Kuranın Temel Kavramları II - Yasar Nuri Öztürk METIN

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 583

K U R A N I N TEMEL

KAVRAMLARI

Prof. Dr. YAŞAR NURİ ÖZTÜRK


İ s t a n b u l Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
kurucu dekanı

25. BASKI

İ K İ N C İ CİLT
M-Z

İSTANBUL-2012
Yeni Boyut: 9
Birinci Basım: E k i m 1990

İrtibat:
Telf. 0 2 1 6 4 6 9 40 76-77
Faks: 0 2 1 6 4 6 9 40 78

ISBN
978-975-6779-60-6

TAKIM ISBN
978-975-6779-58-3

Editör:
D r . Mustafa T a h i r Ö Z T Ü R K

Kapak:
Bülent E N G E Z

Mizanpaj:
Ayşe E R G Ü L

Baskı:
Ege Basım
0 2 1 6 4 7 2 8 4 01
www.egebasim.com.tr
İÇİNDEKİLER

Mal 9
Mâruf (ortak-evrensel insanlık değerleri) 16
Mâûn ( k a m u hakkı) 20
Medeniyet (karye) , 44
Melâmet (levm ahlakı) 48
Mele' ( k o d a m a n l a r ekibi) 57
Mescit (secdegâh, cami, m a b e t ) 65
Mîsak (Allah-insan arası ezeli a n t l a ş m a ) 74
Mîzan (vezn, ölçü ve a h e n k ) 79
Muhkem (tartışmasız t e k anlamlı ayet) 80
Mübâhele 83
Müellefetül Kulûb (kalpleri İslam'a ısındırılanlar) 86
Mülk (mülkiyet, saltanat, egemenlik, y ö n e t i m erki) 92
Münafık-Münafıklar (intak yerine nifakı yeğleyenler) 103
Münker (ortak-evrensel yasaklar) 120
Müşrik (alt ilahlar k a b u l e d e n dinin m e n s u b u ) 123
Mut'a (süreli n i k â h ) 126
Müteşâbih ( y o r u m a açık, ç o k boyutlu s ö z ) 131

Nefs (benlik, r u h , benliğin o l u m s u z k u t b u ) 135


Nur ve Nâr (ışık ve ateş) 139
Nüfus (tekâsür, kesret) 142
0-P

Oruç (savm, siyam) 157


Paylaşım (infak, îsar) 164
Peygamber (nebi, resul) 173
Pis ve Pislik (habis, rics, ricz) 184

Rahmet (sevgi, m e r h a m e t , şefkat) 188


Rıza 195
Rızık 197
Riba ( m a l v e p a r a d a h a k s ı z artış, faiz) 203
Riya (ikiyüzlülük, münafıklık, gizli şirk) 207
Ruhbaniyet 210

Sabır 213
Salât (namaz, d u a ) 218
Savaş (kıtal, h a r p , c i h a d ) 243
Savurganlık (israf, tebzîr) .. 250
Secde 255
Servet Azgınlığı (teref, i ıra t) 256
Sevgi ( r a h m e t , h u b b , m a h a b b e t , m e v e d d e t ) 260
Sınâat (sanayi, teknoloji) 271
Sünnet 277
Sünnetullah 298

Şecere-i Mel'ûne (lanetli soy) . 299


Şefaat 307
Şehâdet (şehitlik, k o z m i k v e dünyasal tanıklık) 310
Şehvet . 317
İÇİNDEKİLER 7

Şeriat 320
Şeytan 322
Şiir 347
Şirk (yedek ilahlı d i n , A l l a h ' a o r t a k k o ş m a k ) 349
Şûra (karşılıklı d a n ı ş m a , karşılıklı g ö r ü ş m e , oylama) 354
Şükür 357

Tafsil (sözü h e r k e s i n anlayacağı şekilde ayrıntılı kılmak) .... 359


Tâğut (ilahlaştırılmış azgın, zalim-saldırgan kişi) 366
Tağyir (yaratılışı v e yaratılmışı değiştirme) 372
Tahrif ( b o z u p değiştirme, yozlaştırma) 381
Takva (tanrısal iradeye t e r s d ü ş e n şeylerden s a k ı n m a k ) 384
Teâruf (örfler yoluyla değer ü r e t m e yarışı) 391
Tebdil (değiştirme, tersyüz e t m e ) 393
Teberrüc (kadınların kendilerini ortalıkta t e ş h i r etmeleri... 395
Tebliğ (doğruyu v e güzeli i n s a n a u l a ş t ı r m a k ) 398
Tebyîn (açık seçik a n l a t m a k ) 404
Tefviz ( s o n u c u n t a k d i r i n i Allah'a havale e t m e k ) 411
Teheccüd (bilim v e ibadet için u y k u y u b ö l m e k ) 413
Teklif ( y ü k ü m l ü kılmak) 414
Teslim (sadece Allah'a teslim o l m a k ) 416
Tespih 422
Tevekkül (Allah'ı vekil e t m e k ) 424
Teyemmüm 428
Tövbe 430

U-Ü

Uğursuzluk (tayare) 432


Unutmak (nisyan) 434
Uyarı (inzâr) 437
Uyuşturucu (alkol v e öteki u y u ş t u r u c u l a r ) 441
Ümitsizlik (yeis, k u n û t ) 449
Ümmet 453
Ümmî - 455
Umniye ( k u r u n t u , a n l a m a d a n o k u m a k , sanı, yalan) 461

Vahy 466
Velî 471
Vesile 485

Yalan (kizb) 487


Yaratılış (fatk, faik, fatr, su) 493
Yardımlaşma (teâviin, îsar) 498
Yemin 500
Yetim 508
Yol (sırat, sebil, şeriat, tarîk, c ü d d e ) 511

Zekât 515
Zikir 518
Zina (fuhuş) 524
Zînet ( s ü s , a l d a t m a k için süsleyip p ü s l e m e ) 528
Zorunluluk Hali (ıztırar, zaruret hali) 532
Zulüm 535

KAYNAKÇA 553
Ö Z E L ADLAR DİZİNİ 565
KAVRAMLAR DİZİNİ 575
MAL

Tekil v e çoğul ( e m v a l ) h a l d e 8 0 k ü s u r yerde geçer.

Mal, d e n g e n o k t a s ı n d a n sağa veya sola s a p m a a n l a m ı n d a k i meyi


(eğilim, eğilmek) k ö k ü n d e n t ü r e m i ş t i r . Râgıb'ın şaheser ifade­
siyle, "sürekli değişen ve ölümsüz olmayan değere mal denmesi
b u n d a n d ı r . " Râgıb bu n o k t a d a bir A r a p darbımeselini de anıyor:
"Mal bir kahpedir; bir gün onun, bir gün b u n u n evinde sabahlar."
(Râgıb; el-Müfredât, meyi m a d . ) T ü r k lirizminin erişilmez ustası
Yunus E m r e (ölm.1320) bu inceliğe şu ölmez dizelerle t e r c ü m a n
olmuştur:

"Mal sahibi, mülk sahibi


Nerde bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, m ü l k de yalan;
Var biraz da sen oyalan!"

K u r ' a n ; malı, i n s a n için bir kıyam yani a y a k t a d u r a b i l m e aracı,


güç, o n u r vesilesi olarak gösterir ve o n u n beyinsiz, sefil, k ı y m e t
bilmez ellere t e s l i m i n e karşı çıkar. (4/5) A n c a k mal, bir vasıta
olarak, i n s a n ı n t e m e l gayesi veya gayeleri için kullanıldığında
o l u m l u bir a n l a m taşır. O, bir d ü n y a s ü s ü d ü r ki, ö l ü m s ü z değer­
lerin elde edilişine vasıta yapılmazsa o l u m s u z bir u n s u r h a l i n e
gelir. (18/46)

M a l ı n t e m e l gayeye v a r m a k için kullanılmaması, bir imtihan


aracının kötüye kullanılmasıdır. Ç ü n k ü mal, bir fitne olarak gös­
teriliyor. (8/28; 64/15) Fitne, iyi ile k ö t ü y ü belirlemek için bir
ayıklama yolu (bk. b u r a d a , Fitne mad.) o l d u ğ u n a göre mal bir
i m t i h a n aracıdır. Bu y ü z d e n , tıpkı çocuklarımız gibi, mal da bize
bir d e n e m e aracı o l a r a k e m a n e t ediliyor. (2/155; 3/186) Bu şuu­
r u n yokluğu malı, h i z m e t etmesi g e r e k e n a m a ç l a r ı n dışında kul­
l a n m a y a yol açar. (57/20) Bu d u r u m , servet ve refahla ş ı m a r m a
illetini getirir ve s o n u ç t a t o p l u m çöker.
Malı, s o n s u z l u ğ u elde e t m e k için bir a r a ç olarak k u l l a n m a y ı p
o n u gaye h a l i n e getirmek, i n s a n o ğ l u n u n h e r devirde h e l a k i n e
sebep o l m u ş t u r . (2/69; 9/55; 104/3; 111/2)

Malı ilah y a p a n ve bu s a h t e ilahıyla g u r u r l a n ı p i n s a n l a r a kibirle


b a k a n l a r ı n s o n u çok acıklı olacaktır. Ç ü n k ü s o n h e s a p g ü n ü n d e
Allah, i n s a n d a n mal ve servet değil, t e m i z ve arı bir kalp isteye­
cektir. (9/34, 55; 26/88; 104/1-5) Mal bir imtihan aracı ve emanet
olduğuna göre onda b ü t ü n t o p l u m u n hakkı vardır. O halde, mal
sahibi o n u , insanlığın hayır ve h i z m e t i n d e k u l l a n m a k z o r u n d a ­
dır. B u n u n aksini y a p ı p malı h i z m e t için seferber e t m e m e k , y a n i
infaki d u r d u r m a k acı bir s o n u h a z ı r l a m a k olur. (9/ 34)

İ n s a n , malı ç o k seven ve o n u elinde h a p s e d e n bir yaradılışa sa­


hiptir. (89/20) M a l h a r c a m a i m k â n ı n a ermek, i n s a n ı n g u r u r v e
saldırı duygularını k a m ç ı l a m a k t a d ı r . (18/34; 90/6; 104/3)

K u r a n , mal sahibinin malında fakirin doğrudan hakkı olduğunu


bildirir. (6/141; 51/19; 70/24) Bu anlayış, artık değerin, Kari
M a r x ' t a n bin k ü s u r yıl ö n c e tespit ve ilanını ifade eder. Bu hak­
kın, m a l s a h i b i n d e n t o p l u m d a k i yoksullara a k t a r ı l m a s ı g e r e k e n
asgarî ve resmî kısmı, zekât olmaktadır. Z e k â t ı n miktarı, her
t o p l u m d a şartlara ve ihtiyaçlara u y g u n olarak belirlenir. Kırkta
bir diye değişmez bir o r a n y o k t u r . K u r ' a n , o r a n ı i ç t i h a d a ve
m a s l a h a t a , y a n i k a m u y a r a r ı n a bırakmıştır. Bazı d u r u m l a r d a ih­
tiyaçtan fazla malın t ü m ü n e el konabilir, (bk. 2/29)

Malın, i n s a n ı yüceltici ve erdirici bir g ü ç olarak h a y a t a girme­


si, o n u n Allah y o l u n d a y a n i k a m u için h a r c a n m a s ı y l a sağlanır.
Ç ü n k ü K u r ' a n ' d a , s o s y o - e k o n o m i k v e sosyo-jüridik a n l a n l a r d a
Allah, k a m u y u ifade e t m e k t e d i r . K u r ' a n ' ı n p e k ç o k ayeti bu ko­
n u y a p a r m a k b a s m a k t a d ı r . (Örneğin, 2/261-274; 4/95; 8/72;
9/44-111)

Malın o l u m s u z bir u n s u r haline getirilişine bir delil de i n s a n l a r ı n


m a l tefâhur (karşılıklı övünme) ve tekâsürüne (çokluk yarışı) gir­
meleridir. Bu t e f â h u r ve t e k â s ü r , birincisi ö v ü n m e , ikincisi yığıp
ç o ğ a l t m a yarışı olarak, i n s a n ı fert ve t o p l u m h a l i n d e k e m i r e n
illetlerdir. Bunlar, K u r ' a n ' a göre, m a l ve evlatta olur. (Hadîd,
20; 34/35; 102/1-2) Ne ilginçtir ki, K u r ' a n , mal yığıp d e p o l a m a
illetinin tipik temsilcileri a r a s ı n d a Firavun, K a r u n gibi azmışla­
r ı n y a n ı n a din adamlarını da k o y m a k t a d ı r . Ayette Hristiyan ve
Yahudi din a d a m l a r ı n ı n anılması bir özel sebeptir; ayetin genel­
liğini engellemez. Yani, t ü m din temsilcilerinin dikkati çekil­
m e k t e d i r . Bunlar, i n s a n l a r ı n malını çeşitli hilelerle elde e t m e k l e
k a l m a z , i n s a n l a r ı A l l a h ' ı n y o l u n d a n a l ı k o y m a k gibi bir b ü y ü k
s u ç u n da faili olurlar. Yani bunlar, din adamlığı kisvesi altında
dini ve Allah'a giden yolu yozlaştırıp dikenleyen aldatıcılardır.
Tevbe s u r e s i n i n 34. ayeti, pekiştirilmiş ifadelerle şu ilginç tespiti
yapıyor:

"Ey iman sahipleri! Şu bir gerçek ki, h a h a m l a r d a n ve rahipler­


den birçoğu halkın mallarını u y d u r m a yollarla tıkabasa yerler ve
Allah'ın yolundan geri çevirirler. Altını ve gümüşü depolayıp da on­
ları Allah yolunda harcamayanlara k o r k u n ç bir azap vardır."

Bu ayet, komünizmin o r t a y a çıkışında kilise ve h a v r a n ı n oyna­


dığı rolü o n d ö r t asır ö n c e d e n h a b e r v e r e n m u c i z e b e y a n l a r d a n
biridir. Komünizm, kilise ve o n u n h i m a y e s i n d e o l u ş a n kapitalist
z u l m e bir t e p k i olarak z u h u r etmiştir.

Mal y e m e n i n en k ö t ü şekillerinden biri de yetim malına el koy­


madır. Ve bu, K u r ' a n ' ı n ifadesiyle, i n s a n ı n , k a r n ı n a ateş doldur-
masıdır. (4/10) K u r a n , yetim m a l ı n a el s ü r m e k t e n ısrarla sakın-
d ı r m a k t a d ı r . (6/152; 17/34)

M a l a sahip olanların mülke (yönetim erkine) s a h i p olmayı ken­


dilerinin bir h a k k ı gibi g ö r d ü k l e r i n e de dikkat çekilmiştir. M a l
sahipleri b u s a n a l h a k l a r ı n ı k u l l a n d ı k l a r ı n d a y ö n e t i m l e r h i k m e t ,
adalet ve bilgi ü z e r i n e o t u r u r o l m a k t a n çıkıp d a h a fazla m a l elde
e t m e hırsını t a t m i n a r a c ı n a d ö n ü ş e c e k t i r . Yani siyaset ve yö­
n e t i m y o z l a ş a r a k i n s a n aleyhine işleyecektir. Bir p e y g a m b e r i n
a ğ z ı n d a n ifadeye k o n a n şu tespite b a k ı n :

"Peygamberleri onlara dedi ki, 'Allah, Tâlût'u size kral gönderdi.'


Şöyle konuştular: 'O bizim üzerimizde nasıl saltanat kurabilir?
Yönetimde biz ondan daha çok hak sahibiyiz. O n a bir mal genişliği
de verilmemiştir.' Peygamber dedi: 'Allah onu seçip size üst olarak
gönderdi. O n u ilimde ve bedende üstünlük bakımından zenginleş­
tirdi.' Allah, m ü l k ü n ü dilediğine verir." (Bakara, 247)

Bu ayet, K u r ' a n ' ı n siyaset ve y ö n e t i m d e n ne anladığının en


açık göstergelerinden biridir. K u r ' a n ' a göre, y ö n e t i m , ilim ve
z e k â d a n nasipli olanlara teslim edilmelidir, m a l ve parası çok
olanlara değil. İşler m a l ve p a r a s ı çok olanlara teslim edilirse
siyaset ve y ö n e t i m , mal ve parayı biraz d a h a a r t ı r m a n ı n aracı
o l m a k t a n k u r t u l a m a z . Mal v e p a r a sahiplerinin, y ö n e t i m e r k i n i n
k e n d i l e r i n e verilmesi gerektiğinde ısrarları sebepsiz değildir. Bu
ayeti M â û n suresi mesajıyla birlikte d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z d e ş u n u söy­
leyebileceğiz:

Yönetimlerini, k a m u mal ve imkânlarını talan edecek kadrolara


teslim eden toplumlar lanetli toplumlardır. Bu k o n u d a ayrıntılar
için bizim 'Mâûn Suresi Böyle Buyurdu' adlı eserimize bakılmasını
ö n e m l e tavsiye ederiz.

Lanetli t o p l u m l a r ı n siyasette ehliyet y e r i n e mal ve evlat çoklu­


ğ u n a ( m a d d i güce) paye v e r m e l e r i n i n nelere mal olacağı, â d e t a
siyaset felsefesi dersi verircesine, ıstırabıyla tufan getiren pey­
g a m b e r H z . N u h ' a söyletilmektedir. M u s t a r i p - m a z l u m bir nebi­
nin yakarışı h a l i n d e . Ve lanetli siyasetlerin nasıl y ü r ü t ü l d ü ğ ü n ü
g ö s t e r e n eşsiz bir beyyine h a l i n d e :

" N u h dedi ki, 'Rabbim! Onlar bana isyan ettiler de malı ve çocuğu
kendisine h ü s r a n d a n başka bir artış getirmeyen kişiye uydular. Çok
büyük hileler sergilediler/çok büyük tuzaklar kurdular." ( N u h , 21¬
22)

Aynı mesajı t a ş ı y a n bir yakarış, a m a bu kez sitemli bir yakarış


da Hz. Musa'dan:

" M u s a şöyle dedi: "Rabbimiz! Sen, Firavun ve kodamanlarına şu


iğreti hayatta debdebe verdin, mallar verdin. Rabbimiz! Senin yo­
l u n d a n saptırsınlar diye mi? Rabbimiz! Onların mallarını sil-süpür,
kalplerini şiddetle sık ki, acıklı azabı görünceye kadar inanmasın­
lar!" (Yunus, 88)

H ü s r a n ve l a n e t i n gerekçesi s o n derece açık değil m i ?


Y ö n e t i m l e r i n i bir p e y g a m b e r e (hikmet, bilgi ve adalet timsali bir
ö n d e r e ) teslim e t m e k y e r i n e m a l ve evlat çokluğuyla t a h a k k ü m
ve ceberut k u r a n birine/birilerine teslim ettiler. Platon ne diyor­
d u : "Ya krallar filozof olmalı y a h u t da filozoflar kral." K u r ' a n ' ı n
dediği de işte bu. N u h ' u n şikâyeti de b u : " H i k m e t ve adalet sa­
hibini başlarına getirmek yerine mal ve parasıyla kasılan melunu
getirdiler" diyor. Getirdiler ve belalarını buldular.
Aynı yolu izleyenler b u g ü n de belalarını b u l m a y a d e v a m edi­
yorlar.

K u r ' a n , M â û n s u r e s i n d e kullandığı 'veyl' kelimesini kullana­


rak, malını, p a r a s ı n ı bir ü s t ü n l ü k sebebi sayanları b a ş k a bir ve­
sileyle yine lanetlemiştir. İniş sırasıyla 32. s u r e olan Hümeze,
c e h e n n e m i n kimleri beklediğini gösterirken p a r m a ğ ı n ı , m a l ve
parasıyla şımarıp h e r k e s i k ü ç ü k g ö r e n m e l u n l a r a u z a t m a k t a d ı r .
Y o r u m s u z okuyalım:

"Arkadan çekiştiren/kaş göz işareti yapıp alay eden her kişiye lanet
olsun! O ki, mal biriktirdi, onu saydı da saydı. Sanır ki, malı son-
suzlaştıracaktır kendisini. Hayır, iş, sandığı gibi değil! Yemin olsun
ki fırlatılıp atılacaktır o kırıp geçirene, yalayıp yutana/Hutame'ye.
H u t a m e ' n i n ne olduğunu sana öğreten nedir? Allah'ın, tutuşturul­
m u ş ateşidir o, ki, tırmanıp işler yüreklere. O, onların üzerine kilit­
lenecektir. Uzatılmış sütunlar arasında."

D e n g e n o k t a s ı n d a n s a p m a k a n l a m ı n d a bir k ö k t e n t ü r e y e n ma­
lın, k e n d i ü m m e t i n i n b ü t ü n dengelerini altüst edeceğini d a h a ilk
g ü n d e n fark e d e n S o n Peygamber, malı â d e t a en b ü y ü k p u t gibi
g ö s t e r m i ş ve o n a karşı dikkatli d a v r a n m a y ı b a ş tavsiyesi yap­
mıştı. İşte b i r k a ç ö r n e k :

" Ş u bir gerçek ki, her ü m m e t i n bir fitnesi vardır; benim ümmetimin
fitnesi de maldır." (Tirmizî, z ü h d 26)

"Ey insanlar! Sizin için k o r k t u ğ u m tek şey, Allah'ın, ö n ü n ü z e çıka­


racağı dünya süs ve nimetleridir. Bir malı hakkı olarak elde edene
o mal mübarek kılınır. F a k a t hakkı olmayan bir mala el koyan kişi
hep yiyen, ama hiç doymayan birine benzer." (İbn M â c e , fiten 18)

" I r a n ve Bizans hazineleri elinize geçtiğinde nasıl bir topluluk hali­


ne geleceğinizi biliyor musunuz? Allah'ın istediği topluluktan baş­
ka bir şey olacaksınız o zaman. Çekişeceksiniz, hasetleşeceksiniz,
birbirinize sırt çevireceksiniz ve nihayet kin ve öfkeyle birbirinize
girip muhacirlerin barınaklarına üşüşerek birbirinizin boynunu vu­
racaksınız." (İbn M â c e , fiten 18)

H z . M u h a m m e d ' i n b u m u c i z e haberleri, k a y n a k l a r d a 'mal fitne­


si' başlığı a l t ı n d a veriliyor.
Ü m m e t i kavgaya, kine, nefrete ve n i h a y e t c a n alıp k a n d ö k m e y e
g ö t ü r e c e k iç felaket b u d u r . M a l fitnesi, aynı z a m a n d a h e m psi­
kolojik h e m de sosyolojik bir felakettir: İ n s a n d a k i hırs zemini­
n e o t u r d u ğ u için psikolojiktir, ü m m e t i birbirine d ü ş ü r d ü ğ ü için
sosyolojiktir. D e m e k ki, mal fitnesi h e m çekirdek olan bireyi
m a h v e d e r h e m d e k o z m i k e m a n e t i evrensel b o y u t l a r a yücelte­
cek olan t o p l u m u . . .

B u n a d a y a n a r a k diyebiliriz ki, M u h a m m e d ü m m e t i n i n savaşa­


cağı en b ü y ü k p u t l a r d a n biri, belki de birincisi, mal p u t u olmalı­
dır. M ü s l ü m a n nesillerin bu a m a n s ı z p u t l a gereğince savaştıkla­
rını söylemek bahtiyarlığından, ne yazık ki, y o k s u n u z . .

M a l p u t u , hırs z e m i n i n e o t u r d u ğ u için, şöhret ve mevki putları da


o n u n çocukları, u z a n t ı l a r ı olarak d ü ş ü n ü l m e l i d i r . Ç ü n k ü onları
dölleyen k a r a n l ı k r u h l u a n a d a hırstır.

M a l a t u t s a k o l m a m a k , K u r ' a n ' d a k i fakr (Allah k a r ş ı s ı n d a yeter­


siz o l d u ğ u m u z u n ş u u r u n a v a r m a k ) gerçeğini y a ş a m a k l a olur.
Bu, K u r ' a n ' ı n istiğna (kendini hiç kimseye m u h t a ç o l m a y a c a k
bir d ü z e y d e g ö r m e k ) dediği illetten k u r t u l m a k t ı r . İstiğna, i n s a n ı
a z d ı r ı p z u l m e b u l a ş t ı r a n bir beladır, (bk. 96/6-7) Ve i s t i ğ n a d a n
k u r t u l m a n ı n biricik yolu, fakra sığınmaktır.

F a k r ı n esasını şu ayetler o l u ş t u r u r :

"Ey insanlar, siz Allah'a yönelmiş yoksullarsınız! Allah ise mutlak


Ganî, mutlak Hamîd'dir." (Fâtır, 15)

"Allah Ganî'dir; yoksul olan sizlersiniz." ( M u h a m m e d , 3 8 ) .

İbn Arabî bu ayetlere d a y a n a r a k "İnsanın, Allah karşısında bir tek


sıfatı vardır: Fakirlik" demiştir. (İbn Arabî, el-Fütûhât, 2/654)

F a k r k a v r a m ı n ı n özü b u d u r . Mal sahibi o l m a m a k , a ç s u s u z


d u r m a k , çalışmayı terk, K u r ' a n ' ı n anladığı fakra terstir. Fakr,
Allah'tan kaynaklanan değerleri, m a d d e d e n kaynaklanan değerle­
rin ü s t ü n d e tutmaktır.

Ö n e m l i olan, i n s a n ı n gönül d e n e n ö z ü n d e h a n g i s e v d a n ı n yat­


tığıdır. Ve ö n e m l i olan, i n s a n ı n ö l ü m l ü y e teslim olmamasıdır.
Ölümsüzlüğe aday insan, ölümlüye teslim olmak pahasına gelen
veya sunulan hiçbir nimeti kabul etmez. Ç ü n k ü böyle bir nimet, en
b ü y ü k n i m e t o l a n s o n s u z l u ğ u n y o l u n u tıkadığı için, e s a s ı n d a bir
bela ve kahırdır. Bu sırrı en iyi y a k a l a y a n l a r d a n biri de A l m a n
filozofu Nietzsche'dir. Şöyle diyor:

"Teslim olmaktansa, perişanlığa d ü ş ü n daha iyi." (Nietzsche,


Böyle Buyurdu Zerdüşt, 310)

"Sana, sevgim ve ümidimle yemin ederek söylüyorum: R u h u n d a k i


k a h r a m a n ı terketme. En yüksek ümidini kutsal t u t . " (Age. 56)

Bu teslim olma zehiri, H z . Peygamberi ç o k ü r k ü t m ü ş t ü r . Bir yer­


de şöyle diyor:

"Allah'a yemin ederim ki, sizin için korktuğum şey yoksulluk de­
ğildir. Sizin adınıza k o r k t u ğ u m şey, dünya nimetlerinin önünüze
saçılması ve tıpkı eski toplumlar gibi, bu nimetler yüzünden birbi­
rinize düşmenizdir."

B ü y ü k M u h a m m e d i şuurlar, H z . P e y g a m b e r ' i n d i k k a t çektiği b u


tehlikeyi e r k e n d e n görmüşlerdir. O n l a r , i m a n v e İslam a d ı n a ,
d ü n y a s a l t a n a t ı k u r m a k için dişlerini gizli gizli bileyen bir m e l u n
g ü r u h u n p u s u d a beklediğini v e ü m m e t i v u r a c a ğ ı n ı sezmişler­
dir. Bu sezgiyi, t a r i h i n ilk b ü y ü k t o p l u m c u m ü c a d e l e s i n i n m o ­
t o r u y a p a n ö l ü m s ü z r u h , b ü y ü k s a h a b î Ebu Zer el-Gıfârî (ölm.
32/652) oldu. Biz, o n u n ö l ü m s ü z mesaj ve m ü c a d e l e s i n i , 'Ebu
Zer' adlı e s e r i m i z d e genişçe inceledik.

M u h a m m e d i ş u u r u n e n d e r i n d e n sahibi o l a n l a r d a n biri d e E b u
Z e r ' i n i m a n d a ş ı , arkadaşı, o n u n l a aynı yıl ölen Ebudderda idi.
A n n e s i n i n bir dünyalık isteğine şu cevabı veriyordu:

"Sabret ana! Ö n ü m ü z d e çok zorlu geçit noktaları var. Oralardan


ancak, m a d d e ve servet yükü hafif olanlar geçebilecektir." (İbn
A b d r a b b i h ; el-Ikdu'l-Ferid, 4/168)
MÂRUF
(ortak-evrensel insanlık değerleri)

M ü n k e r d e y i m i n i n karşıtı olan v e m ü n k e r i n yaklaşık iki


katı yerde (40 civarında) geçen mâruf, K u r ' a n ' ı n ö n e m l i kav­
r a m l a r ı n d a n biridir.

Mâruf, urf (örf), arife aynı a n l a m l a r d a ve aynı k ö k t e n kelime­


lerdir. H e p s i irfan ve ma'rifet k ö k ü n d e n t ü r e m i ş o l u p h e p s i n d e
irfana u y g u n l u k esastır.

irfan, 'bir şeyi d e r i n d e n d e r i n e d ü ş ü n e r e k idrak e t m e k ' oldu­


ğ u n a göre, mâruf, güzelliği ve iyiliği derinden derine düşünülerek
anlaşılıp kabul edilmiş fiil, söz veya gelenektir. N i t e k i m , y u k a r ı d a
irfana ilişkin t a n ı m ı n ı verdiğimiz Râgıb aynı m a d d e içinde ele
aldığı mârufu şöyle tanımlıyor:

"Güzelliği akıl veya din aracılığı ile bilinip belirlenen her fiildir."

D i n i n belirlediği güzellikler, iyilikler k a d a r aklın belirlediği gü­


zellik ve iyilikler de mâruftur. K u r ' a n b u r a d a tekelciliğe gitmez,
sadece kendi tespit ettiklerini güzel ve iyi gösterip bağnazlık yap­
maz. Bu yüzden, mârufun bir diğer ifadesi olan örf, K u r ' a n tara­
fından bir h u k u k ve y ü k ü m l ü l ü k kaynağı olarak gösterilmiştir.

H a y a t î bir k a v r a m olarak m â r u f u n m u h t e v a s ı n ı v e ö n ü m ü z d e k i
olay ve p r o b l e m d e k i n e t b o y u t u n u , biz tayin ederiz. Birkaç ör­
nek verelim:

Ebeveyn ve a k r a b a için vasıyyet, mâruf o l a n a itibar edilerek ya­


pılacaktır. Yani b u r a d a , yaşanılan zaman ve mekânın akla uygun
kabulleri esas alınır, (bk. 2/178) Aynı yaklaşım işletilerek; diyet­
te, b o ş a n m a d a , mehir, d o ğ a n ç o c u ğ u n bakımı, b o ş a n m ı ş eşlerin
nafakası, eşler arası ilişkiler, süt e m z i r e n k a d ı n ı n h a k l a r ı vs. h e p
mârufun esas alınması suretiyle ç ö z ü m e ulaştırılacaktır. (2/178,
180, 228-263; 4/5-8, 19, 2 5 ; 65/2, 6)

Mârufun değişmezleri veya evrensel ilkeleri vahiy tarafından veri­


lir; ancak ayrıntılar akla, zamanın gelişimine bırakılır. İ n s a n ı n eli-
kolu d a i m a açık, beyin ve gönlü sürekli h ü r olmalıdır. İnsan, bu
hürriyeti kullanarak, b u l u n d u ğ u g ü n ü n şartlarına g ö r e m â r u f u n
içini d o l d u r a c a k t ı r . Bu, sürekli bir d ü ş ü n c e ve ilim faaliyetini
gerektirir ki b u n a içtihat dendiği bilinmektedir.

M ü n k e r e karşı çıkılması nasıl bir i m a n ve insanlık borcuysa,


m â r u f u n özendirilmesi de bir i m a n ve insanlık b o r c u d u r . (3/104,
114; 9/71) Bu y ü z d e n d i r ki K u r ' a n , m ü n k e r e engel o l m a (nehy
anil m ü n k e r ) ile mârufu yayıp desteklemeyi h e m e n d a i m a yan
y a n a kullanır ve bu ikisini m e n s u p l a r ı n ı n niteliklerinden biri
olarak ortaya koyar.

K u r ' a n ' d a , özellikle i n s a n hakları, aile hayatı (evlenme, b o ş a n ­


m a , nafaka vs.) ile ilgili ayetler sık sık mâruf ile iş görmeyi emre­
d e n ifadeler t a ş ı m a k t a d ı r .

Mâruf, örf k ö k ü n d e n gelen bir kelimedir. 'Örfleşmiş, örf olarak


benimsenmiş söz, işlem ve kabul' d e m e k t i r . İbadet ve i m a n hayatı
dışındaki k o n u l a r d a k u r a l k o y a r k e n k a ç ı n ı l m a z biçimde d i k k a t e
a l m a m ı z g e r e k e n 'maslahat' ( k a m u ihtiyaç ve yararı), örf d i k k a t e
a l ı n m a d ı ğ ı n d a a n l a m ifade e t m e k t e n çıkar. K a m u s a l - h u k u k s a l
a l a n d a vahyin köşe taşı niteliğindeki t e m e l ilkeleri k o r u n m a k
şartıyla, günlük hayatın muamelât denen faaliyetlerinin h e m e n
t ü m ü maslahata göre çözülecektir. K u r ' a n ' ı n muamelât ile ilgili ku­
ralları daha çok, örnekleme ve ufuk açma türündendir. Örneğin,
fıkhın ukûbat (suçlar ve cezalar) kısmındaki suç ve cezalann bü­
yük çoğunluğu, ayet ve hadislere değil, devlet reisinin ta'zîr denen
belirlemelerine dayanmaktadır. Yani örf kaynaklıdır.

Osmanlı h u k u k u n u n tamamına yakını bu t ü r d e n bir h u k u k t u r .


Yani şeriatten çok, padişahın iradesinden kaynaklanan örfî bir hu­
kuktur. Ne yazık ki bazıları onu, sarığa ve sakala bakarak din kay­
naklı, hatta bizzat din sanmaktadır.

M u a m e l â t a l a n ı n ı n ç o k değişken çehresi her gün, m a s l a h a t dik­


k a t e alınarak, örfleşmiş kabullere göre n o r m a bağlanacaktır.
K u r ' a n , örfü bir h u k u k kaynağı olarak b e n i m s e m e k t e d i r . "Örf
ile e m r e t ! " (A'raf, 199) ayeti bu k o n u d a t e m e l ilkedir. A n c a k
ş u n u d a u n u t a m a y ı z : K u r ' a n , 5 1 ayetle d o ğ r u d a n , 100'ü a ş k ı n
ayetle de dolaylı olarak, a t a l a r örfünü dinleştirmeyi, d o k u n u l ­
m a z ilan etmeyi şirkin bir u z a n t ı s ı olarak g ö s t e r m e k t e d i r . A c a b a
bir çelişme mi söz k o n u s u d u r ? Çelişme y o k s a ç ö z ü m n e d i r ?

Çelişme y o k t u r . K u r ' a n ' ı n istediği ve söylediği ş u d u r : Örfü bir


h u k u k kaynağı olarak alabiliriz, almalıyız. A m a örfü dinleştirip
ibadet v e i m a n a l a n ı n a sokamayız. M u a m e l â t a l a n ı n d a d a z a m a n
ü s t ü kılamayız. Örf sürekli değişir, ç ü n k ü maslahat ve muamelât
sürekli değişir. A m a esas anlamıyla din (ibadet, i m a n ve bir de
m u a m e l â t ı n makaasıd y a n i temel a m a ç l a r kısmı) asla değişmez.
O alan, Yaratıcı t a r a f ı n d a n t ü m z a m a n l a r a h i t a p e d e c e k bir bi­
ç i m d e yapılandırılmıştır.

Mâruf ile amaçlanan, yerel-bölgesel örfler olamaz; ç ü n k ü K u r ' a n


bu t ü r örfleri dokunulmaz kılmayı şirk saymaktadır. Ancak, insan­
lığın ortak-evrensel değerler halinde belirginleşmiş kabulleri var­
dır. Kur'an, bu ikinci kabullere yer vermemizi istiyor. Yani mâruf,
ortak-evrensel insanlık değeri anlamında örfleşmiş kabul ve kural­
ların adıdır.

Kural olarak, örfün yöreselliğini de u n u t m a m a l ı y ı z . Örf, o r t a k


değer k a b u l edildiği z e m i n d e h ü k ü m ifade eder. Eğer ortak-ev­
rensel insanlık örfleri söz k o n u s u ise bu elbette ki herkesi bağla­
yacaktır. Ö r n e ğ i n İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi' bu t ü r d e n bir
örf belgesidir. Bu belge t ü m i n s a n t o p l u m l a r ı n ı bağlar.

B a ş k a bir deyişle, mâruf ile emretmenin yerel örflerle emretmek


şeklinde değerlendirilmesi K u r ' a n ' a aykırıdır. Mâruf ile e m r e t m e ,
çok az k o n u d a yerel örfle iş y a p m a k olabilir. Evrensel bir din
olan İslam'ın örf anlayışı, o n u n ç a p ı n a u y g u n olarak elbette ki
evrensel örflere yollamayı öncelikli kılar. B u n u n bir a n l a m ı da
ş u d u r : İslam, hiç kimseye k e n d i t o p l u m u n u n örfünü din veya
h u k u k y a p m a yetkisi v e r m e z . Bu gerçek göz ardı edildiği için­
dir ki b u g ü n k ü İslam dünyası, A r a p örflerinin egemenliğine
girmiş ve birçok k o n u d a A r a p örfüyle din eşitlenir o l m u ş t u r .
G ü n ü m ü z d e sürekli ortaya s ü r ü l e n ve kutsallığı ilan edilen 'şe­
riat', K u r ' a n ' ı n evrensel ilkelerinden çok, yüzyıllar içinde oluş­
m u ş örf ve y o r u m l a r ı n bir t o p l a m ı d ı r .
B u g ü n insanlık c a m i a s ı n ı n ortak-evrensel k a b u l ü haline gelen
:
değerler yani öncelikle mâruflaşan değerler, insan h a k l a n ile i l
gili kabullerdir.

İ n s a n hakları h e r devirde ve her yerde peygamberlerin getirdiği


mesajın t e m e l hedeflerinin ifadesidir. Vahyin insan hayatına sok­
m a k istediği en hayatî değerler, insan hakları başlığı altında top­
lanabilecek değerlerdir. K u r ' a n ' ı n ö z ü ve a m a c ı da b u d u r . H z .
Peygamber, i n s a n h a k l a r ı n ı n t ü m z a m a n l a r ı n v e m e k â n l a r ı n
temel a m a c ı o l d u ğ u n u g ö s t e r e n m u h t e ş e m sözlerinden bi­
rini, İslam ö n c e s i devirde üyesi olduğu ü n l ü 'Hilfu'l-Fudûl'
(Erdemliler Paktı) derneği ile ilgili bir soruyu y a n ı t l a r k e n söy­
lemiştir. M a z l u m l a r ı k o r u m a y ı a m a ç e d i n e n bir g r u p i n s a n ı n
o l u ş t u r d u ğ u Hilfu'l-Fudûl'a n e d e n katıldığı s o r u l d u ğ u n d a şöyle
diyor:

"Böyle bir derneğe İslam devrinde de çağrılsam katılırdım. Böyle


bir şeyi en değerli nimetlere bile değişmem." (İbn H a n b e l ' d e n
n a k l e n İ b n Kesir)

G ü n ü m ü z d ü n y a s ı n d a , mâruf k a v r a m ı n ı n ifadesi sayılabilecek


ç o k ö n e m l i belgeler-bildirgeler o l u ş t u r u l m u ş t u r . İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesi b u n l a r ı n b a ş ı n d a gelmektedir. Ne ilginçtir ki,
bu evrensel mâruflar belgesinin altında İslam ülkelerinin sadece
bir t a n e s i n i n imzası vardır: Türkiye. Bu n o k t a bizce, T ü r k i y e ' n i n
gerçek İslam a ç ı s ı n d a n taşıdığı anlamı, ö n e m i ve işgal ettiği yeri
g ö s t e r m e d e altı b i r k a ç kez çizilecek ö n e m d e d i r .

Mâruf, öncelikle o r t a k insanlık kabulleri olunca, hiçbir M ü s l ü ­


m a n ' ı n , insanlık t o p l u m u n d a n k o p m a y a , insanlığın o r t a k kabul­
lerine aykırılığı din gibi algılamaya h a k k ı yoktur. Ö r n e ğ i n , hiç
k i m s e i n s a n h a k l a r ı n ı n gereksizliğini, k a d ı n h a k l a r ı n ı n Batı'nın
bir u y d u r m a s ı o l d u ğ u n u , Ortadoğu despotizmlerinin iyi bir yöne­
tim şekli olabileceğini İslam a d ı n a ileri s ü r e m e z .

A y n e n b u n u n gibi, hiçbir M ü s l ü m a n yönetim, ortak insanlık de­


ğerlerinin (örneğin insan haklarının) ihlalini bir 'iç mesele' sayarak
insanlık t o p l u m u n u n bu konudaki müdahalelerine karşı çıkamaz.
MÂÛN
(kamu hakkı)

Kelime olarak tek y e r d e geçen m â û n , Seb'ul-Mesânî bir s u r e n i n


adı yapılarak K u r ' a n mesajı a ç ı s ı n d a n ö n e m i g ö z d e n kaçırılma­
yacak bir belirginliğe ulaştırılmıştır. Aynı adı t a ş ı y a n M â û n su­
resinin beyyineleri d i k k a t e a l ı n a r a k değerlendirildiğinde ş u n u
söylemek gerekecektir:

K u r ' a n ' ı n i n s a n o ğ l u n a bahşettiği ö l ü m s ü z mesajın r u h u n u özet­


leyen, t e m e l k o d l a r ı n ı v e r e n iki s u r e vardır. İkisi de yedi ayet-
lik ve ç o k kısa olan bu surelerin ikisi de ilk i n e n s u r e l e r d e n d i r :
Fatiha 5. sure, Mâûn 17. sure.

Biz, M â û n s u r e s i n i n m u h t e ş e m mesajını ayrıntılarıyla göstere­


bilmek için m ü s t a k i l bir eser yazmış b u l u n u y o r u z : 'Mâûn Suresi
Böyle Buyurdu' (Yeni Boyut Yay. İ s t a n b u l , 2 0 1 1 ) O k u m a k t a ol­
d u ğ u n u z m a d d e n i n esasını, bu eserin çok kısa bir özeti oluştu­
racaktır.

M â û n suresinde verilmek istenen mesai apavrı bir mesajdır ve gün­


deme getirilen k o n u dinin din adı altında saf dışı edilmesidir.

Sureye göre, dini yalan sayan, yani inkâra gitmediği halde dinin
işe yarar bir biçimde hayata girmesini engelleyen kişi (veya kişiler)
veya zihniyetler şu suçları işlerler: Yetimi itip k a k m a k , yoksul ve
açların doyurulmasına destek olmamak, ibadetleri, duaları (özellik­
le namazı) riya aracı haline getirmek, k a m u mal ve haklarının ait
oldukları yere ulaşmasına engel olmak.

S u r e , birinci a y e t i n d e s o r d u ğ u s o r u n u n özet yanıtını s o n ayette


vermiştir: Birinci ayet soruyor: " D i n i yalan sayanı görüp bildin
m i ? " 2 ila 6. ayetlerde s o r u n u n ayrıntılı cevabı veriliyor. Ve son
ayet olan 7. a y e t t e s o r u n u n kısa yanıtı geliyor: "Onlar, kamu
haklarının, ait oldukları yere ulaşmasına engel olanlardır."
'MESÂNÎDEN YEDİLİ' SURE

K u r ' a n , M â û n suresini, a y n e n Fatiha suresi gibi, 'özellikli, istisnaî


bir sure' o l a r a k bizzat k e n d i s i k a y d a geçirmiştir. Bu istisnaî nite­
lik, tefsir mirası için de Fatiha için tespit ve tescil edilmiş, u z u n
u z u n anlatılmış a m a M â û n suresi için t e k kelimeyle dile getiril­
memiştir.

Şimdi bu istisnaî niteliği, k a v r a m ı n k a y n a ğ ı olan ayetin mealin­


d e n b a ş l a y a r a k görelim. K a y n a k ayet o l a n Hicr suresi 87'de şöyle
denmektedir:

"Yemin olsun ki, biz sana ikişerlerden/ikililerden/iç içe kıvrım­


lar halindeki çift manâlılardan yedi taneyi/yediliyi ve şu büyük
K u r ' a n ' ı verdik."

Bu ayette geçen ve K u r ' a n ' ı n sıfatlarından biri olan t e m e l söz­


cük, 'mesânî' s ö z c ü ğ ü d ü r . Mesânî, genelde vahyin (39/23), özel
o l a r a k da K u r ' a n ' ı n sıfatlarından biridir.

H z . P e y g a m b e r ' e K u r ' a n ' ı n yanı sıra verilen 'mesânîden yedili


veya yedi' n e d i r ?

Yedi taneli veya yedilinin, 'Büyük K u r ' a n ' diye a n ı l a n K u r ' a n - ı


K e r i m ' i n içindeki yedi ayetli Fatiha suresi olduğu ittifakla k a b u l
edilmektedir. G e r ç e k t e n de Fatiha, K u r ' a n ' ı n bir özeti o l m a n ı n
y a n ı sıra, i n s a n - T a n r ı ilişkisinin yani i n s a n ı n r u h s a l h a y a t ı n ı n
da bir özeti, manifestosu, istikamet pusulasıdır. O n u n içindir ki,
Fatiha, K u r ' a n dininin en büyük ibadetlerinden ikincisi (birincisi
okumak) olan salâtın da r u h u k a b u l edilir.

Fatiha 7 ayettir. Yani Mesânî sıfatını t a ş ı y a n K u r ' a n b ü n y e ­


s i n d e bir 'yedili'dir. Ö z g ü n ifadesiyle 'seb'an mine'l-mesânî'dir.
A m a farkında olarak veya o l m a y a r a k g ö z d e n u z a k t u t u l a n bir
yedili d a h a vardır: M â û n suresi. Evet, K u r ' a n ' d a yedi ayet olan
s u r e bir değil, iki t a n e d i r ve ikincisi de M â û n süresidir. O halde,
M â û n suresi de tıpkı Fatiha gibi, K u r ' a n t a r a f ı n d a n özellikli kı­
l ı n a n bir suredir.

G e r ç e k şu ki, K u r ' a n , ' m e s â n î ' d e n iki t a n e yedilinin altını çiz­


m e k t e d i r : B u n l a r ı n birincisi, r u h a n î hayatın, insan-Allah m ü ­
n a s e b e t i n i n m a n i f e s t o s u ve diyalog formülü o l a n Fatiha suresi,
ikincisi de t o p l u m s a l hayatın, i n s a n l a i n s a n m ü n a s e b e t l e r i n i n
m a n i f e s t o s u n u ve diyalog şeklini v e r e n M â û n süresidir. C e n a b ı
H a k , F â t i h a ' y ı özelleştirerek birey h a l i n d e i n s a n l a T a n r ı arası
ilişkilerin olması ve o l m a m a s ı gerekenlerine d i k k a t çekerken,
M â û n ' u özellikli ilan e d e r e k d e t o p l u m h a l i n d e i n s a n ı n h e m
kendisiyle h e m de T a n r ı ile ilişkilerinin olması ve o l m a m a s ı ge­
r e k e n l e r i n e dikkat ç e k m e k t e d i r .

MÂÛN KAVRAMINI H A F İ F E ALANLAR

Bizim ' k a m u h a k k ı ' diye t e r c ü m e ettiğimiz M â û n s ö z c ü ğ ü n ü n


esas a n l a m ı n ı n zekât olduğu ittifakla k a b u l edilmektedir.

Bu a n l a m o r t a k k a b u l olarak b ü t ü n tefsirlere geçmiştir ki, sadece


b u bile m â û n s ö z c ü ğ ü n ü n k a m u h a k k ı olarak t e r c ü m e edilmesi
ve s o n u ç olarak da mesajın bizim ifade ettiğimiz gibi algılan­
ması için yeterlidir. Ç ü n k ü zekât, tam resmî bir k a m u hakkıdır,
resmî k a m u mal ve imkânıdır. Zekât, h e m t o p l a n m a s ı bakımın­
d a n k a m u h a k k ı d ı r h e m d e sarf edilmesi b a k ı m ı n d a n . B u g ü n k ü
d ü n y a d a b u n u n adı vergidir v e t ü m vergiler ' k a m u hakkı' veya
' k a m u malı'dır.

Zekât bir şemsiye kavramdır. B ü t ü n k a m u hak, m a l ve imkânları


z e k â t k a v r a m ı içinde saklıdır. İlk müfessirlerden M u h a m m e d bin
Cerîr et-Taberî (ölm. 310/922) bu gerçeğe işaret e d e r k e n şu yol­
da konuşmuştur:

' M â û n u engellemek' ifadesiyle gösterilmek istenen, surede kötüle-


nen zümrenin insanların hayrına yarayacak değerlerin yerine ulaş­
masına engel olduklarıdır. Burada, herhangi bir şeyin altı özellikle
çizilmemiştir. Halkın yararlanmasında kullanılacak her şey m â û n
kavramı içindedir. (Taberî, Câmiu'l-Beyan, cilt: 30, M â û n Suresi)

B u s u r e d e o m u r g a k a v r a m , k a m u yararıdır veya k a m u y a yararlı


veya zararlı olmaktır.

A r a p dilinin b ü y ü k u s t a l a r ı n d a n biri olan el-Ferra (Ebu Ya'la


Yahya bin Ziyad, ölm. 2 0 7 / 8 2 2 ) , m â û n u n o r t a k m a l l a r d a n biri
olan su a n l a m ı n d a da kullanıldığını söylemektedir. el-Ferra ş u n u
da ekliyor:
" M â û n , kul üzerindeki hakların genel adıdır. K a m u mallarının
yararlarını ifade için de kullanılır." (Sıddîk H a n , Fethu'l-Beyan fi
Makaasıdi'l-Kur'an, M â û n b ö l ü m ü )

Ebu Ubeyd (Kasım bin Sellâm, ölm. 2 2 4 / 8 3 8 ) , el-Müberred (Ebul


A b b a s M u h a m m e d b i n Yezîd, ölm. 2 8 6 / 9 0 0 ) , Zeccâc (ölm.
311/923) gibi dil u s t a l a r ı n ı n t ü m ü şu gerçeği ifade etmişlerdir:

" M â û n , insanların yararına olan küçük-büyük, az-çok her şeyi ifa­


de etmektedir." (Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 3/718; Ebul F e r e c
C e m a l ü d d i n A b d u r r a h m a n bin Ali el-Bağdadî; Zâdü'l-Mesîr fi
İlmi't-Tefsîr, 8/318; Sıddîk H a n , aynı yer)

Tefsir ve h a d i s a l a n ı n ı n o t o r i t e isimlerinden biri olan el-Hattabî


(ölm. 3 8 8 / 9 9 8 ) , m â û n u a n l a t ı r k e n ş u n u söylüyor:

" M â û n , kendisinden insanların yararlanmasını engellemek caiz ol­


mayan şeydir." ( H a t t â b î , Meâlimü's-Sünen, 2/75)

Böyle bir engellemeyi y a p a n yani m â û n suçu işleyen kişi, b ü t ü n


t o p l u m a karşı suçlu olur. Ç ü n k ü engellediği h a k k ı n s o m u t ola­
r a k k i m i n h a k k ı olduğu belli değildir. O halde böyle bir engele
sebep olanlar t ü m t o p l u m a karşı s u ç l u d u r . Ve mesela, fıkhın
anıt isimlerinden İbn H a z m (ölm. 4 5 0 / 1 0 5 8 ) , böyle bir s u ç l u n u n
'kardeşine k u d u r m u ş ç a saldırmış biri' olarak görülmesi gerekti­
ğini ö n e s ü r m e k t e d i r . (İbn h a z m , el-Muhalla, 6/156. Ayrıntılar
için bk. Sibaî, İştirakiyyetü'l-İslam, 192)

Suriyeli çağdaş fakîh Prof. Dr. Mustafa es-Sibaî (ölm. 1964), 'İslam
Sosyalizmi' başlığıyla kitaplaştırılan ve tarafımızdan T ü r k ç e ' y e
çevrilen (Yeni Boyut Yayınları, İ s t a n b u l , 2010) 'İştirakiyyetü'l-
İslam' adlı e s e r i n d e (Suriye, D â r u ' ş - Ş a ' b , 1962), 'Mâûn İlkesi'
adıyla bir başlık a t m ı ş ve m â û n k a v r a m ı n ı n a n l a m ı n ı ayrıntıla-
mıştır. (bk. ö z g ü n m e t i n , s.189-190, çeviri, s. 237-238)

M â û n u engellemek, k a m u h a k v e i m k â n l a r ı n ı n ait oldukları


yere, gitmesi g e r e k e n kimselere gitmesini engellemek olacaktır.
Aksi h a l d e ayet a n l a m s ı z kalır. Ebul Müfessirîn (Müfessirlerin
babası) u n v a n ı y l a a n ı l a n Fahreddin er-Râzî (ölm. 606/-1209),
tefsiri Mefâtîhu'l-Gayb'da M â û n S u r e s i n i n taşıdığı mesajlara dik­
k a t ç e k e r k e n ş u n u d a söylüyor:
" C e n a b ı Hak, bu surede, riyakârlık ile k a m u haklarının yerlerine
ulaşmasına engel olmak arasında ilişki k u r a r a k âdeta şöyle demek
istemiştir: Namaz/ibadet benim içindir, k a m u hakları halk için.
M â û n suresinin tanıttığı suçlular, Allah için olanı halka sunmaya
kalkıyorlar, halk için olanı da halkın yararlanmasından uzaklaştırı-
yorlar. Yani bu suçlular aynı a n d a h e m H a k k ' a h e m de halka kötü­
lük ediyorlar." (Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb, 32/116)

S u r e n i n son a y e t i n d e k i ifade bir k e l a m mucizesidir. ' K a m u n u n


mal ve haklarını çalıp çırpıp aşıranlar, yiyenler' denmiyor; 'kamu­
n u n hak ve imkânlarının ait olduğu yere gitmesini engelleyenler'
deniyor. Ö n e m l i olan, bu engellemedir.

Engellemek, çalıp çırpıp z i m m e t i n e geçirmekle, bizzat yemekle


olabileceği gibi, h a k k ı n yerine u l a ş m a s ı n ı engelleyen eylemlere
seyirci k a l m a k l a da olabilir. B a ş k a l a r ı n a yedirmekle de olabilir.
G e r e ğ i n i y a p m a m a k y ü z ü n d e n h a k l a r ı n yerine u l a ş m a s ı n ı ge­
ciktirmekle d e olabilir. K u r ' a n b u r a d a yine, k e n d i n e özgü k e l a m
h a r i k a l a r ı n d a n biriyle, suçluların sıvışmasında kullanılabilecek
yolların h e p s i n i tıkamıştır.

SURENİN TANITTIĞI İKİ G R U P SUÇ

M â û n suresi, insanlığı h e m v i c d a n ı n d a n h e m d e o m u z l a r ı n d a n
t u t u p sarsıyor, silkeliyor. M u c i z e l e r m u c i z e s i M â û n suresi iki
g r u p h a l i n d e beş suç tanıtıyor. S u ç l a r d a n bir t a n e s i h e r iki grup­
ta b i r d e n yer a l m a k t a , öteki dört suç ise h e r g r u b a ikişer ikişer
dağılmış b u l u n m a k t a d ı r . Bu iki g r u p suçu, s u r e d e kullanılan ke­
limelerden h a r e k e t l e şöyle verebiliriz:

1. Dini tekzîbden doğan suçlar:

Yetimi itip k a k m a k , yoksulu d o y u r m a m a k , m â û n u engellemek.

2. Veyl (lanet) sebebi olan suçlar:

N a m a z d a n / i b a d e t t e n gaflet, n a m a z d a / i b a d e t t e riya, m â û n u en­


gellemek.

D i k k a t edilirse m â û n u engellemek h e r iki g r u p t a b i r d e n yer al­


m a k t a d ı r . Yani m â û n u engellemek, h e m dini y a l a n l a m a s u ç u d u r
h e m d e l a n e t l e n m e y e s e b e p olan bir s u ç t u r . M â û n kelimesi, s o n
ayette bir Vav-ı âtıfe (atıf e d a t ı olan Vav) ile b a ş l a m a k t a , ko­
n u m u itibariyle, g r a m a t i k a ç ı d a n h e m t e k b a ş ı n a birinci veya
d ö r d ü n c ü ayete h e m d e aynı a n d a b u n l a r ı n ikisine b i r d e n bağla­
nabilmektedir. Biz bu ü ç ü n c ü ihtimali esas alıyoruz.

Ş u n u da g ö z d e n kaçırmayalım: İkinci g r u p suçların yer aldığı


ayetlerin ilki olan 4. ayetin b a ş ı n a k o n a n bir bağlaç, Fâ, iki g r u p
s u ç a r a s ı n d a irtibat k u r m a k t a d ı r . Bu irtibat bize gösteriyor ki,
bu iki g r u p s u ç u n h e r ikisinde birinci d e r e c e d e fail veya a z m e t ­
tirici d a i m a n a m a z a / i b a d e t l e r e gaflet ve riya b u l a ş t ı r a n l a r yani
dinciliğe b u l a ş a n l a r d ı r . O n l a r bu iki g r u p s u ç t a ya t a m faildirler
y a h u t d a azmettirici.

VEYL İ T H A M I N D A K İ AĞIRLIK

Birinci g r u p t a k i suçlar dini i n k â r e t m e sebebi sayılmıştır. D i n


içinde k a l a r a k k o n u ş u r s a k bir suça öngörülebilecek en ağır ceza
b u d u r . İkinci g r u p t a k i suçlar veyl ile cezalandırılmıştır.

Bir a n l a m ı da lanet olan ve R â z î ' n i n ifadesiyle 'daima en ağır suç­


lar söz konusu olduğunda kullanılan' veyl kelimesinin A r a p dili
lügatlerindeki karşılıkları şunlardır: şerrin benliğe girmesi, helak,
hüsran, geberesice olmak, cehennemde bir ateş nehri, cehennemde
bir vadi, cehennemde bir kapı...

Veyl, K u r ' a n ' d a kırk civarında yerde kullanılmıştır. B u n l a r ı n


t a m a m ı n a yakını, i n s a n haklarıyla ilgili suçları lanetleyen ayet­
lerdir. Bu s u ç l a m a l a r içinde, ibadetleri savsaklayarak g ü n a h k â r
olanlara ilişkin t e k tespit yoktur. T a m aksine, ibadet y a p ı p d a
o n a gaflet ve riyakârlık b u l a ş t ı r a n l a r veyle m u h a t a p kılınmış
yani lanetlenmiştir. Bu da dinler t a r i h i n i n en b ü y ü k devrimle­
r i n d e n ve bize göre, en b ü y ü k m u c i z e l e r i n d e n biridir.

Veyl ile l a n e t l e n m e y e s e b e p teşkil e d e n insanlık suçlarının ba­


ş ı n d a ş u n l a r gelmektedir: Tekzîb (fiillerle gerçekleştirilen ey­
lemli inkâr) şirk, z u l ü m , elleriyle yazdıklarını A l l a h ' t a n gelmiş
göstermek, azgınlık, adaletsizlik, y a l a n ve iftira, ölçü ve t a r t ı d a
hile, i n s a n l a r l a alay edip onları k ü ç ü k görmek, m a l ve servetle
ş ı m a r m a k , kalp katılığı, n a m a z l a r a gaflet ve riya b u l a ş t ı r m a k .
İlginç noktalardan biri de şudur: Veyl, kırka yakın yerin 12'sinde
tekzîb (fiillerle gerçekleştirilen eylemli inkâr) suçunu işleyenler
için kullanılmıştır. (Tûr, 1 1 ; M ü r s e l â t , 15, 19, 24, 28, 34, 37, 40,
4 5 , 47, 49, M â û n , 4 ) M â û n s u r e s i n i n ç o k b ü y ü k bir t a h r i p sebe­
bini g ü n d e m yaptığına bu gerçek de bir kanıttır.

MÂÛN SURESİ'NDEKİ AĞIR İTHAM VE T E H D İ T

M â û n suresi, i m a n dairesi içindeki i n s a n l a r ı n h e r a n düşebile­


cekleri b ü y ü k tehlikeye d i k k a t ç e k e n m ü s t e s n a bir beyyinedir.
M u h a t a b ı inkarcılar olmadığı gibi, din içinde o l u p da ibadetsiz
d u r a n i n s a n l a r d a değildir; t a m a k s i n e ibadet ehli zümrelerdir.
L a n e t l e m e d e kullanılan 'musallîn' kelimesi, 'namaz kılanlar' an­
l a m ı n d a K u r ' a n s a l bir t e r i m olmakla birlikte h e r t ü r l ü ibadet
e d e n i de ifade e t m e k t e d i r . Ç ü n k ü s ö z c ü ğ ü n aslı olan 'salât',
d u a ve ibadetlerin t ü m ü n ü ifade e d e n bir kelimedir. Dolayısıyla
'musallîn' t a b i r i n i n k a p s a m ı içine, özelde M ü s l ü m a n l a r , genelde
d e b ü t ü n din m e n s u p l a r ı girer.

B a ş t a namazlı-niyazlı M ü s l ü m a n l a r o l m a k ü z e r e b ü t ü n dinlerin
ibadet ehli m e n s u p l a r ı n a bir mesaj veriliyor:

"Eğer, k a m u haklarının, yerlerine ulaşmasına bir biçimde engel


olursanız yaptığınız ibadetler lanetlenmenizden başka hiçbir işe ya­
ramaz, size dinsiz-imansız muamelesi yapılır. Sakın nüfus kayıtla-
rınızdaki din hanesine veya mabetlere aboneliğinize güvenerek bu
gerçeği savsaklamayın; Allah yakanızı bırakmaz."

S u r e n i n ilk a y e t i n d e tipik bir t e k z î b d e n söz edilmektedir. Tekzîb,


i n k â r ı n bir şeklidir ki, açık ve k e s t i r m e d e n değil de dolaylı ve
d a h a ç o k eylemli olarak ifade edilir.

M â û n suresi, esrarlı ve m u c i z e üslubuyla, maskeli dinsizleri


açıkça küfürle i t h a m e t m e k yerine tekzîble i t h a m e d e r e k yolla­
r ı n ı n küfre çıktığını g ö s t e r m e k t e d i r . Bu dolaylı yolu k u l l a n m a s ı
belki de o t e k z î b erbabının t ö v b e l e r i n d e n ümitli o l d u ğ u içindir.
Şöyle veya böyle, Mâûn suresi, İslam imanı içinde varsayılan kişi­
lere en ağır ithamı getiren beyyinedir. Bu i t h a m a göre, bir i n s a n
namazlı-niyazlı M ü s l ü m a n g ö r ü n t ü s ü verse d e eğer k a m u n u n
h a k l a r ı n a t e c a v ü z ediyor, h a l k ı n m a l ı n d a n m ü l k ü n d e n çalıp çır­
pıyor veya k a m u h a k l a r ı n ı n hedeflerine u l a ş m a s ı n a bir biçim-
de engel oluyor, hele bir de bu yaptıklarını kıldığı n a m a z l a r l a
maskeliyorsa o n u n dini imanı olamaz. O, diliyle ne derse desin,
h a k i k a t t e dini inkâr etmiş kabul edilmelidir. Allah'ın ona layık
gördüğü sıfat ve kimlik dinsizlik, karşılık ise lanettir. D a h a s ı var:

K u r ' a n , M â û n m ü c r i m i tipe, m ü s l ü m a n (geniş anlamıyla Allah'a


teslim t ü m din m e n s u p l a r ı ) m u a m e l e s i değil, m ü ş r i k m u a m e l e ­
si yapıyor. Ç ü n k ü M â û n m ü c r i m i , m ü m i n sıfatını kaybetmek­
le k a l m a m ı ş , şirkin en n a m e r t şekli olan riya şirkine batmıştır.
Böyle birisi, kâfir olma ş a n s ı n a da s a h i p değildir. Ç ü n k ü o,
i n a n ç kimliklerinin en k ö t ü s ü n ü t a ş ı y a n müraî (riyakârlığı din
diye pazarlayan) tiptir.

Bu m u c i z e l e r m u c i z e s i s u r e n e d e n böylesine ağır bir i t h a m ge­


tirmiştir?

H e r şeyden ö n c e ş u n u hatırlayalım: K u r ' a n , z e n g i n i n m a l ı n d a


y o k s u l u n h a k k ı o l d u ğ u n u söylüyor, bu h a k k ı n yoksula bir bi­
ç i m d e verilmesi gerektiğini çok ısrarlı biçimde istiyor. Bu hak,
ya z e n g i n i n m a l ı n d a n alınıp yoksula verilecektir y a h u t da devlet
hazinesinden.

O halde, M â û n suresi, h a k k ı n ta kendisini ifade ettiği gibi adalet


ve m e r h a m e t i n de ta kendisini ifade etmiştir. Nasıl yapmıştır
b u n u ? 'İman maskeli şirk'i, b a ş k a bir deyişle, 'nitelikli imansızlık'ı
t a n ı t a r a k , ' i m a n d a n sonra küfür ü deşifre e d e r e k . . .

MAKBUL G Ö R Ü N Ü M L Ü MELUNLAR TANITILIYOR

M â û n suresi bize gösteriyor ki, i n s a n l a r a r a s ı n d a m a k b u l görü­


n ü m l ü m e l u n l a r olabilir, vardır.

U n u t m a y a l ı m ki, m a k b u l g ö r ü n ü m l ü m e l u n l a r dinsizliğin değil,


dinciliğin ü r ü n ü d ü r . Dinsizlik, m a k b u l g ö r ü n ü m l ü m e l u n l a r de­
ğil, m e l u n g ö r ü n ü m l ü m e l u n l a r üretir. H a t t a b a z e n m e l u n görü­
n ü m l ü m a k b u l l e r bile ü r e t i r dinsizlik... H a r a m yemeyen, dürüst,
insan haklarına saygılı nice dinsizler gördük. İşte M â û n suresi, bu
sırrı açıklıyor, bu p a r a d o k s u çözüyor.

M a k b u l g ö r ü n ü m l ü m e l u n l a r dincilik ü r ü n ü ise gerçek Tanrı


erlerinin, gerçek dindarların dincilikle mücadeleleri, dinsizlikle
mücadeleden önce gelmelidir. Ç ü n k ü dinciliğin s a v u n d u ğ u s a h t e
din, dinsizlikten fazla olarak, Allah'a gidiş ü m i t ve ihtimalini de
karartır. D i n c i n i n davet veya oyunlarıyla d i n e giren insan, ger­
çeği bulmadığı h a l d e " B u l d u m " iddiasındadır. İddiası isteğinin
engeli haline gelmiş kişinin kurtulması çok zordur. İ n k a r c ı n ı n hiç
değilse böyle bir iddiası y o k t u r .

Dincinin anlattığı dini bulmamak bulmaktan hayırlıdır. Allah'ı


inkarcıya buldurmak bir çile, dinciye buldurmak ise birkaç çile ister.

Tarihi d i k k a t l e ve tarafsız bir bakışla o k u d u ğ u m u z d a ş u n u apa­


çık görmekteyiz:

Allah'ı, Allah'a giden yolun engeli haline getiren dinciliğin hayata


soktuğu zulüm, hem yoğunluk hem de süre bakımından en büyük
zulüm olmuştur. Allahsızlığa fatura edilen zulümler, Allah'ı aldat­
ma aracı yapan zulümlerin yanında çok hafif kalmaktadır. İnsanoğ­
lu, Allahsızlığa fatura edilen zulümleri teşhis ve bertaraf etmede,
Allah ile aldatanların zulümlerine karşı mücadeleden daha başarılı
olmaktadır. Sebep açık: İnkâr zulümleri kutsalı paravan yapmadık­
larından insanın iç dünyasına sokulamıyorlar. Böyle olunca da ba­
şarı şansları ve ömürleri fazla olmuyor.

Kutsalı m a s k e y a p a n , yani Allah ile a l d a t m a y a d a y a n a n zulüm­


ler ise insanı ta c a n e v i n d e n y a k a l a m a k t a , g ö n l ü n ü , vicdanını
p r a n g a l a m a k t a v e z u l m ü fark e d e m e z hale getirmektedir. T a r i h e
b a k ı n : Allah ile a l d a t m a y a d a y a n a n engizisyon z u l m ü , yüzyıllar
s ü r m ü ş t ü r ; Tanrı'yı v e dini i n k â r a d a y a n a n k o m ü n i z m i n z u l m ü
ise sadece yetmiş yıl.

Bir gerçek d a h a var: İ n k â r ile aldatmayı esas alan k o m ü n i z m


yetmiş yılda t ü k e n m i ş t i r a m a p a r a s ı n ı n ü s t ü n e " S a d e c e T a n r ı ' y a
güveniriz b i z ! " y a z a r a k insanlığı a l d a t a n kapitalist F i r a v u n l u ğ u n
i m p a r a t o r l u ğ u öyle yetmiş seksen yılda bitecek gibi değildir.
O r t a d o ğ u ' d a k i ' M ü s l ü m a n ' nüfus kâğıtlı işbirlikçi ve eşbaşkan-
ları y a n ı n a a l d ı k t a n s o n r a bitiş ihtimali d a h a da azalmıştır. O
halde, K u r ' a n ' ı bir kez d a h a dinleyelim:

" D i k k a t edin; aldatan, sizi Allah ile aldatmasın!"


Hiçbir devirde ve hiçbir ülkede, hiçbir bela, Allah ile aldatma be­
lasından daha kötü, daha yıkıcı olamaz. Bütün zamanlarda ve bü­
t ü n mekânlarda en yakın ve en tehditkâr düşman daima dinciliktir.
T ü m milletler ve t ü m dinler için böyledir. Çünkü her dinde dindar
vardır ve o, rahmettir. Ve her dinde dinci vardır ve o, musibettir.

K u r ' a n ' ı n riyakârlığa bir n u m a r a l ı d ü ş m a n gözüyle b a k m a s ı se­


bepsiz değildir. Ç ü n k ü şirkin en n a m e r t i olan riya, melunu mak­
bul, iblisi İdris göstermeyi meslek edinmiş alçakların maskesi, aracı
ve sığınağıdır. Yüce Tanrı'nın riyaya duyduğu öfke, kendisini inkâr
da dahil, b ü t ü n olumsuzluklara duyduğu öfkeden daha büyüktür.
Mucize sure M â û n , Allah'ın bu b ü y ü k öfkesinin ifadeye k o n u -
luşudur.

EN ŞERİR TİP, MÜRAÎ TANITILIYOR

G e l e n e k s e l kabul, i n s a n l a r ı n i n a n ç kimliklerini verirken şu d ö r t


tipten bahseder:

1. Mümin: İçinden inanan ve b u n u dili ile ilan eden kişi.

2. Kâfir: İçinden inanmayan ve bunu dili ile ilan eden kişi.

3. Münafık: İçinden inanmayan ama diliyle b u n u n aksini söyleyen


kişi.

4. Müşrik: Allah'a inanan ama O'nun yanına yedek ilahlar ekleyen


kişi.

K u r ' a n , M â û n s u r e s i n d e beşinci bir tip d a h a belirtiyor: Mürâî...

O tip, dincilik t e z g â h ı n ı n ö n c ü s ü ve besleyicisi olan habis tiptir.


Bu habis tipin t a n ı n m a s ı n ı istemeyenler vardır. Veya çoğunluk,
o n u n t a n ı n m a s ı n ı n ö n e m i n i kavrayamamıştır. A m a meseleyi gö­
renler ve ö n e m i n i kavrayanlar da vardır. Müfessirlerin babası
unvanıyla a n ı l a n Fahreddin er-Râzî (ölm. 606/1209) b u n l a r ı n
b a ş ı n d a gelir. Râzî, M â û n Suresini tefsir e d e r k e n , bu s u r e n i n
münafık tipi değil, müraî tipi tanıttığını söylemekte, bu tipin
münafıkla farkına dikkat ç e k m e k t e d i r .
En şerir mahlûk: Müraî tip:

Müraî, sadece inanç tiplerinin en şeriri değildir, o aynı zamanda


mahlûkların da en şeriridir. Ç ü n k ü müraî, ileride göreceğimiz
gibi, H z . P e y g a m b e r t a r a f ı n d a n Allah d ü ş m a n ı ilan edilmiştir.
Allah d ü ş m a n ı n d a n d a h a şerir bir m a h l û k tasavvur edilebilir
mi? Bu tipi t a n ı m l a m a k t a çok z o r l u k çekeceğimizi itiraf ede­
lim. Ç ü n k ü b u t i p b u g ü n e k a d a r g ü n d e m yapılmamıştır. Belki
de g ü n d e m yapılması, yolu M â û n s u r e s i n e çıkaracağı için sav­
s a k l a m a y a gidilmiştir.

Bu tipi t a n ı m l a m a k için M â û n suresini iyiden iyiye i r d e l e m e k


gerekecekti. Bu irdelemeye niyeti o l m a y a n l a r ı n m ü r a î tipi göz­
d e n k a ç ı r m a l a r ı n d a n d a h a doğal bir şey o l a m a z . M ü r a î n i n söz­
lük a n l a m ı olan 'riyakâr' tabiri kullanılarak işin içinden çıkıldı­
ğını g ö r ü y o r u z . Oysaki M â û n suresi yepyeni ve diğerlerinden
t a m a m e n farklı bir ' i n a n ç tipi' ortaya k o y m a k t a d ı r . Riyakâr ke­
limesi bu tipi t a n ı m l a m a y a y e t m e z . Bu tipin M â û n suresi verile­
rine d a y a n ı l a r a k şöyle bir t a n ı m ı yapılabilir:

Müraî. inanç d u r u m u menfaatlerine göre sürekli değişen kahpe tip-


th\

Bu t i p i n taşıdığı t e m e l i n a n ç (veya inançsızlık) u n s u r l a r ı şun­


lardır: 1. Z a h i r d e inanmışlık, 2. İ b a d e t ve t a a t a devam, 3.
Riyakârlık, 4. D i n ve ibadetle sağladığı itibarı h a l k ı n malını ta­
lan e t m e k için k u l l a n m a k , yani çıkarcılık.

Müraî tipi geleneksel 4 tipten ayıran, çıkarcılıktır. M ü n a f ı k bile


çıkarı p e ş i n d e olmayabilir. K e n d i n e göre zorlukları, çekincele­
ri, k o r k u l a r ı vardır münafıkın. M ü r a î ise hiçbir çekincesi, hiçbir
k o r k u s u ve kaygısı o l m a k s ı z ı n sırf daha çok menfaat sağlasın diye
y a l a n a ve riyaya b a ş v u r m a k t a d ı r . İşte Allah'ı öfkelendiren ve
m ü r a î y e l a n e t yağdıran, b u d u r .

Bu u n s u r l a r ı d i k k a t e alarak m ü r a î tipi 'nitelikli müşrik' olarak


tanımlayabiliriz. Ç ü n k ü bu tip, riyaya bulaştığı için o t o m a t i k
olarak gizli şirke b a t m a k t a d ı r a m a şirkinde de s a m i m i değildir.
Ç ü n k ü çok ilahlı bir din o l m a s ı n a r a ğ m e n şirk de k a m u n u n hak­
larının g a s p ı n a izin v e r m e z . Böyle olduğu içindir ki müraî, 'ni­
telikli bir m ü ş r i k ' t i r .
M â û n s u r e s i n i n sarsıcı mesajını d i k k a t l e değerlendirdiğimizde
ş u n u söyleyebileceğiz:

Allah düşmanlığının k u r u m u olan şirkin en k a h p e mümessilleri,


müraîlerdir.

M â û n suresi bize gösteriyor ki, mürailik münafıklıktan d a h a


k u d u z bir şubedir. Ve mürailik, şirkin de en k u d u z şubesidir.
Ç ü n k ü içten ve d ı ş t a n samimiyetsizdir.

Kahpe-dönek tip:

Münafık, b a ş k a l a r ı n a karşı ikiyüzlü ise de k e n d i içinde sami­


midir. Yani münafık, i n k â r ı n ı içinde saklayarak dışa karşı m ü ­
m i n o l d u ğ u n u söyler. M ü r a î ise k e n d i içinde de s a m i m i değildir.
Çıkarı elverdiği ö l ç ü d e ve sürece i n a n m ı ş g ö r ü n ü r , inanmışlık-
t a n d a h a fazla yarar sağlayacak bir d u r u m z u h u r ettiğinde, için­
deki inancı kaldırıp atar.

Müraî, öylesine pis bir k a r a k t e r d i r ki, o n u n için ne i n a n m a k


diye bir mesele vardır ne de i n a n m a m a k ; o n u n için tek m e s e l e
vardır: D a h a çok dünyalık k a z a n a b i l m e k . D a h a çok dünyalık
k a z a n a b i l m e n i n en r a h a t ve risksiz yolu Allah ile aldatmak ol­
d u ğ u n d a n m ü r a î l e r ç o ğ u n l u k l a dinciler a r a s ı n d a n çıkar. Ve bu­
n u n içindir ki K u r ' a n , m ü r a i l i k m e s e l e s i n d e d a i m a dinciliğe ve
din z ü m r e s i n e (özellikle din a d a m l a r ı n a ) yollama y a p m a k t a d ı r .
Ç ü n k ü Allah'ın birinci d e r e c e d e n nefret ettiği k ö t ü l ü k l e r i n a n a
kanalı, o kanaldır.

Müraî, m ü n a f ı k k a d a r bile iç değere s a h i p o l m a y a n bir k a h p e ­


dir. Müraîyi T ü r k ç e d e en iyi t a n ı t a c a k tabir, öyle sanıyoruz ki,
'dönek' tabiridir. D a h a d o ğ r u s u ' d u r m a d a n dönen, habire kıvı­
ran, çıkarların rüzgârına göre yön ve söylem değiştiren tip' tabiri.
Münafık, d u r m a d a n d ö n m e z , o n u n iki hali vardır: Dışarıya karşı
i n a n m ı ş g ö r ü n m e k , k e n d i içinde inkarcı olmak. Yani münafı-
kın s a m i m i olduğu bir şey vardır: İmansızlığı. A m a b u n u saklar.
M ü r a î ise hiçbir samimiyeti olmayan, çıkar ve h e s a b a göre dur­
m a d a n d ö n e n bir k a h p e d i r . Biz b ü t ü n b u n l a r a d a y a n a r a k , ş u n u
söyleyeceğiz:
Dindar, inancının sebep olacağı b ü t ü n çileleri, ıstırapları sabırla,
tahammülle göğüsler. Dindar, dini yüzünden 'bir şeyler alma'nın
peşinde değildir, sürekli vermek niyetindedir. Müraî, namıdiğer
dinci ise dini h e p bir şeyler almanın, aşırmanın aracı yapar. Bu yüz­
dendir ki dindar ne kadar rahmetse müraî de o kadar musibettir.

Müfessir R â z î ' n i n t e s p i t i n e d ö n e l i m : B ü y ü k müfessire göre,


M â û n s u r e s i n i n bu 6. ayeti, m ü n a f ı k tipi değil, 'mürâî' tipi y a n i
riyakârı tanıtıyor. Şöyle diyor Râzî:

"Münafık, dışında iman gösterip içinde inkâr saklayan tiptir. Mürâî


ise kalbinde olmayan bir şeyi, samimiyeti varmış gibi göstererek
halkın kendisini 'mütedeyyin' sanmasını sağlayan tiptir."

K u r ' a n ' ı n verilerine v e R â z î ' n i n K u r ' a n a d ı n a yaptığı y o r u m a


d a y a n a r a k ş u n u söyleyebiliriz:

K u r ' a n ' a göre, içlerinde çıkarcılık saklayanlar, içlerinde inkâr sak­


layanlardan daha tehlikeli ve daha alçaktır.

Münafık, içinde i n k â r saklayan tiptir. İçi ile dışını bir t u t m a d ı ğ ı


için m ü n a f ı k d a bir riyakârdır a m a u n u t m a m a k lazım ki, m ü ­
nafık o l m a y a n riyakârlar, y a n i riyakârlıkları menfaatçılığa da­
y a n a n l a r , K u r ' a n ' a göre, d a h a tehlikelidir. Ç ü n k ü o n l a r ı n halkı
k a n d ı r m a ihtimalleri d a h a yüksektir.

M Ü F E S S İ R L E R D E N BİRKAÇ TESPİT

Mısırlı müfessir M u h a m m e d Abduh (ölm. 1905), tefsir notla­


r ı n d a n o l u ş t u r u l a n ö n e m l i eser el-Menâr'm Fatiha suresini tefsir
e d e n b ö l ü m ü n d e salâtı anlatırken, F â t i h a ' n ı n "Yalnız sana ibadet
eder, sadece senden yardım dileriz" ayetini, M â û n suresinin riyaya
d e ğ i n e n ayetiyle i r t i b a t l a n d ı r a r a k açıklıyor, i ş t e b i r k a ç satır:

" S a l â t ı n ( n a m a z ı n , ibadetin) fotoğraf ve lafızlardan ibaret kıs­


m ı n ı y e r i n e getirip o n u n ö z ü n d e n v e a m a c ı n d a n habersiz olan­
lar, M â û n s u r e s i n d e lanetle anılmışlardır. B u t ü r n a m a z kılan­
lar/ibadet edenler, fotoğraflarıyla n a m a z kıldıkları/ibadet ettik­
leri için ayette 'musallî' diye a n ı l m a k l a birlikte salâtın h a k i k a t i
o l a n 'kalbi Allah'a y ö n e l t m e k t e n gafil' o l d u k l a r ı n d a n 'salâtdan
habersizlik'le suçlanmışlardır. Bu habersizliğin vardığı n o k t a ise
'riyakârlık ve k a m u haklarının yerine ulaşmasına engel olmak' ola­
r a k gösterilmiştir." (Reşit Rıza, Tefsîru'l-Menâr, 1/87-88)

T ü r k asıllı bir müfessir olan Cârullah Zemahşerî (ölm. 5 3 8 / 1 1 4 3 ) ,


Keşşaf adlı anıt tefsirinde, M â û n s u r e s i n d e ele a l ı n a n riyayı 'şir­
kin bölümlerinden biri' olarak t a n ı t t ı k t a n s o n r a şöyle diyor:

" B u surenin dikkat çektiği hal üzere olan nice 'İslam' damga­
lı kişi vardır. H a t t a bunlar içinde bu riyakâr sıfatına m ü s t a h a k
nice 'ulema' unvanı taşıyanlar vardır." ( Z e m a h ş e r î , el-Keşşâf 'an
Hakaaiki't-Tenzîl, 4/289-290)

Mısırlı müfessir Ahmet Mustafa el-Merâğî (ölm. 1952) bu s u r e d e


salâtları 'veyl' ile anılanları a n l a t ı r k e n şunları söylüyor:

"Evet, onlar namaz kılarlar; fakat yaptıkları ameller sadece halk


görsün diyedir. Mallarından başkalarına bir şey verme yükümlü­
lüğüne asla girmezler...Bunların salâtları kendilerini 'dini yalanla­
yanlar' çizgisinden kurtarmaz. K a m u hakkı talancılarının, kendi­
lerini 'İslam' damgasıyla damgalamaları veya bu damgayı taşıma­
maları hiçbir fark yaratmaz. Allah'ın h ü k m ü tektir. Aşırılmış isim
ve unvanlar bu h ü k m ü değiştirmenin gerekçesi olamaz. Taşınan o
unvanlar ve isimler, gerçek anlamlarıyla Cenabı Hakk'ın m u r a d ı n a
uygunluk arz ettiklerinde bir değer taşırlar."

" D i n i tasdik edenleri dini yalanlayanlardan ayıran nitelikler adalet,


m e r h a m e t ve insanlara iyiliktir. Bu nitelikler yoksa din de yoktur."
( A h m e t Mustafa Merâğî, Tefsir, 10/250)

'MÜŞRİK İNANMIŞLIK' D E Ş İ F R E EDİLİYOR

H e m n a m a z kılıp/ibadet edip h e m d e ' d i n d a r ' m a s k e s i n i kul­


l a n a r a k k a m u h a k k ı t a l a n e d e n kişi, b u yaptığıyla 'muvahhit
inanmıştık' sıfatını yitirip 'müşrik inanmışhk' sıfatı altına gir­
miştir. 'Müşrik inanmışhk' tabiri birilerini şaşırtabilir, birilerini
de kızdırabilir. A m a ne yapalım ki, biz bu tabiri, K u r ' a n ' ı n bir
a y e t i n d e n aldık. K u r ' a n , bu meselede, d a h a sarsıcı bir h a k i k a t e
p a r m a k basıyor: İnsanlığın b ü y ü k ç o ğ u n l u ğ u n u n müşriklik hali
içine g i r m e d e n m ü m i n olmayı b a ş a r a m a y a c a ğ ı n a dikkat çeki­
yor. Şöyle diyor K u r ' a n :
" O n l a r ı n çoğu, müşrikler d u r u m u n a düşmüş olma hali dışında
Allah'a iman etmez." (Yusuf, 106)

K u r ' a n böyle sarsıcı bir b e y a n d a b u l u n u y o r s a , iş çok ciddî de­


mektir. İ n s a n o ğ l u n u n ayağının k a y m a m a s ı için ç o k ö n e m l i bir
gerçeğe işaret var d e m e k t i r . O işaretin ne o l d u ğ u n u , M â û n su­
resi bize gösteriyor.

Şirk bir a t e i z m ve dinsizlik olmadığı için, bir insan. Allah'a ve


dine inandığı halde müşrik olabilir. N i t e k i m K u r ' a n ' ı n birçok
ayeti, M e k k e m ü ş r i k l e r i n i n bu nitelikte i n s a n l a r o l d u ğ u n u açık
ifadelerle bildirmektedir. Biz bu k o n u y u , 'İnsanlığı Kemiren Yedek
İlahlı Din: ŞİRK' adlı e s e r i m i z d e genişçe anlattığımız için b u r a d a
ayrıntılara girmeyeceğiz.

ALLAH İLE ALAY E D E N L E R TANITILIYOR

M â û n s u r e s i n i n ç o k ağır bir t e h d i t t a ş ı m a s ı sebepsiz değildir.


Sebep, 'Allah'a oyun oynamak' ve 'Allah ile alay e t m e ' gibi ağır
hainliklerdir.

'Allah'a oyun oynamak' veya A l l a h ile alay etmek', s ı r a d a n bir


g ü n a h değildir; d o ğ r u d a n doğruya Allah düşmanlığıdır. H e m d e
Allah d ü ş m a n l ı ğ ı n ı n en k a h p e , en öfkelendirici olanıdır. O hal­
de, M â û n s u r e s i n i n ağırlığından söz ettiğimizde, Allah d ü ş m a n ­
larına ve Allah d ü ş m a n l ı ğ ı n a yönelik bir t e h d i d i n söz k o n u s u
olduğu u n u t u l m a d a n d e ğ e r l e n d i r m e yapılmalıdır.

H z . P e y g a m b e r ' i n bir soru ü z e r i n e yaptığı bir riya t a n ı t ı m ı var­


dır ki, i n s a n ı çıldırtacak k a d a r sarsıcıdır. Sahabî soruyor:

"Yarın, kurtuluş nasıl olacaktır, ey Tanrı Elçisi?"

T a n r ı Elçisi cevap veriyor:

" K u r t u l u ş u hak etmek için, Allah'a hile yapıp O'na oyun oynamak­
t a n vazgeçmek gerekir."

Yani bir i n s a n ı n eylemleri içinde 'Allah'a oyun oynamak' y o k s a


o, nihayet bir b i ç i m d e k u r t u l u r . Sahabî, d e h ş e t içinde t e k r a r so­
ruyor:
"Allah'a oyun oynamak nasıl olur, ey Tanrı Elçisi?"

C e v a p veriyor Yüce Peygamber:

" G ö r ü n ü ş t e , Allah ve Elçisi'nin emrettiğini yapar a m a içinden başka


şeyler peşinde olursan Allah'a oyun oynamış olursun. Riyadan sakı­
nın, çünkü riya, Allah'a şirk koşmaktır." (İbn H a c e r el-Heytemî,
ez-Zevâcir, 1/68)

C e n a b ı P e y g a m b e r ' i n b u sözü, M â û n suresinin tanıttığı m ü r a î


t i p i n en m ü k e m m e l t a n ı m ı d ı r . M â û n suresinin tanıttığı makbul
görünümlü melunlar, A l l a h ' a hile y a p m a y a k a l k a n alçaklardır.
Tanrısal öfkeyi b ü y ü t e n s e b e p işte b u d u r . Allah, elbette ki, ken­
disini m e r t ç e i n k â r e d e n l e r d e n ö n c e kendisini k a b u l ettiğini
söyleyip de O ' n a hile y a p m a alçaklığına tevessül e d e n l e r d e n in­
t i k a m alacak, öncelikle onları lanetleyecektir. M â û n s u r e s i n d e
d e b u n u yapmıştır.

'NİTELİKLİ İMANSIZLIK' D E Ş İ F R E EDİLİYOR

K u r ' a n , temel ibadetlerinden biri olan salâtı yerine getirmeyenleri


(ibadet etmeyenleri) lanetlemez, a m a m u n t a z a m a n salât eden bazı
kişileri lanetler, dinsizlikle itham eder. İşte dinler tarihinin, belki
de insanlık tarihinin en büyük devrimlerinden biri budur.

K u r ' a n , birçok a y e t i n d e 'imansızlığı' veya 'sıradan imansızlığı'


a n l a t ı p t a n ı t m ı ş t ı r . Bu s u r e d e deşifre edilen ve t a n ı t ı l a n ise 'ni­
telikli imansızlık'tır. Yani bu surede, öteki i m a n s ı z l ı k l a r d a n ç o k
d a h a ağır ve tehlikeli bir imansızlık tanıtılıyor.

Ayetin söylediğini a y n e n söyleyip 'dini yalanlayanlar' tabiri­


ni kullandığınızda, ortaya çıkacak t a b l o d e h ş e t verici oluyor:
Ç ü n k ü namazlı/ibadetli b i r t a k ı m riyakârların b u g ö r ü n t ü l e r i n e
r a ğ m e n , dinsiz-imansız, inkarcı olabilecekleri K u r ' a n ' ı n tanıklı-
ğıyla tespit edilmiş oluyor.

Nüfus k â ğ ı d ı n d a 'Müslüman' yazan, 'namazlı/ibadetli' i n s a n l a r ı n


'dini inkâr eden' i n s a n l a r olarak damgalanabileceklerini d ü ş ü n ­
m e k bile çıldırtıcı gelmektedir.
NİTELİKLİ DİNSİZLİK TANITILIYOR

M â û n suresi, teorik dinsizliği değil, fiilî dinsizliği deşifre ediyor.


T e o r i k dinsizlik z a t e n sahibi t a r a f ı n d a n ilan edilmektedir. O n u
t a n ı m a k için sıkıntıya d ü ş m e y e gerek yok. A m a t e o r i d e d i n e
i n a n m ı ş g ö r ü n ü p fiiliyatta din dışı olanların, deşifre edilmesini
bırakın, fark edilmesi bile çok z o r d u r . K u r ' a n işte bu zor işi hal­
ledip bizim ö n ü m ü z e n e t bir ç ö z ü m k o y m a k t a d ı r . N e ilginçtir
ki, t a r i h b o y u n c a fiilî dinsizliğin en zorlu temsilcileri d a i m a din­
ciler i ç i n d e n çıkmıştır, inkarcılar i ç i n d e n değil...

M â û n suresi bize en zalim dinsizlik t ü r ü n ü n dinci dinsizlik olduğu­


nu göstermek gibi, insan aklının asla keşfe demeyeceği bir yardımda
daha bulunuyor.

Dincilik, esası itibariyle kılık değiştirmiş bir dinsizlik t ü r ü d ü r .

D i n d a r l a r ve i n s a n a saygılı ateistler ve deistler, o r t a k bela olan


dincilik k a r ş ı s ı n d a bu gerçekleri bilerek m ü c a d e l e edecekler­
dir. Yoksa dincilik t ü m ü n ü yerle bir eder. Dincilik dinsizliği,
dini Allah'ın iradesine u y g u n olarak y a ş a m a k isteyenlere r a h a t
yüzü göstermemekte, onların dinin mensubu olduğunu kabul
e t m e m e k t e , onları dindışı ilan e d e r e k kararsızlık ve perişanlığa
i t m e k t e d i r : Dini, dinciliğin istediği gibi yaşasalar akılları, vic­
d a n l a r ı isyan ediyor, gerçeğine u y g u n yaşasalar dinciliğin i t h a m ­
l a r ı n d a n k u r t u l a m ı y o r l a r . Böyle zalim bir tezgâhı, hiçbir a t e i z m
veya z u l ü m ideoloj isiyle k ı y a s l a m a k m ü m k ü n değildir. Bu bela,
bu kahır, bu alçaklık sadece ve sadece dinci dinsizlik t a r a f ı n d a n
üretilmektedir.

'İMANDAN SONRA K Ü F Ü R ' TANITILIYOR

M â û n suresi, i m a n d a n s o n r a d ü ş ü l e n küfrü d e tanıtıyor.


' İ m a n d a n sonra küfür' tabiri, Ali İ m r a n suresi 86. a y e t t e n alın­
mıştır. Ayet ş u d u r :

"İmanlarından, Peygamber'in hak olduğuna tanıklıktan ve kendile­


rine apaçık ayetler geldikten sonra küfre sapan bir topluluğu Allah
iyiye ve güzele nasıl götürür? Allah, zalim bir topluluğu doğru yola
kılavuzlamaz?"
B u r a d a sözü edilen küfür ve z u l m ü n i m a n a girmiş i n s a n l a r ta­
rafından sergilendiği açıktır. Ç ü n k ü bu küfrü sergileyenlerin
başlangıçta i m a n sahibi oldukları, P e y g a m b e r ' i n h a k o l d u ğ u n a
tanıklıkları, k e n d i l e r i n e T a n r ı s a l b e y a n l a r ı n geldiği, altı çizile­
r e k ifade edilmiştir.

ŞİRKİN EN K A H P E T Ü R Ü OLAN ' G İ Z L İ ŞİRK' TANITILIYOR

D i n m e s e l e s i n d e temel d e r t l e r d e n biri de şirk (yedek ilahlı d i n )


ve küfür (gerçeği ö r t m e k ) k a v r a m l a r ı n ı K u r ' a n ' ı n anlattığı gi­
bi a n l a m a m a k o l m u ş t u r . Şirkle ilgili K u r ' a n ayetleri, gelenekçi
ekoller t a r a f ı n d a n a n l a m k a y d ı r m a l a r ı n a u ğ r a t ı l a r a k ilahî kela­
m ı n boyutları örselenmiş, vahyin enginliği ve genelliği kişisel ve
m e z h e p s e l kabullere hapsedilmiştir. Ve sanılmıştır ki, şirk sa­
dece Lât'a, M e n â t ' a , U z z a ' y a t a p m a k veya Allah'ı t ü m d e n yok
saymaktır.

Hayır, iş, hiç de böyle değil. K u r ' a n , şirkin en zehirlileri a r a s ı n a


i m a n ve d i n iddiası a l t ı n d a s a h n e l e n e n şirk t ü r l e r i n i k o y m a k ­
tadır. Bu n o k t a y a d e ğ i n e n yüze y a k ı n ayet v a r K u r ' a n ' d a . İyi
inceleyenler görürler ki K u r ' a n , i m a n patentiyle gizlenmiş iki
t ü r şirkten y a k ı n m a k t a d ı r :

1. Açıkça ifade ve itiraf edilen alenî şirk,


2. Riyakârlığa sapmak suretiyle düşülen gizli-maskeli şirk.

K u r ' a n , a ç ı k ç a ifade edilmediği h a l d e davranışlarla d ü ş ü l e n sin­


si şirkten şikâyetçidir. H z . P e y g a m b e r de şikâyetçidir. K u r ' a n
şöyle diyor:

" O n l a r ı n çoğu, müşrikler d u r u m u n a düşmüş olma hali dışında


Allah'a iman etmez." (Yusuf, 101)

" İ m a n edip de imanlarını herhangi bir zulümle kirletmeyenler var


ya, güvende olma/güvenilir olma işte onların hakkıdır; doğruyu ve
güzeli yakalayanlar da onlardır." ( E n ' a m , 82)

" B u halinizin sebebi şu: Allah'a, yalnız O'na çağrıldığınızda inkâr


etmiştiniz. O'na ortak koşulduğunda ise iman ediyordunuz. Artık
h ü k ü m , o en yüce, o en büyük olan Allah'ın." ( M ü m i n , 12)
K u r ' a n ' ı n ısrarla vurgu yaptığı şu gerçeği asla u n u t m a y a l ı m :
Cahiliye m ü ş r i k l e r i ateist değillerdi. O n l a r Allah'a inanıyorlardı.
O n l a r ı tevhit çizgisinden çıkaran, Allah'ı ortaksız, yardımcısız,
aracısız k a b u l e t m e m e k t i , (bk. L u k m a n , 25)

SALÂT, KAPİTALİZMİ MEŞRULAŞTIPJR MI?

M â û n suresi gösteriyor k i n a m a z kılmak/ibadet etmek, kapita­


lizmi yani parayı ilahlaştıran bir sistemi, bir d ü n y a g ö r ü ş ü n ü
m e ş r u l a ş t ı r m a z ; t a m t e r s i n e , ibadetle kapitalist t u t k u birleşti­
rilince M â û n suresi ihlali d o ğ a r y a n i i n s a n şirk bataklığına yu­
varlanır.

Kapitalizm, aldatılan kitlelerin sandığı gibi, mal-mülk sahibi olmak


değildir. Kapitalizm, mala-mülke kul olmak, malı-mülkü ilahlaş-
tırmaktır. İslam, işte bu ikinciye karşıdır. Emevîler İslam'ı işte bu
ikincinin aracı yaptılar. Bu ikincisi, K u r ' a n ' a göre h e m z u l ü m d ü r
h e m d e şirktir. Z a t e n şirk bizatihi z u l ü m d ü r . H e m d e e n b ü y ü k
z u l ü m l e r d e n biridir.

Küresel k a p i t a l i z m i n Haçlı ağaları, İslam d ü n y a s ı n d a n teda­


rik ettikleri maraba kapitalisti alt ağalar aracılığıyla m ü s l ü m a n
coğrafyalarda m e ş r u i y e t k a z a n m a k için bir 'namazlı kapita­
lizm' geliştirdiler. Bu m a r a b a k a p i t a l i z m i n i n öncüleri, örneğin,
T ü r k i y e ' d e z a m a n z a m a n 'Weber sosyolojisini izleyen Protestan
dindar m ü s l ü m a n tüccarlar' diye anılabilmiştir. Teolojik a n l a m d a
bir irtidadın, felsefî a n l a m d a ise m a r a b a k a p i t a l i z m i n e intisabın
ifadesi olan bu tabirler B O P veya Ilımlı İslam ile birlikte p o m ­
p a l a n d ı ve 'Anadolu'da Haçlılarla işbirliğinin altın çağı' sayılan
ikibinli yılların b a ş l a r ı n d a T ü r k i y e ' d e , b ü y ü k çalkantılar yarattı,

BESMELE Ç E K M E K HARAM YEMEYİ HELAL KILAR MI?

M â û n mesajı bize gösteriyor ki, en ideal ibadet olan n a m a z ı


m u n t a z a m a n y e r i n e g e t i r m e k bile h a r a m lokmayı, b a ş k a l a r ı n ı n
h a k k ı n a t e c a v ü z ü , özellikle k a m u h a k l a r ı n a t a s a l l u t u m e ş r u ­
laştırmaz, t a m aksine, böyle bir d u r u m d a n a m a z , o n u kılanın
l a n e t l e n m e s i n e vesile olur. Allah'a y a k ı n l a ş m a vesilesi olan na­
m a z , b a ş k a l a r ı n ı n h a k l a r ı n a bir b i ç i m d e t e c a v ü z ü dinleştirenler
için Allah'ın l a n e t i n e sebep teşkil eder. O halde, ş u n u sorabiliriz
ve sormalıyız:
Besmele ç e k m e k , örneğin, d o m u z eti yemeyi helal kılar m ı ?
M â û n suresi, geleneksel kabulleri y ı k a r a k şu cevabı veriyor:
Hayır, k ı l m a z !

Besmele çekmek, domuz yemeyi meşrulaştırmıyorsa domuzlaşmayı


hiç meşrulaştırmaz.

B a ş k a l a r ı n ı n h a k k ı n a t e c a v ü z l e elde edilmiş bir yiyecek h ü k m e n


d o m u z etidir. H a t t a o n d a n d a beterdir. Ç ü n k ü d o m u z eti yi­
yen, Allah'a t ö v b e ile kurtulabilir a m a h ü k m î d o m u z etini yani
b a ş k a l a r ı n ı n h a k k ı n ı yiyen, tövbe ile k u r t u l a m a z . Dini-imanı,
salâtı, o r u c u , kendisini a k l a m a vesilesi y a p t ı ğ ı n d a ise k a t m e r l i
d o m u z olur. D o m u z u n besmelesi, salâtı, o r u c u n e işe y a r a r !

Dinciliğin belirgin ş e y t a n l ı k l a r ı n d a n biri de şu d a y a t m a y ı d i n


diye ö n e çıkarmasıdır:

"Sen adamın yediğinin nereden, nasıl geldiğine değil, yemeğe baş­


larken besmele çekip çekmediğine bakacaksın! Besmele çekiyorsa
makbul ve m ü m i n adamdır. Sen m ü m i n adamla uğraşmayı bırak da
besmelesizlerle uğraş!"

M â û n suresi b u Allah v e i n s a n d ü ş m a n ı alçak t a v r ı n t a m tersini


istiyor: Yemeğe o t u r a n a d a m ı n yediğinin nereden ve nasıl kazanıl­
dığına bakacaksınız. B e s m e l e ç e k m e k bu gerçeği s a v s a k l a m a n ı z a
s e b e p olmamalıdır.

PAUL TILLICH'IN MÂÛN MESAJLI Y O R U M U

Tillich'in devrim mesajı: Telaffuz edilmeyen tanrı

Yüzyılımızın en b ü y ü k ilahiyatçı filozoflarından biri olan Paul


Tillich (ölm. 1965), geliştirdiği ve açıkladığı yepyeni bir kavram­
la, h e r i n s a n ı n gerçek T a n r ı s ı n ı n ve dininin, o n u n söz ve iddiala­
r ı n ı n değil, 'son ve bağlayıcı realite' o l a r a k seçtiği değer o l d u ğ u n u
ö n e s ü r e r e k dinler t a r i h i n d e ve felsefede yepyeni bir ufuk açmış­
tır. Bize göre, t a m a m e n K u r ' a n s a l o l a n bu b a k ı ş açısı, öncelikle
M â û n suresinden destek almaktadır.

Tillich, bir i n s a n ı n gerçek t a n r ı s ı n ı n , o i n s a n ı n h a y a t ı n ı n olmaz­


sa olmazı ve a m a c ı h a l i n e getirdiği değer (veya kişi) o l d u ğ u n u
söylüyor. T e z i n i n esası b u d u r . D â h i ilahiyatçı filozofa göre, in­
s a n ı n gerçek tanrısı, o n u n h a y a t ı n d a belirleyici o l a n neyse o d u r .
P a r a y s a para, k a d ı n s a k a d ı n , ş ö h r e t s e şöhret, m e v k i ise mevki,
ş i d d e t s e şiddet... Bilinen T a n r ı ve din söylemi, böyle bir i n s a n d a
bir p a r a v a n veya m a s k e o l a r a k kullanılabilir; b u n a itibar e t m e ­
m e k lazımdır.

Tillich, i n s a n ı n d e r i n l e r i n d e sakladığı ve h a y a t ı n a y ö n verici


kıldığı bu 'telaffuz edilmeyen Tanrı'ya, bu 'nihaî g ü c ' e 'ultimate
reality' (nihaî gerçek) ve 'ultimate concern' (nihaî b a ğ l a n m a ve
ilgi odağı) diyor. Bu olgu, h e r z a m a n , bir şeyin b e n i m s e n m e s i ,
bir b a ş k a şeyin inkârı olacaktır. Böyle o l u n c a da şu v a r o l u ş ger­
çeğinin altını ç i z m e k gerekecektir:

Her imanda bir inkâr, her inkârda bir iman vardır. Bunların hangi­
sinin gerçek olduğunu, kişinin nihaî realite olarak seçtiğine baka­
rak değerlendirmeliyiz, iddialara, söylemlere bakarak değil.

İ n s a n ı n 'son ve yüce ilgi noktası' (ultimate concern), esası bakı­


m ı n d a n t a n r ı s a l d ı r . Bu n i h a î ve yüce ilgi n o k t a s ı , h e r i n s a n d a bir
b a ş k a ad altında yaşayabilir. 'Son ve yüce ilgi noktası'nın dinler
t a r i h i n d e k i o r t a k adı 'Tanrı'dır.

Bizim son ve yüce ilgi değerimiz, bizim, olmak veya olmamak


n o k t a m ı z ı belirleyen değerdir. O, bizim s o n s u z l u k değerimizdir,
i n s a n , ait o l d u ğ u n u hissettiği ve özlediği bu değerle sürekli bir
b i ç i m d e a m a değişik adlarla, ilgilenmektedir. Tillich b u r a d a , 'va­
roluş' (existence) ve 'varlık' (being) ayırımı y a p m a k t a , 'varlık'ı
d a h a esaslı bir değer olarak g ö r m e k t e d i r .

Sonsuzluk değeri, bizim için sadece telaffuz edilen değer değil,


o n u n arkasındaki, altındaki varlık değeridir. O olmadan varoluştan
söz edilemez.

M â û n s u r e s i n i n söylemini esas alırsak, b u değerin b a z e n p a r a


ve h a t t a b a ş k a l a r ı n ı n h a k k ı n ı gasp e d e r e k elde edilen p a r a ola­
bileceğini g ö r ü y o r u z . S o n ve yüce ilgi (veya s o n s u z l u k değeri)
bir isim meselesi değil, bir belirleyicilik meselesidir. Adına Allah,
melek veya ölümsüz lider deseniz de eğer söz konusu nesne sizin
için 'olmak veya o l m a m a k ' noktasında belirleyici değilse o nesne
sizin 'son ve yüce ilgi değer'iniz olmaz. Ve bu haliyle dinin alanı
içine girmez.
İşte b u n o k t a d a , K u r ' a n ' ı n M â û n suresinin, n a m a z ı n ı - n i y a z ı n ı
menfaat aracı y a p a n v e b u aracı k u l l a n a r a k k a m u n u n hakları­
nı çalıp ç ı r p a n kişileri, n a m a z l a r ı n a - n i y a z l a r ı n a b a k m a d a n 'dini
inkâr edenler' olarak damgaladığını ve onları lanetlediğini bir
kez d a h a hatırlayalım. Böylesine ağır bir s u ç l a m a n ı n gerekçesi
n e d i r ? Belli ki, K u r ' a n , 'Allah ve d i n ' söylemlerine, ibadetlere,
n a m a z l a r a r a ğ m e n , bazı kişilerin, Tanrı'yı ve dini nihaî realite
olarak almadıklarını, o n l a r ı n gerçek bağlayıcı değerlerinin para,
dünyalık o l d u ğ u n u g ö r m ü ş ve i t h a m ı o n a göre yapmıştır.

S o n ve yüce ilgi değer sizin iddialarınızı, giysilerinizi, m a b e d e de­


vamınızı belirleyen değer değil, v a r o l u ş u n u z u belirleyen değer­
dir. Ve h e r i n s a n ı n böyle belirleyici bir değeri vardır. Şeklinizi,
sözlerinizi bilinen din ve T a n r ı belirlese de v a r o l u ş u n u z u belir­
leyen b a ş k a bir şeyse, sizin gerçek t a n r ı n ı z , bilinen T a n r ı değil,
o belirleyici değer olacaktır. Bu belirleyici değer, mesela, maldır,
paradır, şeyhinizdir, karınızdır, liderinizdir vs. Bu nihaî değer,
kişilerin söylediklerine b a k ı l a r a k değil, eylemlerine b a k ı l a r a k
belirlenmelidir. M â û n s u r e s i n i n yaptığı ve gösterdiği de b u d u r .

Ve h e r i n s a n ı n bu belirleyici değerinin din dışındaki alanlar­


da adı ne o l u r s a olsun, din dilindeki adı T a n r ı ' d ı r . (Tillich,
Systematic Theology, 1/13-15)

U n u t m a y a l ı m ki, İslam Peygamberi, ü m m e t i n i n parayı, altını,


g ü m ü ş ü a m a ç e d i n e n l e r i n i 'Paraya tapanlar' olarak nitelemiş
ve onları lanetlemiştir. Allah'a i n a n m a d a n p a r a y a t a p a n l a r la-
n e t l e n m e m i ş t i r de 'Allah'a inandığını söyleyerek m ü m i n l e r i
k a n d ı r ı p belirleyici değer olarak p a r a y a t a p a n l a r ı yani M â û n
m ü c r i m l e r i l a n e t l e n m i ş t i r . Ç ü n k ü T a n r ı Elçisi, onların, b ü t ü n
Allah ve din söylemlerine r a ğ m e n , esas ve nihaî ilgi noktaları­
n ı n p a r a o l d u ğ u n u bilmiştir. Resuli E k r e m ' i n bu tavrını, Paul
Tillich'in tespitleriyle veya P a u l Tillich'in tespitlerini, T a n r ı
Elçisi'nin bu tavrıyla birlikte bir kez d a h a değerlendirin.

P a u l Tillich'in bu t e m e l bakış a ç ı s ı n d a n h a r e k e t l e vardığı s o n u ç ­


ların en d i k k a t çekicisi, felsefî a n l a m d a bir a t e i z m i n varlığını
k a b u l ü n m ü m k ü n olmadığıdır.

Evet, Tillich'e göre, ateizm yoktur, T a n r ı ' n ı n b a ş k a bir adla anıl­


ması veya b a ş k a bir giysiyle ortaya s ü r ü l m e s i vardır. Yani şirk
vardır. Evet, a t e i z m y o k t u r , şirk vardır.
Nihaî ilgi kavramı, geleneksel anlayışların 'Zât' (varlığın dışın­
d a kişi) Tanrılarını h ı r p a l a m ı ş t ı r a m a v a h y i n tanıttığı T a n r ı ' n ı n
gerçek çehresiyle anlaşılması b a k ı m ı n d a n t a n ı m l a n a m a z büyük­
l ü k t e bir h i z m e t vermiştir.

D i n l e r t a r i h i n d e , ufuk çizgilerini K u r ' a n ' ı n belirlediği, siste­


me d ö n ü ş ü m ü n ü ise Tillich'in yaptığı 'Nihaî ilgi' kavramını,
Tillich'in b ü y ü k e s e r i n d e n giderek biraz d a h a irdeleyelim.

T a n r ı k a v r a m ı nihaî ilgi ile eşitlenirse, geleneksel din anlayışının


din içinde görmediği birçok i n s a n ' d i n d a r ' sıfatını kazanabile­
cektir. D a h a s ı : Deistler, dincilere nispetle d a h a s a m i m i m ü m i n ­
ler olarak ö n e çıkabilecektir. Bu, dinler t a r i h i n d e de genel insan­
lık t a r i h i n d e de bir devrimdir, bir d ö n ü m noktasıdır. Eklemek
z o r u n d a y ı z ki, Tillich'in bu yaklaşımı, o n d a n on üç asır ö n c e
y a ş a y a n İmamı Âzam'ın, bir t ü r deizm a n l a m ı n d a alınmış olan
i m a n ve m ü m i n anlayışının da bir t e k r a r ı sayılabilir. Ne yazık
ki geleneksel felsefî-teolojik alışkanlık, Tillich'in bu tespitini
alkışlamak y e r i n e o n u h ı r p a l a m a k , h a t t a ateist ilan e t m e k için
b a h a n e yapmıştır. Tıpkı İmamı Âzam'ın fikrini o n u n din dışı ilan
e t m e k için b a h a n e yaptığı gibi...

Evet, çok şaşırtıcı gelebilir ama, 20. yüzyılın bu dev ilahiyatçı


d ü ş ü n ü r ü , bazı çevrelerce ateistler arasına k o n m u ş t u r . Sebep,
geleneksel ilahiyatın T a n r ı anlayışını bir t ü r p u t ç u l u k gibi gör­
mesi ve T a n n ' y ı bir 'panteistik spiritüalizm' objesi y a p a r a k O ' n u
varlığın bizzat kendisi h a l i n d e algılamasıdır. Gelenekçilere
göre, Tillich, T a n r ı ' n ı n varlığını i n k â r etmiyor a m a O ' n u n o n t o -
lojik (bağımsız kişilik) y ö n ü n ü yok sayıyor. M u a r ı z l a r ı n a göre,
Tillich'in bu anlayışı o n u belki 'materyalist ateist' y a p m a z a m a
'teolojik ateist' olmasını da önleyemez.

Tillich bu n o k t a d a en b ü y ü k eleştiriyi, çağdaşı Sydney H o o k ' t a n


almıştır. Hook, Tillich'i eleştirmekle y e t i n m e m i ş , eleştirilerini
t a r i h e şu başlık a l t ı n d a eserleştirerek bırakmıştır: "The Atheism
of Paul Tillich" (Paul Tillich'in A t e i z m i ) , L o n d o n , 1962

Tillich, geleneksel teolojiyi bir biçimde eleştiren h e m e n herkesin


d ü ş ü n c e s i n i ö n e çıkarıp değerlendirmiştir. Geleneğin 'Allahsız'
damgasını v u r d u ğ u Nietzsche bu b a k ı m d a n çok tipik bir örnek­
tir. Tıpkı, geleneği K u r ' a n a d ı n a eleştiren M u h a m m e d İkbal gibi,
Tillich de, ikiyüzlülüğe en yıkıcı d a r b e l e r d e n birini v u r m u ş olan
N i e t z s c h e ' y i kucaklıyor, yüceltiyor. Ş u n u s ö y l e m e k t e gecikmi­
yor Tillich:

"Nietzsche'nin 'Tanrı öldü!' söylemi yadırganmamalıdır. O n u n


'Öldü' dediği Tanrı geleneksel Tanrı anlayışıdır ki. o. gerçekten
ölmüştür." (bk. James R. Lyons; The Entellectual Legacy of Paul
Tillich, 66)

P a u l Tillich'in ö l ü m s ü z m e s a j l a r ı n d a n h a r e k e t l e şu s o n u c a va­
rabiliriz:

Yedek-sahte ilahlı bir dine mensup olmaktansa dinsiz kalmak yeğdir.

Dinsizlikte, 'sahip olamadığımızın gerçeğini bulmak ümidi' var­


dır. S a h t e d i n d e ise bu ü m i t yok edilmiştir.

Olması gerekene yönelik ümitten yoksun kalmak, olması gerekene


sahip o l m a m a k t a n daha büyük bir beladır.
MEDENİYET
(karye)

M e d e n i y e t a n l a m ı n d a kullandığımız karye sözcüğü, K u r ' a n ' d a


tekil ve çoğul (kura) 50 k ü s u r y e r d e geçen bir kelime o l u p köy,
şehir, t o p l u m , yerleşim m e r k e z i , m e d e n i y e t havzası, bir m e d e ­
niyete v ü c u t v e r e n i n s a n t o p l u l u ğ u a n l a m l a r ı n d a kullanılmak­
tadır.

K a r y e n i n b u g ü n k ü dille en k e s t i r m e karşılığı, medeniyet birimi,


site-devlet (şehir devleti) o l a r a k verilebilir.

K u r ' a n , insanlık t a r i h i n i bir karyeler resmigeçidi gibi tanıtıyor.


Bu resmigeçitte bir karye ç ö k ü p gider, yerine bir b a ş k a s ı gelir.
Oluş, bir a n l a m d a bir karyeler sergilenişidir. Her karyenin, oluş ve
tarih mozaiğinde, başkasınca temsil edilemeyecek bir yeri ve ödevi
vardır. Z a m a n b a k ı m ı n d a n s o n r a d a n gelmiş bir karyenin, ö n c e ­
ki karyelerin h e p s i n d e g ö r ü l e n özellikleri topladığı y o l u n d a bir
sanıya K u r ' a n o n a y v e r m e z .

Her karye, bir işte, bir oluş ve erişte tek ve eşsizdir. Karyelerden
hiçbiri, k e n d i n e özgü seçkinlikte, bir b a ş k a s ı n c a temsil edile­
m e z . K u r ' a n , k e n d i ü s l u p güzelliği içinde b u k o n u y a d e ğ i n i r k e n
şöyle diyor:

"Biz nice karyeleri yerle bir ettik; ki onlar, seni içinden çıkardıkları
şu karyeden kuvvetçe daha ü s t ü n d ü . " ( M u h a m m e d , 13)

" G ö r m e d i n mi ne yaptı Rabbin Âd kavmine? Sütunlarla dolu İrem'e.


Ki beldeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı. Ve ne yaptı vadi­
de kayaları oyan Semûd kavmine? Ve kazıklar sahibi Firavun'a."
(Fecr, 6-14. Ayrıca bk. 30/9; 35/44)

Medeniyet yurdu karyelerin çöküşlerine sebep olan bir numaralı


bela, karye mensuplarının, özellikle yönetici-giidücü kadroların
zulme sapmalarıdır. (6/123) K u r ' a n ' ı n bu k o n u y a ilişkin beyan­
ları çok açık ve ibret vericidir. Ö r n e k olarak şu iki ayeti görelim:

"Biz; ülkeleri/medeniyetleri, halkları zulme sapmadıkları süre­


ce helak etmeyiz." (Kasas, 59. Ayrıca bk. 6/131; 11/102, 117,
2 9 / 3 1 ; 18/59; 22/45, 48)

Ne ilginçtir ki, K u r ' a n , Allah'a ve peygamberlere i m a n e t m e ­


m e n i n , karyeleri h e s a p v e azaba m a r u z b ı r a k m a s ı n ı n istisnaları
olabileceğini gösterirken (65/8) z u l m ü n yıkıcılığına hiçbir istis­
na t a n ı m a m a k t a d ı r . Z u l m e bulaşan karyenin helaki kaçınılmaz­
dır. Bu y ü z d e n z u l m e b u l a ş m ı ş k a r y e d e n u z a k l a ş m a k , bir i m a n
belirtisidir. (4/75)

Karyenin h e l a k ve tedmîrini hazırlayan s e b e p l e r d e n biri de itraf


y a n i servet ve refahla şımarıp a z m a k t ı r . B u n u n içindir ki, ç ö k ü ş
z a m a n l a r ı n d a karyeleri servet ve refahla azmış kodamanlar yöne­
tir ve temsil eder. (6/123)

K u r ' a n , mal ve n i m e t bolluğuyla b e s l e n e n dizginsiz refahın in­


sanı A l l a h ' a ters d ü ş ü r e c e ğ i n i v e b u n u n s o n u c u n u n d a ülkelerin
ve m e d e n i y e t l e r i n b a t m a s ı olacağını bildirmektedir:

"Yaşayışı şımarıklık ve gösterişe yol açmış nice kenti helak ettik


biz. İşte yerleri yurtları! Onlardan sonra oralarda çok az oturuldu.
Biziz vâris olanlar, biz!" (Kasas, 58; Ayrıca bk. Şûra, 27)

Servet ve refahla ş ı m a r m ı ş müstekbirler ( b ö b ü r l e n e n azmışlar)


ve mütrefler (servet azgınları), m e v c u t d u r u m l a r ı n ı k o r u m a k
için, yaşayan d ü z e n e terslik belirten h e r kıpırdanışı ezmeyi esas
alırlar. O n l a r ı n s a v u n d u k l a r ı , e s k i n i n k o r u n m a s ı v e m e v c u d u n
ihyasıdır. Ç ü n k ü hayatları yeniyi filizlendirmemeye bağlıdır,
(bk. 43/23) B u n u n içindir ki, sürekli yenilenmenin ve durmayan
inkılabın ö l ü m s ü z temsilcileri olan peygamberler, mütreflerin
u y k u s u n u kaçırır ve mütrefler, d ü ş m a n hedef olarak her z a m a n
peygamberleri seçerler, (bk. 34/34) Ç ü n k ü peygamberlik, bir an­
lamda mütreflerle savaşmanın, kozmik planlarca oluşturulan fıtrat
stratejisidir.

Karyelerin ç ö k ü ş l e r i n e yol açan sebepler y a n ı n d a onların m u t l u ­


l u k ve h u z u r l a r ı n ı b o z a n yanlış gidişler de vardır. Peygamberlere
t e r s d ü ş m e n i n b u n l a r d a n biri o l d u ğ u n u y u k a r ı d a g ö r d ü k . Bir
diğeri de sanayileşmedir, (bk. b u r a d a , Sınâat m a d . ) B u r a d a k i
sanayileşmeyi, t a b i a t v e i n s a n ı n dengelerini b o z m a k şeklinde
a n l a m a k gerekir.

Karyeler ü z e r i n e göklerin öfkesini ç e k e n o l u m s u z gelişmelerden


biri de fısk (sapma, günaha batma) o l a r a k gösterilmektedir, (bk.
29/34) Fıska b a t a n bir ülkeye göklerin öfkesi, bir bela ve a z a p
y a ğ m u r u gibi gelir. (25/40)

Şöyle veya böyle, b ü t ü n karyelerin bir s o n u vardır. (15/4; 18/59;


21/6) H e r karye, oluş b ü n y e s i n d e k e n d i s i n e ayrılan süreci ta­
m a m l a r v e t a r i h i n kalıntıları a r a s ı n a nakledilir. T ü m karyeler,
k ı y a m e t g ü n ü n d e n ö n c e birer d o ğ u ş ve oluş yaşadıkları gibi, bi­
rer ç ö k ü ş ve ölüş de yaşayacaklardır. (17/58) O l u ş , bir anlam­
da, karyelerin batış ve d o ğ u ş u d u r . (21/11) S ü r e ç t e k i işi t a m a m ­
l a n a n karye bir masal, bir hatıra, bir söylenti h a l i n e getirilir ve
d a r m a d a ğ ı n o l u p gider. (34/15-19) Kimisi geceleyin batıverir,
kimisi öğlen u y k u s u n d a . (7/ 4)

K u r ' a n , karyelerin b o z g u n v e h u z u r s u z l u k k a y n a k l a r ı n d a n biri­


n i n de krallar ( m ü l û k ) o l d u ğ u n u söylüyor. Krallar, karyelerde,
o n u r b u r c u n d a o t u r m a s ı gerekenleri aşağılara i n d i r i p sefilleri
y u k a r ı l a r a çıkarır. K u r ' a n ' ı n deyimiyle " ü l k e n i n o n u r l u l a r ı n ı
o n u r s u z l a r d e r e k e s i n e indirir." (27/34) B u k o n u y a d e ğ i n e n
ayet, dolaylı bir y o l d a n K u r ' a n ' ı n krallar ve krallıklar k o n u s u n ­
daki anlayışını da ifadeye k o y m u ş oluyor.

Karye k a v r a m ı n ı n bir ö n e m l i ilintisi de k o z m i k uyarıcılarladır.


K u r ' a n ' a göre, her karyeye bir veya birkaç kozmik uyarıcı (nebi
veya resul) m u t l a k a gönderilmiştir. H i ç b i r karye, k e n d i s i n e uyarı­
cı g ö n d e r i l m e d e n helak edilmez. (6/ 1 3 1 ; 7/94; 2 5 / 5 1 ; 26/208;
28/59)

K u r ' a n , A l l a h ' ı n karyeler ile ilgili a r z u s u n u n , t ü m karyeleri gök­


l e r d e n ve y e r d e n g ö n d e r i l e n bereketlerle n i m e t l e n d i r i p besle­
m e k o l d u ğ u n u söyler. B u n u n şartları ise i m a n v e takvadır. N e
yazık ki insanlık bu şartları h a y a t ı n a hiçbir z a m a n e g e m e n kıl-
m a m ı ş t ı r . (7/96)

Karyelere gelen tanrısal mesajlar, karyelerin tarih ve oluş sürecin­


deki konumları ve çaplarıyla orantılıdır.
V a h y i n son toplayıcısı o l a n Kur'an, karyelerin anasını ( ü m m ü ' l -
kurayı) yani en büyük uygarlığın temsilcilerini uyarmak için gön­
derilmiştir. B ü t ü n karye d e n e m e l e r i n i y a ş a y a n insanlık, karyele­
rin a n a s ı n a v ü c u t v e r m e n o k t a s ı n a gelmiş o l d u ğ u n d a n o n u uya­
r a c a k mesaj ve p e y g a m b e r de en b ü y ü k ç a p t a olacaktır. K u r ' a n
bu inceliğe d i k k a t ç e k e r k e n şöyle diyor:

"İşte böyle! Biz sana Arapça bir K u r ' a n vahyettik ki, ülke ve me­
deniyetlerin anasını ve çevresindekileri uyarasın. Ve toplama günü
k o n u s u n d a da uyarıda bulunasın." (Şûra, 7; 6/92)

Ş u n u d a ekleyelim:

K u r ' a n , h a t ı r a ve s e r ü v e n l e r i n d e n bir kısmını anlattığını söyle­


diği (bk. 7/101) eski t o p l u l u k ve m e d e n i y e t l e r i n kalıntılarını,
h a t ı r a l a r ı n ı birer ilahî ayet ve ibret o l a r a k incelemeyi ısrarlı bir
emir olarak insanlığa yöneltmiş b u l u n m a k t a d ı r , (bk. 3/137;
6 / 1 1 ; 16/36; 27/69; 29/20) Bu e m r e aykırı d a v r a n a n l a r veya
a n ı l a n tetkiki gereğince y a p m a y a n l a r ısrarlı bir b i ç i m d e k ı n a n ­
m a k t a d ı r , (bk. 12/109; 30/9; 35/44; 47/10)

G e ç m i ş karyelerin ve milletlerin m i r a s ve t a r i h l e r i n i inceleme,


istisnasız h e r kalıntıya u z a n m a l ı d ı r . B u n l a r ı n h e p s i tek t e k ayet­
tir, (bk. b u r a d a , Ayet m a d . ) H a t t a , mesela, sulara g ö m ü l e r e k
b o ğ u l a n F i r a v u n ' u n cesedi ( m u m y a s ı ) bile, ilahî bir ibret t a b ­
losu (ayet) o l a r a k t e t k i k edilsin diye yok edilmemiş, geriye bı­
rakılmıştır. (10/92)
MELÂMET
(levm ahlakı)

Eleştiri ve k ı n a m a a n l a m ı n d a k i levm ve m e l â m e t , K u r ' a n ' d a tü­


revleriyle birlikte 14 yerde geçer.

K a a m u s m ü t e r c i m i Âsim Efendi (ölm. 1819), levm sözcüğü­


n ü , o m u h t e ş e m T ü r k ç e s i ile şöyle a n l a m l a n d ı r ı y o r : "Serzeniş
manasınadır ki, Türkçe'de k ı n a m a k tabir olunur."

Levm, Kur'an'da, h a y a t ı n en yaratıcı d e ğ e r l e r i n d e n biri o l a r a k


gösterilmektedir. Levmi k e n d i h a y a t ı n d a işletmeyenlerin m a r u z
kalacakları acı son, çok ilginç bir t a b l o h a l i n d e ş e y t a n ı n ağzın­
d a n verilmiştir. S o n h e s a p g ü n ü n d e ş e y t a n d a n şikâyetçi olanla­
ra b i z z a t şeytan şöyle diyecektir:

"Beni levm etmeyin, kendi benliklerinizi levm edin!" ( i b r a h i m , 22)

B u n u n ç ö z ü l m ü ş şekli ş u d u r : V a k t i n d e k e n d i n i z i levm edebil-


seydiniz, şimdi b e n i levm e d e r e k t a t m i n e çalışmazdınız.

L e v m i n yaratıcı bir değer olarak h a y a t a girmesi için özeleştiri


h a l i n d e işlemesi g e r e k m e k t e d i r . K u r ' a n bize gösteriyor ki, ya­
ratıcı benlik, bir anlamda, kendini eleştiren benliktir. H e r şeyden
ö n c e , i n s a n , k e n d i iç benliğine y ö n e l e n keskin bir bakış o l a r a k
gösterilmektedir:

" G e r ç e k şu ki insan, öz benliği üzerine yönelmiş keskin ve derin bir


bakıştır." (Kıyame, 14)

Böyle bir varlığın varoluş b ü n y e s i n d e k i yeri elbette b ü y ü k ola­


caktır. Yapısındaki bu levm özelliğini, yaratıcı ve k o n t r o l edici
bir faaliyet h a l i n d e işlevsel kılan bir benliğin değeri öylesine bü­
y ü k t ü r ki, b i z z a t Yaratıcı, bu benliğin varlığına y e m i n e d e r e k
onu yüceltmektedir:
"Kendisini ısrarla kınayan benliğe yemin ederim ki iş, onların san­
dıkları gibi değil!" (Kıyame, 2)

AYDINLANMA SANATI OLARAK MELÂMET

L e v m i n i n s a n hayatını y u k a r ı b o y u t l a r a t a ş ı m a s ı n d a , aydının
yani bilen, fark e d e n i n s a n ı n d u r u m u çok önemlidir. Levmi ol­
m a y a n aydın, aydınlığının hakkını vermeyen, s o r u m l u l u ğ u n u n
bilincinde o l m a y a n benliktir. Aydın, bir anlamda levm edebilen
insandır. Ç ü n k ü aydın, u y a r a n insandır. Uyarı, esası itibariyle
bir eleştiri, bir levmdir. B u n u n içindir ki, aydınlığın ö n c ü l e r i
olan peygamberlerin t e m e l sıfatlarından biri de 'nezîr' yani uyarı­
cı olarak belirlenmiştir. Uyarıcı niteliği olmayan benlik, aydın ola­
maz. U y a r m a k için ise iki t e m e l niteliğe sahip b u l u n m a k gerekir:

1. Özeleştiriyi sürekli işletmek,


2. O n u n b u n u n kınamasına takılarak yürüyüşü d u r d u r m a m a k .

L e v m i n inandırıcı ve i ç t e n o l m a s ı n ı n göstergesi ise o n u n ö n c e ­


likle s a h i b i n e yönelmesidir. Kendi benliğinden başlayarak, kendi
yakınlarım, kendi yandaşlarını, kendi ortaklarını ve nihayet, kendi
coğrafyasını bireysel ve toplumsal düzlemlerde eleştiremeyen veya
eleştirmeyen bir aydından insanı yukarı boyutlara çeken düşünce
üretimi beklemek boşunadır.

Yaratıcı k u d r e t , t e k â m ü l y o l u n d a h a y v a n d a n i n s a n a geçişin ka­


pısını 'levvâme' yani k e n d i n i eleştiren benlik olarak tanımlıyor.
Bu eleştirme, çekirdek varlık olan bireyin k e n d i ' b e n ' i n i eleştir­
m e s i n d e n başlar, bir ulusu eleştirmekle d e v a m e d e r ve nihayet
kıtaların, m e d e n i y e t l e r i n eleştirisine u z a n ı r . Bu b o y u t l a r ı n h e r
biri k e n d i ç a p ı n d a birer benliktir. B u n l a r ı n çekirdeği olan bireyin
bu boyutların h e r b i r i n e bir levvâme yapısı k a z a n d ı r m a s ı , o n u n
insanlık b o r c u d u r . Bu b o r c u n a l t ı n d a n kalkabilecek y e t e n e k ve
donanımda olup da konuşmayanlarla, konuşanlardan rahatsız
olanlar insanlık d ü n y a s ı n ı n en sefil yaratıklarıdır. K u r ' a n onları
'hakkı saklayan zalimler' olarak d a m g a l a r k e n , İslam'ın m u a z z e z
Peygamberi o n l a r d a n 'dilsiz şeytanlar' diye söz e t m e k t e d i r .

Levvâme sırrı, yani benliğin özeleştiri y a p m a s ı işletilmeden hiç­


bir a l a n d a ileri b o y u t l a r a g e ç m e n i n m ü m k ü n olmayacağı, varo­
l u ş u n e n esaslı k a n u n l a r ı n d a n biridir. N i t e k i m g ü n ü m ü z İslam
d ü n y a s ı , eleştiriden r a h a t s ı z olduğu, eleştiri y a p a n l a r ı d ü ş m a n
ilan ettiği içindir ki dibine yuvarlandığı zillet ve sefaletin k a h r ı n ­
d a n bir t ü r l ü k u r t u l a m ı y o r . Nasıl k u r t u l s u n ? ! " K i t a b ı m " dediği
K u r ' a n , eleştirisiz t e k â m ü l o l m a z diyor; İslam d ü n y a s ı ise eleş­
tiri y a p a n l a r ı d ü ş m a n ilan ediyor. İslam d ü n y a s ı övülmek, h e p
ö v ü l m e k istiyor.

L e v v â m e s ı r r ı n d a n n a s i p l e n m e k , v a r o l u ş y o l u n d a mesafe alan
bir benliğin belirgin özelliği o l d u ğ u n a göre, 'varolan benlik' (ka­
davra benlik değil) eleştiriyi h e r o r t a m d a y a p a c a k t ı r . Ç ü n k ü
levvâme nefs (özeleştiri y a p a n , b u n u bir oluş ilkesi h a l i n d e iş­
leten benlik) y ü c e l m e n i n m o t o r g ü c ü n ü n b u eleştiri o l d u ğ u n u
iyi bilir. Ve bilir ki, bu eleştiriden k a ç m a k , benliğin, v a r o l u ş a
i h a n e t i , pelteleşmeyi ve sünepeliği yeğlemesidir.

Kendini eleştirmeyenin eleştireceği başka bir şey olamaz. Eleştiri


hakkına sahiplik belgesi, benliğin kendini eleştirme gücüne ulaş­
masıyla elde edilir.

KÂMİL İNSAN YARATMA SANATI OLARAK MELÂMET

K u r ' a n ' d a n ş u n u ö ğ r e n i y o r u z : Allah dışında bir kuvvete teslim


olmamak ve böyle bir kuvvete dayanmamak, faal bir ahlak gerçeği
olarak hayata ancak melâmet sayesinde girebilir. M e l â m e t , i n s a n ı
k a d e r i n e h â k i m kılmak isteyen K u r ' a n ' ı n 'kendi varoluşunu ken­
di eliyle gerçekleştirme gücü' olarak ö n e çıkardığı s a n a t ı n diğer
adıdır. Meseleyi bu K u r ' a n s a l yapısıyla en ideal şekilde kavra­
y a n d ü ş ü n ü r l e r d e n biri, belki de birincisi M u h a m m e d İkbal'dir.
Şöyle diyor:

" İ n s a n bir özgür-sorumlu varlıktır. İnsan, kaderini kendi yaratan


bir varlıktır ve o n u n esas işi bu kaderi oluşturmaktır. Tanrı ile insan
arasında herhangi bir aracı söz konusu değildir.

"Tanrı, insan haklarını doğuran gücün diğer adıdır."

" K u r ' a n , Hz. İsa'yı Tanrı'nın r u h u olarak görmesine rağmen,


Hristiyanlıktaki 'Tanrı ile insan arasında aracı' (redeemer) fikrine
şiddetle karşı çıkmaktadır."

İkbal, H r i s t i y a n l ı k ' t a k i kilise otoritesiyle 'kurtancı-mesih' fik-


rinin, 'insanın kendi kendine yetmezliği' t e z i n e dayandığını,
K u r ' a n ' ı n , 'insanın b ü t ü n gelişme imkânlarını felç eden' bu tezi
yıktığını ifade e t m e k t e d i r . (İkbal, Mam As An Ethical and Political
ideal, 67-68) Ve İkbal, n i h a y e t şu s o n u c a varıyor:

"Güçlü bir bedende güçlü bir irade formülü, İslam'ın ahlaksal ide­
alinin kısa bir ifadesidir." (Age. 74)

K u r ' a n ' ı n , i m a n ı n en güçlü belirtisi olarak tanıttığı melâmet,


i n s a n ö z ü n ü n şekle ve realitenin aldatıcı g ö r ü n ü ş e karşı ko-
n u l u ş u d u r . Şekil, aldatıcıdır. Varlık ve oluşta, genellikle, görü­
nen, esas gerçeği gizler. O h a l d e gerek ontolojik p l a n d a gerekse
metafizik v e ahlaksal p l a n d a g ö r ü n e n l e y e t i n m e k v e g ö r ü n e n e
birinci d e r e c e d e değer v e r m e k bir seviyesizliktir. G ö r ü l e n i n ar­
k a s ı n a geçmek gerekir.

İ n s a n l ı k tarihi, basit el z a n a a t i n d e n en ileri s a n a t a , basit teker­


l e k t e n göklerin fethine k a d a r n e b a ş a r m ı ş s a , m e l â m e t y o l u n d a
y ü r ü y e n l e r sayesinde başarmıştır. G ö k l e r i a r a ş t ı r a n Tales, gök­
lere b a k a r a k y ü r ü d ü ğ ü bir sırada farkında o l m a d a n bir ç u k u r a
d ü ş m ü ş ve b u n u g ö r e n bir k a d ı n şöyle demişti: "Senin nene la­
zım gökleri incelemek, önündeki ç u k u r u görmüyorsun, be a d a m !"
A m a Tales b u n a r a ğ m e n gökleri incelemeye d e v a m etmiştir.

En geniş anlamıyla m e l â m e t , işte b u d u r : Sadece iğretiyi ve al­


datıcıyı görebilenlerin tenkit ve saldırısına aldırmadan yürümek.
Yaratıcı benliğe dışarıdan, k a l a b a l ı k t a n gelen k ı n a m a l a r yaratıcı
yürüyüşü aksatmamalıdır. Bu kınamalara takılarak yürüyüşü
a k s a t a n r u h , z a t e n yaratıcı r u h o l a m a z .

G e r ç e k şu ki, yaratıcı r u h u sürekli kınayan şuursuz kalabalık, iki


yüz kilometre süratle yol alan bir trenin arkasından havlayan kö­
peklere benzer. Köpek havlamaları yüzünden tren durdurulmaz.

MELÂMETİN İKİ İŞLEVİ

K u r ' a n , özlediği Prometheus ( k a h r a m a n - a y d ı n tip) t i p i n i n te­


mel özelliğini 'levm' yani özeleştiri olarak belirlemektedir.

K u r ' a n ' ı n verilerinden anlıyoruz ki, melâmet veya levm ahlakının


biri merkezden çevreye, ikincisi çevreden merkeze olmak üzere iki
seyri, iki g ö r ü n ü m ü vardır.
Birincisi, benliğin k e n d i eleştirisini bizzat k e n d i s i n i n y a p m a s ı
a n l a m ı n d a levmdir ki, K u r ' a n b u n u ifade e d e r k e n insanı, 'öz­
eleştirisini titizlikle yapan benlik' (en-nefs-ü'l-lewâme) olarak ta­
nıtıyor. İ n s a n ı n b ü t ü n yaratıcılıklarının, o a r a d a b ü t ü n ahlaksal
e r d e m ve d e ğ e r l e n d i r m e l e r i n i n t e m e l i n d e 'içsel gözlem' (intros-
pection) diye ifade edebileceğimiz derûnî muhasebe y a t m a k t a d ı r .
Bu gerçek, K u r ' a n ' ı n özellikle şu üç beyyinesinde ölümsüzleşti-
rilmiştir:

" K e n d i benliklerinin içinde olup bitenleri de mi düşünmediler!"


( R u m , 8)

"İş, onların s a n d ı k l a n gibi değil! Kıyamet g ü n ü n e yemin ederim


ki, öyle değil! Kendisini ısrarla kınayan benliğe de yemin ederim."
(Kıyame, 1-2)

" G e r ç e k şu ki, insan, öz benliği üzerine yönelmiş keskin ve derin bir


bakıştır." (Kıyame, 14)

Bir kere, özeleştiri y a p a n benliğe y e m i n edilmiş olması, bu ben­


liğin varlık ve oluş b ü n y e s i n d e çok ö n e m l i bir yer t u t t u ğ u n u n
kanıtıdır. N i t e k i m K u r ' a n bu levvâme nefsi, i n s a n benliğinin
yedi m e r t e b e s i n d e n biri o l a r a k belirlemiştir.

Özeleştiri a n l a m ı n d a m e l â m e t i n elbette ki 'ben' k a v r a m ı n ı n bü­


t ü n b o y u t l a r ı n d a işletilmesi esastır. Yani levvâme benlik, mis­
tik çevrelerin sandığı gibi sadece bireyde söz k o n u s u değildir.
K u r ' a n p e n c e r e s i n d e n b a k t ı ğ ı m ı z d a levvâme benlik bireyden
başlayarak, grupsal, bölgesel, t o p l u m s a l , ulusal ve nihayet ulus­
lararası benlikler h a l i n d e işlevsel olmalıdır.

Medeniyetler de birer benliktir; onlar da özeleştiri yapmalıdırlar.

"Kente/medeniyete de sor!" (12/82) e m r i n i v e r e n k i t a p K u r ' a n '


dır. O h a l d e o n u n özeleştiri y a p a c a k benlik kavramı, işaret etti­
ğimiz b u b o y u t l a r ı n t ü m ü n ü k u c a k l a y a c a k bir k a v r a m olacaktır.
K u r ' a n ' ı n m e l â m e t anlayışı, h e r bireyin olduğu k a d a r her mille­
tin ve her m e d e n i y e t i n de özeleştiri y a p m a s ı n ı esas alan yaratıcı
bir k a v r a m d ı r .

L e v m i n ikinci g ö r ü n ü m ü ise 'çevreden gelen eleştiri ve kınamaları


iman ve misyonun ö n ü n e geçirmemek' olarak tanımlanabilir. Bu
n o k t a d a en ö n e m l i ayetler şunlardır:
"Ey inananlar! İçinizden kim dininden dönerse şunu bilsin: Allah,
yakında, kendilerini sevdiği ve kendisini seven, müminlere kar­
şı boynu bükük, kâfirlere karşı başı dik bir topluluk getirecektir!
Bunlar Allah yolunda t ü m gayretleriyle didinirler, hiçbir kınayanın
kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın, dilediğine yönelttiği bir
lütuftur. Allah, yaratılışı ve yarattıklarını genişletir, her şeyi bilir."
(Mâide, 54)

"İman sahiplıri öyic binliklerdir ki onlara. Uütüıı Nisanlar aleyhi­


nizde bir araya geldiler, korkun 1 dendiğinde onlann imanları daha
da artar ve şövle derler: 'Allah bize yeter. Ne güzel dayanaktır O."
(Âli İ m r a n , 173)

Bu ayetler, s o n s u z l a ş m a niyet ve g a y r e t i n d e olan r u h u n , gerek­


tiğinde b ü t ü n insanlığa m e y d a n okuyabileceğini ve aleyhinde
s ö y l e n e c e k l e r d e n asla etkilenmeyeceğini göstermektedir. T a r i h
y a r a t a n benliklerin t ü m ü böyledir.

İslam d ü ş ü n c e s i , m e l â m e t i n en b ü y ü k temsilcileri olarak pey­


gamberleri g ö r d ü ğ ü n d e n , peygamberleri taklit k u r u m u olan
tasavvufu da bir m e l â m e t k u r u m u o l a r a k görür. Bu y ü z d e n ,
m e l â m e t , bağımsız bir t a r i k a t adı o l m a n ı n yanı sıra b ü t ü n ta­
rikatların esası; Allah y o l u n u n en t ü k e n m e z sermayesi sayıl­
mıştır. H i ç b i r tasavvuf! eser y o k t u r ki, m e l â m e t i a n l a t a n ve
o n u n değerine dikkat ç e k e n bir b ö l ü m içermesin ( Ö r n e k olarak
bk. Sühreverdî, Avârifü'l-Maarif, M e l â m e t bahsi; İbn Arabî, el-
Fütûhât, 2/225 vd.)

M â i d e 54. ayet bize, m e l â m e t h a k k ı n d a şu n o k t a l a r ı tespit


imkânı vermektedir:

1. Melâmet bir ilahî lütuftur ki, Allah onu çok seçkin kullarına la­
yık görür.

2. Melâmet ehlinde, Allah'ı sevmek ve Allah tarafından sevilmek


sırrı gerçekleşmiştir.

3. Melâmet ehli, gerçek cihat ehlidir.

4. Allah'ın insana yüklediği emanetin icaplarını yerine getirmek


için melâmet şarttır.
C e n a b ı H a k , m e l â m e t sırrına yabancılaşanları, e m a n e t i n i t a ş ı m a
g ö r e v i n d e n a z l e t m e k t e ve yerlerine b a ş k a l a r ı n ı getirmektedir.

Samimiyetin sanatı diyebileceğimiz m e l â m e t , bir tasavvuf teri­


mi olarak iyi ve olumlu yönleri saklayıp, k ı n a m a y a k o n u olacak
yönleri açığa ç ı k a r a r a k yalnız Allah k a r ş ı s ı n d a gerçekleştirilen
a r ı n m a y ı esas a l m a k şeklinde tecelli e d e n t u t u m u n adıdır. Böyle
bir t u t u m , k u l u n gönül d ü n y a s ı n ı n ve niyetinin esas alınmasını
ve i n s a n l a r k a r ş ı s ı n d a k i ikiyüzlülük, d ü z e n b a z l ı k ve din ticareti
gibi h u y l a r ı n t e r k e d i l m e s i n i gaye edindiği için K u r ' a n ' ı n idealin­
deki ahlak ve şahsiyetin t a m ifadesidir. Bu böyle olduğu içindir
ki, Neyzen Tevfik'in ö l ü m s ü z deyişiyle, 'gözlerinden riya sidiği
a k a n dinciler', m e l â m e t a h l a k ı n a s a h i p olanları asla sevmez, on­
ları dindışı ilan e t m e k t e n bile ç e k i n m e z l e r .

M e l â m e t , kâmil i m a n ı n ve şirkten k u r t u l u ş u n g a r a n t i belgesidir.


Ç ü n k ü riyanın can düşmanı, melâmettir. Ve riya, şirkin en ku­
d u z , en n a m e r t ve en yıkıcı şeklidir. M e l â m e t i n yer t u t t u ğ u bir
b e n l i k t e riya a r a m a k b o ş u n a d ı r , ç ü n k ü böyle bir b e n l i k t e riya
barınamaz. Hz. M u h a m m e d ' i n ahlak ve davranışlarının özünde
m e l â m e t vardır. O, şöyle b u y u r m u ş t u r :

"Allah sizin dış görünüşlerinize ve mallarınıza bakmaz, kalplerinize


ve davranışlarınıza bakar." (Müslim, birr; İ b n M â c e , z ü h d )

E s e r i n d e , k a v r a m l a r ı n felsefî k a r a k t e r l e r i n e işaret e d e n Seyyid


Şerif el-Cürcânî'nin, Melâmiyye başlığı a l t ı n d a şunları söylemesi,
m e l â m e t d ü ş ü n c e s i n i n İslam b ü n y e s i n d e k i yerini a n l a t m a s ı ba­
k ı m ı n d a n ç o k ilginçtir:

"Melâmiler, iç dünyalarında olan üstün değerleri dışa vurmayan


bir topluluktur. Bunlar, özde doğruluğu elde etmeye gayret gös­
terdiklerinden her şeyi dış dünyadaki şekliyle değil, görünmeyen
âlemki varlığıyla itibara alırlar. Böyle olunca da, bunların irade ve
ilimleri Allah'ın irade ve ilmine aykırı olmaz." (Cürcânî; Târifat,
Melâmiyye m a d d e s i )

SAMİMİYET VE KURTULUŞ SANATI OLARAK MELÂMET

M e l â m e t , s o n s u z k u r t u l u ş u garantileyen samimiyetin d e sanatı­


dır. Hiçbir ibadet, ne k a d a r y o ğ u n o l u r s a olsun, m e l â m e t i n ka­
zandırdığı riyasızlığın ö n ü n e geçemez.
H z . M u h a m m e d ' i n sahabesi içinde e n ü n l ü l e r i n d e n biri de,
Abdullah bin Nuaymân (veya N u a y m â n bin A m r ) adlı sahabîdir.
Riya düşmanlığının, melâmet ahlak ve meşrebinin en tipik temsil­
cilerinden biri olarak görülen Abdullah ve oğlu çok içki içerdi ve
bu yüzden ağır eleştirilere maruz kalırlardı. B ü t ü n hadis kaynak­
l a r ı n d a adı ve serüveni ile yer almış b u l u n a n bu zât, m e l â m e t
m e ş r e b i n i n s a h a b e içindeki piridir. O, dış g ö r ü n ü ş ü b a k ı m ı n ­
d a n , özellikle ibadet h a y a t ı n d a k i lakaytlıkları y ü z ü n d e n halk
n e z d i n d e m a k b u l bir a d a m sayılmıyordu. A n c a k H z . Peygamber
k a t ı n d a o n u n iki b ü y ü k seçkinliği vardı:

1. Riyakârlıktan arınmış olmak,


2. Bedir gazisi olmak.

Oğlu ve k e n d i ç o k ş a r a p içtiği için h a l k o n l a r a ' H a m m â r ' (çok


ş a r a p içen) derdi. B u H a m m â r sözü, z a m a n l a , eşek a n l a m ı n a
gelen 'himar'a çevrildi ve Abdullah bin N u a y m â n (ölm. 60/679 ci­
varı), davranışları y ü z ü n d e n H i m a r diye anılır oldu. H a t t a bazı
k a y n a k l a r o n u A b d u l l a h el-Himar' diye k a y d a geçirmektedir.

H z . Peygamber, ş a r a p içen A b d u l l a h ' a , ihlal ettiği yasağın ce­


zası olarak hadd-i şirb (içki içme cezası) uygulatırdı. Bu ceza
u y g u l a t m a n ı n b i r k a ç kez t e k r a r l a n m a s ı y ü z ü n d e n , sahabîler
A b d u l l a h ' a iyice içerlemişlerdi. F a k a t k o n u n u n bir b a ş k a görü­
n ü m ü , d a h a ilginçtir: H z . Peygamber, b u s a r h o ş sahabîyi ç o k se­
verdi. O n u n n ü k t e l e r i n e , h a z ı r cevaplarına, k e n d i s i n e yöneltilen
h a k a r e t v e i t h a m l a r k a r ş ı s ı n d a k i t a h a m m ü l ü n e takdirle b a k a r d ı .
V e u z u n bir s ü r e ortalıkta g ö r ü n m e d i ğ i n d e o n u aratır, s o h b e t i n e
çağırırdı.

Abdullah bir gün, s a r h o ş bir h a l d e P e y g a m b e r h u z u r u n a getiril­


mişti. Ceza u y g u l a n m a s ı emredildi. Mecliste b u l u n a n l a r d a n H z .
Ö m e r çok kızdı v e A b d u l l a h ' a lanet o k u d u . "İçki yüzünden n e
kadar da çok derdest ediliyor" diye o n u n ü s t ü n e y ü r ü d ü . Ö m e r ' i n
bu tavrını g ö r e n H z . Peygamber, Ö m e r ' e öfkelendi ve şöyle dedi:

" O n a lanet etmeyin! Allah'a yemin ederim ki, ben onun, Allah'ı ve
Peygamberini sevmiş olduğundan başka bir şeyine tanıklık etmeye­
ceğim." (Bu olay ve A b d u l l a h h a k k ı n d a bk. Kâmil Miras; Buharı
Tecridi Sarih Tercümesi, D i y a n e t İşleri yayını, 12/275-276)

İşte, bizim esas aldığımız mesaj, bu s ö z d e y a t m a k t a d ı r . Dış dav-


ranışları ile eşek olarak a d l a n d ı r ı l a n bir şahıs, iç d ü n y a s ı n d a k i
samimiyet ve zenginlik yani riyasızlık y ü z ü n d e n , P e y g a m b e r ta­
nıklığı ile aşık a d ı n a layık görülebilmektedir.

KORKUYA KARŞI G Ü Ç KAYNAĞI OLARAK MELÂMET

K u r ' a n v i c d a n ı n ı n b ü y ü k temsilcisi M u h a m m e d İkbal (ölm.


1938), i n s a n varlığını ve i n s a n ı n yaratıcı k u d r e t l e r i n i t a h r i p
e d e n bir n u m a r a l ı b e l a n ı n k o r k u o l d u ğ u n u iddia e t m e k t e d i r .
O n a göre, 'korku, b ü t ü n kötülüklerin, b ü t ü n serlerin kaynağı' (the
s o u r c e of ali evils) olarak görülmelidir. Şöyle diyor İkbal:

"İslamın temel hedefi, insanı k o r k u d a n azade kılmaktır. Eğer kor­


k u n u n , insana egemen olan ve o n u n ahlaksal ilerleyişini frenleyen
bir kuvvet olduğu öne sürülürse insanın da şu değerlerin bir birle­
şimi olduğu dikkate alınmalıdır: Kuvvet, enerji, irade, sonsuzluk
g ü c ü n ü n t o h u m u . O halde insanın aslî tabiatı iradeden oluşmak­
tadır; zeka ve kavrayıştan değil." (ikbal, islam As An Ethical and A
Political ideal, 59-66)

D e m e k oluyor ki, 'Allah'tan başka birilerinden k o r k m a ' n ı n dev­


r e d e olduğu t e m e l bahis, din bahsidir. Ve birinci d e r e c e d e kor­
k a n l a r da dini tebliğ m e v k i i n d e olanlardır. O halde, m e l â m e t
h e r k e s t e n ö n c e o n l a r için kaçınılmazdır.

K u r ' a n ' a d a y a n a r a k ş u n u rahatlıkla söyleyebiliriz:

Melâmet ahlakından gerekli nasibi alamayanlar din adına tebliğe


kalkıştıklarında varacakları ver Allah'a ve dine iftiradır.

Ç ü n k ü h a l k t a n k o r k u v e 'halk n e d e r ' kaygısının, onları b u


n o k t a y a taşıyacağı, t a r i h i n ve K u r ' a n ' ı n tanıklığıyla sabittir.
K u r ' a n ' ı n bize öğrettiği g e r ç e k l e r d e n biri de ş u d u r :

Bir din mübelliği. avnı a n d a h e m hakkı h e m halkı m e m n u n ede­


mez. Bövle bir memnuniyet eşyanın tabiatına da dinin verilerine de
aykırıdır. Mübelliğ va Hakk'ı seçecektir va halkı.
MELE'
( k o d a m a n l a r ekibi)

Peygamberler mesajının karşısına dikilen şirk g ü c ü n ü n temsil­


ci k a d r o l a r ı n ı n o r t a k adı, T ü r k ç e ' d e k i ' k o d a m a n l a r ' sözcüğüyle
ifade edebileceğimiz şer-şirk-menfaat ekibidir. K u r ' a n ' d a n öğ­
reniyoruz ki bu ekibin aslî m i s y o n u ve temel niteliği, dinci ve
dinsiz çıkar odaklarını, peygamberlerin t e h d i t ettiği menfaatle­
rini k o r u m a k ü z e r e aynı gaye etrafında ve aynı şemsiye a l t ı n d a
t o p l a m a k t ı r . Ekibe e n b ü y ü k desteği, gelenekleri d o k u n u l m a z
kılan şirk dini m e n s u p l a r ı vermiştir ve verecektir. O n u n için,
şirk k o d a m a n l a r ı ekibinin e n b ü y ü k d e s t e k m e r k e z i , â d e t a h a y a t
kaynağı, h e r devirde m a b e t o l m u ş t u r ve olacaktır. B u g ü n k ü İs­
lam d ü n y a s ı n d a cami, t e k k e ve türevleri, H r i s t i y a n d ü n y a d a ise
kilise ve türevleri...

Yine K u r ' a n ' d a n ö ğ r e n i y o r u z ki, bu ekip, her devirde vardı ve


b u n d a n s o n r a da olacaktır. Ve bu ekip, S o n Peygamber de da­
hil, b ü t ü n peygamberlerin karşısına dikilmiştir; b u n d a n s o n r a
da peygamberler mirasıyla o mirası temsil e d e n m u v a h h i t l e r i n
karşısına dikilecektir. H a t t a b u g ü n , e s k i d e n çok d a h a o r g a n i z e ,
çok d a h a küresel ve tecrübeli bir şirk ekibi o l a r a k i c r a a t t a bu­
l u n m a k t a d ı r . G ü n ü m ü z d ü n y a s ı n ı n t e v h i d e karşı şirki, a d a l e t e
karşı z u l m ü , emeğe k a r ş ı s ö m ü r ü y ü , bağımsızlığa karşı emper­
yalizmi p a z a r l a y a n dinsiz veya dinci t e z g â h l a r ı n ı n t ü m ü n ü b u
k o d a m a n l a r ekibi y ü r ü t m e k t e , k o t a r m a k t a d ı r . Küresel düzlem­
de b a k t ı ğ ı m ı z d a bu k o d a m a n l a r ekibi, k e n d i ülkelerinde, çoğu
z a m a n , küresel e m p e r y a l i z m i n bölgesel valileri gibi çalışırlar.
G ü n ü m ü z d e b u n l a r a , d a h a ç o k 'eşbaşkan' d e n m e k t e d i r . Bu eş-
başkanlık payesi, bu e s e r i n Firavun m a d d e s i n d e de gösterdiğimiz
gibi, z u l ü m ve şirk s a l t a n a t l a r ı n ı n , k e n d i l e r i n e h i z m e t e d e n l e r e
verdiği 'yakınlık payeleri'nden biridir. Bu payeye sahip olmak,
firavun s a l t a n a t ı n ı n güvenilir ekibi içinde yer almış o l m a n ı n
göstergesidir.
K u r ' a n , z u l ü m v e d e s p o t i s m s a l t a n a t l a r ı n ı n a y a k t a d u r m a s ı için
canla başla çalışan k o d a m a n l a r ekibini d a h a ç o k mele' kelime­
siyle ifade e t m e k t e d i r . B u n a yakın bir tabir, 'âl' tabiridir. Ayrıca,
'kübera' (ulular, büyükler, ağalar) ve 'sadet' (efendiler) sözcük­
leri de k u l l a n ı l m a k t a d ı r .

Şimdi, şirkin, peygamberler mesaj ve m i r a s ı n a karşı çeşitli ad­


lar a l t ı n d a t ü m z a m a n l a r d a s a h n e y e s ü r d ü ğ ü , sadece isimleri v e
giysileri değişen bu şer-şirk ve m e n f a a t çetesini d a h a y a k ı n d a n
tanıyalım.

Mele': Aynı Görüşte Birleşen, Heybet ve Gösterişleriyle


Ürperti Yaratan Ekip:

Mele' sözcüğü, 22 kez geçmektedir. B u n l a r ı n y a r ı d a n fazlası,


şirk ve z u l ü m s a l t a n a t l a r ı n ı n p r o t o t i p i ve sembolü o l a n F i r a v u n
s a l t a n a t ı n a izafe edilerek kullanılmıştır.

Bunlar; g ö r ü n t ü l e r i , mevkileri, imkânlarıyla heybet ve ü r p e r t i


y a r a t a n kişilerdir. (Râgıb, el-Müfredât) Belli ki b u n l a r ı n seçi­
m i n d e ilim, irfan, ahlak, vukuf gibi, i n s a n ı y ü c e l t e n değerlere
değil, i n s a n ü z e r i n d e illüzyonist baskılar k u r a n özelliklere ö n e m
verilmiştir. B u g ü n e b a k a r s a n ı z , ABD z u l ü m i m p a r a t o r l u ğ u , kü­
resel d ü z e y d e i s t i h d a m ettiği k o d a m a n l a r t a k ı m ı n a d a i m a gö­
r ü n t ü s ü etkili tipleri seçer. Özellikle lider mevkilerine. Bunlar,
b a h s e t t i ğ i m i z illüzyonist baskıyı k u r a c a k g ö r ü n t ü y e sahiptirler
a m a b u n u n d ı ş ı n d a hiçbir şeye s a h i p değillerdir. Özellikle vic­
d a n ve irfandan asla nasipli değillerdir. Ç ü n k ü böyle bir n a s i p ,
b u i n s a n l a r ı n z u l ü m s a l t a n a t l a r ı n ı n h i z m e t i n e girmelerine d a h a
b a ş t a n engel olur. Böyle o l d u ğ u içindir ki, z u l ü m saltanatları
içi boş, a m a g ö r ü n t ü s ü etkili e l e m a n l a r ı b u l u r ve h i z m e t i n d e k i
k o d a m a n l a r ekibinin bir yerine m o n t e eder. Bu içi boş, dışı etkili
z u l ü m araçları, b a z e n ç o c u k l u k yıllarından tespit edilerek taki­
be alınır ve g ü n ü geldiğinde sahnelenir.

K u r ' a n , mele' d e n e n k o d a m a n l a r ekibini, d a h a ç o k F i r a v u n sal­


t a n a t ı n ı a n l a t ı r k e n g ü n d e m y a p m a k t a , böylece b u ekibin s e r d e
h e r z a m a n d o r u k n o k t a l a r a o t u r a c a ğ ı n a d i k k a t çekmektedir,
(bk. b u r a d a , Firavun m a d . )

Mele', firavun zihniyetlere özgü s a l t a n a t t a n b a h s e d e n ayetlerde


on k ü s u r kez geçmektedir. (7/103, 109, 127; 8/54; 10/83, 88;
11/97; 20/46; 23/46; 26/34; 28/20, 32, 38; 43/46) Bu tabir, pey­
gamberlere karşı m ü c a d e l e e d e n s a l t a n a t l a r ı n o l m a z s a o l m a z
k o d a m a n ekibini ifade e t m e k t e d i r . Bunlar, ü l k e içinde d a h a çok
d a n ı ş m a n l ı k h i z m e t i v e r e n m e d d a h , yağcı-yalaka b e s l e m e takı­
mıdır. D ı ş t a ise z u l ü m saltanatıyla işbirliği y a p a n yandaş liderler
listesi o l u ş t u r u r l a r . Peygamberler mirası, şirk dinini her zorladı­
ğında, bu ekip c a n havliyle ö n e ç ı k m a k t a ve b ü t ü n varlığını orta­
ya k o y a r a k s a v u n m a y a p m a k t a d ı r . S o n P e y g a m b e r ' i n tevhit me­
sajından d u y u l a n kaygıyı ifadeye k o y a n ayetler de mele' d e n e n
b u k o d a m a n l a r ı k o n u ş t u r m a k t a d ı r . Z u l ü m v e şirk s a l t a n a t ı n ı n
k o r u y u c u k o d a m a n l a r ı n ı n , tevhit v e adalet m e s a j ı n d a n d u y d u k ­
ları kaygıyı dile getiren şu feryatlarına b a k ı n :

" K e n d i içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldi diye şaşıp kaldılar.


Ve şöyle dedi bu nankörler: 'Bu a d a m yalanlar düzen bir büyücü.
İlahları bir tek tanrıya mı indirgemiş?! Bu, gerçekten hayret edi­
lecek bir şey!' Temsilcileri olan kodaman grup öne çıktı: 'Haydi,
yürüyün! İlahlarınıza sahip çıkmada kararlı davranın! Gerçek şu ki,
istenip beklenen şey budur. Öteki millette işitmedik böyle bir şey.
Bu bir u y d u r m a d a n başka şey değildir. Öğüt ve uyarı, içimizden ona
mı indirildi?"

" O n l a r benim zikrimden/Kur'an'ımdan kuşkulandılar. Hayır, onlar


benim azabımı henüz tatmadılar." (Sâd, 4-8)

M e l e ' diye a n ı l a n k o d a m a n t a k ı m ü ç alt grup o l u ş t u r m a k t a d ı r :

1. İş ve para ağaları: K a r u n tip,


2. Yandaş bürokratlar: H â m a n tip,
3. Kutsallaştırılmış din adamları: H â m a n tip.

K u r ' a n , Ankebût suresi 39-40. ayetlerde, firavun s a l t a n a t l a r ı n ı n


b u t e m e l destekçilerinin z u l m ü n s ü r ü p gitmesindeki katkıları­
n ı m â d e t a fotoğraflamıştır. (Ayrıntılar için bk. b u r a d a , Firavun
mad.)
MELE' KODAMAN EKİBİNİN BELİRGİN ÖZELLİKLERİ:

İstihbar (kibirlenme, insanları küçük görme): 7/75, 8 8 ;


10/75; 2 3 / 4 6

İstiz'af (başkalarını ezip horlama, sömürme): 7/75; 29/1-6

İstihfaf (küçümseme, umursamama, alay etme): 7/66;


11/27, 3 8 ; 2 3 / 2 4

Tehdit: 7/88, 90

Dinsizlik ve sapıklıkla itham: 7/60;

Zulüm: Ayrıntılar için bk. b u r a d a , Firavun m a d . (Ayrıca b k


A'raf, 103)

Ataları şaşmaz kanıt yapmak:

Z u l ü m saltanatlarının kodamanlar kadrosunun tarih boyunca


hiç d e ğ i ş m e m i ş özelliği, sürekli b i ç i m d e atalara, a t a l a r ı n k a b u l
ve geleneklerine atıf y a p m a k , onları h a k i k a t i n ve h a y a t ı n ölçüsü
bilmektir. Ulül a z m p e y g a m b e r l e r d e n biri olan Hz. N u h ' u n m ü ­
cadelesi m ü n a s e b e t i y l e bu gerçek şu şekilde ö n ü m ü z e k o n u y o r :

"Yemin olsun, N u h ' u t o p l u m u n a resul olarak gönderdik de o şöyle


dedi: 'Ey t o p l u m u m ! Allah'a ibadet edin! O'ndan başka tanrınız yok
sizin. Hâlâ sakınmayacak mısınız?"

" T o p l u m u n u n , yönetime destek veren kodamanları şöyle dedi: 'Bu


adam, sizin gibi bir insandan başka şey değil; size üstünlük tasla­
mak istiyor. Eğer Allah dileseydi, melekler indirirdi. Biz ilk ataları­
mız arasında böyle bir şey duymadık. Cinnet getirmiş bir adam-dan
başkası değildir o. Belli bir süreye kadar göz altında t u t u n o n u . "
( M ü m i n û n , 23-25)

S o n Peygamber'in, karşısına dikilen M e k k e şirk oligarşisinin


k o d a m a n l a r ı n ı n da M u h a m m e d ' e karşı aynı şeyleri söyledikle­
rini az y u k a r ı d a gördük, (bk. Sâd suresi, 1-8)

Bu k o n u n u n ayrıntıları için bu eserin, Hanîf ve Ecdatperestlik


maddeleri okunmalıdır.
İtraf (servet ve refahla azıp firavunlaşmak): Ayrıntılar için
bk. b u r a d a , Servet ve Refahla Azmak m a d . (Ayrıca bk. M ü m i n û n
suresi, 33)

Âl: Eşraf Ve Üstünlerden Oluşan Yakın Çevre:

Râgıb'ın b e y a n ı n a göre, âl, 'eşraf ve üstünlerden oluşan yakın


çevre' demektir, (bk. d-Müfredât) F i r a v u n u n şirk d i n i n e d i k k a t
ç e k e n ayetlerde oniki k e z kullanılmıştır. (2/49, 50; 3/11; 7/130,
141; 8/52,54; 28/8; 4 0 / 2 8 , 4 5 , 46; 54/41) B u n l a r ı n ü ç ü n d e k i
kullanım, de'b (değiştirilmeyen gelenek, âdet) sözcüğüyle y a n
yanadır. Bu da gösterir ki, şirk ve z u l ü m zihniyet ve s a l t a n a t ­
larının k o d a m a n takımı, değişmesine asla izin verilmeyen şirk
geleneklerinin kararlı ve sadık k o r u y u c u l a r ı o l m u ş l a r d ı r ve ola­
caklardır.

KÜBERA VE SADET: ŞER VE ŞİRK KODAMANLAR]

Efendiler ve k o d a m a n l a r tabiri A h z â b suresi 67. a y e t t e ve t a m


bizim kullandığımız a n l a m ve b a ğ l a m d a kullanılmıştır. Bu kulla­
n ı m , K u r ' a n ' ı n en b ü y ü k m u c i z e i h b a r l a r ı n d a n biridir ki, İslam
ü m m e t i n i n felaket sebeplerinin d e e n ö n d e gelenini t a n ı t m a k ­
tadır. Şimdi bu mucizeler mucizesi ayeti, b ü n y e s i n d e yer aldığı
a n l a m k ü m e s i n i n b ü t ü n ü içinde görelim:

" H i ç kuşkusuz, Allah, inkarcı nankörleri lanetlemiş ve onlar için


çılgın bir ateş hazırlamıştır. Uzun süre kalacaklardır onun içinde.
Ne bir dost bulacaklardır ne de bir yardımcı. G ü n olur, yüzleri ate­
şin içinde evrilip çevrilir de şöyle derler: 'Lanet olsun bize! Keş­
ke Allah'a itaat etseydik, keşke resule itaat etseydik!' Ve derler ki,
'Rabbimiz! Biz, efendilerimize/mallara ve kitlelere egemen güçlere/
karanlık adına egemenlik kuranlara/yılan, akrep, kurt, arslan gibi
korku salanlara/kalp karanlığım temsil edenlere ve ekip başlarımı­
za/kodamanlarımıza/ putlaştırdığımız kişilere itaat ettik de onlar
bizi yoldan saptırdılar! Rabbimiz, onlara iki kat azap ver; o n l a n bü­
yük bir lanet ile lanetle!" (Ahzâb, 64-68)

Bu beyyinede kullanılan o m u r g a kelimeler 'sadet' ve 'kübera'


kelimeleridir. İkisi de çoğul kullanılmıştır. T â b i û n nesli müfes-
sirlerinden Katâde bin D i â m e (ölm. 118/736), ayetteki 'efendi­
ler ve büyükler' t a b i r i n d e n m a k s a d ı n 'şer ve şirkte reislik eden-
ler' o l d u ğ u n u söylemektedir. Rivayet tefsirinin b a b a s ı sayılan
Taberî (ölm. 3 1 0 / 9 2 2 ) , de 'sâdet'i 'sapıklıkta öncüler', 'kübera'yı
da 'şirkte öncüler' olarak a n l a m l a n d ı r m ı ş , s o n u ç o l a r a k da ş u n u
söylemiştir: "Bunlar şer ve şirkte reis olanlardır."

S o n d ö n e m müfessirlerinden Iraklı M a h m u t el-Âlûsî (ölm. 1854),


ayette geçen 'efendiler ve büyükler' ifadesiyle u l e m a n ı n kastedil­
diğini söylemektedir: "Bunlar, bir biçimde küfrü telkin edip onu
halka süslü püslü gösterirler. (Alûsî, Ruhu'l-Meânî, cüz, 22)

Evet, ayette t a n ı t ı l a n l a r ı n bir kısmı serde yani haksızlık, z u l ü m


ve k ö t ü l ü k t e reistir, bir kısmı da ruhsal-manevî hayatı perişan
e t m e d e reistir. K u r ' a n ' ı n tezi ş u d u r : Bu şer ve şirk öncüleri, ken­
dilerine itaat edenler buldukça palazlanır, yücelir, ilahlaşırlar. Bu
s ü r e ç t e n iki k ö t ü l ü k p u t u doğar:

1. Maddî-sosyal hayata egemen olan despot put (firavun ve yakın


çevresi),

2. Manevî-ruhsal hayata egemen olan Allah ile aldatıcı put (efendi,


şeyh, veli vs. adıyla kutsallaştınlan şeytan evliyası).

K u r ' a n , Z ü h r u f suresi'nde getirdiği devrimle bu tipleri ü r e t e n ­


lerin b u n l a r a i t a a t e d e n l e r i n t a kendileri o l d u ğ u n u bildirmiştir.
D i k k a t edilmelidir ki, Z ü h r u f s u r e s i n d e d e A h z â b s u r e s i n d e d e
'put y a r a t m a ' n ı n sebebi o l a r a k kullanılan kelime aynıdır: İtaat.
Yani m a d d î ve m a n e v î d e s p o t l a r a itaat. İ t a a t kelimesi iki ayette
de fiil k u l l a n ı m d ı r ve geçmiş z a m a n kipi seçilmiştir. B u d a gös­
terir ki, ayette d i k k a t çekilen bela 'tasavvur edilmiş bela' değil,
' t a h a k k u k etmiş bela'dır. (Ayrıntılar için bizim 'Kur'an'ın Yarattı­
ğı Mucize Devrimler' adlı eserimize bakılmalıdır)

Ayette kullanılan o m u r g a k e l i m e l e r d e n birincisi olan 'sadet',


efendi, m a l l a r a ve kitlelere e g e m e n olan güçlü kişi, k a r a n l ı k adı­
na egemenlik k u r a n , vahşi ve zehirli h a y v a n l a r gibi k o r k u salan,
k a l p katılığını temsil e d e n kişi d e m e k t i r . İkinci kelime olan kü-
bera ise ekip başı, k o d a m a n , putlaştırılmış kişi d e m e k . K u r ' a n ,
bu k e l i m e n i n tekilini, iki yerde, p u t a n l a m ı n d a kullanmıştır.
(Enbiya, 58, 63) Aynı k ö k t e n ve aynı a n l a m d a olan 'Ekâbir' söz­
cüğü ise ' t o p l u m u n mücrimleri' yani ağır suçluları o l a r a k nitelen­
dirilmiştir. ( E n ' a m , 123)
U n u t m a y a l ı m ki b ü t ü n putlar, putlaştırılmış kişilerin birer dö­
n ü ş ü m ü d ü r . M e k k e oligarşisinin taptığı p u t l a r d a başlangıçta
saygın i n s a n l a r d ı . O n l a r ı yücelte yücelte t a p ı l a c a k ilahlar hali­
n e getirdiler. Eski Y u n a n ' ı n t a n r ı l a r p a n t e o n u n d a k i ilahlar d a
b a ş l a n g ı ç t a birer ü n l ü ve saygın kişi idiler. Bu kişilerin h e r öle­
n i n i Y u n a n p a g a n i z m i ' o n a saygı' adı a l t ı n d a p a n t e o n a k o y d u
ve z a m a n içinde h e r b i r i n e ilah payesi verdi. Bu Y u n a n geleneği,
İslam t a r i h i n d e t a r i k a t l a r t a r a f ı n d a n t a r i k a t şefleriyle o n l a r ı n
t ü r b e l e r i n e u y g u l a n a n ilahlaştırma y ö n t e m i n i n p r o t o t i p i d i r . El­
b e t t e ki İslam t a r i h i n d e iş bu k a d a r açık ve pervasız yapılama­
mıştır; ç ü n k ü K u r ' a n t e v h i d i v e H z . P e y g a m b e r ' i n icraatı b u n a
açıkça karşıdır. Bu bilindiği cindir ki, p u t l a ş t ı r m a tezgâhı ö n c e
peygamberi p u t l a ş t ı r a r a k o n d a n gelecek engellemeyi ustalıkla
saf dışı etmiş, a r d ı n d a n da keyfine u y g u n kim v a r s a onları birer
alt-ilaha d ö n ü ş t ü r ü p t a r i k a t l a r p a n t e o n u n a eklemiştir.

Tarikat şecereleri, eski Yunan'ın ilahlar p a n t e o n u n u n İslam edasıy­


la ortaya sürülen versiyonları olarak görülebilir.

Klasik tefsirler, A h z â b s u r e s i n i n m u c i z e l e r m u c i z e s i 67. ayeti


ü z e r i n d e hiç d u r m a m ı ş t ı r . Bazılarında b u ayetin sadece m e t n i
verilmekle yetinilmiştir. H a t t a b a z ı l a r ı n d a (mesela Hanefîliğin
müfessir fakîhi el-Cassâs'ın Ahkâmu'l-Kur'an'mda) ayetin m e t n i
bile kayda geçirilmemiştir. 'Müfessirlerin Babası' u n v a n ı n ı taşı­
y a n Fahreddin er-Râzî (ölm. 606/ 1209), ü n l ü tefsiri 'Mefâtîhü'l-
Gayb'da. bu ayetteki yaratıcı m u c i z e y e t e k kelimeyle d e ğ i n m e z .
Diğer ayetlerde verdiği ve b a z e n sayfalarca s ü r d ü r d ü ğ ü o kılı
kırk y a r a n a ç ı k l a m a l a r ı n ı n t e k c ü m l e s i n i bu ayetin tefsirinde
göremezsiniz. Tefsirde çağımızın Râzisi gibi g ö r d ü ğ ü m ü z Elma-
hh H a m d i (ölm. 1942) ü s t a d ı n da aynı yolu izlediğini, bu ayetle
ilgili t e k c ü m l e söylemediğini görmekteyiz. Ç ü n k ü ü s t a t Elma­
lın, bu ayetle ilgili tek cümlelik bir tefsir yapsa, o n u n l a bile bir
yerlere ve birilerine çarpacağını p e k â l a bilmektedir. Ve böylesi
d u r u m l a r d a "Söz gümüşse sükût altındır" fehvasınca h a r e k e t et­
m e k t e d i r . Tefsirinin b i r ç o k y e r i n d e böyle yapmıştır.

K o d a m a n l a r ı n p e y g a m b e r l e r d e n rahatsızlığının t e m e l i n d e , bu
'kübera' h e g e m o n y a s ı n ı n ( K u r ' a n b u n u aynı k ö k t e n bir kelime
olan 'kibriya' sözcüğüyle ifade ediyor) elden gitmesi k o r k u s u ­
n u n yattığı, bir beyyinede açıklanıyor. K ü b e r a d e s p o t l a r ı n kibri­
ya (ululuk, yücelik, ağalık) t u t k u l a r ı n ı n m e r k e z e o t u r d u l d u ğ u o
beyyineyi okuyalım:
" M u s a dedi ki, 'Gerçek size ulaştığında böyle mi konuşuyorsunuz?
Büyü m ü d ü r bu? Büyücülerin kurtuluşu yoktur.' Dediler: 'Sen bize,
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden bizi çeviresin de bu top­
rakta devlet ve ululuk ikinizin olsun diye mi geldin? Biz, ikinize de
inanmıyoruz." (Yunus, 77-78)

D e m e k ki, tarih diyalektiğinin, başka bir deyişle, tarih boyunca


sürüp giden mücadelenin temelinde teoloji dalaşı değil, mevki ve
egemenlik kaygısı vardır. Ne peygamberler salt teolojik ç e k i ş m e
için savaş vermiştir ne de şirk k o d a m a n l a r ı . Savaşın arkapla-
n ı n d a egemenliğin ele geçirilmesi veya yönlendirilmesi vardır.
A n c a k , bu ele geçirme ve y ö n l e n d i r m e d e , p e y g a m b e r l e r i n s a n
h a k l a r ı n ı n ihyacısı, şirk zorbaları ise i n s a n h a k l a r ı n ı n imhacısı
o l a r a k s a h n e d e d i r l e r . B u n d a n , yine t a r i h i n diyalektiği a d ı n a çı­
karılacak s o n u ç ise ş u d u r :

Adlan ve teolojik açıdan konumları ne olursa olsun, insan hakları­


nın ihyası için uğraşanların t ü m ü , peygamberlerin yolunda ve ya­
nında sayılmalıdır. Adlan ve teolojik açıdan konumları ne olursa
olsun, insan haklarının imhası için uğraşanların t ü m ü , peygamber­
lerin karşısında sayılmalıdır. K u r ' a n ' ı n yaptığı ve yapılmasını iste­
diği de budur.

İ n s a n h a k l a r ı n ı ihlal edenleri, namazlı niyazlı da olsalar, dini


i n k â r etmiş sayıp lanetleyen M â û n suresi, bu gerçeğin, muci­
zeler m u c i z e s i K u r ' a n beyyinesi o l a r a k insanlığın elindedir. Bu
hayatî k o n u n u n ayrıntıları için bizim 'Mâûn Suresi Böyle Buyurdu'
adlı eserimiz o k u n m a l ı d ı r .
MESCİT
(secdegâh, cami, m a b e t )

B o y n u b ü k ü k l ü k , eğilmek a n l a m ı n d a k i sücûd-secde k ö k ü n d e n
gelen mescit ( ö z g ü n şekli m e s c i d ) , secde edilen yer d e m e k t i r .
S e c d e n i n karıştığı h e r t ü r l ü i b a d e t i n icra y e r i n e mescid denir­
ken, z a m a n l a bu ad, ibadet ve d u a e t m e k kastıyla v ü c u d a getiri­
len h e r t ü r l ü m e k â n a verilir o l m u ş t u r .

Mescidi, M ü s l ü m a n m a b e d i diye a n a n l a r o l m u ş s a d a b u deyim


iki b a k ı m d a n isabetsizdir:

1. K u r ' a n dini, resmî mabet fikrine karşıdır. Resmî mabet, ibade­


t i n belli bir m e k â n d a yapılması z o r u n l u l u ğ u n u , o da din kisvesi
ve sınıfını getirir. B u n u n s o n u ise engizisyondur. İslam, engizis­
y o n a asla izin v e r m e z .

2. Kur'an'a göre b ü t ü n varlıklar ve oluş secde halindedir. B u n a ,


varlığın teshiri veya kerhî (varlık yapısı gereği, z o r u n l u ) secde
hali denir. Bir de ihtiyarî yani h ü r iradeye bağlı secde vardır ki;
bu da i n s a n ı n secdesidir. (bk. b u r a d a , Secde m a d . )

Varlığın t a m a m ı secde halinde olduğundan K u r ' a n ' a göre, b ü t ü n


evren bir mesciddir. E v r e n i n t a m a m ı teshiri ( z o r u n l u ) secde için
bir mescid o l d u ğ u gibi, y e r y ü z ü n ü n t a m a m ı da özgür secde sa­
hibi olan i n s a n için mesciddir. H z . Peygamber, ü m m e t i n e t ü m
y e r y ü z ü n ü n temiz bir m e s c i d yapıldığını söyleyerek bu gerçeğe
işaret etmiştir. (Buharı, enbiya 40; t e y e m m ü m 1)

O halde, her secde edilen yer mesciddir. B u n u n özel olarak iba­


d e t h a n e tabelası taşıması gerekmez. Mescidliği belirleyen, secde
halidir. Bir mekânda, secde hali bitince mescid h ü k m ü kalkar.

Mescid kelimesi K u r ' a n ' d a , 6'sı çoğul (mesâcid) o l m a k ü z e r e


28 yerde geçer. Adıyla en çok geçen mescit, Mescid-i H a r a m ' d ı r .
(10 k ü s u r yerde)

Mescidler, Allah'ındır. O r a l a r d a Allah dışında hiçbir k u d r e t e


yakarılmamalı, hiçbir k u d r e t adına çağrıda b u l u n u l m a m a h d ı r .
(22/40; 72/18) Şirke bulaşanların, bu halleri devam ettiği sürece,
mescidleri o n a r m a l a r ı n a , süslemelerine m ü s a a d e edilmemelidir.

Mescidlerde arı bir gönülle, kıyam h a l i n d e d u r m a k , t e r t e m i z


giyinmiş o l m a k gerekir. (7/29-31) B u n u n d ı ş ı n d a bir emir ve
yasağa, özellikle m e s c i d l e r d e k o n u ş u l m a y a c a ğ ı n a ilişkin bir be­
y a n a K u r ' a n ' d a r a s t l a n m a z . Bu yolda h a d i s diye t a n ı t ı l a n söz­
lerin birer u y d u r m a o l d u ğ u n u ü n l ü h a d i s bilgini Sâğânî'nin el-
Mevzûât ( U y d u r m a Hadisler) adlı e s e r i n d e n öğreniyoruz, (bk. s.
39) Yasak olan, lakırdıdır ki; o z a t e n h e r yerde yasaktır, (bk.
23/3) Sâgânî (ölm. 6 5 0 / 1 2 5 2 ) , aynı e s e r i n d e bize ş u n u da gös­
teriyor: " E z a n o k u n u r k e n konuşanın imanının gitmesinden korku­
lur." sözü de h a d i s diye u y d u r u l m u ş y a l a n l a r d a n biridir, (s. 80)

D e m e k oluyor ki; ezan o k u n u r k e n konuşulmaz diye bir şey yoktur.


Bu da İ s l a m ' a s o k u l m u ş h u r a f e l e r d e n biridir.

Mescidlerde temiz giyinmeyi, saygılı ve ciddi bir tavır t a k ı n m a y ı


e m r e d e n ayetler 'külli mescid' ( b ü t ü n m a b e d l e r ) deyimini kul­
l a n d ı k l a r ı n a göre h a n g i d i n i n m a b e d i n d e o l u r s a k olalım, bu tav­
rı t a k ı n m a k z o r u n d a y ı z d e m e k t i r .

K u r ' a n , H a c suresi 40. ayette; Yahudi, H r i s t i y a n v e M ü s l ü m a n


mabedlerini, A l l a h ' ı n ç o k ç a zikredildiği m a b e d l e r olarak a n a r
ve o n l a r ı n yıkılmalarına engel olmayı bir ü s t ü n l ü k olarak belir­
ler. O halde, t ü m mabetlere saygı, K u r ' a n ' ı n emirlerinden biridir.
Böyle o l d u ğ u içindir ki, mescidlere m u s a l l a t olan, o n l a r ı n yıkıl­
ması için uğraşanlar, 'en zalim i n s a n l a r ' a r a s ı n d a gösterilmiştir.
(2/114)

Mescidin, gerçek anlamda görev yapması için iki şart vardır:


Kuruluşu takva ve samimiyet üzere olacak ve içinde, arınmayı biri­
cik gaye edinen insanlar toplanacaktır. K u r ' a n ' ı n bu açık beyanını
(9/108) d i k k a t e alarak ş u n u açıklıkla söyleyebiliriz:

K u r ' a n ; riya, gösteriş, çıkar ve politika için yapılmaya b a ş l a n a n


m e s c i d l e r d e n hayır gelmeyeceğini söylemektedir. Böyle mescid-
lerde t o p l a n a n l a r ı n gayesi Allah'a v a r m a k için a r ı n m a k o l a m a z .
Allah'a samimiyetle ibadet d ı ş ı n d a h e r h a n g i bir a m a ç ve beklen­
tiye vasıta yapılan mescitlere K u r ' a n 'zarar mescidi' d e m e k t e ve
z a r a r mescitlerini ayrıntılarıyla a n l a t m a k t a d ı r . K u r ' a n , n a m a z ­
larına Allah rızası d ı ş ı n d a bir şeyler b u l a ş t ı r a n l a r ı lanetlediği­
ne göre, ( M â û n suresi, 4-6) z a r a r mescitlerini 'lanetli n a m a z l a ­
r ı n kılındığı mescitler' o l a r a k t a n ı m l a m a k t a m a m e n K u r ' a n s a l
bir tespit olur. Bu k o n u n u n ayrıntıları için bizim 'Mâûn Suresi
Böyle Buyurdu' adlı eserimize bakılmasını ö n e m l e tavsiye ederiz.
Şimdi, o e s e r d e n kısa bir b ö l ü m ü b u r a y a a k t a r a l ı m :

ZARAR M E S C İ D İ ' KAVRAMININ ANLAMI VE BOYUTLARI

' Z a r a r veren mescit' (zarar mescidi veya telaffuz farkıyla dırar


mescidi) kavramı, K u r ' a n ' ı n en hayatî kavramlarından biridir.
M â û n süresindeki mucize mesajı (bazı namazların lanetlenmesine
ilişkin mesajı) tamamlayan bir kavramdır.

M â û n s u r e s i n i n m u c i z e verilerini d i k k a t e alarak ' Z a r a r v e r e n


m e s c i t ' t e n m a k s a d ı n 'lanetli namazların kılındığı mescit' olduğu­
nu pekâla söyleyebiliriz. G e r ç e k t e n de K u r ' a n ' ı n 'içinde ibadet
yapılmamasını' emrettiği z a r a r v e r e n mescit ilk ö r n e ğ i n i n de gös­
terdiği gibi, riyakârlığın çöreklendiği mescittir.

Namazlarına riya bulaştırılmış t ü m mescitler zarar veren mescit


h ü k m ü n d e d i r . B u n u n böyle olduğu, K u r ' a n ' ı n beyanıdır. Z a t e n
lanetli n a m a z l a r d a riyaya b u l a ş m ı ş n a m a z l a r d ı r .

' Z a r a r v e r e n mescit' kavramını, u s t a bir Emevî oyunuyla, ini­


şine sebep olan h u s u s i olaya bağlayıp z a m a n ü s t ü a n l a m ı n ı göl­
gelemek, M ü s l ü m a n t o p l u m l a r a ç o k pahalıya m a l oldu. Oysaki
i s l a m din bilginlerinin söz birliği ile d e n m i ş t i r ki, "Sebebin husu­
siyeti nassın umumiyetine engel değildir." Yani bir ayetin şu veya
b u özel sebeple inmiş olması, o n d a k i a n l a m ı n v e h ü k m ü n genel­
liğine engel değildir.

Z a r a r mescidi, i n s a n l a r a z a r a r v e r m e a r a c ı n a d ö n ü ş t ü r ü l m ü ş
veya o m a k s a t l a inşa edilmiş mescit d e m e k t i r . K u r ' a n , bir m e s ­
cidin 'zarar mescidi' o l m a s ı n a yol a ç a n sebepleri ayrıntılı biçim­
de göstermiştir. Tevbe 107-109 ayetler bu şartları ifadeye k o y a n
ayetlerdir. Bu ayetlerden anlıyoruz ki, aşağıdaki illetlere bulaş-
mış mescitler, tevhit a ç ı s ı n d a n b o z u l m u ş ve s e c d e g â h o l m a ni­
teliğini yitirmiş m e k â n l a r d ı r . A n ı l a n niteliği yitiren m e k â n l a r ,
girilmemesi g e r e k e n m e k â n l a r d ı r . K u r ' a n şöyle diyor:

"Bir de şunlar var: T u t u p bir mescit edinmişler: Z a r a r vermek için,


nankörlük için, inananları fırkalara bölmek için, daha önceden
Allah ve Resulü ile savaşmış kişiye gözetleme yeri k u r m a k için.
'İyilik ve güzellikten başka bir şey istemiş değiliz' diye gerile gerile
yemin de edeceklerdir. Allah tanıktır ki onlar kesinlikle yalancı­
lardır. Bövle bir mescitte asla namaza d u r m a ! D a h a ilk g ü n ü n d e
takva üzerine kurulan bir mescit, içinde namaza d u r m a n için çok
daha uygundur. Temizlenmek arzusu taşıyan erler vardır o mes­
citte. Allah, temizlenenleri sever. Peki, binasını Allah'tan gelen bir
sakınma duygusu ve Allah rızası üzerine k u r a n mı hayırlıdır, yoksa
binasını sel artıklarının ucundaki yarın kenarına k u r u p da onunla
cehenneme yuvarlanan m ı ? " (Tevbe, 107-109)

Bu ayetlere d a y a n a r a k mescitleri girilebilir secdegâhlar o l m a k t a n


çıkaran şirk unsurlarıyla M â û n ihlallerini şöyle sıralayabiliriz:

1. Mescidin insanlara bir biçimde zarar verir hale gelmesi:

M e s c i d i n z a r a r v e r m e niyetiyle yapılmış olması şart değildir.


Ayet, b u r a d a , y a p m a k ve k u r m a k a n l a m ı n d a bir kelime kullan­
m a m ı ş , 'ittihaz' ( e d i n m e k ) kelimesini kullanmıştır. Bu d e m e k t i r
ki bir mescidin zarar vermesinden söz etmek için, daha yapılırken
o niyetle yapılmış olması şartı aranmaz. Bir mescit, ilk z a m a n d a ,
h a t t a yüzyıllarca iyi h i z m e t l e r verdiği h a l d e g ü n ü n b i r i n d e 'zarar
veren mescit'e dönüşebilir.

G a s p edilen veya k a n d ı r m a k suretiyle a l ı n a n arazilere yapılan


camiler d e z a r a r v e r e n mescit c ü m l e s i n d e n d i r .

Politik rakipleri yenik d ü ş ü r m e k için gösteriş kabiliyeti yüksek yer­


lere cami yapmak da bu cümledendir. Ç ü n k ü b u n d a da esas maksat
ibadet değil, rakiplere zarar vermektir.

Mescitler, insan haklarına ve k a m u n u n tacizine sebep oluşturacak


bir k o n u m ve d u r u m d a iseler ibadet mahalli olma özelliklerini yi­
tirirler.

Bu n o k t a d a b i z i m için ö n e m l i olan ilkesel n o k t a ş u d u r :


Mescit inşası için insan hakları çiğnenemez.

Mescitte oraya devam etmeyenlerden alınan paralarla hizmet veril­


mesi de mescidi, zarar mescidine çevirir.

2. N a n k ö r l ü k Anlamına Gelen Niyetlerle Mescit Yapmak:

3. Müminleri Fırkalara Bölmek İçin Cami Yapmak Veya Yapılmış


Bulunan Camileri Bu Maksatla Kullanmak:

M a b e d i n t o p l u m u fırkalara b ö l m e k ve o yolla din s ö m ü r ü s ü yap­


m a k için k u l l a n ı m ı dinler t a r i h i k a d a r eskidir.

4. Caminin, D a h a Önce Açık İslam D ü ş m a n ı İken, Şartların


Değişmesi Yüzünden Dini Kullanmak İhtiyacını D u y a n İkiyüzlülere
Barınak Yapılması:

Senelerce k a h ı r v e z u l ü m a l t ı n d a inlettikleri M ü s l ü m a n l a r ı n ;
mabetlerini, onları s ö m ü r m e k , k o n t r o l e t m e k ve birbirine dü­
ş ü r m e k için k u l l a n m a alçaklığının İslam t a r i h i n d e ilk temsilcile­
ri Emevî k o d a m a n l a r ı d ı r . Z a m a n ı m ı z d a aynı z u l m ü , Ilımlı İslam
adıyla bir emperyalist irtidat dini d a y a t a n ABD y a p m a k t a d ı r .
Emevîler, İ s l a m ' ı n zaferi ö n ü n d e eğilmek z o r u n d a kaldıkların­
da, M ü s l ü m a n k a n ı d a m l a y a n kılıçlarını k ı n l a r ı n a s o k t u l a r ve o
kılıçlarla dize getiremedikleri m ü s l ü m a n l a r ı , m u s a l l a t oldukları
s e c d e g â h l a r ı n d a v u r d u l a r . Bu öyle bir v u r u ş t u ki, en b ü y ü k kah­
rını, dinin tebliğcisi P e y g a m b e r ' i n evladını k a t l e d e r e k gerçek­
leştirdi. O n l a r ı zehir ve kılıçla yok e t m e k l e yetinmedi, t e v h i d i n
m a b e d i n d e n yaklaşık bir asır b o y u n c a Resul evladına hutbeler­
d e n lanet o k u y a r a k o P e y g a m b e r ' i n ü m m e t i n e ' a m i n ' çektirdi.

D a h a s ı , Ö m e r bin Abdülaziz (ölm. 102/720), Peygamber evla­


d ı n a o k u n a n b u laneti c a m i l e r d e n kaldırdığında o n u ş u şekilde
i t h a m edebildiler: " S ü n n e t e muhalefet ediyor."

5. Cami Yapımında, Allah Rızasından Başka Herhangi Bir Kaygının


Rol Oynaması:

Mescit y a p ı m ı n a takva kaygısı dışında bir u n s u r u n eşlik etmesi,


yapılacak mescidi m ü s l ü m a n secdegâhı o l m a k t a n çıkarır. Kişisel
menfaat, ş ö h r e t hırsı, parti çıkarı, e k o n o m i k çıkar vs. bu cüm­
ledendir. (Mescitler k o n u s u n d a fıkhî ayrıntılar için bizim 'İslam
Nasıl Yozlaştırıldı' adlı eserimizin Mescit m a d d e s i n e bakılabilir.)
TEVBE SURESİ 17-19 M U C İ Z E S İ

Şimdi sizi, K u r ' a n ' ı n k e l a m i h t i ş a m l a r ı n d a n biriyle d a h a tanış­


tıracağız: Bu k e l a m ihtişamı, 'zarar veren mescitler' k a v r a m ı n ı n
bir a y r ı n t ı l a n m a s ı d ı r ve 'zarar v e r e n mescit' beyyinlerinin geçti­
ği Tevbe s u r e s i n d e yer a l m a k t a d ı r .

K u r ' a n , müşriklerin tevhit mabedi imar ve inşa edemeyeceklerini,


yani müşriklerin imar ve inşa ettikleri mabedlerde tevhid erkânı
üzere ibadet yapılamayacağını göstererek zarar veren mescitler
b a h s i n i n bir b a ş k a b o y u t u n u d a h a ö n ü m ü z e k o y m u ş t u r . Ö n c e
mucize beyyineleri görelim. Z a r a r veren mescitlerin ele alındığı
Tevbe suresinin 17, 18 ve 19. ayetlerinde şöyle deniyor:

"Müşrikler, öz benliklerinin küfre sapışına tanık olup dururlarken,


Allah'ın mescitlerini onarmaya girişemezler. T ü m amelleri boşa
çıkmıştır onların. Ateşte uzun süre kalacaklardır onlar. Allah'ın
mescitlerini; ancak Allah'a, âhiret g ü n ü n e inanan, namazı/duayı
yerine getiren, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden korkma­
yan kişiler onanır. İşte bunların, hidayete erenlerden olmaları bek­
lenir. Siz; hacı sakalığını, Mescid-i H a r a m tamirciliğini, Allah'a ve
âhiret gününe inanıp Allah yolunda cihat eden kişinin yaptığıyla
bir mi t u t t u n u z ? Allah katında bir olmazlar bunlar. Allah, zulüm
sergileyenler topluluğuna kılavuzluk etmez."

M ü ş r i k sıfatına m ü s t a h a k hale gelenler, tevhit m a b e d i inşa


ve i m a r edemezler, ederlerse o r a l a r a tevhit m a b e d i d e n e m e z .
Müşrikler, Kabe'ye ve h a c ı l a r a hizmetlerini, din ü z e r i n d e hege­
m o n y a k u r m a n ı n gerekçesi yapıyorlardı. 19. ayet, g ü n ü m ü z ü n
çıkar çevrelerinde de e g e m e n olan bu şirk zihniyetini deşifre
ediyor; b u n a d a y a n a r a k i n s a n l a r a r a s ı n d a afra tafra s a t a n mas­
keli müşrikleri tokatlıyor.

Açık veya ö r t ü l ü müşriklerin, tevhit m a b e d i n e el a t m a l a r ı n ı n


K u r ' a n ' ı r e n c i d e ettiğinde e n k ü ç ü k bir t a r t ı ş m a olamaz, yok­
t u r . Geriye kalıyor, 'müşrik' sıfatına m ü s t a h a k o l a n l a r ı n tespiti.
Niyetimiz sağlam, a m a c ı m ı z t e v h i d e teslim o l m a k s a K u r ' a n , bu­
r a d a d a elimizden t u t a r , b u r a d a d a ö n ü m ü z ü aydınlatır. Gelin,
birlikte deneyelim:
Kur'anî idrake göre müşrik kimdir?

Bu s o r u n u n cevabı, K u r ' a n î ve nebevî beyyinelerde, özellikle


M â û n s u r e s i n d e açıkça verilmiştir. K u r ' a n v e s ü n n e t i n verileri­
n e göre i n s a n ı m ü ş r i k sıfatına m ü s t a h a k hale getiren sebepler­
d e n biri de i b a d e t e riya b u l a ş t ı r m a k yani M â û n suresi ihlali yap­
m a k t ı r . O h a l d e Tevbe suresi 17 ve 18 n u m a r a l ı beyyineler bize
bir y a n d a n ş u n u söylemek h a k v e i m k â n ı n ı v e r i r k e n bir y a n d a n
da bu söylemi insanlığa d u y u r m a k görevini y ü k l e m e k t e d i r :

M â û n suresi ihlali yapan ve böylece müşrik sıfatına m ü s t a h a k hale


gelenler, tevhit mabedi inşa ve imar edemezler, ederlerse oralarda
tevhidin ibadeti yapılamaz.

Tevbe suresi bize bir i h b a r d a d a h a b u l u n m a k t a d ı r :

Müşrikler Allah'ın düşmanıdır. Allah d ü ş m a n l a r ı n ı n t e v h i d i n ma­


b e d i n e de d i n i n e de ellerini ve dillerini d o k u n d u r m a l a r ı m a k u l
karşılanamaz.

Bilindiği gibi, K u r ' a n , kendisini bizzat kendisi tefsir e d e n bir


kitaptır. Bu tefsir edişte tefsir edilen ayetlere müfesser, tefsir
e d e n ayetlere ise müfessir ayetler d e n m e k t e d i r . Ş u n u da biliyo­
r u z : Tevbe suresi, iniş sırasıyla 113. suredir. Yani Tevbe suresi,
en s o n i n e n iki s u r e d e n biridir. Bu olgu, Tevbe süresindeki me­
sajların belirleyiciliği a ç ı s ı n d a n ç o k önemlidir. Tefsir terimlerini
k u l l a n a r a k k o n u ş u r s a k şöyle d e m e m i z gerekir:

Tevbe suresi ayetleri, birinci d e r e c e d e n müfessir ayetlerdir. D a h a


ö n c e inmiş surelerdeki k a v r a m l a r ı n a n l a m l a r ı n ı belirlemede e n
hayatî ayetlerin bir kısmı bu surededir. Bu s u r e n i n 114. ayeti,
K u r ' a n vahyi b o y u n c a g ü n d e m d e t u t u l m u ş şirk v e m ü ş r i k kav­
r a m l a r ı n ı n en ö n d e k i müfessir ayetidir. Bu ayet, Hz. İ b r a h i m ' i n
şirk d i n i n e h i z m e t i m e s l e k e d i n m i ş m ü ş r i k (dinsiz değil) baba­
sını 'Allah'ın düşmanı' olarak a n m a k t a ve böylece, m ü ş r i k l e r i n
birer Allah d ü ş m a n ı olduklarını h ü k m e b a ğ l a m a k t a d ı r . B a ş k a
bir ifadeyle, Tevbe 114. ayet, şirk ve müşrik tabirlerinin geçtiği bü­
t ü n ayetlerin müfessiridir. Şirk ve m ü ş r i k tabirinin, d a h a ö n c e
inmiş olan 112 sure b o y u n c a geçtiği ayetlerin t ü m ü , Tevbe 114
b a ğ l a m ı n d a müfesser (tefsir edilmesi gereken) ayetlerdir. Tevbe
114 ise bu ayetlerin t ü m ü b a ğ l a m ı n d a müfessir bir ayettir.
İmdi, müşrikler, K u r ' a n ' ı n h ü k m ü y l e birer Allah düşmanı ise on­
ların tevhit m a b e d i n e el sürmeleri, o r a y a h e r h a n g i gerekçeyle
h i z m e t e kalkmaları, meziyet olarak g ö r ü l m e k şöyle d u r s u n , ka­
b u l bile edilemez.

Açık veya h ü k m î m ü ş r i k l e r bir b i ç i m d e m a b e t inşa ve i m a r


etmişlerse m u v a h h i t m ü m i n l e r i n o r a l a r a girmemesi gerekir.
Kur'an'ın h ü k m ü budur. Bu h ü k m e rağmen oralarda tevhidin
ibadetini y a p m a y a kalkanlar, 'örtülü şirk' ve 'maskeli müşrikler'e
d e s t e k vermiş k o n u m a d ü ş e r e k dolaylı y o l d a n M â û n suçlusu
olurlar. M â û n suçlusu maskeli müşrikler, çeşitli oyunlarla ken­
dilerini saklayabilirler, h a t t a o l d u k l a r ı n ı n t a m t e r s i n e , tevhidin,
İslam'ın, Allah'ın a v u k a t ı gibi o r t a y a fırlayıp halkı aldatabilir­
ler d e . . . V e b u a l d a t m a n ı n getirdiği n e m a l a r l a h e m kasalarını
d o l d u r u p h e m d e b i r k a ç yüz m e t r e y e bir cami yaptırabilirler.
A m a Allah'ın, "şirk bulaşmış b ü t ü n eylemlerin sonu h ü s r a n d ı r "
( Z ü m e r , 65) h ü k m ü n ü saf dışı edemezler. O camilerin sayısı
a r t t ı k ç a o maskeli m ü ş r i k l e r i n e g e m e n olduğu ü l k e n i n ve halkın
da hüsran ve musibeti artar.

Tevbe 17,18, 19 ve 114. a y e t l e r d e n çıkan m a t e m a t i k kesinlikte­


ki gerçek, b u d u r .

Mescidlere girenlerin s ü s l e n m e l e r i n d e , t e m i z ve şık giyinmele­


r i n d e bir s a k ı n c a y o k t u r . H a t t a böyle y a p m a k , K u r ' a n ' ı n e m r i n e
u y g u n h a r e k e t e t m e k olur. A m a mescidleri süslemek, İ s l a m ' ı n
m a k b u l görmediği bir davranıştır. Bir h a d i s t e şöyle deniyor:
"Mescid yükseltmekle, mescid süslemekle e m r o l u n m a d ı m . " (Ebu
D a v u d ' d a n n a k l e n , et-Tâc, 1/243) H z . Peygamber, mescid süsle­
meyi d i n d e bir ç ö k ü ş belirtisi o l a r a k göstermiştir. Bu tehlikeye
d i k k a t ç e k e n beyanları, g e r ç e k t e n titreticidir. Şöyle b u y u r u y o r :

"İnsanlar, mescid yapma yarışına girip b u n u n l a övünmedikçe kıya­


met k o p m a z . " (İbn M â c e , m e s â c i d 2)

"Sizin, benden sonra, Yahudilerin havralarını, Hristiyanların da ki­


liselerini süsleyip püsleyerek yücelttikleri gibi, mescidlerinizi süsle­
yip püsleyeceğinizi görür gibiyim." (Ag. yer)

"Bir topluluk, mabetlerini süsleyip püsleme illetine tutulmadıkça,


ameli çirkin ve zararlı hale asla gelmez." (Ag. yer)
İslam, sâcidin (secde edenin) süslenmesini makbul, mescidin süs­
lenmesini çirkin görmüştür. Ç ü n k ü m e s c i d süslemek, ibadet ve
r u h s a l derinlikteki b o ş l u ğ u n telafi edilmesi y o l l a r ı n d a n biridir.
Bu yolla a v u n m a y ı m a k b u l g ö s t e r m e k İslam'ın tavrı o l a m a z d ı .

H z . Peygamber, 7 yerin mescid edinilmesini yasaklamıştır:


Çöplük, mezarlık, yol kavşakları, güzergâhlar, h a m a m l a r , hay­
v a n ağılları, Kabe'nin ü s t ü . (bk. İ b n M â c e , m e s a c i d 4)

Türbelerin, b i r t a k ı m geleneksel sebepler y ü z ü n d e n k u t s a l


ilan edilen yerlerin m e s c i d haline getirilmesine şiddetle karşı
çıkılmıştır. H z . P e y g a m b e r i n b u k o n u d a e n ç o k k o r k t u ğ u , k e n d i
m e z a r ı n ı n m e s c i d h a l i n e getirilmesi ihtimaliydi. Bir yerde şöyle
diyor:

"Allah, Yahudilere lanet etsin. Onlar, nebilerinin mezarlarını ta­


pınak haline getirdiler." (Buharî, salât 48; Müslim, m e s â c i d 79;
salât 121; Nesaî, m e s â c i d 13) Peygamberlerin m e z a r l a r ı n ı ta­
p ı n a k y a p m a k böyle olunca, b ü y ü k t a n ı n a n diğer kişilerin me­
zarlarını t a p ı n a k h a l i n e g e t i r m e n i n n e b ü y ü k felaket o l d u ğ u n u
d ü ş ü n m e k gerekir.

Mescidlere k a d ı n - e r k e k h e r k e s gece ve g ü n d ü z girebilir. H z .


P e y g a m b e r ' i n uygulaması h e p böyle o l m u ş t u r . K a d ı n l a r ı n m e s ­
cidlere d e v a m e t m e l e r i n i n k ı s m e n veya t a m a m e n engellenmesi
s o n r a k i u y g u l a m a l a r d a n biridir ve P e y g a m b e r i m i z i n tavır ve
t a l i m a t ı n a aykırıdır. (Buharî, c u m u a 13; Müslim, salât, 137;
Tirmizî, c u m u a 48; İ b n H a n b e l , 6/66, 90, 154) Pis k o k u l a r ya­
yanların mescidlere girmeleri de yasaklanmıştır. H z . P e y g a m b e r
bu h u s u s t a öylesine titizdir ki; soğan, s a r m ı s a k gibi n a h o ş ko­
kulu şeyler yiyenlerin mescidlere gelmelerini bile yasaklamıştır.
(Buharî, ezan, 160; Müslim, m e s â c i d 68, 69, 71; İ b n M â c e , ika­
m e t 58; İ b n H a n b e l 2/20, 266, 429; 5/26)

Mescit, geleneksel söylemin sloganlaştırdığı gibi, 'Allah'ın evi' falan


değildir. Bir binadır. Öyle bir bina ki, içinde aynı zamanda secde de
edilir. Bu çok yönlü hizmeti yüzündendir ki; insanların oraya daha
fazla gelmeleri teşvik edilmiştir. Teşvikin gerekçesi sevap veya iba­
dette kalite değildir, toplumsal ve kültürel yarardır.

C ü n u p olanlarla, â d e t hali gören k a d ı n l a r ı n m e s c i d e girmeleri­


n i n y a s a k l a n d ı ğ ı n a ilişkin h a d i s i n (İbn M â c e , t a h a r e t 126) sağ-
lıklı olmadığı t e s p i t edilmiştir. H a t t a , mesela, D â r i m î ' d e , t a h a r e t
b ö l ü m ü 116 ve 117. bablar şu adı taşır: Âdet hali görmekte olan­
ların mescide girmeleri ve c ü n u p olanların mescidden geçmeleri.
Bu b a b l a r d a bize yasaklayıcı hiçbir p e y g a m b e r beyanı verilmez.
Sahabîlerin beyanları ise bu k o n u n u n tartışmalı o l d u ğ u n u gös­
teriyor. C ü n u p olanlarla â d e t hali g ö r m e k t e olanların, mescid­
d e n g e ç m e s i n d e bir s a k ı n c a olmadığı t a r t ı ş m a s ı z d ı r . Tartışma,
böyle birisinin m e s c i d d e bir s ü r e kalıp kalamayacağı n o k t a s ı n ­
dadır. Bir kısım sahabîler b u n u n o r m a l karşılarken, bir kısmı
sakıncalı b u l m a k t a d ı r , (bk. D â r i m î , 1/264-265)

Özelliği olan mescidler 2 tanedir: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî.


Bu 2 mescid, M ü s l ü m a n l a r ı n evrensel m a b e t l e r i k a b u l edilir. Bu
m a b e t l e r i n ü s t ü n l ü k l e r i , o n l a r ı n peygamberler eliyle k u r u l m a ­
l a r ı n d a n gelmektedir. İslam d ü ş ü n c e s i bu 2 m a b e t h a k k ı n d a şu
a n a fikri t a ş ı m a k t a d ı r . "Mescid-i H a r a m " yani Kabe b ü t ü n var­
lıkların kıblesi, Mescid-i Nebi yani Ravza-i M u t a h h a r a , takva
ü z e r i n e k u r u l a n S o n Resul m a b e d i d i r .

Bugün, Mescid-i Aksa adıyla bilinen ve Hicrî 90'lı yıllarda


Abdülmelik bin Mervân tarafından yaptırılan mescidin, Kur'an, İsra
suresi 1. ayetteki 'mescid-i aksa' ile bir ilgisinin olmadığını tespit
etmiş olduğumuz için (bk. b u r a d a , İsra m a d . ) onu Müslümanların
evrensel mabetleri arasında saymıyoruz. O, bir Emevî yapımı bi­
n a d ı r ki, o n u , K u r ' a n ' d a anılan mescid-i aksa diye g ö s t e r m e k
için s o n r a k i z a m a n l a r d a bazı rivayetler u y d u r u l m u ş ve tarihsel
a ç ı d a n t u t a r s ı z bazı k a n a a t l e r i n v ü c u t b u l m a s ı n a yol açılmıştır.
MÎSAK
(Allah-insan arası ezelî a n t l a ş m a )

Kur'an-ı K e r i m ' d e 25 yerde geçen mîsak, g ü v e n m e k ve i n a n m a k


a n l a m ı n d a k i sika k ö k ü n d e n d i r . Râgıp, mîsakı, bir K u r ' a n s a l te­
rim olarak şöyle m â n â l a n d ı r ı y o r : 'Yemin ve taahhütle pekiştiril­
miş akit.'

K u r ' a n , m î s a k kavramıyla h e r şeyden önce, Allah'la insan ara­


sındaki mukaveleyi kasteder ve i n s a n h a y a t ı n ı n bireysel ve t o p ­
lumsal b ü t ü n b o y u t l a r ı n d a b u k a v r a m ı h a r e k e t n o k t a s ı o l a r a k
alır. (bk. b u r a d a , Ahd m a d . )

M î s a k ü ç kısımdır:

1. Allah insan r u h u arasında ezelde gerçekleşen mîsak,


2. Allah'la peygamberler arasında gerçekleşen mîsak,
3. Allah'la İsrailoğulları arasında gerçekleşen mîsak.

K u r ' a n ' a göre, i n s a n r u h u y l a Allah a r a s ı n d a ezelde yapılmış bir


m u k a v e l e vardır ve d ü n y a hayatı bu m u k a v e l e n i n icra yeridir.
K u r ' a n , i n s a n ı b u mukaveleyi u n u t m a m a y a v e şartlarını y e r i n e
getirmeye çağırmaktadır. İ m a n , bu ezelî m u k a v e l e n i n bir k e r e
d a h a h a t ı r l a n m a s ı ve itirafı, dinsel h a y a t s a m u k a v e l e ş a r t l a r ı n a
u y g u n bir y a ş a n t ı n ı n s ü r d ü r ü l m e s i d i r . K u r ' a n ezelî m u k a v e l e
k o n u s u n d a şu açıklamayı getiriyor:

" H a n i , Rabbin, âdemoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp


onları öz benliklerine şahit tutarak sormuştu: 'Rabbiniz değil
miyim?' Onlar: 'Rabbimizsin, b u n a tanıklık ederiz.' demişlerdi.
Kıyamet günü, 'Biz b u n d a n habersizdik' demeyesiniz!" (Araf,
172-173)

Yaratıcı, i n s a n o ğ u l l a r ı n ı n zürriyetlerini, k e n d i s i n i k a b u l k o n u ­
s u n d a tanıklığa çağırmış ve onlar da Allah'ı bilme k o n u s u n d a
k e n d i benliklerine tanıklık etmişlerdir. B u n u n ilk a n l a m ı ş u d u r :
İ n s a n ı n varlık y a p ı s ı n d a Allah'ı bilme yetisi, bir yaradılış gerçeği
h a l i n d e m e v c u t t u r . K u r ' a n , böylece i n s a n ı n b ü t ü n iyiliklere v e
güzelliklere yaratılıştan yetenekli ve h a z ı r o l d u ğ u n u , ahlaksal
y ü k ü m l ü l ü ğ ü n v e i n s a n h a k l a r ı n ı n t e m e l i n d e Allah h u z u r u n d a
a k d e d i l m i ş bir ezelî m u k a v e l e n i n b u l u n d u ğ u n u g ö s t e r m e k t e d i r .
Bunun zorunlu sonucu şudur:

İ n s a n hakları ve bu h a k l a r a ilişkin evrensel ilkeler insana, insa­


n ı n bir bağışı değil, Yaratıcı'nın e z e l d e n verdiği öz imkânlardır.
Bu h a k ve imkânlar, d ü n y a p l a n ı n d a a n l a m ifade e d e n ırksal,
renksel, dinsel, bölgesel ayrımlarla belirlenemez, s ı n ı r l a n a m a z .
K u r ' a n , bu işin, yaratılan ile Y a r a t a n a r a s ı n d a , d a h a ilk a n d a bir
a n t l a ş m a ile k a r a r a bağlandığını söylemektedir.

G ü z e l e ve iyiye yönelişin, ahlaksal d a v r a n ı ş ı n t e m e l i n e böyle


k o z m i k v e z a m a n ö n c e s i bir m u k a v e l e n i n k o n m u ş olması, insa­
nı, o n u r b u r c u n u n v e yaratılıştan t e m i z v e yüce o l d u ğ u n a ilişkin
ş u u r u n d o r u k n o k t a s ı n a çıkarır.

M î s a k k a v r a m ı ş u n u d a g ö s t e r m e k t e d i r : Allah'ın insanî ' b e n ' d e n


ayrı d ü ş ü n ü l m e s i K u r ' a n ' a u y g u n bir d a v r a n ı ş o l a m a z . Meseleye
ister bu â l e m d e n geriye doğru bakalım ister ezelden bu âleme
doğru bakalım değişen bir şey olmayacaktır. Allah ile insanın da­
ima birlikte d ü ş ü n ü l m e s i K u r ' a n ' ı n kaçınılmazlarından biridir.

Bu â l e m d e n b a k t ı ğ ı m ı z d a g ö r ü n e n şu: Allah, insana şahdamarın-


dan daha yakındır. (Kaf, 16) Yani Allah ile i n s a n a r a s ı n d a birin­
d e n veya birilerinden (şirk dini, y e d e k ilahlarını s a v u n u r k e n bu
birilerine 'şefaatçılar ve yaklaştıncılar' d e m e k t e d i r . ) söz e t m e k
şöyle d u r s u n , ' a r a ' d a n bile söz edilemez. Ç ü n k ü K u r ' a n , insanla
T a n r ı m ü n a s e b e t i n d e 'ara' b ı r a k m a m ı ş t ı r . A r a o l m a d ı ğ ı n a göre
aracı ve şefaatçi da söz k o n u s u edilemez. Edilirse b u n u n adı,
tartışmasız-tevilsiz şirk olur.

E z e l d e n başlayıp b u âleme d o ğ r u b a k a r s a k d u r u m yine aynıdır:


C e n a b ı H a k ezelde i n s a n r u h u n u m u h a t a p alıp o n a , bizzat ken­
disi, yani aracısız soru s o r m u ş , i n s a n bu soruya o l u m l u cevap
vermiştir. Yani T a n r ı ezelde, r u h l a r â l e m i n d e d e i n s a n l a m ü n a ­
sebetini arasız ve aracısız y ü r ü t m ü ş t ü r .

Ezelî mîsak, h e m şehit sûfî Hallâc-ı Mansûr sistemindeki Enel


H a k b a ğ l a m ı n d a h e m d e insan hakları b a ğ l a m ı n d a üzerin-
MÎSAK 77

de ciddiyet ve e h e m m i y e t l e d u r u l m a s ı g e r e k e n bir k a v r a m d ı r .
(Meselenin bu a ç ı d a n ayrıntıları için bizim Hallâc-ı Mansûr adlı
eserimizin birinci cildinin 7. b ö l ü m ü n e bakılmalıdır.)

K u r ' a n , i n s a n d a n sürekli olarak a h d i yani ezelî mîsakı b o z m a ­


masını istemekte ve ahdi bozanların hüsrana uğrayacaklarını
b e l i r t m e k t e d i r . Y e r y ü z ü n d e k i b o z g u n v e k a r g a ş a n ı n sebebi d e
a h d i n b o z u l m a s ı (2/27), yani i n s a n ı n bizzat T a n r ı t a r a f ı n d a n
verilmiş o l a n h a k k ı n ı n i n k â r veya reddidir.

Allah'ın bizimle ahdleşmesi, Râgıb el-Isfahânî'nin de belirttiği


gibi, iki yolla o l m a k t a d ı r .

1. Ahdleşme konusu olacak şeyi bir yaradılış gerçeği olarak varlık


yapımıza koyması,

2. Vahiy ve peygamberler yoluyla ahdleşme k o n u s u n u bildirmesi.

A h d l e ş m e n i n i n s a n l a r a r a s ı n d a k u r u l a n şekline m u a h e d e d e n i r
ki, a h d k ö k ü n d e n t ü r e m i ş bir kelimedir. İ n s a n l a r arası ahdleş­
m e n i n a n l a m v e ö n e m i n e v e b u n u n K u r ' a n ' ı n tanıttığı h a y a t an­
layışında işgal ettiği yere dikkat ç e k m e k için, H z . P e y g a m b e r
şöyle d e m e k t e d i r :

"Ahde vefası olmayanın imanı da olamaz."

Esasen, i m a n da, bir a h d l e ş m e d i r . Bu a h d l e ş m e y e sadakat, in­


sanlar arası m ü n a s e b e t l e r d e k i a h d l e ş m e l e r e s a d a k a t l e k e n d i n i
gösterir.

Allah, iblisin isyan m a c e r a s ı n ı a n l a t t ı k t a n sonra, i n s a n a şöyle


soruyor:

" H a n i , biz, meleklere 'Âdem'e secde edin' demiştik de iblis dışında


hepsi secde etmişti. İblis, cinlerdendi. Kendi Rabbinin emrine ters
düştü. Şimdi siz, benim beri yanımdan, onu ve o n u n soyunu dost­
lar mı ediniyorsunuz? H e m de onlar sizin düşmanınızken. Zalimler
için ne kötü bir değiştirmedir bu! Ben onları ne göklerle yerin yara­
tılmasına, h a t t a ne de kendilerinin yaratılmasına tanık t u t t u m . Ben,
sapıp gitmişleri yardımcı edinecek değilim." (Kehf, 50-51)

Bu ayetler çok ö n e m l i bir n o k t a y a dolaylı olarak p a r m a k ba­


sıyor: İblis ve yaranı, ne k e n d i l e r i n i n yaratılışına, ne de diğer
varlıkların yaratılışına şahit tutulmuşlardır. Oysaki, insan, kendi
yaratılışına şahit t u t u l m u ş t u r . İşte, iblisin, t o p r a k varlık diye kü-
çümsediği i n s a n d a fark edemediği ü s t ü n l ü k l e r d e n biri de b u d u r .

İnsan, maddesel âlemde vücut bulduktan sonra "Yap-yapma"


emri almış bir r o b o t varlık değildir. O n u n iş yapıp değer ü r e t m e ­
si, Yaratıcı ile ezelde ( m a t e m a t i k z a m a n ö n c e s i n d e ) gerçekleş­
miş bir sözleşme (mîsak) ile yani karşılıklı rıza ile y ü r ü y e n bir
sorumluluğun ürünüdür.

Ezeldeki m î s a k ı n anlamı, " S e n Allah'ı tanı O da seni tanısın"dır.


Hallâc-ı M a n s û r ' u n deyimiyle bu, nâsût ile l â h û t u n birbirinin kad­
rini bilmeleridir. Hallâc'ın, yirminci yüzyıldaki z u h u r u sayılan
M u h a m m e d İkbal (ölm. 1938) bu inceliği şu dizelerle ifadeye
koymuştur:

"Yaşamak, kendini ben ile süslemektir; kendi varlığı için bir tanık­
lık istemektir. Toplum, Elest g ü n ü n d e toplanıp kendi varlığı için
bir tanık istemiştir." (İkbal, Cavidnâme, beyt: 119-120)

İkbal, K u r ' a n m ü m i n i bir v i c d a n sıfatıyla ş u n u söylemek hakkı­


na elbette ki sahipti:

İ n s a n b e n ' i d e Allah'ın 'Ben'i k a d a r eskidir. Ç ü n k ü Allah ezelde


"Elestü bi rabbiküm: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sor­
d u ğ u n d a "Evet, r a b b i m i z s i n ! " diye cevap veren, i n s a n b e n ' i idi.

Tanrı ile peygamberler arası mîsak:

K u r ' a n - ı K e r i m ' e göre, peygamberlerle Cenab-ı H a k a r a s ı n d a


da bir m î s a k vardır. Bu m î s a k a göre nebiler, A l l a h ' t a n aldıkları
vahyi eksiksiz bir biçimde ve h e r t ü r l ü kayıt ve şart a l t ı n d a in­
sanlığa tebliğ edeceklerdir, (bk. 3/81; 33/7)

Tanrı ile İsrailoğulları arasındaki mîsak:

M î s a k k a v r a m ı n ı n geçtiği ayetlerin çoğu, k a v r a m ı n bu son bo­


y u t u n u getirmektedir, (bk. 2/63, 8 3 , 84, 9 3 ; 4 / 2 1 , 154; 5/12,
13, 70; 7/169) Bu ayetler, İsrailoğulları'nın mîsak h ü k ü m l e r i n e
i h a n e t ettiklerini ve bu y ü z d e n l a n e t l e n e r e k kalplerinin katı-
laştığını da bildirmektedir. İsrailoğulları'nın m î s a k a ihanetleri­
n i n en tipik belirişi, peygamberleri katletmeleridir, (bk. b u r a d a
Beniisrail mad.)
MÎZAN
(vezn, ölçü ve a h e n k )

Vezn k ö k ü n d e n kelimeler K u r ' a n ' d a , isim ve fiil olarak 20 kü­


s u r yerde geçer. B u n l a r ı n isim olarak geçenleri 'vezn' ve ' m î z a n '
sözcükleridir.

Vezn, K u r ' a n dilinin a ş ı l m a m ı ş u s t a s ı Isfahanlı Râgıb'ın beyanı­


na göre, "insanın el attığı b ü t ü n fiillerle sarf ettiği b ü t ü n sözlerde
adalete yani denge ve ölçüye riayet etmesidir." (el-Müfredât, v z n
mad.)

