Diderot - Aktörlük Hakkında Aykırı Düşünceler

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 121

DÜNYA EDEBİYATINDAN TERCÜMELER

FRANSIZ KLASİKLERİ: 47

AKTÖRLÜK
HAKKINDA
AYKIRI DÜŞÜNCELER
D I DEROT

AKTÖRLÜK
HAKKINDA
AYKIRI DÜŞÜNCELER
(Paradoxe sur le Comedien )

İstanıbul üniversitesi Edelbiyat Fakültesi Proiesörlerwde.n


S:ııb ri Esat StYAVUŞGİ'L tarafından tercüme edilmiştir.

İSTANBUL 1943 - MAARİF MATBAASI


/Ki KiŞi KONUŞUR.

BlRlNCl - Artık ondan bahsetmiyelim.


iKiNCi - Neden ?
B1RlNCl - Dostunuzun eseridir de 1]
ondan.
lKINCI - Ne ehemmiyeti var ?
BIRINCl - Çok. Kendinizi ya onun kabi­
liyetini, ya benim takdirimi küçük görmek, ya
ona, ya bana beslediğiniz teveccühü kaybet­
mek şıklarından birini seçmeğe ne diye
zorlamalı ?
iKiNCi - Böyle şey olmaz; olsa bile, her
ikiniz hakkında dahil esaslı meziyetlere daya­
nan dostluğuma bundan zarar gelmez.
BiRiNCi - Belki.
iKiNCi - Eminim. Şu anda kime benzi­
yorsunuz, biliyor musunuz? Piyeslerinden biri
nin ilk temsiline gitmesin diye sevdiği ka-
1] Bahsi geçen eser, Diderot'nun Garrick ou lea
acteurs anglais' aidir.
2 lı.YKIRı DÜŞÜNCELER

dının ayaklarına kapanarak yalvaran tanıdık­


lardan bir müellife.
BiRiNCi - Sizin müellif mütevazı ve ted­
birli imiş.
iKiNCi - Kendisi için beslenen sevgi,
edebi değeri hakkında verilecek hükmün tesiri
altında kalır diye korkuyordu.
BiRiNCi - Bu, olabilir.
iKiNCi - Halkın gözünden düşmekle
biraz da sevgilisinin gözünden düşmekten
korkuyordu.
BiRiNCi - Kendisine gösterilen saygı
azalırsa, sevgi de azalır diye öyle mi ? Bu size
tuhaf mı geliyor ?
iKiNCi - Velhasıl böyle düşünüldü. Loca
kiralandı ve müellif en büyük muvaffakıyetini
kazandı. Bilemezsiniz ne kadar kucaklandı,
kutlandı, okşandı.
BiRiNCi - Halk, piyesini ıslıkla karşı­
lasaydı, daha çok kucaklanır, kutlanır ve
okşanırdı.
iKiNCi - Elbette.
BiRiNCi - Ama yine fikrimde sebat
ediyorum.
iKiNCi - Öyle olsun, ben razıyım. Ama
unutmayın ki ben kadın değilim ve bu husus­
taki fikrinizi lutfen izah etmeniz lazım.
AYKIRl DÜŞÜNCELER 3

BiRiNCi - Mutlaka mı ?
lKINCl - Mutlaka.
BiRiNCi - Düşüncemin kılığını değiştir·
mektense susmak, benim için daha kolay
olacak.
1K1NC1 - Ben de öyle sanırım.
BIR1NCI - O halde sert davranacağım.
iKiNCi - Dostumun da sizden istediği bu.
BiRiNCİ - Peki, mademki söylemek
lazım. Dostunuzun özentili, düğümlü, boğum­
lu ve şişirme bir üslupla kaleme alınmış olan
eseri, harcıalem fikirlerle dolu. Bu kitabı oku­
duktan sonra ne büyük bir aktör, daha yük­
sek bir mertebeye varır, ne de kötü bir oyun·
cu, olduğundan daha iyi olur. insana şahsiye­
tinin meziyetlerini, yüzü, sesi, muhakemeyi
ve inceliği tabiat verir. Tabiat vergisini mü­
kemmelleştirecek olan da, büyük örneklerin
tetkikı, insan ruhunu bilmek, görgü, sürekli
çalışma, tecrübe ve tiyatro itiyadıdır. Taklitçi
aktör, her şeyi şöyle böyle başaracak bir de­
receye gelebilir, ama oyununun ne medhe, ne
de tenkide değer hiçbir tarafı olmaz.
iKiNCi - Yahut her şeyi tenkid edilebilir.
BiRiNCi - Öyle olsun. Yalnız tabiat ver­
gisi ile kalan aktör, ekseriya çok kötü, bazan
da mükemmeldir. Hangi sahada olursa olsun,
4 AKTÖRLüK HAKKINDA

şaşmaz bir orta hallilikten sakınınız. Ken­


disine ne kadar sert muamele edilse de, mes­
leğe yeni başliyan birinin gelecekteki muvaf­
fakıyetlerini önceden sezmek mümkündür. Yu­
halar, ancak istidatsızlan öldürür. Mademki
hiçbir şey sahnede, tabiatta olduğu gibi cere­
yan etmez ve manzum tiyatro eserlerinin hep­
si, muayyen bir esasa göre vücuda getirilmiş­
tir, nasıl olur da sanatsız bir tabiat, büyük
bir aktör yetiştirebilir ? Mademki en açık ve
en yerli yerinde söz söyliyen, en enerjik bir
muharrirde bile kelimeler, ancak bir düşünce­
nin, bir duygunun, bir fikrin takribi birer
işareti, kıymetini hareket, jest, ses, yüz, bakış
ve muayyen bir vaziyetin tamamladığı birer
işarettir ve başka bir şey olamaz, nasıl olur
da, bir rol iki ayrı aktör tarafından aynı tarzda
oynanır. Şu sözleri duyunca :
• • • Orada e liniz ne arıyor ?
- Elbisenize baktım, kumaşı pek yumuşak.
Ne anlarsınız ? Hiç. Şimdi söyliyeceklerimi
güzelce bir tartın, biribiriyle konuşan iki kişi­
nin, aynı tabirleri kullandıkları halde, tamamiyle
biribirinden farklı şeyler düşünüp söyliyebil­
meleri ne kadar kolay ve olağandır, anlarsınız.
Size vereceğim misal, bu bakımdan adeta bir
AYKIRI DÜŞÜNCELER 5

harikadır ve bizzat dostunuzun o kitabıdır. Bir


Fransız aktörüne kitap hakkında ne düşündü­
ğünü sorun, kitapta ne varsa hepsinin doğru
olduğunu söyler. Aynı şeyi bir lngiliz aktörüne
sorarsanız, kitabın değiştirilecek bir cümlesi
bile bulunmadığını ve eserin, tam manasiyle,
sahnenin incili olduğunu yeminle temin eder.
Bununla beraber, İngilizlerin komedi ve trajedi
yazışları ile Fransızların bu çeşit manzumeleri
kaleme alışları arasında hiçbir benzerlik olmadı­
ğından, bizzat Garrik'e göre de, Shakespeare'­
den bir sahneyi mükemmel oynıyabilen kim­
senin, Racine'den bir sahnenin inşadında, da­
ha ilk kelimelerin ahengini kavramıyacağından,
sanki bir sürü yılan başına, ayaklarına, elleri­
ne, bacaklarına ve kollarına dolanmış gibi,
Racine'in mısraları ile kıskıvrak sarılacağı için,
hareketi hiçbir zaman serbest olmıyacağından,
şüphesiz bundan, müellifinizin ortaya koyduğu
prensiplerin doğruluğu hususunda söz birliği
eden Fransız aktörü ile lngiliz aktörünün
biribiriyle anlaşamadıkları ve, tiyatronun teknik
dilinde, makul düşünmekle beraber kanaatleri
taban tabana zıt kimselere bedahat ışığını
gördüklerini zannettirecek kadar bir ipham
ve enginlik bulunduğu neticesi çıkar. Demek,
düsturunuza her zamankinden fazla bağlı kalın.
6 .AKTÖRLÜK HAKKINDA

Biribirinizle anlaşmak istiyorsanız, karşılıklı


izahata kalkışmayın.
İKİNCİ - Her kitabın, bilhassa bunun,
her ikisi de aynı kıyafette görünmekle bera­
ber, biri Paris'te, öbürü Londra'da olmak üze­
re, iki ayrı manası mı var ?
BİRlNCl - Bu görünüşlerde o iki mana
o kadar açıktır ki, bizzat dostunuz bile yanıl­
mış , İngiliz aktnrlerinin adlarını Fransız aktör­
lerininki ile birlikte anıp, hepsine aynı kaide­
leri tatbik eder, aynı medih ve zemlerde bu­
lunurken, berikiler için söylediği şeylerin gali­
ba ötekiler için de doğru olduğunu tasavvur
etmiş.
İKiNCi -Ama bu bakımdan, başka hiç­
bir müellif bu kadar açık bir manasızlığa
düşmezdi.
BIRlNCI - Kullandığı aynı kelimelerin
Bussy kavuşağında başka, Drury - Lane' de yine
başka manası olduğuna göre, böyle bir mana­
sızlığa düştüğünü esefle itiraf etmek zorunda­
yım; belki de yanılıyorum. Fakat müellifinizle
benim tamamiyle zıt kanaatlerde bulunduğu­
muz mühim nokta, bü;ük bir aktörün esaslı
vasıfları meselesidir. Ben büyük bir aktörde
sağlam bir muhakeme kabiliyeti ararım. iste·
A YKıRı DÜŞÜNCELER 7

rim ki, onda soğukkanlı ve sakin bir seyirci


ruhu olsun. Dolayısiyle, kendisinde bulunması­
nı mutlaka istediğim meziyet, katiyen hassasi­
yet değil, nufuzu nazar, her şeyi taklit etme
hüneri, yahut, her nevi şahsiyet ve role karşı
daima aynı kabiliyet ki, bu da aynı şeydir.
İKiNCi - Demek hassasiyetten tamamiyle
mahrum olacak, öyle mi ?
BiRiNCi - Tamamiyle. Henüz düşünce­
lerimi sırasına koyamadım. Bunları aklıma gel­
diği gibi, bizzat dostunuzun kitabındaki peri­
şanlığa uygun bir şekilde anlatmama müsaade
edersiniz.
Eğer aktör, can ve gönülden, hassas olur­
sa, herhangi bir rolü aynı hararet ve aynı mu­
vaffakıyetle iki kere nasıl oynıyabilir ? ilk
temsilde gayet hararetle oynar, fakat üçüncü­
sünde artık yorulur ve buz gibi soğuk olur.
Halbuki tabiatı dikkat ve şuurla taklit eden
aktör, sahneye ilk defa Auguste, Cinna, Oros­
mane, Agamemnon, Muhammet olarak çıkınca,
bizzat kendisinin veya tetkiklerinin titiz kop­
yacısı ve intıbalarımızın sürekli müşahidi bu­
lunduğundan, oyunu kuvvetten düşmek şöyle
dursun, edindiği yeni intibalarla kuvvetle­
necek, coşacak veya sükunet bulacak ve sizi
gittikçe daha ziyade tatmin edeçektir. Fakat
8 AK.TÖRLÜK HAKKINDA

oynarken kendi kendisi kalırsa, kendi kendisi


olmaktan nasıl kurtulur? Kendi kendisi olmak
tan kurtulmak isterse, nasıl olur da tam gide­
ceği ve duracağı noktayı kestirebilir?
Bu husustaki fikrimi kuvvetlendiren şey,
yalnız ilhamla oynayan aktörlerin oyunlarında
görülen istikrarsızlıktır. Kendilerinden asla bi­
teviyelik beklemeyiniz. Oyunları kah kuvvetli,
kah zayıf, kah hararetli, kah soğuk, kah ba­
yağı, kah harikadır. Bugün fevkalade oyna­
dıkları bir sahneyi yarın bozarlar, nitekim bir
gün evvel bozdukları bir sahneyi de ertesi
gün harikulade oynarlar. Halbuki oyununu te­
emmülle, insan tabiatını tetkikle, ideal birkaç
örneği sürekli bir taklitle, muhayyile ile, hafıza
ile oynayan aktör, daima biteviye, bütün tem­
sillerde hep aynı, hep aynı mükemmeliyette
kalır: Her şeyi kafasında ölçmüş, tertiplemiş,
öğrenmiş ve düzenlemiştir. lnşadında ne yek­
nesaklık, ne de ahenksizlik bulunur. Coşma­
sının bile seyri, hamleleri, duraklamaları, bir
başlangıcı, bir ortası ve bir sonu vardır :
Bunlar hep aynı tda, hep aynı tavırlar, hep
aynı hareketlerdir. Bir temsille ondan sonraki
temsil arasında fark olursa, bu fark umumi­
yetle ikinci temsilin lehinedir. Böyle bir aktör,
günlük keyfine tabi olmaz, o, daima eşyayı
AYKIRI DÜŞÜNCELER 9

göstenncğe, hep aynı katiyet, aynı kuvvet ve


aynı hakikatle göstermeğe hazır bir aynadır.
Çabucak kendi zenginliğini har vurup harman
savuracak yerde, tıpkı şair gibi, daima, tabi­
atın bitmek tükenmek bilmeyen hazinelerinden
istifade eder.
Acaba Clairon 1) 'un oyunundan daha mü­
kemmel ne vardır ki? Bununla beraber kendisini
takip edin, tetkik edin, altıncı temsilde, rolünün
bütün kelimeleri gibi, oyununun da bütün te­
ferruatını ezber bildiğine kanaat getirirsiniz.
Şüphesiz kendine bir örnek seçmiş ve ev­
vela o örneğe uvmağa çalışmıştır; şüphesiz
bu örneği, elinden geldiği kadar, en yükse­
ğinden, en büyüğünden, en mükemmelinden
seçmiştir, fakat tarihten çıkardığı veya muhay­
yilesinin büyük bir heyula gibi yarattığı
bu örnek, kendisi değildir, şayet bu örnek,
1] Mile. Clairon lakabı ile tanınan Claire-Josephe­
Hippolyte Lergis de La Trude, 1723 te Conde-sur­
Escaut'da doğmuş meşhur bir aktristtir. Hayatında pek
takdir edilmiş, hayranlık uyandırmış ve sevilmiş İse de,
İ htilal ile varını yoğunu kaybetmiş ve 1 803'te Paris'te
büyük bir sefalet içinde ölmüştür. 43 yaşında tiyatro
hayatından çekilip 179l'e kadar Ausbach Margravet'ının
sarayında yaşamıştır. 1799'da, Memoires et reflexions sur
la declamation theatrale (Paris, sene VII) adlı eserini
neşretmiştir. E. de Goncourt, tercümei halini yazmıştır,
10 .AKTÖRLÜK HAKKINDA

sadece kendi boyuna göre olsaydı, oyunu


ne kadar zaif ve alelade olurdu 1 Halbuki,
çalışa çalışa, elinden geldiği kadar bu fikre
yaklaşınca, artık herşey tamamlanmıştır. O
noktaya gelince sımsıkı durmak, artık sadece
bir mümarese ve hafıza işidir. Eğer Clairon'un
çalışmalarında hazır bulunsaydınız, kaç defa:
Tamam, artık oldu! diye haykırırdınız. Ama
o da size hep : Aldanıyorsunuz/ cevabını ve­
rirdi... Quesnoy 1] da böyle idi . Bir dostu
onu kolundan yakalayıp da: Yetişir artık, du­
run. Daha il)i, iyinin düşmanıdır: Her şeyi
bozacaksınız . diye haykırınca san'atkar, nefes
. .

nefese, bu san'attan anlayan hayran dostuna:


«Ne yaptığını görüyorsunuz, ama içimde ne
var, neyin peşindeyim, biliyorsunuz!» demişti.
Clairon'un ilk provalarında, Duquesnoy'un
duyduğu azabı duyduğuna hiç şüphem yok,
Fakat mücadele bitip de hayalinin seviyesine
yükselir yükselmez, artık kendine hakim olur
ve, heyecana düşmeden, rolünü tekrarlar. Ba­
zen ruyalarımızda olduğu gibi, başı bulutlara
değer, elleri her iki ufka erişecek gibi olur;
1] François Duquesnoy (1594-1642) , Belçikalı bir
heykeltraştır. Flaman François adı ile tanınmıştır.
Bruııelles' deki Manneken-pis (işeyen çocuk heykeli)' i
onun yaptığı söylenir,
AYKIRI DÜŞÜNCELER 11

artık o, kendisini saran büyük bir mankenin


ruhudur. Kendisine bu mankeni giydiren, dene­
meleridir. Kollarını kavuşturmuş, gözleri kapalı,
hareketsiz, bir kanepenin üzerine sere serpe
uzandığı anda, ruyasına ezber devam ederek,
kendi kendini işitebilir, kendi kendini göre­
bilir, kendi kendinı tartabilir ve uyandıracağı
İntibaları kollayabilir. O anda Clairon, iki insan
olmuştur : Küçük Clairon ile büyük Agrippine.
lKlNCl - Sözlerinizden anlaşılıyor ki,
sahnede veya provalarındaki aktöre, geceleyin,
kocaman bir beyaz çarşaf astıkları sırığı baş­
larının üzerine kaldırarak ve, bu heyulanın
altından, gelen geçenleri ürküten korkunç
sesler çıkararak mezarlıklarda hayalet taklidi
yapan çocuklar kadar benzeyen hiçbir şey
yoktur.
BlRlNCl - Hakkınız var. Fakat Dumes­
nil 1]' in hali Clairon'unkine benzemez. Dumes­
nil, sahneye ne söyleyeceğini bilmeden çıkar;
zamanın yarısını, ne söylediğini bilmeden ge­
çirir, fakat nihayet ulvi bir an gelir. Hem sonra
1] Clairon'un rakibi bir aktris olan Marie-Françoise
Dumesnil, 1714'te Paris'te doğmuş ve 1803'te yine
Paris'te, sefalet içinde ölmüştür. Hitırıı.tı 1799'da intişıı.r
etmiştir: Memoirett de Marfc-Fronçoiıte Damesnil, Paris,
Dentu, sene Vll.
12 AKTÖRLÜK HAKKINDA

aktör, neden şairden, ressamdan, hatipten ve


musikişinastan farkh olsun? Karakteristik pa­
rıltılar, ilk sünuhatın coşkunluğu içinde değil,
hararetini kaybetmiş, rahat anlarda, hiç bek­
lenmedik anlarda belirir. O pardtılann nereden
geldiği bilinmez; ilhama çeken tarafları vardır;
bu dahiler, bir yanda tabiat, bir yanda da
eserlerinin taslağı, muallakta kalınca, sıra ile
her iki tarafa dikkatle bakarlar. Eserlerine
serptikleri ilham güzelliklerinin, beklenmedik
parıltıların ansızın zuhuru, bizzat kendilerini
şaşırtır. Bunların tesiri ve muvaffakiyeti, doğ­
rudan doğruya sünuhat kabilinden olan şeyle­
rinkinden başka olur. Vecdin hezeyanını tadil
etmek, soğuk kanhhğın vazifesidir.
Buhran halinde kendini kaybetmiş bir
adam, bizi kendine ramedemez. Bu, ancak
kendine hakim olan adama nasip olur. Büyük
sahne müellifleri, bilhassa, etraflarındaki maddi
ve manevi alemde ne olup bittiğine dikkat
ederler.
iKiNCİ- Maddr ve manevi alem, bir
tek alemdir.
BiRiNCi - Onlar gözlerine çarpan her
şeyi yakalarlar ve yığın yığın biriktirirler. işte,
haberleri olmadan kendilerinde biriken bu yı­
ğınlardan, eserlerine türlü nadir hadiseler ge.
AYKIRI DÜŞÜNCELER 13

çer. Hararetli, kanı kaynayan, hassas insanlar


sahneye çıkarlar ; oyun oynanır ama kendileri
bundan bir fayda temin edemezler. Fakat dehi
sahibi adam, bu g" bilerine baka baka örne.
ğini hazırlar. Kuvvetli bir muhayyile, sağlam
bir muhakeme, ince bir dirayet ve emin bir
zevk sahibi büyük şairler, büyük aktörler, ve
belki umumiyetle, hangi sahada olursa olsun
tabiatın büyük mukallitleri, hassasiyeti az in­
sanlardır. Onlar birçok şeyin birden ehlidirler;
o kadar bakmağa, öğrenmeğe ve taklit etme­
ğ'e dalmışlardır ki, kolay kolay, kendi içlerin­
den kıvılcımlanamazlar. Böylelerini hep çanta­
ları dizleri üstünde, elde kalem görürüm.
Bizler hissederiz, onlar müşahede eder,
tetkik ve tasvir ederler. Acaba söyliyeyim mi?
Neden söylemiyeyim ? Hassasiyet, hiç te bü­
yük bir dehanın vasfı değildir. Böyle bir kimse,
adaleti sever ama bu fazileti, tadını çıkarma­
dan gösterir. Her şeyi yapan, gönlü değil ka­
fasıdır. Hassas adam, beklenmedik bir vaziyet
karşısında, şaşırır kalır. Böylesi, ne büyük bir
nazır, ne büyük bir kumandan, ne büyük bir
kıra!, ne büyük bir avukat, ne de büyük bir he­
kim olabilir. isterseniz bütün tiyatroyu bu ağla­
mıklı heriflerle doldurun, ama bir tekini bile sah­
neye çıkarmayın. Kadınlara bakın, hassasiyet
AKTÖRLÜK HAKKINDA

bakımından bizi ne kadar geride bırakırla�. ih­


tiras anlarında bizi onlarla mukayeseye hiç im­
kan mı var 1 Fakat o hali yaşarken biz onlardan
ne kadar geri kalıyorsak, taklit hususunda da
onlar bizden geri kalırlar. Muhayyile zaafı ol­
maksızın asla hassasiyet olmaz. Hakikaten er­
kek olan bir adamın bir damla gözyaşı, bize
bir kadının bütün ağlamalarından ziyade tesir
eder. Sık sık bahsettiğim büyük komedyada,
o dünya komedyasında, kanı kaynayan bütün
insanlar, sahnededir, bütün dahiler ise, parter­
de bulunur ; birincilere deli denir, bunların
cinnetini kopye etmeğe uğraşan ötekilere ise,
hakim derler. Biribirinden farklı bir sürü insa­
nın gülünç tarafını yakalayan, tasvir eden, ha­
kimin gözüdür. O sizi, kurbanı olduğunuz bu
garip ve münasebetsiz insanlara, hatta kendi
kendinize güldürür. Gözünü sizden ayırmayan,
hem o münasebetsizin, hem de bizzat çektiği­
niz azabın karikatürünü çizen odur.
Bütün bu hakikatler ispat edilse de, bü­
yük aktörler yine doğrudur demezler : bu,
onların sırrıdır. Orta halli veya acemi aktörler
ise, hemen reddederler. Nasıl batıl itikatları
olanlara inandıklarını sanırlar denirse, bunlar­
dan bazıları için de hissettiklerini sanırlar
denebilir. Nasıl batıl itikatlılar için itikat olma-
A YKIRl DÜŞÜNCELER 15

yınca selamet olmazsa, bunlar için de hassa­


siyet olmayınca selamet yoktur.
· Ama diyecekler ki, nasıl olur da, şu an­
nenin bağrından kopan ve benim içimi sızla­
tan o acıklı feryatlar, o andaki duygusunun
eseri olmaz ? Bunların ilham menbaı, o anda
duyulan yeis değilmidir ? Elbette değildir. Is­
batı da şu ki, bunlar, ölçülüdür ; bir inşad
sistemine tabidir ; bir çeyrek tonu� yirmide
biri nisbetinde daha pes veya daha tiz olur­
larsa, falsolu olurlar ; bir vahdet kanununa itaat
ederler, musikide olduğu gibi hazırlanmış ve
düzenlenmiştirler, istenilen bütün şartlara, uzun
bir tetkik sayesinde, uyarlar ; muayyen bir
meselenin halline hep birden yönelirler ; bu
feryatlar doğru koparılsın diye yüz kere prova
edilmiştir ve bu sık provalara rağmen, bazen
yine falso yapıldığı olur.
Zai"re ağlıyorsunuz I
yahut,
Oraya geleceksin, kızım I
demeden önce aktör, uzun uzun kendi ken­
disini dinlemiştir ; bizi heyecana düşürdüğü
anda bile, yine kendi kendini dinler ve maha­
reti, zannettiğimiz gibi hissetmek değil, hissin
harici alametlerini, sizi aldatacak kadar, tıpkı
tıpkısına belirtmekten ibaret olur. lztırabının
16 AKTÖRLÜK HAKKINDA

feryatları, kulağında önceden yer etmiştir.


