eden fiiller isnat edilebilir. Yani genel ilke
olarak ceza ehliyeti bulunmayan kişilerin fiillerinde kast unsurunun bulunmadığı ka-
bul edilir. Buna göre henüz buluğ çağına ermeyen kişiye hadd uygulanmayacağı kai-
desine uygun olarak İslam ceza hukukunda belli bir yaşa kadar çocukların cezaî so-
rumluluğu olmayacağı kabul edildiği gibi temyiz gücüne sahip olsa bile çocukların suç
oluşturan fiillerinde kast unsuru aranmaz. Bir hadiste Hz. Peygamber, “Üç gruptan
sorumluluk kaldırılmıştır, buluğa erene kadar küçükten, uyanana kadar uyuyandan ve sağlık
(ayıklık, akıllılık) bulana kadar mecnundan”31 buyurmuştur. Bu hadiste de ifade edildiği
gibi, çocuklar ile akıl hastası olanlara cezaî sorumluluk yüklenmez32. Cezaî sorumlu-
lukları bulunmadığı için onların işledikleri yasak fiiller suç olarak nitelendirilemez.
Bunların suç gibi görünen fiilleri cezaya mahal teşkil etmezler33. Burada zikredilenlerin
hukuken suç olan fiilin neticesini kastetmiş olmalarına ihtimal verilmemektedir. Bu
yaklaşım tamamen kast unsurunun bulunmayışıyla ilintili bir husustur.

İslam ceza hukuku açısından suç ile failin fiili arasında failin iradesine dayanan
sübjektif bir bağın varlığının aranması, bir taraftan akıl ve irade fonksiyonlarından
mahrum olan eşya ve hayvanlar gibi varlıkların suç faili olamayacağını ortaya koyar-
ken, diğer taraftan insan olmakla birlikte irade fonksiyonundan yoksun ya da iradenin
devre dışı kaldığı kişilerin fiillerinin de suç doğurmayacağını belirtmektedir34. Buna
göre akıl ve irade kast unsurunun belirlenmesinde son derece önemli bir işleve sahip-
tir.

30 Serahsî, XXVI, 76-77; Molla Hüsrev, Muhammed b. Feramuz, Durerü’l-Hükkâm fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm,
İstanbul, tsz., II, 90
31 el-Buhârî, Muhammed b. İsmail, es-Sahîh, Talâk 11, İstanbul, 1992; Ebû Dâvûd, Süleyman İbnu'l-Eş'as,

es-Sünen, Hudûd 15, Beyrut, 1988; İbn Mâce, Ebû Abdillah, es-Sünen, Talak 14, 16, Beyrut, 1975.
32 Meydânî, Riyad, “İslam Ceza Hukukunun Genel Prensipleri” (Çev.: Şamil Dağcı), İslami Araştırmalar Der-

gisi, Ankara, 1990, C.: 4, Sayı: 1, 62.


33 Kâsânî, VII, 64; Şafak, XXIV, 560.

34 Udeh, I, 476; Boynukalın, XXXVII, 456.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Doç. Dr. Nuri Kahveci 19

Suç oluşturacak bir fiili işlemeye zorlanan kimseler de fiillerini kendi ihtiyarla-
rıyla yapmadıkları için, belli şartlarda cezaî sorumluluktan kurtulurlar35. Fıkıh literatü-
ründe ikrah olarak isimlendirilen bu husus, baskıyla bir kimsenin diğerine karşı işledi-
ği, zorlananın rızasını ortadan kaldıran, ihtiyarını bozan bir olgudur36. Böyle durum-
larda da suçun önemli unsurlarından biri olan kast bulunmamaktadır. Örneğin, bir kişi
çocuk yaştaki birisini başkasını öldürmeye zorlarsa, adam öldürme cezası faile değil
zorlayana uygulanır37. Bu örnekte öldürme fiilini çocuk gerçekleştirdiği halde onun bu
fiilinde kast unsuru bulunmayacağı için ceza görünürdeki faile değil asıl faile izafe
edilir. Dolayısıyla çocuğun adam öldürmeyle sonuçlanan fiilinin cezaî müeyyidesi
kendisine yükletilmemektedir.

Bunun gibi, oyun maksadıyla birisi diğerinin ayağından yakalayıp yüz üstü dü-
şürerek ölümüne sebebiyet verse buradaki fiilde kast unsuru38 bulunmadığı için ceza
hukuku açısından son derece önemli olan suçun manevi unsuru teşekkül etmez. Bu
durumda konu büyük oranda ceza hukuku alanından çıkıp sorumluluk hukuku alanı-
na girmiş olur. Kısaca fiil ceza için gerekli unsuru taşımadığından fiilin karşılığı olarak
uygulanacak hukukî müeyyide tazminata dönüşür.

Kur’an-ı Kerim’deki, “Şüphesiz size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah’tan
başkası adına kesilen hayvanı haram kılmışızdır. Fakat darda kalma, başkasının payına el uzat-
mamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandır, mer-
hamet edendir”39, “Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, iffetli olmak isteyen cari-
yelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa bilsin ki Allah hiç şüphesiz onu değil
zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet eder”40 ayetleri ile “Gönlü imanla dolu olduğu halde,
zor altında olan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah'ı inkar edip, gönlünü kafirliğe açanla-
ra Allah katından bir gazap vardır; büyük azap da onlar içindir”41 ayetinde ifade edildiği gibi
zorla yaptırılan tasarruflarda kasıt unsurunun bulunmadığına dikkat çekilerek bir ta-
kım fiillerinden dolayı insanların sorumlu tutulmayacakları ifade edilmiştir. Bu durum
Hz. Peygamber’in, “Allah, ümmetimin kalplerine gelen kötülükleri, yapmadıkça ve konuşma-

35 el-Hebbâzî, Celâluddîn, el-Muğî fî Usûli’l-Fıkh, Mekke, h.,1403, 401; Hasan, Halid Ramazan, Mu’cemu
Usûli’l-Fıkh, Beyrût, tsz., 64; Zeydân, Abdulkerim, el-Vecîz fî Usûli’l-Fıkh, İstanbul, 1979, 136; Ebû Zehra,
Muhammed, el-‘Ukûbe, Kâhire, 1946, 427; Deminî, 81
36 Serahsî, XXIV, 84; es-Semerkandî, Alauddin, Tuhfetu'l-Fukaha, Beyrut, 1984, III, 273; Kâsânî, VII, 179;

Ensârî, Abdulali Muhammed b. Nizamiddin, Fevâtihu'r-Rahamût bi Şerhi Müslemi's-Sübût, Mısır, h. 1324,


I, 166; Şakirü’I-Hanbeli, Usûlu'l-Fıkhı'l-İslâmî, Suriye, 1948, 387; Ebu Ğanime, Abdulaziz, ed-Darûre fi'l-
Muamelât fi'l-Fıkhi'l-İslâmî, Kahire, 1988, 200; Buynukalın, XXXVII, 457.
37 Serahsî, XXIV, 84.

38 Behnesî, Ahmed Fethi, el-Mesuliyetü’l-Cinaî fi’l-Fıkhi’l-İslamî, Kahire, 1969, 74.

39 el-Bakara 2/173.

40 en-Nûr 24/33,

41 en-Nahl 16/106.
20 İslam Ceza Hukuku Açısından Suçun Manevi Unsurlarından Kast

dıkça affetmiştir”42 hadisi ile, “Allah ümmetimin hatasını, unutmasını ve zora gelerek yaptık-
larını bağışlamıştır”43 hadisinde de ifade edilmiştir.

Konuyla ilgili delil olabilecek nitelikteki nasları ve klasik fıkıh kitaplarında ve-
rilmiş örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kısaca İslam ceza hukuku açısından mükellef
olan insanın, ihtiyar gücüne ve onu kullanma iktidarına sahip olmadıkça cezalardan
hiçbirine müstahak olmadığı44 söylenebilir. Fiilin neticesine yönelmeyen irade tam bir
kast olarak değerlendirilemeyeceği için eksik kalan bu unsurdan dolayı cezanın da
farklılaşması söz konusu olacaktır45.

Yukarıda yer alan ifadelerden de anlaşılacağı gibi suçun manevi unsuru olan
kast, İslam ceza hukukunda önemli bir unsur olup bir fiilden dolayı failin cezaî sorum-
luluğunun sınırlarını belirlemede etkin bir role sahiptir.

1.2. Kastın Belirlenmesi


Bilindiği gibi insan eylemlerindeki kast, deruni bir olgu olup onun fiili işleme-
deki niyetini anlatmaktadır. Kalpte oluşan niyetin dıştan tespiti oldukça zor bir du-
rumdur. Zira irade basit bir olgu değildir. Özellikle ceza hukuku açısından suç fiiline
adil bir karşılık olacak cezanın belirlenebilmesi ve faile suçun isnat edilebilmesi için
onun bu fiili işlemedeki niyetinin ne olduğunun belirlenmesi önemlidir. İnsan davra-
nışlarının sonuçlarının niyetlere göre belirleneceği, Hz. Peygamber’in, “Ameller ancak
niyetlere göredir…”46 hadisinde de ifade edilmiştir.

Suç sonucunu doğuran insan fiillerinde kast unsurunun varlığını tespit etmek
oldukça zordur. Bu bağlamda hukuk tarihinde değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bir
yaklaşıma göre, kişilerin aksi sabit oluncaya kadar isnat yeteneğine sahip oldukları
kabulünden hareketle suç sonucunu doğuran bir fiilin maddeten meydana gelmiş ol-
ması yeterlidir. Yani maddi olarak suç fiilini işleyen kişi bu fiilin oluşturduğu sonucu
kastettiği var sayılmalıdır. Ancak aksini ispat ederse onun fiilinde kastının bulunmadı-
ğı kabul edilir47. Diğer bir yaklaşıma göre ise, suçun diğer unsurlarının varlığından söz

42 Buhârî, Itk 6, Ta1âk 11, Eymân 15; Müslim, Ebu Huseyn Müslim el-Kuşeyrî, es-Sahih, İman 201, 202,
İstanbul 1992; Ebu Dâvûd, Ta1âk 15; İbn Mâce, Ahkâm 14, 17, Ticârât, 43.
43 İbn Mâce, Talâk 16.

44 Deminî, 82.

45 en-Nebhan, Muhammed Faruk, Mebâhis fî Teşrî’il-Cinâ’iyyi’l-İslâmî, Beyrût, tsz., 57.

46 el-Buhârî, Bedu’l-Vahy 1, İstanbul, 1992.

47 Erem, Ceza, I, 332.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Doç. Dr. Nuri Kahveci 21

edebilmek için onların ispatı gerektiği gibi kastın da varlığının ispat edilmesi şarttır.
Aksi halde suç fiilinde failin kastının bulunduğu söylenemez48.

Daha önce de ifade edildiği gibi suç oluşturan fiillerde biri genel diğeri ise özel
olmak üzere kast unsurunun iki yönü vardır. Buna göre, İslam ceza hukukunda suç
kabul edilen hırsızlık/sirkat fiilinde kastın varlığını belirlemede failin hırsızlık fiilinin
hukuken yasaklanmış fiillerden olduğundan haberdar olması genel kast unsurunun
varlığından söz edebilmek için yeterli görülebilir. Ancak bu genel kast durumu faile
hırsızlık suçunu isnat için yeterli olmayıp, ayrıca aldığı malın başkasının mülkü olması
ve sahibinin buna rızasının bulunmadığının da bilinmesi, aldığı malı kendi mülkiyeti-
ne geçirme niyetinde olması gibi özel kast durumlarının da gerçekleşmiş olması gere-
kir49.

Klasik fıkıh kitaplarında hırsızlıkla ilgili verilen örneklerden birine göre, bir kişi
başkasına ait bir elbiseyi çalmış olsa o kişi o elbiseyi çalma fiilindeki kastından dolayı
bu suçu işlemiş kabul edilmiştir. Ancak bu elbisenin cebinde bulunan bir miktar para-
dan haberi olmadan bu elbiseyi çaldığı için parayı çalma fiilinde kastının bulunmadı-
ğına hükmedilerek parayı çalma fiilini işlemiş kabul edilmez50. Zira burada para çal-
maya yönelik özel bir kast söz konusu değildir.

Klasik İslam hukukçularının kasten adam öldürme suçuyla ilgili yaklaşımında


kast unsurunun belirlenmesi için bir ölçü ortaya koyduğu görülmektedir. Burada kas-
tın varlığının tespitinin, bilinebilirliği mümkün olan, zahiri bir niteliğe bağlandığı açık-
tır51. Buna göre bir kişinin diğerine karşı kullandığı alet silah gibi öldürücü bir alet ise
burada özel kast olan failin sonucu istemesinden söz edilir ve bu fiilde sonucu faile
isnat edebilmek için gerekli olan kast unsurunun varlığına hükmedilir. Kullanılan ale-
tin öldürücü olmaması halinde ise fail öldürme sonucunu dilemiş kabul edilmeyip bu
durum suçun manevi unsurunun yokluğuna yorumlanır52. Kısaca çoğunlukla öldür-
meye elverişli bir aletin kullanılması failin niyetini dışa vuran, görünen bir olgu olup
genellikle yanıltmayan bir husus olarak değerlendirilebilir53. Zira kast kalbî bir olgu
olup onun neye yöneldiğinin anlaşılması ancak failin kullandığı aletin ne olduğuyla

48 Dönmezer-Erman, II, 250.


49 Behnesî, Ahmed Fethi, el-Cerâim fi’l-Fıkhı’l-İslâmî, Kâhire, 2004, 64-65.
50 İbn Hümâm, Kemaluddin Muhammed b. Abdilvahid es-Sivasî, Şerhu Fethi'l-Kadir, Beyrût, tsz., V, 369;

Zeylâ’î, Osman b. Ali, Tebyînü'l-Hakâik Şerhu Kenzi'd-Dekâik, Beyrût, tsz., III, 216.
51 Kâsânî, VII, 233.

52 el-Mevsılî, Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd, el-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr, Beyrût, 2007, V, 29; Kâdîzâde,

Şemsuddin Ahmed, Netâicü’l-Efkâr (Tekmiletü Fethi’l-Kadîr), Beyrût, tsz., X, 203-204; İbn Âbidîn, Mu-
hammed Emin, Hâşiyetü Reddi’l-Muhtâr, İstanbul, 1984, VI, 527.
53 Serahsî, XXVI, 67; el-Ğamrâvî, Muhammed ez-Zührî, es-Sirâcü’l-Vehhâc, İstanbul, tsz., 477; Nebhan, 7.
22 İslam Ceza Hukuku Açısından Suçun Manevi Unsurlarından Kast

bilinebilir54. Ancak öldürücü nitelikteki aletlerin neler olduğu konusunda farklı görüş-
lerin olacağı gerçeğini de gözden uzak tutmamak gerekir. Nitekim fukaha da bu konu-
da ihtilaf etmiştir55.

Örneklerde de görüldüğü gibi suçun faile isnadında kast unsurunun varlığının


belirlenmesi son derece önemlidir. Failin kastı onun tamamen düşünsel bir eylemi ol-
duğu için o ancak dışa vurduğu davranışlarıyla belirlenebilir. Burada onun psikolojisi-
ni tahlil etmek de işe yarayacaktır.

Sonuç
Toplumsal düzen açısından hukuken suç oluşturan fiilleri işleyen bireylerin ce-
zalandırılması gerekir. Ancak suç sonucunu doğuran fiilin failine bu sonucu isnat ede-
bilmek ceza uygulamasının adil olabilmesi ve cezanın mahiyetinin belirlenmesinde son
derece önemlidir. Burada suçun manevi unsuru içerisinde değerlendirilen failin kastı-
nın tespiti devreye girmektedir.

Suçun manevi unsurları arasında isimlendirilmemiş olsa da klasik fıkıh kitapla-


rında geçmiş dönem İslam hukukçularının konunun üzerinde ehemmiyetle durdukları
ve pek çok ölçü belirledikleri görülmektedir. Bu da İslam ceza hukuku açısından sonu-
cu suç olan fiilin onun failine isnadında kast unsurunun dikkate alındığının bir delili-
dir.

İçsel bir duygu olduğu için belirlenmesi son derece zor olan kast unsurunun
tespitinde gerek failin psikolojisinden gerekse kullandığı yol ve yöntemden yararlanı-
larak, toplumdaki adalet inancını sarsmamaya özen gösterilip faile hak ettiği cezanın
verilmesi için özellikle yargılamada hassas davranılmasının İslam ceza hukukun temel
niteliklerinden olduğu söylenebilir.

Kaynakça
Alacakaptan, Uğur, Suçun Unsurları, Ankara, 1975.
Akşit, M. Cevat, İslam Ceza Hukuku ve İnsani Esasları, İstanbul, 1976.
Behnesî, Ahmed Fethi, el-Cerâim fi’l-Fıkhı’l-İslâmî, Kâhire, 2004.
Behnesî, Ahmed Fethi, el-Mesuliyetü’l-Cinaî fi’l-Fıkhi’l-İslamî, Kahire, 1969.
Bilge, Necip, Hukuk Başlangıcı Ders Notları, Ankara, 1977.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuki İslamiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul, tsz.
Boynukalın, Mehmet, “Suç”, DİA, İstanbul, 2009.

54 Merğinânî, IV, 158; Damad Efendi, II, 615.


55 Kâsâsânî, VII, 233; eş-Şirâzî, Ebu İshak, el-Mühezzeb, Dımeşk, h. 1417, V, 20; Merğinânî, IV, 158; Nevevî,
477; İbn Rüşd, Kâdî Ebi'l-Velîd Muhammed b. Ahmed Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesıd, İstan-
bul, 1985, IV, 228; Damad Efendi, II, 615.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Doç. Dr. Nuri Kahveci 23

Buhârî, Muhammed b. İsmail, es-Sahîh, İstanbul, 1992.


Dağcı, Şamil, İslam Ceza Hukukunda Şahıslara Karşı Müessir Fiiller, Ankara, 1999.
Damad Efendi, Abdullah b. Muhammed b. Süleyman, Mecmâu'l-Enhur fî Şerhi Multeka'l-
Ebhur, Beyrut, tsz.
Deminî, Musfir Ğarmullah, el-Cinaye Beyne’l-Fıkhi’l-İslâmî ve’l-Kanuni’l-Vad’î, Cidde, tsz.
Dönmezer-Erman, Sulhi-Sahir, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, İstanbul, 1986.
Ebû Dâvûd, Süleyman İbnu'l-Eş'as, es-Sünen, Beyrut, 1988.
Ebu Ğanime, Abdulaziz, ed-Darûre fi'l-Muamelât fi'l-Fıkhi'l-İslâmî, Kahire, 1988.
Ebû Zehra, Muhammed, el-‘Ukûbe, Kâhire, 1946.
Ensârî, Abdulali Muhammed b. Nizamiddin, Fevâtihu'r-Rahamût bi Şerhi Müslemi's-Sübût,
Mısır, h. 1324.
Erem, Faruk, Türk Ceza Hukuku, Genel Kısım, Ankara, 1974.
----------, Adalet Psikolojisi, Ankara, 1977.
Ğamrâvî, Muhammed ez-Zührî, es-Sirâcü’l-Vehhâc, İstanbul, tsz.
Hasan, Halid Ramazan, Mu’cemu Usûli’l-Fıkh, Beyrût, tsz.
el-Hebbâzî, Celâluddîn, el-Muğî fî Usûli’l-Fıkh, Mekke, h.,1403.
İbn Âbidîn, Muhammed Emin, Hâşiyetü Reddi’l-Muhtâr, İstanbul, 1984.
İbn Hümâm, Kemaluddin Muhammed b. Abdilvahid es-Sivasî, Şerhu Fethi'l-Kadir, Beyrût, tsz.
İbn Mâce, Ebû Abdillah, es-Sünen, Beyrut, 1975.
İbn Rüşd, Kâdî Ebi'l-Velîd Muhammed b. Ahmed Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesıd,
İstanbul, 1985.
Kâdîzâde, Şemsuddin Ahmed, Netâicü’l-Efkâr (Tekmiletü Fethi’l-Kadîr), Beyrût, tsz.
Karaman, Hayrettin, Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul, 1986.
Kâsânî, Alauddin Ebu Bekir b. Mes'ud, Kitabu Bedâi'u's-Senâi’ fî Tertibi'ş-Şerâi’, Beyrut, 1986.
Merğinânî, Burhanuddin Ebu'l-Hasan Ali b. Ebi Bekir, el-Hidâye Şerhu Bidâyeti'l-Mübtedi,
İstanbul, 1986.
Mevsılî, Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd, el-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr, Beyrût, 2007.
Meydânî, Riyad, “İslam Ceza Hukukunun Genel Prensipleri” (Çev.: Şamil Dağcı), İslami Araş-
tırmalar Dergisi, Ankara, 1990, C.: 4, Sayı: 1.
Molla Hüsrev, Muhammed b. Feramuz, Durerü’l-Hükkâm fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm, İstanbul,
tsz.
Müslim, Ebu Huseyn Müslim el-Kuşeyrî, es-Sahih, İman 201, 202, İstanbul 1992.
Nebhan, Muhammed Faruk, Mebâhis fî Teşrî’il-Cinâ’iyyi’l-İslâmî, Beyrût, tsz.
Nevevî, Şerefuddîn, Yahya, el-Minhâc, İstanbul, tsz.
Semerkandî, Alauddin, Tuhfetu'l-Fukaha, Beyrut, 1984.
Serahsî, Şemsu'l-Eimme Ebu Bekir Muhammed el-Mebsut, Beyrut, 2002.
Sözüer, Adem, Suça Teşebbüs, İstanbul, 1994.
Şafak, Ali, “Kasıt”, DİA, İstanbul, 2001.
Şakirü’I-Hanbeli, Usûlu'l-Fıkhı'l-İslâmî, Suriye, 1948.
Şirâzî, Ebu İshak, el-Mühezzeb, Dımeşk, h. 1417.
Toroslu, Nevzat, Ceza Hukuku, Ankara, 1988.
Udeh, Abdulkadir, et-Teşrî’u’l-Cinâiyyü’l-İslâmî, Kâhire, tsz.
Zeydân, Abdulkerim, el-Vecîz fî Usûli’l-Fıkh, İstanbul, 1979.
Zeylâ’î, Osman b. Ali, Tebyînü'l-Hakâik Şerhu Kenzi'd-Dekâik, Beyrût, tsz.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 25-35

Evrensel Düzeyde Uzlaşı ve Hoşgörü Kültürünün İmkânı


Doç. Dr. A. Faruk Sinanoğlu
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi Ana Bilim Dalı
ahmet.sinanoglu@inonu.edu.tr
Özet:
Yerküremizde barışın ve huzurun sağlanabilmesi için, uluslararası sürdürü-
lebilir ahlaki ve manevi değerlere sahip evrensel bir sisteme ihtiyaç olduğu açıktır.
Bu zaruri ihtiyaç nedeniyle düşüncelerimizi ve eylemlerimizi ilgilendiren uzlaşı ve
hoşgörü kültürünün evrensel boyutları ile ele alınması, incelenmesi önem arz et-
mektedir.
Teorik ve ideolojik kurgulama bağlamında uzlaşı kültürünün oluşturulması
güç görünmezken, pratik ve toplumsal gerçeklik anlamında evrensel boyutta ön-
yargısız, tarafsız bir uzlaşı ve hoşgörü kültürü geliştirmenin kolay olmayacağı da
açıktır. Çünkü çatışma (savaş) karşımıza tarihsel bir olgu olarak çıkmaktadır. Ger-
çekte de en eski çağlardan 20. yüzyılın başlarına kadar savaş halinde bulunan tüm
toplumlar, savaş ve çatışma kültürü oluşturmuşlar ve daha güçlü olan devletler,
daha zayıf toplumları sömürmüşlerdir.
Bu çalışma içerisinde, yerküremizde varlığını sürdüren bütün toplumların
üzerinde anlaşabilecekleri uzlaşı ve hoşgörü kültürünün imkânlı olup olmadığı, ta-
rihi, insani ve dini boyutları ile ele alınmasına, tartışılmasına çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Uzlaşı, Hoşgörü, Kültür, Çatışma.
Abstract
The Opportunity of Consensus and Tolerance Culture on Universal Level
It is clear that a universal system that has international sustainable moral
and ethical values is needed in order to secure peace and tranquility on our Earth.
Because of this essential need, it is of vital importance to study and focus on consen-
sus and tolerance culture in a universal dimension as they are related to our
thoughts and actions.
Although it does not seem difficult to establish consensus culture in terms of
theoretical and ideological context, it still seems hard to develop an unbiased, objec-
tive consensus and tolerance culture universally considering practical and societal
reality since wars (in the past) show up as a historical fact. All the nations that had
wars with each other from prehistoric times till early 20. century have created a con-
flict and war culture and the stronger nations have exploited the weaker ones.
In this study, it is aimed to study and discuss about whether it is possible
for all nations surviving on the Earth could agree upon a consensus and tolerance
culture from the point of historical, humanity and religion dimensions
Key Words: Consensus, tolerance, culture, conflict

Giriş
Evrensel düzeyde uzlaşı kültürünün imkânlı olup olmadığını tartışabilmek için,
insan denen varlığın biyolojik, psikolojik ve sosyolojik boyutları ile ele alınması, ince-
lenmesi gerekmektedir. İnsanın doğasının anlaşılması bilimsel çalışmalar açısından
26 Evrensel Düzeyde Uzlaşı ve Hoşgörü Kültürünün İmkânı

önemlidir. Bilinçli istekleri ve bilinçaltı dürtülerinin yanı sıra toplumsal bir varlık olan
insanın, psikologlar, biyologlar ve toplumbilimciler tarafından uzlaşı ve hoşgörü bağ-
lamında incelenmesi araştırılması gerekir.

Biyolojik özellikleri ile öteki canlı varlıklarla benzerlik gösteren insan, düşünen,
akleden ve geleceğini düzenleme yetenekleri ile onlardan ayrılmaktadır. İnsan hem
fizyolojik yönü hem de ruhsal yönü bulunan bir varlıktır. Farklılaşan yetenekleri ve
özellikleri ile yerküremizdeki ve evrendeki her şey insan tarafından tanımlanmakta,
anlamlandırılmakta ve yine insan vasıtasıyla açıklanabilir ve anlaşılabilir kılınmakta-
dır. Bir başka deyişle yerküre ve evrende olup biten her şeyin birbirleriyle ilişkilendi-
rilmesini, olası ilişkilerin araştırılmasını ve kategorize etmeyi insan üstlenmiştir. Yani
insan güç, hareket ve madde gibi çevresinde bulunan her şeye ilgi gösteren ve sorgula-
yan bir varlıktır. Ancak insanın bu özelliklerinin dışında çok daha farklı özelliklere
sahip bir varlık olduğu anlaşılmaktadır.

İnsan, hem içsel hem dışsal faktörlerle çevresiyle ilişki kurması engellendiğin-
de, çatışma içerisine girebilen bir özelliğe sahiptir.1 Bu gerçeklik, aynı şekilde toplum-
lar için de söz konusudur. Ayrıca insan, toplumsal bir varlık olarak araştıran ve üreten
bir canlı olma özelliğine sahiptir. Günümüzde insanın araştırma alanına giren en
önemli konulardan birisi, şu an için canlı varlıkların yaşamlarını sürdürebileceği
yegâne yer olan mavi küremizin hassasiyetle korunabilmesi açısından, insan güvenli-
ğinin sağlanması ve özgürlük alanının genişletilmesidir. Bunun gerçekleşmesinde te-
mel hususiyet ise, evrensel boyutları ile uzlaşı ve hoşgörü kültürünün benimsenmesi
ve kalıcı bir hale gelmesidir. Ancak hemen belirtilmelidir ki, uzlaşı ve hoş görü kültürü
kader gibi algılanmamalı, zira alınyazısı olarak algılanmaya başlayan bir anlayış, hem
bireysel hem de toplumsal temelde problematiklere neden olabilir. Örneğin mademki
insanın hoşgörülü olması gerekiyor, öyleyse temel ahlaki değerlerin sınırlarına taşanla-
rı da hoş görmeli gibi anlayışa da yol açmamalıdır. Ayrıca N. Topçu’nun belirttiği gibi,
uzlaşı ve hoşgörü kültürü conformizme2 (uysallık) yol açmamalı, başta insan olmak
üzere yerküremizi ve üzerinde yaşamakta olan bütün varlıkların korunmasına yönelik
ahlaki bir tutum olarak işlev görmelidir. Bir başka deyişle söylenecek olursa, gerek
birey gerekse toplumlar haklarını arayabilme yeteneğinden yoksun olmamalıdırlar.
Hoşgörünün ilke edinilmesi, başka ilkelerden vazgeçmeyi gerektirmemelidir.3

1. Feriha Baymur, Genel Psikoloji, İnkılâp Yay. İstanbul 1994, s. 90.


2. Nurettin Topçu, İsyan Ahlakı, çev: Mustafa Kök, Musa Doğan, Dergâh Yay. İstanbul 1995, s. 94, 97.
3. Mehmet Aydın, İçe Kritik Bakış Din-Felsefe-Laiklik, İyiadam Yay. İstanbul 2000, s. 171.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Doç. Dr. A. Faruk Sinanoğlu 27

Uzlaşı ve hoşgörü imkânı üzerine bir değerlendirme yapmak, öncelikle uzlaşı


ve hoşgörü yoksunluğunu tanımlayan çatışma ve savaş olguları ile bunların nedenleri
üzerine sorgulamalar yapmayı zorunlu kılmaktadır. Uzlaşı ve hoşgörü arayışının asıl
nedeni çatışma ve savaşın sürekli olan varlığıdır. Dolayısıyla, çatışma ve savaş insanla
ve ideal toplum arayışıyla ilgili hemen her bilimsel etkinliğin konusu olmuştur. Bilim-
sel araştırmalar, birey ya da toplumların karşılaştıkları sorunları, engelleri aşabilmek
amacıyla büyük mücadeleler verdiklerini tespit etmişlerdir; psikolojide buna “güven-
lik çabası” ya da “yaşamını sürdürme içgüdüsü” denilmektedir.4 Bilimsel çalışmalarla
çatışmanın içgüdüsel mi, toplumsal şartlar mı, yoksa her ikisi mi? olduğu sorusuna
bulunacak cevaplar, uzlaşma ve hoşgörü kültürünün imkânlı olup olmadığı sorusunun
cevaplanmasına katkılar sağlayacaktır.

Bu çalışmada, tüm toplumlar için hayati önem taşıyan uzlaşı ve hoşgörü kültü-
rünün imkânlı olup olmadığı incelenecektir. İnsanlığın bu ortak sorununa çözümler
getirebilmek ve arayışlarda bulunabilmek için, öncelikle geçmişte yaşanmış olay ve
olgulara bakmak gerekmektedir. Bu hem konunun daha iyi anlaşılmasına katkılar sağ-
layacak hem de uzlaşı ve hoşgörü imkânı arayışı için bize yeni ufuklar açacaktır.

1. Uzlaşı Kültürü ve Tarihte Çatışma


Uzlaşı ve hoşgörü kültürünün geliştirilmesi, ahlaki boyut kazandırılması hem
bireysel temelde hem de toplumlar için büyük önem arz etmektedir. Ancak ne var ki
tarihi kaynaklar, geçmiş asırlarda bize insanlığın benzer ve ortak tecrübeleri yaşadıkla-
rını, insanların siyasi, ekonomik ve dini nedenlerle büyük çatışmalar (savaşlar) yaşa-
dıklarını göstermektedir.

Savaş ve saldırganlık üzerine yapılmış çalışmaların farklı boyutlarda değerlen-


dirildiği ve farklı sonuçlara ulaştıkları görülmektedir. Konu üzerine yapılmış çalışma-
lardan bazıları saldırganlık ve savaşın içgüdüsel olduğunu, bunun karşısında yer alan-
lar ise saldırganlık ve savaşın kökenini çevreci ve davranışçı yaklaşımlarla açıklama
eğilimindedirler.5 Freud saldırganlığın doğuştan geldiğini, içgüdüsel olduğunu, insa-
nın davranışlarını belirleyen iki temel içgüdü olduğunu bunların yaşam içgüdüsü ve
saldırganlık içgüdüsü olduğunu belirtir.6 Bu görüşün karşısında yer alanlar ise, davra-
nışların tamamıyla doğuştan ve programlanmış olduğu görüşüne karşı çıkarak, insa-

4. Alfred Adler, Yaşamın Anlam ve Amacı, çev: Kamuran Şipal, Say Yay. İstanbul 2009, s. 199.
5. Erich Fromm, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, I, çev: Ş. Alpagut, Payel Yay. İstanbul 1993, s. 33.
6. Erich Fromm, Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları, çev: Aydın Arıtan, Arıtan Yay. İsta nbul 2004,

s.
28 Evrensel Düzeyde Uzlaşı ve Hoşgörü Kültürünün İmkânı

nın saldırganlığının toplumsal şartlar ve eğitimle ilgili olduğunu ileri sürerler.7 Bireysel
temelde saldırganlığın, toplumsal boyutları ile savaşların kökeni hakkında pek çok
teori ileri sürülmüş ve hala tartışma konusudur.8 Konunun daha iyi anlaşılabilmesi
için, uzlaşı, hoşgörü, çatışma ve savaş gibi terimlerin sözlük anlamlarına bakmak uy-
gun olacaktır.

Uzlaşı ve hoşgörü terimlerinin sözlük anlamlarına bakıldığında, uzlaşmak ey-


leminin “iki veya ikiden fazla kişi arasında doğan çıkar ayrılığını kaldırıp uyuşma ola-
rak”9 tanımlandığı görülürken, hoşgörü “olaylar ve ilkeler karşısında anlayış gösterip
hoş görme durumu, müsamaha, tolerans”10 gibi anlamlara gelmektedir. Her iki sözcü-
ğün sözlük anlamları kulağa hoş gelmekte, insanı heyecanlandırmaktadır. Ancak tarihi
veriler dikkate alındığında, bu heyecanın yerini endişe almaktadır. Uzlaşı ve hoşgörü
terimlerinin sözlük anlamlarının tek başlarına bir anlam taşımayacakları açıktır; birey-
sel ve toplumsal temelde sevgi esasına dayalı ahlaki boyutlar taşıması gerekmektedir.
Uzlaşı ve hoşgörü sözcüklerinin karşıtı çatışma, savaş, rekabet gibi terimlerdir. Çatış-
ma sözlüklerde, silahlı vuruşma, birbirini tutmamak, birbirini çelmek, kavga etmek
gibi anlamlara gelirken,11 savaş, devletlerin birbirleri ile silahlı vuruşmaları anlamlarını
taşımaktadır.12 Bir başka deyişle savaş, toplumların isteklerini birbirlerine zorla kabul
ettirmek için başvurulan bir şiddet hareketidir. Rekabet ise mecazi (değişmeli) anlamı-
nın dışında savaş anlamını taşımamakta, bir işte birbirinden üstün çıkma gayreti ve
yarış olarak tanımlanmaktadır.13 Anlaşılacağı gibi, savaş ve çatışma sözcükleri yakın
anlamlar taşımakta, bu çalışma içerisinde çatışma ile savaş terimleri aynı anlamda kul-
lanılmıştır. Her iki fenomen ister içgüdüsel olsun, isterse toplumsal boyutlara sahip
olsun, konunun bilimin elverdiği (genetik, kültürel vs.) biçimleri ile araştırılması ve
tartışılması gerekmektedir.

7. Erich Fromm, Toplumsal Bilinçaltının Araştırılması, çev: Aydın Arıtan, Arıtan Yay. İstanbul 2004, s. 119-
124.
8. İnsanoğlu çok eski çağlardan bu yana türünün devamlılığını sağlayabilmek amacıyla büyük mücadele-

lere girmiştir. Tarih boyunca yaşanan maddi ve manevi gelişmelere rağmen insanın yaratılışından iti-
baren var olan şiddet ve savaş olgularını yok etmeye yetmemiştir. Savaşın karşısında yer alanlar old u-
ğu gibi, savaşın varlığının vazgeçilmez bir unsuru olduğu görüşünü benimseyenler de olmuştur. Ö r-
neğin Socrates, ve Herakletios savaşın olumlu içeriğinden, Marks ve Engels’in de savaşı, toplumsal ha-
reketin donmuş ve ölmüş siyasal biçimlerini alt etmede ve parçalamada kullanılan bir araç olarak de-
ğerlendirdikleri görülür. Daha geniş bilgi için bkz: Erkan Göksu, “İnsanlık Tarihinin D eğişmeyen Fe-
nomenleri: Şiddet ve Savaş” Bilim Yolu, K.Ü.S.B.E. Dergisi Sayı:3, 2003.
9. Türkçe Sözlük, haz: A. Salih Erüz-Kahraman Aksakal, Şamil Yay. İstanbul 1984, s. 960.

10. Türkçe Sözlük, s. 438.

11. Türkçe Sözlük, T.D.K.Yay. C.1, İstanbul 1992, s. 283.

12. Türkçe Sözlük, T.D.K.Yay. C. 2, s. 1265.

13. Türkçe Sözlük, T.D. K. Yay. C.2, s.1219.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Doç. Dr. A. Faruk Sinanoğlu 29

İnsanlığın hayat hikâyesini bize sunan tarihi kaynaklar, ilk insanların beslenme,
güvenlik, savunma gibi nedenlerle birbirleri ile çatıştıklarını, savaştıklarını kaydetmek-
tedirler.14 İnsanlar yerleşik düzene geçip toplum haline dönüştüklerinde de benzer ça-
tışmalar kültürel özellikler kazanarak, şiddetlenerek devam etmiştir.15 Çatışmanın kay-
nağında hem bireysel özellikler hem de toplumsal özellikler bulunmaktadır. İnsan üze-
rine yapılan bir takım bilimsel çalışmalar, birey temelinde bazı insanların başkalarına
üstünlük sağlama, bencillik duygusunu tatmin amacıyla büyük mücadelelere girdikle-
rini tespit etmişlerdir.16 Hobbes, insanların zenginlik, şöhret, iktidar ve güç için müca-
dele içinde olduklarını, bu nedenle “insan insanın kurdu olduğunu” belirtirken, J. Loc-
ke, “insan insanın kurdu” olmadığını, doğal yaşama halinin barış içinde geçen bir dö-
nem olduğunu belirtir.17 Anlaşılacağı gibi her iki düşünür, konuya farklı açıklardan
yaklaşmaktadırlar.

İnsan toplumsal bir varlık olarak ortaya çıktığında bireysel ve toplumsal ihti-
yaçlar nedeniyle maddi ve manevi olarak nitelendirilebilecek kültürü oluşturmuş, da-
ha sonraki aşamalarda uygarlıklar ortaya koymuşlardır. Antropoloji ve tarihi veriler,
geçmişten günümüze kadar toplumsal yapının belirlenmesinde etkili olan kültürün
çeşitliliğini tespit etmişlerdir.18 Söz konusu farklılıklar insanları endişelendirmiş, farklı-
lıkları tehdit unsuru olarak değerlendirmiştir. İnsanın çevresini saran kültür, bir taraf-
tan insanın tutum ve davranışlarını düzenleyip yön verirken, diğer taraftan kültürel
özelliklerini yenilemeyi, farklı kültürlerle etkileşimini devam ettirmiştir. Yiyecek, ba-
rınma, inanma ve güvenlik gibi etkenlerle dini, siyasi, iktisadi faaliyetler ortaya çıkma-
ya başlamıştır. Aynı zamanda söz konusu etkenler, çatışmanın (savaş) nedenleri arası-
na girmiştir. Bu çatışmalarda insanın biyolojik, ruhsal ve toplumsal yönlerinin etkili
olduğu anlaşılmaktadır. Ancak insanoğlu çatışmalarla, savaşlarla geçen yaşamın kendi
geleceklerinin belirlenmesinde olumsuz yönde olduğunu tespit etmesiyle, karşılıklı
görev ve sorumluluğa dayanan bir uzlaşma kültürü oluşturma arayışına girebilmiştir.
Düşünce dünyasında insanlığı savaşlardan uzak tutmak amacıyla çeşitli görüşler geliş-
tirilmiştir. Eski Çin düşüncesinde savaş ahlak dışı olarak değerlendirilir.19 Bizim kültü-
rümüzde de Mevlana, Yunus ve H. Bektaşi Veli gibi düşünürler, yüzyıllar öncesinden

14. W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, çev: M. F. Köprülü, D.İ.B.Yay. Ankara 1977, s. 10; Rene
Gırard, Şiddet ve Kutsal, çev: Necmiye Alpay, Kanat Yay.İstanbul 2003, 2-20.
15. Rurth Benedict, Krizantem ve Kılıç, çev: Türkan Turgut, Türkiye İş bankası Yay. 1994, s. 23.

16. Baymur, Genel Psikoloji, s. 89,98.

17. Nkl: Barlas Tolan: Toplum Bilimlerine Giriş, Murat-Adım Yay. Ankara 1996, s. 5.

18. L.S.B. Leakey, İnsanın Ataları, çev: Güven Arsebük, T.T.K. Yay. Ankara 1971, s. 107.

19. Zhuge Liang-Lium Ji, Savaş Sanatında Ustalaşmak, çev: Sibel Özbudun, Anahtar Kitaplar Yay.

İstanbul 1997, s. 12-15.


30 Evrensel Düzeyde Uzlaşı ve Hoşgörü Kültürünün İmkânı

Müslüman, Mecusi, yoksul zengin kimseyi ayırmamışlar, hepsini Tanrı’nın parçası


olarak değerlendirmişler, savaşlara karşı çıkmışlardır.20

Yukarıdaki ifadeler savaşın (çatışma) tarihsel bir olgu olduğunu ortaya koy-
maktadır. Daha önceden de belirtilmiş olduğu gibi, savaşlar ekonomik, siyasi ve dinsel
gibi pek çok nedenlerle ortaya çıkmışlardır. Fakat savaşların daha çok ekonomik ve
siyasi amaçlı olduğu anlaşılmaktadır. Günümüzde de silah imal eden ülkelerin ürettik-
leri silahlara pazar bulabilmek için savaşlar çıkardıkları ve sürdürdükleri belirtilmek-
tedir.21 Öte yandan savaşların yararlılıkları üzerinde duran ve savaşı toplumsallaşma-
nın başlıca etkeni sayan toplumbilimciler de bulunmaktadır.22 Bu çerçeveden bakıldı-
ğında savaşların toplumsallaşmada önemli rolleri olabilir. Ancak savaşın bütün ahlaki
kontrol mekanizmalarını etkisiz hale getirebileceği de ifade edilmektedir.23 Ancak in-
sanlar gerek birey temelinde gerekse toplum temelinde her zaman çatışmamışlar; kar-
şılıklı anlaşmalar düzenleyip, uzlaşma da sağlayabilmişlerdir.

Savaşlar üzerine yapılmış olan bir çalışmada İngiltere’nin XVI. yüzyılda 57 yıl,
XVII. yüzyılda 43,5 yıl, XVIII. yüzyılda 55,5 yıl, XIX. yüzyılda 53,5 yıl savaştığını, Tür-
kiye’nin ise XVII. yüzyılda 89 yıl, XVIII. yüzyılda 25 yıl, XIX. yüzyılda 39,5 yıl savaştı-
ğını tespit etmiştir.24 Ne var ki eski savaşların seksen yılda verdiği kayıp ve zarar XX.
Yüzyılın Birinci Dünya Savaşının dört yılı ile (1914-1918), İkinci Dünya Savaşının altı
yılında (1939-1945) verilen kayıp ve zarardan ölçülemeyecek kadar az olduğu ifade
edilmektedir.25 İnsanoğlu atomu keşfetmekle, yeryüzünde hayat izlerini silebilecek, altı
bin yıllık uygarlığın bütün izlerini bir günde ortadan kaldırabilecek teknik güce sahip
olmuştur.26 Anlaşılacağı gibi geçmişte toplumlar savaş kültürü oluşturmuşlardır; gele-
cekte barışın egemen olduğu, savaşların olmadığı bir barış ortamı (uzlaşı kültürü)
mümkün olabilir mi? Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının insanlık için kötü neticele-
rinden sonra evrensel boyutlarda ümit verici gelişmeler kaydedilmiştir. Dünya kamu-
oyunda barışın korunması, karşılıklı güven ortamının oluşabilmesi, haksızlıkların or-
tadan kaldırılması yönündeki gayretler ileri adımlardır; fakat yeterli olmadığı da açık-

20. M. Celaleddin Rumi, Fihi Mâ-Fih ve Mecalis-i Seb’a’dan Seçmeler, haz: A. Baki Gölpınarlı, K.T.B.
Yay. Ankara 1985, s. 212, 265; Rüştü Şardağ, Her Yönüyle Hacı Bektaşi Veli ve Şerh-i Besmele,
Karınca Matbaacılık, İzmir 1985, s. 80,81.
21. Orhan Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1996, s. 345.

22. Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlüğü, s. 346.

23. Erol Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken Yay. İstanbul 2000, s. 187.

24. Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlüğü, s. 346.

25. Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlüğü, s. 346.

26. Roger Garaudy, İnsanlığın Medeniyet Destanı, çev: Cemal Aydın, Türk Edebiyatı Vakfı Yay. İstanbul

2006, s. 191.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Doç. Dr. A. Faruk Sinanoğlu 31

tır. H. Müller, “Kültürlerin Uzlaşması” adlı çalışmasında kültürlerin çatışmasının doğa


kaynaklı olmadığını, insanlar tarafından meydana getirilen bir olgu olduğunu, üste-
sinden gelecek olanın da yine insan olduğunu vurgular.27

Hızlı iletişim teknolojileri toplumlar arası ilişkileri kolaylaştırmış, küresel bo-


yutta etkileşimler gelişme göstermiştir. Küresel etkileşim farklı kültürel normların de-
ğişiminde etkili olabilmekte, farklı kültür ve dinleri karşı karşıya getirebilmektedir.
Bugün farklı toplumlar içinde değişik inanç ve kültürlere mensup milyonlarca insan
yaşamaktadır;28 bu durum, ümit vericidir. Çünkü ötekilerinin kültür ve inançlarını kar-
şılıklı tanıma imkânını doğuracaktır.

Toplumların farklı kültürleri temsil etmelerinde din kurumu önemli rol oynar.
Evrensel boyutlarda uzlaşı kültürünün imkânı açısından, din ve uzlaşı kültürü ilişkile-
rine değinmek uygun olacaktır.

2. Din ve Uzlaşı Kültürü


İnsanoğlu geçmişten günümüze pek çok dini tecrübe etmiş, bunlardan bazıları
varlıklarını devam ettirirken bazıları varlıklarını sürdürememişlerdir. Toplumsal ve
bireysel yönleri ile insanoğlunu derinden etkilediği anlaşılan dinin, XX. ve XXI. yüzyıl-
larda da insanın tutum ve davranışlarının düzenlenmesinde etkili olduğu bilinmekte-
dir. P. Berger, “Dinin Sosyal Gerçekliği” adlı çalışmasında, dinin toplumsal kurumlar
içerisinde gözle görülür bir biçimde realite olma gücünü korumaya devam ettiğini be-
lirtir.29

Her din, evrenin oluşumu ve insan varlığı ile ilgili olarak soyut problemler ve
toplum hayatının uygulamalı davranış kalıplarına kadar bir anlayış kazandırma çabası
içerisindedir. Bu çerçeveden bakıldığında, dinin bireysel, toplumsal ve dünyevi olanı-
na kadar bir bakış açısı ve bir ahlaki sistem geliştirdiği söylenebilir. Yani en ilkel olarak
kabul edilen dinlerden en sofistike olanına kadar tüm dinler, insani ihtiyaçları karşıla-
mak için ortaya çıkmışlardır. Anlaşılacağı gibi bütün dinler, insanlara bir mesaj sun-
maktadırlar. Bu mesajların ortak teması insanların ihtiyaçlarına cevap verebilme iddia-
sı taşırlar. Din, birey ve toplum temelinde incelendiğinde, onun gerek birey temelinde
gerekse tüm öteki toplumsal kurumlarla ilişkilerinin alabildiğince derin olduğu anlaşı-
lır. Dinler genellikle ilk bakışta bireye hitap eder, Tanrı ile insan arasındaki ilişkileri

27. Harald Müller, Kültürlerin Uzlaşması, çev: Ali Çimen, Timaş Yay. İstanbul 2001, s. 8.
28. Peter Graf, “Religiöse Erziehung von Muslimen in Deutschen Schulen”, İslam und Europa 11,
Dönmez Ofset, Ankara 2004, s. 42.
29. Peter L. Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği, çev. Ali Coşkun, İnsan Yay. İstanbul 1993, s. 195-196; Zeki Ars-

lantürk, Kutsalın Dönüşü, Yeni Toplum Arayışları, Ayışığı Kitapları, İstanbul 1998, s. 38.
32 Evrensel Düzeyde Uzlaşı ve Hoşgörü Kültürünün İmkânı

düzenlemek ister. Ancak birey temelinde benimsenen dinin, arkasından toplumsal bir
hüviyet kazandığı görülür. Böylece din, hukuk, ahlak, iktisat, siyaset gibi toplumun
bütün kısımları ile etkileşim içerisine girer. Bireysel ve toplumsal yaptırım gücüne sa-
hip eylemleri bünyesinde barındıran dinin,30 bu durumda diğer toplumsal kurumlarla
olan ilişkisi ortaya çıkmakta, siyaset kurumu ile de yakın ilişkiler kurduğu anlaşılmak-
tadır. Tarihte din ve siyaset ilişkilerinin iç içe olduğu dönemlerde toplumlar ve top-
lumlar arası ilişkilerde büyük bunalımlar yaşandığı bilinmektedir.31 Gerçekte dinler,
hem birey hem de toplum temelinde barış ve esenliği önerirler. Ancak özellikle siyaset
yönetimi, toplumlar arası sorunların çözüm veya çözümsüzlüğünde dinleri vasıta ola-
rak değerlendirebilmektedir. Yani tüm toplumsal kurumlarda olduğu gibi, din kuru-
muna da farklı misyonlar yüklenebilmektedir.

Dinler sahip oldukları sembollerle, ayin ve törenlerle bireysel ve toplumsal ya-


şamın bazı yönlerini açıklama gayesi taşırlar. Bu yönleri ile dinler kendilerini yegâne
olarak görme eğilimindedirler. Bu nedenle de, insanlığın ihtiyaçlarını farklı biçimlerde
de olsa yerine getirdiklerini düşünürler. Dinlerin kendilerini eşsiz olarak telakki etme-
leri, dinler arasında rekabeti ve çatışmaları beraberinde getirmiştir. Özellikle toplum
hayatında insan varlığının anlamı üzerine görüşler geliştiren büyük tarihsel dinler,
kendilerini büyük savaşların içinde bulmuşlardır. Ayrıca hemen belirtilmelidir ki, her
dinin kendi içerisinde mezheplere, farklı ekollere ayrılarak kendi içlerinde de büyük
çatışmalara girdiği bilinmektedir.32 Yani din, bir taraftan bütünleştirici özellikler göste-
rirken, diğer taraftan parçalayıcı nitelikler gösterebilmektedir. Ancak dinler mukayese-
li olarak derinlemesine incelendiğinde, ayrıldıkları, farklılaştıkları hususlar kadar ortak
konuları paylaştıkları da görülür. Durkheim’in ifadesiyle, birinin ya da ötekinin alacağı
şekil farklılıklarına rağmen, bunlar aynı anlamlara sahip olup aynı işlevleri yerine geti-
rirler.33 Gerçekte de Uzak Doğu’da Konfüçyizm, Budizm, Orta Doğuda tek tanrılı din-
ler Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın öğretileri incelendiğinde farklılaştıkları husus-
lar kadar ortak mesajlar da verdikleri görülür. Ancak dinlerin farklılıkları tolera etme-
de zorlandıkları görülür. Yani dinler kendi bünyelerinde uzlaşı kültürü oluşturabilir-
ken, farklı dinleri rakip olarak değerlendirme eğilimindedirler. Bunu doğal olarak kar-
şılamak gerekir. Çünkü dinler varlığını genelde farklılıklar üzerinden yürütür ve yapı-

30. Ünver Günay, Din Sosyolojisi Dersleri, E.Ü.Y. Kayseri 1993, s. 147-148; Şaban Ali Düzgün, Din,
Birey ve Toplum, Akçağ Yay. Ankara 1997, s. 9.
31. Edward W. Said, Şarkiyatçılık Batının Şark Anlayışları, çev: Berna Ünler, Metis Yay. İstanbul 1999, s.

280.
32. Joachim Wach, Din Sosyolojisi, çev: Ünver Günay, E.Ü.Yay. Kayseri 1990, s. 42.

33. Emile Durkheim, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, s.21.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Doç. Dr. A. Faruk Sinanoğlu 33

ları bunu gerektirir. Esasen farklı inançların rekabeti ve aralarındaki ilişkiler toplumsal
değişim ve gelişmeler için de gerekli olabilir. M. Eliade’in belirttiği gibi, zıtlar arasın-
daki arabuluculuk çözümler sunabilir, çatışma birlik içinde eriyebilir.34

Buraya kadar geçen ifadeler değerlendirildiğinde, dinin tek tek fertleri etkile-
mek suretiyle ortak bir zihniyet kazandırma işlevine paralel olarak, ürettiği toplumsal
değer ve normlarla sosyal bir yapı içerisinde bütünleştirici (uzlaşı) ve parçalayıcı işlevi
de dikkat çekmektedir. Bu durumda dinin, toplumsal kurumlar içerisinde görmekte
olduğu fonksiyonların hepsinin ilerisinde, dinamik yapısıyla toplumsal dayanışmanın
anahtarı olmasının yanı sıra büyük çatışmalara da neden olabildiğini belirtmek gerekir.

Sonuç
Biyolojik, psikolojik ve toplumsal özellikleri ile insan, bir taraftan insancıl duy-
guları taşırken diğer taraftan şiddete meyilli bir varlıktır. Bir başka deyişle ister içgü-
düsel olsun, isterse toplumsal etkenlerle olsun insanda güç tutkusu, çatışma ve daya-
nışma duyguları bir arada bulunabilmektedir. Bu özellikleri ile insan, yüzyıllar içeri-
sinde hem savaş (çatışma) kültürü hem de barış kültürü oluşturabilmiştir.

Aklını ve ellerini kullanarak uygarlıklar yönünde büyük adımlar atan insanoğ-


lu, Totemizm, Fetişizm, Şamanizm’in yanı sıra tek tanrılı dinleri tecrübe etmiş, büyük
dünya savaşlarını ve felaketlerini yaşamıştır. Savaşın negatif yönünü tespit eden insan-
lar, gerçek hürriyetin toplum ve toplumlar arası dayanışmada (uzlaşma kültürü) olabi-
leceği görüşü üzerinde durmaya başlamışlardır.35 Ancak her toplum, farklı kültürel
özellikleri ve inançları bünyesinde barındıran teşekküllerdir. Söz konusu kültürel ve
inanç farklılıkları toplumlar arası çatışmalarda rol oynamış ve halen oynamaya da de-
vam etmektedir. Geçmişte farklılıklar birer kültürel zenginlik olarak değil, tehdit ola-
rak algılanmıştır. Ayrıca gelecekte uygarlıklar (dinler) arası büyük çatışmaların ihtima-
li üzerinde durulmaktadır.36 Nükleer güce sahip insanoğlunun büyük bir dünya sava-
şına girmesinin getireceği sonuçlar, yerküremizde canlı yaşamını tehdit eder boyutlara
ulaşmıştır. Eğer toplumlar, karşı inançlar ve düşünceler zemininde bir uzlaşı ve hoşgö-
rü kültürü oluşturmada başarısız olurlarsa, toplumlar arası büyük çatışmalar ihtimal
dâhilindedir. Bunun için, yer küremizde barışın sağlanabilmesi açısından hiçbir top-
lumu (devlet) egemen güç olarak merkeze yerleştirmeden, bütün toplumların eşit ola-

34. Mircae Eliade, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, çev: Mehmet Aydın, K. B. Y ay. Ankara 1990, s. 186.
35. Bertrand Russel, Bilimin Toplum Üzerindeki Etkileri, çev: Erol Esençay, İlya Yay. İzmir 2003, s.
85,88.
36. Barbara Stowasser, Medeniyetler Çatışmasından Diyaloga, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, İstanbul 2000,

22,23.
34 Evrensel Düzeyde Uzlaşı ve Hoşgörü Kültürünün İmkânı

rak temsil edildikleri kurum ve yasaların oluşturulması gerekmektedir. Ayrıca konu-


nun saydam mekanizmalar çerçevesinde, tüm insanlığın gözleri önünde eleştirilere
açık bir biçimde tartışılması gerekmektedir. Ancak düşünsel kurgulama anlamında
evrensel boyutları ile uzlaşı ve hoşgörü kültürünün gelişimi güç görünmezken, top-
lumsal gerçeklik anlamında önyargısız, tarafsız bir uzlaşı kültürü oluşturmanın güçlü-
ğü de ortadadır. Çünkü çatışma (savaş) karşımıza tarihsel bir olgu olarak çıkmakta,
yerküremizde varlığını sürdüren toplumlar, çok çeşitli nedenlerle birbirlerine zıt söy-
lemler ortaya koyabilmektedirler. Özellikle dini inanç farklılıkları siyasi söylemler
doğrultusunda çatışmanın merkezine yerleştirilmektedir. Ancak olumsuz gibi görünen
gelişmelerin yanında, toplumlar arası ilişkilerde olumlu görünen gelişmeler de ortaya
çıkmaktadır; örneğin insan hakları, çevresel kirlilik ve nükleer savaş karşıtlığı gibi.
Bunlar önemli adımlardır, ancak yeterli değildir. İnsanoğlu varlığının devamını iste-
mekte ise bütün insanlığı eşit derecede kuşatacak, farklı kimliklere saygı çerçevesinde
farklılıkları yaşatacak bir ahlaki sisteme ihtiyaç olduğu ortadadır; bunu gerçekleştirebi-
lecek olan da toplumlardır.

Özetlenecek olursa, evrensel boyutları ile uzlaşı kültürünün imkânlı olup ol-
madığı değerlendirildiğinde, konuya iyimser bir yaklaşımla bakıldığında, daha iyi ya-
şama imkânlarını araştıran bir varlık olarak insanoğlunun, evrensel düzeyde bir uzlaşı
ve hoşgörü kültürünü geliştirebileceği öngörülebilirken, konunun tarihsel boyutları
dikkate alınarak bir değerlendirme yapılacak olursa, yerküremizde yaşamakta olan
bütün toplumların üzerinde anlaşabilecekleri bir uzlaşı kültürünün gerçekleştirilmesi-
nin kısa vadede güç olduğu, ancak uzun vadede ihtimal dışı olmadığı ifade edilebilir.

Kaynakça
Adler, Alfred, Yaşamın Anlam ve Amacı, çev: Kamuran Şipal, Say Yay. İstanbul 2009.
Arslantürk, Zeki, Kutsalın Dönüşü, Yeni Toplum Arayışları, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 1998.
Aydın, Mehmet, İçe Kritik Bakış Din-Felsefe-Laiklik, İyiadam Yay. İstanbul 2000.
Barthold, W. İslam Medeniyeti Tarihi, çev: M. F. Köprülü, D.İ.B.Yay. Ankara 1977.
Baymur, Feriha, Genel Psikoloji, İnkılâp Yay. İstanbul 1994.
Benedict, Ruth, Krizantem ve Kılıç, çev: Türkan Turgut, Türkiye İş Bankası Yay. 1994.
Berger, Peter, Dinin Sosyal Gerçekliği, çev. Ali Coşkun, İnsan Yay. İstanbul 1993.
Durkheim, Emile, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, çev: Fuat Aydın, Ataç Yay. İstanbul 2005.
Düzgün, Şaban Ali, Din, Birey ve Toplum, Akçağ Yay. Ankara 1997.
Eliade, Mircae, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, çev: Mehmet Aydın, K. B. Yay. Ankara,
1990.
Fromm, Erich, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, I, çev: Ş. Alpagut, Payel Yay. İstanbul, 1993.
----------------- Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları, çev: Aydın Arıtan, Arıtan Yay. İstan-
bul 2004.
----------------Toplumsal Bilinçaltının Araştırılması, çev: Aydın Arıtan, Arıtan Yay. İstanbul 2004.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Doç. Dr. A. Faruk Sinanoğlu 35

Garaudy, Roger, İnsanlığın Medeniyet Destanı, çev: Cemal Aydın, Türk Edebiyatı Vakfı Yay.
İstanbul 2006.
Gırard, Rene , Şiddet ve Kutsal, çev: Necmiye Alpay, Kanat Yay.İstanbul 2003.
Graf, Peter, “Religiöse Erziehung von Muslimen in Deutschen Schulen”, İslam und Europa 11,
Dönmez Ofset, Ankara 2004.
Günay, Ünver, Din Sosyolojisi Dersleri, E.Ü.Y. Kayseri 1993.
Güngör, Erol, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken Yay. İstanbul 2000.
Hançerlioğlu, Orhan, Toplumbilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1996.
Leakey, L.S.B. İnsanın Ataları, çev: Güven Arsebük, T.T.K. Yay. Ankara 1971.
M. Celaleddin Rumi, Fihi Mâ-Fih ve Mecalis-i Seb’a’dan Seçmeler, haz: A. Baki Gölpınarlı,
K.T.B.Yay. Ankara 1985.
Müller, Harald, Kültürlerin Uzlaşması, çev: Ali Çimen, Timaş Yay. İstanbul 2001.
Şardağ, Rüştü, Her Yönüyle Hacı Bektaşi Veli ve Şerh-i Besmele, Karınca
Matbaacılık, İzmir 1985.
Said, Edward W. Şarkiyatçılık Batının Şark Anlayışları, çev: Berna Ünler, Metis Yay. İstanbul
1999.
Tolan, Barlas, Toplum Bilimlerine Giriş, Murat-Adım Yay. Ankara 1996.
Topçu, Nurettin, İsyan Ahlakı, çev: Mustafa Kök, Musa Doğan, Dergâh Yay. İstanbul, 1995.
Türkçe Sözlük, haz: A. Salih Erüz-Kahraman Aksakal, Şamil Yay. İstanbul 1984.
Türkçe Sözlük, T.D.K.Yay. C.1, İstanbul 1992.
Wach, Joachim, Din Sosyolojisi, çev: Ünver Günay, E.Ü.Yay. Kayseri 1990.
Zhuge Liang-Lium Ji, Savaş Sanatında Ustalaşmak, çev: Sibel Özbudun, Anahtar Kitaplar Yay.
İstanbul 1997 .
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 37-64

Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar


Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık
İnönü Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü

Özet
Sendikalar sanayi devriminden yaklaşık yüz yıl sonra ortaya çıkmış örgüt-
lerdir. Yaptıkları faaliyetler başlangıç dönemlerinde yalnızca ücret çalışma şartla-
rını kapsarken giderek işsizlik, eğitim, çevre, sosyal güvenlik, demokrasi ve insan
hakları gibi toplumun tümünü ilgilendiren konuları kapsamaya başlamıştır. An-
cak sendikaların gelişmesi ve yapısal özellikleri her ülkede aynı değildir. Devletin
tarihi, ideolojik ve ekonomik yapısıyla; sendika, işçi, işletme ve işverenlerin çeşitli
özellikleri hem sendikaların yapısını, hem de sendikayla üyesi arasındaki bağlılığı
yakından etkilemektedir. Bu çalışmada sendikayla üyesi arasındaki bağlılığı etki-
leyen söz konusu faktörler incelenecektir.
Anahtar kelimeler: Sendikal bağlılık, işveren, devletin yapısı, sendika-
işveren ilişkileri, sosyal devlet
Abstract
Membership of Trade Union And The Factors Of Uninon Commitment
Trade unions came into being approximately one hundred years after the
industrial revolution. While their initial term activities include only fee and wor-
king conditions, gradually they have began to include the issues, which are all
community’s concern, such as unemployment, education, social security, democ-
racy and human rights. However, progress and structural characteristics of unions
are not same for all countries. With the state’s history, ideology and economic
structure; trade unions, workers and variety features of workers and employers
have effect both structures of union trades and commitment between member and
union closely. This study will examine factors that affect adherence between the
members of the union.
Key words: Union commitment, Employer, State Structure, Union- emp-
loyer Relations, Social State

Giriş
Emek erbabıyla bunları çalıştıranların ilişkisi mülkiyet edinme olgusu ve buna
bağlı olarak sınıfların ortaya çıkmasıyla başlar. Ancak Sanayi Devrimi’nden önceki
ilişki işçi-işveren ilişkisinden çok, efendi- köle ilişkisi şeklindedir. Kölelik geçmişten
bugüne din, kültür ve ırk ayrımı olmaksızın dünya genelinde yaygın bir uygulamadır.
Çalışma ve emek tarih boyunca hemen her toplumda küçümsenmiştir. Eski Mısır,
Hindistan ve Roma’da bu türdeki çalışmanın izlerine rastlanır. Bugün kabul edilen
anlamda işçi –işveren ilişkisi, 18. yüzyılda Sanayi Devrimi ile birlikte işçi ve kapitalist
38 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar

sınıfların doğumuyla başlamıştır. O dönemde geçerli olan klasik iktisadi anlayış örgüt-
lenmeyi, tam rekabet piyasası düşüncesine aykırı bulup, izin vermediği için işçi ücret-
leri ve diğer çalışma şartları başlangıçta bireysel sözleşmeler ile düzenlenmiştir. Bu
uygulama düşük ücretler, aşırı çalışma süreleri ve kötü çalışma ortamlarını doğurarak
kısa sürede bir insanlık faciasına sebep olmuştur. Fabrikasyon üretimden yaklaşık
yüzyıl sonra ilk sendikal örgütlenmelere rastlanmıştır. Başlangıçta illegal örgütler ola-
rak kabul edilen sendikalar klasik devlet anlayışının sosyal devlete dönüşmesi ile bir-
likte yasal statüye kavuşmuş ve giderek faaliyetlerinin kapsam ve derinliği artmaya
başlamıştır. Örneğin yapılan toplu iş sözleşmeleri başlangıçta yalnız işçileri ilgilendi-
ren ücret ve benzeri çalışma şartlarını düzenlerken giderek işsizlik, çevre, eğitim, sos-
yal güvenlik, ayrımcılık, engelli, çocuk ve kadın işçilerin korunması, demokrasi ve in-
san hakları gibi toplumun tamamını ilgilendiren konular da sendikaların gündemine
girmiştir. Sendikaların yapısı ve gelişimi her ülkede aynı olmamıştır. Çünkü sendika-
lar söz konusu süreç içerisinde bulunduğu ülkelerin ekonomik, sosyal, siyasal ve kül-
türel şartlarından ciddi olarak etkilenmiştir ve kendisi de içinde büyüdüğü sistemi
etkilemiştir. Söz konusu etkileşim süreci sendikaların hem işverenle, hem de kendi
üyeleriyle ilişkilerini etkilemiştir. Ayrıca sendikaların ekonomik ve sosyal fonksiyon-
larına ilişkin değerlendirmelerde ideolojik yaklaşım tarzı da etkili olmaktadır. Örneğin
liberal yaklaşım sendikal örgütlenmeyi serbest piyasaya aykırı görürken, sosyal devlet
uygulamasında sendikalar sistemin olmazsa olmazları arasında sayılmış, buna karşılık
sosyalistler sendikaları kapitalist devletin ideolojik araçları olan yozlaşmış kurumlar
olarak görmektedir (Işık, 1998:8 ). Neo-liberal politikaların çalışma yaşamı üzerinde
yarattığı etkiler bağlamında, sendikaların sahip oldukları güçlerini büyük ölçüde yi-
tirmeleri ve işlevlerini kaybetmeleri, üye kazanımları doğrultusunda yeni stratejiler
belirlemelerini ve yeni politikalar geliştirmelerini kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu doğ-
rultuda sendikaların izlediği en önemli stratejinin de üyelerin sendikal bağlılığını ar-
tırmak suretiyle sendikal katılımı güçlendirmek olduğu görülmektedir. (Karaca,
2011:68). Bu çalışmada yukarıda belirtilen faktörler dikkate alınarak sendika üyeliği ve
sendikal bağlılığı etkileyen faktörler incelenecektir.

Sendikal Bağlılık: Sendikal bağlılık, sendikalara yönelik yapılan davranışsal


araştırmalarda uzun zamandır dikkat çeken bir konudur. (Gordon, Beauvaıs, Ladd,
1984:361). Sendikal bağlılık, üyenin sendikayı ne derece, nasıl ve hangi koşullar altın-
da desteklemeye hazır olduğunu gösteren bir kavram olarak, örgüte bağlılık kavra-
mından doğmuştur. Bu konudaki literatür, büyük ölçüde örgüte bağlılık konusundaki
kuramsal ve ampirik araştırmalara dayalı olarak gelişmiştir. (Bilgin, 2007: 44).

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık 39

Grusky,e göre, örgütsel bağlılık, üyenin ya da izleyicinin sistemin bütünüyle olan iliş-
kisinin doğasıdır. Dubin ve arkadaşları bağlılığı, örgütün üyesi olarak kalma arzusu,
örgüt için yüksek çaba harcama arzusu ve örgütün amaç ve değerlerine inanç unsurla-
rından oluşan bir bütün olarak tanımlamışlardır(Gül, 2002:38).

Gordon ve arkadaşları sendikal bağlılığı, üyelerinin, sendikanın amaçlarını be-


nimsemesi, sendika için çalışma isteğinin olması ve sendikada kalma arzusu olarak
tanımlarlar. Bu tanımlama doğrultusunda sendikal bağlılığı ölçmek için geliştirdikleri
ölçek dört boyuttan oluşmaktadır: Bunlar, sendikal sadakat, sendikalılığa olan inanç,
sendika için çalışma isteği ve sendikada sorumluluk alma isteğidir. (Bamberger and
others,1999:305). Bu ölçekte sendikalılığa olan inanç genel olarak sendikal bir tutumu
yansıtırken diğer üç boyut ise özelde kişinin üye olduğu sendikaya yönelik tutum ve
davranışlarını yansıtmaktadır. (Hoell, 2004: 166).

Bazı araştırmacılar kavramı araçsal bağlılık (bireyin sendikayı yararlı olarak


algıladığı için üyeliğini sürdürmesi) ve değerlere dayalı bağlılık (bireyin sendikalılığın
temelindeki ilke ve idealleri doğru bulup desteklediği için üyeliğini sürdürmesi) şek-
linde iki boyutlu olarak ele alınmıştır. Bu iki boyut üzerinden dört farklı üye tipi belir-
lenmiştir. Sendikaya bağlılık düzeyi ve türü, üyenin sendikayı ne derece ve nasıl ve
hangi koşullar altında desteklemeye hazır olduğunun göstergesidir. Buna göre “ya-
bancılaşmış üye” sendikaya bağlılık duymaz, sendikal faaliyetlere katılmaz ve her an
üyelikten çekilebilir. ” İşlevsel üye” rasyonel düşünür, üyeliğini sürdürmesi sendika-
nın etkinliğine bağlıdır ve ücretlerin, çalışma koşullarının iyileştirilmesi yönündeki
sendikal faaliyetleri desteklemesi beklenir. “İdeolojik üye” sadece değerlere dayalı
bağlılıkla hareket eder, sendika başarılı olmasa da sendikal faaliyetleri destekler ve bu
faaliyetlerde yer alır. “Adanmış üye” kategorisi ise her iki boyutta da yüksek derecede
bağlılık duyan ve en aktif olan üyeleri kapsar (Bilgin, 2007: 45-46). Üyenin sendikaya
bağlı olmasının birçok göstergesi vardır; sendika adına çaba harcamaya ve üyeliğini
sürdürmeye yönelik güçlü bir isteğinin olması, sendikalı olmaktan gurur duyması
sendikanın amaç ve değerlerini kabul etmesi, bunlara yönelik güçlü bir inancının ol-
ması şarttır. Başka bir ifadeyle, sendikaya bağlılık, sendikada sorumluluk almaya ve
sendika adına çalışmaya gönüllü olmak anlamına gelir. Sendikal bağlılık, hedef ve
amaçlar bakımından daha genel bir kimliği yansıtır ve yavaş bir şekilde gelişir
(http://www. arsiv. halkinbirligi. net/modules. php?name=News
&file=article&sid=617).
40 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar

1. Sendika Üyeliği Ve Bağlılığı Etkileyen Faktörler


Sendikaların temel amacı olarak üyelerinin ekonomik, sosyal hak ve menfaatle-
rini korumak üzere kurulması olarak görülmektedir. Bu amaçtan yola çıkılacak olursa,
sendika üyeliğinin temel amacının çıkarların korunması ve geliştirilmesi olduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır. Fakat çalışan kesimin sendika üyeliğini etkileyen birçok
faktör bulunmaktadır. Bu faktörler, üyelerin sendika üyeliğini ve üyeliklerini sürdür-
me konusunda önemli etkilere sahiptir. Ülkededen ülkeye farklılıklar içirmekle birlik-
te sendika üyeliğini ve üye kalma nedenlerini etkileyen temel unsurlar şu başlıklar
altında toplanabilir.

- Ülkenin ekonomik ve sosyal yapısı,

- Sendikanın yapısı ve faaliyetleri,

- İşçi ve işçinin özellikleri,

- İşyeri ve işverenin yapısı ve özllikleri

2. Ülkenin Ekonomik Ve Sosyal Yapısından Kaynaklanan Faktörler


2.1. Devletin Ekonomik ve Sosyal Zihniyeti
Devlet, endüstri ilişkileri sisteminin üç temel unsurunun en önemlisidir. Devle-
tin sendikal harekete bakışını etkileyen faktörlerin başında ülkenin gelişmişlik seviyesi
ve ülkede devletin sanayileşmedeki rolü gelir. Gelişmekte olan ülkelerde hükümetler
ekonomik kalkınmanın aksaması endişesiyle sendikalara soğuk bakarken gelişmiş ül-
kelerde konu daha çok ekonomik ve sosyal özgürlükler çerçevesinde ele alınır. Örne-
ğin ABD’de kamu yatırımlarının azlığı devlet- sendika ilişkilerini liberal bir sürece
çekerken, İsveç’te sanayinin kuruluş ve gelişmesinde devletin ağırlığı oldukça fazla
olduğundan devlet kendi işletmelerinde sendikalaşmayı özellikle teşvik etmiştir. Yine
1930’larda uygulamaya konan sendika- devlet- işveren işbirliğine dayanan demokratik
korporatizm (sosyal mutabakat) sosyal devletin çalışma hayatında sorumluluk sınırla-
rını genişletmiştir. Ücretlerin ülke genelinde emek-sermaye işbirliğiyle belirlenmesi
anlamına gelen bu sistem günümüzde yaşanan çeşitli sorunlar sebebiyle giderek şirket
hatta fabrika düzeyinde uygulamaya dönüşmektedir. Devletin ekonomideki ağırlığı
bakımından İsveç’e benzeyen Türkiye’de ekonomik ve sosyal mutabakat anlayışı ge-
lişmemiştir. Çünkü ücret ve çalışma şartlarını belirlemede 1980’lere kadar devlet tek
söz sahibidir. Uygulanan kamu personel ve ücret politikası yalnızca kamu sektörünü
değil, aynı zamanda özel sektörü de etkilemiştir. Bu yapı ülkedeki sendikaların yapı-
sal özelliklerini ve işçi-işveren ilişkilerini de yakından etkilemiştir. Kamu sektöründe

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık 41

uzun yıllar boyunca izlenen popülist devlet politikaları yüzünden toplu sözleşmelerde
ücret- verimlilik bağlantısı dikkate alınmamıştır. Bu durum hem kamuda örgütlü sen-
dikaları devlete daha bağımlı kılmış, hem de özel sektördeki çalışma barışını olumsuz
etkilemiştir. Çünkü özel sektör varlığını devam ettirebilmek ve karlılığını sürdürebil-
mek için toplu pazarlık esnasında ücret- verimlilik- rekabet- işletmenin ödeme gücü
gibi konulara dikkat etmek zorundadır. Bunun sonucu olarak özel sektörde sendika –
işveren ilişkileri kamu sektörüne oranla daha gergin ve çatışmacı bir yapıdadır. Devle-
tin sisteme müdahalesi her ülkenin ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel özelliklerine
göre değişmekle birlikte üç şekilde gerçekleşir:

a) Çalışma hayatının işleyişini düzenleyen kuralları belirlemek,

b) Kurumsal düzenlemeleri sağlamak. İşçi ve işveren tarafları arasında çıkan


iş uyuşmazlıklarını gidermek,

c) Mal ve hizmet üreten işletmeleriyle aynı zamanda işveren olmak (Mahiro-


ğulları,2000:158-164).

Devletin yukarıda belirtilen fonksiyonları yerine getirmedeki performansı yani


sosyal devlet niteliği sendika- üye ilişkilerinde çok belirleyici özelliğe sahiptir. Devle-
tin işgücü piyasalarına ve sendikalara müdahalesi liberal, sosyal ve totaliter bir yapıya
sahip olmasına göre farklılık gösterir. Uygulamanın etkinliği, kurumsallığı, objektifli-
ği, sürekliliği gibi faktörler işçinin hem sendika ile hem de devletle ilişkisini büyük
ölçüde ters yönde etkiler. Örneğin her türlü totaliter rejimlerde örgütlenme ve toplu
pazarlık yapma hürriyeti bulunmaz. Osmanlı Devleti döneminde çalışma hayatı lonca
sistemi içinde düzenleniyordu. Lonca düzeni devletle birlikte lonca yönetimince belir-
lenirdi. 18. yy. dan itibaren çeşitli ekonomik ve sosyal sebeplerle zayıflamış, nihayet 2.
Meşrutiyetin başlarında resmen sona ermiştir. Devletin çalışma hayatına yasal düzen-
lemelerle müdahalesi Tanzimat dönemiyle birlikte başlamıştır. Ereğli Kömür Havzası
için çıkarılan ve 100 maddeden oluşan Dilaver Paşa Nizamnamesi ile Mecelle bu çalış-
maların ilkidir. Yine bu dönemde mülkiye, askeriye ve ilmiye sınıfları için sosyal gü-
venlik sistemi oluşturuldu (Talas, 1992:39-40 ). Mütareke döneminde çok sayıda illegal
sendika örgütlenmesine rastlamak mümkündür. Bu örgütlerin en önemli özelliği ku-
rucularının üst ve orta sınıftan aydınlar olmasıdır. Çünkü söz konusu dönemde henüz
bir işçi sınıfı oluşmamıştır. 1909 yılında çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunu, 1926’da çıkarı-
lan Borçlar kanunu ve Takrir-i Sükûn Kanunu, 1936’da çıkarılan 3008 sayılı iş Kanunu
Çalışma ilişkilerini bireysel temele oturtarak sendika ve toplu sözleşmeye izin verme-
miştir. (Gülmez, 1991:408-451)Ayrıca devlet özellikle 1930’lardan itibaren kurduğu
fabrikalarla ülkenin en büyük işvereni olarak öncü bir rol oynamıştır.
42 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye tek partili, devletçi ve dışa kapalı sis-
temden vazgeçince endüstri ilişkileri sisteminde de köklü değişiklikler meydana gel-
miştir. 1947 yılında çıkarılan 5018 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikle-
ri Hakkındaki kanunla sendikaların serbestçe kuruluşuna izin verildi. 1961 Anayasası
ve onun ışığı altında 1963’te çıkarılan 274 sayılı Sendikalar Kanunu ve 275 sayılı Toplu
İş sözleşmesi Grev ve Lokavt kanunuyla 1964’te çıkarılan 624 sayılı Devlet Personeli
Sendikası Kanunu Türk çalışma hayatı için dönüm noktası olmuştur. 1990’lı yıllardan
itibaren özellikle Uluslar arası Çalışma Örgütü (ILO) ve Avrupa Birliği normları Türk
çalışma mevzuatı için yön verici kaynak olmuştur. Bununla birlikte demokratik ve
ekonomik yapılardan kaynaklanan vesayetçi devlet anlayışının etkisiyle sendikal öz-
gürlüklerde aşağıda belirtilen belli noktalarda ciddi sıkıntılar devam etmektedir:

- Sendikaların siyasi ve ticari alanlarda faaliyetinin aşırı daraltılması. Ekono-


mik ve siyasi fonksiyonları budanan sendikaların faaliyetleri yalnızca ücret
pazarlığı yapmakla sınırlandırılmıştır. Bu durum sendikaların toplumsal et-
kisini oldukça zayıflatmıştır.

- Grev ve lokavt özgürlüğünün çeşitli engel ve yasaklamalarla kabul edilemez


şekilde sınırlanması. Bu engel ve yasaklamalar sonucunda Türkiye’de yak-
laşık üç milyon sendika üyesi işçinin ancak 700 bini toplu iş sözleşmesi ya-
pabilme imkânına sahip olabilmiştir.

- Toplu iş sözleşmesi yapmak için gerekli yetki şartlarının engelleyici ağırlığı.


İşçi sendikalarının yetkili olmak için gerekli olan yüzde onluk işkolu barajı
şartı sendikal özgürlükler açısından çok tartışılmaktadır.

- Toplu iş sözleşmesi yapma sürecinin bıktırıcı detaylarla dolu olması,

- Demokrasinin kendi doğal sürecinde gelişimini engelleyen, 1960’ta başlayan


ve her on yılda bir tekrarlanan askeri darbeler. Anayasalar ve çalışma haya-
tını düzenleyen diğer mevzuat her darbe sonrasında kısmen veya tamamen
değişmiştir.

Mevzuatın şüpheci ve detaylı yaklaşımı sosyal diyalog geleneğinin oluşmama-


sıyla birleşerek sosyal taraflar arasında sağlıklı ve köklü bir ilişkinin yerleşmemesinin
ana sebebi olmuştur.

2.2. Ülkenin Ekonomik Yapısı


Ülkede enflasyon, işsizlik ve istihdamın durumu ve buna bağlı olarak milli geli-
rin dağılımı gibi makro değişkenler işçi- işveren ilişkilerini doğrudan etkileyen faktör-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık 43

lerdir. Çünkü endüstri ilişkileri sistemi, ekonomik sistemin alt sistemidir ve ondan
etkilenir. Yukarıda belirtilen değişkenlerin olumsuz olması durumunda sosyal taraflar
arasındaki ilişkiler gerginleşir. Bu gerginlik sendika ile üyesini birbirine olumlu yön-
de yaklaştırır. Örnek olarak özellikle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Türk Endüst-
ri İlişkilerindeki kaos ortamını bozulan ekonomik dengeler ve yüksek enflasyona bağ-
lamak mümkündür. Siyasi istikrarsızlıkla birleşen ekonomik sıkıntılar endüstri ilişki-
leri sistemini temelden etkilemiştir. Ayrıca bir ülkede ekonomik faaliyetlerin kayıtlı ya
da kayıt dışı olması da çalışma ilişkilerini yakından etkiler. Kayıt dışı sektörün temel
özelliği çalışma hayatını düzenleyen yasal ve kurumsal düzenlemelerin dışında kalma-
sıdır. Kayıt dışı çalışma, piyasalarda kayıt dışı işletmeler lehine haksız menfaat sağlar-
ken, buralarda çalışan işçilerin aleyhine sonuçlar doğurmaktadır. Kayıt dışı sektörde
çalışanlar arasında kadın ve çocuk istihdamı yaygındır. Tarım, imalat sanayi ve küçük
ölçekli hizmet işletmelerindeki kadın ve çocuk çalışanlar yetersiz ücret ve çalışma şart-
larının yanı sıra sendikal hak ve özgürlükleri kullanma açısından da oldukça kötü du-
rumdadırlar. Daha da ötesi sendikalar kayıt dışı çalışanları yok saymaktadır (Ünsal,
1997:235-238).