K u r ' a n , varlık v e o l u ş u n b ü t ü n a l a n l a r ı n d a v e t ü m b o y u t l a r ı n d a
v e z n i n e g e m e n o l d u ğ u n u bildirir ve i n s a n d a n bu e g e m e n ilke ve
olguyu b o z m a m a s ı n ı ısrarla ister. Ç ü n k ü K u r ' a n ' a göre, insan,
e v r e n d e ölçü ve ahengi b o z a n tek varlıktır. İ n s a n , ölçü ve d e n ­
geleri ürettiği iki o l u m s u z l u k l a b o z u y o r : Fesat, z u l ü m , (bu kav­
r a m l a r ı n ayrıntıları için bk. b u r a d a , Fesat ve Z u l ü m m a d d e l e r i )

Vezn, h e r şeyden ö n c e varlığın y a p ı s ı n d a e g e m e n d i r .

" G ü n e ş ve Ay, hesaba bağlıdır her birinin her şeyi. Çimen/yıldız ve


ağaç secde ediyorlar. Ve gök. Yükseltti onu. Ve koydu şaşmaz ölçü­
yü/dengeyi. Azgınlık etmeyin ölçüde/dengede! Ölçüyü/ahengi titiz­
likle, adaletle koruyun ve saptırmayın ölçüyü/dengeyi! Ve yerküre.
Koydu onu toprakta yaşayacak yaratıklar için. Bir meyve var onda.
Ve salkımlarla donatılmış h u r m a ağaçları. Çimli ve samanlı dâne ve
hoş kokulu otlar vardır. Bu böyle iken, Rabbinizin nimetlerinden
hangisini yalanlıyorsunuz? ( R a h m a n , 5-13)

B ü t ü n b u n l a r birlikte değerlendirildiğinde i n s a n ı n ş u n u diyesi


gelir:

K u r ' a n ' ı n tanıttığı Allah â d e t a varlıktaki ölçü ve a h e n g i n ta ken­


disidir.
MUHKEM
(tartışmasız t e k a n l a m l ı ayet)

K u r ' a n - ı K e r i m ' d e biri tekil, biri çoğul ( m u h k e m â t ) o l m a k üze­


re 2 yerde (3/7; 47/20) geçen m u h k e m k e l i m e s i n i n k ö k ü olan
h.k.m.'den t ü r e y e n kelimelerin 2 0 0 ' d e n fazla yerde kullanıldı­
ğını g ö r ü y o r u z . K u r ' a n b ü n y e s i n d e ö n e m l i yer t u t a n h ü k ü m ,
h ü k m e t m e k , t a h a k k ü m , ihkâm, t e h â k ü m , hakem, hâkim, hikmet,
hakim kelimelerinin hepsi bu köktendir.

K u r ' a n - ı K e r i m ' i n t a r t ı ş m a , y o r u m ve felsefe y a p m a dışı t u t u l a n


t e m e l dayanakları, aksiyomları ve p o s t u l a t l a r ı diye ifade edebile­
ceğimiz m u h k e m , 'lafız ve anlam y ö n ü n d e n kuşkuya ve tartışmaya
yer bırakmayan söz' diye t a n ı m l a n m a k t a d ı r .

M u h k e m k a v r a m ı n a k a y n a k l ı k e d e n Ali İ m r a n suresi 7. a y e t t e n
ö ğ r e n i y o r u z ki, m u h k e m l e r K u r ' a n ' ı n anası diye adlandırabilece­
ğimiz bir k a v r a m l a r y e k û n u , bir t e m e l o l u ş t u r u r .

K u r ' a n , içerdiği ayetleri iki a n a k ı s m a ayırıyor: Muhkem,


müteşâbih. B u n l a r ı n ilki; t a r t ı ş m a s ı z , kesinleşmiş yaradılış ka­
n u n l a r ı ile din b u y r u k l a r ı n ı çerçeveleyen alan, diğeri ise h e n ü z
ç ö z ü l m e m i ş , b i r d e n ç o k a n l a m b o y u t l a r ı olan, mecazî b e y a n
ve işaretlerle yüklü alandır. Muhkemler, K u r ' a n ' ı n izafiyet üstü
yönlerini, müteşâbihler ise izafiyet konusu olan yanlarını çerçeve­
ler. (Aynı a n l a m d a bir yaklaşım için bk. İ z u t s u ; Kur'anda Allah,
21-25) Yoruma ve değişik anlamlar kazanmaya sürekli açık olan
müteşâbihleri (bk. b u r a d a , Müteşâbih m a d . ) gerektiği gibi anla­
mak, K u r ' a n ' ı n yapıtaşları d u r u m u n d a k i m u h k e m l e r i bilmek v e
o n l a r a t a r t ı ş m a s ı z i m a n e t m e k l e m ü m k ü n olur. A z ö n c e andığı­
mız ayet, m u h k e m l e r i b i l m e d e n ve o n l a r a t a r t ı ş m a s ı z i m a n et­
m e d e n m ü t e ş â b i h l e r i y o r u m l a m a y a k a l k m a n ı n , k a l b i n d e eğrilik
taşıyanların tavrı olacağını söylemektedir. K u r ' a n ' ı n bu kabulü­
nü şu şekilde de ifadeye koyabiliriz:
MUHKEM 81

K u r ' a n ' a ters d ü ş m e m e k için müteşâbihleri m u h k e m i n ışığında de­


ğerlendirmek yolunu seçmeliyiz. B u n u n aksini yaparak, muhkemle­
ri müteşâbihlere uydurmaya kalkarsak çıkmaza girer ve Kur'an'sal
kavramları yozlaştırırız.

K a v r a m a kaynaklık e d e n ayette, m u h k e m l e r i n ayrıntılarına gi­


rilmemiştir. A n c a k gerek K u r ' a n ı n genel tetkiki, gerekse H z .
P e y g a m b e r ' i n tavır ve beyanları, müfessirlerin m u h k e m başlığı
altına girecek k a v r a m ve k o n u l a r ı y a k a l a m a l a r ı n a i m k â n ver­
miştir. B u n l a r helal, haram, geçmiş ümmetlerin hayatları ile ilgili
beyanlar, temel iman ve amel konuları olarak sıralanagelmiştir.
Ş u n u n d a altını çizmeliyiz:

Muhkemlerin varlıkları bir iman konusu olarak m u h k e m , nasıllık-


ları ise müteşâbih alanına girebilmektedir. İslam bilginleri b u r a ­
da 'bir yönden m u h k e m , bir yönden müteşâbih' deyimini kulla­
nırlar. Mesela Allah'ın birliğine iman m u h k e m , Allah'ın nasıllığı,
sıfatları vs. müteşâbihtir. Ahirete, cennete, cehenneme, hesaba vs.
iman m u h k e m , bunların nasıllığı müteşâbihtir. K u r ' a n ' ı n istediği,
b u n l a r ı i m a n k o n u s u olarak k a b u l edip t a r t ı ş m a dışı t u t m a k t ı r .
B u r a d a yapılan, ş u n a b e n z e m e k t e d i r : M a t e m a t i k y a p m a k için
ç a r p ı m cetvelini, sıfırlı sistemi, g e o m e t r i y a p m a k için pi sayısını
t a r t ı ş m a dışı t u t m a k nasıl gerekliyse, K u r ' a n ' ı a n l a m a k için de
m u h k e m l e r i t a r t ı ş m a dışı t u t m a k z o r u n l u d u r . A l l a h ' ı n bir v e t e k
o l u p olmadığını, ö l ü m d e n s o n r a bir h e s a b ı n varlığını t a r t ı ş m a ­
ya açmak, din gerçeğini a n l a m a y a giden yolu b a ş t a n t ı k a m a k
olur. K u r ' a n , bu t e m e l kabulleri t a n r ı s a l kitabın değişmez yapı
taşları olarak k o y m a k t a ve o n l a r d a n b i r k a ç k a t fazla yer t u t a n
m ü t e ş â b i h l e r i i n s a n o ğ l u n d a n y o r u m y a p m a s ı ve fikir ü r e t m e s i
için açık b u l u n d u r m a k t a d ı r .

B u r a d a iki tehlikeye d i k k a t çekilmelidir:

1. Müteşâbihleri değerlendirirken, muhkemleri görmezlikten gele­


rek Kur'an'ı kişisel tevillere teslim etmek.

Bâtınî felsefelerin ve o felsefelerin bir u z a n t ı s ı olan s ü n n î ta­


rikatların 'bâtınî m â n â ' adıyla ortaya s ü r d ü k l e r i sübjektif tevil
ve y o r u m l a r ı n t a m a m ı n a yakını bu t ü r d e n d i r . Bu m â n â l a r ı n bi­
lim v e akılla k o n t r o l ü m ü m k ü n o l m a d ı ğ ı n d a n b u n l a r ı n hiçbiri­
n i K u r ' a n ' a m a l edemeyiz. Ç ü n k ü K u r ' a n , akıl v e ilimden o n a y
a l m a y a n hiçbir tevil v e y o r u m u k a b u l e t m e z . Bizzat K u r ' a n ' ı n
ifadesiyle, "Allah, ilimden nasibi olmayanların kalplerine m ü h ü r
basmıştır."

O h a l d e , y o r u m ve tevil, ya ilme teslim olacaktır y a h u t da


Kur'andışılığı k a b u l edecektir.

2. K u r ' a n ' ı n büyük çoğunluğunu oluşturan ve tanrısal kitabın za-


m a n ü s t ü l ü ğ ü n ü sağlayan müteşâbih ayetleri, "Bunları Allah'tan
başka kimse anlayamaz" diyerek olduğu gibi bırakıp kenara çekil­
mek.

Bu ikinci yola gidilmesi h a l i n d e , K u r ' a n birkaç ayetlik bir dog­


malar kitabı olur ve yaklaşık b e ş t e d ö r d ü a n l a m ifade e t m e z hale
gelir. Bu, aynı z a m a n d a Allah'a abes ve b o ş laf izafe e t m e k gibi
k ü s t a h bir tavırdır.

M ü t e ş â b i h l e r i n bir kısmını A l l a h ' t a n gayrisi bilemez, a m a bu


sadece bazı m ü t e ş â b i h l e r içindir. Müteşâbihler de, zamanı ge­
lince çözülecek mânâlanyla ayrı birer muhkemdirler. Ç ü n k ü ,
s o n tahlilde K u r ' a n ' ı n t ü m ü m u h k e m d i r . Yani K u r ' a n ' ı n t ü m ü
k u ş k u , çelişme, tutarsızlık ve a b e s t e n u z a k t ı r . M ü t e ş â b i h l e r i n
müteşâbihliği, a n l a m l a r ı fark edilinceye kadardır, (bk. b u r a d a ,
Gayb ve Müteşâbih m a d d e l e r i )
MÜBÂHELE

Âli İ m r a n suresi 6 1 . ayette geçen ibtihal kelimesiyle aynı k ö k t e n


t ü r e y e n m ü b â h e l e , İslam t a r i h i n d e ç o k ü n l ü bir olayın adıdır.
Âli İ m r a n s u r e s i n i n b ü y ü k bir kısmı bu olayla ilgili olarak in­
miştir.

İbtihal, d u a e t m e k ü z e r e ç ö m e l m e k a n l a m ı n d a d ı r . M ü b â h e l e ise
iki kişi veya g r u b u n birbirleri aleyhinde d u a e t m e k ü z e r e karşı­
lıklı faaliyete girmeleri d e m e k t i r . Âli İ m r a n 6 1 . ayet, ibtihalin
K u r ' a n s a l a n l a m ı n ı y a k a l a m a m ı z ı s a ğ l a m a k t a d ı r . B u n a göre,
k e l i m e n i n a n l a m ı , Allah'ın lanetini yalancılar üzerine çekmek için
dua etmek niyetiyle çömelmektir.

H i c r e t i n 10. yılının, İslam t a r i h i n d e Elçiler Yılı (senetü'l vüfûd)


olarak anıldığı bilinmektedir. H z . Peygamber, bu yılın s o n l a r ı n a
doğru, Y a r ı m a d a çevresinde ve dışındaki gayrimüslim kabile ve
t o p l u l u k l a r a yönelttiği İ s l a m ' a çağrıyı, N e c r a n H ı r i s t i y a n l a r ı n a
da y ö n e l t m i ş ve m ü b â h e l e olayı bu N e c r a n l ı l a r M e d i n e ' y e gel­
dikleri sırada v u k u b u l m u ş t u r .

H z . Peygamber, N e c r a n h a l k ı n a bir m e k t u p y a z a r a k onları


İ s l a m ' a çağırmıştı. M e k t u b u n m e t n i k a y n a k l a r d a şu şekilde yer
almaktadır:

"Allah'ın Resulü M u h a m m e d ' d e n N e c r a n r a h i p l e r i n e : Allah'ın


adıyla. Y a k u p ' u n , İ s h a k ' ı n , İsmail'in ve İ b r a h i m ' i n r a b b i n e
h a m d i tavsiye ediyorum. B u n d a n başka, size ş u n l a r ı söyleyece­
ğim: Sizi kullara i b a d e t t e n Allah'a ibadete, kulların emri altına
g i r m e k t e n A l l a h ' ı n y ö n e t i m i n e çağırıyorum. Bu çağrıma u y m a z
iseniz cizye vereceksiniz. B u n u da r e d d e d e r s e n i z , size h a r p ilan
ederim. S e l a m l a r ı m l a ! "

M e k t u b u alışlarından bir s ü r e sonra, N e c r a n Hıristiyanları, 6 0


kişilik bir heyeti, H z . P e y g a m b e r l e g ö r ü ş m e k ü z e r e M e d i n e ' y e
gönderdiler. H e y e t t e k i l e r i n 14'ü dinî liderdi. Medine'ye gelen
Necranhlar, doğruca Hz. Peygamber'in mescidine inip orada kendi
dinlerine göre ibadete başladılar. Ashap, engel olmak istediyse de
Hz. Peygamber: " D o k u n m a y ı n , ibadetlerini yapsınlar." emrini ver­
di. İ b a d e t t e n sonra, H z . P e y g a m b e r ' e y ö n e l e n ve ipek giysilerle
k u ş a n m ı ş b u l u n a n h e y e t i n k a b u l edilmediği g ö r ü l d ü . Sahabîler,
b u n u n sebebinin ipek giysiler o l d u ğ u n u anlamışlardı.

N e c r a n h l a r bu giyisilerle bir g u r u r ve a z a m e t havası estirmiş-


lerdi. Sahabîler, N e c r a n l ı l a r ı uyardılar, o n l a r da ertesi g ü n y ü n
giysilerle h u z u r a çıktılar v e k a b u l edildiler. H z . M u h a m m e d
b u n l a r a K u r ' a n ' d a n ayetler o k u y a r a k kendilerini İ s l a m ' a da­
vet ettiğinde o n l a r : "Biz senden önce M ü s l ü m a n ı z " diye t e r s bir
karşılık verdiler. H z . P e y g a m b e r dedi ki, "Vallahi, yalan söy­
l ü y o r s u n u z . Sizi engelleyen, Allah'a ç o c u k i s n a t e t m e n i z , h a ç a
t a p m a n ı z , d o m u z eti y e m e n i z d i r . " O n l a r : "Peki, İ s a ' n ı n b a b a s ı
k i m ? " diye s o r u n c a H z . P e y g a m b e r d u r d u . B u d u r u ş v e bekleyiş
sırasında Âli İ m r a n s u r e s i n i n ilk 80 ayeti indi. Bu ayetlerden biri
( 6 1 . ayet) şu mealdeydi:

"Sana ilimden bir nasip geldikten sonra, hak k o n u s u n d a seninle


tartışana de ki, 'Gelin; oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı
ve kadınlarınızı, öz benliklerimizi ve öz benliklerinizi çağıralım,
mübâhele edelim de Allah'ın lanetini yalancılar üzerine salalım!"

Bu ayette geçen ibtihal (yalancıya l a n e t dilemek) t a b i r i n d e n alı­


n a n m ü b â h e l e deyimi s o n r a l a r ı b u olayın adı olarak kullanılır
oldu. M ü b â h e l e , yani yalancıya l a n e t dileme uygulaması, belirli
bir u s û l e u y u l a r a k yapılmaktaydı. F r a n s ı z yazar Massignon, bu
usuller h a k k ı n d a geniş bilgi v e r m e k t e d i r , (bk. M u b a h a l a , Opera
Minora, V 5 5 0 vd.)

M ü b â h e l e olayının ö n e m l i olan kısmı, b u n d a n sonrasıdır. H z .


M u h a m m e d ' i n m ü b â h e l e teklifi, Necranlıları endişelendirdi.
M ü h l e t isteyip " K a r a r ı m ı z ı b i l d i r m e k ü z r e yarın geliriz" dediler.
Ertesi gün, H z . Peygamber, k u c a ğ ı n d a Hüseyin, elinde Hasan,
a r k a s ı n d a Hz. Ali ve Hz. Fâtıma olduğu h a l d e b u l u ş m a yerine gel­
di. H z . Peygamber, böylece ayette geçen ' ç o c u k l a r ı m ı z ' tabirini
k a r ş ı l a m a k ü z e r e t o r u n l a r ı n ı , ' k a d ı n l a r ı m ı z ' tabirini k a r ş ı l a m a k
ü z e r e kızı Fâtıma'yı ve 'kendilerimiz' tabirini k a r ş ı l a m a k ü z e r e
de kendisiyle birlikte H z . Ali'yi getirmiş o l u y o r d u . N e c r a n l ı l a r ı n
reisi Ebu Harise b a ş t a o l m a k üzere, h e y e t i n ileri gelenleri S o n
Peygamber'i, Ehlibeyt'i ile birlikte yere ç ö k m ü ş ve Allah'ın İane-
tini yalancıların ü s t ü n e davet e t m e k ü z r e bekler h a l d e g ö r ü n c e
şöyle dediler:

"Vallahi, nebilerin çöktüğü gibi çökmüş." Ve eklediler: "Şu yüzler


öyle yüzler ki, eğer onların h ü r m e t i n e dağların yerinden sökülece­
ğine yemin etseniz yalancı olmazsınız." Ve reis Ebu Harise s o n ka­
rarlarını bildirdi:

"Mübâheleden vazgeçiyoruz. Sana cizye vereceğiz. Sen şimdi bize


aramızda hâkimlik yapmak üzre birini gönder."

H z . Peygamber onların tekliflerini k a b u l edip Ebu Ubeyde bin


el-Cerrâh'ı N e c r a n y u r d u n a h â k i m olarak g ö n d e r d i .

M ü b â h e l e olayı sırasında N e c r a n h l a r ı n tavrı H z . Peygamberi


ç o k sıkmıştı. O k a d a r ki, şöyle d e m e k ihtiyacını d u y d u : "Benimle
Necranlılar arasında bir perde olsaydı da birbirimizi görmeseydik!"
Ve şöyle ekliyor:

"Eğer mübâheleye girselerdi, Allah onları maymun şekline getire­


cek, şu vadi onlar üstüne ateş kesilecek ve Necran yurdu, havadaki
kuşlar dahil, yerinden sökülecekti."

M ü b â h e l e o l a y ı n d a n Ehlisünnet çevrelerinin çıkardıkları ge­


nel sonuçları şu şekilde verebiliriz: " B u olay ve ilgili ayet, Al-i
Aba'nın üstünlük ve seçkinliğini gösteren en kuvvetli delildir."
( Z e m a h ş e r î , Tefsir, Âli İ m r a n , 6 1 . ayet) Ve, " B u olay, İslam
Peygamberi'nin nübüvvetine ve O'nun Ehlibeytinin üstünlüğüne
delildir." (Beyzâvî, Tefsir, aynı ayetin y o r u m u )

M ü b â h e l e olayı, b a ş l a n g ı ç t a n beri, b ü t ü n İ s l a m d ü ş ü n c e ekol­


leri t a r a f ı n d a n ele alınıp çeşitli y o r u m l a r a tabi t u t u l m u ş t u r .
Özellikle Şiî-İsmailî çevreler bu olayı geniş y o r u m l a r a k o n u yap­
mış ve ilginç s o n u ç l a r çıkarabilmişlerdir. Massignon'un da be­
lirttiği gibi, Şiîlik'in, Ehlibeyt'in hilafet k o n u s u n d a k i h a k k ı n ı
s a v u n m a d a sosyo-jüridik dayanağı Gadîru H u m olayı, metafizik
dayanağı da m ü b â h e l e olayıdır. ( M a s s i g n o n , Passion de Hallâj,
ilk baskı, 1/348)

M ü b â h a l e n i n yapıldığı g ü n (21 Zilhicce), Şiî çevrelerce b a y r a m


olarak k u t l a n m a k t a , m ü b â h e l e olayı d a H z . Ali'nin, e n ü s t ü n
sahabî o l d u ğ u n a , h a t t a b a z ı l a r ı n c a eski peygamberlerden ü s t ü n
o l d u ğ u n a delil sayılmaktadır.
MÜELLEFETÜL KULÛB
(kalpleri İ s l a m ' a ısındırılanlar)

Bu şekliyle K u r ' a n ' d a bir y e r d e geçer: Tevbe, 60. A n ı l a n ayet, bu


zümreyi, z e k â t m a l l a r ı n d a n k e n d i l e r i n e pay verilmesi gereken­
ler a r a s ı n a koyar. M u h t a ç l a r y a n ı n d a b u z ü m r e y e z e k â t t a n pay
verilmesinin kurallaştırılması gösterir ki, t o p l u m u n yoksullarını
k o r u m a k k a d a r , t o p l u m a şer ve fesatlarıyla z a r a r v e r e n ikiyüzlü­
lerin p a r a ve mal verilerek bir b i ç i m d e s u s t u r u l m a l a r ı da i n s a n
hayatının zaruretlerindendir.

Müellefe kelimesinin k ö k ü olan 'ilf ve 'ülfet', dostluk, k a y n a ş ­


m a d e m e k t i r . K u r ' a n , i n s a n l a r arası ülfetin, e s a s t a bir t a n r ı s a l
faaliyet o l d u ğ u n u söylemekte, Z a t ı ilahî'nin iradesi olmadıkça,
i n s a n b ü t ü n d ü n y a malını h a r c a s a b e k l e n e n ülfeti sağlayamaz.
N i t e k i m , İ s l a m ' ı n eski kanlı d ü ş m a n l a r ı olan Emevîler, H z .
M u h a m m e d ' i n akıl a m a z b ü y ü k l ü k t e k i bağışlarına r a ğ m e n o n a
ı s ı n m a m ı ş , elde ettikleri ilk fırsatta o n u n ehlibeytini, t a r i h t e eşi
az g ö r ü l m ü ş bir h u n h a r l ı k l a katletmişlerdir. Müellefetül k u l û b
m e s e l e s i n i n k a y n a k ayeti olan Enfâl 63, b ü t ü n bu söylediklerimi­
zin ö z ü n ü , şifrelerini ve k o o r d i n a t l a r ı n ı b a r ı n d ı r m a k t a d ı r .

Ülfet k ö k ü n d e n t ü r e y e n kelimeler fiil h a l i n d e beş y e r d e geçer.


B u n l a r ı n ü ç ü Enfâl suresi 63, ayette g e ç m e k t e ve K u r ' a n ' ı n ilk
m u h a t a p l a r ı olan A r a p l a r ı n kalplerini k a y n a ş t ı r m a n ı n A l l a h ' t a n
b a ş k a k i m s e n i n başarabileceği bir iş olmadığına v u r g u y a p m a k ­
tadır. Ayın vurgu, iniş sırasıyla, Enfâl'den bir s o n r a k i (94. sure)
s u r e olan Âli İ m r a n ' d a bu kez, ' d ü ş m a n l ı k ' ve 'kardeşlik' tabir­
leri de k u l l a n ı l a r a k bir kez d a h a yapılmıştır. Müellefetül k u l û b
gerçeğinin k o o r d i n a t l a r ı n ı b a r ı n d ı r a n bu ayetler, iniş sırasıyla,
şöyledir:
" O n l a r ı n kalplerini kaynaştıran da O'dur. Sen, yeryüzündeki her
şeyi bağışlasaydın, onların kalplerini yine de kaynaştıramazdın;
a m a Allah onları birbirine ısıtıp yaklaştırmıştır. O'dur Azîz ve Ha­
kim." (Enfâl, 63)

"Allah'ın ipine yapışın, fırkalara b ö l ü n ü p parçalanmayın; Allah'ın,


üzerinizdeki nimetini hatırlayın! Birbirinizin düşmanı idiniz, Allah
kalplerinizi uzlaştırıp kaynaştırdı da O ' n u n nimeti sayesinde kar­
deşler haline geldiniz. Ateşten bir ç u k u r u n kenarında idiniz; sizi
oradan kurtardı. Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki, doğru­
ya ve güzele yol bulaşınız." (Ali İ m r a n , 103)

'Müellefetül k u l û b ' t a m l a m a s ı , ülfet k ö k ü n d e n gelen müellefe


(ısındırılan, h o ş t u t u l a n ) sözcüğüyle k a l p kelimesinin çoğulu
olan kulûb s ö z c ü ğ ü n ü n b i r l e ş i m i n d e n o l u ş a n bir fıkıh, tefsir ve
t a r i h terimidir. İ n s a n l a r ı n i n a n ç kimliklerini t a n ı t a n t a b i r l e r d e n
biridir. Bir fıkıh terimi olarak, İslam'a ısındırılmak istenen veya
İslam'a zararları önlenebilsin diye gönülleri hoş t u t u l a n kimseler
a n l a m ı n d a kullanılır.

B u r a d a k i 'hoş t u t m a ' n ı n esası mal ve p a r a ile m e m n u n e t m e d i r .


H o ş t u t m a , t a r i h b o y u n c a , h e p b u a n l a m d a alınmış v e böyle uy­
gulanmıştır.

"Maddî ihsanda b u l u n m a k suretiyle gönüllerinin İslam'a ve Müs­


lümanlara karşı yumuşatılması arzulanan gayrimüslimleri, kendile­
rinin veya bağlılarının İslam'ı benimsemesi u m u l a n yahut zarar ver­
melerinden korkulan veya düşmana karşı himayeleri istenen nüfuz
sahibi kimseleri ve dinde sebat etmeleri arzulanan yeni mühtedileri
belirtmek için kullanılmıştır." (Cengiz Kallek, DİA, Müellefe-i
Kulûb maddesi)

Müellefetül kulûb, a s r ı s a a d e t t e k i m ü n a f ı k l a r ı n ö n d e gelenleri­


dir. Onlar, infakın değil, nifakın çocuklarıdır. D i n onlar için h e p
a l m a n ı n aracıdır. Vermek, fedakârlık söz k o n u s u o l d u ğ u n d a on­
ları o r t a l a r d a b u l a m a z s ı n ı z . Çok sıkışırlarsa sırtlarını d ö n ü p gi­
derler. Bu gidiş, z a m a n z a m a n irtidatla s o n u ç l a n ı r . Müellefetül
k u l û b gerçeğinin en belirgin yanı b u d u r a n c a k Emevî, bu gerçe­
ğin o n u n atalarını ve a k r a b a s ı n ı rezil edeceğini bildiği için 'mü­
nafıkların ö n d e gidenleri olan müellefe' z ü m r e s i n i 'bilinmeyen­
ler' a r a s ı n a atmıştır.
T a r i h bize göstermiştir ki, bu müellefe t a k ı m ı n ı n gerçek i m a n
n o k t a s ı n a u l a ş a n l a r ı p a r m a k l a sayılacak k a d a r azdır. B u n l a r ı n
b ü y ü k ç o ğ u n l u ğ u İslam v e M ü s l ü m a n l a r a t a r i h i n e n b ü y ü k kö­
t ü l ü k l e r i n i y a p a n a d a m l a r o l m u ş t u r . V e olmaya d e v a m etmek­
tedirler. H z . Ö m e r ' i n , k a m u malı t a l a n c ı l a r ı n a h i t a p e d e r k e n
kullandığı tabiri esas alırsak b u n l a r ı n t ü m ü 'Allah ve K u r ' a n düş­
m a n ı ' olarak damgalanabilir. İstedikleri k a d a r n a m a z kılsınlar.
O n a m a z l a r ı n o n l a r ı n l a n e t l e n m e l e r i n d e n b a ş k a bir işe y a r a m a ­
dığını K u r ' a n bize bildirdiği h a l d e birilerine ne oluyor da onları
a k l a m a y a çalışıyorlar!!!

U y d u r m a rivayet simsarları, münafıkları, önce, M e d i n e d ö n e m i n ­


d e y a ş a y a n b i r k a ç kişiye, a r d ı n d a n d a " O n l a r ı P e y g a m b e r ' d e n
b a ş k a s ı b i l m e z d i " söylemiyle t e k e indiriyorlar. Ve işi b u r a d a bi­
tiriyorlar. Peki, o k o c a Münafıkûn suresi ne olacak, münafıklar­
d a n b a h s e d e n o n c a ayet n e o l a c a k ? O n l a r ı n devri bitti denebi­
lir mi? İniş sebepleri gösterilerek ayetlerin a n l a m ve delâletleri
o r a d a bitirilebilir mi? Bitirilemez, ç ü n k ü 'iniş sebebinin özelliği,
ayetteki anlam ve mesajın genelliğine engel değildir' kuralı, tartı­
şılmaz bir tefsir kuralıdır. O h a l d e h e r devrin beylik münafıkları
o l a n müellefetül k u l û b h e r z a m a n vardır, var olacaktır v e b u n ­
ların e n muzırları d a lanetli n a m a z l a r ı kılan M â û n suresi m ü c ­
rimleridir. Abdullah bin Übey'den Deniz Feneri s o y g u n c u l a r ı n a
kadar...

G ö n ü l l e r i h o ş t u t u l a n l a r ı n bir kısmı z a m a n içinde g e r ç e k t e n


m ü m i n o l m u ş , bir kismı ise küfür ve i n a d ı n d a d e v a m etmiştir.
H a t t a bazıları, ö r n e ğ i n Ebu Süfyan (ölm. 3 1 / 6 5 1 ) , İslam düş­
manlığını d a h a da a r t ı r a r a k s ü r d ü r m ü ş t ü r . Bazıları ise politik
d a v r a n a r a k , g ö r ü n ü r d e M ü s l ü m a n l a r l a b e r a b e r o l m u ş a m a ger­
ç e k t e K u r ' a n d i n i n i n altını o y a r a k İ s l a m ' a ve M ü s l ü m a n l a r a za­
r a r vermeye d e v a m etmiştir. Eski ile t e k fark yeni d ö n e m d e 'yer
altından iş yapma'dır. H z . Ali, ileriki yıllarda, E b u Süfyan'ın bu
d u r u m u n a d i k k a t ç e k e r k e n o n u n y ü z ü n e şöyle haykırmıştır:

"Sen, hâlâ eski küfrün üzerindesin!"

Ç o k d a h a ilginç bir tespiti, Medineli M ü s l ü m a n l a r olan E n s a r ' ı n


liderlerinden Sa'd bin U b â d e ' n i n oğlu, ü n l ü diplomat-vali Kays
bin Sa'd (ölm. 60/679) yapmıştır. M u a v i y e ' n i n Ş a m ' d a , k a m u
m a l ı n d a n h a r c a y a r a k yaptırdığı için Ebu Zer t a r a f ı n d a n ağır
şekilde eleştirilen ünlü H a d r a Sarayı'nda tartıştıkları bir sırada
Muaviye'ye şöyle diyor Kays:

" S e n ve baban, Cahiliye putlarındansınız. İslam'a zorla sokuldunuz


a m a ondan kendi isteğinizle çıktınız." (İbn Asâkir, Tarih, 49/430)

Ş u halde, müellefe ilk a n d a n e t o p t a n m ü m i n n e d e t o p t a n kâfir


ilan edilebilir. B u n l a r ı n i n a n ç kimliği b a k ı m ı n d a n b a ş k a katego­
rilere girip girmeyecekleri z a m a n içinde sergiledikleri tavırlara
göre belirlenecektir.

Müellefetül k u l û b ' a 'tulaka' (düşükler) veya 'Fetih Müslümanı'


d a d e n m e k t e d i r . T u l a k a n ı n bizzat kendileri, biraz k o r k u biraz
da m a d d î çıkar için M ü s l ü m a n olduklarını söylemişlerdir.

Müellefetül kulübün sembol isimleri Ebu Süfyan ve eski bir


P e y g a m b e r d ü ş m a n ı olan Akra' bin Habis, İslam vahyinin ta­
m a m l a n d ı ğ ı yıl gerçekleşen M e k k e fethi sırasında aldıkları y ü z e r
deve g a n i m e t e ilaveten b u fethin h e m e n a r d ı n d a n gerçekleştiri­
len Huneyn savaşın da y ü z e r deve aldılar. E b u Süfyan, M e k k e
F e t h i sırasında da yüz deve ile kırk ukıyye (yaklaşık elli kilo)
g ü m ü ş i h s a n almıştır. B u d u r u m , gerçek M ü s l ü m a n l a r arasında,
özellikle yapılanı k e n d i l e r i n i t a h k i r o l a r a k g ö r e n E n s a r b ü n y e ­
s i n d e öylesine b ü y ü k bir h u z u r s u z l u k yarattı ki, şu söylenti çal­
kalanıp durdu:

" M u h a m m e d bizi yanına alarak savaştı, davası muzaffer olunca da


kendi kavmine d ö n ü p bizi terk etti." (Yakubî, Tarih, 2/63)

İtirazlar ü z e r i n e H z . P e y g a m b e r ' i n söylediği bir söz vardır ki,


Müellefetül k u l ü b ü n , İslam i m a n ı b a k ı m ı n d a n kimliklerini an­
l a t m a n o k t a s ı n d a m u c i z e bir beyandır. Kendilerini dışlanmış
görerek itiraz sesleri y ü k s e l t e n l e r e şöyle dedi H z . Peygamber:

" Ş u n u kesinlikle bilin: Bu ekibe bu malları kalplerini İslam'a ısın­


dırmak ümidiyle veriyorum; oysaki sizin imanınıza ben kefilim."

B u d e m e k t i r ki, b u n l a r ı n i m a n l a r ı n ı g a r a n t i g ö r m ü y o r u m , b u
m a l l a r k a r ş ı s ı n d a b u n l a r ı n içinden i m a n e d e n l e r çıkar diye ü m i t
ediyorum. Size gelince, o n l a r ı n aksine, sizin i m a n ı n ı z a b e n kefi­
lim ve bu, o n l a r a verdiğim mallarla k ı y a s l a n m a y a c a k k a d a r bü­
y ü k bir n i m e t t i r .
H u n e y n Savaşı g a n i m e t i n d e n kişi b a ş ı n a yüz deve gibi b ü y ü k
bir pay alan 12 t u l a k a (müellefe d ü ş ü ğ ü ) şunlar: Ebu Süfyan,
oğlu Muaviye, H a k i m bin Hizam, Haris bin Haris, Haris bin Hişâm,
Süheyl bin Amr, Peygamber'in en büyük düşmanlarından biri olan
Ümeyye bin H a l e f i n oğlu Safvân, Huveytıb bin Abdüluzza, Ulâ
bin Harise es-Sekafî, Huleyf bin Zühre, Mâlik bin Avf, Uyeyne bin
Hasn, Akra' bin Habis.

Yüz d e v e n i n a l t ı n d a g a n i m e t a l a n l a r ı n listesi ç o k d a h a u z u n d u r .

Bu Müellefe düşüklerinin ortak özelliklerden biri de Hz. Pey-


gamber'e kendilerinin veya çok yakınlarının bir biçimde eziyet et­
miş olmasıdır. Özellikle Peygamber'e eziyeti meslek haline getiren­
lerin gerçek anlamıyla hiçbir zaman m ü m i n olabildiklerini göremi­
yoruz. Kur'an, çeşitli vesilelerle ve kendine özgü esrarlı üslubu için­
de bu tiplerin imansızlıklarını bir biçimde bize ifşa etmiştir. Mesela
Ebu Süfyan'ı 'şeytan' diye nitelemiş (Âli İ m r a n , 175), Akra' bin
Hâbis'i, içinde yer aldığı bir heyet münasebetiyle 'aklını işletmeyen
kişi' olarak kayda geçirmiştir, (bk. H u c u r â t , 4)

Sıffîn g ü n l e r i n d e , M u a v i y e ' n i n hilafeti söz k o n u s u edildiğinde


Ali şöyle demiştir:

"Muaviye kim, Müslümanların halifesi olmak kim! Allah o n u n gi­


bilere bu dinde hiçbir geçmiş, İslam'da hiçbir sadakat nasip etme­
miştir. Talik oğlu taliktir onlar, düşük oğlu düşüklerdir. İslam'a
zorla sokuldular. İslam karşısında savaşan hiziplerden biridir on­
lar. İslam'a zorla sokuldukları güne kadar Allah'a, Peygamber'e
ve Müslümanlara düşmanlıktan bir an bile geri durmamışlardır."
(Taberî, Tarih, 6/4; İ b n ü l Esir, el-Kâmil fi't-Tarîh, 3/125; Askerî,
Âişe, 1/369)

Müellefetül k u l û b , İ s l a m ' a çıkar için y a k ı n d u r d u ve bir g ü n gel­


di İslam'ı çıkarları için bir s a l t a n a t a r a c ı n a d ö n ü ş t ü r e r e k kul­
landı. Ve bir Emevî olduğu h a l d e t a r i h i n en n a m u s l u adamla­
r ı n d a n biri olan Ömer bin Abdülaziz'in deyişiyle, öyle bir z a m a n a
gelindi ki, Müellefetül k u l û b çocukları, ' ü m m e t i n b ü t ü n mal ve
servetinin üçte ikisine el koydu.'

M â û n suresi, işte bu 'el k o y m a ' z u l m ü n ü n metafizik kimliğini tes­


pit ediyor ki, o kimlik 'din maskesi altında dini tekzîb' yani dinsiz­
lik olarak tanıtılıyor. M â û n suresinin bu beyanının günlük dildeki
açık ifadesi 'din maskesi altında dinsizlik'tir. (Ayrıntılar için bizim
'Mâûn Suresi Böyle Buyurdu' adlı eserimize bakılmalıdır.)

ÇAĞDAŞ M Ü E L L E F E T Ü L KULÛB

Müellefetül k u l û b ile ilgili fıkhî h ü k ü m l e r b u g ü n de işlemek­


tedir. Ç ü n k ü bu grup, tarihsel bir g r u p o l a r a k değil, z a m a n ü s -
t ü , k a t e g o r i k bir i n a n ç g r u b u o l a r a k tespit edilmiştir. Mesela,
T ü r k i y e ' d e k i cami ve cemaat talancısı M â û n ihlalcileri (Deniz
Fenercileri ve b e n z e r i c a m i içi soygun çeteleri) eğer İslam'la ir­
t i b a t l a r ı n d a n söz edeceksek, a n c a k müellefetül k u l û b olarak ad­
landırılabilirler. İ ç l e r i n d e n tövbe e d e r e k gerçek m ü m i n hüviye­
tini alabileceker olacaktır a m a t ü m ü n ü p e ş i n e n m ü m i n s a y m a k
akla v e K u r ' a n ' a ters d ü ş m e k olur.

Kuveyt'te 2-3 Aralık 1 9 9 2 ' d e gerçekleştirilen Güncel Zekât


Meseleleri Ü ç ü n c ü Toplantısı'nda a l ı n a n k a r a r a göre, müellefe­
tül k u l û b , z e k â t ı n sekiz h a r c a m a y e r i n d e n biri olmaya d e v a m
e t m e k t e d i r . Yani müellefetül k u l û b l a ilgili h ü k ü m l e r neshedil-
memiştir, m u h k e m h ü k ü m olarak y a ş a m a k t a d ı r .

Biz, bu k a r a r ı takdirle karşılıyoruz; bu k a r a r ı n K u r ' a n ' a uygun­


l u ğ u n d a e n k ü ç ü k bir t e r e d d ü t t a ş ı m a m a k t a y ı z . B u yaklaşımı­
m ı z a d a y a n a r a k ş u n u söyleyebiliriz:

Bugünkü dinciliğin, M ü s l ü m a n halkın kesesinden ve kasasından,


çoğunlukla camiyi ve namazı kullanarak milyar dolarlık meblağlar
aşıran kodamanları, eğer İslam'la ilişkiden mutlaka söz edeceksek,
a n c a k müellefetül kulûb içinde yer alabirler.

Biz b u n l a r ı , 'çağdaş müellefetül k u l û b ' olarak a n m a k t a ve tes­


cil etmekteyiz. Bu soygun ekipleri, suçlarını itiraf ile tövbe edip
gasp ettikleri kul h a k l a r ı n ı geri v e r e r e k gerçek m ü m i n sıfatını
alabilirler; bu yol açıktır. Eğer müellefetül kulûb n i t e l e m e s i n e
itiraz edip A l l a h ' a tövbe, kullara tediyeyi yerine getirmezlerse,
işledikleri M â û n suresi ihlalleri onları d o ğ r u d a n doğruya dinsiz-
imansız m e l u n l a r ilan e t m e m i z i gerektirecektir. Başka bir ihti­
mal söz k o n u s u edilemez.
MÜLK
(mülkiyet, egemenlik, s a l t a n a t )

K u r ' a n ' ı n en ö n e m l i k a v r a m l a r ı n d a n biri olan mülk, türevleriyle


birlikte 150 k ü s u r yerde geçer. Aynı k ö k t e n türediği k a b u l edi­
len m e l e k sözcüğü de dahil edilirse k u l l a n ı m sayısına yetmiş kü-
s u r l u k bir ilave d a h a y a p m a m ı z gerekir. Râgıb'a göre, m ü l k gücü
taşıyanların i n s a n ü s t ü v a r l ı k l a r d a n o l a n l a r ı n a melek, i n s a n d a n
o l a n l a r ı n a melik denir. A n l a ş ı l a n o ki, melekler de, k e n d i l e r i n e
tasarruf h a k ve yetkisi verilmiş k u d r e t sahipleridir. Yetki kullan­
m a y a m e m u r edildikleri alanlar o n l a r ı n mülkleridir.

Bizzat mülk kelimesi elliye yakın yerde kullanılmıştır. B u n l a r ı n


çoğu, 'göklerin ve yerin m ü l k ü n ü n (saltanat ve sahipliğinin)
Allah'a ait o l d u ğ u ' y o l u n d a k i ihtar s a d e d i n d e d i r .

K a a m u s ' u n t a n ı m ı n a göre, "mülk, h ü k m ile bir nesnenin zapt ve


tasarrufuna denir. Zir-i tasarrufta olan şeye de denir. İzzet, azamet
ve şevket mânâsına müsta'meldir. Mâlik, mülk sahibine denir ki
murad, padişahlardır." (Kaamus, mlk m a d d e s i )

K u r ' a n dilinin eşsiz u s t a s ı sayılan Isfahanlı R â g ı b ' d a n özetle­


yelim:

"Mülk, tasarruf konusu olan şeyi h ü k m e d e r e k zapt etmektir...


H ü k m e d e n e melik denir. Melikin saltanatının egemen olduğu yer­
lere memleket adı verilir... Mülk, Allah için kullanıldığında daimî
h a k anlamına gelir ki bu, 'mülk ve övgü O'na özgüdür' (Teğâbün,
1) ayetiyle ifade edilmiştir." (Râgıb, el-Müfredât li Garibi'l-Kur'an,
mlk. m a d . )

S ü r e ve alan b a k ı m ı n d a n sınırsız m ü l k sahibi olan t e k k u d r e t


Allah'tır k i K u r ' a n m ü l k kelimesini e n ç o k b u n o k t a y a dikkat
ç e k m e k için k u l l a n m a k t a d ı r . Yirmiyi a ş k ı n ayette şu ifade t e k r a r
edilmiştir:
" G ö k l e r i n ve yerin mülkü, m ü n h a s ı r a n Allah'ındır." (Bakara, 107,
Âli İ m r a n , 189; M â i d e , 17, 18, 40, 120; Tevbe, 116; N u r , 42;
F u r k a n , 2; Z ü m e r , 44; Ş û r a , 49; Zühruf, 85; Câsiye, 27; F e t i h ,
14; H a d î d , 2, 5; B ü r û c , 9)

Yaklaşık a n l a m l a r d a ifadeler t a ş ı y a n ayetlerin sayısı da bir o ka­


dardır.

Allah'ın yaratılmışlara nispetle s a h i p b u l u n d u ğ u e n ö n e m l i kud­


ret ve tasarruf aracı o l a r a k ısrarla ö n e çıkarılan m ü l k kavramı,
i n s a n d a k i 'sahip olma' ve 'egemen olma' t u t k u l a r ı n ı n da t e k keli­
meyle ifadesidir. B u n a 'ebedî olma' t u t k u s u n u n da e k l e n m e s i ge­
rektiğini K u r ' a n ' d a n öğreniyoruz. Şeytan, Â d e m v e eşini yasak
a ğ a c a ö z e n d i r m e k için o n l a r a şöyle diyor:

"Şeytan, kendilerinden gizlenmiş çirkin yerlerini onlara açmak için


ikisine de vesvese verdi. Dedi: 'Rabbinizin sizi şu ağaçtan uzak tut­
ması, iki melek/iki h ü k ü m d a r olmayasınız yahut ölümsüzler arası­
na katılmayasınız diyedir." (A'raf, 2 0 )

Ayette g e ç e n 'iki melek' veya İ b n A b b a s ' ı n o k u y u ş u y l a 'iki melik'


tabiri m ü l k k ö k ü n d e n d i r . D e m e k ki insanoğlu, m ü l k için yani
s a h i p olmak v e h ü k m e t m e k için y a s a k l a r çiğniyor. Ş e y t a n b u n u
biliyor v e i n s a n ı n s a h i p o l m a - h ü k m e t m e - e b e d î l e ş m e ' d a m a r ı n ı
t a h r i k ediyor. Ne var ki, ebedîleşme i m k â n ı i n s a n a verilmemiş­
tir. İ n s a n hayatı fânidir, geçicidir. İ n s a n a verilen sal-tanat ve
m ü l k i m k â n ı n a gelince, Yaratıcı o r a d a sınırlamayla yetiniyor.
İnsana mülk de verilmiştir, saltanat da a m a bunlar ciddi biçimde sı­
nırlandırılmıştır. K u r ' a n ' d a n anladığımız o d u r ki, bu sınır, mülk­
te ' k a m u ihtiyacı', saltanatta ise doğal-evrensel adalet ilkeleridir.

İnsanın kullanacağı özel mülkiyetin t ü m d e n ilgası ile egemenliğin


t ü m d e n selbi (insanın elinden alınması), K u r ' a n ' ı n r u h u n a ve me­
sajına aykırı olduğu gibi bunların sınırsızca verilmesi de K u r ' a n ' ı n
r u h u n a aykırıdır.

Sınırın b i z z a t i n s a n tarafından k o r u n m a s ı , K u r ' a n ' ı n a r z u s u v e


beklentisidir. A m a böyle bir beklenti, i n s a n o ğ l u n d a n yok d e n e ­
cek k a d a r az karşılık g ö r m ü ş t ü r . K u r ' a n , sınırlamayı nihayetin­
de kendisi y a p m a k t a d ı r : Mülkiyette, ihtiyaçtan fazlasını vermek,
s a l t a n a t t a , doğal-evrensel ilkelerle kayıtlı o l m a k . Doğal-evrensel
ilkelerin omurgası niteliğinde olan değerler i s m e n zikredilmiştir:
1. Adalet,
2. Bîat,
3. Şûra,
4. Ehliyet ve emeğe saygı,
5. Dindarlığın insanlar arasında üstünlük ölçüsü yapılmaması (la­
ikliğin r u h u b u d u r ) vs. •

Ş u r a d a özetlediğimiz t e m a , lanetli bir d e s p o t olan N e m r u d ' l a


t e v h i d i n u l ü l a z m p e y g a m b e r l e r i n d e n H z . İ b r a h i m ' i n diyalogun­
d a m u h t e ş e m bir k e l a m harikasıyla ö n ü m ü z e k o n m u ş t u r :

"Allah'ın kendisine mülk ve saltanat verdiğini iddia ederek/Allah


kendisine mülk-saltanat verdiği için, Rabbi hakkında İbrahim'le
çekişeni görmedin mi? İbrahim şöyle demişti: 'Benim Rabbim odur
ki, hayat verir ve öldürür.' O da şöyle demişti: 'Ben de hayat veri­
rim, ben de öldürürüm.' İbrahim, 'Allah, Güneş'i doğudan getiri­
yor, hadi sen onu batıdan getir!' deyince, küfre sapan o a d a m apışıp
kalmıştı. Allah, zalimler t o p l u m u n u doğruya ve güzele kılavuzla-
maz." (Bakara, 258)

G ö k l e r i n ve yerin m ü l k ü (mülkiyet ve egemenliği) sürekli olarak


A l l a h ' a n i s p e t edilmiş ve insan, u l u h i y e t i n bu belirleyici niteliği
k a r ş ı s ı n d a mevkiini t e c a v ü z e t m e m e y e çağrılmıştır. Ç ü n k ü b u
tecavüz, Allah'ın Allahlığına t e c a v ü z olacaktır. Oysaki "Mülkte
Allah'ın ortağı yoktur, olamaz." ( F u r k a n , 2) M ü l k t e ortağı olma­
dığı içindir ki, mülk sahibi olmaya dayalı övgü de sadece O'nun
hakkıdır." (Teğâbün, 1)

Mülk (sahip o l m a k ) ve huld (ebedî-ölümsüz o l m a k ) t u t k u s u ,


iblisin  d e m ' e vesvese yoluyla a ş ı l a m a k istediği iki hırs olarak
tanıtılıyor. A'raf 2 0 b u n u gösteriyor. O r a d a k i 'en tekûnâ r a e -
lekeyni' sözü, müfessir sahabî İbn Abbas t a r a f ı n d a n 'en tekûnâ
melikeyni' diye o k u n m u ş t u r (Taberî, Tefsir, 8/ 140) ki  d e m ve
e ş i n d e yani i n s a n o ğ l u n d a m ü l k t u t k u s u n u n esas o l d u ğ u n u v e
b ü t ü n belaların b a ş sebebi olarak b u t u t k u n u n görülmesi gerek­
tiğini ifade eder. Ş e y t a n ı n bu t u t k u l a r a d a v e t i n d e n anlaşılabile­
cek olan b u d u r . N i t e k i m ayetin s o n k ı s m ı n d a ebedîlik t u t k u s u
y a n ı n d a 'mülki la yeblâ' yani b i t m e z , t ü k e n m e z , ö l m e z m ü l k ta­
biri geçmektedir. Mülk-i la yeblâ ö n e çıkarıldığına göre, Â d e m ' l e
eşine m e l e k olmaları değil melik olmaları yani m ü l k l e seçkinle-
şen bir m a k a m ı n sahibi olmaları ö ğ ü t l e n m i ş olmalıdır. Şu h a l d e
ayetteki tabirin 'iki m e l e k ' değil, İ b n A b b a s ' ı n o k u d u ğ u şekilde
'iki melik' şeklinde o k u n m a s ı vahyin a m a c ı n a d a h a u y g u n d u r .

Özetlersek, şeytan, A d e m ' e , ö l ü m s ü z l e ş m e d u y g u s u y a n ı n d a


o n a d a i m a d e s t e k sanılan m ü l k ( s a l t a n a t ve mal) sahibi olma­
yı da telkin etmiştir. E s a s e n i n s a n o ğ l u n u n ilk g ü n d e n beri sap­
m a l a r ı n ı n t e m e l i n d e ebedî o l m a v e m ü l k sahibi o l m a t u t k u s u
b a ş m u h a r r i k olagelmiştir. Bu iki hırs-duygu, i n s a n ı n b ü t ü n sap­
m a l a r ı n ı n , yanlışlarının, g ü n a h l a r ı n ı n ve z u l ü m l e r i n i n o m u r g a s ı
d u r u m u n d a d ı r . Böyle bakıldığında, A d e m ve eşinin 'kapatmaya
çalıştıkları avret yerleri' de mülkiyet ve ebedîlik h ı r s ı n ı n yarattığı
u t a n c ı saklamayı sembolize edebilecektir ki beyyineyi bu şekilde
a n l a m a k K u r ' a n ' ı n r u h u n a v e mesajına son d e r e c e u y g u n d u r .

S a d e c e T a n r ı ' y a kul o l m a n ı n yolu, m ü l k ü n s a h i b i n i n T a n r ı ol­


d u ğ u n u b i l m e k v e fiilen y a ş a m a k t a n geçer. K u r ' a n ' ı n a n a mesaj­
l a r ı n d a n biri b u d u r .

MÜLK-TEVHİT-ŞİRK İLİŞKİSİ

Bu ilişki i r d e l e n m e d e n , K u r ' a n ' ı n m ü l k k a v r a m ı ü z e r i n d e ısrar­


la d u r m a s ı n ı n sebebi a n l a ş ı l a m a z . T e v h i t t e n söz e d e r k e n , şirki
g ö z d e n kaçırmayı ö n e m s e m e m i ş geleneksel söylemin 'Allah, sayı
bakımından birdir, tektir' söylemini tekrarlayıp d u r m a k , h a y a t a
hiçbir k a t k ı sağlamaz. Olsa olsa teolojik t a r t ı ş m a l a r d a malze­
m e sağlar. " T a n r ı t e k değil d e b i r k a ç t a n e olsaydı n e o l u r d u ? "
s o r u s u n u s o r m a k gerekir. K u r ' a n b u soruların s o r u l d u ğ u n u var
saymış ( ç ü n k ü m u h a t a b ı akıl sahibi varlıktır) ve cevaplarını ver­
miştir.

"Allah tektir"in esas anlamı, m ü l k ü n parçalanamazlığıdır. Mülkü


parçaladıktan sonra teorik olarak ve lafla istediğiniz kadar 'tektir'
deyin, hiçbir işe yaramaz.

M ü l k ü n p a r ç a l a n a m a z l ı ğ ı n ı n iki a n l a m ı var:

1.Yeryüzünün sahipliğinin parçalanamazlığı,


2. Egemenliğin parçalanamazlığı.

Birinci p a r ç a l a n a m a z l ı k t o p r a k t a m ü l k i y e t i n en ileri derece sı­


nırlandırılması ve bu sınırlı özel m ü l k i y e t i n de sıkı bir k o n t r o l
a l t ı n d a verilmesiyle su ve m a d e n l e r i n t ü m insanlığın o r t a k malı
olduğunun kabulüdür.
İkinci p a r ç a l a n a m a z l ı k , egemenliğin t ü m d e n A l l a h ' t a olması,
i n s a n ı n kullanacağı egemenliğin O ' n u n k o n t r o l ü n d e olmasıdır.
Bu k o n t r o l , evrensel-doğal varlık ve insanlık yasaları m u v a c e h e ­
s i n d e yapılır. B u n u n d a h a açık a n l a m ı ş u d u r :

İnsanın kullanacağı egemenlik, ilkelerin egemenliği olacak, kişile­


rin değil. Kişiler bu egemenliği, vekâleten ve emaneten kullanırlar.

Ö Z E L MÜLKİYET MESELESİ

K u r ' a n ' ı n toplumculuk anlayışı, radikal bir sosyalist anlayıştır.

B u n u hiç k i m s e t a r t ı ş m a y a a ç a m a z , a ç a r s a birilerine avukatlık


y a p m ı ş olur, yalan söyler ve M â û n s u r e s i n i n t o k a d ı n ı yer. A n c a k
b u n u n k a d a r t a r t ı ş m a s ı z bir gerçek d a h a var: Kur'an, eğer şartla­
rı varsa özel mülkiyete izin vermiştir. Teorik yapı b u d u r . Bu izin
h a n g i şartlardadır, ne k a d a r d ı r ? s o r u s u tartışılabilir. Bir k e r e
mirasa izin verilmiş. Özel mülkiyetin olmadığı bir düzende miras­
t a n söz edilemez.

ikincisi, insanın zengin olmasına da izin verilmiştir. H e m de fa­


kirlik kavramıyla y a n y a n a bir kullanımla. Mesela, N u r 32. Özel
mülkiyet o l m a d a n zenginlik k a v r a m ı n d a n söz etmek, abesle iş­
tigal veya a l d a t m a k olur. K u r ' a n b u n l a r ı n ikisinden d e m ü n e z ­
zehtir.

O halde, mülk kavramını, "İhtiyaçtan fazlasını infak edin!" emriyle


az önce değindiğimiz iki gerçeği göz ö n ü n d e t u t a r a k değerlendir­
mek ve yapılandırmayı b u n a göre yapmak borcundayız. B u n u yap­
tığımızda, k e n d i n e özgü ve son derece radikal bir sosyalist anlayış
ortaya çıkmaktadır. İşte üzerinde konuşulacak olan budur, İslam'ı
kapitalizme payanda yapmak için Emevî yalanları d ö k t ü r m e k veya
İslam'ı komünizmle eşitleyerek kenara çekilmek değildir.

D O Ğ A N I N D E N G E L E R İ AÇISINDAN MÜLK KAVRAMI

Tanrısal ışık ve Tanrı'nın yüzü olan evren:

M ü l k ü n A l l a h ' a ait o l d u ğ u n u k a b u l e d e n bir i m a n , s ü r e c i n bizzat


içinde, h a t t a s ü r e c i n b i z z a t kendisi o l d u ğ u k a b u l edilen Allah'ın
v ü c u d u m e s a b e s i n d e k i evrene, doğaya saygılı olmalı, o n a d o ­
k u n u r k e n , m ü l k ü n s a h i b i n d e n izin almalıdır. K u r ' a n , meseleye
ışık t u t a r k e n bu izin kelimesini bizzat kullanmıştır.

Bu noktayı, bize göre bir devrim olan Küresel Âfetler" adlı ki­
t a b ı m ı z d a n y ü r ü y e r e k biraz d a h a ayrıntılayalım: K u r ' a n ' ı n bize
tanıttığı e v r e n işi bitmiş, yaratıcısı t a r a f ı n d a n u z a k t a n seyredil­
m e k ü z e r e bir k e n a r a k o n m u ş bir yapı değildir. O n u n b a ğ r ı n d a
yeni yeni d o ğ u ş l a r ı n rüyaları saklıdır ve o rüyalar her g ü n y e n i
oluşlara v ü c u t v e r m e k t e d i r .

Evren sonsuz değildir ama, sınırlı da değildir. O h e r an b ü y ü m e k ­


te, olmakta ve yenilenmektedir.

Evren, b ü t ü n ü y l e T a n r ı ' n ı n ışığıdır. Şöyle de diyebiliriz: T a n r ı


e v r e n d e k i t ü m ışıktır. Işık a n l a m ı n d a k i ' N u r ' sözcüğü, T a n r ı n ı n
isim-sıfatlarından biridir. Ve K u r ' a n ' ı n s u r e l e r i n d e n birinin de
adıdır. K u r ' a n Tanrı-ışık gerçeğini, k e n d i n e özgü m u h t e ş e m
ü s l û b u içinde şöyle ifade e t m e k t e d i r :

"Allah, göklerin ve yerin N û r ' u d u r . O n u n n u r u n u n örneği, içinde


çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandil, bir sırça içerisindedir.
Sırça, inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispeti olma­
yan bereketli bir zeytin ağacından yakılır. Bu ağacın yağı, neredeyse
ateş dokunmasa bile ışık saçar. N u r üzerine n u r d u r o. Allah, diledi­
ğini kendi n u r u n a kılavuzlar. Allah, insanlara örnekler verir. Allah
her şeyi bilmektedir." (Nur, 35)

D a h a s ı var: K u r ' a n , evreni, doğayı T a n r ı ' n ı n y ü z ü ilan e t m e k t e ­


dir. Şu a n l a t ı m a bakın:

"Doğu da batı da yalnız Allah'ındır! O halde, nereye dönerseniz


orada Allah'ın yüzü vardır. Allah Vâsi'dir, sürekli genişler/varlığı
sürekli genişletir; Alîm'dir, her şeyi en iyi bilendir." (Bakara, 115)

K u r ' a n , doğayı Allah'ın v ü c u d u gibi görür. Allah, süreci sadece


izlememekte, sürecin bizzat içinde yer a l m a k l a da k a l m a m a k t a ­
dır. Kur'an'a göre Allah, sürecin bizzat kendisidir. T a n r ı ' n ı n isim-
sıfatlarından biri 'Vâsî'dir ki genişleyen demektir, G e l e n e k s e l
y o r u m c u l u k , birçok k o n u d a yaptığını b u r a d a d a y a p m a k t a v e
bu isim-sıfatı genişleyen değil de genişleten diye t e r c ü m e e t m e k ­
tedir.
K u r ' a n öyle demiyor. ' G e n i ş l e t e n ' a n l a m ı n d a ve yine aynı kök­
t e n bir kelime K u r ' a n ' d a z a t e n var. O kelime 'mûsî' s ö z c ü ğ ü d ü r .
C e n a b ı H a k , b u 'mûsî' s ö z c ü ğ ü n ü n çoğulu olan 'mûsiûn' kelime­
sini Zâriyât suresi 47. ayette k u l l a n a r a k şöyle b u y u r u y o r :

" G ö ğ e gelince, onu biz ellerimizle kurduk. Hiç kuşkusuz, biz, geniş­
leticileriz. Yeri de biz döşedik. Ne güzel döşeyicileriz! Her şeyden
iki çift yarattık ki d ü ş ü n ü p anlayabilesiniz." (Zâriyât, 47-49)

Yüce T a n r ı , ilginçtir, ' B e n ' yerine 'Biz' kelimesini kullanıyor.


Böylece e v r e n d e k i varlıkların t ü m ü n ü kendiyle birlikte a n a r a k
h e m onları o n u r l a n d ı r ı y o r h e m d e k e n d i s i n i n s ü r e c i n içinde v e
doğayla iç içe o l d u ğ u n a v u r g u yapıyor. Bu d e m e k t i r ki, doğayı
taciz ve tahrip, Allah'ı tacizdir.

Allah, h e m genişleten h e m d e genişleyen yani süreci h e m idare


e d e n h e m d e s ü r e c i n b i z z a t kendisi olan bir k u d r e t o l a r a k tanı­
tılmaktadır.

O halde, K u r ' a n p e n c e r e s i n d e n b a k a r s a k ş u n u söylemek z o r u n ­


dayız: D o ğ a y a yapılan h e r m ü d a h a l e A l l a h ' a yapılmış sayılacak­
tır. M ü l k ü n A l l a h ' a ait o l m a s ı n ı n z o r u n l u s o n u ç l a r ı n d a n biri
d e b u d u r . B u n u n a n l a m ı ş u d u r : D o ğ a y a yapılan m ü d a h a l e l e r
A l l a h ' ı n i r a d e s i n e u y g u n ve d o ğ a n ı n t a h r i b i n d e n , doğayı taciz
e t m e k t e n u z a k m ü d a h a l e l e r olmalıdır. K u r ' a n , özel bir s e b e p ve­
silesiyle bir tespit y a p a r k e n , k e n d i n e özgü t a r z ve ü s l û p içinde
şu hayatî ilkeyi ifadeye k o y m a k t a d ı r :

H e r kesilen ağaç Allah'ın izniyle kesilmelidir. Her kesilen ağacın


doğal-evrensel-tanrısal bir gerekçesinin bulunması lazımdır. Aksi
takdirde K u r ' a n açısından, ağacı kesmekle insan katletmenin hiç­
bir farkı yoktur. Şöyle deniyor:

"Bir h u r m a ağacını kestiniz, yahut onu kökleri üzerine dikili bırak-


tınızsa, bu Allah'ın izniyledir; yoldan çıkmışları rezil etmesi için­
dir." (Haşr, 5)

ALLAH'IN HÂKİMİYETİNİN ESAS ANLAMI

K u r ' a n ' d a k i ' m ü l k ' s ö z c ü ğ ü h e m mülkiyeti h e m d e egemenliği


ifade e d e n esrarlı bir s ö z c ü k t ü r . Özellikle Allah ile ilgili o l a r a k
kullanıldığında bu iki a n l a m ı m u t l a k a içerir.
İslam t a r i h i n i n din ü z e r i n d e n siyaset y a p a n kadroları, 'Allah'ın
hâkimiyeti' k a v r a m ı n a bir b ü y ü k Kur'andışılığı işte b u n o k t a d a
m o n t e etmişlerdir. O n l a r a göre, Allah'ın hâkimiyeti, din kitap­
l a r ı n d a k i kuralların devlete e g e m e n olmasıdır. Oysaki Allah'ın
hâkimiyeti ontolojik bir h â k i m i y e t t i r ve o n u n ilk belirişi de do­
ğayı i n s a n ı n malı olarak g ö r m e k değil, egemenliğin ve d o ğ a n ı n
sahibi Allah'ın i n s a n a e m a n e t i bilmektir.

Geleneksel-siyaset dinciliği, K u r ' a n ' ı n bu hayatî k a v r a m ı n ı n ye­


rine o t u r m a s ı n a asla izin vermemiştir. Allah m ü l k ü n h â k i m i d i r
d e m e k , y ö n e t i m i m e z h e p fıkhının k i t a p l a r ı n a göre yapılandırın
d e m e k değildir; Allah'ın m ü l k ü olan evreni ve doğayı k e n d i mül­
k ü n ü z s a n a r a k t a h r i p etmeyin, size e m a n e t edilmiş bir yapı ola­
r a k k u l l a n ı n demektir. Dengelerini, özelliklerini, güzelliklerini
k o r u y u n , geleceğini tehlikeye a t m a y ı n d e m e k t i r .

Allah'ın m ü l k ü n sahibi o l d u ğ u n a g e r ç e k t e n i n a n a n bir benlik,


O ' n u n m ü l k ü n e saygı gösterir, t e c a v ü z e t m e z . G e l e n e k s e l din­
cilik v e o n u n b u g ü n k ü u z a n t ı s ı olan siyaset dinciliği, h e m e n h e r
yerde A l l a h ' ı n m ü l k ü n e t e c a v ü z ü n başını çekmiştir, ç e k m e k t e ­
dir. T ü r k i y e ' d e doğa t a h r i b i n i n öncüleri, r a n t ı , ö r t ü l ü ilah gibi
gönüllerine yerleştirmiş b u l u n a n dinci partilerin belediyeleri­
dir. Bu zihniyetin 'Allah'a ve O ' n u n m ü l k ü n e (yani egemenliği­
ne) saygı d u y d u ğ u söylenebilir mi?

O halde, doğanın tahribi, esası bakımından dinin değil, din adı al­
tında sergilenen örtülü dinsizliğin bir eseridir. Ö r t ü l ü dinsizlik, bu
n o k t a d a , açık dinsizliklerle işbirliği yapmıştır. Ç ü n k ü b u n l a r ı n
ikisinin de o r t a k bir ilahı vardır: Para.

Allah, K u r ' a n ' d a Fâtır ve Muhît olarak tanıtıldığına göre, o n u n


kuşattığı çevreyi r a h a t s ı z etmek, o n u r a h a t s ı z e t m e k olur. Yani
tabiat, sadece Allah'a g ö t ü r e n izler-işaretler değil, Allah'ın biz­
zat v ü c u d u d u r .

K u r ' a n ' ı n evreni t e o s a n t r i k (Tanrı merkezli) bir evrendir. Bu


e v r e n d e Allah h e r şeyi kuşatmıştır, sürecin bizatihi içindedir.
D a h a s ı , bu e v r e n d e m e r k e z î varlık olarak ö n e çıkarılan insan,
Allah ile h e r an ve h e r yerde birliktedir:

" N e r e d e olursanız olun, O sizinle beraberdir. Allah, işleyip üret­


mekte olduklarınızı hakkıyla görmektedir." (Hadîd, 4)
D a h a s ı var: Allah i n s a n a ş a h d a m a r ı n d a n d a h a yakındır:

"Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını
da biz biliriz. Biz ona, şah d a m a r ı n d a n daha yakınız." (Kaf, 16)

Allah'ı içinde ve b e r a b e r i n d e taşıyan insan, t o p r a k t a n yaratıl­


mış, a r z d a n inşa edilmiş bir varlıktır.

B ü t ü n b u n l a r ı birlikte d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z d e K u r ' a n ' ı n teosantrik ev­


reninde Allah-insan-evren üçlüsünden oluşan bir b ü t ü n l ü k esastır.

G e l e n e k s e l Arap-Emevî eksenli din, K u r ' a n ' ı n bu anlayışını rafa


kaldırmıştır. O n u n için d e h e m i n s a n ı h e m evreni s ö m ü r ü p ta­
r u m a r v e taciz etmeyi din s a n a r a k dindarlık y a p m a y a kalkmış,
sadece dini y o z l a ş t ı r m a k l a k a l m a m ı ş , z a m a n z a m a n din adı al­
t ı n d a dinsizlikler sergileyebilmiştir.

'BEN' YERİNE 'BİZ' N E D E N KULLANILIYOR?

K u r ' a n , C e n a b ı H a k k ' ı k o n u ş t u r d u ğ u birçok yerde, Yaratıcı'ya


'Ben' d e d i r t m e s i beklendiği h a l d e 'Biz' d e d i r t m e k t e d i r . Ö r n e ğ i n ,
az y u k a r ı d a verdiğimiz Kaf 16'da i n s a n a ş a h d a m a r ı n d a n d a h a
yakın o l d u ğ u n u söyleyen Yüce Yaratıcı ' B e n ' d e m e m i ş , 'Biz' de­
miştir. B u n u n sebebi ve h i k m e t i n e d i r ?

Ş u n u da h a t ı r d a t u t a l ı m : K u r ' a n , şirki, yani Allah'a sayıda veya


t a s a r r u f t a o r t a k koşmayı e n b ü y ü k z u l ü m v e e n b ü y ü k d ü ş m a n
ilan e d e n bir kitaptır. H a l böyle iken, n e d e n C e n a b ı H a k birçok
yerde, özellikle yapıp e t m e l e r i n i ifadeye k o y a r k e n 'Ben' yerine
'Biz' d e m e k t e d i r ?

Bizim bu o l g u d a n çıkardığımız s o n u ç ş u d u r : Allah, Fâtır'ı,


Haalik'i, Musavvir'i, Bedî'i (yaratıcısı, şekil ve suret vericisi, gü­
zelliklerle donatıcısı) o l d u ğ u ve Muhît (kuşatmış) b u l u n d u ğ u
e v r e n i n ve t a b i a t ı n k u d r e t , sistem ve t e z a h ü r l e r i n i kendisiyle
birlikte a n a r a k onları şereflendirmekte v e i n s a n ı n b u n u n farkına
v a r m a s ı n ı , varlık ve tabiatla m ü n a s e b e t l e r i n i Yaratıcısı ile m ü ­
n a s e b e t l e r i c ü m l e s i n d e n bilmesini istemektedir.

Yaratıcı sistemin nasıl işlediğini g ö s t e r e n K u r ' a n içi bir ö r n e k


alalım:
Allah'ın isim-sıfatlarından biri de Haalik'tir. Yaratıcı d e m e k .
Allah, i n s a n ı n yaratılma işini şöyle t a m a m l a d ı ğ ı n ı ifade ediyor:
T o p r a k t a n , m e n i y e geçirerek, m e n i d e n r a h m e göndererek, ar­
d ı n d a n da r a h i m d e o n a şekil ve suret vererek k ı v a m ı n a ulaştı­
rıyor. K u r ' a n ' ı n insan-Tanrı-doğa ü ç l ü s ü n ü nasıl kucaklaştırdı-
ğını ve bu k u c a k l a ş t ı r m a y ı t a n ı t ı r k e n Yüce Yaratıcı'nın ' B e n '
y e r i n e 'Biz' diye k o n u ş t u ğ u n u ibretle izleyelim:

"Ey insanlar! Ölümden sonra dirilme konusunda kuşku içinde ola­


bilirsiniz. Ama şu bir gerçek ki, biz sizi bir topraktan, sonra, bir
spermden, sonra, bir embriyodan/döllenmiş bir karışımdan, sonra,
ne olduğu kısmen belirli, kısmen belirsiz bir et parçasından yarattık
ki, size açık seçik beyanda bulunalım. Ve sizi rahimlerde, belirlenen
bir süreye kadar dilediğimiz şekilde bekletiyoruz. Sonra, sizi bir ço­
cuk olarak çıkarıyoruz. Daha sonra da tam kuvvetinize ulaşmanızı
sağlıyoruz. Bununla birlikte içinizden bir kısmı öldürülüyor, yine
içinizden bir kısmı ilimden sonra bir şey bilmesin diye ö m r ü n en ba­
sit ve düşük noktasına geri gönderiliyor. Yeryüzünü de sönmüş kül
halinde görürsün. Nihayet, o n u n üzerine suyu indirdiğimizde titrer,
kabarır ve her güzel/bereketli çiftten bir şeyler bitirir." ( H a c , 5)

Bu a ş a m a l a r d a devreye t o p r a k t a n meniye, k a n a , yiyeceklere,


ete, s ü t e k a d a r birçok doğa ve çevre u n s u r u girmektedir. Yani
bir yaratıcı eylem, Yaratıcı'nın isim ve sıfatlarının her birinin tabi­
atta bir yansıma bulmasıyla birçok aşamada gerçekleşiyor.

Yaratıcı irade a ç ı s ı n d a n y a r a t m a fiili bir 'ol' emri v e r m e k k a d a r


anlık bir iş ise de m a t e m a t i k - a s t r o n o m i k z a m a n a bağlı i n s a n id­
raki için, her y a r a t m a fiili, b i r d e n çok a ş a m a n ı n birbirini izlediği
bir süreçtir.

D i k k a t edilsin: Yukarıda verdiğimiz ve ekolojik idrakin metafizik


zeminini t e s p i t t e son d e r e c e ö n e m l i b u l d u ğ u m u z ayette anlatıl­
m a k istenen, Yaratıcı'nın bir eylemidir. Yaratıcı bu eylemini an­
latırken söze 'biz' diye başlıyor. A r d ı n d a n , bu y a r a t m a ve d o n a t ­
ma eyleminde i s t i h d a m edilen toprak, meni, kan, et, su, h a v a . . .
gibi doğa u n s u r l a r ı n ı , k e n d i e y l e m i n d e pay sahibi göstererek
onları onurlandırıyor.

Allah bile tabiat ve doğal sistemlerle münasebetini böyle k u r a r ve


böyle açıklarken insan kim oluyor da doğayı barbar iştahlarının
tatmin aracı görerek egoistçe horluyor, kirletiyor, taciz ve tahrip
ediyor?!
K u r ' a n , şirk k o k u s u ç ı k m a s ı n diye, dolaylı ve tevhit ilkesiyle ba­
rışık bir ifade k u l l a n a r a k ş u n u d e m e k istiyor: Allah, i n s a n a şah-
d a m a r ı n d a n d a h a y a k ı n d ı r d e m e k , i n s a n ı n Allah ile beraberliği­
n i n esası, t a b i a t l a k a y n a ş m a ve birliktelikten ibarettir demektir.
B u n u n zorunlu sonucu şudur:

İnsan, tabiatı taciz ettiğinde Allah'ı taciz etmekte, tabiattan koptu­


ğunda Allah'tan kopmakta, tabiata gaddar ve egoistçe yaklaştığında
Allah'a karşı gaddarlık ve egoistlik yapmış olmaktadır. K u r ' a n ' ı n ,
sık sık kullandığı 'Allah'ın ayetlerine karşı mücadele' veya
'Allah'ın ayetlerini nankörlükle örtmek' işte b u d u r . G e l e n e k s e l
dinciliğin sandığı gibi, K u r ' a n ayetlerini y a l a n l a m a k veya o n l a r a
i m a n e t m e m e k değildir. İşin bu yanı, olsa olsa K u r ' a n ' ı n esas
aldığı b ü t ü n ü n k ü ç ü k bir parçası olabilir.

A l l a h ' ı n k e n d i s i n d e n söz e d e r k e n ' B e n ' yerine 'Biz' d e m e s i m e ­


selesinde b a ş k a bir izah tarzı m ü m k ü n g ö r ü l m ü y o r . Akla gelen
öteki izah, p a g a n i s t bir izah o l m a k z o r u n d a d ı r . Yani h e r iş ve
oluş için ayrı bir ilah belirlemek. K u r ' a n b u n u n t a m bir b o z g u n
o l d u ğ u n u defalarca belirtmiştir. T e m e l m ü c a d e l e s i şirke karşı
olan bir k i t a b a 'çok ilahlılık' anlayışını yakın t u t m a k söz k o n u s u
edilemeyeceğine göre, bizim getirdiğimiz, 'varlık ve tabiatla bera­
berlik izahı' t e k geçerli yol olarak kalıyor.
MÜNAFIK-MÜNAFIKLAR
(infak yerine nifakı yeğleyenler)

Nifak k ö k ü n d e n kelimeler K u r ' a n ' d a isim ve fiil olarak 110 kü­


sur yerde geçer. S a d e c e m ü n a f ı k kelimesinin kullanımı 30 kü­
surdur.

Münafık sözcüğü, iniş sırası esas alındığında, ilk kez, 8 5 . s u r e


o l a n A n k e b û t ' u n 11. a y e t i n d e geçiyor. B u sure, M e k k e d ö n e m i ­
n i n son, M e d i n e d ö n e m i n i n ilk süresidir. Bir k ı s m ı n ı n M e k k e ' d e ,
bir k ı s m ı n ı n M e d i n e ' d e indiği de rivayet edilmektedir ki t a r i h s e l
verilere u y g u n bir rivayettir. M ü n a f ı k t a b i r i n i n K u r ' a n b ü n y e ­
sine girmesinin M e d i n e d ö n e m i n i n başlangıcına d e n k gelmesi
de dikkat çekicidir. M e k k e d ö n e m i n d e mal-mülk, p a r a ve servet
M ü s l ü m a n l a r için söz k o n u s u değildir. O yıllar, çile ve m a h r u ­
miyeti i m a n l a r ı n ı n m o t o r u y a p m ı ş ö l ü m s ü z i m a n erlerinin sah­
n e d e olduğu d ö n e m d i r . Mal-mülk, para, servet, m a l a d o y m a z l ı k
M e k k e d ö n e m i n d e s a d e c e m ü ş r i k l e r için d e ğ e r l e n d i r m e k o n u s u
olmuştur.

M e d i n e d ö n e m i y l e birlikte, mal ve para, servet ve dünyalık


M ü s l ü m a n l a r ı n h a y a t ı n a da girmiş ve artık ' m e s e l e ' olmaya baş­
lamıştır. Münafıklık da bu 'mesele' ile birlikte s a h n e y e çıkmış­
tır. Ç ü n k ü münafık, M ü s l ü m a n kimliği taşıyanların mal ve parayı
i m a n ı n ö n ü n e geçirenlerinin sıfatıdır, geleneksel dinciliğin söyle­
diği gibi 'namazı-niyazı, haccı, orucu, tespihi az olanlar'ın değil.

Ç o k ilginçtir, münafık tabirinin ilk kez kullanıldığı Ankebût 11.


ayette münafık, m ü m i n e karşı bir k a v r a m olarak ö n e çıkarılmış
ve m ü m i n l e m ü n a f ı k ı n a y r ı m ı n d a fedakârlık kıstası getirilerek
münafıklık k a v r a m ı n ı n o m u r g a s ı belirlenmiştir. Bu omurga,
fedakârlıktan, özellikle infaktan kaçmaktır. 1 1 . ayeti, a n l a m ı n ı n
t a m k a v r a n m a s ı için 10. ayetle birlikte okuyalım:
"İnsanlar içinden öylesi vardır ki, 'Allah'a inandık!' der, fakat Allah
u ğ r u n d a bir eziyete uğratılınca, insanlardan gelen fitneyi Allah'ın
azabı gibi tutar. Ve eğer Rabbinden bir yardım gelirse kesinlikle
şöyle diyeceklerdir: 'Biz sizinle beraberdik.' Allah, âlemlerin göğüs-
lerindekini en iyi şekilde bilmiyor mu? Allah, iman edenleri elbette
bilecektir. Ve münafıkları/ikiyüzlülük edenleri de elbette bilecek­
tir." ( A n k e b û t , 10-11)

Münafıkları a n l a t ı m a ö z g ü l e n e n 'Münafıkûn' s u r e s i n d e a n a te­


m a n ı n infak yani m a l d a fedâkârlık o l d u ğ u n u d a u n u t m a y a l ı m .
S u r e , bir m u h t e ş e m u y u m ve mesaj sergileyerek şöyle biter:

"Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi, Allah'ı anmak­


tan/Allah'ın zikri olan K u r ' a n ' d a n alıkoymasın! Böyle bir şey ya­
panlar, h ü s r a n a uğramışların ta kendileridir. Sizden birine ölüm
gelip de, 'Ey Rabbim, yakın bir süreye kadar beni geciktirseydin de
içtenliğimi belgelemek için bir şeyler vererek iyilik ve barış seven­
ler olsaydım!' demesinden önce, size rızık olarak verdiklerimizden
infak edin/dağıtın. Allah, süresi gelmiş olan bir canı geriye asla bı­
rakmaz! Ve Allah, yapıp etmekte olduklarınızdan hakkıyla haber­
dardır." (Münafıkûn, 9-11)

Münfık ve münafık, kökleri aynı a m a a n l a m l a r ı t a m a m e n fark­


lı iki kelime. Birincisi ışığın, ikincisi karanlığın en uç n o k t a s ı .
Münfık o l m a y a n l a r ı n yolu, s o n u n d a bir b i ç i m d e münafıklı­
ğa çıkar. K u r ' a n dilinin aşılmamış u s t a s ı Isfahanh Râgıb (ölm.
5 0 2 / 1 1 0 8 ) , el-Müfredât'mda h e m nifakı yani münafıklığı h e m de
infakı incelemiştir. Ve nifak (münafıklık illeti) için ö l ü m s ü z bir
t a n ı m vermiştir. Şöyle diyor:

"Nifak, dine bir kapıdan girip öteki kapıdan çıkmaktır."

Ö l ü m s ü z Râgıb'ın, filolojik a ç ı d a n tespit ettiği bu girip çıkma te­


ması, K u r ' a n t a r a f ı n d a n vahyi bir tespit olarak t e k r a r l a n m ı ş t ı r .
Mâide 6 1 . ayet a y n e n şöyle diyor:

"Size geldiklerinde 'İnandık!' derler. Gerçekte ise küfürle girmiş­


lerdi, yine onunla çıkmışlardır. Neler saklıyor olduklarını Allah
daha iyi bilir."

Bu girip çıkma eylemi, nifakın o m u r g a s ı d ı r . K u r ' a n bu n o k t a d a


münafıkları 'fâsıkûn' diye tanıtmıştır, (bk. 9/67) F â s ı k kelime-
sinin çoğulu olan 'fâsıkûn' veya 'fevâsık', yine Râgıbın deyişiy­
le, k ü ç ü k deliklerden h a b i r e girip ç ı k a n farelere verilen addır.
D i y o r ki Râgıb, " h e m pislikleri hem de habire girip çıktıkları için
bunlara bu ad verilmiştir." (Râgıb, fsk mad.)

Münafık tip de, v a k u r ve kararlı bir kişilik yapısı t a ş ı m a k yeri­


ne h a b i r e kıvırıp d ö n e k l i k yaptığı için o farelere benzetilmiştir.
F a r e b e n z e t m e s i , münafıklar için bir b a ş k a y ö n d e n de a n l a m ­
lıdır: G e ç i m i n i , h a y a t ı n ı b a ş k a l a r ı n ı n e m e ğ i n i n ü r ü n l e r i n i çal­
m a y a b a ğ l a m a k . . . Bu b a k ı m d a n farelerle münafıklar g e r ç e k t e n
benzeşmektedir.

D e m e k oluyor ki, münafıklarda, özellikle b u n l a r ı n M â û n suresi


ihlaliyle mal ve servet yığanlarında hırsız fare psikolojisi ege­
m e n d i r . Yani dünyalık elde etme hırsı, münafıkların olmazsa ol­
maz nitelikleri arasındadır. Z a t e n o n u n için m e r t bir tavır koya­
r a k m ü m i n veya kâfir o l m a k yerine h a b i r e kıvırmaya m ü s a i t bir
r u h hali olan münafıklığı seçmişlerdir. Fedakârlığın, h a r c a m a ­
nın, v e r m e n i n , paylaşımın söz k o n u s u olduğu y e r d e o r t a l a r d a
g ö r ü l m e y e n (hırsız fareler gibi deliklerine giren) münafıklar, bir
çıkar söz k o n u s u o l d u ğ u n d a b a k a r s ı n ı z (yine hırsız fareler gibi)
deliklerinden çıkıverirler.

MÜNAFIKLIĞIN ALÂMETLERİ

Fedakârlıktan kaçmak:

Münafıkları t a n ı t a n s u r e n i n b a ş ı n d a şu ayetin yer alması, üze­


r i n d e o l d u ğ u m u z k o n u d a belirleyici bir beyyinedir:

"Münafıklar sana geldiklerinde, 'Senin kesinlikle Allah'ın elçisi


olduğuna tanıklık ederiz!' derler. Senin kesinlikle O'nun elçisi ol­
d u ğ u n u Allah zaten biliyor. Ve Allah tanıklık eder ki, münafıklar
kesinlikle yalancıdırlar." (Münafıkûn, 1)

G e r ç e k i m a n sahipleriyle, dini çıkar aracı y a p a n M â û n m ü c ­


rimi nifak çetelerini ayırırken, ne ilginçtir ki, m ü m i n e karşılık
kâfir veya m ü ş r i k değil de münafık ö n e çıkarılmıştır. İ m a n d a
sadakatin göstergesi, münafıkların bir türlü yerine getiremedikleri
fedakârlıktır. C e n a b ı H a k , gerçek i m a n - s a h t e i m a n a y ı r ı m ı n d a
b u r a y a v u r g u yapıyor:
"İnsanlar içinden öylesi vardır ki, 'Allah'a inandık!' der, fakat Allah
uğrunda bir eziyete uğratılınca, insanlardan gelen fitneyi Allah'ın
azabı gibi tutar. Ve eğer Rabbinden bir yardım gelirse kesinlikle
şöyle diyeceklerdir: 'Biz sizinle beraberdik.' Allah, âlemlerin göğüs-
lerindekini en iyi şekilde bilmiyor mu? Allah, iman edenleri elbette
bilecektir. Ve münafıkları/ikiyüzlülük edenleri de elbette bilecek­
tir." ( A n k e b û t , 10-11)

Bu ayet, bir y a n d a n münafıkların s a d e c e sözle i m a n ettiklerini


gösterirken, bir y a n d a n da o n l a r ı n çirkefliklerini yüzlerine vu­
ruyor. Onlar, T a n r ı Elçisi'nin peygamberliğine sözle h e r t ü r l ü
desteği verirler, h a t t a sözlü d e s t e k ve ' h ü r m e t ' k o n u s u n d a on­
lara hiç k i m s e u l a ş a m a z . T u m t u r a k l ı sözcüklerle 'Allah rasulü'
diye söze girip b i r k a ç d a k i k a içinde, yine t u m t u r a k l ı sözlerle bir
d ü z i n e y e y a k ı n 'sallallahu aleyhi ve sellem' d ö k t ü r ü r l e r ; b u n u n l a
da y e t i n m e z , t a m bir şirk riyakârlığı ile H z . P e y g a m b e r ' i n a d ı n ı n
geçtiği yazılarda ismin h e m e n a r k a s ı n a (S.A.S) gibi hurufî-şirkî
r u m u z l a r k o n d u r u r l a r . Bu yaptıklarının, T a n r ı Elçisi'nin ve as­
h a b ı n ı n h a y a t ı n d a bir örneği v a r mıdır s o r a r s a n ı z b u n d a n r a h a t ­
sız olurlar. Ç ü n k ü verecekleri cevap ve böyle bir ö r n e k y o k t u r .
Bu riya ve şirk şaibeli rezalete âlet olmayanları 'Allah rasulüne
saygısızlıkla s u ç l a m a d e n â e t i n d e n de geri kalmazlar. A m a , anı­
lan s u r e n i n b e y a n ı n a göre, " T a n r ı Elçisi'nin gösterdiği y ö n d e
infak edin, d ü n y a l ı k için din ve i m a n ı a r a ç yapmayın, menfa­
atleriniz için halkı Allah ile a l d a t m a y ı n , M â û n suresi ihlaline
tevessül e t m e y i n " d e n d i ğ i n d e b u n a isyan eder, b u n u söyleyenle­
re a t m a d ı k iftira, y a p m a d ı k h a k a r e t b ı r a k m a z l a r . Yani dinlerini
m a h v e t t i k l e r i gibi n a m u s l a r ı n ı d a ç a m u r a d ü ş ü r ü r l e r .

M ü n a f ı k l a r ı n A s r ı s a a d e t d ö n e m i n d e k i liste başı o l a n Müellefetül


kulûb, fedakârlıklardan k a ç ı p h a b i r e n i m e t e ü ş ü ş m e n i n sembol
ekibidir. K u r ' a n ' ı n , M e k k e F e t h i ' n d e n ö n c e k i M ü s l ü m a n l a r l a
sonrakiler a r a s ı n d a ayrım y a p m a s ı ve bu ayrımı infak ve savaş­
m a gerçeğine o d a k l a m a s ı b o ş u n a değildir. Şöyle deniyor:

"Allah yolunda h a r c a m a yapmanıza engel ne var ki?! Göklerin ve


yerin mirası zaten Allah'ındır. Sizin, Fetih'ten önce infakta bulu­
n a n ve çarpışmaya gireniniz, b u n u yapmayanlarla aynı değildir.
Onlar, derece y ö n ü n d e n Fetih'ten sonra infakta b u l u n u p çarpışma­
ya girenlerden çok daha ü s t ü n d ü r . ( H a d î d , 10)

İ n f a k t a n k a ç m a n ı n nifak gayyasına çıkacağı gerçeği, çok d a h a


genel bir çerçevede Âli İ m r a n 92'de verilmiştir:
"Sevdiğiniz şeylerden başkalarına pay çıkarmadıkça hayırda ergin­
liğe/dürüstlüğe asla ulaşamazsınız. İnfak etmekte olduğunuz her
şeyi, Allah çok iyi bilmektedir."

M ü n a f ı k û n suresi, münafıkların m a t e m a t i k göstergeleri olan


söylemlerini şöyle tanıtıyor:

"Onlar, 'Tanrı Elçisi'nin yanındakilere infak edip bir şey vermeyin


ki, dağılıp gitsinler!' diyen kişilerdir. Oysaki göklerin ve yerin ha­
zineleri, Allah'ın tekelindedir. Ama münafıklar b u n u anlamazlar."
(Münafıkûn, 7)

D i k k a t edilirse m ü n a f ı k l a r ı n t e m e l alâmetleri h e m e t k e n h e m d e
edilgen a l â m e t olarak iki y ö n d e n de tanıtılmıştır: O n l a r h e m in­
fak e t m e z l e r h e m de infak e d e n l e r e "İnfak etmeyin!" diyerek inta­
kın â d e t a k ö k ü n ü n k u r u m a s ı için gayret gösterirler. Münafıklar
için İslam sadece 'almanın yolu' olduğu takdirde korunur; vermeyi
gerektirecek bir yola dönüştüğü a n d a terk edilir; İslam'ın yerine
irtidat geçirilir.

K u r ' a n , münafıklığın belirleyici niteliği olan 'fedakârlıktan


k a ç m a ' n ı n iki alt başlığını veriyor:

1. İnfaktan (paylaşımdan) kaçmak,


2. Savaştan kaçmak.

Ö l ü m s ü z Râgıb'ın, t a m a m e n K u r ' a n ayetlerine d a y a n a n b u tanı­


m ı n d a n h a r e k e t l e ş u n u söylemek z o r u n d a y ı z :

Ya münfık (infak eden) olacaksınız yahut da münafık. B u n u n bir


a n l a m ı da ş u d u r : İnfaktan k a ç a n k e n d i s i n i nifak tehlikesine at­
mıştır. Nifak, ö r t ü l ü bir şirk olduğu için nifaka gidenlerin ka­
z a n ı p ürettikleri ne k a d a r değerli ve bol o l u r s a olsun, akıbetleri
h ü s r a n d ı r . K u r ' a n , infaksızlığın bir tehlike ve t e h d i d e z e m i n ha­
zırladığını açık bir b i ç i m d e ifade e t m e k t e d i r :

"Allah yolunda harcama yapın/nimetleri paylaşın; kendi elleriniz­


le kendinizi tehlikeye atmayın! Güzel d ü ş ü n ü p güzel işler yapın!
Ç ü n k ü Allah, güzellik sergileyenleri sever." (Bakara, 195)

B u t e h l i k e n i n nifaka d ü ş m e k o l d u ğ u n u , k a v r a m ı n a n l a m ı z a t e n
veriyor. D i n d a r münfıktır, dinci münafık. O r t a s ı yok. Yani pay-
laşımcılığınız yoksa münafıksınız; M ü s l ü m a n l ı ğ ı n ı z dindarlık
kimliği değil, dincilik aracıdır.

P a y l a ş m a y a n , dine girerken m ü m i n olsa d a z a m a n l a münafık-


l a ş a r a k d i n d e n çıkar. N i t e k i m , H z . P e y g a m b e r ' i n vefatının ar­
d ı n d a n z a h i r d e 'münafıklar' içinde sayılmayan o n b i n l e r c e i n s a n
kitle h a l i n d e d i n d e n çıkmış, yani irtidat etmiştir. Bu m ü r t e d l e -
rin gerekçelerine b a k m a k , h e m münafıklar k o n u s u n u n h e m d e
İslam m e s e l e s i n i n en hayatî n o k t a l a r ı n d a n birini değil, belki de
en hayatî n o k t a s ı n ı aydınlığa çıkarır. Ç a ğ d a ş bir araştırıcı d u r u ­
mu şöyle özetliyor:

" M ü s l ü m a n l a r ı n k e n d i a r a l a r ı n d a k i e n b ü y ü k savaşlar, b u ridde


savaşlarıdır. B ü t ü n A r a p Y a r ı m a d a s ı ' n ı s a r a n bir h a r p t i r . Ridde
savaşlarının hilafet a d ı n a s a v a ş a n k u m a n d a n ı Halid bin Velid'in
elinde Y e m a m e savaşında d o k u z kılıç kırıldığını b ü t ü n tarihçiler
bildirmektedir. H a l i d bin Velid'in bu savaşlar sırasında öldür­
düğü m ü r t e d sayısı o n b i n civarındadır. Bir o k a d a r ı n ı da öteki
k u m a n d a n İkrime bin Ebu Cehil ö l d ü r m ü ş t ü r , (bk. M u h a m m e d
A h m e d Başmil, el-Kaadisiyye ve Maarikü'l-Irak, 50-51)

İrtidat ç a t ı ş m a l a r ı n d a ölenlerin t o p l a m sayısını seksen, d o k s a n


bin olarak veren k a y n a k l a r da vardır.

Bu m ü r t e d kitlelerin irtidat gerekçeleri ne n a m a z d ı r ne o r u ç


ne h a c . B u n l a r ı n irtidat gerekçeleri, zekâttır. Z e k â t v e r m e k is­
temiyorlardı. Bırakın ' i h t i y a ç t a n fazlasını vermeyi', asgarî in­
fak olan zekâtı bile v e r m e k istemediler. Yani b u n l a r , Râgıb el-
Isfahanî'nin, nifak k a v r a m ı n ı açıklarken, m u h t e ş e m bir tespitle
ö n ü m ü z e k o y d u ğ u gibi, " d i n e bir k a p ı d a n girmişlerdi, öteki ka­
p ı d a n çıktılar."

Şimdi, geleneğin 'idarei m a s l a h a t ç ı ' u l e m a s ı n a s o r m a k lazım,


" H a n i , münafıkları Allah ile P e y g a m b e r ' d e n başkası bilemezdi,
bu m ü r t e d l e r neyin n e s i d i r ? " Bunların, s o n tahlilde 'nifak-in-
fak' zıtlığına d a y a n a n s a p m a l a r ı n ı münafıklık dışında ne ile izah
edeceksiniz. Edemezsiniz, e t m e y e k a l k a r s a n ı z h e z i m e t e uğrarsı­
nız. Münafıkın t a n ı m ı b u r a d a n çıkar ve o t a n ı m ş u d u r :

Münafık, dinin nemasından yararlanan ama fedâkârlık ve paylaşım


söz konusu olduğunda kıvırıp sağa sola kaçan veya dinden tama­
men çıkan n a m e r t tiptir. O h a l d e , münafıkları sadece Allah ve
P e y g a m b e r ile bir-iki s a h a b î değil, iyi niyetli ve K u r ' a n ' a sada­
katle bağlı feraset sahibi h e r k e s bilebilir. Ş ü k ü r l e r olsun, bizler
bilmekteyiz. O g ü n k ü l e r i n i de b u g ü n k ü l e r i n i d e . . . Münafıkları
Allah ve P e y g a m b e r ' d e n başkası b i l m e z m i ş ! Peki, Deniz Feneri
s o y g u n u n u n M â û n m ü c r i m l e r i n e d i r ? B u n l a r ı n yaptıklarıyla
Resuli E k r e m ' i n a r d ı n d a n irtidat e d e n l e r i n yaptıkları a r a s ı n d a ,
ikincilerininkinin d a h a k a h p e c e icra edilmesi d ı ş ı n d a ne fark
vardır? H e p s i n d e n a m a z s a n a m a z , o r u ç s a o r u ç , h a c s a hac, u m -
reyse u m r e , t e s p i h s e tespih, cami y a p t ı r m a ise en âlâsı... Peki,
eksik olan n e ? Tek şey: D ü n y a l ı k çıkara, r a n t a , paraya, m a l a
d a y a n a m a m a k . . . H a t t a denebilir ki, A s r ı s a a d e t m ü r t e d l e r i , bu
b a k ı m d a n m o d e r n m ü r t e d münafıklar olan c a m i içi ç e t e l e r i n d e n
( D e n i z Fenercileri vs.) d a h a haysiyetli, d a h a m e r t ve k ü f r ü n d e
d a h a hafiftir. Sebepler belli:

1. Birinciler, sadece zekâtı vermek istemiyorlardı; ikincilerse, veri­


len zekâtları dini-imanı araç yaparak keselerine, kasalarına indir­
diler.

2. Birinciler, mertçe ortaya çıkıp "Biz İslam'ın infak ve paylaşım il­


kelerini yerinde bulmuyoruz, bunlarsız bir İslam istiyoruz" dediler.

İkinciler, s ö z d e İslam'ın t ü m ü n ü s a v u n d u , övdüler a m a gerçek­


te, bırakın kendi y ü k ü m l ü l ü k l e r i olan infakı yerine getirmeyi,
b a ş k a l a r ı n ı n intaklarını çalıp çırparak zilyedliklerine geçirdiler.
H e m de Allah ile, namazla-niyazla, c a m i d e a l d a t a r a k . Yani ikin­
cilerde iç içe alçaklıklar, iç içe kahpelikler, iç içe i n s a n h a k k ı
ihlalleri, iç içe d i n e ve d i n d a r a i h a n e t var.

D e m e k ki tarih, bugünkü Mâûn suresi mücrimleri gibi alçağına


hiç rastlamadı,.. B a z e n k e n d i k e n d i m i z e s o r u y o r u z : Bu katmerli
münafıkların kahpeliğine cevap olarak 'lanet' yeter mi? K u r ' a n
h e m lanetliyor h e m c e h e n n e m y o l u n u gösteriyor. H e m d e ce­
h e n n e m i n en alt ç u k u r l a r ı n ı ' (ed-derkü'l esfeli m i n e ' n - n â r ) gös­
teriyor:

"Şu bir gerçek ki, münafıklar, ateşin en alt katındadırlar. Onlar için
bir yardımcı asla bulamayacaksın!" (Nisa, 145)
M Ü N A F I K I TANITACAK T E M E L KISTAS VERİLMİŞTİR:
H U C U R Â T 14

B ü t ü n bu a n l a t ı l a n l a r ı n bizi götüreceği yer şurasıdır: Münafık,


M ü s l ü m a n nüfus kâğıdı taşıyanların bir kısmıdır. O kısmın belir­
gin niteliği ise infaktan kaçmaktır. B a ş k a l a r ı n ı n i n t a k ı n a el koy-
m a k s a ( D e n i z F e n e r i örneği) münafıklığın e n alçak v e k a h p e
şeklidir. K u r ' a n , ' M ü s l ü m a n ' ile ' m ü m i n ' i ayırarak b u n o k t a n ı n
esas z e m i n i n i göstermiştir. V e b u n u gösterirken, bedevilerin
M ü s l ü m a n l ı ğ ı n ı ö r n e k seçmesi ise ayrı bir m u c i z e d i r :

"Bedeviler, ' İ m a n ettik!' dediler. De ki, 'Siz, iman etmediniz! Ancak


'Müslüman' olduk deyin. İ m a n sizin kalplerinize girmemiştir. Eğer
Allah'a ve resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiç­
bir şey eksiltmez."

Bu ayet, m u c i z e içinde m u c i z e bir beyyinedir. Böyle olduğu,


irtidat olaylarıyla ortaya çıkmıştır: U n u t m a y a l ı m , m ü r t e d l e r i n
t ü m ü bedevi kabilelerdir, yani öz be öz Araplar. Tevbe suresi
97'de bedevilerin nifaka düşkünlüğü, 98'de ise bedevilerin infaktan
rahatsızlığı, nifak ve infak sözcükleri bizzat kullanılarak tam bir
Kur'ansal ihtişamla gösterilmiştir:

"Bedeviler; küfür, nifak/parçalanma/ikiyüzlülük y ö n ü n d e n daha


şiddetli; Tanrı'nın elçisine indirdiği şeylerin sınırlarını tanımamaya
daha yatkındırlar." (Tevbe, 97)

"Bedevilerden öylesi vardır ki, infak ettiğini bir angarya/bir ceza


ödeme sayar ve sizin başınıza belaların gelmesini bekler durur. En
kötü bela onların başına olsun! Allah çok iyi işitir, çok iyi bilir."
(Tevbe, 98)

Tevbe suresi, nifak-infak zıtlığını m u h t e ş e m bir mesaja d ö n ü ş t ü ­


r e n bir tespit d a h a y a p m a k t a d ı r : 97. ayet, bedevilerin nifaktaki
ö n c ü l ü ğ ü n d e n b a h s e d i p işin ikinci yarısını 98. ayete bırakıyor.
9 8 . ayet, münafıklığın sembol kitlesi olan bedevilerin intakta­
ki savsaklamayla ö n e çıkan b o z u k l u k l a r ı n a dikkat çekiyor. Yani
bedevi ikiyüzlülüğü münasebetiyle münafıklığın kimlik yapısı,
h e m nifak h e m de infak bağlamında tahlil edilerek nifakla infak
arasındaki ayrılmaz ilişkiye mucize bir biçimde açıklık getiriliyor.

Münafık, İslam'ın paylaşım ve fedakârlık emrini savsaklayanların


sıfatıdır. Münafıkları, M ü s l ü m a n k i t l e d e n ayrı bir 'millet' veya
'camia, gibi g ö s t e r m e k K u r ' a n ' d a n o n a y a l a m a y a c a k bir yakla­
şımdır ve esası, infakı savsaklamakla kalmayıp infak düşmanlığı
y a p a n Emevî z o r b a l a r ı n ı n a k l a n m a s ı n ı ve k o r u n m a s ı n ı sağla­
m a k amaçlıdır.

Allah'a oyun oynama namertliği:

Münafık tipin bu n a m e r t alâmeti K u r ' a n ' d a açıkça telaffuz edil­


miş, H z . P e y g a m b e r t a r a f ı n d a n da sarsıcı bir beyanla pekiştiril­
miştir. Ö n c e ayete bakalım:

"Şu bir gerçek ki, münafıklar/ikiyüzlüler hileler düzerek Allah'ı al­


datmaya uğraşıyorlar. Ama Allah da onları aldatıyor." (Nisa, 142)

H z . P e y g a m b e r ' i n b u k o n u y a ayrıntı niteliğindeki sözü i n s a n ı


çıldırtacak k a d a r sarsıcıdır. Bir sahabî soruyor: "Yarın, kurtuluş
nasıl olacaktır, ey Tanrı Elçisi?" T a n r ı Elçisi cevap veriyor:

" K u r t u l u ş u h a k etmek için, Allah'a hile yapıp O'na oyun oynamak­


tan vazgeçmek gerekir."

Yani bir i n s a n ı n eylemleri içinde 'Allah'a oyun oynamak' yoksa


o, nihayet bir biçimde k u r t u l u r . Sahabî, d e h ş e t içinde t e k r a r so­
ruyor: "Allah'a oyun oynamak nasıl olur, ey Tanrı Elçisi?" C e v a p
veriyor Yüce Peygamber:

" G ö r ü n ü ş t e , Allah ve Elçisi'nin emrettiğini yapar ama içinden başka


şeyler peşinde olursan Allah'a oyun oynamış olursun. Riyadan sakı­
nın, çünkü riya, Allah'a şirk koşmaktır." (İbn H a c e r el-Heytemî,
ez-Zevâcir, 1/68)

D e m e k ki, makbul görünümlü melunlar olan münafıklar, Allah'a


hile y a p m a y a k a l k a n alçaklardır. T a n r ı s a l öfkeyi b ü y ü t e n sebep
de b u d u r . B u n u n içindir ki, münafıklığın esas r u h hali olan riya­
ya b u l a ş a n l a r M â û n s u r e s i n d e lanetlenmiştir. Allah, elbette ki,
kendisini m e r t ç e i n k â r e d e n l e r d e n ö n c e , kendisini kabul ettiğini
söyleyip de O ' n a hile y a p m a alçaklığına tevessül e d e n l e r d e n in­
t i k a m alacak, öncelikle onları lanetleyecektir. M â û n s u r e s i n d e
d e b u n u yapmıştır.
İRTİDAT VE NİFAKIN ASRISAADET'TEKİ P R O T O T İ P İ :
T U ' M E BİN ÜBEYRIK

T u ' m e bin Übeyrık, s a h a b e n i n E n s a r z ü m r e s i n d e n biriydi.


Katâde bin N û m a n adlı k o m ş u s u n d a n çaldığı bir zırhı, "Bir süre
sende emanet kalsın" diyerek Y a h u d i bir k o m ş u s u n a , Zeyd bin
Semîn'e bırakmıştı. Z ı r h ı n T u ' m e t a r a f ı n d a n çalındığı anlaşılın­
c a o n u t a k i b e aldılar. Z ı r h ı n sahibi K a t â d e , H z . P e y g a m b e r ' e
gelip z ı r h ı n ı n T u ' m e t a r a f ı n d a n çalındığını söyleyerek yardımını
istedi. Ö t e y a n d a n , T u ' m e , hazırladığı planı u y g u l a m a y a koy­
m u ş , zırhı Y a h u d i Z e y d ' i n çaldığını iddia e d e r e k o n u n suçlan­
m a s ı n ı istemiştir. T a r t ı ş m a H z . P e y g a m b e r ' i n h a k e m l i ğ i n e tevdi
edilince, Y a h u d i k e n d i t a n ı k l a r ı n ı getirmiş, T u ' m e d e k e n d i ka­
b i l e s i n d e n sahabî bir ekibi t a n ı k göstermişti. Rivayet tefsirinin
b a b a s ı sayılan Taberî (ölm. 310/922) bu n o k t a d a şu bilgiyi veri­
yor: T u ' m e ' n i n a d a m l a r ı ( E n s a r ' d a n bir ekip) d a h a ö n c e d e n H z .
P e y g a m b e r ' e gelerek o n u , T u ' m e ' y i a k l a m a s ı için y ö n l e n d i r m e k
ü z e r e , d a h a işin b a ş ı n d a Yahudi'yi şu i t h a m ile karaladılar:

"Ey Tanrı Elçisi! Bu pis Yahudi, seni ve sana vahyolunanları inkâr


eden bir adamdır; zırhı da o çalmıştır. Halka karşı Tu'me'yi savun,
Yahudi'yi suçla." (Taberî, Tefsir, 5/268)

Şu tavır, dinciliğin o m u r g a s ı n ı v e r m e k l e k a l m a z , dinciliğin ta­


n ı m ı n a da tartışılmaz bir k a y n a k o l u ş t u r u r . Bu tavır bize gös­
teriyor ki, dincilik, d i n i n çıkarlar için kullanılması, bu çıkarlara
karşı tavır k o y a n l a r ı n dindışı veya d i n d e ikinci sınıf a d a m ilan
edilmesi şeklinde özetlenebilecek bir alçaklık ve hainlik siste­
midir.

Z ı r h ı n sahibi Katâde, şikâyetini H z . P e y g a m b e r ' e getirdiğinde


P e y g a m b e r ' i n azarlamasıyla karşılaştı:

"İslam'a hizmetleri ve iyilikleri bilinen bir aileyi, kanıtsız, tanıksız


hırsızlıkla mı suçluyorsun!" (Taberî, Tefsir, 5/266)

H z . Peygamber, bir grup M ü s l ü m a n ı n tanıklığını esas a l a r a k


T u ' m e ' n i n lehine, Y a h u d i Z e y d ' i n aleyhine h ü k m e t m e eğilimine
girmiş, a m a meseleyi d ü ş ü n m e k için s ü r e istemişti. T u ' m e ile
ilgili ayetler işte bu ' d ü ş ü n ü p d e ğ e r l e n d i r m e ' s ı r a s ı n d a inmiş ve
'bizzat P e y g a m b e r ' i n bile yanıldığını, h a t a s ı n d a n tövbe e t m e s i
gerektiğini bildiren m u h t e ş e m dersi vermiştir. T u ' m e ' n i n işledi-
ği yolsuzluk, yalancılık ve iftira s u ç u n a aydınlık getiren ve ifti­
raya u ğ r a y a n Yahudiyi aklayıp T u ' m e ' y i suçlayan ayetler inince,
T u ' m e , "Mensubu olduğum halde bana bu kötülüğü yapan dine la­
net olsun!" diyerek M e d i n e ' d e n M e k k e ' y e gidip irtidat etmiş ve
m ü ş r i k l e r e katılmıştır. B u n u n l a d a y e t i n m e y i p H z . Peygamber
aleyhine p r o p a g a n d a y a başlamıştır. Bir süre sonra, b a ş k a bir
hırsızlığı gerçekleştirmek üzere bir d u v a r a t ı r m a n ı r k e n d u v a r
yıkılmış v e altta kalan T u ' m e ö l m ü ş t ü r .

D i n i n ve sahabîliğin saygınlığını bir m a s k e gibi kullanıp insanla­


rı Allah ile a l d a t a r a k h a k s ı z k a z a n ç ve itibar devşirmeye k a l k a n ,
bu haliyle şerir bir dincilik ve münafıklık örneği ortaya k o y a n
T u ' m e h a k k ı n d a inen ayetler ş u n l a r d ı r :

" K u ş k u yok ki, biz bu kitabı sana, insanlar arasında Allah'ın sana
gösterdiği ile hükmedesin diye hak olarak indirdik. Hainlere yan­
daş olma/hainlerle çekişip duran biri olma! Allah'tan af dile! Allah
çok affedici, çok merhametlidir."

"Öz benliklerine hainlik edenler için didinip d u r m a ! Ç ü n k ü Allah,


sürekli hainlik eden günahkârı sevmez. İnsanlardan gizleniyorlar/
gizliyorlar da Allah'tan gizlenmiyorlar/ gizlemiyorlar. Oysaki O,
O'nun hoşlanmadığı sözü gece boyu sarf ederlerken onlarla bera­
berdir. Allah, onların yapmakta olduklarını çepeçevre kuşatmıştır."

"Diyelim, siz onlar için dünya hayatında mücadele verdiniz. Peki,


kıyamet g ü n ü Allah'a karşı onlar için kim mücadele verir, onlar
hakkında kim vekillik yapar? Kim bir kötülük yapar yahut öz ben­
liğine zulmeder de sonra Allah'tan af dilerse Allah'ı çok affedici,
çok merhametli bulur."

" G ü n a h kazanan onu kendi nefsi aleyhine kazanır. Allah Alîm ve


Hakîm'dir. Kim bir hata yahut günah işler de sonra onunla bir suç­
suzu itham ederse hiç kuşkusuz, büyük bir iftira ve açık bir g ü n a h
yüklenmiş olur."

"Eğer Allah'ın senin üzerindeki lütfü ve rahmeti olmasaydı, on­


lardan bir zümre seni şaşırtmaya mutlaka yeltenecekti. Ama onlar
kendilerinden başkasını saptıramazlar. Ve sana hiçbir şekilde zarar
veremezler. Allah, sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin
şeyleri öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lütfü çok büyüktür."
" O n l a r ı n fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak, bir sada­
kaya, bir iyiliğe ve insanlar arasında bir barıştırmaya özendiren baş­
ka. Kim böyle bir şeyi Allah'ın h o ş n u t l u ğ u n u k a z a n m a k niyetiyle
yaparsa biz ona yakında çok büyük bir ödül vereceğiz."

"Erdirici kılavuzluk kendisine ayan beyan geldikten sonra, resul­


den k o p u p müminlerin yolunun dışında bir yol izleyeni, biz, izledi­
ğinin yönetimine sokar, sonra da cehenneme fırlatırız. Ne kötü bir
dönüş yeridir o ! " (Nisa, 105-115)

İniş sebebi olan kişi ve olay h a k k ı n d a b ü t ü n İslam d i n bilgin­


lerinin ittifakı olan bu a y e t l e r d e n yine müfessirlerin ittifakıyla
elde edilen s o n u ç l a r ı (mesajları) sıralayacağız. A m a ö n c e ş u n u n
altını çizelim:

Bu ayetlerin sarsıcı mesajının d i k k a t çektiği 'dincilik' i t h a m ı n ­


d a n r a h a t s ı z olan, bu y ü z d e n , işi, b i r ç o k y e r d e yaptıkları gibi,
o n u n b u n u n ü s t ü n e atıp k e n a r a ç e k i l m e k için, T u ' m e ' n i n esa­
s ı n d a ' m ü n a f ı k l a r d a n biri' o l d u ğ u n u (sanki m ü n a f ı k l a r diye ayrı
bir millet veya kabile v a r m ı ş gibi), ayetlerin 'münafıklar' hak­
k ı n d a indiğini söyleyen bazı kişiler çıkmıştır a m a b u n l a r itibar
görmemiştir.

Ayetlerin m ü n a f ı k l a r h a k k ı n d a indiğini söylemek açık bir sap­


t ı r m a d ı r . Bazı kaynaklar, b u T u ' m e ' n i n m e n s u p olduğu Übeyrık
oğulları a r a s ı n d a Bişr (veya Beşir) adlı bir şair b u l u n d u ğ u n u ,
bu şairin m ü n a f ı k l a r a r a s ı n d a yer aldığını (yine m ü n a f ı k l a r diye
ayrı bir millet v a r m ı ş dayatmasıyla) söylemektedir. Bu Bişr'i bir
el yordamıyla çevirip T u ' m e y a p a n l a r ve a n ı l a n ayetlerin h ü k m ü ­
nü kafalarındaki ' m ü n a f ı k l a r a ' özgüleyerek mesajı s a p t ı r a n l a r
vardır. İbn Kesir (ölm. 7 7 4 / 1 3 7 3 ) , Tefsir'inde, açık bir s a p t ı r m a
y a p a r a k olayı m ü n a f ı k şair Beşir'e mal eder, T u ' m e ' n i n adını ise
hiç a n m a z . Ne yazık ki, T ü r k müfessir Süleyman Ateş de bu sap­
t ı r m a y a yenik d ü ş e n l e r a r a s ı n d a d ı r . Ateş, İ b n A b b a s ' t a n Elmalılı
H a m d i ' y e k a d a r b ü t ü n tefsir ve hadis k a y n a k l a r ı n ı n ittifakı ak­
sine, T u ' m e ' y i 'ayrı bir milletmiş gibi l a n s e edilen münafıklar
a r a s ı n a sokarak, o n t a n e ayetin m u h t e ş e m mesajını â d e t a yok
e t m e k t e d i r . (Ateş, Tefsir, 2/363-364) İ b n Kesir ve A t e ş gibilerin
yaptıkları gayretkeşlik, elbette ki b a z ı l a r ı n ı n h o ş u n a gidecektir.
" N e var b u n d a , M ü s l ü m a n l a r ı a k l a m a k k ö t ü bir şey mi? O r t a d a
bir suç var, v a r s ı n m ü n a f ı k l a r a mal edilsin" diyebileceklerdir.
A n c a k , bu yapıldığında, a n ı l a n on ayetin amaçladığı mesaj yok
olmaktadır.
Dinciyi k o r u y a l ı m d e r k e n d i n d a r l a r a z u l ü m e d e r s e n i z din d e
T a n r ı da y a k a n ı z a yapışır. "İyi niyetle y a p t ı m " diyerek k u r t u l a ­
m a z s ı n ı z . Dincilik, işte bu " D i n kardeşlerimizi k o r u m a n ı n neresi
k ö t ü ? " şeytanî mantığıyla İslam'ı yozlaştırıp t a n ı n m a z hale ge­
tirmiştir.

Tu'me, ayrı bir millet gibi lanse edilen hayalî münafıklardan biri
olsa, onca Ensarî sahabe onun için aracılık-şefaatçılık yapmaya
kalkmazdı. Bir kere, Hz. Peygamber, kendisini uyaran ayetler ge­
linceye kadar, T u ' m e ' n i n lehine tavır koymuş, hatta onu 'İslam'a
hizmetleri olan bir kişi' olarak övmüştür. Hani, Peygamber mü­
nafıkları biliyordu! Peygamber münafıkları elbette biliyordu.
Nasıl? Nifaklarını ortaya koyan işler yaptıklarında. Ama bu işler
yapıldığında münafıkları herkes bilebiliyordu. K u r ' a n , sadece Hz.
Peygamber'e mi hitap ediyor!?

T u ' m e ' n i n , P e y g a m b e r ' d e n beklediği iltiması g ö r m e m e s i üzeri­


ne irtidat ettiği de ittifakla bildirilmektedir. Eğer T u ' m e , o bah­
sedilen 'hayalî m ü n a f ı k l a r ' d a n biri idiyse o n u n i r t i d a d ı n d a n söz
e t m e k , 'hayalî münafıklar' listesi s a v u n u c u l a r ı için b ü y ü k bir
çelişki o l m a z mı?

Hayalî listeyi bırakalım, K u r ' a n ' ı n verilerine bakalım: İ n f a k t a n


kaçanlar, İslam'ı, menfaatlerine u y d u ğ u s ü r e c e ve o n i s p e t t e
b e n i m s e y e n l e r i n t ü m ü münafıktır. B ü t ü n z a m a n l a r d a v e b ü t ü n
mekânlarda...

"Tu'me'ye iltimas için Hz. Peygamber'e onca dil döken Ensar grubu
da mı münafıktı?''

Hayır, T u ' m e 'o ayrı bir millet gibi gösterilen 'hayalî m ü n a ­


fıklar'dan değildi. H e r M ü s l ü m a n münafıklığa adaydır. İ n f a k t a n
k a ç ı p nifaka saparsa, bu adaylığı gerçeğe d ö n ü ş ü r ve ' m ü n a ­
fık' sıfatına m ü s t a h a k olur. B u n u n ayrı bir listesi falan o l m a z .
T u ' m e , ayrı bir kavim veya kitle ifade e d e n listenin münafıkı
a n l a m ı n d a münafık değildi, t a m aksine, seçkin bir sahabî idi.
A m a s o n r a d a n irtidat etmiştir. K u r ' a n ' ı n b u olayı o n ayetle gün­
d e m y a p m a s ı n ı n esas sebebi v e mesajı d a T u ' m e ' n i n b u d u r u m u
yüzündendir.

T u ' m e ü z e r i n d e böylesine genişçe d u r u l m a s ı , o n u n seçkin bir


sahabî o l m a s ı n a r a ğ m e n ç o k ağır bir hainliğe tevessül etmesi
y ü z ü n d e n d i r . Mesaj işte b u d u r ve bu mesaj 'hayalî münafıklar'la
ilgili bir mesaj değil, t a m a m e n b a ş k a bir mesajdır. Çıkarcılığın
i n s a n ı d i n d e n , i m a n d a n nasıl edebileceğine ilişkin bir mesajdır.
Dinciliği t a n ı t a n bir mesajdır.

MUAVİYE SAPTIRMACIL1ĞI

'Ayetlerin mesajım saptırma' y ö n t e m i , dincilik d a m a r ı n ı n ta baş­


t a n beri kullandığı ve esas s a h i b i n i n Muaviye o l d u ğ u bir yön­
temdir. Muaviye, h e s a b ı n a gelmeyen ayetleri, " B u n l a r bizim hak­
kımızda değil, Ehlikitap hakkında, Yahudiler, falancalar, filancalar
h a k k ı n d a indi" diyerek dışlamasryla da ü n l ü d ü r . H e s a b a ters dü­
şen ayetleri bir yerlere ciro e t m e k t e r a h a t davranılsın diyedir ki
'hayalî m ü n a f ı k l a r listesi' u y d u r u l m u ş t u r . H e r ' M ü s l ü m a n ' kim­
liğin, h e r an m ü n a f ı k fiilleri sergileyebileceği gerçeği s a k l a n m ı ş ­
tır. Bu s a k l a m a sayesindedir ki, gırtlağına k a d a r nifak ve h a t t a
i r t i d a d a b a t a n b i r t a k ı m a d a m l a r ı deşifre e d e n ayetler " B u n l a r
münafıklar h a k k ı n d a inmiştir, falanca ise s a h a b e d e n d i r , bu
ayetler o n a h i t a p e t m e z " d e n e r e k etkisiz kılınmıştır.

Ayetlerin eleştirisinden k u r t u l m a k için b u M u a v i y e y ö n t e m i n e


sürekli b a ş v u r u l m u ş t u r . Özellikle M â û n suresi v e o n u n mesajı­
na b e n z e r mesajlar t a ş ı y a n ayetlerle ilgili olarak...

T u ' m e bir sahabî idi ve seçkin bir sahabî idi. Z ı r h ı k e n d i s i n i n


ç a l m a d ı ğ ı n a y e m i n de etmişti. N i t e k i m o seçkinliği y ü z ü n d e n d i r
k i E n s a r ' d a n bir g r u p s a h a b î hiç t e r e d d ü t s ü z o n u n lehine tanık­
lık etmiş, H z . P e y g a m b e r de o n u n lehine h ü k m e t m e eğilimi gös­
termiştir. Iraklı müfessir Şihabuddin el-Âlûsî (ölm. 1271/1854)
diyor ki, T u ' m e , bu sahabîlere şöyle söylemiştir:

"Siz şimdi, beni suçlayıp bir Yahudi'yi mi aklayacaksınız?! Gidin,


Peygamber'e söyleyin de beni aklayıp Yahudi'yi suçlasın!" (Alûsî,
Tefsir, 3/140)

Ayetler, işte böyle bir o r t a m d a i n i p K u r ' a n ' ı n en hayatî me­


sajlarından b i r k a ç ı n ı a r t a r d a ilkeleştirmiş ve bu ilkeler uğru­
na, K u r ' a n ' ı n m a h b a t ı (indiği kişi) olan H z . M u h a m m e d ' i bile
e l e ş t i r m e k t e n çekinilmediğini göstermiştir. A y e t l e r d e n çıkan
ö l ü m s ü z ilkeleri, ü n l ü müfessirlerin beyanlarını izleyerek şöyle
sıralayabiliriz:
1. Hak, düşmanınızın da olsa ona saygı duyacak, onu ko­
ruyacaksınız:

Ç a ğ d a ş Mısırlı müfessir Tantavî (ölm. 1940) şu n o k t a y a d i k k a t


çekiyor: K u r ' a n , b u r a d a , M ü s l ü m a n l a r ı n e n şiddetli d ü ş m a n ı
olduklarını bildirdiği Y a h u d i l e r d e n bir kişiyi, h e m de m e n s u p ­
l a r ı n d a n çok seçkin bir a d a m a karşı s a v u n m u ş , aklamış, koru­
m u ş t u r . (Tantavî, Tefsir, 2/78) B u r a d a n çıkan ilke ş u d u r :

H a k , d ü ş m a n ı n ı z ı n bile olsa ve en y a k ı n d o s t u n u z u n aleyhine


s o n u ç d a verse, h a k k ı k o r u y a c a k s ı n ı z . "Bizim a d a m ı m ı z d ı r , din
kardeşimizdir; öteki ise d i n d ü ş m a n ı d ı r , b i z d e n değildir" gerek­
çeleri din değil, dinsizliktir. B u n d a n da anlaşılır ki, dincilik icra­
atının h e m e n tamamı, din perdesi altında dinsizliktir.

2. Zalime arka çıkan, peygamber de olsa azarlanır:

Müfessir Fahreddin R â z î ' n i n de ifade ettiği gibi, " b u ayetlerde


çok ağır bir t e h d i t vardır. Allah, H z . Peygamber'i, T u ' m e gibi
bir s u ç l u n u n a k l a n m a s ı n a meyletmesi y ü z ü n d e n azarlamıştır.
Yanlış bir k a n a a t y ü z ü n d e n gelen t e h d i t bu ise zalimin z u l m ü n ü
bile bile o n a y a r d ı m ve d e s t e k v e r m e n i n nasıl bir c ü r ü m oluştur­
d u ğ u n u d ü ş ü n m e k l a z ı m . " (Râzî, Tefsir, 11/35)

3. Sahabe de olsa hiç kimse masum değildir:

S a h a b î u n v a n ı taşıyan i n s a n l a r ı n bile h e m d e H z . P e y g a m b e r ' i


k a n d ı r m a y a t e ş e b b ü s edebildiklerine d i k k a t çekilerek i n s a n ı n
hiçbir şekilde m a s u m i y e t ve günahsızlığına h ü k m e d i l e m e y e c e ğ i -
ne v u r g u yapılmıştır. Müfessir Râzî (ölm. 606/1209) şöyle diyor:

" T u ' m e ' n i n a r k a d a ş l a r ı o n u n hırsız o l d u ğ u n u bile bile H z .


P e y g a m b e r ' d e n o n u a k l a m a s ı n ı ve bir Yahudiyi s u ç l a m a s ı n ı is­
temişlerdir. Bu iltimasçı ekibin yaptıkları, C e n a b ı H a k tarafın­
d a n 'Peygamber'i saptırmak, yanlış yönlendirmek', ayetin tabiriy­
le 'dalâlete sevketmek' o l a r a k değerlendirilmiştir." (Râzî, Tefsir,
11/39)

Hanefî fıkhının b ü y ü k müfessiri el-Cassâs (ölm. 370/980), t a m


bu n o k t a d a takdirî bir soru soruyor:

" H â k i m , h ü k m ü n ü zahirî k a n ı t l a r a b a k a r a k verir. B u olayda


zahirî kanıtlar, T u ' m e ' n i n lehine idi. ( Ç ü n k ü zırh, T u ' m e ' n i n
evinde değil, Y a h u d i Zeyd bin Semîn'in evinde b u l u n d u ) . H a l bu
iken, H z . Peygamber, T u ' m e lehine yaptığı i ç t i h a d ı n d a n ö t ü r ü
nasıl olur d a dalâletle i t h a m e d i l i r ? "

Ve Cassâs şu cevabı veriyor:

"Maddî kanıtların gösterdiği yönde h ü k ü m vermek dalâlet ol­


maz; burada dalâlet olarak itham edilen de o değildir. Ayetin bu­
rada dalâlet olarak gösterdiği, t a m bir bilgiye sahip olmaksızın
hainin aklanmasıdır. Tu'me'yi iltimas etmek için didinenler Hz.
Peygamber'i işte böyle bir dalâlete itiyorlardı." (Cassâs, Ahkâmu'l-
Kur'an, 2/394)

4. Sahabe de olsa hiç kimsenin cennetlik olduğuna


hükmedilemez:

H i ç k i m s e ebediyen k u r t u l m u ş , c e n n e t i garantilemiş kişi ola­


r a k nitelendirilemez. N i t e k i m E n s a r ' d a n bir sahabî olan T u ' m e ,
s u ç u işlemekle k a l m a m ı ş , s u ç s u z olduğu y o l u n d a y e m i n etmiş,
beklediği iltiması b u l a m a y ı n c a da dinini değiştirip c e h e n n e m l i k
olmuştur.

5. Menfaat duygusu din duygusunun üstüne çıkabilir:

Çıkar d u y g u s u n u n , b a z e n din v e i m a n ı n ü s t ü n e çıkabileceği,


b u n u n hiçbir istisna t a n ı m a d ı ğ ı gösterilmiştir. N i t e k i m , istediği
desteği b u l a m a y a n T u ' m e , H z . P e y g a m b e r ' e öfkelenerek, dini­
ni değiştirip m ü ş r i k l e r safına geçmiş, İslam aleyhine çalışmaya
başlamıştır. (Râzî, Tefsir, 11/43)

6. Dindarlık, insanlar arasında üstünlük göstergesi yapı­


lamaz:

Müfessir Kurtubî ((ölm. 671/1272) şu n o k t a y a d i k k a t çekmek­


tedir: Bir i n s a n ı n dindarlıkta, takvada, d i n e h i z m e t t e ö n e çıkmış
olması, o n u n g ü n a h s ı z l ı ğ ı n a k a n ı t yapılamayacağı gibi i n s a n l a r
a r a s ı n d a ü s t ü n l ü ğ ü n e de gerekçe yapılamaz. Bu olayda, takva­
n ı n i n s a n l a r a r a s ı n d a değil, T a n r ı ile i n s a n a r a s ı n d a bir değer
ölçüsü olması lazım geldiği gösterilmiştir.
7. Bir kimsenin İslam-din hizmeti yapmış olması, haksızlı­
ğına rağmen savunulmasının gerekçesi yapılamaz:

Bir insanı, haksızlığına r a ğ m e n s a v u n m a k , i s l a m dışı bir davra­


nıştır. Böyle bir d a v r a n ı ş t a n hayır b e k l e y e n i n İ s l a m ' a h i z m e t i n ­
d e n söz edilebilir mi? O n u n g ö r ü n ü r d e böyle bir h i z m e t i varsa,
b u n u riyakârlık v e samimiyetsizlikle kirlenmiş g ö r ü p k e n a r a
a t m a k gerekir. Dincilerin h e r devirde v e h e r z e m i n d e a n l a m a k
istemedikleri g e r ç e k l e r d e n biri de b u d u r . B u n u n içindir ki sü­
rekli 'din' p e r d e s i a l t ı n d a 'dinsizlik' sergilemek gibi bir h ü s r a n ı n
içinde debelenirler.

T u ' m e ' y i a k l a m a k için Peygamber'i â d e t a zorlayanlar, T u ' m e


ve ailesinin 'din ve İslam k o n u s u n d a hizmetleriyle ö n e çıkmış
i n s a n l a r ' o l d u ğ u n a vurgu yapmışlardır. C e n a b ı H a k ise eski hiz­
metlerin, haksızlığı g ö r m e z l i k t e n gelme gerekçesi yapılamaya­
cağına vurgu yapmıştır. (Kurtubî, Tefsir, 5/375)

8. Hiç kimse sadece "Din kardeşimizdir" gerekçesiyle sa­


vunulamaz:

Suçluluğu, k ö t ü l ü ğ ü sabit o l m u ş bir M ü s l ü m a n t o p l u l u ğ u n ,


gayrimüslim bir t o p l u l u k aleyhine, sırf M ü s l ü m a n oldukları için
s a v u n u l m a l a r ı , h ı y a n e t s u ç u o l u ş t u r u r . (Kurtubî, Tefsir, 5/377)
MÜNKER
(insanlığın ortak-evrensel yasakları)

2 0 civarında ayette geçen m ü n k e r i n k ö k ü olan nekr v e o n d a n


t ü r e y e n inkâr, g ö r m e z l i k t e n gelmek veya g ö r e m e m e k t i r . İ n k â r ı n
zıddı irfandır ki o n u n esasını bilmek, bilebilmek o l u ş t u r u r . Bu
b a k ı m d a n , Râgıb'ın da işaret ettiği gibi, h e r i n k â r d a biraz ceha­
let vardır. Ve b u n u n için olacak ki, K u r ' a n , şirk de dahil, t ü m
sapıklıkların t e m e l i n d e bilgisizliği g ö r ü r ve k e n d i s i n e karşı çı­
k a n l a r ı cehaletle suçlar.

M ü n k e r , güzeli ve iyiyi g ö r m e z l i k t e n gelmeye d a y a n a n dav­


ranış, t u t u m ve s ö z d ü r . Râgıb o n u , "Sağlıklı aklın, çirkinliğine
hükmettiği veya güzel olup olmadığında kuşku duyduğu fiil" diye
t a n ı t m ı ş t ı r . K u r ' a n ' ı n verileriyle dilin verilerini birleştirirsek
m ü n k e r i , Elmalılı'nın şu cümlesiyle tanımlayabiliriz: " D i n i n ve
geleneğin tanımadığı şey."

M ü n k e r i n zıddı m â r u f t u r ki, irfan k ö k ü n d e n gelir ve esasını


bilgi ve aydınlık o l u ş t u r u r . K u r ' a n , örfü de bir h u k u k ve değer
kaynağı saydığına göre, örf ve â d e t i n çirkin g ö r d ü ğ ü şeyler de,
elbetteki v a h y i n ve aklın tespitlerine zıt o l m a m a l a r ı şartıyla,
m ü n k e r d i r , çirkindir. Eğer örf ve âdet, akla ve dine ters olursa, o
t a k d i r d e o n a u y m a k m ü n k e r , o n u terk, mâruf olur. (bk. b u r a d a
Mâruf m a d . )

K u r ' a n , k ö t ü y ü ve şerri, m ü n k e r gibi genel bir k a v r a m ı n çerçe­


vesi içine ç e k m e k , güzeli ve hayrı da mâruf gibi yine genel bir
k a v r a m a l t ı n d a vermekle, i n s a n o ğ l u n u n ürettiği t ü m çirkinlikle­
ri ret, t ü m güzellikleri k a b u l e d e n ve insanlık mirasını bir b ü t ü n
olarak d e ğ e r l e n d i r e n bir evrensellik sergilemiştir.

G ü z e l ve iyi gibi, çirkin ve k ö t ü de iklime ve bölgeye bağlı t u t u l ­


m a m ı ş t ı r . Bu y ü z d e n Allah'a i m a n ı n en belirgin n i t e l i k l e r i n d e n
MÜNKER 121

biri de m ü n k e r e karşı çıkmak, mârufu ö z e n d i r m e k t i r . Ve m ü m i ­


n i n t e m e l vasıflarından biri de b u d u r . (3/104, 110, 114; 9/71,
112) Karanlık ü r e t e n i n s a n l a r d a bu, t e r s i n e işler. Onlar, m ü n ­
k e r e çağırır, m â r u f t a n uzaklaştırırlar, (bk. Bir ö n c e k i ayetler ve
9/67) Bu karanlık ruhlar, güzel ve iyi söz k o n u s u o l d u ğ u n d a
y ü z l e r i n d e m ü n k e r beliren varlıklardır. (22/72)

Aydınlık r u h , m ü n k e r e karşı olmak, mârufu destekleyip yaymak­


la, Yaratıcı K u d r e t ' i n fiiline bir katılım sergiler. Ç ü n k ü A l l a h ' ı n
vasıflarından biri de m ü n k e r d e n u z a k l a ş t ı r m a k t ı r . (16/90)

Yaratıcının öfkelendiği en k ö t ü tavırlardan biri de m ü n k e r i n


icrasına seyirci k a l m a k t ı r . Bu hal, insan o l m a n ı n o n u r u n a in­
dirilen bir darbe, v a r o l u ş b o r c u n u n i n k â r ı ve hiçliğe hizmettir.
E h l i k i t a p d i n temsilcileri, özellikle Y a h u d i din bilginleri, bu yüz­
d e n l a n e t e uğramışlardır. K u r ' a n o n l a r ı n bu tavrını çok çirkin bir
tavır olarak nitelendirir:

"İşledikleri münkerlerden birbirlerini sakındırmıyorlardı. Ne kötü


şeydi yapmayı sürdürdükleri." (5/79)

M ü n k e r d e n alıkoymamak, bireyi, t o p l u m u ve giderek evrensel


birliği zedeleyen ve dünyayı k a r m a ş a ve ıstıraba iten bir fela­
kettir. Bu felaketin t e m e l i n d e "Bana ne!", "Bana dokunmayan yı­
lan bin yaşasın" anlayışının yattığını ve bu anlayışın bir insanlık
suçu sergilediğini ifadeye k o y a n bir h a d i s i n d e H z . P e y g a m b e r
bir gemi istiaresi kullanıyor. G e m i , t o p l u m veya t ü m insanlık
dünyasıdır. Bu hadisteki b e n z e t m e şöyledir: G e m i d e k i t o p ­
luluk su ihtiyacını güvertedeki su d e p o s u n d a n gidermektedir.
A n c a k , g ü v e r t e d e o t u r a n l a r d a n bazıları su a l m a k için aşağı
k a t l a r d a n gelenleri h o r l a m a y a , k o v m a y a başlarlar. Ötekiler de
bu k ö t ü h a r e k e t e seyirci kalırlar. Bir süre sonra, alt kattakiler
derler ki: "Azar işitmektense, geminin dibini delelim, suyu doğru­
dan nehirden alalım!" Ve gemiyi d i p t e n delerler ve su alırlar. Ne
var ki, gemi su d o l m a y a başlar ve bir süre s o n r a da batar. H z .
Peygamber, b u n u n a r d ı n d a n şöyle diyor:

"Eğer yukarıdakiler, geminin dibini delerek su alanlara engel olsa­


lardı su alımını engelleyenleri durdursa, yani münkere karşı çıksa-
lardı bu sonuç doğmazdı." (Buharî, şirket 6, ş e h â d â t 30; Tirmizî,
fiten 12)
Münkere öncelikle kimler karşı çıkmalıdır?

K u r ' a n b u n o k t a d a ulû bakıyye tabirini k u l l a n m a k t a d ı r . M ü n ­


k e r e karşı ç ı k m a k öncelikle ulû bakıyyenin görevidir.

T o p l u m l a r ı n felaket sebeplerinin b a ş ı n d a , uyarıcıları b ı r a k ı p da


mütrefleri d i n l e m e k gelmektedir. Mütreflere karşı ö n e çıkarılan
uyarıcılar, 'birikim sahipleri' (ulû bakıyye) olarak a n ı l m a k t a d ı r .
S a d e c e ilim sahipleri değil de 'birikim sahipleri' d e n m e s i d ü ş ü n ­
d ü r ü c ü d ü r . A n l a ş ı l a n o ki K u r ' a n , yanlışlıklara karşı uyarı gö­
revini ilim, irfan, deneyim, vizyon ve i m k â n sahibi h e r k e s e yük­
lüyor. Birikim sahipleri gerekeni y a p m a d ı k l a r ı n d a yani uyarıyı
layıkıyla yerine g e t i r m e d i k l e r i n d e t o p l u m u n ç ö k m e s i h a k olur:

"Sizden önceki kuşakların söz ve eser/birikim sahibi olanları, yer­


yüzünde bozgunculuktan alıkoymalı değiller miydi? Ama içlerin­
den kurtarmış olduklarımızın az bir kısmı dışında hiçbiri b u n u
yapmadı. Z u l m e sapanlar ise içine itildikleri servet şımarıklığının
ardına düşüp suçlular haline geldiler." ( H û d , 116)

O halde, m ü n k e r e karşı ç ı k m a m a k , s a d e c e m ü n k e r i işleyenlerle


o n d a n z a r a r görenleri değil, o n a seyirci kalanları da m a h v e d e r .
M ü n k e r e karşı çıkmak, mutlak insanlık borcudur. A n c a k b u n u n
şekli ve y o ğ u n l u ğ u izafîdir. S o n Peygamber, bu n o k t a d a şu öl­
çüyü getiriyor. El ile engellemek, b u n u y a p m a k t a z o r l u k varsa
dil ile engellemek, b u n u da yapamıyorsa, gönülden karşı o l m a k .
(Müslim, i m a n 78; Tirmizî, fiten 11; Nesaî, i m a n 17; İbn M â c e ,
i k a m e t 115; D â r i m î , salât 242)

H a d i s k i t a p l a r ı n ı n iman ve fitneler bahisleri m ü n k e r e engel ol­


m a m a n ı n t o p l u m u v e s o n u ç t a t ü m insanlığı nasıl bir felakete
sürükleyeceğini g ö s t e r e n P e y g a m b e r b e y a n l a r ı n a yer verir. Bu
b ö l ü m l e r ayrıca H z . P e y g a m b e r i n ' m ü n k e r e engel olmamanın ge­
tireceği felaketten Allah'a sığınışını' ifade e d e n d u a l a r ı n a da yer
vermektedir.
MÜŞRİK
(Allah'a o r t a k k o ş a n , d i n e riya b u l a ş t ı r a n ,
Allah'ın y a n ı n d a alt ilahlar k a b u l e d e n )

Şirk k ö k ü n d e n ismi fail olan m ü ş r i k kelimesi K u r ' a n ' d a , tekil ve


çoğul ( m ü ş r i k û n , m ü ş r i k â t ) h a l d e 40 k ü s u r yerde geçer. Kelime
anlamıyla, şirke saplanmış, şirki temsil e d e n demektir, (bk. bu­
r a d a , Şirk m a d . )

K u r ' a n , m ü ş r i k tipi, varlık b ü n y e s i n d e birliği, a h e n k ve h u z u r u


p a r ç a l a y a n o l u m s u z bir kuvvet olarak görür ve neces (bizatihi
pis) diye nitelendirir. (9/28) K u r ' a n ' ı n kıtal ( ö l d ü r m e k ü z e r e
çarpışma) fiiline m u h a t a p ve hedef gösterdiği t e k z ü m r e de m ü ş ­
riklerdir. Müşriklerle m ü n a s e b e t i n en geniş b i ç i m d e d ü z e n l e n ­
diği sure olan T e v b e ' d e şöyle deniyor:

"Müşrikler sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla top-


yekün savaşın. (Tevbe, 36)

A n c a k u n u t u l m a m a l ı d ı r ki, m ü ş r i k l e r i n ö l d ü r ü l m e s i n e m ü s a d e ,
onların başlattıkları saldırının a r d ı n d a n gelmiştir. B u r a d a d a
K u r ' a n ' ı n , 22/39-40 ayetlerinin ö n e çıkardığı gerekçe işleyecek­
tir.

Müşrikler, r u h s a l a n l a m d a temiz o l m a d ı k l a r ı n d a n onların, h a n ­


gi niyetle o l u r s a olsun, m ü m i n l e r i n m a b e t l e r i n i o n a r m a l a r ı n a
izin verilmez, (bk. 9/17)

Müşrikler, k a d ı n veya erkek, m ü m i n l e r l e n i k â h l a n a m a z l a r .


Böyle bir n i k â h talebi a n c a k m ü ş r i k i n i m a n a girmesi halin­
de olumlu karşılanır. (2/221) Oysaki Allah'a i n a n a n E h l i k i t a p
nikâhlanabilir. Ve çiftler aynı yuvayı, ayrı dinlerin m e n s u b u ola­
r a k paylaşabilirler.
K u r ' a n , m ü ş r i k l e r i n Allah'a o r t a k k o ş t u k l a r ı ilahları k a d ı n cin­
s i n d e n yani dişi m a h l û k l a r tasavvur ettiklerini, bazı ilahlarını
e r k e k olarak d ü ş ü n m e l e r i h a l i n d e ise bizzat kendilerini onların
ö n ü n d e k a d ı n t ı y n e t i n d e gördüklerini belirtmektedir. B u h u s u s a
d e ğ i n e n Nisa suresi, 117. ayet, k o n u m u z a ç ı s ı n d a n bir kelam
mucizesi t a ş ı m a k t a d ı r . Bu m u c i z e , a y e t t e geçen inâs kelimesinin
kullanılışında görülüyor. Şimdi, b a h s e k o n u olan ayeti, inâs ke­
limesini t e r c ü m e e t m e d e n v e g r a m a t i k k o n u m u n u n inceliklerini
de d i k k a t e a l a r a k verelim:

"Allah'ın berisindekilere davet/dua edenler sadece dişilere/dişileş­


miş halde davet/dua ederler. Ve onlar inatçı bir şeytandan başkası­
na çağırıp yakarmıyorlar."

Bu ayetteki inâs, cansız varlık a n l a m ı n a geldiği gibi, ünsâ ke­


limesinin çoğulu olarak, kadınlar, dişiler a n l a m ı n a da gelir,
Ayrıca inâs, c ü m l e d e öyle bir k o n u m a getirilmiştir ki, h e m çağı­
rıp y a k a r m a fiiline t ü m l e ç olabilmekte h e m de c ü m l e n i n ö z n e s i
(faili) olan m ü ş r i k l e r i n d u r u m u n u g ö s t e r e n bir hal olabilmekte­
dir. Bize göre, ayetin mealini v e r i r k e n bu iki g r a m a t i k k o n u m u
ve inâs kelimesinin iki ayrı lügat a n l a m ı n ı d i k k a t e a l m a k gerekir.
Ç ü n k ü b u n l a r ı n h e r biri m ü ş r i k l e r ve şirk k o n u s u n d a ayrı bir
gerçeğe işaret ediyor. O h a l d e s o n u ç şu olur:

1. Müşrikler, Allah dışında şeylere taparken dişiye tapınma psikozu


içindedirler.

Elmalılı Hamdi, b u n u , 'kancıklara ibadet' diye veriyor ve şöyle


d e v a m ediyor:

" O n l a r ı n en ziyade tapındıkları, gönül verip yalvardıkları veya adı­


na çağrıda bulundukları ilahları kancıklar olur. Onların nazarında
ilah mefhumu, mâbud tasavvuru bir kadın hayalidir... Müşrik ru­
h u n u n tapınma gayesi kadındır. O, bütün zevkini, b ü t ü n ilhamını
k a d ı n d a n almak ister. Putların kadın adlarıyla anılmaları da, ka­
dına t a p m a n ı n ruha hâkim olmasındandır. Putların mevkii buna
bir sembol olmaktan ibarettir... Ve en çirkin bir kadın en güzel bir
p u t t a n daha kıymetli olmak lazım gelirken, tanrısını kadın telak­
ki eden müşriklerin elinde gerçek kadınlar öyle bir ihmal ve yoz­
laşmaya uğrarlar ki, h ü r m e t şöyle dursun, en basit bir insan hakkın­
dan bile m a h r u m edilirler. İddiaya bakarsanız kadın her şeydir; fiile
bakarsanız kadın oyuncakların en sefili olmuştur."
MÜŞRİK 125

G e r ç e k t e n de m ü ş r i k şuuraltı, dişiliği bir y a n d a n ilahlaştırarak


bir ifrata giderken, kız ç o c u k l a r ı n ı diri diri g ö m m e k suretiyle
bir tefrit sergilemiş ve bu hal, şirkin bir k a r a n l ı k ve ahenksizlik
o l d u ğ u n u göstermiştir.

2. Dişiliğin sembolü yapılan putlara taparak bir ifrat sapıklığı sergi­


leyenler, onlara taparken kendileri dişileşir, avratlaşırlar ve böylece
bir tefrit sergilerler.

E n yüce kavramları k a d ı n l a ş t ı r m a n ı n cezasını, k a d ı n ö n ü n d e


k a d ı n l a ş m a k gibi bir sefaletle öderler.

3.Taptıkları şeyler; kadını sembolize eden cansızlardır.

N i t e k i m K u r ' a n , şirk ilahlarının bu, 'yaratılmış olduğu halde ya­


r a t a n mevkiine çıkarılma' d u r u m l a r ı n ı n arz ettiği zavallılığa baş­
ka yerlerde de dikkat ç e k m e k t e d i r . (Mesela bk. 7/191)

K u r ' a n , şirkin o n c a k ö t ü l ü ğ ü n e ve m ü ş r i k l e r i n o n c a pisliğine


rağmen, sonsuz rahmet ve hoşgörüsünü onlara da uzatıyor ve
bağlılarına şu emri veriyor:

"Eğer müşriklerden biri senden güvence dilerse/senin yanına gel­


mek, sana komşu olmak isterse, ona güvence verip yakınlaşma is­
teğini kabul et ki, Allah'ın kelamını dinleyebilsin. Sonra da onu,
güvenli gördüğü yere k a d a r götür. Ç ü n k ü bunlar, ilimden nasibi
olmayanların vücut verdiği bir t o p l u l u k t u r . " (Tevbe, 6)

Böylece K u r ' a n , h e m şirki bir bilgisizlik ü r ü n ü olarak tescil edi­


yor h e m de en ağır ve iğrenç s a p m a l a r a m a r u z kalanları bile
k u c a k l a m a n ı n l ü z u m u n a dikkat çekiyor. M ü ş r i k l e r i n inançları
ve felsefeleri h a k k ı n d a ayrıntılı bilgiler şirk m a d d e s i n d e verile­
cektir.
MUT'A
(süreli n i k â h )

K ö k ü olan meta', u z u n süreli n i m e t d e m e k t i r . Bu k ö k t e n ke­


limeler, K u r ' a n ' d a , isim ve fiil h a l i n d e 70 yerde kullanılmıştır.
Bizzat m e t a ' kelimesi 24 kez geçer. Meta' ve müt'a, b o ş a n a n ka­
dına, iddet beklediği süre içinde y a r a r l a n m a s ı için verilen para­
ya d e n m e k t e d i r . M ü t ' a n i k â h ı ise belli bir s ü r e için belli bir p a r a
karşılığı kıyılan n i k â h t ı r . Bu n i k â h t a , k a d ı n , s ü r e bittiğinde her­
h a n g i bir b o ş a m a / b o ş a n m a işlemine l ü z u m k a l m a d a n boş olur.
(Râgıb, el-Müfredât, m.t. ayn)

Aynı k ö k t e n gelen istimta', y a r a r l a n m a k , bir işi yarar sağlamak


amacıyla y a p m a k d e m e k t i r . K u r ' a n b u kelimeyi h e m m ü t ' a
n i k â h ı n ı t a n ı t ı r k e n h e m d e zalimlerin birbirlerinden yararlan­
m a k için işbirliği yaptıklarını a n l a t ı r k e n kullanmıştır. (İkinci
a n l a m ı n ayrıntıları için bk. b u r a d a , Z u l ü m mad.)

M ü t ' a bir k ö k s ö z c ü k t ü r . E h l i s ü n n e t fakîhlerinin b u sözcüğü


'mehir' a n l a m ı n d a k u l l a n m a l a r ı , s ö z c ü ğ ü n aslî a n l a m ı değil, ge­
leneksel y o r u m l a r l a o l u ş m u ş a n l a m ı d ı r . K u r ' a n b u s ö z c ü k t e n
t ü r e y e n fiillerin t a m a m ı n a yakınını m e h i r a n l a m ı n a gelmeye­
cek y a r a r l a n d ı r m a l a r için, d a h a d o ğ r u s u 'geçici y a r a r l a n m a l a r '
karşılığı verilen bedel a n l a m ı n d a k u l l a n m a k t a d ı r . Bazı ayetler
görelim:

"Verdiklerimize karşı n a n k ö r l ü k etsinler ve birazcık nimetlensinler


diye. Yakında bilecekler." ( A n k e b u t , 66)

"Onları birazcık nimetlendiriyoruz. Sonunda hepsini şiddetli bir


azaba süreceğiz." ( L u k m a n , 24)

Karşı cinsler arası ilişkiler ve özellikle evlilik k o n u s u n a değinen


ayetlerde bu m ü t ' a k ö k ü n d e n fiillerin A r a p g r a m e r i n d e k i 'tef îl'
b a b ı n d a n kullanıldığını görüyoruz. Şu ayette olduğu gibi:
MUT'A 127

"Kendilerine d o k u n m a d a n veya onlar için herhangi bir mehir belir­


lemeden kadınları boşamanızda sizin için bir günah yoktur. Ancak
onları nimetlendirin. İmkânları geniş olan kendi gücünce yapar
bunu, imkânları sınırlı olan da kendi gücünce yapar. Örfe uygun
bir nimetlendirme. Güzel d ü ş ü n ü p güzel davrananlar üzerine bir
borç." (Bakara, 236)

Bu ayette en d i k k a t çekici olan, mecburî mehrin (fariza) y a n ı n d a


(ve karşısında) ve o n d a n ayrı olarak verilecek mal veya p a r a n ı n
m ü t ' a k ö k ü n d e n bir sözcükle ifade edilmesidir. Yani K u r ' a n ,
E h l i s ü n n e t ' i n söylediğinin aksine, k a d ı n a m ü t ' a t ü r ü n d e n veri­
leni, z o r u n l u m e h r i ifade e d e n k e l i m e d e n (ecr) b a ş k a bir keli­
meyle ifade etmiştir. Bu da gösterir ki m ü t ' a k ö k ü n d e n fiilerin
m e h i r v e r m e k a n l a m ı n d a alınması bizzat K u r ' a n ' ı n karşı çıktığı
bir tavırdır.

A h z â b suresi 49. ayette de aynı d u r u m ve aynı k u l l a n ı m söz ko­


n u s u d u r . A h z â b 2 8 . a y e t t e ise kendileriyle cinsel t e m a s kurul­
m u ş h a n ı m l a r ı n b o ş a n m a s ı h a l i n d e bir n i m e t l e n d i r m e d e n söz
edilirken yine m ü t ' a k ö k ü n d e n bir fiil kullanılmıştır. D e m e k
oluyor ki cinsel ilişki k u r u l d u k t a n s o n r a söz k o n u s u olan ayrıl­
m a l a r d a k a d ı n iki şekilde nimetlendirilecektir:

a)Mecburî mehir (fariza veya ü c û r ) yoluyla nimetlendirme,


b)Müt'a t ü r ü nimetlendirme.

Birinci n i m e t l e n d i r m e , z o r u n l u , k a n u n î d i r . İkincisi ise kişinin


g ö n l ü n e , cömertliğine, ayrılacağı i n s a n l a yaşadığı ilişkinin hatı­
r a s ı n a uygun, isteğe bağlı bir ö d e m e d i r . Nisa suresi b u r a d a me­
hir a n l a m ı n d a k i ' ü c r e t ' e ek olarak ' n i m e t l e n d i r m e ' tabirini kul­
lanıyor. Yani mehir, m i k t a r ı k a n u n e n z o r u n l u olarak belirlen­
miş bir ö d e m e , ikincisi 'güzel d ü ş ü n ü p güzel davrananların örfe
uygun olarak' yapacakları bir ödemedir. Tarafların 'geçici' kaydıyla
kurdukları bir ilişkinin kadına ödenecek bedeli olan 'nimet'tir.

Müt'aya dayanak yapılabilecek temel ayet Nisa 24. ayettir:

" K o r u m a altındaki kadınlar/evli kadınlar da size haram kılınmış­


tır. Anlaşmalarınızın kazandırdıkları ise size helaldir. Bu, üzerini­
ze Allah'ın yazdığıdır. Bunlar dışındakileri; iffetsizliğe kaçmayan,
zina etmeyen insanlar olarak, mallarınızla yararlanmak suretiyle
elde ediyorsanız bu da size helal kılınmıştır. Kendilerinden nimet-
lendiğiniz/müt'a yaptığınız kadınların ücretlerini onlara bir hak/
vecibe olarak h e m e n verin! Kesinleşen anlaşmanın ardından, kar­
şılıklı hoşnutluğa bağlı hallerde üzerinize günah yoktur. Allah, her
şeyi bilir, tüm hikmetlerin sahibidir."

Bu a y e t t e n şu h ü k ü m l e r açıkça ç ı k m a k t a d ı r : Evli kadınlar dışın­


da helal olarak yararlanılacak kadınlar da vardır ve bunlar iki kate­
gori oluşturmaktadır:

1. 'Anlaşmaların kazandırdığı' kadınlar, yani köleler (cariyeler),


2. F u h u ş ticaretinin kulvarına sapmadan mallarınızla yararlandığı­
nız kadınlar ki bunlar m ü t ' a yapılan kadınlardır.

Şia fıkhı ve özellikle b u g ü n k ü İran, olayı böyle a n l a m a k t a ve uy­


g u l a m a k t a d ı r . Elbette ki, Şia çevrelerinde de m u v a k k a t n i k â h
özendirilmez; tam aksine, bu tür nikâhtan kaçınmanın daha
m a k b u l olacağı ısrarla belirtilir. A m a hayat, insanı bu i m k â n d a n
y a r a r l a n m a z o r u n d a bıraktığında b u n u n h a r a m o l m a d ı ğ ı n ı n bi­
linmesi istenir.

FIKIH T A R İ H İ AÇISINDAN MÜT'A

M ü t ' a , fıkıh b ü n y e s i n d e tartışmalı bir k o n u d u r Ehlisünnet şem­


siyesi a l t ı n d a k i t ü m m e z h e p l e r böyle bir n i k â h ı n H z . Peygamber
d ö n e m i n d e bir s ü r e uygulandığını ve s o n r a d a n kaldırıldığını
söyleyerek g ü n ü m ü z d e b u n u n caiz olmadığını iddia ederken,
Şia fıkhı b u n u n h â l â geçerli o l d u ğ u n u , K u r ' a n ve s ü n n e t i n b u n a
i m k â n verdiğini s a v u n m a k t a d ı r . Ş u n u d a h e m e n ekleyelim:
E h l i s ü n n e t fıkhının en b ü y ü k ekolü sayılan Hanefilik'te, kuru­
cu i m a m Ebu Hanîfe'nin s ö z ü n ü ettiği ve geçerli saydığı 'fâsid
nikâh', pratik b a k ı m d a n m ü t ' a ile aynıdır. Fark sadece isimde­
dir; yapıda hiçbir ayrılık yoktur.

İ m a m ı Âzam'ın s ö z ü n ü ettiği ve geçerli saydığı nikâh-ı fâsid, ev­


l e n e n t a r a f l a r d a n birinin geçici n i k â h a niyetlenmesi a m a b u n u
içinde s a k l a m a s ı d u r u m u n d a söz k o n u s u o l m a k t a d ı r . Büyük
I m a m ' a göre, böyle bir n i k â h geçerlidir; sadece m e h i r a ç ı s ı n d a n
bazı farklar taşır. B u n l a r ise a k t i n geçerliliğine z a r a r vermez.

D e m e k oluyor ki, klasik fıkıh b ü n y e s i n d e k a l a r a k k o n u ş t u ğ u ­


m u z d a , E h l i s ü n n e t çevrelerindeki bir insan, eğer geçici bir n i k â h
MÜT'A 129

y a p m a k istiyorsa b u n u içinde saklı t u t a r a k n o r m a l bir n i k â h


akdi yapabilecek ve beklediği süre geldiğinde "Ben boşanıyorum"
diyerek işin i ç i n d e n sıyrılıp çıkabilecektir. S o n u ç , en a z ı n d a n
taraflardan biri için m u v a k k a t n i k â h l a aynıdır. D u r u m b u olun­
ca, fıkıhtaki adı m ü t ' a veya muvakkat nikâh olan süreli n i k â h ı n
h a r a m o l d u ğ u n u söylemek isabetli görülmez. Söylenecek olan
şudur:

K u r ' a n ' ı n ifadeleri m ü t ' a y ı onaylayıcı niteliktedir. Peygamberi­


miz d ö n e m i n d e böyle bir u y g u l a m a n ı n o l d u ğ u n d a ise hiçbir
m e z h e b i n k u ş k u s u y o k t u r . Tartışma, b u u y g u l a m a n ı n s o n r a d a n
kalkıp kalkmadığı n o k t a s ı n d a d ı r . Yani m ü t ' a b a h s i n d e k i tartış­
ma m ü t ' a n ı n tarihsel o l u p olmadığıyla ilgilidir, varlık ve yoklu-
ğuyla değil...

M ü t ' a u y g u l a m a s ı n ı n kaldırıldığını söyleyen Ehlisünnet fakîh-


lerinin bu k a l d ı r m a n ı n H z . P e y g a m b e r ' i n değil de ikinci halife
Ö m e r ' i n bir icraatı o l d u ğ u n u söylediklerini d e u n u t m a y a l ı m .
Yani m ü t ' a , H z . P e y g a m b e r ve H z . E b u Bekir devirlerinde uy­
g u l a n m ı ş a m a ikinci halife H z . Ö m e r t a r a f ı n d a n kaldırılmıştır.

İmdi, b u k a l d ı r m a işinin H z . P e y g a m b e r ' i n icraatı o l m a m a s ı s o n


d e r e c e önemlidir. Bir M ü s l ü m a n , p e k â l a ş u n u diyebilir: Halife
Ömer, Peygamberimizin bir u y g u l a m a s ı n ı k e n d i iradesiyle kal­
d ı r m a yetkisini n e r e d e n alıyor? Alıyorsa biz b u n a u y m a k zo­
r u n d a mıyız? N i t e k i m bu, d a h a o d ö n e m d e söylenmiş ve saha­
b e n i n h o c a s ı sayılan müfessir İbn Abbas (ölm. 68/687) m ü t ' a y ı
k a l d ı r a n ikinci halife H z . Ö m e r ' i ' M u h a m m e d ümmetini zinaya
itmek'le suçlamıştır.

Şimdi biz, b u tarihsel t a r t ı ş m a l a r ı b u r a d a b ı r a k a r a k m ü t ' a mese­


lesine Şia fıkhındaki u y g u l a m a a ç ı s ı n d a n bir göz atalım:

G Ü N Ü M Ü Z İRAN'INDA D U R U M

G ü n ü m ü z İran'ında müt'a, yok denecek kadar azalmıştır. A m a


i m k â n olarak k u l l a n ı m a d a i m a açıktır.

M ü t ' a , bir z i n a veya parayla ilişki değildir. "Eğlen, ayrıl git!" t ü r ü


bir ilişki değildir. Süreli o l m a n ı n ö t e s i n d e n o r m a l bir n i k â h t a n
fazla bir farkı yoktur. D ü z e n l e m e n i n ayrıntılarını görelim:
1. Muvakkat n i k â h t a n doğan çocuk aynen daimî n i k â h t a n doğan
çocuk gibi sahih neseplidir; ancak mirasta pay sahibi olması özel
anlaşmaya bağlıdır.

2. Muvakkat n i k â h t a da tıpkı daimî nikâh gibi, mehir belirlenebilir.

3. Muvakkat nikâhta, ayrılan kadına nafaka verileceği, geçici nikâh


mukavelesine şart olarak konabilir.

4. Muvakkat n i k â h t a n sonraki ayrılmada da, tıpkı daimî nikâh gibi,


iddet beklenir.

Yani müt'a, öyle sanıldığı ve mezhep taassubuyla iftira dolu propa­


gandalara âlet edildiği gibi, bir t ü r zina veya metres k u r u m u değil,
evliliğin özel bir uygulamasıdır.

Müt'a, kadının sefalete düşmesini önleyen tedbirlerinden biridir.

Şia fakîhleri, Şiî h u k u k ç u ve sosyologlar bu n i k â h ı özellikle dul


v e kimsesiz k a d ı n l a r ı n k o r u n m a s ı n d a bir y a r d ı m k u r u m u gibi
t a n ı t m a k t a , n o r m a l ş a r t l a r d a ise gençlerin bu t ü r evlilikleri de­
ğil, süresiz n i k â h a dayalı evlilikleri yeğlemelerini ö n e r m e k t e ve
özendirmektedirler.

Ü l k e m i z d e 'imam nikâhı' veya 'dinî nikâh' adıyla gerçekleştirilen


beraberliklerin a n c a k m ü t ' a ölçüleri içinde geçerli olabileceğini
d ü ş ü n ü y o r u m . Ç ü n k ü b u dinsel n i k â h l a r d a tescil i m k â n ı olma­
dığı için E h l i s ü n n e t anlayışının aradığı aleniyet gerçekleşme­
m e k t e d i r . T e k yol, m ü t ' a i m k â n l a r ı n ı işletmektir.

K u r ' a n ' ı n bu i m k â n l a r ı n ı insafsızca ve h a k a r e t dolu ifadelerle


eleştirenlerin ö n c e ş u n a cevap v e r m e l e r i n i isteriz:

Siz birden fazla kadınla beraber olmaya mı karşısınız, yoksa kur­


duğunuz beraberliklerden doğacak sorumlulukların altına girmeye
mi? K u r ' a n ş u n u söylemektedir:

Ya hayatım bir tek kadınla geçir, yahut da beraber olduğun ikinci,


ü ç ü n c ü kadınların ve senin temasından doğacak çocukların t ü m
haklarını, geçimlerini, sağlıklarını korumayı üstlen!..

İnsanlığın er ya da geç, K u r ' a n ' ı n önerdiği bu yola girmek zorunda


kalacağını düşünmekteyiz.
MÜTEŞÂBİH
( y o r u m a açık, çok b o y u t l u söz)

Kur'an-ı K e r i m ' d e çoğul ve tekil h a l d e 6 yerde geçen bu t e r i m i n


k ö k ü , şibh ve şebeh'tir. K ö k ü n ü n a n l a m ı benzerlik, b e n z e m e
olan m ü t e ş â b i h , K u r ' a n ' s a l bir t e r i m o l a r a k şöyle tanımlanabilir:

"Lafız ve anlam y ö n ü n d e n bir başkasına benzediği için anlamını


ortaya çıkarmakta zorluk çekilen söz veya ayet."

A r a p dilinde iki şeyin birbirine b e n z e m e s i n e teşâbüh, bu iki şey­


d e n h e r birine müteşâbih d e n m e k t e d i r . Aynı k ö k t e n t ü r e y e n v e
edebiyatta da kullanılan teşbih ve m ü ş a b e h e t t e birbirine b e n z e ­
yen iki taraftan biri kuvvetli ve esas, diğeri zayıf ve ikincil olur­
ken, teşâbühte birbirine benzeyen iki tarafın ikisi de aynı kuvvet ve
önemdedir. Müteşâbih sözün son anlamını belirlemenin zorluğu da
b u r a d a n kaynaklanmaktadır.

Fakîhlere göre m ü t e ş â b i h lafız, öz a n l a m ı n ı ilk b a k ı ş t a o r t a y a


k o y m a y a n sözdür. Bu t e s p i t i n esası ş u d u r : K u r ' a n ayetleri an­
lam ilişkileri a ç ı s ı n d a n üç k ı s m a ayrılırlar. Mutlak surette muh­
kem olanlar, mutlak surette müteşâbih olanlar, bir yönden muh­
kem, bir yönden müteşâbih olanlar. (Râgıb, Müfredat, şbh)

M ü t e ş â b i h l e r de genel o l a r a k üç kısımdır: Yalnız lafız y ö n ü n d e n


m ü t e ş â b i h olanlar, yalnız a n l a m y ö n ü n d e n m ü t e ş â b i h olanlar,
h e m lafız h e m de a n l a m y ö n ü n d e n m ü t e ş â b i h olanlar. Lafız yö­
n ü n d e n m ü t e ş â b i h olanlar da iki kısımdır: M ü t e ş â b i h kelimeler,
m ü t e ş â b i h cümleler.

M ü t e ş â b i h kelimelerin zorluğu, k e l i m e n i n garipliğinden, ya­


h u t b i r d e n çok a n l a m a delalet e t m e s i n d e n gelir. C ü m l e l e r d e k i
t e ş â b ü h ise k e l a m ı n ayrıntılı o l m a m a s ı n d a n veya kullanılan
e d a t l a r ı n ortaya çıkardığı z o r l u k t a n kaynaklanır.
A n l a m y ö n ü n d e n m ü t e ş â b i h , söz k o n u s u edilen k a v r a m ı n so­
y u t l u ğ u n d a n kaynaklanır. Allah'ın sıfatları, k ı y a m e t g ü n ü n ü n
nitelikleri bu c ü m l e d e n d i r . Ç ü n k ü biz bu nitelikleri fark ede­
bilecek güçlere s a h i p değiliz. Ü ç ü n c ü kısım o l a n h e m lafız h e m
a n l a m y ö n ü n d e n m ü t e ş â b i h de k e n d i içinde 5'e ayrılır: 1) Nicelik
yönünden, 2) Nitelik yönünden, 3) Z a m a n yönünden, 4) Mekân ve
iniş sebebi yönünden, 5) Sözde yer alan k o n u n u n bağlı olduğu şart­
lar yönünden.

Cenab-ı H a k ; vahyi, bizzat K u r ' a n ' ı n ifadesiyle 'iç içe anlam


boyutları ihtiva eden (mesânî) müteşâbih bir kitap' olarak in­
dirmiştir. Geniş anlamda müteşâbih, b u d u r . Tanrısal vahiy, özel­
likle K u r ' a n , i n s a n o ğ l u n a sadece belirli bir z a m a n çerçevesini
esas alarak h i t a p etmiyor. Belirli z a m a n çerçevesiyle sınırlı hi­
t a p l a r elbette vardır a m a K u r ' a n ' ı n getirdiği a n l a m boyutları bü­
yük kısmıyla sınırsızdır. Bu sınırsız b o y u t l a r ı n h e p s i n e ışık tu­
t a c a k bir söz m u c i z e s i o r t a y a koymak, a n c a k m ü t e ş â b i h k e l a m
yoluyla m ü m k ü n o l m a k t a d ı r . K e l a m a ileri d e r e c e d e hermenötik
bir yapı k a z a n d ı r ı l m ı ş t ı r ki, h e r devir ve o devirdeki muhtelif
anlayışlar k e l a m d a n nasiplerini r a h a t l ı k l a alabilsinler. İnsanlık,
geldiği t e k â m ü l çizgisine ışık t u t a r a k tanrısal işareti bu yolla ya­
kalayabilecektir. İşin esası ş u d u r :

H e r k e s h e r şeyi bilemez. Ayrıca, bilenler de h e r şeyi ilk a n d a


bilemezler. Ş u n u da u n u t m a m a k gerekir: En ileri kavramları,
e n basit zihinlere bile, e n a z ı n d a n bir i m a n k o n u s u olarak k a b u l
e t t i r m e k a m a ç l a n m ı ş t ı r . Ç ü n k ü din, bir fildişi kule, bir seçkinler
k u r u m u değildir, t ü m insanlığın o r t a k değerler kaynağıdır.

Semboller kullandığınız z a m a n n e oluyor? O l a n ş u d u r : H e r sevi­


yede insan, gerçeği, k e n d i seviye, y e t e n e k ve bakış açısına h i t a p
e d e c e k şekilde kavrıyor. Yani sembolleri, b u l u n d u ğ u seviyeye
göre ç ö z ü p değerlendiriyor. Bu y ü z d e n bir bilim dili olduğu gibi,
bir de din dili vardır. Bu inceliği k a b u l l e n m e d e n dini a n l a m a y a
k a l k m a k , i ç i n d e n çıkılmaz h a t a l a r a sürükler. Ne yazık ki elimiz­
de h e n ü z bilim dilinin t e r i m l e r i n i n din dilindeki karşılıklarını
v e r e c e k ve gerçeğe değişik p e n c e r e l e r d e n b a k a n bu iki disiplinin
t e m e l d e k u c a k l a ş t ı k l a r ı n ı ortaya k o y a c a k yeterli sayıda çalışma
yoktur.

Kısacası, "İnsan için, son gerçek, sembollerle açıklanabilir. Ç ü n k ü


bu gerçeği ancak sembollerin dili ifadeye koyabilir. Semboller,
MÜTEŞÂBİH 133

kendilerinin ötesinde bir şeyleri a n l a t m a k bakımından, işaretlere


benzerler. Şu var ki, işaretlerin aksine, semboller dikkat çektikleri
hakikate iştirak ederler... İç dünyamızda, sembollerin aracılığı ol­
m a d a n fark edemeyeceğimiz boyutlar vardır. Tıpkı melodi ve ritm
olmadan müziği fark edemeyeceğimiz gibi" (Tillich; Dynamics of
Faith, 41-42)

K u r ' a n , v a h y i n e n son ü r ü n l e r i n i t o p l a y a n kitaptır. Böyle olun­


ca K u r ' a n ' d a , çağlar boyu s ü r m ü ş olay vahiy verilerinin birçok
sembolü, ç ö z ü m e ulaşmış h a l d e verilmiş olacaktır. Ve öyle ol­
m u ş t u r . Ö t e y a n d a n , K u r ' a n n ü b ü v v e t k u r u m u n u n son buldu­
ğ u n u ilan ettiği için, insanlığın vahiy a d ı n a b a ş v u r a c a ğ ı s o n kay­
naktır. Bu d e m e k t i r ki, insanlığa, gelecek çağlar içinde ç ö z ü m e
u l a ş a c a k birçok n o k t a ve sır K u r ' a n ' d a sembollerle verilmiştir.

Müteşâbihler, insanın yeni tekâmül aşamalarına göre yeni değerlen­


dirmeler yapabileceği alanlardır. Bu değerlendirmeler hem dahilî
yani İslam içi kültürü kullanmak suretiyle yapılır h e m de evrensel
planda, yani diğer kültürleri kullanmak suretiyle. Bir başka ifadey­
le, müteşâbihleri mânâlandırmada h e m din hem de diğer disiplinler
kullanılacaktır. Ç ü n k ü , K u r ' a n , vahiy kitabı yanında insan ve evren
kitaplarının okunmasını/değerlendirilmesini de istemektedir, (bk.
b u r a d a , Kitap mad.)

M ü t e ş â b i h l e r i n çerçevelediği a l a n a K u r ' a n gayb d e m e k t e d i r ,


(bk. b u r a d a , Gayb m a d . ) Ve k e n d i s i n e i n a n a n l a r ı 'gayba inanan­
lar' olarak t a n ı t m a k t a d ı r .

K u r ' a n , m ü t e ş â b i h l e r i n değerlendirilmesinde iki esasın k o r u n ­


m a s ı n ı i s t e m e k t e d i r : M u h k e m l e r i göz ardı e t m e m e k , ilimde
derinlik. Bu k o n u y a d e ğ i n e n ayet (3/7) m u h k e m l e r i 'Kitabın
anası' olarak gösteriyor. M ü t e ş â b i h i d e ğ e r l e n d i r e c e k 'ilimde de­
rinleşmiş kişiler', kitabın a n a l a r ı n ı d i k k a t e a l m a d a n veya onları
zedeleyerek y o r u m y a p m a y a c a k l a r d ı r .

M u h k e m - m ü t e ş â b i h ayrımı ortaya bir s o n u ç d a h a ç ı k a r m a k t a d ı r :


K u r ' a n ' ı sürekli y o r u m l a m a k için ilim, fikir ve s a n a t faaliyetini
s ü r d ü r m e k a n l a m ı n d a k i içtihadı sürekli çalıştırmak. A n l a ş ı l a n
o d u r ki, m ü t e ş â b i h l e r l e ilgili söz söyleme, y o r u m y a p m a h a k ve
yetkisi, m u h k e m l e r e i n a n m ı ş o l m a k ve yeterli bilimsel k u d r e t e
s a h i p b u l u n m a k şartlarına bağlanmıştır, (bk. 3/7)
Ö t e y a n d a n , H z . P e y g a m b e r ' i n , s a h a b î İbn Abbas'ı kucaklaya­
r a k "Allah'ım! B u n a tevil ilmini ( K u r ' a n ' ı y o r u m l a m a bilgisi)
ö ğ r e t ! " diye d u a ettiğini biliyoruz. Bu İbn Abbas m ü t e ş â b i h l e r l e
ilgili ayeti d e ğ e r l e n d i r i r k e n şöyle demiştir: "Müteşâbihleri Allah
ve bir de ilimde derinleşmiş olanlar anlar. Ve ben de onlardan bi­
riyim."

D e m e k oluyor ki, geleneksel anlayışın 'müteşâbihleri Allah'tan


başkası bilemez' iddia ve dayatmasını K u r ' a n ' a maletmek için Ali
İ m r a n 7. ayette gerçekleştirdiği kısıtlayıcı noktalama operasyonu,
Kur'an'a, kıraat imamlarını araç yapan açık bir müdahaledir. Bu
müdahale K u r ' a n bünyesinden süratle çıkarılmalı ve özgün Kur'an
metnine dönüş sağlanmalıdır. Aksi halde, Müslüman kuşaklar,
K u r ' a n ' ı n yaklaşık yüzde 90'lık kısmına vücut veren müteşâbih
ayetlerden yararlanma imkânını gölgelemiş olacaklardır.

K u r ' a n ' ı , geleneksel prangayı kırıp ö z g ü n m e t n i esas alarak


o k u r s a k , Âli İ m r a n 7. ayetin a n l a m ı ş u d u r :

"Kitabı sana indiren O'dur. O n u n ayetlerinden bir kısmı m u h k e m ­


lerdir ki, onlar kitabın anasıdır. Diğer ayetlerse müteşâbihlerdir. Şu
var ki, kalplerinde bir eğrilik ve bozukluk bulunanlar, fitne aramak,
o n u n y o r u m u n a öncelik tanımak için kitabın sadece müteşâbih
kısmının ardına düşerler. O n u n tevilini ise bir Allah bilir, bir de
ilimde derinleşmiş olanlar. Bunlar, ' O n a inandık, hepsi Rabbimizin
kalındandır' derler. G ö n ü l ve akıl sahiplerinden başkası, gereğince
düşünemez."
NEFS
(benlik, r u h , benliğin o l u m s u z k u t b u )

K u r ' a n s a l k a v r a m l a r ı n en ö n e m l i l e r i n d e n biri olan nefs (çoğ. en-


füs, nüfûs) tekil ve çoğul halde 3 0 0 ' e yakın y e r d e geçmektedir.

Eski A r a p l a r d a nefs, k a n a n l a m ı n d a y d ı . A r a p l a r a k a n k a n a in­


s a n ı n nefsi derlerdi. D o ğ u m sonrası k a n sızdıran k a d ı n a nüfesa,
bu işe nifas d e n m e s i n i n sebebi de b u d u r . K u r ' a n ' d a nefs; ruh,
benlik, kişilik anlamlarında kullanılmaktadır. İslam literatürü,
K u r ' a n ' ı n b u yaklaşımını a y n e n k o r u m u ş t u r .

Tasavvufta nefs, ' k u l u n sıfatlarının, huylarının, davranışlarının


k ö t ü l e r i n e verilen addır.' (Kuşeyrî; er-Risâle, 1/305) Anlaşılan
o d u r ki, i n s a n benliği a n l a m ı n d a k i nefs h e m çirkin h e m de güzel
sıfatların taşıyıcısı olabiliyor. E s a s e n kişilik bir b ü t ü n o l d u ğ u n ­
d a n , i n s a n ı n içinde iki ayrı kuvvet m e r k e z i k a b u l e t m e k doğru
değildir. K u r ' a n ' ı n tevhit anlayışı da b u n a izin v e r m e z . O h a l d e ,
ş u n u d e m e k gerekir:

Benlik, yüzünü ölümsüze ve güzele çevirdiğinde ruh, ölümüyle ve


kötüye çevirdiğinde nefs adını alıyor. B u n u n için olacak ki, İbn
Arabi (ölm. 6 3 8 / 1 2 4 0 ) , eserinde nefsi 'takva ile kötülük arasında
bir berzah-geçit' olarak t a n ı t m ı ş ve "Nefs b u n l a r ı n ikisini de ka­
b u l e m ü s a i t bir k o n u m d a d ı r " demiştir. (el-Fütûhât, 1/286)

Benliğin ö l ü m l ü ve iğretiden ö l ü m s ü z e doğru yükselişi,


K u r ' a n ' d a n b a k t ı ğ ı m ı z d a 7 aşama arz eder. Tasavvufta bu aşama­
lara 'nefsin mertebeleri' denir. Bunlar, sırasıyla; emmâre, levvâme,
mülhime, m u t m a i n n e , râzıye, marzıyye ve zekiyye mertebeleridir.
(Ayrıntılar için bk. İbnül-Kayyım el-Cevziyye, Kitâbu'r-Rûh,
348-368)
E M M Â R E MERTEBESİ

Nefsin ' e m m â r e ' sıfatı, Yusuf s u r e s i n i n 5 3 . a y e t i n d e geçer. Nef­


sin bu sıfatı, a n ı l a n ayette â d e t a t a n ı m l a n m ı ş t ı r :

"Nefs, Rabbimin m e r h a m e t ettiği d u r u m l a r hariç, olanca gücüyle


kötülüğü emreder."

Sûfî d ü ş ü n c e d e b ü t ü n ekoller e m m â r e sıfatını nefsin ilk ve en


aşağı mertebesi sayarlar. Bu m e r t e b e T ü r k sûfî d ü ş ü n ü r ü Ahmet
Zıyaeddin Gümüşhanevî (ölm. 1893) t a r a f ı n d a n şöyle t a n ı m l a n *
mıştır: "Bedensel hazlara eğilimli, lezzet ve şehvetle emreden, kalbi
sefil yönlere çeken mertebe." ( G ü m ü ş h a n e v î , Câmiu'l-Usûl, nefs
bahsi)

LEVVÂME MERTEBESİ

Nefsin levvâme sıfatı Kıyame suresi 2. ayette geçmektedir. Anı­


lan ayette levvâme nefse y e m i n edilmesi o n u n K u r ' a n d ü ş ü n c e ­
s i n d e ve i n s a n h a y a t ı n d a çok ö n e m l i bir yer t u t t u ğ u n u göster­
mektedir.

Levvâme, levm ( k ı n a m a k ) k ö k ü n d e n t ü r e m i ş bir sıfat o l u p ken­


di k e n d i n i ısrarlı bir şekilde k ı n a y a n a n l a m ı n ı taşır. K u r ' a n ' ı n
bu sıfata ö n e m vermesi, i n s a n t e k â m ü l ü n d e özeleştirinin değe­
r i n i n yüceltilmesi demektir.

Sûfî sistemlerde levvâme, nefsin ikinci m e r t e b e s i n i n adıdır.


Gümüşhanevî o n u şöyle t a n ı m l a m a k t a d ı r : "Gaflet uykusundan
koptuğu ölçüde kalp ışığı ile aydınlanan ve kendi kendini kınaya­
rak tövbe etmeye başlayan nefsin sıfatıdır."

M Ü L H İ M E MERTEBESİ

Nefsin bir sıfatı olarak Ş e m s suresi 9 ve 10. ayetlerde geçmek­


tedir.

M ü l h e m e veya mülhime, ilham alan demektir. Anılan ayetlere


göre bu ilham, nefse k ö t ü l ü ğ ü n ü n ve iyiliğinin fark ettirilmesidir.
NEFS 137

Sûfî sistemlerde m ü l h i m e , nefsin ü ç ü n c ü sıfatıdır. Bu m e r t e b e ­


de nefs, t a n r ı s a l aydınlıklardan n a s i p l e n m e y e ve iç d ü n y a s ı n d a
doğru ile yanlış, güzel ile çirkin ayrımını d o y u r u c u bir b i ç i m d e
y a p m a y a yetenekli hale gelir.

M U T M A İ N N E MERTEBESİ

Nefsin bir sıfatı o l a r a k Fecr suresi 2 7 . ayette geçer.

M u t m a i n n e ; doygunluk, sessizlik v e h u z u r a u l a ş a n d e m e k t i r .
A n ı l a n ayete göre, bu niteliği k a z a n m ı ş nefs, yaratıcısına u l a ş m a
yeterliliğini elde etmiştir.

Sûfî sistemlerde m u t m a i n n e , nefsin 4. mertebesidir. Ünlü sûfî


N e c m u d d i n Kübra (ölm. 6 1 8 / 1 2 2 1 ) , nefsin bu sıfatını şöyle ta­
nımlıyor: "Tanrısal ışıkla aydınlanıp 'Rabbine dön!' hitabına müsa­
it hale gelen nefs." (Kübra; Te'vilât, ilgili bahis)

T ü r k müfessiri H a m d i Yazır, m u t m a i n n e nefsin geçtiği ayeti


a ç ı k l a r k e n şunları da söylüyor:

" M u t m a i n n e nefs, kararsızlık ve ihtiyaç ifade eden ve birbirini iz­


leyen sebepler zincirinden k u r t u l u p bunların arkasındaki gerçek
etken olan Allah'a yükselmiş, onu tanımak gayesinde karar kılmış,
varlığında ve fiillerinde o n d a n başkasına eğilmeyi reddetmiş benlik
demektir. B u n u n anlamı da emmâre nefsin aldatıcı isteklerinden,
levvâme nefsin kınayışlarından ve Allah dışındaki şeylere bağlılık­
tan k u r t u l u p gerçek hürriyeti kazanmaktır."

RÂZIYE MERTEBESİ

Bu m e r t e b e d e k i nefs 'Allah'tan razı olma' gerçeğini yakalamıştır.


K u r ' a n ' ı n , " D ö n Rabbine, O'ndan razı olarak" (89/28) ayeti bu
gerçeğe işaret o l a r a k k a b u l edilmektedir.

MARZIYE MERTEBESİ

Kelime a n l a m ı ile, b a ş k a l a r ı n ı n k e n d i s i n d e n razı olduğu d e m e k ­


tir. Fecr suresi 2 8 . ayette Allah'ın k e n d i s i n d e n razı olduğu nefs
a n l a m ı n d a kullanılmıştır,

Tasavvuf d ü ş ü n c e s i n d e marzıye, nefsin 6. m e r t e b e s i o l u p ben­


liğin, yaratıcı ile yaratılmışların o r t a k niteliklerini topladığı bir
a ş a m a y ı ifade eder.

ZEKİYYE MERTEBESİ

K u r ' a n , benliğin t e z k i y e s i n d e n ısrarla b a h s e t m e k t e d i r . ( Ö r n e k


olarak bk. 4/49; 91/9; 35/18; 53/32)

Tezkiye; t e m i z l e m e k d e m e k t i r . K u r ' a n , 18/73'te geçen nefsi ze-


kiyye ise t e m i z l e n m i ş , a r ı n m ı ş nefs a n l a m ı n d a d ı r . A r ı n m ı ş nefs,
fıtratından getirdiği t a n r ı s a l temizliği elde etmiş, iğretinin ve
ö l ü m l ü n ü n bulaştırdığı kir v e n o k s a n l ı k t a n k u r t u l m u ş benlik
a n l a m ı n a gelecektir. Bu d u r u m a gelmiş nefs, p a r ç a iradesini
Yaratıcı'nın külli i r a d e s i n d e eritip varlık ve o l u ş a T a n r ı ' n ı n gö­
züyle b a k m a n o k t a s ı n a gelmiş olacaktır. D i n i n v e r u h s a l kema­
lin d o r u k n o k t a s ı işte b u d u r . (Nefsin m e r t e b e l e r i k o n u s u n d a bi­
zim Kur'an ve Sünnete Göre Tasavvuf adlı eserimizin Nefs b a h s i n e
bakılabilir.)
NUR VE NÂR
(ışık ve ateş)

Varlık ve o l u ş u n pozitif k u t b u , aydınlık ve ışık a n l a m l a r ı n d a k i


n u r sözcüğü, K u r ' a n ' d a 40 k ü s u r y e r d e geçer. Yine ışık ve parıltı
a n l a m ı n a gelen zıya ise 3 y e r d e geçer. A n c a k K u r ' a n , zıya'yı n u r a
göre daha aslî bir ışık o l a r a k verir. Y u n u s suresi 5. ayet g ü n e ş i
zıya, ayı n u r olarak gösterir. N u h 16. ayet de ayı, n u r diye t a n ı ­
tır. Bu ayetlere göre, zıya asıl, n u r türevdir. B a ş k a bir deyişle,
g ü n e ş i n ışığı olan zıya, ayın ışığı olan n u r a göre daha aslî bir ışık­
tır. B a ş k a bir deyimle, n u r , ziyaya nispetle d a h a ikincil, araz bir
ışıktır. O halde, zıya 'kendi başına varlık'a d a h a yakışan bir ışık,
n u r d a h a bağımlı bir ışıktır. Böyle o l u n c a da K u r ' a n ' d a k i "Allah,
göklerin ve yerin n u r u d u r " ayetine d a y a n a r a k zâtı ilahîyi n u r l a
eşitlemek yanlış olur. Bu v a r s a y ı m a göre, a n ı l a n n u r ayetindeki
t a n ı m , bir mecazî t a n ı m d ı r ; Allah'ın z â t ı n a işaret e t m e z .

Ve bu ç ı k a r ı m a göre, bizatihi varlık, ışıktan b a ş k a bir şey o l m a k


gerekir. O n u n içindir ki, insan, b i z a t i h i varlığı k a v r a m a g ü c ü n d e
o l m a d ı ğ ı n d a n , i n s a n a h i t a p edilirken, bizatihi varlığın y a n s ı m a ­
sı olan ışık esas alınmıştır. İ n s a n a h i t a b ı n d a , Allah, bizatihi ışık
yerine, d a i m a iğreti ışıkları (nur) kullanıyor. Bu, i n s a n ı n var­
lık yapısı b a k ı m ı n d a n bir z o r u n l u l u k t u r . Bu y ü z d e n , N u r suresi
3 5 . ayet "Allah, göklerin ve yerin n u r u d u r " diyerek, bizatihi ışığı
a n l a t m a d a , o n u n tecellisini kullanmıştır. Ç ü n k ü insan, ışığın
b u n d a n fazlasına n e t a h a m m ü l edebilir n e d e o n u kavrayabi­
lir. N i t e k i m , H z . Musa, Allah'ı g ö r m e k istediğinde ona, Allah'ın
tecelli edeceği dağa b a k m a s ı söylendi ve M u s a bu tecelliye bile
d a y a n a m a y a r a k k e n d i n d e n geçip yere yığıldı. (7/143)

Işık, görmeyi s a ğ l a m a s ı n a r a ğ m e n , şiddetli hale geldiğinde, biz­


zat kendisi g ö r m e y e engel o l m a k t a d ı r . Bizatihi ışık veya kaynak
ışık olan Cenab-ı H a k , işte bu y ü z d e n , en açık ve en aydınlık
varlık o l m a s ı n a r a ğ m e n g ö r ü l m ü y o r . Yani O, tasavvufta ç o k
kullanılan bir ifadeyle, ' z u h u r u n u n şiddetinden ötürü gizlidir.'
B u r a d a k i 'gizli', m a h l û k l a r t a r a f ı n d a n g ö r ü l e m e z a n l a m ı n d a d ı r .

N u r , K u r ' a n ' d a 140 k ü s u r yerde geçen v e ateş a n l a m ı n a gelen


nâr ile aynı k ö k t e n d i r . N u r ve nâr, ışık t e m a s ı n ı n t e m e l ayeti olan
N u r 3 5 . a y e t t e y a n y a n a kullanılmaktadır. B u r a d a nâr, d o k u n u -
suyla n u r u o r t a y a ç ı k a r a n a r a ç olarak veriliyor: " O ' n u n yağı ışık
fışkırtır; ona bir n â r dokunmasa bile o, n u r üzerine n u r d u r . "

D e m e k oluyor ki, pozitif oluş ilkesi, zulmete (karanlık) karşı ay­


dınlık olarak iki tecelli sergiler: Nâr ve nur. Bunların ilki celal (ka­
hır, olumsuzluk, kabz, çelişme), ikincisi cemal (lütuf, olumluluk,
bast ve birlik-uyum) tecellisidir. Ve bu tecellilerde m o t o r u n s u r nâr,
yani kahır ve celaldir.

Bu n o k t a d a , o l u m s u z l u k ve celalin sembol ismi olan iblisin yine,


K u r ' a n ' ı n ifadesiyle, n â r d a n yaratıldığını hatırlamalıyız, (bk. bu­
rada, İblis m a d . ) Ve b u n u h a t ı r l a m a k bizi şuraya g ö t ü r ü r :

Kur'an, 145 yerde andığı nârı, 43 yerde andığı n u r a göre, daha esaslı
ve faal bir oluş kudreti halinde ortaya koymaktadır. Kudret ve il­
kenin, olumsuz k u t u p t a yer alması, o n u n ikincilliği veya etkisizliği
anlamında yorumlanamaz.

B u r a d a ihmal e d i l m e m e s i gereken ö n e m l i n o k t a l a r d a n biri de


ş u d u r : K u r ' a n ' ı n varlık ve oluşta esas ilkesi olan t e v h i d e göre,
n u r da n â r da o n l a r ı n külli karşıtı olan zulmet (karanlık) de ba­
ğımsız ve bizatihi kuvvetler değildir. H e p s i yaratılmıştır. Ve hep­
si bir ve tek k u d r e t i n , M u t l a k ' ı n izniyle faaliyettedir.

ilginç n o k t a l a r d a n biri de, K u r ' a n ' ı n , iblisi, zulmet k u t b u n d a de­


ğil de ışık k u t b u n u n celâl tecellisinde göstermesidir. (Ayrıntılar
için bk. O z t ü r k ; Kur'an Açısından Şeytancılık)

Işık ilkesinin karşıtı olan zulmet, K u r ' a n ' d a kullanıldığı 23 ye­


rin t a m a m ı n d a çoğul ( z u l u m â t ) haldedir. Bu da, karanlığın bir
ışık yokluğu ve bir iğretilik o l d u ğ u n u gösterir. B u n d a n ş u n u da
anlarız ki, ışığı k a y b e t m e k veya o n a sırt d ö n m e k , insanı sayısız
ihtimallerle yüz y ü z e getirerek şaşırtır, bocalatır, sendeletir ve
b u h r a n a m a h k û m eder. Işığı yitirmek, k a r m a ş a y a d ü ş m e k t i r v e
k a r m a ş a , tek olan çıkış y o l u n u çok hale getirerek i n s a n ı n tered­
d ü t l e r e ve b u n a l ı m l a r a d ü ş m e s i n e yol açar. Bu y ü z d e n K u r ' a n ,
NUR VE NÂR 141

çeşitli vesilelerle şu gerçeğin altını çizmektedir:

Tevhit, ışık ve tek yoldur, bocalatmaz; şirk çokluktur, seçim yapıla­


mayacak giriftlikte yollar kavşağıdır, karmaşadır. Ve sonuç olarak,
tevhit, mutluluk ve güven; şirk bunalım ve huzursuzluktur.

N u r , genel a d l a r ı n d a n biri kitap olan vahyin de genel a d l a r ı n d a n


ve t e m e l sıfatlarından biridir, (bk. 4/17, 6/91; 7/157) Bu iki ge­
nel ad bazı ayetlerde y a n y a n a k u l l a n ı l m a k t a ve böylece kitap ile
ışık a r a s ı n d a k i ilişkinin kaçınılmazlığına d i k k a t çekilmektedir,
(bk. 5/15; 6 / 9 1 ; 42/52)

Vahiy v e özellikle K u r ' a n h e m n u r h e m d e m ü n î r ( n u r l a n d ı r a n )


o l a r a k nitelendirilmektedir. (3/184; 35/25) Vahye karşı çıkanla­
rın s a h i p olmadıkları en ö n e m l i değer, 'kitabı münîr'dir.

Vahyin tebliğcisi olan H z . P e y g a m b e r tanık, müjdeci, uyarıcı,


çağırıcı o l m a n ı n yanı sıra bir sirâcı m ü n î r (aydınlatan kandil)
o l a r a k da anılıyor. (33/45-46) İlginçtir ki, K u r ' a n bu sirâc (kan­
dil) sıfatını bir de g ü n e ş için kullanır. (25/61; 71/16) B u n a da­
y a n a r a k diyebiliriz ki, m a d d e d ü n y a s ı için g ü n e ş i n yeri neyse,
r u h d ü n y a s ı için S o n P e y g a m b e r ' i n yeri o d u r . B u a n l a m d a ş u n u
söylemek k a ç ı n ı l m a z olur: Vahiy ve peygamber, insanları k a r a n ­
lıklardan aydınlığa ç ı k a r m a k için gönderilmiş t a n r ı s a l ışıklardır.
(bk.5/16; 14/1; 33/43, 57/3)

N â r v e n u r u n varlığın m o t o r kuvvetleri olarak anlamları, yerleri


ve m u k a y e s e l e r i için, elinizdeki eserin İblis m a d d e s i n e bakılma­
lıdır.
NÜFUS
(tekâsür, kesret)

Bu eserin 'Çokluk-Çoğunluk' m a d d e s i n d e gösterildiği gibi,


K u r ' a n , ç o k l u k ve ç o ğ u n l u k l a ö v ü n m e y i şirkin bir u z a n t ı s ı ola­
r a k g ö r m e k t e ve k ö t ü l e m e k t e d i r . Çoğunluk ne gerçeğin ne de ba­
şarının ölçüsüdür. Ve çokluk ne gerçekçiliğin ne de zaferin göster­
gesidir. Böyle olduğu için, ç o k l u k t a yarış, şirk zihniyetinin habis
t u t k u l a r ı n d a n biri o l m u ş t u r .

Ç o k l u k t a yarışın iki t ü r ü n e ısrarla karşı çıkılmıştır: Mal çoklu­


ğ u n d a yarış, nüfus ç o k l u ğ u n d a yarış. İkisi de şirkin alâmetleri
a r a s ı n d a gösterilen bu yarışların birincisi, bu eserin Çokluk
m a d d e s i n d e açıklanmıştı. İkincisi olan nüfus ç o k l u ğ u n d a yarış
ise b u r a d a a ç ı k l a n a c a k t ı r . F a k a t o n d a n ö n c e , ü r p e r t i c i bir ibret
t a b l o s u n a d i k k a t ç e k m e k istiyorum.

Ü R P E R T İ C İ BİR İ B R E T TABLOSU

H z . M u h a m m e d ' d e n 1400 k ü s u r yıl sonra, b u g ü n , d o ğ u m veya


nüfus k o n t r o l ü n ü n İ s l a m ' a u y g u n o l u p olmadığını, böyle bir
k o n t r o l ü n insanlık için hayır getirip getirmeyeceğini tartışıyo­
ruz. D a h a s ı var: B u g ü n , H z . M u h a m m e d ' i n tebliğ ettiği din
adına, ' d o ğ u m k o n t r o l ü n ü n haramlığını, 'Allah n e vermişse
d o ğ u r m a k lazım geldiğini' p r o p a g a n d a e d e n dinci siyasetçilerle
karşılaşıyoruz.

D e h ş e t verici bir idrak zaafı, ürpertici bir y o z l u k t a b l o s u d u r bu.


Bu t a r t ı ş m a l a r ı n yerine ş u n l a r söylenmeli ve p r o p a g a n d a edil­
meliydi:

İnsanlık tarihinde kalitesiz nüfus artışım bir bozgun ve yozlaşma


olarak gösteren ilk kitap Kur'an, ilk nüfus ve doğum kontrolü ya­
pan lider ise Hz. M u h a m m e d ' d i r .
İnsanlığın telaffuz etmeyi h e n ü z h a y a l i n d e n bile geçiremediği bir
z a m a n d a , 'kalitesiz nüfus artışının tahribi'ne d i k k a t çekmek, bu­
n u n , metafizik-fikrî-felsefî gerekçelerini göstermek, K u r ' a n ' ı n ;
bu gerçeğin icaplarını y e r i n e g e t i r m e k ü z e r e ilk uygulamayı baş­
l a t m a k ise H z . M u h a m m e d ' i n m a z h a r i y e t i o l m u ş t u r .

M ü s l ü m a n l a r , nüfus m e s e l e s i n d e b u g ü n insanlığa b u n l a r ı an­


l a t m a k yerine, "Allah ne verdiyse doğurmamıza karşı çıkanlar,
İslam'a aykırı iş yapmış olurlar" a n l a m ı n a gelecek şirk şaibeli söy­
lemlerle dinlerine yalan söyletiyor, insanlığa k ö t ü l ü k ediyorlar.

B u eseri d i k k a t l e o k u y a n l a r , d a h a b i r ç o k k o n u d a , aynı para­


doksla karşı karşıya o l d u ğ u m u z u y a k ı n d a n göreceklerdir.

OLUMSUZLUK G Ö S T E R G E S İ OLARAK N Ü F U S Ç O K L U Ğ U

K u r ' a n , ç o k l u k k a v r a m ı n ı o l u m s u z a n l a m d a k u l l a n d ı ğ ı n d a bu­
n u n l a mal ve evlat çokluğunu k a s t e d e r ve bu ç o k l u k t a n m e d e t
u m m a y ı bir a l d a n ı ş ve yozlaşma o l a r a k görür.

Çokluk (kesret) k a v r a m ı n a d e ğ i n e n ayetler, bir gerçeği d a h a ifa­


deye k o y m a k t a d ı r : İnsanlık tarihi boyunca çoğunluk daima iğreti­
nin, k ö t ü n ü n ve değersizin yanında yer almıştır ve alacaktır. Bu ko­
n u y a açık v e n e t b i ç i m d e d e ğ i n e n ayetler 3 0 ' a yakındır. ( Ö r n e k
o l a r a k bk. 2/243; 10/92; 11/17; 12/38, 40, 68, 103; 30/30)

Mal ve evlat ç o k l u ğ u n a yani niceliğe güvenip niteliği ihmal e t m e k


ve ç o k l u ğ u n verdiği s a h t e gururla ş ı m a r ı p a z m a k , bir yıkım ve
d ü ş ü ş belirtisi olarak gösterilmiştir. Bu n o k t a d a örnekler, etki­
li ve canlı o l s u n diye, ç o ğ u n l u k l a M u h a m m e d ü m m e t i n i n ha­
y a t ı n d a n seçilmişir. Ne ilginçtir ki, K u r ' a n s a d e c e 3 t a n e s i n i n
adını andığı A s r ı s a a d e t savaşlarının birini (Huneyn Savaşı'nı),
M ü s l ü m a n l a r a nüfus ç o k l u ğ u n a a l d a n m a m a l a r ı k o n u s u n d a ders
v e r m e k ü z e r e g ü n d e m e getirir:

"Yemin olsun ki, Allah size birçok yerde yardım etti. Huneyn gü­
n ü n d e de. Hani, çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de bu, hiçbir işi­
nize yaramamıştı. T ü m genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmiş­
ti. Sonra da sırtınızı d ö n ü p kaçmıştınız." (Tevbe, 25)

Ç o k l u k l a ö v ü n m e n i n aldatıcılığını bir ibret t a b l o s u h a l i n d e ve


bir evrensel ilke o l a r a k K u r ' a n ' ı n şu a y e t i n d e b u l m a k t a y ı z :
" D e ki, 'Pisin çokluğu seni hayrete düşürse de pisle temiz bir ol­
m a z . " (Mâide, 100)

Ç o ğ u n l u k ve çokluk, niteliksizliğin bir ifadesi o l d u ğ u için, akıl­


larını işletmeyen, gerektiği gibi d ü ş ü n m e y e n , gerektiği gibi araş­
t ı r m a y a n , g ö z l e m l e m e y e n d a i m a ç o ğ u n l u k t u r , ( ö r n e k o l a r a k bk.
6/103)

Çokluğun en yıkıcı ve yozlaştırıcı belası, mal ve evlat çokluğu ile


övünmek ve bu çoklukta öne geçmek üzere yarışmak (tekâsür) ola­
rak gösterilmiştir. Esasen, nüfus çokluğu ile mal ç o k l u ğ u n u t a l e p
e d e n duygu v e t u t k u aynı z e m i n e o t u r u r . B u z e m i n a z m a v e
a l d a n m a zeminidir.

"Bilin ki, iğreti-sefîl hayat, bir oyun ve eğlenceden, bir süsten, ara­
nızda bir övünmeden, mallarda ve evlatlarda çoğalma yarışından
başka bir şey değildir..." ( H a d î d , 20)

Aynı z a m a n d a bir s u r e n i n de adı olan t e k â s ü r , i n s a n ı n niteliğe


karşılık niceliği öne çıkarışım k ı n a m a k için k u l l a n ı l m a k t a d ı r .
Seviyesiz, o n u r u d ü ş ü k bir h a y a t ı n temsilcileri, mal ve evlat
ç o k l u ğ u ile b ö b ü r l e n m e y i ve hayatı böyle bir ç o k l u k t a ö n e geç­
m e n i n bir yarış a r e n a s ı h a l i n e getirmeyi esas alırlar:

"Aldatıp oyaladı o çokluk yarışı sizleri. Öyle ki, ziyaret edip saydı­
nız kabirleri. Ama iş öyle değil, yakında bileceksiniz. Hayır, hayır!
İş öyle değil. Yakında bileceksiniz. İş sizin sandığınız gibi değil!
Ne olurdu, kesin bir bilgiyle bilseydiniz! Yemin olsun o cehennemi
m u t l a k a göreceksiniz! Yine yemin olsun, onu gözünüzle apaçık gö­
receksiniz. Sonra o gün, nimetlerden kesinlikle sorguya çekilecek­
siniz!" ( T e k â s ü r suresi)

M a l ve nüfus çokluğu ile ö v ü n m e y i k ı n a y a n bu s u r e gösteriyor


ki, böyle bir ö v ü n m e n i n s o n u h ü s r a n d ı r . B u h ü s r a n , c e h e n n e m e
y u v a r l a n m a k , yani doğal dengelerin b o z u l m a s ı y l a v ü c u t b u l a c a k
olan felaketlerin k u c a ğ ı n a d ü ş m e k şeklinde tecelli edecektir.

K Ü R E S E L Â F E T L E R İ N M O T O R U OLARAK N Ü F U S ARTIŞI

Nüfus artışı i n s a n sayısının a r t m a s ı d e m e k t i r . İ n s a n sayısının


a r t m a s ı ise belli bir y o ğ u n l u k t a n sonra, s a d e c e m a k u l ihtiyaçla-
rın değil, doğayı t a h r i p e d e n hırs, israf gibi o l u m s u z l u k l a r ı n da
a r t m a s ı o l m a k t a d ı r . B u artışların s o n u c u n u n , d o ğ a n ı n t a h r i b i n ­
de bir ilerleme olacağı ise tartışmasızdır.

Şu bir gerçek ki, i n s a n n ü f u s u n u n a r t m a s ı , diğer b ü t ü n canlıla­


rın z a r a r ı n a olduğu gibi, d o ğ a n ı n , h a t t a uzayın da z a r a r ı n a ol­
m a k t a d ı r . Yani i n s a n ı n artışı bir zararlı artım sergilemektedir.
Bu zararlı artım, h e m diğer canlıları h e m de t ü m canlıların o r t a k
y a ş a m a alanlarını t a h r i p e t m e k t e d i r . İnsanın zararlı artımı, bizzat
i n s a n ı n d a aleyhine o l m a k t a d ı r . Ç ü n k ü i n s a n ı n zararlı artımı, n e
yazık ki, i n s a n ı n y a ş a m alanlarını da t a h r i p l e s o n u ç l a n ı y o r .

O halde, doğa t a h r i b i n i n , deyim y e r i n d e ise m o t o r u n u frenle­


mek, d ü z e n s i z ve hele hele niteliksiz nüfus artışını d u r d u r m a k l a
â d e t a eşanlamlı olacaktır. U n u t m a y a l ı m ki, b u g ü n k ü 6 milyarlık
nüfusu b e s l e m e k t e yetersiz olmaya b a ş l a y a n yerküre. 2020'de 9
milyarı aşacak olan dünya nüfusunu besleyemeyecektir. O h a l d e ,
b u n a b u g ü n d e n çare a r a m a m a k , insanlığın intiharı d e m e k t i r .

Nüfus artışının insanlığı bir felakete doğru g ö t ü r d ü ğ ü n ü açık ve


kesin b i ç i m d e ilk k e z söyleyen, İngiliz d ü ş ü n ü r ü p r o t e s t a n pa­
p a z Robert Malthus (Rabırt M a l t ü s ) oldu. Maithus'ü eleştirenler
k o n u y u h e p ekmek, ev, giysi meselesi olarak gördüler. Bilindiği
gibi Malthus (ölm. 1 8 3 4 ) , i n s a n n ü f u s u n d a k i artışın geometrik,
tarımsal m a d d e l e r d e k i artışınsa a r i t m e t i k bir artış o l d u ğ u n u ve
b u n u n s o n u n u n insanlığın a ç k a l m a s ı olacağını söylemiş v e n ü ­
fusun azaltılması için h e r t ü r l ü çareyi ö n e r m i ş t i r . Bu çarelerin
çoğu insanlık dışı, zalim çarelerdir. Malthus, n ü f u s u n azaltıl­
ması için ölümleri, salgın hastalıkları, kanlı kavgaları â d e t a teş­
vik etmiştir. O n u n bu tezlerini işleyen Essay on the Principle of
Population' adlı eseri, ö n e r i l e n bu 'çareler' a ç ı s ı n d a n bir insanlık
suçu belgesi gibidir. B u n u n içindir ki Malthus, sadece d i n e bağlı
çevrelerce değil, materyalist-sosyalist çevrelerce de ağır b i ç i m d e
eleştirilmiştir.

Maithus'ü b i r ç o k b a k ı m d a n biz de eleştirmekteyiz. A n c a k , onun,


nüfus artışının arz ettiği tehdide ciddi biçimde ilk dikkat çeken dü­
ş ü n ü r olarak anılmak, hatta takdir edilmek gibi bir hakkının oldu­
ğunu da inkâr edemeyiz.

Maithus'ü, önerdiği çıkış yollan b a k ı m ı n d a n isabetsiz g ö s t e r m e ­


miz m ü m k ü n d ü r a m a bu, bazılarının "Nüfus sınırsızca artabilir"
y o l u n d a k i t e z i n i n isabeti a n l a m ı n a gelmiyor. Ç ü n k ü nüfusun
frensiz artışı, sadece aş ve iş problemi açısından sıkıntı çıkarmakla
kalmıyor, insan denen varlığın genetiğini, amaçlarını, özünü, doğa­
nın dengelerini ve sonuç olarak da ideal bir dünyanın o l u ş u m u n u
tehlikeye atıyor. Bu tehlike, gen şifrelerinin çözülmesiyle bile
aşılamaz. T a m aksine, gen şifrelerinin ç ö z ü m ü n d e n beklenebi­
lecek yararları tehlikeye a t a c a k bir n u m a r a l ı sıkıntı da niteliği
g a r a n t i e d i l m e m i ş nüfus artışıdır.

İ n s a n , yaratıcı ve s o r u m l u bir varlıktır. N ü f u s u n sınırsız-başıboş


artışı i n s a n ı i n s a n y a p a n bu iki değeri (yaratıcılık ve s o r u m l u ­
luk) yozlaştırıyor, y a h u t yok ediyor. K a m ı doyurulabilen kişileri
Yaratıcı'nın idealindeki insan olarak görme zaafı, insanlığa büyük
kayıplar verdirmiştir.

Biz ş u n a i n a n ı y o r u z : İnsanlığın bugün en büyük meselelerinden


biri, nüfus artışıdır. Bu mesele, insanlığın geleceğine yönelik teh­
ditlerin de en büyüklerinden biridir.

KUR'AN'IN İSTEDİĞİ N Ü F U S

K u r ' a n , m a l ve nüfus ç o k l u ğ u n a karşı nitelik zenginliğini öner­


m e k t e , m u t l u ve başarılı bir h a y a t ı n garantisi o l a r a k nitelikleri,
değerleri ö n e ç ı k a r m a k t a d ı r .

Tekâsür ve kevser sözcükleri K u r ' a n s a l s ö z c ü k l e r d i r ve ikisi de


ç o k l u k a n l a m ı n d a k i 'kesret' k ö k ü n d e n t ü r e m i ş t i r . B u n l a r ı n ilki
(tekâsür), kafa sayısı ve m a d d e ile ö v ü n m e y i , ikincisi (kevser)
ise ö l ü m s ü z değerlerin bolluğuyla yücelmeyi ifade e t m e k t e d i r .
Tekâsürü putperest bir t u t k u sayan Kur'an, kevseri yüceltmektedir.
Kevser, ö l ü m s ü z değerlerin bol bol verileni veya verilmesidir.

K u r ' a n ' ı n insanı, tekâsür ile değil, kevser ile m u t l u l u k ve o n u r


arayacaktır. 108. sure (Kevser) bize g ö s t e r m e k t e d i r ki, kafa
sayısı b a k ı m ı n d a n ö n e ç ı k a m a y a n insanlar, kevser değerleriyle
yücelebilmektedirler. K u r ' a n işte bu ikinci yolu, kevser y o l u n u
ö n e r m e k t e d i r . B u n u n l a kastedilen, kevserin elde edilmesi için
nüfus artışının t a m a m e n d u r d u r u l m a s ı değildir. M a k s a t , kev­
ser değerlerinde gerilemeye s e b e p o l a n bir nüfus artışının bir
t e k â s ü r sergilemeye başladığının bilinmesidir. K u r ' a n b u n o k t a ­
da bir uyarı y a p m a k t a d ı r .
D ü n y a y ı felakete g ö t ü r e n denge b o z u k l u ğ u n u n t e m e l i n d e n ü ­
fus çokluğu ve b u n u n yarattığı k a o s ve k o r k u n u n s a p t ı r m a l a r ı
vardır. Nitelikli nüfus, hiçbir z a m a n çok olmaz. O daima, az­
lığından yakınılan bir nüfustur. Nüfusun fazlalığından yakınma
başladığı a n d a niteliksiz nüfus var demektir. B u n u n diğer a n l a m ı
ise k a o s ve felaketin b a ş l a m ı ş o l d u ğ u d u r .

K u r ' a n , i n s a n ı e n b ü y ü k e m a n e t i t a ş ı y a n varlık olarak g ö r d ü ğ ü n ­


d e n yetenekli, ü r e t k e n , yapıp-eden i n s a n a r a m a k t a d ı r . S a d e c e
fotoğraf ve nüfus kağıdıyla 'insan' olan yığınların K u r ' a n ' ı n idea­
lindeki 'emanet taşıyıcı' s o r u m l u varlık olmaları söz k o n u s u edi­
lemez. Böyle yığınları ü r e t m e n i n A l l a h ' ı n iradesine ve insanlığa
h i z m e t o l d u ğ u n u iddia e t m e k de K u r ' a n ' a fatura edilerek savu­
n u l a m a z . Niteliği ö n e ç ı k a r a n K u r ' a n , b u k a d a r l a d a y e t i n m e ­
miştir. Nüfus çokluğu yerine n ü f u s u n niteliğini h e m de sayısal
örnekler v e r e r e k ö n e ç ı k a r a n ayetler vardır. Bazılarını görelim:

"Sayıca az nice topluluk vardır ki, sayıca çok nice topluluğa Allah'ın
izniyle galip gelmiştir." (Bakara, 249)

"Ey Peygamber! Müminleri çarpışmaya teşvik et! Sizden sabırlı yir­


mi kişi olsa, küfre sapanların iki yüz kişisine galip gelir; sizden yüz
kişi olsa, onların binine galebe çalar. Ç ü n k ü onlar gereğince anla­
mayan bir topluluktur. Şimdi, Allah y ü k ü n ü z ü hafifletti. Bilmiştir
ki, sizde bir zaaf var. İçinizden sabırlı yüz kişi olsa, iki yüz kişiye
galip gelir; sizden bin kişi olsa, Allah'ın izniyle iki bin kişiye galebe
çalar. Allah, sabredenlerle beraberdir!" (Enfâl, 65-66)

Bu ayetlerde, galibiyetin a r k a s ı n d a iki değer gösterilmiştir:


İman, sabır. B u n l a r ı n ikisi de nitelik değerleridir ve ikisi de nice­
liğe (kafa sayısı fazlalığı) karşı ö n e çıkarılmıştır.

" O n l a r işlerini aralarında parçalayıp çeşitli zübürlere/kutsallaştırıl-


mış hizip kitaplarına ayırdılar. Her hizip, yalnız kendi yanındakiy-
le sevinip övünmektedir. Artık sen onları bir süreye kadar kendi
gafletleri içinde bırak. Sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal
ve oğullarla güçlendiriyoruz onları ve iyiliklerine koşuyoruz. Hayır,
farkında olmuyorlar." ( M ü m i n û n , 53-56)

Bu ayetler, d i n d e k i hizipçi-bölücü u n s u r l a r ı n , yani dini


K u r ' a n ' ı n dışına ç ı k a r a n m i ş n a c ı fırkaların şeytanî d a y a t m a ve
a v u n t u l a r ı n d a n birine d i k k a t ç e k m e k t e d i r . N i t e k i m , T ü r k i y e ' d e
146 KUR'AN İN T E M E L KAVRAMLARI

b u t a k ı m ı n ö n c ü k a d r o l a r ı h a l k a h e p ş u K u r ' a n dışı h e z e y a n l a
dayatmalar yapmaktadırlar:

"Allah'ın verdiğine itiraz edilmez, Allah her doğan insanın rızkını


elbette verir. Daha çok doğurun, en az üç tane doğurun. Aksini söy­
leyenler bizim k ö k ü m ü z ü kesmek istiyorlar."

Bu 'şeytanî gaza getiriş'in laf ebeleri ş u n u u n u t m a k t a l a r : Allah


h e r d o ğ a n ı n rızkını verir, köpeklerin, böceklerin de rızkını verir
a m a rızkının verilmiş olması insan o l m a k için yeterli değildir.
K u r ' a n , rızkı verilen veya rızkını t e m i n e d e n i n s a n değil, e m a n e t
taşıyabilecek nitelikli, y e t k i n i n s a n i s t e m e k t e d i r .

Allah ile a l d a t m a hiziplerinin a n l a m a k istemedikleri işte b u r a ­


sıdır. A m a biz ş u n u çok iyi anlıyoruz: Allah ile a l d a t a n l a r , ken­
dilerine taraftar y a r a t m a k için K u r ' a n ' ı n v e insanlığın b ü t ü n
değerlerini bir p u l a s a t m a k t a n asla ç e k i n m e m e k t e d i r l e r . Nüfus
m e s e l e s i n d e de gerçek, o n l a r ı n iddialarının t a m tersidir. Şimdi,
söylediklerimizi, K u r ' a n ' ı izleyerek d a h a y a k ı n d a n ve d a h a açık
görelim.

Nisa suresi 3. ayet, evlilikle ilgili bir d ü z e n l e m e y a p a r k e n , aile


bireylerinin ç o ğ a l m a m a s ı y ö n ü n d e bir ö n e r i d e d e b u l u n m a k t a ­
dır. Bu öneri de K u r ' a n ' ı n nitelikli nüfus m e s e l e s i n d e k i tavrının
ö n e m i n e bir kanıttır. A n l a m ı , geleneksel yaklaşımlar t a r a f ı n d a n
kaydırılan ve bizim de gerçek a n l a m ı n ı s o n r a k i araştırmaları­
mızla fark ettiğimiz ayet şu mealdedir:

"Yetimler k o n u s u n d a adaleti koruyamayacağınızdan korkarsanız,


sizin için temiz kılınan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikahlayın.
Eğer bu d u r u m d a adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız, bir
tek kadınla yahut anlaşmalarınızın sahip olduklanyla yetinin. İşte
bu, aile nüfusunuzu çoğaltmamanız için en uygun yoldur/ağır aile
yükü altına girmemeniz için en uygun yoldur/yoksullaşmamanız
için en uygun yoldur/ haksızlığa sapmamanız için en uygun yoldur."

Bu a y e t t e geçen 'ellâ te'ûlû' (kıraatlerden birine göre, ellâ tuîlû)


ifadesindeki 'te'ûlû' fiilinin k ö k ü 'avl' ve 'ayle'dir. Bu k ö k l e r d e n
gelen s ö z c ü k l e r d e e g e m e n anlam, 'aile bireylerinin çoğalması ve
bu yüzden yoksulluğa mâruz k a l m a k t ı r. T ü r k ç e ' d e k i aile kelimesi
de bu k ö k t e n bir kelimedir. ' A d a l e t t e n u z a k k a l m a k , haksızlık
e t m e k ' , bu k ö k l e r d e n kelimelerin a n l a m l a r ı n d a n sadece birisi ve
en az kullanılanıdır. Ne v a r ki, geleneksel müfessir ve mealciler,
h e r n e d e n ve nasılsa, bu istisnaî anlamı, tek a n l a m o y m u ş gibi,
esas almış ve ayetin ifade ettiği diğer a n l a m l a r ı t a m a m e n devre
dışı bırakmışlardır. Biz d e b u geleneksel t a r z ı u z u n süre a y n e n
korumuştuk.

D ü n y a d a k i gelişmeler ve a r a ş t ı r m a l a r ı m ı z d a k i derinleşmeler
bize gösterdi ki, geleneksel müfessir ve mealcilerin, bir t ü r h u y
h a l i n e getirdikleri a n l a m k a y d ı r m a l a r ı n d a n biri de bu ayette vü­
c u t b u l m u ş v e K u r ' a n ' ı n b u g ü n k ü insanlığın t e m e l sıkıntıların­
d a n birine ç ö z ü m ü r e t m e d e değerlendirilmesi g e r e k e n bir bey-
yinesinin ü s t ü ö r t ü l m ü ş t ü r . H a t t a , İ m a m Şâfîî (ölm. 204/820)
gibi a n ı t bir isim bile, b i z i m verdiğimiz esas a n l a m l a r ı verdiği
için eleştirilmiştir. (Bu k o n u d a ayrıntılar için bk. A b d u r r a h i m
O m r a n , Family Planning in the Legacy of islam, 106-108)

Geldiğimiz n o k t a d a gerçek ortaya çıkmış ve anlaşılmıştır ki,


K u r ' a n , b a z ı koşullar a l t ı n d a izin verdiği d ö r t k a d ı n l a evliliğin
t e k eşlilikle yer değiştirmesini ö n e r m e k t e ve g e r e k ç e l e r d e n biri
o l a r a k d a ç o c u k sayısının a z t u t u l m a s ı n ı ö n e ç ı k a r m a k t a d ı r .
Ç ü n k ü ç o c u k sayısı a r t t ı k ç a nitelikli ç o c u k yetiştirme i m k â n ı
azalır. Ve K u r ' a n , nitelikli n ü f u s t a ısrarlıdır.

M a l ve nüfus çokluğu ile ö v ü n m e y i şirkin bir belirişi (veya u z a n ­


tısı) sayan Kur'an, nüfusu bol toplum değil, nüfuzu kuvvetli top­
lum istemektedir. Yani K u r ' a n , insan meselesinde kemiyete (sayı­
ya) değil, keyfiyete (niteliğe) önem vermektedir.

İ n s a n m e s e l e s i n d e ö n e m l i ve güvenilir olan; değerli, ü r e t ­


k e n i n s a n a s a h i p olmaktır, sayı ç o k l u ğ u n a değil. Ne yazık ki
M ü s l ü m a n l a r ı n ç e k i r d e k k u ş a k l a r ı bile nüfus ve mal çokluğuyla
ö v ü n m e v e i n s a n sayısını a r t ı r m a t u t k u s u n a yenik d ü ş m ü ş l e r ­
dir. O y s a k i K u r ' a n ç o k açık k o n u ş m a k t a d ı r :

"Cemaatiniz çok da olsa size zerre kadar yarar sağlayamaz. Allah


inananlarla beraberdir." (Enfâl, 19)

B u r a d a sayısal ç o ğ u n l u ğ a karşı nitelik ö n e çıkarılmıştır. İ m a n


bir nitelik değerdir, sayısal değer değil. Nüfusun niteliğini dikka­
te almadan sayıyı artırmak, insanlığı çok zor d u r u m d a bırakmıştır.
Bugün yakındığımız küresel felaketlerde en büyük pay, düzensiz
nüfus artışınındır.
Açlık ve mesken problemini çözmüş olmak, Yaratıcı'nın idealinde­
ki insan olmak için yeterli değildir. B a ş k a bir deyişle, bizim ha­
r e k e t n o k t a m ı z , e t v e e k m e ğ i n ü s t ü n d e v e ö t e s i n d e k i değerlere
bağlıdır. Kaldı ki t e k â s ü r illetine t u t u l m u ş olanlar, et ve e k m e k ,
iş ve aş meselesini de çözebilmiş değillerdir.

D O Ğ U M K O N T R O L Ü İSLAM'A AYKIRI MI?

Bu k o n u b i r d e n fazla b o y u t u olan bir k o n u d u r ; istismara çok


m ü s a i t sosyolojik ve politik boyutları vardır. Biz, meseleyi bilim­
sel p l a n d a ve fertler için k u l l a n ı m a açık bir i m k â n ı dile g e t i r m e k
a n l a m ı n d a o l m a k ü z e r e ele alıyor ve diyoruz ki, İslam doğum
kontrolüne izin vermektedir. Dahası var: İslam doğum k o n t r o l ü n ü
teşvik etmektedir.

B u r a d a öncelikle bir n o k t a n ı n altını ç i z m e k gerekiyor. Bizim


s ö z ü n ü ettiğimiz d o ğ u m k o n t r o l ü döllenmeden önce ele alınacak
tedbirler anlamındadır. D ö l l e n m e v u k u b u l d u k t a n s o n r a yapı­
lacak m ü d a h a l e l e r , bizim inceleme ve d e ğ e r l e n d i r m e alanımız
dışındadır. O alan tıp otoritelerinin alanıdır. Ç ü n k ü o r t a d a bir
canlı vardır ve b u n u n h a y a t ı n a m ü d a h a l e söz k o n u s u d u r . O hal­
de, doğum kontrolü ile, bazı hallerde örtülü cinayet manzarası arz
edebilen kürtajı birbirinden ayırmak gerekir.

KUR'AN AÇISINDAN D O Ğ U M K O N T R O L Ü

K u r ' a n ' d a , d o ğ r u d a n d o ğ r u y a d o ğ u m k o n t r o l ü ile ilgili olumlu


veya o l u m s u z hiçbir b e y a n a r a s t l a m ı y o r u z . A n c a k y u k a r ı d a ele
aldığımız 'nitelikli nüfus talebi' d i k k a t e alındığında ş u n u söyle­
yebiliriz:

Kur'an, doğum k o n t r o l ü n ü dolaylı bir biçimde istemekte ve özen­


dirmektedir.