Ye'sinın j estleri, ezberlenmiş ve ayna karşısın­
da tamamlanmıştır. Tam mendilini çıkaracağı
veya göz yaşlarının akacağı anı bilir. Bu hal­
leri muhakkak filan kelimeyi veya filan heceyi
söylerken yapacaktır, ne daha erken, ne daha
geç. Bu ses ihtizazı, bu yarım kalmış kelime­
ler, bu kısık veya uzatılmış heceler, uzuvların
bu titreyişi, dizlerin bu sallanışı, bu kendini
kaybetmeler, bu coşup taşmalar, sadece taklit,
önceden ezberlenmiş bir ders, yüzün o acıklı
ifadeleri ise, ulvi bir maymunluktur ; aktör,
bunun hatırasını, üzerinde çalıştıktan haylı za­
man sonra da muhafaza eder ve o hareketi
yaparken şuurunda tutar ; böylece - gerek
şair, gerek seyirci ve gerek kendisi için büyük
nimet - bütün ruh hürriyetine sahip olur.
Bundan, diğer mümareselerde olduğu gibi, yal­
nız vücudu yorulur. Oyun bitince sesi kısılır,
müthiş bir yorgunluk duyar, ya çamaşır değiş­
tirir, yahut yatar ; fakat kendisinde ne bir ka­
rışıklık, ne iztirap, ne melankoli, ne de bir ruh
perişanlığından eser vardır. Bütün bu intıbaları
siz alır gidersiniz. Aktör bitap düşmüştür, siz
de hüzün içinde kalmışınızdır. Çünkü o hiçbir
şey hissetmeden, çırpınıp durmuştur, halbuki
siz, hiç çırpınmadan hissetmişinizdir. Bu böyle
AYKIRI DÜŞÜNCELER 17

olmasaydı, aktörlük çekilir şey miydi? Fakat


aktör, rolünü oynadığı adam değildir, o, rolünü
oynar, hem o kadar iyi oynar ki kendisini, o
zannedersiniz : bu vehme yalnız siz düşersiniz,
o, kendisinin o adam olmadığını pek iyi bilir.
Ben , biribirinden farklı hassasiyetlerin,
mümkün olan en büyük tesiri uyandırmak
üzere biribiriyle uyuşması, bir tek bütün teşkil
etmek üzere biribirine uyması, biribirini kuv­
vetten düşürmesi veya kuvvetlendirmesi, biri­
birini nüanslaması hikayesine gülerim. Demek
yine sözümde duruyor ve diyorum ki : «aşırı
hassasiyet, şöyle böyle aktörler yetiştirir, şöy­
le böyle hassasiyet, ortaya sürü sürü kötü ak­
törler çıkarır, hassasiyetten bir zerre bile bulun­
maması da, mükemmel aktörlerin yetişmesini
mümkün kılar.> Aktörün göz yaşları, beynin­
den iner ; hassas adamın göz yaşları ise, yü­
reğinden fışkırır. Hassas adamın kafasını ölçü­
süz bir şekilde sarsan, bağrıdır, Halbuki ak­
törün kafasıdır ki, bazen bağrına geç�ci bir
ateş düşürür. Aktör, akidesi pek sağlam ol­
mayıp da hazreti lsa'nın çektiği mihnetleri
va'zeden bir papaz gibi ağlar ; sevmediği,
fakat aldatmak istediği bir kadının dizlerine
kapanmış bir zendost gibi ağlar, sokakta ve
yahut bir kilise kapısında, sizi merhamete ge-
2
rn AKTÖRLÜK HAKKINDA

tirmekten ümidini kesince küfür etmeğc başlı­


yan bir dilenci gibi ağlar, yahut hiçbir şey
hissetmediği halde, kollarınız arasında mest
olmuşa benzeyen bir orospu gibi ağlar.
Feci bir hadisenin sebep olduğu göz yaş­
ları ile acıklı bir hikayenia akıttığı göz yaş­
ları arasındaki farkı, bilmem, hiç düşündünüz
mü? insan, acıklı bir hikaye dinlediği zaman,
kafası yavaş yavaş bulanır, bağrı yanar ve ağ­
lamağa başlar. Halbuki feci bir kaza kar­
şısında, idrak, ihsas ve heyecan birbirine ka�
rışır, bir an içinde insanın yüreği yanar, bir
feryat koparır, aklı başından gider ve göz
yaşları akmağa başlar. Bu gibi hallerde göz
yaşları birdenbire, kendiliğinden, gelir. Hal­
buki acıklı bir hikayede, göz yaşları getirilir.
işte beklenmedik tabii ve hakiki bir hadise­
nin, belagate dayanan bir sahneye üstünlüğü,
buradadır. Bu gibi tabii ve hakiki haller,
sahnenin bekleterek yaptığı şeyi bir anda
vücuda getirir; fakat burada o vehmi yarat­
mak çok daha güçtür. Yanlış, iyi yapılmıyan
bir hareket, bütün o vehmi mahveder. Sesin
ahengi, hareketlerden daha iyi taklide gelir,
fakat hareketler, daha şiddetle tesir eder. işte
istisnası olduğunu zannetmediğim bir kanu-
AYKIRI DÜŞÜNCELER 19

nun esası : düğümü, sözle değil, hareketle çöz­


mek. Yoksa bu pek soğuk bir şey olur.
Haydi bakalım. Bana hiç itirazınız yok mu?
Her halde şöyle diyeceksiniz: bir mecliste bir
vaka anlatıyorsunuz, içiniz heyecanla çalkanıyor,
sesiniz kesik kesik çıkıyor, ağlıyorsunuz, diyor­
sunuz ki anlattığınız şeyi hissettiniz, hem de şid­
detle hissettiniz. Hak veririm, ama buna ha­
zırlandınız mıydı? Hayır. Manzum olarak mı söz
söylediniz? Hayır. Ama yine dinleyenleri sü­
rüklediniz, hayrete düşürdünüz ve heyecan
içinde bıraktınız, Üzerlerinde büyük bir tesir
uyandırdınız. Doğru. Fakat kalkın da, o ko­
nuşur gibi söz söylemenizi, o basit ifadenizi,
o ev halinizi, o tabii tavrınızı sahneye çıkarın,
o zaman ne kadar alımsız ve çelimsiz olduğu­
nuzu görürsünüz. İstediğiniz kadar göz yaşı
dökedurun , gülünç olursunuz, size herkes güler.
Oynadığınız oyun, tragedia olmaz, tragedia­
ya çalan bir orta oyunu olur. Zanneder misi­
niz ki Corneille'in, Racine'in, Voltaire'in, hatta
Shakespeare'in sahneleri, o sizin konuşma se­
siniz, o ocak başı edanızla oynanabilir? Nite­
kim ocak başında anlattığınız hikaye de, tiyatro
tumturakı ve telaffuzu ile söylenemez.
lKlNCl - Belki bunun sebebi, ne kadar
büyük adam olurlarsa olsunlar, Racine ve Cor-
20 .AKTÖRLÜK HAKKINDA

neille'in pek değerli şeyler yazmamış olma­


larıdır.
BiRiNCi - Bu adeta mukaddesata küfür!
Kim buna cesaret edebilir? Kim böyle bir
şeyi alkışlıyabilir? Corneille'in en göndelik
sözleri bile, gündelik bir eda ile söylenemez.
Belki şu tecrübeyei yüz kere tekrarlamı­
şınızdır. Hikayenizin sonunda, mecliste sizi
dinleyenler heyecan içinde iken, içeriye bir
adam girer ve onun da tecessüsünü tatmin
etmek lazım gelir. Fakat bu işi artık becere­
mezsiniz, ruhunuz boşalmış gibidir; sizde artık
ne hassasiyet, ne hararet, ne de göz yaşı kal­
mıştır. Neden aktör böyle çöküvermez? Çünkü
onun uydurma bir hikayeye karşı gösterdiği
alaka ile komşunuzun başına gelen bir felaketin
sizde uyandırdığı alaka arasında çok büyük
fark vardır. Siz Cinna mısınız? Hiç Kleopatra,
Merope, Agrippine oldunuz mu? Elbette bu
adamlara aldırış etmezsiniz. Hatta tiyatronun
Kleopatra'sı, Merope'u, Agrippine'i, Cinna'sı
tarihi şahiyetler midir? Hayır. Bunlar şiirin uy­
durma hayaletleridir. Dahası var: Bunlar, şu
veya bu şaire göre tasarlanmış tayıflardır. Bu
zümrüdü ankaları, hareketleri ile, tavırları ve
feryatları ile sahnede bırakınız; tarihe sokar­
sanız çok tuhaf olur; bir meclise veya her
AYKIRI DÜŞÜNCELER 21

hangi bir topluluğa girerlerse, herkes gülmek­


ten katılır. Herkes birbirinin kulağına: "acaba
sayıklıyor mu? diye sorar. Bu Donkişot da
nereden çıktı Bu masalları nerede uyduruyor­
lar? içinde böyle konuşulan seyyare acaba
hangisi ?"
iKiNCi - Peki, niçin tiyatroda isyan
etmiyorlar?
BiRiNCi - Çünkü tiyatroya bile bile
gidiyorlar, Çünkü bu, ta Aiskhylos'un ortaya
attığı bir düsturdur, çünkü bu, üç bin senelik
bir teşrifattır.
iKiNCi - Peki, bu teşrifat daha çok
uzun sürecek mi?
BiRiNCi - Bilmem. Bildiğim bir şey
varsa, o da yaşadığımız asra ve memlekete
yaklaştıkça, bu teşrifattan uzaklaştığımızdır.
lphigenie'nin birinci sahnesindeki Aga­
memnon'un haline, hiç de yersiz olmıyan
müthiş bir korkunun pençesinde, etrafındaki­
lere «beni öldürecekler, eminim, beni öldüre­
cekleri>> diyen iV. Henri'nin hali ne kadar
benzer. Şimdi farz edin ki o büyük ve bedbaht
hükümdar, bu korkunç hissi ·kablelvuku ile
azap içinde, gece yarısı, kalkıyor, dostu ve
nazırı Sully'nin kapısını çalıyor. Acaba Henri'ye
şu sözleri;
22 .AKTÖRLÜK HAKKINDA

Evet, Henri'yim; seni uyandıran kıralın;


Yaklaş da kulağına erişen sesi tanı.
söyletecek ve Sully'ye de şu cevabı:
Siz misiniz haşmetlim, hangi rüzgardır acap
Sizi fecrin önüne katıp getiren böyle?
Sizi aydınlatıyor ancak hafif bir ışık;
Bana rehber olan o. Gecenin şu anında
Yalnız sizin ve benim gözleri miz aralık!

verdirecek kadar manasız bir şair bulunabile­


ceğini zanneder misiniz?
iKiNCi - Kim bilir, belki Agamemnon
hakikaten böyle söz söylerdi?
BlRINCl - Ne o, ne de iV. Henri, eibette
böyle konuşmazlardı. Bu dil, Homeros'un, Raci­
ne'in, şiirin dilidir. Bu tumturaklı lisan, ancak·
meçhul varlıklar tarafından kullanılır ve ancak
şairane ağızlardan şairane eda ile söylenir.
Tiyatroda hakiki olmak dedikleri şeyin
ne olduğunu bir an düşünün. Acaba bu, ha­
yatta olup biteni olduğu gibi sahnede göster­
mt k mi demektir? Katiyen. Hakikat, bu ma­
nada, aleladelıkten başka bir şey olamaz. O
halde sahnedeki hakıkatin manası nedir? Bu,
hareketin, sözün, suratın, sesin, jestin şair
tarafından tahayyül edilen ve aktör tara­
fından ekseriya mübalağa olunan bir ideal
AYKIRI DÜŞÜNCELER 23

örneğe uymasıdır- işte harikuladelik budur.


Böyle bir model, sadece sesin tonuna
tesir etmekle kalmaz, yürüyüşü, duruşu
bile değiştirir. Bunun neticesi olarak, aktö­
rün sahnedeki şahsiyeti ile sokaktaki hali,
birbirinden o kadar farklıdır ki, bu iki şahsi­
yetin aym adam olduğunu anlamak hayli güç­
tür. Nitekim Matmazel Clairon'u ilk defa evin­
de gördüğüm zaman·, kendimi tutamıyarak: "ah
matmazel, ben sizi daha boylu sanıyordum,,,
deyivermiştim.
Bahtsız, gerçekten bahtsız bir kadın ağlar,
ama sizi hiç de duygulamaz. Daha kötüsü var:
yüzündeki mananın küçücük bir çizgi ile de­
ğişmesi, sizi güldürür; söz söylemede kendisi­
ne has bir telaffuz ve eda, kulağınızı rahatsız
eder ve sizi adeta gücendirir; kendisinde itiyat
halinde bulunan bir hareket, bir jest, istirabını
çirkin ve kasvetli gösterebilir. Çünkü çok şid­
detli ihtirasların hemen hemen hepsi, kaba
yüz baruşmalarına müsaittir ve zevksiz bir
sanatkar, bunları olduğu gibi kopye eder, fa­
kat büyük artistler kale almazlar. Biz isteriz ki
insan, en ıstiraph anlarında, insan seciyesini
ve nev'inin haysiyetini muhafaza etsin. Bu
kahramanca cehdin sonu neye varır? lstirabı
oyalama�a ve onu yatıştırmağa. isteriz ki şu
24 AKTÖRLÜK HAKKINDA

kadın, edeple ve zaraf ete yere yığılsın ve şu


kahraman, sirki do'duran halkın alkışları ara­
sında, meydanın ortasında ölen eski zaman
gladiyatörü gibi, asil bir eda ile, güzel ve za­
rif bir tavırla can versin. Bizim bu arzumuzu
kim yerine getirir? Acaba kendi ıstırabına ram
olan ve hassasiyetin allak bullak ettiği atlet mi,
yoksa son nefesıni verirken bile kendine hakim
olan ve öğrendiği jimnastik derslerini unutmı­
yan usturuplu atlet mi? Tıpkı büyük bir aktör
gibi, eski zaman gladiyatör ü de, tıpkı bir es­
ki zaman gladiyatörü gibi, büyük aktör de,
rahat döşeğinde ölenler gibi ölemezler, bizim
hoşumuza gidecek bambaşka bir ölümle can
vermek mecburiyetindedirler. Çünkü zevk sa­
hibi bir seyirci, çıplak hakikatin, her çeşit
yapmacıktan uzak bir hareketin miskinliğini,
böyle bir şeyin, bütünün şi'riyeti ile taban
tabana zıt düşeceğini duyar.
Fakat bundan, olduğu gibi tabiatın
ulvi anlardan tamamiyle mahrum bulunduğu
manası çıkarılmasın. Ama ben şu kanaatteyim
ki, bu anların ülviliğini yakalamak ve hıfzetmek
iktidarında olan adam, mutlaka onları muhay­
yile veya dehası ile önceden hissedebi.en ve
soa"ukkanlılıkla yeniden yaratabilen kimsedir,
Bununla beraber, edinilmiş veye yapma,
AYKIRI DÜŞÜNCELER 25

bir nevi heyecan kabiliyetinin varlığını da büs­


bütün inkar edecek değ'ilim. Fakat bana fik­
rimi sorarsanız, ben bu çeşit kabiliyetin, hemen
hemen tabii hassasiyet kadar, tehlikeli olduğu­
nu da söylemekten çekinmem. Bu hal. aktörü,
yavaş yavaş, edalı ve yeknesak olmağa götü­
rür ki, büyük aktörün çeşitli vazifeleı ine zıt
gelen bir haldir. Büyük aktör, ekseriya bundan
sıyrılmak mecburiyetini duyar ve bu nefisten
faragat, ancak iradeli, inatçı kimselere nasip
olur. Mamafih, hazırlanma ve denemelerin ko­
laylığı ve muvatfakiyeti, istidat ve kabiliyetin
geniş ve ihatalı olması, oyunun mükemmelliği
bakımından, böyle manasız bir nefis feragatine,
kendi kendini unutmağa mecbur olmamak çok
daha hayırlıdır. Zaten bunun güçlüğü, her ak­
törün bir tek role bağlanarak, tiyatro heyet­
lerinin gayet kalabalık olmasına ve hemen he­
men bütün piyeslerin fena oynamasına sebeb
olur. Bu müşkülden kurtulmanın tek çaresi de,
gidişi ters yüz ederek, aktöre göre piyes ha­
zırlamak olur ki, bence, bilakis, piyese göre
aktör hazırlamalıdır.
1K1NC1 -_Fakat sokakta her hangi bir
kaza ve felaket karşısında biriken bir sürü
adam, birdenbire ve her biri kendi tarzında,
tabir hassasiyetini belirtince, kimse kimseye uy-
26 .AKTÖRLÜK HAKKINDA

masa da, yine harikulade bir temaşa, heykel­


traşlık, resim, musiki ve şiir için binlerce de­
ğerli örnek meydana gelmiş olmaz mı ?
BiRiNCi - Doğru. Ama bu temaşa, san­
atkarın onu sokak ortasından sahneye veya
tuvaline naklederken içine kattığı tenasüp ve
ahenkten doğc,cak temaşa ile mukayeseye ge­
lir mi? Şayet bu iddiada iseniz, ben de size
şunu sorarım: madem ki sanat, kaba tabiatın
ve rasgele bir tertibin, kendinden daha iyisini
yaptığı şeyleri bozmaktan ibaret oluyor, o
halde san'atın o dillere destan olan büyüsü
nedir? Tabiatın güzelleştirilebileceğini inkar
eder misiniz? Bir kadını, Raphael'in bir Meryem
ana tablosu kadar güzel olduğunu söyliyerek,

methettiğiniz hiç olmadı mı? Güzel bir tabiat


köşesi görünce , " aman ne romansekl,, deme­
diniz mi hiç? Sonra, siz bana gerçek bir şey­
den bahsediyorsunuz; bense size bir taklitten
bahsediyorum. Siz bana tabiatın geçici bir
anından söz açıyorsunuz; ben ise size kafada
tasarlanmış, uzun uzun düşünülmüş, türlü ge�
lişmeleri olan ve gelecek devirlere kalan san­
at eserinden. isterseniz, o bahsettiğ'iniz aktör­
leri birer birer alın, o sokak sahnesini tiyat­
rodaki gibi! türlü şekillerde prova ettirin ve
şahıslarınızı bana sırası ile, birer birer, ikişer
AYKIRI DÜŞÜNCELER 27

ikişer, üçer üçer gösterin; onları diledikleri


gibi hareket etmekte serbest bırakın, ne yapa­
caklarını kendileri düşünsünler, o zaman bun­
dan nasıl garip bir hercümerç çıktığını görür­
sünüz. Ama diyeceksiniz ki, bu kusurun çaresi
vardır, kendilerini toplu olarak prova ettiri­
rim. Ama o zoman, tabii hassasiyetlerinden
eser kalmaz. Zaten benim istediğim de bu.
Nasıl iyi düzenli cemiyetlerede her fert,
umumun ve bütünün iyiliği için, kendi asli
haklarından fedakarlıkta bulunursa, tiyatroda
da böyledir. Bu fedakarlığın ölçüsünü en iyi
kim takdir eder? Coşkunlar mı? Meczuplar mı?
Elbette değil. Bunu cemiyette en iyi takdir
edecek, adil adamdır, tiyatroda ise soğuk­
kanlı aktör. Bir vahşi sürüsü, medeni insanlar.
dan mürekkep bir topluluğa nisbetle ne ise,
o sizin sokak sahneniz de, tiyatro sahnesine
nisbetle odur.
Artık, kötü bir sahne arkadaşının mükem­
mel bir aktör üzerindeki haince tesirinden
bahsetmek zamanı geldi. Tasavvur edin ki
mükemmel bir aktör, rolünü bütün ihtişam ile
kafasında hazırlamıştır. Fakat sahnede karşısı­
na geçen zavallının seviyesine göre tempo tut­
turmak için, o ideal örneğinden vaz geçmek
mecburiyetinde kalıyor. O zaman artık, bütün
23 AKTÖRLÜK HAKKINDA

hazırlıklarını, bütün zevkını feda etmek zo­


rundadır. Gezintide veya ocak başında bir
sohbet esnasında da, kendiliğinden böyle olur:
pesten söz söyleyen kimse, karşısındakinin
sesini de pes perdeye düşürür. isterseniz
şöyle bir mukayese de yapabiliriz: whist'de
de, karşısındaki oyuncu kötü ise, siz de us­
talığınızın bir kısmını kaybedersiniz. Dahası
var : Clairon, Le Kain l]'in , kötülük olsun
diye, kendisini alelade, hatta aşağı bir oyun
tutturmağa mecbur ettiğini ve kendisinin de,
misli ile mukabele etmek üzere, onu bazen
ıslıklara maruz bıraktığını söyler. İki aktörün
birbirine dayanması ne demektir acaba ? İki
rol tasavvur ediniz ki, örnekleri, muayyen
nisbet dahilinde, müellifin onları içine soktuğu
hal ve şartlara uygun düşecek tarzda, ya biri­
birine denk, yahut biribirine tabidir. Zaten
böyle olmazsa, ikisinden biri ya haddinden
fazla kuvvetli, yahut aşırı derecede zayıf olur.
işte bu ahenksizliği gidermek için kuvvetli,
zayıfı nadiren kendi seviyesine çıkarır, daha

1) Henri-Louis, Kain. Lekein adı ile tanınmış bir


aktör olup ( 1729-1778 ) bilhassa, hayranı bulunduğu
Voltaire'in temaşa eserlerinde rol almıştır. Hatıratı,
Talmı. tarafından 1825 te yeniden neşredilmiştir, Bk .
.J.·J. Olivier, Hemi-Louia Le Kain, Paria, Societe de
l'lmp rimerie et de Librairie, 1907.
AYKIRI DÜSÜNCELER 29

ziyade, bile bile kendisi onun derekesine iner.


