Professional Documents
Culture Documents
Tek Parti Donemi Resmi Milliyetcilik Siv
Tek Parti Donemi Resmi Milliyetcilik Siv
Official Nationalism vs. Civil Nationalism of Single- Party Period in Turkey: The
Case of Racism- Turanism in 1944
ÖZ
ABSTRACT
In this study, the historical roots of the Turkism movement will be handled to in the
period from the Ottoman period to the one-party period until the Republic of Turkey.In
addition to this, the change in the historical process of nationalism, the founding
philosophy of the Republic of Turkey, will be determined.As a result, the 1944 Racism-
Turanism Case will be drawn to the reactionary standpoint of civil nationalism in the
face of official nationalism.The 1944 Racist-Turanian case, which criticized the CHP's
foreign policy during the Second World War and conflict between official nationalism
1
Öğretim Görevlisi, Cumhuriyet Üniversitesi Yıldızeli Meslek Yüksekokulu, alicicek@cumhuriyet.edu.tr
****
Öğretim Görevlisi, Cumhuriyet Üniversitesi Yıldızeli Meslek Yüksekokulu,
erkana@cumhuriyet.edu.tr
******
Öğr. Gör., Cumhuriyet Üniversitesi Yıldızeli Meslek Yüksekokulu, obaykal@cumhuriyet.edu.tr
1
and civilian nationalism until the Second World War, will be the main focus of this
work.
1. Giriş
Türk siyasal hayatı açısından, özellikle milliyetçi çevrelerce, bir dönüm noktası olan ve
günümüzde “Türkçülük Günü” ya da “Türkçülük Bayramı” olarak kutlanan 1944
Irkçılık- Turancılık Davası özellikle devletin resmi milliyetçilik anlayışı ile bazı
entelektüeller ve halkın çeşitli kesimleri arasında bir çatışma alanına dayanmaktadır.
Sonuçları itibarı ile Türkçülüğün ya da milliyetçiliğin resmî ideolojinin şekillendireceği
bir ideoloji olmasından çıkmasını belirleyen bu olayı daha iyi analiz edebilmek için
Türkçü ve milliyetçi fikirlerin Osmanlı Devleti’ndeki kökenlerine inmek, daha sonra
Cumhuriyet döneminde Türkçülük ve milliyetçilik akımlarını ele almak elzemdir. Zira
bütün gelişmelerin birbiriyle ilişkili olduğunu söylemek mümkündür.
2
yıllarda milliyetçiliğin de etkisiyle ayrılıkçı hareketlere yol açmış, özellikle Balkanlarda
milliyetçi hareketler kendisine oldukça taraf bulmuştur. Bunun sonucu olarak
Tanzimat’la birlikte devlet, bu ayaklanmaların önüne geçme arayışlarına hız vermiştir.
Devletin ayaklanma ve bağımsızlık isteklerini durdurma arzusu, Sultan II. Mahmut’un
“…Ben tebaamın Müslümanını camide, Hristiyanını kilisede, Musevisini de havrada
fark ederim. Aralarında başka güne bir fark yoktur. Cümlesi hakkında muhabbet ve
adaletim kavidir ve hepsi evladımdır…” sözlerine yansımıştır (Gök, 2001: 104).
3
İslamcılığın faydalarından yararlanılmak istenmiştir. Ancak İslamcılık politikası da
devletin kurtuluşuna çare olamamış; II. Abdülhamit’in cihat çağrılarına özellikle Arap
yarımadasındaki Müslümanlar tarafından karşılık gelmemiş ve hatta Batılı devletlerle
birlikte hareket eden çeşitli Arap-Müslüman toplulukları Osmanlı Devleti’ne karşı
mücadele vermişlerdir. Sonuç olarak İslamcılık politikası da devletin kurtuluş reçetesi
olamamıştır. “Bu devlet nasıl kurtulur?” sorusuna üçüncü cevap ise Türkçülük politikası
olmuştur. Türkçülük akımına ilişkin ilk veriler, Tanzimat döneminde reformların halka
daha verimli bir biçimde yaygınlaşması için sade bir dil yaratılması çerçevesinde
kültürel bir milliyetçilik olarak dil tartışmalarından elde edilebilir. Siyasal anlamda
Türkçülük içeren talepler özellikle II. Abdülhamit’in saltanatı döneminde gündeme
gelmiş olmasına karşın dilde sadeleşme, halkın anlayacağı bir Türkçe kullanılması
önerileri aslında Tanzimat’ı da önceleyen bir tartışma alanıdır.