Şu beyyine, a m a c ı n ı n dışına çekilmektedir:

"Rızık endişesi ile çocuklarınızı öldürmeyin. Biz, sizi de onları da


rızıklandınnz. Onları öldürmeniz büyük bir günahtır." (İsra, 31)

B u ayetin d o ğ u m k o n t r o l ü n ü yasaklayıcı bir b e y a n olarak ö n e


s ü r ü l m e s i katı bir cehalet veya açık bir s a p t ı r m a d ı r . Bu ve ben­
zeri ayetlerin k o n u m u z l a hiçbir ilgisi y o k t u r . Bu ayet, A r a p l a r ı n
kız ç o c u k l a r ı n ı diri diri g ö m m e v a h ş e t ve zulümlerini dile ge­
t i r m e k t e d i r . Yani b u r a d a d o ğ m u ş bir varlık söz k o n u s u d u r .
Dolayısıyla, bu ayeti d o ğ u m k o n t r o l ü ile i r t i b a t l a n d ı r m a k d i n e
yalan söyletmek ve halkı Allah ile a l d a t m a k t ı r .

K u r ' a n ' d a t e m a s edilmeyen h e r k o n u d a işleyen t e m e l ilke, ser­


bestliktir. Ç ü n k ü "Eşyada esas olan ibahadır" ilkesi İ s l a m ' ı n te­
mel k a b u l l e r i n d e n birini çerçeveler. Yani, bir k o n u d a vahyin ge­
tirdiği bir yasak yoksa, o k o n u doğrudan doğruya serbestlik alanına
girer. O k o n u d a serbestliğin olup olmadığını gösteren b a ş k a bir
k a n ı t veya işaret a r a n m a z . Hiç k i m s e çıkıp " B u n u n serbest oldu­
ğuna ilişkin h ü k ü m var m ı ? " diye s o r a m a z . B a ş k a bir ifadeyle, ya-
saklığına ilişkin h ü k ü m bulunmayan b ü t ü n konuların serbestliğine
dair h ü k ü m var demektir.

SÜNNET Z E M İ N İ N D E D O Ğ U M K O N T R O L Ü

Meseleye sünnet ( H z . M u h a m m e d ' i n söz ve eylemleri) z e m i n i n ­


de b a k t ı ğ ı m ı z d a g ö r ü l e n i n kısa ifadesi ş u d u r :

Peygamberimiz döneminde doğum kontrolü yapılmış ve Hz.


Peygamber b u n a m ü d a h a l e etmemiştir.

B u n d a n 1400 k ü s u r yıl ö n c e n i n şartları içinde geçen H z .


M u h a m m e d d ö n e m i n d e d o ğ u m k o n t r o l ü 'azil' yöntemiyle yapı­
lıyordu. S a d e c e bu olgu bile, H z . M u h a m m e d ' i , t a r i h i n ilk nüfus
k o n t r o l ü n ü y a p a n ve insanlığın d i k k a t i n i bu hayatî meseleye ilk
ç e k e n ö n d e r olarak tescil e t m e m i z i gerektirir.

Azil, meninin r a h m e gidişini bir şekilde önlemek demektir. Bu,


dışarı boşalma şeklinde de olabilir, meninin r a h m e gidip dölleme
yapmasını önlemek için başka bir tedbir alma şeklinde de olabilir.
Fıkıhçılar bu n o k t a d a söz birliği etmişlerdir.

H a d i s kaynakları, H z . M u h a m m e d d ö n e m i n d e azil ile ilgili


olarak b i z e sekiz h a d i s v e r m e k t e d i r : Buharî, (tevhid b a h s i 18,
ıtk bahsi 13, n i k â h b a h s i 96); Müslim, ( n i k â h 125, 130-141);
Tirmizî, ( n i k â h 39, 9 6 ) ; İbn Mâce, ( n i k â h 30, 61); Ebu Davud,
( n i k â h 46, 4 9 ) , İbn Hanbel, M ü s n e d (III, 3 3 , 5 1 , 53; VI, 3 6 1 ,
4 3 4 ) ; İ m a m Mâlik, M u v a t t a ' , (talâk, 96)
Bu hadislerin yalnız bir t a n e s i azli yasaklayıcı bir ifade taşımak­
tadır.

Bu tabloyu h a d i s kritiği a ç ı s ı n d a n değerlendirirsek, azil k o n u ­


s u n d a yediye bir o r a n l a serbestliğin l e h i n e h ü k m e t m e m i z gere­
kir. Mesele bu k a d a r l a da k a l m a z . Yasaklayıcı ifade taşıyan ha­
dis (Müslim, n i k â h , 141), râvisi C ü d â m e ' n i n kimliği tartışıldığı
ve rivayet ettiği hadisi k e n d i n d e n b a ş k a rivayet e d e n olmadığı
için, sıhhati b a k ı m ı n d a n güvenilir değildir.

C ü d â m e güvenilir olsa bile o n u n sözü, diğer yedi sağlam h a d i s


y a n ı n d a h ü k m e esas teşkil e t m e k t e n u z a k kalacaktır. N i t e k i m
b ü y ü k sahabîlerin meseleyi böyle a n l a d ı k l a r ı n ı ve azli uygula­
dıklarını açık bir şekilde görmekteyiz.

Azli uyguladığını bildiğimiz ü n l ü sahabîler içinde, Hz. Ali, İbn


Abbas d a vardır. H a t t a İ b n A b b a s ' a azlin h ü k m ü s o r u l d u ğ u n d a
" B e n şahsen uyguluyorum." diyerek s u s t u r u c u bir c e v a p vermiş­
tir. (Mâlik; Muvatta, talâk 100) Bu listeye Sa'd bin Ebî Vakkas,
Ebû Eyyüb el-Ensarî, Zeyd bin Sabit, Câbir, Hasan bin Ali, Habbâb
bin Eret, Ebû Saîd el-Hudri ve Abdullah bin Mesûd gibi fıkıh ko­
n u s u n d a o t o r i t e sahabîleri d e e k l e m e m i z gerekiyor. (Bu k o n u d a
bk. İ b n ü l Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd, 5/140-146)

Şu noktayı da ö n e m l e belirtmeliyiz ki, azli u y g u l a m a y a n sınırlı


sayıda s a h a b e , g e r e k ç e o l a r a k b u n u n haramlığını değil, m e k r u h -
l u ğ u n u ö n e s ü r m ü ş l e r d i r . B a ş k a bir ifadeyle, sahabîler arasında,
azlin haramhğına ilişkin hiçbir söz ve tavra rastlanmıyor.

"Evlenip Çoğalın" Sözünün Anlamı Ne?

D o ğ u m k o n t r o l ü n d e n söz edildiğinde 'hadis' adı altında h e m e n


gündeme getirilen: "Evleniniz, çoğalınız" sözüne de değinmeliyiz.

Bir kere, h a d i s o l a r a k ö n e çıkarılan bu söz, eğer u y d u r m a değil­


se, her şeyden ö n c e , İ s l a m ' d a r u h b a n i y e t i n ve k e n d i n i iğdiş ettir­
m e n i n yasaklığını o r t a y a k o y m a k t a d ı r . İkincisi, H z . Peygamber,
az ö n c e de g ö r d ü ğ ü m ü z gibi, d o ğ u m k o n t r o l ü n ü serbest bırak­
mıştır. O halde, h e r h a n g i bir çelişmeden söz e t m e k h e r şeyden
ö n c e P e y g a m b e r e saygısızlık olur.

Eğer bu söz doğru ise olay, kısaca ş u d u r : Sürekli evlenmeme veya


iğdişleştirme k u r u m u ile evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş insanların
çeşitli zorunluluklarla bir aile planlamasına gitmelerini birbirine
katamayız. D o ğ r u s u şu ki, bu hadisin, ü z e r i n d e o l d u ğ u m u z ko­
nuyla hiçbir ilgisi y o k t u r . Nüfusun niceliğini düzenleyen ilkeleri,
nüfusun niteliğini düzenleyen ilkelerle birbirine k a t m a m a k gerekir.

Biliyoruz ki, d i n i n k o r u m a y ı amaçladığı şeylerden biri nesil, biri


de nefstir. Nesli koruma, "Evleniniz, çoğalınız" hadisiyle dile geti­
riliyor. Bu, n ü f u s u n nicelik açısından k o r u n m a s ı d ı r . A m a bu ye­
terli değildir. Dahası, bu, izafîdir. Nüfus sayısı z a m a n a ve z e m i n e
göre belirlenir. Yani, n ü f u s u n sayısında değişkenlik esastır.

N ü f u s u n nitelik a ç ı s ı n d a n k o r u n m a s ı yani nefsin muhafazası ise


m u t l a k e m i r ve z a m a n - m e k â n ü s t ü bir değerdir. İslam'ın genel
ilkelerine göre, değişken ve m u t l a k e m i r o l m a y a n 'nüfusta sayıyı
artırma' u ğ r u n a , m u t l a k e m i r ve z a m a n - m e k â n ü s t ü ilke olan
'niteliğin k o r u n m a s ı ' n ı tehlikeye a t a m a y ı z .

G E L E N E K S E L F I K I H AÇISINDAN D O Ğ U M K O N T R O L Ü

İslam dünyasında bugün sünnî mezheplerin tamamı azlin serbestli­


ğine hükmederler. Ayrıldıkları n o k t a , eşin rızasının gerekli o l u p
olmadığıdır. Bazıları bu rızayı gerekli görür, bazıları b u n u n lü­
z u m u n d a ısrar e t m e z .

İslam düşünürleri, döllenmenin önlenmesi anlamında bir kontrol


ve tedbirin fertlere bir h a k olarak tanınmasını İslam'ın serbest gör­
d ü ğ ü n d e ittifak etmişlerdir. Tartışılan, b u n u n uygulama şeklidir.

İttifak n o k t a l a r ı n d a n biri de m e n i n i n döl yatağına gitmesini ön­


l e m e d e h e r t ü r l ü t e d b i r i n (bunlar ister kadın, ister erkek tarafın­
d a n alınmış tıbbî ya da doğal tedbirler olsun) azil c ü m l e s i n d e n
o l d u ğ u d u r . Bir b a ş k a ittifak n o k t a s ı da ş u d u r :

D o ğ u m kontrolü yalnız sağlık sebepleriyle değil, ekonomik, peda­


gojik, hatta estetik gerekçelerle de yapılabilir. İ m a m Gazâlî (ölm.
5 0 5 / 1 1 1 1 ) , a n a eseri İhya'da kadınlarla ilişkinin İslam a ç ı s ı n d a n
d e ğ e r l e n d i r m e s i n i y a p a r k e n azil k o n u s u n a da geniş yer v e r m i ş
ve ç o c u k y a p m a y ı s ı n ı r l a n d ı r m a d a k a d ı n ı n güzelliğinin b o z u l ­
ması e n d i ş e s i n i n de haklı bir gerekçe o l d u ğ u n u s a v u n m u ş t u r ,
(bk. Gazâlî; İhya, 2/51-52)
G Ü N Ü M Ü Z BİLİM Ç E V R E L E R İ N E G Ö R E D O Ğ U M KONTROLÜ

G ü n ü m ü z dinbilim çevreleri k o n u y a sadece bilimsel a ç ı d a n


b a k t ı k l a r ı n d a , şuraya k a d a r tespit ettiğimiz s o n u ç l a r a a y n e n
k a t ı l m a k t a d ı r l a r . Bu k o n u d a 1965 Kahire ve 1971 Rabat konfe­
ransları çok önemlidir. Bu k o n f e r a n s l a r d a k o n u tartışılmış ve
ilahiyat otoriteleri, şuraya k a d a r çizdiğimiz çerçevede bir aile
p l a n l a m a s ı n ı n İslam a ç ı s ı n d a n hiçbir sakıncası olmadığını k a b u l
ve ilan etmişlerdir. (Geniş bilgi için bk. M u h a m m e d N e c a t u l l a h
Sıddîkî; Economic Philosophy of İslam, 3.bölüm; A b d u r r a h i m
O m r a n ; Family Planning in the Legacy of islam, Part IV)

E z h e r ü s t a d l a r ı n d a n C â d u l h a k k Alî'nin, eski Mısır müftü­


sü Abdülmecit Selim'in ve d a h a bir dizi İslam ilahiyatçısının,
Türkiye Diyanet İşleri Yüksek K u r u l u ' n u n , el-Mecmeu'l-Fıkhî el-
İslamî'nin fetvaları da serbestlik y ö n ü n d e d i r .

K o n u y a serbestlik alanı içinde g ö r e n en geniş bilimsel inceleme,


Abdurrahim O m r a n ' ı n 'Family Planning in the Legacy of islam' adlı
eseridir.

ALLAH İLE ALDATMA SİYASETLERİNİN D O Ğ U M


K O N T R O L Ü İLE İLGİLİ SAPTIRMALARI

Siyasetlerini 'Allah ile aldatma' (tâbir, K u r ' a n ' ı n d ı r : L u k m a n 33,


Fâtır 5, H a d î d 14) ü z e r i n e k u r a n ekiplerin, kitleleri a l d a t m a d a
kullandıkları 'din adına yalanlar'ın ö n e ç ı k a n l a r ı n d a n biri de do­
ğ u m k o n t r o l ü k o n u s u n d a söylenen yalandır. (Allah ile a l d a t m a
o y u n u n u n M ü s l ü m a n l a r a verdiği z a r a r ı n ayrıntıları için bizim,
T ü r k i y e ' d e bir çığır açmış olan 'Allah ile Aldatmak' kitabımıza
bakılabilir.)

D o ğ u m k o n t r o l ü ile ilgili yalan, "Allah ne verdiyse doğurun,


Allah'ın gönderdiğine itiraz edilmez; Allah yarattığı kulun rızkını
vermekten âciz m i ? " şeklinde p r o p a g a n d a edilmektedir. D i n adı­
na söylenen bu y a l a n a ek olarak şu siyasal söylem de dolandı­
rılmaktadır:

" D o ğ u m kontrolü denen dayatma, Hristiyanların Müslümanları


kısırlaştırmak veya azaltmak için kullandıkları bir araçtır. Sakın
inanmayın, aldanmayın; Allah ne verdiyse doğurun. Sayımız arttık­
ça gücümüz de artar."
Bu söylemlerin t ü m ü yalandır, siyasal demagojidir. Ve bu söy­
lemlerin t ü m ü n ü n tersi d o ğ r u d u r . B u n o k t a d a , K u r ' a n s a l ger­
çekleri d a h a ö n c e k i b a h i s l e r d e p a r ç a l a r h a l i n d e verdik. Bu s o n
başlık altında, İslam a ç ı s ı n d a n bir t o p a r l a m a y ı , d o ğ u m k o n t r o l ü
k o n u s u n u n b u g ü n için en geniş ve bilimsel incelemesini y a p a n
Mısırlı bilgin Abdurrahim O m r a n ' ı n , y u k a r ı d a adı geçen eserinin
Giriş k ı s m ı n d a n bazı paragrafları a k t a r a r a k yapacağız. Şöyle di­
yor Mısırlı bilgin:

"İslam, aile ilişkilerini, aile bireylerinin h u z u r ve refahını gerçekleş­


tirmeye yönelik olarak düzenler. Bu çerçevede, çocuklar, t o p l u m u n
geleceği ve İslam'ın savunucuları olacakları için çocuk hakları üze­
rinde özellikle d u r u l m u ş t u r . "

"İslam'ın, insanlık tarihinde bu kadar erken ve henüz bir nüfus yo­


ğunluğu baskısı gerçekleşmeden aile planlamasıyla ilgilenmiş olma­
sı g ü n ü m ü z aydınlarının dikkatini çekmektedir. Peygamberimiz,
sahabîlerine, sıhhati k o r u m a k veya sosyal ve ekonomik güçlük­
lerden sakınmak için, k o r u n m a (azil) k o n u s u n d a izin vermiştir.
Burada ne Allah'ın yarattıklarına rızık verme kudretinden bir şüp­
he duyma vardır ne kadere isyan ne de tevekküle güvensizlik."

"Peygamberimizin zamanından beri 14 asırdır neredeyse İslam hu­


k u k u n u n b ü t ü n kaynak kitaplarında, az veya çok oranda doğum
kontrolü ile ilgili tartışmalara yer verilmiştir."

" M ü s l ü m a n veya gayrimüslim ülkelerin normal veya özel kütüpha­


nelerinde İslam fıkhına dair çok fazla sayıda eserin mevcud olması,
böyle bir işin ne kadar büyük ve önemli olduğunu açıkça gösterir.
Hatta Ezher Üniversitesi'nde henüz yazma halinde ciltlerle eserler
bile buldum."

"Tarafımızdan kullanılan aile planlaması kavramından, eşlerin;


sağlığı korumak, sosyal ve ekonomik sıkıntılara düşmemek ve top­
luma ve kendi çocuklarına karşı olan sorumluluklarını daha iyi ye­
rine getirebilmek için, aralarında anlaşarak tatbik ettikleri hamile­
liği önleyici metotlar kastedilmektedir. Sırası ile:

1. Anne ve çocuk sağlığını k o r u m a k ve çocuğun a n n e sütü ile dü­


zenli beslenebilmesini temin için çocuk edinmenin belli bir zaman­
lamada olması,
2. Hamileliğin güvenli bir yaşta gerçekleşmesi, çocuk sayısının hem
ailenin isteğine hem de o n u n fizikî, ekonomik, eğitim verebilme ve
yetiştirebilme imkânlarına göre sınırlandırılması."

" B u r a d a esas olan, böyle bir tercihin gönüllü olması ve ailedeki ço­
cuk sayısını sınırlayan hiçbir zorlayıcı k a n u n u n bulunmamasıdır.
Aile planlaması, gebeliği önleme ve doğum planlaması kavramları
birbirlerinin yerine kullanılabilir kavramlar olarak düzenlenmiş­
tir."

"İlk dönemlerde kullanılan metot, geri çekme (azil) olduğu ve son


zamanlara k a d a r birçok fıkıh kitabı da azil kavramını kullandığı
için, çoğunlukla biz de bunu kullanmaktayız. Dolayısıyla, azil için
geçerli olan b ü t ü n kurallar, mantıkî olarak diğer önleyici metodlar
için de geçerlidir. Bu husus birçok fıkıh bilgini tarafından da belir­
tilmiştir." ( O m r a n , a n ı l a n eser, 1-5)
ORUÇ
(savm, siyam)

O r u ç a n l a m ı n d a k i siyam ve savm, K u r ' a n ' d a türevleri ile birlikte


14 y e r d e geçer. En ç o k geçen, siyam şekli o l u p 8 ayette kulla­
nılmıştır.

Lügat itibariyle savm ve siyam, yeme, k o n u ş m a ve y ü r ü m e gibi


fiillerden el çekmektir. Y ü r ü m e y e n ata, d u r g u n su ve r ü z g â r a
sâim denir. K o n u ş m a m a y a da savm dendiği olur. (bk. M e r y e m
suresi, 26)

BİR BESLENME EĞİTİMİ OLARAK O R U Ç

Açlık, h a k gaspının, s ö m ü r ü ve b a s k ı n ı n s o n u c u o l d u ğ u n d a in­


sanı kin ve d ü ş m a n l ı ğ a , o da kavgaya, kavganın tarafları ara­
s ı n d a kuvvet farkı o l d u ğ u n d a ise zayıf tarafı t e r ö r e iter. Bu bir
varlık k a n u n u d u r .

Aynı açlık, elindeki n i m e t ve i m k â n l a r ı k e n d i özgür iradesiy­


le k u l l a n m a y a n veya sınırlı k u l l a n a n bir i n s a n söz k o n u s u ol­
d u ğ u n d a ç o k farklı bir m a n z a r a y a v ü c u t verir. B u d u r u m d a
açlık, i n a n ç l a r u ğ r u n a d i r e n i ş t e n m a c e r a y a , başkaları a d ı n a
fedakârlıktan i b a d e t e k a d a r bir dizi o l u m l u değere k o n u olacak­
tır. Yani açlık h u k u k s a l , sosyolojik ve genelde tıbbî b o y u t u y l a
o l u m s u z bir olgu iken, mistik, estetik ve b a z e n tıbbî a n l a m d a
pozitif bir değer olabilmektedir.

S o n yüzyılda, açlığın pozitif y ö n ü ü z e r i n d e d u r a n tabip-düşü-


n ü r l e r s a d e c e D o ğ u ' d a n değil, B a t ı ' d a n d a çıkmıştır; h a t t a d a h a
ç o k B a t ı ' d a n çıkmıştır. Nobel Ödülü sahibi t a b i p - d ü ş ü n ü r Alexis
Carrel (ölm. 1944) bu t i p Batılı d ü ş ü n ü r l e r i n en d i k k a t çeken­
l e r i n d e n biridir. O n u n ü n l ü eseri L'Homme cet Inconnu ( İ n s a n
D e n e n M e ç h u l ) ; a z y e m e n i n , b u n a bağlı olarak o r u c u n yararları
k o n u s u n d a en değerli bilgileri v e r e n e s e r l e r d e n biridir.

Dinler; açlığın, andığımız iki g ö r ü n ü m ü n d e n de b a h s e d e r l e r :

Zulme uğradığı için yiyemeyenlerin açlığı zulüm, bulduğu halde ye­


meyenlerin açlığı erdemdir.

İslam d ü ş ü n c e t a r i h i n d e özellikle tasavvuf, az y e m e n i n , açlığın


erdirici rolü ü z e r i n d e , çoğu n o k t a l a r ı h e n ü z yeni yeni fark edil­
meye b a ş l a n a n hayranlık verici tespitler yapmıştır. İranlı düşü­
n ü r Sâdî (ölm. 1291), g ü n d e üç kez yiyen a d a m l a üç g ü n d e bir
kez yiyen a d a m ı n hayat s a h n e s i n d e k i d a y a n m a ve değer ü r e t m e
başarılarının aynı o l a m a y a c a ğ ı n a d i k k a t çeker. Sâdî ve benzer­
lerinin yaklaşımlarına r u h v e r e n k a y n a k söz, Hz. P e y g a m b e r ' i n
şu hadisidir:

" O r u ç tutun, sağlıklı olursunuz!"

D i k k a t edilirse P e y g a m b e r s ö z ü n d e , ilk çağrışımları b a k ı m ı n d a n


ü r k ü t ü c ü , aşırı disiplincilik ifade edici 'açlık' kelimesi kullanıl­
m a m ı ş , o n u n yerine, açlığın sefalet v e z u l ü m g ö r ü n ü m ü n d e n
uzak, irade ü r ü n ü bir belirişi olan o r u ç k a v r a m ı g ü n d e m e geti­
rilmiştir.

Ö z g ü r irade ü r ü n ü olan açlığın yapıcı-erdirici rolü ü z e r i n d e du­


r a n ciddî deneyleri ele alıp b u n l a r d a n bilimsel s o n u ç l a r ç ı k a r a n
etüdler arasında, Amerikalı bilim a d a m ı Dr. Roy L. Walford'un
m a k a l e s i d i k k a t çekicidir. California Üniversitesi profesörü ve
A B D Bilimler A k a d e m i s i üyesi olan Walford, Executive Health
dergisinin Eylül 1983 sayısında y a y ı n l a n a n m a k a l e s i n d e az ye­
m e n i n , açlığın sağlık ü z e r i n d e k i olumlu etkilerini incelemiştir.

Açlığın bu a n l a m d a k i etkilerini d ü ş ü n c e t a r i h i n d e ilk bilimsel in­


celemeye tâbi t u t a n d ü ş ü n ü r , M ü s l ü m a n tarihçi İbn H a l d u n ' d u r .
İbn H a l d u n (ölm. 808/1405), ü n l ü M u k a d d i m e ' s i n d e , fikir tari­
h i n d e ilk kez, ş u n u s a v u n u y o r :

"İnsanlığın çok yemek yüzünden maruz kaldığı zararlar az yemek


yüzünden uğradığı zararlardan daima azdır."

Ve yine İbn Haldun'a göre, kıtlık ve yoksulluk yılları, sağlıklı


nesillerin yetişmesi b a k ı m ı n d a n bolluk ve israf yıllarından d a h a
şanslıdır. Y u k a r ı d a adını verdiğimiz A m e r i k a l ı bilim a d a m ı n ı n
m a k a l e s i şu başlığı taşıyor: 'Beslenmeye Bağlı Olarak Yaşlanmayı
Geciktirme'

Şimdi bu makaleyi, b i r k a ç satırla özetleyelim:

" Ö m r ü u z a t m a a r z u s u , insanlığın ilk devirlerinden beri var­


dır. Efsaneler birçok h a y a t iksiri s u n a r . Faust, 24 yıl d a h a genç
k a l m a k için r u h u n u ş e y t a n a satar... Cornell Üniversitesi'nden
McCay'in fareler ü z e r i n d e k i d e n e y l e r i n i n s o n u ç l a r ı çok ilginç­
tir... McCay'ın d e n e y i n d e , n o r m a l b e s l e n e n farelerin hepsi 1000
(bin) g ü n d e ö l m ü ş i k e n b e s l e n m e d e k i kalorileri y ü z d e altmış
azaltılmış fareler seks güçleri d a h a da a r t m ı ş o l a r a k çok d a h a
u z u n s ü r e yaşamışlardır. Philadetphia Kanser E n s t i t ü s ü ' n d e n Dr.
Morris Ross'un d e n e y l e r i n d e ise bu k o ş u l l a r d a b e s l e n e n farelerin
ö m ü r l e r i n i n y ü z d e altmış o r a n ı n d a arttığı g ö r ü l m ü ş t ü r . . . B u n u
t a k i b e n , fareler h e r üç g ü n d e bir, 24 saat aç bırakılarak d e n e y
s ü r d ü r ü l m ü ş v e s o n u ç t a ö m ü r sürelerinin y ü z d e o t u z d a h a art­
tığı g ö r ü l m ü ş t ü r . . . 24 saatlik ara sürelerle aç bırakılan t ü m hay­
v a n l a r ı n k a n s e r e , b ö b r e k ve kalp hastalıklarına, enfeksiyonlara,
r o m a t i z m a l rahatsızlıklara karşı d i r e n ç k a z a n d ı k l a r ı d a belirlen­
miştir. T ü m b u h a y v a n l a r d a seks g ü c ü n ü n d e arttığı gözlenmiş­
tir..."

Belirli bir s ü r e yeme-içme-seks ü ç l ü s ü n ü d u r d u r m a şeklinde


u y g u l a n a n o r u c u n sağlık a ç ı s ı n d a n değeri, t ü m dinlerin b u di­
siplinden y a r a r l a n m a d a k i o r t a k tavırlarının h i k m e t i b u bilimsel
deneylerle yeni a n l a m boyutları k a z a n ı y o r .

Fıkıh dilinde siyam ve savm, Allah rızası ve nefs terbiyesi için, ye-
me-içme ve cinsel ilişkiden, niyete bağlı olarak gün boyu uzak dur­
maktır. Buradaki gün boyu deyimi tartışmalıdır. Ç ü n k ü K u r ' a n ' ı n
o r u c u n başlama z a m a n ı n ı belirleyen ifadesi çok esnek olduğun­
d a n fıkıhçılar bu ayetin y o r u m u n d a çok farklı görüşler ileri sür­
müşlerdir. Tartışmaya esas olan Bakara 187. ayet şöyledir:

" O r u ç gecesi, kadınlarınıza cinsel yaklaşım size helal kılınmıştır.


Onlar, sizin için giysidir/eştir, siz de onlar için giysisiniz/eşsiniz.
Allah sizin, öz benliklerinize yazık etmekte olduğunuzu bilmiş, töv­
belerinizi kabul edip sizi atfetmiştir. Artık şimdi onlara yaklaşın ve
Allah'ın sizin için yazdığı şeyi arayın. Tan yerinin beyaz ipliği siyah
ipliğinden sizce seçilinceye kadar yiyin için; sonra da orucu gece
oluncaya değin tamamlayın. Mescitlerde itikâfta b u l u n d u ğ u n u z
sırada zevcelerinizle cinsel temas kurmayın. İşte bunlar, Allah'ın
yasaklarıdır, bunlara yaklaşmayın. Allah, ayetlerini insanlara işte
böyle açıklar ki korunabilsinler."

T a r t ı ş m a n ı n ruhsat ve azimet alanları v ü c u d a getiren ve K u r ' a n ' ı n


d a h a birçok k o n u d a b e n z e r i n i sergilediği e s n e k ifade, b u r a d a k i
'şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayırt edilinceye değin yiyip
için' s ö z ü d ü r . (Bu ifadeden ç ı k a n t a r t ı ş m a l a r ve bu tartışmala­
rın ortaya çıkardığı h ü k ü m farkları için bk. Ö z t ü r k ; Kur'an'daki
İslam, ilgili ayetin y o r u m u )

İlgili rivayetleri K u r ' a n ' ı n h a k e m l i ğ i n d e bir s o n u c a bağlarsak


ş u n u söyleyeceğiz: Oruca başlamanın azîmet noktası şafak soku­
m u n u n ilk vakti, ruhsat noktası ise güneşin doğuşudur. Müslüman,
bu iki nokta arasında kalmak şartıyla orucunu herhangi bir vakit­
ten başlatabilecektir.

O r u ç l a ilgili d ü z e n l e m e l e r i n en ö n e m l i kısmı B a k a r a suresi 183¬


185. ayetlerde yer a l m a k t a d ı r :

"Ey iman sahipleri! O r u ç sizden öncekiler üzerine yazıldığı gibi si­


zin üzerinize de yazılmıştır. Bu sayede korunmanız umulmaktadır.
Sayılı günlerdir. Sizden kim hasta olur veya yolculuk halinde bulu­
nursa tutamadığı gün sayısınca başka günlerde tutar. Oruca zorluk­
la dayananlar üzerine düşen, fidye olarak bir yoksulu doyurmaktır.
K i m bir mecburiyeti olmaksızın içinden gelerek iyilik yaparsa bu
o n u n için daha hayırlı olur. Ve oruç tutmanız, eğer bilirseniz, si­
zin için daha hayırlıdır. Ramazan o aydır ki; insanlara kılavuz olan,
iyi-kötü aynmryla hidayetten kanıtlar getiren Kur'an, onda indiril­
miştir. O halde, bu aya ulaşanınız onu oruçlu geçirsin. Hasta olan
veya yolculuk halinde bulunan, tutamadığı gün sayısınca başka
günlerde tutsun. Allah sizin için kolaylık ister; O sizin için zorluk
istemez. Tutulmamış olan günleri tamamlamanızı, sizi doğru yola
kılavuzladığı için Allah'ı yüceltmenizi ister. Ve sizin şükretmeniz
umulmaktadır."

Bu ayetlerde de ö n e m l i t a r t ı ş m a l a r a yol a ç a n ifadeler vardır. Bu


da gösterir ki K u r ' a n o r u ç k o n u s u n d a da b i r t a k ı m n o k t a l a r ı ku­
rala b a ğ l a m a k t a n k a ç ı n m ı ş , b u n l a r ı içtihada bırakarak, o r u ç em­
r i n i n z a m a n v e m e k â n şartlarına u y g u n l u ğ u n u n s a ğ l a n m a s ı n a
i m k â n vermiştir. Bu n o k t a l a n şöyle özetleyebiliriz.
Takat (güç) Meselesi:

Bakara 184. ayette 'yutîkûne' fiili geçiyor. B u n u n Türkçesi,


" Z o r l u k l a y e r i n e getirirler" d e m e k t i r . Ayet, bu fiilin çoğul şekli­
n i k u l l a n a r a k ş u n u söylüyor:

" O r u c u zorlukla yerine getirenlere düşen, fidye vermektir."

B u r a d a , K u r ' a n t a r a f ı n d a n getirilen bir ruhsat vardır. Bu r u h s a t ı


k u l l a n m a , z a m a n a ve ş a r t l a r a göre belirlenecektir. Fidye vermeyi
gerekli kılacak z o r l u ğ u n n e o l d u ğ u n a ise zorluğa m u h a t a p olan
k a r a r verir. B ü y ü k fıkıh bilgini Şâtıbî'nin dediği gibi: " R u h s a t
izafîdir. Öyle olunca da, o n u kullanan kişi kendi kendisinin fakîhi
olacaktır." (bk. Şâtıbî; el-Muvafakaat, 1/309)

Fakîhler, birçok k o n u d a olduğu gibi, b u r a d a da ayete getirdikleri


y o r u m u , K u r ' a n ' ı n k e s i n e m r i gibi v e r m i ş ve ayetin z a m a n ü s t ü -
l ü ğ ü n ü baltalamışlardır. K u r ' a n böyle d o n d u r u c u bir ifade kul­
lanmıyor; h e r devri aynı kalıba s o k a n bir kural g e t i r m e k yerine
h e r devrin farklı ihtiyacını k a r ş ı l a m a y a u y g u n bir esnek ilke,
bir ufuk çizgisi gösteriyor. G ü n ü m ü z d e fıkıh a l a n ı n ı n ö n e m l i
isimlerinden biri olan Hayreddin K a r a m a n da, işçilerin oruçları
k o n u s u n d a adı geçen ayetin y o r u m u n d a n ç ı k a n h ü k ü m l e r d e n
h e r h a n g i birinin uygulanabileceği k a n ı s ı n d a d ı r . Şöyle diyor:

"Ya rızık t e m i n i için y a h u t da esir veya h a p i s t e b u l u n ­


d u k l a r ı n d a n , ağır işlerde çalışmak m e c b u r i y e t i n d e k a l a n kimse­
ler o r u ç t u t a r l a r s a bir kısmı h a s t a l a n ı r . O r u ç t u t t u k l a r ı t a k d i r d e
h a s t a l a n a c a k l a r ı bilinen kimselerin d u r u m u h a s t a l a r gibidir.
Aynı d u r u m d a olan diğer işçiler ise hastalanmayabilirler; fakat
b u n l a r a d a o r u ç t u t m a k ç o k zor gelir, b ü y ü k güçlük çekerler.
İşte b u d u r u m d a olanlar h a k k ı n d a iki görüş vardır:

"Birinci görüş: Böyle kimseler o r u ç t u t m a k l a mükelleftirler, güç­


lük ve m e ş a k k a t , oruç t u t m a m a l a r ı için r u h s a t sebebi olamaz.
Hanefîlerin de dahil b u l u n d u ğ u fukaha ekseriyeti bu görüştedir."

" İ k i n c i g ö r ü ş : Bu gibi kimseler o r u ç t u t m a y ı p her g ü n için


bir fidye verebilirler. Bu k o n u d a k i farklı görüşlerin m e s n e d i ,
B a k a r a s u r e s i n i n 184. ayetinin farklı tefsiridir. " O r u c a zorlukla
dayanabilenler bir d ü ş k ü n ü doyuracak kadar fidye verir"
m e a l i n d e k i ayeti, birinci grup y a m e n s û h k a b u l etmiş y a h u t
d a " y u t î k û n e h û " kelimesine 'gücü y e t m e y e n , dayanamayan'
m â n a s ı n ı vermişlerdir."

" İ k i n c i grup ise İbn Abbas'ın anlayışına dayanmışlardır. O n a


göre, ayet m e n s û h değildir; o r u c u t u t m a y a gücü y e t m e k l e bera­
b e r çok zorluk ç e k e n kimseler ayetin ş ü m u l ü n e girer ve böyle-
leri o r u ç yerine fidye verirler. G ü n ü m ü z d e , bazı E z h e r u l e m a s ı
bu g ö r ü ş ü t e r c i h etmişlerdir." ( K a r a m a n ; İslam'ın Işığında Günün
Meseleleri, 1/110)

Fidye, o r u ç l u n u n , ailesine yedirdiği o r t a cins y e m e k t e n t a m bir


g ü n bir fakiri d o y u r m a s ı d ı r .

K u r ' a n ' ı n b e y a n l a r ı n d a n anlaşılıyor ki, o r u c u n farz olanı, s a d e c e


R a m a z a n o r u c u değildir. K a z a y a bırakılan R a m a z a n oruçlarıy­
la, kefaret olarak tutulması gereken oruçlar da farzdır, yani tu­
t u l m a l a r ı z o r u n l u kulluk b o r c u d u r . R a m a z a n o r u c u n u özürleri
y ü z ü n d e n t u t m a y a n l a r ı n , s o n r a k i g ü n l e r d e b u n l a r ı kaza edecek­
lerini y u k a r ı d a t e m e l ayetlerde g ö r d ü k . Kefaret olarak t u t u l a c a k
oruçları ise B a k a r a 196, N i s a 92, M â i d e 89, M ü c â d i l e 4. ayetler
d ü z e n l e m e k t e d i r , (bk. b u r a d a , Kefaret m a d . )

Ş u n u da u n u t m a m a k gerekir: Geleneksel fıkıhta, Ramazan oru-


c u n u n u n bozulmasına bir t ü r ceza olarak öngörülen 61 günlük
kefâret-i savm ( o r u c u b o z m a kefareti), K u r ' a n ' d a yoktur; fakîhler
tarafından fetvalaştırılmıştır.

Hastaların ve Yolcuların Orucu:

Sağlığı yerinde o l m a y a n veya yolculuk h a l i n d e b u l u n a n kişilerin


o halleri d e v a m ettiği s ü r e c e oruçlarını b o z m a l a r ı , d i n e n d a h a
u y g u n b u l u n m u ş t u r . Biz b u r a d a genel a n l a m d a b i r t a k ı m kural­
ları sıralamakla yetineceğiz.

1. Bir M ü s l ü m a n hasta, oruç tuttuğu takdirde öleceğinden, ruhsal


dengesinin bozulacağından, hastalığının artacağından veya uzaya­
cağından endişe ederse, oruç tutmayacak, bu mazeretleri kalktığı
zaman tutamadığı günleri kaza edecektir.

2. Hamile ve çocuk emziren kadınlar da k e n d i s i n i n ve ç o c u ğ u n u n


h a y a t ı n ı d ü ş ü n e r e k oruçlarını t u t m a z , b u halleri geçince t u t a ­
m a d ı k l a r ı günleri k a z a ederler. Ç o c u ğ u n , k a d ı n ı n k e n d i ç o c u ğ u
olmasıyla b a ş k a birinin ç o c u ğ u olması fark d o ğ u r m a z .
3. Âdet kanaması geçiren veya lohusalık halinde b u l u n a n kadın­
lar da, o halleri geçinceye k a d a r o r u ç tutmayabilirler. Böyleleri,
t u t m a d ı k l a r ı g ü n sayısınca orucu, iyileştikleri z a m a n l a r d a t u t a ­
caklardır.

İğne yaptırmanın oruçla ilgisine gelince: Vitamin vs. c i n s i n d e n


gıda h ü k m ü n d e iğneler o r u c u bozar. G ı d a h ü k m ü n d e olmayan­
lar ise b o z m a z . Ç ü n k ü b u n l a r üç yasak olan yeme-içme-cinsel
t e m a s d ı ş ı n d a kalır.

O r u c u n K u t u p Bölgelerinde nasıl t u t u l a c a ğ ı da önemli sorular­


d a n biridir. Bu k o n u d a , o r t a k görüş ş u d u r : Bu bölgelerde ibadet­
ler, g ü n d ü z v e gecenin t a m o l u ş t u ğ u e n yakın bölgedeki d u r u m a
göre ayarlanır veya 'vakti oluşmadığı' gerekçesiyle terk edilir.

Mideye su k a ç ı r m a m a k şartıyla y ı k a n m a k , y ü z m e k o r u c u boz­


m a z . Y ı k a n m a n ı n a k a r suda, d e n i z d e veya b a ş k a t ü r d e n bir s u d a
olması fark y a r a t m a z . Kulağa su k a ç m a s ı , o r u c a z a r a r v e r m e z .

S o n u ç olarak ş u n u söyleyeceğiz: B ü t ü n dinlerin o r t a k l a ş a iba­


d e t l e r i n d e n biri d e o r u ç t u r . B u n u n d a ötesinde, o r u ç , insanlığın,
dinler dışındaki birçok d ü ş ü n c e v e eğitim e k o l ü n ü n b a ş v u r d u ğ u
t e m e l u y g u l a m a l a r d a n biridir. İ n s a n sağlığı ile ilgili sayısız ya­
rarları y a n ı n d a diğer hiçbir disiplinde g ö r ü l e m e y e n mistik, este­
tik, ahlaksal ve r u h s a l faydaları, o r u c u insanlık tarihi b o y u n c a
h e r t o p l u m u n şöyle veya böyle, az veya çok uyguladığı bir ibadet
ve tedavi şekli olarak yaşatmıştır. Yaratıcı K u d r e t ve yaradılış
k a n u n l a r ı , o r u c u i n s a n h a y a t ı n ı n ayrılmaz bir disiplini o l a r a k
tespit etmiş b u l u n m a k t a d ı r .

O r u ç , H z . P e y g a m b e r ' i n M e d i n e ' y e h i c r e t i n d e n bir yıl s o n r a bir


Ş a b a n ayı farz kılınmış ve o g ü n d e n beri yüzyıllardır b ü t ü n İslam
â l e m i n i n yerine getirdiği kutsal bir ödev olarak yaşatılmıştır.
PAYLAŞIM
(infak, îsar)

K u r ' a n ' ı n en hayatî k a v r a m l a r ı n d a n biri olan infak, p a z a r kur­


mak, malı satıp t ü k e t m e k a n l a m l a r ı n d a k i 'nefak' k ö k ü n d e n bir
kelime o l u p malı h a r c a y ı p t ü k e t m e k , h a r c a y a h a r c a y a yoksul­
l a ş m a k d e m e k t i r . Aynı k ö k t e n gelen ve T ü r k ç e ' d e de kullanılan
nafaka da ' h a r c a n a n miktar' d e m e k t i r .

K u r ' a n s a l bir t e r i m olarak infak, h e m e n h e m e n b u sözlük anla­


m ı n d a kullanılmıştır. Terimsel yapısıyla infak, sahip olduğumuz
mal ve imkânları, onlara daha az sahip olanlarla aynı düzeye inin­
ceye kadar paylaşmak demektir.

K u r ' a n ' a göre, infak, i n s a n a e m a n e t edilmiş i m k â n l a r ı n o n l a r ı n


gerçek s a h i b i n i n iradesi y ö n ü n d e ilgili yerlere tevdi edilmesidir.
Mal v e i m k â n sahibi, b u r a d a , k e n d i s i n d e n ö n c e b a ş k a birinin
yönettiği bir e m a n e t i k o t a r a n bir haleftir. O n u n bir selefi vardı.
Bir s ü r e s o n r a yeni bir halef gelecek, o, selef olacaktır. K u r ' a n ,
esrarlı k e l a m s a n a t ı n ı b u r a d a da g ö s t e r e r e k şöyle diyor:

"Allah'a ve resulüne iman edin; sizi, üzerinde, daha öncekilerin


yerine buyruk sahibi yaptığı şeylerden, başkalarına pay çıkarın!
içinizden iman eden ve infakta bulunanlar için çok büyük bir
ödül vardır... Allah yolunda harcama yapmanıza engel ne var ki?..
Göklerin ve yerin mirası zaten Allah'ındır." (Hadîd, 7, 10)

K u r ' a n ' ı n b u erişilememiş paylaşım anlayışı, T ü r k lirizminin


ö l ü m s ü z u s t a s ı Yunus E m r e (ölm.1320) t a r a f ı n d a n şu kısa dize­
lerde bir kez d a h a sonsuzlaştırılmıştır:

"Mal sahibi, mülk sahibi


Nerde b u n u n ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan;
Var biraz da sen oyalan!"
G e r i d ö n ü ş ü k e s i n ve ç o k kârlı o l a n infakın savsaklanması,
yine bir varlık k a n u n u olarak, s a d e c e gelecek k â r d a n y o k s u n
b ı r a k m a k l a k a l m a z , i n s a n ı tehdit ve tehlikeyle yüz yüze getirir.
K u r ' a n ' ı n bu n o k t a d a k i uyarısı çok açık ve radikaldir:

"Allah yolunda harcama yapın/nimetleri paylaşın; kendi ellerinizle


kendinizi tehlikeye atmayın!" (Bakara, 195)

B u 'tehlike' n e d i r ? K u r ' a n b u n u b a ş k a bir yerde ç ö z m ü ş t ü r :


İnfakın s a v s a k l a n m a s ı n d a n d o ğ a c a k iki k ö t ü s o n u c a işaret edil­
miştir:

1. Münafıklık,
2. Azap.

İnfakı s a v s a k l a m a n ı n s o n u n u n nifak olduğu K u r ' a n ' ı n verileri


a r a s ı n d a d ı r . B u n u biraz s o n r a göreceğiz.

A z a p t e h d i d i n e gelince, paylaşımı s a v s a k l a m a n ı n s o n u c u olan


a z a p bir 'acıklı azap'tır. B u r a d a k i 'azap' s ö z ü n e b a k a r a k infakı
s a v s a k l a m a n ı n a h i r e t t e cezalandırılacak bir o l u m s u z l u k olarak
d ü ş ü n ü l m e s i yanlış olur. K u r ' a n , a z a p l a sadece a h i r e t t e k i ceza­
ları değil, d ü n y a d a k i ceza, bela ve tehditleri de kasteder, (bk.
b u r a d a , Azap m a d . ) O halde, infakın s a v s a k l a n m a s ı n ı n yarata­
cağı a z a p ve c e h e n n e m , d ü n y a h a y a t ı n d a başlayıp a h i r e t t e de­
v a m edecek bir süreci akla getirmelidir. D ü n y a d a sefalet, h a s t a ­
lık, kavga, terör, cinayet, ihtilal vs. o l a r a k başlar, a h i r e t t e o r a n ı n
şartlarına özgü azaplarla d e v a m eder. K u r ' a n şöyle diyor:

"Altını ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda harcama-


yanlara k o r k u n ç bir azap muştula! G ü n olur, cehennem ateşinde
onların üzerine lav dökülür de bununla onların alınları, böğürleri,
sırtları dağlanır: 'İşte egolarınız için yığdıklarınız. Hadi, tadın birik­
tirmiş olduklarınızı!" (Tevbe, 34-35)

Anlaşılan o ki, mal ve i m k â n l a r ı k e n d i t e k e l i n d e t u t u p egoları


için istifleyenler, bir g ü n bu biriktirdiklerini yiyip h a r c a y a m a y a -
cak bir o r t a m l a yüz y ü z e gelecekler ve hayatlarını k e n d i elleriyle
zehirlemiş olacaklardır. O g ü n geldiğinde, h a y a t onlar için ç o k
k o r k u n ç bir c e h e n n e m e d ö n ü ş e c e k t i r .

T a m b u n o k t a d a , K u r ' a n , b u o l u m s u z l u ğ u n â d e t a sebebi gördü-


ğü bir z ü m r e y e g ö n d e r m e y a p m a k t a ve bu yaptığıyla, insanlık
t a r i h i n d e e n b ü y ü k m u c i z e l e r d e n (isterseniz d e v r i m l e r d e n de­
yin) birini ö n ü m ü z e k o y m a k t a d ı r .

Infakı savsaklayanların karşılaşacakları k o r k u n ç s o n u gün­


d e m e getiren yukarıki ayetler, din temsilcilerinin halkın malını
talan edip yemek için oynadıkları oyunları ifadeye k o y a r a k söze
girmektedir. Böylece, paylaşımın y e r i n e tekelci d e p o l a m a n ı n
geçişinde din sınıfının tarihsel r o l ü n e ve g ü n a h ı n a p a r m a k ba­
sılmakta, insanlık şu yolda u y a r ı l m a k t a d ı r :

Paylaşımı engelleyen olumsuzlukların altında bir biçimde, talan ve


yalanı dinlestiren zümre yani din sınıfı vardır.

Y u k a r ı d a bir kısmını verdiğimiz ayetlerin (9/34-35) şimdi tü­


m ü n ü okuyalım:

"Ey iman sahipleri! Şu bir gerçek ki, h a h a m l a r d a n ve rahipler­


den birçoğu halkın mallarım u y d u r m a yollarla tıkabasa yerler ve
Allah'ın yolundan geri çevirirler. Altını ve gümüşü depolayıp da
onları Allah yolunda harcamayanlara k o r k u n ç bir azap m u ş t u l a ! "

İnfakı savsaklayan zihniyetlerin t e m e l niteliklerini t a n ı t a n


K u r ' a n , bir s a v s a k l a m a gerekçesi d a h a veriyor: Paylaşmak iste­
meyenler, "Allah'ın vermediğine biz mi vereceğiz? Allah dileseydi
onlara da verirdi!" (Yasin, 47) t ü r ü n d e n b a h a n e l e r ileri sürecek­
lerdir. K u r ' a n ü s l u b u n u n m a h r e m i olanlar b u t a n ı t ı m ı n söyle­
m e k istediğinin ş u o l d u ğ u n u a n l a m a k t a z o r l u k çekmezler:

T o p l u m d a ve nihayet küremizde, yoksulluğun sebebi Allah değil­


dir. Yoksullar, Allah'ın zulmüne veya öfkesine uğradıkları için
değil, hakları gasp edildiği veya paylaşım işletilmediği için o hal­
dedirler. Yani ortada, Allah'ın insana zulmü değil, insanın insana
zulmü vardır. Bu zulmü aşmak da insana düşmektedir. B u n u n yolu
ise zulme seyirci kalarak pasif zalim k o n u m u n a düşme yanlışından
kurtulmak, zulme karşı savaşmaktır.

Paylaşım k o n u s u n d a i n s a n a d ü ş e n , z u l ü m l e r i n i Allah'a fatura et­


m e y e u ğ r a ş m a k yerine, A l l a h ' a g ü v e n e r e k elindeki n i m e t l e r d e n
h e m c i n s l e r i n e sürekli pay ç ı k a r m a k t ı r . G e r ç e k t e n de, K u r ' a n ' a
göre, infak, Yaratıcı'ya g ü v e n i n en açık göstergesidir. İnfakın
yaşattığı güven, i n s a n ı n sadece t o p l u m s a l h u z u r u n u n değil, bi-
reysel m u t l u l u ğ u n u n da garantisidir. H a b i r e yığan i n s a n ı n için­
deki doymazlık ve yetersizlik tufanı, hayatı o n a zehir e t m e k t e ,
k e n d i ayağına k e n d i eliyle çalı d o l a n d ı r m a k t a d ı r . T ü r k m e n sa­
deliği içinde mistik lirizmin zirvesine yükselen ö l ü m s ü z şiir devi
Yunus Emre, gök kubbeye bu gerçeği de erişilmez bir güzellikte
a r m a ğ a n etmiştir. Şöyle diyor:

" G i t m e z gönülden darlık,


Elde oldukça varlık."

K o z m i k ilke, i n s a n ı n d ü ş ü n d ü ğ ü n ü n t a m t e r s i n e d i r v e ş u d u r :

Eğer paylaşmıyorsanız, arttıkça daha mutsuz olursunuz! Artışın


mutluluk getirmesi, arttıkça paylaşmakla m ü m k ü n d ü r . Arttıkça
paylaşmayanların insanlık dünyasına en zehirli armağanı terör ol­
muştur.

K u r ' a n , i n s a n d a n ş u n u istemektedir:

İçindeki "Azalır!" k o r k u s u n u çıkarıp at, m ü l k ve i m k â n ı n sahibi


Yaratıcı'nın, paylaştıkça artıracağını bil ve b u n u n gereğini yap.
K u r ' a n , i n s a n ı n derinlerindeki b u m ü t h i ş "Azalır!" k o r k u s u n a
d e ğ i n m e k t e ve insanı bu yıkıcı k o r k u y u a ş m a y a ç a ğ ı r m a k t a d ı r :

" D e ki, 'Eğer Rabbimin r a h m e t hazinelerine sahip olsaydınız, o za­


m a n da harcanır-biter korkusuyla cimri davranırdınız.' İnsan çok
cimridir." (İsra, 100)

K u r ' a n , m e n s u p l a r ı n ı b u yıkıcı d u y g u d a n k u r t u l m a y a çağırmak­


ta ve onlara, temel niteliklerinden birinin de 'münfik' (infak
eden, paylaşan) olması gerektiğini h a t ı r l a t m a k t a d ı r , (bk. 3/17)

K u r ' a n i n s a n ı n ı n münfik sıfatı h e r hal ve ş a r t t a faal olması gere­


k e n bir sıfattır. Bol z a m a n d a , kıt z a m a n d a , zorlukta, r a h a t l ı k t a ,
gece-gündüz, gizli-açık...Onlar b ü y ü k i m k â n l a r d a n b ü y ü k pay­
lar çıkarırlar a m a imkânları sınırlı o l d u ğ u n d a paylaşımı d u r d u r ­
mazlar. Sınırlı, h a t t a çok sınırlı i m k â n l a r d a n da b a ş k a l a r ı n a pay
ç ı k a r a n l a r d ı r onlar. (bk. 3/134; 16/75; 65/7)
İNFAKLA İLGİLİ T E M E L İLKELER

İnfak, ihtiyaç fazlasından yapılacaktır:

'İhtiyaçtan fazlasını vermek' (2/219) tabiri, çok zıt a n l a m l a r a


çekilebilecek bir tabirdir. A n c a k , bu tabiri, K u r ' a n ' ı n infakla
ilgili diğer beyyineleriyle birlikte değerlendirdiğimizde sıkıntı
k a l m a z . E s a s ı n d a K u r ' a n , bu tabirle paylaşımda orta noktayı gös­
termektedir.

Orta nokta d e m e m i z sebepsiz değildir. Ç ü n k ü K u r ' a n , en ileri


n o k t a y ı gösterirken, paylaşımın k o m ü n i s t sistemlerdeki algıla­
nışını bile a ş a n bir yaklaşımla şöyle d e m e k t e d i r :

"Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Kendilerine faz­


la verilenler, azıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi
onda eşit hale gelmiyor. Allah'ın nimetini mi inkâr ediyor b u n l a r ? "
(Nahl, 71)

Bu sarsıcı ifade, rızıkta eşitlik i s t e m e k t e , bu eşitliğin i n k â r ı n ı


A l l a h ' ı n n i m e t i n i inkârla eşanlamlı t u t m a k t a d ı r . Rızıkta eşitlik
ç o k anlamlı bir tabirdir. K u r ' a n , rızıkla, gıdalanmayı k a s t eder.
O halde, K u r ' a n ; rızıkta eşitlik ilkesiyle, t e m e l i n s a n h a k l a r ı n d a n
biri olan g ı d a l a n m a n ı n evrensel ölçekte bir eşitlikle gerçekleşti­
rilmesi gerektiğini m u t l u bir insanlık için k a ç ı n ı l m a z g ö r m e k t e ,
b u n u n aksini y a p a n bir d ü n y a d ü z e n i n i n Yaratıcı'nın iradesine
ters düştüğünü göstermektedir.

Bu ayet, i n s a n haklarının, sosyal a d a l e t i n ve sosyal d e m o k r a s i ­


n i n 2 1 . yüzyılda u l a ş m a y a çalıştığı e n s o n n o k t a y ı göstermek­
tedir. İslam d ü n y a s ı n ı n hayata, insana, t o p l u m s a l d ü z e n e v e
paylaşıma böyle b a k a n bu kitabın getirdiği dinin n e r e s i n d e ol­
d u ğ u n u t e k r a r t e k r a r s o r m a k , a m a biraz d a s o r g u l a m a k gerekir.

B e n i m bu satırları yazdığım 4 A ğ u s t o s 2 0 0 5 g ü n ü , gazetelerin


sayfaları, İslam d ü n y a s ı n ı n ş a m p i y o n ü l k e l e r i n d e n birincisi sa­
yılan S u u d î A r a b i s t a n ' ı n kralı F a h d ' ı n ö l ü m ü n ü ve bıraktığı ser­
vetle yaşadığı h a y a t ı d e ğ e r l e n d i r e n h a b e r ve y o r u m l a r l a doluy­
du. Şimdi bu ayetin açtığı p e n c e r e d e n , İ s l a m ' ı n bu beşik ülkesi­
nin 'Müslüman kral'ının dünyanın ö n ü n e koyduğu manzaraya
bir bakalım:
Müteveffanın geride bıraktığı servet: Riyad ve C i d d e ' d e 5 milyar
d o l a r d e ğ e r i n d e iki saray, 32 milyar dolar n a k i t para, F r a n s ı z
Rivierası'nda bir şato, Boeing 747 tipi bir uçak, Cadillac m a r k a
o n l a r c a araba, İ s p a n y a ' n ı n Marbella k a s a b a s ı n d a 2 5 0 d ö n ü m
a l a n d a yaptırdığı bir saray.

Verilen bilgiye göre, Peygamber Beldesi Kralı'nın M a r b e l l a ' d a k i


s a r a y ı n d a 8 0 0 kişilik bir h i z m e t ekibi çalışmakta, şoförlere 5
bin, diğer hizmetçilere 3 bin dolar aylık verilmektedir. Sarayın
h i z m e t i için 4 uçak, 6 0 0 M e r c e d e s o t o m o b i l , 50 limuzin, seçkin
otellerde 3 0 0 o d a ve ayrıca aylığı 180 bin E u r o ' l u k villalar kira­
lanmış.

Kral, her yıl, 100 milyon dolar değerindeki el-Diriyah yatıyla


F r a n s ı z kıyılarını dolaşırdı. 1987'de M o n a c o k u m a r h a n e l e r i n d e
6 milyon dolar k a y b e d e r e k m e d y a n ı n g ü n d e m i n e o t u r m u ş t u . 3
karısı ve 8 oğlu var. Kızlarının sayısı h e r ne h i k m e t s e verilmiyor.

Kral, 83 y a ş ı n d a öldü. S o n yıllarında bol bol c a m i yaptırdığı söy­


leniyor. Bu d u r u m akla h e m e n şu soruyu getiriyor:

İslam dünyasında ve 'Müslüman' tipin icraatında cami neyin mas­


kelenmesinde kullanılıyor ve neyi ifade ediyor?

Kralın d ü n y a ölçeğinde hamisi, g a r a n t ö r ü , bilindiği gibi, A B D


idi.

Şimdi, lütfen, y u k a r ı d a verdiğimiz ayeti bir kez d a h a o k u y u n ve


M ü s l ü m a n d ü n y a n ı n P e y g a m b e r beldesi kralının d u r u m u n u bir
k e r e d a h a d ü ş ü n ü n . Ve tabiî İslam dünyasıyla ilgili sorularınızın
cevaplarını y e n i d e n verin.

İNFAK E T M E K Y E R İ N E ALLAH'I SUÇLAYANLAR

S u u t kralı ve benzerleri, görevlerini yerine g e t i r m e m e k için in­


s a n h a y a t ı n d a k i perişanlıkların sebebi olarak Allah'ı g ö s t e r m e
k ü s t a h l ı ğ ı n a gitmekteler. İnfak g ö r e v i n d e n k a ç m a k için b u l u n ­
muş şu namert bahaneye bakın:

"Onlara, 'Allah'ın size lütfettiği rızıklardan dağıtın!' dendiğinde,


nankörlüğe sapanlar, iman edenlere şöyle derler: 'Allah'ın, dilediği
takdirde yedirip doyuracağı kişiyi biz mi doyuracağız? Siz açık bir
sapıklık içindesiniz, hepsi bu." (Yasın, 47)

Herkes infakta bulunacaktır:

K u r ' a n , infakı i n s a n h a y a t ı n ı n o l m a z s a o l m a z l a r ı n ı n b a ş ı n a
k o y m u ş t u r . İnfak, h a y a t a k a t k ı d a b u l u n m a n ı n namıdiğeridir.
H e r k e s , h a y a t a k a t k ı d a b u l u n a c a k t ı r . Ç ü n k ü hayat, h e r k e s e bir
b i ç i m d e k a t k ı d a b u l u n m a k t a d ı r . H a y a t ı n özellikle i n s a n a katkı­
sı t a n ı m l a n a m a z b ü y ü k l ü k t e d i r , sınırsızdır. K u r ' a n b u n u şöyle
ifade e t m e k t e d i r :

"Kendisinden istediğiniz her şeyden size bir parça verdi. Allah'ın


nimetini saymaya kalksanız, sayıp bitiremezsiniz. Doğrusu şu ki,
insan, gerçekten çok zalim, çok n a n k ö r d ü r . " (İbrahim, 34)

İ n s a n , h a y a t ı n h e r a l a n ı n d a n ve h e r m e n s u b u n d a n bir şeyler al­


m a k t a a m a kendisi d ı ş ı n d a h e m e n h e m e n hiç kimseye bir şey
v e r m e m e k t e d i r . D i n , i n s a n ı n kendisi dışındakiler için de bir
şeyler y a p m a s ı n ı s a ğ l a m a n ı n t e m e l k u r u m u d u r . B u n u n içindir
ki, d i n dilinde, özellikle İslam fıkhı dilinde 'Allah'ın hakları' ka­
m u n u n hakları a n l a m ı n d a kullanılır. V e b u böyle olduğu içindir
ki, Kur'an, dini, vermenin değil, almanın aracı yapanlara lanet et­
mekte, onları Allah'ın düşmanı olarak görmektedir.

H e r k e s infak edecektir, h e r k e s i n infak edebileceği bir şeyi


vardır. H a y a t , i n s a n ı b u şekilde d o n a t m ı ş t ı r . H z . Peygamber,
" D o s t u n u n yüzüne tebessüm etmen de bir paylaşımdır" b u y u r a r a k
bu k o z m i k gerçeğe d i k k a t çekmiştir. T e m e l ilke K u r ' a n ' d a şöyle
ölümsüzleştiriliyor:

" G e n i ş i m k â n a sahip olan bu geniş i m k â n ı n d a n infak etsin/pay­


laşsın. Rızkı kendisine ölçü ile verilmiş olan da Allah'ın kendisine
verdiğinden infak etsin. Allah hiçbir benliği, kendisine verdiği şey
dışında yükümlü t u t m a z . Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık ya­
ratacaktır." (Talâk, 7)

K u r ' a n , t o p l u m s a l h a y a t ı n en ö n e m l i m u t l u l u k ve başarı ilke­


lerini, infakı a n l a t a n ayetlerinde o r t a y a k o y m u ş t u r . B u n l a r ı n
en çarpıcı ve sarsıcı olanını y u k a r ı d a verdik. İkinci o l a r a k Âli
İ m r a n suresi 92. ayette verilen ilkeye d i k k a t çekeceğiz. İlke, aye­
t i n b i z z a t kendisidir:
"Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe hayırda erginliğe/dürüstlüğe
asla ulaşamazsınız. İnfak etmekte olduğunuz her şeyi, Allah çok iyi
bilmektedir."

Bu ayet, infakın u y g u l a n ı ş ı n d a esas olan ilkelerden birini de


v e r m e k t e d i r : İnfak; sevilen, değer verilen, infak eden için önemli
olan şeylerden yapılacaktır. K u r ' a n bu noktanın altını ısrarla çiz­
mektedir. Ç ü n k ü atılası şeyleri başkalarına vermek, maddesel an­
lamda bir yardım gibi görünse de ruhu-özü bakımından insan onu­
r u n u rencide eden bir olgudur. K u r ' a n b u n a karşı çıkıyor:

"Ey iman sahipleri! Kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkar­


mış olduklarımızın temiz/leziz/hoş/güzel olanlarından infak edin.
Kendinizin göz y u m m a d a n alıcısı olmadığınız pis/bayağı şeyleri
vermeye kalkmayın." (Bakara, 267)

İnfakta başa kakma, eziyet olmamalı, (bk. 2/262). Başa k a k m a ,


y ü z e v u r m a n ı n yer aldığı bir infak, p a y l a ş ı m d a n b e k l e n e n b ü t ü n
m a d d î ve m a n e v î s o n u ç l a r ı yok eder. (2/264)

İnfak, verilene değil, verene iyiliktir. Yani infak eden, esasında ken­
disine iyilik etmiş, kâr sağlamış olur. Varlıkta egemen olan düzen,
infak edenin verdiğinden daha fazlasını çok daha fazlasıyla ona
geri çevirecektir. K u r ' a n bunu, Yaratıcı'nın şaşmaz vaatlerinden
biri olarak defalarca ifade etmektedir.

Y a r a t ı c ı ' n ı n 'geriye d ö n d ü r m e ' v a a d i ç o k c ö m e r t bir vaattir:

"Mallarını Allah yolunda infak edip paylaşanların d u r u m u , yerden,


her başağında yüz dane bulunan yedi başak çıkarmış bir daneye
benzer. Ve Allah, dilediği kişi için daha da arttırır." (Bakara, 261)

İnfak, 'sürekli getirişi olan ticaret' şeklinde ifade edilebilir. K u r ' a n


şöyle diyor:

"Kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak edenler, asla


batmayacak bir ticaret umabilirler." (Fâtır, 29)

"Bir şey infak ederseniz Rab, o n u n yerine başka bir şey lütfeder.
Rızık verenlerin en hayırlısıdır O." (Sebe', 39)

"Allah yolunda harcadığınız her şey size tam olarak ödenir; hiçbir
haksızlığa uğratılmazsınız." (Enfâl, 60)
B u geri d ö n d ü r m e , h e m bireysel p l a n d a h e m d e t o p l u m s a l plan­
da işler. Bu k o z m i k d ü z e n şu ifadelerle ö n e çıkarılmıştır:

" N i m e t ve i m k â n d a n başkalarına bağışladığınız, esasında sizin öz


benlikleriniz lehinedir." (Bakara, 272)

Ç ü n k ü paylaşım aksarsa t o p l u m u n altı ü s t ü n e gelir, dengesizlikler


başını alıp gider ve hiç kimse istiflediklerinden hayır göremez, tam
aksine onlar istifçinin başına bela olur. İşte infakın a k s a t ı l m a s ı n ı n
yarattığı t e h d i t b u d u r . Ayetin deyimiyle infakı a k s a t a r a k 'ken­
di eliyle tehlikeye düşmek' b u d u r . İnfakı işletmeyen istifçiler bu
t e h d i t ve tehlikeyle yüz y ü z e g e l m e m e k için, b a ş t a d i n o l m a k
ü z e r e b ü t ü n değerleri yozlaştırıp istismar ederler.

İnfakta riya (gösteriş, ikiyüzlülük) olmamalı, (bk. 2/264) İnfak,


s a d e c e s o n s u z l a ş m a k niyet ve beklentisiyle yapılmalıdır. K u r ' a n
b u n a , k e n d i terminolojisi içinde, 'Allah'ın yüzünü istemek niyeti'
diyor.

" N i m e t ve i m k â n d a n başkalarına bağışladığınız, esasında sizin öz


benlikleriniz lehinedir. Allah'ın yüzünü arzulama dışında bir şey
için infak etmiyorsunuz. İnfak ettiğiniz her nimet size t a m bir bi­
çimde geri verilir." (Bakara, 2 7 2 )

Riya, yani ikiyüzlülük insan o n u r u n a vurulan en büyük darbedir.


Sadece karşıdaki insanı değil, riyayı bizzat sergileyeni de yozlaştırıp
çürütür. Riya ile ve riya için yapılmış bir infak, K u r ' a n ' a göre, şey­
t a n a yoldaşlık dışında hiçbir şey kazandırmaz, (bk. 4/38)

İnfakın, kendisiyle aynı k ö k t e n gelen nifakla ilişkisi ve b u n u n


m ü m i n - m ü n a f ı k zıtlığındaki belirleyici rolü de incelemeye değer
niteliktedir. Biz b u n u , bu eserin Münafık m a d d e s i n d e yaptık.
PEYGAMBER
(nebi, resul)

Aslı F a r s ç a olan p e y g a m b e r (çoğ. p e y g a m b e r â n ) sözcüğü, ha­


ber a n l a m ı n d a k i peyam s ö z c ü ğ ü ile getiren-taşıyan a n l a m ı n d a k i
ber e k i n d e n o l u ş a n v e ' T a n n ' d a n haber getiren' a n l a m ı n d a o l u p
K u r ' a n ' d a k i nebi ve resul s ö z c ü k l e r i n i n bir çevirisidir. T ü r k l e r
d a h a çok, F a r s ç a ' d a n a l ı n a n karşılığı k u l l a n m a k t a d ı r .

O halde, Kur'an'da, peygamber kavramını karşılamak üzere iki ana


sözcük kullanılmaktadır: Nebi, resul. Yine peygamber a n l a m ı n ı
ifade e d e n nezîr (uyarıcı) ve beşîr (muştulayıcı) sözcükleri d a h a
ç o k nebi ve resul kelimelerine sıfat m e v k i i n d e kullanılmıştır.

Nebi:

N e b i (çoğulu: enbiya, nebiyyûn) h a b e r a n l a m ı n d a k i nebe' k ö ­


k ü n d e n t ü r e m i ş bir sıfat o l u p h a b e r getiren d e m e k t i r . N e b i ,
Kur'an-ı K e r i m ' d e tekil ve çoğul h a l d e 75 yerde geçer. N e b i l e r i n
kişilik ve mesajlarıyla v ü c u t verdikleri k u r u m u n genel adı, nü­
büvvettir. Nübüvvet (peygamberlik), yani Yaratıcı ile i n s a n arası
h a b e r iletişimi, ilahî faaliyetin en belirginlerinden biridir.

N ü b ü v v e t i n biri genel, diğeri özel olmak üzre iki çerçevesi vardır.


G e n e l çerçeve, Allah'ın, y ü k s e k planların, i n s a n l a d i y a l o g u d u r
ki, bu süreklidir. Bu a n l a m d a Allah-insan h a b e r l e ş m e s i n i n bit­
m e s i söz k o n u s u değildir. Bu t ü r h a b e r l e ş m e n i n A l l a h ' t a n insa­
na u z a n ı ş ı n a ilham, i n s a n d a n Allah'a u z a n ı ş ı n a dua denir. Yani
n ü b ü v v e t i n , y u k a r ı d a n aşağı işleyişi vahiy ve ilham, a ş a ğ ı d a n yu­
karı işleyişi ise dua ve niyaz o l m a k t a d ı r . İbn Arabî, F ü t û h a t ' ı n d a
n ü b ü v v e t i , ilahî sıfat ve faaliyetlerden biri o l a r a k k a y d e t t i k t e n
s o n r a o n u , Allah'ın Semî' (duyan, işiten, dinleyen) isminin bir
tecellisi o l a r a k gösteriyor. İbn Arabi'ye göre, insanın benliğinde
fark ettiği bütün eriş ve duyuşlar, genel anlamdaki nübüvvetin için­
dedir. B u n a göre, yaratıcı, s o n s u z u yakalayıcı faaliyetler (este­
tik, fikir, bilim faaliyetleri) genel a n l a m d a nebevi faaliyetlerdir.
(İbn Arabi; el-Fütûhât, 2/252-256)

İbn Arabi, e s e r i n i n bir b a ş k a y e r i n d e bu k o n u y u işlerken de şu


yolda k o n u ş m u ş t u r : Genel a n l a m d a nübüvvette vakitle sınırlılık
yoktur. Her devirde b u n u n temsilcileri vardır, (aynı eser, 2/3-6)

Özel a n l a m d a n ü b ü v v e t , k u r u m s a l peygamberliktir ki, birinci­


sinin aksine, bu n ü b ü v v e t , sistem getirici ve herkesi bağlayıcı­
dır. İşte, b i t t i ğ i n d e n söz edilen n ü b ü v v e t b u d u r . (bk. aynı eser,
aynı yer) Bu a n l a m d a n ü b ü v v e t , i l h a m a dayalı bilgilerden fark­
lı olarak, bağlayıcı ve genel bilgiler getirir ve bu bilgilerin şöy­
le veya böyle, yanlış anlaşılması h a l i n d e , Yaratıcı Kudret, bir
t a s h i h m e k a n i z m a s ı işleterek yanlışlıkları düzeltir. Bu y ü z d e n ,
genel n ü b ü v v e t k u r u m u , i n s a n ı n , gerçeği k a v r a m a s ı b a k ı m ı n ­
d a n k a ç ı n ı l m a z d ı r . İnsanlık b u k u r u m d a n m ü s t a ğ n i k a l a c a k bir
n o k t a y a gelemez. F r a n s ı z d ü ş ü n ü r ü Pascal (ölm. 1 6 6 2 ) : "Bana
İbrahim'in, İsmail'in, Yakup'un tanıttığı Allah lazım, filozoflarla
bilginlerin tanıttıkları Allah değil" (Evelyn Underhill, Mysticism,
189) d e r k e n , İ b n A r a b i ' n i n çok e r k e n bir devirde yaptığı bir tes­
pite katılmış o l u y o r d u .

G e n e l n ü b ü v v e t k u r u m u n u n bu kaçınılmazlığının bir özelliği de


ş u d u r ki, nebiler, tanıttıkları Allah ve hayat gerçeğini bizzat ya­
şayıp yaşatarak insanlığa canlı model olurlar. Filozof ve bilginde
bu yoktur. Yani nebinin tanıttığı Allah, teizmin Allah'ıdır; hayatın
içine, insanın varoluş yoluna bizzat girer. Filozof ve bilginin Tanrısı
ise deizmin ilahıdır ki varlık ve oluşa başlangıçta bir hareket vermiş
olsa da insanı uzaktan seyretmekle yetinir, hayatın, sürecin içine
dahil olmaz.

G e l i n e n n o k t a d a görülen o d u r k i deizmin Tanrısı i n s a n o ğ l u n u n


h a s r e t i n e t a m c e v a p olmamış, i n s a n ı n s u s u z l u ğ u n u asla gidere­
m e m i ş t i r . Bu susuzluk, p a r ç a bilgiler k a z a n d ı r a n genel çerçeveli-
ilhamî bilgilerle d e t a m o l a r a k d i n d i r i l e m e z . D o y u r u c u ç ö z ü m ,
genel ve külli bilgiler getiren k u r u m s a l n ü b ü v v e t l e m ü m k ü n
olur. Bu da o r t a y a din gerçeğini, din k u r u m u n u ç ı k a r m a k t a d ı r .

H a k i k a t m o z a i ğ i n i n t a m şeklini alması, n ü b ü v v e t i n s o n tem­


silcisi H z . M u h a m m e d ' i n mesajıyla o l m u ş t u r . Ö n c e k i nebilerin
h e r biri b u m o z a i ğ i n bir parçasını getirmiştir. H z . M u h a m m e d
ise h e m k e n d i s i n e ait parçayı m o z a i ğ e k o y m u ş h e m d e m o z a i ğ i n
s o n şeklini alması için g e r e k e n a y a r l a m a ve uyarlamayı y a p m a k ­
ta elçilik üstlenmiştir.

İbn Arabi, ü n l ü F u s û s ' u n d a bu K u r ' a n s a l olguyu işlemiş ve h e r


nebiyi, ilahî h i k m e t l e r m o z a i ğ i n d e bir h i k m e t i n temsilcisi olarak
göstererek, H z . M u h a m m e d ' i m o z a i ğ i n son şeklini v e r e n nebi
olarak kaydetmiştir. (Bu k o n u d a güzel bir d e ğ e r l e n d i r m e için
bk. A u s t i n ; The Bezels ofWisdom ( F u s û s ' u n İngilizce'ye çevirisi)
Giriş b ö l ü m ü )

N e b i k e l i m e s i n i n geçtiği ayetleri incelediğimizde bu habercilerle


ilgili şu t e m e l özelliklere t a n ı k olabiliyoruz: Birçok nebi, sabır ve
gayretle h i z m e t vermiş bir k a d r o y u y a n ı n d a b u l m u ş t u r . H i ç b i r
nebi hile, a l d a t m a ve k ö t ü l ü ğ e t e n e z z ü l e t m e z ve b u l a ş m a z . Her
nebinin, insanların ve cinlerin kötülerinden düşmanları olmuştur.
H e r n e b i n i n h i t a p ettiği t o p l u m z o r l u k v e bollukla i m t i h a n edil­
miştir.

H z . M u h a m m e d , nebilerin s o n u n c u s u d u r v e o n u n geleceği d a h a
ö n c e k i k u t s a l k i t a p l a r d a bildirilmiştir. H z . M u h a m m e d , ü m m î
bir nebidir, (bk. b u r a d a , Ümmî m a d . ) Bir nebi, yakın a k r a b a s ı
da olsalar m ü ş r i k l e r için A l l a h ' t a n af dileyemez. H e r n e b i n i n
aldığı vahiy şeytan t a r a f ı n d a n bulandırılmış, fakat Allah, ardın­
d a n yeni bir vahiyle d u r u m u düzeltmiştir. H e r nebiye, hitap ettiği
t o p l u m u n kötü ruhluları musallat olmuştur. Bir n e b i olarak H z .
M u h a m m e d , k e n d i s i n e i n a n a n l a r ı o n l a r ı n bizzat k e n d i l e r i n d e n
d a h a çok sever ve d ü ş ü n ü r ve o, i n s a n l a r a bir tanık, bir müjdeci
ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Allah ve melekler, s o n n e b i H z .
M u h a m m e d ' e salât ve selam ederler.

Her nebi, hitap ettiği t o p l u m tarafından alaya alınmıştır. Ü m m e t


fertlerinin, seslerini n e b i n i n s e s i n d e n y ü k s e k t u t a r a k k o n u ş m a ­
maları gerekir.

Nebiler a r a s ı n d a kişisel-ruhsal ü s t ü n l ü k farkı olmakla birlikte,


k u r u m s a l hiçbir fark y o k t u r .
Resul:

Resul (çoğulu: rusül) k e l i m e s i n i n k ö k ü olan risl, y u m u ş a k l ı k ve


kolaylık ü z e r e g ö n d e r m e k veya kolaylık ve y u m u ş a k l ı k l a yürü­
mek, yol almaktır. Aynı k ö k t e n gelen istirsal, s ü k û n e t , r a h a t l ı k
ve sebat a n l a m l a r ı n a gelmektedir. Yine aynı k ö k t e n gelen teres-
sül de sözü k u l l a n m a d a sesi y ü k s e l t m e m e k , şiddet ve sertlikten
k a ç ı n m a k , y u m u ş a k o l m a k a n l a m l a r ı taşıyor. A n ı l a n k ö k t e n tü­
r e y e n resi ise, p a r ç a p a r ç a g ö n d e r m e k veya p a r ç a p a r ç a gönde­
rileni a l m a k d e m e k t i r . Suya gelen deve veya davar s ü r ü s ü n ü n ,
i z d i h a m a m e y d a n v e r m e m e k için k o n t r o l l ü v e p a r ç a p a r ç a s u
içirilmesini ifade e d e r k e n de bu resi kelimesi kullanılır.

K ö k ü n ö n e m l i k e l i m e l e r i n d e n biri olan irsal, y ö n e l t m e ve gön­


d e r m e a n l a m ı n d a d ı r . K u r ' a n b u n u , h e r t ü r l ü g ö n d e r m e işlemi
için k u l l a n m a k t a d ı r . Bu k ö k t e n gelen kelimelerin ifade ettikleri
olguların t ü m ü risâlet diye adlandırılır.

O halde, risâlet, Yaratıcı'nın i n s a n a gönderdiği mesajları bir


p l a n a bağlı o l a r a k s ı k m a d a n , şiddet ve ü r k ü n t ü y e m e y d a n ver­
m e d e n a ş a m a a ş a m a yerine u l a ş t ı r m a işidir. Ve resul, bu risâlet
görevini yerine getiren fıtrat elçisi, T a n r ı habercisidir. Bu haber­
ciler, Râgıb'ın da ifade ettiği gibi, b a z e n ş u u r s u z v a r l ı k l a r d a n
olur; b a z e n de ş u u r l u varlıklardan. Birinciye ö r n e k r ü z g â r ve
yağmur; ikinciye ö r n e k de melekler ve nebilerdir.

Risl k ö k ü n d e n kelimelerin K u r ' a n ' d a k i kullanımı, isim ve fiil


olarak, 5 0 0 ' d e n fazladır. B u n l a r ı n 350'ye y a k ı n ı n d a resul keli­
mesi (tekil ve çoğul) kullanılmıştır. Bu d e m e k t i r ki risâlet faali­
yetinin d ü ğ ü m n o k t a s ı n ı resul (veya resuller) o l u ş t u r m a k t a d ı r .

R e s u l s ü z risâlet eylemi d ü ş ü n ü l e m e z . Böyle o l u n c a da anlaşılır


ki, ilahî faaliyetin aslî yardımcıları resullerdir.Ve böyle o l u n c a
da resuller ile varlık a r a s ı n d a bir fıtrat bağı, kaçınılmazdır. İbn
Arabî bu gerçeğe işaret e d e r k e n , h e r şeyin, resulleri bir fıtrat
olgusu olarak bilip fark ettiğini söylemiştir, (bk. e l - F ü t û h a t ,
2/682) İ b n Arabi'ye göre risâlet, k o n u ş a n d a n dinleyene söz
u l a ş t ı r m a o l u p bir haldir, m a k a m değil. B u n u n z o r u n l u s o n u c u
da, risaletin, tebliğ bitince son b u l m a s ı ve bu görevin i n s a n için
s a d e c e d ü n y a p l a n ı n d a s ö z k o n u s u olmasıdır, (bk. el-Fütûhat,
2/256 vd.)
Risâletin m a h i y e t i ve boyutları h a k k ı n d a geniş t a r t ı ş m a l a r a giri­
lebilir; a n c a k ş u n u n altını h e m e n ç i z m e k t e y a r a r vardır: Kur'an,
risâleti bir fıtrat olayı olarak gördüğü için insanın t e k â m ü l ü n ü
risâletten uzak bir gidişle gerçekleştirmenin m ü m k ü n olmadığını
öne sürer. Resuller, t e k â m ü l ü n seyrini belirleyen haberciler ola­
r a k gönderilirler. K u r ' a n b u n a 'hak dinin getirilişi' diyor. (9/33;
48/28; 61/9. Risâletin bu a ç ı d a n değerlendirilmesi için bk.
M â t ü r î d î ; Kitabu't-Tevhîd, 176-210)

Risâlet, h e r şeyden ö n c e bir oluş faaliyetidir. S ü r e ç , bir a n l a m d a ,


Yaratıcı K u d r e t ' l e yaratılanlar a r a s ı n d a d u r m a d a n işleyen bir
risâlet m a n z a r a s ı arzeder. Bu y ü z d e n , K u r ' a n , irsalde rol alan
(mürselât) güçlere y e m i n e t m e k t e d i r , (bk. M ü r s e l â t , 1) B u r a d a n
bakılınca, özellikle rüzgârlar birer risâlet aracıdır. (17/69; 25/48;
27/63; 30/46; 33/9; 35/9; 41/16; 51/41; 54/19) Rüzgârlar, varlık­
taki döllemenin birer resulü oldukları gibi (15/23) gerekli t a h r i p
ve tehditlerin de birer icracı elçisi olmaktadırlar. Helak edilecek
bir topluluğa mikroplar irsal edildiği gibi (105/3) su, sel, çekirge,
bit-pire, kurbağa, k a n (7/133), sarsıcı çığlık, fırtına (54/31, 34),
gök taşları (51/33), şimşekler, yıldırımlar (13/13) ateşten dalga­
lar (55/35) da birer irsal aracı olarak gönderilmektedir.

Şeytanların, gök belalarının inişi de bir irsal faaliyetidir. (7/162;


19/83) Bu elçiler, r a h m e t , m u ş t u , k o r u m a ve b e r e k e t i n getiricisi
de olabilmektedir. ( 6 / 6 1 ; 7/57; 11/52; 30/46; 71/11) İnsanlığın
d ü ş ü n c e ve fiillerinin k o z m i k kayıtlarını t u t a n resuller de vardır.
(10/21; 4 3 / 8 0 ) T a n r ı s a l r u h u n inişi de bir irsal olayıdır. (19/17)

Risâletin en ileri tecellisi, ş u u r l u varlık olan i n s a n ı n ş u u r l u re­


suller aracılığıyla t e k â m ü l ü n e h i z m e t şeklinde görülenidir. Bu
risâlet, melekler ve i n s a n l a r a r a s ı n d a n seçilen resullerle yürü­
tülür.

"Allah meleklerden resuller seçer; insanlardan da..." ( H a c , 75.


Ayrıca bk. 35/1)

K u r ' a n , b u r a d a i n s a n ve melek resullerin seçilip görevlen­


dirilmesini istifa (seleksiyon) kelimesiyle ifade e t m e k t e d i r . O
halde, t ü m resuller, seçilmiş varlıklardır. B u y ü z d e n d e o n l a r
için Allah k a t ı n d a k o r k u ve e n d i ş e söz k o n u s u değildir. (27/10)
O n l a r ı n t ü m çileleri, sıkıntı ve korkuları, i n s a n ı n sergilediği
t a v ı r l a r d a n kaynaklanır. Resuller, Allah a d ı n a k e n d i l e r i n e ita-
at edilsin diye gönderildikleri h a l d e (4/64) i n s a n o ğ l u onlarla
h e p alay etmiş (6/10; 15/11; 2 1 / 4 1 ; 18/106), onları yurtların­
d a n s ü r m ü ş (14/13), delilikle, b ü y ü c ü l ü k l e , dalâletle suçlamış
( 7 / 6 1 , 67; 51/52), onları sürekli yalanlamış, h a t t a ö l d ü r m ü ş t ü r ,
(bk. 3/184; 5/70; 6/34; 16/113; 23/44; 34/45; 35/4; 50/14)

K u r ' a n , b u n o k t a d a , resullere eziyet v e h ı y a n e t t e n söz e t m e k t e


v e insanı, m u t s u z l u ğ a yuvarlayacak b u g ü n a h t a n u z a k d u r m a y a
ç a ğ ı r m a k t a d ı r . (4/115; 8/27; 9/ 6 1 ; 33/36, 53) Resullere eziyet
ve k ö t ü l ü k , A l l a h ' ı n sürekli l a n e t i n e yol açar. (33/57) Ne yazık
ki, h e r t o p l u m , k e n d i s i n e gönderilen resulü r a h a t s ı z etmeyi, sus­
t u r m a y ı â d e t a gaye edinmiştir. (40/5)

Resullere h ı y a n e t ve eziyetin b a ş temsilcileri olarak mütrefler


yani servet ve refahla şımarıp F i r a v u n l a ş m ı ş k o d a m a n l a r gös­
teriliyor. (34/34; 43/23;) Bunlar, resullere karşı ç ı k a r k e n eski
gelenekleri, ecdatperestliği ö n e s ü r m e k t e ve T a n r ı elçilerini t o p ­
l u m u n geleneksel değerlerini t a h r i p l e s u ç l a m a k t a d ı r l a r . ( 4 / 6 1 ;
5/104; 43/23) Oysaki resuller insanlığa h a y a t ve h a m l e getirir,
üfledikleri yeni nefesle yeni bir c i h a n ı n y a r a t ı l m a s ı n a ö n c ü l ü k
ederler. Böyle bir k a d r o y u d i n l e m e k aydınlık, bilgi, ümit, be­
reket, m u t l u l u k ve r a h m e t l e d o l m a k , a r ı n ı p yücelmektir. (2/151;
3/131; 4/69, 170; 8/24; 24/54, 56; 3 3 / 71)

Resuller, kozmik-evrensel g ü v e n odakları, d ü n y a planıyla koz­


m i k p l a n l a r arası g ü v e n elçileridir. K u r ' a n , resulleri bu n o k t a ­
da emîn (güvenilir, güven elçisi, güvence) olarak a n m a k t a d ı r .
(26/107, 125, 143, 162, 178; 44/17, 18) H z . M u h a m m e d ' i n de
bir u n v a n ı , E m î n ' d i r . B u n u n içindir ki Allah'ın, insanlığa lütuf
ve r a h m e t i n i n en belirgin ö r n e k l e r i n d e n biri de resullerin gön­
derilişidir, (bk. 3/164)

Resullerin bu nitelikleri, o n l a r a sevgi ve saygıyı, i n s a n o l m a n ı n ,


h a y a t n i m e t i n i n kıymetini t a k d i r i n ölçüsü yapmıştır. O n l a r a
sevgiyi ikincil d u r u m a d ü ş ü r e n l e r i n yarınları güvenli değildir.
(9/24) Ç ü n k ü m u ş t u n u n da uyarının da ideal temsilcileri resuller­
dir. (6/48; 18/56) İnsanlığın en m ü k e m m e l p r o b l e m çözücüleri
de resullerdir. (4/59) N i s a 8 3 . ayet, p r o b l e m l e r i n ç ö z ü m ü n d e
resullerle bilgi ve a r a ş t ı r m a g ü c ü n e s a h i p yöneticileri öner­
m e k t e d i r . Böylece, kurtuluş, vahyin verileriyle ilim ve araştırma­
nın beslediği lider kadrolara bağlanmıştır.

K u r ' a n , insanlığın n a n k ö r l ü k v e eziyetlerine e n fazla m u h a t a p


o l m a l a r ı n a k a r ş ı n e n b ü y ü k risâlet h a m l e l e r i n i gerçekleştiren
nebileri azim sahibi (ulül a z m ) resuller o l a r a k a n a r ve o n l a r ı n en
b ü y ü k niteliklerinin sabır o l d u ğ u n u belirtir. (46/35) Resullerin
bu sabrı g ö s t e r m e l e r i n d e o n l a r a ilahî sekînet (iç h u z u r u ) yar­
dımcı olur. (48/26)

Resuller, t ü m h o r l a m a l a r a , iftira, h ı y a n e t ve i h a n e t l e r e r a ğ m e n
şiddet ve baskı yoluyla mesaj kabul e t t i r m e y e yetkili kılınma­
mışlardır. O n l a r a d ü ş e n , mesajı i n s a n a u l a ş t ı r m a k t ı r . İ n s a n ı n
mesajı k a b u l edip e t m e m e s i n d e n ç ı k a c a k s o n u ç l a r ı n h e s a p l a r ı
resule s o r u l m u y o r . K u r ' a n şöyle diyor:

"Resullere düşen, açık bir tebliğden başkası değildir." (Nahl, 35)

"Resule düşen, tebliğden başka bir şey değildir. Allah, sizin açığa
vurduklarınızı da gizlediklerinizi de bilir." (Mâide, 99; Kasas, 18)

B u n u n böyle olması, resullerin pısırıklığı, korkaklığı, görevi sav­


saklamaları a n l a m ı n a asla gelmiyor. T a m aksine, t ü m resuller
aziz (güçlü, o n u r l u ) , kerim (soylu, asil) insanlardır.

" O n l a r ki Allah'ın mesajlarını tebliğ edip O'ndan korkarlar,


Allah'tan gayri hiç kimseden korkmazlar. Hesap sorucu olarak
Allah yeter." (Ahzâb, 39)

O n l a r ı n güç ve şiddet k u l l a n m a m a l a r ı , d i n d e baskı ve zorbalı­


ğın olmayışı y ü z ü n d e n d i r . Onlar, i n s a n d a bilinç u y a n d ı r m a y ı
esas a l m a k l a görevlidirler. Bu bilinç u y a n d ı r ı l ı n c a i n s a n yarın
" B e n b i l e m e d i m " diyerek m a z e r e t ileri s ü r e m e z . (4/165) K u r ' a n
bu n o k t a n ı n altını ısrarla ç i z m e k t e ve hiçbir t o p l u m u n , resul­
ce getirilen h a b e r i b i l m e d e n a z a b a u ğ r a t ı l m a y a c a ğ ı n a d i k k a t
ç e k m e k t e d i r . (17/15; 29/59) S o r u m l u l u k , h e s a p ve a z a b ı n bilgi­
d e n s o n r a doğması, fıtratın en esaslı ilkelerinden ve ilahî adale­
t i n gereklerindendir.

Resuller ş i d d e t e b a ş v u r m a z , baskı ve z o r l a m a y a gitmezler, gi­


demezler. Bu, o n l a r ı n yenik düşecekleri a n l a m ı n a gelmiyor.
Resullerin s o n tahlilde zafere ulaşacakları, Y a r a t ı c ı ' n ı n ş a ş m a z
y a s a l a r ı n d a n biridir.

"Allah şöyle yazmıştır: Ben mutlaka galip geleceğim. Resullerim


d e . " (Mücâdile, 21)
Resullere, baskı ve ş i d d e t e b a ş v u r m a y ı y a s a k l a y a n Tanrı, o n l a r a
yardımı garanti ediyor. (10/103; 40/51)

Resuller k o n u s u n u n önemli K u r a n s a l tespitlerinden biri de bu


seçkin elçilerin, artıları ve eksileriyle insan olmalarıdır. Onların
büyüklükleri, ayaklarının yere değmemesinde değil, insanı dünya
şartları içinde sonsuza götürmelerindedir. Onlar, bulutlar ü s t ü n ­
de dolaşan, e t t e n , k e m i k t e n a r ı n m ı ş varlıklar değillerdir. Eşleri,
çocukları vardır (13/38), yerler, içerler, i n s a n l a r a r a s ı n d a hayat
geçirirler. (25/20) Resullerin i n s a n niteliklerine s a h i p oluşlarını
o n l a r için bir eksiklik gören, resul d e n i n c e bir t ü r melek hayal
e d e n anlayışı K u r ' a n şirkin bir belirişi sayar ve şiddetle kınar.
(25/7-10) Bu m ü ş r i k anlayış m e l e k p e y g a m b e r d ü ş l e m e k t e d i r .
(17/94-95) Resullerin, m a d d e ihtişamı b a k ı m ı n d a n dikkat çek­
m e y e n çevrelerden çıkması ise m ü ş r i k mantığı â d e t a çıldırtmak­
tadır. (25/41)

ö n e m l i n o k t a l a r d a n biri de ş u d u r : Resullerin t a m a m ı , isimleri


bildirilenlerden ibaret değildir. K u r ' a n ' d a adları sayılanlar sa­
dece ö r n e k l e r d i r . Adları ve hikâyeleri bildirilen resuller o l d u ğ u
gibi, a d l a r ı n d a n ve s e r ü v e n l e r i n d e n b a h s e d i l m e y e n resuller de
vardır. (4/164; 40/78) O h a l d e , resullerin sayısı k a ç t ı r ? K u r ' a n
bu s o r u y a cevap v e r m e m e k t e d i r . Resuller peş peşe gönderilmiş­
lerdir. (23/44) H e r ü m m e t e bir resul gönderilmiştir. (10/47;
16/36) Bu b e y a n l a r d i k k a t e alınırsa resullerin sayısı, isimleri
bilinenlerin b i r k a ç katı, belki b i r k a ç yüz katıdır.

B u n c a r e s u l ü n t ü m ü kurumsal peygamberlik a ç ı s ı n d a n aynı


değere sahiptir. Bu a ç ı d a n o n l a r a r a s ı n d a fark görmek, gerçe­
ği lekelemek ve Allah'ı r e n c i d e e t m e k t i r . (4/150, 152) Şu var
ki resuller a r a s ı n d a kişilik değerleri b a k ı m ı n d a n farklar vardır.
(2/253)

K u r ' a n ' ı n evrenselliğinin, insanlığı ve insanlık mirasını bir bü­


t ü n olarak k u c a k l a d ı ğ ı n ı n açık delillerinden biri de, resullerin
sayısını kendisi tarafından a n ı l a n l a r l a sınırlamamasıdır. B u n a
göre, S o n P e y g a m b e r ' d e n ö n c e y a ş a m ı ş o l m a k ve tevhit gerçe­
ğine t e r s fikirler ö n e s ü r m e m i ş o l m a k şartıyla h e r büyük r u h
resul k a b u l edilebilir. Filan veya falan b ü y ü k i n s a n ı resul ilan
e t m e k z o r u n l u l u ğ u yoktur, fakat i m k â n ı vardır. Böylece Kur'an,
düşünce ve eylemleriyle ölümsüze ve gerçeğe hizmet vermiş bütün
büyük ruhları Allah elçisi olarak görmeye kapı aralamış, bağnazlık,
egoizm ve tabulaştırmaya giden tavırlara onay vermemiştir.

Resuller b a h s i n i n o d a k n o k t a l a r ı n d a n biri d e H z . M u h a m m e d ' i n


risâletidir. H z . M u h a m m e d , k e n d i n d e n ö n c e gelmiş resuller gibi
bir r e s u l d ü r . (3/144) Görevi, k e n d i s i n e vahyedilen gerçekleri
insanlığa u l a ş t ı r m a k t ı r . (5/67) O da diğer resuller gibi p e k ç o k
o l u m s u z d a v r a n ı ş a m u h a t a p o l m u ş t u r . (41/43) B ü t ü n resuller
gibi H z . M u h a m m e d de insanlık ü z e r i n e bir tanık, bir müjdeci
ve uyarıcıdır. (2/119; 17/105; 25/56; 33/45; 35/24; 48/8) A n c a k
H z . M u h a m m e d , k e n d i n d e n s o n r a k i b ü t ü n z a m a n l a r ı kucakla­
y a n bir risâletin sahibidir. (34/28)

K u r ' a n , risâlet k o n u s u n u n o m u r g a n o k t a l a r ı n d a n biri olan baskı


ve zora başvurmama ilkesini H z . M u h a m m e d b a h s i n d e de tekrar­
l a m a k t a d ı r . O da, vahyi tebliğ edip s o n u c u A l l a h ' a b ı r a k m a k l a
e m r o l u n m u ş t u r . İnsanları, t o p t a n i m a n etsinler diye z o r l a m a
yetkisi o n a da verilmemiştir. H a t t a sevdiklerini doğruya ve gü­
zele g ö t ü r m e d e bile farklı bir tavır t a k ı n m a s ı m ü m k ü n değil­
dir. Tebliği dinleyip yüz çeviren i n s a n l a r a karşı zorlayıcı tavır­
lar t a k ı n a m a z . Allah o n a böyle bir vekillik sıfatı v e r m e m i ş t i r .
(4/80; 10/99; 17/54; 2 6 / 4 8 ; 2 8 / 56) Z o r l a m a , baskı bir yana,
H z . M u h a m m e d bir sevgi, şefkat, h o ş g ö r ü ve sabır modeli, h a t ­
t a kaynağıdır. B ü t ü n b u nitelikler K u r ' a n ' d a r a h m e t kelimesiyle
ifade edilir.

Hz. M u h a m m e d bütün âlemlere r a h m e t olarak gönderilen bir re­


suldür. (21/107) Bu r a h m e t elçisinin h i z m e t i n e karşılık insan­
lıktan isteyebileceği t e k şey Ehlibeyt'ine sevgidir. (26/23) H z .
M u h a m m e d ' i n 'âlemlere r a h m e t ' o l u ş u n u n bir u z a n t ı s ı d a o n u n
t ü m insanlığı dertleri ve sevinçleriyle k u c a k l a y a n bir külli vücut
o l a r a k tanıtılmasıdır. Tevbe suresi 128. ayet bu gerçeğe değinir­
k e n şu ifadeye de yerverir:

"Yemin olsun, içinizden size onurlu bir resul gelmiştir. Sizi rahatsız
eden şey onu da üzer. Ç o k d ü ş k ü n d ü r size. Müminlere ise d a h a şef­
katli, daha merhametlidir."

B ü t ü n insanlığı benliğinde t o p l a y a n en b ü y ü k resule saygı ve


sevginin bir insanlık b o r c u olarak K u r ' a n t a r a f ı n d a n g ü n d e m e
getirildiğini g ö r ü y o r u z . H e r şeyden ö n c e , o n u birbirimizi çağırır
gibi çağırmamalıyız. (24/63) O n u r a h a t s ı z edici tavırlara girme­
m e k e n ö n e m l i n o k t a l a r d a n biridir. O n u n eşleri b ü t ü n insanlığın
anneleridir. (33/53) O n u n h u z u r u n d a sesimizi e n alçak p e r d e d e
tutmalıyız. (49/3) O n u n b u l u n d u ğ u y e r d e ö n e atılmak, insanlık
yasalarına terstir. (49/1) O, insanlığın m a d d e ve r u h güzellikleri
b a k ı m ı n d a n e n seçkin örneği, ö l ü m s ü z l ü ğ ü isteyenlerin ö n d e r i ­
dir. (33/21) O n u n bağlıları, tıpkı o n u n gibi r a h m e t temsilcile­
ridir; fakat onlar, şartları d o ğ d u ğ u n d a gerçeği i n k â r edenlerle
çekişirken sert ve zorlu olurlar. (48/29) O, eski k u t s a l metinler­
d e n çıkarılan veya saklı t u t u l a n gerçekleri insanlığa açıklayan
bir r e s u l d ü r . (5/15) Bu y ü z d e n , kendinden önceki en büyük resul
olan Hz. İsa o n u n geleceğini, adını vererek müjdelemiştir. (Saff, 6)

Resuller b a h s i n d e s o n o l a r a k iki n o k t a y a d a h a d e ğ i n m e k istiyo­


ruz:

H e r resul, getirdiği mesajı insanlığa m a l e t m e k için bir çekirdek


nesil ve t o p l u m o l u ş t u r u r . Bu ç e k i r d e k nesil, o n u n içinde yaşa­
dığı t o p l u m ve b e r a b e r b u l u n d u ğ u kitledir. Bu y ü z d e n , Kur'an,
her resulün, içinde yaşadığı t o p l u m u n diliyle vahiy alıp mesaj ilet­
tiğine, b u n u n bir yaradılış k a n u n u olduğuna dikkat çeker. İlkeyi
getiren ayet, bu o l g u n u n gerekçesini 'onlara iyice anlatıp açık­
lasın diye' şeklinde v e r m e k t e d i r . (14/4) B u n d a n da anlaşılır ki,
nebiler t a r a f ı n d a n kullanılmış da olsa, hiçbir dil kutsal dil veya
cennet dili değildir. H e r peygamber, i ç i n d e n çıktığı t o p l u m u n di­
liyle k o n u ş u r . O dille mesaj alır ve yayar. Bu a n l a m d a , insanlığın
t ü m dilleri aynıdır. Ç ü n k ü h e r t o p l u m a bir gök elçisi gelmiştir.

B u n a bağlı olarak, resullerin yetişip görev yaptıkları t o p l u m da


hiçbir kutsallık ve farklılık t a ş ı m a z . Ö n e m l i olan, mesaja g ö n ü l
verip s a h i p çıkmaktır. B u r a d a d i k k a t çekilecek n o k t a l a r d a n biri
de p e y g a m b e r i n görev yaptığı t o p l u m u n k a b u l ve gelenekleriy­
le vahyin verilerinin birbirine karıştırılmamasıdır. P e y g a m b e r i n
görev yaptığı t o p l u m u n gelenekleri, vahyin o n a y ı n ı alan kısımla-
rıyla evrensel ve bağlayıcı olur. B u n u n d ı ş ı n d a k a l a n l a r ı n hiçbir
bağlayıcılığı söz k o n u s u değildir. T a m aksine, y u k a r ı d a da gör­
d ü ğ ü m ü z gibi, n ü b ü v v e t k u r u m u , gelenekleri yıkıp evrensel ha­
yat ölçülerini getirmekle seçkinleşen bir k u r u m d u r . Resullerin
özelliklerinden b i r i n i n de gelenekleri yıkıp t a b u l a r ı s ö k m e k ol­
d u ğ u n u K u r ' a n bize açıkça bildiriyor. O halde, bir p e y g a m b e r i n
mesajı ve yarattığı yeni c i h a n ı n nitelikleri, o p e y g a m b e r i n getir­
diği vahiy ile çerçevelidir, yaşadığı z a m a n ve ç e v r e n i n özellik­
leri, örfleriyle değil. K u r ' a n bu n o k t a y a p a r m a k b a s a r k e n şöyle
diyor:
"Resulün size getirdiği şeyleri alın, sizi yasakladığı şeylere son ve­
rin." (Haşr, 7)

Resulün getirdiği şey vahyin verileridir. Resul bu verileri, içinde


b u l u n d u ğ u z a m a n ı n , h i t a p ettiği i n s a n l a r ı n özelliklerini dikka­
te alarak uygulamaya koyar. A n c a k , z a m a n ü s t ü olan, A l l a h ' ı n
d i n i n e mal edilecek olan, u y g u l a m a değil, v a h y i n beyanlarıdır.

B u n d a n da anlaşılır ki, Allah'ın t e k e l i n d e olan d i n ile o n u n za­


m a n içindeki u y g u l a m a s ı olan şeriati birbirine k a t m a m a k gere­
kir. Din zamanüstüdür, şeriat değildir. Bizzat r e s u l ü n bile, d i n e
mal edilecek b e y a n ve davranışları, vahyin beyanlarıyla çerçe­
velidir. Resul'ün uygulamasının t a m a m ı zamanüstü değildir. Aksi
h a l d e din k o y u c u s u o l a r a k iki kuvvet k a b u l e t m e k gerekir ki
K u r ' a n b u n a asla izin v e r m e z .

S o n u ç olarak, resullerin ve bu a r a d a Son Resul'ün sünneti de


b ü t ü n ü y l e z a m a n ü s t ü değildir. Sünnetin zamanüstü-bağlayıcı
olanları, böyle o l m a y a n l a r a nispetle ç o k azdır. (Bu k o n u d a bk.
b u r a d a , Sünnet m a d . )

İkinci v e s o n n o k t a d a ş u d u r : İstisnasız t ü m resullerin aldıkları


vahiylere, k a r a n l ı k k u t b u n temsilcisi şeytan, b u r n u n u s o k m u ş ­
tur. A n c a k peygamberler Allah'ın d e n e t i m v e g ö z e t i m i n d e görev
yaptıkları için Yaratıcı, nebilerin vahiylerinde v ü c u d a getirilen
ş e y t a n b o z m a l a r ı n ı a n ı n d a düzeltir v e insanlığa u l a ş a n mesajın
berraklığını sağlar. (22/52)

Resullerle ilgili a ç ı k l a m a m ı z ı K u r ' a n ' ı n , i n s a n s o r u m l u l u ğ u açı­


s ı n d a n ü r p e r t i c i olan şu ayetini v e r e r e k noktalayalım:

"Yemin olsun, kendilerine resul gönderilenleri m u h a k k a k hesa­


ba çekeceğiz; gönderilen resulleri de m u t l a k a hesaba çekeceğiz."
(A'raf, 6)
PİS VE PİSLİK
(habis, rics, ricz)

G ü n a h k a v r a m ı n ı ifade için kullanılan s ö z c ü k l e r d e n biri de hubs


(çoğulu: h a b â i s ) s ö z c ü ğ ü d ü r . Aynı k ö k t e n ve aynı a n l a m d a
habise (çoğulu: h a b î s û n ve h a b î s â t ) s ö z c ü ğ ü de kullanılır.

Varoluş, bir a n l a m d a temizle pisin b i r b i r i n d e n ayıklanması ola­


yıdır. Yaratıcı d ü z e n , sürekli bir b i ç i m d e pisle t e m i z i ayıran bir
g ö r ü n ü m arz eder. (bk. 3/179) C e h e n n e m de pisle temizi ayıran
bir sistemin adıdır, (bk. 8/37)

Ne ilginçtir ki, K u r ' a n ' a göre, pis-temiz diyalektiğinde, ç o ğ u n l u k


d a i m a birinci lehinedir, (bk. b u r a d a , Çokluk m a d . ) A n c a k bu,
kemiyet (nicelik) p l a n ı n d a böyledir. Keyfiyet (nitelik) p l a n ı n d a
egemenlik, t e m i z i n d i r . K u r ' a n , i n s a n d a n , pisin nicelik a ç ı s ı n d a n
ö n d e o l m a s ı n a b a k a r a k ümitsizliğe v e karanlığın e g e m e n olacağı
y o l u n d a bir k a n ı y a k a p ı l m a m a s ı n ı i s t e m e k t e d i r :

"Pisin çokluğu seni hayrete düşürse de pisle temiz bir olmaz. O hal­
de, ey akıl ve gönül sahipleri, Allah'tan sakının ki kurtuluşa erebi-
lesiniz." (Mâide, 100)

İ b r a h i m suresi 24-26, pisle temizi birer kelime o l a r a k a l m a k t a ve


şu karşılaştırmayı y a p m a k t a d ı r :

" G ö r m e d i n mi, Allah nasıl bir örnekleme yaptı: Güzel/temiz bir


söz; kökü yerde, dalları gökte olan güzel/bereketli bir ağaca benzer.
O ağaç, Rabbinin izniyle yemişlerini her zaman verir. Allah, insan­
lara böyle benzetmeler yapar ki, d ü ş ü n ü p ibret alabilsinler. Çirkin/
aldatıcı bir söz de gövdesi toprağın ü s t ü n d e destek bulmuş çirkin/
bereketsiz bir ağaca benzer, dayanağı yoktur o n u n . "

A'raf suresi 58. ayetse pis ve temizi bir ü l k e n i n sıfatı olarak kul­
l a n m a k suretiyle şu karşılaştırmayı yapıyor:
" G ü z e l ve temiz beldenin bitkisi Rabbinin izniyle çıkar. Pis ve ço­
rak beldeden ise zararlı bitkiden başkası çıkmaz. Şükreden bir top­
luluk için ayetleri işte böyle çeşitli şekillerde sergiliyoruz."

İ b r a h i m s u r e s i n i n ayetleri, pis bir t o h u m u n güzel meyve çıkar­


mayacağını, A'raf s u r e s i n i n bir ayeti de, pis bir toprağın, atılan
t o h u m ne o l u r s a olsun, güzele ve iyiye besleyicilik edemeyeceği­
ni gösteriyor. Bu, i n s a n için de a y n e n geçerlidir. İyi ve güzel, pis
bir sineden çıkmayacağı gibi, böyle bir sineye dışardan atılan iyi ve
güzel de hayatını koruyup yeşeremez; o pis sinede çürüyüp gider.
B u n u n içindir ki, K u r ' a n pisin t e m i z l e yan y a n a t u t u l m a s ı n d a
ısrarı bir ç ö k ü ş olarak görür. Bu, i n s a n için de böyledir, eşya
için de. N u r suresi 2 6 . ayet bu ilkeyi v e r i r k e n i n s a n ve diğer
varlıkları aynı a n d a ifade e d e n kelimeler (dişil ve erkek pisler)
k u l l a n a r a k şöyle diyor:

" M u r d a r karılar m u r d a r erkeklere, m u r d a r erkekler de m u r d a r ka­


rılara. Temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz ka­
dınlara. Bunlar, ötekilerin söylediklerinden arınmışlardır. Bunlar
için bir bağışlanma ve bol bir rızık vardır."

Peygamberler, özellikle o n l a r ı n s o n u n c u s u olan H z . M u h a m m e d ,


v a r o l u ş gayelerinin bir gereği olarak, i n s a n l a r a t e m i z e sarılma­
yı öğütleyen ve pisliklere-pislere (habâis) u z a k d u r m a y ı ö n e r e n
mesajlar getirmişlerdir. (7/157)

İ n s a n l ı k tarihi, belirgin özelliği pislik ve k a r a n l ı k ü r e t m e k olan


m e d e n i y e t l e r e de t a n ı k o l m u ş t u r , (bk. b u r a d a , Karye m a d . )
A n c a k Yaratıcı ve yönlendirici şuur, insanlığı bu pisliklerden
sürekli sıyırıp çıkarmıştır. (21/74) K u r ' a n , h a r a m mala, özellik­
le yetim m a l ı n ı n h a k s ı z c a ele geçirilen k ı s m ı n a da pis d e m e k t e ­
dir, (bk. 4/2)

RİCS:

Pis ve pislik k a v r a m ı n ı a n l a t m a d a kullanılan ve K u r ' a n ' d a 10


yerde geçen bu kelime, pis şey, pis koku a n l a m ı n d a d ı r . Rics adam,
rics kişiler şeklinde sıfat olarak da kullanılır. Râgıb el-Isfahanî,
ricsin 4 t ü r l ü olabileceğini söylüyor.
1. Yaradılıştan,
2. Akıl yönünden,
3. Din yönünden,
4. Bunların hepsi yönünden.

Mesela, ölü h a y v a n ı n eti, bu son c ü m l e d e n d i r . Râgıb'a göre, din


yönünden rics, ş a r a p ve k u m a r d ı r , (bk. 5/90) Bazılarına göre,
b u n l a r akıl y ö n ü n d e n de ricsdir. M ü ş r i k l e r de rics olarak anıl­
mışlardır. Ç ü n k ü şirk, pisliklerin en k ö t ü s ü d ü r .

Rics, bir pisliktir ki, bulaşanı da rics haline getirir. İ n k â r ı n h e r


t ü r ü , i n k â r a vasıta ve âlet olan h e r şey rics haline gelir. Mesela,
p u t l a r birer ricstir. (22/30)

P u t l a r a ve p u t ç u l u ğ a b u l a ş a n m ü ş r i k l e r de ricstir. (9/95) Rics,


şeytanın ürettiği bir pisliktir. M â i d e 90; u y u ş t u r u c u y u , putları,
k u m a r ı , fal oklarını ş e y t a n ı n ü r e t t i k l e r i n d e n birer rics olarak
gösteriyor.

İmansızlık da bir ricstir. (bk. 6/125; 7/71)

En büyük ricslerden biri de aklı işletmemektir,

Bu öylesine b ü y ü k bir pisliktir ki, A l l a h ' ı n öfkesini t a h r i k eder


ve Allah, aklını işletmeyenler ü s t ü n e pislik atar. (10/100)

İslam dünyasının b u g ü n k ü haline bakınca, K u r ' a n ' ı n en büyük


mucize haberlerinden birinin de Yunus suresi 100. ayet olduğunu
kabul ve itiraf e t m e m e k m ü m k ü n değildir. İslam dünyasının içi­
ne düştüğü bunalım, sefalet, zillet ve meskenet, aklın işletilmemesi
dışında neyle açıklanabilir. Kaynak bol, iklim çok güzel, tarih ve
miras harika... B ü t ü n bunlara rağmen bunalımlar ve zilletler içinde
kıvranan bir kitle... Sebep, akla ters gitmenin dışında ne olabilir?

Rics, i n s a n ı n b e d e n i n i sardığı gibi gönül d ü n y a s ı n a da m u s a l l a t


olur. Bu d e m e k t i r ki, ricsin maddî olanı y a n ı n d a manevî olanı da
vardır. B u n l a r ı n biri ötekini, sürekli azdırır, b ü y ü t ü r .

M a n e v î ricsin en yıkıcısı, kalbe m u s a l l a t olanıdır ki, kalp m a r a ­


zının a r d ı n d a n gelir. (bk. b u r a d a , Kalp m a d . ) Tevbe 125. ayet,
k a l p l e r i n d e m a r a z olanların rics ü s t ü n e ricse m a r u z kalacak­
larını söylüyor. Ricse b a t m a k , kâfir olarak ölmekle s o n u ç l a n ı r .
Allah'ın ricsten özellikle uzak tuttuğu topluluk, Hz. Peygamber'in
Ehlibeytidir. ( 3 3 / 33)

Ricz:

Pislik, sıkıntı, k a r m a ş a , b u n a l ı m , çirkinlik a n l a m l a r ı n d a k i ricz,


az önce anlattığımız rics sözcüğünden son harfiyle ayrılır.

Rics'in i n s a n elinin ürettiği pislik, y a n i g ü n a h o l m a s ı n a kar­


şın, ricz i n s a n ı n ürettiği k ö t ü l ü ğ e göklerin verdiği bir t ü r a z a p ­
tır. Nitekim, b ü y ü k Râgıb, riczi 'ıstırap' diye t a n ı t m a k t a d ı r . Ve
K u r ' a n , a z a b ı n bir t ü r ü n ü ' k o r k u n ç r i c z d e n bir p a r ç a ' o l a r a k
tanıtıyor. (34/5; 45/11)

Rics, y e r d e n i n s a n eliyle yükseltilen karanlık, ricz de g ö k t e n


Allah eliyle b u n a verilen k a h ı r cevabıdır. K u r ' a n , göklerin bu
cevabını 'dengesizlik ve zulümler yüzünden' gelen sıkıntılar ola­
r a k gösteriyor. (2/59; 7/162; 29/34)

Gökler, m ü s t a h a k o l a n a ricz gönderdiği gibi, k o r u n m a y a layık


olanı da, şeytanın r i c z i n d e n u z a k t u t a r . (8/11)
RAHMET
(sevgi, m e r h a m e t , şefkat)

K u r ' a n ' ı n t e m e l k a v r a m l a r ı n d a n biri olan r a h m e t , ilahî k i t a p


b ü n y e s i n d e , türevleriyle birlikte 320 k ü s u r yerde geçmektedir.
Yalnız r a h m e t k e l i m e s i n i n geçtiği ayet sayısı 7 9 ' d u r .

Sevgi, m e r h a m e t ve şefkat ifade e d e n ilahî isimler olan R a h m a n


v e Rahîm b u r a h m e t k ö k ü n d e n t ü r e m i ş t i r . B ü t ü n b u isim-mas-
tarlar y a n ı n d a birçok ayette r a h m e t , geçmiş, geniş veya gelecek
z a m a n kipleri h a l i n d e , fiil olarak da k u l l a n ı l m a k t a d ı r .

R a h m e t ve türevlerinin K u r ' a n bünyesinde isim ve fiil olarak izafe


edildiği bir numaralı varlıksa Allah'tır.

Kur'an'da, 113 surenin başında tekrarlanan besmelede temel keli­


meler olan R a h m a n ve Rahîm sıfatlarının ilki 57, ikincisi ise 95
kez geçmektedir. Ayrıca Allah, 6 ayette E r h a m (en ç o k m e r h a ­
m e t e d e n ) sıfatıyla nitelendirilir. B ü t ü n b u n l a r gösteriyor ki,
r a h m e t , K u r ' a n tarafından, u l û h i y e t i n v e h a y a t ı n t e m e l nitelik­
l e r i n d e n biri olarak ö n e çıkarılmaktadır.

Rahmet, A r a p dilinde 'rahmet edilene bağış ve lütfü gerektiren bir


kalp yumuşaklığı ve acımadır.' (Râgıb ve İ b n M a n z û r ) R a h m e t i n ,
Allah için kullanıldığı d u r u m l a r d a bağış ve lütuf, kul için kulla­
nıldığı d u r u m l a r d a ise h e m bağış ve lütuf h e m de k a l p y u m u ş a k ­
lığı birlikte kastedilir. Kalp yumuşaklığı, beşerî bir eksikliği de
içerdiği için Allah'a izafe edilmemiştir. Allah, r a h m e t i n i bağış ve
lütuf olarak o r t a y a koyar.

H a n g i y ö n d e n bakılırsa bakılsın, K u r ' a n ' d a k i r a h m e t kavramı;


aşk, sevgi, şefkat gibi kavramları da içeren genel bir çerçeveye sa­
hiptir. O halde, r a h m e t i n h e r geçtiği yerde bu k a v r a m l a r ı n t ü m ü ­
n ü b i r d e n h a t ı r l a m a k v e o n a göre d e ğ e r l e n d i r m e y a p m a k gerekir
(bk. b u r a d a , Sevgi mad.)
Batılılar, özellikle oryantalistler, K u r ' a n ' d a sevgi k a v r a m ı ­
n ı n gereğince yer almadığını dillerine dolayıp İslam'ı 'sevgiye
u z a k h k ' l a eleştirirken, r a h m e t k a v r a m ı n ı y a g ö r m e k istemiyor­
lar y a h u t da gereğince değerlendirmiyorlar. " K u r ' a n ' d a sevgi
ne kadar var?" s o r u s u n u n cevabını, sadece 'sevgi' a n l a m ı n d a k i
'hubb ve mevedde' sözcüklerini esas alarak v e r m e k isabetsizdir.
K u r ' a n ' d a sevginin varlığını ve y o ğ u n l u ğ u n u s o r g u l a m a k iste­
yenlerin o n d a k i ' r a h m e t ' k a v r a m ı n ı göz ö n ü n d e t u t m a l a r ı gere­
kir. Ç ü n k ü rahmetin temel anlamı, sevgidir.

O halde, Kur'an'da sevgi, en az r a h m e t ve türevleri kadar yoğundur.


Yani yaklaşık 400 yerde geçecek kadar yoğundur. Sevginin sadece
ve sadece rahmet sözcüğüyle ifade edildiğini varsayalım; bir metin
bünyesinde 400 kez geçen bir kavramın, o metnin getirdiği dinde
'yeterince yer almadığını' söylemek, tutarlı ve iyi niyetli olabilir mi?

R a h m e t , Allah'ın ilk ve en belirgin vasfıdır. A z a p ve g a z a p istis­


na ve şartlı iken r a h m e t ve lütuf genel ve istisnasızdır.

"Azabımı dilediğime isabet ettiririm, rahmetime gelince o, her şeyi


çepeçevre kuşatmıştır." (A'raf, 156)

Ayrıca Allah, m e r h a m e t e d e n l e r i n e n merhametlisidir. Ö z g ü n


ifadesiyle, E r h a m u ' r - R â h i m î n d i r . (12/64, 92; 2 1 / 8 3 ; 23/109,
118)

Allah'ın r a h m e t i , i n s a n ı n elde edip biriktirebileceği her t ü r l ü


d e ğ e r d e n d a h a ü s t ü n ve güvenilirdir. (3/157) O halde, k u r t u ­
luşu ü m i t e t m e b a k ı m ı n d a n , Allah'ın r a h m e t i n e güvenmek, iba­
d e t ve a m e l i n e g ü v e n m e k t e n yeğdir. Allah'ın rahmetine güvenen
g ü n a h k â r insan olmak, kendi ibadetine güvenen günahsız insan
olmaktan yeğdir. Bu d e m e k t i r ki, en m ü k e m m e l yol, h e m ibadet
ve amel sergilemek h e m de b u n l a r a değil, Allah'ın r a h m e t i n e
güvenmektir.

K u r ' a n ' ı n tanıttığı Allah'ın belirgin niteliği r a h m e t olduğu gibi,


Kur'an'ı tebliğ eden Resul'ün belirgin niteliği de rahmettir. H a t t a o
Resul, bizatihi rahmettir. (21/107)

H z . M u h a m m e d ' i n gönül vârisi olan kâmil i n s a n da bir r a h m e t


taşıyıcı olmalıdır. M e v l a n a d o s t u Selahaddin Zerkûbî bu nok­
taya dikkat ç e k e r k e n : " T a n r ı velisi merhamet madenidir; kimde
bu sıfat yoksa o, Tanrı velisi olamaz." diyor. (bk. Eflâkî, Menâkıb,
2/154) K u r ' a n ' ı n birçok ayeti, ilahî k i t a b ı n bizzat k e n d i s i n i n de
bir r a h m e t o l d u ğ u n u b e y a n ediyor. (Mesela bk. 27/77; 2 9 / 5 1 ;
31/3; 41/2)

H a y a t ve oluş da bir r a h m e t eseri ve seyridir. B ü t ü n ölüşleri


sürekli o l u ş a çeviren ve varlığı bir güzellikler resmigeçidi haline
getiren, r a h m e t t i r , (bk. 26/28; 2 7 / 6 3 ; 2 8 / 73; 30/50)

R a h m e t i n bir yaratıcı ve bağışlayıcı güç olarak tecellisi, Allah'ın


R a h m a n ve Rahîm sıfatları vasıtasıyla oluyor. Allah'ın âlemle ir­
tibatı, rahmet üzeredir. Bu y ü z d e n d i r ki, K u r ' a n , t e m e l k o n u s u
olan ulûhiyet (tanrılık) b a h s i n e ilk ayetlerinde yer verir ve b u n ­
larda Allah'ı R a h m a n v e R a h î m olarak nitelendirir. K u r ' a n ' d a
Y a r a t a n ' a verilen 90 k ü s u r t a n r ı s a l ismin (bk. b u r a d a , Esmâül
Hüsna m a d . ) b ü y ü k kısmı da r a h m e t ifade e d e n sıfatlardır.

M u t l a k K u d r e t ' i n zât ismi olan Allah lafzından s o n r a en çok ge­


çen sıfat, O ' n u n Rab (terbiye edip k e m a l e g ö t ü r e n ) sıfatı, ikinci
sırada ise R a h m a n ve Rahîm sıfatlarıdır.

Biz b u r a d a , r a h m e t i n İslam d ü ş ü n c e s i n d e k i ve M ü s l ü m a n ı n ha­


y a t ı n d a k i belirişine ve b o y u t l a r ı n a eğilmeyeceğiz. (Bu k o n u d a
bk. Ö z t ü r k ; Din ve Fıtrat, F ı t r a t D i n i n i n Karakteristikleri bölü­
m ü ) A n c a k , E s m â ü l H ü s n a ' n ı n en önemlileri sayılan R a h m a n ve
Rahîm isimlerinin bazı ayrıntılarına girmek istiyoruz.

R a h m a n ve Rahîm kelimeleri A r a p dilinde birincisi sıfat-ı mü-


şebbehe, ikincisi mübalağa ile ism-i fail kipleri olarak r a h m e t ve
m e r h a m e t t e ü s t ü n l ü k , bolluk ve ulaşılmazlık ifade eder. F a k a t ,
bu iki k e l i m e n i n y a n y a n a kullanılması da gösteriyor ki, b u n l a r
a r a s ı n d a farklar vardır. Ç ü n k ü Kur'an-ı Kerim'de tekrar yoktur.
Bu farklar ü z e r i n d e b ü t ü n müfessirler d u r m u ş l a r d ı r . O r t a k ka­
n a a t l e r d e n biri ş u d u r :

R a h m a n sıfatı, Allah'ın ilk p l a n d a ve i n a n a n - i n a n m a y a n ayrımı


y a p m a d a n b ü t ü n insanlara, h a t t a b ü t ü n varlığa u z a n a n e n geniş
daireli r a h m e t i n i ifade için k u l l a n ı l m a k t a d ı r . Allah, arş ü z e r i n e
r a h m a n olarak istiva e t m e k t e yani k u r u l m a k t a d ı r . (20/5; 25/59)
Eğer arşı, sûfî d ü ş ü n ü r l e r i n anladığı gibi i n s a n kalbi olarak alır­
sak, R a h m a n ' ı n arş ü z e r i n e k u r u l m a s ı , k a l p - m e r h a m e t ilişkisini
d ü ş ü n d ü r ü r ve ortaya eşsiz bir güzellik çıkar.
Rahîm sıfatının işaret ettiği m e r h a m e t ise varlıklar a r a s ı n d a ay­
rım y a p a n bir m e r h a m e t t i r . Yani b u r a d a C e n a b ı H a k , k e n d i s i n e
i n a n a n l a r a göstereceği d a h a özel d a i r e d e k i r a h m e t v e m e r h a m e ­
ti ifadeye k o y m u ş t u r . Bu da bir yaradılış d ü z e n i d i r . K e n d i s i n e
i n a n a n ve böylece hayrı ve güzelliği izleyenlere özel bir r a h m e t
tavrı göstermek, hayırla şerrin farklarını g ö s t e r m e k olacağın­
d a n , âlemleri eğitip geliştiren bir k u d r e t t e n m u t l a k a beklenir.
Aksi t a k d i r d e , oluşta, hayırla şerrin, ışıkla karanlığın, Musa ile
F i r a v u n ' u n bir farkı o l m a m a k gerekirdi ki, böyle bir şey, varlık
ve hayat sırrına ve t e k â m ü l gerçeğine aykırıdır. A n c a k ş u n u da
belirtmek borcundayız:

Rahîm sıfatı, geçtiği h e m e n h e r yerde Tevvâb (tövbeleri k a b u l


e d e n ) ve Gafur (bağışlayan, affeden) sıfatlarıyla birlikte kulla­
n ı l m a k t a d ı r . O halde, R a h î m ' e bağlı m e r h a m e t i n g ü n a h k â r l a r a
hiçbir lütuf ulaştırmayacağını söylemek m ü m k ü n değildir. Şu
var ki, R a h m a n ' d a n farklı olarak, Rahîm sıfatının etkisi tövbe şar­
tına bağlanmıştır.

O halde, Allah'ın, â h i r e t i n R a h î m ' i o l u ş u n u , k a r a n l ı k t a kalanları


yüz ü s t ü bırakacağı a n l a m ı n d a değerlendirmek, K u r ' a n ' ı n t u t u ­
m u n a aykırıdır. Elbette k i a z a p v e h e s a p h a k t ı r a m a b u n i h a y e t
A l l a h ' ı n iradesiyle olacaktır. Ve Allah, herkes haddini bildikten
sonra azap ehline m e r h a m e t edecektir. Kime ne kadar? Bunu an­
cak O bilir. Bize d ü ş e n , ş u n u u n u t m a m a k t ı r :

Azap ve hesap da insanın tekâmül araçlarındandır.

K u r ' a n ' ı n tanıttığı A l l a h ' ı n bu araçları bir a m a ç gibi kullanaca­


ğını söylemek gibi bir yola asla giremeyiz.

Kısacası, m a d e m k i "Allah'ın rahmeti her şeyi çepeçevre kuşat­


mıştır", a z a p , gaye değil, vasıtadır ve sürekli değil, geçicidir.
K u r ' a n ' ı n r a h m e t v e ulûhiyet anlayışını birlikte d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z ­
de bu s o n u c a v a r m a k gerekiyor. Ulûhiyet k e n d i tavrını şöyle il-
keleştirmiştir:

"Biz, dilediğimiz kimseye rahmetimizi ulaştırırız; güzel d ü ş ü n ü p


güzel davrananların ödülünü yitirmeyiz." (Yusuf, 56)

H a k v e yetki O ' n u n o l d u ğ u n a göre, h a k e t m e y e n e vermesi


O ' n u n bileceği bir iştir. Fazlasını vermek, m ü l k sahibinin iste-
ğine kalmıştır. Böylece K u r ' a n , yine esrarlı bir k e l a m güzelliği
sergileyerek, ahlak ile rahmet arası ilişkinin kaçınılmazlığına dik­
k a t çekmiştir. Esasen, K u r ' a n ' d a k i rahmet, duygusal bir sevgiden
ontolojik bir sevgiye yükselişi ifade eder. Ve rahmet, ontolojik ve
ahlaksal sevginin en üstün şeklidir.

Rahman'ın kulları:

K u r ' a n , getirdiği temel ahlak ilkelerini ifadeye k o y a r k e n , bu il­


keleri benliğine h â k i m kılanları Rahmanın k u l l a n olarak a n m a k ­
tadır. Rahman'ın kullarında bulunması gereken temel özellikler,
F u r k a n s u r e s i n i n 6 3 . a y e t i n d e n itibaren şöyle veriliyor:

1. Yeryüzünde yumuşak, merhametli, hoşgörülü dolaşmak, kasılıp


kabarmamak, şunu bunu ezip horlamamak ve bilgisizlere barış ve
esenlik ifadeleriyle hitap etmek,

2. Geceleri, yalnız kaldıklarında, barınaklarına çekildiklerinde


Allah'a secde edip yakarmak,

3. Allah'tan, cehennem ehli olmamak için niyazda bulunmak,

4. Harcamalarda israf ve cimrilikten kaçınmak, orta bir yol tutmak,

5. Allah dışında bir şeye tapmamak, kulluk etmemek,

6. Cana kıymamak,

7. Yalan ve çirkin sözlere kulak vermemek ve boş lakırdıdan kaç­


mak,

8. Rabbin ayetleri anıldığında uyanık ve dikkatli bulunup araştırıcı-


eleştirici bir yaklaşımla dinlemek,

9. Eşler ve çocuklardan göz aydınlığı ve mutluluk bulmak için dua


etmek.

R a h m a n ' ı n kulları, affetmek ve b a ğ ı ş l a m a k t a hiçbir sınır tanı­


m a z l a r . M â i d e 13. ayet, Yahudilerin sürekli h ı y a n e t ve b o z g u n ­
larını sayıp d ö k t ü k t e n s o n r a H z . P e y g a m b e r ' e şu emri veriyor:

"Yine de onları affet ve kucakla, çünkü Allah, ihsan üzere olantan


sever."
R a h m a n ve R a h î m sıfatlarından yalnız ikincisinin i n s a n l a r için
sıfat olabileceği de K u r ' a n t a r a f ı n d a n gösterilmiştir ki, bu da ayrı
bir r a h m e t eseridir. R a h î m sıfatının H z . P e y g a m b e r için bizzat
K u r ' a n t a r a f ı n d a n kullanıldığını, y u k a r ı d a g ö r m ü ş t ü k . R a h m a n
sıfatı ise Peygamberler de dahil, hiçbir i n s a n için kullanılamaz.
Müfessirlerin o r t a k k a n a a t l e r i n d e n biri d e b u d u r . B u n u n gerek­
çesi açıktır:

Karşılıksız ve kayıtsız şartsız rahmet ve merhamet ifade eden


R a h m a n sıfatı, insanın varlık yapısına uymaz. Ç ü n k ü insan, böyle
bir merhameti gösterme gücüne, yaradılışı icabı sahip bulunamaz.
Dostları kadar düşmanlarına, kendisine inananlar kadar kendi­
sini inkâr edenlere de r a h m e t ve m e r h a m e t gösterebilmek ancak
ulûhiyetin sarımdandır.

Müfessir E b u s u u d ' u n da tefsirinde işaret ettiği gibi, K u r ' a n bu


yaklaşımla şu inceliğe d i k k a t çekiyor: Oluşun r a h m e t ve merha­
met üzere yönetimi, Allah için bir zorunluluk değildir. Alemlerin
terbiyesini kahır ve şiddete bağlamak da Allah'ın elindeydi. B u n u n
yerine r a h m e t ve m e r h a m e t tavrını seçmiş olması, O'nun lütfunun
eseridir.

Anlaşılan o ki varlıkların terbiye ve t e k â m ü l ü n e , yani oluşa,


Yaratıcı tarafından rahmet ve merhametin hâkim kılınması, ilahî
i r a d e n i n tavrıdır. H a l böyle iken, d ü n y a p l a n ı n d a ortalığı d o l d u ­
r a n m e r h a m e t s i z l i k , k a h ı r v e z u l ü m n e oluyor? Cevabı b u l m a k
hiç de zor değildir. O n l a r , ilahî i r a d e n i n ortaya k o y d u ğ u m a n z a ­
rayı, k e n d i s i n e verilen hürriyet imkânını kötüye kullanan insanın
çarpıtmaları ve k a r a r t m a l a r ı d ı r . Ayrıntılara gidemeyeceğiz; bir
t e k ö r n e k l e yetinelim: Âlemlerin Rabbi, r a h m e t i n i n bir u z a n t ı s ı
o l a r a k yeryüzü sofrasını, diyelim ki, altı milyar i n s a n ı n r a h a t ­
lıkla gıdalanacağı bir bolluk ve b e r e k e t l e k u r m u ş t u r . Sofranın
etrafını çeviren i n s a n l a r d a n , diyelim ki bir milyarı, doymazlık
illetine t u t u l a r a k ve çeşitli k u r n a z l ı k l a r l a n i m e t l e r e el koyuyor.
S o n u ç şu olacaktır: Diğerleri ya aç k a l a c a k ya gereğince yi­
yemeyecektir. Yani kahır, z u l ü m , k a r m a ş a , kavga ve perişanlık
ortalığı d o l d u r a c a k t ı r . Şimdi soralım: Suç, yeryüzü sofrasını ku­
r u p d o n a t a n ı n mıdır, andığımız azgınlık ve kurnazlığa t e n e z z ü l
e d e n i n s a n ı n mı?

Özetlersek, R a b b ' i n R a h m e t ve R a h î m olarak nitelendirilmesi,


bizi şu s o n u c a g ö t ü r ü r :
Kur'an, Rab ile merbûb (kul) arası ilişkiyi kahır, baskı ve şiddet iliş­
kisi olarak vermez. Böyle bir ilişki, Yunan paganizmindeki ilah­
larla Y u n a n l ı a r a s ı n d a vardı. K u r ' a n ' ı n tanıttığı Allah, kullarıyla
r a h m e t ilişkisi içindedir. Bu y ü z d e n d i r ki, yine eski Y u n a n anla­
yışının aksine, Kur'an, varlığı, insanı ezen, bir zorba kader kuvveti
olarak değil, insanın hizmetine verilen bir olaylar ve şeyler b ü t ü n ü
olarak göstermektedir. K u r ' a n ' a göre, insan karşısındaki varlık,
zorba ve musallat bir güç değil, m u n i s bir dost ve yardımcıdır. H z .
Peygamber, bu n o k t a y ı bir d a ğ a b a k a r a k söylediği şu ü n l ü sö­
z ü n d e ö l ü m s ü z bir ifadeye b ü r ü n d ü r m ü ş t ü r :

"Şu dağı görüyor musunuz? O bizi sever, biz de onu severiz."

G ü n ü m ü z ekoloji anlayışının özlemini çektiği bu yaklaşım, var­


lıkla i n s a n a r a s ı n d a zıtlaşmayı o r t a d a n k a l d ı r m a k l a kalmıyor,
o n l a r ı n ilişkisini sevgi t e m e l i n e o t u r t m a k gibi bir m u t l u l u k t a b ­
losu da sergiliyor.

Allah, varlığı, r a h m e t i n i n eseri o l a r a k varettiğine göre, rahmeti


dışlayarak yol alan, sadece karmaşa ve mutsuzluk görür. K u r ' a n ,
esrarlı ü s l u b u y l a bu n o k t a y a d i k k a t ç e k e r k e n şöyle diyor:

"O R a h m a n ' ı n yaratışında/yarattıklarında herhangi bir uyuşmaz­


lık, aykırılık, çelişme göremezsin. Bir kez daha bak! Bir çatlaklık,
bir uyuşmazlık görüyor m u s u n ? " (67/3)

Bu d e m e k t i r ki, varlık ve o l u ş a r a h m e t tavrı ü z e r i n e b a k a n ; m u t ­


luluk, güzellik v e d ü z e n d e n b a ş k a şey g ö r e m e z . Ç ü n k ü R a h m a n
o n u öyle yaratmıştır.

İlahî r a h m e t i n genelliğini ve sınırsızlığını en güzel ifade e d e n


i n s a n sözü, H z . P e y g a m b e r i n şu hadisidir:

"Allah, rahmeti yüz parçaya bölüp b u n u n doksan d o k u z u n u kendi


katında tuttu ve yüzde birini yeryüzüne indirdi. İşte, yaratılmışla­
rın t ü m r a h m e t gösterileri bu yüzde birlik kısmın tecellileridir. Ana
atın, yavrusuna zarar verir diye ayağını hep yukarıda tutması bi­
le, bu yüzde birlik rahmetin eseridir." (Abdullah bin M ü b a r e k ;
Kitabu'z-Zühd ve'r-Rakaaık)
RIZA

Senden hoşnutluğumu, sana şükrümü ifade etmeye


benim gücüm nasıl yetsin?! İnsanoğlunun hakir gö­
rüp horladığı bu vücut kamışından, aynı insanoğlu­
nun takdir ve tebcile mecbur kaldığı ölümsüz sesleri
yükselten sensin!

Kelime anlamıyla h o ş n u t l u k v e m e m n u n i y e t d e m e k olan rıza


(Rıdvan ve m e r d a t ) , bir K u r ' a n terimi olarak, 'kulun Allah'tan,
Allah'ın da k u l u n d a n hoşnut ve m e m n u n olması'nı ifade eder.
" K u l u n A l l a h ' t a n razı olması, k u l u n , C e n a b ı H a k t a r a f ı n d a n
m a r u z bırakıldığı tecellileri h o ş n u t l u k l a karşılamasıdır. Allah'ın
k u l d a n razı olması ise k u l u n u n , O ' n u n emirlerine u y u p yasak­
l a r ı n d a n k a ç ı n m a s ı halidir... K u r ' a n ' d a , r ı z a n ı n en ileri hali
olan, Allah'ın rızasını ifade için r ı d v a n sözcüğü kullanılmıştır."
(Râgıb, el-Müfredât)

T a n r ı s a l k i t a p t a 70 k ü s u r kez geçen rıza, h a y a t ı n gayesi, varolu­


ş u n t e m e l a m a c ı olarak gösterilmiştir. Bu gerçeği ifadeye k o y a n
beyyine, Fecr s u r e s i n i n 27-30. ayetleridir. H e m r ı z a n ı n h e m d e
h a y a t ı n gayesini t a n ı m l a y a n m u c i z e bir beyyine olan bu ayetler
şöyledir:

"Ey sükûna kavuşmuş benlik! Dön Rabbine, razı etmiş ve razı edil­
miş olarak! Gir kullarımın arasına! Gir c e n n e t i m e ! "

Rıza, A l l a h ' t a n kula ve k u l d a n A l l a h ' a y ö n e l e n bir varoluş fa­


aliyeti olarak verilmektedir. Bu faaliyet, din h a y a t ı n ı n , b a ş k a
bir deyişle, varlığın esası ile i n s a n benliği a r a s ı n d a k i karşılıklı
m e m n u n i y e t ve m u t l u l u k t u r ki h a y a t ı n gayesi ve s o n u ç o l a r a k
da 'en büyük kurtuluş ve eriş' o d u r . Bu n o k t a d a , K u r ' a n ' ı n ölüm­
süz ifadesi şöyledir:
"Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır.
İşte b u d u r büyük k u r t u l u ş . " (Mâide, 119 Ayrıca bk. Tevbe, 100;
M ü c a d i l e , 22; Beyyine, 8; )

Âli İ m r a n 174 ve Mâide 119, bu kurtuluş ve erişi, 'Allah'ın çok bü­


yük lütfü' olarak da nitelemektedir. Bu büyük lütuf, yani 'Allah'ın
rıdvanı', akla gelebilecek ve elde edilebilecek nimetlerin hepsinden
daha büyüktür. (Tevbe, 72)

C e n n e t d e ' n z a yaşayışı'nın e g e m e n o l d u ğ u bir ö d ü l y u r d u d u r .


( H a a k k a , 2 1 ; Kaaria, 7) Bu gerçeği ifadeye k o y a n beyyineyi
şöyle a n l a m a k da gereklidir: Cennet (veya cennetleşmiş yaşayış),
Allah'tan razı olan ve Allah'ın kendisinden razı olduğu insanların
yaşadığı hayattır. Rıza ile barış ve g ü v e n (selam) a r a s ı n d a da ir­
tibat k u r u l m u ş t u r :

"Allah, rızasının izinden gidenleri barış ve esenlik yollarına kıla-


vuzlayacaktır." (Mâide, 16)

Rıza ile a m a ç l a n a n b ü t ü n hedeflere u l a ş m a n ı n yolu, sabrın ege­


m e n kılınmasıdır. B u y ü z d e n , biz, rıza k a v r a m ı n ı sabrın t a m a m ­
layıcı k a v r a m l a r ı n d a n biri olarak değerlendirmekteyiz. Ç ü n k ü
sabır y o k s a rıza asla gerçekleşemez, (bk. b u r a d a , Sabır m a d . )
RIZIK

Rızık ( ö z g ü n şekliyle rızk) k ö k ü n d e n kelimeler 120 k ü s u r y e r d e


g e ç m e k t e d i r . Isfahanlı Râgıb, şaheseri el-Müfredât'ta rızık ko­
n u s u n d a ö z e t olarak şunları yazıyor:

"Rızık bazen maddî ve manevî edinimler, bazen nasip anlamında,


bazen de boğazdan aşağı giden gıdalar için kullanılır. Vakıa sure­
si 82. ayette, yalan söylemeyi rızık edinme yolu olarak kullanan­
lar eleştirilmiştir. Rızkın göklerde olduğunu ifade eden Zâriyât 22.
ayette rızıkla kastedilen, canlıların hayat kaynağı olan ve gökten
inen yağmurdur. Rızık sözcüğünün, gıda, yiyecek ve giyecek gibi
değerlerin t ü m ü n ü ifade ettiği söylenmiştir. Rızkı yaratan da veren
de elde edilmesine sebep olan da Cenabı Hak'tır. Yani Râzık, O'dur.
Râzık sıfatı bazen, rızkın elde edilmesine sebep olan insan için de
kullanılır. Ama Allah'ın sıfatlarından biri olan Rezzâk (rızkı yoktan
vareden) nitelemesi Allah'tan başka hiçbir varlık için kullanılmaz."

T e m e l v u r g u l a r ikidir:

1. Rızkın nitelikleri,
2 . Rızkın infakı veya rızıkta paylaşım.

Rızıktan söz e d e n ayetlerin o n a yakını 'yemek' ve ' g ı d a l a n m a ' y a


d i k k a t ç e k m e k t e d i r . Kullanılan kelime 'eki' (yemek, gıdalan-
m a k ) k ö k ü n d e n fiillerdir. Bu fiillerin rızık b a ğ l a m ı n d a kulla­
nıldığı yerlerde y e n e c e k şeyin üç niteliğinin altı çizilmektedir:
1. Gıda, helal olacaktır, 2. Gıda, tayyib olacaktır, 3. Gıda, Allah'ın
elinden çıkmış yani doğal olacaktır.

Rızık, helal ve temiz olmalıdır:

Rızkın gıda b a ğ l a m ı n d a değerlendirilişinde t e m e l ilke, Mâide 88


ile Nahl suresi 114. ayette k o n m u ş t u r :
"Allah'ın size helal ve temiz/leziz/taze/hoş olarak verdiği azıklar­
dan helal ve temiz/ leziz/taze/hoş olmaları şartıyla yiyin! Kendisine
iman ettiğiniz Allah'tan sakının!"

O h a l d e , rızık, h e r şeyden ö n c e helal olacaktır. Bu n o k t a d a he­


lale iki a n l a m yüklendiğini g ö r ü y o r u z :

1. H ü k m e n pis olmamak, yani başkalarının emek ve haklarının gas-


pıyla elde edilmiş olmamak.

B a ş k a l a r ı n ı n h a k ve e m e k l e r i n e bir b i ç i m d e el k o n m a k suretiyle
k a z a n ı l a n gıdalar, h ü k m e n pistir. Bunları yiyenler k a r ı n l a r ı n a
ateş d o l d u r m a k t a (4/10), temizi pisle değiştirmekteler. (4/2)

G ı d a n ı n helal olması gerektiği, h a r a m y o l d a n elde edilen gıda­


ların rızık olmayacağı a n l a m ı n a g e l m e m e k t e d i r . K u r ' a n , Vakıa
82. ayette yalancılığı rızık e d i n m e yolu h a l i n e g e t i r e n l e r d e n söz
e t m e k t e d i r . D e m e k ki, bu yolla elde edilen n i m e t l e r de rızıktır;
a n c a k sahibini h e s a p ve a z a b a m ü s t a h a k hale getiren bir rızık-
lanmanın konusudur.

İşin b u yanını d i k k a t e a l m a y a n M u t e z i l e m e z h e b i , h a r a m ka­


z a n c ı rızık k a v r a m ı n ı n d ı ş ı n d a t u t m a k gibi k a b u l edilemez
bir yola gitmiştir. Bu n o k t a d a , K u r ' a n verilerine u y g u n tavır,
E h l i s ü n n e t ' i n tavrıdır. E h l i s ü n n e t bilginlerine göre, h a r a m
y o l d a n da elde edilse b ü t ü n i m k â n l a r rızık c ü m l e s i n d e n d i r .
Rızkın elde edilme y ö n t e m i n i n yaratacağı s o n u ç l a r ı n o l u m s u z ­
luğu, rızkın m a h i y e t i n i etkilemez. Rızık rızıktır a m a i n s a n ı n
b u n u elde e d e r k e n seçtiği yol o n u suçlu hale getirebilmekte­
dir. M û t e z i l e ' n i n tezi k a b u l edilirse, ' B ü t ü n canlıların rızkını
Allah'ın u h d e s i n d e ' g ö s t e r e n K u r ' a n s a l yaklaşım askıda kalır.
Ç ü n k ü böyle bir d u r u m d a h a r a m yollarla elde edilen rızkı t a a h ­
h ü t e d e n ikinci bir ilaha ihtiyaç d u y u l a c a k yani 'taaddüd-i kude-
ma' (ilahların b i r d e n çok olması) gerekecektir. B u n u d ü ş ü n m e k
bile m ü m k ü n o l a m a y a c a ğ ı n a göre, h a r a m yollarla elde edilen
i m k â n l a r ı n da rızık olduğu k a b u l edilmelidir

2. Maddeten pis olmamak yani doğası itibariyle temiz olmak.

K u r ' a n , mesela, d o m u z etini 'pis' (rics) olarak t a n ı m l a m a k t a ve


o n u n , doğası itibariyle t e m i z bir gıda o l a m a y a c a ğ ı n a h ü k m e t ­
m e k t e d i r . ( D o m u z eti k o n u s u n d a bk. b u r a d a , D o m u z Eti mad.)
K u r ' a n , m ü t e ş â b i h , şifreli bir ihbarla da olsa ş u n u da bildirmek­
tedir: Doğal yapısı b o z u l m u ş , doğal yapısı ü z e r i n d e o p e r a s y o n
yapılmış gıdalar 'aslî temizlik'lerini yitirirler; o n l a r ı n da y e n m e ­
m e s i gerekir. K u r ' a n , b u n o k t a d a , doğal gıdaların ö n e m i mese­
lesinin 'metafizik d a y a n a k l a r ı ' diyebileceğimiz iki ifadeye yer
v e r m e k t e d i r : 'Üzerine Allah'ın adı anılan yiyecekler' ve 'Rabbinin
n z k ı . ' İfadelerin geçtiği beyyinelerin t a m şekli şöyle:

"Size ne oluyor da üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yemiyor-


s u n u z ? " ( E n ' a m , 119)

"Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin. Böyle bir şey tam


bir sapıklıktır." ( E n ' a m , 121)

"Rabbinin rızkı h e m daha hayırlı hem daha süreklidir." (Tâha,


131)

Rabbin rızkı tabiri, b a ş k a rızıkların, rızık k a y n a k l a r ı n ı n varlığını


d ü ş ü n d ü r m e l i d i r . Y o k t a n v a r e d e n a n l a m ı n d a rızık verici tektir:
T a n r ı . K u r ' a n 'rızık vericiler' tabirini defalarca kullanıp Allah'ı
da 'rızık verenlerin en hayırlısı' (5/114; 15/20; 22/58; 23/72;
34/39; 62/11) diye t a n ı t t ı ğ ı n a göre, 'Rabbin rızkı' (Rabbin elin­
den gelen rızık) bir t e k a n l a m ifade edebilir: T a m doğal gıda.

'Rabbin rızkı' için 'temiz belde' gerekir. Yani doğal gıda, doğal
dengeleri b o z u l m a m ı ş o r t a m l a r d a , kirletilmemiş t a b i a t t a üre­
tilir. Bu n o k t a y a bir k e l a m ihtişamıyla p a r m a k b a s a n beyyine
şöyle diyor:

"Rabbinizin rızkından yiyin de O'na şükredin. Tertemiz bir belde


ve affeden bir R a b ! " (Sebe', 15)

Bu t e r t e m i z b e l d e n i n bozulmasıyla rızkın da bozulacağı, açlık


a z a b ı n ı n insanlığa m u s a l l a t olacağı ve t a s a l l u t u n , teknolojinin
yarattığı kirlenmeyle v ü c u t bulacağı d a m u c i z e ihbarlar h a l i n d e
ö n ü m ü z e k o n m u ş t u r . B u eserin Sınâat m a d d e s i n d e ayrıntıladı-
ğımız bu meseleyle ilgili olarak t e m e l K u r ' a n î beyyineyi vermek­
le yetineceğiz:

"Allah, şu ülkeyi/medeniyeti de örnek vermiştir: Güvenli, mutlu-


huzurlu idi; rızkı her yandan bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah'ın
nimetlerine n a n k ö r l ü k ettiler de Allah kendilerine, sanayi olarak
ürettikleri şeyler yüzünden açlık ve korku elbisesini/birlikteliğini/
karmaşasını tattırdı." (Nahl, 112)

Bu doğal rızıklar ve güzellikler ülkesi, c e n n e t i n ta kendisidir ki


o r a n ı n t e m e l göstergeleri barış, h u z u r v e s a b a h a k ş a m h e r yan­
d a n geliveren t e m i z rızıktır.

" O r a d a boş lakırdı değil, yalnızca 'selam' işitirler. Orada kendileri­


nin sabah, akşam, rızıklan da hazırdır." (Meryem, 62)

Doğal gıdalar m e s e l e s i n i n geniş a n l a t ı m ı n ı 'Küresel Âfetler' adlı


eserimizde, kısmî a ç ı k l a m a s ı n ı ise elinizdeki eserin birinci cil­
d i n d e , Gıdalar m a d d e s i n d e verdik.

Rızıkta helal o l m a n ı n bir b a ş k a a n l a m ı ü z e r i n d e d a h a d u r u l ­


m a k t a d ı r : Y a r a t ı c ı ' n ı n helal kıldığı rızıkların birileri t a r a f ı n d a n
d i n e ve Allah'a iftira ile ' h a r a m ' ilan edilmesi. K u r ' a n ' ı n bu zul­
m e öfkesi çok b ü y ü k t ü r . B u k o n u y a t e m a s e d e n beyyinelerden
bazılarını görelim:

"Size ne oluyor da üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yemi-


yorsunuz? Zorda kalışınız dışında üzerinize h a r a m kıldığı şeyleri
bizzat kendisi size ayrıntılı olarak açıklamıştır. Birçokları ilimsiz
bir biçimde kendi keyiflerine uyarak halkı şaşırtıyorlar. Hiç kuş­
kusuz, senin Rabbin sınır tanımaz azgınları çok iyi bilmektedir."
( E n ' a m , 119)

"Şu bir gerçek ki, ilimsizlik yüzünden öz evlatlarını beyinsizce kat­


ledenlerle Allah'ın kendilerine verdiği rızıklan, Allah'a iftira ede­
rek haramlaştıranlar gerçekten h ü s r a n a uğramışlardır. İnan olsun,
sapıtmışlardır onlar; hiçbir zaman doğruyu ve güzeli bulamazlar."
( E n ' a m , 140)

" D e ki, 'Allah'ın, kulları için çıkardığı süsü, güzel/taze/leziz/temiz


rızıklan kim h a r a m etmiş?!' De ki, 'Dünya hayatında onlar, ina­
nanlar için de var. Kıyamet g ü n ü n d e ise yalnız inananlar içindir
onlar. Bilgiden nasipli bir topluluk için biz, ayetleri böyle ayrıntılı
kılıyoruz." (A'raf, 32)

" D e ki, 'Ne oldu size de Allah'ın size rızık olarak indirdiği şeylerden
bir haram yaptınız bir de helal?' De ki, 'Allah mı size izin verdi, yoksa
Allah'a iftira mı ediyorsunuz?' Yalanı Allah'a yakıştıranlar, kıyamet
günü hakkında ne düşünüyorlar? Allah, insanlara karşı elbette lütuf
sahibidir, fakat onların çokları şükretmiyorlar." (Yunus, 59-60)

Rızıkta paylaşım:

Rızkın alabildiğine b o l l u ğ u n u n , i n s a n o ğ l u n u n a z m a s ı n a s e b e p
olacağı k a n a a t i , K u r ' a n ' ı n açıkça telaffuz ettiği bir k a n a a t t i r :

"Eğer Allah, kulları için rızkı yayıp döşeseydi, yeryüzünde mutla­


ka azarlardı. Ama O, dilediğince ölçülü olarak indiriyor. Ç ü n k ü
O, kullarından gereğince haberdardır, onları iyice görmektedir."
(Şûra, 27)

Bu azgınlığın kırılması, frenlenmesi için K u r ' a n , paylaşım (in­


fak) ilkesini getirmiştir. Ve infakı, d i n i n o l m a z s a olmazı kılmış­
tır. İnfak ya vicdanla sağlanacaktır y a h u t da yaptırımla, zorla.
G e r ç e k olan şu ki, infak bir biçimde s a ğ l a n m a d a n âdil bir d ü n y a ,
m u t l u bir insanlık ve gerçek bir İ s l a m ' d a n söz e t m e k m ü m k ü n
o l a m a z . Bol n a m a z kılmak, cami sayısını a r t ı r m a k bu n o k t a d a
hiçbir olumlu a n l a m ifade etmediği gibi, ç ö k ü ş ve iflasın belgesi
olur. M ü n a f ı k m a d d e s i n d e de gösterdik.

İnfak yoksa nifak vardır. Yani iman, infakla kaimdir. İnfak yoksa
iman gider, nifak gelir yani m ü m i n i n yerini münafık alır.

Yaratıcı'nın k a n u n u , K u r ' a n ' ı n k a b u l ü b u d u r .

Rızıkta paylaşımın ayrıntıları da bu eserin Paylaşım m a d d e s i n d e


verilmiştir. B u r a d a şu k a d a r ı n ı söyleyeceğiz: K u r ' a n , paylaşı­
m ı n en ivedi ve en z o r u n l u k ı s m ı n ı n rızık yani gıda k o n u s u n d a
gerçekleştirilmesi gerektiğine vurgu y a p m a k t a d ı r . B u g ü n k ü in­
san hakları belgelerinin vurgu yaptığı n o k t a l a r ı n ilki de b u d u r .
B ü t ü n insanlar, hiçbir alt ayrıma itibar edilmeksizin, i n s a n sıfatı
taşıdıkları için g ı d a l a n m a h a k k ı n a sahiptirler. K u r ' a n ' a göre, bu
g ı d a l a n m a n ı n z o r u n l u kısmı, i m k â n l a r a s a h i p olanlarla olma­
yanlar a r a s ı n d a t a m bir eşitlik içinde olmalıdır. Bu n o k t a d a ra­
dikal t o p l u m c u l u ğ u d ü ş ü n d ü r e n sarsıcı ifadeler kullanılmıştır:

"Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Kendilerine faz­


la verilenler, rızıklarım ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi
onda eşit hale gelmiyor. Allah'ın nimetini mi inkâr ediyor b u n l a r ? "
(Nahl, 71)
"Ey iman edenler! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmadığı o gün
gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan infak edip dağıtın! Nan­
körlüğe sapıp gerçeğin ü s t ü n ü örtenler, zalimlerin ta kendileridir."
(Bakara, 254)

"Size öz benliklerinizden bir örnek verdi: Ellerinizin altında bu­


lunanlardan, size verdiğimiz rızıklarda sizinle aynı haklara sahip,
birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekineceğiniz ortak­
larınız olur mu? İşte biz, aklını işletecek bir topluluk için ayetleri
böyle açık açık sıralıyoruz." (Rum, 28)

Bu beyyinedeki soru çok ilginçtir. Ve bizim, bir istifham-ı inkârî


(sorulan şeyin olmayacağını g ö s t e r e n soru) olarak g ö r d ü ğ ü m ü z
b u s o r u d a n anladığımız ş u d u r : Elinizin a l t ı n d a yani size m u h t a ç
d u r u m d a olanları rızıkta k e n d i n i z l e eşit y a p m a n ı z h a l i n d e on­
lar, öteki iş ortaklarınız gibi size p r o b l e m çıkarmazlar. Rızkınızı
onlarla paylaşın, d a h a m u t l u , d a h a h u z u r l u olun.

"Sizden birine ölüm gelip de, "Ey Rabbim, yakın bir süreye kadar
beni geciktirseydin de içtenliğimi belgelemek için bir şeyler vererek
iyilik ve barış sevenlerden olsaydım!" demesinden önce, size rızık
olarak verdiklerimizden infak edin/dağıtın." ( M ü n a f ı k û n , 10)

Bu eşitliğin b o z u l m a s ı n a K u r ' a n , 'rızıkta azmak' diyor ve b u n u n ,


tanrısal öfkeyi h a r e k e t e geçireceğine d i k k a t çekiyor:

"Size verdiğimiz rızkın temizlerinden/tazelerinden/lezizlerinden yi­


yin! Bu k o n u d a azgınlık etmeyin! Yoksa öfkem üzerinize çöker. Ve
kimin üstüne öfkem inerse o uçuruma gider." (Tâha, 81)
RİBA
(mal ve p a r a d a h a k s ı z artış, faiz)

K u r ' a n ' d a 7 yerde geçen riba, kelime anlamıyla, anamal ve ana­


paraya yapdan ilavedir. K u r ' a n t e r m i n o l o j i s i n d e riba, Râgıb'ın
h a y r a n l ı k verici tespiti ile, makul olmayan artıştır. D i n dilinde
bu, emek karşılığı olmayan artış diye ifade edilir. Ve bu tespit
bizi, K u r ' a n a d ı n a ş u n u söylemek z o r u n d a bırakır:

G e l e n e k s e l yaklaşımların faiz diye t e r c ü m e ettikleri riba, esasın­


da, sadece bir boyutu faiz olan çok daha genel bir kavramdır. B a ş k a
bir deyimle, riba kelimesinin h e r h a n g i bir dile t e k sözcükle çev­
rilmesi m ü m k ü n değildir. En doğrusu, ribayı emek ve gayret kar­
şılığı olmayan her türlü artış diye anlamaktır. K u r ' a n , "Allah ribayı
silip yok eder, bağışları ise artırır." (Bakara, 2 7 6 ) diyerek ribanın,
i n s a n o ğ l u n u n egoizmini ve doymazlığını t a t m i n için giriştiği h e r
t ü r l ü h a k s ı z k a z a n ç a n l a m ı n d a geniş bir çerçevesi o l d u ğ u n a dik­
k a t çekmiştir.

Bu kısa a ç ı k l a m a bile, ribayı h e r h a n g i bir e k o n o m i k sistemdeki


faiz karşılığı k u l l a n m a k ve k a v r a m ı o çerçevede d o n d u r m a k ko­
n u s u n d a dikkatli d a v r a n m a k gerektiğini a n l a m a k için yeterlidir.
H e r hal ve ş a r t t a faizin K u r ' a n ' d a k i riba ile eşitlenmesi aldatı­
cı olabileceği gibi, a d ı n a 'faiz' d e n m e y e n muhtelif v u r g u n l a r ı n ,
haksız k a z a n ç l a r ı n K u r ' a n ' ı n riba çerçevesi d ı ş ı n d a o l d u ğ u n u
söylemek d e yanıltıcıdır. Nitekim, g ü n ü m ü z d ü n y a s ı n d a a d ı n a
faizsiz banka d e n e n bir dizi k u r u l u ş u n , ribacılıkla suçladıkları di­
ğer bir dizi k u r u l u ş u n k a z a n ç , yol ve m e t o t l a r ı n ı a y n e n izleme­
lerine r a ğ m e n , elde ettikleri gelirleri ribaya b u l a ş m a m ı ş k a z a n ç
ilan ettiklerini görebilmekteyiz. Oysaki, bu k u r u l u ş l a r ı n yap­
tıkları, m a h i y e t i aynı bir k a z a n c ı n a d ı n ı değiştirerek, bir hile-i
şer'iye ile işin i ç i n d e n ç ı k m a k t a n b a ş k a bir şey değildir.

O halde, hangi t ü r faiz K u r ' a n ' d a k i r i b a n ı n karşılığı olabilir?


Şu bir gerçek ki, bu s o r u n u n cevabı M ü s l ü m a n araştırıcılar ta­
rafından h e n ü z k e s i n olarak verilebilmiş değildir. E s a s e n riba
yasağını getiren ayet K u r ' a n ' ı n s o n a y e t l e r i n d e n biridir ve H z .
Peygamber, bu ayetin getirdiği yasağı, Halife Ö m e r ' i n de belirt­
tiği gibi, d o y u r u c u örneklerle n e t bir b i ç i m d e o r t a y a koyama-
d a n bu â l e m d e n ayrılmıştır. Bize d ü ş e n , e m e k ve gayret karşılığı
o l m a y a n t ü m k a z a n ç l a r ı n riba k a v r a m ı içine girdiği y o l u n d a k i
t e m e l K u r ' a n s a l anlayışı k o r u m a k t ı r .

ikinci olarak, riba k a v r a m ı içine girecek bir faizin reel değerler


ü z e r i n d e k i a r t ı ş l a r d a söz k o n u s u olacağı, nominal değerlerdeki
fazlalaştırmaların riba yasağının dinsel ve m a n t ı k s a l gerekçesi
ile u y u ş m a y a c a ğ ı bilinmelidir. H z . Peygamber, ö d ü n ç verilen
şeylerin ayniyle iadeleri sırasında yapılacak ilavelerin riba oldu­
ğ u n u belirtmiştir. Ö r n e ğ i n , bir ölçek a r p a n ı n yerine bir b u ç u k
ölçek, bir altının yerine 2 altın a l m a k ribadır. Banknotlar ise,
reel değerleri o l m a d ı ğ ı n d a n , m e s e l a 100 lira karşılığında 110
lira a l m a n ı n riba k a v r a m ı içine girip girmeyeceği tartışılacaktır.
Ç ü n k ü b a n k n o t , sadece ü z e r i n e k o n a n n o m i n a l değerle bir an­
lam ifade e t m e k t e d i r .

Nominal değerdeki artışı riba yasağının içine kayıtsız şartsız sok­


mak, riba s ö m ü r ü s ü n d e n kurtarılmak istenen insanları farkında
olmadan bir başka haksız kazancın malzemesi d u r u m u n a getirmek
olabilir.

O halde, b ü t ü n ü y l e n o m i n a l değerler ü z e r i n d e n işleyen banka


faizlerinin ve b a n k a faizciliğinin, K u r ' a n ' d a k i riba k a v r a m ı içi­
n e girdiğini söylemek h e r z a m a n isabetli olmayacaktır. B u n u n l a
birlikte, fıkıh verileri bize, ç ö z ü m e götürebilecek ö n e m l i ipuçları
v e r m e k t e d i r . N o m i n a l değerlerdeki artışla ilgili tespitler bunla­
rın b a ş ı n d a gelir.

N o m i n a l değerlerdeki (itibarî p a r a l a r d a k i ) r a k a m artışının


riba olmadığının tespit ve tescili, çok e r k e n bir devirde Hanefî,
Hanbelî ve Mâlikî fıkıhçılar t a r a f ı n d a n yapılmıştır. (Bu k o n u ­
da bk. İ b n Âbidin; Tenbîhu'r-Rukûd alâ Mesâili'n-Nukûd, 2/58;
el-Bezzâzî, 5/510; Beşir G ö z ü b e n l i ; Kredi İşlemlerinde Cari Olan
Riba , ( m a k a l e ) , 1.Uluslararası İslam Ticaret H u k u k u Kongresi
Tebliğleri, K o n y a ( K o m b a d Yay.), 1997, s. 659)

Kuveyt Finans K u r u m u ' n u n hazırlık çalışmalarını y a p a n komis­


y o n u n isteği ü z e r i n e bir r a p o r y a z a n M u h a m m e d Bakır es-Sadr,
RİBA 205

m e s l e k t a ş l a r ı n d a n t e m e l b a z ı n o k t a l a r d a ayrılarak şu görüşleri
ö n e çıkarmıştır: (bk. K a r a m a n , 29)

1. Parasını bankaya koyanlar, zarara ortak edilmemelidir,

2. Faizsiz bankalar, giderlerini karşılamak üzere bazı mallarını (ser­


mayelerinin bir kısmını. Banka için para, mal h ü k m ü n d e d i r ) klasik
bankalara yatırıp faiz almalıdır. (Zaten bu yol, h e m e n tüm 'faizsiz
banka' mensuplarınca kullanılmaktadır. B u n u n böyle olduğunu bu
işlerle ilgilenen herkes biliyor.)

P a k i s t a n ' ı n 'her alanda İslamî esaslara dönüş' projesinin bir


u z a n t ı s ı olarak, devlet b a ş k a n ı Zıyaulhak, Eylül 1977'de,
'İslam Düşüncesi Konseyi'nden faizsiz e k o n o m i n i n hazırlık ça­
lışmalarını y a p m a s ı n ı istedi. B u n u n ü z e r i n e , ülkedeki fıkıh
u z m a n l a r ı n d a n 15 kişilik bir heyet o l u ş t u r u l d u ve bu heyet,
hazırladığı r a p o r u 1980 yılında Meclis'e s u n d u . R a p o r u değer­
l e n d i r e n Meclis, t a m bir faizsiz e k o n o m i y e geçilinceye k a d a r ya­
rarlanılabilecek bazı yolları ve y ö n t e m l e r i belirledi. B u n l a r için­
de vadeli satışlara izin vardır. H a t t a vadeli satışlarda, belirlenen
fiyatlara ayrıca bir m i k t a r k â r ilavesi de n o r m a l sayılmıştır, (bk.
K a r a m a n , İslama Göre Banka ve Sigorta, 36)

A n ı l a n r a p o r d a , b u ç a r e l e r d e n ç o k d a h a ö n e m l i olarak ş u ö n e r i
d i k k a t ç e k m e k t e d i r : "Mevduat ve ödemelerin para değerlerindeki
değişmelere bağlı kılınması." B u n a göre, b a n k a y a p a r a y a t ı r a n l a r
v e b a n k a d a n kredi alanlar ö d e m e g ü n ü n d e hesaplaşmayı, para­
n ı n değer kaybını göz ö n ü n d e t u t a r a k yapacaklardır. B u nok­
t a d a ölçü, yine r a p o r a göre, ya enflasyon o r a n ı olacaktır, y a h u t
da geleneksel b a n k a l a r ı n esas aldıkları oranlar, (bk. K a r a m a n ,
age. 38)

G e r ç e k şu ki, K u r ' a n , riba yasağını, p a r a n ı n e k o n o m i d e dolaş­


m a s ı n ı s a ğ l a m a k için getirmiştir. Bu a m a c a k ö s t e k değil, d e s t e k
olan m e v d u a t bankacılığını, sırf 'faiz' s ö z c ü ğ ü n e t a k ı l a r a k ve
K u r ' a n ' ı n m a k a a s ı d ı (amaçları) içine giren bir gelişmeyi yok sa­
y a r a k h a r a m ilan etmek, dinin r u h u n a terstir. Bu terslik y ü z ü n ­
d e n d i r ki İslam d ü n y a s ı genelinde, özellikle O s m a n l ı d ü z e n i n d e
parasal s e r m a y e n i n ticaret v e sanayi a l a n ı n a a k m a s ı m ü m k ü n
olamamıştır.

B u n u n m ü m k ü n o l m a k t a n çıkarılmasına yol a ç a n 'dini yanlış


a n l a m a ' n ı n O s m a n l ı ü l k e s i n d e M ü s l ü m a n t ü c c a r l a r a ödettiği fa­
t u r a g e r ç e k t e n yıkıcıdır, yürekler acısıdır. Yabancı uyruklu veya
a z ı n l ı k l a r d a n meslektaşlarıyla y a r ı ş m a imkânı, bir yanlış anla­
m a y ü z ü n d e n elinden alınmış M ü s l ü m a n tüccar, k e n d i ülkesin­
de k e n d i eliyle â d e t a t u t s a k hale getirilmiştir. D u r u m u d a h a iyi
a n l a m a k için şu gerçeğe b a k m a k yeterlidir:

2 0 . yüzyılın b a ş l a r ı n d a bile, İ s t a n b u l n ü f u s u n u n y a r ı d a n fazlası­


nı o l u ş t u r a n M ü s l ü m a n l a r Osmanlı Bankası t a r a f ı n d a n çıkarılan
devlet tahvillerinin sadece y ü z d e 18'ine s a h i p b u l u n u y o r l a r d ı .
Gerisi gayrimüslim t ü c c a r l a r ı n elinde, o n l a r ı n y a r a r ı n a çalışı­
yordu.

Şu bir gerçek ki, K u r ' a n ' ı n getirdiği riba yasağının t e m e l ama­


cı, ihtiyacını g i d e r m e k için b o r ç a l m a k z o r u n d a k a l a n y o k s u l u n
b ü s b ü t ü n m a h v o l m a s ı n ı ö n l e m e k v e o n u , çaresizlerin k a n ı n ı
e m e n k o d a m a n z ü m r e y e karşı k o r u m a k t ı r . Yani, "riba yasağı,
ihtiyaçlarını karşılamak için borçlanmak zorunda kalan fakir kesi­
min istismar edilmesine karşı bir yasamadır..." (Ebu Zeyd, Dinsel
Söylemin Eleştirisi, 24) Bu itibarla, sırf k â r amacıyla k u r u l m u ş
olan ve parayı bir tedavül aracı o l m a k t a n çok, bir ticarî e m t i a
gibi alıp s a t a n ve bu a r a d a m û d i l e r e k â r d a n pay d a ğ ı t a n b a n k a ­
cılığı r i b a n ı n işletildiği k u r u m gibi g ö s t e r m e k dinin r u h u n a da
e k o n o m i k gerçeklere de aykırıdır. Mısırlı bilgin E b u Zeyd, haklı
olarak şu s o n u c a varıyor:

" B u g ü n k ü bankalar riba esasına göre işlememektedir; tam tersine,


tasarruf sahiplerine kâr payı (ribh) vermekte, borçlulardansa geti-
ri (faide) almaktadır. Dolayısıyla, m o d e r n bankacılık sistemleriyle
K u r ' a n ' ı n h a r a m kıldığı ve alanlar için şiddetli azap vaat ettiği riba
arasında en k ü ç ü k bir ilişki söz konusu değildir..." (Ebu Zeyd,
age. 197)

Riba ile ilgili ayetlerde dikkati çeken noktalardan biri de, bu illete
en çok Yahudilerin tutulduğu ve ribanın bu kavmin zulüm araçla­
rından biri olduğu yolundaki tespittir, (bk. 4/161)
RİYA
(ikiyüzlülük, münafıklık, gizli şirk)

Riya, g ö r m e k a n l a m ı n d a k i ru'yet k ö k ü n d e n t ü r e y e n bir kelime


o l u p i n s a n ı n , görsünler diye bir d a v r a n ı ş içine girmesidir. İbn
M a n z û r ' u n da işaret ettiği gibi, riyada fiil, niyetle u y g u n l u k arz
e t m e z . B u u y g u n s u z l u k y a t a m a m e n y a h u t d a k ı s m e n olur.
K u r ' a n , riyayı, fedakârlık y a p m a d a n d i n d a r g ö r ü n m e n i n k a n c ı k
stratejisi o l a n münafıklıkla irtibatlandırır. Münafıkların belirgin
a l â m e t l e r i n d e n biri de riyakârlıktır. (4/142)

O halde, i n s a n ı n k ı s m e n veya t a m a m e n niyetinin a k s i n e iş yap­


m a s ı ve b u n d a n bir sonuç beklemesi, riyadır.

İ n s a n , ikrah (zorlama, baskı) a l t ı n d a da niyetinin a k s i n e iş ya­


par. Riya ile i k r a h s o n u c u icra edilen fiili b i r b i r i n d e n ayıran,
birincide, failin, samimiyetle sergilemediği fiilden bir şeyler
beklemesidir. Riyada, b i r i n i n (örneğin, Allah'ın) görmesi için
sergilenmesi g e r e k e n fiil, bir b a ş k a s ı (örneğin, insan) görecek
şekilde sergilenir. Özellikle din içi riyakârlıkta, iki başlı bir yalan
saklıdır. Riyakâr, Allah için sergilediğini söylediği fiili kullar için
sergileyerek bir yalan, A l l a h ' t a n beklediğini iddia ettiği karşılığı
k u l l a r d a n bekleyerek bir b a ş k a yalan içine girmiş d u r u m d a d ı r .
Bu, t a m bir kişilik ç ö k ü n t ü s ü ve r u h s a l iflastır.

Riya, K u r ' a n ' d a isim ve fiil h a l i n d e 5 yerde geçer. Sayı fazla


değildir. K u r ' a n riyaya öylesine ağır ve şiddetli bir o l u m s u z l u k
yüklemiştir ki, riyakâr, M â û n suresinin de gösterdiği gibi, otoma­
tik olarak din dışı ilan edilebilmektedir. Bu m â n â şiddeti, tekrara
lüzum bırakmaz. Bir kere, münafıklığın b ü t ü n o l u m s u z l u k l a r ı n ı n
aynı a n d a riya için de geçerli o l d u ğ u n u u n u t m a m a l ı y ı z .

Riya, M â û n suresinin açık beyanına göre, örtülü bir din inkârı, yani
dinsizliktir. Ve en kötü dinsizliktir. Ç ü n k ü riya, sinsi ve k a h p e bir
tahripçidir. İnkârın en kuduz şubesi münafıklık, münafıklığın en
zehirli yanı riyadır. Bu y ü z d e n riya, s o n P e y g a m b e r t a r a f ı n d a n
gizli şirk olarak adlandırılmıştır, (bk. b u r a d a , Şirk m a d . )

Allah'a giden yola en a m a n s ı z p u s u y u k u r a n ve dini içinden


y ı k a r a k insanlığı b u n a l ı m a v e o n u r s u z l u ğ a m a h k û m e d e n bir
numaralı illet, riyakârlıktır. B ü t ü n erdirici ve yaratıcı atılımların
belini k ı r a n ve i n s a n o ğ l u n u hiçliğe esir e d e r e k ö m ü r sermaye­
sini boşa h a r c a t a n kahredici bir beladır riyakârlık. Bu belaya
çarpılmış birey ve t o p l u m l a r kalıcı, h u z u r ve m u t l u l u k getirici
hiçbir değer ü r e t e m i y o r . Ç ü n k ü riya, güzeli ve iyiyi ö l d ü r m e k l e
k a l m a z , güzele ve iyiye yönelik ümitleri de m a h v e d e r .

İnsanı kendisi olmaktan çıkaran ve Allah karşısında bir nefret un­


suru haline getiren kötülük, riyadır. Bu karanlığın katranlı galerisi­
ne adım atanlar, yokluğa ve tükenişe teslim olmuşlardır.

K u r ' a n ' ı n ve S o n P e y g a m b e r ' i n h a y a t ı n ı n i n c e l e n m e s i bizi şu


s o n u c a g ö t ü r ü y o r : Riyakârlıkla icra edilen en ideal ibadetlerden,
samimiyet içinde işlenen en büyük günahlar bile yeğdir. Ç ü n k ü
birinci halde, ibadetin karşılığı olmadığı gibi, ümit ve bekleyiş de
silinir. İkinci halde ise ümit ve bekleyiş vardır. Ç ü n k ü eksiğini, gü­
nahını bilen kul, Allah ö n ü n d e boyun büker ki, en emin kurtuluş
yolu budur.

Allah'a kulluk ve sonsuz kurtuluş k o n u s u n d a "Hiçbir şey yapama­


d ı m " itirafı, " H e r şeyi yaptım" i d d i a s ı n d a n çok d a h a ü s t ü n ve çok
d a h a erdiricidir. Ç ü n k ü ikincide riya söz k o n u s u değildir. Bu
y ü z d e n d i r ki, b ü y ü k g ö n ü l a d a m l a r ı , Allah k a r ş ı s ı n d a ibadetleri
değil, b o y u n b ü k t ü r e n , k u l l u ğ u n ş u u r u n a e r d i r e n eksikliği ter­
cih etmişlerdir. K u r ' a n ' d a k i melâmet sırrı b u d u r .

Tamlık kapısından Allah'a gitmek, h e m e n h e m e n hayal ve muhal­


dir; insana yakışan, eksik ve eziklik kapısından H a k k ' a sığınmaktır.
Ç ü n k ü bu ikinci kapı, gizli şirk olan riyaya asla geçit vermez. Ve
gizli şirkin giremediği bir gönül, sonsuz kurtuluşa adaydır.

RİYA MALZEMESİ OLARAK NAMAZIN T İ P İ K D U R U M U

H e m K u r ' a n h e m d e H z . Peygamber, riya k o n u s u n u ö r n e k l e n -


d i r m e d e n a m a z ı seçmektedir. N e d e n ? Bilindiği gibi, namaz,
M ü s l ü m a n ı n h a y a t ı n d a en sık ve y o ğ u n biçimde yer alan bir iba­
dettir. Böyle o l u n c a vitrinlenme ihtiyacı duyan riyakâr r u h u n en
verimli istismar metaı, namaz olacaktır. Ve riyaya yakasını kap­
tırmış kitlelerin din a d ı n a d u r m a d a n cami duvarı d i k m e l e r i n i n
sırrı da b u d u r . Bu i n s a n l a r h e p cami yaparlar, a m a o camilerin
i n s a n yaptığını göremezsiniz. N e ilginçtir ki, H z . M u h a m m e d ,
m a b e t süslemeyi ü m m e t l e r için ç ö k ü ş a l â m e t i o l a r a k gösteriyor.
B u n u n sebebi, işte ş u r a d a izaha çalıştığımız olguda yatıyor.

N a m a z ı n b ü t ü n sırrı, r e k l a m aracı y a p ı l m a m a s ı n d a yatıyor.


Farzlar dışındaki t ü m n a m a z l a r ı n cami d ı ş ı n d a k ı l ı n m a s ı n ı n
emredilmesi v e gece n a m a z ı n ı n ü s t ü n l ü ğ ü d e b u n u gösterir. H z .
Peygamber şöyle diyor:

"Kulu Allah'a yaklaştırmada, gizli yapılan secdeden daha üstün


hiçbir şey yoktur." (İbn M ü b a r e k , Kitabu'z-Zühd, 50)

S a h a b î l e r d e n Ebu U m â m e m e s c i t t e secde edip ağlayan birini


g ö r d ü ğ ü n d e o n a şu dersi vermiştir: "Eğer b u n u halkın içinde de­
ğil de evinde yapmış olsaydın seni takdir ederdim." (İbn M ü b a r e k ,
age. 50) Diğer belirgin riya alanları, infak ve sadaka (mal ve p a r a
dağıtmak, yardım e t m e k ) , mücahitlik, k a h r a m a n l ı k , savaşçılık
o l a r a k gösteriliyor, (bk. 2/264; 4/38; 8/47)

M â û n suresi, " D i n i yalan sayanı gördün m ü ? " sorusuyla başlıyor


ve n a m a z ı n a şu iki hastalığı bulaştıranları açıkça lanetliyor:

1. Ne dediğini anlamadan namaz kılmak,


2. Namaza riya bulaştırmak. ( M â û n s u r e s i n i n ü r p e r t i c i yaklaşımı­
n ı n ayrıntıları için bizim 'Mâûn Suresi Böyle Buyurdu' adlı eseri­
m i z e bakılmalıdır.)

K u r ' a n , k ı y a m e t g ü n ü , yardım ve af dileyecek olan müşriklere,


"Allah'a ortak tanıdıklarınızı çağırın!" diye cevap verileceğini
söylüyor. Bu, gizli şirk riyaya b u l a ş a n l a r için de aynıdır. İbn
Mâce'nin z ü h d b a h s i n d e , kaydettiği bir h a d i s şöyledir:

" O , kendisinde kuşku bulunmayan mahşer g ü n ü n d e Allah ilkleri


ve sonları bir araya topladığında bir duyurucu şöyle haykıracaktır:
'İcra ettiği herhangi bir amelde Allah dışında bir varlığın rızasını
gözetmiş bulunanlar, ücretlerini o gösteriş yaptıklarından istesin­
ler, Allah'tan değil."
RUHBANİYET

Ruhbaniyet, k o r k m a k ve titreyip ü r p e r m e k a n l a m ı n d a k i rehb,


ruhb ve rehbet k ö k l e r i n d e n gelir. Aynı k ö k t e n gelen rahib (ço­
ğulu: r u h b a n ve ruhbaniyyûn) A l l a h ' t a n k o r k a n kişi demektir.
Rahiplik y o l u n u seçmeye t e r e h h ü b d e n m e k t e d i r . Aynı k ö k ü n ,
A r a p ç a ' d a k i if'al kalıbına aktarılışı olan irhab, k o r k u t m a k ve te­
rör a n l a m ı n d a d ı r . Şöyle veya böyle, rahiplik k u r u m u n d a omurga­
yı korku oluşturmaktadır. K o r k m a k veya korkutmak, a m a mutlaka
korku. Tarih, b ü t ü n ruhban çetelerinin, daha genel bir ifadeyle bü­
t ü n din sınıfı erkânının insanlığın ö n ü n e koydukları ne varsa hep­
sinde k o r k u n u n esas olduğunu göstermektedir.

Andığımız k ö k t e n kelimeler K u r ' a n ' d a , isim ve fiil olarak 12 yer­


de geçer. M a d d e başlığımız olan ruhbaniyet ise s a d e c e bir yerde
kullanılmıştır. ( H a d î d , 27)

Korkuyla ü r p e r m e k a n l a m ı n d a k i rehb, i n s a n d a n v e A l l a h ' t a n


k o r k m a k a n l a m l a r ı n d a kullanılıyor. (Birinci a n l a m d a kullanılışı
için bk. 7/116; 8/60; 28/32; 59/13) K u r ' a n , r e h b i n sergilediği
ü r p e r t i n i n yalnız Allah için gösterilmesini i s t e m e k t e (bk. 2/40;
16/ 51) ve m ü m i n l e r i , A l l a h ' t a n rehbet k o n u s u n d a yücelmiş ki­
şiler olarak g ö s t e r m e k t e d i r . ( 2 1 / 90)

İ n s a n , bazen, h e m c i n s l e r i n d e n k o r k u y u birinci p l a n a ç ı k a r m a k t a ­
dır. B u n o k t a d a , K u r ' a n ' a i n a n m a y a n l a r ı n M u h a m m e d üm­
m e t i n d e n korkuları, o n l a r ı n A l l a h ' t a n k o r k u l a r ı n d a n d a h a yo­
ğ u n d u r . Ve bu d u r u m u n gerekçesi de anlayışsızlık, nüfuz yete­
neğinin kıtlığıdır. (59/13)

K u r ' a n , Allah k o r k u s u n u n temsilcisi olarak t a n ı t ı l a n ve benim­


s e n e n rahipler sınıfının o l u m l u ve o l u m s u z taraflarına dikkat
çekmiştir. R u h b a n sınıfın o l u m s u z yanı, Yahudi din adamlarıyla
aynı k ö t ü l ü ğ ü p a y l a ş m a l a r ı n d a görülür. Bu, i n s a n l a r ı n malları-
RUHBANİYET 211

nı çeşitli d ü z e n b a z l ı k l a r l a yiyip onları Allah y o l u n d a n alıkoy­


m a k t ı r . Mal, Allah'a g ö t ü r m e adı a l t ı n d a yeniyor, fakat s o n u ç ,
A l l a h ' t a n u z a k l a ş t ı r m a oluyor. K u r ' a n , bu ikiyüzlülüğü sergile­
yenlerin a z a p l a r ı n ı n k o r k u n ç olacağını söylüyor. (9/34) R u h b a n
sınıfın olumlu yanları ise o n l a r içinde gözyaşı dökebilen, m ü ­
tevazı, d o ğ r u y u k a b u l d e n ç e k i n m e y e n kişilerin b u l u n m a s ı d ı r .
(5/82-84) Ş u n u n altını h e m e n çizelim:

K u r ' a n , r u h b a n i y e t i H r i s t i y a n din b ü y ü k l e r i n i n s o n r a d a n ku-


rallaştırdıklarını, Allah'ın böyle bir şey e m r e t m e d i ğ i n i söylüyor,
fakat r a h i p l e r i n b u n u y a p a r k e n Allah'ın rızası d ı ş ı n d a hiçbir ni­
yetleri olmadığını da b e y a n ederek onları aklıyor. Ayet şöyledir:

"Sonra onların eserleri üzere, resullerimizi art arda gönderdik.


Meryem'in oğlu İsa'yı da onların ardınca gönderdik. Ona İncil'i
verdik; ona uyanların gönüllerine şefkat ve m e r h a m e t koyduk. Bir
bid'at olarak ortaya çıkardıkları ruhbaniyeti, onlar üzerine biz yaz­
mamıştık. Allah'ın rızasını kazanmak için ortaya çıkardılar. Ama
ona gerektiği şekilde saygılı olmadılar. Onların, iman edenlerine
ödüllerini verdik. Onlardan çoğu, yoldan çıkmış olanlardır."

K u r ' a n ' ı n ü s l u p ve diyalektik yapısını d i k k a t e aldığımızda bu


a y e t t e n çıkarılabilecek s o n u ç l a r şöyle verilebilir:

1. Ruhbaniyet, vahyin getirdiği buyruklar, ilkeler arasında değildir.

2. Hristiyanlar bu yolu Allah rızasına varmak için kendileri icat et­


tiler. (İbn M a n z û r , etimolojik gelişmeyi anlatırken, r u h b a n i y e t i n
h a n g i zaruretlerle ortaya çıktığını da söylemiştir.)

3. Rahipler, daha sonraki zamanlarda, ruhbaniyetin gereklerine uy­


mamışlardır.

Eğer H r i s t i y a n azizler, zalim h ü k ü m d a r l a r a karşı dinlerini savu-


nabilselerdi dağlara, izbelere sığınmalarına gerek k a l m a y a c a k t ı .
H z . P e y g a m b e r ' i n bir sözü, t a m bu n o k t a d a esrarlı bir tespit ge­
tiriyor:

"Benim ü m m e t i m i n ruhbaniyeti cihattır." (İbn M a n z û r , r e h b


mad.)

S ö z ü n a n l a m ı açıktır: Eğer rahipler, şuraya-buraya k a ç m a k ye-


rine d e s p o t i z m l e savaşmış olsalardı r u h b a n i y e t ortaya ç ı k m a z d ı .
H z . P e y g a m b e r bir yerde de şöyle diyor:

"Ben, ruhbaniyetle emrolunmadım. Ben, kadınlarla evlenirim. Uyu­


duğum gibi uyanık da dururum. Oruç tuttuğum gibi oruçsuz günler
de geçiririm. Kim benim bu tavır ve tarzımdan yüz çevirirse, o ben­
den değildir." (İbn Sa'd, Tabakaat, 1/372; Buharî, n i k â h 90)

S a h a b e d e n Osman bin M a z ' û n ' a h i t a b e n söylenmiş bu söz bize


ş u n u gösteriyor: Ruhbaniyet adı altında hayattan kaçış yahut riya­
ya sığınış olmamalıdır.

O s m a n bin M a z ' û n , sahabîler a r a s ı n d a z ü h d ü , mistik t e c r ü b e y e


yatkınlığı ve k e n d i n i Allah'a a d a m a s ı y l a ü n l ü o l a n l a r d a n d ı r .
D ü n y a y a karşı tavrını öylesine ileri g ö t ü r d ü ki, bir g ü n k e n d i s i n i
iğdiş ettirmek ü z e r e t e ş e b b ü s e geçti. D u r u m H z . P e y g a m b e r e bil­
dirildi. H z . Peygamber, O s m a n ' ı engellemiş ve İ s l a m ' d a k i r u h s a l
h a y a t ı n bir b o y u t u n a d a h a açıklık getirmiştir: Ruhsal yükselme,
hayatın içinde ve insanlarla kucak kucağa gerçekleştirilecektir.

Ruhbanlığın sonu, insanı ilahlaştırmaya çıkar:

R u h b a n i y e t k o n u s u n u n e n tehlikeli yanı r u h b a n sınıfın ilahlaş-


tırılmasıdır. Tevbe 3 1 . ayet b u n o k t a y a d i k k a t ç e k e r k e n , r u h b a n
sınıfın, tıpkı Yahudi h a h a m sınıfı gibi, bir t ü r yedek ilaha d ö n ü ş ­
t ü r ü l d ü ğ ü n ü v e b u n u n tevhit dinini y o z l a ş t ı r a r a k Ehlikitap t o p ­
lulukları p e r i ş a n ettiğini belirtiyor.

K e l i m e n i n etimolojisi ü z e r i n d e d u r a n İbn Manzûr, başlangıçta


s ı r a d a n Allah k o r k u s u ve din adamlığını ifade e d e n bu k e l i m e n i n
s o n r a k i z a m a n l a r d a m a n a s t ı r a k a p a n m a y ı , d ü n y a y a v e insanla­
ra sırt d ö n m e y i , evlenmemeyi, h a t t a iğdiş edilmeyi ifade e d e n
bir a n l a m k a z a n d ı ğ ı n ı söylüyor ve bu gelişmede H r i s t i y a n l a r a
yapılan baskıların b ü y ü k rol o y n a d ı ğ ı n a dikkat çekiyor. D e s p o t
yöneticilerin z u l ü m ve b a s k ı l a r ı n d a n k u r t u l a r a k dinlerini yaşa­
m a k isteyen ve bir z o r u n l u l u k eseri dağlara k a ç a n , izbelere çeki­
len rahiplerin bu davranışları, s o n r a k i z a m a n l a r d a Hristiyanlı-
ğın e s a s l a r ı n d a n biri gibi algılanır oldu. Oysaki, Allah'ın d i n i n d e
h a y a t t a n ve t o p l u m d a n sürekli kaçış y o k t u r . Yani halvet ve uzlet
(yalnızlık ve inziva) değil, celvet ( h a y a t ı n ve i n s a n l a r ı n içinde
olmak) esastır.
SABIR

"Yemin olsun ki, mallarınızda da canlarınızda da imtihan


edileceksiniz' Ve yemin olsun ki, sizden önce kendilerine
kitap verilenlerden de şirke batanlardan da incitici çok şey
dinleye-yeceksiniz! Sabreder, sakınıp korunursanız işte bu,
iş ve oluşların en zorlulanndandır."
Âli İmran suresi, 186

Sabr k ö k ü n d e n isim ve filler, 109 yerde geçer. Mastar-isim olarak


sabr sözcüğü 15 kez geçmektedir. Sabır k ö k ü n d e n emirler 29 kez
geçer. B u n l a r ı n 2 1 tanesi, d o ğ r u d a n doğruya H z . M u h a m m e d ' e
yöneliktir. Diğer 8 e m r i n 4 t a n e s i M u h a m m e d ü m m e t i n e h i t a p ­
tır. Sabır emirlerinin t a m a m ı n a yakınının Hz. Peygamber'e hitap
etmesi, o n u n maruz kalacağı ıstırap ve çilenin büyüklüğünü göster­
mesi bakımından son derece d ü ş ü n d ü r ü c ü d ü r .

Ahkaf 35. ayet, H z . P e y g a m b e r ' e sabrı e m r e d e n beyyineler için­


de ayrı bir özellik t a ş ı m a k t a d ı r . Şöyle deniyor:

"Artık, resullerin azim sahibi olanlarının sabrettiği gibi sabret! O


inkarcılar için acele e t m e ! "

Bu beyyine g ö s t e r m e k t e d i r ki, sabır, öncelikle b ü y ü k aksiyon


sahibi peygamberlere ( N u h , İ b r a h i m , M u s a , İsa, M u h a m m e d )
emredilmiştir; ç ü n k ü e n b ü y ü k ıstıraba m a r u z kalanlar onlardır.
Istırabın b ü y ü k l ü ğ ü sabrın b ü y ü k olmasını gerektirir.

Ulül a z m peygamberlerin sabrı en büyük, en zorlu sabırdır a m a


b ü t ü n peygamberlerin t e m e l niteliklerinden biri de sabırlı ol­
maktır, (bk. 6/34; 21/85) K u r ' a n bu gerçeği ifadeye k o y a r k e n ,
dolaylı şekilde sabrın t a n ı m ı n ı da v e r m e k t e d i r :

"Nice peygamber, beraberinde kendisini Rabb'e adayan birçok kişi


bulunduğu halde savaşmıştır. Onlar, Allah yolunda kendilerine
gelip çatan zorluklar yüzünden gevşememiş, zayıflık göstermemiş,
susup pusmamışlardır. Allah sabredenleri sever." (Ali İ m r a n , 146)

Başlığın altına k o y d u ğ u m u z ayet; s a b r ı n h e m m a h i y e t i n i h e m d e


s o n s u z l a ş m a k isteyen benliğe nelere mal olacağını göstermesi
b a k ı m ı n d a n eşsiz bir beyyinedir. Yaklaşık aynı a n l a m d a iki bey-
yine d a h a vardır: B a k a r a 155, M u h a m m e d 3 1 .

K u r ' a n s a l a h l a k ı n özü, y ö n t e m i , s a n a t ı olan m e l â m e t i n bir t ü r


uygulanışı olan sabır, varlık ve oluşa, yaratılmışların değil,
Y a r a t ı c ı ' n ı n gözüyle b a k a n l a r ı n tavrıdır. Sabır, h a y a t imtihanı­
n ı n b a ş a r ı sırrını t a ş ı y a n tavrın öteki adıdır.

Sabırlı ilgili ayetlerin ö n e m l i bir kısmı, bu erdirici k a v r a m ı n bir


t ü r 'başarının a n a h t a r ı ' o l a r a k algılanmasını sağlayıcı niteliktedir,
( ö r n e k o l a r a k bk.2/249; 8/65, 66) T e k â m ü l veya i n s a n ı n ayrıl­
dığı b ü t ü n e (Tanrı'ya) ulaşması, ıstırapla m ü m k ü n o l m a k t a d ı r .
Yani t e k â m ü l , ö n ü m ü z e , aşılması g e r e k e n birçok engel, katlanıl­
m a s ı g e r e k e n b i r ç o k sıkıntı, acı ve ıstırap yığmaktadır. Sabır bü­
t ü n b u zorlukları a ş m a n ı n h e m adı h e m s a n a t ı h e m d e t e k â m ü l
lügatindeki karşılığıdır. B u n u n içindir ki 'sabır, işlerin en zor-
l u l a r ı n d a n d ı r . " (Âli İ m r a n , 186; Şûra, 43) Sabır, tanrısal lütuf
ve inayetin ö n d e gelenlerinden biridir. Tanrısal inayet o l m a d a n
sabrı g e r ç e k l e ş t i r m e k m ü m k ü n değildir. S o n P e y g a m b e r ' e h i t a p
e d e n ve sabır kelimesini iki kez k u l l a n a n şu beyyineye b a k ı n :

"Sabret! Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımıyladır. Onlar için


tasalanma! K u r m a k t a oldukları tuzaklar yüzünden de telaşlanma!"
(Nahl, 127)

Sabır, böyle bir nitelik taşıdığı içindir ki, sabrı gerçekleştiren­


lerin Allah'ı y a n l a r ı n a almış olacakları açıkça b e y a n edilmiştir.
B a ş k a bir deyişle, "Allah, sabredenlerle beraberdir." (Bakara,
249; Enfâl, 46) Ve sabredenler, O ' n u n sevgisine layık hale gel­
miş o l m a k t a d ı r . (3/146) Bu liyakat sayesindedir ki O, sabreden­
lere vereceği ö d ü l l e r d e karşılıklılık, h e s a p , denklik aramıyor:

"Tarafımdan söyle: 'Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının!


Bu dünya hayatında güzel d ü ş ü n ü p güzel davrananlara güzellik
var. Allah'ın toprağı/yeryüzü geniştir. Sadece sabredenlere, ücret­
leri hesapsız ödenecektir." ( Z ü m e r , 10)

Sabrın, s a d e c e zorluklar k a r ş ı s ı n d a gösterileceğini d ü ş ü n m e k


isabetli değildir. Sabır, n i m e t ve refah k a r ş ı s ı n d a da gereklidir.
K u r ' a n ' ı n ö l ü m s ü z tespitiyle 'sabır, insana isabet eden her şeye
karşı' olmalıdır, (bk. H a c , 35) İ s a b e t eden, z a h m e t olabilece­
ği gibi n i m e t de olabilir; lütuf olabileceği gibi k a h ı r da olabilir.
K u r ' a n , sabrı i m a n a d a m ı n ı n t e m e l niteliklerinden biri o l a r a k
t e s p i t e d e r k e n b u n u d a ilkeleştirmektedir:

"Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz hayırda erginlik/dü­


rüstlük değildir. Hayırda erginlik/dürüstlük o kişinin hakkıdır ki,
Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere ina­
nır; akrabaya, yetimlere, çaresizlere, yolda kalmışa, yoksullara,
öz-gürlüğüne kavuşmak gayretinde olanlara malı seve seve verir,
namazı/duayı yerine getirir, zekâtı öder. Böyleleri söz verdiklerin­
de ahitlerine vefalıdırlar; bolluk ve bereket zamanı kadar, zorluk,
sıkıntı ve şiddet zamanında da sabırlıdırlar. İşte bunlardır özüyle
sözü bir olanlar. İşte bunlardır takva sahipleri." (Bakara, 177)

İ n s a n o ğ l u çoğu z a m a n , belalar k a r ş ı s ı n d a sabırda başarılı ol­


m a k t a d ı r d a n i m e t l e r k a r ş ı s ı n d a sabırda başarılı o l a m a m a k t a ­
dır. H z . Ö m e r , b u n o k t a d a , t a r i h i n e n m u h t e ş e m t e s p i t l e r i n d e n
birini, İslam ü m m e t i b a ğ l a m ı n d a yapmıştır. Şöyle diyor:

"Zorluk ve belalarla imtihan edildik sabredebildik de nimet ve re­


fahla imtihan edildiğimizde sabredemedik."

T e k â m ü l ü n k a r ş ı m ı z a diktiği zorlukları nasıl yenecek, ö n ü m ü z e


çıkardığı engelleri nasıl aşacağız? İ m k â n ve a r a c ı m ı z n e d i r ? T e k
kelimeyle cevap verilmiştir: Sabır. Sabır ç o k geniş bir k a v r a m
o l u p rıza, teslim ve tevekkülü de içerir. (Râgıb, el-Müfredât)

Benliğin z o r l u k l a r a t a h a m m ü l ü (Tehânevî, el-Keşşâf, sabr) diye


t a n ı m l a n a n sabrın gerekçesi n e d i r ? Anlaşılan o ki, sabır, za­
ferden e m i n olanların tavrıdır. K u r ' a n , "Sonuç, takva sahipleri-
nindir." (Kasas, 83) diyerek m u t l u bir son m ü j d e l e m e k t e d i r . O
halde, t a k v a sahipleri ( s o n s u z l u ğ u esas alanlar) z ü m r e s i n e dahil
bir ferdin çarpıklık, zıtlık, ç a t ı ş m a ve k a v g a d a n ü r k e r e k feryat
etmesi, ümitsizliğe d ü ş m e s i söz k o n u s u edilemez. Tebrizli Şems
(ölm. 645/1247) bu gerçeğe d i k k a t ç e k e r k e n şöyle diyor:

"Sabrın mânâsı, işin s o n u n u gözlemek, sabırsızlığın mânâsı da işin


s o n u n u göremeyecek kadar kısa görüşlü olmaktır. İlk saf, daima
işlerin s o n u n u iyi görenlere kalır." (Şems, Makaalât, 1/74)
Ve Ş e m s şöyle d e v a m ediyor:

"Nasıl ki Yusuf kuyuya atıldığı, zindana tıkıldığı günlerde bile ge­


celerini hoş geçiriyordu. Ç ü n k ü kendisine Ay'ın, Güneş'in, yıldız­
ların secde ettiğini rüyasında görerek b u n a inanmıştı." (Şems, age.
1/80)

H e r büyük r u h u n içinde bir Yusuf rüyası saklıdır, saklı olmalıdır.

D o ğ a s ı itibariyle aceleci olan i n s a n ı n ( İ s r a , l l ) bu eksikliği­


ni gideren bir r u h s a l y a r d ı m d ı r sabır. B u n u n içindir ki H z .
P e y g a m b e r sabrı, "insanoğluna yapılan lütufların en hayırlısı, en
genişi" (Buharî, rikaak, 30) o l a r a k nitelendiriyor.

Sabır bir n i m e t olduğu için o n u n 'en güzeli'ni elde e t m e m i z


ö ğ ü t l e n m i ş t i r . (bk. 12/18) N e d i r 'güzel sabır'? Tasavvufta güzel
sabır, " k e n d i s i n d e halkla şikâyet b u l u n m a y a n sabır" diye t a n ı t ı ­
lır. Bu t a n ı t ı m da K u r ' a n kaynaklıdır. N i t e k i m H z . Yakup, oğlu
Y u s u f ' u n hasretiyle y a n ı p t u t u ş t u ğ u g ü n l e r d e şöyle k o n u ş u y o r :

"Ben, taşan kederimi, m a h z u n l u ğ u m u yalnız Allah'a arzediyorum."


(Yusuf, 86)

H z . M u h a m m e d d e Taif G ü n ü diye bilinen ıstıraplı g ü n ü n d e


m ü ş r i k l e r d e n g ö r d ü ğ ü eza ve cefa ü z e r i n e halini yalnız Y a r a t a n ' a
arz e d e r e k şöyle y a k a r ı y o r d u :

"Allahım! Kuvvetimin azlığı, h ü n e r i m i n noksanlığı, insanlar kar­


şısında zayıf d ü ş m e m d e n sana şikâyetçiyim. Sen, hor görülüp
ezilenlerin Rabbisin. Benim de Rabbim sensin. Beni kime ısmar­
lıyorsun? Beni yüzüstü mü bırakıyorsun? Yoksa işlerimin yöneti­
mi d ü ş m a n ı m a mı havale ediyorsun? Gazabına m u h a t a b olmamış-
sam yine de gam yemem. Fakat afiyet vermen çok daha sevindirici
olur. Karanlıkları aydınlatan y ü z ü n ü n parıltısına sığınıyorum..."
(Ayrıntılar için bk. İ b n Teymiye; Resâil, 1/2)

Dert ve gam izafidir. Herkes kendi derdini büyük görür. Sabır,


d a h a b ü y ü k d e r t v e g a m a çarpılmadığımız için bir ş ü k ü r m â n â s ı
taşır aynı z a m a n d a . İ n s a n , n a n k ö r ve aceleci bir yaradılışa s a h i p
b u l u n d u ğ u için k e n d i s i n e d o k u n a n iğne u c u n u g ö r ü r v e başka­
larına b a t a n h a n ç e r i fark e t m e z . Sabır, bu n a n k ö r l ü k ve gafletin
d e ö n ü n e geç-mekte, i n s a n ı u y a n d ı r m a k t a d ı r .
H e r şeyin A l l a h ' t a n geldiğini, her şeyin Allah'a gideceğini bilen
bir vicdan Allah'ın a r z u ve iradesi d ı ş ı n d a bir şeyin m e y d a n a
gelemeyeceğini de bilir. Allah k ö t ü l ü k is-temeyeceğine göre ge­
len dert ve g a m ı n da nihayet hayır olan bir a n l a m ı var d e m e k ­
tir. Şeylerin ve olayların bize y a r a y a n ı n a "İyi, eyvallah!", bize
yaramayanına " N e k ö t ü ! " demek iman şuuruyla bağdaşmaz.
M ü m i n , Rebîa bin Ebu A b d u r r a h m a n ' ı n (ölm. 136/753) şu sözle­
r i n d e belirtilen olgunluğa u l a ş m a k z o r u n d a d ı r :

"Sabrın zirvesi, musibetin geldiği günle gelmediği günün, insan için


aynı olmasıdır." (Ebu N u a y m , Hilye, 3/262)

K u r ' a n ' a göre, t o p l u m h a y a t ı n ı n erdirici ve besleyici u n s u r l a r ı n ­


dan biri de sabır ahlakıdır. B u n u n içindir ki İslam t o p l u m u n d a
sabrı tavsiye de önemli bir yer t u t a r :

"Yemin olsun zamana ki, insan kesin bir kayıp içindedir. Ancak
iman edenlerle güzel amellerde bulunanlar, bir de birbirlerine hak­
kı tavsiye, sabrı tavsiye edenler böyle değildir." (Asr suresi)

Ne ilginçtir ki, sahabîler birbirleriyle selamlaştıklarında veya


ayrılacakları z a m a n b u A s r suresini okurlardı. Ç ü n k ü o r a d a ş u
dört yaratıcı-erdirici u n s u r dikkatlere s u n u l u y o r : İman, eylem,
hak ve sabır. Ve bu üçü zafer ve m u t l u l u ğ u n esasıdır.

D e n m i ş t i ki nimetlerle a z m a m a k , n i m e t l e r içinde dengeyi ko­


r u m a k da sabır c ü m l e s i n d e n d i r . Ve bu sabır, sabrın en çetini ve
elbette ki en m a k b u l ü d ü r . Tasavvuf t a r i h i n i n anıt isimlerinden
biri olan Sehl et-Tüsteri (ölm. 283/896) şöyle diyor:

"Afiyete sabır, belaya sabırdan daha zordur." (Sühreverdî, Avârif,


b a b : 59)

Son olarak Hilye'de yer alan bir kaydı naklederek bahsi kapayalım:
M u h a m m e d b. Vâsi'in elinde bir yara çıkmıştı. Dedi: "Şu yarada
benim için ne büyük nimet var, bilir misiniz?" Sordular: "Neymiş
o ? " Nasıl olurda bir yara nimet o l u r ? " Cevap verdi: "O nimet, yara­
nın gözbebeğimde, dilimin veya zekerimin ucunda çıkmamasıdır."
(Ebu N u a y m , Hilye, 2/352)
SALÂT
(namaz, dua)

K u r ' a n , b ü t ü n varlık ve oluşu bir d u a faaliyeti olarak de­


ğ e r l e n d i r m e k t e d i r . Bu faaliyetin K u r ' a n t e r m i n o l o j i s i n d e çeşitli
adları vardır. B u n l a r d a n biri de salât o l u p T ü r k ve F a r s dillerin­
de karşılığı n a m a z d ı r .

Salât, kelime anlamıyla dua demektir. Salât ayrıca af dilemek


(istiğfar), r a h m e t , övgü, yüceltmek, t e b r i k etmek, d e s t e k l e m e k
gibi a n l a m l a r da taşıyor. Bu k e l i m e n i n İ b r a n i c e ' d e k i salûta (iba­
d e t h a n e ) kelimesiyle ilgisi açıktır. K u r ' a n , bu salûta'yı salavât
(22/40) ve musalla (2/125) şeklinde, çoğul olarak, i b a d e t h a n e ­
ler a n l a m ı n d a kullanıyor.

K u r ' a n ' ı n , eski p e y g a m b e r l e r i n ü m m e t l e r i t a r a f ı n d a n da uy­


gulandığını h a b e r verdiği salâtın şekli ve miktarı h a k k ı n d a bil­
gimiz y o k t u r . Yalnız h e r ü m m e t i n bir salât şekli o l d u ğ u n u ve
i n a n m a y a n l a r ı n , m ü m i n l e r l e u ğ r a ş ı r k e n , o n l a r ı n salâtlarını ta­
rih b o y u n c a alay k o n u s u yaptıklarını K u r ' a n bize h a b e r veriyor,
(bk. 5/58; 11/87; 31/17; 8/35) Râgıb, şaheseri el-Müfredat'm
salât m a d d e s i n d e şöyle d e m e k t e d i r :

"Salât, aslı d u a d a n ibaret olan ibadetin özel bir şeklidir, ibadetin bu


adla anılışı, bir şeyin ihtiva ettiği şeyle anılışı cinsindendir. Salât,
b ü t ü n dinlerde, şekli ne olursa olsun, yer alan ibadetin bir görünü­
müdür."

Salâtın m ü m i n l e r e bir görev olarak y ü k l e n m i ş b u l u n m a s ı ve


şeklinin k ı s m e n K u r ' a n v e k ı s m e n d e H z . P e y g a m b e r t a r a f ı n d a n
gösterilmiş olması, o n u n , diğer zikir ve t e s p i h faaliyetlerinden
farklı olarak, belirli vakitlere b a ğ l a n m a s ı n ı da gerekli kılmıştır.

"Salât, m ü m i n l e r üzerine, vakti belirli bir emir olarak yazılmıştır."


(Nisa, 103)
Salât faaliyetinin v a k t e b a ğ l a n m ı ş olması, bazı İslam bil­
ginlerinin: " N a m a z ı n kazası olmaz, ç ü n k ü her gün aynı vakitler
yeniden vücut bulmaktadır" s o n u c u n a v a r m a l a r ı n a n e d e n o l m u ş ­
t u r . N i t e k i m , K u r ' a n , o r u ç t a n farklı olarak, n a m a z ı n k a z a s ı n d a n
söz etmez, böyle bir d ü z e n l e m e y a p m a z .

K u r ' a n ' ı n salât deyimini birçok y e r d e zekâtla birlikte a n m a s ı


(bk. 2/83, 110, 177, 2 7 7 , vs.), o n u n M ü s l ü m a n t o p l u m u n psi­
kolojik b o y u t u n u t u t m a k t a o l d u ğ u n u gösteriyor. Ç ü n k ü zekât,
aynı t o p l u m u n sosyo-ekonomik b o y u t u n u t u t m a k t a d ı r .

Bir dua faaliyeti olarak salât, e v r e n d e k i tespih faaliyetine ş u u r l u


bir katılımdır. G e r ç e k t e n de salât, İbn Arabi'nin de işaret ettiği
gibi, "Yatay, dikey ve kırık üç hareket şeklini birleştiren esrarlı bir
ibadet biçimidir. O, varlığın Allah'ı anısının en tipik göstergesidir."
H e r varlık, fıtrî t e s p i h ve ibadetini kıyam, rükû, secde hallerin­
d e n yalnız biriyle yapar. İ n s a n s a b u ü ç hali n a m a z d a birleştire­
rek toplayıcı bir ibadet sergiler.

K u r ' a n , salâtı vazgeçilmez dinsel öğelerden biri olarak tespit


etmiştir. O bir seçkinler veya ' r u h a n î l e r ' y ö n t e m i değildir. En
c o ş k u n ve eylemci m i z a ç l a r kadar, en sessiz ve h a r e k e t s i z mi­
zaçlar d a o n d a n a s i b i n e bir yol bulur. K u r ' a n , o n u d u a d a bağırıp
çağıranlarla, aşırı şekilde sessiz ve h a r e k e t s i z k a l a n l a r a r a s ı n d a
bir d e n g e yolu o l a r a k belirlerken (bk. 17/110), bu evrensel ger­
çeğe d i k k a t çekmiş oluyor.

Salât, d u a ve m e d i t a s y o n sayesinde, üç boyutlu âlemin baskı­


l a r ı n d a n sıyrılıp d u y u l a r ötesi fezaya t ı r m a n a n r u h a , b e d e n i de
aynı y ö n d e bir değişim geçirmeye iterek, b ü y ü k bir destek sağ­
l a m a k t a d ı r . H i n t l i bilgin Şah Veliyyullah Dehlevî'nin (ölm.1762)
söylediği gibi' "Salât, r u h u melekût âlemine yükseltmektedir."
D e h l e v î ' n i n v a t a n d a ş ı çağdaş d ü ş ü n ü r M u h a m m e d İkbal (ölm.
1938), aynı gerçeği, şu şekilde ifadeye koyuyor:

"Salât, r u h u n mekanik hayattan hürriyete kaçışıdır." (İkbal


R e c o n s t r u c t i o n , 103)

K u r ' a n bize gösteriyor ki, kul Allah'a salâtta bulunduğu gibi,


Allah da kula salât etmektedir. B a k a r a 157. ayet, m ü m i n l e r üze­
r i n e r a b b i n s a l a v â t ı n d a n b a h s e t m e k t e v e b u salavâtı r a h m e t l e
birleştirmektedir. O halde, musallî (salât icra e d e n ) sıfatı h e m
A l l a h ' ı n h e m k u l u n sıfatı olur. B u n a bağlı olarak, melekler de
Allah ile birlikte, salât e d e n kula, m u k a b i l salât h a l i n e girerler,
(bk. 33/142; 2/157)

G ü n l ü k h a y a t ı n s o n s u z a bağlı yanımızı ezen, h ı r p a l a y a n şart­


larla dolu a t m o s f e r i n d e n r u h s a l fezaya yükseliş, benliğimizi ü s t
b o y u t l a r a ç e k e r e k iç d ü n y a m ı z ı n a r ı n m a s ı n a elbette ki y a r d ı m
edecektir. K u r ' a n bu gerçeğe d i k k a t ç e k e r k e n , şöyle diyor:

" K i t a p ' t a n sana vahyedileni oku! Namazı/duayı da yerine getir!


Ç ü n k ü namaz/dua, çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. El­
bette ki Allah'ın zikri /Kur'an'ı daha büyüktür! Allah, neler yaptığı­
nızı biliyor." ( A n k e b û t , 45)

B u r a d a dikkat ç e k e n bir n o k t a d a K u r ' a n o k u m a n ı n s a l â t t a n


d a h a ü s t ü n bir ibadet o l d u ğ u d u r . G e r ç e k t e n d e K u r ' a n okumak,
K u r ' a n ' ı n emrettiği ibadetlerin h e m ilki hem de en büyüğüdür.
S o n s u z l u k t a n n a s i p l e n e n r u h , ö l ü m l ü v e iğretinin t a h a k k ü m
o r a n ı n ı d ü ş ü r e r e k ferdi ö l ü m s ü z l ü ğ e u z a n a n çizgide güçlendi­
rir. Salât, A r a s t e ' n i n güzel deyişiyle, "alışılagelmiş hayattan ger­
çek hayata bir geçiş ve insanın kendini aşmasının en ideal yoludur."
(Araste, Growth to Selfhood, 21-22) K u r ' a n , bu n o k t a y a p a r m a k
b a s a r k e n de şöyle diyor:

"Sabra ve namaza/duaya sarılarak yardım dileyin. Hiç kuşkusuz bu,


kalbi ürperti duyanlardan başkasına çok ağır gelir." (Bakara, 45,
153)

Salât, t ü m varlığın d u a ve ibadet t a v r ı n ı n o r t a k ifadesidir. Bu


d e m e k t i r ki salât, yüzlerce, binlerce, milyonlarca h a t t a milyar­
larca r e n k - d e s e n ve y ö n t e m a r z eder. Namaz kelimesiyle ifade
edilip kılınan ise salâtın çok özel bir şeklidir. Bu özel şekil, t ü m
niyaz ve d u a faaliyetlerini bir araya getiren 'toplayıcı bir ibadet'
olarak dikkat ç e k m e k t e d i r . D i n i n , Allah'ı y ü c e l t m e k v e a n m a k
için ö n g ö r d ü ğ ü t ü m d a v r a n ı ş v e d ü ş ü n c e l e r n a m a z d a a h e n k l i
bir b ü t ü n h a l i n e getirilmiştir. A n c a k u n u t m a m a k gerekir ki, b u
a h e n k l i b ü t ü n ü n , belli z o r u n l u l u k l a r a l t ı n d a belli kısımlarının
dışta t u t u l m a s ı , yapılan işin salât olmasını engellemez. Fıkıh de­
yimleriyle ifade edersek, salâtın esas ve değişmez r ü k n ü (omur­
gası), Tâha suresi 14. ayette ifade edilen ö z d ü r . C e n a b ı H a k bu
öze d i k k a t ç e k e r k e n şöyle b u y u r u y o r :
"Namazı, beni a n m a k için kıl!"

Allah'ı a n m a varsa, salât var demektir.

Öteki rükünler, zait (artı, gerektiğinde olmayabilecek) rükünlerdir.


İmamı Azam'a göre, kıraat (namazda K u r ' a n ' d a n belli bir bölümün
okunması) da zait bir r ü k ü n d ü r . Zait rükünlerin özelliği şudur ki,
şartlar ve mazeretler onların yerine başka şeylerin ikame edilmesini
(geçirilmesini) gerekli kılabilir ve bu, dinen sakıncalı olmaz.

Birçok varlık, bizim kıldığımız salâtın o n d a , yüzde, belki b i n d e


birini salât edinmiştir. O n l a r ı n yaptıkları da salâttır. Bize özel
salât halinin de insan h a y a t ı n d a , imkânlara, m e k â n l a r a , z a m a n ­
lara, şartlara göre o n l a r c a icra şekli söz k o n u s u olabilir, olmalı­
dır. İslam'ın t ü m z a m a n l a r a ve coğrafyalara h i t a p eden bir din
o l u ş u n u n kaçınılmaz s o n u ç l a r ı n d a n biri de b u d u r . K u r ' a n ' ı dik­
katle o k u y a n l a r bu söylediklerimizin ayrıntılarını y a k ı n d a n tanı­
yabilirler. Ö r n e ğ i n Kur'an, binek ü s t ü n d e veya yürüyerek namaz
kılmaktan söz etmektedir. (2/239)

Böyle bir n a m a z d a en a z ı n d a n r ü k û ve s e c d e n i n olmayacağı,


olamayacağı açıktır. Oysaki fıkıh, r ü k û ve secdeyi n a m a z ı n
o l m a z s a olmazları a r a s ı n d a g ö s t e r m e k t e d i r . Ve bu d o ğ r u d u r .
A m a bu, n o r m a l ve r a h a t şartlara göre böyledir. N a m a z , Allah
ile i n s a n ı n t e m e l diyalogu olarak, her şart ve d u r u m d a kılınma­
lı, k o r u n m a l ı d ı r . Bu böyle olduğu içindir ki K u r ' a n . bazı haller­
de secdesiz ve rükûsuz namaz kılmava da izin vermektedir. Böyle
bir n a m a z d a salât c ü m l e s i n d e n d i r . N e var k i m a z e r e t h a l i n e
u y a r l a n m ı ş bir s a l â t t ı r . . . U n u t u l m a s ı n ki bu u y a r l a m a n ı n kapısı­
nı bizzat K u r ' a n a ç m a k t a d ı r . B u n d a n doğal ne olabilir? İnsana
şahdamarından daha yakın olan Yüce Allah (Kaf, 16) sadece belirli
şekillerde eğilip kalkanların niyazını duyup ötekileri h u z u r u n d a n
kovacak değil ya!..

İbadette, o arada namazda, mükemmellik şartlarıyla yeterlilik şart­


larını birbirine katmak son derece yanlış ve zararlı bir yaklaşımdır.

Özetlersek, geleneksel fıkhın anlattığı salât, K u r ' a n ' ı n anlattığı ge­


niş salâtın belli bir uygulanışıdır. Bu uygulanışın en güzeli ve en
mükemmeli verdiğine bir itiraz olamaz; ancak salâtın bu anlatılan
dışında bir şeklinin ve icrasının m ü m k ü n bulunmadığını söylemek,
akıl ve din dışıdır. Böyle bir iddianın dine ve insana, hizmetten çok
zarar getireceği ise açıktır. Ç ü n k ü böyle bir iddia, K u r ' a n ' ı n evren­
sel tebliğinin temel unsurlarından biri olan salâtı uygulanamaz hale
sokarak evrenselliği zedelemekte ve sonuçta insana da dine de za­
rar vermektedir.

BİNEK Ü S T Ü N D E VE YÜRÜYEREK NAMAZ MESELESİ

Hiç eğilmeden (ayakta) veya yürüyerek namaz kılınabilir mi?

Eğer n o r m a l şekliyle kılmayı engelleyen bir d u r u m varsa elbet­


te kılınabilir. Ç ü n k ü , Allah'a ibadet e t m e m e n i n hiçbir gerek­
çesi o l a m a z . Şekil, şartlara ve z o r u n l u l u k l a r a göre değişebilir
a m a ibadeti t a m a m e n k a l d ı r m a k söz k o n u s u edilemez. K u r ' a n ,
ayakta, h a t t a y ü r ü y e r e k n a m a z k ı l m a k t a n d a söz ettiğine göre
ayakta, h a t t a y ü r ü y e r e k d e n a m a z kılınabilir. D a h a d o ğ r u s u , b u
şekilde n a m a z kılmayı gerektiren şartlar doğabilecektir.

B u r a d a iki şeyi birbirine k a t m a m a k z o r u n d a y ı z : N o r m a l şartlar­


da n a m a z , bildiğimiz şekliyle kılınır. Bu n o r m a l şartlar mevcut­
k e n n a m a z ı hiç eğilmeden veya y ü r ü y e r e k kılmaya k a l k m a n ı n
s a v u n u l u r bir y a n ı o l a m a z . Tıpkı sağlıklı bir i n s a n ı n d u r u p du­
r u r k e n o t u r a r a k n a m a z kılmaya k a l k m a s ı n ı n s a v u n u l u r bir yanı
olmadığı gibi...

A n c a k , ibadet-dua, z a m a n v e m e k â n ü s t ü bir değerdir. B u n u n


içindir ki, K u r ' a n , değişen z a m a n l a r a ve şartlara u y a r l a n m a y ı
sağlayan tedbirleri bizzat kendisi getirmiştir. Bu tedbirlere 'ika­
me değerler' ( n o r m a l z a m a n l a r d a kullanılan değerlerin yerini
alabilecek değerler) veya 'ikame tedbirler' diyebiliriz. İkame de­
ğerleri olmayan bir din, evrensel olamaz. N e d i r i k a m e değerler?

N o r m a l şartlarda, alışılmış ve yerleşmiş şekliyle yerine getirilen


b u y r u k l a r ı n z o r u n l u hallerde veya t a m a m e n değişen ş a r t l a r d a
b a ş k a b i ç i m d e y e r i n e getirilmesine i m k â n v e r e n değerlere, ikame
değerler diyoruz. Salâtın kıyam h a l i n d e (ayakta) kılınması nor­
mal ve alışılmış şekildir. Salata bu şekliyle i m k â n v e r e n şartlar
k ı s m e n veya t a m a m e n o r t a d a n kalktığında M ü s l ü m a n ı n salâtını
m ü m k ü n hale g e t i r m e k kaçınılmazdır. Aksi h a l d e din, bir n o k ­
t a d a n s o n r a y a ş a n a m a z hale gelir. Böyle bir s o n u c u n doğma­
m a s ı için i k a m e değerler devreye girer. A y a k t a salât e d e m e y e n
b u n u o t u r a r a k yapar. A y a k t a v e sabit h a l d e salât e d e m e y e n l e r
içinse y ü r ü y e r e k salât i m k â n ı getirilmiştir.
İşin esası ş u d u r : Salât, bir toplayıcı ibadettir; Kur'an'daki t ü m
tazarru' (Allah ö n ü n d e b o y u n b ü k ü ş ) ve niyaz hallerini toplar.
Normal zamanlarda salât bu toplanan hallerin tümüyle yapılır.
Şartlar bunlardan birini veya birkaçını dışta tutmayı gerekli kılıyor­
sa o zaman salât, korunabilecek kısımların korunmasıyla yapılır.

İ k a m e değerlerin kullanılması, z o r u n l u haller içindir. G ö z a r d ı


edilmemesi gereken ş u d u r : K u r ' a n b u d u r u m d a n söz ettiğine
göre, i n s a n h a y a t ı bu t ü r z o r u n l u l u k l a r l a k a r ş ı l a ş a c a k ve bu ika­
me değerleri kullanabilecektir.

AYAKKABILARLA SALÂT MESELESİ

Salâtın yerine getirilmesi (ikametu's-salât) k o n u s u n d a bir önemli


nokta da ayakkabıların çıkarılıp çıkarılmaması meselesidir.

