Alevilik Uzerine Tezler

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 35

ALEVİLİK ÜZERİNE TEZLER

(THESES ON ALEVİSM)

Seyfi Cengiz

(7 Ocak – 3 Nisan 2019)

“Alevilik Üzerine Tezler” başlıklı bu yazı, Facebook sayfamda 7 Ocak-3 Nisan (2019) tarihleri

arasında yayımladığım yazı serisinin tamamıdır.

Burdaki tezlerin bir bölümü eski yazılarımda, bir bölümü ise Alevi hareketinde patlak veren

son sıralardaki tartışmalar ve ayrışmalar sırasında kaleme aldığım bu yazı serisinde formüle

edilmişlerdir.

Bir Soruya Cevaben

Bir arkadaşımız (Hakkı Çetin Özdemir) dünkü paylaşımında bir istekte bulunmuş.

Bugün farkettim.

Şöyle diyor:

“Alevîlik, Şia ve Bektaşilik hakkında ciddi düşüncesi , araştırması olan arkadaşların bizleri
bilgilendirmesini rica ediyorum. Şahsen ben ihtiyaç duyuyorum. Genel olarak da bu konuda
kavram kargaşası olduğunu düşünîyorum. Umarım dostlar birikimlerini bizlerle paylaşırlar.
Sevgili arkadaşımız Seyfi Cengiz'den de düşüncelerini katkılarını bekliyorum. Saygı ve
sevgilerimle.”

Aşağıdaki metin, bu talep üzerine tarafımdan kaleme alınmıştır.

Sevgili Özdemir,

Bahsini ettiğin konularda hayli yazdım.


"Dersim ve Zaza Tarihi - Sözlü Gelenek ve Tarihsel Gerçek" başlıklı kitap çalışmam 2003 yılı
başlarından beri 15-16 yıldır internette okunup tartışılıyor.

Bu çalışmada İslam'ın, Şia'nın ve Aleviliğin tarihine ilişkin bölümler var.

Ayrıca "Dersim Ocakları ve Seyitleri", "Aşiret Aşiret Dersim", "Dersim'in Şeceresi" gibi kitap
çalışmalarıma bakılabilir.

Bunlar da İnternette 2005 yılından beri mevcuttur.

Google aramadan ulaşılabilir bunlara.

Ben konuya sorun eksenli yaklaşıyorum.

Kızılbaş/Alevi geleneklerini çözmeyi odağa koyuyorum.

Başkalarına da burdan başlayıp ilerlemeyi tavsiye etmişimdir.

Geleneklerimizdeki kilit isimlerin, örneğin ocaklara adlarını veren Şeyh Ahmet, Seyit, Hacı
Bektaş, Karaca Ahmet, Derviş Cemal, Ağuçan, Sarı Saltık, Kureyş, Mansur, Celal Abbas,
Derviş Gewr, Şeyh Delil Berhican, Ali Dost, vd gibi şahsiyetlerin tarihsel kimlikleri bilinmediği
sürece, Kızılbaşlığın/Aleviliğin ne olduğunu anlamak mümkün değildir demişimdir hep.

Geleneklerimizin ve bu isimlerin önemli bir bölümünü bahsini ettiğim çalışmalarımda


çözdüğümü düşünüyorum.

Arta kalanlar üzerinde de aralıksız çalışmaktayım ve büyük olasılıkla bu yıl içinde


yayınlayacağım.

O zaman bu konular adamakıllı netleşecektir düşüncesindeyim.

Aslında bugüne kadarki çalışmalarımda konuyu hayli netleştirdiğim inancındayım.

Örneğin adı geçen çalışmalarımda Şii oldukları bilinen ve bu yüzden kırıma uğrayan ünlü
Abbasi vezirler evi Bermekiler’in 9. yüzyılda Dersim ve çevresine sığındığına değindim.
Bugünkü TC-Suriye ve TC-Irak hudutları boyunca 10. ve 11. yüzyıllarda hakimiyet kurmuş
olan Hamdani, Ukayli, Mezyedi ve Mirdasi gibi hanedanlıkların Dersim ve Kızılbaş coğrafyası
ile ilişkilerini ve bu coğrafyaya göçlerini verilerle ortaya koydum.

Deylemliler'in 1021'deki Ermenistan istilasını anlattım.


Hemen bütün kaynaklarda yukarda adını saydığım hanedanlıklar "Şii" olarak tanımlanırlar,
ama Şiiliğin farklı renklerini temsil ederler.

Örneğin bunlardan Hamdaniler Nusayri diye bilinir ve Nusayriliğin Ehl-i Hakk ile bağlantıları
kurulur.

Bahsini ettiğim hanedanlıkların kimi bir dönem Mısır merkezli Fatımi Şiiliğine, yani İsmaililiğe
yakın düşerler, kimi Şia'nın başka renklerini (Şia'nın aşırı kanadı olarak bilinen Gulat dahil)
temsil ederler.

Deylemliler de Şii idi.

Deylem Şiiliğinde başlangıçta Zeydi ve Oniki İmamcı ekoller etkindi.

Sonraları Deylem’e Hasan-ı Sabbah’ın adıyla bağlantılı Nizari İsmaililiği yerleşti ve İsmaili
ekolün Alamut merkezli bu kolu zamanla Kuzey Suriye’de ve Anadolu’da da göründü ve
Babai isyanında rol oynadı.

Bu aralıkta en ilk sufi tarikatlardan Kadirileri ve Rıfaileri görüyoruz kendi coğrafyamızda.

13. yüzyıla gelindiğinde Kadiriler ve Rıfailer hayli etkindir.

Daha sonraki asırlarda Erdebil Dergahı'nın nüfuzuna tanık olunur.

Şeyh Haydar, Safevi inancında bir reform yaparak Kızılbaşlığın kuruluşuna önderlik etmiş ve
Kırmanciye/Dersim coğrafyasında bu inancı hakim kılmıştır.

Kızılbaşlığın Safevi Devleti kurulmadan önceki şekliyle, Safeviler devletleştikten sonraki şekli
arasında bazı farklılıklar vardır, ama geniş manada Şiilik dairesi içinde kalır bu farklılıklar.

Ben teolog değilim.

Dindar biri de değilim, hiçbir zaman olmadım da.

Bir materyalist, dolayısıyla ateist ve komünistim.

Bunu çok açık ve harbi olarak defalarca ifade etmişimdir.

Şunu demek istiyorum:

Bu dediklerim Alevi hareketi içinde şu sıralarda sürmekte olan tartışmalarda taraf olmak
anlamına gelmiyor.
Hayır, ben bu tartışmalarda taraf değilim.

Çünkü iki tarafın da dini bir inancı vardır, ben ise dinsizim, herhangi bir dini inanca sahip
değilim.

Dolayısıyla bugünkü inanç eksenli ayrışmalarda taraf olmam düşünülemez.

Burda yaptığım bilgilendirme sadece tarihsel gerçeklerle ilişkilidir ve ilk kez bugün değil, en
az 18-20 yıl önce açıklanmış fikirlerdir.

Tartışan tarafların en büyük eksiği bence tarih bilincidir.

Bugünkü tartışmanın iki tarafı da tarihsel veya otantik/orijinal Aleviliği temsil ettiğini ileri
sürüyor ama işin tarihsel boyutuna yabancı gibi duruyor.

Bu hatırlatmaları yapmamın nedeni de budur.

Günümüz Alevi tarihçiliği en olmayacak tezleri (Luvicilik vs gibi) ileri sürebilecek kadar
sorunludur.

Alevi hareketi içinde patlak vermiş bulunan şimdiki tartışmada tarafların kendilerini açık
yüreklilikle ifade edebildiklerini sanmıyorum.

Gördüğüm kadarıyla taraflardan biri (AABF), Alevilikte bir reforma ihtiyaç olduğunu
düşünüyor, ama bunu açık açık beyan etmek yerine, otantik Aleviliği kendisinin temsil
ettiğini iddia ediyor.

Yani kendi farklılığını bir yorum farkına indirgiyor.

Durumun bu olduğunu sanmıyorum.

Alevi toplumu özellikle 1950'lerden ve 60'lardan bu yana önemli ölçüde şehirleşti ve bu


şehirlerde modern sınıflara bölündü.

Proleterleşen Alevilerin yanısıra bir Alevi burjuvazisi ve modern bir aydın tabakası oluştu.

Alevi sosyolojisi hayli değişti.

Bence bugünkü ayrılıkların temelinde bu dönüşümün beraberinde getirdiği bir sınıfsal


çatışma var.

Bu çatışma Aleviliğin kırsal ve aristokratik geleneksel karakteri ile modern ve şehirli Alevi
burjuvaları arasında yaşanıyor.
Burjuvalaşan Alevi kesim Aleviliği kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tanımlamak istiyor.

İslam içi mi, dışı mı tartışmaları Alevi kimliğini yeniden tanımlama çabasıyla alakalıdır.

Bugünkü gerginliklerin başka boyutları yok değil, ama içsel ve esas olanı sınıfsal boyutudur.

Bu sınıfsallık dinsel bir söylem altında gizlenmeye çalışılıyor.

Bir sosyalist olarak ben, işin teolojik boyutundan çok sosyal ve siyasal yanıyla ilgileniyorum.

Alevi Sorunu’dur beni öncelikle ilgilendiren.

Baskı ve ayrımcılıktan, özgürlük ve demokrasi yokluğundan kaynaklanan bir sorun bu.

Sosyalistler, işin inanç yönünden, yani inanç olarak Aleviliğin ne olduğundan çok, Alevi
Sorunu’nun yoksul ve mülksüz Alevilerin, Alevi işçi ve emekçilerinin çıkarları lehinde
çözülmesine taraf olmalı, Alevi sorunundaki program, strateji ve taktiklerini tartışmalıdırlar.

Aleviler’in Ali’si Tartışmasında Anlaşılmayan Nokta Teolojide Yaşanan

Dönüşümdür

Alevi hareketinde son sıralardaki tartışma (“tartışma” denebilirse eğer) Ali adı etrafında
dönüyor.