Sık sık yapılan o bir sürü provanın gayesi
nedir bilir misiniz ? Aktörlerin o değişik ka­
biliyetleri arasında, yekpare bir aksiyon, bir
iş beraberliği doğuracak tarzda, muvazene
kurmaktır. Şayet aktörlerden birinin gururu,
böyle bir muvazeneyi kabule yanaşmazsa,
netice bütünün mükemmelliği ve sizin zevkınız
zararına olur. Çünkü bir tek aktörün mükem­
melliği. öbürlerinin kötülüğünü nadiı en telafi
eder, ekseriya daha ziyade belirtir. Bazen
büyük bir aktör ün bu yüzden hataya düşüp
neticede inkisara uğradığını görmüşümdür.
Bu gibiler, seyircilerin memnuniyetsizliği kar­
şısında, sahne arkadaşlarının zayıf olduğu­
nu hissedecek yerde, bu gürültülü nümayişleri
k.endi haysiyetlerine bir tecavüz sayarlar.
Şimdi farzediniz ki tiyatro müellifisiniz.
Oynatacak bir piyesiniz var. Piyesinize ya
sağlam muhakemeli ve soğuk kanlı bir sanat­
kar, yahut hassas bir aktör seçmeği size bı­
rakıyorum. Fakat, karar vermeden önce, size
bir şey sormama müsaade edin. Kaç yaşında
insan, büyük bir aktör olur? Acaba kanın
damarlarda kaynadığı, en hafif bir sarsıntının
yüreği altüst ettiği, kafanın en küçük bir
kıvılcımla alevlendiği o ateşli çağda mı? Bana
30 AKTÖRLÜK HAKKINDA

kalırsa, hayır. Tabiatın aktör olarak yarattığı


insan, sanatında ancak uzunca bir tecrübe
kazandıktan, ihtirasların çılgınlığı yatıştıktan ,
kafa sükuna ve ruh kendi kendine kavuştuk­
tan sonra, mükemmelliğe erişir. En iyi cinsten
şarap bile, tahammur halinde iken, ham ve
kekre olur; fakat fıçıda uzun zaman kaldıktan
sonra, tadına doyum olmaz. Cicero, Seneca ve
Plutarkhos, bana muharrirliğin üç çağını temsil
eder gibi gelir. Cicero, çokluk, gözümü alan
bir saman alevinden başka bir şey değildir ;
Seneca ise asma kütüğünün ateşine benzer
ve gözlerimi yakar; koca Plutarkhos'a gelince,
küllerini eşelersem, onda beni tatlı tatlı ısıta­
cak büyük büyük korlar bulurum.
Baron 1] altmışında iken, Le Comte d'Es­
sex, Xiphares ve Britannicus'u oynar, hem de
mükemmel oynardı. Gaussin [2], elli yaşında,
L'Oracle et la Pupille'de herkesi kendine
meftun ederdi.
1] Micbel Boyron, Baron adı ile tanınmış bir ak­
tör ve tiyatro müellifi olup dostu bulunduğu Moliere"in
kumpanyasında aktörlüğe başlamış ve ömrünün sonuna
kadar bu meslekte kalmıştır (1653-1729),
2] Jeanne·Gatberine Gaussem, Mile G11ussin adı
ile tanınmış bir aktriı olup aktör Baron'un uşağı Gauı­
sem 'in kızıdır. 1711 de Pariı'te doğmuş ve 1767 de yine
orada ölmüştür.
AYKIRI DÜŞÜNCEi.ER 31

lKiNCI -iyi ama hiç d e rolüne yakışa·


cak kadar genç görünmezdi.
BiRiNCi - Doğru. Belki bu, bir temsilin
mükemmelliğine zarar verecek, başa çıkılmaz
engellerden biridir. Yıllarca sahnede ömür tÜ·
ketmek lazım ama, rol vardır ki gençlik ister.
Monime, Didon, Pulcherie ve Hermione rollerini
oynayabilecek on yedi yaşında bir aktirsi 1] her
zaman nerede bulmalı ? Bu öyle bir zümrüdü
ankadır ki pek ele geçmez. Bununla beraber
yaşlı bir aktör, ancak tamamiyle kuvvetten
düştüğü veya oyununun üstünlüğü, ihtiyarlığı
ile rolü arasındaki aykırılığı silemediği zaman
gülünç olur. Cemiyet de bu bakımdan tiyat­
roya benzer. Orada da bir kadının hafif
meşrepliği, bu kusurunu örtecek kadar mari·
fet ve başka fazileti olmadığı zaman yüzüne
vurulur.
Zamanımızda Clairon ile Mole 2], bu
1] Françoise Marie • Antoinette Saucerotte, mat­

mazel Raucourt adı ile tanınmıştır. 1756 da Paris'te doğ•


mUf ve 1815 te yine Paris'te ölmüıtür. İlk defa olarak
23 eylill 1772 de Theitre Français'de Didon (Le Fraoc
de Pompigoan'ın aynı isimdeki trajedisi) rolünde oyna•
mıf ve büyük bir muvaffakıyet kazanmıftır.
[2] François - Rene Mole, aktör 1734-1802. 1754 te
Comedie Française'de aahne hayatına atılmıştır. Hatıratı

Paris'te, 1825 te neşredilmiştir.


32 AKTÖRLÜK HAKKINDA

san'ata ilk başladıkları sırada, hemen hemen


makineli bebek gibi oynuyorlardı, ancak son­
raları hakiki aktör olduklarını gösterdiler. Bu
nasıl oldu ? Acaba yaşlandıkça mı kendile­
rinde ruh ve hassasiyet peyda oldu ?
Pek az evvel, Clairon, on yıl tiyatrodan
uzak yaşadıktan sonra, tekrar sahneye çıkmak
istemişti. Kötü oynadıysa sebebi, ruhunu ve
hassasiyetini kaybetmiş olması mıdır acaba ?
Kat'iyen. Asıl sebep, rollerini unutmuş olma­
sıydı. lıeride bu dediğimin nekadar doğru
olduğunu yine görürsünüz.
iKiNCi - Nasıl, tekrar tiyatroya döne­
cek mi sanıyorsunuz ?
BiRiNCi - Ya dönecek, yahut can sıkın­
tısından ölecek. Seyircilerin alkışlarını ve bü­
yük bir ihtirasın yerini ne doldurabilir ki ?
Sorarım size, şayet şu aktörle bu aktris, sa­
nıldığı gibi kendilerini tamamiyle oyunlarına
vermiş olsalardı, biri localara şöyle bir göz
atmağl, öbürü kulise şöyle bir tebessüm
göndermeği, hemen hemen hepsi halka laf
yetiştirmeği, aktörlerin toplandığı salona gidip
bir üçüncüsünü aşırı kahkahalarını kesmeği
ve ona sahneye gelip göğsüne hançer sap­
lamanın zamanı geldiğini haber vermeği akıl·
}arına getirirler miydi ?
AYKmI D0$0NCELER 33

Ama size, birbirlerinden nefret eden bir


aktörle karısı arasında geçen bir sahneyi an­
latmağı o kadar arzu ediyorum ki. Bu, birbirini
çılgınca seven aşık ile maşuka arasında geçen
bir sahnede ve tiyatroda, herkesin gözü önün­
de, oynanmıştır. Ben de size olduğu gibi, hatta
bir az daha iyi anlatacağım . Bu öyle bir sahne
olmuştur ki, sanatkarların rollerine bu kadar
canbaşla girdikleri o zamana kadar hiç görül­
rnemiıti. Gerek salondan, gerek localardan bir
alkış tufanı kopmuş ve oyun, el çırpmaları­
mızla, hayranlığımızı ifade eden haykırışlarla
belki on defa kesilmiştir. Aktörleri için tam
manasiyle bir zafer olan bu sahne, Moliere'in
Le Dipit Am o ureux'sünün dördüncü perdesinin
üçüncü meciisidir.

AKTÖR ERASTE, Lucille'in aşıkı.


LUCILE, Eraste'ın sevgilisi
ve aktörün karısı.
AKTÖR... . Hayır, hayır sanmay ın ki,
madam, yine size aşkımdan bahsetmeğe geldim.
AKTRiS. - Benim de siıe tavsiye etti­
ğim bu.
Anlaşıldı;
- Ümit ederim.
S4 .AKTÖRLVK HAKKINDA

Şifa bulmak istiyorum ve kalbinizin kal­


bimi teshir etliğini biliyorum.
- Layık olduğunuzdan da fazla.
Sizi gücendirdim diye gösterdiğiniz bu
gazap,
- Siz, beni gücendirmek ha 1 Size bu
şerefi çok görürüm.
Kayıtsızlığınızı bana ispat etti; size gös-
termeligim ki istihkarın •..

- Hem de en can ve gönülden ....


iğnesi, bilhassa alicenap yürekleri sızlatır.
- Evet ama, alicenapları...
i tiraf ederim ki, gözlerim gözlerinizde
başkalarında görmediği güzellikleri bulmuştu.
- Bu kabahat değil, doğrusu.
Beni bahtiqar eden bu esareti, taçlara
değişmezdim.
- Halbuki daha ucuza verdiniz.
Yalnız sizin için yaşıyorum •.•

- Hiç de değil, yalan söylediniz 1


Ve doğrusu hakaret görmüş olmama rağ­
men, sizden uzaklaşmak benim için hayli acı
olacak.
- Vah vah, bu çok kötü 1
Bana öyle geliyor ki ruhum, nekaclar ıifa
arasa da, daha uzun zaman bu yara ile ka­

nayacak.
AYKIRI DOSONCELER 35

Hiç korkmayın, artık kangren olmuştur!


Bana saadet olan bu boyunduruktan kur­
tulunca, artık hiç kimseyi sevmemeğe bakmalrl
- O zaman mukabele görürsünüz 1
Artık olan oldu. Madem ki kininiz, aşkın
tekrar tekrar ayağınıza getirdiği bir gönülü
koğuyor, artık bu, ümitsizliğe düşen niyaz/a­
rımın sizi son defa taciz etmesidir.
AKTRiS - Siz de benim temennilerimi
lutfen kabul etseniz de, mösyö, bu sonuncu
tacizi bana reva görmeseniz !
AKTÖR - Ruhum, siz küstahın birisiniz,
pişman olacaksınız 1
AKTÖR, Peki, madam, peki I Arzunuz
yerine gelecek I Sizden ayrılıyorum, madem ki
öyle istiyorsunuz, sizi büsbütün bırakıyorum.
Şayet sizinle yeniden görüşmek arzusuna ka­
pılırsam, Allah canımı alsın.
AKTRiS. Pek güzel, /ut/edersiniz.
AKTÖR, Hagır, hayır korkmayın .. .

AKTRiS - Sizden korktuğum yok.


AKTÖR. Sözümden dönerim diye. Haya-
linizi silip atamıyacak zayıf bir yüreğim olsa
da, emin olun ki, beni tekrar karşinrzda ıör­
mek şerefinden...
- Felaketinden demek istiyorsunuz 1
Sizi mahrum edeceğim.
36 AKTORLüK HAKKINDA

AKTRiS. Zaten pek beyhude olur. . .

AKTÖR - Kızım, siz aşağılığın birisisiniz;


size pay vermesini öğreteceğim.
AKTÖR. Bağrımı elimle yüz kere delik
deşik ederim ...
AKTRiS. inşallah.
Böyle hor muameleden sonra, sizi tekrar
görmek gibi bir bayağılıkta bulumırsam.
Neden olmasın? Daha ne bayağılıklar
yaptınız 1
AKTRiS - Kabul. Artık bu bahsi ka­
payalım.
Bu böylece devam etti ... Biri aşıklar, öbü­
rü de karı koca arasında geçen çifte sahne­
den sonra, Eraste, sevgilisi Lucile'i kulise gö­
türürken kolunu o kadar hırsla sıkıyordu ki,
nerede ise sevgili karısının etini koparacaktı.
Hem zavallı kadının çığlıklarına da , acı sözler
ve kaba küfürler ile mukabele ediyordu.
1K1NC1 - Böyle aynı zamanda iki sah·
nenin birden oynandığını görseydim, artık bir
daha ömrümde tiyatroya ay, k basmazdım.
BiRiNCi - O aktörle aktrisin duyarak
oynadıklarını iddia ederseniz, ben de size
şunu sorarım : Haniİ sahneyi duyarak oyna­
dılar acaba? Aşıklar sahnesini mi? Karı koca
sahnesini mi? Yoksa her iki sahneyi mi ?
AYKIRI D0Ş0NCELBll 37

Şimdi aynı aktrisle bir başka aktör, Aşıkı,


arasında geçen şu sahneyi dinleyiniz.
Aktör rolünü söylerken aktris kocasından
bahseder: "Bayağının biri; bana ne dedi,
bilseniz, size söylemeğe dilim varmaz.,,
Aktris, rolünü yaparken, aşıkı kendisine
cevap verir: "Hala alışamadınız mı? 11 Ve bu
konuşma, böylece, manzum muhavere arasında
devam edip gider :
"- Bu akşam birlikte yemek }'İyoruz
değil mi ? - Benim de istediğim bu ama,
bilmem nasıl elinden kurtulmalı ? - O sizin
bileceğiniz şey . - Ya bir de farkına va­
rırsa! - Farkına varırsa ne çıkar ki? Hazır
önümüzde böyle tatlı bir gece gecirmek im­
kanı varken. - Bizimle beraber kimler buluna­
cak? - Kimi isterseniz. - Evvela şövalyeyi, ken­
disi müessesedendir. - Bilir misiniz? Hani şöval­
yeyi kıskanmak bence işten bile değil 1 Sizi-

haklı yere kıskandırmak da bence işten bile


değil.,,
Böylede bu pek hassas mahh1klar, kendi­
lerini, sizin o gördüğünüz ve işittiğiniz sahneye
vermiş gibi görünürler, halbuki asıl o sizin
görüp duymadığınız sahneye kendilerini ver­
mişlerdir. Siz : "doğrusu bu kadın pek mü­
kemmel bir san'atkar; kimse onun gibi dinle-
38 AKTÖRLÜK HAKKINDA

mesını beceremiyor ve oyununu, herkese nasip


olmayan bir zeka, zarafet, alaka, incelik ve
hassasiyetle oynuyor,. diyip duruyordunuz...
Ben ise sizin bu sözlerinize kıs kıs güiüyordum.
Bu aktris, kocasını bir başka aktörle,
aktörü şövalye ile, şövalyeyi de bir üçüncüsü
ile aldatıyordu. Şövalye kadını üçüncü aşıkı
ile yakaladı ve kendisinden dehşetli bir intikam
almağı tasarladı. Niyeti balkonda, en aşağı­
daki sıralardan birine oturmaktı (0 zamanlar
Comte de Lauraguais, 1] henüz sahnemizi bu
sıralardan kurtarmamıştı) . Oradan görünmek
ve istihkarla bakmak suretiyle bu vefasız ka­
dını şaşırtmak, afallatmak ve parterdeki seyir­
cilerin yuhalarına maruz bırakmağı aklına
koymuştu. Oyun başladı ve vefasız sevgilisi
sahneye çıktı. Kadın şövalyeyi gördü ve oyu­
nunda istifini bozmadan ona tebessümle :
*bakındı, ortada fol yok, yumurta vokken
kızıp suratı asan şu adama!,, dedi. Şövalye de
1] Louis - Leon - Felicite de Brancas (1733-1824) ,
kendi parası ile sahnede değişiklikler yapmak ve sahneye
bazı mümtaz zevata mahsus sıralar koymak gibi uzun
zamandan beri gerek oyunu, gerek oyuncuları rahatsız
eden bir ideti ortadan kaldırmakla fransı:ı: tiyataosuna
hizmet etmiştir (krş. Lessing, Hamb. Dram.) Voltaire,
.

bu hizmetine kar�ı minnettarlığını ifade etmek için,


kendisine, Ecos.taiıe'ini ithaf etmiştir.
AYKIRI DÜŞÜNCELER 39

gülü msedi Kadın devam etti : "Bu akşam


.

geliyorsunuz değil mi?,, Şövalve ise sesini


çıkarmadı. Kadın : "artık bu manasız kavgayı
bırakalım, arabanızı kapıya getirin,, dedi. Bu
muhaverenin hangi sahneye sıkıştırıldığını bili­
yor musunuz? la Chaussee'nin en müessir
sahnelerinden birine, bizzat o aktrisin hıçkıra
kıçkıra ağlayıp bizlere de bol bol göz yaşı
döktürdüğü bir sahneye. Buna şaştınız öyle mi?
Halbuki söyledjklerim, tamami yle hakikattir.
iKiNCi - Tiyatrodan tiksineceğim geldi.
BlRlNCl - Neden? Bence, asıl bu adam­
ların elinden böyle marifetler gelmezse, tiyat­
roya gitmemeli. Şimdi size anlatacağım şeyi
kendi gözümle gördüm .
Garrick 1], kapının iki kanadı arasından
başını çıkarır ve dört beş saniye içinde yüzü­
n ün ifadesi, derece derece, çılgınca bir se­

vinçten mutedil bir sevince, mutedil sevinçten


süküna, sükündan hayretten, hayretten şaş­
kınlığa, şaşgmlıktan kedere, kederden fütura,
füturdan korkuya, korkudan dehşete, deh-
1] Dav. Garrick, bir İngiliz aktörü (1716-1779) olup
İngiliz Roscius'u lakabı ile tanınmıştır. Hararetle oyna­
dığı Shakespare'in eserlerini halka sevdirmiştir. Aynı
zamanda hicivleri ve zemin ve zınnana uygun manzume•
)eri de vardır. Private Correspondence, Londra, 1832.
40 AKTÖRLÜK HAKKINDA

şetten ümitsizliğe geçer ve tekrar ümitsiz­


likten başlayarak, çılgınca sevince kadar, bü­
tün kademelerden atlayarak gerisin geriye dö­
ner. Acaba ruhu bütün bu duygularla duygu­
lanmış da, çehresi ile hemahenk olarak, perde
perde böyle bir sıra mı takibetmiştir? Hiç
zannetmem, zaten siz de buna inanmazsınız .
Nasıl eski Romanın bütün bakiyeleri ltalya'ya
seyahat etmek zahmetine değerse, sırf kendi­
sini görmek bile bir İngiltere seyahatine değen
bu meşhur adamdan, küçük pastacı çırağı
sahnesini oynamasını isteyin, oynar, hemen
arkasından Hamlet'den bir sahne isteyin, onu
da oynar. O, çöreklerin yere düşmesine ağla­
mağa ne kadar hazırsa, gözleriyle havada bir
hançerin yolunu takibetmeğe de o kadar
hazırdır. insan istenildiği zaman güler, istenil­
diği zaman ağlar mı? insan, Garrick olup
olmadığına göre, ağlamakla gülmenin, aslına
çok veya az uygun, çok veya az aldatıcı bir
taklidini yapar.
Bazen ben de, en anlayışlı kibar zevatı
tesir altında bırakmak için, oldukça hakikate
yakın bir şekilde, yapmacıklar yaparım. Aşağı
Normandiyalı avukatla geçen sahnede, kız
kardeşimin yalancıktan ölümüne ağlarken,
bahriye nezareti baş katibi ile geçen sahnede,
AYKIRI D0S0NCELER

bir deniz albayının karısından çocuk sahibi


olmakla kendimi itham ederken, tıpkı iztirap
çekiyormuşum ve utanıyormuşum gibi bir halim
vardır. Ama teessür duyuyor muyum? Utanıyor
muyum? Ne bu küçük komedide, 1] ne de
hayatta böyle bir şey duymuşumdur. Hakika­
ten, bir tiyatro eserine sokmadan evvel bu iki
rolü hayatta da oynamışımdır. Zaten büyük
aktör ne demektir? Öyle bir komik veya
trajik yapmacıklar ustasıdır ki ne söyleyeceğini
müellif hazırlamıştır.
Sedaine Philosophe sans le s avoir ını oy­ '

natmıştı. Ben piyesin muvaffkiyetine ken­


disinden ziyade alaka duyuyordum. Kabili­
yetleri kıskanmak, bana yabancı bir illettir.
Benim öyle kusurlarım var ki bunsuz da kala­
bilirim. Edebiyattaki bütün meslektaşlarım
şahittir, ne zaman eserleri hakkında bana da­
nışmak tenezzülünde bulunmuşlarsa, onların bu
teveccühlerine elimden geldiği kadar cevap
verm"şimdir. Philosophe sans le Savoir, birinci
ve ikinci temsilde bocaladı; buna pek canım
sıkıldı. Üçüncü temsilde ise göklere çıkarıldı,
ben de sevincimden kabıma sığmaz oldum.
Hemen ertesi gün, bir arabaya atlayınca, Se-
1] Bu e11er, La Piece et le Prologue'dır ki bi lahare
Est-il Bon? Est-il Mechant? adı ile tam şeklini almıştır,
42 AKTÖRLOK HAKltINDA

daine'i görmeğe gittim. Mevsim kıştı ve hava


müthi'ş soğuktu. Kendisini bulabileceğimi ümit
ettiğim her yere baş vurdum. Nihayet Saint­
Antoine semtinde olduğunu öğrendim ve o
tarafa yollandım. Kendisine yaklaştım ve boy­
nuna sarıldım. Sesim çıkmaz olmuştu ve göz­
yaşları yanakl arından şıpır şıpır damlıyordu.
Gördünüz mü hassas ve alelide adamı? Sedaine,
soğukkanlı, kılını bile kıpırdatmadan bana baktı
ve: "ah mösyö Diderot, ne kadar güzelsiniz 1,,
dedi. işte görmesini bilen dahi adam 1
Bu vakayı, bir gün yüksek kabiliyetleri sa­
yesinde devlet idaresinin en yüksek mevkiini
işgal edecek olan bir zatın, Mösyö Necker 1] 'in
sofrasında anlatıyordum. Sofrada bir çok edip
ve bu meyanda, kendisile pek seviştiğimiz
Marmontel de vardı. Marmontel, bana alaycı
bir eda ile dedi ki : "Demek acıklı bir hikaye
anlatıldığı zaman bile Voltaire'in müteessir oldu­
ğunu, halbuki hıçkıra hıçkıra ağlayan bir dos­
tunun karşısında dahi Sedaine'in soğuk kanlılı­
ğını muhafaza ettiğini görünce, Voltaire, alelade
bir adam, Sedaine ise dahi oluyor öyle mi ? ,,
Hiç beklemediğim bu tariz karşısında şaşırdım
ve cevap veremez oldum. Çünkü kendilerine
itiraz edildi mi, benim gibi hassas adamlar apı-
1) Necker, 1777'de maliye nazırı olmuıtur.
AYKlRI DÜŞÜNCELER 43

şıp k alırlar ve ancak meclis dağılıp da kapı­


dan çıkıldığı zaman akılılaı ı başlarına gelir.
Halbuki benim yerimde soğuk kanlı, ken­
dine hakim biri olsaydı, Marmonte'e şöyle bir
cevap verirdi : "Bu itirazı siz değil, başka birisi
yapsaydı, daha yerinde olurdu, çünkü siz de
Sedaine'den daha hassas değilsiniz, ama sizin de
pek güzel eserleriniz var. ikiniz de aynı yolu
tutuğunuza göre, onun liyakatını bitaraf olarak
takdir etmek hususunu pekala bsşkalarına
birakabllirdiniz. Fakat ne Voltaire'i Sedaine'e,
ne de Sedain'i Voltaire'e tercih elmeğe kalkış­
maksızın, şuna cevap verin bakalım: Hayatının
otuz beş senesinde alçı mıncıklayacak ve taş
yontacak yerde, bütün ömrünü, Voltaire gibi
benim ve sizin gibi, Homeros'u Vergilius'u,
Tasso'yu, Cicero'yu Demosthene'i ve Tacitus'u
okuyup derin düşüncelere dalmakla geçirmiş
olsaydı, Philosophe sans le sat1oir 1 ], Deser­
teur ve Paris saut1e müellifinin kafasından
neler çıkardı acaba ? Bizler, onun gibi
görmesini beceremeyiz, onun da, bizim gibi
söz söylemesini öğrenmeğe ihtiyacı vardır.
Ben Seaine'e, Shakespeare'in küçük yeğen-