Yatırımlarda ve dolayısıyla istihdamda kamunun payı da hem sendikalaşmayı,


hem de çalışma ilişkilerini çok yönlü olarak etkiler. Bilindiği gibi 1929 buhranı sonra-
sında Keynes’çi politikalarla Avrupa’da kamu yatırımlarının artışı sendikal örgütlen-
menin kapsamını oldukça geliştirdiği gibi, işverenin sosyal anlayışı giderek gelişen
devlet olması gerginlik derecesi düşük, uzlaşmacı, barışçı ve yüksek oranlı sosyal hak-
lar sağlayan bir çalışma ortamını doğurmuştur. Bu durum 1970’li yıllara kadar devam
etmiştir. Bu tarihten itibaren kamu harcamalarındaki azalma, özelleştirme, teknolojik
gelişmenin doğurduğu istihdam kayıpları, hizmet sektörünün toplam istihdamdaki
yüksek oranlı artışı ve bu gelişmelerin işgücüne etkileri sonucu sendikalar güç kay-
betmeye başlamıştır. İstihdamdaki ağırlığın geleneksel sektörlerden hizmet sektörleri-
ne kayması aynı zamanda işçi-işveren ilişkilerinin özel sektörün niteliği gereği olarak
gerginleşmesine de yol açmıştır. Söz konusu gelişmeler sendikal yapılarda yeni yakla-
şım ve politikalar geliştirme ihtiyacını kaçınılmaz kılmaktadır. Sendikalar arasında
yatay ve dikey birleşme yoluyla güç birliği yapılması ve işyerlerindeki karar alma sü-
recine çalışanların daha yoğun katılması izlenmesi gereken yeni politikalar olarak ön-
görülmektedir (Petrol-İş Dergisi, 2002); (Özkaplan, 1994: 195-197).

2.3. Ülkenin Sosyo- Kültürel Yapısı


Ülkenin toplumsal yapısı hem işçi ve işveren örgütlerinin yapısını ve birbirile-
riyle ilişkilerini, hem de çalışma hayatını düzenleyen kuralların yapısal özelliklerini
44 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar

derinden etkiler. Örneğin Almanya, İngiltere ve İskandinav ülkelerinde gelenek ve


görenekler çalışma mevzuatı üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir. Düzenlemeler kanuna
değil göreneklere dayalıdır. Dolayısıyla uzun yıllar içinde doğal bir süreçte oluşan
uzlaşmacı bir ilişki söz konusudur. Geleneksel değerlerin endüstri ilişkileri sisteminde
belirleyici olduğu diğer bir ülke de Japonya’dır. Geleneksel düşüncenin modern sana-
yi hayatına uygulanmasıyla işçi ve işveren kendilerini sürekli olarak birbirine borçlu
hissederek dayanışan, ortak bir amacı gerçekleştiren taraflar olarak görmektedirler. Bu
zihniyet yapısı doğal olarak ülkenin sendikal yapısını etkilemektedir. Özellikle büyük
işletmelerde görünen karşılıklı bağlılık işletme yönetiminde sorumluluk alan iş yeri
sendikacılığını, çalışanlar için hayat boyu istihdamı ortaya çıkardı. Bu gelişmeler Ja-
pon iş gücü eğitimi politikasını da derinden etkilemiştir. (Mutlu, 1989: 16-17) Buna
karşılık İtalya, İspanya ve Fransa gibi Güney Avrupa ülkelerinde sosyal sınıflar arasın-
da tarihten gelen sert ve mücadeleci ilişkiler endüstri ilişkileri sistemine de yansımış,
tarafların uzlaşmasına dayalı ortak tavır, kural geliştirme geleneği oluşmamıştır. Bun-
dan dolayı bu ülkelerde çalışma hayatı daha çok devletçe çıkarılan kanunlarla düzen-
lenmektedir. Uzlaşma geleneğinin olmayışı sık sık grev ve lokavt yapılması sonucunu
doğurmaktadır.

Çalışma hayatını olumsuz yönde etkileyen diğer bir sosyal faktör de işgücü pi-
yasalarındaki ırk, cinsiyet, din ve etnik kökene dayalı ayrımcılık uygulamasıdır. Dinle
etnik kökenin birleşerek çalışanlar aleyhine haksız ve kötü durumlar yaratmasına çok
sık rastlanır. Amerika ve Avrupa’da eskiden beri rastlanan siyah-beyaz ayrımcılığı, 20.
yüzyılda İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde Asya ve Afrika kökenli göçmen
işçilere 11 Eylül hadisesinden sonra daha da şiddetlenen işte ve iş dışı sosyal hayatta
uygulanan ayrımcılık uygulamaları buna örnektir. İşin ilginç yanı sendikalar bu uygu-
lamanın bir parçası, hatta teşvikçisi olmuşlardır. Bu durum sendikalar hakkında genel
anlamda kuşku ve endişeye sebep olmuştur. (Grint, 1998: 86-90)

3. Sendikanın yapısından ve faaliyetlerinden kaynaklanan faktörler


3.1. Sendikanın Kuruluş Esası
Bilindiği gibi kuruluş esaslarına göre üç tür sendika bulunmaktadır:
a. Meslek sendikaları,

b. işyeri sendikaları ve

c. işkolu sendikaları.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık 45

Üç sendika türünde de üye ile sendika arasında sadakati besleyen farklı sebep-
ler bulunmaktadır. Aynı meslekten olanların oluşturduğu meslek sendikaları Sanayi
Devriminin ilk dönemlerinde lonca sisteminden beslenerek doğmuş bir sendika türü-
dür. Lonca düzeni sona ererken loncalardaki meslek erbabı (guild) işçiler hızlı bir şe-
kilde sendika üyeliğine geçiş yaparak meslek sendikalarının doğuşuna büyük katkı
sağlamışlardır. (Ekin, 1989:77) Ustalık ve meslektaşlık gurur ve dayanışmasının sonu-
cu olarak bu sendikalarda üyelerin birbirilerine ve sendikalarına bağlılık ve sadakatleri
oldukça yüksektir. (Grint,1998:83) İşyeri sendikalarında işyeri ile sendika adeta özdeş-
leşmiştir. Çünkü bu sendika türünde sendika ile işyeri yönetimi işyerinin başarısı için
ortak çaba göstermektedir. İşyeri sendikacılığında sendikaların diğer sendikalarla iliş-
ki kurması ve dayanışması çok yetersizdir. Bu durum hem sınıf bilincinin oluşmasını,
hem de sendikayla üye ilişkisini olumsuz etkiler. Bu özellik sendika üye ilişkisini za-
yıflatan niteliktir. Üye için sendika adeta işletmenin yönetim organının bir parçasıdır.
İşkolu sendikacılığı ise bilindiği gibi özellikle 20. yüzyılda ortaya çıkmış bir sendika
türüdür. Emekle sermaye arasında sınıfsal çelişkilerin doğurduğu o ortamda sendika-
lar eğitimsiz, vasıfsız ve yoksul işçilerin tek sığınağıdır.

3.2. Sendikaların Örgüt Yapısı


Sendikalar çoğulcu demokrasinin temel unsurlarından biridir. Demokratik ge-
lişme ve sendikal özgürlükler birbirini karşılıklı olarak etkiler. Ancak demokratik or-
tam yalnızca sendika ile ekonomik ve sosyal çevresi arasında değil, sendikayla üyesi
arasında da önem arz eder. Sendikaların üyeleriyle sağlıklı ve sürdürülebilir ilişki
kurmaları sendika içi demokrasinin işleyişine bağlıdır. Bu da sendika içi kanalların
açık olmasıyla mümkündür. Böylece sendika yönetimiyle taban arasında politikaların
plan ve uygulanması konusunda diyalog sağlanmış olur. Toplu sözleşme ve diğer
faaliyetlerde işçilerin çıkarları sendikalar için yol gösterici nitelik taşımış olur. Bu da
sendikayla üyesi arasında sadakat ve bağlılığı artırır. Ancak uygulamada sendika üst
yönetimiyle taban arasında karşılıklı bağlılığı zedeleyen durumlara sıkça rastlanır.
Robert Michels “ Siyasi Partiler: Modern Demokrasi ve Oligarşik Eğilim Üzerine Sos-
yolojik Bir Araştırma” isimli eserinde 20. yüzyıl başlarında Avrupa’da sosyal demok-
rat partiler ve sendikalar gibi demokratik örgütlerde oligarşik bir yönetim anlayışının
bulunduğunu söyler. Yazara göre bu örgütler, sürekli olarak sınırlı bir azınlık tarafın-
dan yönetilmektedir. Liderler giderek sınırsız güç kullanan ‘’proleterya aristokratı’’
olarak tanınan kişilere dönüşmektedir. Bu oligarşik eğilimin temel sebebi örgütün
büyüklüğüdür. Bu durum bürokratik ortak kararların demokratik bir biçimde alınma-
sını güçleştirmekte ve örgütün amaçlarını daha karmaşık hale getirmektedir. Böylece
giderek alt kademedeki örgüt mensupları hedefleri anlamada güçlük çekmekte ve so-
46 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar

nuç olarak tabanın örgüt üzerindeki denetimi imkânsız hale gelmektedir. Neredeyse
kutsanan ve maddi-manevi imtiyazlar sağlayan liderliği terk etmek, bu pozisyondaki
kişilere zor gelmekte ve bunun sonucunda demokratik örgütler oligarşik bir yapıya
dönüşmektedir (http: // www. calismatoplum. org/ sayı 19/ michels. pdf. ) ; (Ünsal,
1997:213).

3.3. Sendika Siyaset İlişkisi


Modern toplumlarda sosyal sınıflar arasında işbölümü ve çıkar çatışması aynı
anda birlikte bulunmaktadır. Bu çatışmalar politik karar yapısının temelini oluşturur.
Yapının ana unsurları siyasi partiler ve diğer baskı grubu örgütlerle birlikte sendika-
lardır. Söz konusu siyasi aktörler farklı amaçlara sahip olmakla birlikte birbirileriyle
sürekli ilişki kurmak zorundadırlar Bu süreç sendikaların faaliyet alanını işletme dü-
zeyinden toplum düzeyine taşır. Dolayısıyla sendikalar geniş anlamda siyasi hayatın
vazgeçilmez unsurlarıdır ve faaliyetleri yalnız kendi üyelerini değil, toplumun tümü-
nü yakından etkiler (Küçükömer, 1994: 196). Sonuçta siyasi hayatın unsurları olan
örgütler amaçlarını gerçekleştirmek için diğeriyle işbirliği yapmak durumundadır.
“Sendikalar siyasi partiler aracılığıyla üyeleri için daha fazla ekonomik ve sosyal men-
faatler elde etme amacı güderler. Siyasi partiler ise, örgütlü bir güç olan sendikalar
sayesinde tabanlarını genişletme ve oy oranlarını artırma peşindedir. ”(Mahiroğulları,
2000:111). Sendika ve siyasi parti ilişkilerini üç grupta toplamak mümkündür:

a) Tek partiye dayalı diktatörlük rejimlerinde sendikalar tek partinin yardım-


cısı pozisyonundadır. Bolşevik iktidarında sendikalar sosyalist iktidarın
organı durumundadır. Partinin bir okulu olarak sosyalist düzenin ve ideo-
lojinin oturmasında ve merkezi planın uygulanmasında devlete yardımcı
pozisyonundadır. Çin halk Cumhuriyeti’nde de aynı şekilde sendikalar
partiye bağlıdır(Işıklı, 1972:282-284). Sendika ve ideolojik siyasi partiler
arasındaki ilişki, Özellikle 2. Dünya savaşından sonraki dönemde Fansa,
İtalya, İspanya gibi ülkelerde sendikalarla komünist, sosyalist, Hıristiyan
ve sağcı siyasi partiler arasındaki ilişkiler buna örnek gösterilebilir. Sendi-
kalarla Hıristiyanlık arasındaki ilişki çeşitli ülkelerde mezheplere göre bazı
farklılıklar göstermekle birlikte genellikle Hıristiyanlık ilkelerine dayalıdır.
“Hıristiyan sendikacılık işçiler arasında komünizme, sosyalizme karşı yürü-
tülen mücadelede bir hayli etken bir silah olarak vazife görmüştür. ”(Işıklı,
1972:153). Ancak 1970’lerden itibaren Hıristiyanlığın sendikalar üzerinde
etkisi giderek zayıflamaya başlamıştır.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık 47

b) İngiltere örneğinde olduğu gibi sendikaların siyasi parti kurmaları veya


onunla birleşmesiyle iktidara gelmesi ikinci grup ilişkiye örnektir. İngilte-
re’de ılımlılığa ve tavizciliğe dayalı temel felsefesiyle Fabiancılık İngiliz
sendikacılığını şekillendiren en önemli harekettir. “ Fabianlar kapitalizmin
gelişiminin ve evriminin sonucunda daha adil ve her bakımdan daha de-
mokratik bir toplum düzenine ulaşılacağına inanırlar” (Işıklı, 1972:37). 1900
yılında işçi sendikalarının desteğiyle İngiltere’nin günümüzde dahi iki bü-
yük sendikasından biri olan İşçi Partisi kuruldu.

c) Sendikayla siyasi partilerin arasında organik bir bağın olmadığı ve sendika-


ların tarafsız olması. (Ekin, 1989:89) Türkiye’de sendikalar Batı’da olduğu
gibi uzun mücadeleler sonucunda doğmadığı için sendika siyaset- ilişkileri
batı örneğine uymaz. Sanayileşme sürecinin gecikmesi ve sendikal örgüt-
lenmenin uzun süre yasaklanmasından dolayı ülkemizde batılı anlamda sı-
nıf bilinci zayıftır. 1870’lerde İstanbul ve civarında çoğu yabancı sermaye
yatırımlarında örgütlenen sendika benzeri örgütler ilk sendika örnekleri
olarak kabul edilebilir. Bu tarihten 1947’ye kadar bütün örgütlenmeler yasa
dışı kabul edilmişlerdir. Hem Osmanlı, hem Cumhuriyet idaresi yaptığı
düzenlemelerle çalışma hayatında bireysel ilişkiler kurulmasını tercih et-
miştir. Türkiye’de 1947 yılında çıkarılan 5018 sayılı İşçi ve İşveren sendika-
ları ve Sendika birlikleri Hakkındaki Kanunundan beri milli bir sendikacılık
oluşturulmak istenmiştir. 1946 seçimlerinin sonucu meydana gelen siyasi
gerginlik ve bölünme Türk sendikacılığın siyasi partilerle ilişkisini derinden
etkilemiştir. II. Dünya savaşından Avrupa’nın yeniden imarını amaçlayan
Marshall Yardımı Türk sendikacılığının yeni örgütlenme modelini oluştur-
muştur (Ünsal, 1997: 11). 1947’ den itibaren Çıkarılan işçi ve memur sendi-
kacılığını düzenleyen tüm kanunlarda sendikaların siyaset yapması açıkça
yasaklanmakla birlikte mevcut siyasi partiler sendikaları kuruluşundan iti-
baren kontrol etme arzusunda olmuştur (Tokol, 1997:72-73). Sendika- siya-
set ilişkisinde etkisi günümüze kadar devam eden diğer bir gelişme de sık
sık yapılan askeri darbelerdir. 1960, 1970, 1980 ve 1997’ de yapılan askeri
darbeler uzlaşmaya dayalı, kurumsal bir endüstri ilişkileri sistemi oluştu-
rulmasının önündeki en büyük engel olmuştur. Bu süreç sendika özgürlü-
ğünü zedelemiş ve sendikalarla siyasi partiler arasında çarpık ilişkileri do-
ğurmuştur. Örneğin DİSK 12 Mart Muhtırasını yayınladığı bir bildiriyle al-
kışlarken, Türk-İş ve işveren sendikası olan TİSK 1960 ve 1980 darbeleri
sonrasında kurulan darbe hükümetlerine bakan vererek desteklemiştir (Işık-
48 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar

lı, 1972:386). En büyük işçi sendikası konfederasyonu olan ve kamu sektö-


ründe örgütlü olması dolayısıyla devletle hassas bir ilişkisi olan Türk-İş
1976 yılına kadar Amerikan tarzı partiler üstü bir politika izlediğini ifade
ederken Disk, Hak-iş ve Misk kendi görüşlerine yakın siyasi partilerle daha
yakın ilişki içerisinde olmuşlardır (Öz, 1994: 68-69).

Ülkemizde memur sendikacılığı ise ilk defa 1961 Anayasasının düzenlemesiyle


1965 yılında çıkarılan 624 sayılı Devlet Personeli Sendikası Kanunu ile başlamıştır.
Dönemin siyasi şartları sonucu memur sendikaları da ideolojik temel üzerine kurul-
muştur. Ancak 1971’de ara rejimle birlikte memur sendikacılığı anayasada yapılan
değişiklikle son bulmuştur. İzleyen dönemde memurlar sendika yerine yine siyasi
bölünmüşlük temeline dayalı dernekleşme yoluyla örgütlenmeye devam etmişlerdir.
(Tokol, 1997: 72-72) 1982 Anayasası da memur sendikacılığını düzenlememiş, nihayet
1995 yılında anayasanın 53. Maddesine bir fıkra eklenerek memur sendikacılığına ye-
niden izin verilmiştir. İlginç bir uygulama olarak memur sendikacılığını düzenleyen
4688 sayılı “ Kamu Görevlileri Sendikası Yasası”12. 7 2001’de çıkarılmasına rağmen
sendikalar 1995’ten itibaren Dernekler Yasasına göre kurulmuş, ancak o dönemlerdeki
hükümetlerce sendika olarak kabul edilmişlerdir. Günümüzde de Türkiye’de memur
sendikaları ile siyasi partiler arasındaki ilişkiler işçi sendikalarına nispetle daha belir-
gindir. Siyasi iktidarların değişmesiyle sendikaların üye sayısının ve yetki durumu-
nun değişmesi bunu göstermektedir. Dolayısıyla memurların sendikaya üye olurken
siyasi açıdan kendilerine en yakın sendikayı seçtiği söylenebilir.

Türkiye’de sendikacılık geleneğinin bulunmamasını etkileyen faktörleri söyle


sıralamak mümkündür:

- Sanayileşmenin geç başlaması,

- Ülkenin yaşadığı kronik ekonomik ve politik sıkıntılar,

- Tarıma dayalı geleneksel yapıdan kaynaklanan zihniyet dünyası,

- Sendikal örgütlenmeler konusunda tarafların birbirlerine karşı duydukları


güvensizlik,

- Devlete hâkim olan vesayetçi anlayış,

- Sendikaların kendilerini yenilemekten kaçınan ve ücret sendikacılığını aşa-


mayan yapısal özellikleri,

- İşçilerin sendikaya karşı var olan güvensizliği,

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık 49

- Sendikalar arasındaki ilişki ve dayanışmanın yetersizliği.

3.4. Sendikaların İdeolojik Yapısı Ve Dini Değer Ve Geleneklere Bakışı

Sendikalar günümüzde farklı ekonomik ve siyasal yapıya sahip çeşitli ülkelerde


varlığını sürdürmektedir. Temelde aynı özelliklere sahip olsalar da doğup geliştikleri
ülkelerden kaynaklanan sebeplerle bazı farklılıklar da bulunmaktadır. Örneğin “Av-
rupa sendikacılığı toplumu temelden değiştirmeye yönelik bir doktriner görüşle ortaya
çıkmıştır. Çünkü 19. Asırda mevcut rejime yönelik, sosyalist cereyanların etkisindeki
sınıf mücadelesinin tesirinde kalmıştır. Avrupa işçi hareketleri sosyal düzene duyulan
derin ve köklü reaksiyondan etkilenmiştir. Avrupa’da oy hakkı başta olmak üzere
sosyal haklar toplu pazarlık yoluyla elde edilmiştir. Avrupa sendikaları yalnızca kendi
üyelerinin değil, bütün işçilerin, hatta diğer zayıf sosyal grupların sesi olmak iddiasın-
da olduğundan diğer sendikalarla, kooperatiflerle ve işçi partileriyle yakın ilişki kur-
muşlardır. Bu dönemde sendika ile üyesi işçi arasında samimi ve köklü bir ilişki var-
dır. Oysa 1880’lerde Amerikan İşçi Federasyonu (American Federation of Labor) ile
başlayan Amerikan sendikacılığı toplumu geniş çaplı siyasi reformlarla değiştirme
arzuları yerine, iktisadi mücadele, toplu pazarlık, işletme sendikacılığı, istihdam gü-
venliği gibi konuları felsefe olarak benimsemiştir. ABD’de oy hakkı sivil savaştan önce
devlet tarafından verildiğinden işçi hareketinin bu uğurda mücadelesi olmamıştır
(Ekin, 1989:73-80). Söz konusu yapılanma Amerika’da sınıf şuuru güçlü bir işçi hare-
ketinin varlığını engellemiştir. Ancak günümüzde sosyal devlet uygulamalarının ge-
lişmesiyle çalışanların ücret, çalışma şartları, örgütlenme ve sosyal güvenlikle ilgili çok
sayıda istekleri insan hakları temelinde tartışılmaz bir hak olarak verilmiştir. Bu ge-
lişme de işçi- sendika bağlılığını etkilemiştir. 1970’lerde itibaren azalan sendikalı işçi
sayısı da buna işarettir.

Din ve geleneğin sendikal harekete etkisine gelince, Batı Avrupa ülkelerinde


dahi farklılıklar mevcuttur. Sözgelimi İngiliz sendikacılığı dini geleneklerden ciddi
şekilde etkilenmiştir. “ Hatta bazı yazarlara göre İngiliz işçileri bir sendikanın nasıl
yürütülebileceğini Metodizm mezhebinden öğrenmişlerdir. Buna karşılık kara Avru-
pa’sı ülkelerinde sendikalar din yerine komünist hareketlerden etkilenmişlerdir. ”
(Ekin, 1989: 80) Ayrıca 20. yüzyılda bazı Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan Hıristiyan
sendikalar sosyo-ekonomik ve kültürel gelişmeler sonucu giderek laik nitelikte kurum-
lara dönüşmüştür.

3.5. Sendikanın İşçi, İşveren Ya da Memur Sendikası Olması


Sendika kavramının ilk çağrıştırdığı sosyal sınıf işçilerdir. İşçi örgütlenmesi
geniş anlamıyla Eski Mısır’a kadar götürülebilir. Çünkü emek faktörü niteliği gereği
50 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar

ancak örgütlenerek sermaye karşısında pazarlık gücünü artırabilir. Bundan dolayı


sanayi devrimiyle birlikte ilk defa işçiler örgütlenmişlerdir. Oysa işverenler ve kamu
görevlileri için sendikalaşmanın anlam ve önemi daha farklıdır. İşverenler ekonomik
yönden güçlü olmaları, sayıca azlıklarından dolayı kendi aralarında kolay irtibat kura-
bilmeleri, dernek kurma yoluyla da güç birliği yapma ve kamuoyunu etkileme imkân-
larına sahip olmaları, sendikalaşma bilincinin yetersizliği gibi sebeplerle işverenler
arasındaki sendikalaşma işçi sendikalarına göre hem geç başlamış, hem de sınırlı kal-
mıştır. Örneğin Türkiye’de ilk işçi örgütlenmesi 1870’lerde ortaya çıkarken işveren
sendikaları yaklaşık 100 yıl sonra 1963’te kurulmuştur. İşveren sendikaları örgüt ve
üye sayısı olarak az olmakla birlikte kendi aralarında işbirliği yapma ve kamuoyunu
etkileme bakımından çok etkilidirler. Örgüt ve üye sayısının azlığı, sınıf bilincinin
yüksekliği gibi özellikleri dolayısıyla işveren sendikalarında sendika ile üye arasında
bağlılık ve sadakat duygularının yüksek olduğu söylenebilir.

Memur sendikalarındaki sendika- üye ilişkileri memur sınıfının özelliklerinden


dolayı işçi ve işveren sendikalarından farklıdır. Bilindiği gibi Türkiye’de memurlar
Anayasa ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa göre devletin genel idari esaslara
göre yürütmek zorunda olduğu asli ve sürekli işleri yapan kişilerdir. Bu işleri yapar-
ken kamunun yaptırım gücüne sahiptirler. Bu özelliklerinden dolayı memurlar bilinen
en eski dönemlerinden bu yana toplumun en itibarlı sınıflarından birisidirler. Ücret,
istihdam güvencesi ve diğer çalışma şartları bakımından işçilerden genellikle daha iyi
durumdadırlar. Bundan dolayıdır ki memurların sendikalaşması işçilere göre yaklaşık
yüz yıllık bir gecikmeyle ortaya çıkmıştır. Dünyada memurların sendikal örgütlen-
meyle toplu pazarlık hakkını ilk kullandıkları iki ülke 1910’lu yıllarda Avustralya ve
İngiltere olmuştur. Bu iki ülkeyi 1952’de Almanya, 1962’de ABD ve 1990’lı yıllarda ise
diğer batılı ülkeler takip etmiştir. Türkiye uygulaması örnek alındığında memurların
sendika tercihinde sınıfsal çıkarlardan çok siyasi görüş farklılığı belirleyici olmaktadır.

3.6. Sendikanın Toplumsal Konulardaki Performansı


Sendikalar yalnızca üyelerinin ekonomik ve sosyal problemlerini çözmek zo-
runda olan kuruluşlar değildirler. Sendikanın toplumsal konulara ulusal ve uluslar
arası düzeydeki yaklaşımı ve problemlere katkısı onun üyeler, üye olmayan diğer işçi-
ler ve kamuoyu nezdinde güvenilirlik ve itibarını yakından etkiler. Sendikalar yalnız
üyelerine karşı değil tüm topluma karşı sosyal sorumluluğa sahiptir. Çünkü sendika-
lar çoğulcu demokrasinin temel unsurlarından birisi olan sivil toplum kuruluşlarının
başında gelmektedir. İçinde yaşadığımız zaman diliminde sendikaların bir sivil top-
lum kuruluşu olarak katkı yapması gereken temel konular arasında demokrasi ve in-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık 51

san hakları, giderek kapsamı artan ve kronikleşen yoksulluk, ırkçılık, kaçak ve göçmen
işçiler, azınlıklara yönelik ayrımcılık, çevre kirlenmesi sayılabilir. Ancak sendikaların
geçmişten beri yukarıda belirtilen sosyal konularda duyarlı olduğu söylenemez. Ör-
neğin beyazların yönetimindeki Amerikan sendikaları Amerikan iç savaşı yıllarında
köleliğin kaldırılmasına karşı çıkmışlardır (Grint,1998:313).

Sendika lideri, sendikal bağlılığın ve motivasyonun sürdürülmesinde temel


araçtır (Demirbilek, 2003: 27). Sendika liderinin değişimci, dönüşümcü, aktif olması
üyelerin sendikaya olan çeşitli tutum ve davranışlarını etkilemektedir. Bu tutum ve
davranışların başında sendikal sadakat ve bağlılık gelmektedir (Cregan and Others,
2009: 01-722).

4. İşçiden Kaynaklanan Faktörler


İşçinin yaş, cinsiyet, eğitim, iş tecrübesi, işteki kıdemi, sendikal tecrübesi, evli
ya da bekar oluşu ve daha önce yaşadığı işsizlik durumu gibi faktörler onun sendikal
bağlılığını etkileyen temel faktörlerdir. Söz konusu belirleyici faktörlerin ayrı ayrı baş-
lıklar altında değerlendirilmesi gerekir.

4.1, İşçinin Eğitim, Bilinç Düzeyi Ve Sosyal Statüsü


Bilindiği gibi sanayinin ortaya çıkmasıyla vasıfsız, mavi yakalı işçileri kapsayan
kitlesel sendikacılık hareketinin doğuşu arasında yaklaşık yüz yıllık bir aralık bulun-
maktadır. Bu boşluk yalnız sendikacılığın başlangıç yılları için değil, günümüzde özel-
likle az gelişmiş ülkeler için de geçerlidir. Bunun en önemli sebebi işçilerin eğitim se-
viyesinin düşük olmasıdır. Kırsal kökenden gelmeyle birleşen eğitimsizlik sanayi kül-
türüne ve sınıf şuuruna uzak olma sonucunu doğurmaktadır. Azgelişmiş ülkelerde
sanayileşmenin başlangıç yıllarında fabrika işçileri köyden biraz da zorla devşirilmiş
kişilerdir. Çalıştıkları tozlu ve gürültülü mekânlar onlara çok yabancıdır. Bundan
dolayı işe devamlılıkları zayıftır. Gözleri sürekli olarak geldikleri yerdedir. Türkiye,
Hindistan ve çeşitli Afrika ülkelerinde ilk sanayileşme dönemlerinde bu durumun can-
lı örnekleri sıkça yaşanmıştır. (Ekin, 1989: 53 ) Bahsedilen yarı köylü, yarı işçiler işve-
renlerine karşı klasik işçi davranışlarına sahip olmadığı gibi, sendikal faaliyetlere karşı
da yabancılık ve ürkeklik söz konusudur. Ancak zamanla şehirleşmenin dolayısıyla da
eğitim düzeyinin artması hem sendikal üyeliğin şekillenmesinde hem de sendikal bağ-
lılığın oluşumunda etkisi olmuştur.

Yapılan bazı araştırmalarda çalışanın eğitim durumu ile sendikal bağlılığı ara-
sında hiçbir ilişki bulunmamışken Deery ve arkadaşlarının, Avustralya’da yaptığı bir
çalışmada Gordon’un tüm sendikal bağlılık boyutlarıyla eğitimin negatif ilişkili olduğu
52 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar

bulunmuştur. Yine Amerika’da Bemmels tarafından yapılan araştırmada sendikal sa-


dakat ile eğitim arasında negatif ilişki bulunmuştur (Snape, 200:211).

Kast sisteminin güçlü olduğu Hindistan gibi ülkelerde din ve geleneklerin şe-
killendirdiği bölünmüş sosyal yapı işçi- işveren ilişkilerini efendi köle ilişkisine dönüş-
türür. Burada klasik anlamda bir örgütlenme ve toplu pazarlık sisteminin varlığı dü-
şünülemez. 1950’li yıllarda yasal olarak kalkmış olsa da etkilerini hala devam ettiren
bu sistemde kastlar arasında çok katı duvarlar vardır. Farklı kastlara mensup kişiler
aynı okul ve tapınaklara giremezler, iş ve mesleklerini değiştiremezler, birbirileriyle
evlenemezler (http://tr. wikipedia. org/wiki/Kast_sistemi, erişim tarihi 18. 12. 2011) Yine
yakın zamanlara kadar siyah beyaz ayrımının bulunduğu Güney Afrika’da beyaz deri-
li maden ocağı sahipleriyle siyah maden işçileri arasındaki çalışma ilişkileri de ırkçı ve
ayrımcı uygulamaların ışığında gelişmiştir.

4.2. İşçinin Cinsiyeti


Sendikalar başlangıçtan beri cinsiyet ayrımı yaparak kapılarını kadınlara ka-
patmıştır. Bunun temel sebebi 20. Asra kadar evrensel olarak kabul görmüş olan cin-
siyet temeline dayalı işbölümüdür. Bundan dolayı 19. Asır Avrupa’sında kadınların
sendikalı olma çabaları erkek egemen sendikalar tarafından sürekli engellenmiştir.
Kaldı ki 20. asır başlarına kadar ücretli çalışan genç kızların dörtte biri yatılı olarak
evlerde çalışıyorlardı. 20. Asırda dahi sendikalar kadınlara erkeklerle rekabet yerine
evde oturmalarını salık vermektedir. 1886’da çalışan kadınların yalnızca % 1’i sendika-
lıydı. (Grint, 1998: 86-90)

Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak kadınlarda sendika üyeliği erkeklere göre


daha düşüktür. (Tekeli, 1982:22)Bu konuda dünyada ve Türkiye’de yapılan araştırma
sayısı fazla değildir. 1990 yılında yapılan Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfede-
rasyonu (ICFTU) tarafından yapılan araştırmaya göre Avrupa ve Amerika’da işçi sen-
dikalarında kadın üye oranı % 39 iken Asya’da bu oran %25’tir. Mavi yakalı kadın
çalışanlarda sendikalaşma oranının düşük olmasına rağmen beyaz yakalı kadın işçiler-
de sendikalaşma oranı Avrupa’da %60 civarındadır. (Toksöz- Erdoğdu, 1998: 28-29)
Türkiye’de sendika ve kadın konusunda yapılan araştırmalar ve dolayısıyla rakamlar
sınırlı olmakla birlikte sendikalı işçiler arasında kadınların oranı %10’lar düzeyinde
olduğu kabaca bilinmektedir. Kadınlar sendika yönetimi ve faaliyetlerine oldukça
düşük oranda katılmaktadır. Hele hele sendika başkanlığı ve genel sekreterlik alanla-
rında görev yapan kadın sayısı yok denecek ölçüdedir. Ayrıca toplu sözleşmelerden
yararlanan kadın işçi oranı düşüktür.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık 53

Meryem Koray’ın 1991’de yaptığı bankacılık, tekstil ve ticaret-büro işkollarında


çalışan kadınları kapsayan araştırmasına göre kadınların sendikalarla ilişkileri oldukça
sınırlıdır ve sendika ile ilişkilerinden memnun değildirler. (Toksöz -Erdoğdu, 1998:71)
Yine 1980 öncesinde Bursa’da tekstil ve gıda sektöründeki kadın çalışanları kapsayan
bir araştırmaya göre kadınlar sendika temsilcilerinin ilgisizliğinden yakınmakta ve
daha fazla kadın temsilci olmasını istemektedir. (Toksöz-Erdoğdu, 1998: 71-72)
1997’de Gülay ve Seyhan’ın yaptığı sendika üyesi kadınları kapsayan anketin sonuçla-
rına göre ise sendikal faaliyetlere katılan kadınların %76’sı lise ve üniversite mezunu
olup %83’ü beş yıl ve daha fazla süredir çalışmaktadır. %53’ü hiç iş değiştirmemiştir.
% 79’u çalıştığı işten memnundur. Ankete cevap veren kadınların iş hayatlarında kar-
şılaştıkları sorunlar ise; iş güvencesinin olmaması, sendikasızlaştırma, yetersiz ücret,
işsizlik, taşeronlaştırma, özelleştirme, işyerlerinde adam kayırma, rüşvet, kötü yöne-
tim, cinsel tacize muhatap olma, anti demokratik yasalar ve işçilerin yönetime katıla-
maması olarak sıralanmaktadır. (Toksöz-Erdoğdu, 1998: 71-100)

Kadınların sendikal hareket içerisinde etkisiz kalmalarının temel sebepleri şun-


lardır:

- Kadınlarda işgücüne katılma oranının (İKO) erkeklere göre düşük olması.


Erkeklerde bu oran %70’lerde seyrederken kadınlarda Cumhuriyet tarihi
boyunca %30’larda kalmış, hatta son dönemlerde %25’lere düşmüştür

- Kadınların ücretli istihdama katılım oranının düşük olması.

- Geleneksel kültürün kadına yüklediği cinsiyete dayalı rol kadınlarda ücretli


işçilik oranının düşük olmasına sebep olmaktadır.

- Sendikal hareketin imajı. Sendikalar baştan itibaren erkek egemen bir yapı-
ya sahip olmuşlardır. Ortaçağ’daki lonca teşkilatları ve sonrasındaki sendi-
kal örgütlenmeler erkek mesleği olan imalat, madencilik vb. işlerde ortaya
çıkmıştır. Kadın sorunlarının gündeme gelmediği sendikal ortamlar kadın-
lar için oldukça sıkıcıdır. Sendika toplantılarının yeri, zamanı, üslubu kadın-
ların sendikal faaliyetlere katılmasını engelleyici niteliktedir.

- Sendikaların kadın işçilere yönelik olumsuz tavırları,

- Kadınların yaptığı işlerin özellikleri. Kadınların yaptığı işler daha çok vasıf
ve eğitim gerektirmeyen esnek nitelikteki işlerdir. Yaygın bir esnek çalışma
türü olan Part- time çalışanları sendikalı yapmak oldukça zordur. Kaldı ki
sendikalar zaten part-time çalışanlara soğuk yaklaşmaktadır. Çalıştıkları iş-
yerleri ise çoğunlukla özel sektöre ait küçük hizmet işletmeleridir. Son za-
54 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar

manlarda yaygınlaşan eve iş verme şeklindeki istihdamda ise en temel hak-


lardan bile bir geri dönüş olduğu gerçektir. Ama kamuya ait hastane vb.
hizmet işletmelerinde çalışan kadınlarda sendikalaşma oranı yüksektir. An-
cak kadınların sendikal faaliyete iştirakleri üyelikle sınırlı olup yönetim ka-
demesinde etkisizdirler.

- Ücretli işçiliğin yanı sıra ev kadınlığı kimliği sendikal faaliyetlere yeterli za-
man ayıramama sonucunu doğurmaktadır. (Toksöz- Erdoğdu, 1998: 50).

4.3. İşçinin Kıdem Durumu


İşletmenin ölçek yapısı ve mülkiyetinin kamu yahut özel sektöre ait olma ayrı-
mıyla birlikte değerlendirilmek kaydıyla kıdem, işçi ile işveren arasındaki ilişkileri
yakından etkileyen faktörlerden birisidir. Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerde
kıdemli işçi adeta aile ferdi durumuna gelir. Ücret ve çalışma şartlarının tespiti diğer
işçilerden farklıdır. Bu pozisyondaki işçinin sendikayla bağlantısının zayıf olacağı dü-
şünülür. Buna karşılık işe yeni girmiş kıdemsiz işçi küçük ölçekli işletmelerde işvere-
nin sendikaya karşı olumsuz tutumunu düşünerek işini kaybetme korkusuyla sendikal
faaliyetlere ilgisiz kalabilirken büyük ölçekli işletmelerde sendikal faaliyetler konu-
sunda daha aktif olabilir.

4.4. İşçinin Çalıştığı İşyeri Ve Sendikaya İkili Bağlılık Durumu


Yaygın düşünceye göre, işgören kendi refahını etkileyen işyerinin politika ve
pratiklerinden memnuniyetsizliği olduğu veya arttığı müddetçe sendikaya geçiş yapar
ve sendikayla olan bağlarını kuvvetlendirir veya sendika ile işyeri yönetimi arasındaki
çatışmalar işgöreni bir tarafa doğru yönlendirebilir. Hâlbuki yapılan araştırmalar gös-
termiştir ki; İşgören sendika- işyeri yönetimi arasındaki çatışmayı önemsemeksizin
(Dean,1954:526) veya uyumlu bir endüstriyel ilişkiler ikliminden etkilenerek (Iverson,
Kuruvılla,1995: 577) eş zamanlı olarak her iki kuruma da olumlu tutum ve davranış
içerisinde olabilmektedir Birey hem çalıştığı işletmeye, hem de üyesi bulunduğu sen-
dikaya aynı zamanda bağlılık duyabilir. İşletmeye bağlılık “bireyin örgütüne olan sa-
dakat, inanç ve benimseme davranışlarını içermektedir. Bağlılık; işyerinde verimlilik,
iş doyumu, devamsızlığın önlenmesi ve rekabet gücü açısından önemlidir. Bireyin
işletmeye bağlılığı; işletmenin değerlerine, amaçlarına bağlılık ve benimseme ve bunla-
rın gerçekleşmesi için çaba göstermesidir. Yani işletmeyle bir bakıma özdeşleşmesidir.
Sendikaya bağlılık ve sadakat ise üyenin sendikasından gurur duyması, inancını, sa-
dakatini, üyeliğini ve sendikal sorumluluğunu sürdürmeye istekli olması demektir. ”
(Demirbilek, Çakır, 2006:125-136). Gordon ve arkadaşları sendikal bağlılığı, , sendika-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık 55

nın amaçlarını benimseme ve inanma , sendika adına çaba ortaya koymak için istekli
olmak ve sendikanın üyesi olarak kalma arzusu olarak tanımlamaktadır (Wittmer,
Martin and Tekleab, 2010:57)

İkili bağlılık kavramı ise “Bireyin bir yandan işletmelerin tüm politikalarını,
amaçlarını ve varlığını benimserken, aynı zamanda üyesi bulunduğu sendikanın da
politika, amaç ve varlığına sahip çıkması olarak tanımlanmıştır. ” Bu kavram kuşkusuz
çatışmacı sendikacılıktan uzlaşmacı ve işbirlikçi işyeri sendikacılığına geçişle yeni yo-
rum ve uygulamalar kazanmıştır. İkili bağlılığı etkileyen faktörler arasında, sendika
üyesinin özellikleri, sendika-işveren ilişkileri, iş ortamı özellikleri sayılabilir (Demirbi-
lek, Çakır, 2006:125-136).

Yapılan araştırmalarda, sendika üyesi çalışanlarda iki yönlü bağlılığın üyelerce


algılanan endüstri ilişkileri ikliminin olumlu (işbirlikçi nitelikte) olması durumunda
arttığını olumsuz olması durumunda ise azaldığını saptamışlardır. İki yönlü bağlılık;
iş tatmininin yüksek olduğu, sendika işletme ilişkilerinin olumlu ve sendikanın üye
çıkarlarını korumada etkin olarak algılandığı durumlarda daha çok görüldüğü yolun-
dadır (Bilgin, 2007: 55).

Stagner, ikili bağlılığı, sendikanın rolünden işverenin rolünün keskin bir şekil-
de farklılaştırmaktan ziyade çalışanların, iş durumunu bir bütün olarak algılama mey-
linin bir sonucu olarak nitelendirmektedir. Bu açıklama, bu iki grubun öz niteliği aynı
faaliyetlerinin olması şartıyla, yüksek iş tatminini ve sendika-işyeri yönetimi ilişkileri-
nin pozitif olmasının ikili bağlılığa yol açacağını vurgulamaktadır. Kısacası ikili bağlı-
lığın, yüksek iş tatmini ve sendika-işyeri yönetimi arasındaki olumlu ilişki anahtar rol
oynar. Çünkü sendika –işyeri yöneticileri arasındaki çatışmalar, düşük iş tatmini tekli
bağlılığa yani ya sendikaya ya da organizasyona bağlılığa yol açacaktır (Magenau and
others, 1988:359-360).

Halbuki, yapılan araştırmalarda, çalışanın hem işyerine hemde sendikaya bağ-


lılık göstermesi, her ikisi içinde olumlu tutum beslemesi, tatmin, moral ve motivasyon,
üzerinde olumlu etkilerinin olduğu, verimliliği artırdığı sonuçlarına ulaşılmıştır (Gill,
2009:45)

4.5. İşçinin Mesleki Nitelikleri Ve Kişisel Özellikleri


İşçinin çalışma hayatındaki davranışlarını ve kararlarını etkileyen faktörlerin
başında sahip olduğu mesleki nitelikler ve kişilik özellikleri gelir. Eğitimli, vasıflı, tec-
rübeli işçiyle bu özelliğe sahip olmayanların işgücü piyasasındaki kararları ve sendikal
56 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar

faaliyetlere ilgisi birbirinden farklıdır. (Zaim,1990:330-334) İşçilerin sendikal faaliyetle-


re ilgisini etkileyen mesleki ve bireysel nitelikler şunlardır:

- İşçinin eğitimsiz ve mesleksiz olması,

- Sık sık işsiz kalması ve işsizlik durumunun uzun sürmesi,

- Engelli olması,

- Gelir yetersizliği sebebiyle ikinci işte çalışması,

- İşçinin işverenle akrabalık, arkadaşlık gibi yakınlıklarının bulunması,

- İşçinin azınlık, kaçak ya da göçmen durumunda olması,

4.6. İşçinin Asıl İşveren Veya Alt İşverenin İşçisi Olma Durumu
Bir işverenin işinin bir bölümünü çeşitli nedenlerle başka bir işverene bırakması
anlamına gelen alt işveren uygulaması çeşitli ekonomik ve sosyal gelişmelerin sonucu
olarak 1970’li yıllarda ortaya çıkmıştır. Uygulamanın yaygınlaşmasının temel sebeple-
ri arasında işverenlerin özel uzmanlık gerektiren işleri bir uzman kuruluş eliyle yap-
tırma, işgücü maliyetlerini azaltma ve esnek istihdam anlayışına yönelme sayılabilir.
Esneklik uygulamalarının hız kazandığı 1980’li yıllara kadar alt işveren uygulamasına
pek rastlanmaz. Bir işin ana ya da yardımcı bütün unsurları aynı işverene bağlı işçiler
tarafından yapılırdı. Bu işçiler de genel olarak sendikalaşma, toplu sözleşme, ücret ve
diğer sosyal haklar bakımından benzer uygulamalara muhatap olurlardı. Alt işveren
uygulaması ekonomik anlamda işletme, sektör, bölge ve ülke düzeyinde birbirinden
tamamıyla farklı ikili (düalist) işgücü piyasası uygulaması doğurdu. Asıl işverenin
işçileri ekonomik ve sosyal açıdan korunmuş piyasa şartlarında çalışırken; alt işverenin
işçileri genellikle asgari ücret şartlarında, sendikasız, toplu sözleşmesiz, iş güvencesiz,
kötü fiziki şartlarda çalışmaktadır. Sayılan bu olumsuz şartlar yasal eksiklikten değil,
fiili durumdan kaynaklanmaktadır. Alt işveren işçilerinde sendika üyeliğiyle ilgili
çalışma ve veri olmamakla birlikte sendikal faaliyetin olmadığı söylenebilir. Alt işve-
ren uygulaması sosyal devlet kavramındaki anlam kaymalarına paralel olarak genişle-
dikçe korunmasız ve kötü çalışma koşulları, adaletsiz gelir dağılımı, sendikasız iş iliş-
kileri, sendikaların güç ve itibar kaybetmeleri gibi sonuçlar doğurmaktadır.

5. İşyerinin Ve İşverenin Yapısından Kaynaklanan Faktörler


İşyerinin ölçek ve hukuki yapısı, kamu veya özel sektöre ait olması, kurulu bu-
lunduğu ekonomik sektör, hitap ettiği pazarların nitelik ve kapsamı; işverenin nitelik-
leriyle birleştiğinde sendika ve işçiye yaklaşımı etkilediği gibi sendikayla işçi arasında-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık 57

ki bağlılık başta olmak üzere diğer ilişkileri de etkiler. Bu faktörleri ve etkilerini şöyle
izah edebiliriz.

5.1 İşyerinin Ölçek Yapısı

Sendikaların kurulması ve gelişmesiyle işletme ölçeği arasında yakın bir ilişki


bulunmaktadır. Modern anlamda sendikaların kurulması ve gelişmesi büyük ölçekli
işletmelerin kurulmasıyla mümkün olmuştur. İşletmelerin ölçek yapısı diğer yan fak-
törlerle birlikte sendika-üye-işveren ilişkisini de yakından etkiler.

5.1.1. Küçük ölçekli işletmelerde


İstihdam kapasitesi düşük küçük işletmeler sendikalar açısından cazip değildir.
Çalışma hayatını çeşitli açılardan ele alan araştırmalar küçük işletmelerden çok büyük
işletmeleri kapsamaktadır. Küçük işletmelerde işçi ile işveren arasında ilişkiler gele-
neksel faktörlerin de tesiriyle ikincil (informel) )biçimde daha çok aile ilişkisi şeklinde
cereyan etmektedir. Bu işletmelerde ölçek yapısına paralel olarak üretim süreci, tek-
nolojisi, işyeri kuralları basittir. Küçük işletmelerin diğer bir özelliği de çoğunlukla
kayıt dışı olarak faaliyet göstermeleridir. Bunun doğal sonucu olarak buralarda ikincil
(informel) işgücü piyasası şartları geçerlidir. Bu piyasalardaki işgücü istikrarsız, ça-
lışma alışkanlıkları ve iş disiplini olmayan bir gruptur. Ücret ve çalışma şartları birin-
cil (formel) piyasalara göre kötüdür. Sendikalaşma ve toplu iş sözleşmesi düzeni yok
denecek ölçüdedir. Küçük işletmelerde çalışma hayatı bireysel iş sözleşmeleriyle dü-
zenlenir. Çalışma hayatını düzenleyen mevzuat bu piyasalarda kısmen uygulanır.
(Ünal, :110-126) ve (Grint, 1998:283-285)

Bu durumun temel sebepleri şunlardır:

- İşyerlerinde çalışan işçi sayısının azlığı,

- İşçilerde sendikalaşma bilincinin yetersizliği. İşverenle işçinin yakın ilişkisi


de sendikalaşmayı engellemektedir.

- Daha çok mevsimlik ve geçici işçilerin istihdam edilmesi,

- İşyerinde çalışma kuralları işveren tarafından belirlenir ve uyuşmazlıklar dı-


şarıdan müdahale olmaksızın çözülür,

- Küçük işyerlerinin çok dağınık olmasının örgütlenmeyi güçleştirmesi,

- İşverenlerin sendikaya karşı soğuk tavırları. (Ekin, 1993:2-4)

İkincil işgücü piyasalarının hacmi 1980’lerden buyana sürekli artmaktadır. Bu-


nun ana sebeplerini de şöyle sıralamak mümkündür:
58 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar

- Hızlı şehirleşme ve yoksullaşmanın sonucunda piyasada modern sektörlerin


istediği bilgi, vasıf ve donanıma sahip olmayan bir işgücü fazlalığının oluş-
ması,

- Çalışma hayatını düzenleyen mevzuatın kanuna bağlı çalışmanın maliyetini


aşırı ölçüde yükseltmesi ve giderek kayıt dışı sektörle rekabetin imkânsız
duruma gelmesi,

- Kaçak yabancı işçiliğin yaygınlaşması.

5.1.2. Büyük İşletmelerde


Büyük ölçekli işletmelerde işçi- işveren ilişkileri önceden belirlenmiş ve herkese
aynı uygulanan kurallar çerçevesinde gerçekleşir. Bu işletmelerde yönetim kuralları
objektif ve kurumsal bir nitelik taşımaktadır. İşçiler taleplerini bireysel değil, sendika-
lar vasıtasıyla dile getirmektedirler. Ücret ve diğer çalışma şartları toplu sözleşmelerle
belirlenmektedir. Bu süreç giderek işçileri kuralların tespitine ortak durumuna getir-
mektedir.

5.2. İşyerinin Hukuki Yapısı


İşletmelerin hukuki yapılarıyla ölçek ve yönetim anlayışları arasında çok güçlü
bir bağlantı mevcuttur. Kurumlaşmasını tamamlamış şirket statüsündeki işletmelerde
sendikalaşma ve buna bağlı olarak toplu sözleşme düzeninin kurumsal, hukuki ve kül-
türel altyapısının oluşması küçük ölçekli şahıs işletmelerine göre daha kolaydır. Çün-
kü özellikle anonim şirketler bilimsel yönetim prensiplerinin uygulandığı, kurumsal
ilişkilerin geçerli olduğu işletmelerdir. Buna karşılık şahıs işletmelerinde bireysel iliş-
kiler belirleyicidir.

5.3. İşyerinin Kamu Ya Da Özel Sektöre Ait Olması


Mülkiyeti kamuya ait olan mal hizmet işletmelerinde sosyal amaç ön planda ge-
lirken özel sektör işletmelerinin temel amacı kardır. Devlet ekonomik hayatta bir taraf-
tan işletmeci olarak bulunurken, diğer taraftan da çalışma hayatının kural ve kurumla-
rını koyan ve işçi- işveren uyuşmazlıklarında hakemlik yapan taraftır. Bundan dolayı
da 20. asrın ikinci çeyreğinden itibaren özellikle sosyal devlet anlayışının bulunduğu
Avrupa ülkelerde devlet kendi işletmelerinde sendikal örgütlenme ve toplu iş sözleş-
mesi düzeninin teşkili ve kurumlaşmasında öncü bir rol oynamıştır. Ülkemizde de
benzer gelişmeler olmuştur. 1930’lu yıllardan itibaren KİT’lerin kurulmasıyla ilk bü-
yük işveren devlet olmuş, henüz ciddi anlamda bir işçi sınıfı oluşmadan ve çalışma
hayatıyla ilgili bir sosyal talep gelmeden 1936’ da 3008 sayılı İş kanunu, 1947’ de 5018

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık 59

sayılı Sendikalar Kanunu’nu çıkarmış ve sendikalaşmayı teşvik etmiştir. Yine 1963’te


çıkarılan 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi grev ve Lokavt kanunuyla toplu sözleşme dü-
zeninin kurucusu ve öncü uygulayıcısı olmuştur. Örneğin Türkiye’de toplu sözleşme
düzeninin başladığı 1960’lı yıllardan itibaren yaklaşık 30 yıllık süre içinde işçilerin
sendikalaşma ve toplu sözleşme kapsamında bulunma oranları kamu sektöründe %
60’lardayken özel sektörde %15-20 aralığındadır. (Özkaplan, 1994: 246 ) Bu yıllarda
sendikalaşma ve toplu sözleşmelerde kamu sektörünün ağırlıklı rolü ve sonrasında
kamu işletmelerinin özelleştirilme ve kapatılmasıyla sendikalı ve toplu sözleşmeden
yararlanan işçi sayısındaki hızlı düşüş bu görüşü desteklemektedir. . Ancak devletin
ekonomik hayat içindeki ağırlıklı rolü özellikle popülist politikaların uygulanması du-
rumlarında özellikle çalışma ilişkileri bakımından olumsuz sonuçlar da doğurmakta-
dır. Türkiye’de ithal ikamesine dayalı sanayileşme politikalarının uygulandığı dönem-
lerde kamu işletmelerinde yapılan toplu iş sözleşmelerinde siyasi iradenin müdahale-
siyle ücret-verimlilik dengesinin bozulması örnekleri çoktur. Söz konusu müdahale
yalnızca kamu işletmelerinin mali yapısını bozmakla kalmamış, özel sektör toplu söz-
leşme düzenini de sıkıntıya sokmuştur.

5.4. İşyerindeki Yönetim Anlayışı


Yönetim anlayışı hem işçi ile işveren, hem de işçi ile sendika arasındaki ilişki-
lerde belirleyici bir yere sahiptir. Örneğin Fordist yönetim anlayışı mavi yakalı istih-
damına dayalı, sıkıcı ve ruhsuz bir çalışma ortamı doğurmuştur. Bu üretim ve yöne-
tim anlayışı işkolu sendikacılığı ve dolayısıyla çatışmacı bir işçi-işveren ilişkisini bera-
berinde getirmiştir. Eğitim ve vasıf seviyesi düşük işçinin sendikasıyla daha yakın ve
sıcak bir ilişki kuracağı açıktır. Çünkü işkolu sendikası işçinin yegâne sığınağıdır.
Oysa Post Fordist esnek yönetim anlayışı yeni yönetim teknikleriyle çatışmacı değil
işbirliğine dayanarak ve insan faktörünü etkin kullanarak verimlilik artışını öngörmek-
tedir. Bu tekniklerden biri de kendine has dogma ve ritüelleri olan Toplam kalite yö-
netimidir. Toplam kalite yönetimi işçi ile işveren arasında çok yakın bir işbirliği ve
dayanışmayı gerektirir. 1990’lardan itibaren Dünyada yaygın bir uygulama alanı bu-
lan bu anlayış işçinin niteliğinin gelişmesi ve işkolu sendikacılığının işyeri sendikacılı-
ğına dönüşmesiyle birlikte işçi ile sendikası arasındaki ilişkiyi ciddi ölçüde değiştirip
zayıflatmaktadır. (Yıldırım, http://www. sosyal siyasetnet/documents/+ky ,erişim tari-
hi 8. 7. 2011 ). Bu anlayışın ortaya koyduğu pozitif insan kaynakları pratikleri ile çalı-
şanların kendilerini koruyan bir sendikaya olan ihtiyaçları azalmaktadır. Gelecekte bu
tür olumlu insan kaynakları pratiklerinin artmasıyla sendikaya olan ihtiyacın daha da
azalacağı tahmin edilmektedir (Nıssen, 2003:326)
60 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar

5.5. İşyerinin Faaliyet Alanının Kapsamı


Endüstriye özgü özelliklerin sendika üyeliği üzerindeki etkisi incelendiğinde
madencilik, inşaat, imalat ve toptan ticaret sektörlerinin sendika üyeliğine daha yatkın
olduğu bulunmuştur. Buna göre, yüksek düzeyde iş standartlaşması olan, yönetimsel
ve operasyonel görevler arasında açık bir farkın olduğu sektörler sendikalaşmayı ko-
laylaştırmaktadır (Seçer, 2009:30)

Bir işyerinin iktisadi faaliyetlerinin coğrafi anlamda kapsamı ile işletmenin öl-
çeği, kullandığı teknoloji, kurumsallaşması ve personelle ilişkiler arasında yakın ilişki
vardır. Yerel ve bölgesel pazarlara hitap eden firmalarda genellikle küçük ölçekli,
yüksek teknoloji kullanmayan, istikrarlı bir istihdamın olmadığı ve bunların sonucu
olarak bireysel iş ilişkileri bulunur. Bu işletmelerde çalışanlar yasalarla düzenlenmiş
bazı sosyal haklardan kısmen yararlanmakla birlikte ikincil iş piyasası denilen sosyal
açıdan yetersiz piyasa şartlarında çalışmaktadır. Büyük çoğunluğunda kayıt dışı piya-
sa şartları görülür. Sendikal örgütlenme ve toplu sözleşme düzenine neredeyse rast-
lanmaz. Ulusal pazarda faaliyet gösteren orta ve büyük ölçekli firmalarda ise sendikal
örgütlenme ve toplu iş sözleşmesi düzeni çeşitli düzeylerde mevcuttur.

Küçük bir işletmede işçinin sendika üyesi olma ihtimali düşükken, büyük iş-
letmelerde işçiler şahsi davranılmamayı sağladığı, daha fazla koruma ihtiyacı hissettik-
leri ve yabancılaşmayı azalttığı için sendika üyesi olmayı daha fazla isteyebilmektedir.
Ayrıca büyük işletmeler kontrolü sağlamak için daha bürokratik olma eğilimindedir.
Buna ek olarak işçilerin yer aldıkları gruplarda sendika üyeliği için çalışma arkadaşla-
rının baskısına maruz kalabilmektedir. Büyük işletmelerin bürokratik yapıları yönetim
ile işçiler arasında doğrudan iletişim kurulmasını zorlaştırmaktadır. Bu durumda sen-
dikalar iletişim işlevini yerini getirebilmektedir. Bu ortam sendikal hareket ile ilgili
değerlerin işçilere aktarılmasını kolaylaştırmaktadır (Seçer, 2009:30).

5.6. İşyerinin Bulunduğu Ekonomik Sektör


Sendikalar sanayi ve hizmet sektörünün bir örgütüdür. Çünkü hem büyük öl-
çekli işletmelerin ve buna bağlı olarak düzenli çalışmanın varlığı ancak bu sektörlerde
mümkündür. Oysa tarım sektöründe hem işletme ölçekleri küçüktür, hem de tarım-
daki çalışma mevsim şartlarına bağlı olarak düzensiz bir biçimde gerçekleştirilmekte-
dir. Ayrıca tarımsal üretim büyük ölçüde dışarıdan ücretli işgücü temin edilmeden,
ücretsiz aile fertleriyle yapılmaktadır. Gelişmişlik farkı olmadan tüm dünya ülkelerin-
de tarım işletmelerinde ücretli olarak çalışan mevsimlik işçilere karşı sendikalar ilgisiz,

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık 61

hatta soğuk bir yaklaşım göstermektedir. Turizm sektöründeki küçük ve orta ölçekli
işletmelerde de benzeri durumlar söz konusudur.

5.7. İşyerinde İşçi Sirkülâsyonu

Belli bir dönemde bir işletmede işten çıkan ve çıkarılanların sayısının toplam
çalışan sayısına oranına işgücü devir hızı denir. İşletme fonksiyonlarının uygun seyri
açısından bu oranın makul bir düzeyde olması şarttır. Aksi takdirde üretimden pazar-
lamaya kadar problemlerin yaşanması kaçınılmaz olur. İşgücü devir hızı genellikle
ileri teknoloji kullanmayan, küçük ve orta ölçekli, bölgesel pazarlara hitap eden işlet-
melerde yüksektir. İşgücü devir hızının yüksekliği aynı zamanda işçilerin sendikalarla
ilişkilerini de olumsuz etkileyen bir faktördür. Çünkü söz konusu faktörler işçilerde
sınıflaşma ve örgütlenme bilincini zayıflattığı gibi sendikaların örgütlenme çalışmala-
rını da sekteye uğratır.

5.8. İşverenlerin Sendikaya Bakışı


İşverenlerin sendikacılığa bakışlarını etkileyen en önemli faktör işyerinin bü-
yüklüğüdür. Çünkü sendikacılık hareketi büyük işletmelere dayalı olarak gelişmiştir.
Küçük işletmelerdeki etkileri sınırlı olmuştur. Zaman içinde küçük firmalardaki ücret
ve çalışma şartlarının büyük işletmelere yaklaşacağına dair beklenti gerçekleşmemiştir.
Küçük işyeri işverenlerinin sendikalara yönelik politikaları üçe ayrılır:

a) Sendikayla mücadele etme,

b) Sendikaya anlayışlı davranma,

c) Sendikayla işbirliği yapma.

Küçük ölçekli işletmelerin sahip ve yöneticileri daha çok sendikaları iç işlerine


müdahale eden, yıkıcı ve işçileri ayartıcı irrasyonel örgütler olarak kabul ederler. Hat-
ta kimi işverenlere göre en iyi sendika olmayan sendikadır. Bu bakıştan kaynaklanan
sebeple KOBİ işletmelerinde sendikal örgütlenme informel yollarla engellenmektedir.
Sendikal örgütlenmenin engellenemediği işletmelerde ise yönetim sendika diyalogu
asgari düzeyde gerçekleşmektedir (Grint, 1998:83 ve Ekin, 1993:19-21). Sendikayla iş-
birliği yapmaya yönelik bir anlayış hem işveren hem çalışan hem de sendika açısından
oldukça yararlı olabilmektedir. Böyle bir ortamda çalışanların kazançları tatmin edici,
iş güvenlikleri ise oldukça yüksek düzeyde olmaktadır. Bu durum onların hem iş tat-
mini hem de yaşam tatminini artırmakta, hem işletmeye hem de sendikaya olan bağlık-
larını güçlendirmektedir (Roche, 2009:4-5).
62 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar

Sonuç
Sendikaların çalışma hayatını etkileyen önemli kuruluşlar olduğu inkar edile-
mez bir gerçekliktir. Fakat bu kuruluşlar çalışma hayatındaki köklü değişimler nede-
niyle (Kuralsızlaştırma, esneklik vb. ) eski güçlerinden uzak bir görünüm arzetmekte-
dirler. Sendikalar artık başlangıçtaki gibi sadece ekonomik menfatleri koruyan kuru-
luşlar olarak kalmaları durumunda daha da etkisiz kuruluşlar haline geleceklerdir. Bu
nedenle sendikaların üye sayılarını artırma ve üyelerinin bağlılıklarını artırma gibi iki
önemli konu üzerinde daha ciddi durmaları gerekmektedir. Artık üyelerin ekonomik
çıkarlarını korumak üyelik ve bağlılığı sürdüremez duruma gelmiştir. Bu nedenle üye-
lerin beklentilerini izleme ve bu beklentilere cevap verecek yapısal değişiklikleri ger-
çekleştirme yolunda harekete geçmeleri gerekmektedir.

Sendikaların çalışma barışını koruma ve geliştirme özellikleri gözönüne alına-


rak benzer adımların yasal düzenlemeler çerçevesinde devlet ve işyerinde verimlilik ve
barışın sağlanması konularında katkı sağlamasına yardımcı olmak açısından işverenler
tarafından da dikkate alınması gereken konular olarak görülmesi gerekmektedir.

Unutulmamalıdır ki, işçi, işveren ve devlet çalışma yaşamının vazgeçilmez un-


surlarıdır ve toplumsal barışın sürdürülebilir olması bu üçlünün birlikte hareket etme-
sine bağlıdır.

Kaynakça
Avrupa Ülkelerinde Sendikalar(2002), Petrol-İş yayını:76, İstanbul, 11
BAMBERGER Peter A, KLUGER Avraham N, SUCHARD Ronena, (1999), Research Notes The
Antecedents and Consequences of Unıon Commitment:A Meta-Analysis, Academy of
Management Journal, Vol. 42, No. 3,
BİLGİN Leman (2007), Sendikalı İşçi Davranışlarının Psikolojik Boyutları, Eskişehir: Anadolu
Üniversitesi Ya. No:1737.
Collectivism of Union Members, British Journal of Industrial Relation, 47:4, 701–722.
Cregan Christina, Bartram Timothy and Pauline Stanton, (2009), Union Organizing as a Mobili-
zing Strategy: The Impact of Social Identityand Transformational Leadership on the
DEAN, Lois R. (1954). Unıon Actıvıty And Dual Loyalty Industrial & Labor Relations Review, 7/
4,
DEMİRBİLEK Tunç- ÇAKIR Özlem (2006),” İkili Bağlılık: Hem Sendikaya hem de İşletmeye
Bağlı Olunabilir mi” İktisat Fakültesi Mecmuası, İstanbul Üniversitesi Yayını, Cilt. 55,
Sayı:1. 2006.
EKİN Nusret(1989), Endüstri İlişkileri, İstanbul Beşinci Baskı,
EKİN Nusret(1993), Küçük İşyerlerinde Endüstri İlişkileri, Ankara,
Gill Carol, (2009) ,Union impact on the effective adoption of High Performance Work Practices,
Human Resource Management Review, 19,

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Yrd. Doç. Dr. Nihat Akbıyık 63

GORDON Mıchael E. , BEAUVAIS Laura L. , and LADD Robert T. (1984), The Job Satisfaction
and Union Commitment Of Unionized Engineers, Industrial and Labor Relations Review,
37,
GRINT Keith(1998), Çalışma Sosyolojisi, çeviri Editörü: Veysel Bozkurt, Alfa Yayınları, İstanbul,
Gül Hasan, (2002), Örgütsel Bağlılık Yaklaşımlarının Mukayesesi ve Değerlendirmesi, Ege
Akademik Bakış Dergisi, 2,1,
GÜLMEZ Mesut, (1991), Türkiye’de Çalışma İlişkileri (1936 Öncesi), Türkiye ve orta Doğu
Amme İdaresi Enstitüsü Yayınları No: 236, Ankara
HOELL Robert C. (2004), The Effect Of Interpersonal Trust and Participativeness On Union
Member Commitment, Journal of Business and Psychology, 19, 2,11-177.
http: // www. calismatoplum. org/ sayı 19/ michels. pdf. )
IŞIK, Yüksel. (1998), Sendikalar Kimin Örgütü? Öteki Yayınevi, Ankara,
IŞIKLI Alpaslan(1972), Sendikacılık ve Siyaset, Sevinç Matbaası, Ankara,
IVERSON Roderick D. , KURUVILLA Sarosh, (1995), Antecedents of union loyalty: the influen-
ce of individual dispositions and organizational Context, Journal Of Organizational Be-
havior, 16, KARACA Erol, Sendikaya Bağlılık Ölçeğinin (SBÖ) Bir Yapısal Eşitlik Mode-
li ile Geçerlik ve Güvenirliğinin İncelenmesi: Öğretmenler Üzerine Bir Araştırma, “İş,
Güç” Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi,13,
KÜÇÜKÖMER İdris(1994), Cuntacılıktan Sivil Topluma, Bağlam Yayınları, İstanbul,
MAGENAU John M. , MARTIN James E. , PETERSON Melanıe M. , (1988), Dual and Unilateral
Commıtment Among Stewards and Rank-and-File Unıon Members, Academy of Mana-
gement /Journal,. 31(2),
MAHİROĞULLARI Adnan (2000), 1980 Sonrası Türk ve Fransız Sendikacılığı, Kamu-iş yayını,
Ankara, MUTLU Servet(1989) , Japonya’da Endüstrinin Yapısı, İşletmelerin Ölçeği, Ve-
rimlilik ve Ücretler, MPM Yayınları: 391, Ankara,
NISSEN Bruce, (2003), The Recent Past and Near Future of Private Sector Unionism in the U. S. :
An Appraisal,Journal Labor Research, 24 (2),
ÖZ Yavuz (1994) , Tarihi ve Hukuki Gelişimi Açısından Türkiye’de işçi Sendikalarının Üst Ör-
gütlenmesi, Öz İplik –İş sendikası Eğitim Yayınları, Ankara, ÖZKAPLAN Nurcan(1994)
, Sendikalar ve ekonomik Etkileri, Kavram Yayınları, İstanbul,
ÖZKAPLAN Nurcan(1994), Sendikalar ve ekonomik etkileri Türkiye Üzerine Bir Deneme, Kav-
ram Yayınları, İstanbul,
ROCHE William K, (2009), Who gains from workplace partnership? The International Journal
of Human Resource Management, 20, (1),
SEÇER Barış, (2009), Kadınların Sendikalara Yönelik Tutumları İle Cinsiyet Ayrımcılığı Algı-
larının Sendika Üyesi Olma İsteğine Etkisi, Çalışma ve Toplum, 4,
SNAPE Ed, RADMEN Tom, CHAN Andy W. (2000), Commitment to the Union: a Survey of
Research and the Implications for Industrial Relations and Trade Unions, International
Journal of Management Reviews,2,(3),
TALAS Cahit(1992), Türkiye’nin Açıklamalı Sosyal Politika tarihi, Bilgi Yayınevi, Ankara
TEKELİ Şirin(1982) , Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat, Birikim Yayınları Yerli Araştırmalar
Dizisi, Ankara,
TOKOL Aysen(1997), Türk Endüstri İlişkileri Sistemi, Ezgi Kitabevi Yayınları, Bursa,
TOKSÖZ Gülay -ERDOĞDU Seyhan(1998), Sendikacı Kadın Kimliği,
ÜNAL Işıl,(1996), Eğitim ve Yetiştirme Ekonomisi, Epar Yayınları, Ankara
ÜNSAL Engin(1997), Sendika Yazıları Hedefini Vurmayan Ok Türk Sendikacılığı, İstanbul,
WİTTMER Jenell L. S. , MARTİNJames E. , TEKLEAB Amanuel G. , (2010), Procedural Justice
and Work Outcomes in a Unionized Setting: The Mediating Role of Leader-Member
Exchange, American Journall of Business, 25(2),
64 Sendika Üyeliği Ve Sendikal Bağlılığı Etkileyen Unsurlar

YILDIRIM Engin,Toplam Kalite Yönetiminin Endüstri İlişkileri Sistemine Etkisi, http://www.


sosyal siyasetnet/documents/+ky uygulamadaki htm erişim tarihi 8 7 2011-07-18
ZAİM Sabahattin(1990), Çalışma Ekonomisi, Filiz Kitabevi, İstanbul

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 65-79

İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin ARCH Mo-


delleri İle Analizi (1998:01-2009:12)
Dr. Şeyma Çalışkan Çavdar
Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi İstatistik Bölümü
scavdar@yildiz.edu.tr

Özet
Hisse senetleri arasındaki ilişkiyi inceleyen birçok araştırma mevcuttur. Bu
araştırmaların çoğunda genel amaç riskten kaçınmaktır. Borsadaki dalgalanmala-
rın fazla oluşu, yatırımcıların riskten uzaklaşmak için farklı endekslerden portföy
oluşturmalarına neden olmaktadır. Herhangi bir endekse ait sektörde oluşabilecek
bir kriz o endeksin volatilitesini artırmaktadır. İMKB de hisse senetlerinde; bekle-
nen getiri ile beklenen volatilite arasında pozitif ilişki olduğu zaman yatırımcıların
daha yüksek getiri beklentisi içine girmeleri gayet doğaldır. Bunun sonucu olarak
hisse senedi yatırımcılarının volatilite olgusunu iyi değerlendirmeleri büyük önem
taşımaktadır.
Bu çalısmada, ARCH modellerinin teorik yapısı incelenmiş, İMKB’nın kısa
bir değerlendirmesinden sonra, 1998-2009 yılları arası aylık ve TL bazında Ulusal-
100 endeksi değişkenine iliskin zaman serisi verilerinin farklı varyanslı olup olma-
dığının bir uygulaması yapılmıştır. Sonuç olarak, İMKB-Ulusal-100 endeks serisin-
de yüksek dereceden ARCH etkisinin varlığını ortaya koymakla birlikte, endeksin
ekonomideki konjonktür dalgalanmalarından etkilendiği söylenebilir. Çalışmada
elde edilen bulguların, literatüre katkıda bulunması ve borsa yatırımcılarına yol
göstermesi beklenmektedir.
Anahtar Kelimeler: Volatilite Modelleme, ARCH, Farklı Varyanslılık, Birim
Kök, İMKB Endeks, Hisse Senedi Volatilitesi
JEL Sınıflaması: C22, B21,C13
Abstract
Return Volatılıty Of Ise Natıonal 100 Index’s Analysıs Wıth Arch Models
(1998:01-2009:12)
There are many investigations that the relations of the equities are searched.
Surplus availability on exchange market caused to perform different index portfo-
lio by the investors to depart from risk. Any crisis which can be according to any
index in the sector, increases volatility of that index.
With this study, theoric structure of ARCH models are investigated, after a
short investigation of ISE, a study is made as to whether the time series data have
heteroscedasticity or not relating National-100 index monthly based on TL between
the years of 1998-2009. It is supposed to contribute to the literature and to the in-
vestors in the exchange market by the obtained studies.
Key Words: volatility modeling, ARCH, Heteroscedasticity, Unit root, IMKB
Indexes, stock market volatility
JEL Classification: C22, B21,C13
66 İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin
ARCH Modelleri İle Analizi (1998:01-2009:12)

1. Giriş
Hisse senetleri piyasalarında karşılaşılan son dönemlerdeki çalışmalar, yatırım-
cıların performans değerlendirmeleri ve öngörüleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Yükselen
sermaye piyasaları ve borsa hakkında analiz ve yorumlar yapılması büyük önem ka-
zanmıştır. Türkiye’deki genel ekonomideki şoklar ve dalgalanmalar tüm firmaları ve
ticari varlıkların performansını etkilemektedir. Bu çalışmanın konusu İMKB olduğu
için, Türkiye’de hisse senetleri piyasası ve İMKB hakkında kısaca bilgi vermek yerinde
olacaktır.

Sermaye borsaları, genel olarak menkul kıymet ticaretinin yapıldığı kurumsal


yapılanmalardır. Kurumsal yapılanmalar olması sebebiyle; sermaye borsalarının belli
standartları ve kuralları bulunmaktadır.

İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ise; tarihi Osmanlı dönemine kadar uzan-
makla birlikte hisse senetlerinin ticaretinin yapılması amacıyla kurulmuş ve 1986 da
Karaköy’de faaliyete geçmiştir. Borsa kısa sürede gelişim göstermiş ve yatırımcıların
fon ihtiyaçlarının karşılanmasına katkı sağlamış, bireysel girişimcilerden de oldukça
talep görmüştür. Günümüzde ise İMKB çeşitli konjonktürel hareketler ve değişimler
geçirmiş ve halen faaliyetlerini İstinye’deki binasında sürdürmektedir.

İMKB de işlem gören hisse senetleriyle ilgili yatırımcıların, yatırım kararlarını


verirken kullandıkları iki temel yöntem söz konusudur. Birinci yöntem temel analiz,
ikincisi ise teknik analizdir. Temel analiz, bir şirketle ilgili temel bilgiler analiz edilerek
ilgili hisse senedi ile ilgili olarak yatırım önerisi ve şirketin geleceği ile ilgili tahminler-
de bulunulmasıdır. Teknik analiz ise; işlem hacmi ve hisse senedi fiyatı olmak üzere iki
çeşit finansal veriden oluşmaktadır. Teknik analizde önemli olan; şirketle ilgili geçmiş-
teki veriler yardımıyla gelecek hakkında değerlendirme yapabilmektir. Hisse senedi
fiyatı yalnız başına bir anlam taşımaz ancak, işlem hacmiyle birlikte yorumlandığında
güçlü tahminler elde edilebilir (Ülgen, Teker, 2005:50).

İMKB de hisse senetlerinde, beklenen getiri ile beklenen volatilite arasında po-
zitif ilişki olduğunda yatırımcılar endeksin daha oynak bir döneminde daha yüksek
getiri sağlamak eğilimindedirler. Bu nedenle yatırımcılar, ilgili hisse senedi ile ilgili
herhangi bir şok olduğunda, gelecek dönemde de büyük bir olasılıkla oynaklık bekle-
melidir. Bununla birlikte, endekste ortaya çıkan bir şok sözkonusu olduğunda buna
paralel olarak endeks değeri de artma eğiliminde olacaktır. Bu durum volatility feed-
back (oynaklık geri besleme teorisi) olarak bilinmektedir. Kavram olarak volatilite, bir
değişkenin herhangi bir değere göre, düşüş veya yükseliş göstermesini ifade etmekte-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Şeyma Çalışkan Çavdar 67

dir. Ayrıca volatilite için yapılan bir başka yaklaşım ise, kaldıraç etkisidir (Brooks vd,
2000). Kaldıraç etkisi olarak adlandırılan bu etki, pozitif şokların, negatif şoklardan
daha az oynaklığı etkilediğini ortaya atmaktadır. Örneğin hisse senedi piyasasında,
fiyatlardaki ani ve beklenmeyen bir şok, oynaklığı çok artırır. Bu durum, negatif şokla-
rın oynaklık üzerindeki etkisinin, pozitif şokların oynaklık üzerindeki etkisinden daha
fazla olduğunun bir göstergesidir (Nelson, 1991:703).

Zaman serilerinin volatilitesinin modellenebilmesi için öncelikle serilerin özel-


liklerinin belirlenmesi gerekmektedir. Örneğin finansal krizler döneminde volatilite
yüksek olduğundan, risk de yüksek olmakta, yatırımcıların bazıları çok yüksek ka-
zançlar elde ederken bazıları da zarar etmektedir. İMKB’da böyle dönemlerde bazı
yatırımcılara büyük kazançlar elde ettirmişse de, bir kısım yatırımcıya da büyük oran-
da kayıplar yaşatmıştır. Finansal piyasalardaki artan risk ölçüsü olarak varyansın
alınması, riskin minimuma indirilerek değerlendirilmesi için kullanılan bir ölçü olarak
incelenmektedir. İMKB endeksi üzerindeki risk, endeksi etkileyebilecek olumlu veya
olumsuz haberlerle doğrudan ilişkilidir. Olumlu veya olumsuz haberlerin borsa üze-
rindeki etkisinin farksız olduğu durumlarda standart ARCH-GARCH modelleri ile
volatiliteyi modellemek yeterli olmaktadır. Fakat olumlu ve olumsuz haberlerin en-
deks üzerindeki etkisi eşit değil asimetrik ise bu durumda kaldıraç etkisini de dikkate
alan modelleme yapmak gerekmektedir (Bildirici vd, 2007). Burada, İMKB’deki volati-
litenin etkisi ve modellenmesi üzerinde durulduğundan asimetri veya kaldıraç etkisini
dikkate almayan sadece volatilitenin etkisini dolayısıyla riski modelleyen klasik
ARCH-GARCH modellerinden yararlanılmıştır. Sonuçta volatilitenin etkili olduğunun
bilinmesi, riskin miktarının bilinmesi demektir.

Bu çalışma ile İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Ulusal 100 Endeksi’nin getiri
volatilitesinin ARCH modelleri ile öngörüsü ve bu modellerden en iyi modelin belir-
lenmesi ve bu sayede hisse senetlerinin şoklar karşısındaki olası davranışları üzerinde
bilgi edinmek amaçlanmaktadır.

2.Literatür
Poterba ve Summers (1986), Lamoureux ve Lastrapes(1990), Nelson (1991),
Glosten vd.(1993), Engle vd. (2002) de yapılan çalışmalar hisse senetleri getirisinin
ARCH tipi modeller ile tahmin edilmiş çalışmalardan ilk sayılabilecek bazılarıdır.

Hsieh (1989), beş ayrı döviz cinsine ait günlük verileri kullanarak, ARCH,
GARCH ve EGARCH modellerini karşılaştırmış, GARCH (1,1) ve EGARCH (1,1) mo-
68 İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin
ARCH Modelleri İle Analizi (1998:01-2009:12)

dellerinin döviz kuru hareketlerinde koşullu değişen varyansı göstermede daha etkili
olduğu sonucuna ulaşmıştır.

Fong (1997), Japon hisse senetleri getiri volatilitesini ARCH modelleri ile tah-
min ederek sonuçları karşılaştırmış SWARCH modelinin ARCH modeline göre Japon
hisse sentleri verilerini daha iyi açıkladığını göstermiştir.

Li ve Lin (2003), Tayvan hisse senedi volatilitesini GARCH ve SWARCH model-


leri ile tahmin etmiş, SWARCH modelinin Tayvan hisse senedi getiri volatilitesini daha
iyi açıkladığı sonucuna ulaşmışlardır.

Veiga (2006), stokastik volatilite modellerini öngörü performanslarını değerlen-


dirmiş, stokastik volatilite modellerinin alternatif volatilite modellerine göre daha iyi
sonuç verdiğini göstermiştir.

Gökçe (2001), İMKB’deki volatiliteyi günlük verilerle ARCH modelleriyle tah-


min etmiş GARCH (1,1) modelini uygun model olarak seçilmiştir.

Mazıbaş (2005), İMKB’de asimetrik volatilitenin modellemesi üzerinde çalışmış,


çeşitli simetrik ve asimetrik modellere dayanarak tahminler yapmıştır.

Çinko (2006), 1990-2005 dönemi İMKB-100 endeksi getirilerinde haftanın günü


etkisini ve tatil etkisini araştırmıştır.

Aktaş ve Akkurt (2006), Türkiye’de otomobil üretimi verilerinin farklı varyans-


lılığını ARCH modelleri ile araştırmış, doğrusal zaman serisi modelleri açısından en
uygun model ARI (1,1) bulunmuş, bu modele ait hatalarda ARCH-LM testi sonucunda
ARCH etkisinin olduğunu belirlemişlerdir.

Ayhan(2006), Türkiye’de uygulanan döviz kuru rejiminin döviz kuru oynaklığı


üzerindeki etkisini GARCH (1,1) ve EGARCH (1,1) modellerini karşılaştırarak incele-
miş, döviz kuru serilerinde oynaklığın anlık tepkilerinin daha belirgin olduğunu sap-
tamışlardır.

Yalçın (2007), Stokastik oynaklık modeli ile İMKB’de kaldıraç etkisini incelemiş,
elde edilen bulgular neticesinde anlamlı bir kaldıraç etkisinin olmadığı sonucuna
ulaşmıştır.

Özden (2008), İMKB-100 günlük getiri asimetrik volatilitesinin analizini yapmış,


en iyi modelin TGARCH(1,1) olduğunu belirlemiştir.

Çatalbaş (2008), İMKB’de işlem hacimleri ile volatiliteleri arasındaki ilişkiyi


GARCH Modelleri ile araştırmış ve anlamlı bulunmuştur.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Şeyma Çalışkan Çavdar 69

Atakan (2008), İMKB’de haftanın günü etkisini 1987-2008 aralığında günlük ve-

rilerle ARCH-GARCH modelleri ile incelemiş, gerçekleştirilen çalışmanın sonucunda

haftanın günlerinin etkisinin istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde farklılaşmadığını

tespit etmiştir.

Kıran (2010), İMKB-100 getiri volatilitesini koşullu değişen varyans modellerine


işlem hacmi değişkeninin açıklayıcı değişken olarak eklenmesi yoluyla araştırılmış,
GARCH ve TGARCH modelleri getiri volatilitesinde kaldıraç etkisinin olduğunu gös-
termiştir.

3. ARCH (Otoregresif Koşullu Değişen Varyans) Modeli


Otoregresif koşullu değişen varyans modelleri; verilerin mutlak veya karesi
alınmış değerlerine göre yapılandırılır. Yani koşullu varyans; gecikmeli hata terimleri-
nin kareleri ve gecikmeli koşullu standart sapmalar veya varyanslar ile ilişkili olması
şeklinde tanımlanabilir. Hata terimlerinin karelerinin kullanılması ile sapmaların belli
bir değerden yüksek olması halinde gelecekteki tahmin değerlerinin de yüksek olacağı
anlamına gelmektedir.

Geleneksel ekonometrik modeller otokorelasyon sorununa genellikle zaman se-


rilerinde, değişen varyans sorununa ise yatay-kesit verilerinde rastlandığını varsay-
maktadır. Yani, geleneksel modeller, hata teriminin varyansının sabit olduğu yani za-
man içinde değişmediğini kabul etmekle birlikte; birçok makroekonomik değişkene ait
zaman serilerinin çok fazla değişkenlik sergilediği görülmektedir (Kutlar, 2000:105).

