Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 218

Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr.

Öğretim Üyesi Emel Güneş


Notu yazarken üste açıklama alta ilgili slayt şeklinde sayfaları düzenledim. Yani
yazılan şeyin ilgili görseli onun altında ya da yan-arka sayfasındadır.
Bu ders temel olarak sindirim kanalının ilk bölümünü yani ağız ve yutağı
ilgilendiriyor. Bugün işleyeceğimiz fizyolojik mekanizmalarda besin ağıza
alındıktan sonra bu ilk bölümdeki olayları işleyeceğiz.

Tükürük salgısı sindirim başlangıcı için oldukça önemli. Besinin ilk muamelesi
burada yapılıyor.Tükürük salgısı tükürük bezleriyle oluşturulur. Tükürük
bezlerinin ekzokrin bezler olduğunu biliyoruz. Parotis,Sublingual ve
submandibular bezler vardır kendi kanallarıyla salgılarını ağıza verilirler . Daha
küçük olan Bukkal bezler de vardır.

Salgı tiplerine bakarsak 2 tipte olduğunu görürüz :Seröz olan salgı daha sulu, az
yoğun mükoz olan salgı ise daha koyu, yoğun mukus içeriklidir. Farklı bezler
farklı salgılar yapar.Parotis sadece seröz, bukkal sadece müköz diğerleri ise hem
seröz hem müköz salgı yapar. Günlük 800-1500 ml tükürük salgılanıyor ağız içi
nötr ortam da bu şekilde sağlanıyor. Ağızda kimyasal sindirim başlasın diye
tükürük içinde amilaz (pityalin ) da salgılanıyor.

Tükürük salgısı kimyasal sindirimin başladığı yerdir ancak besin moleküllleri


içerisinde esasen nişastanın kısmi sindiriminde görevli olduğunu görürürüz.
Bunu yapan da amilazdır. İlk ortaya çıkan sindirim ürünleri maltoz ve izomaltoz
şeklindedir.
Tükürük neler yapar?
1- Nişasta kısmi sindirimini amilaz ile gerçekleştirir.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş

2-Mekanik sindirimi başlatır.


3-Ağızdaki besinlerin ıslatılması da besini yutmayı kolaylaştırıyor.
4-Besinin aynı zamanda tadını da alıyoruz bunu da tükürük tat
tomurcuklarını uyararak gerçekleştiriyor.
5-Ağızı ıslak tutması da ağız hareketleriyle konuşmayı salıyor.
6-Ağız içi nötral ortam sağlanmış oluyor. Bakterilerin varlığını engelleyen
enzimler(muromidaz, laktoferrin,IgA) barındırıyor ki bunu aşağıdaki tabloda
görüyoruz. Bu sayede diş çürüklerini de engellemiş oluyor.

Tükürüz bezi yapısına baktığımızda fonksiyonel birimini görüyoruz bu bölümün


adı asinüs.Asinüs devamında ise kanal vardır. Asinüse bakalım:
En solda nokta nokta zimojen içeren granüller var . Bu granüller enzim salgısı
açısından önem taşıyor ve amilazın sentezlendiği yerler. Tükürük salgısında
amilazla karşılaştırılamayacak kadar az miktarda lipaz da salgılanabilir. Ama en
etkilisi amilaz. Lipaz ise son derece sınırlı . Bunun yanı sıra asinüste müköz
hücreleri de görüyoruz. Kanaldaki hücreler ise iyon bileşiğini oluşturuyor. Ayrıca
kanalı
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş
rejenere etme özelliğini de kazandırmış oluyor.

Sinirsel düzenlemeye bakalım şimdi : Burada bir devre görüyoruz . Periferden


reseptörden afferente afferentten tükürük merkezine ve oradan da efferent ile
efektör organa gidiyor.Tükürük salgısını yapanlar efektör organ adını alıyorlar
:parotis ,submandibular, sublingual,buccal bezler.
Devre ne ile tetiklenir ? Duyusal tat ile ilgili efektörler , mekanoreseptörler ile
tetikleniyor.
7.9. kraniyal sinirlerle afferentlerin beynin salivator çekirdeklere gittiğini
görüyoruz. Nuc. Salivatorius inferior’a giden afferent 9. Kranial Sinir oluyor. Nuc .
Salivatorius Inferiordan sonra Otik ggl.’da sinaps ile parotis bezine ulaştırıyor ve
salgı yaptırıyor. Bunun yanı sıra 7. Kraniyel sinir Nuc Salivatorius Superior’a
gelir. Sonrasında submandibular ggl’da sinaps yaparak submandibular ve
sublingual bezlere ulaşarak salgı yaptırır.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş

Kan akımımının düzenlenmesi de salgılama açısından önem taşıyor. Daha


öncesinde otonom ss’de parasempatik sistemin hızlandırıcı , aktifleştirici rol
oynadığını söylemiştik.PSS salgıyı uyararak kanlanmayı arttırıyor. Parasempatik
etkinin buradaki damarlarda vazodilatasyon yaptırdığını yine görebiliriz.

Topluca bakarsak buradaki olaylara aslında daha üst merkezlerin de devreye


girebileceğini görüyoruz. İlk tarif etmiş olduğumuz afferentlerle smell taste,
sound, sight,pressure in mouth(koku,basınç vb.) geliyor .

Kimi durumlarda ise ağız içerisinde uyaran bir etmen olmamasına rağmen bazen
sadece düşünülmesi bile beyinin salivator çekirdekleri aktive etmesini ve salya
salgılamasını sağlayabiliyor .

Uykusuzluk ,yorgunluk korku gibi durumlar ise salivator çekirdekleri inhibe


ederek tükürük salgısını azaltıyor.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş

Burada tükürük salgısının otonom sinir sistemi tarafından düzenlenmesinde bir


istisna olduğunu görüyoruz.Normalde biliyoruz ki parasempatik ve sempatik
sinir sistemleri vücutta ters işlemler yaptırırlar. Fakat tükürük salgısında bir
istisna görüyoruz. Tükürük salgısını parasempatik sinir sistemi arttırıyor fakat
sempatik sinir sistemi azaltmıyor o da arttırıyor . Peki ikisinin arttırmasındaki
farklılıklar ne diye bakarsak:
Sempatik SS Parasempatik SS’ye göre daha az arttırıyor.
PSS amilaz ve elektrolit bakımından zengin salgı sağlar yani daha çok seröz
salgıyı arttırır.
Sempatik SS ise daha çok mükoz tarzı salgıyı arttırır .

Ağızdaki diğer yanıt ise çiğnemeye başlamamız. Besinin ilerletilirken uygun


şekile getirilmesini sağlar . Çiğnemenin tükürük salgısıyla beraber çalıştığını
zaten biliyoruz. Besin bu sayede vücut ısısına getirilerek ilerliyor . Besinin yüzen
alanı artıyor .Sindirimi zorlaştıran besindeki zarlar parçalanıyor. Balık
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş
kılçığı vb. Şeylerin çiğnenirken fark edilmesi ve yutulmasının engellenmesi
sağlanıyor.

Dişler ve damak çiğnemeye katılır . Dişler en önemli mekanik desteği oluşturur.

Çiğneme için ilk olan faz istemlidir . Yani herhangi bir besin önümüze geldiğinde
sevmediğimiz bir besinse ağzı açmazsak çiğneme başlamaz . Ama bir kere besini
alınca refleks fazını görüyoruz. Yani besini yemeye başlayığ başlamamak istemli
faz fakat bir kere yemeye başlayınca her çiğnemeyi düşünerek yapmıyoruz bu da
reflex fazını oluşturuyor.Ayrıca bu fazlarda ağız içi reseptörler ve çiğneme
kasları da görev yapmaya devam ediyor.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş

Çiğneme durumu merkezi bir control altında işler. Motor kortex hiyerarşide en
üstte yer alır. Çiğnemeyi başlatmayı ve bitirmeyi motor kortex sağlarken aradaki
reflex kısmını beyin sapı sağlar.
Az önce balık yerken kılçık fark etme durumunda kılçık yutulmasın
diye bunun fark edildiğini söylemiştik bu da gösterir ki ağızda aynı zamanda
sürekli duyusal uyarılar beyine giderek ağızdaki durum hakkında bilgi verir.
Çiğnemenin bir ağzımızı açma bir de kapama fazı var . Bu ağız açma ve kapama
işleri resiprokal innervasyon ile gerçekleşirler . Yani karşılıklı olarak inhibe ve
eksite olurlar. Biri inhibeyken diğeri eksite halinde çalışırlar.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş
Çiğneme refleksinde önemli bir yapı olarak intrafüzel lifler içerisinde kas
iğcikleri vardır . Yine mandibular sinir ,trigeminal çekirdek ve golgi tendon da
çiğnemede önemli olan yapılardır

Aslında reflex olarak tanımladığımız şey bir reflex zinciri. İki tane reflex arka
arkaya gelerek çiğnemeyi oluşturur. Öncelikle demiştik ki ilk istemli faz ile
ağzımız açılır sonra ise reflex fazına geçer. Yani ağız açıkken reflex başladığına
göre ilk reflex ağzın kapanmasını sağlıyor. Bu reflex aslında daha önce
duyduğumuz bir reflex :miyotatik gerim refleksti. Kasların boyundaki
değişimi(ağzımızı istemli açında kasların boyu uzadı) kas iğciği tespit eder ve
miyotatik geri tepme reflkesini uyararak çeneyi kapatır. Bu(ters miyotatik)
normalde spinal bir reflex burada ise afferent nöron trigeminal nöron.

Açılmış olan çene bu şekilde kapandı şimdi ise açacağız . Açmayı sağlayan reflex
ise nosireseptörler (ağrı reseptörleri) ile gerçekleşiyor.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş
Ağrı hissetmesek de dişlerin uyguladığı basınç sonucunda bu reflex sağlanıyor.
(Miyotatik refleksle ağız kapanınca dişler baskı yaptı ve nosireseptörler uyarıldı)
Ağrı lifleri trigeminal motor çekirdek üzerinden resiprokal bir innervasyonla
mevcut olan kasları çeneyi bu sefer yeniden açmak üzere uyarıyor ve bunu
sağlamak için az önceki(miyotatik refleksteki )kaslara ters hareket yaptırıyor .
(Hocamız canlı derste bunun üzerinde tekrar duracağını söyledi.)

Sonrasında çiğneme istemli olarak durdurulup yutma başlanıyor ve yutmanın da


evreleri var.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş
İstemli evrede yutma sağlanır yani sen o besini yutmak istemezsen yutmazsın.
Bunun sebebi çizgili kasların yoğun olmasıdır . Dilin damağa baskısının istemli
olmasıyla evre başlar.

İkinci evre farinks evresidir . Burada seçici açılma gerçekleşir. Farinks solunum
yollarıyla yakın komşuluktadır . Üst özafageyal sfinkteri görüyoruz. Buranın
hemen önünde trakeal açıklık var . Farinksin seçici açılmasıyla larinks yapısında
meydana gelen değişiklikler ile trakeanın kapanması ve özafagusa geçişin
sağlanması gerekiyor. Buradan sonra özafageyal evre başlayacak. Motiliteyi
konuşurken yeniden farinksin peristaltic hareketleri üzerinde duracağız.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş
Üçüncü evre ise Özafagus evresi olacak. Daha çok yer çekiminin yardımı ile
besinin mideye kadar gelmesi sağlanır. Eğer bu geçiş sağlanamazsa özafagusta
seconder peristaltic dalga görülür ve besinin iletimine itici güç oluşturur. Upper
Oesaphageal sphincter kapanır ve lower oesaphageal spinchter açılır.

Yutmanın sinirsel kontrolü için gerekli uyarı ağız içinde, damakta ,faringeal
açıklıkta yoğun bir biçimde bulunan reseptörlerle sağlanıyor. Temel afferent
olarak trigeminalden bahsettik 7 ve 10. Sinirler ise buna katkı verir . Merkez ise
yine medulla oblangatada tractus solitarius ile ilişkili alandadır. Efferentler ise
aşağıdaki tabloda verilmiş. Bu efferentler de farinksteki çizgili kaslara kadar
ulaşıyor.

Aşağıdaki şekili canlı derste daha ayrıntılı olarak anlatacakmış hocamız. Yutma
merkezinin solunum merkeziyle komşuluğu ve tabii üst merkezler tarafından
kontrolü ve uyarıların birbirini control edici biçimde olması besinin trakeaya
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş
kaçmaması açısından çok önemli. Besin özafagusa geçerken solunum çok kısa
süreli durdurularak besinin trakeaya kaçışı önleniyor.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş

:
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş

Geçen senenin notlarından:


1-Enterik sinir sistemi sindirim kanalı duvarındadır . Otonom sinir sistemiyle
bağlantılıdır ama otonom sinir sistemi olmadan da çalışır.
2- Enterik sinir sistemini oluşturan 2 adet sinir ağını , yerlerini ve görevlerini
yazınız:
Myenterik pleksus ve submukozal pleksus
Myenterik pleksus sirküler ve longitudinal kas tabakaları arasında yerleşmiştir
Submukozal pleksus submukozada yerleşmiştir.
Myenterik pleksus motor aktiviteyi kontrol ederken, submukozal pleksus
endokrin ve ekzokrin salgıyı control eder.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş

Nottan cevaplayabileceğiniz sorular:


1-Seröz ve mükoz salgı arasındaki fark nedir? Hangi bezler nasıl salgı yaparlar?
2- Tükürük bezi fonksiyonel biriminin adı nedir? Yapısı nasıldır?
3- Tükürük salgısının devresini açıklayınız?(Afferent 7-9. KN- Gangliyon oticum
submandibular vb.)
4-PSS ve SSS’nin tükürük salgısı üzerindeki etkisi nedir?
5-Ağzımızı açmamızı ve kapamamızı sağlayan reseptörler nelerdir? Çiğnemenin
hangi bölümleri reflex ile hangileri istemli olur?
6-Yutmanın evreleri nelerdir?
7- Yutmanın kontrolünü hangi sinir lifleri sağlar?

Bu seferki selamımı aileme yollamak istiyorum :


Canım brom Aziz’e , barış güvercini babama , tatlı anneme, her şeyimde bana
yardım eden Burcu Abla’ya ve evin kedileri Prense ile Susam’a sevgilerimi
iletiyorum.
Sevgili Ekinoks’un doğum gününü kutluyorum .
Kaynak olarak Guyton’dan ve ses kayıtlarından yararlandım . Geçen senenin notu
daha farklı noktaları anlatmış o yüzden onu çok kullanmadım .
Bu notun selamını okumaya üşenmeyenlere önerilerim :
FİLM: Soul , The Grand Budapest Hotel
KİTAP: Daha, Doğunun Limanları
DİZİ : Bridgerton , Grey’s Anatomy, Bir Başkadır
MÜZİK: Geriye Kalan , Snowman
Herkese sevgileeeeeeeer…………
SİNDİRİM SİSTEMİ İŞLEVLERİNİN TEMEL MEKANİZMASI EMEL GÜNEŞ

Sindirim Sistemi İşlevlerinin Temel Mekanizmaları

Bu dersimizde Sindirim sistemi işlevlerinin temel mekanizmalarına odaklanıp, sindirim kanalının işlevsel
organizasyonunu bir bütün olarak ele alacağız.

A. Sindirim Kanalının İşlevsel Organizasyonu

Sindirim sisteminin temel işlevi; besin maddelerinden, içtiğimiz sudan, aldığımız vitaminlerden yararlanmamızı
ve elektrolitlerin organizmaya alınmasını sağlamaktır. Bu işlevlerin olabilmesi için özellikle büyük ve
emilemeyecek boyutlardaki moleküllerin parçalanması, daha küçük moleküllere bölünmesi gerekir. Bu sayede
içlerinden yararlı olanlar(büyük bölümü) emilerek dolaşıma geçebilecek, daha az olan emilemeyen kısım ise
artık olarak atılacaktır. Bunlar sindirim sisteminin temel işlevleri arasında yer alırlar.

Sindirim Sistemi,

• Besin maddelerinin alınması,

• Mekanik olarak parçalanması ve kimyasal olarak basit moleküllere ayrıştırılması,

• Yararlı olanların emilmesi,

• Artıkların atılması

işlemlerini gerçekleştirir.

B. Sindirim Sisteminin İşlevleri

Az önce bahsettiğimiz, sindirim sisteminin önemli işlevlerini 4 grupta ele alacağız. Sindirim sisteminin bu
gruplamanın dışında da işlevleri (ör: savunma sistemindeki görevi) bulunmaktadır fakat temel olarak ele
alacağımız için 4 madde olarak inceleyeceğiz. Diğer görevlerinden de yeri geldikçe bahsedilecektir.

1. Motilite - Hareket

Motilite, kelime anlamı olarak “hareket yeteneği” demektir. Gastrointestinal sistemde, besinlerin ilerletilmesi
anlamına gelir. İşlevi, yalnızca besinlerin kanal içinde ilerletilmesi değildir. Bu ilerleme sırasında, hareketten
kaynaklı, besinlerin küçültülmesinde ve -mideye ulaştığında- besinlerin o kompartmandaki salgılarla,
enzimlerle karışmasında da görev almaktadır.

2. Salgılama

Sindirim sistemi açısından çok önemlidir. Besinlerin emilmesi için küçük yapılara ve yapı taşlarına kadar
parçalanması gerekir. Bu yüzden mekanik parçalanma yeterli değildir ve kimyasal parçalanmaya ihtiyaç
duyar. Bunu sağlayan olay da salgılamadır. Salgıları “Ekzokrin Salgı” ve “Endokrin Salgı” olarak 2 başlıkta
inceliyoruz.

Sindirim sisteminin enzimlerini çeşitli ekzokrin salgı bezleri salgılar. Moleküllerin daha küçük yapılara ve yapı
taşlarına kadar parçalanmasını sağlarlar. Aynı zamanda bu bezler mide gibi bölümlerde, HCL ve bikarbonat
iyonu da salgılar. Bunun yanı sıra endokrin salgı bezleri, mide ve barsaklardan salgılanan hormonlar
aracılığıyla sindirime yardım eder. (Şimdilik bu kadar bahsedildi. İleride daha detaylı olarak işlenecektir.)

SİNDİRİM SİSTEMİ İŞLEVLERİNİN TEMEL MEKANİZMASI EMEL GÜNEŞ

3. Sindirim

Temel işlev ve ana odağımızdır. Kompleks olarak aldığımız besinlerin, emilme boyutlarına ulaşması
gerekir. Sindirim, besinlerin hem mekanik hem de kimyasal yöntemlerle parçalanması sonucu,
emilme boyutlarına ulaşılabilmesini sağlar. Çeşitli moleküllerin (Karbonhidratlar, proteinler ve lipid
gibi kompleksler) sindiriminde farklılıklar görülür. Bu farklılıklar ve özellikler ileride incelenecektir.

4. Emilim

Sindirimi tamamlanmış besinlerin, hücrelere ulaşabilmesi ve hücrelerin yararlanabilmesi için


emilmesi gerekir. Moleküller bu emilim sonrasında, kan dolaşımını ya da lenf dolaşımını kullanarak
tüm hücrelere ulaşır.

• SİNDİRİM KANALI:

Erişkinlerde yaklaşık 9 metre uzunluğundadır. 6 bölümde incelenir:

-ağız

-farenks

-özofagus

-mide

-ince barsak

-kalın barsak ve rektum

1.Bölüm - Ağız : Sindirim kanalı


ağızdan başlar. Besinler; ağızda,
dilin ve dişlerin yardımıyla mekanik
olarak ezilir ve tükürük bezleri
sayesinde, sınırlı da olsa, kimyasal
yönden sindirime uğrar. Burada
aynı zamanda salgılar sayesinde
sulandırma işlemi de gerçekleşir.
Bu işlem, yutmayı kolaylaştırmanın
yanı sıra tadın alınabilmesi ve
kokunun daha iyi alınabilmesi için
de gereklidir. Bahsettiğimiz
işlemlere uğrayan küçültülmüş ve sulandırılmış besinin, yutularak farinkse geçmesi sağlanır. Yutulan besin
“Buls” olarak isimlendirilerek yoluna devam eder.

2.Bölüm - Farenks : Yutma açısından önemli bir yerdir. Çizgili kasların varlığı önem taşır.

3.Bölüm - Özofagus: İlerletmenin temel olarak ait olduğu yer burasıdır. Üst tarafında çizgili kaslar vardır.
Devamı düz kas biçiminde ve sindirim kanalının son bölümüne kadar içi boş organlar bütünü olarak devam
eder.

SİNDİRİM SİSTEMİ İŞLEVLERİNİN TEMEL MEKANİZMASI EMEL GÜNEŞ

4.Bölüm - Mide: Hem mekanik hem de kimyasal sindirimin olduğu bir yerdir ve burada kimyasal sindirim
açısından özelleşen yapılar bulunur Özellikle proteinlerin sindirimi bakımından önemlidir. Burada hem
proteinlerin sindirimine yarayan enzimatik salgıların salgılandığı hem de proteinlerin sindiriminin mümkün
olması, ortamın asidik olabilmesi açısından HCL salgılandığı görülür. Aynı zamanda midede güçlü
kontraksiyonların olduğu atrium bölgesi yer alır ve mide depolama görevi yapar.

5.Bölüm - İnce barsak: 3 alt bölümden oluşur. Midenin devamındaki, en kısa kısım “duodenum” kısmıdır.
Buraya hem karaciğer salgısı olan safra salgısı hem de pankreas salgısı dökülür. Enzimatik salgının buraya
dökülmesinin yanında, mideden gelen asidik içerikli besinin nötralize olduğu yer olması bakımından da burası
önem taşır. Bu nötralizasyonu mümkün kılan şey ise pankreastan salgılanan HCO3(bikarbonat)’tır.
Devamında orta bölüme geliriz. Orta bölüm “jejenum” olarak isimlendirilir. Burası besin moleküllerinin
emiliminin fazla olduğu bir bölümdür. Bunun yanında duodenumda da emilim gerçekleşir. Emilimin büyük
oranda gerçekleştiği yerler, ince barsağın ilk 2 bölümüdür. Son bölüm olarak “ileum”, çeşitli elektrolit ve
vitaminlerin emiliminin olduğu bir yerdir fakat az önce de değindiğimiz gibi emilimin çoğunluğu üst
bölümlerde gerçekleşir. Devamında kalın barsak(kolon) yer alır.

6.Bölüm - Kalın barsak ve rektum: Rektum kalın barsağın son bölümüdür. Sindirim kanalının en uç bölgesi
olan anüste çizgili kaslar yer alır.

(Karaciğerin hem sindirimdeki hem de sindirim dışındaki öneminden bahsedeceğiz. Pankreasın ekzokrin
işlevlerine göz atacağız.)

Sindirime Yardımcı Salgı Bezi Görevi Gören


Yapılar:

• Tükürük bezleri

• Karaciğer

• Safra kesesi

• Pankreas

Sindirime Yardımcı Diğer Yapılar:

• Dişler

• Dil

SİNDİRİM SİSTEMİ İŞLEVLERİNİN TEMEL MEKANİZMASI EMEL GÜNEŞ

Sindirim Kanalı Duvarının Genel Özellikleri

Bu duvar 3 ana bölümden oluşur:

• Mukoza

• Submukoza

• Muscularis Propria

Mukoza: İlk olarak ele alacağımız tabaka, lümenle komşu olan “mukoza” tabakası olacaktır. Mukoza
tabakasının lümenle direkt bağlantılı olan bölümü “epitelyum”dur. Epitelyum, kanal içerisinde bölgeden
bölgeye histolojik olarak farklılaşır. Örneğin, mikrovilluslar emilimin yoğun olduğu bölgelerde bol bulunur.
Bunun sağlanması şöyle gerçekleşir: emilim yüzeyi artar ve efektif olarak emilim işlemi gerçekleşir.
Epitelyumun hemen altında bazal membran, onun da altında bağ dokusu yapısında olan lamina propria
bulunur. Küçük kan damarları, lenf damarları ve küçük lifler burada bulunur. Altındaki submukoza
tabakasından “muscularis mucoza” adı verilen düz kas yapısı ile ayrılır. Bu üç yapı (epitel,bazal membran ve
lamina propria), mukoza tabakasını oluşturur.

Submukoza: Bu bölüm çok büyük öneme sahiptir. Bunun nedeni bir sinir ağı,pleksusu içermesidir. Bu
pleksus “submukozal sinir pleksusu” olarak isimlendirilir. Burada aynı zamanda kan damarları ve lenfatik
sistem kesitleri de görülür. Kanlanmanın regülasyonunu (kanlanmanın emilim sırasında artırılması) ve burada
bulunan ekzokrin bezlerinin salgılarını kontrol etmesi bakımından, bu sinir ağı önemlidir.

Muscularis Propria: Muscularis propria, temel olarak düz kas hücrelerinden ve ikincil bir sinir ağından oluşur.
Aynı zamanda bu bölüm düz kasların yerleşimi bakımından özelleşmiştir. Lümene yakın olan kısımda sirküler
kaslar bulunurken alt kısımda(serosaya yakın olan kısımda) longitudinal kaslar bulunur. Burada kasılmanın
kontrolünden, bahsettiğimiz sinir ağı sorumludur. Bu sinir ağı “myenteric pleksus” olarak isimlendirilir. En dış
kısımda seröz tabaka bulunur.

Sindirim kanalın duvarı bu şekilde özelleşmiş olmakla beraber, bazı bölgelerde farklılıklar görülebilir.

SİNDİRİM SİSTEMİ İŞLEVLERİNİN TEMEL MEKANİZMASI EMEL GÜNEŞ

ENTERİK SİNİR SİSTEMİ

Gastrointestinal sistem iki büyük sinir ağına sahiptir: Myenterik Pleksus ve Submukozal Pleksus.

1- Myenterik Pleksus
(Auerbah’s Pleksus):
Longitudinal ve sirküler kas
tabakları arasında yerleşiktir.
Nöronlar, hücreler birbirleri ile
sinaptik bağlantılar yaparak
bu ağı oluştururlar. Temel
olarak, barsak boyunca
oluşan motor aktivitenin
kontrolü ile ilgilidir.

2-Submukozal Pleksus
(Meissner’s Pleksusu):
Submukoza tabakasında
yerleşiktir. Ekzokrin/endokrin
salgılamayı ve lokal kan
akımını kontrol eder. Mevcut
olan emilim işlevlerinde,
kanlanmanın değişmesini
sağlar. Bu yüzden, sistem
açısından büyük önem taşır.

Lokal işlevleri yerine getirirken enterik sistemin kendi iç organizasyonu yeterlidir ancak bu belli bir hiyerarşi
içerisinde gerçekleşir. Bu işleyişi kontrol eden ve bir üst basamakta bulunan sistem, “otonom sinir sistemi”dir
(Parasempatik ve sempatik sistem enterik sinir sistem işleyişini düzenler.).

Bahsedilen iki pleksusun arasında sinaptik bağlantılar bulunur. Bu bağlantılar karşılıklı sinaptik aktivitenin
düzenlenmesinde rol alır.

ENTERİK SİNİR SİSTEMİNİN NÖRONAL BAĞLANTILARI

İç organizasyon: İç organizasyonun düzenlenmesinde değinmemiz gereken 3 farklı nöron tipi vardır. Bu nöron
tipleri şunlardır:

• Duysal nöronlar,

• Ara nöronlar

• Sekreto-motor nöronlar(efferent).

Lokal olarak buradaki uyaranlardan etkilenen sinirsel yapıları tarif ediyoruz.

SİNDİRİM SİSTEMİ İŞLEVLERİNİN TEMEL MEKANİZMASI EMEL GÜNEŞ

-İlk açıklamalar, görsel üzerinden gidiyor- Görselin


en sağında yer alan bölüm, lümene yakın olan
bölümdür. Dolayısıyla, submukozal tabaka ve
komşuluğundaki submukozal pleksus bu kısımda
yer alır. Devamında, solda, iki kas tabakası
arasında yer alan miyenterik pleksus görülür. Bu
pleksuslar üzerinde hiyerarşiye göre sempatik ve
parasempatik sistemin uzantıları, pleksusu
etkilemek üzere, sonlanır. Bu sistemin etkilendiği
önemli parametrelerden bazılarını, lümendeki
içeriğin yapısı oluşturur. Kimyasal olarak; pH,
osmolarite, kimyasal yapı gibi özellikler, daha çok
kemoreseptörleri uyarır. Bunun yanı sıra
mekanoreseptörlerin de görev aldığını biliyoruz.
Mekanoreseptörlerin görev alma sürecini şöyle
açıklayabiliriz: İçerik, lümen içerisinde ilerlerken
sindirim duvarına basınç uygulayarak
mekanoreseptörlerin aktif hale gelmesini sağlar ve
mekanik bir uyarım gerçekleştirir. Bu dedektör gibi
davranan mekanoreseptörler, duyusal uyarıların
iletiminde çalışır ve lümenin ne kadar basınca maruz kaldığı bilgisini alır. Bu reseptörlerin devamında, enterik
sinir sistemi içerisinde yer alan sinirsel hücreler, duyusal yapı taşını oluşturur. Aynı zamanda enterik sinir
sisteminde, işlevlerin organizasyonu açısından, çok sayıda ara nöron yer alır.

Efferent çıktı ile efektör organlara sinirsel uyarı da gider. Bu efferent nöronlar enterik sinir sisteminde
“sekretomotor nöronlar” olarak isimlendirilir. Submukozal pleksus için efektör organlar, lokal kan damarları ya
da submukozal pleksus içerisinde yer alan salgı bezleridir. Bunlar, enterik sinir sistemi tarafından uyarılır.
Miyenterik pleksus için ise buradaki efektör organlar düz kaslardır ve motor nöronlar aracılığıyla uyarılarak,
kasılması yani işlevlerinin sürdürülmesi sağlanıyor.

Enterik Nöronların Nörotransmitterleri

Çok sayıda nörotransmitter etkilidir. En başta, işlevlerin bir çoğunda yer alan “asetilkolin” gelir. Aynı zamanda
asetilkoline zıt çalışan nöroadrenalin gibi nörotransmitterler de yer alır. Bunlardan bazıları inhibitör bazıları ise
eksitatör etki gösterir.

• Asetilkolin

• Nöroadrenalin

• Adenozin Trifosfat

• Serotonin

• Dopamin

• Kolesistokinin

• P maddesi

• VIP

• Somatostatin...

SİNDİRİM SİSTEMİ İŞLEVLERİNİN TEMEL MEKANİZMASI EMEL GÜNEŞ

Enterik Nöral Kontrolün Entegrasyonu

Hiyerarşi içinde, enterik sinir sistemi üzerinde otonom


sinir sistemi; otonom sinir sistemi üzerinde de beynin üst
merkezleri yer alır. Bu merkezler çeşitli durumlarda
devreye girer. Otonom sinir sisteminin hiyerarşi
içerisindeki kısımlar, sempatik ve parasempatik
kısımlardır. Bu iki kısmın arasında, uyarılmaları açısından
şöyle bir fark vardır: Sempatik uyarılma tipik otonom
sistem uyarılması şeklinde (ganglion öncesi
preganglionik, ganglion sonrası postganglionik olarak
isimlendirilir. Sonuç olarak 2 nöronla temsil edilir.)
gerçekleşir fakat parasempatik sinir sisteminde
-çoğunlukla- preganglionik sempatik lifler, doğrudan
enterik sinir sistemi lifleri ile sinaps yapar ve bir bakıma
postganglionik parasempatik lifler enterik sinir sistemine
entegre durumundadır.

Sindirim sisteminde aktif olan ve işlevlerin yürütülmesinde öncü olan sistem parasempatik sistemdir. Bu
nedenle bu yapılanma, enterik sistemin daha hızlı bir şekilde işlev yapmasında avantaj sağlar.

Parasempatik innervasyon:

• Parasempatik nöronların hücre gövdeleri, beyin sapı ve sakral


medulla spinalistedir.

• Efferent motor lifler, beyin sapından çıkan vagus siniri


aracılığıyla; özofagus, mide, ince barsak, pankreas, safra kesesi
ve kolonun bir bölümü olan proksimal kolonu innerve eder.

• Vagus siniri büyük ölçüde sindirim kanalını innerve eden


parasempatik sinirdir. Sindirim kanalının diğer kalan
bölümleri(distal kolon, rektum, anüs ...) ise pelvik sinirlerle
innerve olur.

• Enterik sinir sistemi ile preganglionik parasempatik nöronlar


sinaps yapar.

• Parasempatik aktivasyon, enterik sinir sisteminin tamamında genel bir aktivite artışına neden olur.

Sempatik İnnervasyon:

Daha önce değindiğimiz gibi, sempatik innervasyonda tipik olan


otonom sinir sistemi uyarılması mevcuttur. Dolayısıyla gangliyonları
tarif etmek durumundayız. Bu gangliyonlar; çölyak gangliyon,
superior mesenterik gangliyon ve inferior mesenterik gangliyondur.
Bu gangliyonlar otonom sinir sisteminin sempatik dalının lif
değiştirdiği, sinaps yaptığı bölgelerdir ve postgangliyonik lifler
buradan çıkar.

Temel olarak preganglionik liflerin çıkış bölgesi, medulla spinalis


içerisinde T5-L2 arasında bulunur. Buradan çıkan sempatik
pregangliyonik lifler, bahsi geçen gangliyonlarla sinaps yaptıktan
sonra postgangangliyonik sempatik lifler olarak devam eder ve
gastrointestinal sistemin bölümlerini innerve eder.

SİNDİRİM SİSTEMİ İŞLEVLERİNİN TEMEL MEKANİZMASI EMEL GÜNEŞ

• Sempatik innervasyon, parasempatik uyarımın neden olduğu etkilerin tersine, gastrointestinal kanalın
aktivitesini baskılar.

• Postgangliyonik nörotransmitter, nöroadrenalin(NA)’dir.

1-Nöroadrenalin düz kaslar üzerine etki ederek, sfinkterlerin tonusunu artırır ve kapalı konumunu destekler.

2-Nöroadrenalin aynı zamanda enterik nöronlar üzerinde güçlü baskılayıcı etki gösterir.

Barsakların Afferent Duysal Lifleri

Burada, şu soruya cevap bulmaya çalışarak başlıyoruz: “Sindirim kanalından uyarılar ne şekilde merkeze
iletilir?”.

Bu iletimde, nervus vagus büyük önem taşır. Vagal afferent nöronlar, kas gerimini ve mukoza ile temas eden
içeriğin yarattığı çeşitli mekanik uyarımları algılayan mekanoreseptörleri kullanarak, merkeze sinyali iletir. Bu
mekanoreseptörlerin yanı sıra kemoreseptörlerin uyarımı ile oluşan sinyalleri de, vagal afferent nöronlar,
merkeze taşır. Burada merkez olarak kastettiğimiz merkez, vagal entegrasyon merkezidir. “Dorsal vagal
kompleks” olarak da isimlendirilir. Ayrıca bu entegrasyon merkezi birden fazla çekirdek içerir. Bu çekirdekler;
vagusun dorsal motor çekirdeği, nucleus tractus solitarius, nucleus ambiquus çekirdekleridir.

Kanal içerisinde ne olup bittiğine dair uyarılar, entegrasyon merkezinde entegre edilerek yanıt üretilir.
Burada entegre edilen uyarılar; kanal içinden geçen besinlerin mukoza ile temasında yol açtığı uyarı
yoğunluğu, kas gerimini ne ölçüde etkilediği ve aynı zamanda kanalın içindeki kimyasal bileşenlere dair
uyarılardır. Parasempatik sinir sisteminin etkinliğine ilişkin olan uyarı, buradaki kompleks merkezde üretilmiş
olur. Daha önce de değindiğim gibi burası bir entegrasyon merkezidir. Entegrasyon merkezi olması demek,
işlemlerin nöral ağlar üzerinden düzenlenmesi demektir. Daha üst merkezlerle yani hiyerarşinin üst
tarafındakilerle etkileşime geçerek, çeşitli durumlara ilişkin kontrolü sağlar. Kişinin o andaki emosyonu da
dahil olmak üzere, açlık-tokluk gibi durumlar değerlendirilir ve gerekli yanıt üretilerek enterik sisteme iletilir.

• Vagal afferent nöronları uyaranlar:

1- Mekanoreseptör üzerinden: Kas gerimi ve mukoza temas gibi mekanik olanlar.

2- Kemoreseptörler üzerinden: pH, osmolarite, glukoz konsantrasyonu gibi luminal kimyasal uyaranlar.

• Dorsal vagal kompleksteki nöral ağlar ve kompleksin üst merkezlerle etkileşimi; yemek yenmesinden
hemen önce, yeme esnasında ve sindirim sırasında, üst sindirim kanalında hızla değişen durumlara karşı
hızlı kontrol sağlar.

Sindirim Fonksiyonlarının Nöral Kontrolü

Enterik sinir sisteminin ve düzenleyici


işlevinin önemi, zaman içerisinde ortaya
çıkmıştır. Öyle ki bu sistem, omurilikteki
nöron sayısı kadar nöron içerir ve tek
başına pek çok işlevi yerine getirir. Bu
özellikler de onun hem gelişmiş olduğunu
hem de işlevlerin düzenlenmesi açısından
bakıldığında, merkezde yer aldığını gösterir.
Enterik sinir sistemi, otonom sinir sistemi ve
merkezi sinir sisteminin üst merkezleri
tarafından kontrol edildiği için hiyerarşiye
uyar. Temel olarak efektör organlara sinyaller buradan çıkar. İşte bu sekretomotor nöronlar aracılığıyla
etkilenen efektör sistemlerin; buradaki sekretuvar bezler, kaslar ve kan damarları olduğunu görüyoruz.

SİNDİRİM SİSTEMİ İŞLEVLERİNİN TEMEL MEKANİZMASI EMEL GÜNEŞ

Aynı zamanda bu sistemin çıktıları bağırsağın hareketi ve nasıl bir davranış paterni ortaya çıkacağı gibi
durumları da etkiler ve bu durumlar, enterik sinir sisteminin çıktıları doğrultusunda oluşturulur.

Sindirim kanalının, peristaltik ve segmentasyon gibi hareket biçimlerini ortaya çıkaran kalıp uyarılar buradan
çıkar. Yine hangi salgıların, ne hızda, ne ölçüde salgılanacağı ya da buradaki lokal dolaşımın ne şekilde
devreye sokulacağı gibi motor komutlar, enterik sinir sisteminin çıktılarıdır. Aynı zamanda daha üst
merkezlerden gelen uyarıları (yani kişinin o an da sahip olduğu çeşitli özellikleri) entegre eder ve değerlendirir.
Kanal içerisindeki kimyasal ve mekanik içerik belirlenerek bu bilginin, duyusal nöronlar aracılığıyla, üst
merkezlere iletilmesini sağlar. Bu da üst merkezlere, kanal içerisinde ne olduğu bilgisini verir ve vagal
entegrasyon merkezinde çıktı oluşturulması sağlanır.

Sindirim Sisteminin Kanlanması:


Sindirim kanalından emilen maddelerin, organizmanın
geri kalan bölgelerine taşınması, hücrelerin faydalanması
için kanla beraber dolaşım sistemine verilmesi gerekir.
Aynı zamanda sindirim sisteminin kendi işleyişinin yerine
getirilmesi de, kanlanmayla ilişkilidir. Kardiyak outputun
çok önemli bir bölümü(1/4’ü), sindirim kanalını da içeren
bölgeye gider ve bu bölgelerde kanlanmayı sağlar. Bu
bölgelerdeki -gastrointestinal kanal, dalak, pankreas ve
karaciğerdeki- kanlanmayı sağlayan dolaşım, “Splanknik
Dolaşım” olarak isimlendirilir. Daha önce değindiğimiz,
kardiyak outputun 1/4’ünün bu bölgelere gitmesi
durumunun avantajı, ihtiyaç durumlarında
kullanılabilecek rezerv kanın bulundurulmasıdır. Örneğin
egzersiz sırasında -iskelet kasına, kalp kasına- ihtiyaç
duyulan kan buradan yönlenir. Ya da akut kanamalar
sırasında gelişen hemorajik şokta, buradaki rezerv kan,
dolaşımı destekler.

Öte yandan, emilim ile kan dolaşımına çok sayıda


madde geçer. Bu geçen maddelerin, besin moleküllerinin
yapı taşları, kan dolaşımı aracılığıyla dolaşım sistemine
geçer fakat burada bilmemiz gereken şey lipitlerin
sindiriminde ve emiliminde farklılıklar olduğudur. (Büyük
oranda lipitler ve yağda eriyen çeşitli moleküller, öncelikle lenfatik dolaşıma geçer. Ardından torasik dolaşımla
sistemik dolaşıma dahil olur. Bu hem lipit metabolizması açısından hem de yağda eriyebilen ilaçların
doğrudan kana geçişini basitleştirmesi bakımından önem taşır.)

Absorbe edilen maddeler, ara kimyasal işlemlerin yapılabilmesi ya da depolanması için portal vene, portal ven
aracılığıyla da karaciğere taşınır ki bu işlemler karaciğerde gerçekleşir. Karaciğerin diğer önemli bir özelliği de
kendisine ait bir savunma sistemi olmasıdır. Bu savunma sistemi, emilim sırasında sindirim kanalından
gelebilecek bakteri gibi zararlı birtakım maddelerin fagosite edilmesini sağlar. Ardından fagosite edilen bu
maddeler, genel kan dolaşımına verilir. Bu maddelerin zararlı etkilerinin önlenmesi bakımından portal vene
geçişi, büyük öneme sahiptir.

Eğer bu ders Çince anlatılsaydı ve benim Japonca yazmam gerekseydi, bu notu yazmam daha kolay olurdu
çünkü hoca is speaking the language of Gods.

“Yıkılma sakın!” dedi Özel, ben de diyorum: Yıkılma Sakın!

-Umut Damar

Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Tat ve koku duyusu sindirimle yakından ilişkili özel duygular arasında yer alır. Bu iki duyu
arasında sindirimde tat daha ön planda gibi görünebilir ama her iki duyu da beslenme
sırsında bundan zevk alınmasını sağlamanın yanında organizma açısından koruyucu bir işlev
de görmektedir. Evrimsel süreç içerisinde canlılar bu iki duyusal özelliği kullanarak ağza
alınmış maddenin ona zarar verecek ya da onu zehirleyecek özellikte olup olmadığına ilişkin
bir uyarı sistemi devreye sokuyor. Bu zehirli ya da bozuk maddeleri, yenilebilir veya faydalı
besinlerden ayırt etmemizi sağlıyor.