Yani görünüşte teolojik bir tartışma.

Bu tartışmada taraflardan biri Aleviler’in Ali’sinin bildiğimiz imam Ali olmadığını, 15. ve 16.
yüzyıl Alevi ozanlarının (Kul Himmet, Yemini, Virani, vd gibi) deyişlerinde bahsi geçen Yeşil
Kandil’deki nur (ışık) olduğunu, Ali diye bu nura/ışığa dendiğini söylüyor.

Kul Himmet’in, “Yerde insan gökte melek yok iken, kudretinden bir nur indi süzüldü, iki isim
bir kandilde nur iken, ayin Ali mim Muhammed yazıldı” deyişindeki gibi.

Kısaca Ali’nin bildiğimiz imam Ali değil, daha kainat yokken varolduğuna inanılan Kudret
Kandili’ndeki ışık (nur) olduğu öne sürülüyor.

Bahsi geçen deyişlerden bu arkadaşların anlamadığı şey, ışığın veya nurun neden Ali adı
altında kişileştirildiği ve bu kişileştirmenin hangi zaman dilimine denk geldiğidir.
Bence bu deyişler bir teolojik dönüşüme, Işıkçı teolojiden Şii teolojiye geçişe işaret ediyor.

Bu yazı, yedi yıl kadar önce yayımladığım “Dersim Kızılbaşlığı Üzerine Notlar” başlıklı seri
yazımın 1., 2., ve 4. bölümleri ile birlikte okunursa ne demek istediğim daha kolay anlaşılır.

Bu fikrimi ikna edici bulmayanların imam Ali’den ve onu tanrılaştıran Ghulat veya Nuseyrilik
gibi Şii ekollerden daha erken tarihlerde, yani yedinci yüzyıl öncesinde ışığa Ali dendiğini
ispat etmeleri gerekir.

Burda sözünü ettiğim teolojik dönüşüm süreci en açık şekliyle Nuseyriler’de izlenebilir.

Nuseyriler’in tarihi ve onların dini kitaplarından “Kitâbbel-Mecmu”nun incelenmesi açık bir


fikir edinmek bakımından önemlidir.

Hafızam beni yanıltmıyorsa, P. K. Hitti, Güneş-Ay-Gök üçlüsünün yerini Muhammed-Ali-


Selman üçlüsünün almasını, Nuseyri teolojisinde Harran paganizminden doğrudan Şiizme
(İsmaililiğe) geçişin bir örneği olarak tanımlıyordu.

Bence Yemini, Kul Himmet, Virani gibi 15. ve 16. yüzyıl Kızılbaş/Alevi ozanlarının deyişlerinde
benzer bir geçiş sürecinin kanıtlarını görüyoruz.

Başka Bir Açıdan Aleviliğin Tanrı Fikri

İslam dairesi içinde olsun olmasın, sonuçta Alevilik de bir inançtır.

Alevi topluluklar içinde, sade halk arasında, çok çeşitli dini inanç ve pratiklerle
karşılaşılabiliriz.

Bunlar elbette ihmal edilemez.

Ama inancın taşıyıcısı özelde din adamları zümresidir.

Alevilik konusunda esas alınması gereken Alevi din adamlarının açıklamalarıdır.

Doğru ya da yanlış, biz bu açıklamaları veri almak zorundayız.

Bu zümre kendi yol, hatta soy şeceresini neredeyse topluca “kutsal” addettiği bir aileye, “Ali
Evi’ne bağlıyor.

Şiizmin odağındaki evdir bu.


Hal bu iken Şiiliğin (farklı ekollerinin) Alevilik üzerindeki nüfuzu inkar edilebilir mi?

Aleviliğin Manikyan (Manici) ve Mezdeki bir damarı da var bence.

Eski yazılarımda buna sıkça işaret etmişimdir.

Ne ki, bugün baskın olan Şiiliktir.

Alevi ruhbanının, onun farklı kuşaklarının Ali hakkındaki fikirlerini az çok biliyoruz.

Tanrılık atfediliyor Ali’ye.

Bu konuda nisbeten ölçülü konuşan Yemini’nin Faziletname’si bile Ali’nin kerametleri ve


mucizeleriyle doludur.

Kitabın başlığı da Ali’ye atfedilen bu insan-üstü, tanrısal vasıflarla bağlantılıdır.

Menakıblardan ve şecerelerden Alevi ruhbanının “faziletleri”ni de biliyoruz.

Kendi cesedini kendi yıkayan, ateş üzerinde semah dönen, yanan fırından veya kaynayan
kazandan sapasağlam çıkan, içtiği zehiri bala dönüştürüp çıkaran, vesaire vesaire.

Alevilik tartışılıyor ama doğa yasalarını iptal ettiren bu gibi inançları sorgulayanlara pek
rastlanmıyor.

Oysa bu konu, Aleviliğin Tanrı fikrini bütün boyutlarıyla (taşıdığı çelişkilerle birlikte) anlamak
ve açıklamak bakımından da önemlidir.

Yazının burasında ister istemez aklıma Ludwig Feuerbach’ın (1804-1872) kerametler ve


mucizeler hakkında dedikleri geldi.

Çünkü mucizelere ve kerametlere inanan, kendinde bu “faziletleri” gören bir din adamları
sınıfının kendisi için ilham kaynağı olan yaratıcı bir Tanrı fikrine (yoktan varetme gücüne)
karşı olması, bunda tutarlı olması mümkün değil.

Keramet/mucize yapma gücüne inanç, bir tanrıya inançla aynı şeydir.

Aşağı yukarı böyle diyordu Feuerbach.

Ve ekliyordu:

“Mucizelere inanç, genel inancın özünü sergiler.”

“Mucizelere/kerametlere inanç ile duanın gücüne inanç aynı şeydirler.”


(Bkz. Ludwig Feuerbach, The Essence of Christianity, 1841)

Tamamen katıldığım fikirler bunlar.

Alevilik Tartışmalarında Mesnetsiz Argümanlar

Alevilik tartışmalarında en sık duyduğumuz argümanların birkaçına değinmek istiyorum.

Bunlardan biri, Aleviliğin İslam’la hiçbir alakasının olmadığıdır.

Bir diğeri, Alevilik üzerindeki Şii etkinin Safeviler’le başladığıdır.

Bu iddiaların ikisinin de tarihsel bakımdan bir değeri yoktur.

Verilerle konuşacağım.

830’lu yıllarda Batı İran’da Abbasiler’e karşı patlak veren Hürremi isyanı bastırıldığında,
isyancıların bir bölümü Kirmanşah ve çevresinden gelerek Bizans’a sığındılar. Bunlar aynı
zamanda Eba Müslimci ve Mezdeki idiler. Bu sığınmacıların liderlerinden ikisi dönemin Bizans
imparatoruyla görüştükten sonra Hıristiyanlığa dönmüş ve Hıristiyan adlar almışlardır.
Yandaşları da onları izlemiş olmalı.

Bu aynı dönemde (830’larda ve 40’larda), Bizans’a karşı savaşan ve “Manici heretikler”


olarak bilinen Pavlakilerin liderleri ise Abbasiler’le ittifak kurarak İslami adlar almışlardır.

Din ve inanç değişmenin örnekleridir bunlar.

Konuyla daha doğrudan alakalı bir örnek vereyim:

9. yüzyılda Abbasiler tarafından kanlı biçimde cezalandırılan Bermekiler’den sağ kalanlar bir
zaman sonra Kırmanc-Zaza aşiretlerine sığınmışlardır. Bermeki orijinli olduğunu söyleyen
Zaza aşiretleri vardır. Bu gelenek Zazalar arasında hâlâ yaşıyor. Bermekiler, Şii idi.
Cezalandırılmalarının bir nedeni de buydu. Şiilik, Çaldıran Savaşı’na kadar Zaza aşiretleri
arasında hayli etkindi. Çaldıran sonrasında durum değişti. Şii Zaza aşiretlerinin bir bölümü
Şafiliği ve Hanefiliği seçti.

Tarihte bu gibi karşılıklı geçişlerin örneği çoktur.


Kırımdan kurtulmak için azımsanmayacak sayıda Ermeni nüfusun bulunduğu yerde hangi
inanç çoğunlukta ise ondan göründüğünü de hatırlamalıyız.

Başka bir örnek vereyim:

Safeviliğin kurucusu Şeyh Safi evinin başlangıçta Sünni olduğunu veya Sünniliğe daha yakın
olduğunu ileri süren kaynaklar vardır. Çünkü başlangıçta Halvetilik ve Suhreverdilik ile
ilişkilidir. Daha büyük ihtimalle Bağdat merkezli Suhreverdi tarikatının Erdebil (Azerbaycan)
koluydu. Ama zamanla Şiiliğe geçiş yapmıştır.

Genelde farklı dinler ve inançlar arasında, özelde Şiilik ve Sünnilik arasında tarih boyunda
yaşanan karşılıklı geçiş örnekleri çoktur. Dolayısıyla “Aleviliğin İslam’la hiçbir alakası/ilişkisi
yoktur” söyleminin gerçek hayatta karşılığı yoktur. Bu tür argümanlar genel olarak tarih, özel
olarak dinler tarihi konusundaki kifayetsizliğin emareleridir.

Kısaca, tarihte politik ve ekonomik nedenlerle veya başka sebeplerle muhtelif topluluklar din
ve inanç değişmiştir.

Şiilikten Sünniliğe veya Sünnilikten Şiiliğe geçişler yaşanmıştır.

Alevilik, masalın/mitolojinin bakış açısıyla anlaşılmaz.

Aleviler, mitolojide bahsi geçen Alem-i Ervah’ta (Ruhlar Alemi’nde) veya Lâmekan Eli’nde
yaşamıyor.

Onlar da bu gezegende ve çoğunlukla İslam dininin egemenlik alanında yaşayan bedenli,


somut varlıklardır.