III. Selim ve II. Mahmut devirlerinde daha önce sınırlı oranda da olsa basılmış olan sade
bir Türkçe kullanımının özendirilmesine yönelik girişimler devam etmişti. Özellikle
tarih, siyaset ve konuşma konularında buna dikkat edilmişti. Sultan Abdülaziz devrinde,
Osmanlı aydını ve devlet adamları arasında tıpkı eğitimde düşünüldüğü gibi bilimde,
edebiyatta ve bütün devlet işlerinde halkın konuştuğu Türkçe’den yana olanların sayısı
hızla artmaya başlamıştır. Devlet yazışmalarında sadeleşme yolunu daha önce Pertev
Paşa ile Akif Paşa’lar açmıştır. Mustafa Reşit Paşa, Ali ve Fuat Paşa’lar ile özellikle
Ahmet Cevdet Paşa o yolda cesaretle yürümüşlerdir (Tekin, Okutan, 2012: 53). Bu
dönemde aynı zamanda Türk tarihi ile ilgili çalışmalar da yapılmıştır. Türk dili ve Türk
tarihi gibi konulardaki çalışmalar Sultan Abdülaziz döneminde de yoğun bir şekilde
devam etmiştir. Ancak çalışmaların ciddi bir artış gösterdiği dönem II. Abdülhamid
devrinde olmuştur. Bu dönem eserleri, Türkçülüğün altyapısını oluşturmuştur denebilir.
Bütün bu entelektüel birikim, Osmanlıcılık ve İslamcılık politikalarının başarısızlığının
da etkisiyle Türkçülük politikalarının kabul görmesinin yolunu açmıştır. Başlangıçta
tüm Osmanlı coğrafyasında yaşayan tebaayı birleştirmeyi kendisine amaç edinen Jön
Türk önderleri çok geçmeden Osmanlılık fikrinin ittihad-ı anasırı temin edememesi
nedeniyle Türkçü bir nitelik kazanmıştır (Hanioğlu, 1989: 649). Kısacası Türkçüler,
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumdan kurtulmanın yolunu soy, dil, din ve
ortak bir tarih birlikteliğinde buldular. Bunun için de Türk milletinin inşa edilmesi
4
gerekmekteydi. Bu zamana kadar cehaletle eş tutulan, hor görülen ya da ihmal edilen
Türk unsuru bundan sonra siyasi, ekonomik ve kültürel yönden desteklenmeliydi. Bu
süreç içinde en önemli kıvılcımlardan biri hiç kuşkusuz Mehmet Emin Yurdakul’un
“Ben bir Türk’üm dinim cinsim uludur” mısralarıyla başlayan Türkçe şiirleri olmuştur.
Ancak bu dönemlerde Türkçülük daha çok kültürel bir akım olmanın ötesine de
gidememiştir.
3. Pan-Türkçü Dönem
Pan-Türkçü dönemi iki aşama olarak ele alan François Georgeon, birinci aşamayı
Balkan Savaşları öncesi dönem olarak tanımlar. Özellikle Rusyalı Müslüman aydınların
yayın organı olarak belirttiği Türk Yurdu dergisine dikkat çeken Georgeon, bu dergide
büyük bir Türk milleti olduğunu, bu milletin tarihinin Osmanlı İmparatorluğundan çok
önce başladığının (Georgeon, 2003) altını çizer. Aynı noktaya dikkat çeken bir başka
yazar ise Günay Göksu Özdoğan’dır. Ona göre Türkçülüğün kültürel bir akımdan
siyasal bir akıma dönüşmesi süreci, sistematik açıklaması ile ilk kez 1904 yılında Yusuf
Akçura tarafından yapılan Pan-Türkçü bir görüşün yayılmasıyla atbaşı yürümüştür.