Tat Duyusu

Temelde 5 tat duyusu bulunur. Bunlar; tatlı, tuzlu, acı, ekşi, lezzetli (umami)dir. -Umami
Japonca lezzetli kelimesinin karşılığıdır ve bir takım lezzet arttırıcı maddelerin tadıdır.-
Şu an ekleyeceğim ve * * işaretleri arasında kalan kısımda bu beş tat duyusu ayrıntılı bir
şekilde yazılmıştır. Hoca bu tat duyularını tat tomurcukları kısmında anlatacağım kadar
anlattı. Bu kısmı ise hem 2024 notlarında hem de Guyton da yazdığı için ekledim. (İlerleyen
yerlerde de bu sebeplerden dolayı ek bilgiler eklerken de bu işaretlemeyi kullanacağım.)
* Ekşi: Bir besini ekşi algılamamızın temel nedeni onun asidik yapısıdır. Bu tat duyusunun
şiddeti, besinin ortama verdiği hidrojen iyon konsantrasyonuyla orantılı. Yani bir besin ne
kadar asidikse ekşi tat algısı da o kadar fazla olur.
Tuzlu: Bu tada özgü reseptörler iyonize olabilen tuzlar ~temel olarak sodyum iyon
konsantrasyonu~ tarafından uyarılır. (Tadın niteliği tuzdan tuza değişebiliyormuş bunun
nedeni de söz konusu tuzun tuzluluk dışında diğer tatları da uyarabilme özelliği imiş) Tuzların
katyonları -yine ve yeniden özellikle sodyum katyonları-tuzlu tattan sorumluyken, anyonların
bu tada daha az katkısı olduğu biliniyor.
Tatlı: Tatlı tadın nedeni tek bir kimyasal madde sınıfı değil. Bu tadı meydana getiren bazı
kimyasallar: şekerler, glikoller, alkoller, aldehitler, ketonlar, amitler, esterler, bazı amino
asitler vb. Yalnız şuna dikkat çekelim, tatlı duyusuna neden olan maddelerin çoğu organik
yapıda. Bir diğer ilginç bilgi, bu kimyasal gruplara eklenen basit bir radikal gibi ufak tefek
yapısal değişiklikler çoğu zaman maddenin tadını tatlıdan acıya çeviriyor.
Acı: Acı da tıpkı tatlı gibi, tek bir kimyasal madde grubuna bağlı değil. Ve bir diğer benzerlik,
bu tadı oluşturan gruplar da çoğunlukla -hatta hemen hemen hepsi-organik yapıda. 2 belli
grubun özellikle bu tada neden olduğu düşünülüyor:1-azot içeren uzun zincirli organik
maddeler2-Alkaloidler (bitkisel kökenli azotlu maddeler): kinin, kafein, striknin, nikotin gibi
tıpta kullanılan birçok ilacı kapsıyor. (İlaçların tadının neden acı olduğunu artık öğrenmiş
olduk) (Ek bilgi: Kinin maddesi, hem sıtma ile savaşta, hem de sıtmaya karşı kullanılan
sentetik ilaçların geliştirilmesinde kullanılmış. Striknin ise organik hücreleri bozarak harab
eden zehirli bir alkoloid. Az miktarda kullanıldığında tıpta ilâç olarak istifade edilebiliyormuş.
Eee... Paracelsus boş yere dememiş her şey zehirdir, bir şeyi zehirsiz yapan dozudur diye) Acı
tat yüksek yoğunlukta ise bu kişinin besini reddetmesine yol açabiliyor. Bu olay acı tat
duygusunun önemli bir işlevi. Çünkü zehirli bitkilerde bulunan birçok toksin alkaloid yapıda
ve bunların hemen tümü, yenildiğinde şiddetli bir acı hissi uyandırıyor ve duyularımız
sağlıklıysa bunu fark edip o besini tükürüyoruz. Bir daha da öyle bilip bilmediğimiz şeyleri
ağzımıza almıyoruz.
Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Umami: Ekşi, tuzlu, acı ya da tatlıdan farklı, hoşa giden bir tadı temsil ediyor. Et, peynir gibi L-
glutamat içeren besinlerin baskın tadı.
---Peki bizim farklı tatlara duyarlılığımız nasıl? Sizce en duyarlı olduğumuz tat ne ola ki?
Cevabınız acı ise doğru bildiniz! Mesela kinin konsantrasyonu 0.000008 M iken bile onu
algılayabiliyoruz. Bu da bize zehirli olabilecek maddelere karşı büyük bir avantaj sağlıyor. *
Tat Tomurcukları (Periferik Kısım)


Tat tomurcukları dil, damak, farinks, epiglot ve hatta özofagusun 1/3 üst kısmınd bulunan
tat alma işleviyle ilişkili olan çok önemli yapılardır. Tat tomurcuklarının şekli C görselinde
verilmiştir. Tat tomurcuğu 50 kadar hücreden oluşur. Bu hücreler sıklıkla portakal dilimine
benzetilir. Tat tomurcukları histolojik olarak çok önemli yapılardır. Reseptör hücresi işlevi
gören tat hücrelerinin arasında destek hücreleri de bulunur. Tat tomurcuklarının uç kısmı -
apexi- ağız boşluğuna açılır. Bu bölge tat poru olarak isimlendirilir ve burada ağız boşluğuna
uzanan mikrovilluslar bulunur. Mikrovillusların buradaki işlevi reseptör yüzeyini ağız
boşluğuna doğru daha fazla genişletmektir. Burada bulunan özellikle seröz yapıda olan
tükürük salgısı da ağza alınan maddelerin çözdürülerek tat alınmasını kolaylaştırır. Tat
tomurcuğunun bazalinde ise tat hücreleri ile sinaps yapan sinir hücreleri- tat sistemindeki
periferde bulunan 1. Duyu nöronlarıdır- bulunur. *Tat hücrelerinin ömrü çok kısadır.-2 hafta
kadar- Tat hücrelerimiz çevresindeki bazal hücrelerden farklılaşıyor ancak duyu aksonu
kesilmiş bir bölgede bu farklılaşma artık yapılamıyor. Hücreler dejenere oluyor. *
Tat tomurcukları; dilin ön 2/3 lük yüzeyinde fungiform(mantarsı) papillar üzerinde, dil
kökünde V şeklinde bir dizilime sahip sirkumvallat papillalar üzerinde – en yoğun olarak
burada bulunur-, dilin yan yüzleri boyunca uzanan kıvrımlara yerleşmiş foliat(yapraksı)
papillarda bulunuyor. Kalan az bir kısmı da damak, bademcik bağlantıları, küçük dil, farinkse
doğru epiglot hat ve özofagusun 1/3lük proksimalinde bulunuyor.

Dil ucundaki tat tomurcuklarının siniri N. Facialis (Cordo


Tympani- 7. Kafa siniri), dil kökündeki tat tomurcuklarının
siniri N. Glosspharingeus (9. Kafa siniri), damak ve farinkste
bulunan tat tomurcuklarının siniri N. Vagus (10. Kafa siniri)
dir.-Bu sinirlerin duyusal afferent dalları burada oluşan AP yi
MSS ye taşır.-


Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Devamındaki üç şekilde tat tomurcukları içerisindeki tat hücrelerinin reseptör olarak nasıl işlev
gördüğünü ve farklı tat algılarında nasıl uyarıldığını anlatacağım. Bunun için farklı moleküller
resimlerde farkı şekillerde simgelenmiş. Bunlar alttaki gibidir.

Yandaki şekil tuzlu olan tat duyusunun tat hücrelerini göstermektedir.


Tuzlu tat temel olarak NaCl gibi moleküllere duyarlılıkla ilişkilidir. Ağza
alınan besinler içeriğini salgıya gönderir ve tuzlar burada çözünür. Tat
hücrelerinin apikal kısmında solda mavi olarak verilen Na+ spesifik iyon
kanallarıdır. Ağız içerisindeki NaCl konsantrasyonu arttığında Na+ hücre
içerisine geçer ve hücre depolarize olur. Devamında Ca++ voltaj kapıları
açılarak hücre içine Ca++ girdisiyle nörotransmitterler salınır. Yine apikal
yüzeyde sağda açık yeşil olarak verilen spesifik olmayan iyon kanalıdır. Ağız
içerisinde NaCl, KCl gibi tuzların konsantrasyonunun artışına bağlı olarak
hücre içerisine Na,K geçişini sağlar ve hücre yine depolarize olarak uyarı
oluşumu sağlanır.

!!Buradaki iyon kanalları açık olan iyon kanallarıdır.


Yandaki şekil ekşi olan tat duyusunun tat hücrelerini göstermektedir. Ağız
içerisinde asidik uyarılar ekşi tat algısını tetikler. Asitler de zayıf ve kuvvetli
olarak ikiye ayrılır. Bu iki asit çeşidinin reseptörlere etki mekanizması
farklıdır. Zayıf asitler apikal yüzeyden difüzyonla hücre içine geçerler.
Böylece hücre içinin asidik seviyesini arttırarak ligand kapıl katyon
kanallarının açılmasını tetiklerler. Böylece hücre zarı depolrizasyonu
gerçekleşir. Güçlü asitler ise direk kendileri lignd olarak işlev görürler. pH
sensitif olan bu kanallara doğrudan olarak etki ederler ve hücre içerisine
katyon girişiyle hücre zarı depolarize olur.

--pH ı aynı olan farklı asitler farklı transdüksüyon mekanizmaları


kullanmaktadırlar. Yani tek başına sadece pH doğrudan etkili değildir.
Buradakiler basitçe bir pH reseptörü değildir.

Yandaki şekilde tatlı, acı ve umami tat duyusunun


hücreleri gösterilmektedir. Besinler aracılığıyla gelen
moleküller ligand etkisi göstermektedir. Bu etkilerini G
proteini aracılı reseptörler üzerinden gösterirler.
Fosfolipaz C aktive edilir. Hücre içerisinde ikincil
haberciler (1,4,5 trifosfat=IP3) sentezlenir ve bunun
sonucu olarak katyon kanalları açılır ve depolarizasyon
gerçekleşir.

Bu şekilde farklı yolaklardan da olsa kimyasal bir uyaran reseptör potansiyeli biçiminde
transdüksüyona uğrayarak elektriksel bir dönüşümü tetiklemiş olur ve AP oluşur.
Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Böylece tat duyularını reseptörlere etki mekanizmasına göre ikiye ayırmış olduk. İlk grupu tuzlu, ekşi;
diğer grubu tatlı, acı, umami tatları oluşturmaktadır. Tuzlu ve ekşi tatlarda molekül içerikleri
doğrudan iyon kanallarından geçerek hücre zarının depolarizasyonunu tetiklerken; tatlı, acı ve umami
tatlarda moleküllerin hücre zarındaki G proteinleri bağımlı reseptörleri tetiklemesi sonrasında ikinci
habercilerin aktivasyonu ve onların etkisiyle de katyon kanallarının açılmasıyla hücre zarı depolarize
olur. Sonraki aşamalar benzerdir. Oluşan reseptör potansiyeli gelen uyarının şiddetine bağlı olarak
dereceli bir potansiyeldir. Hücre zarında voltaj değişimine yol açar. Voltaj bağımlı Ca++ kanalları her
iki durumda da açılarak veziküllerden egzositoz olayını tetikler. Sinaptik aralığa salınan
nörotransmitterler de afferent duyusal nöronlarda AP oluşumunu tetikler.

A grafiğindeki eğri tuzlu tat duyusu için NaCl ün


oluluşturmuş olduğu reseptör potansiyelini
göstermektedir. B grafiğinde ise afferent liflerde
oluşan AP leri göstermektedir. İşaretli kısımda artan
NaCl konsantrasyonu ile Na+ tat porlarından sızarak
reseptörleri uyarmaya başlamıştır. Na+ hücre içerisine
girdikçe reseptör potnsiyeli oluşturur ve hücre zarını
pozitifleştirir. Buna karşılık olarak da AP oluşuyor.
Reseptör potansiyelinin en yüksek olduğu noktada yani
uyarının en şiddetli olduğu noktada AP frekansı daha
fazladır. Na+ konsantrasyonunun ağız boşluğundaki
sekresyonlarla seyreltilmesi sonucunda da uyarının
şiddeti dolayısıyla reseptör potansiyeli azalıyor. Bun
bağlı olarak AP frekansı azalıyor. Böylece uyarının

şiddeti AP frekansıyla kodlanmış oluyor.

*AP sıklığı 2024 notlarında ‘tat analizinde popülasyon
kodlaması var’ şeklinde ifade edilmişti *


Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Tat Duyusu Sinyallerinin MSS’ye İletilmesi

Daha öncesinde de dediğimiz gibi bu mekanizmada 9.


Kafa siniri olan N. Glosopharingeus, 7. Kafa siniri olan
N. Facialis ve 10. Kafa siniri olan N. Vagus afferent
duyusal lifler taşır. Bu üç sinirin de taşıdığı duyusal
enformasyonun ilk entegre edildiği bölge beyin
sapındaki Tractus Solitarius çekirdeğidir. Burası aynı
zamanda ilk sinaps bölgesidir. Daha sonra
enformasyon talamus üzerinden geçerek beynin tatla
ilişkili olan bölgesine iletilir ve buradaki sinyallerin tat
duyusuna yol açmasını sağlar.


Şimdi bir özet geçelim

--1.duyusal nöron dil üzerinden enformasyonu


toplayan 7., 9. Ve 10. Kafa sinirleridir.

--İlk sinaps yeri Tractus Solitarius çekirdeğidir.

--2. Nöron (Tractus Soltarius-Talamus arasında


uzanır)

--2. Sinaps yeri Talamusun Ventral Posterior


Medial (VPM) nucleusudur.

--3. Nöron (Talamus-Parietal cerebral koreteks


arasında uzanır)

--Parietal Cerebral Korteks=Postcentral Gyrusun alt


ucu, Cingulate Gyrus, Operküler Bölge

Primer tat korteksi=Anterior insula+ Frontal

operculum

*Tat refleksleri beyin sapında bütünleştiriliyor. Traktus solitariustan kalkan birçok tat sinyali beyin
sapı içinde superior ve inferior salivator çekirdeklere doğrudan iletiliyor ve bu alanlar sinyalleri,
besinin yenilmesi ve sindirilmesi sırasında tükürük salgılanmasının denetlenmesine yardım etmek
için, submandibular, sublingual ve parotis bezlerineaktarıyor. *

*•Bilinçli tat duyusu talamus ventral posterior medial nukleusu üzerinden kortekse (36. Brodmann
alanı) gider. •Tat yollarının büyük kısmı çapraz yapmaz. • “Ageusia” tat duyusunun kaybı demek. •
Dilin farklı bölgelerinin farklı tatlara duyarlılığı tat yolları ve korteksle ilgilidir. • Bir duyu siniri birden
fazla tat tipine yanıt verir ancak birine en çok duyarlıdır. *

Kemoreseptör görevi gören tat hücrelerinden uyarıyı alan duyusal afferent nöronlar sinyalleri
kortekse taşıdığında ağzımızdaki besinin ne olduğu bilgisi algılanır.


Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Koku Duyusu
Gıdaların tadının alınabilmesi koku duyusuyla yakından ilişkilidir. Nezle olunduğunda yemeklerin
tadının alınamaması, sevdiğimiz bir gıdanın kokusunu almamız durumunda yemek yerken daha çok
keyif almamız koku duyusuyla sindirim olayının bağlantılı olduğunu kanıtlar.


Burun deliğinden giren havada bulunan kimyasal maddeler tarafından uyarılan koku reseptörleri
olfactor zar üzerinde bulunmaktadır. Bu zar her iki burun boşluğunun tavanında bulunmaktadır
Buradaki koku reseptörleri burun deliğinden geçerek gelen havanın yanında ağız boşluğundan burun
boşluğuna geçen hava tarafından da uyarılabilmektedir. (Görsel A da verilmiş.)

Koku hücreleri (Olfactor reseptör hücreleri) de tat hücrelerinde olduğu gibi destek hücreleri
arasında bulunur. Bu tabaka yenilenme hızı oldukça yüksek hücrelerin -Bazal hücreler- de bulunduğu
bir tabakadır. Olfactor reseptör hücreleri tat hücrelerinden farklı olarak bizzat kendileri bipolar
afferent duyusal nöronlardır. Apikal yüzeyinde genişlemiş tek bir dendrit bulunur. Dendritik yapıdan
çıkan siller burun boşluğundaki müköz mukus tabakası içerisinde yer alır. Buradaki koku hücreleri aynı
zamanda 1. Kranyal sinir olan Olfactör siniri temsi etmektedir.

Bu tabakada bulunan Bowman bezleri mukusu


salgılayarak uzantıların sürekli olarak mukus içerisinde
kalmasını sağlar. Buradaki uzantılar Olfactor cilia
olarak adlandırılır. Olfactor reseptör sinirin bulunduğu
olfactor zar kısmı olfactor sistemin periferik kısmıdır.
Olfactor sinirin aksonunun-kribroform kemikten geçip-
devamında 2. Duyusal nöron olan Mitral hücrelerle
sinaps yaptığı glomerulus -Her bir glomerül bir tip
reseptörden input alır.- denilen bölgenin bulunduğu
Olfactor bulbus ve 2. Nöronların aksonlarının toplamı
olan Olfactor tractus ve devamı olfactor sistemin
merkezi kısmıdır. Periferde reseptörlerdeki
transdüksiyon ile dereceli potansiyel devamında AP
oluşur ve MSS içerisine iletilir.


Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Olfactor Sistemin Periferik Kısmı

Reseptörler olfactor cilier yapıda yer alır. Buradaki membran


üzerindeki reseptörler G proteinin aracılık ettiği reseptörlerdir.
Koku moleküllerinin reseptörlere bağlanmasıyla G proteini aktive
olur. Bu da yine hücre zarındaki Adenil siklazı aktive eder. Bunun
sonucunda hücre içinde cAMP miktarında artış olur cAMP de
ligand bağımlı Na+ kanalını uyararak hücre içerisine Na+ girişi
gerçekleşir ve böylece hücre zarı depolarize olur. Buradaki
depolarizasyon tat sisteminde de olduğu gibi reseptör
potansiyelidir. Bu potansiyel de AP oluşumunu tetikler ve sinyal
olfactor bulbusa iletilir.

* Yaklaşık 1000 reseptör molekül tipi var. Bir olfaktor nöron, 1 tip
reseptör molekülü içeriyor. Nöronlar dağınık yerleşimli
olduğundan, epitelin bir kısmı hasarlansa bile spesifik koku kaybı
olmuyor. (Yeri gelmişken koku duyusu kaybına ‘Anozmi’ deniyor.)*

Devamında nöral sinyal olfactor bulbustan


ilerlerken diğer duyulardan farklı olarak talamusa
uğramadan kortekse ulaşır. Dolayısıyla MSS de çok
kısa bir yol izler. Burada medial olfactor bölge ve
lateral olfactor bölge bulunur. Her iki bölgenin de
olfactor korteksle bağlantısı bulunur. Korteks
dışında hypocampus, beyin sapı gibi diğer başka
kortikal bölgelerle de sinaps yapar. Yapmış olduğu
bu sinapslar sayesinde koku bilgisinin diğer
komponentlere de entegre edilmesini sağlar.

*Koku enformasyonu olfaktor bulbusta


kodlanıyor.Olfaktor bulbusun kokuları geniş
kategorilerde kodladığı düşünülüyor. *


Bu görselde de olfactor kortekse kadar uzanan nöral yapıları birkez daha görüyoruz. Bu nöral
yapılar amygdala, periamygdaloid korteks, priform korteks, entorhinal korteks ile sinaps yapar. Bu
bölgeler olfaktor corteksi oluşturur. Bu görselde kırmızıyla gösterilen bir nöron da bulunmaktadır. Bu
nöron aynı koku uyarısının anterior commissura aracılığıyla diğer taraftaki hemisfere geçişini sağlar.
Bu şekilde tek bir burun deliğinden gelen uyarının karşı tarafa da geçebildiğini görüyoruz.
Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Afferrent lifler

Efferent lifler


Bu görselde de kortikal işleyiş özetlenmiştir. Olfactor mukozada reseptörler vardı ve bu reseptörler
doğrudan 1. Kranyal sinir olan olfactor sinir üzerinda bulunuyordu. Ardından olfactor sinir olfactor
bulbusta sinaps yapıyordu. 2. Nöron olan mitral nöron MSS içerisine ilerliyor. Lateral olfactor tract
olfactor korteksteki bölgelere-Olfactory tubercle, primer korteks, anterior cortical amygdaloid
nucleus, periamygdaloid korteks, lateral entorhinl korteks- entegre oluyor. Anterior olfactor nükleus
anterior commissur aracılığıyla controlateral olfactor korteks ve bulbusa sinirler gönderiyor. Bunun
yanında aynı taraftaki olfactor bulbusa da yeniden efferent lifler gönderiyor. Diğer entegrasyon
merkezleri mlateral hypotalamus, dorsomedial thalamic nücleus, insular ve orbital koteks,
hippocampusa (kokunun belleğe kaydedilmesiyle ve kokunun hatırlanmasıyla ilişkili) efferentler
gönderiyor.

Lateral olfctor bölgeden çıkan nöronlar daha çok korteks altı bölgelere birtakım sinyaller gönderir.
Bu bölgelerde bireyin daha önceki deneyimlerine dayanarak bazı besinleri sevmeyi veya onlardan
hoşlanmamayı öğrenmesinde önem taşıyan yapılar yer alır. Hippocampus gibi daha az ilkel bölümler
başta olmak üzere lympik sistemin büyük bir bölümüne çeşitli sinyaller oluşur. Yani lateral koku alanı
ile lymbik sistemle arasında çok sayıda bağlantıbulunur. (Hoşlanmama-bulantı, kusma- tekrar
tüketmeme isteği) Medil ve lateral koku daha ilke yolakalrdır. Bu yolkalrın yanı sıra tanımlanmış yeni
bir yolak daha vardır. Bu yolak frontoorbtal bölgelere kadar uzanan projekiyonları kapsar.

G=Tat merkezi (Anterior


insula bölgesi)

S=Somotosensor duyusal
alanlar (Asosisyon alanı)

A=Amygdala (Lymbik sistem)

O=Priform korteks

V=Görsel alanlar (İnferior


temporal lob)


Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Aslında frontoorbital yolak hem koku hem de tatla ilişkili olan durumu açıklar. Frontoorbital
kortekste çeşitli projeksiyonların kordine edildiği, reconverjans- uyumlarının yeniden düzenlenmesi-
edildiği düşünülmektedir. Bu bölgeye amygdla(koku), tat merkezleri, priform korteksin yanında
somotosensor duyusal alanlardan yani asosiasyon alanlardan da projeksiyonlar geliyor. Yani belirli bir
andaki çeşitli başka duyusal parametrelerin de converje olup burada entegre oluyor, bütünleşiyorlar.
Ve bu şekilde tüm bu bölgelerden gelen sinyallerin converjansı sonrasında frontoorbital bölge için bir
çeşit asosiasyon bölgesi tarif etmiş oluyoruz. Yani tat ve kokuyla ilişkili olan bilinçli bir analizin bu
bölgelerde işlenmesi sonrasında gerçekleştiğini ve bunun insan davranışı üzerinde önem taşıdığı
düşünülüyor. Bu bölgenin ödül sistemiyle de ilişkili olduğu da düşünülüyor. Yani burada çok farklı
duyusal sistemlerden ve lymbik alanlardan gelen girdiler converje edilerek hoşlanma veya
hoşlanmama konusunda analiz yapılır ve bu doğrultuda beslenme açısından karar verme
gerçekleştirilir.

Koku Adaptasyonu
Olfactor bulbusa gelen efferent liflerin varlığından bahsetmiştik. Bu lifler olfactor bulbusta bulunan
mitral hücreler arasına yerleşmiş küçük granül hücreleri üzerinde sonlanırlar. Granül hücreler de
mitral hücrelerine inhibitör sinyaller gönderiyor. Dolayısıyla bu mekanizmalar aracılığıyla bir inhibitör
geri bildirim gerçekleşiyor ve çeşitli kokuların keskinleştirilmesi veya kokulara karşı adaptasyon
sırasında bu mekanizma önem taşımaktadır.

*Feromonlar
Feromonlar türe spesifik kimyasal haberciler olarak tanımlanıyor. (Feromon Yunanca hormon taşıyan
demekmiş. Ekzohormonlar olarak da biliniyorlar) İdrar veya glandular salgılarla salınıyorlar. Seksuel,
sosyal davranışlar ve üremede önemli. Östrus dönemlerini, puberte başlangıcını düzenliyor, dişilerde
salınarak çiftleşme davranışını etkiliyor. Hatta hocamız aynı ortamda yaşayan kadınların menstrual
sikluslarının feromonlar yoluyla birbirinden etkilendiğini söyledi. İnsanda varlığı-etkisi spekülatif. *

Notum buraya kadardı arkadaşlar. Umarım anlaşılır olmuştur. Şu an saatlerce masanın başına
olmanın yorgunluğuyla selam yazmaya üşendim gerçekten. Buradan bu notu okuyan herkese selam
olsun. Şu an boynum ve omzumda hissettiğim ağrı yüzünden demek istediğim tek şey günümüzün
çoğunun masa başında bir ekran karşısında geçirdiğimiz şu günlerde postürünüze dikkat etmeniz.
Yoksa bu gidişle Allah nasip ederse ameliyat masası başında geçireceğimiz o kıymetli saatler boyun
fıtığı gibi rahatsızlıklar sebebiyle bir işkence haline dönecek. Sağlıklı günlerle kalın.

Beyza Nur YILMAZ


SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ

SİNDİRİM SİSTEMİNDE MOTİLİTE


› Kasların özellikleri, yapısal ve fonksiyonel farkları

› Enterik sinir sistemi, Myenterik pleksusun rolü, lokal nöral kontrol, endokrin kontrol

› Gastrointestinal motilite kalıpları

› Peristaltizm

› Segmentasyon

Dersimizde bu maddeleri işleyeceğiz. Bundan sonraki derslerde de bu işlediklerimize tekrardan


değinecekmişiz. Bu sebeple genel bir çerçeve oluşturması açısından bu dersin önemli olduğunu söyledi
hocamız. Hocamızın slaytındakilere ek olarak söylediklerini italik olarak yazacağım. Haydi başlayalım.

Sindirim Kanalının Kas Yapısı

Sindirim kanalında mide dışındaki (midede sirküler ve longitudunal kas tabakasının yanı sıra oblik kas
tabakası da bulunuyor) diğer bölümleri sirküler ve longitudunal olmak üzere 2 kas tabakasından
oluşuyor. Bunlardan lümene yakın olan ve lümeni çepeçevre saran sirküler kas tabakasıdır

Sirküler kas tabakası Longitudinal kas tabakası

1. Daha kalın 1. Daha ince

• Lümen içeriğine kontraksiyon 2. Kasılması durumunda o segmentin


kuvveti daha belirgindir. boyu kısalır, lümen çapı genişler.

2. Kasılması lümen çapını azaltır.*** 3. Esas olarak eksitatör nöronlar


tarafından uyarılır.
3. Hem eksitatör hem de inhibitör
enterik motor nöronlar tarafından 4. Kasılmanın aktive edilmesi esas olarak
uyarılır. muskolomotor nöronlar aracılığıyladır.

4. Nöral olmayan elektriksel uyarıcı 5. Uyarılma-kasılma eşleşmesi için kas


hücreler ve eksitatör muskolomotor liflerine hücre dışından Ca+2 girişi
nöronlar tarafından kasılma tetiklenir. önemlidir.

5. Hücre içi depolardan Ca+2 salıverilmesi


daha önemlidir.

6. Daha fazla gap junction içerir.

Gap junction bir noktadan uyarı geldiğinde bir bütün olarak kasılabilme özelliği sağlar. Sirküler
kas tabakası daha kalın ve bu tabakada hücreler arası geçit bağlantılar daha yoğun, bu da kalın
ve birlikte davranabilen bir kas tabakası olarak özelleşmesini sağlamıştır.


SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ

GİS Kaslarında Kasılmanın Başlaması

1. Kas membranının depolarize olması sonrasında voltaja duyarlı kalsiyum kanalları açılarak
(elektromekanik eşleşme); iskelet kasındaki gibi.

2. Ligantların kas membranındaki G proteini ilişkili resptörlere bağlanması sonucunda kalsiyum


kanalları açılarak sitozolik Ca+2’un artması- membran elektriksel potansiyeli değişmez
(farmakomekanik eşleşme)

• Ligantlar, sinirlerden nöroendokrin yolla, kasa yakın nöral olmayan


hücrelerden parakrin yolla veya hormon olarak kanla ulaşan kimyasal
moleküller olabilir.

Sindirim Sisteminin Kas Yapısı

› Tek üniteli düz kas özellikleri: Mide ve bağırsak, özofagusta bulunur.

• Gerime yanıt olarak, nöral ve endokrin etki olmadan spontan olarak kasılır.
Özelleşmiş sinir-kas kavşakları bulunmaz, nörotransmitterler çok sayıda kas lifini
etkiler.

› Çok üniteli düz kas: örn. safra kesesi

• Nöral uyarı ile küçük kas lifi grupları kasılır.

Sindirim Kanalında Fonksiyonel Elektriksel Sinsityum Yapısı


› Elektriksel aktivite ve devamındaki kasılmalar bir başlangıç noktasından (örn.pacemaker
hücrelerden) gap junction’larla kasa yayılır.

› Elektriksel aktivitenin yayılım mesafesi ve yönü enterik sinir sistemi (Miyenterik


pleksus) tarafından kontrol edilir.


SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ

Gi Kasların Elektriksel Aktivitesi


› Yavaş dalgalar: pacemaker (Cajal’ın interstisyel hücreleri [ICC]) hücrelerin aktivitesi ile oluşur.

Pacemaker hücreleri elektriksel aktivite


oluşturduklarında aslında bu elektriksel
aktivitenin aksiyon potansiyeli oluşturucu
bir aktivite olmadığını, kas hücresinin
zarında daha çok elektriksel olarak
depolarize edici bir etki olduğunu ve bunun
yavaş dalga olarak isimlendirildiğini
görüyoruz.

Gi Pacemaker Hücreler Ve Bağlantıları


En üstte yer alan Cajal’ın interstisyel hücrelerinin (pacemaker hücreler) yavaş dalga
oluşturucu etkisi bulunuyor. Aynı zamanda bu hücreler intramüsküler olarak bulunabilirler. Bu
şekilde düz kas hücreleriyle yakın temas içerisinde bulunduğu için elektriksel aktivite ile
birlikte kasın da hücre zarı uyarılmış oluyor ve burada depolarizasyon oluşturuyorlar.
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ

Enterik motor nöronların varicosity özellikleri bulunuyor ve sinir kas kavşağındaki gibi iskelet
kaslarını uyaran motor nöronlarla olan bağlantılardan farklı bir şekilde buradaki sinir son
uçlarına doğru birden fazla varicosityden nörotransmitterler salgılanarak etrafa dağılıyor.
Resimde de nörotransmitterleri varicosity içerisindeki noktacıklar şeklinde görüyoruz. Şeklin A
ve B kısımlarında ise deneysel bir açıklama var. A kısmında pacemaker hücrelerin sağlam
olduğu bir deneyi B kısmında ise pacemaker hücrelerin hasarlı olduğu durumu görüyoruz.
Pacemaker hücrelerin spontan elektriksel aktivitesi dolayısıyla kaslarda spontan ritmik bir
şekilde membranlarında değişimler oluşuyor. Bunlar platolu potansiyeller. Depolarize olup
tekrar repolarize oluyor. BunlarI aksiyon potansiyeliyle karşılaştıracak olursak son derece
yavaş ve ritmik dalgalardır. Gerçek bir kontraksiyon oluşturucu olmadıkları kabul edilir. Belli
bölgelerde daha fazla tonusu artırma yönünde etkinlikleri olduğu söylenmektedir. Örneğin
midede bunu göreceğiz. B de ise pacemakerın hasarlı olduğu durumda düz kaslardan kayıt
alındığında mevcut olan zar potansiyelinin dinleniminden büyük ölçüde farklılaşmadığını
görüyoruz.

Yavaş Dalgalar
Farklı farklı bölgelerde değişiklikler gösteriyor. Düz kasların eşik değere ritmik bir şekilde
yaklaşması dolayısıyla daha kolay uyarılabilir bir halde tutulma özelliği kazandırması
açısından önemli bir etmendir. Kolay bir şekilde bu ritmik hareketlerin yavaş dalganın üzerine
gerçek kontraksiyon oluşturucu olan etmenler devreye girebiliyor.

• Sindirim kanalı düz kası dinlenim membran potansiyelinde meydana gelen spontan
ritmik dalgalanmalardır.

• Bazı bölgelerde plato fazında aksiyon potansiyelini başlatır.

• Gastrik antrum ve kalın bağırsak sirküler kasında başlı başına bir elektriksel
aktivitedir.

• İnce bağırsakta her zaman bulunur; frekansları duodenumdan ileuma doğru gittikçe
azalır.

Dinlenim zar potansiyelindeki değişimler


uyarılabilirliği de farklılaştırmış oluyor. Bu
resimde mide ince bağırsak ve kolon dinlenim
zar potansiyellerini sırasıyla -70, -62,-81
olarak görüyoruz.


SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ

Dikensi Potansiyeller
• Gerçek aksiyon potansiyelleridir. Kontraksiyon oluşturur.

• Membran potansiyeli eşik değere yükseldiğinde yavaş dalgaların üzerinde 1-10/sn


frekansında oluşur.

– Yavaş dalganın eşik değeri aşma potansiyeli ne kadar fazla ise oluşan dikensi
potansiyel sıklığı o kadar fazla olur. Dolayısıyla kontraksiyon kuvvetine o kadar fazla
yansıyacak. Aşağıdaki şekilde kontraksiyon kuvvetleri birbirine benzerdir. Eşik değeri
aşma açısından da çok büyük bir farklılık gözükmemektedir.

• Büyük sinir liflerindeki aksiyon potansiyeline göre süresi 10-40 kat daha uzundur (10-20 ms).
Yavaş dalgalar oldukça uzun sürüyor ancak dikensi potansiyeller yavaş dalgalara göre
oldukça kısadır.


Gi Düz Kasında Aksiyon Potansiyeli
› Depolarizasyon fazı: L tipi kalsiyum kanallarından hücre içine kalsiyumun iletkenliğinde artışla
oluşur. Daha yavaş kanallar olması aksiyon potansiyelinin daha uzun sürmesine neden olur.
Depolarizasyonda daha minimal etkiye sahip olan iyon Na+ kanalıdır.

› Repolarizasyon fazı: Potasyum kanallarının açılması. Hücre içerisinden pozitif yüklü potasyum
iyonunun çıkarak kası tekrar dinlenim potansiyeline doğru getirildiği fazdır.

Dikensi Potansiyeller
Grafikte yavaş dalgaların dikensi potansiyellere göre çok daha uzun zaman aldığını görüyoruz.
Dinlenim zar potansiyelinde dalgalanmaya yol açan yavaş dalgaların üzerine eklenecek olan
stimulusla; depolarizyon artabilir, eşik değeri aşıp dikensi potansiyel oluşturarak eksitasyon
meydana gelebilir, ya da daha da hiperpolarize olarak aksiyon potansiyelinin oluşumu zorlaşabilir.
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ

İlk gördüğümüz dikensi potansiyelleri; mekanik olarak lümendeki içeriğin kanal duvarında gerim
oluşturması, asetilkolin varlığı ya da parasempatik uyaranlar oluşturur.

Daha yoğun dikensi potansiyellerin olduğu kısımda eşik değeri aşma potansiyelinin de daha
fazla olduğunu görüyoruz. Örneğin iki dikensi potansiyel oluşan bölümde membran potansiyeli
-40 a yakınken yoğun dikensi potansiyelin bulunduğu bölgede -35 değeri civarında olduğunu
görüyoruz. Nörepinefrin ve sempatiklerle uyarımlar ile de düz kas hücrelerinin membran
potansiyeli daha negatiflere taşınır.


• Büyük sinir liflerindeki aksiyon potansiyeline göre süresi 10-40 kat daha uzundur (10-20 ms).

Yavaş Dalga – Dikensi Potansiyel


Bu grafikte elektriksel eşiğin yanı sıra daha yavaş dalgaların da kontraksiyon oluşturabileceği bir
eşik daha görüyoruz. Bu eşik kontraksiyon gücüne de daha minimal olarak yansımıştır.
Kontraksiyon gücünü artıracak olan elektiriksel eşiğin aşılmasıdır. Elektriksel eşiğin daha fazla
aşılması yani daha fazla uyaranın depolarizasyona yol açması hem dikensi potansiyel sıklığının
artmasına hem de kontraksiyon gücünün artmasına sebep olur. (Grafiğin yanındaki depolarize ve
hİperpolarize edici faktörlere bakmayı unutmayalım.)
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ

Bu grafik bize yavaş dalgaların ince


bağırsaktaki sıklığını gösteriyor.
Duedonumdan ileuma doğru gittikçe
yavaşladığını görüyoruz.


Enterik Sinir Sistemi
Gİ kanal iki büyük sinir ağına sahiptir:

1-Myenterik pleksus (Auerbah’s Pleksus) Longitudinal ve sirküler kas tabakaları arasında


yerleşiktir. bağırsak boyunca oluşan motor aktivitenin kontrolü ile ilgilidir.

2-Submukozal pleksus (Meissner’s pleksusu) submukoza tabakasında yerleşiktir. Ekzokrin ve


endokrin salgılamayı kontrol eder.

Enterik Sinir Sistemi’nin Nöronal Bağlantilari


› İç organizasyon:

› Duysal nöronlar (lümen içeriğinin kimyasal yapısı, osmolarite, pH; mekanik uyarımlar-
gerim; düz kasların gerimi) -afferent

› Ara nöronlar (Bu ağa bir davranış paterni örerler ve bu davranış paterni en iyi
peristaltik hareketlerde çözümlenmiştir.)

› Sekreto-motor nöronlar (efferent)


Chapter 41 • Organization of the Gastrointestinal System 887
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ

B CONNECTIONS OF ENS NEURONS


Longitudinal Circular Muscularis
erivascular muscle muscle mucosae
erve SENSORY Blood
vessels
Sensory Endocrine
cells

PARASYMPATHETIC
Motor

Vagus Mechano-
nerve receptors
Motor

Motor
Chemo-
Pelvic nerve receptors

ucosa SYMPATHETIC Secretory


cells
Motor

Motor

Myenteric Submucosal Mucosa


Brainstem Sympathetic plexus plexus
or spinal cord ganglia

n of the ENS. A, The submucosal (or Meissner’s) plexus is located
Enterik Sinir Sistemi
the circular muscle of the muscularis externa. The myenteric (or
the circular and longitudinal layers of the muscularis externa. In addi-
Uyaranlar:
nglia, three others—mucosal, deep muscular, and tertiary plexus—are
sensory neurons, interneurons, and motor neurons. Some sensory
• İntestinal duvarın lokal gerimi
Both the parasympathetic and the sympathetic divisions of the ANS
s some of the typical circuitry of ENS neurons.
• Mukozanın distorsiyonu

• Kimyasal bileşim
r neurons, bacterial enterotoxin in the jejunum can elicit identical
eration of Myenterik pleksusta:
responses: stimulation of profuse fluid and electrolyte
of chemi- Peristaltik refleks
secretion, together with propagated, propulsive, coordinated
eurons or smooth muscle contractions. Such preprogrammed ef-
ENS con- Primer afferent nöron – lokal ara nöronlar (motor/duysal)
ferent responses are probably initiated by sensory input
tions, and to the enteric interneuronal connections. However, efferent
afferent) Eksitatör: Ach, Substance P
responses controlled by the ENS may also be modified
uding dis- İnhibitör: NO, VIP, NPY, ATP
by input from autonomic ganglia, which are, in turn,
(e.g., pH, under the influence of the spinal cord and brain (see Chapter
imulation. Submukozal pleksusta:
14). In addition, the ENS receives input directly from
rneurons, the brain through parasympathetic nerves (i.e., the vagus
retomotor Sekretomotor ve vazodilator refleks
nerve).
imulate or Ach, VIP veya NO
uscle cells,
Acetylcholine, peptides, and bioactive amines
lectrolytes,
are the ENS neurotransmitters that regulate
cells.
epithelial and motor function
has given
he efferent ACh is the primary preganglionic and postganglionic neu-
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ


Kanal içerisindeki içeriğin ağızdan anüse doğru iletilmesi sırasında myenterik pleksus ve
buradaki mekanizmanın nasıl işlediğini anlatan bir görsel. Gerim ile gelen uyarı düz kas tabakaları
arasındaki myenterik pleksusa geçmiş. Ascending (çıkıcı) nöronlar oral yönde; descending (inici)
nöronlar ise anal yönde olan ara nöronlardır. Eksitatör ascending motor nöron ve inhibitör descending
motor nöronların aracılığıyla oral yönde kontraksiyon olurken anal yönde gevşeme gerçekleşiyor. Bu
sayede içerik ilerletilmiş oluyor. Eksitatör ve inhibitör olmada yani antagonizmada nörotransmitter
tipi etkili. Bu nörotransmitterlerin neler olduğunu bir önceki sayfada görüyoruz.



SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ

Motilitenin Sinirsel Kontrolü


› Miyenterik plx.: Uyarıldığında:

› Artmış tonik kasılma-barsak duvarı tonusunda artış

› Ritmik kasılmaların yoğunluğunda artış

› Kasılma ritmi hızında artış

› Peristaltik dalgaların hızında artış

Bu şekilde motilite hızlanmış oluyor.

Enterik Nöron Nörotransmitterleri


› Asetilkolin › Kolesistokinin

› Noradrenalin › P maddesi

› Adenozin trifosfat › VIP

› Serotonin › Somatostatin…

› Dopamin

Motilitenin Endokrin Kontrolü


› Gastrin (mide hareketlerini artıran önemli bir hormon)

› Kolesistokinin: safra kesesinin kasılması, mide hareketlerinde hafif azalma

› Sekretin: sindirim kanalında motiliteyi hafif baskılama

› Gastrik inhibitör peptid (GİP): midenin motor aktivitesini baskılama

› Motilin: sindirim kanalında motilitede artış

Sindirim Kanalında Hareketler


1. İlerletici hareketler (peristaltizm)

› Barsak etrafında kasılan halkalar meydana gelir ve ileri doğru hareket eder.

2.Karıştırıcı hareketler (segmentasyon):

› Kanal duvarının küçük bölümlerinin lokal kasılması (segmental hareket) sonucu oluşur.


SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ

PERİSTALTİZM

› Özofagustan rektuma kadar lümendeki içeriğin bağırsak duvarını germesi ile başlayan
reflekstir.

› Kimyasal veya fiziksel iritasyon

› PS uyarılar

› Enterik sinir sisteminde entegre aktivitesidir. Myenterik pleksusun işlevidir.

› Gerim, uyaranın arkasında sirküler kasta kontraksiyon, uyaranın önünde ise


gevşemeye neden olan refkeks aktiviteyi başlatır.

› Kasılma halkası oralàanal yönde 0.5-2.0cm/sn lik hızla ilerler. Kimusun hareketi
yavaştır, sindirim ve emilimin gerçekleşmesini sağlar.


Segmentasyon
› Sindirim kanalının farklı bölgelerinde farklıdır.

› İleri doğru hareketin sfinkter ile engellendiği bölgelerde karıştırma/çalkalama biçimindedir.

› Barsak duvarında birkaç santimetrede bir 5-30 sn süren bölgesel aralıklı daraltıcı kasılmalar
oluşur; daha sonra bağırsağın başka bir noktasında yeni kasılma oluşur (parçalayıp bölme).


SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ


Tablodaki gastrocolic ,gastroileal ,ileogastric vb. kelimelerde ilk kısım tetikleyeni ikinci kısım ise
etkileneni anlatır. Örneğin gastrocolic ‘te midedeki bir uyaranın kolonu etkilediğini anlıyoruz.

Son kısımları diğer derslerde daha ayrıntılı işleyeceğimizi söyledi hocamız.

Arkadaşlarım Beyza, Melike, Nilüfer, Dilara, Sevgi, Sena’ya; bu notu okuyan 2025 ve 2026’lılara ve
selam bekleyen herkese kucak dolusu selamlarımı gönderiyorum. Herkese sağlıklı günlerrr…

Feyza Betül Sümer


Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Mide Motor Fonksiyonları ve Salgılaması


Bu derste midenin sindirim sistemindeki işlevleri üzerinde duracağız. Midenin işlevlerini
sınıflandıracak olursak bunlar; motor, boşaltım ve salgılama fonksiyonlarıdır ve bu derste de bunları
sırasıyla anlatacağız. (2024 notlarından aldığım ek bilgileri gri metin vurgusu kullanarak belirteceğim.)
İlk olarak mideyi öncelikle anatomik sonrasında fizyolojik olarak bölümlere ayırarak inceleyelim.
Özafagusun sonunda daraldığı yerde alt özofagial sfinkterler
bulunur. Özofagusun devamında ise mide bulunur. Mide
anatomik olarak üç bölüme ayrılarak incelenir. (2024
notlarında 4’e ayırmışlar. Özofagusa komşu olan bölgeye Kardia
denmiş.) Yandaki görselde bu bölümler kesikli çizgilerle
sınırlandırılarak gösterilmiştir. En üstteki bölüme Fundus, onun
devamına Corpus (yani Gövde bölümü), en alttakine ise Antrum
denir. Midenin devamında da duodenum bulunur. Duodenum
ve midenin en alt bölümü olan atrum Pyloric Sfinkter aracılığıyla
fonksiyonel olarak birbirinden ayrılmıştır.