Tek başına bu bile, “hiçbir alakası yoktur” argümanını çürütüyor.

Kaldı ki, bu argümanı kullananlar haklı olarak “asimilasyon”dan şikayetçidir.

Ama asimilasyon en az iki tarafın (asimile eden ve edilen, ezen ve ezilen) varlığını öngörür ki,
bu da nihayetinde bir ilişki biçiminin adıdır.

İkinci argümana, yani Şia’nın Alevilik üzerindeki nüfuzunun Safeviler’le başladığı iddialarına
gelince.

Bu da tarihsel perspektiften değersizdir.

Şiiliğin “İslam dünyası” adı verilen coğrafyada iki yükseliş dönemi ayırt edilebilir.
İlki 9./10. ve 11. yüzyıllardır.

864’te kendi imamları Hasan el-Utruş öncülüğünde Zeydiler Deylem’de, 909’da Karmatiler
Bahreyn’de, az sonra onların desteğiyle Fatımiler Mısır’da (Kahire) ve Suriye’de, 930’larda ve
40’larda Deylemliler Irak ve İran’da iktidarı ele geçirdi ve devletleştiler.

Bağdat’tan yöneten Deylemli Büveyhiler ile Kahire merkezli Fatımiler arasında bir üstünlük
mücadelesi yaşanıyordu.

Bu rekabet ortamında bugünkü TC-Suriye ve TC-Irak hudutları boyunca bu iki güç arasında
gidip gelen Şii hanedanlıklar oluştu:

Numeyriler, Hamdaniler, Mirdasiler ve Ukayliler gibi.

Şii Mezyediler ve Alamut merkezli Nizariler de (Hasanı Sabbahçılar) önemli birer güç odağı
idiler.

Özetle, 10. yüzyılda “İslam dünyası”nda tarihte ilk kez Şii hakimiyeti kurulmuş ve bu
hakimiyet 11. yüzyılın önemli bir diliminde de devam etmiş, yer yer 12. yüzyıla dek
sarkmıştır.

Şiiliğin Anadolu’ya belirgin bir biçimde girişi (bazı daha erken sığınma olayları ihmal edilirse)
işte bu dönemdedir ve bunda çeşitli hanedanlıkların bileşiminde yeralan Deylemliler’in rolü
önemlidir.

Kısaca, Şiilik Anadolu’ya esas olarak 10. ve 11. yüzyıllarda sızmaya başlamış ve bu sızmalar
daha çok Hamdaniler, Mirdasiler, Mezyediler, Ukayliler ve bunların bünyesindeki Deylemliler
üzerinden gerçekleşmiştir.

“Bir soruya cevaben” başlıklı yazımda Şiiliğin Anadolu’ya 10. ve 11. yüzyıllarda esas olarak bu
kanallardan, 12. ve 13. yüzyıllarda ise Kadiriler ve Rıfailer üzerinden taşındığına değinmiştim.

Safeviler dönemi, Şiiliğin “İslam dünyası”ndaki ilk değil, ikinci yükseliş dönemidir.

Yani, Şiilik Anadolu’ya ilk kez Safeviler’le birlikte taşınmış değildir.

Ama Safevi yükselişi özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda Anadolu’da Şiiliğin yayılmasında çok
önemli bir rol oynamıştır.

Alevi tarihi, birincisi 7. yüzyıldan 15./16. yüzyıla kadarki fütühat sürecinden, ikincisi İslam iç-
savaşları sürecinden bağımsız olarak ele alınamaz; bu süreçler atlanarak anlaşılamaz.
İslam bayrağı altında yürütülen Anadolu ve Balkanlar’ın fethi sürecine Alevi ocaklarının da
katıldığını biliyoruz.

Battalnameler, Danişmendnameler, Saltuknameler, Vilayetnameler hakkında bir fikri olana


bu gerçeği anlatmak bile abes olur.

Yaklaşık yedi sekiz asır sürmüş olan bu fütühat çağında karşılıklı geçişlerin ve etkilenmelerin
olmaması mümkün müdür?

Son olarak önemli bulduğum bir noktaya daha kısaca değinmek istiyorum.

Biz sosyalistleri ve işçi-emekçi Alevileri ilgilendiren Aleviliğin İslam içi mi, dışı mı olduğundan
çok, Alevi ideolojisi ve kültürünün sınıf karakteri olmalıdır.

Alevizmin tarihte aşağı sınıfların isyan bayrağı olarak işlev gördüğü dönemler olmuştur, ama
ona mührünü vuran aşağı sınıfların çıkarları değil, Alevi din-aşiret-toprak soyluluğunun
çıkarları olmuştur.

Ek olarak bugün altında burjuva çıkarların gizlendiği bir örtü olarak kullanılmaktadır.

Alevi işçi ve emekçileri, yoksul ve mülksüz Alevi yığınları bu gerçeğin bilinciyle davranmalı,
baskı ve ayrımcılıktan kaynaklanan Alevi sorununun kendi sınıf çıkarları lehinde çözülmesi
için harekete geçmelidirler.

Alevi ruhbanını, aristokrat ve burjuva Alevi zümrelerini, halkçı ve devrimci-demokratik bir


çizgi benimsemeye zorlamanın yolu da işçi-emekçi Alevilerin onlardan bağımsız bir program
ve strateji ile ortaya çıkmaları olacaktır.

Teolojik Ve Felsefi Açıdan Alevilik

John Kingsley Birge (Bkz.: The Bektashi Order of Dervishes, 1937), Bektaşi literatüründe
Pisagorculuğun, Yeni Platocu (Neoplatonizm) felsefenin, İskenderiyeli astronom Ptolemi’nin
evren hakkındaki fikirlerinin ve astrolojinin (Bürcüeset) etkilerine işaret eder.

Genelde Aleviliğin, özelde Bektaşiliğin tanrı, kainat ve insan hakkındaki fikirlerini anlamak
bakımından bu referansların isabetli olduğunu düşünüyorum.
Aleviliğin tanrı ve evrenin orijini (kozmogoni) hakkındaki fikirlerini ve bu fikirlerin felsefi arka
planını anlamak için “Küntükenz” konsepti üzerinde de durmamız gerektiğine inanıyorum.

Birge, böyle bir dini gelenekten sözeder.

Bu geleneğe göre, “Tanrı“ Davut peygambere cevaben “Ben gizli bir hazineydim” demiştir.

Bu sözün Arapça şekli “Küntükenz”dir.

“Yaradılış”la ilişkili bir mit bu.

Bu deyimle anlatılmak istenen “sırr” şudur:

Daha kainat yokken “Tanrı“ gizli bir hazineymiş.

Bir zaman sonra bilinmek istemiş.

Kainatı bu amaçla varetmiş.

Bu konsept, Birge’nin anlatımına bakılırsa, kendi çalışmasını yaptığı 1930’larda Bektaşiler


arasında hayli popülerdir.

Bu konuya bir başka yazımda biraz daha ayrıntılı değineceğim.

ALEVİ KONSEPTLERİ

Alevi konseptleri farklı yorumlanabiliyor.

Temel konseptleri üzerinde dahi bir fikir birliği bulunduğunu söylemek güç.

Küçük bir sözlük bu konuda yararlı olabilir.

Bu sözlüğü, 1930’lu yıllarda ciddi bir çalışmaya (The Bektashi Order of Dervishes, London,
1937) imza atmış olan John Kingsley Birge’nin açıklamalarından yararlanarak çıkardım.

MÜRŞİT

Mürşit, sözcük anlamıyla yol gösteren demektir. Yol’a giren talibi eğiten, irşat eden kişidir.
Derviş tarikatlarında ve Alevi inancında çok önemli bir konum bu. Örneğin Yunus Emre’nin
yorumlanmadıkça bir anlam ifade etmeyen “Çıktım Erik Dalına” diye başlayan ünlü şiiri, Dört
Kapı Doktrini’nin ve/veya bir rehberin/mürşidin önemine işaret etmektedir.

YETMİŞİKİ MİLLET

"Yetmişiki Millet" kavramı, yetmişiki dini cemaat/fırka demektir. Muhammed’in “Halkım


yetmişiki sekte/fırkaya bölünecek, bunlardan sadece bir tanesi (gerçek inananlar) hariç gerisi
cehennem ateşine gidecektir” dediği rivayet edilir. J. K. Birge’nin verdiği bilgilere göre, Alevi
terminolojisindeki “Yetmişiki Millet” sözü bu gelenekten alınmıştır. Ama biri hariç “gerçeğin”
bütün diğer yollarını reddeden bu fikir, Bektaşilikte sadece tarikat aşaması için geçerlidir.
Birge’ye göre bu aşamada Bektaşiler sadece Cafer-i Sadık sektini tanırlar. Fakat hakikat
aşaması için “Yetmişiki Millet” arasındaki farkları önemsemeyen, Yunus Emre’nin deyişiyle
“Yetmişiki millete aynı gözle bakma” fikrini savunurlar.

KÜNTÜKENZ

J. K. Birge, “Tanrı”nın Davut peygambere “Ben gizli bir hazineydim” dediğini söyleyen bir dini
gelenekten bahseder. Bu sözün Arapça şekli “Küntükenz”dir. Bu geelenğe göre “Tanrı“
yaradılış öncesinde bir “gizli hazine“dir. Sonra bilinmek ister ve bu amaçladır ki kainatı
vareder.