A y a k t a v e y ü r ü y e r e k salât m ü m k ü n ise b u n u n z o r u n l u s o n u c u ,
ayakkabıları ç ı k a r m a d a n da salât edilebileceğidir. G e l e n e k s e l
fıkıh k i t a p l a r ı n d a bile b u n u n m ü m k ü n o l d u ğ u n u g ö s t e r e n açık
b e y a n l a r vardır. B u n u n da ö t e s i n d e , bazı fıkıh ve hadis kitapla­
rı, ayakkabıları (en-na'leyn) ve mestleri (el-huffeyn) ç ı k a r m a d a n
kılınan n a m a z ı n ayakkabılar çıkarılarak kılınan n a m a z d a n d a h a
ü s t ü n o l d u ğ u n u bildirmektedir. Ö n c e , söylemin klasik h a d i s v e
fıkıh k i t a p l a r ı n d a k i veriliş biçimini görelim:

Fıkıh ve h a d i s a l a n ı n ı n b ü y ü k isimlerinden biri olan ve uy­


d u r m a hadislere karşı mücadelesiyle de t a n ı n a n Şevkânî (ölm.
1250/1832), t ü m fıkıhçıların el k i t a p l a r ı n d a n biri olan eseri
Neylü'l-Evtâr'da, ü z e r i n d e o l d u ğ u m u z k o n u y l a ilgili olarak şu
bilgileri veriyor:

"Ashaptan Saîd bin Yezid demiştir ki, 'Enes bin Mâlik'e şunu sor­
dum: 'Hz. Peygamber, ayakkabılarını çıkarmadan namaz kılar
mıydı?' Enes şu cevabı verdi: "Evet, kılardı." (Bu h a d i s Buharî ve
M ü s l i m ' i n o r t a k rivayetlerindendir.)

"Ashaptan Şeddâd bin Evs diyor ki, 'Hz. Peygamber şöyle buyurur­
du: 'Namazlarım ayakkabıları ve papuçları ayaklarında iken kılma­
yan Yahudi ve Hristiyanlara muhalefet edip namazlarınızı ayakka­
bılarınızı çıkarmadan kılın." (Ebu D a v u d )
" B u k o n u d a Enes bin Mâlik'ten rivayet edilen 4 hadis daha vardır."

D e m e k oluyor ki, ibadet h a y a t ı n d a k i d a h a b i r ç o k u y g u l a m a


gibi, ayakkabısız salât töresi de bir Ehlikitap töresidir. Ehlikitap,
sonraki zamanlarda bu töreden kurtuldu, Müslümanlarsa bu
E h l i k i t a p t ö r e s i n i din h a l i n e getirdi.

Ayakkabıları ç ı k a r m a d a n n a m a z k ı l m a n ı n efdaliyetine ilişkin


hadisleri ayrı ayrı v e u z u n u z u n d e ğ e r l e n d i r e n Şevkânî s o n u c u
şöyle özetliyor:

" B u hadisler, ayakkabıları çıkarmadan namaz kılmanın meşruiye­


tine kanıttır. Sahabe ve tâbiûn neslinin önde gelenlerinin bu konu­
daki tartışmaları meşruiyet k o n u s u n d a değil, müstahaplık ( d a h a
iyi olma, sevimli olma) ile m e k r u h t u k ve mubahlık konusundadır.
Hz. Ömer'in, ayakkabıları çıkarmayı m e k r u h gördüğü, halkı ayak­
kabılarını çıkarmadan namaz kılmaya zorladığı rivayet edilmekte­
dir. Irak fıkhının babası sayılan sahabî İbn Mesûd (ölm. 32/652)
da aynen Ömer gibi davranırdı. Namaz sırasında ayakkabılarını çı­
karanların dövüldüğü yolunda rivayetler de vardır. İ m a m ı Âzam'ın
büyük hocası İbrahim en-Nehaî'nin de ayakkabıları çıkararak na­
maz kılmaya karşı olduğu bildirilmektedir. T ü m bunlar, namaz sı­
rasında ayakkabıların çıkarılmamasının bu sayılan kişiler katında
m ü s t a h a p (dinen sevimli) görüldüğüne kanıttır."

"Irakî; Tirmizî ş e r h i n d e diyor ki: 'Namaz sırasında ayakkabıların


çıkarılmamasını esas alanlar içinde Hz. Ömer, Osman bin Affân,
Abdullah bin Mesûd, Uveymir bin Saîde, Enes bin Mâlik, Seleme
bin Ekva', Evs es-Sakafî... gibi sahabîlerle Saîd bin el-Müseyyeb,
Urve bin Zübeyr, Salim bin Abdullah, Ata bin Yesâr, Ata bin Ebî
Rebah, Mücahit bin Cebr, Tavus bin Keysân, Kadı Şureyh, Ebu
Amr eş-Şeybanî, Esved bin Yezid, İbrahim en-Nehaî, İbrahim et-
Teymî... gibi tâbiûn bilginleri de vardır." (Şevkânî; Neylü'l-Evtar,
Babu's-salâti fi'n-na'leyni ve'l-huffeyn)

Peki, b ü t ü n bu a n l a t ı l a n l a r ne d e m e k oluyor? Bu rivayetler için­


de, H z . P e y g a m b e r ' i n , ayakları ç ı k a r a r a k n a m a z kılmayı Y a h u d i
ve H r i s t i y a n l a r ı n tavrı olarak gösterdiğini, M ü s l ü m a n l a r ı n
E h l i k i t a p ' a muhalefet için ayakkabılarını ç ı k a r m a d a n n a m a z
kılmaları gerektiğini bildiren sözler de var ki b u n l a r , salâtın ic­
r a s ı n d a ayakların ç ı k a r ı l m a m a s ı n ı n t e r c i h edilmesi gerektiğine
açık k a n ı t t ı r .
Şu soruyu sormalıyız: Hz. Peygamber, ayakkabıları çıkarmadan
namaz kılmayı özel bazı mazeret halleri için mi gerekli gösterdi,
yoksa t ü m haller için mi?

Ş e v k â n î ' n i n b e y a n l a r ı n a bakılırsa uygulama, m a z e r e t halleri


için değil, geneldir.

Şevkânî'nin nakilleri ve tespitleri geçerli sayılırsa cami ve mescitler­


de ayakkabıları çıkarmadan namaz kılmayı sağlayacak bir düzenle­
me yapmak. İslam fıkhına uygunluğun ötesinde, sünnete uygunlu¬
ğu ve sevap artırmayı sağlayıcı bir yaklaşım olarak görülebilecektir.

Türkiye'de Cumhuriyet'in ilk yıllarında bu tavrı h a t ı r l a t a c a k be­


y a n l a r d a b u l u n a n din âlimlerini, sapıklık, reformatörlük, h a t t a
dindışılıkla suçlayan gelenekçi cehalet ve C u m h u r i y e t d ü ş m a n ı
o r g a n i z e yobazlık, ilimsizlik ve irfansızlık sergilemenin ö t e s i n d e
bir şey y a p m ı y o r d u . Ne yazık ki, böylesine açık bir fıkhî-İslamî
gerçek, kitlelerden s a k l a n m ı ş , gerçeğin t a m tersi dinleştirilmiş-
tir. G e r ç e ğ i n tersini dinleştiren anlayışlarla M ü s l ü m a n l a r ı n ne­
relere geldiği ise h e p i m i z i n gözleri ö n ü n d e d i r : Zillet, h ü s r a n ve
perişanlık...

Şevkanî, adını k o y m a d a n , Türkiye C u m h u r i y e t i ' n i n ilk yılların­


d a k i bu t a v r ı n bir b e n z e r i n e mi ö n c ü l ü k e t m e k istiyor? İşte biz
b u n u anlayabilmiş değiliz...

G e l e n e k s e l fıkıh k i t a p l a r ı n d a , b u n a b e n z e r 'acabalar' y a r a t a n
epey tespit vardır... A n c a k b u n l a r etkili o l a m a m ı ş , yaygınla-
ş a m a m ı ş t ı r . Biz b u g ü n için ş u n u rahatlıkla söyleme i m k â n ı n a
s a h i p b u l u n u y o r u z : Hayat şekli, koşulları gerektiren kişi, salâtını
ayaklarını çıkarmadan, hatta yürüyerek de yerine getirebilir. B u n a
engel çıkarmak, K u r ' a n ve sünnetin açık beyanlarına aykırıdır.
Esas dinsizlik, bu gerçeği dile getirenlerin tavrı değil, onları alçakça
suçlayan dincilik kodamanlarının şirretlikleridir.

SALÂTTA KIRAAT (KUR'AN OKUMA) MESELESİ

G e l e n e k s e l fıkıh, P e y g a m b e r i m i z i n u y g u l a m a l a r ı n ı da esas
alarak, salâtın geçerliliğini, K u r ' a n ' d a n az veya ç o k bir parça­
n ı n o k u n m a s ı n a bağlı t u t m u ş t u r . S a l â t t a o k u n m a s ı g e r e k e n
K u r ' a n ' ı n en azı, Peygamberimiz t a r a f ı n d a n Fatiha suresi o l a r a k
tespit edilmiştir.
Salâtta, K u r ' a n ' d a n bir m i k t a r o k u m a n ı n z o r u n l u gösterilme­
si, K u r ' a n ' ı n böyle bir b u y r u k t a ş ı m a s ı n d a n k a y n a k l a n m ı y o r .
K u r ' a n ' ı n böyle bir talebi olduğu y o l u n d a k i beyanlar, tevillerle
ö n e çıkarılmış z o r l a m a l a r d a n öteye geçemez. S e b e p K u r ' a n ' ı n
e m r i değil; M ü s l ü m a n ı n , ilahî k a y n a k l a bir b i ç i m d e beraberliğini
sağlamak, M ü s l ü m a n a salâtını r a h a t ç a y a p m a i m k â n ı v e r m e k t i r .
K u r ' a n , 'namaz sırasında okunması gereken metinler' (dua, tespih,
tehlil vs.) diye bir şeyi, değil ayrıntılarıyla, ana hatlarıyla bile gös­
termemiştir. İlahî kitapta, salât sırasında K u r ' a n ' d a n bir bölümün
okunacağına ilişkin hiçbir beyan yoktur.

K u r ' a n o k u m a y a veya K u r ' a n ' d a n kolaya geleni o k u m a y a iliş­


k i n emirlerin h i ç b i r i n d e 'namaz sırasında o k u m a k ' kaydı m e v c u t
değildir. M ü z z e m m i l suresi 2 0 . ayetteki: " K u r ' a n ' d a n kolay ge­
leni o k u y u n ! " emri, n a m a z k a y d ı n a b a ğ l a n m a m ı ş t ı r ; m u t l a k bir
emirdir. Bu m u t l a k emir, s u r e n i n b a ş ı n d a verilmiş, 20. ayette ise
yerine getiriliş şekli gösterilmiştir.

İşin gerçeği ş u d u r : K u r ' a n o k u m a k , K u r ' a n ' ı n e m i r l e r i n d e n bi­


ridir. Ve K u r ' a n ' ı n ilk ve t e m e l ibadetidir. Tıpkı n a m a z kılmak,
tıpkı o r u ç t u t m a k gibi...Galiba k a b u l edilmek i s t e n m e y e n d e
b u d u r . K u r ' a n o k u m a emri namaza hapsedilip o da "Bir ayet de
okusan olur"a bağlandığında K u r ' a n rafa kaldırılmış olur. Nitekim
böyle de olmuştur.

M ü z z e m m i l 20. ayetteki ' K u r ' a n o k u m a k l a n a m a z ı n a m a ç l a n d ı ­


ğı iddiasının K u r ' a n s a l delili var mıdır; v a r s a n e d i r ? Geleneksel
zihniyet b u r a d a , k e n d i k o y d u ğ u bir kuralı k a n ı t y a p m a k t a d ı r .
Şeyhin k e r a m e t i k e n d i n d e n m e n k u l . O u y d u r m a kural ş u d u r :
'Zikru'l-cüz iradetü'l-küll', yani parçayı a n ı p b ü t ü n ü k a s t e t m e k .
B u u y d u r m a k u r a l a göre, M ü z z e m m i l 20. ayette a n ı l a n K u r ' a n
o k u m a k , n a m a z ı n p a r ç a l a r ı n d a n biridir ve o p a r ç a anılarak bü­
t ü n olan n a m a z kastedilmiştir.

Bunlar n e r e d e n çıkarılıyor? Böyle bir k u r g u l a m a ile K u r ' a n adına


kural k o y m a k hakkını n e r e d e n alıyorlar? Allah, gönderdiği dinin
temel ibadetlerinden biri olan n a m a z ı , 'mufassal ve mübîn kitap'ta
d ü z e n l e r k e n " N a m a z d a K u r ' a n o k u y u n ! " n e d e n demiyor?

M ü z z e m m i l 2 0 ' d e , 'Zikru'l-cüz iradetü'l-küll' k u r a l ı n ı işletip (ki


bir edebiyat kuralıdır) " K u r ' a n o k u m a k t a n maksat namaz kılın­
masıdır" s o n u c u n a v a r ı r k e n h a n g i delile d a y a n ı y o r u z ? N a m a z
kılma e m r i n i bu ayetten, o acaip k u r a l işletilerek ç ı k a r m a k zo­
r u n d a n e d e n olalım? " N a m a z kılın!" emri, bağımsız olarak defa­
larca t e k r a r l a n m a k t a d ı r . Bu ayet, n a m a z e m r i n d e n ayrı olarak
" K u r ' a n o k u y u n ! " e m r i n i getirmektedir. " K u r ' a n o k u y u n ! " emri­
ni saf dışı e t m e k için e d e b i y a t t a n a ş ı r d a n bir kuralla M ü z z e m m i l
2 0 . ayeti l ü z u m s u z bir t e k r a r a d ö n ü ş t ü r m e n i n m a n t ı ğ ı n e d i r ?

K u r ' a n ' ı n hiçbir yerinde, namazda K u r ' a n ' ı n bir parçası okuna­
cak diyen hiçbir beyan yoktur. Ebu Bekr el-Asam (ölm. 2 0 0 / 8 1 5 ) ,
Süfyan bin Uyeyne (ölm. 198/813) gibi ü n l ü muhaddis-fakîhler,
b u gerçeğe d a y a n a r a k , n a m a z d a k ı r a a t i n ( K u r ' a n ' d a n bir p a r ç a
o k u m a n ı n ) farz olmadığını söylerler. O n l a r a göre, "Namaz, bir­
takım fiillerin adıdır, birtakım zikirlerin, duaların adı değil." Na­
m a z , bu fıkıh bilginlerine göre, bir fiiller toplamıdır, bir o k u y u ş ­
lar t o p l a m ı değil. O n l a r der ki: " B u n u n içindir ki, namaza ilişkin
fiillerden âciz olandan namaz borcu düşer; ama namazla ilgili oku­
yuşlardan âciz olandan bu borç düşmez." Ç ü n k ü namaz, o fiillerdir,
bu okuyuşlar değil. (bk. Kâsânî; Bedâi'u's-Sanâi', 1/516)

Eğer n a m a z d a K u r ' a n ' d a n belli bir m i k t a r ı n o k u n m a s ı , bizzat


K u r ' a n ' ı n emri olsaydı, biraz ö n c e adını andığımız bilginler,
"Kıraat farz değildir" i ç t i h a d ı n d a asla b u l u n a m a z l a r d ı . K u r ' a n
okumak, ayrı bir emirdir. Üstelik bu emir, namaz emrinden önce
indirilmiştir. Ankebût 45. ayet bu emrin, " N a m a z kılın!" emrin­
den daha erdirici ve ü s t ü n olduğunu açıkça ifadeye koymaktadır.
Böyle iken, daha üstün olanı (Kur'an okumayı), ikincil olanın (na­
mazın) cüz'ü (parçası) yapmaya kalkmak fakîhlik değil, şeytanî bir
tezgâhtarlıktır.

Kur'an, mesaj ve emirlerinin evrensel-genel oluşuna uygun bir bi­


çimde, salât sırasında nelerin okunacağını, salât emriyle yükümlü
müminlerin tercihine bırakmıştır. T ü m insanlığa h i t a p e d e n me­
saj, yüzlerce renk, desen, m e ş r e p ve k a r a k t e r arz e d e n insanlık
c a m i a s ı n ı n , Yaratıcı'ya yakarışta esas olan bir faaliyette gönül­
l e r i n d e n geldiği gibi y a k a r m a l a r ı n a i m k â n v e r m e k t e d i r . Vahyin
r u h u , aklın apaçıklık ilkesi de b u n u n böyle olmasını gerektirir.

Şafiî, Hanbelî, Mâlikî ve İmamiyye fıkhının büyük otoriteleri, işte


bu gerçekten hareketle, Fâtiha'yı doğru düzgün okuyamayanların
o n u n yerine başka dualar, zikirler okuyabileceklerini belirten fet­
valar vermişlerdir. K u r ' a n , n a m a z d a , k e n d i s i n d e n bir p a r ç a n ı n
o k u n m a s ı gerektiğini söylemiş olsaydı fıkhın d ö r t b ü y ü k ekolü-
n ü n imamları biraz ö n c e değindiğimiz fetvayı asla vermezlerdi,
veremezlerdi.

H E R K E S İ N , A N A D İ L İ N D E NAMAZ KILMASI

Anadilde ibadet meselesine Kur'an zemininde baktığımızda, bize


sorun çıkaran hiçbir şey tespit edilemez. K u r ' a n bu konuyu serbest­
lik alanı içinde bırakmıştır. İsteyen, münacaatlarında K u r ' a n ' d a n
ayetler okuyabilir ve bu, Kur'an'la beraberliğimize yardımcı olduğu
için çok da iyi olur. Bu m ü n a c a a t ayetlerinin sayısı yüze yakındır.
K u r ' a n okuma emrini namazın uydusu haline getirip işlemez kılan
yaklaşımlar bu münacaat ayetlerini okumayı da gündeme getirme­
mekte, " H e r h a n g i bir ayeti okusan o l u r " diyerek Müslümanları ona
buna beddua ettirerek veya Firavunların tanrılık iddialarını anla­
tan ayetleri okutarak namaz kıldırıyorlar. Cenabı H a k ise " N a m a z ı
beni a n m a k için kıl!" diye ferman ediyor. Nerede o ferman, nerede
bu uygulama!?.

K a y n a k l a r ı m ı z ı n bildirdiğine göre, H z . Peygamber, F â t i h a ' y ı iyi


ve güzel o k u y a m a d ı ğ ı n ı arz e d e n bir sahabîsine, F a t i h a y e r i n e
b a ş k a d u a l a r o k u y a r a k n a m a z kılabileceğini söylemiş v e o n a
şu duayı öğretmiştir: "Allah'ı tespih ederim, h a m t O'nadır. O, en
yücedir. Her türlü güç ve yetki sadece O ' n u n d u r . " (Ebu D a v u d ,
salât; Nesaî, iftitah; Tirmizî, salât; ayrıca bk. Kurtubî; Tefsir,
1/126; Râzî; Tefsir, 1/215) S ü n n e t i n bu verilerine d a y a n a n İma­
mı Âzam, F â t i h a ' n ı n n a m a z d a o k u n u ş u n u farz, v a c i p veya sün­
n e t olarak g ö r m e m i ş , sadece m ü s t e h a p (sevimli, t e r c i h edilen)
k a b u l etmiştir.

N a m a z d a K u r ' a n ' ı n tercümesinin veya K u r ' a n dışından duala­


rın okunabileceğine en şaşmaz ve tartışılmaz kanıt, bizzat Hz.
Peygamber'in kendisinden gelmektedir. Ve o da ş u d u r : Hiç kuş­
kusuz bir biçimde bilmekteyiz ki Hz. Peygamber, namazlarında
K u r ' a n ayetlerinin arasına kendi özel dualarını serpiştirirdi. Zammı
sure olarak okuduğu ayetleri böler, bir süre, içinden gelen bazı du­
aları okur, daha sonra yine K u r ' a n okumaya başlardı.

B u n u n k o n u m u z b a k ı m ı n d a n a n l a m ı ş u d u r : Bizzat H z .
Peygamber, n a m a z d a k ı r a a t m a k a m ı n d a K u r ' a n d ı ş ı n d a d u a l a r
o k u y o r ve b u n u n yapılabileceğine cevaz veriyordu. Şimdi kim
çıkıp da diyebilir ki bir insan, kıraat m a k a m ı n d a i ç i n d e n gelen
d u a l a r ı edebilir a m a bu dualar, K u r ' a n ayetlerinin t e r c ü m e s i ol­
mamalıdır. Böyle bir i d d i a n ı n akıl ve idrakle ilgisi olabilir m i ?
Kişi, içinden gelen d u a l a r ı o k u y a r a k n a m a z ı n ı kılabiliyorsa bu
dualarını, K u r ' a n ' d a n , K u r ' a n ' ı n öğrettiği d u a l a r d a n a l a m a z m ı ?
Elbette ki alır ve bu ç o k da m a k b u l olur.

İ n s a n s o r m a d a n edemiyor: N e d e n K u r ' a n ' ı n anlaşılarak


o k u n m a s ı n a yönelik h e r d a v r a n ı ş t a n tedirginlik d u y u l u y o r ?
A n l a m a d a n o k u m a n ı n h e r çeşidine " E v e t " iken, a n l a y a r a k oku­
m a n ı n bir çeşidine bile " H a y ı r ! " G e r ç e k ş u d u r : K u r ' a n layıkıy­
la tercüme edilemez, onun için de " K u r ' a n ' ı n tercümesi n a m a z d a
o k u n a m a z " iddiası mesnetsiz bir safsata, boş bir dayatma, örfi bir
saplantıdan ibarettir.

VARDIĞIMIZ SONUÇLAR

A n a d i l d e ibadet k o n u s u n d a yaptığımız ve 'Anadilde İbadet


Meselesi' adıyla yayınladığımız çalışma bizi şu s o n u ç l a r a götür­
müştür:

1. İslam vahyi ve Müslüman mirası içinde, müminlerin ana


dillerinde ibadet etmelerini, namaz kılıp niyazda bulunma­
larını engelleyen hiçbir ilke, kural ve buyruk yoktur:

T a m aksine, bizzat P e y g a m b e r i m i z bu i m k â n ı açmış ve uygula­


m a s ı n ı k e n d i eliyle yapmıştır. İslam fıkıh mirası, hiçbir m ü d a h a ­
leye l ü z u m b ı r a k m a d a n s o r u n u ç ö z ü y o r v e h e r k e s e a n a d i l i n d e
ibadet e t m e h a k k ı n ı veriyor. B u n u n l a d a kalmıyor, b u h a k k ı n
nasıl kullanılacağını -hem de b i r k a ç s e ç e n e k göstererek- ortaya
koyuyor. B u n u n aksini iddia edenler, din a d ı n a yalan söyleyen
engizisyon kalıntısı müfterilerdir.

2. Anadilde ibadet iki şekilde hayata geçirilebilmektedir:

a) Namazlarda Fâtiha'nın (ve diğer K u r ' a n ayetlerinin) yerine ki­


şinin, kendisine kolay gelen duaları okuyup niyazda bulunmasıyla.

Bu yol, b i z z a t H z . P e y g a m b e r t a r a f ı n d a n açılmış ve uygulaması


gösterilmiştir. Şafiî, H a n b e l î , Mâlikî ve İmamiyye fıkhı bu yolu
kullanmaktadır.
b) K u r ' a n ' ı n herhangi bir dildeki çevirisinden gereken yerleri se­
çip okuyarak namaz kılmakla. Hanefî fıkhı bu yolu seçmiştir.

3. Anadilde ibadet bir ruhsattır, emir değil. İsteyen, ihtiyaç


duyan bu ruhsatı kullanır:

D a y a t m a , r e s m î l e ş t i r m e a n l a m ı n a gelecek m ü d a h a l e l e r i n s a n
h a k l a r ı n a v e " D i n d e i k r a h y o k t u r " ilkesine aykırıdır. H e r k e ­
sin, A l l a h ' a ibadetini bildiği, anladığı bir dille yapabilmesi, i n s a n
h a k l a r ı n ı n e n z o r u n l u belirişlerinden biridir. B u h a k k a t e c a v ü z
e t m e k veya b i r t a k ı m oyunlarla engeller k o y m a k açık bir i n s a n
h a k k ı ve din ihlalidir. D i n adı a l t ı n d a v a h i m bir dinsizliktir. Bir­
t a k ı m yerel, geleneksel, kişisel veya grupsal kabulleri ö n e sü­
r e r e k i n s a n ı n bu h a k k ı n ı elinden a l m a k veya k u l l a n ı m ı n ı güç­
leştirmek İslam mesajının evrenselliğini t a r t ı ş m a k o n u s u yapar.

Anadilde ibadet, her ne hikmetse, Kur'an'ın çevirisinin okunup


okunmayacağı sorusuna bağlanıp orada çakılı tutuluyor. Oysaki ana­
dilde ibadet meselesi bundan ibaret değildir. Bu meselenin temel so­
rularından biri de 'Kur'an dışından metinlerle veya herkesin içinden
geldiği duaları yaparak ibadet edip edemeyeceği' meselesidir.

K o n u y u biraz d a h a açalım:

Bir fakîh, K u r ' a n ' ı n çevirisi ile i b a d e t y a p ı l a m a y a c a ğ ı n a i n a n a ­


bilir (Şâfiîler, Hanbelîler, Mâlikîler ve İmamiyye gibi). Bir fakîh
K u r ' a n ' ı n t e r c ü m e edilemeyeceğini v e h a t t a e d i l m e m e s i gerek­
tiğini düşünebilir. Bu d u r u m d a bile a n a d i l d e ibadet yine tartı­
şılacak ve örneğin, K u r ' a n ' ı n çevrilmesine karşı çıkan bir fakîh,
anadilde ibadeti savunabilecektir. Nitekim Şafiî, Hanbelî, Mâlikî,
İmamiyye fukahası böyle yapmıştır. Onlar, anadilde ibadet ihtiyacı­
nı yok saymamış, ancak çözümü Hanefîlerden başka bir yaklaşımla
getirmişlerdir.

A n l a ş ı l a n o ki, K u r ' a n ' ı n t e r c ü m e s i m e s e l e s i n d e k i t a r t ı ş m a ile


a n a d i l d e ibadet t a r t ı ş m a s ı ayrı ayrı i ç t i h a t l a r a k o n u olabilecek
fıkıh meseleleridir. B u n u g ö r m e z l i k t e n gelerek veya saklayarak,
" K u r ' a n tercüme edilemez, o halde Arapça dışında bir dille ibadet
de edilemez" gibi bir s o n u c a v a r m a k bilim ve d i n dışıdır. Varsa­
yalım ki K u r ' a n t e r c ü m e edilemez, varsayalım ki K u r ' a n tercü­
m e edilse d e o n u n t e r c ü m e s i y l e n a m a z k ı l ı n a m a z . Varsayalım
ki, İslam fıkhının k u r u c u dâhisi İ m a m  z a m " K u r ' a n ' ı n tercü-
mesiyle Arapçayı bilenler bile namaz kılabilir" i ç t i h a d ı n d a h a t a
etmiştir. B u n u n s o n u c u , "Arapça bilmeyen veya bazı K u r ' a n sure­
lerini Arapça ezberleyemeyenler namaz kılamaz" h ü k m ü değildir.
B u n u n s o n u c u , "Mutlaka Arapça öğreneceksin, yoksa geri zekalı
veya ü m m î sayılırsın" şeklinde insanlık dışı bir s u ç l a m a da de­
ğildir. B u n u n s o n u c u , H z . P e y g a m b e r ' i n örneklendirdiği, Şafiî,
Hanbelî, Mâlikî ve İmamiyye fakîhlerinin içtihatlarıyla h a y a t a
geçirdikleri g ö r ü ş ü n u y g u l a m a y a k o n m a s ı olacaktır.

Özetlersek; Kur'an'ın muhatabı olan yaklaşık 7 milyar insanın


Arapça bilmeyenleri, namaz kılmak istediklerinde İslam onlara şu
iki imkânı, analarının ak sütü gibi bir hak olarak vermektedir.

Musallî (salât e d e n ) , K u r ' a n ' d a n o k u n a c a k m i k t a r ı ö z g ü n


K u r ' a n m e t n i n d e n okuyabileceği gibi, k e n d i dilindeki K u r ' a n
çevirisinden de okuyabilir. Bu o k u y u ş l a r ı n h i ç b i r i n d e başarılı
o l a m a y a n l a r ise içlerinden gelen d u a l a r ı o k u y a r a k salât eder­
ler. İşin dinsel ve aklî esası, b u d u r . G e l e n e k s e l bazı fıkıhçıların
salâtta o k u n a c a k K u r ' a n ' ı n ö z g ü n A r a p ç a m e t i n d e n o k u n m a s ı
gerektiği y o l u n d a k i kabulleri ise t a m a m e n İslam dışı bir dayat­
madır. Bu d a y a t m a n ı n s ü r d ü r ü l e b i l m e s i için dine, fıkha, m e z h e p
i m a m l a r ı n a söyletilen yalanlar ise şaşırtıcı b o y u t l a r a ulaşmıştır.

S a l â t - K u r ' a n ilişkisini biz, Anadilde İbadet (Yeni Boyut Yay.


İ s t a n b u l , 2002) adlı eserimizde geniş bir b i ç i m d e ele aldık.
Şimdi o e s e r d e n bazı parçaları b u r a y a a k t a r m a k istiyoruz.

Türkiye Diyanet İşleri'nin, 15-18 Mayıs 2002 g ü n l e r i n d e İ s t a n b u l


Tarabya Otel'de gerçekleştirdiği din ş û r a s ı n d a a l ı n a n k a r a r l a r ı n
a n a d i l d e ibadetle ilgili olanı, p r o b l e m i n kesin ç ö z ü m ü değil,
h a k t e c a v ü z ü n ü k ı s m e n önleyen geçici bir tedbirdir. Şöyle ki:

D i y a n e t ' i n bu kararı, fıkhın verilerini olduğu gibi yansıtıcı değil,


o verilerin kısıtlı, s a n s ü r edilmiş bir aktarımıdır. Şöyle d e n m e k ­
tedir: " N a m a z ı n ihmal ve tehir edilemeyeceği dikkate alınarak,
Kur'an'ın aslî lafzını okuyamayanların, öğreninceye kadar, tek ba­
şına namaz kılarken mealiyle kılması m ü m k ü n d ü r . "

Bu k a r a r d a k i 'öğreninceye kadar' kaydı fıkhın verilerine t a m a ­


m e n aykırı, kısıtlayıcı bir eklemedir.

' K u r ' a n ' ı n aslî lafzını okuyamayanların' ifadesi de fıkhın verile-


r i n e aykırıdır. D o ğ r u s u şöyle olmalıdır: " K u r ' a n ' ı n aslî lafzını
güzelce okuyamayanların..." Bu iki ifade, fıkhî-amelî s o n u ç l a r ı
b a k ı m ı n d a n çok farklıdır. Bir defa, fıkıh bu n o k t a d a , 'Arapça'yı
okuyamayanlar' veya 'Arapça'yı bilmeyenler' demiyor; 'Arapça'yı
güzelce okuyamayanlar' diyor. Ö z g ü n ifadesiyle, 'Men lâ ya'rifu'l-
Arabiyye' demiyor, 'Men lâ yuhsinü'l-Arabiyye' diyor.

D i y a n e t d e k l a r a s y o n u n d a k i ifade, b i r i n c i n i n karşılığıdır. Yani


D i y a n e t , İslam fıkhının söylediğini söylememiş, fıkhın b e y a n ı n ı
yerel h e s a p l a r a u y d u r m a k için fıkha y a l a n söyletmiştir. B u n u
esas aldığımızda, F â t i h a ' y ı sekiz on yanlışla o k u y a n ve b u n u
o k u m a k s a n a n i n s a n l a r -ki b ü y ü k ç o ğ u n l u k böyledir- aldatıl­
dıklarını bir t ü r l ü fark e d e m e d i k l e r i n d e n , A r a p ç a o k u y a r a k na­
m a z kılıyoruz s a n ı s ı n a teslim olmayı s ü r d ü r e c e k l e r d i r . F ı k h ı n
esas aldığı "Arapça'yı güzelce okuyamayanlar" ifadesi işte böyle
bir yanılgıyı, böyle bir aldatılmışlığı o r t a d a n kaldırıcı nitelikte­
dir. Ne yazık ki, o ifade Türkiye Diyaneti t a r a f ı n d a n değiştiril­
miş, yeni bir ifade icat edilmiştir. B u n a bir de 'öğreninceye ka­
dar...' kaydı eklenerek, fıkhın tanıdığı h a k k ı n kullanılması â d e t a
i m k â n s ı z kılınmıştır.

A n a d i l d e i b a d e t k o n u s u n u n T ü r k i y e ' d e k i geçmişi karmaşık­


tır. C u m h u r i y e t i n ilk yıllarında, hurafeleri yıkan irade, halkın,
K u r ' a n ' ı , mesajı ve içeriğiyle t a n ı m a s ı n ı istemiş ve b u n u n bir
u z a n t ı s ı o l a r a k ibadetlerini d e k e n d i dilinde y a p m a s ı n ı g ü n d e ­
me getirmiştir. Ne v a r ki, iş, uçların t a s a l l u t u n a u ğ r a m ı ş , birileri
K u r ' a n ' ı n A r a p ç a m e t n i o r t a l a r d a d o l a ş m a s ı n d e m e y e gelecek
tavırlara g i r e r k e n birileri de h a l k k e n d i dilinde ibadet e d e r s e
bizim 'Arapçacılık' p a z a r ı s ö n e r kaygısına d ü ş e r e k " D i n elden
gidiyor!" fırtınası estirmeye başlamıştır. Kısacası, iş k a r g a ş a ve
k a r m a ş a y a getirilmiş ve a s k ı d a kalmıştır.

Arapçılık t e z g â h ı n ı n bazı a v u k a t l a r ı ş u n u d a söyleme hayasızlı­


ğını göstermişlerdir:

"Hiçbir M ü s l ü m a n çıkıp da 'Biz anadilimizde ibadet etmek istiyo­


ruz, Kur'an'ın tercümesiyle namaz kılmak istiyoruz; din bu k o n u d a
ne diyor?' diye sormamıştır. Halktan böyle bir talep gelmemiştir.
Bu meseleyi yapay olarak g ü n d e m e sokanlar, Atatürk cumhuriyet­
çisi reformistlerdir."

H i ç tevil e t m e d e n söyleyelim: Bu iddia, t a r i h i n en n a m u s s u z


y a l a n l a r ı n d a n biridir. T a m bir engizisyon iftirasıdır, alçak bir
b ü h t a n d ı r , sahiplerini şerefsiz hale s o k a n bir insanlık s u ç u d u r .

Binlerce t a l e p vardır, a m a o talepler " A m a n böyle bir şeyden söz


etmeyin, d i n i n i z d e n o l u r s u n u z , K u r ' a n sizi ç a r p a r . . . " d e n e r e k
bastırılmıştır.

M ü s l ü m a n l a r ı n , İslam d ü n y a s ı n d a y ü z d e n fazla farklı dilin


k o n u ş u l d u ğ u b u g ü n değil, ta ilk g ü n d e n beri, A r a p ç a d ı ş ı n d a
t e k y a b a n c ı dilin ( F a r s ç a ' n ı n ) söz k o n u s u o l d u ğ u s a h a b e d ö n e ­
m i n d e bile 'anadilde i b a d e t ' diye bir meseleleri o l m u ş t u r . Bu,
sadece A r a p o l m a y a n M ü s l ü m a n l a r ı n değil, A r a p oğlu A r a p ve
sahabî sıfatı olan M ü s l ü m a n l a r ı n bile meselesi o l m u ş t u r . H a t t a
H z . P e y g a m b e r ' i n h u z u r u n a çıkıp r i c a d a b u l u n m a ihtiyacı du­
y a c a k k a d a r mesele o l m u ş t u r a n a d i l d e ibadet. V e b u meseleye
ilk ç ö z ü m ü d e bizzat H z . P e y g a m b e r getirmiştir. O n u , e n b ü y ü k
s a h a b î l e r d e n biri olan Selmanı Fârisî'nin getirdiği ç ö z ü m izle­
miştir.

"Müslümanların ana dilde ibadet diye bir meselesi yoktur" diye


h ü k ü m verenler y a b u n l a r ı bilmiyorlar, y a h u t d a biliyorlar a m a
n a m u s s u z c a yalan söyleyerek, gerçeği alçakça saklıyorlar...

A n a d i l d e ibadet, t a r i h b o y u n c a h e r z a m a n ve h e r coğrafya­
d a mesele o l m a y a d e v a m etmiştir. T â b i û n neslinin e n b ü y ü ğ ü
Hasan el-Basrî'den, (ölm. 110/728) İslam fıkhının t a r t ı ş m a s ı z
devi İmamı Âzam Ebu Hanîfe'ye ( ö l m . l 5 0 / 7 6 7 ) k a d a r birçok bil­
genin ç ö z ü m getirme ihtiyacı d u y m a s ı n a yol a ç a c a k k a d a r ciddi
bir mesele o l m u ş t u r a n a d i l d e ibadet k o n u s u .

A n a d i l d e ibadet meselesi, Allah'a ibadet e t m e k isteyip d e b u n u


A r a p ç a y a p a m a y a n veya y a p m a k i s t e m e y e n i n s a n l a r ı n meselesi­
dir. Ve bu i n s a n l a r öyle b i r k a ç yüz kişi falan değildir; yüz binler,
h a t t a milyonlardır... Sesini çıkaranları vardır, çıkarmayanları var­
dır, çıkaramayanları vardır. Bu ihtiyacı d u y a n l a r b i r k a ç kişi olsa­
lar bile, d i n d e n nasibi o l a n l a r kabul ve itiraf ederler ki, onları da
d i n l e m e k ve p r o b l e m l e r i n e ç ö z ü m g e t i r m e k gerekir.

Aforozcu hurafe tedhişçilerinin t ü m baskılarına, b u talepleri


dine aykırı g ö s t e r m e l e r i n e r a ğ m e n h a l k ı n a n a d i l d e ibadet hakkı­
nı elde e t m e bekleyiş ve isteyişi d u r m a m ı ş t ı r .
"Anadilimizde ibadet edebilir miyiz?" s o r u s u n a verilecek c e v a p
veya cevaplar asla bir 'reform' alanı ve gayreti o l u ş t u r m u y o r . Bu
meseleye cevaplar a r a m a k bir reform k o n u s u değildir. H z . Pey­
g a m b e r d e v r i n d e n beri, yüzyıllardır tartışılmış ve cevapları ve­
rilmiş sorular söz k o n u s u d u r . Cevaplar verilmiştir a m a , siyasal
v e yöresel çıkarlar y ü z ü n d e n b u cevapların ü s t ü ö r t ü l m ü ş veya
çehreleri değiştirilmiştir.

Bu 'ümmeti aldatma kulvarı'nda y ü r ü y e n 'beyin özürlüler'e


göre, örneğin, b ü y ü k a b d e s t t e n s o n r a t e m i z l e n m e k için,
' P e y g a m b e r i m i z d ö n e m i n d e olduğu gibi' k e m i k veya taş parça­
ları k u l l a n m a y ı değil de tuvalet kağıdı ve su k u l l a n m a y ı d a h a
u y g u n g ö s t e r m e k bile d i n d e bir 'reform'dur. Ve örneğin, dişleri,
A r a b i s t a n ' d a yetişen ve a d ı n a t a m a m e n yanlış o l a r a k 'misvak'
d e n e n (misvak, dişi t e m i z l e m e d e kullanılan h e r şeye denir) bir
ağacın dallarıyla t e m i z l e m e k yerine fırça ve b e n z e r i şeyler kul­
l a n m a y ı ö n e r m e k veya caiz g ö r m e k de d i n d e r e f o r m d u r . İş, işte
bu ilkellik k e r t e s i n e k a d a r getirilmiştir.

A n a d i l d e i b a d e t i n İ s l a m ' a u y g u n l u ğ u n u s a ğ l a m a k için b ı r a k ı n
reformu, h e r h a n g i bir 'içtihad'a bile gerek yoktur. Ç ü n k ü bu ko­
nuyla bağlantılı t ü m meselelerin ç ö z ü m ü , m e v c u t fıkıh mirası
içinde vardır.

SALÂTTA MEKÂN MESELESİ:

İslam, resmî m a b e t , resmî d i n a d a m ı ve dinsel kıyafet fikrine


karşıdır. H z . Peygamber, "Yeryüzü, bana tertemiz bir mescit kı­
lındı" diyerek, İ s l a m ' ı n bu anlayışını evrensel bir ilkeye bağla­
mıştır. B u n a d a y a n a r a k diyebiliriz ki, salât için hiçbir özel m e k â n
zarureti yoktur. C a m i ve mescitlerin a n l a m ı , salâtın geçerliliğini
s a ğ l a m a l a r ı n d a n değil, oynadıkları sosyolojik r o l d e n k a y n a k l a n ­
m a k t a d ı r . H e r M ü s l ü m a n , salâtını hiç k i m s e n i n önderliğine v e
hiçbir özel m e k â n k a y d ı n a ihtiyaç d u y m a d a n olduğu y e r d e yeri­
ne getirir. Toprak post, Allah dosttur.

İslam t o p l u m u n d a m e k t e p , t e k k e , h a t t a k a r a r g â h v e misafirhane,
vs. vs. o l a r a k ç o k yönlü h i z m e t vermiş olan camilerin süslen­
mesi ve bir nevi r u h s a l eksikliği telafi aracı o l a r a k kullanılma­
sı y a s a k l a n m ı ş t ı r . H z . Peygamber, b u n u , 'ümmetlerin en çirkin
davranışı' o l a r a k n i t e l e n d i r m i ş ve b u n d a n sakınılmasını ısrarla
istemiştir. O n u n mescidi, birkaç h u r m a direği ü s t ü n e serpilmiş
h u r m a d a l l a r ı n d a n ibaretti. Birinci Halife Ebu Bekir bu m e s c i d e
hiçbir ilavede b u l u n m a d ı . İkinci halife Hz. Ömer, mescidi geniş­
letmekle birlikte ilgililere şu emri vermiştir:

"Sadece cemaati yağmurdan koruyacak ilaveler yapın. Süs sayılabi­


lecek unsurlar ekleyerek, halkı fitneye sevk etmeyin."

Mescit süsleme hastalığı İslam ü m m e t i n e Emevî dünyaperestleri


zamanında bulaştırılmış ve o günden beri şiddetlenerek gelmiştir.
Esasen, Emevî yozlaştırması b ü t ü n ibadetlere m u s a l l a t o l m u ş ­
t u r . H a t t a salâtın b u g ü n k ü icra şekli b ü y ü k ö l ç ü d e Emevîler ta­
rafından belirlenmiştir. Enes bin Mâlik (ölm. 90/708) gibi seçkin
bir sahabî, Emevîlerin salât ü z e r i n d e k i yozlaştırmasını yakına­
r a k a n l a t m a k t a d ı r , (bk. Buharî, mevâkît 7)

Cemaatle salât farzlarla kayıtlanmıştır. Nafile, tatavvu' veya reva-


tip diye anılan sevap kazandırıcı namazların cemaat mahallerinde
kılınması, Hz. Peygamber tarafından kesin biçimde yasaklanmıştır.
Asrısaadette böyle bir uygulama yoktur.

Hz. Peygamber, nafile olarak kıldığı namazları, hep cami dışında


kılmış ve b u n u n böyle uygulanmasını istemiştir. Hz. Ali, vitir nama­
zı için bile çağrıda bulunulmasını yasaklamış, onu da cami dışında
t u t m u ş t u r . (Dârimî, 1/371) Bu söylediğimiz, cumanın farzından
sonra kılınan namazlar için de geçerlidir.

Camiler sadece farz namazların icrası için kullanılmalıdır. Bu farz­


lar, K u r ' a n ' d a adlarıyla anılan şu üç salâttır:

1. Salâtü'l-Fecr (sabah namazı).

2. Salâtü'l-Vüsta (günün ortalarında kılınan namaz).

Bu n a m a z öğle ve ikindi adlarıyla iki kez k ı l ı n m a k t a d ı r . H z .


Peygamber, bu ikisini b a z e n ayrı ayrı a m a çoğu kez birleştirip
kılmıştır.

3. Salâtü'l-İşa (gün batınımdan sonra kılınan namaz).

Bu da geleneksel olarak a k ş a m ve yatsı adlarıyla iki kere de kı­


l ı n m a k t a d ı r . H z . P e y g a m b e r birleştirmeyi b u r a d a d a yapmıştır.
Bir salâtın kâmil şekliyle yerine getirilmiş olması için asgarî 2 rekât
şarttır. Bilindiği gibi, h i c r e t t e n ö n c e t ü m n a m a z l a r ikişer r e k â t
olarak kılınmaktaydı. D a h a s o n r a H z . P e y g a m b e r i n uygula­
m a l a r ı ile b u n l a r , y u k a r ı d a belirttiğimiz şekle getirildi. H i c r e t
s o n r a s ı e k l e n e n bu 2 rekât, fıkıhçıların çokça söyledikleri 'mü-
ekked s ü n n e t ' i n t a kendisidir. Müekked sünnet d e n d i ğ i n d e , H z .
P e y g a m b e r ' i n e m r e d i l e n 3 v a k t e ilaveten kıldığı n a m a z l a r ı da
h a t ı r l a m a k gerekir. G e l e n e k s e l fıkıh, bu ayrımı y a p m a m a k t a ,
H z . P e y g a m b e r ' i n kıldığı g ü n l ü k 5 vakit n a m a z ı n t ü m ü n ü farz
olarak n i t e l e m e k t e d i r . H z . P e y g a m b e r g ü n l ü k n a m a z l a r ı n ı ço­
ğ u n l u k l a 3 v a k i t t e t o p l a m a k t a y d ı . B u n u n yağmur, yolculuk vs.
gibi ' m a z e r e t l e r ' e bağlı olduğu y o l u n d a k i iddia, b ü y ü k sahabî
İ b n A b b a s ' ı n da belirttiği gibi, t a m a m e n asılsızdır, s o n r a d a n uy­
d u r m a d ı r . İ b n Abbas'ı dinleyelim:

" H z . Peygamber, Medine'de hiçbir yağmur, hiçbir yolculuk olmadı­


ğı zamanlarda bile namazları üç vakitte toplardı."

P e y g a m b e r i m i z i n n a m a z l a r ı n ı 3 v a k i t t e t o p l a m a s ı n ı n anla­
mı n e d i r ? A n l a m açıktır: K u r ' a n ' ı n emrettiği namazlar 3 tane­
dir. K u r ' a n b u n l a r ı adlarıyla saymıştır. O n u n d ı ş ı n d a kılınan­
lar ise revâtip (tatavvu' veya nafile) n a m a z l a r d ı r . Bu revâtibin
P e y g a m b e r i m i z c e çoğu z a m a n k ı l ı n a n l a r ı n a biz ' m ü e k k e d sün­
net' diyoruz. Ve biliyoruz ki, geleneksel fıkhın bize farz diye kıl­
dırdığı n a m a z l a r ı n ö n e m l i bir b ö l ü m ü , e s a s ı n d a m ü e k k e d sün­
net t ü r ü n d e n tatavvu'dur.

Müekked sünnet, s a b a h n a m a z ı n d a ayrı iki r e k â t olarak kılın­


m a k t a , öğlen, ikindi, yatsı adıyla e d a edilen n a m a z l a r d a ise
esas o l a n 2 r e k â t a e k l e n e r e k yerine getirilmektedir. Bu da bir
P e y g a m b e r uygulamasıdır. P e y g a m b e r u y g u l a m a s ı n a ters olan,
b u s ü n n e t l e r i c a m i içinde kılmaktır. B u n l a r c a m i d e kılındığında
bu, ' s ü n n e t ' adı altında s ü n n e t i t a h r i p o l m a k t a d ı r . V e b u g ü n ,
geleneksel c a m i d e yapılan d a b u d u r .

K u r ' a n , n a m a z l a r ı n rekât sayısı ü z e r i n d e hiçbir şey söy­


l e m e m e k t e d i r . O halde, r e k â t meselesi içtihadîdır. A n c a k bu
içtihat H z . P e y g a m b e r t a r a f ı n d a n yapıldığı için biz o n u bağla­
yıcı ve z a m a n ü s t ü b u l m a k t a y ı z . U n u t u l m a m a s ı gereken ş u d u r :
Bir Müslüman, salâtını 2 rekât olarak eda ederse b u n u n dine aykırı
olduğunu söylemek m ü m k ü n değildir. Ç ü n k ü 2 rekât, salâtın en
kâmil şekliyle v ü c u t b u l m a s ı n a y e t m e k t e d i r . Fazlası t a t a v v u ' d u r ;
isteyen fazlasıyla elbette ki kılabilir.
Farzların yolculuk halinde iki rekât kılınması ise mecburidir.
Akşam namazı seferde de üç rekât kılınır.

K U R ' A N ' D A ADI G E Ç E N NAMAZLAR

G e l e n e k s e l fıkıh da k a b u l ediyor ki, namaz, Hz. Peygamber tara­


fından beş vakit kılınmış, mazereti olanların b u n u üç vakitte cem
edebilecekleri de söz ve fiille h ü k m e bağlanmıştır. Bu bilindiğine
göre, b u r a d a h e r h a n g i bir sıkıntı söz k o n u s u değildir. Vakti uy­
gun olan beş vakitte kılar, vakti uygun olmayan üç vakitte toplar.

Bilimsel-fıkıhsal ayrıntılar v e r m e k ü z e r e k o n u ş m a k gerekirse


ş u n u söylemeliyiz:

K u r ' a n ' d a ü ç t a n e n a m a z ı n adı geçmektedir. B u n u beşe çıkar­


m a k için K u r ' a n ' a ilave y a p m a k t a n b a ş k a bir yol yoktur. Bakara
238. ayetteki "Namazları ve orta namazı koruyun!" e m r i n e daya­
n a r a k : "Beraberinde bir orta tasavvur edilecek bir çoğulun en azı
d ö r t t ü r " i d d i a s ı n d a b u l u n m a k ise s a d e c e bir y o r u m d u r .

Fakîhler, meseleleri istedikleri n o k t a y a getirmek için bu t ü r yo­


rumları çok yaparlar. B u n u y a p a r k e n dayandıkları ise ya birbiriy­
le çelişen rivayetlerdir ya da kuralları kendilerince k o n m u ş b a ş k a
yorumlardır. O rivayetlerin ve o yorumların b i r ç o ğ u n u n dilbilim
açısından da dinbilim açısından da bağlayıcı yanı yoktur.

Bir kere, a n ı l a n ayetin birinci k ı s m ı n d a k i 'salavât' ç o ğ u l u n u n ,


kılınan ve kılınacak olan t ü m n a m a z l a r ı ifade etmesini engelle­
y e n ne v a r d ı r ? N i t e k i m tefsir k i t a p l a r ı n d a 'salâtü'l-vüsta'yı 'geç­
miş namazlarla, gelecek namazların ortasındaki namaz' diye ta­
n ı m l a y a n yaklaşımlar b u l u n m a k t a d ı r . Dil v e c ü m l e yapısı b u n a
uygundur.

K u r ' a n , m ü m i n l e r i n kıldıkları t ü m n a m a z l a r a dikkat etmelerini,


özellikle o r t a n a m a z diye andığı n a m a z a ö z e n göstermelerini is­
tiyor. Bu isteği ortaya k o y a n ifadeyi, K u r ' a n ' d a yer a l m a y a n 'beş
vakit' u y g u l a m a s ı n a k a n ı t y a p m a k için acaip tevillere g i t m e n i n
n e a n l a m ı vardır!

İkincisi, anılan ayetteki cümle yapısı, 'salâtü'l-vüsta'nın, çoğul kul­


lanılan ve en az üç adedi ifade etmesi gereken n a m a z l a r d a n biri
a m a çok ö n e m verilmesi g e r e k e n biri o l d u ğ u n u g ö s t e r e c e k filo­
lojik yapıdadır. Kıraat ve tefsir k a y n a k l a r ı incelenirse bu ayet­
teki 'es-salât el-vüsta' t a m l a m a s ı n d a k i 'es-salât' kelimesinin, esre
o k u n d u ğ u gibi ü s t ü n yani nasb ile de o k u n d u ğ u görülür. Nasb
ile o k u n d u ğ u n d a orta n a m a z ı n geçtiği cümle bağımsız bir cümle
haline gelir ve çoğul olan 'salavât'a o garip anlamlar yüklenemez.

Yirmiye yakın 'orta namaz' icat e d e n rivayetlerin çelişkisinden


k u r t u l m a k için B a k a r a 2 3 8 . ayetteki salât kelimesinin 'nasb' ile
o k u n m a s ı n ı esas a l a n ve 'salâtü'l- vüsta' t a m l a m a s ı n ı n başında­
ki 'Vav'ın âtıfe o l m a s ı n d a ısrar e t m e y e n tavrı ö n e ç ı k a r m a k da
m ü m k ü n d ü r . N i t e k i m , K u r ' a n ' ı , A r a p dili i'rab (gramer ve h a r e ­
ke) inceliklerini esas alarak y o r u m l a m a d a ilk o t o r i t e sayılan Ebu
Z e k e r i y a Yahya bin Ziyâd el-Ferra (ölm. 2 0 7 / 8 2 2 ) , bu yolu esas
almış ve A r a p edebiyatı teknikleriyle şu açıklamayı getirmiştir."
Salât kelimesi nasb o k u n u r ve m u z m a r (gizli) bir fiille teşvik anla­
m ı n d a alınırsa daha güzel olur." (el-Ferra; Maâni'l-Kur'an, 1/156)

F e r r a ' n ı n t u t t u ğ u bu y o l u n p r a t i k s o n u c u açık T ü r k ç e ile şu­


d u r : Bakara 238. ayetten namazın beş tane olduğuna ilişkin kanıt
çıkmaz! Yani o r a d a k i "Hâfizû ale's-salâvâti: Namazları k o r u y u n ! "
ayrı bir cümledir, "Ve's-salât el-vüsta: sizi orta namaza teşvik ede­
r i m " ayrı bir cümledir.

H z . Ali ve H z . Âişe'nin de dahil olduğu sahabî g r u b u n u n o k u y u ş


şekli olan 'nasb' o k u y u ş u n a göre, "Ve's-salât el-vüsta', medih ve
ihtisas ifade e d e n ayrı bir cümledir, (bk. Z e m a h ş e r î ; el-Keşşaf,
1/375-76) Bu d u r u m d a , K u r ' a n ayeti, k a r m a ş a ve ç e k i ş m e aracı
o l m a k t a n çıkar, o r t a n a m a z da adları sayılan üç n a m a z ı n orta­
sındaki n a m a z olarak tescil edilir. Yani K u r ' a n ' ı n t a n r ı s a l a h e n k
ve tutarlılığı belgelenmiş, rivayetlerle adları t ö h m e t l i hale getiri­
len kişiler de t e n z i h edilmiş olur.

Şimdi k o n u n u n e s a s ı n a gelelim:

A n ı l a n ayetteki salâtü'l-vüsta t a m l a m a s ı n d a k i 'Vav' harfini âtıfe,


salât kelimesini de esre y a p a r a k çoğul kullanılan salavât sözcü­
ğ ü n d e n dört n a m a z ç ı k a r a n yaklaşımın hedefi, geleneksel söy­
l e m d e k i " O r t a namaz, ikindi namazıdır" g ö r ü ş ü n e d e s t e k sağla­
m a k t ı r . İkindi n a m a z ı n ı n o r t a n a m a z olması için o n d a n ö n c e
iki, s o n r a da iki n a m a z ı n b u l u n m a s ı gerekir. B u n u n yolu da,
biraz ö n c e k i u y a r l a m a ve ayarlamadır.
G e l e n e k s e l söylemin geçerli olması için i k i n d i n i n orta n a m a z
olduğu, k u ş k u s u z - t a r t ı ş m a s ı z ispat edilmelidir. Böyle bir şey
m ü m k ü n o l a m a m ı ş t ı r O r t a n a m a z ı n ikindi n a m a z ı olduğu iddi­
ası sadece bir rivayettir ve aksini ö n e s ü r e n birçok rivayet içinde
eriyip gitmektedir. Birbiriyle çelişen o t u z a yakın rivayetten sa­
d e c e biri olan " O r t a n a m a z ikindi n a m a z ı d ı r " iddiasını a y a k t a
t u t m a k için K u r ' a n ' d a k a r m a ş a yaratılıyor. B u k a r m a ş a y ı yara­
t a n l a r k e n d i içlerinde de t u t a r l ı değillerdir.

Tefsirle ilgili rivayetlerin t a r t ı ş m a s ı z t e m e l kaynağı olan Taberî


Tefsiri'nin (veya hadis k a y n a k l a r ı n d a bu k o n u y u ele alan eser­
lerin) bu ayetle ilgili sayfalarına b a k t ı ğ ı m ı z d a 'vüsta: orta' na­
m a z ı n hangisi olduğu k o n u s u n d a s a h a b e d e n gelen v e birbiriyle
çelişen sayısız nakil yapıldığını g ö r ü r ü z .

Rivayetlerin bir k ı s m ı n a göre, H z . P e y g a m b e r ve sahabîler bu


orta n a m a z ı n ikindi n a m a z ı o l d u ğ u n u söylemişlerdir. Taberî,
b u n d a n hiç d e geri k a l m a y a c a k sayıda s a h a b î n i n o r t a n a m a z l a
öğle n a m a z ı n ı n kastedildiğini söylediklerini k a y d a geçirmiştir.
Aynı sayfalarda orta n a m a z ı n a k ş a m n a m a z ı o l d u ğ u n u iddia
e d e n sahabîlerle s a b a h n a m a z ı o l d u ğ u n u s a v u n a n sahabîlerin
listesi de verilmiştir. Bu u z u n ve çelişkilerle dolu rivayet listesini
d e ğ e r l e n d i r e n müfessir Âlûsî (ölm. 1270/1853), tefsiri Ruhu'l-
Meânî'de güzel bir tespit y a p m a k t a d ı r . Özetleyelim:

"Bakara 238. ayetteki salâtü'l-vüstanın hangi namaz olduğu husu­


sunda değişik rivayetler ve iddialar vardır: Öğle, ikindi, akşam, yat­
sı, sabah diyenler olduğu gibi vitir namazı, kuşluk namazı, bayram
namazı, korku namazı, C u m a namazı da denmiştir... "

" B u konudaki sahabî rivayetlerinin hiçbirisi ötekini tutmaz. Bir ko­


nuda, sahabî sözlerinin biri ötekine ters düştüğünde bunların t ü m ü
kanıt »İma niteliğini yitirir. Bir sahabî sözünün delil olabilmesi
için bir başka sahabî sözünün onun aksini söylememesi gerekir...
Üzerinde olduğumuz k o n u d a k i hadisler birbiriyle çelişiktir. Bu
demektir ki bunlarla h ü k m e varılamaz...." (Âlûsî; Ruhu'l-Meânî,
.1/156)

G e l e n e k s e l 'beş namaz' söylemine, B a k a r a 2 3 8 ' d e n d a y a n a k ara­


y a n görüş ş u n u g ö r m e z l i k t e n gelmektedir: Tefsirlerde o r t a na­
m a z C u m a ' d a n c e n a z e y e k a d a r uzatılmıştır. G e r ç e k t e n d e o r t a
n a m a z ı n c e n a z e n a m a z ı o l d u ğ u n u söyleyenler de vardır, (bk.
Sıddîk bin H a s a n ; Fethu'l-Beyan fi Makaasıdi'l-Kur'an, 2/56) Hal
böyle iken, B a k a r a 238'i " O r t a namaz ikindi namazıdır'' varsayı­
m ı n a göre a n l a m l a n d ı r a r a k h ü k ü m l e r ç ı k a r m a n ı n güvenilir yanı
olamaz.

Bırakın ikindi n a m a z ı n ı , ' o r t a ' d a n m a k s a d ı n t ü r ü k o n u s u n d a


bile ittifak y o k t u r . Bu 'orta', Ebul-Ferec A b d u r r a h m a n el-Cevzî'
n i n (ölm. 597/1200) s o r d u ğ u gibi, yer b a k ı m ı n d a n mıdır, m i k t a r
b a k ı m ı n d a n mıdır, yoksa ü s t ü n l ü k derecesi b a k ı m ı n d a n mıdır?
(Ebul-Ferec, Zâdü'i-Mesîr fi İlmi't-Tefsîr, 1/249)

T ü r k i y e ' d e h â k i m görüş olarak, 'orta', sayı b a k ı m ı n d a n orta


(yani ikindi n a m a z ı ) diye d ü ş ü n ü l m ü ş , b u n u n iki y a n ı n d a da
ikişer ayrı n a m a z gereklidir s o n u c u n a varılmıştır. Oysaki 'orta'
(vasat veya vüsta) s ö z c ü ğ ü K u r ' a n ' d a en hayırlı, en bereketli,
en ü s t ü n gibi a n l a m l a r d a da kullanılmıştır, (bk. 2/143; 68/28)
B u n u m i k t a r veya z a m a n ortasıyla k a y ı t l a m a k s a d e c e bir yo­
rumdur.

Şimdi k o n u y u ç o k güzel özetleyen bir açıklamaya, müfessir Ebu


Bekr M u h a m m e d el-Arabî'nin (ölm. 5 4 3 / 1 1 4 8 ) , tefsiri Ahkâmu'l-
Kur'an'da verdiği açıklamaya bakalım:

"Salâtü'l-vüsta'daki 'vüsta'nın ne olduğu k o n u s u n d a çeşitli ihtimal­


ler vardır. 1. Adalet, seçkinlik ve ü s t ü n l ü k anlamında orta olabilir.
Nitekim Kur'an, çeşitli yerlerde evsat-vüsta sözcüğünü bu anlamda
kullanmıştır. 2. Sayı bakımından orta olabilir. 3. Z a m a n bakımın­
dan orta olabilir."

"Dinsel açıdan bakıldığında, zaman ve sayı açısından ortanın anıl­


ması, anlamlı değildir. Anlamlı olan, bu orta namazın, içeriği bakı­
m ı n d a n üstünlüğüdür. Böyle olunca da b u n u n hangi namaz oldu­
ğ u n u belirlemek m ü m k ü n değildir."

" O r t a namazın hangisi olduğu k o n u s u n d a din uleması 7 gruba


ayrılmıştır: 1. Öğle namazı diyenler, 2. İkindi namazı diyenler, 3.
Akşam namazı diyenler, 4.Yatsı namazı diyenler, 5. Sabah namazı
diyenler, 6. Cuma namazı diyenler, 7. Belirlenmemiş bir namazdır
diyenler. Bunların her birinin kendine göre kanıtı vardır..." (İbn
Arabî; Ahkâmu'l-Kur'an, 1/223-226)
Bu rivayetlerin hangisi d o ğ r u d u r ve biz h a n g i s i n e güveneceğiz?
Ç ü n k ü h e p s i aynı k u v v e t t e rivayetlerdir. " O r t a n ı n iki yanın­
da ikişer n a m a z l a z ı m d ı r " şeklindeki rivayeti tercih e t m e m i z i
gerektirecek hiçbir şey y o k t u r . Öğle, a k ş a m veya sabahı o r t a
n a m a z sayarsak, anılan ayete d a y a n d ı r ı l a n 'beş' r a k a m ı çöker.
O r t a n a m a z ı n ikindi n a m a z ı o l d u ğ u n u ise K u r ' a n ' a e k l e m e yap­
m a d a n ispat m ü m k ü n değildir. O h a l d e ç ö z ü m n e d i r ?

Ö n c e ş u n u akıldan çıkarmamalıyız: K u r ' a n ' d a tutarsızlık, çeliş­


me, yama yapma ihtiyacı asla olamaz. Bu ihtiyacın b a ş gösterdiği
yerde, bir s a p t ı r m a n ı n veya m ü d a h a l e n i n varlığını d ü ş ü n m e k
z o r u n d a y ı z . Bu m ü d a h a l e y i dışladığımızda K u r ' a n ' ı n kullandığı
k e l i m e ve kavramlar, en k ü ç ü k bir ahenksizlik söz k o n u s u ol­
m a d a n yerli yerine o t u r u r . Tanrısal k e l a m m u c i z e s i n i n z o r u n l u
s o n u c u d u r bu...

Eğer, dayanaklı bir ayrıntı verilecekse dilbilim ve K u r ' a n ilimleri


tekniği a ç ı s ı n d a n tutarlı olan yaklaşım, orta n a m a z ı n , Kur'an'da
adı geçen üç namazın ortasındaki namaz olmasıdır. Böyle bir apa­
çıklık ve kanıt d u r u r k e n , elli bin rivayetin zihin talanına t u t u l m a ­
n ı n anlamlı olduğu söylenebilir mi? Ş u n u asla unutmamalıyız:

Hangi gerekçeyle hangi yorumu yaparsanız yapın, K u r ' a n ' d a adı


geçen namazların sayısını üçten y u k a n çıkaramazsınız. Böyle bir
şey ancak Kur'an'a -hâşâ- ekleme yapmakla m ü m k ü n olur. Kur'an,
namazları adlarıyla üç adet olarak saydığına göre, Bakara 238'deki
'salavât' sözcüğünün en az dört olması gerektiğini söylemek
K u r ' a n ' a aykırıdır.

Evet, A r a p dilinde 'cem'ler' yani çoğullar en az üç adedi ifade


eder. Üç m ü , d a h a fazla a d e t mi ifade ettiklerine ise yan k a n ı t l a r
veya karinelerle hükmedilir. Karine şöyle d u r s u n , a n ı l a n ayette­
ki 'salavât' çoğul s ö z c ü ğ ü n ü n ' ü ç ' a d e d i n i ifade ettiğine ilişkin
açık K u r ' a n s a l k a n ı t vardır: N a m a z l a r ı n adlarıyla sayılmış ol­
ması, B a k a r a 2 3 8 ' d e k i salavât ç o ğ u l u n u n üç a d e d i ifade e t m e ­
sini gerektirmektedir. Ç ü n k ü K u r ' a n , üç adet n a m a z ı adlarıyla
vermiştir. Bu gerçeği rivayet t u f a n ı n a d a l m a k l a değiştiremeyiz.

Başka bir b i ç i m d e ifade edelim: B a k a r a 238. ayetteki 'salavât'


sözcüğünün, fıkhî anlamıyla ü ç t e n fazla n a m a z (dört adedi) ifa­
de ettiğini söylemeye engel olan ilahî beyyineler vardır. B u n l a r ı n
birincisi n a m a z l a r ı n K u r ' a n t a r a f ı n d a n adlarıyla sayılmış olma-
sidir. İkinci k a n ı t ise 'es-salât el-vüsta'ya y ü k l e n e n rivayet kay­
naklı a n l a m l a r ı n K u r ' a n ' ı çelişme ve tutarsızlık içine itmeleridir.
K u r ' a n ' ı n , tutarsızlık ve ç e l i ş m e d e n m ü n e z z e h o l d u ğ u gerçeğin­
d e n d a h a b ü y ü k k a n ı t olabilir mi?

G e l e n e k s e l z i h n i y e t i n B a k a r a 2 3 8 ' d e n 'beş namaz' ç ı k a r m a t u t ­


ku ve baskısı, bu ayeti bir k a r m a ş a n ı n dayanağı k o n u m u n a ge­
t i r m e k t e d i r . Oysaki K u r ' a n , k e n d i verilerini k u l l a n a r a k k e n d i
y o r u m u n u y a p t ı ğ ı n d a hiçbir sıkıntı, hiçbir çelişme, hiçbir t u t a r ­
sızlık söz k o n u s u o l m a m a k t a d ı r .

Kur'an'ı yorumlamada, rivayet kaynaklı herhangi bir kanıt veya


karine Kur'ansal bir kanıt veya karinenin ö n ü n e geçirilemez.

Rivayet tutsaklığının açtığı yırtıklar, rivayetlerin sağladığı yamalar­


dan daima birkaç kat fazla olmuştur ve olmaya devam edecektir.
Rivayet tutkusu devreye sokulduğunda deliğin biri kapanır, üçü-
beşi açılır. Kurtuluş, yırtık açmadığı için yama a r a m a k zorunda
bırakmayan K u r ' a n yolundadır. O yol açık, temiz ve dosdoğrudur.

K u r ' a n bize adlarını vererek üç tane namaz gösteriyor: 'Salâtü'l-


fecr' (güneşin d o ğ u ş u n d a n ö n c e kılınan n a m a z ) , 'salâtü'l-işa'
(güneşin b a t ı ş ı n d a n s o n r a kılınan n a m a z ) v e ü ç ü n c ü olarak d a
'salâtü'l-vüsta' ( g ü n ü n o r t a s ı n d a ve tabii ilk iki n a m a z ı n ortasın­
d a kılınan n a m a z ) .

Peygamberimiz orta namazı bazen iki vakitte (öğlen, ikindi), bazen


cem ederek tek vakitte kılmıştır. İşa namazı da öyledir. Bu namazı
da bazen akşam ve yatsı olarak iki vakitte, bazen de birleştirerek tek
vakitte kılmıştır. İsteyen bu şekillerden herhangi birini seçebilir.

Olay b u k a d a r sade, b u k a d a r b e r r a k v e p ü r ü z s ü z d ü r .

Mesele üç vakit değil de beş vakit namaz kılmaksa, o n u n yolu sün­


netle zaten gösterilmiştir. İsteyen bu yolu izleyerek beş vakit kılar.
Ancak bu seçeneği ne yapıp yapıp K u r ' a n ' a dayandırmak ısrarı uğ­
r u n a Kur'an'ı tevil ve rivayet baskısı altına almanın din ve bilim
açısından saygınlığı olamaz.
SAVAŞ
(kıtal, h a r p , cihat)

KITAL VEYA KANLI ÇARPIŞMA

K u r ' a n ' ı n t e m e l k a v r a m l a r ı n d a n biri olan kıtal (yine aynı an­


l a m d a bir k ö k olan kati), türevleriyle birlikte 140'a yakın yerde
geçer. K u l l a n ı m ı n çoğu fiil h a l i n d e d i r ve bu fiillerin b ü y ü k kısmı
da müşareket (karşılıklı davranış ve bir fiile iştirak) ifade e d e n
kalıplardadır. Bu d e m e k t i r ki kıtal, hayat bünyesinde sürekli bir
faaliyettir ve daima iki ayrı cepheyi gerekli kılan bir eylemdir.

Kıtal ve katlin kelime a n l a m ı , Râgıb'ın, ifadesiyle " r u h u n ceset­


ten giderilmesidir. Tıpkı ölüm gibi. Ancak, r u h u n bedeni terki dış­
tan bir etkinin sonucu sayılınca buna kati veya kıtal, kendiliğinden
olmuş sayılınca buna ölüm (mevt) diyoruz."

K u r ' a n , hayatın ve o l u ş u n en önemli faaliyetlerinden biri olan kı­


tali inkâr gibi bir ikiyüzlülüğe ve yapaylığa tenezzül etmemiştir.
Kıtal, kaçınılmazdır. Hayat bir anlamda, oluşların ölüş ve doğuşlara
bağlandığı bir maceradır. Her ölüş, bir oluşun habercisi, hatta baş­
langıcıdır. B u n u inkâr m ü m k ü n değil. Temel soru şudur:

İ n s a n öldürebilir mi, ö l d ü r m e l i mi? Öldürebilirse, b u n u n çerçe­


vesi ve şartları n e d i r ? K u r ' a n ' ı n bu soruya verdiği cevap, kısa
ve nettir:

Hayatına ve hürriyetine kastedilen kişi veya topluluk öldürebi­


lir. K u r ' a n bu şartlarda bir öldürmeye 'Allah yolunda mukaatele'
(Allah yolunda kanlı çarpışma) der ve o n u i n s a n ı n o n u r u , görevi
sayar. H a r e k e t n o k t a s ı ş u d u r :

Eğer biri veya birileri ölecekse, bunlar hayata ve insan o n u r u n a ilk


saldıranlar olsun. B u n u n aksini düşünmek, hayata ve insana saygı
değil, beceriksizlik veya ikiyüzlülük sebebiyle, hayatın pusuya dü­
şürülmesine ve zulme göz yummaktır. Ve zulme göz yumuş, o zul­
me iştiraktir, insana düşen, hayata ve hürriyete (bu hürriyet içine
iman, din, fikir, haysiyet vs. girmektedir) saldıranı k u r t a r m a k için
b a h a n e a r a m a k değil, hayatı ve hürriyeti saldırıya uğrayanın yanın­
da yer almaktır. K u r ' a n ' ı n bu n o k t a y a d i k k a t çeken beyanları çok
d o k u n a k l ı ve ürperticidir, (mesela, bk. 4/75)

Kıtal, bir hayat ve oluş gerçeğidir ve bu yüzden, h a y a t a kaste­


d e n l e r e karşı, hayatı elinde t u t a n k u d r e t i n bir e m r i olarak uy­
gulanır. Hayata kastetmenin ölçüsü, K u r ' a n ' a göre, ilk öldüren
olmaktır. Ve bu n o k t a d a ferman ş u d u r :

"Bir tek kişiyi öldüren, b ü t ü n insanlığı öldürmüş gibidir." (Mâide,


32)

İlk ö l d ü r e n e karşı ç ı k a r k e n ö l d ü r m e k (meşru s a v u n m a ) ve ilk


ö l d ü r e n i c e z a l a n d ı r m a k için ö l d ü r m e k (kısas) h a y a t a k a s t e t m e k
değil, h a y a t a hizmettir, (bk. b u r a d a , Kısas mad.)

Bu ölçüler içinde kıtal, peygamberlerce de uygulanmıştır, (bk.


3/146) H a y a t ı d a h a güzel, i n s a n ı d a h a m u t l u e t m e k için görev
alan peygamberin, h a y a t a k a s t e d e n l e r l e s a v a ş m a m a s ı , n ü b ü v v e t
mantığıyla çelişir ve ilahî iradeye t e r s d ü ş e r .

Bazı nebilerin, kıtale başvurmamış olmaları bir nübüvvet stra­


tejisidir. Hiçbir nebiye, öldürene m ü s a m a h a et, öldüreni bağışla
şeklinde bir tanrısal buyruk gelmiş olamaz. Hristiyanlığın k o n u ­
yu bu şekle d ö n ü ş t ü r m e s i , geçici bir stratejinin d a h a s o n r a d a n
sürekli bir ilkeye d ö n ü ş t ü r ü l m e s i d i r , bir yozlaştırmadır, (bk.
b u r a d a , Ruhbaniyet mad.) Böyle olduğu içindir ki, ilahî k a d e r ,
kilisenin bu s a p t ı r m a d a n doğan ifratına cevap olarak aynı kilise­
yi insanlığın, k a n d ö k ü l m e s i n e en fazla sebep olan k u r u m u ha­
linde tarihe geçirmiştir. B u r a d a , Engizisyon zulümlerini, Haçlı
katliamlarını ve nihayet, kilise ç o c u k l a r ı n ı n v ü c u t verdiği d ü n y a
harplerini, özellikle Hiroşima ve Nagazaki atom bombası k a h ı r ve
z u l m ü n ü h a t ı r l a m a k yeterli olur.

D e m e k oluyor ki, h a y a t ı n ö l ü m s ü z gerçeklerine ikiyüzlülükle


karşı çıkanlar, s o n u n d a o s a v u n u r g ö r ü n d ü k l e r i değerleri insaf­
sızca ç i ğ n e m e k d u r u m u n a d ü ş ü y o r l a r . K u r ' a n b u ikiyüzlülüğe
asla girmemiştir.
B u genel girişten s o n r a K u r ' a n ' ı n kıtal k o n u s u n a yaklaşımının
ayrıntılarına geçebiliriz:

İnsanlığın ilk kıtal olayı, Â d e m ' i n iki oğlu, yani kardeşler arasın­
d a kıskançlık y ü z ü n d e n v ü c u t b u l m u ş t u r . M â i d e suresi 2 7 - 3 1 .
ayetler bu ilk kıtal olayını şöyle v e r m e k t e d i r . Kardeşlerin ikisi
Allah'a b i r e r k u r b a n s u n m u ş l a r ; b i r i n i n k i k a b u l edilmiş, ötekisi
reddedilmiştir. B u n u n ü z e r i n e , kıskançlık krizine giren k a r d e ş ,
k u r b a n ı k a b u l edileni ö l d ü r e r e k t o p r a ğ a g ö m m ü ş t ü r .

İnsanlığın b u ilk cinayetine b a k ı ş t a ortaya k o n a n n o k t a l a r d a


cana kastın değişmez sebepleriyle ş a ş m a z s o n u c u n u açıkça gö­
rebilmekteyiz: Kıskançlık, hırs, nefsin dürtmesi ve sonuçta h ü s r a n
ve pişmanlık...

C a n a k a s t ı n yasaklığı, kişinin k e n d i c a n ı n a kastı için de geçer­


lidir. Hayat hakkını ortadan kaldırma hakkını, k e n d i nefsiniz için
de k u l l a n a m a z s ı n ı z . H a y a t ı v e r e n de alan da Yaratıcı K u d r e t ' t i r .
İ n s a n , hayatı d e v a m e t t i r m e k için h e r şeyi y a p m a y a m e z u n ve
m e m u r d u r ; fakat hayatı tehlikeye a t m a y a veya o r t a d a n kaldır­
m a y a asla izin verilmemiştir, (bk. 2/195; 4/29)

İntihar, bir başkasını öldürmek kadar büyük bir günahtır.

SALDIRI VE SAVUNMA SAVAŞI

Kıtal k o n u s u n u n e n ö n e m l i s o r u l a r ı n d a n biri d e ş u d u r :
K u r ' a n ' d a , s a v u n m a d ı ş ı n d a kıtal var mıdır? D a h a yerleşik bir
ifadeyle, K u r ' a n taarruzî harbe izin verir mi? Cevap açık ve nettir:

Sadece İslam değil, hiçbir semavî din saldırı savaşına izin vermez,
veremez. Saldırı savaşına izin veren bir din, peygamberlerin tebliğ
ettiği din olamaz; daha doğrusu, din olamaz.

S o n P e y g a m b e r ' i n h a y a t ı n ı n t a m a m ı n a yakını savaş içinde geç­


miştir. Batılılar b u n a b a k a r a k , " H z . M u h a m m e d dinini savaşla
yaydı, saldırı savaşı y a p t ı " d e m e k t e l e r . B u n u ya açıkça söyle-
m e k t e l e r veya o a n l a m a gelecek sözler etmekteler. Bu iddia veya
k a n a a t t a m bir yanılgıdır. Evet, H z . M u h a m m e d , hayatı b o y u n ­
c a h e p savaş içinde oldu. Z a t e n , s o r u n u n cevabı d a b u r a d a d ı r .
H z . M u h a m m e d , d o ğ u p b ü y ü d ü ğ ü t o p r a k l a r d a n u z a k l a r a sürül-
m e k l e kalmadı, gittiği yerde de t a k i p edilip saldırıya uğradı. İlk
savaş olan Bedir Savaşı, M e k k e ' d e n M e d i n e ' y e m e c b u r î g ö ç ü n
a r d ı n d a n yapılmıştır. N e r e d e ? M e d i n e ' y e yakın bir yer olan
B e d i r ' d e . Kime karşı? M e k k e ' d e n M ü s l ü m a n l a r ı s ü r e n müşrik­
lerin, M e d i n e y a k ı n l a r ı n a k a d a r gelip M ü s l ü m a n l a r a saldıran
o r d u s u n a karşı. H z . M u h a m m e d ' i n v e M ü s l ü m a n l a r ı n m e ş r u
s a v u n m a savaşları Bedir'le başladı, P e y g a m b e r ' i n ö l ü m ü n e ka­
d a r s ü r ü p gitti. Yani H z . M u h a m m e d , hayatı b o y u n c a m ü ş r i k
saldırıların sürekli hedefi oldu ve sürekli s a v u n m a savaşı yap­
m a k z o r u n d a kaldı.

H ü k ü m gibi kaydettiğimiz bu tespitin, tarihsel belgeleri ve ay­


rıntıları elbette ki k o n u n u n u z m a n ı diğer otoriteler gibi bizim de
bilgi h a v u z u m u z d a d ı r . Ne var ki, bu eser, meseleyi b u r a d a b u n ­
d a n fazla irdelemeye izin v e r m e z . M e r a k edenlere, 2 0 . yüzyılın
en b ü y ü k A s r ı s a a d e t u z m a n ı sayılan Pakistanlı bilgin Prof. Dr.
M u h a m m e d H a m i d u l l a h ' ı n eserlerini özellikle, 'İslam Peygamberi'
ve 'Hz. Peygamber'in Savaşları' adlı eserlerini tavsiye ederiz.

Strateji ve h a r p tekniği a ç ı s ı n d a n bakıldığında, m e ş r u olarak


b a ş l a m ı ş bir s a v u n m a savaşının içinde b i r d e n fazla saldırı olabi­
lir, olacaktır, o l m u ş t u r . Saldırı ve s a v u n m a y ı n e r e d e n başlaya­
rak, h a n g i kıstasla belirleyeceksiniz?

B u n u n yerine K u r ' a n ' ı n şu iki ö l ç ü s ü n ü k u l l a n m a k d a h a sağlık­


lı s o n u ç l a r a götürecektir. Hayata fiilen kastetmiş olanlara karşı
kıtale başvurulur, inanç ve fikir özgürlüğünü engelleyenlere karşı
çıkılır. Bu karşı çıkmanın götüreceği sonuç bir mukaatele (kanlı
çatışma) oluyorsa, o da göğüslenir. Başlamış b u l u n a n bu mukaate­
le, art arda veya aralıklarla gerçekleştirilen birkaç saldırıyı gerekti­
riyorsa o saldırılar da yapılır. Ve o saldırıların t ü m ü , başlangıçtaki
meşruiyetin çerçevesi içinde olur. Aksi halde, hiçbir savaşın her­
hangi bir meşruiyetinden hiçbir şekilde söz edilemez.

Ü z e r i n d e o l d u ğ u m u z k o n u d a , K u r ' a n a d ı n a iki şeyin altını ra­


hatlıkla çizebiliriz:

1. Hayata fiilen kastetmemiş, yani öldürmemiş insanlara kıtal uy­


gulanmaz.

2. İnsanlara kıtal korkusu salarak, baskı ve zorlamayla İslam'a sok­


ma yönüne gidilemez.
Tebliğ yapılır. Tebliğin boyutları ve şartları bellidir, (bk. b u r a ­
da, Tebliğ m a d . ) Tebliğ k e n d i s i n e u l a ş a n b u n u kabul e d e r veya
e t m e z . A n c a k tebliğin yapılmasını veya kitlelere ulaştırılmasını
engelleyenlere, engellemedeki tavırları c i n s i n d e n karşılık verilir.
Bu, kıtal de olabilir. Bu y ü z d e n , biz, kıtali, hayata ve hürriyete
kastedenlere karşı çıkmak yani meşru savunma yapmak esasına
oturtmayı, Kur'an'ın temel tavrı olarak görüyoruz.

SAVAŞ NE ZAMAN M E Ş R U D U R ?

Kısa cevap ş u d u r : Saldırı varsa meşrudur. Biraz d a h a açık cevap


ş u d u r : İnançlara ve topraklara saldırı varsa savaş meşru hale gel­
mekle kalmaz, bir insanlık ve onur görevi olur. H a c s u r e s i n i n 39,
40. ayetleri b u s o r u m u z u n K u r ' a n s a l d a y a n a ğ ı n ı v e r m e k t e d i r .
Şöyle deniyor:

"Kendilerine savaş açılanlara savaşma izni verilmiştir. Ç ü n k ü onlar


zulme uğratıldılar. Allah onlara yardıma elbette Kadîr'dir. Onlar
sırf, 'Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için yurtlarından haksız yere
çıkarıldılar. Eğer Allah'ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla de­
fetmesi olmasaydı, içlerinde Allah'ın adı çokça anılan manastırlar,
kiliseler, havralar ve mescitler her halde yerle bir edilirdi. Allah,
kendisine yardım edene elbette yardım eder. Allah elbette Kavî'dir,
Azîz'dir."

D e m e k ki, savaşı m e ş r u l a ş t ı r a n t e m e l sebep, z u l ü m d ü r . Z a t e n ,


K u r ' a n ' a göre t e k d ü ş m a n d a zalimlerdir. Yukarıki ayetlerde
z u l m ü n ayrıntıları verilmiştir:

1. Rabbimiz Allah'tır demek yüzünden zulme uğramak, yani inanç­


lara baskı,

2. Topraklarından sürülmek, yani istila veya işgale uğramak.

T e s p i t edilen bu ölçüler içinde bir kıtalin k a r m a ş ı k bir ha­


reketler serisine v ü c u t vereceği açıktır. Başlangıcı m e ş r u bir kı­
tal devresine girildiğinde b u n u n içinde saldırılar ve s a v u n m a l a r
art a r d a gelir. B u n l a r ı b i r b i r i n d e n ayrı d ü ş ü n e m e y i z . K u r ' a n ' ı n
"Müşrikleri yakaladığınız yerde öldürün, küfrün önderlerini öl­
d ü r ü n , şeytanın dostlarını ö l d ü r ü n " (9/36, 12; 4/76, 82; 2/191)
ayetleri, işte böyle bir s ü r e ç içindeki h a r e k e t l e r d e n bazılarıdır.
K o n u y a başlangıcı itibariyle ışık t u t a n ayetler, "Eğer sizi öldürür-
lerse siz de o n l a n öldürün, onların sizi t o p t a n öldürdükleri gibi siz
de onları toptan ö l d ü r ü n . " ( 2 / 1 9 1 ; 9/36) şeklinde M ü s l ü m a n ' ı n
kıtal tavrını bir cevap-hareket olarak belirlemiştir.

Şu kesindir: Kur'an, bağlılarının silahsızlanmasına gidecek bir


yola onay vermez. Böyle bir şey, K u r ' a n ' ı n insanını, k o r u m a k
v e y ü c e l t m e k z o r u n d a o l d u ğ u değerleri s a v u n m a d a yetersiz
bırakır. K u r ' a n ' ı n insanı Allah y o l u n d a yani iyilik ve güzellik
u ğ r u n d a savaşacak, ezilip itilen, y u r t l a r ı n d a n edilen çocuklar,
kadınlar, ihtiyarlar için didinecektir. Böyle bir s ü r e ç t e yer al­
m a k Allah'ın sevgisini k a z a n d ı r ı r . (4/75-76; 61/4) Böyle olunca,
K u r ' a n bağlısı insan, h e r an kıtale girebilecek h a l d e o l m a k zo­
r u n d a d ı r . Ç ü n k ü o n u n görevi evrensel v e k o z m i k bir görevdir.
O, k e n d i nefsinin keyfini y e r i n e getirmekle işini bitirmiş olmu­
yor. Ü z e r i n d e bir b ü y ü k e m a n e t vardır.

A n ı l a n değerler u ğ r u n a kıtal sergilerken c a n verenler, yani kar-


şı-kıtal ile öldürülenler, K u r ' a n diliyle, 'ölümsüz' ilan edilmişler­
dir. O n l a r a ölüler d e m e k bile yanlıştır, (bk. 2/154; 3/169)

Kısacası, iman, bir a n l a m d a iyi ve güzel u ğ r u n a sürekli savaş


h a l i n d e olmaktır. (9/111) Ç ü n k ü hayat, aydınlık kuvvet uğruna
(Allah yolunda) savaşanlarla, karanlık kuvvet (Tâğut) uğruna sa­
vaşanların bir çarpışma alanıdır. Fıtrat diyalektiğinin esası budur.
(4/76)

K a r a n l ı k kuvvet sürekli t e t i k t e ve h a z ı r b e k l e r k e n , aydınlık kuv­


v e t i n d u r g u n l u k ve s u s k u n l u ğ u seçmesi h a y a t a h i z m e t değil,
i h a n e t olur. Aydınlık kuvvet, yaradılış d i n i n i n yani a d a l e t i n ege­
m e n o l d u ğ u n u g ö r ü n c e y e değin h a z ı r v e faal o l m a k z o r u n d a d ı r .
(2/193; 8/39) Ç ü n k ü o n a kıtal iznini v e r e n k u d r e t b u n u , z u l m e
karşı çıkış için vermiştir. O h a l d e , aydınlık kuvvetin s u s k u n l u ğ a
b a h a n e b u l m a y a çalışması z u l m e d e s t e k v e r m e k olur. K o z m i k
e m a n e t i o m u z l a y a n (33/72) bir varlığın böyle bir yola gitmesi
beklenemez. O, emaneti taşıma uğruna savaşmak zorundadır.
Bu o n a , ç o k z o r gelecektir, (4/77) a m a m u t l u bir gelecek ve
ö l ü m s ü z bir h a t ı r a b ı r a k m a k için b a ş k a yol y o k t u r . Bu y ü z d e n ,
K u r ' a n ' ı n insanına kıtal, nefsi onu sevmese de, bir kozmik kader
olarak yazılmıştır. (2/216) Ve p e y g a m b e r i n görevlerinden biri de
büyük emanetin sahibi o l a n i m a n a d a m ı n ı kıtali göğüsleyecek bir
c o ş k u içine ç e k m e k ve o n u kıtal r u h u y l a diri t u t m a k t ı r . (8/ 65)
Z u l m e karşı sefer gerektiğinde, iğreti hayatın zebunu olarak oldu­
ğu yere çakılıp kalmak, iman a d a m ı n a yakışmaz. Bu yolu seçenler,
rezil ve zelil olurlar ve nihayet Allah onları siler süpürür, yerlerine,
emaneti üstlenebilecek başka topluluklar getirir. (9/38-39) ,

Kıtali sevmeyen ve o n u çirkin görenler bilmelidirler ki k ı t a l d e n


kaçış fitneyi/anarşiyi kökleştirir, yani insanlığın dirlik ve dü­
zenini b o z a r . İşte bu, k ı t a l d e n ç o k d a h a k ö t ü bir s o n u ç t u r .
(2/119,217)

Nebiler içinde, kişisel bir gerekçeyle kıtal sergileyen, bizzat a d a m


ö l d ü r e n t e k kişi H z . M u s a ' d ı r . K u r ' a n , b i z z a t H z . M u s a ' n ı n di­
l i n d e n b u n u bir zenb y a n i günah o l a r a k veriyor. K u r ' a n bu öl­
d ü r m e olayını, bir n e b i n i n zellesi o l a r a k g ö r m e k l e birlikte, bir­
k a ç yerde g ü n d e m e getirerek y u m u ş a k bir dille de olsa kına­
m a k t a d ı r . G e r ç i bu bir t a a m m ü d e n cinayet değildir, bir k a z a d ı r
a m a , yine de bir c a n alınmıştır, (bk. 20/40; 28/19, 3 3 ; 26/14)

Kıtal, bir m ü m i n i n h a y a t ı n ı o r t a d a n k a l d ı r m ı ş s a ö l d ü r e n , uzun


süreli cehennemlik olur. (4/ 93) M ü m i n i n ö l d ü r ü l m e s i h a t a ile
o l m u ş s a ö l d ü r e n , kefaret olarak bir köle â z a t eder, t a z m i n a t
o l a r a k da m a k t u l tarafına diyet öder. (4/92) H a t a ile ö l d ü r ü l e n ,
gayrimüslim ise kefaret o l a r a k bir köle âzat edileceği N i s a 92.
a y e t t e açıklanmıştır. A n c a k t a z m i n a t yani diyet meselesi ayetin
ifadesinden açıkça a n l a ş ı l m a d ı ğ ı n d a n tartışmalıdır. Eğer i m a n
meselesini geniş çerçevede alırsak, (bk. b u r a d a , İ m a n mad.) mü­
min deyimi içine Ehlikitap da gireceğinden gayrimüslim deyimiy­
le s a d e c e müşrikleri k a s t e t m e k gerekir. M ü s l ü m a n l a r ı n a n t l a ş ­
m a k olduğu t o p l u l u k l a r d a n bir kişinin yanlışlıkla ö l d ü r ü l m e s i
h a l i n d e , M ü s l ü m a n v e gayrimüslim ayırımı y a p ı l m a d a n h e m
köle azadı, h e m de diyet gerekir. (4/92)

İki m ü m i n g r u p kıtale t u t u ş t u k l a r ı n d a b u n l a r s u l h a çağrılır ve


kıtali d u r d u r m a l a r ı istenir. Bu çağrıya u y m a y a n taraf azgın diye
adlandırılır ve h a y a t a kastettikleri kesinleştiğinden o n l a r a kıtal
uygulanır, yani savaş açılır. (49/3)

Kıtalin, b ü y ü k z u l ü m arz edeni, nebilere karşı uygulananıdır.


Yahudi kavmi, bu t ü r bir kıtalin ö n c ü s ü olarak gösteriliyor ve
o n l a r ı n bu y ü z d e n lanet ve zillete m ü s t a h a k hale geldikleri be­
lirtiliyor, (bk. 2 / 9 1 ; 3/21, 112, 155, 1 8 1 , 183; 5/70)
SAVURGANLIK
(israf, tebzîr)

H e m e n b ü t ü n dillerde t e k kelimeyle k a r ş ı l a n a n 'savurganlık'ı


ifade e t m e d e K u r ' a n iki tabir k u l l a n m a k t a d ı r :

1. İsraf,
2. Tebzîr.

B u n l a r ı n birincisi başlıbaşına bir z u l ü m iken ikincisi s ı r a d a n bir


g ü n a h t ı r . O halde, israf ile tebzîri tek kelimeyle savurganlık olarak
çevirmek hatalı bir davranış olacaktır. Ne yazık ki, başlangıçta,
bu hatayı h e r k e s gibi biz de işledik. Şimdi, m e s e l e n i n K u r ' a n
semantiği ve mesajına u y g u n a ç ı k l a m a s ı n a geçelim.

İSRAF: BAŞKALARININ HAKLARINDAN SAVURGANLIK

İsrafın k ö k ü o l a n şeref, A r a p dilinde 'insan fiillerinde sınırı aşma,


aşırılık, zulüm' a n l a m l a r ı n d a d ı r . K u r ' a n , bu k ö k t e n filleri b i r k a ç
y e r d e kullanmıştır. ( 6 / 1 4 1 ; 7/31; 17/33; 20/127; 25/67; 39/53)
D e n g e s i z h a r c a m a a n l a m ı n d a kullanılan israf (savurganlık) ke­
limesi bu şeref k ö k ü n d e n t ü r e m i ş t i r . İsrafa s a p a n a müsrif denir.
İsraf ve müsrif sözcükleri 20 civarında y e r d e kullanılmıştır.

İsrafın kelime anlamı, z u l ü m d ü r . Z ü m e r 53. ayette 'kendi ben­


liklerine zulmedenler' uyarılırken, israf s ö z c ü ğ ü kullanılmıştır.
Kişinin k e n d i e m e ğ i n i n karşılığı o l m a y a n ı h a r c a m a s ı bir z u l ü m
olduğu içindir ki birilerinin e m e ğ i n d e n ü r e y e n parayı h a r c a m a ­
ya da israf d e n m i ş t i r .

"Yiyin, için fakat başkalarının emeğiyle üretilmiş nimetleri zalimce


saçıp savurmayın! Allah, zalimce saçıp savuranları sevmez." (A'raf,
3 1 ; E n ' a m , 1 4 1 . Ayrıca bk. İsra, 26-27; Nisa, 6; Ş u a r a , 151) buy­
ruğu, K u r ' a n ' ı n t e m e l b u y r u k l a r ı n d a n biridir.
İsraf, bir yığın bozgunun, zulmün, sapmanın ve yozlaşmanın kayna­
ğı olarak gösterilmiştir. İsrafı huy edinenlere boyun eğmek insanı
çöküşe götürür ve toplumların dengesini bozar. (Şuara, 151)

TEBZÎR: K E N D İ PARASINDAN SAVURGANLIK

K u r ' a n , k e n d i e m e ğ i n i n karşılığı o l a n d a n savurganlık y a p m a y a


da karşı ç ı k m a k t a a m a o n u israf sözcüğüyle değil, 'tebzîr' sözcü­
ğüyle ifade e t m e k t e d i r :

"Akrabaya hakkını ver! Çaresize, yolda kalana da. Fakat saçıp sa­
vurma! Ç ü n k ü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleri olurlar. Ve
şeytan, kendi Rabbine n a n k ö r l ü k etmiştir." (İsra, 26-27)

K u r ' a n , israf t ü r ü savurganlığı yasaklayarak z u l m e karşı çıkar­


ken, tebzîr türü savurganlığı yasaklayarak da aşırı h a r c a m a y a
karşı ç ı k m a k t a d ı r . K e n d i emeğinizin ü r ü n ü de olsa, saçıp savu-
r a m a z s ı n ı z . Ç ü n k ü söz k o n u s u olan, insanlığın o r t a k malı, o r t a k
değeridir. H a t t a b ü t ü n canlıların o r t a k değerleri söz k o n u s u d u r .

K u r ' a n ; d ü n y a n i m e t l e r i n d e n yararlanmayı, bir 'tanrısal istek ve


a r z u ' olarak tespit eder. Allah b ü t ü n güzellikleri ve nimetleri
kulları için yaratmıştır. Bunları değerlendirmek, y e m e k içmek
Allah'a g ü v e n i n ve yine O ' n a ş ü k r e t m e n i n bir belirtisi o l m a k t a ­
dır. B u n u engelleyen, Allah'a isyan halindedir. İ n s a n t ü m n i m e t ­
l e r d e n y a r a r l a n a c a k ve Allah'a ş ü k r e d e c e k t i r . (7/31-32; 16/8)
A n c a k bu k u l l a n ı m ve y a r a r l a n m a d a aşırılığa giderek insanlığın
o r t a k nimetlerini t a r u m a r e t m e k k i m s e n i n h a k k ı değildir. "Ben
kazandım, mal b e n i m " sözü, bu n o k t a d a asla gerekçe yapılamaz.
B ü y ü k insanlık benliğinin, dahası, b ü y ü k canlılar benliğinin or­
t a k h a k l a r ı n ı t a l a n ve t a h r i p yetkisi kimseye verilmemiştir.

Savurganlığın en yaygın tahribi, a h l a k ve m u t l u l u ğ u n ö z ü n d e k i


d e n g e ilkesini b o z m a s ı d ı r . Ç ü n k ü birimizin gerektiğinden çok
h a r c a m a s ı için, bir ö t e k i m i z i n gerektiğinden az h a r c a m a s ı zo­
r u n l u olacaktır. Allah, yeryüzü sofrasına nimetleri dengeli bir
biçimde g ö n d e r m i ş t i r . Savurganlığa gidenler, bu dengeyi, k e n d i
lehlerine b o z a n bencillerdir. O halde, israf e k o n o m i l e r i n i n fikir
kaynağı olan kapitalizm, K u r ' a n n a z a r ı n d a t a m bir z u l ü m d ü z e ­
nidir. Kapitalizmin saçıp savuran harcama psikolojisi, başkalarının
emek ve alınterlerine tasalluttan beslenmektedir.
ÂFETLERİN ÂFETİ

İsraf, insanlığın en b ü y ü k b e l a l a r ı n d a n biri ve t a r t ı ş m a s ı z bir


z u l ü m d ü r . Küresel âfetlerin t ü m ü n ü öncelikle israf tetiklemek-
tedir. Bu b a k ı m d a n , israf küresel bir insanlık s u ç u d u r .

İsraf, küresel âfetlerden sadece birisi değil, küresel âfetlerin en bü­


yüğüdür. Ç ü n k ü israf b ü t ü n âfetlerin motorudur. T ü m uygarlık­
ların en yıkıcı felaketi de israftır. Ç ü n k ü israf, e m e ğ e ve i n s a n a
i h a n e t i n en dikenlisidir.

K u r ' a n , "Nasıl üretebilirim?" s o r a n i n s a n ı y ü c e l t m e k t e , "Nasıl


tüketebilirim?" s o r a n i n s a n ı zararlı g ö r m e k t e d i r . Baskı, şiddet,
sömürü, hak ihlali ve nihayet işgalcilik, cinayet gibi temel zulümleri
besleyen ana olumsuzlukların başında israf gelmektedir. N i t e k i m ,
bir z u l ü m ve k a h ı r sistemi olan kapitalizmin belirgin özelliği de
israftır.

İSRAFIN YARATTIĞI D E N G E S İ Z L İ K

İnsanlığın y a ş a m s a l k a y n a k l a r ı n ı g e r e ğ i n d e n fazla t ü k e t e n ve
d ü n y a n ı n geleceğini t e h d i t e d e n t e m e l o l u m s u z l u k l a r ı n biri hızlı
nüfus artışı, ikincisi israftır.

İsraf, " F a t u r a s ı n ı b e n ödeyeceğim, k i m e n e ? " gerekçesiyle sa­


çıp s a v u r m a k , sınırsız ve f ü t u r s u z b i ç i m d e h a r c a m a k t ı r . İsraf bu
haliyle de ağır bir insanlık s u ç u d u r . Faturasını ödeyebilir olmak
hiç kimseye insanlığın yaşamsal kaynaklarını gereksizce t ü k e t m e
hakkı vermemelidir. Böyle bir h a k k ı n olamayacağını insanlık bir
b i ç i m d e öğrenmeli, ö ğ r e n m e k istemeyenlere bu gerçek bir bi­
ç i m d e öğretilmelidir.

İsraf, kitlelerin h a y a t kaynağı olan birçok i m k â n ı geçici ve ba­


z e n sefil keyifler u ğ r u n a t ü k e t m e k t e , insanlığın geleceğini t e h d i t
e t m e k t e d i r . Dünya Doğayı K o r u m a Vakfı, A k d e n i z h a v z a s ı n d a k i
golf alanlarının, h a l k ı n ihtiyacı olan içme sularını t ü k e t t i ğ i n i du­
y u r m u ş t u r . A n ı l a n k u r u m u n r a p o r u n a göre, A k d e n i z ' d e k i golf
a l a n l a r ı n ı n h e r birinin t ü k e t t i ğ i su, 12 bin nüfuslu bir yerleşimin
t ü m s u t ü k e t i m i n e eşittir. D ü n y a n ı n h e r yerinde b u n a b e n z e r
olgular yüzlercedir.
D ü n y a d a k i h a r c a m a l a r ı n e n b ü y ü k r a k a m ı n ı y a r a t a n p e t r o l har­
c a m a l a r ı n ı n y a r ı d a n fazlası israf t u t k u s u n u t a t m i n için yapıl­
m a k t a d ı r . O t o m o b i l yarışları, A B D ' d e h e m e n h e r evde ekstra­
d a n bir t a n e b u l u n a n 'benzin içen J e e p ' tipi araçlar, ihtiyaç için
h a r c a n a n p e t r o l ü n iki, b a z e n ü ç k a t ı n ı h e d e r e t m e k t e d i r . Tabiî
ki b u n l a r ı n atmosfere yaydığı zehirli gaz miktarı da ihtiyaç için
yakılanın yaydığının b i r k a ç katıdır. İsraf b u r a d a da 'musibetlerin
musibeti' o l a r a k iş g ö r m e k t e d i r .

İsrafın d u r d u r u l m a s ı n d a ilk koşul, birey-kamu ilişkilerinde, 'ka­


m u n u n çıkarım tercih ilkesi'ni işletmektir. K u r ' a n ' ı n t e m e l anla­
yışlarından birinin ifadesi olan bu ilkenin işlemesini engelleyen
neoliberalizm yaftalı sömürü ve israf sistemi, insanlığa yönelik en
b ü y ü k t e h l i k e l e r d e n biri olarak insanlığın ü s t ü n e çullanmış bu­
lunmaktadır.

İsraf, k a m u m a l ı n d a n h a r c a m a şeklinde yapıldığında, K u r ' a n ' ı n


açık b e y a n ı n a göre, dini inkârla eşanlamlıdır. Yani savurganlığın
israf t ü r ü olanı, aynı z a m a n d a bir M â û n ihlalidir ki dini i n k â r l a
eşanlamlıdır. H z . Peygamber'in, b u s u ç u işleyenlerin c e n a z e na­
m a z l a r ı n ı kılmadığını h a d i s ve fıkıh kaynakları h a b e r veriyor.

İSRAF-KONFOR SARMALI

İsraf geliştikçe konfora d ü ş k ü n l ü k a r t m a k t a d ı r . Veya konfor


imkânları geliştikçe israf a r t m a k t a d ı r . Şöyle veya böyle, israf ile
konfor d ü ş k ü n l ü ğ ü a r a s ı n d a k o p m a z bir bağ vardır. K u r ' a n ' ı n
medeniyetleri yıkan bir bela olarak g ö r d ü ğ ü servet ve refahla
a z m a n ı n e s a s ı n d a da israf-konfor sarmalı vardır.

Konfor düşkünlüğü, M u h a m m e d İkbal'in deyişiyle, insan r u h u n u


katleden bir musibettir. D ü n y a k a y n a k l a r ı n ı n l ü z u m s u z yere te­
lef edilmesinin birinci d e r e c e d e n s e b e p l e r i n d e n biri de konfor
düşkünlüğüdür.

A B D ' d e k i o t o m o b i l t ü k e t i m i n i n 1 9 6 0 ' t a n 2 0 0 0 yılına k a d a r k i


artışı % 100'dür. ABD ve AB ülkeleriyle onların hayat tarzını
ö r n e k e d i n m i ş bazı Asyalı ailelerde, evlerdeki o t o m o b i l sayısı,
evdeki i n s a n sayısından fazladır. S a r p o r m a n l ı k arazilerde kul­
lanılmak ü z e r e imal edilen jeep t ü r ü araçlar, d a h a sonra, b ü y ü k
k e n t l e r i n m e r k e z l e r i n d e birer eğlence u n s u r u olarak ve esas o t o -
mobillere ilaveten kullanılmaya b a ş l a n d ı . Bu t ü r araçlar, gerekli
k o ş u l l a r d a kullanıldığında bile birer petrol içen d i n a z o r gibi har­
c a m a y a p t ı r m a k t a d ı r . Bunların, zevk u n s u r u o l a r a k o t o yollarda
kullanılması ise b i r k a ç başlı bir israfa yol a ç m a k t a d ı r . Bu pet­
rol içen d i n a z o r l a r ı n , özellikle A B D ' d e satış rekorları k ı r m a y a
başladığını bilmekteyiz. ABD t o p l u m u n u n israfçılığı s ü r d ü k ç e ,
A B D i m p a r a t o r l u ğ u n u n emperyalist v e s ö m ü r g e c i emelleri d e
sürecektir. Ç ü n k ü o b ü y ü k israf bu b ü y ü k s ö m ü r ü o l m a d a n ya-
şatılamaz. Şu t e s p i t e bakın:

" O r t a l a m a bir Amerikalı, o r t a l a m a bir d ü n y a v a t a n d a ş ı n d a n 5


kat, o r t a l a m a bir Çinli'den 10 kat, o r t a l a m a bir H i n t l i d e n ise yak­
laşık 20 kat d a h a fazla enerji tüketiyor." (World Watch Institute,
2004 Raporu)

İsrafın ve o n u n yarattığı konfor b e l a s ı n ı n t e m e l t a h r i p l e r i n d e n


biri de, i n s a n sağlığında yarattığı dengesizlik y ü z ü n d e n sebep ol­
d u ğ u a s t r o n o m i k sağlık h a r c a m a l a r ı d ı r . B u n u n e n b ü y ü k örneği
ABD'deki obezite (şişmanlık) s o r u n u d u r . Bu s o r u n , bir y a n d a n
'zayıflama' gerekçesiyle akıl a l m a z 'spor' h a r c a m a l a r ı getirmek­
te, ö t e y a n d a n , b o z d u ğ u sağlığın d ü z e l m e s i n i t e m i n için yapılan
masrafları k ö r ü k l e m e k t e d i r .

Dünyamızın ve insanlığın, doğal yasalar ile ahlak yasalarına uygun


yeni bir tüketim düzenine ihtiyacı, hava ve su kadar âcil hale gel­
miştir.

İsraf v e t ü k e t i m t o p l u m u n u n v e b u t o p l u m a uyarlı e k o n o m i
anlayışlarının yarattığı ve y e r k ü r e n i n doğal dengelerini t a h r i p
ettiği bilinen sanayi ekonomisi, b u g ü n için t e r ö r ve h a r p l e r d e n
ç o k d a h a b ü y ü k bir t e h d i t t i r . N e v a r ki, kapitalist k a z a n m a hırsı,
insanlığın e k o - e k o n o m i y e yani doğayla u y u m l u e k o n o m i y e geç­
m e s i n e asla izin v e r m e m e k t e d i r . İnsanlık, gezegenimizin eko­
lojik sağlığında 1 9 7 0 ' l e r d e n beri % 35 b o z u l m a o l d u ğ u n u bil­
diği halde, bu yıkımın d u r d u r u l m a s ı için hiçbir şey yapamıyor.
Ç ü n k ü b a ş t a A B D o l m a k ü z e r e , k ü r e s e l kapitalist dinazorlar,
gelirlerinin azalacağı gerekçesiyle bu gidişin d u r d u r u l m a s ı n a
yanaşmıyorlar.

Küresel kapitalizmin pompaladığı t ü k e t i m düzeni egemen olursa,


b u g ü n ü n 6 milyar dünya nüfusunu beslemede yetersiz kalmaya baş­
layan yeryüzü kaynakları, örneğin su, 2050'de 9 milyara ulaşması
beklenen dünya nüfusunu besleyemeyecektir.
SECDE

K u r ' a n ' d a türevleri ile birlikte 80 k ü s u r yerde geçer.

Salâtın, K u r ' a n t a r a f ı n d a n gösterilen e n önemli h a r e k e t i olan


secde, yine K u r ' a n ' a göre, kulluk t a v r ı n ı n esasıdır. K u r ' a n , sec­
de halini b ü t ü n peygamberli dinlerde i b a d e t i n t e m e l r ü k n ü ola­
r a k veriyor. B u n a d a y a n a r a k diyebiliriz ki, diğer peygamberli
dinlerin m a b e t l e r i n d e s e c d e n i n g ö r ü l m e m e s i b u dinlerde s o n r a ­
d a n v ü c u d a gelen y o z l a ş m a v e b o z u l m a n ı n s o n u c u d u r . Semavî
dinin, camisi k a d a r kilise ve h a v r a s ı n d a da s e c d e n i n b u l u n m a s ı
gerektiğini K u r ' a n bize bildiriyor, (bk. 7/29)

Secde veya sücûd, Râgıb'ın güzel ifadesiyle, b o y u n b ü k ü ş ve eğil­


me demektir. " B u haliyle secde, insan, h a y v a n ve cansızların
t ü m ü n ü k u ş a t a n bir faaliyettir. G e n e l d e secde iki g ö r ü n ü m arz
eder: Teshiri secde, ihtiyarî secde. B u n l a r d a n birincisi, kerhî sec­
de olup, i n s a n dışındaki varlıkların z o r u n l u olarak yaptıkları
secdedir. İkincisi ise serbest seçim ve h ü r iradeyle yerine geti­
rilen secde o l u p yalnız i n s a n a m a h s u s t u r . İ n s a n ı n b u secdesine
K u r ' a n , tav'î (isteğe bağlı) secde d e m e k t e d i r . " (bk. 13/15; 22/17)

K u r ' a n , s e c d e n i n Yaratan-yaratılan arası h ü r diyalogu k u r m a


ve y a ş a t m a niteliğine sık sık değinir, (bk. 15/30; 3 8 / 2 3 ; 2/34;
17/61)

S e c d e n i n bu özelliği, A l l a h ' ı n en m ü k e m m e l yaratığı ve tecellisi


olan insanı da, secde edilecek bir m e r t e b e y e çıkarmıştır. Varlık
ve oluşta, Allah'tan sonra secde edilmeye layık tek varlık, K u r ' a n ' a
göre, insandır, (bk. 15/29; 38/72) İ n s a n bu o n u r u , diğer mezi­
yetleri y a n ı n d a , h ü r ve serbest seçimli s e c d e n i n biricik sahibi
olmasına da borçludur.
SERVET AZGINLIĞI
(teref, itraf)

İNSANI FİRAVUNLAŞTIRAN İLLET

K u r ' a n ' ı n t e m e l k a v r a m l a r ı n d a n biri olan itraf, n i m e t t e genişlik


a n l a m ı n d a k i 'türfe' k ö k ü n d e n t ü r e y e n bir s ö z c ü k t ü r . K u r ' a n
b u n u n d a i m a 'if al' kalıbındaki türevlerini kullanmıştır, yani it­
raf şeklini. İtraf, K a a m u s m ü t e r c i m i Âsim Efendi'nin m u h t e ş e m
Türkçesiyle şöyle tanıtılmıştır:

"Bir adamı, nimetin Firavunluğunun tuğyana düşürmesidir. Ve


bağy ve dalâlette musir ve m u k î m olmak manasınadır. Aynı kökten
'tetrif dahi refah ve nimetin kesreti sahibini bağy ve dalâlete dü­
ş ü r m e k manasınadır. Yine aynı k ö k t e n türeyen 'istitrâf ise kesre-
t-i nimet sebebiyle Firavun gibi tuğyan eylemek manasınadır."
(Fîrûzâbâdî, Kaamus, trf. m a d d e s i )

B u g ü n k ü T ü r k ç e ile söyleyelim;

" N i m e t Firavunluğunun bir adamı azgınlığa, tâğutluğa düşürme­


si ve kişinin eşkıyalık ve sapıklıkta ısrarlı ve sabit olmasıdır. Aynı
kökten gelen 'tetrif de refah ve nimet çokluğunun kişiyi eşkıyalık
ve sapıklığa düşürmesidir. Yine aynı kökten türeyen 'istitrâf ise ni­
met çokluğu sebebiyle firavun gibi azmak anlamındadır."

İtraftan isim (ism-i faili ve ism-i mef'ûl) olan ve K u r ' a n tara-


f ı n d a n d a n da kullanılan mütref (veya mütrif) kelimesi ise yine
K a a m u s ' a göre "içinden gelen her şeyi yapmakta hiçbir engel tanı­
mayan cebbar ve istilacı kimseye denir."

K u r ' a n işte b u ' m ü t r e f tipi insanlığın h u z u r v e barışının b ü t ü n


yollarını t ı k a y a n bir bela gibi g ö r m e k t e , b ü t ü n peygamberlerin
bu bela ile uğraştıklarını ç o k açık ve radikal ifadelerle ö n ü m ü -
ze k o y m a k t a d ı r . Bir evrensel kural h a l i n d e verilen şu beyyineye
bakın:

"Biz, hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, o n u n servet ve refahla


firavunlaşmış kodamanları mutlaka şöyle demişlerdir: "Biz, sizin
elçilik yaptığınız şeyi inkâr ediyoruz!" (Sebe', 34)

F i r a v u n l a ş a n l a r a ve firavunlaştıranlara savaş a ç a n Z ü h r u f sure­


s i n d e bu evrensel ilke bir b a ş k a b a ğ l a m d a y e n i d e n ifadeye k o n ­
muştur:

"İşte böyle! Senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek


oranın servetle firavunlaşmış kodamanları mutlaka şöyle demiş­
lerdir: 'Biz atalarımızı bir ümmet/bir din üzerinde bulduk; yalnız
onların eserlerine uyarak yol alacağız.' Uyarıcı dedi: 'Peki, ben size,
atalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden daha iyi yol göstereni ge­
tirmiş olsam da mı?' Dediler: 'Doğrusu, biz seninle gönderilen şeyi
tanımıyoruz.' B u n u n üzerine onlardan öc aldık. Bir bak, nice ol­
m u ş t u r o yalanlayanların sonu!" (Zühruf, 23-25)

K u r ' a n ' a göre, i n s a n h a y a t ı n ı ıstıraba itip t o p l u m u y o z l a ş t ı r a n


en b ü y ü k z u l ü m , r e f a h t a n k a y n a k l a n a n a z m a d ı r . Yani itraf...
Bu y ü z d e n d i r ki, Kur'an, toplumların ve medeniyetlerin yükseliş
devirlerinde itrafın değil, gayret ve emeğin egemen olduğunu, çö­
küş devirlerinde ise itrafın ve mütreflerin hâkim d u r u m a geçtiği­
ni söylemektedir. Bu d ö n e m l e r d e itraf mümessilleri (mütrefler)
k e n d i l e r i n e d ü ş e n görevleri s a v s a k l a m a n ı n y a n ı n d a , t o p l u m u
y ö n e t m e d u r u m u n a geçmekle de ç ö k ü ş ü hızlandırırlar. Ve böy­
le bir t o p l u m u n b a t m a s ı , K u r ' a n ' a göre, bir evrensel z o r u n l u l u k
h a l i n e gelir. İsra suresi 16. ayet, â d e t a kural k o y a r c a s ı n a şöyle
diyor:

"Biz bir ülkeyi/medeniyeti mahvetmek istediğimizde, o n u n ser­


vet ve refahla firavunlaşmış kodamanlarına emirler yöneltiriz/on¬
ları yöneticiler yaparız da onlar, orada bozuk gidişler sergilerler.
Böylece o ülke/medeniyet aleyhine h ü k ü m hak olur; biz de o n u n
altını üstüne getiririz."

Bu yerle bir e t m e n i n en sarsıcı anlatımı, t a r i h i n en m u c i z e ihba­


rı h a l i n d e Enbiya s u r e s i n d e verilmiştir:

" Z u l m e t m i ş nice kenti/medeniyeti biz kırıp geçirdik ve arkaların-


dan başka bir topluluk oluşturduk. Şiddetimizi hissettiklerinde hiç
vakit geçirmeksizin oradan dörtnala kaçıyorlardı. Kaçmayın, içinde
servet azgınlığıyla firavunlaştırıldığınız yere, meskenlerinize d ö n ü n
ki, hesaba çekilebilesiniz. Dediler: 'Lanet olsun bize! Biz gerçekten
zalimlermişiz!' Bu davaları s ü r ü p giderken biz onları k ö k t e n biçil­
miş hale getirdik; alevi sinmiş ateşe benzeyen kişiler oluverdiler."
(Enbiya, 11-15)

S e b e ' 34-37. ayetler, teref temsilcilerinin b ü t ü n uyarıcılara karşı


çıktıklarını b e l i r t m e k t e d i r :

"Biz, hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, onun servet ve refah­


la firavunlaşmış kodamanları mutlaka şöyle demişlerdir: 'Biz, sizin
elçilik yaptığınız şeyi inkâr ediyoruz!' Şunu da söylemişlerdir: 'Biz,
malca da evlatça da sizden daha fazlayız! Azaba uğratılacak olanlar,
bizler değiliz."

T o p l u m l a r ı n felaket sebeplerinin b a ş ı n d a , uyarıcıları b ı r a k ı p


mütrefleri d i n l e m e k gelmektedir. Mütreflere karşı ö n e çıkarılan
uyarıcılar, 'birikim sahipleri' (ulû bakıyye) o l a r a k a n ı l m a k t a d ı r .
Birikim sahipleri gerekeni y a p m a d ı k l a r ı n d a yani uyarıyı layıkıy­
l a y e r i n e g e t i r m e d i k l e r i n d e t o p l u m u n ç ö k m e s i h a k olur:

"Sizden önceki kuşakların söz ve eser/birikim sahibi olanları, yer­


yüzünde bozgunculuktan alıkoymalı değiller miydi? Ama içlerin­
den kurtarmış olduklarımızın az bir kısmı dışında hiçbiri bunu
yapmadı. Zulme sapanlar ise içine itildikleri servet şımarıklığının
ardına d ü ş ü p suçlular haline geldiler." ( H û d , 116)

Mütreflerin e n ö n d e gidenleri h e r t o p l u m d a bir k o d a m a n l a r ekibi


o l u ş t u r u r . K u r ' a n bu ekibi âlîler (yukarıdakiler, üsttekiler) veya
mele' ( k o d a m a n k a d r o ) diye ifade eder. Bu ekip, 'alışılmışa t e r s '
gelen h e r şeye karşı çıkar. B ü t ü n p e y g a m b e r l e r e öncelikle bu
ekip karşı çıkmıştır:

" T o p l u m u n u n ; küfre sapan, âhiret buluşmasını yalanlayan, dünya


hayatında servet ve refahla firavunlaştırıp azdırdığımız k o d a m a n
takımı şöyle dedi: 'Bu adam, sadece sizin gibi bir insan; yemekte
olduğunuzdan yiyor, içmekte olduğunuzdan içiyor. Kendiniz gibi
bir insana itaat ederseniz, o takdirde m u t l a k a h ü s r a n a uğrayanlar
olursunuz." ( M ü m i n û n , 33-34)
" T o p l u m u n u n kodamanları dediler ki, 'Vallahi, biz seni açık bir sa­
pıklık içinde görüyoruz." (A'raf, 60, 66, 75, 88, 90, 103, 109, 127)

" T o p l u m u n u n küfre sapanlarının kodamanlar heyeti N u h ' a şöyle


demişti: 'Bize göre sen, bizim gibi bir insandan başkası değilsin.
Bakıyoruz sana, ayak takımımızın basit görüşlü insanlarından baş­
kası ardına düşmüyor. Sizin bize hiçbir ü s t ü n l ü ğ ü n ü z ü n olduğuna
inanmıyoruz. Aksine, sizi yalancılar sayıyoruz." ( H û d , 27, 38)

MÜTREF-MÜSTAZ'AF DİYALEKTİĞİ

Teref erbabının k o d a m a n l a r kadrosuna karşı çıkan iman grubu,


müstaz'aflar olarak anılıyor. Müstaz'aflar, k o d a m a n l a r ı n kibir
ve g u r u r h e g e m o n y a l a r ı n a karşı ç ı k a n bir uyarı k a d r o s u d u r .
Mütreflerin tıkadığı yaratıcı s o n s u z l u k y o l u n u b u n l a r açar. (bk.
7/75-76, 88; Sebe', 31-34)

Mütreflerin z u l m e dayalı h e g e m o n y a l a r ı , istiz'af d e n e n e z m e ,


s ö m ü r m e , baskı ve h o r l a m a sürecini başlatır. Böylece, t o p l u m ­
da servet ve refahla şımarmışlarla (mütreflerle) onların ezip sö­
m ü r d ü ğ ü g r u p l a r ( m ü s t a z ' a f û n ) a r a s ı n d a didişme v e b o ğ u ş m a
başlar. Bu didişmede, Yaratıcı K u d r e t ' i n , ezilenler y a n ı n d a yer
aldığını ve onları o l u ş u n m o t o r gücü saydığını K u r ' a n açık bir
b i ç i m d e dile getirmektedir:

"Ve biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara bağışta buluna­


lım, onları önderler yapalım, onları mirasçılar haline getirelim. Ve
yeryüzünde onlara imkân ve kudret verelim. Firavun'a, H â m a n ' a
ve onların ordularına da korkmakta oldukları şeyleri gösterelim."
(Kasas, 5-6)

Kur'an, böylece, oluş diyalektiğinin temeline ezen ve horlayanla,


ezilen ve horlananların mücadelesini koymaktadır. Ş u n u belirtme­
liyiz: Bu diyalektikte e z m e n i n nesnesi, K u r ' a n t a r a f ı n d a n göste­
rilmemiştir. Bu d e m e k t i r ki, bu n e s n e değişkendir. Ç o ğ u n l u k l a
e k o n o m i k değerler, b a z e n d e b a ş k a u n s u r l a r ö n e geçer. Diya­
lektiğin değişmeyen yanı ezen-ezilen çelişme ve çekişmesi olacak­
tır. K u r ' a n b u n a 'üsttekilerle ezilenlerin çekişmesi' diyor.
SEVGİ
(rahmet, hubb, mahabbet, meveddet)

Sevgiyi ifade e d e n t e m e l sözcük, d a h a b i r k a ç t e m e l k a v r a m ı ifa­


de e d e n rahmet kelimesidir.

Bu k e l i m e n i n temel üç anlamı vardır: Sevgi, merhamet, şefkat.


Birinci a n l a m , sevgidir. Ne yazık ki, r a h m e t i n bu ilk a n l a m ı hiç
k a y d a geçirilmemiş, r a h m e t i n h e r geçtiği y e r d e s a d e c e m e r h a ­
m e t t e n söz edilmiştir. O y s a k i r a h m e t i n h e r geçtiği y e r d e ilk te­
laffuz edilecek k a v r a m sevgi kavramıdır, (bk. b u r a d a , Rahmet
mad.)

Sevgide paylaşım vardır. Paylaşım, sevilen şeylerden olmalıdır.


Sevilen şeylerden paylaşım yoksa sevgi ve m u t l u l u k da y o k t u r .

Sevgi neden ve nasıl saf dışı edildi?

K u r ' a n ' ı n paylaşım r u h ve mesajını şeytanî siyasetlerle yok e d e n


Emevî Arabizmi, r a h m e t i n de sevgi u n s u r u n u yok e d e n bir din­
sel yapılanmayı e g e m e n kılmıştır. Bizler, bu egemenliğin t â ğ u t î
siyasetlerinin k a h r ı a l t ı n d a b ü y ü d ü k . Ş ü k ü r l e r o l s u n ki, K u r ' a n
o r t a d a d ı r ve biz, bu 'tanrısal korumadaki kitap'ın verilerine da­
y a n a r a k , Emevî Arabizminin döllediği karanlığın çocuklarına rağ­
men ö l ü m s ü z gerçekleri açıklayabiliyoruz. Karanlığın çocukları,
h a r a m lokmalarla b e s l e n e n pis alınlarıyla secdegâhları bile kir­
lettiler a m a m u c i z e l e r m u c i z e s i K u r ' a n ' a d o k u n m a y ı asla başa­
r a m a d ı l a r . K u r ' a n ' ı saf dışı e t m e k için o n u 'Arapça bilmeyenle­
rin el süremeyeceği bir ölüler kitabı'na çevirdiler, bu da y e t m e d i ,
o n u n egemenliğini işlemez hale s o k m a k için, K u r ' a n ' ı n 'şeytan
evliyası', şürekâ (Allah'a o r t a k y a p ı l a n l a r ) , kübera (ulu kişiler,
ekâbir, efendiler, ağalar) d e n e n p u t l a r ı n ı n (bk. 6/121; 33/67)
k a l e m e aldığı veya aldırdığı risaleler ve z ü b ü r l e r l e dini p a r ç a
p a r ç a ettiler. B ü t ü n b u n l a r ı asırlardır yaptılar a m a K u r ' a n ' ı n n e
m u c i z e s i n i n e i h t i ş a m ı n ı n e etkisini kırabildiler.
Son buldukları çare, Kelimei Şehadet düşmanı Haçlı kodamanlarla
işbirlikleri k u r a r a k K u r ' a n m ü m i n i düşünürleri saf dışı etmektir.
Ama, yeryüzünde 'Allah'ın eli' olan K u r ' a n , bu pis alınlı ve Haçlı iş­
birlikçisi karanlık çocuklarını hezimetten hezimete uğratmaktadır.
Onca paralarına, onca iftira ve ifsat şebekelerine, onca süper Haçlı
desteğine r a ğ m e n . . .

Tekrar rahmete dönelim:

Merhamet, karşılıklı bir faaliyet değildir. Merhamette esas faal olan


taraf, veren taraftır. Öteki taraf, sadece alan, yararlanan, b u n u n
için de sürekli boyun eğendir. B u n u n içindir ki, paylaşım r u h u n d a n
nasipsiz olanlar, din adına sevgiyi değil, merhameti öne çıkarırlar.
Ç ü n k ü onda, tek taraflı lütufkârlık vardır ve o tek taraflılık onların
firavunlaşmış benliklerinin tatminine kısmen de olsa cevap getir­
mektedir. Onlar için seven yani paylaşan bir dünya değil, sadaka ve
kölelik kültürüyle ezilenlere acıyarak ianede b u l u n a n M â û n ihlal-
ciliği esastır.

G e l e n e k s e l Emevî d i n i n i n tabulaştırdığı bu anlayışı özetlersek


ş u n u söyleyeceğiz:

H a l k ı n e m e k ve alınterini t a l a n etmek, o t a l a n edilenlerin k ü ç ü k


bir kısmını soyulan h a l k a geri vererek kitleden saygı ve t e v e c c ü h
k a z a n m a k , b ü t ü n b u n l a r ı y a p a r k e n d e lanetli n a m a z l a r ı a r a ç
olarak k u l l a n m a k . Bu Allahsız ve i m a n s ı z tezgâhı biz, 'Mâûn
Suresi Böyle Buyurdu' (Yeni Boyut Yayınları, İ s t a n b u l , 2011) adlı
devrim niteliğindeki eserimizle deşifre etmiş b u l u n u y o r u z .

K u r ' a n , sevgiyle paylaşım arasında irtibat k u r m a k suretiyle, sev­


ginin m e r h a m e t t e n farklı olarak yaratıcı bir güç olduğuna vurgu
yapmıştır.

K u r ' a n terminolojisinin aşılmamış u s t a s ı Isfahanlı Râgıb (ölm.


502/1108) anıt e s e r l e r i n d e n birinde sevginin K u r ' a n s a l çerçeve­
sini şu yolda çizmiştir:

" İ n s a n l a r ı n iş ve y ö n e t i m l e r i n i n d ü z e n i n i sağlayan s e b e p l e r d e n
biri sevgi, ikincisi adalettir. İnsanlar, karşılıklı sevmeyi gerçek-
leştirebilseler adalet istemeye ihtiyaçları asla k a l m a z d ı . Bu böy­
le olduğu içindir ki adalet, sevginin vekilidir; sevginin olmadığı
yerde işi o üstlenir. Bu gerçeğin altını ç i z m e k içindir ki C e n a b ı
H a k i n s a n kitleleri a r a s ı n d a sevginin y a ş a m a s ı n ı çok yüce bir
değer olarak g ö r m ü ş v e o n u t ü m d ü n y a n i m e t v e i m k â n l a r ı n d a n
d a h a ü s t ü n g ö s t e r m e k için şöyle b u y u r m u ş t u r : 'Onların kalple­
rini kaynaştıran da O'dur. Sen, yeryüzündeki her şeyi bağışlasay-
dın, onların kalplerini yine de kaynaştıramazdın; a m a Allah on­
ları birbirine ısıtıp yaklaştırmıştır. O'dur Azîz ve Hakim.' (Enfâl,
63) Allah ş u n u da söylemiştir: ' İ m a n edip barışa/hayra yönelik
işler yapanlara gelince, R a h m a n onlar için bir sevgi oluşturacak­
tır.' (Meryem, 96) D i n a ç ı s ı n d a n sevgi işte bu olduğu içindir ki
Allah, a r a l a r ı n d a sevgi d o ğ s u n diye bu dinin m ü m i n l e r i n i her
g ü n b e ş kez mescitlerde, her hafta bir kez camilerde, her yıl iki
kez b a y r a m n a m a z l a r ı n d a ve ö m ü r d e bir kez de Kabe'de birleş­
tirip k a y n a ş m a l a r ı n ı p e k i ş t i r m e k t e d i r . Sebep, sevgidir." (Râgıb;
ez-Zerîa ila Mekârimi'ş-Şeri'a, 364)

Sevgi, o l u ş u n özü, varlığın ve h a y a t ı n başlangıç ve varış noktası­


dır. Kısacası, h a y a t ve oluş, çeşitli t a r z ve m a n z a r a l a r sergileyen
bir sevgi faaliyetidir.

K u r ' a n ' d a sevgi a n l a m ı n d a kullanılan s ö z c ü k l e r d e n biri de


'hubb' s ö z c ü ğ ü d ü r .

H u b b k ö k ü n d e n kelimeler K u r ' a n ' d a isim ve fiil h a l i n d e 80


k ü s u r defa geçer. B u n l a r ı n ü ç t e ikiden fazlası fiil h a l i n d e kul­
lanımdır. Bu da gösterir ki, Kur'an, sevgiyi bir eylem olarak de­
ğerlendirmektedir. Bu eylemin temel kutuplarında Allah ve insan
bulunmaktadır.

K u r ' a n , hubbu Allah ve i n s a n d ı ş ı n d a h e r h a n g i bir varlığa izafe


e t m e z . İ n s a n ise o l u ş u n ışık ve k a r a n l ı k k u t u p l a r ı n ı n h e r ikisin­
de, maya u n s u r olarak d a i m a sevgiden h a r e k e t alır. Ya gerçek
sevgiden (yani paylaşıma g ö t ü r e n sevgiden) y a h u t da saptırılmış
sevgiden (yani paylaşıma y a n a ş m a y a n sevgiden). Allah'a ima­
n ı n yaratıcı ve erdirici u n s u r u sevgi olduğu gibi, p u t l a r a bağlılı­
ğın h a y a t kaynağı da sevgidir. (2/165)

H u b b u n karşıtı adavettir ki a n l a m ı d ü ş m a n l ı k , u z a k ve ters düş­


m e , karşı çıkmadır. H u b b karşılığı mahabbet kelimesi de kullanı­
lır. K u r ' a n d a h u b b v e m a h a b b e t i aynı a n l a m d a k u l l a n m a k t a d ı r .

H u b b ve mahabbet, K u r ' a n dilinin b ü y ü k bilgini Râgıb'a göre,


'kişinin hayırlı gördüğü veya sandığı şeyi irade etmesi, istemesidir.'
A n c a k i r a d e n i n çerçevesi m a h a b b e t t e n dardır. Yani her m a h a b -
b e t t e irade vardır, a m a h e r i r a d e d e m a h a b b e t olmayabilir. Râgıb,
b u n o k t a y a d a d e ğ i n d i k t e n s o n r a h u b b veya m a h a b b e t i n Allah
ve kul için ifade etmesi gereken a n l a m l a r ü z e r i n d e d u r m u ş t u r .
O n a göre, Allah'ın kulu sevmesi, ona ikram ve lütufta bulunması;
kulun Allah'ı sevmesi ise O'na yakınlaşmak istemesidir.

Ş u n u , Râgıb'ın r u h u n d a n af dileyerek söylemeliyiz ki, h u b b ko­


n u s u n u böyle bir h ü k ü m l e s o n u c a bağlamak, K u r ' a n ' ı n yapısı
ve yaklaşımı b a k ı m ı n d a n yeterli değildir. D o ğ r u s u şu ki, biz,
sevginin m a h i y e t i n i değil, sadece eserlerini, belirişlerini kavra­
yabiliriz. Sevgi, hayatın ve oluşun esası olduğundan hayat ve oluş
bir sır olarak kaldıkça, sevgi de bir sır olmaya devam edecektir.
Sevgi, bilinmez, fakat sürekli iş g ö r ü r bir yaratıcı kuvvet olarak
y a ş a m a y a d e v a m edecektir. K u r ' a n da sevginin mahiyetini değil,
eserlerini, belirişlerini t a n ı t m a k t a d ı r .

Sevgi k o n u s u n u İslam d ü ş ü n c e s i a d ı n a değerlendiren H i n t l i bil­


gin Tehânevî (ölm. 1745), ü n l ü eseri Keşşafa Istılahât el-Fünûn'da
İslam disiplinlerinin çeşitli bakış açılarını, K u r ' a n ' d a n h a r e k e t l e
tahlil etmiştir. T e h â n e v î şu yolda k o n u ş u y o r :

Kelam bilginlerinin b ü y ü k ç o ğ u n l u ğ u n a göre, sevgi, i r a d e n i n bir


t ü r ü d ü r . İrade, ilişki k u r d u ğ u şeyde karşılık ve ödül bekler. Bu
y ü z d e n , i n s a n ı n Allah'ın zatını ve sıfatlarını sevmesi söz k o n u ­
su edilemez. İ n s a n a n c a k Allah'ın nimetlerini, lütuflarını seve­
bilir. (Bu k o n u d a k i t a r t ı ş m a l a r ve sûfî d ü ş ü n ü r l e r i n tavrı için
bk. Ö z t ü r k ; Din ve Fıtrat, Aşk bahsi) Sûfî d ü ş ü n ü r l e r , i n s a n ı n
Allah'ın zatını sevebileceğini, n i m e t ve ödülleri s e v m e n i n ise
sevginin aşağı derecelerde bir g ö r ü n ü m ü o l d u ğ u n u s a v u n m u ş ­
lardır. O n l a r a göre, i n s a n ı sevmeye iten, kemal duygusu olmak­
tadır. İnsan, lezzet için de sevebilir a m a bu, sevginin temelinde ke­
mal (mükemmellik) duygusunun bulunmadığını göstermez. Varlık
ve oluştaki mükemmelliği farkedişte ileri olanlar, sevgide de ileri­
dedir. B u n u n içindir ki, oluştaki kemalin sonu olmadığı gibi, sevgi
mertebelerinin de sonu yoktur.

M ü k e m m e l l i ğ i n en ileri m e r t e b e d e fark edildiği alan güzelliktir.


Bu y ü z d e n , H z . Peygamber, Allah'ın sevgi faaliyetinden b a h s e ­
d e r k e n güzele ve güzelliğe dikkat ç e k e r e k "Allah güzeldir; güzeli
ve güzelliği sever" b u y u r m u ş t u r . Böylece, Allah'ın t ü m güzellik­
lerin kaynağı olduğu ve güzelliği sevmenin, s o n u ç t a Allah'a sev-
giye ulaştıracağı v u r g u l a n m ı ş t ı r . B a ş k a bir ifadeyle, Allah, varlık
ve oluştaki güzellik sergilenişiyle kendi yüzüne bir ayna t u t m u ş t u r .
O, insanı kendi sureti üzere yarattığından, insan, güzeli sevme yo­
luyla, esası ve b ü t ü n ü olan kaynak güzele yaklaşır.

A n l a ş ı l a n o ki, sevginin kaynağıyla güzelin kaynağı aynıdır:


T a n r ı . B u n u n içindir ki K u r ' a n i n s a n l a Allah arası sevgi ilişki­
s i n d e n söz e d e r k e n "Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler."
(Mâide, 54) diyerek sevgi faaliyetinde ilk h a r e k e t i n , m e r k e z
kuvvet olan A l l a h ' t a n geldiğine d i k k a t çekmiştir.

Tehânevî, sevgi k o n u s u n d a k i açıklamalarını, tasavvufun şu ü n l ü


tespitiyle bitiriyor: Sevginin m a h i y e t i n i k i m s e bilemez. Ç ü n k ü
sevgi, rubûbiyet (tanrılık) sırrıdır. Ve kim bu rubûbiyet sırrını
açığa vurursa, küfre gider. B u n u n tek istisnası, vecd ve cezbe ha­
linin insanı kuşatmasıdır. (bk. Keşşaftı Istılâhât, m a h a b b e t mad.)

A l l a h ' ı n sevgi faaliyeti kimler için, nasıl işliyor? Bu faaliyetin


n i m e t v e r m e , acıma, bağışlama şeklinde işleyişinin adı r a h m e t
o l u p hiçbir ayrım y a p ı l m a d a n b ü t ü n m a h l u k l a r a yöneltilmiştir,
(bk. b u r a d a , R a h m e t m a d . )

D a h a özel çerçevede sevgi faaliyeti olan hubb veya mahabbete


gelince, K u r ' a n b u n u n kimlere reva g ö r ü l d ü ğ ü n ü v e kimlerin
b u n d a n m a h r u m bırakıldığını g ö s t e r m e k t e d i r . S o r u y u ş u şekil­
de s o r d u ğ u m u z d a c e v a p d a h a n e t ve açık olacaktır: Allah kimleri
sever, kimleri sevmez?

Allah'ın sevdiği benliklerin başında muhsinler yani güzeli ve güzel­


liği sevip güzel fiil sergileyenler gelmektedir, (bk. b u r a d a , Güzellik
mad.) K u r ' a n , "Allah, güzel d ü ş ü n ü p güzel işler yapanları sever"
ifadesine defalarca yer vermektedir. (2/195; 3/134, 148; 5/13, 93)

Allah, muttakileri yani t a k v a sahiplerini de sevmektedir. (3/76;


9/4, 7) Allah'ın özel sevgisine h a k k a z a n a n kullar a r a s ı n d a te­
mizlikte titiz davranan ( m u t t a h h i r , m u t a t a h h i r ) kullar da ö n e m l i
bir yer t u t a r . (2/222; 9/108)

Adaleti k o r u m a ve yerine g e t i r m e d e titiz ve kararlı d a v r a n a n l a r


( m u k s ı t î n ) d a A l l a h ' ı n sevgisine m u h a t a p olmuşlardır. (5/42;
49/9) Allah, tövbeyi çok sevenleri (tevvâbîn) de sevmektedir.
(2/222) Sabırlı insanlar ile tevekküle sarılanlar da sevilenler ara-
sındadır. (3/146, 159) Allah, k e n d i y o l u n d a s a v a ş m a k için saf
bağlamış olanları da sever. (61/4)

Allah'ın sevmediği i n s a n l a r ı n b a ş ı n d a zalimler gelir. (3/57, 140;


41/40) Azmak, sınır t a n ı m a m a k da Allah'ın sevgisini yitirme se­
bebidir. (2/190; 5/87; 7/55)

Allah'ın zalimlerden nefreti, sevgi k o n u s u n d a bir dikkat çeki­


ci tavra d a h a sebep o l m a k t a d ı r : Allah, çirkin sözü sevmediği
halde, z u l m e u ğ r a y a n l a r ı n çirkin söz sarfetmelerinden tiksinti
d u y m u y o r , o n l a r ı n bu yola gitmelerini m a z u r görüyor. (4/148)
Böylece K u r ' a n , dolaylı bir yoldan, t ü m nefret ve sevgisizliklerin
tek hedefi olarak zalimleri göstermektedir. Son tahlilde, zulümden
başka kötülük, zalimden başka da kötü olmadığı anlaşılmaktadır.

Nefret ve şiddete m ü s t a h a k tek mahlûk, zalimdir.

Müstahak olduğunu zalime yapmayansa h e m zalim h e m de ahmak­


tır.

Allah, kâfirleri yani gerçeği ö r t e n n a n k ö r l e r i de s e v m e m e k t e d i r .


(3/32; 30/45; ayrıca bk. 2/276; 22/38)

K u r ' a n ' ı n , Allah sevgisinden u z a k l a ş t ı r a n illetlerden biri ola­


r a k gösterdiği israf da z u l m ü n bir t ü r ü d ü r . Ç ü n k ü o da i n s a n ı n
emeğini, h a k k ı n ı ve rızkını h e d e r e t m e k t e d i r . Ve Allah, israfa
sapanları (müsrifleri) s e v m e m e k t e d i r . (6/141; 7/31; bk. b u r a d a ,
Savurganlık mad.)

Fesad d e n e n b o z g u n c u l u k v e t a b i a t ı n dengelerini t a h r i p s u ç u n a
b u l a ş a n l a r da Allah'ın sevgisinden u z a k t u t u l m u ş l a r d ı r . Allah,
müfsidleri (fesada sapanları) sevmiyor. (2/205; 5/64; 28/77)
Allah, kibre yenik düşenleri de sevmiyor. (16/23; 4/107)

Sevilmeyenler a r a s ı n d a ş u n l a r da var: G ü n a h t a aşırılığa gidenler


(2/276), böbürlenip şımaranlar (4/36; 31/18; 57/23), hainliği huy
edinmişler (4/107; 8/58; 22/38), sevinç budalaları. (28/76)

Sevgi faaliyetinin i n s a n tarafındaki d u r u m u n a gelince; insan,


sevgisini d a i m a iğretiye, peşin m e n f a a t e (âcile) y ö n e l t e n bir
yapıya sahiptir. (75/20; 76/27) Bu yapısının bir gereği olarak
insan, dünyayı s o n s u z a t e r c i h eder, m e n f a a t e çıldırasıya d ü ş -
k ü n l ü k gösterir. (14/3; 16/107; 100/8) Mala, derinden bir sevgi
duyar insan. (89/20) Ç ü n k ü i n s a n yaradılışında şehvetlere, ka­
dına, çocuğa, altına, yığın yığın mala, ata, ekine, bağ-bahçeye
sevgi ç o k çekici, ç o k süslü-püslü kılınmıştır. (3/14) Bu d u r u m ,
insanı, menfaati y ü z ü n d e n rabbini a n m a y ı t e r k e iter (38/32),
h a t t a b a z e n k ö r l ü ğ ü aydınlığa t e r c i h e d e r hale getirir. (41/17)
D e m e k oluyor ki, esası b a k ı m ı n d a n pozitif bir güç olan sev­
gi, i n s a n ı n ç a r p ı t m a s ı s o n u c u o l u m s u z l u k aracı da olabiliyor.
Bu y ü z d e n , K u r ' a n , i n s a n ı şu k o n u d a u y a r m a k t a d ı r : Her sev­
diğin senin hayrına, her hoşlanmadığın da zararına değildir. İlke,
K u r ' a n ' ı n ü s l u p güzelliği içinde şöyle veriliyor:

"Bir şey sizin için hayırlı olduğu halde siz ondan tiksinebilirsiniz.
Ve bir şey sizin için şer olduğu halde siz onu sevebilirsiniz. Allah
bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 216)

B u n u n içindir ki, İslam bilginleri tabiî sevgi-aklî sevgi ayrımı ya­


parlar. İ n s a n ı n doğal d ü r t ü l e r i n i n pişirip kotardığı bir sevgi, hızı
ve gücü yerinde, fakat d ü m e n i o l m a y a n bir t e k n e gibidir; her
an kayalıklara b i n d i r i p bir felakete yol açabilir. K u r ' a n , en iyi
niyetlerle de beslense, i n s a n ı n h e r sevdiği şeyi elde e t m e s i n i n
yaradılış d ü z e n i n e ters, i n s a n ı n s o n s u z k u r t u l u ş u n a zararlı ol­
d u ğ u n u gösteriyor.

Sevginin m u t l a k hayır ve güzele k ö p r ü l ü k etmesi için nefse tes­


limiyeti frenleyen ilkeler gerekir. Vahiy bu ilkeleri getirmiştir.
Vahyin işe el a t m a s ı b a z e n aklın küllî ilkelerinin, b a z e n ahlak ya­
salarının, b a z e n de, d u y u l a r ü s t ü i d r a k i n uyarılarıyla olur. Kasas
56. ayette böyle bir el atışın tipik ö r n e k l e r i n d e n b i r i n e rastlıyo­
ruz. S o n P e y g a m b e r ' e şöyle h i t a p ediliyor:

"Şu bir gerçek ki, sen sevdiğin kişileri hidayete erdiremezsin; fakat
Allah dilediğine hidayet verir."

D e m e k oluyor ki, m u t l u l u ğ u n d o ğ d u ğ u n o k t a , sevginin kişisel


hedefiyle evrensel-kozmik a m a c ı n birleştiği n o k t a d ı r . Kişisel
hedefle k o z m i k a m a c ı n tersliği h a l i n d e ikincisinin t e r c i h edil­
mesini i n s a n ı n h a y r ı n a g ö r e n K u r ' a n , böyle bir d u r u m d a insanı
sabra ç a ğ ı r m a k t a d ı r . Ne yazık ki i n s a n d a , kişisel hedefe tersliği
d u y u r a n sese t a h a m m ü l s ü z l ü k çok güçlü ve derindir. Bu gerçek,
bir n e b i n i n a ğ z ı n d a n ifadeye k o n u r k e n şöyle deniyor:
"Siz, öğüt verenleri sevmiyorsunuz." (A'raf, 79)

Ve insan, sevgideki kişisel hedefi elde e d i n c e kayıt t a n ı m a y a n ,


h e r şeyi u n u t a n bir varlıktır.

"Ve Allah, sevdiğiniz şeyi size gösterdikten sonra isyan ettiniz."


(Âli İ m r a n , 152)

İ n s a n ı n sevgi k o n u s u n d a k i bu aldanabilme ihtimali, Yaratıcı


K u d r e t ' i n bu h a s s a s ve d e r i n a l a n a el a t m a s ı n ı gerekli kılmış­
tır. M ü d a h a l e l e r d e n biri, Allah'ın i n s a n kalbinde i m a n gerçeğini
sevimli h a l e getirmesi, süslemesidir. Eğer iş i n s a n a bırakılsaydı,
y u k a r ı d a da g ö r ü l d ü ğ ü gibi, i n s a n ı n k a l b i n d e şehvetten, tarla­
ya, ekine k a d a r bir yığın ölümlü şey süslenip p ü s l e n e c e k ve in­
san, i m a n sırrına sürekli y a b a n c ı kalacaktı. A m a Allah, i n s a n
lehine bir m ü d a h a l e ile "size imanı sevdirdi, onu kalbinizde süs­
leyip güzelleştirdi ve size küfrü, sapıklığı, isyanı çirkin gösterdi."
( H u c u r â t , 7)

Yaratıcı ş u u r u n sevgiye el atışının bir örneği de Âli İ m r a n 3 1 .


ayette d i k k a t çeker. O r a d a , A l l a h ' a sevgi iddiasının delili ola­
rak, H z . P e y g a m b e r e uyma gösteriliyor. Akla ilk gelen, ilkenin
"Allah'ı seviyorsanız, b e n i sevin..." olması iken vahiy, ilkeyi
şöyle yapmıştır: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da
sizi sevsin." Böylece, Allah'ı sevme, Peygamber'e uyma şartına bağ­
lanarak, din hayatı k u r u bir sevgi romantizminden kurtarılmıştır.
Aksi halde din, bir kuru sevgi k u r u m u n a dönüşürdü. İ n s a n o ğ l u n u n
böyle bir istismara g i t m e s i n e ve s o n u ç t a k e n d i s i n i a l d a t m a s ı n a
seyirci k a l ı n m a m ı ş t ı r .

Sevgide kişisel hedefle, tanrısal a h e n k ve m u t l u l u ğ u n birleşti­


rilmesine ilişkin ilkenin en hayranlık verici olanı, Âli İ m r a n 92.
ayettedir. Şöyle deniyor:

"Sevdiğiniz şeyleri paylaşmadıkça hayırda erginliğe/dürüstlüğe asla


ulaşamazsınız. Paylaşmakta olduğunuz her şeyi, Allah çok iyi bil­
mektedir."

Bu ilke m u t l a k yaradılış k a n u n l a r ı n d a n biridir. İnsanın zaferi,


fedakârlıktan yeşerir. Fedakârlık ve feragata dost olmayanların
hayattan zafer beklemeleri, boş bir hayaldir. K u r ' a n ' ı n bu ilkesi,
h a y a t ı n b ü t ü n a l a n l a r ı n d a , m ü m i n - m ü n k i r h e r k e s için işleyen
bir k a n u n d u r .
Sevgi, i n s a n ı n öz sermayesi, t e m e l gücü, h a m l e ve h a r e k e t ener­
jisi, bir n u m a r a l ı eriş k u d r e t i d i r . İ n s a n ı n karanlığa h i z m e t i bile
sevgi sayesindedir. P u t p e r e s t l e r i n cansız eşyaya t a p ı n m a s ı bile
bir sevginin s o n u c u d u r . (2/165) Ve sevgi, m ü m i n i n varlık maya­
sı, k a r a k t e r i n i n h â k i m özelliği, i m a n ı n ı n zirve n o k t a s ı , r u h u n u n
kanatlarıdır. K u r ' a n sevgiyi, M u h a m m e d i m ü m i n i n fıtrat d a m ­
gası, kişilik cevheri olarak v e r i r k e n şu ifadeyi kullanır:

"Siz öyle kişilersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları se­
versiniz. Ve kitabın t ü m ü n e inanırsınız." (Ali İ m r a n , 119)

Allah'ın k o z m i k e m a n e t i yükleyeceği topluluk, Allah ile sevgi


alakası içinde olmalıdır. Allah a n c a k böyle bir t o p l u l u ğ a güve­
nir ve k e n d i n i temsil yetkisi verir. Bu t e s p i t e esas olan ayet (5/
5 4 ) , a n ı l a n sevgi t o p l u l u ğ u n u n t e m e l özelliklerini de saymıştır:
M ü m i n l e r e o n u r , küfre s a p a n l a r a eziklik ve zillet getirmek, Allah
y o l u n d a d i d i n m e k , k ı n a y a n l a r ı n lakırdılarına değer v e r m e m e k .

K u r ' a n ' ı n i n s a n ı n d a din hayatı, t ü m yönleriyle bir sevgi hayatı­


dır. K u r ' a n ı n i n s a n ı n d a ana-babaya, akrabaya, yetime, yoksu­
la... y a r d ı m ve d e s t e k sevgi üzere yapılır. Verilen, yedirilen yalnız
sevgi ü r ü n ü olarak ortaya k o n u r . (2/77; 76/8)

Sevgi ü r ü n ü olan hizmetle, sevgiden k a y n a k l a n m a y a n h i z m e t i


nasıl ayırabiliriz? K u r ' a n bu soruya da cevap getirmiştir:

Karşılığında, iyilik yapılandan teşekkür ve minnet beklenmeyen


hizmet sevgiye dayalı hizmettir. (76/8-9)

T ü r k - İ s l a m lirizminin aşılmamış u s t a s ı Yunus E m r e (ölm. 1320),


bu h i z m e t sırrını çağlar ü s t ü bir güzellikte ifadeye k o y m u ş t u r :

"Yaradılanı severiz yaradandan ö t ü r ü . "

Hizmeti, Yaratan'ın hatırı için yapan, ne yaratılandan bir şey bekler


ne de yaratılanın n a n k ö r l ü ğ ü n d e n şikâyetçi olur. Ç ü n k ü sonsuz­
luk yolcusunun hizmetinin muhatabı insansa da ö d ü l ü n ü n vericisi
Allah'tır; yani sonsuzluk.

Sonsuzluk, büvük ruha ödül olarak yalnız kendini verir, yani ölüm­
süzlüğü.
K u r ' a n i n s a n ı n d a i m a n d a k e m a l n o k t a s ı n d a bir sevgidir. Paul
Tillich'in ifadesiyle: "Sevgi, imanın bir belirişi, bir uygulanışıdır."
(Tillich; Dynamics ofFaith, 117) Ve m ü m i n i n i m a n d a yüceliğiyle
sevgide taşkınlığı a r a s ı n d a açık bir paralellik k u r u l m u ş t u r :

" İ m a n sahipleri Allah'a sevgide çok kararlı ve taşkındırlar." (Ba­


kara, 165)

O halde, "Allah a ş k ı n d a n söz e d i l e m e z " diyenler yanılmakta­


dır. Ç ü n k ü iman da bir Allah aşkı olarak veriliyor. (Bu k o n u d a
İbn Teymiye'ye yöneltilen bir t e n k i t için bk. Louis G a r d e t , Les
Hommes de l'Islam, 319)

Nihayet, sevginin K u r ' a n b ü n y e s i n d e yer a l a n şu niteliklerine


d i k k a t çekebiliriz:

Sevgi, insanı; çevreyi, h a t t a k e n d i n i fark e d e m e y e c e k ö l ç ü d e sa­


rıp kuşatabilir, (bk. 12/30)

Kıskançlığın temel nedenlerinden biri de sevgisizlik veya aynı ko­


n u m d a o l a n l a r ı n farklı d e r e c e d e sevgiye m u h a t a p olmalarıdır.
(12/8)

" O n a var da bize niye y o k ? " veya " N e d e n hep o n a ? " sözünün kö­
rüklediği ateşi hiçbir mantık, hiçbir delil ve gerekçe söndüreme-
miştir. Büyük ruhlar, haset dışında her türlü bela ve namertliği saf
dışı bırakabilirler, ama hasedi asla... Haset ateşini söndürecek bir
tek yol vardır: Yaratıcı r u h u n , hizmetini durdurması. Ancak bu, va­
roluşu d u r d u r m a k olacağından Yaratıcı şuurun buna izin vermesi
beklenemez. O halde, sonsuzluk erinin, hasetten kaynaklanan çilesi
sürekli ve kaçınılmazdır.

K u r ' a n ' ı n iki suresinin h a s e t t e n , i n s a n l a r ı n fısıltı ve d e d i k o d u ­


s u n d a n Allah'a sığınma ifade e d e n adlarla anılmaları ve böyle
bir m u h t e v a ile d o l d u r u l m u ş b u l u n m a l a r ı , ü z e r i n d e o l d u ğ u m u z
gerçek b a k ı m ı n d a n m u c i z e bir işarettir.

İlginç n o k t a l a r d a n biri de ş u d u r :

B ü y ü k r u h l a r için, sevginin ö l ü m l ü d e n ö l ü m s ü z e aktarılması,


h a n g i ıstıraba mal o l u r s a olsun, yeğlenmektedir. K u r ' a n , b u r a ­
da, Hz. Yusuf u n , Züleyha'nın şehvete dayalı isteklerine eşlik
e t m e k yerine Mısır kralının h a p i s h a n e s i n i yeğlemesini ö r n e k
vermektedir:

"Yusuf dedi: 'Rabbim! Zindan benim için bunların beni çağırdığı


şeyden daha sevimlidir. Eğer onların oyununu benden uzak tut­
mazsan onlara meyleder de cahillerden o l u r u m . " (Yusuf, 33)

Sevgi b a h s i n i n o k t a l a m a d a n , k o n u n u n K u r ' a n s a l yapısını,


Allah'ın birliği ve şirkle ilişkiler y ö n ü n d e n ele alan İbnül Kayyım
el-Cevziyye'nin eseri ed-Dâu ve'd-Devâ'â&n bazı pasajları özetle­
yeceğiz:

Bir g ö n ü l d e iki şeyin sevgisi birleşmez. İ k i d e n fazla şeyin sevil­


mesi d u r u m u n d a , b u n l a r ı n en yücesi esas sevginin nesnesi olur;
ötekiler de bu esas n e s n e n i n hatırı için ve o n u h a t ı r l a t a n şeyler
olarak sevilir.

Şirkin esası, gönle Allah dışında bir sevgilinin egemen olmasıdır.

İ n s a n kalbine y ö n v e r e n kuvvetler sevgi ve irade ile (olumlu


kuvvetler), kin ve nefret ( o l u m s u z kuvvetler)dir.

İnsanın t ü m amellerinin altında sevgi vardır. Kin ve nefret de ters


çevrilmiş, yıkım yönünde işleyen sevgilerdir. D i n h a y a t ı n ı n ö z ü n ü
de Allah ile Allah elçilerine sevgi o l u ş t u r u r .

Ö l ü m sonrası cennet; bu d ü n y a d a sevgi, bilgi ve Allah'a yakınlık­


la coşkuyu iç d ü n y a l a r ı n ı n c e n n e t i y a p m ı ş i n s a n l a r ı n nasibidir.

Yüce ve aşağı âlemlerdeki t ü m h a r e k e t l e r i n esası sevgiye daya­


nır. Sevgi h e m yapıp-eden kuvvettir, h e m de gaye noktadır.

H a k ve bâtıl t ü m dinlerin esası da sevgidir. Dinin dış yönü, kural


ve kalıp yönü sevgisiz olabilirse de iç yönü, öz ve esas yönü sevgisiz
olamaz.

Sevgi, ileri b o y u t l a r d a aşk adını alır ve aşkın birçok m a k a m ı var­


dır. (İbnül Kayyım, ed-Dâu ve'd-Devâ, 311-403)
SINÂAT
(sanayi, teknoloji)

Sınâat, sanâat ve sun' k ö k l e r i n d e n kelimeler K u r ' a n ' d a , fiil


ve isim o l a r a k 20 y e r d e geçer. T ü r k ç e d e k i san'at, g ü n ü m ü z
A r a p ç a s ı n d a k i fabrika d e m e k olan m a s n a ' (çoğulu: m a s a a n i ' ) bu
k ö k l e r d e n d i r . (Bu k u l l a n ı m l a r için bk. H a n s Wehr, A Dictionary
of Modern Written Arabic, sınâat mad.) Bu d u r u m d a sınâatın gü­
n ü m ü z terminolojisindeki karşılığı sanayi veya teknoloji olacaktır.

Râgıb el-Isfahanî (ölm. 502/1108) ü n l ü eseri el-Müfredât'm sun'


m a d d e s i n d e b u k ö k ü t a n ı t ı r k e n şöyle diyor:

"Sun', özgün bir fiil sergilemektir. H e r sun' fiil olduğu halde, her
fiil sun' değildir. Bu yüzden, fiil, hayvan ve cemadlara nispet edildi­
ği halde, sun' onlara nispet edilmez..."

Anlaşılan o ki, sun' ve sınâat, yeni bir şey v ü c u d a getirmek, yara­


tıcılık ifade e d e n eylemler sergileyip eserler ü r e t m e k t i r . A n c a k
Kur'an, bu sözcük ve türevlerini, eşya üzerindeki yaratıcı faaliyet­
leri ifade için kullanır ve genelde makbul olmayan, insanı azdıran,
dengeyi bozan, toplumsal ve evrensel planlarda tahrip ve b u h r a n a
yol açan üretim ve hamleleri ifadeye koyarken bu kökten kelime­
lere yer verir.

K u r ' a n , s ı n â a t yoluyla v ü c u t verilen bilim ve üretimleri Ya­


ratıcı K u d r e t ' i n titizlikle izlediğini ve b u n l a r ı n m a k b u l olan­
larını bizzat k e n d i gözetim ve d e n e t i m i n e bağladığını gösteriyor.
"Kuşkusuz, Allah, onların sınâat olarak yapmakta olduklarından
hakkıyla haberdardır." (Nur, 30; Fâtır, 8) Allah; bir sınâat ü r ü n ü
olan gemisini yapmak ü z e r e H z . N u h ' a vahiy g ö n d e r m i ş ve O ' n a :
"Vahyimize bağlı olarak gözlerimizin ö n ü n d e gemiyi y a p ! " emri ve­
rilmiştir, ( b k . 1 1 / 3 7 ; 23/27)
H z . D a v u d ' a öğretilen koruyucu zırhlar yapma sanatı da bir
s ı n â a t olarak tanıtılıyor. (21/8)

S ı n â a t ı n h â k i m özelliği, o l u m s u z l u ğ u d u r . D ü n y a y a t a p m a n ı n ,
a z m a n ı n , şiddet, zorbalık ve i ş k e n c e n i n temsilcileri olan kişi,
t o p l u m ve medeniyetler, s ı n â a t a d a y a n a n bir şımarıklık illeti
içinde gösterilmektedir.

Sınâat, i n s a n h a y a t ı n ı n m u t l u l u k p a y d a s ı n ı d ü ş ü r m e k t e , doğal-
fıtrî h a y a t ı b o z a r a k i n s a n ı n b u n a l ı m ve k a r m a ş a y a d ü ş m e s i n e yol
a ç m a k t a d ı r . Bu p s i k o z u n baş temsilcisi F i r a v u n ve F i r a v u n l a r
medeniyetidir. A'raf suresi 137. ayet, İsrailoğulları'na akıl al­
m a z z u l ü m l e r i y a p a n F i r a v u n l a r ı n a k ı b e t i n d e n şöyle söz ediyor:

" F i r a v u n ve t o p l u m u n u n sanayi olarak meydana getirdiklerini de


dikip yükselttikleri sarayları da yere geçirdik."

F i r a v u n z u l m ü n e d e s t e k v e r e n bir sanayi kolu da, o n u n m e d e ­


niyeti t a r a f ı n d a n geliştirilen a l d a t m a - b ü y ü h ü n e r i d i r . Bu aynı
z a m a n d a ş u n u d a ifade eder:

Her teknolojik üretimde bir biçimde büyü özelliği vardır. İnsanların


gözünü boyar, aklını çeler. Firavun, H z . M u s a ' n ı n gösterdiği m u ­
cizeleri geri p l a n d a b ı r a k m a k için büyü sanayii k a d r o s u n u sefer­
b e r etmişti. H z . M u s a ' y a şöyle d e n i y o r d u :

"Sağ elindekini yere bırak! Onların, sanayi olarak ortaya çıkardıkla­


rını yalayıp yutsun. Onların sanayi olarak ürettikleri sadece bir bü­
yücünün hilesidir. Büyücü ise nereye gitse iflah olmaz." (Tâha, 69)

İğretiye, z u l m e , acımasızlığa öncelik t a n ı y a r a k A l l a h ' a t e r s dü­


şenlerin sığındıkları sanayiin insanı yıkan yanı, aldanışa sürükle-
mesidir. Allah ve insanın ü s t ü n d e bir kudret olarak düşünülen sa­
nayi, sonunda sahiplerini k o r k u n ç bir hüsranla yüz yüze bırakmak­
tadır. (11/14-16; 18/103-105) Kehf, 103-105. ayetler, sınâatla
güzellik y a r a t m a y a ç a l ı ş m a n ı n da bir aldanış ve b o ş u ğ r a ş oldu­
ğ u n u belirtiyor, (bk. b u r a d a , Güzellik m a d . )

H û d P e y g a m b e r ' i n kavmi olan Ad topluluğu, geliştirdikleri


s ı n â a t a a l d a n a r a k kendilerini ö l ü m s ü z - s o n s u z saymaya başla­
dılar ve çöktüler. K u r ' a n b u r a d a , fabrika ve atölye a n l a m ı n a da
gelen masna' kelimesinin çoğulu olan masâni' kelimesini kulla-
n a r a k s ı n â a t ı insanî v e r u h î değerlerin ü s t ü n d e g ö r m e bahtsızlı­
ğına şöyle değiniyor:

"Ad da peygamberleri yalanladı. Kardeşleri H û d onlara, 'Siz hiç sa­


kınmıyor m u s u n u z ? ' demişti. Ben sizin için, güvenilir bir resulüm.
Artık Allah'tan sakının da bana itaat edin. Ben sizden bu iş için bir
ücret istemiyorum. Benim ödülüm, âlemlerin Rabbindendir. Her
yüksek tepeye/yola şaşılacak bir bina kurarak/bir işaret dikerek
mi eğleniyorsunuz? Sanayi üreten yerler edinerek sonsuzlaşmak
ümidine mi düşüyorsunuz? Yakaladığınız vakit zorbaca yakalı­
yorsunuz! Artık Allah'tan sakının da bana itaat edin. O bildiğiniz
nimetleri ö n ü n ü z e yayandan sakının! Size bir yığın nimet lütfetti:
Davarlar, oğullar, bahçeler, pınarlar. Büyük bir g ü n ü n azabı üstü­
nüzedir diye korkuyorum." (Şuara, 123-135)

M u h a m m e d ü m m e t i d ö n e m i n d e sınâatle azıp z u l m e v e kavgaya


m e y d a n v e r m e t u t k u s u , Ehlikitap z ü m r e s i t a r a f ı n d a n (bk. bura­
da, Ehlikitap m a d . ) , özellikle Hristiyanlar tarafından sergilene­
cektir. E h l i k i t a p ' ı n saptırıcı sözleri, haksız ve zalim yollarla elde
ettikleri nimetleri yemeleri ve sınâatle azıp şımarmaları, din
temsilcilerinin görevlerini y a p m a m a l a r ı n d a n , çıkarlarını, ceple­
rini d ü ş ü n m e l e r i n d e n kaynaklanmıştır, (bk. 5/59-64; 9/34-35)

Ü z e r i n d e o l d u ğ u m u z b u n o k t a y a d e ğ i n e n ayetler, sınâatle gelen


d e n g e b o z u k l u ğ u ve tahribi, sınaî ü r e t i m i temsil ettikleri için
H r i s t i y a n l a r a mal e d e r k e n , t a h r i b i simgeleyen harpleri 'alevlen­
dirme' işini Y a h u d i l e r ' i n eseri olarak g ö s t e r m e k t e d i r . (5/69)

TOKMAK GİBİ İNEN MUSİBET

S ı n â a t i n m u s a l l a t edeceği en b ü y ü k b e l a n ı n sembol adı,


K u r ' a n ' d a Kaaria olarak geçiyor. Ve Kaaria, bağımsız bir su­
r e n i n d e adıdır. Ö n c e b u k o n u n u n t e m e l beyyinesi saydığımız
R a ' d 3 1 . ayeti görelim:

"O küfre sapanlara gelince, sanayi olarak ürettiklerinin sonucu ola­


rak, başlarına gülle-tokmak t ü r ü n d e n belalar inmeye devam edecek
yahut o belalar onların yurtlarının yakınına konacak. Ta, Allah'ın
vaadi gelinceye değin. Allah, vaadine asla ters düşmez."

N e d i r bu, s ı n â a t i n s o n u c u olarak gelecek kaaria?


Kaaria, bir şeyi bir şeye ç a r p m a k , v u r m a k a n l a m ı n d a k i kar' kö­
k ü n d e n t ü r e m i ş bir isimdir. B u n a göre kaaria, Elmalılı'nın d a
güzelce ifade ettiği gibi, gülle, t o k m a k gibi i n s a n ı n b a ş ı n a çar­
p a n , beyin p a t l a t a n şey a n l a m ı n d a d ı r . Kar' k ö k ü n d e k i v u r m a -
ç a r p m a d a , şiddetli ses ç ı k a r m a esastır. Kılıç, sopa, t o k m a k , gül­
le vs.'nin ç a r p m a s ı n d a d a i m a kar' kelimesi kullanılır. Etimolojik
gelişimi içinde kaaria, zamanın insana çarpan ve onu sendeletip
bunaltan belalarının da adı olmuştur.

K u r ' a n , bu kaariayı kıyamet anlamında da kullanır. A n c a k u n u t ­


m a m a k gerekir ki, K u r ' a n ' d a kıyamet, sadece, bildiğimiz son kı­
y a m e t t e n ibaret değildir. Kıyametin, bireysel, t o p l u m s a l , evren­
sel, ontolojik boyutları vardır. Az ö n c e verdiğimiz ayette kaari-
a n ı n s o n v e b ü y ü k kıyamet a n l a m ı n d a olmadığı açıktır. Ç ü n k ü
ayet b u n u n , s ı n â a t ı n eseri olarak sürekli t e k r a r l a n a c a ğ ı n ı söylü­
yor. B u n u n ise b ü y ü k k ı y a m e t t e n b a ş k a bir şey olması gerekir.

O halde, kaaria, b ü y ü k k ı y a m e t de dahil, bir kıyametler serisinin


adıdır ki, b a ş a gelişi, insanlık d ü n y a s ı için bir k ı y a m e t m a n z a ­
rası arz eder. K a a r i a suresi, bu m a n z a r a n ı n d e h ş e t i n i şöyle dile
getiriyor:

"O Kaaria! Nedir Kaaria? Kaaria'nin ne olduğunu sana bildiren


nedir? O gün insanlar, çırpınarak yayılmış pervaneler gibi olurlar.
Dağlar, didilmiş renkli yün gibi olur. İşte o gün, tartıları ağır basan
kişi, evet o kişi, hoşnutluk verici bir yaşayış içindedir. Tartıları hafif
çekeninse, anası, Hâviye'dir. O n u n ne olduğunu sana bildiren ne­
dir? Kızışmış bir ateştir o ! " (Kaaria suresi)

Bu m a n z a r a n ı n , b ü y ü k k ı y a m e t yanı bir k e n a r a bırakıldığında,


k a r ş ı m ı z d a a t o m i k silahların ateşiyle ortaya çıkacak bir m a n ­
z a r a canlanıyor. İşte Allah'a ve doğal h a y a t a t e r s d ü ş m ü ş bir
s ı n â a t ı n ü r ü n l e r i n i n sebep o l d u ğ u musibet kaaria b u d u r . Bu bir
c e h e n n e m i infilak olayıdır ki, insanları s e r s e m e çevirip dehşet,
k o r k u ve bağrışmayla d a r m a d a ğ ı n eder. Bu, bize, bir a t o m b o m ­
b a s ı n ı n veya a t o m başlıklı bir silahın t a h r i b i n i t a n ı t ı r gibidir.
K a a r i a suresi, â d e t a , böyle bir infilakın yayacağı d e h ş e t ve pani­
ği tablolaştırıyor.

AÇLIK VE K O R K U KAYNAĞI

Sanayiin sergilediği o l u m s u z l u k k a r ş ı m ı z a nasıl bir g ö r ü n ü m l e


çıkıyor? B a ş k a bir deyimle, sanayiin o l u m s u z l u k l a r ı n ı n t e m e l
g ö r ü n ü m l e r i nelerdir? K u r ' a n bu soruya; 'açlık ve korku' diye
c e v a p veriyor. N a h l suresi, bir karyeyi, yani bir k e n t - m e d e n i y e t i
ö r n e k veriyor. A n ı l a n s u r e n i n 112. ayeti şöyle:

"Allah, şu ülkeyi/medeniyeti de örnek vermiştir: Güvenli, mutlu-


h u z u r l u idi; rızkı her y a n d a n bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah'ın
nimetlerine nankörlük ettiler de Allah kendilerine, sanayi olarak
ürettikleri şeyler yüzünden açlık ve korku elbisesini/ birlikteliğini/
karmaşasını tattırdı." (Nahl, 112)

B u r a d a , sanayiin o l u m s u z sonuçlarıyla p e r i ş a n olan bir m e d e n i ­


y e t t e n bahsediliyor. Sanayiin getirdiği o l u m s u z l u k l a r ı n i n s a n a
bir elbise gibi giydirildiğinden b a h s e d i l m e s i ve elbisenin tattınl-
ması ifadesine yer verilmesi, karşılaşılacak a c ı n ı n çapını ve et­
kisini g ö s t e r m e b a k ı m ı n d a n bir m u c i z e beyandır, (bk. b u r a d a ,
Kıyamet m a d . )

Sanayi, rızkın Allah'ın e l i n d e n çıkanını yok edip insanı görün­


m e z bir açlıkla yüz yüze getirmektedir. B u n u n en kısa adı, doğal
ü r ü n l e r d e n y o k s u n b e s l e n m e olarak verilebilir.

M u t l u l u k , sağlık ve güzelliğin t e m e l kaynağı olan doğal rızık,


K u r ' a n ' d a tayyib (çoğulu: tayyibât) o l a r a k geçmektedir. Kelime
anlamıyla temiz, leziz, h o ş , t a z e a n l a m ı n d a k i tayyib, rızkın Allah
tarafından bir lütuf o l a r a k bahşedilenidir. K u r ' a n b u n u dolaylı
bir ifadeyle, 'üzerine Allah'ın adı anılmış rızık' diye t a n ı m l a m a k t a
ve şu b u y r u ğ u ö n e ç ı k a r m a k t a d ı r :

"Size ne oluyor da üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yemi-


yorsunuz? Zorda kalışınız dışında üzerinize h a r a m kıldığını bizzat
kendisi size ayrıntılı olarak açıklamıştır. Birçokları, ilimsiz bir bi­
çimde kendi keyiflerine uyarak halkı şaşırtıyorlar. Hiç kuşkusuz,
senin Rabbin sınır tanımaz azgınları çok iyi bilmektedir. Üzerine
Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin. Böyle bir şey, tam bir sapık­
lıktır." ( E n ' a m , 119, 121)

Üzerine Allah'ın adı anılmış rızık, geleneksel fıkıh tarafından, bi­


raz da o z a m a n ı n şartlarının zorlamasıyla, 'besmeleyle kesilmiş
hayvan' olarak anlaşılmış v e K u r ' a n s a l beyyinenin b ü t ü n r u h u
yok edilmiştir. B u g ü n k ü bilgilerimiz ve ekolojik veriler d i k k a t e
alındığında, ' ü z e r i n e A l l a h ' ı n adı anılmış besin'in, genleri üze-
r i n d e o y n a n m a m ı ş , fabrikasyon katkılarla b o z u l m a m ı ş doğal
besin o l d u ğ u n d a hiç k i m s e n i n bir k u ş k u s u o l m a z . Bu noktayı
ara
değerlendirirken, K u r ' a n ' ı n , ' y d ı h ş v e yaratışta tağyir'den
nefret ettiğini, o n u şeytanın bir ameliyesi olarak g ö r d ü ğ ü n ü de
u n u t m a y a l ı m , (bk. 4/119)

Ş u n u da u n u t m a y a l ı m : Kur'an, mutluluk yurdu olan cenneti an­


latırken, oradaki nimetler arasına 'rengi ve tadı bozulmamış sudan
nehirler'i, 'tağyire uğramamış saf süt ve bal'ı, 'her tür meyve'yi de
koymaktadır, (bk. 47/15)

Tağyirin en zararlısı, bitkileri, 'üzerine Allah'ın adı anılmış' ol­


m a k t a n ç ı k a r a n gen oyunlarıdır ki b u g ü n insanlığın en b ü y ü k
h u z u r s u z l u k ve kahır sebepleri arasındadır, (bk. b u r a d a , Tağyir
mad.) '

N a h l suresi 112, ayette, tağyirin insanlık için nelere yol açacağı,


ç o k sarsıcı bir biçimde gözler ö n ü n e k o n m u ş t u r . Tağyire uğra­
mış besinlerin kitleleri getireceği yer, açlık ve k o r k u giysisini
giymek, yani iliklerine k a d a r ü r p e r m e k t i r .
SÜNNET

G E L E N E K S E L S Ü N N E T ANLAYIŞI

Kelime anlamıyla s ü n n e t ; yol, tavır, t a r z , y ö n t e m , m i z a ç d e m e k ­


tir. Kur'an-ı K e r i m ' d e de 15 yerde bu a n l a m l a r d a kullanılmıştır.
(8/38; 15/13; 18/55; 17/77; 4/26)

H e r t o p l u l u ğ u n , h e r y ö r e n i n , her bölgenin, h e r k e n t i n v e h e r
p e y g a m b e r i n bir s ü n n e t i vardır. İslam P e y g a m b e r i ' n i n s ü n n e t i
d e n i n c e , o n u n sözlerini, fiillerini ve kabullerini anlıyoruz.

İ s l a m ilahiyatçıları, s ü n n e t i n üç t i p i n d e n bahsederler: Fiil ha­


linde sünnet (es-sünnetu'l-fi'liyye), sözlü sünnet (es-sünnetü'l-
kavliyye) ve takrir halinde sünnet (es-sünnetü't-takrîriyye). Bu
üç tipin birincisinde, H z . P e y g a m b e r i n bizzat davranışı, ikinci­
sinde söylediği sözler, yani hadisleri, ü ç ü n c ü s ü n d e ise yapılışını
g ö r ü p d e yasaklamadığı davranışlar söz k o n u s u d u r . B u n l a r ı n
ü ç ü de, dinsel k a y n a k sayılan s ü n n e t b ü n y e s i n d e ele alınır.
A n c a k s ü n n e t , s a h a b e n i n söz ve fiilleri, h a t t a d a h a s o n r a k i bil­
ginlerin söz ve fiilleri ile k e n t l e r i n ve bölgelerin örflerini ifade
için de kullanılmıştır.

Z a m a n içinde b u ikinci tip ' s ü n n e t l e r ' birincilerle karışmış, h a t t a


o n l a r ı n yerine geçmiştir. Ve bir z a m a n gelmiştir ki, ' s ü n n e t ' ke­
limesi n e r e d e y s e t ü m A r a p örflerini ifade e d e n a m a faturası H z .
M u h a m m e d ' e çıkarılan bir k a v r a m a d ö n ü ş m ü ş t ü r . G ü n ü m ü z d e
' s ü n n e t ' d e n d i ğ i n d e d a h a ç o k b u ikinci çerçeve a n l a ş ı l m a k t a
ve d a y a t ı l m a k t a d ı r . Bu tarihsel gelişmenin bize öğrettiği t e m e l
gerçek şu olacaktır:

Her 'sünnet' sözünün arkasında Hz. Peygamber yoktur.

P e y g a m b e r i m i z e izafe edilmesi h a l i n d e s ü n n e t ; dinin tek koyu-


c u s u olan Allah'ın, dini dayandırdığı vahye, bir b a ş k a deyimle
K u r ' a n ' a , vahyin tebliğcisi olan P e y g a m b e r t a r a f ı n d a n getirilmiş
bir y o r u m d u r . O halde, b ü t ü n y o r u m l a r gibi b u n u n da z a m a n a
bağlı olanı ve z a m a n ü s t ü olanı vardır.

D i n d e t e m e l ve ş a ş m a z k a y n a k K u r ' a n ' d ı r . S ü n n e t , bir yol gös­


terici tavır ve t a r z d ı r . Bu tavır ve tarzın, özellikle belli bir z a m a n
ve m e k â n a ilişkin değerlendirmelerini, vahiy kaynaklı naslar-
l a bir t u t m a k , e n a z ı n d a n h e r z a m a n v e her yerde bir t u t m a k ,
o l u m s u z s o n u ç l a r doğurabilir. K u r ' a n ; "Peygamber'in size getir­
diğini alın." (Haşr, 7) d e m e k t e d i r . H z . P e y g a m b e r ' i n getirdiği,
K u r ' a n ' d ı r . Bu ayeti, "Peygamber'in size söylediklerini alın" şek­
line d ö n ü ş t ü r m e k , isabetli k a b u l edilemez. Ç ü n k ü b u y o r u m u n
açtığı kapı, bizzat P e y g a m b e r ' i n a r a ç yapıldığı bir ö r t ü l ü şirk
k u l v a r ı n a çıkar. Ve çıkmıştır. 'Hadis' adı a l t ı n d a t e d a r i k edilen
sözler (ki çoğu u y d u r m a d ı r ) , ikinci bir K u r ' a n ' a , bu sözlere da­
yanılarak d a H z . Peygamber, ikinci bir ilaha d ö n ü ş t ü r ü l m ü ş t ü r .
Bu şirk şaibeli kasırganın t o z a d u m a n a b o ğ d u ğ u m e y d a n d a
K u r ' a n ' ı n tevhidini ara ki b u l a s ı n !

H a ş r 7. ayetin d e v a m ı n d a "Peygamber'in sizi yasakladığı şeye


de son verin!" b u y u r u l m a k t a d ı r . İşte bu ikinci kısım, s ü n n e t i
K u r ' a n ' l a eşitlemek eğilimi t a ş ı y a n l a r a d e s t e k olarak algılan­
m a k t a ve bu ifadeyi h a r e k e t n o k t a s ı y a p a n bazı ekipler, 'sünnet'
adı altına s o k t u k l a r ı t ü m m a l z e m e y i d i n l e ş t i r m e y o l u n a gitmek­
tedirler. Şimdi bu k o n u y u ele alalım:

P E Y G A M B E R İ N RİSÂLET VE İMAMET GÖREVİ: TEDYÎN,


TEŞRÎ, GETİRİCİLİK, GÖSTERİCİLİK, BİLDİRME VE H Ü K Ü M
TASARRUFLARI

Tedyîn; dinleştirmek, bir b u y r u k veya k a b u l e din hüviyeti tanı­


m a k d e m e k t i r . Teşrî ise yasalaştırma, k u r a l a d ö n ü ş t ü r m e , bağ­
layıcı kılma d e m e k .

O halde, her tedyîn aynı zamanda bir teşrîdir a m a her teşrî bir
tedyîn değildir. Birincisi yalnız A l l a h ' ı n h a k k ı ve yetkisidir.
Yani tedyîn, K u r ' a n ' a göre k o n u ş u r s a k , bir ulûhiyet faaliyetidir.
K u r ' a n bu faaliyet h a k k ı n ı b e ş e r e v e r m e z ; beşere, p e y g a m b e r
de olsa, bu faaliyete katılım h a k k ı t a n ı n m a m ı ş t ı r . E g e m e n ilke
şudur:
"Vâzı-ı din (din koyucu), sadece Allah'tır."

O halde, tedyîn, O ' n u n hakkıdır. Tedyîn a l a n ı n d a peygamber­


lerin, yani tedyîn s a h i b i n e elçilik y a p a n l a r ı n bile a n c a k beyan
(açıklama) ve izhar (gösterme, belirginleştirme) hakları vardır.
K u r ' a n b u b e y a n h a k k ı n ı n d a kendisi esas a l ı n a r a k kullanılaca­
ğını bildirmektedir. D a h a açık bir deyişle, i n s a n l a r a indirilen,
yine o indirilenle açıklanacaktır:

"Sana bu zikri/Kur'an'ı vahyettik ki, kendilerine indirileni insanla­


ra açık seçik bildiresin de derin derin düşünebilsinler." (Nahl, 44)

Elçinin hakkı, beyan hakkıdır. Bazılarının vâzı-ı din olma h a k k ı


gibi t a n ı t m a y a kalktıkları "Ve o peygamber onlara pislikleri ha­
ram kılar" (A'raf, 157) ifadesi işte bu beyan h a k k ı n ı n bir dile
getirilişidir. O ifadeyi, elçiyi vâzı-ı din y a p m a anlayışına yönelik
y o r u m l a m a y a izin verilemez. T e m e l ve t a r t ı ş m a s ı z tevhit ilkele­
ri bu ifadenin a n c a k nakil ve b e y a n a n l a m ı n d a k u l l a n ı l m a s ı n a
m ü s a d e eder. Aksini söylemek, P e y g a m b e r ' e saygı adı a l t ı n d a
K u r ' a n ' ı d ı ş l a m a k olur.

T e k r a r edelim: A'raf 157. ayetteki ifade şâri'lik hakkı olarak alı­


nabilir a m a vâzı-ı din yetkisi olarak alınamaz. Beyan ve teşrî', din
vaz'ı değildir.

Teşrî, kuralı vakıaya uygulama işlevidir.

H ü k ü m l e r d e tarihsellik de sadece teşrî alanında olur. Tedyînde ta-


rihsellikten söz etmek, eğer bir yanılgının sonucu değilse, küfürdür.
Ç ü n k ü tedyîn, i n s a n ı n varlık yapısına ilişkin k a n u n l a r ı n fer-
m a n l a ş m a s ı d ı r ; fıtrattır, s ü n n e t u l l a h t ı r . O k a n u n l a r d a değişme,
değiştirme o l m a z . O h a l d e , o k a n u n l a r d a tarihsellikten de söz
edilemez.

T e m e l - z a m a n ü s t ü kuralları Allah koyar. Elçi, bu temel kuralları


u y g u l a r k e n alt kurallar ( z a m a n ü s t ü o l m a y a n kurallar) koyma­
n ı n y a n ı n d a , y ö n e t i m a l a n ı n d a yeni kurallar da koyar. O yeni
kurallar z a m a n ü s t ü değildir, din değildir. B u n u n içindir ki
Elçi'nin b u faaliyeti o n u d i n k o y u c u y a p m a z .

Tedyîn anlamında şâri'lik sıfatı yalnız Allah'ındır.


Elçi, t e d y î n d e s a d e c e nakledicidir, mübelliğdir. Teşrîde ise ku-
rucu-yapıcı olabilir. B u r a d a , b ü y ü k fakîh Karafî'nin dediği gibi,
risâlet göreviyle imamet görevinin farkı ile karşı karşıyayız.

Klasik devrin b ü y ü k u s u l c ü l e r i n d e n Mâliki fakîhi Karafî (ölm.


6 8 4 / 1 2 8 5 ) , b u n o k t a d a K u r ' a n ' ı n r u h u n a e n u y g u n sınıflamayı
yapmıştır. Karafî'ye göre, Hz. Peygamber'in tasarrufları 3 bölümde
ele alınmalıdır:

1. Risâlet (peygamberlik), tebliğ vefütya (fetva) tasarrufu:

Bu tasarruflar, A l l a h ' t a n insanlığa u l a ş a n z a m a n ü s t ü ilkeleri bil­


d i r m e işlevidir. B u n l a r a 'peygamberliğin, h ü k m ü getirici işlevi' de
denebilir. Ne devlet b a ş k a n ı n ı n izni ne de yargıcın h ü k m ü ile
değişir. H e r z a m a n ve h e r yerde aynıdır. O k a d a r ki P e y g a m b e r
bile bu k o n u l a r d a m a s l a h a t gerekçesiyle ve k e n d i g ö r ü ş ü n e da­
y a n a r a k değiştirme y a p a m a z . N a m a z ı n , z e k â t ı n varlığı, diğer
ibadetler... bu c ü m l e d e n d i r . Peygamber, bu tasarruflarda Allah
ile i n s a n a r a s ı n d a bir aracıdır.

2. Hüküm tasarrufu:

Nikâhları, akitleri fesih, geçim zorluğu gerekçesiyle b o ş a n m a y a


h ü k m e t m e vs. b u c ü m l e d e n d i r . B u r a d a h ü k ü m , risâletin getir­
diği değişmez din ilkesini, P e y g a m b e r ' i n z a m a n ve z e m i n e göre
şekillendirmesidir. Bu t ü r işlevler, peygamberliğin göstericilik
işlevidir. Ö r n e ğ i n , z e k â t e m r i n i n tebliği bir risâlet tasarrufu, bir
'bildirme tasarrufu'dur. A m a aynı zekâtın, K u r ' a n ' d a belirtilme­
yen miktarını, şartları d i k k a t e alarak belirleyen tasarruf bir 'hü­
küm tasarrufu'dur.

3. İmamet (devlet başkanlığı, yöneticilik) tasarrufu:

G a n i m e t l e r i t a k s i m , b e y t u l m a l ı n tedviri, cezaları infaz, o r d u l a r ı


d ü z e n l e m e ve sevk... bu c ü m l e d e n d i r .

Karafî'nin bu sınıflamasından a n l a ş ı l m a k t a d ı r ki, Hz. Peygam­


ber'in tasarruflarından sadece birincisi olan risâlet tasarrufu değiş­
mez ve zaman üstü h ü k ü m anlamında dindir. Öteki iki tasarruf, di­
nin zaman ve zemine göre uygulanmasıdır, yani içtihattır. Örneğin,
zekâtın varlığını tebliğ, bir risâlet tasarrufudur; ilahîdir; a m a aynı
zekâtın Allah tarafından belirlenmemiş miktarını belirleme, bir hi>
küm tasarrufu olup beşerîdir. Z a m a n ı n uygulayıcı otoritesi tarafın­
dan belirlenecektir. Yani zekâtın miktarı, tanrısal vahiy tarafından
içtihada bırakılmıştır, içtihat ise beşerî bir k u r u m d u r .

Elbette ki P e y g a m b e r ' i n yaşadığı sırada yaptığı içtihatlar her­


kesi bağlar. " R e s u l e i t a a t e d i n " e m r i n i n a n l a m ı da b u d u r . O
emir, R e s u l ' ü n tebliği ile o n u n ş a h s ı n a itaati gerektirir. Hiçbir
yerde R e s u l ' ü n içtihatlarını tıpkı K u r ' a n gibi ebedî kılın d e n ­
memiştir. O n u n ö l ü m ü n d e n sonra, bıraktığı i ç t i h a t l a r ı n d a n ya­
rarlanılır a m a b u n l a r ı değişmez din olarak algılamak K u r ' a n ' ı n
r u h u n a aykırıdır. R e s u l ' ü n o g ü n filan k o n u d a verdiği bir fetvayı
şu k a d a r yüz yıl s o n r a k i şartlara göre vereceği fetva d u r u m u n a
g e t i r m e k akla v e dinin z a m a n ü s t ü l ü ğ ü n e ters d ü ş e r . S a h a b e n i n
en fakîhlerinden biri olan H z . Âişe'ye, bir k o n u d a k e n d i s i n e so­
r u l a n soruya, aynı k o n u d a H z . P e y g a m b e r ' i n verdiği bir fetvaya
t e r s fetva verdiğinde şöyle denilmişti:

"Siz böyle diyorsunuz ama, bu k o n u d a Hz. Peygamber şöyle buyur­


muştu."

H z . Â i ş e ' n i n cevabı, ü z e r i n d e o l d u ğ u m u z k o n u d a gerçeğin t a


kendisidir. Şöyle demiştir:

"Peygamber o zaman öyle fetva verdi a m a eğer bu konuyu ona bu­


gün sorsaydınız şu benim verdiğim fetvayı verirdi."

İşte işin sırrı, H z . Â i ş e ' n i n bu s ö z ü n d e y a t m a k t a d ı r .

B u n u n böyle olduğu, K u r ' a n ' ı n h â k i m ilkelerinden açıkça anla­


şılabileceği gibi, H z . P e y g a m b e r ' i n b e y a n l a r ı n d a n da anlaşılır.
Bir t a n e s i n i görelim:

"Ben aranızda olduğum sürece bana itaat edin. Ben aranızdan çe­
kildiğimde ise size Allah'ın kitabına yapışmanızı öneriyorum. O n u n
helal dediğine helal, h a r a m dediğine haram deyin." (Bu hadis ve
izahı için bk. Elbanî; el-Ahâdîs es-Sahîha, 3/358-360)

Allah, zekâtı e m r e d e r k e n o n u n m i k t a r ı n ı n e d e n b e l i r t m e m i ş t i r ?
U n u t m u ş veya eksik mi b ı r a k m ı ş t ı r ? Hayır! M i k t a r ı n belirtil­
mesi, zekât e m r i n i n ilerki z a m a n l a r d a uygulanabilirlik vasfını
zedelerdi. Miktar, z a m a n a v e z e m i n e göre h ü k ü m t a s a r r u f u n u
k u l l a n a n o t o r i t e t a r a f ı n d a n içtihatla belirlenecektir ki işe yarar
o l s u n . A s r ı s a a d e t ' t e h ü k ü m t a s a r r u f u n u Resul kullandığı için
belirlemeyi o yapmıştır. D a h a s o n r a k i z a m a n l a r d a b u n u b a ş k a
otoriteler yapacaktır. O otoriteler belki de, şartların icabı olarak,
B a k a r a 2 1 9 . ayeti işleterek, bireylerin i h t i y a ç t a n fazla olan mal­
larının t ü m ü n ü k a m u a d ı n a alabileceklerdir. N i t e k i m , ü ç ü n c ü
halife O s m a n d ö n e m i n d e , maliyenin Emevîlerce t a l a n ı s o n u c u
o r t a y a çıkan e k o n o m i k perişanlık, Ebu Zer el-Gıfarî'yi, B a k a r a
2 1 9 ' a göre h ü k ü m v e r m e y e itmiş ve E b u Z e r , t a r i h t e eşsiz bir
devrim olan o u n u t u l m a z içtihadını y a p a r a k halife O s m a n ve
Muaviye'ye karşı m ü c a d e l e etmiştir.

Fıkıh metodolojisinin b ü y ü k u s t a s ı Karafî, el-İhkâm'mda şu


hayatî n o k t a n ı n altını da çiziyor:

Peygamber'in imamet (devlet başkanlığı) tasarrufu o n u n peygam­


berlik (risâlet ve nübüvvet) yapısına zâid (ek) bir vasıftır. Bu vasıf,
peygamberlik kavramının içinde, onun bir icabı ve uzantısı değildir.
B u n u n içindir ki Kur'an, risalede ilgili konularda Peygamber'i sü­
rekli Allah ile baş başa bırakırken imamet meselesinde ona, yönete­
ceği kitle ile şûra ve bey'at emri vermektedir.

Resulün yüzü, risâlet meselesinde Allah'a, imamet meselesinde hal­


ka d ö n ü k t ü r .

H ü k ü m tasarrufları, gerçi risaletin bir icabıdır a m a z a m a n ü s t ü


ilke getirici değillerdir. Ç ü n k ü onları z a m a n ü s t ü kılmak, h e m di­
n i n z a m a n l a çelişmesine yol açar, h e m d e Peygamber'i, A l l a h ' ı n
elçisi o l m a k t a n çıkarıp ortağı k o n u m u n a getirir.

Karafî ş u n u da söylüyor: Peygamber'in risâlet görevi imamet göre­


vini içermediği gibi h ü k ü m kuvveti de, tenfîz (icra) kuvvetini içer­
mez. Ç ü n k ü icra, bir imamet tasarrufudur. (Karafî'nin bu d ü ş ü n ­
celeri için bk. Karafî; el-İhkâm, 104-105)

Kuvvetler ayrılığı ilkesini ilk telaffuz eden, Karafi'dir:

Karafî (ölm. 6 8 4 / 1 2 8 5 ) , çok erken bir devirde tebliğ (buradaki


şekliyle yasama), h ü k ü m (yargı) ve tenfiz (icra) şeklinde bir üçlü
ayırımla Batı'dan asırlar önce, 'kuvvetler ayrılığı ilkesi'ni ortaya
koymuştur. Kuvvetler ayrılığı ilkesini Batıda ilk kez dile getiren
M o n t e s q u i e u ' n u n ölüm tarihi 1755'tir. Karafî ile aradaki fark yak­
laşık beş yüzyıl...
S ü n n e t i n yeri k o n u s u n d a e n güzel tespiti, H z . P e y g a m b e r ' i n baş­
l a n g ı ç t a n itibaren en yakın d o s t l a r ı n d a n biri olan Hz. Ebubekir
yapmıştır. Şöyle diyor:

"Ey insanlar! Tanrı Elçisi bu âlemden göçmüştür. Şimdi siz ona mal
ederek bazı sözler rivayet ediyorsunuz. Sizden sonra gelecek olanlar
çok daha kuşku uyandırıcı sözler söyleyeceklerdir. O halde, en iyisi,
Tanrı Elçisi'ne isnat ederek hiç bir söz söylemeyin. Size bir şey soru­
lunca: 'Ortada Allah'ın Kitabı Kur'an var. Onun helal dediği helal,
haram dediği haramdır.' deyiverin." (bk. Zehebî; Tezkire, 1/3)

Bu tespitin gerçek m â n â s ı n ı a n l a m a k için H z . M u h a m m e d ' i n be­


şer ve nebi niteliklerini hatırlamak gerekir. O n u n , bağlayıcı nite­
likteki söz ve fiilleri, nebi yanından kaynaklanan söz ve fiillerdir.
Ve b u n l a r ı n çerçevesini K u r ' a n çizer; hadisler ve fiil halindeki
s ü n n e t de uygulama şekillerini ve algılanış yöntemlerini gösterir.

O halde, sünnetin bir zamanüstü, bir de zamana bağlı yanı vardır.


Ç ü n k ü H z . Peygamber, bir y a n d a n K u r ' a n ' ı n ileriki z a m a n l a r ­
da insanlığa cevap v e r e c e k yönlerine açıklık getirir, bir y a n d a n
da yaşadığı devir ve t o p l u m d a k i boyutlarla kayıtlı izahlar yapar.
B u n l a r ı n ikisini b i r b i r i n d e n ayırmak, ilim ve fikir k a d r o l a r ı n ı n
işidir. A n c a k şu n o k t a kesindir:

Kur'an, Hz. Peygamber'e bile din adına müstakil olarak h ü k ü m


koyma yetkisi vermemektedir. Peygamber'in h ü k ü m , teşrî ve ten-
fiz işlevlerini farkında olmadan 'tedyîn' gibi algılayan veya bilerek
böyle bir algılama yaratanlar büyük bir hata işlemekteler. K u r ' a n ' ı n
açık ve tartışılamaz beyanına göre, dinin koyucusu Allah'tır ve bu­
rada iştirak söz konusu edilemez. Bu yetki Allah'ın tekelindedir.
O halde, çapı ve çerçevesi ne olursa olsun, nebinin yaptığı, vahye
yorum getirmek ve onu örneklerle insan hayatına kazandırmaktır.
Nebinin bağımsız h ü k ü m koyma yetkisi, yani h a r a m kılma-helal
kılma yetkisi yoktur, (bk. 5/99; 24/54; 42/48; 6 6 / 1 ; 24/54)

Fıkıhta sünnet, mükellef (yükümlü) kişinin fiillerinin aldığı t ü r


a d l a r ı n d a n biridir. Bu, b a z ı d ü ş ü n ü r l e r c e farzdan sonraki ilk
tür, bazılarına göre ise ü ç ü n c ü t ü r bir y ü k ü m l ü l ü k t ü r . S ü n n e t i
ü ç ü n c ü sıraya k o y a n l a r a göre, ikinci sırayı vacip a l m a k t a d ı r . Bu
s o n k a n a a t fıkıh t a r i h i n d e Hanefîlerce paylaşılır. Diğer ekoller
genellikle v a c i p diye ayrı bir t ü r e yer vermezler.
Fıkıhçılar, s ü n n e t i , " H z . P e y g a m b e r ' i n farz o l m a y a r a k y a p m ı ş
oldukları şeyler" diye t a n ı m l a r l a r . F ı k ı h t a s ü n n e t i n iki t i p i n d e n
bahsedilir:

1. Müekked (pekiştirilmiş) sünnet: S ü n n e t i n bu t ü r ü , H z .


P e y g a m b e r ' i n genelde d e v a m edip p e k az t e r k ettikleri tavır ve
fiildir. Sabah, öğle, a k ş a m n a m a z l a r ı n ı n s ü n n e t o l a r a k kılınan
kısımları bu c ü m l e d e n d i r . Ezan, kaamet, farz n a m a z ı cemaatle
kılmak da bu t ü r d e n d i r . S ü n n e t i n bu t ü r ü n e sünnet-i h ü d a (ay­
dınlığa, m u t l u l u ğ a g ö t ü r e n s ü n n e t ) d e denir.

2. Müekked olmayan (pekiştirilmemiş) sünnet: H z . P e y g a m b e r ' i n


a r a sıra y a p m ı ş o l d u ğ u şeye denir. Yatsı ve ikindi n a m a z l a r ı n ı n
ilk s ü n n e t i olarak kılınan n a m a z l a r bu c ü m l e d e n d i r .

" P e y g a m b e r i m i z i n yiyip içmeye, o t u r u p k a l k m a y a giyinip ku­


ş a n m a y a ilişkin s ü n n e t l e r i n e zevâid sünnetler (ilave s ü n n e t l e r )
d e n i r . " (Bilmen; İslam İlmihali, 45) Bazılarına göre, zevâid sün­
netler de müekked olmayan sünnetler cümlesindendir.

S ü n n e t l e r i n , bağlayıcılık a ç ı s ı n d a n d u r u m u n u , geleneksel fıkıh


adına, r a h m e t l i Ö m e r Nasuhi Bilmen'den dinleyelim:

" M ü e k k e d s ü n n e t v e sünnet-i h ü d a d e n e n s ü n n e t l e r i n ya­


p ı l m a s ı n d a sevap, k a s t e n t e r k e d i l m e s i n d e a z a p y o k s a da, itap
(azarlama) vardır. M ü e k k e d o l m a y a n s ü n n e t l e r l e zevâid sün­
n e t l e r i n yapılması ise ç o k güzel bir d a v r a n ı ş olur. B u n l a r H z .
P e y g a m b e r ' e u y m a n ı n bir alâmeti ve y ü c e P e y g a m b e r i m i z i n
şefaatine bir vesiledir. A n c a k b u t ü r s ü n n e t l e r i n t e r k edilmesi
k ı n a m a y ı gerektirmez. İşte s ü n n e t l e r i n h ü k ü m l e r i b u n l a r d ı r . "
(Bilmen, İslam İlmihali, 45)

Tespit ettiğimiz bu n o k t a l a r dikkatle değerlendirildiğinde, bu­


g ü n k ü İslam d ü n y a s ı n ı n s ü n n e t l e r i bir t ü r farz (vahye daya­
lı kulluk b o r c u ) h a l i n e getirmeleri ve hiçbir ayırım y a p m a d a n
bağlayıcı görmeleri, İ s l a m ' ı n t e m e l k a b u l l e r i n d e n bir s a p m a n ı n
varlığını gösterir. D a h a iyiyi elde e t m e n i n , sevap k a z a n m a n ı n
serbest seçime bağlı yolu olan s ü n n e t l e , Allah'ın, kullarına bir
k u l l u k ve insanlık b o r c u o l a r a k yüklediği farzları aynı kefeye
k o y m a k , dinin etki alanını d a r a l t m a k t a ve Allah'ın emirlerinin
t e r k edilmesine yol a ç m a k t a d ı r . Bu davranış, d a h a çok sevap ka­
z a n m a k v e k e n d i r u h u n u y ü c e l t m e k isteyenler h e s a b ı n a , kulluk
b o r c u n u yerine getirmekle yetinecek kişilerin z o r a s ü r ü l m e s i n e
sebep o l m a k t a ve İ s l a m ' ı n vahye dayalı çatısı z e d e l e n m e k t e d i r .
Yani b u r a d a m e n f a a t i n celbi u ğ r u n a mefsedet (zarar, b o z g u n )
yayılmasına d e s t e k verilmektedir. Oysaki İslam'ın temel ka­
bulü, mefsedetin k o v u l m a s ı u ğ r u n a m e n f a a t i n t e r k edilmesidir.
U c u z takva t e z g â h t a r l a r ı İslam'ın b u evrensel yaklaşımını ben­
liklerinin veya hiziplerinin çıkarları u ğ r u n a tepelemiş, kitleyi al­
datmışlardır. Ve a l d a t m a y a d e v a m e t m e k t e d i r l e r .

S Ü N N E T E KUR'AN AÇISINDAN BAKIŞ

K u r ' a n , 10'a yakın ayette, s ü n n e t i t a r z ve tavır olarak kullan­


m a k t a , Allah'ın t a r z ve tavrını ifade için de 'Allah'ın sünneti'
( s ü n n e t u l l a h ) d e y i m i n e yer v e r m e k t e d i r .

Allah'ın sünneti, Allah'ın varlığa k o y d u ğ u değişmez, e g e m e n il­


keleri ifade eder. M u h a m m e d İkbal'in deyimi ile: "İnsan için yaşa­
yış tarzı ne ise, Yaratıcı Kudret için sünnetullah odur." K u r ' a n bu
a n l a m d a o l m a k ü z e r e kader s ö z c ü ğ ü n ü de kullanır, (bk. b u r a d a ,
Kader m a d . )

K u r ' a n ' ı n hiçbir yerinde, 'Peygamber'in sünneti' veya 'Muham-


med'in sünneti' tabirine r a s t l a n m a z .

İ n s a n l a r ı n s ü n n e t l e r i değişken olduğu halde, Allah'ın sünnetin­


de değişme ve bozulma yoktur. (17/77; 33/62; 35/43) D o ğ a l d ı r
ki, d e ğ i ş m e m e , s ü n n e t u l l a h ı n fiil olarak işleyen kısmı içindir.
İrade kısmı bizim tarafımızdan bilinmediği için biz o n u h e r an
değişken k a b u l e t m e k d u r u m u n d a y ı z . K u r ' a n , "Allah, yaradı­
lışta dilediğini artırır." (35/1) d e m e k t e d i r . O a r t a c a k olan da
s ü n n e t u l l a h ı n i r a d e d e n fiile çıkışıdır.

Tabiat kanunları, varlık ve o l u ş u n ilkeleri, s ü n n e t u l l a h c ü m -


lesindendir. S u y u n 100°'de k a y n a m a s ı , mevsimlerin belli bir
d ü z e n içinde oluşması, çekim k a n u n l a r ı vs. h e p sünnetullahtır.
S ü n n e t u l l a h icabı h e r şey kader d e n e n ölçüye göre seyreder:
"Allah katında her şey bir ölçüye bağlıdır." (Ra'd, 8) Bu ayette, ölçü
a n l a m ı n d a kullanılan mikdar kelimesi kaderle aynı köktendir.

S ü n n e t u l l a h , Allah'ın tavrı ve t a r z ı o l d u ğ u n a göre, tabiatı, eşya­


yı, oluşu ve b u n l a r ı n bağlı olduğu ilkeleri incelemek, bizi b u n -
ların yöneticisi olan b ü y ü k ş u u r a , yaratıcı kuvvete götürecektir.
Bu y ü z d e n d i r ki, K u r ' a n , b ü t ü n evreni t e t k i k edilmesi gereken
bir ibretler ve deliller alanı olarak g ö s t e r m e k t e d i r , (bk. b u r a d a ,
Ayet m a d . ) İkbal'in dediği gibi:

"Tabiatı tanımak, Allah'ın davranışını tanımaktır. Tabiatı inceler


ve seyrederken, Yaratıcı Kudret'le bir t ü r yakınlık aramaktayız; bu
ise d u a n ı n başka bir şeklidir."

D İ N S E L KAYNAK OLARAK S Ü N N E T

S ü n n e t i , dinin K u r ' a n m e r t e b e s i n d e bir kaynağı d u r u m u n a ge­


t i r m e k v e d a h a s o n r a d a K u r ' a n ' ı s ü n n e t e u y d u r m a çığırını aç­
mak, böylece eski A r a p örflerini dinleştirmeyi m e ş r u l a ş t ı r m a k
İslam ü m m e t i n e ç o k pahalıya mal o l m u ş t u r . Denebilir ki b u g ü n
M ü s l ü m a n d ü n y a n ı n içinde kıvrandığı ıstırapların t e m e l sebebi
b u d u r . Ç ü n k ü b u yanlış, dini K u r ' a n ' d a n k o p a r a r a k K u r ' a n ' ı n
geldiği d ö n e m i n örflerini K u r ' a n ' ı n getirdiği d i n i n yerine geçir­
miş v e İslam ü m m e t i , K u r ' a n m e s a j ı n d a n y a r a r l a n m a i m k â n ı n ı
k e n d i eliyle yok etmiştir.

Sünneti, dinin yarısı gibi görerek hadis kitaplarını K u r ' a n ' a ortak
k o n u m u n a getirmek, K u r ' a n ' ı n temel h ü c u m hedefi olan şirkin
maskeli bir g ö r ü n ü m ü d ü r .

Ü z e r i n d e o l d u ğ u m u z meselenin, K u r ' a n p e n c e r e s i n d e n bakıldı­


ğında, esası ş u d u r :

Peygamberler, Allah'ın elçileridir, ortakları değil. B u n u n zo­


r u n l u s o n u c u , peygamberlerin söz ve d a v r a n ı ş l a r ı n ı n d i n d e bir
o r t a k irade h a l i n e getirilmemesi gerektiğidir. T a r i h bize göster­
m e k t e d i r ki bu k a p ı a r a l a n ı p ilahî irade h e r h a n g i bir o r t a k l a pay­
laştırıldı mı iş, peygamberlerle bitmiyor, art a r d a diğer ortaklar
s ö k ü n edip geliyor.

İslam içinde k o n u ş u r s a k b u n u n belirgin örneği, ü n l ü 'edille-i


şer'iye' kavramıdır. Bilindiği gibi, S ü n n î İslam'ın t e m e l kabul­
l e r i n d e n biri de 'edille-i şer'iyenin dört olduğu' y o l u n d a k i gele­
neksel anlayıştır. Bunlar, Kur'an, sünnet, icma ve kıyas olarak
sıralanır. Bazı ekoller b u n l a r a bazı ilaveler y a p a r a k dinsel delil­
leri 7'ye, 9'a, h a t t a 10'a 15'e ç ı k a r m a k t a d ı r . Oysaki b u n l a r dinin
k a y n a k l a r ı değil, d i n i n k a y n a ğ ı n ı ve d a y a n a ğ ı n ı a n l a m a d a beşerî
yollar, y ö n t e m l e r d i r .

Anlaşılması istenen kaynak ve dayanak tektir ve o da Kur'an'dır,

K o n u y u bu şekilde g ü n d e m e getirdiğinizde t e o r i k olarak bir iti­


raz g e l m e m e k t e , esas k a y n a ğ ı n ve delilin t e k olduğu söylenmek­
t e a m a y a ş a n a n h a y a t t a asırlardır b u n u n t a m tersi işlemektedir.
D a h a s ı var: G ü n ü m ü z t o p l u m l a r ı n ı n g ü n l ü k h a y a t l a r ı n d a , diğer
delillerle K u r ' a n a r a s ı n d a hiçbir fark kalmamıştır; h a t t a K u r ' a n
o delillerin ç o k gerisine atılarak diğer üç beşerî k a y n a k d i n i n ta
kendisi kılınmıştır.

İşin t e o r i k a ş a m a s ı n d a söylenmesi gerekeni en güzel ifade eden­


lerden biri de sûfî-fakîh Gazalî'dir. Ebu Hâmid el-Gazalî (ölm.
5 0 5 / 1 1 1 1 ) , fıkıh metodolojisi a l a n ı n d a ö n e m l i e s e r l e r d e n biri
olan el-Müsfas/a'sında dinsel delilleri d e ğ e r l e n d i r i r k e n şu güzel
tespiti yapıyor:

"Bil ki, bakışımızı iyice derinleştirdiğimizde görürüz ki dinsel


hükümlerin esas kaynağı bir tanedir: Allah'ın sözü, yani K u r ' a n .
Resul'ün sözü ne h ü k ü m d ü r ne de mülzim (bağlayıcı-yükümlülük
altına sokucu). H ü k ü m Allah'ındır. Ancak Allah'ın h ü k m ü n ü orta­
ya çıkaran bir gösterici (muzhır) lazımdır ki işte bu, Peygamber'in
sözüdür. Gösteren söz de yalnız bu sözdür. Mülzim sebep ise tektir
ve o da Allah'ın h ü k m ü d ü r . Resul, mülzim ve h â k i m değil, sade­
ce Allah'tan haber getiren (muhbir anillah) aracıdır." (Gazalî; el-
Müstasfa, 1/285-287)

Evet, hâkim ve mülzim Allah'tır. Allah'ın verdiği h ü k m ü h a b e r


v e r e n ( m u h b i r ) ve g ö s t e r e n ( m u z h ı r ) ise H z . P e y g a m b e r ' d i r .
Yani dini k u r a n ve g ö n d e r e n , Allah; tebliğ edip gösteren, pey­
gamberdir.

G e r ç e k , Gazalî'nin de ifade ettiği gibi, işte b u d u r a m a İslam ta­


r i h i n d e h a y a t ve t o p l u m l a r ı şekillendirip y ö n l e n d i r e n kabuller
b a ş k a d ı r . Bu kabuller d i n e bir değil, b i r k a ç k a y n a k b u l m u ş t u r .
H a t t a fıkıh kitaplarında, açık ve tevilsiz bir şirk ifadesi olan
şu başlık atılabilmiştir: 'Sünnetin Kur'an'ı Neshi' Bu başlık al­
t ı n d a işlenen e n k o r k u n ç g ü n a h , hadislerin K u r ' a n ayetlerini
h ü k ü m d e n düşürebileceğini g ö s t e r m e y e k a l k m a k , b u n a kılıf
h a z ı r l a m a k t ı r . Bu g ü n a h ı n ortaya çıkardığı anlayışa göre, ayet-
lerle hadisler karşı karşıya gelir, ç e k i ş m e d u r u m u n d a kalırlarsa,
P e y g a m b e r ' e isnat edilen kabuller (veya P e y g a m b e r ' i n kabulle­
ri) Allah'ın kabullerini saf dışı edebilecektir.

P e y g a m b e r ' i n söz ve kabullerinin Allah'ın s ö z ü n e arzı g e r e k m e z


m i ? K u r ' a n ve akıl b u n u g e r e k t i r m e z mi? Ne yazık ki, geleneksel
anlayışı temsil e d e n l e r d e n birçoğu b u n u n a k s i n i söyleyebilmiş­
tir. Bu b ü h t a n ı işleyenlerin ilklerinden biri o l a n Beyhakî (ölm.
4 5 8 / 1 0 6 5 ) , Delâilü'n-Nübüvve adlı e s e r i n d e b a k ı n ne diyor:

"Hadislerin K u r ' a n ' a arz edilip onaylatılması yolundaki hadis


bâtıldır. Böyle bir şey asla doğru olamaz. K u r ' a n ' d a , hadislerin
K u r ' a n ' a arzına delalet eden hiçbir şey yoktur." (Beyhakî; Delâil.
1/27)

T a r t ı ş m a s ı z k i t a p s a d e c e K u r ' a n o l m a m ı ş , d ü z i n e l e r l e zübür,
binlerce mişna d o k u n u l m a z ve t a r t ı ş ı l m a z ilan edilmiştir. H a t t a
K u r ' a n t e r c ü m e ve tefsir edildiği halde, ' d o k u n u l m a z ' ilan edi­
len bu z ü b ü r ve m i ş n a l a r y o r u m a bile açılmamıştır. Bunları ya­
zanlar, örtülü bir biçimde A l l a h ' t a n d a h a fazla o t o r i t e haline
getirilmiştir. Yani K u r ' a n ' ı n ve P e y g a m b e r ' i n din m e s e l e s i n d e
v ü c u t b u l m a i h t i m a l i n e d i k k a t çektikleri ve şikâyetçi oldukları
n e k a d a r t e h d i t varsa t e k t e k o r t a y a çıkmıştır.

Bir gün gelmiştir ki Hak ve hidayet kavramlarım artık Kur'an ifade


etmez olmuştur. Ç ü n k ü 'hak mezhepler' (!) ve 'hak tarikatlar' (!)
vardır. Bunlar dışında h a k arayanlar 'sünnete ve ü m m e t e muhale­
fetle' suçlanmıştır.

H z . M u h a m m e d t ü m b u n l a r ı n böyle olacağını, n ü b ü v v e t i n i n bir


gereği o l a r a k elbette ki g ö r m ü ş ve g e r e k e n uyarıları yapmıştır.
H e r t ü r l ü y o z l a ş m a b e l a s ı n ı n giriş kapısı olarak peygamberlerin
şirk aracı yapılmasını K u r ' a n o n a göstermişti. Öncelikle bu gi­
riş kapısını k a p a t m a k için tedbirler aldı. T ü m hayatı, k e n d i s i n i n
A l l a h ' ı n elçiliğinden çıkarılıp A l l a h ' ı n ortağı k o n u m u n a getiril­
m e m e s i için verilmiş m ü c a d e l e l e r l e d o l u d u r . Bu titizliğinin a m a ­
cına v a r m a s ı için, Allah'ın kitabı dışında, tartışılmaz ve şaşmaz din
kaynağı yaratıl mamasına özen gösterdi. Hadislerinin yazılıp top­
lanmaması yolunda verdiği talimat b u n u n en tipik göstergesidir.
Kendisinden habersiz yazılan hadislerinin de imhasını emretmiştir.

Sahabîler b u n u n a n l a m ı n ı ve a m a c ı n ı iyi bildikleri içindir ki ha-


dis rivayet e t m e k t e n çekinmişlerdir. H z . Peygamber'le İ s l a m ' ı n
ilk g ü n ü n d e n itibaren b e r a b e r o l m u ş en b ü y ü k sahabîlerin riva­
yet ettikleri hadislerin sayısı p a r m a k sayısına yakındır. O nesil­
d e n Saîd bin Yezid diyor ki, "Sa'd bin Ebî Vakkas ile Medine'den
Mekke'ye değin (yaklaşık bir ay) beraber oldum; gidip dönünceye
kadar bir tek hadis telaffuz etmedi."

Şa'bî (ölm. 103/721) şöyle k o n u ş u y o r :

"Şu, 'Resul buyurdu' sözüne şaşıyorum. Ben, İbn Ömer'le iki yıl
boyunca beraber oldum, Hz. Peygamber'den bir tek söz naklettiğini
görmedim." (Süyutî; Tahzîru'l-Havâs, 153-154)

Biz i n a n ı y o r u z ki s o n r a k i z a m a n l a r d a , sahabîlerin adları kulla­


nılarak birçok hadis u y d u r u l m u ş t u r . Bizim, â h a d haber vs. adla­
rıyla andığımız rivayetlerin bir kısmı da bu şekilde ç ü r ü ğ e çıkar.
Yani senedinde sahabî adı gördüğümüz her söz, güvenilir değildir.

Sahabîlerin hiçbirinin yalan söylemediğini var sayalım; sahabînin


adını ortaya sürenin yalan söylemediğini nereden biliyoruz!
Peygamber'e yalan isnat edenler, o n u n sahabîsine neden isnat et­
mesin! Sonuçta, bizim bir tek dayanağımız kalır: Hadis diye rivayet
edilen sözün K u r ' a n ' a onaylatılması...

Ş u n u u n u t m a y a c a ğ ı z : H a d i s diye rivayet edilen s ö z ü n bize bağ­


l a n a n u c u n d a "Falanca bana rivayet etti ki, dedi ki..." t ü r ü n d e n
bir ifade var. O n d a n ö n c e s i bizim için k o c a bir karanlıktır. Biz,
d ü n y a ve âhiretimizi, "filanca bana dedi ki..." b e y a n ı n a d a y a n a ­
r a k şekillendirenleyiz.

H a d i s u l e m a s ı n ı n 'sahîh' (sağlam) u n v a n ı verdiği hadislerin


t ü m ü , a n a başlığı 'âhad haber' veya 'haber-i vahit' olan ve H z .
P e y g a m b e r ' d e n bir kişi t a r a f ı n d a n rivayet edilen sözlerdir.
Haber-i vahidin en sahihi bile sadece zan (sanı) ifade eder. Bir ta­
n e s i n i n bile kesinlik niteliği yoktur. H a d i s a l a n ı n ı n otoritele­
r i n d e n biri sayılan Ahmed Naim (ölm. 1934) bu n o k t a d a şunları
söylüyor:

"Haber-i vahit, nihayet galebe-i zannı müfid olup kuvvet ve sıhha­


ti de hâsıl olan zannın kuvvetine tabidir. İlm-i zannînin derecâtı
olduğu gibi, sahihin de derecât-ı mütefâvitesi olmak lazım gelir."
( A h m e t N a i m ; Buharî Tercüme ve Şerhi,l/210)
Kısacası, haber-i vahidin esası, sadece sanı ve tahmindir. Bu sanı ve
t a h m i n bizde kuvvetli bir ihtimal duygusu yaratmışsa biz "İşte bu
hadis sahihtir" diyoruz. Ve b u n u diyebildiğimiz anda da dinimizi
dünyamızı o söze teslim ediyoruz. Böyle bir tavrın, Kur'anî iman
ve idrakle barıştırılması m ü m k ü n olamaz.

'Sahih' u n v a n l ı h a d i s l e r i n d u r u m u b u . Bir de 'zayıf diye nite­


l e n e n l e r i n d u r u m u n u d ü ş ü n m e k gerekir. B ü t ü n b u s e r ü v e n d e
bize k a n ı t olan t e k şey vardır: H a d i s i n k e n d i l e r i n d e n alındığı
söylenen ve Peygamberimizle b i z i m a r a m ı z d a u z a y ı p giden ki­
şiler zinciri. Bu zincirin bir yerde yazılı o l d u ğ u n u g ö r d ü ğ ü m ü z
a n d a hadisle ilgili 'kanıt' p r o b l e m i m i z i ç ö z ü l m ü ş sayıyor, " B u
h a d i s sağlam h a d i s t i r " h ü k m ü n ü veriyoruz. " H a d i s u l e m a s ı b u
h a d i s i n s a h i h o l d u ğ u n d a oy birliği e t m i ş t i r " vs. t ü r ü n d e n sözle­
r i n esası işte b u d u r .

Bu 'senet' d e n e n kişiler zincirinin güvenilirliğinin kanıtı n e d i r ?


Kendisi k a n ı t a m u h t a ç bir şeyin k a n ı t olarak kullanılmasını na­
sıl k a b u l ederiz? Bu s e n e t m e s e l e s i n d e üç n o k t a y ı s o r g u l a m a m ı z
gerekiyor: Birincisi, s e n e t t e k i kişiler k i m d i r ve onlarla gerçek­
t e n g ö r ü ş ü l m ü ş m ü d ü r ? İkincisi, b u kişilerin rivayet ettikleri
söz, bizim ö n ü m ü z e k o n a n söz m ü d ü r ? Ü ç ü n c ü s ü , b u s ö z ü n
Peygamber'e nispeti ne derece doğrudur?

Bu s o r u l a r a o l u m l u cevaplar b u l d u ğ u m u z d a bile yapılan iş, yer­


d e n t a ş t o p l a y a n kişilerin topladıkları taşların e l m a s o l d u ğ u n u
var saymaktır. T o p l a n a n taşların e l m a s o l u p o l m a d ı ğ ı n a hük­
m e t m e k için o t a ş l a r ı n m i h e n g e v u r u l m a s ı şarttır. O m i h e n k ,
K u r ' a n ' d ı r . İmamı Âzam, işte bu m i h e n g i işleterek K u r ' a n ' a ters
d ü ş e n sözleri h a d i s olarak k a b u l e t m i y o r d u .

Birkaç kişinin yerden taş topladığını ispat etmek, toplanan taşların


değerli taşlar olduğunun ispatı değildir. T a ş l a r ı n değerli o l u p ol­
m a d ı k l a r ı n ı n b a ş k a bir ölçütle değerlendirilmesi gerekir. H a d i s
uleması, işte b u s o n u n c u y u h e m e n h e m e n hiç y a p m a m ı ş t ı r .
Ç ü n k ü b u n u yaptıkları t a k d i r d e d e n e t i m m a k a m ı n a K u r ' a n ' ı
koymaları gerekir. Böyle bir şey ise o n l a r ı n h a d i s l e r i n i n nere­
deyse o r t a d a n k a l k m a s ı d e m e k t i r . N e d e n mi?

Kur'an, bu hadis malzemesinin yüzde doksanına onay vermez.


İlginçtir, K u r ' a n ' d a n onay alabilecek olan a m a dinde kural koyma­
yan hikmetli söz türü rivayetler, senetleri bakımından tutarsızdır.
Yani, dinde kural koyan türden olanların büyük kısmı K u r ' a n ' d a n
onay alamıyor, Kur'an'la çelişmesi söz konusu olmayanlar ise ha-
disçilerin senedi bakımından çürüğe çıkıyor. Geriye, güvenilir fazla
bir şey kalmıyor.