Yukarıdaki üç farklı anatomik ayrımın


yanında mideye fonksiyonel açıdan
bakıldığında iki farklı özellikte bölüm
karşımıza çıkmaktadır. Bu ayrım motor
işlevler açısından fonksiyonel bir ayrım
olarak kabul edilmektedir. Ancak bu
bölgelerin sekresyon özellikleri açısından da
farklılaştığını notun ilerleyen kısımlarında
değineceğiz. Fundus ce corpusun yer aldığı
Gastrik Depo bölgesi ve antrumun yer aldığı
Antral Pompa bölgesi midenin fonksiyonel
bölümleridir. Bu iki bölüm birbirine geçmiş
bölümlerdir. (Notun devamında bu iki
bölüm aralarda detaylandırılacaktır.)
Bu resim midenin histolojik özellikleri ile
ilgili bir hatırlatmadır. Histoloji dersinde
sindirim kanalının duvarı boyunca birbirine
zıt olarak işlev gören düz kaslarını tarif
etmiştik. Bunun bir istisnasının midede
olduğunu söylemiştik. Midenin lümenine en
yakın düz kas tabakası oblik düz kas
tabakası, ortada sirküler düz kas tabakası,
en dışta da longitudinal düz kas tabakası yer
almaktadır. Diğer sindirim kanallarının
duvarından farklı olarak buradaki düz
kasların oblik dizilişi ve daha güçlü olması
midenin güçlü karıştırıcı işlevine sahip
olmasını destekler.
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

A))Midenin Motor Fonksiyonları


Midenin motor fonksiyonları üç kategoriye ayrılır. Bunlar;
1) Büyük miktarda besin depolama görevi
2) Kimus oluşturmak üzere besin içeriğinin karıştırılması
3) Besinlerin -mide içeriğinin- yavaş ve kontrollü olarak ince bağırsağa aktarılmasıyla midenin
boşaltılması

1) Midenin Depo Görevi (** Gastrik Depo)


Daha öncesinde motor işlevler açısından
dolayısıyla fonksiyonel olarak ayrıma giderken farklı
motor davranışlar gösteren iki bölümün varlığından
bahsetmiştik. Midenin depo görevi gören kısmına
bakacak olursak burada besinlerin girişi için son
derece önemli bir özellik bulunmaktadır. Besin
girişinde midenin içindeki basıncın artmadan bu yeni
duruma uyum sağlaması gerekiyor. Aksi halde
hazımsızlık olarak ifade ettiğimiz dispepsi bulguları
ortaya çıkabilir. Dolayısıyla mide bu duruma uyum
sağlayarak boşken 50 ml olan hacmini besin alımıyla
birlikte genişleyerek 1,5 L’ye kadar çıkartıyor.
Böylece mide içerisindeki basınç rahatsızlık verecek
olan düzeylere çıkmıyor. (İntragastrik basıncı
arttırmada uyum sağlama)
Midenin basıncının ve hacminin sürekli olarak ayarlanması hem besinin mideye girişiyle hem de
boşaltılmasıyla ilişkilidir. Fonksiyonel ayrım açısından önemli olan bir diğer özellik ise depo görevi
gören kısımdaki tonik kasılmaların varlığıdır. Temel olarak düz kaslarda tonus artışına yol açan
sıkıştırıcı kuvvetler oluşmaktadır. Buradaki düz kas tabakaları enterik sinir sisteminin hem eksitatör
hem de inhibitör motor nöronları tarafından innerve ediliyor. Sindirim kanalında enterik sinir
sistemini anlatırken gördüğümüz devreler burada da var. Bu aktivitenin seviyesi için tonik bir sabit
sıkıştırıcı kuvvet uygulanmaya devam edilir ve bu şekilde içeride bulunan katının, sıvının miktarın göre
deponun basıncı ve hacmi tekrar ayarlanmış olur.
Sonuç olarak sürekli besin alımıyla birlikte midenin
lümeninde gastrik gerim reseptörlerini uyaracak kadar
bir gerim oluşuyor ve sinirsel yapılar buna yanıt
üreterek yeniden uygun entergastrik hacmi sabit
tutacak olan bir limiti ortaya çıkarmış oluyor. Burada
hem inhibitör hem de eksitatör motor nöronlar var
demiştik. Reseptif -Adaptif- Gevşemeye (adaptasyonu
sağlayan gevşeme) aracılık eden motor nöronlar
inhibitör olanlardır. Gastrik gerim reseptörlerinden
vagal afferentler medulladaki merkeze ulaşır ve efferent
yollarla enterik sinir sistemi içerisinde burada mevcut
olan kurulu ağları, özellikle buradaki adaptif gevşemeyi
uyarmış olur. Kısacası sürekli olarak gastrik lümendeki
basıncın artmamasına aracılık eden bu gevşeme kas
gevşemesine yol açacak olan inhibitör motor nöronların
devreye girmesi sayesinde gerçekleşiyor.
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Enterik nöronların nörotransmitterleri nitrik


oksit (NO) ve seretonin’dir. Parasempatik sistemin
kontrol ettiği bu sisteme Vagovagal refleks denir.
Hem afferenti hem efferenti Vagus olan bir
reflekstir.

Yandaki grafikte de görüldüğü gibi vagotomi


sonucu (vagus sinirinin kesilmesi) vagovagal
refleks yolağı aksayacağından adaptif gevşeme
gerçekleşemeyecek ve besin alımında mide yeterli
hacim artışına ulaşamayacak. Bu durum şişkinlik
ve epigastrik ağrı hislerinin oluşum eşiğini
düşürecek ve daha küçük hacimlerde bu
rahatsızlıklar hissedilmeye başlanacak.

Yandaki grafik aslında üsttekinin aynısı diyebiliriz.


Burada da vagotomi yönteminde adaptif
gevşemeden yoksun kalmanın ne gibi sonuçları
olduğunu görmekteyiz. X ekseni, mide içeriğinin
hacmi; Y ekseni, intragastrik basınç değerleridir.
Normal durumda beslenme öncesinde mevcut
olan salgılar, su belli bir basınç oluşturuyor.
Beslenmeyle birlikte hacim artıyor. Ancak
yaklaşık 750-800 ml’ye yaklaşan hacimde hala
intraluminal basıncın değişmediğini görüyoruz.
Oysa vagotomi sırasında beslenmeyle birlikte
mide hacmi artarken hemen başlangıcında
intraluminar basıncın da arttığını görüyoruz. Bu
ciddi hazımsızlık (dispepsi) şikayetlerine yol açan
bir durumdur. Bu iki durum arasındaki fark ise
adaptif gevşemenin kaybolmasıdır !!

2) Besinlerin Karıştırılması Görevi


Bu bölgeye özgü gerçekleşen tonik kasılmalardan bahsetmiştik yine burada pacemaker hücreler
bulunmaktadır. (Bunların kalpteki pacemakerlerden farkı kas özelliklerini yitirmiş olmalarıdır.-2024-)
Bunlar temel elektriksel ritmi oluşturuyor. Bu temel elektriksel ritme yol açan yavaş dalgalar
tarafından oluşturulan zayıf sıkıştırma dalgaları (sabit sıkıştırıcı kuvvet) mide içerisindeki besinler
üzerinde minimal tonus artışına yol açıyor. (Gerçek AP oluşturmayan sadece düzenli olarak yavaş
kasılmalar=Tonik kasılma) Bu dalgalar 15-20 saniyede bir -dakikada 3 impus- oluşur ve atruma doğru
ilerler. Atruma doğru ilerledikçe şiddetlenir ve bu şekilde midenin 2. Fonksiyonel bölmünün bir antral
pompa olarak işlev gördüğünü, burada fazik kasılmaların başladığını göreceğiz. (Gerçek olmayan AP
belirli bir sınırı aşınc gerçek bir ateşleme oluyor ve gerçek AP oluşuyor= Fazik kasılma) (2024
notlarında bu kısım midenin kasılma işlevlerine göre de ikiye ayrılarak sınıflandırıldığı şeklinde ifade
edilmiş. 1.Tonik kasılmanın ağırlıklı olduğu bölüm= Fundus ve üst gövde—2. Fazik kasılmanın
ağırlıklı olduğu bölüm= Alt gövde, atrum ve pilor.)
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

**Antral Pompa
Gövdenin bir bölümü ile esas olarak atrumu ilgilendiren
kısımdır. Güçlü daraltıcı peristatik dalgaların oluştuğu ve
dolayısıyla bunlara fazik kasılmaların eşlik ettiği için mide
içeriğini daha güçlü bir şekilde sıkıştırırlar. Böylece içeriği
ilerletmek üzere mide boşalması yönünde de etki
ederler. Bunlar sadece tonik kasılmalar değildir.
Dolayısıyla gastrik aksiyon potansiyeli olarak
isimlendirilirler. Gastrik AP hızlı depolarizasyon aşaması
ardından da plato evresi olarak karşımıza çıkıyor. Hızlı
depolarizasyon aşaması gastrik kasılma siklusu içerisinde
öncü kasılmayı yani birinci kasılma halkasını oluşturuyor.
Ardından plato fazının en fazla yükseldiği evresinde buna
karşılık gelen ikinci bir kasılma halkasını o da sürükleyici
kasılmayı oluşturmuş oluyor. Bu yaklaşık olarak
fonksiyonel ayrımın başladığı corpusun alt bölümünden
başlıyor. Ve de bu şekilde bu sürükleyici olan kasılma
dalgaları aracılığıyla atruma doğru ilerleme sağlanmış
oluyor.

Plato fazında tekrar dikensi potansiyellerin oluşması


aslında tipik olarak kontraksiyonun en güçlü olduğu
bölümü tarif etmiş oluyor. Öncü kontraksiyon -kasılma-
için burada nispeten sabit bir değer var. Oysa sürükleyici
olan yani arkadan gelen kasılmanın plato fazına bağlı
olduğunu söylemiştik. Dolayısıyla plato fazını etkileyen
birtakım faktörler sürükleyici kasılmanın gücün
değiştirebiliyor.

Yandaki grafiklerden alttakiler oluşan


membran depolarizasyonunu, üsttekiler
kasılma grafiğni göstermektedir. A bölümünde
herhangi ek ligandların veya kimyasal başka
mediyatörlerin varlığı söz konusu değildir.
Midedeki intragastrik içeriğin oluşturmuş
olduğu bir membran depolarizasyonunu
göstermektedir. Buradaki kontraksiyonun eşik
değeri aşıldığında yukarıdaki grafikteki gibi bir
kasılma genliği görüyoruz. B bölümünde
gastrin etkisi bulunmaktadır. Gastrinin önemli
bir ligand olduğunu önceki derslerde söylemiştik. Motilite üzerinde etkisi var demiştik. Burada gastrin
etkisiyle plato fazında dikensi potansiyellerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu etki sonucunda üstteki
grafiğe baktığımızda kasın geriminin daha belirgin bir şekilde arttığını görüyoruz. C bölümünde ise
noradranalin etkisi gözlenmektedir. Bu sefer farklı olarak membran potansiyeli kontraksiyonun
eşiğinden daha alt seviyelere düşüyor. Dolayısıyla bu durumda herhangi bir gerimden
bahsedemiyoruz. (Bu durumun aslında sempatik uyarılarda gerçekleştiğini söylemiştik.)
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

(Arkadaş Hoca yukarıdaki tablo hakkında herhangi bir şey söylemedi. Aslında tamamen bağımsız
olmasa da konu bütünlüğünü de bozan bir görsel.Yine de ben Hocanın slaytının sırasını bozmamak
için buraya ekledim. Genel olarak mide kaslarının kontraksiyonunu etkileyen faktörler verilmiş.)

Şimdi devam edelim.

Bu olay aynı zamanda boşalmayı da ilgilendiriyor.


Ancak ona geçmeden önce bahsedilecek bir şey
daha var. Her bir sürükleyici dalgayla birlikte pilorun
kapanması hızlı bir şekilde olduğu için çok az bir
miktarda besin duodenuma geçiş yapabiliyor.
Geçemeyen kısım ise retropulsiyon diye
isimlendirdiğimiz bir olayla tekrardan geriye doğru
püskürtülmüş oluyor. Bu şekilde içeriğin mide
lümenindeki salgılarla birlikte yeniden karıştırılması,
sindirimin hızlandırılması, daha küçük partiküllerin
oluşması ve boşalma sırasında olanların pilordan
geçebilir duruma gelmesi sağlanmış oluyor.

3)Midenin Boşalması
Şimdi motor fonksiyonlar açısından da mideden duodenuma olan geçiş ile ilgili birkaç önemli
noktayı vurgulayacağız.

• Pilor sfinkterinin tonusu normal olduğu zaman her güçlü peristaltik dalga ile birkaç ml kimüs
duodenuma geçer.
• Diğer bütün sifinkterlerde de olduğu gibi pilor sfinkterleri de tonik kasılma gösteren sirküler
düz kaslardan oluşur. Burada diğer bölümlerden-antrum ve duodenum komşuluğundaki
bölümler- daha güçlü bir tonik kasılma vardır. Bu durum mideden duodenuma geçişi
zorlaştırır.
• Kasılmanın derecesinin yani sifinkterin tonusunun ne kadar güçlü olacağı mide ve ön planda
duodenumdan gelen sinirsel ve endokrin sinyallerce kontrol edilir.
• Duodenuma geçiş hızı ince bağırsaktaki sindirim ve emilimin hızından fazla olmaması bu
şekilde ayarlanmış oluyor.
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Midenin boşalma hızını etkileyen başka önemli


faktörlerden biri de mide içeriğinde bulunan kimus
içeriğindeki moleküllerdir. Yandaki grafikte X
ekseni, beslenme sonrasında geçen dakika
cinsinden süreyi; Y ekseni test edilen materyalin
ne kadarının bu süre zarfında mideden
boşaltıldığını gösteriyor. Burada 2.eğride
proteinlerin bulunması durumunda olan etkiyi
gösteriyor. Protein içeriği daha hızlı bir şekilde
burada yaklaşık olarak 35. dakikadan sonrasında
mideden boşalmış oluyor. Oysa protein ve lipitlerin
olduğu yani yağların eklenmesi durumunda geçişin
yavaşladığını 3. eğride görüyoruz.

Midenin boşalmasını etkileyen faktörler;


• Yukarıdaki grafikte de gördüğümüz gibi en güçlü inhibitör yağlardır. Buna öncelikle
Kolesistokinin (CCK) hormonu aracılık eder. Yani lipitlerin varlığı CCK nın devreye girmesine
yol açar. -Daha sonra hormon olarak etkisini detaylı olarak inceleyeceğiz.- Motor aktiviteyi
irdelerken CKK nin inhibitör etkisi olduğunu söylemiştik.
• Midedeki sıvı hacmi; başlangıç hacmi arttıkça boşalma hızı artar.
• Gastrik kimusun ozmolaritesi: İzotonik olması durumunda normal bir boşalma hızı var.
Hipotonik ve hipertonik sıvılar ise yavaşlatır.
• Mide asiditesi: arttıkça yavaşlar
B))Mide: Genel Yapı ve Bezler (Midenin Sekresyon Fonksiyonu)
Buradaki şekil corpustan alınmış bir
bezi gösteriyor. (Fundus da buna
benzer.) Bu bezin adı Gastrik Bez dir.

-Sarı hücre=Yüzeysel özelleşmiş epitel


hücre

-Kiremit hücre=Boyun mukus hücreleri

-Yeşil hücre= Stem cell-kök hücre-.


Bezlerin devamlı olarak bölünmesine
aracılık eder.

-Turuncu hücre=Parietel hücre. Mide


fonksiyonları açısından önem taşır.

-Mor hücre=Şef, esas hücre.

-Mavi hücre=Endokromofin(ECL) hücre.


Temel olarak parakrin etki eden kimyasal
moleküllerin üretiminden sorumlu.

(!!! Mavi hücreyi anlatırken Hoca görselde de yazdığı gibi Endokrin hücre dedi. Ama corpusta bulunan
bu hücrelerin parakrin etki ettiğini, esas endokrin olarak görev yapanlarının yani hormon
salgılayanların atrumdaki bezlerde bulunduğunu belirtti. Dolayısıyla ben burada 2024 notundaki ve
de Hocanın da ileride bahsedeceği gibi ECL hücresi olarak yazdım. Yani corpus ve atrum arasında
bezler bakımından da farklılıklar var.)
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Bezin yapısındaki hücrelerin temel özelliklerini gördük.


Şimdi de en önemli işlevlerine bakalım.

Yüzeysel mukus hücreleri (%40) = Mukoza yüzeyinde


bulunur, mide bezinin içine doğru uzanır. Mukus ve
bikarbonat salgılar. Karbonikanhidraz içerirler. Midenin
her yerinde bulunurlar.

Boyun mukus hücreleri= Mide bezinin boynunda


bulunur. Mukus ve bikarbonat salgılar.
Karbonikanhidraz içerir.

Parietel hücreler (%13) = Asit (HCl) salgılanmasından


sorumlu.-Mide asitlerinin sindirim açısından öneminden
ieride bahsedeceğiz.- İntrinsik faktör (glikoprotein, B12
emilimi için gerekli) üretir.

Esas, Şef hücreler (%44) = Pepsinojen (proteinlerin


sindirimi açısından önemlidir ve pH 2.5 in altında aktive
olur.) ve gastrik lipaz salgılar.

ECL- Enterokromofin hücre= Prakrin etki gösterirler.


En belirgin örneği histamindir.

(Atrumda bulunan Endokrin hücreler= Endokrin salgı yapıp salgısını kana veren ve yine sindirim
sistemini etkileyen hücrelerdir. Bunlar G ve D hücreleridir. G hücreleri gastrin hormonunu, D hücreleri
somatostatin hormonunu salgılar.) (Bu hücre dışındaki diğer hücreler her iki bölüm için ortaktır.)

HCl Salgılanması Mekanizması


Şekle HCl salgılamadan sorumlu Pariyetal hücre
verilmiştir. Plazma yazan taraf bazolateral, lümen
tarafı da lümen yüzeydir. Lüminal tarafta H+-K+
ATPaz pompası aracılığıyla lümene devamlı olrak
H+ sekresyonu gerçekleşiyor. Buradaki H+
kaynağı ise plazmadan hücre içine alınan Co2 nin
H2O ile birleşerek karbonikanhidraz enziminin
oluşturmuş olduğu H2Co3 (Karbonik asit) ve
sonrasında bunun HCo3- ve H+ e yıkımıdır. Bu
yıkım sonrasında pariyetel hücresine devamlı
olarak H+ sağlanmış oluyor. H+-K+ ATPaz
pompası ATP kullanarak lümenal membrana
devamlı olarak H+ pompalamış oluyor. Bu
pompanın H+ dışında diğer bir bileşeni K+ dur. H+ in hücre dışına çıkmasıyla birlikte K+ hücre içerisine
giriş yapıyor. K+ iyonu aslında hücre içerisinde yüksek konsantrasyonda bulunuyor. Bu zıt durum ATP
nin yıkımından açığa çıkan enerjiyle gerçekleşiyor. Hem hücre içerisine bu yolla giren K+ hem de
bazolateral membrandaki Na+-K+ pompasıyla hücre içerisine giren K+ lüminal yüzeydeki K+ sızma
kanalları aracılığıyla lümene geliyor. Bu şekilde bir andan sürekli olarak H+-K+ ATPaz pompasının
substratları temin edilmiş oluyor. Cl- ise bazolateral yüzeyden Cl- iyonu ile HCo3- değişimiyle hücre
içerisine giriyor. Hücre içerisine giren Cl- lüminal membrandaki Cl- sızma kanalları aracılığıyla lümene
veriliyor. Lümende oluşan HCl nin kuvvetli bir asit özelliği bulunmaktadır. Ph 0,7-3,8 civarındadır.
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Mide Asidini Düzenleyen Faktörler


Mide salgılarının uyarılması hem sinirsel hem de
hormonal olarak yapılmaktadır. Sinirsel olarak
bakarsak, karşımıza kocaman bir n. Vagus çıkıyor. Bu
uyarıya asetilkolin nörotransmitterleri aracılık eder ve
mide asitinin salgılanmasını arttırıcı yönde etki eder.
(Hemotolit açısından önemli.) Gastrin hormonun da
HCl salgısının arttırıcı etkisi vardır. Her ikisi de hücre
içerisinde ikincil habercilerin miktarının artışı
aracılığıyla Ca+ iyonlarının artışına yol açarak etki
eder. Aynı zamanda Enterocromin hücreden
salgılanan histamin komşuluklar yoluyla parakrin
etkiyle parietel hücrelere gelerek kendisine ait reseptörlere bağlandıktan sonra hücre içinde adenilat
siklazı aktive eder. Bunun sonucunda ATP cAMP ye dönüştürülür. Hücre içerisinde Ca ve cAMP
miktarındaki artış H+-K+ ATPaz pompasını aktive eder.

ACh, gastrin, histamin mide asidi salgısını arttırıcı


faktörlerdir. (Sinirsel-Asetilkolin, Hormonal-Gastrin, Parakrin-
Histamin) Bunların yanı sıra somatostatin hormonunun tam
tersi yönde yani mide asidi salgısını azaltma yönünde etkisi
bulunur.

(Arkadaşlar bu
görselle ilgili yazı
maalesef bir diğer
sayfada kaldı. Aynı
sayfada olsunlar
diye çok uğraştım
ama maalesef her
ikisini bir türlü tek
sayfada
birleştiremedim.)
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Solda gövdeden alınan pariyetal hücresini görmekteyiz. Bu hücrenin üzerinde asetilkolin reseptörü
(M3), histamin reseptörü (H2), somatostatin reseptörü ve gastrin reseptörünü (CCKB veya CCK2)
görüyoruz. Bunlar üzerinden mide asidi salgısının etkileneceğini söyledik. Yine mide gövdesi
bölümünden alınan sağ üstteki resimde mide asidi salgısını etkileyen diğer hücreler de görmekteyiz.
Bunlar; histamin salgılayan enterokromafin hücresi (ECL-şekildeki kare hücre) ve somatostatin
salgılayan D hücresidir. (Şekilde yuvarlak hücre) Bu hücrelerin salgısı lokal olarak etki gösteren
kimyasallardır yani komşulukları yoluyla parakrin olarak etkilerini gösteriyorlr.

Parasempatik sistem için pregangliyonik kısım enterik sinir sistemi içerisindeki nöronlarla sinaps
yapmaktadır. Yani parasempatik sistemin postgangliyonik kısmı enterik sinir sistemi içerisine dahildir
-enterik sinir sistemi içerisindeki ACh nörotransmitterlerin reseptörünü taşıyan lifler aslında
parasempatik sistemin postgangliyonik lifleridir-.

Az önce priyetal hücrelerdeki ACh reseptörünü görmüştük ve ACh böylece doğrudan olarak HCl
salgısını arttırıyordu. Bir kez de ACh’ ın ECL ve D hücresi üzerinden etkisine bakalım. Vagus üzerinden
ECL üzerine etki ettiği durumda histamin salgısında bir artışa yani bir eksitasyona yol açıyor. D
hücreleri üzerine etki ettiği durumda ise somatosatatin salgısında bir azalışa yani inhibisyona yol
açıyor. Parasempatik sistem aktifleştirildiğinde somatostatin salgılayan hücreler inhibisyoa uğrayarak
HCl salgısını azaltacak parakrin ajanın salgılanmasında azalmaya yol açacak bu da HCl salgısının
artışına sebep olacak.

Şimdi de antral bezlerdeki hücrelere bakalım-sağ alttaki resim-. Burada endokrin etkide bulunacak
olan ligamentlerin alınımı var dedik. Buradaki hücrelerden biri G hücresidir ve gastrih hormonunu
salgılar. Hormon olması sebebiyle kana geçerek kan yoluyla pariyetal hücreler üzerindeki
reseptörlerine bağlanıyor. Buradaki reseptör aynı zamanda kolesistokinin reseptörü (CCKB) olarak
isimlendirilir. Gastrin hormonunun HCl salgısını arttırıcı yönde etkisi vardır. Diğer hücre ise D
hücresidir ve somatostatin salgılar. Yine hormon olarak kana gelir ve kan yoluyla pariyetal hücrelere
ulaşır ve kendi reseptörlerine bağlanır. Somatostatin hormonunun HCl salgısını azaltıcı yönde etkisi
vardır. Vagus G hücreleri üzerinde eksitasyona (GRP-Gastrin releasing peptid- aracılığıyla), D hücresi
üzerinde inhibisyona yol açar.

Antral bölgedeki hücrelerden salgılanan bu moleküllerin komşuluklarındaki hücreler üzerinde


parakrin etkisi de var. G hücresinden salgılanan gastrinin komşuluğundaki D hücreleri üzerinde de
reseptörleri (CCKB) bulunur ve parakrin olarak D hücreleri aktive eder. Somotostatin de parakrin
etkisiyle G hücrelerine etki edebilir. Buradaki etkisi inhibisyon yönündedir.

Hormonal ve sinirsel uyarıların yanında lümendeki bazı maddelerin varlığı ve konsantrasyonu da


antral bölgedeki bu hücrelerin fonksiyonunu etkiler. Atrum lümenindeki sindirilmeye başlamış olan
protein ürünleri G hücresi için bir uyarandır. Lümen içerisinde H+ iyonlarının artışı yani asiditenin
artışı da D hücreleri için bir uyarandır. Bu bir çeşit homeostazisin geri bildirimiyle artmış olan asiditeyi
normal sınırlar içerisinde tutma çabasıdır. (Mide asidi artışı-pH azalması-antral D hücrelerinin
uyarılması- parakrin etki sonucu Gastrin inhibisyonu-HCl salgılanmasında azalma)

(!!! N. vagus ACh aracılığıyla D hücrelerini inhibe ederek G hücrelerini inhibe edecek somatostatin
hormonunun salgısını azaltıyor. Dolayısıyla G hücrelerinin aktivasyonunu dolaylı yoldan sağlamış
oluyor. GRP aracılığıyla ise doğrudan G hücrelerinin aktivasyonunu sağlıyor. Bu bir önceki sayfadaki
görselde ve bir sonraki sayfadaki diyagramda gösterilmektedir.) =Ek bilgi
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Yandaki diyagramda az önce bahsettiğimiz mide asidi


salgılama mekanizması özetlenmiştir. Mide asidi salgısını
etkileyen temelde iki faktör bulunmaktadır. Bunlar;
yiyeceğin midede oluşturmuş olduğu gerim ve aynı
zamanda sindirilmeye başlanmış olan protein ürünleridir.
Gerim lokal enterik sinir sistemi refleksleri ve vagovagal
refleks üzerinden asetilkolinin devreye girmesini tetikliyor.
Asetilkolin ise hem G hücreleri hem ECL hücreleri hem de
pariyetel hücreleri üzerindeki reseptörlerine (M3)
bağlanıyor ve bu şekilde pariyetel hücrelerden HCl salgısını
temelde H+-K+ ATPaz pompasını aktive ederek arttırıyor.
Antral G hücrelerinden salgılanan gastrin direk olarak,
gastrinin ECL hücrelerini uyarmasıyla buradan salgılanan
histamin de dolaylı olarak pariyetel hücrelerini uyarıyor. G
hücrelerinin bir diğer uyaranı sindirilmekte olan protein
ürünleridir. G hücreleri HCl salgısını arttıracak en önemli
ligand olan gastrinin salgılanması açısından önemlidir.

Asit salgısı için şimdiye kadar midedeki faktörleri konuştuk. Ancak


sefalik faz ve intestinal faz da mide asidinin salgılanmasına etki
ediyor. Sefalik faz besin henüz mideye gelmeden, örneğin; besinin
düşünülmesi, besinin kokusunun ya da tadının alınması, besinin
çiğnenmesi ya da yutulmasıyla tetiklenen bir mekanizmadır. N.
Vagus üzerinden etki etmektedir. Besinler mideye gelince buradaki
gerim mekanizması devreye girecek ve reflekslerle belli hücreler
uyarılacaktır. İntestinl faz da duodenumdaki protein sindirim
ürünlerinin oluşumunda gerekli olan asidik ortam ihtiyacında
önemli rol oynar. Proteinlerin sindiriminde pepsinojenin pepsine
dönüştürülmesi için asidik bir ortam gereklidir. Dolayısıyla
duodenumdaki protein sindirim ürünlerinin varlığı devamlı olarak
asit salgısının uyarılması açısından önemlidir.
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Pepsinojen Salgısı

Pepsinojen esas hücreler tarafından


salgılanır. Proteinlerin sindiriminde önem
taşır. Pepsinojenin pepsine dönüşümü
açısından önem taşıyan faktör HCl dir.
İnaktif formdan aktif forma dönüşümü
mide asiditesinin korunması sayesinde
gerçekleşiyor. Proteinlerin sindirimi ilk
olarak midede pepsin sayesinde başlamış
oluyor. Polipeptitler oluşmaya başlıyor.
Temel yapı taşları olan aminoasitlerin
oluştuğu sonraki aşamalar bir sonraki
derste işlenecekmiş.

Notumun sonuna resmen gelmiş bulunmaktayız arkadaşlar. Sonunda bitti ama ben de bittim. Aslında
çok bir şey yok. Hoca sürekli aynı şeyleri tekrar etti ben de hocanın ders akışını bozmamak adına ve
çalışırken çoğu kez okumanın bilginin daha çok akılda kalıcı olmasını sağladığını düşündüğüm için
tekrar tekrar yazdım. Başlıklarla olabildiğince konuyu toparlamaya çalıştım. Arada 2024 notlarından
da yaralandım. Umarım notum anlaşılır olmuştur. Bu arada gerçekten Hocanın üzerinde uzun uzun
durduğu görseli yazısıyla bir arada tutmayı hayal etmiştim çalışırken daha rahat olacağını
düşündüğüm için ama hem görselin anlaşılır olması için büyük tutulmaya ihtiyacı vardı hem de malum
Hoca görsel üzerinde 8 dakikadan fazla konuşmuştu dolayısıyla nasip olmadı. İçimde kaldığı için
bunun için buradan herkese özürlerimi iletiyorum. İyi çalışmalar.

Selam kısmına gelecek olursak burası notumdan daha özlü olacak. Buradan bütün AÜTF ailesine tabi
ki de bu notu okuyacak her bir 2024 ve 2025 ailesi fertlerine selam olsun😊

Beyza Nur YILMAZ


Pancreatic duct
Figure 15–4
Dr. Bile
Öğr. Üyesi Emel Güneş
ducts from the liver converge to form the
common hepatic duct, from which branches the duct
Karaciğer ve pankreasın salgısı ve salgılamanın
leading to the gallbladder. Beyond this branch, the
common hepatic duct becomes the common bile
düzenlenmesi

PANKREAS VE KARACİĞER SALGILARI


duct. The common bile duct and the pancreatic duct
converge and empty their contents into the duodenum
m at the sphincter of Oddi.

(afferent input) 1200 ml water/day; 500–800 g solids/day ingested


ent output). Ø Karaciğer ve pankreasın gastrointestinal
rointestinal sys-
d absorption, we 1500 ml salivary secretions salgılama açısından büyük bir önemi var.
these processes.
describe, organ Ø Resme bakıldığı zaman burada çeşitli
bezlerin salgılarını ve karaciğerden safra
2000 ml gastric secretions
otility that pro-
d absorption. A
n understanding salgısının oluştuğunu görüyoruz. Safra kesesi
all.
veya safra kanalları üzerinden günlük olarak
500 ml bile

inal 6700 ml
absorbed
into blood 500 ml’lik bir ekzokrin salgı duodenuma
geçiyor. Pankreas üzerinden de 1,5 lt’yi bulan
(small intestine) 1500 ml pancreatic secretions

ll of the gastro-
pankreatik sekresyonlar duodenuma dökülerek
1500 ml intestinal secretions
rated in Figure (primarily small intestine)
s highly convo-
buradaki etkilerini gösteriyor
1400 ml absorbed
ce area available into blood 1500 ml
urface is covered (large intestine)
gether along the
ons.
ocrine cells that Feces 100 ml water; 50 g solids excreted
docrine cells that
of the epithelium Figure 15–5
that secrete acid, Average amounts of solids and fluid ingested, secreted, absorbed,
the lumen. and excreted from the gastrointestinal tract daily.
Chapter 15

Pankreas Salgıları 8/2/07 11:16:29 AM

Ø Pankreasın endokrin
işlevleri var ancak bu
dersimizin kapsamında değil.
Ø Ekzokrin açısından temel
olarak iki salgısı var:
Bunlardan biri enzim salgısı.
Pankreasta sentezlenmiş olan
bu enzimler duodenuma
dökülerek çeşitli besin
moleküllerinin sindiriminde
böylece aracılık etmiş oluyor.
Hem karbonhidrat hem protein
hem de lipidlerin sindiriminde rol alan enzimler buradan geliyor.
Ø Pankreasın ekzokrin salgılama yapan birimi, tükürük bezlerindeki birimlere
benziyor ancak tükürük bezlerinden esas olarak karbonhidrat sindiriminde görev
alan amilaz enziminin sentezini görmüştük oysa pankreasta karbonhidratların da
proteinlerin de lipitlerin de sindiriminde rol alan enzimler sentezlenip salgılanır.
Ø Protein sindirimi açısından önem taşıyan birden fazla enzim var. Bunların
içerisinden en bol, miktar olarak en fazla salgılanan enzim tripsin. Diğerleri ise
kimotripsin ve karboksipeptidaz enzimi. Bu üç enzim de protein sindiriminde rol
aldıkları için mevcut olan kanal sistemini ve pankreasın kendisinin de
sindirilmemesi için koruyucu olarak öncelikle inaktif formda sentezlenip
Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş Karaciğer ve pankreasın salgısı ve salgılamanın
düzenlenmesi
salgılanıyor. Aktifleştikten sonra tripsin ise aynı zamanda diğer proteinlerin
aktivasyon mekanizmasında doğrudan rol alıyor
Ø Karbonhidrat sindirimi için yine amilaz enzimi var. Burada pankreatik amilaz
olarak isimlendirilir
Ø Lipid sindiriminde de rol alan enzimlerin de esas olarak burada pankreas
tarafından salgılandığını görüyoruz. (pankreatik lipaz, kolesterol esteraz,
fosfolipaz, kolipaz)
Ø Enzimlerin etki edebilmesi için pH’ın nötral olması gerekiyor fakat mideden gelen
içerik oldukça asidik bir yapıda, o nedenle nötralize edilmemesi durumunda
buradaki enzimler etkisini gösteremeyecek. Bu sebeple pankreasın ekzokrin
salgısından bikarbonat büyük bir öneme sahip oluyor. Mevcut olan enzimlerin
etkisini gösterebileceği bir ortam oluşturmuş oluyor

Pankreatik Salgıların Kontrolü

Ø Salgının kontrolünde yine vagal uyarı, tüm sindirim sisteminin önemli bir
bölümünde olduğu gibi pankreas salgılarının da devreye girmesinde önem taşıyor
ve asetilkolin üzerinden gerçekleştiriyor. Asiner hücrede kendisine ait reseptörü
var hücre içi etkilerini de bu reseptöre bağlandıktan sonra gösteriyor.

Ø Kontrolde hormonal etmenler de var. Bunlardan biri kolesistokinin. Kolesistokinin


de özellikle enzim salgısına etkisi olduğu bilinmektedir. Mide içeriğinin
duodenuma geçişiyle birlikte I hücreleri tarafından sentezi yapılan bir hormon.
Kana verilerek bu şekilde de pankreasa kadar ulaşıyor. Asiner hücre üzerinde
bulununan kendisine ait olan reseptörüne bağlanarak buradaki etkinliğini
gösteriyor
Ø Daha çok bikarbonat salgısı üzerinde etkisi olan hormon ise ince bağırsaktaki S
hücreleri tarafından salgılanan hormon sekretin hormonu. Sekretine benzer bir
etkinliği olan vazoaktif intestinal peptidi(VIP) bulunuyor. Yer yer karşımıza çıkıyor
Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş Karaciğer ve pankreasın salgısı ve salgılamanın
düzenlenmesi
sindirim sisteminde ancak sekretin kadar etkili değil, daha zayıf olarak bir uyaran
olduğu kabul ediliyor. Bu şekilde sekretin reseptörleri üzerinden etki edebildiği
anlaşılmıştır
Ø Bir başka uyaran olarak da antrumdan salgılanan önemli bir hormon vardı, gastrin
hormonu. Bu hormonun, salgılanması sonrasında kolesistokininden zayıf ancak
enzim salgısı üzerinde etkisi olan bir hormon olduğu bilinmektedir


Bikarbonat ve Su Salgılanması
Ø Bir diğer salgı bikarbonat salgısıydı.
Yandaki resimde lümen içeriğine
bikarbonat salgısını görüyoruz. Kanal
hücrelerinden bikarbonatın yanı sıra aynı
zamanda buraya suyun da salgılandığını ve
de sulu bir sekresyon şeklinde karşımıza
çıktığını görüyoruz
Ø Luminal tarafta değiş tokuş yapan,
bikarbonatla kloru yine zıt transport
biçiminde değiştirici bir protein görüyoruz.
Klorun lüminal taraftaki düzeyini sürekli
olarak aslında destekleyici ek bir zar
proteini yer alıyor. Kistik fibrozis
transmembran iletim düzenleyicisi (CFTR)
olarak da isimlendirilen bu yapıdan sürekli
olarak hücre dışına klor salgılanıyor. Bu zar
proteinin aracılığıyla lüminal membrandaki
taşıyıcı protein bikarbonatı lüminal tarafa kloru ise hücre içerisine alarak etkinliğini
göstermiş oluyor

Ø Pankreas sıvısındaki proteolitik enzimlerin bağırsağa salgılanmadan önce inaktif


şekilde olmaları önem taşır; çünkü aksi halde tripsin ve diğer enzimler pankreasın
kendisini sindirebilirlerdi. Asinüslere proteolitik enzimleri salgılayan hücreler aynı
zamanda tripsin inhibitörü adı verilen farklı bir madde daha salgılarlar. Bu madde
enzim granüllerini çevreleyen glandüler hücrelerin sitoplazmasında depolanır ve
tripsinin salgı hücreleri içinde, asinüslerde ve pankreas kanallarında aktivasyonunu
önler. Tripsin diğer proteolitik enzimleri aktive ettiği için, tripsin inhibitörü
diğerlerinin aktivasyonunu da önlemiş olur.
Ø Pankreas ciddi şekilde hasara uğradığında veya bir kanal tıkandığında, hasarlı
alanda büyük miktarda pankreas salgısı birikir. Bu durumlarda, tripsin
inhibitörünün etkisi bazen yetersiz kalabilir ve pankreas salgıları hızla aktive olarak
he process
etary fiber Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş Karaciğer ve pankreasın salgısı ve salgılamanın
holesterol. düzenlenmesi
in bile is
in blood, pankreasın
Liver tümünü birkaç saat içinde sindirebilir. Akut pankreatit adı verilen bu
ones, con- durum şoka yol açması nedeniyle
Synthesis sıklıkla
5% ölümcüldür.
at the end

Kolesistokininin Etkileri
Bile salts
the heme
ythrocytes
nt bile pig-
od by liver Intestinal fatty acids and amino acids
Hepatic Ø Kolesistokinin,
(a) duodenuma geçen
portal vein
yellow and kimusta bulunan hepatic uzun
artery zincirli
Branch of
Blood yağ asitlerinin
Central vein
e through
absorbed
varlığında salgılanıyor. Plazmada
Small intestine
ne, giving Gallbladder
Common
bileCCK
ductsecretion
kolesistokinin artışıyla birlikte hücre
ract, some içerisine kendi reseptörlerine bağlanıp hücre
the brown Duodenum Ileum
içi mekanizmayı aktive ederek buradaki
BilePlasma
salts CCK 5% lost
fferent cell sindirim
in feces enzimlerinin salgılanma hızını
pigments artırmış oluyor
Small intestine
carbonate- Branch of Bile duct Liver cells Bile


Pancreas
lining the Figure 15–30 Enzyme secretion
portal vein canaliculus
ducts, just Enterohepatic circulation of bile salts. Bile salts are secreted into (b) (c)
secretin in bile (green) and enter the duodenum through the common bile


Branch of Branch of
duct. Bile salts are Flow
reabsorbed from the intestinal lumen into hepatic
of enzymes into small intestine hepatic artery portal vein Central vein Hepatocytes
ntration of portal blood (red arrows). The liver (hepatocytes) reclaims bile salts
secretions from hepatic portal blood.
the plasma
etion into
the intes-
Figure 15–30 physiological inquiry
Small intestine
Digestion of fats and protein
■ In addition to the hepatic portal vein, can you name another
increased
Figure 15–28

portal vein system and explain the meaning of the term “portal”?
of bile salt
Hormonal
Answer regulation
can be of pancreatic
found at end of chapter.enzyme secretion.
eatest dur-
ting some
nt where it
own as the
the dilute tion. Thus, the organic nutrients in the small intestine initi-
der. Here, ate, via hormonal and neural reflexes, the secretions involved Ø Kolesistokinin bir başka etkinliği de
Bile duct
ed as NaCl in their own digestion. Duodenum
Fatty acids
Although most of the pancreatic exocrine secretions are
Oddi sfinkteri
Figure 15–29 üzerinde bulunmakta.
e sphincter controlled by stimuli arising from the intestinal phase of diges- Oddi(a) Asfinkterinin
small section of (safra kesesiyle
the liver showing the location of bile canaliculi
rging con- tion, cephalic and gastric stimuli
CCK also play a role by way of
secretion and ducts with respect to blood and liver cells. Bile (green) is formed
pankreasın ana kanalı birleştiğinde
gallbladder the parasympathetic nerves to the pancreas. Thus, the taste by uptake by liver cells (hepatocyte) of bile salts and secretion into
l hormone of food or the distension of the stomach by food will lead to oluşan ortak kanalın
bile canaliculi. duodenuma
(b) Photomicrograph of the liver showing a portal
increased pancreatic secretion. space with its characteristic small artery and bile duct surrounded by
e presence Plasma CCK açıldığı bölge) gevşemesini tetiklemiş
connective tissue. H&E stain, medium magnification. (c) A central
hormone’s oluyor ve bu şekilde vein. H&Esalgıların
Bile Secretion and Liver Function (centrolobular) stain, medium magnification.
of the gall-
bile; cysto,
As stated earlier, bile is secreted by liver cells into a number duodenuma geçişi kolaylaşmış oluyor.
(a) Adapted from Kappas and Alvares; (b, c) Courtesy of M.F. Santos from Junqueira and Cameiro
Basic Histology Image Library (McGraw-Hill).
of small ducts, the bile canaliculi (Figure 15–29 ), which
the factors Gallbladder
converge to form the common hepaticSphincter
duct of Oddi
(see Figure 15–4). Öte yandan bir diğer etkinliği safra
Contraction Relaxation
Bile contains six major ingredients: (1) bile salts; (2) lecithin (a kesesinin kontraksiyonu ve safra
phospholipid); (3) bicarbonate ions and other salts; (4) choles-
içeriğinin de ortak kanala geçişini
terol; (5) bile pigments and small amounts of other metabolic
end products;
Bile flow into
and (6) trace metals. Bile
common bile duct
Bile flow
salts and lecithin are
into duodenum
böylece tetiklemiş
cytes (liver oluyor
cells) is driven
the bile. Uptake of bile salts from portal blood into hepato-
by secondary active transport cou-
pled to sodium. This recycling pathway from the liver to the
synthesized in the liver and, as we have seen, help solubilize
walls of the fat in the small intestine. Bicarbonate ions neutralize acid in intestine and back to the liver is known as the enterohepatic
h day. One Figure 15–31 and the last three ingredients represent sub-
the duodenum, circulation (Figure 15–30 ). A small amount (5 percent) of
e lumen is stances extracted
Regulation frominto
of bile entry thethe
blood
smallbyintestine.
the liver and excreted via the bile salts escapes this recycling and is lost in the feces, but
the bile. the liver synthesizes new bile salts from cholesterol to replace
From the standpoint of gastrointestinal function, the15
Chapter them. During the digestion of a meal, the entire bile salt con-
most important components of bile are the bile salts. During tent of the body may be recycled several times via the entero-
the digestion of a fatty meal, most of the bile salts entering the hepatic circulation.
intestinal tract via the bile are absorbed by specific sodium- In addition to synthesizing bile salts from cholesterol,
coupled transporters in the ileum (the last segment of the the liver also secretes cholesterol extracted from the blood into
small intestine). The absorbed bile salts are returned via the the11:16:55
8/2/07 bile. AM
Bile secretion, followed by excretion of cholesterol in
portal vein to the liver, where they are once again secreted into the feces, is one of the mechanisms for maintaining cholesterol

The Digestion and Absorption of Food 553


is increased
Enzyme acidity in the duodenum (Figure Substrate 15–27 ). In Action
the secre-
analogous fashion, CCK stimulates the secretion of digestive
digestion.
Trypsin,
enzymes, chymotrypsin,
including those forelastase Proteins
fat and protein digestion, so it is Break peptide bonds in proteins to form peptide fragm
se, which
appropriate that the stimuli for its release are fatty acids and
intestinal
a peptide
amino Dr.inÖğr.
Carboxypeptidase
acids Üyesi Emel
the duodenum Güneş
(Figure 15–28 ). Proteins Karaciğer ve pankreasın salgısı
Splits off terminal ve salgılamanın
amino acid from carboxyl end of pro
Luminal acid and fatty acids also act on afferent nerve düzenlenmesi
yme tryp-
endings in the intestinal wall, initiating reflexesFats
Lipase that act on Splits off two fatty acids from triglycerides, forming fre
tivated, it
ff peptide Sekretinin Etkileri
the pancreas to increase both enzyme and bicarbonate secre- acids and monoglycerides
s in addi-
n. Amylase Polysaccharides Splits polysaccharides into glucose and maltose
pancreas Ø Sekretin de özellikle mide kimusun
Nucleic acids asidik yapısı Split
S hücrelerinin uyarılmasına
orm. Acid from stomach
Ribonuclease, deoxyribonuclease nucleic acids into free mononucleotides
ainly as a
CCK (see yol açıyor. S hücrelerinden sekretin
carbonate Small intestine hormonu salgılanır. Kan yoluyla pankreasa
cretion. Secretin secretion
gelerek bikarbonat sekresyonunu böylece
uyarmış Because the function of pancreatic bicarbon
enzymes and their activities appears in Table 15–6 . The pro- oluyor ve buradaki kimusun
neutralize acid entering the duodenum from the
teolytic enzymes are secreted in inactive forms (zymogens), as
nötralizasyonu sonrasındathat enzimlerin
Plasma secretin it is appropriate the major stimulus for secret
described for pepsinogen in the stomach, and then activated in
etkinliğini gösterebilmesine
is increased acidity uygun ortam
in the duodenum (Figure 15
the duodenum by other enzymes. Like pepsinogen, the secre-
sağlıyor. analogous fashion, CCK stimulates the secretion of
tion of zymogens protects pancreatic cells from autodigestion.
Pancreas
enzymes, including those for fat and protein digestio
A key step in this activation

Bicarbonateissecretion
mediated by enterokinase, which
appropriate that the stimuli for its release are fatty
is embedded in the luminal plasma membranes of the intestinal
amino acids in the duodenum (Figure 15–28 ).
umen epithelial cells. It is a proteolytic enzyme that splits off a peptide
Luminal acid and fatty acids also act on affer
ymes
from pancreatic of bicarbonate intoforming
Flowtrypsinogen, the active enzyme tryp-

small intestine
endings in the intestinal wall, initiating reflexes th
sin. Trypsin is also a proteolytic enzyme, and once activated, it
the pancreas to increase both enzyme and bicarbon
activates the other pancreatic zymogens by splitting off peptide
al cell fragments (Figure 15–26 Small ). This activating function is in addi-
intestine
Neutralization of intestinal acid
tion to the role of trypsin in digesting ingested protein.
The nonproteolytic enzymes secreted by the pancreas
Figure 15–27
(e.g., amylase and lipase) are released in fully active form. Acid from stomach
Hormonal regulation of pancreatic bicarbonate secretion. Dashed
line and Pancreatic secretion
E indicates that increases
neutralization during
of intestinal acida(↑pH)
meal, mainly as a
estine. result
turns off of stimulation
secretin by the feedback).
secretion (negative hormones secretin and CCK (see
Table 15–4). Secretin is the primary stimulant for bicarbonate
secretion, whereas CCK mainly stimulates enzyme Tripsin Aktifleşmesi
Chaptersecretion.
15
Small intestine
Secretin secretion

Ø Tripsin açısından aktifleşme


8/2/07 11:16:53 AM
intestinal kanalda olması önem
Plasma secretin
taşıyor. Membrana bağlı
Pancreas
enterokinaz aracılığıyla tripsinojen
tripsine dönüşüyor veBicarbonate
aktifleşmiş
Pancreas
secretion
oluyor. Tripsinojenden oluşan
Intestinal lumen tripsin inaktif olan pankreasın
Inactive enzymes Active enzymes
enzimlerini de aktifleştirerek
Flow of bicarbonate etki
into small intestine

Trypsinogen Trypsin göstermesini sağlıyor. Tripsin hem


Membrane-bound miktar olarak daha fazla hem de
Small intestine
enterokinase Epithelial cell aktifleştirme fonksiyonu sebebiyle
Neutralization of intestinal acid
bambaşka rol alıyor.
Figure 15–27
Hormonal regulation of pancreatic bicarbonate secretion.
Figure 15–26 line and E indicates that neutralization of intestinal acid (↑
Activation of pancreatic enzyme precursors in the small intestine. turns off secretin secretion (negative feedback).