LEVH-İ MAHFUZ

Mitolojiye göre arşta (“Tanrı katında”) bir tablet ve bu tablete yazmak için kullanılan bir
kalem vardır. Tanrı’ya aittir bunlar. “Levh-i Mahfuz” diye bu tablete deniyor. Bu tablette en
son güne kadar olacakların hepsinin kaydı bulunduğu ileri sürülüyor. Mihrabi, bir nefesinde
Hacı Bektaş-ı Veli’ye atfen şöyle demektedir: “Levh-i Mahfuz’dur yüzün, ani şerh eyler sözün,
arif bilir iç yüzün, cahil düşer zevale.“

DEVİR İNANCI
Devir sözcüğü, tekrar tekrar cereyan eden birbiriyle ilişkili bir seri olayı anlatır. Alevi
inancında varoluş döngüsü için kullanılır. Hak’tan gelip, İnsan-ı Kamil formunda geldiği bu
aynı kaynağa (Hakk’a) geri dönüş inancına referanstır. Gelişe “Devrei Ferşiye”, dönüşe
“Devrei Arşiye” deniliyor. Bu inancı anlatan nefesler “devriye” veya “seyriye” gibi adlarla
bilinirler. Hatayi, Şiri, Niyazi Mısri ve Harabi gibi Alevi ozanlarına ait pek çok örneği var bu
türün. Birge, örnek olarak Şiri’nin “Cihan var olmadan ketmi ademde“ diye başlayan ünlü
deyişini aktarır.

(Bkz. John Kingsley Birge, The Bektashi Order of Dervishes, sayfa: 122-125)

DÖRT KAPI DOKTRİNİ

Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat.

Her kapıda onar adet olmak üzere dört kapıdaki toplam kırk yükümlülüğe “Kırk Makam”
deniliyor. Birge’nin naklettiği rivayete göre, “Dört Kapı Kırk Makam” doktrini ilkin kendisini
bilinir ve ulaşılabilir kılmak amacıyla bizzat Tanrı tarafından melek Cebrail aracılığıyla Adem’e
açıklanmıştır. Birge’nin kendi çalışmasında anlattığı “Dört Kapı Doktrini”nin Bektaşi
yorumudur. Bu konuda Makalat, Vilayetname, Bektaşi Nefesleri ve Prof. Nicholson’un
açıklamalarına dayanır. Buna göre her kapının halkı ayrıdır. Şeriat kapısının halkına Abitler,
tarikat kapısının halkına Zahitler, marifet kapısının halkına Arifler, hakikat kapısının halkına
ise Muhipler (Aşıklar) deniliyor. Dört kapı fikrinin bu Bektaşi versiyonuna göre ana gövdesi
itibariyle sade halk/insanlık şeriat kapısına, örgütlü kesim tarikat kapısına ait olmuş oluyor.
Marifet ve Hakikat kapıları seçkin zümreleri kapsıyor. Kuran, her kapı için eşit derecede
geçerli değil. Bu Bektaşi yoruma göre, her kapının İslam ve Kuran yorumu farklıdır. Örneğin
şeriat kapısının halkı için Kuran’ın lafzı (beş Koşul gibi hükümleri) geçerli sayılırken, marifet
kapısında Kuran’ın hepsi değil, sadece altbaşlıkları (letaif), hakikat kapısında/aşamasında ise
Kuran’ın sadece batın yorumu (sırları) kabul edilebilir görünüyor. Bu kapılardan her biri Çar
Anasır’dan biriyle eşleştiriliyor. Şeriat kapısı halkı hava orijinli, tarikat kapısı halkı ateş orijinli,
marifet kapısı halkı su orijinli, hakikat kapısı halkı ise toprak orijinlidir, yani topraktan
gelmedir. Şeriat kapısından Cebrail, tarikat kapısından Mikail, marifet kapısından İsrafil,
hakikat kapısından Azrail sorumludur. Dört kapının her biri gelişme çevriminde (devir) birer
aşamadır. Hakikat kapısının halkı veliler (evliya) olarak görülüyor.
Hatayi, “Geçmek gerek dört kapıdan” diyor. Kul Himmet, Dört Kapı Doktrini‘ni bir kalenin
yada şehrin dört kapısına benzetiyor. Virani’ye göre şeriat Kara Deniz’e, tarikat Ak Deniz’e,
marifet uçsuz bucaksız bir okyanusa benziyor. Kul Hüseyin, “Şeriat dildedir, tarikat candadır”
diyor. Mahzuni Muharrem Baba, “Muhammed şeriat, Ali tarikattır” diyor.

Melâmi Şair Gaybi Baba'nın “Bir ağaçtır bu alem, meyvesi olmuş adam, meyvedir maksut
olan, sanma ki ağaç ola!“ mısralarında dört kapı fikrine referanslar vardır.

Bir örnek de Kaygusuz Abdal’dan: “Evliyaya eğri bakma kevnu mekan elindedir, mülke
hüküm süren odur, hükmü sultan elindedir; hak anı gönderdi bunda kullarını irşat için,
istediği irşat eder kahr ile ihsan elindedir, sen anı sanırsın şöyle senceleyin bir adamdır,
evliyanın sırrı vardır sırrı süphan elindedir, Kaygusuz Sultan der okudum, bildim, anladım;
şimdi bu mülkün hükmü kamil insan elindedir.“

Birge’nin kendisi dört kapı fikrini şeker metaforuyla şöyle izah eder:

“Şeriat kapısı şekeri görmek, Tarikat kapısı şekeri ellemek, Marifet kapısı şekeri tatmak
(yemek), Hakikat kapısı şekerle bir olmak, şeker olmak, şekerleşmektir“.

“ALLAH, MUHAMMED, ALİ”

Birge, bunu Hıristiyanlıktaki „Baba-Oğul-Kutsal Ruh“ üçlüsünün bir benzeri olarak görür ve
takiye yüzünden her vakit fark edilmese de buradaki esas figürün Ali olduğuna işaret eder.
Ali’nin Muhammed’e önceliği Mirac hikayesinde de vurgulanmıştır. Gene geleneğe göre
Muhammed sadece Tanrı’nın ifşaatını iletmişken, Ali bu ifşaatın gizli (batın) anlamını bilen;
başka deyişle velilik (velayet) sırrına vakıf olandır.

(Bkz. John Kingsley Birge, The Bektashi Order of Dervishes, London, 1937)

ALEM-İ ERVAH

Arapça asıllı bir sözcük. “Ruhlar âlemi” demektir. Burda mevcut olduğuna inanılan ruhların
(renksiz, şekilsiz varlıkların) henüz bedenleşmedikleri için zamanı ve mekanı bilmedikleri
düşünülür.
LÂMEKAN

Bu kelime sözcük olarak mekânsız demektir. İnanca göre zamanın ve mekânın kaybolduğu,
sadece sürekli anın (“anı daim”) kaldığı, ancak “Hak” ile birlik olunduğunda tecrübe
edilebilen bir durum. Alevi literatüründe “Lâmekan ülkesi” kavramı da vardır. Alem-i Ervah
ile eş anlamlı görünen bir kavram bu.

BAL

Alevilikte yer yer bal ve arı metaforları kullanılır. Bal Hakk’ı, arı ise Hakk’ı arayan talibi
karşılar.

ÇAR ANASIR

Toprak, su, hava ve ateş.

Bütün varlıkların bu dört unsurun karışımından meydana geldiği fikri.

ÇIRAĞ

Cem ayininde bilinç ve aydınlanma sembolü olarak kullanılan mum. Alevi mitolojisinde
nurdan çıktığı ve “Muhammed” adını aldığı söylenen ilk ışığa, yani kozmik tarihin
başlangıcına referans.

DAR

Darağacının kısaltılmış şekli. Hallac-ı Mansur’un infazına referans. Teknik anlamda Cem
esnasında hizmetlerinin çoğunun yapıldığı “Meydan” adı verilen alanın merkezi.

DEM

Nefes. Bir zaman dilimi. İçki (rakı, şarap)


EL ALMAK

Bir mürşide bağlanmak. Derviş olmak.

ENEL HAK

“Ben Hakk’ım” anlamına gelir. Hallac-ı Mansur’un ünlü sözü.

EHL-İ HAK

Gerçeğin Halkı. Başka deyişle Hakikat aşamasının halkı. Aleviliğinin adlarından biri.

(Bu isim Goran Aleviliği için de kullanılır. SC)

EHL-İ KAL

Şeriat aşamasının halkı.

ERKÂN

Alevilik gibi Batıni ekollerdeki kurallar, rutin törenler ve ibadetler.

FIRKAİ NACİYE (GÜRUH-U NACİ)

“Kurtuluş Fırkası” anlamlı bir kavram. Alevilerin kendi camiaları veya cemaatleri için
kullandığı bir ad. “Hakikat sırrı”na erişmek için Alevi olmak gerektiği inancı. Bu inanç başka
batıni (ezoterik) ekollerde de vardır.

HULUL

Bektaşilikte Tanrı’nın başta Ali olmak üzere oniki imamlarda ve “Ondört Masum-u Pak” gibi
özel bireylerde göründüğü inancı.
TENASUH

Ruh göçü inancı. Ruhun başka bedenlere geçtiğine inanç (metempsychosis)

İKİLİK

“Yaradılış”ı “Gerçek Tanrı”dan bağımsız/ayrı bir olay olarak görmek.

Düalizm.

IŞIK (AŞK, IŞK)

Mistik dilde derviş. Heretik. Alevi/Kızılbaş zümrelerinin kulandığı isimlerden biri.

İNSAN-I KAMİL

Kavram olarak derviş (sufi) öğretilerinin pek çoğunda mevcuttur. İnsan-ı Kamil, bu dini
öğretilerde “Hak” adı verilen ruh yada “varlığın“ bütün özelliklerini yansıtan bir küçük alem
(mikrokozmos) ve aracı olarak tanımlanır.

Prof. Nicholson’a göre bu deyimi (the Perfect Man) ilk kullanan İbn-i Arabi’dir.

KIRKLAR

Ruhani hiyerarşide kırk velinin adı.

ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK

Nefsiyle mücadele ederek dünyevi arzularından arınmak.

J. K. Birge, “Eline, beline ve diline doğru olmak” sözünün bu gönüllü ölüme işaret olduğunu
yazmaktadır.

SEMBOLLER
Tac. Hırka. Çırağ. Sofra. Âlem. Seccade.