1] Philosophe •an• le savoir, ilk defa 2 kiaunevvtıl


1765'te lemıil edilmiştir.
44 AKTÖRLÜK HAKKINDA

!erir.den biri nazarı ile bakarım, ama öyle


bir Shakespeare ki, onu ben, ne Belvedere
Apollonu'na, ne de Glycon'un gladiyatörüne,
Antinaüs'üne ve Herkül'üne değil, Notre­
Dame'ın Saint - Christophe'una, o kaba yon­
tulmuş biçimsiz deve, hepimizin alnımız apış
arasına değmeden bacakları arasından geçe ­
bileceğimiz o muazzam heykele benzetirim.»
Fakat size öyle bir vaka daha anlataca­
ğım ki, bunda, hassasiyeti yüzünden bir an
apışıp kalan, afallayan bir adam, biraz sonra
yatışan hassasiyetinin yerine geçen soğunkan­
lılığı sayesinde, adetulviliğe erişmiştir, dinleyin:
Üdebadan ismini söylemiyeceğim bir
zat, müthiş bir sefalet içinde idi. ilahiyat
hocası, zengin bir kardeşi vardı. Zaval·
lıya neden kardeşinin kendisine yardım etme­
diğini sordum. Bana: «ona yapmadığımı bırak­
madım I» cevabını verdi. Kendisinden gidip
ilahiyatçı ile görüşmek müsaadesini aldım.
Gittim. Haber verdiler, içeri girdim. Beni he·
men elimden yakalayıp oturttu ve, davasını
müdafaa etmeği üzerime aldığım adamı iyice
tanıyıp tanımadığımı öğrenmek istiyormuş
gibi, beni derin derin süzdü . Sonra, sert
bir eda ile, sıygaya çekti: cKaıdeşimi ta·
AYKIRI D0S0NCELER 45

nır mısınız? - Zannederim . - Bana neler ettiğin­


den haberiniz var mı ? Zannederim . - Zan­

nediyorsunuz, öyle mi? O halde bilirsiniz


ki . . » Bizim ilahiyatçı, hayret verici bir
. .

sürat ve şiddetle, kardeşinin, birbirinden


daha çirkin, daha tiksindirici bir sürü hareke­
tini anlatmağa koyuldu. Kafam altüst olmuş,
bitkin bir hale gelmiştim. Bana tas vir edilen
böyle menfur bir canavarı müdafaa etmeğe ce­
saretim kalmamıştı. Bereket versin ki, bizim
ilahiyatçı, hitabesinde biraz haşve kaçmak
suretiyle, bana kendime gelip aklımı başıma
toplamak imkanını verdi. Böylece bendeki
hassas adam, yavaş yavaş silinerek, yerini
güzel söz söylemesini bilen adama bıraktı.
Hakikaten, o gün tam manasiyle hatip kesildi­
ğimi söyleyebilirim . ilahiyatçıya bütün soğuk­
kanlılığımla : "Mösyö, dedim, kardeşinizin çok
daha iğrenç bir hareketini biliyorum. Suçlarının
en müthişini gizlediğinizden dolayı tebrike şa­
yansınız . - Hayır, hiçbir şey gizlemedim. · Bana
anlattığınız şeylere, sabah duasına gitmek için,
daha ortalık karanlık iken evinizden çıktığınız
sırada, kardeşinizin boğazınıza sarıldığını ve el­
bisesinin altında sakladığı bıçağı çekerek gök­
sünüze saplamağa kalktığını ilA ve dede bilirdiniz.
-Elinden. gelmez değil ama, kendisini böyle bir
46 AKTÖRLOK HAKKINDA

suçla itham edemem. Çünkü yapmamıştır.» Bu­


nun üzerine hemen yerimden kalktım ve bizim
ilahiyatçıya sert sert bakarak, istikrahla karışık
bir hiddetin bütün şiddet ve tumturakıyle, gür­
ler gibi bağırdım : «Yapsa bile, kardeşinizden
bir lokma ekmeği nasıl esirgeyebilirsiniz ?»
ilahiyatçı ezildi, büzüldü, afalladı, ses çıkanımaz
oldu ve bir hayli gezindikten sonra yanıma
yaklaştı ve kardeşine aylık bağlıyacağını va­
detti.
Acaba dostunuzu veya sevgilinizi kaybetti­
ğiniz anda mı mersiye yazarsınız ? Asla. Böyle
bir anda istidadını zorlıyacak adamın haline
acırım 1 Ancak o büyük acı dinip de insanın
şaha kalkan hassasiyeti yatışıktan sonra, fela­
ket anından uzaklaşınca, ruh sükuna kavuşur,
husufa uğrıyan saadet hatırlanır, insan neler
kaybettiğini takdir edebilecek bir hale gelir,
hafıza ile muhayyile işbirliği eder, biri geçmiş
zamanı canlandırırken, öbürü mazinin güzelli­
ğini mübalağalandırır, böylece insan kendine
gelir ve güzel şeyler söyler. Ağlıyorum, denir,
ama bir türlü akla gelmiyen kuvvetli bir sıfa­
tın peşinde iken insan ağlamaz. Ağlıyorum,
denir, fakat insan, mısramı ahenktar bir şekle
sokma�a uğraşırken ağlamaz. Yok, eğer göz
yaşları akmağa başlarsa, kalem de elden dü-
AYKIRI DÜŞÜNCELER 41

şer; insan, ıstırabı ile baş başa kalır ve şiir


yazamaz olur.
Şiddetli hazlar da, derin acılar gibidir;
onlar da dilsiz olur. Yüreği yufka ve hassas
bir adam, uzun bir ayrılıktan sonra bir dostu­
na kavuşuyor. Bu dost, hiç beklenmedik bir
zamanda çıkagelmiştir. Bizimkinin içi coşar :
koşar, kucaklar, söz söylemek ister, söyliye­
mez, kırık dökük birtakım kelimeler kekeler,
ne dediğini bilmez, verilen cevabı anlamaz.
Karşısınd<ikinde bu coşkunluktan eser olmadı­
ğının farkına varsa, kim bilir ne kadar üzülür 1
Şimdi bu yaptığım tasvirin ne kadar hakikate
uygun olduğunu göz önünde tutun; bir de
sahnede, kendilerine gayet hakim, akılları baş­
larında iki dostum karşı karşıya gelmelerindeki
yapmacığı düşünün. Kim ölecek, daha doğru­
su kim ölmiyecek diye o yavan ve beli� mu­
havereler hakkında, kurt masalı gibi uzayıp
giden bu bahis bizi mevzuumuzdan uzaklaştır­
masaydı, daha ne söyliyeceklerim vardı; ma.
mafih bu da, büyük ve hakiki zevk sahibi in­
sanlara kifayet eder; ilave edeceğim şeyler
ise, diğerlerine fazla bir şey öğretmez. Ama
tiyatroda da pek sık görülen bu gibi mana­
sızlıkları kim ortadan kaldırabilir ? Aktör, fakat
hangi aktö r ?
48 AKTÖRLÜK. HAKKINDA

Tiyatrodaki gibi cemiyet hayatında da,


hassasiyetin zararlı olduğu hal ve şartlar, bire
karşı bin nispetindedir. Mesela iki aşık farz
edelim ki, her ikisi de aşkını ilan etmek istesin.
Acaba hangisi bu işi yüzünün akı ile becere­
bilir ? Her halde ben değil 1 Hep hatırlarım :
sevdiğim kadını görünce elim ayağım titrerdi;
kalbim çarpar, kafam karışır, sesim bir tuhaf
çıkardı; söylediklerimin kolunu kanadını kopa­
rırdım . Evet demek lazım gelen yerde hagır
.

derdim. Sarsaklıklarımın, beceriksizliklerimin


haddi hesabı yoktu. Tepeden tırnağa kadar
gülünç olurdum. Bu halimin farkına varır ve
bir kat daha gülünç olurdum. Halbuki gözü­
mün önünda, neşeli, hoş sohbet, şakrak, ken­
dine hakim, ne yaptığını bilen bir rakip, sev­
giliyi göklere çıkarmak hususunda hiçbir fır­
satı kaçırmaz ve bu işi zarafetle yapar, eğ­
lendirir, hoşa gider ve felekten kam alırdı.
Sevgilinin elini öpmek istirhamında bulundu
mu, hemen arzusuna nail olurdu. Bazan da,
hiçbir istirhamda bulunmaksızın, elini yakalar
ve öper, boyuna öperdi. Ben de, bir köşeye
çekilir, kanımı kurutan bu manzarayı artık
görmek istemez ve başımı çevirirdim. Melan­
koli içinde bitap, soğuk terler dökerken ah­
larımı içime teper, parmaklarımı çıtırdatacak
AYKIRI D0S0NCELER 49

kadar yumruklarımı sıkardım; ıztırabımı ne


göstermeğe, ne de gizlemeğe gücüm yeterdi.
Derler ki, iz an sahibi olanların izanırıı alan
aşk, izansızlara İzan verir. Yani diğer tabirle,
bazılarını hassas ve sersem, bazılarını ise so­
ğukkanlı ve becerikli yapar.
Hassas adam, tab'ının ilcalarına uyar ve
ancak gönlünün feryadına tercüman olur. Bu
feryadı şiddetlendirmek veya tadil etmek iste­
diği andan itibaren, kendi kendisi olmaktan
çıkar ve rol yapan bir aktör olur.
Büyük aktör, olup bitenleri müşahede
eder. Hassas adam, ona modellik yapar. Ak·
tör, modeli üzerinde uzun uzun düşünür ve
mükemmele varmak için, neler ilave etrnek ve
neleri çıkarıp atmak lazım geldiğ'İni akıl eder,
bulur. Sonra da, akıl ile bulduğunu tatbik
etmeğe başlar.
lnes de Gastro'nun ilk temsilinde, çocuk­
lar sahnede göı ününce, salondaki seyirciler
gülmeğe başlamıştı. lnes rolünü oynıyan Duc­
los 1], hiddetle seyircilere "'piyesin en güzel
yerinde gülün bakalım, sersemler!,, dedi. Halk,
bu sözleri duydu, kendine geldi. Aktris, tekrar
rolüne başladı ve gerek kendisinden, ıerek
l] Marie • Anne de Chateauneuf, matmazel Ducloı
adı ile tanınmıı bir aktriıtir (1670-1748).
4
50 AKTÖRLÜK HAKKlNDA

seyircilerden göz yaşlan boşandı. O halde ?


Acaba derin bir duygudan, başka bir derin
duyguya, ıztıraptan hiddete, hiddetten ıztıraba
böyle gidip gelmek olur mu ? �enim aklım
ermiyor. Aklımın erdiği bir şey varsa, o da
şu : Duclos'nun hiddeti hakiki, ıztırabı ise yap­
macıktı.
Quinault - Dufresne 1], Polieucte'de Se­
vere rolünü oynuyordu. Rol icabı, piyeste,
Decins tarafından, hıristiyanlara zulmetmek
üzere gönderiliyor. iftiraya uğrayan bu mez­
hebe dair içinde sakladığı hisleri bir dostuna
açıyor. Elbette imparatorun gazabına, kendi
mevkiine, servetine, hürriyetine, hettA belki
hayatına mal olacak olan bu dertleşmenin
yavaş sesle yapılması, aklı selim icabı idi.
Seyirciler aktöre : "daha yüksekten, daha
yüksekten,, diye bağırdılar. O da seyircilere :
"ya siz efendiler, daha pesten, daha pesten!"
cevabını verdi. Eğer hakikaten Severe olsay­
dı, bu kadar çabuk tekrar Quimault olabilir
miydi? Hayır, katiyen. Böyle maskesini iste­
diti gibi çıkarıp takabilmek için, ancak onun

1] Abraham • Alexiı Quiuault, Quinault • Dufre.ne


adı ile tanınmıı bir aktör olup, 1741 de tiyatrodan çe­
ldlmiıtir ( 169!'-1776),
AYKIRI D0S0NCELER 51

gibi kendine hakim bir adam, nadir bir san­


atkar, miikemmel bir aktör olmak lazım.
Ninias rolünü oynayan Le Kain 1] piyes­
te, babasının mezarına iner, orada annesini
boğazlar ve, elleri kan içinde, tekrar sahneye
gelir, Dehşet içindedir, eli ayağı titrer, gözleri
dönmüştür, saçları tepesinde dimdik olmuş
gibidir. Siz de saçlarınızın örperdigini duyar­
sınız. Sizi de dehşet kaplamıştır, siz de onun
gibi çılgına dönmüşsünüzdür. Mamafih Le Kain,
bir aktrisin kulağından düşmüş olan bir elmas
küpeyi kulise doğru iter. Şimdi bu aktör,
duyarak mı oynuyor ? lmkani yok 1 Kendisine
kötü aktör diyebilir misiniz ? Hiç zannetmem.
O halde Ninias rolünde Lekain nedir? Hiçbir
şey hissetmeyen, fakat hassasiyeti mükemme­
len ifade eden soğukkanlı bir adam. istediği
kadar : "ben neredeyim?,, diye bağıra dursun.
Benim ona cevabım şudur: "Nerede misin ?
Nerede olduğunu pekala bilirsin. Sahnedesin
ve yerde gözüne ilişen bir küpeyi ayağınla
kulise doğru itmektesin in
Bir aktör, bir aktrisi şiddetle sevmektedir.
Tesadüf, bir piyesin kıskançlık sahnesinde
bunları karşı karşıya getirir. Aktör, orta halli
1] Lekaio, 1756 de Voltaire'iıı Sı!miram/ı'iode
Ar:ı.ace-Nioiaı rolünü oyoemııtı,
52 AKTÖRLÜK HAKKINDA

bir oyuncu ise, bundan sahne kazanacak, yok


eğer iyi bir sanatkarsa, oyun bu yüzden
kaybedecektir. Nitekim büyük aktör de, kendi
kendisi oldu ve böylece kafasındaki o mü­
kemmel ve ideal kıskanç örneğinden uzaklaştı,
Bu da, aktörle aktrisin, karşılıklı olarak, ale­
lade hayatın seviyesine indiklerini gösterir.
Zira, bu seviyeye inmeyip de tepeden bakmış
ve öyle oynamış olsalardı, birbirlerinin bur.
nuna gülerlerdi. Çünkü o tumturaklı ve tı ajik
kıskançlık, onlara sadece kendi kıskançlıkla­
rının debdebeli bir gösterişi gibi gel irdi .
lKINCI - Ama yine tabii hakikatler ola-
c ak .

BiRiNCi - Evet, kötü bir modeli, olduğu


gibi , tıpkı tıpkısına taklit etmiş olan bir hey­
keltıraşın heykelinde görüldüğü cinsten to bii
hakikatler vardır. İnsan bu cins hakikatleri
takdir eder, fakat bütünü fakir bulur ve hor
görür.
Dahası var : sahnede bayağı ve miskin bir
oyun çıkarmanın şaşmaz yolu, bizzat kendi
karaklerini oynamağa mecbur olmaktır. Şayet
siz bir mürai iseniz, bir cimri iseniz, bir
adamcıl iseniz, karakterinizi iyi oynarsınız;
fakat müellifin yaptığı şeyin kabına varamazsı-
AYKIRI DÜŞÜNCELER. 53

nız, çünkü o Mürai'yi Cimri'yi, Adamcıl'ı ya­


ratmıştır.
İKİNCi - Siz her hangi bir mürai iıe
Mürai arasında ne fark bulursunuz ?
BiRiNCi - Mültezim Billard l], bir mü­
rai'dir, rahip Grisel 2] de bir müı ai'dir, fakat
Mürai değildir. Banker Toinard 3] bir cimriydi,
fakat Cimri değildi. Cimri ve Mürai, dünyanın
bütün Toinard'ları ve bütün Grizel'leri örnek
tutularak vücüda getirilmiştir. Bunlarda tütün
Toinard'ların ve bütün Gı izel 'lerin en umumi
ve en belli vasıfları görü:ür. Hiçbiri, bunlar­

dan bir tek inin aslına uygun portresi değıldir


lJ Billard de Mouceau, posta mültezimi ol up 1 669
da zimmetine birkaç milyon geçirmiı ve 1772 de sürgün
ve teşhir cezasına mahkum edilmiştir. Öteden beri ken·
diıinl gayet sofu gösteren bu - dam, teşhir d i reğinde
bağlı kaldıjtı müddetçe mütemadiyen ilahiler okumuıtur.
Rahip Grizel'in suç ortağıdır.
2) Rahip Joseph Grisel (1703 - 1787), çilekeşFğe
dair eserler yazmış bir zat olup bütün hayatınca, sofuluk
perdesi al tı nda , paraya karşı doymaz bir hırs b eslem iştir,
Billard'ın suç ortağı sıfatı ile Basti l l e zındanına atılmıştır.
3) Toinard, k ıre l ı n mültezimlerind�n idi. Bir gün
aözde bir ııü"ari yüzbaşısı gelip ken disini, bütün parası­
nı lealim etmediği takdirde, öldüreceği tel: d idf o d,., bulun­
du. Ted bi r l i bir hasis olan Toinard, altınlarını koyduğu
çek meceye rap' e'tiği b i r çıngırak vasıtası ile adamlarına
haber verdi ve tehlıkeden kurtul du.
54 AKTÖRLÜK HAKKINDA

ve bunun içindir ki hiç kimse "bu, benim 1,,


diyemez.
Söz, hatta karakter komedisi, mübalağalı­
dır. Salon şakaları, öyle hafif bir köpüktür ki,
sahnede, uçup gider. Tiyatro şakaları ise, ce­
miyete nakledilince, yaralayan keskin bir silah
olur. Elbette ki uydurma şahsiyetlere, hakikt
şahsiyetler kadar riayet gösterilmez.
Bir müraiden hiciv çıkarılır, halbuki Mürai
ile komedi yapılır. Hiciv, bir kusuru, bir ayıbı
olan adama kancayı takar, halbuki komedi,
kusuru, ayıbı ele alır. Şayet bir veya iki ta­
necik gülünç kibar bulunsaydı, bundan bir
hiciv çıkardı, yoksa komedi değil.
Gidin de Lagrenee 1] den Resim'i tasvir
eden bir tablo isteyin; tuvaline, bir parmağına
paleti takmış, bir eline fırçayı almış, şövale­
nin karşısında duran bir kadın resmi yapmakla
arzunuzu yerine getirdiğini zanneder. Kendisin­
den Felsefe tablosu isteyin; gece, lamba ışığın­
da, masasının başında, bir dirseğini dayamış,
üstü başı biraz perişan, saçları dağınık, hul­
yaya dalmış gibi bir şeyler okuyan veya dü­
şünen bir kadın resmi yapar ve bunun Felsefe
11 Louis-Jean-François Lagrenee, Fransız Albene'ı
likabı ile maruf bir reHam olup Carle van Loo'nun tale­
basidir. (1724-1805).
AY1WU D0Ş0NCELER 55

oldutunu sanır. Kendisinden Şiir tablosu iste­


yin, tutar size, başına defne dalından bir taç
geçirerek, eline bir tomar kağıt vererek aynı
kadının resmini yapar. Yok eğer istediğiniz
Musiki ise, bu sefer aynı kadının eline, bir
tomar kağıt yerine, bir rübap tutuşturur. Ken­
disinden güzelliğin resmini isteyin, hatta daha
usta birinden aynı şeyi isteyin, şayet tama­
miyle aldanmıyorsam göreceksiniz, karşınız­
daki, sizin ondan ve sanatından sadece gü­
zel bir kadın resmi istediğinizi sanacak. O si­
zin aktörünüzle bu ressam, her ikisi de aynı
kabahati işliyorlar. Ben, aktörle ressama şöyle
derim: «oyununuz, müellifin yarattığı umumi
fikrin pek altında kalan ferdi bir portreden
başka bir şey değildir. Size gelince , sizin tab­
lonuz da kopyasını dilediğim canlı modelin pek
aşağısında, ferdi bir portreden ibarettir. Evet,
komşunuz güzel bir kadın, pek güzel bir kadın,
inanırım, fakat güzelliğin kendisi değil. Ese­
riniz modelinizden ne kadar uzaksa, modeliniz
de idealden o kadar uzak.»
iKiNCi -Acaba bu ideal model, bir züm­
rütüanka olmasın?
BiRiNCi - Hayır, değil.
iKiNCi - Ama mademki ideal, o halde
56

mevcut değil demek. Duygudan geçmeyen


şey, akılda bulunmaz derler.
BiRiNCi - Doğru. Ama bir güzel sanatı,
mesela heykeltıraşlığı, başlangıçtaki hali ile ele
alalım. Heykeltıraş, karşısına çıkan ilk modeli
kopye etmiştir. Sonraları görmüştür ki daha
mükemmel modeller var, bu sefer onları ter­
cih eylemiştir. Gittikçe, daha ince kusurları
düzelte düzelte, nihayet uzun çalışmalardan
sonra, artık tabiatta bulunmayan bir şekil elde
etmiştir.
iKiNCi - Niçin?
BiRiNCi - Çünkü, vücut gibi karışık bir
makinenin gelişmesi muntazam olsun, bu im­
kansızdır. Bir bayram günü kalkıp Tuilleries'
ye veya Champs-Elysees'ye gidin, ağaçlıkl ı
yolları dolduran bütün kadınlara dikkatlice
bakın, ağzının iki ucu birbirine tamamiylc ben­
zeyen bir tek kadın bulabilirseniz, aşkolsun.
Titien'in Danae'si bir portredir; kadının yata­
ğı dibine kondurulmuş olan aşk ise, idealdir.
Raphael'in, M. de Thiers'in galerisinden il.
Catherine'ninkine geçen bir tablosundaki
Saint - Joseph, alelade bir insandır ; Meryem
ana, hakiki bir kadındır; Çocuk lsa ise, idealdir.
San atın nazari prensipleri hakkında daha zi-
'
AYKilU DOSONCELl!l\ 57

yadesini öğrenmek isterseniz, size bizim Sa­


lon'ları takdim ederim .
iKiNCi - ince zevkli ve ince düşünüşlü
bir adamdan bu eserin medhini duydum.
BİRiNCi - M. Suard 1] olacak.
iKiNCi - Melek gibi bir ruh safiyetinin
zevk inceliğine kattığı bütün meziyetlere sahip
bir kadından da aynı senayı işittim.
BiRiNCi - Mme. Necker olacak.
iKiNCi - Fakat biz yine mevzuumuza
dönelin.
BİRiNCi - Her ne kadar boş ve mAnasız
meseleler üzerinde münakaşa etmektense, fazi­
leti medih ve sena etmekten hoşlanırsam da.
hay hay, dönelim,
JK1NCI Quinault Dufresne, yaratılıştan
- •

haysiyet ve şeref sahibi bir adam olduğundan,


haysiyet ve şeref rollerini harikulade oynardı.
BiRiNCi - Doğru. Ama oynarken kendi
kendini örnek tuttuğunu nereden biliyorsunuz?
Belki tabiat onu, gerçek güzellik ile ideal gü­
zelliği birbirinden ayıran ve muhtelif mektep·
lerin etrafında sıralandığı sınıra pt k ye kın bir
haysiyet ve şerefte yaratmıştır.
l l Jean-Baptiste-Antoine. Suard, Faraneız ediblerİn·

deıı (1733-1817).
58 AKTÖRLOK HAKKINDA

iKİNCi - Sözlerinizi pek iyi anhyamadım.