552

wid4962X_chap15.indd 552
Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş Karaciğer ve pankreasın salgısı ve salgılamanın
düzenlenmesi

Ø Protein sindiriminde özellikle rol alan enzimlerle ilişkili olan bu tabloda dikkat
etmemiz gereken nokta tripsin ve kimotripsin proteinleri çeşitli büyüklükteki
peptidlere parçalarlar; ancak tek tek aminoasitlere kadar parçalayamazlar. Diğer
taraftan, karboksipeptidaz peptidleri aminoasitlerine kadar ayırır ve böylece
proteinlerin aminoasitlere kadar sindirilmesi tamamlanmış olur.
Ø Bu tabloda yer almayan enzimler var. Fosfolipaz, fosfolipitlerden yağ asitlerini
ayırıyor. Kolesterol esteraz, lipid sindiriminde rol alan ve kolesterol esterlerini
parçalayan bir enzim.

Pankreas Salgısının Evreleri


Ø Pankreas salgısı, mide salgısına benzer şekilde üç evrede gerçekleşir. Bunlar, sefalik
evre, mide evresi ve bağırsak evredir.
Ø Sefalik evre, besin mideye girmeden önce özellikle besinin yenilmesi sırasında
gerçekleşir. Besinin görüntüsüne, kokusuna, düşünülmesine veya tadına bağlı
olarak ortaya çıkan vagal bir uyarıdır ve henüz mideye yiyecek gelmeden
pankreastan salgılarda hem enzim hem bikarbonat biçiminde salgı artışı başlamış
oluyor
Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş Karaciğer ve pankreasın salgısı ve salgılamanın
düzenlenmesi
Ø Mideye gelindiği durumda besinde yer alan protein içeriği, midenin gerilmesi yine
mekanik olarak olan etmenler. Özellikle burada gastrinin devreye girmesi
(kolesistokinin etkinliğine benzer ancak daha zayıf bir etkinlik gerçekleşiyor ki bu
hormon midede henüz sefalik fazda bile belli miktarda salınım başlıyor) ve yine
vagal uyarı ile asetilkolin etkisini görüyoruz. Midenin gerilmesi ile vagovagal
refleks tetikleniyor ve vagusun sadece midedeki efferentleri değil aynı zamanda
pankreas üzerindeki de efferent lifleri etkinliğini göstererek asetilkolinin
reseptörüne bağlanması sonrasında salgılarda artış gerçekleşiyor.
Ø Son aşama ise artık kimusun bağırsağa geçmesi. Asidik bir ortam var kimusta ve
buradaki asidite özellikle S hücrelerinin etkinliğini artırıyor. Sekretin buradan daha
fazla miktarda salgılanıyor. Sekretin özellikle de bikarbonat ve suyun salgısı
üzerinde önem taşıyor. Bunun yanı sıra uzun zincirli yağ asitleri özellikle
kolesistokinin üzerinde etkilidir. Aminoasit ve peptidler (yıkım ürünleri) daha zayıf
olarak kolesistokinini, yine vagovagal refleksi tetiklemiş oluyor. Son iki olay
bikarbonattan ziyade enzim salgısında artışa yol açıyor
Ø Bu evrelerin oranına bakacak olursak en etkili olan faz bağırsak fazı, sonrasında
sefalik faz bulunmaktadır. Mide fazı da üçüncü sırada olarak belirtiliyor

Karaciğerin Ekzokrin İşlevleri


Ø Karaciğerin temel
ekzokrin işlevi, safra
salgısının üretilmesi ve
safra kesesinde
depolanmasıdır.
Ø Safra yağların sindirimi
ve emiliminde önemli bir
rol oynar. Safra yapısındaki
çeşitli moleküller lipit
sindirimini kolaylaştırıcı
lipazların etkinliğini
aktifleştirmesi bakımından
büyük önem taşıyor.
Ø Safra salgısını üreten
hücreler hepatositlerdir. Bunlar kanaliküller biçiminde hepatositler arasında yer
alıyor. Sonrasında kanalikül yapılar birleşerek hepatit kanalı oluşturuyor. Daha
sonrası ise ortak kanalda pankreastan gelen ana dalla birleşiyor. Oddi sfinkteri
aracılığıyla da duodenuma verilmiş oluyor.
Ø Safranın bileşiminde safra asitleri(iyonize oldukları zaman safra tuzlarına
dönüşüyor), lesitin(fostatidilkolin), bikarbonat iyonları, kolesterol ve bilirubin
bulunmaktadır. Safra aynı zamanda kolesterolün ve bilirubin atımında rol alıyor.

Safra Asitleri
Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş Karaciğer ve pankreasın salgısı ve salgılamanın
düzenlenmesi
Ø Safra asitleri, kolesterolün Sitokrom P450 oksidasyonu ile oluşan moleküllerdir.
Primer ve sekonder olmak üzere ikiye ayrılıyor. Primer safra asitleri (kolik asit,
kenodeoksikolik asit) hepatositlerde oluşur. Sonra gastrointestinal kanalda
deoksikolik asit ve litokolik asit biçiminde sekonder safra asitleri oluşuyor.
Ø İyonize olması durumunda safra tuzları oluşuyor ve bunlar daha polar
moleküllerdir. Polar moleküller hücre zarlarını daha zor geçiyor
Ø Bu moleküller lipitlerin sindiriminde rol alıyor
Ø Safra bu şekilde oluştuktan sonra safra kesesinde depolanıyor. Safranın
konsantrasyonu su emilimi sonrasında 5 kat kadar yoğunlaşıyor. Safra kesesinden
safra salgılanması, kolesistokininle uyarılıyor. Hem safra kesesinin kasılması bu
hormon aracılığıyla gerçekleşiyor hem de oddi sfinkterini gevşeyerek ince
bağırsağa safranın akışının artması sağlanmış oluyor

Safra Tuzlarının Enterohepatik Döngüsü


ØSon olarak safra
tuzlarının enterohepatik
döngüsünden bahsedelim.
Enterohepatik döngü, ince
bağırsak ve karaciğer
arasında safra tuzlarının
sürekli tekrar eden
dolaşımı. Bu yapılar
arasında lipit emilimini
sağlamak üzere yeterli
miktarda safra tuzu aktif
olarak sistemde yer alıyor.
Az miktardaki besin
alımlarında safra asidi
günde 3-5 kez bu enterohepatik dolaşıma katılıyor, çok miktarda besin alanlarda ise
bir günde 14-16 defaya kadar bu döngü tekrar edebilir.
Ø Terminal ileumda aktif transport gerçekleşiyor ve eğer ileumda herhangi bir emilim
bozukluğu ortaya çıkarsa inflamatuar çeşitli hastalıklar ortaya çıkar. Dışkıyla
büyük miktarda safra tuzu kaybı gerçekleşiyor oysa fizyolojik olan %5’ten de az bir
miktarın dışkıyla kaybıdır.
Ø Terminal ileumdaki mekanizma, asıl mekanizma olsa da bunun yanı sıra aynı
zamanda safra tuzları tüm ince bağırsak boyunca zayıf da olsa basit difüzyonla
emilimi gerçekleşiyor.
Ø Aynı zamanda bağırsak içeriğinde primer olan safra asitleri sekonder safra
asitlerine dönüşüyor ve bakterilerin aracılık ettiği bir dönüşümdür. Burada safra
tuzlarından daha lipofilik özellik kazanılmış oluyor ve lipitlerin pasif olarak
emilimi gerçekleşiyor.
Ø Sekonder safra asitleri aralarında da farklılık var. Deoksikolik asit daha kolay
emilimi olan molekül, litokolik asit ise daha çok atılan molekül biçimi ve emilimi
daha zayıf oluyor dolayısıyla bu şekilde yeniden portal dolaşıma katılmış oluyor.
Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş Karaciğer ve pankreasın salgısı ve salgılamanın
düzenlenmesi
Ø Safra tuzları yüksek dansiteli lipoproteine (HDL) veya albumine bağlanıyor. Portal
kan aracılığıyla yeniden karaciğere geliyor. Hepatositler tarafından safra tuzları
alınması bu şekilde son derece etkindir ve her geçişte portal kandaki safra
tuzlarının yüzde seksenden daha fazlası tekrar hepatositler tarafından alınarak bu
şekilde kullanıma tekrar ve tekrar girmiş oluyor

KEREM UZUT
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

BESİNLERİN SİNDİRİMİ VE EMİLİMİ MEKANİZMASI


İNCE BAĞIRSAK
İnce bağırsak sindirim ve özellikle emilim açısından
önemlidir.Öncelikle yapısal özelliklerini ele alalım.Burada
salgılama açısından önem taşıyan yapı lüberkühn
kriptasıdır.LÜBERKÜHN kriptasında bulunan goblet hücreleri
mukus salgılar.Burada bağırsak kökenli bazı enzimlerden söz
edeceğiz.Fakat burada diğer bölümlerde(mesela midede)
bulunan salgı yapan hücreler bulunmaz.Birazdan daha
detaylandırdığımızda göreceğiz ki epitel hücresinin zarının
üzerinde bulunan birtakım integral proteinler enzimatik
reaksiyonlar gerçekleştirip sindirimin tamamlanmasına
aracılık ederler.Lüberkühn kriptalarında temel olan salgı
mukus salgısı ve bunun yanında elektrolit,su gibi
moleküllerdir.Burada görülen diğer hücre tipi Paneth
hücreleridir ve nötrofil benzeri fonksiyonları vardır.
Mikroorganizmalara karşı koruyucu bariyer oluştururlar.O
yüzden ince bağırsağın Panet hücreleri sayesinde kendine
ait bir bariyeri var olduğunu söyleyebiliriz.

Kriptalar villuslar arasında bulunur.Dolayısıyla ince bağırsak


parmaksı çıkıntılara sahip bir sindirim kanalı bölümüdür
.Villuslar emilimin yüzey alanını artırırlar.Yandaki resimde
villus ve diğer fonksiyonel birimlerin yüzey alanını
artırdığına dikkat çekilmiştir.İnce bağırsak için yüzey alanı
için 0.33 metrekare bir birim olarak kabul edilirse
bağırsağın kendisine ait olan daha büyük dairesel katlantılar
yüzey alanını 3 kat ,villuslar(parmaksı çıkıntılar) 30 kat
artırır.Son olarak villustan bir parça alıp büttüğümüz zaman
yani sadece bir enterosit hücresine bakıldığı zaman lümene
bakan yüzeyin mikrovilluslarla kaplı olduğunu
görürüz.Mikrovilluslar ise yüzey alanını 600 kat artırır.
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

FigureBu 44-1 ince ve


Microscopic
resim viewkalın
of thebağırsağı
anatomy of birlikte large intestine. A, The
small andgösterdiğinden dolayı önemli.Şeklin
surface area of the smalla
intestine is amplified at three levels: (1) macroscopic folds of Kerckring, (2) microscopic villi and crypts of
bölümü
Lieberkühn, ince
and (3) bağırsağı microvilli.
submicroscopic b bölümü kalın
B, The bağırsağı
surface gösteriyor
area of the .Lüberkühn
colon is amplified kriptalarını
at the same three ve
devamında
levels as villusları
the small intestine: görüyoruz.Villus
(1) macroscopic yapısında
semilunar folds, (2) cryptsbulunan hücrelerden
(but not villi), biri olan goblet
and (3) microvilli.

Thehucresi
colonmukus salgılar.
(Fig. 44-1B) Buradaki
does not have hücrelerin enzimthe
villi. Instead, salgısı
cellsyapmadığını söylemiştik
lining the large
.Bunun
intestine are yanı
surfacesıraepithelial
kolesistokinin
cells,veand
sekretin hormonover
interspersed salgısı
the yapan
colonicendokrin
surface hücreler
are
vardırapertures
numerous .Aynı zamanda burada
of colonic bir turn
crypts over yani
(or glands) yapım
that ve yıkım
are similar in döngüsü vardır. Bu
function and
structure to thekök
nedenle small vardırcrypts.
intestinal
hücreler ve en Not
alttasurprisingly,
da panet hücreleri bulunmaktadır
the surface epithelial .Bu
cellsyapının
of theişlevler
colon are the primary cells responsible
açısından büyük bir önemi bulunmaktadır. for colonic electrolyte absorption,
whereas colonic gland cells are generally believed to mediate ion secretion.
The intestinal mucosa is a dynamic organ with continuous cell proliferation and
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Bu şekilde sindirim kanalını görüyoruz .Sindirim kanalı içerisinde sindirim ve emilim açısından bir taEn
üstte glikoz monomerini görmekteyiz. Monomer şekilde aldığımız bir besin sindirim kanalında
herhangi bir değişikliğe uğramaz ve doğrudan bu haliyle emilebilir durumdadır ,bu şekilde enterosit
içerisine gelebilir. Polimer biçiminde olan yapılar ise lümende hidrolize uğrayıp en temel yapı
taşlarına kadar ayrılır. Şekilde 2.satırda proteinlerin hidrolizi sonucu oluşan aminoasitler
enterositlere geçer . Enterosit tarafından bir dönüşüme uğramadan emilir . Üçüncü satırda disakkarit
olan sükrozu görüyoruz. Sükroz da proteinden farklı olarak kendisini sindiren enzimin lümen
içerisinde bulunmadığını görüyoruz . Enzim fırça kenarlı hücre zarına integre olmuş halde hücre
zarının üzerinde bulunur ve hücre zarının bizzat yapı taşıdır . Bu yüzden sükrozun yıkımı enterositin
lüminal tarafında gerçekleşir. Böylece glikoz ve fruktoz oluşuyor ve onların hücre içerisinde hiçbir
değişikliğe uğramadan emildiğini görüyoruz .4 .satır da yine daha büyük bir molekülün hücre
içerisinde hidrolizi gerçekleşiyor ve oluşan dipeptit ve tripeptitler enterositlerin içine girip enterosit
içindeki enzimler aracılığıyla aminoasitlere dönüşürler . İkinci satırda proteinin lümen içerisinde
amino asitlere kadar yıkıldığını enterosit tarafından emilip enterosit içinde herhangi bir değişikliğe
uğramadığını gördük.Oysa dipeptit ve tripeptit biçiminde olan moleküllerin enterosite girdikten
sonra buradaki enzimler tarafından aminoasitlere dönüştürüldüğünü gördük.(Burada yıkım hücre
içerisinde gerçekleşiyor.)Son olarak trigliserite bakalım.Trigliserit lümen içerisinde lipaz ile gliserol ve
yağ asitlerine ayrılır , oluşan moleküller hücre zarından geçer .Enterositin içinde ise tekrar trigliserit
oluşur ve şilomikron formuna dönüşür ve bu şekilde emilir .Yukarıdakilerden farklı olarak lenfatik
dolaşıma geçer.

KARBONHİDRATLARIN SİNDİRİMİ
Karbonhidratları polisakkarit oligasakkarit monosakkarit olarak 3 gruba ayırıyoruz.Diyette
polisakkaritler en yüksek orandadır yüzde 60 a kadar çıkabilir .Özelleşmemiş bir diyette
nişasta bitkisel, glikojen hayvansal olarak bulunur .Oligosakkaritler yüzde 30 oranında
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

diyette bulunur .Örnek olarak sofra şekeri olan sükroz ve süt şekeri olan laktoz bicimindedir.
Diyette en az oranda monosakkarit olarak glikoz ve meyve şekeri olan fruktoz biçiminde olur
.
Karbonhidratları diğer bir sınıflandırma biçimi sindirime uğrama bakımından sindirilebilir ve
sindirilemeyen olarak 2 ye ayırırız yukarıda saydıklarımız sindirilebilir olanlardır.
Sindirilemeyenlere diyet lifi( meyve sebze kökenli selüloz ,pektin) örnek verilir.Sağlıklı yaşam
açısından sindirilemeyen karbonhidratların önemli olduğu anlaşılmıştır.Diyet lifini
tüketmemiz önemlidir çünkü bu besinler bağırsaktaki geçiş süresini kısaltır ve kabızlığı önler
,bağırsaktaki maligniteler açısından yararı vardır , kolesterolden olusan safra asitleriyle
bağlanarak kan kolesterolunu düşürür .

Sindirim özelliklerine geri dönecek olursak :


Pityalin[ ya da alfa
amilaz] ağızda
tükürük salgısında
ve pankreasta
bulunur .Pityalin
aracılığı ile
nişastadan maltoz
oluşur daha sonra
bağırsak maltazı
ve baska fırça
kenarlı enzimler
tarafından glikoz
olusur.
Sükroz ve laktoz
diyette
oligosakkarit
olarak bulunur
.Laktozdan glikoz ve galaktoz ,sükrozun hidrolizi ile glikoz ve fruktoz oluşuyor.
Buradaki yıldız işareti yukarıdaki enzimlerden farklı olarak hidrolitik enzimlerin lümende
bulunmadığını fırça kenarlı hücrede bulunduğunu belirtiyor.
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Şeklin a bölümünde alfa amilazın etkisini görüyoruz. (pankreatik formu ile ağızdaki formu aynı işlevi
görür. ) Karbonhidrat yapısı amiloz ya da amilopektin biçiminde olur. Amiloz yapısında glikoz
molekülleri birbirine alfa 1 -4 bağı ile bağlıdır.
Amilopektinde alfa 1 -4 bağı ile birlikte dallanmaya yol açan alfa 1 -6 bağı da bulunur yani
amilopektin dlalanmış bir yapıdır.
Alfa amilaz terminal olmayan alfa 1 -4 bağlarını kırar. Sonucunda maltotrioz ve maltoz oluşur
Bunun yanı sıra alfa amilazin kıramadığı bağ türü amilopektine ayrıcalık katan alfa 1 -6 bağıdır. Bu
bağa sahip yıkım ürünü ise alfa limit dextrindir .
B şeklinde fırça kenarlı enzimin etkisini görüyoruz. Bu enzimler integral proteindir ve hücre zarı
üzerinde etkisini gösterir.
Şekilde gördüğümüz laktoz laktaz enzimi aracılığıyla hidrolize uğrar ve oluşan monosakkaritler sglt 1
proteinleri ile enterosit içine alınır
Altta gördüğümüz fırça kenarli enzim glikoamilaz ( maltaz) ise maltotrioz ve maltozun yıkımına
aracılık eder ,oluşan monosakkariti yani glikozu ise sglt 1 proteini hücre içerisine alır ve emilim
baslar.
En altta bir çift fırça kenarlı enzim görüyoruz .Buradaki protein hem sükraz hem izomaltaz içerir. Bu
yüzden bu enzim hem oligosakkarit olan sükrozu hem de maltoz, maltotrioz ve alfa limit dextrini
parçalayan enzim içerir
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Farklı olarak sükrozun sindirimi sonucu fruktoz ortaya çıkar ve diyetle monsosakkarit biçiminde
alınan fruktozla birlikte taşıyıcı glut 5 taşıyıcısı ile hücreye giriş yapar .

C seklinde interstisyel boşluğa geçişi görüyoruz. Glut 2 proteini glukoz ,fruktoz ve galaktozun hücre
içine girişine aracılık eder .Buradaki bazolateral membranda bulunan sodyum potasyum pompası
önem taşır çünkü integral protein olan sglt 1 proteini na ile cotransport biçiminde monosakkariti
hücre içine sokar. Bu bir sekonder aktif taşımadır .Na elektrokimyasal gradiyeti buradaki na- k
pompası tarafından sağlandığı için aktif transport mekanızması olduğu kabul edilir.

Oligosakkaritler içerisinden disakkarit olan laktozla ilgili laktoz intoleransı denilen özel bir durum
vardır. Laktoz intoleransında laktaz enzimi eksiktir. Eksikliği sonucu sulu diyare ve kramplar
olur.Sindirilemeyeceği için lümende biriken laktoz ve laktoz birikimi sonucu bakteriler tarafından
üretilen laktik asit ozmolarite artışına yol açar . Bunun sonucunda su emilimi artar. Lümende
biriken su gerilim artışına sebep olur . Mekanik mekanoreseptörler uyarılır. Peristaltik
hareket artışı olur . Sıvı birikimi ise sulu diyareye yol açar .
Laktoz intoleransı olan kişilerde sadece laktoz değil diğer sindirim ürünlerinin de emiliminde sorun
ortaya çıkar. Bu yüzden laktoz intoleransı olan kişilerde laktoz diyetten çıkarılmalıdır.Fark edilmesi
önem taşır.Ve laktoz intoleransı olan kişilerde laktoz diyetten çıkarılmalıdır.
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Bu şekilde hem lümen tarafında


hem de bazolateral
membrandaki ilişkili taşıma
proteinleri
gösterilmiştir. Lümen tarafında
sodyumla birlikte cotransport
var. Bazolateral taraftaki
sodyum potasyum pompasının
sürdürdüğü elektrokimyasal
sodyum gradiyenti için ATP ye
dolaylı olarak ihtiyaç duyulur.
Sekonder bir aktif taşıma ile
glikoz ve galaktoz taşınımı
gerçekleşir. Fruktoz ise
kolaylaştırılmış difüzyonla
taşınır . Emilim her üçü için de
bozolateral taraftaki glut 2
proteini aracılığıyla olmaktadır.

PROTEİNLERİN SİNDİRİMİ

Proteinlerin sindirimi açısından gerekli olan enzimlerden bir


tanesi de mide tarafından üretilen pepsindir. Bunun yanı sıra
pankreatik olanlara tripsin kimotripsin ve karboksipeptidazları örnek verdik.Karboksipeptidaz
diğerlerinden farklı olarak amino asitleri de koparabildiğini söyledik.Pankreatik enzimler tarafından
gerçekleştirilen hidroliz tepkimelerinde polipeptit ve aminoasitler ortaya çıkıyor. Daha sonra ince
bağırsaktaki intestinal peptidaz ile aminoasitlerin oluşumu tamamlanır.
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Proteinler mide ve pankreastaki


peptidazlar tarafından lümende
oligopeptit(dipeptit ve tripeptitler)
ve aminoasitlere parçalanır . Fırça
kenarlı enzim olarak aminopeptidaz
bulunur.Bu enzim şekilde de
görüldüğü gibi 4 amino asite sahip
bir oligopeptidi tripeptide
dönüştürür. Tripeptit ve dipeptit ise
hidrojen ile birlikte cotransport
gerçekleştiren pept1 integral protein
taşıyıcılarıyla taşınır. Yani tripeptit ve
dipeptitler enterositlere geçiş
yapabilirler.Enterositler içerisinde
bulunan tripeptidaz ve dipeptidazlar
ise tripeptit ve dipeptitleri aminoasit
formuna dönüştürürler. Amino
asitler hücre içerisine sodyumlu
cotransport ile geçiş yapar. Emilim
hep aminoasit şeklinde gerçekleşir.

LİPİTLERİN SİNDİRİMİ
Pankreatik lipaz kolipaz bağımlı bir enzimdir. Kofaktör olan kolipaz pankreatik salgıların içerisindedir .
Pankreatik lipaz pankreastan aktif formda salgılanır ancak tam bir aktivite kazanması için kolipaza
ihtiyaç vardır.Tripsin diğer protein enzimlerini aktive ettiği gibi inaktif prokolipazı aktif hale çevirir ve
kolipaz oluşur. Kolipaz bir protein faktörü olup lipazla birlikte etkinliği önem taşır . pH ın alkali olması
,kalsiyum iyonlarının varlığı ve safra salgısındaki safra tuzları lipitlerin sindirilmesinde büyük önem
taşır.
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Lesitin ve safra tuzlarını emülsifikasyon işleminde görüyoruz .Emülsifikasyon yağ damlalarının


daha küçük yağ damlacıklara bölünmesi işlemidir .Bu işlemi safra salgısında yer alan ve lesitin ve
safra tuzu yağ damlalarının etrafını sararak gerçekleştirir. Böylece lipitler sulu ortam olan kimus
içerisine girebilir hale gelmiş oluyorlar.Yoksa nasıl yağ damlaları su olan bir kapta üstte
toplanıyorsa sindirim kanalında da yüzeyde olma eğilimleri var. Bu işlem ile lipitlerin sindirim
kanalının yüzeyinde olma eğilimi ortadan kaldırılmış olur ve yağ damlacıkları enzimlerin
bulunduğu ortama girebilir hale gelir. Emülsifikasyon kimyasal bir parçalanma veya kimyasal
sindirim değildir. Emülsifikasyon işlemi enzimle etkileşen yağ damlası yüzeyini arttırır
(Yüzey alanı↑ Sindirim hızı↑).
Organizmada bulunan lesitin ve safra tuzları emülsifikatördür dedik.Şekilde de bir emülsifikatör
kullanılarak yağ ve su bulunan ortamı emülsiyon haline getirilmiş.Böylece büyük yağ damlaları küçük
parçacıklara bölünerek su içerisine dahil edilir. Görüntüsü homojendir.Büyütülüp incelendiğinde
yağın etrafında emülsifikasyonu sağlayan moleküller bulunur.Aynı şey sindirim kanalında da lesitin ve
safra tuzları sayesinde gerçekleştirilir .

Lipaz trigliseritlerin sindiriminde


önem taşır. Fosfolipitler fosfolipaz
a2 enzimi ile hidroliz edilir.
Kolesterol esterleri kolesterol
esteraz enzimi ile hidroliz edilir
.Kolesterol ve yağ asidi ortaya çıkar.
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Kolipaz burada gösterilmemiş .


Safra tuzları ile çevrelenen yağ
damlasının sulu ortam içerisine
katılabildiğini söylemiştik. Yağ
damlasının etrafı safra tuzları ile
çevrelenmesi durumunda lipaz
etki edebilir.Ve trigliseritlerden
monogliserit ve yağ asitleri
oluşmaya başlar . Bunların
emilebiliyor olması, enterosit
yüzeyine kadar taşınabiliyor
olması safra tuzlarının devreye
girmesi ile ilişkilidir .Yani safra
tuzları hem emülsifikasyon için
gerekli olup hem de oluşan yıkım
ürünlerini enterositlerin yüzeyine
kadar taşırlar.Bu taşıma esnasında
yıkım ürünlerinin yeniden daha
büyük forma dönüşmesini
engellerler. O nedenle safra
tuzlarının devreye girdiği Miçel
olarak isimlendirdiğimiz aşamada
safra tuzlarının çevrelemiş olduğu
yapıda yağların yıkım ürünü bulunurken emülsifikasyona uğramış olan damlacıklarda safra tuzları
lipitleri yani büyük formları çevrelemiş olur.

Bu şekilde enterosit yüzeyini görüyoruz. Burada


karışmamış bir su tabakası var.Dolayısıyla yağ
moleküllerinin su tabakası içerisine geçişi daha zordur.
Miçel formunda ise yıkım ürünleri safra tuzları ile
çevrilidir. Safra tuzları yıkım ürünlerinin karışmamış su
tabakasına geçişine rehberlik eder. Böylece yıkım
ürünlerinin enterositin hücre zarına difüzyon aracılığıyla
geçmesi kolaylaşmış olur.Safra tuzları tekrar ve tekrar
kullanılır.
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

Emülsifikasyon uğramış damlacığa kolipazın etkinleştirdiği pankreatik lipaz (nefriz


duktolipaz(?) hocanın ne dediğini anlayamadım ) etki ediyor ve yapısına göre uzun ve kısa
zincirli yağ asitleri ve gliserol halkası oluşur. Daha sonra etrafları safra tuzları ile sarılarak
miçel formuna dönüştürülür.Eğer miçel formunda tüm lipit yıkım ürünleri bulunursa mix
miçel olarak isimlendirilir. Bu form enterosite yakın olan ortama geçiş sağlayabilir. Böylece
yıkım ürünleri hücre içerisine giriş yapabilir.Yıkım ürünlerinin kimyasal özelliklerini şekilde
görüyoruz.

Şekilde absorpsiyon yapan


enterositin büyütülmüş hali
verilmiş. Emilim düzeyindeki
olaylar özetlenmiştir.Karışık
miçel formunda tüm yağ yıkım
ürünleri ( kolesterol , fosfolipit
,monoaçilgliseroller ve yağ
asitlerinden özellikle uzun zincirli
yağ asitleri) var demiştik. Miçel
enterosite ulaşınca safra tuzları
ayrılır ve yıkım ürünleri enterosit
içerisine girer. Enterosit
içerisinde yeniden sentez
aşaması vardır. Yıkım ürünleri
şilomikron formuna
dönüştürülür. Şilomikron formu
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

bağırsaktan emildiğinde ilk önce lenf dolaşımına sonrasında kan dolaşımına katılır.

Az önce yağ asitleri zincir uzunluğu bakımından ayrılır demiştik. Bu aynı zamanda emilim
mekanizması için de önemlidir. Kısa zincirli olan yağ asitleri, gliserolun açil gliserol olmayan formu ve
gliserol doğrudan difüzyona uğradıktan sonra küçük moleküller olmaları sebebiyle kan dolaşımına
geçiş yapabilirler. Lipit sindirim ürünlerinden gliserol ve kısa zincirli yağ asitleri şilomikron formuna
dönüşmeden de geçebilir.

Burada farklı bir anlatımla şilomikron oluşumu


gösterilmiştir. Lipitlerin yıkım ürünleri hücre içerisine giriş yaptıktan sonra enterosit içerisinde
yeniden trigliserit ,kolesterol esterleri ,lesitin ve serbest kolesterolün dahil olduğu bir şilomikron
yapısı oluşmaktadır.Burada da gösterildiği gibi şilomikronlar lenfatik dolaşıma geçiş yapıyor.

Böylece besin
moleküllerinin sindirim
ve emilimini tamamlamış
olduk.Özetleyecek
olurdak şu ana kadar
karbonhidrat protein ve
lipitleri gördük.Bunların
en yüksek oranda
duedonum sonrasında
jejenum ve en minimal
ileum tarafından
absorpsiyonu
gerçekleşir. Kalsiyum,
demir ve folat emilimi en
yüksek oranda
duedonumda olur.Ancak
kalsiyum emilim
mekanizması duedonum
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş

haricinde ileum ve jejenumda da vardır. Safra tuzlarını daha öncesinde konuşmuştuk. B12
vitamininin emilimi için midede intrensek faktör salgılanır ve B12 vitaminine bağlanır .Böylece b12
vitamini ileumdan emilebilir hale gelir.

NOT:Son 2 slaytta ses kaydı olmadığı için sadece resimleri koymak zorunda kaldım .

Bu notu yazarken yardımlarını esirgemeyen kardeşime selamlar...

RANA ULUKURT
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması

(Önce açıklama, sonra slayt olacak şekilde yazdım arkadaşlar.)

KALIN BAĞIRSAK VE İŞLEVLERİ

Kalın Bağırsak (Kolon)


• Sindirim kanalının son bölümü olan kalın bağırsak veya diğer adıyla kolon, yaklaşık
1,5 m uzunluğunda, 5-6 cm çapında bir yapıdır.
• Çekum (hemen ileumun devamında kalın bağırsağa ait ilk bölüm), sonrasında
çıkan kolon, ardından transvers (yatay) kolon, inen kolon, sigmoid kolon,
rektum ve anal kanal bölümlerinden oluşur.
• Kolonun longitudinal düz kas yapısı üç bölgede yoğunlaşmış olarak bulunur ve
tenia koli adını alır. Tenia koli, kolonun karakteristik özelliğini veren yapıdır.

• Bir sonraki şeklin üst kısmına baktığımızda haustra’lar belirgin şekilde görülüyor
(konunun ilerleyen kısımlarında ayrıntılı bahsedilecek).
İnce bağırsak ile kalın bağırsak arasında belirgin birtakım farklılıklar vardır.
• Kalın bağırsağın emilim yüzeyi ince bağırsağa göre daha azdır. Kalın bağırsakta
besin molekülleri haricinde elektrolit ve su emiliminden bahsedilecek, bundan
dolayı kalın bağırsağın emilim yüzeyi vardır ancak ince bağırsağa göre azdır.
• İnce bağırsakta bulunan lieberkühn kriptaları kalın bağırsakta da bulunur ancak
villus yapısı bulunmaz. Dolayısıyla burada kıvrımlı, emilim yüzeyini artıran bir
yapı bulunmaz.
• Epitel hücreleri arasında bulunan sıkı bağlantılar su ve elektrolit geçişi açısından
önemlidir. İkisi de izoosmotik olan iki kompartımanın birbirinden ayrılarak
osmolarite farkının oluşturulması açısından önem taşıyor. Özellikle emilim
burada su ve elektrolit biçmindedir. Kalın bağırsakta var olan sıkı bağlantıların
ince bağırsağa göre daha belirgin oluşu bu farkı daha fazla
belirginleştirmektedir.
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması
• Besin moleküllerinin artık kalın bağırsakta sindirimi ve emilimi yoktur, dolayısıyla
kalın bağırsak sindirim enzimi içermez.
• Tüm sindirim kanalı boyunca önemli bir salgı olan mukus salgısı kolonda da
bulunur ve lumbrikasyonu (kayganlaştırmayı) sağlar.
• Bunların yanı sıra kalın bağırsağın bikarbonat salgısı vardır. Özellikle de içerik
yoğunlaştıkça ve kolon florasındaki bakteriler de sindirilmemiş olan ürünler
üzerinde etki etmeye başlayınca, birtakım asidik yan ürünler ya da -minimal
düzeyde de olsa- yağ asidi oluşumu gerçekleşiyor. Bu olaylar kolon içeriğinde
asidite oluşturur. Mukus haricindeki bikarbonat salgısı da burada nötralizasyonu
sağlar.

Kolonun Temel İşlevleri


• İşlevlerinden birisi az önce bahsettiğimiz gibi su ve elektrolit emilimidir. Bu özellikle
kolonun proksimal yarısında gerçekleşir. Bu bölüm absorbtif kolon olarak da
isimlendirilir. İnce bağırsaktan günde 1,5 L kimus kolona geçer ve bunun çok büyük
bir miktarı su olarak emilmiş olur.
• Distal kolon da depolama bölümüdür. Oluşan fekal materyalin depolanmasında
işlevi vardır.
• Son bölümde defekasyonun (dışkılama) gerçekleşmesinde işlevi vardır.
• Kolon florasında yer alan bakterilerin de önemli işlevleri vardır.
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması

Kolon İşlevlerinin Regülasyonu


Sindirim kanalının diğer bölümlerinde -mide ve ince bağırsakta- hormonal regülasyon daha
ön plandaydı, buna sinirsel regülasyon da eşlik ediyordu. Kolonda ise hormonal
regülasyonun daha minimal düzeyde olduğu, sinirsel olan regülasyonun ön plana çıktığı bir
düzenleme vardır.
• Motilitenin sağlanması: Kolonun içerisinde bulunan kimus yoğunlaşıp feçes’e
dönüşerek bir gerilim ve basınç oluşturuyor. Bu şekilde enterik sinir sistemi uyarılır.
Mekanoreseptörler üzerinden olaylar gerçekleşir ve buraya ait lokal refleksler
devreye girer (sinirsel regülasyonun bir parçası olarak). Ve burada devreye giren
enterik sinir sistemine ait sekretomotor nöronlardan Ach salgılanır. Bunun yanı sıra
enterokromafin hücreler de 5-HT aracılığıyla lokal reflekslere dahil olmuş olur.
Bunların yanı sıra motilite açısından uzun reflekslerden bahsedilecek. Gastrokolik
reflekste kanalın bir bölgesinde ortaya çıkan uyaran kanalın bir sonraki bölümünü
etkileyebilir. Ortokolik refleks de sabah ayağa kalkınca oluşan postral değişiklikle
kolondaki uzun reflekslerin tetiklenmesiyle ilgilidir.
• Lokal parakrin etkinlik de vardır ama daha sınırlıdır. Enterokromafin hücrelerden
hem 5-HT hem de Peptid YY biçminde parakrin ajanları salgılanır.
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması

Kolonun Otonom İnnervasyonu


Kanalın geri kalan bölümlerinde vagusun etkinliği vardır. Kolon için de vagusun
innervasyonunun devam ettiği yerler bir sonraki şekilde görülüyor. Çekum, çıkan kolon ve
yatay kolon yine vagus siniri ve dalları tarafından innerve ediliyor. Şekilde gri renkli çizgiler
parasempatik innervasyonu gösteriyor. Yatay kolondan sonraki bölüm ise yani inen kolon,
sigmoid kolon, rektum ve anal kanal kısmı ise otonom sinir sisteminin parasempatik olan
ve sakral bölümden çıkan pudendal sinirler aracılığıyla innerve edilmektedir. Şekildeki
siyah çizgiler ise sempatik innervasyonu gösteriyor. Sempatik uyarımlar T10 - L2
bölgesinden çıkan sempatik preganglionik lifler, superior mesenteric ganglion, inferior
mesenteric ganglion ve pelvic ganglionda sinaps yaptıktan sonra buradaki postsinaptik
sempatik liflerle kolonu uyarmaktadır.

Parasempatik sistem diğer bölümlerde olduğu gibi uyarıcı yönde etkinliktedir. Oysa
sempatik sistem kolon hareketlerinde inhibisyona, baskılanmaya yol açar.

• Sindirim kanalının en sonunda yer alan dış anal sfinkter çizgili iskelet kası
biçimindeydi. Dolayısıyla bu kasın innervasyonu somatik motor sinirlerle
(pudendal sinir içinde seyreden alfa motor nöronlar) sağlanır.
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması

• İç sfinkter ise anal kanalın sirküler düz kasının kalınlaşmasından oluşmuştur.


Otonom innervasyona sahiptir.

Kolon Hareketleri
Hareket açısından bakıldığında kolonda iki tür hareket vardır.
1- Haustral Hareket (Segmental Hareket):
• Haustra denen boğum yapıları kolonda belirginleşir. Haustra’lar, tenia
koli’lerin kasıldığı durumda sirküler kasın oluşturduğu kese benzeri
bölümlerdir.
• Segmental hareket için vurgulanması gereken şey belli bir ritimde,
düzenli oluşudur. Başladığında 30 saniye içinde bir tepe noktasına
ulaşır ve bir dakika içinde bu haustral hareket sönümlenir. Haustral
hareket, kasılma süresi boyunca özellikle çekum, çıkan kolonda anal
yönde yavaşça bir ilerlemeyle birlikte ilerler. Kolon içeriği bu şekilde
ileriye doğru sürüklenmiş olur. Birkaç dakika sonra tekrar başka bir
bölgede yeni bir haustral hareket başlar ve benzer bir ritimle ilerler.
• Bu esnada kalın bağırsak yüzeyiyle temas daha etkili sağlanır ve sıvı
ile elektrolitler iyi bir şekilde emilmiş olur. 1,5 L kimustan geriye 100-
200 ml kalacak şekilde emilim sağlanmış olur.

2- Kitle Hareketi:
• Haustral hareketten farklı olarak günde 1-3 kez olur. Temel olarak
defekasyonu tetikleyen bir harekettir.
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması
• Peristaltik harekete benzetilir. Fakat buradaki özel durum şudur:
kasılmış bölge uzun süre kasılı kalır ve içindeki feçes’i kolonun büyük
bir bölümünde ileri doğru iter.
• Genellikle transvers kolonda olmak üzere gerilen yapılar, yani duvar
çeperleri gerildikçe veya içeriğindeki moleküllerden dolayı irrite
oldukça bir daraltıcı halka oluşur ve kolonun bu daraltıcı halkasının
bulunduğu noktadan 20 cm veya daha fazla distal bölümünde
haustrasyon kasılmaları kaybolur. Yani önceki hareket daha yavaş
ilerlerken ve segmentasyona daha çok benzerken, kitle hareketi
haustrasyon kasılmasının inhibe olduğu bir evredir, bu yüzden uzun
mesafede bir ilerleme sağlanmış oluyor ve bir bütün olarak yani kitle
halinde ilerleyişinden ismini alır. Başlangıçta daha yavaş, sonrasında
güçlenen bir kasılmadır, toplamda yarım dakika kadar sürer.
Sonrasında 2-3 dakika içinde kolonun uzak bir yerinde yeni bir kitle
hareketi oluşur ve gerilme devam eder.