Engle’ın 1982’de yayınladığı makalesinde, ARCH (otoregresif koşullu değişen


varyans) modellerinin tahmin aşamasında varyans sabit olmamakla beraber, değişen
varyans regresyonla birleştirilmiştir. Engle bu çalışmasında, ARCH modellemelerinde
koşullu ve koşulsuz varyans arasındaki fark üzerinde yoğunlaşmıştır. Engle’a göre sıfır
ortalamaya sahip ARCH süreçleri, koşulsuz sabit varyansa değil, geçmişe bağlı olarak
değişen varyansa sahiptir ve aynı zamanda otokorelasyonsuz süreçlerdir. Bununla
birlikte Engle, varyansın sabit olması durumunda, ekonomideki dalgalanmalar ve şok-
lar ölçülemeyeceği için değişen varyansı hesaplamak gerektiğini ortaya atmıştır (Engle,
1982:988).

Bollerslev yaptığı çalışmasında ise ARCH modelinin, otoregresif koşullu deği-


şen varyans süreci yerine, hata karelerinin hareketli ortalaması olarak düşünmüş ve bu
modele gecikmeli koşullu varyanslarıda ekleyerek GARCH (Generalized ARCH) mo-
delini ARMA modeline benzer bir şekilde modellemiştir (Bollerslev, 1986:310).
70 İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin
ARCH Modelleri İle Analizi (1998:01-2009:12)

Klasik zaman serileri modelleri, hata terimlerinin sabit varyanslılık varsayımını


ileri sürerler. Serilerin bu varsayımı ihlal etmesi halinde Engle’ın İngiltere verilerine
uygulayarak ortaya çıkardığı model ARCH modeli olarak yazında yerini almıştır (Kı-
zılsu vd, 2001).

Yt bir rassal değişken ise, değişkenin koşullu yoğunluk fonksiyonu, f(yt\yt-1)


olarak gösterildiğinde; değişkenin bugünkü değeri, geçmiş dönemdeki değerlerine
bağlı olacaktır. Başka bir ifadeyle; değişkenin beklenen değeri, yt-1 ‘in değerine bağlı
olarak değişecektir.

Birinci dereceden otoregresif model AR (1) göz önüne alınacak olunursa,

yt= Φyt-1+ ut (1)

Burada ut, V(ut)=σ2 ile beyaz gürültü sürecidir. yt’ nin koşulsuz ortalaması sıfır
iken koşullu ortalaması, Φyt-1’dir. yt’ nin koşulsuz varyansı σ2/1-Φ2 olduğunda; koşullu
varyansı σ2’ dir. Buna göre sıfır ortalama ile model aşağıdaki gibi yazılabilir:
yt= ut xt-1 (2)

Burada ut’ nin varyansı yine σ2 ’dir. yt’ nin varyansı ise σ2 x2 t-1’dir (En-

ders,1995).

ARCH modellerinde, koşullu varyans gecikmeli mutlak veya hata terimleri ka-
releri ve gecikmeli koşullu standart sapmalar veya diğer bir deyişle, varyanslar ile iliş-
kilidir. Bütün kesikli zamanlı stokastik süreçler εt ile gösterilirse;

 t  Z t ht (3)

şeklinde ayrıştırılabileceği varsayılmıştır. Burada, ht ;  t ‘nin koşullu varyansıdır ve


zamana bağlı olarak değişebilir. Ayrıca, E( Z t )=0 ve Var(Zt)=1 beyaz gürültü sürecini
gösterir. Doğrusal ARCH modeli ht ‘yi sürecin geçmiş değerlerinin karelerinin bir
doğrusal fonksiyonu olarak modellenebilir. Modelin koşullu varyans bölümünün doğ-
rusal olmaması nedeniyle, ARCH modelleri doğrusal olmayan modeller olarak da bi-
linmektedir.

ARCH(q) süreci;
q
2
ht =Var(  t \Ψt-1)=    i t i     ( L) t2 (4)
1
tanımlanabilir. Bu modelde;  >0 ve  i ≥0 (i=1,2,....q) dur ve L gecikme işlemcisidir.
Ψt,t döneminde mevcut bilgi setidir. ARCH modelleri uygulamada, uzun gecikmeler

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Şeyma Çalışkan Çavdar 71

ve sabit gecikme yapısı kullanılması nedeniyle, koşullu varyans denkleminde, para-


metrelere bazı kısıtlamalar konulmuştur (Isığıçok, 1999:7). Bütün  t değerleri için ko-
şullu varyans denklemi negatif değer almamalıdır. Negatif varyanslı parametre tah-
minleri ve kısıtlamaların sağlanamaması gibi sakıncaları gidermek amacıyla Bollerslev
(1986) çalışmasında, ARCH modelini genişleterek, hem daha fazla geçmiş bilgiye da-
yanan hem de daha esnek bir gecikme yapısına sahip olan bir model geliştirmiştir. Söz
konusu modele genelleştirilmiş ARCH (GARCH) adını vermiştir (Li, 2002).

ARCH dağılımının testi Lagrange çarpanı (LM) ilkelerine uygundur. Lagrange


çarpanı testi için aşağıdaki yardımcı regresyon denklemi kullanılır(Harvey, 1991: 221);

ht   0   1 t21  ...   q  t2 q (5)

q gecikme uzunluğuna sahip koşullu varyans modelinde ARCH etkisinin yok-


luğuna karşı, ARCH etkisinin varlığını test eden alternatif hipotez yardımıyla test edi-
lir.
H 0 :  1   2  ...   4  0
H 1 : enazbir i  0...............(i  1,2,...q ) (6)
LM  (T  q ) R 2

(6) nolu hesaplamalar yapıldıktan sonra LM istatistiği q serbestlik dereceli  q2


dağılımına uygundur. Boş hipotezin kabul edilmemesi ile en küçük kareler artıkların-
da ARCH etkisinin varlığı kabul edilmiş olacaktır.

Değişen varyansın özel bir durumunu teşkil eden ARCH etkisinin olup olma-
dığının belirlenmesinin nedeni, zaman serilerinin hemen hepsinde gözlenen ve ihlali
halinde tahminlerinin etkinliğinin azalmasına neden olan hata terimlerinin birbiri ile
ilişkili olması durumunun hesaba katılması gereğidir. ARCH sürecinin durağanlık
koşulları ise;

Koşulsuz varyans;
q
E ( t )   0 /(1    j ) (7)
j 1
 0  0 ve  1 ,.... q  0 şartları altında (7) nolu denklem geçerli olmaktadır.
72 İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin
ARCH Modelleri İle Analizi (1998:01-2009:12)

 1  2 ...  q 0
1 0 ... 0 0
A
0 1 ... 0 0
 
0 0 ... 1 0
ve

wt  ( t2 ,  t21 ,...,  t2 q )
b   ( 0 ,0,...,0)

olmak üzere;

E ( wt t 1 )  b  Awt 1

şeklinde ifade edilebilir ve

lim E ( wt t  k )  ( I  A) 1 b
k 

dir ve limit t’ye ve başlangıç şartlarına bağlı olmadığından, bu vektör tüm t’ler için
ortak varyanstır (Engle, 1982).

4. Ampirik Bulgular ve Değerlendirme


Çalışmada kullanılan veri setinin öncelikle genel eğilimi grafiksel olarak değer-
lendirilerek arkasından durağanlık testi yapılmıştır. Seri eğer birim kök içeriyorsa du-
rağan değildir. Durağan olmayan serilerin analizlerde yer alması, gerçekte olmayan
ilişkilerin varmış gibi görünmesine neden olmaktadır. Bundan dolayı, öncelikle serinin
genel eğilimine bakılmış, daha sonra durağanlıkları Genişletilmiş Dickey-Fuller (1979)
ADF testi yardımıyla test edilmiştir.

Bu değişkene ait zaman serisi, aylık olarak 1998-2009 dönemini kapsamakta ve


144 veriden oluşmaktadır. İlgili veriler TCMB veri dağıtım sisteminden elde edilmiştir.
Serinin analizinde E-views 5.0 paket programından yararlanılmıştır.

İMKB-Ulusal-100 endeksi serisinin özelliklerinin belirlenmesi için, ilk olarak se-


rinin grafiği Şekil.1’de verilmiştir. Grafikten de görüldüğü gibi, 2004 yılının ilk ayla-
rında yavaş yavaş yükselmeye başlamış, 2007 yılında zirve yapmış, bu tarihten sonra
ise yeniden gerileme yaşanmıştır. Seri, düzenli olmayan iniş çıkışlar göstermekte ve
durağan olmayan bir yapı sergilemektedir. Ayrıca, serinin örneklem otokorelasyon
fonksiyonu (ACF) ve kısmi otokorelasyon fonksiyonları (PACF) grafikleri birlikte de-
ğerlendirilmiş, α=0.05 için 1.96 144  0.163 güven sınırları dışında kaldığı görül-
mektedir.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Şeyma Çalışkan Çavdar 73

Finansal zaman serisi değişkenlerinin t dönemindeki değeri (Xt ) genellikle t −1


veya t − k gibi gecikmeli değerlerden etkilenebilmektedir. Gecikme dönemlerinde hata
terimleri arasındaki otokorelasyon sorununun İMKB Ulusal-100 endeks verilerinde
bulunup bulunmadığının belirlenmesi amacıyla otokorelasyon fonksiyonu (ACF) ile
kısmi otokorelasyon fonksiyonlarını (PACF) veren korelogramlarından ve Breusch-
Godfrey Lagrange çarpanı (Otokorelasyon LM) testinden yararlanılmıştır. Birinci dere-
ceden farklar serisinin ACF ve PACF leri birlikte değerlendirildiğinde ARIMA (p,d,q)
modelinin tipi belirlenir. ARCH modellerinin koşullu ortalama denklemlerinde ARMA
(1,1) değişkenlerinin eklenmesi ile modellerin hata terimlerindeki otokorelasyon soru-
nunun ortadan kalktığı görülmüştür. ARCH modellerinin volatilite tahmininde kulla-
nılabilmesi için, öncelikle verilerde otoregresif koşullu değişen varyans (ARCH) etkisi-
nin belirlenmesi gerekmektedir. Çoğunlukla, ARCH etkisinin varlığını tespit etmek
üzere, birinci ve daha yüksek mertebeden otokorelasyon sürecine dayanan ARCH-LM
testi kullanılmaktadır (Özbey, 2005:22). Bu amaçla yapılan ARCH LM testi aylık getiri
verilerinde otoregresif koşullu değişen varyans etkilerinin bulunduğu belirlenmiştir.
Bunun sonucunda, verilerdeki volatilitenin modellenmesinde otoregressif koşullu de-
ğişen varyans modellerinin (ARCH) kullanılabileceği sonucuna ulaşılmıştır.

Şekil.1. İMKB Ulusal–100 Endeks Serisinin Grafiği

IMKB100 Endeks
60,000

50,000

40,000

30,000

20,000

10,000

0
98 99 00 01 02 03 04 05 06 07 08 09

Şekil.2.Birinci Dereceden Farkı Alınmış İMKB Ulusal -100 Endeksi Serisinin Grafiği
74 İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin
ARCH Modelleri İle Analizi (1998:01-2009:12)

DIMKB100

8,000

4,000

-4,000

-8,000

-12,000

-16,000
98 99 00 01 02 03 04 05 06 07 08 09

İMKB Ulusal 100 endeksi serisinin farkı alındıktan sonra, ortalamaya dönme
eğiliminde olduğu fakat varyansta durağan bir yapıya sahip olmadığı Şekil 1 ‘de gö-
rülmektedir. İMKB Ulusal 100 endeksi gibi yüksek frekanslı serilerde volatilite, seride
oluşan ani şoklardan dolayı daha fazla görülmektedir. Özellikle 2008 yılında yaşanan
krizin etkisi, değişkende meydana gelen volatilitelerden de rahatlıkla görülebilmekte-
dir.

Tablo.1.Durağanlık Testi Sonuçları

Augmented Dickey Fuller


Düzey/Birinci (ADF) Test İstatistiği
Sonuç
Fark
Değişken
Sabit Sabit+Trend

Düzey 0.650820(0) -2.236805(0) I (1)

İMKB-100 Birinci Fark - -

12.12680(0) 12.09751(0)

*Not: parantez içindeki değerler gecikme sayısını vermektedir.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Şeyma Çalışkan Çavdar 75

İMKB Ulusal–100 endeksi serisine uygun koşullu ortalama modelini belirlemek


için öncelikle durağan hale gelen seriye ait örnek otokorelasyon (SACF) ve örnek kısmi
otokorelasyon (SAPCF) fonksiyonları incelenir. Durağan modellerde geçici uygun mo-
del yapısının belirlenmesinde AR (p) için örnek kısmi otokorelasyon fonksiyonundan,
MA (q) için örnek otokorelasyon fonksiyonundan yararlanılarak gecikme uzunlukları-
nın sayısı belirlenir. Buna göre aşağıdaki Tablo.2. düzenlenmiştir.

Tablo.2.İMKB Ulusal–100 Endeks Serisi İçin Model Seçimi

MODEL Katsayılar Std. Hatalar t istatistiği P-değeri

ARIMA (3,1,2) (%5)

C 334.8277 265.5827 1.260728 0.2096

AR(1) -1.362667 0.240645 -5.662569 0.0000

AR(2) -0.335506 0.298044 -1.125694 0.2623

AR(3) 0.212974 0.097156 2.192091 0.0301

MA(1) 1.372175 0.242105 5.667693 0.0000

MA(2) 0.520448 0.239590 2.172241 0.0316

Tablo.2’ye göre serinin yapısına uygun modelin belirlenmesinde parametre


tahmincilerinin istatistiksel anlamlılığı dikkate alındığında AR (2), MA (2) ve C terim-
lerinin modelden çıkarılması gerekmektedir. ARMA (1,1) modeli bu kriterleri sağla-
maktadır. ARMA (1,1) geçici uygun modelinden elde edilen artıkların ‘’saf hata terimi’’
özelliği taşıyıp taşımadıkları, otokorelasyon ve kısmi otokorelasyon sınırları içinde
olup olmadıkları incelenmiş, hata terimlerinin rassal dağıldığına karar verilmiştir.
ARMA (1,1) modelinden elde edilen hata terimleri ile modelde ARCH etkisinin olup
olmadığını saptamak için ARCH-LM testi uygulanmış ve sonuçlar tabloya aktarılmış-
tır. ARMA (1,1) modeli;

DIMKB100 t   0  1 DIMKB100 t 1  1  t 1   t

olarak gösterilebilir. ARMA (1,1) modelinden tahmin edilen artıklara ve artıkların ka-
relerine ait örnek otokorelasyon fonksiyonları (SACF) incelendiğinde, hata terimleri ve
hata karelerine ait örnek otokorelasyon katsayılarının (  k ) k gecikmeleri için hesapla-
nan değerleri %95 güven sınırları içinde yer aldığı görülmektedir.
76 İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin
ARCH Modelleri İle Analizi (1998:01-2009:12)

Fakat seride ARCH etkisinin varlığını ortaya koyabilmek için, seçilen koşullu
ortalama modelinden hareketle, elde edilen artıklarla yardımcı regresyon modeli oluş-
turulur. Yardımcı regresyon modeli;

ht=  0   1ˆ 2 t 1   2 ˆ 2 t  2  ...   p ˆ 2 t  p   t

şeklinde tahmin edilmektedir. Denklemdeki ht ARIMA (1,1) modelinden elde edilen


standartlaştırılmış artıklardır. ARCH-LM testine göre, yardımcı regresyondan elde
edilen R2 ile (T-p) serbestlik derecesi ile çarpılarak hesaplanan değer,  2 p kritik de-
ğerinden büyük olması durumunda modeldeki hata terimlerinde ARCH etkisinin var-
lığı kabul edilir. Test hipotezleri;

H0=  1   2  ....   P  0

Ha=en az bir  i  0

şeklinde oluşturulur ve test istatistiği;

LM=(T-p).R2 olarak hesaplanır ve karar verilir.

Tablo. 3. İMKB-100 Endeksi Serisi İçin ARCH-LM Testi

(T-p).R2 Olasılık(p)

ARCH(1) 0.078639 0.7792

ARCH(2) 2.611022 0.2710

ARCH(8) 20.62465 0.0082

ARCH(12) 31.16605 0.0019

ARCH(14) 30.57314 0.0064

%95 güven aralığında, Tablo 3 de elde edilen sonuçlara bakıldığında, hesapla-


nan ARCH-LM istatistikleri 8. mertebeden itibaren modeldeki hata terimlerinin t-p2
anlamlı çıkması çok güçlü bir ARCH etkisinin olduğunu göstermektedir. İncelenen
dönemde İMKB 100 endeksinde yaşanan dalgalanmaların yani yüksek bir oynaklığın
söz konusu olduğu söylenebilir.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Şeyma Çalışkan Çavdar 77

5. Sonuç
Uluslararası finansal piyasalarda ortalama son 30 yılda yaşanan dalgalanmalar
ve buna bağlı olarak riskten korunma amacına yönelik gelir elde etmek için araştırma-
cılar, finansal piyasalardaki hareketlerin tahmin edilmesine olan ilgiyi artırmıştır. Fi-
nansal piyasalardaki volatilitenin nedenlerinin belirlenmesi ve bu hareketlerin önceden
tahmin edilmesi bu piyasalarda finansal başarının vazgeçilmez koşullarından birisi
haline gelmiştir. Bu çalışmada, İMKB bileşik indeksine ait aylık volatilite verilerinde,
finansal verilerde sıkça rastlanan volatilite kümelenmesi ve özellikleri araştırılmıştır.
Volatiliteyi modelleyebilmek için aylık ARCH tipi değişen varyansa dayalı modeller
kullanılmıştır. Değişen varyansın özel bir şekli olan ARCH etkilerinin araştırılmasının
nedeni, birçok finansal zaman serilerinde gözlemlenen ve ihmal edilmesi halinde tah-
minlerin etkinliğinin azalmasına neden olan hata terimi ile geçmiş hata terimlerinin
daha önceki dönemlere ait hata terimlerinden daha çok birbiri ile ilişkili olması duru-
munun dikkate alınması gereğidir. İMKB hisse senedi piyasalarına ait endekslerin Şe-
kil 1’de yer alan getiri verileri incelendiğinde, volatilite hareketlerinin birbirini izlediği
görülmektedir. Volatilite kümelenmesi olarak nitelendirilen bu durum, incelenen dö-
nemin tamamında özellikle de kriz dönemlerinde belirgin bir şekilde ortaya çıkmakta-
dır. İMKB endeksine ait aylık verilerin birim kök içerip içermediğini belirlenmesi ama-
cıyla, birim kök testi uygulanmıştır. Augmented Dickey Fuller (ADF) testi sonucunda,
İMKB endeksine ait serinin düzeyde durağan olmadığı, birinci mertebeden farkının
alınması ile serinin durağan hale geldiği I (1) durağan olduğu bulunmuştur.

Volatilite modellerinden ARCH (otoregresif koşullu değişen varyans) etkisinin


bulunup bulunmadığının belirlenmesi gerekmektedir. Bu amaçla gerçekleştirilen
ARCH LM testinde aylık endeks verilerinde otoregresif koşullu değişen varyans etkile-
rinin bulunduğu belirlenmiş ve sadece anlamlı olan değerler tablolaştırılmıştır.

Volatilitenin tahmini için en çok ARCH (1) ve GARCH (1,1) modelleridir ve ge-
nelde bu modeller finansal zaman serilerinin volatilitesini açıklamak için yeterli gö-
rülmektedir. Fakat burada, ARCH (1), GARCH (1,1), ARCH (2), GARCH (2,2), GARCH
(2,1) gibi modellerde denenmiş ancak parametreler istatistikî olarak anlamlı buluna-
mamıştır. Yani İMKB Ulusal-100 endekste volatilitenin etkisi görülmekte, gerçekleştiri-
len ARCH-LM testinde aylık getiri verilerinde otoregresif koşullu değişen varyans etki-
lerinin bulunduğu tespit edilmiştir.

Sonuç olarak, finansal değişkenlere ait birçok zaman serisinin oynaklık sergile-
diği görülmektedir. Bu zaman serilerinin hata terimleri varyansı, sabit varyans varsa-
yımına uymamaktadır. Böyle bir durumda model EKK yöntemi ile tahmin edileme-
78 İmkb Ulusal–100 Endeksi Getiri Volatilitesinin
ARCH Modelleri İle Analizi (1998:01-2009:12)

mektedir. Koşullu değişen varyansın var olduğu modelleri çözebilme imkanı veren
ARCH/GARCH yöntemleri kullanılmaktadır. Bu çalışmada İMKB-Ulusal-100 endeks
serisinde yüksek dereceden ARCH etkisinin varlığını ortaya koymaktadır. Fakat bura-
da unutulmaması gereken önemli bir nokta, volatilitenin ölçülmesinde kullanılan mo-
del ister ARCH-GARCH ister asimetrik etki modelleri olsun riskin ölçüsünün uygula-
nan veri setine göre farklılık gösterdiğidir.

Kaynakça
AKTAŞ C., ve Hülya Akkurt (2006), “ARCH Modelleri ve Türkiye’ye Ait Otomobil Üretimi
Verilerinin Farklı Varyanslılığının İncelenmesi”, Dumlupınar Üniversitesi sosyal Bi-
limler Dergisi, Sayı:16, ss.87-106
ATAKAN, T., (2008), “ İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda Haftanın Günü Etkisi ve Ocak
Ayı Anomalilerinin ARCH-GARCH Modelleri ile Test Edilmesi”, İstanbul Üniversitesi
İşletme Fakültesi Dergisi, Cilt:37, Sayı:2.
AYHAN, D. (2006), “Döviz Kuru Rejimlerinin Kur Oynaklığı Üzerine Etkisi: Türkiye Örneği”,
İktisat İşletme ve Finans, ss.64–76.
BİLDİRİCİ, M., Oktay, S. Ve Aykaç, E., (2007), “İMKB’DE Getiri Değişkenliğinin Hesaplanma-
sında ARCH/GARCH Ailesi Modellerin Kullanılması”, Türkiye Ekonometri ve İstatis-
tik Kongresi, 24-25 Mayıs 2007 – İnönü Üniversitesi Malatya. (Çevrimiçi 20.04.2011: ei-
semp8.inonu.edu.tr/bildiri-pdf/bildirici-oktay-aykac.pdf)
BOLLERSLEV, T., (1986), “Generalized autoregressive conditional heteroscedasticity”, Journal
of Econometrics.
BOLLERSLEV, T., (1992), “ARCH Modelling in Finance: A Review of the Theory and Empirical
Evidence”, Journal of Econometrics, 52.
BOLLERSLEV, T., Ray Y., Chou ve Ken F., Kroner, (1992), “ARCH modeling in finance: A re-
view of the theory and empirical evidence”, Journal of Econometrics, 52.
BROOKS, R.D., Robert W., Faff, Michael D. McKenzie ve Heather, Mitchell (2000), “A multi-
country study of power ARCH models and national stock market returns”, Journal of
International Money and Finance, 19 (3).
CAMPBELL, J.Y.; Lo, A.W. and MacKinlay, A.C., (1997), The Econometrics of Financial Mar-
kets, Princeton University Press, Princeton, New Jersey.
ÇATALBAŞ, E., (2008), “ Hisse Senetlerinin İşlem Hacimleri ve Volatiliteleri Arasındaki İlişki-
nin Testi: İMKB’DE Bir Uygulama”, Finans Politik & Ekonomik Yorumlar, Cilt:45, Sa-
yı:526.
ÇİNKO, M., (2006), "Etkin Piyasa Hipotezi: İMKB'de Haftanın Günü Etkisi ve Tatil Anomalisi,
TİSK Akademi Dergisi, 1/2, 2006/II.
DROST, F. C. And Theo E. Nijman, (1991), "Temporal Aggregation of GARCH Processes", Eco-
nometrica, 61/4,pp. 909-27.
ENDERS, W., (1995), Applied Econometric Time Series, John Wiley & Sons.
ENGLE, R.F., (1982), “Autoregressive conditional heteroscedasticity with estimates of the vari-
ance of United Kingdom inflation”, Econometrica, s.50, c.4.
ENGLE, R.F., (2002), “Dynamic Conditional Correlation: A Simple Class of Multivariate Gene-
ralized Autoregressive Conditional Heteroskedasticity Models”, Journal of Business
and Economic Statistics, Vol.20, 339-350.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Şeyma Çalışkan Çavdar 79

FONG, W.M. (1997), “ Volatility Persistence and Switching ARCH in Japanese Markets”, Finan-
cial Engineering and the Japanese Markets, Vol:4, pp. 37-57.
GLOSTEN, L.R. Jagannathan, R., Runkle, D. (1993), “On the Relationship between the Expected
Value and the Volatility on the Nominal Excess Returns on Stocks”, Journal of Finance,
Vol.48, pp. 1779-1801.
GÖKÇE, A. (2001), “İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Getirilerindeki Volatilitenin ARCH
Teknikleri İle Ölçülmesi”,G.Ü.İ.İ.B.F.Dergisi, 1/2001.
HSİEH, D. A. (1989), “Modeling Heteroskedasticity in Daily Foreign Exchange Rates”, Journal
of Business and Economic Statistics, Vol:7,pp. 307–317.
ISIĞIÇOK, E. (1999), “Türkiye’de Enflasyon’un Varyansının ARCH ve GARCH Modelleri İle
Tahmini”, Uludağ Üniversitesi, İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:17, Sayı:3.
KIRAN, B. (2010), “İstanbul Menkul Kıymetler Borsa’sında Getiri Volatilitesi ve İşlem Hac-
mi”,Doğuş Üniversitesi Dergisi,11(1) 2010.
KIZILSU, S.S. ve AKSOY, S. ve KASAP, R., (2001), “Bazı Makro Ekonomik Zaman Dizilerinde
Değisen Varyanslılığın İncelenmesi”, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi.
KUTLAR, A., (2000), Ekonometrik Zaman Serileri, Gazi Kitabevi.
LI, W.K., (2002), “Recent Theoretical Results for Time Series Models With GARCH Errors”, Jo-
urnal of Economic Surceys, Vol. 16, No.3
LI, M.Y.L. & Lin, H.W.W (2003), “Examining the Volatility of Taiwan Stock Index Returns via a
Three-Volatility-Regime Markow Switching ARCH Model”, Review of Quantitative
Finance and Accounting, Vol:21,pp. 123-139
LAMOUREUX, C.G., Lastrapes W.D., (1990), “Heteroskedasticity in Stock Return Data: Volume
versus GARCH Effects”, Journal of Finance, 45: 221-229.
MAZIBAŞ, M., (2005), “İMKB Piyasalarındaki Volatilitenin Modellenmesi ve Öngörülmesi:
Asimetrik GARCH Modelleri ile bir Uygulama”, VII. Ekonometri ve İstatistik Sem-
pozyumu, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonometri Bölümü, İstanbul,
www.ekonometridernegi.org/bildiriler/o16s3.pdf (erişim tarihi:20.12.2010)
NELSON, D.B., (1991), “Conditional Heteroscedasticity in Asset Returns: A New Approach”,
Econometrica, Vol. 59.
ÖZBEY, F., (2005), “Çok Değişkenli GARCH Modelleri ve Bir Uygulama: Türkiye’de Belirsizli-
ğin Enflasyon ve Çıktıdaki Büyüme Üzerine Etkisi ” Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Çukurova Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Ekonometri Anabilim Dalı,
Adana.
ÖZDEN, Ü.H. (2008), “İMKB Bileşik 100 Endeksi Getiri Volatilitesinin Analizi”, İstanbul Tica-
ret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:13, ss.339-350.
POTERBA, J.M., Summers, L.H. (1986), “The Persistence of Volatility and Stock Market Fluctu a-
tions”, American Economic Review, 76: 1141-1151.
ÜLGEN, M.; Teker S., (2005), “İstanbul Menkul Kıymetler Borsa’sında İşlem Gören Sanayi Şir-
ketleri için Bir Analitik Değerlendirme Tekniği Uygulaması”, itüdergisi/b,cilt:2,sayı.1
VEİGA, H. (2006), “Volatility Forecasts: A Continuoss Time Model versus Discrete Time Mo-
dels”, Universidad Carlos III De Madrid, Working Paper, 06-25(09) Statistics and Eco-
nometrics Series.
YALÇIN, Y., (2007), “Stokastik Oynaklık Modeli İle İstanbul Menkul Kıymetler Borsasında Kal-
dıraç Etkisinin İncelenmesi”, Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fa-
kültesi Dergisi, Cilt:22, Sayı:2.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 81-100

Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem, Teknik Ve


Stratejileri Kullanma Yeterlikleri1
Dr. Hasan Aydemir
İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü
Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Programı
Inonu University Faculty of Education Elementary School Department Social Sci-
ences Teachers Program
hasan.aydemir@inonu.edu.tr
Özet
Bu araştırma, Sosyal Bilgiler öğretmenlerinin öğretim yöntem, teknik ve
stratejileri kullanabilme yeterlikleri konusunda öğretmen görüşlerinin neler oldu-
ğunu tespit etmeyi amaçlamıştır. Araştırmanın evrenini Malatya il merkezinde
2009-2010 eğitim - öğretim yılı bahar döneminde Resmî ve Özel İlköğretim Okulla-
rın da görev yapan 139 Sosyal Bilgiler Öğretmeni oluşturmaktadır. Araştırmanın
örneklemini, evrenin tamamı oluşturmaktadır.
Araştırmanın verileri araştırmacı tarafından geliştirilen ve güvenirliğinin
kontrol edildiği anket formu uygulanarak toplanmıştır. Verilerin analizinde SPSS
17.0 paket programı kullanılmıştır. Bu program aracılığı ile veriler yüzde (%), fre-

kans(f), aritmetik ortalama ( ), standart sapma, t-testi ve ANOVA kullanılarak çö-


zümlenmiştir. Elde edilen verilerin çözümlenmesi sonucunda öğretmenlerin cinsi-
yete, yaşa, öğrenim durumuna, meslek kıdemine ve okul türüne bağlı olarak gö-
rüşlerinde anlamlı fark olduğu gözlenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Sosyal Bilgiler, Sosyal Bilgiler Öğretimi, Sosyal Bilgiler
Program Etkinlikleri, Öğretmen Yeterlikleri, Etkili Öğretmen.
Abstract
Competencıes Of Socıal Scıences Teachers In Usıng Teachıng Methods, Tec h-
nıques And Strategıes
This research intends to identify teachers’ opinions with regard to compe-
tency of Social Sciences teachers in using teaching methods, techniques and strate-
gies. The universe of the research encapsulates 139 Social Sciences teachers from
Official and Private Schools in spring term of 2009-2019 in Malatya city center. The
exemplification of the research is composed of the whole universe.
The data of the research was accumulated by the application of reliably
created questionnaires. In the analysis of the date SPSS 17.0 was used. By means of
this program, the date are analyzed in terms of percentage (%), frequency (f),
arithmetic mean ( ), standard deviation, t-test and ANOVA. As a result of the
analysis of the data obtained, a meaningful difference in teachers’ opinions was
found out depending on their sexuality, ages, level of education, professional sen-
iority, and the schools they work in.
Key Words: Social Sciences, Social Sciences Teaching, Social Sciences Pro-
gram Activities, Competencies of Teachers .

1 Bu çalışma Ağustos 2011 tarihinde tamamlanan doktora tezinden uyarlanmıştır.


82 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri

Giriş
Genelde eğitim sisteminin, özelde okulların ve her dersin sonuçta varmak iste-
diği amaç, öğrenciyi önceden belirlenmiş amaçlar doğrultusunda yetiştirmektir. Bu
amaca ulaşmak için Planlama, Eğitim durumları ve Ölçme – Değerlendirme basamak-
larında pek çok etkinliğe yer verilmektedir. Belirlenen amaçlara ulaşma, etkinliklerin
amaca uygun olarak düzenlenmesinin yanı sıra bunlar arasında eşgüdümün sağlan-
masını da gerekli kılar ( Açıkgöz, 2007: 20).

Eğitimin amaçlarının gerçekleşmesi, öğretim-öğretme süreçlerinin etkililiğine,


öğretim-öğretme süreçlerinin etkililiği ise öğretmen ve onun öğretme ortamında ger-
çekleştirdiklerine bağlıdır. Türkiye’de Fidan (1986) tarafından yapılan bir araştırmada,
öğretmenlerin ders işleme durumlarının niteliğinin öğrenci başarısını etkilediği ortaya
çıkarılmıştır.

Öğretmenlerin, öğretme-öğrenme sürecinde etkili ve verimli olması için gerekli


öğretme becerileri şu şekilde sıralanabilir: Öğrenciyi tanıma, öğretimi planlama ve ger-
çekleştirme, öğretimi değerlendirme ve sınıf yönetimi. Bu becerileri etkili sunmak için
öğretmenin, genel kültür, alan bilgisi ve meslek bilgisinin yeterli olması gerekir (Akpı-
nar, 2009: 113).

Bir eğitim kurumu, orada görev yapan öğretmenler kadar nitelikli ve başarılı
olur. Öğretmenlerin, eğitim sürecinde en etkili rolü oynadıkları bütün eğitimcilerce
kabul edilmektedir. Öğretmenlerin mesleki yeterlikleri, davranışları, değerleri, dünya
görüşleri ve eğilimleri, öğrencilerin davranışlarını ve bilgilerini etkilemektedir (Kara-
gözoğlu ve diğerleri, 1995: 209-222).

Öğretmenin temel görevi, okulun ve derslerin hedefleri doğrultusunda öğrenci-


lerde kalıcı izli davranış değişikliği oluşturmaktır. Öğretmenin bu görevini yerine geti-
rebilmesi için, gerekli olan alan bilgisine ve öğrencilerin öğrenme yaşantılarını oluştu-
racak ortam düzenlemesini sağlayacak meslek bilgisine sahip olması gerekir. Bu iki
alanla ilgili bilgi ve davranıştan yoksun olan öğretmenden istenilen verimi ve istenilen
kalitede ürünü almak çok güçtür (Erden, 1995: 99).

Öğretme yeterliklerine sahip bir öğretmenden genel anlamda, öğretimi planlar-


ken, yürütürken öğrencinin ihtiyaçlarını ve onun bireysel farklılıklarını dikkate alması,
öğretim sürecinde öğrencileri sürece katması, öğrenciyi merkeze alması, uygun öğre-
tim stratejileri, yöntem ve teknikleri kullanması, öğretim materyalleri hazırlaması, öğ-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Hasan Aydemir 83

retim teknolojilerini kullanması ve sınıfı etkili bir biçimde yönetmesi beklenmektedir


(Helvacı, 2009: 300).

Sınıftaki öğretim etkinliklerinin verimli ve/veya verimsiz, nitelikli ya da nitelik-


siz olmasında yani ürünün kalitesinde asıl sorumluluk öğretmenindir. Bu sonucu bü-
yük ölçüde öğretmenin alan bilgisi, öğretim yaklaşımı, yargıları, tecrübeleri, kullandığı
çeşitli öğretim yöntem, teknik ve stratejileri ile yenileşme isteği ve yaratıcılığı belirleye-
cektir (Yılman, 2006: 298).

Öğretmenlerin öğretme – öğrenme sürecindeki başarıları, büyük oranda öğre-


tim süreci öncesi yaptıkları planlara bağlıdır. Bu sebeple, öğretim etkinliklerini plan-
lama öğretmenlerin öncelikli görevlerindendir. Öğretmenlerden beklenen, öğretilecek
içeriği, öğrencilerin ve konunun özelliğini göz önünde bulundurarak planlamak ve
hazırlamış olduğu planı sınıfında başarıyla uygulamaktır (Öztürk ve Diğerleri 2009:
370).

Planlama sürecinde, kullanılacak öğretim yöntem ve tekniklerinin belirlenmesi


etkili bir öğretimin oluşturulması bakımından önemlidir. Genellikle eğitim ortamında
çeşitli yöntem ve teknikler bir arada kullanılır. Bu çeşitlilik, öğrenme ortamında bulu-
nan öğrencilerin ilgisini harekete geçirir. Bu nedenle, öğretim yöntem ve teknikleri
öğrenci özellikleri dikkate alınarak belirlenmeli; amaç ve içerikle de uyumlu olmasına
özen gösterilmelidir (Savage ve Armstrong, 1996: 46).

Etkili öğretmenler, zengin bir strateji, yöntem ve teknik repertuarına sahiptirler.


Bir derste uygulayacakları öğretim etkinliklerine karar verirken, dersin hedefleri ile
birlikte her birinin sağlayacağı katkı ile sınırlılıkları da değerlendirilmelidir. En iyi
yöntem, dersin hedeflerine, öğrencinin hazırbulunuşluk düzeyine, öğrenme sitiline,
dersin süresine ve öğrenci mevcuduna göre seçilerek başarılı olarak kullanılan yön-
temdir (Gözütok, 2007, 205).

Eğitim sürecinde öğretmenden alanına ilişkin bilgi, beceri ve tutumları öğrenci-


lere kazandırması beklenmektedir. Öğretmenin bu süreçte öğretimi düzenlerken ve
yürütürken öğrencilerin ihtiyaçlarını ve onların bireysel farklılıklarını önemseyen, öğ-
retim sürecinde öğrencileri etkinliklere aktif olarak katan, grup çalışmasını / işbirlikçi
öğrenmeyi özendiren, öğrenmeyi kolaylaştıran bir yaklaşım izlemesi öğrenme süreci-
nin niteliğini yükseltir (Mahiroğlu, 2009: 404).

Slavin, iyi öğretim için öğretmenin öğrencilerini iyi tanımasını ve onların kişilik
özelliklerine göre farklı metotlar kullanmasının gerektiğini savunur. Ayrıca somut bil-
84 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri

giyle çalışan öğrenci ile ezbere çalışma alışkanlığı olan öğrencilerin ekip halinde birlik-
te çalışmalarının teşvik edilmesini ister (Slavin, 1991: 305).

Sosyal Bilgiler, öğrencilerin birçok sözel bilgi, kavram ve genelleme öğrendiği


bir konu alanıdır. Bu bilgiler öğrenciler için anlamlı hale getirilmezse, öğrencileri ez-
berlemeye yöneltir. Bu dersi öğrenciler için daha anlamlı hale getirmek ve özel olgula-
rın öğrenilmesini kolaylaştırmak için öğrenme stratejilerinden yararlanmak gerekir
(Erden,1993: 78).

Sosyal Bilgiler öğretmeni, bu alanın öğretim programının ilkeleri, yaklaşımı,


amaçları ve içeriğiyle tutarlı bilgi ve anlayış sahibi olduğunu, alanda gerekli olan öğ-
renme yollarını öğrenciye kazandırmak üzere öğretme-öğrenme ortamını, strateji yön-
tem ve tekniklerini, eğitim araç-gereçleri ve materyallerini etkili bir şekilde kullanabil-
melidir(M.E.B., 2008: 37).

Okul sürecinde çocuğun neyi öğreneceğini program, nasıl öğreneceğini ise öğ-
retmen belirler. Öğretmenin öğreteceği konuları etkili bir biçimde öğretebilmesi için de
öğretim stratejileri, yöntemleri ve teknikleri iyi bilmesi ve bunları etkili bir şekilde kul-
lanması gerekir (Cin, 2005: 35).

Öğrenme stratejileri, bireyin duyularına gelen uyarımları kısa ve uzun süreli


belleğine transfer etmesini ve uzun süreli belleğine işlemesini sağlayan teknikleri içerir.
Öğrenmeyi kolaylaştıran bu strateji ve teknikler aynı zamanda öğrencilerin güdülen-
mesini ve yeni öğrenilen davranışların kalıcı olmasını sağlar (Wittrock,1986: 23).

Öğrenme etkinliklerini planlarken kullanılacak yöntem ve tekniklerin doğru se-


çimi öğretim sürecinde istendik başarıya ulaşmada önemli bir rol oynar. Öğretmen,
dersi planlama aşamasında, öğrencilerin aktif olmalarını sağlayacak yöntem ve teknik-
leri seçmeye özen göstermelidir (Sözer, 1998:110).

Her şeyden daha önemlisi, öğretmen, öğretim yöntemleri konusunda bilgi sa-
hibi olmalı; özellikle, Sosyal Bilgiler dersi öğretiminde kullanılacak öğretim yöntem,
teknik ve stratejilerinin neler olduğunu ve bunların nasıl kullanılması gerektiği bilmeli
ve bunlarla ilgili güncel yayınları ve yapılan araştırmaları yakından izlemelidir.

Araştırmanın Amacı
Bu araştırmanın genel amacı; Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, yöntem, teknik
ve stratejileri kullanma yeterliklerini, Resmî ve Özel İlköğretim Sosyal Bilgiler öğret-
menlerinin görüşlerine dayalı olarak değerlendirmektir. Bu genel amaç doğrultusunda
aşağıdaki sorulara cevap aranacaktır:

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Hasan Aydemir 85

Alt Amaçlar
1. Öğretmenlerin cinsiyetlerine göre; yöntem, teknik ve stratejileri kullanma
yeterliklerine yönelik görüşleri arasında anlamlı bir fark var mıdır?
2. Öğretmenlerin yaşlarına göre; yöntem, teknik ve stratejileri kullanma yeter-
liklerine yönelik görüşleri arasında anlamlı bir fark var mıdır?
3. Öğretmenlerin öğrenim durumlarına göre; yöntem, teknik ve stratejileri
kullanma yeterliklerine yönelik görüşleri arasında anlamlı bir fark var mı-
dır?
4. Öğretmenlerin meslek kıdemlerine göre; yöntem, teknik ve stratejileri kul-
lanma yeterliklerine yönelik görüşleri arasında anlamlı bir fark var mıdır?
5. Öğretmenlerin okul türüne göre; yöntem, teknik ve stratejileri kullanma ye-
terliklerine yönelik görüşleri arasında anlamlı bir fark var mıdır?

Yöntem
Bu araştırma, İlköğretim Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, yöntem, teknik ve
stratejileri kullanabilme yeterlikleri konusunda öğretmen görüşlerinin neler olduğunu
tespit etmek için tarama modelinin kullanıldığı betimsel nitelikte bir çalışmadır.

Tarama modeli, geçmişte ya da halen var olan bir durumu olduğu şekliyle be-
timlemeyi amaçlayan araştırmalardır. Araştırmaya konu olan olay, kendi koşulları
içinde ve olduğu gibi tanımlanmaya çalışılır (Karasar, 2009: 77).

Evren:
Araştırmanın evrenini Malatya il merkezinde 2009-2010 eğitim - öğretim yılı
bahar döneminde, Resmî ve Özel İlköğretim Okullarında görev yapan Sosyal Bilgiler
öğretmenleri oluşturmaktadır. Evrende yer alan okul ve öğretmen sayısı, Malatya İl
Milli Eğitim Müdürlüğü İstatistik Bürosu’ndan alınan veriler kullanılarak belirlenmiş-
tir. İstatistik bürosundan alınan verilere göre, 2009-2010 eğitim-öğretim yılında, Malat-
ya ili merkez ilçe belediye sınırları içerisinde 63’ü Resmî, 5’i Özel olmak üzere toplam
68 ilköğretim okulu olduğu belirlenmiştir. Araştırmanın evreninde yer alan öğretmen-
lerin 129’ü Resmî İlköğretim okullarında, 10’uÖzel İlköğretim Okullarında görev yap-
maktadır.

Örneklem:
Araştırmanın örneklemini Malatya merkezde yer alan Resmîve Özelİlköğretim
Okullarında görev yapan 134 Sosyal Bilgiler Öğretmeni oluşturmaktadır.
86 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri

Veri Toplama Aracının Geliştirilmesi:


Bu araştırmada veriler, araştırmacı tarafından gerekli literatür taraması yapılıp
alan uzmanlarının görüşleri alındıktan sonra hazırlanmış olan veri toplama aracı (an-
ket formu) ile elde edilmiştir.

Veri toplama aracının güvenirliği için toplam 75 öğretmene uygulanan pilot


uygulamada Kaiser-Meyer-Olkin(KMO) =0,752; Barlett= 1764,258 (p=0,000) ve Cron-
bach Alpha değeri de 0,883 olarak hesaplanmıştır. Faktör analizinde yük değeri 0,35 ve
altında olan dört madde ile bir binişik madde ölçekten çıkarılarak tekrar analiz yapıl-
mıştır. Bu şekilde tekrarlanan ikinci analizde KMO =0,784; Barlett= 1563,056 (p=0,000)
ve Cronbach Alpha değeri de 0,885 olarak hesaplanmıştır. Ölçekte yer alan maddelerin
faktör yükleri 0,40-0,67 aralığındadır. Yapılan analizlerde bu ölçeğin varyansı ise
%67,230 dur. Buna göre ilgili ölçeğin ölçmeyi amaçladığı yapıyı açıklama oranı yakla-
şık %67 olduğu denilebilir. Alan yazındaki ilgili veriler (Büyüköztürk, 2003: 118) dik-
kate alındığında, bu değerlere sahip ölçeğin güvenilir olduğu söylenebilir.

Veri Toplama Aracının Uygulanması ve Verilerin Toplanması:


Araştırma verilerinin toplanmasında kullanılmak üzere geliştirilen ölçme aracı
(anket) uygulanması 2009-2010 eğitim-öğretim yılı güz döneminde gerçekleştirilmiştir.
Uygulama yapılmadan önce ilgili makamlarla yazışmalar yapılmış ve gerekli izinler
alınmıştır. Ölçme aracı, araştırmacı tarafından uygulanmıştır.

Uygulamalar için araştırma kapsamındaki okullara gidilmiş, öncelikle okul ida-


recileri ile görüşülmüş, araştırma hakkında bilgi verildikten sonra bir örnek anket for-
mu ve araştırmanın yapılabilmesi için ilgili makamlardan alınan izin onayı ilgililere
verilmiştir. Ölçme aracı öğretmenlere dağıtılarak araştırmanın gerekçesi ve verilen
cevapların sadece bu araştırma için kullanılacağı belirtilmiştir. Cevaplandırılan ölçme
aracı aynı gün toplanmıştır.

Araştırma kapsamındaki Resmî İlköğretim Okullarında görev yapan Sosyal


Bilgiler Öğretmenlerine uygulanan ölçme aracı sayısı 124’dür. Özel İlköğretim Okulla-
rında görev yapan Sosyal Bilgiler Öğretmenlerine uygulanan ölçme aracı sayısı 10’dür.
Bu ölçme araçlarının tamamı geri alınmıştır. Toplanan ölçme araçları kontrol edildik-
ten sonra, toplam 134 ölçme aracı analize esas alınmıştır.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Hasan Aydemir 87

Verilerin Analizi:
Araştırma sonucunda elde edilen verilerin analizinde SPSS 17.0 istatistik prog-
ramı kullanılmıştır. Bu program aracılığı ile veriler yüzde(%), frekans(f), aritmetik orta-
lama( ), t-testi ve ANOVA kullanılarak çözümlenmiştir.

Bulgular Ve Yorum
Araştırmaya Katılan Öğretmenlerin Ait Demografik Bilgiler
Tablo 1: Okul Türüne Göre Cinsiyet Dağılımı

Okul Türü

Cinsiyet Resmî İ.Ö.O Özel İ.Ö.O Toplam


N 37 4 41
Kadın
% 29,8 40 30,6

N 87 6 93
Erkek
% 70,2 60 69,4

N 124 10 134
Toplam
% 100 100 100

Tablo 1 incelendiğinde, araştırmaya katılan Resmî İlköğretim Okullarında gö-


rev yapan 124 öğretmenin %29,8 kadın, %70,2’si erkek, Özel İlköğretim Okullarında
görev yapan 10 öğretmenin %40,0 kadın, %60’ı erkek olduğu görülmektedir. Malatya il
merkezinde özel okul sayısının (beş) az olmasından dolayı öğretmen sayısı on kişiyle
sınırlı kalmıştır.

Aşağıda tablo 2 incelendiğinde araştırmaya katılan Resmî İlköğretim Okulla-


rında görev yapan Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, %6,5’i 20-25 yaş aralığında, %12,9’u
26-30 yaş aralığında, %35,5’i 31-35 yaş aralığında, %26,6’i 36-40 yaş aralığında, %12,1’i
41-45 yaş aralığında, %6,5’i 46-50 yaş aralığında olduğu görülmektedir. Görüldüğü
gibi, Resmî İlköğretim Okullarında görev yapan Sosyal Bilgiler Öğretmenleri %62,1’i
31-40 yaş aralığında toplanmaktadır.

Araştırmaya katılan Özel İlköğretim Okullarında görev yapan Sosyal Bilgiler


öğretmenlerinin, %10,0’nu 20-25 yaş aralığında, %50,0’si 26-30 yaş aralığında, %30,0’u
31-35 yaş aralığında, %10,0’nu 36-40 yaş aralığında olduğu görülmektedir. Bu okullar-
da 41 yaşve üstü olan öğretmen ise bulunmamaktadır. Özel ilköğretim okullarında
görev yapan öğretmenlerin %80,0’nı 26-35 yaş aralığında olduğu anlaşılmaktadır.
88 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri

Tablo2: Okul Türüne Göre Yaş Dağılımı

Okul Türü

Yaş Grupları Resmî İ.Ö.O Özel İ.Ö.O Toplam

N 8 1 9
20-25
% 6,5 10 6,7
N 16 5 21
26-30
% 12,9 50 15,7
N 44 3 47
31-35
% 35,5 30 35
N 33 1 34
36-40
% 26,6 10 25,4
N 15 0 15
41-45
% 12,1 0 11,2
N 8 0 8
46-50
% 6,5 0 6
N 124 10 134
Toplam
% 100 100 100

Tablo 3: Okul Türüne Göre Öğrenim Durumu Dağılımı

Okul Türü
Öğrenim Durumu Resmî İ.Ö.O Özel İ.Ö.O Toplam
N 117 10 127
Lisans
% 94,4 100 94,8
N 7 0 7
Yüksek Lisans
% 5,6 0 5,2
N 124 10 134
Toplam
% 100 100 100

Tablo 3 incelendiğinde araştırmaya katılan Resmî İlköğretim Okullarında görev


yapan Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin %94,4’u lisans mezunu %5,6’si yüksek lisans
mezunu olduğu görülmektedir. Lisansüstü eğitim yapan öğretmen sayısı tabloda gö-
rüldüğü gibi oldukça düşüktür. Öğretmenlerin lisansüstü eğitim yapamamalarının
çeşitli sebepleri olmakla birlikte uygulama sırasında görüştüğüm öğretmenler buna
sebep olarak büyük bir bölümü yabancı dil barajını geçememeleri, ALES (Akademik
Lisans Üstü Eğitim Sınavı) sınavında sayısal soruları yeterince yapamadıkları için iste-
nilen notu alamadıklarını, bazıları da bir takım kişisel nedenlerden dolayı yapamadık-
larını belirtmişlerdir. Araştırmaya katılan Özel İlköğretim Okullarında görev yapan
Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin %100,0 lisans mezunu olduğu görülmektedir.

Tablo 4: Okul Türüne Göre Mesleki Kıdem Dağılımı

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Hasan Aydemir 89

Okul Türü
Mesleki Kıdem Resmî İ.Ö.O Özel İ.Ö.O Toplam
N 11 4 15
1-5 yıl
% 8,9 40 11,2
N 33 4 37
6-10 yıl
% 26,6 40 27,6
N 37 2 39
11-15 yıl
% 29,8 20 29,1
N 24 0 24
16-20 yıl
% 19,4 0 17,9
N 19 0 19
21 yıl ve üstü
% 15,3 0 14,2
N 124 10 134
Toplam
% 100 100 100

Tablo 4’tegörüldüğü gibi araştırmaya katılan Resmî İlköğretim Okullarında gö-


rev yapan Sosyal Bilgiler Öğretmenlerin, %8,9’u 1-5 yıl, %26,6’si 6-10 yıl, %29,8’i 11-15
yıl, %19,4’ü 16-20 yıl, %15,3’ü 21yıl ve üstü mesleki kıdeme sahip olduğu görülmekte-
dir. Tablodan da anlaşılacağı gibi Resmî İlköğretim Okullarında görev yapan Sosyal
Bilgiler Öğretmenleri %56,4’ü 6-15 yıl aralığında toplanmaktadır.

Araştırmaya katılan Özel İlköğretim Okullarında görev yapan Sosyal Bilgiler


Öğretmenlerin, %40,0’ı 1-5, %40,0’ı 6-10 yıl, %20,0’si 11-15 yıl aralığında mesleki kıde-
me sahip olduğu görülmektedir. Tablodan da anlaşılacağı gibi Özel İlköğretim Okulla-
rında görev yapan Sosyal Bilgiler Öğretmenleri %80,0’i 1-10 yıl aralığında toplanmak-
tadır. Bu okullarda 16-20 yıl ve üstü mesleki kıdeme sahip öğretmen bulunmamakta-
dır. Özel Okullardaki öğretmenler Resmî Okullardaki öğretmenlere göre meslek kıde-
mi/hizmet yılına göre daha tecrübesiz ve deneyimsiz oldukları söylenebilir.

Öğretmenlerin Yöntem, Teknik ve Stratejileri Kullanabilme Yeterlik Dü-


zeyine İlişkin Bulgular ve Yorumlar
Tablo 5: Yöntem, Teknik ve Stratejileri Kullanabilmeye Yönelik Yeterlik Düzeyi

Anket Maddeleri (N=134)


SS
1. Problem çözme yöntemiyle öğretim yapabilme 3,51 0,83
2. Tartışma yöntemiyle öğretim yapabilme 4,02 0,80
3. Proje yöntemiyle öğretim yapabilme 2,99 0,91
4. Gezi-gözlem yoluyla öğretim yapabilme 2,04 0,85
5. Buluş / Keşfetme yoluyla öğretim stratejisiyle öğretim yapabilme 2,89 1,05
6. Sözlü tarih/Kaynak kişi tekniğiyle öğretim yapabilme 1,96 1,06
7. Düz anlatım yöntemiyle öğretim yapabilme 3,75 0,89
8. Örnek olay yöntemiyle öğretim yapabilme 3,81 0,74
9. Sunuş yoluyla öğretim stratejisiyle öğretim yapabilme 3,71 0,75
10. Grup öğretim yöntemiyle öğretim yapabilme 3,31 0,87
11. Soru-cevap tekniği ile öğretim yapabilme 4,35 0,70
12. Rol oynama/Drama tekniğiyle öğretim yapabilme 3,01 1,03
13. Beyin fırtınası tekniğiyle öğretim yapabilme 3,79 0,87
90 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri

14. Gösteri yöntemiyle öğretim yapabilme 2,85 0,94


15. Benzeşim tekniğiyle öğretim yapabilme 2,92 1
16. Araştırma – İnceleme yoluyla öğretim stratejisiyle öğretim yapa- 3,43 0,94
bilme

Araştırmaya katılan öğretmenlerin, Yöntem, Teknik ve Stratejileri Kullanabil-


meye Yönelik Yeterlik Düzeyi Boyutuna İlişkin görüşleri Tablo 5’de topluca görülmek-
tedir. Bu boyutta en yüksek düzeyde ( =4,35) ile görüş bildirilen ifade “soru-cevap
tekniğiyle öğretim yapabilme” ifadesi olmuştur. Öztürk’ün yaptığı bir çalışmada da öğ-
retmenlerin en fazla “soru-cevap” tekniğini kullandıkları görülmektedir (Öztürk, 2004:
80).
Soru-cevap tekniği doğru kullanıldığı sürece, sınıfta bulunan öğrencilerin tü-
münün derse aktif katılımının sağlanabileceği söylenebilir. Bu tekniği belirli öğrenciler-
le yapmak ise diğer öğrencilerin dersten soğumasına neden olabilir. Yapılan pek çok
araştırmada da genel olarak öğretmenlerin en fazla soru-cevap tekniği ile derslerini
işledikleri sonucuna varılmıştır. Bunun sebebi soru-cevap tekniğinin kullanılması için
fazla bir materyal gereksiniminin olmaması ve kullanımının kolay olması olabilir.

Soru-cevap tekniği, sözel etkileşim tekniğidir. Bu yöntem öğrencinin konuyu


anlayıp anlamadığını ölçmeye yardım eder. Öğrencilerin eleştirel düşünme yetilerini
geliştirir (Somuncuoğlu ve Yıldırım, 2000: 57).

Soru-cevap tekniği ile öğrenci derse karşı güdülenir, konuşma alışkanlığı kaza-
nır, öğrendiklerini hatırlar ve olayları sorgular (Tok, 2008: 165).

Soru-cevap tekniği kullanan öğretmen neyi ne zaman soracağını bilmeli ve ko-


nuyu dağıtmamalıdır. Sorulan sorular öğrenciyi düşünmeye yöneltmeli ve bilişsel ye-
teneklerini kullanmalarına olanak sağlamalıdır (Küçükahmet, 2000: 74).

Öğretmenlerin, çok sık kullandıkları Soru-cevap tekniğinden istenilen faydanın


sağlanması, öğretmenin soracağı sorulara bağlıdır. Sorular açık ve anlaşılır, amacı ger-
çekleştirici ve belirli bir konuya odaklanmış olmalıdır. Aynı zamanda öğrencide konu-
ya karşı ilgi ve merak uyandırmalı, öğrenciyi düşünmeye yöneltmeli ve üst düzey dü-
şünme becerilerini geliştirecek nitelikte olmalıdır (Yaşar ve Gültekin, 2009: 91).

Öğretmenlerin, Tablo 5’de görülen en yüksek ( = 4,35)düzeyile “soru-cevap


tekniğiyle öğretim yapabilme” ifadesi okul türlerine göre de paralellik göstermektedir.
Aşağıda Tablo 6’da görüldüğü gibi Resmî Okullarda çalışan Sosyal Bilgiler Öğretmen-
lerinin %90,4’un, Özel Okullarda çalışan Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin ise %90’nın
“soru-cevap tekniğiyle” öğretim yaptıkları görülmektedir.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Hasan Aydemir 91

Tablo 5’de görüldüğü gibi araştırmaya katılan Sosyal Bilgiler Öğretmenleri ders
işlerken strateji olarak ( =3,71) düzeyi ile Sunuş Yoluyla Öğretim Stratejisini kullan-
dıkları görülmektedir.

Aşağıda, tablo 6 incelendiğinde öğretmenlerin çalıştığı okul türüne göre kul-


landıkları stratejiler farklılık göstermektedir. Resmî Okullarda görev yapan öğretmen-
ler Sunuş Yoluyla Öğretim Stratejisini (%49,6) “sık sık” ve (%12,9) “her zaman” kul-
landıklarını yönünde görüş belirtirken, Özel Okullarda görev yapan öğretmenler ise
Buluş Yoluyla Öğretim Stratejisini (%50) “sık sık” kullandıklarını belirtmişlerdir.
Tablo 6:Yöntem, Teknik ve Stratejileri Kullanabilmeye Yönelik Yeterlik Düzeyine İlişkin Yüzde
ve Frekans Dağılım

Seçenekler
Okul Türü

Hiçbir Her
Zaman Nadiren Bazen Sık Sık Zaman
Anket Maddeleri f % f % f % f % f %
1. Problem çözme yöntemiyle R 1 0,8 14 11,3 43 34,7 54 43,5 12 9,7
öğretim yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 3 30,0 7 70,0 0 0,0
2. Tartışma yöntemiyle öğretim R 1 0,8 4 3,2 22 17,7 62 50,0 35 28,2
yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 1 10,0 7 70,0 2 20,0
3. Proje yöntemiyle öğretim ya- R 7 5,6 26 21 66 53,2 16 12,9 9 7,3
pabilme Ö 0 0,0 0 0,0 6 60,0 4 40,0 0 0,0
4. Gezi-gözlem yoluyla öğretim R 36 29,0 64 51,6 20 16,1 2 1,6 2 1,6
yapabilme Ö 0 0,0 1 10,0 7 70,0 2 20,0 0 0,0
5. Buluş yoluyla öğretim strateji- R 12 9,7 35 28,2 47 37,9 22 17,7 8 6,5
siyle öğretim yapabilme Ö 0 0,0 1 10,0 3 30,0 5 50,0 1 10,0
6. Sözlü tarih tekniğiyle öğretim R 58 46,8 30 24,2 23 18,5 11 8,9 2 1,6
yapabilme Ö 2 20,0 5 50,0 2 20,0 1 10,0 0 0,0
7. Düz anlatım yöntemiyle öğre- R 0 0,0 10 8,1 39 31,5 46 37,1 29 23,4
tim yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 4 40,0 5 50,0 1 10,0
8. Örnek olay yöntemiyle öğretim R 0 0,0 3 2,4 35 28,2 66 53,2 20 16,1
yapabilme Ö 0 0,0 1 10,0 4 40,0 3 30,0 2 20,0
9. Sunuş yoluyla öğretim strateji- R 0 0,0 6 4,8 41 33,1 61 49,2 16 12,9
siyle öğretim yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 4 40,0 4 40,0 2 20,0
10. Grup öğretim yöntemiyle R 1 0,8 21 16,9 53 42,7 37 29,8 12 9,7
öğretim yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 7 70,0 3 30,0 0 0,0
11. Soru-cevap tekniğiyle öğretim R 0 0,0 2 1,6 10 8,1 55 44,4 57 46,0
yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 1 10,0 4 40,0 5 50,0
12. Drama tekniğiyle öğretim R 11 8,9 23 18,5 61 49,2 19 15,3 10 8,1
yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 5 50,0 2 20,0 3 30,0
13. Beyin fırtınası tekniğiyle R 1 0,8 9 7,3 31 25,0 58 46,8 25 20,2
öğretim yapabilme Ö 0 0,0 0 0,0 3 30,0 5 50,0 2 20,0
14. Gösteri yöntemiyle öğretim R 8 6,5 37 29,8 55 44,4 17 13,7 7 5,6
yapabilme Ö 0 0,0 1 10,0 7 70,0 1 10,0 1 10,0
15. Benzeşim tekniğiyle öğretim R 10 8,1 33 26,6 47 37,9 30 24,2 4 3,2
yapabilme Ö 1 10,0 0 0,0 6 60,0 0 0,0 3 30,0
16. Araştırma /İnceleme yoluyla R 3 2,4 18 14,5 42 33,9 47 37,9 14 11,3
öğretim stratejisiyle öğretim
Ö 0 0,0 0 0,0 4 40,0 5 50,0 1 10,0
yapabilme
R= Resmi İlköğretim Okulu (N=124) Ö= Özel İlköğretim Okulu (N=10)
92 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri

Yöntem, Teknik ve Stratejileri Kullanabilme Yeterlik Düzeyinin Cinsiyet,


Yaş, Öğrenim Durumu, Mesleki Kıdem ve Okul Türü Değişkenlerine Göre Anlam-
lılık Düzeyi
Tablo 7: Yöntem, Teknik ve Stratejileri Kullanabilme Yeterlik Düzeyinin Cinsiyet Değişkenine
Göre Anlamlılık Düzeyi

Madde No Cinsiyet N SS t p
Kadın 41 3,68 0,85 1,57 0,12
1
Erkek 93 3,45 0,81
Kadın 41 4,07 0,79 0,49 0,63
2
Erkek 93 4 0,81
Kadın 41 2,88 0,98 0,9 0,37
3
Erkek 93 3,03 0,88
Kadın 41 2,07 0,82 0,32 0,75
4
Erkek 93 2,02 0,87
Kadın 41 2,93 0,96 0,28 0,78
5
Erkek 93 2,87 1,09
Kadın 41 1,83 0,95 0,96 0,34
6
Erkek 93 2,02 1,11
Kadın 41 3,56 1,03 1,68 0,1
7
Erkek 93 3,84 0,81
Kadın 41 4 0,74 1,97 0,05*
8
Erkek 93 3,73 0,72
Kadın 41 3,56 0,92 1,52 0,13
9
Erkek 93 3,77 0,66
Kadın 41 3,32 0,91 0,1 0,92
10
Erkek 93 3,3 0,86
Kadın 41 4,44 0,63 0,97 0,33
11
Erkek 93 4,31 0,72
Kadın 41 3,34 1,11 2,49 0,01*
12
Erkek 93 2,87 0,96
Kadın 41 3,9 0,83 0,99 0,33
13
Erkek 93 3,74 0,88
Kadın 41 3,07 0,96 1,84 0,07
14
Erkek 93 2,75 0,92
Kadın 41 3,05 0,97 1 0,32
15
Erkek 93 2,86 1,02
Kadın 41 3,49 1,03 0,45 0,65
16
Erkek 93 3,41 0,9

Tablo 7’de görüldüğü gibi Resmî ve Özel İlköğretim Okullarında görev yapan
öğretmenlerin, Örnek Olay yöntemiyle öğretim yapabilmeye ilişkin görüşleri cinsiyete
göre anlamlı bir farklılık göstermektedir. [t=1,97, p<,05]. Kadın öğretmenlerin Örnek
Olay yöntemiyle öğretim yapabilmeye yönelik yeterlik düzeyi ( = 0,74) ile erkek öğ-
retmenlere ( =0,72) göre daha olumludur.

Resmî ve Özel İlköğretim Okullarında görev yapan Sosyal Bilgiler öğretmenle-


rinin, Rol Oynama/Drama tekniğiyle öğretim yapabilmeye ilişkin görüşleri cinsiyete
göre anlamlı bir farklılık göstermektedir. [ t=2,49, p<,05]. Kadın öğretmenlerin Rol Oy-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Hasan Aydemir 93

nama/Drama tekniğiyle öğretim yapabilmeye yönelik etkililik düzeyi ( 3,34) ile er-
kek öğretmenlere ( = 2,87) göre daha olumludur. Bu bulgular, Rol Oynama/Drama
tekniğiyle öğretim yapabilme ve Örnek Olay yöntemiyle öğretim yapabilmeye etkililik
düzeyi ile öğretmenlerin cinsiyetleri arasında anlamlı bir ilişkinin olduğu şeklinde yo-
rumlanabilir.
Tablo 8: Yöntem, Teknik ve Stratejileri Kullanabilme Yeterlik Düzeyinin Yaş Değişkenine Göre
Anlamlılık Düzeyi

Varyans
Madde No SS F p Fark Olan Gruplar
1 3,51 0,83 1,57 0,17
2 4,02 0,8 1,31 0,26
3 2,99 0,91 1,77 0,13
4 2,04 0,85 2,37 0,04* 3 - 4,5 LSD
5 2,89 1,05 0,81 0,54
6 1,96 1,06 0,93 0,46
7 3,75 0,89 1,58 0,17
8 3,81 0,74 0,95 0,45
9 3,71 0,75 1,7 0,14
10 3,31 0,87 0,87 0,5
11 4,35 0,7 0,86 0,51
12 3,01 1,03 0,25 0,94
13 3,79 0,87 0,82 0,54
14 2,85 0,94 0,63 0,68
15 2,92 1 0,82 0,54
16 3,43 0,94 0,96 0,45

Tablo 8‘de görüldüğü gibi, Resmî ve Özel İlköğretim Okullarında görev yapan
Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, Gezi-Gözlem Yoluyla Öğretim Yapabilme yeterlilik
düzeyi ile yaşları arasında p<0,05 anlamlı bir farklılık görülmektedir. Yaşlar arası fark-
ların hangi yaşlar arasında olduğunu bulmak amacıyla yapılan LSD testinin sonuçları-
na göre farkı yaratan yaşlar 31-35(3) – 36-40(4), 41-45(5) olduğu görülmektedir.
LSD
(I) yas (J) yas Ortalama Farkı (I-J) Standart Hata p
31-35 (3) 20-25 (1) -0,12 0,30 0,69
26-30 (2) -0,33 0,22 0,13
*
36-40 (4) -0,38 0,19 0,04
*
41-45 (5) -0,78 0,25 0,00
46-50 (6) -0,48 0,32 0,13
94 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri

Tablo 9: Yöntem, Teknik ve Stratejileri Kullanabilme Yeterlik Düzeyinin Öğrenim Durumu


Değişkenine Göre Anlamlılık Düzeyi

Madde No Öğrenim Durumu N SS t p


Lisans 127 3,48 0,82 2,08 0,04*
1
Y. Lisans 7 4,14 0,69
Lisans 127 4,03 0,76 1,05 0,3
2
Y. Lisans 7 3,71 1,38
Lisans 127 2,98 0,91 0,47 0,64
3
Y. Lisans 7 3,14 0,9
Lisans 127 2,01 0,85 1,25 0,21
4
Y. Lisans 7 2,43 0,79
Lisans 127 2,87 1,05 0,66 0,51
5
Y. Lisans 7 3,14 1,07
Lisans 127 1,93 1,06 1,56 0,12
6
Y. Lisans 7 2,57 1,13
Lisans 127 3,73 0,89 1,19 0,24
7
Y. Lisans 7 4,14 0,69
Lisans 127 3,8 0,74 1,22 0,23
8
Y. Lisans 7 4,14 0,69
Lisans 127 3,69 0,75 1,57 0,12
9
Y. Lisans 7 4,14 0,69
Lisans 127 3,29 0,86 0,83 0,41
10
Y. Lisans 7 3,57 0,98
Lisans 127 4,33 0,7 1,42 0,16
11
Y. Lisans 7 4,71 0,49
Lisans 127 2,99 1,02 1,1 0,27
12
Y. Lisans 7 3,43 1,13
Lisans 127 3,76 0,87 2,02 0,05*
13
Y. Lisans 7 4,43 0,53
Lisans 127 2,83 0,93 1,26 0,21
14
Y. Lisans 7 3,29 1,11
Lisans 127 2,89 0,99 1,39 0,17
15
Y. Lisans 7 3,43 1,13
Lisans 127 3,39 0,92 2,08 0,04*
16
Y. Lisans 7 4,14 1,07

Tablo 9’da görüldüğü gibi öğretmenlerin, Problem Çözme Yöntemiyle Öğretim


Yapabilmeye ilişkin görüşleri, öğrenim durumu değişkenine göre anlamlı farklılık gös-
termektedir. [t=2,08, p<,05]. Yüksek lisans mezunu öğretmenlerin Problem Çözme
Yöntemiyle Öğretim Yapabilmeye yönelik yeterlilik düzeyi ( = 4,14) ile lisans mezunu
öğretmenlere ( =3,48) göre daha olumludur.

Öğretmenlerin, Beyin Fırtınası Tekniğiyle Öğretim Yapabilmeye ilişkin görüşle-


ri, öğrenim durumu değişkenine göre anlamlı bir farklılık göstermektedir. [t=2,02,
p<,05]. Yüksek lisans mezunu öğretmenlerin, Beyin Fırtınası Tekniğiyle Öğretim Yapa-
bilmeye yönelik yeterlilik düzeyi ( =4,43), lisans mezunu öğretmenlere ( =3,76) göre
daha olumludur.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Hasan Aydemir 95

Öğretmenlerin, Araştırma/İnceleme Yoluyla Öğretim Stratejisiyle Öğretim Ya-


pabilmeye ilişkin görüşleri öğrenim durumu değişkenine göre anlamlı bir farklılık gös-
termektedir. [t=2,08, p<,05]. Yüksek lisans mezunu öğretmenlerin, Araştırma/İnceleme
Yoluyla Öğretim Stratejisiyle Öğretim Yapabilmeye yönelik yeterlilik düzeyi ( =4,14),
lisans mezunu öğretmenlere ( =3,39) göre daha olumludur. Bu bulgular,Problem
Çözme Yöntemiyle öğretim yapabilme,Beyin Fırtınası Tekniğiyle öğretim yapabilme ve
Araştırma/İnceleme Yoluyla Öğretim Stratejisiyle öğretim yapabilme yeterlilik düzeyi
ile öğretmenlerin öğrenim durumları arasında anlamlı bir ilişkinin olduğu şeklinde
yorumlanabilir.
Tablo10: Yöntem, Teknik ve Stratejileri Kullanabilme Yeterlik Düzeyinin Mesleki Kıdem Değiş-
kenine Göre Anlamlılık Düzeyi
Varyans
Madde No SS F p Fark Olan Gruplar
1 3,51 0,83 1,71 0,15
2 4,02 0,8 1,96 0,1
3 2,99 0,91 1,23 0,3
4 2,04 0,85 3,2 0,02* 5- 2, 3, 4
5 2,89 1,05 2,52 0,04* 5- 3, 4
6 1,96 1,06 0,75 0,56
7 3,75 0,89 3,99 0,00* 5- 2, 3, 4
8 3,81 0,74 0,76 0,55
9 3,71 0,75 1,42 0,23
10 3,31 0,87 0,22 0,93
11 4,35 0,7 0,79 0,53
12 3,01 1,03 0,3 0,88
13 3,79 0,87 0,28 0,89
14 2,85 0,94 1 0,41
15 2,92 1 1,53 0,2
16 3,43 0,94 1 0,41

Tablo 10 incelendiğinde, Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, Gezi-Gözlem Yoluyla


Öğretim Yapabilme yeterlilik düzeyi ile öğretmenlerin mesleki kıdemleri arasında
p<0,05 anlamlı bir farklılık görülmüştür. Mesleki kıdem arası farkların hangi gruplar
arasında olduğunu bulmak amacıyla yapılan LSD testinin sonuçlarına göre farkı yara-
tan grupların5- 2, 3, 4olduğu görülmektedir. Bu bulguya göre öğretmenlerin mesleki
kıdemleri arttıkça, Gezi-Gözlem Yoluyla Öğretim Yapabilme yeterlilik düzeyinin arttı-
ğı söylenebilir.
LSD
(J) mesleki Ortalama Farkı (I- Standart
(I) mesleki kıdem p
kıdem J) Hata
(5)21 yıl ve üstü (1)1-5 yıl 0,50 0,29 0,08
(2)6-10 yıl 0,77* 0,23 0,00
(3)11-15 yıl 0,73* 0,23 0,00
(4)16-20 yıl 0,63* 0,25 0,01
96 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri

Tablo 10’da görüldüğü gibi, Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, Buluş Yoluyla Öğ-
retim Stratejisiyle Öğretim Yapabilme yeterlilik düzeyi ile öğretmenlerin mesleki kı-
demleri arasında p<0,05 anlamlı bir farklılık görülmektedir. Mesleki kıdem arası fark-
ların hangi gruplar arasında olduğunu bulmak amacıyla yapılan LSD testinin sonuçla-
rına göre farkı yaratan gruplar5- 3, 4olduğu görülmüştür.
LSD
(I) mesleki (J) mesleki Ortalama Standart
p
kıdem kıdem Farkı (I-J) Hata
(5)21 yıl ve üstü (1)1-5 yıl 0,35 0,35 0,31
(2)6-10 yıl 0,45 0,29 0,12
(3)11-15 yıl 0,73* 0,29 0,01
(4)16-20 yıl 0,88* 0,31 0,00

Tablo 10’da görüldüğü gibi, Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, Düz Anlatım Yön-
temiyle Öğretim Yapabilme yeterlilik düzeyi ile öğretmenlerin mesleki kıdemleri ara-
sında p<0,05 anlamlı bir farklılık görülmektedir. Mesleki kıdem arası farkların hangi
gruplar arasında olduğunu bulmak amacıyla yapılan LSD testinin sonuçlarına göre
farkı yaratan gruplar5- 2, 3, 4olduğu görülmektedir.
LSD
(J) mesleki kı- Standart
(I) mesleki kıdem Ortalama Farkı (I-J) p
dem Hata
(5)21 yıl ve üstü (1)1-5 yıl -0,31 0,29 0,30
(2)6-10 yıl -0,87* 0,24 0,00
(3)11-15 yıl -0,74* 0,24 0,00
(4)16-20 yıl -0,60* 0,26 0,00

Tablo 11: Yöntem, Teknik ve Stratejileri Kullanabilme Yeterlik Düzeyinin Okul Türü Değişke-
nine Göre Anlamlılık Düzeyi

Madde No Okul Türü N SS t p


Resmî Okul 124 3,5 0,85 0,73 0,47
1
Özel Okul 10 3,7 0,48
Resmî Okul 124 4,02 0,82 0,32 0,75
2
Özel Okul 10 4,1 0,57
Resmî Okul 124 2,95 0,93 1,51 0,13
3
Özel Okul 10 3,4 0,52
Resmî Okul 124 1,95 0,82 4,36 0,00*
4
Özel Okul 10 3,1 0,57
Resmî Okul 124 2,83 1,04 2,27 0,03*
5
Özel Okul 10 3,6 0,84
Resmî Okul 124 1,94 1,08 0,73 0,47
6
Özel Okul 10 2,2 0,92
Resmî Okul 124 3,76 0,91 0,2 0,84
7
Özel Okul 10 3,7 0,67
Resmî Okul 124 3,83 0,72 0,95 0,34
8
Özel Okul 10 3,6 0,97

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Hasan Aydemir 97

Resmî Okul 124 3,7 0,75 0,4 0,69


9
Özel Okul 10 3,8 0,79
Resmî Okul 124 3,31 0,89 0,02 0,98
10
Özel Okul 10 3,3 0,48
Resmî Okul 124 4,35 0,7 0,23 0,82
11
Özel Okul 10 4,4 0,7
Resmî Okul 124 2,95 1,01 2,57 0,01*
12
Özel Okul 10 3,8 0,92
Resmî Okul 124 3,78 0,88 0,41 0,68
13
Özel Okul 10 3,9 0,74
Resmî Okul 124 2,82 0,95 1,23 0,22
14
Özel Okul 10 3,2 0,79
Resmî Okul 124 2,88 0,98 1,59 0,12
15
Özel Okul 10 3,4 1,26
Resmî Okul 124 3,41 0,95 0,94 0,35
16
Özel Okul 10 3,7 0,67

Tablo 11’de görüldüğü gibi Resmî ve Özel İlköğretim Okullarında görev yapan
Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, Gezi-Gözlem Yoluyla öğretim yapabilmeye ilişkin
görüşleri çalıştıkları okul türüne göre anlamlı bir farklılık göstermektedir. [t=4,36,
p<,05]. Özel İlköğretim Okullarında görev yapan öğretmenlerin, Gezi-Gözlem Yoluyla
öğretim yapabilmeye yönelik yeterlilik düzeyi ( =3,10), Resmî İlköğretim Okullarında
görev yapan öğretmenlere ( = 1,95) göre daha olumludur.

Tablo 11’de görüldüğü gibi, Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, Buluş Yoluyla öğ-
retim stratejisiyle öğretim yapabilmeye ilişkin görüşleri, öğretmenlerin çalıştıkları okul
türüne göre anlamlı bir farklılık göstermektedir.[t=2,27, p<,05]. Özel İlköğretim Okulla-
rında görev yapan öğretmenlerin, Buluş Yoluyla öğretim stratejisiyle öğretim yapabil-
meye yönelik yeterlilik düzeyi ( = 3,60), Resmî İlköğretim Okullarında görev yapan
öğretmenlere( =2,83) göre daha olumludur.

Tablo 11’de görüldüğü gibi Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, Rol Oyna-


ma/Drama Tekniğiyle öğretim yapabilmeye ilişkin görüşleri, öğretmenlerin çalıştıkları
okul türüne göre anlamlı bir farklılık göstermektedir.[t=2,56, p<,05]. Özel İlköğretim
Okullarında görev yapan öğretmenlerin, Rol Oynama/Drama Tekniğiyle öğretim ya-
pabilmeye yönelik etkililik düzeyi ( = 3,80), Resmî İlköğretim Okullarında görev ya-
pan öğretmenlere ( = 2,95) göre daha olumludur.

Bu bulgular, Gezi-Gözlem Yoluyla öğretim yapabilme, Buluş Yoluyla öğretim


stratejisiyle öğretim yapabilme veRol Oynama/Drama Tekniğiyle öğretim yapabilme
yeterlilik düzeyi ile öğretmenlerin çalıştıkları okultürü arasında anlamlı bir ilişkinin
olduğu şeklinde yorumlanabilir.
98 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri

Sonuç Ve Öneriler
Araştırmaya katılan öğretmenlerin, yöntem, teknik ve stratejileri kullanabilme
yeterlilik düzeyine ilişkin olarak en yüksek düzeyde görüş bildirilen ifade “soru-cevap
tekniğiyle öğretim yapabilme” olmuştur.

Sosyal Bilgiler Öğretmenleri ders işlerken strateji olarak en çok Sunuş Yoluyla
Öğretim Stratejisini kullandıkları görülmüştür.

Araştırmaya katılan Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Yöntem, Teknik ve Strateji-


leri kullanabilme yeterlilik düzeyini ölçmeye yönelik, maddelerden sadece, Örnek olay
yöntemiyle öğretim yapabilme, Rol oynama/Drama tekniğiyle öğretim yapabilmeye
ilişkin olarak kadın öğretmenlerin erkek öğretmenlere göre daha etkin oldukları gö-
rülmüştür.

Resmî ve Özel İlköğretim Okullarında görev yapan Sosyal Bilgiler Öğretmenle-


rinin, Yöntem, Teknik ve Stratejileri kullanabilme yeterlilik düzeyini ölçmeye yönelik,
Gezi-Gözlem Yoluyla Öğretim Yapabilme yeterlik düzeyi ile yaşları arasında p<0,05
anlamlı bir farklılık görülmüştür.

Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, Problem çözme yöntemiyle öğretim yapabilme,


Beyin fırtınası tekniğiyle öğretim yapabilme, Araştırma/İnceleme yoluyla öğretim stra-
tejisiyle öğretim yapabilme, maddeleri ile öğrenim durumu arasında anlamlı bir farklı-
lık görülmüştür. Yüksek lisans mezunu öğretmenlerinin, lisans mezunu öğretmenlere
göre yeterlilik düzeylerinin daha olumlu olduğu görülmüştür.

Gezi-gözlem yoluyla öğretim yapabilme, Buluş / Keşfetme yoluyla öğretim stra-


tejisiyle öğretim yapabilme, Düz anlatım yöntemiyle öğretim yapabilme ile Sosyal Bil-
giler Öğretmenlerinin mesleki kıdemleri arasında p<0,05 anlamlı bir farklılık görül-
müştür.

Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin, Düz Anlatım Yöntemiyle Öğretim Yapabilme


etkililik düzeyi ile öğretmenlerin mesleki kıdemleri arasında p<0,05 anlamlı bir farklı-
lık görülmüştür. Mesleki kıdem 21 yıl ve üstü olan öğretmenlerin bu yöntemi daha
fazla kullandıkları görülmüştür.

Öğretmenlerinin, Gezi-gözlem yoluyla öğretim yapabilme, Buluş yoluyla öğre-


tim stratejisiyle öğretim yapabilme ve Rol Oynama/Drama tekniğiyle öğretim yapa-
bilme ile öğretmenlerin çalıştıkları okul türü arasında anlamlı bir farklılık görülmüştür.
Özel İlköğretim Okullarında görev yapan öğretmenlerin, Gezi-Gözlem Yoluyla öğre-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Hasan Aydemir 99

tim yapabilme yeterlilik düzeyi, Resmî İlköğretim Okullarında görev yapan öğretmen-
lere göre daha olumlu olduğu görülmüştür.

Buluş Yoluyla öğretim stratejisiyle öğretim yapabilme ile öğretmenlerin çalıştık-


ları okul türüne göre anlamlı bir farklılık görülmüştür. Özel İlköğretim Okullarında
görev yapan öğretmenlerin, Buluş Yoluyla öğretim stratejisiyle öğretim yapabilmeye
yönelik yeterlilik düzeyi, Resmî İlköğretim Okullarında görev yapan öğretmenlere
göre daha olumlu olduğu görülmüştür.

Rol Oynama/Drama Tekniğiyle öğretim yapabilmeye ile öğretmenlerin çalıştık-


ları okul türüne göre anlamlı bir farklılık görülmüştür.

Araştırma bulgularına dayalı olarak şu öneriler geliştirilmiştir. Resmî ve Özel


İlköğretim Okullarında görev yapan öğretmenler;
1. Her konuya uygun yöntem, teknik ve strateji kullanmaya özen göstermeli.
Bunun içinde, tüm yöntem, teknik ve stratejileri bilmeli ve yerli yerinde
kullanmaya çaba göstermeli.
2. Ders işlerken problem çözme yöntemi, proje yöntemi, gezi-gözlem yönte-
mi,sözlü tarih tekniği, drama tekniği ve araştırma-inceleme stratejisini kul-
lanmaya çaba göstermeli.
3. Alan öğretimi ile ilgili akademik yayınları ve yeni öğretim yaklaşımlarını
takip etmeli.
4. Etkinlikleri düzenlerken olabildiğince öğrencileri de katmaya çaba harca-
malı.
5. Lisansüstü eğitim yapabilmenin yollarını aramalı,merkezi otoritede öğret-
menlerin bu yöndeki çabalarını desteklemeli ve onlara pozitif ayrımcılık
yapmalı.
6. Öğretmenlerin, mevcut tutumlarını değiştirmek ve olumlu tutumlarını ge-
liştirmek için,alan uzmanı akademisyen desteğiyle hizmet içi eğitim kursla-
rı düzenlenmeli ve tüm öğretmenlerin katılımı sağlanmalıdır.