BIRINGI - Fikirlerimi Salon'larda daha
açık anlatmışımdır. Bunlardan bilhassa umu­
miyetle güzelliğe dair parçayı okumanızı tav­
siye ederim . Şimdilik, ·söyleyin bakalım: Qui­
nault-Dufresne, Orosmane mıdır? Elbette hayır.
Ama bu rolde kim onun yerini tutmuştur ve
tutabilir? Yine Quinault- Dufresne, Prejuge a
la mode'd aki adam mıdır? Hayır. Bununla be­
raber bu rolü ne kadar gerçek oynuyordu!
iKiN Cl - Bu sözünüzden şu mana çıkıyor:
Büyük aktör ya her şeydir, ya da hiçbir şey
değildir.
BiRiN Cl - Belki hiçbir şey olmadığı
içindir ki, mükemmelen her şey olabiliyor.
Çünkü alacağı yabancı şekilleri bozacak ken­
dine has bir şekli yoktur.
O güzel ve faydalı aktörlük veya laik va­
ızlık sanatını icra edenler arasında, en çelebi
olanlardan biri, yüzü, sesi ve duruşu en uy­
gun bulunanlardan biri, yani Topal Şe�ta,-.'ın,
Gil Blas'ın, Bachelier de Salamanque'ın öz
kardeşi Montmesnil. 1]
. . •

l ] Louiıı-Andre Le!lllge, Montmenil lakabı ile tanın­


mış bir aktör olup (1695-17.43) Gil Blaı müellifinin büyük
oA-ludur.
AYKIRI DÜŞÜNCELER 59

iKiNCi - Bütün bu sevimli ailenin babası


o]an Le Sage'ın oğlu. . .
BiRiNCi - Pupille' de Ariste , Mürai' de
Mürai, Scapin' in dolapları'nda Mascarille ve
Farce de Pat/elin' de avukat veya M. Guil­
laume rollerini aynı muvaffakıyetle oynardı.
iKiNCi - Evet, gördüm.
BiRİNCi - Öyle ise, bu muhtelif çehrele­
rin onda nasıl birer birer şekillendiğini de
hayretle görmüşsünüzdür. Elbette bu, tabii
değildi, çünkü tabiat ona, yalnız kendi çehre·
sini h1tfetmişti; öbürlerini ise o, sanattan alı­
yordu.
Acaba yapmacık hassasiyet var mıdır ? Fa·
kat ister uydurma, ister doğuştan olsun, hassa·
siyetin her rolde yeri yoktur. Acaba Cimri'de,
Kumarbaz'da, Dalkavuk'ta, Somurtkan'da, bu
güne kadar edebiyatın tahayyül edebildiği en
az hassas ve en çok gayri ahlaki bir tip olan
Zoraki Hekim'de, Kibarlık bııdalası'nda, Has·
talık Has tası'nda, Boynuz Has tası 'nd a aktörün
büyüklüğünü yapan tabii veya sonradan edi·
nilmiş hassa nedir ki ? Neron, Mithridate,
Atree, Phocas, Sertorius ve birçokları gibi,
hassasiyetle rolün mahiyeti birbirine taban
tabana zıt olı:ı.n traiik veya komik karakterler
için de aynı şey sorulabilir. Bu hassa, bütün
60 AKTÖRLO'K HAKKINDA

mizaçları bilmek ve kopye etmekteki kolay­


lıktır. Bana inanınız da, bir tanesi bütün ha­
diseleri izaha kafi gelince, sebepleri artık ço­
ğaltmıyalım.
Bazen müellif, aktörden daha kuvvetli
duymuştur, Bazen de, belki ekseriya, aktör
müelliften daha kuvvetli tasavvur etmiştir.
Kendi piyeslerinden birinde Clairon'u dinleyen
Voltaire'in "bunu ben mi yazdım ?., diye hay­
kırması kadar hakikate yakın ne vardır ki ?
Acaba Clairon, rolü Voltaire'den daha mı iyi
kavramıştır ? Hiç olmazsa o anda Clairon'un
inşadederk en göz önünde tuttuğu ideal ör­
nek, Voltaire'in yazarken tasarladığı ideal
örnekten çok daha üstündü. O halde ;- ktrisin
meziyeti ne idi ? Büyük bir hayalet tasarlayıp
onu dahiyane bir surette kopye etmek kabi­
liyeti. O, kendisine pe k üstün bir varlığın
hareketini, davranışını, jestlerini ve bütün ifa­
desini taklit ediyordu. Clairon, Demosthenes'in
bir mersiyesini inşadederken Aiskhinos'un bir
türlü beceremediği şeyi, hayvan gibi böğür­
mesini beceriyordu. Ai� khinos, talebesine :
"Eğer bu size bu kadar tesir ederse, hayvan:n
böğürdüğünü duysaydınız ne yapardını7, si
audivisetis bestiam mu gien tem?,, derdi. O müt­
hiş hayvanı müell.f } aratmıştı, Claiı on da bö­
ğürtüyordu.
AYKJRI DOS{)NCELER 61

Bütün mizaçları, hatta en yırtıcılarını bile


yaşatmak kolaylığına hassasiyet deme: k, keli­
meyi hiç de yerinde kullanmamak olur. Hassa­
siyet, zamammıza kadar bu tabire verilen ye­
gane manaya göre, bence, diyaframın hare­
keti, muhayyilenin coşkunluğu, sinirlerin narin­
liği neticesi, uzuvların za'fiyeti ile birlikte gö­
rülen öyle bir istidattır ki, insanı, acımaya,
ürpermeğe, hayran olmağa, koı kmağa, heye­
canlanmağa, ağlamağa, bayılmağa, yardıma
koşmağa, kaçmağa, bağırmağa, ne yaptığını
bilmemeğe, her şeyi mübalağa etmeğe, hor
görmeğe, doğruya, iyiye ve güzele dair hiç­
bir vazıh fikir sahibi olmamağa, haksızlık et­
meğe ve çılgınlıklar yapmağa götürür. Hassas
ruhları çoğaltın, her çeşit iyi ve kötü hare­
ketleri, aşırı medhi ve zemleri de aynı nispette
çoğaltmış olursunuz.
Şairler 1 ince ruhlu, hulyalı ve hassas bir
millet için mi çalışıyorsunuz? O halde Racine'in
ahenkli, içli ve dokunaklı eleiilerinden dışarı
çıkmayın. Böyle bir millet Shakespeare'in ka­
saplıklarından kaçar. O zayıf ruhlar, şiddetli
sarsıntılara dayanamaz. Onlara fazla kuvvetti
hayaller göstermekten sakının. isterseniz :
Çocuk, öldürdüğü babasının kanına bulan­
mış da, elinde kesik başı, ücretini istiyor.
62 .AKTÖRLÜK HAKKINDA

deyin, ama ötesine de gitmeyin. Homeros ile


bir olup da onlara : "Nereye gidiyorsun ey
bahtsız ? Bilmez misin ki tanrılar, talihsiz ba­
baların evladını bana gönderir ? Annenin son
öpücüklerinden mahrum kalacaksın. Seni şim­
diden yere uzanmış, şimdiden yırtıcı kuşların,
cesedinin etrafında toplanarak, sevinçle kanat
çırpa çırpa, gözlerini oyduğunu görür gibiyim. ,,
derneğe kalkışacak olursanız, bizim hanımlar,
hep birden, " aman ne korkunç şey ! ,, diye
haykırarak başlarını çevirirler. Şayet bu sözleri
büyük bir aktör söyler ve yerinde bir inşat
ile manaya kuvvet verirse, hal çok daha feci
olur.
lKlNCl - Gabrielle de Vergy'ye 1] içinde
sevgilisinin kanlı yüreği bulunan bir kap gös­
terilmesi hakkında ne düşündüğünüzü öğren­
mek için sözünüzü keseceğim.
BlRlNCI - Cevabım şu : insan rabıtalı ol­
malı; böyle bir manzaraya isyan edince, Oidi­
pus'un oyulmuş gözlerle elaleme görünmesine
de tehammül etmemeli ve yarasının acısı ile kıv­
ranan ve ıstırabını boğuk feryatlarla belli eden
Philoktetes'i de sahneden koğmalı. Bana ka-
1] Gabrielle de Vergy, Belloy'nın be, perdelik
manıum bir trajedisi olup 1 770'de tabedilmfı ve ilk defa
12 temmuz 1777'de temıtr olunmuıtur,
AYKIRI DÜŞÜNCELER 63

lırsa eskiler, tragediayı bizden başka türlü an­


lamışlardı. Eskilerden maksadım, Yunanlılar,
Atinalılar, bize her vadide diğer milletlerin
henüz kabına varamadıkları örenkler bırakmış
olan o ince ruhlu millettir. Aiskhylos'lar, So­
phokles'ler, Euripides'ler, yalnız bir akşam ye­
meğ'İnin neşeli bavası içinde eriyip kaybolu­
veren küçük ve geçici intıbalar uyandırmak
maksadı ile mi yıllarca çırpınıp durmuşlardır ?
Onlar, insan ruhunu, bahtsızların akıbeti karşı­
sında, ta içten sarsmak istemişlerdir. Yalnız
hemşehrilerini eğlendirmek değil, onları daha
mükemmel birer insan haline ietirmek istemiş­
lerdir. Bunda haklı mı idiler? Yoksa haksız
mıydılar ? Bu maksatla, sahnede kan kokusunu
alıp da, baba katilinin peşine düşn Eumeni­
des'leri koşturup dururlardı. Fakat, ancak ço­
cukların hoşuna giden böyle kördöğüşlerine,
hançer hokkabazlıklarına hayran kalmayacak
kadar da, aklı selim sahibi idiler. Bence tragedia,
muayyen miktarda duraklara bölünmüş güzel
bir sahife tarihten başka bir şey değildir. Ahali
Sherif' 1) i beklemektedir. Sherif gelir ve kö-
1] l nıriltere'de her kontlukta kıraliyeti temıil eden
idare amiri. Burada Diderot, kendisinin bir trajedi taıla·
tına (1769) telmihte bulunuyor. Bu taslak, ilk defa olarak
Diderot külliyatının VllI. cildinde neşrolunmuotur.
AKTÖRLÜK HAKKINDA

yün muhtarını sorguya çeker. Ona mezhebini


değiştirmesini söyler. Fakat muhtar bunu red­
dedince, kendisini idama mahkum eder ve
zindana attırır. Muhtarın kızı gelir ve babasının
affını diler, Sherif, iğrenç bir şart koşarak, bu
istirhamı kabul eder gibi görünür. Muhtar yine
idam edilir. Köy halkı Sherif'in peşine düşer,
o da kaçar. Muhtarın kızını seven genç, herifi
haçerle yere serer ve bu şeni mutaasıp, halkın
lanetleri arasında geberir. İşte bir müellife,
büyük bir eser kaleme almak için, bundan
daha fazlasına lüzum yoktur. Kızın, kendisine
hayat veren bir adama neler borçlu olduğunu
öğrenmek için annesinin mezarına gidip sor­
ması, kendisinden istenen namus fedakarlığı
karşısında mütereddit davranması, böyle bir
tereddüt içinde. sevgilisini yanından uzak tut­
ması, aşkının ilhamlarına aldırış etmemesi,
zindandaki babasını görmek müsaadesini al­
ması, babasının kendisini sevgilisi ile birleştir.
mek istemesi ve kızın buna razı olmaması,
ırzını feda etmesi ve kendisi bu fedakarlığı
yaparken babasının idam idilmesi, sizin bu
zinadan ancak sevdi�i genç gelip de babasının
öldüğünü anlatması üzerine ye'se kapılan kızın
onu ku; tarmak için yaptığı fedakarlığı söyle­
yince h aberdar olmanız, Sherif'in ahaliden ka-
....YKlRI DÜŞÜNCELER tı 5

çarken onların bulunduğu yere gelmesi ve


delikanlı tarafından öldürülmesi, bütün bunlar,
böyle bir mevzuun bir kısım teferruatıdır,
iKiNCi - Bir kısım mı?
BiRiNCi - Evet, bir kısım. Kızla sevgilisi
muhtara kendisini kurtarmak tt klıfinde bulu·
namazlar mı ? Köy halkı, ihtiyara, Sherif ile
avanesini gebertmek istediklerini açamaz mı ?
Köyde müsamaha tar af tarı bir rahip bulunamaz
mı ? o ıstırap gününde delikanlı aşık, eli cebin·
de, seyirci mi kalacak ? Acaba bütün bu eşhas
arasında bazı münasebetler tasavvur edilemez
mi? Sonra bu münasebetlerden bazı şeyler çıkar·
tılamazmı? Acaba Sherif vaktiyle muhtarın kızını
sevmiş bulunamaz mı ? kendisini köyden koğan
baba ile aşkına hakaret eden kızına karşı
yüreği kinle dolup taşarak köye dönmüş ola­
maz mı ? insanda uzun uzun düşünmek sabrı
olduktan son· a, böyle en basit bir mevzudan
bile ne kadar mühim vakalar çıkarabilh ! insan
bir de belagat sahibi oldu mu, bütün bu vakaları
ne derin bir ıstırap havası içinde yaşatır!
Zaten beliğ olmıyan insan, tiyatro müellifi
olamaz. Zannedermisiniz ki yalnız belagat ile
kalırım da oyunu ihmal ederim? Bütün bu
sualler, bizzat oyunun cihazı içine yerleşecek.
5
66 AKTÜRI.ÜK HAKKINDA

Bırakın da yerimi istediğim gibi kullanayım ve


bu ihtilafa bir son verelim.
Ey meşhur Garrick, ey İngiliz Roscius'u 1] ,
sen benim şahidim ol. Sen ki bugün mevcut
bütün milletlerin rey birliği ile, tanıdıkları
aktörlerin en büyüğüsün, sen hakikati teslim
et. Sen bana demedin mi ki, her ne kadar için­
den duysan da , yaratacağın ihtiras veya ka­
rakter ne olursa olsun, benzemeğe çalıştığın
Homerosvari hayaletin azametine, düşünce yolu
ile yükselemediğin takdirde, oyunun kuvvetten
düşer? Sana kendi kendini örnek tutarak oy­
namadığını söylediğim zaman, ne cevap verdi­
ğini itiraf et. Bana demedin mi ki, bilhassa bun­
dan kaçınırsın ve daima, kendin olmıyan
hayali bir varlıkla göründüğün içindir ki, sah­
nede bu kadar harikulade olursun?
İKİNCi - Demek büyük aktörün ruhu,
bizim felsefenin mekanı doldurduğu o ne so­
ğuk, ne sıcak, ne ağır, ne hafif, her kalıba
girip de hiçbirinde kalmıyan rakik unsurdan
yaratılmıştır.
BiRiNCi Büyük aktör, ne piyano, ne
-

harp, ne org, ne keman, ne de viyolonseldir.


Kendine has hiçbir akordu yoktur, fakat işine
1) Romalı bir aktör (Milattan Önce 62-134) .
AYKIRI DÜŞÜNCELER 67

gelen akordu ve tonu alır ve her şeye uyma­


sını bilir. Büyük aktörün kabiliyetine saygım
vardır. Böylesi nadirdir, müellif kadar nadir
ve hatta ondan belki daha büyüktür.
Kendini cemiyet hayatına veren ve herke­
sin hoşuna gitmek gibi nankör bir k abiliyeti
olan kimse, hiçbir şey değildir ve böyle bir
adamın kendine ait, kendisini öbürlerinden
ayırdedecek, bazılarını hayran bırakıp bazıla­
rını da usandıracak hiçbir tarafı yoktur. Böy­
lesi, her zaman söz söyler ve daima güzel
söyler. Meslekten yetişme bir dalkavuk, mü.
kemmel bir musahip, büyük bir aktördür.
iKiNCi - Gözlerini dünyaya açtığı andan
itibaren harikulade bir kukla gibi oynamağa
alışmış usta bir dalkavuk, efendisinin elindeki
ipe uyrak her kalıba girer.
BiRiNCi - Büyük aktör de öyle harikul­
ade bir kukladır ki, ipi müellifin elindedir ve
müellif ona, her satırda, gireceği tam kalıbı
gösterir.
İKiNCi - Bunun içindir ki ne kadar
güzel, ne kadar cazip olursa olsun, yalnız bir
tek kalıba girebilen dalkavuk veya aktör, sa­
dece kötü bir kukladan başka bir şey olamaz.
BiRiNCi - Maksadım, sevdiğim ve say­
dığım bir mesleği zemmetmek değildir. Tabii
AKTÖRLÜK 1 1/\KKI ND,.

aktörlükten bahsediyorum. Düşünçelerimin


yanlış anlaşılarak, bu -m üstesna kabiliyette
ve gerçekten faydalı, gülünçlüğe ve ayıba
karşı bela kesilen, namus ve faziletin vaızı,
kötüleri ve sahtekarları cezalandırmak için
dehanın elinde değnek vazifesini gören insan­
ları hor gördüğüm manası çıkarılırsa, pek
müteessir olurum. Fakat bir de etrafınıza bakın,
göreceksiniz ki daima neşeli olan insanların,
ne büyük kusurları, ne de büyük meziyetleri
vardır ve umumiyetle şaklabanlar, hiçbir sağ­
lam prensipi olmıyan hafifmeşrep kimselerdir.
Bizim meclislerimizde dolaşan bazı kimselere
henziyen ve hiçbir şahsiyeti olmıyanlar, her
nevi şahsiyetin rolünü mükemmelen oynarlar.
Aktörün bir babası, bir annesi, bir karısı,
çocukları, kız ve erkek kardeşleri, tanıdıkları,
bir sevgilisi yok mudur? Şayet, mesleğinin
esaslı vasfı sanılan o canım hassasiyetten n�­
sibini almış olsaydı, bizim gibi, kah ruhu­
muzu kemiren, kah yüreğimizi parçalayan sa­
yısız mihnetler içinde bunalarak, bizi neşe­
lendirmeğe ayıracağı kaç günü kalırdı? Her
halde pek az. Kıralın mabeyinci başısı, iste­
diği kadar ağır bassın, aktör ona, ekseriya
"efendimiz, bugün gelecek halde değilimi"
ve yahut "ağlanacak Agamernnon'un tasaları
AYKIRI DÜŞÜNCELER 69

mı kaldı? Kendi kendime bana yeter" diyecek


vaziyette olurdu. Bununla beı aber hayatt a
hepimizin aynı nispette başına gelen v e bil­
hassa onların huzurla çalışabilmelerine mani
olacak gibi görünen dertlerin, kendilerini
işler inden alıkoyduğu pek görülmez.
Sahne dışında, meclislerde, şaklabanlık et­
medikleri zaman, kendilerini teı biyeli, müstehzi
ve soğuk, gösterişten hoşlanır, müsrif, men­
faat düşkünü, bizim dertlerimizle müteessir
olmaktan ziyade gülünç taraflarımıza dikkat
eder görürüm; acıklı bir hadise karşısında
veya dokunaklı bir macera anJatılıı ken umur­
samazlar; münzevi ve serseridirler, bi!yüklerin
emrindedirler; ahlaki kayıtlara pek aldırış
etmezler, dostları yoktur, bizi hir başkasının
derdi ve sevinci ile hemhaJ eden o kutsi ve
tatlı bağlılıkların hemen hemen hepsine biga­
nedirler. Sahne dışında aktörün güldüğünü
pek çok görmüşümdür, fakat bir tanesinin
bile ağladığına şahit olduğumu hatırlamıyo­
rum. O halde kendi kendilerine izafe ettikleri
ve herkesin onlarda bulunduğuna inandığı
hassasiyet nerede kaldı? Acaba bu hassasiyeti,
oyun tekrar başlayınca gidip a!mak üzere,
işleri bitince sahnede mi bırakıyorlar?
Kendilerini aktörlüğe sevk eden nedir?
70 AKTÖRLÜK HAKKINDA

İyi terbiyeden mahrumiyet, sefalet ve serserilik.