Bu hareketin başlangıcı açısından uzun refleksler önem taşıyor, kolaylaştırıcı işlev


görürler. Ayağa kalkmamızla ortokolik refleksin tetiklediği temel hareket kitle hareketidir.
Duodenokolik refleks ve gastrokolik refleks başlayıp bittikleri yere göre isim alırlar,
duodenokolik reflekste kimusun duodenuma geçmesi durumunda uyarı kolondan başlayıp
kolonu etkilerken, gastrokolik reflekste uyarı mideden başlayıp kolonu etkiler.
Mekanoreseptörler veya kemoreseptörler uyarılır, enterik sinir sistemi üzerinden kolona
kadar gelen uyarılar kolonda kitle hareketini bu şekilde başlatır. Bu defekasyon açısından
önem taşır. Her kitle hareketiyle
daha fazla içerik ilerler ve en son
rektuma kadar geldiğinde (şekilde 4.
kısım / en son kısım) defekasyonla
ilgili refleksler devreye girer.
Kolonda aynı zamanda içeriğin
iritasyonu, çeşitli toksinlerin varlığı
da kitle hareketini başlatabilir ve
normalden daha fazla kitle
hareketine yol açarak içeriğin
emilememesine ve diyare ile
sonuçlanan durumlara sebep
olabilir. Sadece bakteri veya
mikroorganizma kaynaklı
olmayabilir, ülseratif olan kolit gibi
hastalıklarda da kitle hareketleri çok
daha yoğundur.
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması

Defekasyon Refleksi
1- İntrensek Refleks: Bir sonraki şekilde 1 numaralı işaretler sinir liflerinin intrensek
reflekste yer aldığını belirtiyor. Kitle hareketiyle birlikte feçes, rektum’a kadar
ulaşmış oluyor demiştik. Lokal bir refleks, enterik sinir sisteminin tetiklediği bir
refleks devreye giriyor. Rektum dolunca geriliyor ve mekanoreseptörler uyarılıyor,
intermural plexus’taki devre uyarılıyor (?), internal sfinkterin kendisini innerve eden
inhibitör nöronlar uyarılıyor. Bu
şekilde kasılı olan düz kaslar
gevşiyor. Yani diğer düz kasların
uyarılması durumundaki
kasılmanın tam tersine bir olay
gerçekleşmesiyle buradaki lokal
olan devrede inhibitör ara
nöronlar araya girmiş oluyor ve
bunların sayesinde mevcut olan
kasılma internal sfinkter
açısından tam tersine dönüyor
ve bir gevşeme gerçekleşiyor.
İnternal sfinkterin düz kas
yapısında, eksternal sfinkterin de
çizgili kas yapısında olduğunu
söylemiştik. Henüz daha üst
merkezlerle ilişkisi olmayan bu
durum, sonrasında bilinçli rektal
(veya anal kanal) dolgunluk hissi
oluşturuyor. Feçes inen kolonda,
sigmoid kolonda ilerlerken
herhangi bir his oluşmuyor, yani
bu bilinçli değil ama anal kanala
gelindiğinde burası gerilince anal
duysal reseptörleri uyarılıyor ve
bunlar bilinçli olarak rektal
bölgede doluluk hissi sağlıyor, aynı zamanda pelvik taban kaslarının uyarılması da
bu bilinçli rektal dolgunluk hissine katkıda bulunuyor.
Bu aşamada internal sfinkter gevşeme yönünde bir etkiyle karşılaşıyor ancak onu
çevreleyen eksternal anal sfinkter de çizgili kas yapısında oluşu sebebiyle istemli
olarak kasılabiliyor. Buradaki anal duysal reseptörlerin uyarıldığı durumda da
çalışan devre bilinçli olarak kortekse kadar gider. Dolgunluğun hissedilip fark
edilmesi, bu bölgeyi innerve eden alfa motor nöronlarının devreye girmesini sağlıyor
ve bu sayede çizgili iskelet kasının innerve edilmesiyle defekasyon açısından ikinci
aşama, istemli olan aşama tamamlanıyor, yani defekasyon erteleniyor. Bu aslında
uygun olan ve olmayan koşullar durumunda kişinin mevcut anal dolgunluğuna nasıl
yanıt üreteceğini de belirlemiş oluyor. Defekasyon bu uyarım sayesinde ertelenmiş
oluyor. Sonuç olarak eksternal anal sfinkter kasılarak anal kanalı kapatmaya yönelik
bir etkinlikte bulunulur. Özetle, ilk olayda internal anal sfinkterin gevşemesinden
sonra eğer uygun ortam varsa kısa süreli bekletilip sonrasında eksternal anal
sfinkterin de gevşetilmesiyle defekasyon gerçekleşir. Ertelenmesi ise eksternal anal
sfinkter alfa motor nöronunun uyarılarak kasılmasıyla gerçekleşiyor. Puborektal
kasların kasılması da buna eşlik ediyor.
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması

2- PS Defekasyon Refleksi: Hiyerarşide daha üstte yer alan, otonom sinir sisteminin
parasempatik kısmının devreye girmesiyle ilgili bir reflekstir. Önceki sayfada aynı
şekilde 2 numaralı işaretler bu refleksle ilgilidir. Burada afferent pelvik lifler ilgili
medulla spinalis bölgesine ulaşıyor ve merkez sakral segment olan bölümün
ardından da (?) efferent pelvik parasempatik lifler çıkıyor. Buradaki lifler aynı
zamanda enterik sinir sistemi üzerinde de sinaps yapıyor. Enterik sinir sistemini
geçerek, rektum bölgesini, sigmoid bölgesini, inen kolonu uyararak buradaki
peristaltik dalgaları artırmış oluyor. Bu etkinlik intrensek refleksi güçlendirir. Bu
şekilde etkin, efektif bir defekasyon için de katkıda bulunmuş olur.

Kolonda Emilim
Su Emilimi: Kolondaki emilim açısından önem taşır. Kimus, feçes’e dönüşürken yüksek
miktarda su emilimi gerçekleşir, 1,5 L’den 150-100 ml’ye kadar iner. Proksimal kolonda
(absorbtif kolon) esas olarak daha fazladır. Çekum, çıkan kolon ve proksimal kolonda su
büyük ölçüde emilir. Daha sonraki bölümlerde kimus, feçes’e dönüşmüş olur.
Na⁺ Emilimi: Ağırlıklı olarak proksimal
Cl- Emilimi: kolonda emilir. è Su emilimiyle ilgili olan Na⁺ ve Cl- emilimi
K⁺ Emilimi: Kolonda emiliminin az olması duru- büyük etkiye sahiptir çünkü osmosun
munda sekrete edilen bir moleküldür. Dolayısıyla olabilmesi için kompartmanlar arasında
mukoza ve bikarbonatın yanı sıra kolonda K⁺ osmolarite farkı olmalıdır ve bu osmotik farklı
sekresyonu da olabilmektedir. oluşturan olay Na ve Cl iyonlarının emilimidir,
+2
Ca Emilimi: D vitaminine bağlı şekilde aktif bu şekilde kalın bağırsak mukozasında bir
olarak bağırsaklardan gerçekleşir. osmotik fark oluşturulmuş oluyor ve bu farkın
oluşmasında da hücreler arasındaki sıkı
bağlantılar önem taşır. Bu nedenle kolonda
izoosmotik iki kompartman olmasına rağmen
su emilimine aracılık eden ek bir mekanizma
bulunuyor.
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması

• Kolon florasındaki bakterilerin oluşturduğu ürünler de vardır, dolayısıyla bakterilerin


aracılık ettiği olaylar da vardır. Sindirilmemiş polisakkaritler ve bitkisel olan lifler
bakteriyel aktivite sonucunda kısa zincirli yağ asitlerine dönüştürülür ve emilime
küçük de olsa bir katkısı bulunur. Öte yandan yağ asitleri burada asidite oluşturur.
Kolonun bikarbonat salgısı da bunu nötralize etme açısından önem taşır.

• Bakteriler burada K vitamini üretimi açısından da önemlidir. Diyetle az miktarda


alınıyorsa önem taşıyabiliyor.
• Bakterilerin etkinliği sonucu H, metan, H2S gibi çeşitli gazlar yine burada üretilir.
Yutulan gazlar da kolondaki gazlara dahil olabiliyor. Bu gazlar çoğunlukla
polisakkaritlerin fermantasyonu ile oluşuyor.
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması

İnce Bağırsak ve Kolonda Geçiş Süresi


• İlk yemeğin çekuma ulaşma süresi 4 saattir.
• Bütün kimüs kolonu 8-9 saat içinde kat ediyor, bu süre değişebiliyor.
• İlk kimus hepatik fleksuraya 6 saatte geliyor,
• Splenik fleksuraya 9 saatte geliyor,
• Pelvik kolona ulaşması ise 12 saat sürüyor.

Dersin sonunda hocamız kolonda besin molekülü emilimi söz konusu olmadığı için su
emilimini öne çıkardığımızı, ancak miktar olarak sindirim kanalında suyun en fazla emildiği
yerin kolon olmadığını hatırlamamızı istedi.
Elektrolit emilimine eşlik eden su emilimi, duodenum ve jejenumda kolona göre daha
fazladır.

Notumuz burada bitiyor. İtiraf etmek gerekirse derste anlamadığım yerler çok oldu, büyük ihtimalle
yazarken de hatalı veya anlaşılmaz yazmama sebep olmuş olabilir bu durum, kusuruma bakmayın.
Düzeltmek istediğiniz yer olursa beraber düzeltelim. Tüm sevdiklerime selamlar.
İrem Şahin / 2. Yarı
Karaciğer Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel GÜNEŞ

Sindirim fizyolojisi dersinde karaciğere ait ekzokrin işlevleri ele almıştık bu derste ise
sinidirim dışı görevlerini ele alıcaz.

KARACİĞER
İç organlarımız arasında en büyük olanıdır. Yaklaşık olarak 1.5 kg bu da vücut ağırlığının
%2.5’i.
Çok düşük oranda (%25) kalsa bile kendisini tekrar bir bütün şekilde oluşturabilecek
rejenerasyon kapasitesine sahip.
Kardiyovasküler, renal ve immün sistemle etkileşerek homeostaszin sürdürülmesi açısından
büyük öneme sahip.

Karaciğer lobülü: Merkezi ven


etrafında altıgen biçimli temel
işlevsel birimi. İnsan
karaciğerinde 50.000-100.000
adet lobül bulunur.

Lobül bir tekerleğin çubuklarına


benzer şekilde santraldan
perifere doğru uzanan
sinüzoidlerle ayrılmış hepatik
hücresel plaklardan
oluşmuştur.Her bir hepatik plak
2 hücre kalınlığındadır.

Bu iki hücre sırası arasında ise .


safra kanalikülleri vardır.
Karaciğerin çok farklı işlevleri
olmasını hepatosit hücrelerinin
özelleşmesi açıklar. Bu özelleşme
bir hepatosit içerisindeki farklı
organellerden kaynaklanır .
Karaciğer Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel GÜNEŞ

SİNÜZOİDLERİN ÖZELLİKLERİ
Diğer organların perfüzyonunu sağlayan kapillerlerden farklıdır.

Hepatik arter ve portal venin dallarından kan gelir.


GIS kanalından ayrılan venlerdeki besinden
zengin kan portal venler aracılığıyla
bölmeler içindeki küçük portal venüllere
ulaşır. Portal venüllerden hepatik plaklar
arasında dallanarak uzanan hepatik
sinüzoidlere oradan da santral vene akar.
Sinüzoidler iki tip hücre ile döşelidir:
Endotel hücreleri ve kupffer hücreleri .
Kupffer hücreleri : Bir makrofaj tipi olan
bu hücreler hepatik sinüs kanındaki bakteri
ve öteki yabancı madelleri fagosite ederler.
Ayrıca yaşlanmış kusurlu eritrositleri de
fagosite eder.
Endotel hücreleri : Bazal membrana
sahip değil, geniş porlar-fenestra bulunur.
Şilomikron, albümün vb. büyüklükteki
partikülleri geçirir.

Disse aralığı : Endotel hücreleriyle


hepatositlerin arasındaki dar bir doku
aralığıdır.
Endotel hücrelerindeki büyük porlar
nedeniyle plazmadaki maddeler serbestçe disse
aralığına geçer.
Lenfatik damarlara bağlanır ve bu aralıktaki
sıvının fazlası uzaklaştırılır.
Stellat hücreler (Yıldızsı/Ito
hücreleri): Disse aralığı içinde uzanırlar. Yağ
depolarlar ve retinoidleri (A vit.) içerirler.
Karaciğer Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel GÜNEŞ

KARACİĞERİN İŞLEVLERİ

♠Ekzokrin işlevler:
Safra tuzları sentezi ve
salgılanması
Bikarbonattan zengin salgı

♠Pıhtılaşma ve plazma
proteinlerinin sentezi

♠Depolama

♠Metabolik işlevler

♠İlaçların
detoksifikasyonu

♠Boşaltım ve ayrıştırma
işlevleri

♠Endokrin işlevler

Hem karbonhidrat hem lipit hem de proteinlerin


metabolizması açısından önemli işlevleri vardır.
Yan taraftaki pıhtılaşmayla ilgili olan proteinleri ve
plazma proteinlerini sentezler.

Kupffer hücrelerini içermesinden dolayı


immünolojik fonksiyonu da vardır.

Bakır, Demir ve çeşitli vitaminlerin


depolanmasında görevli.

Salgılama işlevinde bulunur.


Karaciğer Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel GÜNEŞ

PERİPORTAL – PERİVENÖZ HEPATOSİTLER

Periportal hepatositler (portal vene yakın): besin molekülleri ve oksijen


düzeyi burada daha yüksek; enterohepatik döngüden gelen safra tuzları daha
çok buraya geçer, oksijenlenme, glukoneogenez ve glikojen depolama daha
belirgin. Safra tuzlarının kanaliküllere sekresyonu daha çok buradan olur.
Glikojen önce burada birikir,

Perivenöz hepatositler: kh zengin yemek sonrası ancak burada glikojen


birikir; ilk yıkım ise buradan başlar, glikoliz ve ketogenez; toksik maddelerin
sekresyonu, yağ depolanması

KARACİĞERİN KAN DEPOSU İŞLEVİ

Karaciğer damar sistemindeki farklılıklar burada kanın depolanmasını kolaylaştırır.


Total kan hacminin %10’unu içerir.
Karaciğer kan hacmi azaldığında ek kan sağlama yeteneği olan ve kan hacmi aşırı
arttığında ise önemli bir kan deposu olarak görev yapabilen bir organdır.
Karaciğer Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel GÜNEŞ

BILIRÜBIN METABOLİZMASI
Bilirubin safranın ana pigmentidir.

♠Eritrositlerin parçalanmasıyla serbestleşen


Hemoglobin, retiküloendoteliyal sistemde (RES) yani
başlıca karaciğer, dalak ve kemik iliğinde yıkılır ve
bilirubin oluşturur.

♠İlk oluşan bilirubin, indirekt bilirubin (serbest


bilirubin) olarak bilinir.

♠Karaciğer dışı retiküloendoteliyal sistem hücrelerinde


meydana gelen indirekt bilirubin, genellikle albümine
bağlanarak dolaşım yoluyla karaciğere taşınır.

♠İndirekt bilirubin, glukuronik asitle konjuge olur,


böylece direkt bilirubin (konjuge bilirubin) oluşur.

♠Direkt bilirubin suda çözünür ve safra ile atılır. Direkt


bilirubin normalde kanda bulunmaz veya çok az bulunur.
Ancak safra ile atılımının engellendiği durumlarda kanda
artabilir ki kandaki düzeyi %1,5 mg’ı aştığında idrarda
saptanır.

♠Bilirubin herhangi bir nedenle vücuttan yeteri kadar uzaklaştırılamazsa kan dolaşımına
katılır ve cildin, mukozaların ve göz akının sarı renkte gözükmesine neden olur buna sarılık
denir.

♠Bağırsakta glukuronattan ayrılan


bilirubinin büyük çoğunluğu sekumda ve
özellikle sağ kolonda bulunan anaerobik
bakterilerin enzimleriyle indirgenir ve
bilinojenler veya ürobilinojenler denilen
bir grup renksiz bilirubin ürünleri oluşur.

♠Ürobilinojenler, bağırsaktan emilerek


portal dolaşım yoluyla karaciğere gelirler.
 Karaciğere gelen ürobilinojenlerin büyük
kısmı molekülünde bazı değişiklikler
yapıldıktan sonra tekrar safra yoluyla
bağırsağa atılırlar, çok az bir kısmı ise
büyük dolaşıma geçerek idrarla dışarı
atılır.(İdrara rengini veren madde
ürobilinojenin hava ile temasından sonra
oksitlenmesiyle oluşan ürobilindir.)
Karaciğer Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel GÜNEŞ

♠Ürobilinojenin emilmeyen ve emilip tekrar atılan kısmı bağırsakta ilk olarak


sterkobilinojene , okside olduğunda da (dışarı çıktığında) sterkobiline dönüşür. (Feçese
rengini verir.)

PIHTILAŞMA İŞLEVLERİ
Karaciğerde yapılan ve pıhtılaşma işlevinde kullanılan fibrinojen protrombin
akselerator globülin,faktör VII ve diğer önemli koagülasyon faktörlerini oluşturur.
Pıhtılaşmada görev alan bu maddelerin bazılarının yapımı için K vitamini gereklidir.
K vitamini yokluğunda bu maddelerin konstanstrasyonu çok düştüğünden pıhtılaşma
engellenir.

KOLESTEROL METABOLİZMASI
♠Organizmanın kolesterol kaynağı vücutta
üretimi ve daha az miktarda diyetle alınan yağlı
besinler

♠Kolesterolün atılması safra aracılığıyla


kolesterol biçiminde (2/3’ü) ve safra asitlerine
dönüşerek (1/3’ü)

Sağlıklı kişide kolesterolün döngüsü

AMONYAK METABOLİZMASI
+3
♠Amonyak (NH ), bilirübin gibi beyin için toksik

♠Karaciğerde üreye dönüştürülür


♠Karaciğerin üre yapımı ile ilgili işlevi
kaybolduğunda plazma amonyak konsantrasyonu
hızla yükselir ve hepatik koma ile ölüm görülür.

♠Sistemik dolaşıma geçen üre;

-Böbreklerden süzülerek idrarla atılır,


-Kolonda tekrar amonyak oluşur, portal
dolaşımla karaciğere gelir
Karaciğer Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel GÜNEŞ

ENDOKRİN İŞLEVLERi
♠Büyüme hormonuna yanıt olarak IGF-1 salgılanması

♠Aktif D vitamini oluşumuna katkı

♠Tiroksinden triiyodotironin oluşumu

♠Anjiyotensinojen salgılama

♠Sitokinleri sentezi

♠Hormonların metabolize edilmesi

Evet arkadaşlar notumuzun sonuna geldik. Bu ders aslında 4.haftanın notu ama
hocamız dersi sisteme geç yüklediği için bu hafta yazabildim.

Herkese iyi çalışmalar.

İbrahim Yusuf Bilici


Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu


Ders içeriği:
ü Hormonların kimyasal yapısı ve sınıflandırılması
ü Hormonların sentez, depolanma, salgılanma, taşınma, temizlenme ve etki mekanizmaları
ü Hormonlar için majör hücre içi sinyal iletim yolları
ü Hipotalamus ve hipofiz bezi ilişkileri
Tanımlar:
Hormonlar: Vücut işlevlerinin düzenlenmesini sağlayan kimyasal haberci sistemlerden arasında
(nörotransmitterler/parakrinler/sitokinler gibi) yer alırlar.
Endokrin hormonlar: Endokrin bezlerden veya özelleşmiş hücrelerden kana salgılanır ve vücudun
başka bir bölgesindeki (hedef) hücrelerin işlevlerini etkilerler.
Nöroendokrin hormonlar: Nöronlar tarafından kana salgılanır ve vücudun başka bir bölgesindeki
(hedef) hücrelerin işlevlerini etkilerler.

Çok hücreli canlılarda vücut hücrelerini kontrol etmek için gelişmiş iki büyük sistem bulunur: Sinir
sistemi ve Endokrin sistem.

• Sinir sistemi: Etkisi hızlı, kısa süreli, hedef hücre veya organa yakındır. 1.haberci
nörotransmitterler.
Sinir sistemi; bir hücre ağı, sinir hücre sistemi ile tüm alt birimlerini oluşturan hücre süreçleriyle
birlikte dokuların işlevsel entegrasyonunu sağlar. Bu iki sistem iş birliği içerisinde çalışırlar.

• Endokrin sistem: Etkisi yavaş, uzun süreli, hedef hücre veya organ uzak olabilir. 1.haberci
hormonlar
Endokrin sistem; endokrin doku veya bezlerden ekstraselüler sıvıya salgılanan kimyasallar yoluyla
organ fonksiyonlarının entegrasyonunu gerçekleştirir. Hormonlar olarak adlandırılan bu kimyasallar
kan yoluyla uzaktaki hedef dokuya taşınır ve burada hücrelerin membranında, sitoplazmasında ya da
çekirdeğindeki özel reseptörlerine bağlanarak etkilerini gösterirler.
Bir hormon hedef doku veya dokular
tarafından tanındıktan sonra biyolojik
aktivitesini sinyal transdüksiyonu ya da
iletimi olarak bilinen bir işlem ile yerine
getirilir. Bazı hormonlar saniyeler içerisinde
yanıt oluştururken bazılarının yanıt
oluşturabilmesi için saatler veya günler
gerekebilir. Örneğin Epinefrin tarafından
tetiklenen kalp hızı artışı, Glukagon’un
hepatik glikojenin parçalanmasını uyarması
kısa sürelerde gerçekleşir; Aldesteron’un
tuz tutulumunu değiştirmesi, büyüme
hormonunun protein sentezini artırması
uzun sürelerde gerçekleşir.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu










Kimyasal sinyalizasyon endokrin, parakrin veya otokrin yollarla oluşabilir. Endokrin sinyalizasyonda
salgı bezinden salınan bir hormon uzak mesafedeki bir dokuya sinyal taşır. Parakrin etki; ekstraselüler
sıvıya salgılanan hormonların sistemik dolaşıma geçmeden yakındaki hücrelerin faaliyetlerini de
düzenleyebilmesi olarak adlandırılır. Otokrin regülasyon ise kimyasal maddelerin asıl hormonu
salgılayan hücre üzerindeki veya içerisindeki bir reseptöre bağlanarak ve hormon salgılayan hücrenin
kendi işlevini etkilemesi olarak adlandırılır.

İnsan vücudunun başlıca hormonları yedi klasik endokrin bez veya bez çifti tarafından üretilir.
ü Ön hipofiz
ü Testisler
ü Tiroid
ü Overler
ü Paratiroid bezleri
ü Plasenta
ü Endokrin pankreas
ü Adrenal bezler: Adrenal korteks, Adrenal
medulla
Klasik endokrin sistemin parçası olarak
tanımlanmayan diğer dokular da hormon üretir
ve bunlar endokrin regülasyonunda
organizasyonda hayati rol oynarlar.
Primer fonksiyonu hormon sentezlemek olmayan
organlar içindeki endokrin hücreler tarafından
hormon salgılayanlar özellikle hipotalamus olmak
üzere epifiz bezi, merkezi sinir sistemini,
gastrointestinal sistemi (mide, bağırsak), yağ
dokusunu, karaciğer, kalp ve böbrekleri içerir.
Bunlara ek olarak gebelikte geçici fakat önemli bir
endokrin organ olarak görev yapan plasentayı da
saymak gerekir.


Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu


Periferal dönüşümle üretilen hormonlar:
Akciğerler: anjiyotensin
Böbrekler:1,25-(OH)2 VİTAMİN
Birçok organ: Triiyodotronin











Kimyasal mesajcıları Nörotransmitterler, Endokrin hormonlar, Nöroendokrin hormonlar, Parakrin
hormonlar, Otokrin hormonlar ve Sitokinler olarak sayabiliriz ki bunlar bir arada Kompleks
Regüralatuar Sistem’i oluşturur.
Parakrin faktörler; klasik endokrin sistemin parçası olmayan, özel doku komşu hücrelerin biyolojik
tepki vermesini uyaran faktörleri hücre dışı sıvıya çok sayıda serbestlerler. İnterlökinler, Lenfokinler
Trombosit kökenli büyüme faktörü, Fibroblast büyüme faktörü gibi birçok büyüme faktörü Parakrin
faktörlere örnektir. Bu faktörler normal anlamda hormon değildir. Biz de burada bunları
işlemeyeceğiz. Glanduler dokular tarafından salgılanmazlar ve etki alanları genellikle lokaldir. Fakat
her zaman böyle olmayabilir. Bununla beraber bu sinyal molekülleri klasik Peptit ve Amin
hormonlarının birçok özelliğini de paylaşırlar. Çünkü yüzey reseptörlerine bağlanır ve belirli hücre içi
sinyal mekanizmalarını düzenlerler.
HORMONLARIN KİMYASAL YAPISI:
Hormonları değişik şekilde sınıflandırabiliriz bu Bir hormonun kimyasal yapısı hormonun;
sınıflandırmalardan biri de yapılarına göre • Sentez, depolama ve salgılanma
sınıflama olabilir. Kimyasal yapılarına göre • Kanda taşınım
sınıflandırabiliriz. • Yarılanma ömrü
• Hücresel etki mekanizması özelliklerini de
• Peptit/Protein hormonlar belirler.
• Steroid hormonlar
• Amin yapısında hormonlar



Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu


PEPTİD/PROTEİN HORMONLAR:

Peptit hormonları çeşitli endokrin
dokular tarafından yapılan geniş
bir hormon grubudur.

Pankreasta; İnsilün, Glukagon ve
Somatostatin yapılır.
Hipofiz bezi; Büyüme hormonu
(GH), ACTH, TSH, Prolaktin, iki
gonodotropin hormon olan LH ve
FSH üretir.
Paratiroid bezi; Paratiroid
hormonu üretir.
Tiroid bezleri; Kalsitonin üretir.
(Aslında Tiroid bezi Tiroid hormonlarını da üretiyor ama Tiroid hormonları peptit yapısında olamadığı
için buraya koymadık.)
Buna ek olarak Somatostatin ve birkaç serbestleyici hormon (örneğin büyüme hormonu serbestleyici
hormon GHRH gibi) diğer peptit hormonlar Hipotalamus tarafından yapılır. Sekretin, CCK, GLP-1
(Glukagon Benzeri Peptit1) ve diğer hormonlar klasik bir endokrin bez olarak düşünülmeyen
gastrointestinal sistem tarafından yapılır ve sağlanırlar.

AMİN HORMONLAR; Hipotalamus tarafından
salgılanan Dopamin, Tiroid bezi tarafından
salgılanan Triiyodotironin ve Tiroksin, böbrek üstü
medullası tarafından salgılanan Nöradrenalin ve
Adrenalin’dir.

STEROİT HORMONLAR; adrenal korteks tarafından
salgılanan Kortizol ve Aldesteron , testisler tarafından
salgılanan Testesteron, overler tarafından salgılanan
Östrojen ve Progesteron, plesentadan salgılanan
Östrojenler ve Progesteron, böbrek tarafından
salgılanan 1-25-dihidroksikolekalsiferol olarak
özetlenebilir.
Katekolaminlerin tirozinden ve steroid hormonların
kolesterolden sentezi sadece çok özel dokularda
bulunan bir dizi enzimi gerektirir. Tiroid hormonun
sentezi daha karmaşıktır. Ve sadece tiroid beziyle sınırlıdır.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu


Hormonlar kanda serbest olarak veya taşıyıcı proteinlere bağlı olarak taşınabilirler. Birçok hormon
hedef dokuya ulaşana kadar kanda serbestçe dolaşır. Bazıları ise dolaşımda bir bağlayıcı protein ile
kompleks oluşturur. Bağlanma proteinlerinin kullanımı Tiroid hormonları, Steroid hormonlar, İnsülin
Benzeri Büyüme Faktörleri ve GF ( büyüme faktörü) için geçerlidir. Bir hormon ile dolaşımda
bağlayıcı protein arasında bu kompleksin oluşması çeşitli işlevlere hizmet eder. Birincisi kana bir
rezerv yani hormon havuzu sağlar ve böylece hormon konsantrasyonundaki oluşan dakika dakika
dalgalanmaları en aza indirir. İkincisi dolaşımdaki hormonun yarılanma ömrünü uzatır.
Hormonlar tamamlayıcı veya
birbirine zıt antagonistik etki
gösterebilir. Pek çok karmaşık
fizyolojik fonksiyonun
düzenlenmesi çeşitli
hormonların tamamlayıcı
etkisini gerektirir. Bu ilke anlık
homeostazi ve daha uzun vadeli
süreçler için geçerlidir.
Örneğin; Epinefrin, Kortizol ve
Glukagon vücuttaki kısa süreli egzersiz yanıtına katkıda bulunurlar (50m yüzme 100m koşu gibi). Bu
hormonlardan herhangi biri eksikse egzersiz performansı olumsuz etkilenir ve ağır bir Hipoglisemi ve
Hiperkalemi dediğimiz yani artmış plazma iyon konsantrasyonu gelişebilir.
Antagonist etkiler sergileyen hormonlar da vardır. Bu durumda; bir uç organ üzerindeki genel etki,
karşıt etkiler arasındaki dengeye bağlıdır. İnsülin ve Glukagon’un kan şekeri seviyesine karşı dengede
olan etkileridir. İnsülin karaciğerde glikojenoliz (glukojenin parçalanması), glikoneogenez (protein
yağlar gibi kimyasallardan glikoz yapılması) inhibe ederek ve kas dokusuna glikoz alımını uyararak
glikoz seviyesini düşürür. Bunun aksine Glukagon hepatik glukojenoliz ve glukoneogenezi uyarır.
Glukagon, kas ya da yağ tarafından glikoz alımını doğrudan antagonize etmiyor gibi görünse de
Epinefrin, Glukagon gibi hipoglisemiye yanıt olarak salgılanır doğrudan bunu yapar. Karşıt humoral
effektör mekanizmalar aracılığıyla doku fonksiyonunun dengelenmesi birçok hücresel fonksiyonun
kontrolünde önemli düzenleyici bir strateji gibi görünmektedir.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu


Katekolaminlerin Tirozin’den ve Steroid hormonların kolesterolden sentezi sadece çok özel dokularda
bulunan bir dizi enzimi gerektirir. Tiroid hormonun sentezi daha karmaşıktır. Ve sadece tiroid beziyle
sınırlıdır.
Hormon Salgılanmasında Geribildirim Kontrolü:
Endokrin regülasyon geri bildirim kontrolüyle gerçekleşir. Hormon
konsantrasyonu sıkı kontrol edilir. Hormon salgılayan hücre
dolaşımdaki “regüle edilen madde” konsantrasyonunu kontrol eden
bir sensör aktivitesi gösterir. Regüle edilen madde; metabolik faktör,
başka bir hormonun aktivitesi, glikoz konsantrasyonu olabilir.
Herhangi bir düzenleyici sistemin anahtarı, kendi faaliyetini ne
zaman artırması ya da azaltması gerektiğini anlamasıdır. Endokrin
sistem için bu organizasyon hormon sekrasyonunun geri bildirim
kontrolüyle gerçekleştirilmesidir. Hormon salgılayan hücre bazı
denetimli değişkenin dolaşımdaki konsantrasyonunu sürekli olarak
izleyen bir sensör gibi görev yapar. Bu değişken bir metabolik faktör
örneğin glikoz konsantrasyonu veya başka bir hormonun aktivitesi
olabilir. Bu geribildirim hormonun sentezi /işlenmesi ya da
salgılanması ile ilgili her basamakta gerçekleşebilir.

HİPOFİZ:
Klasik endokrin dokular arasında hipofiz
bezi özel bir role sahiptir. Beyin tabanında
Hipotalamus’un hemen altında yer alan
Hipofiz; Sella Turcica olarak adlandırılan
eğer şeklindeki bir yapıda bulunur. Burası
kemik yapıdadır, anteior-posterior-
inferior sınırları vardır, fibröz bir doku
aracılığıyla her iki tarafında bulunan venöz
sinüslerden ayrılır.


İnsan hipofizi anterior ve posterior loblardan oluşur.
Hipofiz; vasküler ve sinirsel bağlantılar ile homeostazi
için gerekli sinir ve endokrin mekanizmaları birbirine
bağlar ve birleştirir. Hipofiz son derece vasküler bir
dokudur. Arka hipofiz arter kanı alırken ön hipofiz
Median Eminens’ten sadece portal venöz kan alır.
Hipofiz portal sistemi, hipotalamus ve hipofiz sapından
hipofiz ön lobuna gelen nöropeptitlerin taşınmasında
önemlidir.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu


Ön hipofizde serbestleştirici bir
faktör olarak örneğin GHRH’ı
(büyüme hormonu serbestleştirici
hormonu) ele alalım. Belirli bir
peptit hormonu, sistemin kan
dolaşımına büyüme hormonunun
salgılaması için özelleşmiş olan
hücreleri uyarır.
Ön Hipofiz’in entegratif fonksiyonun
önemi; ön hipofiz hormonlarının
dördünün ( TSH, ACTH, LH, FSH) ana
hedefinin diğer endokrin dokular
olmasıdır. ACTH için adrenal
korteks, TSH için tiroid, FSH-LH için
overler ve testisler sayılabilir.





GH başka bir hormon olan İnsülin Benzeri
Büyüme Faktörü 1’in üretimini düzenlediği için
serbest bırakıcı bir faktör olarak da görev yapar.
İnsülin Benzeri Büyüme Faktör(IGF1), esas
olarak endokrin olmayan dokularda karaciğer,
böbrek, kas ve kıkırdakta yapılır. Dolaşımdaki
IGF1, Hipotalamus’a büyüme hormonu
salgılatıcı hormonun seviyesinin düşürmek için
geri bildirim yapar ve aynı zamanda büyüme
hormonu sekrasyonunu inhibe etmek için
hipofiz üzerinde geri bildirimde bulunur. GF
ekseni; Tirotropin salgılatıcı hormon TRH ve TSH
ekseni gibi klasik hipofiz yolaklarını içeren
eksene benzer.




Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu




Geniş çaplı hipotalamik nöronlar ADH (Arginin,
Vazopressin) ve Oksitosin’i sentezler ve daha sonra
bu hormonları aksonları boyunca arka hipofizdeki
serbest bırakma bölgesine taşırlar.
Böylece ön hipofiz gibi arka hipofiz de peptit
hormonlar salgılar. Ön hipofizdeki gibi bu
hormonların salgılanması Hipotalamus’un nihai
kontrolü altındadır
Arka hipofizin salgısı Hipotalamus’tan kaynaklanan
sinirsel uyarılarla kontrol edilir.




Prolaktin hormonun sekrasyonu diğer hipofiz
hormonları sekrasyonundan farklıdır. Çünkü
endokrin geri bildirim mekanizması henüz
tanımlanamamıştır. İnsanlarda hipofiz yaşam
boyunca Prolaktin’in nispeten düşük
seviyelerde salgılar. Bununla birlikte önemli
biyolojik etkisini sadece laktasyon döneminde
kadınlarda gösterir. Her ne kadar Prolaktin
belirlenmiş bir geri bildirim sisteminin bir
parçası olmasa da salgılanması kontrol
altındadır. Normalde Hipotalamus’tan
salgılanan Dopamin ile engellenir.
Reseptörlerin uyarılması sırasında sinirsel
affarentler Dopamin salınımını inhibe eder
böylece inhibitörün salgılanmasını engeller ve
laktasyonun devam etmesini sağlar. Prolaktin
reseptörü meme dışında birçok dokuda
bulunur ancak Prolaktin’in laktasyon dışındaki
diğer fizyolojik etkileri iyi tanımlanamamıştır.




Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu


POLİPEPTİT/PROTEİN HORMONLAR:

Vücuttaki hormonların çoğu peptid/protein yapısındadır. Bu hormonların büyüklüğü 3 amino asitli küçük
peptitlerden (TRH) yaklaşık 200 amino asitli proteinlere (GH ve Prolaktin) kadar değişir. Peptid/protein
hormonlar endokrin hücrelerin GER’unda genellikle ilk önce biyolojik aktivitesi olmayan büyük protein
molekülleri şeklinde (preprohormon) sentezlenir. Bu proteinler daha sonra ER da prohormon denilen daha
küçük proteinleri oluşturmak üzere parçalanır. Takiben salgı vezikülleri içinde paketlenmek üzere golgi
aygıtına taşınırlar. Prohormonlar veziküllerdeki enzimler tarafından biyolojik olarak aktif hormonlara ve
aktif olmayan parçalara ayrılır. Bu veziküller sitoplazmada depolanırlar ve granül içeriğinin salgılanması
ekzositoz mekanizmasıyla gerçekleşir. Ekzositozu uyaran olay pek çok örnekte hücre içi Ca+2 düzeyinin
artmasıdır.
Özelleşmiş endokrin hücreler bu
hormonları sentezler, depolar ve
salgılarlar. Mantarlar gibi ilkel
organizmalar çevrelerine tepki
vermek ve onları etkilemek için
proteinler ya da peptitler salgılar.
Daha kompleks organizmalarda
peptit hormonları önemli gelişimsel
ve diğer düzenleyici rollerde görev
alırlar. Transkripsiyon aktif
olduğunda mRNA çekirdekte işlenir
ve bu mesaj GER üzerindeki
ribozomlarda etkileşimde olacağı
sitoplazmaya hareket eder.

Protein ER lümenindeyken gerçekleşen
işlemler ile (örneğin glikozidasyon veya diğer
proteolitik bölünme) olgun ve biyolojik
açıdan aktif hormonu oluşturur. Bu işlem
oldukça dinamik bir ortamda gerçekleşir.
Protein önce cis-golgi alanına daha sonra
trans golgi alanına ve nihayet sekrasyon
öncesi olgun hormonun depolandığı
membrana bağlı sekrasyon vezikülü ve
granüle aktarılır. Bu yol hormon sentezinin
düzenleme yolağı olarak adlandırılır. Çünkü
harici uyaranlar hücrenin salgı granülünde
depolanan hormonu serbest bırakması için
tetiklenebileceği gibi ek hormon sentezini de
artırır. Örneğin büyüme hormonu salgılatıcı hormonların Somotatroplara bağlanması büyüme
hormonunun serbest bırakılmasına neden olur. İkinci bir hormon sentez yolağının yapısal ya da
konstitütif yolak olarak adlandırabiliriz. Burada salgı cis-golgi veziküllerinde veya ER’de doğrudan
oluşur. Yapısal yolak tarafından olgun ya da yarı işlenmiş hormon salınımını salgılatıcı uyarana
düzenletici yolaktan daha az duyarlıdır.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu


Polipeptit/Protein Hormonlar:

• Suda çözündükleri için kolayca dolaşıma katılırlar.


• Reseptörleri hücre zarındadır.
• Kandaki dokulardaki enzimlerle parçalanır ve böbrek karaciğer
tarafından hızla vücuttan uzaklaştırılır.
• Kandaki yarı ömürleri kısadır.
• 3aa->200 aa

Peptit hormonlar bir kere salgılanınca serbest olarak bulunurlar.


Bağlayıcı proteine çok fazla ihtiyaçları yoktur. Dolaşımda
taşınırken peptit hormonları hedef hücrelerin yüzeyindeki
reseptörle karşılaşırlar. Bu reseptöreler hormonu çok yüksek
affinite ile bağlayan intrinsik membran proteinlerdir.
Örneğin:
Parathormon , Gα stimülan reseptörü ile eşlenik G proteinine bağlanır. Adenilat Siklaz’ı aktive eder.
Anjiyotensin2, ise Adenilat Siklaz’ı inhibe eden Gαi eşlenik reseptöre bağlanır.
Bunun dışında Fosfolipaz C ile eşlenik G Reseptöre bağlanan ADH, Anjiyotensin2, TSH’ı sayabiliriz.
Anjiyotensin2 hormonu Fosfolipaz A2 ile eşlenik G Reseptörlerine bağlanabilir.
Atrial Natriüretik Hormon, Guaniliz Siklaz’a ; İnsülin, IGF’ler, EGF (epidermal grow faktör) PDGF
(trombositlerden derive edici GF salgılanan) Tirozin Kinaz’a bağlanabilir.

GF, Eritropoietin gibi hormonlar da Tirozin Kinaz ile ilişkili JAK STAT ailesinden hormonlarla bağlıdır.

Protein/peptid hormonlar vücut sıvılarında çözünür olduklarından kanda ağırlıklı olarak bağlı formda
bulunmazlar ve bu nedenle biyolojik yarı ömürleri kısadır. Protein hormonlar kandan başlıca hormon-
reseptör kompleksinin endositozu ve lizozomal degredasyon (parçalanma) ile uzaklaştırılırlar. FSH ve LH
gibi küçük moleküllü hormonlar aktif formda idrara geçebilmektedir. Protein/peptitler hücre zarını
geçemedikleri için membran reseptörlerine bağlanarak hücresel cevaba neden olurlar.


Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu


Peptit hormonlar membran reseptörlerine bağlanır ve hücre içi sinyal iletim sistemlerini aktive eder.
Protein/peptid hormonlarının etkisine aracılık eden çeşitli sinyal iletim sistemleri şunlardır:

G protein bağlantılı hormon reseptörleri: Birçok hormon G proteinleri olarak


adlandırılan bir grup hücre zarı proteini ile kenetlenmiş reseptörleri aktive eder. G proteinleri
3 alt birimlidir: α,β,ϒ. Hormon reseptörün ekstraselüler bölümüne bağlandığı zaman G protein
kompleksi reseptörle birleşir, α alt birimindeki GDP’nin yerini GTP alır, GTP-α Β ϒ alt
birimlerinden ayrılır ve zara bağlı diğer proteinlerle ( efektör proteinler) bağlanır. Bu efektör
proteinler iyon kanalları veya adenilil siklaz/ fosfolipaz C gibi membran enzimleridir. Burada
üç tane sinyal yolağını işleyeceğiz.
• Adenilil siklaz sinyal yolağı
• Fosfolipaz C sinyal yolağı
• Fosfolipaz A2 sinyal yolağı

Adenilil Siklaz Sinyal Yolağı:


Hormonun spesifik reseptörüne bağlanması aşağıdaki olaylar
dizisini başlatır:
İKİNCİL HABERCİ: cAMP
1-Heterotrimerik G α proteinin aktivasyonu
2- Membrana bağlı Adenilil Siklaz’ın αs ile aktivasyon veya αi ile
inhibisyonu
3- ATP’den cAMP y sentezi Adenilil Siklaz’ı ile katalize edilir.)
4-Hücre içi c AMP oluşumunda artış
5-cAMP Protein Kinaz A ya (PKA) bağlanır ve aktive eder. PKA’nın
regülatuvar alt ünitelerinden ayrılarak katalitik hale gelmesi
6- Çeşitli hücresel enzim ve proteinlerin üzerindeki serin ve
tireonin kalıntılarının PKA ile fosforilasyonu
7- Fosforile proteinlerin aktivitesindeki değişiklik hücresel yanıttan
sorumludur. Yani hücresel fonksiyonlar düzenlenir.

Yukarıdaki örnekte Parathormon’u görüyoruz. Parathormon reseptörüne bağlandı. G proteinine
kompleks alfa stimülan bir hormon yani Adenilil Siklaz’ın aktivasyonuna neden oldu. Adenilil Siklaz ile
katalize edilen ATP’den hücre içi cAMP oluştu. Camp’nin PKA’ya bağlanması gerçekleşti ve daha sonra
PKA’nın iki katalitik alt birimi iki regülatuar alt biriminden ayrıldı ve katalitik hale geldi. Çeşitli hücresel
enzimler ve diğer proteinler üzerindeki serin ve treonin kalıpları PKA’nın serbest katalitik alt üniteleri
tarafından fosforilasyonu gerçekleşti ve bu fosforilasyonlar ile hücresel fonksiyonun modifikasyonu
gerçekleşiyor.
Aktivasyon iki şekilde sonlandırılıyor.

• Hücredeki Fosfodiesterazlar cAMP’yi indirgiyorlar.


• Serin Treonin Spesifik Fosfokreatin Fosfotazları daha önce PKA ile fosforile edilmiş proteinleri
ve enzimleri defosforile edebiliyorlar.


Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu


Adenilil Siklaz Yolağını Kullanan Hormonlar
• Kortikotropin serbestleştirici hormon(CRH)
• Adrenokortikotropik hormon(ACTH)

• Folikül uyarıcı hormon( FSH) • Lüteinleştirici hormon(LH)

• Tiroid uyarıcı hormon(TSH) • ADH(V2 reseptörleri)

• Paratiroid hormonu(PTH) • Glukagon

• Somatostatin • Sekretin,
• Kalsitonin, • Katekolaminler(β ve α2 reseptörler),

Fosfolipaz C Sinyal Yolağı:


Hormonun spesifik reseptörüne bağlanması aşağıdaki olaylar dizisini başlatır. İkincil haberciler İnositol1,4,5
ve Diaçil Gliserol
1-Gαq aktivasyonu
2-Membrana bağlı Fosfolipaz C (PLC)’nin aktivasyonu
3- Fosfaditilinozitol 4,5 bifosfat(PIP2)’ın parçalanması ve iki sinyal
molekülünün (IP3 ve DAG) oluşması (FLC ile katalize edilir)
4- IP3’ ın ER’ un sitozolik yüzeyindeki reseptörlere bağlanması.ER’dan
Ca+2 serbestlemesi ve hücre içi Ca+2 düzeyinin artması
5-Ca+2 bağımlı kinazların aktivasyonu ( örn. PKC, Ca-kalmodulin bağımlı
protein kinazlar)
6-DAG-PKC’nin allosterik aktivasyonu
7- Çeşitli proteinlerin fosforilasyonu
8- Çeşitli proteinlerin fosforilasyonu
9- Hücresel yanıt ve hücresel fonksiyonların düzenlenmesi

ADH bağlanmasıyla açığa çıkan hormonlar veya tiroid stimüle edici


hormon da benzer işlevler gerçekleşiyor. Hormon reseptöre bağlandığı
zaman zara bağlı olan Fosfolipaz C’nin aktivasyonu gerçekleşiyor.
Fosfolipaz C’nin aktivasyonu ile Fosfotidil İnozitol 4-5 bifosfat bölünüyor Örnek:
ve iki sinyal molekülü oluşuyor İnositol Trifosfat (IP3) ve Diaçil Gliserol TSH,AVP.
(DAG) oluşuyor. Daha sonra bunlardan iki ayrı yolak gerçekleşiyor. IP3
yolağı ile hücre kalsiyum konsantrasyonu artışı ve DAG yolağı ile yine
PKC’nin allosterik aktivasyonu ile çeşitli proteinlerin fosforilasyonu
gerçekleşiyor. DAG, PKC’nin aktivasyonu ile hücre içi kalsiyum
konsantrasyonunu artırarak etkisini gösteriyor.