Kaynaklar
Açıkgöz, K. (2007). Etkili Öğrenme ve Öğretme. İzmir: Kanyılmaz Matbaası.
Akpınar, B. (2009). Eğitim ve Program. Elazığ: Data Yayınları
Büyüköztürk, Şener (2003). Sosyal Bilimler İçin Veri Analizi El Kitabı. 3. Baskı, Ankara: Pe-
gema Yayıncılık.
Cin, M. (2005), Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi. (Ed. Abdurrahman Tanrıö-
ğen).İstanbul: Lisans Yayıncılık
Erden, M. (1993), Sosyal Bilgiler Öğretimi. İstanbul: Alkım Yayınevi
100 Sosyal Bilgiler Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem,
Teknik Ve Stratejileri Kullanma Yeterlikleri

_______. (1995), “Öğretmen Adaylarının Öğretmenlik Sertifikası Derslerine yönelik Tutumları.”


Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 11. Ankara: Hacettepe Üniversitesi
Yayınları
Fidan, N. (1986), Okulda Öğrenme ve Öğretme. Ankara: Kadıoğlu Matbaası
Gözütok, D. (2007). Öğretim İlke ve Yöntemleri. 2. Baskı. Ankara: Ekinoks
Helvacı, M.A. (2009), Eğitim Bilimine Giriş. Eğitim Sisteminde Öğretmenin Rolü. (Edt: Nevin
Saylan), Ankara: Anı Yayıncılık
Karagözoğlu, G. ve Diğerleri. (1995). Türkiye’de Öğretmen Eğitim Politikaları ve Modelleri:
Avrupa Konseyi Ülkeleri’nde Öğretmen Yetiştirme Politikaları ve M odelleri. 21-26
Eylül 1992. Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi, Ankara: Milli Eğitim Ba-
sımevi.
Karasar, N. (2009). Bilimsel Araştırma Yöntemi. 19. Baskı. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım
Küçükahmet, L. (2000). Öğretimde Planlama ve Değerlendirme. 11. Baskı. Ankara: Nobel Ya-
yın Dağıtım
Mahiroğlu, A. (2009). Eğitim Bilimine Giriş. 4. Baskı. (Edt. Özcan Demirel-Zeki Kaya). Ankara:
Pegem Akademi
M.E.B. (2008). “ Sosyal Bilgiler Öğretmeni Özel Alan Yeterlikleri”. Öğretmen Yeterlikleri. An-
kara: Milli Eğitim Basımevi
Öztürk, Ç. (2004). “Ortaöğretim Coğrafya Öğretmenlerinin Öğretim Yöntem ve Teknikleri Kul-
lanabilme Yeterlilikleri”, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi. Cilt 5, Sayı 2. Kırşehir.
Öztürk, C. ve Diğerleri (2009), Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi. Ankara: Pegem Aka-
demi.
Savage, T. V. ve Armstrong, D. (1996), EffectiveTeaching in Elementary Social Studies. New
Jersey: PrenticeHall.
Slavin, R. E. (1991). EducationalPsychology. TheorgintoPractice, PrenticeHallInt. Inc.
Somuncuoğlu, Y. ve Yıldırım. A. (2000). “ Öğrenme Stratejileri Kullanımının Çeşitli Değişken-
lerle İlişkisi”, Eğitim ve Bilim Dergisi. C.25, S.115 Ankara: TED Yayınları
Sözer, E. (1998). “Sosyal Bilgiler Öğretiminde İlke, Strateji, Yöntem ve Teknikler”. Sosyal Bilgi-
ler Öğretimi.(Ed. Gürhan Can). Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayını.
Tok, Ş. (2008). “Öğretme-Öğrenme Strateji ve Modelleri”, Öğretim İlke ve Yöntemleri. 2. Baskı.
(Edt: Ahmet Doğanay). Ankara: Pegem Akademi
Wittrock, C. M. (1986), Students Thought Processes. Handbook of Research on Teaching. New
York: McMillan
Yaşar, Ş. ve Gültekin, M.(2009). “Anlamlı Öğrenme İçin Etkili Öğretim Stratejileri”, Sosyal Bil-
giler Öğretimi (Demokratik Vatandaşlık Eğitimi). (Ed. Cemil Öztürk). Ankara: Pe-
gem Akademi.
Yılman, M. (2006). Türkiye’de Öğretmen Eğitiminin Temelleri. 2.Baskı. Ankara: Nobel Yayın
Dağıtım

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 101-114

Osmanlıdan Cumhuriyete Modernleşme Sürecine Kısa Bir Bakış


M. Çağlar Kurtdaş
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Ana Bilim Dalı Doktora Öğr.
caglarkurtdas@hotmail.com
Özet
Modernleşme, Batı Avrupa’da ortaya çıkan ekonomik, sosyal ve siyasi ge-
lişmeleri anlatan bir kavramdır. Aydınlanma düşüncesinin bir ürünü olan modern-
leşme kısa sürede tüm dünya için kaçınılmaz olarak ulaşılması gereken bir hedef ha-
line gelmiştir. Uzun bir dönem Avrupa karşısında üstünlüğünü koruyan Osmanlı
için de kaybedilen savaşlar ve üstünlüğün Avrupa’ya geçmesi sonucunda modern-
leşme ve Avrupalı gibi olma esas sorun haline gelmiştir. Bu amaçla 18. yy’dan itiba-
ren Osmanlı yüzünü Avrupa’ya dönerek modernleşmeye daha doğrusu Avrupa’nın
elde ettiği başarılara ulaşmak için Avrupa’nın takip ettiği yolu izlemeye başlamıştır.
Bu sürecin son noktası ise Cumhuriyetin kuruluşudur. Bu makalenin amacı Osman-
lıdan Cumhuriyete uzanan modernleşme sürecini temel noktaları ele alınarak irde-
lemektir.
Anahtar Kelimeler: Modernleşme, Batılılaşma, Ordu, Eğitim, Ulus Dev-
let.
Abstract
A Glimpse of the Process of Modernization from Ottoman Empire to the Republic
of Turkey
Modernism emerged in Western Europe and the economic, social and politi-
cal developments in the means. Modernization is a product of the philosophy of En-
lightenment and modernization has been a target for the whole world. When the
Europe gained the upper hand in the face of Ottoman Empire, Ottoman Empire has
started modernization from 18 century. The last point of this process is the estab-
lishment of the Turkish Republic. The purpose of this article is to examine on the
taking the basic points dating from Ottoman to Turkish Republic modernization
processes.
Key Words: Modernization, Westernization, Army, Education, Nation State

1- Moderleşme
Avrupalılaşmak, Batılılaşmak, Modernleşmek; genel bir bakış açısından aynı
durumu anlatan kavramlardır ve temel bağlamda anlatmak istedikleri şey ise; ekono-
mik, bilimsel, teknolojik, siyasal ve sosyal anlamda gelişmiş olan ülkelerin ortak özel-
likleri ve bu özelliklere ulaşma çabasıdır. Modernleşme, Batı Avrupa’da Sanayi İn-
kılâbı ile birlikte ortaya çıkan ekonomik, sosyal ve siyasal değişimleri ifade eder. Ay-
dınlanma düşüncesinin bir ürünü olan modernizm eskiden bir kopuşu ve yeniliği an-
latmaktadır. Bireyin ve bireysel aklın ön planda olduğu, eski kurum ve düşünce yapı-
larının yıkılıp yerine aklın egemen olduğu yeni ve çağcıl yapılanmaların ikame edildiği
102 Osmanlıdan Cumhuriyete Modernleşme Sürecine Kısa Bir Bakış

modernizm, elde ettiği başarı ve ilerleme ile birlikte tüm dünya için ulaşılması gereken
bir hedef, bir proje olarak etkinliğini günümüze kadar devam ettirmiştir.

“Modern”nin kelime anlamı; çağcıl, çağdaş, yeni olup “modernizm” de çağcıl-


lık, yenilikçilik demektir.(Kale, 2002. 29). Giddens’a göre modernlik, “17. yy’da Avru-
pa’da başlayan ve sonraları neredeyse bütün Dünya’yı etkisi altına alan toplumsal ya-
şam ve örgütlenme biçimine işaret eder. Bu yaklaşım, modernliği belli bir zaman süre-
ci ve coğrafi çıkış noktasıyla ilişkilendirir...” (Giddens, 1998;11). G.E Black’e göre ise
çağdaşlaşma son yüzyıllardaki bilgi patlaması sonucu meydana gelen dinamik bir bi-
çim olarak algılanmaktadır. Onun özel anlamı hem devingen niteliğinden, hem de
insan sorunları üzerindeki etkisinin evrenselliğinden kaynaklanmaktadır. Black’a göre
çağdaşlaşmak, tarih boyunca gelişmiş kurumların insan bilgisindeki görülmemiş artı-
şını yansıtan ve hızla değişen işlevlere uyarlanması süreci olarak tanımlanabilir. Bilim-
sel devrime eşlik eden bu süreç insanın çevresini denetlemesine olanak sağlamıştır. Bu
sürecin kökenleri ve etkileri ilk defa Batı Avrupa’da görülmüş ancak 19. ve 20. yy’da
bu değişiklik diğer toplumlara dek uzanmış ve bütün insan ilişkilerini etkileyerek
dünyasal bir dönüşüme yol açmıştır. (Black, 1989;18).

Modernlik projesi Avrupa’nın Kuzey Atlantik kıyılarında ortaya çıkmıştır.


Önemli olan ise onun yeri değil niteliğidir. Bu projenin içeriği onu, kaçınılmaz olarak
dünyayı değiştirmeye yöneltmektedir. Modernite projesinin dört temel boyut üzerinde
geliştiğini söyleyebiliriz. Birincisi ekonomik boyuttur ve sanayileşmiş bir toplumdan
bahsedilir. İkincisi, bilgiye, ahlaka, sanata yaklaşımdır. Üçüncüsü, geleneksel toplum
bağlarından kurtulmuş, kendi aklıyla kendini yöneten bireyin doğmasıdır. Dördüncü-
sü ise, ulus-devlet olma ve demokratik süreçlere dayanma özelliğidir.(Tekeli, 2004, 19–
20). Sanayi İnkılâbı ile başlayan büyük değişimleri ifade eden modernleşmeyi Peter
Berger ise dört olguyla karakterize eder. Cemaatsel yapıların azalması, bireyselleşme-
nin keşfi, geleneğin/ kutsallığın kaybolan gücü, zaman bilincinin yükselişi. (Yıldırım,
2005, 19). Aydınlanma düşüncesine bağlı olarak ortaya çıkan bu değişim ve dönüşüm-
lerle birlikte modernizm ilerleme fikrine kucak açarken her şeyde aklı egemen kılarak
insanları kaderci yaklaşımdan kurtarmak istemiş ve bilimsel, kültürel, teknik ve en-
düstriyel devrimlere öncülük etmiştir. Modernizmin amacı insanları içinde bulunduk-
ları geri kalmışlığından kurtarmaktır. Bunun yolu ise sanayileşme ve laikleşme aracılı-
ğıyla ekonomik, siyasal ve toplumsal bir dönüşümdür. Modernizmde ilerleme olgusu
temel alınarak insanlığın gittikçe daha iyi ve üstün amaca doğru hareket ettiği kabul
edilir.(Kale, 2002: 30).

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


M. Çağlar Kurtdaş 103

Sonuçta, Aydınlanma düşüncesinin bir ürünü olan modernizm Batı Avru-


pa’nın ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yapısını değiştirmiş ve dönüştürmüştür.
Hem bireysel alanda zihinlerde hem de toplumsal yapıda ortaya çıkan bu değişim ve
dönüşüm ortaya ulaşılması gereken bir hedef olarak yeni bir toplum tipi sunmuştur.
Batı Avrupa da meydana gelen Rönesans, Reform ve Sanayi İnkılâbı, Avrupa’nın sos-
yal yapısını tamamen değiştirmiş ve Batı Avrupa’yı dünyanın geri kalanı için ulaşılma-
sı gereken bir hedef haline getirmiştir. Çünkü ulaşılmak istenen Batı, ekonomik, sos-
yal ve kültürel açıdan insan toplumunun ulaşabileceği en son nokta olarak düşünül-
mektedir. Birçok düşünür bunu “Tarihin Sonu” teziyle açıklar. Sanayi İnkılâbı sonrası
oluşan modern toplum, toplumların ulaşabileceği son aşamadır ve Dünya’nın geri
kalan toplumlarının hem ulaşabilecekleri noktayı gösterir hem de onlara bu noktaya
ulaşmada kılavuzluk eder. Ancak bu tek yönlü modernlik anlayışı özellikle modern-
leşmeye çalışan ülkelerde bazı eleştirilere uğramış ve alternatif çoğulcu modernlik ku-
ramları, modern toplum olabilmek için izlenmesi gereken tek yolun Batı’nın geçtiği
aşamalar olmayacağını, “Batı Dışı Modernlik” kavramıyla izaha çalışmışlardır. Ancak
şu bir gerçektir ki; modernizmin temel belirleyicilerinin kaynağı Batı Avrupa’dır. Bu-
rada ki esas sorun ise, bu kaynağa ulaşmaktaki izlenecek yoldur. Batı dışındaki top-
lumların modernleşme sürecindeki esas problemi de budur.

2- Türk Modernleşmesi
Ülkemizde yüzyıllardır tartışılan bir kavram olan modernizm, algılamaya bağlı
olarak olumlu ve olumsuz anlamlar içeren ve ulaşılması ya da kaçınılması gerek bir
durum olarak düşünsel alanda zihinleri meşgul etmeye devam etmektedir. Türki-
ye’deki modernleşme süreci sancılı bir süreçtir. Çünkü, Türkiye’de modernleşme sü-
reci bir ihtiyaç ve zorunluluk düşüncesiyle halktan kopuk, yukarıdan aşağıya doğru
ve Batı’nın kurumlarının taklidi şeklinde ortaya çıkmış ve bu özelliğini devam ettirmiş-
tir. Bu bağlamda, her zaman ulaşılması gereken bir hedef olarak ortaya konulan mo-
dernleşme, sancılı bir süreç olarak gündemdeki yerini kaybetmemiştir.

Türkiye’de modernleşme süreci Osmanlı ile başlamıştır. Şerif Mardin Türk mo-
dernleşmesini merkez- çevre ilişkisi etrafında değerlendirmektedir. Mardin’e göre
(Mardin, 1997a). Osmanlıda bir merkez-çevre kopukluğu vardı. Merkez, şehirlerde
oturan bürokrat ve askerler gibi yerleşik halk iken; çevre ise, göçebelerden oluşuyor-
du. Merkezle çevrenin ilişkisi kopuktur. Çünkü merkez çevreyi küçümsemektedir.
Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe merkez ve çevre birbiriyle çok gevşek bağlarla
bağlı iki ayrı dünya oluşturmuştu. Merkezin diğer bir özelliği ise çevreden statü bakı-
mından farklı olmasıdır. Merkez Gayri Müslim gruplardan alınarak devşirilmiş bürok-
104 Osmanlıdan Cumhuriyete Modernleşme Sürecine Kısa Bir Bakış

rat ve askerlerden oluşuyordu ve bunlar Sultan’a tam bağlıdırlar. Ayrıca ekonomik


açıdan da merkez ve çevre farklı konumlara sahiplerdi, merkez vergi vermiyor ve ge-
lirleri zengin tüccarlardan aşağı değildi. Mardin’e göre; Türkiye’de modernleşme süre-
ci başından beri merkezden çevreye doğrudur ve merkez ile çevrenin çatışmasına da-
yanmaktadır. Merkez, uzun bir dönem Batı karşısında elde edilen üstünlüğü kaybet-
menin ve geriye düşmenin yarattığı olumsuzluğu gidermek amacı ile dikkatini Batı’da
ortaya çıkan gelişmelere yönlendirirken aynı zamanda bu gelişmeleri uygulamaya baş-
lamıştır. Çevre ise üstten gelen ve kendisinden kopuk olarak ortaya çıkan gelişmeleri
özümseyememiş ve gelişmeler karşısında bazı çatışmaları yaşanması kaçınılmaz ol-
muştur. Bu çatışmanın kırılma noktası ise, ulus devlete geçişle beraber olmuştur.

Berkes Türkiye’nin modernleşme sürecini “laiklik” “sekülarizm” kavramları et-


rafında irdelemeye çalışmıştır. Modernleşmenin tam karşılığı Secularizm (Çağdaşlaş-
ma) kavramıdır. Secularizm sözcüğü çağdaşlaşma sözcüğüne hem anlam hem de kö-
ken açısından daha yakındır. Çünkü bu kavram “geleneksel, katılaşmış kurum ve ku-
rallar karşısında zamanın gereklerine uyan kurum ve kurallar geliştirme” (Berkes,
2004;18 ) durumuna uymaktadır.

Berkes, Türkiye’nin çağdaşlaşma sorununu din ve dünya işlerini ayırma dava-


sını ölçek alarak incelemeye çalışmıştır. Fakat bu bağlamda kullandığı kavram Laiklik
değil Secularizm olmuştur. Çünkü Berkes’e göre laiklik bu durumu tam manasıyla
açıklayacak bir kavram değildir. Laiklik kavramı Türk-İslam toplumunun yapısına
uymaz. Berkes’e göre “Türk modernleşmesi problemi sadece din ve devlet ayrımı da-
vası olmaktan çok geniş bir davadır. Bu yüzden buna en uygun terim olarak “çağdaş-
laşma” terimi kullanılmalıdır”. Çünkü Berkes’e göre, Türk modernleşmesi dar anlam-
da din-devlet ayrımı sorunu değil, çok daha geniş anlamda kutsallaşmış gelenek bo-
yunduruğundan kurtulma sorunudur (Berkes, 2004;17...23). Bu bağlamda; Berkes mo-
dernleşmeyi din ve dinsel hale gelmiş geleneksel kurum ve kurallardan kurtulma so-
runu olarak görmüştür.

Bu iki farklı bakış açısı Türkiye’deki modernleşme sürecinin iki farklı yönüne
vurgu yapmaktadır. Birincisi, Türkiye’deki modernleşme sürecinin halktan kopuk
olması ve değişim sürecinde bazen “halka rağmen” anlayışının egemenliğidir. İkincisi,
modernleşmenin dine dayalı gelenekselleşmiş kurum ve anlayışlarda yarattığı bir de-
ğişim süreci olmasıdır. Her iki yaklaşımın da ortak noktası, modernleşme sürecinde
ortaya çıkan olumsuzluklara vurgu yapmasıdır. Batı’da meydana gelen modernleşme
süreci her ne kadar sancılı olsa da kendi iç dinamikleri ile meydana geldiği için bir süre
sonra bir normalleşme süreci yaşanmış ve modernleşme süreci özümsenmiştir. Türki-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


M. Çağlar Kurtdaş 105

ye’de ise, modernleşmenin kendi iç dinamiklerinden ve toplumsal yapısından farklı,


dıştan gelen bir etki olması özümsenmesini ve normalleşme sürecini sancılı hale getir-
miştir.

Genellikle, Osmanlı modernleşme düşüncesinin ve hareketlerinin oluşmaya


başladığı dönem olarak 18. yy’ın başları kabul edilmektedir. Bu dönem öncesinde Os-
manlı İmparatorluğu Batı karşısında tam bir üstünlük kurmuş durumdaydı. Bu dö-
nemde kazanılan askeri başarılar ve Avrupa’nın içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik
durumdan dolayı Avrupa Osmanlı için bir tehdit unsuru değildi. İkinci Viyana Bozgu-
nu (1683), 1699’da ki Karlofça Antlaşması ve 1718’de ki Pasarofça Antlaşmaları Os-
manlı İmparatorluğu’nun Batı karşısında savaş üstünlüğünün kaybolmaya başladığı
ve ilk toprak kayıplarının yaşandığı dönemlerdi. Bunun sonucunda Osmanlı Batı’yı
dikkate almaya başlamış ve Osmanlı’da ki modernleşme hareketleri başlamıştır.

Osmanlı İmparatorluğunun Batı ile olan ilişkileri her dönem mevcut olmuştur,
ancak Osmanlının yükselme döneminde Osmanlı kendi uygarlıklarını Batı’nınkinden
üstün saymış ve Batı’nın bir model olarak izlenmesi bir sorun olarak ortaya çıkmamış-
tır. (Mardin, 1997b;10). Ancak 1718’de Avrupa’ya değerli maden akımının meydana
getirdiği fiyat devrimi feodal ekonomiyi yıkmış, 1720’den sonra ise yeni sanayi uygar-
lığının ilk aşamasına girilmişti. Batıda başlamış olan bu gelişmeler ise daha sonraki
yüzyıllarda Osmanlı’yı derinden etkileyecekti. Osmanlı ise, bu gelişmelere ayak uydu-
ramadığı ölçüde Batı’nın arkasından sürüklenmekte, nihayet Tanzimat döneminde o
selin içinde kendini kapıp koyuvermek zorunda kalacaktı.(Berkes, 2004; 42-43). Mo-
dernleşme sürecinin başlangıcı sadece askeriydi, amaç ise, gelişen ve ilerleyen bir Av-
rupa karşısında korunmak ihtiyacı olmuştur. Avrupa üslubunda bir ordu kurulduğu
zaman ve gereken talim ve teçhizat elde edilirse amaca ulaşılacağı düşünüldü. Ne var
ki, yeni orduya subaylar lazımdı. Bu subayları yetiştirecek mektepler, bu mektepleri
ayakta tutacak müesseseler, bu müesseseleri işler hale getirecek maarif reformları,
araç ve gereçleri imal edecek fabrikalar kurmakta zorunluydu. Kısaca yönetimde ıslah
edilmeliydi. (Meriç, 1983;236).

17. yy sonlarından itibaren Batı’nın her alanda üstünlüğü ve kuzeyde de Rus


Devletinin doğuşu kuvvetler dengesini Osmanlı aleyhine bozdu. Osmanl’nın idare
sisteminin ve ordusunun bozulmaya başlamasıyla (Karpat, 1996;31) beraber savaş ala-
nında alınan yenilgiler ve Batı’nın askeri alandaki üstünlüğü neticesinde Batı’nın aske-
ri kurumlarının ve silah gücünün imparatorluğa nasıl getirileceği önemli bir devlet
sorunu olmuştur. Bu düşünceler III.Ahmet zamanında (1703-1730), bilhassa
1720’lerden sonra Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’nın desteğiyle sürmüştür. Batılı-
106 Osmanlıdan Cumhuriyete Modernleşme Sürecine Kısa Bir Bakış

laşmanın bu ilk evresinde Batı’nın askeri teknolojisinin savaştaki rolü ve savaşın sonu-
cunun kısmen Tanrı’ya bırakılması şeklindeki köklü inanç tartışılmıştır. Zamanla bu-
nun karşısında, savaşta en çok teknolojinin sonuç vereceği görüşü benimsenmiştir. Bu
amaçla Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Nişli Mehmet Ağa gibi devlet katında görevli kim-
seler Avrupa’nın “ahvali”ni öğrenmek amacıyla çeşitli başkentlere elçi olarak gönde-
rilmeye başlandı.(Mardin, 1997b;10). Bunun sonuçlarından biri de, Yirmisekiz Mehmet
Çelebi’nin Avrupa seyahatinin sonucunda matbaanın Lale Devri’nde ülkemize girişi-
dir. Türkiye’de basımcılık ve basımevinin gelişmesi Avrupa’da ki gelişiminden çok
sonraları olmuştur. Türkçe matbaanın gelişmesi ve açılması Osmanlı’nın yüzünü Ba-
tı’ya döndüğü dönemlere rastlamaktadır. 1721’de Fransa’ya gönderilen Yirmisekiz
Mehmet Çelebi burada matbaacılıkla ilgilenmiş ve oğlu Said Efendi ile birlikte İstan-
bul’a döndüklerinde Macar dönmesi Mütefferika İbrahim Efendi ile anlaşarak matbaa-
yı kurmuşlardır. Şeyhülislam’dan fetva ve III.Ahmet’ten ferman aldıktan sonra açılan
matbaada İbrahim Mütefferika’nın belirlediği yayın programı çerçevesinde dil, tarih,
coğrafya, tabii bilimler, askeri konularda 17 kitap yayımlandı.(Kabacalı, 1994;5-6).
Çok söylenen yaygın anlayışa göre Osmanlı’ya matbaanın gelmemesi halkın ve yöneti-
cilerin dini kaygılarından kaynaklanmaktaydı. Ancak matbaacılığa karşı olan düşünce-
ler ve konulan kısıtlamalar şeriattan değil, Osmanlı devlet sistemine özgü lonca sınır-
lamalarından gelmiştir. Çünkü matbaada dini kitaplar zaten basılamıyordu, Osmanlı
matbaasının gelişmemesinin asıl nedenleri ise; teknik, ekonomik ve sosyal sorunlar-
dan kaynaklanmaktaydı.(Berkes, 2004;58-61).

Matbaanın gelişi ve kullanılmaya başlaması beraberinde bazı tartışmaları getir-


se de batı teknolojisi ve batı tarzı yaşam biçimi ilk defa Lale Devrinde etkili olmuştur.
Her ne kadar Osmanlı’nın Batı’ya yönelişinin asıl sebebi askeri alanda alınan başarısız-
lıklar ve bu başarısızlıkları önleme çabası ile Batı askeri teknolojisini memlekete getir-
me amacı olsa da, Osmanlı Batı’nın teknolojik üstünlüğünü memlekete getirmek ama-
cıyla Batı ile kurmuş olduğu münasebetlerin sonucunda Batı’nın teknolojisinden önce
yaşam biçimi etkili olmuş ve bu etkilenme ilk defe Lale Devri’nde yaşanmıştır.

Bu etkilenmeye bağlı olarak Batı gibi yaşamaya özen gösteren devrin ileri gelen
devlet adamlarının yaşam tarzında meydana gelen değişiklikler tepkiyle karşılanmış-
tır. Bunun sonucunda, Batı uygarlığının kişinin refahına yönelik değerlerinin Osmanlı
idareci sınıfına sızması ve bu değerleri Osmanlı kültürünü kösteklemesi şeklinde algı-
layan İstanbul’un alt ve orta sınıfları devletin bu dönemde ortaya çıkan zaafı karşısın-
da yeniçeriler ve sadrazam düşmanlarıyla birleşerek ayaklanmışlardır. (Mardin,

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


M. Çağlar Kurtdaş 107

1997b;11). Patrona Halil İsyanıyla sona eren Lale Devri bu yönü ile Batı dünyasının dış
görünüşünün bir taklidinden öteye gidememiştir.(Güngör, 1983;255).

Batı’nın askeri kurumlarını örnek alma çabaları I.Mahmut, I.Abdülhamit ve


özellikle III.Selim döneminde hızlanmıştır. Fakat, geleneksel Osmanlı kültürünün tep-
kisi ve geçimleri tehlikeye girenlerin tepkileriyle bu yenileşme çabaları sekteye uğra-
mıştır.(Mardin, 1997b;11). Reformlara karşı koyan, savaş kabiliyetini yitirmiş ve disip-
linsiz yeniçerilere karşı III.Selim kendisine sadık ve modern bir ordu - Nizam-ı Cedid-
oluşturmak istedi. Bu girişim sonucunda yeniçeriler III.Selim’i tahttan indirdiler. An-
cak III.Selim bu arada idari, siyasi ve ticari sahada yapılacak reformların planını hazır-
lamış bulunuyordu. Bu bakımdan Sultan Selim büyük çapta reform tasarlamış olan ilk
Osmanlı padişahıdır. Ancak kendisi bu reformların küçük bir kısmını gerçekleştirme
olanağı bulmuştur.(Karpat, 1996;32). Batı’da sürekli Osmanlı elçiliklerinin kurulması
da bu döneme rastlar. Avrupa ile ilgili ilk sistematik değerlendirmeler Batı’ya gönderi-
len Osmanlı hariciye memurlarından gelmiştir. Osmanlı için Batı’nın genel bir “model”
olarak kullanılmasına dayanan düzeltme (Tanzimat) teklifleri de buradan kaynaklan-
maktadır.(Mardin, 1997b;11). Örneğin 1720’de Paris’e gönderilen Yirmisekiz Mehmet
Çelebi Batı’nın yeni teknik ve bilim kurumlarını, askeri okulları, hastaneleri, rasatha-
neleri, park, tiyatro ve opera gibi eğlence yerlerini büyük hayranlıkla anlatmış-
tı.(Berkes, 2004;56).

III.Selim’den sonra tahta çıkan II.Mahmut yenileşmenin önünde engel gördüğü


Yeniçeri Ocağı’nı kaldırarak (Vaka-i Hayriye), kendisine bağlı modern bir ordu kurdu,
Asakir-i Mansure-i Muhammediye. II.Mahmut kendisinden önceki reformcuların tec-
rübelerinden faydalanarak batılılaşmak konusunda daha ciddi ve önemli adımlar at-
mış ve modernleşmenin temellerinin atıldığı dönem II.Mahmut dönemi olmuştur.

Berkes’e göre II. Mahmut’un reformculuk dönemi mutlakıyetçi monarşi şekline


yöneliş dönemidir. Bunu gösteren özellikler şunlardır; hükümdarın mutlak yetkisi de-
vam ediyor, yönetilenler “reaya” olmaktan çıkıp “halk” oluyor, kapıkulluğu yerine
ayrım gözetilmeden devşirilen bir sivil bürokrasi geliyor, kapıkulu ordusu yerine çağ-
daş bir ordu kurulması hedefleniyor, kanun yapma görevlisi sürekli meclisler kurulu-
yordu.(Berkes, 2004;171)

II.Mahmut döneminde yaşanan en büyük gelişmelerden bir de yeniçeri ocağı-


nın kaldırılmasıdır. II.Mahmut, III.Selim’in bıraktığı reform hareketlerini radikal ola-
rak ele almış ve balkanlardaki isyanı yeniçerilerin bastıramamasından dolayı halkta
oluşan hoşnutsuzluğu kullanarak yeniçeri ocağını kaldırmış, yerine Avrupa eğitimi ve
donanımı ile güçlenmiş “Asakir-i Mansurei Muhammediye”yi kurmuştur. Bu orduyu
108 Osmanlıdan Cumhuriyete Modernleşme Sürecine Kısa Bir Bakış

yönetecek subayları yetiştirmek içinde Batı düşünce ve metotlarına göre eğitim-


öğretim yapan Harp Okulları açmıştır.(Tazegül, 2005;73). Buna bağlı olarak bu harp
okullarında ders verecek hocaların bir kısmı batıdan getirilmiş ve Batının ilmini öğ-
renmek için Harbiye ve Mühendishane’den öğrenciler Batı’ya gönderilmiştir. (Akyüz,
1997;133). Böylece Harbiyeliler Avrupa’nın çeşitli merkezlerinde bir yandan askeri eği-
tim alırlarken bir yandan da Batı’nın kültürü, edebiyatı ve ilmiyle tanışmışlar ve edin-
dikleri Batı düşüncesini Osmanlıda da uygulamaya geçirmek Harbiyelilerin hedefleri
olmuştur. Bu hedefe de Cumhuriyetin kuruluşu ile ulaşmışlardır. Batının gelişmesinin
temel sebebinin ilimdeki ilerlemesi olduğu inancıyla hareket eden Harbiyeliler, Batı-
nın pozitivist bilim anlayışını ve bu anlaşın şekillendirdiği toplum tipinin tek gerçek
kurtuluş olduğunu düşünüp Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi siyasi hayatında her
zaman etkin ve belirleyici olmuşlardır

II. Mahmut, ordudaki yenileşmenin yanında eğitim, tıp ve sağlık alanlarında


da Batı’ya yönelme girişimlerinde bulunmuş, Mühendishane, Tıbbiye ve Harbiye ıs-
lah edilmiş ve 1826’da Rüştiye’ler açılmıştır.(Güngör, 1983;256). II.Mahmut döneminde
yaşanan bir diğer değişim de orduda kullanılan kıyafetler konusunda olmuştur. Bu
dönemde orduda yeni kıyafetler kullanılmaya başlanmış, Venedik menşeili fes kabul
edilmiştir. II.Mahmut’un orduda sakalların tıraş edilmesini emretmesi Batı tarzı bir
ordu oluşturma çabalarının önemli aşamalarından biridir. II.Mahmut bütün bu yenilik-
leri zorla kabul ettirdiğinden aydınlar arasında kendisine Türklerin Deli Pedro’su deni-
liyordu. Halk ise ona “Gâvur Sultan” adını takmıştı.(Karpat, 1996;33).

II.Mahmut döneminde askeri ve eğitim alanında ortaya çıkan gelişmeler Tan-


zimat döneminde daha da ileri bir noktaya taşınmıştır. Bu dönemde önceki dönemde
olduğu gibi, bürokrasi ve ordu için mesleki yüksek öğretim okullarının kurulmasına
çok özen gösteriliyordu. Bunlardan en önemlisi; 1856’da kurulan Mekteb-i Mülkiye idi.
Üniversite kurma çabaları ise başarısız kalmıştır. II.Mahmut’un başlattığı Rüştiyeler
devlet dairelerine eleman yetiştiren mesleki okul durumundaydılar.(Zürcher, 2002;96).
Tanzimat döneminde eğitim alanında yaşanan diğer önemli gelişmelerden biri de yük-
sek öğretimde öğrenci sayısının gözle görülür biçimde artmasıdır. 1877’de devlet me-
murları yetiştirme merkezi olan Mülkiye Mektebi ders konuları modern konuları kap-
sayacak şekilde yeniden düzenlenmiş, ders programları modern konuları kapsayacak
şekilde biçimlendirilip, Anadolu’dan gelen öğrenciler için yatılılık kolaylığı sağlanmış-
tır. (Kaçmazoğlu, 2001;109). Bu arada yabancı okullar da açılmaya başlamıştır. Örne-
ğin; 1868 yılında İstanbul’da Fransız Lisesi örneğinde Galatasaray Lisesi açıldı. Yeni
modern okulların açılmasıyla da medreseler yavaş yavaş ihmal edilmeye başlan-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


M. Çağlar Kurtdaş 109

dı.(Karpat, 1996;34). Tanzimat döneminde medreselerim modernleştirilmelerine doğru


hiçbir gelişme olmamıştır. Ancak medrese öğrencilerinin yavaş yavaş modern okullara
doğru ilgi göstermesi ve oraya kayma eğilimleri bu dönemde başladı. Tanzimat’ın eği-
tim alanındaki en büyük başarılarından biri de, 1862’den itibaren kız öğrencilerin orta
öğretim görmelerini başlatması olmuştur. Bu durum kadınlar arasında meslekleşmeye
doğru yolun açılmasına da neden olmuştur.(Berkes, 2004;231).

Osmanlı bir yandan batı tipi bir ordu kurma ve batı tarzı bir eğitim anlayışı yer-
leştirmeye çalışırken Avrupa, Sanayi İnkılâbı ve onun getirdiği gelişmeler ile her alan-
da gittikçe artan bir gelişme sağlamış ve artık Osmanlı için takip edilmesi gereken bir
model haline gelmişti. Yapılacak olan yenilikler için Avrupa’ya bağımlı olan Osmanlı
özellikle maddi açıdan sıkıntılar yaşayınca Avrupalı devletler bir takım ayrıcalıklar
(kapitülasyonlar) elde ettiler (1838 İngiliz, 1839 Fransa Ticaret Sözleşmesi) ve daha
sonraki her yardım önerileri yeni bir “ıslahat” isteğine bağlandı. (Güngör, 1983;256).
Batılı ülkelerin Osmanlı İmparatorluğunda’ki Hıristiyan ahalisine eşitlik ve teminat
verilmesi yönündeki ısrarları siyasi reforma zemin hazırladı. Bu reform 1839 yılında
Tanzimat Hareketi olarak ortaya çıktı.(Karpat, 1996;34). Bu anlamda Tanzimat Fermanı
batılılaşma anlamında o güne kadar atılan en büyük adım olmasının yanında Batılı
devletlerin baskısı sonucu ortaya çıkması açısından imparatorlukta fark gözetmeksizin
herkesin can ve mal güvenliği güvence altına alınmaktaydı.

Tanzimat Fermanı’nı 1856 Islahat Fermanı takip etti. Berkes’e göre 1839 bildiri-
sini Müslümanlar için çıkarılmış olarak nitelersek, 1856 bildirisini de Hıristiyanlar için
yayınlamış bir belge sayılabilir. İkincisi birincide kapalı kalan bazı yanları açığa çıkar-
dığı ve daha çatallı sorunları işaretlediği için birincisi gibi sessizlikle karşılanmadı ve
çeşitli yönleriyle eleştiriye uğradı.(Berkes, 2004;217). Islahat Fermanı tıpkı Tanzimat
Fermanında olduğu gibi dış baskılarla ilan edildi ve bu fermanla Müslüman ve Hıristi-
yan uyruklar arasında Avrupalıların ifadesiyle süregelen “eşitsizlikleri” kaldırmayı
amaç ediniyordu.

Tanzimat’ın, modernleşme bağlamında, kendisinden önceki gelişmelerden


farklı ve vurgulanması gereken bir özelliği de; Tanzimat’tan önceki yenilik girişimleri
doğrudan padişahtan geldiği halde, Tanzimat reformlarını; tamamen Batı etkisiyle
yetişen bürokratik-aydın sınıfın yönlendirilmesiydi. Tanzimat dönemi reformları, yap-
tıkları yeniliklerde merkezi siyasi otoritenin güçlenmesini ön planda tutuyorlardı. Fa-
kat bu dönemde yetişen aydınlar, Batı uygarlığının üstünlüğünü halkın sahip olduğu
geniş hürriyetlere ve parlamentolu demokratik siyasi rejime bağlıyorlardı. Merkezi
yönetime karşı sistematik bir muhalefet havasına bürünen bu tepkilerin öncüleri şairler
110 Osmanlıdan Cumhuriyete Modernleşme Sürecine Kısa Bir Bakış

ve yazarlardı.(Tazegül, 2005;78-81). Tanzimat aydınlarının kafasında nizamın yerini


terakki almıştır. İlerleme sevgisi o dönemin hâkim ideolojisidir. Hepside batıcıdırlar,
çünkü Batı toplumu, gelişen ve ilerleyen bir toplumdur. (Meriç, 1983;237).

Aydınların siyasi alanda reform, yani meşrutiyet isteği ve yabancı devletlerin


baskısı tahta yeni çıkmış olan II.Abdülhamit’in 1876 da ilk Osmanlı Kanun-i Esasisi’ni
ilan etmesine neden oldu.I.Meşrutiyet diye adlandırılan ve 1908 tarihine kadar devam
eden bu dönemde 1876 Kanun-i Esasi ile vatandaşlara birtakım bireysel haklar tanını-
yor ve Mebusan ve Ayan meclislerinden meydana gelen bir parlamento sistemi kuru-
luyordu. İlk meclis 19 Mart 1877’de toplandı. İkinci meclis ise ertesi sene toplantıya
çağırıldı. Ancak II. Abdülhamit meclisi süresiz olarak dağıttı. Bundan sonra 1877 ile
1908 arası Abdülhamit kendi mutlak iradesini kurarak imparatorluğu istibdadı altına
aldı. (Karpat, 1996;36). II. Abdülhamit kurmuş olduğu baskı yönetimi ve hafiyelik ör-
gütü ile uzun yıllar yönetimini devam ettirmeyi başardı. Ancak bütün baskılara rağ-
men bu dönemde o güne kadar görülmemiş bir reformculuk anlayışı gelişmiştir. Jön
Türkler adıyla bilinen gerek imparatorluk içinde gerekse de dışarıda gizli cemiyetler
kuruldu. Bu cemiyetlerin amacı 1876 Anayasasını yürürlüğe koymaktı. Zamanla yayı-
lan ve büyüyen bu cemiyetler 1908 hareketi öncesi birleşerek II. Abdülhamit’in Kanun-
i Esasiyi yeniden yürürlüğe koymasını sağladılar ve böylece 23 Temmuz 1908’de II.
Meşrutiyet ilan edildi.

II.Meşrutiyet döneminde yukarıdan aşağı ıslahat gibi aşağıdan yukarıya ıslahat


fikri de geçmişe oranla daha geniş bir birikim sağlamıştı. Abdülhamit döneminde ye-
raltında gelişen reformculuk anlayışı birden patlak vererek II.Meşrutiyete yol açtı.
Ama yine de sağlam demokratik kurumlar kurulamadı. Böylece İttihat ve Terakki fii-
len tek parti rejimini kurarak iktidara yaklaştı. Böylece Meşrutiyet kâğıt üzerinde kaldı.
Buna karşın yarım yamalak ve biçimsel de olsa Batı’dan alınan yeni politik kurumlar
bu dönemde bir düşünce canlılığına yol açmıştır.(Tunaya, 1983;238–239).

Birinci Dünya Savaşı ve sonucunda Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması


yeni bir Türk Devletinin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Ulus temelli kurulan yeni Türk
Devletinin yönetim biçimi cumhuriyet kendisine örnek aldığı toplum da Batı’nın ge-
lişmiş toplumları olmuştur. Cumhuriyet kurulduktan sonra ki modernleşme hareketle-
ri de Osmanlı’daki modernleşme hareketlerinin bir devamı niteliğindedir. Ancak Os-
manlı’dan farklı olarak Cumhuriyet döneminde değişimin önündeki tüm engeller or-
tadan kaldırılıp, Batı ve Batı modelli bir ulus devlet olabilmek için gereken tüm ku-
rumlar Batı’dan alınacaktı.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


M. Çağlar Kurtdaş 111

Cumhuriyet dönemi modernleşmesinde-tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi-


toplumsal değişim, toplum adına, toplumun iyiliği için devlet eliyle getirilecekti. Top-
lumun bu dönüşüm için potansiyeli vardı (Coşar, 1999; 62) ancak Birinci Dünya Savaşı
ve ardından gerçekleştirilen Kurtuluş Savaşı toplumu oldukça yıpratmış ve yeni kuru-
lan devlette oluşturulması düşünülen değişim ve yeniden yapılanmanın gerçekleşmesi
için devletin öncülüğüne ihtiyaç duyulmaktaydı.

Yeni Türk devletinin kurucusu Atatürk, Batının en önemli katkısını toplumun


şeklinde ve bu topluma hâkim olduğuna inandığı müspet bilimlerde görmüş-
tür.(Mardin, 1997b;18). Batıya yönelik ilk gerçek, ilk sağlam, ilk bilinçli adım Cumhu-
riyetin ilanını izleyen yıllarda Atatürk tarafından atılmıştır. Atatürk bilime tek “yol
gösterici” gözüyle, inancıyla bakıp (Güngör, 1983;259) toplumun kurtuluşunu bilimde
görmüş ve bilimsel ilerlemenin sosyal ve ekonomik hayatta ilerlemenin ön koşulu ol-
duğunu düşünmüştür.

Bu amaçla Atatürk, gelişmenin önünde engel gördüğü geleneksel Osmanlı ku-


rumlarını teker teker ortadan kaldırarak yeni kurulan ulus-devleti Batı normlarına uy-
gun hale getirmeye çalışmıştır. Bu yolda Ekim 1923’de devletin yönetim şekli değiştiri-
lerek Cumhuriyet kuruldu. 3 Mart 1924’de halifelik kaldırıldı ve halifeliğin kaldırılma-
sıyla yeni kurulan devletin laik bir temele oturtulacağı ortaya çıktı. Aynı gün başba-
kanlığa bağlı bir Diyanet İşleri Müdürlüğünün kurulup, tüm eğitim kurumlarının Eği-
tim Bakanlığına bağlanması ve 8 Nisan 1924’de şeriat mahkemelerinin kaldırılması da
bunun göstergeleri olmuştur.

1925’de tekke ve zaviyeler kapatılıp, milletler arası takvim kabul edildi, fes ye-
rine şapka giyilmesi kabul edilip aşar kaldırıldı, 1926’da İsviçre Medeni Kanunu kabul
edildi. Aile münasebetleri ve kadının aile ve toplumdaki yeri Batı esaslarına göre dü-
zenlendi. Aynı yıl Ceza ve Ticaret Kanunları kabul edildi. 3 Kasım 1928’de Latin Harf-
leri’nin kabulü ve bunun halka öğretilmesi için öğretim seferberliği başlatıldı. Aynı yıl
anayasada “Devletin Dini İslam’dır” maddesi kaldırıldı. 1930’da kadınlara seçme ve
seçilme hakkı tanındı. 1935’de Soyadı Kanunu çıktı, aynı yıl haftalık tatil Cumadan
Pazar gününe alındı. Yenileşme ve batılılaşma büyük bir hızla devam ediyordu, ka-
nunlarla yapılan değişikliklerin yanı sıra Batılı adet, görüşler, çalışma ve ticaret usul-
leri benimsendi. Dini eğitim gittikçe ihmal edilerek okullarda fen ve müspet ilimlerin
önemi üzerinde duruldu.(Karpat, 1996;65-67). Yapılan ve yapılmak istenen değişiklik-
lere gösterilen tepkilere bakarak, bu değişikliklerin henüz millet tarafından tam olarak
benimsendiği söylenemez. Çünkü batılılaşma çabaları tıpkı Osmanlıda olduğu gibi
üstten alta doğru ve çok hızlı olmaktaydı. Toplumun yeni ortaya çıkan bu duruma
112 Osmanlıdan Cumhuriyete Modernleşme Sürecine Kısa Bir Bakış

alışması doğal olarak biraz zaman alacaktı. Bu anlamda Türk modernleşmesinin en


hızlı adımları Cumhuriyet Döneminde atılmıştır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu artık
tarih sahnesinden silinmiş ve yeni kurulan ulus-devlet ekonomik, politik ve sosyal
kurumları Batı’dan almaktaydı. Osmanlıya ait geleneksel kurumlar ortadan kaldırılmış
modernleşmenin yolunun Batılı gibi olmaktan geçtiği düşüncesi geçerliliğini aynen
devam etmekteydi.

Cumhuriyet döneminden önceki reform hareketleri bir ıslah projesiydi ve var


olan kurumları ıslah etmeye yönelikti. Oysa Cumhuriyet ile birlikte eski kurumlar or-
tadan kaldırılmış ve yeni kurulan Türk Devleti’nin çağa ayak uydurabilmek için ihti-
yacı olan yeni kurumlar ile değiştirilmiştir. Osmanlı’da Batılılaşma Batı’nın bazı ku-
rumlarının ya da teknolojilerinin alınması sorunu iken Cumhuriyet döneminde Batı
kurum ve düşüncesinin topluma kazandırılması sorunu olmuştur.

3-Sonuç

Türk modernleşme süreci başından itibaren sancılı bir süreçtir. Modernizmin


kaynağı Batı’dır ve modernleşme yolundaki diğer toplumlar modern olabilmenin tek
yolunun Batı’nın geçtiği aşamalardan geçmek olduğu düşüncesiyle hareket ederek
modernleşmeye çalışmışlardır. Türk modernleşmesinin belli bir aşamadan sonra kabul
edip uygulamaya çalıştığı düşüncede bu olmuştur. Bu durum, toplumsal yapısı Batı
toplumunun yapısına uymayan toplumlar için sıkıntılı bir sürece işaret eder.

Başlangıçta, Osmanlı, savaşlardaki yenilgiler ve toprak kayıplarını önlemek


amacıyla Batı’nın askeri teknolojisini almak yönünde algıladığı modernleşme düşünce-
sini, zamanla bunun yeterli olmadığını görerek Batı’yı tüm kurumlarıyla taklit etmek
yönünde değiştirmiştir. Islah edilmesi gereken sadece ordu değildi, yönetimde ıslah
edilmeliydi ve toplum da modern batı toplumlarının sahip olduğu özelliklerle dona-
tılmalıydı. Bu amaçla başlayan Batı ile temaslar sonucunda modernleşme bir zorunlu-
luk, bir ihtiyaç olarak görülmüş ve bizzat devlet eliyle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Tanzimat ile ivme kazanan Islahat ve Meşrutiyet dönemlerinde gittikçe hızlanan Batılı-
laşma düşüncesi en büyük kırılmasını Cumhuriyet ile yaşamıştır. Dünyadaki gelişme-
ler sonucunda parçalanan imparatorluktan çıkan ulus-devlet kendisinden önce başla-
tılmış olan batılılaşma harekâtını çok daha hızlı ve kararlı biçimde gerçekleştirmiştir.
Bu bağlamda, Cumhuriyet dönemi batılılaşma harekâtı Osmanlıdan bağımsız ve ko-
puk değildi ve olamazdı. Çünkü Cumhuriyeti kuran kadrolar Osmanlıda yetişmiş ve
sahip oldukları düşünceleri burada edinmişlerdi. Cumhuriyet dönemi modernleşme
açısından Osmanlıda başlamış olan sürecin bir devamıdır. Tek farkı Cumhuriyet dö-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


M. Çağlar Kurtdaş 113

nemi modernleşme sürecinin, kurulan ulus-devletle birlikte, çok daha hızlı ve kararlı
ilerlemesidir. Modernleşme bizzat ulus-devlet eliyle gerçekleştirilmekte ve modern-
leşme adına yapılan değişikler yine ulus-devletin korumasında sürdürülmektedir.

Cumhuriyet döneminde ki modernleşme düşüncesi yine Osmanlı’da olduğu


gibi halka dayanmadan ve halktan kopuk gerçekleşmeye devam etmiştir. Bunun en
önemli sebebi; Batı’da meydana gelen modernleşmenin kapitalist ekonomik anlayışı
benimsemiş bir orta sınıf aracılığıyla gerçekleşmiş olmasıdır. Osmanlıda ve Cumhuri-
yet döneminde ki, modernleşme sürecinde eksik olan en önemli unsurlardan biri de
bu orta sınıfın olmayışıdır. Bu yüzden Türk modernleşmesi halktan kopuk, yukarıdan
aşağıya ve merkeziyetçi bir görünüm arz eder. Bu yüzden özellikle Cumhuriyet döne-
minde kurulan ulus-devlet ve ulus-devletin temellerinin halka anlatılması ve yerleştiri-
lebilmesi için devletin elindeki tüm aygıtlar kullanılmıştır. Bu yapılırken de, Osmanlı-
dan süregelen ve modern düşünceye aykırı olduğu düşünülen tüm geleneksel kurum
ve düşünceler kaldırılıp yerine modern düşünceye uygun olan kurumlar yerleştirilmiş-
tir. Bu bağlamda, Osmanlı’da sahip olunan düşünce var olan kurumları ıslah etmek
iken, Cumhuriyet dönemi radikal ve kökten bir değişiklikle var olan tüm kurumları
Batı’da ki benzerleriyle değiştirmek amacını gütmüştür. Sonuçta; Osmanlıda başlamış
olan batılılaşma düşüncesi Cumhuriyet ile birlikte devam etmiş ancak Batı’da meydana
gelen oluşum sürecinde değil de devlet eliyle yukarıdan aşağıya yapıldığı için sancılı
bir süreç olmuştur.

Kaynakça
AKYÜZ, Yahya (1997): Türk Eğitim Tarihi, İstanbul Kültür Ünv. Yayınları, İstanbul.
BERKES, Niyazi (2004): Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, İstanbul.
BLACK, C.E (1989): Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri (Çev: M.F.Gümüş), V Yayınları, Ankara.
COŞAR, Simten (1999) : “Türk Modernleşmesi: Aklileşme, Patoloji ve Tıkanma”, Doğu Batı,
Türk Toplumu ve Gelişme Teorisi, Yıl: 2, Sayı: 8, Ankara.
GİDDENS, Anthony (1998): Modernliğin Sonuçları (Çev: E. Kuşdil), Ayrıntı Yay., İstanbul.
GÜNGÖR, Vedat (1983) : “Batılılaşma”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi 1, İleti-
şim Yayınları, İstanbul.
KABACALI, Alpay (1994): Türk Basınında Demokrasi, Kültür Bakanlığı Demokrasi Klasik-
leri, Ankara.
KAÇMAZOĞLU, H. Bayram (2001): Türk Sosyoloji Tarihine Giriş, 1.Cilt, Birey Yay. İstan-
bul.
KALE Nesrin (2002) : “Modernizmden Postmodern Söylemlere Doğru” Doğu Batı, Yıl: 5, Sayı:
19, Ankara.
KARPAT, H.Kemal (1996): Türk Demokrasi Tarihi, AFA Yayıncılık, İstanbul.
MARDİN, Şerif (1997a): Türkiye’de Toplumsal Siyaset(Makaleler1), İletişim Yay. İstanbul.
MARDİN, Şerif (1997b): Türk Modernleşmesi (Makaleler 4), İletişim Yay. , İstanbul.
MERİÇ, Cemil (1983) : “Batılılaşma”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi 1, İletişim
Yayınları, İstanbul.
114 Osmanlıdan Cumhuriyete Modernleşme Sürecine Kısa Bir Bakış

TAZEGÜL, Murat (2005): Modernleşme Sürecinde Türkiye, Babil Yayınları, İstanbul.


TEKELİ, İlhan (2004): “Türkiye’de Siyasal Düşüncenin Gelişimi Konusunda Bir Üst Anlatı”,
Modernleşme ve Batıcılık, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt: 3 , İletişim Ya-
yınları, İstanbul.
TUNAYA, T.Zafer (1983) : “Batılılaşmada Temel Araştırmalar ve Yaklaşımlar”, Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi 1, İletişim Yayınları, İstanbul.
ZÜRCHER, E.J (2002) : Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yay. , İstanbul.
YILDIRIM, Ergün (2005) : Hayali Modernlik, İz Yayıncılık, İstanbul.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 115-135

Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş: Modern Mantığın Do-


ğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Hususlar
Arş. Gör. Gültekin Eroğlu
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Mantık Anabilim Dalı
sosyologer@hotmail.com

Özet
Binyıllardır hüküm süren, felsefe ve mantık tarihinde önemli bir yere sahip
olan ve Aristoteles tarafından sistemleştirilen klasik mantık anlayışının karşısında
Rönesans’la başlayan tabii bilimlerdeki gelişmeler mantık alanına da nüfuz ederek,
yeni dönem mantık çalışmalarının başlamasına neden olmuştur. Bu çalışmalar,
klasik mantık konularının adeta bir eleştiri bombardımanına tutulması niteliği ta-
şımaktadır. Modern mantık (sembolik mantık) yeni yüzüyle adeta yeniden ve fark-
lı bir biçimde doğmuş gibi görünse de temelde klasik mantık onun ayrılmaz bir
parçasıdır. Bu makalede, modern mantık çalışmalarının hangi yönde ve nasıl ol-
duğu ele alınmıştır. Onu, klasik dönem mantık çalışmalarından ayıran temel yön-
lerinin neler olduğuna değinilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Klasik mantık, modern mantık, dil ve mantık, tüm-
dengelim, kıyas, tümevarım, çok değerli mantık.
Abstract
The Transition from Classical Logic to Modern Logic: Some of The Foundations
Grounding The Rise of Modern Logic
Developments in natural sciences, which began with Renaissance against
the horizon of classical logic that had a significant place in the history of philoso-
phy and logic throughout a few thousand years, have given rise to newly attempt-
ed logical studies with a fresh outlook. These studies can be characterized as a crit-
ical bombardment of the subject matters of classical logic. Although modern (sym-
bolic) logic seems to have been born in the new age almost anew and in a different
way, classical logic seems to be an inseparable part of modern logic. In this study,
new structure, orientation and the distinctive features of modern logic studies are
taken into consideration in comparison with classical logic.
Key Words: Classical logic, modern logic, language and logic, deduction,
syllogism, induction, polyvalent logic.

1. Giriş
Mantığın kurucusu bilindiği üzere Aristoteles’tir. Ancak ilk kez ortaya koyan,
yani bulucusu da değildir. O, kendisinden önce ortaya konulmuş olan mantık konu-
sundaki temel bilgi ve prensipleri konu edip işleyerek sistematikleştiren ve bir disiplin,
bir bilim dalı olarak ortaya koyan, döneminin önemli filozoflarındandır.

Aristoteles’in sistemleştirdiği şekliyle mantık, yaklaşık yirmi asırdır önemli bir


değişikliğe uğramamış, ancak geçen yüzyılın ve içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk
116 Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş:
Modern Mantığın Doğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Hususlar

yarısındaki kayda değer gelişmeler sonucunda, mantığın alanı, kapsamı, niteliği ve


yöntemi konusunda yeni fikirler ileri sürülmüştür.1

İşte, alan, kapsam ve yöntemdeki değişimler ve yeni gelişmeler, genel mantığın


ayrışarak klasik ve modern mantık şeklinde iki kola bölünmesine neden olmuştur. Esa-
sında aynı temel esaslar üzerine dayanan bu mantıklar arasında ciddi bir karşıtlığın
olmadığı, aksine konuşulan dili kendine özgü bir biçimde yorumlaması ve bu dil vası-
tasıyla yapılan akıl yürütmelerle olan yakın ilişkisi nedeniyle klasik mantık, modern
mantığın hazırlayıcısı niteliğindedir. Dolayısıyla her iki mantık dallarını birbirinden
ayrı iki farklı disiplin gibi görmemek gerekiyor2 şeklindeki bazı ortak görüşlere rağ-
men; modern dönem mantıkçılarının ilk dönem mantık anlayışına karşı gösterdikleri
tepki ve eleştirilerinin hat safhalara varması, yeni mantık anlayışını, yeni bir mantık
alanı olarak mantık tarihi içersine yerleştirmiştir.

2. Mantığın Kısa Tarihçesi


Kısmen makale konusuna ışık tutması, kısmen de klasik ve modern dönem
mantık çalışmalarını tanıtmamıza yardımcı olması bakımından mantık tarihinden kısa-
ca söz etmek istiyoruz. Yukarıda da bahsi geçtiği üzere, mantığı sistematik olarak ele
alan ilk düşünür olan Aristoteles mantığın kurucusu olarak kabul edilmektedir. Aristo-
teles’ten önce de mantık çalışmaları elbette vardı; ancak bu çalışmalar bir sistem içinde
gerçekleşen çalışmalar değildi. Dolayısıyla, Aristoteles’ten önceki düşünürlerin çalış-
malarında, sistematik olarak var olmasa da doğru, düzgün ve geçerli akıl yürütme
formlarının kullanıldığı görülmektedir. Aristoteles öncesi mantık çalışmalarını da göz
önünde bulunduğumuz vakit, mantığın ilk dönemlerinden günümüze kadar olan geli-
şimini dört dönemde ele almak mümkündür:
1. Aristoteles Öncesi Dönemde Mantık
2. Aristoteles Döneminde Mantık
3. Ortaçağ’da Mantık
4. Yeniçağ’da Mantık

2.1. Aristoteles Öncesi Mantık Çalışmaları


Mantık çalışmalarının ilk ayağını Antik Yunan düşüncesi oluşturmaktadır. Fel-
sefenin ilk yıllarına baktığımızda, ilk filozofların doğanın düzenliliği ve birliği konula-
rını ele aldıklarını, dolayısıyla da doğanın bir mantık temelinde hareket ettiğine inan-

1 Doğan Özlem, Mantık Klasik/Sembolik Mantık Mantık Felsefesi, İnkılap kitapevi, 8.baskı, İstanbul
2006, s.363.
2 Şafak Ural, Temel Mantık, Çantay Kitapevi, 2.Baskı, İstanbul, 1995, s.5.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Arş. Gör. Gültekin Eroğlu 117

dıklarını görüyoruz. Doğa filozofları olarak anılan bu filozoflar, görünüşlerin gerisinde


keyfi ve gelişigüzel bir yapının değil de düzenli ve kendi içinde tutarlı bir yapının var
olduğuna inanmışlar ve doğanın kendi içinde kapalı bir sistem meydana getirdiğini
savunarak, doğaya ilişkin açıklamaların yine doğanın kendi içinden çıkartılabileceğini
ileri sürmüşlerdir.3

Yine bu dönemde, Elea okulu düşünürleri ile sofistlerin, mantık biliminin ku-
rulması için hazırlık çalışmaları yaptıkları görülmektedir. Elea okulunun önemli tem-
silcilerinden olan Parmenides ve öğrencisi Zenon’nun çalışmalarında mantığın temel
konu ve formlarını görmemiz mümkün. Dil ve mantığı kullanarak sofistlerin karşısın-
da yer alan önemli bir düşünür de Sokrates’tir. Sokrates, çeşitli akıl yürütmeler kulla-
narak karşısındaki kişinin zihninde gizli kalmış konuları açığa çıkarır. İnsan zihnindeki
bilgilerin açığa çıkmasını bir doğuma benzeten Sokrates, bu durumu da doğurtma yön-
temi olarak ele alır. Aristoteles’in hocası olan Platon da gerçek bilginin ideaların bilgisi
olduğunu savunur. Platon’a göre insan; iyinin, doğrunun ve güzelin bilgisine, ancak
ideanın bilgisine sahip olmakla ulaşabilir. Bu anlamda bir tümdengelimsel akıl yürüt-
me yöntemini kullanan Platon, herkes için geçerli olan ideaların bilgisine ulaşmayı
amaçlamıştır. 4

2.2. Aristoteles Dönemi


Bilimler sınıflamasıyla ilgilenen ve bilimleri; teorik bilimler, pratik bilimler ve üre-
tici bilimler 5 şeklinde gruplandıran Aristoteles, mantığı bu sınıflamanın dışında tutar.
Ona göre mantık bir bilim değil, ancak bütün bilimsel etkinliklerin temelinde olması
gereken vazgeçilmez bir araçtır. Mantık sözcüklerin değil, sözcüklerin işaret ettiği dü-
şüncelerin incelenmesidir. Mantık doğal tarihleri bakımından değil, doğruya ulaşma-
daki başarı ve başarısızlıkları bakımından düşüncelerin; şeylerin doğasını meydana
getiren değil, kavrayan düşüncelerin incelenmesidir.6

Aristoteles, mantığın bir araç olduğunu söyleyen ilk filozoftur. O, mantık söz-
cüğünü hiç kullanmamış, bunun yerine ″araç″ anlamına gelen Organon7 sözcüğünü

3 Ahmet Cevizci; İlkçağ Felsefesi Tarihi, Asa Yayınevi, Bursa 2000, s.5.
4 Bkz.: İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, Elis Yay., 3. Basım, Ankara 2005, s.39-40; A. Kadir
ÇÜÇEN, Klasik Mantık, Asa Yayınları, Bursa 2004, s.42.
5 Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 1999, s.137.

6 David Ross, Aristoteles, çev.: Ahmet Turan Arslan – İhsan Oktay Anar – Özcan Yalçın Kavasoğlu – Zer-

rin Kurtoğlu, Kabalcı Yay., İstanbul 2002, s.37.


7Aristoteles’in mantık çalışmaları Antik yorumcular tarafından altı kitapta gruplandırılmıştır: Kategoriler,

Önermeler, Birinci Analitikler, İkinci Analitikler, Topikler ve Sofistik Deliller. Aristoteles’in mantık üzerine
yaptığı çalışmalara ilişkin bu altı kitabı hepsine birden Organon adı verilmektedir. İlk ontolojik kategori
teorisini, formel mantığın ilk gelişimini, (formel ve informel) uslamlama teorisi üzerine bilinen ilk ciddi
118 Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş:
Modern Mantığın Doğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Hususlar

kullanmıştır. Mantığı, bilgiye ulaşmak için bilimlerin kullanacağı bir araç olarak gören
Aristoteles Organon adlı eserinde, yargı formları, önerme türleri, kıyas çeşitleri ve kıyas
kuralları gibi konuları ele almıştır. Ona göre mantığın en önemli işlevi, bazı öncüllerin
kabul edilmesi durumunda, hangi sonuçların bu yargılardan zorunlu olarak çıkacağını
göstermektir.

Aristoteles’in mantık anlayışının temelinde aklın üç ilkesi vardır: özdeşlik, çeliş-


mezlik ve üçüncü halin olanaksızlığı. A→A şeklinde formüle edilen özdeşlik ilkesine göre
bir şey ne ise odur. Düşüncenin en temel ilkesi olarak kabul edilebilen özdeşlik ilkesine
göre bir önermenin doğruluğunun yegane belirleyicisi o önermenin kendisidir. Bu an-
lamıyla özdeşlik ilkesi, her var olan veya düşünülen şeyin, en azından bir bakımdan
diğer bir şeyden farklı olduğunu ve kendisiyle aynı olduğunu ortaya koyan mantıksal
ilke olarak kabul edilebilir.8

Aristo mantığının en önemli buluşu, bir kanıtlama yöntemi olarak kabul edilen
kıyastır. Kıyas, basit anlamda iki öncül ve bir sonuçtan oluşan bir çıkarımdır. Klasik
dönem mantıkçıları kıyası tümdengelimin en mükemmel şekli olarak tarif etmişlerdir.
Bu çıkarımda öncüller sonuca ulaşmamızı sağlamalıdır. Öncüller doğru ise sonuç da
mutlaka doğru olmak zorundadır. Aristoteles’te tümdengelim mantığının öne çıkma-
sının en önemli nedeni, bilginin, kesin, doğru ve zorunlu olmasından kaynaklanmak-
tadır. Ona göre bilgi, zorunlu ve doğru olmalıdır. Bu türden bilgilere ulaşmayı sağla-
yacak akıl yürütme biçimi ise tümdengelimdir. Çünkü tümel önermenin doğru olması
durumunda, tümdengelimle elde edilen bilgiler kesinlik ve zorunluluk taşırlar.

2.3. Aristoteles Sonrası Mantık Dönemi (Orta Çağda Mantık Ça-


lışmaları)
Aristoteles sonrası orta çağda mantık konularıyla ilgili yeni çalışmaların olduk-
ça sönük, durağan olduğunu görüyoruz. Bu dönemde yeni şeyler kazandırmaktan zi-
yade Aristoteles’in mantık eserlerinin çeşitli dillere çevrilerek çoğaltılma yapıldığı gibi
faaliyetler kendini göstermektedir.

Dinin, etkisini her alanda hissettirdiği bu dönemde felsefe de dinin etkisi altına
sokulmuş ve ona, dinin öğretilerini açıklama ve Tanrı’nın varlığını ispat etme görevi
verilmiştir. Bu koşullar altında güdümlü bir düşünce etkinliği haline getirilen felsefe,
kimi küçük kıpırdanmalar dışında pek gelişme gösterememiştir. Bu dönemde ortaya

bilimsel sorgulamayı, modal mantığın ve daha önceki kimi bilimlerin metodolojisine ilişkin temelleri
sunması bakımından Organon önemli bir eser olarak kabul edilmektedir.
8 A. Kadir Çüçen, Mantık, Asa Yayınları, Bursa 1999, s.22.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Arş. Gör. Gültekin Eroğlu 119

konulan mantık çalışmaları da bazı ufak tefek değişikliklere rağmen Aristoteles’in


oluşturduğu sistemden daha ileri gidememiştir.

Gerek İslam dünyasında gerekse Batı’da Aristoteles’in mantık anlayışı yıllarca


hakim olmuş, Stoacıların mantık fikirleri ve çalışmaları Aristoteles mantığı içerisinde
erimiş ve tek otorite olarak hüküm sürmüştür. İslam düşünce ve kültür dünyasında
mantık çalışmaları Aristoteles’in eserlerinin Arapçaya tercüme edilmesiyle başlamıştır.
Bu dönmedeki mantık çalışmaları Fârâbî ile başlar. Fârâbî, Aristoteles’in eserlerini ter-
cüme ederek İslam dünyasında tanınmasında asıl rol oynayan bir filozof olmuştur.
Fârâbî’den sonra İbn Sînâ’nın mantık alanında önemli çalışmaları bulunmaktadır.9 Da-
ha sonra gelen İslam mantıkçıları, Fârâbî ve İbn Sînâ’nın mantık çalışmalarını takip
etmişler, aynı geleneği sürdürmüşlerdir. Ancak, İbn Sînâ’dan sonra gelen bazı mantık-
çıkların mantık eserlerinde çeşitli değişikler yaptıkları İbn Hâldûn tarafından nakle-
dilmiştir. Örneğin, tanım konusu ispat kısmından çıkarılıp beş tümele eklenmiş, kate-
goriler çıkarılmıştır.10

Netice itibariyle, Ortaçağ İslam dünyası ile Hıristiyan dünyasında mantıkçılar


büyük ölçüde Aristoteles mantığını esas almışlardır. Aristoteles mantığı modern bilim-
lerin gelişmesinden sonra bilim yöntemi olarak geçerliliğini önemli ölçüde kaybetmiş-
tir. Ama bir felsefe yöntemi olarak geçerliliğini korumuştur.

2.4. Modern Mantık (Yeni Dönem Mantık Çalışmaları)


Rönesans’la başlayan tabii bilimlerindeki gelişmeler karşısında Aristoteles man-
tığının metot olarak yetersizliği ortaya çıktı. Rönesans’a kadar geçerli olan ve bilgiye
ulaşmak için Aristoteles mantığını temel alarak hareket eden Klasik Mantık, ilk olarak
Descartes, Bacon ve Leibniz’ın çalışmalarıyla 17. yüzyılda farklı bir yönde hareket et-
meye başlamıştır.

Descartes, Aristoteles mantığının temelini oluşturan kıyasların, aslında yeni bir


şey vermediğini, öncüllerde saklı olanın sonuçta tekrarlandığını söyleyerek Aristoteles
mantığını eleştirmiştir. Aristoteles mantığının yetersizliğini ortaya koyan bu eleştiri ile
birlikte Aristoteles mantığı bilimsel yöntem olmaktan çıkarılmış, onun yerine Bacon’un
öne sürdüğü deney ve gözleme dayalı tümevarım metodu bilimsel yöntem olarak yay-
gın bir şekilde kabul görmüştür. Bacon, Aristoteles’in ileri sürmüş olduğu ve ″sağlam
bilginin″ kaynağının tümdengelim olduğunu savlayan görüşü benimsemez ve bilginin
elde edilmesinde dayanılacak tek aracın tümevarım olduğunu ileri sürer. Leibniz ise,

9 Bkz: Necati Öner, Klasik Mantık, Bilim Yayınları, 7.baskı, Ankara 1996, s.17; İbrahim Emiroğlu, Klasik
Mantığa Giriş, s.42.
10 Ahmet Arslan, İbn-i Haldun ve Mantık, Felsefe Yazıları, 3.Kitap, İstanbul 1982, s.15.
120 Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş:
Modern Mantığın Doğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Hususlar

mantık doğrularını akılsal doğrular olarak kabul ederek onları içerikten soyutlamıştır.
Böylece, analitik doğrular olarak nitelik kazanan mantık, formel ve biçimsel düşünce
yöntemi haline gelmiştir11. Leibniz ayrıca aklın ilkeleri olarak kabul edilen özdeşlik,
çelişmezlik ve üçüncü haklin olanaksızlığı ilkelerine ilave olarak, olgusal bir ilke olarak
yeter-sebep ilkesinin de geçerli bir ilke olduğunu savunmaktadır. Bu ilkeye göre ev-
rende var olan her şeyin bir nedeni vardır. Yeterli nedeni olmadıkça hiçbir olgu var
olamaz ve hiçbir yargı doğru olamaz.12

Daha sonra 1847 yılında August De Morgan’ın Formel Mantık ve George Boo-
le’un Mantığın Matematiksel Analizi kitaplarının yayınlanmasıyla mantığın önermeleri
matematiksel işlemler gibi sembolleştirilmiş ve klasik mantık yerini yavaş yavaş sem-
bolik mantığa bırakmaya başlamıştır. Mantık alanında yapılan bu çalışmalar, sembolik
mantığın asıl kurucuları olarak kabul edilen ve 20. yüzyılda ortaya koyulan felsefe ve
mantık çalışmalarının en önemli düşünürlerinden sayılan Gottlob Frege (1848-1925) ve
Bertrand Russell’ın (1872-1970) çalışmaları için de temel oluşturmuştur.

3. Modern Mantığın Doğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Etkenler


17. yüzyılda, tabii bilimlerindeki gelişmelerin felsefe ve mantık alanına da sıç-
ramış olması yeni dönem mantık anlayışının gelişiminin en temel sebebi olarak ifade
edilebilir. Özellikle metot alanındaki gelişmeler Aristoteles mantığının ağır eleştirilere
maruz kalmasına neden olmuştur. Bunun yanı sıra klasik mantığın dil ile sıkı sıkıya
ilişkisi olduğu bilinmektedir. Yeni dönemde, dilin sakıncalarından dolayı mantık kav-
ramları, önermeleri ve çıkarımları sembolik olarak ifade edilme yoluna gidilmiştir.

Makalenin bu bölümünde yeni dönem filozof ve mantıkçıların, klasik mantığa


karşı eleştirilerini ve onda gördükleri eksikleri, gereğinden fazla detaylarına inmeden
genel hatlarıyla ele almaya çalışacağız. Zira, bu eleştiriler, modern mantığın doğuşuna
zemin hazırlayan temel unsurlar olmuştur.

3.1. Metot Alanındaki Gelişmeler


Zihni yanlışlardan ve yanlışa düşmekten koruyan ve diğer ilimler için âlet ola-
rak görülen Mantık ilmi13, kavramları, kavramlardan oluşan önermeleri ve önermeler

11 Bkz., A. Kadir Çüçen, Mantık, s.35; İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.50; Necati Öner, Klasik
Mantık., s.21-22.
12 A. Kadir Çüçen, Mantık., s.24.

13 Mantık ve mantık ilmi hakkında geniş bilgi için bkz.: Necati Öner, Klasik Mantık., s.13-15; İbrahim

Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş., s.10-13; Necip Taylan, Ana hatlarıyla Mantık, Ensar Yay., İstanbul
2010, s.11-15.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Arş. Gör. Gültekin Eroğlu 121

arası ilişkileri, önermeler aracılığıyla düzgün çıkarımlarda bulunmanın ölçü ve kural-


larını incelemeyi konu edinir. Başka bir ifadeyle mantık, verilen ve bilinen materyal-
lerden ya da öncüllerden, verilmeyen ve bilinmeyene ulaşma yollarını inceler ki bu da
akıl yürütme olarak tanımlanmaktadır.

Ayrıca mantık, olguların açıklanması ile değil, doğru düşünme kuralları ile uğ-
raşır. Mantık için düşünme, bir gözlem verisi olarak değil, bazı kurallara göre uygun
yürüyüp yürümemesi yönünden inceleme konusudur. Mantık, bilimdeki betimleme ve
açıklama yerine bir tür değerlendirme işlemi kullanır. Başka bir deyişle düşünmenin
geçerliği ile ilgilenir. Hangi düşünme kalıpları geçerli hangileri geçersiz bu ayrımı
yapmaya elverişli ölçütleri akıl yürütme denilen düşünme biçimine geçerlik niteliğini
veren kuralları saptamaya çalışır.14

Mantıklı düşünme kendisini akıl yürütmede gösterir. Akıl yürütme, zihnin ve-
rilen ve bilinenlerden yola çıkarak bilinmeyenleri elde etme faaliyetidir. Fikirler ara-
sında ilişki kurmaya hüküm denildiği gibi hükümler arasında ilişki kurarak yeni bir
hüküm elde etmeye de akıl yürütme denmektedir. Bu bağlamda mantık ilmi, belirli
önermelerden hareket ederek ve belirli kural ve şartlar koyarak bunlardan başka bir
önerme çıkarmak yollarını gösterir.15

Mantıkta üç türlü akılyürütmeden bahsedilir. Bunlar: Tümdengelim (dedüksiyon),


tümevarım (endüksiyon) ve analoji (temsil). Kısaca tarif etmek gerekirse: Zihnin, tümelden
yola çıkarak tikel veya özel hakkında hüküm vermesine tümdengelim; tikelden yola
çıkarak tümel veya genel hakkında hüküm vermesine tümevarım; tikeller arasındaki
benzerliklerden yola çıkarak yine tikel hakkında hüküm vermesine ise analoji denir.

Bu akılyürüme metotlarından biri olan tümdengelim, mantıkta ilk olarak Aris-


toteles tarafından kullanılan akılyürütme şeklidir. O, tümdengelimin en mükemmel
şekli olarak kıyası sunmuştur. Bu nedenle klasik mantık, akılyürütmede esas olarak
kıyası almıştır. Amaç kıyası incelemektir.

Aristoteles Birinci Analitikler’de, kıyası şöyle tanımlamaktadır: “Kıyas bir söz-


dür ki kendisine, bazı şeylerin konulmasıyla, bu konulan şeylerden başka bir şey, sa-
dece bunlar dolayısıyla zorunlu olarak çıkar.”16 Kıyas, iki önerme hakkında (bu öner-
melerden birinin ya da her ikisinin tümel olma zorunluluğu vardır) verilen hükmün
üçüncü bir önermeyle sonuçlandırılmasıdır.

14 Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, İstanbul 2004, s. 32.


15 İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.135.
16 Aristoteles, Organon III, Birinci Analitikler, çev.: H. Ragıp Atademir, İstanbul 1996, s. 5; Aristoteles

Organon V, Topikler, çev.: H. Ragıp Atademir, İstanbul 1996, s. 3.


122 Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş:
Modern Mantığın Doğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Hususlar

Kısaca, kıyas, akıl yürütmelerin açıklandığı ve geçerlik kazandığı bir formdur.


Bu fonksiyonu ışığında kıyas, düşünceyi sağlam bir şekilde kolaylaştırmaya ve sun-
maya hizmet eder. Bundan dolayı kıyas, düşünce mekanizmasını etkinleştirir. Bu bağ-
lamda kıyasın görevi, önceden sağlam bir şekilde temellendirip kabul ettiğimiz doğru-
lara zıt olabilecek hiçbir şeyi kabul etmememizi sağlamaktır. Bilinen durumlardan tü-
mel önerme oluşturmak ve sonra bu tümel önermeyi bilinmeyen duruma uygulamak
kıyasın başka bir fonksiyonudur.17 Mantıksal geçerliliği sağlama ve öncül-sonuç arası
tutarlılığı belirtme gibi fonksiyonları icra eden kıyas, mantık ilminin merkezî noktasını
teşkil etmektedir.

Tabii bilimler metodolojisindeki gelişmeler felsefe ve mantık alanlarına da sıç-


ramış, özellikle klasik mantıktaki tümdengelim metodunun eleştirilerek yeni metot
anlayışının doğmasına neden olmuştur. Yeni dönem mantık anlayışında tümdengeli-
min karşısında tümevarım metodu yer almıştır. Aristoteles mantığını eleştirenlerin ya
da bu mantığa karşı çıkanların başında Galileo Galilei (1564- 1642), Francis Bacon
(1561-1626), Descartes (1596-1650) ve Stuart Mill (1806-1873) gelmektedir. Bu filozofla-
rın dışında aynı şekilde kıyas mantığını eleştirenler arasında Leibniz (1646-1716) , Kant
(1724-1804) ve Bertrand Russell’ı (öl.1970) sayabiliriz. Tümdengelim metoduna dolayı-
sıyla kıyasa yapılan eleştirileri şöyle özetleyebiliriz:

“Mantık gerçeği araştırmakla yükümlüdür. Hâlbuki o, bunu araştırmak yerine iyice


araştırılmadan elde edilen kavramlar üzerine temellenmiş hataları onaylar ve onları devam etti-
rir.”18 “Mantık kıyaslar ve bir sürü kuralları ile yeni bir şey öğretmekten ziyade, belli bir şeyleri
başkalarına açıklamak yahut bilinmeyen şeyler hakkında muhakemesiz söz söylemekten başka bir
şeye yaramamaktadır.”19 Bu iddialardan birincisi Francis Bacon’a, ikincisi Descartes’e
aittir. Descartes’in iddiasını özetlersek:
1. Mantık kuralları yeni bir şey vermez.
2. Belli olan şeyler yineleniyor.
3. Bilinmeyen şeyler için muhakemesiz söz söyleniyor.

Bu üç maddenin özeti şudur: Mantık = boş ve saçmadır. Bu, mantığa yapılan


ağır bir eleştiridir. İtirazın çok katı olduğu görülmektedir. Bu itiraza göre, ne yapılırsa
yapılsın mantık boşa bir çabadır.

17 Nazım Hasırcı, John Stuart Mill’in Tümevarım Anlayışı, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2005
(Basılmamış Doktora Tezi), s.71.
18 Francis Bacon, Novum Organum, çev.: Sema Önal Akkaş, Ankara 1999, s.10.

19 Descartes, Metot Üzerine Konuşmak, çev.: Mehmet Karasan, İstanbul, 1967, s.20.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Arş. Gör. Gültekin Eroğlu 123

“Kıyas, bilimlerde keşif yapmak için hiçbir fayda sağlamaz. … Kıyas, bilimlerin ilkeleri-
ne uygulanamaz. … O halde bizim tek ümidimiz tümevarımdır.”20 itirazında bulunan
F.Bacon’a göre formel mantık, terimlerin ve açığa çıkarmanın mecbur olduğu kuralla-
rın toplamıdır. Bu nedenle mantık, evren ve dünya hakkında yapılacak keşifler konu-
sunda bize yardımcı olamaz.

Kıyasa getirilen itirazlardan biri de S. Mill tarafından ortaya atılmıştır. Onun iti-
razı, sonuç önermesinin büyük önerme yolu ile ispat edildiği, ama büyük önermenin
doğruluğunun da sonuç önermesinin doğruluğu kadar şüpheli olduğu şeklindedir.
Her insan düşünür
Bende insanım
O halde bende düşünürüm

Kanıtında ″benim düşünür olduğum″ ″Her insan düşünür″ önermesi ile ispat
edilemez. Çünkü, ″Ben düşünürüm″ önermesinden ne kadar şüphe ediyorsam , ″Her
insan düşünür″ önermesinden de o derecede şüphe etmeliyim.21 Başka bir ifadeyle
Mill’e göre kıyas, bir savı kanıtsamadır. Kıyas, sonucun ispatına yarayan bir delil gibi
kullanılmıştır.22 Yukarıdaki örnekte olduğu gibi ″bende düşünürüm″ sonucu, ″her in-
san düşünürüdür″ öncülünden önceden kabul edilmiştir.

Yukarıda özetle vermeye çalıştığımız kıyasa karşı yapılan itirazlar, genel olarak
onun metot olarak yetersiz kaldığını göstermektedir. Ancak bu itirazlara karşı bazı
mantıkçıkların verdikleri cevaplar da azımsanmayacak ölçüdedir. Mantıkçılar, bu
alandaki itirazları ve cevapları ″kıyasın değeri″23 başlığı altında ele alıp incelemişlerdir.
Gayemiz, tümdengelimin tümevarıma ya da tümevarımın tümdengelime olan üstün-
lüğünü veya geçerliliğini ispatlamak değil, mantık tarihinde yaşanan münakaşalara
dikkat çekerek, yeni dönem mantık anlayışının doğuşuna kaynaklık eden metot tar-
tışmalarını ve bu konuda söylenenleri ortaya koymaktır.

Kısaca özetleyecek olursak, modern mantık çalışmalarını yapan filozoflar, kla-


sik mantığın belki de tek ve en temel metodu olan tümdengelimi ciddi bir şekilde eleş-
tirmişler, bu metodun yetersiz kaldığını iddia ederek tümevarımın kabul görmesini
istemişlerdir.

20 Francis Bacon, Novum Organum, s.10.


21 Bekir S. Gür, Matematik Felsefesi, Kadim Yayınları, Ankara 2004, s.34.
22 İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s. 189.

23 Bkz.: İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.185-195; Necati Öner, Klasik Mantık, 167-173; Necip

Taylan, Ana hatlarıyla Mantık, s. 229-236.