Yusuf Akçura’nın ilkin Kahire’de çıkan Türk adlı dergide yayımlanan –ve daha sonra
1912’de İstanbul’da yayımlanan- “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesi, Pan-
Türkçülüğün manifestosu sayılır (Özdoğan, 2001: 69). Akçura makalesinde,
Osmanlıcılık ve İslamcılık politikalarının geçersiz olduğunu belirtiyor ve Türkçülüğün
Osmanlı Devleti açısından en uygun ve en yararlı strateji olduğuna inanıyordu. Ancak
Yusuf Akçura’nın milliyetçilik anlayışı, Almanları andırıyordu; başka bir şekilde ifade
etmek gerekirse Akçura romantik bir milliyetçiydi. O dönemde Jön Türkler devletin
toprak bütünlüğünü koruma temelli bir milliyetçiliği benimserlerken; Akçura Osmanlı
sınırları dışındaki Türklerle bir birlik kurulması arzusu içindeydi. Bunda kuşkusuz
Akçura’nın Rusya Müslümanlarından olmasının etkisi büyüktü. Akçura’nın Pan-
Türkçülük önerisi, Türk ırkının etnik birliğine dayanıyordu. Irk kavramı, hem bir din
birliği anlamına gelen hem de Osmanlı Devleti’nin Müslüman nüfusunu Hristiyan ve
Yahudi uyruklarından tamamen ayıran ümmet kavramını aşıyordu. Ayrıca ırk,
bütünüyle laik bir kavramdı. Çünkü Türk kökenlileri diğer Müslüman gruplarından,
sözgelimi Araplardan ayırt edebilmek için alternatif bir kimlik kavramı
getiriyordu.Buradan Türkçülüğün laik bir yaklaşımın ürünü olduğunu da net bir şekilde
5
söyleyebiliriz. Türkçülük akımında merkezi bir rol oynayan Ziya Gökalp ise Yusuf
Akçura’dan farklı olarak ırk birliğini hiçbir zaman savunmamıştır. Onun Türkçülük
anlayışında belirleyici etken kültür olmuştur (Özdoğan, 2001: 70).
6
benimsediği Türkçülük, hem genel bir adlandırma hem de öngörülen platform olarak
Osmanlı Türkçülük hareketinin çıkış noktası ve vizyonuyla daha doğrudan ilintilidir.
1930 ve 1940’lı yıllarda doruğa çıkan Pan-Türkçü hareket hükümetin resmi milliyetçilik
anlayışı ile uyuşmayan ve hatta onunla rekabet eden bir hareketti (Tokluoğlu, 2014:
136).Cumhuriyet seçkinlerinin Türkçülüğü ile Pan-Türkçüler arasındaki farkı Türk
Tarih Tezinde bile görmek mümkündür. 1929’dan 1932 Türk Tarih ve Dil
Kongrelerinde ırk ve kültür üzerindeki vurgularla medeniyet ve muasırlaşma üzerindeki
vurguların iç içe geçtiği görülmektedir. Türk Tarih Tezi adı verilen bu karışım (iç içelik)
doğrultusunda Türklüğün ve Türk ırkının özgül tarihi ile insanlığın henüz bilinmeyen
dönemlerinden başlayarak genel tarihi arasında kurulan ideolojik temas, kuşkusuz bütün
çelişkilerine rağmen yeni Türk vatandaşının Batı’nın uygarlık ve gelişmişlik onuruna
ortaklaştırılması ve beşeriyetin zenginliğine ve kaynaklarına yakınlaştırılması eğilimi
taşımaktaydı. Fakat Kemalist önderliğin millet ve milliyetçilik hususundaki giderek
tekele dönüşen entelektüel çaba ve uygulamaları karşısında, Türklüğün
anonimleştirilmesi ve bilinmez bir hale getirilmesi tehlikesinden endişe eden
Türkçülüğe ait bir refleksle itirazlar da dile getirilmekteydi. Milliyetçilik üzerinde
içtihad vazetme hakkının yirmilerin sonlarına doğru Türk Ocakları ve Türkçü