Fosfolipaz C Sinyal Yolağını Kullanan Hormonlar

GnRH Oksitosin Katekolamin(α1 reseptör) Anjiyotensin2


GHRH TRH ADH(V1 reseptörleri), PTH

Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu



Fosfolipaz A2 Sinyal Yolağı:


Hormonun (örn. TRH) spesifik reseptörüne bağlanması aşağıdaki olaylar dizisini
başlatır. İkincil haberciler: Lizofosfolipit ve Araşidonik asit.
1- Gαq ya da Gα11 aktivasyonu
2-Membrana bağlı fosfolipaz A2 (PLA2)’nin aktivasyonu
3-Membran fosfolipitlerinin yarılması (PLA2 ile) ve Araşidonik asitin oluşması
4-Araşidonik asitin siklooksijenaz yolağı ve lipoksijenaz yolağı ile metabolize
edilerek biyolojik aktif eikozanoidlere dönüşmesi (prostaglandinler,
tromboksanlar ve lökotrienler)
5-Eikozanoidler hücre içi haberci olarak işlev görebildikleri gibi sıklıkla salgılanarak
otokrin/parakrin etki gösterirler.
Bazı peptit hormonlar örneğin Tirotropin Salgılatıcı Hormon (TSH) Fosfolipaz a2’yi
aktive ediyor. Gαq ya da Gα11aktivasyonu ile aktive edilerek Gα tarafından
membrana bağlı Fosfolipaz a2’nin uyarılması gerçekleşiyor. Lizofosfolipit ve
Arişidonik asit üretmek üzere Fosfolipaz a2 ile membran fosfolipitlerinin
parçalanması çeşitli enzimler tarafından Araşidonik asidin çeşitli biyolojik açıdan
aktif eikozanoid dediğimiz örneğin Prostaglandin, Prostasiklinler, Tromboksanlar ,
ve Guanilil Siklaz’a dönüşmesi işlemi gerçekleşiyor.


Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu


Enzim olarak fonksiyon gören reseptörler: Plazma membranındaki reseptörler
intrensek enzim aktivitesine sahiptirler.

Tirozin kinaz reseptörleri: Bazı peptid hormonlar (örn.insülin, IGF-1, IGF-2) için hormon reseptörü
bizzat Tirozin Kinaz aktivitesine sahiptir. Reseptör- hormon kompleksi oluştuğu zaman kinaz, hem
hormon reseptörü üzerindeki Tirozin rezidülerini otofosforile ederek, hem sitozoldeki substratların
üzerindeki Tirozinleri fosforile ederek fosforilasyon reaksiyonlarından oluşan bir kaskadı başlatır.

Guanilil siklaz reseptörleri: Bazı peptid hormonlar (örn. ANP) bizzat kendisi guanilil siklaz işlevine
sahip (sitoplazmik GTP’yi cGMP ye dönüştüren) bir reseptöre bağlanarak etkisini gösterir. cGMP
cGMP- bağımlı kinazları, fosfatazları ve iyon kanallarını aktive edebilmektedir.

Sitoplazmik JAK kinazlarla ilişkili reseptörler: Reseptör bizzat enzimatik aktiviteye sahip değildir.
Reseptör sitoplazmik JAK kinaz (tirozin kinaz) ailesinin bir üyesini aktive eder. Bu da fosforilasyon
reaksiyonlarından oluşan bir kaskadı başlatır (örn.GH).
Birinci resimde Atrial Natriüretik peptit hormon sitoplazmik Guanilat Trifosfat’ı (GTP) Siklik Guanilat
Monofasfat’a (cGMP) dönüştüren Guanil Siklaz reseptörüne bağlanıyor. Arkasından cGMP’nin kendisi
cGMP’e bağlı kinazları, fosfatazları veya iyon kanallarını aktive ederek işlevini gerçekleştiriyor.
2. Resimde Reseptör Tirozin Kinaz IGF 1-2 hormon reseptörünün kendisi Tirozin Kinaz aktivitesine
sahip. Bu aynı zamanda trombositten derive olan büyüme faktörü ve epidermal büyüme faktörü gibi
büyüme faktörünün de bir özelliği . Reseptöre uygun hormonun bağlanması kinaz aktivitesini
artırıyor. Yani buradaki reseptörler alfa ve beta domainden oluşuyor alfa hücre dışında beta hücre
dışı ve içi arasında transmembran olarak yerleşmiş.
İnsülin, GF1 ve diğerlerinin reseptörlerindeki kinaz aktivitesi sitozol içerisindeki substratlarla birlikte
içerideki tirozinleri otomatik olarak fosforile ediyor ve böylece bir fosforilasyon reaksiyonları ile
kaskatı başlatıyor. Tirozin kinaz ilişkili reseptörler üçüncü resimde büyüme hormonuyla ilişkili
reseptörü örnek olarak verebiliriz.
3. Resimde bir JAK ailesi Kinazı , sitoplazmik Tirozin kinazı aktive ediyor. Reseptör Tirozin kinazda
olduğu gibi bu reseptör ilişkili kinazların aktivasyonu fosforliasyon reaksiyon kaskatını başlatıyor.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu


AMİN HORMONLAR:

Amin hormonlar yapısal olarak Tirozin’den sentezlenen
adrenal medulla hormonları, Tiroid hormonları ve
Tiriptofan’dan üretilen Katekolaminleri sayıyoruz. Fakat
bunların etki mekanizmaları ile ilgili farklılıklar ortaya
çıktığından Katekolaminler ve Tiroit hormonlarını ayrı olarak
görebiliriz veya Tiroid hormonlarını steroid benzeri
hormonlar olarak da sayabiliriz.
Adrenal medulla hormonları Katekolaminler olarak bilinir.
Dört tane ana Katekolamin hormonu tanımlanmış. Adrenal
medulladan salgılanan Katekolamin hormonları Epinefrin ve
Nörepinefrin’dir. Bunlar Tirozinden üretiliyorlar. Bu
hormonlar endokrin sistem tarafından yapılan aktif temel
amin hormonlardır. Bir hormon olarak işlev görmesine ek olarak Nörepinefrin; SSS’de postganliyonik
sempatik nöronlarda bir nörotransmitter olarak da görev yapıyor. Yine Tirozinden sentezlenen
Dopamin SSS’de nörotransmitter görevi görüyor. Diğer dokularda da sentezleniyor ancak Dopamin’in
sinir sistemi dışında fonksiyonel rolü tam aydınlatılamamıştır. Serotonin; bağırsak mukozasında ve
büyük bronşlarda bulunan endokrin hücreleri tarafından Tiriptofan’dan yapılıyor. Bu yüzden 5-OH
Triptofan (5-HT) olarak adlandırılır. Bağırsakta lokal olarak motor ve salgı fonksiyonunu düzenliyor.
Santral sinir sistemi için de bir nörotransmitter olarak etki ediyor. Serotonin salgılayan hücrelerden
oluşan tümörler (karsinoid tümör) klinik öneme sahiptir
Katekolaminlerin sekrasyon sempatik uyarılmaya yanıt olarak gerçekleşir. Kanda çözünürler ve
serbest formda/ albümine gevşek şekilde bağlı olarak bulunurlar. Yarılanma ömürleri kısadır (1-2
dakika) ve kandan hücrelere uptake edilerek ve enzimatik etki ile uzaklaştırılırlar.
Katekolaminler yüzey reseptörleri aracılığıyla işlev görüyor o yüzden tiroid hormonlarından ayrılıyor.
Epinefrin hedef hücrelerin yüzey membranındaki Adrenerjik reseptörlerle etkileşiyor. Çok sayıda
Adrenerjik reseptör mevcut ve bu reseptörleri genel olarak α ya da ß olarak gruplandırabiliyoruz.
Bunların her biri birkaç aktivatöre sahiptir. Epinefrin ß-Adrenerjik reseptörler için α-Adrenerjik
reseptörlere göre daha büyük bir affiniteye sahiptir. Nörepinefrin’de baskın olarak α-Adrenerjik
reseptörler üzerinden etki görüyor. Çeşitli dokulardan ve türe göre izole edilen tüm
Adrenoreseptörler(Adrenerjik) klasik olarak G proteinine bağlı reseptörledir.







Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu










ß-Adrenerjik uyarı Adenilat Siklaz üzerinden gerçekleşir. α2 reseptörü genellikle Adenilat Siklaz
vasıtasıyla aktive etki eder bununla beraber α1-Adrenerjik stimülasyon IP3 ve DAG’ü serbest bırakan
membrana bağlı Fosfolipaz c’yi aktive eden Gαq ile bağlantılıdır. IP3 hücre içi depolardan kalsiyum
serbestleştirirken, DAG doğrudan Protein Kinaz c aktivitesini artırır. Bu olaylar birlikte Ca Bağımlı
Kinazlar’ın hücresel aktivitesini artırır. Bu da hücrenin spesifik tepki üretmesini sağlar.
Bir hücrenin Adrenerjik stimülasyona dolaşımdaki Epinefrin ya da sempatik nöronlar tarafından lokal
olarak salgılanan Nörepinefrin aracılığıyla olabilir. Cevabı hücre membran türündeki reseptör tipine
bağlıdır. Sonuçta Adrenerjik reseptörlere verilen yanıt dokular arasında farklılaşır. Örneğin
karaciğerde ve kasta glikojenin glikojenolizin meydana gelmesi ağırlıklı olarak ß reseptörlerin etkisiyle,
vasküler düz kasta kasılmaya etkisi α1 reseptörler üzerinden veya gevşeme ß2 reseptörler üzerindeki
etki kalbin inotropik ve kronik durumundaki ß1 reseptörü üzerindeki etkisi değişiklikleri meydana
gelişine örnek olarak verilebilir. Dopamin de ayrıca birçok G proteiniyle eşlenik etkileşime girebilir. D1
reseptörü Gα stimülan’a; D2 Gα inhibitöre eşleniktir. (Gαs/Gαi)












Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu


STEROİD HORMONLAR:


















Kolesterol steroid hormonlarının öncüsüdür. Kortizol, Aldesteron, Östrojen, Progesteron ve
Testesteron; kolesterolden üretiliyorlar .
Sadece Adrenal Korteks ve Gonodlar, kolesterolden aktif hormonlar oluşturabilir.
Adrenal Kortekste Kortizol, Aldesteron ve Androjen yapılırken gonadlardan Östrojen, Progesteron ve
Testesteron yapılıyor.
Steroid hormonların üretiminin hepsi hipofizden salgılanan tiropik hormonlar tarafından
düzenleniyor. Aldesteron için düzenlenmede Renin-Anjiyotensin sistemi önemli bir rol oynar.












Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu


• Steroid hormonlar salgılanmadan önce veziküllerde depolanmazlar.
• Üretim ve salgılanma hızlıdır. (Birkaç saat)
• Steroid hormonların temel aktivitesi-gen transkripsiyonu üstündedir. Hedef hücrenin yanıtı
birkaç gün içinde gerçekleşir.
• Suda çözünmezler, plazma proteini ile bağlıdırlar. (Örnek: Globulin)


Hormonlar hedef hücrelerine gittiği zaman bunların steroid hormon reseptörleri hücre içerisinde
sitoplazmada ya da çekirdekte bulunur. Plazma membranını basitçe difüzyon ile geçerler. Hücre
içindeki sitoplazmadaki ya da çekirdekteki reseptörlerine bağlanırlar. Bu reseptörlere bağlandıktan
sonra reseptör konformasyonunda değişiklik meydana gelir. Böylece Reseptör-Hormon aktif
kompleksi oluşur. Hormon cevap elementi (HRE) veya sterol düzenleyici eleman (SRE) dediğimiz
elemanlara yüksek affinite ile bağlanırlar. Bundan sonra transkripsiyon ile spesifik Hormon-Reseptör
kompleksi tarafından regüle edilen olaylar ve işlevler başlar.
HRE: Belirli bir hormon reseptör kompleksine bağlanabilen ve dolayısıyla transkripsiyonu
düzenleyebilen bir genin promotörü içindeki kısa bir DNA dizisidir.
Response Element: Transkiripsiyon faktörlerini ve düzenleyicilerini gene bağlama yeteneğine sahip
gen promotör bölgesinde yer alan kısa baz dizileridir. Olumsuz koşullar ve stres altında,
transkiripsiyon aktivatör proteini response element dizisine bağlanır ve transkripsiyonu teşvik eder.

Tiroid Hormonlarının Etki Mekanizması:
Aslında amin hormon olan Tiroid hormonu da steroid hormon gibi etki gösteriyor. Hücre içi
reseptörlerine bağlanıyor. Tiroid hormonunu metabolik hız üzerine etki eder.
Folikül hücrelerden salgılanan Triiyodotironin-Tetraiyodotironin (T3-T4) çoğunlukla plazma
proteinine bağlıdır. Hedef hücrelere girer sitoplazmadaki ya da çekirdekteki reseptörlerine bağlanır.
Bu reseptörler steroid hormonuna benzer. T3 steroid hormon reseptörü T4’e oranla yüksek affiniteye
sahiptir. Dolaşımdaki tiroit hormonun yalnızca %5’ni T3 oluşturmasına rağmen tiroid hormon
sinyalizasyonun ana efFektörüdür. Aktife edilen tiroid hormon reseptörü, tiroid hormon duyarlı
genlerin 5’ bölgesindeki HRE dediğimiz tiroid hormonuna cevap veren elemanlarına bağlanır ve birçok
hedef genin transkripsiyonunu düzenler.

Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu














• Steroid hormonlar depolanmaz. Peptit yapıda Amin hormonlar veziküllerde depolanır.


• Steroid hormonlar hücre membranını geçiyorlar. Peptit amin hormonlar reseptöre
bağlanıyorlar (tiroid hormonların dışında).
• Steroid hormonların reseptörü hücre içinde sitoplazmada veya çekirdektedir. Peptit amin
hormonlar yine hücre zarında
• Steroid hormonların gen transkripsiyonunda etkilidir. Diğerlerin etkileri sinyal iletim
kaskatı yoluyla gerçekleşiyor.

• Cevap zamanları farklılık oluşturuyor. Steroid hormonlar günler aylar ya da saatler sonra
cevap verirken peptit hormonların cevapları saniyeler ya da dakikalarla olduğunu
söyleyebiliriz .



Derste bahsedilen her şeyi nota eklemeye çalıştım. Bu ders geçen yıl daha farklı işlenmiş ve bilgi
olarak da çok fazla farklılık var. Her iki notu birlikte okumanın daha faydalı ve tamamlayıcı olacağını
düşünüyorum. Herkese iyi çalışmalar…



EYÜP KORKUT
Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ
Bu derste adrenal korteks hormonlarını işleyeceğiz. Adrenal medulla hormonlarını önceki derslerimizde
görmüşüz. Her slaytın açıklaması yanında veya altında. Ayrıca her slayt açıklamasıyla kalsın diye çok önemli
olmadığını düşündüğüm resimleri de küçük koydum.

Adrenal bezler yaklaşık 4 gram ağırlığında


her iki böbreğin üstünde retroperitoneal
bölgede yer alan bezlerdir. Buradan esas
olarak 3 steroid hormon korteksten, 2
katekolamin de medulladan salgılanıyor.

Adrenal korteksi histoloji derslerinde gördüğümüz gibi üç katman halinde inceleyeceğiz: Zona
glomerüloza, zona fasikülata, zona retikülaris.

Glomerüloza tabakası daha yüzeye yakın yer alır. İçinde fasikülata daha içinde medullaya yakın olan
retikülaris tabakası yer alır. Zona glomerülozadan mineralokortikoid yani aldesteron, zona
fasikülatadan glukokortikoid, zona retikülaristen androjen hormonları salgılanır.


Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ

Burada bugün işleyeceğimiz iki hormonun yapılarını görüyoruz 1)glukokortikoid olan kortizol,
2)mineralokortikoid olan aldosteron.
Bunlar birbirine çok benzer ama
işlevleri birbirinden farklıdır. Ancak
fizyolojik dozlarda olmasa da çok
yüksek dozlarda yapısal olarak
birbirlerine birazcık benzediklerinden
dolayı aynı etkiyi gösterebiliyorlar.
Ama fizyolojik şartlarda bunu
gözlemek mümkün değil.

İşte burada adrenal korteks hormonlarının


aşırı salgılanmasına bağlı Cushing hastalığı
olan bir kişinin durumunu görüyoruz Özellikle
karında olmak üzere vücutta artan bir yağ
birikimi söz konusu.

Bu durumda da ikizlerden sağdakinde adrenal


bezinin yetmezliğine bağlı Addison hastalığı ortaya
çıkmış. Adrenal bez yetmezliği olduğu için
hipofizden çok fazla ACTH ve ACTH etkisiyle de
melanosit uyarıcı hormon salgılanmış ve
pigmentasyonda artış meydana gelmiş.

Böylece bu hormonların azlığı veya çokluğunda meydana gelen etkileri görmüş olduk. İlerleyen
yıllarda başka etkilerini de görecekmişiz.
Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ

Kortizolün vücutta çok fazla etkisi var.


Özellikle lökositler üzerindeki
antiinflamatuvar özelliği saptandıktan
sonra birçok sentetik analoğu yapılmış.
Tabloda gördüğünüz gibi etkisi
kortizolün etkisinden kat ve kat daha
fazla olan bu sentetik analoglar
glukokortikoid etkinliğiyle tedavi edici
amaçlarla kullanılmaktadır.

Kortizol , aldesteron ve androjenlerin sentezi


için kolesterol gereklidir. Bu kolesterol kaynağı
olarak böbrek üstü bezi korteks hücreleri ya
LDL kullanır yada kendisi de novo oluşturduğu
asetil coA dan kolesterol sentezler.

Adrenal kortekste kolesterolden steroid hormonların sentezi temel olarak beş aşamadan oluşan bir
dizi reaksiyonla metabolize edilir. Buradaki enzimler mitokondri ya da düz ER de bulunurlar.
3betahidroksisteroid dehidrogenaz hariç diğerleri genellikle sitokrom p450 oksidaz ailesine ait
enzimlerdir.


Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ

Adrenal kortekste steroid hormonlarının sentezi


sırasında bir düz ER enzimi olan 17alfahidroksilaz
glomerüloza tabakasında bulunmaz. Bu nedenle
kortizol ve androjenlerin sentezi glomerülazada
yapılamaz. Orada sadece aldosteron sentezi yapılır.
Kortizol sentezlendikten sonra adrenal korteksten
difüzyonla kana geçer ve plazmada %90 ı transkortin
olarak bilinen karaciğerde yapılan kortikosteroid
bağlayıcı globuline bağlı olarak taşınır. Bu transkorktin
383 aminoasitlik bir glikoproteindir. Kortizol için
afinitesi aldosteron için olandan 30 kat daha fazladır.
Dolaşımdaki kortizolün %7'si albümüne bağlanır ve
serbest taşınan kortizol sadece %3 tür. Bu yüzden
kortizolu serbest olarak tespit edemeyiz.

Kortizolün vücuttan atılması


karaciğer ve böbrek ile olur.
Burada 11betahidroksisteroid
dehidrogenaz enzimleri (hsd1 ve
hsd2 türleri vardır sonra
konuşacağız) aracılıyla kortizol-
kortizon çevrimi olur. Kortizon
aktif olmayan formudur buna
çevrildikten sonra atılır. Bu
11betahidroksisteroid
dehidrogenaz karaciğerde,
subkutan ve adipoz doku olmak
üzere birçok yerde bulunur.
Kortizolu kortüzona çevirdiği gibi
tersini de yapabilir fakat bazı
hücrelerde sadece 11 beta hsd2
vardır daha önce söylediğimiz
gibi aldosteron ve kortizol
yapıları birbirine benzediği için
ve kortizol kortizona dönüştüğü
için biz bu hücrelerde kortizol
etkisini görmeyiz (çünkü hsd2
kortizona çevirmiştir) aldosteron
etkisini görürüz. Aldosteron orada mineralokortikoid reseptörlere bağlanarak etkisini gösterir ama bu
enzimin olmadığı (yani hsd2 nin olmadığı)yada hsd 1 in de olduğu hücrelerde kortizon tekrar kortizole
çevrilir ve orada hücre içinde bulunan glukokortikoid reseptörlere bağlanarak etkisini gösterir.

kortizon àkortizol hsd1 kortizolàkortizon hsd2


Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ

Daha önceki dersimizde söylediğimiz gibi bu


steroid hormonların reseptörleri hücre
içindedir çünkü bu hormonlar lipofiliktir.
Çok kolay bir şekilde hücre
membranlarından geçerler hücre içinde
bulunan reseptörlerine bağlanırlar. Aslında
bu glikokortikoid reseptörleri bir şaperon
proteinle kompleks halindedir. Burada
şaperon protein olarak kullandığı protein ısı
şok protein 90 (hsp90) dır. Glukokortikoid
hormonla reseptörün kompleks yapması
halinde bu hsp 90 ayrılır ve kortizol
glukokortikoid reseptör kompleksi nukleusa
girer burada glikokortikoid yanıt elemanları
adını verdiğimiz GRE ile birleşerek buradaki
gen transkripsiyonu ve ilgili protein
senteziyle ilişkili fonksiyon görürler.


Aslında bu steroid hormonla
ilgili reseptörler yapısal olarak
birbirine benzer işte burada
glukokortikoid reseptörle
mineralokortikoid reseptörün
yapısal olarak birbirine
benzediğini görüyoruz. Burada
gördüğümüz reseptörler (
steroid olmamasına rağmen
tiroid hormon reseptörü de
dahil) genelde etkilerini
genomik olarak gösteren
hormonların reseptörleridir.
Reseptörler hücre içinde
bulunurlar. Kortizolün genomik
etkisine ek olarak hipofiz bezi
kortikotropik hücrelerinin salgı
granüllerinde önceden oluşmuş
olan adrenokortikotropik
hormon salınımını bloke eden
akut bir geri bildirim etkisi de
vardır. Onun dışındaki etkileri
genelde gen transkripsiyonu
yoluyla gerçekleşir.

Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ

Glukokortikoidler karaciğerde glikoz ve glikojen sentezini arttırma yetenekleri nedeniyle böyle


adlandırılmışlardır. Kortizolun etkilerine bakacak olursak sadece karaciğerde değil vücudun birçok
somatik dokusunda da etkisi vardır.

v Karaciğerde glikoneogenezi ve onu destekleyen aminoasit metabolizmasına katılan


enzimlerin sentezini uyarır ve böylece hepatik glikoz üretimini artırır.
v Kasta protein yıkımını uyararak karaciğer tarafından alınması için aminoasitleri serbestler
çünkü karaciğer tarafından aminoasitler alınacak ki orada glikoz yapılsın.
v Adipoz dokuda lipolizi artırır bu sayede serbestlenen yağ asitleri glikoza alternatif bir yakıt
sağlarken beraberinde gliserol, glukoneogenez için bir başka substrat sağlamak suretiyle
glikozun elde edilebilirliğini artırır. Ekstremitelerden yağ mobilize olurken bir kısmı
bilinmeyen bir nedenden dolayı karında depolanır. Önceden gösterdiğimiz hastamızda
karında depolanmış olduğunu görmüştük. Yani diğer dokuda yağ mobilize olurken karında
depolama oluyor.
v Kortizol glukokortikoid etkileriyle ilgisi olmayan vaskülit, artirit, maligniteler gibi
rahatsızlıklarda ve organ nakli reddinin önlenmesinde geniş klinik kullanımlara neden olan
etkilere sahiptir.
v Ayriyeten kemikte de etkisi vardır. Trabeküler kemiğin hücresel elemanları üzerine etki eder
ve osteoblastların yeni kemik sentezleme yeteneklerini azaltırlar. Gis kanalından da Ca
absorpsiyonunu engellerler. Ve bunun bir sonucu olarak uzun süreli kortikosteroid kullanımı
osteoporoza neden olur.
v Ayrıca glukokortikoidlerin santral sinir sistemi üzerine etkileri vardır duygu ve bazı bilişsel
davranışlarda olmak üzere.

Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ

Kortizolün etkisine bakacak olursak etkisi aslında değişiyor mesela günlük öğünler arasında
salgılandığı zaman bu durumda İnsülin salgısı olmadığı için( insülin/glukagon oranı daha düşük
olduğunda) ama stresli bir durumda yani epinefrin ve norepinefrin salgılandığı durumda karaciğerde
glikojenoliz ve glukoneogenezle glikoz üretimine neden olur. İskelet kaslarında proteolizis ile
aminoasitlerin salınmasına neden olup protein sentezini azaltır. Yağ dokusunda da lipolize neden olup
lipogenezi azaltıp yine vücuda enerji kaynağı sağlanmasına neden olur. Ancak kronik bir stres
durumunda iş biraz farklılaşır mesela Cushing Hastalığı gibi çok salgılandığı durumda beraberinde
İnsülin/glukagon oranı diğerinden farklı olarak yüksek ve epinefrin düşükse o zaman hepatik glikojen
sentezi artmış olur yani daha önce glikojenoliz artmış derken şimdi sentezi artmış deriz. Ve santral
sinir sisteminde de iştahı da artıran bir mekanizma söz konusu. Bu durumda kaslarda da lipoliz
azalıyor, tag sentezi artıyor ve yağ birikimi meydana geliyor (karında yağ birikmesi olayı)

Kortizolün sentezi ve salgılanması daha


önceki derste de bahsettiğimiz gibi
hipotalamus, hipofiz ve adrenal aksı
şeklinde gerçekleşir stres durumunda
yada herhangi bir emosyonal durumda
hipotalamusta buradaki paraventriküler
nükleustan kortikotropin serbestleştirici
hormon dediğimiz hormon salgılanır. Bu
hormon da hipofiz ön lobunda
kortikotrop hormon olarak
adlandırdığımız hormonlardan
adrenokortikotropik hormon (ACTH)
serbestleşmesini sağlar.


Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ

Hipotalamusun paraventriküler çekirdeğindeki küçük gövdeli nöronlar 41 aminoasitlik bir nöropeptit


olan kortikotropin salgılatıcı hormonu salgılıyorlar. İnsanlarda CRH olarak kısaca söylediğimiz bu
hormon bir nörotransmiter olarak da hizmet ediyor ve pankreas ve testisi içeren başka dokularda da
bulunuyor. Hipotalamik nöronlar bu CRHyı sentezleyip salgıladıktan sonra nöronlar CRHyı
hipotalamusun median eminensindeki sinaptik terminallerde lokalize olan sekretuar veziküllerde
depoluyorlar ve yeni sentez yokken akut olarak da salgılayabiliyorlar. CRH median eminensin
intertisiyel sıvısına serbestlendikten sonra hipofizel portal venöz pleksusla ön hipofize giriyor. Ön
hipofize ulaşan CRH burada kortikotrop hücreler dediğimiz hücrelerin zarındaki CRH reseptörüne
bağlanıyor. Bakın burada karıştırmayalım kortikotrop yani hipofizdeki hücrelerden bahsediyoruz. Ne
salgılandı hipotalamustan bir peptit hormon olan CRH salgılandı CRH hücre yüzeyinde G proteiniyle
birleşip bir reseptöre bağlanıyor ve bağlandıktan sonra bu reseptöre bağlanması adenilat siklazı
artırmak yoluyla cAMP yi arttırıyor cAMP artışı protein kinaz A aktivitesini artırarak burada hücre
membranında L tipi kalsiyum kanallarını aktive edip hücre içine kalsiyum girişini stimüle ediyor. Ve
hücre içinde artan kalsiyum burada depolanmış olan ACTH nın salgılanmasına neden oluyor.
Kortikotropin salgılatıcı hormon ACTH sekresyonunun ana düzenleyicisi olmakla birlikte
paraventriküler çekirdekten salınan arjinin vazopressin antidiüretik hormon dediğimiz ADH adında bir
başka hormon da ACTH salgılanmasına neden olabiliyor. Muhtemelen dehidratasyon, travma gibi
süreçlerde bu ACTH sekresyonunun düzenlenmesinde bu ADH nın da etkisi olduğu düşünülüyor.


Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ

Ön hipofizden adrenokortikotropik hormon pro opio melanokortin( pomc )adı verilen geniş bir öncü
proteinin yani bir pre pro hormon kompleksinin posttranslasyonel işlenmesiyle oluşuyor. Bu pomc
sadece ACTH için değil aynı zamanda çeşitli peptit hormonlar için de bir prekürsör(prekürsör:herhangi
bir madde oluşmadan önceki öncü madde) olarak görev yapıyor. Bu ACTH bazen akciğerin küçük
hücreli kanser hücrelerinden de salgılanabiliyor. Bu pomc uzun bir N terminal peptit, bir bağlantı
peptiti (j peptit ) ACTH ve beta lipotropetten oluşuyor. Ve bunlar daha sonra ayrılıyorlar ve ACTH
ortaya çıkıyor. Hipofiz ara lobunda veya fetal yaşamda,hamilelikte aynı pomc yu farklı şekilde
işleyerek farklı bir dizi peptit üretilebiliyor aşağıda gördüğünüz gibi kısa bir N terminal peptit, gama
melanosit stimülen (gama msh), j peptidi, alfa melanosit stimülen hormon, kortikotropin benzeri
intermediyel lop peptidi (CLIP), ve gama LPH ve beta endorfin tarzında uzanan bir pomc de
sentezleyebiliyorlar. Bu msh lar ve ACTH melanokortin reseptörüne bağlanıyorlar. Bunlar G proteini
eşlenik reseptörler. Melanokortinden gelen mc1 den mc5 e kadar adlandırılmış reseptörler ve bunlar
pigment üretimine sebep oluyorlar. Daha önce de gördüğümüz ikizler slaytında adrenal yetmezlik
nedeniyle sağda ACTH fazla salgılanmış işte bu ACTH melanokortin reseptörüne bağlanıyor ve bu
reseptörler üzerinden etki ederek burada fazla pigmentasyona sebep oluyor. Bu ACTH nın
melanokortik aktivitesi sonucu bunların nasıl olduğu belirsizliğini koruyor. Burada beta gama
lipotropin zincir hayvanlarda lipitleri adipozitlerden mobilize eden bir hormon ama insanlardaki rolü
bilinmiyor o ara loptan salgılanan pomcnin son uzantisi olan beta endorfin ise güçlü opioit etkili (ağrı
kesici etki )


Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ
Hipofizden salgılanan ACTH hedef dokusu olan adrenal kortekse geliyor. ACTH daha önce de
söylediğimiz gibi bir peptit hormon. Adrenal korteksin hücre membranında yer alan mc-2
(melanokortin 2) reseptörüne bağlanıyor sonuçta adenilat siklazı aktive edip cAMP oluşturuyor o da
protein kinaz A yı aktifleştiriyor bununla birlikte de kolesterolden steroid hormonların sentezi
başlıyor. ACTH dan başka böbrek üstü beze etki eden faktörler de var. ACTH yokluğuna rağmen
glomerüloza bölümünde mineralokortikoid sentezi devam eder çünkü buradaki hücreler
anjiyotensin2 ve plazmadaki yüksek potasyum düzeyiyle etkilenirler. İşte ACTH olmadığı zaman
fasikülata ve retikülaris tabakaları atrofiye olmasına rağmen mineralokortikoid hormon sentezi
glomerüloza tabakasında devam eder veya sürekli olarak steroid hormonla tedavi edilen kişilerde de
ACTH olmadığı için bu fasikülata ve retikülaris tabakaları atrofiye olabilir ama mineralokortikoid
devam eder ama birdenbire ilaç kesilirse o zaman adrenal yetmezlik tablosu ortaya çıkar o yüzden
steroid hormonla tedaviden sonra aniden kesmek olmaz yavaş yavaş kesmek gerekir. Kronik olarak
ACTH sekresyonu çok yüksekse mesela hipofizde bir tümör varsa ve çok fazla ACTH sekrete ediyorsa
(Cushing Hastalığı deriz) veya kronik bir stres durumunda bu böbrek üstü bezinin zona fasikülata ve
retikülaris bölümlerinin önemi artar.

Kortizol kendi
sekresyonuyla aynı
aksı paylaşan
hipotalamus ve hipofiz
üzerine inhibitör etki
yapar böylece kendi
sekresyonunu kontrol
eder. Kortizol
salgılandığı zaman
hem hipotalamus hem
hipofiz bezi üzerinden
kortikotropin salgılatıcı
hormon ve ACTH
salgılanmasını inhibe
eder.Aslında
kortizolün
kortikotropin salgılatıcı
hormon üzerindeki
etkisi çok değildir ama
hipofizdeki
kortikotropik hücrelerdeki inhibitor etkisi daha önemlidir burada yine sitozolik bir reseptöre bağlanır
ve buna bağlanınca kortizolün genel etkilerinden farklı bir şekilde inhibitor bir etki yaparak pomc
transkripsiyonunu inhibe eder bu şekilde ACTH nın veziküllerden salgılanmasını inhibe eder.
İatrojenik( yani tedavi etmek amacıyla) kullanılırlar. Ekzojen kortikosteroid verilmesi tamamen CRH ve
ACTH yı inhibe eder bu durumda zona fasikülata ve retikülaris hücrelerini atrofiye uğratır.


Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ

Hipotalamus ,hipofiz ve adrenal korteks hattında


ACTH salgılandığı zaman bu mc2 reseptörlerine
bağlanır zona fasikülatadan kortizol, zona
retikülaristen androjenler üretilir. Kortizolün
hipotalamus ve hipofiz bezi üzerine negatif
feedback etkisi varken androjenlerin böyle bir
etkinliği yoktur.

Hipotalamusta kortikotropin
salgılatıcı hormon salgılayan
nöronlar hipotalamik hipofizel
adrenokortikal eksenin iki önemli
özelliğiyle üst santral sinir sistemi
etkisi altındadır. Bunlardan birincisi
ACTH ve kortizol sekresyonun
sirkadiyen ve pulsatil doğası diğeri
de vücudun çeşitli süpresörlere
(süpresör: baskı altında tutucu
etken) yanıtlarını modile eden
yüksek kortikal merkezlerden gelen
sinyallerin entegrasyonu.

Hipofiz ACTH yı
sirkadiyen bir ritimle
salgılar. Optik
kiyazmanın üstünde
bulunan ve retinadan
bilgi alan
hipotalamusun
suprakiyazmatik
çekirdeği vücudun
sirkadiyen ritimlerini kontrol eder. Burası eğer körlerde olduğu gibi günlük ışık değişimini
algılamıyorsa sirkadiyen ritim ortadan kalkar.

Kortikotroplara hipotalamik çekirdeklerden hem kortikotropin releasing hormon hem de arjinin


vazopressin yoluyla gelen uyarılar ACTH nın sirkadiyen sekresyonunu ve böylece de kortizolün
sirkadiyen sekresyonunu modüle etmiş olur. Hipotalamusun salgıladığı diğer hormonlarda olduğu gibi
kortikotropin releasing hormon da pulslar halinde salgılanır ama bu hipotalamik nöronlardaki
pulsların nedeni bilinmiyor. ACTH nın sekretuar aktivitesi sabahın erken saatlerinde en fazla öğleden
sonra ve geç vakitte ise azalıyor. Böyle bir sirkadiyen ritmi var.
Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ

Şimdi gelelim zona


glomerülozaya ve buradan
salgılanan aldosterona.
Aldosteron bir
mineralokortikoid olarak
vücudun tuz dengesinin ve
ekstraselüler sıvı hacminin
en önemli düzenleyicisidir.
Burada bir başka hormon olan ADH ile karıştırmayalım. ADH vücudun serbest su dengesini düzenler.
Su hücre membranlarından serbestçe geçer böylece vücudun tamamında Na iyonu ve diğer çözünen
maddelerin konsantrasyonunu etkiler. Hücre dışı hacminin korunmasında ADH etkisi küçüktür. ADH
serum osmolaritesini ve dolayısıyla Na konsantrasyonunu düzenler. Burada aldosteron tuz dengesini
sağladığı için ekstraselüler hacmin düzenlenmesinde önemlidir. Renal yani böbreklerden sodyumun
geri emilmesi ile hücre dışı hacminin primer düzenleyicisi aldosterondur. ADH ise sadece serbest su
dengesine etkisi ile plazma osmolaritesinin belirleyicisidir karıştırmayalım.

Daha önce de söylediğimiz gibi aldosteron zona glomerüloza hücrelerinde kolesterolden sentez edilir.
Bu bölgede 17alfahidroksilaz az olduğundan progesteron 17alfahidroksiprogesterona
dönüştürülemez. Bunun yerine düz ER de progesteron 21alfahidroksilaz ile hidroksilleyerek
11deoksikortikosteron üretirler ve daha sonra aldosteron üretilir. ACTH burada glomerüloza
hücrelerinde aldosteron üretimini uyarmakla birlikte burada aldosteron üretimini uyaran diğer
etkenler hücre dışı potasyum iyon konsantrasyonunun fazlalığı yada bir başka peptit hormon
anjiyotensin2 hormonundaki artıştır. Bunlar da önemli salgılatıcılardır. Bunlar aldosteron sentezinde
hız sınırlayıcı basamaktaki enzimlerin aktivitesini arttırarak sekresyonu arttırırlar. Aldosteron
salgılandıktan sonra kortizolden farklı olarak yüzde 37 si serbest halde kalır. Geri kalan yüzde 21 i
kortizol bağlayan globüline, yüzde 42 si albümine bağlı olarak taşınır.

Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ

Aldosteronun etkisi esas olarak sodyum


iyonlarının ve suyun böbrek tübülüslerinde
geri emilimini sağlamak ve potasyum
sekresyonunu arttırmaktır. Bu etkinliğini
genomik şekilde yapar. Hücre içinde
bulunan mineralokortikoid reseptöre
bağlanır ve gen transkripsiyonu yoluyla SGK-
1 proteini ve ENaC proteininin
ekspresyonunun artışı ile epitelyal sodyum
kanallarından sodyumun reabsorpsiyonunu
ve diğer taraftan potasyum pompasının
aktivitesini arttırmak suretiyle potasyum
sekresyonunu arttırır. Burada ilginç olan
aslında mineralokortikoid reseptörleri
aldosterona afinitesi kadar kortizole de
afinitesi vardır. Hatta kortizolün
glukokortikoid etkinliği 1 iken
mineralokortikoid etkinliği 1.5 dur. Ama
kortizol burada mineralokortikoid
reseptörlerine bağlanamaz burada daha
önce bahsettiğimiz 11betahidroksisteroid2
(hsd2)enziminin bulunması kortizolün
inaktif hali olan kortizona dönüşümünü
sağlar. Mineralokortikoid reseptörleri
miyokarddan başka karaciğerde beyinde ve
diğer dokularda da bulunur. Fakat
buralardaki fizyolojik rolleri belirsizdir.

Bu slaytta 11betahidroksisteroid2 nin (hsd2) kortizolü inaktif kortizona çevirdiğini görüyoruz


Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ

Aldosteronun etkisi mineralokortikoid reseptörlere bağlandıktan sonra genomik etkinlikle, ENaC


kanallarından sodyumun toplayıcı kanal hücrelerine girmesini ve diğer taraftan da Na- K pompasının
aktifleşmesiyle sodyumun diğer taraftan reabsorbsiyonunun olmasını sağlıyor. Aldosteron distal tübül
ve toplama kanalında olan renal sodyum reabsorbsiyonunun yalnız küçük bir bölümünü düzenler.
Yani sodyum reabsorbsiyonunun büyük bölümü aslında proksimal tübülüste aldosterondan bağımsız
mekanizmalarla gerçekleşir. Ancak aldosteron aracılı reabsorbsiyon önemli. Aldosteron olmadığı
zaman bu reabsorbsiyonun olmaması nedeniyle hiperkalemi yani ekstraselüler ortamda Ca
konsantrasyonunun yükselmesi ve hipotansiyon olur. Tam ters durumda da fazla salgılanmasında da
hipokalemi ve hipertansiyon durumları ortaya çıkar. Ayrıca aldosteronun bu mineralokortikoid
reseptörleri yoluyla genomik etkileri dışında G protein birleşik reseptöre bağlanarak da etkiler
gösterdiği de görünmekte.


Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ

Aldosteron sentezini adrenal korteksin


glomerüloza hücreleri yoluyla kontrol eden 3
salgılatıcı vardır. Bunlardan en önemlisi
anjiyotensin2 dir. Bunun dışında plazma K iyon
konsantrasyonunda bir artış da aldosteron
salgılanması için güçlü bir uyarandır ve
anjiyotensin2 ye olan yanıtı arttırır. 3. olarak
ACTH da kortizol sekresyonunu arttırdığı gibi
aldosteron sekresyonunu da artırır. Ancak etkisi
zayıftır daha önce de belirttiğimiz gibi. Şimdi bu
renin- anjiyotensin- aldosteron ekseninden daha
önce bahsetmiştik. Karaciğer bir alfa2globulin
olan anjiyotensinojen adı verilen çok büyük bir
protein sentezler ve salgılar. Bu anjiyotensinojen
böbreklerde jukstaglomerüler aparatusta
granüler hücreler tarafından salgılanan renin
tarafından anjiyotensin1 denilen bir dekapeptide
parçalanır. Anjiyotensin1 de özellikle akciğerlerde
anjiyotensin converting enzim tarafından
anjiyotensin2 ye dönüştürülür. Anjiyotensin
converting enzimin daha çok akciğerlerde olduğu
söylenir ama aslında %40 ı akciğerde %60 ı
vücudun diğer bölgelerinde bulunur.
Anjiyotensin2 adrenal kortekste glomerüloza
hücrelerinde etkinliğini göstererek güçlü bir
aldosteron salgılatıcısıdır. Glomerüloza hücresinin
plazma membranında G proteinle bağlaşık
reseptöre bağlanır. Fosfolipaz C yi aktifleyen AT1 reseptörüdür bu. Fosfolipaz C uyarılması ile
aldosteron sentezi uyarılır ve bu şekilde aldosteron oluşumu artar. Anjiyotensin2 nin başka yerlere de
etkileri var. Vasküler düz kas üzerinde de önemli bir vazokonstrüktör etkisi söz konusudur. Ayrıca
beyindeki etkisiyle kortikotropin salgılatıcı hormon ve ADH üzerinden etkinliği ile anterior hipofizden
ACTH salgılanması yoluyla da aldosteron sentezini arttırmaktadır. Ekstraselüler potasyum iyon
konsantrasyonundaki bir artış glomerüloza hücrelerinde doğrudan bir etkiye sahiptir. Bu hücrelerin
normal dinlenim zar potansiyelini korumada birçok potasyum iyon kanalı görev alır. Yüksek
ekstraselüler K iyon konsantrasyonu olduğu zaman membran depolarize olur ve voltaj kapılı Ca
kanalları açılır ve sonuçta hücre içine girdiği zaman anjiyotensin2 nin yaptığı benzer yolakta
gözlediğimiz gibi kolesterolden aldosteron üretimini uyarır. ACTH da daha önce söylediğimiz gibi
glomerüloza hücrelerinde yine aldosteron üretimini arttırır. Burada mc-2 dediğimiz G proteinle
bağlaşık mineralokortikoid2 reseptörlerine bağlanıyor ve protein kinaz A yı aktive ederek çok sayıda
sitozolik proteinin fosforile olmasını sağlıyor. İşte bu protein kinaz A çok sayıda proteini aktive edip
kolesterolden sentezi başlattığı gibi aynı zamanda kalsiyumun hücre içine akışını da uyararak benzer
bir mekanizmayla aldosteron sentezini uyarır. Çünkü öbür mekanizmayla glomerüloza hücrelerinde
aldosteron sentezi olmuyordu. Burada esas olarak ACTH nın etkisi protein kinaz A nın etkisiyle
kalsiyum kanallarını açma suretiyle gerçekleşir.


Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ

Efektif dolaşım hacminde bir azalma olması


durumunda ne olduğunu konuşalım biraz da. Efektif
dolaşım hacminde bir azalma olması jukstaglomerüler
aparatusta granüler hücrelerden renin
serbestlenmesini uyarır. Artan renin, anjiyotensin2 ve
aldosteron seviyelerinde artışa neden olur.
Anjiyotensin2 de kısa geri bildirimi sayesinde granüler
hücrelerden renin serbestlenmesini inhibe ederken
diğer taraftan sistemik arter basıncını akut olarak
arttırır. Dolaylı olarak renin serbestlenmesi üzerinde
negatif geri bildirim yapmış olur. Sonuç olarak
aldosteron renal sodyum reabsorbsiyonunu arttırarak
renin serbestlenmesi üzerinde daha yavaş biçimde
negatif bildirimde bulunur. Böylece dolaşımdaki etkin
kan hacmi ve kan basıncını arttırır. Dolayısıyla
anjiyotensin2 ve aldosteron, aldosteron sekresyonunu
kontrol eden düzenleyici geri bildirim devresini
oluştururlar. Yüksek plazma potasyumunun adrenal
korteksteki glomerüloza hücrelerine aldosteron
sentezleyerek aldosteron serbestlenmesi için
uyardığını söylemiştik. Aldosteron sırayla renal
toplayıcı kanalın esas hücrelerini daha fazla sodyum
geri emilimi ve potasyum atılımı için uyarır bu
potasyum atılımı potasyumun normal değerlere
inmesini sağlar sonuç olarak glomerüloza hücrelerinin
uyarımı azalır, aldosteron sekresyonu düşer ve negatif
geri bildirim döngüsü tamamlanır.

