Haki̇katle Kavuşmalarimiz Mahşere Mi̇ Kaldi

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 3

HAKİKATLE KAVUŞMALARIMIZ MAHŞERE Mİ KALDI?

Önceki yazıda tanısını koyduğumuz o umutsuz hastalığımıza biraz daha yakından


bakıp onu anlama ihtiyacını bir tek ben hissediyor olamam. Peşinden koşacağımızı söyleyip
arkasından el sallamak zorunda kaldığımız o melun hakikat için bugün hesap vakti, değil mi?
Bizleri terk ediyor oluşunun bilmem kaçıncı yılında kavuşamıyor oluşumuzun tüm suçunu
ona atmak elimizden gelenin en iyisi mi olacak? Veyahut her bir köşesine sünger çektiğimiz
geçmişin ve bugünün nesnel gerçeklerinin suratımıza her vuruluşunda bıraktığı izleri aynada
gören bizler, azıcık da olsa utanıp hesap sormaktan imtina mı edeceğiz? Yoksa duygusal bir
vuslattan çok öte, bir ekmek, bir su gibi ihtiyaç olan hakikatle kavuşmalarımızı mistik bir
alemde mi hayal ediyoruz? Bulanık sularda derine gömülüyoruz.
Hakikatin önemini kaybetmesinin umursanmıyor oluşu öyle yüzyıllar öncesine
dayanmıyor. Tahtından edildiğinde ses çıkarmayıp şahit olanlarla şu an bu yazıyı okuyanlar
belki de aynı kişiler. Gerçek şu ki; hakikatin önemsizleşmesi siyaseti, popülaritesinin
zirvelerine tırmanırken bir başka yöne bakarak buna çanak tutanlar da bizdik; durumun
farkına geç de olsa varıp uyanmaya çalışan ve şimdilerde bir avuç yığından ibaret olup da
hareketten yoksun bırakılan da biziz. Post-modernist ve popülist tüm siyasetçilerin tek isteği
olan “yığın yaratma” fikri de aslında buna dayanıyor. Cemil Meriç’in “Yığın düşünmez,
maruz kalır” dediği o yığın, medyatik ve politik tüm gücü elinde bulunduran otokratların en
gözde oyuncağı değildir de nedir? Rasyonel düşünen ve seçkin diye tabir edilen sınıflara olan
güvenin de post-modernist siyasetle birlikte yerle bir edilip, yetmeyip üstüne rasyonel
düşünmekte güçlük çeken ve sadece duygularına hitap edilen geniş halk kitleleri odak noktası
olunca, yapılan siyasetin hakikati iletmek gibi bir kaygısı kalmadı. Zira söylenenin
derinliğinden ve doğruluğundan bağımsız bir şekilde salt kimin söylediğini önemli sayan bu
geniş yığınlar, sorgulamakta eksik kalan taraflarıyla bu kirli siyasete alet olmaktan
kurtulamadı. Amacın sadece belirlenen hedef kitlenin duygularına hitap etmek ve onları ikna
etmek olduğu bu popülist siyasette, gücü ellerinde bulunduranlara, bu yığına dilediği şekli
verme şansı tanınıyor. Şunu belirtmekte fayda var ki, hepimizin tahmin edeceği üzere,
siyasetçiler ilk defa yalan söylemiyorlar. Lafbaz siyasetçilerin en güçlü tarafları olan
yalancılıkları yeni bir şey değil, yeni olan, kitlelerin bu yalanlar karşısında verdikleri tepki.
Siyasetçilerin yalancılıklarına göz yummakta hiçbir sakınca görmeyen yığınların, bu konudaki
tek kriteri, söylenen yalanın kendi önyargısına, kanaatine ve düşüncesine uyup uymadığıdır.
(Alpay, Y., Yalanın Siyaseti). Yığın, artık yalanın yalan olduğuyla ilgisinin olmadığını git
gide benimsemiş, onda heyecan ya da öfke uyandıran siyasi söylemlere yönelmiştir. Zaman
zaman bu söylemlerin yalan olduğunu bilse dahi işine öyle geldiği için onları hakikat kabul
etmiştir. Böylece elde ettiği bu büyük fırsatla kibrine kibir katan siyasetçi, sahip olduğu
koltuğuna daha sıkı nasıl yapışırım hesapları yaparken, kavuşmayı beklediğimiz çaresiz
hakikat de sarayın arka kapılarından sessizce ayrılmıştır. Peki bu bizde nasıl gerçekleşti?
Kendilerine “muhafazakar demokrat” tanımlamasını yapan, siyasetin 2000’lerdeki en
yeni adamları, aba altında gizledikleri siyasal islam sopalarıyla sahneye geldiklerinde henüz
işler bu denli çirkinleşmemişti. Tarihin birçok devriminde parmağı olan kitle iletişim
araçlarının dönüşümü ve yayılımı bu son kırılmada da etkisini siyasetin her kolonunda
hissettirmiştir. Bu kolonların yeni mimarları da kollarını yeni yeni sıvıyordu ve haliyle bu
kırılmadan onlar da etkilendi. Siyaseti, ideolojik amaçlarına uydurmanın ve ona şekil
vermenin kritiğini iyi yapmış olacaklar ki işe önce demokratik söylemlerle başlayan siyasal
islamcılar, her iktidarın peşinde olduğu medya gücünü de yavaş yavaş taraflarına çekmeyi
başladılar. Post-modernist tavırlara bürünmeleri ve popülizm furyalarına kapılmaları uzun
sürmedi. Arkalarına aldıkları rüzgarla tarih sahnesine çıkan bu yeni siyasetçiler, güven
verdikleri milyonlarca seçmenle adlarından söz ettireceğe benziyorlardı. Nitekim öyle de
oldu. Peki sırları neydi?