John Kingsley Birge’nin Bektaşi kaynaklarından aktardığı rivayete göre, burada sayılan
eşyalar ilkin “Hak” tarafından Cebrail aracılığıyla Muhammed’e gönderilmiş, sonraları Ahmet
Yesevi’ye ve ondan da Hacı Bektaş-ı Veli’ye aktarılmışlardır.

SIRR

Mistik dilde “Hakk” ve kainat bilinci.

TAKİYYE

Alevi doktrinlerinden biri de takiyedir. Birge, takiyenin anlamını özellikle Sünni İslam’la
ilişkilerde “Göründüğü gibi olmama, olduğu gibi görünmeme” şeklinde yorumlar; hatta
takiye adına başka bir tarikatın giysilerinin bile giyildiğinin rapor edildiğini not eder.
Sohbetlerde ve basılı metinlerde bile kesinlikle takiyye yapıldığını ve bu prensibin gerçek
Alevi inancının anlaşılmasını hayli güçleştirdiğini not eder.

ALEVİ FELSEFESİ (1)

AYRI BİR DİSİPLİN OLARAK FELSEFENİN ORTAYA ÇIKIŞI

İnsanlığın dünya görüşünü binlerce yıl boyunca yine insanın kendi icadı olan dinsel
düşünceler, mitsel ideolojiler belirlemiştir.

Bu dinsel/mitsel açıklamalara karşı ilk itirazlar, ilk alternatif açıklamalar, Thales,


Anaximander, Anaximenes, Heraclitus, Empedocles, Parminedes, Democritus gibi doğa
bilimleriyle ilgilenen filozoflardan gelir.

Bunlar arasında materyalist ve diyalektik düşünüş şekli hayli yaygındır.

Örneğin Ksenefones, eski Yunan mitolojisindeki Zeus, Apollo vs gibi insan suretli ve insan
karakterli tanrılardan hareketle, “İnsanlar kendilerine bakarak tanrılar yaratmışlardır”
sonucuna varmıştır.
Democritus, olan biten her şeyin ardında şeylerin kendinde yatan bir neden olduğunu
söylemiş ve “Kral olmaktansa, bu nedeni bulmayı tercih ederdim” demiştir. Democritus’a
göre kainatın (doğanın, evrenin) oluşumu, bilinçli, amaçlı bir yaratım işi değil, bilinçsiz ve
spontan (kendiliğinden) bir süreçtir. Atom teorisini ilk keşfeden de doğa filozoflarının
sonuncusu olan Demokritos’tur.

Akla, deneye, gözleme dayalı görüşlerdir bunlar.

Bu doğa bilimciler, şair Hesidos ile onun çağdaşı Homeros tarafından kayda geçirilmiş olan
eski Yunan efsanelerindeki Tanrı anlayışını, bu efsanelerin dünya görüşünü, doğa olaylarına
getirdiği açıklamaları insan uydurmaları olarak tanımlamış ve eleştirmişlerdir.

Ayrı/bağımsız bir disiplin olarak felsefenin ortaya çıkışı işte bu sıralara rastlıyor.

Kabaca Yunan, İran ve Makedon kolonizasyonlarıyla (M.Ö. 7. yüzyıl ile 4. yüzyıl arasındaki
dönem) örtüşen bir çağdır bu.

Felsefe, bu çağın sitelerinde, köleci bir düzenin egemen olduğu Yunan-Helen kent ve
kolonilerinde ortaya çıkıyor ve açık ki düşünce alanında maddi koşullarla bağlantılı bir
ilerlemeyi ifade ediyor.

ESKİ YUNAN FELSEFESİNİN ALEVİLİĞE ETKİLERİ

Alevi terminolojisinde “Çar Anasır” kavramına sıkça rastlarız.

Kastedilen toprak, su, hava ve ateştir.

Alevilikte bütün varlıkların bu dört unsurun karışımından meydana geldiğine inanılır.

Ama bu fikir burda sözünü ettiğimiz ilk doğa filozoflardan çıkmadır.

Miletuslu Thales (624-540 MÖ), varlığın temelinde bir ilk veya kök maddenin yattığını ve
bunun su olduğunu savunurken, Anaksimanes (d. 528 MÖ) bu kök maddenin hava olduğunu
ileri sürmüş, başkaları bu kök maddenin toprak veya ateş olduğunu söylemiş, Sicilyalı
Empedokles (494-430 MÖ) ise varlığın özünün tek değil, dört maddenin (su, hava, ateş,
toprak) karışımından oluştuğunu ileri sürmüş, yani Alevi inancındaki “Çar Anasır” fikrini
formüle etmiştir. Empedokles, tartışmaya madde ve enerji ayrımı getirmiş, bu dört unsuru
birleştiren ve ayrıştıran gücün bugün çekim kuvveti dediğimiz bu enerji olduğunu söylemiştir.
Yunan doğa filozoflarının ve Empedokles’in hareket fikri de (dairesel/döngüsel hareket)
Alevilikte vardır.

Soru şudur:

Bu fikirler Aleviliğe ne zaman, nerede, hangi kanaldan veya kanallardan girmiştir.

Araştırılması gereken budur.

PİSAGORCULUĞUN ALEVİLİĞE ETKİLERİ

J. K. Birge, Bektaşi literatüründe Pisagorculuğun etkilerine işaret ediyordu.

Pisagor, ilk doğa filozoflarıyla aynı çağda (6. yüzyıl) yaşamış İyonyalı büyük bir matematikçi
ve düşünürdür.

M.Ö. 530’da yerleştiği Yunan kolonisi Croton’da (Güney İtalya) dini-felsefi bir hareket
başlatmış, düşünceleriyle Plato’yu ve Batı felsefesini etkilemiştir.

Pisagorculuk, her şeyi matematikle ilişkilendiren, sayılara batıni/ezoterik anlamlar yükleyen,


asketik pratikleri, gizliliği ve sembolizmi önemseyen dini-felsefi ve politik bir aristokratik
harekettir.

Pisagor’un dini görüşleri arasında ruh göçüne inanç da (Yunanca’da metempsychosis) vardır.
Ölümden sonra ruhun bitki, hayvan ya da insan şeklinde tekrar tekrar bedenleştiği, bu devri
daimin (döngünün) ruh ölümsüzleşene kadar devam ettiği inancıdır bu.

Pisagor’un dört önceki hayat yaşadığı, önceki hayatlarının hepsinin bütün ayrıntılarını
hatırladığı rivayet edilir.

O’nun bir ve aynı anda farklı yerlerde görüldüğü de söylenir.

Alevi zümrelerinde, örneğin Hurufilikte bu hareketle çok benzer fikirlerle karşılaşıyoruz ve bu


fikirlerin Hurufiler tarafından Bektaşiliğe taşındığını da biliyoruz.

Gene aynı sorudur cevaplanması gereken:

Bu benzerlikler/müşterekler Aleviliğe hangi kanallardan, hangi dini veya felsefi


geleneklerden geçmiştir?

Bu yazıda izini sürdüğümüz budur.


ESKİ YUNAN’DA SOSYAL FİLOZOFLAR

Bir doğa felsefesi üzerinde yoğunlaşan Yunan filozoflarından sonra, öncellikle sosyal
konularla ilgilendikleri için, “Sosyal filozoflar” olarak tanımlanan isimleri görüyoruz.

Sokrates (470-390 MÖ), Plato (427-347 MÖ) ve Aristo (384-322) bu ilkçağ sosyal
düşünürlerinin en ünlüleridir.

Batı felsefesinin temelini bu üç Atinalı atmıştır.

HELENİZM ÇAĞI, YENİ PLATOCULUK VE ALEVİLİĞE ETKİLERİ

Antik çağın Büyük İskender’in fetihleriyle açılan ve “Helenizm” adıyla anılan sonraki
bölümünde, başlıca felsefe akımları olarak Kinikler, Stoacılar, Epiküroscular, Yeni Platocular,
Gizemciler ve Manesçiler ile karşılaşıyoruz.

Yeni Platocular, ütopyacı sosyalizmin babası olarak bilinen Plato’un (427-347 MÖ)
izleyicileridir.

Helenizm çağında Plato’nun ve Pisagor’un fikirlerini canlandıranlar bu Yeni Platoculardır.

Bu çağın filozofları, kendilerinden önceki filozof kuşakları (Plato, Pisagor, vd) din kurucular,
yani peygamberler gibi görmüşlerdir.

Bir görüşe göre, sufizmin orijini de 3. yüzyılda doğmuş olan Yeni Platoculuktur.

Yeni Platoculuk; Yunan filozof Ammorius Saccas, onun öğrencisi Plotinus (204-270) ve bir seri
başka filozofu kapsayan bir felsefe okulu olmakla birlikte, özel olarak bunlardan Plotinus’un
kendisinden yaklaşık altı asır önce yaşamış olan Plato’nun felsefesine getirdiği yoruma 19.
yüzyıl tarihçilerinin takığı isimdir.

Plotinus’un felsefesi üç ilke üzerine oturuyor:

Bir (the One), akıl/enerji ve ruh.

“Bir”, iyilik ya da güzellik ilkesidir.

En ilk varlıktır.
Tüm varlığın sebebidir.

Varlığın ve düşüncenin tek kaynağıdır.

Tüm varlıkların üstünde ve ötesindedir.

Bu yüce “Bir”, güneşe, ışığa benzetiliyor.

Onun ilahi ışığı akıl ve ruh biçimine bürünüyor.

Kendi suretinde perfekt varlıklar imal ediyor.

Bedensel ölümden sonra ruhlar temizlenerek geldikleri bu kaynağa (yani “Bir”e) geri
dönüyor.

“Bir”le birleşmeden önce ruhlar bir temizlenme sürecinden geçiyor ve temizlenene kadar
başka bedenlerde (insan ya da hayvan) yeni bir yaşam tecrübe ediyor.

Alevi inancı ile Yeni Platoculuk arasındaki bu benzerlikler gerçekten çarpıcıdır.