124 Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş:
Modern Mantığın Doğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Hususlar

3.2. Dil Alanındaki Gelişmeler: Sembolik Dilin Kullanımı


Şüphesiz, dil konusu, felsefe ve mantık ilmini oldukça meşgul etmiştir. Bu meş-
guliyet ve ilgi alanı dolayısıyla dil felsefi, felsefenin bir alt birimi olarak yerini almıştır.
Mantık ve dil arasındaki ilişki konusu elbette ki dil felsefesi ve felsefi mantığın önemli
konuları arasında yer almaktadır. İbn Sînâ, Russel, Wittgenstein, Grünberg gibi filozof-
ların dil konusunda önemli çalışmalarının olduğu bilinmektedir. Ancak, bu konuyu,
yani mantık-dil ilişkisini, dil felsefesinin de ilgilendiği konular arasında yer alan
″anlama, belirsizlik ve çok anlamlılık″ açısından değerlendireceğiz. Yaklaşımımız, salt
veya genel anlamda bir dil felsefesi şeklinde olmayacaktır. Buradaki amacımız, klasik
mantığın dille yakından ilgili olması ve kullanılan dilin çeşitli sakıncalarından dolayı
modern mantığın (sembolik mantığın) doğuşunun bir başka nedeni olarak dil konusu-
nu ele alacağız.

Dil ve mantık arasında sıkı bir ilişki vardır. Dilbilgisi hatasız ifade etmenin,
mantık ise doğru düşünmenin kurallarını vermektedir. Dilin sözle olan ilişkisi ile man-
tığın kavramlarla olan ilişkisi arasında bir paralellik mevcuttur. Şöyle ki, gramer bir
milletin diliyle ilgili bütün kuralları incelerken, mantık tüm insanlığın düşüncesine ait
zihin işlemlerinin kanunlarını inceler. Mantık, kullanılan dilin, kavram ve terimlerin
sınırlarının iyi çizilmesi, anlam belirsizliğine veya çok anlamlılığa kayılmamasını, kul-
lanılış şekillerinin belirgin kısacası, açık, seçik ve kesin olmasını ister.24

Klasik mantık dille yakından ilgilidir. Formel olarak adlandırılmış olsa da, ko-
nuşma dilini kullandığı için mantık işlemlerinde içeriğin etkisinden pek sıyrılamaz.25
Mantık, doğru ve tutarlı düşünmenin tespitini yaparken düşünmeyi ifade eden dil
üzerinde durur. Düşüncelerimiz, fikirlerimizi sözlerle, yani dille ifade ederiz. Sözler,
zihinde tasarlanan düşüncenin taşıyıcısıdır. Fikirlerimizi açıklamada kullandığımız
kelimeler sadece fikirlerimizi değil, aynı zamanda duygularımızı da ifade ederler.26 Bu
nedenle düşüncelerimizi aktarmakta kullandığımız dilin bazı sakıncaları da söz konu-
su olabilir. Konuşulan dilin bu bazı sakıncalarını şöyle sıralayabiliriz: anlama veya anlam
sorunu, belirsizlik ve çok anlamlılık27gibi. Anlama, belirsizlik ve çok anlamlılık hem dilin

24 Bkz.: İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.26; Teo Grünberg, Felsefe ve Felsefi Mantık Yazıları,
Yapı Kredi Yay., İstanbul 2005, s.102.
25 Necati Öner, Klasik Mantık, s.14.

26 İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.26.

27 Anlama, belirsizlik ve çok anlamlılık üzerine oldukça detaylı bir çalışma, Teo Grünberg tarafından k a-

leme alınmıştır. O, dilin gramer yapısı ile kavramların, terimlerin, deyimlerin anlamları arasındaki ili ş-
kiyi detaylı şeklide incelemiştir. Bkz.: Teo Grünberg, Felsefe ve Felsefi Mantık Yazıları, s.102-202.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Arş. Gör. Gültekin Eroğlu 125

yapısıyla hem de sözü kullanan kişiyle birlikte yorumlayanın durumuyla ilgilidir. Bu


ise sözün ya yanlış aktarılmasına ya da yanlış anlaşılmasına neden olmaktadır.

Yukarıda da belirtildiği üzere konuşulan dilin söz konusu bazı sakıncalarından


kurtulmak için geçen yüzyılın ikinci yarısında mantık için, konuşma dilinden farklı,
sembolik bir dil yapma yoluna gidilmiştir. Matematik ve Cebir’in işlem ve işaretlerinin
mantık önermelerinde kullanılmasıyla (önermelerin sembolleştirilmesiyle) yeni mantık
anlayışı gelişmiş, bu da sembolik (modern/yeni) mantık adıyla felsefe ve mantık tari-
hinde yerini almıştır.

Leibniz, De Morgan, Boole ve S. Jevons gibi filozof ve matematikçiler, matema-


tiği örnek alarak mantığı yeniden kurmaya yönelmişlerdir.28 Dolayısıyla sembolik
mantığın kurucuları felsefeciler değil, matematikçiler olmuştur diyebiliriz.

Matematiksel mantık ya da sembolik mantık olarak adlandırılan formelleştiril-


miş mantık bir program olarak ilk kez Leibniz tarafından düşünülmüştür. Leibniz ça-
ğının cebirsel kalkülünü örnek almıştır. Formelleştirilmiş bir sistemde temel simgeler
ve yapısal yasaları içeren bir simgeler topluluğu, gerekli tanımlar, temel önermeler ve
dedüksiyon kuralları yer alır. Formelleştirilmiş mantıkta sistem yorumdan bağımsız-
dır. Simgeler, geleneksel mantıkta sözel sentaksa dayalı olan ve kuruluş olanakları ba-
kımından çok sınırlı olan ifadelerin kuruluşu ve bu ifadeler hakkındaki dedüksiyonlar
için sınırsız olanaklar sağlarlar.29

Kısaca ifade etmek gerekirse, modern mantık çalışmalarında sembolik dilin kul-
lanımıyla önermeler ve çıkarımlar sembolleştirilerek dildeki hata ve eksikler gideril-
mek istenmiştir. Modern mantık, çeşitli denetleme yöntemleri geliştirmiştir. Böy-
lece bu denetleme yöntemleri bizi günlük dilin çok anlamlılığından arındırarak,
sembolik dilin objektifliğine ve tek anlamlılığına götürmektedir.
Şimdi, önerme ve çıkarımların sembolik ifadelerinin nasıl ve neler olduğunu
(gereğinden fazla detaya girmeden/genel hatlarıyla) örnekleriyle birlikte inceleyelim.

Sembolleştirme, önerme sembolleri ve mantık değişmezleriyle, günlük dildeki


önermelerin ve çıkarımların sembolik dile çevrilmesidir. Tek bir basit önerme p, q, r, s,
t, v..... gibi küçük harflerle sembolleştirilir. Bileşik önermelerde ise önce ana eklem bu-
lunur ve bileşenler paranteze alınarak sembollerle gösterilir.
Ahmet çalışıyor önermesi tek yargı içerdiğinden bir harfle yani “p” ile sembolleş-
tirilir. Ancak;

28 Necati Öner, Klasik Mantık, s.21.


29 Doğan Özlem, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1997, s.34-35.
126 Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş:
Modern Mantığın Doğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Hususlar

Ahmet çalışır ise başarılı olur önermesi ise bileşik olup, iki önermelidir.
p  q
Yağmur yağar ve ürün bol olursa herkes mutlu olur ise, üç önermelidir.
p  q  r
Bir çıkarımın sembolik gösterimi ise şöyledir:
I.öncül Bir öğrenci zeki ve çalışkan ise başarılı olur
p  q  r
II.öncül Ali zeki ve çalışkandır
p  q
Sonuç O halde ali başarılı olur
 r

Bu çıkarımın sembolik ifadesi ise, (pΛq) r, (pΛq) r şeklinde olur.

Önerme eklemlerinin sembolik mantıkta kullanılış biçimleri:

Sembolik Man-
Önerme Eklemi Sembolü Kullanımı Örnek Önerme
tıkta Kullanımı
Değilleme Ekle-
 “değil” Seda avukat değildir. p
mi

Tümel Evetleme
 “ve, ne, ne de, Seda ve Ercan avukattır pq
Eklemi
hem, hem de”

Tikel Evetleme  “veya, ya da” Şiirlerinde veya öyküle- pq


Eklemi rinde yeni bir anlatım
yoktur

Koşul Eklemi
 “ise” Çalışkansa başarır pq

Karşılıklı Koşul
 “ancak ve ancak” Sinem ancak ve ancak pq
Eklemi
çalışırsa başarır

Bileşik önermeler ana eklemlerine göre tanımlanır. Aşağıdaki çizelge bu tanım-


lamaları göstermektedir.

Bileşik Önermeler Tanımlama

P Değilleme önermesi
pq Tümel evetleme önermesi
pq Tikel evetleme önermesi

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Arş. Gör. Gültekin Eroğlu 127

pq Koşul önermesi


pq Karşılıklı koşul önermesi

Bir bileşik önermede, önermenin tümünü etkileyen ekleme ana eklem, birbirine
bağlanan önermelere ise ana bileşenler denir. Aşağıdaki örnekler, ana eklem ve ana
bileşenleri göstermektedir.

~p ~ p
ana eklem ana bileşen

p q p q
ana bileşen ana eklem ana bileşen
~pvq ~p v q
ana bileşen ana eklem ana bileflen
~ (pvq) ~ pvq
ana eklem ana bileşen

[(pΛq) p] r [(pΛq) p] r
ana bileşen ana eklem ana bileşen
~ [(pvq) (pΛq)] ~ [(pvq) (pΛq)]
ana eklem ana bileşen
[~(pv~q) (pvq)] ~(pv~q) (pvq)
ana bileşen ana eklem ana bileşen

Önermeler mantığı önermeleri nitelik yönünden ele aldığı için önermelerin ni-
celiğini göstermede yetersizdir. Örneğin, "Bazı hayvanlar dört ayaklıdır" ve "Bütün hay-
vanlar canlıdır" önermelerini ele alalım. Önermeler mantığında bu önermeler birer basit
önermedir ve p, q gibi sembollerle gösterilir. Ne var ki, bu önermelerden birincisi tikel,
ikincisi tümel bir önermedir. Bir önermeyi p, q gibi sembollerle sembolleştirdiğimizde
onun tümel mi ya da tikel mi olduğunu anlayamayız. Yani niceliği konusunda bize
bilgi vermez. Bu nedenle niceleme mantığına gereksinim duyulmuştur.

Niceleme mantığı, önermeler mantığının bu tür eksikliklerini ortadan kaldırır


ve önermelerin ve çıkarımların daha ayrıntılı sembolleştirilmesini sağlar. Önermeler
mantığında kullandığımız bütün mantık değişmezleri (~, Λ, v, , ) niceleme mantı-
ğında da kullanılır. Ayrıca, niceleme mantığının kendine özgü değişmezleri vardır.

Niceleme mantığında sembolleştirme şöyle yapılır:


128 Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş:
Modern Mantığın Doğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Hususlar

• Önermelerin öznesi a, b, c..... gibi sembollerle gösterilir. Bunlara ad sembolleri


denir.

• Önermelerin yüklemleri F, G, H gibi sembollerle gösterilir.

Örneğin, "Filiz konuşkandır" önermesini alalım. "Filiz" öznesini "a" harfi ile,
"konuşkandır" yüklemini F harfi ile sembolleştirelim. Bu durumda, "a, F’dir" gibi bir
ifade ortaya çıkacaktır. Niceleme mantığında bu önerme, önce yüklem sembolü, daha
sonra ad sembolü biçiminde yazıldığı için, yukarıdaki önermenin en son biçimi "Fa"
olacaktır.
Ad sembolü a, b, c ≡ Gül, Fuat, Zeynep
Yüklem sembolü F, G, H ≡ çalışmak, gitmek, yürümek, konuşmak
Handan öğretmendir ≡ Fa
Osman muhasebeci değildir ≡ ~Fa
Özkan ve Sevda evlidirler ≡ Fab
Ömer, Murat ve Tuba öğrenci değildir ≡ ~Fabc

Niceleme mantığında bileşik önermeleri aynı kurallara uyarak sembolleştirebi-


liriz. Örneğin, "Öğretmen güzel anlatırsa biz kolay öğreniriz" önermesi bileşik bir
önermedir ve aşağıdaki gibi sembolleştirilir:
Öğretmen güzel anlatır ise biz kolay öğreniriz
a F b G

Dolayısıyla, önermeler mantığında p q biçiminde sembolleştirilen bir öner-


me, niceleme mantığında Fa Gb biçiminde sembolleştirilir.
Önermeler Mantığı Niceleme Mantığı

Ali çalışkandır p Fa
Ayşe çirkin değildir p Fa
O gelirse ben giderim pq FaGb
Ahmet çalışkan ve zekidir pq FaGa

Önermelerin niceliğini gösteren "bütün", "bazı", "tüm", "kimi" gibi terimlere ni-
celeyici adı verilir. Niceleme mantığında tümel ve tikel niceleyici olmak üzere iki tür
niceleyici vardır. Tümel niceleyici " ", tikel niceleyici ise " " sembolü ile gösterilir.

Sembolik mantıkta kiplikli önermeler de sembolleştirilerek formüle edilmiştir.


Bilindiği üzere kiplik, önermenin dile getirdiği durumun gerçek, zorunlu ve mümkün
olup olmaması halidir. Önermeler kiplerine göre gerçek, zorunlu ve mümkün olarak
üçe ayrılır. Kiplik mantığı zorunlu ve mümkün önermeleri kapsayan mantıktır. Kiplik

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Arş. Gör. Gültekin Eroğlu 129

mantığında, zorunlu eklemi ile kurulan önermelere zorunlu önerme, mümkün eklemi
ile kurulan önermelere de mümkün (olanaklı) önerme denir.

Zorunlu eklemi "□" sembolüyle, mümkün önerme "◊" sembolüyle gösterilir. Bu


sembollere kiplik değişmezleri adı verilir. Kiplik değişmezleri, verilen bir önermeden
yeni bir önerme oluşturmaya yarar.

Kiplik Değişmezleri

Zorunlu □
Mümkün ◊

Pamuğun yumuşak olması zorunludur = p zorunludur = □p

Pamuğun yumuşak olması mümkündür = p mümkündür = ◊p

Kiplik mantığı, kiplik değişmezleri yanı sıra, önermeler mantığındaki mantıksal


değişmezleri de (~, Λ, v, , ) kullanır.

Zorunluluk kipiyle kurulan bir önermenin doğruluğu, gerçek dünyada olduğu


gibi tüm olası dünyalarda da zorunludur. Yani, zorunluluk kipiyle kurulmuş bir
önermeyi her zaman böyle bir zorunluluk varmış gibi düşünmek gerekir. Mümkünlük
kipiyle kurulmuş bir önermenin doğruluğu ise, en az bir dünya için (gerçek dünyada
ya da var olabilecek başka bir dünyada) doğrudur. Dolayısıyla, kiplik mantığında
önermelerin alabileceği doğruluk değerleri aşağıdaki gibi olacaktır.
Önerme p □p ◊p
1. Pamuk yumuşaktır D Y D
2. Pamuk yumuşaktır veya pamuk yumuşak de- D D D
ğildir Y Y D
3. Pamuk yumuşak değildir Y Y Y
4. Pamuk yumuşaktır ve pamuk yumuşak değil-
dir

3.3. Çok Değerli Mantık Sisteminin Gelişimi


Mantıkta kavram oluşturma, önerme kurma ve çıkarım yapma işlemleri, bir ta-
kım temel ilkeler aracılığıyla gerçekleştirilir.30 Mantıkta kullanılan temel akıl yürütme
ilkelerinin; özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkansızlığı şeklinde üç ana ilkeden oluş-
tuğu ifade edilir. Bunlar akıl için evrensel ve zorunludurlar. Evrensel oluşları, her renk
her çağ ve her insan için geçerli olmalarından; zorunlulukları ise bunlara uymayan

30 Doğan Özlem, Mantık Klasik/Sembolik Mantık Mantık Felsefesi, s.47.


130 Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş:
Modern Mantığın Doğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Hususlar

zihin işlemlerinin bir şey ortaya koyamaması, kendini ifade edememesi ve bir türlü
anlaşmayı sağlayamamasından dolayıdır.31

Düşünülmüş olan herhangi bir şey mantıkta, ″kendi olan″ ve ″kendinden başka
bir şey olmayan″ olarak kavranır. İşte, bir şeyi ″kendi olan″ şeklinde düşünmemizi
sağlayan en temel ilke özdeşlik ilkesidir. Yani bir şey ne ise odur. Her şey kendisinin
aynısıdır. Ama bu ilke bir şeyin zihindeki tasarımı için zorunlu olmakla birlikte yeterli
değildir. Çünkü o şeyin aynı zamanda ″kendinden başka bir şey olmayan″ şeklinde
tasarlanması gerekir ki bu ikinci ilke de çelişmezlik ilkesidir. Kısacası çelişmezlik ilkesi,
özdeşlik ilkesinin bir tasdiki, bir onaylanışı olarak yorumlanabilir. Bir şeyin kendisin-
den başka bir şeyle özdeş olduğunu düşünmek çelişkidir. Bu ilkeye göre, bir şey aynı
zaman ve şartlar içerisinde hem kendisi hem de başka bir şey olamaz. Bu iki ilke ya-
nında, üçüncü halin imkansızlığı (olmazlığı) ilkesi ise, düşünülebilen her şeyin ya kendisi
ya da kendisi dışında bir şey olabileceğini, ancak üçüncü bir durumun olamayacağını
bildirir.32 Bir şey ya vardır ya yoktur, bunun ortası olamaz.33 Başka bir ifadeyle, iki çeli-
şik ifadeden biri doğru ise öteki zorunlu olarak yanlıştır, üçüncü ihtimal söz konusu
değildir.34
Bu üç ilkeyi şu şekilde formüle edebiliriz:
A, A dır. = özdeşlik ilkesi.
A, A olmayan değildir = çelişmezlik ilkesi.
Her X, ya A ya da A olmayan olmak zorundadır = üçüncü halin imkansızlığı il-
kesi.

Bu üç temel ilke aslında tek bir ilkeye, özdeşlik ilkesine indirgenebilir veya di-
ğer iki ilke, özdeşlik ilkesinin türevleri olarak görülebilir. Bu genel anlamda tüm man-
tıkların özdeşlik ilkesine dayalı bir sistem olarak görülmesini sağlar. Yeni mantık ça-
lışmalarında üçüncü halin imkansızlığı ilkesini vazgeçilmez saymayan mantıkçılar
yanında, çelişmezlik ilkesini bile zorunlu görmeyenler vardır. Dolayısıyla tüm mantık-
çıların üzerinde uzlaşı sağladıkları tek bir mantık sistemi ve zihin işlemleri ilkelerinden
bahsetmek mümkün değildir. Ancak, günümüz tartışmaları da içinde olmak üzere,
mantığın asırlardır sarsıntıya uğramamış tek ilkesi, özdeşlik ilkesi olmuştur.35

31 İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.15.


32 Bkz.: Doğan Özlem, Mantık Klasik/Sembolik Mantık Mantık Felsefesi, s. 47; İbrahim Emiroğlu, Klasik
Mantığa Giriş, s.17-18; Necip Taylan, Anahatlarıyla Mantık, s.97-105.
33 Aristoteles, Metafizik, çev.: Ahmet Arslan, C.I, İzmir 1985, s.232.

34 Aristoteles, Organon II, çev.: Hamdi Ragıp Atademir, İstanbul 1989, s.14.

35 Doğan Özlem, Mantık Klasik/Sembolik Mantık Mantık Felsefesi , s.53.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Arş. Gör. Gültekin Eroğlu 131

Bu üç ilkeye dayanan mantığa ″iki değerli mantık″ denir. Bu ilkenin, çok değerli
bir mantık sisteminde geçerliliğinin olamayacağı açıktır.36 Söz konusu üç temel mantık
ilkesinin klasik dönem mantık anlayışında geçerli olması veya bunun üzerine kurul-
muş olması, geleneksel mantığın iki değerli mantık olarak tanımlanmasına neden ol-
muştur.

İki değerli mantıkta önermeler, doğru ve yanlış olmak üzere iki değer alabilir.
Çünkü özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü hâlin olanaksızlığı ilkelerine göre,önermeler
başka bir değer alamaz. Bu üç ilkeye göre önermeler ya doğrudur ya da yanlıştır. An-
cak bu durum bir takım önermelerin değerini belirlememizi engeller. Örneğin, "Bu yaz
tatile gideceğim" biçimindeki bir önermeye, geleceğe ilişkin bir bilgi verdiği için doğru
ya da yanlış diyemeyiz. Bu türden önermelerin doğru ya da yanlış olması olasıdır, an-
cak kesin değildir. Dolayısıyla, bu anlamda klasik mantığa getirilen eleştiriler çok de-
ğerli mantığın gelişmesine neden olmuştur.

Çok değerli mantık, 1900’li yılların ilk çeyreğinde post modern mantıkçılar ta-
rafından geliştirildi. Bütün önermeleri doğru ve yanlış diye iki kesin öbeğe ayırmanın
felsefi tutarlılık açısından pek doyurucu olmadığı görüşünden hareket eden bu man-
tıkçılar, klasik iki değerli mantığın karşısına tutarlı bir çok değerli mantık sistemi çı-
karmanın ilginç olabileceği kanısındaydılar. Aslında çok değerli mantık düşüncesi,
Aristoteles'in gelecekte olabileceklerle ilgili önermeler üzerindeki çözümlemelerine
kadar geri götürülebilir. Bundan ötürü, kuruluşuna ön ayak olan felsefe ilkeleri bakı-
mından çok değerli mantığın tarihsel gelişmesinde, anlambilimsel (semantik) görüşün
ağır bastığı söylenebilir.

Önermelerin ikiden fazla değere sahip olabileceklerini kabul eden mantık sis-
temine çok değerli mantık denir. Çok değerli mantık içinde, özellikle üç değerli mantık
günümüzde önem kazanmıştır. Üç değerli mantık yanında dört değerli mantık ve hatta
sonsuz değerli olasılık mantığı kurulmuştur. Biz sadece üç değerli mantığa ilişkin bazı
özellikleri göreceğiz. İki değerli mantıkta önermelerin doğru ve yanlış olmak üzere iki
değeri bulunurken, üç değerli mantıkta bu değerlere bir de "belirsiz veya olanaklı" de-
ğeri eklenmektedir. Bu durumda, örneğin bir "p" önermesi doğru, yanlış ve belirsiz
değerler almaktadır. Üç değerli mantığın doğruluk değerleri aşağıdaki gibidir:

Doğru D 1
Yanlış Y 0
Belirsiz B 1/2

36 İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantık, s.18.


132 Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş:
Modern Mantığın Doğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Hususlar

Üç değerli mantık, iki değerli mantıkta kullanılan "değil" (~), "ve" (Λ), "veya"
(V), "ise" ( ), "ancak ve ancak" ( ) gibi mantıksal değişmezleri aynı biçimde kullanır.
Ancak doğruluk tablosu farklıdır. İki değerli mantıkta sadece iki değer olduğundan tek
bir önermenin doğruluk tablosu iki, iki önermenin doğruluk tablosu dört satırdan olu-
şuyordu. Üç değerli mantıkta ise tek bir önermenin doğruluk tablosunda üç, iki öner-
menin doğruluk tablosunda ise dokuz satırı bulunur.

p p p önermesi doğru iken p yanlış, p önermesi


D Y belirsizken p önermesi de belirsiz, p önermesi
B B yanlışken p önermesi doğru değer alır.
Y D

Üç değerli mantıkta önerme eklemleri ile oluşturulan bileşik önermelerin alabi-


leceği doğruluk değerleri aşağıdaki gibidir:
p q pq pq pq pq
D D D D D D
D B B D B B
D Y Y D Y Y
B D B D D B
B B B B D D
B Y Y B B B
Y D Y D D Y
Y B Y B D B
Y Y Y Y D D

3.4. Basit (Yüklemli) Önermelerin Niceliği


Basit önerme, bir konu ile bir yüklemden oluşan bir önerme şeklidir. Bu öner-
melerde konu ile yüklem bir bağ aracılığıyla ya birleştirilir ya da uzaklaştırılır. Başka
bir ifadeyle konu yüklem üzerinde ya onaylanmıştır veya onaylanmamıştır.

Klasik mantık açısından böyle bir hükümde konu ile yüklem vasıflandırılırken,
konu yüklemin içine sokulur. Örneğin, insan ölümlüdür önermesinde konu yüklemin
içine sokulmuştur. Bu, insan sınıfının ölümlüler sınıfı içinde olduğu anlamına geliyor
demektir. Klasik mantıkçılar, önermede konuyu (özneyi) esas alarak önermeleri nice-
likleri bakımından sınıflandırmışlardır:
Önermenin zikredilen konusu tekil ise, tekil önerme: Ahmet öğrencidir gibi.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Arş. Gör. Gültekin Eroğlu 133

Önermenin konusu tümel olup da hüküm, konunun özü kastedilmeyerek yal-


nız ‘unvan-ı mevzu’ üzerine olursa tabii önerme: İnsan cinstir, gibi.
Hüküm, konunun fertleri üzerine olup, nicelik bildirmezse belirsiz önerme: İnsan
ölümlüdür,gibi.
Konunun fertlerinin niceliği belirtilerek sadece bir kısmı kast ediliyorsa tikel
önerme: Bazı insanlar öğretmendir, gibi.
Konunun fertlerinin tümü kast edilerek hüküm tüm fertler üzerinde verilmişse
tümel önerme: Bütün insanlar akıl sahibidir, gibi. 37

Söz konusu bu beş önerme türünden tabii önerme bilimlerde kullanılmadığı


iddiasıyla terk edilmiş, tekil ve belirsiz önermeler de tümel ve tikele irca edilmiştir. Bu
sonuçlar neticesinde geriye iki önerme türü kalıyor: Tümel ve tikel önermeler. Bu
önermelerin nitelikleri de dikkate alındığı vakit, dört önerme çeşidi ortaya çıkmış olu-
yor:
Tümel olumlu A
Tümel olumsuz E
Tikel olumlu I
Tikel olumsuz O

Yukarıda ifade edildiği gibi klasik mantıkçılar önermenin niceliğinden daima


önermenin konusunun niceliğini anlamışlar, yüklemin niceliğine önem vermemişler-
dir. Yüklemin niceliği hususu, Aristoteles’ten beri klasik mantıkçıların dikkatini çek-
mişse de yüklemin niceliğinin belirtilmesinde bir fayda olmadığı gerekçesiyle ele alın-
mamıştır. Klasik mantıkta önemsenmeyip işlenmeyen bu konu, 19. yüzyılda Bentham
ve Hamilton gibi bazı modern İngiliz mantıkçıları tarafından ele alınıp işlenerek man-
tığın konuları arasında yerini almıştır.38

Örneğin, bütün insanlar ölümlüdür tümel önermesinde nicelik konu üzerindedir,


yani konuya aittir. Yüklem olan ölümüdür ifadesinde herhangi bir nicelik belirtilmemiş-
tir. Hamilton’a göre bu durum, dilin bir eksikliğinden ileri gelmektedir. Aslında bu
önermenin zihindeki tasarımında yüklemin niceliği de vardır. Bu önermeyi zihindeki
tasarımıyla tekrar ifade edilecek olursa, bütün insanlar bazı ölümlülerdendir şeklinde ol-
malıdır. Bu nedenle basit önermelerin yüklemlerinin niceliğinin de dikkate alınarak
yapılacak olan sınıflama iki yerine dörde çıkmış oluyor.

Konu ve yüklemi tümel olan (toto-totale)

37 Necati Öner, Klasik Mantık, s.60.


38 Necati Öner, Klasik Mantık, s.63.
134 Klasik Mantıktan Modern Mantığa Geçiş:
Modern Mantığın Doğuşuna Temel Sayılabilecek Bazı Hususlar

Hiçbir kare hiçbir dikdörtgen değildir.


Konusu tümel, yüklemi tikel olan (toto-partielle)
Bütün atlar bazı dört ayaklılardandır.
Konusu tikel, yüklemi tümel olan (parti-totale)
Bazı şekiller bütün dikdörtgenlerdendir.
Konu ve yüklemi tikel olan (parti-partielle)
Bazı üçgenler bazı eşkenarlı şekillerden değildir.

Konu ve yüklemin nicelikleri bakımından yaptığımız bu dörtlü sıralama, öner-


melerin niteliği de göz önünde tutulduğunda sekize çıkmış olur.

Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız unsurları modern mantık döneminin baş-


lamasına önayak olan temel etkenler olarak sıralayabiliriz. Elbette ki belirttiğimiz un-
surlar dışında daha pek çok hususların etkisinin olacağı kuşkusuz olup, bunlar sadece
belirttiklerimizle sınırlı değildir. Örneğin, tanım konusu, kavramların nelik ve gerçek-
likleri, kategoriler gibi mantığın bilinen diğer alanlarında da çeşitli eleştirel yaklaşımla-
rın olduğu bilinmektedir. Ancak, bunları temel mantık konuları babında değerlendir-
mek daha doğru olacaktır. Dolayısıyla, söz konusu belerttiğimiz hususları, yeni dönem
mantık anlayışına kaynaklık eden, göze çarpan en temel unsurlar olarak ele alıp değer-
lendirmeye çalıştık.

4. Sonuç
Mantık, ilk dönem mantık çalışmalarından bu yana gerek felsefe gerekse bilim-
ler tarihinde önemli bir yer tutmuştur. Ortaya çıktığı ilk dönemlerinde sistematik ola-
rak ele alınmamış olsa dahi mantığın bazı konularına rastlamaktayız. Onu sistemleşti-
ren ilk filozof ise Aristoteles olmuştur. O, mantığın en temel konularından biri olan
kıyası ele almıştır. Kıyas Aristoteles mantığının bel kemiğidir.

Temelini Aristoteles’in mantık anlayışından alan klasik mantık, özellikle akıl


yürütme ilkeleri, tümdengelim ve dil üzerine oturmuştur. Bu üç temel unsur, klasik
mantığın adeta çekirdeği gibidir. Aristoteles’ten 17.yüzyıla kadar gerek Batıda gerekse
İslam dünyasında oldukça uzun yıllar varlığını sürdüren klasik mantık, tabii bilimler-
deki gelişmelerden etkilenen her alan gibi kendisi de önemli ölçüde etkiye maruz kal-
mıştır. Matematik ve tabii bilimlerdeki gelişmeler mantığa da sıçrayarak mantığın ye-
niden yapılandırılmasına neden olmuştur. Bu gelişmeler ziyadesiyle kendini metot ve
dil alanında göstermiştir. Öncelikle, mantığı, konuşulan dilin çeşitli sakıncalarından
sıyırmak amacıyla sembolik dil kullanımı öne çıkmıştır. Matematiğin işlem ve işaretle-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Arş. Gör. Gültekin Eroğlu 135

riyle mantıktaki kavram, önerme ve çıkarımlar sembolleştirilmeye çalışılmıştır. Bu ge-


lişmenin ardından, tabii bilimlerde geliştirilen tümevarım, tümdengelimin karşısına
konarak yeni metot çalışmaları başlatılmıştır.

Yeni dönem mantık çalışmaları, bir anlamda, felsefenin kolu niteliğinde olan
klasik mantığın felsefeden ayrılmasına neden olmuştur. 17. ve 18. yüzyıllarda sembolik
mantık çalışmalarına imza atanlar felsefecilerden ziyade matematikçiler ve fizikçiler
olmuştur.

Kimi modern mantıkçıların klasik mantığa getirdikleri eleştiriler küçümsene-


meyecek ölçüde önemlidir. Ne var ki, bu itirazlara karşı verilen cevapların ve savun-
maların da o denli önemli olduğunu görmekteyiz. Sistem, metot ve alan bakımından
aralarında farklılıklar olsa da klasik mantığın genel anlamda mantığın temelini teşkil
ettiğini unutmamak gerekir. Genel kanaatimiz, yeni dönem mantık çalışmalarının
mantık tarihi içinde yerini almış olması, onu, kökeninden ayıran bir vasıf olarak gö-
rülmemelidir. Klasik mantık eserleri, uzun yıllar medrese ve okullarda okutulmuş ve
okutulmaya devam etmektedir. Temel mantık bağlamında klasik mantığın konularını
öğrenmeden modern mantığın ne olduğunu öğrenmek mümkün değildir.

Kaynaklar
Aristoteles, Organon II, çev.: Hamdi Ragıp Atademir, İstanbul, 1989.
Aristoteles Organon V, Topikler, çev.: H. Ragıp Atademir, İstanbul, 1996.
Aristoteles, Organon III, Birinci Analitikler, çev.: H. Ragıp Atademir, İstanbul, 1996.
Aristoteles, Metafizik, çev.: Ahmet Arslan, C.I, İzmir, 1985.
Arslan, Ahmet, İbn-i Haldun ve Mantık, Felsefe Yazıları, 3.Kitap, İstanbul, 1982.
Bacon, Francis, Novum Organum, çev.: Sema Önal Akkaş, Ankara, 1999.
Cevizci, Ahmet, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Asa Yayınevi, Bursa, 2000.
Cevizci, Ahmet, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999.
Çüçen, A. Kadir, Klasik Mantık, Asa Yayınları, Bursa, 2004.
Çüçen, A. Kadir, Mantık, Asa Yayınları, Bursa, 1999.
Descartes, Metot Üzerine Konuşmak, çev.: Mehmet Karasan, İstanbul, 1967.
Emiroğlu, İbrahim, Klasik Mantığa Giriş, Elis Yay., 3. Basım, Ankara, 2005.
Grünber, Teo, Felsefe ve Felsefi Mantık Yazıları, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2005.
Gür, Bekir S., Matematik Felsefesi, Kadim Yayınları, Ankara, 2004.
Hasırcı, Nazım, John Stuart Mill’in Tümevarım Anlayışı, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, An-
kara, 2005, (Basılmamış Doktora Tezi).
Öner, Necati, Klasik Mantık, Bilim Yayınları, 7.baskı, Ankara, 1996.
Özlem, Doğan, Mantık Klasik/Sembolik Mantık Mantık Felsefesi, İnkılap kitapevi, 8.baskı,
İstanbul, 2006.
Ross, David, Aristoteles, çev.: Ahmet Turan Arslan – İhsan Oktay Anar – Özcan Yalçın Kava-
soğlu – Zerrin Kurtoğlu, Kabalcı Yay., İstanbul, 2002.
Taylan, Necip, Anahatlarıyla Mantık, Ensar Yay., İstanbul, 2010.
Ural, Şafak, Temel Mantık, Çantay Kitapevi, 2.baskı, İstanbul, 1995.
Yıldırım, Cemal, Bilim Felsefesi, İstanbul, 2004.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 137-161

Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd


Recep Özdemir
İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Hukuku Ana Bilim Dalı Yüksek
Lisans Öğrencisi
Özet
Taklîd, İslâm Hukuk Usûlünde tartışılan önemli hususlardan birisidir.
Araştırmanın konusu olan taklîd, delilsiz olarak başkasının görüşüne tabi olmak
şeklinde yapılan tanımıyla, sebepleriyle ve çeşitleriyle İslâm inanç ilkelerine ve
fıkhına olan etkisiyle önemli bir konudur. Taklîdin tartışılması, içtihadın tartışıl-
ması kadar uzun bir geçmişe dayanır. İslâm usûlüne dair yazılan eserlerde önemli
bir mevkiyi işgal eden taklîd, genelde içtihad kadar üzerinde durulmamıştır. Bu
makale bir bakıma bu açığı gidermeye yöneliktir.
Anahtar Kelimeler: Taklîd, İslâm Hukuku, İçtihad
Abstract
Repitition According to Islavamc Law Methodology
Repetition, is one of the important issues discussed in Islamic Law. The re-
search subjetc the repetition, in the form of definition, as the devoid of any eviden-
ce of being subject to someone else's opinion, variety of purposes and principles
of the Islavamc faith and the influence ofjurispru-dence an important issue. Dis-
cussion of repetition, so long a time is based on discussion of ijtihad. Works written
about Islavamc Law, the occupying an important position on the repetition gene-
rally is not addressed as ijtihad. This article is intended for a way to resol-
ve this vulnerability.
Key Words: Repetition, Islamic Law, Ijtihad

Giriş
İctihad, tarih boyunca müslümanların din ve dünya yaşantılarında hayatın bir
gerçeği olduğu gibi, taklîd de hayatın bir gerçeğidir. Günlük hayatta içtihad gerektiren
birçok durum mevcuttur. İçtihat ise her müslümanın yapabileceği bir faaliyet değildir.
İçtihat etmek, kişide, alet ilmine sahip olmak, ictihat melekesine sahip olmak gibi belli
bir takım şartlar bulunmasını gerekli kılar.

Bir bakıma içtihadın zıttı sayılan taklîd ise içtihad etme melekesinden yoksun
müslümanın günlük hayatıyla ilgili olarak içtihada nazaran ibadet yaşamında daha
fazla yer tutar. Zira, içtihadın sadece fıkıh ilminde ileri bir seviyeye ulaşmış fakihlere
has olması, şartlarının ağır olması, taklîdi müslümanların ibadet hayatı için kaçınılmaz
bir olgu kılmaktadır.

Bu sebeplerden dolayı, kimler taklîd edebilir, kimler ictihatla kendi görüşlerine


göre hareket edebilir; taklîdin caiz olup olmadığı hususlar fakihler arasında ihtilaflı
konulardandır. Bu tartışmaların, taklîdi fıkıh usûlünde ayrı bir başlık altında incele-
138 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd

meyi gerekli kıldığı görülür. Hicrî dördüncü asırdan sonra fıkıh usûlüne dair yazılan
eserlerin büyük çoğunluğunda taklîd konusu ele alınmıştır. Zira, hicrî dördüncü asır-
dan sonra bir takım sebepler yüzünden taklîd meselesi ulemanın gündemine taşınarak
tartışılmaya ve üzerinde derin analizler yapılmaya başlandı. Bu sebeplerin başında
mezheplerin teşekkülünü tamamlaması sayılabilir. Zira, bu süreçle birlikte mezhepler
arasında tartışmalar ortaya çıkmış; mezhepleşme olgusu, beraberinde taklîdi ve mez-
hep taassubunu doğurmuştur. Mezheplerin doğmasıyla birlikte topluma, içtihat etme
kudretinin sadece bazı büyük alimlere has olduğu, içtihad etme kudretinden yoksun
kimselerin önde gelen alimleri taklîd etmesi gerektiği şeklinde bir düşünce hakim ol-
maya başladı.

Bu nokta-i nazar itibariyle İslâm dünyasının müçtehid imamlar döneminden bu


güne kadar tartıştığı ve üzerinde büyük oranda fikir birliğine varamadığı en önemli
husus şüphesiz içtihad-takîd zemininde cereyan eden tartışmalar oldu. Bu durum ko-
nuyu önemli kılmaktadır. Zira, İslâm dünyasının fikrî manada gelişmesi için, İslâm
dünyasını durgunluğa sevk eden taklîd olgusunu derinlemesine araştırması, taklîd
ruhunun dumura uğrattığı içtihada işlerlik kazandırılmasının gerekliliği ortadadır.

Araştırmamızın konusunu teşkil eden taklîd, öncelikle müslüman bireyin iti-


kadî ve amelî yaşamıyla ilgilidir. Fakat bu husus maalesef müslüman toplumun diğer
yönlerini de etkilemiştir. Müslüman bireyin amelî hususlarda taklîde düşmesiyle bir-
likte İslâm dünyasında fıkıh kitaplarına konu olan taklîd dönemi başlamıştır. Taklîdin
yoğun yaşandığı söz konusu dönem yakın zamana kadar hükmünü sürdürmüştür.

Müslüman toplumun geleceğini garanti etmesi için diğer medeniyetleri ince-


lemesinin yanında, onların yaydığı fikri ve kültürel atmosferin içinde kaybolup git-
memesi için kendi medeniyetinin mirasını zamanın getirdiği şartlar çerçevesinde yeni-
den yorumlaması gerekir. Bu durum taklîdin araştırılmasını gerekli kılmaktadır.

Biz de bu çalışmamızda fıkıh usûlüne dair telif edilmiş eserlerden yararlana-


rak, önemine binaen taklîd konusunu incelemeye çalıştık.

Çalışma üç ana başlık altında incelenmektedir. Birinci ana başlık altında taklîdin
kelime ve ıstılahî anlamı, taklîdin sebepleri ve çeşitleri; ikinci ana başlık hakkında
taklîdin hükmü işlenecektir. Son ana başlık altında ise taklîdle yakından ilintili olan bir
mezhebe bağlanmanın hükmü incelenecektir

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Recep Özdemir 139

A. Taklîd Kavramı
1. Sözlük Anlamı

Arapça,( ‫) ﺩ ﻝ ﻕ‬kökünden türetilmiş bir mastar olan taklîd kelimesi, ilk anlamına
göre bir hayvana veya insana süs eşyası(kılade) takmak, kılıç takmak, bir kimsenin
omzuna kılıç askısını asmak gibi anlamlara gelir. Kılade diye bilinen süs eşyası, cari-
yeye takıldığı gibi belli olması için kurbanlıklara da takılır.1 Taklîd Arapçada, birinin
başkasına taktığı (yani taklîd ettiği) el-kılâdeh (gerdanlık, madalya, nişan ve benzerle-
rin)den gelir. Kılâde, şöhrete itimat etmek ve kendisine takılan şeyin kaybolmaması
için kullanılan eşya cinsinden bir süs demektir. İslâm’dan önce müşrik Araplar
Kâbe’ye kurban sunmak istediklerinde süslenmiş bir kurbanlığı Kâbe’nin yakınına
bağlarlardı. İslâm geldiğinde müşriklere benzememek için önceleri bu uygulama ya-
saklandı.

Taklîd kelimesi, lügat manası itibariyle “bir kimseye gerdanlık takma”yı içerdi-
ği gibi “bağışta bulunmak”, “işi başkasına havale etmek”, “soytarılık etmeği de içer-
mektedir.3 Ayrıca, “taklîdu’s-seyf” (kılıç takma), “Taklîdu’l Kadâ”(kadılık vazifesi
verme) tabirleri de taklîd kelimesinden türetilmiştir

Taklîdin bir başka sözlük anlamı, hüccet ve delil olmaksızın bir sözü kabul et-
mektir. Diğer bir kelime manası şöyledir: Bir kişinin hakikatin kendisinde olduğunu
itikad ederek düşünme ve delil olmaksızın bir insanın yaptıklarına ve söylediklerine
tabi olmasıdır. Taklîd kelimesi, sonraki dönemlerde “sahte olduğunu beyan etmek”
anlamında olan tezyif anlamında kullanılmıştır. Bu mastarın diğer bir anlamı, “kalp
para basmak”tır. Taklîd kelimesi, zikredilen anlamlarının dışında işi başkasına havale
etme, sorumluluğu bir başkasının boynuna asma, mandacılık gibi anlamları da ihtiva
etmektedir.

1 İbn Manzûr, Lisânu’l Arab, III, 366-367; Şevkânî, İrşâdu’l Fuhul, Dâru’l Fâdile baskısı, Riyad, 2000, I,
1081; Tehânevî, Muhammed Alî, Keşşâfu Istılâhâtı’l-Funûn, Lübnan, 1997, I, 500; Ragıp el-İsfehanî,
Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, Dâru’l-fikr baskısı, Beyrut, 1319, 412; Mevsûatu’l-Fıkhiyye, Zatu’s-Selam
baskısı, Kuveyt, 1983, XIII, 154;; Halid Ramazan Hasan, Mu’cem-u Usûlu’l Fıkh, Dirâsetü’l İnsâniye
baskısı, 91; Zuhaylî, Vehbe, Usûlu’l Fıkhi-İslâmiyyîn, Daru’l-fikr baskısı, Dımeşk, 1986, II, 1119; Ka-
raman, Hayrettin, İslâm Hukunda İçtihad, Ankara, 1975, 205; Atar, Fahrettin, Fıkıh Usûlü, İFAV Yay.,
İstanbul, trs., 319; Karaman, Abdullah, Fıkıh Usûlü, Rağbet Yay., İstanbul, 2010, 341.
2 Zebîdî, Muhammed Murtazâ Hüseynî, Tâcu’l-Arûs, Kuveyt 1971, IX, 66-67.

3 S. Schachat, “Taklîd”, İA, MEB., İstanbul, 1970, XI, 681-683.; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, İstanbul,

1231, I, 675-676.
4 Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlu, İstanbul, 2010, 57; Abdulkerim Zeydan, Fıkıh Usûlü (trc. Ruhi Özcan),

İstanbul, 1982, 532.


5 Curcânî, Alî b. Muhammed Şerîf, Kitâbu’t-Ta’rifât, Beyrut 1985, 65.

6 Mevsûatu’l-Fıkhiyye, XIII, 153.

7 Kavaidu’l Usûl ve Meakîdi’l Fusûl, Kahire, 1973, 123.


140 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd

2. Istılah Anlamı
Taklîd kelimesinin ıstılah anlamı konusunda pek çok tanım vardır. Bu tanım-
lardan bazıları şunlardır:

Istılahda taklîd, mukallidin taklîd olunanın sözünü dinen ve şeran iltizam et-
mesi; mukallidin, taklit ettiği kişinin sözüyle delilini bilmediği için haramı bizzat ha-
ram, helali bizzat helal, ibahayı bizzat ibaha itikat etmesidir.8 Taklîd, delilini bilmeden
bir başkasının re’y ve içtihadına göre amel ve hareket etmek olduğu hasebiyle, bir baş-
ka müçtehidin re’yiyle amel eden kimse, amelinden doğacak sonuçların mesuliyetini
taklîd ettiği kimseye yüklediği için bu fiiline taklîd denilmiştir. Taklîd fiilinde hâsıl
olan mesuliyetler tamamen taklîd olunana raci olunur.

“Taklîd, delilini bilmeksizin, sözü hüccet olmayan kişiden, başkasının görüşü-


nü almaktır. Ebû Hanîfe'nin görüşüne binaen abdestde başının dörtte birini mesheden
veya vitir namazında kunut duasını okuyan kimsenin ya da velisinin izni olmadan
kendi başına nikâh akdine taraf olan buluğ çağına gelmiş kızın durumu gibi.”10

İslâm hukukçularının taklîdin ayrıntılarıyla ilgi farklı görüşleri olmakla birlikte


çoğunluğu, taklîdin tanımıyla ilgili olarak benzer görüşlere sahiptirler. Mesalâ, Cu-
veynî’ye(ö. 478) göre taklîd,”görüşü delil olmayan başka bir kimsenin görüşüyle her-
hangi bir delil olmaksızın amel etmektir.11 Buna göre Resulullah’ın sözüyle amel et-
mek, bir asrın müçtehitlerinin üzerinde icma ettiği bir görüşe göre hareket etmek,
avam birinin müftinin fetvasıyla amel etmesi, kadıların adaletin kararlarına göre hü-
küm vazetmesi ve kadı’nın adil bir kimsenin şahitliğine başvurması taklîd olarak de-
ğerlendirilmemektedir. Çünkü bu zikrettiğimiz hususların içinde bulunan Hz. Pey-
gamber’in sözü ve icma, şer’i delillerdendir.12

Hz. Peygamber’in sözü haddi zatında delil olduğu için onunla amel etmek,
taklîd olarak değerlendirilmemektedir. Zira, Hz. Peygamber’e uymayı emreden, “Ey
iman edenler! Allah’a, peygambere ve sizden olan ‘ulu’l-emre itaat edin.”13 ayeti ve bu mana-

8 Muhammed Havamd Osman, Kamûsu’I-Mübîn, Daru’l Hadis baskısı, Kahire, trs, 80.
9 Suyûtî, Celaleddin, Şerhu Kevkebi Sâti’, Kahire, 2000, II, 415; Âmidî, Seyfuddîn Ebî Hasan Alî b. Mu-
hammed, Muntehes Sûl fî İlm-i Usûl, Beyrut, 2003, 351; Karaman, 57; Atar, 319.
10 Şa’ban, Zekiyyüddin, İslâm Hukuk İlminin Esasları(trc. İbrahim Kafi Dönmez), Ankara, 2007, 448.

11 İmamu’l Harameyn el-Cuveynî, el-Varakât, Daru’l Müslim, Kahire, 2003.

12İmâmu’l Harameyn el-Cuveynî, Burhân fî Usûli’l-fıkh, Katar, 1399, II, 1357.

13Nisa, 59.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Recep Özdemir 141

daki diğer pek çok ayet, Hz. Peygamber’e uymayı zorunlu hale getirmektedir.14 Oysa
taklîdin yapısında mecburiyet yoktur. Taklîd eden kendi rızasıyla taklîd etmektedir.15

Hz. Peygamber’in sözüyle amel etmek ittibâ’ olarak kabul edilmektedir.16 It-
tibâ’ ise taklîd olarak değerlendirilmemektedir. Zira, ittibâ’ ile taklîd arasında fark var-
dır. Yukarıda zikredildiği gibi taklîd başkasının sözünü delilsiz almaktır. Ittibâ’ ise her
ne kadar başkasının sözüne tabi olma yönüyle taklîde benziyorsa da başkasına tabi
olma bir delile istinat etmesi sebebiyle taklîtten ayrılmaktadır. Kısaca ittibâ delile isti-
nad ederek başkasının görüşüne göre hareket etmek olmasına karşı taklîd delilsiz amel
etmektir.17

Ravilerden gelen Ahâd veya Mütevâtir haberleri kabul etmek de taklîd kav-
ramını kapsamında değerlendirilmemektedir. Çünkü ravilerin rivayeti, görmeye, mü-
şahadeye, duymaya dayanan haber içermektedir.18 Taklîtten söz edebilmek için ya
görmeye, duymaya dayanmayan bir bilgiye göre hareket etmek ya da bir müçtehidin
kendi dengi olan bir başka müçtehide uyması şeklinde iki durumdan birinin mevcut
olması gerekiyor.19

Aynı şekilde Sahabenin sözüyle amel etmek de taklîd olarak addedilmemekte-


dir. Çünkü Sahabe Hz. Peygamber’in hadisiyle amel etmektedir. Bunun yanısıra Hz.
Peygamber “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğruyu bulursunuz”20
sözüyle Sahabeyi uymayı en azından tavsiye etmiştir.21

14 Ayette geçen Ulu’l-emr’den neyin kasd edildiği tartışma konusudur. Bir rivayete göre ulu’l-emrden
kasıt, alimlerdir. Fakat bu rivayetin metruk olduğu ileri sürülmüştür. Bir diğer rivayete göre ulu’l-
emr’den kasıt fukahalardır. Bu rivayet ise, isnadının zayıf olmasıyla eleştirilmiştir. İbn-i Cerir’in rivaye-
tine göre ise burada kasedilen ehl-i din ve fıkıhtır. Onun bu rivayeti de senedinde bulunan Abdullah
ibn-i Salih’in çokça hata etmesi dolaysıyla eleştiriye uğramıştır. Bakınız: Hatip el-Bağdadî, el- Fakih
ve’l Mutefakkih, Riyad, 1996, I, 162. 1. ve 2. dipnotlarda geçen açıklamalar.
15 Ebu Zeyd, Bekir b.Abdillah, Medhal’il-Fusûl, Daru’l Asime baskısı, I, 62-64; Âmidî, Seyfuddîn Ebî Ha-

san Alî b. Muhammed, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, Riyad, 2003, IV, 269.


16Akberî, Şerhu Risaletî fi Usûli’l-Fıkh, Neşr eden: Said ibn Nâsir, Riyad, 2007, 158.

17 Zuhaylî, II, 1120; Atar, 319.

18Zerkeşî, el-Mensur fi’l-Kavai’d, Kuveyt, 1982, I, 398; İzmirlî, İsmail Hakkı, İlm-i Hilâf(sadeleştiren: Ali

Duman), Malatya 2004, 257-58.


19 Âmidî, İhkâm, IV, 269.

20 İbn Kayyıma göre söz konusu hadis sened itibariyle zayıftır. İbnu’l Kayyim, II, 221. İbn Abdilber’e göre

ise hadisin senedinde bulunan Hâris b. Guseyn meçhul olduğu için, hadisle ihticac edilmez. Ayrıca ha-
disin senedinde bulunan Abdurrahîm b. Zeyd el-Ammî’in yalancı, metruk olduğu, hadsin başka tariki-
nin senedin de yer alan Hamza en-Nasîbî’ini zayıf, münkeru’l-hadis, meçhul, bütün merviyatının
mevzû’ olduğu zikredilmektedir. Geniş bilgi için bkz. İbn Abdilber, Ebî Ömer Yusuf b. Abdillah b.
Muhammed, Câmiû’ Beyâni’l-İlm ve Fadlihi(I-II), Dâru’l-İbn Cevziyye, Riyad, 1994, II, 895; Debûsî, 256;
Şirâzî, el-Luma’, 196; Âmidî, İhkâm, IV, 186; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 118; Şevkânî, II, 337,394-395.
21 İbnu’l Kayyime göre bu hadis sağlam bir tarikle gelmemiştir: İbnu’l Kayyim, II, 221; Hayreddin Kara-

man, İslâm Hukukunda İçtihad, 221.


142 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd

Sünnete göre amel etmek taklid olmadığı gibi icmâya gore amel etmek de aynı
şekilde taklid kapsamında değerlendirilmemektedir. Çünkü icmâ, delilsiz bir hüküm
değil senede dayanan dayanan bir hükümdür.22Bu hususu açıklama kabilinde Hanbelî
fakihlerinden Ebu Hattab, bu noktada ilimleri kendisinde taklîdin söz konusu olmadığı
ve kendisinde taklîdin söz konusu olduğu şeklinde ikili bir ayırıma tabi tutar. Birinci
kısım olan usûliyyîn yani asıllara icmâ ve sünnet de dahildir. Bu kısımda taklîd söz
konusu değildir. Fakat ikinci kısmı teşkil eden furuiyyîn kısmında taklîd geçerlidir.23

Gazâlî(ö. 505), taklîdi “bir sözü delilsiz kabul etmek”24 şeklinde tarif eder. Ona
göre bu durum hem usûl açısından hem furû açısından ilme yol açmadığı gibi ilim
adına da yeni bir şey ortaya koymaz.25

Ibn Hazm’ın(ö.456/1064) taklîdi tanımlarken yürüttüğü mantık oldukça dikkat


çekicidir. Ona göre bir kişinin ya kendi indinde sahih olan bir burhana dayanan ya da
burhana dayanmayan bir itikadı olur. Şayet kendisine göre sahih olan bir burhana da-
yanan bir itikadı olursa burada iki durum söz konusudur; ya bu burhanı zatında sahih
ve hak olur ya da zandan başka bir şey ifade etmeyen bir delil olur. Kişinin burhan
zanettiği kısım zatında şüpheden başka bir şey değildir. Zatında hak ve sahih olan
burhan, Kur’an’ın ve sahih bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşan hadisin metni ve
Kur’an’dan, hadisden alınmış öncüllerdir. Zanna dayanan burhan ise kıyas, mensuh,
mürselden alınan(şey), mahsus(tahsis edilmiş), zayıf ravilerin rivayeti, belağat ve
bütün batıl kaziyyelerdir. Işte ibn Hazm’a göre taklîd bu kısımda cereyan eder. Ona
göre Hz. Peygamber’den sadır olmamış sözlerin haricinde taklîd söz konusu olur. Bu
mana itibariyle taklîd, işi başkasına havale etme anlamında kullanılır.26

Istılahî manada taklîd tanımlanırken, mukallidin taklit ettiği şeyin, bir delile
dayanıp dayanmaması ve peygamberlerin taklîde düşüp düşmeyeceği hususunda
ihtilaflar mevcuttur. Bir tanıma göre taklîd nereden söylediğini bilmeyen birinin sözü-
ne uymak olmasına rağmen, diğer tanıma göre taklîd mukallîdin, sözünü Kur’ân’a,
sünnet ve kıyasa dayandıran kişinin sözüne uymasıdır. Ikinci tanım noktasında Hz.
Peygamberin taklîde düşüp düşmemesi tartışma konusudur.27 Buna göre Hz.

22 Kahraman, 122-138.
23 Karâfî, Şahâbuddin Ebû Abbâs Ahmed b. İdrîs , Nefâisu’l-Usûl fî Şerhil Mahsûl, Mekke, trs., IX, 3918.
24 Gazalî, Ebû Hâmid Muhammed bin Muhammed, Mustasfâ min İlmi’l Usûl, Medîne, trs.,IV, 139.

25 Gazâlî, IV, 139.

26 İbn Hazm, Ebi Muhammed Ali İbn Said, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, nşr. Ahmet Muhammed Şakir,

Beyrut, trs., VI, 59.


27 Âmidî bu hususda şöyle söylemektedir:” Hz. Peygamber’e hata izafe edileceğinden dolayı ashabımız-

dan bir kısmı bunu caiz görmermezken, ashabımızın büyük bir kısmı, Hanbelîler, Ashâbu’l Hadîs,
Cubbaî, Mutezîlenin bir kısmı bunu caiz görmektedir. Geniş bilgi için bkz.: Âmidî, İhkâm, IV, 261.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Recep Özdemir 143

Peygamberin içtihad edip etmeyeceği meselenin ana problemini teşkil etmektedir. Bi-
rinci ihtimal Hz. Peygamberin vahiyle hareket ettiği için içtihat edemeyeceği ve
dolaysıyla taklîde düşmekten beri olmasıdır. Ikinci ihtimal ise, Hz. Peygamberin sözle-
rinin temelinde vahiyden başka kıyasın olabilmesidir. Eğer Hz. Peygamber için kıyas
yapma söz konusu olursa bu durumda O’nun içtihad edebileceği ve taklîde düşe-
bileceği hususu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.28

Bu fikir yürütmeden çıkan sonuca göre, bizim, vahye dayanan peygamberlerin


sözleriyle amel etmemiz taklîd olarak değerlendilmemesine karşın peygamberlerin
kıyasa dayanan sözleriyle amel etmek taklîd olarak değerlendirilir. Çünkü bu durum-
da peygamberler sözlerinin mesnedini tam olarak bilemeyebilirler. Sözlerinin vahye ya
da kıyasa dayanması ihtimal dahilindedir.

Yukarıda zikrettiğimiz itibariyle fıkıh usûlünde ıstılahi mana yönüyle kısaca


taklîd, delilsiz olarak bir sözü kabul etmek ya da sözü, şer’î delillerden birisi olmayan
bir kimsenin sözüyle hiçbir delile dayanmaksızın amel etmektir.

Taklîd, hicrî dördüncü asırdan itibaren usûlde önem kazanmaya başlamıştır.


Müçtehid imamlar ve talebelerinin yaşadığı devir olan hicrî üçüncü asra kadar, bir
mezhebe bağlanmanın hükmü, insanların kitap ve sünnete uymak yerine bir müçtehi-
din görüşüyle amel etmek ile ilgili meseleler üzerinde tartışmalar henüz zuhur etme-
mişti. Sahabe, Tâbiîn ve Etbâ-u Tabiîn döneminde içtihad derecesine ulaşmayanlar,

28Zerkeşî, Bedreddin Muhemmed b. Bahavar b. Abdullah , Bahru’l Mühit fî Usûli’l-Fıkh, Kuveyt, 1992,
VI, 280; Murat Şimşek, Hz. Peygamber’in fiillerinin içtihadî boyutunu konu alan makalesinde Hz.
Peygamber’in kıyasa dayanan fiilleri hakkında şu bilgileri vermektedir:” Fıkıh usûlü eserlerinde Hz. Pey-
gamber’in kıyasa dayalı olarak verdiği hükümlerden bazıları onun ictihadının meşrûluğuna delil olarak zikredilir.
Mesela, 1- öpmenin orucu bozup bozmayacğını soran Hz. Ömer’e “Suyla mazmaza yapınca orucun bozuluyor
mu? işte öpme de bunun gibidir (orucu bozmaz)”"şeklindeki kıyası; 2- ölen babası adına hac yapıp yapamayacağı-
nı soran bir kişiye “Eğer babanın bir borcu olsaydı ve onu ödeseydin, bu yeterli olmazmıydı ne dersin? diye sor-
ması ve şahsın evet cevabına, “Allah’a olan borç ödenmeye en layık olandır” şeklindeki karşılığı 3- yine üzerinde
oruç borcu olduğu halde ölen annesi adına oruçları kaza edip edemeyeceğini soran bir kadına aynı şekilde verdiği
cevap; 4- cinsel ihtiyacını haram yolla gideren kimseye günah terettüb ettiği gibi, eşiyle helal yolla beraber olana
da ecir olduğu örneği; 5- hanımı siyah bir çocuk doğuran şahsın Hz. Peygamber’e konuyu naklinde develerde ol-
duğu gibi, atalarından bir damara (genetik yapıya) çekmiş olabileceği kıyası vb… Hz. Peygamber’in kıyasa dayalı
pek çok sözleri, onun dinî konuda kıyas ve ictihadı kullandığına deliller olarak ileri sürülmüştür.” Söz konusu
makalede Hz. Peygamber için içtihadın mümkün olup olmaması hususunda tevakkuf edenler şu şekil-
de özetlenmiştir: “Özetle söylemek gerekirse Hz. Peygamber’in ictihadının vukuu konusunda İmâm $âfiî
(v.204/820) başta olmak üzere, ilk dönem Mütekellim usûlcülerden Bâkıllânî, Cüveynî, Gazzâlî; sonraki dönem-
den Râzî ve Beyzâvî gibi bir kısım usûlcüler, ilgili delilleri ispata yeterli görmeyerek tevakkuf görüşünü seçmişler-
dir. Genel manada mütekellim usûlcüler bunun vukuunu mümkün görmemekle birlikte, Âmidî ve !bnü’l-Hâcib
şer‘an vukuunu kabul etmişlerdir.” Geniş bilgi için bkz: Murat Şimşek, “Hukukî Tasarruflarının Kaynağı
Olarak Hz. Peygamber’in İçtihadı”, İslâm Hukuku Araştırmalar Dergisi, Ankara, 2009, S. XIV, 139.
29 Cuveynî, Varakat, 7; Zerkeşi, 280.

30Âmidî, İhkâm, IV, 269; Zeydan, 532 ; Zuhaylî, Usûlu’l Fıkh’i-İslâmî, II, 1119; Karaman, İslâm Huku-

kunda İçtihad, 205.


144 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd

muayyen bir müçtehidi taklîd etmek yerine meseleleriyle alakalı delilleri müçtehitler-
den sorup öğrendikten sonra onlara ittiba etme yolunu tercih ediyorlardı. İbn Hazm’ın
bidat olarak tavsif ettiği taklîd seleften sonra zuhur edip hicrî dördüncü asırdan itiba-
ren İslâm alemini kapladı.31 Bu asırdan sonra içtihadın yerini taklîd, müçtehidin yerini
mukallid, Kitap, sünnet, icma gibi asıl delillerin yerini mezheplerin kavl ve hükümleri
almaya başladı. Taklîdin kökleşmesi yönünde yaygınlık kazanan bu tür düşünceler,
zamanın ilerlemesiyle birlikte hakikî bilginin kaybolacağını belirten birkaç hadisle de
desteklendi. Taklîdin cevazı yönünde kullanılan bu hadislerden birisi şudur: “Allah
bilgiyi insanların içinden kaldırmak suretiyle almaz. O, daha ziyade bilgiyi, âlimleri insanların
arasından almak suretiyle ortadan kaldırır. Böylece gerçek âlimler kalmayınca, insanlar cahilleri
önder edinirler ve bunlar da bilgisizce fetva verirler. Netice itibariyle hem kendileri saparlar ve
hem de insanları saptırırlar.”32 İşte bu noktada âlimler geriye dönerek, ictihad kapısının
kapanma sürecini, ictihad sahasını kademe kademe kısıtlamakla nitelenen bir süreç
olarak tasvir etmeye başladılar. Bu safhadan sonra taklîdle ilgili münakaşalar fıkıh
usûlüne dair yazılan eserlerde görülmeye başlandı. Âmidî(ö.h.631), İbn Hazm, İbn
Teymiyye(ö.728 /1327), İbnu’l Kayyim(ö.H.751), Şah Veliyullah, Şevkânî(ö.1250 /1834),
gibi alimler taklîdi eserlerinde işleyen müellifler arasında sayılabilir.33

B. Taklîdin Sebepleri
Taklîd üzerinde yapılan tartışmalar hicrî dördüncü asırdan itibaren başlamıştır.
Taklîd zemininde cereyan eden tartışmalar hicrî dördüncü asırda başlayıp daha sonra-
ki asırlarda devam etmesinin ilk ve en önemli sebebi bu dönemlerin kendilerine mah-
sus sosyo-kütürel ve siyasal yapısıdır. Zira, bu çağlarda siyasî birlik bozulmuş, bazı
İslâm memleketleriyle hilafet merkezi arasındaki iletişim kesilmiş; Endülüs’te Emevi-
ler, Mısır ve Kuzey Afrika’da Fâtimîler müstakil hale gelmiştir. İslâm coğrafyasının
diğer bölgelerinde irili ufaklı devletler kurulmuş; devletler arasında çekişmeler mey-
dana gelmiştir. Nihayet hicrî yedinci asırda Moğollar doğuya doğru harekete geçip
bütün İslâm ülkelerini hakimiyetine aldıktan sonra, Bağdat’a yönelip burayı talan et-
miştir. Bu çalkantılar ve çarpışmalar neticesinde ilmî faaliyetler gerilemiştir. Böylece

31 İbn Hazm, İhkâm, VI, 61


32 Nesaî, Ebî Abdi’r-Rahman Şuayb b. Alî, Sünenü’n-Nesaî, Buyu’, 99, Riyad, trs.; Rudolp Peters,” 18. Ve
19. Yüzyıllarda Taklîd”(çev.Özgür Kavak, İslâm Hukuku Araştırmalar Dergisi, S. XIV, Konya, 2009, 98.
33 İbn Hazm, İhkâm, VI, 59-65; Âmidî, İhkâm, IV, 269-290; İbnu’l Kayyim, III, 463-500; Şevkanî, 1081;

Dehlevî, Şah Veliyullah, Hüccetu’llâh Bâliğa(I-II),thk. Seyyid Sâbık, Dâru’l-Ceyl, Beyrut, 2005, I, 248 ;
Abdulvahhab Hallâf, Hulasâtu’t-Teşri’i İslâm, Kahire, trs., 95; Abdulkadir Şener, “İslâm Hukukunda İç-
tihad ve Taklîd Problemi”, AÜİFD, Ankara, 1990, XXIV, 378; Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 206.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Recep Özdemir 145

içtihad ruhu, siyasî hayatın çöküşüne paralel olarak zayıflamış, yerini ise taklîd ruhuna
terketmiştir.

Bu tarihsel pratiğin neticesinde taklîd için şu sebepleri tesbit edebiliriz:

1. Müçtehid imamlar devrinden sonra teşekkül eden mezhepler ve mezheplerle


birlikte ortaya çıkan mezhep taassubu taklîd ruhunun oluşmasında etkili olan avaml-
lerden biri olarak değerlendirilebilir. Mezhepler teşekkül etmeden önceki devirlerde
halk, devamlı olarak bir müçtehide bağlanmazdı. Bu duruma paralel olarak alimler de
içtihatlarını doğrudan Kur’an ve Sünnet’e dayandırırlardı. Nitekim bilgin Sahâbîler,
özellikle Hz.Ebu Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Ali gibi idarî sorumluluk yüklenen Sahâbîler,
ilmî ve kazaî içtihadlara başvurarak, cesaretle birçok hukukî kural koymuşlardır. Yine
fıkıh, hadis ve İslâm tarihiyle ilgili kaynak eserlerde bu devre ait pek çok içtihad örnek-
lerini rastlamak mümkündür. Diğer taraftan Sahâbîler'in birçok rivayet ve içtihad mi-
raslarına sahip olan Tabiiler de, hakkında nass bulunmayan konularda kendi re'yleriy-
le içtihad yapıyorlardı.35

Mezhepler teşekkül ettikten sonra bu durum değişmeye; Kitap ve sünnet delil-


lerinin yerini imamların sözleri almaya başladı. Mezheplerin teşekkül etmesinden bir
müddet sonra menfaat ve cehalet, taassubu doğurdu. Bu durumla birlikte bir mezhebe
delilsiz olarak bağlanan mukallîdler, başka mezhepleri kötüleyerek, kendi mezhep-
lerinin üstünlüklerini göstermeye başladılar. Mezhep taraftarları arasında husûmetler,
çatışmalar, birbirini tekfir etmeler baş göstermeye başladı. Bu durumun, taklîdden
kaynaklandığı söylenebilir.36

2. Içtihat faaliyetlerinin yoğun olduğu dönemlerde alet ve vasıta ilimlerinden


çok hadis rivayeti, furu fıkıh gibi içtihad ehliyetine temel teşkil eden ilimler üzerinde
duruluyor, alet ilimlerine gerektiği kadar mesai harcanıyordu. Fakat bu durum sonraki
dönemlerde değişmeye başladı; bir taraftan alet ilimleri olan sarf, nahiv gibi ilimler
tedvin edilirken, diğer taraftan tercüme faaliyetleriyle birlikte felsefe, mantık gibi ya-
bancı menşeli ilimler İslâm dünyasına hakim olmaya başladı. Alimler İslavam ilimlerle
meşgul olmak yerine mesailerini daha çok İslâm dünyasına yeni girmiş ilimleri tetkîk
etmeye, bazen de onlara reddiyelerle karşı koymaya hasretti. Bu faaliyetler neticesinde,
taklîd ruhu İslâm dünyasına hakim olma istidadı gösterdi.37

34 Karaman, İslâm Hukukunda İçtihad, 168.


35Şener, s. 379
36 Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 169-171; Abdulkadir Şener, 379

37 Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 170.


146 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd

3. Taklîdîn bir başka nedeni, re’y taraftarlarının birtakım teşrî usûllerinin menfî
tesiridir. Re’y taraftarları yalnız vuku bulmuş meselelerde içtihad etmezlerdi, bazen de
henüz vuku bulmamış meseler hakında nazarî içtihatta bulunurlardı.38 Onların henüz
vuku bulmamış meselelerde içtihad etmeleri neticesinde ihtiyaç fazlası fıkıh serveti
meydana gelmiş; biriken fikhî bilgi alimleri yeni fikirler üretmek yerine hazır olanla
iktifa etmeye sevk etti. Fıkhın usûl ve furû’unda gereğinden fazla biriken bilgi netice
itibariyle taklîd ruhunun güçlenmesine ve giderek yaygınlaşmasına neden oldu.39

4. Emevîler’den itibaren yönetici konumunda bulunanların olumsuz faaliyetle-


ri ve bozulan ahlakın da taklîd ruhunun yayılmasında tesiri oldu. Emevîler ve Ab-
basîler döneminde siyasî nedenlerden ve mezhep taassubundan kaynaklanan neden-
lerden ötürü veya alimlerin idarecilerin emellerine alet olmamalarından ve müçtehitle-
rin kanaatlerinden dolayı müçtehitlere baskı yapılırdı; bazen bu baskılar şiddetli işken-
ce ve ölüm ile neticelenirdi. Müçtehitlerden Ebu Hanife(v. 80), Mâlik(v. 93), Şafiî(v.
150), Ahmed b. Hanbel(v. 164), İbn Teymiyye gibi alimler de bu işkencelere uğradılar.
Yapılan işkenceler sonuç vermeyince devletin önemli kademelerine liyakatsiz kişiler
atanırdı. Oysa önceki devirlerde kadılık makamında, Şurayh(v. 78/697), İbn Ebî Leyla(
v.148/765), İbn Şübrume(v. 144/761) gibi içtihat ehli olan kimseler bulunurdu. Fakat
içtihatın gelişmesinde etkisi olan bu durum Abbasiler’le birlikte değişmeye başladı.
Abbasiler döneminde idareciler kadıların seçimini belli mezheplere bağlı olmasına
göre yaptılar. Mehdi ve Raşid zamanında tayin edilen bütün kadılar Hanefi olan kişiler
arasında seçilerek tayin edildi. Endülüs ve Mağrib’de Maliki, Şam’da Şafii mezhepleri
bir müddet devletin resmi mezhebi haline getirildi.40

5. Mezheb taassubuyla birlikte mukallidler arasında meydana gelen rekabetle


birlikte bozulan ahlak taklîdin zuhurunda katkısı olan başka bir sebeptir. Ilk dönem-
lerde alimler ve onların yolunda gidenler arasında hoşgörü ve birbirinden istifade et-
me ruhu hakim idi. Şeybânî’nin Mâlik’ten ilim almak için Medine’ye gitmesi, İmam
Şafiî’nin ilim tahsili için seyahatler edip İmam Mâlik’e ve İmam Muhammed’e mülaki
olması, bunun açık bir örneğidir. Fakat bu durum taklîd ruhunun hakim olduğu dö-
nemlerde değişti. Ihtiras, menfaat duygusu, insanlar arasında hakim olmaya başladı.
Mukallidler, içtihat ehli biriyle karşlaştığı zaman ondan istifade etme yerine, mesail-

38Menna’ Kattân, Tarih-u Teşri’ İslâm, Riyad, 1996, 289-291.


39 Zehra, Tarihu’l Mezâhib, II, 79; Zehra, Mevsuatul-Fikhi’l İslâm, I, 64; Şener, 379
40 Zehra, Mevsu’atu’l-fıkh, I, 64; Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İçtihad, 172.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Recep Özdemir 147

erini içtihada ehil olan kişinin yetkinliğini eleştirmeye, karalamaya hasrettiler. Bu du-
rumla birlikte sözden ziyade sözü söyleyenin durumu ön plana çıktı.41

6. İlmi ortamların zayıflaması, içtihad ehliyetine haiz kişilerin azalmasına para-


lel olarak bir müçtehidin içtihad yapabilmesi için aranan şartların ağır oluşu da taklîd
ruhunun yaygınlaşması husunda etkili olan bir başka sebeptir. İmam Şafii'’nin "kıyas"
için ileri sürdüğü şartlar, bu hususta örnek olarak verilebilir.42

İmam Şâfîi’in kıyas için öne sürdüğü bu şartlar, genelde çoğu müçtehid tarafın-
dan bir müçtehidin içtihad ehliyetine haiz olması için öne sürülen şartlarla benzerlik
arzetmektedir. İleri sürülen söz konusu şartların ağır olması içtihadın aleyhine olum-
suz bir rol oynamıştır. Bozulan ahlak, zayıflayan ilmî hassasiyetle birlikte, içtihad için
öne sürülen şartları ağırlaşması ve bu şartları taşımayan içtihadların kabul görmemesi,
taklîdin İslâm dünyasına hakim olmasını kolaylaştırmış. Bu durumla birlikte, müçte-
hid olarak ortaya çıkmak isteyen bilginlere karşı güvensizlik başgöstermiş, onların içti-
hadın bu ağır şartlarını taşıyıp taşımadıkları tartışma konusu olmuş ve özellikle taklîd
devri hüküm sürmeye başlayınca, kimsenin bu şartları kendisinde toplayamayacağı
görüşü galebe çalmıştır. Günümüzde de bu kanaat yaygın olup hala geçerliliğini sür-
dürmektedir.43

C. Taklîdin Hükmü
Taklîdin hükmü konusunda üç görüşün ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlar: 1.
Belli şartlar çerçevesinde taklîde cevaz verenler. 2. Taklîdi kesin olarak rededenler. 3.
Orta yolu tercih ederek taklîdi avam(avam) kimseler için caiz, müçtehitler için haram
görenler.44

Taklîdin hükmüyle ilgili olarak tartışmanın olduğu bir diğer husus, itikadî ve
amelî konularda taklîdin hükmü şeklinde ikili bir ayırıma gidilmesidir. Bu sebepten
ötürü taklîdin hükmü genel olarak itikadî ve amelî konularda taklîdin hükmü şeklinde
iki başlık altında ele alınacak; müçtehidlerin taklîd hakkındaki fikirleri söz konusu iki
başlık altında sunulmaya çalışılacaktır.

41 M. Raşid Rıza, s. 112 bunu düzenle


42 İmam Şafiî’in öne sürdüğü şartlar şunlardır: 1) Arapçayı incelikleriyle bilmek, 2) Kur'an-ı Kerimi bil-
mek, 3) Sünneti bilmek, 4) Üzerinde icma' edilen konularla ihtilaf edilen konuları bilmek, 5) Kıyası bil-
mek, 6) Hükümlerin amaçlarını bilmek, 7) Doğru anlayış ve iyi değerlendirme gücüne sahip olmak, 8)
İyi niyetli ve sağlam bir inanç sahibi, yani dindar olmak. Geniş bilgi için baknz.: Muhammed ibn İdris
eş- Şafiî, er-Risâle, Neş. Ed. Ahmed Muhammed Şakir, Daru’l Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, Trs. 508.
43 Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İçtihad, 169; Abdulkadir Şener, 380.

44 Abdulkerim Zeydan, Fıkıh Usûlu, 265; Şa’bân, 448-450.


148 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd

1. İtikadi Konularda Taklidin Hükmü


İbnu’l-Hazm45, İbni’l-Arabî46, el-Şirâzî(ö. h.476)47el-Âmidî48, el-Gazâlî49, el-
Bağdadî50gibi âlimlerin de aralarında bulunduğu ulemanın çoğunluğuna göre Allah’ı,
sıfatlarını, tevhidi, nübüvvetin delillerini ve bunlarla bağlantılı olan ahlakî kaideleri,
İslâm’ın beş şartı, faizin haramlığı gibi muamelata, ibadata, ukubata giren dinin zaru-
riyyetinde olan şerî mükellefiyetleri bilmek gibi hususlar kesin olan delillerle vaz edil-
diği için, bu hususlarda taklîd hiçbir şekilde caiz değildir. Bu hususlarda oluşan itikat,
başkalarına benzemeye ya da yolunda gitmeye dayanamaz. İtikadî husûlarda itikat
tamamen kişinin kendi fikrî ve nazarî ameliyesine göre oluşması gerekir51.

Kişinin itikadını alakadar eden hususlarda taklîd, hem müçtehit hem avam için
haramdır. Zira, itikadî hususların kabulü her kesimden insanın üzerinde düşenebilece-
ği, müşahede edebileceği delillere bağlıdır. İtikadî hususlarda avam de müçtehid gibi
deliller üzerinde düşünme kudretine sahiptir. 52

İtikadî(Usûl-i Dîn) konularda taklîdin haram olmasının sebebi, Kur’an-ı Ke-


rim’de inananlara, taklîd etmenin kötü ve kaçınılması gereken bir durum olduğunun
bildirilmesidir. İlim ve irfan, Kuran-ı Kerim’de devamlı övülürken, aksine, bir başkası-
nı körü körüne taklîd etmek de bir o kadar yerilmektedir. Kur’an, insanın yetişmesinde
en büyük pay sahibi olan ve taklîd edilmesi de önceliğin bile kendilerinde olması gere-
kecek olan ana-baba ve ataların taklîd edilmelerini tasvip etmez. “Dediler ki: Biz, babala-
rımızı bunlara tapar kimseler bulduk. Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesi-
niz.”53 Ve yine: “Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan
saptırdılar, derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden
kov.”54 diyerek bu dünya da birilerini taklîd edenler ahirette Allah’a uydukları kişilerin
kendilerini umdukları yere ulaştıramamasından şikâyet edeceklerdir. Diğer taraftan,
araştırmak, soruşturmak ve ilim ile kanaat oluşturmak ile ilgili ayetler de vardır.55 Mu-
kallîd yerine muhakkık; gerçeği arayıp ortaya çıkaran, tasdîk ilkesini gerçekleştiren

45 İbn Hazm, Ebi Muhammed Ali İbn Said, en-Nübez fî Usûli’d-Dîn, Mektebetu’l Kulliyeti’l Ezheriyye,
Kahire, 1981,71.
46 Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhî İslavam,II, 1126.

47 Şirâzî, İbrâhîm b. Ali, el-Lumâ’ fî Usûli’l-Fıkh, Dâru’l İbn Kesîr, Dımaşk, trs. 251.

48 Âmidî, İhkâm, IV, 272.

49 Gazâlî, IV, 139-140.

50 Bağdâdî, II, 132.

51 Zuhaylî, Usûlu’l-Fıkhı İslavam, II, 1121-1122; Akberî, 159; Atar, 319-320.

52 Bağdadî, II, 128-129; Vehbe Zuhaylî, Usûlu’l-Fıkhî İslavam, II, 1121-1122.

53 Enbiya, 21/53-54

54 Ahzab, 33/67-68

55 Bakara, 2/44-73-75-76; Al-i İmrân, 3/65-118; Maide, 5/58-100.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Recep Özdemir 149

olmak gerektiğini belirten ayetler mevcuttur. “Dinleyip de sözün en güzeline uyan kulla-
rımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlar-
dır.”56 “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri hakkıyla
düşünür.”57 mealindeki ayetlerle: “Kulları içinde ancak âlimler, Allah’tan hakkıyla korkar.
Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayıcıdır.”58 anlamındaki ayetler bilmeye, ceha-
letten uzak durmaya davet etmektedir. Bunun yanında bazı ayetlerde de, inanılan,
kanaat haline getirilen hususlarda delil getirmek gerektiği vurgulanmaktadır. “(Ehl-i
kitap:) Yahudiler yahut Hıristiyanlar hariç hiç kimse cennete girmeyecek, dediler. Bu onların
kuruntusudur. Sen de onlara: Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin, de.”59

İtikadî hususlarda taklîd, adlarını yukarıda zikrettiğimiz İslâm alimlerine göre


haram olmasına rağmen, bu hususlarda taklîdin vacip olduğunu belirten kesimler de
mevcuttur. Bunlar; Haşeviyye, Ta'lîmiyye60 ve Ubeydullah b. Hasan Anberî olarak sayı-
labilir.61 Marjinal bir kesimi oluşturan söz konusu kesimler, gerçeği bilme yolunun
taklîd olduğunu, vacip olanın da bu olduğunu ve inceleme ve araştırma yapmanın
haram olduğunu ileri sürmüşlerdir.62

Bazı İslâm ulemasına göre itikadî konularda taklîd, vacip olmamakla beraber
caizdir. Onların bu görüşü, Hz. Peygamber zamanında yaşanan birkaç rivayete da-
yanmaktadır. Bu rivayetlerden birine göre, Ebu Talha, Enes b. Mâlik’in annesiyle ev-
lenmek istediğinde onu müslüman olmasını şart kıldı, oda müslüman oldu. Bu olayda
Hz. Peygamber onun bu İslâm’a girişini delil yönünde sorgulamamıştır. Bu rivayete
dayanarak bazı alimler itikadî konularda taklîdin caiz olduğunu ileri sürmüşlerdir.63

Kısaca birkaç istisna dışında, İslâm alimlerinin çoğunluğuna göre itikadî husus-
larda taklîd kesin olarak yasaktır. Onlara göre imana dayanan husûslarda herkes kendi
iradesine göre hareket etmek mecbiyetindedir. Zira, Yüce Allah Kur’an’da çeşitli ayet-
lerle körükörüne büyüklerini, atalarını taklîd edenleri kınamış; onları azapla tehtid
etmiştir.64

56 Zümer, 39/ 17-18


57 Zümer, 39/9.
58 Fatır, 35/28.

59 Bakara 2/111.

60 Haşeviyye, nassın zahirine yapışan bir fırkadır. Dalâlete düşen bir fırka olarak kabul edilmemektedir. Bu

fırkanın taraftarlarının Hasan-ı Basrî’nin ders halkasında olduğu ve tecsime düştüğü belirtilmektedir.
Ta’lîmiyye ise batınî bir fırka olup, dalâlete düşen bir fırka olarak görülmektedir. Geniş bilgi için bakı-
nız: Gazâlî, IV, 139; Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhî İslavam, II, 1122.
61 Bağdâdî, II, 128.