Tiyatroya, son çare olarak intisap edilir, yoksa
gönül dileye dileye değil. Hiçbir zaman fazilet
aşkı ile, cemiyete faydalı olmak, memleketine
veya ailesine hayrı dokunmak arzusu ile, vel­
hasıl dürüst bir adamı, coşkun bir kalbi, has­
sas bir ruhu bu kadar güzel bir mesleğe çe­
kebilecek her hangi temiz bir saik ile aktör
olunmaz.
Ben bile, gençliğimde Sorbonne ile Co­
medie arasında tereddüt edip durmuştum.
Kışın, en soğuk günlerde, Moliere ve Corneille'
den yüksek sesle parçalar okumak üzere,
Luxemburg bahçesinin tenha yollarında dola­
şırdım. Gayem ne idi? Alkışlanmak mı? Belki.
Pek sevimli bulduğum ve k')layca ele geçer
cinsten olduklarını bildiğim tiyatro kadınları
ile başbaşa yaşamak mı? Muhakkak. O za­
manlar henüz sahneye çıkan ve güzelliğin ta
kendisi olan Gaussin'in veya sahnede pek
cazip görünen Dangeville'in 1] hoşuna gitmek
için, bilmem yapamıyacağım bir şey var mı idi?
Derler ki aktörün şahsiyeti olmaz, çünkü
çeşit çeşit şahsiyetlerin rolünü yapa yapa, ta­
biatın kendisine vermiş olduğu şahsiyeti" kay-
1 ] Maric-Aııııc Botot, aktris (1714-1796) , 1730'da
tiyatroya intisap etti ve 1763'te sahııe hayatıııdaıı çekildi.
AYKIRI DÜŞÜNCELER 71

betler ve nasıl hekim, cerrah v e kasap, katı


yürekfi olursa, o da yapma ve eğreti bir
adam olup çıkar. Bence böyle diyenler, se­
bebi netice zannetmişlerdir. Bana kalırsa ak­
tör, hiçbir zaman kendine has bir şahsiyete
sahip olmadığı içindir ki, türlüsünün rolünü
oynayabilir.
iKiNCi - insan cellat olduğu içim zalim
olmaz, zalim olduğu için cellat olur.
BiRiNCi - Bu adamları ne kadar tetkik
edersem edeyim, küstahlık denebilecek bir
çalım ve bir de aralarında nifak ve kin do­
ğuran kıskançlıktan maada, kendilerini öteki
vatandaşlardan ayrıdedecek bir hususiyetle­
rini görmüş değilim. Bütün cemiyetler ara­
sında bunlarınki kadar umumun ve halkın
menfaatini bir takım manasız iddia ve ihtiras­
lar uğrunda her zaman ve açıkça feda edeni
yoktur desem , mübalağa etmiş olmam, Bunlar­
daki haset, müellifler arasında bile yoktur.
Bakınız ne kadar ileri gittim, ama doğrudur.
Bir müellif, diğer bir müellife ait bir piyesin
muvaffakıyet kazanmasını belki hoş görür,
fakat bir aktris, diğer bir aktrisin, her hangi
nufuzlu veya zegin bir hovardanın nazarı dik­
katini celbedecek kadar, alkışlanmasını asla
çekemez. Siz onları sahnede büyük görürsü-
AKTÖRLÜK HAKKıNDn.

nüz, çünkü onlarda asil bir ruh tevehhüm


edersiniz, ben ise onları cemiyyetıe aşağı
görürüm, çünkü kendilerinde böyle bir ruh­
tan eser yoktur. Ağızlarında Camille'in ve
ihtiyar Horace'ın sözleri ve edası vardır,
fakat ahlak bakımından daima birer Forsine
ve Sganarelle'dırler. Acaba bir insanın özü
hakkında hüküm verebilmek için, harikulade
bir surette inşadettiği eğreti sözlere mi, yoksa
yaptığı işlerin mahiyetine ve hayatının istika­
metine mi bakmalıyım?
iKiNCi - Fakat vaktiyle Moliere'ler Qui­
nault'ler, Montmenil'ler, bugün de Brizard'­
lar 1], Caillot'lar 2], büyük küçük herkesin mec­
lisinde saygı gören, sırrınızı ve kesenizi çekin­
meden itimat edebileceğiniz insanlardır. Öyle ki,
saraya mensup filan asilzade veya kilisemizin
filan muhterem rahibinden ziyade bunların
yanında karınızın namusunu ve kızınızın isme­
tini emniyette sayarsınız.
BiRiNCi - Bu medih, mübalağalı değildir.
Asıl beni müteessir eden şey, gerek vaktiyle,
gerek zamanımızda böyle bir medhe layık
pek az aktörün adı geçmesidir. Benim canımı
1] Asıl adı Jeen-Beptiste Britard olup Brizard ismi
ile tenıomıı bir sektördür ( 1 721-1791).
2] Joseph Ceillot, aktör (1732-18 16).
AYKIRI DÜŞÜNCELER 73

sıkan şey, diğer birçok meziyetlerin değerli


ve bereketli kaynağı olan bir meziyde haliyle
sahip olanlar arasında, kibar adam denebilecek
bir aktör ve namuslu kadın denebilecek bir
aktrisin adeta yok denecek kadar az olma­
sıdır.
Bundan şu neticeleri çıkarabiliriz ki, has­
sasiyetin bunlardv hususi bir imtiyaz olması
yanlıştır. Sahnede oldLğu gibi hayatta da,
kendilerine hakim olduğu söylenen hassasiyet,
şayet bundan nasipleri olmuşsa, ne şahsiyet­
lerinin temelini, ne de muvaffakıyetlerinin se­
bebini teşkil eder. Hassasiyetin kendilerine,
cemiyetin şu veya bu sınıfından ne daha az,
ne de daha fazla taalluku vardır. Büyük ak­
törlere pek tesadüf edilmemesinin sebebi, ana
babaların çocuklarını aktör yapmamaları,
gençlikte başlıyan bir terbiye ile bu mesleğe
hazırlanılmaması, bir tiyatro heyetinin, öğren­
mek, eğlenmek ve huylarını düzeltmek için
toplanmış olan insanlara söz söylemek işine
ehemmiyet veren ve, bu işi şerefli bir iş te­
lakki ederek, layık olduğu şekilde mükafat­
landıran bir memlekette olması icabetti­
ği gibi, diğer bütün teşekküller kabilinden,
bütün yüksek cemiyete mensup ailelerden
olup da memuriyette, sarayda ve kilisede olduğu
AKTÖRLÜK HAKKINDA

gibi, istekle, gönülleri dileye dileye ve tabii


vasilerinin rızası ile sahneye intisap etmiş ua­
surlardan mürekkep bir teşekkül olmamasıdır.
iKiNCi - Bence zamanımızdaki aktör­
lerin bu bayağılığı, daha eski aktörlerin ken­
dilerine bıraktığı kötü bir mirastır.
BiRiNCi - Ben de öyle sanıyorum.
iKiN CI - Tiyatro her şeye dair daha
doğru fikirlere sahip olduğumuz şu devirde
doğmuş olsaydı, belki . . . Ama beni dinledi­
ğiniz yok ki. Böyle nereye daldınız ?
BiRiNCi - Zihnim hep o fikre takıldı
kaldı. Aktörler efendi takımından ve meslek­
leri de itibarlı bir meslek olsaydı, tiyatronun
zevk ve ahlaka yapacağı tesiri düşünüyorum.
Hangi müe!Jif, böyle kibar insanlara, elalemin
önünde boş veya kaba sözler söyletmeğe,
aşağı yukarı bizim karılarımız kadar ırz ehli
kadınlara, bir sürü seyircinin karşısında, evle­
rinin mahremiyetinde bile duydukları zaman
yüzlerini kızartacak arsızca laflar ettirmeğe
cesaret edebilirdi ? Böylece, bizim tiyatro mü­
ellifleri, tasavvur edemedikleri derecede uzak
bulundukları bir safiyete, bir nezaket ve za­
rafete erişmiş olurlardı. Bunun milli ruh ve
zihniyete tesir edeceğinden şüpheniz var mı ?
İKiNCi - Size, belki, eski veya yeni, si-
AYKIRI DÜŞÜNCELER 75

zin o efendi takımından aktörlerinizin reper­


tuvarlarından çıkarıp atacakları piyesler, bil­
hassa cemiyette oynadığımız oyunlardır, diye
itirazda bulunacaklar çıkacaktır.
BiRiNCİ - Demek hemşehrilerimizin en
bayağı bir soytarılığa düşmelerinin hiçbir ehem­
miyeti yok, öyle mi ? Acaba aktörlerimizin
en namuslu ve çelebi birer vatandaş seviye­
sine yükselmeleri, daha az mı faydalı, daha
az mı temenniye layıktır.
iKiNCi - Böyle bir istihale kolay değil.
BiRiNCi - Bizim Le Pere de Famille l] 'yi
oynattığım zaman, polis amiri 2] beni bu yolda
yürümeğe teşvik etmişti.
İKİNCİ - Peki niçin böyle yapmadınız ?
BiRiNCi - Ümit ettiğim muvaffakıyeti
kazanamadığım ve daha iyisini yapmak hul­
yasına da kapılmadığım için, kendimde kafi
istidat görmediğim bir meslekten tiksiniverdim.
iKiNCi - Saat dört buçuktan evvel ti­
yatro salonunu tıklım tıklım dolduran ve ak­
törlerin bin ecu'ye ihtiyaçları olduğu zaman
programa koydukları bu piyes, niçin başlan­
gıçta biraz soğuk karşılanmıştı ?

l] Diderot'un beş perdelik menıur bir komedisi.


2] M. de Sartine.
AKTÖRLÜK HAKKINDA

B1R1NC1 - Bazıları, bizim huy ve adet­


lerimizin, bu kadar basit bir tarzdan hoşlan­
mıyacak kadar sun'i, böyle uslu ve aklı ba­
şında bir oyundan zevk alamıyacak kadar
bozuk olduğunu söylüyorlardı.
IKINC1 - Doğrusu, pek yabana atılacak
bir fikir değil.
BiRiNCi - Fakat tecrübe, bunun doğru
olmadığını gösterdi. Çünkü o zaman ne isek,
bugün de oyuz, daha iyi olmuş değiliz. Esa­
sen hakikate uygun ve efendice olan şeyin
üzerimizdeki hükmü o kadar kuvvetlidir ki,
bir müellifin eseri bu iki vasfı ihtiva eder ve
müellifin kendisi de dehadan nasibedar olursa,
muvaffakıyet elde birdir. insan, bilhassa her
şey yalan dolan olunca, hakikiyi sever; her şey
fesat içinde olduğu zamandır ki, tiyatro en te­
miz şeklini alır. Tiyatronun kapısına gelen
vatandaş, bütün kusurlarını, çıkarken tekrar
alıp gitmek üzere, orada bırakır. O artık ti­
yatro salonunda adil, bitaraf, iyi bir baba, iyi
bir dost, fazilet aşıkıdır. Tiyatroda, yanı ba­
şımda, şayet müellifin o kin bağladıkları şahsı
yerleştirdiği hal ve şartlar içinde bulunmuş
olsalardı, bizzat yapmaktan çekinmiyecekleri
hareketlere karşı can ve gönülden köpüren
nice kötü kişiler görmüşümdür. Piyesim baş-
AYKIRI DÜSÜNCHEh 77

langıçta muvaffakıyet kazanmamışsa, sebebi


bu çeşit oyunların gerek seyircilere, gerek
aktörlere yabancı gelmesi idi. Bundan başka,
ağlamıkh komedi denilen şey aleyhinde öte­
den beri teessüs etmiş ve hala sürüp giden
bir peşin hükümle karşılaşmıştım. Sonra, gerek
sarayda, gerek şehirde memurlar, ruhaniler
ve edibler arasında bir sürü düşmanım vardı.
iKiNCi - Nasıl oldu da bu kadar kine
maruz kaldınız ?
BiRiNCi - Vallahi bilmem. Çünkü ne
büyükleri, ne de küçükleri hicvelmişimdir; ne
servet, ne de şeref yolunda kimsenin önüne
çıkmışımdır. Mamafih filozof dedikleri ve o
zamanlar tehlikeli birer vatandaş saydıkları
insanlar arasında bulunuyordum ve nazır, fazi­
letsiz, nursuz, ve daha beteri, istidatsız ve ka­
biliyetsiz iki üç cani yamağını bizlere musallat
etmişti. Ne ise geçelim.
iKiNCi - Bu filozofların, şairler ve
umumiyetle cdiblerin işini pek zorlaştırmış
olmaları da caba. Artık meşhur olmak için,
bir madrigal veya açık saçık bir kıta kıvırı­
vermek kafi gelmemeğe başlamıştı.
BİRiNCi - Olabilir. Genç haylazın biri,
rassamın, heykeltıraşın ve kendisini evlatlık
edinen sanatkarın atölyesine can ve gönülden
78 AKTÖRLÜK HAKKINDA

devam edeceği yerde, hayatının en kıymetli


senelerini boşuna harcadı ve yirmi yaşında,
parasız ve hünersiz, ortada kalıverdi. Bu adam
ne yapsın ? Ya asker olacak, yahut aktör.
Tuttu, bir taşra kumpanyasına girdi. Şimdilik,
payitahtta bir iş buluncaya kadar, şurada bu­
rada dolaşıp duruyor. Bahtsız bir mahluk,
sefahetin çirkefinde yuvarlan p gidiyordu. Bu
iğrenç hayattan, bu adi orospuluktan bıkıp
usanarak, birkaç rol ezberledi ve bir sabah,
Edile 1] veya Preteur'ün 2] huzuruna çıkan
köle gibi, Clairon'un evine gitti. Clairon, ka­
dını elinden tuttu, şöyle fırıldak gibi döndürdü,
değneği ile dokundu ve : " Git de salakları
güldür veya a�fat 1 ,, dedi.
Bur:lar adeta aforoz edilmiştir. Seyirciler
ise, hem onlardan vezgeçemez, hem de kendi­
lerini hor görür. Bunlar öyle kölelerdir ki da­
ima bir başka kölenin sopası altında bulunur­
lar. Sanır mısınız ki böyle devamlı bir bayağı­
laşmanın tesiri olmaz ve böyle bir adiliğin
yükü altında ruh, Corneille'in seviyesine yük­
selmek metanetini muhafaza eder ?
[l] A bide ve biaaların teftişi, umumi oyunların mu­

rakabesi, şenlik ve bayra mların, iaşe işlerioio tanzimi ve


Romanın i nzıbat ve asayişini temin etmekle mükellef
idare amirleri.
[2] Roma hakimleri.
AYKIRI DÜŞÜNCELER i l)

Bunlar. maruz kaldıkları istibdadı müellif­


lere tatbik ederler. Küstah aktör mü. yoksa
kendisine tahammül eden müellif mi daha
bayağıdır. artık bilemem.
IKINGI - Müel!if. piyesinin oynanmasını
ister.
BiRiNCi - Hem ne bahasına olursa ol­
sun. Bunların hepsi de mesleğinden usanç ge­
tirmiştir. Siz sadece kapıda paranızı verin.
onlarca içeri girmenizin ve alkışlamanızın zerre
kadar kıymeti yoktur. Localardan kafi derecede
para çıkardıkları için. az kalsın, müellif telif
hakkından vazgeçmediği takdirde piyesini ka·
bul etmemek kararını vereceklerdi.
iKiNCi - Ama böyle bir karar. tiyatro
nev'ini kökünden kurutmaz mı ?
BiRiNCi - Bundan onlara ne ?
iKiNCi - Söyleyecejiniz pek az şey kaldı.
sanıyorum.
BlRlNCI - Aldanıyorsunuz. Sizi elinizden
tutup Clairon'a, bu emsalsiz sihirbazın evine
götürmeliyim.
iKiNCi - Hiç olmazsa bu kadın. mesleği
ve sanatı ile iftihar ediyor.
BiRiNCi - Evet, muvaffakiyete ve kemale
erişen bütün meslektaşları gibi. Aktörler ara­
sında tiyatroyu hor görenler, sahneden ıslıkla
80 AKTÖRLÜK HAKKINDA

koğulanlardır. Size Clairon'un sahiden hiddet­


lendiği zaman na<>ıl buhranlar geçirdiğini gös­
termeliyim. Şayet bu gibi hallerde, bütün ta­
sannu ve bütün tumtırakı ile, tiycıtroya has
duruşunu, söz söyleyişini ve hareketini muha­
faza ederse, ellerinizi böğrünüze götürüp katıla
katıla gölmekten kendinizi nasıl alıkoyarsınız?
Hakıki hasasiyetle tiyatrodaki hasasiyetin ayrı
ayrı şeyler olduğunu açıkça söylemez misiniz ?
Tiyatroda hayran olduğunuz şeye, şimdi güler­
siniz. Neden aceba efendim? Çünkü Clairon'un
sahici hiddeti, yapma hiddete benzer ve siz de
bu ihtirasın maskesi ile aslını birbirinden gü­
zelce ayırdedersiniz. O halde tiyatrodaki ih­
tiras tasvirleri, sahici tasvirler değil, ancak
mübaleğalı porterler, itibari kayıtlara tabi bü­
yük karikatürleridir. Şimdi kendi kendinizi bir
sorguya çekin ve şunları sorun : Hangi sanat­
kar harfi harfine bu kayıtlara uyar? Hangi ak­
tör, böyle tenbihli hir şatafatı daha iyi kavrar?
Şahsiyetsiz olarak doğmuş olanı mı? Yoksa
daha büyüğünü, daha asilini, daha şiddetlisini,
daha yükseğini benimsemek üzere, kendi şah­
siyetinden sıyrılabileni mi ? insan, duğuştan
kendisidir, taklitle başkası olur: Bizde varlığını
tasarladığımız ruh, kendi ruhumuz değidir. O
halde hakiki istidat ve kabiliyet nedir? Eğreti
AYKIRI DÜŞÜNCELER 81

olarak benimsenen ruhun görünüşlerini iyice


bilmek bizi dinleyen ve \,!"Örenlerin duygusuna
hitab etmek ve bu görünüşleri taklit ederek on
lan aldatmaktır. Ama öyle bir taklit ki, her şeyi
kafalarında büyültsün ve muhakemelerinin kai­
desi olsun. Zira içimizde olup bitenleri başka
türlü kavramanın onlarca imkanı yoktur. Ha­
kikaten, biz farkına varmadıktan sonra, onlar
ister duysunlar, ister duymasınlar, bunun ne
ehemmiyeti olur?
O halde en mükemmel şekil ile tasavvur
ettiği ideal bir örneğe göre, bu görünüşleri
en iyi kavrayıp en iyi belirten kimse, en bü­
yük ahtördür.
iKiNCi - Büyük aktöre en az tahayyül
payı bırakan kimse de, en t.üyük tiyatro mü­
ellifidir.
BiRiNCi - Ben de onu söyleyecektim.
Köklü bir tiyatro itiyadı ile insan, havatta da
tiyatro şatafatını muhafaza eder ve herkesin
karşısına Brutus, Cinna, Mithridate, Corn elie,
Merope, Pom�ee edası ile çıkarsa, ne olur,
bilir misiniz? Büyük veya küçük, tabiatın ya­
rattığı belli çapta bir ruha, bizim olmayan
aşırı ve devasa bir ruhun görünüşlerini ekle­
mek olur ve neticede biz gülünç düşeriz.
iKiNCi - Bütün bunlar, masumca veya
6
82 AKTÖRLÜK HAKKINDA

şeytanetle, aktör ve müelliflere yöneltilmiş ne


keskin bir hiciv 1
BiRiNCi "- Bu da ne demek ?
lKlNCl - Bana kalırsa herkes, kudretli
ve büyük bir ruha sahip olabilir ve bence
herkeste kendi ruhunun tavrı, sözü ve hare­
keti bulunabilir. Zannımca sahici büyüklüğün
görünüşü, hiçbir zaman gülünç olamaz.
BlRlNCl - Peki, bundan ne netice çıkızor?
lKINCl - Ah hain. Onu kendiniz çıkar­
mağa cesaret edemiyorsunuz da , sizin yerinize
herkesin beni ayıplamasını istiyorsunuz. Pek­
ala. Netice şu ki, hakiki trajedianın ne olduğu
henüz anlaşılmamıştır ve eskiler ona belki
bizden çok daha yakındılar.
BiRiNCi - Doğrusu, Phi!oktetes'in, UJ­
ysse'e uyarak çaldığı Herakles'in oklarını ken.
disine iade eden Neoptolemos'a büyük bir
sadelik ve şiddetle şu sözleri söylemesine
bayılırım: «Yaptığın işi gördün mü? Farkına
varmadan bir zavaliıyı ıstirap ve açlıktan mah­
volmağa mahkum ettin. Yaptığın hırsızlık bir
başkasının suçudur, halbuki şimdi, kendin piş­
mansın. Hayrı·, yalnız olsaydın böyle bir alçak­
lık yapmak akime gelmezdi. Düşün, çocuğum,
düşün de, sen yaşta, yalnız namuslu insanlarla
düşüp kalkmanın ne kadar lüzumlu olduğunu
anla. İşte bir haydutla arkadaşlık etmenin
AYKIRI DUŞÖNCELEit

neye mal olduğunu gördün. Niçin bu tıynette


bir herifle dostluk edersin? Babanın sana ar­
kadaş ve dost diye seçtiği adam, o mudur?
Yanına ordunun en seçkin mensuplarından
başkasını sokmayan o muhterem baba, seni
Ulysse ile birlikte görseydi ne derdi?» Bu
sözlerde sizin benim oğluma, benim de sizin
oğlunuza söyliyeceklerimizden başka bir şey
var mı?
iKiNCİ - Hayır.
BIKINCI - Fakat ne kadar güzel.
IKtNCl - Şüphesiz.
BİRiNCİ - Sahnede söylenen bu sözler
cemiyyette, aramızda bambaşka bir eda ile
mi söylenir?
iKiNCi - Hayır, zannetmem.
BiRiNCi - Peki, böyle bir eda, cemi­
yette, aramızda gülünç olur mu?
iKiNCi - Katiyen.
BiRiCi - Vakalar ne kadar kuvvetli ve
sözler ne kadar sade olursa, o kadar hoşuma
gider. Korkarım ki, bir asır müddetle, Madrid
tafrafuruşluğunu Roma kahramanlığı zannet­
miş ve tragedia perisinin edasını, destan peri­
sinin dili ile karıştırmışız.
IKlNCli - Bizim Alexandrin 1] veznimiz,
konuşma için dili fazla uzun ve fazla kibardır.
AKTÖRLÜK HAKKINDA

BiRiNCi - On hecelik veznimiz de, fazla


boş, fazla hafif. Ne olursa olsun isterdim ki,
Corneille'in roma mevzulu piyeslerinden biri­
nin temsiline, ancak Cicero'nun Atticus'a yaz­
dığı mektupları okuduktan sonra gidesiniz.
Bizim tiyatro müellifleri nekadar tumtıraklıdır,
bilmezsiniz. Regulus'un, Roma senatosunu ve
milletini esirlerin mübadelesi fikrinden caydır­
mak için söylediği nutkun sadeliğini ve kuv­
vetini hatırladıkça, bizimkilerin şatafatı beni
tiksindiriyor. Bakınız, bir ode 2] ında, yani
tragedia monoloğundan ziyade hararete, coş­
kunluğa ve mübaleğaya elverişli olan bir
manzumede neler söylüyor : "Bayraklarımızı
Kartaca mabetlerinde asılmış gördüm. Roma
askerini, bir damlacık kana bile bulanmamış
olan silahları elinden alınmış gördüm. Hür­
riyetin unutulduğunu, vatandaşların kolları
arkalarına bükülüp bağlandığını gördüm. Şe­
hirlerin kapılarını artlarına kadar açık, altını
üstüne getirdiğimiz tarlaları ekinle örtülü
gördüm. Fidyeleri verilince, onlar daha cesur
olarak mı dönecekler sanıyorsunuz ? Halbuki

1] On iki hecelik bir vezin.


2) Eskilerin bestelenmek için yazdıkları manzume­
ler. Bugün İse, müşabih kıtalardan mürekkep kısa ve lirik
manzumelere od:J denmektedir.
.AYKIRI DÜŞÜNCELER 85

bayalığa, üstelik bir de para vereceksiniz.