önderlerden Kemalist önderliğe geçişinin, otuzların başlarında böyle bir gerilimle
sonuçlanması aslında kaçınılmazdı (Ertekin, 2003: 357). Bu yıllarda Atsız Mecmua adlı
dergi, Cumhuriyet Türkçülüğüne ilişkin ideolojik vurguların seslendirildiği bir kürsü
niteliği taşıyordu. Nihal Atsız ve başka Türkçülerin yazılarının yayımlandığı dergide
başlarda Cumhuriyet ve M. Kemal Atatürk’e bağlılık ve güven duyulan yazılar yer
almakla beraber ona muhalefet anlamı çıkarılabilecek tespitlere de yer veriliyordu. Atsız
Mecmua’dan sonra yine Hüseyin Nihal Atsız tarafından çıkarılan Orhun dergisinde de
resmi milliyetçilik söylemlerine sık sık itirazlar yer almaktaydı. Atatürk’ün son
dönemlerinde özellikle İsmet İnönü’nün Türk siyasetinde güçlenmesiyle beraber Türkçü
fikirleri savunan mecmualara bakış tamamen olumsuz bir seyir izlemiştir.1936 yılından
itibaren ise bağımsız- Türkçü kurumların üzerindeki baskılar yoğunlaştırılmıştır (Dural,
2011: 274). Otuzlu yılların sonunda CHP bir yandan hızla sola kayarken, diğer yandan
da Türkçülere göre “daraltılmış” milliyetçi söylemini sürdürerek bir nevi ulus devleti
koruma partisine dönüşmüştü. 1930’lu yılların sonuna doğru parti içindeki Neo-İslamcı,
7
Osmanlıcı ve Türkçü kadroları önemli ölçüde tasfiye eden İnönü, bürokrasiyi de baştan
aşağıya laikleştirmeye muvaffak olmuştu (Mardin, 1995: 203-206). İnönü döneminde
Türkçülüğü savunan siviller ile seçkinlerin milliyetçilik anlayışlarında derin farklılıklar
oluşması, özellikle İkinci Dünya Savaşının başlamasıyla bir çatışmaya dönüşecekti. Zira
İkinci Dünya Savaşı’na doğru çıkan diğer yayınlar yine Atsız’ın çıkardığı Ergenekon,
Kopuz ve Bozkurt dergileridir. Bunlardan Kopuz Necdet Sançar, Rıza Nur, Orhan Şaik
Gökyay, Hüseyin Nihal Atsız, Hüseyin Namık Orkun vb. gibi Türkçülerce çıkarılıyor
ve “sarsılmaz ve temiz imanlı Türk gençlerinin milli sanat etrafındaki ve Türkçülük
yolundaki topluluğu” olarak tanıtılıyordu (Ertekin, 2003: 361).
İkinci Dünya Savaşı, 1939 ve 1945 yılları arasında hükümetin ana meşgalesi
konumunda idi. Son derece yüksek bir gerilim dönemi olan bu yıllarda, Türkiye’nin
uğraşması gereken çok büyük sorunlar vardı. Sovyet Rusya daha önceki ana tehdit
konumuna geri dönerek Boğazlarda yeni haklar talep etmeye başlamıştı ve Rusya’nın
İngiltere ve Fransa ile kurduğu ittifak kaygı vericiydi. Müttefiklerin savaştan zaferle
çıkması durumunda Rusya Türkiye’ye karşı Balkanlar, Ortadoğu ve Boğazlarda
güçlenecekti. Ne var ki, İtalyanların Almanya’yla müttefik olması da İtalyan-Alman
zaferini arzulanır olmaktan çıkarıyordu. İtalya Türkiye’nin Akdeniz’deki çıkarlarına
karşı tehdit oluşturmaya devam etmekteydi. Bu şartlar altında, Türkiye kartlarını
dikkatlice oynamak durumundaydı. Türkiye kısıtlı kaynaklarını bir grubun diğerine
karşı kullanmasına izin vermemeliydi. Bundan dolayı en rasyonel olan tercih, savaşın
son anına kadar tarafsız görünmekti (Kösebalaban, 2014: 143). İkinci Dünya Savaşı’nın
başlangıcında Türk hükümeti her şeye rağmen Almanların galibiyetini arzuluyordu.