Ü z e r i n d e o l d u ğ u m u z 'senet' yani hadisi rivayet eden kişiler zinci­


ri k o n u s u n d a , büyük bilgin İbnül Cevzî'nin ufuk açacak bir tespi­
tini buraya almak istiyoruz. İbnül Cevzî (ölm. 597/1200), devrim
yaratmış eseri Telbîsü İblis'te, şeytanın, muhaddisleri nasıl aldatıp
k a r m a ş a ve yalana ittiğini anlatırken özetle şöyle diyor:

" B u hadis uleması içinde Kur'an'ı ezberlememiş olanlar, h a t t a na­


mazın şartlarını bilmeyenler vardır... Bir kısmı da dinledikleri ha­
dis sayısını çoğaltır da çoğaltır. Amacı, hadisin sağlamlığı filan de­
ğildir; hadis tahsili için ne kadar beldeyi gezdiğini, neler çektiğini,
ne kadar insanla görüştüğünü abartılı bir biçimde anlatıp dikkat
çekmektir... Bunların içinde, Bağdat'taki nehrin kenarında yaptığı
konuşmayı bir kelime oyunuyla Şam'da bir nehrin kenarında yapıl­
mış gösterenlerden, torunuyla yaptığı konuşmayı, aradan iki kişi
atlayarak dedesiyle yapılmış veya öğrencisiyle yaptığı konuşmayı
hocasıyla yapılmış gösterenler vardır.... Bunların t ü m ü n ü n amacı,
öne geçmek, ünlenmek, itibar toplamaktır..."

" H a d i s ulemasına bulaşan iblis kirletmelerinden biri de şudur:


Bunların bazıları u y d u r m a (mevzu') bir hadisi, uydurma olduğunu
açıklamadan rivayet eder. İşte bu, bu insanların dine karşı işledikle­
ri bir cinayettir. Bu cinayeti, hadislerini geçerli kılmak, 'çok hadis
toplamış a d a m ' unvanı kazanmak için yaparlar. Bunlar çoğu kez,
'Filancadan, falancadan dinledim' şeklinde konuşurlar ama aslında
o dediklerinden bir şey dinlemiş değillerdir. Bazen de hadis aldık­
ları güvenilmez, yalancı kişilerin fark edilmesini önlemek için o in­
sanların adlarını gizlemek, künyelerini, nisbelerini değiştirmek yo­
luna giderler. Bu yaptıkları da dine karşı işlenmiş bir cinayettir..."
(İbnül Cevzî; Telhis, 133-137)

Ne yazık ki, bu cinayetlerin faturasını o rivayetçiler değil, onla­


rın a r d ı n a d ü ş ü r ü l e n m a s u m kitleler ödemiştir. H e m d e asırlar
boyu...

Ş u n u n altını da ç i z m e k z o r u n d a y ı z : "Sahabe ve tâbiûn neslinden


gelen söz, fiil ve kabullere ilişkin rivayetlere hadis dendiği de çok
olmuştur." ( A h m e t N a i m ; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/7)
Yaşadığımız günlerde, bizim h a d i s dediklerimizin bu sayı­
l a n l a r d a n hangisi o l d u ğ u n u m e r a k e d e n bile fazla k a l m a d ı .
Uydurmacılığın siyasal çıkara bağlı odakları, bu k o n u d a soru sor­
m a y a kalkanları, "Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine
karşı çıkıyor" şeklindeki şeytanî ithamıyla sindirmeyi ne yazık ki
b ü y ü k ö l ç ü d e b a ş a r m ı ş t ı r . U y d u r m a l a r içinde 'Peygamberimizin
sidiğini içmenin cennet kazandırdığını, Peygamberimizin dışkı­
sının gaita-i şerife ve parfüm olduğunu' söyleyenler bile vardır.
U y d u r m a c ı l ı k irini K u r ' a n ' ı n şualarıyla k u r u t u l m a z ve ayağını
biraz d a h a sağlam b a s m a s ı n a fırsat verilirse k u ş k u olmasın ki,
kendilerini 'Peygamberin vekili' ilan e t m e k ü s t a h l ı ğ ı n a s o y u n a n
b i r t a k ı m şeytan evliyası t â ğ u t u n sidik ve dışkısının k u t s a n m a s ı
a ş a m a s ı n a geçilecektir.

H a d i s k o n u s u n d a o y n a n a n o y u n l a r d a n birine d a h a d i k k a t çeke­
lim: Mütevâtır o l d u ğ u n d a hiçbir k u ş k u b u l u n m a y a n şu hadise,
s o n r a d a n e k l e n e n bir t e k kelime, asırlarca h ü s r a n yaratmıştır.
Hadisin tartışmasız metni şudur:

" K i m bana yalandan bir söz isnat ederse cehennemdeki yerine ha­
zırlansın!"

Bu hadisi işe y a r a m a z hale getiren e k l e m e ş u d u r : 'kasten..' Bu


e k l e m e hadisi şu şekle g e t i r m e k t e d i r : " K i m bana kasten bir ya­
lan isnat ederse cehennemdeki yerine hazırlansın!" İ m a m Şafiî, el-
Ü m m ' ü n d e b u h a d i s i b i r k a ç y o l d a n rivayet eder. H i ç b i r i n d e bu
'kasten' ( m ü t e a m m i d e n ) s ö z c ü ğ ü y o k t u r .

Emevî valisi Haccâc-ı Zalim t a r a f ı n d a n M e k k e ' n i n m a n c ı n ı k -


l a n m a s ı sırasında katledilen sahabî Abdullah bin Zübeyr, (ölm.
73/692) b a b a s ı n a : "Sen n e d e n başkaları gibi hadis rivayet etmi­
y o r s u n ? " diye s o r d u ğ u n d a b a b a Z ü b e y r şöyle cevap verdi: 'Bana
yalan isnat eden, cehennemdeki yerine hazırlansın' h a d i s i n i n teh­
d i d i n d e n k o r k u y o r u m . " Ve Zübeyr ş u n u ekledi:

"Bakıyorum, son zamanlarda bu hadise bir 'kasten' sözü eklendi.


Ben bu hadisi Peygamberimizden dinlediğim hiçbir seferinde, ye­
min olsun, 'kasten' diye bir kelime duymadım."

Bu A b d u l l a h ' ı n , H z . P e y g a m b e r ' d e n t ü m rivayeti 20'yi geç­


miyor. C e n n e t l e müjdelendiği bildirilen Saîd bin Zeyd (ölm.
51/671) adlı s a h a b î n i n t ü m rivayeti 10 sözdür, (bk. İ b n Ku-
teybe; Te'vîlu Muhtelifi'l-Hadîs, 39; A h m e t N a i m ; Buharî Tercüme
ve Şerhi, 1/53-55)

A m a H z . P e y g a m b e r l e en fazla bir yıl beraberliği b u l u n a n , H z .


Aişe ve H z . Ali t a r a f ı n d a n 'aşırı yalancı' diye tanıtılan, H z . Ö m e r
t a r a f ı n d a n ise 'Allah ve K u r ' a n d ü ş m a n ı ' nitelemesiyle t e h d i t
edilen Ebu H u r e y r e ' n i n rivayet ettiği söz, binlerle ifade ediliyor.
B u n l a r ı n d o ğ r u l u ğ u n u kabul, a k l e n v e n a k l e n m ü m k ü n m ü ?
M ü m k ü n d e m e k , akla d a n a k l e d e i h a n e t e t m e k t i r .

Az ö n c e a n ı l a n h a d i s bir kelime eklenmesiyle yapı değiştirin­


ce s o n u ç şu oluyor: Kötü niyeti olmayanlar hadis uydurabilirler.
N i t e k i m , t a r i h b o y u n c a böyle o l m u ş t u r . Az ö n c e değindiğimiz o
bir kelimelik eklemeye d a y a n ı l a r a k u y d u r m a c ı l ı k şu şekilde h a i n
bir ilkeye d ö n ü ş t ü r ü l m ü ş t ü r :

"Özendirmek veya sakındırmak maksadıyla hadis uydurulabilir."

H a d i s uydurmacılığı, m i n a r e y i ç a l m a d a n ö n c e bol m i k t a r d a kılıf


hazırlamıştır. Kılıflardan biri işte bu, "Özendirmek maksadıyla
uydurulabilir" hezeyanıdır. İkinci kılıf ise u y d u r m a l a r a karşı
K u r ' a n ' ı ö n e ç ı k a r a c a k olanları s u s t u r m a y a yönelik ş u uydur­
madır:

"Sizden birinize benden bir hadis okunduğunda, koltuğuna kurul­


m u ş olarak şöyle diyebilecektir: 'Ben Kur'an'ı o k u r u m ; böyle güzel
sözlere gelince onlar gibisini ben de söylerim." ( U y d u r m a n ı n şece­
resi için bk. Elbanî; Silsiletü'l-Ahâdîs ez-Zaîfa, 3/204)

U y d u r m a olduğu, 'Hadis Allâmesi' Elbanî t a r a f ı n d a n belgelenen


iki m e l u n söz d a h a verelim:

" H a d i s yazdığınız zaman, onu isnat zinciri ile birlikte yazın. Eğer
gerçek bir hadis ise sevabına siz de ortak olursunuz; eğer u y d u r m a
bir hadis ise günahı o senetteki kişiye ait olur." (bk. Elbanî; aynı
eser, 2/225, 247, 249)

" Ü m m e t için benim bir hadisimi ezberleyene en yüce peygamber­


lerden yetmiş bir tanesinin alacağı ödül verilecektir." ( H a d i s adıy­
la dolaştırılan bu h e z e y a n için bk. Elbanî; aynı eser, 3/316)

Bir gerçeğe d a h a d i k k a t ç e k m e k istiyoruz:


Hz. M u h a m m e d ' i n , Medine'ye gelişinden ölümüne kadarki za­
m a n d a okuduğu 552 hutbenin hiçbirinin metni yoktur. Ç ü n k ü o
hutbelerde öğüt olarak okuduğu sözler, K u r ' a n ayetleri idi. Kur'an
dışında tartışılmaz din kaynağı istememe ve bırakmama niyetinin
en belirgin göstergelerinden biri de bu davranışıdır.

K u r ' a n , d i n i n k o y u c u s u v e sahibi olan Allah'ın i r a d e s i n i n t ü m


z a m a n l a r a ve m e k â n l a r a u z a n a n ışığı, dayanağı ve denetçisidir.
H z . P e y g a m b e r bu ışık-kaynağı ,'Allah'ın gökten yere uzanan ve
yapışanları şaşkınlık ve sapıklığa asla düşürmeyecek olan ipi' diye
t a n ı t m ı ş v e insanlığa o n u e m a n e t ettiğini söylemiştir.

Hz. Peygamber, Allah'ın kitabı dışında herhangi bir şeyin (buna


kendi sözleri de dahil) 'din' olmasını istemiyordu. Allah'ın kitabı
dışındakilerin t ü m ü n e 'mişna' diyen v e m i ş n a n ı n t a n ı m ı m v e r e n
de kendisidir. Birlikte görelim:

"Şu olgular, kıyametin yaklaştığını gösteren işaretlerdendir: Kö­


tülük üreten kişilerin itibarlı tutulması, iyilik ve güzellik üreten
kişilerin aşağılanması, sözün öne çıkması, eylemin arkaya itilme­
si, t o p l u m u n mişnaları okur hale gelmesi ve hiç kimsenin bu miş-
nalara karşı çıkmaması." Sahabîler sordular: 'Mişnalar nelerdir?'
Resul buyurdu: 'Mişnalardan maksat, Allah'ın kitabı dışındaki t ü m
din kitaplarıdır." ( H a d i s ve ilgili a ç ı k l a m a l a r için bk. Elbanî; el-
Ahâdîs es-Sahîha, 6/774-777, 803)

H z . M u h a m m e d , insanlığa din olarak K u r ' a n ' ı e m a n e t etti.


B a ş k a t ü r l ü s ü n ü y a p m a k , z a t e n n ü b ü v v e t i n e aykırı o l u r d u . N e
var ki s o n r a d a n bu e m a n e t i n y a n ı n a Şiî çevreler Ehlibeyt diye,
S ü n n î l e r de sünnet diye y e d e k iki k a y n a k eklediler. Böylece
Allah Elçisi'nin A l l a h ' t a n alarak insanlığa e m a n e t e t m e k bor­
c u n d a olduğu z a m a n ü s t ü kaynak, ü ç ü n c ü sıraya d ü ş ü r ü l d ü .

Biz, bu iki beşerî kaynağı K u r ' a n m e r t e b e s i n e ç ı k a r a n görüşleri


K u r ' a n dışı b u l a r a k r e d d e d e r i z . Ş a ş m a z ve değişmez kaynağı,
ilavelerle ü ç e çıkarmak, K u r ' a n ' ı n yıktığı teslis (üçleme) inancı­
nı yapay yollarla tevhit d i n i n e s o k m a k t a n b a ş k a bir şey değildir.
K u r ' a n , bir değil, birçok yerde: "Allah tek bir ilahtır. İlahınız tek
bir ilahtır" ( ö r n e k olarak bk. 16/22; 22/34; 37/4) diyor ve e m r e ­
diyor: " Ü ç t ü r demeyin!" (4/171)
E k l e n e n l e r i n ilah olmadığını, böyle bir niyetle ekleme yapılma­
dığını söylemek ç ö z ü m getirmiyor. Bu n o k t a d a belirleyici olan,
e k l e n e n l e r e h a n g i değerlerin yüklendiği, h a n g i işlevlerin veril­
diğidir. Eğer siz din a d ı n a K u r ' a n ' a verdiğiniz yetkiyi s ü n n e t e
veya Ehlibeyt'e veriyorsanız, onları A l l a h ' ı n yetkileriyle d o n a ­
t ı y o r s u n u z d e m e k t i r ki, b u n u n tevil edilmez a n l a m ı o n l a r ı n
ilahlaştırıldığıdır. N i t e k i m b u i l a h l a ş t ı r m a n ı n halk a r a s ı n d a k i
belirişleriyle yıllardan beri karşılaşmaktayız.

S ü n n e t k o n u s u n d a k i y o z l a ş t ı r m a l a r a h e r değindiğimizde, bir
engizisyon aforozu niteliğindeki şu sözü d u y m a k t a y ı z : "Pey­
gamberden rahatsız mı oluyorsunuz? Peygambersiz din olur mu?
Kur'an'la Peygamber'i birbirinden ayırmayın!"

Peygambersiz din elbette olmaz; a m a Peygamber'i ilahlaştıran bir


din de Peygamber'in dini olamaz.

P e y g a m b e r ile Allah'ı b i r b i r i n d e n a y ı r m a m a k ne d e m e k t i r ?
Tevhit d i n i n d e elbette ki Allah ile P e y g a m b e r b i r b i r i n d e n ayrıla­
caktır. Bu ayrımı y a p m a k , t e v h i d i n en hayatî icabıdır.

Allah ile peygamberi birbirinden ayırmamak ya Allah'ı beşer düze­


yine indirmektir yahut da peygamberi ilah mertebesine çıkarmaktır
ki bunların ikisi de şirktir.

Allah'a ait olanla peygambere ait olanın da ayrılması şarttır. "Bu


ikisi birbirinden ayrılmaz" der ve ikisine aynı yetkileri ve dokunul­
mazlıkları isnat edersek Allah'ın Allah'lığı kağıt üzerinde kalır, tev­
hit, ortaklığa dönüşür, din şirke bulaşır.

Şimdi A l l a h ' a ait olanla P e y g a m b e r ' e ait olanı birbirine karıştı­


r a n ve h a d i s adıyla s a h n e l e n e n şu K u r ' a n dışı sözlere b a k a l ı m :
" Ü m m e t i m i n fesada uğradığı bir zamanda benim sünnetime sarı­
lana yüz şehit sevabı verilir." (Elbanî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 1/497)

Bu söz esas alınırsa şunu demek zorunda kalırız: Fesadı, K u r ' a n


önleyemiyor. F e s a t söz k o n u s u o l d u ğ u n d a K u r ' a n değil de eğ­
risi d o ğ r u s u n a karışmış ' s ü n n e t ' k u r u m u ö n e çıkarılmalıdır.
K u r ' a n ' ı n tebliğcisi o l a n ve sözlerinin yazılmasına karşı çıkan,
yazılan sözlerini i m h a ettiren bir P e y g a m b e r tebliğ ettiği kitabı
ikinci sıraya mı itiyor?
T a m b u n o k t a d a , s ü n n e t v e hadisler k o n u s u n d a k i titizliği eleşti­
renlerin şu iddialarını ele a l m a k istiyoruz. Diyorlar ki, "Siz h e m
hadislere güvenilmez d i y o r s u n u z h e m de işinize gelen hadisleri
alıp k u l l a n ı y o r s u n u z . Bu nasıl oluyor? Madem rivayetler işe yara­
maz hepsini atın. Madem işe yarar, hepsini alın..."

Biz, rivayetleri d e ğ e r l e n d i r m e d e 'son ve tartışılmaz ölçüt' olarak


K u r ' a n ' ı d e n e t ç i yapıyoruz. Filan rivayeti atıp falancayı k a b u l
e d e r k e n K u r ' a n ' ı n t a n r ı s a l filtresine b a ş v u r u y o r u z . Bizim, t ü m
rivayetleri toptan kaldırıp a t m a k gibi bir saplantımız yoktur. Biz,
tarih ve miras düşmanı değiliz. Bizim derdimiz, K u r ' a n dininin
beşerî eklemelerle yozlaştırılmasını d u r d u r m a k t ı r . Bu k o n u d a gü­
venebileceğimiz son kaynak ise Kur'an'dır.

O h a l d e , 'rivayetlerin bir kısmını alıp bir kısmını atmamız', keyfî


bir u y g u l a m a değildir. K u r ' a n ' ı d e n e t i m m e v k i i n e k o y m a n ı n bir
s o n u c u d u r . Biz, rivayetlerin K u r ' a n ' a uyanlarını alır, K u r ' a n ' a uy­
mayanlarını atarız. Ç ü n k ü biz, rivayetleri, diğer d e ğ e r l e n d i r m e
yollarını k u l l a n d ı k t a n sonra, e n n i h a y e t K u r ' a n ' a a r z ederiz;
o n u n o n a y verdiklerini kullanırız; o n a y v e r m e d i k l e r i n i ise gü­
v e n e layık görmeyiz.

Bu tevhidi bakış açısıyla biz, şu s ö z ü n P e y g a m b e r i m i z e ait ola­


c a ğ ı n d a n k u ş k u d u y m u y o r u z . Ç ü n k ü b u söz, t a r i h kritiği yanın­
d a K u r ' a n t a r a f ı n d a n d a onaylanıyor:

"Aranızda olduğum sürece beni dinleyin ve bana itaat edin. Ben


aranızdan alındıktan sonra ise size Allah'ın kitabına sarılmanı­
zı öneriyorum. O n u n helalini helal, haramını h a r a m bilin!" (bk.
Elbanî; el-Ahâdîs es-Sahîha,3/358-360)

Bu s o n h a d i s , s ü n n e t b a h s i n d e bir s a p t ı r m a n ı n altını d a h a çiz­


m e m i z i gerekli k ı l m a k t a d ı r :

Hz. Peygamber'e itaat, o n u n şahsına itaat olmaktan çıkarılıp ona is­


nat edilen sözlere itaate dönüştüriilemez. D ö n ü ş t ü r ü l ü r s e bu, h e m
P e y g a m b e r i m i z e h e m de K u r ' a n ' a saygısızlık olur.

Hiç kimsenin kuşkusu yoktur ki, Kur'an, Hz. Peygamber'e itaati


emreder. Ama bu emri veren ayetlerin hangisinde 'Peygamber'in
sünneti veya Peygamber'e isnat edilen sözler ve davranışlar' kaydı
vardır. İtaati emreden ayetler, "Resul'e itaat e d i n " diyor.
Resul ş u a n d a a r a m ı z d a y o k t u r . B u d u r u m d a , Allah'ın iradesini
temsil e d e n t e k k a y n a k kalıyor: K u r ' a n . Resul'e isnat edilen mi­
rasın tartışmasızlık, k u ş k u s u z l u k niteliği yok. R e s u l ' ü n bu d ü n ­
yayı terk e t m e s i n d e n sonra, 'la raybe fîh' (içinde tartışma, k u ş k u
ve çelişme b u l u n m a y a n ) tek k a y n a k K u r ' a n ' d ı r .

K u r ' a n ' d a n onay almayan a m a yaftası 'sünnet' olan tespitlere uy­


mayı değil, uymamayı dine ve Resul'e sadakat sayarız. Sağlamlığı
tartışılan tespitler şöyle d u r s u n , R e s u l ' e aidiyetinde k u ş k u ol­
m a y a n tespitlerin bile 'farz' m e r t e b e s i n e çıkarılması h a l i n d e
terkleri gerekir. S a h a b e de böyle yapmıştır. B ü y ü k fıkıh bilgini
Şâtıbi (ölm. 790/1388) bize ş u n u bildiriyor:

Sahabenin bazıları, teravih ve kuşluk vakti namazlarını, Şevval ayı


orucunu, kurban kesmeyi terk etmişlerdir. B u n u n gerekçesini şöyle
açıklıyorlardı: Halk bu sünnetleri farz mertebesine çıkardı, b u n u
kırmalıyız; b u n u n için biz bunları terk ediyoruz, (bk. Şâtıbi; el-
Muvafakaat, 3/324 vd.)

Sünneti bir mezhebin adı olarak kullanmak (Ehlisünnet diye


bir mezhep kabul edip b u n u n dışındakileri s ü n n e t dışı ilan et­
mek) de 'sünnet' adı altında işlenen dindışıhklardan biridir.
M ü s l ü m a n l a r ı iki a n a k a m p a bölerek h e s a b ı n a u y a n l a r a s ü n n e t
ehli ( E h l i s ü n n e t ) , u y m a y a n l a r a Şiî, Haricî, Rafızî, ehli dalâlet vs.
gibi dindışılık çağrıştıran a d l a r vermek, İslam t a r i h i n i n en yıkıcı
tavrı, Allah'ın öfkesine yol a ç a n en b ü y ü k m u s i b e t t i r .

B ü t ü n hasımlarını, o a r a d a Peygamber t o r u n u H z . H a s a n ' ı d a


zehirletip ö l d ü r e r e k bertaraf e d e n Ebu Süfyan oğlu Muaviye, ba­
şarısının d o r u ğ a çıktığı yılı, 'âmu'l-cemaa' ( M ü s l ü m a n l a r ı n bir-
lik-beraberlik yılı) ilan ettirdi ve halifeliğine karşı ç ı k m a y a r a k
uslu uslu o t u r a n l a r ı ö d ü l l e n d i r m e k için o n l a r a 'Ehlisünnet' u n ­
v a n ı verdirdi. İşte bu deyim, o g ü n d e n beri kullanıla kullanıla
yaygınlaştı ve giderek, Ehlibeyt'in h a k l a r ı n ı s a v u n a n l a r dışında­
ki t o p l u l u k l a r ı ifade için bir t ü r özel ad oldu. Muaviye'den ö n c e
k u l l a n ı l m a y a n b u tabirin P e y g a m b e r i m i z i n s ü n n e t i n e s a r ı l m a k
veya o n u ö n e alarak y a ş a m a k l a hiçbir ilgisi yoktur.

Peygamber evladını katledenlerin 'Peygamber' diye bir kaygıları


olamaz.
SÜNNETULLAH
(Allah'ın varlık ve o l u ş a e g e m e n kıldığı değişmez
ilkeler, k a d e r )

S ü n n e t u l l a h yani Allah'ın s ü n n e t i , Y a r a t ı c ı ' n ı n varlık ve oluşa


e g e m e n kıldığı ilkelerdir. S ü n n e t u l l a h , İ s l a m ' ı n b ü y ü k vicdanı
M u h a m m e d İkbal (ölm. 1938) t a r a f ı n d a n 'Yaratıcı'nın tavrı, tarzı,
davranış biçimi' o l a r a k nitelendirilmektedir. Sünnetullah, kısa bir
ifadeyle, t a b i a t k a n u n l a r ı d ı r . Sünnetleri sürekli değişen toplumla­
ra Cenabı H a k k ' ı n asla değişmeyen sünneti uygulanmaktadır. İki
s ü n n e t a r a s ı n d a k i zıtlık ilgisini g ö s t e r e n b i r k a ç ayet görelim:

"Küfre sapanlara söyle: 'Eğer son verirlerse eskide kalmış olan, ken­
dileri için affedilir. Eğer yeniden başlarlarsa, daha öncekilere uygu­
lanan yol ve yöntem, eskisi gibi devam etmiş olacaktır." (Enfâl, 38)

" S e n d e n önce gönderdiğimiz resullerimize uygulanan yöntem de


buydu. Sen bizim yol ve yöntemimizde değişme bulamazsın." (İsra,
77)

"Bu, Allah'ın daha önce gelip geçmişlerde işleyen tavrı-tarzıdır.


Allah'ın tavrında herhangi bir değişiklik asla bulamazsın." (Ahzâb,
62)

"Allah'ın yol ve yönteminde değişme asla bulamazsın! Allah'ın yol


ve yönteminde döneklik de bulamazsın!" (Fâtır, 43)

K u r ' a n ' ı n 'Allah'ın indirdiği' ve 'Allah'ın gösterdiği' ifadeleriyle


d i k k a t çektiği adreslerin biri de s ü n n e t u l l a h t ı r . S ü n n e t u l l a h ı n
değişmezliğini bilerek çalışanlar, bu d ü n y a n ı n efendisi olmuşlar­
dır. S ü n n e t u l l a h k a v r a m ı n ı , Emevî z o r b a l a r ı n ı n baskılarıyla tah­
rif e d e r e k K u r ' a n dışı bir k a d e r anlayışıyla eşitleyen M ü s l ü m a n
d ü n y a ise K u r ' a n ' ı k o l t u ğ u n u n a l t ı n d a t a ş ı m a s ı n a r a ğ m e n d ü n ­
y a n ı n zelil ve sefili haline gelmiştir. Yani K u r ' a n , kendisiyle alay
e t m e y e k a l k a n l a r ı d ü n y a y a rezil etmiştir.
ŞECERE-İ MUL'ÛNE
(lanetli soy ağacı)

Şecere ve şecer ağaç d e m e k t i r . Şecere şeklinde dişili kullanıld-


ğ ı n d a soy veya soy ağacı a n l a m ı n a da gelmektedir. T ü r k ç e ' d e k i
'soy ağacı' t a b i r i n i n m e n ş e i de b u d u r . K u r ' a n ' d a , 7 yerde eril şe­
kil olan 'şecer', 19 y e r d e dişil şekil olan 'şecere' kullanılmıştır.
A d e m ile eşine u z a k kalmaları e m r e d i l e n ağaç ifadeye k o n u r k e n
de şecere kelimesi kullanılmıştır, (bk. 2/35; 7/19-22; 20/120)
Acaba, i n s a n o ğ l u n u n u z a k d u r m a s ı i s t e n e n b u şecere s e m b o l ü ,
bir ağaç mıydı, yoksa ş e c e r e n i n öteki a n l a m ı olan lanetli zalim­
ler ve h a i n l e r soyu m u y d u ? B u g ü n e değin hiç i r d e l e n m e m i ş o l a n
b u n o k t a , g e r ç e k t e n d ü ş ü n m e y e değer.

H z . M u h a m m e d ' e , sahabîleri t a r a f ı n d a n e n zorlu g ü n l e r i n d e


ö l ü m p a h a s ı n a da olsa sadık kalacakları y o l u n d a bir ağaç a l t ı n d a
verilen b i a t i n ö l ü m s ü z h a t ı r a s ı n a yollama yapılırken de 'şece­
r e ' s ö z c ü ğ ü kullanılmıştır. Yüce Y a r a t ı c ı ' n ı n rızasını k a z a n d ı r ­
dığı bizzat C e n a b ı H a k t a r a f ı n d a n bildirilen ve İslam t a r i h i n e
'Rıdvan Bîatı' diye g e ç e n bu m u k a d d e s hatıra, F e t i h s u r e s i n i n
18. ayetiyle şu şekilde ölümsüzleştirilmiştir:

"Yemin olsun, Allah müminlerden, o ağacın altında sana biat ettik­


leri sırada hoşnut olmuştur. Onların gönüllerindekini bilmiş, üzer­
lerine huzur ve sükûn indirmiş ve kendilerine yakın bir fetih nasip
etmiştir."

Şecere şeklindeki k u l l a n ı m l a r ı n 3 t a n e s i z a k k u m ağacını gün­


d e m yapar. Z a k k u m ağacı, bir y e r d e de 'şecer' sözcüğüyle ifade­
ye k o n m u ş t u r , (bk. 56/52) Z a k k u m ağacı, bir c e h e n n e m yiyece­
ği o l a r a k t a n ı t ı l m a k t a d ı r , (bk. 37/64; 44/43)

G e n e l k a n ı y a göre, şecere kelimesinin, soy ağacı a n l a m ı n d a kul­


lanıldığı t e k yer, İsra suresi 60. ayettir. A n c a k , şecere kelimesi-
n i n t e m i z ve pis sıfatlarıyla nitelendirildiği yerlerde de ş e c e r e n i n
soy a n l a m ı n d a kullanılmış o l d u ğ u n u k a b u l K u r ' a n ' ı n r u h u n a v e
mesajına çok d a h a u y g u n d u r .

K u r ' a n , ağaç k a v r a m ı n ı genel çerçeve olarak iki başlık altında


v e r m e k t e d i r : 1. Temiz ağaç, 2. Pis ağaç. C e n a b ı H a k k ' ı n yarattığı
h e r h a n g i bir ağacın pis diye nitelendirilmesi, K u r ' a n ' ı n r u h u n a
asla u y m a m a k t a d ı r . B 'pislik' ya mecazî bir a n l a m taşıyacaktır
(ki genel k a n ı b u d u r ) y a h u t da o k u l l a n ı m d a k i şecere kelimesi
soy a n l a m ı n d a alınacaktır. Bu ikinci a n l a m alınması K u r ' a n ' ı n
r u h u n a , mesajına v e tarihsel gerçeklere ç o k d a h a u y g u n d u r . B u
a n l a m d a alınması, öteki m e c a z î a n l a m ı n k o r u n m a s ı n a engel d e
değildir. En d o ğ r u s u , iki a n l a m ı b i r d e n alymaktır ki, bizim ter­
cihimiz b u d u r .

T e m i z ağaç, m ü b a r e k ve tayyip sözcükleriyle n i t e l e n m e k t e d i r .


Şimdi, şecere kelimesinin temiz ve pis nitelemeleriyle g ü n d e m
yapıldığı ayetleri, şecere kelimesini 'soy' a n l a m ı n d a k u l l a n a r a k
bir kez d a h a okuyalım:

" G ö r m e d i n mi Allah nasıl bir örnekleme yaptı: Güzel/temiz bir


söz; kökü yerde, dalları gökte olan güzel/bereketli bir ağaca/soya
benzer. O ağaç/o soy, Rabbinin izniyle yemişlerini her zaman verir.
Allah, insanlara böyle benzetmeler yapar ki, d ü ş ü n ü p ibret alabil­
sinler. Çirkin/aldatıcı bir söz de gövdesi toprağın ü s t ü n d e destek
bulmuş çirkin/bere-ketsiz bir ağaca/soya benzer; dayanağı yoktur
o n u n . " (İbrahim, 24-26)

B u r a d a bir K u r ' a n n ü k t e s i n e d a h a d i k k a t çekeceğiz: Şecereyi


t e m i z ve pis diye ikiye ayıran yukarıki ayetler, İ b r a h i m suresin-
dedir. U n u t m a y a l ı m ki, H z . İ b r a h i m ' i n , "Soyumu barışçıl ve ha­
yırsever y a p ! " diye ısrarla d u a ettiğini g ö s t e r e n beyyineler vardır:

" H a n i , Rabbi, İbrahim'i bazı kelimelerle imtihana çekmiş, o da


onların hakkını vermişti de Rab şöyle demişti: 'Seni insanlara ön­
der yapacağım.' İbrahim, 'Soyumdan birilerini de!' deyince Allah,
'Benim ahdim, zalimlere ulaşmaz.' buyurdu." (Bakara, 124)

"İbrahim'in, İsmail'le birlikte, o evin ana duvarlarını yükselterek


şöyle yakardıkları zamanı da an: 'Rabbimiz, bizden gelen niyazla­
rı kabul buyur; sen, evet sen, Semî'sin, her şeyi çok iyi duyarsın;
Alîm'sin, her şeyi çok iyi bilirsin! Rabbimiz! Bizi, sana teslim olmuş
iki müslüman/Allah'a teslim olan kıl. Soyumuzdan da sana teslim
olan m ü s l ü m a n bir ü m m e t oluştur. Bize ibadet yerlerimizi göster,
bizim tövbemizi kabul e t ! " (Bakara, 127-128)

"Bir zaman, İbrahim şöyle demişti: 'Rabbim, bu beldeyi güvenli


kıl. Beni ve oğullarımı putlara kulluktan uzak t u t ! ' Rabbim, onlar
insanlardan birçoğunu saptırdılar. Artık beni izleyen bendendir.
Bana isyan edene gelince, o n u n h a k k ı n d a sen Gafur ve Ra-hîm'sin.
Ey Rabbimiz! Ben, soyumdan bir kısmını senin kutsal evinin yanın­
daki, ziraata elverişsiz vadiye yerleştirdim ki, namazı/duayı yerine
getirsinler, ey Rabbimiz! Sen de insanlardan bazı gönülleri, onlar­
dan hoşlanır yap. Çeşitli meyvelerle onları rızıklandır ki, şükrede­
bilsinler!" (İbrahim, 35-37)

H z . İ b r a h i m ' i n soyu ile ilgili d u a s ı n a verilen cevap da ilginç­


tir: " R a b şöyle demişti: 'Seni insanlara önder yapacağım.' İbrahim,
'Soyumdan birilerini de!' deyince Allah, 'Benim ahdim, zalimlere
ulaşmaz.' buyurdu." (Bakara, 124)

H z . İ b r a h i m , h e m Beniisrail'in h e m d e A r a p l a r ı n atası sayıl­


m a k t a d ı r . Ve, H z . İ b r a h i m ' i n s o y u n d a n h e m t e m i z bir şecere
gelecektir h e m de pis bir şecereler. Pis şecerenin, Yahudilerle
Emevîler o l d u ğ u n u K u r ' a n bize bildiriyor.

Kısacası, zürriyeti (soyu) k o n u s u n d a çok kaygılı olan ve çok


y a k a r a n bir ulül a z m p e y g a m b e r i n adını t a ş ı y a n s u r e d e ( İ b r a h i m
suresi), ş e c e r e n i n soy anlamıyla değerlendirilmesinin K u r ' a n ' ı n
mesajına v e k e l a m m u c i z i s i n e çok d a h a u y g u n olacağını d ü ş ü n ­
mekteyiz. B u n u n içindir ki, biz, m e a l i m i z i n s o n r a k i baskılarına,
bu s u r e d e k i şecere k e l i m e s i n i n i n soy a n l a m ı n ı da k e s m e işare­
tiyle ekledik.

İsra 60 a y e t t e kullanılan şecere (soy ağacı) tabiriyle Benu


Ümeyye'nin yani Emevîlerin kastedildiği, b ü t ü n h a i n a n e v e
zalimane operasyonlara rağmen saklanamamıştır. İbrahim'in
s o y u n d a n gelen 'pis' d a m a r ı n bir kolu olan Yahudiler, b i r ç o k
ayette lanetlenmiştir. İsra 60. ayet, İ b r a h i m ' i n s o y u n d a n gelen
pis d a m a r ı n öteki kolu olan Arap-Emevî s o y u n u g ü n d e m e taşı­
m a k t a ve l a n e t l e m e k t e d i r . Peygamberimizin, seçkin sahabîlerin
beyanlarıyla tarihsel vakıalar da bu l a n e t i n yerindeliğini ispatla­
yıp teyit etmiştir. İsra 60. ayet şöyle diyor:
" H a n i , sana, "Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır" demiştik.
Sana gösterdiğimiz o rüyayı da K u r ' a n ' d a lanetlenmiş b u l u n a n o
ağacı/soyu da insanları sınamak dışında bir sebeple göndermedik.
Biz onları korkutuyoruz a m a bu onların kudurganlığını artır-mak-
t a n başka bir katkı sağlamıyor." (İsra, 60)

Bu l a n e t l e n m i ş soy ağacının Emevî soyu olduğu y o l u n d a H z .


P e y g a m b e r ' i n açıklamaları vardır. B u a ç ı k l a m a l a r ı n u y d u r m a
o l d u ğ u n u g ö s t e r e n hiçbir tarihsel belge gösterilememiştir. Ne
var ki Emevîler, kendileri aleyhindeki diğer b ü t ü n ayetleri tevil
ettirdikleri ve b ü t ü n hadisleri yok ettirip yerlerine kendileri le­
h i n d e hadisler u y d u r t t t u k l a r ı gibi, bu ayeti de çeşitli tevil oyun­
larıyla bertaraf etmeyi başarmışlardır.

Ayetteki ' ş e c e r e ' n i n z a k k u m ağacı olduğu y o l u n d a k i iddia,


Taberî'den Elmalılı'ya, Süleyman Ateş'e k a d a r b ü t ü n Emevî ha­
misi müfessirlerce t e k r a r l a n m ı ş t ı r . Oysaki, bu müfessirlerin şu
gerçeği itiraf etmeleri beklenirdi: K u r ' a n ' d a bir ağacın lanetlen­
mesini isabetli g ö s t e r e n hiçbir b e y a n olmadığı gibi, bir i m a da
y o k t u r . Bir ağacın lanetlenmesi, K u r ' a n ' ı n r u h u n a , s ü n n e t u l l a h a
t a m a m e n aykırıdır. A m a bir s o y u n l a n e t l e n m e s i K u r ' a n ' d a açık­
ça yer almıştır. Y a h u d i ırk şeceresinin lanetlendiğini u n u t m a ­
yalım. İslam bilginlerinin bazıları, İsra 60. ayetin de Yahudileri
lanetlediğini söylemekteler. Ne var ki, H z . Peygamber'in, eşi
Hz. Âişe ve müfessirlerin b a b a s ı İbn Abbas'ın bildirdiğine göre,
H z . Peygamber, İsra 60. ayetin Emevî s o y u n u lanetlediğini ha­
ber vermiştir. Evet, Kur'an, iki soyu lanetlemektedir: Yahudiler,
Emevîler. Y a h u d i l e r m ü t e a d d i t yerde lanetlenmişlerdir. Kur'an,
M u h a m m e d Ü m m e t i ' n i n bir t ü r Yahudileri olan Emevîleri de İsra
60. ayetle lanetlemiştir.

İsra 60. ayetin Emevî s o y u n u lanetlediğini bildiren Peygamber


beyanları, Emevîlerin b ü t ü n yok e t m e v e Emevîcilerin b ü t ü n
yok g ö s t e r m e gayretlerine r a ğ m e n h e m e n b ü t ü n tefsirlerde yer
almıştır. Bu tefsirler Şia tefsirleri değil, E h l i s ü n n e t i n a n c ı n ı n
a n a tefsirleridir. Rivayet, a y n e n şöyledir:

" İ b n A b b a s demiştir ki, bu ayetteki ş e c e r e d e n (soydan) m a k ­


sat, Emevîlerdir. B a ş k a bir ifadeyle, H a k e m bin Ebil Âs'tır. İ b n
A b b a s şöyle d e v a m ediyor: ' T a n r ı Elçisi, rüyasında, Mervân'ın
çocuklarının o n u n minberi üzerine kurulduklarını görmüş ve bu
rüyasını, evde b a ş b a ş a oldukları bir sırada E b u Bekir'le Ö m e r ' e
anlatmıştı. D a h a sonra, H z . Peygamber, H a k e m b i n el-Âs'ın b u
rüyayı sağda solda anlattığını d u y m u ş , b u n a çok ü z ü l m ü ş v e
Ö m e r ' i , sırrını ifşa et-mekle i t h a m etmişti. S o n r a anlaşılmıştı ki,
H a k e m b i n el-Âs, onları gizlice d i n l e m i ş . " (Râzî, Tesir, 20/238)
Rivayet, tefsirlerde şu şekillerde de yer almıştır:

"Resuli Ekrem, rüyasında, Ümeyyeoğulları'nın, o n u n minberi üze­


rinde maymunlar gibi atlayıp zıpladıklarını g ö r m ü ş t ü . . . "

Rivayetin, bir şekli de şöyledir:

" T a n r ı Elçisi, rüyasında Ümeyyeoğulları'nın minberler üzerine ku­


rulduklarını görmüş ve b u n d a n çok ü z ü n t ü duymuştu. B u n u n üze­
rine Cenabı Hak, b u n u n onlara verilmiş dünyalıktan ibaret olduğu­
nu peygamberine bildirmiş ve Peygamber buna sevinmişti. İsra 60.
ayet b u n u gösteriyor."

Rivayetin şu şekli de kayıtlara geçmiştir:

"Resuli Ekrem şöyle buyurmuştur: 'Ümeyyeoğulları'nın yeryüzü­


n ü n minberlerine kurulduklarını, size egemen olduklarını gördüm.
Siz de onların kötülük erbabı olduk-larını göreceksiniz.' Bu rüya,
Hz. Peygamber'i kaygılandırmıştı. B u n u n üzerine Cenabı Hak, İsra
60. ayeti indirdi."

İbn Ö m e r ' d e n gelen bir rivayet ise şöyledir:

"Resuli Ekrem, Hakem bin el-Âs'ın çocuklarının, minberler üze­


rine maymunlar gibi kurulduklarını rüyasında görmüştü. B u n u n
üzerine Cenabı Hak, İsra suresinin 60. ayetini indirdi."

H z . Aişe, s o n r a k i z a m a n l a r d a Mervân bin el-Hakem'e şöyle de­


miştir:

"Allah Elçisi, senin baban ve deden hakkında, ' K u r ' a n ' d a lanetle­
nen soy bunlardır' demiştir."

Bu rivayetleri k a y d a geçiren Iraklı müfessir M a h m u t el-Âlûsî


(ölm. 1271/1854) a ç ı k l a m a s a d e d i n d e şu satırları ekliyor:

" B u lanetlemenin sebebi , Emevî halifelerinin yaptıklarıdır. Onlar


H a k yolundan saptılar, adaleti egemen kılmadılar. Ayetten mak-
sat, onların hilafetleriyle kendilerinin birer fitne aracı oldukları­
nı göstermek de olabilir. Şöyle veya böyle, ayet onları ağır şekilde
suçlamıştır. Ayet onları, m a s u m insanların kanlarını döktükleri,
iffetli kadınların ırzlarını payimal ettikleri, insanların mallarına el
koydukları, halkın h u k u k u n u ihlal ettikleri, dinin ahkâmını tebdil
ettikleri ve hükümleri, Allah'ın vahyettiği şeklin dışına çektikleri
ve b ü t ü n zamanlarda asla unutulmayacak kötülükler işledikleri
için lanetlemiştir. Bu lanetleme, Şiilerin iddia ettiği gibi, özellikli
bir lanetleme de olabilir, biz Ehlisünnet'in kabul ettiği gibi genel
h ü k ü m l e r muvacehesinde bir lanetleme de olabilir. Bilindiği gibi,
C e n a b ı H a k , l a n e t l e m e n i n gerekçesi olarak şu genel h ü k ü m l e r i
vahyetmiştir:

"Allah'ı ve resulünü incitenleri Allah dünyada da âhirette de lanet­


lemiştir. Onlar için, alçaltıcı bir azap da hazırlanmıştır." (Ahzâb,
57)

" D e m e k , iş b a ş ı n a gelecek o l s a n ı z / s a v a ş t a n geri k a l a c a k olsa­


nız, ü l k e d e fesat çıkarıp rahimleri p a r ç a l a y a c a k s ı n ı z ! İşte b u n ­
lardır, A l l a h ' ı n k e n d i l e r i n e l a n e t edip kulaklarını sağır, gözlerini
de k ö r ettiği kimseler." ( M u h a m m e d , 22-23)

"Emevîlerin bu ayetlerle benzeri ayetlerdeki genel lanetleme gerek­


çelerini ürettikleri ve bu yolla öncelikli biçimde lanete m ü s t a h a k ol­
dukları açıktır. Yoksa K u r ' a n ' d a sadece ve özellikle onlar lanetlen­
miş değildir. Ehlisünnet'in anlayışı b u d u r . " (Âlûsî, age. 107-108)

Iraklı müfessirin, K u r ' a n ' ı n r u h u n a u y g u n bir tespitle gösterdi­


ği, kısaca ş u d u r : K u r ' a n , İsra 60'da, Emevîleri l a n e t l e r k e n sade­
ce o n l a r a özgü bir l a n e t l e m e y a p m a m a k t a d ı r ; Allah'ı ve peygam­
berleri r e n c i d e e d e n l a n e t l e n m i ş l e r içine Emevî zalimlerinin de
girdiğini bildirmektedir.

M e s e l e bu k a d a r açık ve nettir. Ne var ki, Emevîlere avukatlığı


şiar e d i n m i ş bazı zevat bu apaçık hakikatleri telaffuz e t m e k ye­
rine b u n l a r ı tevil veya i n k â r y o l u n u seçmiştir. Bazıları ise, " İ s r a
60. ayet, z a k k u m ağacını lanetliyor" diyerek meseleyi k a p a t m a
y o l u n a gitmiştir. N e yazık ki, ü s t a t Elmalılı H a m d i d e b u u c u z
ve b a ş t a n savıcı yola g i d e n l e r d e n biridir. S ü l e y m a n Ateş gibi
bazı müfessirler ise açık ve sırıtıcı bir b i ç i m d e Emevî avukatlığı
y a p m a d u r u m u n a d ü ş m ü ş l e r d i r . Ateş, İ b n A b b a s ' t a n gelen ve
İsra 60. ayette Emevîlerin lanetlediğini g ö s t e r e n rivayeti kaydet­
t i k t e n s o n r a şöyle diyebilmiştir:
"Tabiî, bu rivayetin bir Şiî uydurması olduğunda şüphe yoktur.
Ç ü n k ü bu sure Mekke'de inmiştir. Mekke'de Allah Elçisi'nin ne
minberi vardı ne de el-Hakem Müslüman olmuştu." (Ateş, Tefsir,
5/231)

B u satırlar h e m h ü z ü n vericidir h e m d e u t a n ç verici. Rivayetin


sadece bir şeklini verip o n u n da 'Şiî u y d u r m a s ı ' o l d u ğ u n a ' ş ü p ­
hesiz' kaydıyla h ü k m e t m e k için ya i k n a edici bir belge ortaya
k o y m a k lazımdır y a h u t da Cebrail'in yeni getirdiği bir v a h y e
m u h a t a p olmak. Ateş, iddiasını tevsik edecek hiçbir belge orta­
ya k o y m a m ı ş t ı r . Bu rivayetler, E h l i s ü n n e t k a y n a k l a r ı n d a yer al­
m a k t a d ı r . D a h a s ı , rivayetin dayandığı o t o r i t e s a h a b î l e r d e n biri
d e H z . Âişe'dir. S ü l e y m a n A t e ş ' e s o r m a k gerekir: " H z . Âişe, n e
z a m a n d a n beri Şiîlerce h ü c c e t k a b u l e d i l m e k t e d i r ? " Rivayetin
Şia şaibesi asla soz k o n u s u değildir. Ateş, Emevî avukatlığının
heyecanı ile b ü t ü n hakikatleri a l t ü s t e t m e k t e d i r . Kendisi gibi
d ü ş ü n e n bir t e k S ü n n î müfessir y o k t u r . En hızlı Emevîciler bile
sadece s u s m u ş l a r d ı r . Çok m e r a k ediyoruz: A c a b a Ateş'e diğer
müfessirlerden farklı olarak bir vahiy mi geldi ki, böylesine
e m i n şekilde h ü k m e v a r m a k t a d ı r ? Ç ü n k ü o n d a n başka hiçbir
müfessir böyle bir h ü k m e v a r m a m ı ş t ı r . Ya Elmalılı gibi, s u s m u ş ­
t u r y a h u t d a rivayetleri k a y d a geçirerek h ü k m ü o k u y a n l a r a v e
tarihe bırakmıştır. Ateş'in, s u r e n i n M e k k e ' d e inmesini bir delil
gibi ö n e s ü r m e s i ise g e r ç e k t e n g ü l ü n ç t ü r . Ateş, okuyanları a p t a l
sanıyor olmalıdır. O k u y a n l a r ı aptal yerine k o y m a y a n müfessir-
ler, s u r e n i n M e k k e ' d e indiğini ifade etmişler a m a a r k a s ı n d a n şu
açıklamayı eklemişlerdir:

" S u r e Mekke'de inmiştir ama Hz. Peygamber'in bu rüyayı,


Medine'de vuku bulacak bir hadisenin ihbarı olarak Mekke'de gör­
mesi m ü m k ü n d ü r . " (bk. Râzî, Tesir, 20/237)

Birçok müfessir de şu eklemeyi yapmıştır:

"Mekke'de inen bu surenin, 60. ayeti muhtemeldir ki, Medine'de


inmiştir." Ç ü n k ü b e n z e r i örnekler epeycedir. Mekkî bir s u r e n i n
içinde M e d e n î bir veya b i r k a ç ayetin b u l u n m a s ı n ı n birçok ör­
neği vardır. Ateş, b ü t ü n b u n l a r ı yok farz e t m e k t e , k e n d i s i n d e n
m e n k u l bir ' k e r a m e t i ' , ' ş ü p h e s i z ve tek h a k i k a t ' olarak ö n ü m ü ­
ze k o y m a k t a d ı r .

Ateş'in hasır altı ettiği bir b a ş k a gerçek d a h a var: Emevîlerin


aleyhlerindeki belgeleri yok edici o n c a o p e r a s y o n a r a ğ m e n ko­
r u n m u ş b u l u n a n kayıtların bir k ı s m ı n a göre (ki birkaçını yuka­
rıda müfessir Âlûsî'den n a k l e n verdik), H z . Peygamber, ' B e n i m
m i n b e r i m ' veya ' M e d i n e ' d e k i m i n b e r ' tabirini değil, genel an­
l a m d a 'minberler' veya 'yeryüzünün minberleri' tabirini kul­
lanmıştır. B u t a k d i r d e işin Mekkesi, M e d i n e s i k a l m a z . Z a t e n
'minberlere k u r u l m a k veya o t u r m a k ' tabiri, genellikle mevki ve
i k t i d a r d a n k i n a y e olarak k u l l a n ı l m a k t a d ı r . Ateş, Emevî avukat­
lığına alt yapı o l u ş t u r m a k için bu rivayetleri g ö r m e z l i k t e n geli­
yor, m i n b e r i de 'cami m i n b e r i ' h a l i n e getirerek ' P e y g a m b e r ' i n
M e k k e ' d e m i n b e r i mi vardı k i . . . ! " deyip H z . Âişe ve İbn Abbas
gibi iki o t o r i t e s a h a b î n i n b e y a n l a r ı n ı ' Ş ü p h e s i z Şiî u y d u r m a s ı '
olarak damgalıyor. Ne esef verici, ne u t a n d ı r ı c ı bir t e n e z z ü l d ü r
b u ! Bu t e n e z z ü l ü n tefsir t a r i h i n d e bir b e n z e r i y o k t u r . İşin esası,
R â z î ' n i n şu cümlesidir:

"Medine'de vuku bulacak bir hadisenin Mekke'de görülen bir rüya


ile önceden bildirilmesinin isabeti gerçeklikten uzak sayılamaz."
(Râzî, age. 20/237)
ŞEFAAT

Şef k ö k ü n d e n gelir. A n l a m ı , bir kişinin, yardım e t m e k veya yar­


d ı m dilemek gayesiyle, bir b a ş k a kişiye izafe ve n i s p e t edilmesi,
o n u n l a birlikteliğinden söz edilmesidir. Etimolojik gelişimi için­
de şefaat, saygınlık ve m e r t e b e b a k ı m ı n d a n y ü k s e k bir kişinin,
aynı a ç ı d a n d ü ş ü k bir kişiye nispeti ve u l a n m a s ı a n l a m ı n ı ka­
z a n m ı ş t ı r . Bu ilişkide y ü k s e k o l a n a 'şâfî' veya 'şefi' (şefaatçi),
d ü ş ü k o l a n a 'meşfû' (şefaat bekleyen) denir.

Şefaat, tevhit d i n i n d e k i esası itibariyle, d u a n ı n bir b a ş k a adıdır.


T ü m dualar birer şefaattir. Ve bu a n l a m d a h e r k e s şefaat edebilir.
Allah k a b u l e d e r veya e t m e z . O, O ' n u n bileceği bir şeydir. İslam
fıkhının anıt isimlerinden biri olan İzz bin Abdisselem (ölm.
660/1262) bu n o k t a y ı çok güzel ifade etmiştir: " D u a , bir şefa­
attir; hem yakınlarımızdan h e m de yabancılardan gelmesi caizdir."
(el-Kavâid, 99)

D u a , istek ve yakarıştır, ricadır; s o n s u z k u r t u l u ş garantisi veya


c e n n e t t a p u s u değildir. C e n n e t t a p u s u a n l a m ı n d a şefaat, şirk
ile e n d ü l ü j a n s ç ı kilise b a b a l a r ı n ı n malıdır. O a n l a m d a bir şefaat
anlayışını İ s l a m ' a s o k a n l a r ı n tövbe etmeleri gerekir. Ne yazık
ki, b u g ü n k ü İslam dünyasında yürürlükte olan geleneksel İslam'da
şefaat, cahiliye dönemi şirkinin şefaat anlayışıyla aynıdır. H a t t a yer
yer o n d a n daha kötü ve yıkıcı hale gelmiştir.

Bir aracılık k a v r a m ve k u r u m u olarak işletilen şefaat, A l l a h ' ı n


y a n ı n a y e d e k ilahlar koymayı dinin e s a s l a r ı n d a n biri y a p a n
şirkte s o n d e r e c e önemlidir. Tevhit dini ile şirk dininin en belir­
gin özelliği ikincide, şefaat inancının çok esaslı bir yer tutmasıdır.
K u r ' a n ' ı n , şirkin yedek ilahlarını şüfe'a (şefaat ediciler) diye ad­
l a n d ı r m a s ı sebepsiz değildir. Şirkin belirgin özelliği olan y e d e k
ilahlar (şüfea, erbâb, endâd, evliya) şefaatin varlığı ile v ü c u t b u l a n
kuvvetlerdir. K u r ' a n b u n o k t a y a p a r m a k b a s m a k t a d ı r :
"Allah'ın yanında, bir de kendilerine zarar veremeyen, yarar sağla­
yamayan şeylere kulluk ediyorlar ve şöyle diyorlar: 'Bunlar bizim
Allah katındaki şefaatçılarımızdır." (Yunus, 18)

Allah'ın varlığını k a b u l ettiklerini söyleyen şirk ç o c u k l a r ı n a


K u r ' a n , yedek ilahlara n e d e n ihtiyaç d u y d u k l a r ı n ı s o r d u ğ u n d a
o n l a r ı n cevabı şu iki cümledir: 1. "Bunlar bizim Allah katındaki
şefaatçılarımızdır." (Yunus, 18), 2. "Biz onlara, bizi Allah'a yaklaş­
tırmaları dışında bir şey için kulluk-kölelik etmiyoruz." ( Z ü m e r , 3)

Şirk, şefaatin d ü n y a p l a n ı n d a sahibi g ö r d ü k l e r i n e evliya (veli­


ler, dostlar-destekçiler) veya erbâb (yedek rabler), h e m d ü n y a d a
h e m de ö l ü m s o n r a s ı n d a sahibi g ö r d ü k l e r i n e ise şüfe'a (şefaatçı-
lar) veya şürekâ (Allah'ın ortakları) diyor.

K u r ' a n , şefaat k a v r a m ı n ı n bir şirk destekçisi k u r u m a d ö n ü ş t ü -


r ü l m e m e s i için şu ilkelerin altını ısrarla çizmektedir: 1. "Şefaat
t ü m d e n ve yalnız Allah'ın elindedir." ( Z ü m e r , 44), 2. Allah'ın
izni olmadıkça hiçbir varlık, nebi ve melek de olsa, şefaat edemez.
(19/87; 20/ 109; 21/27-28; 53/26), 3. Son hesap g ü n ü n d e şefaat
hiç kimseye yarar sağlamayacaktır. (2/48, 123, 254; 74/48)

D u a ve niyazı şirkteki şefaatin kendisi gibi görmek, tevhitle şirki


karıştırmaktır. En çok işlenen h a t a l a r d a n biri de b u d u r .

Peygamberleri, o arada Hz. M u h a m m e d ' i kesinlikle kabul edilecek


bir şefaatin sahibi saymak da şirktir.

K u r ' a n , hiçbir p e y g a m b e r e açık bir b i ç i m d e şefaatçilik payesi


v e r m e m e k t e d i r . Şefaati, Allah'ın izin verdikleri dışında hiç kim­
se y a p a m a z . İzin verecekleri, i s m e n belirtilmediğine göre biz
bir i s i m l e n d i r m e yapamayız. Oysaki u y d u r m a bir h a d i s şefaat
edecekleri hiyerarşik bir b i ç i m d e sıralamaktadır. O u y d u r m a y a
göre, "Kıyamet günü ilk şefaat edecek olanlar peygamberler, sonra
bilginler, sonra da şehitler olacaktır." (Elbanî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa,
5/129)

Şefaat k o n u s u n u n t e v h i d e en zıt g ö r ü n ü m l e r i n d e n biri de sün­


n e t e uymayı şefaat çıkarına bağlamaktır. B u r a d a k i şekliyle sün­
net, v a h y i n ilkelerinin Peygamber t a r a f ı n d a n uygulanış şekline
verilen addır. S ü n n e t e uygunluk, Allah'ın isteğine u y g u n l u k s a o
z a m a n b u u y g u n l u ğ u n karşılığı P e y g a m b e r i m i z d e n b e k l e n e m e z .
ŞEFAAT 309

P e y g a m b e r ' i n böyle bir iddiası o l a m a z . Karşılığı P e y g a m b e r d e n


b e k l e n e n bir şey, P e y g a m b e r için y a p ı l a n bir i b a d e t h ü k m ü n d e ­
dir. Böyle bir şey P e y g a m b e r ' i ilahlaştırmaktır.

O halde, " Ş u n u yaparsan şefaate erersin, şunu yapmak, Allah'ın


emri değildir ama yaparsan Peygamber'in şefaatine nail o l u r s u n "
vs. gibi sözler ö r t ü l ü bir biçimde şirk şefaatçiliğini devreye sok­
m a k ve P e y g a m b e r ' i ikinci ilah d u r u m u n a getirmektir. Bu t ü r
bir y a k l a ş ı m ı n K u r ' a n ' d a n o n a y alması m ü m k ü n değildir. Bir
kısım işlerin bir ilah için, diğer bazı işlerin de b a ş k a bir ilah için
yapılması, şirk d i n i n i n i c a p l a r ı n d a n d ı r :

"Allah'a bir pay ayırdılar da kendi zanlarınca şöyle dediler: 'Bu


Allah için, bu da Allah'a ortak koştuğumuz yedek ilahlarımız
için..." ( E n ' a m , 136)

İbadetin bir tek muhatabı vardır: Allah. Ve ibadetlere bir tek kuvvet
karşılık verir: Allah. Allah'ın olması gereken bu niteliği, şefaat vs.
bahanesiyle Peygamber'e a k t a r m a k şirke kapı aralamaktır. B u n u n
içindir ki biz, bu bağlamdaki hadis patentli sözlerin t ü m ü n ü uy­
d u r m a sayarız.

Şirk şefaatçiliği ü m m e t b ü n y e s i n e s o n derece sinsi girmiştir.


Ö n c e Peygamber'i devreye s o k m u ş , Peygamber'le y u m u ş a t ı l a n
zihinlere d a h a s o n r a çeşitli u n v a n l a r a l t ı n d a bir yığın şefaatçi
d o l d u r m u ş t u r . K u r ' a n b u n l a r a 'kübera' (ekâbir, efendiler, yüce
kişiler, hazarât-ı k i r a m ) ve 'sadet' (efendiler, seyyidler, üstadlar,
h a z r e t l e r ) diyor. D a h a n e k a d a r açık k o n u ş u l u r ? !

İşte bir şefaat u y d u r m a s ı d a h a : "Sırat köprüsü ü s t ü n d e bilginle


ibadet ehli birisi karşılaştığında ibadet ehline şöyle denir: 'Hadi, gir
cennete ve bilginden önce nimetten ibadetlerinle.' Bilgine de şöyle
denir: 'Şurada istediğin herkese şefaat et. Bil ki her şefaat ettiğin
kişi sayısınca sana da şefaat edilecektir. Ve bilgin, peygamberler
m a k a m ı n a geçiverir." (Elbânî; aynı eser, 5/229-230)

Birtakım kişileri (şeyh, pir, efendi, hocaefendi, seyyid, hazret vs.)


şefaat edici bilmek tartışmasız bir şirktir. K u r ' a n bu t ü r şirk şefa­
atçiliğini k ö t ü l e r k e n d a h a çok, evliyayı destekçi edinme illetine
d i k k a t çekiyor. (Bir ö r n e k olarak bk. A'raf, 3)
ŞEHÂDET
(şehitlik, k o z m i k ve d ü n y a s a l tanıklık)

Şehâdet ve şühûd (karşıtı: gayb) kelimeleri, K u r ' a n ' d a türevle­


riyle birlikte 150 civarında yerde geçmektedir. B u n l a r ı n en çok
geçeni 50 k ü s u r l a şehîd (çoğulu: ş ü h e d a ) , ikinci s ı r a d a yer alanı
ise 20 k ü s u r l a ş e h â d e t t i r .

Fiil h a l i n d e çeşitli kipleri kullanılan ş e h â d e t , isim-sıfat olarak


şâhid (tanık, gözleyen), m e ş h û d (gözlenen, i z l e n e n ) , şehîd (izle­
yen, izlenen, t a n ı k olan, g ö z e t e n ) ve m a s t a r olarak istişhâd (ta­
nıklık, gözleme, görerek ö ğ r e n m e ) şeklinde de k u l l a n ı l m a k t a d ı r .
B ü t ü n b u n l a r gösteriyor ki, şehâdet ve şühûd, K u r ' a n bünyesin­
de ç o k ö n e m l i bir yer t u t u y o r . Allah'ın isim-sıfatlarından biri
olan Şehîd'in K u r ' a n ' d a defalarca t e k r a r edildiğini d e h a t ı r d a n
ç ı k a r m a m a k gerekir.

Şehâdet ve şühûd, Râgıb'ın güzel ifadesiyle, 'bir şeyi yerinde ve


yanında gözlemektir ki, bu, kafa gözüyle olabileceği gibi, kalp gö­
züyle de olabilir.' Tehanevî ve Cürcânî, ş u h û d u n iki t ü r ü n d e n söz
eder: Mufassalı m ü c m e l d e (ayrıntılıyı ö z e t l e n e n d e ) g ö r m e k ve
b u n u n tersi. B u n l a r ı n ilkinde A l l a h ' t a n varlığa geliş, ikincisin­
de v a r l ı k t a n A l l a h ' a gidiş esastır. O halde, d u y u l a r ü s t ü i d r a k i n
k a z a n d ı r d ı ğ ı bilgiler de ş e h â d e t ifade e d e n bilgilerdir. Ne var ki,
b u n l a r ı n k a b u l ve ispatı, d u y u l a r ı n k a z a n d ı r d ı ğ ı bilgiler k a d a r
yalın ve inandırıcı o l m a z . F a k a t böyle olması onların, şehâdet
niteliklerini zedelemez; b e n i m s e n m e şanslarını azaltır.

Hakikat tektir. B u n u kafa gözüyle izleyenle, kalp gözüyle izleye­


n i n farklı şeyler görmeleri m ü m k ü n değildir. Farklı olan, sadece
ifade tarzıdır. E s a s t a fark olamaz; ç ü n k ü iki m ü ş a h e d e n i n kay­
nağı, k u d r e t olarak tek ve aynıdır ki, o da Allah'tır. "Allah hem
gayb âleminin hem de şehâdet âleminin bilicisidir." (32/6; 39/46;
59/22; 62/8) P a r ç a varlık olan i n s a n ı n bilmesi ve gözlemesi de
bağlı olduğu b ü t ü n sayesinde gerçekleşiyor. B a ş k a bir deyimle,
gerçek âlim ve gerçek şâhid Allah'tır. İ n s a n , " B e n " d e r k e n bile,
bağlı olduğu o b ü t ü n e n i s p e t i n i ifade e t m e k t e d i r . Ç ü n k ü ' b e n '
s ö z ü n e ilişkin şuur da A l l a h ' t a n geliyor. B a ş k a bir deyişle, insa­
nın " B e n ' sözü, parçanın b ü t ü n e bir şehâdeti olmaktadır. Ve h e r
" B e n " diyen, farkında o l s u n veya olmasın, küllî ş u u r u n varlığına
tanıklık e t m e k t e d i r . B u n d a n d a anlarız ki, ' b e n ' ş u u r u n u n eşya
ve oluşa y o r u m g e t i r m e s i n d e n ibaret olan ilim ve düşünce ve
b u n l a r ı ü r e t e n benlik, Allah'ın en açık ve güvenilir delilleridir.
K u r ' a n ' ı n ilme ve âlime tanıdığı ü s t ü n l ü ğ ü n t e m e l i n d e bu anla­
yış vardır. Ve K u r ' a n , işte b u n u n için, Allah'ı gereğince fark ede­
bilme bahtiyarlığının bilginlere özgü bir yücelik o l d u ğ u n a d i k k a t
çeker. (bk. 35/28)

Ş e h â d e t , bir varsayım veya istidlal olayı değil, bir yakîn ve göz­


l e m e olayıdır. Bu, aynı k ö k t e n gelen müşahede kelimesiyle ifade
edilir.

Hayat ve oluş, gaybdan (duyularla farkedilmezlikten) iyan ve


şehâdete (duyularla farkedilirliğe) doğru sürekli bir akıştır.

Bu y ü z d e n d i r ki, sûfî d ü ş ü n c e , varlıklar dünyasını, K u r ' a n ' d a n


aldığı bakış açısına u y g u n bir yaklaşımla, 'Allah'ın şahitleri' ola­
r a k görür. Eşya ve olaylar, Yaratıcı'nın varlık ve birliğine tanık­
lık e t m e k t e d i r . Bu y ü z d e n gayb da şehâdet de izafîdir. Birine göre,
b u r a d a , b u g ü n , şu şartlar altında gayb olan, bir b a ş k a s ı n a göre,
yarın, ş u r a d a , şu şartlar altında ş e h â d e t k o n u s u olabilir. H a t t a
bir şey aynı a n d a birine göre gayb, bir diğerine göre şehâdet ko­
n u s u olabilir. Allah'ın, 'gaybın ve ş e h â d e t i n âlimi' olması, varlık
ve oluştaki bu, 'gaybdan şehâdete akış'ı çok güzel a n l a t m a k t a d ı r ,
(bk. b u r a d a Gayb m a d . ) Bu a n l a m d a Allah, gayb-şehâdet halinde
bir polaritenin de k o n u s u d u r . Başka bir deyimle O, varlığını bir
gayb-şehâdet süreci olarak ortaya k o y m a k t a d ı r . İ n s a n , bu sü­
rece çeşitli p l a n l a r d a t a n ı k olmaya çağrılır ki, ş e h â d e t i n esası,
b u d u r . B u b a z e n kozmik, b a z e n ahlaksal, b a z e n hukuksal, b a z e n
de mistik bir g ö r ü n ü m arz eder.

Ş e h â d e t i n varlık ve o l u ş t a k i ö n e m i y ü z ü n d e n d i r ki, Allah, şa­


h i d e de, meşhuda (şahidin gözlediğine) da y e m i n e t m e k t e d i r .
(85/3) İlke, açık bir b i ç i m d e k o n m u ş t u r :

"Tanıklığı gizlemeyin. O n u gizleyen, kalbi günaha batmış/kendi


kalbine kötülük etmiş biridir." (2/283; 65/2)
Varolmak, bir a n l a m d a bir şehâdet olayıdır; yani ibretle b a k ı p göz­
lemek... Bu, ezelde başlar ve oluş b o y u n c a s ü r ü p gider. K u r ' a n ,
kâmil insanı: "Bizi şahitlerden kıl!" diye d u a e t m e y e çağırır­
k e n (3/53; 5/83) bu gerçeğe d i k k a t çekiyor. K u r ' a n ' ı n insanı,
şehâdetlerini gereğince y e r i n e getirmekle de seçkinleşir. (70/33)
B u n o k t a y a d e ğ i n e n a y e t t e ş e h â d e t i n çoğul ( ş e h â d â t ) olarak
kullanılması, bir k e l a m harikasıdır. Bu k u l l a n ı m gösteriyor ki,
şehâdetin, K u r ' a n m ü m i n i n i n hayatındaki yeri ve g ö r ü n ü m ü çok
boyutludur.

K u r ' a n ' ı gereğince a n l a m a k d a ş e h â d e t i iyice y e r i n e getirmekle


m ü m k ü n d ü r . (50/37) E n b ü y ü k oluşu sergileyen k u d r e t , Allah,
işte b u y ü z d e n e n b ü y ü k ş e h â d e t i sergiler. O ' n u n a d l a r ı n d a n biri
de Şehîd'dir. Ve O, h e r şeye, h e r şey ü z e r i n e en b ü y ü k şahittir.
(3/98; 5/ 117; 22/17; 41/53)

S a h i p b u l u n d u ğ u bir tanıklığı gizleyen, e n b ü y ü k z a l i m l e r d e n


biri olur. (2/140)

Ş E H Â D E T İ N ÜÇ BOYUTU

1. Zaman öncesi boyut:

K u r ' a n ; ş e h â d e t i n biri m a t e m a t i k zaman öncesi, ikincisi dünya


planında ve ü ç ü n c ü s ü de dünya sonrası planlarda o l m a k ü z r e üç
temel belirişinden söz eder. Ş e h â d e t i n z a m a n ö n c e s i olanı Allah
ile i n s a n r u h u a r a s ı n d a k i ezelî mukavele (mîsak) sırasında insa­
n ı n şehâdetidir. Bu sırada, Allah insanlara, onları kendi benlikle­
rine şehâdet ettirerek, "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" diye sor­
m u ş ve insanlar, "Evet rabbimizsin, b u n a şehâdet ederiz' diye ce­
v a p vermişlerdir. Bu bilgiyi v e r e n ayete (7/172) göre, bu şehâdet,
kıyamet günü, yani son h e s a p sırasında, "Biz böyle bir şeyden
habersizdik" demeyi önleyecektir, (bk. b u r a d a , Mîsak mad.)

K u r ' a n b u ezelî ş e h â d e t i n , d ü n y a n ı n aldatışı y ü z ü n d e n u n u t u l a ­


bileceğini b e y a n e d e r e k i n s a n ı dikkatli olmaya çağırır. (6/130)
Aynı yerde b u ezelî ş e h â d e t i n , i n s a n ı n ' b e n ' ş u u r u n a u l a ş m a ­
sının da başlangıcı olduğu belirtilerek ben ve benlik ş u u r u n u n
h e m içeriğini h e m d e b u ş u u r d a Yaratıcı'yı k a b u l ü n yerini v e
ö n e m i n i gösterir. Böylece K u r ' a n , i n s a n ı n k e n d i ben'ini k a b u l
ve ilanıyla o b e n ' i n bağlı olduğu küllî k u d r e t i yani Allah'ı k a b u l
ve ilanı birleştirir. Bu d e m e k t i r ki, insan, gerçek a n l a m d a ben di­
yebilmek için Allah'a n i s p e t i n i h a t ı r l a m a k d u r u m u n d a d ı r . Aksi
h a l d e , ben sözü bir v a r o l u ş ifade e t m e z .

Ben o l g u s u n u n temeli ve gerçek k o n u s u , Yaratıcı K u d r e t ' t i r .


O n a n i s p e t i n bir i m a n v e ş u u r hali o l a r a k yaşatılmaması, ben'i
bir gerçek o l m a k t a n çıkarır. Bu y ü z d e n d i r ki, K u r ' a n , i n s a n ı
ezelî mukaveleyi u n u t m a m a y a , Allah'ı u n u t m a m a y a çağırmak­
tadır. Allah'ı u n u t m a k , benliği u n u t m a k ve yaratıcı ş u u r ve olu­
ş u n dışına a t ı l m a k a n l a m ı n a gelecektir:

"O kimseler gibi olmayın ki, Allah'ı unuttular da Allah da onlara öz


benliklerini u n u t t u r d u . Yoldan çıkmışların ta kendileridir onlar."
(Haşr, 19)

2. Dünya planı boyutu:

Ş e h â d e t i n d ü n y a p l a n ı n d a k i g ö r ü n ü m ü n e v e b o y u t l a r ı n a ge­
lince, her şeyden önce, Allah'ın bizzat kendi tanıklığı vardır. Ali
İ m r a n 18. ayete göre, Allah, tanıklığını, kendisi d ı ş ı n d a ilah ol­
madığını gösterecek bir biçimde sergiler. Bu tanıklık, i n s a n b e n -
liğindeki ezelî tanıklıkla birleşen bir 'zaman öncesi şehâdet'tir ki,
fıtratın en esaslı tecellilerinden biri h a l i n d e i n s a n ı Yaratıcı'nın
varlığını, delil ve t a r t ı ş m a ihtiyacı d u y u l m a d a n sezmeye ve ka­
b u l l e n m e y e g ö t ü r ü r . Allah hakkında en güvenilir delil b u d u r . Bu
y ü z d e n K u r ' a n , Allah'ı i n s a n a şah d a m a r ı n d a n d a h a yakın ola­
r a k tanıtır. (50/16)

A l l a h ' ı n k e n d i z a t ı n a yaradılıştan ve içten tanıklığı, m e l e k l e r i n


v e ilim s a h i p l e r i n i n tanıklığıyla t a m a m l a n a r a k i n k â r e d i l e m e z
h a l e getirilir. E s a s e n , K u r ' a n , i m a n s a h i p l e r i n i n ş e h â d e t l e r i n i n
h e r b o y u t t a delile b a ğ l a n m a s ı gerektiğini, b u h u s u s t a titiz dav­
r a n m a n ı n z a r u r e t i n i a ç ı k ç a s ö y l e m e k t e d i r . (5/8, 44)

Allah'ın ş e h â d e t i n i n bir tecellisi de kullar ü z e r i n d e k i tanıklığıdır.


İ n s a n için, bağlayıcı en güçlü tanıklık da b u d u r . (5/19) K e n d i s i n e
şah d a m a r ı n d a n d a h a y a k ı n bir k u d r e t i n sürekli tanıklığı a l t ı n d a
o l d u ğ u n u bilmesidir ki, i m a n a d a m ı n ı , hiçbir dış e t k i n i n t a k i p ve
tazyiki o l m a d a n en güzeli ve en iyiyi y a p m a y a iter. Bu hal, h e r
an Allah'la b e r a b e r o l m a ş u u r u , yani ihsandır ki İ s l a m ' d a ahla­
kın ö z ü n ü o l u ş t u r u r , (bk. b u r a d a Güzellik m a d . ) Allah, gaybın
ve ş e h â d e t i n bilicisi o l d u ğ u n d a n , i n s a n ı n d u y u l a r ı n fark edeceği
ve edemeyeceği h e r davranışını ve d ü ş ü n c e s i n i izler ve bir g ü n
b u n l a r ı n h e s a b ı n ı o n d a n sorar. (5/73; 9/94, 105, 62/3)

Allah, ş e h â d e t i n ve gaybın yani, d u y u l a r ve f e n o m e n l e r dünya­


sıyla, d u y u l a r ötesi planların aynı a n d a âlimi ve tanığı o l d u ğ u n ­
d a n , O ' n u n h e s a b a çekmesi, sadece fiillerden değil, d ü ş ü n c e l e r ­
d e n de olacaktır. Y u n u s 29, 61 ve Ahkaf 8. ayetler bu n o k t a y a
d i k k a t ç e k m e k t e d i r . Din, sosyal bir k u r u m olarak, insanı şehâdete
k o n u olan fiillerinden hukuksal planda sorumlu t u t m a k l a birlikte,
ileri boyutlarda ve kâmil anlamda bir mümin, düşüncelerin de iz­
lendiğini bilerek, iç dünyasını da kötüye ve çirkine kapatmalıdır.

Allah'ın şehâdetini, O'nun en m ü k e m m e l yaratığı olan insanın


şehâdeti izler. G e r ç e k t e n de K u r ' a n , Allah'ın isim sıfatlarından
biri olan Şehîd (tanık) kelimesini i n s a n ı n sıfatı olarak da kul­
l a n m a k t a d ı r . B a ş t a nebiler o l m a k üzere, b ü t ü n i n s a n l a r birer
şehîddir; fakat özellikle nebiler ve onları izleyen s o n s u z l u k
yolcularının şehîdlikleri önemlidir. H e r t o p l u l u ğ u n şehîdleri ol­
m u ş t u r ve nebiler b u n l a r ı n b a ş ı n d a gelir. Peygamberlerin şehîd
sıfatları, o n l a r ı n Allah ile o r t a k n i t e l i k l e r i n d e n birini gösterir,
(bk. 2/143, 5/117; 16/84; 28/75)

Nebiler, insanlık dünyasına gönderilmiş kozmik tanıklardır.

H z . M u h a m m e d de k e n d i ü m m e t i n i n , o d e m e k t i r ki, kendisin­
d e n s o n r a gelecek t ü m insanlığın şehidi, tanığıdır. ( 4 / 4 1 ; 33/45;
48/8; 73/15)

S o n P e y g a m b e r nasıl bir şehîdse, O ' n u n ü m m e t i d e i n s a n l a r


ü z e r i n e bir şehîdler t o p l u l u ğ u d u r . (2/143; 22/78) O halde, H z .
M u h a m m e d ' i n görevi ve s o r u m l u l u ğ u nasıl evrensel ve kozmik-
se O ' n u n ü m m e t i n i n görev ve s o r u m l u l u ğ u da evrensel ve koz­
miktir. Bu, b ü t ü n âlemlere r a h m e t olan bir p e y g a m b e r i n e m a n e ­
tini y ü k l e n m i ş o l m a n ı n z o r u n l u s o n u c u d u r .

D ü n y a p l a n ı n d a k i ş e h â d e t i n h u k u k s a l b o y u t u n a ilişkin beyan­
lara da K u r ' a n ' d a yer verilmiştir. Bu ş e h â d e t , adalet sahibi kişiler
t a r a f ı n d a n Allah için yapılmalıdır. (5/8, 44; 65/2) Tanıklığa çağ­
rılanlar b u n a karşı çıkmamalı, ş e h â d e t i yerine getirmelidirler.
(2/ 282) Ş e h â d e t hiçbir suretle gizlenemez. (2/283)

B a k a r a 282. ayet, şehâdette iki erkek veya bir erkek iki kadın şartı
getirmektedir. Bu ayet ticarî m u a m e l e l e r i , özellikle b o r ç a k d i n i
d ü z e n l e m e k t e d i r . B u n a b a k a r a k , bir erkeğin yerini a n c a k iki ka­
d ı n ı n alabileceğini söylemek m ü m k ü n değildir. Bu k o n u d a biz,
Kur'an'daki İslam adlı eserimizin, ilgili ayeti açıklayan k ı s m ı n d a
geniş bilgi verdik.

Zina suçlaması, a n c a k d ö r t tanığın şehâdetiyle ispatlanabilir.


(4/15; 24/4) Aynı yerde, zina suçlaması y a p ı p da b u n u d ö r t
t a n ı k l a ispat e d e m e y e n l e r i n tanıklıklarının bir d a h a k a b u l edi­
lemeyeceği bildiriliyor. Bunlar, h e r h a n g i bir k o n u d a bir d a h a
asla t a n ı k o l a r a k dinlenemezler. Ayrıca b u n l a r a , iftiraları yü­
z ü n d e n 8 0 celde v u r u l u r . Eşini zina e t m e k l e suçlayıp d a b u n u
d ö r t t a n ı k l a i s p a t l a y a m a y a n l a r ı n d u r u m u d a N u r 6-9. ayetlerde
düzenlenir.

3. Dünya ötesi planlar boyutu:

Ş e h â d e t i n d ü n y a ötesi p l a n l a r d a k i , özellikle s o n h e s a p g ü n ü n ­
deki g ö r ü n ü m ü n e gelince, bu şehâdet, ö n c e Allah t a r a f ı n d a n ye­
r i n e getirilecektir. H e r şey ü z e r i n d e en b ü y ü k şahid olan Allah,
o g ü n de k u l l a n a r a s ı n d a tanıklık edecektir. S o n h e s a p g ü n ü n d e
d i n l e n e c e k t a n ı k l a r ı n ikinci b ö l ü m ü n d e , t o p l u m l a r ı n ö n d e r l e r i
b u l u n m a k t a v e nebiler, b u n l a r ı n ö n sırasında yer a l m a k t a d ı r .
Nebiler, k o z m i k ve külli t a n ı k l a r olarak dinlenecekler ve nebi­
ler ü z e r i n e t a n ı k olarak da S o n Resul k o n u ş a c a k t ı r . (16/84, 89;
4 / 4 1 ; 28/75; 39/69; 57/19) Nisa 4 1 . ayet, ü z e r i n d e o l d u ğ u m u z
n o k t a b a k ı m ı n d a n ç o k ilginçtir:

" H e r ü m m e t t e n bir tanık getirip seni de şunlar üzerine bir tanık


olarak diktiğimizde iş nice olacak?!"

Bu ayet açıkça gösteriyor ki, S o n Peygamber, yalnız k e n d i ü m ­


m e t i n i n tanığı değil, diğer nebilerin de tanığıdır.

H z . P e y g a m b e r ' e sık sık K u r ' a n okumasıyla da ü n l ü hafız sahabî


İbn Mesûd bize ş u n u h a b e r veriyor: Allah Elçisi bir g ü n o n u çağı­
r a r a k k e n d i s i n e K u r ' a n o k u m a s ı n ı istemiş, o da güzel ve tatlı se­
siyle Nisa suresini o k u m a y a başlamıştı. Bu s u r e n i n , az ö n c e me-
allendirdiğimiz 4 1 . ayetine geldiğinde H z . P e y g a m b e r ağlamaya
b a ş l a m ı ş ve İ b n M e s ' u d ' a "Artık bitir, daha o k u m a ! " demişti.
(İbn M ü b a r e k , Kitabu'z-Zühd, 359) Bu ayetin çizdiği t a b l o n u n ,
T a n r ı Elçisi'nin s o r u m l u l u k v e görevinin b ü y ü k l ü ğ ü n ü ortaya
k o y d u ğ u açıktır. K u r ' a n ' ı n indiği r u h olan H z . M u h a m m e d bile
bu t a b l o n u n i h t i ş a m ve ciddiyeti k a r ş ı s ı n d a ü r p e r m i ş ve ağlama­
ya başlamıştır.

Son hesap g ü n ü n d e k i ş e h â d e t i n biri de i n s a n ı n k e n d i benliğinin


kendisi h a k k ı n d a k i tanıklığıdır. K u r ' a n b u n o k t a d a insanın de­
risinin, elinin, ayağının, kulağının, g ö z ü n ü n t a n ı k l ı ğ ı n d a n b a h ­
s e t m e k t e d i r . S o n h e s a p g ü n ü 'öyle bir g ü n d ü r ki dilleri, elleri,
ayakları insanlar hakkında şehâdette bulunur.' (24/24) Ve o gün
öyle bir m a h k e m e k u r u l u r ki, i n s a n l a r ı n ağızları m ü h ü r l e n i r de
k e n d i elleri ve ayakları k e n d i aleylerinde k o n u ş u p tanıklık eder.
(36/65)

Bir g ü n d ü r ki o, ne mal yarar sağlar o n d a ne de çocuklar: O r a d a


t e r t e m i z bir k a l p getirenlerden başkası k u r t u l a m a z (bk. 26/89)
Bir T ü r k şairi bu gerçeği şu güzel beytiyle dile getirmiştir:

"Ey hâce! Sanma ki senden zer u sîm isterler;


Yevme lâ yenfeu'da kalb-i selîm isterler."

Yani, "Ey hoca, sanma ki senden altın ve g ü m ü ş isterler. Hiçbir


şeyin yarar sağlamadığı o hesap gününde, senden sadece temiz bir
kalp isterler."
ŞEHVET
(şehvet, iştiha, heva)

"Şehvet, nefsin, istediği şeyi derinden özleyip arzu etmesidir.


B u n u n dünyada iki t ü r ü vardır: Sadık, yalancı. Beden için zorunlu
olanlar sadık, beden için şart olmayanlara yalancı şehvet denir."
(Râgıb, el-Müfredât) A r z u l a m a k , canı ç e k m e k a n l a m ı n d a k i iştiha
( T ü r k ç e ' d e iştah) d a şehvet k ö k ü n d e n d i r .

Şehvet k ö k ü n d e n kelimeler on k ü s u r yerde geçer. B u n l a r ı n se­


kiz t a n e s i fiil kullanımdır.

K u r ' a n , şehveti k ö t ü l e m e m i ş , o n u ö n d e r e d i n i p hayatı o n a uy­


d u r m a y ı kınamıştır. Kullanımlar bu iki a n l a m a r a s ı n d a paylaştı­
rılmış gibidir. Şehvet (çoğ. şehevât) , en m ü k e m m e l u n s u r l a r l a
en yıkıcı belaları b ü n y e s i n d e taşıyan bir g ü ç t ü r . O halde, şehveti
bir çırpıda k ö t ü olarak nitelendirip reddedenleyiz. "Allah, şeh­
veti insanoğluna boşuna vermemiştir. Menfaate koşmak, emel ve
heves gibi şeyler hep ondan kaynaklanır. İnsan ve hayvan neslinin
devamı da şehvet sayesindedir. Eğer şehvet olmasaydı yeryüzü ha­
rabe, insanlar arası muameleler h ü k ü m s ü z ve nesil kesilmiş olur­
du." ( A h m e t Rifat; Tasvîr-i Ahlâk, 214-215)

Şehvetin faydalı ve zararlı çeşitlerini ayırmak için isabetli ve ya­


lancı şehvet ö l ç ü s ü n ü k u l l a n a n l a r vardır. B u n l a r a göre, isabetli
şehvet b e d e n için z o r u n l u olan şeylere d u y d u ğ u m u z arzu, ya­
lancı şehvet ise b e d e n için l ü z u m s u z şeylere y ö n e l e n a r z u d u r .
A d l a r ı n a n e d e r s e k diyelim, K u r ' a n , şehvetin h e m m a k b u l h e m
de çirkin olanlarına işaret e t m e k t e d i r :

"Kadınlara/uzun yaşamaya/ertelemeye/veresiye alışverişe, oğullara/


sabit mallara/güzel kokulara, altın ve gümüşten oluşturulmuş yı­
ğınlara, salma atlara, davarlara ve ekinlere tutkunlukların sevgisi,
insanlar için süslenip püslenmiştir. T ü m bunlar geçici-iğreti haya-
tın nimetidir. Allah'a gelince, varılacak yerin en güzeli O'nun ya­
nındadır." (Âli İ m r a n , 14)

B u r a d a sayılan şeylerin h e p s i helâl d a i r e s i n d e k i şeylerdir. O


halde, o n l a r a d u y u l a n a r z u , ihtirasla dolu v e h a d d i a ş a n t i p t e n
o l u n c a k ö t ü ve çirkindir. Şu ayet ise şehvetin s a d e c e k ö t ü s ü n e
işaret e t m e k t e d i r :

"Allah sizin tevbelerinizi kabul etmek ister. Şehvetlerine uyanlar


ise sizin büyük bir meyille yoldan sapmanızı isterler." (Nisa, 27)

Şehveti n o r m a l ölçüler içinde t u t m a y a İslam a h l a k ı n d a iffet


d e n m i ş t i r . (Râgıb, iffet m a d . )

K u r ' a n , şehvetin ö n c ü u n s u r l a r ı n a d a d i k k a t çekmiştir. B u n l a r ı n


b a ş ı n d a 'heva' gelir. İğreti, hayvansal a r z u ve istek a n l a m ı n d a k i
heva (çoğulu: e h v â ) , türevleriyle birlikte 30 k ü s u r y e r d e geçer.

Heva, benliğin şehvete meyli ve keyfiliği t e r c i h etmesidir.


Dilimizde bu tabir, boş ve zararlı arzular a n l a m ı n d a kullanılmış­
tır. Kur'an-ı Kerim, hevayı en yıkıcı m u s i b e t l e r d e n biri olarak
görüyor ve birçok y e r d e tehlikelerine işaret ediyor. Ç ü n k ü neva­
n ı n varlığı, benliğin şehvet tarafına geçtiğini ve r u h a sırt çevir­
diğini g ö s t e r m e k t e d i r .

H e v a n ı n varlığı bir d ü ş ü ş ifadesidir, i n s a n ı n yücelikten basitliğe


d ü ş m e s i d i r . N i t e k i m h e v a ile aynı k ö k t e n gelen hüviyy yüksek­
t e n aşağılara i n m e k m â n â s ı n a k u l l a n ı l m a k t a d ı r . H e v a n ı n yer­
leştiği bir kalp, b a ş t a şirk o l m a k ü z e r e , h e r t ü r l ü pislik ve kö­
t ü l ü ğ ü n beşiği olmaya adaydır. Böyle bir benlik giderek hevayı
k e n d i n e ilah yapar. (25/43; 45/23)

"Kendisinin ilahı olarak kendi duygu ve arzusunu almış kişiyi gör­


d ü n m ü ? Allah onu bir ilim üzerine saptırmış, kulağı ve kalbi üzeri­
ne m ü h ü r basmış, gözünün üstüne de bir perde çekmiştir. Allah'tan
sonra ona kim kılavuzluk edecektir. Hâlâ d ü ş ü n ü p ibret almıyor
m u s u n u z ? " (Câsiye, 23)

"Yemin olsun ki biz, İsrailoğulları'nın kesin sözlerini almış da on­


lara resuller göndermiştik. Ne zaman bir resul onlara nefislerinin
hoşlanmadığı bir şeyi getirdiyse bir kısmını yalanladılar; bir kısmını
da öldürüyorlardı." (5/70; ayrıca bk. 53/23)
"Artık hevanıza uymayın ki adaleti gerçekleştiresiniz..." (Nisa,
135)

K u r ' a n , vahyi dışlayarak h e r t ü r l ü ç ö z ü m ü d ü r t ü l e r d e n bekleme­


nin, insanı hevaya esir edeceğini ve b u n u n da i n s a n h a y a t ı n ı
nefsanî çekişmelerin d i d i ş m e s i n e yenik d ü ş ü r e r e k rahatsızlık­
lara yol açacağını söyler, (bk. 18/28; 28/50; 38/26) B u n u n için­
dir ki, i n s a n h a y a t ı n ı h e v a l a r ı n a göre çekip çevirmek isteyenler,
peygamberlere h e p karşı çıkmışlardır. (2/87; 5/70; 30/29)

H e v a d a i m a zan, kibir ve bilgisizlikle beraberdir. (2/87, 120, 145;


5/48; 6/119; 13/ 37; 30/29; 41/18; 53/23)

H e v a n ı n ; ilim, vahiy ve aklın yerine geçirilmesinin k ö t ü s o n u ç ­


larına d i k k a t ç e k e n K u r ' a n , hevaya m a ğ l u p olanların d i n l e n m e ­
m e s i n i i s t e m e k t e (2/120; 5/77; 6/56; 18/28; 20/16; 42/15), he­
v a n ı n adaleti engelleyeceğini (4/135), insanı ş e y t a n ı n oyuncağı
yapacağını (6/71) söylemekte ve nihayet, hevaya yenik d ü ş m ü ş
bir d ü n y a n ı n b o z g u n v e k a r m a ş a y l a dolacağını d u y u r m a k t a d ı r .
Böyle bir d u r u m d a h a k k ı n bencillik ve şehvete feda edilmesi,
yerin ve göklerin fesada t e r k edilmesi, yer ve gök sakinlerinin
d e n g e ve d ü z e n l e r i n i n sarsılması k a ç ı n ı l m a z olacaktır. (5/77;
23/71)

C e n n e t e giden yol, hevanın denetimine verilmeyen yoldur, (bk.


79/40).

H e v a k o n u s u n u , vahiy ile mukayeseli bir b i ç i m d e inceleyen


Şâtıbi (ölm. 1388) i n s a n h a y a t ı n ı d ü z e n l e m e d e d i n i n karşısına
çıkışların genel adını heva olarak anıyor ve şu s o n u c a varıyor:

"Bir, vahye dayalı düzen vardır; bir de heva. Üçüncüsü yok."


(Şâtıbi; el-İ'tısam, 1/46-143)
ŞERİAT
(bir d i n i n m e z h e p l e r c e yapılan y o r u m u n d a n
çıkan kurallar bütünü)

G e n i ş su yolu, y ö n t e m , tavır, kural gibi anlamları olan bu kelime


'şeriat' şekliyle K u r ' a n ' d a t e k bir yerde geçmektedir: Câsiye 18.
ayet. Aynı k ö k t e n ve aynı a n l a m d a bir de 'şir'a' s ö z c ü ğ ü vardır
ki, o n u n geçtiği yer Mâide 48. ayettir. Şeriat k e l i m e s i n d e n sade­
ce telaffuz farkıyla ayrılan şir'a kelimesini de d e ğ e r l e n d i r m e y e
alacağız.

Şir'a, yol ve y ö n t e m a n l a m ı n d a k i m i n h â c sözcüğü ile birlikte kul­


lanılmıştır. Şöyle deniyor:

"Sizden her biri için bir yol ve bir yöntem/şeriat belirledik. Allah
dileseydi sizi elbette bir tek ümmet yapardı. Ama size vermiş ol-
duklarıyla sizi imtihan etsin diye öyle yapmamıştır..." (Mâide, 48)

Bu a y e t t e n anlaşılıyor ki şeriat insandan insana, t o p l u m d a n top­


luma değişen tavırları, tarzları, yöntemleri, kabulleri ifade etmekte­
dir. H e r peygamberin şeriati vardır; H z . M u h a m m e d ' i n de izlediği
bir şeriati vardır. Câsiye 18 b u n u açıkça ifade e t m e k t e d i r .

Bir dinin içindeki değişik birey ve grupların da birer şeriati var­


dır, olacaktır. Ö r n e ğ i n her mezhebin dinden anladığı, o mezhep
için bir şeriattır.

O halde, şeriat, Allah katında değişmez, aksi ve başkası kabul edil­


mez tek yol ve gerçek olan İslam'ın (3/19) içinde kişilerin, grup­
ların ve toplumların dinden anladıklarına göre oluşturulmuş yo­
r u m l a r ve kurallar b ü t ü n ü d ü r . Allah katında din sadece ve sadece
islam'dır, yani peygamberlerin tebliğ ettikleri değişmez, zaman
üstü ilkeler b ü t ü n ü . Katında din olarak İslam'ı kabul eden Allah
şeriatin her birimize göre değişen bir din anlayışını ifade ettiğini
ŞERİAT 321

açıkça bildirmektedir ki, hiç kimse dinden anladığım dinin kendisi


ilan etmeye kalkmasın. D e m e k olur ki, şeriatle İslam'ı veya Kur'an'ı
eşitlemek, Kur'an'ın verilerine aykırıdır.

İşin bilimsel ve dinsel esası ş u d u r : Şeriat, İslam veya K u r ' a n ile


eşitlenemez. Şeriat m e z h e p kabulleriyle, n i h a y e t fıkıhla eşitle­
nebilir. Şeriati İslam'la eşitlemek isteyen anlayış, birçok ka­
b u l ü n ü n K u r ' a n ' l a ve z a m a n l a çeliştiği anlaşılmış b u l u n a n örf­
leri d i n y a p m a y ı a m a ç l a y a n anlayıştır. Bu anlayış, önce, şeriatle
dini eşitlemekte, s o n r a da devrini bitirmiş fıkıh k i t a p l a r ı n d a k i
akıl ve K u r ' a n dışı b i r t a k ı m kuralları d i n diye h a l k ı n ö n ü n e koy­
maktadır.

B u r a d a Allah ile a l d a t m a n ı n tipik bir g ö r ü n ü m ü y l e karşı kar-


şıyayız. Bu anlayış kendisini m e ş r u l a ş t ı r m a k için, özellikle
K u r ' a n ' ı t e r c ü m e s i n d e n o k u y a n kitleler ö n ü n d e , bir o y u n d a h a
sergilemekte, şeriat s ö z c ü ğ ü n ü n b i r ç o k K u r ' a n a y e t i n d e geçtiği­
ni söylemektedir.

Bu, açık bir yalandır. Bu yalan, işin i ç y ü z ü n ü bilmeyen h a l k kit­


leleri ö n ü n d e şöyle sergilenmektedir: Ö n c e , K u r ' a n ' d a k i şeriat
ve din kelimelerinin t ü m ü 'şeriat' a n l a m ı n d a t e r c ü m e edilmekte,
s o n r a da "İşte bakın, Kur'an'da şeriat şu kadar yerde geçiyor!" diye
h ü k ü m verilmektedir. B u yapılınca, halkın i s l a m ' d a n a n l a m a s ı
g e r e k e n ne varsa, ş e r i a t t e n a n l a m a s ı g e r e k e n şeyler haline geli­
veriyor. D i n d e n anlaşılması gerekenler şeriatten anlaşılır o l u n c a
da dinle şeriati e ş i t l e m e m e k küfür oluyor.

Yanlış anlamalara meydan vermemek için, Kur'an'ın din dediği yer­


de çeviriyi din, şeriat dediği yerde şeriat diye yapmak zorundayız.
ŞEYTAN

İblisin kuvvetine, faaliyetine verilen ad o l u p z a m a n z a m a n iblis


yerine d e kullanılır. K u r ' a n b u n u d a h a çok, iblisin tavrı, tarzı,
m e t o d u askeri, yardımcısı ve b a z e n de etkisi gibi kullanıyor. Bu
b a k ı m d a n iblisin çoğulu o l m a m a s ı n a r a ğ m e n , ş e y t a n ı n çoğulu
(şeyâtîn) vardır ve bu çoğul, K u r ' a n ' d a 18 y e r d e kullanılmıştır.

11 y e r d e kullanılan iblise m u k a b i l , ş e y t a n ı n 88 y e r d e (tekil ve


çoğul h a l d e ) geçmesi, iblisin ö n e m i n i n , iblisin k e n d i s i n d e n ç o k
e t k i l e r i n d e a r a n m a s ı gerektiğine d i k k a t ç e k m e k t e d i r .

İslam öncesi A r a p l a r c a d a k u l l a n ı l a n ş e y t a n k e l i m e s i n i n A r a p ­
ça'ya H a b e ş ç e ' d e n geçtiğini söyleyenler y a n ı n d a H a b e ş ç e ' y e
A r a p ç a ' d a n geçtiğini iddia e d e n l e r de vardır. Şöyle veya böy­
le, bu kelime bir cins ismi o l a r a k A r a p ç a ' d a İ s l a m ' d a n ö n c e de
kullanılmıştır. H a t t a Cahiliye devri Arapları, şairlerin ü s t ü n ke­
l a m k u d r e t l e r i n i ş e y t a n d a n aldıklarını k a b u l ederlerdi. B u n u n
d a ö t e s i n d e , h e r şairin bir şeytanı olduğu y o l u n d a bir k a n ı d a
vardı. Bu anlayışın İslamî devirde de epey bir z a m a n yaşadığını
g ö r ü y o r u z . Hicrî 1 1 0 ' d a ölen el-Cerîr, hicrî 4 4 9 ' d a ölen Ebul-
Alâ el-Maarrî, hicri 6 2 9 ' d a ölen el-A'şa h e p özel şeytanı olduğu
varsayılan b ü y ü k şiir ustalarıdır.

K e l i m e n i n k ö k ü meselesi de tartışmalıdır. A r a p dili lügatleri,


ş e y t a n k e l i m e s i n e iki k ö k g ö s t e r m e k t e d i r . Birinci k ö k uzaklık,
uzaklaşmak a n l a m ı n d a k i ş.t.n.'dir. B u n a göre, şeytan; uzakla­
şan, u z a k d ü ş e n d e m e k t i r ki, A l l a h ' t a n u z a k d ü ş m ü ş b u l u n a n
bir varlık için u y g u n bir isimdir. İkinci kök, ş.y.t. o l u p öfkeden
y a n ı p t u t u ş m a k , işe y a r a m a z h a l e gelmek (butlan) a n l a m ı n d a d ı r
ki, (Râgıb, ş.t.n. m a d . T e h â n e v i , şeytan m a d . ) a t e ş t e n yaratılan
ve  d e m ' e öfkesinden kızıp k ö p ü r e n iblis-şeytan için bu da çok
uygundur.

A r a p dilinde ş e y t a n kelimesi, etimolojik seyri içinde, insan, hay­


v a n v e c i n l e r d e n h e r t ü r l ü k ö t ü l ü k k u v v e t i n e veya h e r t ü r l ü k ö t ü
r u h a isim o l m u ş t u r .
K u r ' a n , şeytanla iblisin işlev b a k ı m ı n d a n aynı o l d u k l a r ı n ı göste­
riyor. B a ş k a bir deyimle, iblis ve ş e y t a n aynı varlık veya kuvve­
tin iki adıdır. B u n u şu şekilde de ifade edebiliriz: Şeytan, iblisin
faal hale geçişinde aldığı ad, kuvvetlerinin t ü m ü n e verilen ad;
iblis de, şeytan d e n e n k a r a n l ı k ve şer kuvvetlerin kaynağı olan
kuvvetin özel adıdır, (bk. b u r a d a , İblis m a d . )

Şeytan, h e r şeyden ö n c e , i n s a n ı n d ü ş m a n ı d ı r ; Allah'ın d ü ş m a ­


nı değil. (2/168, 2 0 8 ; 6/142; 7/22; 1 2 / 5 1 ; 17/53; 35/6; 36/60;
43/62) Ş e y t a n ı n Allah k a r ş ı s ı n d a k i tavrı isyan ve n a n k ö r l ü k tav­
rıdır. (17/27; 19/44) Yani şeytan Allah'ın dengi değil, b e n d e s i ,
k u l u d u r . Âsi, n a n k ö r bir k u l d u r . K u r ' a n b u n o k t a n ı n altını çiz­
mekle, varlık ve oluşta iki ilah veya yaratıcı k u d r e t t a s a v v u r u n a
imkân vermemek peşindedir.

Şeytanı Allah'ın düşmanı telakki etmek, hayır ve şer için iki ayrı
gücün varlığını kabule götürür ki, bu, K u r ' a n ' ı n temel anlayışı olan
tevhit (birlik) ilkesine terstir. Şeytan, her ne kadar bir şer ve ka­
ranlık kuvvetse de, Allah'ın irade ve takdiri içinde faaliyet gösterir.
Mutlak kudret onu, oluş diyalektiğinin bir kutbu, bir parçası ola­
rak, bizzat kendi h ü r iradesiyle varlık alanına çıkarmıştır. O, insa­
n ı n a k s i n e ve i n s a n ı t a h r i p için çalışır, Allah'ın aksine, Allah'ı
zor d u r u m d a b ı r a k m a k için değil. Esasen, K u r ' a n , iblise Allah'ı
k a b u l ve O ' n u n yüceliğini itiraf ettirerek, ş e y t a n ı n ikinci bir ilah
gibi algılanmasını b a ş t a n engellemiştir.

Bu K u r ' a n s a l esas bizi, iblis ve ş e y t a n d e n i n c e ontolojik varlığı


olan bir ben yerine, şer ve k a r a n l ı k faaliyetlerin sembolik adı
olan b i r t a k ı m t a b i a t kuvvetlerini a n l a m a y a g ö t ü r ü r m ü ? İslam
bilginlerinin bir kısmı bu soruya 'evet' cevabını verir ve şeytan-
iblisi ontolojik bir varlık olarak g ö r m e k yerine, i n s a n ı n iç kuv­
vetlerinin k a r a n l ı k y a n l a r ı n ı n sembol adı h a l i n d e değerlendirir­
ler, (bk. A y n u l k u d a t H e m e d a n î ; Mektubât, 14. G e n i ş bilgi için
bk. Ö z t ü r k ; Kur'an Açısından Şeytanettik) Biz de bu k a n a a t t e y i z .

Bu k a n a a t i taşıyan d ü ş ü n ü r l e r e göre, melekler de, tıpkı ş e y t a n


gibi ontolojik varlıkları olan benlikler değil, iyi ve güzele h i z m e t
e d e n aydınlık tabiat kuvvetleridir ki d i n dilinde melek sembol
adıyla anılırlar. Bu t a r t ı ş m a n ı n p r a t i k bir değeri y o k t u r . Ş u n u
söylemek z o r u n d a y ı z ki, K u r ' a n ' ı n ifadelerinin lafzına bağlı kal­
dığımız t a k d i r d e , iblis-şeytanın, a m a özellikle iblisin ontolojik
varlığa s a h i p bir ben o l d u ğ u n u s ö y l e m e n i n gerektiği kanısı ege-
m e n olur. A n c a k u n u t m a m a k lazım ki, K u r ' a n b u ü s l û b u , b i r ç o k
varlık için k u l l a n m a k t a d ı r . Bu ü s l û b u n kişilik ve k o n u ş m a h ü ­
viyeti (teşhis ve i n t a k ) verdiği cisim ve enerjilerin t ü m ü n e ba­
ğımsız şahsiyet a n l a m ı n d a ontolojik varlık gözüyle b a k a m a y ı z .

Şeytanın K u r ' a n ' d a geçen sıfatlarının b a ş ı n d a recîm (taşlanmış,


k o v u l m u ş ) sıfatı gelmektedir. Bu sıfat o n a , Â d e m ' e s e c d e d e n
kaçındığında, bizzat Allah t a r a f ı n d a n verilmiştir. (15/34; 38/77)
K u r ' a n b u recîm ş e y t a n d a n Allah'a sığınmayı e m r e d e r . (3/36;
15/17; 16/98) Özellikle, K u r ' a n o k u m a y a b a ş l a r k e n r e c î m şey­
t a n d a n Allah'a sığınılmalıdır. (16/98) D i n dilinde b u n a istiâze
veya eûzü çekmek denir.

Recm, gök p l a n l a r ı n d a , t a n r ı s a l v a h i y d e n bir şeyler ç a l m a k için


k u l a k k a b a r t a r a k vahiy ve i l h a m ı n akışını b o z m a n ı n cezası ola­
r a k t a ş l a n m a y ı da ifade e d e r ki, şeytanın recîm adını a l m a s ı n ı n
s e b e p l e r i n d e n biri de b u d u r .

K u r ' a n okurken şeytandan istiâzenîn sırrı ş u d u r ki, ilahî kelamı


o k u y a n , d u y u l a r ü s t ü i d r a k i n e n güvenilir a l a n ı n a girmeye ha­
z ı r l a n m a k t a , K u r ' a n ' ı n s o n s u z b e r e k e t i n d e n k a l b i n e bir şeyle­
r i n a k m a s ı için, göklerin kapısını ç a l m a k t a d ı r . G ö k p l a n l a r ı n d a
i l h a m a k ı ş ı n d a n bir şeyler h ı r s ı z l a m a k ü z e r e kol gezen şeytan,
b a ş d ü ş m a n ı i n s a n a u l a ş a c a k n a s i p l e r i n t a m a m ı n ı n veya bir kıs­
m ı n ı n aşırılmasına çalışacaktır. İ n s a n , eûzu ç e k m e k l e b u n u n şu­
u r u n d a o l d u ğ u n u ilan e t m e k t e , Allah'ın y a r d ı m ı n a s ı ğ ı n m a k t a
ve k e n d i iç k u d r e t i n i u y a n d ı r m a k t a d ı r . B u n d a n da anlaşılır ki,
istiâzede b u l u n m a k gaflet ü z e r e olmamalıdır.

İstiâze, o t o m a t i k bir kelime telaffuzu olarak kaldığı s ü r e c e bek­


l e n e n s o n u c u v e r m e z . İstiâzeyle b a ş l a y a n nice K u r ' a n o k u y u ş l a r
v a r d ı r ki, ilham ve erişin kapılarını a r a l a m a k şöyle d u r s u n , oku­
y a n ı n gırtlağından aşağı bile i n m e z .

Ş e y t a n ı n bir sıfatı da merîd olarak verilmektedir. (4/117; 22/3)


Aynı a n l a m d a bir yerde de mârid kelimesi geçer. (37/7).

Merîd ve mârid, k e n d i s i n d e n b e k l e n e n faaliyet ve semereyi gös­


t e r e m e y e n , cascavlak, işe y a r a m a z kişi d e m e k t i r . Yaprakları
d ö k ü l m ü ş ağaca emred, ekilen şeyi y e ş e r t m e y e n t o p r a ğ a merdâ,
t ü y s ü z kişiye yine emred d e n m e s i de b u n d a n d ı r . Şeytan, iyi ve
g ü z e l d e n u z a k d ü ş m ü ş , işe yarar faaliyetleri t e r k etmiş olduğu
için merîd ve mârid diye adlandırılmıştır. (Râgıp, m.r.d. m a d . )
Ş e y t a n ı n i n s a n aleyhine ilk faaliyeti, A d e m ' i n c e n n e t t e n çıka­
rılması olayında sergilenir. Bu h u s u s a d e ğ i n e n ayetler, ş e y t a n ı n
 d e m ve eşini, sonsuzlaşmak, ölümsüzleşmek özlemini kullana­
r a k t a h r i k ettiğini ve o n l a r ı bu s e v d a n ı n ateşiyle t u t u ş t u r a r a k
y a s a k a ğ a ç t a n yemelerini sağladığını b e y a n e t m e k t e d i r , (bk.
7/20; 20/118-121).

S ö z ü n b u r a s ı n d a ş e y t a n ı n c e n n e t e nasıl girdiği s o r u s u so­


r u l m u ş t u r . Â d e m ' i c e n n e t t e n ç ı k a r m a k ü z e r e vesveselemesi
için ş e y t a n ı n c e n n e t e girmesi gerektiği d ü ş ü n ü l m ü ş t ü r . Ş e y t a n a
ontolojik bir varlık hüviyeti t a n ı y a n bir yaklaşımın bu soruyu
s o r m a s ı z o r u n l u d u r . Kitabı m u k a d d e s , ş e y t a n ı n c e n n e t e g i r m e k
için yılanı kullandığını bildirir. K u r ' a n böyle bir ayrıntıya gir­
m e z . Â d e m ' i k a n d ı r m a k için şeytan c e n n e t e girmeliydi h ü k m ü ­
n e v a r m a k , K u r ' a n ' ı n yaklaşımı a ç ı s ı n d a n n e z o r u n l u d u r , h a t t a
n e d e m ü m k ü n . B u n a d a y a n a r a k d a K u r ' a n ' ı n şeytanı i n s a n ı n
d ı ş ı n d a bağımsız bir varlık görmediği söylenebilir. Şöyle veya
böyle, bu bir ayrıntıdır ve K u r ' a n hiçbir kıssanın ayrıntı ve deko-
ruyla uğraşmaz; felsefî, hayatî özünü vermekle yetinir.

Şeytan, Â d e m ' l e eşini k a n d ı r ı p , A l l a h ' ı n " Y e m e y i n ! " dediği


m e y v e d e n yedirdi v e  d e m ' i isyan ettirip c e n n e t t e n k o v u l m a s ı n ı
sağladı, (bk. b u r a d a , Âdem mad.)

 d e m ' i n h a t a s ı n ı isyan o l a r a k n i t e l e n d i r e n K u r ' a n (20/121) do­


laylı y o l d a n ö l ü m s ü z g e r ç e k l e r d e n b i r i n e d a h a d i k k a t çekmek­
tedir:

İsyan ruhuyla sonsuzlaşma sevdası arasında kopmaz bir bağ var­


dır. Bu yüzden, b ü t ü n yaratıcı ruhlar, âsi, kabına sığmaz, düzen ve
sistem tanımaz benliklerdir. Yaratıcılık ve ölümsüzlük sevdası ile
monotonluk, uysallık, düzen ve geleneğe saygı arasında ters orantı
vardır. Bu yüzden, Kur'an, ecdatperestlikten, gelenekleri tabulaş-
t ı r m a k t a n nefret eder ve bunları putperestliğin nitelikleri arasına
koyar.

Yaratıcılık; hürriyet, h ü r benlik demektir ve hürriyet bir a n l a m d a


mevcuda isyandır.

İsyan ve hürriyeti seçişle s o n s u z l a ş m a ve i n s a n ı n iç d ü n ­


y a s ı n d a k i i m k â n ve yetenekleri geliştirme aşkı a r a s ı n d a bir b a ğ
g ö r d ü ğ ü için olacak ki, K u r ' a n Âdem'in isyanı ile c e n n e t t e n çı­
karılışını bir ahlaksal d ü ş ü ş , bir leke, bir k a m b u r gibi g ö r m e z .
Ve böyle o l d u ğ u içindir ki, H r i s t i y a n t e l a k k i n i n aksine, K u r ' a n
 d e m ' i n g ü n a h ı n ı affedilmiş gösterir. Ezelî g ü n a h anlayışına yer
v e r m e z . V e  d e m i n h a t a s ı n ı o n d a n sonrakilere intikal e d e n bir
u t a n ç gibi ö n e ç ı k a r m a z .

Böyle baktığımızda, şeytanın yaptığını c e m a l i n ( n u r u n ) d a h a


iyi p a r ı l d a m a s ı için, celâlin (nârın) ilahî irade ile bir kullanılı­
şı olarak da görebiliriz. N i t e k i m , İslam tasavvuf l i t e r a t ü r ü n d e
iblisi, h i z m e t ve tevhit ehli gören, aşk ve bağlılığın sembolü ola­
r a k a n a n sûfîler vardır. B u n l a r ı n b a ş ı n d a Hallâc-ı Mansûr (ölm.
309/921) gelmektedir. Şaheseri Tavasîn'de iblisi A l l a h ' t a n gay-
rıya secde e t m e m e k t e k i ısrarı y ü z ü n d e n t e v h i d i n en güçlü savu­
n u c u s u olarak t a n ı t a n H a l l â c o n u , aynı z a m a n d a aşk v e h a s r e t i n
ö l ü m s ü z temsilcisi sayar. (bk. Ö z t ü r k ; Enel Hak İsyanı: Hallâc-ı
Mansûr). H a l l â c ' ı n bu yaklaşımı, tasavvuf tarihi b o y u n c a ü n l ü
birçok d ü ş ü n ü r ü etkilemiştir. (Bu k o n u d a bk. Awn; Satan's
Tragedy and Redemption: iblis in Sûfi Psychology, Leiden, 1983)

Ş e y t a n ı n i n s a n ı h a y ı r d a n u z a k l a ş t ı r m a s ı nasıl oluyor? Şeytan,


h a n g i değerleri t a h r i p e d e r e k i n s a n l a Allah arası diyalogu ze­
deliyor, i n s a n ı n dengesini b o z u y o r ? B a ş k a bir deyimle, şeytanın
tahrip dehası nelere dayanıyor?

K u r ' a n ' ı n bu s o r u l a r a cevabı, iblis ve ş e y t a n d a n söz e d e n ayet­


lerde p a r ç a l a r h a l i n d e verilmiştir. B u n l a r ı n h e p s i n e h â k i m olan,
ş e y t a n ı n aldatma ve çarpık gösterme ustalığıdır. İ n s a n ı gurura,
hayale, çirkini güzel görmeye sevk e d e n şeytan, iç dengeleri alt
ü s t eder ve gerçeğin çehresini değiştirir. İ n s a n ı n yanlışı ve eğriyi
fark e d e m e m e s i böyle başlar ve bu gidiş, u ç u r u m a yuvarlanmay­
la n o k t a l a n ı r . T a m bu a n d a insan, şeytanın k o r k u n ç bir alayı ile
karşılaşır. K u r ' a n b u n o k t a d a şöyle k o n u ş u y o r :

" İ ş bitirilince şeytan onlara şöyle dedi: 'Allah size hak bir vaatle
vaatte bulundu, ben ise vaat ettim a m a vaadimden caydım. Benim
sizin üzerinizde bir sultam yoktu. Sizi davet ettim, siz de bana uy­
dunuz. Hepsi bu. Şimdi beni kınamayı bırakın da öz benliklerinizi
kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz.
Aslında ben sizin, daha önceden beni şirk aracı yapmanıza karşı çık­
mıştım. Zalimler için acıklı bir azap öngörülmüştür." (İbrahim, 22)
Bu ayet, şeytan a l d a t m a s ı n ı n b ü t ü n acılığını, hayal kırıklığını
ortaya k o y u y o r ve bize gösteriyor ki:

1. Şeytan, Allah'ın varlık ve kudretini her an ve herhalde biliyor,


itiraf ediyor.

2. Bütün şeytanî aldanış ve gidişlerin sonu, pişmanlık ve çöküştür.

İ n s a n , ş e y t a n a u y m a k l a t a m bir aptallık içindedir. Ç ü n k ü


Allah'ın i n s a n ü z e r i n d e k i etkisi ş e y t a n ı n k i n d e n d a h a k ö k l ü ol­
m a s ı n a r a ğ m e n , i n s a n b u n u gafletle ö r t e r e k ç o k d a h a zayıf bir
e t k i n i n esiri o l m a k t a d ı r . K u r ' a n , Allah'la şeytanın etkilerini kar­
şılaştırmış ve şu s o n u c a varmıştır:

"Şeytanın tuzak ve hilesi zayıftır." (Nisa, 76)

Bu zayıf t u z a ğ a d ü ş e n insan, yaradılıştan gelen sıcak ve k u ş a t ı c ı


ilahî etkiye iyice göz y u m m u ş olmalıdır. Ş e y t a n ı n kendisi de bu
zavallılığa d i k k a t çekiyor. H a ş r 16. ayet, şeytanın bu n o k t a d a
i n s a n l a alay e t m e s i n i şu acı tabloyla ortaya koyar:

" H a n i , şeytan insana, 'Küfret/inkâr et!' der, insan küfür ve inkâra


sapınca da şöyle konuşur: 'Vallahi ben senden uzağım; ben,
âlemlerin Rabbi olan Allah'tan k o r k a r ı m ! "

B ü t ü n b u o y u n v e a l d a t m a l a r ı n s o n u , i n s a n ı n rezil v e p e r i ş a n
olmasıdır. K u r ' a n şöyle diyor:

"Şeytan, insan için bir rezil edicidir." ( F u r k a n , 29)

Ş e y t a n ı n kullandığı en b ü y ü k silah, i n s a n ı gurura sevketmektir.


G u r u r u n esas anlamı, a l d a n m a k ve bu aldanışla eşya ve olayları
çarpık g ö r m e k t i r . O halde, şeytanın başarısı, o n u n kuvvetinden
değil, insanın kuvvetlerini insanın aleyhine kullanabilmesinden
kaynaklanıyor.

"Şeytan, onlara söz verir, ümit verip hayal k u r d u r u r , hurafeye/an­


lamını bilmeden okumaya iter. Ama o, onlara bir aldanıştan başka
hiçbir şey vaat etmez." (Nisa, 120; 17/64) Ş e y t a n ı n bu, gururu is­
tismar h ü n e r i n e , d a h a ilk i n s a n ı n s ü r ç m e s i anlatılırken d i k k a t
çekilmiştir, (bk. 7/20)
Şeytanın, g u r u r u k u l l a n a r a k s a p t ı r m a s ı n a ilginç bir ö r n e k de
Bedir h a r b i n i a n l a t a n ayetlerde verilmiştir. Bedir g ü n ü , m a d d e
ü s t ü n l ü k l e r i n e b a k a r a k g u r u r a k a p ı l a n v e s o n u n d a h ü s r a n a uğ­
r a y a n M e k k e oligarşisinin d u r u m l a r ı şöyle anlatılır:

"Şeytan onlara, yaptıklarını süslü gösterip şöyle demişti: 'Bugün


size galip gelecek kimse yok, ben yanınızdayım.' Fakat iki topluluk
yan yana gelince iki topuğu üstüne çark edip şöyle dedi: 'Ben sizden
uzağım. Ben sizin görmediklerinizi görüyorum, ben Allah'tan kor­
karım. Allah'ın cezası çok şiddetlidir." (Enfâl, 48)

Bu ayet ve d a h a birkaçı, şeytanın g u r u r silahını, bir süsleyip püs-


leme (tezyin) aracı yaptığını ve i n s a n ı n g ö z ü n ü böylece boyadı­
ğını açıkça ifade e t m e k t e d i r . Bu d e m e k t i r ki, b ü t ü n şeytanî yak­
laşım ve i s t i s m a r l a r d a tezyin u n s u r u vardır ve tezyin bir şeytanî
silahtır. (Ayrıntılar için bk. b u r a d a , Zînet m a d . )

Şeytanın insanı ittiği nankörlük, insanın bakışlarını şaşılaştırmak-


tadır. Bu şaşılaşma yüzündendir ki insan sonsuz nimetlerle dona­
tılmış yeryüzü sofrasından başkalarının da yararlanmasını kendisi
için bir tehdit olarak algılıyor. K u r ' a n , m u c i z e ü s l u b u y l a bu n o k ­
taya da d e ğ i n i r k e n şöyle diyor:

"Şeytan sizi fakirlikle korkutur, sizi g ö r ü n ü r görünmez çirkinlikle­


re özendirir. Allah ise size kendisinden bir bağışlanma ve lütuf vaat
eder." (Bakara, 2 6 8 ; 2 4 / 2 1 ) .

Ş e y t a n ı n ittiği k ö t ü l ü k l e r i n b a z e n ayrıntıları da verilir. Mesela,


şeytan içki ve k u m a r ı k u l l a n a r a k düşmanlık ve kin yayar. Bu
y ü z d e n K u r ' a n , uyuşturucu, k u m a r ve falcılığı 'şeytanın pislikleri'
olarak a n a r . (5/90; ayrıca bk. Pislik m a d . )

Ş e y t a n ı n yaydığı b o z u k l u k l a r d a n biri de riba yani h a k s ı z k a z a n ç


ve faizdir, (bk. b u r a d a , Riba m a d . ) Riba yiyenler, şeytanın çarp­
m a s ı n a u ğ r a m ı ş kişilerdir. (2/275)

Şeytan, evrensel yıkımını barışı sarsmak suretiyle gerçekleştirir.


K u r ' a n , ş e y t a n ı n i z i n d e n gitmeyi evrensel barışı t a h r i p e d e n bir
tavır olarak gösterir, (bk. 2/208)

K u r ' a n r a h m e t ve m e r h a m e t e uzaklık ile şeytan t a s a l l u t u arasın­


da bir bağ k u r m a k t a d ı r . (43/36) Bu hale gelmiş kişi 'şeytanın
velisi' o l m u ş olur. (4/119) Şeytan, velisi h a l i n e gelenlere sürekli
k o r k u salar (3/175) ve onları karanlığa iter. (4/60) Ş e y t a n ı n ve­
lileri şeytanın partisini o l u ş t u r u r . Bu, bir t ü r iblisler parlamento-
s u d u r . Ş e y t a n ı n partisi, e n i n d e s o n u n d a kaybedecektir. (58/19)
F a k a t gerçeğin m ü m i n l e r i n e d ü ş e n , Allah'ın t a k d i r ettiği s o n u
b e k l e m e d e n , şeytan evliyasıyla savaşmaktır. (4/76) Ç ü n k ü şey­
t a n , bağlılarına sürekli olarak gerçeğin insanıyla mücadeleyi
vahyetmektedir. (6/121) Şeytan bu m ü c a d e l e d e , i n s a n ve cin
dostlarını, öncelikle nebilere d ü ş m a n l ı ğ a çağırır. Bu insan ve cin
şeytanları, a r a l a r ı n d a , nebilere karşı bir vahiy yollu h a b e r l e ş m e ,
yani gizli ve seri bir haberleşme geliştirirler. (6/112) Bu, bir nevi
fısıldaşma faaliyetidir. Ne ilginçtir ki, K u r ' a n fısıldaşma t ü r ü
k o n u ş m a v e haberleşmeyi ş e y t a n a özgü t u t k u l a r d a n biri olarak
gösterir. (58/10)

K u r ' a n b u r a d a , ışığı temsil e d e n güçlerin m u h a t a p oldukları va­


hiy (tanrısal vahy) y a n ı n d a , k a r a n l ı k güçlerin s a h i p oldukları
gizli haberleşme (bk. b u r a d a , Vahiy m a d . ) a n l a m ı n d a bir v a h y e
de d i k k a t çeker. K u r ' a n ayrıca, ilahî vahyin inişini ifade e d e n
nüzul kelimesini, şeytanların inişini ifade için de kullanmıştır.
T a n r ı s a l v a h y i n ak yürekli nebilere inişine k a r ş ı n şeytanlar 'bo­
z u k kalpli, d ü z e n b a z , yalancı, k a r a n l ı k r u h l u l a r ü s t ü n e inerler.'
(26/221-222)

ŞEYTANIN VAHYE TASALLUTU

K o n u n u n b u r a s ı n d a , şeytanın nebilere gelen vahye musallat olu­


ş u n u ve ilahî v a h i y d e n bir şeyler a ş ı r m a y a çalışmasını g ü n d e m e
getiren ayetlere d e ğ i n m e k gerekir. H a c suresi 52. ayet, b ü t ü n
nebilerin ve resullerin A l l a h ' t a n alıp i n s a n l a r a tebliğ e t m e k ü z e ­
re o k u d u k l a r ı söze ş e y t a n ı n bir şeyler k a t m a k istediğini; fakat
Allah'ın k e n d i sözlerini m u h k e m l e ş t i r i p şeytanın saplamalarını
silip yok ettiğini bildiriyor.

Şeytanlar, h e m c i n l e r d e n h e m d e i n s a n l a r d a n o l d u ğ u n a göre,
peygamberlerin o k u d u k l a r ı vahiy ü r ü n l e r i n e bir şeyler k a t m a
gayreti h e m i n s a n tipi şeytanlarca h e m de gözle g ö r ü l m e z şey-
t a n l a r c a sergilenecektir.

Şeytanların bu t a s a l l u t u k ü ç ü m s e n m e y e c e k t ü r d e n olmalı ki,


C e n a b ı H a k , S o n P e y g a m b e r ' e , şeytanların v a h y e tasallutların-
d a n Allah'a sığınma emri veriyor. Kesin olan şu ki, Allah, bu
s a p m a l a r ı n ikisini de d ü z e l t i r ve k e n d i vahyettiğini apaçık or­
taya çıkarır. (23/97-98) Yüce Yaratıcı b u n u nasıl y a p m a k t a d ı r ?
G ö z l e g ö r ü l e n şeytanların v a h y e bir şeyler karıştırması, v a h y i n
geldiği sırada ise Allah b u n a a n ı n d a m ü d a h a l e ile p e y g a m b e r i n i
bilgilendirerek ş e y t a n ı n b u l a ş t ı r d ı k l a r ı n ı a n ı n d a yok e t m e k t e d i r ,
(bk. 23/97-98)

Eğer tasallut p e y g a m b e r d e n s o n r a k i z a m a n d a ise - k i şeytanlar


b o ş d u r m a d ı ğ ı n a göre tasallut d e v a m e t m e k t e d i r - b u d u r u m d a
düzeltici tedbirleri v a h y i n z a p t edilmiş m e t i n l e r i n i n içinde ara­
m a k gerekecektir. Bu b a k ı m d a n K u r ' a n , ayrı bir m u c i z e sergile­
m e k t e d i r . O, 'Allah'ın k o r u m a s ı n d a bir k i t a p ' o l d u ğ u için, o n a
bulaştırılan şeytan iğva v e ilavelerinin t ü m ü n ü o n u n sistemleri­
ni işleterek aşabilmekteyiz.

G ö z l e görülen şeytanların K u r ' a n v a h y i n e tasallutları ' h a d i s ' adı


a l t ı n d a u y d u r u l a n sözleri vahyîleştirmek suretiyle gerçekleştiril­
miştir. B u n u n içindir ki, h a d i s alanı, ş e y t a n ı n b ü y ü k ümitlerle
m e k â n t u t t u ğ u ve d ö r t bir y a n ı n d a cirit attığı bir alandır. Ve bu
a l a n ı n ı n ne yazık ki, eldeki m a l z e m e s i n i n b ü y ü k ç o ğ u n l u ğ u insi
şeytanların v a h y e bulaştırdıkları m a l z e m e d e n o l u ş m a k t a d ı r . B u
şeytanî m a l z e m e y i kitlelere vahyin ü r ü n l e r i gibi k a b u l e t t i r m e k
için asırlardır b ü y ü k bir şeytanet t e z g â h ı çalıştırılmaktadır.

K u r ' a n vahyinin bu şeytanî m a l z e m e d e n temizlenmesi için


K u r ' a n dışında başvurulacak hiçbir k a y n a k söz k o n u s u edilemez.

K u r ' a n , göklerin, melekler ve ü s t p l a n l a r c a v ü c u t verilen sözleri


çalıp a ş ı r m a k p e ş i n d e olan şeytanlara karşı k o r u n d u ğ u n u b e y a n
ediyor. M ü l k suresi 5. ayete göre, y e r k ü r e y e en y a k ı n gök planı,
şeytanları k o v u p t a ş l a m a k ü z e r e ışık s a ç a n varlıklarla donatıl­
mıştır. Saffât suresi 6-10. ayetler bu k o n u y u d a h a açık bir biçim­
de ifadeye k o y m a k t a d ı r :

"Biz o yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsleyip donattık. Ve her


türlü inatçı-âsi şeytandan k o r u d u k . Onlar ne kadar çırpınsalar da
o yüce konseyi dinleyemezler. Ve her taraftan atışa tutulurlar; ko­
vulurlar. Ve onlar için, yakalarını bırakmayan bir azap vardır. Yüce
konseyden bir söz çalıp çarpan olabilirse de o n u n peşine h e m e n de­
lici, alevli bir yıldız takılır."
H i c r 17-18. ayetler d e b u k o n u y u g ü n d e m e getirmektedir:

"Yemin olsun, biz gökte burçlar oluşturduk ve onu/onları, seyre­


denler için süsledik. Ve onu/onları, her kovulup taşlanmış şeytan­
dan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden olur; o n u n peşine de par­
lak bir ateş alevi düşer."

Müfessir Elmalılı, y u k a r ı d a verdiğimiz ayetleri açıklarken, med­


yumlar aracılığıyla elde edilen mesajların mahiyetlerini tartışıyor
ve b u n l a r ı n melekler ve nebilerle r e k a b e t h a v a s ı n a b ü r ü n m e l e -
rini bir aldanış o l a r a k nitelendiriyor. Biz, göklerin ve A l l a h ' ı n
i n s a n l a d u y u l a r ü s t ü irtibatının kesilmediğini açıkça söylemek­
le birlikte, Elmalı'nın t e s p i t i n e a y n e n katılıyoruz. Müfessirimiz
şöyle diyor:

"Şeytanlar yeryüzünde birtakım kimseleri, Allah tarafından gönde­


rilmiş bir medyum, bir ilham vasıtası imiş gibi mıknatıslayarak is-
piritizm, manyetizm, sumnambolizm, psişizm, metapsişizm gibi biri
doğru çıkarsa çoğu yalan çıkan kehanet, cincilik t ü r ü n d e n acayip
bazı ruhiyat olayları ve hayalleri ile aldatıp meleklere, peygamber­
lere rekabet etmek isterlerse de Allah onları o yüksekliğe yaklaş­
tırmaz, sevdalarında başarılı kılmaz, yalanlarını yüzlerine vurur..."
(Elmalılı; Tefsir, 7/5203)

Elmalılı; g ü n ü m ü z ü n bireysel ve sosyal boyutları aşarak, bir t ü r


evrensel şizofreni haline gelen ruh çağırma, ruhlarla irtibat, mesaj
alma, kozmik görevlilerle beraberlik vs. adlarıyla ortalığı s a r a n ve
aslında peygamberlere i m a n ihtiyacının s a ç m a yollarla telafisi
gayretleri olan s a p l a n t ı l a r ı n a t a m y e r i n d e p a r m a k basmıştır.

B ü y ü k ü s t a t keşke b i r k a ç c ü m l e ile de görülen şeytanların vah­


ye t a s a l l u t u n u ifade e d e n 'hadis uydurmacılığı' illetine p a r m a k
hassaydı. Ne yazık ki o, geleneksel kabulleri ö r s e l e m e m e y i h e r
z a m a n v e h e r k o n u d a t e m e l tercih yapmıştır.

K u r ' a n , Allah'ı u n u t a n bir benliğin, ş e y t a n ı n egemenliğine gi­


receğini söyler. Ş e y t a n ı n partisi, iblisler parlamentosu, 'Allah'ı
u n u t a n l a r ' partisidir. (58/19) O h a l d e , geldiği söylenen ilhamın,
şeytan a l d a t m a c a s ı mı, T a n r ı inayeti mi o l d u ğ u n u a n l a m a k , il­
h a m ı alan kişinin gerçek d i n ve akıl ile irtibatına b a k ı l a r a k de­
ğerlendirilecektir.
İ n s a n ı n , şeytanı saf dışı b ı r a k m a s ı m ü m k ü n m ü d ü r ? K u r ' a n b u
soruya o l u m l u cevap v e r m e k t e d i r . H a t t a , Hz. Süleyman ö r n e k
gösterilerek, i n s a n ı n şeytanı e m r i n e b o y u n eğdirebileceği de bil­
dirilmektedir. Enbiya suresi 82 ve S â d suresi 37. ayetler, H z .
S ü l e y m a n ' ı n şeytanları dalgıç ve b i n a y a p ı m işçisi o l a r a k kullan­
dığını ifade ediyor. Bu beyyine de şeytanın bir t a b i a t kuvvetleri
serisi o l d u ğ u n u gösterici m a h i y e t t e d i r .

D İ N D E ŞEYTANCILIĞIN ÖNCÜLERİ: T A H R İ F Ç İ L E R

Şeytanın ve şeytancılığın esas dayanağı, Allah'ın gönderdiği ışığı


insanın aleyhine işleten din temsilcileridir. K u r ' a n , B a k a r a suresi
2 1 3 'te bir m u c i z e sergileyerek bu şeytan dayanağı k a d r o n u n yü­
z ü n d e k i maskeyi yırtıyor. Ö n c e o ayeti görelim:

"İnsanlar bir tek ü m m e t idi. Sonra Allah, peygamberleri müjdele-


yiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onlarla beraber, anlaşmazlığa
düştükleri konularda, insanlar arasında hükmetsinler diye gerçeği
taşıyan kitabı hak olarak indirdi. O kitapta anlaşmazlığa düşenler,
o kitap kendilerine verilmiş olanlardan başkaları değildi. Bunlar,
kendilerine açık kanıtlar geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskanç¬
lık/doymazlık/azgınlık/denge noktasından sapma/yalancılık/zulüm/
kibir/zinakarlık yüzünden çekişmeye girmiştir. Sonra Allah kendi
izniyle, inananları, üzerinde tartışmaya girdikleri gerçeğe tekrar
ulaştırdı. Allah dilediği kişiyi/dileyeni dosdoğru yola iletir."

Bu m u c i z e l e r m u c i z e s i a y e t t e n anlıyoruz ki i n s a n l a r ı n parçalan­
ma, t a r t ı ş m a v e k a p ı ş m a l a r ı n ı n t e m e l i n d e o n l a r a v a h y i n getirdi­
ği gerçekleri a n l a t m a k iddiasıyla o r t a y a çıkan din temsilcileri­
n i n b o z u k l u k l a r ı vardır.

ŞEYTANIN EVLİYASI

R a h m a n ' ı n evliyası olduğu gibi ş e y t a n ı n da evliyası vardır.


Birinciler d i n d a r l a r d ı r . İkincilerse dinciler.

Ü z e r i n d e o l d u ğ u m u z k o n u y l a bağlantılı bir ifadeyle verirsek,


i n s a n l a r ı n b o z u l m a v e b o ğ u ş m a l a r ı n ı başlatanlar, dini şeytanın
a r z u s u y ö n ü n d e k u l l a n a n din temsilcisi veya din a d a m ı d e n e n
s a h t e k â r l a r d ı r . Bunlar, şeytanlaşmış şeytancılardır. K u r ' a n b u n ­
lara 'şeytan evliyası' d e m e k t e d i r .
Bunlar, dini yozlaştırarak şeytanın e m r i n e nasıl veriyorlar?
K u r ' a n , az önceki ayette bazı kötülüklerine değindi. Kıskançlıktan
zinaya kadar... Bazı genel beyyineler d a h a görelim:

"Lanet olsun o kişilere ki, kitabı kendi elleriyle yazarlar da sonra


onunla basit bir karşılık satın alsınlar diye 'İşte bu, Allah katın-
dandır!' derler. Lanet olsun onlara, ellerinin yazdıkları yüzünden!
Lanet olsun onlara, kazanıp durdukları y ü z ü n d e n ! " (Bakara, 79)

Anlaşılan o ki, din içi şeytancıların v ü c u t verdikleri k ö t ü l ü k l e r i n


s e b e p l e r i n d e n biri de A l l a h ' ı n gönderdiğini a n l a t m a y ı bırakıp,
h e s a p l a r ı n a gelen şeyleri y a z a r a k Allah'a fatura etmek, böylece
k e n d i k o y d u k l a r ı kuralları dinleştirmektir. K u r ' a n b u n o k t a d a
iki deyim k u l l a n m a k t a d ı r :

1. Tebdil yani dinsel beyyineleri değiştirmek, aynı başlığın altına


başka şeyler koyup halka yutturmak. (Ayrıntılar için bk. b u r a d a ,
Tebdil m a d . )

2. Tahrif yani sözde anlam kaydırmaları yapmak, parantez açma vs.


oyunlarıyla sözü, oturması gereken anlamın dışında bir yere oturt­
mak...

T ü m din içi şeytancıların en y o ğ u n b i ç i m d e işledikleri g ü n a h


belki de b u d u r . İslam t a r i h i n e b a k a r s a n ı z , bu g ü n a h ı n İslam içi
şeytancılık olan evliyacılık m e n s u p l a r ı n c a da sınırsız b i ç i m d e
işlendiğini g ö r ü r s ü n ü z . K u r ' a n ' ı n söylediklerini saf dışı e t m e k
için, y o l u n d a gittikleri iblise bile t a ş ç ı k a r t a c a k oyunlar sergile­
mişlerdir.

İRİNİN ÜÇ OLUĞU

K u r ' a n ' a göre, şeytanı besleyen irinin ü ç a n a oluğu vardır. B u n l a r


din içi şeytancılar o l u p üç a n a z ü m r e o l u ş t u r u r l a r . U n u t m a y a l ı m
ki bu irin olukları, sadece d i n içi şeytancılığı beslemekle k a l m a z ­
lar, ürettikleri k i r l e n m e ve kaosla, dolaylı o l a r a k dinsiz-inkârcı
şeytancılığı da beslerler. Kronolojik sırayla görelim:

1. Ahbar: H a h a m l a r yani Tevratı saptıran Yahudi din adamları,

2. Ruhban: Rahipler yani İncil'i saptıran Hristiyan din adamları,


3. Şeytan evliyası: K u r ' a n mesajını saptıran Müslüman yaftalı fırka
rableri, siyaset ve saltanat dincisi t ü m tâğutlar.

K u r ' a n ' ı n 'şeytanın orduları, şeytanın timi, şeytanın destekçi ve


yardımcıları' diye andığı gruplar işte bu üç z ü m r e içinden çık­
m a k t a d ı r . D i n i n r o t a s ı n ı saptırıp Allah'ın güzellik, h i z m e t , ha­
yır, b e r e k e t ve m u t l u l u k k u r u m u olarak gönderdiği dini, kötü­
lük, haksızlık, kin, riyakârlık, k a n ve k a r a n l ı k a r a c ı n a d ö n ü ş t ü ­
r e n şeytan u ş a k l a r ı bu z ü m r e l e r içinden fışkırır.

D i n a d a m l a r ı , u l e m a v e devlet a d a m l a r ı içinde t a r i h i n h e r d ö n e ­
m i n d e dini Allah'ın iradesine u y g u n olarak a n l a y a n v e a n l a t a n
arı-duru, insancıl a d a m l a r elbette ki o l m u ş t u r , olmaya d e v a m
edecektir. A m a dinin b u g ü n k ü d u r u m u n a b a k a r s a n ı z b u n l a r da­
i m a istisna kalmışlar; k u r a l ise ç o ğ u n l u k t a k i şeytan u ş a k l a r ı n ı n
t a v r ı n a göre belirlenmiştir.

Bakara 213, hâşâ, a n l a m s ı z veya eğlence değildir.

İnsanlığın en b ü y ü k beyinleri ve ruhları, bu şeytancı z ü m r e l e r i n


din a d ı n a yaydıkları k ö t ü l ü k v e k a r a n l ı k y ü z ü n d e n , dine, h a t t a
A l l a h ' a d ü ş m a n o l m a y o l u n u seçerek i n s a n o ğ l u n a b ü y ü k kayıp­
lar verdirmişlerdir. Din, bu şeytancı azgınlar eliyle bir t ü r aldat­
m a v e ikiyüzlülük k u r u m u n a d ö n ü ş e r e k s a d e c e tepkiyle değil,
nefretle anılan bir barbarlık ocağı gibi algılanır o l m u ş t u r . Bu şey­
t a n c ı zümrelerin ilk ikisiyle ilgili ayrıntı veren K u r ' a n s a l beyan­
ların en dikkat çekicilerini buraya a k t a r m a k istiyorum. Ü ç ü n c ü
grup olan şeytan evliyası h a k k ı n d a ileride bilgi vereceğim.

İlk ikisi için o r t a k tespitler y a p a n beyyineler:

"Yahudiler, 'Uzeyir, Allah'ın oğludur' dedi; Hristiyanlar da 'Mesih,


Allah'ın oğludur' dedi. Kendi ağızlarının sözüdür bu. Kendilerinden
önce inkâr edenlerin sözlerine benzetme yapıyorlar. Allah onları
kahretsin! Nasıl da yüz geri çevriliyorlar! Allah'ın yanında, haham­
larını ve rahiplerini rabler edindiler. Meryem'in oğlu Mesih'i de
öyle. Oysa kendilerine, tek olan Allah'tan başkasına ibadet etme­
meleri emredilmişti. İlah yok O tek olandan başka. Onların ortak
koştuklarından arınmıştır O ! " (Tevbe, 30-31)

"Ey iman edenler! Şu bir gerçek ki hahamlardan, rahiplerden birço­


ğu insanların mallarını u y d u r m a yollarla tıka basa yerler de onları
Allah'ın yolundan geri çevirirler." (Tevbe, 34-35)
"Yahudiler veya Hristiyanlar haline gelmişlerden başkası cennete
asla giremeyecek' dediler. Bu, onların kuruntuları/hurafeleri/an¬
lamını bilmeden okuyuşlarıdır. De ki onlara, 'Eğer doğru sözlüler
iseniz hadi getirin kanıtınızı!" (Bakara, 111)

"Ey Ehlikitap/Yahudi ve Hristiyanlar! Dininizde aşırılığa gidip doy­


mazlık/azgınlık sergilemeyin! Allah h a k k ı n d a gerçek dışı bir şey
söylemeyin!.." (Nisa, 171)

Hiçbir inkârcı-ateistin günahı bunlarınkiyle kıyaslanamaz. Ç ü n k ü


inkârcı-ateistin zararı s a d e c e k e n d i n e o l m u ş t u r . Bu dinci şey­
t a n uşakları ise insanlığı d i n d e n nefret ettirerek t a n ı m l a n a m a z
b ü y ü k l ü k t e bir insanlık s u ç u işlemişlerdir. K o z m i k b ü y ü k l ü k t e
bir s u ç t u r bu... Böyle bir suçu, şeytanla bir b i ç i m d e işbirliğine
g i r e n l e r d e n b a ş k a s ı işleyemez. Beşerî zaafların s o n u c u olan gü­
n a h l a r bu suçla asla ve asla k ı y a s l a n a m a z .

Din içi şeytancı tâğutlar beşerî zaafların sonucu doğan günahları


habire öne çıkarıp kitleleri bastırarak kendi kozmik cinayetleri­
ni hep u n u t t u r d u l a r . Şimdi, zamanın burasından geriye doğru bir
bakıp yeniden düşünelim: Tarihin en hain, en alçak ve en zalim
şerirleri bunlar değil de kimdir?!. Bunlar, bal adı altında zehir üret­
mekle kalmadılar; insanoğlunun üretilmiş t ü m ballarını da zehire
çevirdiler...

Yahudiler a r a s ı n d a k i şeytancılara ilişkin beyyinelerden birkaçını


verelim:

"Ey İsrailoğulları! Size lütfettiğim nimetimi hatırlayın, bana ver­


diğiniz söze vefalı olun... Benim ayetlerimi az bir bedel karşılığı
satmayın!...Gerçeği, sapıklık ve tutarsızlıkla karıştırıp kirletmeyin!
Bilip d u r d u ğ u n u z halde gerçeği gizliyorsunuz... İnsanlara dürüstlü­
ğü emredip de öz benliklerinizi unutuyor musunuz!? Üstelik de ki­
tabı okuyup durmaktasınız. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?"
(Bakara, 40-44)

" O n l a r ı n zulme sapanları, bir sözü, kendilerine söylenmiş olandan


başkasıyla değiştirdiler. B u n u n üzerine biz bu zalimler üzerine,
ürettikleri kötülüklere karşılık olarak gökten bir pislik indirdik..."
(Bakara, 59)

"Ve üzerlerine zillet, eziklik ve yoksulluk damgası vuruldu;


Allah'tan bir gazaba çarpıldılar. Ç ü n k ü onlar Allah'ın ayetlerini
inkâr ediyorlar, haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. İsyan
ettikleri için böyle oldu. Sınır tanımıyor, azgınlık ediyorlardı."
(Bakara, 61)

H r i s t i y a n şeytancıların y o z l a ş t ı r m a l a r ı n ı n b a ş ı n d a , Hz. İsa'yı


A l l a h ' ı n oğlu ilan e t m e k geliyor. K u r ' a n ' ı n en kahırlı ifadelerle
t e k r a r t e k r a r g ü n d e m e getirdiği şeytanî o y u n b u d u r . B u oyun,
H z . İsa'ya, h a y a t t a olduğu s ü r e c e h e p karşı çıkmış, o n u n ölü­
m ü n d e n s o n r a ise o n u göklere, b u l u t l a r ı n ö t e s i n e g ö n d e r e r e k
y e r i n e kendisi geçmiş olan ve İsevî tevhidi şirke b u l a ş t ı r a n Pav-
lus t a r a f ı n d a n o y n a n m ı ş t ı r . B a n a göre, t a r i h i n en b ü y ü k din içi
şeytancısı olan Pavlus, H z . İsa'yı ilahlaştırarak o n d a n b o ş a l a n
nebilik t a h t ı n a k e n d i s i o t u r m u ş t u r . N i t e k i m b u g ü n k ü H r i s -
tiyanlık'ta d i n i n ve dinsel h a y a t ı n k a d e r i n i H z . İsa değil, o n u n
yetkilerini k u l l a n a n Pavlus belirlemektedir. Pavlus kristolojisi,
İsevî tevhidi, engizisyon gibi bir z u l ü m ve k a n s a l t a n a t ı ü r e t e c e k
şeytanî bir ideolojiye d ö n ü ş t ü r e b i l m i ş t i r .

H z . İ s a ' n ı n A l l a h ' ı n oğlu ilan e d i l m e s i n d e n şeytan çok m u t l u


o l m u ş olacak k i R a h m a n b ü y ü k rahatsızlık d u y m a k t a d ı r . Birkaç
ö r n e k verelim:

"Allah şöyle dedi: 'Ey Meryem'in oğlu İsa! Allah'ın yanında beni ve
a n n e m i de iki Tanrı olarak kabul edin' diye insanlara sen mi söyle­
din? İsa dedi: 'Hâşâ! Tespih ederim seni! H a k k ı m olmayan bir şeyi
söylemek benim haddime değildir. Eğer onu söylemişsem sen onu
elbette bilirsin!... Onlara, senin bana emrettiğin şu sözden başka şey
söylemedim: 'Benim rabbim ve sizin de rabbiniz olan Allah'a kul­
luk edin.' İçlerinde olduğum sürece üzerlerine tanıktım. Sen beni
vefat ettirince üzerlerine yalnız sen gözetleyici oldun." (Mâide,
116-117)

ŞEYTAN EVLİYASININ ALÂMETLERİ

Kur'an'a sırt dönüş:

Bu başlığın dayandığı temel beyyineler Zühruf 36-39, Mücadile 19,


ayetlerdir.

K u r ' a n ' a karşı olmak, şeytancılığın alâmeti fârikasıdır. K u r ' a n ' a


bir b i ç i m d e sırt d ö n m ü ş o l m a k ise bir b i ç i m d e ş e y t a n ı n egemen­
liğine girmiş o l m a k l a eşanlamlıdır.
K u r ' a n , y e r y ü z ü n d e Allah'ın elidir. İslam, Allah'ın bu eline tes­
limiyettir. D a h a doğru bir ifadeyle bu el dışında hiçbir ele teslim
o l m a m a k t ı r . K u r ' a n b u n a R a h m a n ' a kul o l m a k dediğine göre,
K u r ' a n ' a teslimiyeti R a h m a n ' a teslimiyet diye d e anabiliriz.

D i n , esas anlamıyla teslimiyet o l d u ğ u n d a n h e r din bir teslimiyeti


gerekli kılar. K u r ' a n ' ı n dini Allah'a teslimiyeti, Budizm B u d a ' y a
teslimiyeti, Pavlus Hristiyanlığı P a v l u s ' a teslimiyeti gerektirir.
İsa tebligatının dini, A l l a h ' a teslimiyeti gerekli kılar; ç ü n k ü o
da tıpkı K u r ' a n ' ı n dini gibi İslam'dır, yani Yaratıcı'ya teslimiyet.

Ş e y t a n ı n dini de ş e y t a n a teslimiyeti gerektirir.

M e s e l e belirginleşmiştir: İslam R a h m a n ' a veya R a h m a n ' ı n ki­


tabı olan K u r ' a n ' a teslimiyete o t u r a n bir dindir. Şeytancılık ise
R a h m a n ' ı n k i t a b ı n a sırt d ö n ü p ş e y t a n a teslimiyeti ö n e çıkarma­
ya o t u r a n bir dindir. Z ü h r u f suresi 36-45. ayetler b u n u gösteriyor.
O ayetler d a h a k e s t i r m e bir şey söylemektedir:

R a h m a n ' ı n zikrine yani K u r ' a n ' a sırt d ö n e n l e r , b a ş k a bir gerek­


çeye ihtiyaç d u y m a d a n söyleyebiliriz ki, ş e y t a n a teslim o l m u ş ­
lardır. R a h m a n - ş e y t a n karşılaştırması y a p a n beyyineler, m a t e ­
m a t i k kesinliktedir:

"Kim R a h m a n ' ı n Zikri'ni/Kur'an'ı görmezlikten gelip ondan uzak-


laşırsa biz ona bir şeytanı musallat ederiz de o ona can yoldaşı olur.
Bunlar, onları yoldan t a m a m e n saptırırlar. Onlarsa kendilerinin
hâlâ hidayet üzere olduklarını sanırlar. Sonunda bize geldiğinde,
şeytan, yoldaşına şöyle der: 'Keşke aramızda iki doğu arası k a d a r
uzaklık olsaydı! Ne kötü yoldaşmışsın sen!' Bugün hiçbir şey işinize
yaramayacaktır. Ç ü n k ü zulme sapmışsınız. Azapta ortaklık kura­
caksınız."

"Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl! Hiç kuşkusuz, sen, dosdoğru


bir yol üzerindesin. Gerçek şu: Bu K u r ' a n sana ve t o p l u m u n a elbet­
te ki, bir hatırlatıcı/bir düşündürücü/bir şeref/bir öğüttür. Bundan
sorumlu tutulacaksınız. Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize
sor: R a h m a n ' d a n başka ibadet edilecek tanrılar yapmış mıyız?"
(Zühruf, 36-45)

Bu ayetlere göre, ş e y t a n a olmak için bir t e k tavır y e t m e k t e d i r ;


R a h m a n ' ı n zikri olan K u r ' a n ' a sırt d ö n m e k . . .
' R a h m a n ı n Zikri' tabiri, asırlarca K u r ' a n s a l çerçevesinin içine
s o k u l m a m ı ş , a n l a m kaydırmalarıyla gerçek mesajının d ı ş ı n d a
t u t u l m u ş t u r : Zikir s ö z c ü ğ ü n ü n K u r ' a n ' ı n a d l a r ı n d a n biri oldu­
ğ u h e m e n h e m e n u n u t t u r u l m u ş , meal v e tefsirlerde b u gerçeğin
bizi g ö t ü r d ü ğ ü s o n u ç l a r a asla değinilmemiştir. Ustalıklı bir iblis
o y u n u n a k u r b a n gidilerek ' R a h m a n ' ı n zikri' t e k k e l e r d e def çalıp
" A l l a h " diyerek zıplamaya özgülenmiştir.

Bir k a v r a m ı n K u r ' a n a n l a m ı n d a olmasıyla " A l l a h " diyerek def


çalıp z ı p l a m a k l a eşitlenmesi a r a s ı n d a k i fark, gerçek İslam ile
g ü n ü m ü z s a h t e örf İslamı a r a s ı n d a k i fark kadardır...

K u r ' a n ' d a n koparılmış, ulema, şeyh, sultan dini haline getirilmiş


g ü n ü m ü z İslam'ı, R a h m a n ' ı n dini olmaktan çıkarıldığı için bir
h ü s r a n ideolojisine d ö n ü ş m ü ş bulunuyor. Ş a ş m a z kanıt, bu dini
izleyenlerin d ü n y a ö n ü n d e h ü s r a n a g ö m ü l m ü ş b u l u n m a l a r ı d ı r .
K u r ' a n ' d a n Rahman'a, şeytandan ise h ü s r a n a gidileceğini K u r ' a n
söylüyor. R a h m a n ' d a n k o p a r ı l a n dinin h ü s r a n a g ö t ü r m e s i n d e n
d a h a doğal ne olabilir!

ESKİYİ VE ESKİLERİ KUTSALLAŞTIRMA

Eskiyi ve eskileri, ecdat ve a t a l a r ı n kabullerini d o k u n u l m a z ilan


etmek, K u r ' a n ' ı n 5 1 a y e t i n d e açıkça, yüz k ü s u r a y e t i n d e d e do­
laylı olarak şirk ilan edilmiştir. Eskiyi d o k u n u l m a z k ı l m a n ı n
şirk ilan edilmesi, o n u n o t o m a t i k olarak şeytancılık ilan edil­
mesi için yeterlidir. Ç ü n k ü ş e y t a n a ibadet z a t e n dini şirke bu­
laştırmaktır. Kaldı ki d a h a a ç ı k - m a t e m a t i k s e l ifadeler k u l l a n a n
beyyineler vardır.

L u k m a n 21. a y e t t e n anlıyoruz ki eskiyi d o k u n u l m a z kılmak, şey­


t a n t a r a f ı n d a n alevli ateş a z a b ı n a s ü r ü k l e n m e k d e m e k t i r . O hal­
de, eskiyi d o k u n u l m a z , t a r t ı ş ı l m a z hale g e t i r m e k şeytancılığın,
ş e y t a n a teslimiyetin bir ilanı olarak d ü ş ü n ü l m e l i d i r :

"Onlara, 'Allah'ın indirdiğine uyun!' dendiğinde onlar şu cevabı ve­


rirler: 'Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.!'
Peki, şeytan onları alevli ateşin azabına çağırmış olsa da m ı ? "

Ş e y t a n a teslimiyetin a l â m e t i f a r i k a l a r ı n d a n biri olan eskiyi do-


k u n u l m a z - t a r t ı ş ı l m a z k ı l m a n ı n alt başlıklarını, yani bu d o k u n u l -
m a z kılışın t a r i h içindeki k u r u m s a l u y g u l a m a l a r ı n ı biz, 'Kur'an
Açısından Şeytancılık' adlı eserimizde inceledik.

ALLAH İLE ALDATMA

Allah ile aldatma, şeytancılığın, ş e y t a n a teslimiyetin a n a başlığı,


esası ve tabelasıdır. Bir adı da 'ğerûr" (aldatan) olan ş e y t a n ı n bu
sıfatı Allah ile a l d a t m a tabirinin geçtiği üç a y e t t e ( L u k m a n 3 3 ;
F â t ı r 5; H a d î d 14) k u l l a n ı l m a k t a d ı r . Bu d e m e k t i r ki ş e y t a n ı n
a l d a t m a o y u n u , d a h a ç o k Allah ile a l d a t m a şeklinde t e z g â h l a n ı r .

Allah ile a l d a t m a n ı n o l u ş m a s ı için aldatılmaya u y g u n bir kitle­


n i n b u l u n m a s ı gerekir. K u r ' a n , i m a n sahiplerini d a v a r s ü r ü s ü n e
(raiyyeye) d ö n m e m e y e çağırmakla (bk. 2/104), biraz da bu ger­
çeğin altını çizmektedir.

D a v a r l a ş m ı ş bir kitle, ş e y t a n a teslimiyet m a l z e m e s i olmaya h a z ı r


haldedir. B u n u n içindir ki şeytan, kitleyi teslim a l m a stratejisi­
n i n ilk faaliyeti o l a r a k kitleyi davarlaştırır. Yani aklını işletemez,
sorgulayamaz, " N e d e n ve niçin?" sorularını s o r a m a z hale getirir.
Bu, "Gelen ağam, giden p a ş a m " kitlesi, "Bana d o k u n m a y a n yılan
bin yaşasın!" rahatlığını t e r c i h e t m e y e başlar. İşte, d a v a r l a ş m a
n o k t a s ı bu n o k t a d ı r . Ş e y t a n t a m bu n o k t a d a , Allah ile a l d a t m a
morfinine b a n d ı r ı l m ı ş ö l ü m c ü l ağını kitlenin ü s t ü n e a t a r a k yı­
ğınları, ağıla d o l d u r u l m u ş bir s ü r ü gibi e m r i n e alır ve istediği
k ı v a m a g e t i r m e k ü z e r e şekillendirir.

Ayrıntılarını bağımsız bir kitapla ele aldığımız 'Allah ile


Aldatma', ş e y t a n ı n iki y ö n l ü işletilen en yıkıcı ve en k a h p e oyu­
n u d u r . O y u n u n birinci y ö n ü , pozitif işleyiş y ö n ü d ü r k i b u y ö n d e
y ü r ü d ü ğ ü n d e şeytan, Allah'ı ve A l l a h ' t a n k a y n a k l a n a n kutsal-
r u h s a l k a v r a m l a r ı k u l l a n a r a k insanı v u r u r . B ü t ü n dinsel öğeler
ve objeler, Allah'ın b i z z a t kendisi dahil, birer a l d a t m a , sustur­
m a , b a s t ı r m a aracı o l a r a k a m a n s ı z ve alçak bir o y u n c u l u k l a kul­
lanılır. Bu y ö n d e k i a l d a t m a y a genelde 'din s ö m ü r ü s ü ' diyoruz ki
y ü r ü t ü c ü l e r i , ş e y t a n ı n o r d u l a r ı n ı n en önemlisi olan din sınıfı ile
b u n l a r l a işbirliği y a p m ı ş dinci siyaset kadrolarıdır.

Dinci siyaset kadroları veya din üzerinden siyaset yapan kadrolar,


ş e y t a n ı n o r d u l a r ı n d a n biri olan din sınıfı ile k a d e r birliği y a p a n
bir şeytan hizbidir. Bu işbirliği g e r ç e k l e ş m e d e n Allah ile aldat-
m a n ı n hedefine v a r m a s ı asla söz k o n u s u o l a m a z . İslam d ü n ­
y a s ı n d a b u işbirliği asırlardır y ü r ü r l ü k t e b u l u n u y o r . G ü n ü m ü z
Türkiye'si b u işbirliğinin e n tipik g ö r ü n ü m l e r i n e s a h n e olan bir
coğrafyadır.

Allah ile a l d a t m a n ı n negatif işleyiş y ö n ü ise Allah'a ve d i n e i s n a t


edilen çirkinlik ve rezilliklerin ü r k ü t t ü ğ ü insanları, A l l a h ' a ve
d i n e karşı k ı ş k ı r t m a k suretiyle o y n a n a n bir o y u n d u r . Bu oyu­
n u n h a r e k e t n o k t a s ı d a Allah ile a l d a t m a d ı r , a n c a k y ö n t e m n e ­
gatif y ö n t e m d i r .

Şeytan bu negatif y ö n t e m i de sürekli kullanır. Ş e y t a n bir y a n d a n


Allah'ı ve dini k u l l a n a r a k kitleleri aldatırken, bu aldatışın orta­
ya çıkardığı çirkinliklerden t i k s i n e n kitleleri de b a ş k a t u z a k l a r l a
avlamayı ihmal e t m e z . Bu ikinci faaliyet, Allah ile a l d a t m a n ı n
yarattığı o l u m s u z l u k l a r d a n bıkıp k a ç a n l a r ı , Allah ve din karşıtı
söylemlerle k a n d ı r m a y ı esas alır.

Kısacası, Allah ile a l d a t m a , şeytan t a r a f ı n d a n bir e m m e - b a s m a


t u l u m b a sistemiyle bir taşla d a i m a iki k u ş v u r m a k ü z e r e kulla­
nılmaktadır.

EVLİYACILIK

İslam içi şeytancılığın, K u r ' a n t a r a f ı n d a n altı çizilen o m u r g a


k a v r a m l a r ı n d a n biri de 'evliyau'ş-şeytan" (şeytan evliyası) tabi­
ridir. Bu tabiri, Allah'ın b e r i s i n d e n evliya edinip o n l a r a sığın­
m a n ı n k a r a d u l cinsi zehirli ö r ü m c e ğ i n ağına d ü ş m e k l e e ş a n l a m ı
o l d u ğ u n u n belirtilmesi izlemektedir. B u k o n u n u n ayrıntıları, b u
eserin Velî m a d d e s i n d e verilmiştir.

İLİMSİZLİK/İLİM DÜŞMANLIĞI

İlim, R a h m a n ' ı n ışığıdır. H a y a t a ve i n s a n a t u t t u ğ u ışık... B u n u n


içindir k i R a h m a n ' ı n h a y a t a e g e m e n k ı l m a k istediği v e t ü m m u t ­
lu oluş ve erişlerin temeli kıldığı değer, ilimdir. R a h m a n , i m a n a
kir ve k ö t ü l ü k bulaşabileceğini belirttiği h a l d e , ilme böyle bir
şaibe reva görmemiştir.

R a h m a n ' a göre, ilim imanı denetler a m a iman ilmi denetleyemez.


B u n u n içindir ki R a h m a n , kendisi için d i d i n e n l e r i n ya ilimle do­
nanmalarını yahut da kendisinin savunuculuğunu yapmamaları­
nı i s t e m e k t e d i r . Ç ü n k ü R a h m a n ' a göre, ilimsiz bir Rahmancılığın
sonu şeytana teslim olmaktır:

" İ n s a n l a r d a n bazısı vardır, Allah k o n u s u n d a ilimsiz bir biçimde


mücadele eder de her inatçı şeytanın ardı sıra gider." ( H a c , 3)

Şeytancılığın h i z m e t i n d e k i t ü m kadrolar, t a r i h b o y u n c a ilim


düşmanlığıyla t a n ı n m ı ş şer kadrolarıdır. Ş e y t a n ı n insanlık tari­
h i n d e k i e n b ü y ü k s a l t a n a t d ö n e m i olan engizisyon d ö n e m i yani
r u h b a n şeytancılığı, bir ilim d ü ş m a n l ı ğ ı d ö n e m i ve saltanatıdır.

Şeytanın k a h r ı n a , a z a p ve ıstırabına sebep olan temel değerler­


d e n biri de ilimdir. T ü m başarısı 'aldatma' e k s e n i n e o t u r a n bir
kuvvetin, a l d a t m a y ı h a y a t ı n dışına i t m e n i n t e m e l dayanağı olan
b i l i m d e n nefret e t m e m e s i d ü ş ü n ü l e m e z .

T a r i h b o y u n c a ilme karşı tavır k o y a n o d a k l a r ı n tespiti şeytan­


cılığın en faal e l e m a n l a r ı n ı n â d e t a fotoğrafını ç e k m e k olacaktır.
Bu tespiti yaptığımızda k a r ş ı m ı z a din a d ı n a kitleleri h e g e m o n ­
ya altına a l a n din a d a m l a r ı , b a ş k a bir deyişle dinci kadrolar çık­
m a k t a d ı r . T a r i h i n e n b ü y ü k ilim d ü ş m a n l a r ı b u k a d r o l a r i ç i n d e n
çıkmıştır. Bu d e m e k t i r ki t a r i h i n en b ü y ü k şeytancıları da o n l a r
arasındadır.

Böyle baktığınızda, insan varlığı için dinciliğin arz ettiği tehlike,


dinsizliğin tehlikesinden çok daha büyüktür, d e m e k k a ç ı n ı l m a z
olur. N e d e n ? C e v a p açıktır, tartışılmaz niteliktedir ve t a r i h i n en
h a y r e t verici p a r a d o k s u n u n da ifadesidir:

Dinsizlik, hiçbir devirde ilim düşmanlığı yapmamıştır. Dincilik ise


her devirde ilim düşmanlığının basını çekmiştir.

Ne ilginçtir ki K u r ' a n , şirkin t ü m t ü r l e r i n d e n , o a r a d a şeytancı-


lıktan sürekli şikâyetçi olduğu h a l d e a t e i z m d e n hiç söz e t m e z .
G e r ç e k t e n d ü ş ü n d ü r ü c ü bir noktadır...

Ş e y t a n ı n egemenlik k u r m a s ı n ı n ş a ş m a z göstergelerinden biri de


ilim düşmanlığıdır. 'Telbîsu İblis' adlı a n ı t e s e r i n d e şeytanın kö­
t ü l ü k l e r i n i genişçe a n l a t a n m u v a h h i t d ü ş ü n ü r İbnül Cevzî (ölm.
597/1200) bu n o k t a y ı ele alırken şöyle yazıyor:
"Şeytanın tasavvuf-tarikat erbabını pisletmesinin esası, bu insanla­
rın ilme sırt çevirir d u r u m a getirilmesidir. Şeytan onları, 'İlim değil,
ibadet önemlidir' diyerek aldatmıştır. Bu aldanış üzerine ilim kan­
dilleri sönen tasavvuf-tarikat çevreleri, karanlıklara yuvarlanmış­
tır... İlimlerinin yetersizliği yüzünden bilinçsiz bir biçimde uydurma
hadislerin baskısı altında kalmışlardır. Bu hal onları, kendi vesvese­
lerine bâtın ilmi adını verip ilimleri 'zahir ilmi' diye küçümsemeye
ve nihayet ilmi inkâra götürmüştür... (bk.Telbîsü İblis, 188)

H a l k ı n z i h n i n e bir zehirli kıymık gibi s o k u l m u ş b u l u n a n bir slo­


g a n a göre, "Şeytanın bilgisi çoktu ama yine de battı. O halde önem­
li olan ilim değil, amel ve ibadettir."

Bu zehirli slogana d a y a n a k olabilecek t e k bir vahiy ü r ü n ü göste­


rilemez. Vahye göre, şeytan, bilgisi yüzünden değil, inadı ve cehale­
ti yüzünden batmıştır. O n u n bilgisi, ç a m u r d a n y a r a t ı l a n  d e m ' i n
o m ü t e v a z ı g ö r ü n ü ş ü n e r a ğ m e n ne b ü y ü k değerlere gebe oldu­
ğ u n u görmeye y e t m e m i ş v e b u y ü z d e n  d e m ' i k ü ç ü k görerek
Allah'ın "Âdem'e secde e t ! " e m r i n e karşı çıkmıştır.

S o n r a k i yüzyılların, özellikle şekil ve m e r a s i m i ö n e ç ı k a r a r a k


slogan ve kisve ile seçkinleşmek isteyen tarikat çevreleri, ilmin
d e n e t i m i n d e n k a ç m a k için y o ğ u n bir ilim d ü ş m a n l ı ğ ı geliştir­
diler. Andığımız slogan, bu d ü ş m a n l ı ğ ı n m a s k e l e n m i ş bir ifa­
desidir. Bu sloganı İslam d ü n y a s ı n a e g e m e n k ı l m a k isteyenler
k e n d i h e s a p l a r ı n a u y g u n bir 'takva' anlayışı geliştirerek ilimle
m ü c a d e l e y i bir t ü r 'takva için savaş' gibi tanıttılar. Öyle ki, o n l a r
k a t ı n d a , ilimle t a k v a a r a s ı n d a t e r s o r a n t ı vardır. İlim a r t t ı k ç a
takva azalır; ç ü n k ü o n l a r a göre, ilim a r t t ı k ç a i n s a n biraz d a h a
şeytanlaşır.

Bu anlayış, K u r ' a n ' ı n h a y a t a s o k m a k istediği anlayışın t a m ter­


sidir. K u r ' a n , Allah'a yakınlık ile ilim arasında doğru orantı gör­
mektedir. Tarikat şeytancılığının iddiasının tam tersini söylüyor
K u r ' a n : İlim arttıkça Allah'ı bilme ve takva da artar. (bk. Fâtır, 28)
D o ğ r u s u şu ki, ilim sahiplerinin z a m a n z a m a n dine-diyanete
karşı çıkışlarının sebebi, ilmin d i n d e n ve A l l a h ' t a n uzaklaştırıcı
bir rol o y n a m a s ı y ü z ü n d e n değildir; sebep, din a d ı n a ortaya ge­
tirilen anlayışların sahtelikler ve akıldışılıklarla dolu olmasıdır.
Şeytanın ordusuna kayıtlı sahte din çevreleri b u n a hiç değinmez­
ler. S a n k i o r t a d a gerçek bir din var da ilim sahipleri bu d i n e
karşı çıkıyor!.. Bu yaptıkları, işledikleri öteki k ö t ü l ü k l e r e t a ş
ç ı k a r t a n bir b ü h t a n d ı r . Ç ü n k ü b u ikincisi t ü m insanlığa z a r a r
vermektedir.
A n ı l a n kötülük, günümüzde, ilmin yerine eski din temsilcilerinin
kabullerini koyan bir taklitçilik şeklinde sergilenmektedir. 'Eski
ulemaya, selef âlimlerine saygı' adı altında yürütülen bu ilim düş­
manlığı, İslam'a ve insana ihanetin en tehlikelilerinden biridir.

Şeytan o r d u s u n u n doğal elemanları olan dinci s ö m ü r ü sınıfı,


vahyin, ilimsiz hiçbir işe yaramayacağı y o l u n d a k i K u r ' a n s a l ka­
b u l ü d e u n u t t u r m u ş t u r . Başka hiçbir k a n ı t olmasa, K u r ' a n ' ı n
ilk e m r i n i n " O k u ! " oluşu, bu söylediğimizi belgelemeye yeter.
H a l b u k i d a h a birçok K u r ' a n s a l k a n ı t vardır.

K u r ' a n ' ı n adı olan ' k u r ' a n ' kelimesi 'okunacak şeyleri toplayan
kitap' d e m e k t i r . Bu da gösterir ki bu k i t a p , o k u m a k t a n y a n i ilim­
d e n ayrı d ü ş ü n ü l e m e z . Aynı z a m a n d a t ü m vahyi ifade e t m e k
için kullanılan 'kitap' kelimesi de K u r ' a n ' ı n a d l a r ı n d a n biridir.
K u r ' a n ' a göre, evren ve i n s a n da birer kitaptır. K u r ' a n mesajının
ilimle iç içeliğinin bir k a n ı t ı da b u d u r .

Çok d a h a ilginç bir kanıt var ki, ilim ve d ü ş ü n c e d ü ş m a n ı şey­


t a n a çevreler b u n a hiç değinmezler: Kur'an'a göre, vahiy, insanlık
dünyasına indiği andan itibaren bilime dönüşmektedir. B u n u n açık
anlamı ş u d u r : Vahyin m u h a t a b ı olan bizlerin, yeryüzüne inmiş
vahiy ü r ü n l e r i n d e n y a r a r l a n m a m ı z a n c a k ilim sayesinde m ü m ­
k ü n olacaktır. Asırlardır fark edilemeyen veya ü s t ü örtülen bu
gerçek şu ayetlerde ifadeye k o n m a k t a d ı r : Bakara, 145; Ra'd, 37.

Bu iki ayette, H z . P e y g a m b e r ' e vahyedilen gerçekler 'ilim' ola­


r a k a d l a n d ı r ı l m a k t a d ı r . H z . Resul, ilim ile değil, vahiy ile besle­
n e n bir bilgi-ışık odağı o l d u ğ u h a l d e o n a gelen mesajlara n e d e n
ilim d e n m e k t e d i r ? Bize ders v e r m e k için!

 d e t a ş u s ö y l e n m e k t e d i r : İşte, vahiy y e r y ü z ü n e indi. B u n d a n


sonrası, ilimle o n a y a k l a ş a r a k y a r a r l a n m a y a kalıyor. Artık o si­
zin için bir ilim k o n u s u d u r . Eğer o n a ilimle y a k l a ş m a z iseniz
b o ş a r z u ve heveslerinizin tutsağı olur, h ü s r a n a uğrarsınız; za­
lim d a m g a s ı n ı yersiniz...

Şeytan o r d u s u dinci s ö m ü r ü sınıfının bir o y u n u da ilmi, z a h i r


ilmi-bâtın ilmi diye ikiye ayırıp a r d ı n d a n z a h i r ilmini değersiz
g ö s t e r m e iblisliğidir. Bu iblisliğe göre, ö n e m l i olan, bâtınî-ilhamî
bilgidir, okulla, kitapla, l a b o r a t u v a r l a elde edilen bilgi y a r a r d a n
ç o k z a r a r getirir. Şeytan o r d u s u n u n h a y a t a i h a n e t sergileyen t e ­
mel s l o g a n l a r ı n d a n biri de b u d u r .
İslam t a r i h i n d e ilme v u r u l a n en b ü y ü k darbe, ilmi, b â t ı n ve zahir
diye ikiye ayırıp okul-kitap-laboratuvar kaynaklı bilime " o l m a s a
da o l u r " yaftası yapıştırmaktır.

İlim d ü ş m a n l ı ğ ı n a d a y a n a k ve p a r a v a n yapılan bâtın ilmi sloga­


nı ile b e n i m s e t i l m e k i s t e n e n ş u d u r : P e y g a m b e r l e r d ı ş ı n d a b a z ı
kişilere k i t a p ve okul ü s t ü bilgiler verilir. B u n l a r i l h a m ve rüya
yoluyla gelen bilgilerdir. Esas güvenilir bilgiler b u n l a r d ı r . Zahirî
bilgiler (okul-kitap-deney kaynaklı bilgiler) şeytanî bilgilerdir.
O bilgiler insanı azdırıp s a p t ı r m a k t a n ö t e bir işe y a r a m a z . O hal­
de, zahirî bilgi s a h i p l e r i n i n p e ş i n d e n g i t m e k a l d a n m a k t ı r . Esas
olan, b â t ı n bilgilerine sahip olanları izlemektir; k u r t u l u ş o n l a r ı n
izindedir....

Asırlardır Müslüman kitleleri kemiren bu iblis iddialarının hangi


sonuçları doğurduğunu anlamak için bugünkü İslam dünyasının
haline bakmak yeter. Yaklaşık on asırdır, 'bâtınî bilgi' diye diye şu­
n u n b u n u n hezeyan ve yavelerinin peşine takılıp bilime atıf yapan
yüzlerce ayeti arkasına attığı içindir ki İslam dünyası K u r ' a n ' ı n to-
katını yemiş ve yere serilmiştir. Şimdi iblis, yere serilen bu cesedin
üstünde kahkahalarla tepinmektedir.

E g e m e n şeytanın evliyası sınıfı, İslam din bilimlerinde o n u r l u


çalışmalarıyla b ü y ü k değerler ü r e t m i ş bilginleri, 'zahir ulema­
sı, sırlardan habersiz, şeytanî bilgi sahibi' gibi t â ğ u t ithamlarıyla
etkisiz kılmış ve kitleleri 'ilham tüccarı şeytanlar'ın t u t s a ğ ı n a
d ö n ü ş t ü r m ü ş t ü r . B u n l a r ı n ö l ü p gitmeleri d e h a l k ı n özgürlüğü
için y e t m e m i ş t i r . Ç ü n k ü k u r d u k l a r ı s ö m ü r ü hegemonyasıyla,
k e n d i l e r i n d e n s o n r a halkı t ü r b e l e r i n e kulluk e d e c e k bir d u r u m a
getirmeyi de başarmışlardır.
K u r ' a n , ilme ısrarlı bir b i ç i m d e atıf yapar; a n c a k K u r ' a n ' ı n hiçbir
yerinde ilim, zâhir-bâtın diye ikiye ayrılmamıştır. İ n s a n ı bağlayan
ve h a y a t a ışık v e r e n ilim, o k u m a ve k i t a p e k s e n i n e o t u r t u l m u ş ­
t u r . İkinci bir sıfatı y o k t u r . O, ilme özgü ü r e t i m yollarıyla elde
edilir. Bu yollar o n u r l u a m a zor ve çileli yollardır. Fedakârlık,
feragat gerektiren yollardır.

İlmin ve âlimin bu niteliklerine sahip olma gücünü gösteremeyen


zihniyetler, saygı ve nimet devşirmenin zahmetsiz yolunu yakala­
m a k için tenkit ve kontrol üstü bir otorite aramış ve b u n u elde et­
mede ilmi etkisiz kılmayı en geçerli çare görmüşlerdir.
İslam d ü n y a s ı n d a b u g ü n milyonlarca saf, aldatılmış i n s a n ı
K u r ' a n , akıl ve bilim değil, bu 'yarı ilah şeytan sınıflar'ın dirileri
veya ölüleri y ö n l e n d i r i p y ö n e t m e k t e d i r . Şeytancı ilim d ü ş m a n ı
k a d r o l a r ı n M ü s l ü m a n kitleye ilim d ü ş m a n l ı ğ ı a d ı n a oynadıkla­
rı s o n o y u n ş u d u r : B u g ü n k ü bilimler İslamî değillerdir, onların
islamîleştirilmesi gerekiyor...

Yani birileri bilim üretecek, bu şeytan oyuncağı karanlık adamlar


onu 'İslamîleştirecekler.' (!) Peki, siz neden baştan islami ilim üre­
timi yapmıyorsunuz? O zor, değil mi? Ama şeytan hezeyanlarıyla
bilimleri İslam dışı ilan etmek kolay!...

K u r ' a n ' ı n bilime ve bilgine verdiği değerin g ö z d e n k a ç m a s ı n a


yol a ç a n s a p t ı r m a l a r ı n en yenisi b u d u r . Haçlı zihniyetlerin sinsi
bir oyunla M ü s l ü m a n l a r a r a s ı n a s o k t u k l a r ı K u r ' a n ve akıl dışı
bu iddiaya göre, çağdaş bilim/bilimler; vahye, r u h a , İslam'a ay­
kırı bir k o n u m d a d ı r ; b u n l a r ı n islamîleştirilmesi gerekir. Bu sav,
temelden K u r ' a n dışıdır. D i n maskesi altında zehirli bir dinsizliktir.
Ve bir t ü r insanlık suçudur.

Eğer a m a ç l a n a n , bilimlerin k u l l a n ı m ı n d a k i materyalist-egoist-


emperyalist s a p t ı r m a y a d i k k a t ç e k m e k s e b u n u ifade e t m e k için
' a h l a k ı n İslamîleştirilmesi' denmelidir. Bilimi k ö t ü y e k u l l a n a n ­
lar, ahlaksızlığın mümessilleridir. Bilimi s u ç l a m a n ı n m a n t ı ğ ı ve
isabeti var m ı ? Bu bir etik meseledir. Bilimin a h l a k dışı kulla­
n ı m ı h e r devirde o l m u ş t u r , b u g ü n d e vardır, yarın d a olacaktır.
Bilimin islamîleştirilmesi deyimi ise bilimin üretilmesi, yapısı,
varlığı ile ilgili bir deyimdir. Bu deyimin ifade ettiği kaygı etik
bir kaygı o l a r a k algılanamaz; t a m t e r s i n e , bilim d ü ş m a n l ı ğ ı gö­
r ü n t ü s ü verir. V e z a t e n i s t e n e n d e b u g ö r ü n t ü n ü n doğmasıdır.
B u d o ğ u n c a M ü s l ü m a n l a r h a k k ı n d a e n yıkıcı i t h a m l a r a k a p ı
a r a l a n m ı ş olacaktır. H e m d e bizzat M ü s l ü m a n l a r ı n eliyle...

G e r ç e k şu ki, bilimin dini-imam, vatanı, rengi, deseni olmaz. Bilim


doğrudan tanrısal bir ışıktır. Bu ışığın islamîsi, gayrıislamîsi ol­
m a z . A m a d o ğ m u ş b u l u n a n bilimin k u l l a n ı m ı n d a islamîlikten
söz e t m e k p e k â l a m ü m k ü n d ü r . Ç ü n k ü b u a ş a m a bir etik-prag-
matik aşamadır.

D ü n y a n ı n b i r ç o k y e r i n d e birçok s ö z ü m o n a bilim a d a m ı , r u h b a n -
şeytan beraberliğinde o l u ş t u r u l m u ş bu, 'bilimin islamîleştirilmesi'
•tabirini k u l l a n m a k t a ve t a r i h i n ö n ü n d e eşi az g ö r ü l m ü ş bir gaf­
let sergilemekteler. Bu gafletin açabileceği yaraya d i k k a t ç e k e n
bilim a d a m l a r ı n d a n biri de a t o m fiziği profesörü r a h m e t l i Ahmet
Yüksel Özemre'dir. Bilimin islamîleştirilmesi a l d a t m a c a s ı y l a ilgi­
li olarak şöyle yazıyor:

"Bir sömürge tebaası ezikliği kompleksiyle, içinde yaşadığı İslam


t o p l u m u n u n b ü t ü n olumsuz yanlarını ilmin 'islamî' olmamasına
bağlayan marjinal bir zümre, ilimlerin islamileştirilmesiyle İslam
t o p l u m u n u n b ü t ü n sıkıntılarının giderilmiş olacağı ütopyasının pro­
pagandasını yapmaya başlamış bulunmaktadır... Savunucularını,
ilim camiasında istihzaya m u h a t a p kılmaktan ve yalnızlığa itmek­
ten başka marifeti olmayan bu nifak u n s u r u n u n bir işe yaramaya­
cağı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır..."

"Tabiat ilimleri kavramını ırkçı bir t u t u m l a kâfirleşmek ilan eder,


tabiat ilimlerini islamîleştirmek gibi bir harekete kalkışırsanız ve
hele hele fizikle meşgul olan M ü s l ü m a n ilim adamlarına saldırır-
sanız kendinize de temsil ettiğinizi sandığınız t o p l u m a da h a t t a
ü m m e t e de pek çok söz getirir ve eninde sonunda kaçınılmaz bir
biçimde, ilim üretemeden marjinal ve ezik kalmağa m a h k u m olur­
sunuz... Cenabı Peygamber, 'İlim Çin'de de olsa gidin, alın!' derken
ilmin islamîleştirilmesine hiç de işaret etmemiştir..."

"İlmin islamîleştirilmesi söylemi, temkin ve teenniden uzak, boz­


gunculuğa müsait bir heves ve softaca bir saplantıdır. Ayrıca, bu
konuda yazı yazanların ilimle alakası yoktur..." ( Ö z e m r e ; Kur'an-ı
Kerim ve Tabiat İlimleri, s. 16)

ÜÇ BAŞLI ŞEYTANÎ BELA: ÜMNİYE

Ş e y t a n ı n ve şeytancılığın en b ü y ü k s i l a h l a r ı n d a n biri de ü m n i -
yedir. Şeytan, i n s a n o ğ l u n u ümniyelerle yıkacağını T a n r ı ' n ı n h u ­
z u r u n d a ilan etmiştir. Ü m n i y e ' n i n bir a n l a m ı d a o k u d u ğ u n u an­
lamadan okumaktır ki Kur'an, M â û n suresinde b u n u yapanları
lanetlemiştir. (Ümniye k a v r a m ı n ı n ayrıntıları için bk. b u r a d a ,
Ümniye mad.)
ŞİİR

Kur'an-ı K e r i m ' d e şiir bir yerde (36/69), şairse, biri çoğul o l m a k


ü z e r e (şuara) 5 y e r d e geçmektedir. İniş sırasıyla 47, resmî ter­
tip sırasıyla 2 6 . s u r e olan Şuara da, şair s ö z c ü ğ ü n ü n ç o ğ u l u d u r .
Şiir ve şair s ö z c ü k l e r i n i n geçtiği t ü m ayetlerin hedefi, K u r ' a n ' ı n
şiirden, p e y g a m b e r i n d e ş a i r d e n ü s t ü n o l d u ğ u n u a n l a t m a k t ı r .

Yaratıcı K u d r e t ' i n , bilginin k a y n a ğ ı n d a n beslediği ve benliği, in­


san h ü n e r i y l e b u l a n d ı r ı l m a m ı ş nebi, b ü y ü k kısmıyla söz ustalığı
ve duygusallığa d a y a n a n şiire t e n e z z ü l d e n u z a k t ı r . K u r ' a n bu,
n o k t a d a evrensel kuralı şöyle koyuyor:

"Biz o nebiye şiir öğretmedik; zaten şiir ona gerekmez ve yaraşmaz


ki!." (Yasîn, 69)

Şiir, A r a p ç a ' d a k i a n l a m a k , k a v r a m a k , fark e t m e k a n l a m ­


l a r ı n d a k i şuur kelimesiyle aynı k ö k t e n d i r . Araplar; ince an­
layışlı, kavrayış gücü y ü k s e k ve çoğu kez gelecekten h a b e r v e r e n
kişilere şair, b u n l a r ı n d ü z e n l e d i k l e r i sözlere de şiir demişlerdir.
İslam Peygamberi de şiirin ve şairlerin g ü c ü n ü t a k d i r ve yücelt­
me ile anmıştır. "Arşın anahtarları şairlerin diline k o n m u ş t u r " di­
yen o d u r .

K u r ' a n ' ı n geldiği devirde, A r a p şiiri, s a l t a n a t ı n ı n d o r u k n o k t a ­


s ı n d a idi. A n c a k şiirin o g ü n k ü s a l t a n a t ı sadece sözdeki güzellik
ve d ü z e n l e m e d e n değil, şairin bir t ü r kâhin o l a r a k kabul edil­
m e s i n d e n de k a y n a k l a n ı y o r d u . Şair, o devir Arap'ı için en üstün
haber alma güçleriyle donatılmış, geleceği ve gizlileri okuyan süper
kudrettir. Başka bir deyimle şair, yarı Tanrı bir varlıktır.

K u r ' a n , k e n d i s i n i erişilmez ve taklit edilemez z a m a n ü s t ü söz


ilan edip karşı çıkanları bir b e n z e r i n i y a p m a y a çağırırken en bü­
y ü k m u c i z e l e r i n d e n birini, A r a p şairlerinin ü s t ü n l ü k l e r i n i yık-
m a k l a sergiliyordu. P u t p e r e s t şairlerden bazıları, i n e n K u r ' a n
ayetleri ö n ü n d e yerlere k a p a n d ı k l a r ı n d a şöyle diyorlardı: " B u
halimize bakarak M u h a m m e d ' e inandığımızı sanmayın. Biz, şu sö­
zün eşsizliği ö n ü n d e eğiliyoruz."

K u r ' a n , erişilmezliğini s ö z d e k i a h e n k güzelliği y a n ı n d a , s ö z ü n


m u h t e v a s ı n d a k i tutarlılık ve isabete de d a y a n d ı r ı r ve şiiri, bu
ikincide yetersiz veya b u n d a n t a m a m e n y o k s u n olduğu için
vahyin a l t ı n d a görür. Ş u a r a suresi 2 2 4 ve d e v a m ı ayetler bu in­
celiğe d i k k a t ç e k m e k t e d i r . Bu ayetler, söz güzelliğinin k u r u n t u
ve tutarsızlığı, h a t t a ikiyüzlülüğü örtebileceğini ve bu y ü z d e n
şairi izleyenlerin hayal kırıklığına ve b a z e n sapıklık ve azgınlığa
m a r u z kalabileceklerini ifade e t m e k t e d i r . Vahyin şiirden, pey­
g a m b e r i n de ş a i r d e n ü s t ü n o l d u ğ u n u ifade e d e n Yasin 69. ayet,
ü s t ü n l ü k gerekçesi olarak şunları gösteriyor: Vahiy, bir öğüt ve
a p a ç ı k bir K u r ' a n ' d ı r . B u r a d a K u r ' a n kelimesinin altını ç i z m e k
gerekiyor. Bu k e l i m e n i n a n l a m ı bilgi veren, o k u n a n , muhtelif
öğeleri anlamlı bir b ü t ü n h a l i n d e t o p l a y a n k e l a m demektir, (bk.
b u r a d a , K u r ' a n m a d . ) O halde, vahyin, o a r a d a K u r ' a n ' ı n şiirden
ü s t ü n l ü ğ ü , söz güzelliğine ek o l a r a k içeriğinin zenginlik ve tu­
tarlılığında da y a t m a k t a d ı r . O y s a ki, h e r h a n g i bir şiir, h a t t a en
güzel şiir böyle bir nitelikten t a m a m e n y o k s u n olabilir.

H z . M u h a m m e d , işaret ettiğimiz ölçüler içinde şiiri ve şairleri


sevmiş v e ö v m ü ş , h a t t a İslam'ı tebliğ e t m e d e o n l a r d a n yararlan­
mıştır. A n c a k vahyi, şiirin asla u l a ş a m a y a c a ğ ı b u r ç l a r d a t u t m a k
ve nebiyi şairin ü s t ü n e ç ı k a r m a k da o n u n görevi idi. P u t p e r e s t l e r
sürekli bir şekilde o n u sihirbazlık, k â h i n l i k ve şairlikle i t h a m
ediyorlardı. (37/36; 21/5; 52/30)

K u r ' a n , sergilediği söz güzellikleriyle şiire b e n z e r bir etki bırakır.


F a k a t K u r ' a n ' ı d a h a ileri b o y u t l a r d a dinler ve söz güzelliğinin
b ü y ü s ü n d e n biraz öteye geçerek o n d a k i m u h t e v a n ı n isabet v e
derinliğine ulaşırsanız şiir g ö z ü n ü z d e silinir. A n l a r s ı n ı z ki, sizi
b e n l i ğ i n i z d e n k o p a r ı p ötelere, s o n s u z l u ğ a g ö t ü r e n t a n ı m l a n a ­
m a z etki n e şiir o l g u s u n d a n gelmektedir n e d e d ü z y a z ı d a n .
G e r ç e k t e n de K u r ' a n ne şiirdir ne de düz yazı. O, bu ikisinin de
ü s t ü n d e apayrı bir kelamdır.
ŞİRK
(yedek ilahlı din, A l l a h ' ı n yetkilerini Allah dışındaki güçlere
veya kişilere v e r m e k veya paylaştırmak, d i n e h ü k ü m eklemek,
riyakârlığı d i n h a y a t ı n a s o k m a k )

Şirk, türevleriyle birlikte 150 k ü s u r y e r d e geçer. B u n l a r ı n çoğu


fiil h a l i n d e (geçmiş ve şimdiki z a m a n kipleri) yer alır. Bu de­
m e k t i r ki, şirk insanlık b ü n y e s i n d e , bir sürekli faaliyettir.

Şirke b u l a ş m ı ş o l a n a müşrik denir. (bk. b u r a d a , Müşrik m a d . )

Şirk, şirket ve müşareket, A r a p dilinde mülk ve s a l t a n a t t a ortak­


lık a n l a m ı n d a d ı r . Bir şeyin, b i r d e n fazla kişiye aidiyetine de şirk
veya m ü ş a r e k e t d e n m e k t e d i r . (Râgıb, şirk mad.)

Din dilinde şirk, Allah'a, yani tek olan Yaratıcı Kudret'e zatında
(sayı olarak) veya tasarrufunda (yapıp-etmelerinde) ortak tanımak­
tır. B a ş k a bir deyimle, şirk: "Ulûhiyetin özelliklerinden birini bir
başkasına tanımaktır." (Yıldırım, Kur'an'da Şirk, 285) Bu, açık ve
ş u u r l u olursa açık şirk (eş-şirk el-celî), ö r t ü l ü ve ş u u r s u z c a olur­
sa gizli şirk (eş-şirk el-hafî) adını a l m a k t a d ı r . Râgıb el-Isfahanî
(ölm. 502/1108) bu n o k t a d a Büyük Şirk-Küçük Şirk ayrımı ya­
par. Şöyle diyor Râgıb:

"Büyük şirk, Allah'ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki, inkârın ve


küfrün en büyüğüdür... Küçük şirk ise bazı iş ve fiilleri icra ederken
Allah dışında kişilerin rızasını da hesaba katmaktır. Riyakârlık ve
münafıklık bu cümledendir."

H e r şeyden önce, " Ş i r k çok büyük bir z u l ü m d ü r . " ( L u k m a n , 13)


Z u l ü m , k a r a n l ı k a n l a m ı n d a o l d u ğ u n a göre şirk, t a m bir k a r a n ­
lık, t a m bir k a r m a ş a d ı r . Şirkin bu k a r m a ş ı k yapısını d a h a iyi
a n l a m a k için K u r ' a n ' ı n ş u ayetini h a t ı r l a m a k y e r i n d e olur:
"Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışı­
yor veya rüzgâr onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir." (Hac, 31)

Şirk, varlık ve o l u ş u n yaratıcı ilkesine t e r s d ü ş m e k o l d u ğ u n d a n ,


ilkenin bir yaşatıcı olan i n s a n ı desteksiz, yolsuz ve y ö n s ü z bı­
r a k m a k t a d ı r . Yaratıcı ş u u r l a bağı k o p a n i n s a n ı n varlıkla kay­
n a ş m a s ı b o z u l u r ve o l u ş u n ahengiyle perdeleri u y u ş m a d ı ğ ı için
sürekli didiklenir ve yozlaşıp yabancılaşır. Bu y o z l a ş m a öylesine
ileri bir n o k t a y a varır ki, şirk, i n s a n a öz evladını ö l d ü r m e y i bir
meziyet olarak gösterebilir, (bk. 6/137) Böyle birisi, h e p özle­
yen, fakat özlemini g i d e r m e k için b a ş v u r d u ğ u çareler t a r a f ı n d a n
d a h a derin ayrılıklara itilen bir talihsizdir. K u r ' a n bu n o k t a y a
p a r m a k b a s a r k e n şöyle diyor:

" G e r ç e k dua yalnız O'na/hak davet yalnız O'nun için yapılır. O'nun
dışında yalvarıp davet ettikleri ise onlara hiçbir şekilde cevap vere­
mezler. Onlar, ağzına ulaşsın diye iki avucunu suya doğru açan ama
suya ulaşamayan birinden başkasına benzemiyorlar. Küfre sapanla­
rın dua ve davetleri, şaşkınlığa dalmaktan başka bir işe yaramaz."
(Ra'd, 14)

Bu ü m i t s i z ç a b a l a m a n ı n t e m e l i n d e , Yaratıcı Ş u u r ' l a çelişme


vardır. K u r ' a n , k e n d i n e özgü ü s l û b u içinde b u n o k t a y a d a par­
m a k basıyor:

"Hiçbir şey yaratmayan, bizzat kendileri yaratılmış olan şeyleri/ki­


şileri mi ortak koşuyorlar?" (A'raf, 191)

D e m e k oluyor ki, şirk, Yaratıcı K u d r e t ' i n niteliklerini yaratılmışa


vererek, o l u ş u n y o l u n u tıkıyor. Y a h u t da, o l u ş u n o r t a y a koydu­
ğu a h e n g i b o z u p v a r o l u ş zevkini lekeliyor. Bu y ü z d e n d i r ki şu
b u y r u k , K u r ' a n dininin, t e m e l ilkelerinden biri o l m u ş t u r :

"Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez ama b u n u n dışında


kalanı/bundan az olanı dilediği kişi için affeder. Allah'a şirk koşan,
dönüşü olmayan bir sapıklığa dalıp gitmiştir." (Nisa, 116)

Şirkin yuvarladığı karanlık, i n s a n d a s o n s u z u n yerini alacak ya­


pay istekler ve saplantılar o l u ş t u r u r . Bu, tipik bir ödünleme me­
kanizmasıdır. Şirke s a p l a n a n l a r ı n kalplerine sürekli ve d i n m e z
bir k o r k u salınmıştır. (3/151)
Şirk, b ü t ü n b u n l a r a r a ğ m e n , Allah'ın iradesi d ı ş ı n d a v ü c u t bul­
m a z . Ç ü n k ü tevhit iki irade ve iki kudrete izin vermez. İrade ve
kudret tektir. Şirk, oluş diyalektiğinin karanlık ve dikenli y ö n ü d ü r
a m a tek kudret ve tasarruf sahibinin iradesine rağmen varolmamış­
tır. B a ş k a bir ifadeyle, Allah dileseydi, şirke yer b ı r a k m a y a n bir
oluş sergilerdi. (6/108, 148)

K u r ' a n , şirkin, Allah'ın sınırsız m e r h a m e t i n e bağlı affın d ı ş ı n d a


kaldığını ifade eder. (4/48, 116) B u n u n d a h a açık a n l a m ı ş u d u r :
Şirk içinde bu â l e m d e n ayrılanlar, A l l a h ' ı n affını bekleyemezler.
Ç ü n k ü ilahî af, varlık ve oluştaki Yaratıcı ilkenin bir eylemidir.
O ilkeye i n a n m a y a n ı n , o e y l e m d e n bir şey b e k l e m e m e s i gerekir.
N i t e k i m şirk içinde ö b ü r â l e m e geçenlere orada, r a h m e t ve bağış
dilediklerinde şöyle d e n e c e k t i r .

" G ü n olur, onları bir araya toplayıp hasrederiz. Sonra, şirke batan­
lara sorarız: 'Nerededir o bir şey zannedip d u r d u ğ u n u z ortakları­
nız?" ( E n ' a m , 22; Ayrıca bk. 16/27; 2 8 / 6 3 , 74; 50/52)

Şirk dışında k a l a n t ü m g ü n a h l a r ı n , Allah istediği t a k d i r d e , affe­


dileceğini K u r ' a n açıkça bildiriyor. ( 4 / 4 1 , 116) O halde, şirkten
v e o n u n s o n u ç l a r ı n d a n k u r t u l m a k s a d e c e tevhidi kabul v e ikrar
ile m ü m k ü n o l m a k t a d ı r . B u n d a n doğal ve âdil bir sistem d ü ş ü ­
n ü l e m e z . Varlığını tek ve erişilmez saymadığı bir kudretten bir şey
beklemek kimsenin hakkı değildir. Şirk, Yaratıcı'nın teklik ve eş­
sizliğini k a b u l e t m e m e k veya k e n d i n i Yaratıcı'nın dengi, b e n z e r i
saymaktır. V e K u d r e t b u n u bağışlamıyor. K u d r e t ' i kabul edip
yanlışlar, isyanlar sergileyenler ise varlığını k a b u l ettikleri r a h ­
m e t k a y n a ğ ı n a sığınabilirler. O, dilerse onları bağışlar, dilerse
cezalandırır. A m a ebedî k u r t u l u ş l a r ı n ı engellemez. (4/41, 116)

K u r ' a n ' ı n Allah h a k k ı n d a n s o n r a birinci sıraya k o y d u ğ u ana-ba-


ba h a k l a r ı n ı n d ü z e n l e n m e s i n d e de şirkin tipik d u r u m u farklı so­
n u ç l a r a sebep oluyor. K u r ' a n ' a göre, ebeveyne itaatsizlik, yalnız
şirk hali söz k o n u s u o l d u ğ u n d a m a k b u l d ü r . (29/8; 31/13)

Şirkin b ü t ü n tahribi, açık şirkte o l m a m a k t a d ı r . T a m aksine, en


dehşetli t a h r i p , H z . P e y g a m b e r ' i n b e y a n l a r ı n a göre, gizli şirk­
t e n yani riyakârlıktan gelmektedir. İ n s a n o ğ l u açık şirki bir s ü r e
s o n r a yenebilmiştir a m a gizli şirk h e p y a ş a m a k t a d ı r ve yaşaya­
caktır. O h a l d e , esas t e v h i t m ü c a d e l e s i gizli şirke karşı olmalı­
dır. Açık şirk, Allah'a z a t ı n d a , sayı b a k ı m ı n d a n o r t a k t a n ı m a k
o l d u ğ u n d a n h e m tespiti kolaydır h e m de alt edilmesi. A m a gizli
şirk, Allah'ın tasarruflarına kafa t u t m a k ve Allah'tan beklenmesi
gerekeni başkasından beklemek olduğundan insanın iç dünyasında
rahatlıkla saklanabilir, hatta insanın kendisi bile b u n u n farkında
olmayabilir.

İnsan hayatında, bir insanın "Allah birdir, ortağı yoktur"demesini


sağlamak, aynı insanın Allah'ın isim-sıfatlarından birinin tecellisi­
ne ters düşmesini önlemekten daha kolaydır.

"Allah b i r d i r " diyen nice i n s a n , rızkını elde e t m e k için ş u n u n


b u n u n h a k k ı n a t e c a v ü z d e bir beis g ö r m e z ve böylece, Allah'ın
Rezzâk (rızık veren) sıfatının sergilediği tasarrufa kafa t u t a r a k ,
farkında o l m a d a n şirke düşer. Bu ikincinin h e m tespiti, h e m de
tedavisi ç o k z o r d u r . B u y ü z d e n d i r ki, H z . Peygamber, ü m m e t i
a d ı n a açık şirkten değil, gizli şirkten e n d i ş e d u y m u ş ve b u n u
ç o k ilginç ifadelerle o r t a y a k o y m u ş t u r . Bir y e r d e şöyle diyor:

" Ü m m e t i m adına en çok k o r k t u ğ u m şey Allah'a şirk koşmaktır.


Ancak benim söylediğim, onların Güneş'e, Ay'a, puta tapmaları de­
ğildir. Benim k o r k t u ğ u m bu şirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutlu­
ğunu gözeterek ameller yapmak ve bir de gizli şehvettir." (İbn
M â c e , z ü h d 21)

Gizli şirke d e ğ i n e n h a d i s l e r d e dikkatler riyakârlık ü z e r i n e çekili­


yor ve riya, gizli şirkin en yıkıcı g ö r ü n ü m ü olarak veriliyor, (bk.
b u r a d a , Riya m a d . )

ŞİRKE G Ö T Ü R E N SEBEPLER

K u r ' a n ' d a Ulûhiyet k o n u s u n u inceleyen Prof. Suat Yıldırım, Şirke


götüren sebepleri şöyle sıralıyor:

1. D ü ş ü n m e m e k ( S a n ı ve t a h m i n e u y m a k , peşin h ü k ü m l ü ol­
mak),

2. Bilgisizlik,

3. Şüphecilik,

4. Antropomorfizm (Tanrı'nın insanlaşabileceğini kabul etmek),


5. Boş arzuları, basit duyguları ilahlaştırmak,

6. Kibir,

7. Gelenekperestlik ve taklit,

8. Baskı-zorlama,

9. Refahla şımarma,

10. Şeytan aldatması.

Yıldırım, geleneklerin şirke g ö t ü r ü ş ü n ü de şöyle veriyor:

"Geçmişleri taklit etmek, şirkin tarihî sebebi sayılabilir. Bu kısım,


K u r ' a n ' d a üzerinde en çok durulan şirk âmillerinden birini teşkil
eder. Antik çağda müşrik toplulukların çoğu, geçmişlerine olan
saygılarını, atalarına t a p m a derecesine vardırmışlardı. K u r ' a n ' ı n
ilk muhatapları olan müşrikler arasında, dar anlamda bir 'atalar
k ü l t ü ' görülmese bile, onlardan gelen her şey üzerinde, körü kö­
r ü n e titredikleri meydandadır. K u r ' a n ' ı n ısrarlı hücumlarına hedef
teşkil eden zihniyetlerden biri de bu olmuştur. Bugün tecrübelerle
öğrenilmiş gerçeklerden biridir ki, gelenekler, saçma bile olsalar,
insan toplumları içinden kolay kolay uzaklaştınlamamaktadır.
Bazen geleneklerin direnişi, fikirlerin mukavemetinden daha u z u n
ömürlü olmakta, düşünce tarzını değiştirmiş olmasına rağmen, bir
çok kimse geleneğin gereğini yerine getirmeye devam etmektedir."
(Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, 285-299)

K u r ' a n ve h a d i s i n verileri d i k k a t e alınarak, şirkin muhtelif t ü r ­


l e r i n d e n bahsedilmiştir. Biz, şirk k o n u s u n u bağımsız bir eserle
ele aldığımız için b u r a d a bu k a d a r l a yetiniyoruz. Bu k o n u d a en
değerli i n c e l e m e l e r d e n biri de İ b n ü l Kayyım el-Cevziyye'nin ed-
Dâu ve'd-Devâ adlı eseridir. (Özellikle bk. Sayfa: 229-250)
ŞÛRA
(karşılıklı g ö r ü ş m e , d a n ı ş m a ,
görüş alma, d a n ı ş m a meclisi, oylama)

Ş û r a n ı n k ö k anlamı, arı k o v a n ı n d a n bal a l m a k v e satılacak


hayvanı p a z a r d a dolaştırıp g ö r ü ş e s u n m a k t ı r . G ö s t e r m e k , ta­
n ı t m a k , b e l i r t m e k a n l a m l a r ı n d a k i işaret de aynı k ö k t e n gelir.
Dilimizdeki müşavere, meşveret, istişare ve işaret kelimeleri de
aynı k ö k t e n d i r . B ü t ü n b u k e l i m e l e r d e o r t a k yan, d a n ı ş ı p bilgi
alma, g ö r ü ş e b a ş v u r m a , isabetli fikri b u l m a k için t a r t ı ş m a d ı r .
Bu, g ü n ü m ü z terimleriyle k o n u ş u r s a k bir demokrasi sistemidir.

K u r ' a n , bizzat H z . P e y g a m b e r ' i d e m ü ş a v e r e y e çağırarak ş û r a


s i s t e m i n i n yaradılış d ü z e n i n d e yer aldığını vurgulamıştır. Âli
İ m r a n 159. ayet S o n P e y g a m b e r ' e şöyle diyor:

" İ ş ve yönetimde onlarla müşavere et."

Bu ayet, m e r h a m e t , y u m u ş a k l ı k , k a t ı l ı k t a n k a ç ı n m a , bağışlama,
af dileme gibi niteliklere de yer v e r m e k t e ve b u n l a r ı n şûra il­
k e s i n i n işlemesinde k a ç ı n ı l m a z olduklarını, K u r ' a n ' ı n tanrısal
ü s l û b u içinde g ö s t e r m e k t e d i r .

Kur'an'ın insanında ve o n u n oluşturduğu toplum ve dünyada


d ü z e n , ş û r a ü z e r e y ü r ü r . Ş û r a adını t a ş ı y a n s u r e n i n 38. ayeti b u
evrensel ilkeyi şöyle koyuyor:

" O n l a r ı n iş ve idareleri, kendi aralarında bir şûra iledir."

İslam tarihinde Hz. Peygamber devri istisna edildiğinde, iş ve yöne­


timin K u r ' a n ' ı n buyrukları yönünde gitmediğini söylemek bir borç­
tur. H z . P e y g a m b e r ' i n h e m e n a r d ı n d a n y ö n e t i m i ele geçirmek
için o y u n ve e n t r i k a l a r başlamış, bir s ü r e s o n r a da M u a v i y e ' n i n
hile, z e h i r l e m e ve k a n d ö k m e suretiyle elde ettiği idare, b a b a d a n
ŞÛRA 355

evlada bir A r a p s a l t a n a t ı haline gelerek K u r ' a n ' ı n d e n e t i m i n d e n


çıkmıştır. O g ü n d e n b u g ü n e k a d a r insanlık bu K u r ' a n s a l ş û r a
ilkesinin uygulandığını görebilmiş değildir.

B ü t ü n İslam tarihi, bir saltanatlar kavgası g ö r ü n ü m ü arz eder. Bir


kavga ki, baba oğluna, kardeş kardeşine, ana evladına acımamıştır.

İslam dünyası, cılız bir-iki d e n e m e dışında, K u r ' a n ' ı n ş û r a il­


kesini hâlâ ihlal eder bir m a n z a r a sergilemektedir. İslam d ü n ­
y a s ı n d a ş û r a ilkesinin yerini despot, ihtiras t u t k u n u liderlerin
ve k a d r o l a r ı n h e g e m o n y a s ı almış b u l u n u y o r . K u r ' a n ' ı n insanı,
bu h e g e m o n y a ve p u t l a r ı n ı yere i n d i r m e d i k ç e , K u r ' a n ' a fatura
ettiği hiçbir iddia ve a k t ö r l ü k k e n d i s i n i s ü r ü n m e k t e n k u r t a r a ­
mayacaktır.

K u r a n , ş û r a n ı n evrensel ilke boyutunu v e r m e k t e , şekil ve işleyiş


y ö n ü n e d o k u n m a m a k t a d ı r . B u da, ilkeyi z a m a n v e m e k â n ü s t ü
k ı l m a n ı n K u r ' a n s a l y o l u d u r . İlkenin yöntem yanı insana bırakıl­
mıştır. B u n a d a y a n a r a k diyebiliriz ki, Kur'an, yönetim şekli getir­
miyor, yönetime hâkim olması gereken zamanüstü ilkeleri veriyor.
İlkeler değişmez; şekil ve y ö n t e m değişir.

Ş û r a b a h s i n i n önemli sorularından biri, belki de birincisi şu­


d u r : Vahiy ile beslenip d e s t e k l e n e n H z . P e y g a m b e r ' i n ş û r a ile
e m r o l u n m a s ı n ı n sebebi v e h i k m e t i n e d i r ? S e b e p ş u d u r : H z .
Peygamber, vahiyle belirlenmeyen h u s u s l a r d a içtihat e d e r e k fi­
kir y ü r ü t ü p bir k a r a r a v a r m a y a m e m u r idi. İşte b u n o k t a d a , her­
h a n g i bir i n s a n gibi ş û r a y a b a ş v u r m a k d u r u m u n d a y d ı . N i t e k i m ,
o n u n h a y a t ı n d a b u t ü r meşveretler çok o l m u ş t u r .

H z . P e y g a m b e r i n vahiyle belirlenmiş h u s u s l a r d a m ü ş a v e r e yo­


l u n a gitmesi ise ü m m e t e yol göstermek, ş û r a n ı n ö n e m i n e ilişkin
örneklik e t m e k t i r . O, v a h y i n el attığı k o n u l a r d a , vahyin buyru­
ğ u n a a y n e n u y m a k l a birlikte, yine de istişare edebilir. A n c a k
bu istişarede, o, alınacak k a r a r ı n vahiy d o ğ r u l t u s u n d a v ü c u t
b u l m a s ı n ı m u t l a k a sağlar. Ç ü n k ü "Onlarla müşavere e t " emri,
m u t l a k emirdir. H z . P e y g a m b e r b u n a uyar, a n c a k vahyin tespit
ettiği hususları, istişare sırasında vahiyce belirlenen şekle getir­
m e k ü z e r e şûrayı yönlendirir.

H z . Peygamber'in, " B u k o n u d a vahyin emri b u d u r " diye ke­


sip a t m a h a k k ı vardır. A n c a k o, A l l a h ' ı n i n s a n l a r a r a h m e t i n i n
bir eseri olarak bu yolu seçmiyor. N i t e k i m , şûrayı e m r e d e n Âli
İ m r a n 159. ayet geldiğinde o şöyle b u y u r m u ş t u r :

"Allah ve Elçisi'nin müşavereye ihtiyaçları asla yoktur. Ancak


Allah, bana müşavereyi emretmekle ü m m e t i m e r a h m e t göstermiş­
tir. Şunu da bilin ki, benim ü m m e t i m i n şûra yolunu seçenleri, doğ­
ruyu ve iyiyi m u t l a k a yakalayacak, şûrayı terk edenleri de sürekli
hata ve sapıklık sergileyeceklerdir."

Ş û r a n ı n bireysel, t o p l u m s a l ve evrensel boyutları vardır. Bu


b o y u t l a r ı n h e r b i r i n d e şûra, z a m a n v e m e k â n ı n ş a r t l a r ı n a göre
işletilecektir. B u r a d a K u r ' a n ' ı n istediği, işin esası o l m a k t a d ı r ki
o da, cumhuriyet ve demokrasinin işletilmesidir. B u n u n y ö n t e m i ,
şekli, y a ş a n a n z a m a n ı n şartları d i k k a t e a l ı n a r a k i n s a n l a r tara­
fından belirlenecektir.

Ş û r a emri, ilim ve d ü ş ü n c e k a d r o l a r ı n ı n faaliyetlerinde, içtiha­


dın bir işleyişi olarak y ü r ü r : B u n u n s o n u n d a da i c m a (fikir bir­
liği) doğar. Vahyin açıkça belirlediği h u s u s l a r d a ş û r a ve içtihat
söz k o n u s u o l m a y a c a ğ ı n a göre, icma da değişkendir. İ c m a ile bu­
g ü n varılan bir s o n u ç , y a r ı n bir b a ş k a ş û r a n ı n bir b a ş k a icmaı ile
değiştirilebilir. Ç ü n k ü nass ile belirlenmemiş konularda, h ü k ü m ­
lerin değişmesi esastır. Aksi t a k d i r d e hayatla çekişmeler başlar ve
ş û r a emri etkisiz kalır.
ŞUKUR

Kur'an-ı K e r i m ' i n t e m e l k a v r a m l a r ı n d a n biri o l a n şükür, isim


ve fiil olarak 70'e yakın yerde geçmektedir. K u r ' a n s a l bir t e r i m
olarak şükür, i n s a n ı n k e n d i s i n e u l a ş a n n i m e t i d ü ş ü n m e s i v e
d u y d u ğ u m e m n u n i y e t i b i r t a k ı m dış belirtilerle ortaya k o y m a s ı
anlamındadır.

K u r ' a n , A l l a h ' ı n sayısız n i m e t l e r i n i k u l l a n a n i n s a n ı n b u nimet­


lerin sahibini d ü ş ü n m e s i n i ve h i z m e t i n e verilen n i m e t l e r d e n
d u y d u ğ u m u t l u l u ğ u b i r t a k ı m davranışlarla ortaya k o y m a s ı n ı
ş ü k ü r olarak anıyor. T ü r k ç e ' d e k i teşekkür ve şükran kelimeleri
d e ş ü k ü r k ö k ü n d e n gelmektedir. K u r ' a n terminolojisinde şük­
r ü n karşıtı küfürdür ki, n i m e t i ö r t m e k , u n u t m a k ve g ö r m e z l i k t e n
gelmektir, (bk. b u r a d a , Küfür mad.)

Ş ü k ü r , Allah'a i m a n ı n belirişlerinden biri olarak gösteril­


m e k t e d i r . O halde, şükür, ibadetin de esası, ruhu, özüdür. K u r ' a n ,
i n s a n o ğ l u n u n tipik özelliklerinden birinin de n i m e t l e r e şükret­
m e m e k o l d u ğ u n u söyler. İ n s a n l a r ı n ç o k a z ı n ı n şükrettiğini ifa­
deye k o y a n ayetlerin sayısı 20 civarındadır. ( Ö r n e k olarak bk.
2/243; 10/60; 12/38; 40/61)

Ş ü k r ü n nasıl yerine getirileceği meselesi d e k o n u n u n ö n e m l i


s o r u l a r ı n d a n biridir. Ş ü k r ü n K u r ' a n s a l yapısını d e ğ e r l e n d i r e n
müfessirler, o n u n üç yolla yerine getirilebileceğini tespit ederler:
D ü ş ü n c e yolu, dil yolu, eylem yolu. B u n l a r ı n ilki, n i m e t l e r i n sahi­
bi olan Allah'ı d ü ş ü n m e k , ikincisi Allah'ı dil ile a n m a k , ü ç ü n ­
c ü s ü de n i m e t l e r i n sahibi olan Allah'ın kullarını o n i m e t l e r d e n
yararlandırmaktır.

İslam a h l a k ı n d a ş ü k r ü n dile getirilişine, K u r ' a n ' d a n a l ı n a n bir


deyimle, tahdisi nimet (nimetleri dile getirmek) denir. D u h a su­
resi 1 1 . a y e t t e n k a y n a k l a n a n bu deyimin ifade ettiği esas a n l a m ,
genel k a n ı y a göre, s a h i p o l d u ğ u m u z n i m e t l e r d e n b a ş k a l a r ı n a
d a pay ç ı k a r m a k t ı r . N i t e k i m K u r ' a n , ş ü k r ü yerine g e t i r m e n i n
y o l u n u n eylem ve h i z m e t sergilemek o l d u ğ u n u açıkça belirtiyor.
S e b e ' suresi 13. ayet şöyle der:

"Şükür olarak eylem yapın. F a k a t kullarım içinde şükredenler çok


azdır."

H z . Peygamber, "Allah, k u l u n a bir nimet verdiğinde o n u n eserini


kulu üzerinde görmek ister" diyerek, ş ü k r ü n bir söz ve d ü ş ü n c e
o l m a k t a n ç o k bir fiil olması gerektiğine d i k k a t çekmiştir.

T a h d i s i n i m e t i n en ileri ve ideal mertebesi, B a k a r a 219. ayette


gösterilmiştir: H e r k e s i n , i h t i y a c ı n d a n fazlasını k a m u için infak
etmesi, dağıtması. Biz, m e s e l e n i n bu yanını, Ebu Zer adlı eseri­
m i z d e ayrıntılarıyla incelemiş b u l u n u y o r u z .

Ş ü k ü r l e h a m d i n karşılaştırılması d a k o n u n u n d i k k a t ç e k e n ta­
raflarından biridir. D e n m i ş t i r ki, ş ü k ü r ç o k geniş çerçeveli bir
k a v r a m olan h a m d i n içinde yer alır. (bk. b u r a d a , H a m d m a d . )
A n c a k h a m d yalnız dille yapıldığı halde, ş ü k ü r fiille yerine ge­
tirilir. Ayrıca ş ü k ü r m u t l a k a elde edilen bir n i m e t karşılığında
yapılır. Oysaki h a m d n i m e t i n sahibine, n i m e t bize u l a ş m a s a d a
yapılmaktadır. B u n u n içindir ki, h a m d i , n i m e t i n varlığına bak­
maksızın, h e r hal ve ş a r t t a yaparız.
TAFSİL
( h ü k ü m l e r i ayrıntılı kılmak, sözü h e r k e s i n
anlayacağı şekilde ayrıntılı kılmak)

Tafsilin aslı olan 'fasP k ö k ü n d e n kelimeler, isim ve fiil o l a r a k 40


k ü s u r yerde geçer.

Fasl ve fisal, Râgıb'ın beyanıyla, " a r a l a r ı n d a mesafe o l u ş t u r m a k


ü z e r e , iki şeyi b i r b i r i n d e n u z a k l a ş t ı r m a k t ı r . H e m eylemler h e m
de sözler için kullanılır. ' H a k l a bâtılın fasl edilmesi, i n s a n l a r
a r a s ı n ı h ü k ü m l e fasl e t m e k ' tabirleri bu kullanımlara ö r n e k t i r .
Kesin h ü k m ü v e r e n söze 'faslu'l-hıtab' dendiği gibi, 'fasl edici
h ü k ü m , fasl edici k o n u ş m a ' tabirleri de kullanılır. Bebekle o n a
süt v e r e n a n n e arasını ayırmaya da 'fisal' d e n m i ş t i r . " (Râgıb,
el-Müfredât)

' H ü k ü m l e fasl etmek, öncelikle A l l a h ' ı n t a s a r r u f u d u r . H ü k ü m


O ' n u n d u r ve h ü k ü m l e fasl e d e n l e r i n en hayırlısı (Hayru'l-
Fâsılîn) O ' d u r . (6/57) T a n r ı ' n ı n h ü k ü m l e fasl eylemi s o n h e s a p
g ü n ü n d e de işleyecektir. O, kulları a r a s ı n d a o gün, tartıştıkları
b ü t ü n meseleleri fasl e d e n h ü k m ü verecektir. (22/17; 32/259)
Ve o h ü k m ü n verildiği g ü n d e hiç k i m s e n i n ne malı ne evladı ne
de akrabası bir işe yarayacaktır. (60/3)

Fasl kavramıyla verilen en hayatî mesaj, K u r ' a n ' ı n sıfatlarından


biri olarak kullanılan 'mufassal' kelimesinin içindedir. K u r ' a n ,
b i r ç o k niteliği y a n ı n d a 'mufassal bir kitap'tır. Yani söylemek
istediğini, m u h a t a b ı n ı n anlayacağı şekilde ayrıntılayan k i t a p .
Mufassal K i t a p ' ı n şu h i t a b ı n d a k i , geleneksel zihniyete t o k a t gibi
inen beyana bakın:

"Allah size kitabı ayrıntılı kılınmış bir halde indirmişken, Allah'ın


dışında bir h a k e m mi arayayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz,
onun, Rabbinden hak olarak indirildiğini biliyorlar. Sakın kuşkuya
düşenlerden olma." ( E n ' a m , 114)

Mufassal Kitap, m u h a t a p l a r ı n a m e r a m ı n ı öylesine güzel anlata­


bilen bir k e l a m h a r i k a s ı d ı r ki, o n u n h ü k ü m l e r i n i a n l a m a k için
b a ş k a bir h a k e m a r a y a n l a r k ı n a n m a k t a d ı r . A m a siz b u mufassal
kitabı bin k ü s u r yıl, kitlelerin t e d e b b ü r ü n e k a p a t ı r s a n ı z b i n kü­
s u r yılın a r d ı n d a n kitabın mufassallığını a n l a t m a y a k a l k a n l a r ı n
d u r u m u g e r ç e k t e n yürekler acısı olur. Bin yıl b o y u n c a a n l a m a k
için değil, a n l a m a m a k için o k u d u k l a r ı bir kitabı, " A r t ı k a n l a m a k
için o k u m a n ı z gerekiyor" dediğinizde kıyametler k o p m a k t a d ı r .
K i t a b ı n a n l a ş ı l m a m a s ı n ı isteyen Arapçı-Arapçacı çıkar simsar­
larının, yuvalandıkları talan, h a r a ç ve h u r u ç i z b e l e r i n d e n sürek­
li b i ç i m d e ş u n u fısıldadığını u n u t m a y a l ı m :

"Allah'ın kelamını öyle herkes anlayabilir mi? Herkes anlayacak


diye Kur'an tercüme edilebilir mi? Edilmelidir diyenler, K u r ' a n ' ı
ortadan kaldırmak isteyen sakalsız, bıyıksız reformistlerdir. Onlar
dini yıkmak için böyle diyorlar. Eski, muteber, sarıklı, sakallı ule­
mamızdan böyle bir söz duyulmuş m u d u r ? Bu reformcuları dinler­
seniz ilhada düşer, dininizden olursunuz. Aman h a ! ! ! "

Mufassal kitabı m u ğ l a k v e m ü ş k i l k i t a b a d ö n ü ş t ü r ü p m u h a t a b ı
o l a n insanlığın t e d e b b ü r ü n e k a p a t m a k isteyen Haçlı emperya­
lizm g ü d ü m l ü engizisyon simsarlarının t e z g â h ı asırlardır ve bu­
g ü n işte böyle çalıştırılmaktadır.

VAHYİN TAFSİL İŞLEVİ

Fasl k ö k ü n ü n tef'il kalıbına a k t a r ı m ı o l a n tafsil, vahyin en


hayatî işlevlerinden biridir. Tafsili o l m a y a n bir k e l a m vahyin
ü r ü n ü olamadığı gibi, tafsili o l m a y a n bir tebliğ de v a h y i n mesajı
olamaz.

Tafsîl, m u t l a k a olacaktır ve o l m u ş t u r ve m u t l a k a en ileri dere­


c e d e olacaktır ve öyle o l m u ş t u r . İsra suresi 12. ayet, sözü, ak-
ledebilen h e r varlığın r a h a t ç a anlayacağı açıklıkta ve K u r ' a n ' ı
' m u ğ l a k v e m ü ş k i l ' ilan e d e n l e r i n s u r a t ı n a t o k a t v u r u r c a s ı n a
söylüyor:

"Biz, her şeyi, en ince noktalarına kadar ayrıntılı bir biçimde açık­
ladık." (İsra, 12)

Bu a y e t t e s a d e c e 'fassalnâ' (ayrıntıladık) fiiliyle yetinilmemiş,


bir de 'tafsîlen' şeklinde mefûl-i mutlak e k l e n e r e k a y r ı n t ı l a m a
eylemi pekiştirilmiştir. Bu d e m e k t i r ki, ilahî ayetlerin m u ğ l a k
ve m ü ş k i l o l d u ğ u n u değil açıkça, i m a yoluyla bile söylemek kat-
merli bir küfürdür. İlahî ayetlerin, h e r k e s i n anlayacağı şekilde
ayrıntılandığını k a b u l e t m e m e k , zayıf akıllı veya cahil o l m a k l a
izah edilemez. Böyle bir i d d i a d a b u l u n m a k için ya k ö t ü niyetli
o l m a k lazımdır y a h u t d a b ü s b ü t ü n eşek...