Aldosteron tuz ve su tutma özelliği nedeniyle büyük öneme sahip bir hormon. Sağlıklı bir kişide ACE
dediğimiz anjiyotensin converting enzimini inhibe eden ilaçlarla aldosteron oluşumunun bloke
edilmesi anjiyotensin2 üretimini azaltıp belirgin bir biçimde plazma aldosteronunu düşürmesine
rağmen total vücut sodyum ve kan basıncında hafif bir düşmeye neden olur. Yani kan basıncını
korumak için devreye giren diğer mekanizmalar kan basıncının ani düşüşünü engeller. Sodyum
dengesi üzerindeki hafif etkinin nedeni muhtemelen tuz alımında oluşan adaptif bir artış.

Adrenal korteks yetmezliği olan kişiler sıklıkla diyette çok tuz almak isterler. Fizyolojik olarak normal
kişilerde düşük aldosteronun kan basıncı ve sodyum iyon dengesi üzerine olan etkileri azdır. Ama
aldosteron üretiminin bloke edilmesi potasyum dengesi üzerinde hiperkalemiyle sonuçlanan önemli
etkiler oluşturabilir.O yüzden aldosteron antagonisti, ACE inhibitörü yani bu mekanizmada olan renin-
anjiyotensin- aldosteron aksındaki herhangi bir yeri bloke eden ajanlar içeren ilaçlar verilen kişilerde
potasyum düzeyleri sık sık takip edilmelidir. Çünkü bu düzeydeki değişimler hayatı tehdit edicidir.
Hocamız anlatırken bazı yerleri birçok kez tekrar etti ben de daha akılda kalıcı olacağını düşünerek her seferinde
tekrar yazdım. Ayrıca hocamızın bir sürü cümlesini de kendim toparlamak zorunda kaldım umarım hata
yapmamışımdır. Geçen yıl bu konuyu Hakan hoca anlattığı için de 2024 ü eklemedim. Hepimize kolay gelsinn

BEYZA ÇOBAN


PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI


Pankreas hem endokrin hem de ekzokrin salgısı olan bir bezdir. Barsak lümenine sindirim
enzimleri ve bikarbonat salgılarken langerhans adacıklarından endokrin salgılarını yapar.

Langerhans adacıkları toplam doku kütlesinin yaklaşık %1-2 sini içermektedir. Normal insan
pankreasında 500.000 ila 1.000.000 arasında adacık bulunur. Bunlar oval veya küresel olabilir
ve çapları 50 ila 300 mikrometre arasındadır. Adacıklar çeşitli vasküler ve sinirsel elemanların
yanı sıra 5 tip sekresyon hücresi içerir. Bunlar; alfa, beta, delta, epsilon ve gama hücreleri
olarak adlandırılır.


β hücreleri adacıklar içerisinde en çok bulunan salgı hücresi türüdür. Adacık boyunca
bulunurlar ama merkezde daha çok sayıdadırlar.

Adacıklar çok iyi perfüze edilmiştir. Doku gramı başına kan akışı miyokardın yaklaşık 5
katından daha fazladır. Sempatik ve parasempatik innervasyon da zengindir.

Sekresyon hücreleri birbirleriyle çok iyi iletişim içerisindedir ve her biri diğerinin
salgılanmasını etkileyebilir. Bu iletişim bağlantıları yaklaşık 3 kategoriye ayrılır:

Ø Humoral iletişim
Ø Hücre-Hücre iletişimi
Ø Sinirsel iletişim

Humoral İletişim:

Adacıkların kan dolaşımı adacık merkezinden çevresine doğrudur ve bu yolla glikoz ve diğer
salgılatıcıların taşınması sağlanmaktadır.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

Sıçanlarda β hücreleri adacık merkezinde dah bol bulunurken α ve δ hücreleri periferde daha
boldur. İnsanlarda böyle olmadığı söyleniyor.

Belli bir adacık içindeki hücreler diğer hücrelerin salgılanmasını etkileyebilir çünkü kan
dolaşımı yoluyla her hücre türünün salgılamış olduğu humoral ürünün dışarıya doğru
taşınması söz konusudur. Örneğin glukagon güçlü bir insülin salgılatıcıdır. İnsülin çok hafif bir
şekilde glukagon salınımını engeller. Somatostatin güçlü bir şekilde insülin ve glukagon
salgısını önler.

Hücre-Hücre İletişimi:
Hem oluklu (gap junction) hem de sıkı bağlantı (tight junction) yapıları adacık hücrelerini
birbirinr bağlar. Hücrelerin sahip oldukları oluklu bağlantılar insülin ve glukagon
salgılanmasının düzenlenmesi açısından önemli olabilir.

Sinirsel İletişim:
Otonom sinir sisteminin hem sempatik hem de parasempatik bölümleri adacık
sekresyonlarını düzenler. Kolinerjik stimülasyon insülin sekresyonunu güçlendirirken
adrenerjik stimülasyon beta adrenerjik uyarıcı veya alfa adrenerjik inhibe edici uyarının
baskın olmadığına bağlı olarak uyarıcı veya inhibe edici etkiye sahip olabilir.

Bu 3 iletişim mekanizması adacık hormonlarının sentezi ve salınımı üzerinde sıkı bir kontrol
sağlar.


PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

İNSÜLİN
İnsülin kas, karaciğer ve yağ dokusunda yakıt depolarını yeniler. İnsülin hem açlık
dönemlerinde hem de beslenme sırasında vücut metabolizmasını verimli bir şekilde entegre
etmeye çalışır. Bir kişi aç olduğunda beta hücresi daha az daha az insülin salgılar yani insülin
salgılanması tokluk sürecinde olur. Açlık durumunda insülin düzeyi düştüğünde adipoz
dokuda (yağ dokusu) enerji için lipidler mobilize edilir. Aynı zamanda aminoasitler kas ve
diğer dokulardaki depolarından mobilize edilir. Bu lipidler ve aminoasitler oksidasyon için
yakıt sağlarlar ve sırasıyla karaciğerde ketogenezis ve glikoneogenezis için öncül işlev
görürler. Beslenme sırasında insülin salgısı hemen artar. Bu artış endojen yakıt depolarının
mobilizasyonunu azaltır ve insüline duyarlı hedef dokular tarafından karbonhidrat lipit ve
aminoasitlerin hücre içine alınımını uyarır. Bu şekilde insülin dokuların açlık boyunca
tüketilen yakıt rezervlerinin doldurulmasını sağlar.

Yakıtların mobilizasyonu ve depolanmasını düzenleme yeteneğinin bir sonucu olarak insülin,


plazma glikoz konsantrasyonunu çok dar sınırlar içinde tutar. Bu düzenleme santral sinir
sisteminin kortikol fonksiyonlarını beslemek için gerekli olan glikozun sürekliliğini sağlar.
Yüksek organizmalarda plazma glikoz konsantrasyonu, normalde 5 milimolar düzeyinde
olması gerekirken kısa süreliğine bile olsa 2-3 milimoların altına düşerse (hipoglisemi)
konfizyon, nöbetler ve komaya neden olabilir. Bu durumun tam tersi şekilde plazma glikoz
konsantrasyonunun sürekli yükselmesi diyabetin karakteristik bir özelliğidir. Plazma glikoz
düzeyinin yükselmesi (hiperglisemi) ( 15 milimoların üzerine çıkması ) osmotik etkiyle diüreze
neden olur. Bu durum şiddetli olduğu zaman dehidratasyon hipotansiyon ve vasküler
kollapsa yol açabilir.


PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

İnsülin Sekresyonu:


İnsülin sekresyonu sadece langerhans adacıklarının beta hücreleri tarafından yapılır. 11.
kromozomun kısa kolunda tek bir gen tarafından kodlanır. Bunun uyarılması için adacıklara
glikoz gelmesi gerekir ve bu şekilde insülin sentezi ve sekresyonu başlar.

Sentez gen ürününün transkripsiyonu ile başlar. Tam uzunlukta bir haberci mRNA tarafından
kodlanan preproinsülin üretilir. mRNA, 5’ ucundan başlayarak bir öncül sekansı ve daha
sonra gelen B, C ve A peptid alanlarını kodlar. Bu prepro hormon sentezlendiğinde yaklaşık
24 aminoasitlik öncül dizisi, granüler endoplazmik retikulum içerisine girerken ayrılır ve
sonuçta B, C ve A bölgelerini içeren proinsülin kalır.

Transgolgi proinsülini paketleyip sekretuvar granüllerini oluştururken bir yandan da


proteazlar devreye girer ve buradaki C bölgesini ayırır, geri kalan A ve B bölgelerini de ss
bağları (2 tane disülfit bağı) ile birleştirir. Böylece insülin oluşmuş olur. Olgun insülin
molekülünün A zincirinde 21, B zincirinde 30 olmak üzere toplam 51 aminoasiti vardır. Bunlar
sekresyon granülüne geçer. C peptit de sekresyon granülüne geçer. ( az miktarda proinsülin
de geçmiş olur.)

C peptit insülin ve proinsülin sekretuvar granüllerden portal kana salınır. C peptidin hiçbir
biyolojik etkisi yoktur ama insülinle birebir molar oranda salgılanması nedeniyle insülin salımı
için kullanılan bir belirteç olarak yararlanırız. Proinsülinin de insüline benzer faaliyetleri vardır
ama molar konsantrasyonu insülinin 1/20 i kadardır ve kan şekeri düzenlenmesinde önemli
bir rolü yoktur. Portal kan içine salınan insülinin çoğu karaciğerden ilk geçişte uzaklaştırılır.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

C peptid ise doğrudan kana geçer. Bu yüzden kandaki C peptid miktarını ölçmek ne kadar
insülin salgılandığını görmek açısından önemlidir. Sonuçta C peptid idrarla tamamen atılır.

İnsülin Sekresyonunun Düzenlenmesi:

İnsülin sekresyonunun ana düzenleyicisi glikozdur. Glikoz sağlıklı bireylerde oldukça dar
aralıkta tutulur. Bir gece (ortalama 8 saat) açlıktan sonra plazma glikoz konsantrasyonu
ortalama 4-5 milimolar arasındayken yemekten sonra yükselir. (10 milimoları geçmez)
plazma glikoz konsantrasyonundaki bu artışlar insülin salgılanmasında belirgin bir artışa
neden olur. Plazma glikoz konsantrasyonundaki %20 lik bir azalma bile plazma insülin
konsantrasyonunu düşürür. Yemeye ve aç kalmaya yanıt olarak plazma glikoz
konsantrasyonundaki değişim insülin sekresyonunun ana belirleyicisidir.

İntravenöz olarak kilogram başına yarım kilogram glikoz yüklemesi yapıldığında plazma glikoz
konsantrasyonu oral yolla verilen glikozdan daha hızlı yükselir. Plazma glikoz
konsantrasyonunda böyle hızlı bir yükselme insülin sekresyonunun 2 ayrı safhasına yol açar.
Akut faz denilen ilk fazda insülin yanıtı sadece 2-5 dk sürer. İkinci fazda ise kan glikoz düzeyi
yüksek kaldığı sürece devam eder.

İntravenöz glikoz yükselmesine karşı akut faz insülin yanıtı sırasında salınan insülin önceden
oluşturulmuş ve beta hücresi plazma membranına yerleştirilmiş sekretuvar veziküllerde
paketlenmiş insülinden kaynaklanmaktadır. İkinci faz insülin yanıtı ise yeni sentezlenmiş
insülinin katkısıyla birlikte veziküller içinde önceden oluşturulmuş insülinden kaynaklanır. Bir
kişi glikoz ya da karışık bir yemek tükettiğinde plazma glikoz konsantrasyonu yavaş bir şekilde
yükselir. Plazma glikoz düzeyi gastrik boşalmaya ve bağırsaktan emilime bağlıdır. Plazma
glikoz konsantrasyonu yavaş arttığından akut faz insülin yanıtı artık kronik yanıttan ayırt
edilemez ve bu durumda insülin sekresyonunun tek bir fazı belirgindir. Bununla birlikte oral
glikoz uygulamasına karşı oluşan toplam insülin yanıtı plazmada glikoz konsantrasyonundaki
değişimlerle kıyaslandığında glikozun intravenöz uygulamasından daha fazladır. Bu farklılığa
inkretin etkisi denilmektedir.

İnkretin Etki: Oral yolla alınan glikozun intravenöz yolla verilen glikoza göre daha fazla insülin
sekresyonuna yol açmasıdır.


PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

Pankreatik Beta Hücrelerinden İnsülin Sekresyonunun Tetiklenmesi:

Sadece glikoz değil diğer şekerlerde (galaktoz, mannoz) beta hücrelerine girer ve beta
hücreleri bunları metabolize eder. Bunlardan her biri adacıklardan insülin sekresyonunu
tetikleyebilir. Beta hücresine taşınan ama metabolize edilemeyen heksozlar insülin
sekresyonunu uyarmazlar. Bazı aminoasitler (özellikle arjinin ve lösin ) , küçük ketoasitler ve
ketoheksozlar zayıf şekilde insülin sekresyonunu uyarırlar. Aminoasitler ve ketoasitler sadece
sitrik asit siklusu yoluyla oksidasyon metabolik yolunu kullanırlar. Glikoz insülin
salgılanmasını 7 aşamalı bir süreçle tetikler.

1. Glikoz kolaylaştırılmış difüzyon yolu ile GLUT2 dediğimiz glikoz taşıyıcısıyla beta
hücresine girer. (aminoasitler ise farklı taşıyıcı gruplarla beta hücresi içerisine
girmektedirler.)
2. Hücreye giren glikoz, glikokinaz enziminin varlığında glikolize ve aynı zamanda sitrik
asit döngüsü yoluyla oksidasyona uğrar. ADP nin fosforilasyonu gerçekleşir ve ATP
konsantrasyonunda artış meydana gelir. Bazı aminoasitlerde sitrik asit döngüsüne
girerler. ATP/ADP oranı, NADH/NAD oranı ve NADPH/NADP oranı bu süreçlerde artar
3. Artan oranlar potasyum kanallarının kapanmasına neden olur.
4. Hücre zarının potasyum iletkenliğinin azalması beta hücrelerinin depolarize olmasına
neden olur.
5. Bu depolarizasyon voltaj kapılı Ca kanallarını aktif hale getirir.
6. Ca geçirgenliğinin artması Ca’un hücre içine geçişini artırır. Hücre içinde Ca miktarı
artar. Ayrıca hücre içi kaynaklı Ca salınımı da tetiklenir.
7. Ca konsantrasyonunun hücre içinde artması Ca kalmodilin fosforilasyon kaskatının
aktivasyonuna yol açarak insülin salgılanmasına neden olur.

Bu yola ek olarak başka salgılatıcıların da etkisi vardır. Fosfolipaz C (PLC) ya da adenilozsiklaz


yoluyla insülin sekresyonu modüle edilebilir. Örneğin glukagon, adenilaz siklazı aktive
ederek, cAMP miktarını artırarak ve protein kinaz A yı (PKA) aktive ederek insülin
salgılamasını uyarır.

İnsülin sekresyonunu inhibe eden somatostatin, adenilaz siklazı inhibe ederek bu etkiyi
gösterir.

Otonom sinir sistemi tarafından adacık hücreleri hem sempatik hem de parasempatik olarak
yoğun bir şekilde innerve edilir. Sinir sinyallerinin birçok durumda beta hücresinin yanıtında
önemli görevleri vardır. Beta adrenerjik uyarım adacıkların insülin sekresyonunu adenilaz
siklazın aktivitesini artırarak gerçekleştirirken alfa adrenerjik uyarım ise adenilaz siklaz
aktivitesini azaltarak sekresyonu engellemektedir.

Norepinefrin ve sentetik alfa adrenerjik agonistler, insülin salınımını hem bazal olarak hem
de hiperglisemik cevaba karşı baskılarlar.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

Pankreastaki postsinaptik sempatik sinirlerden salınan norepinefrin, betadan daha çok alfa
adrenoreseptörleri uyardığından çölyak sinirleri vasıtasıyla sempatik uyarım insülin
salgılanmasını inhibe eder. Alfa adrenerjik stimülasyonun aksine asetilkolin salınımına neden
olan vagus siniri yoluyla parasempatik uyarım ise insülin salgılanmasında bir artışa neden
olur.


Max. oksijen konsantrasyonunun %70 i ile yapılan 30 dakikalık bisiklet egzersizinde insülin
seviyesi düşer. Ortadaki küçük grafikte gösterildiği gibi egzersiz şiddeti arttıkça plazmaya
geçen insülin miktarı azalır ama çok şiddetli egzersiz yapılırsa (anaerobik şiddette bir
egzersiz) bir miktar yükselir.

Egzersiz sırasında insülin sekresyonu alfa adrenerjik inhibisyon ile azalır. Bunun amacı
egzersiz sırasında hipoglisemiyi önlemektir. Egzersizde kas dokusu plazma insülin
konsantrasyonu düşük olduğunda bile glikoz kullanır. İnsülin düzeyi artarsa kas tarafından
glikoz kullanımı arttığından hipoglisemi olur. İnsülin konsantrasyonunun artışı lipolizisi ve yağ
hücrelerinden yağ asidi mobilizasyonunu önleyerek kasın glikoza alternatif bir yakıt olarak
kullanabileceği yağ asidi varlıklarını da azaltır. Dahası, insülin konsantrasyonundaki artış
karaciğer tarafından glikoz üretimini azaltır. Egzersiz sırasında insülin sekresyonunun
baskılanması kasın aşırı şekilde glikoz alımını engeller. Eğer kasın glikoz alımı, karaciğerin
glikoz üretme kapasitesini aşarsa bu durum şiddetli hipoglisemiye yol açar, beyni riske atar
ve herhangi bir egzersizin bile kötü bir şekilde sonuçlanmasına neden olabilir.


PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

Sinirsel ve humoral faktörlerin insülin sekresyonunun düzenlenmesini sağladıkları bir diğer


önemli durum da beslenmedir. Besin alımı birçok vücut dokusunda karmaşık bir dizi nöronal,
endokrin ve diğer sinyalleri tetikler. Besin alımından önce oluşan sefalik faz gastrik asit
sekresyonuna ve plazma insülin düzeyinde hafif artışa neden olur. Her ikisi sonucunda
yanıtın ortaya çıkmasına vagus siniri aracılık eder. Sefalik fazdan sonra yiyecek alınmazsa kan
glikoz konsantrasyonu hafifçe düşer ve insülin salgısı baskılanır. Eğer yiyecek alınırsa
adacıklardaki postgangliyonik vagal lifler tarafından salgılanan asetilkolin beta hücrelerinin
glikoza karşı oluşturdukları insülin yanıtını artırır.

Bir kişi glikoz çözeltisini içtikten


sonra salınan toplam insülin miktarı
aynı miktarda glikozun intravenöz
uygulandığında oluşandan daha
fazladır. Bu gözlem oral glikoz
uyaranına karşı adacık beta
hücresinin yanıtını artıran enterik
faktörlerin yani inkretinlerin
araştırılmasına neden olmuştur.
Barsak hücreleri tarafından sindirim
sırasında salgılanan ve insülin
salgılanmasını artıran 3 peptid
bilinmektedir.

Ø I hücrelerinden salgılanan kolesistokinin


Ø L hücrelerinden salınan glukagon benzeri peptid I (GLP I)
Ø K hücrelerinden salgılanan gastrik inhibitör polipeptid (GİP)

İnsülin Reseptörü ve İnsülinin hücre içindeki Etki Mekanizması:

İnsülin portal dolaşıma salındığı


zaman önce karaciğere gider ve
burada yarısından fazlası
karaciğerde kalır. Dolaşıma geçen
insülin diğer dokulardaki tirozin
kinaz reseptörlerine bağlanır.
İnsülin reseptörlerinin hücre dışı α
ve transmembran uzanan β
üniteleri bulunmaktadır. α
ünitesinde çoklu bir glikolizasyon
bölgesi vardır. β zincirleri
membranda bulunan bir hücre dışı
bölüm ve bir hücre içi bölüme
sahiptir. Reseptörün β ünitesi hücre
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

dışı bölgesinde glikozile olur. Reseptör glikozilasyonu, insülinin bağlanması ve aktivitesi için
gereklidir. İnsülin, reseptörünün α zincirleri bölgesine bağlandığında hücre içinde bulunan β
zincirlerinin tirozin kinaz aktivitesinde belirgin bir artış olur. İnsülin reseptörü hem kendini
hem de hücre içinde bulunan diğer molekülleri tirozin bölgesinden fosforile eder.


Tirozin fosforilasyonu ile insülin reseptör substrat (IRS 1-4) olarak bilinen sitozolik protein
ailesinde ve aynı zamanda src hemoloji C terminali (SHC) aracılığıyla hedef dokuların hücre
membranlarında insülin sinyalinin iletilmesi gerçekleşmektedir.

IRS proteinleri yerleşik proteinlerdir. Farklı alt bölgelerde bulunan efektör proteinler bunlara
bağlanır ve aktive olurlar. IRS I genellikle özel motiflerinde en az 8 tirozin içeren SH2
bölgesine bağlanır ve tek bir IRS molekülü eş zamanlı olarak birden fazla yolağı aktive eder.
İnsülin reseptörüyle yakın bir ilişkiye sahip olan IGF I reseptörü de IRS proteinleri aracılığıyla
etki yapar. Burada tirozin fosforilasyonu ile tetiklenen 3 ana sinyal yolağı vardır.

1. PI3K yolağı: PI3K ( fosfotidil inozitol 3 kinaz ) bir membran lipidi olan PIP2 yi fosforile
ederek PIP3 oluşumuna yol açar. Glikoz ve protein metabolizmasındaki major
etkilerden sorumludur.
2. Ras sinyal yolağı: bu yolak 2 farklı şekilde başlayabilir. İnsülin reseptörü SHC yi
fosforile ederek başlayabilir ya da büyüme faktörü reseptör bağlı protein (GRP2) IRS
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

ye bağlanır ve aktif hale gelir. Burada hem fosforile SHC hem GRP2, Ras sinyal yolağını
tetikleyerek gen ekspresyonunda ve büyümede artış meydana getirir.
Farelerde genlerin delesyon çalışmaları IRS 1 delesyonunun diyabete neden
olmadığını ama büyümeyi azalttığını göstermiştir. Ama IRS 2 delesyonunun
pankreatik β hücrelerinde bozulmuş insülin salınımına neden olarak diyabet
oluşturduğu görülmüştür.
3. SH2 (Src homology domain 2) içeren proteinlerin aktivasyonu: Bu yolak SH2 içeren
proteinlerin fosfotidil inozitol trikinaz ve GRP den başka insülin reseptörü ya da IRS
proteinlerinde bulunan spesifik fosfotirozin gruplarına bağlanmasıyla başlar.

İNSÜLİN ETKİSİ:

İnsülin etkisini 3 temel organda gösterir. Bunlar karaciğer, kas ve yağ dokusudur. Karaciğerde
insülin glikozun glikojen depolarına ve triaçil gliserollere dönüşümünü tetikler. Pankreatik
venler, portal venöz sistem içine aktığından pankreastan salgılanan tüm hormonlar sistemik
dolaşıma girmeden önce karaciğere taşınır. İnsülin hormonu için karaciğer, hem etkisini
gösterdiği hedef bir doku hem de esas olarak konsantrasyonunun azaldığı bir yer (insülinin
yaklaşık %60 ı karaciğerde kalır). Karaciğerde konsantrasyon azaltılmadan önce portal venöz
kandaki insülin konsantrasyonu sistemik dolaşımdaki konsantrasyondan 3-4 kat fazla olabilir.
Bu nedenle hepatosit nispeten yüksek insülin konsantrasyonu içerir ve buna bağlı olarak
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

plazmada akut insülin konsantrasyonu değişikliklerine karşı daha iyi yanıt verir. Yemek
yedikten sonra beta hücrelerinin glikoz, sinirsel ve inkretin uyarılarıyla tetiklenmesi sonucu
plazmada insülin konsantrasyonu artar. İnsülinin artışı karaciğerde enerji metabolizmasında
yer alan 4 ana sürecin etkinliklerini de artırır.

Plazma insülin konsantrasyonundaki fizyolojik artışlar glikojenin parçalanmasını ve


kullanımını azaltırken plazma glikozundan glikojen yapımını artırmaktadır. Her ne kadar orta
derecede artmış insülin seviyesi glikoneogenezin devam etmesine izin verse de hepatositler
glikojenik ürünü glikoz 6 fosfat olarak dolaşıma vermek yerine glikojen olarak depolar.
Yüksek konsantrasyonlarda insülin, aminoasitlerin glikoz 6 fosfata glikoneojenik
dönüşümünü de inhibe eder.

Glikoz kendisinin kolaylaştırılmış difüzyonuna aracılık eden GLUT2 kanalı yoluyla kandan
hepatosite girer. GLUT2 insülin yokluğunda bile karaciğer plazma membranında bol miktarda
bulunur ve aktivitesi insülin tarafından etkilenmez. İnsülin, glikozdan glikojen sentezini
glikokinaz ve glikojen sentazı aktive ederek uyarmaktadır. Glikojen sentaz çok sayıda serin
fosforilasyon sahası içerir. İnsülin proteinin net bir defosforilasyonuna neden olur ve böylece
enzimin aktivitesini artırır. Glikojen sentaz aktive edilirken aynı zamanda hem insülin hem de
glikozdaki artış glikojen fosforilaz aktivitesini azaltır. Bu enzim glikojen yıkımı için hız
kısıtlayıcıdır. Glikojen sentazı defosforile eden ve dolayısıyla aktive eden enzim fosforilazları
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

da defosforile eder ve böylece insülin karşıt enzimler üzerindeki zıt etkileriyle net etki olarak
glikojen oluşumunu teşvik eder.

İnsülin ayrıca glikoz 6 fosfotazı inhibe eder. Aksi halde glikoz 6 fosfat, glikojenoliz ve
glikoneogenezden türetilen glikoza dönüştürülürdü. Glikojen hem karaciğer hem de kasta
karbonhidratın önemli bir depo formudur. Yiyecek alımından sonra vücutta depolanan
glikojen saatler sonra bile glikoz kaynağı olarak kullanılabilir. İnsülin karaciğer tarafından
alınan glikozun bir kısmının da pirüvata dönüştürülmesini sağlar ve tersine glikoneogenez için
pirüvat ve diğer 3 karbonlu bileşiklerin kullanımını azaltır. İnsülin glikokinaz enziminin
transkripsiyonunu indükler. Böylece glikozun glikoz 6 fosfata fosforilasyonundan ve glikoz
metabolizmasının başlatılmasından sorumlu olan bu enzimin sentezinin artmasına neden
olur. Glikolizi teşvik etmek ve glikoneogenezi azaltmak için insülin bir glikoz metaboliti olan
fruktoz bifosfatın sentezini indükler. Bu bileşik glikozda kilit bir düzenleyici enzim olan
fosfofruktokinazın güçlü bir allosterik aktivatörüdür. İnsülin ayrıca pirüvat oluşturan
pirüvatkinaz ve pirüvat oksidasyonunda ilk adımı katalizleyen pirüvat dehidrogenazı uyarır.
Son olarak heksozmonofosfat şantı ile glikoz metabolizmasını da uyarmaktadır.

İnsülin birkaç adımda glikoneogenezi inhibe eder. Fosfoenolprüvatkarboksikinaz enzimini


kodlayan genin transkripsiyonunu azaltır. Böylece glikoneogenez yolağın erken safhasında
okzaloasetattan fosfoenol pirüvat oluşturmak için gerekli olan anahtar bir düzenleyici
enzimin sentezini azaltır. Fruktoz bifosfatın artan seviyeleri, glikoneojenik yolağın bir parçası
olan fruktoz 1,6 fosfotaz aktivitesini de inhibe eder. Böylece glikoneogenez inhibe edilmiş
olur.

İnsülin, temel düzenleyici enzimlerin allosterik ve kovalent modifikasyonu yoluyla ve ayrıca


yeni enzimlerin transkripsiyonu ile yağların depo edilmesini uyarırken yağ asitlerinin
oksidasyonunu inhibe eder. Glikolizden elde edilen pirüvat artık yağ asitlerini sentezlemek
için kullanılabilir. İnsülin karaciğerde yağ asidi sentezinde ilk kararlı adım olan asetil coA
karboksilaz 2 nin fosforilasyonuna neden olur. Bu defosforilasyon allosterik olarak karnitil
karnitil asetil transferazı inhibe eden malonil coA sentezinde artışa neden olur. Böylece
malonil coA yağ asidi taşınmasını ve oksidasyonunu inhibe eder. Aynı zamanda insülin, yağ
asitlerini üreten yağ asit sentazı uyarır. Böylece malonil coA ve yağ asitlerinin oluşumunu
hızlandırır ancak yağ asidi oksidasyonunu önlediği için bu hormon karaciğerde triaçilgliserol
oluşturmak üzere yağ asitlerinin gliserol ile esterleşmesini destekler.

Karaciğer triaçilgliserolleri lipid damlacıklarında depolayabilir ve çok düşük yoğunlukta


lipoprotein olarak serbest bırakır. Bunlar karaciğeri hepatik ven yoluyla terk eder. Kas ve yağ
dokusu daha sonra VLDL parçalarındaki lipidleri alır ve onları ya depolar ya da yakıt için
okside eder kullanır. Böylece transkripsiyonun, allosterik aktivasyonun ve protein
fosforilasyonunun düzenlenmesi ile insülin, karaciğerde yağın sentez ve depolanmasını
artırırken oksidasyonu azaltmış olur.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

İnsülin karaciğer ve diğer vücut dokularının tercihen karbonhidratları


kullanmalarını sağlar. İnsülin;

• Hepatik karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasından sorumlu çoklu düzenleyici


enzimlerin aktivitesini modüle eder.
• Karaciğerin kandan glikoz almasına ve glikozu glikojen olarak depolamasına ya da
pirüvata parçalamasına neden olur.
• Pirüvat, glikoz karbon atomlarının yağ olarak depolanmasını sağlar.
• İnsülin, normalde karaciğer tarafından kullanılan ATP nin çoğunu sağlayan yağ
oksidasyonunu da azaltır.

İnsülinin Kastaki Etkisi:


Kas insüline en çok duyarlı dokulardandır ve insülin aracılı glikoz alımının ana bölgesidir.
İnsülinin kas üzerindeki etkisi 4 temel noktada toplanabilir.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

1. Kasta karaciğerin aksine glikoz, temel olarak insüline duyarlı bir glikoz taşıyıcısı
olan GLUT4 ile plazma membranından geçer. İnsülin önceden oluşturulmuş
taşıyıcıların hücre stoplazmasındaki bir membranöz bölmeden plazma
membranına alınmasını içeren bir işlem ile hem kas hem de yağ dokudaki GLUT4
ü belirgin bir şekilde uyarır.
2. Hekzokinaz enzimi aracılığıyla glikojen sentazı aktive ederek glikozun glikojene
dönüşümünü artırmaktadır.
3. İnsülin, fosfofruktokinaz ve pirüvat dehidrogenaz aktivitesini artırarak glikozu ve
oksidasyonunu artırmaktadır.
4. Protein sentezini uyarıp var olan proteinlerin yıkımını yavaşlatır. Sonuç olarak güç
ve hareketin korunmasında bariz yararlı etkilere sahip olan kas proteininin
korunmasını sağlamaktadır.

Glikoz kullanımındaki insülin kaynaklı artış kasın yağ kullanımının azaltılmasına ve


triaçilgliseroller olarak depolanmasına neden olur. Triaçilgliseroller dolaşımdan çıkar ve
burada depolanır. Depolanan triaçilgliseroller ve glikojen kasın egzersiz yapması veya ısı
üretmesi istendiğinde kullanılacak önemli bir enerji kaynağı olarak burada muhafaza edilir.

Egzersiz ve insülinin iskelet kasının üzerindeki etkilerinde ilginç paralellikler vardır. Her ikisi
de GLUT4 taşıyıcısını güçlendirerek ve glikoz oksidasyonunu artırarak kasa glikoz alımını
artırmaktadır. Ayrıca egzersiz ve insülin sinerjik etkilere de sahiptir. Klinik olarak bu sinerji
egzersiz ile uyarılan insülin duyarlılığında belirgin bir artış olarak kendini gösterir ve diyabetli
hastaların tedavisinin bir parçası olarak kullanılır.

İnsülin kasta;

• Karaciğerde olduğu gibi birden fazla bölgede etki ederek hücresel yakıt
metabolizmasını yönlendirir.
• Her iki dokuda da insülin karbonhidrat oksidasyonunu artırarak vücut proteinlerini ve
yağ depolarını korur.
• Oksidatif bir yakıt olarak derhal kullanılan aşırı miktarda alınan karbonhidrat ya
karaciğerde ve kasta glikojen olarak ya da karaciğerde lipide dönüştürülerek yağ
dokusu ve kasa verilir.

İnsülinin Yağ Dokusu Üzerindeki Etkinliği:

Adipositlerde insülin glikoz alımını ve depolamak için triaçilgliserollere dönüşümünü


uyarmaktadır. Yağ dokusu da kas dokusu gibi insüline duyarlı GLUT4 glikoz taşıyıcısı içerir.
İnsülin, glikozun triaçiilgliserolleri sentezlemek için kullanılacak olan metabolitlere yıkılmasını
uyarmaktadır. Kas veya karaciğere alınan glikozun küçük bir kısmı glikojen olarak depolanır
bunun yerine adipozit, glikozun büyük kısmını triaçilgliserollere esterleştirmek için kullanılan
α gliserol fosfata metabolize etmektedir. Esterleşme için kullanılmayan glikoz ise asetil coA,
malonil coA ve yağ asitlerini oluşturmak üzere görev yapar. İnsülin, pirüvat dehidrojenaz ve
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

asetil coA karboksilaz enzimlerini uyarmak suretiyle glikozun yağ asidine dönüşümünü
kolaylaştırır.

İnsülin basit kütlesel eylemlerle triaçilgliserollerin oluşumunu teşvik eder. Artmış α gliserol
fosfat seviyeleri triaçilgliserolleri oluşturmak üzere yağ asitleri ile esterleşmesini artırır. Yağ
asitlerinin çoğu kandaki şilomikron ve VLDL lerden kaynaklanmaktadır. Onlar adipositlere
girerler. Yağ hücresinin kütlesinin çoğunu oluşturan lipid damlacıklarında bulunan
triaçilgliserolleri ayırır. İnsülin triaçilgliserolleri diaçilgliserollere dönüştüren adipoz
triaçilgliserol lipaz aktivitesini ve diaçilgliserolleri monoaçilgliserollere dönüştüren hormon
duyarlı lipaz aktivitesini azaltır. Yağda bu enzimler depolanmış triaçilgliserollerin diğer
dokulara ihraç edilmek üzere yağ asitlerine ve gliserole dönüşmesini inhibe etmiş olur.

İnsülinin yağ dokusunda diğerlerinden farklı bir etkinliği daha vardır. Lipoprotein lipaz
sentezini indükler. Lipaz adipoz doku içinde değil de damar endoteli üzerinde etkisini
gösterir. Ordaki şilomikron ve VLDL lerdeki triaçilgliserollere etki ederek onları gliserol ve yağ
asitlerine dönüştürür ve bunlar daha sonra adipoz doku içine girerler ve triaçilgliserolleri
oluştururlar. Bu mekanizma insülinin adipoz dokuda lipid depolanmasını teşvik edebileceği
bir diğer önemli yol olarak karşımıza çıkar.


PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

GLUT4 kas ve yağ dokuda dokuların stoplazmasında bulunurken diğerleri hücre


membranındadır.

GLUKAGON


Pankreas adacıklarından salgılanan vücut enerji metabolizmasının düzenlenmesinde rol
oynayan diğer önemli hormonumuzdur.

Proteinin alınması glukagon salgılanmasının başlıca fizyolojik uyaranıdır.

Glukagonun ana hedef dokusu karaciğerdir. İnsülin gibi glukagonda ilk olarak portal dolaşıma
salgılandığından hepatik metabolizmayı düzenlemek için anatomik olarak iyi bir
pozisyondadır.

Protein sindirimiyle salınan aminoasitler başlıca glukagon salgılatıcısı gibi görünse de


glukagonun karaciğerdeki esas etkileri karbonhidrat ve lipit metabolizmasının
düzenlenmesidir.

Glukagon glikojenoliz, glikoneogenez ve ketogenezin uyarılmasında özellikle önemlidir.

Glukagon sadece karaciğere etki etmez ayrıca kalp ve iskelet kası üzerinde glikojenolitik
etkiye, yağ dokusunda lipolitik etkiye ve çeşitli dokularda proteolitik etkiye sahiptir.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

Birçok durumda glukagonun karaciğer üzerindeki etkileri insülin etkilerini antogonize etme
şeklindedir.


Glukagon langerhans adacıklarının α hücreleri tarafından sentezlenen 31 aminoasitli bir
peptid. Molekül ağırlığı yaklaşık 3500 dalton. Glukagon geni insanlarda 2. kromozom
üzerinde bulunuyor. Başlangıç gen ürünü preproglukagonu kodlayan mRNA dır. İnsülinde
olduğu gibi bir peptidaz proglukagon oluşturacak şekilde granüler endoplazmik retikulumda
mRNA nın translasyonu sırasında preproglukagon sinyal dizisini kaldırır. α hücrelerindeki
proteazlar daha sonra proglukagonu olgun glukagon molekülüne ve çeşitli aktif peptidlere
ayırır.

Barsak içindeki nöroendokrin hücreler yani L hücreleri ise proglukagonu glukagona


dönüştürmek yerine güçlü bir inkretin olan GLP-1 ve diğer peptidleri oluşturmak üzere farklı
şekilde işler. Olgun glukagon molekülü α hücresinin başlıca salgı ürünüdür. İnsülinde olduğu
gibi tamamen işlenmiş glukagon molekülü molekülün hücre sitozolü içinde salgı
keseciklerinde depolanır. Aminoasitler başlıca salgılatıcısıdır. GLP-1 glukagon sekresyonunu
inhibe eder. Hem glikoz hem de bazı aminoasitler β hücreleri tarafından insülin
sekresyonunu uyarırken sadece aminoasitler α hücreleri tarafından glukagon salgılanmasını
uyarır. Glikoz glukagon sekresyonunu inhibe eder. α hücrelerinin aminoasitleri ya da glikozu
tanıdığı sinyal mekanizması bilinmemektedir. Glukagon inkretinler gibi güçlü bir insülin
salgılatıcısıdır. Bununla birlikte α hücrelerinin çoğu β hücrelerinin aşağısında yer aldığından
glukagonun insülin sekresyonu üzerinde önemli bir parakrin etki gösterme olasılığı
bulunmamaktadır. Barsaktaki nöroendokrin hücrelerde proteazlar proglukagonun α
hücrelerinden farklı işler. L hücreleri 4 tane peptid fragmanı üretmektedir.

• GLP-1
• IP-2
• GLP-2
• Glisentin (glukagonun aminoasit dizilimini içermesine rağmen glukagon reseptörüne
bağlanmaz.)
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

Karbonhidrat veya protein alımına yanıt olarak barsak tarafından dolaşıma salınan GLP-1,
insülin sekresyonunu uyaran en güçlü inkretinlerden biridir.

Glukagonun Karaciğerdeki Etkisi:

Glukagon karaciğerde hepatik glikoz üretimi ve ketogenezin önemli bir düzenleyicisidir.


Glukagon membrana bağlı adenilaz siklazı stimüle eden heterotrimerik G proteini aktive
eden bir reseptöre bağlanır. Bu siklaz tarafından oluşturulan siklik AMP birçok düzenleyici
enzimi ve protein substratlarını fosforile eden protein kinaz A yı (PKA) aktive eder. Böylece
karaciğerdeki glikoz ve yağ metabolizmasını değiştirir. Glukagon insülinin tersi etki gösterir,
glikojen sentezini inhibe eder. Glukagon ayrıca glikokortikoidlerle sinerjistik olarak genomik
etkiler yoluyla da glikoneogenezi artırmaktadır.


Gece boyunca oluşan açlıkta insülin konsantrasyonu düşük olduğunda glukagon beyin ve
diğer dokuların devam eden fonksiyonları için gerekli olan glikozu üretmek için karaciğeri
uyarır. Proteinden zengin bir yemeğin sindirimi sonucu emilen aminoasitler hepatik glikoz
üretimini inhibe edebilen karaciğer ve kas tarafından glikoz depolanmasını artırabilen insülin
sekresyonunu tetikler. Yemek karbonhidrat içermiyorsa salgılanan insülin hipoglisemiye
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ

neden olabilir. Bununla birlikte proteinden zengin yemeğe yanıt olarak salgılanan glukagon,
insülinin karaciğer üzerindeki etkisini dengeler ve böylece glikoz üretimini korur ve
hipoglisemiyi önler.

Glukagonun önemli bir etkisi de karaciğerde ketogeneze yol açabilen yağ oksidasyonunu
uyarmasıdır. Glukagon hepatik lipit metabolizmasında önemli bir düzenleyici rol
oynamaktadır. Yağ asitlerinin dış mitokondriyal membran boyunca transfer edilmesini
sağlayan CAT-1 aktivitesini artırarak dolaylı yoldan yağ oksidasyonunu uyarır. Glukagon bu
uyarımı karaciğer tarafından yağ asitlerinin sentezinde ilk işlenen ara madde olan malonil
coA yı üreten asetil coA karboksilazı inhibe ederek oluşturur. Mitokondriye yağ asidi taşınım
oranı, ADP yi fosforile etmek için karaciğerin ihtiyaç duyduğundan fazla olursa yağ asitleri
kısmen oksitlenecektir. Bu durum 3 keton cisimciklerinden ikisi olan beta hidroksi bütirik asit
ve asetik asit isimli ketoasitlerin birikmesiyle sonuçlanır. Bu ketoasitler diğer dokular
tarafından oksidatif yakıt olarak kullanılmak üzere mitokondri ve karaciğeri terk edebilir.
Açlık durumunda insülin azalması ve glukagondaki artış ketogenezi destekler. Bu işlem
ketoasitleri yakıt olarak kullanabilen ama yağ asitlerini kullanamayan santral sinir sistemi için
hayati öneme sahiptir. Açlığa adaptasyonda glukagon, yağ asitlerinin ketonlara dönüşümünü
teşvik etmede önemli rol oynar ve beyne açlık durumunda fonksiyonunu sürdürmesi için
ihtiyaç duyduğu yakıtı sağlar.

Hepatik glikoz ve lipit metabolizması üzerindeki etkilerine ek olarak glukagonun aynı


zamanda adipoz dokuda lipolizi ve kasta proteolizi hızlandırıcı ekstra hepatik etkileri de vardır
ancak glukagon bu etkilerini genellikle sadece yüksek konsantrasyonda gösterebilir ve etkiler
yüksek glukagon konsantrasyonuyla ilişkili bazı patolojik durumlarda (örn. ketoasidoz ve
sepsiz) önemli olsa da glukagonun günlük eylemlerinde çok önemli gözükmemektedir.

SOMATOSTATİN

Pankreatik adacıkların delta hücrelerinde aynı zamanda GİS in D hücrelerinde ve


hipotalamusta santral sinir sisteminin bazı bölgelerinde üretilir.

SOMATOSTATİN:

Ø Büyüme hormonu
Ø İnsülin
Ø Glukagon
Ø Gastrin
Ø VIP
Ø TSH salgılanmasını inhibe eder.

İREM BAŞBUĞ


Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

TİROİD BEZİ HORMONLARI, FONKSİYONLARI


NOT:Bu notu hocamızın sisteme yüklediği anlatımı esas alarak yazdım iyi çalışmalar dilerim.

Bu derste işlenecek konular;

Tiroid hormonlarının sentez mekanizmaları


Tiroidin fonksiyonları ve tiroid hormonlarının etkilerinin düzenlenmesi
Tiroksin ve Triiyodotironin’in fonksiyonlarının karşılaştırılması
Tiroid fonksiyonlarını düzenleyen feed-back halka
Bazı tiroid bezi hastalıklarının fizyopatolojisi, majör semptomları ve etiyolojisi

Tiroid bezi boyunda ön


kısımda bulunuyor ve
trakeanın önünde küçük bir
papyon gibi
uzanıyor.Yetişkinlerde
normal ağırlığı 20 gr
civarında.Sağ ve sol
loblardan ve küçük bir
bağlantı bölümünden
isthmustan oluşuyor.
Tiroid bezi endokrin bezler
arasında rutin bir klinik
muayene sırasında kolayca
görülebilen ve palpe
edilebilen tek endokrin bez.
Biyokimyasal düzeyde aktif hormon üretimi için bir eser element, yani iyot gerektiren tek
hormon çeşidi de tiroid hormonudur.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Tiroid hormonunun fizyolojisinin bir diğer alışılmadık özelliği tiroid kolloidi adı verilen
oldukça proteinli bir materyal içerisinde hücre dışı bir bölgede depolanmasıdır.