Fazilet, adileşmiş bir ruhtan koğuldu mu, bir
daha geri dönemez. Öleceğine gidip elini
kolunu b�ğ'latandan artık hayır gelmez. Ey
Kartaca 1 Bizim bu utancımızdan nekadar
mağrur, ne kadar azametlisin 1.. . ,,
işte sözü b u oldu. N e yaptığına gelince,
karısının ve çocuklarının kendisine sarılıp öp­
mesini istemedi, sanki adi bir köleymiş gibi,
kendini buna layık görmüyordu. Senatörlere,
yalnız kendisinin yapabileceği bir nasihati ka­
bul ettirip de menfasım döneceği ana kadar,
küskün bakışlarını yerden kaldırmadı ve dost­
larının göz yaşlarına aldırış etmedi.
İKiNCi - Ne kadar sade ve güzel. Fakat
asıl kahramanlık, sonradan kendini gösteriyorA
BiRiNCi - Hakkınız var.
iKiNCi - Yırtıcı bir düşmanın kendisine
işkenceler hazırladığını bilmiyor değildi. Bu­
nunla beraber, tekrar huzur ve sükuna kavu­
şuyor ve eskiden, yorgunluk çıkarmak için,
Venafre'deki tarlalara veya Tarento'daki say­
fiyeye gitmek niyetiyle nasıl bir sürü adamın­
dan kolayca yakayı kurtarabilirdi ise, dönü­
şünü geciktirmek isteyen yakınlanndan da
öylece sıyrılıyor.
86 AKTÖRLÜK HAKKINDA

BiRiNCi - Çok güzel, şimdi elinizi vic­


danınıza koyun da söyleyin : Bizim şairlerimi­
zin eserlerinde bu kadar yüksek, bu kadar
candan bir fazilete uygun edada kaç parça
gördünüz ? Regulus gibi bir adamın ağzında,
bizim o ağlamıkh ah ve vahlarımızla Corne­
ille-vari farfaralıklarımız, sizde nasıl bir tesir
bırakır ?
Bütün bunları yalnız size açmağa cesare­
tim var. Benim böyle bir günaha girdiğimi
bilseler, sokakta param parça ederler. Benim
ise, hiç de şehit olmağa niyetim yok.
Bir gün gelir de, dahi bir müellif, eşhasa
ilk çağ kahramanlığının o sade edasını ver­
meğe cesaret ederse, aktörlük sanatı çok
güçleşecektir ; zira inşat, artık bir nevi ilahi
olmaktan çıkacaktır.
Zaten ben de hassasiyet için, iyi kalpli­
liğin ve hemen hemen dehadan mahrumiyetin
bariz vasfıdır dediğim zaman, öyle pek alelade
olmıyan bir itirafta bulunmuş oldum. Zira
tabiat hassas bir ruh yaratmışsa, o da be­
nimkidir.
Hassas adam, büyük bir kıra}, büyük bir
dev:et adamı, adil bir insan, derin bir müşa­
hit ve dolayısiyle tabiatın kudretli bir mukal­
lidi olamıyacak kadar kendini diyaframının
hassasiyetine bırakmıştır. Meğer ki kendini
A YKJRI DÜŞÜNCELER 87

unutup ve kendinden sıyrılıp da, kuvvetli bir


muhayyilenin yardımı ile, kendi kendini yarat­
mış ve dikkatini, metin bir hafıza ile, örnek
edindiği hayaletler üzerinde tesbit etmiş olsun.
Fakat o zaman da ortada olan, kendisi değil­
dir ; ona hükmeden, bir başkasının ruh ve
zihniyetidir.
Burada sözü kesmem lazım, ama atlamak­
tansa yersiz bir mülahazada bulunmamı mazur
göreceğinizi ümid ederim. Bu, sahneye yeni
çıkan bir aktör ve aktrisin istidat ve kabili­
yeti hakkında düşüncenizi bildirmek üzere,
evlerinde yapılan küçük bir toplantıya çağrıl­
dığınız zaman, her halde sizin de başınızdan
geçmiş bir tecrübedir. Bu gibi hallerde, o
kadıncağızda ruh, hassasiyet ve heyecan bu­
lursunuz, kendisini sitayişlere ve iltifatlara
boğarsınız ve evden çıkarken onda en büyük
muvaffakiyetlerin ümidini uyandırırsınız. Ama
ne olur ? Kadın sahneye çıkar ve ıslıkla kar­
şılanır, siz de bu ıslıkların pek haksız olma­
dığını kendi kendinize itiraf edersiniz. Bu
nereden geliyor ? Acaba kadıncağız, bir gün
içinde mi, ruhunu, hassasiyetini ve heyecanını
kaybetti ? Hayır. Yalnız, kadıncağızın evinde
kendisiyle teklifsizdiniz, sözlerini, teklifsizce
dinliyordunuz, o sizin karşınızda idi ve iki­
nizin arasında, mukayeseye yarıyacak hiç bir
88 AKTÖRLÜK HAKKINDA

örnek bulunmuyordu. Sesini, tavrını, ifadesini,


duruşunu beğeniyordunuz : Her şey, toplantıda
bulunanların sayısı ve toplantı yeri ile müte­
nasipti, mübaleğaya ihtiyaç hissettirecek hiç
bir şey yoktu. Halbuki sahnede her şey de­
ğişti. Orada her şey büyüdüğü için, bambaşka
bir şahsiyete ihtiyaç vardı.
Seyirci ile aktörün hemen hemen aynı
ölçüde, aynı seviyede bulunduğu hususi bir
tiyatroda, bir salonda hakiki piyes şahsiyeti,
size muazzam ve devasa gelir ve temsilin
sonunda dostunuza gizlice "bu kadın muvaf­
fak olamıyacak; pek ölçüsüz, pek aşırı I>
dersiniz. Ama kadın tiyatroda muvaffak
olunca da, şaşınr kalırsınız. Yine tekrar
ediyorum, ister iyi, ister kötü sayın, aktör
sahnenin dışında, tıpkı sahnede yaptığı gibi
söz söylemez, hareket etmez. Orası bambaşka
bir alemdir.
Fakat, ince ve orijinal fikirli, gerçek bir
adam olan rahip Galiani 1 ] bana öyle esaslı

1] Ferdinand Galiani, Napoli'li bir edip ve iktisatçı


olup (1728-1786) bir çok manzumeler, hikayeler, ilh.
yazmıştır. Pariıı"te bulunduğu sırada (1760-1769) salon ·
lara devam etmiş ve ölümüne kadar, Paris'teki dostla­
riyle ve bilhdssa Mme d'Epinay ile muntazaman mektup­
laşmı9hr.
AYKIRI DÜŞÜNCELER 89

bir hadiseden bahsetti ki, bunu yine ince ve


orijinal fikirli, gerçek bir adam olan Napoli
kırallığmın Paris'teki sefiri Marki de Caraccio­
li'den 1] de dinledim. Bu zatların anlattığına
göre, her ikisinin de memleketi olan Napoli'de
başlıca endişesi, piyesini yazmaktan ibaret
olmıyan bir tiyatro muharriri varmış.
iKiNCi Sizin piyesiniz Le Pere de Fa­
-

mille de orada ziyadesiyle muvaffak oldu.


BiRiNCi - Her gün bir başka piyes oy­
natılması hakkındaki saray adetlerine rağmen,
kıralın huzurunda arka arkaya dört kere oy­
nandı ve seyirciler pek haz ettiler. Ama bi­
zim Napolili muharririn endişesi, rollerine
uygun yaştan, çehreden, sesten ve karakter­
den şahısları cemiyetten bulup çıkarmaktır.
Kimse bunu reddetmeğe kalkışmaz, çünkü
hükümdarın eğlencesi mevzubahstir. Muharrir,
aktörlerini, hep birlikte ve . ayrı ayrı, eli al­
tında çalıştırır. Temsil heyetinin ne zaman
oynamağa, birbirini anlamağa ve muharririn
istediği kemal derecesine doğru yükselmeğe
başladığını tahmin edersiniz ? Aktörler, bu
sayısız provaların yorgunluğu altında bitkin
1] Napolili devlet adamı ve iktisatçı ( 1715- 1789).
Fransa'da Diderot ve arkadaşları ile taıııtmış ve dost
olmuştur,
')() AKTÖRLÜK HAKKINDA

bir hale gelince, yani bizim tabirimizle, bık­


kınlık başlayınca. O andan itibaren, hayret
verici terakkiler elde edilir, her aktör rolünün
kalıbına girer, bu zahmetli şalışmadan sonra
temsiller başlar ve altı ay müddetle devam
eder. Hükümdar ve tebeası, tiyatrodan alına­
bilecek en büyük zevki tatmış olurlar. Sonuncu
temsilde de birincisindeki kadar kuvvetli ve
mükemmel olan böyle bir oyun, sizce, hassa­
siyetin eseri olabilir mi ?
Zaten, inceden inceye tetkik ettiğim bu
mesele, vaktiyle Remond de Saint-Albine 1]
adında kötü bir muharrirle Riccoboni 2] is­
minde büyük bir aktör arasında da müna­
kaşaya sebebolmuştu. Muharrir, hassasiyeti
müdafaa ediyordu, aktör ise benim noktai
nazarımı. Bu hadiseyi evvelce bilmiyordum,
yeni öğrendim.
Söyliyeceğimi söyledim, siz de beni din­
lediniz. Şimdi size bu hususta neler düşündü­
şünüzü soruyorum.
1] Fransız ediplerinden (1699-1778). Berlin akade­
misi azasından ve Europe Savante (1718) , Gazette de
France (1731) ve Mercure muharrirlerinden idi. Bilhassa
Comedien adlı eseri ile tanınmıştır.
2] Louis Riccoboni, aktör ve muharrir (1674-1753);
Pensee3 sur la declamation (1738), De la Reforme du
Theatre (1 743) gibi tiyatroya dair eserler yazmıştır,
AYKIRI DÜŞÜNCELER 91

iKiNCi Zannediyorum ki bu kibirli, inat­


-

çı, sert ve kuru, cömert tabiatın kendisine lü­


zumundan fazla bahşetmiş olduğu böbürlen­
mek huyunun yalnız dörtte birini elde tutsaydı
yine herkesi makul bir nisbette hor görebile­
cek olan bu adamcağız, siz kendisine delilleri­
nizi anlatmak hitfunda bulunsaydınız, o da sizi
dinlemek sabrını gösterseydi, elbette hükmün­
de bir az daha ihtiyatlı davranırdı. Fakat fe­
laket şu ki, adamcağız her şeyi biliyor ve,
alimi kül sıfatı ile, başkalarını dinlemek külfe­
tinden kendini müstağni sayıyor.
BiRiNCi Hoş zaten halk da kendisine
-

aynı muameleyi yapıyor ya, Madam Riccobo­


ni 1] yi tanır mısınız ?
iKiNCi - Cazip, parlak, düzgün, ince ve
zarif birçok eserlerin muharriri olan bu kadını
kim tanımaz ki.
BiRiNCi Bu kadının hassas olduğunu
-

zannediyor musunuz ?
iKiNCi -Yalnız eseri ile değil, hayatı
ile de ne kadar hassas olduğunu ispat etmiş­
tir. Mazisinde geçen bir hadise, az kalsın, ken-
1} Orta derecede bir aktris olup 176l'de tiyatro­
dan çekilmiştir (1714-1792). Birçok romanlar yazmış olan
hu kadın, Loııis Riccoboni'nin o�-lu ile evlenmişti.
92 AKTÖRLÜK HAKKINDA

disini mezara götürüyordu. Aradan yirmi sene


geçtiğ halde, göz yaşları henüz dinmemiş ve
o yaşların kaynağı henüz kurumamıştır.
BiRiNCi - Pek güzel ama, tabiatın yara­
tabileceği en hassas kadınlardan biri olan bu
kadın, sahnede görülmüş en kötü aktrisler­
den biri idi. Hiç kimse, ne ondan daha iyi
sanattan bahseder, ne de ondan daha kötü
oynar.
iKiNCi - Şunu da ilave edinizi ki, ken­
disi de bunu kabul ediyor. Esasen maruz kal­
dığı ıslıkları haksız bulduğu hiç görülmemiştir.
BIBINCI - Peki, sizce aktörlüğün en
esaslı vasfı olan böyle güzel bir hassasiyete
sahip olduğu halde, niçin Riccoboni bu ka­
dar kötü oynuyordu.
iKiNCi - Her halde öteki vasıflardan o
derece mahrum olacak ki, hassasiyet bu açığı
bir türlü kapatamıyordu.
BiRiNCi - Ama kadıncağız, hiç de çir­
kin değildi ; zekası da vardı, duruşu, oturuşu
pek ala idi, sesinin hoşa gitmeyen bir tarafı
da yoktu. Pek ala yüzüne bakılıyordu ve söz­
leri zevkle dinleniyordu.
iKiNCi - Ben de zaten bir türlü işin
içinden çıkamıyorum ya. Bildiğim bir şey var-
AYKIRI DÜSÜNCEU:R 93

sa, o da şu : Halk hiçbir zaman kendisini tut·


madı ve kadıncağız, yirmi sene müddetle,
mesleğinin kurbanı oldu.
BiRiNCi - Mesleğinin değil, hassasiyeti­
nin kurbanı oldu. Çünkü hiçbir zaman hassa­
siyetinin üstüne çıkamadı. Sahnede daima ken·
di kendisi kaldığı için, halk da mütemadiyen
onu hor gördü.
iKiNCi - Peki ama, siz Caillot'yu tanır­
sınız değil mi ?
BiRiNCi - Pek iyi tanırım.
iKiNCi - Onunla bu meseleye dair gö­
rüştünüz mü ?
BiRiNCi - Hayır.
iKiNCi - Sizin yerinizde olsaydım, bu
husustaki fikrini merak ederdim.
BiRiNCi - Ne düşündüğünü biliyorum.
iKiNCi - Ya. Neymiş ?
BiRiNCi - O da, tıpkı sizin gibi, dostu­
nuz gibi düşünüyor.
iKiNCi - Gördünüz mü ? Caillot gibi, bu
işler de müthiş bir salahiyet sahibi de, düşün­
celerinizin aleyhinde . . .
BiRiNCi - Evet, öyle.
iKiNCi - Peki Caillot'nun bu husustaki
fikrini nasıl öğrendiniz ?
BiRiNCi - Gayet zeki ve zarif bir kadın
AKTÖRLUK HAKKINDA

olan, prenses de Galitzin 1] vasıtasiyle. Cail­


lot, Deserteur'ü oynamıştı. Hayatını ve sevgi­
lisini kaybetmek üzere bulunan bir adamın
bütün dehşetini duymuş olduğu sahneyi biti­
reli çok olmamıştı. Prenses de, locasında aynı
heyecanı yaşamış bulunuyordu. Caillot locaya
yaklaştı ve pek iyi bildiğiniz o güzel yüzü ile,
kadına terbiyeli, nazik ve neş'eli sözler söy­
ledi. Prenses, hayretler içinde, ona «nasıl, siz
ölmediniz mi ? Ben, sadece sizin ıstırapları­
nızı seyrettiğim halde, hala bir türlü kendime
gelemedim. - Hayır, madam, ö1medim. Hep
böyle sık sık ölseydim, halim nice olurdu ? -
Demek hiçbir şey hissetmiyorsunuz, öyle mi? -
Affedersiniz ama . . . » Böylece sonu bizimkine
benzeyen bir münakaşaya giriştiler. Nitekim
biz de, münakaşamızı şöyle bir neticeye bağ·
lamıyor muyuz ? Ben nasıl kendi fikrimde se­
bat ediyorsam, siz de kendi fikrinizde ayak
direyorsunuz Prenses, Caillot'nun ileri sürdü­
ğü delilleri hatırlamıyordu, ama şuna dikkat
etmişti : Caillot, tabiatın bu büyük mukallidi,
sahnede kendisini idame götürürlerken, ölüm

1] Kız adı Amelie de Schmettau, 1748'de Berlinde


dotmuş, 1806'da Munster'de ölmüştür. Goethe kendisin­
den büyük bir saygı ile bahseder (bk. Die Kampagne
in Frankr. ve Annalen).
AYKIRI DÜŞÜNCELER

halinde, bayılan Louise'i oturtacağı iskemlenin


iyi konmamış olduğunu görünce, bir tara�an
can çekişir gibi : t'.ama Louisc gelmiyor, be­
nim de son saatim yaklaşıyor I» niye inleyor,
öbür taraftan da iskemleyi düzeltiyordu. Ama
niye böyle dalgın duruyorsunuz ? Ne düşünü­
yorsunuz ?
İKİNCİ - Size bir uzlaşma teklif etmeği
düşünüyorum. Aktörün kendini kaybedip de
oyunun farkında olmadığı, sahnede olduğunu,
bizzat kendi kendini unuttuğu, kendini Argos'
da, Mykenai'de sandığı ve oynadığı rolün ada­
mı olduğu nadir anları, tabii hassasiyetine ve­
relim. Bu gibi hallerde aktör ağlar . . .
BİRİNCi - Ölçülü mü ?
iKiNCi - Ölçülü. Bağırır . . •

BlRINcl - Falsosuz mu ?
iKiNCİ - Falsosuz . . . Hiddetlenir , darı­
lır, ümitsizliğe düşer, kendisini sarsan heyeca­
nın gerçek hayalini" gözlerime, hakiki hava­
sını da kulaklarıma ve kalbime sokar, öyle ki
aktör beni istediği gibi alıp sürükler, ben de
kendimden geçerim ve artık karşımdaki Bri­
zard, Lekain olmaktan çıkar, Agamemnon,
Neron olur. llh .. işte bu nadir anları hassasi­
yete verelim d� üst tarafı sanatın olsun. Bence
böyle anlarda da aktör, belki, eli kolu zincire
AKTÖRLÜK HAKKINDA

bağlı olduğu halde serbestçe hareket etmeği


beceren bir köle kadar tabiidir. Zincir taşıma
itiyadı, kendisine, zincirin ağırlığını ve tazyi­
kını hissettirmez.
- Hassas bir aktör, rolünde, belki bu
delilik hallerinden bir veya ikisini gösterebi­
lirse de, bu haller güzel oldukları visbette
oyunun üst tarafı ile uygunsuz düşer. Peki,
artık o zaman oyun, sizin için bir zevk ol­
maktan çıkıp bir işkence olmaz mı dersiniz ?
iKiNCi - Hayır, olmaz.
BiRiNCi - Ve bu uydurma facia, candan
sevilen bir baba veya annenin ölüm döşeği
etrafında göz yaşı döken bir ailenin feci ve
gerçek manzarasını gölgede bırakmaz mı ?
iKiNCi - Hayır, bırakmaz.
BiRiNCi - Öyle ise ne aktör, ne de siz,
pek kendinizden geçmiş sayılmazsınız.
IKlNCI - Bu ana kadar beni hayli sıkın­
tıya soktunuz. Daha da üzebileceğinizden hiç
şüphe etmem. Fakat, kendime bir yardımcı
bulmama müsaade ederseniz, ben de sizi bir
az sarsabilirim. Şimdi saat dört buçuk; Didon'u
oynuyorlar. Gidelim de matmazel Raucourt'u
görelim. O size benden iyi cevap verir.
BiRiNCi - Temenni ederim, fakat san-
AYKIRI DÜŞÜNCELER

marn. Lecouvreur l]'ün, Duclos'nun, De Sei­


ne'in. Balincourt 2]'un, Clairon'un, Dumes­
nil'in yapamadığını matmazel Raucourt mı
yapacak, zannediyorsunuz ? Hatta size şunu
söyleyeyim ki, bizim genç müptedimiz, henüz
kemal derecesinde.n uzak bulunuyorsa, bunun
sebebi, hissetmekten kendini menedemiyecek
kadar acemi olmasıdır. Şayet hissetmekte,
kendi kendisi kalmakta ve tabiatın verdiği dar
insiyakı; sanatın hudutsuz tetkikına tercih et­
mekte devam edecek olursa, asla size saydı­
ğım aktrisler seviyesine yükselemez. Tabii
hassasiyetlerin tıktığı dar çerçeveden bir türlü
kurtulamadıkları için, bütün ömürlerince edalı,
zaıf ve yeknasak kalmış olan Gaussin ve di­
ğerlerinin akıbeti, onun da başına gelecektir.
Hala beni matmazel Raucourt ile münakaşa
ettirmek fikrinde misiniz ?
iKiNCi - Elbette.
BiRiNCi - Sırası gelmişken, size konuş­
mamızın mevzuu ile alakalı bir vakadan hah-

1] Adrienne Courveur, Lecouveur adı ile tanınmış


meşhur bir aktris olup 1692 de Damery (Champagne) 'de
doğmuş ve 1730 da, ihtimal zehirlenerek, Paris'te ölmüş­
tür. Mareşal de Saxe'ın sevgilisi idi.
2] Marguerite·Therese Balincourt, aktris (?-1743).
7
98 AKTÖRLÜK HAKKINDA

sedeyim. Pigalle l]'i tanırdım ve evine gidip


gelirdim. Bir sabah yine gittim, kapıyı çaldım.
Sanatkar, elinde yontma aletiyle, gelip kapıyı
açtı ve tam atelyesine gireceğimiz sırada, beni
durdurarak ; "si.zi buraya sokmadan evvel,
dedi, bana çırçıplak güzel bir kadından kork­
mıyacağınıza yemin edin." Güldüm ve içeriye
daldım. Sanarkar, o sıralarda, Mareşal de
Saxe'ın anıt-kabri üzerinde çalışıyor ve gayet
güzel bir aşifte de, Fransa'yı temsil edecek
heykel için kendisine modellik ediyordu. Bana
bu kadın, etrafını saran o muazzam heykeller
arasında nasıl göründü, bilir misiniz ? Zavallı,
ufak tefek, miskin, bir nevi kurbağa gibi.
Adeta yam yassı olmuştu, kendisini ortadan
silip süpüren o dev gibi heykellere sırtımı
dönerek, burun buruna gelmeseydim, bu kur­
bağayı, ancak sanatkarın teminatı üzerine,
güzel bir kadın addedebilirdim. Artık bu tu­
haf hadiseyi Gaussin'e, Riccoboni'ye ve sah­
nede büyümesini beceremiyen diğer bütün
kadınlara teşmil edip etmemek, sizin eliniz­
dedir.

1] Jean-Baptiste Pigalle, Fransız heykeltraşlarından­


dır (1714-1785). Straıbourg'daki Saint-Thomas kilisesinde
Mareşal de Saxe'ın anıt-kabrini bu zat yapmıştır. Houdon,
talebesi idi.
AYKIRI DÜŞÜNCELER

Şayet, imkansız ya, bir aktris, kemale er·


miş bir sanatın uydurup gösterebileceğ'i has·
sasiyet derecesinde bir hassasiyete sahipse,
tiyatroda taklit edilecek o kadar çok değişik
karakterler ve bir tek esaslı rolde bile o ka­
dar zıt vaziyetler vardır ki, bu ağlama müte­
hassısı, iki farklı rolü güzelce oynayabilmek
şöyle dursun, aynı rolün ancak bazı yerlerinde
kendini gösterebilir. Böylesi, aktrisin en den·
sizi, en dar kafalısı ve en beceriksizi olur.
Şayet bir hamle yapmağa kalkışacak olursa,
her şeyine hükmeden hassasiyeti, onu tekrar
aleladeliğe çekmekte geçikmez. Böylesi, dört
nala giden dipdiri bir küheylandan ziyade,
gemi azıya almış sıska bir beygiri andırır.
Onun o geçici, birdenbire, tedriçsiz, hazırlık·
sız ve insicamsız enerji anı, size bir delilik
buhranı gibi gelir.
Gerçekten hassasiyet, ıstırabın ve zaafın
yoldaşı olduğuna göre, sizce acaba müşfik,
zaıf ve hassas bir mahluk, Leontine'in soğuk
kanlılığını, Hermione'un kıskançlık buhranla·
rını, Camille'in hiddetini, Merope'un ana şef·
katini, Phedre'in sayıklamalannı ve vicdan
azabını, Agrippine'in müstebit gururunu, Cly·
temnestre'in azgınlığını iyice kavrayıp oynı·
yabilmeğe muktedir midir ? Siz o ebedi ağla-
100 AKTÖRLÜK HAKKINDA

yıcınıza, hüzünlü rollerimizden bir kaç tanesini


bırakın ve sakın bunlardan başkasına onu
musallat etmeyin.
Çünkü hassas olmak başka, hissetmek
yine başkadır. Biri ruh işidir, öbürü ise kafa
işi. insan kuvvetle hisseder, ama ifade ede­
mez. insan duyduğunu yalnızken, bir mecliste,
ocak başında, bir kaç dinleyicinin karşısında
okurken, oynarken ifade eder de tiyatroda
buna muvaffak olamaz. Tiyatroda, hassasiyet,
ruh, heyecan dediğimiz şeylerle, bir iki tiradi
güzelce oynamak mümkündür ama, üst tara­
fını berbat etmekte mukadderdir. Büyük bir
rolü bütün genişliği ile kavramak, içinde göl­
ge ile ışığı, yumuşağı ve zaifi gözetmek, sa­
kin veya heyecanlı yerlerde aynı kudreti gös­
termek, ahengin temevvüçlerine uymakla be­
raber bütününde aynı kalmak, muharririn
herzelerini bile kurtaracak asil bir inşat üsh1-
bu edinmek, heyecana kapılmıyan bir kafanın,
derin bir muhakemenin, ince bir zevkin, zah­
metli bir tetkik ve tetebbuun, uzun bir tecrü­
benin ve öyle herkeste pek bulunmayan sağ­
lam bir hafızanın işidir. Muharrirler için pek
lüzumlu olan qualis ab incepto processerit et
sibi constet kaidesi, aktörler için de harfi har­
fine uyulması gereken bir kaidedir. Kulisten,
AYKIRI DÜŞÜNCELER 101

oyununu tasarlamadan ve rolünü kafasına nakş­


etmeden çıkan aktör, bütün hayatınca, müp­
tediliğini hissedecektir. Şayet cesaret, kabili ­
yet ve talakat sahibi olup da, kafasının çevik­
liğine ve meslek alışkanlığına güvenirse, coş­
kunluğu ve taşkınlığı sayesinde gözünüze gi­
recek ve nasıl resimden anlayan biri, içinde
her şeyin gösterilip de ' hiçbir şey üzerinde
karar kılınmamış laubali bir resim taslağına
gülümserse, siz de onun oyununu öyle alkış·
layacaksınız. Böylesi, hazan panayır zama­
nında Nicolet 1] 'de görülen garibelere ben­
zer. ihtimal bu deliler, olduklan gibi kalmakla,
yani birer aktör taslağı olmakta devam et­
mekle iyi ediyorlar. Daha fazla bir çalışma,
kendilerinde olmayanı vermedikten başka, ola­
nı da ellerinden alır. Onlar ne ise odur ; bu
taslakları, kalkıp da, tamamlanmış bir tablo­
nun yanına koymayın.
iKiNCi - Size sorulacak bir tek şey kaldı,
BiRiNCi - Buyurun.