Tafsil, h e r şeyden ö n c e C e n a b ı H a k k ' ı n bizatihi faaliyetlerinden


biridir. A n c a k tafsil, s a d e c e 'Ben'in bir eylemi o l a r a k t a n ı t ı l m a z ,
'biz'in eylemi o l a r a k da ö n e çıkarılır. Yani Yüce T a n r ı , tafsili,
o n u r l a n d ı r m a k için kendisiyle birlikte andığı diğer planların bir
eylemi olarak da ifadeye k o y m a k t a d ı r . H e r iki h a l d e de h e m geç­
miş z a m a n h e m de geniş z a m a n kipleri kullanılmıştır ve gösteril­
miştir ki, tafsil s a d e c e K u r ' a n d ö n e m i n i n değil, geçmiş z a m a n ­
ların da t a n r ı s a l bir eylemidir. Tafsili 'biz'in eylemi o l a r a k v e r e n
ayetler o n u n ilim, d ü ş ü n c e , akıl işletme nasibi olanlara h i t a p
ettiğinin altını ç i z m e k t e d i r . Tafsil, v a h y i n metinlerini, 'sevap al­
m a k ' için telaffuz e d e n l e r e bir şey söylemez, o n u t e d e b b ü r için
o k u y a n l a r a bir şeyler verir. Şu beyyinelerdeki b i r k a ç b o y u t l u ih­
t i ş a m a ve şu ilk ayetteki ilahî t a a h h ü d e b a k ı n :

"Size ne oluyor da üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yemi-


yorsunuz? Zorda kalışınız dışında üzerinize h a r a m kıldığı şeyleri
bizzat kendisi size ayrıntılı olarak açıklamıştır. Birçokları ilimsiz
bir biçimde kendi keyiflerine uyarak halkı şaşırtıyorlar. Hiç kuş­
kusuz, senin Rabbin, sınır tanımaz azgınları çok iyi bilmektedir."
( E n ' a m , 119)

G e l e n e k s e l miras, dışlanmış b i r k a ç istisnaî m e s a i d ı ş ı n d a


A l l a h ' ı n b u açık t a a h h ü d ü n ü hiçe saymış, bir k e n a r a k o y m u ş ­
t u r . S a n k i bu ayet K u r ' a n ' d a y o k m u ş gibi davranılmıştır. Bu
beyyinenin t a r t ı ş m a s ı z b u y r u ğ u ş u d u r : Dinde bir şeyin haramlığı
sadece ve sadece Allah'ın tespitiyle belirlenir. Ve o, h a r a m l a ş t ı r -
m a k istediklerini, k i m s e n i n y o r u m ve aracılığına ihtiyaç bırak­
m a y a c a k şekilde ayrıntılı b i ç i m d e bildirir. Kesin ve ayrıntılı yani
açıkça a n l a ş ı l a m a y a c a k şekilde bildirilmemişse hiçbir şey h a r a m
ilan edilemez.

Şu ilahî tespit, s a d e c e geleneksel dinci zihniyetin değil, gelenek­


sel d i n d a r zihniyetlerin d e t u t t u ğ u y o l u n t a m aksini söylemek­
tedir. O zihniyetler, birisi ifsat için, ikincisi ise iyi niyetle a m a
yanlış olarak, dini yapay h a r a m l a r l a d o l d u r m u ş , b u k o n u d a H z .
P e y g a m b e r i d e Allah'ın ortağı k o n u m u n a getirip o n a d a b i r ç o k
h a r a m k o y d u r t m u ş l a r d ı r . N e yazık k i b u n o k t a d a , d i n d a r zih-
niyetler de A l l a h ' ı n y a n ı n d a yer a l m a başarısını g ö s t e r e m e m i ş ,
çeşitli saiklerle dinciliğin y a n ı n d a yer almışlardır.

Şu ayetleri, b e r r a k bir v i c d a n l a y e n i d e n okuyalım:

" G ü n e ş ' i ısı ve ışık kaynağı; Ay'ı, hesabı ve yılların sayısını bilesi­
niz diye bir n u r yapıp ona evreler takdir eden O'dur! Allah b ü t ü n
bunları, şaşmaz ölçülere bağlı olarak yaratmıştır. Bilgiyle donanan­
lardan oluşan bir topluluk için ayetleri tafsil edip ayrıntılı kılıyor."
(Yunus, 5)

"Ayetleri tafsil edip birer birer gözler ö n ü n e serer ki, Rabbinize ka­
vuşacağınıza açık seçik inanasınız." (Ra'd, 2)

Tafsili, 'biz'in eylemi o l a r a k g ö s t e r e n ayetleri de okuyalım:

"Bilgiden nasipti bir topluluk için ayetleri gerçekten ayrıntılı kılmı-


şızdır." ( E n ' a m , 97; A'raf, 32; Tevbe, 1 1 ; Y u n u s , 5)

"İyice araştırıp kavrayan bir topluluk için ayetleri biz t a m bir biçim­
de ayrıntılı kıldık." ( E n ' a m , 98)

"Biz, öğüt alan bir topluluğa ayetleri ayrıntılı bir biçimde açıkla­
dık." ( E n ' a m , 126)

" D e r i n derin d ü ş ü n e n bir topluluk için ayetleri böyle ayrıntılı ola­


rak veriyoruz." (Yunus, 24)

"İşte biz, aklını işletecek bir topluluk için ayetleri böyle ayrıntılı
olarak sıralıyoruz." (Rum, 28)

H e r şeyi h e m b i z z a t k e n d i s i h e m d e e m r i n d e k i p l a n l a r ı n faal
güçleri böyle ayrıntılayan bir k u d r e t i n g ö n d e r d i ğ i k i t a b ı n temel
vasfı da ayrıntılı k i t a p (kitabı mufassal) olacaktır ve öyle olmuş­
t u r . K u r ' a n ' ı n bir 'Mufassal K i t a p ' o l d u ğ u n u biraz ö n c e gördük.
O n u n b u vasfı ü z e r i n d e d u r a n beyyine s a d e c e E n ' a m 114 de­
ğildir. Şu beyyineler de, K u r ' a n ' ı n ' k i t a p ' k a r a k t e r i n i n o m u r -
g a s ı n d a k i değerlerin en ö n e m l i l e r i n d e n b i r i n i n tafsil o l d u ğ u n u
bildiriyor:

"Elif, Lâm, Râ! Hakîm ve Habîr olandan bir kitaptır ki bu, ayetleri
önce m u h k e m kılınmış, sonra ayrıntılı hale getirilmiştir." ( H û d , 1)
"Bilgi ile donanmış bir toplum için, ayetleri, Arapça bir K u r ' a n ha­
linde ayrıntılı kılınmış bir kitaptır bu! Muştulayıcı ve uyarıcı olarak
indirilmedir. Onların pek çoğu yüz çevirdi; kulak verip dinlemezler
onlar." (Fussılet, 3-4)

Mufassal k i t a p t a k i mufassallık, s ı r a d a n bir mufassallık değildir.


Peki, nasıl bir mufassallıktır? A'raf 52. ayet, bu soruya verdiği
cevapta, s a d e c e t u t a r l ı bilgilere s a h i p ayrıntılı bir kitabı değil,
bilimsel-akademik anlamıyla da seçkin sınıflamalar sergileyen
bir kitabı t a n ı t m a k t a d ı r ve o kitap, K u r ' a n ' ı n ta kendisidir.
K u r ' a n ' ı n , indiği devir ve coğrafyadan çok, bilgi t o p l u m u n u n ki­
tabı o l d u ğ u n u g ö s t e r e n şu m u c i z e beyyineye b a k ı n :

"Yemin olsun ki, biz onlara, ilme uygun biçimde ayrıntılı kıldığımız
bir kitap getirdik. İ n a n a n bir topluluk için bir kılavuz, bir rahmettir
o . " (A'raf, 52)

Kendisini böyle t a n ı t a n bu kitabı, m e z a r l ı k l a r d a sadece kelime­


lerini telaffuz e d e r e k 'sevap a l m a k ' için o k u y a n bir kitlenin, iki-
yüz m e t r e y e bir cami y a p m a y ı bu k i t a b ı n dinini ihya s a y m a s ı n ı n
yaratacağı ibret, d e h ş e t v e h ü s r a n ı n t a k d i r i n i vicdanı ç ü r ü m e -
miş i n s a n l a r a bırakıyoruz.

TAFSİLİN AYRILMAZ PARÇASI: TEYSÎR

Teysîr ve teyessür, a y n e n teshil ve t e s e h h ü l gibi, k o l a y l a ş t ı r m a k


a n l a m ı n d a d ı r . Teshilin k ö k ü olan suhulet T ü r k ç e ' d e d e ö z g ü n
a n l a m ı n d a (kolaylık) k u l l a n ı l m a k t a d ı r .

Tanrısal faaliyetlerin en ö n e m l i l e r i n d e n biri tafsil ise bir diğe­


ri de teshildir. Allah'ın h e m kolaylık h e m de ayrıntı istediğini
K u r ' a n bize gösteriyor, (bk. b u r a d a , Kolaylık ve Teklif madl.)
Z u l ü m v e d e h ş e t y a y a n İdris s u r e t i n d e iblislerin h e g e m o n y a ­
s ı n d a hayatı c e h e n n e m e d ö n e n kitlelerin c a n y a k a n feryatları
K u r ' a n ' ı n elbette ki m e ç h u l ü değildi. O n u n içindir ki, K u r ' a n ,
m u h a t a p l a r ı z o r d a k a l m a s ı n , Allah ile a l d a t a n ve kendilerini
Tanrı-kul arası yakınlaştırıcı diye l a n s e e d e n şirk z e b a n i l e r i n i n
lanetli ellerine d ü ş m e s i n , h a r a ç v e h u r u ç çetelerine b o y u n eğme­
sin diye h e m tafsil edilmiş (ayrıntılanmış) h e m de teshil edilmiş
(kolaylaştırılmıştır) bir k i t a p olarak vahyedildi. Bu, bizim yoru­
m u m u z veya b a z ı ayetlerin iması değil, K u r ' a n ' ı n o n l a r c a ayetle
ö n ü m ü z e k o y d u ğ u açık ve t e m e l g e r ç e k l e r d e n biridir.
Söylediğini a n l a t a m a y a n k i t a p m u c i z e k i t a p veya kelam ha­
rikası falan o l a m a z . K u r ' a n ısrarla ifade e d e r ki, o, söylediği­
ni m u h a t a p l a r ı n a a n l a t a n ve onları d ü ş ü n m e y e sevk e d e n bir
kitaptır. G e l e n e k s e l din anlayışı ( d a h a d o ğ r u s u dinci anlayış)
K u r ' a n ' ı n b u tezini t e r s i n e çevirerek K u r ' a n ' a mal etmiştir.
G e l e n e k s e l t e z e göre, K u r ' a n b ü y ü k kısmıyla a n l a ş ı l m a y a n bir
kitaptır. Anlaşılabilen k ü ç ü k bir kısmı ise müşkil ve muğlak
o l d u ğ u için s a d e c e belli kişiler t a r a f ı n d a n anlaşılabilir. B ü y ü k
kitlelerin ise K u r ' a n ' ı n h e r h a n g i bir yerini a n l a m a l a r ı m ü m k ü n
değildir. Böyle bir h e v e s e kapılmaları o n l a r ı n i m a n l a r ı n d a bir
zaafın göstergesidir. O n l a r , K u r ' a n ' ı , a n l a m a k için değil, keli­
melerini telaffuz e d e r e k 'sevap' a l m a k için okurlar. Gerisi onları
ilgilendirmez. G e l e n e k s e l zihniyete göre, kitlelerin K u r ' a n ' d a n
nasibi sadece kelimelerin A r a p ç a s ı n ı telaffuzdur. Ve böyle olun­
c a d a o n l a r için K u r ' a n o k u m a k , K u r ' a n ' ı n kelimelerinin A r a p ç a
telaffuzunu yerine g e t i r m e k t e n ibarettir. Ne dediği onları asla
ilgilendirmez, ilgilendirmemeli. İlgilendiriyorsa bu bir i m a n ve
takva zaafıdır.

K u r ' a n b u n u n t a m aksini söyleyip istemektedir. K u r ' a n kendisi­


n i n telaffuzundan asla söz e t m e z a m a t e d e b b ü r ü n ü (ne dediğini
a n l a y a r a k o k u m a k ) ısrarla g ü n d e m e getirir.

N e dediğini a n l a m a d a n o k u m a n ı n ' ş e y t a n l a ş m a k ' o l d u ğ u n u


söyleyen K u r ' a n (bk. b u r a d a , Ümniye m a d . ) m u h a t a p l a r ı n ı n
o k u d u k l a r ı n ı a n l a m a l a r ı için k e n d i s i n i h e m tafsil etmiş h e m d e
teshil etmiştir. Tafsili biraz ö n c e g ö r d ü k .

Teshil a n l a m ı n d a k i teysîr de K u r ' a n ' ı n t e m e l k a v r a m l a r ı n d a n bi­


ridir. Teysîrin k ö k ü olan yüsr ve türevleri 40 k ü s u r yerde geçer.
Bu k u l l a n ı m l a r ı n bir kısmı, teysîrin, a y n e n tafsil gibi, Allah'ın
faaliyetlerinden biri o l d u ğ u n a v u r g u l a r yapar. O vurgular, ha­
fiften altın v u r u ş a doğru y ü k s e l e n vurgulardır. Ürepticidir, sar­
sıcıdır. G e l e n e k s e l dinci anlayışın bu m u c i z e l e r m u c i z e s i k i t a p
h a k k ı n d a n e b ü y ü k yalanlar söylediğinin, o n u n m ü m i n l e r i o l a n
k u ş a k l a r ı nasıl aldattığının ve n e t i c e d e , insanlığa nasıl bir k ö t ü ­
l ü k ettiğinin aşılamaz kanıtlarıdır. Yüce T a n r ı , i n s a n ı y a r a t m ı ş ,
o n u d o n a t m ı ş v e o n u n ö n ü n d e hayat y o l u n u kolaylaştırmıştır.
Ç ü n k ü O ' n u n t e m e l iradesi, t e m e l vasfı ve t e m e l tasarrufu ko­
laylaştırmaktır:
"Kahrolası insan, ne kadar da n a n k ö r d ü r ! Hangi şeyden yarattı
onu? Bir spermden! Yarattı onu, ölçülendirip biçimlendirdi onu.
Sonra, yolu kolaylaştırdı o n a . " (Abese, 17-20)

Bu t e m e l t a n r ı s a l i r a d e n i n bir u z a n t ı s ı olarak, K u r ' a n da ko-


laylıştırılmıştır. V e mesela, K u r ' a n ' ı n A r a p ç a indirilmesi, o n u n
m u h a t a b ı olan k u ş a k l a r ı n tanrısal mesajı r a h a t ç a a n l a m a l a r ı
içindir. G e l e n e k s e l dinci zebanilerin iddia ettikleri gibi, halk kit­
leleri ne söylendiğini a n l a m a s ı n , s a d e c e kelimeleri telaffuz edip
sevap beklesinler diye değil:

"Biz o Kur'an'ı; senin dilinle kolaylaştırdık ki, sakınanları onunla


müjdeleyesin, inatçı bir kavmi de onunla uyarasın." (Meryem, 97)

"Biz, o Kur'an'ı senin dilinle/senin diline kolaylaştırdık ki, düşü­


n ü p öğüt alabilsinler." ( D ü h a n , 58)

Evrensel-tarihsel gerçek b u n u gerektirdiği, bu olduğu halde,


t a n r ı s a l m e t i n l e r ü z e r i n d e h e g e m o n y a k u r a r a k halkı s ö m ü r m e k
isteyen ve b u n u din perdesiyle ö r t e n o n u r s u z l u k ve ahlaksızlık
timsali dinci zebaniler, gerçeği sakladılar, gerçeği bildiren bey-
yineleri saptırdı veya u n u t t u r d u l a r . B u n u ilk kez y a p a n h a h a m
zebanileriyle ikinci kez y a p a n r u h b a n simsarlarını çok iyi t a n ı ­
y a n v e tanrısal vahyin s o n ü r ü n ü olan K u r ' a n , d a h a pekiştirici
ifadelerle, h a t t a yeminli ifadelerle insanlığın dikkatini bir kez
d a h a çekti. H e m d e ö z e n e b e z e n e ! Sarıklı zebanilerin aynı k ö t ü ­
lüğü y e n i d e n s a h n e l e m e l e r i n i ö n l e m e k istedi. Öyle ki, K u r ' a n ' ı n
kolaylaştırıldığını yeminle ifade e d e n aynı ayet, bir s u r e d e t a m
d ö r t kez t e k r a r l a n d ı . Bir ayetin, kelimesi kelimesine t e k r a r ı n ı n
t e k örneği biraz s o n r a vereceğimiz b u beyyinedir. H e m y e m i n i n
h e m b u şekilde K u r ' a n ' d a bir b e n z e r i b u l u n m a y a n bir t e k r a r ı n
kullanılması gösteriyor ki, tanrısal kitap, k e n d i s i n i n 'anlaşıl­
m a z ' olduğu y o l u n d a asırlık k a n a a t l e r y a r a t a n m e l u n l u ğ a ç o k
ağır bir öfke d u y m a k t a d ı r . Şimdi o d ö r t kez t e k r a r l a n a n m u c i z e
beyyineyi okuyalım:

"Yemin olsun ki, biz, Kur'an'ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık.


F a k a t d ü ş ü n e n mi var?!" (Kamer, 17, 22, 32, 40)

K u r ' a n ' ı n , b u k a d a r açık beyyinelerle insanlığın ö n ü n e k o y d u ğ u


gerçeği saklayarak, insanlığın K u r ' a n ' a çıkacak y o l u n u v u r a n ,
bilcümle dinci zebanilere d i k k a t etmeliyiz.
TÂĞUT
(ilahlaştırılmış azgın, H r i s t i y a n k o d a m a n ı ,
zalim-saldırgan kişi veya kişiler)

T â ğ u t u n k ö k ü o l a n tuğyan, türevleriyle birlikte (tâğut dahil) 40


civarında y e r d e geçer.

Bizzat tâğut kelimesi 8 kez geçmektedir.

A r a p dili l ü g a t l a r ı n d a t â ğ u t (tekili ve çoğulu aynı) için verilen


a n l a m l a r şunlardır: İlahlaştırılmış azgın, kâhin, büyücü, sapıklık
öncüsü, Hristiyan kodamanı, saldırgan, zalim.

T â ğ u t a 'Hristiyan k o d a m a n ı ' ( o n u n l a y a n y a n a kullanılan cibt


s ö z c ü ğ ü n ü ise Yahudi kodamanı) a n l a m ı veren, A r a p dilinin
en b ü y ü k ü s t a d ı ve dilcilerin b a b a s ı sayılan ve 2 3 1 / 8 4 6 ' d e ölen
İbnül-A'rabî'dir. D a h a s o n r a k i dilciler b u anlamı, K u r ' a n dilinin
bu Mevâlî ç o c u ğ u (yani A r a p asıllı o l m a y a n köle) ö l ü m s ü z usta­
s ı n d a n alarak t e k r a r etmişlerdir. (Mesela bk. 3 7 0 / 9 8 0 ' d e ölen
b ü y ü k lügat bilgini Ezherî'nin 'Tehzîbu'l-Lüga' adlı a n ı t eseri)

Na yazık ki, İbnül-A'rabî'nin dilbilimdeki d e h a s ı n ı bize t a m gös­


t e r e c e k m ü s t a k i l eserleri elimize u l a ş a m a m ı ş t ı r . O n u n verdiği
eşsiz tespitleri, k e n d i s i n d e n n a k i l d e b u l u n a n diğer meslektaşla­
r ı n ı n e s e r l e r i n d e n öğreniyoruz.

5 3 8 / 1 1 4 3 ' t e ölen ü n l ü T ü r k müfessir Zemahşerî, N i s a 5 1 ' d e ge­


ç e n cibt ile Yahudilikteki k u t s a l g ü n sebt ( C u m a r t e s i g ü n ü ) ara­
s ı n d a irtibat g ö r m e k t e d i r , (bk. Z e m a h ş e r î , Esâsü'l-Belağa, cibt
mad.)

Tefsir âlimleri, sahabî müfessir İbn Abbas'tan b a ş l a y a r a k ve


iniş sebebini de d i k k a t e alarak, t â ğ u t u n , N i s a suresi 5 1 . ayette
Y a h u d i k o d a m a n ı Ka'b el-Eşref i amaçladığını söylemişlerdir ki
a n l a m o l a r a k bu şer b a b a s ı n a çok u y g u n d u r . Aynı ayette geçen
ve aslen A r a p ç a o l m a m a k l a birlikte lügat itibariyle t â ğ u t u n an­
l a m l a r ı n a y a k ı n a n l a m l a r taşıyan cibt ise yine müfessirlere göre,
bir b a ş k a Y a h u d i k o d a m a n ı olan Huyey bin Ahtab'ı g ö s t e r m e k ­
tedir. Müfessir Taberî'nin ifadesiyle " b u iki kişi, iki cibt veya iki
tâğut idi. Allah'a ve o n u n peygamberine isyanda Yahudi milletine
öncülük etmekteydiler. Ama bunlar, aynı işi yapan başka Yahudi
öncüleri de olabilir. Allah'ın bildirmek istediği, böyle bir ekibin bu­
l u n d u ğ u d u r . " (Taberî, Tefsir, 5/130-135)

İniş sebepleri, mesajı k a y ı t l a m a y a c a ğ ı n a göre, tâğut ve o n u n


b e n z e r i olan cibt K u r ' a n dilinde, müfessir Râzî'nin işaret ettiği
şu a n l a m ı t a ş ı y a n sözcüklerdir:

"Bu iki kelime, şer ve bozgunculukta zirveye çıkmış kişileri ifade


etmede âdeta sembol olmuş iki kelimedir." (Râzî, Tefsir, 10/133)

K u r ' a n ; tâğutu, tuğyanı yaşayan ve yaşatan kişi ve kudret a n l a m ı n ­


da kullanır ve A l l a h ' a i m a n ı n gerçek a n l a m ı n a ulaşması için
t â ğ u t a karşı ç ı k m a n ı n z a r u r e t i n e d i k k a t çeker. (2/256) N i s a
5 1 . ayet A r a p l a r d a k i o k u m a y a z m a bilenlerin (aydınların) cibt
ve tâğuta inandıklarını ve müminleri onlara inananlardan d a h a
aşağı g ö r d ü k l e r i n i söyleyerek b u n u kınıyor. Bu ayette tâğut,
r u h s u z p u t l a r a ad olan cebte karşılık, r u h ve şuur sahibi put yani
ilahlaştırılmış, putlaştırılmış i n s a n a n l a m ı n d a kullanılıyor.

A r a p dilcileri t â ğ u t u , (dişil ve erkeği aynı) azgın, sınır ta­


n ı m a z , Allah yerine k e n d i s i n e tapılan, zulüm, cebir ve şiddet
kullanan Firavun ruhlu, şeytan yaradılışlı varlık olarak mâ-
n â l a n d ı r m a k t a d ı r l a r . H a y r a engel o l a n t ü m kişi v e güçlere d e
tâğut denmektedir. Tâğutun, görüneni yanında, görünmeyeni
de vardır.

T â ğ u t d a i m a akıl ve r u h sahibi v a r l ı k t a n yani i n s a n d a n olur.


P u t l a r ı n t â ğ u t olarak adlandırılmaları, o n l a r ı n tuğyanları ifade­
de birer vasıta o l m a l a r ı n d a n d ı r . Ve A l l a h ' a karşı küfre sapanla­
rın dostları t â ğ u t t u r ve onlar, t â ğ u t y o l u n d a savaşırlar. (2/257;
4/76) B u n l a r ı n belirgin özelliklerinden biri de, davalarının
ç ö z ü m ü n ü , t â ğ u t a havale etmeleridir; h e r z a m a n t â ğ u t u h a k e m
yaparlar. (4/60)

T â ğ u t a karşı çıkan v e o n a uşaklık e t m e k t e n k a ç ı n a n l a r a s o n s u z -


l u k m u ş t u l a n verilecektir. (39/17) L a n e t l e n e n ve Allah'ın gaza­
b ı n a u ğ r a y a r a k e n iğrenç cezaya çarptırılanlar, d o m u z , m a y m u n
s u r e t i n e çevrilecek, t â ğ u t u n uşağı kölesi haline getirileceklerdir.
(5/60. Bu k o n u d a bk. b u r a d a , Hayvana D ö n d ü r m e m a d . )

Şimdi, t â ğ u t u n kişiliğini, r o l ü n ü ve tavrını d a h a iyi t a n ı m a k için


o n u n temel özelliği olan tuğyanı görelim.

Tuğyan, 'isyan ve g ü n a h t a , sınır t a n ı m a y a c a k ö l ç ü d e ileri git­


mektir. (Râgıb, t u ğ y a n m a d . ) Fiziksel güçlerin n o r m a l sınırları
a ş a c a k şekilde faal hale gelmeleri de t u ğ y a n l a ifade edilebilmiş­
tir. Mesela K u r ' a n , N u h Tufanı sırasında suların k ö p ü r ü p a z m a ­
sını t u ğ y a n k ö k ü n d e n bir fiille (tağa) ifade e t m e k t e d i r . (69/11)
Ne ilginçtir ki, suların t u ğ y a n ı ile b o ğ u l a n N u h devri zalimle­
rini K u r ' a n , ' z u l m e sapan, t u ğ y a n edip a z a n ' bir kavim olarak
a n m a k t a (bk. 53/52) v e i n s a n ı n t u ğ y a n ı n ı t a b i a t ı n tuğyanı ile
c e z a l a n d ı r a n varlık ve oluş ilkesine d i k k a t ç e k m e k t e d i r . H a k k a
suresi 5. ayet de, Semûd kavmi azgınlarının tâğıye ile helak edil­
diklerini söylüyor. Bu tâğiye de t u ğ y a n k ö k ü n d e n t ü r e y e n bir
isim o l u p t u ğ y a n e d e n insanları c e z a l a n d ı r m a k için Yaratıcı ta­
rafından devreye s o k u l a n t u ğ y a n edici tabiat kuvvetlerini ifade
e t m e k t e d i r . Bu ayette c ü m l e o şekilde d ü z e n l e n m i ş t i r ki, tâğıye
h e m S e m û d k a v m i n i helak e d e n kuvveti h e m de bu k a v m i n
helakine sebep olan tavrı aynı a n d a ifade e t m e k t e d i r . Bu ü s l û p
h a r i k a s ı n ı d i k k a t e aldığımızda, a n ı l a n ayetin t e r c ü m e s i n i n şöyle
verilmesi gerekir:

" B u n u n üzerine Semûd, azgınlık yüzünden/azgın bir tabiat kuvve­


tiyle helak edildi." ( H a k k a , 5 Ayrıca bk. Şems,11)

Tuğyan, i n s a n ı n t a b i a t ı n d a vardır. K u r ' a n vahyedilen ilk suresi­


n i n 6. ayetinde bu gerçeğin altını çizmiştir:

"İş öyle sanıldığı gibi değil; insan gerçekten azar." (Alak, 6)

Bu yaradılış gerçeğini v e r e n ayetin a r d ı n d a n i n s a n ı n t u ğ y a n ı n ı n


temel sebebi gösteriliyor. Bu sebep, i n s a n ı n k e n d i s i n i hiç kim­
seye m u h t a ç o l m a y a c a k bir k o n u m a gelmiş görmesidir. Tuğyan,
insan egosunun, k e n d i n i ilahlaştırması, h e r şeyin, h e r k e s i n üs­
t ü n d e görmesi h a l i n d e tecelli ettiğinde d o r u k n o k t a d ı r . K u r ' a n ' a
göre, b u d o r u k n o k t a n ı n tipik temsilcisi, Firavun tiptir. (20/24,
43; 79/17)
Firavunlar medeniyeti bir tuğyan medeniyeti idi; batışları bu yüz­
den olmuştur:

" N e yaptı vadide kayalar oyan Semûd kavmine? O kazıklar sahibi


Firavun'a! Bunlar, ülkelerde azıp zulmetmişlerdi. Ve oralarda boz­
gunu çoğaltmışlardı. Bu yüzden Rabbin, üzerlerine azap kamçısını
yağdınverdi." (Fecr, 9-13)

Ne ilginçtir ki, t u ğ y a n ı n babaları o l a n F i r a v u n l a r ı n ezdiği


İsrailoğullan, s o n u n d a F i r a v u n yolu olan t u ğ y a n a s a p m a k t a n
k u r t u l a m a d ı l a r . O n l a r ı n ilahî gazaba u ğ r a m a l a r ı n a d a b u s a p m a
sebep oldu. (20/80-87)

Vahyedilen ilk a y e t i n d e i n s a n ı n a z m a s ı n ı g ü n d e m e getirerek b a ş


d ü ş m a n ı n ı n t e m e l niteliğine dikkat ç e k e n K u r ' a n , s o n surelerin­
de bu hedefi çok d a h a anlaşılır kılarak vahiy sırasıyla 92. s u r e
olan B a k a r a ' n ı n , 193. a y e t i n d e o n u n z u l ü m o l d u ğ u n u ifadeye
koyacaktır. Tek düşman, zulüm ve zalimdir.

K u r ' a n , t e m e l varoluş ilkelerinden biri olarak, ş u n u ısrarla belir­


tir: B ü t ü n uygarlık v e s a l t a n a t l a r ı n ç ö k ü ş ü azmak y ü z ü n d e n d i r .
Bu, d a h a çok, m a d d e v e o n d a n k a y n a k l a n a n değerlere a l d a n a -
r a k a z m a k t ı r . H e r ç ö k ü ş ü n a l t ı n d a b u yatar. Nitekim, N â z i a t
suresi 37-38. ayetler tuğyan ile iğreti hayatı ve dünya nimetlerini
ilahlaştırma arasında bağ kurmaktadır. Kur'an, b u r a d a n hareketle
bize şunu öğretmiştir:

Bütün tâğutlar. paranın kulu, mülk ve saltanatın uşağıdır. Paranın


kulu olmayan hiç kimsenin tâğut olması söz konusu edilemez.
Paranın kullan, o esas tanrılarını ya cebir ve şiddet kullanarak elde
ederler va m ü l k ü saptırarak vahut da Allah ile aldatarak.

T u ğ y a n a s a p a n l a r ı n nihaî cezaları, bir t a b i a t t u ğ y a n ı olan ateş­


le verilecektir. C e h e n n e m , tabiat kuvvetleri t u ğ y a n ı n ı n tipik
ve ç o k güçlü bir belirişidir ve t u ğ y a n a s a p a n zalimlerin ceza­
l a n d ı r ı l m a s ı n d a en u y g u n yol, c e h e n n e m l e ceza yoludur.

"Şu bir gerçek ki, cehennem bir gözetleme yeridir, tuğyana sapmışlar
için bir dönüş/varış yeridir." (Nebe, 21-22 ayrıca bk. Nâziât, 39)

Böyle olduğu içindir ki, c e h e n n e m ehli, birbirlerini s u ç l a r k e n


sürekli şöyle k o n u ş a c a k l a r d ı r :
"Seni tuğyana ben itmedim."

"Tuğyana sapmış bir topluluk idiniz, hadi görün sonunuzu."


(50/27; 37/23, 3 1 ; 38/55-56)

T u ğ y a n a s a p m a n ı n m u s a l l a t edeceği d e n g e b o z u k l u ğ u i n s a n ı al­
datır, k u r u n t u ve hayale esir eder. İ n s a n bu d u r u m a gelince nefs
e g o s u n u n oyuncağı olur ve karanlığı ışık, şapı şeker z a n n e t m e y e
başlar. K u r ' a n b u n o k t a y a dikkat ç e k e r k e n , inkarcıları 'tuğyan­
ları içinde oynayıp oyalanan gafiller' olarak tanıtır. (2/15; 6/110;
7/186;10/23)

T u ğ y a n ç e m b e r i n d e gaflet ziliyle o y n a y a n l a r d a o l u ş a n en öldü­


r ü c ü hastalık, ışığı ve güzeli g ö s t e r e n h e r söz ve u y a r ı n ı n onlar­
d a t u ğ y a n ı n y o ğ u n l u ğ u n u a r t ı r m a k t a n b a ş k a bir işe y a r a m a m a -
sıdır. Bu bir tâğut illetidir. T â ğ u t illetine t u t u l a n l a r d a ö ğ ü t ve
uyarı, b e k l e n e n i n t a m tersi bir etki yaratır; t â ğ u t u n z u l ü m v e
d e h ş e t i biraz d a h a artar. (5/64, 6 8 ; 17/60)

T u ğ y a n k a v r a m ı n ı n b u K u r ' a n s a l yapısını g ö r d ü k t e n sonra


t â ğ u t u kısa bir ifadeyle şöyle tanımlayabiliriz:

Tâğut, her devirde, Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları


olan g ü r u h u n genel adı, cins ismidir.

K Ü R E S E L T Â Ğ U T PAKTLARI:
BAŞKAN, EŞBAŞKAN VE YARDIMCI TÂĞUTLAR

Anlaşılan o d u r ki, h e r devirde b i r d e n çok t â ğ u t b u l u n u r .


T â ğ u t l a r ı n kabile ç a p ı n d a , millet ç a p ı n d a olanları y a n ı n d a böl­
gesel ve u l u s l a r a r a s ı olanları da b u l u n a c a k t ı r . B u n l a r birbirlerin­
d e n habersiz olabilecekleri gibi, o r g a n i z e de olabilirler. İblisler
parlamentosu (hizbu'ş-şeytan, evliyau'ş-şeytan) gibi birlikler,
beraberlikler v ü c u d a getirebilirler; a r a l a r ı n d a hiyerarşik bir dü­
zen kurulabilir, k a y n a ş m a y a , birleşmeye gidebilirler.

Tâğutî sistemlerin h e r devirde baş tâğutları y a n ı n d a alt tâğutları


da vardır. Baş t â ğ u t b u n l a r ı n efendisi, destekçisi, k o r u y u c u s u -
d u r . G ü n ü m ü z d e , alt t â ğ u t l a r a 'eşbaşkan' deniyor. Yani tâğut­
ların kimisi zulmün esas başkanı, kimisi eşbaşkanıdır. Baş tâğut
olan zağarların alt tâğutları olan finolar, K u r ' a n tarafından günü-
müzdeki kullanıma t a m karşılık olacak şekilde tespit edilmiştir:
'Abede't-tâğut' (tâğutun kulları, uşakları).

Mâide 60. ayete göre, abede-i tâğût, Allah'ın öfkesine çarpılıp la­
netlenmiş maymunlardan, domuzlardan çıkar. Baş tâğutlar, bu fi-
no-uşakların kendi muhitlerindeki zaaflarını, kinlerini, beklentile­
rini, m a k a m hırslarını ve nihayet hıyanet t u t k u l a n n ı bir biçimde
okşayarak onları köle gibi kullanır. Böyle o l u n c a da tâğutî sistem­
ler, ilkeler, p a r l a m e n t o l a r , paktlar, bölgeler geliştirilebilir.

İslam d ü ş ü n c e s i n i n yirminci yüzyılda d o r u ğ u k a b u l edilen


M u h a m m e d İkbal (ölm. 1938), emperyalist Batılıların oluştur­
dukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdiği organi­
zasyonu, İblisler Parlamentosu diye anmıştır. A y n e n b u n u n gibi,
Tâğutlar Parlamentosu deyimini de kullanabiliriz. K u r ' a n bu
n o k t a d a evliyau't-tâğut ( t â ğ u t u n dostları, görev arkadaşları, des­
tekçileri) deyimini kullanıyor ki diğer tabirlerin t ü m ü n e z e m i n
o l u ş t u r a n bir tabirdir.

Kısacası, tâğut, K u r ' a n terminolojisinde, iblis-şeytan şer enerjisi­


nin fiziksel güç ve birimler haline gelmesini, eyleme dönüşmesini
gerçekleştiren insanî u n s u r d u r .
TAĞYİR
(yaratılışı ve yaratılmışı değiştirme,
bir h a l d e n b a ş k a bir hale geçirme)

Tağyir, K a a m u s m ü t e r c i m i  s ı m ' ı n güzel T ü r k ç e s i ile, 'bir nes­


neyi evvelki suretinden bozmak, bir âhara tebdil ve tahvil kılmak
mânâsındadır.'

Türevleriyle birlikte 6 yerde geçen tağyir, 5 yerde o l u m s u z , bir


yerde ise n ö t r a n l a m d a kullanılmıştır. K u r ' a n , tağyiri öncelikle
doğal yapıyı, doğal dengeleri b o z u p h a y a t ı n ve i n s a n ı n ahengi-
n e z a r a r v e r m e k a n l a m ı n d a k u l l a n m a k t a d ı r . B u a n l a m d a tağyir,
şeytanî bir faaliyet t ü r ü d ü r . N i s a 119 bu n o k t a d a bize, şeytanın
C e n a b ı H a k k ' a şöyle dediğini d u y u r m a k t a d ı r :

"Yemin olsun, onları saptıracağım, onları kuruntulara/hurafelere/


anlamını bilmeden okumaya mutlaka iteceğim. Onlara mutlaka
emir vereceğim de davarların kulaklarını yaracaklar; onlara mu­
h a k k a k emredeceğim de Allah'ın yaratışını/yarattıklarını değiştire­
cekler."

Allah'ın yaratışını/yarattığını değiştirmeye h a y v a n l a r ı n kulakla-


r ı n ı n ı n yarılmasının ö r n e k gösterilmesi, K u r ' a n ' ı n varlık yapıla­
rı, özellikle genler ü z e r i n d e o y n a m a y ı şeytanî bir işlem olarak
g ö r d ü ğ ü n e k a n ı t sayılabilir. K u r ' a n ' ı n tağyirle ilgili beyanları
d i k k a t e alındığında genler ü z e r i n d e o y n a m a n ı n , gıdaların (to­
h u m l a r ı n ) genlerini değiştirmeyi de kapsadığı ortaya ç ı k m a k t a ­
dır. K u r ' a n ' a d a y a n a r a k ş u n u rahatlıkla söyleyebiliriz:

insan hayatının cehennemîleşmesinin temel sebeplerinden biri, gı­


daların/tohumların genetik yapılarının değiştirilmesi, yani, gıdalar
üzerindeki tağyirdir. Kur'an, bu yöndeki teknolojiyi, insan mutlu­
luğunu zehirleyen şeytanî bir yıkım mekanizması olarak görmekte­
dir. Bu yıkım m e k a n i z m a s ı , i n s a n ı n m u t l u l u k , n i m e t ve b e r e k e t e
d a y a n a n m e d e n i y e t i n i t a h r i p e t m e k t e v e i n s a n h a y a t ı n a 'korku
ve açlık azabının elbisesini giydirmek'tedir. (bk. b u r a d a Sınâat)
M u h a m m e d suresi 15. ayet aynı d o ğ a değişmesini su ü z e r i n d e n
ö r n e k l e n d i r m e k t e ve gıdalardaki doğal y a p ı n ı n k o r u n m a s ı n ı
c e n n e t h a y a t ı n ı n varlığına k a n ı t o l a r a k ö n e ç ı k a r m a k t a d ı r :

"Sakınanlara vaat olunan cennetin d u r u m u şöyledir: Orada, bo­


zulmayan sudan ırmaklar; tadı bozulmayan sütten nehirler, içen­
lere lezzet s u n a n bir şaraptan nehirler, süzme bir baldan oluşan
nehirler var. Ve orada kendileri için her türlü meyvenin yanında,
Rablerinden bir de bağışlanma var."

Bu ayette tağyir sözcüğü y a n ı n d a , o n u n l a aynı a n l a m ı v e r e n


'âsin' s ö z c ü ğ ü de kullanılmıştır. C e n n e t i n özelliklerinden biri de
gıdaların, özellikle su ve balın t a ğ a y y ü r d e n u z a k kalması yani
'âsin' o l m a m a s ı d ı r . Âsin, K a a m u s çevirmeni  s i m Efendi'nin ifa­
desiyle: T u ' m ve levni (tat ve rengi) mütağayyir olmuş (tağyire uğ­
ramış) suya dinur.' C e n n e t t e k i sular ve ballar yani doğal gıdalar
tağyirden u z a k kalmış gıdalardır. B a ş k a bir deyimle, c e n n e t i n
özelliklerinden biri de 'âsin' g ı d a l a r d a n a r ı n m ı ş olmasıdır.

H a y a t ı n bu şekilde c e h e n n e m i bir çekilmezlik içine itilmesinin


sebebi, i n s a n ı n , k e n d i varlığındaki doğal dengeleri ve doğal ya­
pıyı b o z m a s ı d ı r . Bu b o z u l m a v ü c u t b u l m a d ı k ç a Allah, i n s a n a
verdiği n i m e t ve m u t l u l u ğ u asla b o z m a z :

"Allah bir t o p l u m a lütfettiği nimeti, o toplum birey olarak içlerin-


dekini/birey olarak kendilerine ilişkin olanı değiştirmedikçe, değiş­
tirmemiştir. Ve Allah, iyice işiten, gereğince bilendir." (Enfâl, 53)

Tağyir, i n s a n ı n k ö t ü h a l d e n iyiye geçmesi için de gerekli olabilir.


Ö r n e ğ i n , bir tağyirle b o z u l a n doğal yapı, yeni bir değişmeyle,
yani yeni bir tağyirle (tağyirin tağyiri ile) eski h a l i n e getirilme­
dikçe dengeler yerine o t u r m a z . Ra'd suresi 11. ayet bu n o k t a d a
en hayatî v a r o l u ş ilkelerinden birini ve K u r ' a n ' a özgü bir diya­
lektiği ilkeleştiriyor:

" G e r ç e k şu ki, Allah, bir t o p l u m u n maruz kaldığı şeyleri, onlar, bi­


rey olarak içlerindekini/ birey olarak kendilerine ilişkin olanı değiş­
tirmedikçe, değiştirmez. Allah bir t o p l u m a bir perişanlık dileyince
de artık onu geri çevirecek bir güç yoktur. Ve onlar için Allah'ın
berisinden koruyucu bir dost da olamaz."

Anlaşılan o ki, Kur'an, tağyir kavramıyla sürekli işleyen bir varoluş


diyalektiğine işaret etmektedir. Bu diyalektikte, insan, bir şeyleri
bozmakta, sonra düzeltmekte, sonra tekrar bozmakta... Ve bu böyle
devam edip gitmektedir. Yani tekâmül, boz-yap, yap-boz şeklinde
devam eden bir süreçtir ki, bu süreçte her yeni sentez bir yap-boz
veya boz-yap, tez-antitez olgusunun sürekliliğiyle gerçekleşir.

N e v a r k i K u r ' a n , b u yap-boz, boz-yap s ü r e c i n d e yaradılışın,


u z a y ı n ve d o ğ a n ı n t e m e l dengelerine d o k u n u l m a m a s ı n ı iste­
m e k t e d i r . Ş e y t a n ı n tağyirciliği k e n d i s i n i n bir özelliği o l a r a k ö n e
ç ı k a r m a s ı da gösterir ki, tağyir, genel çerçevesiyle R a h m a n i bir
d a v r a n ı ş değildir.

Şeytan, Â d e m ' e secde e t m e y i p isyan bayrağını ç e k i n c e tanrısal


h u z u r d a n k o v u l m u ş , lanetlenmişti. B u n u n ü z e r i n e Tanrı'ya, in­
sanı s a p t ı r m a g ü c ü n d e o l d u ğ u n u , k e n d i s i n e gerekli s ü r e veri­
lirse b u g ü c ü n ü ispat edeceğini söylemiş, T a n r ı d a o n a b u izni
vermişti. D a h a d a ü r p e r t i c i olanı, K u r ' a n ' ı n , ş e y t a n ı n i d d i a s ı n d a
başarılı olacağını açıkça bildirmesidir. Şeytan, istediği süre ken­
disine verildiğinde i n s a n l a r ı n b ü y ü k ç o ğ u n l u ğ u n u s a p t ı r a c a ğ ı n a
y e m i n etmişti. (Araf, 17) B u n u bildiren K u r ' a n , ş u n u da bildir­
mektedir:

"Yemin olsun, iblis onlarla ilgili sanısında isabet etti. İ n a n a n l a r d a n


bir topluluk dışındakiler ona uydular." (Sebe', 20)

Ş e y t a n a verilen izin, 'vakt-i m â l u m ' a y a n i belirlenen v a k t e ka­


dardı. Bu vakit, K u r ' a n ' ı n açık ifadesine göre, 'insanların dirilti-
leceği gün' yani kıyamet sonrası z a m a n d ı r . B a k a r a suresi, 34-38,
Araf suresi 11-19, H i c r suresi, 31-33. ayetlere bakılabilir.

Ş e y t a n ı n tağyir b o z g u n c u l u ğ u doğal dengeleri b o z d u r m u ş , uza­


yı ve yerküreyi zehirlemiş, gıdaların genleriyle o y n a y a r a k doğal
gıdaları m a h v e d i p gen modifiye-kanserojen gıdalarla i n s a n nesli­
n i n y o z l a ş m a s ı n a yol açmış, nihayet, klonlama d e n e n tasallut ve
t a h r i p l e yaradılışın temel dengelerine t e c a v ü z başlamıştır.

Ş e y t a n ı n b u ö n e m l i a r z u s u n a u l a ş m ı ş olması d a g ö s t e r m e k t e ­
dir ki, o n a verilen süre d o l m a k ü z e r e yani i n s a n ı n y e r k ü r e d e k i
ö m r ü b i t m e k üzeredir.

Yaradılışın değiştirilmesi bir âfettir:

Yaradılışın değiştirilmesine karşı çıkılırken, tağyirle hemen


h e m e n aynı a n l a m a gelen tebdil sözcüğü de k u l l a n ı l m a k t a d ı r .
"Allah'ın yaratış ve yarattıklarında tebdil yoktur, olmamalıdır."
Tebdil s ö z c ü ğ ü n ü k u l l a n a r a k bu yasağı k o y a n Rum 30. ayet, fıt­
rat (yaradılışın temelleri) tabirini de kullanmıştır. Anlaşılan o
ki, a n ı l a n ayete göre, tebdil, fıtratı b o z m a k ve yozlaştırmaktır.
Şöyle deniyor:

" S e n yüzünü, bir hanîf olarak dine, Allah'ın insanları üzerinde


yarattığı fıtrata çevir. Allah'ın yaratışında/yarattığında değiştirme
olamaz. Doğru ve eskimez din işte budur. Fakat insanların çokları
bilmiyorlar."

Allah'ın isim-sıfatlarından biri de Fâtır o l d u ğ u n a göre, fıtrat


ü z e r i n d e o y n a m a k . Allah'ın k u d r e t i n e ortaklığa k a l k m a k gibi
v a h i m bir cürettir. Bu d e m e k t i r ki, t a b i a t ı n dengeleriyle oyna­
m a k , doğayı taciz ve t a h r i b e u ğ r a t m a k en v a h i m dinsizlik ve
i m a n s ı z l ı k l a r d a n biridir. H a t t a belki de birincisidir.

HAYVANLAR Ü Z E R İ N D E ŞEYTANÎ D E Ğ İ Ş T İ R M E :
KLONLAMA

N i s a s u r e s i ' n i n 119. ayeti g ö s t e r m e k t e d i r ki, ş e y t a n ı n yozlaştır-


masıyla gerçekleşecek olan yaradılışı b o z m a (tağyir), h e r şey­
d e n ö n c e b ü y ü k v e k ü ç ü k b a ş hayvanlar ü z e r i n d e başlayacaktır.
N i t e k i m , k l o n l a m a n ı n k o y u n l a r d a başlatıldığını biliyoruz.

N i s a 119 ve d e v a m ı ayetlerde, bu y o z l a ş t ı r m a n ı n 'şeytana yan­


daşlık' olduğu, bu yandaşlığa teslim olanların c e h e n n e m e (doğal
dengeleri v e ahengi b o z u l m u ş bir h a y a t a ) m a h k û m olacakları,
teslim o l m a y a n l a r ı n ise c e n n e t l e (doğal h a y a t ı n mutluluklarıyla)
ödüllendirilecekleri de ibret verici bir söylemle a n l a t ı l m a k t a d ı r .

Bu şeytanî yozlaşmayı şeytanın a ğ z ı n d a n ihbar eden, yozlaş­


m a n ı n akıbetini de g ö s t e r e n ayetler, şeytanın tehdidiyle şöyle
başlıyor:

"Yemin olsun, onları saptıracağım, onları kuruntulara/hurafelere/


anlamını bilmeden okumaya mutlaka iteceğim. Onlara mutlaka
emir vereceğim de davarların kulaklarını yaracaklar; onlara mu­
h a k k a k emredeceğim de Allah'ın yaratışını/ yarattıklarını değişti­
recekler."
" K i m Allah'ı bırakıp da şeytanı yandaş edinirse açık bir h ü s r a n a ke­
sinlikle yuvarlanmış olacaktır. O, onlara söz verir, ümit verip hayal
k u r d u r u r , hurafeye/anlamını bilmeden okumaya iter. Şeytan, onla­
ra bir aldanıştan başka hiçbir şey vaat etmez. Bunların varacakları
yer, cehennemdir."

" İ n a n ı p barışa/hayra yönelik işler yapanları, altlarından ırmaklar


a k a n cennetlere sokacağız. Sürekli kalacaklardır orada. Allah'ın
şaşmaz vaadidir bu! Söz söyleme bakımından Allah'tan daha doğru
ve tutarlı kim olabilir?" (Nisa, 119-122)

DOĞAYI K İ R L E T M E BİR T A Ğ Y İ R D İ R

H z . M u h a m m e d ' e göre, d o ğ a n ı n dengelerini b o z a n l a r , Allah'ın


l a n e t i n e m ü s t a h a k hale gelirler. H a y a t ı b o y u n c a , l a n e t l e m e y e
h e p karşı çıkmış, "Lanet olsun!" tabirini p a r m a k l a sayılabilecek­
t e n d a h a az k u l l a n m ı ş bir peygamber, y e r k ü r e n i n doğal dengele­
rini b o z a n l a r için ş u n u s ö y l e m e k t e n ç e k i n m e m i ş t i r :

"Yerkürenin belirgin alâmeti olan değerleri/işaretleri/yeryüzü­


n ü n olmazsa olmazlarını yozlaştırıp bozanlara Allah lanet etsin!"
( Z e h e b î , Kitabu'l-Kebâir ve Tebyînu'l-Mahârim, 148)

H z . Peygamber, b u r a d a , d o k u n u l m a m a s ı n ı istediği değerleri ifa­


de e d e r k e n 'menâr' ve ' t u h û m ' sözcüklerini kullanmıştır.

'Menâr', ışık n o k t a s ı , ışıkla ilgili sınırlar ve K a a m u s ' u n ifadesiy­


le, 'işaret noktaları' d e m e k t i r ki, biz b u n u 'yeryüzünün olmazsa
olmazları, belirgin nitelikleri' diye t e r c ü m e ettik.

Tekili ve çoğulu aynı olan ' t u h û m ' , lügat anlamıyla, 'iki toprak
parçasının arasını belirleyen sınır' d e m e k t i r . Bu kelime de, 'bir
şeyin nitelikleri, olmazsa olmazları' a n l a m ı n d a k u l l a n ı l m a k t a d ı r .
B ü y ü k dil bilgini Fîrûzâbâdî (ölm. 8 1 7 / 1 4 1 4 ) , K a a m u s ' t a bu ke­
l i m e n i n ' m u r a d edilen, gönülden istenen şey' a n l a m ı taşıdığını
ifade etmiştir. Biz bu ifadeye d a y a n a r a k , t u h û m s ö z c ü ğ ü n ü 'ol­
mazsa olmazlar' diye Türkçeleştiriyoruz.
K u r ' a n , evreni t e o s a n t r i k (Tanrı merkezli) bir yapı olarak t a n ı ­
t ı r k e n şöyle diyor:

" H e r şey Allah'ı tespih eder, a m a siz b u n u fark edemezsiniz." (İsra,


44) B u r a d a n h a r e k e t e d e n sûfî d ü ş ü n c e , t ü m varlıklara, özellik­
le yaş bitkilere saygılı davranmıştır. Ç ü n k ü o n l a r ibadet halinde­
dir. H e m de riyasız, ivazsız bir ibadettir o n l a r ı n k i . . .

Ağaçları kesip yerine d u v a r dikerek o r a d a 'ibadet' edeceğini


ö n e s ü r e n zihniyete s o r m a k lazım: S e n n e yaptığını s a n ı y o r s u n ?
İ b a d e t i n e riya k a r ı ş m a y a n bir ibadet a r k a d a ş ı n ı yok edip ibade­
t i n e bin t ü r l ü riya k a r ı ş t ı r a n insanı ö n e çıkarıyorsun. Bu akıl işi
midir?

Kur'an, resmî mabetsiz bir dünya isterken ne yaptığını çok iyi bi­
liyor. Ç ü n k ü esas mabet, dini, mabet y a p m a k t a n ibaret görenlerin,
mabet yapmak için tahrip ettikleri tabiattır. Esas mabedi yıktıktan
sonra yerine hangi mabedi koyacaksınız?

D i n dilini bilim diline çevirirsek ne g ö r ü y o r u z ? B a ş k a bir de­


yişle K u r ' a n ' ı n altını çizdiği genel ve doğal tespih faaliyeti na­
sıl işliyor? Bu işleyişin b u r a d a sadece k ü ç ü k bir b o y u t u n a de­
ğineceğiz. Bu, doğadaki karbon faaliyetidir.

Karbon dioksit ( C 0 2 ) hayatın, özellikle i n s a n h a y a t ı n ı n işleyi­


şi sırasında çıkardığı birinci d e r e c e d e gazdır. Bir zehirdir. A m a
hayat öyle d ü z e n l e n m i ş t i r ki, bu zehir, h a y a t ı n b a ş k a bir faaliye­
t i n d e gıda olarak kullanılıyor. Karbon dioksit, bitkilerin büyüme­
sinde kullanılıyor. Bitki, karbon dioksiti emip (yiyip) yerine oksijen
veriyor. O r m a n l a r ı n yiyemediği k a r b o n dioksit ise o k y a n u s l a r
t a r a f ı n d a n emiliyor.

A m a bu bir yere k a d a r ve dengelerin k o r u n d u ğ u bir d ü n y a d a iş­


liyor. D e n g e l e r b o z u l u n c a ne yeşillik bu görevini yapabiliyor ne
de sular. Ve anarşi, kaos, felaket başlıyor. Sebep, i n s a n . S a d e c e
ve sadece i n s a n . K u r ' a n , sadece i n s a n ı n işlediği bu k o z m i k cina­
yeti b a k ı n nasıl tanıtıyor:

"İnsanların ellerinin kazanmış oldukları yüzünden denizde ve ka­


rada bozgun çıktı. Allah onlara, yaptıklarının bir kısmını tattırıyor
ki, geri dönebilsinler." (Rum, 41)

Bilimin söylediklerine bakalım:

"İnsanoğlu, atmosfere her yıl, 6.5 milyar t o n u fosil yakıtlardan, 1.5


milyar t o n u da yeşilliğin tahribinden kaynaklanmak üzere toplam-
da yaklaşık 8 milyar ton karbon dioksit yüklüyor. Bu toplamın yan­
sından biraz azı, gezegeni ısıtmak üzere atmosferde kalıyor..."

" O r m a n ı n her hektarı, atmosferi yılda yaklaşık iki ton karbondan


arındırıp sera etkisiyle ısınmayı önlemeye katkıda bulunuyor..."
(Tim Appenzeller; National Geographic, Ş u b a t 2004)

T a b i a t a n a n ı n şefkati b u r a d a d a kalmıyor. T a b i a t a n a , insanoğ­


l u n u n azgın t a h r i p l e r i n e karşı i n s a n ı i n s a n d a n k o r u m a k ü z e r e
yeni tedbirler de alıyor. Küresel ısınma a r t ı p k a r b o n e m m e siste­
mi zayıfladığında, " a r t a n ısınma, karbon emen ağaçların büyüme­
sini hızlandırarak sıcaklık artışını yavaşlatmaya yardımcı oluyor."
(Aynı k a y n a k )

Ne var ki, dengelerin b ü y ü k o r a n d a b o z u l m a s ı gezegenimizi tabi­


at a n a n ı n artık çare b u l a m a y a c a ğ ı bir yere götürebilir. Ö r n e ğ i n ,
ısı artışı belli bir n o k t a y ı geçince- ki şu a n d a o n o k t a y ı geçmiş
b u l u n u y o r - Kuzey K u t b u ' n d a k i yeraltı b u z t a b a k a l a r ı erimeye
başlıyor ve dengeler b o z u l u y o r . D e n g e b o z u l m a s ı n a d o ğ a n ı n ce­
vabı sert oluyor: Eriyen b u z t a b a k a l a r ı n d a t u t u l a n k a r b o n açığa
çıkıp atmosfere yayılıyor. Yapılan h e s a p l a r a göre, bu ç ö z ü l m e
s ü r ü p giderse a t m o s f e r d e k i k a r b o n o r a n ı n d a y ü z d e 25 artış ola­
caktır. B u n u n ne a n l a m a geleceğini iyi d ü ş ü n m e k gerekiyor.

Ö t e y a n d a n , k i r l e n e n o k y a n u s l a r ı n emdiği k a r b o n m i k t a r ı n d a
d a d ü ş m e l e r başlamıştır.

Şimdilerde, k a r b o n e m e n yapay a l a n l a r yaratılması ü z e r i n d e


d u r u l u y o r . Ö r n e ğ i n , k a r b o n dioksitin, sıvılaştırılarak yeraltına,
o k y a n u s l a r altına p o m p a l a n m a s ı d ü ş ü n ü l ü y o r . A n c a k o z a m a n
d a b u n u n y e r a l t ı n d a k i s u l a r a v e o k y a n u s l a r altındaki h a y a t a ve­
receği z a r a r g ü n d e m e geliyor. Yani dengelerin b o z u l m a s ı n ı n her
hal ve ş a r t t a bir 'günah faturası' olacak ve b u n u , g ü n a h ı n faili
i n s a n ödeyecek.

"Ağaçlar ellerinden geleni yapıyor a m a yanıp sönen kırmızı ışık


(alarm işareti) günden güne daha yükseğe çıkıyor." (Aynı k a y n a k )

K a r b o n dioksit z e h i r i n i n b ü y ü k kısmı, o r m a n l a r l a okyanusla­


rın o l u ş t u r d u ğ u k a r b o n kuyuları t a r a f ı n d a n emiliyor. O r m a n l a r ,
t a n r ı s a l lütfün en tipik göstergeleridir.
En şefkatli anne, ormanlardır. O r m a n l a r yani yeşillik, karbon di-
oksitimizi emip bizi kurtarmakla kalmıyor, emdiği zehirin karşılı­
ğında bize oksijen hediye ediyor. Okyanuslar, yani su ise karbon
dioksiti emmekle yetiniyor; yerine oksijen veremiyor.

Anlaşılan o ki, k a r b o n dioksiti e m e n karbon kuyuları ( o r m a n l a r


ve sular), işlevlerini bir b i ç i m d e yitirdiğinde d ü n y a z e h i r l e n e c e k
ve gezegenimizin ısı dengeleri altüst olacak. Karbon kuyularının
işlevlerini yitirmelerinin başlıca sebebi ise küresel ısınmadaki artış
ve bu artışın yarattığı denge bozulmasıdır.

G e z e g e n i m i z d e karbon yani zehir düzeyi son iki yüz k ü s u r yıl


içinde y ü z d e o t u z a r t m ı ş b u l u n u y o r .

T Ü R K İ Y E ' D E D O Ğ A TAHRİBİ

İ n s a n merkezli h e r d ü ş ü n c e , insanlığın b u g ü n k ü e n ö l ü m c ü l
p r o b l e m i n i , d o ğ a n ı n tahribiyle y a r a t ı l a n küresel âfetler o l a r a k
görür ve bu tahribi y a r a t a n azgınlık ve doymazlıkla mücadeleyi
bir insanlık ödevi sayar. Türkiye'nin de en b ü y ü k problemlerin­
d e n biri, d o ğ a n ı n tahribiyle v ü c u t b u l a n çölleşme, ısınma, doğal
gıdalardan y o k s u n l u k ve canlı türlerinin tükenişi sürecine giriştir.

B u g ü n i n s a n h a k l a r ı n ı n en hayatî olanı 'çevre hakkı'dır. T e m i z


bir çevreye yani havası, suyu, bitki ö r t ü s ü kirletilip t a h r i p edil­
m e m i ş bir doğaya s a h i p olmak, artık i n s a n h a k l a r ı n ı n ilk telaf­
fuz edilen m a d d e s i h a l i n e gelmiştir. Uluslararası h u k u k m e t i n ­
leri 'çevre hakkı' k a v r a m ı n a y o ğ u n biçimde yer vermeye başla­
mışlardır.

T ü r k i y e ' d e siyasetin en hayatî h i z m e t i , d o ğ a t a h r i b i n i ve bu


t a h r i b i n besleyici u n s u r l a r ı olan d ü z e n s i z k e n t l e ş m e , o r m a n ­
ların talanı, denizlerin kirletilmesi, su k a y n a k l a r ı n ı n israfı gibi
b ü y ü k felaketlerle m ü c a d e l e olmalıdır. Ne yazık ki, çok partili
h a y a t ı n başladığı g ü n d e n beri siyaset b u n u n t a m tersini y a p a r a k
T ü r k i y e ' d e k i doğal kaynakları, d o ğ a i m k â n ve güzelliklerini, or­
m a n ı , suyu m a h v e t m i ş t i r .

T ü r k i y e ' d e k i doğa t a h r i b i n i n , namıdiğer, b e t o n l a ş m a n ı n ö n c ü


g ü n a h k â r ı , ne yazık ki, devlettir. Saygın d i p l o m a t ve devlet
a d a m l a r ı n d a n K â m r a n İ n a n bu gerçeğe şöyle p a r m a k basıyor:
" B e t o n salgınına devlet seyirci kaldı, belediyeler yardımcı oldu.
Önce k a m u kuruluşları, anayasaya, h u k u k a aykırı olarak sahille­
rin en güzel yerlerini parselledi, tel örgüler çekip beton dinlenme
tesisleri yaptı. İsviçre'de bahçenizdeki ağacı izinsiz budayamaz,
kesemezsiniz..." T ü r k i y e ' d e ise b a l t a n ı n girdiği h e r y e r d e h e r ne
v a r s a b e t o n u ğ r u n a mahvedilmiştir. Bu m a h v e d i ş i n itici gücü,
çıkarcılıktır. Türkiye'de doğa tahribi en büyük ve en verimli r a n t
aracıdır. Bu r a n t ı n devşirildiği k u r u m l a r ise belediyelerdir. Rant
belediyeciliğinde en ö n e geçenlerin, ikibinli yıllardan itibaren be­
lediyelerde e g e m e n olan dinci siyasetler yani Allah ile a l d a t a n
siyaset ekipleri olması ise ayrı bir ibret n o k t a s ı d ı r .

G e r ç e k t e n d e T ü r k i y e ' d e doğayı t a h r i p e d e n hırsların b a ş temsil­


cileri içinde Allah ile aldatan dinci ekipler belirgin bir yere sahip
b u l u n m a k t a d ı r . Doğayı t a h r i p edenleri c e z a l a n d ı r m a k şöyle dur­
sun, ü n l ü 2B yasasıyla o r m a n talancılığını ödüllendirmeye kalk­
mak, Allah ile aldatma siyasetlerinin zirvesini temsil eden dinci ve
emperyalizmle işbirlikçi bir parti tarafından sahnelenmiştir.

N e r e d e d i n n u t u k l a r ı , n e r e d e b u d o ğ a t a h r i b i n e yönelik icraat!
T ü r k i y e ' d e d i n hiçbir z a m a n d o ğ a n ı n k o r u n m a s ı için kullanıl­
m a d ı , t a m t e r s i n e , d o ğ a t a h r i b i n e yönelik söylem ve eylemlerin
b ü y ü k bir kısmı sürekli Allah ile a l d a t m a edebiyatıyla m a s k e ­
lendi. Oysaki İ s l a m ' ı n doğayı k o r u m a y a ilişkin girişimlerinin en
etkilileri, t a r i h i n en b ü y ü k doğa k o r u m a eylemleri olarak kayıt­
lardadır. N e yazık ki, d i n i n insanlığın d e r d i n e deva olacak b ü t ü n
söylemleri gibi bu söylemi de t o z l u k i t a p l a r a h a p s e d i l i p devre
dışına çıkarılmıştır. İşte ç o k anlamlı ve çarpıcı bir t a n e s i :

Büyük İslam tarihçisi Belâzürî ve b ü y ü k h a d i s bilgini İbn


H a n b e l ' i n verdikleri bilgiye göre, H z . P e y g a m b e r M e d i n e ' y e gel­
diğinde orayı ' h a r e m ' y a n i d o k u n u l m a z bölge ilan etti. B u n u n
a n l a m ı şuydu: A ğ a ç k e s e n l e r cezalandırılacak, b u n l a r ı n , ağaç
k e s i m i n d e kullanılan suç aletleriyle giysilerine el k o n u l a c a k t ı .
(Belâzürî; Fütûhu'l-Buldân, 1 1 ; İ b n H a n b e l , 4/141)

T a r i h t e eşine a z rastlayacağımız b u 'doğa k o r u y u c u i c r a a t ' ı n


ö n d e r i olan P e y g a m b e r ' i n giysisinden saçına-sakalına k a d a r h e r
şeyi dinleştirildi a m a b u icraatını M ü s l ü m a n h a l k a d u y u r a n t e k
d i n söylemine r a s t l a n m a d ı .
TAHRİF
( b o z u p değiştirme, yozlaştırma)

Tahrif s ö z c ü ğ ü n ü n k ö k ü olan harf, 'uç, kenar, kıyı' a n l a m ı n d a d ı r .


Klasik A r a p ç a ' d a kullanılan 'harf üzerinde olma', kenarda-kıyıda
d u r u p d u r u m a bakmak, gelişmelere, havaya göre tavır belirle­
m e k d e m e k t i r ki, K u r ' a n bu tavrı, kişiliksizliğin, imansızlığın bir
belirtisi olarak eleştirmektedir, (bk. 22/11)

Tahrif, bir şeyi, bir uçtan öteki uca eğmek, bir şeydeki kutupları
değiştirmektir ki b u n u n sonuç anlamı, bir şeyin istikametini bozup
gayesini saptırmaktır. K u r ' a n da tahrifi bu son anlamda kullan­
maktadır.

Kutsal m e t i n l e r t a r i h i n d e tahrifin b a ş suçluları Y a h u d i d i n bil­


ginleri, h a h a m l a r d ı r . O n l a r , k u t s a l m e t i n l e r d e k i tahriflerini,
k e n d i çıkarlarını k u t s a l a fatura e t m e k için, kelimeler ü z e r i n d e
o y n a y a r a k yaparlar. K u r ' a n şöyle diyor:

"Şimdi siz bunların size inanmalarını mı umuyorsunuz? Bunların


içlerinden bir fırka vardır ki, Allah'ın kelamını dinliyorlar, sonra
onu, akletmelerinin ardından, bilip durdukları halde tahrif ediyor­
lardı." (Bakara, 75)

"Yahudilerden öyleleri var ki, kelimeleri yerlerinden kaydırırlar;


din içinde sövgüler üreterek, dillerini eğip bükerek: 'Dinledik, is­
yan ettik; dinle, dinlenmez olası, davar güder gibi güt bizi' derler.
Eğer onlar, 'Dinledik, boyun eğdik, dinle, bak bize!' demiş olsalardı,
kendileri için daha hayırlı ve daha yerinde olurdu. Fakat Allah, kü­
fürleri yüzünden onlara lanet etmiştir. Çok az bir kısmı hariç, iman
etmezler." (Nisa, 46)

"Sonunda, verdikleri ınisakı bozdukları için onları lanetledik de


kalplerini kaskatı yaptık. Kelimeleri yerlerinden kaydırıyorlar.
Öğütlenmek üzere çağırıldıkları şeyden nasiplenmeyi u n u t t u ­
lar. İçlerinden çok azı hariç, sen onlardan hep hainlik görürsün."
(Mâide, 13)

"Yahudilerden bazıları yalancılık etmek için dinlerler; h u z u r u n a


çıkmamış olan başka bir topluluk için dinlerler. Yerlerine oturmuş
kelimeleri, yapılarını bozup değiştirirler. 'Size şu verilirse alın, eğer
o verilmezse çekinin.' derler." (Mâide, 41)

Başını Y a h u d i h a h a m l a r ı n çektiği kutsal metinleri tahrif tutkusu,


semitik dinlerin k ö k k u r u m u olan İsrailiyât'tan yayılarak t ü m
Hristiyanlığı v e d a h a s o n r a d a t ü m İslam mirasını b a ş t a n b a ş a
sarmıştır.

İSLAM D İ N İ N D E VÜCUT BULAN T A H R İ F

Biz M ü s l ü m a n l a r , ş u n u sürekli t e k r a r l a r ı z : "Yahudilik ve Hris-


tiyanlıkta b ü y ü k tahrifler o l m u ş t u r a m a İ s l a m ' d a tahrif yoktur,
olmamıştır. Ç ü n k ü eski dinlerin k u t s a l m e t i n l e r i n i n aksine,
K u r ' a n , T a n r ı ' n ı n k o r u m a s ı n a a l ı n d ı ğ ı n d a n hiç k i m s e tahrifat
yapamamış, hatta b u n a yeltenememiştir..."

Bu söylem, K u r ' a n için d o ğ r u d u r . A n c a k bir doğru d a h a vardır:


Bu söylem K u r ' a n için ne k a d a r doğru ise İslam dini için o k a d a r
yanlıştır. S ö z ü n t a m d o ğ r u s u ş u d u r :

K u r ' a n ' d a hiçbir tahrifat yapılamamıştır, yapılamaz a m a İslam'da


büyük tahrifatlar yapılmıştır ve yapılmaya devam edilmektedir.
Dinler tarihinin en büyük tahrifata maruz kalan dini, İslam'dır.

D i n i tahrif edenler, K u r ' a n ' d a k i ' t a h r i f a t t a n k o r u n m u ş l u k ' u


k i t a p t a n dine kaydırarak, yaptıkları k ö t ü l ü k l e r i saklamaktalar.
İ s l a m ' d a k i b ü y ü k tahrifatı iyi niyetle g ö r m e k istemeyenler ise
tahrifatçı geleneğin ö n c ü l e r i n e farkında o l m a d a n ö r t ü l ü bir des­
tek v e r m e k t e l e r .

K u r ' a n ' d a tahrif yapılamadı, yapılamaz. D i n tahrifçiliği gelene­


ği, b u n u bildiği için İ s l a m ' d a k i tahrifatı r a h a t ç a y a p m a k üzere,
İslam'ı K u r ' a n ' ı n e l i n d e n aldı. Kur'ansızlaştınlan, başka bir deyiş­
le kitapsızlaştırılan İslam, tahrifin her t ü r ü n e açık hale getirildi ve
K u r ' a n ' a rağmen t a r u m a r edilip tanınmaz bir şekle sokuldu. Şimdi,
TAHRİF 383

t a r i h i n bu en b ü y ü k tahrifat ve t a h r i b a t ı n ı , alt başlıklar v e r e r e k


inceleyelim:

1. İslam'ın K u r ' a n dışına çekilmesi veya kitapsızlaştırılması,

2. Hadis adı altında uydurulan sözlerin Kur'an'ın yerine geçirilmesi.

Bu t ü r tahrifin nasıl işlendiğini ve boyutlarını a n l a m a k için bu


eserin 'Hadis' ve 'Sünnet' m a d d e l e r i o k u n m a l ı d ı r .

3. K u r ' a n ' ı n Tevratlaştırılması, İncilleştirilmesi veya İsrailiyât de­


n e n Yahudi-Hristiyan mitolojisinin, tefsirlere sokularak Kur'anlaş-
tırılması,

4. Tasavvufun Yahudi, Hristiyan ve H i n t mistisizmlerinin istilasına


uğratılarak İslam'ın ruhsal hayatının yozlaştırılması,

5. Siyasal çıkarlar uğruna Haçlı emperyalizmle kurulan işbirlik­


lerini dokunulmaz kılmak için 'dinler arası diyalog' adı altında
İslam'ın esası olan zulme karşı çıkış r u h u n u söndürerek bu dinin,
emperyalizmin g ü d ü m ü n e verilmesi,

6. 'İslam'ı şiddet ve terörden arındırma' yaftası altında, Müslü­


manların emperyalizm ve sömürüye mukavemet bilincini kırarak
emperyalizmin hizmetinde çalışan 'Ilımlı İslam' adlı yeni bir din
oluşturulması.

B ü t ü n bu tahrifler, e s a s ı n d a 'insanın fıtrat vicdanı' olan K u r ' a n ' ı n


getirdiği dini 'şeytanın aldatma afyonu'na d ö n ü ş t ü r d ü l e r . Yani
İslam, v i c d a n o l m a k t a n çıkıp afyonlaştı. Bu afyonun 'din ada­
mı, salih ulema' vs. adlarıyla s a h n e y e s ü r ü l e n bezirganlarına,
K u r ' a n , 'şeytan evliyası' diyor ve onları, en y a k ı n d o s t l a r ı n ı
k a t l e t m e k l e seçkinleşen zehirli ö r ü m c e k a n k e b û t a benzetiyor.
(Ayrıntılar için bizim 'Kur'an Açısından Şeytancılık' adlı eserimize
bakılmalıdır.)
TAKVA
( s a k ı n m a k , t a n r ı s a l iradeye t e r s d ü ş e n
şeylerden s a k ı n m a k , k o r u n m a k )

T a k v a n ı n k ö k ü olan 'vikaaye', türevleriyle 2 5 0 k ü s u r yerde geç­


m e k t e d i r . B u n l a r ı n 17'si d o ğ r u d a n takva kelimesi, 49 t a n e s i
de takvayı sıfat e d i n e n kişiyi ifade e d e n ' m u t t a k i ' s ö z c ü ğ ü d ü r .
Diğer kullanımlar ise değişik isim ve fiil türevlerdir. Takva ve ak­
rabası kelimelerin türediği k ö k olan 'vikaaye, bir nesneyi sakın­
mak, ondan türeyen 'ittika' ise bir nesneden sakınmak demektir.
Aynı kökten türeyen 'tüka' ve 'takva' da sakınmak anlamındadır."
(Fîrûzâbâdî; el-Kaamusu'l-Muhît, vikaaye m a d . )

K u r ' a n dilinin b ü y ü k u s t a s ı Isfahanlı Râgıb (ölm. 502/1108)


takvayı h e m dil a ç ı s ı n d a n h e m d e din l i t e r a t ü r ü n d e k i k u l l a n ı m ı
a ç ı s ı n d a n t a n ı m l a m ı ş t ı r : Dil a ç ı s ı n d a n "takva, bir şeyi kendisine
sıkıntı ve zarar verecek şeyden korumaktır." D i n s e l a n l a m d a "tak­
va, benliği, korkacağı sonuçtan korumak, sakındırmaktır." Râgıb,
dinsel gelenekte t a k v a n ı n şu a n l a m d a belirginleştiğini de ekli­
yor: "Benliği, günaha düşürecek şeyden koruyup sakındırmaktır."
(Râgıb; el-Müfredât, vikaaye m a d . )

H a n g i l ü g a t t e n ve h a n g i dil u s t a s ı n d a n yola ç ı k a r s a k çıkalım,


t a k v a n ı n v e o n u n l a aynı k ö k t e n gelen s ö z c ü k l e r i n hiçbirinde,
geleneksel z i h n i y e t i n iddia ettiği gibi, 'korkmak, k o r k u t m a k veya
korku' anlamı yoktur.

'Korkulacak şeyden sakınmak' başkadır, ' k o r k m a k ' başkadır.


Birinci a n l a m d a n yola çıktığınızda dine, Allah'a ve i n s a n a bakı­
şınız b a ş k a olur, ikinci a n l a m d a n h a r e k e t ettiğinizde b a ş k a olur.
İkinci a n l a m a göre, Allah bir k o r k u ve d e h ş e t nesnesidir, birinci
a n l a m a göre ise bir s a k ı n d ı r a n , k o r u y a n , acıyan ve u y a r a n kud­
rettir. B u n l a r ı n ikisinin aynı kapıya çıktığını söylemek ise bilim-
dışılığın yanı sıra inatçılık, şiddetçilik ve u f u k s u z l u k t u r . Dini ve
Allah'ı d e h ş e t odağı haline getiren bir yanılgıdır.
O halde, K u r ' a n ' d a k i takva ve ittika tabirlerini 'Allah'tan kork­
m a k ' ( d o ğ r u s u : Allah'ın iradesine t e r s d ü ş e n şeylerden sakın­
m a k ) , müttakî tabirini 'Allah'tan k o r k a n ' ( d o ğ r u s u : A l l a h ' ı n
iradesine t e r s d ü ş e n şeylerden s a k ı n a n ) , " İ t t e k u u n î " tabirini
" B e n d e n k o r k u n ! " (doğrusu: B e n i m i r a d e m e t e r s d ü ş e n şeylerden
sakının) şeklinde t e r c ü m e etmek, t e m e l d e n yanlıştır, K u r ' a n ' ı n
r u h u n a ve mesajına aykırıdır. İtiraf edelim ki, geleneksel t a b u ­
ların k a h r ı a l t ı n d a yıllarca inlemiş k u ş a k l a r olarak h e p i m i z bu
hataları işledik. Şimdi a r t ı k A l l a h ' t a n af, i n s a n l a r d a n ö z ü r di­
leyerek gerçeği söyleyip yazmak, d u y u r m a k b o r c u n d a y ı z . Aksi
halde, esas sakınılması gereken şeylerden s a k ı n m a d ı ğ ı m ı z için
Allah k a t ı n d a ç o k k ö t ü sonuçlarla yüz yüze geleceğimiz k u ş k u ­
suzdur.

D i n i ve Allah'ı k o r k u aracı haline getiren geleneksel k o r k u c u


din anlayışı, bilimsel a ç ı d a n da h a t a işlemektedir. Bu h a t a n ı n en
yaralayıcı g ö r ü n ü m ü ise H u c u r â t suresi 13. ayetteki kozmik-ev-
rensel ilkenin Türkçeleştirilmesi sırasında d i k k a t ç e k m e k t e d i r .
O r a d a C e n a b ı H a k şu ilkeyi koyuyor: " İ n n e ekremeküm indel-
lahi e t k a a k ü m . " Yani "Allah katında en değerliniz, en asil olanınız
takvada en ileri olanınızdır." Şimdi, takva kelimesi, gelenekçiliğin
din anlayışına göre ve şiddet yanlısı bir y o r u m l a t e r c ü m e edilirse
a n l a m şu olacaktır: "Allah katında en hayırlınız Allah'tan en çok
korkamnızdır!" H â ş â ! K u r ' a n böyle bir şey asla söylememiştir.
Böyle bir şey doğru ise, örneğin Allah'ı en çok sevenler, Allah'ın
buyruklarına ters düşmekten en çok uzak duranlar hiçbir değer ifa­
de etmeyen insanlar olacaktır.

Adı geçen ilke-cümle, gerçek lügat verilerine ve K u r ' a n ' ı n r u h u ­


n a u y g u n b i ç i m d e t e r c ü m e edildiğinde ise a n l a m ş u olacaktır:

"Şu bir gerçek ki, Allah katında en değerliniz, en asiliniz Allah'ın


iradesine ters düşen şeylerden en çok sakınanınızdır." Veya "Allah
katında en hayırlınız, Allah'ın buyruklarına ters düşmekten en çok
sakınanınızdır." Veya "Allah katında en hayırlınız, günaha düşüre­
cek şeylerden en çok sakınanınızdır."

Kur'an, 'sakınmak'la neyi a m a ç l a m a k t a d ı r ? Nelerden sakınmak


takva içine girmektedir?

K u r ' a n ; örneğin, 'kötülük ve çirkinliklerden sakınmak' (40/9),


'zorluk ve çarpışmadan sakınmak' (16/81), 'ateşten sakınmak'
(2/24, 2 0 1 ; 3/191; 66/6), 'nefsin hırs ve cimriliğinden sakınmak'
(59/9;64/16), 'fitneden sakınmak' (8/25), ' ö n ü n d e k i n d e n ve ar-
kasındakinden sakınmak' (36/45) gibi s a k ı n m a t ü r l e r i n d e n söz
ediyor. T ü m b u örnekleri v e K u r ' a n ' d a k i diğer kullanımları
d i k k a t e aldığımızda, b a ş k a bir deyişle takva ve ittikanın K u r ' a n
terminolojisi içindeki d u r u m u n u (özellikle m u t t a k i ' s ö z c ü ğ ü n ü n
geçtiği yerleri göz ö n ü n d e t u t t u ğ u m u z d a şu t a n ı m a ulaşabiliriz:

Takva (veya ittika), tanrısal iradeye ters düşen şeylerden sakınmak,


k o r u n m a k ve diğer insanları sakındırıp korumaktır.

A n l a ş ı l a n o d u r ki, takvanın biri bireyin kendisine, biri de dışındaki


dünyaya, hemcinslerine yönelik iki önemli g ö r ü n ü m ü vardır:

1. Sakınmak-korunmak,

2. Sakındırmak-korumak.

Böyle bakıldığında, K u r ' a n ' ı n iyiyi ve d o ğ r u y u b u y u r m a k , k ö t ü


ve çirkini y a s a k l a m a k , tebliğ, uyarı, çağrı gibi e m i r l e r i n i n t ü m ü
t a k v a n ı n içinde veya o n u n u z a n t ı s ı k a v r a m l a r o l m a k t a d ı r .
Ç ü n k ü t ü m b u k a v r a m l a r ı n gerekli kıldığı faaliyetler, s o n u ç t a ,
t a n r ı s a l iradeye t e r s d ü ş e n şeylerden s a k ı n d ı r ı p k o r u m a veya sa­
kınıp korunmadır.

Şu h a l d e , vikaaye k ö k ü n d e n kelimelerin kullanıldığı yerlerde,


s a k ı n m a , s a k ı n d ı r m a , k o r u m a , k o r u n m a gibi sözcükleri kulla­
nabileceğimiz gibi, b u n l a r ı n t ü m ü n ü ifade e d e n ve T ü r k ç e ' y e de
girmiş b u l u n a n takva veya ittika kelimelerini de kullanabiliriz.
A n c a k b u r a d a altı çizilecek ö n e m l i bir n o k t a d a h a vardır: Takva
kelimesi, geleneksel din anlayışı t a r a f ı n d a n esas a n l a m ı n ı n öte­
sine çekilmiş, olması g e r e k e n d e n ç o k ruhsallaştırılmış, h a t t a
bir ö l ç ü d e yapay kutsallıkları çağrıştıran bir yapıya k a v u ş t u r u l ­
m u ş b u l u n u y o r . Tabir caizse takva kelime ve kavramı, K u r ' a n ' ı n
ona kazandırdığı yapının dışına çekilerek ayaklan yerden kesilmiş
ve geleneksel mistik kabullerin taşıyıcısı d u r u m u n a getirilmiştir.
Oysaki K u r ' a n b u k a v r a m ı d ü n y a d a n v e y a ş a n a n h a y a t t a n ko­
puk, metafizik, mistik ve r o m a n t i k bir o m u r g a y a o t u r t m u y o r .
Takvanın istediği sakınma, K u r ' a n mesajının el attığı t ü m alanlar­
da işleyebilecek, işlemesi gereken bir sakınmadır. Ö r n e ğ i n , nefsi
disiplin altına a l m a k için sabırlı olmak, öfkeyi y u t m a k , aşırı ye­
m e k t e n s a k ı n m a k takva içinde olduğu gibi pısırıklıktan, a h d e
vefasızlıktan, k o r k a k l ı k t a n , Allah'ın verdiği güzel ve t e m i z ni­
m e t l e r i n k u l l a n ı m ı n ı e n g e l l e m e k t e n k a ç ı n m a k d a takvadır.

Bir ö r n e k görelim: Tevbe suresi 109. ayet 'binayı takva üzerine


k u r m a k ' t a n söz ediyor ve şöyle bir k a r ş ı l a ş t ı r m a yapıyor:

"Binasını, Allah'tan gelen bir sakınma duygusu/takva ve hoşnutluk


üzerine kuran mı hayırlıdır yoksa binasını sel artıklarının ucundaki
yarın kenarına kurup onunla birlikte cehenneme yuvarlanan m ı ? "

Bu ayet, binaları alüvyon ovalarına k u r a n zihniyetle böyle bir


y a p ı l a ş m a n ı n yaratacağı t e h l i k e d e n s a k ı n m a d u y g u s u n u ö n e çı­
k a r a n zihniyeti karşılaştırıyor. (Bu k o n u d a ayrıntılar için b i z i m
Depremin Gösterdikleri adlı eserimize bakılabilir. Özellikle, 102¬
107)

Şimdi biz bu ayeti çevirirken 'sakınma duygusu' yerine 'takva'


s ö z c ü ğ ü n ü k u l l a n d ı ğ ı m ı z d a ayette verilmek i s t e n e n mesajın e n
ö n e m l i b o y u t u , en a z ı n d a n takva kelimesinin etimolojisini bil­
m e y e n i n s a n l a r için, yok o l u p gider. Ayet sadece, b i n a y a p a r k e n
Allah'ı a n ı m s a y ı p ü r p e r m e k ve d u y g u l a n m a k şeklinde bir mistik
çerçeveye hapsedilir. En iyi ihtimalle 'takva' tabiri bizi, b i n a ya­
p a r k e n h a r a m p a r a k u l l a n m a m a n ı n gerektiği şeklinde bir s o n u ­
ca götürebilir. Oysaki bu ayet, elbette ki ötekileri de içermekle
birlikte, b i n a y a p ı m ı n d a z e m i n i n iyi seçilmesi gerektiğine, alüv­
yonlu, y u m u ş a k t o p r a k l a r ü z e r i n e b i n a k u r m a k t a n s a k ı n m a n ı n
ö n e m i n e bir k e l a m harikasıyla d i k k a t ç e k m e k t e d i r . G e l e n e ğ i n
'takva' k a v r a m ı ne yazık ki ayetin bu en ö n e m l i mesajını çağrış­
tırmıyor. A m a kullanacağımız o basit 'sakınma duygusu' tabiri,
s ö z ü edilen o hayatî b u y r u ğ u g ö z ü m ü z ü n ö n ü n e koyuyor.

Kısacası, takva kelime ve kavramı, geleneksel din anlayışı tarafın­


dan sadece mistikleştirilmemiş, aynı zamanda miskinleştirilmiştir.
O y ü z d e n bu kelimeyi, b a z e n t a k v a şeklinde çevirirken, özellikle
az ö n c e değindiğimiz sakıncalı çağrışımların söz k o n u s u olabi­
leceği yerlerde salt lügat anlamıyla T ü r k ç e l e ş t i r m e k , K u r ' a n ' ı n
isteğini y a k a l a m a k ve iletmek b a k ı m ı n d a n d a h a yararlı olur ka­
nısındayım.

T a n ı t m a y a çalıştığımız K u r ' a n s a l çerçevesiyle d ü ş ü n ü l d ü ğ ü n d e


takva, insanın en erdirici iç disiplinlerinden biridir. İnsanın kozmik
planlarla irtibatını sağlamada en değerli disiplin de takva disipli-
nidir. Mutlu, hayırlı ve bereketli bir hayat, takvayı esas alan birey­
lerin vücut verdiği t o p l u m d a yaşanabilir.

A l l a h ' ı n r a h m e t i n e m u h a t a p o l u ş u n yolu, k ö t ü l ü k v e çirkinlik­


l e r d e n s a k ı n m a şeklinde beliren takvadır. (40/9) K u r t u l u ş , ego­
n u n hırs ve cimriliğinden s a k ı n m a k l a elde edilir. (59/9, 64/16)
S a k ı n a b i l e n v e barışı gerçekleştirenler k o r k u v e t a s a d a n k u r t u ­
lurlar. (7/35)

K u r ' a n ' a göre, hayatı kolaylaştıran üç temel u n s u r vardır: Pay­


laşmak, güzelliği tastiklemek, sakınmak. (Leyi, 5-7)

İ n s a n için e n değerli azık d a s a k ı n m a d u y g u s u d u r . (2/197)

Eğer s a k ı n m a , kişide Allah k a r ş ı s ı n d a bir ü r p e r t i ve d i k k a t duy­


gusu sağlarsa Allah o kişinin iç d ü n y a s ı n a iyi ile doğruyu, çir­
kinle güzeli, hayırla şerri b i r b i r i n d e n ayıran bir v i c d a n yeteneği
(furkan) koyar. (8/29) D a h a s ı var: Allah böyle bir kişiye, bir t ü r
ö ğ r e t m e n gibi b a z ı şeyleri b i z z a t öğretir. (2/282) B u n d a ş a ş a c a k
bir y a n y o k t u r . Ç ü n k ü b u k o n u m a gelen i n s a n , varlık v e hayata,
benlik ç e k i r d e ğ i n d e nefesini taşıdığı Allah'ın gözüyle b a k a r ve
bu b a k ı ş o n a , baktığı şeylerin h a k i k a t i n i öğretir.

K u r ' a n ' ı n kılavuzluğu da t a k v a sahipleri içindir. (2/2)

S a k ı n m a d u y g u s u n u n b e k l e n e n s o n u ç l a r ı v e r m e s i n d e e n etkili
yol, adaleti işler kılmaktır. (5/8)

Bu eriş ve o l u ş u sağlayan iç zenginlik ve k u d r e t t i r ki i n s a n ı


Allah k a t ı n d a en seçkin k o n u m a getirir. K u r ' a n ' a göre, Allah
katındaki t e k ü s t ü n l ü k ölçüsü, işte b u k o n u m d u r :

"Şu bir gerçek ki Allah katında en seçkininiz, sakınılması gereken


şeylerden en çok sakınanınızdır." ( H u c u r â t , 13)

S o n u ç olarak, Allah, s a k ı n m a duygu ve tavrını esas alanları y a n i


muttakîleri sever. (9/4, 7; 3/ 76) Ve d a h a s ı , Allah, sabredenler­
le, güzel d ü ş ü n ü p güzel şeyler ü r e t e n l e r l e b e r a b e r olduğu gibi,
s a k ı n a n l a r l a da b e r a b e r olur. (2/194, 9/36, 123; 12/90; 16/128)
TAKVANIN ÖLÇÜ O L D U Ğ U ALAN

D i n d e titizlik ve dikkatli oluş tablosu h a l i n d e belirginleşen tak­


vayı Allah'ın insanı değerlendirmesinde biricik ölçü olarak gös­
t e r e n K u r ' a n (bk. 49/ 13) bu y ü c e değerin insanoğlu tarafın­
d a n ikiyüzlülük ve s a h t e ü s t ü n l ü k aracı y a p ı l m a s ı n a giden yolu
da tıkamıştır. Bu n o k t a d a iki t e m e l ilke getirilmiştir: Birincisi,
H u c u r â t 13. a y e t t e verilmiştir v e t a k v a n ı n i n s a n l a i n s a n arası
ilişkilerde değil, insanla Allah arası ilişkilerde ölçü o l d u ğ u n u
gösterir.

Takva, beşerî ilişkilerde, kamusal alanda bir değer ve üstünlük öl­


çüsü değildir, olmamalıdır. "Allah k a t ı n d a en değerliniz t a k v a d a
en ileri o l a n ı n ı z d ı r " ifadesi, t a k v a n ı n m u t l a k değer ölçüsü oldu­
ğ u n u değil, insan-Allah arası ilişkilerde değer ölçüsü o l d u ğ u n u ,
i n s a n l a i n s a n arası ilişkilerde ü s t ü n l ü k ölçüsü olarak alınama­
yacağını gösterir. Yani, H u c u r â t suresi 13. ayetin anlam ve amacı,
geleneksel söylemin tersine, takvayı t ü m alanlarda üstünlük ölçüsü
olmaktan çıkarmaktır.

İkincisi, t a k v a n ı n varlığının i n s a n bilgi ve onayı ile i s p a t l a n a m a -


yacağına dikkat çekilmesidir. Bu ilke, N e c m suresi 32. ayette
ifadeye k o n m u ş t u r :

" K e n d i kendinizi temize çıkmış göstermeyin; kimin takva sahibi


olduğunu en iyi bilen O'dur."

T a k v a n ı n varlığına A l l a h ' t a n başkası k a r a r veremeyecekse, tak­


vayı beşerî ilişkiler a l a n ı n d a ü s t ü n l ü k ölçüsü nasıl yapacağız.

K u r ' a n böylece, din s ö m ü r ü c ü s ü kişi ve zihniyetlerin i n s a n aley­


h i n e kullanabilecekleri en sinsi silahı onların elinden almıştır.
Hiç kimse "Ben takvada öndeyim, b u n u n için ben ü s t ü n ü m " iddi­
asıyla ortaya çıkamaz, bu yolla itibar ve yarar sağlayamaz. Takva,
Allah ile insan arasında değerlendirme ölçüsüdür, insanla insan
arasında değil. İnsanla insan arasında değerlendirme ölçüsü, insan
haklarına saygı, k a m u hayrına hizmet, değer üretme, ehliyet ve li­
yakattir.

T a m b u n o k t a d a , İslam d ü ş ü n c e s i n i n anıt isimlerinden biri olan


Ahmed bin Hanbel'in, takva k a v r a m ı n a getirdiği m u h t e ş e m bir
y o r u m u n u alıntılamak isteriz. İbni Hanbel'e (ölm. 2 4 1 / 855) sor­
dular:
"İki adamımız var: Biri takva sahibi a m a zayıf, öteki g ü n a h k â r ama
güçlü. Hangisiyle gazaya çıkalım?"

İ m a m şöyle dedi:

"Takvası değil, gücü fazla olanla yola çıkın! Takvası fazla olanın
takvası kendine, zayıflığı müslümanlara mal olur; gücü fazla, tak­
vası az olanın ise günahı kendine, gücü Müslümanlara mal olur!"

G e r ç e k şu ki, t a k v a d a n b u g ü n k ü İslam d ü n y a s ı n ı n anladığı, tak­


v a n ı n en ileri ihtimalle y ü z d e biri olabilir. Ne yazık ki M ü s l ü m a n
d ü n y a , 'ibadet, dindarlık' a n l a m ı n d a k i b u y ü z d e birlik kısmı d a
yanlış bir k u l l a n ı m l a k e n d i aleyhine çevirmiştir. Ç ü n k ü K u r ' a n
b u k ı s m ı n yani dindarlık v e ibadet a n l a m ı n d a t a k v a n ı n , i n s a n l a
i n s a n a r a s ı n d a bir ü s t ü n l ü k ölçüsü o l m a m a s ı n ı , Allah ile i n s a n
a r a s ı n d a bir değer ölçüsü olarak t u t u l m a s ı n ı istemektedir.

İslam dünyası, takvayı insanlar arası münasebetlerde bir üstün­


lük ölçüsüne dönüştürerek bir yandan riyakârlığın yolunu açmış,
öte yandan insanlar arası ilişkilerde esas olması gereken liyakat­
le h a k k a ve emeğe saygıyı işe yaramaz hale getirmiştir. D a h a çok
riyakârlık yapan daha ' m u t t a k i ' sayılabilmiştir.

İslam d ü n y a s ı ş u n u u n u t m u ş t u r veya h e s a b ı n a öyle u y g u n gel­


diği için u n u t m u ş gibi g ö r ü n m e k t e d i r : Ehliyet veya liyakatle
e m e ğ e v e h a k k a saygının ikiyüzlülüğe k o n u edilmesi m ü m k ü n
değildir. Oysaki dindarlık veya d a h a fazla ibadet h e r t ü r l ü riyaya
m ü s a i t bir a l d a t m a zeminidir. Yüce Allah b u n u n için takvayı
i n s a n l a r arası ilişkilerde ü s t ü n l ü k ö l ç ü s ü y a p m a m ı ş , kendisiy­
l e kulu a r a s ı n d a t u t m u ş t u r . İslam d ü n y a s ı b u n u n t a m tersini
y a p a r a k h e m i n s a n ı ç ü r ü t m ü ş h e m d e k a l k ı n m a v e gelişmenin
m o t o r gücü olan e m e k ve ehliyeti işlemez hale getirmiştir. Bu,
t o p l u m l a r ve kitleler için i n t i h a r d a n farklı değildir.
TEÂRUF
(örfler yoluyla değer ü r e t m e yarışı)

Kur'an-ı K e r i m ' d e 2 y e r d e geçen ( H u c u r â t , 13; Y u n u s , 45) bu


k e l i m e n i n k ö k ü ; bilmek, t a n ı m a k , t a n ı ş m a k a n l a m ı n d a k i irfan
veya marifettir.

K u r ' a n bu kelimeyi 2 y e r d e de fiil o l a r a k k u l l a n m a k t a d ı r . Bu fi­


ilin A r a p dilinde çatısını veren kalıp (tefâul babı) müşareket yani
karşılıklı m ü n a s e b e t , ü r e t i m ve y a r ı ş m a ifade e t m e k içindir. O
h a l d e teâruf; t a n ı ş ı p bilişmede, bilgi ü r e t m e d e karşılıklı faaliyet
g ö s t e r m e k ve y a r ı ş m a k olacaktır. Bu, bir anlamda medeniyetlerin
oluşumuna vücut veren mozaikte bir renk ve desen sahibi olmak
için yarışmaktır.

T e â r u f u n aslı olan ' ö r f k ö k ü d i k k a t e alınırsa, teârufteki ya­


rış örfler yoluyla ü r e t i l e n değerler a l a n ı n d a bir yarış olacaktır.
K u r ' a n bu yarışı istiyor. Evrensel d e m o k r a s i n i n esası da bu ya­
rıştır. Bu yarışın kırılması değil, geliştirilmesi esastır.

Anlaşılan o ki, K u r ' a n , küreselci monopolizm ile o n u n t e k s ü p e r


güç h e g e m o n y a s ı n a yönelik y a p ı l a n d ı r m a l a r ı insanlık dışı gör­
m e k t e d i r . İstenen, fizik birlikler değildir. Birlikten maksat r u h ve
anlam birliği, ahlak ve a m a ç birliği olmalıdır. B u n u n yolu ise m o ­
n o p o l i z m değil, ç o k l u k t a birliktir. Sûfî d ü ş ü n ü r l e r b u n a 'kesret­
te vahdet' ( ç o k l u k t a birlik) derler ve b u n u kâmil ve m u t l u insan­
lığın o l m a z s a o l m a z l a r ı n d a n biri o l a r a k ö n e çıkarırlar. Sûfî liriz­
m i n ö n e m l i u s t a l a r ı n d a n biri olan T ü r k şairi Niyazi Mısrî (ölm.
1105/1694) bu gerçeği şu güzel beytiyle ifadeye k o y m u ş t u r :

"Vahdeti kesrette bulmak kesreti vahdette hem,


Bir ilimdir ol ki, cümle ilm u irfan andadır."

Kur'an-ı K e r i m ' e göre, i n s a n l a r ı n boylara, soplara, millet ve


gruplara ayrılmalarının evrensel h i k m e t i b u d u r . Ve bu h i k m e t ,
varlık ve oluş b ü n y e s i n d e ç o k önemlidir. Bu ç o ğ u l c u l u ğ u n filan
r e n k veya falan d e s e n d e ü s t ü n l ü k a n l a m ı n d a y o r u m l a n m a s ı n a
K u r ' a n karşı ç ı k m a k t a d ı r . Ü s t ü n l ü k , teârufta d a h a fazla değer
üretenindir.

Ö n e m l i olan, insanlığın m o n o t o n ve t e k blok bir yapıya m a h k û m


edilmemesidir. Renkler, desenler, ülkeler, bölgeler, medeniyet­
ler, bir yarış h a l i n d e değer üretmelidirler. Yaratıcı'nın iradesi mo-
noblok ve m o n o t o n bir dünya değil, çoğulcu bir dünyadır. İ n s a n d a n
i s t e n e n , yerel değerleri, örfleri i l a h l a ş t ı r m a k t a n k a ç ı n m a k a m a
b u d e ğ e r l e r d e n y ü r ü y e r e k evrensel o r t a k değerlerin (mârufun)
v ü c u t b u l m a s ı için de aralıksız çalışmaktır.

K u r ' a n , teâruf yoluyla üretilen değerlerin korunmasını sürekli is­


temekte, bu değerlere aralıksız yollama yapmaktadır, (bk. b u r a d a ,
Mâruf m a d . )

Teâruf k a v r a m ı n ı n K u r ' a n s a l çerçevesini d a h a iyi a n l a m a k için


b u k a v r a m a k a y n a k l ı k e d e n H u c u r â t 13. ayeti görelim:

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi kabilele­
re ve milletlere ayırdık ki, teârufa gidesiniz. Şu bir gerçek ki, Allah
katında en soylu ve yüce olanınız takvada en ileri olanınızdır."
TEBDİL
(değiştirme, t e r s y ü z e t m e )

D e ğ i ş t i r m e , t e r s yüz e t m e , yerine b a ş k a bir şeyi k o y m a a n l a m ­


l a r ı n d a k i tebdil, K u r ' a n ' d a biri o l u m s u z , ikincisi o l u m l u o l m a k
ü z e r e iki a n l a m d a k u l l a n ı l m a k t a d ı r . O l u m s u z a n l a m ş u d u r :

1. Allah'ın dinini, kelamım değiştirme.

Bu s u ç u n faili, din a d a m l a r ı d ı r . Şikâyetçi ise Allah.

O l u m l u a n l a m ise ş u d u r :

2. K o k u ş m u ş şirk geleneklerini değiştirme.

Bu işin faili, nebilerdir. Şikâyetçi ise şirk kodamanları, Allah ile


aldatanlar ve bunları kullanarak siyaset yapan tâğutlardır. M ü m i n
2 6 ' d a Firavun, M u s a ' d a n b u a n l a m d a şikâyetçi o l m a k t a d ı r .
M u s a ' y ı s u ç l a m a d a kullanılan tabirler d ü ş ü n d ü r ü c ü d ü r :

"Dininizi değiştirmesinden veya ülkede bozgun çıkarmasından


korkuyorum."

G ü n ü m ü z Firavunlarıyla o n l a r ı n resmî v e özel t â ğ u t î uşakları­


n ı n kullandıkları s u ç l a m a ifadeleri de aynıdır: Dini değiştiriyor,
bozgun çıkarıyor, düzeni bozuyor, alışılmış gül gibi giden din haya­
tımızı perişan ediyor... Laiklik-Atatürkçülük-çağdaşlık yaftaları­
nı kimseye b ı r a k m a y a n ve ayyaşlığıyla ün salmış olan bir televiz­
y o n s u n u c u s u , bizi kendisi gibi tatlı su aydınlarına j u r n a l l e r k e n
ş u n u söylüyordu: " D u r u p d u r u r k e n ne diye ortalığı karıştırıp bö­
lücülük yapıyorsun? Sen bu işleri M u h a m m e d ' d e n iyi mi bilirsin?"

Bu sefil ayyaşın k e n d i s i n d e n ' M u h a m m e d ' diye söz ettiği ise


C e n a b ı P e y g a m b e r M u h a m m e d Mustafa'dır...
Bir b ü y ü k iş a d a m ı n ı n eşi, bir b a ş k a b ü y ü k iş a d a m ı n ı n evinde,
bu satırların y a z a r ı n d a n şikâyetini y ü z ü m e karşı şöyle dile ge­
tiriyordu:

"Atamızdan, babamızdan alışıp yaşadığımız ve sayesinde m u t l u ol­


d u ğ u m u z dini bombardıman ettin, ortalığı birbirine katıp huzuru­
muzu kaçırdın. Ne güzel yaşayıp gidiyorduk."

B a ş b a k a n l ı k ve C u m h u r b a ş k a n l ı ğ ı y a p m ı ş bir siyasetçi, n a m a z ­
ların c e m ' i n d e n söz ettiğim için b e n i h a l k ı n geleneksel dinini
b o z m a k l a suçlamış, jurnalcilik ve tahrikçilik yapmıştı. Oysaki
aynı siyasetçi, bu t a h r i k ve f e s a d ı n d a n bir s ü r e ö n c e , K u r ' a n ' ı n
iki y ü z o t u z a h k â m ayetinin u y g u l a n m a m a s ı n ı n hiçbir zararı
olmayacağını, b u n u b ü y ü t m e n i n b o z g u n c u l u k o l d u ğ u n u iddia
edebilmiş ve b i z i m eleştirimize m a r u z kalmıştı.

Nebiler ve vârisleri 'tebdilin tebdili'ni yapıyor. Tebdilin tebdilini


y a p m a k , yani yozlaştırılan yanları d ü z e l t m e k , t e v h i d e hizmettir.
Ne yazık ki, h a l k b u n u bilmez, h e r tebdili aynı görür. Ç ü n k ü kıs­
tas, yani k i t a p e l i n d e n alınmıştır. Din kitaba teslim edilince tebdi­
lin m e l u n olanıyla makbul olanı belirgin hale gelir. B u n u n içindir
ki tebdil ve tahrifçiler d i n i n k i t a b a teslim edilmemesi, h a l k ı n
k i t a p l a t a n ı ş m a m a s ı için a m a n s ı z bir m ü c a d e l e v e r m e k t e d i r l e r .
N e ilginçtir ki, b u m ü c a d e l e d e onlara, yobazlıktan, çağdışılıktan
şikâyet süksesi y a p a n a m a gerçek din söz k o n u s u o l d u ğ u n d a
m ı z r a k yemiş vahşiler gibi b ö ğ ü r m e y e b a ş l a y a n laik-çağdaş m a s ­
keli kravatlı y o b a z tipler de d e s t e k vermişlerdir.

Kitabı-dini a n l a t a n bizleri, bu n a m e r t l e r i n biri "Atalarımızın, ule­


mamızın, efendilerimizin dinini bozuyor" diye, biri de "Mehdilik,
aşılmazlık, önderlik iddia ediyor" diye suçlayıp e k r a n l a r ı n d a n
günlerce, haftalarca k ö t ü l e m i ş , yargısız infazlarla bize â d e t a do­
m u z bağı v u r m a y a kalkmışlardır. N e ilginç bir k a d e r d i r k i b u n u
y a p a n l a r ı n ö n d e gelenleri içinde, yıllarca dinli-imanlı oldukla­
rını, k a r ı l a r ı n ı n nikâhsız, başı açık kızlarının iffetsiz, çocukla­
r ı n ı n piç olmadığını s a v u n d u ğ u m u z dönek kahpeler de vardı.
Bunlar, bir y a n d a n izbelerde vurulan Hizbullah domuz bağların­
d a n şikâyet e d e r k e n öte y a n d a n milyonların izlediği ekranlardan
bize kravatlı Firavunlara özgü domuz bağları v u r m a d o m u z l u ğ u
sergileyerek K u r ' a n t e v h i d i n i n sesini k ı s m a y a çalışıyorlardı.
TEBERRÜC
(kadınların kendilerini o r t a l ı k t a teşhir etmeleri)

K u r ' a n ' ı n libas (giysi) k o n u s u n a d e ğ i n e n ayetleri incelendiğinde,


ö r t ü n m e e m r i n i n şu t e k a m a c a yönelik olduğu görülür: Teşhir ve
tahriki engellemek. K u r ' a n ' ı n kullandığı bir s ö z c ü ğ ü k u l l a n a r a k
b u n u 'teberrüce meydan vermemek' diye de ifade edebiliriz.

K a a m u s ' u n , Âsim Efendi t a r a f ı n d a n Türkçeleştirilmiş ifadesine


göre, " T e b e r r ü c , h a t u n k e n d i s i n i tezyin eyledikten s o n r a t a ş r a
çıkup e n d a m ve arayışını ricale i z h a r eylemek m a n a s ı n a d ı r . "

B u g ü n k ü T ü r k ç e ile verirsek, teberrüc, kadının kendini süsleyip


püsledikten sonra boyunu-bosunu, süslerini erkeklere göstermek
üzere ev dışına çıkmasıdır.

O halde, teberrüc, k e n d i n i t e ş h i r ve erkekleri t a h r i k niyet ve ey­


lemlerinin o r t a k adıdır. G i y i m - k u ş a m bu niyet ve eyleme h i z m e t
e d e n bir a r a ç olmamalıdır. Açıktır ki b u r a d a işin esası, kişinin
niyetini sağlam t u t m a s ı , giyim ve giysiyi bir t a h r i k ve teşhir ara­
c ı y a p m a m a s ı d ı r . A n c a k b u n u n t e o r i k olarak söylenmesi a m a c a
u l a ş m a k için y e t m e z . Bazı bağlayıcı önlemler a l m a k ve k u r a l l a r
k o y m a k gerekir. K u r ' a n b u n u d a yapmıştır.

Teberrüc yasağının d a h a d a r bir çerçevede yani d a h a sıkı bir


uygulanışı, P e y g a m b e r i m i z i n h a n ı m l a r ı için ö n g ö r ü l m ü ş t ü r .
A h z â b suresi 28-34 P e y g a m b e r eşlerinin özel d u r u m l a r ı n a dik­
k a t ç e k e r e k o n l a r için özel bir d ü z e n l e m e getirmektedir. Bu dü­
z e n l e m e y e göre:

P e y g a m b e r eşleri diğer k a d ı n l a r gibi değillerdir. Onlar, evle­


rinde otururken, insanlarla normal konuşmalarını yaparlarken
bile özel bir v a k a r tavrı içinde olacaklardır. O n l a r bir çirkinliğe
m e y d a n v e r d i k l e r i n d e m a r u z kalacakları a z a p ve ceza diğer ka-
d ı n l a r ı n iki katı olacaktır. K e n d i l e r i n d e n i s t e n e n titizliğe dikkat
etmeleri h a l i n d e ise ödülleri iki k a t olacaktır.

Ahzâb 53'e göre, onlar, M ü s l ü m a n erkekler k e n d i l e r i n d e n bir


şey istediklerinde b u n u o n l a r a bir 'hicab' a r k a s ı n d a n verecek­
lerdir. Yani P e y g a m b e r h a n ı m l a r ı , erkeklerle yüz-göz olmaya­
caklardır.

Cahiliye A r a p k a d ı n l a r ı n ı n t e b e r r ü c yolu, kendilerini beğendire-


bilmek için süslü giysiler giyme yoluydu. Başlarını ve yüzlerini
a ç m a k o n l a r ı n h a d d i n e değildi. Çıplak gezdikleri iddiası ise ta­
m a m e n yalandır. Çıplak gezenler, d a h a d o ğ r u s u çıplak gezmeye
m e c b u r bırakılanlar köle k a d ı n l a r d ı y a n i cariyeler. B u n u b ü t ü n
A r a p Y a r ı m a d a s ı k a d ı n l a r ı n a teşmil etmek, v a h i m bir yalandır,
t a r i h e ve dine iftiradır. Cahiliye h ü r k a d ı n l a r ı n ı n başlarını açtık­
ları da yalandır. Başlarını ve yüzlerini kapatıyorlardı. Cahiliye
Arabi, diri diri toprağa gömdüğü kadına baş açtırır mı? (Ayrıntılar
için bk. b u r a d a , Giysi ve Kadın m a d d e l e r i )

K u r ' a n , k a d ı n ı n giyinmesine-kıyafetine ilişkin talebini düzenler­


k e n şu iki Cahiliye örfünü d ı ş l a m a k t a d ı r :

1. Teberrüc yani kendini beğendirmek, erkeklerin dikkatini çek­


mek için süslü püslü giyinip sokaklara fırlamak,

2. Başın ve yüzün kapatılması.

Bu iki yasak, Cahiliye d e v r i n i n t e m e l â d e t l e r i n d e n ikisiydi.


K u r ' a n b u n l a r ı n ikisini de kaldırdı. Gel gör ki, geleneksel an­
layış, bu iki Cahiliye ö r f ü n ü n ikisini de emir h a l i n e getirdi ve
M ü s l ü m a n l a r a dindarlığın alâmeti gibi dayattı. Bu k o n u d a , en
b ü y ü k desteği de, Kelimei Şehâdet düşmanı Haçlı güç odakların­
d a n aldılar v e a l m a k t a d ı r l a r . Başta, s ü p e r z u l ü m i m p a r a t o r l u ğ u
ABD o l m a k ü z e r e , b ü t ü n Batı Haçlı k o d a m a n l a r ı v e k u r u m l a ­
rı, a n ı l a n iki Cahiliye â d e t i n i n İslamlaştırılması için M ü s l ü m a n
d ü n y a n ı n siyaset ve s a l t a n a t dincilerine y o ğ u n bir d e s t e k ver­
m e k t e d i r . A m a ç belli: Müslüman dünyada kadını bunalıma itip
t o p l u m u bu yolla perişan etmek.

G e r ç e k ş u d u r ki, teberrüc, öyle yüz ve baş açıklığı değildir.


Başını h a t t a y ü z ü n ü iyice k a p a t a n bir k a d ı n d a t e b e r r ü c e gide­
bilir. N i t e k i m , Cahiliye k a d ı n l a r ı başlarını ve yüzlerini örtüyor-
TEBERRÜC 397

lardı a m a t e b e r r ü c ü n de âlâsını yapıyorlardı. B u n u , süslü püslü,


p a h a l ı elbiseler giyerek yapıyorlardı ki, t e b e r r ü c ü n lügat a n l a m ı
zaten budur.

O halde, K u r ' a n beyanı dikkatle ve samimiyetle incelendiğinde


g ö r ü l ü r ki, t e b e r r ü c , başını y ü z ü n ü ö r t ü p d e ü l k e n i n e n p a h a ­
lı, en n a d i d e giysileriyle d o n a n a r a k sokağa fırlayan kadınların,
öncelikle o n l a r ı n ortaya koyacakları bir olgudur. Ç ü n k ü teberrü­
cün esasında 'süslü ve pahalı giyim' vardır. B u n u hiç k i m s e hiçbir
teville saf dışı e d e m e z .

Teberrüc yasağı, A h z â b 5 3 . ayette dolaylı y o l d a n ifade edildiği


gibi, bir v a k a r d ü z e n i a m a ç l a m a k t a d ı r . Cahiliyenin t e b e r r ü c ü n e
İ s l a m ' ı n cevabı b u v a k a r düzenidir, k a d ı n l a r ı n başını g ö z ü n ü
sarıp s a r m a l a m a k değil. Elbette ki bu v a k a r d ü z e n i n i n b i r t a k ı m
m a d d î ölçüleri de vardır. A n c a k , söz k o n u s u olan din olduğu­
na göre o ölçüleri s a d e c e K u r ' a n koyar. İslam d ü n y a s ı n d a ise
o koşullar, 'ulema' t a r a f ı n d a n belirlenmiştir. Gerekçeleri, dinin
h e r h a n g i bir nassı değildir, kendileri t a r a f ı n d a n ileri s ü r ü l m ü ş
olan " F i t n e çıkar" gerekçesidir. İslam d ü n y a s ı n ı n b ü t ü n asırları,
b u zevatın k o y d u ğ u 'fitne' gerekçeli kuralların m a h k û m u olarak
yaşamıştır, y a ş a m a k t a d ı r .
TEBLİĞ
(doğruyu ve güzeli i n s a n a u l a ş t ı r m a k )

Bulûğ ve belağ, bir m a k s a t veya hedefin en ileri n o k t a s ı n a ulaş­


m a k t ı r . Bu k ö k t e n t ü r e y e n tebliğ; bir özlemi, bir fikri, ulaştırıla­
bilecek en ileri n o k t a y a ( z a m a n ve m e k â n b a k ı m ı n d a n ) ulaştır­
maktır.

K u r ' a n tebliğ ve belağ kelimelerini aynı a n l a m d a k u l l a n m a k t a d ı r .


Tebliğ, fiil h a l i n d e , belağ ise isim olarak 10 k ü s u r yerde kulla­
nılıyor. B u n l a r ı n h e p s i n d e o r t a k a n l a m , vahyin mesajını insana
ulaştırmaktır.

Mesajın sahibi Allah, aracı ve taşıyıcı peygamberler ve onları iz­


leyenler, m u h a t a p ise t ü m insanlıktır. Allah, âlemlerin rabbi,
Peygamber, âlemlerin r a h m e t i (1/1, 21/107) o l d u ğ u n a göre vah­
yin mesajı b ü t ü n insanlığa, h a t t a b ü t ü n canlılara, r a h m e t üze­
re ulaştırılacaktır. Aracı-elçinin r a h m e t olarak anılışının sırrı
b u d u r . R a h m e t tavrı ü z e r e ulaştırılmayan bir mesaj peygamber
mesajı o l m a niteliğini yitirir.

Tebliğin bu niteliğini K u r ' a n ' ı n şu ilkesi t a m a m l a r : " D i n d e ikrah


(zorlama, baskı, cebir ve şiddet) yoktur." (2/256) Bu ilke, en bü­
y ü k p e y g a m b e r e hatırlatılırken, yine ikrah kelimesi kullanılarak
şöyle deniyor:

"Sen insanları, imana girmeleri için zor ve baskıya mı maruz bıra­


kacaksın?" (Yunus, 99)

Tebliğ, bir p e y g a m b e r i n t e m e l y ü k ü m l ü l ü k l e r i n d e n ve nitelikle­


r i n d e n biridir. B u n u y a p m a y a n nebi, peygamberlik görevini ih­
m a l etmiş olur. (bk. 5/ 67)

H e r peygamber, tebliğ görevini yerine getirmiştir, (bk. 33/39;


7/62,68) P e y g a m b e r i n bu görevi, insanları, tebliğ edilene u y m a
n o k t a s ı n a g e t i r m e k gibi bir z o r u n l u l u k taşımıyor. İşin o y a n ı
A l l a h ' a aittir. Peygamber, tebliğ e d e r ve i n s a n a s o r u m l u l u ğ u n u
bildirerek s o n u c u Allah'a bırakır. P e y g a m b e r bir zaptiye, bir zor­
layıcı değildir. (6/107; 42/48) A n c a k , tebligatın engellenmesi
h a l i n d e i n s a n l a r l a m ü c a d e l e e t m e k v e gerekirse s a v a ş m a k
K u r ' a n ' ı n açık b u y r u k l a r ı arasındadır, (bk. b u r a d a , Kıtal m a d . )
Tebliğin y a p ı l m a s ı n a engel ç ı k a r ı l m a m a s ı h a l i n d e , n e b i n i n ça­
t ı ş m a v e çekişmeye gitme h a k k ı y o k t u r . K u r ' a n ' ı n b u n o k t a y a
ilişkin beyanları son d e r e c e açıktır, (bk. 3/20; 5/92, 99; 13/40;
16/35, 82; 24/54; 29/18; 36/17; 4 6 / 3 5 ; 64/12)

Tebliğ, mesajın m u h a t a b a ulaştırılmasıyla olur. İşin bu yanı,


nebilerin b ü y ü k çilelerinin g ü n d e m e gelmesi demektir. Ç ü n k ü ,
tebligatın insanlığa ulaştırılması en ileri anlamda sabır, fedakârlık,
feragat, hoşgörü, yumuşaklık, m e r h a m e t ve kaynaşmayı gerekli
kılmaktadır. N i t e k i m , K u r ' a n , b ü t ü n nebilerin b u niteliklerle
d o n a t ı l m ı ş olduklarını bize yüzlerce ayetiyle h a b e r veriyor. Bu
niteliklerin iki kelimeyle ifadeye k o n m a s ı istenirse ş u n u söyle­
m e k gerekir: Sabır ve merhamet. Bu iki unsur, tebliğin hedefine
v a r m a s ı n d a e n ö n e m l i değerlerdir. K u r ' a n , b ü y ü k devrimlere
ö n c ü l ü k etmiş peygamberleri 'ulül azm' (azim sahipleri) diye ni­
t e l e n d i r i r k e n , b u n l a r ı n en ö n e m l i özelliklerinin sabır o l d u ğ u n a
d i k k a t çeker.

Sabır ve m e r h a m e t , tebliğ a d a m ı n ı , insanları eksikleri, g ü n a h l a r ı


yüzünden itmekten uzak tutar. Kur'an bu noktada, en büyük
Allah d ü ş m a n l a r ı n a bile mesajın g ö t ü r ü l m e s i n i , h e m de kır­
m a d a n , öfkelenmeden, e z m e d e n , l a n e t l e m e d e n g ö t ü r ü l m e s i n i
emrediyor. K u r ' a n ' ı n , peygamberlere k ö t ü l ü k ve karşı çıkışta
bir t ü r sembol kişi olarak tanıttığı F i r a v u n ' a tebliğ yapılması­
nı e m r e d e n ayetinde H z . M u s a gibi b ü y ü k bir p e y g a m b e r e şu
hitabı, ü z e r i n d e o l d u ğ u m u z gerçeği t a n ı t m a s ı b a k ı m ı n d a n çok
önemlidir:

"Firavun'a gidin, ç ü n k ü o azdı. Ona yumuşak ve tatlı bir sözle hitap


edin; belki öğüt alır, yahut ürperir." (Tâha, 43-44)

Anlaşılan o ki, en k ö t ü i n s a n l a r ı n bile doğruya gelebileceklerini


a k ı l d a n ç ı k a r m a m a k gerekir. Allah, F i r a v u n u n i m a n etmeyece­
ğini elbetteki biliyordu a m a bize s ö y l e n m e k i s t e n e n ş u d u r : Siz
işin o tarafına k a r ı ş m a y ı n ve " B u a d a m d a n hiçbir hayır beldene-
m e z " diye bir h ü k m e v a r m a y ı n , tebliğe d e v a m edin. B u n u yap­
mak, e n a z ı n d a n küfür v e k ö t ü l ü k t e ısrar e d e n l e r i n s o r u m l u l u k ­
larını artırır ve tebliğcinin kendilerini u y a r m a d ı ğ ı y o l u n d a bir
m a z e r e t e sığınmaları i m k â n ı n ı o r t a d a n kaldırır.

A'raf 164. ayet H z . M u s a ve bağlılarının azgınlara tebliğe ısrar­


l a d e v a m e t m e l e r i n i a n l a m s ı z b u l a n bir z ü m r e d e n söz e d e r k e n
şöyle diyor:

"İçlerinden bir topluluk şöyle dedi: 'Allah'ın helak edeceği yahut


şiddetli bir azapla azaplandıracağı bir topluma ne diye öğüt verip
duruyorsunuz?' Dediler ki, 'Rabbinize karşı bir mazeret olsun diye
ve bir de k o r u n u p sakınırlar ümidiyle."

T ü r k müfessiri Elmalılı bu ayeti a ç ı k l a r k e n şu güzel cümleleri


yazıyor:

" K ö t ü d e n sakındırma, herkese son nefesini verinceye kadar farz­


dır. İkincisi, ümitsizlik, dünyada hiçbir hususta caiz değildir. Ve
her ne kadar g ü n a h k â r olurlarsa olsunlar insanların tövbe ve tak­
vasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli
değişmededir ve kader sırrı, meydana gelişinden önce bilinmez. Ne
bilirsiniz, bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın
dinleyiverir ve sakınmaya başlar. B ü t ü n b ü t ü n sakınmazsa, belki
biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler. H e r halde, öğüt vermek,
öğüdü terk etmekten evladır. Öğüdü bütünüyle bırakmakta ise hiç­
bir ümit yoktur. Hiçbir mukavemete maruz olmayan fenalık daha
süratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını silmek olmasa da hızını
azaltmaya çalışmak da göz ardı edilmemelidir." (Elmalılı, 4/2313)

H a l böyle o l u n c a tebliğ adamı, her türlü i m k â n ve aracı kulla­


n a r a k mesajı insana ulaştıracaktır. Bu, K u r ' a n ' ı n mutlak emridir.
Bu öylesine tartışmasız bir gerçektir ki, Kur'an, temel düşmanları
müşriklerin bile bu uğurda kucaklanmasını ve onlarla da bir yakın­
laşmaya gidilmesini emreder. Tevbe s u r e s i n i n 6. ayeti h e m de be­
lağ k e l i m e s i n d e n bir emir k u l l a n a r a k ş u n l a r ı söylüyor:

1. Müşriklere bile Allah'ın kelamını dinletmek çarelerini ara, bu


uğurda onlarla yakınlıktan, komşuluktan kaçınma,

2. Hedefin, vahyin mesajını onlara ulaştırıp dinletmek olsun,


3. Onların sapmaları, bilgisizlik yüzündendir. O halde onlara öğret­
me, gösterme, tanıtma imkânlarını ara, bul ve kullan.

Tebliğin K u r ' a n s a l niteliğini ve b o y u t l a r ı n ı ö l ü m s ü z bir b i ç i m d e


v e r e n ayetlerden biri de E n ' a m 108. ayettir. Bu ayet, A l l a h ' ı n
dilemesi h a l i n d e insanlığın bir t e k i m a n d a birleşeceğini, fakat
Yaratıcı'nın bir h i k m e t e bağlı olarak böyle bir şeyi istemediğini,
tebliğcinin işte bu y ü z d e n insanlığa b a s k ı y a p m a m a s ı gerektiği­
ni ifadeye k o y a n bir ayetin a r d ı n d a n gelmekte ve tebliğ sanatı­
n ı n bir inceliğine dikkat ç e k m e k t e d i r :

Sizin gibi d ü ş ü n ü p inanmayanların değerlerine sövmeyin, söverse­


niz onlar da sizin inanıp sevdiğiniz değerlere söverler. Ayetin hay­
ranlık verici ifadesi şöyledir:

"Allah'ın berisinden birilerine niyazda bulunanlara/Allah dışında


birileri için çağrı yapanlara/onların, Allah dışında y a k a r d ı k l a n n a
sövmeyin. Yoksa onlar da düşmanlıkla ve bilgisizce Allah'a söver­
ler. Biz her ü m m e t e yaptığı işi bu şekilde süslü gösterdik. Sonra
hepsinin dönüşü Rablerinedir. O, onlara, yapmakta olduklarını ha­
ber verecektir." ( E n ' a m , 108)

Bu ayet bizi şu incelikleri k a v r a m a y a çağırıyor:

1. Gerçek Yaratıcıyı tanıtmak, sahte ilahlara sövmekle olmaz.


İlahının sahte olduğunu bilen, zaten o ilaha sığınmaz. O halde, önce
Allah'ı tanıtın, gerçekle sahteyi iyice ayıracak bilinci uyandırın.

2. H e r insan için kutsadığı değer yücedir, korunmaya, savunulmaya


layıktır. O halde, insan psikolojisinin bu inceliğini u n u t a r a k Allah'ı
savunmaya ve tanıtmaya kalkmak sonuç vermez. İnsanı, gerçek de­
ğerlere ısındırmak, işe, o n u n değerlerine saldırarak başlamamakla
olur.

3. İnsanın insana saygısı esastır. İnsanı uyarmanın yolu onu kö-


tüelemek değil, onda şuur uyandırmaktır. İnsana söverek, insanı
tekmeleyerek bugünkü hayatı cehenneme çevirenlerin yarınlar için
vaat ettikleri cennete kimse güvenmez, inanmaz.

Anlaşılan o d u r ki, K u r ' a n evrensel bir mesaj olarak, i n s a n l a r


a r a s ı n d a ayrım yapmayı, tebliğin hedefine v a r m a s ı n ı engelleyici
bir h a t a olarak g ö r m e k t e d i r .
Ş u r a y a k a d a r v e r m e y e çalıştığımız K u r ' a n s a l incelik, H z .
P e y g a m b e r tarafından, insanlığın hafızasına, u n u t u l m a y a c a k
bir olayla kazılmıştır. Bu, Hudeybiye Antlaşması sırasında sergi­
l e n e n şu tavırdır:

H i c r e t i n 9. s e n e s i n d e M e k k e y a k ı n l a r ı n d a Hudeybiye mevki­
inde Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında hazırlanan
ve M ü s l ü m a n l a r için s o n d e r e c e ö n e m l i olan bir a n t l a ş m a n ı n
imzaları atılacaktı. M ü s l ü m a n l a r a d ı n a i m z a a t a c a k olan
H z . P e y g a m b e r i n adı, kâtipler t a r a f ı n d a n 'Allah'ın Resulü
M u h a m m e d ' diye yazılmıştı. M e k k e temsilcileri b u n a karşı çık­
tılar ve dediler ki, "Biz seni Allah'ın elçisi olarak kabul etseydik,
zaten seninle uğraşmazdık. İmzayı, 'Abdullah'ın oğlu M u h a m m e d '
diye atacaksın."

M ü s l ü m a n l a r b u n a haklı olarak t e p k i gösterdiler. H z .


M u h a m m e d ise, tebliğ siyasetinin anıt bir örneğini vererek,
i m z a y e r i n d e n 'Allah'ın Resulü' d e y i m i n i n silinmesini e m r e t t i .
Sahabîler, b u n u y a p a m a y a c a k l a r ı n ı söyleyince, a n t l a ş m a met­
n i n i H z . Ali'nin e l i n d e n alarak, söz k o n u s u ibareyi k e n d i eliyle
sildi.

S o n P e y g a m b e r ' i n b u r a d a yaptığı neydi? Yapılan ve bize gösteri­


len şuydu: Karşınızdaki insanı, sizin kutsadığınız değerleri peşinen
kutsamaya mecbur tutamazsınız. Sizin değerlerinizin kutsanmaya
en layık değerler olduğunu ona kabul ettirin, o n d a n sonra ondan
bir şeyler bekleyin.

Tebliğ k o n u s u n d a ö l ü m s ü z ilkelerden biri de Yasîn suresinin


2 1 . a y e t i n d e verilmiştir: Tebliğ ulaştırılan kişiden karşılık, menfa­
at beklememek. G e r ç e k aydınlatıcı, gerçek m ü r ş i t , ışık s u n d u ğ u
k i t l e d e n çıkarı o l m a y a n benliktir. Kitleleri, gelecek k o l t u k veya
b a n k n o t h e s a p l a r ı n ı n b a s a m a ğ ı y a p a n l a r ı n s ö z l e r i n d e ifadeye
k o n a n , e n ş a ş m a z h a k i k a t d e olsa s o n u ç bir hiçtir. G ü n ü m ü z
d ü n y a s ı n ı n lider ve önder bunalımının a r k a s ı n d a k i gerçek b u d u r .

Mutlu bir dünya, yaratılanı sadece yaratandan ö t ü r ü sevenlerin,


ücreti sadece sonsuzlaşmak olarak görenlerin eliyle kurulabi­
lir. Kubbede ses bırakanlar onlardır. Ve o n l a r ı n b a ş ı n d a nebiler
gelmektedir. İnsanlığın, g ö n l ü n d e asırlardır kral ve politikacı
örneği değil de p e y g a m b e r örneğini y a ş a t m a s ı n ı n sebebi b u d u r .
Tebliğin K u r ' a n ' s a l b o y u t l a r ı n d a n bir kısmı da, K u r ' a n ' ı n da­
vet (çağrı) k a v r a m ı n a d e ğ i n e n ayetlerinde verilmiştir. Tebliği iyi
a n l a m a k için davet k a v r a m ı n ı da t a n ı m a k gerekir, (bk. b u r a d a ,
Davet m a d . )

K u r ' a n , tebliğin genelliğini de esas alır. Yani tebliğ için özel bir
sınıf veya k a d r o y o k t u r . Ç ü n k ü İ s l a m ' d a sınıf y o k t u r . H e r insan,
s a h i p b u l u n d u ğ u bilgi v e ş u u r a u y g u n olarak tebliğde b u l u n ­
m a k , diğer insanları ş u u r l a n d ı r m a k b o r c u n d a d ı r .

K u r ' a n s a l tebliğ y ö n t e m i n d e bir yaradılış ilkesi de tedrice uy­


mak yani insanı d e r e c e derece, ağır ağır yükseltmektir. Bizzat
K u r ' a n , bu t e d r i ç sisteminin canlı örneğidir. Mekke'de inen ilk
ayetlerden Medine devrinde inen son ayetlere kadar geniş ve şu­
urlu bir tedricin varlığı dikkat çeker. Bu genel tedricde külli kav­
r a m l a r d a n ayrıntılara doğru bir seyir izlenerek i n s a n ı n isyan ve
b u n a l ı m a d ü ş m e s i n i n önlendiği görülür. Ayrıca h e r y ü k ü m l ü ­
l ü ğ ü n gelişi k e n d i içinde bir özel t e d r i ç izlemiştir. Bu, mesela
a l k o l / u y u ş t u r u c u y a s a ğ ı n d a çok belirgindir: Ö n c e , u y u ş t u r u c u
içeceklerin z a r a r ı n ı n y a r a r ı n d a n ç o k olduğu, d a h a s o n r a içkili
iken n a m a z a y a k l a ş ı l m a m a s ı gerektiği ve n i h a y e t içkinin k e s i n
bir b i ç i m d e yasaklandığı bildirilmiştir.

Tedriç sistemi, gelip yerleşmiş vahiylerin yeni m u h a t a p l a r a ka­


bul ettirilmesinde de açık bir b i ç i m d e uygulanmıştır. Bizzat H z .
Peygamberin, n a m a z vakitlerinin ikiye indirilmesini, n a m a z va­
kitlerinin t a k d i r e bırakılmasını, cihat ve z e k â t t a n muaf t u t u l ­
ma isteğini k a b u l ettiği kişi ve gruplar o l m u ş t u r . (İbn H a n b e l ,
4/218; M e h m e t E r d o ğ a n , İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi,
141)
TEBYÎN
(ayrıntıları ve kanıtlarıyla bildirmek, s ö z ü t a m anlaşılır
şekilde söylemek)

Tebyîn t a b i r i n i n k ö k ü olan b e y a n d a n d o ğ a n kelimeler K u r ' a n ' d a ,


isim ve fiil o l a r a k 2 4 0 k ü s u r y e r d e kullanılmıştır. D ö k ü m şöyle
verilebilir:

Beyan: Biraz s o n r a açıklanacaktır.

Tebeyyün: Beyan edilmiş o l m a d u r u m u . Apaçıklık. Bir şeyin


b e y a n edilmiş o l d u ğ u n u n anlaşılması. 18 kez kullanılmıştır.
K u r ' a n , m e n s u p l a r ı n d a n h e r k o n u d a t e b e y y ü n ü esas almalarını
istemektedir. Tebeyyün, en kişisel m e s e l e l e r d e n en sosyal-ka-
m u s a l meselelere k a d a r h e r a l a n d a esas alınacaktır, (bk. 2/187;
4/94; 4 1 / 5 3 ; 49/6)

Tibyan: Aynı z a m a n d a K u r ' a n ' ı n sıfatlarından biri olan (bk.


16/89) bu kelime, k u ş k u b ı r a k m a y a c a k şekilde açıklayan de­
mektir.

Istibâne: Beyan edilmesini istemek, b e y a n edilmiş o l d u ğ u n u


g ö r m e k . İki kez kullanılmıştır, (bk. 6/55; 37/117)

Beyyine: Akıl veya duygu a ç ı s ı n d a n a p a ç ı k k a n ı t d e m e k t i r .


(Râgıb, b e y a n m a d . ) 19 kez tekil, 52 kez çoğul o l a r a k (beyyinât)
kullanılmıştır.

Mübeyyin-mübeyyine: B e y a n a b a ğ l a n m ı ş olan şey, beyyine ile


belgelenmiş söz ve iddia. Söz ve iddiayı beyyineye bağlayan şey.
B ü t ü n iddia ve değerleri beyyineye dayalı tez ve iddia. Üç yer­
de tekil, üç y e r d e de çoğul (mübeyyinât) olarak kullanılmıştır,
ilahî ayetlerin sıfatlarından biri de 'mübeyyin'dir. (bk. 24/34, 36;
65/11)
Mübîn: G e n e l vahyin (bk. 6/59; 1 0 / 6 1 ; 11/6; 27/75, 79; 3 4 / 3 ;
36/12; 44/19; 51/38), K u r ' a n ' ı n , peygamberlerin (bk. 7/184;
11/25; 15/89; 22/49; 2 6 / 1 1 5 ; 29/59; 38/70; 43/29; 44/13; 46/9;
51/50; 67/26; 71/2;), tebliğin (bk. 5/92; 16/35, 82; 24/54; 29/18;
36/17; 64/12) temel sıfatlarından biridir. Mübîn, K u r ' a n ' ı n sı­
f a t l a r ı n d a n biri olarak alındığında, ilahî kitabın bir b a ş k a sıfatı
olan 'mufassal' kavramıyla birlikte değerlendirilmelidir, (bk. bu­
r a d a , Tafsil m a d . )

K u r ' a n h e m mufassal h e m mübeyyin h e m de m ü b î n kitaptır.

K u r ' a n ' ı n m ü b î n sıfatı 11 yerde açıkça ifadeye k o n m u ş t u r : 5/15;


12/1; 15/1; 16/103; 26/2, 195; 2 7 / 1 ; 28/2; 36/69; 43/2; 44/2)
B u kitap, söylemek istediğini m u h a t a b ı r a h a t v e t a m anlayacağı
şekilde söyler; akıl ve duygu a ç ı l a r ı n d a n k a n ı t a bağlı olarak söy­
ler. B u n u n içindir ki, söylediklerinin t ü m ü beyyine ve mübeyyin
k a r a k t e r i taşır. B a ş k a bir deyişle, K u r ' a n , sanıya dayalı söz söy­
lemez. Ç ü n k ü K u r ' a n , sanıyı, h a k a d ı n a bir değer olarak k a b u l
e t m e m e k t e d i r : " G e r ç e k şu ki, sanı, h a k adına hiçbir değer ifade
etmez." ( N e c m , 28)

TANRISAL BİR FAALİYET OLARAK BEYAN VE TEBYÎN

Beyan:

Aynı z a m a n d a K u r ' a n ' ı n a d l a r ı n d a n biri olan b e y a n (bk. 3/138),


bir şeyi apaçık kılmak, bir şeyin ü s t ü n d e k i ö r t ü y ü k a l d ı r m a k , iyi­
ce anlaşılır hale g e t i r m e k d e m e k t i r . K e l a m a b e y a n d e n m e s i , be­
yanın, k e l a m d a k i a n l a m ı açığa ç ı k a r m a s ı y ü z ü n d e n d i r . K e l a m ı n
m ü b h e m v e m ü c m e l i n i açıklayan söze d e b e y a n denmiştir. B u
a n l a m d a K u r ' a n ' ı b e y a n e t m e k h a k v e yetkisi d e T a n r ı ' n ı n d ı r .
" O n u n beyanı da bize düşer." (Kıyame, 19) b u y u r u l m u ş t u r .
(Râgıb, el-Müfredât)

Varlık ve o l u ş t a gerçek b e y a n sahibi, Yaratıcı'dır. Yaratıcı, bu


b e y a n g ü c ü n d e n i n s a n a d a n a s i p vermiştir. V e b u nasibi o n a
b i z z a t kendisi öğretmiştir. Şu beyyineye b a k ı n :

"O r a h m a n . Yarattı insanı. Öğretti ona beyanı." ( R a h m a n , 4)


İlk vahyedilen s u r e n i n ilk b e ş a y e t i n d e , o k u m a k ve k a l e m ara­
s ı n d a irtibat k u r u l u r k e n , 'Allah'ın öğretmenliği' d a h a ilk a n d a
ö n e çıkarılmıştır:

" O ' d u r kalemle öğreten/kalemi kullanmayı öğreten O'dur! i n s a n a


bilmediğini öğretti." (Alak, 4-5)

A l l a h ' ı n ö ğ r e t m e s i de dahil, ö ğ r e t m e ve ö ğ r e n m e y l e k a l e m ve
o k u m a a r a s ı n d a irtibat k u r u l m u ş t u r . R a h m a n suresi 4 . ayet d e
d i k k a t e alındığında, beyanla kalem ve o k u m a arasındaki irtibat da
belirginleşecektir.

K u r ' a n ' ı n bir a d ı n ı n Beyan olması, b e y a n meselesi ü z e r i n d e bü­


y ü k bir hassasiyetle d u r u l m a s ı , M ü s l ü m a n aydınları ilk g ü n d e n
itibaren, b e y a n k o n u s u n d a çok y o ğ u n bir d ü ş ü n s e l faaliyete
sevk etmiştir. H e r şeyden ö n c e , beyan, e d e b i y a t t a k i Belagat il­
m i n i n en esaslı dalı o l a r a k ö n e ç ı k m a k t a d ı r . Bu a l a n ı n ilk ve
a ş ı l m a m ı ş eseri, d â h i d ü ş ü n ü r ve e d i p el-Câhız (ölm. 2 5 5 / 8 6 9 )
t a r a f ı n d a n yazılmıştır ki, ü z e r i n d e o l d u ğ u m u z k o n u d a adı bile
başlı b a ş ı n a bir mesajdır: 'el-Beyan ve't-Tebyîn.'

Beyanın K u r ' a n s a l yapısı, o n u n l a ilgili çalışmaların edebiyat


alanıyla kayıtlı k a l m a m a s ı n ı sağlamıştır. K u r ' a n ' ı a n l a m a y a yö­
nelik b ü t ü n disiplinlerde b e y a n k o n u s u bir b i ç i m d e ele alınmış­
tır. Fıkıh a l a n ı n ı n a n ı t i s i m l e r i n d e n biri o l a n İ m a m Şafiî (ölm.
2 0 4 / 8 2 0 ) , fıkıh m e t o d o l o j i s i n d e kronolojik s ı r a l a m a d a ilk sayı­
lan ü n l ü eseri er-Risâle'de b e y a n k o n u s u n a geniş yer vermiştir.
İ m a m Ş a f i î ' n i n b e y a n l a ilgili tespitleri, Hanefî fıkhının müfessir
fakîhi el-Cassâs (ölm. 370/980) t a r a f ı n d a n , el-Usûl fı'l-Fusûl adlı
e s e r d e ağır b i ç i m d e eleştirilmiştir. Tespitleri ne o l u r s a olsun, fı­
k ı h metodolojisiyle u ğ r a ş a n h e m e n b ü t ü n müellifler, eserlerin­
de, b e y a n k o n u s u n u ciddi b i ç i m d e ele almışlardır.

Fıkıh metodolojisi (usûl-i fıkh) a l a n ı n d a yazılan eserlerde,


K u r ' a n ' d a k i b e y a n ı n (yani K u r ' a n ' ı n k e n d i k e n d i s i n i açıklama­
ya yönelik verilerinin) b e ş başlık a l t ı n d a t e s p i t edildiğini gör­
mekteyiz:

l.Takrîr Beyanı: S ö z ü n , m e c a z a n l a m d a kullanılması ih­


timalini o r t a d a n k a l d ı r a n b e y a n d ı r . E n ' a m suresi 3 8 . a y e t t e
"Kanatlarıyla uçan hiçbir kuş yoktur k i . . . " ifadesi vardır. Bu ifa-
de, ayette geçen k u ş u n m e c a z î a n l a m d a kullanılmadığını kesin­
leştirmektedir. H i c r suresi 30. ayette, meleklerin  d e m ' e secde
e t m e l e r i n d e n b a h s e d i l i r k e n " B ü t ü n melekler hep birlikte secde
ettiler" d e n m e k t e d i r . B u r a d a k i ' b ü t ü n ' ve 'hep birlikte' kelime­
leri, bir kısım meleklerin secde etmedikleri ihtimalini o r t a d a n
k a l d ı r m a k t a d ı r . İşte b u t ü r beyanlara, takrir beyanı denmiştir.
T a k r i r beyanı, sözdeki vurguyu t a r t ı ş m a ü s t ü hale getiren be­
yandır.

2. Tağyir Beyanı: Genellik ifade e d e n sözlerde, istisna edilmesi


gereken n o k t a l a r ı açıklayan beyanlardır. Mesela, B a k a r a suresi
2 7 5 ' t e "Allah, alışverişi helal kılmıştır" deniyor. Bu bir genel ifa­
dedir. Aynı ayet, "Allah, ribayı h a r a m kılmıştır" beyanıyla ribayı
istisna e d e r e k helal alışverişler dışına atmıştır. Bu t ü r b e y a n l a r a
tağyir (değiştirme) b e y a n ı d e n m i ş t i r .

3. Tefsir Beyanı: K u r ' a n ' ı n h e r h a n g i bir yerinde geçen bir ifade


veya kelimenin, bir b a ş k a yerdeki ifade veya kelimeyle açıklan-
masıdır. Bu d u r u m d a , açıklayan kelime veya ifadeye müfessir,
a ç ı k l a n a n kelime veya ifadeye müfesser d e n m e k t e d i r .

Hırsızların cezalandırılmasını d ü z e n l e y e n M â i d e 3 8 . ayet, elin


kesilmesi gerektiğini ifade e d e r k e n 'kat' (kesme) k ö k ü n d e n bir
fiil k u l l a n m a k t a d ı r . B u r a d a k i 'kesme', tefsire m u h t a ç t ı r . Yani
elin t a m a m ı mı kesilecek yoksa bir kısmı mı? Yoksa, elin bir yeri
çizilip işaretlenerek o kişinin hırsızlık yaptığına bir k a n ı t mı bı­
rakılacaktır? Süyûtî'nin de söylediği gibi, beyan, bu ihtimallerin
t ü m ü n e m ü s a i t t i r . Yani b u r a d a k i kat' sözcüğü y o r u m a m u h t a ç
(müfesser) bir beyandır. Bu müfesser tabir, K u r ' a n ' ı n bir b a ş k a
yerinde tefsir edilmiştir: H z . Yusuf'un serüvenini anlatılırken
(bk. Yusuf suresi, 31) bu kat' kelimesi, elin k a n a t ı l a c a k şekil­
de kesilmesi a m a elin t ü m ü n ü n veya bir k ı s m ı n ı n kesilip atıl­
m a m a s ı a n l a m ı n d a kullanılarak hırsızlığın cezasını d ü z e n l e y e n
ayetteki k a t ' ı n bir 'kanatıp çizerek işaretlemek' olması gerektiği
göstermiştir. Yani Yusuf suresi 3 1 . ayet, M â i d e 3 8 . ayeti tefsir
etmiştir. Bu da bir tefsir beyanıdır.

İlk kez t a r a f ı m ı z d a n g ü n d e m e getirilen bir ö r n e k verelim:


Kur'an, şirkin k ö t ü l ü ğ ü n ü a n l a t ı r k e n m ü ş r i k l e r i n affedilme­
yecek b ü y ü k bir g ü n a h işlediklerini bildirmektedir. Ö t e yan­
d a n , iniş sırasıyla s o n d a n ikinci s u r e olan Tevbe s u r e s i n i n 114.
a y e t i n d e Hz. İ b r a h i m ' i n m ü ş r i k b a b a s ı n d a n söz edilirken o n u n
'Allah'ın d ü ş m a n ı ' olduğu bildirilmiştir. Bu ayete d a y a n a r a k
b ü t ü n m ü ş r i k l e r i n Allah d ü ş m a n ı o l d u ğ u n u söyleyebiliyoruz.
Ç ü n k ü H z . İ b a h i m ' i n babası, m ü ş r i k olduğu için 'Allah'ın d ü ş ­
m a n ı ' olarak nitelendirilmiştir. O halde, bu ayet, K u r ' a n ' d a k i
şirk ve m ü ş r i k kelimelerinin t ü m ü n ü n bir müfessiridir. Bu be­
y a n da, bir tefsir beyanıdır.

4. Zaruret Beyanı: Sözde, a ç ı k l a n a n k ı s ı m l a r d a k i v e r i l e r d e n


a ç ı k l a n m a y a n n o k t a l a r ı n z o r u n l u o l a r a k ortaya çıkması. Nisa
1 1 . ayet şöyle der: "Müteveffanın çocuğu yoksa ve ona anası ile
babası mirasçı olmuşsa anasına üçte bir hisse düşer." Bu ayetin
verilerinden, böyle bir d u r u m d a b a b a y a ü ç t e iki hisse düşeceği
z o r u n l u o l a r a k anlaşılır.

5. Tebdil Beyanı: B u t ü r b e y a n ı n terimsel a d ı nesihtir. Yani


ö n c e k i bir b e y a n l a getirilen h ü k m ü n d a h a s o n r a k i bir b e y a n l a
geçersiz kılınması.

Tebyîn:
Tebyîn, b e y a n d a b u l u n m a k d e m e k t i r . Bir adı da Beyan olan
K u r ' a n , aynı zamanda beyanlarının beyanını da getiren kitaptır.
Eğer, bizatihi Beyan o l a n K u r ' a n ' ı n b a z ı yerlerinde, b ü t ü n açık­
lığa r a ğ m e n a n l a ş ı l m a zorluğu y a ş a n ı r s a o zorlukları aşmayı
yine K u r ' a n sağlayacaktır. K u r ' a n ' ı n m a h b a t ı (indiği benlik)
o l a n H z . P e y g a m b e r bile b u zorluğu k e n d i k e n d i n e a ş a m a z . O n a
indirilen b e y a n ı n ikinci kez beyanı d a K u r ' a n ' l a m ü m k ü n d ü r v e
K u r ' a n ' l a yapılmalıdır. Şu beyyine bu b a k ı m d a n ç o k ibret veri­
cidir:

" S a n a bu zikiri/Kur'an'ı vahyettik ki, kendilerine indirileni insanla­


ra açık seçik beyan edesin de derin derin düşünebilsinler." (Nahl,
44, 64)

B ü t ü n b u n l a r gösteriyor ki, beyan, ulûhiyetin temel faaliyetlerin­


den biridir. Bu t e m e l faaliyet bazı ayetlerde d o ğ r u d a n d o ğ r u y a
C e n a b ı H a k k ' a izafe edilerek, bazı ayetlerde ise 'Biz' çoğul öz­
n e s i n e izafe edilerek ö n e çıkarılmıştır.

B e y a n ı n Z â t ı İlahî'ye izafe edildiği ayetlerde şu ifade şekli kul­


lanılmaktadır:
"Allah, ayetlerini işte böyle beyan eder/apaçık hale getirir..."
(Bakara, 187, 219, 2 2 1 , 230, 242, 2 6 6 ; Âli İ m r a n , 103; Nisa, 26,
176; Mâide, 89; Tevbe, 115; N a h l , 39, 92; N u r , 18, 58, 59, 61)

B e y a n ı n 'Biz' ö z n e s i n e izafe edildiği ayetlerdeki ifade şekli ise


şöyledir:

"Kuşkusuz, biz sizin için ayetleri açık bir biçimde bildirdik/be­


yan ettik" (Bakara, 118; Âli İ m r a n , 118. Ayrıca bk. 5/75; 22/5;
6/105)

Beyanla a m a ç l a n a n 'apaçıklık', bir u l û h i y e t faaliyeti olarak öyle­


sine ö n e m s e n m i ş t i r ki, K u r ' a n , b u n u bir y e r d e 'beyan' ve 'tafsil'
kelimelerini birlikte k u l l a n a r a k ifadeye k o y m u ş t u r :

"İşte biz, ayetlerimizi bu şekilde ayrıntılı kılıyoruz ki, günaha sap­


mışların yolu açık seçik ortaya çıksın/günaha sapmışların yolunu
açık seçik göresin!" ( E n ' a m , 55)

Ayette k u l l a n ı l a n 'nufassılu' ve 'testebîne' fiilleri, tafsil ve b e y a n


k ö k l e r i n d e n türetilmiş fiillerdir. Birincisi 'tef îF, ikincisi 'istif al'
k a l ı b ı n d a n . İlave edelim ki, fiillerin sülasî (üçlü) k a l ı p t a n değil
de humasî (beşli) ve südasî (altılı) zâid (fazla harfli) kalıplar­
d a n kullanılması, tafsil ve b e y a n d a ç o k titiz davranıldığına bir
k e l a m harikasıyla d i k k a t çekiştir. Ç ü n k ü fiil k a l ı p l a r ı n d a harf
fazlalığı, a n l a m ı n zenginleştirilip kuvvetlendirildiğine delâlet
eder. Ö z g ü n g r a m a t i k ifadesiyle, "Ziyâdetü'l-hurûf tedüllü 'alâ
ziyâdeti'l-ma'na."

Tebyîn faaliyetinin bir ilahî aktivite olması, o n u n , aynı z a m a n d a


bir nebevi aktivite o l m a s ı n ı da gerekli kılmıştır. B u n u n içindir
ki, b ü t ü n nebiler 'mübîn' (söylediğini apaçık söyleyen, t a m an­
laşılacak şekilde söyleyen) benliklerdir. Yukarıda, 'Mübîn' alt
başlığıyla g ö r d ü k ki, nebilerin bu niteliğine 13 y e r d e t e m a s edil­
miştir.

Evet, Tanrı ve onun vahyi m ü b î n o l d u ğ u gibi, bu vahyi i n s a n l a r a


u l a ş t ı r a n peygamberler de m ü b î n d i r . Yine y u k a r ı d a g ö r d ü k ki,
tebliğin b i z z a t k e n d i m a l z e m e s i d e m ü b î n kılınmıştır.

B u n c a m ü b î n d e n sonra, nasıl oluyor d a t a n r ı s a l kelam, hâşâ,


müşkil, muğlak, zor, anlaşılmaz, birileri araya girmeden kavrana-
maz o l u y o r ? ! K u r ' a n m ü m i n l e r i n i n , t a r i h i ve o n u saray sofra­
l a r ı n d a yazanları s o r g u l a r k e n b u K u r ' a n s a l gerçekleri u n u t m a ­
m a s ı gerekir.

Peygamberler, mübîn T a n n ' n ı n m ü b î n vahyini i n s a n a m ü b î n


k e l a m h a l i n d e tebliğ e d e r k e n m ü b î n elçiler o l a r a k k o n u ş u r ­
lar. Yani söyleyecekleri şeyi, apaçık, anlaşılır şekilde söylerler.
M u h a t a b ı n onları a n l a m a s ı için, aracılara, şefaatçılara, insanla­
rın ağızlarına t ü k ü r e r e k 'feyz bastıklarını' söyleyip h a l k ı n kese­
lerini ve kasalarını t a l a n e d e n k o m i s y o n c u l a r a , h a r a ç ve huruç
çetelerine ihtiyaç y o k t u r . Yeter ki, m u h a t a p , Allah'ın ilk fermanı
ve farz yaptığı ilk ibadet olan " O k u ! " e m r i n e hakkıyla riayet et­
miş o l s u n ! O e m r i savsaklayanlar ise t a n r ı s a l kelamı anlayama­
m a n ı n faturasını A l l a h ' a d a ç ı k a r a m a z l a r peygamberlere d e . . .
M a r u z kaldıkları belaların m ü s e b b i b i bizzat kendileridir. M ü b î n
k e l a m a y n e n şöyle d e m i y o r m u :

" G e l m e d i mi onlara kendilerinden öncekilerin haberi: N u h kavmi­


nin, Ad'ın, Semûd'un, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altı
üstüne gelmiş kentlerin. Resulleri onlara açık seçik ayetler getir­
mişti. Allah onlara zulmediyor değildi; aksine, öz benliklerine onlar
zulmediyorlardı." (Tevbe, 70. Ayrıca bk. 3/117; 10/44; 16/33,
118; 29/40; 30/9)
TEFVİZ
( s o n u c u n t a k d i r i n i Allah'a havale e t m e k )

Tefviz, yapılması gerekeni yaptıktan sonra gerisini Allah'a bırak­


maktır. Kur'an-ı Kerim'de tefviz, m ü ş r i k t o p l u m u y l a b ü y ü k m ü ­
cadeleler v e r e n bir aydın benliğin, tehditler k a r ş ı s ı n d a akıbeti­
n i n n e olacağının t a k d i r i n i Allah'a b ı r a k m a s ı a n l a m ı n d a kulla­
nılmıştır.

"Ben işimi Allah'a tefviz ediyorum. Ç ü n k ü Allah, kullarını çok iyi


görmektedir." ( M ü m i n , 44)

S a b r ı n h e m m a h i y e t i n e h e m d e taşıdığı erdirici değere açıklık


getiren bir beyyine, tefviz (işi T a n r ı ' y a havale e t m e k ) kavramı­
n ı n kullanıldığı M ü m i n suresi 44. ayettir. Tefviz orada, ö l ü m s ü z
gerçekleri ve i n s a n h a k l a r ı n ı s a v u n a n bir a y d ı n ı n a ğ z ı n d a n te­
laffuz edilmiştir. H e m aydınlık benliğin (kısaca aydının) h e m
sabrın h e m d e sabır a d a m ı n ı n k a r a k t e r i n i a n l a t m a k b a k ı m ı n d a n
ş a h e s e r b e y a n l a r içeren bu h i t a p şöyledir:

"O iman eden kişi dedi: "Ey t o p l u m u m ! Bana uyun, sizi doğru yola
götüreyim. Ey t o p l u m u m , şu iğreti dünya hayatı, geçici bir nimet-
lenmeden ibarettir. Âhiretse sürekli durulacak yurdun ta kendisi­
dir. Kötü bir iş yapan, sadece yaptığı kadarıyla cezalandırılır. Erkek
ve kadından m ü m i n olarak iyi bir iş yapana gelince, işte böyleleri
cennete girerler ve orada hesapsız bir biçimde rızıklandırılırlar. Ey
t o p l u m u m ! Sebep ne ki; ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni
ateşe çağırıyorsunuz. Siz beni, Allah'a n a n k ö r l ü k etmeye ve hak­
kında hiçbir bilgim olmayan şeyi O'na ortak koşmaya çağırıyorsu­
nuz. Bense sizi o Aziz ve Gaffar olana davet ediyorum. Sizin beni
çağırdığınız şeye, ne dün-yada ne de âhirette asla ve asla dua edi­
lemez/onun dünyada ve âhirette çağrı hakkı yoktur. Dönüşümüz-
varışımız Allah'adır. O n u n b u n u n malından azgınca savurganlık
yapanlar ateş halkının ta kendileridir. Size söylemekte oldukları-
mı yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a havale ediyorum.
Allah, kullarını iyice görmektedir."

"Allah, o adamı ötekilerin kurdukları tuzakların kötülüklerinden


korudu. Firavun'un seçkin çevresini de azabın en beteri kuşattı."
( M ü m i n , 38-45)

Tefvize sarılan kul, k e n d i n e d ü ş e n i yapar, fakat s o n u c u n şu


veya bu şekilde tecelli e t m e s i n d e t a k d i r i A l l a h ' a bırakır. Bu da,
a y n e n sabır, t e v e k k ü l ve teslim gibi bir m e l â m e t tavrıdır. Biz, en
iyisinin hangisi o l d u ğ u n u b i l e m e y e c e ğ i m i z d e n takdiri Allah'a
b ı r a k m a k t a fayda vardır. O, b i z i m i ç i n e n hayırlısını m u t l a k a
seçecektir. Elverir ki biz, bize d ü ş e n i y a p m ı ş olalım. Bize dü­
şen ise tefviz ile vekil ettiğimiz Allah t a r a f ı n d a n bize açık seçik
bildirilmiştir. O r a d a havale yok, b a h e n e yok. İş yapılacak, so­
n u c u n takdiri T a n r ı ' y a bırakılacaktır. S o n u c u n t a k d i r i n i k e n d i ­
miz ü s t l e n i r s e k y a r a r yerine z a r a r a da uğrayabiliriz. O r a d a işi
Yaratıcı'ya havale e t m e k en a z ı n d a n ' d a h a akıllıca' bir iştir:

"Bir şey sizin için hayırlı olduğu halde siz o n d a n tiksinebilirsiniz.


Ve bir şey sizin için şer olduğu halde siz o n u sevebilirsiniz. Allah
bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 216)

Şunu da unutmayalım:

"İnsan, hayra davet eder gibi şerri çağırıyor/insan, hayra duasıyla


şerri davet ediyor. İnsan çok acelecidir." (İsra, 11)

İ n s a n , A l l a h ' t a n zenginlik, sağlık, mevki ister ve en güzel d u a ile


yakardığını sanır. Oysaki, A l l a h ' t a n hayırlı olanı i s t e m e k gere­
kir. O n u n adı afiyettir.

Afiyet, mutluluk için gereken şartların toplamı demektir. Halbuki


tek başına zenginlik, sağlık insanı m u t l u edememektedir. H z .
P e y g a m b e r d u a l a r ı n d a h e p afiyet istiyor ve bizim d e afiyet iste­
m e m i z i tavsiye ediyor.
TEHECCÜD
( K u r ' a n ' l a meşgul o l m a k için u y k u y u b ö l m e k )

Kur'an-ı K e r i m ' d e bir yerde geçen (17/79) teheccüd kelimesi,


u y k u a n l a m ı n a gelen h ü c û d k ö k ü n d e n t ü r e m i ş t i r . Kelime anla­
mıyla, u y k u y u gidermek, birini u y a n d ı r m a k demektir. K u r ' a n ,
t e h e c c ü d ü , gece, u y k u y u feda e d e r e k kendisiyle meşgul o l m a k
a n l a m ı n d a k u l l a n m a k t a d ı r . B u n o k t a d a n bakıldığında u y k u y u
b ö l e r e k K u r ' a n ' l a meşgul o l m a k veya K u r ' a n o k u y a r a k ibadet
etmek teheccüd cümlesindendir.

H z . Peygamber, t e h e c c ü d ü n a m a z kılarak yerine getirdiği için


geleneksel fikıhta t e h e c c ü d , gece n a m a z ı kılmak şeklinde anla­
şılır. Oysaki t e h e c c ü d s a d e c e n a m a z k ı l m a k değildir. K u r ' a n ' l a
m e ş g u l olmaktır. G e c e kılınan n a m a z , içinde K u r ' a n o k u n d u ğ u
için t e h e c c ü d adını a l m a k t a d ı r . Esas t e h e c c ü d , K u r ' a n ' l a meşgul
olmak, yani K u r ' a n ' l a ilgili a r a ş t ı r m a ve o k u m a faaliyeti sergile­
mektir.

Eğer, t e h e c c ü d n a m a z k ı l m a k şeklinde u y g u l a n a c a k s a b u n u n
için bir süre uyuduktan sonra kalkılması gerekir.

T e h e c c ü d ü n b ü t ü n gösterişlerden, basit h e s a p l a r d a n uzak, yal­


nız Allah'la kul a r a s ı n d a k a l a n bir faaliyet oluşu, o n u n i n s a n
r u h u n u y ü c e l t m e d e k i b ü y ü k değerinin d e esasıdır.
TEKLİF
( y ü k ü m l ü kılmak)

Teklifin k ö k ü olan 'kelef bir şeyi sevmek, bir şeye d ü ş k ü n l ü k


a n l a m ı n d a d ı r . Teklif ise, bir insanı, sevdiği şeyi elde e t m e d e bazı
zorlukları göğüslemekle y ü k ü m l ü t u t m a k t ı r . O halde, teklifin
esasında yine insanın h ü r iradesi ve içten sevip benimsemesi vardır.
Aynı k ö k t e n gelen külfet, zorluk a n l a m ı n d a , tekellüf ise külfe­
te m e y d a n v e r m e , bir işin olmasını külfete b a ğ l a m a a n l a m ı n d a
kullanılır.

K u r ' a n ' d a teklif ( d a i m a fiil şekli) 7 yerde, tekellüf ise (mütekellif


şeklinde isim olarak) bir y e r d e kullanılmıştır. Teklif k o n u s u n d a
K u r ' a n ' ı n t e m e l anlayışı ş u d u r :

"Allah, hiçbir benliğe, g ü c ü n ü n yeteceğinden daha azını yükleme­


nin dışında bir teklifte b u l u n m a z . " (Bakara, 286)

Bu ilke, değişik c ü m l e yapılarıyla, fakat h e p aynı kelimeler kul­


lanılarak b i r k a ç kez tekrarlanır, (bk. 2/233; 6/152; 7/42; 23/62)
K u r ' a n ' ı n teklif k o n u s u n d a k i k a b u l ü şöyle ilkeleştirilmiştir:

" G ü ç yetirilemeyen şeyle yükümlü kılmak yoktur."

Allah'ın k a n u n u b u o l d u ğ u n a göre, O ' n u n elçileri d e aynı ilkeye


u y m a k z o r u n d a d ı r . K u r ' a n , P e y g a m b e r ' e ş u emri veriyor:

" D e ki, ben tekellüfe yol açanlardan değilim." (Sâd, 86)

Peygamber, tekellüfe a n c a k k e n d i benliğinde gidebilir. O alan,


o n u n h ü r iradesiyle kayıtlar ve zorluklar getirebileceği t e k alan­
dır. H i t a p ettiği kitleye ise tekellüf getiremez, onları s a d e c e teş­
vik eder, özendirir:
TEKLİF 415

"Allah yolunda çarpış. Sen ancak kendi nefsini külfet altına sokabi­
lirsin. Müminlere gelince onları teşvik et, özendir."

G ü c ü a ş a n y ü k ü m l ü l ü k , fıtrata, A l l a h ' ı n irade v e k a n u n l a r ı n a


terstir. Allah, d i n e bu sakatlığın girmemesi için K u r ' a n ' d a ge­
rekli ilkeleri k o y m u ş t u r . Bu ilkeleri çiğneyenler k e n d i arzuları
y ö n ü n d e insanları s a p t ı r a n bilgisiz azmışlar o l a r a k tanıtılıyor.
(6/119) Bunlar, Allah'ın açık seçik bildirdiği h a r a m ve helallere
ilavelerde b u l u n a n l a r d ı r . Allah'ın, t e k e l i n d e t u t t u ğ u haram kılma
yetkisini k u l l a n m a y a kalkarak, gafil bir b i ç i m d e şirke d ü ş e r l e r
de hâlâ Allah için iş yaptıklarını sanır, h ı y a n e t ve sapıklıklarını
da Allah'ın d i n i n e fatura ederler. Böylelerinin d i n e ve A l l a h ' a
e n b ü y ü k hizmetleri, d i n d e n u z a k d u r m a l a r ı d ı r a m a çıkarları v e
k u r d u k l a r ı m e n f a a t t e z g â h l a r ı b u n a asla izin v e r m e z . A l l a h ' ı n
dinini rezil ederler de h â l â k e n d i l e r i n e mücâhit, ehli takva, sün­
n e t i ihya e d e n l e r vs. gibi sıfatlar v e r m e k t e n çekinmezler.

Teklifin işaret ettiğimiz b o y u t l a r ı n ı d e s t e k l e y e n b i r k a ç K u r ' a n s a l


ilkeyi d a h a görelim:

"Allah sizin için hafifletme ister. İnsan zayıf yaratılmıştır." (4/28)

"Allah sizin için kolaylık ister, sizin için güçlük istemez." (2/185)

"Allah sizin için dinde zorluk yaratmak istememektedir. O ' n u n is­


tediği, sizi temizleyip arıtmaktır." (5/6)

"O size din içinde zorluk getirmemiştir." (22/78)

"Allah'ın kendisine farz kıldığı hususlarda nebi üzerine herhangi


bir zorluk yoktur." (33/38)

Verdiğimiz ayetlerin s o n ü ç ü n d e zorluk ve sıkıştırma a n l a m ı n d a ­


ki harec kelimesi kullanılmıştır. B ü y ü k Râgıb, teklif m a d d e s i n d e
bu harec k a v r a m ı n a da yer vermiş, ayrıca şu h a d i s e de d i k k a t
çekmiştir:

"Ben ve benim ü m m e t i m i n seçkin takva sahipleri, tekellüften uzak­


tırlar."

O halde, Tanrı Elçisi Hz. M u h a m m e d katında takva belirtisi, zor­


luk yaratmak değil, kolaylık ve kolaylaştırmayı tercih etmektir. Ne
yazık ki, t a r i h içinde b u n u n genellikle tersi yapılmıştır.
TESLİM
(sadece A l l a h ' a teslim o l m a k )

Teslim k e l i m e s i n i n k ö k ü olan silm ve selam s ö z c ü ğ ü n d e n tü­


r e m i ş kelimeler 140 k ü s u r yerde kullanılır. Bizatihi teslim ke­
limesi fiil h a l i n d e 6, isim h a l i n d e üç kez kullanılmıştır. Aşık
k ö k l e r d e n t ü r e y e n islam, 20 k ü s u r y e r d e fiil, 8 y e r d e isim olarak
kullanılmıştır. İslam kelimesinin ism-i faili olan m ü s l i m sözcü­
ğü, 3'ü tekil, diğerleri çoğul ( m ü s l i m û n , m ü s l i m î n , m ü s l i m â t )
o l m a k ü z e r e 4 0 k ü s u r y e r d e geçer.

Teslim ve islam kelimelerinin üç k ö k ü vardır: Selamet-selm, silm,


selam. Birincisi, g ö r ü n ü r ve g ö r ü n m e z âfetlerden arınmışlık,
ikincisi barış, ü ç ü n c ü s ü ise barış, h u z u r ve esenlik a n l a m ı n d a ­
dır. (Ayrıntılar için bk. Râgıb, el-Müfredât) O halde, teslim, gö­
r ü n ü r v e g ö r ü n m e z âfetlerden s a k ı n m a k , barış, esenlik v e h u z u r
için A l l a h ' a teslim olmak, islam ise a n ı l a n değerlerin dinini din
edinmek demektir.

İslam d i n i n i n v e K u r ' a n mesajının r u h u olan teslim, alışılmış


şekliyle 'Allah'a teslim o l m a k ' diye t e r c ü m e edilir. K u r ' a n verile­
ri d i k k a t e alındığında bu t e r c ü m e eksik bir t e r c ü m e d i r . T a m ter­
c ü m e şöyle o l m a k gerekir: Allah'a, s a d e c e A l l a h ' a teslim olmak.
Bu 'sadece' kaydı, tevhitteki teslimiyetin omurgasıdır; o varsa
vardır, o yoksa y o k t u r . Şimdi bu ' s a d e c e ' s i s t e m i n e ilişkin bir
açıklamayı, 'Dincilik' adlı k i t a b ı m ı z d a n özetleyerek a k t a r a l ı m :

" İ s l a m ' ı n o m u r g a s ı olan 'Allah'a teslimiyet'in nasıl anlaşılması


gerektiği, i m a n ı n formül cümlesi olan Kelimei T e v h i t ' t e gösteril­
miştir. Kelimei Tevhit, K u r ' a n d i n i n i n b ü t ü n a l a n l a r ı n d a geçerli
bir 'ölçüt formül'dür. Bu ölçüt-formül iki k ı s ı m d a n oluşuyor:

1. Nefy (Allah dışındakileri yok saymak),


2. İspat (sadece ve sadece Allah'ı esas almak).
Cümleyi ö z g ü n k u r u l u ş u n a u y g u n olarak hatırlayalım:

" Başka ilah yok, sadece Allah var."

K u r ' a n böyle bir formül vererek, h e r a l a n d a geçerli bir kalıp be­


lirlemiştir. B u n a göre, Allah'ın bir ilah o l d u ğ u n u k a b u l y e t m e z ;
sadece O ' n u n ilah o l d u ğ u n u kabul gerekir. Allah'a ibadet e t m e k
de y e t m e z , ibadeti sadece O ' n a y a p m a k gerekir. Bu 'sadece' kay­
dı göz ardı edildiğinde ortaya şirk çıkar. Yani Allah'ın y a n ı n d a
y e d e k ilahların da olduğu bir din.

M e k k e m ü ş r i k l e r i n i n dini böyle bir dindi. M ü ş r i k l e r Allah'ı k a b u l


ediyor, O ' n u n e n yüce ilah o l d u ğ u n a inanıyorlardı. A m a O ' n u n
y a n ı n d a - y ö r e s i n d e b a ş k a ilahları d a vardı. K u r ' a n , M e k k e m ü ş ­
riklerinin Allah'ı k a b u l ettiklerini, Kabe'de n a m a z kıldıklarını
açıkça bildiriyor. O n l a r K u r ' a n d i n i n e ateist veya dinsiz olduk­
ları için karşı çıkmadılar, Allah'ın yanına-yöresine bazı ilahları
k o n m a d ı ğ ı için karşı çıktılar.

O halde, ilah yalnız Allah olacaktır, ibadet yalnız Allah'a yapılacak­


tır. Ve tabiî ki, teslimiyet de yalnız Allah'a olacaktır. D a h a açık­
çası, K u r ' a n ' ı n anladığı m â n â d a ' M ü s l ü m a n ' o l m a k için A l l a h ' a
teslim o l m a k yetmez, Allah dışında bir varlığa teslimiyetin i n s a n
h a y a t ı n d a n çıkarılması yani t a m ö z g ü r l ü ğ ü n gerçekleşmesi ge­
rekir.

Kula kulluk varsa, K u r ' a n ' ı n Allah'ına kul olamazsınız.

İşte, K u r ' a n ' ı n anladığı ve anlattığı dindarlığın özü, esası b u d u r .


Bu öz ve e s a s t a h e r h a n g i bir z e d e l e n m e varsa, K u r ' a n ' ı n istediği
d i n d a r l ı k t a n söz edemeyiz. Bir a d a m h e m şeyhe teslim olarak
h e m türbeye dilek ç a p u t u asarak, i b a d e t l e r i n d e A l l a h ' t a n ahiret,
i n s a n l a r d a n da dünyalık bekleyerek M ü s l ü m a n o l a m a z . Ya biri
ya öteki.

HAYATÎ KAYIT: ' S A D E C E '

'Sadece' kaydı, h ü k m ü n ü icra etmelidir. Yoksa yok!

Yani K u r ' a n ' ı n aradığı dindarlığın esası 'fazla ibadet' değil, sade­
ce Allah'a ibadettir. S a d e c e Allah'a teslim olmak, sadece O ' n a
ibadet e t m e k , s a d e c e O ' n d a n y a r d ı m dilemek, s a d e c e O ' n a gü­
v e n m e k . . . Akla gelebilecek t ü m alanlarda omurgayı bu 'sadece'
oluşturur. S a d e c e y o k s a 'biraz var', epeyce var', b ü y ü k ö l ç ü d e
var' y e t m e z . Yani 'tam teslimiyet' olacak.

T a m teslimiyet varsa ibadet eksikliği zarar vermez. Ç ü n k ü ibadet


i m a n d a n bir p a r ç a değildir ki o azaldıkça i m a n da azalsın. İmamı
Âzam'ın b ü y ü k i m a n v e d e h a s ı b u n u ilkeleştirdi. T a m teslimiyet
varsa insan, Allah'ın h e r hal ve ş a r t t a d o s t u d u r . Şöyle d ü ş ü n ü ­
y o r d u Ebu Hanîfe: T a m teslimiyet y o k s a hiçbir i b a d e t fazlalığı,
i n s a n ı n Allah d ü ş m a n ı o l m a ihtimalini sıfırlayamaz. İşte buy­
du, ö l ü m s ü z İ m a m ı Â z a m ' ı n s a v u n d u ğ u . Ayrıntılar için bizim
İmamı Âzam adlı eserimize bakılabilir.

T a m teslimiyette k u s u r varsa i b a d e t i n çokluğu z a r a r v e r m e m e k ­


le k a l m a z , i n s a n ı batırır. Ç ü n k ü teslimyet zaafıyla birlikte yürü­
yen fazla ibadet riya getirir. Şirkin en sinsi şekli olan riya m u t l a k
v e m u h a k k a k b a t ı ş ı n göstergesidir.

Allah'a tam teslimiyet dindarı, muvazaalı teslimiyet dinciyi yaratır.

A l l a h ' a teslimiyet t a m gerçekleştiğinde ortaya, K u r ' a n ' ı n â d e t a


kutsadığı, h a y a t ı n en değerli varlığı o l a r a k gösterdiği 'dindar' tip
çıkar. K u r ' a n , t a m teslimiyetle d i n d a r sıfatını almış i n s a n ı şöyle
yüceltmektedir:

" İ ş onların sandığı gibi değil! Kim güzel d ü ş ü n ü p güzel davranışlar


sergileyerek yüzünü Allah'a teslim ederse, Rabbi katında ödülü var­
dır o n u n . K o r k u yoktur böyleleri için; tasalanmayacaklardır onlar."
(Bakara, 112)

" G ü z e l d ü ş ü n ü p güzellikler sergileyerek ve özü-sözü doğru bir hal­


de İbrahim'in milletine uyarak yüzünü Allah'a teslim edenden daha
güzel dinli kim olabilir?! Allah, İbrahim'i dost edinmişti." (Nisa,
125)

"Güzel d ü ş ü n ü p güzel davranarak yüzünü Allah'a teslim eden,


en sağlam kulpa yapışmıştır. İş ve oluşların sonu Allah'a varır."
( L u k m a n , 22)

"Allah'a çağırıp/yakarıp barışa/hayra yönelik iş yapan ve 'Ben,


Müslümanlardanım/ Allah'a teslim olanlardanım' diyen kimseden
daha güzel sözlü kim vardır?!" (Fussılet, 33)
T a m teslimiyet g e t i r m e y e n i b a d e t t e n s e t a m teslimiyet getiren
g ü n a h l a r yeğlenmelidir. Ç ü n k ü g ü n a h k â r ı n Allah'ın m e r h a m e t i ­
n e sığınma h a k v e ü m i d i açıktır. A m a riyakârın böyle bir h a k k ı
ve ü m i d i o l a m a z . Ç ü n k ü riya şirktir ve şirke s a p a n ı n k u r t u l u ş u
y o k t u r . K u r ' a n ' d a n bu ilhamı ve k a n ı t ı aldığımız içindir ki biz,
e n g ü r sesimizle ş u n u haykırabilmekteyiz:

"Gizli şirk riyaya saparak ibadetlerini başlarına bela eden mas­


keli müşrikler, günah-kârlara kurban olsunlar. Keşke onların da
günahkârlar gibi ümitleri, rahmet beklentileri olsa. Ama yoktur.
Onlar, günahkârları dinsiz-imansız diye horlayıp dururken, bir gün
gelecek, o horladıkları günahkârlar onların enselerine basarak cen­
nete girecekler."

Yine K u r ' a n ' ı dinleyelim:

"Şu bir gerçek ki, 'Rabbimiz Allah'tır!' deyip sonra, dosdoğru yürü­
yenler üzerine, melekler ha bire iner de şöyle derler: 'Korkmayın,
üzülmeyin! Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz sizin, dünya haya­
tında da ahirette de dostlarınızız. Cennette sizin için nefislerinizin
arzuladığı her şey var. Orada sizin için istediğiniz her şey var. Gafur
ve Rahîm Allah'tan bir ikram olarak." (Fussılet, 30-32)

İslam'ı birazcık bilenler bilirler ki, şu ayetlerde v a a t edilenler­


d e n y o k s u n k a l a c a k o l a n l a r ibadeti eksik, h a t a y a bulaşmış, a m a
eksiğini m e r t ç e itiraftan asla ç e k i n m e m i ş g ü n a h k â r l a r değil, iba-
detleriyle kasılıp k a b a r a r a k o n u b u n u imansız-kâfir ilan etmeyi
din h a l i n e getirmiş dinci riyakârlardır.

S a m i m i d i n d a r l ı k vasfını elde e t m e y e çalışmak yerine riyakâr


dinciliği yeğleyenler, varlıklar d ü n y a s ı n ı n en şerir, en habis u n ­
surlarıdır. İddiaları, giysileri, fotoğrafları, b u l u n d u k l a r ı mevki
ve istismar ettikleri değerler ne o l u r s a olsun, bu gerçek değiş­
m e z . Böylelerinin, bu gerçekleri bilmeyen halkı Allah ile aldata­
r a k kendilerini ' d o k u n u l m a z , m a k b u l a d a m ' ilan ettirmeleri d e
hiçbir şeyi değiştirmez.

Teslimiyet, i n s a n h a y a t ı n d a iki o l u m s u z l u ğ u d ı ş l a m a k istemek­


tedir:

1. Din alanında 'dinsel otorite' diye anılan şürekâyı (Allah'a ortak


koşulanları) dışlamak,
2. Siyasal alanda despotizmi dışlamak.

Bu gerçeği k a y d a geçiren M u h a m m e d İkbal, B a t ı ' d a birinci dış­


l a m a n ı n m ü m e s s i l i o l a r a k Luther'i, ikinci d ı ş l a m a n ı n mümessili
o l a r a k da Rousseau'yu g ö r m e k t e d i r . İkbal, bu ilkelerin Batı'da,
r e f o r m c u l a r aracılığıyla ve Hristiyanlığa r a ğ m e n e g e m e n kılın­
m a s ı n ı K u r ' a n gerçeklerinin bilinçsiz bir şekilde ( u n c o n s c i -
ously) k a b u l ve itirafı o l a r a k g ö r m e k t e d i r . (İkbal, islam As An
Ethical and Political ideal, 164-165)

K u r ' a n , bu yapısıyla İ s l a m ' a iki a n l a m y ü k l e m e k t e d i r : 1. T ü m


varlıkların Yaratıcı'ya teslimiyeti (3/83), 2. T ü m i n s a n l a r ı n
Yaratıcı'ya teslimiyeti. Bu teslimiyetin t a m olması için, Allah dı­
ş ı n d a bir kuvvet veya kişiye teslimiyet olmamalıdır. Yani s a d e c e
A l l a h ' a teslimiyet olmalıdır. K u r ' a n b u n a , 'Âlemlerin R a b b i ' n e
teslimiyet' diyor. (bk. 2 / 1 3 1 ; 27/44; 40/66; Bu iki a n l a m , aynı
z a m a n d a İ s l a m ' ı n d a a n l a m ı d ı r . K u r ' a n , insanlığı, işte b u a n l a m ­
da bir İslama girmeye ç a ğ ı r m a k t a d ı r , (bk. 2/208; 5/16; 10/25)
K a m p d i n i n e d ö n ü ş t ü r ü l m ü ş bir sözde İslama değil. Bu a n l a m ­
da bir barış ve senlik d i n i n e teslim olanlara, nüfus kayıtlarına
b a k a r a k " S e n m ü m i n değilsin" d e n m e m e l i d i r . (bk. 4/94) Laf
ve iddiaya değil, eyleme bakılmalıdır. Eylem, silm ve selam ey­
lemidir. Ve Selam, İslam'ı d i n o l a r a k t a k d i r e d e n Y a r a t ı c ı ' n ı n
isimlerinden biridir, (bk.59/23)

Bu teslimiyetin yerleştiği kalbe K u r ' a n 'kalb-i selim' d e m e k t e


ve o n u , k u r t u l u ş u n biricik sermayesi o l a r a k g ö r m e k t e d i r , (bk.
26/89) 'Allah k a t ı n d a din i s l a m d ı r " (Âli İ m r a n , 19) a y e t i n d e
a m a ç l a n a n d i n bu teslimiyetin dinidir, nüfus kayıtlarının, ge­
leneğin, e g e m e n güçlerin 'islam' dedikleri değil. Bu a n l a m d a k i
İslam y o k s a Allah'ın k a b u l edeceği bir d i n y o k t u r . D i n ya bu ola­
caktır y a h u t da hiçbir şey. (bk. 3/85) Allah'ın, insanlık için din
o l a r a k seçip insanlığa teklif ve e m a n e t ettiği b u d u r . (bk. 5/3)

B ü t ü n peygamberlerin tebsliğ ettiği v e b ü t ü n p e y g a m b e r l e r e


talim edilen d i n d e b u teslimiyet dinidir. B u b a k ı m d a n b ü t ü n
peygamberler bir ve aynıdır, (bk. 2/133, 136; 3/67, 84; 46/15)
B u teslimiyet d i n i n e m e n s u p olanların b ü t ü n z a m a n l a r d a k i v e
m e k a n l a r d a k i o r t a k adı tektir: M ü s l i m yani A l l a h ' a teslim olan:

"Allah sizi, önceden de şu kitapta da müslümanlar/Allah'a teslim


olanlar diye adlandırdı ki, resul sizin üzerinize bir tanık olsun, siz
de insanlar üzerine tanıklar olasınız." ( H a c , 78)

Teslimiyeti gerçekleştirememiş bir İslam k a b u l ve itirafı, sade­


ce sosyolojik anlamıyla bir İslam k a z a n d ı r m a k t a , Allah k a t ı n d a
değer ifade e t m e m e k t e d i r . Bu n o k t a y a m a h a r e t l e p a r m a k b a s a n
ö l ü m s ü z ü s t a t Râgıb şöyle diyor:

"Dinsel a n l a m d a İslam iki görünüm arz eder: 1. İmanın altında­


ki mertebe, 2. İmanın üstündeki mertebe. Birincisi, dil ile ikrardır
ki, o n u n sayesinde insanın kanı güvende olur. Bu d u r u m d a derûnî
iman olabilir de olmayabilir de. Bu anlamda İslam, H u c u r â t sure­
sinin 14. ayetinde ifadeye konmuştur: 'Bedeviler 'iman ettik' dedi­
ler. Söyle onlara, 'Siz iman etmediniz ama Müslüman olduk deyin.'
İmanın üstündeki mertebe ise dil ile ikrara kalp ile itikat, fiil ile
yaşamak ve Allah'ın b ü t ü n takdir ve icraatına teslimiyettir. Bu mer­
tebe, Hz. İbrahim'in, 'Teslim oldum âlemlerin Rabbine' (Bakara,
131) ve Hz. Yusuf un, 'Canımı, sana teslim olmuş halde al.' (Yusuf,
101) ayetinde ifade edilen rıza halidir." (Râgıb, el-Müfredât)
TESPİH

K u r ' a n ' ı n en ö n e m l i k a v r a m l a r ı n d a n biri olan tespih ( ö z g ü n şek­


li ' b ' ile t e s b î h ) , y ü z m e k , bir işi bitirip b a ş k a bir işe koyulmak,
k o ş u ş t u r m a k , iş y a p m a k , tasarrufta b u l u n m a k , s a ğ d a n sola
k o ş m a k , etrafa dağılmak a n l a m l a r ı n d a k i 'sibâha' k ö k ü n d e n d i r .
(Fîrûzâbâdî, Kaamus, sbh m a d . )

Varlığın h e m e n h e m e n t ü m h a r e k e t v e eylem şekillerini içerdiği


için K u r ' a n , varlığın Allah'ı yüceltmesini, övmesini, O ' n a ibadet
v e n i y a z d a b u l u n m a hallerinin t ü m ü n ü t e s p i h sözcüğüyle ifade
etmektedir.

Sibâha k ö k ü n d e n kelimeler K u r ' a n ' d a isim ve fiil h a l i n d e yüz


on civarında yerde kullanılmıştır. Çoğu, fiil h a l i n d e kullanımdır.
Bu da gösterir ki, tespih, bir k a v r a m d a n ç o k bir fiil ve eylemdir.
Varlıkların aslî eylemlerinden biridir.

Bir defa, b ü t ü n gök varlıkları ve cisimleri bir t e s p i h faaliyeti


sergilemektedir. O n l a r ı n Yüce Yaratıcı'yı k u t s a m a l a r ı , y ü z m e k
a n l a m ı n d a k i bir kelimeyle ifade edilerek tanıtılmıştır. Bazı ör­
nekler verelim:

"O o d u r ki, geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı yarattı. Her biri bir
yörüngede yüzmektedir." (Enbiya, 33)

" G ü n e ş ' i n Ay'a ulaşıp çatması gerekmiyor. Gecenin de gündüzü


geçmesi gerekmez. Her biri bir yörüngede yüzmektedir." (Yasîn,
40)

"Melekleri de arşın çevresini kuşatarak Rablerinin hamdiyle tes­


pih eder halde görürsün. Aralarında hakla h ü k ü m verilmiştir."
( Z ü m e r , 75; Ğâfir, 7; Şûra, 5)
T e s p i h faaliyeti sadece uzaya, göklere özgü bir faaliyet değildir.
Y e r y ü z ü n d e de b ü t ü n varlıklar, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar tes­
pih halindedir:

" G ö r m e d i n mi, göklerdeki ve yerdeki şuurlular da bölük bölük


olmuş kuşlar da Allah'ı tespih etmektedir. H e r biri kendine özgü
namazını/duasını, kendine özgü tespihini bilmiştir. Allah, onların
yapmakta olduklarını çok iyi bilmektedir. Göklerin ve yerin mül­
kü/yönetimi Allah'ındır! D ö n ü ş Allah'adır! (Nur, 41-43)

Kısacası, b i t k i d e n hayvana, i n s a n d a n meleklere t ü m varlık tes­


pih halindedir. D a h a doğrusu, varlık ve oluş bizatihi tespihtir.
İ n s a n da bu t e s p i h i n bir parçasıdır. Ve itiraf etmeliyiz ki en za­
yıf, en aksak, en tembel, h a t t a en n a n k ö r ve isyancı parçasıdır:

" G ö k l e r d e ve yerdeki her şey Allah'ı tespih etmektedir. Azîz'dir O,


Hakîm'dir. (Hadîd, 1)

S o n u ç ve özet şu:

"Yedi gök, yerküre ve bunların içindekiler O'nu tespih ederler.


Hiçbir şey yoktur ki, O'nu överek tespih etmesin; fakat siz onla­
rın tespihlerini fark edemezsiniz. O Halîm'dir, Gafûr'dur. K u r ' a n
okuduğunda, seninle, âhirete inanmayanlar arasına gizli bir perde
çekeriz. Kalpleri üzerine, onu anlamamaları için kabuklar geçiririz;
kulaklarına da bir ağırlık koyarız. Rabbini yalnız K u r ' a n ' d a andığın
zaman/Kur'an'da yalnız Rabbini andığın zaman, nefretle arkalarına
dönerler." (İsra, 44-46)

K u r ' a n ' ı n evreni işte böyle bir evren. Ve o n u n doğa-insan ilişki­


s i n d e n anladığı da işte böyle bir ilişki. O n u n 'küfür', isyan, yoz­
laştırma, s a p m a , n a n k ö r l ü k dediği o l u m s u z l u k l a r ise bu ahengi,
bu dengeyi, bu sıcak birlikteliği b o z m a k veya a k s a t m a k t ı r .
TEVEKKÜL
(sadece Allah'ı vekil e t m e k )

T e v e k k ü l ü n k ö k ü olan v e k â l e t t e n t ü r e m i ş sözcükler, K u r ' a n ' d a


70 civarında y e r d e geçmektedir. B u n l a r ı n 24 t a n e s i 'vekil' söz­
c ü ğ ü d ü r v e t a m a m ı n a yakını, A l l a h ' t a n b a ş k a s ı n ı vekil e t m e m e ­
n i n gerekliliğini ifade için kullanılmıştır. Ö t e y a n d a n , tevekkü­
l ü n fiil h a l i n d e k u l l a n ı m l a r ı n ı n t a m a m ı n a yakını da m ü m i n l e r i n
Allah'ı, s a d e c e Allah'ı vekil e t m e l e r i n i b u y u r a n beyyinelerdir.
K u r ' a n , ş u n a da ısrarla vurgu y a p m a k t a d ı r : "Vekil olarak Allah
yeter!" (4/81, 132, 1 7 1 ; 33/3, 48) Kısacası, K u r ' a n ş u n u söyle­
m e k t e d i r : Eğer birini vekil e d i n e c e k s e n i z , bu s a d e c e ve s a d e c e
Allah olmalıdır, (bk. 12/67; 14/12; 39/38)

Tevekkül, K u r ' a n dilinde, Allah'ı vekil e t m e k d e m e k t i r . Yalnız


u n u t m a m a k lazımdır ki bu vekil etme (tevkil), işin yapılması için
değil, tarafımızdan yapılan işin s o n u c u n u Allah'ın belirlemesi için­
dir. Bu a n l a m d a vekil olma hakkı sadece Allah'ındır. K u r ' a n mü­
mininin iki dayanağı olacaktır: 1. Kendi gayreti, 2. Allah. K u r ' a n ,
öncelikle i n s a n t a r a f ı n d a n yerine getirilmesi g e r e k e n gayrete
' a z i m ' (yoğun ve kararlı gayret) d e m e k t e d i r . Ve ilkeyi şöyle koy­
maktadır:

"Bir kez azmettin mi de artık Allah'a güvenip dayan! Allah, tevek­


kül edenleri sever." (Ali İ m r a n , 159)

B u ayet, t e v e k k ü l ü n h e m m a h i y e t i n i g ö s t e r m e k t e h e m d e dolaylı
y o l d a n t a n ı m ı n ı v e r m e k t e d i r . O halde, K u r ' a n dilinde tevekkül,
kendi gayretini yerine getiren müminin, sonrasını kotarması için
Allah'ı vekil etmesinin adıdır.

İ n s a n l a r a vekil o l m a h a k ve yetkisi, b ı r a k ı n t a r i k a t l a r ı n ö n e çı­


kardığı şeyhleri, efendileri, türbeleri, H z . P e y g a m b e r ' e bile veril­
m e m i ş t i r . Şu beyyinelere b a k ı n :
TEVEKKÜL 425

" D e ki, 'Ben sizin üzerinizde vekil değilim!" ( E n ' a m , 66)

"Eğer Allah dileseydi onlar Allah'a ortak koşmazlardı. Biz seni on­
ların başına gözcü yapmadık. Sen onların üzerine bir vekil de değil­
sin." ( E n ' a m , 107)

" D e ki, 'Ey insanlar! Şu bir gerçek ki, hak size Rabbinizden gelmiş­
tir! Artık doğruya yönelen kendi benliği için yönelir; sapan da kendi
benliği aleyhine sapar. Ben sizin üzerinize vekil değilim." (Yunus,
108 Ayrıca bk. 2 5 / 4 3 ; 3 9 / 4 1 ; 42/6)

"Allah'ın bizim için yazdığından başkası asla bize erişemez. O, bi­


zim mevlâmızdır. B u n u n için, müminler yalnız Allah'ı vekil edin­
melidir." (Tevbe, 51)

T ü r k müfessiri Elmalılı H a m d i Yazır (ölm. 1942) bu ayeti açık­


l a r k e n şöyle diyor:

" M ü ' m i n tevekkül eder. Ancak u n u t m a m a k lazımdır ki tevekkül


tefvîz-i vazife (işi havale etme) değil tefvîz-i emir (işin sonucunu ta­
yin yetkisini devir)dir. Birçokları gaflet ederek tevekkülü, vazifeyi
terk sanırlar. Yani kulluk vazifesini Allah'a havale edip emri kendi­
lerinde görmek isterler. Bilmeli ki, tevekkülün aslı, emre güven ile
vazife sevgisidir."

Anlaşılan o ki, tevekkül, b ü t ü n k u d r e t i nefse t a n ı m a m a y ı hedef


alan bir niteliktir. K u l u n sırtüstü y a t m a s ı n a t e v e k k ü l d e n m e z ,
î s t e n e n , Allah'ın h e r şeyin ü s t ü n d e h ü k ü m v e egemenlik sahibi
o l d u ğ u n u k a b u l ü sağlamaktır. K u r ' a n şöyle diyor:

"Allah hem sizi hem de yapmakta olduklarınızı yaratmaktadır."


(Saffât, 96)

Allah'ın bize h i z m e t e t m e s i n i istercesine, t e v e k k ü l ü n t a m tersi


bir m â n â y a bağlan-mak, i m a n ı zedeler. Kur'an-ı K e r i m bu tehli­
keyi ö n l e m e k için bağlılarına şu emri veriyor:

"Bir kere işe girştin mi artık Allah'ı vekil et/O'na dayanıp güven.
Ç ü n k ü Allah kendine dayanıp güvenenleri/O'nu vekil edinenleri
sever." (Âli İ m r a n , 159)

D e m e k oluyor ki, tevekküle i m k â n d o ğ m a s ı için işe girişmek


gerekir. H e r şeyden ö n c e işe girişmek yerine h e r şeyden ö n c e
t e v e k k ü l e sarılmak; Allah ile alay e t m e k olur. H z . P e y g a m b e r ' i n
ö l ü m s ü z tespitiyle, ' d e v e n i n güvenliği için Allah'a t e v e k k ü l d e n
söz e t m e k h a k k ı , deveyi bağlayarak z a p t u r a p t altına alanların­
dır." Deveyi b u ş ı b o ş bir h a l d e çöle salanların, o d e v e n i n selame­
ti için Allah'a t e v e k k ü l d e n söz etmeleri Allah ile alay etmektir.
K u r ' a n ' ı n b ü y ü k v i c d a n l a r ı n d a n biri olan Mehmet Akif (ölm.
1936) bu gerçeğe şöyle değiniyor bir şiirinde:

"Allah'a dayandım diye sen çıkma yataktan,


Mânây-ı tevekkül bu m u d u r ; hey gidi nâdân?
Alemde tevekkül demek olsaydı atâlet;
Mirâs-ı diyanetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan kürenin meş'ale-i tevhidi sönerdi,
K u r ' a n duramaz nezd-i ilâhîye dönerdi." (Safahat, Gölgeler)

Tevekkül b a h s i n d e K u r ' a n a ç ı s ı n d a n belki d e e n ö n e m l i n o k t a ,


tabiat kanunlarının değişmezliğini u n u t m a m a k t ı r . Kader, Sünne­
tullah ve Tabiat Kanunları m a d d e l e r i n d e gösterdik ki, K u r ' a n ' ı n
atıf yaptığı t e m e l a d r e s l e r d e n biri de 'tabiat kanunlarının de­
ğişmezliği' ilkesidir. B u n u n anlamı; ü r e t m e k ve b a ş a r m a k için
t a b i a t ü s t ü inayetlere sığınmayı değil, değişmez varlık yasala­
rını esask a l m a k olacaktır. Akıl, ilim ve eyleme sürekli yollama
y a p a n z a m a n ü s t ü kitap, t a b i a t k a n u n l a r ı n ı n değişmezliğine d e
yollama y a p a r a k mesajını t a m a m l a m ı ş t ı r :

Tabiat üstüne, harikaya, keramete kısacası beleşe ve ucuza sığın­


m a k yok, çalışmak ve çalışmak vardır.

B u r a d a 'sığınılacak bir t a b i a t ü s t ü ' olarak Allah ö n e çıkarılabi­


lirse de K u r ' a n ' ı n cevabı açık ve nettir: Allah, s o n u ç t a ilkelerin
kaynağıdır ve O, i n s a n a vereceğini ilkeleri g ö n d e r m e k ve insana,
b u n l a r a u y m a s ı n ı e m r e t m e k l e k e n d i s i n d e n b e k l e n e n i vermiştir.
O ' n d a n b a ş k a bir şey b e k l e m e k O ' n u n l a alay e t m e k olur. N e
yazık ki, s o n r a k i d ö n e m İslam dünyası, bu 'Allah ile alay' y o l u n a
s a p a r a k k e n d i s i n i m a h v e t - m e k l e k a l m a m ı ş , insanlığın K u r ' a n ' l a
t a n ı ş m a s ı n ı da engelleyerek iç içe c ü r ü m l e r işlemiştir.

Kula d ü ş e n görev, doğal ş a r t l a r d a yerine getirilmelidir. H a r i k a ­


lara, rüyalara, hayalî inayetlere bel bağlayarak z a m a n geçirmek
felaketle s o n u ç l a n ı r . K u r ' a n irfanının b ü y ü k isimlerinden biri
olan Seyyid Burhaneddin Tirmizî (ölm. 638/1240) bu gerçeğe
şöyle t e m a s etmiştir:
ÜMMET 427

"Allah'a tevekkül ederim demek, işe girişirsen bir işe yarar. D ü ş m a n


geliyor, bir kale var, ona kaçmak gerek, işte, sığınırım demek bu
kaleye sığınırım demektir. Kaleye girmeden "Sığınırım, sığınırım"
sözünü tekrarlamanın bir yararı yoktur." (Seyyid B u r h a n e d d i n ,
Maarif, 62)

D e m e k oluyor ki tevekkül bir şuur hali doğuruyor, fiilin yerini tut­


muyor. M u h a m m e d İkbal'in çok güzel ifade ettiği gibi, tevekkül
bir fiil ve amel inkârı değil, sınırsız bir k u v v e t t e n beslendiğimize
i n a n m a k t ı r ki bu, fiili t e r k e değil, fiilde kararlı ve gayretli olmaya
iter. Böyle bir ş u u r haline girmek, insanı akıl a l m a z bir zenginli­
ğe ve atılım c o ş k u s u n a ulaştırır.

D i k k a t i n i z i çekmiştir ki, böyle bir tevekkül anlayışının cebr


( k u l u n eylemlerinin d e t e r m i n e - z o r u n l u olması) ile de ilgisi ola­
m a z . Gerçi, h e r şeyi A l l a h ' t a n bilen sûfîlerin cebre inandıkları
eskiden beri söylenegelmiştir. A n c a k , bir Batılı y a z a r ı n da çok
güzel işaret ettiği gibi, "Sûfîle-rin cebri, kelâm ilmindeki cebr
değildir. K e n d i n e özgü bir cebr anlayışıdır o, ve Allah'ı yücelt­
meyi amaçlar, k u l u n s o r u m l u l u ğ u s ı r t ı n d a n a t m a s ı n ı değil. Bu
cebr, k u l u n k e n d i n e d ü ş e n i yapıp gerisini Allah'a b ı r a k m a s ı d ı r
ki, K u r ' a n ' ı n istediği de z a t e n b u n d a n başkası değildir." ( A d a m
Mez, el-Hadâretü'l-îslamiyyefi'l-Karni'r-Râbi', 2/43)

T e v e k k ü l ü d a h a iyi a n l a m a k için o n u n l a z a m a n z a m a n aynı


m â n â d a , b a z e n d e o n u n ileri a ş a m a s ı a n l a m ı n d a kullanılan tes­
lim ve tefvizi de g ö z d e n u z a k t u t m a m a k gerekir, (bk. b u r a d a ,
Tefviz ve Teslim madl.)
TEYEMMÜM
( t o p r a k l a temizlik)

K u r ' a n ' d a 3 y e r d e geçen bu kelime -ki h e p s i n d e fiil halindedir-


kastetmek, araştırmak, niyetlenmek anlamındadır. Nisa 43. ve
M â i d e 6. ayetler, t e y e m m ü m ü n fıkıhsal y ö n ü n ü düzenler.

T e y e m m ü m , su ile temizlik y a p m a i m k â n ı n ı yitiren bir kişinin


v ü c u d u n d a k i a r t ı k - o l u m s u z elektriği t o p r a ğ a veya o c i n s t e n
bir şeye b o ş a l t m a s ı olayıdır. Bu ameliye aynı z a m a n d a ibade­
te hazırlık ş u u r u n u diri t u t a r a k psikolojik bir k a t k ı da sağlar.
İ n s a n böylece, t a m a m ı n ı elde edemediği bir yararın, bir kısmını
sağlamış olur ki, akla ve yaradılışa u y g u n olan da b u d u r . İslam
d ü ş ü n c e s i n d e bu espri şu ilke ile dile getirilir: " T a m a m ı elde edi­
lemeyen şeyin t a m a m ı terk edilmez."

Su ile ideal a n l a m d a t e m i z l e n e m e y e n i n s a n ı n , k e n d i s i n i pisliğe


teslim e t m e s i akla v e v a h y e u y g u n d ü ş m e z . T e y e m m ü m , t a m
t e m i z l e n m e y i sağlayamayan kişinin o n u n yerine k o y d u ğ u kısmî
veya daha aşağı t ü r d e n bir temizliktir, sembolik bir temizliktir;
n a m a z a , n a m a z kılınacak yere saygının da bir ifadesidir.

T e y e m m ü m edecek kişi, a v u ç l a r ı n ı n içini t o p r a ğ a veya o c i n s t e n


bir m a d d e y e sürer, avuçlarını birbirine v u r u p silkeler ve y ü z ü n e
sürer. T e k r a r t o p r a ğ a v u r u p h e r a v u c u n u n içini diğer k o l u n a ,
dirseklerine k a d a r sürer. T e m i z t o p r a ğ a , taşa, kayaya, çakıla,
tuğlaya, vb. şeylere t e y e m m ü m edilebilir.

A b d e s t i b o z a n şey, t e y e m m ü m ü d e b o z a r . T e y e m m ü m ayrıca
suya u l a ş m a k l a d a b o z u l u r .

T e y e m m ü m suyu b u l a m a m a k veya b u l u p d a bir engel y ü z ü n d e n


k u l l a n a m a m a k d u r u m u n d a yapılır. Suyu k u l l a n m a n ı n sağlık
a ç ı s ı n d a n sakıncalı olması d a t e y e m m ü m ü g e r e k t i r e n sebepler
arasındadır.
TEYEMMÜM 429

K u r ' a n , i n s a n ı n k e n d i n i tehlikeye a t m a s ı n ı açıkça yasaklamıştır.

E m i r çok genel ve çok açıktır:

" K e n d i ellerinizle kendinizi tehlikeye a t m a y ı n " (Bakara, 195).

Bir seferde, b a ş ı n d a n y a r a l a n a n bir sahabî, ihtilâm o l m u ş ve ar­


k a d a ş l a r ı n a yaralı o l d u ğ u n u , b u d u r u m d a t e y e m m ü m e t m e s i n i n
caiz o l u p olmadığını s o r m u ş , a r k a d a ş l a r ı da, "Suyu kullanacak
güçtesin, t e y e m m ü m etmen doğru olmaz" demişler, o da y ı k a n m ı ş
ve bu yüzden ölmüş. Hz. Peygamber d u r u m u öğrendiğinde tep­
kisini şu sarsıcı sözlerle dile getirmiştir:

"Allah onları kahretsin, adamı öldürdüler. Neden işi bilene sormaz­


lar?!" (Ebu D a v u d , t a h a r e t 25)

Ş u n u da ekleyelim: S o ğ u k bir gecede ihtilâm olan Amr İbnu'l-


Âs, a r k a d a ş l a r ı n a t e y e m m ü m ederek n a m a z kıldırmış, itirazlar
yükselince, K u r ' a n ' ı n , " K e n d i canlarınıza kıymayın!" (Nisa, 29)
ayetini, d a v r a n ı ş ı n a k a n ı t göstermiştir.
TÖVBE
(tevbe)

Kur'an-ı K e r i m ' d e türevleri ile birlikte 7 0 ' t e n fazla yerde geçen


tevbe, kelime anlamıyla dönmek, y ö n e l m e k t i r . K u r ' a n bünyesin­
deki anlamı, A l l a h ' a y ö n e l m e k olan tevbe, Allah için kullanıldı­
ğ ı n d a k u l u n tevbesini k a b u l e t m e k d e m e k t i r . N i t e k i m , Allah'ın
bir isim-sıfatı da Tevvâb yani tövbeleri çok ç o k k a b u l edendir.

A l l a h ' ı n sıfatlarından biri Tevvâb olduğu gibi, k u l u n sıfat­


l a r ı n d a n biri de tâib yani t ö v b e e d e n d i r . Bu iki isim Yaratan-
y a r a t ı l a n ilişkisi h a l i n d e sürekli devrededir. K u r ' a n bu ilişkinin
sürekliliğini ısrarlı bir şekilde k o r u m a k i s t e m e k t e d i r . Tanrılığın
faaliyetlerinden biri de tövbenin aralıksız işlemesi ve Allah'ın affı­
nın her an faal olmasıdır. Bu gerçeğe işaret için, H z . P e y g a m b e r
şöyle demiştir:

"Eğer hiç g ü n a h işlemeseydiniz Allah sizi yok eder ve yerinize gü­


n a h işleyip O ' n d a n af dileyen bir başka topluluk getirirdi.

Kul a ç ı s ı n d a n bakıldığında tövbe, varlık ve o l u ş t a k i bu tanrısal


faaliyete k a t ı l m a k t ı r . Bu y ü z d e n , istisnasız h e r k e s i n tövbe et­
m e s i K u r ' a n ' ı n t e m e l istekleri a r a s ı n d a d ı r , (bk. 24/31) O l u ş t a
her an, bir ö n c e k i n e göre yükseliş ifade e t t i ğ i n d e n geçen h e r an
için tövbe, işin esasıdır. Yaratıcı r u h , sürekli o l u ş u fark e d e r ve
yükseldiği h e r yeni a ş a m a d a bir ö n c e s i n i n o k s a n görerek o n d a n
tövbe eder.

H z . P e y g a m b e r şöyle b u y u r m u ş t u r :

" B e n her gün 70 kez tevbe ederim."

O h a l d e , K u r ' a n ' ı n tövbe anlayışı a d ı n a şu tespiti yapabiliriz:


Tövbe, sadece belli günahları işleyenlerin başvuracağı bir af kapısı
TÖVBE 431

değil, sürekli oluşa katılma ve Yaratıcı ile beraberlik ş u u r u n u yaşa­


m a n ı n yollarından biridir.

D i n a ç ı s ı n d a n bakıldığında, tövbe başlı b a ş ı n a bir ibadet şeklidir.


Tövbeyi, işlenmiş günahlardan k u r t u l m a ve b a ğ ı ş l a n m a yolu ola­
r a k ele aldığımızda k a r ş ı m ı z a şu tablo çıkıyor:

Tövbenin silemeyeceği hiçbir günah yoktur. En ağır g ü n a h sayı­


lan şirk yani Allah'a o r t a k k o ş m a bile, i m a n a girildiği a n d a bü­
t ü n sonuçları ile birlikte o r t a d a n kalkar. İman dairesine girmek,
esasında tövbenin başka bir şeklidir. K u r ' a n , i n s a n o ğ l u n u n hiçbir
g ü n a h ı n ı A l l a h ' ı n bağışlayıcılığından d a h a güçlü s a y m a m a k t a ­
dır. B u n u n d a ö t e s i n d e , K u r ' a n , A l l a h ' ı n r a h m e t i n d e n ü m i t kes­
meyi, gerekçesi ne olursa olsun, i n s a n ı n k e n d i n e z u l m ü olarak
d e ğ e r l e n d i r m e k t e d i r . İlke şöyle k o n m u ş t u r :

"Allah'ın r a h m e t i n d e n ümit kesmeyin. Kuşkunuz olmasın ki, Allah


b ü t ü n günahları bağışlar." ( Z ü m e r , 53)

T ö v b e n i n işe yaramayacağı bir z a m a n t a s a v v u r u n a K u r ' a n ka­


palıdır. B u n u n l a kastedilen, i n s a n ı n d ü n y a h a y a t ı n d a v a r o l d u ğ u
s ü r e içinde h e r an tövbe edebileceğidir. D ü n y a hayatı ile ilginin
kesilmesi k a ç ı n ı l m a z d u r u m a geldiğinde yani ö l ü m d ö ş e ğ i n d e
ise tövbe artık a n l a m ifade etmeyeceğinden, bu sırada yapılan
tövbeye K u r ' a n hiçbir değer t a n ı m a m ı ş t ı r , (bk. 4/18)

Tövbe k o n u s u n d a d i k k a t ç e k m e m i z g e r e k e n K u r ' a n s a l gerçek­


l e r d e n biri de ş u d u r :

K u r ' a n , en büyük peygamber de dahil, hiç kimsenin bir başkası adı­


na tövbe etmesine imkân vermez.

K u r ' a n böylece, Hristiyanlıktaki, bir kişinin b a ş k a s ı veya baş­


kalarının g ü n a h ı n ı affettirmek için k e n d i n i k u r b a n etmesi an­
l a m ı n d a k i k a b u l ü ( r e d e m p t i o n ) r e d d e t m e k t e d i r . H i ç k i m s e bir
b a ş k a s ı n ı n g ü n a h ı n ı y ü k l e n e m e z v e bir b a ş k a s ı n ı n g ü n a h ı n d a n
s o r u m l u t u t u l a m a z . (35/18) Böyle o l u n c a , hiç k i m s e bir b a ş k a s ı
a d ı n a tövbe e d e m e z . S o n P e y g a m b e r ' e bile böyle bir h a k t a n ı n ­
mamıştır, ( b k . 3 / 1 2 8 )
UĞURSUZLUK
(tayere)

Uğursuzluğu ifade için K u r ' a n ' d a tayr k ö k ü n d e n sözcükler kulla­


nılır. Aynı k ö k t e n gelen tayere kelimesi de u ğ u r s u z l u k demektir.

Tayere veya tıyere A r a p ç a ' d a k i tayr k ö k ü n d e n gelir. Tayr ve tâir,


Râgıb'ın da ifade ettiği gibi, h a v a d a u ç a n h e r şeye denir. U ç a ğ a
tayyare ve taire d e n m e s i de bu y ü z d e n d i r .

Tayr, d a h a çok k u ş a n l a m ı n d a d ı r v e K u r ' a n ' d a b u a n l a m d a bir­


çok yerde kullanılmıştır. Tayr k ö k ü n d e n t ü r e y e n tayere (veya
tıyere), u ç a n şeylere, özellikle k u ş l a r a b a k a r a k iyi ve k ö t ü n ü n
gelişine ilişkin h ü k ü m v e r m e k veya t a h m i n d e b u l u n m a k t ı r .
A r a p ç a ' d a b u n a tatayyur (tayerecilik) denir. Tayere, bir t ü r falcı­
lıktır. A r a p l a r tayereyi çok kullanırlardı. Ö n l e r i n e çıkan k u ş u n
cinsine, u ç u ş y ö n ü n e b a k a r a k geleceğe ilişkin t a h m i n l e r d e bu­
lunurlardı.

Tayere, s o n r a k i z a m a n l a r d a s a d e c e k ö t ü l ü ğ e ve k ö t ü y e ilişkin
t a h m i n l e r i ifade için kullanılmıştır. T ü r k ç e ' d e baykuş veya kar­
ga sesiyle u ğ u r s u z l u ğ a h ü k m e t m e de, andığımız m ü ş r i k gele=
n e ğ i n bir uzantısıdır. K u r ' a n , tayereyi s a d e c e k ö t ü l ü ğ e y o r m a
a n l a m ı n d a kullanır ve s a d e c e kuşlarla değil, i n s a n l a r l a da tayere
yapıldığından bahseder.

İ n s a n ı n tayere yoluyla, b a ş ı n a gelenleri, karşılaştığı u ğ u r s u z l u k ­


ları k e n d i d ı ş ı n d a birilerinin veya bir şeylerin sırtına yıkması­
n a şiddetle karşı çıkan K u r ' a n , i n s a n ı n k e n d i n e d ö n m e s i n i v e
karşılaştığı s o n u ç l a r ı k e n d i elinin ü r ü n ü bilmesini istemektedir.
T a y e r e d e n b a h s e d e n ayetlerin h e m e n h e p s i b i r t a k ı m eski ü m ­
m e t l e r i n , k e n d i h e s a p l a r ı n a u y m a y a n nebileri u ğ u r s u z l u k sebebi
sayan ifadelerine yer v e r m e k t e d i r .
UĞURSUZLUK 433

"Dediler: "Sizin yüzünüzden uğursuzlukla karşılaştık/biz sizi uğur­


suzluk sebebi saymaktayız. (Yasin, 18)

"Dediler: 'Sen ve beraberindekiler yüzünden başımıza uğursuzluk


geldi/seni ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz.' Dedi:
'Uğursuzluk kuşunuz Allah katımladır. D a h a doğrusu siz, imtihana
çekilen bir topluluksunuz." (Nemi, 47)

"Onlara bir iyilik geldiğinde, 'Bu bizimdir!' derlerdi. Kendilerine


bir kötülük d o k u n d u ğ u n d a ise Musa ve beraberindekilerin uğur­
suzluğuna yorarlardı. Gözünüzü açın! Onların uğursuzluk kuşu,
Allah katındadır, fakat çokları bilmiyorlar." (A'raf, 131)

T a y e r e k o n u s u n d a K u r ' a n , evrensel ilkeyi şöyle k o y m u ş t u r :

" H e r insanın uğursuzluk kuşunu onun boynuna takmışızdır.


Kıyamet günü, kendisine, ö n ü n d e açılmış olarak bulacağı bir kitap
çıkaracağız: 'Oku kitabını! Bugün sana hesap sorucu olarak öz ben­
liğin yeter." (İsra, 13)

Tayere, H z . Peygamber t a r a f ı n d a n şirk olarak nitelendirilmiştir,


(bk. Tirmizî, siyer, t a y e r e babı; E b u D a v u d , tıbb, tayere babı;
Z e h e b î ; Kebâir, 156) B u r a d a k i şirk, açık ve sayısal bir o r t a k ta­
n ı m a o l m a d ı ğ ı n d a n biz tayereyi, Büyük Günahlar adlı kitabımı­
zın Şirk Benzeri G ü n a h l a r b ö l ü m ü n d e ele aldık.

Bir h a d i s i n d e tayereye i n a n m a d ı ğ ı n ı söyleyen H z . Peygamber:


"Ben iyiye yormayı severim" b u y u r u y o r . "Bu ne demektir, iyiye na­
sıl yorarsınız?" diye s o r u l d u ğ u n d a ise şöyle cevap veriyor: " G ü z e l
ve temiz kelimelerle iyiye ve güzele yorarım." (Buharı, tıbb, edviye
babı; Müslim, selam, tayere babı)

H z . Peygamber, güzel isimlerle güzele ve iyiye y o r u m l a r yapar,


güzel kelimeler d u y u n c a o n l a r d a n h a r e k e t l e güzelliğe ve m u t ­
luluğa çağrılar çıkarırdı. B u n u n içindir ki o; çirkinlik, m u t s u z ­
luk, şiddet, sıkıntı, b u n a l ı m ifade e d e n isimleri, deyimleri hiç
sevmez, b u n l a r ı değiştirir, k u l l a n d ı r m a z d ı . B u n u n içindir ki,
K u r ' a n a h l a k ı n d a hüsnüniyet (iyi g ö r ü p iyiye y o r m a k ) esastır.
UNUTMAK
(nisyan)

İ n s a n ı n k e n d i s i n e e m a n e t edilen şeyi u n u t m a s ı (Râgıb, nis­


y a n m a d . ) olarak t a n ı t ı l a n nisyan k ö k ü n d e n t ü r e y e n kelimeler
K u r ' a n ' d a 4 0 k ü s u r yerde kullanılır. Varoluş, t e k â m ü l , Yaratıcı
ile ilişki, bireysel ve t o p l u m s a l h a k l a r l a ilgili birçok t e m e l ilke,
nisyan k a v r a m ı ile yakın bir beraberlik içinde verilmektedir.

K u r ' a n dilinin a ş ı l m a m ı ş u s t a s ı Râgıb, n i s y a n ı n ya yetersizlikten


ya gafletten y a h u t da k a s ı t t a n k a y n a k l a n d ı ğ ı n ı ve s o n u ç t a insa­
nın, hafızasına e m a n e t edilen şeyi k o r u m a d a yetersizlik doğdu­
ğ u n u söylüyor.

Ş u n u h e m e n belirtmeliyiz ki, K u r ' a n ' d a k i nisyan, s ı r a d a n u n u t ­


m a k değildir. Bu, d a h a çok, ihmal ve umursamazlığın sonucu olan
y a n kasıtlı bir u n u t m a d i r ki, ilahî k e l a m b u n u i n s a n ı n savsakla-
yıcı y a n ı n ı n bir u z a n t ı s ı s a y m a k t a d ı r . B u n u n içindir ki, K u r ' a n ,
Allah'ı u n u t a n i n s a n ı n Allah t a r a f ı n d a n u n u t u l a c a ğ ı n ı açıkça
b e y a n eder.

N i s y a n ı n karşıtı (ve n i s y a n d a n k u r t u l m a n ı n yolu) zikirdir ki o


d a h a t ı r d a t u t m a k için a n m a k d e m e k t i r . Allah'ı u n u t m a m a n ı n
yolu da Allah'ı zikirdir. Ve zikrin en ideali, bir adı da Zikir olan
Kur'an'ı okumaktır.

M u t l a k k u d r e t , u n u t m a k gibi bir n o k s a n d a n arınmıştır. "Rabbim


ne şaşırır ne de u n u t u r . " (Tâha, 52) B u n u n bir a n l a m ı da, p a r ç a
j varlığın, varlık d e r e c e s i n e u y g u n olarak, u n u t m a y a bulaşacağı­
dır. N i t e k i m , p a r ç a k u d r e t olan i n s a n ı n belirgin n i t e l i k l e r i n d e n
biri de u n u t m a k t ı r . Bu illet, Âdem b a b a m ı z ı n tipik özellikleri
a r a s ı n d a sayılacak k a d a r d i k k a t çekicidir. (20/115)

İ n s a n ı n nisyanı, genellikle bir n a n k ö r l ü k v e v u r d u m duymazlıkla


atbaşı gitmektedir. (39/8; 25/18) B u n u n içindir ki, i n s a n ı n , ni-
UNUTMAK 435

m e t e ş ü k r ü u n u t a r a k d ü ş t ü ğ ü s a p m a v e azgınlık ç o k acıklı so­


n u ç l a r a sebep o l m a k t a v e o n u Allah'ın bir k e n a r a itmesine veya
küçültücü muamelelere maruz bırakmasına sebep olmaktadır.
(7/165)

Nisyan, dengeyi b o z a r a k insanı tökezletir. Bu y ü z d e n n i s y a n ı n


s o n s u z l u ğ a ilişkin olmasıyla, iğretiye ilişkin olması a r a s ı n d a
fark y o k t u r . Ç ü n k ü denge, görünmeyen dünya ile görünen dünya­
nın barıştırılması anlamını da taşıyor. Bu barışı b o z m a k , dengeyi
b o z m a k t ı r . Ve K u r ' a n : " D ü n y a d a n nasibini de u n u t m a . " (Kasas,
77) diyerek bu sırra işaret etmiştir.

Nisyanın en tehlikelisi, insanın kendi benliğini unutmasıdır.


K u r ' a n , i n s a n ı n özüyle varlığın esası, y a n i Allah a r a s ı n d a bera­
berlik g ö r d ü ğ ü n e göre, i n s a n ı n k e n d i ö z ü n ü u n u t m a s ı , bir an­
l a m d a Allah'ı u n u t m a s ı , Allah'ı u n u t m a s ı d a k e n d i b e n i n i u n u t ­
masıdır. K u r ' a n b u n u k e n d i ü s l u p güzelliği içinde v e r i r k e n şu
ifadeleri kullanır:

" O n l a r Allah'ı unuttular, Allah da onları u n u t t u . " (Tevbe, 67)

"O kimseler gibi olmayın ki, Allah'ı unutmuşlardır, Allah da onlara


kendi benliklerini u n u t t u r m u ş t u r . " (Haşr, 19)

K u r ' a n ' ı n b u y a k l a ş ı m ı n a d a y a n ı r s a k ş u n u söyleyebiliriz: İnsanı


sevmenin, insanı gaye varlık bilmenin esası da, Allah'ı t a n ı m a k t a n
geçer. H ü m a n i z m i n çekirdeği, Allah'tır. Allah'ı u n u t m u ş bir hüma­
nizm, insana k u r u a v u n t u d a n başka bir şey verememiştir.

Benliği u n u t m a n ı n bir g ö r ü n ü m ü de b a ş k a l a r ı n a verdiği öğütle­


rin k e n d i h a y a t ı n d a tersini y a p m a k t ı r ki, b u n a en çok din temsil­
cileri, özellikle Y a h u d i din a d a m l a r ı a r a s ı n d a rastlanır. K u r ' a n ,
Beniisrail h a h a m l a r ı n ı n bu b a h t s ı z tavırlarına ısrarlı bir b i ç i m d e
p a r m a k basar. Bir yerde şöyle diyor:

"İnsanlara hayırda erginliği/dürüstlüğü emredip de öz benlikleri­


nizi unutuyor musunuz? Üstelik de kitabı okuyup durmaktasınız.
Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" (Bakara, 44)

Allah'ı u n u t m a y a giden yol, Allah'ı a n m a y ı u n u t m a k t a n geçiyor.


Allah'ı a n m a y ı u n u t t u r a n bir n u m a r a l ı kuvvet, şeytandır. (6/68;
18/63; 12/42; 58/19)
K u r ' a n , i n s a n ı k e n d i dışındaki dünyayı, özellikle yaradılış sırrını
u n u t m a m a y a çağırır. B u n o k t a d a A l l a h ' ı n ayetlerini u n u t m a m a ­
ya özellikle d i k k a t çekilir, (bk. 20/26)

İ n s a n , k e n d i içine kıvrılan bir benlik olarak, k e n d i yaradılışını,


bu yaradılıştaki a ş a m a l a r ı n sergilediği hayranlık verici oluş sırrı­
nı unutmamalıdır. Bunu u n u t u r s a Mutlak Yaratıcı'nın kudretini
g ö r e m e z ve O ' n u n k a r ş ı s ı n d a küstahlığa yeltenir. (bk. 36/78)

N i h a y e t , K u r ' a n , S o n P e y g a m b e r bağlılarını h e m u n u t m a n ı n d o ­
ğuracağı b o z u k l u k l a r a k a r ş ı u y a r m a k h e m d e onların, u n u t m a
illetinin s o n u ç l a r ı n d a n ilahî bir r a h m e t l e k o r u n d u k l a r ı n ı göster­
m e k ü z e r e , bağlılarına şu duayı önerir:

"Ey Rabbimiz! U n u t u r veya hata edersek, bizi b u n d a n hesaba çek­


m e . " (Bakara, 286)

Allah'ı u n u t m a n ı n yıkıcı belirişlerinden biri de d u a d a n nasipsiz


hale gelmek, d u a d a n kopmaktır. İ n s a n için, d u a l a r ı n kabul edil­
m e m e s i n d e n d a h a b ü y ü k felaket, hiç d u a e d e m e z hale gelmektir.
UYARI
(inzâr)

Uyarı k a v r a m ı n ı k a r ş ı l a m a k için K u r ' a n ' d a inzâr sözcüğü kul­


lanılmıştır. İsim, fiil, e m i r ve sıfat o l a r a k yaklaşık 130 y e r d e
geçer.

İ n z â r ı n k ö k ü olan 'nezr'; e s a s ı n d a bağlayıcı o l m a y a n bir şeyi ki­


şinin, k e n d i nefsi için bağlayıcı kılmasıdır. (Râgıb; el-Müfredât)
T ü r k ç e ' d e b u n a a d a k veya a d a m a k diyoruz ki fıkıhsal y ö n ü fıkıh
k a y n a k l a r ı n d a n ü z ü r (nezirler) başlığı a l t ı n d a ele alınır.