62Âmidi, IV, 272; ; Gazâlî,II, 370; Zuhaylî , Usûlu’l-Fıkhî İslavam, II, 1122-1124; Tevfik Yücedoğru, “Mukal-

lidin İmanı”, Uludağ Üni. İlahiyat Fak. Der., Bursa, 2005, XIV, S. I, s. 25.
63 Akberî, 159-161

64 Ali İmrân, 3/66; İsrâ, 17/36.


150 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd

2. Amelî Konularda Taklidin Hükmü


Şer’î-amelî konularda taklîdin caiz olup olmadığı hususunda müçtehidler ara-
sında ihtilaf vardır. Bir kısım alimler hiçbir şekilde taklîdin caiz olmadığını, mükellefin
ictîhâd vesilelerini öğrenerek içtihadda bulunmak zorunda olduğu, bunun mükellef
üzerine vâcib olduğu görüşünü savunurken65, diğer bir kısım alimler de taklîdin her-
kes için caiz olduğunu; içtihada muktedir olanın da, içtihaddan âciz olanın da taklîd ile
amel edebileceği görüşündedir. Diğer bir kısım alimler de, içtihaddan âciz olanlar için
taklîdin caiz, müçtehid olanlar için taklîdin haram olduğu görüşündedirler.66

Dini alakadar eden bütün alanlarda taklîdin haram olduğunu savunanların ba-
şında İbn Hazm gelmektedir. Ona göre, Hz. Peygamber’in sözü hariç başkasının sözü-
nü delilsiz almak haramdır. Bu kaide hem müçtehid hem de avam için geçerlidir.67

Amelî hususlarda taklîdin vacip olduğunu savunanlar ise Haşeviyye ve Tali-


miyye ile bunlar gibi düşünenlerdir. Onlara göre müçtehit imamlardan sonra içtihat
dönemi sona ermiş ve müçtehitleri taklîd etmek herkes için vacip durumuna gelmiş-
tir.68

Amelî hususlarda taklîdin hükmü hususunda diğer bir farklı görüş dört mez-
hep imamının ve İbn Abdilber(v. 463/1070), Hatîp el-Bağdâdî(v. 463/1070), Ebu’ş-
Şâme(v. 665/1267), Şatıbî(v. 790/1388), Şah Veliyyullah gibi alimlerin görüşleridir. On-
lara göre amelî konularda taklîd avam kimseler için vacip, müçtehitler için haramdır.69

İçtihad derecesine ulaşan bir kimsenin, bir mesele ile karşılaştığında, o konuda

65 Kârafî’den nakledilen bir görüşe göre, İmam Mâlik, İmam Şafiî, Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel, İbn
Hazm ve cumhurun ekserisi amelî konularda taklîde karşıdır. Hatta İbn Hazm’a göre takldin kesin ol a-
rak yasak olduğuna dair ümmet nezdinde icmâ’ hasıl olmuştur: İbn Hazm, Nübez, 72; Âmidî, Münte-
hes Sul, 351; Atar, 321.
66 Taklîdin müçtehid için haram, avam için vacip olduğu kabul edenlerin başında dört mezheb imamı

gelmektedir. Dört mezheb imamın taklîd hakkındaki görüşü genelde avam kimseler için hariç olmak
üzere taklîdin haram olduğu yönündedir. Dört mezheb imamı içtihad ederken her zaman başka gö-
rüşlerin daha sağlam olabileceğine kapı aralamışlardır. Onların hiçbiri düşünceleriyle bir mezhep m e-
todolojisi oluşturmalarına rağmen mezhep taassubundan uzak durmuşlardır. Kaynakların bildirdiğine
göre, mezhep imamları delilsiz hüküm koymamaya itina gösterdikleri gibi daha sağlam delillerle karş-
laştıklarında önceki hükümden vazgeçebilmişlerdir. Bu da onların delilsiz bir şekilde hükme varma
olan taklîdden uzak olduklarının işareti sayılır. Geniş bilgi için bakınız: İbnu’l Kayy im, II, 182; Abdul-
kerim Zeydan, 579; Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 158-159
67 İbn Hazm, İhkâm, VI, 793. İbn Hazm dışında amelî hususlarda genel manada taklîde karşı ola nlar şu

şekilde sıralanmaktadır: İbn Teymiyye, İbnu’l Kayyim, Şevkânî, Gazalî. Geniş bilgi için bkz.: Gazalî, II,
370 ; Karaman , İslâm Hukunda İçtihad, 216.
68 Gazalî, Mustasfâ, II, 123; Zuhaylî, Usûlu’l Fıkh’i- İslavam, II, 1126.

69 Avamdî, İhkâm, III, 170; Şevkanî, İrşadu’l Fuhul, 236; Gazali, Mustasfa, II, 124; Şâtıbî , İbrâhîm b. Musab

Muhammed; Muvâfakât, Dâru’l İbni’l Affân, Riyad, 1997, V, 283; Zuhaylî, , Usûlu’l Fıkhi İslavam, II,
1127; Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 216.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Recep Özdemir 151

içtihad etmesi ve içtihadının sonunda ulaştığı hükme uyması vaciptir.70 O hususta


kendi ulaştığı hükmü bırakıp başkasını taklîd etmesi caiz değildir. Kur'an-ı Kerim pek
çok ayetinde içtihadı vacib kılmıştır. "Hakikat, biz sana kitabı -Allah'ın sana gösterdiği
şekilde insanlar arasında hükmetmen için -hak olarak indirdik."71 ve "Ey akıl sahipleri ibret
alın"72 mealindeki bu iki ayet taklîdi yasaklamaktadır. Hz Peygamber de bir hadis-i
şerîflerinde her halükarda ecir alır diyerek müçtehidi içtihada teşvik etmiştir. Söz ko-
nusu hadis-i şerîfe göre müctehid içtihadında isabet ederse iki ecir alır: Birisi içtihadı-
nın ecri, diğeri içtihadında isabet etmenin ecridir. Hata ederse ictihad etmesinin kar-
şılığı olarak bir ecir alır.73 Şu halde ictihad ehliyetini hâiz kişi ictihad eder ve zannı
galibi ile amel eder. Çünkü zann-ı galib ile amel etmek vacibdir.74

Genel olarak mutlak müçtehidin başka bir müçtehidi taklîd etmesi haram kabul
edilmekle birlikte bazı durumlarda müçtehidin kendisi gibi birisini taklîd etmesine
cevaz verilmiştir. Müçtehid, araştırdığı meselenin hükmünü inceleyip hükmünü ortaya
çıkaracak kadar vakte sahip olmaması ya da o meselede kendisinde daha bilgili birisi-
nin bulunması durumunda başka müçtehidi taklîd edebilir. Müçtehin meselenin ortaya
çıkması anında o meselede bilgi sahibi olmaması da müçtehidin taklîde düşmesinin
mubahlığına bir gerekçe olarak kabul edilmektedir.75

Mutlak müçtehid için taklîdin haram olması hususunda alimler arasında ihtilaf
olmamasına rağmen bazı meselelerde içtihat kudretine sahip olamayan mukayyed bir
müçtehid için taklîdin caiz olup olmaması hususunda alimler arasında ihtilaflar var-
dır.76

Bazı hususlarda içtihat kudretine sahip olmayan mukayyed bir müçtehid için
taklîdin caiz olup olmaması husunda alimlerin görüşleri şu şekilde sıralanabilir:
1. Bazı hususlarda içtihat edemeyen bir müçtehit için taklîd kesin olarak caiz
değildir. Bu görüşün sahibi, el-Gazâlî, el-Avamdî, el-Beyzavî gibi İslâm
ulemasının çoğunluğudur.77
2. Ahmed b. Hanbel ve Sufyân-ı Sevrî’ye göre mutlak olarak caizdir.78

70 Atar, 320.
71 Nisa, 105
72 Haşr, 2

73 Buharî, Sahih-i Buharî, İ’tisam, Hadis No: 7352, Beyrut, 2002, 1814.

74 Fahreddin er-Râzi, el-Mahsul fî İlmi Usûli’l-fıkh, Müessetu’l Risâle baskısı, VI, 70; Suyutî, II, 416;

Şatıbî, V, 285; Vehbe Zuhaylî, el-Veciz fî Usûli’i-fıkh, Daru’l-fikr baskısı, Dımeşk, 1999, 235; Şa’ban,
356.
75 Suyutî, II, 416-420; İzmirlî, 250-255; Atar, 320.

76 Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhi İslavam, II, 1132.

77 Gazalî, IV, 154; Âmidî, İhkâm, IV, 287; Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhi İslavam, II, 1132.

78 Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhi İslavam, II, 1132.


152 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd

3. Vakit darlığından dolayı bazı hususlarda müçtehidin müçtehidi taklîd et-


mesi caizdir. Bu görüş, bazı Irak ehlinin ve Avamdî’nin görüşüdür.79
4. Mutlak Müçtehid olmayan kimsenin, müçtehid imamlardan birini taklîd
etmesi vaciptir. Bununla birlikte bu kimse bazı konularda kendi re’yi ile iç-
tihat edebilirse, o konularda içtihad edebilir.80

İçtihada muktedir olmayan âlimler(mukallidler)’e gelince onların müçtehidlerin


delilini anlayacak bir seviyede olmaları hasebiyle taklîdin onlar için vacip değil caiz
olduğu belirtilmektedir. Mukallidler, müçtehidlerin delilini anlayacak bir ilme sahip
olmaları sebebiyle bunlar için delilde taklîd caiz olmasına rağmen, hükümde taklîd
caiz değildir. Bu sebeple mukallidlerin mensup oldukları mezhep imamlarının delilini
bilmesi vaciptir.81

İçtihada muktedir olmayan avam kimseler, müçtehidlerin görüşüyle amel et-


mek zorundadırlar.82

Çoğu İslâm aliminin avam için taklîd kavramını kullanmasının aksine Gazâlî
avamnin amelî hususlardaki durumu için ittibâ’ kavramını kullanır. İttibâ’ kavramın-
dan yola çıkan Gazâlî, amelî konularda herkesin içtihat makamına yükselme, dini de-
lilleriyle öğrenme imkânının olmaması ve herkesin hükümlerle mükellef olmasından
dolayı avam kimselerin bir müçtehide ittibâ’ etmesinin vacip olduğu ileri sürmüştür.83
Gazzâlî, dinî konularda, yeterli bilgiye sahip olmayan bir kimsenin, bu konuda saha-
benin icmâ’ının olması hasebiyle amelî konularda, adaletine ve bilgisine güvendiği
müftîye ittibâ’ etmesinin vacip olduğunu ifade eder. O, bu hususta şöyle demektedir:
“Avamnin, müftîye ittibâ’ etmesi gerekir. Zira müftî, ister yalan söylesin ister doğru
söylesin, ister hata etsin isterse isabet etsin, avamye farz olan şeyin müftîye ittibâ’ ol-
duğu hususunda icma vardır. Biz diyoruz ki; gerek müftînin gerekse şahidin sözü,
İcmâ' hücceti sebebiyle bağlayıcı olmaktadır. Dolasıyla bu ittibâ’, sözü, bir hüccete da-
yanarak kabul etmek olup, taklîd değildir.”84

Bir yerde sadece bir müçtehid varsa, avamin buna başvurması vacip olur. Eğer
birden fazla ise, sahabe zamanında yapıldığı gibi dilediğine başvurabilir; daha alim
olanını araması gerekmez. Zira, Sahabe zamanında uygulama bu şekildeydi. Sahabe

79 Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhi İslavamyyi, C. II, s. 1132-33; Atar, 320


80 Kahraman,341.
81 Atar, 321.

82 Atar, 320.

83 Gazâlî, Mustasfâ, IV, 140.

84 Gazâlî, Mustasfâ, IV, 140-142;, İslâm Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi , II, 370.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Recep Özdemir 153

zamanında halk için, Ebu Bekr, Ömer ve halifeler dışındakilere sormaları hususunda
herhangi bir sınırlama getirilmemişti. Bununla birlikte kimi alimler, daha faziletli olana
başvurmanın vacip olduğunu; eğer bunların seviyeleri eşit ise bu takdirde muhayyer
kalacağını söylemişlerdir. Fakat bu anlayış, sahabenin icmâ'ına aykırıdır. Zira, sahabe
zamanında, fetva hususunda, avam kişilere her hangi bir kısıtlama getirmemiştir. Bu
noktada vacip olan, avamın ilmini ve adaletini bildiği kişiye başvurmasıdır. Şu var ki,
iki müçtehidin bir konuda kendisi hakkındaki verdikleri hüküm farklı olursa, avam
yeniden her ikisine giderek, aynı meseleyi tekrar sorabilir. Eğer sözkonusu iki müçte-
hid, bu durumdaki avamnin muhayyer olduğunu söylerlerse, avam muhayyerdir. Yine
eğer bu iki müçtehid, avam için daha ihtiyatlı olanı alması veya muayyen bir tarafa
meyletmesi hususunda ittifak ederlerse, avam bunu yapmak zorundadır. Ancak iki
müçtehit, bu görüş ayrılığı üzerinde ısrar ederlerse, bu takdirde avam yine muhay-
yerdir. Avamnin burada muhayyer olması iki müçtehidin aynı seviyede olmasına gö-
redir. Ancak farklı fetva veren iki müçtehitten birisi, itikadı açısından diğerinden daha
efdal ve alim ise, bu durumda avam daha faziletli olana ittibâ’ etmelidir. Avamnin
yapacağı bu tercih, tıpkı, çatışan iki delil arasında müçtehidin tercih yapması gibidir.
Müçtehit, iki delil arasında tercih yaparken, nasıl zannına tabi oluyorsa, avam de iki
farklı görüş arasında tercih yaparken zannına tabi olmaktadır.85

Mukayyet müctehid olan kimsenin, mutlak müctehid olan birini taklîd etmesi
ve karşılaştığı meselelerin hükümlerini ondan sorması da bazı durumlarda avam kim-
senin durumu gibidir. Mukayyet müçtehit olan bir kimsenin içtihat etme kudretine
sahip olduğu alanlarda başka birini taklîd etmesi caiz değidir. Mesela alım-satım gibi
bir kısım fıkıh meselelerinde müctehid ise, bu hususlarda mutlak müçtehidi taklit
edemez.86

Hem Gazzâlî’nin avam kimse için ittiba kavramını kullanması hususunda hem
de mukayyet müçtehidin taklîde düşmesi husunda amelî konularda taklîdle ilgili ikili
bir ayırım karşımıza çıkmaktadır. Bu mana itibariyle taklîd, delilde taklîd ve hükümde
taklîd olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Delilde taklîd, hiçbir araştırmaya başvurmaksı-
zın başkasının delilini olduğu gibi kabul etmek ve kendini başkasının delillerine tabi
kılmaktır. Bu tür taklîdin caiz olduğu konusunda ihtilaf yoktur. Delilde taklîdin, delile
ittiba’ diye anıldığı bilinmekte ve bunun taklit olmadığı hususunda ittifak edilmekte-
dir. Bu tür taklîdin ictihâd adıyla anıldığı ve içtihada da taklîd-i mahz denilemeyece-

85 Gazâlî, Mustasfâ, IV, 150-156; Gazâlî, İslâm Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, II, 370-71.
86 Şa’ban, 448.
154 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd

ğinde de ittifak vardır.Yine bu tür taklîdin, taklîd ile ittibâ’ arasında orta bir yerde ol-
duğu belirtilmektedir.87

Hükümde taklîd ise, hiçbir delille başvurmadan bir başkasını olduğu gibi takip
etmek, başkasının görüşleriyle amel etmektir. Burada taklîd edilen kişinin doğruluğu
zorunlu olarak bilinmediği için, bir delilin bulunması şart koşulmaktadır.88

Amelî hususlarda hem avam kimsenin hem de mukayyed müçtehidin taklîde


düşmesini caiz görenlerin delillerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. “Eğer bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz.”89 âyeti, bilmeyen kişiye bilene sor-


mayı emretmiştir. Bu âyet, avam olan kişilerin karşılaştıkları ve bilmedikleri meselele-
rin hükümlerini bilenlerden sormaları gerektiğine işaret yoluyla delâlet eder. Bu da,
bilmeyenin, sorduğu hususta bileni taklîd etmesinin caiz olduğunu gösterir.90

2. Sahabe ve Tâbiûn zamanında, müctehid olmayanlar bir olay ile karşılaştık-


larında Sahabe veya Tâbiûn müçtehidlerine başvururlar, bu olay hakkında Allah'ın
hükmünün ne olduğunu sorarlar, o müçtehidler de bu tutumu hiç yadırgamaksızın
onların sorularını cevaplandırırlar, sorulan olaylar hakkında Allah'ın hükümlerini
açıklarlardı. O müctehidlerin bu kişilere hükmü bilmek için bizzat ictihad etmelerini
emrettiklerine dair hiçbir şey nakledilmiş değildir. O halde, ictihad etmeye gücü yet-
meyen kişinin ictihadla mükellef olmadığı, o kişi için hükmü bilme yolunun içtihada
ehil olana sormak olduğu hususunda Sahabe ve Tâbiûn icmâ’ etmiş demektir. Buna
göre bütün insanları ictihadla mükellef tutmak icmâ’ya aykırıdır.91

3. İctihad, her insanın güç yetirebileceği bir iş değildir. Zira bu iş, sahibine şer'î
delilleri anlayabilme ve onlardan hüküm çıkarabilme imkânı veren özel bir muhakeme
gücü gerektirir. Bu melekeyi ise Allah bütün kullarına vermemiş, sadece bazı kullarına
nasip etmiştir. Ayrıca içtihat etmek için yetenekle birlikte yoğun bir çalışmanın olması
gerekmektedir. Gücü yetmeyen kimse bu işle mükellef tutulsaydı, imkân dışında olan
bir konuda teklif yapılmış olurdu. Oysa İslâm dininde güç yetirilemeyecek bir teklifte
bulunmak (teklîf-i lâmâ yutak) caiz değildir.92 Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuş-
tur:”Allah kimseye gücünün üstünde mükellefiyet yüklemez.”93

87 Gazâlî, II, 370; Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhi İslâmî, II, 1121; Tevfik Yücedoğru, “Mukallidin İmanı”, Uludağ Üni.
İlahiyat Fak. Der., Bursa, 2005, XIV, S. I, 25.
88 Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhi İslâmî, II, 1121; Yücedoğru, 25.

89 Enbiya, 7

90 Şa’ban, 449; Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 197.

91Muhammed Hudarî, Usûlu’l-fıkh, İskenderiyye, 2002, 382; Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 197-198.

92 Şa’ban, 449; Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 199

93 Bakara, 286

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Recep Özdemir 155

4. İctihad derecesine ulaşabilmek için, şer'î ve lüğavî (dil ile ilgili) ilimleri elde
etmek üzere çok uzun bir zaman ayırmak gerekir. Bütün insanlar içtihat etmekle uğ-
raşsalar, bu, kendi zaruri ihtiyaçlarını karşılamaktan el etek çekmelerine ve yaşamak
için gerekli çalışmaları yapamamalarına yol açar. Böyle bir durum ise, toplum düzeni-
nin ve medeniyetinin üzerine bina kılındığı, ziraat, ticaret ve sanayi gibi diğer faaliyet-
leri olumsuz yönde etkiler.94

Taklîde karşı olanların delillerine gelince; genelde onların delili yukarıda


taklîdin cevazı için saydığımız gerekçelerin aksini isbat için ileri sürülen argümanlar-
dır. Taklîde cevaz verenler Kur’an’dan, hadisten, sahabelerin fetvalarından kendi ar-
gümanlarını destekleyen deliller bulduğu gibi, taklîde cevaz vermeyenler de aynı şe-
kilde görüşlerini desteklemek için Kur’an’dan, hadisten, sahabe fetvalarından delil
getirme çabası içerisinden olmuşlardır.95

D. Bir Mezhebe Bağlanmanın Hükmü


Lugatta yürüyüp gitmek manasındaki (‫ )ﺑﻬﺬ‬kökünden türetilen mezheb kelime-
si, gidilen yol, tutulan yol manalarına gelir.96 Istılahta ise bir müctehidin, içtihad ve
anlayışlarından meydana gelen i'tikâdî ve fıkhı yol diye tarif edilir. Başka bir ifadeyle
bir müctehidin, İslâm'ın itikâdî, amelî-fer'î konularını, nassların ışığı altında muayyen
ve hususî bir şekilde anlaması neticesinde ortaya koyduğu görüş, fikir ve içtihadlarının
oluşturduğu metodolojiye mezheb denir. Bir müctehidin, i'tikad ile ilgili görüş, fikir ve
ictihadları, onun itikadî mezhebini, fer'î-amelî konularla ilgili görüş, fikir ve ictihadları
ise onun fıkhî mezhebini meydana getirir.97

Dördüncü asra kadar, taklîd topluma hakim olmadığı ve mezhepler henüz te-
şekkül etmeye başladığı için, bir kişinin amelî hususlarda bir mezhebe bağlanması söz
konusu olmamıştı. Bu asra kadar soru sormak isteyenler bilgisine güvendiği bir müç-
tehide sormak istediği meseleyi sorar, müçtehidden aldığı hüküm doğrultusunda ha-
reket edip etmemede muhayyer kalırdı. Söz konusu asra kadar bir âlime ya da bir
mezhebe bağlanmanın mecburiyeti konusunda müslümanların durumu tartışma ko-
nusu olmazdı. Fakat bu asırdan sonra mezheb taassubu, devlet yöneticilerinin sadece
bir mezhebin hükümleri doğrultusunda hareket etmesi, içtihadın son erdiğine dair bir
kanaatin İslâm toplumunda oluşması gibi nedenlerle bir mezhebe bağlanmanın hük-

94 Şa’ban, 449; Hudarî, 382; Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 199.


95 Taklîde cevaz verenlerin delilleri ile cevaz vermeyenlerin delillerinin karşlaştırılması için bakınız: Ibni
Kayyim, VI, 30-95; Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 197-207.
96 Zebidî, Tâcu’l Arûs, II, 450; Ferhat Koca, “Mezhep”, DİA, XXVII, Ankara, 2003, 537; Atar, 379.

97 Atar, 379.
156 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd

mü tartışılmaya başlandı. Müteahhirûndan olan mukallîdler, bir mezhebe bağlanmak


ve imamın içtihadları doğrultusunda amelî hayatı yaşamak vacip olduğunu savunur-
ken, onlara karşı konumlanan muhakkık usûlcüler daha mutedil bir yol takip ederek,
bir mezhebe bağlanmanın sadece caiz olduğunu savunmaya başladılar.98

Bir mezhebe bağlanma hususunda, müçtehidin hükümleri tedkîk ve ictihâd yo-


luyla ana kaynağından alması vacip olduğu için, taklîtte bulunması caiz olmadığı kay-
dedilmektedir. Bununla birlikte içtihad etme kudretine sahip olmayan mukallid âlim-
lerin herhangi bir mezhebe bağlanması caiz olarak telakki edilmiştir.99

İçtihaddan aciz mükellefe(avam-avam) gelince, amelî hususlarda ilim ehline


sormak zorunda olduğunu yukarıda zikretmiştik. Bununla birlikte bir mezhebe bağ-
lanma husunda dini konularda malumattan yoksun avâm için bir tercihte bulunma
durumu söz konusu değildir. Zira, tercihte bulunma deliller ve hükümler hususunda
malumat gerekir. Bu durum avam için söz konusu olmadığından dolayı “Avâmın
mezhebi yoktur. Onun mezhebi müftînin fetvasıdır” şeklinde özetlenebilecek ve ilke
niteliğinde olan bazı kurallar doğmuştur.100

İctihad edemeyen kişi için taklîd ve bilmeye ihtiyaç duyduğu hükümleri ilim
ehline sormak vacip olmakla beraber, karşılaştığı bütün meselelerde belirli bir müçte-
hidi taklîd etmesi vacip değildir. Dilediği müctehidi taklîd edebilir. Bir meselede bir
müctehidi, başka bir meselede başka bir müctehidi taklîd etmesi caizdir. Zira, din ko-
laylık demektir. Nitekim Yüce Allah, “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.”101
buyurmuştur. Zamanın şartlarına uygun bir mezhebi seçme hususunda müslümanları
serbest bırakmak yerine, kaza ve fetvada onları belirli bir mezheple bağımlı tutmanın
dinde hiçbir dayanağı yoktur. Allah, belirli bir mezhebe uymayı veya bizatihi bir müc-
tehidi taklîd etmeyi değil, şahıs veya mezheple sınırlamaksızın ilim ehline başvurmayı
ve onlara sormayı emretmiştir.102

Mukallid için bir mezhebe bağlanma hususunda itidalli davranıp taklîdi sadece
caiz görenler olduğu gibi, vacip görenler de mevcuttur. Bu fikrin dayanağı, mukallidin
bir mezhebe bağlanarak bunu kendisine vecibe haline getirmesi ve dileyenin dilediği
gibi mezhep değiştirmesi bazı keyfiliklere yol açacağı endişesidir. Buna göre, mukallid
fetva sorduğu kimsenin içtihadıyla amel etmek durumunda olduğu; avam gibi, mukal-

98 Karaman, İslâm Hukukunda İçtihad, 217; Atar, 365.


99 Zeydan, 534; Atar, 322.
100 Zeydan, 53; Atar, 322.

101 Bakara, 2/185

102 Şa’ban, 451; Karaman, İslâm Hukunda İçtihad, 208-209.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Recep Özdemir 157

lidin mezhebi de fetva sorduğu müftînin mezhebi olduğu ileri sürülmüştür. Bu düşün-
ce, sahabe uygulamalarında herhangi bir delili olmadığı gerekçesiyle eleştirilmiştir.103

Bir mezhebe tâbî olmayı caiz kılan unsur, mezheblerin, mensuplarına şerîatin
hükümlerini öğretme, tanıtma görevlerini yüklenmiş olmalarıdır. Mezheplerin bu gö-
revleri yerine getirecekleri kuvvetle zannedilmesi onlara tâbî olmayı mubah hale ge-
tirmektedir. Bununla birlikte, bir meselede falanca mezhebin hatalı olduğu ortaya çı-
kar; aynı mesele hakkında başka bir mezhebin doğru olduğu tebeyyün ederse, söz ko-
nusu meselede mezheb mensubunun doğru olan mezhebe tâbî olması gerekir.104

Mezheplere ya da bir mezhebe bağlanmanın hem bireysel hem de toplumsal


açıdan faydaları ve sakıncaları vardır. Konunun toplumsal boyutuyla ilgili olarak bir
mezhebe sıkı biçimde bağlı kalmanın istikrar fikri ve hukuk güvenliği acısından sağla-
dığı yararlardır. Bir mezhebe bağlanmanın toplumsal açıdan sakıncası ise sosyal ve
akademik şartlar açısından konunun mukayeseli tahlillere kapanmasıdır.105 Bir mez-
hebe bağlanmanın vacip şeklinde ittihaz edilmesinin diğer bir sakıncası, bir mezhebin
görüşüne zorunlu bağlılık, hata yapmakla malûl olan insan muhâkemesini temel kabul
etmek; bundan dolayı müslümanın, asıl kaynağı olan Kur’an’a ve Sünnet’e doğrudan
başvurmada zâfiyet göstermesi ve bir mezhebe bağlanmak suretiyle toplumsal karga-
şaların husûle gelmesinin ihtimal dahilinde olması şeklinde belirtilen görüşlerdir.106

Bir mezhebe sıkı biçimde bağlanmanın bireysel boyutu, öncelikle kişinin içtiha-
da dayalı görüşlerin delillerini değerlendirmeye ve seçtiği çözümün manevi sorumlu-
luğunu üstlenmeye yetecek bilgi düzeyine sahip olmamasıyla ve içtihad etme kudreti-
ne sahip olmayan kimsenin belli bir kıstastan mahrum seçimlerle dini hayatını yürüt-
mesinin sakıncaları ile ilgilidir. Zira, bir mezhebe bağlanmanın hükmü doğrudan avam
kimseye racidir. Bu nokta itibariyle, bilgi ve değerlendirme imkanına sahip olmayan
avam bir müslüman için belirli bir mezhebin esas alınması, İslâm dünyasının büyük
kesiminde, uygulama kolaylığı ve kendi içinde tutarlılık sağlaması yanında metodolo-
jik çelişki ihtimalini de en aza indiren güvenli bir yol olarak kabul edilmektedir. Bu-
nunla birlikte, zamanın şartları çerçevesinden nassların yeniden yorumlanması,
İslâm’ın hedeflediği makasıdın yeni bir fikri okumaya tabi tutulması, özellikle bir

103 Âmidî , C. IV, 267; Koca, 541.


104 Zeydan, 534; Atar, 322.
105 İbrahim Kafi Dönmez, “İçtihadın Bağlayıcılığı Meselesi ve Fıkıh Mezheplerine Bağlanmanın Anlamı”, Usûl,

İstanbul, 2004, C. I, S. 1, s. 46-47.


106 Rudolp Peters,” 18. Ve 19. Yüzyıllarda Taklîd”(çev.Özgür Kavak), İslâm Hukuku Araştırmalar Dergisi, S.

XIV, Ankara, 2009, s. 98.


158 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd

mezhebe bağlanma mevzuunda şüphe ve tereddütlerden uzak yeni bir metodolojinin


oluşturması açısında önemli olduğu değerlendirilmektedir.107

Sonuç
Araştırmamızda ulaştığımız sonuca göre, taklîd, sözcük olarak “bir şeye süs eş-
yası takmak” anlamına gelmektedir. Taklîdin bu anlamın dışında başka anlamları ol-
makla birlikte, en önemli anlamı zikrettiğimiz anlamdır.

Taklîd kelimesi, ıstilahî anlamda ise delilini bilmeksizin başkasının görüşüne


göre hareket etmektir. Delilini bilerek başkasına göre hareket etmek olan ittibâ’ kelime-
si taklîdle aynı değildir. Bu nokta itibariyle, Hz. Peygamber’in sözüyle amel etmek, bir
asrın müçtehitlerinin üzerinde icmâ’ ettiği bir görüşe göre hareket etmek, avam birinin
müftînin fetvasıyla amel etmesi, kadıların adaletin kararlarına göre hüküm vermesi
kadının adil bir kimsenin şahitliğine başvurması taklîd olarak değil, ittibâ’ olarak de-
ğerlendirmektedir.

Taklîd sorunu, hicrî dördüncü asırda ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu asra kadar
İslâm dünyasında taklîd meselesi tartışma konusu yapılmamıştır. Söz konusu asırdan
sonra mezhepleşme olgusuyla birlikte, taklîd dönemi de başlamıştır. Mezhep taassubu
ve siyasi- sosyal bazı nedenler taklîde zemin hazırlamıştır.

İtikadî hususlarda taklîdi, Haşeviyye ve Ta'lîmiyye dışında ulemanın çoğunlu-


ğu haram kabul etmiştir. İbn Hazm, İbni Arabî, Şirâzî, Âmidî, Gazâlî, Bağdadî, gibi
ulemanın da aralarında bulunduğu çoğunluğu göre, Allah’ı, sıfatlarını, tevhidi, nü-
büvvetin delillerini ve bunlarla bağlantılı olan ahlakî kaideleri, İslâm’ın beş şartı, faizin
haramlığı gibi muamelâta, ibadâta, ukubâta giren dinin zaruriyyetinde olan şerî mü-
kellefiyetleri bilmek gibi hususlar kesin olan delillerle vaz edildiği için, bu hususlarda
taklîd hiçbir şekilde caiz değildir.

Amelî hükümlerde taklîdin caiz olup olmadığı hususunda müçtehidler arasın-


da ihtilaf vardır. İbn Hazm gibi bir kısım fakihler taklîdin hiçbir şekilde caiz olmadığı-
nı, mükellefin ictîhâd vesilelerini öğrenerek içtihadda bulunmak zorunda olduğu, bu-
nun mükellef üzerine vâcib olduğu görüşünü savununmuştur. Diğer İslâm alimleri İbn
Hazm’ın bu görüşüne sadece Mutlak Müçtehidin amelî hususlarla ilgili konumunda
katılırlar.

107 İbrahim Kafi Dönmez, a.g.m. s. 48.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Recep Özdemir 159

Amelî hususlarda taklîdin vacip olduğunu savunan ise Haşeviyye ve Talimiy-


ye’dir. Onlara göre müçtehit imamlardan sonra içtihat dönemi sona ermiş ve müçtehit-
leri taklîd etmek herkes için vacip durumuna gelmiştir.

Amelî hususlarda taklîdin hükmü hususunda diğer bir farklı görüş dört mez-
hep imamının ve İbn Abdilber, Hatîp el-Bağdâdî, Ebû-şame, Şatıbî, Şah Veliyyullah
gibi alimlerin görüşleridir. Onlara göre amelî konularda taklîd avam kimseler için va-
cip, müçtehitler için haramdır.

Amelî hususlarda taklîdin hükmü konusunda diğer bir konu Mukayyed Müç-
tehidin durumudur. Mukayyed müçhedin durumuyla ilgili üç farklı fikir ortaya çık-
maktadır. Buna göre, mukayyed müçtehit için taklîd kesin olarak caiz değildir. Bu gö-
rüşün sahibi, Gazâlî, Avamdî, Beyzavî gibi İslâm ulemasının çoğunluğudur. Ahmed b.
Hanbel ve Sufyan-ı Sevrî’ye göre mukayyed müçtehid için taklîd caizdir. Vakit darlı-
ğından dolayı bazı hususlarda müçtehidin müçtehidi taklîd etmesi caizdir. Bu son gö-
rüş ise, bazı Irak ehlinin ve Avamdî’nin görüşüdür.

Amelî hususlarla yakın bir ilgisi bulunan bir mezhebe bağlanma konusunda ise,
genel manada müçtehidin hükümleri tedkîk ve ictihâd yoluyla ana kaynağından alma-
sı vacip kabul edildiği için, taklîtte bulunması caiz olmadığı kaydedilmiş; içtihaddan
aciz mükellef hakkında da, ilim ehline sormak zorunluluğu fikri ileri sürülmüştür.
Buna göre, içtihaddan aciz avam bir kimsenin mezheblerden birine uyması caiz olarak
telakki edilmiştir.

Kaynakça
el-Âmidî, Ali b. Muhammed, el-İhkâm fî Usûli’l Ahkâm(I-IV), Riyad, 2003.
___________, Muntehes Sûl fî İlm-i Usûl, Dâru’l Kutubi’l İlmiyye, Beyrut, 2003.
Asım Efendi, Kamus Tercemesi(I-IV), İstanbul, 1231.
Atar, Fahrettin, Fıkıh Usûlü, İFAV, İstanbul, 1988.
Bağdâdî, Ebi Bekir Ahmed İbn Ali İbn Sabit Hatip, Kitâb-u el- Fâkih ve’l Mutefakkih(I-II),
Dâru’l İbni’l Cevziyye, Riyad, 1996.
Beg, Muhammed Hudârî, Usûlu’l-Fıkh, İskenderiyye, 2002.
Buharî, Ebî Abdillah Muhammed İsmail, Sahîh-i Buhârî, Dâru’l-İbn Kesir, Beyrut, 2002.
Curcanî, Ali ibn Muhammed Şerîf, Kitâbu’t- Ta’rifat, Beyrut 1985.
Cuveynî, İmamu’l Harameyn, el- Burhan fi Usûli’l-fıkh(I-II), Katar, 1399.
___________, el-Varakat, Dâru’l Müslim, Kahire, 2003
Dehlevî, Şah Veliyullah, Hüccetu’l Bâliğa(I-II), Beyrut, 2005.
Dönmez, İbrahim Kafi, “İçtihadın Bağlayıcılığı Meselesi ve Fıkıh Mezheplerine Bağlanmanın Anlamı”,
Usûl, İstanbul, 2004, C. I, S. 1, s. 38-56.
Gazalî, Ebu Hâmid Muhammed bin Muhammed, Mustasfâ min İlmi’l Usûl(I-IV), Medine, trs.
___________, İslâm Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi(I-II)(trc. Yunus Apaydın),
Rey Yayıncılık, İstanbul, 2002.
Hallâf, Abdulvahhâb, Hulâsatu Teşri’i İslâm, Kahire, trs.
160 Fıkıh Usûlü Açısından Taklîd

Hasan, Hâlid Ramâzan, Mu’cem-u Usûli’l Fıkh, Diraseti’l İnsaniye baskısı, 1998.
İbn Abdilber, Ebî Ömer Yusuf b. Abdillah b. Muhammed, Câmiû’ Beyâni’l-İlm ve Fadlihi(I-II),
Dâru’l-İbn Cevziyye, Riyad, 1994.
İbn Hazm, Ebi Muhammed Ali İbn Said, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm(I-VIII), Nşr. Ahmet Mu-
hammed Şakir, Beyrut, trs.
___________, en-Nübez fî Usûli’d-Dîn, Mektebetu’l Kulliyeti’l Ezheriyye, Kahire, 1981.
İbn Manzur, Lisanu’l Arab, C. III, s. 366-367.
İbnu’l Kayyim, Ebî Abdillah Muhammed b. Ebî Bekr Eyyüb, İ’lâmu’l Muvakkîn an Rabbil
Âlemîn(I-VII), Daru’l İbni’l Cevziyye, Riyad, 1423.
İzmirlî, İsmail Hakkı, İlm-i Hilaf(sadeleştiren. Ali Duman), Malatya 2004.
Karâfî, Şahâbuddin Ebu Abbâs Ahmed b. İdrîs , Nefâisu’l-Usûl fî Şerhil Mahsûl(I-IX), Mekke,
trs.
Karaman, Hayreddin, İslâm Hukunda İçtihat, Ankara, 1975.
Karaman, Hayreddin, Fıkıh Usûlü, İstanbul, 2010.
Kattân, Menna’, Tarih-u Teşri’ İslâm, Riyâd, 1996.
Kavaidu’l Usûl ve Meakidi’l Fusûl, Kahire, 1973.
Koca, Ferhat, “Mezhep ”, DİA, C. XIII, s. 541, Ankara, 2003.
Mevsûatu’l-Fıkhiyye (1-45), Zatu’s-Selam baskısı, Kuveyt, 1983.
Nesaî, Ebî Abdir’rahman Şuayb ibn-i Alî, Sünenü’n-Nesaî, Mektebetu’l Meârîf, Riyad, trs.
Osman, Muhammed Hamid, Kamusu’I Mübîn, Daru’l Hadis baskısı, Kahire, trs.
Peters, Rudolp ,” 18. Ve 19. Yüzyıllarda Taklîd”(çev.Özgür Kavak), İslâm Hukuku Araştırmalar
Dergisi, S. XIV, Ankara, 2009, s. 97-110.
Ragıp el-İsfehanî, Ebî Kasım Hüseyin b. Muhammed, Müfredât fî Garibi’l-Kur’an, Daru’l-fikr
baskısı, Beyrut, 1319.
Razî, Fahreddin , el-Mahsûl fî İlmi Usûli’l-fıkh(I-VI), Müessetu’l Risâle baskısı. Trs.
S. Schachat, “Taklîd maddesi”, İslâm Ansiklopedisi, MEB., İstanbul, 1970, C. XI, s.681-683.
Suyutî, Celaleddîn, Şerhu Cem’u’l- Cevâmî(I-II), Kahire, 2000.
Şa’ban, Zekiyyüddin , İslâm Hukuk İlminin Esasları(trc. İbrahim Kafi Dönmez), Ankara, 2007.
Şafiî, Muhammed ibn İdris , er-Risâle, Neş. Ed. Muhammed Şakir, Dâru’l Kutubi’l-İlmiyye,
Beyrut, Trs.
Şatıbî, İbrâhîm b. Musab. Muhammed, Muvâfakât, Dâru’l İbni’l Affân, Riyad, 1997.
Şener, Abdulkadir, “İslâm Hukukunda İçtihad ve Taklîd Problemi”, AÜİFD, Ankara, 1990, C.
XXIV, s. 375-387.
Şevkânî, Muhammed b. Ali, İrşadu’l Fuhul, (I-II), Daru’l Fadile baskısı, Riyad, 2000.
Şimşek, Murat, “Hukukî Tasarruflarının Kaynağı Olarak Hz. Peygamber’in İçtihadı”, İslâm Hukuku
Araştırmalar Dergisi, Ankara, 2009, S. XIV, s. 111-156 .
Şirâzî, İbrâhîm b. Ali, el-Luma’ fî Usûli’ı-Fıkh, Dâru’l İbn Kesîr, Dımaşk, trs.
Üzüm, İlyas, “Mezhep”, DİA, XXVII, , 526-532, Ankara, 2003.
Tehânevî, Muhammed Ali, Mevsûat-u Keşşâfu Istılâhâtı’l-Funûn(I-II), Lübnan, 1997.
Yücedoğru, Tevfik, “Mukallidin İmanı”, Uludağ Üni. İlahiyat Fak. Der., Bursa, 2005, C. XIV, S.
I, s. 19-40.
Zebidî, Seyyid Muhammed Murtezâ Huseynî, Ta’cu’l-Arûs min Cevâhiri’l Kâmus(1-40), Ku-
veyt 1971.
Zehra, Muhammed, Târihu’l Mezâhibu’l-İslâmî(I-II), Dâru’l-Fikri’l Arabî, Beyrut, 1989.
Zerkeşî, Bedreddin Muhemmed b. Bahavar b. Abdullah , Bahru’l Mühit fî Usûli’l-Fıkh(I-VI),
Kuveyt, 1992.
___________, el-Mensur fi’l-Kavai’d(I-III), Kuveyt, 1982.
Zeydan, Abdulkerim , Fıkıh Usûlü(trc. Ruhi Özcan), İstanbul, 1982.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Recep Özdemir 161

Zuhaylî, Vehbe, el-Vecîz fî Usûli’i-Fıkh, Dâru’l-fikr baskısı, Dımeşk, 1999.


___________, Usûlu’l Fıkh’î-İslâmî(I-II), Daru’l-fikr baskısı, Dımeşk, 1986.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 163-187

Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi


Muhammet Kemaloğlu
Gazi Tarih Yüksek Lisans
Özet
Azerbaycan tarihinin, özellikle de kültür tarihinin en eski dönemleri hala yeterince
bilinmese de, burada zengin kültür katlarının, hem de birbirini etkileyen, birbirinin
gelişmesine neden olan kültür katlarının varlığı kuşkusuzdur. Farklı dillerde eser
veren, farklı kültürlerin etkisini taşıyan Azerbaycan edebiyatının bin yıllık tarihi de
bu kültür katlarının genişliği ve zenginliği hakkında fikir vermektedir. Araplar,
Azerbaycan'a yerleştikten sonra VII. yy. sonlarına doğru burada Arap dilli bir ede-
biyat ve kültür gelişmeye başlamıştır. Eserlerini Arap dilinde ama her zaman El-
Azerbaycani mahlası ile yazan şairlere, yalnız Azerbaycan sınırları içerisinde değil,
hilafetin Şam, Bağdad, Medine gibi kültür merkezlerinde sık sık tesadüf olunuyor-
du.XI. yüzyılda yetişmiş yetenekli Azerbaycan alim ve şairlerinden biri de Mui-
neddin Ahmed Tantarânî Maragi idi. XIII.-XIV. yüzyılda, Azerbaycan edebiyatının
ve medeniyetinin Zülfüqar Şirvani, Hümam Tebrizi, Evhedi Marağayi, Essar Teb-
rizi, Arif Erdebili gibi üstadlan yetişmişti. Bizim bu çalışmamız XI. yüzyılda yetiş-
miş Muineddin Ahmed Tantarânî Maragi’nin Tantarânîyye Kasidesi’nin çevirisi ile
ilgili olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Muineddin Ahmed Tantarânî Maragi, Azerbaycan,
Azerbaycan Edebiyatı, Şair, Arap ve Fars dilli
Abstract:
Ahmed Tantarânî Maragi And His Tantarânîyye Kasides
Azerbaijan's history, cultural history, especially the oldest periods are still
not known enough, here, the rich layers of culture, as well as affecting each other,
no doubt that the presence of each other in the development of the cultural layers.
Who work in different languages, different cultures, which influence the levels of
the width of the Azerbaijan Literature thousand years of history and the richness
of this culture is about the idea. VII, after the Arabs settled in Azerbaijan. century.
Towards the end of literature and culture began to develop a Arapdilli here. Works
in the Arabic language, but I always hand-Azerbaijani poet who wrote under the
pseudonym, not only within the borders of Azerbaijan, Caliphate of Damascus,
Baghdad, Medina, cultural centers, such as was often no coincidence. XI. One of
the scholars and poets of the century, Azerbaijan qualified skilled Muineddin Ah-
med was Maragi Tantarânî. XIII. XIV. century, the Azerbaijani literature and civili-
zation Zülfüqar Shirvani, Human Tabrizi, Evhedi Marağayi, Essar Tabrizi, Arif
Ardebili had grown up with such masters. The sense that the XI. Ahmed trained
Muineddin century translation will be related to kasidesinin Tantarânî Maraginin
Tantarânîyye.
Key Word: Muineddin Ahmed Maragi Tantarânî, Azerbaijan, Azerbaijan Li-
terature, Poet, Arabic And Persian Language
164 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi

Giriş
Azerbaycan bütün orta çağlar boyu Yakın ve Orta Doğunun iktisadi, siyasi,
sosyal, ilmi ve medeni hayatında görkemli yer tutmuştur. Büyük Selçuklu İmparator-
luğunda, Azerbaycan önemli yer tutmuş, imparatorluğun asıl ağırlık merkezlerinden
birine dönüştürmüştür. Bu devirde Arap ve Fars dilli Azerbaycan edebiyatında ayrıca
hızlı bir yükseliş yaşanmış, Azerbaycan edebiyatının ilk örnekleri verilmiştir. Hatib
Tebrizi, Behmenyar, Getran Tebrizi1, Nizami Tebrizi, Muhammed Urmevi, Ferec Hoy-

1 Getran Tebrizi: Tebriz yakınlarındaki Şadiabad köyünde, bir köylü ailesinde doğan Getran Tebrizi
hayatını Gence ve Tebriz’de sürdürmüştür. İlk tahsilini Şadi-abad almış, sonra Tebriz'de okumuşdur.
O zaman Azerbaycan'da birkaç feodal devlet vardı. Bunlardan biri de başkenti Gence olan Şeddadiler
devletiydi. Arap hilafetinin çiçeklendiyi dönemlerde Gence müslüman aleminin kuzeyinde büyük kül-
tür merkezine dönüşüyor. Burada üniversiteler, okullar, bireysel ve toplumsal kütüphaneler, gözl e-
mevi ve tıp merkezleri faaliyet gösteriyor. Müslüman kültürü komşu Hıristiyan devletlerine işte bura-
dan yayılıyor. Doğu'nun bir çok ülkelerinden akademisyenler, şairler, mimarlar, sanatçılar Gence'ye
akar. Getran da eğitimini tamamladıktan sonra buraya geliyor. O, kısa sürede Gence'de Şeddadilerin
sarayına davet olunur ve az zamanda büyük nüfuz kazanıyor. Aynı dönemde ülkenin başında Ebdül-
hesen Leşkeri dururdu ve tabii ki, Getran da bir çok şiirlerini ona ve onunla ilgili olaylara ad ıyor. Bu
şiirlerden hareketle, Getran ın Gence'de yaşadığı dönemi tanımlamak mümkündür. Şiirlerinden birin-
de Getran Revvadiler devletinin başkanı Ebu Mansur Vehsudanın Ebdülhesen Leşkerinin konuğu ola-
rak Gence'ye gelişinden söz ediyor. Getran yaratıcılığını inceleyen akademisyenlerin göre, bu görüş
1035-1040 yılları arasında ortaya bilirdi. 1042 yılında ise şair artık Tebriz'de şehrin yarısını yerle bir et-
miş korkunç depremin şahidi olmuştu. Demek, Getran Tebriz'e bu doğal felaketten önce dönmüştü .
Fakat bir çok araştırmacılar Getran ın Gence'ye depremden sonra geldiğini iddia ediyorlar. G örünür,
şairin yeniden Gence'ye dönüşünü de istisna edilemez. 1046 yılında Getran Tebriz'de büyük İran şairi
ve filozofu Nasır Hosrovla görüşür. Nasir Hüsrev kendisinin ünlü "Sefername" eserinde Getran adlı
güzel bir şairle görüştüğünü kayıt edir. Getran bir süre Nahçıvan'da, yerel yargıçların saraylarında ya-
şadıktan sonra memleketi Tebriz'e döner. Getran Tebrizi henüz sağlığında iken yetenekli şair, bilge f i-
lozof ve âlim gibi bir çok ülkede şöhret kazanıyor. Kendisinin yazdığına göre, onu Horasan'da ve
Irak'ta iyi tanıyor ve seviyorduler. Getran "Tövsname", "Quşname", "Vamiq ve Ezra" adlı eserlerin ya-
nı sıra esasen kasidelerden oluşan büyük hacimli divanın müellifidir. XII yüzyılda yaşamış Orta Asya
şairi Reşit Vetvat, o ömrü boyunca tek gerçek şair tanımışdır, o da hekim (bilge) Getran Tebrizidir.
Getran şiir ile genç yaşlarından uğraşmaya başlamış ve bu alanda büyük yaratıcılık başarıları kazan-
mıştı. Şiir yaratıcılığında önemli yeri dönemin çeşitli hükümdarlarını tarif eden kasideler tutuyor. Bu
eserler modern okuyucu ve araştırmacılar için kasidelerde medh edilen kahramanların saraylarında ya-
şanan tarihi olayları öğrenmek ve anlamak açısından çok değerlidir. Örneğin, Getran Tebrizi'nin şerle-
rinde oğuzların Azerbaycan'a birkaç seferi yer bulmuştur ki, bu bilgiler şimdi bizim için büyük önem
taşıyor. Onun Tebriz zelzelesine ilişkin şiiri Getran şöhret getirmişdir. Orta çağ kaynaklarına dayalı
Azerbaycan araştırmacıları, Getran Tebrizi fars leksikografiyası tarihinde Fars dilinin ilk izahlı lügat i-
nin yaratıcısı olmuştur. Bu konuda "Lügat-fürs" ("Fars sözlüğü") yazarı şair ve tertibçi Esedi Tusi (XI.
yüzyıl), "Sihahül-fürs" müellifi Muhammed bin Hinduşah Naxçıvani (XIII. yy) ve başkaları yazmışlar.
Orta çağ yazarlarının çoğu bu sözlüğü yaratıcısının adıyla sadece "Lügat-Getran ", yahut "Ferhengi-
Getran " (her iki ifade "Getran ın sözlüğü" anlamına gelir) gibi kaydeder. Sonraları ise bu sözlük "Tefa-
sir fi lüğatül-fürs" ("Farsça kelimelerinin açıklamaları"), ya da kısaca "Tefasir" ("izahlar") olarak adlan-
dırılır. Getran Tebrizi Azerbaycan ve İran halklarının şiir ve leksikografiya tarihinde derin izler bu-
rakmışdır. 1042 yılı Tebriz depremini anlattığı büyük kasidenin ve zengin tabiat tasvirleri ile dolu çok
sayılı şiirlerin müellifi olarak tanınmaktadır. Getran Tebrizi’nin Fars dilinde yazmış ol duğu şiirlerinde
Türk, güzellik ve kahramanlık simgesi olarak kullanılır. Fars dilinde yazan çağdaşları içer isinde Get-
ran ilk defa olarak, şiirlerinde Azerbaycan Türkçesi’nden bir çok kelimeler ve deyimler kullanmıştır.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Muhammet Kemaloğlu 165

lu, Nasir Hüveyyi (Hoylu), Hüseyin Salmasi, Ebdülmelik Beylegani, Mensur Tebrizi,
Hüseyin Urmevi ve onlarca başka alim ve şairin, Arap, Fars dilli doğu medeniyetinin
gelişmesinde büyük hizmetleri olmuştur. XI. yüzyılda yetişmiş yetenekli Azerbaycan
alim ve şairlerinden biri de Muineddin Ahmed Tantarânî Maragi idi (Çelebi, 1972:1340-
1341,1362,1943; Karatay, 1969:2435; Gümüş, 2009: 236; Kortantamer, I. Eski Türk Edebiyatı Kollogyumu,

1992; Kortantamer, 1994: 1-10; Sami, 1306, VI/4587, 4588; Parmaksızoğlu, 1977:299-300; el-Bağdâdî, 1951,

Kasidelerinin birinde “İnsanların hepsi sanki dikendirler. Ben boş yere bu dikenlerin arasında çiçek
arıyorum” diye zamana ve insanlara acı acı sitem etmesine, rağmen Getran’ın şiirlerinde insan sevgisi,
insana, onun hayırseverliğine inancı kuvvetlidir. Doğu Rönesansının bir parçası olarak Azerbaycan
Edebiyatı esas itibariyle Arap ve Fars dillerinde oluşturulurdu. Aynı dönemde faaliyet gösteren Müm-
kan Tebrizi, Hattat Nizami Tebrizi, Ali Tebrizi, İskafi Zencani, Kafi Zafer Hemedani, Mansur Tebrizî
gibi kudretli Azerbaycan şairleri söze, onun tanrı kudretine sonsuz saygı besleyerek onu bayağı ve ço-
ğu zaman anlamsız karakter taşıyan medhiyyeçiliye sarf etmekten kaçmaya çalışıyorlardı. Onlar sanat
edebiyatın gerçek, adalet ve insanlık, hümanizm konumundan çıkış yapması ilkesini temel alıyorr ve
kendi kalemlerini de bu yönlerde kullanmaya daha çok tercih ediyorlardı. Azerbaycan edebiyatının
ünlü temsilcilerinden biri olan Getran Tebrizi'nin yaratıcılık mirası, "Divan" ve Fars dilinin izahlı söz-
lüğüne adanmış "Et-tefasir" adlı bilimsel eserden ibaretdir. Onun şiiri yüksek şiir tekniği, ince zevk ve
keskin gözlemin rengarenk fikir -estetik ifade ve üslup benzersizliyi özeldir. Şairin eserlerinde hayati-
yet, doğallık, insan duygularının realist ifadesi tercih olunur. Hayattaki bütünlüğüne, doğanın eşsiz,
renkli ve zengin güzelliklerinden yararlanarak onları şiirsel bir dille tavsif etmek kudreti, insa nlığın,
saf aşkın kadrini bilip bu ahlaki meziyetleri takdir ve tebliğ mahareti Getran Tebrizi şiirinin karakteris-
tik özelliklerindendir. O, aşkta vefayı ister. Getran Tebrizi, Tebriz'de doğsa da, onun hayat ve faali-
yetinin temel parçası Gence'de(1991'de Azerbaycan'ın bağımsızlığını kazanmasından sonra bu ü lkenin
ikinci büyük şehridir. Şehrin isminin yaranması ile ilgili iddia Azerice'de gence (Türkiye Türkçesin-
de "geniş", "geniş yer", "genişce") sözünden ortaya çıkmasıdır. Bu söz sonradan "gence" olarak ku lla-
nılmaya başlanmıştır. ) geçmiştir. Bu durum şairin yaratıcılığında vatan hasretinin, gurbet şiirinin de
ortaya çıkması ile sonuçlanmıştır. Bu tesir ise şiirsel sözün malzemesi gibi ortaya çıkıyor, kendisinin
fikir-estetik ifadesini buluyordu. Getran Tebrizi 'nin şiirindeki hayatiyet şairin nesnelliğinin yanı sıra,
tarihi ve toplumsal olaylara ilgi ve merakından, onları şiir diliyle tarif etmek eğiliminden de kaynakl a-
nır. Şairin 1046 yılı Tebriz zelzelesine adadığı kaside ve diğer eserleri bu fikri söylememize neden olur.
Onun kaside, rubai ve gazellerinde çalıştırdığı epitetler(Herhangi bir türün isminde, cins isminden
sonra yazılan, türün adını belirleyen sıfat ya da isim. Pinus (cins ismi) nigra), mukayese ve mübâlağa-
lar da gerçek hayattan, doğanın kendisinden gelir. Getran ın yılın mevsimlerine ve onlara uygun ola-
rak doğada yaşanan değişikliklere adadığı şiir örnekleri kendisinin eşsiz zarafeti, içerik ze nginliği, an-
lam derinliği, sanat-estetik güzelliği ile dikkati çekiyor:
Cemaat büründü büsbütün Xeze(haza),
Ağaçlar üstünden esdikçe hazan.
Havalar tutuldu, sular duruldu
Dünya hiddetlendi, qocaldı(yaşlandı) delikanlı.

Almayla, heyvayla(ayva), narla dolu bağ,


Boş kaldı laleden, gülden gülüstan.
Kekik qaqqıltısı(gülmesi) kesildi dağdan,
Qırqovul(sülün) soluğu gelmiyor tarladan.
Hayatiyet, düşündürücülük, nasihatçılik, sosyal-felsefi derinlik Tebrizi'nin şiirine özgüdür. Onun
yaratıcılığı Ebu'l-Ula Gencevi, E. Xaqani, Felek Şirvani, Nizami Gencevi vb. şairlere derin etki etmekle
yeni edebi yönün ve geleneğin temelini atmıştır. Bunun sonucudur ki, Getran ın yaratıcılığı çağdaşları,
yakın halefleri ve sonraki yüzyılların ilim ve sanat adamları tarafından yüksek değerlendirilmiştir.
Getran 1088 yılında Tebriz'de dünyasını değişmiş ve Surxab mahallesindeki ünlü şairler kabristanlığın-
da defin edilmiştir.
166 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi

I/80; ez-Ziriklî, 1980, I/145; Brockelmann, 1937-49:GAL, I/292; Sezgin, 1965:GAS, I/446; Kehhâle, I/272;
Parmaksızoğlu, 1977:XXV/298). Sami, 1306, IV/3018;Devletşah, 1963:51; Cona, 418/XXV )2.

Devletşah Semerkandi'nin “Şairler Tezkiresi”nde ve başka ilmi-edebi kaynak-


larda Ahmed Maragi “imam, mevlana, üstad, hikmetli söz hükümdarı” diye bilinir. O,
XI. yüzyılın ilk yarısında doğmuş, aynı yüzyılın sonuna kadar yaşamıştır. Büyük Sel-
çukluların veziri Nizamül-Mülk, Marağada büyümüş, orada büyük alim ve şair olarak
tanınan Ahmed Tantarânîyi, 1067’de Bağdat’da açılan “Nizamiye” üniversitesine daha
ilk günden davet etmiş ve Tantarânî, ömrünün sonuna dek aynı üniversitede hoca,

2 Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'nde müderrislik yapan Mu'inad -Din Ahmad b. 'Abd ar-Razzâk at-
Tantarânî (ölm. 1092), vezir Nizamülmülk'ü övdüğü kasidesi ile ün yapmıştır. 'Abd ar-Razzak at-
Tantarânî'nm, "Kaşidat at-Tantarânîyya"si;Topkapı Sarayı, III. Ahmed Kitaplığı No: A 2435'de kayıtlı
bulunmaktadır. Aharlı kâğıt üzerine 305 mm. boyunda ve 210 mm. eninde 6 yapraktır. Sayfada 3 sat ı-
rı 125 mm. uzunluğunda harekeli güzel sülüs ve 4 satırı 90mm. uzunluğunda nesihle 7 satır vardır.
Abu'1-Fath at-Tabrizi eliyle 972 (1564)'de kopye edilmiştir. Arabic and Ottoman Turkish Manuscript.
at-Tantarânî, Ahmad İbn `Abd ar-Razzaq (Died ca. 485 AH/1092 AD). Al-Qasıdah At-
Tantaranıyyah (The Tantarânî Poem). An interesting poem in praise of Nizam al-Mulk al-Hasan Ibn
`Ali Ibn Ishaq (408-485 AH/1018-1092 AD), the famous vizier of the Saljuq sultan Alp Arslan (died 1072
AD). In the present version, each line of Arabic verse is followed by two lines of Ottoman Turkish ver-
ses. Folios 44a-46a. Regarding the poem, see Geschıchte Der Arabıschen Lıtteratur, I, 253, Supple-
ment, I, 446; Arap Edebiyatı’nda el-Kasîdetu’t-Tantarâniyye adıyla meşhur bir kasîde vardır. Bu,
Bağdatlı şair Ahmed b. Abdurrezzak et-Tantarânî (Öl. 485/1092) tarafından Selçuklu veziri Nizâmül-
mülk’ü medhetmek için yazılmıştır. et-Tantarânî, Nizâmülmülk zamanında Bağdad’daki Nizâmiye
Medresesi’nde müderrislik yapmıştır. Ölüm tarihi, Brockelmann’a göre; 480/1087 dir. (GAL, I/292; L e-
iden, 1943, E. J. Brill). Şerh: Tunca Kortantamer’in tanımı ile: “Bir metnin daha iyi anlaşılsın diye, o
metni baĢkalarından daha iyi anladığı kanaatinde olan kiĢiler tarafından açıklanması”dır. Nizâmül-
mülk Hasen b. ‘Ali b. İshâk et-Tûsî (1018-1092). Büyük Selçuklu Devleti’nin ünlü veziri ve ortaçağ
İslâm dünyasının en tanınmış devlet adamıdır. Horasan’da Tûs şehrine bağlı Nûkân kasabasında do ğ-
du. Daha küçük yaştayken bilgisi, zekâsı ve çalışkanlığıyla dikkat çekti. 1063 de Alp Arslan’ın veziri
oldu. Alp Arslan 1064 Selçuklu sultanı ilân edilince de Nizâmülmülk, bu büyük devletin baş veziri
mertebesine kendiliğinden yükselmiş oldu. Ölümüne kadar, 29 yıl Büyük Selçuklu Devleti’nin vezirli-
ğini aralıksız yürüttü. Alp Arslan ve oğlu Melikşah’ın vazgeçilmez yardımcısı olmuştur. Devlet teşki-
latında, idarî, malî ve askerî alanlarda aldığı tedbirler ve getirdiği düzenlemelerle Büyük Selçuklu
Devleti’ni orta çağın en sağlam teşkilâtlı bir devleti haline getirmiştir. İslâm dünyasının büyük bilgi nle-
rini Hemedan, Rey, Herât, Isfehan, Nîşapur, Belh, Merv vb. şehirlerde kurdurduğu Nizamiye med-
reselerinde toplayarak Büyük Selçuklu Devleti’ni ilmin her dalına değer veren ve koruyan yüksek bir
kuruluş haline getirmiştir. Nizâmülmük, âlim ve edip bir zattı. Farsça ve Arapça şiirleri vardır. Dev-
let idaresindeki görüşlerini açıklayan ve Siyâsetnâme adını verdiği bir de eser kaleme almıştır. 1087 ile
1092 yılları arasında yazılan bu eser, Türk-İslâm devletlerinin idarî, malî, askerî, kültürel ve sosyal
yapılarını belirttiğinden, öteden beri dikkat çekmiş ve hemen hemen bütün Batı dillerine ve Türkçe’ye
tercüme edilmiştir. Nizâmülmülk 485 yılında Isfahan’a giderken, bir suikast sonucunda ölmüştür.
Nizâmiye Medresesi: Nizâmülmülk tarafından Bağdad’da kurulan ve 1067 yılında öğrenime açılan bir
medresedir. Zengin kütüphanesi ve Şafiî fıkhına göre düzenlenen proğramı bir yana, Nizâmiye Medre
güven ve kontrol altına alınmış olmasıdır. Nizâmiye Medresesi ile doğan yeni tip medreselerde öğre n-
ciler için yurtlar, kütüphane, banyo, yemekhane ve hastane ile, öğrencilere ödenen burs gibi, masraf-
ları karşılayacak vakıf tesisler kurulmuştur. Nizâmiye medresesi ile öğrencileri yedirip içiren ve barı n-
dıran dört yıllık yüksek öğrenim veren bir okul şekli doğmuş oldu. Bağdad Nizâmiye Medresesi dışın-
da, başka şehirlerde de medreseler açılmıştır .

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Muhammet Kemaloğlu 167

şimdiki anlayışla Prof. Dr. olmuştur. Elimizde olan bütün kaynaklar göstermektedir ki,
Ahmed Tantarânî, güzel şiirler ve nefis eserler yazmıştır. Onun bir kasidesi daha da
çok tanınmış, kendi sağlığında bütün yakın ve orta doğuya yayılmıştır. Şimdi ise dün-
yanın tanınmış elyazma hazinelerinde aynı kasidenin elyazma nüshaları saklanmakta-
dır. Azerbaycan SSCB İlimler Akademisi Elyazmalar Enstitüsünde bu kasidenin sekiz
elyazma nüshası vardır. Bu kaside en çok şu üç ismiyle “Tantarânîyye”, “terciyye” ve
“tersiyye” tanınır. Kaynaklar göstermektedir ki,XI. yüzyıla kadar Arapça dilli edebiyat-
ta bu tür bir kaside yazılmamıştır. Bu tür “terci” kasidenin bütün Arap dilli edebiyatta
ilk yaratıcısı Ahmed Tantarânî, Fars dilli edebiyatta Getran Tebrizi, Azerbaycan-Türk
dilli edebiyatta ise Nesimi olmuştur. ”Tantarânîyye Kasidesi”ne Ortaçağlarda Arapça
ve Farsça bir kaç not yazılmış, kaside Azerbaycan-Türk, İngiliz, Fransız, Rus (bir kıs-
mı) dillerine tercüme edilmiştir. Ortaçağlarda Azerbaycan-Türkçesine yapılan tercüme
çok edebi olmuş, kasidenin umumi mahiyeti, manası saklanılsa da sanki yeni bir eser
yazılmıştır. Ahmed Tantarânî Marazinin hayat ve yaratıcılığı, bu yüzden de onun
meşhur kasidesi bugüne dek Azerbaycan edebiyatı tarihinde kendi yerini almıştır. Bu
yetenekli Azerbaycan alim ve şairinin yaratıcılığı ile okuyucularımız, az da olsa, tanış-
tırmak için enstitümüzdeki elyazmalar aslında kasidenin tenkidi metnini tertip ettikten
sonra, onun Azerbaycan Türkçesine Ortaçağlardaki edebi tercümesi ile birlikte filolojik
tercümesini yaparak okuyucularımıza takdim ediyoruz (Saraç, 1995:82, 83; el-Yalvâcî, 1265:
33; Çelebi, II/1340; Akdemir, 1999: 22,317); el-Muhendis, 1984:94; Mevlevî1973: 109); Devletşah, s. 51)3.

‘Tantarânîyye4’ Kasidesinin Tenkidi Metninin Tertibi


Ortaçağlarda çok yaygın olan “Tantarânîyye Kasidesi”,, Azerbaycan-Türk ve
Fars dillerine ya nazımla ya da nesirle tercüme edilmiş, Arap ve Fars dillerinde notları
yazılmış ve şimdi kasidenin kendisinin, tercüme ve notlarıyla elyazma nüshaları dün-
yanın tanınmış bütün elyazma hazinelerinde bulunmaktadır. Ancak Ortaçağlarda ka-
sidenin orijinal metni aktarılırken bir dizi yanlışlıklara yol açtığından ve kasidede “ka-
tiplerin isteğine göre düzeltildiğinden”, ister kasidenin asıl metninde ve isterse de not-
larda tahrifler ve değişiklikler yapılmıştır. C. Kahramanov belirtmektedir ki, hattatlar
klasik şairlerin eserlerini tıpkısı suretinde aktarmakla yetinmemektedirler, çok zaman
aynı şiirleri zamanın sosyal-siyasi coğrafyasına göre uygunlaştırarak, kendi zevklerine

3 Şeyhülislâm Kemal Paşazade de, Tantarâniyye kasîdesini tercüme edenler arasındadır. Ancak o,
kasîdenin özünü, manasını korumakla beraber kuru bir tercüme, mana aktarımı yoluna gitmemiş be-
yitleri bir nevi şerhederek manaya zenginlik kazandırmıştır. Belki de manzumenin bazı nüshalarda
şerh olarak nitelenmesi bundan dolayıdır ( Saraç, s. 83).
4 el-Kasîdetu’t-Tantarâniyye.
 Çalışmamızda makale sonundaki taranmış Arapça metinlerden yararlanılmıştır.
168 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi

uygun şekli verirlerdi. Bütün bunlar ayrı-ayrı devirlerde aktarılan metinlere çeşitlilik
getirir, aynı şairin şiirlerinin başka-başka şekillerinin de meydana gelmesine, hatta aynı
şaire ait olmayan bir çok edebi parçaların yayılmasına sebep olmuştur (Kahramanov,
1973: 6). Arap dilli edebiyatta şiirlerinin zorluğuna göre numune sayılan Mütenebbiden
de karışık ifadeler kullanan Ahmed Maragi Tantarânî bu kasidenin “az daha her bir
satırında maharetle sözleri oynatmakla ”sözleri o kadar mecazi manada kullanmıştır
ki, bilgili katipler ve tahlilciler şaşmış, hatta büyük edebiyatçılar da hayrete düşmüştür.
Kasideye çokça tahlil yazılmasının asıl sebeplerinden biri de budur ki “tahlillerin ya-
zılmasını kaçınılmaz kılmıştır” (Krımski, 1981: 366). Dipnotsuz, tahlil yazan alim ve edebi-
yatçılar kasidenin bir kaç elyazma nüshasını kıyaslayarak kendi işlerini görmüşlerdir.
Lakin buna bağlı kalmayarak, her biri ayrı-ayrı muhtelif yanlışlıklara sebep olmuşlar-
dır. Kasidenin nispeten son ortaçağlara dahil ettiğimiz bir tahlilin müellifi Muhammed
bin Sedin sözlerini bir daha burada hatırlatmak uygun olur; o, ”İmam, alim Tantarânî
Maraginin Kasidesi, akılları gayretlendirip çıkılmaz duruma düşüren, fesahat ve bela-
gat mezmununda olduğundan onun bir sıra beytlerinin yanlış yazıldığını bulduktan
sonra (italik not bizimdir- Ebülfez Elçibey )zorluklarını halletmek ona toplu bir tahlil yazmak
istedim” (Muhammed bin Se'd, D716, ver. 46b. ). Muhammed bin Sed,çok hayırlı bir adım
atsa da, yine de yanlış yapmaktan yakasını kurtaramamıştır. Bütün bunlar ona göre
ortaya çıkmıştı ki, Ahmed Tantarânînin kendi eli ile yazdığı nüsha araştırmacılara
ulaşmamıştı, onlar da kendi sırasında durumdan en uygun çıkış yolu bulmak için bili-
nen manada metinşünaslık işi yapsalar da onu sonuna kadar tamamlayamamışlar, ka-
sidenin tenkidi metnini tertib etmemişlerdir. Bu gün de ister yapılan yanlışları gider-
mek, ister Ahmed Maraginin yaratıcılığını onaylamak, ister kasidenin edebi-bedii de-
ğerini doğru kıymetlendirmek ve isterse de onu Azerbaycan Türkçesine ve başka dille-
re tercüme etmek için ilk sırada kasidenin tenkidi metnini tertip etmek en zaruri şart
olduğundan, onu yerine getirmeyi kendimize amaç edindik. Azerbaycan SSC İlimler
Akademisi Elyazmalar Enstitüsünde kasidenin sekiz elyazma nüshası vardır. Bu el-
yazmaların birkaçında kasidenin kendi ile beraber onun muhtelif dillerdeki tahlil, izah
ve tercümesinde verildiğinden, onlar tenkidi metnin hazırlanmasında büyük ehemmi-
yet gösterir. Tenkidi metnin tertibinde asıl nüsha gibi B-2402 şifreli toplunun 240b-246b
sayfalarında bulunan nüsha kullanılmıştır. Şart olarak B-1 (Bakü nüshası-1) adlandır-
dığımız bu nüshada kasidenin kendisiyle beraber, Muhammed Esferainin ona yazdığı
tahlilde kendi yansımasını bütünlükte bulabilmiştir. Dünyanın tanınmış elyazma hazi-
nelerinin kataloglarında ve Katib Çelebi’nin “Keşf ez-zünun” eserinde Muhammed
Esferaininin tahlili ayrıca gösterilir ve bu, öncelikle tahlillerden biri, değerlisi ve yaygı-
nı gibi kabul edilir. XIV. yüzyılda yaşamış Muhammed Esferainin tahlili şimdilik elde

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Muhammet Kemaloğlu 169

ettiğimiz tahliller içerisinde en eksiksizi ve en doğru olanıdır. Müellif Esferaini kendi


dediği gibi “kasideyi uzunluğa yol vermemek üzere tahlil etse” de her bir sözünün asıl
manasını göstermekle beraber, onlardaki mecazi anlayışı da gösterir, Arap dilindeki
muhtelif sözlerle onları aydınlaştırır ki, bunlar da şiiri derinden duymakta okuyucuya
aşırı kıymette yardım ediyor. Tahlilci bir yerde sözünü ona benzer, muhtelif sözüyle-
sinonimle okuyucuya ulaştırsa, başka bir yerde bu mümkün olmadıkça, eş anlamlı
kelimelerden yararlanılır. O, kasideyi beyit-beyit bu tür kullanır, bununla beraber,
beytlerdeki sözler arasındaki gramer yapısı ile alakaları da gösterir. Gösterilen toplu-
nun 240b sayfasında kasidenin yalnız on beyti arka arkaya yazılmıştır. 241a sayfasın-
dan “mevla müezzem ve fezlilumem” Behişti Esferainin tahlili başlar. Burada birinci
beyitten başlayarak sonuna kadar bütün kasidenin asıl metni beyt-beyt yazılarak ayrıca
tahlil edilir. 242b sayfasının kenarında onuncu beytin Azerbaycan Türkçesinde nazımla
tercümesi de yazılmıştır. 243b sayfasında 15-17. beyitlerin Farsça nazımla tercümesi,
246b sayfasında 33-35. beyitlerin Azerbaycan Türkçesinde nazımla tercümesi yanların-
da yazılmıştır. Toplunun başka sayfalarında olan sonuç kısmında onun hicri 1084
(1672m)de aktarıldığı gösterilir. Buna göre söylenebilinir ki, kasidenin başka şeklinde
Azerbaycan Türkçesinde tercümesi hatta XVII. yüzyıldan önce edilmiştir. Nüsha anla-
şılır nestelik hattı ile, kara mürekkeple Avrupa’da yapılmış beyaz kağıda yazılmıştır.
Tahlilin metninde kasidenin beyitleri ve ayrı-ayrı sözlerin üstü çizilmiş yani silinmiş,
arada sırada da işaret konmuştur. Kasidenin tenkidi metnini hazırlarken ikinci nüsha
gibi incelediğimiz elyazmanın numarası A-411-dir. Bu nüshada kasidenin beyitleri
ayrı-ayrı yazılmış, arkasından Farsça tercüme, tahlil ve gramerli izahı yapılmıştır. Tah-
lilin yazarı olan Tac İbrahim Tebesi son kısım (netice) da yazmış, orada kasideyi orta
asır edebiyatçılığı bakımından toplu halde tahlil etmiş, sonunda “bu kasidenin sa-
natkârlık yönleri çoktur ve bu kısa tahlil ona layık değil” dipnotlarını da ilave etmiştir.
En sonunda tahlilin 808 yılının ikinci cümad ayının sonunda (1405 Aralık ayında) ya-
zıldığı belirtilmiştir. Bu nüshanın yüzü ise (paleografik verilere göre) XVII. yüzyılda
aktarılmıştır. Kaside nestelik hatla, tahlilin metni sanat ve edebi yönleri çok olan neste-
lik hatla, siyah mürekkeple, Avrupa’da yapılan ve su damgası açıkça görünen nazik
kâğıtla yazılmış, kasidedeki bir sıra dipnotlar işaretlenmiş, metnin kenarlarına da Fars-
ça bir kaç ilave açıklama yazılmıştır. Bu nüsha, eserin,-71b-79a sayfalarında bulunur.
Tenkidi metnin tertibi için B-6817 numaralı toplunun özel bir önemi vardır. Bu toplu-
nun 197b-199a sayfalarında kaside bütünlükle belirgin, anlaşılır nesh hattı ile, onun
kenarlarında ince nestelik hatla Ortaçağlarda Azerbaycan Türkçesine her beytin bend
halinde tercümesi yazılmıştır. Topluyu düzenleyen XIX. asrın yetenekli alim ve hattatı
Abdülgani Nuhevi, birinci beyitten 9. beyitteki Arapça dipnotlarının çoğunun yanında,
170 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi

altında ve üstünde Azerbaycan Türkçesinde manalarını da yazmış ancak bu işini so-


nuna kadar devam ettirmemiştir. Bütün üstün yönleri ile beraber, bu nüshada da bir-
çok dipnotlar aslından farklı yazılmış, örn: “mahi” (kaybolmuştur)-“mafi” (yoktur)
gibi, “belvehu” (belası)-”yelvehu” (kaldırmıştır, eğmiştir) gibi vb. yazılmıştır ki, bun-
lar da şiirin manasını bazı yerlerde az, bazı yerlerde ise çok değiştirmiştir. Kaside ve
tercümenin metni siyah mürekkeple, başlık kırmızı mürekkeple Avrupa yapılan hafif
kağıtlara yazılmıştır, aktarılma tarihi X. 1250, şaban (1834, Aralık).

Enstitümüzde saklanan D-716 numaralı elyazma toplusu özellikle dikkat çeki-


cidir. Öyle ki, bu topluya dahil olan eserlerin hepsini katip İbn Zeynalabidin Cavanşiri
1270 (1854-1855)de Azerbaycan’da aktarmış, onun 23b-25a sayfalarında Tantarânîyye
Kasidesini bütün olarak yerleştirmiş ve işaretlendirmiştir, 46b-52b sayfalarında ise ka-
sidenin yine de işaretli metnini beyit-beyit ve onların ardından Muhammed Bin Sedin
de Arapça tahlilini yapmıştır. Yalnız 13. beyitten sonra gelen beyitlerin yerini boş bıra-
karak, o tahlillerini yazmıştır. Enstitümüzde saklanan D-716 numaralı elyazma toplusu
özellikle dikkat çekicidir. Öyle ki, bu topluya dahil olan eserlerin hepsini katip İbn
Zeynalabdin Cavanşiri 1270 (1854-1855)de Azerbaycan’da aktarmış, onun 23b-25a say-
falarında Tantarânîyye Kasidesini bütün olarak yerleştirmiş ve işaretlendirmiştir, 46b-
52b sayfalarında ise kasidenin yine de işaretli metnini beyit-beyit ve onların ardından
Muhammed Bin Sedin de Arapça tahlilini yapmıştır. Yalnız 13. beyitten sonra gelen
beyitlerin yerini boş bırakarak, o, tahlillerini yazmıştır. 33-35. beyitleri hem yazmamış
hemde tahlil etmemiştir. Bununla beraber, şiirin 9. beyitindeki “mahi” dipnotu 24a
sayfasında doğru yazıldığı halde, 48b sayfasında “mafi” şeklinde, ”ğeda” dipnotu ise
aksine, 48b sayfasında doğru yazıldığı halde, 24a sayfasında “geza” şeklinde yazılmış-
tır. Buradan da belli olmaktadır ki, katip bunları ayrı-ayrı nüshalardan almış, yanlışları
düzeltememiştir ya da bunun farkına varamamıştır. Buna göre de kasidenin bu toplu-
da verilen iki nüshasını ayrı-ayrı nüsha gibi kabul etmeliyiz. Bunu da kaydedelim ki,
işaretlerde tesadüfi yanlışlara da rastlanılır. S-12b numaralı toplunun 151b-152a sayfa-
larında kasidenin kendisi ile beraber, onun kenarlarında edebi ve dil yönünden de tah-
lili Arapça yazılmış, bir dizi beyitlerin tahlili 153a-b sayfalarına aktarılmıştır. Bu tahlil
çok hassas ve çok zor okunan nestelikle yazılmıştır. Kasidenin başlığı yanlış yazılsa da,
metinde kaynaklanan yanlışlar azdır ve tenkidi metnin hazırlanmasında özel önemi
vardır. Kasidenin bir kaç beyti neshle, kalanlar ise nestelikle yazılmıştır. Elyazma 1084
(1673)de aktarılmıştır. Kasidenin elyazma nüshalarından biri de B-256 numaralı toplu-
nun 42b-44b sayfalarında bulunmaktadır, burada kasidenin Farsça satır altı tercümesi-
yani karşılıklı-de yapılmıştır. Kasidenin mana zenginliği, dipnotlarının çeşitliliğine

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Muhammet Kemaloğlu 171

göre, katipler onu ya işaretli aktarmış, ya da kendileri işaretlendirmişlerdir. Bu nüsha-


da hem kasidenin metninde, hem de işaretlerinde çokça yanlışlığa sebep olunmuştur.
Buna göre de onun Farsça satır altı tercümesinde de yanlışlar yapılmıştır.

B-4767 numaralı elyazma toplusunun 92b-94a sayfalarında kasidenin 20 beyiti


ve onların Arapça tahlili yazılmıştır. Metnin adı, ya da hutbesi yazılmamış, doğrudan
ilk beyit yazılmış ve tahlile başlanmıştır. Buna göre de tahlilcinin kimliği belli değil.
Hepsinin anlaşılmayan bir yönü kendisini sık sık gösterir; öyle ki, şiirin metninde bir
dizi dipnotlar yanlış yazıldığı halde, tahlilde aynı dipnotlar doğru yazılmıştır (reşik-
şegik, sadr-sudur vb. ). Birkaç beyit bir-iki satırda tahlil edildiği halde, birkaçı geniş
tahlil edilmiştir. Genellikle bakıldığında ise, elyazma az önemli olduğundan tenkidi
metnin tertibinde onun farklı yönlerine de çok dokunulmamıştır. Bununla yetinilmeye-
rek, kasidenin tenkidi metninin tertibinde bir kaç ayrı-ayrı dipnotların doğru bulunup
yerine konulmasında bu nüsha şüpheleri ortadan kaldırmaya yardımcı olur. Nüshayı
1227 yılı zilkade (1812, Aralık) ayında Ahmed bin Hangeldi aktarmış, kasidenin met-
nini neshle, satır altı tercümesini süslü unsurla nestelikle Avrupa kağıdına yazmıştır.
Tenkidi metnin tertibinde yalnız Bakü nüshalarından yararlanıldığı için, onların şartı
işareti “B” harfi ile gösterilmiştir. (B-2402-B-1, A-411-B-2, B-6817-B-3, D-716 (23b-25a)-
B-4, D-716 (46b-52b)-B-5, 2-126-B-6, B-256-B-7, B-4764-B-8).

‘Tantarânîyye’ Kasidesinin Azerbaycan Diline Filolojik Tercümesi


Ey kaygısız, gönlümü telaşla ızdıraba saldın
Uzak git, niyetinle beni titrettin, aklım da bu çalkalanmada kayboldu.

Ey ok (ince) belli, belimi eğdin yay eyledin, gel onu düzelt.


Sevgiden boşalt, seni sevmeyi görev edinen yüreğim beni öldürdü.

Ey bal yanaklı, dertten kendi yaşım, yanağımda yarıklar açtı.


Kendi yaşım bir yakışır, ey kara benli (hallı), kendime senden olan (dolmuş) kara bu-
lutlar geldi.

Aşıklar zümresine daha ne kadar ihtirasa gelmiş-aşka gelmiş-aşkın kanını içireceksin.


Bir topuktaki halhaldan kaç defa kara ölüm-dert-göndereceksin? !

Yüreğim aşk havasının şerbetinden mest olmuş sarhoştur.


Dudağından bana şarap ver (çünkü) o, orada cennet suyu Selsal gibi akar.

Kendi yüz (ün)den ışık saçtın bütün aşıklara, (onlar sana) hayran oldular-sana tutul-
dular.
Hayran kalbim seni (hasretle) istiyor, ona bir öpücük bağışla.
172 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi

Yürüyende gitti ok gibi süzüldün ey ahu,


Ağzının suyu şaraptır ve bu şaraptan başka şarap yoktur.

Aden5 bağında hala da dolaşmaktadır o adam ki, koparmıştır,


Senin yanağının bostanından, kendi eliyle, koku veren elma gibi meyveden.

Hiçbir zaman beni sevindirmedin, ilk baştan (yalnız) hüzünle azap verdin.
Severek sevindir, sabahtan gece oluncaya kadar kederin içerisinde güçsüz olurum.

Sevgini zaman-zaman yüreğimde saklamıştın, o da bana eziyet verdi.


Gizli gizli akan göz yaşlarım güneş gibi ışık saçtı.

Elğavaniye (has) kara gözleri sevmemden dolayı kim beni kınarsa o azmıştır.
Çünkü bu iş bana lütüfkâr (fettah-hediye vermeyi seven) Tanrımdan hediyedir.

Beni ızdırab verenden kurtar, çünkü şimdi ölümüm bana yetmekte,


Bize yürekten yumuşak bu iş, dostların yürek sancılarını yumuşatır.

Kavuştuğumuz yerlerde ayrılık bir alçak gibi, durup, dolaşır.


Gitme, göçün fazlalığından sakın, ayrılık kavuşma meydanında istediğini yapar.