Türkçüler de Sovyetler Birliği egemenliği altındaki Türklerin özgür kalması için bu
savaşta Almanların kazanmasını isteyenler arasındaydı. Ancak Yunanistan’ın
Almanlarca işgali ve Bulgaristan’ın 1941’de Mihverin saflarına geçmesinden sonra
savaş Türkiye’nin sınırlarına dayandı. Bunun üzerine Türkiye Haziran 1941’de,
Almanya’nın Sovyetler Birliği’ni işgaliyle hemen hemen aynı zamanda Almanya’yla bir
dostluk anlaşması yaptı. Sonraki bir buçuk yıl boyunca, büyük Alman yayılması
döneminde, Türkiye hazırlık eksikliklerini ve İngiltere’nin göndereceği yardımlara olan
gereksinimi mazeret olarak gösterip, tarafsız konumunu titizlikle muhafaza etti
8
(Zürcher, 2010: 300).Almanların 1942’de Stalingrad’da yenilgi almasıyla beraber bu
kez Türkiye özellikle İngiltere ve Amerika’ya daha da yaklaştı. Müttefik devletleri her
ne kadar Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa çekmek istedilerse de Türkiye Almanların
yenilgisi kesinleşene kadar savaşa girmemiş; Almanların yenilgisi kesinleşince
Almanya’ya savaş ilan etmiştir. Her ne kadar tek kurşun dahi atmasa da Türkiye, bu son
hamleyle Birleşmiş Milletler’e kurucu üye olarak katılmayı başarmıştır.
Hem iç siyaset hem de basın, savaş boyunca sıkı denetim altında tutulmuş ve
Türkiye’nin çatışma dışında kalma gayreti doğrultusunda ustalıkla yönlendirilmişlerdi.
Almanya’nın, Sovyetleri mağlup etmenin eşiğinde gibi gözüktüğü sırada, Pan-Türkçü
propagandanın yeniden canlandığını söyleyen Zürcher, 1941 yılında Almanya’nın
teşvikiyle Türkiye’de Pan-Türkçü bir komitenin kurulduğunu belirtmiştir. Ona göre
Almanya’nın yenilmesi an meselesi olunca, Mayıs 1944’te Pan-Türkçü örgütler ve Pan-
Türkçülük propagandası susturulmuştur (Zürcher, 2010: 301-302). İkinci Dünya Savaşı
sonrası Türkçüler, çok partili hayata geçmiş olmanın etkisiyle de yaşamış olduğu
travmayı atlatmış ve tekrar güçlenmişlerdir.
9
geliştirildiği ileri sürülerek örnekler verilmekteydi. Birkaç gün önce Baltacıoğlu İsmail
Hakkı’nın Eminönü Halkevi’nde bir konferans verdiği ve orada önemli bir olaya
rastlandığı; Baltacıoğlu’nun milliyetçilik lehinde konuşacağını haber alan solcu
komünistlerin, yani “vatan hainlerinin” salonun sol yanını doldurduklarını,
Baltacıoğlu’nu konuşturmadıklarını kaleme alan Atsız, bu solcu öğrencilerin ardında
komünist akademisyenlerin de olduğunu belirtiyordu. Komünizm propagandası
karşısında hükümetin sessiz kalmasını, propagandaya göz yummasını ve milliyetçiliğe
saldırılmasını eleştiren Atsız, solculara yüksek makamlar verildiğini de yazmıştı. Ancak
Atsız’ın bu mektubu Saraçoğlu ve hükümeti nezdinde bir etki uyandırmadı. Etki- tepki
bekleniyordu. Etkiye sebep olmak için Atsız Orhun’un gelecek sayısında Saraçoğlu’na
ikinci açık mektubunu yayınlayacaktı (Kocabaş, 2008: 48).