1] Jean-Baptiste Nicolet (1700?-l7Ç6), başlangıçta


ip canbazlığı ettikten sonra, St.•Germain ve St.-Laurent
panayırlarında seyyar tiyatro işletirdi. Bu tiyatrod• kukla
oynatılır, Nicolet bazı marifetler gösterir ve terbiye edil­
miş hay vanlar teşhir e.lerdi,
102 .AKTÖRLÜK HAKKINDA

iKiNCi- Başından sonuna kadar iyi oy­


nanmış bir piyes gördünüz mü hiç ?
BiRiNCi - Vallahi, pek hatırlamıyorum.
Ama durun . . . Evet, gördüğüm oldu, orta
halli aktörlerin oynadığı, orta halli bir piyeste
bunu gördümdü . . .
Bizim iki ahbap tiyatroya giderler, fakat
yer bulamadıklarından Tuileries'ye saparlar.
Bir müddet sessizce gezinirler. Birlikte olduk­
larını unutmuş gibidirler. Her ikisi de, sanki
yalnızmış gibi, kendi kendine söylenir. Biri
yüksek sesle söylenmektedir, öbürü o kadar
pesten konuşur ki, sesi duyulmaz. Ama arada
sırada ağızından kaçırdığı tek tük, fakat sarih
kelimelerden, kendisini münakaşadan mağlup
çıkmış addetmediği kolayca tahmin edilir.
Benim anlatabileceklerim, yalnız o aykırı­
lıklardan hoşlanan adamın fikirleridir. Bunları
da, bağlantıya yarayan ara hadleri kaldırılıp
atılmış bir söylenmede nasılsa, öylece dağınık
ve dikişsiz olarak sunuyorum :
Yerine hassas bir aktör bulup koysunlar
da, işin içinden nasıl çıktığını görelim. Halbu­
ki kendisi ne yapıyor ? Ayağını parmaklığa
dayıyor, çorap bağını düzeltiyor ve başını
omuzundan şöyle bir çevirerek, istihkarla bak­
tığı saray adamına cevap veriyor. Bu suretle,
vaziyete bir anda uyan bu soğukkanlı ve ·
AYKJRI DÜŞÜNCELER 103

harikulade aktörden başka herkesi şaşırtacak


olan böyle bir hadise, bir deha eseri oluyor.
(Comte d'Essex tragediasındaki Baron'dan
bahsediyordu, ·sanıyorum. Sonra gülümseyerek
ilave etti.)
Öyle ya, bizimki yine, muhibbesinin ku­
cağına hemen hemen ölüm halinde yaslanıp
da bakışları, üçüncü kat localarının birinde
hüngür hüngür ağlayan ve ıstırap içinde yüzü
tamamiyle gülünç bir şekilde buruşan ihtiyar
bir müddei umumiye çevrilince, sanki boğa­
zında tıkanıp kalan bir iniltinin devamı imiş
gibi, yanındakine : «kuzum şu yukarıdakinin
suratına bak I» diye mırıldanan aktrisi de has­
sas sanacaktır, eminim . . . Haydi oradan ca­
nım 1 Haydi oradan efendim 1 Pek iyi hatırlı­
yorum, bu işi Zaire'de Gaussin yapmıştı.
Hele akıbeti pek feci olan o üçüncüsü 1
Kendisini tanıyordum, babasını da bilirdim.
Babası beni, arada sırada, borusuna birkaç
söz üfleyim diye davet ederdi 1].
1) Ma!Umdur ki Le Sage ihtiyarlığında sağır ol­
muştu, 1747'de, oğlunun ölümünden dört sene sonra, öldü.
Oğlunun ölümünden sonra Boulagne-sur-Mer'de oturan
diğer bir oğlunun yanına çekilmişti. Diderot, kendisini
herhalde bu İnzivadan evvel tanımış olmalıdır, İşte «bo­
rusuna birkaç söz üflediği" zat, Gil Blas'ın meşhur rntı•
harriridir,
10-1 AKTÖRLÜK HAKKINDA

(Burada hakim Montmenil'den bahsedil­


diği muhakkaktır.)
O, safiyetin, iyi ahlakın ta kendisi idi.
Kendi tabii mizacı ile, fevkalade oynadığı Mü­
rai'nin karakteri arasında bir benzerlik mi
vardı ? Hayır. O boyun tutukluğu, gözlerin
öyle fırıl fırıl dönmesi, o pek tatlı ve edalı
dil ile mürai rolünün dığer bütün inceliklerini
acaba nereden bulmuştu? Aman, vereceğiniz
cevaba dikkat edin, Gözüm sizde 1 - Tabiatı
inceden inceye taklit etmkete. - Tabiatı ince­
den inceye taklit etmekte mi ? Göreceksiniz
ki ruhun hassasiyetine en kuvvetle delalet eden
dış alametler, tıpkı mürailiğin dış alametleri
gibi, tabiatta mevcut değildir. Bunlar tabiatte
tetkik edilemez ve yüksek kabiliyetli aktör,
bunları yakalamak ve taklit etmekte aynı güç­
lüklerle karşılaşır 1 Hatta şimdi kalkıp da ru­
hun bütün meziyetleri arasında hassasiyetin
daha kolay taklide geldiğini iddia edersem,
ne olacak ? Çünkü yüreğinde hassasiyetin bir
zerresi bile bulunmayacak, bunun ne olduğunu
bilmeyecek, duymayacak kadar kalbsiz ve duy­
gusuz bir tek insan bile yoktur. Hasislik, iti­
matsızlık gibi diğer bütün ihtiraslar hakkında
hiç böyle bir şey iddia edilebilir mi ? Acaba
hassasiyet, mükemmel bir alet midir ? . . . Şöyle
AYKIRI DÜŞÜNCELER 105

diyeceksiniz : Duyar gibi yapan insanla ger­


çekten duyan insan arasınde, taklit ile asıl
arasındaki fark vardır. - Ben de size ne ala,
ne ala, diyeceğim. Birinci halde aktörün kendi
kendinden sıyrılmasına lüzum kalmıyor, bir­
denbire, bir sıçrayışta ideal örneğin seviyesine
çıkabiliyor.- Birdenbire, bir sıçrayışta mı ? -
Tabir üzerinde beni üzüyorsunuz. Demek is.
tediğim şey şu : Aktör, kendi içindeki küçü­
cük örneğe takılıp kalmadığı için, hassasiyeti
de, tıpkı hasislik, mürailik, dessaslık ve ken­
dinin olmayan her hangi bir karakter ve ken­
dinde bulunmayan her hangi bir i!ıtiras gibi,
kuvvetle, hayrete şayan ve mükemmel bir su­
rette taklit edebilecektir. Yaradılışı icabı has­
sas olan kimse, bunu ancak küçük mikyasta,
küçülterek yapabilir. Ötekinin taklidi, ise kuv­
vetli olur. Yahut, h<1ş ben katiyen kabul et­
mem ya, her ikisinin taklidi aynı derecede
kuvvetli olsa da, biri kendine tamamiyle ha­
kim, hep tetkik ve tetebbua, muhakemeye da­
yanarak oynadığı için, günlük tecrübenin de
gösterdiği gibi, yarısı kendiliğinden, yarısı
tetkik ve tetebbu ile, yarısı bir modele göre,
yarısı da kendine bakarak oynayandan çok
daha derli toplu olacaktır. Bu iki çeşit taklit,
ne kadar maharetle biribiri içinde erirse eri-
1 06 AKTÖRLÜK HAKKINDA

sin, ince görüşlü bir seyirci, bunları, değişik


iki üslubu biribirinden ayıran hattı veya önün
başka, arkanın yine başka bir modele göre
yapıldığını bulup çıkaran tecrübeli sanatkar­
dan çok daha kolay ayırdeder. - Mesleği­
nin eri bir aktör, kafa ile oynamağı bırakıp
da kendini unutur, kalbini heyecana kaptırır,
kendini hassasiyetine bırakırsa, bizleri meste­
der. - Belki. - Bizi hayranlıkla coşturur. -
imkansız değil. Fakat kendi inşat sisteminden
dışarıya çıkmamak ve vahdet kaybolmamak
şartiyle. Yoksa «adam çıldırdı I» dersiniz . . .
Evet, bu şartlar içinde güzel bir an yaşarsı­
nız, hak veririm. Fakat güzel bir anı, güzel
bir role tercih eder misiniz? Siz tercih ederse­
niz edin ama, ben etmem.»
Bu sırada, aykırılıklardan hoşlanan adam
sustu. Nereye gittiğini bilmeden, geniş adım­
larla geziniyordu. Sağdan soldan, önüne çıkan
adamlara, kaçınmasalardı az kalsın omuz vu­
racaktı. Sonra birden bire, durarak, muhata­
bını kolundan sıkı sıkıya yakaladı ve ona doğ­
matik ve sakin bir eda ile : «Dostum, dedi üç
örnek var : Tabiatın insanı, müellifin insanı ve
aktörün insanı. Tabiatın insanı, müellifinkinden
küçüktür, büyük aktörün insanı ise, hepsinin
en büyüğü ve en mübalağalısıdır. Aktörün in-
AYKIRI DÜŞÜNCELER 107

sanı, müellifinkinin omuzlanna çıkar ve ruhu


olduğu sazdan büyük bir mankenin içine yer-
leşir ; bu mankeni, kendi eseri olduğunu seçe­
meyen müellifi bile korkutacak tarzda, hare­
kete getirir ve bizleri, sizin pek güzel söyle­
diğiniz gibi, nasıl çocuklar, kısa ve küçük
mintanlarını başlarının üzerine kaldırıp çırpın­
mak ve böylece hayalet taklidi yaparak elle­
rinden geldiği kadar boğuk ve korkunç ses­
ler çıkarmak suretiyle biribirlerini korkutur­
larsa, öylece ürkütür. Gravür halinde basılan
çoçuk oyunlarını 1] bilmem hiç gördünüz mü ?
Bunların birinde, bir çocuk vardır, yüzüne
kendisini tepeden tırnağa kadar gizleyen çir­
kin bir ihtiyar maskesi takmış, yürür ve kor­
kudan ödleri patlayarak kaçan küçük arka­
daşlarına maskenin altından kıs kıs güler.
Bu yumurcak, aktörün hakiki sembolüdür,
arkadaşları ise seyircinin sembolü. Şayet bir
aktör, ancak şöyle böyle bir hassasiyete sa­
hipse ve bütün meziyeti de bundan ibaretse,
kendisini şöyle böyle bir adam mı sayacaksı­
nız ? Aman dikkat edin, size yine bir tuzak
kuruyorum. - Ya fevkalade bir hassasiyet
1] Diderot, her halde Augustin de Saint.Aubin'in,
gravür halinde basılıp «Paris yumurcaklarının muhtelif
oyunlarıdır> adı ile çıkan altı sahifelik bir albümün�
telmihde bulunuyor,
IU8 AKTÖRLÜK HAKKINDA

sahibi ise, bundan ne çıkar ki?. - Ne mi


çıkar? Böylesi, ya hiç oynamaz, yahut oynar­
sa da gülünç olur. Evet, gülünç olur, delilini
de ne zaman dilerseniz, .. bende görebilirsiniz.
Bir az acıklı bir hikaye anlatmıya göreyim,
hemen yüreğim burkulur, kafam karışır, dilim
güçlükle döner, sesim değişir, fikirlerim dağı­
lır, sözüm yarıda kalır ; kekelerim, halimin
farkına varırım, yanaklarımdan yaşlar akar
ve susarım . - Ama bu haliniz pek hoşa gi­
der... - Bir mecliste... Tiyatroda olsa beni
yuhaya tutarlar. - Neden ? Çünkü herkes,
göz yaşı görmek değil, göz yaşlan döktüre­
cek güzel sözler dinlemek için gelir de on­
dan. Çünkü bu tabiattan çıkma hakikat, in­
sanların düzenlediği hakikate uymaz da ondan.
Daha açayım : Demek istediğim şu ki, müellifin
ne oyun sistemi, ne aksiyonu, ne de sözleri
benim kısık, kesik ve hıçkırıklı söz söyleme
tarzıma uymaz. Görüyorsunuz ya, tabiatı, hem
de güzelini, hakikatı pek yakından taklide
imkan yok ; içine tıkılıp kalmak lazım gelen
hudutlar var. - Peki bu hudutları kim koy­
muş ? - Bir istidat ve kabiliyetin diğer bir
istidat ve kabiliyete zarar vermesini istemiyen
sağduyu. Bazan aktörün, kendisini müellife feda
etmesi lazım.-Ama ya müellifin kompozisyonu
A YKlRI DÜŞÜNCELER 1 09

buna müsaitse ? - O zaman da sizinkinden


tamamiyle farklı, bambaşka bir taragedia ile
karşılaşırsınız. - Peki bunda ne fenalık var?­
Ne kazanacağınızı pek bilmem ama, neler
kaybedeceğinizi pek güzel kestirebilirim.

Burada aykırılıklardan hoşlanan adam,


ikinci veya üçüncü defa olarak muhatabına
yaklaştı ve :
Şimdi size anlatacağım nükte, dedi, öyle
pek ince değildir ama hoştur ve kabiliyetini her­
kesin tasdik ettiği bir aktrise aittir. Gaussin'in
sözüne ve haline naziredir. Bizim aktris de,
Gaussin gibi, birisinin, Pillot-Pollux'ün kolları
arasına yığılmış, bana kalırsa her halde can
çekişmektedir. Ama yine sahne arkadaşına
pesten şunu fısıldar ; Aman Pil/ot, ne pis ko­
kuyorsun !
Bu nükteyi, Telaire rolünde Arnould yap­
mıştır. Peki, o anda Arnould hakikaten Te­
laire değil miydi ? Hayır, Arnould'du, her za.
manki gibi Arnould. Ne yapsanız, aktör ça­
resiz kalıp da hükmü altına girdiği takdirde
herşeyi berbat edecek ulan bir hassanın ara de­
recelerini bana beğendiremezsiniz. Fakat farze­
delim ki müellif, sahneyi, tiyatroda, sanki ben
onu bir mecliste anlatıyormuşum gibi teklifsiz
] JO AKTÖRLÜK HAKKINDA

ve tabit söylensin diye yazmış olsun. Böyle bir


sahneyi kim oynıyabilir ? Kimse, hiç kimse
hatta oyununa en hakim bir aktör bile. Bir
kere muvaffakiyetle oynansa bile, bin kere ber­
bat edilir. Görüyorsunuz ya muvaffakiyet ne
kadarcık şeye bağlı !.. Şu son muhakemem size
pek sağlam gelmiyor, değil mi ? Öyle olsun.
Ama ne de olsa, şişimizi bir az indirmek, üs­
tüne tünediğimiz tahta ayakları ucundan bir
kaç parmak kesmek ve herşeyi, hemem he­
men oldukları gibi bırakmak neticesini çıkar­
mam lazım. Böyle harikulade bir tabiat haki­
katine erişecek dahi bir müellife mukabil, sürü
sürü soğuk ve yavan mukallitler zuhur ede­
cektir. Yavan, usandırıcı ve tiksindirici olmayı
göze almadan, tabiatın sadeliği altına bir par­
mak bile inilemez. Siz de böyle düşünmüyor
musunuz ?
iKiNCi - Hiç bir şey düşündüğüm yok.
Sizi dinlemedim ki.
BiRiNCi - Nasıl ? Münakaşa etmiyor­
muyduk.
iKiNCi - Yok.
BİRİNCi - Acaip 1 Ne yapıyordunuz öy­
leyse.
iKiNCi - Hulyaya dalmıştım.
BiRiNCi - Ne hulyasına ?
AYKIRI DÜŞÜNCELER I11

iKiNCi - Şuna! Galiba Macklin 1] adın·


da bir İngiliz aktörü, Garrick'den sonra Sha·
kespeare'in Macbeth'indeki bilmem hangi rolü
oynamak küstahlığından dolayı seyircilerden
(o gün ben de tiyatroda idim) özür diledikten
sonra, anlattığı diğer şeyler arasında, aktörle­
ri ramedip müellifin dehasına ve ilhamına tabi
kılan intibaların kendisine pek zarar verdiğini
de söylemişti. Bunu nasıl izah ettiğini şimdi
hatırlıyarnıyorum, fakat ileri sürdüğü deliller
pek ince idi. Nitekim halk da bunu hissetti
ve pek be�ndi . Şayet merak ederseniz, bu
delilleri, Ouintilien adı ile Saint-}ames Chro­
nicle de intişar e tmiş bir mektupta bulabilir­
'

siniz.
BİRİNCi - Demek ben, uzun müddet,
kendi kendime söylenip durmuşum.
iKiNCi - Olur a, nitekim ben de, uzun
müddet kendi kendime hulyaya dalmışım. Es-
1 ] Mac Langhlin, Cbarles Macklin adı ile tanınmış
meşhur bir İngiliz aktörü ve piyes muharriri olup 1690
da doğmuş ve 1797 de 107 yaşında ölmüştür. Evveli saraç
çırağı, pek kısa süren bir evlilik hayatını müteakip (o
zaman onbeş yaşında idi) 11şak, sonra palyaço olmuş ve
1725 de tiyatroya intisap etmiştir. Kirkmanne'ın neşret•
miş olduğu Hatırat'ı, Fransızcaya da çevrilmiştir. Aktör,
30 teşrinievvel 1773 te Covent-Garden tiyatrosunda seyir·
cilere böyle bir hitabede bulunmuştu.
112 AKTÖRLÜK HAKKINDA

kiden aktörlerin, kadın rollerine çıktıklarını


bilir misiniz ?
BiRiNCi - Bilirim.
iKiNCi - Aulus-Gellius 2] Nuits attiques'
inde anlatır : Polus adında biri, Elektre'nin
matem elbisesine bürünmüş, sahneye Ores- .
tes'in vazosu ile çıkacağı yerde, pek yakında
kaybettiği kendi oğlunun küllerini ihtiva eden
vazoya sarılarak çıkmıştı. O zaman artık man­
zara, alelade bir temsilden, geçici bir tiyatro
ıstırabından başka bir şey oldu, bütün seyir­
ciler hüngür hüngür ağladı ve inledi.
BiRiNCi - Peki siz Polus'un, sahnede
o anda, tıpkı evindeymiş gibi konuştuğunu
mu zannediyorsunuz ? Hayır, olamaz. Gerçek
olduğundan asla şüphe etmediğim bu hariku­
lade tesiri yapan şey, ne Euripides'in şiiri, ne
de aktörün inşadıdır. Ancak kendi oğlunun
vazosunu göz yaşları ile yıkayan bahtsız bir
babanın manzarasıdır. Polus, belki alelade bir
aktörden başka bir şey değildi. Nitekim Plu­
tarkhos'un bahsettiği ..LE.sopus da muhakkak
öyledir. Müellifin anlattığına göre, bu adam
" bir gün sahnede, kardeşi Thyestes'den nasıl
2) Aulus Gellius, miladın ikinci asrında yaşamış
Romalı bir gramerci ve münakkit olup Noctes Atticae
adlı bir eserin müellifidir.
AYKIRI DÜŞÜNCELER 1 13

intikam alacağını düşünüp taşınan Atreus ro­


lünü oynarken, hizmetkarlarından birinin, an­
sızın önünden koşarak geçeceği gelir ve
JEsopus, kıral Atreus'un o müthiş hırsını canlı
olarak temsil etmekte gösterdiği coşkunluk
ve taşkınlıkla kendinden geçerek, elindeki
kırallık asasını herifin kafasına öyle bir şid­
detle indirir ki, adamcağız hemen oracıkta
ölüverir.,, ... Bu JEsopus, hakimin derhal Tar­
peien dağına göndermesi icabeden bir zır
deli idi.
iKiNCi - Hakim her halde bunu yap­
mıştır.
BiRiNCi - Zannetmem. Romalılar, büyük
bir aktörün hayatına ne kadar itina gösterir­
lerse, alelade bir kölenin hayatına da o kadar
aldırış etmezlerdi.
Ama derler ki bir hatip, kızıştığı zaman,
öfkelendiği zaman, daha iyidir. Ben bu fikirde
değilim. Bence, öfkeyi taklit ettiği zaman mü­
kemmel olur. Aktörler, gazaba geldikleri za­
man değil, gazap rolünü güzelce yaptıkları
zaman seyircileri tesir altında bırakırlar. Mah­
kemelerde, meclislerde, velhasıl zihinlere ha­
kim olmak istenilen her yerde, hazan hiddet,
hazan korku, bazen merhamet taklidi yapılır
ve böylece etraftakileri bu değişik duygulara
8
1 14 AKTÖRLÜK HAKKINDA

celbetmek istenilir. Bizzat ihtirasın yapama­


dığı şeyi, iyi bir ihtiras taklidi yapabilir.
Cemiyet hayatında da filan adamın büyük
bir aktör olduğu söylenmez mi ? Bundan o
adamın hissetmek kabiliyetinde olduğu değil,
bilakis hiç bir şey duymadığı halde, duyar
gibi görünmekteki mahareti kasdedilir. Bu rol,
aktörün rolünden çok daha güçtür ; çünkü
böyle bir adam, aktörden fazla olarak, söyle­
necek sözleri de kendi bulacaktır ; bu suretle
hem müellifin, hem de aktörün işini tek başına
yapacaktır. Müellif sahnede, aktörün cemiyet
hayatında gösterdiği yatıklıktan daha iyisini
gösterebilir. Fakal aktörün sahnede, sevinci
kederi, hassasiyeti, hayranlığı, kini, şefkati,
pişkin bir dalkavuğa üstün bir mükemmellik ve
maharetle uydurabileceğ"ini zanneder misiniz?
Ama vakit geç oldu. Yemeğe gidelim.

S O N

You might also like