Nezr k ö k ü n ü n , A r a p ç a ' d a k i ifal kalıbına aktarılışı o l a n ve


T ü r k ç e ' d e uyarı, uyarmak a n l a m ı n a gelen inzâr, içinde k o r k u t ­
m a n ı n d a b u l u n d u ğ u h a b e r veriş d e m e k t i r . Z ı d d ı olan tebşir ise
sevindirici haberler vermeyi ifade eder. İ n z â r y a p a n a nezir veya
m ü n z i r denir. İ n z â r h e r k o n u d a h e r şey için yapılabilir... (Râgıb,
aynı yer)

Peygamberlerin o r t a k sıfatlarından ikisi inzâr görevini ifade


e d e n iki kelimedir: Nezir, münzir. Peygamberler; tebliğ yaptıkları
için mübelliğ, davet (çağrı) yaptıkları için dâî, müjdeler verdikle­
ri için mübeşşir, öğretici-eğitici o l d u k l a r ı için muallim sıfatlarıyla
anıldıkları gibi, inzâr (uyarı) yaptıkları için de nezir veya m ü n z i r
sıfatıyla a n ı l m a k t a d ı r l a r .

Nezir ve m ü n z i r sıfatları, peygamberlerin imanına ortak olan mü­


minlerin de sıfatı olacaktır. Ç ü n k ü peygamberlerin getirdiği tan­
rısal emirler; davet, tebliğ ve inzâr görevini t ü m müminlere yük­
lemektedir. Müminler bu sıfatlan taşımada, peygamberlerine katı­
lırlar. Müminlerin, peygamberlerine katılamayacakları sıfat, pey­
gamberlik (nübüvvet ve risâlet) görev ve sıfatıdır. O görev, sadece
Allah tarafından seçilen kişilere sadece Allah'ın lütfuyla gelir. Yani
peygamberlik, kesbî bir mertebe değil, vehbî (Allah'ın vermesiyle
elde edilen) bir mertebedir. Oysaki davet, tebliğ ve inzâr, kesbî gö­
rev ve mertebeler oluşturmaktadır.

Kısacası, her m ü m i n i n davet, tebliğ ve inzâr görevi olduğu gibi, dâî,


mübelliğ ve münzir-nezîr sıfatı da vardır ve olmalıdır. Ama hiçbir
m ü m i n i n resul veya nebi sıfatı, risâlet veya nübüvvet görevi yoktur,
olamaz.

K u r ' a n ' a göre, tanrısal u y a n olmadan kitlelere hesap sorup azap


etmek bir zulümdür. Allah böyle bir z u l ü m d e n a r ı n m ı ş o l d u ğ u n ­
d a n , kitlelerin gafletten u y a n m a l a r ı için o n l a r a uyarıcılar gön­
d e r m e k t e d i r . (6/131) Allah'ın a d a l e t i n e y a k ı ş a n bu olduğu için­
dir ki, istisnasız t ü m t o p l u m l a r a uyarıcılar gönderilmiştir:

"Hiçbir ü m m e t yoktur ki içinden bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun."


(Fâtır, 24)

Yaratıcı, bir t o p l u l u ğ a münzirler (uyarıcılar) g ö n d e r i p o n l a r a


m ü n z e r (uyarılan) sıfatını k a z a n d ı r m a d a n o t o p l u l u ğ u asla ce-
z a l a n d ı r m a m a k t a d ı r . B u o n u n u l û h i y e t i n i n bir gereğidir:

"Biz, uyarıcıları olmayan hiçbir kenti/uygarlığı helak etmemişiz-


dir." (Şuara, 208)

Uyarıcılar aracılığı ile m ü n z e r (uyarılan) sıfatını alan t o p l u m l a r


ise uyarıların gereğini yerine getirmediklerinde, Allah'ın öngö­
receği bir a z a p l a c e z a l a n d ı r ı l m a k t a veya t o p t a n helak edilmek-
teler. (bk. 10/73; 2 6 / 1 7 3 ; 27/58; 3 7 / 7 3 , 177)

C e z a l a n d ı r m a ve helak ile uyarılar ( n ü z ü r ) a r a s ı n d a bağ ku­


r u l m u ş t u r . C e z a l a n d ı r ı l a n t o p l u m l a r ı n a k ı b e t i n d e n söz e d e n
ayetlerde şu tabirler geçmektedir: "Uyarılar yarar sağlamadı.."
( 1 0 / 1 0 1 ; 53/5, 36) "Uyarıları yalanladılar..." (53/23, 33)

H z . M u h a m m e d ' e , k e n d i s i dışındaki d ü n y a y a ilişkin ilk faaliyet


e m r i "Kalk ve uyar!" şeklinde gelmiştir. (74/1-5). Ne ilginçtir
ki bu e m r i n başlangıç n o k t a s ı , yine uyarı kelimesi kullanılarak
şöyle veriliyor:

" E n yakın akraba ve soydaşlarını uyar!" (Şuara, 214)

Anlaşılıyor ki, gerçek bir uyarıcının belirgin alâmetlerinden biri de


UYARI 439

uyarıya en yakınlarından başlamasıdır. Uyarı daha sonra uyarıcının


toplumuna, nihayet t ü m insanlığa yöneltilir.

H z . M u h a m m e d ' i n inzârı sadece bir t o p l u m a , bir devre, bir coğ­


rafyaya ait değildir; t ü m insanlığa, h a t t a t ü m varlığadır. ( 2 5 / 1 ;
34/28) G ü n l ü k dildeki deyimle, o n u n tebliğ ve uyarısı evrensel­
dir. H e m m e k â n b a k ı m ı n d a n evrenseldir h e m z a m a n b a k ı m ı n ­
d a n . (Bu k o n u d a ayrıntılar için bizim Din ve Fıtrat adlı eserimize
bakılabilir.)

O halde, K u r ' a n mesajını duyuran ve o mesajla uyarıda b u l u n a n


t ü m mübelliğlerin (bilgin, düşünür, müçtehit, müceddit, mücahit,
muallim), derece derece evrensel uyarı yaptıklarını söyleyebiliriz.

İnzâr (uyarı) genelde vahyin, özel olarak da K u r ' a n v a h y i n i n


o m u r g a n o k t a l a r ı n d a n biridir. K u r ' a n , bir uyarılar kitabı oldu­
ğ u n u ısrarlı bir b i ç i m d e ifade e t m e k t e d i r :

"Bu da bizim, kentlerin/medeniyetlerin anasını uyarman için indir­


diğimiz bir kitap. Kutsal, bereketli, kendinden öncekini doğrulayı­
cı..." ( E n ' a m , 92)

"Bir kitaptır bu; sana indirildi, onunla uyarasın diye ve inananlar


için bir öğüt ve d ü ş ü n d ü r m e olarak..." (A'raf, 2)

"Biz onu senin dilinle kolaylaştırdık ki sakınanları onunla müjde-


leyesin, inatçı bir topluluğu da onunla uyarasın!" (Meryem, 97)

"Yoksa ' O n u uydurdu!' mu diyorlar? Hayır, haktır o; senin


Rabbindendir; senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmemiş bir
toplumu u y a r m a n içindir. Umulur ki doğruya ve güzele kılavuzla-
nırlar!" (Secde, 3)

" O n a vahyedilen, bir öğütten ve apaçık bir K u r ' a n ' d a n başka şey
değildir. Diri olanı uyarsın ve inkarcılar üzerine söz h a k olsun diye
indirilmiştir." (Yasin, 69-70)

"Biz sana Arapça bir K u r ' a n vahyettik ki ülkelerin/uygarlıkların


anasını ve çevresindekileri uyarasın. Ve toplama günü k o n u s u n d a
da uyarıda bulunasın..." (Şûra, 7)
" B u K u r ' a n da öncekileri tastikleyen bir kitaptır. Zulmedenleri
uyarsın, güzel davrananlara müjde olsun diye Arap dilindedir."
(Ahkaf, 12)

"İşte bu, onunla uyanlsınlar, Allah'tan başka ilah olmadığını bil­


sinler, aklı ve gönlü işleyenler de ibret alsınlar diye insanlara yönel­
tilmiş bir tebliğdir." (İbrahim, 52)

Bu son ayette görülüyor ki Kur'an, çok ilginç bir biçimde tebliğle


inzâr arasında koparılmaz bir ilişki kurmaktadır. Bu ilişkiye daya­
n a r a k diyebiliriz ki Kur'ansal tebliğ, bir anlamda bir uyarı işidir.
K u r ' a n ' d a n n a s i p l e n m e k d e bir a n l a m d a uyarı y a p m a k , uyarıcı
olmaktır.

Rableri h u z u r u n d a haşredileceklerine i n a n a n l a r K u r ' a n ' l a uya­


rılacaklardır, (bk. 6/ 51) Bu uyarı h e m K u r ' a n ' ı n vahyedildiği
z a m a n ı n v e t o p l u m u n i n s a n l a r ı n a yöneliktir, h e m d e gelecek za­
m a n l a r b o y u n c a K u r ' a n ' ı n ulaştığı t ü m insanlara...(6/19)

K u r ' a n ' d a n nasipli r u h l a r bilirler ki, K u r ' a n u y a n kitabı ve uyaran


kitap olunca o n u n müminlerinin esas görevlerinden biri de uyar­
mak olacaktır. Bu uyarı görevini y a p a n l a r çok ö n e m l i d i r . H a r p
h a l l e r i n d e bile onları tehlikeye a t m a h a k k ı m ı z yoktur. Onlar,
a r k a d a k o r u m a y a alınırlar ki h a r p hali bitince t o p l u m u u y a r m a
görevini yapabilsinler:

" İ n a n a n l a r ı n hepsinin birden savaşa çıkmaları doğru değildir.


Onların her kesiminden bir grubun, dinde derin bilgiler edinmek ve
sefere çıkan topluluk geri döndüğünde, korunmaları ümidiyle on­
ları uyarmak için arkada kalmaları gerekmez m i ? ! " (Tevbe, 122)

Kısacası, uyan, K u r ' a n mümininin temel iman borçlarından biri­


dir.
UYUŞTURUCU
(alkol ve öteki u y u ş t u r u c u l a r )

H e r t ü r l ü u y u ş t u r u c u y u ifade için ' h a m r ' sözcüğü kullanılmış­


tır. H a m r ı n kelime anlamı, ö r t m e k t i r . İ n s a n ı n d ü ş ü n m e v e akıl
y ü r ü t m e yeteneğini ö r t e n u y u ş t u r u c u l a r a , özellikle ş a r a b a h a m r
d e n m e s i b u n d a n d ı r . K u r ' a n , bu a n l a m d a h a m r ı 6 yerde kullan­
m a k t a d ı r . ( Ö r n e k olarak bk. 2/219; 5/90-91)

V ü c u d u ö r t e n giysileri, o a r a d a k a d ı n l a r ı n başlarını ö r t m e k için


kullandıkları örtüleri ifade için kullanılan h ı m a r da h a m r l a aynı
k ö k t e n gelmekte ve ö r t e n şey a n l a m ı t a ş ı m a k t a d ı r . Bu s o n şek­
liyle kelime, N u r suresi 3 1 . ayette ve çoğul olarak (humur) kul­
lanılmıştır.

M â i d e suresi 90. a y e t i n d e yasak, h a m r olarak verilmiştir.


Yasağın geldiği z a m a n d a A r a p t o p l u m u imal ettiği alkollü içki­
lere h a m r d e m e k t e y d i . K u r ' a n , yasağı getirirken öyle bir kelime
seçmiştir ki, h e m o g ü n kullanılan alkollü içkileri h e m de in­
sanın d ü ş ü n m e ve akıl yürütme faaliyetini d u m u r a uğratacak her
türlü uyuşturucuyu aynı a n d a yasaklıyor. Ç ü n k ü h a m r , d ü ş ü n m e
yetisinde aksaklık y a r a t a n şey d e m e k t i r . B u n u n sıvı veya k u r u
olması, ağızdan veya başka bir yolla alınması hiçbir fark yaratmaz.

Kısacası, K u r ' a n , h a m r yasağı ile t o p y e k ü n u y u ş t u r u c u l a r ı i n s a n


h a y a t ı n d a n kovmayı a m a ç l a m ı ş t ı r .

K u r ' a n , h a m r yasağını çiğneyenlere m a d d î yaptırım (had) ge­


t i r m e z . H a m r yasağını çiğneyenlere u y g u l a n a c a k ceza 'tedyîn'
(dinleştirme, dine dayalı u y g u l a m a y a p m a ) k o n u s u değil, teşri
(hukuksallaştırma, hukuksal-yönetsel uygulama yapma) konu­
s u d u r , (bk. b u r a d a , Sünnet mad.) H z . Peygamber, teşrî yetkisini
de k u l l a n a n bir i n s a n sıfatıyla h a m r yasağını çiğneyenlere çe­
şitli cezalar uygulamıştır. Halife Ö m e r , yasağı çiğneyenlere 80
s o p a v u r d u r u r d u . D a h a s o n r a b u n a s ü r g ü n cezası d a ekleyen
Ö m e r , b u son c e z a n ı n k ö t ü s o n u ç l a r verdiğini g ö r ü p b u n d a n
vazgeçmiştir, (bk. M e h m e t E r d o ğ a n ; İslam Hukukunda Ahkâmın
Değişmesi, 191-193)

Bir içkinin, K u r ' a n ' ı n yasakladığı h a m r çerçevesine girip girme­


diğini nasıl belirleyeceğiz? Fıkıh t a r i h i bu k o n u d a çok renkli ve
çeşitli m a l z e m e s u n m a k t a d ı r . Yasak içine g i r m e n i n ölçüsü ne­
dir? İki kıstas kullanılmıştır:

1. İçkinin örfî anlamda h a m r yani 'şarap' olması,


2. Sarhoş edecek miktarda içilmesi.

İçilen m a d d e h a m r yani ş a r a p ise içilen m i k t a r ne k a d a r olur­


sa olsun, s a r h o ş o l u n s u n veya o l u n m a s ı n fark e t m e z ; h a r a m l ı k
d o ğ m u ş t u r . İçilen m a d d e nebîz h ü k m ü n d e olup d a s a r h o ş etme­
yecek k a d a r içilmişse h a r a m l ı k söz k o n u s u edilemez.

H a m r kavramıyla ilgili fıkhî meselelerin esası ş u d u r :

G e l e n e k s e l tefsir ve fıkıh anlayışı, K u r ' a n ' d a k i ' h a m r ' yasağını


sadece alkol içme yasağı olarak anlar. Bu yasağın k o n u s u olarak
geçen ' h a m r ' s ö z c ü ğ ü n ü de geleneksel anlamıyla ş a r a p olarak
değerlendirdiği için diğer alkollü içkileri, 'kıyas' yöntemiyle ya­
sak g ö s t e r m e y o l u n a gider. Bu m a n t ı k şu şekilde işlemektedir:
Şarap, içinde alkol olduğu için yasaklanmıştır. Falan içkilerde de
alkol vardır. O halde onlar da yasaklanmıştır.

Biz bu fıkıh m a n t ı ğ ı n a şu gerekçeyle karşıyız:

Yasağı getiren M â i d e 90. ayetin kullandığı h a m r kelimesi aklı


ö r t e n , b ü r ü y e n v e s o n u ç olarak d a çalışmasını sekteye u ğ r a t a n
şey d e m e k t i r . Y a s a k l a n a n , işte b u n u y a p a n şeylerdir. Adı ne
o l u r s a olsun, fark e t m e z .

B u n a göre, sadece alkollü içkiler değil, t ü m uyuşturucular haram­


dır. Sıvı, katı... K u r ' a n öyle bir kelime kullanmıştır ki o kelime,
yasağın geldiği g ü n ü n t o p l u m u n d a k i t e k alkollü içki olan şarap­
la birlikte t ü m u y u ş t u r u c u l a r ı n h a r a m l ı ğ ı n ı sağlamaya yetmek­
tedir. Bu k e l a m harikası d u r u r k e n , kıyas y ö n t e m i n e b a ş v u r m a y a
gerek yoktur. Kaldı ki, bu y ö n t e m e b a ş v u r a n fukaha, bu y ü z d e n
k e n d i b a ş l a r ı n a art a r d a sıkıntılar açmışlardır. İ m a m ı Âzam Ebu
Hanîfe (ölm. 150/767), h o c a s ı H a m m â d bin Ebu Süleyman (ölm.
120/737) ve o n u n h o c a s ı İbrahim en-Nehaî (ölm. 96/715), h a m r
kelimesinin örfî a n l a m ı şarap olduğu için m u t l a k h a r a m i y e t i sa­
d e c e şarap için işletmiş, diğer alkollülerin haramlığını Nisa sure­
si 4 3 . ayetteki s a r h o ş l u k k a y d ı n a bağlamıştır. B u n u n içindir ki,
İ m a m ı A z a m ' a göre, ş a r a p d ı ş ı n d a içki içen kişiye, s a r h o ş olma­
y a c a k k a d a r içmişse hadd-i şirb (içki içme cezası) u y g u l a n a m a z .

O s m a n l ı şeyhülislamlığı da bu y ö n d e fetva vermiştir.

Irak fıkıh ekolünün babası sayılan İbrahim en-Nehaî, alkollü içki­


leri ikiye ayırır:

1. H a m r (şarap),
2. Diğer sarhoş ediciler (müskirat).

N e h a î ' y e göre, şarap, ü z ü m s u y u n u n kaynatılması suretiyle elde


edilen içkidir. Aynı yolla h u r m a d a n elde edilen içki de şara­
ba b e n z e m e k l e birlikte N e h a î ve öğrencilerine, o a r a d a İ m a m ı
 z a m ' a göre, o n u n içilmesi sadece m e k r u h t u r .

H u r m a d a n yapılan içki ile b e n z e r i alkollüleri ( ş a r a p dışındakile-


ri) içenlere, Nehaî fetvasına göre, a n c a k s a r h o ş o l m u ş l a r s a h a d
uygulanır. " H e r sarhoş eden, h a r a m d ı r " şeklindeki kuralı (ki ha­
dis diye rivayet edilir) k a b u l e t m e y e n Nehaî'ye göre, şarap dışın­
daki içkileri sarhoş olmayacak kadar içenler sadece tâzir edilir, yani
azarlanıp uyarılır.

N e h a î ' n i n b i z z a t kendisi bir t ü r likör olan nebîzi içer, k o n u k l a ­


r ı n a d a i k r a m ederdi.

Nebîz; üzüm, hurma, elma, susam, arpa, buğday vs. gibi meyve ve
tahıllardan yapılır. Bazıları nebîzi 'şıra' diye t a n ı t m a gayretkeşli­
ğine girerler ki bir saptırmadır, yalandır. Nebîz, e s a s ı n d a alkollü
içkilerden bir serinin genel adıdır. N e b î z i n çoğulu olan enbize
kelimesi b u n l a r a cins adı o l m u ş t u r . Nebîzgiller demektir.

A n ı l a n fıkıhçıların bu yaklaşımı d i k k a t e alındığında ş u n u söyle­


yebilmek m ü m k ü n d ü r : Ş a r a p dışındaki t ü m içkiler (rakı, likör,
viski ve benzerleri) nebîzdir. Hanefî fakîhlerine göre, b u n l a r ,
s a r h o ş e d e c e k k a d a r içilmedikleri s ü r e c e h a r a m h ü k m ü n e dahil
olmazlar.
Nehaî e k o l ü n ü n , s a h a b e k u ş a ğ ı n d a k i temsilcisi İbn Mesûd
(ölm. 32/652) ve o n u n bilgilerini n a k l e d e n t â b i û n kuşağı fakîhı
Alkame (ölm. 62/681) de nebîz içenler a r a s ı n d a d ı r . (Kal'aci;
Mevsûatü Fıkhı'n-Nehaî, 1/287)

Fıkıh k a y n a k l a r ı Süfyan es-Sevri'nin (ölm. 161/777) de nebîz iç­


tiğini bildiriyor. Sevrî'ye göre, nebîzgilleri, sarhoş olmayacak kadar
içmekte dinen bir sakınca yoktur. Kal'aci bu bilgiyi v e r d i k t e n son­
ra ş u n u da ekliyor: "Bu tür alkollü içkiler konusunda Irak fukaha-
sının tavrı budur." (Kal'aci; Fıkhu's-Sevri, 162-163)

İslam din ilimlerinde, özellikle fıkıhta t a r t ı ş m a s ı z otoriteler


o l a n Nehaî ve Sevrî'den naklettiğimiz bu anlayış ve fetva, İmamı
Âzam adına, o n u n öğrencisi ve fetvalarının toplayıcısı olan
İ m a m Muhammed eş-Şeybanî (ölm. 189/804) t a r a f ı n d a n a y n e n
t e k r a r l a n m ı ş t ı r , (bk. Şeybanî; el-Câmiu's-Sağîr , Eşribe bahsi, s.
385-386)

Hanefî fıkhının en ü n l ü bilginlerinden biri olan müfessir-fakîh


el-Cassâs (ölm.370/980), fıkhî bir tefsir olan 'Ahkâmu'l-Kur'an'
adlı eserinde, K u r ' a n ' ı n yasakladığı h a m r ı n ş a r a p d ı ş ı n d a k i iç­
kilerin adı o l a r a k kullanılamayacağını u z u n u z u n s a v u n u r , (bk.
A h k â m u ' l - K u r ' a n , 1/447-451) Cassâs, Peygamberimizin, Veda
Haccı sırasında söylediği şu sözü de altını çize çize g ü n d e m e
g e t i r m e k t e d i r : "Şarap, aynıyla haramdır; onun dışındaki içkiler
ise sarhoş olacak kadar içilmeleri şartıyla haramdır." (bk. C a s s â s ;
Ahkâmu'l-Kur'an, 1/444)

Cassâs'a göre, aynıyla (az veya çok, s a r h o ş e d e c e k k a d a r veya


d a h a az) h a r a m l ı k sadece v e sadece ü z ü m d e n yapılan ş a r a p için­
dir. Yine Cassâs'a göre, K u r ' a n ' d a geçen hamr adı, şarap dışında
hiçbir alkollü içkiye verilemez. Onlar ancak sarhoş edecek kadar
içilmeleri halinde haram hükmü altına girerler. ( C a s s â s , aynı eser,
1/444-446, 2/648-653)

Osmanlı meşihetinin bu k o n u y a bakışı da a y n e n I r a k e k o l ü n ü n -


kü gibidir.

Hanefî fıkhının, s o n r a k i z a m a n fakîhlerince s a k l a n a n bu anla­


yışı, O s m a n l ı İ m p a r a t o r l u ğ u ' n u n e n u z u n hizmetli şeyhülislamı
o l a r a k bilinen Çatalcalı Ali Efendi (ölm. 1692) t a r a f ı n d a n ü n l ü
'Fefâva'sında a y n e n t e k r a r l a n m ı ş v e M ü s l ü m a n i m p a r a t o r l u ğ u n
en y ü k s e k d i n otoritesi a d ı n a y e n i d e n fetvaya bağlanmıştır.
Çatalcalı Ali Efendi, ü n l ü fetvasını 'vişnab' diye bilinen vişne li­
körü ile ilgili olarak s o r u l a n bir soru m ü n a s e b e t i y l e vermiştir.
O t u z d a n fazla baskı y a p a n ve A r a p ç a kaynakları ayrı bir eser
olarak basılan 'Fetâva'sında, Şeyhülislam Ali Efendi a y n e n şöyle
diyor:

"Vişnab dimekle mâruf olup müskir olan şerbetin sekir virmeye-


cek miktarın, telehhî kasdınsız içmek helal midir? Elcevap: İ m a m ı
Azam ve İ m a m Ebu Yusuf katlarında helaldir. İ m a m M u h a m m e d
katında haramdır. Fî zamanina, İ m a m M u h a m m e d kavliyle fetva
ihtiyar o l u n m u ş t u r . " (bk. Fetâva, İ s t a n b u l , 1305 baskısı, 2/326)

Ali E f e n d i ' n i n m e ş i h e t m a k a m ı a d ı n a verdiği fetvanın, g ü n ü m ü z


Türkçesiyle ifadesi şu:

"Vişnab diye bilinen sarhoş edici içkinin, sarhoş etmeyecek ka­


darını, eğlence kastı olmaksızın içmek h a r a m mıdır? Cevap:
İ m a m ı Azam ve İ m a m Ebu Yusuf a göre h a r a m değildir. İ m a m
M u h a m m e d ' e göre haramdır. Zamanımızda, İ m a m M u h a m m e d ' i n
görüşüyle fetva vermek tercih edilmiştir."

ALKOLLÜ İÇKİLER K O N U S U N D A H A N E F Î L İ Ğ İ N Ö Z G Ü N
TAVRI

Anlışılan o ki, İ m a m ı Â z a m ekolü, ş a r a p d ı ş ı n d a k i alkollü iç­


kileri (nebîzgilleri) s a r h o ş o l m a y a c a k m i k t a r d a içmeyi h a r a m
s a y m a m a k t a d ı r . İ m a m ı Â z a m v e h o c a s ı H a m m â d ' ı n (ve o n u n
hocası İ b r a h i m N e h a î ' n i n ) bu fikri, t a r i h b o y u n c a b ü t ü n Hanefî
fakîhler t a r a f ı n d a n a y n e n t e k r a r l a n m ı ş ve fetvaya esas alınmış­
tır.

Hanefîler bu k o n u d a , en b ü y ü k ü s t a d l a r ı o l a n İbrahim en-


N e h a î ' d e n beri aynı d ü ş ü n c e y i k o r u m u ş l a r d ı r . Onlar, 'mubah­
lardan sarhoş olmak' diye bir t a b i r k u l l a n m a k t a l a r . (Kerderî,
Menâkıbu Ebî Hanîfe, 150) Nehaî, nebîzgilleri h a r a m ilan eden­
leri bid'atçılık ve nefse u y m a k l a i t h a m ediyordu. Şu söz o n u n :
"Nebîzi ancak bid'ata ve nefsinin arzusuna uyan h a r a m ilan eder."
(Ebu H a y y â n et-Tevhîdî, el-Basaair ve'z-Zehâir, 4/90) N e h a î ' y e
sordular:

"Adamın biri on kadeh içti, sarhoş olmadı; onbirinci kadehte sar-


hoş oldu. Bu a d a m ı n d u r u m u nedir? İçtiği t ü m kadehler mi haram,
sadece onbirinci k a d e h m i ? " C e v a p verdi N e h a î : "Sadece onbirinci
k a d e h haramdır." (Ebu H a y y â n , aynı eser, 6/75) N e h a î ' n i n bu
ifadesi, müfessir sahabî İbn Abbas'ta da a y n e n vardır.

"Hanefî müfessir el-Cassâs, İbn Abbas'ın şunu söylediğini tefsirin­


de kayda geçirmektedir: 'Sizden biriniz dokuz kadeh içip sarhoş ol­
masa bu ona helaldir. O n u n c u kadehi içip sarhoş olduğunda ise bu
o n u n c u kadeh ona haram olur." (Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 2/463;
Kal'aci, Fıkhu İbn Abbas, 129-130)

E b u Hanîfe de s a h a b e d e n beri s ü r ü p gelen bu görüşe katılmak­


tadır. Ne yazık ki d ü ş m a n l a r ı birçok k o n u d a olduğu gibi, bu fik­
rin de sadece o n d a g ö r ü l d ü ğ ü n ü ileri s ü r e r e k o n a saldırmışlar­
dır. M u a r ı z l a r ı n d a n biri olan Ebu Avâne şöyle diyor:

" E b u Hanîfe'ye içilebilecek neyi sorsanız 'helal' deyiverir. Şekeri


(şerbeti) de sorsanız helal, sekeri (sarhoş eden içeceği) de sorsanız
helal." ( H a t î b el-Bağdadî, Tarihu Bağdad, 13/393)

T â b i û n k u ş a ğ ı n ı n e n b ü y ü k fakîhlerinden olan v e İ m a m ı Â z a m ' ı


fıkıh ilmine y ö n l e n d i r e n Şa'bî (ölm. 103/721), çekişmeli bir içki
olan nebîzi içer, çekişmeli bir o y u n olan s a t r a n c ı oynardı. İ m a m ı
 z a m anlatıyor:

"Bir mesele sormak için Şa'bî'nin h u z u r u n a gitmiştim. Baktım,


ö n ü n d e satranç, elinde nebîz. İçiyor ve oynuyordu." (Kerderî,
Menâkıbu EbîHanîfe, 283)

I r a k fıkhının beşiği olan Küfe, s a r h o ş edici içkilerden biri olan


n e b î z i n bol tüketildiği bir k e n t olarak da ü n l ü d ü r . En ü n l ü ve
en çok t ü k e t i l e n nebîzler şunlardı: Nebîzü'l-büsr ( h a m hur­
m a nebîzi), nebîzu't-temr (kuru h u r m a nebizi), nebîzu'z-zebîb
( k u r u ü z ü m nebizi), nebîzu'l-asel (bal nebîzi), nebîzu't-tîn (in­
cir nebîzi), nebîzu'l-hınta (buğday nebizi), el-hâlitân ( h u r m a
v e k u r u ü z ü m k a r ı ş ı m ı n d a n yapılan n e b î z ) , nebîzu'ş-şa'îr (arpa
nebîzi), nebîzü'z-zürre (mısır nebîzi).

İbn Seleme, Kitabu'l-Melâhî'sinde ü n l ü fakîh Z ü h r î ' n i n şu


şikâyetini k a y d a geçirmektedir: "Irak'ın, alkollü içkiler içme ko­
n u s u n d a bir sakınca görmemesine karşın müzik aleyhinde bir tavır
sergilemesini bir türlü anlayamıyorum." (İbn Seleme, Kitabu'l-
Melâhî ve Esmâuha)
İşte, İ m a m ı Â z a m ile h o c a l a r ı n ı n ve genel çerçevede Hanefî
m e z h e b i n i n alkollü içkiler k o n u s u n d a k i değişmez fetvası b u d u r .
D i ğ e r m e z h e p l e r i n h i ç b i r i n d e göremediğimiz bu fetva, İ m a m ı
 z a m e k o l ü n ü n devrim niteliğinde f a r k l a r ı n d a n biridir.

İ m a m ı Â z a m , alkollü içkiler h a k k ı n d a k i b u g ö r ü ş ü y ü z ü n d e n d e
şiddetle eleştirilmiştir. Şaşırtıcı olan, aynı g ö r ü ş t e k i diğer d i n
b ü y ü k l e r i n e ses çıkarılmadığı, h a t t a İ m a m ı Â z a m ' ı n aynı g ö r ü ş ü
t a ş ı y a n h o c a l a r ı eleştirilmediği halde, B ü y ü k İ m a m bir g ü n a h
keçisi gibi sürekli h a k a r e t e uğramıştır. Nasıl bir k a d e r d i r ki, sal­
dırı vesilesi yapılacak h e m e n h e r meselede, v a r s a yoksa İ m a m ı
 z a m ! İşte bir s a t a ş m a d a h a . M u h a m m e d bin Kasım anlatıyor:

" K a b e ' n i n hareminde Ebu Hanîfe ile karşılaştım ve nebîz içmenin


dindeki yerini sordum. Şu cevabı verdi: ' O n d a n daha alkollüsünü
içmende bile sakınca yoktur. Sen bu nimetlerin şükrünü asla eda
edemezsin." (İbn 'Adî, el-Kâmilfı Zuafâi'r-Ricâl, 8/240)

İslam fıkhının bu k o n u y l a ilgili en şaşırtıcı t a b l o l a r ı n d a n ikisine


d a h a d i k k a t ç e k m e k isteriz.

B u n l a r d a n birisi, Şafiî m e z h e b i n i n b a b a s ı o l a n İmam Şafiî'ye,


ikincisi ise d â h i bir Malikî fakîhi o l a n İ m a m Karafî'ye aittir.

Bilindiği gibi, Şâfiîler, e g e m e n anlayış olarak, nebîzgillere karşı


h o ş g ö r ü l ü değillerdir. İ m a m Şafiî (ölm. 204/820) de b a ş l a n g ı ç t a
n e b î z içmezdi. A n c a k , filozof-halife M e m û n ç o k sevdiği Şafiî'ye
bir s o h b e t s ı r a s ı n d a " B u n u b ü t ü n akıllı adamlar içer, sen n e d e n
içmiyorsun?" d e m i ş , b u n u n ü z e r i n e İ m a m Şafiî bir m i k t a r içmiş.
Ve h o ş l a n d ı ğ ı n ı söylemiş. N i h a y e t s o h b e t bitmiş, ayrılmışlar.
Halife M e m û n , Ş a f i î ' n i n a r k a s ı n d a n hediye o l a r a k o n a ö n e m l i
bir m i k t a r d a (yirmi rıtl) n e b î z g ö n d e r m i ş . (Kevserî, Fıkhu Ehli'l-
Irak, 140).

I r a k e k o l ü n ü n b u n e b î z anlayışı, b u e k o l ü n s a h a b î n e s l i n d e n
ö n c ü s ü o l a n İbn M e s û d ' d a da a y n e n vardır. (Kal'aci, İbn Mesûd,
16) D a h a s ı , bu anlayış Hz. Ali ve Hz. Ö m e r ' d e de m e v c u t t u r .
O n l a r da nebîz içenler a r a s ı n d a d ı r . (İbn Sa'd, Tabakaat, 6/245)
Ali'nin n e b î z içenlere k ı r b a ç cezası uygulattığı y o l u n d a k i rivayet
s a p t ı r ı l m a k t a d ı r . Evet, Ali nebîz içen bazılarına kırbaç cezası
u y g u l a t m ı ş t ı r a m a b u n u n e b î z içtikleri için değil, s a r h o ş olacak
k a d a r içtikleri için uygulatmıştır. Z a t e n b u n u n gerekliliğinde
hiçbir t a r t ı ş m a y o k t u r . (Kal'aci, MevsûatüAli, 97-98)
H z . Ö m e r , nebîzi çok sevenlerden biri olarak d a ü n l ü d ü r . H a t t a
s u i k a s t e uğrayıp yaralandığında, yani ö l ü m ü n d e n biraz ö n c e n e
içmek istediği s o r u l m u ş ve o, " B a n a nebîz getirin, en çok sevdi­
ğim içecek o d u r " demiştir. (İbn Sa'd, Tabakaat, 3/340, 6/245)
D a h a s ı var: Ü n l ü tarihçi İ b n S a ' d ' i n , A s r ı s a a d e t k o n u s u n u n te­
mel k a y n a k l a r ı n d a n biri sayılan Ta&a/taar'ında şu bilgiye rastlı­
y o r u z : H z . P e y g a m b e r d e nebîz içmiş v e k e n d i s i n e nebîz i k r a m
e d e n a m c a s ı Abbas'ı " Ç o k güzel yapmışsınız, işte böyle y a p ı n "
diye t a k d i r etmiştir. (İbn Sa'd, Tabakaat, 4/25-26)

P e y g a m b e r i m i z i n g ü n l ü k h a y a t ı n ı en iyi bilenlerden biri, belki


de birincisi o l a n H z . Âişe bir yerde şöyle diyor: " H u r m a y ı kap­
lara koyup pişirir, nebîz yaparız ve onu içeriz." (Aynı eser, 490)
Âişe A n a , n e b î z i n ş a r a p imal edilen k a p l a r d a yapılmasını engel­
leyenlere de karşı çıkmıştır. O, bu n o k t a d a bir t e k şeye dikkat
çekiyordu: S a r h o ş l u k . O y o k s a n e b î z i n şu m a d d e d e n , bu mad­
d e d e n , şu k a p t a veya bu k a p t a yapılmasını bir mesele o l a r a k
görmüyordu.

U n u t u l m a s ı n ki, H z . Â i ş e ' n i n bu tavrı sergilediği o r t a m , peyni­


rin y e n m e s i n i bile dine aykırı b u l a c a k k a d a r t u t u c u zihniyetlerin
kol gezdiği bir o r t a m d ı . S ü t ü s a d e c e süt o l a r a k k u l l a n m a y a alış­
mış insanlar, s ü t t e n peynir yapıldığında o n u y e m e n i n b i d ' a t ol­
d u ğ u n u v e h a r a m sayılması gerektiğini d ü ş ü n m ü ş v e b u n u H z .
Âişe'ye s o r m u ş l a r d ı r . Cevabı ç o k ilginçtir:

"Sen yemiyorsan, getir ben yiyeyim." (Dahîl, 571)

Mâlikî fakîhi Karafî (ölm. 684/1285) ise b ü s b ü t ü n şaşırtıcı bir


fetva vermiştir: Karafî'ye göre, haşhaş ve afyon, ş a r a p gibi müskir
( s a r h o ş edici) değillerdir; o n l a r nebîzgillerdendir ve sadece müf-
siddirler. Yani ç o k içilip s a r h o ş o l u n d u ğ u n d a b o z g u n yaratırlar.
Böyle o l u n c a da s a r h o ş o l u p b a ş k a l a r ı n a zarar v e r m e sebebi ya­
pılmadıkları s ü r e c e h a r a m değillerdir. B u n l a r ı içene, s a r h o ş ol­
madığı sürece, n a m a z k ı l m a k y a s a k l a n a m a z , h a d u y g u l a n a m a z .
(Karafî, el-Furûk, 1/377-381)

Anlaşılan o ki, Karafî, İmamı Âzam ve ekolünün nebîzgillere uygu­


ladığı h ü k m ü afyon ve haşhaşa da uygulamaktadır.
ÜMİTSİZLİK
(yeis, k u n û t )

Ümitsizlik a n l a m ı n d a , yeis ve k u n û t sözcükleri kullanılır.

Yeis; istek ve a r z u n u n t ü k e n m e s i , ümitsizlik, a n l a m l a r ı n d a d ı r .


K u r ' a n bu a n l a m d a bir de k u n û t ( s o n u Tı ile) kelimesini kulla­
nır ki, k a v r a m b o y u t u , yeisle aynıdır. H a t t a , Fussılet 49. a y e t t e
i n s a n ı n i t e l e m e k için ikisi yan y a n a kullanılmıştır. Biz b u r a d a
yeisle k u n û t u birlikte değerlendireceğiz.

Yeis, türevleriyle birlikte 10 k ü s u r yerde, k u n û t ise yine türevle­


riyle birlikte, 6 yerde geçmektedir.

Yeis, bir ümitsizlik ve kötümserlik psikolojisi hatta psikozu olup,


insanın yaradılışında bulunan olumsuzluklardan biri olarak göste­
rilmektedir. İ n s a n , k e n d i n e d o k u n a n en k ü ç ü k bir terslik, sıkın­
tı, zorluk ve çıkar z e d e l e n m e s i h a l i n d e d e r h a l ümitsizliğe d ü ş e r .
Bu d u r u m , i n s a n ı n n a n k ö r l ü ğ ü n ü n , bencilliğinin bir uzantısıdır.
N i t e k i m , yeise değinen ayetlerden birinde i n s a n ı n yeûs (ümit­
sizliğe d ü ş e n ) sıfatına, kefûr ( n a n k ö r ) sıfatının da eklendiğini
g ö r ü y o r u z . Ve i n s a n ı n ümitsizliği, elindeki n i m e t l e r d e eksilme,
u m d u ğ u n u b u l a m a m a y ü z ü n d e n , b a ş k a bir deyimle 'işlerin keyfe
uygun gitmemesi' h a l i n d e baş gösteriyor. İ n s a n egoizmi, kendi­
sini t ü m n i m e t l e r e p e ş i n e n h a k sahibi g ö r d ü ğ ü n d e n ; e n k ü ç ü k
a n l a m d a canı sıkıldığında feryat ediyor, ümitsizliğe d ü ş ü y o r .

İ n s a n egosu için, Allah, verirken çok yüce, ç o k c ö m e r t ve gü­


zeldir, a m a vermemeye, hele hele v e r d i ğ i n d e n eksiltmeye başlar
b a ş l a m a z i h a n e t l e suçlanır. Fecr suresi 15-16. ayetler i n s a n ı n bu
n a n k ö r y a n ı n a değinirken şu ü r p e r t i c i ifadeyle k o n u ş u y o r :

" İ n s a n böyledir; Rabbi kendisini deneyip de ona cömert davranır,


nimet yağdırırsa, 'Rabbim bana ikramda bulundu!' der. Ama Rabbi
onu sıkıntıya uğratıp rızkını ölçüye bağlarsa, 'Rabbim bana ihanet
etti!' der."

İ n s a n ı n n a n k ö r l ü k illetinin bir u z a n t ı s ı h a l i n d e yuvarlandığı


ümitsizlik hastalığına d e ğ i n e n ayetler ü r p e r t i c i uyarılar taşır,
(bk. 11/9-1; 17/83; 41/49)

K u r ' a n , i n s a n ı n bu garip y a p ı s ı n a hayretle, fakat biraz da ilahî


bir r a h m e t gülüşüyle b a k a r . T ü m k ö t ü l ü k l e r i n s a n ı n k e n d i elinin
ü r ü n ü d ü r . Kötülükle karşılaşan insan önce b u n u unutur, sonra
da Allah'ı k e n d i s i gibi d ü ş ü n e r e k h e r şeyin bittiğini, Yaratıcı'nın
o n u n y ü z ü n e bir d a h a b a k m a y a c a ğ ı n ı d ü ş ü n ü r . İşte b u son yap­
tığı, ö n c e k i h a r e k e t i n d e n d a h a fenadır. R u m suresi 36. ayet in­
s a n ı n bu garip y a p ı s ı n d a n , şu güzel sitem ifadesiyle bahsediyor:

" İ n s a n l a r a bir r a h m e t tattırdığımızda, onunla ferahlar, şımarırlar.


Kendi ellerinin hazırladıkları yüzünden kendilerine bir kötülük ge­
lip çatsa, hemencecik ümitsizliğe düşerler."

Ümitsizliğin en k ö t ü s ü ve ümitsizliği şirk b e n z e r i g ü n a h hali­


n e getirense Allah'ın r a h m e t i n d e n ü m i d i k e s e r e k ebedî h a y a t ı n
k a r a n l ı k hale geldiğini, k u r t u l u ş ve tövbe ü m i d i n i n kalmadığını
d ü ş ü n m e k t i r . Bu b ü y ü k g ü n a h ı gereğince a n l a m a k için tövbe
sırrını çok iyi k a v r a m a k gerekir. Ç ü n k ü ş u r a d a işaret ettiğimiz
ümitsizlik, esas anlamıyla, tövbe k a p ı s ı n ı n k a p a n d ı ğ ı n ı , h e r şe­
yin bittiğini, artık k u r t u l u ş ü m i d i kalmadığını d ü ş ü n m e k t i r , (bk.
b u r a d a , Tövbe m a d . )

İlahî r a h m e t sürekli, sonsuz ve sınırsızdır. O, h e p faaliyettedir


ve h e p i n s a n ı izleyip o n u kucaklar, bağışlar, acılarını dindirir.
Denebilir ki, insan-Allah ilişkisi i n s a n ı n h e p g ü n a h işleyip ümit­
sizliğe d ü ş m e s i , Allah'ın da h e p affedip sevinç ve m u t l u l u ğ a çı­
k a r m a s ı ilişkisidir. Şûra 28. ayet bu evrensel gerçeğe şöyle deği­
niyor:

"O o d u r ki, kulları umutlarını kestikten sonra yağmuru indirir ve


rahmetini yayar. Velî'dir O, Hamîd'dir."

T a n r ı s a l rahmetin rahatsız olduğu günahların en büyüğü, insanın


bu r a h m e t t e n büyük bir g ü n a h olabileceğini düşünmesidir. Bu,
Allah'a acizlik, yetersizlik isnat etmektir. İ n s a n ı n en b ü y ü k gü­
n a h l a r ı n d a n biri ve k e n d i s i n e yaptığı en k a h r e d i c i z u l ü m b u d u r .
ÜMİTSİZLİK 451

K u r ' a n b u n o k t a y a d e ğ i n i r k e n şöyle k o n u ş u y o r :

"Ey öz benlikleri aleyhine sının aşan/aşın giden kullarım! Allah'ın


r a h m e t i n d e n ümit kesmeyin! Allah, günahları t ü m d e n affeder.
Ç ü n k ü O, mutlak Gafur, mutlak R a h î m . " ( Z ü m e r , 53)

"Sapıtmışlardan başka kim ümit keser Rabbinin r a h m e t i n d e n ? ! "


(Hicr, 56)

"Allah'ın r a h m e t i n d e n ümit kesmeyin; çünkü, Allah'ın rahmetin­


den, küfre sapanlar topluluğundan başkası ümit kesmez." (Yusuf,
87)

A n k e b û t 2 3 . ayet, Allah'ın r a h m e t i n d e n ü m i t kesmeyi, A l l a h ' ı n


ayetlerine küfür ve Allah'a varışı i n k â r l a birleştirmektedir.

Kur'an, ümitsizliğe d ü ş m ü ş bir topluluğun dost edinilmesine şid­


detle karşı çıkar. Böyle bir topluluk mezara gömülmüş bir güruh­
t u r ki, Allah'ın gazabına uğramış olmak onların belirgin özelliğidir.
(60/13)

Yeisin K u r ' a n b ü n y e s i n d e pozitif a n l a m y ü k l e n e n t e k k u l l a n ı m ı


-ve en ilginç kullanımı- R a ' d suresi 3 1 . ayettedir. Bu, fiil ha­
lindeki k u l l a n ı m "Hâlâ ümidi kesmediler m i ? " şeklindedir. Bazı
müfessirlerin, çeşitli b a h a n e l e r l e " H â l â bilmediler m i ? " şeklinde
m â n â l a n d ı r d ı k l a r ı bu kelimeyi, esas a n l a m ı n ı k o r u y a r a k tercü­
me ettiğimizde söylenen ş u d u r :

" İ m a n edenler hâlâ ümidi kesip anlamadılar mı ki, Allah dileseydi


elbette insanlara t ü m d e n hidayet verirdi. O küfre sapanlara gelin­
ce, sanayi olarak ürettiklerinin sonucu halinde başlarına gülle-tok-
mak t ü r ü n d e n belalar inmeye devam edecek yahut o belalar onların
yurtlarının yakınına konacak."

B u r a d a k i 'lem yey'es' cümlesindeki 'yey'es' kelimesini esas anla­


m ı n d a n ç ı k a r m a y a hiç gerek yoktur. E s a s e n b u n u yapmayı haklı
gösterecek bir K u r ' a n s a l d a y a n a k da yoktur. K u r ' a n yeis kelime­
sini hiçbir yerde bilmek a n l a m ı n d a kullanmıyor.

Allah, k e n d i iradesiyle, i n s a n l a r ı n t o p t a n i m a n e t m e l e r i n e k a r a r
v e r m e m i ş s e -ki K u r ' a n ' ı n birçok ayeti b u n u açıkça gösteriyor-
bizim bu k o n u d a aksi bir irade sergilememiz Allah'a karşı çık-
m a k olur. H e r k e s , t ü m insanlık i m a n etsin d e m e k , nefsin a r z u ­
s u n u Allah'ın iradesine e g e m e n kılmaya k a l k m a k olur.

Bize d ü ş e n , ışığı yaymak, gerçeği i n s a n a u l a ş t ı r m a k yani tebliğ­


de b u l u n m a k t ı r . Örtülü bir biçimde Allardık taslayan nefs p u t u ,
" B ü t ü n insanlık aynı i m a n d a birleşecektir" sloganıyla ortaya
çıktığında, Yaratıcı'nın i r a d e s i n e ters d ü ş t ü ğ ü n ü bir türlü k a b u l
e t m e k istemez. H a k i k a t şu:

Allah, Allahlığını kimseye vermez.

T ü r k müfessiri Elmalılı, a n ı l a n ayetin yeis kelimesini esas anla­


m ı n d a t u t a r a k çevirmiş ve a ç ı k l a m a k ı s m ı n d a da, ş u r a d a değin­
diğimiz gerçeğin altını çizmiştir. Şöyle:

"Allah dileyecek olsaydı, elbette insanların hepsine hidayet verirdi.


Mademki vermedi, demek dilemedi."

O halde, tebliğ y a p a r k e n b ü t ü n insanlığı bir bayrak a l t ı n d a ve


tek i m a n etrafında t o p l a m a k gibi, fıtrat d ü z e n i n e ters bir istekle
yola ç ı k m a k doğru değildir. Böyle bir kabul, i n s a n ı ümitsizliğe
d ü ş ü r ü r ; elde edebileceği s o n u c u da batırır.

Genel ve toptan hidayetten ümidi kesmek, kısmî hidayet içinse bü­


t ü n güçleri seferber etmek, K u r ' a n ' ı n tebliğ sırrının bir gereğidir.
ÜMMET

Ü m m e t kelimesi K u r ' a n ' d a tekil v e çoğul ( ü m e m ) o l m a k ü z e r e


60 k ü s u r y e r d e geçer.

A r a p dilinin ö l ü m s ü z lügatlerinden b i r i n i n sahibi olan İbn


Manzûr, ü m m e t kelimesini dil y ö n ü n d e n incelerken şu tespiti
kaydediyor:

" Ü m m e t , insan nesli demektir. Her nebinin ümmeti, kâfir veya


m ü m i n ayrımı olmaksızın, tebliğ için gönderildiği tüm insanlardır.
M u h a m m e d ü m m e t i denince de Hz. Peygamber'e inanan ve inan­
mayan b ü t ü n insanlar kastedilir."

K u r ' a n , ü m m e t kavramı içine, bir fikir ve ülkü etrafında t o p l a n a n


i n s a n l a r ı n v ü c u t verdiği birlik y a n ı n d a , aynı t ü r d e n hayvanların
o l u ş t u r d u k l a r ı toplulukları d a sokar. S ü r ü n g e n veya u ç u c u t ü m
hayvan aileleri birer ü m m e t o l u ş t u r u r , (bk.6/38) H a y v a n l a r ı n bi­
rer ü m m e t o l u ş t u r d u k l a r ı n ı hadisler çok d a h a ayrıntılı b i ç i m d e
ifadeye k o y m a k t a d ı r , (bk. Müslim, selam 148; Tirmizî, sayd 16;
İ b n M â c e , sayd 2)

H e r şeyden önce, insanlık bir ü m m e t oluşturur. En geniş d a i r e bu­


d u r . İkinci daire, ç o ğ u n l u k b a k ı m ı n d a n e n ö n d e gelen M u h a m ­
med ü m m e t i n indir. M u h a m m e d ü m m e t i d e k e n d i içinde d a h a
alt ü m m e t g r u p l a r ı n a ayrılır.

Böylece ü m m e t kavramı K u r ' a n ' d a şu a n l a m l a r ı ifade e t m e k t e ­


dir;

1. Canlı toplulukları,
2. İnsan toplulukları,
3. Bir nebiye bağlı topluluk,
4. Bir nebinin ümmeti içindeki alt gruplar,
5. Eylemleriyle tarihe büyük değerler bırakmış yaratıcı benlikler.
B u n u n e n tipik örneği H z . İ b r a h i m ' d i r . K u r ' a n o n u 'bir ü m m e t '
o l a r a k a n m a k t a d ı r , (bk. 2/213; 3/104-110; 10/19; 16/120)

K u r ' a n ' ı n ve Arap dili inceliklerinin yanı sıra, Hz. Peygamber'in


beyanları da, M u h a m m e d ümmeti kavramı içine b ü t ü n insanlığı al­
mayı gerekli kılmaktadır. Bu geniş ü m m e t topluluğunun, yoldan
az veya çok sapmış olanları, b u n u n hesabını Yaratıcılarına verir­
ler. Ancak bizim onları R a h m e t Peygamberi'nin davet şemsiyesi­
nin dışına itmeye yetkimiz yoktur. İbnül-Kayyım el-Cevziye (ölm.
751/1350) Celâu'l-Efham adlı e s e r i n d e (bk. s. 141-142) bu nok­
tayı d e ğ e r l e n d i r i r k e n ş u n u söylüyor:

" H z . Peygamber, istisnasız herkese rahmettir. Şu var ki müminler


bu rahmeti kabullenerek o n d a n dünyada ve âhirette yararlanırken,
küfre sapanlar onu reddederler. Ancak rahmeti inkâr etmeleri, on­
ları Resul'ün rahmeti dışına çıkarmaz. Onlar bu rahmeti kabul et­
miyorlar, hepsi bu."

O halde, H z . M u h a m m e d ' i n ü m m e t i , yalnız o n a inandığını söyle­


yenler değildir; b ü t ü n insanlıktır. A n c a k b u geniş ü m m e t çerçe­
vesi içinde o n a k u l a k verenlerle vermeyenler, m a r u z kalacakları
akıbet b a k ı m ı n d a n farklıdır. Bu farklılık, M u h a m m e d Ümmeti
deyimini sadece M ü s l ü m a n l a r a özgülemeyi g e r e k t i r m e z . İ n a n a n
v e i n a n m a y a n l a r ı ile t ü m insanlık S o n P e y g a m b e r ' i n ü m m e t i ­
dir. Bazılarının b u n u n farkında o l m a m a s ı , bu evrensel gerçeği
değiştirmez.

Özetleyelim: M u h a m m e d ü m m e t i deyiminin iki çerçevesi vardır:


Genel çerçeve, dar ve teknik çerçeve. B u n l a r ı n birincisi b ü t ü n in­
sanlığı, ikincisi ise Kelimei Ş e h â d e t getirenleri k u c a k l a r .

Anlaşılan o ki, ü m m e t deyimi, s a d e c e dinsel a n l a m d a değil, filo­


lojik a n l a m d a da, bir n e b i n i n h i t a p ettiği t ü m insanları, i n a n a n ­
ları ve i n a n m a y a n l a r ı ile k u c a k l a m a k t a d ı r . B u n u n i n a n a n l a r a
özgülenmesi, geleneğin bir uygulamasıdır.
ÜMMÎ

K u r ' a n ' d a 2 yerde tekil, 4 yerde de çoğul (ümmiyyûn, ümmiyyîn)


olarak geçer.

Ümmî, o k u m a y a z m a bilmeyen değil, o k u m a y a z m a yoluyla elde


edilen bilgileri bilmeyen, özellikle E h l i k i t a p ' ı n elindeki bilgileri
ö ğ r e n m e y e n ve doğal hali ü z e r e kalmış olan kişiyi ifade eder.
K e l i m e n i n k ö k ü olan ü m m yani a n n e , b u r a d a t e m e l n o k t a d ı r .
Ümmî, a n n e s i n i n k e n d i s i n e verdiği bilgilerle yetinen, yaradılışı
ü z e r e kalmış kişidir. (İbn M a n z û r , ü m m m a d . )

Ümmî, kelime anlamıyla anneci, a n n e tarafım tutan, anneye men­


sup vs. demek de olur ki, yaradılış berraklığı, saflık ve m e r h a m e t
ifade etmesi bakımından, son derece ilginç nüktelere kaynaklık
eder. A r a p dili lügatlerinin bu k e l i m e n i n etimolojisi ve çerçeve­
siyle ilgili olarak verdikleri bilgileri değerlendirirsek şu s o n u c a
varabiliriz: Ümmî, kitabî-entellektüel bilgilerle zihni ve gönlü dol­
durulmamış kişidir.

K u r ' a n , s o n n e b i n i n b u ü m m î l i k vasfı ü z e r i n d e ısrarla d u r d u ­


ğu gibi, o n u n h i t a p ettiği çekirdek neslin ümmîliği ü z e r i n d e
de d u r u r . Bu iki görünümlü ümmîlik, vahyin insan hayatına mal
edilmesi a ç ı s ı n d a n ö n e m t a ş ı m a k t a d ı r . H e r şeyden önce, H z .
M u h a m m e d ümmîdir:

" O n l a r ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları


ümmî peygambere uyarlar; o onlara iyiliği emreder, kötü ve çirkin­
den onları alıkoyan" (A'raf, 157)

Bu ayet h e m H z . P e y g a m b e r ' i n ümmî vasfını saptıyor h e m de


n e b i n i n ümmîliğine b a ğ l a n a n sonuçları v e b u n l a r ı n vahiy k u r u ­
m u a ç ı s ı n d a n kaçınılmazlığını ortaya koyuyor.
Yüzeysel değerlendirmelerle yetinmeyi seven bazı aydınlara
göre, nebilerin bilgili, h a t t a devirlerinin en bilgili kişileri olmala­
rı gerekir. K u r ' a n , bu m a n t ı ğ ı n bir şirk belirtisi o l d u ğ u n a yer yer
vurgu y a p m a k t a d ı r . G e r ç e k , b u m a n t ı ğ ı n iddiasının t a m tersidir.
Bir nebi, d u y u l a r ve akılla elde edilen bilginin değil, d u y u l a r ü s t ü
i d r a k i n kazandırdığı bilginin temsilcisidir. Nebiye yüklenen bilgi,
akıl dışı değildir a m a akılüstüdür. O halde, Schimmel'in de isa­
betle belirttiği gibi; "Nebinin, sözlü ya da yazılı entelektüel bilgiye
bulaşmamış olması gerekir. (Schimmel, The Mystical Dimensions
of islam, 36) Aksi halde, n e b i n i n farklı hiçbir yanı, vahyin de,
s ı r a d a n bilgiden hiçbir ü s t ü n l ü ğ ü k a l m a z .

Yaratıcı Kudret, n e b i n i n bu e n t e l e k t ü e l bilgiden uzaklığını esas


alıyor. N e b i n i n gönlü ve beyni t a m bir tabla rasa (boş ve ber­
r a k levha) olmalıdır ki, t a n r ı s a l kaynaklı, z a m a n ü s t ü bilgi o n u n
benliğine hiç b u l a n m a d a n işlenebilsin. O halde, bir n e b i n i n
e n b ü y ü k m u c i z e l e r i n d e n biri, d e v r i n i n e n t e l e k t ü e l v e z a m a n a
m a h k û m bilgilerinden u z a k olmasıdır. Bir b a ş k a deyimle, bu bil­
gilerden hiçbir m e d e t u m m a d a n h a k i k a t i v e ö l ü m s ü z aydınlığı
gösterebilmesidir.

Vasıtasız bilginin elde edilişi için n e b i n i n ümmîliği esas o l d u ğ u


gibi, bu bilginin, eşya, olaylar ve i n s a n ı tanrısal y ö n d e n şekillen­
dirmesi için de, n e b i n i n h i t a p ettiği ç e k i r d e k t o p l u m u n ümmîliği
esastır. K u r ' a n b u n o k t a y a d a d i k k a t çekiyor:

"O Allah'tır ki, ümmîlere içlerinden bir resul göndermiştir de o,


onlara Allah'ın ayetlerini okur, onları arıtıp temizler, onlara kitabı
ve hikmeti öğretir. Onlar b u n d a n önce t a m bir sapıklık içine gömül­
müşlerdi." ( C u m u a , 2; ayrıca bk. 2/78; 3/20, 75)

Bu ayette; nübüvvet, vahiy, ü m m î l i k k a v r a m l a r ı n ı n evren­


sel boyutları ve birbiriyle ilişkileri veriliyor. K u r ' a n , n e b i n i n
ümmîliğinin o n a v e o n u n mesajına yöneltilebilecek tenkitleri
ö n l e m e gayesi taşıdığına da d i k k a t çeker:

"Sen b u n d a n önce herhangi bir kitap o k u m u y o r d u n ; onu sağ elinle


de yazmıyorsun. Eğer öyle olsaydı bâtıla saplananlar mutlaka kuş­
ku duyacaklardı." (29/48)

Ü m m î kavramıyla ilgili olarak i r d e l e n e c e k ö n e m l i n o k t a l a r ­


d a n biri d e b u k a v r a m ı n o k u m a y a z m a b i l m e m e k l e ilgisidir.
G e l e n e k s e l anlayış, ü m m î kelimesini ' o k u m a y a z m a bilmeyen
kişi' a n l a m ı n d a kullanmış, b u kullanımla H z . P e y g a m b e r ' i n n ü ­
büvvetini yücelttiğini sanmıştır.

İşin gerçeği, geleneksel anlayışın sandığı ve gösterdiği gibi de­


ğildir. Bir kere, K u r ' a n ' ı n kullandığı ü m m î kelime ve kavramı­
n ı n o k u m a y a z m a b i l m e m e k l e hiçbir ilgisi y o k t u r . Ümmî, belli
bazı şeyleri bilmeyen kişi demektir. Mesela, Araplar, Arapça'yı iyi
o k u y u p y a z a m a y a n a ' ü m m î ' derler. Bu anlayış, İslam fıkhına da
a y n e n geçmiştir. Ö r n e ğ i n , fıkıhta ' ü m m î ' dendiği z a m a n , eğer
özel bir kayıt k o n m a m ı ş s a , b u n d a n anlaşılan, A r a p ç a bilmemek,
Arapça'yı iyi o k u y u p y a z a m a m a k t ı r .

K u r ' a n bu kelimeyi hiçbir yerde, bir ihtimal olarak bile, o k u m a


yazma bilmeyen kişi veya topluluk a n l a m ı n d a kullanmamıştır.
K u r ' a n , A r a p t o p l u m u n a ü m m î d e m e k t e d i r . V e biz biliyoruz
ki A r a p t o p l u m u n d a çok sayıda o k u m a y a z m a bilen i n s a n var­
dır. P e y g a m b e r ' i n çevresinde, h a t t a eşleri içinde o k u m a y a z m a
bilenler vardır. Sayıları 40 civarında seyreden vahiy katipleri
vardır. K u r ' a n b u n l a r ı n t ü m ü n ü ü m m î diye niteler. O halde,
K u r ' a n ' ı n kullandığı ü m m î s ö z c ü ğ ü n ü n o k u m a y a z m a bilme­
m e k l e ilgisi yoktur.

'Ümmiyyûn' (ümmîler) kelimesi, E h l ü l k i t a p (kendilerine kitap


verilenler) kelimesinin karşıtı o l a r a k kullanılıyor: "Kendilerine
kitap verilenlere de ümmîlere de soruldu: Müslüman olup Allah'a
teslim oldunuz mu?..." (Âli İ m r a n , 20)

H Z . M U H A M M E D O K U R YAZARDI

H z . Peygamber'in o k u m a y a z m a bilmediği y o l u n d a k i k a b u l v e
iddia, o n u n t ü m bilgileri A l l a h ' t a n aldığı gerçeğini kuvvetlendir­
m e k için sürekli s a v u n u l m u ş t u r . O n u n o k u m a y a z m a bilmesi,
bilgilerini A l l a h ' t a n a l m a s ı n a engel gibi d ü ş ü n ü l m ü ş t ü r . O y s a k i
bu iddia, H z . Peygamber'i (hâşâ) k ü ç ü k d ü ş ü r ü c ü bir iddiadır.
Aldığı v a h y i n ilk emri " O k u ! " olan, en b ü y ü k d ü ş m a n l a r ı n ı ,
(Bedir harbi gibi bir k a d e r savaşında), sahabîlerine o k u m a yaz­
ma öğretmeleri karşılığında serbest bırakmayı kabul eden, o k u m a
yazmaya, kaleme-kağıda yeminle dolu bir kitabı insanlığa tebliğ
e d e n bir nebinin 23 yıllık peygamberlik d ö n e m i b o y u n c a o k u m a
y a z m a ö ğ r e n e m e m i ş veya ö ğ r e n m e m i ş o l d u ğ u n u iddia etmek
h e m inandırıcı değildir h e m de Peygamber'e saygı değildir.
Hz. Peygamber'in, gelen vahiyleri katiplerine yazdırdıktan sonra,
yazılanları kontrol edip imla düzeltmeleri yaptığını kaynaklar bize
haber veriyor. O k u m a yazma bilmeyen bir insan b u n u nasıl yapı­
yordu?

İş b u n u n l a da bitmiyor: Buharı (ölm. 256/870) ve M ü s l i m (ölm.


261/875) de dahil, t ü m h a d i s ve siyer k a y n a k l a r ı n d a şu olay ka­
yıtlıdır: Hudeybiye a n t l a ş m a s ı sırasında, Peygamberimizin, ant­
l a ş m a m e t n i altına 'Allah'ın Resulü M u h a m m e d ' şeklinde attığı
imzaya, M e k k e m ü ş r i k heyeti şöyle itiraz etmişti: " B u unvanla
imza atma! Biz senin Allah'ın resulü olduğunu kabul etsek seninle
savaşmazdık; imzanı, Abdullah'ın oğlu M u h a m m e d şeklinde a t ! "
B u n u n ü z e r i n e H z . Peygamber, a n t l a ş m a y ı yazıya geçiren Hz.
Ali'ye: "O unvanı sil!" e m r i n i vermişti. Hz. Ali, b ü y ü k e d e b i n i n
bir u z a n t ı s ı olarak: "Ben senin o unvanını asla silmem." deyince
H z . Peygamber, u n v a n ı a n t l a ş m a m e t n i n d e n k e n d i eliyle silmiş
v e m ü ş r i k l e r i n istediklerini yazmıştı. K a y n a k l a r ı n b u r a d a H z .
P e y g a m b e r için kullandıkları ifade ( B u h a r î ' d e d ö r t y e r d e geçi­
yor) ş u d u r : "Güzel yazmasını bilmiyordu a m a yazdı." (Buharî,
m e ğ a z î - U m r e t ü ' l - k a z a babı, ayrıca, ş u r û t 15; M ü s l i m , sulhu'l-
Hudeybiye)

Bu olay da gösteriyor ki H z . P e y g a m b e r o k u m a y a z m a biliyordu.


G e l e n e k ç i ç o ğ u n l u k , k a y n a k l a r ı n bu ifadesindeki "yazdı" sözü­
n ü n "yazmadı"ya d ö n ü ş m e s i için akıl a l m a z tevillere gitmiştir.

Geleneksel anlayış, o k u m a yazma bilmenin Hz. Peygamber'in değe­


rini düşüreceği yolunda bir fikre saplanmış bulunuyor. Bu saplantı­
yı haklı çıkarmak için t ü m ayetleri ve olayları zorlamıştır. H a t t a Hz.
Peygamber'in ö l ü m ü n d e n önce o k u m a yazmayı öğrendiğini söyle­
yenleri kâfir ilan edenler bile olmuştur.

H z . P e y g a m b e r ' i n , k e n d i s i n e peygamberlik geldikten s o n r a k i bir


z a m a n d a o k u m a y a z m a öğrendiğini, Hudeybiye Antlaşması sıra­
sındaki d ü z e l t m e y i bizzat k e n d i eliyle yaptığını açık bir b i ç i m d e
ve bir bağımsız risale ile o r t a y a k o y a n ve s a v u n m a s ı n ı y a p a n ,
E n d ü l ü s l ü bilgin Mâliki fakîh ve m u h a d d i s i Ebul-Velîd Süleyman
bin Halef el-Bâcî (ölm. 474/1081) o l m u ş t u r . O n u n bu k o n u y u
ele alan eseri, 'Risale fi Hilafı'1-Vaki' fi Kitabeti'n-Nebî Yevme'l-
Hudeybiye' ( P e y g a m b e r ' i n H u d e y b i y e G ü n ü Yazı Yazdığına
İlişkin T a r t ı ş m a ) adını taşıyor. Bu kitapçığın E n d ü l ü s , Sicilya,
K u z e y Afrika b a ş t a o l m a k ü z e r e İslam beldelerinde v ü c u t ver-
ÜMMİ 459

diği t a r t ı ş m a l a r , k e n d i s i n i n birkaç katıdır. Ç o ğ u n l u k , B â c î ' n i n


d ü ş ü n c e s i n e karşı çıkmıştır. A m a o n u n l a aynı g ö r ü ş ü paylaşan­
lar da vardır ve b u n l a r ö n e m l i isimlerdir. Bu isimlerin yirmiye
yakını ve görüşleri, B â c î ' n i n risalesinin İstanbul Süleymaniye
K ü t ü p h a n e s i ' n d e k i y a z m a n ü s h a s ı n a e k l e n e n bir b ö l ü m d e ve­
rilmiştir, (bk. S ü l e y m a n i y e K ü t ü p h a n e s i , Y a z m a Bağışlar, n u -
m a r a : 1 8 8 5 / 3 , varak: 105-115. Risaleye ek için bk. Aynı yazma,
v a r a k : 116-125)

Bâcî, risalesinde, H z . P e y g a m b e r ' i n o k u m a y a z m a bilmesini,


ö ğ r e n m e yoluyla değil, m u c i z e yoluyla v ü c u t b u l m u ş bir olay
o l a r a k g ö s t e r m e k t e d i r . B u n u n içindir ki eserinin ilk b ö l ü m ü n d e
m u c i z e h a k k ı n d a bilgiler v e r d i k t e n s o n r a ' o k u m a y a z m a ' m u ­
cizesini ele alır. O n u n bu tavrını anlayışla k a r ş ı l a m a m a k hak­
sızlık olur. Olayı m u c i z e ile açıkladığı h a l d e P e y g a m b e r ' e saygı­
sızlıkla i t h a m edilmiştir.

A n c a k işin ö n e m l i bir yanı d a h a var: Bâcî'den çok ö n c e y a ş a m ı ş


bazı ü n l ü muhaddis-fakîhler H z . P e y g a m b e r ' i n o k u m a yazmayı
bildiğini k a b u l e t m e k t e ve b u n u m u c i z e ile a ç ı k l a m a ihtiyacını
d u y m a m a k t a l a r . Bizzat Bâcî t a r a f ı n d a n listelenen (bk. A n ı l a n
Risale, 4. b a b ) ve içlerinde sahabî ve tabiî kişilerin de b u l u n d u ­
ğu bu bilginler şunlardır: Misver bin M a h r e m e (ölm. 6 4 / 6 8 3 ) ,
Urve bin Zübeyr (ölm. 93/712), Şa'bî (ölm. 103/721), Avn bin
Abdullah (ölm. 115/728), İbn Şihab ez-Zührî (ölm. 124/742),
Ebu İshak eş-Şeybanî ( ö l m . 1 4 1 / 758), Ma'mer bin Râşid (ölm.
154/771), Ş u ' b e b i n e l - H a c c â c (ölm.160/776) İ b n H e m m a m (ölm.
2 1 1 / 8 2 6 ) , Ebu Ubeyd Kasım bin Sellâm (ölm. 2 2 3 / 8 3 7 ) , İbn Ebî
Şeybe (ölm. 235/-849), M u h a m m e d bin Beşşâr (ölm. 2 5 2 / 8 6 6 ) ,
Vekî' bin M u h a m m e d (ölm. 306/918), Ebu Bekr el-Mukrî (ölm.
360/971), Ebu Bekr el-Bakıllanî (ölm.403/1013)

B â c î ' n i n risalesinin y a z m a n ü s h a s ı Prof. Dr. Ramazan Şeşen ta­


rafından çalışma k o n u s u yapılmış ve bir bildiri h a l i n d e T ü r k
Tarih K u r u m u ' n a s u n u l m u ş t u r , (bk. b u r a d a , Kaynakça) Şeşen'in
k o n u y l a ilgili o l a r a k vardığı k a n a a t B â c î ' n i n k i ile aynıdır. Şöyle
diyor:

" H z . Peygamber okuma yazma öğrenmiştir. Peygamber'in o k u m a


yazma bilmesinin K u r ' a n ' ı n mucizeliğine ters düşeceği iddiası ise
gülünçtür."
Bâcî'nin risalesi, Ebu Abdurrahman bin Ukayl ez-Zâhirî tarafın­
dan, k o n u n u n tarihsel gelişimine de ışık t u t a n geniş bir incele­
me ilavesiyle, Tahkîku'l-Mezheb' adıyla basılmıştır.

Bâcî'ye m o d e r n z a m a n l a r d a e n ö n e m l i k a t ı l ı m l a r d a n biri d e
A s r ı s a a d e t a r a ş t ı r m a l a r ı n ı n g ü n ü m ü z d e en büyük otoritesi ka­
bul edilen M u h a m m e d H a m i d u l l a h ' t a n gelmiştir. H a m i d u l l a h ,
İslam Peygamberi adlı e s e r i n d e Peygamberimizin o k u m a y a z m a
bilip b i l m e m e s i k o n u s u n a d e ğ i n m i ş ve s o n u ç t a B â c î ' n i n görü­
ş ü n e katılmayı ifade e d e n k a n a a t i n i , k e n d i s i n e özgü çok dik­
katli bir ü s l u p l a ifadeye k o y m u ş t u r . (İslam Peygamberi, paragraf,
1236'ya n o t . )

Peygamberimizi o k u m a y a z m a bilmez g ö s t e r m e k için gay­


ret sergileyenler, H u d e y b i y e ' d e k i olayı şöyle tevil ediyorlar:
"Rivayetteki, 'Peygamberimiz o unvanı silip müşriklerin istedikle­
rini yazdı.' sözünün anlamı, Hz. Ali'ye öyle yazmasını emretti de­
mektir."

Peygamberimizi o k u m a y a z m a bilmez birisi g ö s t e r m e k t e ısrar


e d e n l e r e göre, H z . P e y g a m b e r ' i n o k u m a y a z m a bildiğini kabul,
o n u n peygamberliğine n o k s a n l ı k getirir. Ç ü n k ü böyle bir du­
r u m d a o n u n bilgilerinin t a n r ı s a l kaynaklı olma niteliği tartışma­
lı h a l e gelir.

K u r ' a n verileri a ç ı s ı n d a n bakıldığında bu iddia bir b ü h t a n d ı r .


Bu iddia geçerli kılındığı içindir ki, M ü s l ü m a n kitlelerin s u m ­
a k l a r ı n d a , bilgiye, o k u y u p y a z m a y a karşı gizli bir isteksizlik,
h a t t a tiksinti o l u ş m u ş t u r . D a h a d a tehlikelisi, tarikat-hurafe
çevrelerinin bilim d ü ş m a n ı yaklaşımları m e k t e b e , bilgiye ve bil­
gine düşmanlığı y a y a r k e n e n b ü y ü k desteği b u sakat k a b u l d e n
almıştır. Şöyle d ü ş ü n ü l ü r o l m u ş t u r : Bilmemekle, ilhama dayalı
bilgiye sahip olmak arasında doğru orantı vardır. Ne kadar az öğre­
nir, ne kadar az bilirsek ilhamımız o kadar fazla olur!

K u r ' a n ' a ters bir yoldan devşirilen bu şeytanî 'ilham'm (!) Müs­
lümanları nasıl bir akıbete ittiğini a n l a m a k için, bugünkü İslam
dünyasının d u r u m u n a bakmak yeterlidir.
ÜMNİYE
( k u r u n t u , a n l a m a d a n o k u m a k , sanı, yalan)

Çoğulu emânî olan bu kelime bir y e r d e tekil (22/52), beş yerde


çoğul olarak geçmektedir. Fiil h a l i n d e k u l l a n ı m ı ise b u n u n iki
k a t ı n d a n fazladır.

Ümniye, t a k d i r e t m e k (ölçü t u t t u r m a k ) a n l a m ı n d a k i meny kö­


k ü n d e n t ü r e m i ş t i r . Meny s ö z c ü ğ ü n d e k i takdir, d a h a ç o k sanı,
hayal ve k u r u n t u y a d a y a n a r a k yapılan t a h m i n l e r için kullanılır.
Bu y ü z d e n d i r ki meny, genellikle gerçeğe d a y a n m a y a n , hayalî
tasavvur ve tasarımları ifade eder. Bu k ö k t e n gelen t e m e n n a
fiili, "yalan söyledi" a n l a m ı n d a d ı r . İlk müfessirlerden biri olan
Mücahit bin Cebr (ölm. 103/721), b u r a d a n h a r e k e t l e , e m â n î ke­
limesini 'yalanlar' diye a n l a m l a n d ı r m ı ş t ı r . (Râgıb; el-Müfredât,
meny mad.)

D i n c i gelenek bu hayatî k a v r a m d a n asla söz e t m e z . Bizim,


'Kur'an Açısından Şeytancılık' k i t a b ı m ı z ı n yayınlandığı g ü n e ka­
d a r M ü s l ü m a n T ü r k t o p l u m u K u r ' a n ' d a böyle bir k a v r a m ı n bu­
l u n d u ğ u n u bile bilmiyordu. Ç ü n k ü bildirmemişlerdi. K u r ' a n b u
sözcüğü, tekil ve çoğul h a l d e defalarca k u l l a n m a k t a ve i n s a n ı
a l d a t m a a r a ç l a r ı n d a n biri olarak şeytan t a r a f ı n d a n ö n e çıkarıldı­
ğını bildirmektedir.

K u r ' a n b u kavramı, k i t a p k a v r a m ı n a karşı bir o l u m s u z l u ğ u ifade


için k u l l a n m a k t a d ı r . Karşıtlık şöyle verilmektedir: Kitabı bilmez­
ler, sadece emânî bilirler...(Bakara, 78)

K i t a p ' a (yani bilgi ve k a n ı t a ) karşı k o n m u ş b u l u n a n ümniye,


aslı-esası olmayan şey, yalan, sanı, ne dediğini anlamadan o k u m a k
demektir.

K u r ' a n ' ı n kitaba, bu d e m e k t i r ki bilgi-düşünce-aydınlık üçlüsü­


ne karşıt gösterdiği ümniye, bizim 'hurafe, u y d u r m a ve anlama-
dan o k u m a k ' dediğimiz illetlerin ta kendisidir. Ş e y t a n ı n insanı
saptırışının esası da ü m n i y e y e itmektir. Şeytan, t ü m vaatlerinde
ümniye kullanır. Yani, insanı, a n l a m ı n ı b i l m e d e n sırf üfürük ol­
s u n diye o k u m a y a ve aslı-esası o l m a y a n şeylere i n a n ı p bel bağ­
l a m a y a iter. (Nisa, 120) D a h a ilginci, şeytan, insanoğlunu üm-
niyeler (hurafeler, uydurmalar, anlamsız okuyuşlar) kullanarak
saptıracağını Allah ö n ü n d e açıkça beyan etmiştir:

"Yemin olsun, onları hurafelere/yalanlara/anlamını bilmeden oku­


ma t u t k u s u n a iteceğim." (Nisa, 119)

Bu gerçeği g ö s t e r e n ayet, ümniyelerle ayağına çalı dolandırılan


kitlelerin, Allah'ı p a r a v a n y a p a n l a r c a aldatılıp p e r i ş a n edileceği­
ni de gösteriyor.

Kitap (bilgi, düşünce, aydınlık, kanıt) yerine a n l a m a d a n okuyup


üfürme, asılsız gelenek ve kabullerin peşinden gitme, hurafelere
saplanma gibi olumsuzluklara kucak açanlar şeytanın vaadlerinden
başka hiçbir şeyle ödüllendirilmeyeceklerdir. Böyle bir sonuçla kar­
şılaşmamak için dini-imam, hurafelerle bilimdışılıklardan temiz­
lemek ve dinin tanrısal kaynağım, anladığı dilde o k u m a k kaçınıl­
mazdır. B u n u yapmayanlar, kitabın yerine emânîyi (uydurmaları,
anlamsız üfürükleri, hurafeleri) geçirerek bunların işletilmesiyle
saltanat sürenlere ve nihayet şeytana teslim olur, yedek ilahlara
kul-köle haline gelirler.

Özetlersek, ü m n i y e ü ç başlı bir belayı aynı a n d a b a r ı n d ı r a n


şeytanî bir hastalıktır:

1. Anlamını bilmeden, ne dediğini a n l a m a d a n yani tedebbürsüz bir


biçimde okumak,

2. Hurafelere bel bağlayıp yapay kutsallıklardan, u y d u r m a yasak­


lardan oluşan sahte bir din geliştirmek,

3. Uydurmaları din yapmak.

Bu u y d u r m a l a r ı n başında, h a d i s adıyla ö n e çıkarılan binlerce


u y d u r u l m u ş söz vardır. İşte, K u r ' a n ' ı n açık beyanıyla gösteril­
miştir ki şeytan, kitleleri aldatıp s a p t ı r m a d a bu üç başlı belayı
t e m e l araç o l a r a k k u l l a n a c a k t ı r . B u n u b i z z a t Allah'ın ö n ü n d e v e
d a h a ilk g ü n açıkça ifade etmiştir.
ÜMNİYECİLİĞİN ŞEYTANÎ UZANTISI: D İ N D E
ARAPÇACILIK

Şeytancılık saltanatının temel faaliyetlerinden biri de Kur'an'ı oku­


t u r gibi gösterip de esasında okutmamaktır. Az ö n c e g ö r d ü k ki
bu şeytanî davranış, ş e y t a n ı n bir n u m a r a l ı s a p t ı r m a aracı olan
ü m n i y e n i n bir uzantısıdır. B u n a göre, şeytan ve şeytancılar, kit­
lelere bir şeyleri, özellikle K u r ' a n ' ı g ö r ü n ü r d e o k u t a c a k l a r a m a
gerçekte o n u o k u t m a m ı ş olacaklar. Yani kitle h e m o k u d u m sa­
n ı p u y u ş a c a k h e m d e z a m a n yitirerek kayba uğrayacak.

K u r ' a n b u r a d a iki k a v r a m a vurgu yapar:

1. Mehcur bırakılma (hayatın dışına itilme):

Bu k ö t ü l ü k öylesine ö n e m s e n m i ş t i r ki, K u r ' a n ' ı n tebliğcisi o l a n


H z . M u h a m m e d , m a h ş e r m a h k e m e s i n d e ü m m e t i n d e n şikâyetini
b u ' m e h c u r b ı r a k m a ' y a özgüleyecektir. Evet, H z . M u h a m m e d ' i n
Allah h u z u r u n d a ü m m e t i n d e n t e k şikâyeti b u ü m m e t i n K u r ' a n ' ı
m e h c u r b ı r a k m a s ı yani kağıdını-kapağını kucaklayıp, sözcükle­
rini telaffuz e t m e s i n e r a ğ m e n h ü k ü m l e r i n i h a y a t ı n dışına itmesi
olacaktır, (bk. F u r k a n , 30)

2. Kur'an'ı okuduğu halde o n u n söylemek istediklerinden bir şey


anlamamak, kısaca, a n l a m a d a n o k u m a k (ümniye):

D i k k a t edilirse b u n l a r ı n ikisinin götüreceği yıkım, K u r ' a n ' ı n


h a y a t t a n dışlanmasıdır. Ş e y t a n ı n istediği de b u d u r . Yani Rah­
m a n ' ı n istemediğini e g e m e n kılmak...

K u r ' a n o k u m a k , bizzat K u r ' a n ' ı n ifadesiyle 'tedebbür'dür, yani


a n l a m ı d ü ş ü n m e k . K u r ' a n o k u y o r u m d e m e k için t e d e b b ü r söz
k o n u s u olmalıdır. B u n u n o l m a z s a o l m a z koşulları ise son dere­
ce açıktır:

Okuduğunu anlamak yani ya Kur'an Arapçasını bilerek


orijinal metni okumak veya bildiği dildeki Kur'an tercü­
mesini okumak:

K u r ' a n ' ı yüzyıllardır t e r c ü m e e t t i r m e y e n , t e r c ü m e edildikten


s o n r a da t e r c ü m e y i o k u y a n l a r ı n h a t i m sevabı almayacağını söy­
leyen, t e r c ü m e y i i b a d e t l e r d e k u l l a n m a y a karşı ç ı k a n engizisyon
kalıntısı zihniyetleri bu bilgiler ışığında y e n i d e n d e ğ e r l e n d i r m e k
gerekir.

K u r ' a n o k u m a y ı , t e d e b b ü r o l a r a k almayıp s a d e c e telaffuz olarak


a l a n ve b u n a bağlı o l a r a k da A r a p ç a sözcüklerin a n l a m ı n ı bilme­
d e n sırf telaffuz edilmesini ' K u r ' a n o k u m u ş o l m a k ' için yeterli
görmek, t a m bir şeytancılıktır. Yıkıcı, sindirici, u y u ş t u r u c u bir
şeytancılıktır. M â û n suresi 4-5. ayetlerde l a n e t l e n e n (ayrıntılar
için bk. bizim 'Mâûn Suresi Böyle Buyurdu' adlı eserimiz) bu ağır
şeytancılık, kitlelerin K u r ' a n ' ı t e d e b b ü r e t m e l e r i n e engel olmak­
ta, b u n u n s o n u c u o l a r a k da 'Rahman'ın zikrinden uzaklaşma' yı­
kımı d o ğ m a k t a d ı r .

Okuyuşa, bir biçimde araştırma, inceleme, yani bilimsel


kaygıyı eşlik ettirmek:

S a d e c e telaffuzda k a l a n bir okuyuş, a n l a m ı bilinen dille de olsa


t e d e b b ü r içermeyecektir. T e d e b b ü r ü n v ü c u t b u l m a s ı için düşü­
nerek, değerlendirerek, tartışarak, bireysel, sosyolojik, evrensel
m u h a s e b e l e r y a p a r a k o k u m a k gerekecektir.

Şeytanın istediği kuru telaffuz yerine Rahman'ın istediği tedebbü-


rü geçirmenin yolu, h e r k e s i n K u r ' a n ' ı anladığı dilde o k u m a s ı d ı r .
B u n u n yer e t m e s i içinse, K u r ' a n çevirilerinin ibadetlerde, özel­
likle n a m a z d a k u l l a n ı m ı n ı n serbest bırakılması gerekmektedir,
İ n s a n l ı k t a r i h i n d e ilk kez İmamı Âzam (ölm. 150/767) tarafın­
d a n s a ğ l a n a n bu serbestlik, şeytancı ü m n i y e kadroları tarafın­
d a n asırlardır s a k l a n m a k t a , kullanımı e n g e l l e n m e k t e , n a m u s s u z
bir yalanla i b a d e t i n A r a p ç a d ı ş ı n d a y a p ı l m a s ı n ı n d i n e aykırı ol­
d u ğ u ileri s ü r ü l m e k t e d i r .

Bu şeytancı d a y a t m a y ı a ş m a k için biz h e r k e s i n a n a dilinde iba­


det e t m e s i n i n İslamî bir serbestlik alanı o l u ş t u r d u ğ u n u gösteren
Kur'an-sünnet-fıkıh verilerini ortaya k o y a n bir çalışma y a p m ı ş
b u l u n u y o r u z : 'Anadilde İbadet Meselesi' (Yeni Boyut Yayınları,
İstanbul, 2002)

B u r a d a altını ç i z m e m i z g e r e k e n ş u d u r : Şeytanın tarih boyunca


oynadığı oyunlardan biri de vahyin içeriğinin kutsallığım unuttur­
mak için vahyin geldiği dili kutsallaştırmak olmuştur. Oysaki hiçbir
di) kutsal değildir. Kutsal olan, vahyin getirdiği mesajdır.
O halde, vahyin, o a r a d a K u r ' a n ' ı n anlaşılarak o k u n m a s ı n ı bir
biçimde sekteye u ğ r a t a c a k t ü m yaklaşım ve y o r u m l a r şeytanîdir.
Bu y o r u m l a r ı n en o n u r s u z t ü r d e n tekrarı olan "Arapça dışında
bir dille ibadet yapılmaz" iddiası da açık ve ağır bir şeytancılıktır.

K u r ' a n bize bildiriyor ki, şeytan, insanları s a p t ı r m a d a t e m e l


a r a ç o l a r a k ümniyeyi kullanır. Ümniyenin anlamlarından biri de
ne dediğini a n l a m a d a n okumaktır. Şeytan, insanı nasıl saptıraca­
ğını, h e m de Cenabı H a k k ' ı n h u z u r u n d a ifadeye k o y a r k e n şöyle
konuşuyor:

"Yemin olsun, onları mutlaka saptıracağım, kuruntulara/ hurafele­


re/anlamım bilmeden okumaya iteceğim..." (Nisa, 119)

K u r ' a n ' ı n , n e dediğini a n l a m a d a n n a m a z kılanlara "Veyl olsun!"


dediğini de u n u t m a m a l ı y ı z ! (bk. M â û n Suresi)

Ş u n u d a u n u t m a m a l ı y ı z : Ş e y t a n ı n t a r i h içinde e n b ü y ü k salta­
n a t d ö n e m i olan engizisyon devrinin temel özelliklerinden biri
de İncil'in halkın bildiği dillere t e r c ü m e s i n i n y a s a k l a n m a s ı d ı r .
Yani engizisyon, bir 'anlamadan o k u m a musibeti' olarak da k a y d a
geçirilmelidir.

Şeytanın i n s a n ı saptırışının esası da ümniyeye itmektir. Şeytan,


t ü m vaatlerinde ümniye kullanır. Yani, insanı, a n l a m ı n ı bilme­
den, sırf üfürük olsun diye o k u m a y a ve aslı esası o l m a y a n şeyle­
re i n a n ı p bel bağlamaya iter. (4/120)

C e n n e t e gidiş de din mensuplarının ürettikleri ve kendilerini öne


çıkarmak için kullandıkları emânî sloganlarıyla değil, üretilen de­
ğerlerle olacaktır. (2/111)

İnsanoğlunun yolunu vuran, başına bin türlü sıkıntı açan da üm-


niyelerdir. İnsan bu ümniyelere aldanır, sapar ve iyi şeyler yapıyo­
r u m sana sana batıp gider. Bu batışın en kahırlısı, insanın Allah ile
aldatılmasıdır. Kur'an bu aldanışın altını özellikle çiziyor. (35/5;
57/14)

Bu gerçeği g ö s t e r e n ayet, ü m n i y e l e r e bel bağlayan kitlelerin,


Allah ile a l d a t a n l a r t a r a f ı n d a n p e r i ş a n edileceğini de ilginç ifa­
delerle gösteriyor.
VAHY
(vahiy)

Türevleriyle birlikte 80 k ü s u r y e r d e geçer. B u n l a r ı n 7 0 ' t e n fazla­


sı fiil h a l i n d e k u l l a n ı m d ı r ve bu fiillerin ç o ğ u n l u ğ u A l l a h ' a izafe
edilmiştir. B u n d a n da anlaşılır ki, vahiy, bir yaratıcı-tanrısal faa­
liyettir. (Bu k o n u d a bk. İkbal; Reconstruction, 119) Böyle o l d u ğ u
içindir ki, o l u ş u n bağlı b u l u n d u ğ u çift k u t u p l u l u ğ u n (polarite-
nin) iki u c u n d a da vahiy işlemektedir. K u r ' a n , o l u m s u z - k a r a n -
lık k u t u p t a da vahiy olayının y ü r ü r l ü k t e o l d u ğ u n u açıkça göste­
riyor: H e r peygamberin, cin v e i n s a n ş e y t a n l a r ı n d a n d ü ş m a n l a r ı
vardır ki, b u n l a r a r a l a r ı n d a vahiyleşirler. B u n u n böyle olması,
Allah'ın izni dahilindedir. (6/112) Şeytanlar, yani o l u ş u n olum­
suz k u v v e t l e r i n d e n en önemlileri, o l u m l u kuvvetler olan ne­
bilerle m ü c a d e l e için bağlılarına sürekli vahiyde b u l u n u r l a r .
(6/121)

Vahiy; bir bilgiyi, bir işareti m u h a t a b a en hızlı ve en k e s t i r m e


y o l d a n u l a ş t ı r m a k a n l a m ı n ı taşır. Bu u l a ş t ı r m a işi çeşitli vasıta­
larla olabilir. Bu, m e s e l e n i n filolojik tarafıdır. V a h y i n t e r m i n o ­
lojik ve dinsel y ö n ü n e gelince, K u r ' a n ' ı n t e t k i k i n d e n anlıyoruz
ki, vahiy, Yaratıcı Kudret'in b ü t ü n varlıklara, yaradılış düzenine
uygun hareket tarzlarını bildirme yolu ve insanlarla k o n u ş m a yol­
larından biridir.

Vahiy, bir bildirme yolu olarak, hızlılığı ile belirginleşir. S ü r a t i n


esas oluşu, Râgıbın da ifade ettiği gibi, vahiyde semboller kul­
l a n m a y ı ve imajı gerekli kılmıştır. Bu b a z e n , t e r k i p ve lafızdan
u z a k k a l a r a k bildirmeyi z o r u n l u hale getirebilir.

Vahyin biri genel, biri de özel o l m a k ü z r e iki şekli b u l u n d u ğ u n u ,


K u r ' a n ' a d a y a n a r a k söyleyebiliriz. İlk ve genel şekle göre, Allah,
varlıklara h a r e k e t t a r z l a r ı n ı v a h y e t m e k t e d i r . Bu a n l a m d a vahiy,
yaradılış d ü z e n i n i n varlıklar t a r a f ı n d a n algılanması ve bu d ü z e ­
ne u y g u n h a r e k e t l e r i n sergilenmesi sistemidir. V a h y i n bu kıs-
mı, yine K u r ' a n ' ı n bir deyimini kullanırsak, kerhî yani z o r u n l u ­
d u r . Bu v a h y i n gerektirdiği davranışları icra e t m e k bir yaradılış
z o r u n l u l u ğ u d u r . B u r a d a h ü r r i y e t v e i r a d e söz k o n u s u değildir.
K u r ' a n b u t ü r v a h y e d e ğ i n i r k e n göklere, y e r y ü z ü n e , hayvanlara
görevlerinin, h a r e k e t t a r z l a r ı n ı n vahyedildiğini söyler. Ö r n e ğ i n ,
Fussılet suresi 12'inci ayette şöyle deniyor:

"Böylece onları, iki günde yedi gök halinde takdir edip her göğe
kendi iş ve oluşunu vahyetti. Ve biz, arza en yakın göğü kandillerle
ve bir korumayla donattık. İşte bunlar Aziz ve Alîm olanın takdiri­
dir."

N a h l 68'inci ayette şöyle deniyor:

"Rabbin, balansına şöyle vahyetti: 'Dağlardan evler edin, ağaçlar­


dan ve insanların kurdukları çardaklardan da. Sonra meyvelerin
her t ü r ü n d e n ye de boyun bükerek Rabbinin yollarına koyul. O n u n
karıncıklarından, renkleri çeşit çeşit bir içecek çıkar ki, insanlar
için onda şifa vardır. Derin derin d ü ş ü n e n bir topluluk için, b u n d a
kesin bir mucize var."

İ n s a n , biraz s o n r a öğreneceğimiz vahiy ile beraber, şu a n a ka­


d a r g ö r d ü ğ ü m ü z v a h i y d e n d e pay a l m a k t a d ı r . Ç ü n k ü ; i n s a n da,
'sünnetullah' d e n e n ilahî tavır ve t a r z ı n ölçüleri içinde s e y r e d e n
bir varlıktır. O da vahyin, s ü n n e t u l l a h ı d ü z e n l e y e n b u y r u k l a r ı n ­
d a n , s ı r a d a n bir varlık olarak nasipleniyor. A m a , o n u n m u h a t a p
olduğu d a h a b a ş k a bir vahiy t ü r ü ve şekli de vardır.

Vahyin, A l l a h ' ı n i n s a n l a k o n u ş m a şekillerinden biri olan özel


k ı s m ı n a gelince, b u r a d a kullandığımız deyim, K u r ' a n ' ı n Ş û r a
s u r e s i ' n i n 51'inci a y e t i n d e n alınmıştır. Şöyle deniyor:

"Hiçbir beşer için m ü m k ü n değildir ki, Allah onunla, şu yollar dı­


şında konuşsun: Vahiyle yahut perde arkasından yahut bir elçi gön­
derip de kendi izniyle dilediğini bildirmesi şeklinde."

G ö r ü l d ü ğ ü gibi, K u r ' a n , b u r a d a vahyi, Allah'ın i n s a n l a k o n u ş ­


ma y o l l a r ı n d a n biri olarak gösteriyor.

İkinci yol olan perde (hicab) a r k a s ı n d a n k o n u ş m a y a gelince, bu


da varlıkta dile gelen ilahî güzellik, h i k m e t ve d ü z e n i n i n s a n
t a r a f ı n d a n y o r u m l a n m a s ı d ı r . Nitekim, İ s l a m ' ı n h i k m e t k u r u m -
l a r ı n d a n biri o l a n tasavvufta b ü t ü n varlık (mâsiva) p e r d e o l a r a k
d ü ş ü n ü l m ü ş t ü r . Varlığın d ü ş ü n c e , s a n a t ve bilim yoluyla t e t k i k
edilmesi, y o r u m l a n m a s ı p e r d e n i n a r k a s ı n d a k i Yaratıcı K u d r e t
ile bir y a k ı n l a ş m a ve diyalogdur. Bu b a k ı m d a n biz, K u r ' a n a d ı n a
şu ilkeyi h e r z a m a n t e k r a r l a m a k t a y ı z : Düşünce, sanat ve bilim fa­
aliyeti, Yaratıcı Kudret'le k o n u ş m a ve kucaklaşma arayışının uzan­
tıları, yani en m ü k e m m e l dua şekilleridir, i n s a n l ı ğ a ufuk a ç m ı ş ve
b o y u t k a z a n d ı r m ı ş b ü y ü k b u l u ş l a r d a i n s a n ı n g ö n l ü n e v e beyni­
n e birer vahiy o l a r a k doğuyor. Yaratıcı'nın, H z . N u h ' a gemisini
y a p m a y ı vahyettiğini bildiren ayetlerin ifadeleri çok ilginçtir:

"Vahyimiz üzere ve gözümüzün ö n ü n d e gemiyi yap..." ( H û d , 37;


M ü m i n û n , 27)

D o ğ a l d ı r ki, v a h y i n bu t ü r ü h e r z a m a n nebilere geldiği şekliyle


d o ğ r u d a n ve k u r u m s a l o l m a z . Bu t ü r v a h y e biz deha, ilham vs.
diyoruz.

Ayette geçen, 'elçi aracılığı ile k o n u ş m a ' ile ilgili o l a r a k da şun­


lar söylenebilir: Bu şekil, ö n c e k i l e r i n d e n farklı olarak, Allah'ın
t o p l u l u k l a r l a k o n u ş m a s ı d ı r . B u sistem, n ü b ü v v e t k u r u m u n u
o r t a y a çıkarmıştır. A n c a k ş u n u u n u t m a m a k gerekir: K u r ' a n ,
b u r a d a m u c i z e ü s l u b u y l a bir b a ş k a n o k t a y a d a h a ışık t u t m u ş ­
t u r : Elçi aracılığıyla konuşma, ilk k o n u ş m a şekli olan vahyin ge­
liş şekillerinden biri olarak da dikkat çeker. Yani, Allah'ın t o p ­
lumlarla k o n u ş m a s ı n a aracı olan resul veya n e b i (peygamber),
Y a r a t ı c ı ' d a n aldığı vahiyleri bir elçi aracılığıyla alabilir. Bu elçi,
melektir. O halde, 'elçi aracılığıyla k o n u ş m a ' ifadesi h e m bir ka­
tegoriyi g ö s t e r m e k t e h e m d e bir b a ş k a k a t e g o r i n i n işleyiş tarz­
l a r ı n d a n birini.

V a h y i n H z . M u h a m m e d ' e gelişi, b a ş l a n g ı ç t a rüya şeklinde idi.


H z . A i ş e ' n i n ifade ettiği gibi: " G ü n aydınlığı gibi açık rüyalar gö­
r ü r d ü ve hepsi aynen çıkardı." (Buharî, b e d ' ü l v a h y ) Peygamberlik
görevinin k e n d i s i n e bildirilişinden sonra, y u k a r ı d a sıraladığımız
şekiller devreye girdi. H z . Peygamber, bu şekillerin h e p s i n d e ,
vahyi alırkan hayli zorluk ve sıkıntı ç e k m e k t e y d i . Bu zorluk, en
s o ğ u k g ü n l e r d e b u r a m b u r a m t e r l e m e , ü z e r i n d e olduğu d e v e n i n
b ö ğ ü r e r e k yere ç ö k m e s i vs. h a l i n d e beliriyordu.

K u r ' a n - ı Kerim, Allah'ın i n s a n a v a h y i n d e n genel a n l a m d a b a h ­


s e d e r k e n ilâ (...e....a) e d a t ı n ı kullanır. Vahyin H z . P e y g a m b e r ' e
gelişi, özellikle geliş şekli söz k o n u s u edildiğinde ise alâ (üzeri­
n e , ü s t ü n e ) edatı seçilmektedir. ( Ö r n e ğ i n bk. 2/97; 26/193-194)
Bu ikinci edat A r a p dilinde istila ( k u ş a t m a , k a p l a m a ) ifade eder.
O halde, H z . P e y g a m b e r ' e gelen vahiy s ı r a d a n bir bilgi ulaşımı
değil, o n u n t ü m benliğini k u ş a t a n bir e r d i r m e v e d o l d u r m a ola­
yıdır. Vahiy, nebide bir küllî değişme vücuda getiriyor. Elmalılı'nın
güzel ifadesiyle bu, bir t ü r melekelendirme o l g u s u d u r ki, n e b i d e
yapı sal-kozmik değişmeler v ü c u d a getirir ve nebi, aldığı vahyin
canlı m ü m e s s i l i haline gelir.

Bu a n d a gelen bilgi, a y n e n ve en n e t biçimde n e b i n i n h e m duygu


a y n a l a r ı n a işlenir h e m de hafızasına. Ve bu işleme öylesine de­
rindir ki nebi, k e n d i s i n e gönderileni bir d a h a u n u t m a z . (A'la, 6)
Bu y ü z d e n d i r ki, vahyin en emin kayıt deposu, onu alan peygam­
berin hafızasıdır. Şu h a d i s , vahyin h e m p e y g a m b e r e geliş şeklini
h e m d e gelen vahyin peygamberin hafızasına işlenişini a n l a t m a ­
sı b a k ı m ı n d a n çok ö n e m l i d i r :

"Vahiy bana zaman zaman zil, çan ve çıngırak sesi gibi gelir. Beni
en çok zorlayan şekil b u d u r . Bu geliş şeklinde, ses benden uzaklaş­
tığında ben vahiy elçisinin söylemiş olduğunu ezberlemiş haldeyim-
dir. Z a m a n zaman da vahiy meleği bana bir erkek şeklinde görünür,
bana k o n u ş u r ve konuştuğu şeyler hafızama nakşedilir." (Buharî,
b e d ' ü l vahy)

Böylesine d e r i n ve anlamlı bir algılama ve irtibat halinin b e d e n ­


sel yapı ü z e r i n d e k i etkileri ve n e b i n i n insan yanı ü z e r i n d e ya­
rattığı zorluk ve sıkıntılar ağır o l m a k gerekir. K u r ' a n , vahyin bu
y a n ı n a işaret e d e r k e n H z . P e y g a m b e r ' e şöyle diyor:

"Şu bir gerçek ki, biz senin üzerine çok ağır bir söz bırakacağız."
( M ü z z e m m i l , 5)

Vahiy-ilim ilişkisi ü z e r i n d e d u r a n Mısırlı d ü ş ü n ü r Hasan Hanefî


K u r ' a n mesajının h o ş n u t l u k l a karşılayacağı şu tespitleri yapı­
yor:

"Vahiy, beşer tabiatının ifadesidir. Doğa vahiy, vahiy de doğadır.


İnsanın, tabiatı gereği yöneldiği her şey, vahiydir. Vahyin yöneldiği
her şey, bu tabiattaki bir yönelişten ibarettir: Vahiy ve doğa tek bir
şeydir. Doğa sürekli olduğuna göre, bu anlamda vahiy de nübüvvet
de süreklidir. Farkımız, bizim doğadan vahiy alan nebiler olma-
mızdır. Doğanın sesi, Allah'ın sesidir. Doğadan gelen vahiy, temel
vahye verilmiş en büyük cevaptır; mucizeleri, melekleri ve nebileri
olmayan bir vahiydir. Bununla birlikte, tevhide, yeniden dirilmeye
ve ödül ve ceza g ü n ü n e de iman eder. Tabiatıyla, bu a n l a m d a vahiy,
akıl ve doğa var olduğu müddetçe var olmaya devam edecektir."

"Vahiy, t ü m ilimlerin kendisiyle ayakta d u r d u ğ u bir postülalar il­


midir. Aklî ve tabiî ilkelerden ibaret olduğu kadar, bilinçsel ve on­
tolojik ilkelerdir."

"Vahiy, yakînî ve mutlak bir önsel bilgi sunar. Bu sayede insan,


sonsuza kadar yanlış-doğru çabalarından k u r t u l m u ş olur. Anlama
ve uygulamadaki hata ihtimali en alt düzeye iner. Aklın bu yakînî
postülalara erişebileceği doğrudur. Ancak, vahiy bu süreyi kısaltır;
daha az çaba harcanmasına sebep olur ve önsel bilgiler k o n u s u n d a
akla bir ivme kazandırır... Herhangi bir zihin, tek başına bu önsel
bilgilerden çıkarılmış olan teoriler ve yasalar koymaya kalkıştığın­
da, bu teori ve yasaları, söz konusu önsel bilgiler olmadan çıkar­
maya çalışan bir başka zihne kıyasla çok daha az h a t a yapacaktır.
Hataya bakış k o n u s u n d a vahiy, parçalı beşerî bakış açısına kıyasla
daha küllî ve kapsamlı bir bakış kazandırır... Vahyin hakikatleri,
son derece adil ve tarafsız olup herhangi bir bireyin düşüncesini bir
başka bireye veya bir topluluğun menfaatini diğerine tercih etmez.
Sanki tarih kemale ermiş, beşeriyetin gerçekleri tümüyle bilinir
hale gelmiştir." ( H a s a n Hanefî, Mine'l-Akîde ile's-Sevreden nak­
len E b u Zeyd, Dinsel Söylemin Tenkidi, 170-171)
VELÎ

Velî kelimesinin m a s t a r ı olan velayet iki yerde geçer. (8/72;


18/44) Velî kelimesi ise tekil ve çoğul (evliya) h a l d e 80 k ü s u r
a y e t t e kullanılmıştır. Biz b u r a d a , velî k a v r a m ı n ı n , tasavvuf b ü n ­
yesindeki b o y u t l a r ı n a d e ğ i n m e d e n s a d e c e K u r ' a n s a l yapısını ele
alacağız. (Kavramın tasavvuf! boyutları için Özellikle bk. H a k î m
et-Tirmizî; Hatm el-Evliya ve İ b n Arabî; el-Fütûhat el-Mekkiyye;
Affifî; İbn Arabi'nin Tasavvuf Felsefesi, 90-100)

Velî s ö z c ü ğ ü n ü n esas k ö k ü , Râgıb'ın da ifade ettiği gibi, 'vela'


kelimesidir. Vela ve velayet m e k â n , z a m a n , din, i n a n ç ve nispet­
te yakınlık a n l a m ı n d a d ı r . Etimolojik gelişimi içinde bu kelime
yardım, işini ü s t l e n m e , d e s t e k v e r m e a n l a m l a r ı n ı k a z a n m ı ş t ı r .

Aynı k ö k t e n gelen mevla (çoğulu: mevâlî), köle â z a d l a y a n


ve â z a d l a n a n köle a n l a m l a r ı n a geldiği gibi velî ve efendi an­
lamlarına da gelir. A n c a k , Râgıb'ın da belirttiği gibi, K u r ' a n , velî
kelimesini Allah ve k u l u n o r t a k sıfatı olarak k u l l a n m a s ı n a kar­
şın, mevla sıfatını yalnız Allah için kullanır. Allah'ı müminlerin
biricik mevlası olarak g ö s t e r e n ayet sayısı 20 civarındadır. B a ş k a
bir deyimle, m ü m i n Allah'ın, Allah da m ü m i n i n velisi olabilir
a m a mevla o l m a k yalnız Allah'a ö z g ü d ü r .

"Allah, iman etmiş olanların mevlasıdır. Küfre batmışlara gelince,


onların mevlası yoktur." ( M u h a m m e d , 11)

Velayetin zıddı adavet ( d ü ş m a n l ı k - u z a k l ı k ) , velînin zıddı


da adüvv yani d ü ş m a n d ı r . K u r ' a n , Allah'ı 'müminlerin velisi'
(2/257) o l a r a k n i t e l e n d i r m e k t e ve Allah'ın d ü ş m a n l a r ı n ı n d o s t
(velî) e d i n i l m e m e s i n i e m r e t m e k t e d i r , (bk. 60/1) Kehf 50. ayet
velî-adüvv zıtlığına açıklık getirmiştir:

"Şimdi siz, benim beri yanımdan, şeytanı ve o n u n soyunu veliler mi


ediniyorsunuz? H e m de onlar sizin düşmanınızken. Zalimler için
ne kötü bir değiştirmedir b u ! "
Allah'ın, E s m â u l H ü s n a ' d a yer alan sıfatlarından biri de el-
Velî'dir. Velî aynı z a m a n d a m ü m i n i n bir sıfatı olarak veriliyor.
Velî sıfatı K u r ' a n ' d a birçok yerde Nasır (yardımcı) sıfatıyla yan
y a n a kullanılmaktadır. Bu Nasır sıfatı nusret (yardım) k ö k ü n ­
d e n g e l m e k t e ve K u r ' a n , m ü m i n l e r i Allah'ın yardımcıları olmaya
çağırırken bu k ö k t e n t ü r e y e n ensâr (yardımcılar) kelimesini kul­
lanmaktadır.

K u r ' a n , i n s a n d a n A l l a h ' ı n yardımcısı olmasını isterken, bir te­


m e n n i veya hikâye kipi değil, emir kipi k u l l a n m a k t a d ı r :

"Ey i m a n edenler! Allah'ın yardımcıları o l u n . " (Saff, 14)

D a h a s ı var: Kur'an, Allah'ın insana yardımından söz ederken,


b u n u açık bir şarta bağlamaktadır ki o da, insanın Allah'a yardı­
mıdır. Bu bağlantıyı k u r a n ayet, Allah ile insanı, oluşa birlikte
v ü c u t v e r e n k u c a k l a ş m ı ş iki d o s t gibi g ö s t e r m e k t e d i r ki b u n u n
anlamı, kaderi Allah ile insanın birlikte oluşturduklarıdır. Anılan
bağlantıyı k u r a n ayette "Allah'a yardım ederseniz, Allah da size
yardım e d e r " c ü m l e s i n d e yine nusret k ö k ü n d e n bir fiil kullanıl­
mıştır, (bk. 47/7)

Burada, Allah'ın yanında bir başka yaratıcı faal benlikten bahset­


menin tevhit ve ulûhiyeti zedelediği söylenemez. Ç ü n k ü , kâmil in­
sana yaratıcı benlik vasfını veren ve onu parça yapısına rağmen bu
yüceliğe aday gösteren, bizzat Allah'tır. Mal ve hak O ' n u n d u r ve
O, dilediğini dilediğine verir. Tevhide ters olan, O'nun vermediğini
almaya kalkmak, yani, mülk ve k u d r e t t e O'na kafa t u t m a k t ı r .

A l l a h ' ı n velî sıfatından b a h s e d e n ve bu sıfatın gerçek s a h i b i n i n


a n c a k Allah o l d u ğ u n a d i k k a t ç e k e n ayetlerin birçoğu veliliği
yardım edicilikle birleştiriyor. O halde, K u r ' a n her velînin mutla­
ka nasîr (yardımcı) olması gerektiğini, bir b a ş k a deyimle, yardım
e t m e d e n d o s t l u k iddiasının anlamsızlığını belirtmektedir. Allah
Nasîr-Velî olduğu gibi (bk. 2/107, 120; 4 2 / 3 1 , 4 6 ; 4/45) kul da
nasîr-velî olmalıdır.

Veliliğin en m ü k e m m e l ve ölümsüz temsilcisi, Allah'tır. Vefasızlığı,


küstahlığı, hıyaneti, vurdumduymazlığı, acımasızlığı, ayıp görücü­
lüğü, gönül kırıcılığı olmayan, serveti, izzeti, mülkü, sevgisi, kudre­
ti sınırsız olan ve bütün bu sahip olduklarından velîsine (dostuna)
esirgemeden veren tek dost, O'dur. O, hep ayıp arayıp hiç affetme-
yen insana karşın, hiç ayıp aramayıp hep affeden cömert ve aziz
dosttur. Bu yüzdendir ki, " O ' n u bulanın kaybedeceği bir şey olma­
yacağı gibi, O'nu kaybedenin de bulacağı bir şey yoktur."

O, " i m a n edenleri karanlıklardan aydınlığa çıkaran dosttur."


(2/257) M ü l k ü n d e , k u d r e t ve yüceliğinde ortağı olmayan, şe­
faat ve k o r u m a n ı n kaynağı olan d o s t O ' d u r . (17/111; 18/26)
R a h m e t i n i yayan, d o s t u n u y ü c e l t e n dost O ' d u r . (42/28)
G ö k l e r i n ve yerin yaratıcısı dost O ' d u r . (6/14) Vahyi, kitabı
indiren, barışseverleri kollayıp g ö z e t e n d o s t O ' d u r . (7/196)
Yalnız d ü n y a d a değil, ö l ü m ü n a r d ı n d a n , bizi b ı r a k ı p gidenlerin
a r d ı n d a n da bizi k u c a k l a y a n s o n s u z vefalı d o s t O ' d u r . (12/101)

Böyle o l d u ğ u içindir ki, O ' n u b ı r a k ı p b a ş k a l a r ı n a gönül verenler


ö r ü m c e k a ğ ı n a sığınmayı k u d r e t v e s a l t a n a t s a n a n a h m a k l a r d ı r .
(29/41) O halde, dostluk sırrını bilen iman adamının gerçek ve
değişmez dostu, Allah'tır, (bk. 3/68; 42/9)

Ve o halde, i m a n a d a m ı , d o s t l u ğ u ve d o s t u belirlerken gerçek


d o s t t a n , A l l a h ' t a n yola çıkar v e kuracağı d o s t l u k l a r d a O ' n d a n
o n a y alır. Ç ü n k ü i m a n a d a m ı n ı n d ü ş m a n l a r ı n ı en iyi bilen de
Allah'tır. (4/ 45)

Allah, d o s t l u k k o n u s u n d a h e r şeyden ö n c e , ş e y t a n ı n d o s t l u ğ u n a
o n a y vermemiştir. Ş e y t a n asla güvenilir velî o l a m a z . O n u d o s t
e d i n e n , h ü s r a n a uğrar. (4/119) Şeytanı d o s t edinenler, bü­
yük h e s a p g ü n ü n d e şeytan dışında velî b u l a m a z l a r . (16/63)
Şeytanlar, i m a n sırrına u z a k kalanların dostlarıdır. (7/27)
Şeytanlar, i m a n a d a m ı n ı gerçek d o s t a u z a k d ü ş ü r m e k için ken­
di evliyasına sürekli gizli emirler verirler. (6/121) İ m a n a d a m ı ,
şeytanın velîlerini h a y a t s a h n e s i n d e n silmelidir. (4/76)

î m a n a d a m ı n a dost o l a m a y a c a k l a r d a n biri de küfre b a t a n kişi­


dir. M ü m i n l e r , i m a n sahiplerini bırakıp da küfre b a t m ı ş l a r ı velî
e d i n m e m e l i d i r . (3/28) Edinirlerse, zillete düşerler. (4/139)

Yahudi ve H r i s t i y a n l a r ı n d o s t l u ğ u n a da güvenilmez. O n l a r , an­


c a k birbirlerinin d o s t u olabilirler. (5/51) Bunlar, i m a n sahiple­
r i n i n dinlerini eğlence v e alay k o n u s u edinirler. B u n u y a p a n d a n
d o s t olmaz. K a r ş ı s ı n d a k i n i n i n a n ç ve d u y g u l a r ı n a saygı d u y m a ­
y a n d a n dost o l m a z . (5/57)
î m a n ı küfre b o ğ d u r a n , küfrü i m a n d a n sevimli hale g e t i r e n l e r d e n
de d o s t olmaz. Bunlar, kişinin babası, k a r d e ş i de olsalar velî ola­
m a z l a r . (9/23)

A n l a ş ı l a n o d u r ki, K u r ' a n , d o s t l u ğ u yani i m a n ve duygu bera­


berliğini, k a n ve soy beraberliğinin ü s t ü n d e t u t m a k t a d ı r . Bu
d e m e k t i r ki, ebeveynimiz, ç o c u k l a r ı m ı z l a da ayrıca bir i m a n ve
gönül yakınlığı kurmalıyız; onlarla da d o s t olmalıyız. Bu d o s t l u k
k u r u l a m a m ı ş s a o n l a r da bize s o n s u z l u k y o l u n d a velî olamazlar.
Tasavvufta bu gerçek şöyle ifade edilir:

"Yol evladı bel evladından üstün, yol kardeşi bel kardeşinden


önde."

İ m a n a d a m ı n ı n , gerçek d o s t A l l a h ' t a n k a y n a k l a n a n ş u dostluk­


lara da güveni olabilir:

Allah adamının dostluğu: D o s t u n d o s t u d o s t t u r , ö l ü m s ü z d o s t u n


d o s t u ise en yakın d o s t t u r . Bu y ü z d e n d i r ki, i m a n a d a m ı , yar­
dımı A l l a h ' t a n yani gerçek d o s t t a n istediği gibi, d o s t u da o n d a n
ister. (bk. 4/75)

K u r ' a n , Allah'a d o s t o l m a y a n l a r ı n A l l a h ' ı n kullarını d o s t edin­


m e k istemelerini bir gariplik, bir saçmalık o l a r a k görüyor.
(18/101) Allah d o s t u n u n d o s t u , Allah'tan güven onayı almış
olmalıdır. Bu onayı a l m a y a n l a r ı n dostları t â ğ u t t u r . (2/257, bk.
b u r a d a , Tâğut m a d . ) M ü m i n i n d o s t u Allah, P e y g a m b e r v e i m a n
sahipleridir. (5/55)

İ m a n a d a m ı n ı n güvenilir dostları a r a s ı n a K u r ' a n melekleri de


k o y m u ş t u r . O n l a r m ü m i n i n d ü n y a h a y a t ı n d a d a ö l ü m sonrasın­
da da evliyasıdır. (41/31)

Allah'a çağıran (dâ'î) kişi de velî olmaya layıktır. K u r ' a n ' ı n


en güzel sözlü i n s a n olarak tanıttığı dâîye (Allah'a çağırana)
(bk.41/33) k u l a k ve gönül v e r m e y e n ne d o s t l u k sırrını a n l a r ne
de gerçek dost bulabilir. (41/33; 46/32)

ALLAH DOSTU VELÎLER K İ M L E R D İ R ?

Allah'ın dostları (evliyaullah) kimlerdir? K u r ' a n bu soruyu çok


açık bir b i ç i m d e cevaplamıştır:

" G ö z ü n ü z ü açın! Allah'ın velîleri için hiçbir korku yoktur. Tasaya


da düşmezler onlar. Onlar inanmış, takvaya sarılmışlardır. D ü n y a
hayatında da ahirette de müjde vardır onlara." (Yunus, 62-63)

Yahudiler kendilerini Allah'ın sevgilileri olarak t a n ı t t ı k l a r ı gibi


(bk. 5/18), Allah'ın biricik velîleri o l a r a k da tanıtırlar. K u r ' a n ,
b u n u n bencil bir iddia ve bir aldanış o l d u ğ u n a d i k k a t çeker. (bk.
62/6)

Velî k a v r a m ı n ı n d i k k a t çekilmesi g e r e k e n y a n l a r ı n d a n biri de


ş u d u r : K u r ' a n hangi gerekçeyle olursa olsun zalimlere velî olmaya,
yani onlara dostluk ve yardıma onay vermemektedir: "Zalimlere
gelince, onlar için ne bir velî ne de bir yardımcı söz konusu edi­
lebilir." (Şûra, 8) Ç ü n k ü "Zalimin dostu ancak bir başka zalim
olabilir." (Câsiye, 19)

K u r ' a n , insanları sımsıcak velîler haline getirebilecek k e s t i r m e


bir y o l d a n söz e t m e k t e d i r : Kötülüğe iyilikle, h e m de en seçkin
iyilikle karşılık vermek. Kötülüğe iyilikle karşılık vermek, t ü m düş­
manlıkları sıcak dostluklara çevirebilecek esrarlı bir iksir gibi tanı­
tılmaktadır, (bk. 41/34)

ŞEYTAN EVLİYASI VE EVLİYACILIK

Velî kavramı altında ele alınması gereken en hayatî k o n u l a r d a n biri


de 'şeytan evliyası'nın d u r u m u ile, b u n d a n doğmuş b u l u n a n 'evli-
yacılık' illetidir. Şeytanın insanoğluna oynadığı en yıkıcı oyun, bu
evliyacılık tezgâhında sergilenmektedir.

İslam içi şeytancılığın, K u r ' a n t a r a f ı n d a n altı çizilen o m u r g a


k a v r a m l a r ı n d a n biri de 'evliya-u'ş-şeytan' (şeytan evliyası) ta­
biridir. Bu tabiri, Allah'ın b e r i s i n d e n evliya e d i n i p o n l a r a sı­
ğ ı n m a n ı n karadul cinsi zehirli ö r ü m c e ğ i n ağına d ü ş m e k l e eşan­
lamlı o l d u ğ u n u n belirtilmesi izlemektedir.

50 civarında ayet, Allah'ın b e r i s i n d e n birilerinin veli edinilmesi­


n i n yaratacağı k ö t ü s o n u ç l a r a d i k k a t çeker. Bu ayetlerin hiçbiri
"Allah'ı bırakıp da başka veliler e d i n m e k " t e n söz e t m e z ; "Allah'ın
berisinden, yanından yöresinden velîler e d i n m e k " tabiri kullanı­
lır. Kullanılan edat 'min dûnillah'tır. B u n u , geleneksel kabuller
r a h a t s ı z o l m a s ı n diye, 'min ğayrillah: A l l a h ' ı n d ı ş ı n d a ' şeklin­
de t e r c ü m e etmişlerdir; yanlıştır; K u r ' a n ' ı tahrif etmek, a n l a m ı
k a y d ı r m a k t ı r ki bu da ayrı bir şeytancılık belgesidir.

K u r ' a n 'min ğayrillah' tabirini 'min dûnillah' t a b i r i n d e n d a h a faz­


la k u l l a n m a k t a d ı r . Hal böyle iken n e d e n bu evliyacılığı kötüleyen
ayetlerde sürekli min dûnillah tabirini kullanıyor? Allah, hâşâ.
sürçilisan mı e t m i ş t i r de min ğayrillah değil de m i n dûnillah de­
miştir?

A l l a h ' ı n şikâyetçi olduğu 'velîler edinme', Allah'ı b ı r a k ı p da sapı­


lan bir yol değildir; t a m a k s i n e , bu evliya, Allah b ü t ü n varlığıyla
k o r u n d u ğ u ve k a b u l edildiği h a l d e o n u n yanına-yöresine ilave
edilen yarı-ilah destekçilerdir.

Allah dışındakilerin velî edinilmesi, şirkin en yıkıcı görünümlerin­


den biri olarak tanıtılmakta ve bu yapılırken de veli sözcüğünün
çoğulu olan 'evliya' kelimesi kullanılmaktadır. Kur'an böylece bir
kelam mucizesi sergileyerek İslam toplumlarında tarih boyunca yı­
kım sebebi olmuş ve yerleşmiş bulunan evliya inancına dikkat çek­
mektedir.

Evliya inancı veya evliya kültü, şirkin en kahırlı m u s i b e t l e r i n d e n


biri o l a r a k gösterilmektedir.

Bu evliya, şeytandan ve insandan üretilmiş bir tür şirk p a n t e o n u d u r


ki görünüşte insanı Allah'a götürmede vasıta yapılır, gerçekte ise
insanı Allah'tan uzaklaştırır.

Şeytan evliyası (evliyau'ş-şeytan) d a h a çok k o r k u salarak iş gö­


rür. B u k o r k u n u n , ahiret, c e h e n n e m t e h d i t l e r i n d e n o l u ş t u ğ u n u
kitleler artık bilmektedir. Bu k o r k u salınarak, i n s a n l a r b i r t a k ı m
'kurtarıcılar'a, aracılara, şefaatçılara (tabirler K u r ' a n ' ı n d ı r ) ihti­
yaç d u y a n yapay psikolojinin içine itilir. B u n u n a r d ı n d a n kur­
tarıcıların k u r t a r m a karşılığı alacakları k o m i s y o n l a r sıralanır.
Bu böyle olduğu içindir ki bu n o k t a y a d e ğ i n e n ayetin s o n u n d a
Cenabı H a k : "Şeytan evliyasından korkmayın, benden k o r k u n ! "
diyerek o y a p a y k o r k u l a r ı n da o yapay kurtarıcıların da hiçbir
a n l a m t a ş ı m a d ı ğ ı n a ve hiçbir işe y a r a m a d ı ğ ı n a v u r g u yapmıştır,
(bk. 3/175)
R a h m a n evliyasının t a n ı m ı n ı v e r e n K u r a n , b u t a n ı m d a k i u n s u r ­
ların d ı ş ı n d a evliya a l â m e t i belirleyen ve bu t a n ı m d a k i a m a ç l a r ı n
dışında a m a ç g ü d e n evliyayı şeytan evliyası b i l m e m i z i n yolunu
açmıştır. Ş e y t a n evliyasının tanımı verilmiyor; R a h m a n evliya­
sının t a n ı m ı veriliyor. B u n u n a n l a m ı , R a h m a n evliyası t a n ı m ı
d ı ş ı n d a k a l a n l a r ı n ş e y t a n ı n evliyası o l d u ğ u d u r . Bu iki evliya tipi
a r a s ı n d a k i farkları g ö s t e r e n çalışmalar vardır. B u n l a r ı n ikisine
d i k k a t çekeceğiz: İbnül-Cevzî'nin eseri, İbn Teymiye'nin eseri.

B ü y ü k tevhit savaşçısı Ebul-Ferec A b d u r r a h m a n İbnül-Cevzî


(ölm. 5 9 7 / 1 2 0 0 ) , eserine şeytana d i k k a t ç e k e n bir isim vermiş­
tir: 'Telbîsü İblis.* Yani 'İblisin Kirletmesi, K a r m a ş a y a İtmesi.'

Telbîs, "Bâtılı, hak görüntüsüyle ortaya sürmektir." (bk.Telbîsü


İblis, 47) O halde, iblisin telbîsi, esas anlamıyla, bir a l d a t m a d ı r .
Bu telbîsin t u z a ğ ı n a d ü ş e n l e r s e a l d a n a n l a r d ı r . En yıkıcı aldat­
ma, Allah'ın a r a ç yapıldığı a l d a t m a t ü r ü d ü r . K u r ' a n açıkça uya­
rıyor: "Aldatan sakm sizi Allah ile aldatmasın!" (Fâtır, 5) Ç ü n k ü
Allah ile aldatılanların a l d a n d ı k l a r ı n ı fark etmeleri bile asırlar
alır.

Kronoljik sırayla ikinci eser, İbn T e y m i y e ' n i n eseridir ki adı bile


başlı b a ş ı n a bir mesajdır: el-Furkan beyne Evliyai'r-Rahman ve
Evliyai'ş-Şeytan' ( R a h m a n Evliyası ile Şeytan Evliyasının Farkını
G ö s t e r e n Kitap) İbn Teymiye (ölm. 7 2 8 / 1 3 2 7 ) , bu e s e r i n d e
R a h m a n evliyası ile ş e y t a n evliyasının özelliklerini ve farklarını,
o u s t a kalemiyle v a h y i n ışığında yazıya geçirmiştir. E s e r i n i n ilk
b ö l ü m ü n d e , R a h m a n evliyasının t a n ı m ı n ı v e r e n Y u n u s 62-63.
ayetleri esas alarak bu evliyanın niteliklerini a ç ı k l a m a k t a d ı r .

İbn Teymiye, şeytan evliyasının belirgin niteliğini K u r ' a n dışına


çıkmak, K u r ' a n ' a sırt d ö n m e k o l a r a k gösteriyor. İ b n Teymiye,
a y n e n bizim gibi d ü ş ü n ü y o r veya biz a y n e n İ b n Teymiye gibi
d ü ş ü n ü y o r u z . H e r iki h a l d e de gerçek ş u d u r : Bu şeytan evliyası,
k e n d i zikirlerinden k o p a n l a r ı sapıklıkla suçlarlar da Allah'ın,
bir a d ı n ı da 'Zikir 3 k o y d u ğ u K u r ' a n ' d a n u z a k l a ş m a y ı hiç mesele
y a p m a z l a r , (bk. İbn Teymiye; el-Furkan, 18-19)

Şu u n u t u l m a m a l ı d ı r ki, bu şirk evliyası, insanlar a r a s ı n d a n edi­


nilmektedir, (bk. 18/102) K u r ' a n ' ı n b u n o k t a y a p a r m a k b a s m a s ı
s o n derece önemlidir. Ç ü n k ü evliya kültüyle tevhidi şirke bulaş­
t ı r a n aldatıcılar, ş e y t a n evliyasını şu şekilde m a s k e l e m e k t e l e r :
K u r ' a n ' d a kötülenen evliya insandan değil, müşriklerin taptıkları
putlardan olur, onunsa bizim efendilerimizle bir ilgisi yoktur...

Bu s a v u n m a n ı n kendisi bir şeytan evliyalığı sergilemektedir.


G e r ç e k b u n u n t a m tersidir: Yıkıcı evliya daima insanlardan olur.

Evliyanın l ü z u m l u o l d u ğ u n a ilişkin şirk s a v u n m a s ı d a K u r ' a n ' d a


g ü n d e m e getirilmekte v e tevhit i n s a n ı b u şeytanî s a v u n m a y a
karşı da d o n a t ı l m a k t a d ı r . Bu mesele, tevhit ilkelerinin en m u h ­
t e ş e m şekilde o r t a y a k o n d u ğ u Z ü m e r suresinde ele a l ı n m a k t a d ı r .
S u r e n i n 3. ayeti, Allah'ın b e r i s i n d e n evliya e d i n e r e k o n l a r d a n
hayır bekleyen şirk ç o c u k l a r ı n ı n b u n u y a p a r k e n sığındıkları sa­
v u n m a y ı gözler ö n ü n e k o y m a k t a d ı r . Şöyle deniyor:

" G ö z ü n ü z ü açıp kendinize gelin! Arı-duru din yalnız ve yalnız


Allah'ındır. O ' n u n yanında birilerini daha veliler edinerek 'Biz on­
lara, bizi Allah'a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk-kölelik
etmiyoruz.' diyenlere gelince, hiç kuşkusuz Allah onlar arasında,
tartışıp durdukları konuyla ilgili h ü k m ü verecektir. Şu bir gerçek
ki Allah, yalancı ve n a n k ö r kişiyi iyiye ve güzele kılavuzlamaz."

Bu ayet, şirkin evliya k ü l t ü yoluyla y ü r ü y e n y ı k ı m ı n a karşı m ü ­


minleri d o n a t a n t e m e l beyyinedir. Evliya maskeli şirkin s a v u n u ­
cuları bu yedek ilahlarını 'Allah ile bizim aramızda yakınlaştırıcı
ve şefaatçi' diye p a z a r l a m a k t a d ı r l a r . K u r ' a n b u n u n bir şirk oyu­
nu o l d u ğ u n u söylemekte ve Kaf suresi 16. ayet ile Z ü m e r 44.
ayette bu i d d i a n ı n d a y a n a ğ ı n ı t e m e l d e n y ı k m a k t a d ı r . O ayetlere
göre:

1. Allah insana şahdamarından daha yakındır,

2. Şefaat t ü m d e n ve sadece Allah'ın elindedir.

Böyle o l u n c a , Allah ile kul a r a s ı n d a h e r h a n g i bir m e s a f e d e n ve


h e r h a n g i bir şefaattan söz edilemez ki yaklaştırıcıya ve şefaatçı-
ya ihtiyaç d u y u l s u n . Şirkin 'yaklaştırma' iddiası, t e m e l d e n t u t a r ­
sız olduğu gibi, b i z z a t kendisi bir şirk itirafıdır. Ç ü n k ü Allah'ın
k u l u n d a n ayrı ve u z a k o l d u ğ u n u iddia e t m e k de K u r ' a n ' a aykı­
rıdır. Kaldı ki böyle bir ayrılık var sayılsa bile, K u r ' a n , şirkin bu
v a r s a y ı m d a n y a r a r l a n m a yollarını d a k a p a t m ı ş t ı r .
"Benimle yarattığımı baş başa b ı r a k ! " ( M ü d d e s s i r , l l ) emri veri­
lerek Allah ile kul a r a s ı n a girmeye k a l k m a n ı n hiçbir gerekçesi
olamayacağı ilan edilmiştir.

Evliya şirkinin sosyal ve h u k u k s a l d a y a n a ğ ı yapılabilecek olu­


ş u m l a r a d a i m k â n verilmemiştir. Yani:

1. D i n sınıfı, din kıyafeti yoktur,

2. D i n adamı tabiri yoktur,

3. Resmi mabet yoktur,

4. Vaftiz ve aforoz hiç yoktur,

5. G ü n a h çıkarıcılara ihtiyaç yoktur.

İ n s a n d o ğ d u ğ u a n d a temizliğinin v e güzelliğinin d o r u k n o k t a ­
sındadır. A l l a h ' a kul o l m a k için birilerinin tesciline, o k u y u p
üflemesine ihtiyaç bırakılmamıştır.

İSLAM DÜNYASINDAKİ D U R U M

İslam d ü n y a s ı n d a , evliya adıyla bir sınıfın d o ğ d u ğ u , bu sınıfın


bir t ü r tezkiye, vaftiz ve aforoz sınıfı o l a r a k yetki kullandığı
i n k â r edilemez bir gerçektir. K u r ' a n ' d a n b a k t ı ğ ı m ı z d a bir şey­
t a n o r d u s u o l u ş t u r a n b u K u r ' a n dışı yapay sınıf, k e n d i s i n e özgü
tevil s a n a t ı n ı k u l l a n a r a k istediği şeyi m u b a h (serbest), isteme­
diği şeyi y a s a k h a l e getirebilmektedir. Akıl a l m a z h a r a m l a r işle-
yebilmekte ve b u n l a r ı , " Z a h i r ehlinin bilmediği ibret ve hikmetleri
vardır" sloganıyla m e ş r u l a ş t ı r m a k t a d ı r . Tasavvuf-tarikat t a r i h i
b u n u n yüzlerce örneğiyle d o l u d u r . H a l b u k i A l l a h ' ı n velîleri asla
sınıf o l u ş t u r m a z , m ü m i n k a r d e ş l e r i n d e n farklı kıyafetler yarat­
m a z l a r . M a s u m l u k , hatasızlık, g ü n a h s ı z l ı k gibi iddialara asla yer
vermezler.

K u r ' a n , vesayet ve vekâlet altında bir k u l l u ğ u n söz k o n u s u edil­


diği t ü m sistemleri şirk ve z u l ü m sistemi olarak d a m g a l a m a k t a ­
dır. T o p r a k post, Allah d o s t olacaktır. T ü m yeryüzü mabet, t ü m
meşru fiiller ibadet haline getirilmiştir. Böyle bir anlayışın şekil­
lendirdiği d ü n y a d a aracılara, k o m i s y o n c u l a r a , kutsallaştırılmış
haraç ve huruç çetelerine ihtiyaç yoktur. G e r ç e k evliya t a n ı m ı n a
u y a n l a r bile y a r d ı m ve şefaat aracı yapılmamalıdır.

O h a l d e ilk a d ı m , evliya d e n e n kişilerin hiç kimseye bir şey


vermek, k a z a n d ı r m a k i m k â n ı n a s a h i p olmadıklarını, a k l a m a k
ve k u r t a r m a k gibi bir yetkilerinin de b u l u n m a d ı ğ ı n ı bilmektir.
(10/18; 13/16)

Evliya, dalâletten kurtarıcı bir kuvvet olarak da algılanamaz. A'raf


3 . ayet b u k u r u n t u y a yenik d ü ş m e ihtimali olanları u y a r m a k t a ­
dır:

"Rabbinizden size indirilene uyun, onun yanından yöresinden edi­


nilmiş evliyaya uymayın!"

D i k k a t edilirse ayet, hidayet önderliğini kişilere değil, ilkelere


( R a b ' d e n indirilenlere) bağlamıştır. Ç ü n k ü kişilerin hidayet ön­
derliği devri, n ü b ü v v e t i n bitirilmesiyle, yani H z . M u h a m m e d ' i n
bu â l e m d e n ayrılışı ile ebediyyen kapatılmıştır.

H i d a y e t yalnız ve s a d e c e Allah'tan gelir, o n d a n gelenlerin kay­


nağı ise kişiler değil, K u r ' a n ' d ı r . B u n u u n u t a r a k evliyadan hida­
yet bekleyenlerin s o n u h ü s r a n d ı r . B u h ü s r a n , R a h m a n ' ı n kul­
l u ğ u n u n yitirilmesiyle ş e y t a n ı n k u l l u ğ u n a geçiştir, (bk. 17/97)

Şirk ve ş e y t a n evliyası d a i m a Allah a d ı n a veya Allah y e r i n e iş


yapar. Allah için iş y a p m a k ş e y t a n evliyası mantığıyla asla bağ­
d a ş m a z . Allah için iş y a p m a k , R a h m a n ' ı n kullarına özgü bir
eriştir. ( R a h m a n ' ı n kulları için bk. F u r k a n suresi, 62-76)

KARADUL İHANETİ

Ankebût suresi 41. ayet, Allah'ın berisinden evliya edinenler'in


y a n i şeytan evliyasına t u t u l a n l a r ı n k o r k u n ç bir i h a n e t l e y ü z
yüze kalacaklarını bildirmektedir:

"Allah'ın berisinden evliya edinenlerin d u r u m u , bir ev edinen dişi


örümceğin d u r u m u n a benzer. Ve evlerin en güvensizi/en zayıfı el­
bette ki dişi örümceğin evidir. Keşke bilselerdi!"

Ş e y t a n evliyasını dost ve destekçi edinenler, k a r a d u l diye ad­


landırılan dişi ö r ü m c e ğ e sığınanlara benzetiliyor. Bu k a r a d u l u n
tipik özelliklerinden biri ş u d u r : B ü y ü k bir istek ve çekici cilve­
lerle çiftleşmeye çağırdığı erkek örümceği, çiftleşmenin ardın­
d a n zehirleyip ö l d ü r ü r .

C e n a b ı H a k , şeytan evliyasına sığınanların işte böyle bir i h a n e t


ve h ü s r a n l a karşılaşacaklarını h a b e r v e r m e k t e d i r . Şeytan evli­
yasının da içlerinde b u l u n d u ğ u şürekânın (Allah'ın y a n ı n a yö­
r e s i n e k o n a n yedek ilahlar) h e s a p v e a z a p g ü n ü n d e , k e n d i l e r i n e
kulluk-kölelik e d e n l e r e sırt d ö n ü p i h a n e t edeceklerini g ö s t e r e n
K u r ' a n ayetlerini b u r a d a bir kez d a h a anımsayalım.

Ş e y t a n evliyasının k a r a d u l d e n e n ö r ü m c e ğ e b e n z e t i l m e s i n i n
h i k m e t i ü z e r i n d e iyi durmalıyız. Ve ş u n u u n u t m a m a l ı y ı z :

Tarihin en büyük zulümlerine imza atmış oları engizisyon-ruhban


saltanatı bir karadullar saltanatıdır...

K a r a d u l t e h l i k e s i n e d i k k a t ç e k e n t e k tanrısal kitap, K u r ' a n ' d ı r .

K a r a d u l i h a n e t i n e d i k k a t ç e k e n A n k e b u t 4 1 . ayetin amacı,
ö r ü m c e k evinin zayıflığını g ö s t e r m e k olarak d ü ş ü n ü l m ü ş ve
o r a d a kalınmıştır. Oysaki ayetin v e r m e k istediği sadece bu de­
ğildir. Evin zayıflığından d a h a çok, ev sahibinin kahpeliğine dik­
k a t çekilmiştir. K a r a d u l , tip bir zehirlidir. Çiftleştiği ö r ü m c e ğ i ,
çiftleşme biter b i t m e z zehirleyip katleder. K e n d i s i n e g ü v e n i p
misafir o l m u ş , zevk ve safa b u l m a s ı n a h i z m e t e t m i ş birine iha­
n e t e d e n i n kahpeliği söz k o n u s u d u r b u r a d a . . . T a n r ı s a l beyyine,
işte bu kahpeliğe karşı i n s a n ı uyarıyor.

Yedek ilahları ifade için kullanılan evliya t a b i r i n i n geçtiği ayet­


ler g e r ç e k t e n ü r p e r t i c i mesajlar içermektedir. Bu 'şirk ve şeytan
evliyası' ile k a s t e d i l e n n e d i r ? K u r ' a n o n l a r c a yerde, b u n u t a n ı ­
m a m ı z a y a r a y a c a k bilgileri vermiştir. Şeytan evliyası, b u n u bil­
diği için K u r ' a n ' ı n t e r c ü m e s i n i n h a l k t a r a f ı n d a n o k u n m a s ı n a
şiddetle karşı ç ı k m a k t a d ı r .

K a r a d u l l a r k a d r o s u b i l m e k t e d i r ki, K u r ' a n o k u n u r s a H a k d ü ş ­
m a n ı evliya ile H a k d o s t u velilerin ayrılması m ü m k ü n hale gele­
cektir. Böyle bir şey, k a r a d u l l a r s a l t a n a t ı n ı n s o n u olur. O h a l d e ,
t ü m güçleriyle K u r ' a n ' ı n o k u n m a s ı n ı v e din yapılmasını önle­
mek zorundadırlar.
Ş e y t a n evliyası h a k k ı n d a öncelikle bilinmesi gereken, b u n l a r ı n
Allah ile kul a r a s ı n d a bir k o m i s y o n c u l u k faaliyeti y ü r ü t t ü k l e r i ­
dir. Bu faaliyetin esası ş u d u r : Allah'a kul olmak için, özellikle iyi
kul olmak için bu haraç tezgâhına az veya çok, şu veya bu şekilde
bir şeyler vermek ve ondan onay almak zorunda bırakılıyorsunuz.

K u r ' a n ' ı n e n kahırlı m u s i b e t l e r d e n biri o l a r a k yüzlerce ayette


g ü n d e m e getirip i n s a n ı sakındırdığı bu illet, Allah'ın en d i n m e z
öfkeyle cezalandıracağı şirk z u l m ü n ü n t e m e l g ö r ü n ü m l e r i n d e n
biridir. Bu illeti insanlık b ü n y e s i n d e n K u r ' a n t e m i z l e d i a m a ne
yazık ki K u r ' a n dışı dincilik o n u M ü s l ü m a n l a r ı n h a y a t ı n a bir
'kurtarıcı' yaftasıyla soktu.

H a k d ü ş m a n ı evliyanın özellikleri, belirtileri, tavrı-tarzı yüzler­


ce ayette gösterilmektedir. Şimdi biz t ü m bu ayetleri göz ö n ü n ­
d e t u t a r a k h a n g i sakatlıkları t a ş ı y a n l a r ı n H a k d ü ş m a n ı k a r a d u l
evliyası sayılması gerektiğini gösterelim:

1. Dini K u r ' a n ' ı n dışına çekmek,

2. K u r ' a n dışından h a r a m ve helaller edinmek,

3. K u r ' a n dışında tenkit edilmez, eleştirilmez kitaplar (zübür) ka­


bullenmek,

4. Hz. M u h a m m e d dışında eleştirilmez kişiler kabul etmek,

5. Kendilerini veya bazı kişileri Allah ile insanlar arasında yakınlaş­


tırıcı veya şefaatçi görmek, göstermek,

6. Tebliğ işini bir çete mantığıyla şiddet, tehdit, baskı, kandırma,


manipülasyon, yalan, hile, ikiyüzülülük gibi şeytanî-Yezidî politi­
kalarla yürütmek,

7. Allah ve din adına yaklaştığı veya çağırdığı insanlardan 'hediye'


adı altında veya 'dine hizmet, cihat, maneviyatçılık, muhafazakârlık'
vs. yaftalarıyla sürekli dünyalık toplamak,

8. Tebliğ ve fikir mücadelelerinde, kendisi dışındakileri kâfir, zın­


dık, fasık, reformist, sünnet düşmanı... gibi, tarih boyunca tüm en­
gizisyon çetelerinin kullandığı namusssuz ithamlarla karalamak,
9. "Gaye, vesileleri mubah kılar" putperest mantığıyla sürekli yalan
söylemek, iftira etmek, ç a m u r atmak, hakarette bulunmak, çalmak-
çırpmak, ırza-namusa sataşmak,

10. Sünnet adı altında sürekli bir biçimde Arap-Emevî örflerini din
yapıp topluma pompalamak,

11. Hz.Peygamber'i Allah'ın elçisi olma k o n u m u n d a n çıkarıp


Allah'ın ortağı k o n u m u n a doğru çekmeye yönelik kabul ve tavırlar
sergilemek,

12. Hz.Peygamber'i bir 'tahalluk' (ahlakını örnek alma) modeli ol­


m a k t a n çıkarıp bir 'teşekkül' (şeklini esas alma) modeli haline ge­
tirmek,

13. Kur'an'ın o k u n u p anlaşılmasına engel olacak din ve insanlık


dışı şu iddiaları ileri sürmek: İbadet yalnız Arapça yapılır, K u r ' a n ' ı n
çevirisiyle namaz kılınmaz, K u r ' a n abdestsiz, baş açık, diz çökme­
den, hayızlı iken, lohusa iken okunmaz; K u r ' a n ' ı n Türkçe mealini
o k u m a k hatim sayılmaz,

14. Allah'a ve Peygamber'e vekillik şeklinde algılanarak, bir müşrik


siyaset k u r u m u n a dönüşen halifeliği, dinin bir gereği gibi göster­
mek suretiyle halkın raiyyeleşmesine engel olan Kur'ansal buyruğu
(bk. Bakara, 104) saf dışı etmek.

Şeytan evliyalığının, K u r ' a n gözüyle şöyle bir bakıldığında, kar­


şımıza çıkan belirgin özellikleri işte b u n l a r d ı r . Şeytan evliyası­
n ı n t ü m bu Kur'andışılıkları ö r t m e k için kullandığı tek şey var­
dır: Halkın bilgisizlik ve duygusallığını sömürmek.

Bu a ç ı k l a m a l a r d a n çıkarılması g e r e k e n hayatî mesaj ş u d u r :


Evliya adıyla t a n ı n a n l a r ı n y ü z d e d o k s a n ı n d a n fazlası Allah'a or­
taklık için a r a ç yapılmış şirk u n s u r l a r ı d ı r .

Yedek ilah a n l a m ı n d a k i şer ve şeytan evliyasının t a n ı m ı veril­


memiştir. B u d a bir K u r ' a n mucizesidir. Şirk k a o s u n u n t a n ı m ı n ı
vermeye ne h a c e t ! Karanlığı t a n ı m l a m a k l a bir yere gidilemez.
Işığı t a n ı m l a m a k gerekir. Ç ü n k ü ışık tektir. Teki t a n ı m l a m a k
d u r u r k e n , sayısızlığın belirsiz dehlizlerinde d o l a ş m a k akıl işi
midir? H a k d o s t u evliyanın t a n ı m ı n ı göz ö n ü n d e t u t m a k , şer
evliyası olan k a r a d u l l a r ı n t u z a ğ ı n a d ü ş m e m e k için yeterlidir.
Karadullar, işini-aşını, emeğini-ekmeğini, sevgisini-itibarını sömü­
r ü p köleler gibi kullandıkları insanları tarih ö n ü n d e rezil ettiler.
M ü s l ü m a n kitlelerin insanlık kervanında öncü rolünden çıkıp atık
toplayıcı d u r u m u n a geçmesinin esas sebebi, K u r ' a n tevhidini kirle­
ten bu kara dulların şirk zihniyetleridir. Bunlar, M ü s l ü m a n d ü n ­
yayı bu â l e m d e rezil e t m e k l e kalmayacaklar, k a r a d u l l u k l a r ı n ı
öteki â l e m d e de gösterecekler, (bk. 21/98-99)

İ n s a n l a r d a n , Allah'ın h u z u r u n d a , hiç u t a n m a d a n şikâyetçi ola­


caklar, k e n d i l e r i n e canla-başla h i z m e t e t m i ş k u r b a n l a r ı n ı suçla­
y a r a k b ü y ü k m a h k e m e n i n y a r g ı s ı n d a n sıyrılmaya çalışacaklar.
Diyecekler ki, şu bizim elimizi ayağımızı ö p ü p ö n ü m ü z d e yerle­
re k a p a n a n l a r var ya, b u n l a r bize teslim olarak kendilerini m a h ­
v e t m e k l e kalmadılar, bizi de mahvettiler. Eğer bize karşı çıksa-
lardı biz de k e n d i m i z e gelir, k u r t u l u r d u k , (bk. 14/22; 10/29; 16/
86-87; 28/63-64; 30/13-14; 37/28-36)

A y n e n böyle diyecekler ve sırtlarını d ö n ü p gidecekler. K u r ' a n


birçok a y e t i n d e b u a k ı b e t e d i k k a t ç e k m e k t e d i r . B u n l a r ı n b u ta­
vırlarında şaşacak bir y a n yoktur. Ç ü n k ü b u n l a r şeytan evliya-
sıdır. Ve bu evliyanın b a ş b u ğ u olan ş e y t a n ı n özelliklerinden biri
de iş bitip h ü s r a n l a karşılaşınca i n s a n ı alaya a l m a k ve o n a ş u n u
söylemektir:

"İşi bitirildiğinde şeytan onlara şöyle dedi: 'Allah size h a k bir vaatle
vaatte bulundu, ben ise vaat ettim ama vaadimden caydım. Benim
sizin üzerinizde bir sultam yoktu. Sizi davet ettim, siz de bana uy­
dunuz. Hepsi bu. Şimdi beni kınamayı bırakın da öz benliklerinizi
kınayın! Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz!
Aslında, ben sizin, daha önceden beni şirk aracı yapmanıza karşı
çıkmıştım. Zalimler için acıklı bir azap öngörülmüştür." (İbrahim,
22)

Bu m u c i z e beyyine, şeytanın ve şeytan evliyası k a r a d u l l a r ı n bir­


çok y ö n ü n ü aynı a n d a açıklığa k a v u ş t u r m a k t a d ı r .
VESİLE

K u r ' a n - ı K e r i m ' d e 2 y e r d e geçen (5/35; 17/57) vesile, bir şeye


y a k l a ş m a k için o n a y a k ı n l ı ğ ı n d a n y a r a r l a n ı l a n şey a n l a m ı n d a
o l u p K u r ' a n t e r m i n o l o j i s i n d e Allah'a yaklaşmada kendisinden ya­
rarlanılan kişi, metod, eşya ve imkân a n l a m ı n d a d ı r .

Vesile m u t l a k olarak kullanıldığına göre, b i r t a k ı m gayele­


r e u l a ş m a k için, K u r ' a n ' ı n k o y d u ğ u y a s a k l a r a ç a r p m a y a n h e r
i m k â n d a n y a r a r l a n m a k m ü m k ü n d ü r . B u r a d a ölçü, ö n ü m ü z e ge­
len i m k â n veya m e t o d u n K u r ' a n veya H z . P e y g a m b e r t a r a f ı n d a n
a d ı n ı n k o n m u ş olması değil, o n l a r t a r a f ı n d a n s a p t a n m ı ş genel
ölçüleri z e d e l e m e m e s i d i r .

Vesile e d i n m e y e tevessül denir. K u r ' a n "Allah'a v a r m a k için ve­


sile e d i n i n " diye sınırsız bir tevessül alanını insanlığın ö n ü n e
açmıştır. Tevessül, göreli ve d e ğ i ş k e n bir k a v r a m d ı r . H a y a t ı n
yeni ş a r t l a r ı n a ve z o r u n l u l u k l a r ı n a göre yeni vesilelere sarılmak,
yaradılış k a n u n l a r ı n d a n biridir. K u r ' a n b u k a n u n u n işlemesini,
akıl ve h a y a t gerçeği ile çelişen d o g m a l a r k o y a r a k engelleme yö­
n ü n e asla gitmemiştir. İyiye ve güzele, h a y r a ve h i z m e t e u l a ş m a ­
da yardımcı olacak h e r t ü r l ü i m k â n değerlendirilir. Elverir ki bu
bizi, kesin y a s a k l a r a s a p m a n o k t a s ı n a getirmesin.

Vesilenin göreceliği, o n u b i d ' a t t e n ayırır. Bid'at reddedilmiştir,


oysaki vesileye sarılmak bizzat K u r ' a n ' ı n önerdiği bir i m k â n d ı r .
Bid'at, dine s o n r a d a n s o k u l a n ve A l l a h ' a i b a d e t t e d a h a ile­
ri g i t m e k gayesi g ü d e n gelenekleşmiş t u t u m ve davranıştır ki,
dine ilave o l d u ğ u n d a n Allah'ın tekelindeki bir yetkiyi k u l l a n m a
gibi k ö t ü bir yoldur. B ü y ü k fıkıhçı Şâtıbî (ölm. 790/1388) ese­
ri el I'üsam'da b i d ' a t i n bu y ö n ü n ü genişçe incelemiş ve k o n u y u
K u r ' a n v e s ü n n e t ışığında u l a ş m a s ı g e r e k e n s o n u ç l a r a bağlamış­
tır, (bk. 1/37-75, 286-290)
B i d ' a t ı n en tehlikeli yanı, Ş â t ı b î ' n i n de belirttiği gibi 'dine ben­
z e m e s i ' ve A l l a h ' a kulluğu artırma, d a h a fazla t a k v a teranesiyle
ortaya çıkmasıdır. Bid'at, din a d ı n a ölçü ve y ü k ü m l ü l ü k k o y m a
yetkisini elinde t u t a n Allah'ın bu yetkisine, gerekçesi ne olur­
sa olsun, bir t e c a v ü z ve i n s a n yaradılışındaki d e n g e r u h u n a bir
d a r b e olduğu için dini t a h r i p eder. O h a l d e b i d ' a t i n güzeli ol­
m a z . G ü z e l olan, vesile c ü m l e s i n d e n d i r . Vesileliğini yitiren şey
b i d ' a t olur.

Vesile e d i n m e k o n u s u n d a temel ölçü ş u d u r : Vesile şirk aracı


olmamalıdır. K u r ' a n ' ı n kaygısı açıktır: Vesile edinme şirk aracı
yapılabilir. B u n u n ö n l e n m e s i gerekir. U n u t u l m a s ı n ki şirk de
yapısı itibariyle, vesile k u r u m u n u n s a p t ı r ı l m a s ı n d a n ibarettir.
Şirk mantığı, Allah'ın y a n ı n a k o y d u ğ u y e d e k ilahlarını 'Allah'a
yaklaştıranlar, Allah k a t ı n d a şefaat e d e n l e r ' diye t a n ı m l a y a r a k
(39/3; 10/18) y e d e k ilahların birer vesile olarak devreye sokul­
d u k l a r ı n ı göstermiştir.

K u r ' a n , tevhit r u h u n a u y g u n vesileleri göstermiştir. Bunlar;


biri kişi, diğeri k a v r a m o l m a k ü z e r e 6 t a n e d i r : 1. Peygamber, 2.
İşletilen akıl, 3.Vahiy (kitap), 4. İlim, 5. İman, 6. Amel (ibadetler).

Vesile, i m a n ve ibadetler a l a n ı n d a tevkifidir. Yani Peygambe­


r i m i z d e n g ö r ü l d ü ğ ü gibi alınıp uygulanır; içtihat k o n u s u yapıl­
m a z . M u a m e l â t a l a n ı n a gelince, b u alan i ç t i h a d a açık o l d u ğ u n ­
d a n b u r a d a k i vesilelerin n e sayısı d o n d u r u l a b i l i r n e d e t ü r ü .
B u r a d a , makaasıd (amaçlar) d e n e n t e m e l ilkelerden s a p m a m a k
ü z e r e sayısız vesileler devreye sokulabilir.
YALAN
(kizb)

Yalan a n l a m ı n d a k i kizb, K u r ' a n ' ı n en hayatî k a v r a m l a r ı n d a n bi­


ridir. Türevleriyle birlikte ve b ü y ü k ç o ğ u n l u ğ u fiil o l m a k üze­
re 2 8 0 civarında yerde geçen kizb, i n s a n h a y a t ı n ı n temel sürç­
meleri a r a s ı n d a g ö s t e r i l m e k t e ve Yaratıcı'yı en ç o k öfkelendiren
k ö t ü l ü k l e r d e n biri olarak l a n e t l e n m e k t e d i r .

Kizb, i n s a n h a y a t ı n ı n en faal k ö t ü l ü k l e r i n d e n biri, belki de bi­


rincisidir. B u n u n içindir ki, geçtiği 3 0 0 ' e yakın yerin s a d e c e 40
k ü s u r u n d a isim olarak yer a l m a k t a , 2 0 0 k ü s u r yerde fiil olarak
k u l l a n ı l m a k t a d ı r . Yalan fiilinin t e k faili ise insandır.

Yalan, i n s a n ı n d ü n y a h a y a t ı n ı p e r i ş a n ettiği gibi, ö l ü m sonrası


hayatını d a p e r i ş a n edecektir. K u r ' a n , i n s a n ı n m a r u z kalacağı
ahiret a z a b ı n ı n esas sebebi olarak 'yalancılık'ı ö n e ç ı k a r m a k t a ­
dır. (2/10, 39; 5/10, 86; 6/49; 7/40; 9/77; 20/48; 25/11) H e s a p
v e a z a p g ü n ü olarak d a bilinen haşir g ü n ü n d e n b a h s e d i l i r k e n ş u
ifadenin 10 kez t e k r a r l a n m a s ı çok d ü ş ü n d ü r ü c ü d ü r :

"Yalanlamış olanların vay haline o g ü n ! " (Mürselât, 15, 19, 24,


2 8 , 34, 37, 40, 45, 47, 49) Y a l a n l a m a k suretiyle yalan söyle­
mek; Allah'ı, peygamberi i n k â r olabileceği gibi, bilim ve akıl
gerçeklerini gizlemek (küfür) suretiyle yalan da olabilmektedir.
K u r ' a n ' ı n e n b ü y ü k ' d ü ş m a n ' g ö r d ü ğ ü k ö t ü l ü k olan z u l ü m bile,
esası b a k ı m ı n d a n yalan ü r ü n ü bir s a p m a d ı r . Şirk sapıklığının te­
melinde, 'kavrayamadığı için yalanlama' t ü r ü n d e n bir yalan var­
dır. K u r ' a n ' a göre, şirk, 'yalanı yalanlama aracı yapan zihniyet'in
üretimidir:

"Hayır, düşündükleri gibi değil. Onlar, ilmini kuşatamadıkları ve


yorumu kendilerine hiç gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan
öncekiler de böyle yalanlamıştı." (Yunus, 39)
Yalanın en yıkıcı sergilenişi, t e k z î b (yalanlama) olarak ortaya
ç ı k a n yalan şeklidir. Tekzib şeklinde yalanın iki g ö r ü n ü m ü var­
dır:

1. Gerçeğin göstergelerini tekzib:

Allah'ın ayetlerini bilimsel h a k i k a t l e r i y a l a n l a m a k yani etki dışı


t u t m a k için tezvirat y a r a t m a . Güzelliği tekzib b u t ü r d e n d i r .
(92/9-10) G e r ç e ğ i n göstergelerini t e k z i b i n temel sebebi ilimsiz-
liktir. (10/39; 27/84)

K u r ' a n , gerçeğin göstergelerini t e k z i b edenleri 'körlük' ile i t h a m


ettiğine göre (bk. 7/64), ilimsizliğin bir k ö r l ü k o l d u ğ u n u r a h a t ­
lıkla söyleyebiliriz. Bu körlüğe y a k a l a n a n l a r ı n çalışıp ürettikleri,
k u r t a r ı c ı bir s o n u ç v e r m e z , (bk. 7/147) Bu körlüğe y a k a l a n a n ­
lar, her şeyin iyi ve keyifli gittiğini sandıkları, bu sanıyla böbür­
lenip d u r d u k l a r ı bir sırada hiç farkında olmadıkları s e b e p l e r d e n
ve farkında olamayacakları bir biçimde felaketin içine yuvarla­
n ı p h e l a k olurlar. (7/182) Ç ü n k ü b u k ö r l ü ğ ü n s o n u m u t l a k a
h ü s r a n d ı r . (10/95) Bu h ü s r a n , ağır bir h ü s r a n d ı r . Çoğu kez,
t o p l u m u n altının ü s t ü n e gelmesi şeklinde o r t a y a çıkar. (25/36)

G e r ç e ğ i n temsilcilerini, taşıyıcılarını tekzibin a r k a p l a n ı n d a da


gerçeğin göstergelerini, y a n i ilmi t e k z i b vardır. K u r ' a n bu nok­
taya, esrarlı bir n ü k t e y l e p a r m a k basmıştır:

"Söylediklerinin seni kederlendirdiğini çok iyi biliyoruz. Gerçek şu


ki, onlar seni yalanlamıyorlar; o zalimler, Allah'ın ayetlerine karşı
direnmekteler." ( E n a m , 33)

Cenabı Hak, gerçeğin temsilcilerinin bu yakınmalarından, yani in­


sanoğlunun gerçeğe böylesine ahmakça karşı çıkışından duydukla­
rı kederi, düş kırıklığını öne çıkarmalarından çok h ü z ü n l e n m e k t e ,
gerçeğin temsilcileri için âdeta içi sızlamaktadır. Allah'ın şu ayet­
teki yemini, andığımız sızının en çarpıcı ifadelerinden biri ve ger­
çeğin temsilcilerini varlık ve oluş ö n ü n d e taçlandırmanın en yüce
beratı olarak görülebilir:

" O n u n . 'Ev Rabbim! deyişine yemin olsun ki. bunlar iman etmez bir
topluluktur." (43/88)

Bu ayet, gerçeğin temsilcileri ve tebliğcileri a ç ı s ı n d a n ç o k b ü y ü k


n ü k t e l e r içermektedir. Bir kere, tebliğine karşılık ret ve i t h a m d a n
başka bir şey göremeyen sonsuzluk adamının son sığınak olarak
Yaratıcı'ya dönmesi başlı başına bir oluştur. O dönüşün a r d ı n d a n
gerçekleşen o, "Ey rabbim!" şeklindeki yakarış başlı başına yaratıcı
ve ürpertici ihtişamdır. Bu ihtişamın, Yaratıcı Kudret tarafından
bir yemine k o n u edilmesi de bir başka varoluş olayıdır.

H e p s i n d e n önemlisi, iç çekişin sahibi olan r u h u n (ki ayette kulla­


nılan zamirden tek kişi olduğu anlaşılıyor), isminin gizli tutulması­
dır. Bu gizleme, yani isimle değil de zamirle ifade, insanı sarsmakta,
yaratıcı ruhların t ü m ü n e yönelik içten ve derinden bir hayranlığı,
bir merakı ve aynı zamanda binlerce iç çekişi tahrik etmektedir.
Bu zamirli ifade, ayrıca, gerçeğin temsilcilerine reva görülen zulme
karşı, kelimelere dökülemeyecek bir öfkeyi de tahrik etmektedir.

2. Gerçeğin temsilcilerini tekzib:

Bu y a l a n t ü r ü , gerçeği taşıyan b ü y ü k ruhları, yaratıcı benlikleri


yalanlayıp etkisiz kılma şeklinde y ü r ü y e n ve i n s a n ı n en zalim ve
k a h p e yanını temsil e d e n bir yalan t ü r ü d ü r .

K u r ' a n ' ı n "Yalanladılar" veya "Yalanladı" diye başlayan ayet ve


ifadelerinin bir d ö k ü m ü n ü y a p m a k ö n ü m ü z e , insanlık a d ı n a
ç o k b ü y ü k bir u t a n ç t a b l o s u ç ı k a r m a k t a d ı r . Yalanladılar ifade­
sinin a r k a s ı n d a n ilk gelen silsile, ne yazık ki, peygamberler sil­
silesidir. ( Ö r n e k olarak bk. 22/42; 26/105,123,141,160; 38/12;
4 0 / 5 ; 50/12; 54/9,18,23,33) Ne h a z i n d i r ki, insanlık, gerçeğin
temsilcilerini tekzible y e t i n m e m i ş , b u n l a r ı n bir kısmını ö l d ü r ü p
yok e t m e alçaklığını d a göstermiştir:

"Yemin olsun ki, Musa'ya kitabı verdik. Ve arkasından da resuller


gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da açık seçik deliller verdik ve ken­
disini Ruhulkudüs'le güçlendirdik. Bir resulün size, nefislerinizin
hoşlanmadığı bir şey getirdiği her seferinde büyüklük taslamadı­
nız mı? Bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürüyorsunuz."
(Bakara, 87; 5/70)

K u r ' a n , gerçeğin temsilcilerinin bir k ı s m ı n ı n a d ı n ı a n m a k l a bir­


likte, olayın b u n l a r l a sınırlı olmadığını g ö s t e r m e k için z a m a n
z a m a n 'rusuF (elçiler) tabirini k u l l a n m a k t a d ı r , (bk. 3/184; 6/34;
35/4) Böylece, tekzib edilen elçilerin s a d e c e isimleri bildirilen­
l e r d e n ibaret olmadığına, bu b ü y ü k r u h k e r v a n ı n d a , adı anılma-
y a n binlerce yaratıcı benliğin yer aldığına vurgu yapılmıştır.

G e r ç e ğ i n temsilcilerini t e k z i b içine 'Allah'ın nimetlerini tekzib'i


de koymalıyız. Allah'ın n i m e t l e r i n i tekzib, Yaratıcı iradeyi öfke­
l e n d i r m e k t e d i r . Ç ü n k ü n i m e t i tekzib, varlığı gereğince o k u y u p
değerlendirmeyi aksatır. Ç ü n k ü nimeti tekzib, hayat coşkusunu
sakatlar. Bu coşkunun sakatlandığı benlikten varlık ve oluşu layı­
kıyla o k u m a k beklenemez.

N i m e t i t e k z i b i n karşıtı ' n i m e t i t a h d i s ' o l a r a k verilmiş ve şu buy­


r u k ö n e çıkarılmıştır:

"Rabbinin nimetlerine gelince onları tahdis et!" ( D u h a , 11)

O n l a r ı t a h d i s et, onları dillendir, onları n e m a l a n d ı r , o n l a r d a n


y a r a r l a n ve bu y a r a r l a n m a y ı bir m u t l u l u k göstergesi o l a r a k orta­
ya çıkar. Özellikle, cimri, pinti, n a n k ö r , n i m e t i saklayıcı bir r u h
haline teslim olma.

N i m e t i t a h d i s i n n e d e r e c e ö n e m l i o l d u ğ u n a d i k k a t ç e k m e k için,
Yaratıcı'nın n i m e t l e r i n i n bir t ü r d ö k ü m ü n ü v e r e n R a h m a n su­
r e s i n d e şu ayet o t u z k ü s u r kez, değişik b a ğ l a m l a r d a t e k r a r l a n ­
mıştır:

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Kizbin en yıkıcısı, en devamlısı. Allah adına yalandır.

İ n s a n o ğ l u n u n e n zalim y a n l a r ı n d a n biri d e yalanı s a d e c e kendisi


veya h e m c i n s l e r i a d ı n a söylemekle k a l m a y ı p Allah a d ı n a da söy­
l e m e c ü r e t i n d e b u l u n m a s ı d ı r . K u r ' a n ' a göre, i n s a n o ğ l u n u n işle­
diği en b ü y ü k z u l ü m l e r d e n biri de b u d u r . (bk. 6/93,144; 39/32)
Bu c ü r e t i n çok azgın ve kahırlı bir n o k t a y a vardığını g ö s t e r m e k
için olacak, Allah a d ı n a yalan söylemeyi ifade e d e n tabirlerin
ö n e m l i bir k ı s m ı n d a bu yalan, 'iftira' sözcüğüyle pekiştirilmiştir.
(3/94; 4/50; 5/103; 6/21,93; 7/37; 10/17, 60,69; 11/18; 18/15;
29/68; 61/7) Yani insanoğlu Allah adına yalanı sırf 'yalan' olarak
söylemekle kalmamakta, onu sürekli olarak iftira sınırına vardır­
maktadır, (bk. b u r a d a , İftira m a d . )

K u r ' a n ; Allah a d ı n a y a l a n ı n â d e t a t a n ı m ı n ı vermiştir: Dinde, ki­


şisel tasarrufları işleterek 'Şu helaldir, su haramdır' h ü k m ü vermek.
K u r ' a n ' a göre, insanoğlunun iflah etmesini engelleyen en zehirli ya­
lan iste budur. Bu k o n u y u insanlığın bilgisine a ç a n beyyine, N a h l
s u r e s i n i n 116. ayetidir. Şöyle b u y u r u l u y o r :

"Yalan düzerek Allah'a iftira etmek için, dillerinizin u y d u r m a nite-


lendirmeleriyle 'Şu helaldir, şu da haramdır!' demeyin. Yalan düze­
rek Allah'a iftira edenler iflah olmazlar. Az bir nimetlenme ardın­
dan, acıklı bir azap var onlara."

Yalanın Allah ile i r t i b a t l a n d ı r ı l m a s ı n ı n iki g ö r ü n ü m ü n e t a n ı k


olmaktayız:

1. insanın Allah adına yalan söylemesi:

Bu, şirkin a ç ı k ç a işleneni ve en alçağıdır.

2. İnsanın Allah'a yalan söylemesi:

Bu t ü r d e , i n s a n ı n ikiyüzlülüğü ö n e ç ı k m a k t a d ı r . Gizli şirke vü­


c u t v e r e n b u tür, doğası gereği, aynı a n d a h e m i n s a n a h e m d e
A l l a h ' a yalanı içermektedir. Ç ü n k ü riya için i n s a n ı n iki m u h a ­
t a b a ayrı b e y a n l a r d a b u l u n m a s ı esastır. Riyakâr, bir k o n u d a ko­
n u ş t u ğ u n d a Allah'a bir şey söylemekte, i n s a n a ise b a ş k a bir şey
söylemektedir.

İ n s a n ı n Yaratıcı a d ı n a y a l a n söylemesini i n s a n ı n k e n d i s i n e ya­


l a n söylemesi izlemektedir. İ n s a n , sürekli bir b i ç i m d e k e n d i s i n e
de yalan söyleyebilen t e k varlıktır. (6/24) Tıpkı, k e n d i s i n e zul­
m e d e n t e k varlık olduğu gibi.

insanoğlu, peygamberlere karşı yalan söylediği gibi, peygamberler


adına da yalan söyleyen bir varlıktır, (bk. 9/90) Yalanın peygam­
berlerle ilgisi de, tıpkı Allah ile ilgisi gibi, iki g ö r ü n ü m arz et­
mektedir:

1. Peygambere yalan söylemek:

K u r ' a n ' a göre b u n u n t e k faili, A ' r a b yani bedevi Araplardır.

2. Peygamber adına yalan söylemek:

N e yazık k i b u k ö t ü l ü ğ ü n temsilcisi olarak t ü m insanlığı suç-


l a m a k gerekiyor. B ü t ü n i n s a n kitleleri, h e r devirde bir b i ç i m d e
peygamberler a d ı n a y a l a n söylemişlerdir ve söylemeye d e v a m
etmektedirler.

İslam ü m m e t i de bu g ü n a h ı n en y a m a n failleri içindedir. İslam


mirası, Peygamberler, o arada Son Peygamber adına uydurulmuş,
düzülmüş yalanlarla doludur. Son Peygamber'e isnat edilen ve
üzerlerine, Kur'an'la çelişen yeni bir din bina edilen 'hadis' yafta-
lı binlerce sözün binlercesi peygambere isnat edilmiş yalanlardan
ibarettir. Bu yalanların cezasını Allah, İslam ümmetine, tarihin ve
insanlığın önünde, bu yalanlara oturtulan dinin açtığı acılarla ödet­
mektedir.

Kizb ve bağlantılı o l d u ğ u t e r i m l e r i n özellikle K u r ' a n a ç ı s ı n d a n


taşıdıkları a n l a m l a r h a k k ı n d a kısa, fakat en d o y u r u c u bilgiyi,
Isfahanlı Râgıb'ın anıt e s e r i n d e b u l m a k m ü m k ü n d ü r . K ı s m e n
özetleyerek verelim:

"Kizb, ya hiç aslı olmayan bir hikâye u y d u r m a k yahut bir hikâyeye


ekleme yapmak yahut anlamı değiştirecek bir eksiltmeye gitmek
yahut da yazılı metinde tahrif sayılacak bir değiştirme yapmak
şeklinde sergilenir. T ü m d e n uydurmacılığa ise iftira ve ihtilak
( K u r ' a n ' d a ikisi de kullanılmıştır) denir. Yalanın en kötüsü, hak­
kında konuşulan kişinin h u z u r u n d a söylenen yalandır ki buna büh­
t a n ( K u r ' a n b u sözcüğü d e k u l l a n m a k t a d ı r ) denir."

" Ş u n u da bilmeliyiz: İnsanı kizbe iten sebeplerin başında dünyasal


çıkar sağlamak ve liderlik sevgisi gelmektedir. Yalancı, yalanıyla
e r d e m ve sevinç elde etmek ümidindedir ama eline geçen sadece
iğrençlik ve rezillik olur. Bir tek yalanın getirdiği rezillik t ü m ya­
lanların ömür boyu kazandıracağı sevinç ve yarardan daha büyük­
tür..." (Râgıb; ez-Zeria ilâ Mekârimi'ş-Şeria, 275-276)
YARATILIŞ
(fatk, faik, fatr, su)

PATLAMA VE YARILMALARIN EVRENİ

K u r ' a n , e v r e n i n ve h a y a t ı n o l u ş u m u n d a iki gerçeğe dikkat çek­


mektedir:

1. Patlama-yarılma,
2. Su.

K o n u n u n t e m e l ayetleri, Enbiya suresi 30-33. ayetlerdir. B u g ü n k ü


bilimin verileriyle â d e t a aynı lügati k u l l a n a n bu ayetler, e v r e n i n
ve h a y a t ı n o l u ş u m u y l a ilgili şu tespitleri y a p m a k t a d ı r :

"Gerçeği örten o nankörler görmediler mi ki, gökler ve yer bitişik


idi, biz onları ayırdık. Her canlı şeyi sudan oluşturduk. Hâlâ iman
etmeyecekler mi? Yerküreye, o n l a n çalkalamasın diye birtakım
dağlar diktik. Ve orada geniş geniş yollar açtık ki, doğru gidebil-
sinler. Göğü, k o r u n m u ş bir tavan yaptık. Ama onlar göğün ayetle­
rinden hâlâ yüz çeviriyorlar. O odur ki, geceyi, gündüzü, Güneş'i ve
Ay'ı yarattı. H e r biri bir yörüngede yüzmektedir."

'Yüzmek' tabiri, özellikle 'bir yörüngede yüzmek' tabiri e v r e n d e k i


seyri en güzel biçimde ifade e t m e k l e k a l m a z , bizim 'boşluk' de­
diğimiz şeyin de e s a s ı n d a bir varlık-ortam o l d u ğ u n u ifade eder.
Ç ü n k ü varlıkların y ü z m e s i için y ü z ü l e c e k bir varlık-ortama ih­
tiyaç vardır.

Bu ayetler, evrenin o l u ş u m u y l a ilgili gerçekleri görmeye i n s a n ı


â d e t a i t m e k t e d i r . "Görmediler m i ? " şeklinde geçmiş z a m a n kul­
lanılması, i n s a n o ğ l u n u n b u k o n u d a geciktiğini g ö s t e r m e k t e d i r .
Yaradılış gerçeğinin i r d e l e n m e s i n d e k i gecikme de eleştirilmiş,
b u n u n bir 'gerçeği örtme nankörlüğü' (küfür) olabileceği i m a
edilmiştir.
Enbiya 3 0 ' d a n anlıyoruz ki, yaradılışın nasıllığını ö ğ r e n m e k
için gösterilecek faaliyetler, bir 'tağyir' eylemi değildir. Yani,
örneğin, İsviçre'deki C E R N ( C e n t r e d ' E u r o p e des R e c h e r c h e s
N u c l e a i r e ) adlı a r a ş t ı r m a m e r k e z i n d e gerçekleştirilen big bang
d e n e m e s i hayvan klonlama t ü r ü n d e n bir tağyir sayılamaz. Tağyir
k ö t ü l e n m i ş , nasıllığı ö ğ r e n m e a d ı n a gösterilecek faaliyetler ise
özendirilmiştir.

K U R ' A N ' I N YARADILIŞ ANLAYIŞININ ESASI:


YARIP PATLATARAK YARATMAK

K u r ' a n ' ı n yaradılış anlayışının omurgasında yarma-patlama kavra­


mı vardır. Evrenin ilk oluşumu bir yarılma-patlama olayı olduğu
gibi, sonraki b ü t ü n yaratma eylemleri de birer patlama-yarılma ola­
yıdır.

Evrenin, y e n i d e n y a p ı l a n d ı r ı l m a k ü z e r e bir dağılmaya u ğ r a m a s ı


olan 'büyük kıyamet' de bir patlama-yarılma olarak gösterilmek­
tedir. Yani patlama-yarılma, K u r ' a n ' a göre, e v r e n d e birbirini iz­
leyen b ü t ü n oluşların ve ölüşlerin esasıdır.

Patlama-yarılmayı e v r e n i n o l u ş u m u n u n esası o l a r a k g ö s t e r e n
Enbiya 30-33'ü y u k a r ı d a g ö r d ü k . A n c a k K u r ' a n ' ı n yarılma v e
p a t l a m a gerçeğine verdiği yer bu k a d a r değildir.

K u r ' a n , sürekli patlama-yarılma eylemleri h a l i n d e gerçekleşen


yaradılışı t a n ı t ı r k e n , ü ç kelimeyi/kavramı ö n e ç ı k a r m a k t a d ı r :

1. Fatk,
2. Faik,
3. Fatr.

B u k a v r a m l a r ı n ı n ü ç ü d e aynı a n l a m d a d ı r v e ü ç ü n ü n d e zıddı
'ratk' (yaradılıştan bitişik olma, y a r ı l m a m ı ş olma) kelimesidir
ki, Enbiya 30. a y e t t e kullanılmıştır. Ö z g ü n sözcükleri kullana­
r a k söyleyelim:

"Gerçeği örten o nankörler görmediler mi ki, gökler ve yer ratk idi,


biz onları fatk ettik."

O h a l d e , yaradılış bir 'fatk-falk-fatr olayı'dır. A m a bu olay, olup


bitmiş bir olay değil, o l m a k t a olan bir süreçtir. Ç ü n k ü , h e m e n
aşağıda göreceğimiz gibi, evren sürekli büyümekte, genişlemek­
tedir.

Evreni ve h a y a t ı bir yarılma-patlama süreci olarak gören K u r ' a n ,


Yaratıcı'nın isim-sıfatlarından ikisini de 'yarıp p a t l a t a n ' an­
l a m ı n d a iki kelime olarak belirlemiştir. G e r ç e k t e n de, C e n a b ı
H a k k ' ı n Esmaül H ü s n a ' s ı içinde 'Fâtır' ve 'Fâlik' isimleri de var­
dır. K u r ' a n ' ı n 35. s u r e s i n i n adı da Fâtır'dır.

Fâlik ismiyle a m a ç l a n a n anlam, faik k ö k ü n d e n yapılan b a ş k a


bir isimle de ifadeye k o n m u ş t u r : Rabbul-Felak. K u r ' a n ' ı n 113.
s u r e s i n i n adı da Felak'tır ve Rabbul-Felak tabiri o s u r e d e geç­
m e k t e d i r . Bu isim-sıfatların t ü m ü n ü n a n l a m ı 'yarıp patlatarak
içinden bir şey veya bir hayat çıkaran' d e m e k t i r . (Râgıb, Müfredat;
Fîrûzâbâdî, Kaamus)

Yaradılışın bir y a r m a - p a t l a t m a eylemi o l d u ğ u n u ifade e d e n ayet­


lerde A l l a h ' ı n d a h a ç o k Fâtır ismi k u l l a n ı l m a k t a d ı r . Özellikle
'göklerin ve yerin Fâtır'ı' ifadesi ö n e ç ı k m a k t a d ı r . (Örneğin,
12/101, 14/10; 3 5 / 1 ; 39/46; 42/11)

G ö k l e r i n yaradılışı bir 'fatr' olayı o l d u ğ u gibi, i n s a n ı n yaradılışı


da bir 'fatr' olayıdır. (6/14; 11/51; 17/51; 20/72; 21/56; 36/22;
43/27)

İkinci sırayı Fâlik ismi a l m a k t a d ı r . K u r ' a n ' d a bu ismin iki kul­


lanımı var: Fâlik iki yerde, Rabbul-Felak bir yerde:

" H i ç kuşkusuz, Allah'tır Fâlik olan/dâneyi yaran, çekirdeği pat­


latan. Ölüden diri çıkarır O; diriden ölüyü çıkaran da O'dur! İşte
b u d u r Allah! Peki nasıl ters bir yöne çevriliyorsunuz? Şafağı yarıp
sabahı ortaya çıkaran/Fâlik O'dur! Geceyi dinlenme zamanı yaptı;
Güneş'i ve Ay'ı hesap aracı. İşte budur ölçülendirmesi o Azîz'in, o
Alîm'in!" ( E n ' a m , 95-96)

"Yarılan karanlıktan çıkan sabahın Rabbine/yarılışlardan fışkıran


oluşun Rabbine sığınırım!" (Felak, 1)

D e m e k oluyor ki, y a r m a - p a t l a t m a şeklinde s ü r ü p giden yaratış


ve yaratılış süreci, 'ölüden diri, diriden ölü çıkarma' süreci olarak
d e v a m e t m e k t e d i r . Ö r n e ğ i n , her g ü n şafağın yarılıp içinden sa­
b a h ı n çıkarılması bu s ü r e c i n bir parçasıdır, (bk. E n ' a m , 96)
YARATILIŞ DEVAM E T M E K T E D İ R

Küçülen Dünya, Büyüyen Evren:

D ü n y a n ı n h e r g ü n biraz d a h a k ü ç ü l m e k t e olduğu, h e r k e s i n
k a b u l ve b e y a n ettiği bir gerçektir. D e n e b i l i r ki, d ü n y a b u g ü n
k ü ç ü k bir televizyon k u t u s u k a d a r k ü ç ü l m ü ş t ü r . B ü t ü n o l u p bi­
tenleri, iniş çıkışları d a k i k a d a k i k a o k ü ç ü k k u t u d a n izlemek
m ü m k ü n hale gelmiştir. F a k a t ö t e y a n d a n , evren b u n u n a k s i n e
h e r geçen g ü n b ü y ü m e k t e d i r . E v r e n d e yeni yeni galaksiler keş­
fedilmekte, bildiğimiz evren sürekli b ü y ü m e k t e d i r .

E v r e n i n ve yaratılışın/yaratılmışların sürekli b ü y ü m e k t e / a r t ­
m a k t a olduğu y o l u n d a k i anlayış K u r ' a n ' ı n açıkça ifade ettiği
g e r ç e k l e r d e n biridir. Şöyle diyor K u r ' a n :

"Allah yaratış ve yaratılışta dilediğini artırır." (Fâtır, 1)

K u r ' a n d ü ş ü n c e s i n i n en ö n e m l i n o k t a l a r ı n d a n biri bu ayette ifa­


deye k o n m u ş t u r . Ayetin F â t ı r yani yaratıcı a n l a m ı n ı t a ş ı y a n bir
s u r e d e verilmesi de ilginçtir. Aynı gerçek, N a h l suresi 8. ayette
b a z ı h a y v a n l a r sayıldıktan s o n r a şu şekilde dile getirilmiştir:

"Allah, sizin bilmediklerinizi de yaratır."

C e n a b ı H a k , yaratıştaki artırmayı yani yeni t ü r l e r ortaya çıkar­


mayı h a y v a n l a r â l e m i n d e de s ü r d ü r m e k t e d i r . Bir yandan yeni
varlık planları, galaksiler oluşurken bir yandan da yeni varlık tür­
leri, yeni canlılar oluşmaktadır. İ n s a n l ı k bu gerçeği K u r ' a n ' ı n ini­
ş i n d e n 1400 yıl sonra, yeni yeni fark e t m e y e başlamıştır. Yasin
suresi 36. ayette, Allah'ın, i n s a n ı n bilmediği nice çiftler yarattığı
dile getirilerek, e v r e n d e yeni yeni zıt k u t u p a l a n l a r ı n ı n oluştu­
r u l d u ğ u n a d i k k a t çekilmiştir. Z â r i y â t suresi 47. ayette k o n u y a
d a h a ileri p l a n l a r d a bakılmış ve şöyle b u y u r u l m u ş t u r :

" G ö ğ e gelince, biz onu ellerimizle k u r d u k . Hiç kuşkusuz, biz geniş­


leticileriz."

B u r a d a kullanılan 'mûsi'ûn', mûsi' (genişletici) kelimesinin ço­


ğ u l u d u r . G e l e n e k s e l müfessirlerin bu kelimeyi, hiçbir gerekçe
g ö s t e r e m e d e n "Biz güçlüyüz" a n l a m ı n d a değerlendirmeleri, üze­
r i n d e o l d u ğ u m u z K u r ' a n s a l inceliği örselemiştir. B ü t ü n b u veri­
leri değerlendirdiğimizde ş u n u rahatlıkla söyleyebiliriz:
K u r ' a n ' ı n tanıttığı varlık ve kâinat sonsuz değildir ama sınırlı da
değildir. Oluş bir süreç halinde hâlâ yeni varlıklar, boyutlar ve
imkânlar ortaya çıkarmaya devam etmektedir. Varlığın bağrında
yeni oluş ve imkânlara sürekli vücut veren yaratıcı bir rüya saklıdır.

K u r ' a n ' ı n tanıttığı evren, her şeyi olup bitmiş, defteri durulmuş,
hikâyesi noktalanmış bir kütle, bir eşya yığını değildir. O, hep yeni­
lenmekte ve sürekli olmaktadır. Bu yenilenme ve oluşta, başka bir
ifadeyle bu süreçte, Yaratıcı, oluşun bizzat içindedir. Zâriyât süre­
sindeki ayet bu gerçeği de K u r ' a n ' a özgü bir k e l a m harikasıyla
vermiştir. O r a d a şöyle d e n m e k t e d i r :

"Gökleri biz ellerimizle k u r d u k . "

G e l e n e k s e l müfessirler bu kelimeyi de kuvvet a n l a m ı n d a değer­


l e n d i r e r e k b i r K u r ' a n s a l inceliği d a h a h e d e r etmişlerdir. Oysaki,
ayette, 'ellerimizle' b e y a n ı n ı n eklenmesi farklı bir gerçeğe dikkat
ç e k m e k t e d i r . O gerçek, Yaratıcı'nın, sürecin-faaliyetin bizzat
içinde o l d u ğ u gerçeğidir.

K u r ' a n s a l d ü ş ü n c e n i n s o n yüzyıllarda yetişen e n b ü y ü k temsil­


cisi Pakistanlı ş a i r - d ü ş ü n ü r M u h a m m e d İkbal (ölm.1938), şura­
ya k a d a r verdiğimiz gerçeği ilk fark e d e n M ü s l ü m a n d ü ş ü n ü r
o l m u ş t u r . Ne var ki, İkbal, bizim d ö r t ayete dayandırdığımız tes­
piti sadece Fâtır s ü r e s i n d e k i ayete dayandırabilmiştir. İkbal'in,
ilahiyatçı değil, felsefeci olması, b u n u n m a k u l k a r ş ı l a n m a s ı n ı
gerektirir.

Yaradılış k o n u s u n d a ayrıntılar için, bizim, Kur'an'daki İslam ve


Küresel Âfetler adlı eserlerimizin, anılan ayetleri açıklayan b ö ­
lümlerine bakılabilir.
YARDIMLAŞMA
(teâvün, îsar)

Y a r d ı m l a ş m a a n l a m ı n d a 'teâvün', b a ş k a l a r ı n a karşılıksız y a r d ı m
a n l a m ı n d a 'îsar' sözcükleri k u l l a n ı l m a k t a d ı r . Y a r d ı m ve destek
a n l a m ı n d a k i avn (yardım) k ö k ü n d e n t ü r e y e n teâvün, karşılıklı
yardımlaşma demektir.

K u r ' a n , i n s a n h a y a t ı n ı n ö n e m l i bir b o y u t u olarak, m u t l u l u ğ u n


v e a h l a k ı n t e m e l i n e t e â v ü n ü koyar. A n c a k m u t l u l u ğ a g ö t ü r e c e k
bir y a r d ı m l a ş m a n ı n doğruluk, h i z m e t , iyilik, güzellik ve saygı
esaslarına dayalı olmasını ister. İlke şöyle k o n m u ş t u r :

"Hayırda erginlik/dür üstlük ve takva üzere yardımlasın! Kötülük/


çirkinlik, düşmanlık/saldırganlık üzere yardımlaşmayım" (Mâide,
2)

T e â v ü n d e k i y a r d ı m l a ş m a n ı n aksine, işardaki yardım, hiç­


bir karşılık beklemeyen, t e k taraflı işleyen ve esasını b ü y ü k
fedakârlıkların o l u ş t u r d u ğ u b ü y ü k r u h l u , m ü s t e s n a i n s a n l a r ı n
gerçekleştirdiği bir y a r d ı m t ü r ü d ü r , (bk. b u r a d a , îsar mad.)

K u r ' a n - ı K e r i m ' d e 6 yerde geçen îsar, kelime anlamıyla bir şeyi


diğerine t e r c i h e t m e k t i r . K u r ' a n , îsarı bu a n l a m d a 5 yerde kulla­
nır. ( Ö r n e k o l a r a k bk. N â z i â t , 38; 12/91)

Y a r d ı m l a ş m a n ı n s a d e c e ve s a d e c e h a k ve haklılık için olması


gerektiği, ü z e r i n d e ısrarla d u r u l a n K u r ' a n s a l m e s a j l a r d a n bi­
ridir. Ayrıntılarını Münafıklar m a d d e s i n d e verdiğimiz T u ' m e
olayı gösteriyor ki, bir i n s a n a y a r d ı m ı n gerekçesi, hiçbir şekil­
de "Bizdendir, din kardeşimizdir, dine hizmeti vardır" k a y d ı n a
b a ğ l a n a m a z . G e r e k ç e tektir ve b ü t ü n i n a n ç , renk, ırk, bölge ya­
kınlıklarının ü s t ü n d e d i r : Haklı olmak veya h a k k a hizmet amacı
taşımak. " B i z d e n d i r , d i n k a r d e ş i m i z , i h v a n ı m ı z d ı r " gerekçesi,
k u l l a n a n l a r ı rezil e t m e k l e k a l m a z , h a k s ı z d ü ş m a n l ı k l a r da yara­
tır ki z u l m ü n en b e t e r l e r i n d e n biri de b u d u r . Y a r d ı m l a ş m a , eğer
YARDIMLAŞMA 499

bir b i ç i m d e h a k s ı z d ü ş m a n ve d ü ş m a n l ı k yaratıyorsa böyle bir


y a r d ı m ı n adı a n c a k 'katmerli zulüm' olur. Bu z u l m ü n dışlanma­
sını sağlayacak tedbir, d ö r t başı m a m u r bir b i ç i m d e alınmıştır.
Bu n o k t a d a üç beyyine ö n e ç ı k m a k t a d ı r . İniş sırasıyla 9 8 . s u r e
o l a n N i s a ' d a şöyle b u y u r u l u y o r :

"Ey iman edenler! Öz benliğiniz, anne-babanız, yakınlarınız aley­


hine de olsa, zengin veya fakir de olsalar, adaleti dimdik ayakta
t u t a r a k Allah için tanıklık edenler olun. Allah, ikisine de sizden
daha yakındır. O halde, nefsinizin arzusuna uymayın ki adaleti ger-
çekleştiresiniz. Eğer dilinizi eğip büker, yahut çekimser kalırsanız,
Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır." (Nisa, 135)

İniş sırasıyla 110. sure olan M â i d e ' d e k i iki beyyine ise ü z e r i n d e


o l d u ğ u m u z k o n u n u n o m u r g a ilkelerini v e r m e k t e d i r :

"Ey iman edenler! Bir topluluğun, sizi Mescid-i H a r a m ' d a n uzak


t u t m a k için sergilediği kötülük, sizi saldırganlık ve düşmanlığa sa­
kın itmesin! Hayırda erginlik/dürüstlük ve takva üzere yardımlasın!
Kötülük/çirkinlik, düşmanlık/saldırganlık üzere yardımlaşmayın!
Allah'tan sakının! Kuşkunuz olmasın ki, Allah'ın azabı çok şiddet­
lidir." (Mâide, 2)

"Ey iman edenler! Adalet ve dürüstlüğün tanıkları olarak Allah için


kollayıp gözetleyenler olun! Bir topluluğun çirkinlik ve kötülüğü
sizi adaletsiz davranmaya asla itmesin! Adaletli olun! Bu, takvaya/
k o r u n u p sakınmaya daha uygundur. Allah'tan sakının. Allah, yap­
m a k t a olduklarınızdan haberdardır." (Mâide, 8)

B u ayetler, y a r d ı m l a ş m a n ı n z u l ü m a r a c ı n a d ö n ü ş t ü r ü l m e s i n i
ö n l e m e k için iki tedbir getirmektedir: 1. Emir yoluyla tedbir, 2.
Yasak yoluyla tedbir.

Birincisi, " H a k söz k o n u s u olduğunda, hakkı çiğnenen düşmanınız


da olsa, o n d a n yana çıkın" şeklinde ifade edilebilecek bir buyruk­
tur. İkincisi ise " H a k k ı çiğneyen, ebeveyniniz de olsa onun lehine
h ü k ü m vermeyin" şeklinde ifade edilebilecek bir b u y r u k t u r .

A s r ı s a a d e t ' t e k i ü n l ü T u ' m e olayı (ki on beş ayetle u n u t u l m a z


kılınmıştır), b u iki k u t u p l u b u y r u ğ u n bizzat C e n a b ı H a k k ' ı n de­
n e t i m i n d e nasıl uygulandığını g ö s t e r e n m u h t e ş e m ve ibret dolu
bir olaydır, (bk. b u r a d a , Münafıklar m a d . )
YEMİN

Sağ yan, kuvvet ve T ü r k ç e ' d e k i y e m i n a n l a m ı n d a o l u p çoğulu


eymân'dır. Esas a n l a m ı olan sağ yan, kuvvet ve i m k â n d a n ahd-
mîsak ve y e m i n a n l a m ı n a yükselişini sağlayan etimolojik deği­
şimin sebebi, s ö z ü n Allah'ı veya k u t s a l t a n ı n a n bir b a ş k a şeyi
t a n ı k t u t a r a k kuvvetlendirilmesidir. Söylenen sözü Allah ile
g ü ç l e n d i r m e y e yeminli söz d e n m i ş , z a m a n l a bu, yemin şeklinde
yalın b i ç i m d e kullanılmıştır.

K u r ' a n ' d a t o p l a m 6 0 k ü s u r yerde geçer. B u n l a r ı n 20'ye y a k ı n ı n d a


yemin, ahd a n l a m ı n d a d ı r . Diğerlerinin bazıları h e m kuvvet v e
sağ y a n a n l a m ı n d a , h e m de y e m i n a n l a m ı n d a alınabilir. Bu yüz­
den, K u r ' a n d a k i 'ashabul yemîn' s ö z ü n ü tek kelimeyle 'sağcılar'
diye çevirmek d o ğ r u değildir. Böyle bir çevirinin K u r ' a n ter­
minolojisi b a k ı m ı n d a n a n l a m ı o l d u ğ u n u söylemek z o r l a m a bir
tevildir. Bu gerçeği iyi y a k a l a y a n Elmalılı, M ü d d e s s i r s u r e s i n i n
38-39. ayetlerini a ç ı k l a r k e n b i z i m b u r a d a k i tespitimizi bir b a ş k a
b i ç i m d e ifadeye koyuyor. A n ı l a n ayetler şöyledir:

" H e r benlik kendi öz kazancının bir karşılığıdır. (Veya: Herkes,


kendi ürettiğinden gayrisini elde edemez.) Yemin ashabı müstes­
nadır."

Şimdi b u r a d a k i yemini sağcılar diye alır, ayeti, "Sağcılar m ü s ­


t e s n a " diye çevirirsek K u r ' a n ' a ş u n u söyletmiş o l u r u z : Sağcılar,
ç a l ı ş m a d a n da h e r t ü r l ü n i m e t i elde ederler. Böyle bir iddia kor­
k u n ç bir yalan ve K u r ' a n ' a b ü y ü k bir iftiradır.

Elmalılı b u n u fark etmiş olacak ki, y e m i n kelimesinin öteki an­


lam b o y u t l a r ı n ı değerlendiriyor ve şöyle k o n u ş u y o r :

"Yemin, ahd ve mîsak mânasına alındığında şu demek olur: Yara­


dılıştan bir mîsak ile ilahî a h d e dahil olmuş olanlar, yeminlerine
sadık kalmış kimseler, kazançlarından sorumlu ve yararlanmış ol­
makla birlikte yalnız öz kazançlarına bağlı kalmayıp daha başka
nimet ve mutluluğa da ererler. Buradaki fark, bir ferdin tek başına
çalışmasıyla, sosyal bir mukaveleye bağlı olarak topluluk halinde
çalışması arasındaki farktır. Çünkü toplum halinde yaşayanlar,
yalnız kendi kazançlarından değil, bağlı oldukları topluluğun ka­
zançlarından da yararlanırlar. Dağınık kazançların zahmeti çok,
verimi az olduğu halde, bir yemin ve mîsaka bağlanarak muhtelif
kazançlarını dürüstlükle birleştirmiş ve amellerinin dağıtım ve bir­
leşme noktalarına hep bir ruh ile sarılmış topluluk halinde yürü­
yenler, ortaklıktaki diğer bireylerin kazançlarından da nasip alır­
lar." (bk. Elmalılı, Tefsir, 8/54, 64-65)

Yeminle ilgili bu açıklamalar, özellikle Elmalılı'nm yaklaşımı


bizi e k o n o m i d e tüzel kişliğin, başka bir deyimle k o r p o r a s y o n u n
ö n e m i n e u l a ş t ı r m a k t a d ı r . Ne yazık ki bu ö n e m İslam fukahası
t a r a f ı n d a n h e m e n h e m e n hiçbir a l a n d a , a m a özellikle e k o n o m i
a l a n ı n d a fark edilememiş, korporasyon fikrinin yokluğu bir yığın
yanlış t e s p i t e ve s o n u ç t a büyük z a r a r l a r a sebep o l m u ş t u r .

Korporasyon fikrinin İslam d ü n y a s ı n d a gelişip yerleşmemesi,


s a d e c e e k o n o m i d e değil siyasal-yönetsel a l a n d a da yıkıcı oldu.
U n u t m a m a k gerekir ki cumhuriyet, demokrasi, siyasal partiler
gibi, gelişmişliğin ve a y d ı n l a n m a n ı n temel göstergesi o l a n kav­
r a m v e k u r u m l a r , b u k o r p o r a s y o n zihniyetinin birer uzantısıdır.
Batı, b u g ü n k ü düzeyine, R o m a h u k u k u n d a n t e v a r ü s ettiği b u
k o r p o r a s y o n zihniyetini e r k e n d e n yakalamış ve uygulamış ol­
m a n ı n açtığı yoldan ulaştı. K o r p o r a s y o n fikri ve korporatif ku­
rumlar, b a ş k a bir deyişle tüzel kişiliğin öne çıkması ö n c e e k o n o ­
mide, d a h a s o n r a da h u k u k , siyaset ve sosyolojide belirginleşti.

Ele aldığımız ayet, açık bir biçimde, sermayeleri birleştirmekten


ve kolektif çalışmadan söz ediyor. Böyle ç a l ı ş m a n ı n bereket ve ge­
liri, h e r k e s i n bir y a n a g i t m e s i n d e n , kuvvetleri birleştirmeye kar­
şı ç ı k m a k t a n hayırlı ve e k o n o m i k olacaktır. B u n u g ö r m e z l i k t e n
gelerek, ayetin böylesine derin bir a n l a m b o y u t u n u yozlaştırıp,
"Sağcılar, ç a l ı ş m a d a n d a k a z a n ı r " iddiasına K u r ' a n ' d a n d e s t e k
sağlamak, en a z ı n d a n bir b ü y ü k gaflettir.

K u r ' a n , T ü r k ç e ' d e k i yemin etmek a n l a m ı n d a kasem, helîf ve hilf


k ö k ü n d e n t ü r e y e n fiilleri de k u l l a n m a k t a d ı r . B u n a ilaveten, bir
y e r d e de (Kalem, 10) çok yemin e d e n a n l a m ı n d a bir isim-sıfat
olan hallâf kelimesi geçmektedir.
Hilf ve yeminin aynı ayette ve T ü r k ç e ' d e k i y e m i n a n l a m ı n d a kul­
l a n ı m ı n a da t a n ı k olmaktayız, (bk. 5/89)

Hilf, geçtiği h e m e n t ü m ayetlerde m ü n a f ı k l a r ı n bir a l â m e t i ola­


rak veriliyor. Münafıklık illeti, bir görünümüyle de, çok yemin etme
illetidir. Çok yemin etme ihtiyacını duyanlar çok yalan söyleyenler­
dir. E s a s e n K u r ' a n , y e m i n etmeyi, en iyi niyetli şekliyle bile, bir
y o z l a ş m a belirtisi sayar. Y e m i n e t m e t u t k u s u y l a , riyakârlık ve
münafıklık a r a s ı n d a sürekli bir bağ vardır. (4/62; 9/42, 56, 62,
74, 95, 96, 107; 58/14, 18)

Yemin etme illetiyle münafıklık arasında bağ k u r a n ayetlerin ta­


m a m ı n a y a k ı n ı n ı n m ü ş r i k l e r d e n söz e d e n Tevbe s u r e s i n d e yer
alması da d i k k a t çekicidir. Kalem suresi 10-13. ayetlerde çok
y e m i n e d e n i n (hallâfın) sıfatları olarak ş u n l a r sayılıyor:

1. Alçaklık, sefillik, karaktersizlik,


2. Koğuculuk,
3. Alaycılık, ayıplayıcılık,
4. Hayrı engelleme,
5. Saldırganlık,
6. Kötü-iğrenç davranışlar sergileme,
7. Zorbalık, kabalık, küstahlık,
8. Soysuzluk, sütü bozukluk.

Aynı ayetler hallâfa güvenmemeyi, itaat etmemeyi emret­


mektedir.

T ü m y e m i n h a s t a l a r ı yalancıdır ve h e p s i m a l ve evlatla şımarır,


azar. Ve b u n l a r , t a n r ı s a l ayetleri masal ilan e t m e y e de çok düş­
kündürler.

Sağlam kişilik sahibi s a m i m i bir i n s a n d a n z u h u r e d e n yemin, bir


niyet ve kararlılık olayıdır. K u r ' a n lağv (boşboğazlık, gevezelik,
lakırdı) t ü r ü n d e n y e m i n e değer v e r m e z . Allah b u tip yeminler
y ü z ü n d e n i n s a n ı s o r u m l u t u t m a m a k t a d ı r . (2/ 2 2 5 ; 5/89) Bu tip
yeminlere, K u r ' a n ' d a k i t e r i m a y n e n k o r u n a r a k , lağv yeminler de­
nir. Allah, adının lağv konusu yapılmasını istemiyor.

Yemin, kişilik ifade e d e n kararlı söz h a l i n d e ağızdan çıktığında


o n u n k o r u n m a s ı , gereğinin yerine getirilmesi, i n s a n o l m a n ı n
o n u r b o r c u d u r . (5/89) Yeminini basit menfaatler y ü z ü n d e n
b o z a n , s o n s u z l u k nasibi o l m a y a n b e d b a h t t ı r . Ç ü n k ü , K u r ' a n ,
insanı, bir a n l a m d a ahdine vefa eden varlık o l a r a k d ü ş ü n ü y o r .
Y a p ı l m a y a c a k s ö z ü n a ğ ı z d a n çıkması, Yaratıcı K u d r e t ' i öfkelen­
d i r e n b ü y ü k bir sahtekârlıktır. İ n s a n , b u sahtekârlığa b u l a ş m a k ­
la Allah k a r ş ı s ı n d a çok rezil bir d u r u m a d ü ş ü y o r . (3/77; 61/2-3)
B u n u n içindir ki, H z . Peygamber: "Ahde vefası olmayanın, imanı
da olamaz." b u y u r m u ş t u r .

Yemini b o z m a k yani a h d e vefasızlık, uluslararası p l a n d a v ü c u t


b u l d u ğ u n d a bir savaş gerekçesidir, (bk. 9/12-13) Bu d e m e k t i r
ki K u r ' a n a h d e - a n t l a ş m a y a vefasızlığı i n s a n o n u r u n a , h a y a t a bir
tecavüz saymaktadır.

A l l a h ' a y e m i n l e r i n urda (engel, b a h a n e ) y a p ı l m a m a s ı isteniyor.


B a k a r a 2 2 4 . ayette yer alan b u b e y a n d a n ü ç s o n u ç çıkar:

1. Allah'ı, yeminlerle elde edilecek çıkarlara âlet etmemek,

2. İyilik, takva ve sulh için de olsa, yemin etme yoluna gitmemek,

3. Yapılması gereken iyilikleri, icrası gereken ödevleri,"Benim


b u n u yapmaya engel yeminim var" diyerek savsaklamamak.

H z . Âişe b u ayetin, A l l a h ' a y e m i n e t m e d e t e k r a r ı engellemek


için indiğini söylüyor ki, bizim işaret ettiğimiz üç s o n u ç için de
geçerlidir. Ayetin iniş sebebi olarak, şu olay da kaydediliyor:
A s h a p t a n şair Abdullah bin Revâha, bir dargınlık y ü z ü n d e n , eniş­
tesi Bişr bin N û m a n ' l a bir d a h a k o n u ş m a y a c a ğ ı n a y e m i n etmiş­
ti. Bu yeminin, iyi ve m a k b u l bir davranışı engellemeye b a h a n e
edilmesinin yanlış o l d u ğ u n u bu ayet h a b e r vermiştir. (Ayrıca
bk. 16/92, 94) K u r ' a n , yeminlerin iyiliği engelleyen k a l k a n (cün-
ne) yapılmasını şiddetle kınıyor ve münafıklık sayıyor. (16/38;
2 4 / 5 3 ; 58/16; 63/29)

Yeminlerin tahillesi yani yeminle o r t a y a k o n a n s o r u n u n çözül­


m e s i i s t e n m e k t e d i r . Bu, Allah'ın bir fıtrat b u y r u ğ u d u r . (66/2)
Y e m i n tahillesi, iki yolla olur: 1.Yeminin gereğini yerine getirmek,
2. Gereği yerine getirilmeyen yemin için kefaret ödemek. K u r ' a n ' ı n
yeminle ilgili a y e t l e r i n d e n üç t ü r y e m i n olduğu anlaşılıyor:

1. M ü n ' a k i d e yemin: Bir şeyi y a p m a y a veya y a p m a m a y a söz ver­


m e k şeklinde olan y e m i n . Bu, bir t ü r şarta talik edilmiş akit ol­
m a k t a d ı r k i b u n u n icrası z o r u n l u d u r .
2. Gamûs yemini: Bu, bilerek yalan yere yemin e t m e k t i r ki,
b u n d a n kefaret ö d e y e r e k d e k u r t u l m a k m ü m k ü n o l m a z .
Böyle bir yemini yapan, eğer kul h a k k ı altına girmişse o hak­
kı ödeyip ayrıca A l l a h ' t a n af diler, Allah o n u dilerse bağışlar,
dilerse cezalandırır.

3. Lağv yemini: Bu yemin yalan kastı olmaksızın yapılmış, boşbo­


ğazlık veya alışkanlık s o n u c u , bazı y e m i n lafızlarını k u l l a n m a k ­
tır. B u n d a n kefaret gerekmez.

Yeminin kefareti nasıl ö d e n i r ? Bu s o r u n u n cevabı, M â i d e 89.


a y e t t e verilmiştir. Bunlar, ayetteki sırasıyla şu yollardır:

a) On fakire yemek yedirmek, yahut onları giydirmek,


b) Özgürlüğüne kavuşmak isteyen birini (bir köleyi) özgürlüğüne
kavuşturmak,
c) Oruç tutmak.

Y e m i n meselesini birçok e s e r i n d e t e k r a r t e k r a r i z a h e d e n İbn


Teymiye, sözlerinin özetini Fetâvâ'smm 3 3 ' n c ü cildinde vermek­
tedir. S ö z ü edilen cildin 68-70'nci sayfalarında y e m i n sözlerini
üç k ı s m a ayıran İ b n Teymiye, şöyle diyor:

"Birincisi; Kabe, melekler, şeyhler, krallar, babalar, türbeler ve


benzeri şeyler üzerine yemin etmektir ki bu tür yemin haramdır.
Müslüman olan böyle yemin etmez. Bu t ü r y e m i n i n yarattığı bü­
y ü k g ü n a h t a n k u r t u l m a k , kefaretle m ü m k ü n o l m a z . Ç ü n k ü
M ü s l ü m a n l a r b u t ü r y e m i n l e r d e n menedilmişlerdir.

İkincisi, Allah a d ı n a yapılan y e m i n d i r ki geçerlidir; yeminin t ü m


sonuçlarını doğurur.

Ü ç ü n c ü s ü , d o ğ r u d a n d o ğ r u y a Allah a d ı n a değil d e d i n d e ahit


ve akit a n l a m ı t a ş ı y a n bir yolla yapılan dolaylı y e m i n d i r . A d a k
a d a m a k , köle a z a t e t m e y e söz v e r m e k gibi...

ALLAH'IN YEMİNLERİ

K u r ' a n , Allah'ın yeminlerini kasem k ö k ü n d e n bir fiille veya ye­


min edatı olan bazı harflerle v e r m e k t e d i r . Şeytanın, A d e m ve
eşini a l d a t m a k için yaptığı y e m i n de kasem kelimesiyle verilir.
(bk. 7/21) Bir k a b u l e göre, bazı surelerin b a ş l a r ı n d a yer alan
t ü m harfler (ve harf grupları) k a s e m yani y e m i n ifade eder.
Ayrıca A r a p dilinde hurûf-i kasem (yemin harfleri) d e n e n harfler
de Allah'ın yeminleri için kullanılmaktadır.

Allah'ın yeminleri, yaradılışı ve oluş mucizesini seyredip de b u n d a n


bir şey çıkaramayan ve oluşun arkasındaki büyük şuuru göremeyen
insanı bir şok etkisiyle, daha iyi bakmaya itmek için kullanılıyor.
Burada söz konusu olan, delilin, bizzat kendini ortaya sürmesi ve
delile delil a r a m a şaşkınlığının kınanmasıdır.

Allah'ın yeminleri K u r ' a n ' d a şu şekilde yer a l m a k t a d ı r .

1. Harflere yemin:

Harflere y e m i n 2 8 surededir. B u n l a r ı n t ü m ü , surelerin başlan­


gıcında yer alır. B u n u n böyle olması da, bir t e r t i p mucizesidir.
Kelimeler harflerden o l u ş u r ve kelimeler bilinen şeylere, kav­
r a m l a r a delâlet eder. Harfe yemin ö n c e verilmiş ve kelimelerle
ifade edilen eşyaya, k a v r a m l a r a yemin, harflerin birleşimiyle ifa­
deye k o n a n kelimeler p l a n ı n a bırakılmıştır.

Harflere y e m i n i n bir kısmı tek harftedir. B u n l a r : Sâd ( S â d su­


r e s i n i n ilk harf-ayeti), Kaaf (Kaaf s u r e s i n i n ilk harf-ayeti), N û n
(Kalem s u r e s i n i n ilk harf-ayeti).

Bir kısım harfe yeminlerse, iki harfle yapılmıştır. Bunlar: Tâ-Ha


(Tâha suresinin ilk ayeti olan iki harf), Tâsîn (Nemi s u r e s i n i n
ilk ayeti olan iki harf,) Yâsîn (Yasın s u r e s i n i n ilk ayeti olan iki
harf), Ha-Mîm (Mümin suresinin ilk ayeti olan iki harf), Ha-Mîm
(Fussılet s u r e s i n i n ilk ayeti olan iki harf), Ha-Mîm (Zühruf sure­
sinin ilk ayeti olan iki harf), Ha-Mîm ( D ü h a n s u r e s i n i n ilk ayeti
olan iki harf), Ha-Mîm (Câsiye s u r e s i ' n i n ilk ayeti olan iki harf),
Ha-Mîm (Ahkaf s u r e s i ' n i n ilk ayeti o l a n iki harf)

Üç harfe yemin şunlardır: Elif-Lâm-Mîm (Bakara s u r e s i ' n i n ilk


ayeti olan üç harf), Elif-Lâm-Râ (Yunus s u r e s i ' n i n ilk ayeti), Etif-
Lâm-Râ (Hûd s u r e s i ' n i n ilk ayeti), Elif-Lâm-Râ (İbrahim suresi­
n i n ilk ayeti) Elif-Lâm-Râ (Hicr s u r e s i ' n i n ilk ayeti), Tâ-Sîn-Mîm
(Şûara s u r e s i n i n ilk ayeti), Tâ-Sîn-Mîm (Kasas suresinin ilk ayeti)
Elif-Lâm-Mîm (Ankebût suresinin ilk ayeti) Elif-Lâm-Mîm (Rum
suresinin ilk ayeti), Elif-Lâm-Mîm (Lukman suresinin ilk ayeti)
Elif-Lâm-Mîm (Secde suresinin ilk ayeti)
D ö r t harfe yemin iki yerdedir. Elif-Lâm-Mîm-Sad (A'raf s u r e s i ' n i n
ilk ayeti), Elif-Lâm-Mîm-Ra (Ra'd s u r e s i ' n i n ilk ayeti)

Beş harfe yemin iki yerdedir. B u n l a r : Kâf-Ha-Yâ-Ayn-Sâd (Mer­


yem s u r e s i n i n ilk ayeti) Hâ-Mîm-Ayn-Sîn-Kaf (Şûra s u r e s i n i n ilk
iki ayeti)

Beş harften fazlaya yemin yoktur. A r a p dilinde 5 harften fazladan


o l u ş a n kelimeler sakil (ağır, k a b a ) sayılır ve b u n l a r edebî keli­
meler k a b u l edilmez. A r a p dilci ve şairlerini s u s t u r m a y ı , m u c i ­
z e l e r i n d e n biri o l a r a k ileri s ü r e n K u r ' a n , bu inceliğe elbetteki
riayet edecekti.

2. Eşyaya yeminler:

B u n l a r ı n bir kısmı bir şeye, bir kısmı iki şeye, bir kısmı üç şeye,
bir kısmı dört şeye, bir kısmı beş şeye, bir yerde de yedi şeye ya­
pılmıştır, (bk. Ş e m s , 1-7)

Eşyaya yeminlerin b ü y ü k kısmı doğal, ontolojik kuvvetlerle, ta­


biat varlıklarınadır. Seçilen kelimeler b a z e n öyle m u c i z e ifadeler
taşır ki, bir t e k kelime, b i r k a ç tabiat olayını veya o l u ş u n birkaç
tavrını aynı a n d a ifade eder. Mealciler bu d u r u m l a r d a , genellik­
le a n l a m l a r d a n birini zikreder, ötekileri a ç ı k l a m a l a r k ı s m ı n d a
verirler veya vermezler. Bize göre, bu d u r u m l a r d a k e l i m e n i n
taşıdığında k u ş k u b u l u n m a y a n t ü m a n l a m l a r ı v e r m e k gerekir.
Ç ü n k ü b u çok boyutluluk, K u r ' a n ' ı n r u h u d u r . V e K u r ' a n ' ı n mu­
h a t a b ı olan insan, b u b o y u t l a r ı n t a m a m ı n d a n h a b e r d a r olmalı­
dır. Mesela, 5 1 . s u r e olan Zâriyât, ilk d ö r t a y e t i n d e d ö r t şeye ye­
m i n taşıyor. B u n l a r zâriyat, hâmilât, câriyât ve mukassimât o l a r a k
sıralanmıştır. B u r a d a , zâriyât, y e r i n d e n o y n a t ı p dağıtan, sürük­
leyen gibi a n l a m l a r taşıyan zâriye kelimesinin ç o ğ u l u d u r . Bu ke­
limeyi rüzgârlar diye t e k b o y u t a indirip ' A n d o l s u n r ü z g â r l a r a "
d e m e k , eksik bir t e r c ü m e olur. Ç ü n k ü zâriye, r ü z g â r olabileceği
gibi, fırtına, kasırga, a t o m i k infilak, r ü z g â r m a k i n e s i vs. de ola­
bilir. Aynı şekilde hâmilât, taşıyıcı a n l a m ı n d a k i hâmile kelime­
sinin ç o ğ u l u d u r . B u n u sadece, gebe kadın veya y a ğ m u r taşıyan
bulut diye t e r c ü m e e d e r e k t e k b o y u t u y l a d o n d u r m a k yanlıştır.
Câriyât da öyledir. A k ı p giden, d u r m a d a n y ü r ü y e n a n l a m ı n d a ­
ki câriye k e l i m e s i n i n çoğulu olan câriyât, akıp giden suları, h e p
y ü r ü y e n insanı, yol alan gemileri vs. aynı a n d a ifade eder. Bu
anlam boyutlarının hepsini vermek gerekir.
Benzeri d u r u m l a r ; Saffât, Nâziât ve Mürselât surelerinin ve d a h a
b a ş k a kelime ve k a v r a m l a r ı n h e p s i için geçerlidir.

K u r ' a n , bizzat Yaratıcı Kudret'e yemin taşıyan ifadeler de içer­


m e k t e d i r . (Mesela, bk. 10/ 5 3 ; 19/68)

Y e m i n edilen doğal güçler, varlıklar ve oluş tavırları a r a s ı n d a


G ü n e ş , Ay, yıldızlar, yıldız yörüngeleri, doğuş-batış n o k t a l a r ı
(mevakî), kara delikler, u z a y d a k i t ü r l ü değişmeler, gece, gün­
d ü z , şafak, bazı k e n t l e r ve bölgeler, dağlar, z a m a n , g ü n ü n b a z ı
vakitleri, kıyamet, s a b a h saatleri, gök, rüzgârlar, bulutlar, yıkıp
deviren güçler, öğüt verip aydınlatanlar, u y a r ı p sakındıranlar,
doğa kuvvetlerinin yaptıklarını y a p a n m a k i n e ve âletler vs. dik­
k a t çeker.

A n n e y e ve d o ğ u r g a n l ı ğ ı n a da y e m i n edilmekte, böylece a n n e ve
annelik k a v r a m ı n ı n varlık ve o l u ş t a k i ö n e m i n e p a r m a k basıl­
m a k t a d ı r . (90/1-3)

Y e m i n edilenler a r a s ı n d a genel a n l a m d a vahiy ve vahyin inişi


(tenzil) ile b i z z a t K u r ' a n ' ı n kendisi de vardır. (2/1-2, 36/1-2;
38/1-2; 50/1-2)

İ n s a n ı n iç kuvvetlerine, özellikle i n s a n ı n k e n d i k e n d i n i k ı n a m a ­
sına (levm, özeleştiri) da y e m i n edilmiştir. (75/2) Aynı s u r e n i n
14. a y e t i n d e insan, kendi içine kıvrılan keskin bir bakış olarak ta­
nıtılmaktadır.

Bazı sebze ve meyvelere y e m i n de vardır. Bunlar, incir ve zeytin­


dir. (Tîn, 1-2)
YETİM

Tekil, çoğul (yetâma) ve ikil (yetîmeyn) h a l d e 20 k ü s u r yerde


geçer. B ü t ü n kullanımlar, y e t i m i n m a l ı n a m u s a l l a t o l m a m a k ,
yetimi k o r u m a k , o n a m e r h a m e t v e şefkatle d a v r a n m a k r u h u aşı­
lar.

Yetim, k ü ç ü k c a n l ı n ı n a n n e s i n d e n v e ç o c u ğ u n b a b a s ı n d a n yok­
s u n k a l m a s ı a n l a m ı n d a k i yütm ve yetm k ö k ü n d e n sıfattır. Kip
olarak, A r a p dilinde sıfat-ı müşebbehe adını alır. Bu kalıp dai­
ma yoğunluk, ileri derecelik ifade ettiğine göre, y e t i m i n ayrılığı
ve kimsesizliği derinliğine ve zorlu bir m a h r u m i y e t olacaktır.
K o c a s ı n d a n y o k s u n k a l a n k a d ı n a d a yetim denir. H u k u k s a l an­
l a m d a yetimlik, b u l u ğ ç a ğ ı n d a s o n a erer.

Yetim k e l i m e s i n i n 'Ta' ile yapılan şekli (yetime) tek, biricik, yal­


nız gibi a n l a m l a r a gelmektedir. Kısacası yütm k ö k ü n d e h a k i m
nitelik tekbaşınalık, yalnızlıktır. Ve ş u n u biliyoruz:

Yetim, en içli, en acılı yalnızdır.

K u r ' a n ' ı n yetimle ilgili beyanları da b u n u açıkça gösteriyor.

H e r şeyden ö n c e , yetim, Yaratıcı K u d r e t ' i n , ihsan ile m u a m e l e y i


yani k e n d i s i n e aşk m e r t e b e s i n d e bir r a h m e t ve şefkati gerekli
g ö r d ü ğ ü bir varlıktır. Yetime ihsan, A l l a h ' ı n t e m e l buyrukların­
d a n biridir. (2/83; 4/36) " D i n i yalan sayan k i m d i r ? " s o r u s u n a
K u r ' a n ' ı n verdiği cevabın ilk cümlesi ş u d u r : "O kişidir ki yetimi
itip kakar, azarlar." ( M â û n , 1-2)

İ n s a n ı n n a n k ö r l ü k l e r i n i n en belirginlerinden biri de yetime ik­


r a m d a b u l u n m a m a k t ı r . (89/17) Böyle olunca, kâmil i m a n ve
i n s a n ı n özelliklerinden biri de yetimi yedirip d o y u r m a k ve o n u
d e r i n bir sevgiyle k o r u m a k t ı r . (76/8) Bu y ü z d e n K u r ' a n , yetime
k u c a k açıp o n u k o r u m a y ı , Allah y o l u n d a k i engellerin birini aş­
m a k olarak gösterir. (90/15)
YETİM 509

Bu içten ve sevgiye dayalı y a k l a ş ı m d a n y o k s u n olanlardır ki, ye­


t i m e m u s a l l a t olabilirler. K u r ' a n b u n o k t a d a , h u k u k s a l k o r u m a ­
yı devreye sokar: Yetim m a l ı n a el s ü r m e m e k , h a t t a yaklaşma­
m a k emredilir. (6/152; 17/34) G a n i m e t t ü r ü gelirlerin bir kısmı
yetimlere ayrılacaktır. ( 8 / 4 1 ; 60/7)

Nihayet, K u r ' a n ' ı n e n k o r k u t u c u t e h d i t l e r i n d e n biri, yetim ma­


lını yiyenlere yöneltilir: Yetim malı yiyenler, karınlarına ateş dol­
d u r m a k t a n başka bir şey yapmış değillerdir. (10/10)

H z . P e y g a m b e r -ki o da bir yetimdir- yetimlerle ilgili beyanların­


da ç o k hassastır. Şöyle b u y u r u y o r :

"Yetimin ağlamasından arş titrer."

"Ben ve yetime arka çıkan, cennette şu iki parmağım gibi yan yana
olacağız." (Buharî, t a l a k 26; Müslim, z ü h d 42; Tirmizî, birr 14)

G ö r ü l ü y o r ki, K u r ' a n ve P e y g a m b e r ' i n , insanlık ve m e r h a m e t


a d ı n a bir nevi gösterge olarak tanıdığı ve tanıttığı ilk tip, ye­
timdir. Öyle ki, İslam vicdanı, y e t i m i n k o r u n d u ğ u ve saygı gör­
d ü ğ ü bir t o p l u m u , b ü t ü n insancıl değerlere saygı g ö s t e r e n ve
Allah'ın istediği y ö n d e y ü r ü y e n bir t o p l u m olarak k a b u l eder.
İslam Peygamberi'nin, ü z e r i n d e titreyerek d u r d u ğ u a n a k o n u ­
ların b a ş ı n d a , yetim ve yetim hakları gelmektedir. M e r h a m e t ve
şefkatin temsilcisi olan Yüce Peygamber'in, y e t i m i n i k r a m ve
itibar g ö r d ü ğ ü evi, r a h m e t ve b e r e k e t i n belirdiği bir m e k â n ola­
r a k gösterdiğini biliyoruz. Yetimin horlandığı t o p l u m l a r s a mer­
h a m e t , insanlık ve mertlik a d ı n a hiçbir değere s a h i p o l m a y a n
t o p l u m l a r olarak g ö r ü l m e k t e d i r .

H z . M u h a m m e d , yetim v e ö k s ü z d ü . Bu, bir a n l a m d a , insanlığın


o eşsiz şahsiyete göstereceği h ü r m e t i n , yetime gösterilecek hür­
m e t e yaklaştırıldığını gösterir. G e r ç e k t e n de, İslam t o p l u m l a r ı ­
n ı n vicdanı, yetime saygı ve sevgide d a i m a ve ş a ş m a d a n , k e n d i
p e y g a m b e r i n e saygı ve sevgiden bir p a r ç a g ö r m ü ş t ü r . Bilmiştir
ki, yetimin sevindirilmesi, Allah Elçisi'nin m e r h a m e t ve sevgisini
her şeyden çok tahrik edecektir.