Atsız, birinci mektubun sonuna eklediği bir ibareyle Orhun Dergisi’nin kapatılması
durumunda, yazacağı ikinci mektupta “vatan hainleri”ni isimleri ile açıklayacağını da
belirtiyordu. Nitekim birinci mektubun hemen akabinde gelen ikinci mektupta pek çok
isme yer veren Atsız, Türk fikir ve siyaset dünyasının hallaç pamuğu gibi atılmasına
neden oluyordu (Mete, 1990: 18). “Başbakan Saraçoğlu Şükrü’ye İkinci Açık Mektup”,
Orhun Dergisi’nin 1 Nisan 1944 tarihli sayısında yayımlanmıştı (Goloğlu, 2009: 262).
Bu yazıda Atsız, Türk devletinin milliyetçilik esası üzerine kurulduğunu, dolayısıyla
anayasanın aslında Türk ırkının hususi yapısına, ahlaki ve milli temayüllerine aykırı
olan komünizmi yasakladığını öne sürüyordu. Türkiye’nin genel eğitim kadrosu
içerisinde önemli yerlerde bulunan kişilerin, komünist fikirleri halkçı bir söylem altında
gizleyerek yaydıklarını iddia ediyor ve hakiki benliklerini anlamak için ırk ve aile
düşmanlığı, din ve savaş aleyhtarlığı, faşistliğe hücum perdesi altında milliyeti
baltalama, yurdumuzdaki azınlıklara sevgi, her şeyi iktisadi gözle görme özelliklerine
dikkat çekiyordu. Komünist destekçilerine ve hainlere örnek olarak da Sabahattin Ali,
Pertev Naili Boratav, Prof. Dr. Sadrettin Celal Antel ve Ahmet Cevat Emre gibi isimleri
sayan Atsız, hükümetin harekete geçmesini ve Hasan Ali Yücel’in de vekilliği
döneminde vekâlete bağlı bu kurumlarda çalışan kişilerin “görevlerini kötüye
kullanmasına” göz yumduğu gerekçesiyle istifasını istiyordu. Atsız’ın yazılarına sol
çevrelerden tepkiler gecikmedi. Tan, Adımlar, Yurt ve Dünya gazete ve dergilerinin
yönetici ve yazarlarına göre Orhon Seyfi Orhon- Yusuf Ziya Ortaç ikilisinin çıkardığı
10
Çınaraltı ve Reha Oğuz Türkkan’ın çıkardığı Ergenekon gibi 1940’ların başında
Atsız’ın kimi yazı ve şiirlerine yer veren dergiler, Türkçü olduklarını iddia ediyorlardı
ama aslında “faşist ve ırkçı” propagandanın tehlikeli birer araçlarıydılar. Türk
kamuoyunda ise Nihal Atsız ve Sabahattin Ali dönemin sağcı ve solcu akımlarının
temsilcileri olarak görülüyorlardı. Atsız, ırkçı milliyetçi olarak biliniyor, Sabahattin
Ali’nin ise Bolşevik sempatizanı olduğu düşünülüyordu (Özdoğan, 2001: 97)..
Atsız’ın ikinci mektubunun ardından Maarif Vekaleti’nin ilk tepkisi onu Özel Boğaziçi
Lisesi’ndeki öğretmenlik görevinden almak oldu. Çıkardığı Orhun Dergisi de hükümet
kararıyla kapatıldı. Ancak olayları asıl alevlendiren şey Sabahattin Ali’nin Hüseyin
Nihal Atsız aleyhine iftira davası açması oldu. Ankara Üçüncü Asliye Ceza
Mahkemesi’ne intikal eden davanın ilk duruşması 26 Nisan 1943’te yapıldı. Duruşma
için 24 Nisan 1943 günü Ankara’ya gelmiş olan Nihal Atsız, Ankara garında kalabalık
gençler tarafından heyecanlı gösterilerle karşılanmıştı. Sabahattin Ali, mahkemede
Atsız’ın kendisine hakaret ettiği gerekçesiyle cezalandırılmasını ve on bin lira tazminata
hüküm edilmesini talep etmişti. Bunun üzerine Atsız’ın avukatı Hamit Şevket İnce, “bu
dava iki imanın, milliyetçilikle komünizmin çarpışması davasıdır. Bu davanın kökleri
vicdanlarda ve kafalardadır. Davacı Sabahattin Ali’nin kafasında komünizm ateşi
vardır. Müvekkilim Nihal Atsız bu ateşi söndürmek için hamle yapmaktadır” demiş ve
davanın “vatan haini” sözcüğünden çıktığını belirtip, Ceza Kanunu’ndaki ispat hakkı
hükmüne dayanarak Sabahattin Ali’nin vatan hainliğini ispat edeceklerini (Goloğlu,
2009: 264) belirtmiştir. Bunun üzerine davanın sonraki duruşması için 3 Mayıs 1944
tarihine gün verilmiştir.