Ben o “büyük” sırrın tamamen onlara bağlı olduğunu düşünmüyorum. Bunu da
kendime şöyle açıklıyorum: İnönü, tahtını yeni yetme Demokrat Parti’lilere kaptırdığından
beri ülkede sözü geçen, iktidara gelmiş her parti doğal olarak sağcı refleksler göstermiş, köylü
kesimden oy koparmak için ilk yıllarında dışardan aldıkları kredilerle bolluk yaratmış,
üretimden istenilen randıman alınamayıp da politik çatlaklar büyüyünce de birer birer tarih
sahnelerinden silinmişlerdir. İşin ilginç tarafı bu tür döngüler ısrarla yaşanmaya devam etmiş,
bir kısım partiler kapatılmış, bir kısmı da darbeyle indirilmiştir. Halkın ülke gidişatına bu
denli sessiz ve kör kalmasının, sağcı refleksler gösteren sözde demokrat partilere ısrarla
iktidar vermesinin sebebini de bizdeki demokrasi hareketinin “tabandan” gelmiyor oluşunda
buluyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün tepeden inmeci bir tutumla-aksi mümkün değildi
çünkü yaptığı bir devrimdi-, daha dün kendini “padişah kulu” olarak tanımlayan ve tek bir
bütünden yani “millet” ifadesinden yoksun olan halka hediye ettiği cumhuriyet ve demokrasi
üzerimizde eğreti durmuştu. Zira ne kadar milli mücadele zamanında büyük özveri göstermiş
olsa da halk, okuma yazma bilmeyen, art arda yapılan savaşlar dolayısıyla travmatize olmuş
ve Avrupa’daki muadillerine göre geri kalmıştı. İşte bu uzun yıllar boyunca birike gelmiş
karakteriyle geri kalmış halka yeni formatlar denenmiş, reformlar ve inkılaplar yapılmış,
zamanın muasır medeniyeti Avrupa örnek alınarak düzenlemeler uygulanmıştır. Okuma-
yazma oranlarının yıllar içerisindeki sıçrayışına rağmen göz ardı edilen ve bünyelere
yerleşmiş “okumama hastalığı”, sosyal ve siyasi hayatta da birtakım kesintilere sebebiyet
vermiştir. Sorgulama ve tartışma kültürüne uzak kalmış, “yığın” laşmayı kanıksamış kitleler,
yine vaat edilenleri unutup elindekiyle yetinmiş ve dayatılan otokrasiye boyun eğmiştir.
Bizlere erken veda eden Ata’mızın da mirasına sahip çıkılmamış, birçok reform yabancıların
el atmalarıyla ve çaylak siyasetçilerimizin kandırılışlarıyla rafa kaldırılmış, unutulmuştur.
Milli Şef iktidarından bunalan halk ve siyasiler de soluğu yeni sağcı partilerde almıştır. İşte o
dönemden beri gelen halka geçmemiş altyapısız demokrasi, siyasetçilerin yabancılarla
antlaşmalarda milli bağımsızlıktan yana sakınca duymayıp teslimiyetçi olmaları, askerin
birtakım yabancı kışkırtmalarla yönetime el koymaları ve halkta topyekun bir sorgulama-hak
arama, okuma alışkanlığı olmayışı gibi sayısız birçok sebep bu ülkenin genel istikrarına,
siyasetine ket vurmuş; gelenekten ve sistem oluşturmaktan alıkoymuş; geri kalmış halkın
mağduriyetini siyasetçilerin hırslarına oyuncak edip yeni popülist söylemlere meze yapmıştır.
Yıllar sonra dönüp dolaşıp geldiğimiz yer maalesef yine aynı; sağcı, dinci, tutucu, despot ve
nepotist bir parti; hakikatin kayboluşundan bihaber, okumayan, sorgulamayan, hakkını
aramayan, fakir ve mutsuz halk.
Post-truth , Türkçe ifadeyle hakikatin önemsizleşmesi çağının tam anlamıyla siyasi bir
bağlamda şekillendiğini böylece daha iyi anlamış olduk. Mercek tuttuğumuz geçmişin
sayfalarında göze en çok çarpan detayın ve sorunun odağının halkın kendisi olduğunu
vurgulamakta fayda var, çünkü, bir devri değiştiren, o devrin sahibi olandır. Zamana
hükmeden de çoğunluğu elinde bulundurandır. Çoğunluğun bir yığından öte bilinçli bir halk
olması da bireyin öz çabalarına bağlı olmakla birlikte çevresinde yaptığı değişiklik ve
yansıttığı benliğiyle de ilgilidir. Siyasetçilerin yalan söylemesine, onlara oy veren kendi
halkını -popülist söylemde “gerçek halk”- kandırıp, dilediği gibi yönetip duygularını
sömürerek rant peşinde olmasına artık şaşmamak gerekir. Ama böyle yönetilen bir ülkenin
halkının neredeyse yarısının körü körüne bağlandığı yalanları görünce, hakikate yüz
çevirmelerine ve yasaklara kulluk derecesinde biat ettiklerine şahit olunca şaşırmamak işten
bile değil. Dayatılan bu siyasete dur demeli ve hakikate olan inancı körüklemeliyiz.
Önemsizleşmesinin eksikliğini hissetmeli, vicdani sorumluluk duymalı ve harekete
geçmeliyiz. Hiçbir şey yapamıyorsak bile okumalı, sorgulamalı ve politize edilmeye çalışılan
hayatımızı siyasilerin oyuncağı etmemeliyiz. Bundan böyle uyanmaya çalışan bulanık
zihinlerimizde, hakikati egemen kılmak adına tek bir düstur belirmeli: Ân’a hükmeden,
hakikati bilendir.

ERHAN ERTUÇ

You might also like