Helenizm çağında doğan ama modern çağın başlangıcına kadar etkisini sürdürebilen Yeni
Platoculuğun, yanısıra Gizemcilik ve Manesçiliğin Alevi felsefesi üzerindeki etkileri inkar
edilemez.

PTOLEMİK ASTRONOMİ VE ASTROLOJİNİN ETKİLERİ

Ptolemy (100-170), İskenderiyeli bir bilim adamıdır.

Yeni Platocular gibi Helenizm çağında yaşamış biri.

Coğrafya, özellikle astronomi ve astroloji üstüne çalışmalarıyla ünlenmiş, bu alanlardaki


fikirleri ortaçağlara kadar hayli etkili olmuştur.

Kendisine tanrısallık bile atfedilmiştir.

Merkezinde dünyanın bulunduğu, tüm gök cisimlerinin bu sabit merkez (dünya) etrafında
döndüğü bir evren görüşünü savunmuştur.

Onun astronomik sistemi böyle bir şey.

Ayrıca bir gök haritası (astrolojik bir diagram) çıkarmaya çalışmıştır.


Göksel varlıkların (gezegenlerin, yıldızların) pozisyonlarını ve hareketlerini incelemiş,
bunların insan hayatı üzerindeki etkileri ve geleceği okumadaki önemi üzerinde durmuştur.

J. K. Birge, Ptolemy’nin bu astronomik ve astrolojik fikirlerinin de Bektaşi ve Alevi inançlarını


etkilediğine işaret ediyordu.

ALEVİ FELSEFESİ (2)

Bu yazının birinci bölümünde temel Alevi konseptleriyle Pisagor, Empedokles ve Plato gibi
eski Yunan filozoflarının, Yeni Platoculuğun kurucusu Mısırlı Plotinus’un ve İskenderiyeli
astronom ve astrolog Ptolemy’nin fikirleri arasındaki çarpıcı paralellikleri, neredeyse ayniyeti
sergiledim.

Bir bölümüne eski Hint dinlerinde de rastladığımız bu fikirlerin Aleviliğe nerede, ne zaman,
hangi kanaldan veya kanallardan nüfuz ettiğinin izini sürdüğümü söyledim.

Bu fikirlerin özellilkle Yeni Platoculuk üzerinden ve Helenizm çağının sonlarına doğru, yani
M.S. 3. ve 4. yüzyıllarda (Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyanlığın resmi din olarak
benimsenmesinden önce) yayılmaya başladığı, daha çok Büyük İskender’in haleflerinin eski
nüfuz alanında, özellikle Doğu Akdeniz’den Batı İran’a uzanan kuşakta (bugünkü TC-Suriye ve
TC-Irak sınırlarının iki yakasında) tutunduğu anlaşılıyor.

Yeni Platoculuğun tarif ettiğim bu bölgedeki en önemli merkezi ise Harran’dır.

Bu yazı ile birlikte uzunca bir zamandır zihnimi meşgul etmiş olan bir fikri artık öne
sürebilirim:

Aleviliğin tarihi için bir başlangıç noktası aranacaksa, bu başlangıç Harran’dadır.

Alevilik Harran ve çevresinde doğmuş, etrafa buradan yayılmıştır.

Hemen bütün dinlerin/inançların birbiriyle kontağa girdiği bir coğrafyada doğup geliştiği için,
Alevilikte farklı inançlardan (pagan, panteist, vd) öğeler bulmak mümkündür.

Başka deyişle, Alevilik farklı inançların bir kombinasyonudur.

Bugünkü Alevilikte Harran dininin izleri ve Yeni Platoculuk hâlâ oldukça belirgindir, ama
baskın olan Şiiliktir.
Bir sonraki bölümde bu fikirlerimi açmaya çalışacağım.

ALEVİ FELSEFESİ (3)

Harzemli El-Biruni (973-1050), İslam ortaçağının en büyük bilginlerinden biridir. 1000 yılı
dolayında “The Chronology of Ancient Nations” adında bir kitap yazmış. Çağına göre
konulara hayli objektif yaklaştığı söylenebilir. Manes, Mezdek ve Hallacı Mansur hakkında
yazarken bile önyargısız yaklaşmaya çabalamış. Bu kitabında Harranlılar ve inançları
hakkında da geniş bilgiler vermektedir. Bu konuda söylediklerinin bir bölümü bugün
bildiklerimize çok aykırı gelebilir, ama önemli veriler içeriyor.

Biruni’ye göre Harran dini Zerdüştlükten ve Budizmden çok daha eskidir. Bu dinlerin ikisi de
ona göre Harran dininden çıkmadırlar. Hem Zerdüşt, hem Buda (Budahasaf), halkı Harran
dinine çağırmışlardır. Sabilik de Biruni’ye göre Harran dininden çıkmadır. Harranlılar’ın
kendilerine “Sabi” adını yakıştırmaları ağır baskılardan kaynaklıdır. İnançları nedeniyle sık sık
cezalandırılan Harranlılar, Harun Reşit döneminde İslam’ın ve kitabının kabul edebileceği bir
din benimsemeye zorlandıkları için, kendilerine Sabi demek zorunda kalmışlardır. Sabiler’in
Kurus (Cyrus) ve Artaxerxes zamanında Küdüs’e dönmeyip Babil’de kalan Yahudilerin
kalıntıları olduğunu söyleyen bir görüşe de değinir Biruni.

Harranlılar, yine Biruni’nin aktardığına göre, güneşe, aya, yıldızlara tapar, bunların imajlarını
yaparlardı. Güneşe, aya, yıldızlara adanmış tapınakları vardı. İkisi güneş doğarken ve
batarken olmak üzere günde üç defa ibadet ederlerdi.

Harranlılar’ın çok sayıda peygamberleri olduğunu söyleyen Biruni, Harranlılar’ın bu


peygamberlerinin isimlerini de sayıyor.

Saydıkları arasında şu isimleri not etmişim ben:

Pisagor.

Sawar: Biruni’deki bilgiye göre Plato’nun anne tarafından dedesidir.

Hermes: Harranlılar İdris’e Hermes dermiş. Biruni, Harranlılar’ın Hermes dediği figürün
gerçekte Buda olduğunu söyleyen bir görüşe de değinir.

Agathodaemon.
Walis.

Ve Maba (Baba).

Harranlılar, Biruni’ye göre, bu Yunanlı filozofların peygamber olduklarına inanır ve kendi


sistemlerini onlardan alırlarmış.

Bu bilgilere bir şey daha ekliyor Biruni (özetleyerek veriyorum):

Harranlılar, Batı’daki İyonya Yunanlılarının eski dininden olanlardır. İyonya’da Yunanlılar eski
dinlerini terk edip Hıristiyanlığı benimsediklerinde, Harranlılar eski dinlerini korudular. Bu
yüzden Harranlılar Yunanlılar’la (İyonya ile) bağlarını kopardılar.

Biruni’nin dedikleridir bunlar.

(Bkz. El-Biruni, The Chronology of Ancient Nations)

İyonya (İonia); Millet (Miletos), Efes (Efesos)), İzmir (Smyrna), Bergama gibi Helenizmin
merkezi olan kentleri içeren kıyı bölgenin eski adıdır. Eski Yunan filozoflarından Tales
(Thales) Miletli, Demokritos ve Heraklides Efesli, Hipokrites ve Pisagor Sisamlı, Homeros
İzmirli’ydi.

Biruni’den aktardığım yukarıdaki bilgiler 10. yüzyıl sonuna aittir.

Bu verilerden çıkan sonuç, Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyanlığın benimsenmesinden önce


Harranlıların Yeni Platoculuğu ve Pisagorculuğu benimsedikleri, ancak Hıristiyanlığın resmi
din haline getirilmesinden sonra dinsel bir bölünme yaşandığına işaret ediyor.

Harranlılar’ın Yeni Platoculuğu için, onlar hakkında ciddi bir çalışma yapmış olan Chowlson,
şu değerlendirmeyi yapıyor:

Harranlılar pagandı, dinleri Babil ve Helenik dinlerin bir karşımıydı. Harranlıların eğitim
görmüş kesimleri bu karışımın üstüne Yeni Platocu bir felsefe geçirdiler.

(Bkz. Chowlson, Die Ssabier und der Ssabismus, 1856)

Biraz da Harran’ın tarihine değinelim.

Harran, Halife Ömer zamanında Araplar tarafından zaptedilmiş (640).

Bu sıralarda Urfa, Rakka ve diğer bazı kentlerle birlikte Diyar Muzar adındaki eyalete
dahildir.
Son Emevi Halifesi Mervan II zamanında, Emevi imparatorluğunun başkentidir.

Abbasiler döneminde Harranlılar özellikle Harun Reşit zamanında konu edilir.

830’lardaki Bizans üzerine seferi sırasında Harranlılar’ın hala paganizmi koruduklarını


öğrenmiş olan Harun Reşit (bu sıralarda başkası yönetiyordu aslında), onları ya İslam’ı ya da
Kuran’ın hoş gördüğü bir dini seçmeye mecbur bıraktığında, kırımdan kurtulmak için
Harranlılar’ın Sabiliği seçtiği ve bu tarihten sonra Sabiler diye bilindikleri rivayet edilir.

10. ve 11. yüzyıllarda Harran’ın da dahil olduğu bu bölgede Numeyri, Hamdani, Mirdasi,
Ukayli, Mervani gibi hanedanlıklar varoldular.

Sonra Selçuk ve Haçlı istilaları geldi.

Haçlı istilaları döneminde Harran önce Zengiler’in, sonra da Eyyubiler’in yönetimi altındadır.

1237’de Harzemilerin, ardından Moğolların işgaline girer.

Selçuk istilası sırasında cezalandırılan Harranlılar, Moğol istilası sırasında kayıplara karışırlar.

Nereye gitti bunlar?

Onların en azından önemlice bir bölümünün Dersim’e geldiklerini biliyoruz.

Çünkü Dersim’de de Harran adında bir bölge ve Harran/Hayran (Hıran) adında bir aşiret var.

Mahmud el-Harrani gibi Dersimli dervişler var.