9 Mayıs 1944 tarihli duruşmada verilen karara göre, vatan haini deyimi bir eylem
gösterilip ona dayatılmadığından sövmekten ibaret kalmıştır. Bu nedenle Atsız’ın altı ay
11
süreyle hapsi istenmiştir. Ancak hafifletici sebeplerden dolayı Atsız’ın hapis cezası dört
aya indirilmiş ve sonrası ertelenmiştir (Müftüoğlu, 1974: 10-56). Burada en dikkat
çekici durum ise Atsız’a olan çok geniş destektir. Bu destek karşısında hükümetin
milliyetçilik anlayışının kitleler tarafından kabul görmediği ve sivil bir milliyetçilik
akımının bu ilgiyi üzerine çektiği söylenebilir. Nitekim Hatem Ete ve diğerleri de 1944
davası hakkında “resmi ideolojinin milliyetçi düşünce ve geleneği kontrol altında tutma
çabasının yasıması” olarak görmekte ve devlet merkezli milliyetçilik ile toplum
merkezli milliyetçiliğin karşı karşıya gelmesinde önemli bir parametre olduğunu
söylemektedirler (Ete, Taşdelen, Ersay, 2014: 18).
Sabahattin Ali- Nihal Atsız davası bitmişti; ama bu dava nedeniyle gelişen olayları,
anayasal devlet düzenine karşı suç niteliğinde ve Irkçılık- Turancılık amacı ile gizli
cemiyet kurmak ve hükümeti devirmek anlamında niteleyen ilgili makamlar, bu suçla
ilgili sandıkları kimseleri yakalayıp yargılama kararına vardı. Milliyetçi yayına karşı
alınacak tedbirler hakkında, Hasan Ali Yücel’in başkanlığındaki bir kurulca
düzenlenmiş olan rapor da İçişleri Bakanlığı’ndan İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na
gönderildi (Goloğlu, 2009: 265-266). Raporda adları yazılı olan Irkçı-Turancılar
aralarında Zeki Velidi Togan, Nihal Atsız, Bedriye Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Hüseyin
Namık Orkun, Remzi Oğuz Arık, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Hüsnü Emir Erkilet, Dr.
Fethi Tevetoğlu, Orhan Şaik Gökyay, Peyami Safa, Necdet Sançar gibi isimlerin de
bulunduğu 47 kişi vardı.
12
gıyabında hücum etmek; devletin güvenlik kuvvetlerini tahkir etmek suçlarından
değişik cezalara çarptırılmalarını istedi (Goloğlu, 2009: 271). Dava bir yıla yakın
sürmüştür. Davayla alakalı olmayan pek çok sorunun dahi sanıklara sorulduğu (Bakiler,
2010) duruşmalar, 29 Mart 1945’te sonuçlanmış ve birkaçının dışında sanıkların hepsi
on yıla kadar hapis cezasına çarptırılmışlardır. 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nin
bu kararını Askeri Yargıtay esastan bozmuş, dava 2 Numaralı Sıkıyönetim
Mahkemesi’ne aktarılmış, sanıklar 26 Ekim 1945’te salıverilmiş, duruşmalara 26
Ağustos 1946’da tekrar başlanmış, 31 Mart 1947’de dava sonuçlanmış ve bütün
sanıkların suçsuzluğuna karar verilerek gösterilerin, “milliyetçi bir ideolojinin, milli
olmayan bir ideolojiye karşı ifadesinden ibarettir” hükmü ile sanıkların hepsi beraat
ettirilmiştir (Goloğlu, 2009: 272).
İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından özellikle çok partili hayata da geçilmesinin
etkisiyle, mevcut vekillerin hangi partilerde siyasi hayatına devam edeceğinin
bilinmemesi gibi sebeplerden de dolayı hükümet bu davada istediği gibi sonuç
alamamış; toplumsal temelli milliyetçilik anlayışı resmi milliyetçiliğin söylem ve
fikirleri karşısında önemli bir zafer kazanmıştır.
8. Sonuç
13
Müslüman tebaanın İngilizlerle işbirliği içinde olmaları İslamcılığın da sonunu
getirmiştir. Osmanlı’nın büyük toprak ve nüfus kayıplarından sonra geriye tutunacak tek
dal olarak Türkçülük görülmüş, bu akım her ne kadar Osmanlıyı kurtaramasa da modern
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sağlamıştır.
1944 Türkçülük- Turancılık Davası, devlet merkezli resmi milliyetçilik ile toplum
merkezli sivil milliyetçiliğin karşı karşıya geldiği bir dava olması açısından Türk siyasal
hayatında önem taşıyan simge bir olay olarak kabul görmelidir. Resmi milliyetçilik
anlayışının devlet gücüyle sivil milliyetçiliği deyimi yerindeyse yok etmeye çalıştığı,
ancak başaramadığı bu dava sonrası Türkçülük- milliyetçilik daha çok güçlenmiş ve
toplum tarafından daha da sahiplenilen bir hareket/siyasi akım olmuştur. Bunun bir
neticesi olarak 3 Mayıs tarihinin Türkçü- milliyetçi kesimler tarafından bugün hala
“Türkçülük Bayramı” ya da “Türkçülük Günü” olarak kutlanması referans gösterilebilir.
Buradan da anlaşılacağı üzere milliyetçilik ideolojisi, millete dayanmadığı ve topluma
devlet zoruyla kabullendirilmeye çalışıldığı sürece, toplum tarafından asla karşılık
görmeyecektir.
KAYNAKÇA
14
Akça, G., (2007), “Osmanlı Millet Sisteminin Dönüşümü”, Fırat Üniversitesi Doğu
Anadolu Bölgesi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, C.6, Sayı 1, s.57-65.
Atsız, H. N., (1942), Başbakan Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup, Orhun Dergisi, Sayı
15.
Bora, T., (2003), Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce: Milliyetçilik Cilt 4, İletişim
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.
Dural, B., (2011), Pratikten Teoriye Milliyetçi Hareket, Bilge Karınca Yayınları,
İstanbul.
Ete H., Taşdelen, H., ve Ersay, S. O., (2014), Ülkücülükten Tepkisel Milliyetçiliğe
MHP’nin İdeolojisi ve Seçmen Eğilimleri, SETA Yayınları, İstanbul.
Georgeon, F., (2003), “Türk Milliyetçiliği Üzerine Düşünceler: Suyu Arayan Adam’ı
Yeniden Okurken”, içinde Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce: Milliyetçilik Cilt 4,
İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.
Goloğlu, M., (2009), Milli Şef Dönemi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
15
Kocabaş, S., (2008), 1944 Türkçülük- Turancılık Olayı, Vatan Yayınları, Kayseri.
Kösebalaban, H., (2014), Türk Dış Politikası, Çev: Hüsamettin İnanç, Bingbang
Yayınları, Ankara.
Ortaylı, İ., (2008), Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi, Cedit Neşriyat, Ankara.
Özdoğan, G. G., (2001), Turan’dan Bozkurt’a Tek Parti Döneminde Türkçülük, İletişim
Yayınları, İstanbul.
Özkaynar, K., Yiğit, K., (2015), Ülkücü Hareketin Kronolojisi, Deli Dumrul Yayınları,
İstanbul.
Şükrü Hanioğlu, (1989), Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti
ve Jön Türklük”, İletişim Yayınları, İstanbul.
Tekin, Y., Okutan, Ç., (2012), Türk Siyasal Hayatı, Orion Yayınları, 2. Baskı, Ankara.
16
Zürcher E. J., (2010), Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çev: Yasemin Saner, İletişim
Yayınları, 25. Baskı, İstanbul.
17