Sen benden yüzünü döndürerek, kendi kibrinle yüz çevirmektesin (uzaklaşmaktasın)


Bencil olma, genç erende kendi yüreğinin benciliğinden mahvolmuştur.

Sevgi kemerini mekansızca belime sıkıca bağladığımdan beri


Ateşler içindeyim, bu tür kemerdense ateş daha iyidir.

Gönlüm sevgi yangınının ızdıraplarından coşunca kendisini kaybeder.


Yürek, bir sihirli göz kırpmaktan şaşkınlığa düştüğünden bu yana kendisine gelmiyor.

Ceylanların sevdasını bırak, şanlı bir başkanın -


Bir eli açık ağa, asilzadeler ağasının övgüsünü seç, O, (ayıp bir yönü kalmadığı için)
ayıpları gizleyen elbisesini çıkarmıştır.

Her bir Büyük işin ağası, o, ülkelerin ağalarının başı olmuştur.


Dini ve (adeti) güçlendirendir, belası azgınları darmadağın etmiştir.

İslam dininin gururu, herkese varlığını veren


O, öyle bir yüksek insandır ki, kendisine yeterince saygı gösterilmesini istemiştir.

5 Edn -cennette bağ adı.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Muhammet Kemaloğlu 173

Doğru iş yapanlara yardım eden, el açıkların öncüsü,


Adaletli, Hint kılıcını zalimlere kullanan acımasız biridir.

Savaşlarda atlarını (kaybeden), yetim kalan gençler, evlatlar,


Onun şefkatini duyardı, o, yetimlerin her şeyidir.

O, kendi arzularından vazgeçmiş, yalnız Allah (yolunda) oruç tutmuştur.


Düşmanı öldürmekten başka, (bunun içinse) o, (bir diğer elinde) kesmez kılıç tutmuş-
tur. (Bir elinde Kur’an, bir elinde kılıç olmuştur. )

Bir aslandır ki, isteği aslanları öldürmek ve toprağa gömmektir.


Gırtlakları sıkmaya beş kat gücü yeter, (başkanların-liderlerin) başlarına susamıştır.

Sahib6 onu görseydi yazı sanatından tövbe ederdi


Ya da Rüstem bir yerde ona yenilse, korku (Rüstemi7- Özön, 1954:226. ) yıkardı.

Ey, yanında Allah yolundan ayrılmayan, Allah yolunda doğruca ilerleyen, alimlerin
yükseldiği en Büyük alim,
Ey, kendi dünyasında bilginlere kendi müminlik eğitimi ile doğru yol gösteren zahid,

Ey, Devletin temeli (Nizamül-mülk), ey, insan oğlunun gururu, ey o kimse ki,
Eğer yardım dileyen mazlum gelse, onun yanına, yardımın ile el açıklığını göster.

(Onun sayesinde) Mustafa8 dininin emirleriyle geldi:


-Bu dinden dönenler savaşta öldürüldüler.

Görevi, onu dost bilenlere kendi mal varlığından bağışlamaktır.


Haksızlığı karşı nefreti seçen insan elleri kelepçeli öldü.

Korkusu ile dağları öyle titretir ki,


Korkulu Ad9 (tayfası) onu görseydi, korkudan zulüm etmezdi.

Düşmanların toplantısında, gece gezen ecel sevinir, bu ondandır


Onları korkuttuğundan bu yana, korkunun da tesiriyle, kınlarından çıkmıyorlar.

6 Sahib ibn Abbad (995’te ölmüş). Büheyhilerin divan ağası (sahib) idi. 18 yıl vezir olmuş, meşhur edib,
şair, alim, dilcilerdendi. Yazı divanının en büyük yaratıcılarından sayılır.
7 Rüstem -Zal oğlu Rüstem’den bahsediliyor. Rüstem: Firdevsi'nin Şehname destanının baş kahramanı-
dır. Ataları yiğitlikle ün almışkimselerdi, fakat, Rüstem'in yiğitliği hepsininkini bastırmıştır. Delika n-
lılıkta birtakım korkunç devleri, filleri öldürme şeklinde başlayan olağanüstü halleri gün geçtikçe ge-
lişmiştir. M. Ö. IV. yüzyılda Keykâvus zamanında yaşadığı söylenir.
8 Mustafa -Muhammed peygamberin mahlaslardan biri.
9 Ad Kavmi
174 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi

Adaletlidir, insaf çeşmesinin gözü onun (eliyle) yıkanır.


Kahredendir, düşmanlara adaletsiz davranmakla (onlardan) iyi yaptığını gösteriyor.
Ağa olmuş, ona haset edenler şiddetle aşağı iniyor.
Çünkü onun yüksekliği toprağı savuran kara yel gibi onları süpürür.

Onun yanına gelen istekte bulunana ödemeyi yapmaktan vazgeçmez.


Hemen vermeyi sever, yardımı geciktirmekten hoşlanmaz.

Gökteki bulut yağmazsa zarar etmez,


Onun sabah bulutu damlalarını çilediğince yağmur insanlara yeter.

Her zaman düşmanın isteğine karşı durmalısın ve bayramın gelmelisiyle sevinmelisin.


Öyle bir memnuniyet içinde ki, en tükenmez münasebetler orada birbiriyle birleşmiş.

Tantarânîyye Kasidesinin Ortaçağlarda Azerbaycan Türkçesine Ya-


pılmış Tercümesi
Ey vefasız mehriban10 avare11 ettin gönlümü
Hicr ile bi-sebr edüb12 çaresiz koydun gönlümü
Kaderin sahralarında derbeder Mecnun gibi
Aklımı yitirip gamâ koydun gönlümü.
Ey boyu ok gibi mövzün13 belimi yay eyledin
Göçerken hicrile14 beni bi serü-pa15 eyledin
Sen nigara16, hatırın hoş tut ki, aşkında halin
Cümle işgaldan benim gönlümü tesella17 eyledin.
Ey güzel yüzlü sevgilim, kim yüzündir haldar18
Çak etdi eşkim seyli yüzümi haldar
Partitinden19 oldı güzelim yaşı çünkim eşkibar 20
Bana her bir çeşmim oldı eyni-behr bi-kenar.
Neçe bir içdiresin uşşakına huni ciger 21
Neçe bir derd ile yanı kılasan zirü-zeber 22

10 Mehriban: Mülayim
11 Avare: Başıboş
12 Hicr ile Bi-Sebr Edüb: Sabırsız Gidiş
13 Mövzün: Ölçülü
14 Hicrile: Gidişinle
15 Bi Serü-Pa: Başsız
16 Nigar: Sevgili
17 Tesella: Korumak
18 Xaldar: Benekli, Haldar.
19 Firqetinden: Yaratılışından, Firgetinden. Not: Azarbaycan Türkçesinde “X” harfi “H” h arfine karşılık
gelir. “Q” harfi bazen “K” bazen de “G” harfine karşılık gelir.
20 Eşkibar: Yaşlı göz
21 Xuni Ciger: Ciğeri kanlı, Huni Ciger.
22 Zirü-Zeber: Viran etmek, hArap etmek.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Muhammet Kemaloğlu 175

Neçe bir sagına komayub sala simü-zer 23


Edesen halhal 24kibi aşiklerin bi paü-ser25.
Könlimi mahmur26 eden eşkin şerarı27 şövkidir
Canımı viran eden leli-ezabın28 zövkidir
Senin lebin29 cami ke30 oldır çeşmeye-abi-hayat
Cüresinden31 teşnesi32 ehli-mehebbet33 cövkidir.
Zahir34 oldır çün camalına nurı ey hurşid ru 35
Canü-dilden cümle uşşak eylediler arzu
Derdimendin buseye-rühsarın36 eyler arzu
Kıl eta37 kim ruhi-hube38 yaraşur hulgınız39.
Ey gözü-ahuyi-Çin reftarına41 urvazur arah42
40

Ağzının yarından ayrı yogdırır ruhi-rah43


Ey yüzi nuri-sabah44, teleti45 şemsi-ravah46
Şami-zülfin47 zahiri-ervahe48 olmışdır marah49.
Daima cenneti-Edn içre olur meyveye-Çin
Her ke bostan cemalından oldır meyveye-Çin
Yangın seyb gülabı50, leblerin, mau-mein51
Gözlelerin sehri-hilalü52 sözlerin dürri-semin53.

23 Simü-Zer: Altın tel, Altın tel (yanlış yazılmış. Sim burada tel anlamında değil, altın ve varlık demek-
tir)
24Xalxal-Azerbaycan Alfabesinde: Halhal, Erdebil'in yakınında şehir adı
25 Paü-Ser: Ayak ve baş
26 Maxmur: ŞArap gibi içkilerin yetişmesi veya sarhoş etmesine denilir.
27 Şerarı: Kıvılcımıdır
28 Leli-Ezabın: Dudağının azabı
29 Lebin: Dudağın, Dudağın azabı
30 Ke: Cümlede artık veya izafe harftir. KI olursa: kim demektir. KEY olursa: ne zaman demektir.
31 Cüresinden: Görünüşünden
32 Teşnesi: Susamış
33 Ehli-Mehebbet: Sohbet ehli
34 Zahir: Görünen, aydınlanan, Birden bire ortaya çıkan. Xurşid Ru: Güneş yüzlü
35 Xurşid Ru: Güneş yüzlü
36 Rüxsarin: Yüzün, cehren
37 Eta: Ver, bana bir şey bağışla.
38 Ruhi-Xube: İyi ruhlu veya Ruyı- Xube olursa, iyi yüzlü demek olur.
39 Xulqiniz: Huyunuz, davranışınız, karakteriniz
40 Ahuyi-Çin: Çin maralı, Çin ceylanı
41 Reftarina: Davranışına
42 Urvazur Arah: Davranışını değiştir.
43 Ruhi-Rah: Yol Ruhu
44 Nuri-Sabah: Sabahın ışığı veya günesin sabah çıktığı an.
45 Teleti: Günesin sabah çıkısına Tulu veya Günesin teleti denilir.
46 Şemsi-Ravah: Güneş ışığına benziyor.
47 Şami-Zülfin: Saçlarının - mumu
48 Zahiri-Ervahe: Ruhların görünümü
49 Marah: Merak etmek,
50 Seyb Gülabi: Elma armut(Seyb: elma - Gulabi: armut
51 Mau-Mein: Su ve içkin.
52 Sehri-Hilalü: Sihirli ay
176 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi

Hergiz54, ey şahi-cahanım55, ben kulın yad etmedin


Yad edib56 bu hatiri-naşadımı57 şad etmedin
Leli-can58 behşin59 meyinden60 bir piyale61 toldurub
Bu dili-viraneyi62-porsili63 abad etmedin64.
Eşkinin könlimde razın sakladum çok ruzgar
Akibet65 gözlerim yaşından oldı razım aşkar66
Sen nigarın hüsnini67 ben zülfikarın68 fegrini
Söyleşürler ilü gün, şamü seher69, leylü nahar70.
Şol71 ke eşk içre beni eyler melamet72 haldır
Eşk aşikler içinde haviyi-ikbaldır73
Eşk kim tekdiri-rebbanidir74 anın menşeyi
Hak-teala hezretinden kullara efzaldır75.
Billahi, ey İsa nefasılü76, derdüme eyle deva
Bu beladan kim çigerden canıma eyle şefa
Şah kulların görüncek çesmdir rehm eylemek77
Kıl terehhüm78 bendene, ey Hosrovi-Şirin lega79.
Vasılinin meydanlarında ehli-hicr eyle (r) güzar
Şol tehiyye ehli80 kibi kim olursa aşüftekar81
Dariğ ede82 könlin seferden ey mehi-rövşen83 izar84

53 Dürri-Semin: Çok pahalı kıymetli ve değerli sey, altın ve mücevherler gibi pahalı
54 Hergiz: Asla
55 Şahi-Cahanim: Dünyanın sahi
56 Yad Edib: Hatırlayıp
57 Xatiri-Naşadimi: Sevinmeyen gönlümü
58 Leli-Can: Canimin incisi
59 Bexşin: Bağışlamak anlamında ve de, hediye vermek anlamına da gelebilen.
60 Meyinden: Şarabından
61 Piyale: Kase, şArap içilen kase
62 Dili-Viraneyi: Dele virane olmalı: Kırılan yüreği, inciyen yüreği
63 Porsili: İran
64 Abad Etmedin: Sökük şehri veya evi abad etmek yani: düzeltmek, geliştirmek
65 Aqibet: Sonunda
66 Aşkar: Aydın
67 Hüsnini: İyiliklerini, iyi taraflarını
68 Zülfikarın: Kılıç
69 Şamü Seher: Gece ve sabah
70 Leylü Nahar: Gece Gündüz
71 Şol: Boş
72 Melamet: Danlamak, irad tutmak, suçlamak
73 Haviyi-Iqbaldır: Alın yazısı içeriklidir, İkbal.
74 Teqdiri-Rebbanidir: Allah’ın yazısıdır(taktiridir)
75 Efzaldır: Üstündür
76 Nefasılü: İnsaflı (İsa)
77 Rehm Eylemek: Rahmetmek, Yüreği yandı, yazıklığı geldi.
78 Terehhüm: Rahmetmek
79 Leqa: Yakından Görüşmek
80 Tehiyye: Tedarik etmek, hazırlamak
81 Aşüftekar: Karışık is gören, karıştıran

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Muhammet Kemaloğlu 177

Kim sefer etdikce suç eder misli-tüccar.


Ben kulundan kibr edüb iraz edersen85 ey sanam
Sanma kim iraz ile ben bende senden usanam
Kibrü-ğüşden86 çen87, könül camın müseffa88 eyle kim,
Ehli-kibrin tömesidir89 mekrle90 derdü elem.
Eşk zünnarın91 belüme bağlıyaydın ey nigar
Karü barım92 nara yanmakda durur leylü nahar
Zülfünün zünnarı93 egdeyi-narına94 yandı beni
Sahibi-zünnara layık olmaya illake95 var.
Zülfi-tarazın96 ğeminde97 oldı eklim tari-mar
Çeşmi-sehharın98 deminden könlim oldı bi-karar99
Can heyran olıb gilimedi hergiz kenduye
Suzeşi-eşyin100 salmadan sineme naru şerar101.
Dilrübalar vasılini ko (y) eyle medhin ihtiyar103
102

Şol güzide hezretin kim devletidir payidar104


Sedri-alem105, sahibi ezidir çün namidar106
Kim şüar107 kadrine konmaz ğubari-nikü ar108.
Seyyidi-rövşen109 nehad fözüzi-sadati-bilad110
Nasiri-ehli-silah111 ve kahiri-ehli-fesad112

82 Dariğ Ede: Uzak durur.


83 Mehi-Rövşen: Işıklı ay, ay ışığı
84 Izar: Yanak. İnsanın yüzündeki yanak kısmı.
85 Iraz Edersen: Hakkına rıza gösteren
86 Kibrü-Ğüşden: Kurur öldürmek
87 Çen: Duman, sis.
88 Müseffa: Sefalı
89 Ehli-Kibrin Tömesidir: kurur ahalinin tuzağıdır
90 Mekrle: Hile ile, hukuka ile, tuzak ile
91 Eşq Zünnarın: Aşkının kemeri, Hıristiyan papazlarının kuşandığı kuşak.
92 Karü Barım: İşim gücüm,
93 Zülfünün Zünnarı: Saç bağı, toka.
94 Eqdeyi-Narına: Kineli ateş
95 Illake: İlla ki (kesin)
96 Zülfi-Tarazın: Saçların dengesi
97 Ğeminde: Kederinde, gamında
98 Çeşmi-Sehharın: Sihirli gözlerin
99 Bi-Qerar: Kararsız, meraklı
100 Suzeşi-Eşyin: Göz yaşının yakması
101 Naru Şerar: Kışkırık, bağırtı
102 Dilrübalar: Yüreği çalan, yürek alan
103 Medhin Ixtiyar: Gönüllü övmek
104 Payidar: Kalıcı, ebedi
105 Sedri-Alem: dünya büyüğü
106 Namidar: Adli, unlu
107 Şüar: Slogan
108 Ğubari-Nikü Ar: Güzelliğin hasreti
109 Seyyidi-Rövşen: Aydın seyit,
110 Sadati-Bilad: Şehirlerin mutluluğu
111 Nasiri-Ehli-Silah: Silahlıların zaferi, silah adamların yenmesi
178 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi

Masılehet113 vaktinde rayi-pişvayi114 sevab


Memleket zebtinde fikri-rehnüması115 her serad116.
Fehri-din117 kim, oldı, en'amı cahan118 helkine e'am119
İzzetü-ikram120 olıpdır ana meksudü meram121
Edl dövrinde122 bana kılmaz meger çeşmi-imam123
Lütfi-ehdinde124 sunan etmez meger hülki-hümam. 125
Ol hidayet126 aleminin süruri-ferzanesi127
Ol şehadet hatiminin128 gövheri-yekdanesi129
Her kaçan şemşiri-ateşbarı130 fergi-efşan131 ola
Seyli-hunile132 dola zalimlerin ğemhanesi133.
İntigamı eylemişdir neçe134 zülmatı-bider135
Ehtiramı136 eylemişdir neçe pür simü-zer137
Ebrü-ehsanı138 şu yerlerde ki yağmur yağdıra
Meyve yerine cevahir139 bitüre şahi-şecer140.
Cümle elzatından141 ol gerçek kim etmişdir siyam142
Tiği-piranine143 düşmen kanın isladır te'am144

112 Qahiri-Ehli-Fesad: Pis adamların kahrı, fesat ahalinin kahrı


113 Masılehet: Uygun
114 Rayi-Pişvayi: Rehberlik fikri, önderlik görüsü, fikri
115 Fikri-Rehnüması: Fikrinin yol göstereni
116 Serad: İri delikli kalbur
117 Fexri-Din: Din iftiharı,
118 En'amı Cahan: Dünya hediyesi
119 Xelqine E'am: Halkına ödüldür.
120 İzzetü-Ikram: Eli açıklık
121 Meqsudü Meram: Fikrinin hedefi, düşüncesinin amacı
122 Edl Dövrinde: Adalet zamanında
123 Çeşmi-Imam: İmamın gözü
124 Lütfi-Ehdinde: Kararı ve vaadinde lütuflu olan adam
125 Xülqi-Hümam: Himmetli. Bir işe sıkı sıkıya sarılıp o işi bitiren. Sahi ve civanmerd. Aslan. Büyük ve
sağlam.
126 Hidayet: Yol göstermek
127 Süruri-Ferzanesi: Bilgi sevinci
128 Şehadet Xatiminin: Şahadet hizmetçisinin, şahadeti sevenin
129 Gövheri-Yekdanesi: Bir tane mücevheri,
130 Şemşiri-Ateşbarı: Od gibi kılıç
131 Ferqi-Efşan: Gönden yapılmış kovanın dikişinden kaçan ışık
132 Seyli-Xunile: Sel. şiddetle gelen şey, Kanlı, kan dökmeye meyilli.
133 Ğemxanesi: Gam hanesi, keder evi
134 Neçe: Kaç tane
135 Zülmatı-Bider: Karanlık
136 Ehtiramı: Saygı, hürmet
137 Pür Simü-Zer: Altınlarla ve pırlantalarla dolu
138 Ebrü-Ehsanı: Bağışlayan kaşları
139 Cevahir: Mücevher, altın ve pırlantalar
140 Bitüre Şaxi-Şecer: Ağaç kolu
141 Elzatından: İnsanlardan.
142 Siyam: Oruç

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Muhammet Kemaloğlu 179

Cümle vaktinde görenler rehşi-ov145 üstünde anı


Der ki, şehbaze146 şikar olmuş147 terzü-hoş hürram148.
Arslandır kim şikarı ezmidir149 şirü-jeyan150
Pehlivandır kim şikarı derbidir151 berrü-beyan152
Bir dilaverdir153 ki, boynın urmak154 için düşmenin155
Berk156 gibi tiğinin157 yalmanıdır158 ateş-feşan159.
Sahib anı görerse inşasına urmazdı160 dem161
Rüstem ana irse dehi cenge basmazdı gedem162
Ye'lan163-Allah ki denizden getresin tahlil etmeye
Ki, kamalatın164 tehrir165 ede tekriri-kelem166.
Ey ki, ilminden irişür ehli-ilime167 e'tida168
Vey169 ki, zühdünden170 irişür ehli-zühde171 ehtiza172
Çar173-yar ba-sefane174, lütfile175, ehlagile
Müktedasın176, müctebasın177, mühtedasın178, mürteza179.

143 Tiği-Piranine: Kesici veya hançer


144 Te'am: Yemek, tad
145 Rexşi-Ov: At
146 Şehbaze: Çevik, becerikli, iri ve beyaz doğan.
147 Şikar Olmuş: Avlanmış
148 Terzü-Xoş Xürram: İyi yeşillik tarzı,
149 Şikarı Ezmidir: Büyük avdır
150 Şirü-Jeyan: Aslan ve aslan gibi
151 Derbidir: Kapısıdır
152 Berrü-Beyan: Ap açık (veya berru- Beyaban olursa: çöllük, açıklık. )
153 Dilaverdir: Kahraman ve yiğittir.
154 Urmaq: Vurmak, kesmek
155 Düşmenin: Düşmanın
156 Berq: Yaprak
157 Tiğinin: Hançerin, kılıcın
158 Yalmanıdır: At yelesi, kıvılcım ve yaz alev.
159 Feşan: Fışkıran, atan
160 Urmazdı: Uğramazdı,
161 Dem: Zaman
162 Qedem: Adım,
163 Ye'lan: Şampiyonlar, pehlivanlar.
164 Kamalatın: Yetişkinliğin, büyüklüğün, akılılığın
165 Tehrir: Yazmak
166 Teqriri-Qelem: Kalemin yazısı
167 Ehli-İlime: Bilim ehline, bilimi sevenler
168 E'tida: Bir kişinin bir yere su iletmek için yaptığı ark. Sel.
169 Vey: Bu adam demek
170 Zühdünden: İbadetinden
171 Ehli-Zühde: İbadet ehline
172 Ehtiza: Kaldırdı, kaldırmak
173 Çar: Çahar veya dört demektir.
174 Ba-Sefane: Sefalı, güzelce
175 Lütfile: Lütuf ile
176 Müqtedasın: Birinin yolunda gitmek
177 Müctebasın: Ad birde, kabul eden kişi
178 Mühtedasın: Alinin adının birisi mürteza Alidir,
180 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi

Ey-nizami-mülkü-millet, nasiri180 her dad181 havah182


Vey, hümami-behti183-Devlet; gahiri her gec-nihad184
Feyzi185-çövdinden gülurlar186 iltimas187 vehşü-teyr188
Nuri-rayinden189 edirler iktibas190 mehri-mah191.
Heybetinden rayeti-din192 oldı mensurul-leva193
Heymetinden194 sagiti-mülk195 oldı meğfurul-rehba196
Şer'u197 meydanında çün kim çekdi dini-şemşir tiz198
Komadı küfrü-zelal199 ehline yer üzünde ça.
Şeni ehsan200 eylemekdir övliyayi-Devlete
Fikri en'am201 eylemekdir enbiyayi-hezrete202
Hökmine baş koymuyub şol kim kemerrüz eyledi
Boynını günde ile saldı bendi-heyrete203.
Ditredir dağları hofi204 çün anın berki-kiyah205
Ad kavmi görse anı eylemezdi e'tiza
Hetti-fermanın206 da her kim baş komaya bendevar207
Hama208 kibi başını ke't209 eylesün tiği-bela210.

179Mürteza: Hz. Alinin adı, bağışlayan ve eli açık anlamında


180 Nasiri: Özel ad birde, yenen demektir
181 Dad: Verdi
182 Xavah: xah okunur, Muhammed yani: istek
183Hümami-Bexti: Yalan söylemek. Ansızın bir şeyi almak. Tenbellik galebe etmek. Şaşkınlık. Hayran-
lık. Himmetli. Bir işe sıkı sıkıya sarılıp o işi bitiren. Sahi ve civanmerd. Aslan. Büyük ve sağlam.
184 Nihad: Alınyazısı
185 Feyzi: Bağışından
186 Qülurlar: Gülüyorlar, gülmek
187 Iltimas: Yalvarmak
188 Vehşü-Teyr: Vahşi kuş.
189 Nuri-Rayinden: Işık yolundan ve fikrinden
190 Iqtibas: Basmak
191 Mehri-Mah: Ayın sıcakkanlılığı
192 Rayeti-Din: Dine uyumak
193 Mensurul-Leva: Yardım görmüş. Muzaffer. Zafer bulmuş. Cenab-ı Hak tarafından her işinde nusre-
te mazhar olduğundan Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir ismi de Mensur'dur.
194 Heymetinden: Heybetinden olabilir: büyüklüğünden,
195 Saqiti-Mülk: Mülkü elinden alınan, (vatani olmayan da olabilir)
196 Meğfurul-Rehba: Korku. Havf.
197 Şer'u: Şer yapan
198 Dini-Şemşir Tiz: Keskin hançerin dini
199 Küfrü-Zelal: Zalim kafirler
200 Şeni Ehsan: Bağışlama iftiharı
201 En'am: Bağış vermek, hediye vermek
202 Enbiyayi-Hezrete: Hz. Enbiyaya(hazreti peygambere)
203 Bendi-Heyrete: Hayret bendi
204 Xofi: Korku
205 Berki-Kiyah: Ot yaprağı
206 Xetti-Fermanın: Amir ve ferman hattı
207 Bendevar: İp gibi
208 Xama: Kaymak demek, halı dokuma ipliği

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Muhammet Kemaloğlu 181

Hösbetinden meclisi-i'dade211 dairdir vecel212


Dehşetinden sineyi-düşmenden213 sairdir214 vecel 215
Şöyle basmışdır edüvvi-heylin216 heyali-hoffi217 kim
İttihadünde218 komamış def'i-l-ame219 mehel220.
Bir edalet issidir221 insafile222 meşhurdur
Bir celalet issidir iltafile223 mezkurdur224
Edlinin her çeşmesinden ingiyadi-mazeru225
Mehrinin yine neçesinden eşkiya mekhurdur.
Devletinde meş'eri-hüssal olupdır hurü-zar226
İzzetinde leşkeri-e'da227 bulundır inkisar228
Rüf'etinden229 ki, perişan oldılar cümle edüvv230
Netekim badü-zandan231 örd olur tarü-mar232.
Saile233 eyler e'ta hacetini234 edüb reva235
Gelmemiştir aleme anın236 kibi sahib seha237
Her muradına irer238 fil-hal239 bi-te'hirü-mehal240
Çün241 ziyafethanesinden242 iletdi şeyi-ale243 keda244.

209 Qe't: Kesik


210 Tiği-Bela: Bela kılıcı
211 Meclisi-I'dade: Geri dönderme meclisi
212 Vecel: Ürkme, korkma
213 Sineyi-Düşmenden: Düşman göğsünden
214 Sairdir: Seyreden, harekette olan, bir şeyden geri kalan, geçen, dolaşan, yolcu.
215 Vecel: Ürkme, korkma
216 Edüvvi-Xeylin: Düşman, Düşman sürüsü.
217 Xeyali-Xoffi: Korkulu hayal
218 İttihadünde: Birleşmende
219 Def'i-l-ame: Kızgınlığı tereddütle ertelememiş
220 Mehel: Bölge, Yavaş yapmak, sonraya bırakmak
221 Issidir: Sıcaktır
222 Insafile: İnsaf ile
223 Iltafile: Lütf ile
224 Mezkurdur: Söylenilendir. zikir olunandır.
225 Inqiyadi-Mazeru: Boyun eğme, teslim olma
226Xurü-Zar: Noksan, eksik. İnleyen, sesle ağlayan. Zayıf, dermansız. Sürekli ağlayış
227 Leşkeri-E'da: Vazifesini yapan ordu
228 İnkisar: Kırılma, gücenme, beddua ve lanet okuma.
229 Rüf'etinden: Bağışlamandan
230 Cümle Edüvv: Düşman sürüsü.
231 Badü-Zandan: Hapis veya zindan rüzgarı
232 Tarü-Mar: Yerle bir etmek, darmadağın etmek
233 Saile: Sai ile, telaş ile
234 Hacetini: İhtiyacını
235 Reva: Uygun
236 Anın: En kısa zaman.
237 Sexa: eli açık kişi
238 Irer: ulaşır, yükselir.
239 Fil-Hal: Şimdiki durumda, Şimdiki halde
240 Bi-Te'xirü-Mehal: Gecikmeden mümkünsüz
241 Çün: Çünkü
182 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi

Asimandan245 yere yağmur yağmaz ise gem246 degil


Aleme tiri-e'tası247 yalnuz adem degil
Bir mürüvvet248 kanıdır kim desti-gövher249 başının
Behşişi250 vaktindedir, ya getreyi beşnem251 deyil.
Düşmenin reğnine daim devletin bagi ola
Eyşü-nuşin252 meclisinde ay ve gün sale253 ola
Gündüzün eydi-seadetbehş254, keçen gedr ola
Lütfiniz vara izzetü-şana255 hafizi-vafi256 ola.
Edebiyat
EK (Qəhrəmanov. ,1973:6; Krımski, 1981: 366;Məhəmməd bin Sə’d, Əlyazmalar İnstitutu, D716,

vər. 46b. ):

Tantarânîyye Kasidesinin Günümüz Azerbaycan Türkçesine Yapılmış


Tercümesi
Ey, qayğısız könlümü təlaşla iztiraba saldın
Uzaq köç, niyyətinlə məni titrətdin, ağlım da bu çalxanmada itdi.
Ey ox (incə) belli, belimi əydin yay eylədin, gəl onu düzəlt.
Sevgidən boşalt, axı (sevməyi) peşə edən ürəyim məni öldürdü.
Ey sığal yanaqlı, nəvadan göz yaşım yanağımda yarıq açdı
Göz yaşım bir yağışdır, ey qaraxallı, gözümə səndən (dolmuş) qara bulud gəldi
Aşiqlər zümrəsini nə qədər cuşa (gəlmiş eşqin) qanı ilə suvaracaqsan
Bir topuqdakı xalxaldan neçə dəfə qara ölüm göndərəcəksən?!
Ürəyim eşq havasının şərbətindən cuşa gəlib sərxoşdur.
Dodağından mənə şərab ver (çünki) o, orada cənnət suyu Səlsal kimi axır.
Gözəl üz (ün)dən işıq saçdın bütün aşiqlərə, (onlar sənə) müştaq oldular
Müştaq qəlbim səni (həsrətlə) istəyir, ona bir öpüş bağışla.
Yürüyəndə qəddi ox kimi süzən ey ahu
Ağzının suyu şərabdır və bu şərabdan başqa şərab yoxdur.

242 Ziyafetxanesinden: Ziyafet evinde, konakları karşıladığı ev veya yer.


243 Şeyi-Ale: Çadır direği.
244 Keda: Def etmek, kovmak, 2. Mekke-i Mükerreme üstünde, Mekabir yakınında bir yolun adı
245 Asimandan: Gökten
246 Qem: Gam
247 Tiri-E'tası: Bağışlayan oku.
248 Mürüvvet: Rahimli olan adam
249 Desti-Gövher: Cevher eli
250 Bexşişi: Bir sey hediye etmek, bağışlama
251 Qetreyi Beşnem: Şabnam (yağmurdan sonra yapraklar üstünde oturan damla)
252 Eyşü-Nuşin: içen eğlenen
253 Sale: Yıllık, senelik, afet, bela, musibet.
254 Eydi-Seadetbexş: Mutluluk getiren bayram
255 Izzetü-Şana: Büyük şan sahibi.
256 Hafizi-Vafi: Hafız-ı Vafi

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Muhammet Kemaloğlu 183

Ədn* bağında hələ də dolaşmaqdadır o kəs ki, qoparmışdır


Sənin yanağının bostanından gözəl iy verən alma kimi meyvədən
Heç bir vaxt sən məni sevindirmədin, ilk çağdan (yalnız) hüznlə əzab verdin.
Sevərək sevindir, tezdən (çıxandan) gecə qayıdanadək kədərin içərisində dincliyim
itgindir.
Sevgini zaman-zaman ürəyimdə gizlətmişdim, o da mənə əziyyət verdi.
Gizli axan süd (mirvarı) göz yaşlarım, çıraq kimi onu saçdı.
Əlğavaniyə (xas) qara gözləri sevməkdə kim məni qınayarsa, o, artıq azıbdır
Çünki bu iş mənə lütfikar (fəttah) Tanrımdan hədiyyədir.
Məni iztirab verəndən qurtar, çünki indi ölümüm yetmişdir –
Bizə ürəkdən yumşaq, axı bu (işin) dostların ürək sancılarını yumşaldar.
Vəslin meydanlarında ayrılq bir alçaq kimi, durub, dolaşır.
Heç bir vaxt sən məni sevindirmədin, ilk çağdan (yalnız) hüznlə əzab verdin.
Sevərək sevindir, tezdən (çıxandan) gecə qayıdanadək kədərin içərisində dincliyim
itgindir.
Sevgini zaman-zaman ürəyimdə gizlətmişdim, o da mənə əziyyət verdi.
Gizli axan süd (mirvarı) göz yaşlarım, çıraq kimi onu saçdı.
Əlğavaniyə (xas) qara gözləri sevməkdə kim məni qınayarsa, o, artıq azıbdır
Çünki bu iş mənə lütfikar (fəttah) Tanrımdan hədiyyədir.
Məni iztirab verəndən qurtar, çünki indi ölümüm yetmişdir –
Bizə ürəkdən yumşaq, axı bu (işin) dostların ürək sancılarını yumşaldar.
Vəslin meydanlarında ayrılq bir alçaq kimi, durub, dolaşır.
Köç etmə, köçün çoxluğundan saqın, (ayrılıq vüsal meydanında) tuğyan eyləyər.
Sən məndən yan gedərək, öz kibrinlə üz döndərməkdəsən (uzaqlaşmaqdasan)
Təkəbbürlük yapma, gənc ərən də öz ürəyinin təkəbbüründən məhv olmuşdur.
Sevgi kəmərini sərgərdanlıqla belimə bərk bağlayandan bəri
Od içində qalmaqdayam, bu cür kəmərdənsə od mənə əfzəldir.
Könlüm sevgi yanğısının iztirablarından coşanda özünü itirir.
Ürək bir sehirli göz vurmadan heyrətə düşəndən bəri özünə gəlmir.
Ceyranların sevdasını qoy, şanlı bir başçının –
Bir səxavətli ağa, əslzadələr ağasının mədhini seç, o, (eybi qalmadığı üçün) eyb örtən
paltarını soyunmuşdur.
Hər bir böyük işin ağası, o, ölkələrin ağalarına üstün gəlmişdir.
Dini və (adəti) gücləndirəndir, bəlası azğınları darmadağın etmişdir.
İslam dininin fəxri, hamıya ənam verən
O, elə bir yüksək zatdandır ki, hörmətin həddən artıq olmasını istəmişdir.
Doğru yol bayraqlarına əl tutan, səxavət yarışlarının öncüsü,
Ədalətli hind qılıncını zalımlar üstünə çəkən qəddardır.
Döyüşlərdə atlarını (itirib), yetim qalan oğular
Onun şəfqətini duyar, o, yetimlərin tam sevimlisidir.
O, özünün ləzzətlərindən əl çəkərək Allah (yolunda) oruc tutmuşdur, yalnız,
Düşməni öldürməkdən başqa, (bunun üçünsə) o, (əlində) kütləşməz qılınc tutmuşdur.
Bir aslandır ki, istəyi şirləri yaş torpağa gömməkdir.
Xirtdəkləri üzməyə beşqat igiddir, (başçıların) başlarına susamışdır.
184 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi

Sahib onu görsəydi yazı sənətindən tövbə edərdi


Ya da Rüstəm bir yerdə ona tuş gəlsəydi, qorxu (Rüstəmi) basardı.
Ey, yanında Allah yolunu doğru tutan alimlərin yüksəldiyi ən böyük alim,
Ey, öz dünyasında zahidlərə öz möminlik təlimi ilə doğru yol göstərən zahid
Ey, dövlətin özülü (Nizamül-mülk), ey, insan oğlunun fəxri, ey o kəs ki, əgər
Kömək diləyən məzlum gəlsə, onun yanına, yardımı ilə səxavət göstərər.
(Onun sayəsində) Mustafa dininin dəlilləri üstün gəldi.
-Bu dindən dönənlər cihadla öldürüldülər.
Peşəsi, onu dost tutanlara öz varından bağışlamaqdır.
Nifrəti tutan (kəs) qandala vurulu öldü.
Qorxusu ilə dağları elə titrədir ki,
Qorxulu Ad (tayfası) onu görsəydi, qorxudan zülm etməzdi.
Yağıların yığnağında, gecəgəzən əcəl cövlan edir, bu ondandır
Onları qorxudandan bəri vahimənin şiddətindən, qınlarından çıxmırlar.
Ədalətlidir, insaf bulağının gözü onun (əliylə) təmizlənir
Qəhr edəndir, düşmənlərə ədalətsiz olmaqla (onlardan) acıq çıxır.
Ağa olmuş, ona həsəd aparanlarsa aramsız tənəzzüldədir
Çünki onun ucalığı torpağı sovuran qara yel kimi onları sivirir.
Onun yanına gələn diləkçiyə dilədiyini ödəməyi dayandırmaz
Tez verməyi üstün tutar, yardımı yubatmaqdan zəhləsi gedər.
Göydəki bulud yağış yağdırmasa zərər etməz
Onun dan buludu damcılarını çilədikdə yağmur insanlara bəs edər
Həmişə düşmənin istəyinə qarşı durasan və bayramın qayıtması ilə sevinəsən.
Elə bir xoşbəxtlik içində ki, ən tükənməz lütflərin orda bir-birinə calaşıb dövrə vursun.

 Sahib ibn Abbad (995-ci ilde ölüb). Büheyhilerin divan ağası (sahib) idi. 18 il vezir olub, meşhur edib,
şair, alim, dilçilerden idi. Yazı divanının en görkemli yaradıcılarından sayılır.
 Rüstem -Zal oğlu Rüstem nezerde tutulur.
 Mustafa -Mehemmed peyğemberin texellüslerinden diri.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Muhammet Kemaloğlu 185

Abdülgani Nuhevi toplusundaki "Tantarânîyye" Kasidesinden bir sayfa


186 Ahmed Tantarânî Maragi ve Onun "Tantarânîyye" Kasidesi

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Muhammet Kemaloğlu 187

Kaynakça
ABD AR-RAZZAK AT-TANTARÂNÎ', "Kaşidat at-Tantarânîyya"si,Topkapı Sarayı, III. Ahmed
Kitaplığı No: A 2435
AKDEMİR, Hikmet, (1999),Belâğat Terimleri Ansiklopedisi, İzmir.
AL-QASIDAH AT-TANTARANIYYAH (The Tantarânî Poem).
ARABİC AND OTTOMAN TURKİSH MANUSCRİPT, at-Tantarânî, Ahmad İbn ABD AR-
RAZZAQ (Died ca. 485 AH/1092 AD)
BROCKELMANN, GAL, I/292; GAS, I/446
CONA, Mustafa, Kasîdetu Tantarâniyye,Mu‘înü'd-dîn Ebû Nasr Ahmed b. ‘Abdu'r-rezzâk Et-
Tantarânî, 418/XXV.
DEVLETŞAH, (1963), Tezkiretu’ş-şuarâ, tercüme: Necati Lugal, Ankara.
ELÇİBEY, Ebülfez, (1991),İsmayıl Celali, Multi Medya, "Edebiyat" Gazetesi, 11 Ocak 1991.
ELÇİBEY, Ebülfez,Elyazmalar Hazinesinde, (1987), VIII Cilt. Bakü, "İlim".
EZ-ZİRİKLÎ, Hayruddîn, (1980), el-A’lâm, Beyrut, I/145
GÜMÜŞ, Zehra, (2009)Mesnevî’ye Cevrî’nin Manzum Şerhi: Hall-İ Tahkîkât, Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic,
Volume 4/6 Fall, s. 236
İBRAHİM b. Muhammed el-Yalvâcî, (1265), Mecmûatu’l-Kasâid Fî Hakki Nebiyyina Ve Şefî’ına
Muhammed Sallallahu ‘Aleyhi Ve Sellem, İstanbul, s. 33
İSMAİL Paşa el-Bağdâdî, (1951)Hediyyetu’l-ârifîn, İstanbul, I/80
KAHRAMANOV, C. V. , 1973, Nesimi Eserlerinin Tenkidi Metninin Tertibi, İmadeddin Nesimi
Eserleri, I. cild, Bakü.
KARATAY, F. E. , (1969),Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Arapça Yazmalar Kataloğu, İs-
tanbul, III, No:2435
KATİP Çelebi, (1362/1943),Keşfu’z-zunûn, İstanbul, Maârif Vekâleti, II/1340
KATİP Çelebi, (1972),Keşf ez-zünun (Hazırlayanlar:Ş. Yaltkaya, K. Bilge), Milli Eğitim Basıme-
vi, İstanbul, II, 1340-1341.
KEHHÂLE, Ömer Rıza, Mu’cemu’l-muellifîn, Beyrut, Mektebetu’l-Musennâ, I/272.
KEMALOĞLU, Şeyda-Muhammet, (2007), Elçibey’in Düşünceleri ve Kanun Devleti, Berikan
Yayınevi, Ankara.
KORTANTAMER, Tunca, (1992 ), “Teori Zemininde Metin şerhi Meselesi”, I. Eski Türk Edebi-
yatı Kollogyumu, Ankara 17-18 Ocak 1992.
KORTANTAMER, Tunca, (1994 ),“Teori Zemininde Metin şerhi Meselesi”, Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, İzmir, S. VIII. , s. 1-10.
KRIMSKİ, A. E. , (1981), Nizami i Ego Sovremenniki, Bakü.
MECDÎ Vehbe- Kâmil el-Muhendis, (1984), Mu’cemu’l-mustalahâti’-‘arabiyye fi’l-luğati ve’l-
edeb, Beyrut, Mektebetu Lubnân.
MUHAMMED bin Se'd, Şerh e'le Kasideti et-Tantarânî el-Maraği, Elyazma, Azerbaycan SSCİ. A
Elyazmalar Enstitüsü, D716, ver. 46b.
ÖZÖN, Mustafa Nihat, (1954), Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İnkilâp Kitabevi, İstanbul.
PARMAKSIZOĞLU, İsmet, (1977),Nizâmiye Medresesi, Türk Ansiklopedisi, Ankara, XXV/298.
Regarding the poem, see Geschıchte Der Arabıschen Lıtteratur, I, 253, Supplement, I, 446
SAMİ, Şemseddîn, (1306),Kâmûs-i A’lâm, İstanbul, IV/3018
SARAÇ, M. A. Yekta, (1995), Şeyhülislam Kemal Paşazade, İstanbul.
SEZGİN, Fuat,Geschichte der arabischen Schrifttums, Leiden,1965.
TAHİR-ül Mevlevî, (1973), Edebiyat Lügati, İstanbul .
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 189-191

Haricî Hukuku
Joseph SCHACHT
Çev. Yrd. Doç. Dr. Yüksel Macit

Giriş
Bu çeviri, Joseph Schacht'ın The Origins of Muhammadan Jurisprudence (London
1979) (İslam Hukukunun Kaynakları) adlı eserinin Khârijî Law başlıklı 8. bölümünün
çevirisidir. Schacht (Şaht) iki sayfalık bu bölümde Haricîlerin hukuk doktrini-
ni/öğretisini özet olarak tanıtmaya çalışmıştır. Ancak bazı ayrıntılara da girmiştir. Bu
cümleden olarak Schacht, Haricîlerin hukuk görüşlerinin de Sünnî hukuk ekollerinin
görüşlerinden çok farklı olmadığına işaret etmiş ve Haricîlerin İbâdiye kolunun hukukî
görüşlerini, Sünnî hukuk ekollerinin görüşlerinden türettiklerini iddia etmiştir.
Schacht, Haricîlerin kendilerinden olmayanları kafir sayan, onların canlarını ve malla-
rını mubah gören katı görüşlerine değinmemiştir. Gerçi Haricîlerin çokça bilinen bu
görüşleri İbâdîler tarafından kısmen yumuşatılsa da, genel Haricî ruhunun her devirde
başka gruplar içinde de taraftar bulduğuna, kendi grubundan olmayanlara her türlü
haksızlığı mubah görenlere rastlanabilir. Buna mukabil Haricîlerin çağımız için önemli
görüşleri de vardır. Örneğin Haricîlere göre, Mu'tezile'nin de paylaştığı üzere, Müslü-
man toplumda devlet başkanının Kureyş'ten olması şart değildir, halk tarafından se-
çilmesi gerekir. Bu hususta Eş'arî'nin (ö.324/936) Makalat'ında ve Mes'udî'nin
(ö.346/957) Mürucü'z-Zeheb'inde vb. eserlerde bilgi vardır, ancak Schacht, Haricî huku-
ku başlıklı bu yazısında kaynak olarak Eş'arî'nin Makalat'ına birkaç defa atıfta bulun-
makla birlikte onda yer alan Haricîlerin devlet başkanı seçimiyle ilgili geçen görüşle-
rinden hiç bahsetmemektedir. Bu tip eksikliklere rağmen Schacht'ın Haricî hukuku,
özellikle de İbâdî hukuku hakkında ileri sürdüğü görüşler, Mukayeseli mezhepler huku-
ku açısından önemlidir ve daha geniş olarak tartışılmaya değerdir. Bunları kısa tahlil
ve değerlendirme olarak belirttikten sonra çeviriye geçebiliriz.

Çeviri
İslam eski hukuk mezhepleri tarafından tanınan farklı İslâm hukuk ekollerin-
den Haricîler ve Şiîlerin, Ortodoks ya da Sünnî hukuk ekollerinin doktrinlerinden fark-
ları, onların birbirinden farklarından daha geniş değildir. Ancak biz, bu olmuş, iyi bili-
nen gerçekten, Haricî, Şiî ve Sünnî hukukun ortak özelliklerinin İslam cemaatini ilk
yüzyıl içinde bölen bölünmelerden daha eski olduğu sonucunu çıkarmamalıyız. Bu
190 Haricî Hukuku

kitabın ilk bölümlerinde gördüğümüz gibi,1 Haricî ve Şiîler, Ortodoks


(Sünnî/çoğunluk)* topluluktan ayrıldıkları zaman İslam hukuku henüz yoktu. Hatırı
sayılır bir dönem içinde, özellikle hicri ikinci ve üçüncü yüzyıllar sırasında, eski mez-
hepler, sadece kendi siyasî ve dogmatik ilkelerinin gerektirdiği şekilde yüzeysel deği-
şiklikleri ortaya koyarak, Sünnî hukuk ekollerinde geliştirilmekte olduğu şekliyle İslâm
hukukuna uymak için Sünnî topluluk ile yeterince yakın temas içinde kaldılar. Bu ba-
kış açısı sadece bu kitabın ana sonuçları ile paralel değildir, o bizim şimdi ve takip
eden bölümlerde tartışacağımız olumlu göstergeler tarafından da teyit edilir.2

Haricîliğin kollarından Sufriye ve İbâdîlerin hukuk doktrinlerinin kuruluşu,


Tabiinden sırasıyla İmran b. Hittan ve Cabir b. Zeyd'e atfedilir;3 her ikisi de Sünnî top-
luluk tarafından kabul edilen raviler arasında görünür.4 Bahsedilen bu iki tarihsel kişi
aktif ise de aşırı Haricî değildir; onların isimleri Tabiin neslinin saygın üyeleri arasında
vardır, onlar hayali isnad yaratma sürecinde kullanılmıştır; bu durum Haricî grupların
o şahısların onların hukuklarının kurucuları olduklarını iddia etmelerine imkan ver-
miştir.

Haricîlerin siyasî ve dogmatik ilkeleri hukukta kesin sonuçlara götürdü, özellik-


le savaş hukukunda.5 Bu sonuçlardan biri, bir baskında orduya eşlik eden kadınlar ve
çocukların ganimetten tam bir pay alma hakkına sahip olmasıydı.6 Bu, aynı zamanda
Evzâ'î tarafından düzenlenen görüş idi, Peygamber tarihine isnad olmadan, gayr-i
resmi bir gelenek olarak ifade edildi. Eski Haricîler tarafından ele alınan bu doktrin,
Evzâî'ye karşı Ebu Yusuf'un aktardığı karşı geleneği gösterir, bunda İbn Abbas'tan
Haricî lider Necdet b. Amir'e Peygamber'in kararına aykırı davrandığına dair gönder-
me vardır.7 Fakat Haricîlerin bir kolu olan İbâdîlerin resmi doktrini, onların ayrıntılı

1 Yukarı bkz. s. 190.


* Ortodoks (Orthodox) kelimesi genelde Sünnî terimi ile karşılanır, yukarıda Schacht da "Ortodoks ya da
Sünnî hukuk ekolü" diye eşanlamlı bir ifade kullanmaktadır, ancak Haricî ve Şiîlerin ayrıldığı bir dö-
nemde bir ekol anlamında Sünnîlik teşekkül etmiş değildir, ayrılıkların ortaya çıktığı ilk dönemlere raci
Ortodoks veya Sünnî kelimelerini, yürürlükteki yönetimi destekleyen veya resmî görüşü benimseyen
muhafazakar çoğunluk olarak anlamak daha doğru olur. Nitekim aşağıda Schacht, Evzaî'nin Ortodoks
tarafa karşıt görüşünden söz etmektedir ki, burada Ortodoks kelimesi çoğunluk anlamında doğru olur,
zira Evzaî, itikadî, siyasî ve hukukî görüşleri itibariyle terim anlamında Sünnî topluluk dışında değildir;
İslam hukuk ekolleri tasniflerinde de, mensubu kalmamış Sünnî hukuk ekolleri içinde gösterilir. (çev.)
2 Benim Haricî hukukuna tüm yaklaşımım, W. Thomson'ın The Macdonald Presentation Volume (1933), s.352

ve devamındaki yaklaşımından kesinlikle farklıdır.


3 Eski Haricî otoriteleri Cahiz tarafından zikredilir, Beyan, I, 131 vd., II, 126.

4 Tehzîb, VIII. 222, II. 61.

5 Bkz. Harac, 33; Eş'arî, Makalat, I. 90.

6 Bu soru için bkz. Tr. IX, 7, 10; Mud. III. 33; Taberî, 18.

7 Bkz. Comm. ed. Cairo on Tr. IX, 7, 10.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Susan Wolf / Çev. Yrd. Doç. Dr. Süleyman Aydın 191

gayr-i resmi bilgi içeren hukukî görüşlerinden yalnız biri, diğer Sünnî ekollerin doktri-
nini yeniden üretir, o da şudur, kadınlar ve küçükler ganimetten hiçbir pay almazlar,
sadece emeklerinin karşılığı olarak mükafat alırlar.8 Eski Haricî ilkelerinin hukukî so-
nucu, İbâdîler tarafından tanınan hukuk sisteminin açıkça asla bir parçası değildi; bun-
lar hukuklarını Sünnî ekollerden türettikleri zaman eski Haricî kararı, muhtemelen de
Evzaî'nin Ortodoks (Sünnî) tarafa mukabil görüşü unutulmuştu.

İbâdîlerin 5 dirhem değerinde çalınan bir mal üzerine hırsıza had cezası
uygulanabilir görüşü, eski bir Irak kıyasından türetilir. 9 Oysa İbâdîlerin siyasal
tarihleri hicri ilk yüzyılın ortasına kadar geriye gider, onların hukuku daha son-
raki bir tarihte Sünnî ekollerden türetilmiştir.
Hukuk teorisinin daha geç bir gelişmesi, bir raporda hicri ilk yüzyılın
altmışları ve yetmişlerinin Haricî hareketlerine kadar geriye atılır. O rapora gö-
re Necdet taraftarları dahil bazı Haricîler rey içtihadını kabul eder, oysa diğer-
leri, Ezrakîler onu reddederler ve kendilerini Kur'an'ın dış ve açık (zahir) mana-
sı ile sınırlarlar. Bu ifade ikincil bir Iraklı terminolojiyi önceden varsayar/doğru
kabul eder.10
Ama Kuran'ın zahir anlamına göre yorumlanmasını tercih, eski Haricîle-
rin gerçekten olmuş bir özelliği olarak görünür.11

8 İbrahim b. Qais, Kitâb mâ lâ yasa' jahluh, MS. Or. 3744 of the British Museum, pp.105b-106a.
9 Eş'arî, Makalat, I, 105 ve yukarıda, s. 107./ Iraklıları temsil eden Hanefîlere göre 5 değil 10 dirhem değe-
rinde bir şey çalana hırsızlık hadd cezası uygulanır. Bu bilgi temel her fıkıh kitabında vardır. (çev.)
10 Bkz. ibid. 127 ve yukarıda, s.105.

11 Bu eğilimin başka örnekleri için bkz. Ümm, VII, 15; Eş'arî, Makalat, I, 95.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 193-197

Hayatın Anlamı*
Susan Wolf (1998)
Çev. Yrd. Doç. Dr. Süleyman Aydın

Hayatın anlamı konusu, ne olduğu tam olarak belli olmasa da, felsefede önemli
bir yer işgal eder. İnsanların, daha yüce veya tanrısal bir amacın bir parçası olup olma-
dıkları sorusuyla birlikte “hayatın anlamı nedir?” sorusu, dini bir yanıt gerektirir gibi
durur. Bununla birlikte felsefi tartışmaların çoğu, bu bağın zorunlu olup olmadığını
sorgular. Ölümün kaçınılmaz oluşu, genelde hayatın anlamını kuşkulu hale getirir
gibidir; fakat ölümsüzlük fikrinin, anlam ve anlamsızlık arasındaki farkı ne şekilde
izah edeceği de açık değildir. Evrenin insan hayatına aldırmadığına inanan düşünür-
ler, tartışmalarında sıkça saçmalık temasına yer verirler. Hayatımızın anlamı yoksa bile
varmış gibi yaşamak gerektiğini savunurlar. Bu saçmalık karşısında kimileri intiharı,
kimileri meydan okumayı ve kimileri de hayata alaycı bir şekilde yaklaşmayı teşvik
eder. Ayrıca, kozmik anlam sorunundan vazgeçerek anlamı başka bir yerde aramak da
mümkündür.

1 “Hayatın anlamının” Anlamı


“Hayatın anlamı nedir?” sorusu, felsefede muhtemelen başka her hangi bir
şeyden daha fazla küçümseme ve saygı çağrıştırır. Öncelikle soru, muğlaklığıyla ün
salmıştır ve tantanalı safsatayı destekler. Diğer taraftan var oluşumuzun amacını an-
lama dürtüsü, derin ve kuşatıcıdır ve belki insan olmamız açısından temel teşkil eden
zihinsel yetilerimizin belirtisidir.

Hayatın anlamı konusundaki temel zorluklardan biri, konuyla ilgili bir açıklığın
olmayışıdır. Anlam aradığımız başka bağlamlarla mukayeseler yapmak, karışıklığı
daha çok artırır. Sözcüklerin ve ifadelerin anlamlarını sorduğumuzda, genelde neyi
nakletmek için kullanıldıklarını sorarız. Fakat hayat, iletişim sisteminin bir parçası de-
ğildir. Kendisi dışında bir şeyi temsil etmek üzere amaçlanmış ya da kullanılmış gibi
görünmez. Belli koşullarda dilbilimsel-olmayan nesnelerin anlamlarından söz ederiz:
örneğin, ayak izi, birinin burada bulunmuş olduğu anlamına gelir; derideki bir dökün-

* WOLF, SUSAN (1998). Life, meaning of. In E. Craig (Ed.), Routledge Encyclopedia of Philosophy. London:
Routledge. Retrieved April 26, 2006, from http://www.rep.routledge.com/article/L044
194 Hayatın Anlamı

tü, çocuğun kızamık olduğu anlamına gelir. Ne var ki, “anlamın” bu tür kullanımlarıy-
la yapılan karşılaştırmalar pek işe yaramamıştır.

Özellikle kitaplı dinler, hayatın anlamı sorunu için doğal bir bağlam sunarlar.
Şayet birisi, doğaüstü bir varlığın dünyayı yüce bir tasarımla yarattığına inanırsa, so-
ru, bu tasarımın amacını ya da hayatın bu tasarım içindeki yerini sorgular. Bununla
birlikte, hayatın anlamı konusu—ya da zamanla hayatın anlamı ifadesiyle bağlantılı
kesişen konular yığını—yalnızca dini varsayımlara dayalı olarak anlam ifade eden ko-
nularla sınırlandırılamaz. Bu konuda merak edilenler, hayatın bir amacının olup ol-
madığı, hayatın yaşamaya değer olup olmadığı ve özgül koşulları ve meraklarından
bağımsız olarak insanların yaşamak için her hangi bir nedene sahip olup olmadıkları
hakkındaki soruları içerir. Başkalarının farklı bakış açılarınca kabul edilebilir bulunan
amaçları, gerekçeleri ve değerleri araştırabiliriz, ya da beşer ötesi muhtemel bakış açı-
larına kayıtsız kalarak dikkatimizi kendi ruhumuzda ya da topluluklarımızda bulunan
arzu ve amaçlarla sınırlandırabiliriz. Her ne kadar “hayatın anlamı” ifadesi, hayata
yalnızca tek bir anlam yükler gibi gözükse de hayatın anlamsız olduğu sonucuna
ulaşmadan bu varsayımı reddedebiliriz. Genellikle, sorunun odak noktası, tam da bu-
nu yanıtlamaya çalışma sürecinde değişir. O halde hayatın anlamını sorgulamak, bu-
luncaya kadar ne aradığımızı bilmediğimiz bir araştırmaya kalkışmak gibidir. “Haya-
tın anlamı” ifadesini, başka sözcüklerle kesin bir şekilde açıklamaya kalkışmak, belli
seçenekleri devre dışı bırakacak ve peşinen bir kenara koyamayacağımız araştırma
yollarını kapatacaktır.

2. Ölümün Konuyla İlgisi


Hayatın anlamıyla ilgili bir problemin var olduğu sezgisi, çoğunlukla ölüm
üzerine derin düşüncenin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Aslında, Schopenhauer ve
Tolstoy’da olduğu gibi, tam da hayatlarımızın ölümle son bulacak olmasından ötürü
söz konusu problemin ortaya çıktığı düşünülür. Fakat bazı filozofların fark etmiş ol-
dukları gibi, sonlu oluşumuzla hayatın anlamı arasındaki ilişki muammalıdır. Şayet
hepimizin bir gün öleceği varsayımı, hayatı anlamsız gösterecekse, tam tersi bir varsa-
yımın—sonsuza dek yaşayacağımız—durumu ne şekilde daha iyi yapabildiği açık de-
ğildir.

Ölüm düşüncesi ve hayatın anlamsız olduğu kaygısı arasındaki bağlantıya dair


muhtemel bir açıklama, ölümlü olmayla yüzleşmenin mutluluk arayışını baltaladığı
şeklindedir. Şayet nihai mutluluk muhtemel ya da olanaklıysa, anlam ihtiyacını his-
setmeyebiliriz—yaşam eğlenceli olduğu müddetçe yaşamak için bir nedene ihtiyaç

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Susan Wolf / Çev. Yrd. Doç. Dr. Süleyman Aydın 195

duymayız—ve nihai mutluluğa erişme amacı, şayet ulaşılabilirse, amaç olarak yeterli
olabilir. Fakat kimilerine göre, öleceğini bilmek, mutluluğu olanaksız kılar. Bir başka
deyişle, kendimizin, ait olduğumuz kültürün ve türümüzün kaçınılmaz bir şekilde
öleceğini kabul etmemiz, önceden sahip olduğumuz amaç ve gayelerin değersiz ya da
aptalca gözükmesine neden olabilir. Tanrı inancı, bu kaygılardan kurtarır. En azından
bazılarının sonsuz mutluluğa ulaşacağı bir başka dünya vaadi, nihai mutluluk istika-
metinde çalışma olasılığını artırır. Bizimle ve hayatlarımızdan çıkardığımız anlamla
ilgilenen ezeli ve üstün bir varlığın mevcudiyeti, amaçlarımızın ve davranışımızın an-
lamsız olduğu endişesini ortadan kaldırır.

3. Saçmalık
Birçok düşünür, şayet Tanrı yoksa, bu durumda insan hayatının saçma olduğu-
nu savunur. Onlara göre, Tanrı yoksa beşeri konumumuz, temel ve değiştirilemez bir
uyumsuzluk içerir. Albert Camus, dünyanın makul, düzenli ve şefkatli olması talebi-
mizle onun sessiz, boş ve kayıtsız olması gerçeği arasındaki çatışma üzerine odaklanır.
Thomas Nagel, hayatımızın nesnel anlamsızlığıyla ona adadığımız projeler, ciddiyet ve
enerji arasındaki çelişkiyi vurgular. Ne şekilde tepki göstereceğiz?

Evrenin kayıtsızlığını kabul etmeye başlama, yıkıcı bir deneyim olabildiği için
doğal olarak intihar düşüncesi ortaya çıkar. Şayet bütün amaçlarımız, var oluşumu-
zun ya da eylemlerimizin kendimizden daha büyük ve daha az onaylanma ihtiyacı
içindeki bir varlık açısından önem taşıdığı varsayımı üzerine kuruluysa, böyle bir var-
lığın olmadığını keşfetmemiz, tümüyle yönümüzü kaybetmemize neden olabilir. Ay-
rıca şayet gittiğimiz yön, yanlış olduğunu bildiğimiz bir varsayımı tekrar önümüze
koyacak olursa, bu durumda çelişkili olmayan tek seçenek intiharmış gibi gelebilir.
Fakat Camus (1955), çelişkili-olmayan uygun bir hayat şeklinin var olduğuna inanır.
O, “saçma adamı”, dünyanın kendisine kayıtsız oluşunu umursamadan “başvuruşuz”
yaşayan kişi olarak betimler. Böyle bir kişi, hayatın her hangi bir rasyonel temelinin
olmayışını unutmadan ya da reddetmeden, hayatı olabildiğince tam bir şekilde kucak-
lar. Nagel daha ılımlı bir yanıt sunar (1971): anlamsızlığımızı kabul edişimiz, kendi-
mize dair dışsal bir görüşü benimseme doğrultusundaki beşeri yeteneğimizin bir işle-
vidir; onu reddetmeye çalışmak ya da ondan kaçmak için bir neden yoktur. Aynı za-
manda, şayet hayatlarımız kozmik olarak anlamsızsa, bizim bu gerçeğe nasıl tepki
verdiğimiz meselesi de öyledir. Bu tartışma ışığında Nagel, meydan okumanın çok
abartılı ve dramatik olduğunu ve hayatla dalga geçmenin daha uygun olduğunu belir-
tir. Richard Taylor (1970), evrenin sessizliğinden farklı bir ders çıkarır: hayatın nesnel
olarak anlamsız olmasının kabulü, anlam arayışını içe çevirmemiz gerektiğini gösterir.
196 Hayatın Anlamı

Hayatta, umursamanın anlam taşıyacağı anlam çeşidi, bizim için anlamlı olandır. Şa-
yet anlamlı bulduğumuz etkinliklerle uğraşma gücündeysek, hayat anlamlıdır. Aksi
takdirde değildir.

Bu düşünürlerin tamamı, şayet kendimizi olumlu olarak kendisine bağlı görebi-


leceğimiz bizden daha büyük ve özü itibariyle bizden daha değerli hiç bir şey yoksa,
bu durumda en azından önemli bir anlamda hayatın anlamsız olduğu görüşünü payla-
şırlar. Bu noktada, hayatın anlamıyla ilgili olumlu bir görüşü, yardımsever bir Tan-
rı’nın var oluşuna dayandıranlarla aynı fikirdedirler. Anlam koşulunun karşılanmadı-
ğına ve yine de hayatın bir anlamı varmış gibi yaşamamız gerektiğine inandıkları için,
insan yaşamının saçma olduğu çıkarımında bulunurlar. Joel Feinberg (1992)’in de be-
lirttiği gibi, bir durumun saçma oluşuyla bir insanın saçma oluşu arasında fark vardır.
İster hayata meydan okuyalım, ister onunla dalga geçelim, ister üçüncü bir alternatifi
benimseyelim, kötü durumumuzla ilgili doğru bir tutumu benimsemek suretiyle en
azından kendimizi saçma olmaktan kurtarabiliriz.

Bununla birlikte, insan hayatının saçma olduğunu söyleyen bu görüş için nispe-
ten kötümser-olmayan bu tavizi dahi vermek gerektiği açık değildir. Görmüş olduğu-
muz gibi bu görüş, evrendeki yerimizle ilgili talep ettiğimiz ya da kaçınılmaz olarak
varsaydığımız şeyle durumumuzun gerçekliği arasında giderilemez bir çatışmanın var
olduğu görüşüne dayanır. Fakat kozmik önemimiz konusunda ısrar etme ya da istekli
olma eğilimi, bu düşünürlerin sandığından daha az derin ve daha az kaçınılmaz olabi-
lir. Hayatı kıskıvrak yakalamak, projeleri enerji ve bağlılıkla yürütmek, büyüklük
kuruntularına dayanmak zorunda değildir. Bir olimpiyat koşucusu dünya rekoru
kırmak için sınırları zorladığında ya da bir anne çocuğunu emzirmek için uykusundan
ve rahatından ödün verdiğinde elde ettiği başarının kozmik bir önem taşıyacağını dü-
şünmesi gerektiği yeterince açık değildir.

4. Öznel ve nesnel anlam


Hayatın anlamına dair tartışmalar genellikle evrendeki yerimiz hakkındaki dü-
şüncelerle bağlantılı olsa da, anlamlı ve anlamsız hayatlar arasındaki zıtlığın anlaşılır-
lığının kozmik sorundan bütünüyle bağımsız gözüktüğü bağlamlar vardır. Umursa-
manın önemli olduğu anlam çeşidinin öznel anlam olduğunu daha önce zikretmiştik.
David Wiggins (1976) gibi bazıları, tamamen öznel bir anlam açıklamasının, terimin
sıradan kullanımı açısından haksızca olduğuna inanır. Wiggins’e göre, anlamlı ve an-
lamsız bir hayat arasındaki fark düşüncesi, öznel olarak tatmin edici ya da doyurucu
bir hayat ile öyle olmayan bir hayat arasındaki daha açık ve tartışmasız farka eşdeğer

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Susan Wolf / Çev. Yrd. Doç. Dr. Süleyman Aydın 197

değildir. Hayatımızın anlamının olup olmadığı konusunda kaygılandığımız zaman,


tamamen iç gözlemsel bir girişimde bulunmuş olmayız ve hayatımıza anlam vermek
için bir yol araştırdığımız zaman bizi mutlu edecek bir ilaç aramayız. Sadece aşağı doğ-
ru yuvarlandığını görmek için tanrılar tarafından bir taşı bir tepeye sürekli çıkarmakla
cezalandırılan Sisyphus’un hayatı, en azından Camus’nun eserlerinden beri, bir an-
lamsızlık örneği olarak önerilmiştir. Şayet bu tekrar eden ve beyhude etkinlikten
Sisyphus’un anormal bir şekilde hoşnut olduğunu tahayyül edersek, onun yaşamını
daha anlamlı ya da kötü olarak değerlendirip değerlendiremeyeceğimiz açık değildir.
Bununla birlikte, hayatın anlamına dair açıklamaların bütünüyle öznel ve bütünüyle
nesnel alternatiflerle sınırlandırılması gerekmez. Anlamlı hayatların en doğal örnekle-
ri, hem öznel olarak bir hayli tatmin edici ve hem de faillerin kendilerinden bağımsız
görüş açılarıyla hükmedildiğinde takdire şayan veya yararlı olanlardır. En rahat bir
şekilde anlamlı olarak tasvir edilen hayat çeşidi, bir öznenin canlı ilgi alanlarıyla, ilgiye
değer şeyler dizisi arasında uygun bir bağlantının olduğu hayat çeşididir. Anlam, öz-
nel ilgi, nesnel çekicilikle uyuştuğunda ortaya çıkar gibidir.

Bu tür bir anlamlılığın, en doğal şekilde kutsal ya da kozmik bir amaçla bir bağ-
lantı gerektirir gözüken endişeyle ilişkili olup olmadığı ve ilişkiliyse ne şekilde ilişkili
olduğu, zor meselelerdir. Ayrıca bu anlamlılık anlayışının göndermede bulunduğu
“nesnel çekicilik” ( ya da objektif değer veya bedel) tartışmalı olma açısından kötü ün
salmıştır. Özellikle dini bir metafizik olmadan bu tür bir anlayışın anlaşılır olup olma-
dığı, kendi başına temel felsefi bir sorun oluşturur. (bkz. Ahlaksal realizm). Hayatın
anlamı meselesinin, diğer temel felsefi konulara açık ve onlarla bağlantılı olması gerek-
tiği sürpriz olarak görülmemelidir. Her şey bir yana bu sorun, tüm felsefe içerisinde
en temel ve en derin konulardan biridir.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 199-205

İslam Devlet Anayasası*


Abdulvahhab Hallaf
Ezher Üniversitesi Hukuk Fakültesi Şeriat Profesörü Kahire / Mısır
Çev: Hanefi Şola
İnönü Üniversitesi İlitam Öğrencisi

İslam dinini ayrıntılı olarak araştırmayan kimileri islam’ın sadece ruhani bir din
olduğunu ve onun ibadet ve muamelat esaslarını düzenlediğini ve güzel ahlakı beyan
ettiğini; ancak, yöneticilerin yönetilenlerle arasındaki ilişkileri belirleyen ve hüküm
düzenleyen bir anayasa ortaya koymadığını iddia ederler. Bu makalede, bu iddianın
doğru olmadığını açıklamaya çalışacağım. İslam, üzerine hükümlerin inşa edileceği en
uygun esasları va’z eder. Ancak inşa edileceklerin ayrıntılarına girmeden en güzel
esasları ortaya koyar. Çünkü İslam, her zamanda ve her mekanda tüm insanların dini-
dir. İslam, her İslam devletinin anayasasını üzerine inşa edeceği üç esas ortaya koyar.
Bu esaslar adil, siyasi bir anayasanın düzenlenebilmesi içini en uygun esaslardır.

Birinci Esas: Adalet


Adalet, her hak sahibinin hakkına ulaşması, haksızlık yapanların, haksızlık
yapmaktan engellenmesidir. İslam, hükümlerin insanlar arasında adalet esasıyla olma-
sını, yasama-yargı-yürütmeyi insanların işlerini yerine getirmekte yetki ve görevlerini
o esas üzerinde inşa edilmesini karar kılmıştır. Çünkü insanlar, malları, hakları ve
emekleri konusunda ancak adalete güvenirler. İnsanların birbirlerine güven duymaları,
yardımlaşma ve sevgi konusunda huzurlu olmaları ancak adaletle olur. Toplumda
korku, bozulma ve ümitsizlik ruhu ancak zülüm ile yayılır. Toplum yapısının bozul-
ması, bireylerin arasındaki bağların çözülmesi, aralarında düşmanlık ve kin ateşinin
tutuşması ancak zülüm ile olur. Adalet ise mülkün, huzurun ve güvenin esası olduğu
gibi, rıza ve mutluluğun da esasıdır. Kur’an, tevhid ve şirk konusundan sonra en fazla
adalet ve zulüm konusunu işler.
Allah bir ayette şöyle buyurur: “Gerçekten Allah…….. insanlar arasında hüküm
verecek olursanız, adaletle hükmetmenizi emrediyor”(.4/Nisa 58)
Diğer bir ayette ise şöyle buyurur: “Muhakkak ki, Allah adaleti ve iyilik yap-
mayı emreder.”(16/Nahl 90)

* Bu makale Künuzu’l-Furkan Dergisinin, Mart 1953 tarihli 7- 8. Sayısında 193-201 sayfaları arasında ya-
yınlanmıştır
200 İslam Devlet Anayasası

Bir başka ayette ise: “Aralarında hükmedecek olursan adaletle hükmet. Şüphe-
siz Allah adil davrananları sever.”(5/Maide 42)
Bir başka ayette Resulü’nün dili üzerinden şöyle buyurur: “Aranızda adaletli
olmakla emrolundum.”(42/Şûra 15)
Şüphesiz Allah, elçiler göndermesinin ve kitaplar indirmesinin nedenini adaleti
ayakta tutma olarak beyan eder.
Bu hususta Allah bir ayette şöyle buyurur: “Andolsun ki biz elçilerimizi, apaçık
delillerle gönderdik ve insanların adaleti ayakta tutmaları için beraberlerinde kitabı ve
adalet ölçülerini indirdik.”(57/Hadid 25)
Allah, sevgi ve rızada adaletli davranılmasını emrettiği gibi, düşmanlık ve nef-
rette de adaletli davranılmasını emreder. Nitekim bu konuda Allah şöyle buyurur: “Bir
topluluğa olan kininiz, sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın; bu, takvaya en yakın
olan davranıştır.”(5/Maide 8)
Allah ahkam ve yönetim ile ilgili hususlarda adaleti emrettiği gibi; sözlerde, ey-
lemlerde ve diğer davranışlarda da adaleti emreder. Bu hususta da şöyle buyurur: “Bir
söz söylediğinizde, adaletli olun”(6/Enam 152)

Öyleyse, yargıç ve yöneticilerin hüküm verdiklerinde, savcıların incelemelerin-


de, şahitlerin tanıklıklarında, avukatların davalarında adaletli olmaları onlara vaciptir.
Her bireyin, sözlerinde, eylemlerinde, davranışlarında ve ahlaki tutumunda adaletli
olması ona vaciptir. Her ne vesileyle olursa olsun, hak sahibinin hakkının zayi olması-
na sebep olmuşsa o kişi zulmetmiş olur. Zulüm kıyamette zulümattır (karanlıktır),
dünyada yıkımdır. Kur’an-ı Kerim ve nebevi sünnette adalet ve zulüm hakkında gelen
nass’ları dikkatlice incelediğimizde açıklığa kavuşur ki; İslam, adaleti; yürütmede, yar-
gıda, yasamada, muamelatta ve davalarda fiillerin, sözlerin ve ahkamın esası yapmış-
tır. Her yasa veya düzen veya uygulama veya davranış, adaleti sağlıyorsa o İslam’dır,
yok adaletten uzak duruyorsa onun İslam’la bağı yoktur.

İkinci Esas: Eşitlik


Eşitlikten maksadımız, toplumdaki bütün bireylerin, haklarda ve ödevlerde ya-
saların otoritesine itaat etmekte eşit olmalarıdır. Yasalar ister medeni olsun ister cinai
isterse iktisadi vb. olsun, hiçbir birey nesebine veya cinsiyetine veya bölgesine veya
rengine göre imtiyaz sahibi olmamalıdır. Bireyler arasında imtiyaz, ancak çalışma,
çabalama ve üretim esaslı olsun. Bu ikinci esastır ve birinci esasın fer’ilerindendir.
Ödev ve hak konusunda, toplum bireylerine kazanılmamış ya da çabaları ve yetenek-
leri sonucu olmaksızın ayrıcalık tanınması adaletten değildir. Adalet; erdemin, çalışma,

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Abdulvahhab Hallaf / Çev: Hanefi Şola 201

emek ve üretim üzere inşa edilmesi iledir. İslam bu esası tüm düzenlemelerde, ahkam-
da ve metinlerde apaçık bir şekilde yerleştirmiştir ki, gerçek eşitlik İslam’ın en görünür
şiarı olmuştur. Ahkamda İslam, hiçbir bireye vacip,haram ve mübahlıkta bir diğerinin
üstünde imtiyaz vermemiştir. Ve yine İslam hiçbir mükellefe ibadette, muamelatta,
cinayette, akitlerde ve tasarruflarda diğer bir mükellef karşısında ayrıcalık vermemiş-
tir. Ehliyet, ödevlerin insana vacip olması içindir. İnsan ve insanlığın korunması ehliyet
esası üzerine hakların vacip olmasıdır. Vaciplerin eda ehliyeti, sözlerinin ve fiillerinin
insan aklı ve gücünün mümeyyez olması esasının dikkate alınmasıdır. Nass’larda ve
bireylerin tamamı arasında bu özellik esastır. Eşitliği tam anlamıyla yerleştiren ve ne-
sebiyle övünmeyi, lakap takmayı ve malıyla büyüklenmeyi ortadan kaldıran ve emeği,
çabayı, güzel ahlakı ve çalışmayı fazilet sebebi kılan birçok Kur’an ayeti ve nebevi ha-
dis varit olmuştur. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekten ve bir kadından yarattık. Sizi birbirinizi tanı-
yasınız diye, milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en üstününüz en
takvalı olanınızdır.”(106/Hucurat 13)
“Ancak mü’minler kardeştir.”(106/ Hucurat 10)
Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Arap olanın aceme, kırmızı tenlinin de siyah tenliye üstünlüğü yoktur.”
“Ey Haşim oğulları, bana amelleriyle gelmeyen insanlar, nesepleriyle de gelme-
sinler.”
“Ameli yavaş olan, nesebi ile hızlanmaz”
“Nefsim elinde olana yemin ederim ki, Fatma bintü Muhammed bile hırsızlık
yapsaydı elini keserdim.”

Peygamber’in pratik sünnetinde eşitliği gözetmede üstün örnekler vardır. Ni-


tekim sahabeleri arasında Habeşli, İranlı ve Rumlu vardı. O, hiçbir ferdi, diğerinin ren-
gine ve cinsiyetine göre tercih etmezdi. Bilal Habeşi, Salman Farisi ve Ali Haşimi hak-
larda, vaciplerde ve hükümlere itaat etmekte eşittiler. Herhangi bir kişinin annesinden
dolayı küçümsenmesi ve babasından dolayı ayıplanması Peygamber’in en nefret ettiği
şeylerdendi. Bu sebeple o, bu cahiliye adetlerini kaldırmak ve fazilet ve noksanlığı ne-
sep ve mal varlığına göre değil, güzel ahlak ve salih amele göre yapmak istedi. Böylece
bu yaklaşım, fazilet sahasını herkese açmış ve şerefi, izzeti ve liderliği çabalayıp hak-
keden herkese sağlamış ve ümitsizlik ruhu yayılmasını kesmiş ve ihtiras ruhunu yok
etmiştir. Ayrıca faziletin belirli bir cinsiyete ve hususi bir nesebe ait olması bilinci gibi
istek ve kararlılıkları da zayıflatmıştır.

İslam, müslüman bireyler arasında eşitliği yerleştirdiği gibi halklar ve milletler


arasında da eşitliği yerleştirdi. Arap halkının diğer halklarlardan üstünlüğü yoktur. Bir
202 İslam Devlet Anayasası

halkın, diğer bir halka üstünlüğü ancak çalışması ve ilerlemesiyledir. İslam birliği, bi-
reyler ve halklar arasındaki fırkalaşmalara galip gelmiştir. İslam, müslümanların arası-
na eşitliği yerleştirdiği gibi, müslümanlar ve onların himayesinde bulunan gayri müs-
limler arasında da eşitliği yerleştirdi. Müslümanların lehine olan, onların da lehine,
aleyhine olanlar onların da aleyhine olmuştur. İbadetlerini yapma ve akidelerini yaşa-
ma hakkı da onlara verilmiştir.

Üçüncü esas: Şûra


Şûra’dan maksadımız, toplum içinden yeterli sayıda basiret sahibi olan, ehl-i
hal ve akd’le genel işlerin düzenlenmesinde istişare yapılmasıdır. Öyle ki, toplumun
genel idaresi kişinin görüşünden değil, halkın görüşünden sadır olsun. Çünkü, halkın
görüşü her ne kadar ihtilaflı olsa da ferdin görüşünden doğruya en yakın ve hataya
düşmekten en uzaktır. Birey, ne kadar aklını olgunlaştırırsa olgunlaştırsın, ne kadar
bilgi sahibi olursa olsun, ne kadar yeterliliğini tamamlarsa tamamlasın bazı şeyleri bi-
lemez. Bazı yöntemlerden emin olamaz. Hikmet, mü’min’in yitiğidir, onu nerede bu-
lursa alır. O, Allah’ın fazlıdır ve Allah onu dileyene verir. Bu sebeple Allah, o’nun
yardımıyla gözetlenmiş masum Resulüne toplumun genel işlerinin düzenlenmesinde
kendi başına hareket etmemesini, onların işlerinde onlarla istişare etmesini emretmiş-
tir. Ali İmran suresinin 159 ayetinde Allah şöyle buyurmuştur: “Onları affet, onlara
bağışlanma dile ve işlerde onlarla istişare et.”

Şûra süresi olarak isimlendirilen surede Allah, Müslümanları:” Aralarındaki iş-


ler şûra iledir” ifadesiyle nitelendirmiş ve bu ifadedeki nitelendirmede kullandığı siğa,
“işlerinde istişare yapmak onların şanındandır” ifadesine delalet eder. Bu ifadeyi de”
rablerine icabet etmek için namazı ikame ederler” ifadesine eklemiştir. Yüce Allah şöy-
le buyurur: “Rablerine icabet edenler, namazı ikame edenler, işleri kendi aralarında
şûra ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenlerdir.
”(42/Şura 38)

Peygamber efendimiz (sav) rabbinin emrine sarılmak için toplumun karşılaştığı


genel dünyevi meselelerde ashabına danışıyordu. Bedir Savaşında olanlar delil olarak
bize yeterlidir. Peygamberimiz (sav) kureyşli savaşçıları karşılayarak savaşmak mı
yoksa Medine’ye dönmek mi hususunda ashabıyla istişare etmiş ve savaş kararından
sonra da, askerlerin nerede konuşlanması gerektiği hususunda da istişaresini sür-
dürmüştür. Allah onlara zaferi nasip edince bazı esirleri fidye karşılığında salıverme
hususunu da istişareyle sonuçlandırmıştır. Uhud savaşı gününde müşrikler Medine
yakınlarındaki Uhud dağına ulaşınca taarruz savaşı mı yoksa savunma savaşı mı yap-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Abdulvahhab Hallaf / Çev: Hanefi Şola 203

ma konusunu ashabıyla istişare etmiştir. Kendi görüşü, savunma savaşı olması gerek-
tiği doğrultusunda olmasına rağmen, istişare sonucu onların görüşüyle hareket etmiş,
sonuçta yenilmişlerdir. Ancak Allah, bu sonuca rağmen resulünden istişareden vaz-
geçmemesini; “ Onları affet, onlara bağışlanma dile ve onlarla istişareye devam et”,
ayetiyle beyan etmiştir. Bu ayetteki “işler”den maksat, genel dünya işleridir. Ancak
dini konularda başvurulacak nihai merci ilahi vahiy veya resulüne ilham ettiği içtihat-
lardır.

Ustad, İmam (Muhammed ABDUH), İslam’da şûranın gerekliliğinden, İslam


devletinde bir parlamentonun gerekliliğini çıkarmıştır. Şûra ancak toplum içinden isti-
şare edilecek seçkin bir grubun varlığıyla gerçekleşir. Çünkü toplumun tüm bireyleriy-
le istişare etmek mümkün değildir. İslam’ın vacip kıldığı şûra ancak bu grubun bu-
lunması ile mümkün oluyorsa, istişarede toplumu temsil edecek bir grubu seçmek,
kararlaştırılmış şer’i bir kaideyle ameli bir vaciptir. O kural da şudur: Sadece kendisiy-
le vacip olan da, vaciptir.

Şûra, Raşit halifeler ve dönemin askeri komutanlarının siyasetinde de esastı.


Hz. Ebu Bekir siyasetinde Hz. Ömer, Hz. Osman, muhacir ve ensar büyüklerinin gö-
rüşlerine yer veriyordu. O, çoğu kez Hz. Ömer ile ihtilaf ediyor ve sonra:“ Ömer konu-
şunca Allah göğsümü açardı” diyordu. Ebu Ubeyde Şam’da, plan ve barışı askerlerle
istişare ederdi. Müslümanların işleri aralarında şûra iledir.. Siyasetleri cemaatlerinin
siyasetleridir. Kendilerinden birinin siyaseti değil. İşte bu;yönetenlerin yönetilenlerle
arasındaki ilişkiyi tanzim eden ve İslam devlet anayasasının üzerine inşa edilmesi için
İslam’ın koymuş olduğu üç esastır. Her zamanda ve her toplumda adaletli, siyasi bir
anayasada esas olacak uygun ve güçlü esaslardır.