Nasıl geldiklerini tam olarak bilmesek de, Harran coğrafyasında hanedanlıklar kurmuş ve bir
dönem Ermenistan coğrafyasında nüfuz edinmiş olan Hamdani, Mirdasi ve Ukayliler’in
Dersim ve çevresine girdiklerini biliyoruz.

Birlikte gelmiş olmalılar.

Hiç kuşkusuz ki Pisagorcu, Yeni Platocu ve pagan karışımı inançlarıyla birlikte.

ALEVİ FELSEFESİ (4)

Helenizm çağı, M.S. 4. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyanlığın resmi din olarak
benimsenmesiyle birlikte kapandı.
Böylece ortaçağa (feodalizm çağına) girilmiş oldu.

Felsefe alanında erken ortaçağda Augustinus’un (MS 354-430), geç ortaçağda ise Aquinolu
Thomas’ın (1225-1274) isimleri öne çıkıyor.

Rönesans’a kadar yüzlerce yıl sürecek olan bu uzun çağın bir özelliği felsefenin kilise
tarafından dinin/teolojinin hizmetine sokulması, eski filozofların ve felsefelerinin
unutturulmasıdır.

Batı’da Katolik Kilisesi’nin belirlediği bir dönemdir bu.

Bu döneme Rönesans ve Reformasyon ile birlikte son verildi.

İlkçağ Yunan felsefesi modern çağın bu süreçlerinde yeniden keşfedildi.

Avrupa düşünce tarihinde müstakil bir çağ gibi ele alınan 17. yüzyılda öne çıkan iki isimden
biri Rene Descartes (1590-1650), diğeri Spinoza’dır (1623-1677)

Sonrası Aydınlanma Çağı’dır (18. yüzyıl)

Felsefe tarihinin bu ve sonraki aşamalarında Batı’da öne çıkan isimleri ve akımları nisbeten
daha iyi tanıdığımız için, Batı’yı burda bırakıp biraz da “İslam dünyası”nda olan bitene
bakalım.

Bu coğrafyadaki gelişmeler konumuz açısından daha az önemli değildir.

Erken ve Geç İslam filozofları arasında çok sayıda isimle karşılaşırız:

Wasil b. Ata (8.yüzyıl), El-Kindi (801-873), El Eşari (ölm. 935), El-Farabi (872-950), El-Razi
(865-925), İhvan el-Safa (10.yy), El-Amiri (ölm. 992), Ibn Sina (980-1037), Ibn Miskawayh
(932-1030), El-Gazali (1058-1111), Ayn el-Kudat Hemedani (1098-1131), Ibn Rüşd (1126-
1198), Şeyh el-İşrak (Suhreverdi, 1154-1191), Ebu Hafs Ömer el-Suhreverdi (1145-1234), İbn
Arabi (1165-1240), Nasır el-Din Tusi (1201-1274), Ibn Haldun (1332-1406), İmam Rabbani
(1563-1624), Mir Damat (ölm. 1631/1632), Molla Sadr (Sadr el-Din Şirazi, 1571-1640), vd.

Gelecek bölümde Yeni Platoculuğun “İslam dünyası”ndaki etkilerine, dolayısıyla yukarıdaki


isimlerin sadece bir bölümüne değineceğim.
ALEVİ FELSEFESİ (5)

Bu yazı serisinde Alevilik hakkında dediklerim tek pragrafta şöyle özetlenebilir:

Harran, daha üçüncü ve dördüncü asırlarda Yeni Platoculuğun ve Yeni Pisagorculuğun önde
gelen merkezlerinden birine dönüşmüş, bu felsefi ekollerle Harran dini arasında bir karışım
yaşanmaya başlamıştır. Manikyan (sonraları Mezdeki) fikirlerin de bu karışımda bir yeri
vardır. Blanket bir adla bugün Alevilik dediğimiz inancın başlangıcı (orijini), üçüncü ve
dördüncü asırlarda Harran ve çevresinde gerçekleşmiş olan bu karışımdır. Bugünkü Aleviliğin
kabuğu Şiilik, eti ve çekirdeği bahsini ettiğim antik sentezdir.

Benim düşüncem budur.

Ocak kurucu Alevi büyüklerinden birkaçının daha tarihsel kimliklerini saptadığım anda, bu
düşüncemi daha fazla geliştirebilirim.

Üstünde çalıştığım bir konu bu.

Bizim coğrafyamızda eski Yunan felsefesinin ve Yeni Platoculuğun sonraki tarihine gelince.

Eski Fenike kenti Tyre’de (Lübnan’daki modern Sur) doğmuş olan filozoflardan Porphyry’nin
(234-305) Suriye’deki felsefe okulu Yeni Platoculuğu propaganda etmiştir. Porphyry, 262
yılında Roma’ya giderek Plotinus’un öğrencileri arasına katılmış ve onun eserlerini altı
kitaplık bir külliyatta toplamıştır. Porphyry’nin Hıristiyanlığa karşı paganizmi de savunduğu
söylenir.

Yeni Platoculuk etkisini ortaçağlarda da sürdürmüştür.

“Arap felsefesinin babası” olarak ünlenmiş olan Küfeli el-Kindi (801-873), eski Yunan ve
Helen felsefesini İslam düşüncesiyle kombine etmeyi denemiş, Abbasi halifeleri el-Memun
(813-833) ve onun kardeşi el-Mutasım’ın (833-842) desteğiyle bilimsel ve felsefi Yunan
kaynaklarını Arapça’ya çevirmiştir.

Bütün zamanların önde gelen İslam filozoflarından biri olarak görülen el-Farabi (870-950)
Aristo’dan etkilenmişse de, daha çok İslami Yeni Platoculuğun babası olarak bilinmiştir. Yeni
Platoncu Tanrı konseptini savunduğu söyleniyor.
İbn Sina (Avicenna, 980-1037), Kindi’yi de, Farabi’yi de gölgede bırakmış. O da Yeni
Platoculuğu kendi fikirleriyle kombine etmiştir. Kendi vasiyetiyle Yedinci İmam Musa
Kazım’ın türbesi yanında toprağa verildiğine göre, Şii eğilimli biriydi.

Zaten Yeni Platoculuk İslami düşünce dünyasında daha çok Şii İslam’ı etkilemiştir.

İslam İspanya’sında (Endülüs) öne çıkan isimlerden İbn Rüşd de (1126-1198) İslam dini ile
Aristo felsefesini ve Yeni Platoculuğu kombine etmeyi denemiştir.

İslam düşünürleri arasında Yeni Platoculuktan etkilenmiş başka filozoflar da vardır, ama en
başta gelenleri bunlardır.

Yeni Platoculuğun İsmaililik, özellikle Nuseyrilik, Dürzilik, Bektaşilik ve Kızılbaşlık üzerindeki


etkileri hayli belirgindir.

Alevilik içinde “Işıkçı” olarak bilinen zümrelerin fikirleri üzerinde de İran inançlarının
(Mithracılık, Manicilik) yanısıra, Platocu ve Yeni Platocu etkiler vardır.

Kaynaklar, Şeyh el-İşrak (Şihab el-Din Yahya, kısaca el-Suhreverdi, 1154-1191) tarafından
kurulmuş olan ve “İşrakilik”, yani “Işık felsefesi” diye bilinen bir felsefe ekolünden
sözederler. Başlangıçta İbn Sina’cı olduğu anlaşılan Şeyh el-İşrak, kendi felsefesini 1186’da
(42 yaşında iken) kurmuş. Dini bozmakla suçlanıp Selahaddin Eyyübi veya onun bir yakınının
direktifiyle idam edildiği için “el-Maktul” olarak da tanınmıştır.

Şu isimler de bu Işıkçı teoloji ve felsefe geleneğine katkılar yapmışlardır:

Nasır el-Din Tusi (1201-1274)

Sadr el-Din Şirazi (Molla Sadr, 1571-1640)

Mir Damat (ölm. 1631/1632)

Nasır el-Din Tusi, başlangıçta 12 İmamcı Şiiliğin etkisindeyken, sonraları Alamut İsmaililerine
(Hasan Sabbah hareketine) katılmış, bu hareket adına teolojik ve felsefi eserler yazmıştır.
Nizari hareketi Moğollar tarafından bastırıldıktan sonra, geri Oniki İmamcı teolojiye
döndüğü, ancak Şeyh el-İşrak el-Suhreverdi’nin Işıkçı felsefesine de katkılarda bulunduğu
belirtiliyor.

Sadr el-Din Şirazi, Safeviler döneminde yaşadı ve Safeviler çağının en önemli filozofu olarak
tanımlandı.
Şirazi de, Mir Damat da Isfahan Felsefe Okulu’nun en önemli iki ismidirler.

ALEVİ FELSEFESİ (6)

Bu serinin bir önceki bölümünde (Alevi Felsefesi 5’te) şöyle demiştim:

“Harran, daha üçüncü ve dördüncü asırlarda Yeni Platoculuğun ve Yeni Pisagorculuğun önde
gelen merkezlerinden birine dönüşmüş, bu felsefi ekollerle Harran dini arasında bir karışım
yaşanmaya başlamıştır. Manikyan (sonraları Mezdeki) fikirlerin de bu karışımda bir yeri
vardır. Blanket bir adla bugün Alevilik dediğimiz inancın başlangıcı (orijini), üçüncü ve
dördüncü asırlarda Harran ve çevresinde yaşanmış olan bu karışımdır. Bugünkü Aleviliğin
kabuğu Şiilik, eti ve çekirdeği bahsini ettiğim antik sentezdir.”

Bu pragrafta sözünü ettiğim antik sentez, 240’ların başlarında ortaya çıkan Manici harekette
buluyor ifadesini.

Sadece Harran’da değil, vaktiyle Büyük İskender’in haleflerinin egemenlik kurduğu


coğrafyanın önde gelen hemen bütün merkezlerinde (Ctesiphon, Edessa/Urfa, Antakya,
Lazkiye, İskenderiye vd gibi) benzer gelişmeler yaşanıyor.