S o n P e y g a m b e r ' i n y e t i m oluşu, İslam d ü ş ü n c e s i n d e şöyle bir


eğilimin y a ş a m a s ı n a da sebep o l m u ş t u r : Yetimler, Yaratıcı'nın
özel k o r u m a ve iltimasına m u h a t a p olan insanlardır. Bu yüz-
den, insanlık t a r i h i n i n e n b ü y ü k isimleri a r a s ı n d a y e t i m olanlar
g ö z d e n k a ç m a y a c a k bir ç o ğ u n l u k işgal etmelidir ve etmişlerdir.
Böyle olmasaydı, insanlık t a r i h i n i n en b ü y ü k inkılabını gerçek­
leştiren S o n P e y g a m b e r yetim olmazdı. Bu incelik K u r ' a n ' ı n ,
yetimler k o n u s u n d a H z . P e y g a m b e r i n dikkatini ç e k e n beyanla­
r ı n d a açıkça görülebilir:

"O seni bir yetim olarak bulup da barınağa kavuşturmadı mı? Seni
şaşırmış olarak bulup da kılavuzluğunu üstlenmedi mi? Seni aile
geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi? O halde, ye­
timi örseleme!" ( D u h a , 6-11)

Bu ayetler, y e t i m e karşı t a k ı n ı l m a s ı g e r e k e n tavrı verirken, ye­


timin nelerden yoksun olduğunu da göstermektedir. Tarihin en
b ü y ü k yetimi olan İslam P e y g a m b e r i ' n i n yetimlerle ilgili şu iki
h a d i s i n i de kaydedelim:

"Ey Yüce Allahım! Şu iki horlananın, yetim ve kadının haklarını


gereğince koruyamayacağım diye ürpermekteyim."

" M ü s l ü m a n l a r ı n en hayırlı evleri, yetime ikram ve itibar edilen ev,


en kötü evleri de yetime kötülük ve eziyet edilen evdir."
YOL
(sebîl, sırat, tarîk, şeriat, c ü d d e )

"Dağlardan yollar var:


Değişik tonlarda beyazlı, kırmızılı.
Simsiyah yollar da var."
Fâtır suresi, 27

İnsan hayatının en önemli meselesi yön bulmaktır. İman, yönü bul­


d u r a n kuvvettir. Ancak b u l u n a n yönde yürüyebilmek, bizi yol prob­
lemiyle karşı karşıya getirir. Yön, yolu gerekli kılar. Bu b a k ı m d a n
K u r ' a n , yol k o n u s u ü z e r i n d e çok d u r m a k t a d ı r . K u r ' a n ' d a geçen
sırat, sebil, tarîk ve şeriat kelimelerinin t ü m ü , k ü ç ü k farklarla, yol
anlamındadır.

K u r ' a n ' a göre, insanın yöneleceği iki yön vardır: Şükran yani
Yaratıcı ile kaynaşma yönü, küfran yani Yaratıcı'ya n a n k ö r l ü k
yönü. Bu iki yön insanın ö n ü n e açılmış; tercih insana bırakılmıştır.
(76/3) Bu demektir ki, Kur'an. insana, cehenneme gitme özgür­
lüğü de vermektedir. Özgürlüğün verilmiş olması başlı başına ve
peşin bir cennetin ta kendisidir. Esasen, dinden ikrahı çıkaran bir
kitap için, özgürlük dışında bir yolla gidilen yerin cennet olması söz
konusu edilemez. Özgürlüğü islemez hale sokmanın bizzat kendisi
bir cehennemdir. Bu cehennemin götüreceği herhangi bir cennet
olamaz.

Cennet odur ki, cehenneme gitme özgürlük ve gücü olan kişi tara­
fından tercih edilir. Boynuna kement atılarak bir yerlere sürükle­
nenlerin varacakları yer cennet değildir.

Bu böyle olduğu içindir ki, K u r ' a n , yol k a v r a m ı ü z e r i n d e çok


d u r m a k t a ve bu k a v r a m ı n artılarını ve eksilerini ifade için y ü z ü
aşkın t a m l a m a k u l l a n m a k t a d ı r . 170 k ü s u r yerde kullanılan 'se­
bil' sözcüğü b u n l a r ı n b a ş ı n d a gelmektedir. B u n u , 40 k ü s u r kul-
l a n ı m l a 'sırat' s ö z c ü ğ ü izler. 7 yerde 'tarîk' (tekil ve çoğul), sade­
ce 1 y e r d e de 'şeriat' kelimesi kullanılmıştır, (bk. 45/18) Şeriat
sözcüğü ile aynı k ö k t e n olan ve yine 1 y e r d e kullanılan 'şir'a',
y ö n t e m a n l a m ı n d a d ı r ve K u r ' a n ' d a da o a n l a m d a kullanılmıştır,
(bk. 5/48)

Şimdi b u sözcüklerle t a n ı t ı l a n 'yol' k a v r a m ı n ı d a h a y a k ı n d a n


görelim:

Sebil:

Yol a n l a m ı n d a en çok kullanılan kelime olan sebil (çoğulu:


sübüt) kelimesi, kullanıldığı 170 k ü s u r yerin 70 k ü s u r u n d a
A l l a h ' a izafe edilmiştir. T a m l a m a n ı n b ü y ü k ç o ğ u n l u ğ u 'Allah'ın
yolu' şeklindedir. B u n u , Allah için kullanılan ' O ' zamiriyle ya­
pılmış ' O ' n u n yolu' şeklindeki t a m l a m a s ı izler. Birkaç yerde ise
'Rabbinin yolu' t a m l a m a s ı vardır. Şöyle veya böyle, Kur'an, yol
meselesinde esas belirleyici olarak Yaratıcı'yı görmektedir. Bu an­
layış şöyle verilmektedir:

"Bu benim dosdoğru yolumdur, onu izleyin, başka yolları izleme­


yin! Yoksa bu hal sizi O'nun yolundan uzaklaştırıp parçalara böler.
Sakınıp konmasınız diye O size b u n u önermiştir." ( E n ' a m , 153)

Yaratıcı'ya n i s p e t edilmeyen h e r h a n g i bir y o l u n d o ğ r u yol oldu­


ğ u n u iddia e t m e k K u r ' a n ' a aykırıdır. Allah'ın dışında bir kudret
veya kişiye izafe edilen b ü t ü n yollar şeytana ve cehenneme çıkar.
İslam t a r i h i n i n fırkalaşma yolları olan t a r i k a t l a r ı n M ü s l ü m a n
ü m m e t i getirdiği y e r e bakıldığında, K u r ' a n ' ı n b u ihbarının, t a m
bir m u c i z e ihbar olduğu açıkça görülür.

D o s d o ğ r u y o l d a n ayırıp fırkalara, p a r ç a l a r a b ö l e n yolların ni­


telikleri de yine yol kelimesiyle yapılan t a m l a m a l a r l a verilmiş­
tir. Allah'ın y o l u n d a n s a p t ı r a n yollar şunlardır: 'Tâğutun yolu'
(4/76), 'bozguncuların yolu' (7/142), 'azgınlık yolu', (7/146),
'denge noktasından sapan yol' (16/9)

Allah'ın y o l u n u n niteliklerini v e r e n t a m l a m a l a r şunlardır:


'Yolun dengelisi, yolun denge noktası' (5/12,60; 16/9; 2 8 / 2 2 ;
60/1) 'doğruya varan yol' (7/146; 40/38), (16/9), 'barış yollan'
(5/16)
YOL 513

Yaratıcı Kudret, yol kelimesini s a d e c e iki yerde 'benim yolum'


şeklinde k e n d i n e izafe etmiştir. B u n l a r ı n ikisi de kendisi için
ıstırap ç e k e n l e r i n tanıtıldığı ayetlerdir. İfadeler şöyledir: 'yo­
lumda işkenceye uğratılanlar' (3/195) ve 'benim yolumda didin­
mek' (60/1) Yol kelimesinin bu k u l l a n ı m ı n a b a k a r a k ş u n u söy­
leyebiliriz:

K u r ' a n ' ı gönderen kudret, kendine çıkan özel yolu bir ıstırap ve
didinme yolu olarak görmekte ve göstermektedir.

T a m bu n o k t a d a , İslam'ın b ü y ü k m u s t a r i p - ş e h i t sûfîsi Hallâc-ı


M a n s û r ' u a n m a m a k o l m a z . İ m a n v e ıstırap ö n d e r i Hallâc, gök-
k u b b e y e şu ö l ü m s ü z sözü nakşediyor:

"Nimetler Tanrı'dandır: ıstırap ise Tanrı'nın bizzat kendisidir."

Bu s ö z ü n ve H a l l â c ' ı n h a y a t ı n ı n ayrıntıları için bizim 'Hallâc-ı


Mansûr' adlı iki ciltlik eserimize bakılabilir.

Sırat:

K u r ' a n ' ı n , hedefe g ö t ü r ü c ü ve erdirici yol olarak gördüğü yol,


sırat'tır. Bu kelimenin, L a t i n c e ' d e k i strata kelimesinin A r a p -
çalaşmış şekli olduğu sanılıyor. Strata, R o m a yolu veya R o m a ' y a
g ö t ü r e n yol demektir. K u r ' a n , bu kelimeyi k e n d i s e m a n t i k alan­
ları içinde, yepyeni ve r u h ç u bir d ü n y a g ö r ü ş ü n ü n ifadesi ha­
linde, Allah ve yaradılış yolu olarak k u l l a n m a k t a ve o n u d a i m a
m ü s t a k i m (dosdoğru, s a p m a z ve ş a ş m a z ) sıfatıyla nitelemekte¬
dir.

Sıratı müstakim (her şeyin k ı v a m ı n d a olduğu yol) bir yaradı­


lış y o l u d u r ki, bizzat Yaratıcı t a r a f ı n d a n da izlenir. (11/56)
M ü m i n l e r , sıratı m ü s t a k i m i izleyerek, Allah'ın tavır ve t a r z ı n a
iştirak ederler. N i t e k i m , H z . Peygamber: "Allah'ın ahlakıyla ah-
laklanın" diyerek, sıratı m ü s t a k i m çizgisindeki i n s a n ı n Allah ile
birleşeceği gerçeğine d i k k a t çekmiştir. Peygamberlerin yolu da
sıratı m ü s t a k i m d i r . (43/43; 36/4)

Ş û r a 5 3 . ayetin 'göklerin ve yerin sahibi olan kudretin yolu' olarak


tanıttığı sıratı müstakim, K u r ' a n t a r a f ı n d a n i n a n a n l a r ı n sürekli
z i h i n l e r i n d e ve g ö n ü l l e r i n d e t u t m a l a r ı g e r e k e n bir k a v r a m ola­
r a k verilmektedir. K u r ' a n ' ı n , o k u m a k t a n s o n r a e n ö n e m l i ibadet
olarak tanıttığı salâtın ( n a m a z ı n / d u a n ı n ) b ü n y e s i n d e o k u n a n
F â t i h a ' d a , m ü m i n l e r , "Bizi sıratı müstakime ilet!" şeklinde d u a
etmektedirler.

Tarîk:

Yol a n l a m ı n d a k i tarîk (çoğulu: t u r u k ve taraaik. K u r ' a n ' d a ço­


ğul olarak bu ikinci şekil kullanılmıştır) k e l i m e s i n i n yine aynı
a n l a m d a k i 'tarikat' şekli de kullanılır. M ü s t a k i m s ö z c ü ğ ü n ü n
tarîk s ö z c ü ğ ü n e de sıfat yapıldığını g ö r ü y o r u z . Tarîki müstakim,
h a k k a g ö t ü r e n y o l u n adıdır. K u r ' a n , b u g ö t ü r ü ş ü n ö n c ü s ü ola­
rak k e n d i n i ö n e ç ı k a r m a k t a d ı r . H a k k a g ö t ü r e n y o l u n rehberi
K u r ' a n ' d ı r . (46/30) K u r ' a n ' ı n rehberlik ettiği y o l u n d ı ş ı n d a ka­
lan yol, 'sadece cehennem yoludur.' (4/169)

Şeriat:

G e n i ş su yolu a n l a m ı n d a k i şeriat s ö z c ü k ve k a v r a m ı ile ilgili


bilgiler bu eserin 'Şeriat' m a d d e s i n d e verilmiştir.

Cüdde:

D a ğ yolu a n l a m ı n d a k i bu s ö z c ü ğ ü n çoğul şekli o l a n 'cüded' kul­


lanılmıştır. Cüded s ö z c ü ğ ü n ü n geçtiği 35/27. ayeti, m a d d e m i z i n
başlığı altında giriş cümlesi olarak verdik.
ZEKÂT

K u r ' a n ' d a , bu şekliyle 32 yerde g e ç e n zekât, infakın en çarpıcı


g ö r ü n ü m ü ve müeyyideli bir uygulanışıdır. Z e k â t , ekonomik bir
fedakârlık olarak K u r ' a n ' ı n sadaka k a v r a m ı n ı n da bir g ö r ü n ü m ü ­
d ü r . Tevbe suresi 103. ayet, m a l l a r d a n r e s m e n a l ı n a n s a d a k a n ı n
tezkiye işlevinden söz eder. Bu tezkiye, temizleme, a r ı t m a anla­
m ı n d a d ı r v e zekâtla aynı k ö k t e n d i r . B u n a d a y a n a r a k s a d a k a n ı n
bir a n l a m ı n ı n da z e k â t olduğu söylenmiş ve K u r ' a n ' d a k i sada­
k a d a n söz e d e n ayetlerin getirdiği h ü k ü m l e r z e k â t a uygulanmış­
tır, (bk. 9/60) A n c a k , y u k a r ı d a tespit ettiğimiz ölçüyü a k ı l d a n
ç ı k a r m a m a k gerekir: Zekât, infak ve sadakanın yaptınmlı-resmî
kısmıdır. Bu d e m e k t i r ki, h e r zekât aynı a n d a bir infak ve sada­
k a d ı r ama, h e r infak ve s a d a k a z e k â t değildir.

Z e k â t ı n arındırma işlevi nasıl gerçekleşiyor? K u r ' a n , servetin


belli ellerde t o p l a n m a s ı n ı i n s a n h a y a t ı n ı n m u t l u bir z e m i n d e
seyrine engel görüyor. Servet belli ellerde toplanırsa, kitleyi e z e n
bir araç, bir t a h a k k ü m ve s ö m ü r ü u n s u r u olur. K u r ' a n böyle ser­
vete dûle diyor ki, saltanat, k u d r e t , h ü k m e t m e aracı demektir.
Servet dûle olmamalıdır. Servetin dûle haline gelmemesi, o n u n
t o p l u m d a dengeli bir b i ç i m d e yayılmasıyla m ü m k ü n d ü r . (59/7)

Z e k â t , servetin geniş t a b a n a yayılmasında alınan tedbirlerin faal


k u t b u n u , e m i r b o y u t u n u temsil eder. Tedbirlerin yasak boyu­
t u n u ise riba yasağı temsil e t m e k t e d i r , (bk. b u r a d a , Riba m a d . )

Bir b a ş k a t e m e l n o k t a d a ş u d u r : K u r ' a n , servet sahibinin ma­


lında, fakirin h a k k ı b u l u n d u ğ u n u , b u h a k k ı n fakire m u t l a k a
ulaştırılması gerektiğini açıkça belirtir. (6/ 1 4 1 ; 17/26; 30/38)
K u r ' a n böylece, M a r x ' t a n 13 asır ö n c e artık değere ve bu değe­
rin, k a p i t a l d e n y o k s u n kesimin h a k k ı o l d u ğ u n a dikkat çekmiş­
tir. Bu artık değer, sermaye ile e m e k a r a s ı n d a en a z ı n d a n bölü-
şülmelidir. En a z ı n d a n diyoruz, ç ü n k ü Kur'an, üretilen değeri,
onu doğuran emeğin hakkı olarak tescil eder. A n c a k , K u r ' a n , in­
san tabiatını z o r l a m a m a k için, bu n o k t a d a evrensel emek-karşı-
lık ilkesini y u m u ş a t ı y o r ve artık değerin sermaye-emek a r a s ı n d a
b ö l ü ş ü l m e s i n i öneriyor. Bu d e m e k t i r ki, servet-sermaye kutbu,
sürekli olarak e m e k k u t b u n d a n bir şeyler y e m e k t e v e o n u n hak­
kı a l t ı n d a d u r m a k t a d ı r . K u r ' a n bu gerçeği, Allah'ı, ezilen-sömü-
r ü l e n kitlenin y a n ı n d a g ö s t e r m e k l e gözler ö n ü n e k o y m u ş t u r ,
(bk. b u r a d a , Ezilenler m a d . ) H z . P e y g a m b e r ise, "İçinizdeki zayıf
ve ezilenler h ü r m e t i n e rızıklanıyorsunuz" diyerek emeğin hayat
v e oluştaki m o t o r r o l ü n e d i k k a t çekmiştir.

Z e k â t emri ve riba yasağı, emeğin t a m a m e n b o ğ d u r u l m a s ı n ı ve


servetin bir z u l ü m aracı h a l i n e gelmesini ö n l e m e d e asgarî-resmî
tedbirlerdir. İnfak k u r u m u n u n diğer i m k â n l a r ı işletilerek, ted­
birlerin çapı ve yoğunluğu, şartlara göre değiştirilebilir. Ve böyle
o l u n c a da devlet, gerekli görürse servetin t ü m ü n e el koyabilir.
H z . Peygamber: "Mallarınızda zekât dışında da yoksul hakları
vardır" diyerek bu anlayışın e s n e k ilkesini vermiştir. (Bu k o n u ­
da geniş bilgi için özellikle bk. M u s t a f a es-Sibâî; İştirâkiyyetü'l-
İslam)

K u r ' a n , R u m 3 9 ' d a , riba ile z e k â t a r a s ı n d a k i ilişkiye ve b u n l a r ı n


birinin yıkıcı, ö t e k i n i n yapıcı özelliğine bir k e l a m harikası ile
d i k k a t çekiyor: Bilindiği gibi, h e m riba h e m de z e k â t kelimele­
r i n d e artmak a n l a m ı vardır. A n c a k r i b a n ı n getirdiği artış iğre­
ti, aldatıcı, yıkıcı, z u l ü m d e n k a y n a k l a n a n bir artıştır. Z e k â t ı n
getirdiği artışsa kalıcı, m u t l u l u k getirici bir artıştır. K u r ' a n , bu
inceliği, a n ı l a n ayette şöyle veriyor:

"İnsanların malları içinde, artsın diye riba olarak verdiğiniz, Allah


katında artmaz. Allah'ın yüzünü isteyerek verdiğiniz zekâta gelin­
ce, işte onu verenler kat kat artıranların ta kendileridir." (Rum,
39)

Kısaca, K u r ' a n , n i m e t l e r i n adaletsiz dağıtımını zekât emriyle;


sefaletlerin belli bir k e s i m e y ü k l e n m e s i n i riba yasağıyla ö n l e m e k
a m a c ı n d a d ı r . A n c a k b u n u y a p a r k e n yaptırımı ölçülü uygular,
şiddete g i t m e k t e n kaçınır. O, i n s a n ı bilinçlendirmeyi, gönlün­
d e n ve i d r a k ı n d a n y a k a l a y a r a k bireyi k e n d i k e n d i n e k o n t r o l et­
t i r m e y i esas a l m a k t a d ı r . Bu haliyle K u r ' a n , komünist anlayışla,
kapitalist yaklaşım a r a s ı n d a bir denge ve orta yol sistemi öner­
mektedir.
ZEKÂT 517

Z e k â t t a n söz e d e n ayetler, bu e m r i n ö n c e k i t o p l u l u k l a r a da
verildiğini gösteriyor. Ç ü n k ü i n s a n toplulukları, h e r z a m a n ve
m e k â n d a servetin, e n a z ı n d a n bir k ı s m ı n ı n t o p l u m a aktarıl­
m a s ı n ı s a ğ l a m a d a n yaşayamazlar. G ü n ü m ü z sistemlerinde b u
a k t a r ı m , vergi s a y e s i n d e işlemektedir.

Zekât, genel anlamda, bir vergidir. Bu y ü z d e n K u r ' a n z e k â t ı n


m i k t a r ı n ı ve z e k â t y ü k ü m l ü l ü ğ ü n e esas olan zenginliğin t a n ı m ı ­
nı z a m a n ve şartlara göre yapılacak i ç t i h a d a bırakmıştır.

ZEKÂTIN F I K H Î YÖNÜ

Z e k â t , bir fıkıh terimi olarak şöyle t a n ı m l a n m ı ş t ı r : "Allah'ın,


hakkı olanlara verilmesini emrettiği belli miktarda malı, bu hak sa­
hiplerine vermektir." ( K a r a m a n , Günün Meseleleri, 1/143)

K u r ' a n vahiylerinin h e m M e k k e h e m d e M e d i n e d ö n e m i n d e ge­


l e n l e r i n d e z e k â t vardır. A n c a k Mekke dönemi vahiyleri, zekâtı
bir emir olarak ö n e ç ı k a r m a k t a n ç o k m ü m i n l e r i z e k â t v e r e n ki­
şiler olarak t a n ı t m a k l a bir ısındırma ve hazırlama süreci yaşat­
mıştır. M ü s l ü m a n l a r ı n bir devlet h a l i n d e teşkilatlandığı M e d i n e
d ö n e m i n d e ise zekât, emir kipleriyle verilmiş ve bu ibadet-ver-
ginin, bir devlete ulaşmış M ü s l ü m a n t o p l u m için yaptırımlı bir
görev olduğu anlatılmıştır. Kaynaklar; z e k â t ı n kesin emir h a l i n e
getirilişinin Hicrî 2 ila 5 yıllar a r a s ı n d a o l d u ğ u n u , fakat n e t bir
tarih vermenin m ü m k ü n bulunmadığını göstermektedir.

K u r ' a n z e k â t ı n n e m i k t a r ı n d a n n e n i s a b ı n d a n (hangi ö l ç ü d e
varlık sahibi o l u n d u ğ u n d a verileceğinden) n e d e zekât k o n u s u
m a l l a r d a n söz eder. B u n l a r içtihadîdir. K u r ' a n , bu ö n e m l i em­
rin, miktar, ç a p ve çerçevesinin, z a m a n ve şartların icaplarına
göre, h e r devirde y e n i d e n d ü z e n l e n m e s i n i esas almış b u l u n u y o r .

Nihaî ölçü ş u d u r : İ h t i y a ç t a n fazlasını vermek, (bk. Bakara,


219) Yani t o p l u m s a l şartlar gerektiriyorsa, zekât, mal ve servet
sahiplerinin i h t i y a ç l a r ı n d a n fazlasının alınması şeklinde de uy­
gulanabilir. M e s e l e n i n bu yanıyla ilgili ayrıntıları, Ebu Zer adlı
e s e r i m i z d e incelemiş b u l u n u y o r u z .
ZİKİR

K u r ' a n ' ı n a d l a r ı n d a n ve en ö n e m l i k a v r a m l a r ı n d a n biri olan zi­


kir, türevleriyle birlikte 2 6 0 k ü s u r yerde geçmektedir. S a d e c e
zikir kelimesi 90 k ü s u r yerde kullanılmıştır. Z i k i r k ö k ü n d e n tü­
r e y e n ve yine K u r ' a n ' ı n a d l a r ı n d a n biri olarak kullanılan 'tezki­
re' sözcüğü 9 yerde geçmektedir.

Kelime anlamıyla zikir, ' u n u t u l a n bir şeyi hatırlamak ve bir şeyi


u n u t m a m a k için sürekli hatırda tutmak, şeref, öğüt, d ü ş ü n d ü r ü c ü '
d e m e k t i r . Âsim Efendi b u n u , ' a n m a k ve yad etmek' diye çeviri­
yor. K a a m u s y a z a r ı n ı n da belirttiği gibi, zikir aynı z a m a n d a hıfz
yani e z b e r d e t u t m a k a n l a m ı d a t a ş ı m a k t a d ı r . ' U n u t m a m a k üzere
ezberde t u t m a k ' da iki a n l a m taşır: Z i h i n ve k a l p t e t u t m a k , dilde
t u t m a k , yani t e k r a r l a m a k .

Zikir, aynı zamanda K u r ' a n ' ı n adlarından biridir. K u r ' a n kendini bu


adla defalarca anmaktadır. ( Ö r n e k olarak bk. 3/58; 7/63; 12/104;
15/6, 9; 16/44; 21/50; 36/69; 38/49; 6 8 / 5 1 , 52) K u r ' a n ' ı n h e m
adı Z i k i r ' d i r h e m de içi zikirle d o l u d u r . Yani K u r ' a n , aynı za­
m a n d a 'zikirle d o l u ' (zü'z-zikr) bir kitaptır, (bk. 38/1)

Bu gerçekler d i k k a t e alındığında, zikir k ö k ü n d e n türetilmiş ve


K u r ' a n ' d a n söz e d e n t ü m kelimelerde m e r k e z v e m i h v e r k a v r a m
K u r ' a n olmalı v e b u gerçek, K u r ' a n t e r c ü m e l e r i n e yansıtılma­
lıdır. Ö r n e ğ i n , K u r ' a n ' d a defalarca geçen 'zikrullah', (Allah'ın
zikri) tabiri, aynı z a m a n d a K u r ' a n d e m e k olur. Ç ü n k ü zikir,
K u r ' a n ' ı n a d l a r ı n d a n biri o l d u ğ u n a göre, 'zikrullah' tamla­
m a s ı n d a , zikir s ö z c ü ğ ü n ü n yerine K u r ' a n s ö z c ü ğ ü n ü k o y m a k
yanlış o l m a m a k l a k a l m a z , gerekli de olur. N i t e k i m , biz, Kur'an
Meali'mizde bu inceliğe h e p dikkat ettik.

T a m b u n o k t a d a , tasavvuf t a r i h i n i n ciddî s a p m a l a r ı n d a n birini


ele a l m a k gerekiyor. 'Allah'ı zikretmek' a n l a m ı n d a zikir, tasav-
vuf ve t a r i k a t l a r ı n asırlık ş a r t l a n d ı r m a l a r ı y ü z ü n d e n , belli tari­
k a t virdlerini t e k r a r t e k r a r o k u m a k a n l a m ı n d a d o n d u r u l m u ş t u r .
Oysaki K u r ' a n ' ı n söylediği b u n u n t a m tersidir. Allah'ı zikrin
en y ü k s e k ve etkili şekli, h a t t a K u r ' a n ' a göre t e k şekli, Allah'ı
K u r ' a n ' l a z i k r e t m e k t i r . D a h a s ı , zikretmek, K u r ' a n okumakla
eşanlamlıdır. Nitekim, K u r ' a n ' a bakıldığında ilk emir " O k u ! " ol­
d u ğ u gibi, ilk ibadet de Kur'an okumaktır. Namaz, K u r ' a n o k u m a
emir ve ibadetinden d a h a sonra vahyedilmiştir.

İ ş b u n u n l a d a b i t m e z : K u r ' a n , n a m a z l a zikrullahın yani


K u r ' a n ' ı n karşılaştırmasını d a y a p m ı ş v e s o n u c u m ü m i n l e r i n e
bildirmiştir. K u r ' a n bildirmiştir a m a ne yazık ki m ü m i n l e r i asır­
lardır bu e m r i n gereğini y a p m a m ı ş l a r d ı r . K u r ' a n şöyle diyor:

" K i t a p t a n sana vahyedileni oku! Namazı/duayı yerine getir! Ç ü n k ü


namaz/dua, çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ın zik-
ri/Kur'an'ı ise elbette ki daha büyüktür! Allah, neler yaptığınızı bi­
liyor." ( A n k e b û t , 45)

N u r suresi 37. ayet, yine n a m a z l a Z i k r u l l a h ' ı yani K u r ' a n ' ı y a n


y a n a k o y m u ş , a m a Z i k r u l l a h ' a birinci sırada yer vermiştir.

K u r ' a n , yeni z a m a n l a r için çok hayatî p e n c e r e l e r a ç a c a k bir tes­


pit d a h a yapıyor: ' C u m a salâtı' ( C u m a namazı-duası) ile 'zikrul-
lah' ( K u r ' a n ) eşitlenmiştir. Ayet şöyle diyor:

"Ey inananlar! C u m a günü, namaz/dua için çağrı yapıldığında,


Allah'ın zikrine/Allah'ın Kur'an'ına koşun! Alışverişi bırakın! Eğer
bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır." ( C u m u a , 9)

Bu ayetin bize bildirdiği gerçek ş u d u r :

Bir m ü m i n , K u r ' a n ' ı n emrettiği C u m a vakti ibadeti için isterse ce­


maatin oluştuğu bir yerde (cami, ev, mescit vs.) c u m a namazı kılar,
isterse c u m a namazı vakti süresi kadar K u r ' a n okur veya Kur'anî
bilgilerle meşgul olur.

Bu eşitlemede şaşılacak bir yan yok. Kur'an, salâtın (namazın/


d u a n ı n ) esas a m a c ı n ı n 'Allah'ı zikir' o l d u ğ u n u z a t e n bildirmiştir:

" B a n a ibadet et ve namazını/duanı, benim zikrim için/beni hatırla­


yıp a n m a k için yerine getir." (Tâha, 14)
Allah'ı zikrin en yücesi de K u r ' a n olduğuna göre, K u r ' a n okuyan
(Kur'an'ı tilavet eden veya K u r ' a n ilimleriyle meşgul olan), salâtın
en yücesini yapmış olur. Böyle birisinin, bir mescitte icra edilen bir
namaza katılımı veya Kur'an'la meşguliyeti bırakmak pahasına kal­
kıp namaza durması bir tercih meselesidir; bir emir veya kazanç
değil.

Bu K u r ' a n s a l gerçeklerin geleneksel d a y a t m a l a r l a dışlanmış ol­


ması, art a r d a yıkımlar getirmiştir. Bir defa, din b a h s i n d e oto­
rite, K u r ' a n e h l i n d e n alınıp tevil, ilham ve rüya ehline verilmiş,
böylece, t o p l u m l a r a ve zihinlere ilim yerine teviller ve rüyalar
e g e m e n o l m u ş t u r . B u d u r u m , K u r ' a n ' ı n i n s a n h a y a t ı n d a n kov­
m a k istediği t e m e l b e l a n ı n ta kendisidir. Ne yazık ki, bizzat
M ü s l ü m a n l a r eliyle dinleştirilip İslam ü m m e t i n i n k a d e r i n e hük­
m e d e r hale getirilmiştir. K u r ' a n şöyle diyor:

"Bilmiyorsanız zikir/Kur'an ehline sorun." (Hicr, 4 3 ; Enbiya, 7)

Biraz ö n c e değindiğimiz yıkım ise bu K u r ' a n s a l e m r i n şu şekle


d ö n ü ş m e s i n e yol açmıştır:

"Eğer bilmiyorsanız, tarikat ehline ve tarikat şeflerine sorun!"

Ç ü n k ü , zikir ehlinin, def çalıp d ö n e r e k 'Allah, Allah' diyen der­


vişlerden ibaret olduğu, M ü s l ü m a n nesillerin b e y n i n e Allah'ın
e m r i gibi kazılmıştır. Oysaki Allah'ın beyanı b u n u n t a m a m e n
dışında, b a ş k a bir şey söylüyor.

K u r ' a n e m r i n i n a r k a y a atılıp o n u n t e r s i n i n dinleştirilmesinin


s o n u c u n e o l m u ş t u r ? K u r ' a n , b u n u n cevabını, ç o k açık biçimde
veriyor. H e m d e adı olan Zikir s ö z c ü ğ ü n ü k u l l a n a r a k . Aynen
şöyle diyor:

" K i m R a h m a n ı n Zikri'ni/Kur'an'ı görmezlikten gelip ondan uzak-


laşırsa biz ona bir şeytanı musallat ederiz de o ona can yoldaşı olur.
Bunlar onları yoldan t a m a m e n saptırırlar. Onlarsa kendilerinin
hâlâ hidayet üzere olduklarını sanırlar. Sonunda bize geldiğinde,
şeytan, yoldaşına şöyle der: 'Keşke aramızda iki doğu arası kadar
uzaklık olsaydı. Ne kötü yoldaşmışsın sen!" (Zühruf, 36-38)

K u r ' a n zikrine sırt d ö n e n l e r i n şeytanla birlikteliğe itilecekleri,


b a ş k a vesilelerle de ve yine Zikir kelimesi kullanılarak ifade edil­
miştir. Bir ö r n e k d a h a :
"Şeytan onları kuşattı da Allah'ın zikrini/Kur'an'ını onlara unut­
t u r d u . İşte bunlar şeytanın hizbidir. Dikkat edin! Şeytanın hizbi,
h ü s r a n a uğrayanların ta kendileridir." (Mücadile, 19)

Aynı gerçeğe p a r m a k b a s a n b i r k a ç beyyine d a h a :

" K i m Rabbinin zikrinden/Kur'an'dan yüz çevirirse Rabbi onu, git­


tikçe yükselen bir azaba sokar." (Cin, 17)

" K i m benim zikrimden/Kur'anımdan yüz çevirirse onun için zor,


sıkıcı bir hayat şekli/dar bir geçim vardır; kıyamet günü de onu
kör olarak hasrederiz. O der ki, 'Rabbim, beni neden kör hasrettin,
ben gören biri idim?' Allah buyurur: 'Ayetlerimiz sana geldiğinde
sen böyle u n u t m u ş t u n ; bugün de sen aynı şekilde unutuluyorsun."
(Tâha, 124-126)

K u r ' a n ' a sırt d ö n ü p yaşadığı dini K u r ' a n ' ı n dini o l m a k t a n çı­


k a r m ı ş olan İslam d ü n y a s ı n ı n s ü r ü n ü ş t a b l o s u n u , g ö r ü n ü ş ü v e
gerekçeleriyle b u n d a n d a h a m ü t h i ş a n l a t a c a k bir b e y a n bulu­
n a m a z . K u r ' a n ' ı n gerçek i m a n kitleleri için n e o l d u ğ u n u , n e
a n l a m a geldiğini, K u r ' a n ' a sırt d ö n m e n i n ise h a n g i h ü s r a n l a r a
yol açabileceğini, yine Zikir kelimesini k u l l a n a r a k yine K u r ' a n
vermiştir:

"Yemin olsun, size bir kitap gönderdik ki, öğüt ve uyarınız/zikriniz/


şerefiniz yalnız ondadır. Hâlâ aklınızı çalıştırmayacak mısınız?"
(Enbiya, 10)

K u r ' a n , tebliğcisi olan H z . M u h a m m e d ' i bir 'müzekkir' olarak


n i t e l e m e k t e v e görevlendirmektedir. B u n u n anlamı, t ü m K u r ' a n
m ü m i n l e r i n i n 'müzekkir' olması gerektiğidir. N e d i r m ü z e k k i r ?

Z i k i r k ö k ü n d e n t ü r e y e n bu kelime, yalın haliyle 'hatırlatan, öğüt


veren, d ü ş ü n d ü r e n ' demektir. A n c a k , K u r ' a n ' ı n adı olan zikir kö­
k ü n d e n geldiğine göre, kelimedeki terimsel anlamı, K u r ' a n ile
i r t i b a t l a n d ı r m a k kaçınılmazdır; çıplak sözlük anlamıyla yetin­
m e k eksiklik olur. Şimdi bu inceliği d i k k a t e alarak m ü z e k k i r
kelimesinin geçtiği ayeti y e n i d e n a n l a m l a n d ı r a l ı m :

"Artık Kur'an ile uyar/düşündür! Ç ü n k ü sen, K u r ' a n ile uyaran/dü­


şündüren birisin. Üzerlerine musallat bir despot değilsin." (Gâşiye,
21)
Tasavvuf-tarikat t a r i h i n d e bu K u r ' a n s a l gerçeği ilk kez g ü n d e ­
me getirip telaffuz e d e n ve bir sûfî r e h b e r olarak uygulamasıyla
h a y a t a geçiren müceddit-bilgin, T ü r k sûfî d ü ş ü n ü r ü Kuşadalı
İbrahim Halveti (ölm. 1845) o l m u ş t u r . Z i k r e t m e n i n K u r ' a n oku­
m a k olması gerektiğini, b u n u n için de K u r ' a n dışı vird ve zi­
kirlerin tasavvuf-tarikat b ü n y e s i n d e n çıkarılması l ü z u m u n u ilk
kez ilan e d e n Kuşadalı, bu d ü ş ü n c e s i y l e İslam t a r i h i n d e başlı
b a ş ı n a ve çok b ü y ü k bir d e v r i m i n temsilcisidir. Kuşadalı, tek­
kelerin artık devrini d o l d u r d u ğ u n u , ç ü n k ü b u m e k â n l a r ı n mey­
h a n e v e k e r h a n e y e d ö n d ü r ü l ü p yozlaştırıldığını, Allah'a varışın
artık, H z . P e y g a m b e r d ö n e m i n d e olduğu gibi, t ü m y e r y ü z ü n ü
m a b e t olarak algılayıp çalışmakla gerçekleşeceğini söyleyen ve
A n a d o l u ve B a l k a n l a r a yayılan o n l a r c a halifesi aracılığıyla bu­
n u n gereğini y a p a n b ü y ü k ö n d e r d i r .

A t a t ü r k ' ü n d o ğ u m u n d a n 3 0 k ü s u r yıl ö n c e ölen Kuşadalı, b u


d ü ş ü n c e l e r i n d e n bakıldığında, T ü r k i y e C u m h u r i y e t i ' n i n k u r u ­
cusu ve Türk aydınlanma devriminin mimarı büyük A t a t ü r k ' ü n
müjdecisi ve fikirlerini din a d ı n a h a y a t a geçiren ilk din bilgi­
nidir. Bu b a k ı m d a n biz, A t a t ü r k ' l e ilgili, özellikle A t a t ü r k - d i n
bağlamlı bir ç a l ı ş m a n ı n Kuşadalı'yı i h m a l etmesini çok b ü y ü k
bir kayıp sayarız. A t a t ü r k ' ü n ne yaptığını ve niçin yaptığını an­
l a m a n ı n İslamî a n a h t a r l a r ı n d a n biri de, K u ş a d a l ı ' n ı n fikir d ü n ­
yasını t a n ı m a k t ı r .

D ü ş ü n c e l e r i , ilim ve fikir d ü n y a s ı n a , tarafımızdan yapılan dok­


t o r a teziyle d u y u r u l m u ş b u l u n a n m ü c e d d i t K u ş a d a l ı ' n ı n h a t ı r a s ı
ö n ü n d e h ü r m e t v e ş ü k r a n l a eğiliyoruz. Kuşadalı v e d ü ş ü n c e l e r i
için bizim, Kuşadalı İbrahim Halveti adlı eserimize bakılmalıdır.

K u r ' a n e n ü s t ü n zikir olduğu gibi, Allah'ı a n m a n ı n e n ü s t ü n


şekli de K u r ' a n ' d a d ı r . K u r ' a n ' l a zikir, K u r ' a n ' ı n m e t n i n i , anla­
m ı n ı b i l m e d e n sadece bir t ü r ' m a n t r a ' olarak o k u m a k değildir.
K u r ' a n bu anlayışa giden yolları tıkamıştır.

O halde, K u r ' a n ' ı zikir olarak o k u m a k , K u r ' a n ' ı a n l a y a r a k


o k u m a k , a n l a m ı n ı n gerektirdiği t ü m koşulları yerine getirerek
o k u m a k t ı r . B u n u n a n l a m ı ise K u r ' a n ' ı akıl ve bilim verileriyle
a n l a m a y a çalışmak, bu veriler ışığında sürekli y o r u m l a m a k t ı r .
K u r ' a n , k e n d i s i n i bu a n l a m d a zikir y a p a n l a r ı n işlerini kolaylaş­
tırmayı da k e n d i işlevleri a r a s ı n d a s a y m a k t a d ı r . Yalnız şu ifade
d ö r t yerde g e ç m e k t e d i r :
"Yemin olsun ki, biz, K u r ' a n ' ı zikir/öğüt ve ibret için kolaylaştırdık.
Fakat düşünen mi var?!" (54/17, 22, 32, 40)

K u r ' a n , Allah'ı yalnız K u r ' a n ' d a k i anılış şekliyle a n m a y ı tevhi­


d i n k a ç ı n ı l m a z l a r ı n d a n biri olarak tescil eder ve m ü ş r i k zihniye­
ti en çok r a h a t s ı z e d e n şeylerden birinin de Allah'ın K u r ' a n ' d a k i
şekliyle anılması o l d u ğ u n u kayda geçirir:

"Rabbini yalnız K u r ' a n ' d a andığın zaman/Kur'an'da yalnız Rabbini


andığın zaman, nefretle kıçlarına doğru geriye dönerler." (Isra, 46)

Bu ayette v u r g u yapılan gerçeği d a h a iyi a n l a m a k için Z ü m e r


suresinin 4 5 . ayetini d e akılda t u t m a k gerekiyor:

"Allah yalnız başına anıldığında, ahirete inanmayanların kalpleri


nefretle ürperir; O'nun berisindeki, ilahlaştırılmış kişilerle birlikte
anıldığında ise h e m e n müjdelenmiş gibi sevinirler."

D i n i n K u r ' a n ' a teslim edilmesi v e Allah'ın, K u r ' a n ' d a tanıtıldı­


ğı şekilde algılanması, şirke b u l a ş m ı ş zihniyetleri r a h a t s ı z e d e n
t e m e l olgulardan biridir. Bu rahatsızlığın belirgin g ö r ü n t ü l e r i n i ,
gizli şirke b a t ı k hurafe dincisi ekiplerde izlemekteyiz. Allah, bu
ekipler için, a n c a k k e n d i efendileriyle birlikte ve k e n d i efendile­
ri b a ğ l a m ı n d a anıldığında bir a n l a m ifade e t m e k t e d i r . H a t t a bu
şirk şaibeli zihin s a h i p l e r i n i n bazıları, din b a h s i n d e yapılacak
m ü z a k e r e v e t a r t ı ş m a l a r d a k e n d i efendilerinin v e z ü b ü r l e r i n i n
d ı ş ı n d a referans i s t e m e m e k t e d i r . B u n l a r d a n bir c e m a a t , geniş
katılımlı bir dinsel t o p l a n t ı y a davet için üniversitelere gönderdi­
ği davetiyeye şu n o t u k o y m a sapıklığına düşebilmiştir:

"Toplantıya sunulacak tebliğlerde sadece filan risalelerin kaynak


gösterilmesi şarttır."

Bize göre, böyle bir tavır, K u r ' a n ' ı n h e m e n h e r sayfasında


şikâyetçi olduğu şirkin d e h ş e t verici bir t e z a h ü r ü d ü r . Anlaşılan
o ki, b u n l a r için Allah, k e n d i efendileri yani şürekâları bağla­
m ı n d a anılmadığı t a k d i r d e , s ı r a d a n bir k e l i m e d e n b a ş k a şey de­
ğildir. K u r ' a n , İslam ve din g ö r ü n ü m ü altındaki bu dehşetli şirk
m a s k e s i n i , d a h a ilk g ü n d e d ü ş ü r m ü ş t ü r .
ZİNA

Geçerli bir n i k â h o l m a k s ı z ı n cinsler a r a s ı n d a k u r u l a n cinsel iliş­


kiye zina denir. (Râgıb, z i n a mad.)

Z i n a ve türevleri K u r ' a n ' d a fiil ve isim h a l i n d e 6 yerde geçer.


K u r ' a n ' a göre zina, insanlığı fert ve t o p l u m o l a r a k y o z l a ş t ı r a n
bir illettir.

Z i n a , iki cins a ç ı s ı n d a n da g ü n d e m e getirilmektedir. U z a k du­


r u l m a s ı g e r e k e n bir illet o l a n zina (17/32), bir suç olarak, taraf­
ların h e r birine 100'er v u r u ş (celde) v u r u l m a s ı n ı gerektirir. Bu
k o n u y u d ü z e n l e y e n ayette (24/2) zina e d e n l e r i n evli veya b e k â r
o l m a l a r ı n d a n söz edilmez. Z i n a d e n i n c e akla gelen recm (taş­
lama) cezası K u r ' a n ' d a d ü z e n l e n m e m i ş t i r . B a ş k a bir ifadeyle,
K u r ' a n bünyesinde recm cezası yoktur.

A r a p l a r d a kısas ve el k e s m e cezası gibi, r e c m cezası da vardı.


R e c m cezası, e s a s ı n d a Tevrat kaynaklıdır; A r a p Y a r ı m a d a s ı ' n a
o r a d a n geçmiştir, (bk. Tevrat, Çıkış, b a b : 2 3 . Levililer, b a b : 20,
Tesniye, b a b : 22) K u r ' a n , kısas ve el kesmeyi içine aldığı h a l d e
r e c m i n e d e n dışta bıraktı? Allah z ü h u l m ü yaptı, y o k s a b a ş k a bir
m u r a d ı mı v a r d ı r ? Elbette ki b a ş k a bir m u r a d ı vardır. Z i n a n ı n
cezası açıkça d ü z e n l e n m i ş t i r , b a ş k a bir cezayı d ı ş a r ı d a n ithale
kim, nasıl ihtiyaç gösterebilir!

Recmi K u r ' a n ' a y a m a t m a k için s a h a b e d e n Ö m e r ' i , E b u H u z e y -


me'yi, Z e y d bin Sâbit'i k u l l a n m a y a k a l k m a n ı n inandırıcı bir
y a n ı o l a m a z . Ç ü n k ü yapılan iş, K u r ' a n ' ı n lafzına ve r u h u n a
açıkça aykırıdır. Bu aykırılık filanca veya falancayı ortaya sür­
m e k l e bertaraf edilemez. K u r ' a n - ı Kerim, d ö v m e cezasını k a b u l
etmiş, fakat r e c m cezasını k a b u l e t m e m i ş , bu k o n u d a evli ile
b e k a r a r a s ı n d a da bir fark görmemiştir. Ç ü n k ü suç, aynı s u ç t u r .
Aynı s u ç u n cezası da aynı olur.
H z . P e y g a m b e r ' i n r e c m yaptığı y o l u n d a k i rivayet doğru ise bu,
r e c m i n a n c a k Tevrat h ü k ü m l e r i n e göre yargılanmayı isteyen
Y a h u d i l e r e u y g u l a n d ı ğ ı n a k a n ı t olur. Z a t e n , rivayetlerde b u
c e z a n ı n u y g u l a n d ı ğ ı n d a n söz edilen kişinin bir Y a h u d i olduğu
yazılıdır.

N u r s u r e s i n i n 5-7. ayetleri z i n a n ı n t e s p i t i n d e esas alınacak ka­


nıtları g ö s t e r m e k t e d i r . Zinanın ispatı, 4 görgü tanığı ile yapılabilir.
Z i n a i d d i a s ı n d a b u l u n u p b u n u 4 t a n ı k l a ispatlayamayanlar, ifti­
ra s u ç u işlemiş olurlar.

N u r 3. ayet zina e d e n bir k a d ı n ı n bir p u t p e r e s t veya zina et­


miş bir e r k e k t e n başkası ile n i k â h l a n a m a y a c a ğ ı n ı söylemekte­
dir. Aynı d ü z e n l e m e , z i n a etmiş e r k e k için de geçerlidir. H z .
P e y g a m b e r bu ayete d a y a n a r a k İslam öncesi devirde, seviştiği
p u t p e r e s t bir hayat k a d ı n ı ile e v l e n m e k isteyen sahabîsine bu
evliliği yasaklamıştır.

İ m a n e t m e k ü z e r e P e y g a m b e r ' e gelen k a d ı n l a r d a n a l ı n a c a k
garantiler içine 'zina e t m e m e ' n i n k o n u l m a s ı da emredilmiştir.
(60/12)

Z i n a edenlerle e v l e n m e m e y e ilişkin beyan, emir kipiyle değil,


hikâye (bir haberi a n l a t ı m ) şeklinde verilmiştir. B u n u n bizi gö­
türeceği incelik, z i n a k â r ile e v l e n m e n i n m u t l a k e m i r değil, şart­
lara bağlı bir u y g u l a m a o l d u ğ u d u r . B a ş k a bir ifadeyle, z i n a k â r
bir i n s a n tövbe ettiği t a k d i r d e o n u n l a e v l e n m e k İ s l a m ' a aykırı
o l m a z . Halife Ö m e r , " F u h u ş yapan hiçbir erkeğin, namuslu kadın­
larla evlenmesine izin v e r m e m " d e d i ğ i n d e sahabî Übey bin Ka'b
şöyle demiştir: "Ey müminlerin emiri, şirk fuhuştan daha büyük
bir günah olduğu halde şirkten dönenin tövbesi kabul ediliyor. Zina
edeninki neden kabul edilmesin?"

İslam bilginlerinin b i r ç o ğ u n a göre; şirk ve i n s a n ö l d ü r m e k t e n


s o n r a en b ü y ü k g ü n a h , zinadır. Bu kanıyı taşıyanlar, görüşlerini
F u r k a n s u r e s i n i n 6 8 . ayetine dayandırırlar. (İbnül-Kayyım; ed-
Dâu ve'd-Devâ, 264-265) İbnül-Kayyım, zinayı genişçe incelediği
eserinde, b u n u â d e t h a l i n e getirenlerin asla affedilmeyeceği yo­
l u n d a fikir b e y a n e d e n l e r i n hatalı o l d u ğ u n u , Z ü m e r s u r e s i n i n
5 3 . ayetinin Allah'ın affı d ı ş ı n d a hiçbir g ü n a h b ı r a k m a d ı ğ ı n ı be­
lirtir. (Aynı eser, 288)
Z i n a b a h s i n d e ele alınması g e r e k e n m e s e l e l e r d e n biri de eşcin­
sellik ( h o m o s e k s ü a l i t e , livata) illetidir. Lût kavminin k ö t ü l ü k l e ­
rini a n l a t a n ayetlerden b u n u n çok b ü y ü k bir s a p m a olduğu çı­
k a r ı l m a k t a d ı r . K u r ' a n ' d a açık bir ifadeyle cezasının t e r t i p l e n m e ­
mesi, bu illetin fıkıh a ç ı s ı n d a n yerini t e s p i t t e bir hayli t a r t ı ş m a ­
ya sebep o l m u ş t u r . D u r u m u genişçe inceleyen İbnül-Kayyım'ın
tespitlerini özetlemekle yetineceğiz:

" S a h a b e ve İslam bilginleri eşcinselliğin cezası k o n u s u n d a şu


t a r t ı ş m a y a girmişlerdir: Zinanın cezası mı ağırdır, livatanın ceza­
sı mı? E b u Bekir, Ali, Halid bin Velid, A b d u l l a h bin Zübeyr,
İ b n Abbas, Câbir b i n Z e y d vs. gibi sahabîler ve onları izleyen
tabiîler ve İ s h a k b i n R â h û y e , A h m e d bin H a n b e l , İ m a m Şafiî, vs.
livatanın z i n a d a n d a h a ağır bir suç olduğu k a n ı s ı n d a d ı r . A t a bin
Ebî Rebah, H a s a n el-Basrî, Said bin el Müseyyeb, İ b r a h i m en-
N e h a î , K a t â d e , Evzaî, E b u Yusuf, E b u M u h a m m e d vs. gibi fakîh
bilginler eşcinselliği zina ile bir t u t a r l a r . Ebu Hanîfe'yi izleyen bir
grup bilginse livatanın ceza gerektirmediği görüşündedir. O n l a r a
göre, bu k ö t ü l ü ğ ü işleyene sadece ta'zîr (kınayıp a z a r l a m a ) ge­
rekir. Ç ü n k ü , diyor, bu bilginler; ne Allah ne de H z . P e y g a m b e r
b u n u n için açık ve belirli bir had (ceza) t a k d i r etmiştir. Bu işi
y a p a n a din, zâni (zina eden) adını v e r m e m e k t e d i r . Bu iş, i n s a n
t a b i a t ı n ı n nefret ettiği çirkinliklerden biridir. Sevicilik (iki kadı­
n ı n birbiriyle cinsel t a t m i n e gitmesi) de bu t ü r d e n d i r . "

İbnül-Kayyım, şöyle d e v a m ediyor:

" K u r ' a n , bu işin insanlık t a r i h i n d e ilk kez Lût kavmi t a r a f ı n d a n


işlendiğini h a b e r v e r m e k t e d i r , (bk. 7/80, 8 1 ; 21/76, 18; 11/761;
29/31) L û t k a v m i n i n b a ş ı n a gelen felaketler, birer ilahî ceza ol­
d u ğ u n a göre, bu s u ç u n cezası da bu felaketler gibi ağır olma­
lıdır. B u n u n içindir ki, Halid bin Velid (sahabî) bazı A r a p ka­
bilelerinde birbiriyle n i k a h l a n a n erkekler tespit edip Halife Ebu
Bekir'e bildirdiğinde, Ebu Bekir, Ali ve Âişe ile i s t i ş a r e d e n sonra,
bu sapıkların yakılmasını e m r e t m i ş ve H a l i d bin Velid de bunla­
rı yakmıştır." (İbnül-Kayyım; aynı eser, 291-303)

İbnül-Kayyım'ın b u son tespitlerine k a t ı l m a k K u r ' a n a ç ı s ı n d a n


y e r i n d e değildir. Bir kere, K u r ' a n , L û t k a v m i n i n eşcinsel oldu­
ğ u n u söylüyor a m a eşcinselliğe sadece tevessül e d e n l e r i n L û t
kavmi olduğu y o l u n d a bir b e y a n taşımıyor. İkincisi, eşcinsellere
u y g u l a n a n y a k m a cezasının K u r ' a n ' a u y g u n l u ğ u hiçbir şekilde
ileri s ü r ü l e m e z . Bırakın yakmayı, K u r ' a n , eşcinsellere uygulana­
c a k h e r h a n g i bir ceza d ü z e n l e m e m i ş t i r . Halife E b u Bekir'in bu
cezayı uyguladığı y o l u n d a k i rivayet doğruysa, biz, E b u Bekir'in
de o n a bu k o n u d a fetva v e r e n sahabîlerin de yanlış bir iş yaptı­
ğına h ü k m e d e r i z .

Z i n a ve eşcinselliği aynı a n d a ifade e d e n bir K u r ' a n s a l t e r i m de


fahşa s ö z c ü ğ ü d ü r , (bk. 4/15, 25; 7/80; 17/32; 27/54; 29/28)

K u r ' a n , fahşa deyimini 7, fahişe deyimini 13 ve fahişenin çoğulu


olan fevâhiş deyimini de 4 yerde kullanmıştır.

Fahşa, fuhş ve fahişe kelimeleri 'aşırı d e r e c e d e çirkin ve iğrenç


fiil ve söz d e m e k t i r . ' (Râgıb, fuhş m a d . ) Seyyid Şerif el-Cürcânî,
fahşayı, 'temiz yaradılışın tiksindiği, saf aklın reddettiği şey' diye
t a n ı m l a m ı ş t ı r , (bk. Târifât, ilgili m a d . ) Bazı ayetlerde fahişe
sözü, eşcinsellik a n l a m ı n d a d ı r .

F a h ş a n ı n h e m zahirîsi (görüneni, dışta olanı) vardır, h e m


bâtınîsi (içte olanı, g ö r ü l m e y e n i ) . Allah, b u n l a r ı n ikisinden de
u z a k d u r u l m a s ı n ı istemektedir. (6/151; 7/33)

N i s a suresi 15. ayet, el-fahişe deyimini sevicilik karşılığı kullan­


m a k t a ve bu fiili işleyenlerin, suçları d ö r t t a n ı k l a i s p a t l a n m a k
şartıyla, ö l ü n c e y e değin evlerinde hapsedilmelerini e m r e t m e k ­
tedir. Ev h a p s i n i n , e v l e n m e ve tövbe ile s o n a ereceği ise kuşku­
s u z d u r . K o n u y u ele alan ayetteki 'Allah onlara bir yol buluncaya
dek' ifadesi de bu s o n a erişi ifade eder.
ZÎNET
(süs, a l d a t m a k için süsleyip p ü s l e m e )

Z î n e t ve k ö k d a ş ı kelimeler, isim ve fiil olarak 40 k ü s u r y e r d e


kullanılmıştır.

Z î n e t , K a a m u s m ü t e r c i m i n i n güzel Türkçesiyle, " b e z e n ü p do-


n a n a c a k n e s n e y e d i n ü r . " Biz b u n u g ü n ü m ü z T ü r k ç e s i n e süs
p ü s diye a k t a r ı y o r u z . K u r ' a n dilinin b ü y ü k ustası Râgıb'a göre,
" z î n e t i n hakikisi ve aldatıcısı vardır. H a k i k i zînet, i n s a n ı d ü n ­
y a v e â h i r e t t e hiçbir şekilde u t a n m a k d u r u m u n d a b ı r a k m a y a n
zînettir. Aldatıcı zînet ise insanı d ü n y a d a veya â h i r e t t e bir bi­
ç i m d e u t a n d ı r a c a k olan z î n e t t i r . " Râgıb d e v a m ediyor:

" G e r ç e k zînetin üç t ü r ü vardır: 1. İlim, tutarlı inanç gibi insanın


benliğinde varolan zînet, 2. Güçlülük, uzun boyluluk gibi insanın
bedeninde belirgin olan zînet, 3. Mal, şöhret gibi insanın dışında
olan zînet."

"Yüce Tanrı, zîneti bazı yerlerde kendine (6/108; 27/4; 49/7)


bazı yerlerde şeytana nispet etmiş (8/48; 15/39), bazı yerlerde ise
nispet edilecek varlığı ortada bırakmıştır. (Örneğin, 2/212; 3/14;
9/37)

Râgıb 'ın dikkat çektiği bu ayrımlar t a m a m e n doğru olmakla bir­


likte şu d o ğ r u n u n altını çizmek en önemli n o k t a d ı r kanısındayız:

K u r ' a n , zînet k a v r a m ı n a o l u m l u b a k m a m a k t a d ı r . İ n s a n ı saptı­


ran, varlık a m a c ı n a ters bir gidişin içine s o k a n h e m e n her bela,
bir b i ç i m d e zînet u n s u r u t a ş ı m a k t a d ı r . Bir kere, d ü n y a malı he­
m e n h e r çeşidiyle bir zînetler t o p l a m ı gibi verilmiştir. Mal ve
evlat bile birer zînettir. (bk. 18/28, 46) O n u n içindir ki m a l ve
evlat birer fitnedir. D a h a s ı var: Evlatlar, i n s a n ı n bazı hallerde
d ü ş m a n ı olabilecek birer fitnedir. (Teğâbün, 14) B a ş k a bir ifa-
deyle, z î n e t i n şerri h a y r ı n d a n d a i m a ç o k t u r . K u r ' a n ' ı n nefret et­
tiği a l d a t m a n ı n b ü t ü n şeytanî u n s u r l a r ı z î n e t t e m e v c u t t u r . Bu,
n e d e n böyledir?

Ç ü n k ü zînetin esas kotarıcısı, baş m i m a r ı şeytandır. Şeytan, in­


sanı s a p t ı r m a d a kullanacağı temel u n s u r l a r ı d a h a ilk gün, T a n r ı
h u z u r u n d a deklare etmiştir. B u n l a r ı n birisi ümniye yani a n l a m ı ­
nı b i l m e d e n okuyuş, ikincisi de zînettir. Esasen, ü m n i y e n i n ge­
çerli kılınması için z î n e t e b a ş v u r u l m a s ı kaçınılmazdır. Mesela,
din h a y a t ı n d a , kitlelere K u r ' a n ' ı n anlayacakları dildeki tercü­
m e s i n i o k u t m a m a k için yapılan t e z y i n d e 'hatim', 'sevap' veya
' d a h a sevap' gibi a l d a t m a c a k a v r a m ve tabirler k u l l a n ı l m a k t a d ı r .
Ş e y t a n evliyası din b a r o n l a r ı n ı n kulları, uşakları şöyle p r o p a ­
ganda yapmaktalar:

"Tercümesini okursanız belki bir şeyler anlama imkânı bulabilirsi­


niz a m a sonuçta kaşıkla aldığınızı kepçeyle geri verirsiniz; alacağı­
nız sevap yok olur, baştan sona okumanıza rağmen hatim indirmiş
olmazsınız. H a t i m indirmiş olmak için Arapça özgün metni okuma­
nız lazım. Mânâsını anlayın, anlamayın, fark etmez."

İşte, bu lakırdılar birer şeytanî tezyindir. Sarıklı engizisyon


mümessilleri asırlardır bu şeytanî tezyini k u l l a n a r a k kitleleri
K u r ' a n ' d a n nasipsiz d u r u m a d ü ş ü r m ü ş t ü r .

Şeytanın, ümniyeyi nasıl kullandığını, Ü m n i y e m a d d e s i n d e gös­


termiştik. Z î n e t e gelince, şeytan b u u n s u r u nasıl kullanacağını
şöyle ifadeye k o y m u ş t u r :

" D e d i : 'Rabbim! Beni azdırmana yemin ederim ki, yeryüzünde on­


lar için mutlaka süslemeler yapacağım ve onların t ü m ü n ü kesinlik­
le azdıracağım." (Hicr, 39)

' Ş e y t a n ı n süsleyip püsleyerek aldattığını' ifade e d e n ayetler


şunlardır: 6/43; 8/48; 16/63; 27/24; 2 9 / 3 8 . İkinci sırada, b a ş
m i m a r ı n yardımcıları k o n u m u n d a o l a n şeytan evliyası vardır.
Ş e y t a n evliyasının K u r ' a n ' d a k i n a m ı d i ğ e r i şürekâ (Allah'a o r t a k
y a p ı l m a d a ö n e çıkarılanlar, şirkteki ortaklar) o l a r a k verilmiştir.
Bir sıfatı da ğerûr (aldatıcı) olan şeytan ve o n u n evliyası o l a n
şürekâ, i n s a n o ğ l u n a oynadıkları o y u n l a r ı n t ü m ü n ü , zînet u n s u ­
r u n u bir b i ç i m d e k u l l a n a r a k o y n a m a k t a l a r .
Z î n e t i n çok b ü y ü k bir saptırıcı o l m a s ı n ı n g e r e k ç e l e r i n d e n biri
d e ş u d u r : K u r ' a n , zînet t a r a f ı n d a n saptırılanları beyyineden
u z a k l a ş a n l a r o l a r a k g ö s t e r m e k t e d i r . Z î n e t i n söylediğini esas
alanlarla beyyinenin söylediğini esas alanlar m u k a y e s e edilerek
şöyle deniyor:

"Rabbinden bir beyyine üzere olan, amelinin çirkinliği kendi­


sine süslü gösterilip de boş arzularına uyanlara benzer m i ? "
( M u h a m m e d , 14)

B u n u n bizi götüreceği yer şurasıdır: İ n s a n , h a y a t ı b o y u n c a iki


h i t a p l a karşılaşacaktır:

1. Mimarı ve kotarıcısı şeytan olan zînetin hitabı,


2. Mimarı ve kotarıcısı R a h m a n olan beyyinenin hitabı.

Beyyineden nasibi yeterli o l m a y a n l a r z î n e t i n t u z a ğ ı n a d ü ş ü p al­


datılır ve m a h v o l u r l a r . Ç ü n k ü zînet, 'kötü sanılar' geliştirmeye
yol açar. (bk. 48/12) K ö t ü sanılar, i n s a n ı n zihin ve r u h d ü n ­
y a s ı n d a beyyinenin yerini almaya b a ş l a d ı ğ ı n d a i n s a n o ğ l u şer
ü r e t e n bir m a k i n e y e d ö n e r . Ve elbette ki böyle bir m a k i n e n i n
gideceği ve götüreceği yer u ç u r u m d u r , c e h e n n e m d i r .

Beyyineye teslim olanların z î n e t t e n hiçbir nasipleri olmayaca­


ğı d ü ş ü n ü l m e m e l i d i r . U n u t m a y a l ı m ki, beyyine ile uyuşabilen
bir zînet t ü r ü d e vardır k i b u n u n kotarıcısı v e m i m a r ı C e n a b ı
H a k ' t ı r . Ve O, bu a n l a m d a o l m a k ü z e r e , b ü t ü n h a y a t ı ve evre­
ni zînetlerle d o n a t m ı ş t ı r , (bk. 7/31, 32; 16/8) T a n r ı ' n ı n , i n s a n
y a r a r ı n a ö n e çıkardığı z î n e t l e r d e n y a r a r l a n m a y ı engelleyenler,
insanları şeytanın zînet t u z a k l a r ı n a iterek dolaylı y o l d a n şeytan
hizmetçiliği yaparlar. C e n a b ı H a k , i n s a n ı n zînet nasibini e n i n e
b o y u n a d ü ş ü n ü p o nasibi i n s a n a p e ş i n e n vermiştir. H a t t a O,
i n s a n ı n giyeceği elbiseyi bile aynı z a m a n d a zîneti de ihtiva ede­
cek b i ç i m d e d ü z e n l e m e k t e d i r , (bk. b u r a d a , Giysi m a d . ) B ü t ü n
b u n l a r d a n s o n r a v e b ü t ü n b u n l a r a r a ğ m e n , şeytanın kotardığı
z î n e t i n a r d ı n a t a k ı l a n l a r ı n s o n u elbette k i h ü s r a n olacaktır.

G ü n ü m ü z d ü n y a s ı n d a kapitalist e k o n o m i p a z a r l a m a l a r ı n ı n bir
numaralı aldatma aracının reklam ve reklamın temel u n s u r u n u n
d a tezyin (zînetleme, süsleyip p ü s l e m e ) o l d u ğ u n u b u r a d a hatır­
l a t m a k gerekir. K u r ' a n , müsriflerin yani b a ş k a l a r ı n ı n emeklerin­
d e n o l u ş a n m a l l a r d a n savurganlık y a p a n l a r ı n z î n e t e b o y u n eğ-
diklerini bildirmektedir, (bk. 10/12) Z a t e n zînet d e n e n şeytanî
a l d a t m a aracı için bol p a r a h a r c a m a k a n c a k h a r a m d a n k a z a n a n ­
ların harcı olabilir. G ü n ü m ü z d ü n y a s ı n d a b u h a r c a m a l a r ı n t ü m
faturası, bir biçimde, kitlelerin alın t e r l e r i n d e n , e m e k l e r i n d e n
ö d e n m e k t e d i r . Bu cinayeti işleyen kapitalist sistemler k o r k u n ç
bir israf t o p l u m u yaratır ve kitleleri serseri bir t ü k e t i m çılgınlı­
ğına iter. D i n c i s ö m ü r ü c ü l ü k t e zînet kotarımı, ruhsal kavram­
ların, ahiretin, c e n n e t i n süslenip p ü s l e n e r e k p a z a r l a n m a s ı y l a
gerçekleştirilir. K u r ' a n b u n u n adını, bir devrim k a v r a m ı n adı
olarak k o y m u ş t u r : Allah ile aldatmak. E n ' a m 137. ayet, Allah ile
a l d a t a n l a r ı n zînet u n s u r u n u nasıl kullandıklarını a n l a t a n m u c i ­
ze bir beyandır. Ö n c e okuyalım:

"Müşriklerden birçoğuna, Allah'a ortak koştukları kişiler, öz evlat­


larını öldürmeyi süslü püslü göstermiştir ki, hem onları yok etsinler
h e m de dinlerini onlar aleyhine karmakarışık hale getirsinler."

Şirkin o g ü n k ü a r e n a s ı n d a , şürekâ (Allah'a o r t a k yapılanlar),


a l d a t m a d a kullandıkları zîneti bir şekilde sahneliyorlardı, bu­
g ü n k ü ş ü r e k â (din b a r o n l a r ı , t a r i k a t şefleri, efendiler, ekâbir,
h a z r e t l e r vs.) b a ş k a bir şekilde sahneliyor. Ayet bize gösteriyor
ki, şeytan ve evliyasının kullandığı z î n e t i n yaptıramayağı k ö t ü ­
lük h e m e n h e m e n y o k t u r . Ayette, akla gelebilecek e n k o r k u n ç
k ö t ü l ü k l e r d e n birinin anılması da ayrı bir ihtişamdır: Öz evladı
diri diri g ö m m e k . G ü n ü m ü z ü n ş ü r e k â s ı olan şirk b a r o n l a r ı d a
z a m a n z a m a n b a s ı n a yansıdığı gibi, kendilerini izleyenlere öz
çocuklarını öldürtebiliyorlar. İnsanlığın b u g ü n k ü d ü n y a s ı n d a
bu t ü r d e n t e k bir olayın bile, K u r ' a n ' ı n indiği Cahiliye toplu­
m u n d a k i kız çocuklarını diri diri g ö m m e v a h ş e t l e r i n i n t ü m ü n ­
d e n d a h a ağır o l d u ğ u n u akıl ve v i c d a n r a h a t ç a k a b u l ve izah
edebilir. Bizim m u t l a k a bilmemiz g e r e k e n ş u d u r :

A l d a t m a varsa, tezyin m u t l a k a olacaktır. Bu, k a p i t a l i z m i n tü­


k e t i m i k a m ç ı l a m a s ı n d a da dinciliğin kitleleri teslim a l m a s ı n d a
da a y n e n işler. B u n u n için olacak, t a r i h b o y u n c a k a p i t a l i z m i n
k o d a m a n l a r ı y l a dinci k o d a m a n l a r d a i m a işbirliği içinde o l m u ş ­
lardır, (bk. b u r a d a , Kodamanlar m a d . ) Kapitalizme, aldatmala­
rını inandırıcı kılmada, vicdan o l m a k t a n çıkarılıp morfine dö­
n ü ş t ü r ü l m ü ş din lazımdır ve dincilik simsarları da bu morfinin
' k u t s a l ' maskeli üreticileridir. (Bu k o n u d a ibret verici ayrıntılar
için bizim 'Allah ile Aldatmak' adlı eserimize bakılabilir.)
ZORUNLULUK HALİ
(ıztırar)

Iztırar, zarar ve zaruret k ö k l e r i n d e n bir kelimedir. Bu k ö k t e n ke­


limeler K u r ' a n ' d a 70 civarında yerde kullanılmıştır. Iztırar keli­
mesi, isim ve fiil olarak 8 yerde geçer.

K ö k kelime olan zarar (ve b u n u n mimli m a s d a r ı mazarrat), y a r a r


v e u y g u n l u ğ u n zıddıdır. B u k ö k t e n o l a n zurr; y a r a r a d o k u n a n ,
t e r s gelen, r a h a t s ı z e d e n a n l a m l a r ı n d a d ı r . K u r ' a n ' d a 19 kez ge­
çer. Zarar ise, T ü r k ç e ' d e k i anlamıyla o l m a k ü z e r e 9 yerde kulla­
nılmıştır. Sıkıntı, kıtlık, zorluk, darlık a n l a m l a r ı n d a k i zarrâ da 9
kez kullanılmıştır.

A n l a ş ı l a n o d u r ki, ıztırarın k ö k a n l a m ı n d a daima, rahatsızlık,


y a r a r ı n zedelenmesi, zorluk, sıkıntı, ç ı k m a z a girme, darlık,
s o r u n l a r l a k a r ş ı l a ş m a vardır. A r a p l a r ı n , d u r u m u n zorlaşması
a n l a m ı n d a kullandıkları zarre, k ö r l ü k a n l a m ı n d a kullandıkları
zarâret de ıztırarla aynı k ö k t e n d i r .

Iztırar; bir şeyi i s t e n e n şeklinin d ı ş ı n d a bir b i ç i m d e veya bekle­


n e n t a v r ı n d ı ş ı n d a bir tavırla icra e t m e k d u r u m u n a d ü ş m e k t i r .
Böylesi d u r u m l a r d a i n s a n ı n rahatlığını sağlayıcı bir ç ö z ü m ge­
t i r m e k , K u r ' a n ' ı n tanıttığı T a n r ı ' n ı n n i t e l i k l e r i n d e n biridir. O,
d a i m a 'kolaylığı isteyen, zorluğu i s t e m e y e n ' bir k u d r e t olarak
(bk. b u r a d a , Teklif m a d . ) tekliflerinde 'hafifletmeyi esas alır.' O,
k e n d i n i 'zorda kalmışlara cevap veren, çıkış yolu gösteren' k u d r e t
olarak da a n a r . (bk. 27/62)

B u n u n içindir k i K u r ' a n , e m i r v e yasakların, i n s a n ı t e k â m ü l etti­


rici, erdirici, m u t l u l u ğ a g ö t ü r ü c ü birer a r a ç o l m a k t a n çıkıp, kö­
şeye sıkıştıran, ezen, nefes a l d ı r m a y a n birer i ş k e n c e aracı, birer
t a b u h a l i n e gelmesini önleyici tedbirleri, bizzat e m i r ve yasakları
getiren ayetler b ü n y e s i n d e ortaya koyar. Iztırar ilkesi b u n l a r ı n
başındadır.
ZORUNLULUK HALİ 533

Z o r u n l u l u ğ u n çerçevesi tespit edilirken iki n o k t a n ı n altı çizil­


m e k t e d i r : Sınırı aşmamak, aşırılığa, azgınlığa, istismara gitmemek.
Böyle o l m a k kaydıyla, emir ve yasağın dışına çıkılması i n s a n ı
g ü n a h k â r y a p m a z . Bu d u r u m d a , A l l a h ' ı n bağış ve yarlığaması
i n s a n ı koruyacaktır. Bu k o r u m a A l l a h ' ı n r a h m e t i n i n bir gereği
ve u z a n t ı s ı d ı r . Bu ölçüler içinde bir z a r u r e t halini, olması ve ol­
maması gerekenleri ile ifadeye k o y a n Kur'ansal fıkıh ilkeleri şun­
lardır:

1. " Z a r u r e t l e r h a r a m olan şeyleri m u b a h hale getirir."

2. "Zaruretler miktarlarınca takdir o l u n u r . "

Yani emir ve yasağın dışına çıkış, z a r u r e t h a l i n i n gerektirdiği


ö l ç ü d e olacaktır, fazla değil.

3. " Z a r u r e t i yaratan d u r u m ortadan kalkınca, yasağı getiren kural


tekrar işlemeye başlar." ( M a n i zail o l u n c a m e m n u avdet eder.)

Yani z a r u r e t hali, k u r a l ı n sürekli terki için gerekçe yapılamaz.

K u r ' a n , z a r u r e t halinin ayrıntılarına girmemiştir. O halde, ay­


rıntılar, z a m a n a , şartlara, kişinin d u r u m u n a göre her g ü n ye­
n i d e n belirlenecektir. Yani, zaruret halinin ayrıntıları içtihadîdir.
B u k o n u y u d ü z e n l e y e n ayetlerin t e r c ü m e l e r i n e , 'ölecek d u r u m ­
da olan, h e l a k i n d e n k o r k a n ' vs. gibi kayıtlar koymak, K u r ' a n ' a
ilavede b u l u n m a k olur. Ne yazık ki, geleneksel fıkıh b u n u b ü y ü k
ö l ç ü d e yapmıştır.

K u r ' a n ' ı n ıztırar k a v r a m ı n ı n esas çerçevesini v e r e n ayetler


B a k a r a 173, M â i d e 2, E n ' a m 119, 145 ve N a h l 115. ayetlerdir.
B u ayetler h e m ıztırar ilkesinin b o y u t l a r ı n ı gösteriyor h e m d e
bu ilkeyi g ö r m e z d e n gelenlerle istismar e d e n l e r e aynı a n d a bir
ders veriyor.

Iztırar ilkesi, K u r ' a n h ü k ü m l e r i n e z a m a n ü s t ü bir uygulanırlık


s a ğ l a m a k t a v e i n s a n l a K u r ' a n kaynaklı din a r a s ı n d a didişme v e
çekişmeyi ö n l e m e k t e d i r . Bu, K u r ' a n ' ı n kendi reformunu kendi­
sinin yapması ve d ı ş t a n m ü d a h e l e kapısını k a p a m a s ı d e m e k t i r .

Iztırar ilkesiyle K u r ' a n , temel gayenin h a y a t ı n devamı ve in­


s a n ı n b o ş l u k v e didişmeye d ü ş m e d e n y a ş a m a s ı o l d u ğ u n u , din
v e b u y r u k l a r ı n d a birer a r a ç o l d u ğ u n u gösteriyor. B u n d a n d a
anlaşılıyor ki K u r ' a n ' d a a h k â m diye a n ı l a n emirler ve yasaklar
d e r e c e derece, vesilelerdir. B u n l a r ı n bir kısmı ö t e k i n e , o da bir
b a ş k a s ı n a göre vesile (araç) o l m a k t a d ı r .

Fıkıh bilginleri genel ve sürekli zaruretlerden de bahsederler.


K o n u y u inceleyen çağdaş fıkıh bilgini İbn Âşûr (ölm. 1973) de­
ğerli e s e r i n d e bu n o k t a y a d e ğ i n i r k e n özetle şöyle diyor:

" Z a r u r e t ilkesi, ruhsat adıyla getirilen kolaylığın bir uygulanışıdır.


Ruhsata, muztar d u r u m d a kalan kimsenin m u r d a r eti yiyebilmesini
misal olarak vermektedirler. Fakîhlerin zaruret hallerinde fertler
için söz konusu olan ruhsatlara örnekler getirdikleri görülüyor.
Oysaki ruhsat, zorluk ve zaruretin ortaya çıkmasıyla ilgilidir. Bu
d u r u m d a zaruretin genelliğine ve özelliğine bakmak doğru olur.
Zaruretlerin bir kısmı genel ve süreklidir. Bunlar menedilmesi ge­
reken bazı tasarrufların, genel kurallardan istisna edilmek suretiyle
meşru kılınmasına sebep teşkil ederler. Zaruretlerden bir kısmı da
özel ve geçicidir. Genel ve geçici olan zaruretler de vardır. Bu, bü­
t ü n bir t o p l u m u n veya belli bir topluluğun ahenk ve düzeninin sür­
dürülmesi, hukukî bir gayenin gerçekleştirilmesi için, yasak olan
bir fiilin m u b a h kılınmasını gerektirecek tarzda bir zaruret halinin
ortaya çıkmasıdır. Bu t ü r zaruretler, ortaya çıkmış oldukları du­
rumlar için k o n m u ş bulunan h u k u k normlarının değiştirilmesini
gerektirirler." (İbn Âşûr, İslam Hukuk Felsefesi ,189-191)

S o n olarak şu n o k t a y a da işaret e t m e m i z gerekiyor: I z t ı r a r d a n


b a h s e d e n ayetlerin saydıkları yasakların sınırlayıcı değil, ö r n e k
c i n s i n d e n oldukları, İslam bilginlerinin o r t a k kanışıdır. Bu de­
m e k t i r ki, z a r u r e t hali sadece, z o r u n l u l u k t a n söz e d e n ayetlerde
sayılan h u s u s l a r l a sınırlı değildir. H a t t a K u r ' a n ' ı Kerim, zaru­
ret halini Allah'ın inkârını ifade e d e n sözlerin k u l l a n ı l m a s ı n d a
bile geçerli saymıştır, (bk. b u r a d a , İ m a n ve Küfür madl.) İşte bu
n o k t a d a , z a r u r e t hali hayatî tehlike a n l a m ı n d a d ı r . B u n u n dışın­
daki z a r u r e t hallerinin b e l i r l e n m e s i n d e kişi k e n d i vicdanıyla bir
k a r a r a varacaktır. Bu k a r a r a v a r ı r k e n dikkat edeceği n o k t a l a r ı
y u k a r ı d a vermiş b u l u n u y o r u z .
ZULÜM

Kur'an-ı K e r i m ' i n e n ö n e m l i k a v r a m l a r ı n d a n biridir. Türevleri


ile birlikte 3 0 0 ' e yakın yerde geçer. Kelimenin k ö k d a ş ı olan ve
k a r a n l ı k m â n â s ı n a gelen zulmet kelimesini de eklersek, bu ra­
k a m yaklaşık 3 5 0 olur.

Işıksızlık a n l a m ı n d a k i zulmetle aynı k ö k t e n gelen zulüm keli­


mesi K u r ' a n b ü n y e s i n d e küfür, şirk, k ö t ü l ü k , baskı, işkence,
zorbalık, h u k u k s u z l u k , haksızlık a n l a m l a r ı n d a kullanılmıştır.
D i l bilginleri v e müfessirlerin b ü y ü k ç o ğ u n l u ğ u z u l m ü n K u r ' a n
terminolojisindeki a n l a m ı n ı şöyle v e r m e k t e d i r l e r : "Bir şeyi ait
olduğu yerin dışında bir yere koymak." (Râgıp, z u l ü m m a d . )
B u n d a n da anlaşılır ki z u l ü m , varlık d ü z e n i n d e yozlaşma ve
y a b a n c ı l a ş m a y a sebep o l m a k t a d ı r . Ve bu a n l a m d a en büyük za­
lim, insandır. Ç ü n k ü yaradılış d ü z e n i n i ve t a b i a t t a k i d e n g e ve
a h e n g i b o z a n t e k varlık insandır. Nitekim, K u r ' a n , i n s a n ı n kö­
t ü l ü k l e r i n d e n şikâyetçi olan melekleri k o n u ş t u r u r k e n o n u n iki
tipik k ö t ü l ü ğ ü n e p a r m a k bastırır: Bozgunculuk, kan dökücülük.
(2/30) A h z â b suresi 72. ayette ise i n s a n ı n iki tipik noksanlığı
olarak bilgisizlik ve zalimliğe yer verilir.

K u r ' a n açık bir şekilde g ö s t e r m e k t e d i r ki, b ü t ü n zulümler insan


elinin ü r ü n ü d ü r . Allah en k ü ç ü k a n l a m d a bile z u l m e t m e z . (4/40;
10/44; 18/49) Yaratıcı d ü z e n b o z u l m a d a n k o r u n d u ğ u s ü r e c e
z u l ü m asla söz k o n u s u o l m a z . (3/182; 8/51; 22/10; 50/29)

Z u l m ü m e y d a n a getiren, 'şeyleri ait oldukları yerlerin dışına


k o y m a k ' b a z e n m e k â n , b a z e n de z a m a n l a ilgili olabilir. O hal­
de, z u l ü m , eksiklikten doğabileceği gibi fazlalıktan da doğabi­
lir. Mesela, faiz (bk. b u r a d a , Riba m a d . ) ve israf (bk. b u r a d a ,
Savurganlık m a d ) birer z u l ü m olarak bazı i n s a n l a r d a eksilme,
b a z ı l a r ı n d a a r t m a v u c ü d a getirmektedir. Bir kısım i n s a n l a r ı n
g e r e ğ i n d e n fazlaya s a h i p olmaları, y a h u t gereğinden fazlayı
h a r c a m a l a r ı , diğer bazılarının g e r e ğ i n d e n azını elde etmeleri so­
n u c u n u verecektir ki, K u r ' a n ' a göre bu, t a m bir z u l ü m d ü r .
Z u l m ü n karşıtı adalettir ki, o da 'her şeyi yerli y e r i n d e y a p m a k ,
yerli yerine k o y m a k ' a n l a m ı n d a d ı r , (bk. b u r a d a , Adalet m a d . )

K u r ' a n - ı Kerim, şirki en b ü y ü k z u l ü m olarak t a n ı t m a k t a d ı r .

"Şu bir gerçek ki, şirk, çok büyük bir z u l ü m d ü r . " ( L u k m a n , 13)

B ü y ü k z u l ü m l e r d e n bazıları şunlardır: Mabetlere saldırı ve ta­


sallut, tanrısal gerçekleri saklamak veya saptırmak, yalan yere
Allah'tan ilham aldığını söylemek, din adına yalan uydurmak.

Z u l ü m l e ilgili ayetlerin i n c e l e n m e s i 3 tür zulümden bah­


sedebileceğimizi g ö s t e r m e k t e d i r .

1. İnsanın kendisi ile Tanrı arasında zulüm:

B u n u n en b ü y ü ğ ü şirk ve riyakârlıktır. Nitekim, riyakârlık H z .


P e y g a m b e r t a r a f ı n d a n 'gizli şirk' olarak nitelendirilmiştir.

2. İnsanın kendisiyle yaşadığı toplum arasında zulüm:

Bu z u l ü m genellikle k a m u haklarına tecavüz e t m e k şeklinde be­


lirir. Devlet o t o r i t e s i n i n ferde yaptığı z u l ü m de bu c ü m l e d e n d i r .
Biz, K u r ' a n d a n yola çıkarak, t a m kapitalist-liberal bir rejimle,
t a m otoriter-devletçi bir rejimin, birincide fertten kitleye, ikin­
cide o t o r i t e d e n ferde o l m a k ü z e r e , z u l ü m rejimleri olduklarını
d ü ş ü n m e k t e y i z . Bu z u l ü m , o t o r i t e r rejimlerde ferdin a p a ç ı k
ezilmesi şeklinde, kapilatist d ü n y a d a ise h ü r r i y e t perdesi a l t ı n d a
gizli olur.

3. İnsanın kendi kendine zulmü:

i n s a n , b e d e n i n d e n r u h u n a veya r u h u n d a n b e d e n i n e z u l m e d e ­
bilir. K u r ' a n , b e d e n ve r u h u n h a k l a r ı n a ayrı ayrı riayeti gerek­
li kılarken işte bu tip z u l m ü ö n l e m e k istemiştir. Ruhbâniyet,
( d ü n y a y a t a m a m e n sırt çevirmek) r u h n a m ı n a , b e d e n e ; fâni v e
b e d e n î zevklerin esiri o l m a k ise, b e d e n n a m ı n a , r u h a z u l ü m d ü r .

K u r a n , birçok a y e t i n d e i n s a n ı n k e n d i n e z u l m ü n d e n açık bir bi­


ç i m d e söz eder. (11/101; 16/ 118; 3/117)
K u r ' a n , şu soruyu da c e v a p l a m a k t a d ı r : Allah zalimlere n e d e n
fırsat veriyor? C e v a p ş u d u r : Allah b u n d a n habersiz değildir.
A n c a k i n s a n ı n t e k â m ü l ü için böyle bir fırsatın t a n ı n m a s ı ge­
rekiyor. D ü n y a p l a n ı n d a n baktığımızda, zalimin bu fırsatı elde
e t m e s i n i n iki sebebi vardır: Mazlumun tam mazlum olmaması,
tekâmülde zulüm ve adalet zıtlannın lüzumlu oluşu.

Z u l m ü n t a m a m e n k a l k m a s ı hayat v e i n s a n gerçekleriyle çeli­


şir. Ç ü n k ü d ü n y a , zıtların varlığıyla o l u ş a n bir h a y a t a m e k â n l ı k
e t m e k t e d i r . Z ı t l a r ı n ç a r p ı ş m a s ı esasına o t u r m a y a n âlem, ö l ü m
ötesi âlemdir ki, o r a d a z a t e n z u l ü m söz k o n u s u o l a m a z .

Z u l ü m , h a n g i t ü r d e n o l u r s a olsun, g ö k l e r d e n öfke v e m u t s u z l u k
i n m e s i n e yol açar. (2/59) Z u l m e d e n l e r e eğilim bile yaratıcı dü­
z e n i n a t e ş i n e çarpılmaya sebep o l u ş t u r u r . (11/113)

Kur'an, tarihin t ü m devirlerinde çöken tüm medeniyet ve ülkelerin


zulüm yüzünden mahvolduğunu ısrarlı ve yoğun bir biçimde dile
getirmektedir, (bk. 6 / 1 3 1 ; 11/102, 117; 18/59; 2 1 / 1 1 ; 22/45, 4 8 ;
27/52,85; 28/59; 2 9 / 1 4 , 3 1 )

Ülke ve uygarlıkların yıkımına sebep olan z u l ü m , d a i m a servet


ve n i m e t şımarıklığı ile y a n y a n a o l m u ş t u r , (bk. 11/116) K u r ' a n ,
b u r a d a , 'servet ve refahın getirdiği şımarıklığa uymak' deyimini
kullanıyor. Z a l i m l e r bu u y m a n ı n k u r b a n ı d ı r l a r . Zalimleri iki şey
d a h a yıkmaktadır: H e v e s ve arzularla, bilgisizlik. B u n u n s o n u ,
zalimlerin karanlığa gömülmeleridir. Bu d u r u m d a onlara hiç
k i m s e yardımcı olamaz, (bk. 30/29)

ZULMÜN ÜÇ BAŞI

K u r ' a n ' d a k i z u l ü m k a v r a m ı aynı a n d a üç o l u m s u z l u k ifade et­


mektedir. B a ş k a bir deyimle, K u r ' a n ' ı n temel d ü ş m a n ı olan zul­
m ü n b i r b i r i n d e n hiç de geri k a l m a y a n üç şerir başı vardır:

1.Yönetimde despotizm,
2. Emperyalizm (sömürü ve istila),
3. Cehalet (akıl ve ilim düşmanlığı).
Z u l m ü n kelime a n l a m ı n d a h e m d e s p o t i z m h e m istila h e m d e
k a r a n l ı k var. Karanlık, K u r ' a n dilinde c e h a l e t i n ö t e k i adıdır.
K u r ' a n ' ı n kelam mucizesi, o n u n b ü t ü n düşmanlarını bir tek keli­
meyle ifade etmesine imkân vermiştir. O kelime, zulümdür.

Z u l ü m h e m akıl d ü ş m a n l ı ğ ı n ı n h e m d e h a k v e adalet d ü ş m a n ­
lığının adıdır. Bu olguyla ilgili ayrıntılar için, 'Kur'an'ın Yarattığı
Mucize Devrimler' adlı k i t a b ı m ı z d a n b i r k a ç satır iktibas edeceğiz:

Kur'an, bir din kitabı olarak bilinmekle birlikte tek düşman olarak
dinsizliği veya ateizmi değil, zulmü hedeflemiştir. Bu, tarihin, din
alanındaki en m u h t e ş e m devrimlerinden biri, belki de en muhteşe­
midir. Ve bu satırların yazarına göre, bu, peygamberler tarihinin en
büyük mucizesidir. Bir din kaynağının, düşmanlık kıstası olarak sa­
dece zulmü esas alması, tarihin tanıdığı en sarsıcı tespittir. Kur'an,
bir tek insan tipine düşmanlığa izin vermektedir: Zalim.

" Z u l m e sapanlardan başkasına düşmanlık edilmez." (Bakara, 193)

D ü ş m a n ı n belirlenmesinde din ve iman kıstası yerine, bir h u k u k


kavram ve terimi olan zulüm kullanılmıştır. Zulme düşmanlık,
zulme karşı savaşmak hakkını verir. Zulme karşı savaş, zulme uğ­
rayanların müslümanlığı kaydına bağlanmamıştır. Kayıt, bizzat
K u r ' a n tarafından 'insan' diye k o n m u ş t u r . Hangi dinden, ırktan,
bölgeden ve r e n k t e n olursa olsun, insan. Nisa suresi 75. ayet bu
gerçeğin t e m e l beyyinesidir. İkinci sırayı, Şûra suresi 39-42. ayet­
ler a l m a k t a d ı r :

"Size ne oluyor da Allah yolunda ve 'Ey Rabbimiz bizi, halkı zulme


sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından
bize bir yardımcı gönder!' diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler,
kadınlar, yavrular için savaşmıyorsunuz!" (Nisa, 75)

"Kendilerine zulüm ve haksızlık gelip çattığında, yardımlaşırlar/


kendilerini savunurlar. Bir kötülüğün cezası, tıpkısı bir kötülüktür.
Fakat affedip barışmayı esas alanın ücretini bizzat Allah verir. O,
zalimleri hiç sevmez. Zulme uğratılışı a r d ı n d a n kendini savunana
gelince, böyleleri aleyhine yol aranamaz. Aleyhlerine yol aranacak
olan şu kişilerdir ki, insanlara zulmederler ve yeryüzünde haksız
yere saldırılarda bulunurlar. İşte böyleleri için acıklı bir azap var­
dır." (Şûra, 39-42)

K u r ' a n ' ı n zulüm dışında bir düşmanı yoktur.


Şirk, t e m e l d ü ş m a n o l a r a k görülebilmektedir a m a u n u t m a m a k
lazım ki K u r ' a n , şirki 'büyük bir zulüm' olarak t a n ı t m a k t a d ı r .
( L u k m a n , 13) K u r ' a n , şirki, bir ilimsizlik illeti olarak da gör­
m e k t e d i r ki, o t a k d i r d e şirk, z u l m ü n a n l a m l a r ı n d a n biri olan
'karanlık' (cehalet) çerçevesinde düşünülebilir. O halde, şirk de
z u l ü m başlığı altına girdiği için d ü ş m a n hedeftir. Z u l ü m d ı ş ı n d a
gibi d u r a n diğer d ü ş m a n l a r , a n a başlık olan z u l m ü n alt b ö l ü m ­
leridir.

Ç o k ilginçtir, Kur'an, ateizmden söz etmez. Hayat ve ö l ü m ü n


Tanrı'nın değil, zamanın bir eylemi olduğunu söyleyen 'dehrîler',
(bk. Câsiye, 2 4 ) , tanrıtanımazlar değil, zamanı Tanrı'nın yerine
koyanlar, daha doğrusu zamanı tanrılaştıranlardır.

K u r ' a n ' d a ateizm kavramı yoktur.

Ç ü n k ü insan, doğası gereği ateist olamaz; sadece gerçek Tanrı yeri­


ne sahte ilahlar koyar.

Şirk ne ateizmdir ne de dinsizlik, şirk bir dindir ama Allah'ın ya­


nına yöresine yedek ilahlar koyan bir dindir. Kur'an, savaşını bu
yedek ilahlı dine karşı vermektedir, ateizme karşı değil.

Demir perde d ö n e m i n d e M ü s l ü m a n d ü n y a , öncelikle z u l m ü n


ö n c ü l ü ğ ü n ü y a p a n ABD'ye karşı çıkacağına, Allah ile aldatıl­
mış ve a t e i z m i s a v u n a n SSCB'ye karşı çıkar h a l e getirilmiştir.
G e r ç e k K u r ' a n m ü m i n i b u n l a r ı n ikisine d e karşı çıkmalıdır.
A m a S S C B ateist olduğu, A B D dinci olduğu için değil, ikisi de
z u l m e ö n c ü l ü k ettiği için. Ne yazık ki, İslam dünyası, özellikle
Türkiye, K u r ' a n ' ı n istediğinin ya t a m tersini y a h u t da sadece bir
kısmını yapmıştır.

Z u l ü m başlığı altına girmeyen g ü n a h l a r , d ü ş m a n hedef belir­


l e m e d e yeterli sebep değildir. Sadece bu bile, K u r ' a n ' ı n asırlar
ö n c e s i n d e n ' h u k u k devleti' gerçeğini ö n e çıkardığının kanıtıdır.

ZALİMLERE EĞİLİM GÖSTERMEYİN!

K u r ' a n , açık z u l m e d i k k a t çektiği gibi örtülü, maskeli, pasif zul­


me de d i k k a t ç e k m e k t e d i r . Bu ikinci t ü r z u l ü m , zalime seyirci
k a l m a k şeklinde sergilenen z u l ü m d ü r k i z u l m ü n e n k a h p e t ü r ü -
dür. Ç ü n k ü bu k a h p e tür, zalime, yaptığı işin n o r m a l h a t t a iyi
olduğu k a n a a t i n i verir. Pasif zulüm, zalim üreten bir zulümdür.
Zulme meşruiyet kazandıran bir namertliktir. B u n u n içindir ki
K u r ' a n , pasif z u l m e giden yolları da tıkamıştır:

"Zulmedenlere eğilim göstermeyin! Yoksa ateş sizi sarmalar. Al­


lah'tan başka dostlarınız kalmaz, size yardım da edilmez." ( H û d ,
113. Ayrıca bk Bakara, 193, Nisa, 105)

Z a l i m l e r e eğilim veya z u l m e dolaylı d e s t e k d a h a ç o k aydınlar ve


servet k o d a m a n l a r ı n d a görülüyor. Bu iki z ü m r e , itibar g ö r m e k
ve d a h a çok k a z a n m a k için m a d d e i m k â n l a r ı n ı çekip çeviren za­
lim o d a k l a r a ' s u s a r a k , u y a r m a y a r a k ' d e s t e k verirler. O n l a r için
h e r z a m a n "Söz gümüşse sükût altındır." Aydınlar s u s u n c a , zu­
lüm kökleşir! O n u n içindir ki, bir coğrafyada v ü c u t b u l a n t ü m
z u l ü m l e r d e o coğrafyanın aydınlarının tartışmasız payı vardır.
Aydının uyarı görevini yaptığı t o p l u m l a r d a z u l ü m bulunabilir
a m a e g e m e n o l a m a z . K u r ' a n , b u n o k t a d a , 'birikim sahipleri'nden
söz e t m e k t e d i r . Aydınlar da birikim sahipleridir. O n l a r d a bilgi
birikimi vardır, servet s a h i p l e r i n d e ise mal ve i m k â n birikimi.
Birikim s a h i p l e r i n i n susması, z u l m ü k a d e r haline getirir ve bu
kader, ülkeleri de uygarlıkları da çökertir:

"Sizden önceki kuşakların söz ve eser/birikim sahibi olanları, yer­


yüzünde bozgunculuktan alıkoymalı değiller miydi? Ama içlerin­
den kurtarmış olduklarımızın az bir kısmı dışında hiçbiri b u n u yap­
madı. Zulme sapanlar ise içine itildikleri servet şımarıklığının ar­
dına düşüp suçlular haline geldiler. Halkı iyilik ve barış için gayret
gösterenler olsaydı, Rabbin o kentleri/medeniyetleri zulümle helak
edecek değildi ya!" ( H û d , 116-117)

Z u l ü m her t o p l u m d a o l m u ş t u r , olacaktır; a m a z u l m ü n egemen­


liği b a ş k a bir k a v r a m d ı r .

Aydınlar susunca zulüm sadece 'olmaz', egemen olur.

' D A R U L H A R P ' , İSLAMSIZLIK DEĞİL,


H U K U K S U Z L U K ÜLKESİDİR

G e l e n e k s e l fıkhı ve o n u n t u t u c u y o r u m l a r ı n ı d o k u n u l m a z kı­
lan siyaset dinciliği, geleneksel fıkıhtaki 'savaş alanı' ( d a r u l h a r b )
k a v r a m ı n ı M ü s l ü m a n l a r ı n e g e m e n olmadıkları t ü m t o p r a k l a r
için k u l l a n m a k t a d ı r . Bu bir s a p t ı r m a d ı r .

Darulharp ve karşıtı olan darulislam (barış alanı) tabirle­


ri K u r ' a n ' d a geçmez. Eski fıkıhçıların ürettikleri deyimler­
dir. G e l e n e k s e l fıkhın d a r u l h a r b l e ilgili h â k i m k a n a a t i ş u d u r :
'Topraklarında küfür yönetiminin egemen olduğu ülke' veya 'kâfir
liderin emir ve yönetiminin yürürlükte olduğu ülke."

Klasik fıkıh, d a r u l h a r p kavramını, z a m a n z a m a n g ü n ü m ü z


h u k u k sistemlerindeki 'yabancı ülke' a n l a m ı n d a kullanmıştır.
Ç ü n k ü klasik fakîhler için d ü n y a ikiye ayrılmıştır:

1. Darulislam yani İslam'ın egemen olduğu toprak,


2. Darulharp yani küfrün egemen olduğu toprak.

F a k a t klasik k a y n a k l a r dikkatle i n c e l e n d i ğ i n d e görülür ki, darul-


harbin tespitinde omurga nokta, din patenti değil, Müslümanların
kahır ve zulüm altında inlemeleri ve dinlerine ait h ü k ü m l e r i n hiç­
bir yürürlük imkânı bu lama ma sidir. S o n tahlilde, k ü f ü r d e n mak­
sat b u d u r ; y ö n e t e n l e r i n M ü s l ü m a n inancı t a ş ı m a m a l a r ı değil.
Klasik fıkıhçılar bu n o k t a d a ilginç bir yaklaşımla, d a r u l h a r p
sayılan t o p r a k l a r ı 'daru'l-kahr' (Serahsî; el-Mebsût, 30/33) veya
'daru'l-kahr ve'l-galebe' (Cürcânî; Şerh's- Sirâciye, 82) olarak ad­
landırmışlardır ki z u l ü m ve d e s p o t i z m i n e g e m e n olduğu ü l k e
d e m e k t i r . O h a l d e , İslamî hükümlerin eksik uygulanması ve inanç
farklılığı bir ülkeyi darulharp yapmaz.

D a r u l i s l a m yerine 'daru'l-ahkâm' (kuralların e g e m e n olduğu


ülke, h u k u k ülkesi) tabiri de kullanılmıştır. İslam a h k â m ı d e n ­
m e y i p sadece 'ahkâm' d e n m e s i d i k k a t çekicidir.

Daru'l-ahkâm; kuralların, normların işlediği ülke demektir. Karşıtı


o l a n 'daru'l-kahr' ise keyfîliğin, adaletsizlik ve kuralsızlığın ege­
m e n olduğu d e s p o t i k y ö n e t i m d e m e k olur. B u incelik u n u t u l ­
m a z ise d a r u l i s l a m m , g ü n ü m ü z d e 'hukuk devleti' k a v r a m ı n ı n
t a m karşılığı olduğu anlaşılır. Böyle o l u n c a da 'darulharp' de­
yiminin karşılığı d a h u k u k u n ü s t ü n l ü ğ ü n ü n b u l u n m a d ı ğ ı yö­
n e t i m olacaktır. Bu y ö n e t i m i n dini ö n e m l i değildir. Resmî din
'İslam' olduğu h a l d e y ö n e t i m d a r u l h a r p yönetimi olabilir. Eğer
K u r ' a n ' ı n v e aklın verilerine göre k o n u ş a c a k s a k , g ü n ü m ü z
d ü n y a s ı n ı n birçok s ö z d e ' M ü s l ü m a n ' yönetimi, e s a s ı n d a birer
d a r u l h a r p yönetimidir. B u n a karşın, adı M ü s l ü m a n o l m a y a n
birçok Batı'lı y ö n e t i m , esası b a k ı m ı n d a n d a r u l i s l a m yönetimi­
dir. B u n u n aksini s a v u n m a k için minareleri veya camilerdeki
c e m a a t sayısını g ö s t e r m e n i n Allah ile a l d a t m a d ı ş ı n d a bir k a n ı t
değeri y o k t u r . Saddam, Suut vs. y ö n e t i m l e r i n i n birer darulislam,
İsviçre, Almanya, İsveç vs. y ö n e t i m l e r i n i n birer d a r u l h a r p yöne­
timi o l d u ğ u n u söylemek akla ve i n s a n gerçeğine t e r s d ü ş m e k t e n
b a ş k a bir a n l a m t a ş ı m a y a c a k t ı r .

İ s l a m ' ı n evrenselliği, z a m a n ve m e k â n ü s t ü l ü ğ ü , a d ı n ı n ve esası­


n ı n barış olduğu da d i k k a t e alınırsa şu s o n u c a v a r m a k t a tered­
d ü t k a l m a z kanısındayız:

B u g ü n için darulislam, h u k u k devleti niteliği taşıyan her yöne­


timdir. Dini-imanı ne olursa olsun. D a r u l h a r p ise h u k u k dev­
leti olmayan, h u k u k u n ü s t ü n l ü ğ ü n e yer v e r m e y e n yönetimle­
rin y ü r ü r l ü k t e olduğu coğrafyalardır. Aksi olsaydı, Almanya
b a ş t a o l m a k ü z e r e , Batı ü l k e l e r i n d e çalışan o n milyonu aşkın
M ü s l ü m a n c u m a kılamaz, o r u ç t u t a m a z , n i k â h kıyamaz, h a t t a
Kelimei Ş e h â d e t getiremezdi. Bu n o k t a d a n h a r e k e t e d e n Prof.
Dr. Ahmet Yüksel Özemre (ölm. 2 0 0 8 ) , bize göre de isabetli bir
yaklaşımla, H r i s t i y a n Batı ülkelerinin d a r u l h a r p sayılamaya­
cağını s a v u n m a k t a d ı r . ( Ö z e m r e ; İslam'da Aklın Önemi ve Sınırı,
181-185)

Ö z e m r e ' n i n vardığı s o n u ç , o n u n gibi bir a t o m fiziği profesörü


değil, 'yüzyılımızın hadis allâmesi' u n v a n ı n ı almış bir din bilgi­
ni olan Nasîruddin el-Elbanî t a r a f ı n d a n da k a b u l edilmektedir.
Elbanî, İslam verilerinden yola çıkarak şöyle d ü ş ü n ü y o r :

Başkalarına dayatılmayan inkâr ve hükümlerin uygulanmama­


sı, bir 'küfr-i inkârî' y a r a t m a y ı p sadece 'küfr-i amelî' yaratır. Bu
d u r u m d a b a ş k a l a r ı n a d a y a t ı l m a y a n İslam dışı h ü k ü m l e r , sayısı
ne o l u r s a olsun, ü l k e n i n d a r u l h a r p ilan edilmesi için yeterli de­
ğildir. Şâfıîlere göre, darulislam haline gelmiş bir ülke daha sonra
istila edilse ve bu istila altında uzun yıllar kalsa da artık darulharp
olarak anılamaz.

Ne yazık ki, geleneksel fıkıh ve o n u d o k u n u l m a z kılan siyaset


dinciliği b u r a d a da dinin gerçeğinden s a p m a k t a ve politik çıkar­
larını izlemektedir. Siyaset dinciliği, politik h a s ı m l a r ı n ı zor du­
r u m d a b ı r a k m a k veya M ü s l ü m a n kitleleri saflarına ç e k m e k için
d a r u l h a r p k a v r a m ı n ı 'İslam açısından günahları ve eksikleri olan
yönetim' şeklinde t a n ı m l a m a k t a , böylece, sevmediği t ü m ülkele­
ri ve yönetimleri kâfir ilan e t m e k t e d i r . Eğer bu ülkeler d a r u l h a r p
ise n e d e n bu ülkelerde (örneğin F r a n s a ' d a ) o k u l l a r d a ve k a m u ­
sal a l a n l a r d a başörtüsü yasağı k o n m a k i s t e n d i ğ i n d e b u n a karşı
çıkılmakta, b u yasağın kaldırılması i s t e n m e k t e d i r ? D a r u l h a r p t e
b a ş ö r t ü s ü tartışılır mı? Kaldı ki, siyaset dinciliği sadece Fransa
gibi H r i s t i y a n ülkeleri değil, Türkiye gibi, milletiyle bin yıldır
M ü s l ü m a n bir ülkeyi d e d a r u l h a r p ilan edebilmektedir.

S o n r a , Ehlisalîb k o d a m a n l a r ı y l a k u r d u ğ u işbirlikleri sayesinde


iktidarı eline geçirdiğinde, birkaç g ü n ö n c e d a r u l h a r p olan ülke
a n i d e n d a r u l i s l a m oluveriyor. D e m e k ki, siyaset ve s a l t a n a t din­
ciliğinin m a n t ı ğ ı n a göre, aynı ülke, n i m e t l e r i n d e n y a r a r l a n ı r k e n
darulislam, eleştiri ve saldırı y a p m a k i s t e n d i ğ i n d e d a r u l h a r p
oluyor! Siyaset dinciliğinin tipik t u t a r s ı z l ı k l a r ı n d a n birine de
b u r a d a t a n ı k olmaktayız.

İ s l a m ' ı n g ü n l ü k h a y a t t a k i pratikleri a ç ı s ı n d a n ihmallere gelince,


bu ihmallerin olmadığı bir y ö n e t i m Hz. P e y g a m b e r ' d e n s o n r a
hiçbir İslam ü l k e s i n e n a s i p olmamıştır. İslam a ç ı s ı n d a n eksikle­
ri d a r u l h a r p gerekçesi sayarsak birinci d e r e c e d e d a r u l h a r p t o p ­
r a k l a r b u g ü n k ü İslam coğrafyaları olur. Ç ü n k ü İ s l a m ' ı n t e m e l
kaynağı K u r ' a n ' ı n en ç o k devre dışı edildiği ülkeler oralardır.
Ne yazık ki, İslam'ı siyaset aracı yapan saltanat dincileri, darul­
h a r p sömürüsünde başarılı olmak için önce devleti, yönetimi, sonra
da hesaplarına uymayan Müslümanları kâfir-zındık ilan etmekte,
böylece yapay bir darulharp yaratarak sergileyecekleri kin ve şiddet
siyasetine dayanak hazırlamaktadırlar.

Darulharbin saptanmasında yönetim ve egemenliğin kimlerin elin­


de b u l u n d u ğ u n a b a k m a k ilk adımdır. Böyle baktığınızda, yöneti­
min eksiklerinin, günahlarının olması, h ü k ü m vermek için yetmez.
Yönetimin küfür, h a t t a Hanefi fakîhlerine göre, şirk üzere olması
gerekir. (Serahsî; el-Mebsût, 10/114)

T a m b u n o k t a d a , b ü t ü n z a m a n l a r ı n e n b ü y ü k fakîhi sayılan
İ m a m ı Âzam Ebu Hanîfe'nin erişilmez dehası, h u k u k devleti
özlemi v e m u h t e ş e m h ü m a n i z m i d i k k a t ç e k m e k t e d i r . Şemsül-
E i m m e Serahsî (ölm. 4 8 3 / 1 0 9 0 ) , Hanefîliğin amelî fıkıh k o n u ­
s u n d a en b ü y ü k kaynağı sayılan el-Mebsût adlı eserinde ş u n u
söylüyor:
"İmamı Âzam'a göre, Müslüman y u r d u n u n darulharbe dönüşmesi
için şu üç şartın varlığı kaçınılmazdır: 1. Müslümanların yurtlarına
bitişik bir Müslüman yurdu b u l u n m a m a k , 2. Kendi imanına uygun
olarak iman eden bir tek Müslüman ve kendi imanına göre iman
eden bir tek Ehlikitap kalmamak, 3. Ülkede şirk ahkâmı geçerli ol­
mak." (Serahsî, a n ı l a n yer.)

Fakîhler arası ittifak n o k t a l a r ı n d a n biri olarak ş u n u da görüyo­


r u z : Bir ü l k e n i n darulharplığı ile darulislamlığına h ü k m e t m e d e
t a r t ı ş m a çıksa, yani ülke, d a r u l i s l a m o l m a y a ilişkin özellikler­
le d a r u l h a r p sayılmaya ilişkin özellikleri aynı a n d a taşıyor olsa
h ü k ü m , d a r u l i s l a m k a b u l e t m e y ö n ü n d e olacaktır. B u n u n mas­
l a h a t a (kamu yararına) v e ihtiyata d a h a u y g u n o l d u ğ u d ü ş ü n ü l ­
müştür.

K a v r a m ı n , siyasal i s t i s m a r a son d e r e c e m ü s a i t o l d u ğ u n u da dik­


k a t e alırsak g ü n ü m ü z dünyasında herhangi bir M ü s l ü m a n ülkeyi,
fıkıhtaki içtihat farklarından yararlanarak darulharp göstermek
hiç de zor değildir. Ve İslam'ı siyaset ve şiddet aracı yapanların
yolu-yöntemi d e b u d u r . B u y ö n t e m i n uygulandığı ü l k e l e r d e n
biri de Türkiye'dir. Bu n e d e n y a p ı l m a k t a d ı r ? Cevap, darulharp
olan bir toprakta İslam h ü k ü m l e r i n d e n rahatlıkla kaçma imkânının
b u l u n d u ğ u n u bilmekte yatıyor. Bir ülkeyi darulharp ilan ederseniz
ceza h u k u k u n d a n ibadetlere kadar, t ü m alanlarda dinsel yükümlü­
lük kalkmaktadır.

Türkiye'ye bakalım:

Yüz bin civarında c a m i n i n ibadete açık olduğu ve devletin din


işleri için h e r yıl, devlet b ü t ç e s i n d e n sekiz b a k a n l ı k b ü t ç e s i n i n
ü s t ü n d e h a r c a m a yaptığı bir ülkeyi d a r u l h a r p ilan ettiğinizde
faiz y e m e k t e n z i n a yapmaya, cinayet işlemeye k a d a r h e r fiil ve
davranışınız yaptırım dışı kalacaktır. Bu olgu, din ü z e r i n d e n
siyaset y a p a n l a r a sınırsız bir i m k â n ve r a h a t l ı k getirmektedir.
O n l a r , darulharp teranesiyle bir yandan istediklerini din dışı ilan
edip devlete ve ülkeye karşı mücadeleyi meşrulaştırırken öte yan­
dan adına konuştukları dinin t ü m h ü k ü m l e r i n d e n sıyrılmak gibi
bir şansa sahip oluyorlar. Bu tezgâh, tarihin en n a m e r t dinsizlik
tezgâhlarından biri olmakla kalmaz, tarihin en namussuz tezgâhı
olarak da belirginleşir.
Anlaşılan o ki, Kur'an, inanç farklılığının değil, h u k u k devleti yok­
luğunun üstüne yürümektedir. İslam fakîhlerinin 'darulislam-da-
rulharb' (barış yurdu-savaş y u r d u ) a y r ı m l a r ı n d a k i 'darulislam',
son tahlilde inanç yurdu değil, barış yurdu demektir. 'Darulislam',
h u k u k u n egemen olduğu devletin adıdır. Bunu bir 'inanç yurdu'
olarak göstermekse ya konuyu gereğince incelemeden k o n u ş m a n ı n
yahut da bir saptırmanın ü r ü n ü d ü r . O n u n içindir ki, biz, 'darul­
islam' tabirindeki 'islam' sözcüğünü k ü ç ü k harfle yazmaktayız.
Ç ü n k ü o sözcük orada bir dini değil, barış kavramını ifade ediyor.

T E K SAVAŞ G E R E K Ç E S İ Z U L Ü M D Ü R

K u r ' a n , dinler t a r i h i n d e savaşa izin veren belki de t e k kutsal


kitaptır. K u r ' a n ' ı n izin verdiği savaşın meşruiyeti için z u l m e uğ­
r a m ı ş o l m a k şarttır. Ve yeterlidir.

K u r ' a n . saldırı savaşına izin vermez. D i n vavmak için savaşa da izin


verilmemiştir. Tek gerekçe zulümdür, zulme uğramaktır.

Z u l ü m varsa savaş, bir insanlık borcu haline gelir. Bu insanlık bor­


c u n d a n kaçılmaz. K a ç a n l a r o n u r s u z olur. Savaşla ilgili t e m e l il­
keyi k o y a n ve iki devrimi b i r d e n y a r a t a n ayetler şöyledir:

"Kendilerine savaş açılanlara savaşma izni verilmiştir. Ç ü n k ü on­


lar zulme uğratıldılar. Allah onlara yardıma elbette kadirdir. Onlar
sırf, 'Rabbimiz Allah'tır!' dedikleri için yurtlarından haksız yere çı­
karıldılar." ( H a c , 39-40)

B u ayetler, h e m b ü t ü n z a m a n l a r ı n savaş gerekçelerini bildiriyor


h e m d e H z . M u h a m m e d ' i n A r a p putperestleriyle savaşlarının
gerekçelerini gösteriyor.

Ayet, z u l m e uğratılanlara s a v a ş m a izni verildiğini söylediğine


göre, Kur'an, meşru bir savaşın a n c a k savunma savaşı olacağını ka­
bul etmektedir. Ayet; z u l m e uğratılmanın, t o p r a k l a r a yani vata­
na tasallut ile i m a n a tasallut yani ö z g ü r l ü k l e r e saldırı o l d u ğ u n u
g ö s t e r m e k t e d i r . Savunma savaşı, vatan ve özgürlük değerlerine
saldırıya karşı, saldırı savaşı ise bu değerlere tasallut için yapılır.

Saldın savaşı cinayettir


Savaşın bîr cinayet o l m a k t a n çıkması için s a v a ş a n ı n z u l m e uğ­
r a m ı ş ve bu sebeple Y a r a t ı c ı ' d a n 'izin' almış olması gerekir. Bu
izin çıktığında, hiçbir ikiyüzlülüğe k a ç ı l m a d a n , i n s a n o n u r u için
savaşılacaktır.

K u r ' a n , m e ş r u l u ğ u belirlenmiş bir savaşla ilgili t a k t i k l e r de ver­


m e k t e d i r . B u taktikleri v e r e n ayetleri b a ğ l a m l a r ı n d a n k o p a r a r a k
t e k b a ş l a r ı n a değerlendirenler, K u r ' a n ' ı bir saldın kitabı gibi
g ö s t e r m e y o l u n a gidebilmektedirler. O y s a k i K u r ' a n , m e ş r u l u ğ u
kesinleşmiş bir savaşla ilgili t a k t i k l e r v e r m e k t e d i r . B u n u n garip-
s e n e c e k bir y a n ı o l a m a z . Bir k i t a p , meşruiyeti d o ğ m u ş bir sava­
şa izin veriyorsa o savaşın başarılı olması için elbette taktikler
d e verecektir. B u n d a n d a h a m a k u l , d a h a gerçekçi v e d ü r ü s t n e
olabilir?!

Zulme karşı savaşmak için zulmün Müslümana yapılması şartı


aranmaz.

K u r ' a n ' ı n insanı, dünyanın herhangi bir yerinde zulme uğratılanla­


rı kurtarmak için de savaşabilir, hatta savaşmalıdır. Manifesto-ilke
şöyle k o n m u ş t u r :

"Size ne oluyor da Allah yolunda ve 'Ey Rabbimiz bizi, halkı zulme


sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından
bize bir yardımcı gönder!' diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler,
kadınlar, yavrular için savaşmıyorsunuz!" (Nisa, 75)

Hz. Peygamberin savaşlarının tümü savunma savaşıdır.

Ç ü n k ü o, d o ğ u p b ü y ü d ü ğ ü M e k k e ' d e n hicret ettiği g ü n d e n iti­


b a r e n sürekli saldırı a l t ı n d a o l m u ş , b u n u n için d e sürekli savaş
h a l i n d e b u l u n m u ş t u r . P e y g a m b e r ' d e n s o n r a k i savaşlara gelince
o n l a r ı n ç o k az bir kısmı bu niteliktedir. M u a v i y e ' n i n d e s p o t bir
Emevî kralı o l a r a k idareyi ele aldığı g ü n d e n itibaren ise savaşlar
İ s l a m î - M u h a m m e d î niteliklerini yitirmiş, t o p r a k gasbı ve tagal-
lüp savaşına d ö n ü ş m ü ş t ü r .

Emevîierin yönetimindeki Müslüman coğrafyalarda meşruiyeti


doğmuş olan tek savaş. Emevî yönetimine karşı savaştı.

Emevîlere bu gözle b a k a n M ü s l ü m a n d ü ş ü n ü r l e r i n başını İmamı


Âzam Ebu Hanîfe (ölm. 150/767) ç e k m e k t e d i r . O, bu anlayış ve
i m a n l a verdiği b ü y ü k m ü c a d e l e n i n faturasını hayatıyla ödemiş­
tir a m a t a r i h e K u r ' a n i m a n ı a d ı n a ö l ü m s ü z bir mesaj v e h a t ı r a
bırakmıştır. Biz o n u n b u ö l ü m s ü z h a t ı r a s ı n ı insanlığa t a n ı t m a k
İçin 'Arapçıtığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Azam Ebu Hanîfe'
adlı eserimizi yazdık.

Şimdi, h e m z u l ü m v e savaş k o n u s u n u d a h a y a k ı n d a n t a n ı m a k
h e m de İ m a m ı Â z a m ' ı n m ü c a d e l e s i n i n k a r a k t e r ve ö n e m i n i gör­
m e k için anılan e s e r i m i z d e n b i r k a ç paragraf a k t a r a l ı m :

İmamı Âzam'ın İslam felsefesi b a k ı m ı n d a n m e n s u p o l d u ğ u


Mürcie m e z h e b i n i n b ü y ü k ç o ğ u n l u ğ u n u n s a v u n d u ğ u fikir­
l e r d e n biri de, zalim devlet b a ş k a n ı ve y ö n e t i m e silahla karşı
ç ı k m a n ı n gerekliliğidir. (Eş'arî, Makaalât, 451} İ m a m ı Â z a m ' ı n
'Mürcieliği'nin Arapçı iktidarları r a h a t s ı z e t m e s i n i n gerçek se­
b e b i işte bu 'zulme karşı çıkış' fikridir. İ m a m ı Â z a m ' a saldırının
a r k a p l a n ı n d a k i t e m e l gerçek de b u d u r . Ç ü n k ü İ m a m ı Âzam, za­
lim y ö n e t i m e kılıçla karşı çıkmayı s a v u n a n ve bu t ü r karşı çıkış­
lara h e r t ü r l ü desteği v e r e n bir ö n d e r d i r .

İ m a m ı Âzam, z u l m e silahla karşı çıkış fikrini bir kelamcı-fakîh


d ü ş ü n ü r olarak s a v u n m a k l a kalmamış, bu fikre bağlı olarak ser­
gilenen isyan eylemlerinin h e m e n h e m e n t ü m ü n e m a d d e t e n d e
d e s t e k vermiştir. Ç ü n k ü o n a göre, d e s p o t i z m e karşı çıkıp h a k k ı
a y a k t a t u t m a k , i m a n ı n en belirgin niteliklerinden biri ve ibadet­
lerin en yücesidir. Bu karşı çıkış öylesine y ü c e d i r ki, bu yolda
'bir gaza, elli h a c d a n ü s t ü n d ü r . '

D e m e k oluyor ki, İ m a m ı Âzam, 'zulme karşı mücadele' söz ko­


n u s u o l d u ğ u n d a , ameli i m a n d a n bir p a r ç a s a y m a y a n g ö r ü ş ü n ü
k ı r m a k t a d ı r . O n u n bu din ve i m a n anlayışı, T ü r k Bağımsızlık ve
Aydınlanma Savaşı'nın öncüleri Müdafaai H u k u k k a d r o l a r ı n ı n
anlayışlarında t a m anlamıyla e g e m e n o l m u ş t u r . O n l a r d a tıp­
kı İ m a m ı Â z a m gibi, i m a n ı amelle kayıtlı t u t m a m a k l a birlikte
z u l m e karşı çıkışta b u anlayışlarını bir k e n a r a k o y m a k t a d ı r l a r .
O n l a r ı n fikir ö n d e r i ve b a ş k u m a n d a n ı olan Gazi Mustafa Kemal
Atatürk, bu anlayışının bir uzantısı olarak, H z . P e y g a m b e r ' i n en
b ü y ü k m u c i z e s i n i n o n u n k u m a n d a edip zaferle s o n u ç l a n d ı r d ı ­
ğı Bedir Savaşı o l d u ğ u n u söylemekte, H z . P e y g a m b e r ' i n t e m e l
özelliği o l a r a k da 'esaret tanımama'yı ö n e ç ı k a r m a k t a d ı r . İslam
Peygamber'iyi e ilgili t e s p i t i n d e şöyle diyor Gazi Mustafa K e m a l
Atatürk:
" O n u n hak peygamber olduğundan şüphe edenler, Bedir destanını
okusunlar. Hz. Muhammed'in bir avuç imanlı Müslümanla kala­
balık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir meydan
muharebesinde kazandığı zafer, fâni insanların k â n değildir. Hz.
Muhammed'in peygamberliğinin en kuvvetli delili, Bedir Savaşı'dır."

Mustafa K e m a l ' i n b u d i n - i m a n v e P e y g a m b e r anlayışı t a m bir


İ m a m ı Âzam idraki sergilemektedir. Ç ü n k ü zulme karşı çıkışın
Bedir Savaşı ile irtibatlandınlması da İ m a m ı Âzam kaynaklıdır:

H z . Ali e v l a d ı n d a n Zeyd bin Ali Zeynelâbidîn, Hicrî 121 yılın­


da, Emevî halifesi Hişam bin Abdülmelik'e karşı ayaklandığın­
da, İ m a m ı Âzam o n u n b u zalim y ö n e t i m e isyanını H z . M u ­
h a m m e d ' i n Bedir Savaşı'na b e n z e t m i ş ve o idrakle desteklemiş­
tir. (Ayrıntılar için b i z i m İmamı Âzam k i t a b ı m ı z ı n özellikle, 479¬
4 8 8 sayfalarına bakılmalıdır.)

Zulme karşı savaşmak sadece zulmün m u h a t a b ı o l a n l a n n göre­


vi değildir. K u r ' a n , zulme uğrayanların yanında savaşmayı b ü t ü n
o n u r sahiplerinden, bir insanlık borcu olarak istemektedir, (bk.
4/75) İ n s a n l a r a z u l m e d e n l e r e h e r t ü r l ü karşı çıkış serbesttir,
(bk. 42/42)

Z u l m e karşı savaş v e r e r e k y u r t l a r ı n d a n olanların y e r y ü z ü n d e


güzel bir b i ç i m d e b a r ı n a ğ a k a v u ş t u r u l a c a k l a r ı da bir ilahî v a a t
olarak ö n e çıkarılıyor, (bk. 16/41) B u n d a n önemlisi, K u r ' a n , zu­
l ü m b e l d e s i n d e n göçmeyip d e o r a d a müstaz'af (ezilip h o r l a n a n )
olarak ö m r ü n ü t a m a m l a y a n l a r ı n k e n d i k e n d i l e r i n e zulmettikle­
rini ve bu y ü z d e n h e s a b a çekileceklerini de bildirir, (bk. 4/97)
B u n u n anlamı şudur:

Zulme rıza göstermek, zalima karsı çıkmamak da bir zulümdür.

N i t e k i m , K u r ' a n , bağlılarına zalimlerle o t u r u p kalkmayı bile ya­


s a k l a m a k t a d ı r , (bk. 6/68) K u r ' a n ' ı n bu k o n u d a k i t a v r ı n ı n kısa
ifadesi ş u d u r :

İnsanın, zulüm ve zalimden başka düşmanı yoktur, olmamalıdır.

"Zalimlerden başkasına kin ve düşmanlık olmamalıdır." (2/193)

Din ayrılığı, düşmanlık sebebi değildir.


Başka dinlerdeki zalim olmayanlar, sizin dininizdeki zalimlerden
yeğdir.

K u r ' a n . imanın huzur ve aydınlığa çıkarmasını imanın zulümle kir-


letilmemesi şartına bağlamıştır. (6/82)

Bir ülkenin hayatı ve yönetimi küfür üzere yürüyebilir ama zulüm


üzere yürümez.

Ehlikitap'ın sadece zalim olanlarına şiddet gösterilir. Onların zalim


olmayanları ile mücadele en güzel biçimde, en güzel yollarla yapıla­
caktır. (29/46) O halde, K u r ' a n ' ı n , inkarcılarla m ü c a d e l e d e şid­
det ve katılık (şiddet ve gılzat) isteyen ayetlerini bu i n s a n l a r ı n
zalimleri için geçerli saymak Allah'ın emridir.

Z u l m ü belirlenen kim o l u r s a olsun, o n a yardımcı, şefaatçi, des­


tekçi o l u n a m a z . Allah onları asla s e v m e z ve o n l a r a asla y a r d ı m
elini u z a t m a z . O n l a r ı n akıbeti çok k ö t ü olacaktır, (bk. 2/ 2 7 0 ;
3/57, 151, 1 9 2 ; 5 / 7 2 ; 42/8; 22/71)

Zalimin dostu ancak zalim olur. (bk. 45/19)

Zalimlerin hiçbir özürleri kabul edilmeyecektir. (40/52)

Allah, zalimleri sevmemekle kalmamış, onları lanetlemiştir.


(7/44; 11/18)

Zalimler asla felah b u l m a z , asla k u r t u l a m a z l a r . Z u l m ü n s o n u ,


m u t l a k batış ve ç ö k ü ş t ü r , (bk. 6/135; 12/23; 28/37; 14/13)

Kısacası, K u r ' a n ' ı n zalime hıncı öylesine b ü y ü k t ü r ki, k e n d i s i n i


'zulmedenleri korkutmak, tehdit etmek için gelmiş' olarak göste­
rebilmiştir, (bk. Ahkaf, 12)

" Z u l m ü n ve zalimin affı y o k t u r " ilkesini K u r ' a n , i n s a n ı n k e n d i


nefsine z u l m ü n o k t a s ı n d a kırmıştır. Allah bu t ü r z u l m ü bağış­
layabilir, (bk. 4/110) H a t t a bu zalimler, kendiliğinden işleyen
bir fıtrat d ü z e n i y l e farkında o l m a d a n affedilmektedir. Eğer böy­
le olmasaydı, bir sıfatı da 'zalim' olan i n s a n ı n k e n d i benliğine
zulümleri, y e r y ü z ü n d e bir t e k canlının k a l m a m a s ı n a yol açardı,
(bk. 13/6; 16/61) Belki de bu sırra işaret için olacak ki, i n s a n
sürekli t ö v b e e t m e y e çağrılmakta ve tövbe e t m e y e n l e r zalim ola­
r a k nitelendirilmektedir. (49/11)
ZALİMLER ARASI YARDIMLAŞMALAR

E n ' a m 128'de, z u l ü m m e s e l e s i n i n belki d e e n ü r p e r t i c i y a n ı n a


d i k k a t ç e k e n ş u tespit ö n ü m ü z e k o n u y o r :

"İşte biz, zalimlerin bir kısmını bir kısmına, kazanır oldukları şey­
ler yüzünden bu şekilde dost/yardımcı/yönetici/önder yaparız."
( E n ' a m , 129)

Bu beyyine g ö s t e r m e k t e d i r ki, zalimlerle zalimlerin ve bu ikisi­


ne yamaklık-usaklık e d e n l e r i n ilişkisi d a i m a bir çıkar ilişkisidir;
hiçbir i m a n ve gerçek kaygısına d a y a n m a z . Zalimleri yaratan sü-
rüleşmiş halk yığınları da, büyük zalim zağarların yedikleri haram­
lardan birer kırıntı kapabiliriz diye onlara destek veren fino köpek­
lere benzerler. Ve bu finoluğu bir başarı, bir beceri, bir k u r n a z l ı k
sayarlar. Zavallı finolar, ö n l e r i n e atılan ufak kırıntılar karşılı­
ğında k e n d i l e r i n i n ve ç o c u k l a r ı n ı n yarınlarını m a h v e t t i k l e r i n i
bir türlü anlamazlar, a n l a m a k istemezler. A n l a t m a k isteyenlere
d e d ü ş m a n kesilirler. Z a l i m uşakları, L û t k a v m i n i n H z . L û t a
söylediği şu namussuzluk belgesi sözü söylerler:

"Çıkarın şunları kentinizden/yurdunuzdan. Bunlar temizlik ve


dürüstlükte a ş ı n derecede titizlik gösteren insanlar." (A'raf, 82;
N e m i , 56)

Zalimlerle o n l a r a k ö p e k l i k e d e n s ü r ü n ü n rahatsızlık sebebi, h e r


z a m a n işte bu 'temizlik ve dürüstlük' o l m u ş t u r . Başlarına geçe­
cek a d a m ı n t e m i z ve d ü r ü s t olması onları v e r e m ediyor. S ü r ü y ü
v e r e m e d e n olguyu da göstermiştir z a m a n ü s t ü k i t a p . Enbiya
y a n i peygamberler adlı s u r e d e H z . L û t ' u n belirgin niteliği anla­
tılırken şöyle deniyor:

"Lût'a da h ü k m e t m e gücü/yargılama yetisi ve ilim verdik. Onu,


pislikler üretip duran bir kentten/bir ülkeden kurtardık. O kentte/
ülkede yaşayanlar yoldan çıkmışlardan oluşan bir kötülük toplu­
m u y d u . " (Enbiya, 74)

Bu m u c i z e l e r mucizesi beyyine bize şu ö l ü m s ü z h a k i k a t l e r i n al­


tını çizme i m k â n ı veriyor:

1. insanoğlu, bazı zamanlarda ve zeminlerde, temizlik ve dürüstlü­


ğüyle seçkinleşen kadrolardan rahatsız olabiliyor, onlara düşman
kesilebiliyor, onları sırf bu nitelikleri yüzünden yerlerinden yurtla­
rından sürüp çıkarabiliyor.

2. Sürüleşmiş kitleye rahatsızlık veren dürüst ve temiz kişilerin te­


mel nitelikleri adaletle h ü k m e t m e yetisi ve ilimdir.

D e m e k ki, basit çıkarlar (örneğin, g ü n ü m ü z d e , bir file yiyecek,


b i r k a ç t o r b a k ö m ü r , b i r k a ç p a k e t m a k a r n a veya iane çadırların­
da verilen bir iki k a p yemek vs.) karşılığında sürüleştirilmiş bir
t o p l u m , öncelikle ilim ve h i k m e t d ü ş m a n ı kesilmektedir. K u r ' a n
diyor ki, böyle bir t o p l u m u n o l u ş t u r d u ğ u ülkeye bir tek ad uy­
g u n d ü ş e r : 'Kötülük t o p l u m u ' (kavme s û ' ) .

3. Kötülük t o p l u m u n u n dürüstlük, temizlik, ilim ve hikmetten nef­


ret eden sürülerinin ceza olarak gördükleri sürgünler, ülke dışına
çıkarmalar, temiz benlikler için bir ödül ve kurtuluştur.

U n u t m a y a l ı m , K u r ' a n , bu hale gelmiş bir ü l k e d e n hicret edip


gitmeyi e m r e t m e k t e , b u emri savsaklayanları g ü n a h a b a t m a k l a
s u ç l a m a k t a d ı r . (Ayrıntılar için bk. b u r a d a , Hicret mad.)

Başka bir ifadeyle, K u r ' a n ş u n u söylemek istemektedir:

"Sen, inci imal ediyor, inci satıyorsun. Bu toplum*


sa domuzlanmış. Domuzların boynuna inci tak­
mak için uğraşma; çık git bu domuzlar yurdundan;
huzur ve güveni başka topraklarda ara. Allah sana
yardımcı olacaktır."
KAYNAKÇA

Kur'an-ı Kerim (Ayet mealleri, Yaşar N u r i Ö z t ü r k ' ü n 'Türkçe


Kur'an Meali'nin 136. b a s k ı s ı n d a n alınmıştır.)
Atatürk'ün B ü t ü n Eserleri, Kaynak Yayınları, İ s t a n b u l , 1999-....
Dictionnaire de la Bible
Encyclopaedia Judaica
Encyclopaedia of Religions and Ethics
Word Watch Institute 2004 Raporu, T E M A Vakfı Yay. İ s t a n b u l ,
2004

Abdüh, M u h a m m e d ; Tefsîru'l-Menar (Reşid Rıza nşr.), Mısır,


1954
Aclûnî, İsmail b. M u h a m m e d el-Cerrahî; Keşfu'l-Hafa ve
Muzîlü'l-İlbas, Beyrut, 1351
Affifî, E b u i - A i a ; M u h y i d d i n A r a b i n i n Tasavvuf Felsefesi (M.
D a ğ ç e v ) , A n k a r a , 1975
Ahmed Hüsameddin, Seyyid; M e z â h i r u i - V ü c û d , tarihsiz, yersiz.
Ahmed Rifat, Yağlıkçızade; Tasvir-i Ahlak, İ s t . 1 9 4 9
Akın, Ali; İ s l a m Kaynakları Işığında G ü n c e l K o n u l a r a Açıklama,
O r t a d o ğ u Yay.İst. 1995
Akkâd, Abbas M a h m u d ; el-Mer'etü fi'l-Kur'an, Beyrut, 1969
Ali b. EbiTalib; Nehcu'l-Belâğa, Beyrut ( S u b h i Salih nşr.), 1967
Âlûsî, Ebul Fazl Ş i h a b u d d i n M a h m u d ; R u h u ' l - M e â n î fi Tefsiri'l-
Kur'ani'l-Azîm, Beyrut (Dârul F i k r neşr.), 1987
A rast eh, Rıza; G r o w t h to Selfhood, L o n d o n - B o s t o n , 1980
Atay, H ü s e y i n ; K u r ' a n ' a G ö r e İ m a n Esasları v e K a d e r S o r u n u ,
Ankara, 2009
Ateş, S ü l e y m a n ; Yüce K u r ' a n ı n Ç a ğ d a ş Tefsiri, İst. 1988-1992
Atıyye, İzzet Ali; el-Bid'a, T a h d î d u h a ve Mevkıfu'l-İslami min-
ha, Beyrut, 1980
Austine, R. W. J.; T h e Bezels of W i s d o m ( F ü s û s t e r c ü m e s i ve bir
giriş), N e w Y o r k , 1980
Awn, Peter J.; S a t a n ' s Tragedy a n d R e d e m p t i o n : iblis in S uf i
Psycology, L e i d e n , 1 9 8 3
Aydın, M e h m e t ; D i n Felsefesi, İzmir, 1987
Bakıllânî, Kadı Ebu Bekr M u h a m m e d b. Tayyib; Kitabu't-
Temhîd, Beyrut {Richard J. Mc. C a r h y n ş r . ) , 1957
; Kitabu'l-Beyan, Beyrut (Richard J. Mc. C a r h y
n ş r . ) , 1958
Bakiri, Cafer; el-Bid'a, K u m , 1997
Barkan, Ö m e r Lütfi; İstila Devirlerinin K o l o n i z a t ö r T ü r k
Dervişleri ve Zaviyeler; Vakıflar Dergisi, sayı: 2, yıl: 1942
Başmil, M u h a m m e d A h m e d ; el-Kâdisiyye ve M a â r i k ü ' l - I r a k
( D â r ü t - T ü r â s ) , Kahire, tarihsiz
Belâzürî, A h m e d b. Yahya; Ensâbu'l-Eşrâf (Zekkâr-Ziriklî n ş r . ) ,
Beyrut, tarihsiz.
; F ü t û h u ' l - B ü l d â n (Abdülkadir M u h a m m e d Ali),
Beyrut, 2 0 0 0
Beyhakî, Ebu Bekr A h m e d ; D e l â i l ü ' n - N ü b ü v v e (Kal'aci n ş r . ) ,
Beyrut, 1985
Bilmen, Ö m e r N a s u h i ; H u k u k - ı İslamiyye ve Istılahât-ı Fıkhıyye
K a a m u s u , İst. 1967-1970
; Büyük İslam İlmihali, İstanbul, 1969
Boisard, Marcel A.; l ' H u m a n i s m e de l'Islam, Paris, 1979
Buharî, Ebu A b d u l l a h M u h a m m e d b. İsmail; es-Sahîh (Nizar
T e m i m nşr.)
; H a l k u Ef'ali'l-İbâd, Beyrut (Muessesetü'r-Risale),
1984
Bursevî, İsmail H a k k ı ; Kenz-i Mahfî, İ s t a n b u l , 1293
; Silsile-i Celvetiyye, İstanbul, 1291

Carrel, Alexis; L ' H o m m e , cet I n c o n n u , B u e n o s Aires, 1945


Cassâs, Ebu Bekr A h m e d er-Râzî; A h k â m u ' l - K u r ' a n (Sıdkı M.
Cemil), Beyrut, 1993
Cezîrî, A b d u r r a h m a n b. M u h a m m e d ; Kitabu'l-Fıkh ale'l-
Mezahibi'l-Erbaa, Beyrut, tarihsiz.
Clausen; H e n r y ; Beyond t h e Ordinary, California, 1 9 8 3
Cürcanî, Seyyid eş-Şerîf; Târifât, alfabetik

Çatalcalı, Ali Efendi; Fetâvâ, İst. 1324

Dârekutnî, Ebul H a s a n Ali b. Ö m e r ; ez-Zuafa vel-Metrûkîn


(Abdülaziz İ z z u d d i n ) , Beyrut, 1985
; e s - S ü n e n (Abdullah H â ş i m ) , Beyrut, 1966
Davidson, James Dale; Muhammed Replaces Marx, T h e G r e a t
R e c k o n i n g - S i m o n a n d S c h u s t e r Co./1993
Dehlevî, Ş a h Veliyyullah; H u c c e t u l l a h el-Bâliğa, Mısır, tarihsiz.
Demir, F a h r i ; İslam H u k u k u n d a Mülkiyet H a k k ı ve Servet
Dağılımı (Diyanet İ ş l e r i ) , A n k a r a , 2 0 0 3

Ebu Davud, S ü l e y m a n b. Eş'as es-Sicistanî; e s - S ü n e n


Ebu Nuaym, A h m e d b. A b d u l l a h el-Isfahanî; Hilyetü'l-Evliya,
Mısır, tarihsiz.
Ebu Zehre, M u h a m m e d ; Ebu Hanîfe (Dârul-Fikr el-Arabî),
Kahire, 1997
Ebu Zeyd, N a s r H â m i d ; el-İtticâhu'l-Aklî fi't-Tefsîr ( D â r u t -
T e n v î r ) , Beyrut, 1983
; D i n s e l Söylemin Eleştirisi (E A. Polat çev.), Kitabiyât
Yay. A n k a r a , 2 0 0 2
Eflâkî, A h m e d ; Menâkıbu'l-Ârifîn; Menâkıbu'l-Arifin ( T a h s i n
Yazıcı çev.), H ü r r i y e t Yay. İ s t a n b u l , 1973
Elbanî, M u h a m m e d N â s ı r u d d i n ; Silsiletü'I-Ahâdîs es-Sahîha,
Riyad, 1995
; Silsiletü'I-Ahâdîs ez-Za'îfa ve E s e r u h a es-Seyyiu fi'l-
U m m e , Riyad, 1992-1996
Erdoğan, M e h m e t ; T e s e t t ü r M e s e l e s i n d e n T ü r b a n S o r u n u n a , İ z
Yay. İstanbul, 2 0 0 8
Eş'arî, E b u l - H a s a n Ali b. İsmail; Makaalâtu'l-İslamiyyîn ve
İhtilafu'l-Musallîn (Ritter), Wiesbaden, 1980
Ezherî, Ebu M a n s û r M u h a m m e d b. A h m e d el-Herevî; T e h z î b u ' l -
Luğa (Abdüsselam H a r u n ) .
Ezrakî, Ebul-Velîd M u h a m m e d b . Abdullah, A h b â r u M e k k e
(Abdülmelik b . A b d u l l a h nşr.), M e k k e , 2 0 0 8

Ferra, Ebu Zekeriyya Yahya b. Ziyad; M a ' â n i İ - K u r ' a n


( D a r u s s ü r û r n ş r . ) , Beyrut, tarihsiz.
Fîrûzâbâdî, Ebu T â h i r M u h a m m e d b . Yakub; Tenvîru'l-Mikbas
m i n Tefsiri İbn A b b a s , Mısır, 1370
; el-Kaamûsu'l-Muhît (Âsim Efendi t e r e ) , alfabetik
F r o m m , Erich; F e a r of F r e e d o m , L o n d o n , 1960.
; T h e Art of Loving, L o n d o n , 1961

Gardet, L o u i s ; Les H o m m e s de lTslam ( H a c h e t t e yay.), 1977


Gaskell, G. A.; D i c t i o n a r y of Ali S c r i p t u r e s , alfabetik.
Gazâlî, E b u H â m i d M u h a m m e d ; İhyau U l û m i ' d - D î n ( M u e s s e t u
H a l e b î ) , Kahire, 1967
: el-Müstasfa ( İ b r a h i m M u h a m m e d R a m a z a n ) ,
Beyrut, tarihsiz.
Gölpınarlı, Abdülbaki; M e v l â n a Celaleddin, İst. 1985
Grondin, Jean; I n t r o d u c t i o n t o Philosophical H e r m e n e u t i c s ,
(Yale University Press), 1 9 9 4
Gümüşhanevî, A h m e d Z ı y a u d d i n ; Câmiu'l-Usûl, İst. 1276

Hakîm et-Tirmizî, M u h a m m e d bin Ali; Hatmu'l-Evliya ( O s m a n


Yahya n ş r . ) , Beyrut, 1965
Hallâf, A b d ü l v a h h a b ; İslam H u k u k Felsefesi ( H . A t a y t e r e ) ,
A n k a r a , 1985
Hamidullah, M u h a m m e d ; Le P r o p h e t e de l'Islam; Paris, 1979
; İslam Peygamberi (Salih T u ğ çev.); İst.1990
; İslam Fıkhı ve R o m a H u k u k u ( O r t a k çalışma içinde,
K. Kuşçu t e r e ) , İst. 1964
Harrâz, Ebu Said; Kitabu's-Sıdk (Abdülhalim M a h m u d n ş r . ) ,
Kahire, tarihsiz
Hatemî, H ü s e y i n ; H u k u k Devleti Öğretisi, İst. 1989
; İlahî H i k m e t t e Kadın, Birleşik Yay. İ s t a n b u l , 2 0 0 0
Hemedânî, A y n u l k u d â t ; Z ü b d e t ü ' l - H a k a a ı k , T a h r a n , 1 3 4 1
Herevî, A b d u l l a h el-Ensarî; Menâzilü's-Sâirîn, K a h i r e , 1962
Heytemî, İbn H a c e r Ş i h a b u d d i n A h m e d ; ez-Zevâcir an Iktirafi'l-
Kebâir ( A h m e d Abdüşşâfî nşr.), Beyrut, 1987
Hook, Sydney; T h e A t h e i s m of P a u l Tillich, L o n d o n , 1962

Isfahanı, Râgıb; el-Müfredât li Elfâzı'l-Kur'an, alfabetik


; ez-Zerî'a ila Mekârimi'ş-Şerîa (Acemî), Kahire, 1985

İbn Abdrabbih, Ebu A m r A h m e d el-Endelûsî (ölm.327/938); el-


Ikdül-Ferîd, Kahire 1965
İbn Abdrabbih, Ebu A m r A h m e d el-Endelûsî; el-Ikdül-Ferîd.
K a h i r e 1965
İbn Arabî, Ebu Bekr M u h a m m e d b. Abdillah, A h k â m u ' l - K u r ' a n .
Beyrut (Becavî n ş r . ) , tarihsiz.
İbn Arabî, M u h y i d d i n ; F u s û s u ' l - H i k e m ( O N . G e n c o s m a n t e r c ) ,
İst. 1952
; e l - F ü t û h â t el-Mekkiyye, Beyrut ( D â r u Sâdır y.), ta­
rihsiz.
İbn Âşûr, M.Tahir; İslam H u k u k Felsefesi, İst. ( H . A t a y t e r e ) ,
1988
İbn Hanbel, A h m e d ; el-Müsned (Abdullah M u h . Derviş nşr.),
yersiz, 1991
ibn Hişâm, Ebu M u h a m m e d Abdülmelik el-Himyerî; es-Sîretün-
Nebeviyye, Mısır, 1375
İbn H e m m a m ; Ebu Bekr A b d ü r r a z z a k es-San'anî; el-Musannef,
Beyrut, 1 9 8 3
İbn İshak, M u h a m m e d ; Kitabu'l-Meğâzî (M. H a m i d u l l a h n ş r . ) ,
Konya, 1986
İbn Kuteybe, Ebu M u h a m m e d Abdullah; Te'vîlu Muhtelifi'l-
H a d î s ( M u h . Nâfi n ş r . ) , Amman, 2 0 0 4
; el-İmameve's-Siyase (T. Z e y n î n ş r ) , Mısır, 1378
İbn Mâce, Ebu Abdillah M u h a m m e d el-Kazvinî; es-Sünen,
Mısır, 1952
İbn Manzûr, Ebul-Fazl C e m a l ü d d i n el-Afrikî; Lisanü'l-Arab
İbn Mübarek, Abdullah; K i t a b u ' z - Z ü h d ve'r-Rakaaık ( H . Azamî
nşr.) Beyrut, tarihsiz.
İbn Sa'd, M u h a m m e d ; et-Tabakaatü'l-Kübra ( İ h s a n Abbas nşr.),
Beyrut, 1960-85
İbn Teymiye, M e c m u ' a t u ' r - R e s â i l ve'l-Mesâil, Mısır, tarihsiz.
;el-Furkan b e y n e Evliyai'r-Rahman ve Evliyai'ş-
Şeytan, Beyrut, 1401
; el-Es'ile ve'l-Ecvibe, Riyad, 1983
İbnül-Cevzî, Ebul F e r e c C e m a l ü d d i n A b d u r r a h m a n ; Z â d ü ' l -
Mesîr fi İlmi't-Tefsîr, Beyrut, 1987
İbnül-Hümâm, K e m a l e d d i n ; Fethu'l-Kadîr, Beyrut, 1995
İbnül-Kayyım el-Cevziyye, Ş e m s u d d i n M u h a m m e d ; İ'lâmu'l-
M u v a k k ı ' î n , Mısır, 1955
; Z â d ü l - M e ' â d (Arnavut n ş r ) , Beyrut, 1987
; Kitabu'r-Rûh, H a y d a r â b â d , 1318
; Hâdi'l-Ervâh ila Biladi'l-Efrâh ( M e k t e b e t ü N e h d a t i
Mısır), Kahire tarihsiz.
; ed-Dâu ve'd-Devâ (Y. Bedevi nşr.), M e d i n e , 1989
; Celâu'l-Efhâm fî Fazli's-Salâti ve's-Selam,
M e d i n e , 1988
İkbal, M u h a m m e d ; T h e R e c o n s t r u c t i o n of Religious T h o u g h t in
islam, Lahor, 1968
; T h e D e v e l o p m e n t of M e t a p h y s i c s in Persia, Lahor,
1964
; islam As An Ethical a n d A Political ideal (S.Y.
H a s h i m î ) , Lahor, 1988
; C â v i d n â m e , Lahor, 1942
İmamı Âzam, Ebu H a n i f e N u m a n b . Sabit; el-Âlim ve'l-Müteallim
(Mustafa Öz nşr.), M.Ü. İlahiyat Fak. Yay. İst. 1992
İzutsu, T o s h i h i k o ; K u r ' a n ' d a İ n s a n ve Allah (S. A t e ş çev.),
Kevser Yay. A n k a r a , tarihsiz.
; T h e S t r u c t u r e of Ethical T e r m s in t h e Q u r a n , A B C
I n t e r n a t i o n a l G r o u p , Chicago, 2 0 0 0
İzzuddin b. Abdüsselam; Kavâidü'l-Ahkâm fî Mesaalihi'l-Enâm
( M ü e s s e s e t ü r - R e y y â n ) , Beyrut, 1998

Kadı Abdülcebbar, E b u l - H ü s e y n el-Âmedâbâdî; el-Muğnî fî


Ebvâbi't-Tevhîdi ve'1-Adl (M.M. n ş r . ) , yersiz, tarihsiz.
Kal'aci, M u h a m m e d Revvâs; M e v s û ' a t ü Fıkhı Süfyan es-Sevrî
( D â r ü n n e f â i s ) , Beyrut, 1990
; M e v s û ' a t ü Fıkhı İ b r a h i m en-Nehaî, Beyrut, 1986
; M e v s û a t ü Fıkhı't-Taberî ve H a m m â d bin Ebî
S ü l e y m a n ( D â r u n - Nefâis), Beyrut, 1994
Karafî, Ebul A b b a s A h m e d b. İdris es-Sanhacî; el-İhkâm fî
Temyîzi'l-Fetâva (Ebu G u d d e ) , Beyrut, 1995
Karaman, H a y r e d d i n ; İ s l a m a G ö r e B a n k a ve Sigorta (Nesil
Yay.), İst. 1992
; İslam'ın Işığında G ü n ü n Meseleleri, Nesil Yay. İst.
1988
Kâsânî, A l â u d d i n ; B e d â i ' u ' s - S a n â i ' (A. M u a v v i z ) , Beyrut, 1997
Kevserî, M u h a m m e d Z â h i d ; İ h k a a k u ' l - H a k bi İbtaali'l-Bâtıl fi
Muğîsi'l-Halk, ( D â r u l K ü t ü b el-İlmiyye), Beyrut, 2 0 0 4
Kula, O n u r Bilge; Batı Felsefesinde O r y a n t a l i z m ve T ü r k İmgesi;
İş B a n k a s ı Yay. İst. 2 0 1 0
Kurtubî, Ebu Abdillah M u h a m m e d b. A h m e d ; el-Câmi' li
A h k â m i ' l - K u r ' a n , yersiz, tarihsiz.
Kuşeyrî, Ebul-Kasım A b d ü l k e r i m ; er-Risâle, Kahire, 1972
; Letaifu'l-İşârât, Kahire, 1970
K u t u p , Seyyid, İslam-Kapitalizm Ç a t ı ş m a s ı ( Y . N . Ö z t ü r k çev. 5.
b a s k ı ) , Bir Yayıncılık, İ s t . 1 9 8 5
Küleynî, Ebu Cafer M u h a m m e d b. Y a k u b ; el-Kâfî (Behbûdî ve
Gefarî), T a h r a n , 1382

Lagrange, Marie-Joseph; E t u d e s s u r les Religions Semitiques,


Paris, 1905
Lewis, B e r n a r d ; W h a t W e n t Wrong, USA (Oxford University
Press), 2002
Likaanî, A b d u s ü s s e l a m ; Cevheretü't-Tevhîd, alfabetik.

M a h m u d , Abdülhalim; E b u Z e r el-Gıfârî ve'ş-Şuyûiyye, Kahire,


1985
Mâtürîdî, Ebu M a n s û r M u h a m m e d es-Semerkandî; Te'vîlâtü'l-
K u r ' a n (B. Topaloğlu-A. Vanlı), M i z a n Yay. İ s t a n b u l , 2 0 0 6
;
T e ' v î l â t ü ' l - K u r ' a n (Bekir Topaloğlu-Ahmet Vanlı),
M i z a n Yay. İ s t a n b u l , 2005-2006
Merâğî, A h m e d Mustafa et-Tefsîr, yersiz, tarihsiz.
Mez, A d a m ; el- H a d â r e t ü ' l - î s l a m i y y e fil- K a r n i ' r - R â b i ' ( t e r c ) ,
Beyrut, 1967
Mukaatil b. Süleyman el-Ezdî; el-Vücûh v e ' n - N a z a a i r (Ali Ö z e k
n e ş r . ) , İst. 1993
; Tefsîru'l-Hams M i e Âye m i n e ' l - K u r ' a n (Isaiah
Goldfeld nşr.), İsrail, 1980
Müslim b. el-Haccac; e l - M ü s n e d ü ' s - S a h î h

Nesaî, Hafız Ebu A b d i r r a h m a n ; e s - S ü n e n


Nesefî, E b u Hafs Ö m e r ; A k a i d (Teftezanî şerhi ile birlikte), İst.
1960
Nesefî, E b u ' l - M u î n M e y m û n b . M u h a m m e d ; Tabsıratü'l-Edille
( A t a y - D ü z g ü n n ş r . ) , D i y a n e t İşleri Yay. A n k a r a , 2 0 0 3
Nietzsche, Friedrich Wilheim; Z e r d ü ş t Böyle D e d i (S. I r m a k
t e r e ) , İst.1949

O m r a n , A b d u r r a h i m ; Family P l a n n i n g in t h e Legacy of islam,


L o n d o n - N e w Y o r k , 1992

Özcendî, Fetâvâ,
Özemre, A h m e t Yüksel; İ s l a m ' d a Aklın Ö n e m i ve Sınırı, D e n g e
Yay. İ s t a n b u l , 1996
; K u r ' a n - ı K e r i m ve Tabiat İlimleri
Öztürk, Yaşar N u r i ; K u r ' a n ' d a k i İ s l a m ( 4 3 . b a s k ı ) , Yeni Boyut
Yay. İst. 2 0 1 0
; İslam Nasıl Yozlaştırıldı (16. baskı), Yeni Boyut
Yay. İ s t a n b u l , 2 0 0 9
; Allah ile A l d a t m a k (67. baskı), Yeni Boyut Yay.
İstanbul, 2011
— ; A s r ı s a a d e t ' i n B ü y ü k Kadınları (5. baskı), Yeni
Boyut Yay. İstanbul, 2 0 1 0
; A s r ı s a a d e t Şehitleri ( 3 . Baskı), Yeni Boyut Yay. İst.
1998
; K u r ' a n ' ı n T e m e l Buyrukları (14. baskı), Yeni Boyut
yay, İ s t a n b u l , 2006
; D i n ve F ı t r a t (6. baskı), İst. 1999
; K u r ' a n A ç ı s ı n d a n Şeytancılık (3. baskı), Yeni
Boyut Yay. İstanbul, 2 0 0 2
; İ m a m ı Â z a m E b u Hanîfe (19. baskı) Yeni
Boyut Yay. İst. 2 0 1 0
; K u r ' a n ' ı n Yarattığı M u c i z e Devrimler, İ n k ı l a p
Kitabevi, İst. 2 0 1 0
; Küresel Âfetler (5. Baskı), Yeni Boyut Yay.
İstanbul, 2008
;
K u r ' a n ve S ü n n e t e G ö r e Tasavvuf (9. b a s k ı ) , İst.
2003
j Kuşadalı İ b r a h i m H a l v e t i (3. b a s k ı ) , Yeni Boyut
Yay. İ s t a n b u l , 1997
; M e v l a n a ve İ n s a n (8. baskı), Yeni Boyut Yay. İst. 2 0 1 0

Râzî, F a h r e d d i n M u h a m m e d ; Mefâtîhu'l-Gayb, İ s t a n b u l , 1307


;
el-Mahsûl fî İlmi Usûli'l-Fıkh ( T a h a Cabir n ş r . ) ,
Beyrut, 1992
Rumî, M e v l a n a Celaleddin; Rubailer ( N . G e n c o s m a n çev.),
İst.1986
; Divan-ı Kebîr (A. Gölpınarlı çev.), İş B a n k a s ı Yay.
İst. 2 0 0 7

Sağânî, Ebul-Fadâil H a s a n ; Mevzuat, Şam-Beyrut, 1985


Schimmel, A n n e m a r i e ; Gabriel's Wing, Leiden, 1963
; Mystical D i m e n s i o n s of islam, C h a p e l Hill, 1975
Serahsî, Ş e m s u ' l - E i m m e E b u Bekr M u h a m m e d ; el-Mebsût,
Beyrut, 1989
Sıddîk Han, E b u Tayyib el-Buharî; F e t h u ' l - B e y a n fî Makaasıdi'l-
K u r ' a n , Beyrut 1992
Sibaî, Mustafa; İslam Sosyalizmi, (Yaşar N u r i Ö z t ü r k çev.),
Yeni Boyut Yay. İ s t a n b u l , 2 0 1 0
Sultan Veled, Maarif (T. Yazıcı t e r e ) , İ s t a n b u l , 1991
Sühreverdî, Ş i h a b u d d i n E b u Hafs Ö m e r ; Avârifu'l-Maarif, Mısır,
1968
Süyûtî, C e l a l ü d d i n A b d u r r a h m a n ; el-Itkaan fî U l û m i ' l - K u r ' a n
(M. Kassâs n ş r . ) , Beyrut, 1987
; T a h z î r u ' l - H a v â s m i n Ekâzibi'l-Kussâs, Beyrut-
D ı m a ş k , 1984

Şafiî, M u h a m m e d b. İdris; er-Risâle (A.M.Şakir n ş r . ) , Beyrut,


tarihsiz.
Şâtıbî, E b u İ s h a k İ b r a h i m b. M û s a ; el-Muvafakaat (A. D r a z
n ş r . ) , Beyrut, 1975
j el-I'tısaam (R.Rıza n ş r . ) , Mısır, tarihsiz.
Şelebi, M u h a m m e d Mustafa; Ta'lîlu'l-Ahkâm, Beyrut, 1981
Şevkânî, M u h a m m e d b. Ali; Neylü'l-Evtaar, Mısır, 1961
Şeybânî, M u h a m m e d b . H a s a n ; el-Câmi'u's-Sağîr (Âlemu'l-
K ü t u b ) , Beyrut, 1986

Taberî, E b u Cafer M u h a m m e d b. el-Cerîr; C â m i ' u ' l - B e y a n ' a n


Tefsiri Âyi'l-Kur'an, Mısır, 1968
Teftezanî, S a d e d d i n ; Ş e r h u Akaidi'n-Nesefî, İst. 1960
Tehanevî, M u h a m m e d A'la; Keşşâfu I s t ı l a h â t i ' l - F ü n û n , Kalküta,
1863
Tevhidi, E b u H a y y â n Ali b. M u h a m m e d ; el-Mukabesât,
Mısır, 1929
; el-Basâir v e ' z - Z e h â i r (Vedâd el-Kadî), Beyrut, 1984
Tillich, P a u l ; S y s t e m a t i c Theology, Chicago, 1951
; D y n a m i c s of F a i t h , N e w York, 1958
Tirmizî, E b u İsa M u h a m m e d ; el-Câmi'u'l-Kebîr (es-Sahîh)
Turtûşî, E b u Bekr M u h a m m e d b. Velid; Kitabu'l-Havâdisi ve'l-
Bida' ( D â r u l - G a r b el-İslamî), 1990

Underhill, Evelyn; Mysticism, USA. 1974

Vâkıdî, Muhammed bin Ömer; Kitabü'l-Meğâzî (Marsden


J o n e s ) , Beyrut, 1989

Watsorı, G e o r g e ; N u t r i t i o n a n d Y o u r Mind, B a n t a m Book, N e w


York, 1972
Wehr, H a n s ; A D i c t i o n a r y of M o d e r n W r i t t e n Arabic, alfabetik

Yâkût, Ş i h a b u d d i n E b u A b d u l l a h el-Hamevî; M u ' c e m u ' l -


B u l d â n , Beyrut, 1957
Yavuz, Yusuf Şevki; H ü c c e t , D İ A m a d d e s i
Yıldırım, Suat; K u r ' a n ' d a Ulûhiyet, K a y ı h a n Y a y . İstanbul, 1987
Yılmaz, Bedriye; Ö r t ü n m e n i n Anlamları, İz Yay. İst. 2 0 0 8

Zehebî, E b u Abdillah Ş e m s u d d i n ; Kitabu'l-Kebâir ve Tebyînu'l-


M e h â r i m ( D â r u İ b n Kesir), Şam-Beyrut, 1987
; Tezkiretu'l-Huffâz, Beyrut, 1956
Zemahşerî, Ebul-Kasım M a h m u d b . Ö m e r ; el-Keşşâf 'an
Hakaaıki't-Tenzîl, Mısır, 1966
; Esasu'l-Belâğa, Beyrut, 1965
Zerkeşî, B e d r u d d i n M u h a m m e d b. Abdullah; el-Burhan fî
U l û m i ' l - K u r ' a n (Abdülkadir A t a n ş r . ) , Beyrut, 1988
DİZİNLER
ÖZEL ADLAR

A Ahmet Zıyaeddin Gümüşha­


nevî: (II) 136
AB: (II) 253 Âişe (Hz.): (I) 574, 576, 586,
Abbasiler: (I) 154 588, 590 (II) 238, 281, 302,
ABD: (I) 68, 194, 195, 252, 255, 306, 448, 526
560 (II) 58, 69, 253-254, Akabe Bîatları: (I) 125
396, 539 Alexis Carrel: (I) 201 (II) 157
Abdallar: (I) 395 Âli Aba: (I) 232
Abdullah b. Nuaymân: (II) 55¬ Ali Efendi (Çatalcalı): (II) 444¬
56 445
Abdullah b. Ümmi Mektûm: (I) Alkame: (II) 444
157 Allah: (I) 40-73 (II) 435
Abdullah b. Zübeyr: (II) 292 Allah düşmanı: (I) 72
Abdurrahim Omran: (II) 154¬ Allah'ın eylemleri: (I) 45-73
156 Allah ile aldatmak: (I) 38-39, 66,
Abdurrahman b. Afv: (I) 394 68, 251-252 (II) 28-31, 339¬
Abdülaziz Mecdi Tolun: (I) 514 340
Abdülcebbar (Kadı): (I) 368¬ Ali (Hz.): (I) 37, 133, 138, 185,
369 277, 427, 586, 590 (II) 84,
Abdülmecit Selim: (II) 154 152, 235, 238, 402, 447,
Abdülmelik b. Mervân: (I) 525, 458, 460
527, 528 (II) 74 Allah düşmanı: (II) 71-72
Adam Mez: (II) 427 Âlûsî (Mahmud): (I) 419 (II) 62,
Âdem (Hz.): (I) 18-25, 121, 239, 303
164, 343, 424-432, 512-513, Ambroise (Saint): (I) 89
674 (II) 325-326, 342, 434 A'meş: (I) 98
Ahilik: (I) 395 Ammâr b. Yâsir: (I) 485
Ahmed b. Hanbel: (I) 64, 470, Amon: (I) 272
587 (II) 389 Anadilde ibadet: (II) 228-234
Ahmed b. Muhammed el- Apis: (I) 194
Âdemî: (I) 82 Arabizm: (II) 260, 360, 463
Arafat: (I) 358-359
Ahmed Hüsameddin (Seyyid): (I) Arapça: (II) 230-234
658 Araplar: (I) 80-81
Ahmet Naim: (II) 289, 291 Araste (Rıza): (II) 220
Ahmet Amiş (Türbedar): (I) 399 Âsim Efendi (Mütercim): (I)
Ahmet Yüksel Özemre: (I) 447 103, 497 (II) 48
(II) 345-346, 542 Ata b. Ebi Rebâh: (I) 357
Atatürk: (I) 130, 292, 665 (II) Cezîrî (Abdurrahman): (I) 584,
232, 522, 547 601
Atatürkçülük: (II) 393 CIA: (I) 68
Avn b. Abdullah: (II) 459 Cîlî (Abdülkerim): (I) 99
Awn: (II) 326 Cîrâne Vadisi: (I) 527
Cüdâme: (II) 152
Cüneyd el-Bağdadî: (I) 324
B Cürcânî (Seyyid Şerif): (I) 531
Cüveynî: (I) 577
Bâcî (Ebul Velîd Süleyman):
(II) 458
Bakıllânî (Ebu Bekr): (II) 459 D
Barnabas İncili: (I) 211
Batı: (I) 410, 415 Dabbetül Arz: (I) 184-187, 642
Bedir Savaşı: (II) 246, 328, 457, Dante: (I) 241
547-548 Davud (Hz.): (11)272
Belâzürî: (II) 380 Dehlevî (Şah Veliyyullah): (I)
Beniisrail: (I) 116-121, 191, 655 123 (II) 219
Bernard Lewis: (I) 110,152-153 Demir Perde: (II) 539
Besmele: (I) 123 (II) 38-39 Deniz Feneri: (II) 91
Beyhakî: (II) 288 Dihyetül Kelbî: (I) 149
Beytül Makdis: (I) 528, 529 Diyanet İşleri: (I) 672, 679 (II)
Bıttîhiyye: (I) 97 154, 231
Big Bang: (II) 494 Diyarbekrî: (I) 154
Bilali Habeşî: (I) 143 Doğu: (I) 375-376
BOP: (I) 260 (II) 38
Budda: (I) 301
Budizm: (I) 477
E
Buharî (muhaddis): (I) 12, 669
Ebu Bekir (Hz.): (II) 283, 302,
526, 527
c-ç Ebu Bekr el-Asam: (II) 227
Ebu Bekr el-Mukrî: (II) 459
Câdülhak Ali: (II) 154 Ebu Cehil: (I) 148, 157, 161
Cafe res-Sadık (imam): (I) 20 Ebudderda: (I) 134, 420 (II) 15
Gâhız: (I) 99 (II) 391,406 Ebu İshak eş-Şeybanî: (II) 459
Cahiliye: (I) 140-148, 550 (II) Ebu Leheb: (I) 158
396 Ebu Hureyre: (I) 575, 576
Cassâs: (I) 557, 558 (II) 63, 117, Ebül Hüzeyl el-Allâf: (I) 99
391, 406, 444 Ebul Ferec: (II) 233
Cebrail: (I) 86, 149-150, 666¬ Ebussud: (II) 193
670 Ebu Süfyan: (II) 90-91
Cehm b. Safvan: (I) 98 Ebu Şâme: (I) 138
Cemel Olayı: (I) 586 Ebu Talip: (I) 147
CERN: (II) 494 Ebu Ubeyd (Kasım b. Sellâm):
Cevdet Paşa: (I) 19 (II) 23, 459
Ebu Yusuf: (I) 561 (II) 256-259, 272, 368
Ebu Zehre (Muhammed): (I) Fîrûzâbâdî: (I) 103, 497 (II) 376
577 Freud: (I) 223
Ebu Zer el-Gıfarî: (I) 143, 344, Fromm (Erich): (I) 223, 326
396 (II) 15, 88, 282
Ebu Zeyd (Nasr Hâmid): (I) 66,
68, 473 (II) 206 G
Ehlibeyt: (I) 232-233, 277 (II)
83-85, 295, 297 Gadîru Hum: (II) 85
Ehlikitap: (I) 116, 234-245 (II) Gaskell (G.A.): (I) 194
271-276 Gazali (Ebu Hâmid): (I) 300 (II)
Ehlisünnet: (I) 72, 153, 336, 153, 287
450, 470, 538 (II) 129-130, Gaylân ed-Dımaşkî: (I) 67
297 Gazali (Ebu Hâmid): (I) 35,
Elbanî (Nâsıruddin): (I) 185, 556-558
590, 601 (II) 293-296, 308, George Friedrich Meier: (I) 90
309 George VVatson: (I) 306
Elmalılı Hamdi: (I) 14, 184, 232, Goethe: (I) 79, 516
236, 313, 397, 420, 533, 661
(II) 63, 114, 274, 302, 331,
425, 452, 500-501
Emevîler: (I) 67-68, 133, 161,
H
367, 443-445, 513, 523, 584
Hac Ayları: (I) 357-358
(II) 38, 87, 100, 261, 301¬
Haccâc-ı Zalim: (II) 292
306, 546
Hakem b. Ebul Âs: (II) 302, 303
Enel Hak: (I) 62, 69 (II) 76, 326
Hallâc-ı Mansûr: (I) 62, 69, 251,
Enes b. Mâlik: (I) 134 (II) 235
Ensar: (I) 395, 513, 517, 518 514 (II) 76, 326, 513
Esmâül Hüsna: (I) 43-45, 247, Hâmân: (I) 267, 272-273, 409,
431 644
Hammâd b. Ebu Süleyman: (II)
Eş'arî (Ebul Hasan): (I) 470
443
Eş'ariyye: (I) 539
Hans Wehr: (11)271
Ezherî (İbnül A'rabî): (II) 366
Haricîler: (I) 340
Ezrakî: (I) 528-530, 551- 552
Harun (Hz.): (I) 191, 269
Hasan (Hz.): (II) 84, 297
Hasan el-Basrî: (I) 14, 67, 134,
409 (II) 233
Hasan Hanefî: (II) 469
Fahd (kral): (II) 168-169 Hasan Özcendî: (I) 560
Fahri Demir: (I) 615 Hattâbî: (II) 23
Fâtıma (Hz.): (II) 84 Havva: (I) 19
Faust: (II) 159 Hayber: (I) 621
Fazlurrahman: (I) 9 Hegel: (I) 375
Ferra: (II) 22 Hemedanî (Aynulkudat): (I)
Firavun (firavunluk): (I) 258, 263, 433
265-272-275, 365, 488, 644 Henry Beraud: (I) 292
Henry Clausen: (I) 79 İbn Ömer: (I) 357, 543, 594
Heytemî (İbn Hacer): (I) 334, 337 İbn Seleme: (II) 446
Hilfu'l-Fudûl: (II) 19 İbn Teymiye: (I) 99, 541, 626 (II)
Hinduizm: (I) 477 477
Hiroşima: (II) 244 İbnül Cevzî: (II) 291, 341
Hitler: (I) 252 İbnül Hümam (Kemal): (I) 580
Hristiyanlar (Hristiyanhk): (I) İbnül Kayyım el-Cevziyye: (I) 96,
23-24, 210-211, 240, 405-407, 99, 329, 620
465 (II) 273-276, 336, 431, İbnü Nüceym: (I) 561
473 İbrahim (Hz.): (I) 72 , 120, 148,
Hûd (Hz.): (11)272 227-228, 249, 355, 365, 373,
Hudeybiye Antlaşması: (I) 125, 374, 414, 534 (II) 71, 301,
449 (II) 402, 458, 460 408, 421
Huneyn: (II) 90, 143 İbrahim en-Nehaî: (I) 359, 561,
Hüseyin (Hz.): (I) 278 (II) 84 624 (II) 443
Hüseyin Atay: (I) 538-539 İhvanussafa: (I) 162
Hüseyin Hatemi: (I) 319, 548, İkbal (Muhammed): (I) 24-25,
682 56-57, 77, 122, 164, 170, 219,
Hüseyin Nasr: (I) 472 252, 375, 653-654 (II) 42, 56,
219, 253, 285, 286, 298, 371,
420, 427, 466, 497
I-İ İkrirne: (1)411
İmamı Âzam: (I) 34, 67, 150, 153¬
Ignaz Goldziher: (I) 141 154, 251, 269, 447, 470, 522,
Ilımlı İslam: (I) 230, 244, 260 (II) 523, 576-580, 665, 671 (H) 42,
38, 69 228, 233, 290, 442-443, 444,
Irak: (II) 444, 446 464, 543, 546-547
İblisler Parlamentosu: (I) 252 (II) İncil: (I) 406, 675
329, 331, 370, 371 İran: (II) 129
İbn Abbas: (I) 385, 575, 597 (II) İsa (Hz.): (I) 25, 89, 210-212,
129, 152, 302, 306, 446 241, 343, 366, 440, 445, 534
İbn Arabi (Ebu Bekr Muham­ (II) 50, 182, 336
med): (11)233, 240 İslam: (I) 197, 204-210, 515-524
İbn Arabî (Muhyiddin): (I) 18, 20, (II) 421
97-98, 123, 200, 224 (II) 135, ismail Farukî: (I) 326, 472
174-175 İsmail Hakkı Bursevî: (I) 88, 325
İbn Âşûr: (II) 534 İsmail Hakkı İzmirli: (I) 99
İbn Ebî Şeybe: (II) 459 İsrail: (I) 117
İbn Haldun: (II) 158 İsrailoğulları: (I) 118, 194, 609
İbn Hazm: (I) 444 (II) 23 (II) 78, 272, 369
İbn Hemmam: (I) 597, 620 (II) İzutsu (Toshihiko): (I) 141, 219,
459 418, 481, 647
İbn Hibbân: (I) 590 İzzuddin b. Abdüsselam: (I) 36
İbn Kesir: (II) 114 (II) 307
İbn Manzûr: (I) 102, 133
İbn Mesûd: (I) 357 (II) 444
J-K M

James A. Haught: (I) 114 Mâbed el-Cühenî: (I) 67-68


Kabe: (I) 154, 353-356, 685 (II) Mâlik b. Enes (imam): (I) 12, 358
70, 417 Malthus (Robert): (II) 145-146
Ka'b el-Ahbâr: (I) 575 Ma'mer b. Râşid: (II) 459
Ka'b el-Eşref: (II) 366 Mâriye (Peygamber eşi): (I) 351
Kadı Abdülcebbar: (I) 35-36, Marx: (II) 515
Kaffâl (Büyük): (1)562 Marksizm: (I) 251
Kahire: (II) 154 Massignon (Louis): (I) 514 (II)
Kâmran İnan: (II) 379-380 84, 85
Kant (Immannuel): (I) 647 Mâtürîdî (imam): (I) 369, 470
Karafî: (I) 366 (II) 280-282, 447, Mâtürîdiyye: (I) 539
448 Mâûn suresi: (I) 59, 229, 335,
Karmatîler: (I) 396, 514 409, 452, 476, 477, 519, 562,
Karun: (I) 267-273 616 (II) 12, 20-39, 64, 90, 109
Katâde b. Diâme: (I) 357 (II) 61 Mecmeu'l-Fıkhî el-İslamî: (II) 154
Kays b. Sa'd b. Ubâde: (II) 88 Mecûsîler: (I) 234
Kayyûm: (I) 42, 635 Medine: (I) 393-394, 513 (II) 236,
Kevser suresi: (I) 680-682 (II) 246, 294, 305, 306, 380, 403,
146-147 517
Kierkegaard: (I) 219 Mehmet Akif: (II) 426
Kitab-ı Mukaddes: (I) 18-25 Mehmet Aydın: (I) 647
Kudüs: (I) 525-526 Mehmet Erdoğan: (I) 543, 568,
Kur'an: (I) 149-150, 202, 203, 579, 594 (II) 403
360-363, 445, 453, 462, 658¬ Mekke: (I) 142, 157, 354, 393¬
672 (II) 287, 290-296, 336¬ 394, 513, 530, 680 (II) 106,
337, 390, 343, 348, 359, 362, 246, 292, 305, 306, 402, 403,
431, 436, 439-440, 463-465, 417, 517
472, 482-483, 519-523, 549 Me'mun: (I) 413-414 (II) 447
Kureyş: (I) 135, 142, 148 Merâğî: (II) 33
Kurtubî: (I) 135 (II) 118 Mervân b. el-Hakem: (II) 302, 303
Kuşadalı İbrahim: (I) 348, 527 (II) Meryem (Hz.): (1)440, 564
522 Mescid-i Aksa: (I) 525-530 (II) 74
Kuveyt: (II) 91 Mescid-i Haram: (I) 527 (II) 66,
Küleynî: (I) 402 74
Kyoto Protokolü: (I) 255 Mescid-i Nebi (Ravza): (II) 74
Mevâlî: (I) 269
Mevlana (Rumî): (I) 99, 115, 241,
L 282, 327, 619
Mısır: (I) 104, 194-195, 365, 533
Levh-i Mahfuz: (I) 660, 666, 669 Mikail Bayram: (I) 530
Louis Gardet: (II) 269 Misver b. Mahreme: (II) 459
Lût (Hz.): (I) 271 (II) 526, 550 Montesqieu: (II) 282
Luther (Martin): (11)420 Morris Ross: (II) 159
Muaviye (Ebu Süfyan oğlu): (I)
142 (11)88-89, 116, 297
Muhammed (Hz.): (I) 23 (II) Nietzsche: (I) 289-292, 327,
181-182 375, 478, 510, 532 (II) 15,
Muhammed Abduh: (I) 101, 417 42, 43
(II) 32 Niyazi Mısrî: (II) 391
Muhammed b. Beşşâr: (II) 459 Nuh (Hz.): (1)271-(II) 12, 368
Muhammed eş-Şeybanî: (II) 444 Nuh Tufanı: (II) 368
Muhammed Hamidullah: (I)
355, 406, 518, 551, 588 (II)
246, 460 O-Ö
Mukatil b. Süleyman: (I) 538
Musa (Hz.): (I) 96, 104, 116¬ Onur Bilge Kula: (I) 375
121, 191-193,241,266, 272, Ortadoğu: (I) 544
277, 278, 301, 344, 457, Osiris: (I) 194
505, 532-535, 654, 655 (II) Osman b. Affân: (I) 513, 517
139, 249 Osmanlılar: (I) 410, 415 (II)
Musa Carullah: (I) 96, 97, 368 205-206, 444
Mûsi': (1)47 (11)496 Ömer (Hz.): (I) 12, 98, 390,
Mustafa Kemal (Gazi): (I) 130, 545, 547 (II) 88, 215, 302,
292, 665 (II) 547 447
Mustafa Sabri (hain Ömer b. Abdülaziz: (II) 69, 90
şeyhülislam): (I) 98-100 Ömer Lütfi Barkan: (I) 396
Mutezile: (I) 43-44, 72, 336, Ömer Nasuhi Bilmen: (I) 136
539 (II) 198 Ömer Rıza Doğrul: (I) 378
Mübâhele: (II) 83-85
Müberred: (II) 23
Mücahid b. Cebr: (I) 122, 357
P
Müdafaa-i Hukuk: (II) 547
Müellefetül kulûb: (I) 369 (II)
Pascal (Blaise): (I) 608 (II) 174
86-91, 106
Paul Tillich: (I) 49-50, 101-102,
Mürcie mezhebi: (I) 67, 150,
475-476 (II) 39-43, 269
522 (II) 547
Pavlus (Saint Paul): (I) 211,
Müslümanlık (Müslüman): (I)
367, 549 (II) 336, 337
243-245, 516-520
Pezdevî (Fahrülislam): (I) 467
Platon: (I) 292, 301, 540
Prometheus: (II) 51 Putperestlik
N (put): (I) 479 (II) 62-64

Nagazaki: (II) 244


Nakîb el-Attas: (I) 472
R
Necaşî: (I) 393
Necmüddin Kübra: (II) 137
Râ: (I) 194
Necranhlar: (II) 84-85
Rabat: (II) 154
Nemrut: (I) 365, 414
Râgıb el-Isfahanî: (I) 30, 74,
Nesefî (Ebul Muin): (I) 539
102, 124, 177, 254, 294,
Neyzen Tevfik: (II) 54
400, 508, 570, 628, 685 (II)
Nicholson: (I) 241
261, 271, 349, 384
Ramazan Şeşen: (II) 459 Süleyman Ateş: (I) 162, 313 (II)
Râzî (Ebu Bekr): (I) 524 114, 302-306
Râzî (Ebu Hatim): (I) 524 Süyûtî: (I) 136, 387, 666 (II)
Râzî (Fahreddin): (I) 371, 388, 407
557 (11)23, 29, 63, 117 Sydney Hook: (I) 478 (II) 42
Rebîa bin Ebu Abdurrahman:
(II) 217
Reckeweg: (I) 218
Ş
Rıdvan Biati: (II) 299
Rousseau: (I) 520 (II) 420 Şa'bî: (II) 289, 446, 459
Roy L. Walford: (II) 158 Şafiî (imam): (II) 149, 391, 406,
447
Şâtıbî: (I) 135, 563, 568 (II) 297,
S 319, 485
Şecere-i Mel'ûne: (II) 299-306
Sâbiîler: (I) 234 Şeddâd b. Evs: (II) 223
Sa'd b. Ubâde el-Ensarî: (II) 88 Şems-i Tebrizî: (I) 513 (II) 215¬
Sâğânî: (II) 66 216
Saîd b. Cübeyr: (I) 558, 559 Şevkânî: (II) 224-225
Saîd bin Zeyd: (II) 292 Şiîlik: (I) 258, 336 (II) 129-130
Sâmirî: (I) 191, 195, 344 Şuayb (Hz.): (I) 228-229
Schily (Alman içişleri bakanı): Şu'be b. el-Haccâc: (II) 459
Schimmel (Annemarie): (11)456
Seattle (Kızılderili reisi): (I) 107
Seb'ul-Mesânî: (II) 20-22
Secde: (II) 65, 209, 255
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî: (II)
T
217
Selman Fârisî: (I) 232 (II) 233 Taberî: (I) 14, 286, 562 (II) 62,
Serahsî (Şemsül Eimme): (I) 22,112
561 (II) 543 Taif Günü: (I) 250 (II) 216
Serî es-Sakatî: (I) 371 Tales: (II) 51
Seyyid Burhaneddin: (I) 83 (II) Tantavî: (II) 117
426 Tarabya Şûrası (Diyanet): (I)
Seyyid Kutup: (I) 65, 584 672 (II) 23-232
Sibaî (Mustafa): (II) 23 Tavus b. Keysan: (I) 357
Sokrat: (I) 301 Teftezânî (Sadettin): (I) 468
SSCB: (II) 539 Tehânevî: (I) 608 (II) 263
Stephen Hawking: (I) 187 TEMA VAKFI:
Suat yıldırım: (II) 352 Tevrat: (I) 18-25, 406, 655, 675
Süfyan b. Uyeyne: (II) 227 (II) 524
Süfyan es-Sevrî: (I) 82, 356 (II) Thomas Mann: (I) 407
444 Time Dergisi: (I) 2
Sühreverdî (Şihabuddin): (I) Tûfî (Necmuddin): (I) 369
395 Tu'me b. Übeyrık: (I) 441 (II)
Süleyman (Hz.): (I) 172, 185 112-116, 498-499
Tûrisîna: (I) 301 Z
Turtûşî: (I) 134, 135
Türkiye Cumhuriyeti: (II) 225 Zeccâc: (II) 23
Türk Bağımsızlık ve Aydın-lanma Zehebî: (I) 337
Savaşı: (II) 547 Zemahşerî: (I) 263 (II) 33, 366
Zenc İsyanı: (I) 396
Zerdüştîler: (I) 234
u-ü Z e y d b . Semîn: (II) 112
Zeynep binti Cahş: (I) 655
Urve b. Zübeyr: (I) 357 (II) 459 Zıyaulhak (başkan): (H) 205
Ümmeti Muhammed: (I) 437-439 Zührî (İbn Şihab): (II) 459
(II) 454
Ümmü Seleme: (I) 393

V-W

Vâkıd (Bin İbn Ömer): (I) 594


Vâkıdî: (I) 529-530
Vâsi': (I) 47-48 (II) 97
Vehbi Ecer: (I) 584
Vekî b. Muhammed: (II) 459
Velîd b. Muğîre: (I) 157
Velîd b. Yezid: (I) 154
Voltaire: (I) 520
Watt (Montgomery): (I) 466
Watt (M. Mary): (I) 142
William Robertson Smith: (I) 675

Yahudiler: (I) 54, 116-121, 194¬


195, 240, 465 (II) 206, 249,
301-306, 473
Yakub (Hz.): (I) 117, 269 (II) 216
Yakut el-Hamevî: (I) 359
Yaşar Nuri Öztürk: (I) 2
Yavuz Sultan Selim: (I) 584
Yunus Emre: (II) 9, 164, 167, 268
Yusuf (Hz.): (I) 143, 345, 457 (II)
216, 421
Yusuf Şevki Yavuz: (I) 410
KAVRAMLAR

A ana rahmi: (I) 224


Arabizm: (II) 260, 360, 463
abdest: (I) 11-14, 318, 561-563 Arapça: (II) 230-234
aboda (ibadet): (I) 171, 421 Araplar: (I) 80-81
açlık: (I) 297 (II) 157, 274-275 artık değer: (II) 515
adalet: (I) 15-17, 64, 252 (II) 94, arz: (T) 82-85
261-262, 536 asa-i Musa: (I) 266, 532-535
âdet: (I) 139 aşk: (I) 176 (II) 188
af: (I) 26-27, 632 Atatürkçülük: (II) 393
afiyet: (II) 412 ateizm (ateistler): (I) 4 1 , 73,
aforoz: (I) 42 477, 479, 520 (H) 41, 335,
afyon: (II) 448 417, 539
ağaç: (II) 98 ateş: (I) 108, 167, 198, 427
ahd (vefa): (1)28(11)77 atmosfer: (II) 377-378
ahilik: (I) 395 atom bombası: (II) 244
ahiret: (I) 29, 75 avcılık: (I) 305
ahlak: (I) 326 av hayvanları: (T) 305
akıl: (I) 30-37, 57-58, 368, 369, avert: (I) 561-563
401 ayakkabılarla namaz: (II) 223¬
akletmek: (I) 30-37, 461 225
aklın islamîleştirilmesi: (I) 472¬ aydınlar: (II) 49, 540
473 ayetler: (I) 41-42, 52, 85-92 (II)
âl: (I) 266 (II) 58, 61,258 102
alak: (1)21,497 ayın yarılması: (I) 638-639
aldanmak: (I) 37-39 azap: (I) 93-104 (II) 165, 191,
aldatmak: (I) 37-39 372
Allah: (I) 40-73 (H) 435 azgınlık (azmak): (I) 105-108,
Allah düşmanı: (I) 72 (II) 71-72 158 (II) 265
Allah'ın eylemleri: (I) 45-73 azil: (II) 151-153, 156
Allah ile aldatmak: (I) 38-39, 66,
68, 251-252 (II) 28-31, 339¬
340 B
alkol: (I) 306
altın: (I) 190, 193 baas (dirilme): (I) 162
amel: (I) 74-79 bağy: (I) 109-114
anadilde ibadet: (II) 228-234 bakara: (I) 188-195
anamal: (II) 203 bal: (I) 297-298
bal ansı: (I) 383 cehennem: (I) 94, 108, 155-165,
banka: (II) 203-206 324, 386, 641 (II) 184, 369
barış: (I) 491 (II) 196 cemaat (cemaatler): (I) 148
barışseverlik: (I) 400 Cemel Olayı: (I) 586
basiret: (I) 115, 199 cenaze namazı: (I) 595
başlık parası: (I) 604 cennet: (I) 21, 94, 162-167, 169,
bâtın: (I) 333, 456 (II) 81, 344 239, 244-245, 641 (II) 196,
bedeviler: (I) 480-481, 487, 613 276, 511
(II) 110, 421, 491 CERN: (II) 494
Bedir Savaşı: (II) 246, 328, 457, ceza: (I) 331
547-548 cihat: (I) 151-154, 415, 512
benlik (ben): (II) 51-53, 312¬ cilbâb: (1)311, 311-314
313 cimrilik: (I) 502
berzah: (I) 122-123 cin (cinler): (I) 169-172, 380,
besmele: (I) 123 (II) 38-39 422, 424
beşer: (I) 18 cizye: (I) 241
beyan: (I) 124 (H) 389-394, 405¬ cumhuriyet: (I) 544, 604 (II)
408 356, 501
beyyine: (I) 86, 124, 413 (II) 389 cünüplük: (I) 322-323
biat: (I) 125-130, 146, 586 (II) cürüm: (I) 338
94 çıkarcılık: (II) 30-32
bid'at: (I) 131-139 çift kutupluluk: (I) 173-176
big bang: (II) 494 çirkinlik: (I) 177-181, 350
bilimin islamîleştirilmesi: (I) çocuk: (I) 223
472-473 (II) 345-346 çoğunluk (çokluk): (I) 182-183
'biz': (1)47, 50 (II) 100-102 (II) 142-148
boğa: (I) 194 çölleşme: (I) 640-641
BOP: (I) 260 (II) 38
borsa: (I) 194
boşanma (boşama): (I) 580-584 D
buzağı: (I) 188-195
buzulların erimesi: (I) 641-642 dabbetül arz: (I) 184-187, 642
(II) 363 dâî: (I) 201-203
bühtan: (I) 416, 436 dalâlet: (I) 397
burhan: (I) 412 dana: (I) 188-195
büyü (büyücülük): (I) 337 (II) darulharp: (II) 544-545
272 darulislam: (II) 544-545
dava: (I) 196
davet: (I) 197-200 (II) 403
C-Ç de'b: (I) 274
deha: (I) 170 (II) 468
Cahiliye: (I) 140-148, 550 (II) deizm (deistler): (I) 73, 520-524
396 (11)42, 174
camiler: (II) 169 Demir Perde: (II) 539
câriye: (I) 547-550, 556, 605 demokrasi: (I) 128, 251, 252 ,
cehalet (cehl): (I) 37, 140-148, 271 (II) 356, 501
425 (II) 342, 537 deniz ürünleri: (I) 302-303
devir: (I) 324 Ehlikitap: (I) 116, 234-245 (II)
devlet: (I) 27, 366 271-276
devrim: (I) 274 ehliyet: (I) 64-65, 459 (II) 94
din: (I) 33, 114, 132-139, 204¬ ekolojik idrak: (I) 52, 297
210, 213, 240, 259, 278, ekonomi: (I) 251
332-333, 334, 450, 515, (II) el kesme: (I) 387-390
174, 183, 278-280, 314, 479, eman düzeni: (I) 147-148
482, 545 emanet: (I) 129-130, 246, 247,
din adamları: (I) 109, 655 (II) 284, 459, 474 (II) 147, 248
10, 210, 333-334, 479 emek: (II) 203, 261, 390, 516
dincilik: (I) 52 (II) 27-28, 341, emperyalizm: (I) 244 (II) 537
418 emirde vücup: (I) 53, 57, 553¬
dinci dinsizlik: (II) 36 560
dindarlık: (I) 63-64, 67, 112, emzirme: (I) 224
545-546 (11)94, 118,418 Enel Hak: (I) 62, 69 (II) 76, 326
dinde artırma: (I) 139 engizisyon: (I) 237, 521 (II)
din sınıfı: (I) 72 502, 244, 295, 529
dinsizlik: (II) 27, 208, 341 Esmâül Hüsna: (I) 43-45, 247,
diyalektik: (I) 87, 174, 175, 251 431
(II) 64, 259, 351 eşcinsellik: (I) 339 (II) 526-527
diyalog: (I) 260 et: (I) 302-305, 682
doğa: (I) 47, 52, 165 (II) 99, evliyacılık: (II) 340, 475-480
376-380, 469-470 evren: (I) 88 (II) 96-99, 423,
Doğu: (I) 375-376 494-497
domuz bağları: (II) 394 evrimleşme: (I) 497-498
domuz eti: (I) 210-217, 306 (II) evvâhhk: (I) 249, 512-513
198 ezilenler: (I) 250-253 (II) 259
domuzlaşma: (II) 551
dostluk (dost): (II) 473-474
dönek: (II) 31 F
dönek kahpeler: (II) 394
dua: (I) 219-220 (II) 173, 307, fahşa: (I) 339
436 faiz: (II) 203-206, 535
dünya: (T) 82-85, 221 fakr: (II) 14
düşünce: (I) 77, 201 falcılık: (II) 328
fedakârlık: (11)103-109, 267
fesat: (I) 254-255 (II) 295, 393
E feyz-i mutlak: (I) 658
fırkalar (fırkalaşma): (I) 256¬
ebed: (I) 102 261,277
ebeveyn: (I) 222-224 fısk: (I) 294-295, 340-341, 400,
ecdatperestlik: (I) 225-229, 231, 533 (II) 46, 105
375 (II) 60 fıtrat: (I) 174, 175, 204-210,
edille-i şer'iye: (II) 286-287 263-264, 343, 515
egemenlik: (II) 90-95 Firavun (firavunluk): (I) 258,
Ehlibeyt: (I) 232-233, 277 (II) 265-272-275, 365, 488, 644
83-85, 295, 297 (II) 256-259, 272, 368
fitne: (I) 138, 278, 282-284, 585, Hâmân: (I) 267, 272-273, 409,
595 (II) 9, 397 644
fücur: (I) 341-342 hamd: (I) 370-372 (II) 358
fütüvvet: (I) 395 hamiyyet: 144
hamr: (II) 441-448
hanîf (hanîflik): (I) 144, 146,
G 373-375
harakiri: (I) 677
gasl: (I) 12 haramlaştırma: (I) 293-294,
gayb: (I) 285-287 (II) 310-311 376-378 (H) 361, 415, 490¬
gayret: (I) 64, 65 491
gece: (I) 289-292 haremlik: (I) 583-584
gecekonduculuk: harp: (I) 54
gelenekçilik: (I) 226 (II) 353 haşhaş: (II) 448
gıdalar (gıdalanma): (I) 293-306 haşr: (I) 378
(II) 197-202, 275-276, 372 hatim: (II) 502, 529
gırtlağı geniş adam: hayır: (I) 24, 201 (II) 412
gıybet: (T) 307-308, 334 hayız hali: (I) 596-600
giysi: (I) 309-321 hayvana döndürme: (I) 379-381
gizli şirk: (II) 37 hayvanlar: (I) 382-383
golf alanları: (H) 252-253 hedy: (I) 684-686
gulûl: (I) 615-621 hesap: (I) 384-386
gulüv: (I) 105, 206, 238 hesap saati: (I) 384-386
gusül: (I) 113, 322-323 heva-heves: (II) 318-319
günah: (T) 19, 121, 138, 139, hımar: (I) 311, 314-316, 319,
180, 324-344, 510-512 (II) 557-560
184, 249, 335, 431, 479 hırsızlık (hırsızlar): (I) 387-390
güzellik: (I) 199, 346-352 (II) hıyanet: (I) 109
263-264, 272 hicab: (I) 311-312, 320 (II) 396¬
397, 467
hicret: (I) 391-395
H hidayet: (I) 397-401 (II) 480
hidrojen enerjisi: (I) 167-168
haberi vahit: (I) 539-540 (II)
289-290 hikmet: (I) 402-404
hac: (I) 353-359 hilafet: (I) 20-23, 584
hac ayları: (I) 357-358 hile: (I) 276
hadis: (I) 149, 360-363, 464, hilm: (I) 141-142
662, 668 (II) 278, 288-297 hizipler: (I) 259
haklar: (I) 331, 631-633 (II) 117, hubût-i âdem: (I) 24, 164
390, 498-499 hull: (I) 580
hâkimiyet: (I) 364-369 (II) 98¬ hülle: (I) 582-583
100 hulûd: (I) 101-102
halife (halifeler): (I) 154 hukuk devleti: (I) 146, 247, 251
halk: (I) 270, 275 (II) 56 (II) 539, 541, 543
halvet: (II) 212 hurma: (I) 302
hurûf-I Kur'an: (I) 660-661 ilim düşmanlığı: (II) 340-346
huşu: (T) 408-409 imamet: (I) 128
hutbeler: (II) 294 imamet: (II) 278-282
hüccet: (I) 410-416 iman: (I) 91, 124, 243-244, 464,
hükmî domuzlar: (I) 617-619 474-491 (II) 37, 89, 147,
hümanizm: (II) 435 149, 248, 421
hürriyet: (I) 24, 450, 628 (II) incir: (I) 299
193, 325 infak: (I) 512, 679 (II) 87, 103,
hüsnüniyet: (II) 433 168-172,201,202
insan: (I) 18, 23-25, 58, 88, 213,
328, 433, 492-509 (U) 435
I-İ insan hakları: (I) 28, 451(11) 18,
19, 50, 64, 69
iktisat: (I) 16-17 intihar: (II) 245
Ilımlı İslam: (I) 230, 244, 260 irade: (T) 53 (II) 285
(II) 38, 69 irfan: (I) 455-456
istifa: (II) 177 irtidat: (I) 485 (II) 38, 108, 112
ıstırap: (I) 487 îsar: (I) 510-514 (II) 49
ışık: (II) 139-141 isra: (I) 525-530
ıztırar ilkesi: (II) 531-533 israf: (1) 276, 333 (II) 250-254
ibadet: (I) 36, 69, 138,171, 417¬ israiliyât: ([) 19
423, 452 , 522, 539 (II) 417¬ istikamet: (I) 531
420, 479 istikbâr: (I) 250-252, 643-644
ibaha: (I) 293-294 (H) 151 (11)60
iblis: (I) 424-433, 507 (II) 140, istiz'af: (I) 250-253 (II) 60, 259
322-323 isyan: (I) 195, 219, 266, 274,
iblisler parlamentosu: (I) 252 504-505, 532-536 (II) 325
(II) 329, 331, 370, 371 itaat: (II) 62
ibret: (I) 265 i'tidal: (I) 16, 333
icma': (I) 586-588 (II) 286, 356
içtihat: (1)318 (11) 133, 356
iddia: (T) 196 K
ifk: (I) 436-438, 574
iftira: (I) 138, 434-441 kaaria: (II) 273-274
ihram: (I) 354 kabilecilik: (I) 140, 143
ihsan: (I) 348-350 (II) 313, 508 kaburga kemiği: (I) 574-576
ihtida: (I) 397 kader: (I) 53, 67-68, 79, 481,
ihtilaf: (T) 442-450, 493 537-541 (II) 285
ihtiyaç fazlası mal: (II) 168-172 kadı malı: (I) 619
ikame değerler: (II) 222-223 kadın: (I) 542-606 (U) 124-125
ikrah: (I) 205, 321,450-453 (II) kadını dövmek: (I) 441, 569-574
207, 398 kadının artığı: (I) 597
Ikrime: (I) 411 kadının imamlığı: (I) 589
ilham: (I) 456-457, 467-469 (II) kadının seçilmesi. (I) 585-586
173, 331, 344, 460, 468 kadının tanıklığı: (I) 602
ilim: (1) 140-148, 226, 454-473, kalp: (I) 115, 607-614
654 (II) 82 kalp gözü: (I) 115
kamu malı hırsızlığı: (I) 615-621 362, 431, 436, 439-440, 463¬
kamusal alan: (I) 545-546 465, 472, 482-483, 519-523,
kan: (I) 69, 153, 682 549
kapitalizm: (I) 144, 195, 230, Kur'an okumak: (I) 12, 664
271, 513 (II) 38, 251, 254, Kur'an'ın indirilişi: (I) 665-668
516, 531, 536 kurban: (I) 673-689
kara delikler: (II) 507 kurtarıcı: (I) 25
karadul: (I) 626 (II) 475-480, kurtuluş: (I) 481-482, 517-520
480-484 (II) 34, 111, 195, 196
karbon dioksit: (II) 377 kuvvetler ayrılığı ilkesi: (II) 282¬
karbon kuyuları: (II) 379 283
kat' (el kesme): (II) 407-408 kübera: (II) 58, 61-64, 260
kâtib-i âdil: (I) 16 küfür: (I) 690-694, (II) 542
Kayyûm: (I) 42, 635 küresel âfetler: (II) 144-155,
kebîre: (I) 336-337 252-254, 374, 379
kefaret: (I) 622-624 (II) 162 küreselleşme:
keramet: (I) 625-630
kıraat secdesi: (I) 12
kıravatlı Firavunlar: (II) 394 L
kısas: (I) 631-634
kist: (I) 15-17 lâhût: (I) 527
kıstas: (I) 16 laiklik: (I) 35 (II) 393
kıtal: (I) 110(11)243-245 lanet: (I) 120, 121
kıyamet: (I) 164, 184-187, 635¬ Levh-i Mahfuz: (I) 660, 666, 669
642 libas: (I) 310-311, 565, 567
kıyas: (II) 286 livata (eşcinsellik): (II) 525-527
kız çocuğu: (I) 178 liyakat: (I) 64, 65 (II) 390
kibir: (I) 338, 643-644 lübb: (I) 115
kitap: (I) 234, 461-462, 645-647
(II) 134, 141, 343, 344, 461¬
462 M
klonlarnâ: (II) 375-376
kolaylık: (I) 62-63, 209, 648-651 mabet: (I) 42, 171, 239, 354,
(II) 363-365, 415
423 (II) 377, 479
komünizm: (II) 11, 96, 516 mahşer: (I) 29, 381
konfor: (II) 253-254 makaasıd: (I) 390, 563, 602 (II)
korku: (T) 25, 275, 297, 652-657 18
(II) 56, 274-275, 372, 384¬ mal: (I) 158, 160, 229, 274, 277,
385 283 (II) 9-15, 266
korporasyon: (II) 501 maruf: (I) 129, 369, 533 (II) 16¬
kötülük toplumu: (II) 551 19
krallık (krallıklar): (I) 129, 365¬ Marksizm: (I) 251
367 (II) 12, 46 mâsiva: (I) 174 (II) 468
Kur'an: (I) 149-150, 202, 203, maslahat: (I) 369, 390, 602 (II)
360-363, 445, 453, 462, 17
658-672 (II) 287, 290-296,
mazlumlar: (II) 537
336-337, 390, 343, 348, 359,
medeniyet: (II) 44-47, 372
medyumlar: (II) 331 259
mefsedet: (I) 335 müşrik: (I) 73, 294 (II) 70-72,
mekr: (I) 180, 276 123-125, 417
melâmet: (I) 654-657 (II) 48-56 müşrik yönetim: (I) 144-148
mele': (I) 266-267 (II) 57-64, müt'a: (II) 126-130
258 müteşâbih: (I) 90, 163, 458 (II)
melekler: (I) 170, 424-425 (II) 3 80-82, 131-134
melekût: (I) 89 mütrefler: (II) 45
menfaat: (II) 118
merhamet: (II) 261
mes: (I) 14 N
messiah: (I) 514
mescit: (II) 65-73, 233-236 namaz: (I) 1-12, 113, 134, 157,
mescid-i zarar (insanlara zarar 161, 566-568 (II) 229, 208¬
veren mescit): 67-72 209, 220-222, 417
mesh: 14 (I) 14 namazlar (Kur'an'da adı
mesih: (I) 25 geçenler): (II) 237-242
mesihî Müslüman: 244 namazların cemi: (II) 236, 394
meyveler: (I) 302 nâr: (I) 156, 197 (II) 139-141
mîsak: (I) 28, 118 (II) 74-78, nass: (I) 315-318, 559 (II) 356
312-313, 381 nâsût: (I) 527
millet: (I) 240 nazar: (I) 92
mişna (mişnacılık): (II) 147, 288 nazarlık: (I) 337
mizan: (11)79 nebi: (II) 173-174
muamelât: (I) 36, 390, 602 (II) nebîz (nebîzgiller): (II) 443-448
17 nefs: (I) 178 (II) 135-138, 452
mugayyebât-ı hamse: (I) 288 nesh: (II) 287-288
muhafazakârlık: (I) 145, 226, nifak: (II) 103-119, 201
229, 230, 375 nikâh akti: (I) 577-580
muhkem: (I) 90 (II) 80-82 nikâh-i fâsid: (II) 128
mûsi': (I) 47 (II) 496 nimetler: (II) 15, 172
muska: (I) 337 nur: (I) 197 (II) 139-141
mübîn: (I) 663 (II) 390, 405 nüfus meselesi: (I) 183 (II) 142¬
156
Mücahid b. Cebr: (I) 122, 357 nüsük: (I) 686-687
mücevher: (I) 344
müellefetül kulûb: (I) 369 (II)
86-91, 106 O-Ö
mülk: (I) 280, 365 (II) 92-102
münafıklar: (I) 254, 440 (II) 87¬ oksijen: (II) 377
90, 103-119, 165, 208 okumak: (I) 539 (II) 21
münker: (I) 533 (II) 120-122 ormanlar: (II) 363, 362-380
müraî: (II) 29-32 ortanamaz: (II) 233-234
mürşit: (I) 462-463, 470 oruç: (11) 157-163
müslümanlık (müslüman): (I) ölüm cezası: (I) 27, 632
243-245, 516-520 örf: (I) 135, 136 (II) 16-18
müstaz'aflar: (I) 250-253 (II) örtünme: (I) 310-323, 544-555
özel mülkiyet: (II) 96 ruhbaniyet: (II) 152, 210-212
özgürlük: (I) 326, 433, 501-502 ru'yetullah: (I) 71-72
(II) 511 rüya: (I) 122, 468 (II) 468
rüzgârlar: (I) 50 (II) 177, 506

P
S
para (ve kulları): (II) 369
patlama: (II) 493-495 saat (kıyamet): (I) 637-638
paylaşım: (II) 164-172, 201, sabır: (II) 147, 196, 213-217,
260, 388 399
peygamberler (peygamberlik): (I) saçlar: (I) 558
33, 124, 125, 457-458, 524, 'sadeceler' sistemi: (I) 69-70 (II)
638 (II) 45, 173-183, 279¬ 417-421
280, 290-296, 308-309, 410, sadet: (II) 58, 61-64
466 sahabe: (I) 448-449 (II) 117,
peynir: (II) 448 118, 289
pis (pislik): (I) 294-295, 401, salah: (I) 78
578 (II) 184-187, 198 salât: (I) 418-419 (II) 38, 211¬
235, 218-242
salâtü'l-vüsta: (II) 237-242
R savaş: (I) 59, 152-154, 282 Çil)
243-249, 545
Rahman'ın kulları: (II) 192 savurganlık: (II) 250-254
rahmet: (I) 94-104, 123 (II) 188¬ sa'y: (I) 355
194, 188-194, 260, 328, 450¬ seb'ul-mesânî: (II) 20-22
451 secde: (II) 65, 209, 255
raiyye: (I) 270-273 sekînet: (I) 146
rastlantı: (I) 325 semboller: Çil) 132
recm: (II) 524-526 sermaye: (II) 516
redeemer: (I) 25, 510, 514 (II) servet: (I) 229, 268 (II) 15, 256¬
50 259, 516
redemption: (I) 509-514 (II) 431 sevap: (I) 113-114
reenkarnasyon: (I) 162, 345 sevgi: (II) 188-193, 188, 260¬
resul (risâlet): (II) 176-183 270
rıza: (I) 480 (II) 195-196 sevicilik: (I) 339-340 (II) 526¬
rızık: (I) 297-299 (II) 197-202, 527
275-276 seyr: (I) 88, 92
riba: (I) 55 (II) 203-206, 328, seyyie: (I) 177-182
515, 535 sezgi: (I) 467
rics: (II) 185-187 sınâat: (II) 271-276
ricz: (II) 187 sıratı müstakim: (II) 513
risâlet: (II) 278-281 siyâb: (I) 311-313
riyakârlık: (I) 205, 326, 419, 452 siyaset dinciliği: (II) 540-543
, 609 (II) 24, 54, 67, 172, sosyal adalet: (I) 146
207-210, 390 sosyal demokrasi:
sosyalizm: (I) 344 (H) 96 T
sosyal mukavele: (I) 129
su: (I) 166-167, 494-496 (II) taddüd-i kudema: (I) 98 (II) 198
493-494 taakkul: (I) 92, 461
suç: (I) 343 taassup: (I) 145
sulh: (I) 78 tabiat kanunları: (I) 537 (II)
sultan: (1)411, 460 285, 426
sünnet: (I) 679 (II) 69, 183, table rasa: (H) 456
235-237, 277-297, 308 tabu (tabular): (I) 213, 443,
sünnetullah: (I) 53, 175, 369, 536, 663
432 (II) 285, 286, 298, 467 tafsil: (I) 663 (II) 359-365
süreç: (I) 47, 76, 433 (II) 97 tâğut: (I) 105 (II) 248, 366-371
süt: (I) 297-293 tâğutizm (tâğutlar): (I) 161
tağyir: (I) 297 (II) 357-365, 372¬
380
Ş tahrif: (I) 119 (H) 381-383
taklit: (I) 138, 459 (II) 353
şairler: (I) 170 (II) 347-348 takva: (I) 63-64, 67-68, 326,
şarap: (II) 442-448 421, 545, 683 (II) 342, 384¬
şefaat: (I) 173 (II) 76, 307-309, 390
478 tarikat (tarikatlar): (I) 143, 148,
şehâdet: (II) 310-316 463, 625 (II) 63, 342, 512
şehid: (II) 314 tarikat şecereleri: (II) 63
şehvet: (11)317-320 tasaytur: (I) 451
şer: (I) 24, 201, 432 (II) 412 tayyib: (I) 294-295
şeriat: (ü) 183, 322-323 ta'zîr: (II) 17-18
şey: (I) 174 teâruf: (II) 391-392
şeytan: (I) 19-25, 37, 424 (II) tebdil: (II) 393-394
322-346, 464 tebeddül: (I) 144
şeytancıhk: (II) 330-346 teberrüc: (I) 144-145, 319-320,
şeytan evliyası: (I) 471 (II) 62, 550 (II) 395-397
260, 332-346, 475-480 tebliğ: (I) 400 (II) 247, 398-403
şiir: (II) 347-348 tebyîn: (II) 389-395, 404-410
şirk: (I) 41-43, 48, 71, 76, 225¬ tebzîr: (II) 250-254
226, 230, 254, 280, 419, tedriç: (II) 403
435,479(11)41, 72, 95,270, tedyîn: (II) 278-279, 441
307-309, 349-353 tefakkuh: (I) 92, 469
şirk evliyası: (II) 477 tefekkür: (I) 92
şirk panteonu: (II) 476 tefviz: (I) 580 (II) 411-412, 427
şoklama ile kesim: (I) 689 teheccüd: (I) 290 (II) 413
şûra: (I) 129, 130, 146 (II) 94, tekâmül: (I) 20, 29, 122, 163,
354-356 282, 284, 324-329 (II) 177,
şükür: (I) 370 (II) 357-358 191
şürekâ: (II) 502, 504, 260, 308, tekâsür: (II) 140-156
419, 481, 529 tekellüf: (I) 92 (II) 414
tekerrür: (I) 264
582 KUR'AN'IN TEMEL

tekfir: (I) 690 uyuşturucu: (II) 441-448


teklif: (I) 649 (II) 414-415 uzay silahları: (I) 639
tekzib: (II) 25, 487-492 uzlet: (II) 212
teknoloji: (I) 296, 407 (II) 271¬ üfürükçülük: (I) 337
276 ümitsizlik: (II) 449-452
tekrîm: (I) 505 ümmet: (II) 453-454
'telaffuz edilmeyen Tanrı': (II) ümmeti Muhammed: (I) 437¬
40 439 (II) 454
teref: (I) 110, 644 (II) 256-259 ümmî: (II) 175, 455-460
tesadüf: (I) 53 ümniye: (II) 502, 346, 461-465,
tesettür: (I) 321, 548, 558 529
teslimiyet: (I) 71, 517-520 (II) üzüm: (I) 302
416-421, 427
teslis: (I) 406 (II) 29295
tespih: (II) 422-423 v-vv
teşhircilik: (I) 319
teşri: (II) 278-279, 441 vaftiz: (I) 42
tevekkül: (II) 424-427 vahy: (I) 668 (II) 173, 266, 329,
tevessüm: (I) 92 343, 466-470
tevhit: (I) 41-42, 71, 133, 134, vahiy kâtipleri: (II) 457
225-226, 328 (II) 95 vahyîlik ilkesi: (I) 376
teyemmüm: (I) 113 (II) 48-429 vakar: (I) 144
tez-antitez: (I) 199-200 vakfe: (I) 358
tezekkür: (I) 92 Vâsi': (1)47-48 (II) 97
tezyin: (II) 502, 328 vefa: (I) 28 (II) 503
tokalaşmak: (I) 585 vekâlet (vekil): (I) 48 (II) 424¬
toplumculuk: (I) 146 427, 483
toprak: (I) 20-21, 83-84, 427, veli: (I) 630 (II) 471-484
494-496 vergi: (II) 517
totalitarizm: (I) 279 vesâil: (I) 390, 563, 602
tövbe: (11)430-431 vesile: (II) 485-486
tuğyan: (I) 105-108 veyl: (II) 25
tulaka: (II) 89-91 vişnab: (II) 445
türban: (I) 544-550 vizr: (I) 342
Türk Bağımsızlık ve Aydın­
lanma Savaşı: (II) 547
Y

u-ü yalan: (II) 487-492


yaratıcılık: (I) 49-50
udûl iddiası: (I) 438-439 yaratılış: (II) 493-497
uğursuzluk: (II) 432 yaratılışın devamlılığı: (I) 55-56
ulû bakıyye: (II) 122, 258
(II) 496-497
unutmak: (II) 434-436
yargı: (I) 252
uyarı (uyarmak): (II) 49, 437¬
yardımlaşma: (II) 498-499
440
yemin: (II) 500-507
yemin harfleri: (II) 505-507
yemin edilen eşya: (ü) 506-507
yerküre: (I) 82-85 (II) 376-378
yetim: (II) 11, 148, 508-510
yılanlar: (I) 380
yin-yang: (I) 326
yoksulluk: (II) 166-167
yol: (1)257 (11) 511-514
yönetim: (I) 129

zahir: (I) 333 (II) 344


zakkum ağacı: (II) 299-306
zalimler: (II) 265, 539-540, 549¬
551
zaman: (I) 51, 77, 219
zan (sanı): (I) 144-145 (II) 405
zararlı artım: (II) 145
zehirli gazlar: (I) 639-640
zekât: (II) 10, 22, 108, 281-282,
515-517
zelle-i asliye: (I) 19, 24, 343, 512
zenb: (I) 344-345 (II) 249
zevciyet: (I) 173-176
zeytin: (I) 299-301
zıtlar (zıddiyet): (I) 174, 326
zıt kutup alanları: (II) 495
zıya: (II) 139
zikir: (II) 220, 338, 434, 477,
518-523
zillet: (I) 26
zimmîler: (I) 241
zina: (II) 524-527
zînet: (I) 560-563 (II) 528-531
zorunluluk hali: (II) 532-534
zulüm: (I) 16, 58, 60-62, 143,
153, 154, 274, 278, 479, 485
(II) 37, 45, 193, 369, 535¬
551
zübür: (II) 288
D Ü N Y A B A S I N I N D A YAŞAR N U R İ Ö Z T Ü R K

"Yaşar Nuri Öztürk, günümüz Türkiyesinin en ünlü ilahiyatçısı ve


laik-reformist bir İslam'ın öncü teorisyenidir."
(Die Zeit, 20 Şubat 2003)

"Çok engin bir popülaritesi bulunan ilahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk


Türkiye'de fırtınalar koparıyor. İkna edici bir dil ve hünerli bir
kaleme sahip bulunan bu insan, yüz binlerden oluşan kitlelerle
iletişim kuruyor... Öztürk, İslam'a, güler yüzlü-aydmhk ve sevecen
bir yaklaşımdır. Siyasal İslam'ı izleyenlerin aksine, o, inananları
'gerçek müslüman' ve 'sapık laikler' şeklinde sergilenen bir sahte
ayırımla bölmüyor. Modern Türkiye'nin hayatına bu yepyeni figür
nereden gelip girdi?.. Öztürk, İslam konusunda çok yüksek düzeyli
bir eğitim aldı. Onun düşüncesine göre, 'müslümanların laikler-
inanmışlar şeklinde bir ayrıma tâbi tutulmaları siyasal İslam'ın bir
icadıdır. İnsan aynı zamanda müslüman ve laik olabilir.' Öztürk,
halkın şu gerçeği anlamasında onlara yardımcı oldu: Laik ve müs­
lüman olmak ayrı ayrı iki madalyon değil, bir tek madalyonun iki
yüzüdür..."

"Öztürk, siyasal İslam'ın özel ajandasında belirlenen paradigmaların


dışına çıktı; aynı zamanda dindar ve modern olma imkânı ile gele­
neksel İslam arasında sıkı bir bağ kurmak suretiyle müslümanlara
yeni bir ufuk açtı..."
(Margot Badran; al-Ahram VVeekly, 1-7 Şubat 2001)

"Oztürk'e göre, İslam gelenekleri, Kur'an'ın ışığında yeniden göz­


den geçirilmelidir. Sadece geleneklerle yürütülen bir dini, İslam
olarak algılamamak gerekir. Bu tarz bir yaklaşım tüm Müslümanlara
zarar verir.
(Alexandra Kemmerer; Frankfurter Allgemeine Zeitung, 23
Haziran 2000)
"Öztürk, İslam dininin kaynaklarından, laik demokrasi ile
bağdaşabilen ve tesettürsüz kadınlara da eşit haklar veren mod­
ern bir İslam anlayışı ortaya çıkarmakta ve böylelikle, Atatürk'ün
'anti-dinsel' reformlarının geriye bıraktığı boşluğu doldurmak is­
temektedir.... Öztürk, kendini, İslam'ın her yüzyılda yaşayan yeni­
likçilerinden biri olarak görmektedir... Ö z t ü r k ' ü n sergilediği açık
görüşlülük, o n u n beşiğine, doğduğu gün konmadı... Babası onu
Arapça ve Farsça'da eğitti. Evde, mistik şiirler ve teolojinin standart
eserlerini okudu... Hiçbir T ü r k teologu T ü r k televizyonlarına
Öztürk kadar çıkamadı..."
(Rainer Hermann; Frankfurter Allgemeine Zeitung, 21 Ekim 2002)

"Profesör Yaşar Nuri Öztürk, destekleyenleri kadar öfkele­


nenleri de b u l u n a n ünlü bir ilahiyatçıdır. Türkiye'de, 'Dinde
Yeniden Yapılanma Hareketi'nin önderi olan bu insan, gelenek­
sel dinsel uygulamalara karşı çıktı ve bu t u t u m u yüzünden dinci
odakların hedefi haline geldi. Kırkı aşkın eseri bulunan Ö z t ü r k ' ü n
kitaplarından bir kısmı İngilizce, Almanca ve Farsça'ya tercüme
edilmiştir. 'Dinde Yenilikçi Anlayış'ın mensuplarından olan Öztürk
g ü n ü m ü z d e bu hareketin öncüsü d u r u m u n d a d ı r . "
(Turkish Daily News, 16 Şubat 2003)

" Ö z t ü r k ' e göre, bombalarla demokrasi sağlanamaz. Böylesi bir yol


insana layık bir yol değildir. Demokrasi içeriden, yani t o p l u m u n
bağrından yükselmelidir... O, şöyle düşünüyor: 'İslam dünyasına
kansız ve İslam'la uyuşum içinde bir demokrasi götürmenin tek
yolu, Mustafa Kemal A t a t ü r k ' ü n laik T ü r k modelini almaktır.'
Ö z t ü r k ' ü n görüşüne göre, Batı, Atatürk'ü İslam karşıtı gösterme­
kle bir hata yapmıştır. Bu hatanın sonucu olarak, İslam toplumları
Atatürk modelinden ürkmektedir. Öztürk, İslam'ın m o d e r n bir
y o r u m u n u savunmaktadır. Ona göre, O r t a d o ğ u ' n u n gelenekleri
ü s t ü n e o t u r a n 'Geleneksel İslam', K u r ' a n ' d a yazılı olan ve Hz.
M u h a m m e d tarafından öğretilen özgün İslam değildir. 'Özgün
İslam' laik demokrasi ile bağdaşır ve ö r t ü n m e k zorunda görmediği
kadınlara da eşit haklar verir..."
(Godehard Uhlemann; Rheinische Post, 19 Mart 2003)

"Öztürk, İslamın iki yüzünü ortaya koydu. Bunlardan biri olan


' K u r ' a n ' d a k i İslam', Öztürk tarafından 'Otantik İslam' olarak
tanımlanıyor. Öztürk'ün, 'Uydurulmuş İslam' olarak adlandırdığı
İslam'ın diğer yüzüne ise t ü m dünya 11 Eylül'de tanık oldu..."
(Silke Koppers; VVestdeutsche Allgemeine Zeitung, 25 Mayıs 2003)
"Öztürk, m o d e r n ve liberal bir K u r ' a n anlayışı için uğraşıyor ve
İslam'ı köklü bir yenilenmeye yöneltiyor. O n u n etkisi Türkiye'deki
geniş kitlelerden Almanya'daki Türklere kadar uzanıyor. Öztürk,
dinsel içerik ile kültürel verileri birbirinden ayıran yeni bir hareke­
tin başında bulunuyor ve bu nedenle birçok övgü ve tenkit alıyor."
(Meinhard Schmidt-Degenhard; ARD Televizyonu programcısı)

"Profesör Öztürk, şu a n d a Türkiye'nin en popüler, aynı zamanda


da en çok tartışılan İslam düşünürüdür... Müslüman olsun olmasın,
birçok insanın İslam'la bağdaştırdığı korkuların çoğunun K u r ' a n ' a
ait olmadığını ve insanlar tarafından eklendiğini savunmaktadır.
Birçok İslam ilahiyatçısının aksine, diğer dinlerin ve inanışların da
tanrısal bir gerçek olduğunu savunan Ö z t ü r k ' ü n 'Kur'an'daki İslam'
adlı eseri ' K u r ' a n ' a D ö n ü ş Hareketi'nin temel taşı olarak kabul ed­
iliyor..." (Prof. Dr. Werner Arnold; Heidelberg Üniversitesi)

"Profesör Öztürk, İslam dünyasını çok yoğun biçimde eleştiren


ilahi-yatçılardan biridir. Öztürk, eleştirilerini, kendilerini
'Müslüman' diye tanımlayan bu ülkelerin gerçekte İslam'ı tem­
sil etmedikleri tezine da-yandırmaktadır. Öte yandan, Öztürk,
müslümanların yozlaştırılmış din anlayışlarında Batı'nın büyük
sorumluluğu b u l u n d u ğ u n u iddia etmekte ve Batı dünyasını da ağır
biçimde eleştirmektedir... Öztürk'e göre, siyasal İslam, İslam aley­
hine kullanılmaktadır. Siyasal İslam, şiddet üretimini kolaylaştıran
elemanlardan biri olarak da kullanılmaktadır..."
(Turkish Daily News, 8 Aralık 2003)

"Öztürk; inançları hurafeden arındıran biri ve zamanımızın en


tanınmış T ü r k teologu olarak biliniyor... 20 yıldan beri devrede
olan siyasetçiler, Türkiye'nin bu en itibarlı ve deneyimli teologuna
politik görevler sundular a m a o kendini bunların hiçbirine teslim
etmedi."

" S t a r eğitimci, milyonlarca basılan 42 kitabın müellifi, köşe yazan


ve televizyon programcısı olarak kendini en doğru yere konuşlan­
dırdı. Ona göre, akılcı bir cumhuriyetin yoluna girmiş insanların
akılcı bir din anlatımına ihtiyaçları vardır."

" Ö z t ü r k ; Siyasal İslam'ı, reform dışında bir şeyle a d l a n d ı r ı l m a ­


yacak olan dinsel eserine bir tehdit olarak gördü. Birçok kişi onu
'Türk Lutheri' olarak adlandırıyor. Gerçekten de o, Luthervarî bir
girişimle, temel kitaba, K u r ' a n ' a D ö n ü ş ' ü başlattı. Bu faaliyetiy­
le, geleneksel İslam yapısını paramparça eden Öztürk, gelenekçi
İslamî öğretileri gereksiz bir yük, son 800 yıllık teolojinin ise akıldı­
şı olduğunu ortaya koydu."

" B u kısa boylu, kaslı vücutlu, tok sesli a d a m nerede ortaya çıksa
insanlar bir anda etrafını sarıyor. İstanbul ya da Ankara, nerede
olursa olsun, sokağa çıktığında, onları Allah'a yönlendirdiği için,
yaşlı dedeler bile " H o c a m , h o c a m ! " diyerek boynuna sarılıp elini
öpüyorlar. Kemalist aydın kesim de onu kendilerinden biri olarak
görüyor."
(VVelt am Sonntag, 20 Şubat 2005)
*

"Yaşar Nuri Öztürk bir bestseller yazardır. Herhangi bir


ilahiyatçının bir kitabım Türk kitapçılarında a r a m a k isteyen biri,
aradığını nerede bulacağını gayet iyi bilmelidir. Buna mukabil,
Ö z t ü r k ' ü n kitaplarına h e m e n her kitapçıda rastlanmaktadır. O n u n
kitapları h e m e n her köşede bulunan kırtasiye dükkanlarında bile
bulunabilmektedir. Şu anda aktif siyasette olmasına rağmen, ila­
hiyat açısından bakıldığında eskiden olduğu gibi bugün bile çok
yazmaktadır."

"Yaşar Nuri Öztürk külliyatında kadının örtünmesiyle ilgili bir


talep b u l u n m a m a k t a d ı r . Arapça kaligrafik dekor elemanlarından
birdenbire dinde reforma sıçrama yapan odur. Reform sözcüğünü
büyük harflerle hafızamıza o kazmıştır."

You might also like