Allah’ın bu esasları, genel ve kısa olarak kararlaştırması ve üzerine inşa edile-


cek düzenlemelerin ayrıntısına girmemesi, Allah’ın önemli hikmetlerindedir. Çünkü
Allah; her topluma bu esaslar üzerine kendi maslahatlarını gözeterek çevrelerine uy-
gun ayrıntılı bir nizam yapma ve aynı şekilde insanlar ve onların maslahatlarındaki
gelişmeleri dikkate alarak gelişmiş bir anayasa yapma olanağı vermiştir.

Allah, hükümlerin adaletle verilmesini emretmiştir. Yani yasama, yargı ve yü-


rütme hak sahibinin hakkını vermekle birlikte, haksızlık yapanların cezalarının da ve-
rilmesini emretmiştir. Her topluma, bu esaslar çerçevesinde, şartlarına ve çevrelerine
uygun, adaletin gerçekleşeceği yasalar, düzenlemeler ve uygulamalar yapmasını da
emretmiştir. Çünkü, bazı düzenlemeler bir bölgede adaletli iken diğer bölgelerde ada-
letli olmayabilir. Bazı uygulamalar, bazı zamanlarda adaleti sağlarken, diğer zaman-
larda adaleti sağlamayabilir.
204 İslam Devlet Anayasası

Yüce Allah, yasalara karşı, haklarda, vaciplerde ve itaatte eşitliği emretmiştir.


Böylece her toplum yapacağı düzenlemelerde bireyler ve gruplar arasında eşitliği ve o
düzenlemelerle bireyler arasındaki farklılıkları, koşullarına göre adaletle sağlayabilsin.

Allah şûra’yı emretmiştir. Yani yöneticiye, toplum siyasetinde cemaatinin gö-


rüşlerine yer vermesini emretmiştir ki her toplum, koşullarına uygun sağlam bir nizam
oluşturabilsin. Böylece toplum uygunsa şûra’da kendilerini temsil edecek bireyleri
doğrudan seçecek bir seçim sistemini veya iki aşamalı bir seçim sistemini tercih etsin.
Toplumun maslahatı belki tek aşamalı bir sistemle olur. Belki de iki aşamalı bir seçim
sistemiyle olur. Böylece İslam, topluma uygun her düzenleme makbul olabilmesi için
bu geniş düzenlemelerin ayrıntısına girmemiş ve Müslümanları, üzerinde bir zorluk
olmaması için koşullarına uygun olmayan bu geniş düzenlemelere mecbur bırakma-
mıştır. Bu her topluma, her zaman ve mekana uygun hakim olan Allah tarafından ko-
nulmuş bir yasadır. İslam şeriatını inceleyen herhangi biri, ibadet ve onunla ilgili
Kur’an ve sünnette ayrıntılı bir şekilde açıklanan ibadetlerin çevre, zaman ve mekanın
değişmesiyle değişmeyeceğini görürdü. Aynı şekilde anayasa, medeni hukuk ve savaş
siyaseti gibi çevre ve zamanın değişmesiyle değişenleri de görürdü. Bunlar mücmel
olarak gelmiştir ki, her toplum gelişimine göre ayrıntılı bir düzenleme yapsın.

Müslümanların, bu esaslar üzerine hükmi düzenlemeler yapmaları, gelişim ve


zaman karşısında Allah’ın bir nimeti olarak konulan bu esasları gözeterek yapmaları,
kendi haklarındandır. Ancak onlar münasip bir anayasa yapısını inşa etmeye çalışma-
dılar. Hatta İslam hakikatine vakıf olmayan birçoğuna göre, İslam devlet nizamı ana-
yasal değildir, aksine İslam devletinde yönetim imametin değil, bireyindir. Hatta bazı
alimler öyle aşırı gitmişler ki şûra’yı önemsizleştirmiş ve: “İslam’da şûra vacip değil,
menduptur” demişlerdir. Kur’an-ı Kerim Müslümanları, “Onların işleri şûra iledir”
ifadesiyle nitelemesinin, ve Allah, hükümlerinde ve siyasetinde hidayete tabi olması
açısından masum olan Resulüne Uhud gününde şûra’da hatalı olanların görüşü galip
gelmiş ve müslümanlar başarısızlığa uğramış olmasına rağmen toplumuyla istişare
yapmaya devam etmesini emretmesinin ardından onların bu tarz sözleri şaşırtıcıdır.

Evet, her İslam devletinin, siyasi anayasasını bu ilahi esaslar üzerine ikame et-
mesi, eşitlik, şûra ve adalet çerçevesinde maslahatı gözetmesi ve durumlarına uygun
siyasi bir anayasa inşa etmesi gereklidir. Siyasi anayasasını bu ilahi esaslar üzerine
koyması ve en adil şekilde uygulaması, yürütmeyi tam anlamıyla yerine getirmesi ge-
reklidir. Yasaları en uygun ilkeler üzerine koymak yeterli değildir, aynı zamanda, adil
bir şekilde uygulamak ve yürütmeyi sahih bir şekilde yerine getirmek gerekir.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Abdulvahhab Hallaf / Çev: Hanefi Şola 205

Nice adil yasa vardır ki, yargıç onu tahrif ederek maslahatı gözetmez ve adaleti
yerine getirmez. Nice içinde kusur olan yasa vardır ki yargıç, maslahat ve adaletin ge-
reğini uygulamasıyla tamamlayarak yürütmeyi yerine getirir.

Bazı kimseler yöneticilere dalkavukluk yapmak için, şûra vacip değil men-
dup’tur derler. Bunu da Allah’ın şu sözüne dayandırırlar: “İşlerinde onlarla istişare et”
ifadesinden sonraki ifade olan: “bir kez daha azmettin mi Allah’a tevekkül et” ifadesi-
ni, “Kendin istişaresiz bir işin düzenlenmesine azmettiğin vakit Allah’a tevekkül et”
olarak zannederler. Oysaki bu yanlış bir anlama olup, zan ve günahtır. Çünkü bu ayet,
istişare sonucu tercih edilen kararı yerine getirmeye azmettiğin vakit, onu Allah’a te-
vekkül ederek yerine getir, anlamındadır. Üstad ve İmam (Reşit RIZA, Menar tefsirin-
de M. ABDUH’tan naklen) tefsirinde bu ayetle ilgili şöyle der: “Kararını verdiğinde
artık Allah’a dayanıp güven” yani; herhangi bir iş hakkında istişarede bulunduktan
sonra, istişarede tercih edilen işi uygulamaya karar verdiğin ve hazırlığını yaptığın
zaman onu uygulamakta Allah’a dayanıp güven ve Allah’ın yardımına o konuda seni
destekleyeceğine güven içinde ol. Sakın kendi gücüne ve kuvvetine dayanma; bilakis
bil ki senin kuvvetinin ve sana yapılan desteğin gerisinde daha mükemmel ve daha
yüce güç ve kuvvet vardır. Sebepler işe yaramaz olduğunda ve kapılar kapandığında
bu ilahi güce güvenmeli, ona dayanmalı ve ona sığınmalısın. Üstad(Abduh) sözlerini
şöyle sürdürür: Herhangi bir eylemi gerçekleştirmeye olan kararlılık her ne kadar dü-
şünüp taşındıktan, görüşü sağlamlaştırdıktan, istişarede bulunduktan ve bu iş için
gerekli hazırlığı yaptıktan sonra olsa bile başarı için yüce Allah’ın yardımı ve muvaffak
kılması olmadıkça bütün bunlar yeterli olmaz. Çünkü o işin dışarıdan olan engellerini
ve önündeki setleri ancak Yüce Allah kuşatabilir. O halde şuradan, görüşü sağlamlaş-
tırdıktan ve samimi bir kararlılıktan sonra insanın bilmediği engelleri ve setleri gider-
mesi için Allah’a güvenmek ve onun güç ve kuvvetine dayanmak gerekir. Şüphesiz
Allah kendisine güvenenleri sever. Yani Allah, tutulmasını emrettiği sebeplere tutun-
duktan sonra onun gücü ve kuvvetine dayananları sever.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 207-209

Sühreverdi*
Agâh Mazlûm**
Sadeleştiren: Mustafa Bulut
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi

Tarihte Sühreverdi maktül veya Şahabeddin maktül isimleriyle bilinmektedir.


İsmi ve künyesi Yahya b. Habeş b. Emir, lakabı ise Ebul Feth Şahabeddîn dir.

Büyük bilgin Şirazî, Şeyh Sühreverdinini “ Hikmetü’l - İşrak” adlı kıymetli ese-
rini şerh ederken kitabın baş tarafına düşünürün ismini Ömer b. Muhammed olarak
kaydetmiştir.

Şemseddin Şehrezûrî tarih felsefesi adlı eserinde ki, bu eser, Fatih Kütüphanesi
4516 numarada kayıtlı olduğunu söyleyerek şöyle nakleder: ( Büyük ve kutlu filozof
Şeyh Rabbani ilmiyle amel eden ruhani, fazıletli dinin, dolğruluğun ve milletin umu-
du, kâmil dini ilimlerin inceliğine vakıf nur âlimi fatihler babası Yahya b. Emîrkân
Sühreverdi. Allah ruhunu ve nefsini kutsasın, asrın dervişi ve bütün zamanların eşsiz
âlimi vs.)

İbni Hallikân “Vefayatü’l – Âyân” adlı eserinde Ebu’l Fütûh Yahya b. Habeş b.
Emîri’l Mukallib, Filozof Şehabeddin Maktül Sühreverdi ibaresinden sonra bazıları
Şeyhin ismini Ahmed, bazılar ise Ebu’l Fütûh olduğunu söylerler. Abbas Ahmed b.
Ebi Usaybiye Harzeci ( “ Tabakatü’l – Etıbba” adlı eserde isminin Ömer olarak naklet-
tiğini ifade eder. Fakat bunun doğrusunu kendisinin ilk söylediği isim olduğunu kay-
deder.

Gerçekte İbn Hallikân haklıdır. Selçuklular döneminde adı geçen şahsın unvanı
sürekli olarak Yahya ibn Habeş diye geçtiği gibi, birçok eserde kendisine Yahya b. Ha-
beş diye hitap edilmiştir. Fütûhat (megazi) ve Tarih Yafi gibi eserlerde bunu teyit et-
mektedir. Yalnız bu bilgini (Yafi) biraz eleştirme hakkımız var. İslam âleminde ne ka-
dar “Rical, Tabakât ve Tercüme-i Hal” ilimlerine çok önem verildiği halde o, araştırdı
ki bir yazar hakkında bu derece kayıtsız kalınmasıdır. Şehrezûrî ise bu bağlamda hoca-
sının ismini güzelce öğrenmesi gerekmez mi idi. İbni Ebi Usaybiye’ye gelince: Pek
kıymetli eseri olan, bu tarihi hatanın önemi üzerinde bir kara leke halinde durmakta-

* Bu makale Mihrab Dergisi S.I, s. 31–32, 15 Teşrini Sani 1923 te yayınlanmıştır.


** Ahrar Fırkası kurucuları arasında yer almaktadır. Hayatı hakkında fazla bilgi mevcut değildir
208 Sühreverdi

dır. Özellikle İbn Ebi Usyabiye hocasının birçok öğrencisi ile görüştüğünü ve pek çok
olayı öğrencilerinin ağzından naklettiğini anlatmaktadır.

Böylece doğum tarihini adı geçen şahsın eserinden çıkarmak zorundayız. Zira
Tarih ilminin faydaları o kadar çeşitli ki burada tetkik edilip değerlendirilmesi can sı-
kacak boyuttadır. Şeyh, “Hikmetü’l – İşrak” adlı eserini 583 tarihinde yazmış olduğunu
kitabının sonunda kaydediyor. Mutârehât adında ki eserin baş tarafında, bu eserin
“Hikmetü’l – İşrak”tan sonra yazıldığı halde eserin sonunda da, “yaşım 30’a yaklaşıyor
…” şeklinde zikretmektedir. “Mutârehât” gibi muazzam bir şaheserin bir sene zarfında
yazılmasına imkân yok ise de notlarını önceden hazırlamış olması ihtimaline binaen
bunu kabul edebiliriz. Şu halde “Hikmetü’l – İşrakı” tamamladığı zaman 29 yaşına
yaklaşmış olur. Böyle olduğunda da tarih hakkında ki şüpheler ortadan kalkarak 553
yılında eserin yazılmış olduğu görülür.

İleride de tahkik edileceği üzere söz konusu filozof 586 yılında katledildiğinden
ömrünün 33 sene olduğundan hiç şüphe yoktur. Buna rağmen bütün tarihçilerin üsta-
dın 36 yaşında öldürüldüğünü kaydetmelerine karşın, bunlardan bir ikisi 38 ve birileri
de daha ileri yaşta öldürüldüğünü söylemektedirler. Bunlar Sühreverdinin bu kısa
ömür içerisinde elliden fazla eser ortaya koyduğunu kaydetmişlerdir. Hatta Şeh-
rezûrî’nin, üstadın 33 yaşında öldürüldüğünü incelemeden abartılı göstermesi gerçekte
anlamsızdır. Özellikle, Şemseddin Sami Bey’in Sühreverdi 549 yılında doğmuştur de-
mesi büsbütün şahsi bir hesaplamadır.

Şeyh, Sühreverdde dünyaya gelmiştir ki, bu şehir Azerbaycan sınırları içinde


bir şehirdir. Bugün ise “ Sultaniye” şöhretiyle bilinen şehrin içinde bir nahiye duru-
mundadır.1 Önceleri bu şehir halkının çoğunun Kürtler olduğu2 bilinmektedir. İlk isti-
la devrinde bazı Arap aileleri bu şehirde kalmışlardır. Sonra ki dönemlerde çeşitli Türk
hükümetleri idaresine geçmiştir. Şeyh Sühreverdinin Azerbaycan Türklerinden olduğu
kuvvetli bir ihtimaldir. Çünkü Arap ve Kürt olmadığına dair bizzat kendi eserinde
bazı kanıtlar vardır. Farisiler ise o bölgede zaten çok nadir sayı idiler. Bu şehirde ika-
met eden Araplar içerisinde Ebu Bekr Sıdık sülalesinden Şeyhul İslam Ebu’n- Necîb

1 Bu bilgiyi “Cihannüma”, Sultan İmadü’d – Din’in Takvim-i Yelda (sına) dayandırmaktadır. İbni Havkal,
Lübab’ında aynı değerlendirmeyi yapmaktadır. Bunlar Sühreverdi Zencan yanında ve Zencanı Aze r-
baycan sınırlarında gösterirler. Meselenin açılığa kavuşturulması, Zencan Cebelin (Irak-ı Acem) doğu-
sunda olduğunu ve sühreverd beldesinin dağın eteklerinde küçük bir kasaba olduğunu kaytediyor. Bu
arada ırak-ı acem tabirinin yanlış ve sonradan olma bir ifade olduğunu, bunun doğrusunun “Cebel”
olduğunu Yakut Hamevi uyarmaktadır. Bu bölgenin Irak sınırları ile hiçbir bağlantısının olmadığını
yazmaktadırlar.
2 “Evzahul – Mesalik Fi Marifetil- Memalik” adlı eser bu bölgede Kürtlerin çok olduğunu, “Mu’cemul

Buldan” ise oralarda Türklerin birçok akınlar yaptığı kaydetmektedir.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Agâh Mazlûm / Mustafa Bulut 209

Abdulkahir b. Abdullah b. Muhammed ile kardeşinin oğlu Şihabuddîn Ebu Hafs Ömer
b. Muhammed Sühreverdi ilk âlimlerden ve önemli mutasavvıflardırlar.

Müdür. Müellif: Agâh Mazlûm


HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 211-216

Kitap Tanıtımı
Muhammed Seyyid Bey’in Medhali

Dr. Halis Demir

Kitap Adı: el-Medhal (Fıkıh Usulü),

Yazarı: Muhammed Seyyid Bey,

Sadeleştiren: Hasan Karayiğit

Yayınevi: Düşün Yayıncılık,

Basım Yeri – Yılı: İstanbul, 2010.

Kimi kitaplar boynu bükük bir vaziyette yıllarca kütüphanelerde bekler. Sonra
bir kadirşinas çıkar, bu mahzunluğa son verir. Osmanlı Darülfünunu Hukuk Fakültesi
Usul-ü Fıkıh Hocası Meclis-i Ayan Azasından Muhammed Seyyid Bey’in Medhal’i
böylesi bir kitaptır. Kitabın girişinde Orijinal kapağının tıpkıbasımına göre Usul-ü
Fıkh cüz’ü evvel Medhal, İstanbul, Matbaa-i Amire 1333 kaydı bulunmaktadır. Os-
manlıca olan bu kitabı Hasan Karayiğit Fıkıh Usulü-Giriş- adıyla yayına hazırlamıştır.

Muhammed Seyyid Bey 1873’de İzmir’de doğmuştur. Medrese Eğitimini taki-


ben, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. Osmanlı Meclis-i
Mebusanı’na iki dönem İzmir Mebusu seçilmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra
TBMM 2. Dönem’de İzmir Milletvekili olmuş, Kabinede Adliye Vekili Olarak yer al-
mıştır. Seyyid Bey’in 3 Mart 1924’de Meclis’te Hilafetin kaldırılmasına dönük, “Hilafe-
tin Mahiyet-i Şeriyyesi” konulu, ehemmiyetli bir konuşma yapmıştır. Burada hilafetin
kaldırılmasının İslam Dini açısından bir mahzur taşımayacağını savunmuş, meclisteki
muhalefeti de büyük ölçüde ikna etmiştir. Bu konuşmanın da neticesinde Meclis hilafe-
ti ilga etmiştir. Seyyid Bey 8 Mart 1925’de İstanbul’da vefat etmiştir.

Seyyid Bey’in cumhuriyet öncesi vekillik, muallimlik ve diğer çalışmaları eser-


lerini dikkate değer bir mevkie getirmektedir.

Medhal; Usul-ü fıkıh ilminin ortay çıkış süreci ve tarih; Usulü fıkıh tarifi, konu-
su, gayesi, esasları, deliller, hükümler; Bazı mühim konular, öncelikli esaslar; Mezhep-
lerin tabakaları şeklinde üç bölümden oluşmaktadır.
212 Kitap Tanıtımı

Kitabın girişinde Hasan Karayiğit kitabın yayına hazırlanmasıyla alakalı yön-


tem, usul ve çalışmalarını açıklamaktadır. Karayiğit sadeleştirmeye neden ihtiyaç ol-
duğunu izah etmektedir. Yazarın ne dediğini değil, neyi kastettiğini çıkış noktası yap-
mıştır. Sadeleştirmede, eserin temel kurgusunu bozmamış, uydurma, içi boşaltılmış bir
dil kullanmamış, Fıkıh Usulü’nün kavramlarını muhafaza etmiştir. Yaşayan bir dile de
itina etmiştir. (giriş) Karayiğit’in sadeleştirmenin önemine dair verdiği şu örnek dikka-
te değerdir: “isbat “kelimesinin yaygın olarak bilinen anlamının dışında “ bir kavra-
mın gerçek anlamının dışında kullanılması” gibi bir anlamı da vardır. Bunun tespiti
metnin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır sadeleştirmede temel hedef, metnin anlam
kayması, anlam daralması vs. uğramadan anlaşılması ve yaşayan bir Türkçe ile günü-
müz insanına ulaşmasıdır.( giriş) Bu açıklamalardan sonra sadeleştirmede takip ettiği
yöntemi maddeler halinde sıralar. Bu açıklamaların her biri kitabın sadeleştirmesine
özen gösterildiğini göstermektedir.

Hz. Ömer dönemi uygulamaları ile üzerin e en çok tartışılan Müellefe-i kulub
bahsine girer. Bu konuyu Hz. Ömer kendi döneminde Rasulullah döneminde kalpleri
İslam’a ısındırılmak maksadıyla zekâttan pay ayrılanların bu payların artık Müslü-
manların onlara ihtiyaçları kalmadığı gerekçesiyle yapılan ödemeyi kesmiştir. Bazı
âlim ve müfessirlerin nesh diye izah ettikleri mevzuunu nesh olmadığını izah etmek-
tedir. “illetin yok olmasıyla malulün de yok olması” prensibiyle izah etmektedir.(s.14)

Hz. Osman’ın fıkıh ilmine hizmetleri bahsinde Kuran’ın cem’ i ile alakalı şu bil-
gi önemlidir: Hz. Osman dönemine kadar sureler peş peşe tertip içerisinde olmayıp her
sure yalnız başına bir kitap iken Hz. Osman onları bir Mushaf haline getirmiştir. (s.21)

Usulü Fıkıh kitaplarının tanıtılması ile alakalı bahsin sonundaki şu paragraf in-
sanı hüzünlendirmektedir: “Endülüs’ün İspanyalılar tarafından istilasında hususi ayin
icra etmek suretiyle bütün İslami eserler yakıldığından hemen hiç biri Şark’a vasıl ola-
mamıştır. Şark’ta da Cengiz ve Hülagu orduları tarafından bütün eski eserler mahvedi-
lip yok edildiği ve Dicle’ye atılarak itlaf edildiği için bugün mezkûr eserlerden hiç biri-
ne rastlanamıyor.” (s.54)

Müellif yaptığı tanımları mukayese etmekte, değerlendirmekte, konularda


mezhebi farklı olsa bile tenkitlerini ortaya koymaktadır. Bu arada teferruat denilecek
izah yapmakta ve bunun sonucu tekrara düşmektedir.

Şer’i Hükümlerle ilgili şu bilgiler ufuk açıcı bir mahiyettedir: “Şer’i hüküm mü-
kelleflerin fiilleri ile alakalıdır, maddelerle ve eşyayla alakalı değildir.(…) Kuran ayet-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Halis Demir 213

leri ve Nebevi hadislerde helallik ve haramlığın doğrudan doğruya bazı maddelere


nisbet olunması ifade ettiğimiz gibi mecaz yönüyledir, hakikat yönüyle değildir.” (s.62)

Yazar mezhep bahislerine girdiği zaman oldukça kucaklayıcı bir ifade kullan-
maktadır: “ İcma da İslam âlimlerinin cumhuruna göre tek başına hükümlerin ispatın-
da müstakil delil ve şeri hüccettir. Lakin Mutezile âlimlerinden Nazzam ile Şia’dan
İmamiye fırkası ve bazı Harici âlimler, icmanın şeri delil olduğunu inkâr ediyorlar.” (s.
68)

Müellifin gözünden kaçan konular da bulunmaktadır. Mesela “Beş Uhrevi Hü-


küm” bahsi altında Vacip, mendub, mubah, Haram, mekruh bahsinde hükümleri izah
ederken Mesela bunların inkârı bahsine girmemektedir. Haram oluşu sübutu kat’i de-
laleti kat’i bir delille sabit bir hükmü inkârı neticesinde mükellefin durumu ne olur.(s.
70) Bu konuda açıklamam yapmamaktadır.

Seyyid Bey, konuları işlerken dönemin meselelerine de temas etmektedir: Bazı


alimler hukuki hadiselerde sadece Hanefi fıkıh kitaplarındaki mevcut içtihatlara göre
beyanda bulunmakta, buna karşılık farklı kanaat beyan edenleri tenkit etmektedirler.
Seyyid Bey, bu yaklaşım sahiplerini tasvip etmemekte, bu konuda mütalaalarda bu-
lunmaktadır.(s.87)

Bir başka tenkit konusu da “içtihat kapısının kapalı olması mevzuudur.” Elbette
buğun kısmen önemini kaybetmiş bu konular bundan yüz yıl önce daha yoğun, daha
hızlı, daha coşkulu tartışılıyordu: “İçtihat kapısı kapalıdır” sözü doğru değildir. Açık-
tır, her vakit için açıktır. Hatta bir kısım ehl-i sünnet fakihleri, zamanın müçtehitsiz
kalmasını caiz görmüyorlar.” (s.94) İctihat nasslarda hükmü açık bir şekilde bulunma-
yan mevzulara çözüm getirmek olduğuna göre, hayatın içerisinde olması gereken bir
dinin bu meseleleri sıcağı sıcağına çözmesi gerekmektedir. Aksi halde güncelliğini
kaybedecektir bu din. Bu iddia sahiplerine düşen insanların içtihad edebilecek bir biri-
kime sahip olmadığına karar vermişlerde bu zaafı giderecek bir çalışmanın içerisine
girmek gerekmektedir. Hem Bu kararı verme yetki, cesaret ve salahiyetini nasıl taşı-
maktadırlar. Bu karar da bir içtihat sayılmaz mı?

Halen halife sağdır. İslam dünyası muhtemelen dünyanın etkisi ile Halifenin
yetkileri konusunda yoğun müzakerelere sahne olmaktadır. Siyasi kimliği ve ilmi şah-
siyeti ile Seyyid Bey muhtemelen dönemin ilmi mahallerinde bu mevzuda konuşmalar,
tartışmalar ve bazen de tansiyonu yükselen atışmalara katılmaktadır. Usul kitabında
bu konuda seviyeli, kaliteli, hatta muhaliflerini incitmeyen bir üslupta konuyla ilgili
kanaatlerini ortaya koymaktadır. Hilafet konusunda yanlış kanaatlerin olduğu ifadele-
riyle bahse girmekte önce hilafeti tarif etmektedir. Sonra kazanılması, mahiyeti vekâlet
214 Kitap Tanıtımı

konusuyla doğrudan alaka kurmakta, Halifeye itaatin hükmünü beyan etmekte, niha-
yet kanun vazıı konusunda halifenin konumunu deliller muvacehesinde izah etmekte-
dir. Burada halifeye itaatin maslahat, kamu yararı, şer’e muhalif olmamak gibi net,
malum sınırlarının olduğuna ısrarla dikkat çekmektedir. Bu bölüm İslam yönetimi
konusunda çalışanlar için ayrıca önemlidir. Ufuk açıcı bilgiler verir.

Halifenin seçilmesi konusunda Hz. Ebu bekir’in kendisinden sonra Hz. Ömer’i
veliaht tayin etmesinden ve sonrasında bu tayinin ehl-i hal ve’l-akd in tasvibi ile meş-
ruiyet kazandığını ifade eder. Arkasından Osmanlı devletindeki veliaht tayini usulü-
nün de bu uygulamaya dayandığını kaydeder. (s.102) Müellifin bu uygulamayı tenkit
etmemesinden bu durumu meşru gördüğü anlaşılmaktadır. Oysa Osmanlı’nın uygu-
lanması ile Hz. Ebu Bekir’in uygulaması arasında fark vardır. Zira en azından Hz. Ebu
Bekir ile Hz. Ömer arasında baba oğul arasında olduğu gibi bir akrabalık bağı bulun-
mamaktadır.

Muhtemelen dönemde çok konuşulan mevzulardan birisi de halifenin bir mez-


hebe bağlılığıdır. “Hilafet makamı, kanun vaz’ı hususunda muayyen bir müçtehidin
re’y ve içtihadıyla dinen kayıtlı değildir.” (s.139) Bu ifadeyi şu sonraki cümlelerden
birisiyle okuduğumuzda yazarın salahiyeti ve cesareti ile ilgili bir kanaate ulaşmamız
mümkündür: “Fertler, kendi hususi işlerinde muayyen bir mezhebi kendilerine amel
edilmesi gereken hükümler kabul edebilirler..padişah hazretlerinin kendi i şahsına ait
hususlarda bu şekilde hareket etmekte serbesttir.Lakin, devlet işlerini

Düzenlemede hal ve zamanın icaplarını, milletin ve her sınıf halkın ihtiyaçları-


nı, hulasa devlet ve milletin ilerlemesi ve yükselmesi neyi gerektiriyorsa onları büyük
bir dikkat ve basiretle nazar-ı itibara alarak ona göre tedbirler dinen ve vazifesi itiba-
riyle mecburdur.” (s.140) Seyyid Bey Bir taraftan mezheb konusunda kanaatini belir-
lerken diğer tarafta padişahın hükmi şahsiyeti ile devletin tüzel kişiliğini ayrı tutmak-
tadır. Bu ikisini ayırmak hukuk bakımından önemlidir.

Seyyid Bey’in kitabında Mecelle değerlendirmelerine de rastlanmaktadır. Me-


celle heyetinin müçtehid imamların kendi zamanlarının ve içtimai durumlarının itibara
alınarak verdikleri içtihatlarının kendi zamanına da aynıyla uygun olacağını kabul
etmek saflık olacağını, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye Cemiyetinin de bu saflığa ve hayatı
takdir edememeye düştüğünü kaydeder.(s.141) Aynı zaman da Önceki âlimleri de ten-
kit etmektedir. Mecelle Heyeti Ebu Hanife’nin şartlı satışların fasit olduğu hükmünü
“mukavelenin serbestliği” kaidesine rağmen bugüne taşımışlardır. Bu konuda “muka-
velenin serbestliği” kaidesinin İslam hukukuna belki bugün daha uygun olduğunu

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Halis Demir 215

Kur’an, sünnet, icma, kıyas, istihsan vb. delillerle izah eder.(s.141 vd.) Mecelle üzerin
de daha çok tenkit etmek üzere ele aldığı başka bahisler de bulunmaktadır.Mecelle2nin
bazı maddelerinin dönemin ihtiyaçları da nazarı itibara alınarak tadil edilmeli kanaa-
tindedir.(s.152)

İctihatla alakalı bazı meseleler bahsinde müellif tekrara düşmesine rağmen


önemli mütalaalarda bulunur. Dikkate değer ifadelerden birisi şudur: Kimi zaman mü-
ellifler hakkında nass olan konularda uzun ve karışık ihtilaflara düşmektedirler. Bu
daha sonra onların eserlerini mütalaa edenlerin dikkat etmesi gereken bir durumdur.
İzah, tahlil ve tartışmanın arkasının gelmediği kimi mübahaselerde aslında kaynaklara
muttali olmaktan kaynaklanan bir zaaf vardır. Subutu ve delaleti kat’i nassın varlığı bu
konuda muhalefeti zaten ortadan kaldırmaktadır. Müellifin bu mesele hakkındaki baş-
lık ve tahlilleri hukuk tartışmalarında birbirimizin kanaatlerine saygı duymamızın da
hukuki gerekçelerini bize sunmaktadır: İçtihadi meselelerde Allah katında muayyen
bir hüküm var mıdır, yok mudur? İçtihadi meselelerde Allah katında hak tek midir,
birden fazla mıdır?; İçtihad içtihadı nakzetmez. Konu ictihad, husn kubuh, akıl bahsini
de içerisine aldığı için müellif konuyu itikadi ve ameli mezhebler düzeyinde tartışır.
Müellif burada da makul bulmadığı izahları rahat bri üslupla ve saygılı ifadelerle ten-
kit etmektedir. Bunlardan birisi de İmam-ı Gazalidir.

Müçtehidlerin ve fakihlerin tabakaları bahsindeki bazı tahliller ve tasnifler Ha-


nefi mezhebi ve diğer mezhepler arasındaki yaklaşım farkını ortaya koyması bakımın-
dan üzerinde durulması gerekir. Şafii mezhebindeki bir kaideye göre “müntesip bir
müçtehidin mezhep sahibine muhalefeti muvafakatinden fazla olursa-Şafiii fakihlerce
kabul edilen usule göre- o müntesip müçtehidin teferruadatı yani kendisine mahsus
içtihadları ve tercihleri, Şafii Mezhebinde kendisiyle amel edilecek içtihatlar olarak
kabul edilmeyip mezhepten hariç tutuluyor. Binaenaleyh mezhep kitaplarında onlar-
dan bahsedilmez. “ (S.243 vd). Bunun örneklerinden birisi İbn Cerir Taberidir. Bu mü-
ellif aslında Şafii Meezhebi müntesiplerinden olduğu halde Bu kaide gereğince müsta-
kil müçtehid tabakasına dâhil olmuştur. Oysa Hanefi Mezhebinde Hanefi imamlardan
Ebu Yusuf, Muhammed Üstadları Ebu Hanife hazretlerine muhalefette bulunmuş ol-
dukları halde onların bu muhalif içtihadları, mezhebin yorumu kabul edilmiş, Hanefi
mezhebinden hariç tutulmamıştır.

Kitabın son sayfasındaki şu cümleler farklı yorumlara kapı aralayacak zengin-


liktedir: “Memleketimizde âlim geçinen bir takım cahil ve şeri hakikatlerden külliyen
gafil taassup ehli vardır ki, taassup onların iliklerine işlemiş ve kalplerinin en derin
köşelerine kadar kök salmış olduğundan, onlar bizim bu sözlerimizi kabul etmezler.
216 Kitap Tanıtımı

Zaten bizim de sözlerimiz onlara değil, insaf sahibi ve irfan nuru ile aydınlanmış olan
iz’an sahiplerinedir. O gibiler, sabit hakikatleri delillerle değil, vak’alarla ve zamanla
tasdik ederler. Lakin korkarım ki, onlar takdir ve tasdik edinceye kadar hükümet zaru-
retin zorlamasıyla Avrupa kanunlarını tercüme ederek tatbike mecbur olacaktır. Nite-
kim “Ticaret”, “Ceza” ve “Usul-ü Muhakeme” kanunlarını o şekilde yapmıştır. İşte o
zaman gözler açılacak ve pek acı pişmanlıklar hissedilecek ama iş işten geçmiş olacak-
tır.” (s.315)

İhtimamla hazırlandığı baskı, dizgi, önsöz ve kitabın muhtevasından anlaşılan


bu kitabın hazırlayanı sıfatıyla Hasan Karayiğit hakkında bir bilgi kitabın herhangi bir
yerinde bulunmamaktadır.

Seyyid Bey’in bu risalesinin ikinci cildini de basacağı müjdesini yayınevi bize


veriyor. Tahlilleri, az meselede tekrarlarla sağlanan tefekkürü, Mecelle değerlendirme-
leri, kanunlaştırma hareketlerine bakış, kaynak tahlilleri, mezhep kavramına yaklaşım,
bir dönemin fotoğrafını aksettirmesi, hukukta çoğulcu yaklaşımın felsefi, ahlaki ve
hukuki alt yapısının tahlili gibi sebeplerle İslam Hukuku öğrencilerinin itina ile oku-
maları gereken bir eserdir.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 217-223

Kitap Tanıtımı
Alevi- Sünni Diyalogu, Din Eğitimi Açısından Bir Değerlendirme

Dr. Halis Demir

Kitap Adı: Alevi- Sünni Diyalogu, Din Eğitimi Açısından Bir Değerlendirme,

Yazarı: Hüseyin Yılmaz

Yayınevi: Asitan Yayıncılık

Basım Yeri – Yılı: Sivas

Günümüzde farklı düşünce, inanç ve kanaatlere tahammül etmeden ne kadar


huzurlu olabiliriz? Diyalog birlikte huzurlu yaşamanın en güzel yollarından birisidir.
Alevi-Sünni diyalogu isimli bu kitap alevi ve Sünnileri diyaloga davet ediyor. Yeni bir
pencereden... Din eğitimi penceresinden… Bu tür kitaplar toplumun temel konularda
bilgiye dayalı, önyargıların olabildiğince azaldığı, karşıdakini anlayan bir üslupla an-
lamaya katkı sağlayacaktır.

Kitap üç bölümden oluşuyor: Alevilik-Sünnilik; Alevi-Sünni diyalogunun zor-


lukları ve temel dinamikleri; Alevi- Sünni diyaloguna katkısı bağlamında din eğitimi
ve din hizmetleri. Kitap bir sonuç ve önerilerle bitiyor. Cumhuriyet Üniversitesi İlahi-
yat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hüseyin Yılmaz ülkemizde tartışılan, birçoğu-
muzun bilmeden kanat sahibi olduğu, üstelik muhataplarını itham ettiği bu konuda
yaptığı araştırmayı okuyucuların istifadesine sundu.

Yazar Önsözde kitabın yazılma sebeplerini açıklıyor. Yazarın ifadelerine göre,


9. Ve 10. Yüzyıllarda Müslüman olan Türkmen boyları, İslam dininin değerlerini kendi
inanç ve kültürleriyle harmanlayarak yaşamaya çalışmışlardır. İnancını camilerde ve
medreselerde öğretilen daha çok yazılı İslam kültürüyle biçimlendirenler genellikle
İslam’ın Sünni yorumunu benimsemiş; İslamı sözlü ve tasavvufi kültürle tanıyanlar ise
Alevi olarak bilinen grup içerisinde yer almıştır. Bugün için, Alevilik- Sünnilik şeklin-
deki anlayış farklılığı, sosyolojik bir gerçekliktir. Bu vakıanın tarihi kaynakları vardır.
(önsöz) Yazara göre, konunun daha isimlendirme aşamasında bir başka zorluğu daha
bulunmaktadır. Böyle bir kitapta Alevilik başlığa nasıl yansıtılmalıdır. Alevilik İslam
dini içerisinde bir mezhep midir? Şu husus önemlidir: Alevililiğin İslam dini içerisinde
bir mezhep veya Anadolu’ya özgü bir anlayış olarak görülmesi halinde bunun Sünni-
218 Kitap Tanıtımı

likle karşılaştırılması doğru olmaz. Zira bir yanda mezhep diğer yanda tasavvuf anla-
yışı bulunmaktadır. Bu tereddüdün makul bir sebebi üzerinde ittifak edilen bir Alevi-
lik anlayışının bulunmamasıdır. (önsöz)

Alevilik-Sünnilik diyalogunun belki de mutabakat noktası din olduğuna göre


yazar girişte din hakkında genel bilgiler vermektedir. Dinin tanımlarından birine göre,
Bir dinde Allah, peygamber, kitap, ahret inancı, bireyin iradesiyle seçimi ve müeyyide-
ler olmalıdır (s. 2). Din duygusu fıtridir (s. 3). Bu temel ihtiyacı yok saymak, sağlıklı bir
din ve bunu sonucunda sağlıklı bir şekilde yaşanmasına zemin hazırlamak toplumun
huzur ve selameti açısından en güzel yoldur (s. 4). Bir inancın gereklerini yaşamak
toplumun huzurunu bozmaz. Korkulması gereken farklı kanaatlerin toplumda yaşa-
ması değildir. Bu kanaatlerin serbest ortamlarda karşısındakinin yaşama hakkını tehdit
etmediği halde konuşulmasına fırsat verilmemesidir.

Birinci bölüm, Alevilik-Sünnilik başlığını taşımaktadır. Yazar bu başlık altında


Alevilik, Alevilik anlayışları, Aleviliğin temel unsurları, Sünnilik, Sünniliğin esasları,
Alevilik ile Sünnilik arasındaki farklılıklar ve Alevilik Sünnilik arasında müşterek nok-
taları ele almaktadır. Konunun sıhhatli bir zemin içerisinde müzakere edilmesi bakı-
mından yazarın şu ifadesi önemlidir: “Bu çalışmada Alevilik kavramı, ayrıntıya giril-
meksizin ülkemizdeki bütün Alevi inanç grupları için kullanılmaktadır.” (s. 11) Bu
cümle aynı zaman da Alevilik hakkında konuşan insanların bir noktada nispi konuş-
tuklarını sadece alevi gruplardan birisi adına fikir beyan ettiklerini de göstermektedir.
Zira Aleviliğin Kendisini alevi olarak ifade eden bütün grupları kapsayacak bir tanımı
yapılamamaktadır ki, o doğrultuda konuyla ilgili fikir beyan eden veya taleplerde bu-
lunanlar, herkesin temsilcisi olabilsin. Yine de Yazar genel bir tanım denemesinde bu-
lunmuştur: “Hz. Ali’nin her yönüyle sahabenin en üstünü olduğunu, Hz. Peygam-
ber’den sonra O’nun halife olması gerektiğini, halifelik görevinin Allah ve resulü tara-
fından ona verildiğini ve O’nun halifelikle birlikte Hz. Muhammed’in ümmetine ön-
derlik etmek için özel bir yetkiye sahip bulunduğunu söyleyen düşüncenin adıdır.” (s.
13) Bu günkü Alevilik anlayışı içerisinde İslam dini yanında Gök Tanrı, tabiat ve atalar
kültü, Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük, Manihaizm, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi farklı
dinlerin izlerini görmek mümkündür. (s. 14)

Farklı Alevilik anlayışlarının olmasının en önemli sebebi mevcut anlayışların


yazılı kaynaklardan ziyade sözlü kaynaklarla bugüne ulaştırılmış olmasıdır. Zira yazılı
bilgiye dayanmayan ve homojenlik özeliği bulunmayan sözel gruplarda fikir birliğin-
den söz edilemez. Bir de buna ülkemizdeki 1950 sonlarında köyden şehre göç hareket-

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Halis Demir 219

liliğini eklediğimiz zaman farklı anlayışların birbirine alternatif olma durumuna geldi-
ği bile söyleyebiliriz. (s. 16–17)

Alevi dedelerinden İzzettin Doğan; Aleviliği, Maveraünnehir’deki göçebe Türk


kabilelerinin İslamiyet’i mümkün olduğu ölçüde şekilden arındırarak yorumlarıyla
oluşan bir dini anlayış biçimidir.”(s. 17) şeklinde açıklamaktadır. Bu anlayış Alevilik
vakıasının bir kısmını izah adına doğru, bunun İslam’ın özü şeklinde takdimi yapılma-
sı halinde eksiktir. Zira İslam inancında temel ibadetler vardır. Şekil, şart, unsur gibi
temel özellikler ciltler dolusu kitaplarda anlatılmıştır. Şekil ruhu besler.

Birinci bölümde Alevi dedelerinin Alevilikle ilgili inançlarının bizzat kaynakla-


rından verilmesi konuyla ilgili objektif bilgilere ulaşma ve bu inancı taşıyanların kendi-
lerini ifade açısından öneme sahiptir. Bu bilgilere göre Anadolu’da Aleviliği, Caferilik
mezhebine mensubiyet, Anadolu’ya özgü bir olgu, İslam dininin Bâtıni yönünü esas
alan bir mezhep, din, mezhep ve folklorun dışında bir meşrep, tasavvufi bir anlayış,
İslam’ın dışında kendisine özgü bir anlayış, Hatta komünist anlayışın ilk nüvesi sayan
gruplar bulunmaktadır. (bkz.s.17 vd.)

Kitapta buna benzer başka araştırmalara da yer verilmiştir. Aleviliğin bir mez-
hep olduğuna dair bir temayül bulunmaktadır. Mezhepler tarihi uzmanları Hasan
Onat ve Sönmez Kutlu, Aleviliğin neden mezhep sayılamayacağını şu tespitlerle açık-
lamaktadırlar: Bir mezhebin nazariyesi bulunur. Mezhepte, babadan ogula geçen bir
yetki değil liyakat ve birikim esastır. Mezhep tercihe bağlıdır. Alevilikte ise Sistemli bir
teoloji bulunmamaktadır. Dede yetkilidir ve icazetle tayin edilir. Mezhep liderliğinde
tayin söz konusu değildir. Ayrıca mezheplere girişe rağmen, Alevilik soyda devam
eder. Anne ve babası Alevi olmayan Aleviliğe giremez.(s.23)

Aleviliğin mahiyeti hakkında Alevi-Sünni Diyalogu okunduğunda yapması


toplumun her kesiminin özeleştiriye muhtaç olduğu görülecektir. Türkiye’de ilk kez
“Alevi İslam İlmihali” isimli kitap yazan V. Semih Şeker Dede, Aleviliğin İslam dışı bir
inanç gibi gösterilmesine karşı şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “ Kur’an’ın içerisin-
den Ehl-i Beyt ile ilgili ayetler çıkartılmıştı Bugünkü mevcut Kuran eksiktir” gibi sözler
gerçek dışıdır… Bizim Mezhebimiz itikatta On İki İmam’a bağlılık, fıkıhta ise Caferilik-
tir. Bizim Anadolu Aleviliği Caferiliğin Anadolu’ya has bir yorumudur.” (s.27)

Aleviliğin temel unsurlarından birisi de Hacı Bektaşi Velidir. 13. Yüzyılda ya-
şayan Hacı Bektaşi Veli bu yüzyıldaki sosyal ve siyasi çalkantılar arasında Anadolu’da
İslam’ın barış ve hoşgörüsünü yaymıştır. Makalat, Besmele tefsiri, Fatiha Tefsiri gibi
eserleri bulunmaktadır(s.33) Zamanla Hacı Bektaşi Veli’nin geliştirdiği ayin ve
erkânlar, daha sonra Bâtıniliğe kaymıştır. (s.33)
220 Kitap Tanıtımı

Alevilik anlayışının bazı kaynakları şu şekilde tespit edilmiştir: Buyruklar, Di-


vanlar, Cönknameler, Velâyetnameler, Menakıplar, Erkannameler, Makalatlar… Ale-
vilik- Bektaşilik inanç esaslarının temeli, dört kapı kırk makam anlayışına dayanmak-
tadır: Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat… Şeriat kapısında ibadetler; namaz, oruç, hac,
zekât, cihad ve abdest vardır. Marifet kapısında edepli olmak, haramlardan sakınmak,
hoşgörülü olmak, kendini bilmek prensipleri bulunmaktadır. Hakikat kapısında Kim-
senin ayıbını araştırmamak, insanları eşit görmek vardır. (s.37 vd.) Bu bilgiler ışığında
şu rahatlıkla söylenebilir: Kaynaklara dayalı bir Alevilik anlayışında İbadet ve taatin
olmadığını, şekilden uzak bir anlayışın sahih olduğunu söylemek mümkün değildir.
Bu nakillerden ortaya çıkan bir başka husus da şudur: Ateist inançla Alevilik veya
Sünniliği özdeş hale getirmek uygun değildir. Zira Ateist olmanın sebeplerinden birisi
sağlıklı bir din eğitimi almamaktır.(s. 42)

Kitabın objektifliğini artıran özelliklerden birisi de anketlere yer vermesidir.


Üzerinde durduğumuz anlayış müntesiplerinin kendilerini ifade etmeleri bize daha
doğru bilgiyi verecektir. Metin Bozkuş Kur’an ile ilgili yapılan anket bunlardan birisi-
dir. Alevilerin Kur’an hakkındaki düşünceleri hakkında bir anket çalışması yapmıştır.
Alevilere ait evlerin duvarlarında asılı Kur’an bulunduğunu, “Kur’an’da eksiklik ol-
duğu kanaatinin yaygın olmadığını tespit etmiştir. Aksine Yine Ehl-i Beyt İnanç Eğitim
ve Kültür Vakfı tarafından İzmir Limontepe Camii’nde çocuklar ve gençler için Kuran
Kursları düzenledikleri bu bilgilerden birisidir. (s. 48)

Cem Evleri konusu da gündemdedir. Cemevlerinin tarihi bir geçmişi var mı-
dır? Cemevler Bir ibadet merkezi olarak camilerin alternatifi midir? Kitaptaki bu konu
yer alan bazı bilgiler bizi aydınlatmaktadır. Hacı Bektaş Veli Türbesi’nin ve cem evinin
bulunduğu mekânda cami de bulunmaktadır. Karacaahmet ve benzeri Cem evlerinin
yanı başında erlerde camiiler bulunmakta ve bunların minarelerinden ezan okunmak-
tadır.(s.63–64)

Kırklar Cemi efsanesi kitaptan öğrendiğimize göre aleviler arasında yaygındır.


Kırklar cemi Hz. Muhammed (s.a.s)‘in Miraç dönüşünde uğradığı dergâhta aralarında
Hz. Ali’nin de bulunduğu kırk kişilik topluluk tarafından gerçekleştirildiğine inanılan
cemdir. Dikkat çeken şey, bu ceme peygamberimizin sıradan birisi olarak katılmakta-
dır. Hatta rivayete göre hazreti Muhammet’in bu ceme katılma talebine karşı “ Aramı-
za peygamber sığmaz, peygamberliğini ümmetine yap.” Denilerek red cevabı verilir
bunun üzerine Muhammed kendisini yoksullara hizmet eden bir kişi olarak tanıtır ve
yer varsa aralarına katılmak ister. Bu sefer kapı açılır. Muhammed besmeleyle içeri
girer. Bu cemin piri Ali, Rehberi Cebrail’dir.(s.76–78)

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Halis Demir 221

Kitapta Alevi inanışları arasında önemli yer tutan dede, cem, semah, gülbank,
musahiplik, dara çekme, düşkünlük kavramlarına ayrıntılı olarak yer verilmiştir. Yaza-
rın bu kavramları incelemesi esnasında her bir kavramın siyerden referanslarını tespiti
önemlidir. Mesela musahiplik kavramının temeli Ensar ve muhacir kardeşliğine da-
yanmaktadır. Dede muhasip seçtiği kişileri tabiri caizse Rasulullah gibi, kardeş ilan
etmekte ve şu tavsiyede bulunmaktadır: “Evladım! Siz musahip oldunuz. Öncelikle
musahip muhasipten evini ve malını ayırmayacak. Birbirinin evinde olanı izinsiz alıp
gidebilecek….”(s.87)

Kitaptaki kimi cümleler okuyucuyu özeleştiriye davet etmektedir. Konu diya-


log olunca bu bir ihtiyaç hatta zarurettir. Bunlardan birisi Hz. Ali’nin hilafet mevzuu-
dur. Şii/alevi bakış açısına göre Hz. Peygamber’in vefatından sonra halifelik görevi Hz.
Ali’nin hakkıydı. Ancak bazı sahabeler o hakkı Hz. Ali’ye teslim etmeyip kendileri
halife oldular. Yazar yaklaşık bu şekilde özetleyebileceğimiz bu kanaati tahlil etmekte-
dir. Hz. Ali kimilerinin bu iddialarına rağmen bütün halifelere biat etmiştir. Bu iddia
sahiplerinin çizdiği Hz. Ali imajı; gözü hep makam ve mevkide olan bir kişidir. Halife-
ler birbirine düşman gibi gösterilmektedir. Üstelik tarihi bir dönemde olmuş ve bitmiş
farzı muhal bir yanlış durumu bugün düzeltmenin imkânı bulunmamaktadır. Devlet
başkanının seçimi Kur’an ve sünneti ile değil, Müslümanların kabulü yani seçim ile
olmaktadır.(s. 107–110) Durum onların iddia ettikleri gibi ise Hz. Ali’nin Hz. Ebu Bekir
ve Hz. Ömer’e hilafetleri esnasında muhalefet etmesi gerekmez miydi? Rasulullah’a
yakınlık, icazet veya vekâlet gibi yöntemler yönetici seçiminde esas alındığı takdirde
saltanat taraftarlığı ortaya çıkmaktadır.

Sünnilerin Alevilerin içkiyi helal saydıkları kanaati de bir zandır. İçkiyi helal
sayan gruplara rağmen Hacı Bektaş Veli’nin Makalat adlı eserinde içkinin haramlığına
dair bilgiler bulunmaktadır. Kİmi aleviler arasında içkinin yaygın oluşu dini inançla
izah edilemez.(s.158–159)

Bir özeleştiri konusu da Fırkayı Naciye bahsiyle ilgilidir. Bu hadise göre “Dik-
kat edin sizden önce Ehl-i Kitap olanlar 72 fırkaya bölündü. Benim ümmetimde 73 fır-
kaya ayrılacaktır. Bunlardan 72’si Cehennemde, biri Cennette olacaktır. O fırka da ce-
maattir.” Yazar bu hadisi çeşitli açılardan tenkit etmektedir. Delillerden bazıları şöyle-
dir: Hadıs, Birlik ve beraberliği sağlamak üzere va’z olunan nasslara aykırıdır. Hadis
ayrımcılığı körüklemektedir. Hadis Rasulullah’a aidiyeti kesin değildir. Hadisin daha
farklı rivayetleri de vardır. Bir başka yorum ise insan psikolojisi ile ilgilidir: Bir grubun
kendilerini diğerlerine rağmen hidayete, Cennete ermiş görmeleri sorunlu bir yakla-
şımdır. (s.181 vd.)
222 Kitap Tanıtımı

Kitabın ikinci bölümünün konusu Alevi-Sünni diyalogunun zorlukları ve temel


dinamikleridir. Diyalogun zorluklarını yazar şu alt başlıklar içerisinde incelemiştir:
Ötekileştirme eğilimi, inanç taassubu, Kerbela olayının günümüzde algılanış biçimi,
karşılıklı önyargı ve suçlamalar, Aleviliğin siyasallaşması, iç ve dış kaynaklı kışkırtma-
lar, ayrımcılığı teşvik eden rivayetler. Buna karşılık yazar diyalogun temel dinamikleri
olarak şu başlıkları önermektedir: Din birliği, Ehl-i Beyt sevgisi, Muharrem ayına saygı,
İnanç özgürlüğüne saygı, vatandaşlık bilinci, Karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörü anlayı-
şı, ortak idealler, eğitim.

Bu bölümde birkaç defa değinilen bir konu vardır: Hz. Ali ile Muaviye arasında
yaşanan hilafet tartışmalar. Hz Osman’ın şahadetinden sonra Müslümanların bir kısmı
Hz. Ali’nin bir kısmı da Muaviye’nin halife olmasın istiyorlardı. (bkz.s. 106, 113, 142)
Bu eksik bir bilgidir. Zira Hz. Osman’ın şahadeti ile başlayan süreçte Muaviye’nin hali-
felik iddiası resmen yoktur. Zaten onun ince dehası da burada kendisini göstermekte-
dir. Önce Hz. Osman’ın katillerinin bulunmasını ve acilen cezalandırmasını talep et-
miştir. Sıffin’e kadar... Sıffin’deki hakem olayıyla fiilen İslam dünyasında iki halife
olmuştur. Yazar da bu kanaati ifade etmektedir. Kargaşaya sebep olan Amr b. As’ın
cümlesi ilginçtir: “Ben bu yüzüğü parmağıma taktığım gibi Muaviye’yi halifeliğe geti-
riyorum.” (s. 143) Hz. Osman’ın şahadetinden hemen sonra iki halife iddiası ile ortaya
çıkma olayı yaşansaydı, hakem olayında Hz. Amr b. As’ın böyle bir cümle kurması
anlamlı olmazdı

Toplumda Alevilerin kendilerini ifade edemediklerine dair kanaat zaman za-


man dile getirilmektedir. Kitaptaki bilgilere göre Alevi kimliğini açıkça beyan eden
kişilerin partileri, vakıfları, dernekleri, dergileri, alternatif din kültürü ve ahlak bilgi
kitapları olmuştur.(s. 156 vd.) Buna göre kendini ifade edememe sadece bir iddia, hatta
önyargı taşıyan bir beyandır.

Kitabın üçüncü bölümü Alevi- Sünni diyaloguna katkısı bakımından din eğiti-
mi başlığını taşımaktadır. Yazar din eğitiminin kazanımlarıyla bölüm başlamaktadır.
Buna göre Din eğitiminin kazanımlarından önemlileri hayat kalitesini artırması, hayata
zengin bir açıdan bakmak, değerlerin öğretilmesi ve doğru bilgilerin öğretilmesidir. Bu
bölümde yine Alevi kimlikli bir dergide cem evi ve cami mukayese dikkate değerdir:
Cem evi köy odasına benzer, sohbet yapılan yerdir, Camii ibadet merkezdir. Cami her-
kesin saygı duymak şartıyla girebileceği bir mekândır, cem evi daha özel bir mekândır.
Buraya ahlaksız, düşkün kişiler giremez. (s.235) Cem evlerinin girişinde “Edeb yahu”
cümlesi bulunmaktadır. Bu cümle eline, diline ve beline sahip diye açıklanmaktadır.

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Halis Demir 223

Bu ilkenin temelini şu hadiste bulmak mümkündür: “Müslüman, eline ve dilinden


başkalarının selamette olduğu kimsedir.”

Alevilik konusu gündeme geldiği zaman hemen akabinde Din kültürü ve Ah-
lak Bilgisi dersi tartışmaya açılır. Kimilerine göre bu derste Sünnilik prensiplerine yer
verilir. Yazarın tespitine göre genel İslam konularına yer verildiği görülmektedir. Kitap
bunun çeşitli başlıklarını ünite ünite ortaya koymaktadır. (s. 243 vd.) Bir başka talep
okullarda Alevilik konuklarının daha fazla öğretilmesi haklı talebi bulunmaktadır.
Lakin bunun nasıl karşılanacağı konusunda çözüm zayıf kalmaktadır. Zira 1 ders saati
gibi bir imkân vardır. Buraya ne konulabilir? Hangi talebe bir ders saati cevap verebi-
lir? Din dersinin zorunluluktan çıkarılması talepleri ise toplumun önemli bir kesimi-
nin, bunlar içerisinde kendisini Alevi diye tanımlayan kişiler bulunmaktadır, bu ihti-
yacını makul, itidalli, kucaklayıcı, hoşgörü anlayışını benimsemiş bir din anlayışını
devletin dışında kimlerin vereceği sorununu gündeme getirmektedir. Bu haliyle talep
sonuçları enine boyuna düşünülmemiş hissi vermektedir. Bu haklı talep haklı görülse
bile dinini öğrenme hakkı ortadan kaldırılmaktadır. Buna karşılık yine Aleviler arasın-
da alternatif Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabı ve ders programı hazırlıklarının oldu-
ğunu okumak oldukça ilginçtir.

Sonuç ve önerile içerisinde 7. Madde yine bu konu ile ilgilidir. Buna göre yazar:
“DKAB dersinin mezhepler üstü özelliği topluma iyi anlatılmalıdır.” (s.296) ifadesini
kullanmaktadır. Bu cümlenin muhatabı başta müfredatı hazırlayanlar olmak üzere
öğretmenler, eğitimciler ve velilerdir. Zira dersin muhtevası hakkındaki cehalet, bilgi-
sizlik yanlış yorumlara sebep olmaktadır. Neticede sadece Alevilerin değil, Aynı za-
manda Sünnilerin de beklentilerine cevap vermeyen bir ders haline gelmektedir. As-
lında yeri gelmişken hatırlatalım Bu dersle ilgili çoğunlukla Alevilerin taleplerinin dile
getirilmesi bir hoşgörü toplumu olmanın gerekleri düşünüldüğünde eksik kalmakta-
dır. Zira diğer kesimin de bu dersle alakalı beklenti, talep, şikâyetlerinin bulunduğu
malumdur.

Sonsöz bir barışa davet özelliği taşımaktadır: “gelin canlar bir olalım, iri olalım,
diri olalım. Her türlü ayrımcılığın üstesinden gelip diyalogun da ötesine geçerek bir
arada kardeşçe yaşayalım. Yunus’un diliyle: Gelin tanış olalım

İşi kolay kılalım

Sevelim sevilelim Dünya kimseye kalmaz. (s.299)


HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 225-231

Kitap Tanıtımı
İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber (As) Devri Kronolojisi (Tahlil Ve Tenkit)

Dr. Halis Demir

Kitap Adı: İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber (as) Devri Kronolojisi (tahlil ve
tenkit),

Yazarı: Kasım ŞULUL

Yayınevi: İnsan Yayınları, İkinci Baskı,

Basım Yeri – Yılı: İstanbul, 2008

Sayfa Sayısı: 756

İlk kaynaklara Göre Hz. Peygamber (as) Devri Kronolojisi (tahlil ve tenkit) Ki-
tabı Kasım Şulul tarafından yazılmıştır. Bu isim bize farklı bir siyer kitabıyla karşı kar-
şıya olduğumuza dair fikir vermektedir. Kitap giriş, iki bölüm, kaynaklar, ekler ve in-
deksten oluşmaktadır. Yazar bu kitapla tarih okuma, yazma ve anlama konularında
yöntem teklif etmektedir

Yazar “ikinci baskıya dair” şunları yazmaktadır: “Hz. Peygamber devri fiziki ve
beşeri coğrafyası ile ilgili gerçek ölçekli ve güncelleştirilmiş haritalar, o dönemde mesa-
fe ölçümü için kullanılan birimler, o devrin ulaşım araçlarının sürati ve bunların gü-
nümüz değerleriyle ifade edilmesi o dönem kronolojisinin tespiti için yapılan tahliller-
de gerekli araçlardandır.(…) Bu eserlerde yer alacak bütün haritalar vb. dokümanlar,
uydu destekli ve gerçek ölçekli veriler şeklinde nehir, ova, vadi, tarım alanları, orman
ve türleri, maden yerleri, panayır yerleri ve yollar vs. içermelidir. O zamanki – fakat
güncel karşılıklarını da ihmal etmeden- her türden yer isimlerini, yerleşim birimlerini,
mesafelerini, (…) ihtiva etmelidir.” Bu cümleleriyle yazar siyer bilgilerimize ilave
edilmesi gereken ayrıntıları hatırlatmaktadır. Bu kitap da ise kısa bir siyer bilgisiyle
Rasulullah döneminin kronolojisini tespit etmektedir. Bir anlamda yazar, zaman ve
mekân unsurlarını ihtiva eden tarih biliminin zaman mefhumunu bize hissettirmekte-
dir. Bunun tabii bir sonucu olarak mekân, mesafe ve coğrafya ile ilgili kavram ve bilgi-
lere ihtiyaç hissettirmektedir.
226 Kitap Tanıtımı

İktibastan hareketle şunu da belirtmeliyiz. Siyer kitaplarında geçen bazı kav-


ramlar, merhale, günlük, berid, konak gibi, mesafe bildiren zaman çağrıştıran kavram-
lar yaklaşık olarak ifade edilmeli, güncelleştirilmelidir. Mevcut bir haritanın yardımıy-
la o dönemin mekânları bugün halen ne durumda tespiti yapılabilirdi. Yazarın öncelik-
le hedefi zaman olduğuna göre bahsettiğimiz konular birer eksik olarak da görülme-
yebilir.

İlk baskısı 17 Aralık 2002 yılında çıkarılan kitap, 13 Eylül 2007 yılında ikinci
baskısını yapmıştır.

Kitabın girişinde yazar araştırmanın gayesini şu şekilde izah etmektedir: Hz.


Peygamber devri ile ilgili tarih içeren haberleri imkânlar ölçüsünde- ilk kaynaklarına
irca ederek bir arada sunmak, bunlarla ilgili tahlil ve tenkitlerde bulunmaktır. Böylece
ileride hazırlanacak daha mütekâmil bir “Hz. Peygamber devri kronolojisine zemin
hazırlanmış olacaktır. Sosyal bilimcilere İslam’ın din ve toplum olarak doğuş dönemini
kronolojik bağlamda izlemelerine yarayacak özet bir siyer çalışması sunmaktır.” (s.25)

Bu bölümde kaynaklar tanıtılmaktadır. Lakin başlıktaki tahlil ve tenkit ilavesine


uygun olarak kaynakların mevsukiyeti konusunda kitapta genel anlamda bir tahlile
gidilmediği görülecektir. Oysa kitap incelendiğinde görüleceği gibi çeşitli bilgiler kay-
naklarda farklılıklar göstermektedir. Tercih ihtimali ortaya çıkmaktadır.

Rasulullah döneminde tarih yazımını gösteren bazı bilgilerin bizzat ilk kaynak-
lardan gösterilmesi heyecan verici olmalıdır: “İbn Sa’d, tebe-i tabiinden olan Ebu Amr
B. Hureys El- Uzri’nin: “Babalarının kitaplarında (veya yazılarında) bulduğum kayıtla-
ra göre” diyerek bazı bilgiler kaydeder.” (s. 35) Bu sayfada başka deliller de bulunmak-
tadır.

Kitabın girişi kitabı ayrıcalıklı hale getirecek niteliktedir. Yazarın ifadesiyle nak-
ledecek olursak giriş şöyledir: “İhtilaflı kronolojik haberlerin tahlil ve tenkidi ile ilgili
başlıların anlaşılması büyük oranda araştırmanın giriş kısmında yer alan “Cahiliye
devrinde takvim”, “Asr-ı saadette takvim” , “Klasik İslam tarihçilerinin kaynak anlayı-
şı” , “Aynı olaya farklı tarihler verilmesinin sebepleri” , “Nesi’ problemi”, “Tarihlerden
birini tercih yöntemleri” ve “Siyer kaynaklarında kullanılan tarihlendirme usul ve ta-
birleri” bahislerinin dikkatle okunmasına bağlıdır.” (s. 37)

Araştırma iki bölümden oluşmaktadır. Konular, vuku tarihi üzerinde ittifak


edilen veya ekseriyet tarafından kabul gören kronolojik haberlere göre tertip edilmiş
özettir. Önce olaylar iki sütunda verilmiştir. Bu tablolar, anlatılacak siyer hadiselerinin
başlıklarıdır. (s. 36) Yazarın verdiği örmek şudur:

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Halis Demir 227

46. Osman b. Maz’un’un vefatı Hicri 2. Yılın (İbn İshak) Zilhicce ayında (Taberi)
veya Şaban (İbn Sa’d)

Asr-ı Saadette Takvim başlığı altında Kur’an-ı Kerim’de takvimle ilgili kavram-
ları yazar belirlemiştir: Buna göre, yıl, ay, hafta, gün, gece, saat ile ilgili kavramlar
Kur’an-ı Kerim’de geçmektedir. Mesela saat kelimesi 48, asr 1, gece 92, gündüz 57 defa
geçmektedir. ( s.53)

Yazar İbadetlerimizde kullandığımız Kameri takvimle ilgili şu tespitte bulun-


maktadır: “eğer kameri yıl- bazı modernleşmiş Müslümanların, getireceği sonuçların
farkında olmadan ileri sürdükleri gibi- bir güneş yılı içinde sabit bırakılsaydı, muaz-
zam bir adaletsizlik olacaktı.” (s.55) Bu açıklama İslam’ın evrensel olduğuna dair bir
açıklamadır aynı zamanda.

İslam tarihi kaynaklarında birbiriyle tezat teşkil eden bilgilerin bile aynı eser-
lerde yer almaktadır. Yazarın şu ifadeleri, bu durumun sebebini bize açıklamaktadır:
“… ravileri ne kadar zayıf olursa olsun, hiçbir haberi atmıyor, böyle bir davranışın, bir
takım bilgilerin kaybolmasına yol açacağından endişe ediyorlardı.” (s.65) Kaynaklar-
daki rivayetleri okurken biraz daha titiz, dikkatli, itinalı olmamızı gerektirmektedir.
Zira bir bilginin kaynaklarda geçiyor olması sahih olması için yeterli olmayacaktır.
Bunları hemen kabul yerine kaynak değerlerini yine kaynaklara başvurarak, tahlil ede-
rek, sağlamasını yaparak kabul etmek gerekmektedir.

Kaynaklarda aynı olaya farklı tarihler verilmesinin sebeplerinden birisi de şöyle


açıklanmaktadır: “…ümmi bir toplumdan günümüz anlayışına uygun bir tarihlendir-
me beklemek de yanlış olur.” (s.67) Fakat bu günümüzdeki anlamıyla sistemli kayıtla-
rın tutulmadığı bir döneme ait bilgilerin kaynak değerini eksiltmektedir.

Yazar farklı tarihlerden birini tercih başlığı altında yine aynı konuya temas et-
mektedir. “rivayetler arasında tercih yapılırken, fiziki mesafelere, o günün ulaşım araç-
larının seyir hızına, zaman ifade eden ibarelere, mesafelerin ne kadar sürede kat edil-
diğine, coğrafi bilgilere ve bunların güncel karşılıklarına dikkat etmek gerekir.” (s.78)
Bu cümlenin yerini bulması için elimizde o günün mesafe birimleri, seyir hızları, ko-
naklama alışkanlıklarıyla ilgili, imkânlar nispetinde, yaklaşık bilgiler ihtiva eden cet-
veller olmalıdır.

Peygamber efendimizin doğumuyla ilgili kullanılan şu bilgileri yazar da nak-


letmektedir: “İlk İslam tarihi kaynaklarında, Hz. Muhammed’in ana rahmine intikalin-
den doğumuna kadar geçen zaman içinde bazı fevkalade olayların meydana geldiğine
dair” (s. 100) bu rivayetler ne derece doğrudur? Yazarın da bir listesini verdiği hariku-
228 Kitap Tanıtımı

lade olayları kim, nasıl tespit edebilmiştir? ( mukayese için bkz. Ahmet ÖNKAL, “İs-
lam Tarihçiliğinde Tarafsızlık Problemi” İslami Araştırmalar Dergisi, c. 6, sayı. 3, An-
kara, 1992) Dikkate değer bir başka husus ise şudur: yazarın da ifade ettiği gibi Rasu-
lullah’ın doğum tarihine ait bilgiler ihtilaflı olmasına rağmen (s.102) bu olaylar kesin-
miş gibi itibar görmektedir. Bir takım bilim adamları hala Rasulullah’ın doğum tari-
hinde dünyada vuku bulan bazı harikulade olayları, hangi kaynağa dayanarak bilgi
vermektedirler?

Konu kronoloji olduğuna göre bazı bilgilerin sağlaması yapılmalı, bazı bilgiler
tahlil edilmelidir. Rasulullah’ın dadısı olan Ümmü Eymen önce muhtemelen Medi-
ne’ye hicretten sonra Ubeyd b. Zeyd ile sonra da Zeyd b. Harice ile evlenmiştir. İlk
eşinden Eymen ikinci eşinden ise Üsame isimli çocuğu olmuştur. Ümmü Eymen Zeyd
B. Harise ile ne zaman evlenmiştir? Hazrec’den Ubeyd b. Zeyd ile ne zaman evlenmiş-
tir? Daha sonra Zeyd ile evlenmişse Bu evliliklerinden olan çocukları Üsame (s.112) bu
kadar kısa sürede bir orduya komutanlık edecek yaşa nasıl gelmiştir? (bkz. Üsame b.
Zeyd’in Suriye seferi, h.11 yıl s.662) İlerleyen sayfalarda Zeyd ile evliliğin Medine’de
olduğu tasrih edilmektedir (s. 177) Usame’nin doğum tarihi Ümmü Eymen’in fiziken
doğum yapabileceği bir yaşta mıdır?

Kronoloji içerisinde Rasulullah’ın hayatına dair teferruatlı bilgiler de verilmek-


tedir: Bunlardan Hicretten sonra yapılan muahatın bir benzerinin Mekke’de Müslü-
manlar arasında yapıldığını öğreniyoruz. (s.150)

Yazarın kronoloji bilgileri vermesi tarihi olaylardaki mesafe, mekân ve yolculuk


sırasında çekilen zahmetleri de aklımıza getirmektedir. Taif seferini örnek verebiliriz.
Rasulullah Taif’e bi’setin 10 yılında “Şevval ayının bitimine son üç gece kala gitmiş;
Mekke”ye ise 23 Zilkade Salı günü dönmüştür.(s.175) Yolculuk üç haftadan fazla sür-
müştür. Bu gayretin sonucu maalesef bir yerli kişinin bile Müslüman olmadan döndü-
ğü mütevekkil bu yolculuk O’nun azmini bir kat daha artırmıştır. Taif hicret, davet
denemesinin meyveleri yıllar sonra alınmıştır. Ridde hareketlerinde ve fetih faaliyetle-
rinde Taifliler en ön saflarda İslam ordusunda cihat faaliyetlerinde bulunmuşlardır.

Şulul’un kitabındaki bulunan Medine’nin sınırlarının belirlenmesi ile ilgili şu


rivayet bugün için daha bir önem taşımaktadır: “Rasulullah şöyle buyurmuştur: Ben,
Medine’nin iki taşlık arasını, tıpkı İbrahim’in Mekke’yi haram yaptığı (kutsal belde ilan
ettiği) gibi, haram saydım. Medine’nin otları koparılmaz, avı korkutulup kaçırılmaz,
yitiği sahiplenilmez. Ancak ilan edip sahibini bulup teslim etmek için alınır. Savaşmak
için kişinin orada silah taşıması helal olmaz. Kişinin devesini doyurmak için kestiği

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Halis Demir 229

veya keseceği otlardan başka oranın hiçbir otu ve ağacı kesilmez.” (s. 229) Çevre sağlığı
için alınan bu önlemler çağlar öncesinden ancak evrensel bir bakış açısıyla alınmış ted-
birlerdir.

Çeşitli bilgilerimizin sağlamasını yapmak bakımından kronolojiye ihtiyacımızın


olduğu kesindir. Bunun bir örneği Hz. Aişe’nin evlilik yaşıyla alakalıdır. Hz. Aişe, Va-
kidi’nin beyanına göre bi’setin 4. Yılında dünyaya gelmiştir. (s. 151) Hz. Aişe’nin do-
ğumu ve evlilik yaşı İslam tarihinde üzerinde tartışma yapılan konulardan birisidir.
Hz. Aişe Kaynakların ifadesine göre 66 yaşında Hicretin 58. Yılında vefat etmiştir. (s.
301) Konuyla ilgili çeşitli tartışmalar bulunmaktadır. Hz. Aişe’nin h.1. yılda peygambe-
rimizle evlendiği düşünülürse (s.302), oldukça küçük yaşlarda evlendiğini kabul et-
memiz gerekecektir. İzahı güç bir durum ortaya çıkmaktadır. Arkasından zoraki yo-
rumlar gelecektir. Bunların yerine kaynakların verdiği bilgileri ihtiyatla karşılanabilir.
Kaynaklardaki bilgiler kesin doğru olarak kabul edilmeyebilir. Yazar da bu konuyu
muğlâk bir şekilde bırakmaktadır: “Netice itibariyle Hz. Aişe evlendiğinde, rivayette
ifade edildiği gibi 9–10 yaşlarında değil, o günkü toplumun evlilik için kabul ettiği,
yadırgamadığı bir yaştaydı, küçük değildi.” (s. 303)

Kasım Şulul Konuları şu şekilde vermektedir: Mesela Hamrau’l-Esed Gazvesi


çıkış: 16 Şevval H. 3, Pazar. Dönüş: 20 Şevval H. 3, Perşembe (İbn İshak). Burası Medi-
ne’den 8 mil uzaklıktadır. Resulullah (as) burada Pazartesi, Salı ve Çarşamba günleri
kalmış sonra Medine’ye dönmüştür. Sonra yazar bu konuyla ilgili bilgiler de vermek-
tedir. (s.345)

Kitapta kronolojik bilgilerin dışında farklı bilgilere de rastlamaktayız. Korku


namazı bunlardan birisidir: Rasuluıllah (as) dört ayrı yerde korku namazı kılmıştır:
Zaturrika gazvesi, Usfan gazvesi, Zükare Gazvesi ve Hudeybiye gazvesi (s.385) Yine
Efendimiz hicretten sonra dört umre yapmıştır: Hudeybiye, Umretü’l- kaza ve Cirane
ve Veda Haccı umresi (s.473-474).

Kimi bilgilerin güncelleştirilmesi gerekmektedir. Bu konuda mesai harcadığına


göre yazarın kanaatleri olmalıdır: Dumetü’l-Cendel Gazvesini anlatırken yazar Burası-
nın Medine’ye 13 merhalelik bir mesafede olup 15 veya 16 günlük uzaklıkta olduğunu
tespit etmiştir. ( s.395) Acaba merhalenin kaynaklarda bir karşılığı var mıdır? Bugün
Müreysi Gazvesi’nin yapıldığı yer olan Müreysi suyu Medine’ye sekiz beridlik bir me-
safededir.(s.401) Beridin de olası miktarını km. cinsinden yaklaşık bir değerinin veril-
mesi uygun olurdu. Halen bu mekânlar meskûn ise onu da bir haritadan tayin edebili-
riz.
230 Kitap Tanıtımı

Efendimizin seferleriyle ilgili coğrafi bilgilerin ayrıntısı konuya başka bir boyut
getirmektedir: Hayber Medine’nin yaklaşık 180 kilometre kadar kuzeyinden başlayan
ve denizden 850–1000 metre yükseklikte yer alan, etrafı volkanik topraklarla çevrili
geniş bir vadinin adıdır. Bu mesafe mutedil bir yürüyüşle dört günde alınmaktadır. (s.
486) Bu bilgilerden günlük yürüyüşün 45 km. sürdüğü anlaşılmaktadır.

Yazarın Sasani İmparatoru Hüsrev Perviz’in öldürülmesi ile ilgili rivayetleri


kaydederken yazdığı şu ifade takvim sisteminde hala eksiğimizin olduğunu bize be-
lirtmektedir: “Hz. Peygamber’in veladetinden vefatına kadarki kameri takvimin gün,
hafta, ay ve yıl dökümlerini ve miladi takvimdeki karşılıklarını, rü’yeti hilale, ihtilafi
metali ve iklim şartları sebebiyle ayın ilk gününü tesbit edilemediği zaman ayın otuz
gün çektiğini kabul etmek gibi dini hicri kameri takvimin kendine özgü zorluk ve de-
ğişkenliklerini de dikkate alarak veren ve bilim otoriteleri tarafından genel kabul gören
tutarlı bir cetvele henüz sahip değiliz.” (s.505)

Yazarın kimi tespitlerine dayanarak bugün siyer mekânlarından bazılarına ula-


şamayacağımızı çıkarabiliriz: Huneyn’in yeri tam ve doğru bir biçimde belirleneme-
miştir. Su kaynaklarında mahrum, çöllerle kaplı bir vadi olan Huneyn’in Mekke’den 10
küsur mil uzaklıkta, deve yürüyüşüyle bir, iki, üç veya dört günlük mesafede bulun-
duğuna dair rivayetler mevcuttur.”(s. 549–550)

229. Hz. Peygamber’in Vefatı başlığı altındaki şu özet bilgiyi yazarın yönte-
miyle ilgili de fikir vermesi bakımından kaydedelim:

1. Hastalığının başlaması: Safer bitimine birkaç gece kala veya 1 Rebiulevvel


(İbn İshak) veya Safer’in bitimine 2 gece kala H. 11 Çarşamba ( Vakidi, Ebu Mihnef).

2.Vefatı: 12 Rebiulevvel H. 11 Pazartesi, güneş zevale yönelirken (İbn İshak,


Vakidi).

3.Tekfin ve teçhiz: 13 Rebiulevvel H. 11 Salı.

4.Toprağa verilmesi: 14 Rebiulevvel H.11 Çarşamba (İbn İshak) (s.665) Yazar


bu başlığın altında konuyla ilgili rivayetleri vererek bunları tartışır. Burada ihtilaflı ve
müttefik olunan tarihler ve kaynaklarımızın tarih verme usullerinden birisini tespit
mümkündür.

Son olarak Rasulullah’ın vefat yaşıyla ilgili tartışmalara değinelim. Rasulul-


lah’ın vefat yaşının 63 olduğuna dair rivayet çoğu siyer uleması nazarında kabul edil-
miştir. Buna aykırı rivayetler ya tenkit edilmiş ya da şaz bulunmuştur. Yazar, İ. H.
Danişmend, Rasulullah’ın 63 yaşında vefat ettiğini belirten rivayetlerin kameri takvime

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org


Dr. Halis Demir 231

göre verildiğini ve bu sürenin güneş yılına göre 61 seneye denk geldiğini nakleder.(
s.672)

Zengin bir kaynak listesi ihtiva eden kitapta ayrıca siyer terimleri ve özel isim-
ler karma sözlüğü de bulunmaktadır. Buradan kitapta geçen “mil” ve “berid” gibi bazı
kelimelerin karşılıklarını bulmak mümkündür.

Kasım Şulul İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber (as) Devri Kronolojisi(tahlil ve
tenkit) isimli bu çalışmanın bizim siyeri farklı bir bakış açısıyla okumamıza vesile ola-
cağı kanaatindeyim.
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu, Ocak – Haziran 2012, Yıl: 5, C: 5, Sayı: 9, ss. 233

Sayı Hakemleri

Prof.Dr. Sebahattin ARIBAŞ

Prof. Dr. Mehmet TİKİCİ

Doç. Dr. Hüsniye CANBAY TATAR

Doç. Dr. Nuri Kahveci

Doç. Dr. Mehmet ERDEM

Doç. Dr. Ahmet Faruk SİNANOĞLU

Yrd. Doç. Dr. Erdoğan SARITEPE

Yrd. Doç. Dr. Ali ESGİN

Yrd. Doç. Dr. Süleyman AYDIN

Yrd. Doç. Dr. İlhan ERDEM

Yrd. Doç. Dr. Akif ÇEÇEN

Yrd. Doç. Dr. Hamdi ONAY

Yrd. Doç. Dr. Yüksel MACİT

Yrd. Doç. Dr. Ali DUMAN

Yrd. Doç. Dr. Hakkı KARAŞAHİN

Yrd. Doç. Dr. İbrahim GÖRÜCÜ


HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com

Hikmet Yurdu Düşünce-Yorum Dergisi Yayın İlkeleri

1. Hikmet Yurdu Düşünce-Yorum Dergisi, sosyal bilimler alanında altı ay-


da bir yayınlanan hakemli akademik bir dergidir.
2. Dergide yayınlanan yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlara aittir.
3. İzin alınmadan kısmen veya tamamen herhangi bir şekilde basılamaz ve
çoğaltılamaz. Yayın kurulu dergiye gönderilen yazıları yayınlayıp yayın-
lamamakta serbesttir.
4. Dergide, te’lif ve tercüme makale, kitap ve tez değerlendirmeleri, sadeleş-
tirme, söyleşi vb., bilimsel çalışmalar yayınlanır.
5. Derginin yayın dili Türkçe, İngilizce ve Arapça’dır.
6. Dergide yayınlanacak yazılarda sayfa sınırı yoktur.
7. Türkçe makalelerde, ortalama 50 kelimeyi geçmemek üzere İngilizce ya
da Arapça özet ve 5’ten az olmamak üzere anahtar kelimeler verilmelidir.
8. Makaleler, Türkçe ve İngilizce ya da Arapça özetleri ve anahtar kelime-
lerle birlikte, çeviri ve sadeleştirmeler orijinal metinleriyle ve Türkçe
özetleriyle birlikte (scan edilmiş olarak) makale@hikmetyurdu.com e-
postasına ulaştırılmalıdır. Çıktı göndermek isteyen yazarlar, 3 nüsha ha-
linde nüshaların ikisinde yazar ismi silinmiş olarak ve 1 adet CD’ye kay-
dedilmiş olarak yazışma adresine postalayabilirler.
9. Yazıların şekil ve esas yönünden ön incelemesi editörler kurulunca yapı-
lır; uygun görülenler hakemlere gönderilir; uygun görülmeyenler yazı
sahibine bildirilir.
10. Makaleler (çeviri ve sadeleştirmeler orijinal metinleriyle birlikte) en az
iki hakeme gönderilir. Hakemlerin raporu doğrultusunda; a) hakemlerin
her ikisi de yayımlanamaz raporu verdiği taktirde, durum yazara bildiri-
lir; b) Hakemlerden biri “yayımlanabilir” diğeri “düzeltmelerden sonra
yayımlanabilir” şeklinde rapor vermişse, yazı yazara gönderilir ve dü-
zeltmeleri yapması istenir; c) Hakemlerden biri “yayımlanabilir”, diğeri
“yayımlanamaz” raporu vermişse, yazının yayınlanıp yayınlanmaması
yayın kurulunun taktirindedir;
234 Yayın İlkeleri

11. Herhangi bir yerde yayımlanmış bir yazı, bazı değişikliklerle birlikte
dergiye gönderilmişse, yayın takdiri yayın kuruluna aittir.
12. Dergiye gönderilecek yazılar: a) Microsoft Word formatında 12 punto ka-
rakterli ve 1,5 satır aralığıyla, sayfanın iki yanında 3,5’er cm., üst ve altın-
dan 4’er cm. boşluk bırakılarak yazılmalı; b) Dipnotlar sayfa altına Kitap-
larda: Yazar adı, soyadı, eserin adı (bold olarak), basım yeri, yılı, sayfa
numarası şeklinde; makalelerde: Yazar adı, soyadı, makale adı (tırnak
içerisinde), yayınlandığı dergi (bold olarak), Yıl, Cilt, Sayı, sayfa numara-
sı şeklinde, Çeviri eserler: Yazar adı, soyadı, kitabın orijinal adı (bold
olarak), parantez içerisinde kitabın çeviride verilmiş olan adı, çeviren,
basım yeri, yılı, sayfa numarası şeklinde gösterilmelidir.
13. Makalelerin sonuna kaynakça eklenmelidir.

Yazışma adresi: Ali Duman, İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 44069


Kampüs / Malatya
Email: makale@hikmetyurdu.com
aliduman2002tr2002@gmail.com
İletişim: info@hikmetyurdu.com

www.hikmetyurdu.com www.hikmetyurdu.net www.hikmetyurdu.org

You might also like