Farklı ülke ve eyaletlerde muhtelif isimler altında orta çıkmış olan ve heretik (Rafızi) olarak
görülen topluluklar Mani dini çatısı altında toplanıyor.

Doğu’da Sasani, Batı’da Roma imparatorluklarının muhalif sektlere yönelik ağır baskılarının
farklılıklara rağmen Manicilik çatısı altında buluşmayı hızlandırdığı anlaşılıyor.

2010 yılında çevirip yayımladığım “Manici Hareketin Kronolojisi”nde Mani dini çatısı altında
bir seri mezhebin/kolun varlığından söz ediliyor, ona muhalif bazı sektlerin bile Mani’nin
“Işık Dini” çatısı altında kendine yer bulabildiği belirtiliyor.

Bu kronolojide ve “Mani’nin 12 Havarisi ve Diğer Ünlü İzleyicileri” (2010) başlıklı yazımda adı
geçen sektlerin ve liderlerinin bugünkü Alevi topluluklarla bağlantısını kurmamızı
kolaylaştıran kimi veriler mevcuttur, ama daha kesin konuşabilmek için ek verilere ihtiyaç
vardır.
Manici öğretiler üzerinde Valentinus (100-160), Marcion (85-160), Bardaisan (154-222),
Origen Adamantius (185-254) ve Arius (250-336) gibi ünlü heretiklerin fikirlerinin de etkisi
bulunduğunu düşünüyorum.

Ana akım Alevilik, Mani dini içinde Yunan felsefesi (özellikle Yeni Pisagorculuk ve Yeni
Platoculuk) tarafından belirlenen bir eğilim/kanat gibi görünüyor bana.

Alevilikteki “Kendini bil ki Hakk’ı bilesin!” konsepti ile Miletuslu Thales’in Delphi’deki Apollo
Tapınağı’nın ön yüzüne kazılı olan ünlü “Know thyself” (kendini bil/tanı) sözü arasında bile
bir bağlantı olması mümkündür.

Thales’in bu sözü çeşitli yorumlara konu olmuştur.

Örneğin Ralph Waldo Emerson, 1831’de yazdığı “Know Thyself” başlıklı bir şiirinde Thales’in
bu sözünü kişinin kendinde mevcut Hakk’ı bilmesi şeklinde yorumlamıştır.

Misyoner bir Amerikalı çiftin oğlu olup Aleviler arasında büyüyen Sivas doğumlu Henry H.
Riggs (1875-1943), Dersim’e yönelik Harput merkezli ABCFM faaliyetinin içindeydi.

1911’de yayımladığı “The Religion of the Dersim Kurds” başlıklı bir makalesinde Alevilik
hakkında özetle (satır satır değil) şöyle demektedir:

“Alevilik çekici bir din. İnsan bu dini öğrendikçe merakı ve soruları artıyor. İster istemez bu
dinin kökenini ve kaynağını merak ediyor. Bu basit ve kayıtsız halk nasıl olur da kendi
Müslüman komşularında olmayan adına Alevilik denen böyle bir felsefi birikim edinebilir?
İnsanda bu halkın bu felsefi birikimi nasıl edindiği, bağlı olarak bu halkın tarihine bir merak
uyanıyor.”

(Bkz. A.g.y., The Missionary Review of the World, vol. 24, July-Dec., 1911)

Bence Riggs’in merak ettiği soruların yanıtı bu yazı serisinde verilmiştir.

Haralambos, Eustathius ve Hacı Bektaş

Bu yazıda Hacı Bektaş dergahının geçmişi ve Hacı Bektaş’ın tarihsel kimliği hakkında öne
sürülmüş tezlerden ikisi üzerinde durmak istiyorum.
Bu tezlerden biri, Hacı Bektaş dergahının ilkin Saint Haralambos’a (Charalambos) ait veya
ona adanmış bir Hıristiyan manastırı olduğunu, Hacı Bektaş adı altında tanınan figürün asıl
adının da St. Haralambos olduğunu ileri sürmektedir.

İkinci tez ise, Hacı Bektaş dergahının başlangıçta Saint Eustathius’un manastırı olduğunu ve
Alevi geleneğindeki Hacı Bektaş adının da St. Eustathius’a (300-377/380) referans olduğunu
söylemektedir.

İngiliz tarihçi ve arkeolog Frederic William Hasluck’un (1878-1920), 1920’lerde yayımlanan


“Christianity and İslam under the Sultans” başlıklı oldukça kapsamlı ve önemli çalışmasında
bu tezlerin ikisine de değinilir, ama Hasluck’un her Kızılbaş/Alevi önderinin geçmişinde bir
“aşiret seyidi” arama takıntısı yüzünden hakettikleri ilgiyi görmezler.

Bu tezlerle ilk tanıştığımda ben de üzerinde fazla durmamış, ama hep aklımın bir kenarında
tutmuş, veriler biriktikçe tekrar tekrar bu tezleri sınamadan geçirmişimdir.

Şimdi bu tezleri, özellikle ikincisini, yani Hacı Bektaş ile St. Eustathius arasında kurulan ilişkiyi
oldukça ciddiye alıyorum.

Haralambos adı, Karaman (-lis) adının bir versiyonu olabilir, yani Karamanlar diye bildiğimiz
halkla ilişkili olabilir.

Bu olasılık Karamanlar’ın kökeni, dili ve alfabeleri, dini eğilimleri ve tarihleri hakkında


bildiklerimizle, özellikle Babai hareketi ile Karamanlar ve Karaman Prensliği arasındaki sıkı
ilişki ile birlikte düşünüldüğünde, Haralambos ve Hacı Bektaş arasında kurulan ilişki
geçiştirilecek türden değildir.

Fakat, Hacı Bektaş ile Eustathius arasında kurulan bağlantı bence çok daha önemli.

Manici hareketin kronolojisinde Eustathius, bir Manici olarak tanıtılır.

Bu kronolojide 370 yılı altında aynen şöyle denilir:

“Manichaean monasteries were being created in Anatolia by Eustathius.”

(Bkz. Manichaean Chronology)

Türkçesi:

“Anadolu’da Eustathius tarafından Manici manastırlar kuruluyordu.”


Bu bilgi, Eustathius ile Hacı Bektaş arasında ilişki kuran tezi güçlendirdiği gibi, doğru olması
halinde Mani dini ile Bektaşilik/Alevilik arasındaki bağlantıyı da kesinleştirecektir.

Eustathius hakkında henüz sınırlı da olsa bazı bilgilere sahibiz.

Çünkü yaşadığı çağda Hıristiyan kilisesinin Basil the Great (Büyük Basil) gibi en önde gelen
figürlerini bile oldukça etkilemiş biri.

Hacı Bektaş adının Eustathius’a referans olduğu tezini ileri süren de sıradan biri değil.

Bu tezi öne süren kişi Cyril VI olarak biliniyor.

Cyril VI (1769-1821), 1801-1818 tarihleri arasında kesintili olarak İstanbul’da Ekümenik


Patriyark olarak görev yapmıştır.

Yani bir keresinde Doğu Kilisesi’nin (Ortodoks) başıdır.

1803-1810 yılları arasında ise Konya Patriği’dir.

Görevinden alındığı 1819’da doğduğu kent olan Edirne’ye dönmüş, 1821’de patlak veren
Yunan Devrimi’ne katıldığı için idam edilmiştir.

Eustathius-Hacı Bektaş özdeşliği kuran kişi, işgal ettiği bu konumdan dolayı pek çok veriye
ulaşma imkanına sahip bu Cyril VI’dır.

Eldeki bilgilere göre, Eustathius (300-377/380), Kayseri doğumludur.

Sivas rahibi Eulalios’un oğludur.

İskenderiye’de ünlü heretiklerden Arius’tan eğitim almış, bir dönem Arianizme taraf olmuş
ya da yarı-Arianist (Macedonian), yarı-Manici bir teolojik pozisyon sergilemiştir.

Kimi yerde Batı Şeria’daki Sebastiyah rahibi olarak gösterilse de, kaynakların genelinde 357
yılı dolayında “Roma Ermenistanı”ndaki Sebaste (eskiden Kapadokya ya da Pontus diye
bilinen bölgedeki modern Sivas) rahibi olarak tanıtılır.

Malatya’da da bir süre görev yaptığı ama Malatya klerjisi tarafından görevden aldırıldığı
anlaşılıyor.

Evlilikten ve aile kurmaktan kaçınmayı, asketik bir yaşam tarzını savunmuştur.

373 yılına kadar Küçük Asya’da Hıristiyan Üçlüsü’ne (Trinity) muhalefet edenlerin lideri
olarak öne çıkmıştır.
Bazı kaynaklarda (bkz. Manicheism Down the Centuries), bir Yeni Platocu ve 370’li yıllarda
Ermenistan’da Manici Manastırlar kurmakta olan biri olarak tanıtılmakta, 358 yılında Sasani
Şahı Şapur II (310-379) ile görüştüğü de not edilmektedir.

Rivayetler Hacı Bektaş’ı 13. veya 14. yüzyıla yerleştirir.

Ne ki, bu rivayetler pek güvenilir değildir.

Bu dönemde Hacı Bektaş ünvanı taşıyan birileri yaşamış olsa bile, bu onun ilk/asıl Hacı
Bektaş olduğu anlamına gelmez.

Şu anki verilerle kesin konuşmak için henüz erkendir.

Burda dikkat çekmeye çalıştığım, yukarda bahsini ettiğim tezlerin ciddiye alınması ve
üstünde çalışılmasıdır.

Bence birçok bilinmezin cevabı, Hıristiyanlığın devlet dini haline gelmesinden hemen önceki
asırlarda ve devlet dini haline geldiği sıralarda yaşanan teolojik ve felsefi bölünmelerde
saklıdır.

Çok sayıda teolojik ve felsefi ekolün başlangıcı bu dönemde yatıyor.

You might also like