Bu materyal içerisinde ana protein tiroglobulin(TG) olup esas yapısının bir parçası olarak
tiroid hormonları; tetraiyodotironin veya buna T4 ya da tiroksin adını veriyoruz ve
triiyodotironin kısaca T3 içeriyor.

Prohormon olan tiroglobulin tiroid hormonlarının sentezinden sorumlu olan tiroid folliküler
hücreleri ile çevridir.Folliküler ünitenin bir parçası olmayan tiroidin C hücreleri (parafolliküler
hücreler) başka bir hormon olan kalsitonini sentezlerler.

Tiroid hormonlarının fizyolojik etkilerinin de çeşitli benzersiz yönleri vardır. Büyük bir protein
olan tiroglobulin(TG) ‘den türemiş olmasına rağmen T4 ve T3 peptit değil. Peptit
hormonların veya tekli amino asitlerden türetilen hormonların mesela katekolaminlerin
aksine T4 veya T3 için hücre membranıı reseptörleri de mevcut değil, bunun yerine steroid
hormonlar gibi tiroid hormonları esas olarak nükleer reseptörlere bağlı olarak etki gösterir ve
hücre proteinlerinin transkripsiyonunu düzenler.

T3 ve T4 birden fazla doku üzerinde etki eder ve normal gelişim, büyüme ve metabolizma için
gereklidir.

İki aktif tiroid hormonu olan; T4 (tiroksin, tetraiyodotironin) ve T3(triiyodotironin) yapılarını


yukarıdaki şekilde görmekteyiz.

T3 ,T4 ten daha aktiftir.

Ayrıca bilinen biyolojik etkiye sahip olmayan bir de reverse T3 vardır. Burada bunun iyot yeri
-tek iyot yeri- farklı olarak yani iç ve dış halkadaki iyotlar farklı yerleşim göstermiştir.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Tiroid hormonlarının sentezi tiroid


tarafından iyot yakalanması ile başlar.

İyot ,tiroid hormonlarının sentezi için


zorunlu. Doğada, toprakta var olan bir eser
element olarak bulunur ama iyot eksikliğine
dayalı endemik guatr vakalarından sonra
artık birçok gıdaya dahil edilmeye
başlanmıştır.

Günlük diyetle biz yaklaşık olarak 400µg


civarında iyot alırız.

Günlük ihtiyaç olarak;

Yetişkinlerde 150 µg

Çocuklarda 90 -120 µg

Gebelerde 200 µg civarında iyot alınması


gerekiyor.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Burada anlatılanlar bir önceki sayfadaki şekille ilgili;

İyot anyonu gastrointestinal kanal yoluyla emilir. Tiroid folliküler hücrenin bazolateral
membranında yani kana bakan yönde özel bir Sodyum/İyot (Na/I) Transporterı (taşıyıcısı)
buna Sodyum/İyot (Na/I) Simporter’dan gelen NIS veya SLC5A5 adı da veriliyor, bununla
aktif olarak alınır.

NIS; zarın iki tarafında uzanan 13 parçaya sahip olduğuna inanılan 65 kDa’luk bir integral zar
proteinidir. Bu protein 2 sodyum(Na) ve 1 iyotu(I); iyotun elektrokimyasal gradiyentine karşı,
sodyumun ise elektrokimyasal gradiyent enerjisini kullanarak follikül hücresinin içine
hareket ettirir. Birçok başka anyon da :Perklorat (ClO₄⁻), Perteknetat ( TcO⁻), Tiyosiyanat
([SCN] ⁻) gibi tiroid bezi tarafından alım için iyot ile rekabet edebilir. İyodür folliküler
hücreden ayrılır ve apikal zardan follikülün lümenine girer.Klor /İyot (Cl/I) Değiştiricisi
(Pendrin), buna SLC26A4 de deniyor; İyot sekresyonuna katkıda bulunduğu apikal zar
üzerinde bulunuyor. Bu proteindeki mutasyonlar büyük bir tiroid bezi yani guatr ve işitme
kaybı ile karakterize konjenital bir sendroma sebep olabilir.

Tiroid, folliküler kolloide iyot iyonu taşınmasındaki yetersizliğe bağlı


olarak tıpkı iyot eksikliği olan bir diyetle beslenmede olduğu gibi
genişler.

İyot anyonu ( I- ) follikül lümenine salgılanırken buna paralel olarak


folliküler hücre tiroglobulini (TG) lümene salınır. TG(tiroglobulin )
iyodun daha sonra ekleneceği tirozil grupları içermektedir. Yandaki
şekilde tirozil grupları görülmektedir.

TG(tiroglobulin ) molekülü follikül hücre içerisinde sentezlenen ve salgı yolunu kullanarak


follikül lümenine taşınan bir glikoproteindir. TG(tiroglobulin ) çok büyük bir proteindir, 600
kDa ve tiroid bezinin protein içeriğinin yaklaşık yarısını oluşturur. Nispeten az sayıda tirozil
kalıtı , molekül TG(tiroglobulin )başına yaklaşık 100 kadar vardır ve bunların sadece bir kısmı
iyodinasyon uğrayabilir.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

TG(tiroglobulin ) içeren salgı


vezikülleri aynı zamanda katalitik
bölgelerin vezikül lümenine
bakan integral bir membran
proteini olan Tiroid
Peroksidaz(TPO) enzimini de
taşırlar. Salgı vezikülleri apikal
membranla kaynaştıkça katalitik
bölge follikül lümeniyle yüzyüze
gelir ve iyot anyonunun( I- )
iyodine(I⁰) oksidasyonunu
katalize eder.Bu reaksiyon bir
başka apikal membran proteini olan Dual oksidaz 2 (DUOX2) tarafından salgılanan Hidrojen
Peroksit’e (H2O2 ) ihtiyaç duymaktadır.
TG(tiroglobulin ) ekzositoz yoluyla tiroid follikülü lümenine girerken sahip olduğu tirozil
grupları iyodin(I⁰) ile reaksiyona girer.

Bir veya iki oksitlenmiş iyot atomu seçici olarak TG(tiroglobulin )’in spesifik tirozil
kalıtlarına dahil edilir.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Bu sayfadaki görselleri konunun daha iyi anlaşılması için ekledim , iyi çalışmalar.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Folliküler lümende TG(tiroglobulin )’e bağlı olan tiroid hormonları kolloid damlacıklarını
içeren endositik veziküller içerisinde apikalden bazolateral membrana doğru hareket ettikçe
bir lizoendozom oluşturmak için lizozomlarla kaynaşır. Bu vezikülün içinde lizozomal enzimler
TG’i hidrolize eder, tiroksin ve T3 ile beraber aynı zamanda Diiyodotironin (DIT) ,
Monoiyodotiroin(MIT) oluştururlar .Vezikül hem tiroksin hem de T3’ü bazolateral membran
yakınına salar ve bu maddeler bilinmeyen bir mekanizma ile hücreden kan içine girerler.
Tiroid tarafından salgılanan tiroid hormonunun yaklaşık ℅90’ı T4 olarak ℅10’u ise T3 olarak
salınır.Tiroid kana çok az miktarda reverse T3 salgılar .Tiroid tarafından salgılanan T4 ,tiroid
dışı dokularda T3 ve reverse T3 ‘e metabolize olur. Dolaşımdaki T3’ün yaklaşık dörtte üçü
T4’ün esas olarak karaciğer ve böbrekte gerçekleşen periferik dönüşümden ortaya çıkar.
Dolaşımda hem tiroksin hem de triiyodotironin plazma proteinlerine yüksek oranda
bağlanır.Bu bağlanmanın çoğunda Tiroid Bağlayıcı Globulin (TBG),Albumin ve
Transtiretin(TTR) görev alır. Bu bağlayıcı proteinlerin afiniteleri özellikle T4 için ℅99,98 yani
oldukça yüksektir ve hormon proteine sıkısıkıya bağlı bir şekilde dolaşımda yer alır.T3 biraz
daha az ℅99,5 oranında proteine bağlanır. Dolaşımdaki serbest veya bağlı olmayan hormon
hedef dokulardaki tiroid hormonlarının etkilerinden sorumlu olduğundan bağlanmış hormon
miktarının fazlalığı plazma toplam T3 veya T4 miktarının tiroid hormon salgılanmasının
yeterliliğinin belirlenmesi için güvenilir bir endeks elde etme amacıyla yararlanacağı basit
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

ölçümleri kullanma kabiliyetimizi ciddi şekilde sıkıntıya sokmaktadır. Tiroid Bağlayan Globulin
(TBG) 450 aminoasitten oluşan 54kDa ‘luk bir glikoproteindir. T4 ve T3 için en yüksek
afiniteye sahiptir ve plazmada tiroid bağlama kapasitesinin çoğundan sorumludur. Tiroid
hormonlarının geniş ölçüde plazma proteinlerine bağlanması çeşitli işlevleri yerine getirir.
Dolaşımdaki tiroid hormonları için geniş bir tampon havuzu oluşturur. Böylece dolaşımda
aktif hormon konsantrasyonları dakikadan dakikaya temelde çok az oranda değişir. Plazma
proteinlerine bağlanan hem T4 hem T3’ün yarılama ömrü belirgin şekilde uzar.

Dolaşımdaki T3’ün büyük bir kısmı tiroid dışı dokularda T4’ün T3’e dönüştürülmesi ile
oluştuğundan plazma T4’ünün geniş bir havuzunun bulunması T3’ün sentezi için mevcut bir
prohormon rezervi sağlar.T3 tiroid hormonlarının biyolojik aktivitesinin çoğundan sorumlu
olduğu için bu rezervin özel bir elemanıdır.

Periferik dokular T3’ü üretmek üzere T4 ‘ü deiyodine eder, tiroid T3’ten çok fazlaT4 sentezler
ve saklar. Bu durum tiroid tarafından salgılanan T4 ‘ün T3’e olan yaklaşık 10’a 1 oranına da
yansır. Bununla birlikte vücudun bazı dokuları T4 için seçici olarak deiyodinasyon
kapasitesine sahiptir ve bu şekilde T3 veya reverse T3 üretirler. T3 ve reverse T3’ün her biri
daha da deiyodinasyona tabi tutularak çeşitli diiyodotironinlere ve monoiyodotironinlere
dönüşebilir. Hem DIT’ler hem de MIT ‘ler biyolojik olarak etkisizdir.

T3 çok daha fazla miktarda bulunan T4 ‘ten biyolojik olarak çok daha aktif olduğu için
periferik dokularda T4’ün T3’e düzenli olarak dönüştürülmesi ,aynı zamanda T4 ve T3’ün
inaktif metabolitlere dönüşümü önem taşımaktadır.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Bu dönüşümler 3 adet deiyodinaz enziminin kontrolü altındadır;

Tip 1 Deiyodinaz ( 5'/ 3'monodeiyodinaz Tip 1) ;karaciğer, böbrek, iskelet kası ve tiroitte
yüksek konsantrasyonda bulunur.Dolaşıma ulaşan T3’ün çoğunun üretilmesinden bu Tip
1 Deiyodinaz sorumludur.
Tip 2 Deiyodinaz; ağırlıklı olarak hipofiz bezi ,merkezi sinir sistemi ve plesentada
bulunur ve bu dokularda plazma kaynaklı T4’ten lokal olarak T3 üretilmesinde görev
alır. Hipofizdeki Tip 2 enzimi burada üretilen T3 ,daha sonra bahsedeceğimiz Tirotropin
yani tiroid uyarıcı hormon, tiroid stimüle edici hormon salınımının geribildirim
inhibisyonundan sorumlu olduğundan özellikle önemli.
Tip 3 Deiyodinaz; iyodu iç halkadan çıkararak reverse T3 oluşturur.

Tiroid hormonları hedef dokularda etkilerini nükleer reseptörler aracılığı ile gerçekleştirir .
Hem metabolik hem de gelişimsel etkiler yaratan tiroid hormonları pek çok vücut dokusuna
etki eder.T4 ve T3 plazmadan ayrıldıktan sonra hücre membranının lipidleri arasından
difüzyon veya taşıyıcı aracılı transport ile hücreye girer. Tiroid hormonlarının etkilerinin çoğu
hormonlar nükleer reseptörlere bağlandığı ve aktive ettiği zaman meydana gelir.

Tiroid hormonlarının etkilerinin çokluğu vücut dokularında tiroid hormon reseptörlerinin


hemen her yerde ekspresyonu ile anlaşılabilir. İki adet tiroid reseptör geninden bahsediliyor;
Alfa(α) olan kromozom 17 ‘de ve β(Beta) olan kromozom 3’te ve en azından iki adet de
tirozin β(beta) izoformundan bahsedilmektedir.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Biyolojik olarak T3 , T4’ten çok daha önemli. Bu durum dolaşımdaki T4 ‘ün toplam
konsantrasyonu, toplam T3 konsantrasyonun 50 katından daha yüksek olduğu için şaşırtıcı
değildir. Bununla birlikte T3 , üç nedenden dolayı daha büyük biyolojik aktiviteye sahiptir;

1. T4 (℅99,98) plazma proteinlerine T3 (℅99,5)’e göre daha sıkı bağlanır. Net etki
dolaşımdaki serbest T4 ve T3 miktarının karşılaştırılabilir olmasıdır.
2. Hücre T4’ün bir kısmını hücrelere girdikten sonra T3’e dönüştürür.
3. Çekirdekteki reseptörler T3 için T4 için olduğundan yaklaşık 10 kat daha fazla afinite
gösterirler.

T3 veya T4 ,çekirdekte tiroid reseptörüne bağlandığında hormona bağlı reseptör spesifik


genlerin transkripsiyonunu aktive eder veya bastırır .Tiroid hormonu reseptörü bir retinoid X
reseptörüne(RXR) bağlandığında buradaki tiroid respons elemanları(TRE) aracılığıyla
buradaki spesifik genler çoğunlukla aktive olmaktadır ama baskılanan yerler de vardır.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Tiroid hormon reseptörlerinin A’dan F’ye kadar bölgeler içerebilen nükleer reseptör süper
ailesine sahip olduğu söylenmiştir.

Tiroid hormonları her ne kadar bu şekilde nükleer reseptörlere bağlanarak etki etse de
nongenomik yolakların da olduğu bildirilmiştir.

T4 ve T3’ün sitozol mikrozomlar ve mitokondrilerdeki bölgelerde bağlandığı söylenmektedir.


Bu bulgular tiroid hormonunun transkripsiyon düzenlemeyi içermeyen mekanizmalar yoluyla
etkilerini gösterip göstermeyeceği konusunu gündeme getirmiştir. Kalp, kas , yağ ve hipofiz
dahil olmak üzere çeşitli dokularda tiroid doku hormonlarının genomik olmayan etkileri
gözlemlenmiştir.

Tiroid hormonları mitokondrial oksidatif fosforilasyon ya da en azından oksijen tüketimi ile


ölçülen enerji harcanmasını artırmak için genomik olmayan yolaklarla etki gösterebilirler.

Tiroid hormonlarının genomik olmayan hedefleri ;iyon kanalları, ikincil haberciler ve


proteinkinazları içerir. Bu etkilerin Östradiol reseptörlerini de içeren östrojenin genomik
olmayan etkilerine benzer şekilde tiroid hormon reseptörü α veya β (alfa veya beta) yoluyla
oluşup oluşmadığı veya diğer yüksek afiniteli tiroid bağlayıcı proteinlerin dahil olup olmadığı
çok net değildir.

Tiroid hormonları anabolizma ve


katabolizma boş döngülerini
uyararak metabolizma hızını artırır.
Araştırmacılar uzun süredir aşırı
tiroid hormonunun ya ısı üretimi
,direkt kalorimetreyle ya da oksijen
tüketimi ,dolaylı kalorimetreyle
ölçülen bazal metabolik hızı
yükselttiğini göstermişlerdir.
Tersinde tiroid hormonu eksikliğinde
de bazal metabolik hız azalmaktadır.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Bu tabloda tiroid
hormonlarının çeşitli
parametreler üzerindeki
etkisi özetlenmiştir.Özet
olarak tiroid hormonları
yağları, karbonhidratları ve
proteinleri etkileyen
yolaklarda katabolik ve
anabolik reaksiyonları
uyararak bazal metabolizma
hızını artırır.Karbonhidratlar
üzerine temel olarak
glukoneojenik aktviteyi
artırır karaciğerde, böylece
karaciğer kaynaklı glukoz
üretimi artınca plazma
insülin sekresyonunu
artırarak cevap alır ve bu
etki de plazmada glukoz
iyon konsantrasyonunun
artışını sınırlar .

Tiroid hormonları ayrıca artan glukoneogenetik aktivit için gerekli başlangıç materyalini yani
aminoasitler ve gliserol varlığını da artırır.

Proteinlerin karaciğerde hem sentezini hem de kaslarda proteolizini artırır.Karaciğerde


glukoneogenez için gerekli olan aminoasitler ağırlıklı olarak kasta artmış proteoliz sonucu
meydana gelir.Tiroid hormonları aynı zamanda protein sentezini de uyarır. Protein
yıkımındaki artışlar genellikle sentezindeki artışlardan daha ağır basar ve sonuçta kaslarda
protein kitlesinde net bir azalma meydana gelir.

Yağ dokusunda depolanan triaçilgliserollerin yıkımını artırır, yağ asitleri ve gliserolleri serbest
bırakırlar.Yağ asitleri karaciğerde glukoneogenez için gerekli ihtiyacını karşıklamak amacıyla
yakıt sağlarken gliserol glukoneogenez için gerekli başlangıç maddelerinin bir kısmını sağlar .
Tiroid hormonları yalnızca lipolizi artırmakla kalmaz aynı zamanda lipogenezi de artırır.
Gerçekte uygun miktarda tiroid hormonu yağ asitlerinin karaciğer tarafından normal sentezi
için gereklidir.T3 düzeyinin çok yüksek olması genel yağ mobilizasyonu ve vücut yağ
depolarının kaybı ile sonuçlanan lipoliz lehine dengeyi değiştirir.

Tiroid hormonlarnın bazal metabolik hızı nasıl etkilediğini açıklamak moleküler düzeyde zor
bir sorudur.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Metabolik hızdaki değişiklikler tek bir genin ekspresyonundaki değişiklikler tarafından


belirleniyor gibi görülmemektedir.

Tiroid hormonlarının hedef dokulardaki etkilerine ilişkin pek çok spesifik örnek bunlara genel
etki mekanizmalarını göstermek için kullanılır.Mesela Sodyum-Potasyum(Na/K) Pompası ;
kas,karaciğer ve böbrekte tiroid hormonlarının uyardığı oksijen tüketimindeki artışlar plazma
zarındaki Sodyum-Potasyum(Na/K) Pompasının aktivitesindeki artışla paraleldir.

T3, Sodyum-Potasyum (Na/K) Pompasının hem α hem de β alt üniteleri için genlerin
transkripsiyonunu uyarır.Buna ek olarak T3 , Sodyum-Potasyum(Na/K) Pompasını kodlayan
mRNA ‘yı stabilize ederek translasyonu artırır.

Termogenezi nasıl artırır? Kemirgenlerde tiroid hormonları metabolik hızı ve termogenezi


nasıl etkiliyor?

Hayvanlarda kahverengi yağ dokusu ,oksidatif fosforilasyonu ATP üretiminden


ayrıştıran bir mitokondriyal ayrılma proteini uncoupling proteini(UCP) veya
termogenin ekspresyonunu gerçekleştiriyor buradaki hücreler.Böylece mitokondriyum
oksijeni tüketir ama ATP üretmeden ısı üretir.T3 ve β- Adrenerjik uyarıların β3
reseptörü aracılığı ile etki ederek her ikisi de bu ayrılma mekanizmasını uyararak
kahverengi yağ dokusunda solunumu artırır.

Aşırı tiroid hormonu dokuların adrenerjik hormonların etkilerine karşı duyarlılığını artırır.
Kalp,iskelet kası ve yağ dokusunda bu etki en azından kısmen bu dokulardan β-Adrenerjik
reseptörlerin artmış ekspresyonunun bir sonucudur.

Tiroid hormonları bunun yanında adrenerjik tonusu artıran postreseptör etkiler de


gösterebilir.

Kalpte tiroid hormonları ayrıca miyozin ağır zincirinin spesifik formlarının ekspresyonunu da
düzenler. Özellikle kemirgenlede tiroid hormonu miyozin α zincirinin ekspresyonunu artırır
ve böylece miyozin ağır zincirinin α/α izoformunun oluşumunu destekler. Bu izoformda hem
aktin hem de kalsiyum ile aktive olan ATPaz ‘ın aktivitesindeki artış, daha hızlı lif kasılması ve
daha büyük kontraktilitre ile ilişkilidir.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Hocamız bu kısımda sadece tabloda yazanları okudu tablo zaten anlatılanların özeti
niteliğinde.

KARDİYOVASKÜLER ETKİLERİ

Kalp debisini artırır


Miyokard kontraksiyonunun hızı ve gücünü artırır.
Sistolik kan basıncını artırır ,diyastolik kan basıncını azaltır.
Renin-anjiyotensin-aldesteron akısını aktive ederek total kan hacmini artırır.

SOLUNUM SİSTEMİNE ETKİLERİ

Dinlenim solunum hızını ve ventilasyonu artırır.


Hiperkapni ve hipoksiye ventilatuar yanıtı artırır.
Eritropoietin üretimini stimüle eder
Vitamin B12 ve folik asit absorbsiyonunu artırır.

DİĞER ETKİLERİ

İskelet kasında glikoliz ve glukojenolizi artırır.


Tiroid hormonlarının plesentadan geçebilmesi,fetüsün büyümesine kritik etki
yapar,normal nörolojik gelişim için önemlidir, fetal eksikliği kretinizmi oluşturur.
Kemiklerde endokondral kemikleşme,boyuna büyüme, epifiz kemik merkezlerinin
olgunlaşmasını stimüle eder.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Kıkırdak büyüme plaklarında kondrositlerin maturasyon ve aktivitesini


artırır.Eksikliğinde kemiklerin boyu kısa kalır.
Dişlerin gelişimini sağlar
Epidermisin normal bütyüme ve gelişimini sağlar
Deri altı dokularda mukopolisakkaritlerin ve fibronectin sentezini inhibe
eder,degredasyonunu artırır.

Bu çocuklardan sağdaki çocuk aslında 17 yaşında


ama kretinizm dediğimiz fetal yaşamda tiroid
hormonunun yetersizliği nedeniyle gelişimini
tamamlayamamış.Soldaki çocuk normal gelişmiş
6 yaşında bir çocuk.

Kretinizm; zihinsel gerilik,boy kısalığı,motor


gelişimde gecikme ,kalın saçlar ve dışa çıkık bir
abdomen ile karakterizedir.

İyot yetersizliğinin düzeltilmesi gelişmiş


ülkelerde endemik kretinizmi ortadan
kaldırmıştır.Bununla birlikte tiroid hormonu
sentezinde konjenital defektlerin bir sonucu
olarak tek tük vakalar görülmeye devam eder.

Hipotiroidizm doğumdan sonraki 7-14 gün fark


edilip düzeltilirse zihinsel gelişme de dahil olmak
üzere gelişme neredeyse normal şekilde ilerler.
Konjenital hipotiroidinin klinik bulguları bir kez
ortaya çıktıktan sonra santral sinir sistemindeki gelişimsel anormallikler geri döndürülemez.

Bu nedenle Amerika’da bütün eyaletlerde yeni doğanlarda Hipotiroidizm için labaratuvar


taraması yapılmaktadır,maalesef ülkemizde söz konusu değil. Bu tarama Konjenital
Hipotiroidi oranının yaklaşık ‰3 olduğunu ve ırksal ve etnik gruplar arasında önemli
derecede faklılık gösterdiğini ;Afrika kökenli Amerikalılarda ‰1, İspanya kökenlilerde ‰6
civarında olduğu ortaya konmuştur.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Yandaki fotoğrafta sağdaki


fotoğrafa baktığımızda epifiz
kıkırdaklarının erken
kapandığını görürürz bu da
bir gelişim geriliği
tablosudur.Tiroid hormonları
normal gelişimde gerekli ,bu
endemik iyot yetersizliği
olduğu bölgelerde kretinizm
gibi talihsiz bir durumla
açıkça gösterilmiştir.

Hipofiz , tiroid hormonlarının sentezini ve


salgılanmasını ön hipofizden tiroid uyarıcı
hormon (TSH) ya da tirotropin salınımı ile
düzenler.Hipotalamus sırasıyla TSH’ın salınmını
tirotropin salgılatıcı(releasing) hormon (TRH)
aracılığı ile uyarır.Son olarak dolaşımdaki tiroid
hormonları hem TRH hem de TSH üzerine
geribildirim ile kontrol edilir.

TRH modifiye aminoasit olan pyro-glu içeren


bir pyro-glu-his-pro-tripeptididir. Serebral
korteks, gastrointestinal kanalın birçok alanı ve
pankreasın β(beta) hücreleri gibi pek çok
dokuda bulunur.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Hipotalamustaki nöronlar tarafından salınan TRH hipofizyal portal sistem aracılığıyla ön


hipofize taşınır. Ön hipofizdeki tirotrop hücrelere ulaştığında tirotropların hücre
membranında bulunan bir G proteini ile eşlelen reseptöre bağlanır.Daha sonra buradaki
fosfolipaz C yolağını tetikler, sonuç olarak salgı granüllerinde depolanan TSH sentezinde ve
salgılanmasında bir artış oluşturur.TRH etkilerinin bir kısmını da fosfolipaz A2 yoluyla gösterir
ama şekilde yok.Araşidonik Asit salgılanmasına ve çeşitli biyolojik olarak aktif Eikozanoidlerin
oluşumuna yol açan bir süreç izler.Sağlıklı insanlarda TRH uygulanması aynı zamanda ön
hipofizdeki laktotrop hücreleri de uyararak plazma prolaktin seviyesini yükseltir fakat TRH
için prolaktin (PRL) salgısı veya süt üretimde düzenleyici bir rolü olduğuna dair kanıtlar
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

bulunmamaktadır.Tirotrop ön hipofizdeki nispeten az sayıdaki hücreyi temsil eder .


Salgıladıkları TSH, α veya β zincirine sahip 28kDa’luk bir glikoproteindir. TSH ‘ın α zinciri diğer
glikoprotein hormonları ile özdeşir.

Gonodotropinler, lüteinleştirci hormon yani LH ,FSH ve insan koryonik gonodotropininin β


zinciri TSH ‘ya özgüdür ve hormonun özelliğini sağlar.TSH salgılandıktan sonra özgül bir
reseptör aracılığı ile tiroid follikül hücresinde etkisini gösterir.

Tiroid follikül hücrelerindeki TSH reseptörü bir G proteinine bağlı reseptördür. Diğer
glikoprotein hormonları ( LH ,FSH ,insan koriogonadotropin) gibi TSH reseptörü G-
alfa(s) aracılığı ile adenilat siklazı aktive eder.Bu da fizyolojik süreçleri başlatır.

Bu şekil bir sonraki sayfada açıklanacak.


Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

İlk olarak Na/I Simportu (NIS) ile tiroid folliküler hücrelerinin bazolateral membranı
üzerindeki iyodür alımı artar. Bu taşıyıcıların uyarılması diyetteki iyodun tiroid bezi içine
yakalanmasını sağlar . Folliküler lümende TG(tiroglobulin )’in iyodinasyonunu sağlar.
İyotlanmış tirozinlerin TG(tiroglobulin ) molekülü içinde tiroksin ve tiriiyodotironin
oluşturmak üzere konjugasyonunu sağlar. İyotlu TG(tiroglobulin )’lerin tiroid kolloidinden
follikül hücrelerine endositozunu kolaylaştırır. Follikül ,hücredeki iyotlu TG(tiroglobulin ) ’in
proteolizini artırır.T4 ve T3’ün dolaşıma salınmasını sağlar ve son olarak TSH’ın büyüme
destekleyici etkileri nedeniyle tiroid bezinin hiperplazisine neden olur.

Burada TSH konsantrasyonu uzun süre yükselmiş ve tiroid bezi


farklı şekilde uyardığından ortaya çıkan bir guatr tablosunu
göstermektedir.

Tiroid bezinin hiperplazisi aynı zamanda Graves hastalığı


dedidiğimiz tiroid uyarıcı immünglobulin tarafından TSH
reseptörünün uyarılması nedeniyle oluşur.

Yandaki şekilde gözlere dikkat. Graves hastalığı anti-TSH


antikoru, TSI (tiroid stimule edici immünglobulin) da var ve
ekzoftalmus gelişiyor.Yani göz bebeklerinde de o antikorlar var
orbital hücrelere benzer epitoma sahip olduğu için buralarda da
olduğundan gözler patlak göz şeklinde görülür.(Bu kısmın ses
kaydından yeterince anlaşılmadığını düşündüğüm ve biraz daha
konuyu açık hale getirebilmek için İnsan Fizyolojisi kitabından
aşağıdaki bölümü ekledim umarım faydalı olur.)

HİPERTİROİDİZM: Hipertiroidizmin en sık rastlanan şekli Graves hastalığı olarak bilinen


(tirotoksikoz) otoimmün bir hastalıktır. Graves hastalığının en önemli belirtilerinden birisi göz
kaslarının ve gözün gerisindeki yağın enflamasyonuna bağlı olarak oluşan ekzoftalmustur .Hastaların
%80'inin patogenezinde TSH gibi uyaran, uzun süre etkili tiroit uyarıcı bir faktörün etkili olduğu
bilinmektedir. Bir otoimmün bozukluk sonucu ortaya çıkan bu uyarıcı antikorlar IgG sınıfından olup,
kaynağının tiroit içindeki lenfositler olduğu kabul edilmektedir. TSH'ın yerini alır ve sürekli olarak
CAMP yapımını aktive ederler.CAMP'de tiroit hücrelerinden iyot alımını ve tiroit hormonlarının sentez
ve serbestlemesini hızlandırır. Bu hastalıkta TSH'ın tiroit hormonlarıyla geri bildirim inhibisyon
mekanizması ortadan kalkmıştır. Tirotoksikozun işaret ve belirtileri sıcağa tahammülsüzlük, kilo kaybı
ve iştah artışı gösterme eğiliminde olup, çoğu kez artmış sempatik sinir sistemi etkinliği işaretleri (ank-
siyete, tremor, nabız sayısında artış) gösterirler. Hipertiroidizm, özellikle kardiyovasküler sistem
üzerine olan etkileri nedeniyle (büyük ölçüde katekolaminler üzerine olan izin verici etki) çok şiddetli
olabilir. Hastalık tiroit hormon sentezini inhibe eden ilaçlar, tiroit bezinin cerrahi olarak çıkarılması
veya radyoaktif iyot (tiroit bezini kısmen tahrip edici etkisiyle) kullanılarak tedavi edilebilir.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Birincil Hipotiroidizm
Diyette yeterli iyot eksikliği (toksik olmayan guatr, endemik guatr)
Benign nodüller veya büyümeyle ilişkili gen mutasyonu (toksik olmayan guatr)
Etiyolojisi bilinmeyen sporadik hipotiroidizm (toksik olmayan guatr)
Kronik tiroidit (Hashimoto hastalığı; otoimmün- tiroid fonksiyonunda indüklenmiş
eksiklik)

Hipertiroidizm
Bir otoantikor tarafından TSH reseptörünün aşırı uyarılması (Graves hastalığı)
TSH üreten bir tümörden aşırı TSH salgılanması (yani ikincil hipertiroidizm)
Tiroid hormonu üreten (toksik) adenom (nodüler) veya toksik multinodüler guatr
TRB-2'de inaktive edici bir mutasyon

Tiroid bezinin folliküler hücreleri otomatik bir


yıkıma uğrarsa Haşimato Tiroid ,o zaman tipik
olarak TSH’ın kronik yükselmesi gerçekleşir ama bu
folliküler bir hipertropi oluşturmuyor, bezin immün
hücreler tarafından infiltratasyonu boyutlarında
orta düzeylerde artışa neden oluyor.

Yandaki şekide yetişkin bir hipotiroidzm; kabarık yüz


,kabarık gözler, kıvırcık saçlar, donuk kayıtsız
görünüm.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Son olarak T3 ‘ün TSH salgılanması üzerindeki negatif geri bildiriminden bahsedelim,

Dolaşımdaki hem serbest T4 hem de serbest T3 hipotalamik nöronlar tarafından hem TRH
salgılanması hem de hipofizdeki tirotroplar tarafından TSH ‘nın salınmasını inhibe ederler.
Plazma TSH konsantrasyonu serbest T4 veT3 seviyelerindeki değişimlere oldukça
duyarlıdır.Serbest T4 seviyesindeki %50’lik bir düşüş plazma TSH düzeylerinin 50 ile 100 kat
artmasına neden olur.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ

Tersinde tiroid hormonun aşırı miktarda


plazmada bulunması TSH seviyesinde azalmaya
neden olabilir.Tirotrop seviyesinde bu geri
bildirim sistemindeki algılayıcı, tirotrop içindeki
triiyodotropin konsantrasyonunu yakından takip
eder. T3 ya doğrudan kan plazmasından girebilir
ya da tirotropin içinde T4’ün deiyodinasyonu ile
oluşabilir. T4 ve T3’ün hipofizer tirotrop
seviyesinde TSH salınımı üzerindeki negatif geri
bildirimi hem dolaylı hem de doğrudan
mekanizmalarla gerçekleşir.

Dolaylı olarak hücre içi T3, tirotrop düzeyindeki


TRH reseptörlerinin sayısını azaltır. Sonuç olarak
tiroid hormonları dolaylı olarak tirotropinlerin
TRH ‘ya duyarlılığını azaltarak TSH salınımını
inhibe eder. Doğrudan uyarım hücre içi T3, TSH
‘ın α ve β zincirleri sentezini engeller.Hem α hem
de β TSH genleri promotor bölgedeki T3 yanıt
elemanlarına sahiptir.İnhibitör olan yanıt elemanları T3 tarafından pozitif olarak regüle
edilen genlerde bulunan yanıt elemanlarından farklıdır .

T4 ve T3’ün TSH salınımı üzerindeki geri bildirimi aynı zamanda portal damarlar vasıtasıyla
hipotalamustan tirotroplara geçen Somatostatin ve Dopamin kontrolü altında da olabilir.
Somatostatin ve Dopamin her ikisi de tirotrop hücre için T3 inhibisyonuna daha duyarlı hale
getirerek TSH sekresyonunu inhibe eder yani T3 için ayar noktasını kaydırır dolayısıyla
Somatostatin ve Dopamin TRH ‘nın uyarıcı etkisini dengeler.Bu inhibitör etkiler bu ajanların
farmakolojik infizyonuyla kolaylıkla gösterilmiş olmasına rağmen TSH sekresyonunun
düzenlenmesindeki fizyolojik rolü bilinmemektedir.

T3 ile TSH arasındaki geri bildirimin özel bir örneği anormal T3 seviyesine sahip olan
annelerin yeni doğanlarında görülür. Annenin hipertiroidi olması durumunda T3 plesentaya
geçebildiği için hem onun hem de fetüsün TSH düzeyi düşük olur. Doğumdan sonra yeni
doğan bebek hızla T3 ‘ünü metabolize eder ancak TSH baskılanmış olur.Böylece bebek geçici
olarak hipotiroidi hale gelir.Tersine eğer annenin tiroid bezleri çıkarılırsa yeterli miktarda
tiroid hormonu replasman tedavisi almadığı için hipotiroidi ise hem annenin hem de fetüsün
dolaşımında yüksek miktarda TSH olacaktır.Doğumdan hemen sonra yeni doğan geçici olarak
hipertiroidi olur.

Tiroid hormonu yeni doğandan sonra her yaşta takip edilmesi gereken önemli bir
endokrin organdır.Tiroid hormonları da önemli hormonlardır.

Feyza DALASLAN
KALSİYUM VE FOSFAT HOMEOSTAZİSİNİN HORMONAL KONTROLÜ -
‘’PROF. DR. METİN BAŞTUĞ’’

Derste;

• PTH (Parathormon) sentezi ve kimyasal yapısı

• PTH sekresyonunun düzenlenmesi

• PTH reseptörü ve özelliği

• 1,25-dehidroksivitamin D sentezi ve kimyasal yapısı

• 1,25-dehidroksivitamin D üretiminin regülasyonu

• 1,25-dehidroksivitamin D reseptörleri

• GIT(Gastrointestinal kanal), kemik, böbreklerde Ca/Pi homeostazisi

• Kalsitonin, PTHrP(Parathormon ilişkili peptit) , FGF23(Fibroblast büyüme faktörü 23) ve


gonadal steroid hormonların Ca+2 ve Pi metabolizmaları üzerine etkilerini göreceğiz.

Kalsiyum(Ca+2)
• Hormon sekresyonu

• Kas kasılması

• Sinir iletimi

• Ekzositoz

• Enzimlerin aktivasyonu ve inaktivasyonu gibi birçok hücresel süreçte kritik rol oynar.

• İntraselüler ikincil mesajcı görevi- Plazmadaki serbest Ca+2 konsantrasyonu yakından


kontrol edilir:

Hücre membranından hücre içine bilgi taşıyan bir hücre içi ikincil haberci olarak da çalışır.
Dolayısıyla serbest iyonize Ca ve zyolojik olarak aktif formu dikkatli bir şekilde
düzenlenmeye ve plazma iyonize Ca konsantrasyonu dar sınırlar içinde tutulmaya çalışılır.

• 1.0-1.3 mM

Fosfat (PO43-)
ATP molekülünün bir parçası olduğundan hücresel enerji metabolizmasında çok önemlidir,
ayrıca enzimlerin aktivasyon ve deaktivasyonunda önemli görevi vardır fakat plazma
Fosfat konsantrasyonu Ca gibi sıkı bir şekilde düzenlenmez ve seviyesi gün boyunca,
özellikle yemeklerden sonra dalgalanır.

Ca ve PO homeostazisi iki nedenden dolayı birbirine sıkı şekilde bağlıdır:

1. Ca ve PO kemik minerallerinin esas bölümünü oluşturan hidroksiapetit kristallerinin


(Ca10(PO4)6(OH)2) temel bileşenidir.

2. İkisi de aynı hormonlar tarafından regüle edilirler.

Esasen PTH ve 1,25-dihidroksivitamin D (Kalsitriol) ,

daha az ölçüde Kalsitonin

Bu hormonlar plazma Ca ve PO seviyelerinin kontrolü için üç organ sistemi üzerine etki


ederler: Kemikler, Böbrekler ve Gastrointestinal traktus

Fakat bu hormonların Ca ve PO üzerine etkileri ters olabilir. Bir hormon bir iyonun
seviyesini artırırken diğerininkini düşürebilir.

Plazmada Ca üç zikokimyasal biçimde bulunur:

• Serbest iyonize formda %45

• Serum proteinlerinin anyon bölgeleriyle ilişkili olanlar %45

• Düşük moleküler ağırlıklı organik anyonlarla (ör. fosfat, sitrat ve okzalat) birleşik halde
%10

fi
fi

Plazmada her 3 formun da toplam konsantrasyonu normalde minimolar konsantrasyon


olarak 2,2 ile 2,6 arasında veya desilitrede 8,8 ila 10,6 mg düzeyindedir.

Sağlıklı bireylerde Ca’un %45i serbest halde, %45i proteinlere bağlı ve %10u küçük
anyonlara bağlı şekildedir.

Vücut Ca’unun iyonize formu sıkı bir şekilde düzenlenir. İyonize form Ca’un biyolojik
etkilerine en fazla katılan, ve PTH sekresyonunun düzenlenmesinde rol alan en önemli
formdur.

Toplam vücut Ca’unun çoğu kemikte bulunur. 1 kg kadardır. Hücre dışı havuzdaki
toplam Ca bu miktarın çok küçük bir kısmıdır ve 1 g kadardır.

Diyetle alınan Ca günlük 800 ila 1200 mg kadardır. Süt ürünleri diyetteki Ca’un esas
kaynağıdır.

Diyetteki Ca’un yaklaşık yarısı (günlük 500 mg) bağırsaklardan emilmesine rağmen
ayrıca bağırsaklar günde yaklaşık 325 mg Ca’un atılmasına aracılık etmektedir. Dolayısıyla
bağırsaktan net Ca alımı 175 mg/gün’dür.

Ca dengesini yöneten 2. Ana organ kemiktir ve normalde günde 280 mg Ca kemiklerde


birikir ve eşit miktarda atılır.

3. Organ olarak böbrekler günde toplam hücre dışı Ca havuzunun 10 katını, günde
10000 mg kadarını ltreler ancak bunun %99’u geri emilir. Sonuçta ltre edilen Ca’un
genel yoldan atılımı yaklaşık %1 kadardır. Bir kişide Ca dengesi söz konusu olduğunda
böbreklerden günlük atılan Ca miktarı 175 mg’dır.

fi
fi
Fosfat Dengesi
Bağırsaklar, böbrekler ve kemikler ayrıca fosfat(PO4-3) dengesini de düzenlerler.

Erişkin plazmasında toplam fosfat konsantrasyonu çoğunlukla inorganik fosfat olarak


yaklaşık 0,8 ila 1,5 mM konsantrasyondadır. Çocuklarda %50 daha fazladır.

Laboratuvarlar total plazma konsantrasyonunu saf fosfat olarak ölçerler.

Dolaşımdaki inorganik fosfatın iyonize (%50) ve Na, Ca veya Mg ile kompleks halinde
(%40) bulunan toplam %80-90lık kısmı böbrekler tarafından ltre edilebilir. Proteinlere
bağlı halde bulunan küçük kısmı (%10-%15) ltre edilemez.

Ca gibi toplam vücut fosfatının da çoğu kemikte bulunur. (Yaklaşık 600 mg.)

Çok küçük miktarda fosfat (100 mg kadar) yumuşak dokularda bulunur. Esas olarak
bunlar fosfolipitler, fosfoproteinler, nükleik asitler ve nükleotitler gibi organik fosfatlar
şeklinde yumuşak dokularda bulunur.

Yine küçük miktarda (yaklaşık 500 mg) hücre dışı sıvıda inorganik fosfat olarak bulunur.

Diyetle fosfat alımı normalde 1400 mg/gün’dür ve çoğunlukla inorganik fosfat


şeklindedir. Yine süt ürünleri esas kaynaktır.

Bağırsaklardan net fosfat emilimi günde 900 mg kadardır.

Olağan durumda kemikler küçük bir turnover hacmine sahiptir.

Böbrekler fosfatın toplam hücre dışı havuzunu günde 7000 mg, 14 kez ltre eder ve
6100 mg kadarını geri emer. Sonuç olarak net renal fosfat atımı günde 900 mg’dır.
Gastrointestinal kanaldan net emilimle aynıdır.

fi
fi
fi
Kemik Fizyolojisi
Kemik, protein ve hidroksiapatit kristallerinden oluşan hücre dışı matrikse ve küçük bir
hücre popülasyonuna sahiptir. Matriks dayanıklılık ve kararlılık sağlar. (Kuvvet ve stabilite)

Hücresel elemanlar büyümeyi sağlamak için sürekli olarak kemiği yeniden yapılandırır ve
değişken streslere göre kemiğin yeniden şekillenmesine (remodeling) olanak sağlar.

Temel olarak kemik 3 tip hücreye sahiptir:

• Osteoblastlar: kemik oluşumunu sağlar

• Osteoklastlar: kemiğin rezorpsiyonunu yürütür ve kemiğin büyüme bölgelerinde


bulunur.

• Osteositler: Kemik matriksinde bulunurlar, kemik içinde görülen osteoblastlardan


türerler. Mekanik yüke cevaben, osteositler hem uyarıcı hem de inhibe edici belirtiler
ortaya çıkarır.

Şekilde gördüğümüz gibi kemik iki


tip doku içerir:

• Kortikal veya kompakt kemik,

• trabeküler, kansellöz veya


medüller kemik

Alttaki şekilde gördüğümüz gibi dış


tarafta kortikal kemik, iç tarafta
trabeküler kemik bulunmakta.

Kortikal kemik, total


kemik kütlesinin
%80’ini oluşturur.
Kortikal kemik tüm
kemiklerin en dış
tabakasıdır ve
vücudun uzun
kemiklerinin esas
kütlesini oluşturur.
Çoğunlukla mineral ve
hücre dışı matriks
elemanlarından oluşan
ve sadece içinden
geçen kan damarları
ve kemik içine
yuvalanmış yoğun
osteosit popülasyonu
tarafından kesintiye
uğrayan yoğun bir
dokudur.

Osteositler, hücresel uzantıları aracılığıyla birbiriyle ve kanalcıklarla da kemik


yüzeyindeki osteoblastlarla bağlantılıdırlar. Bu bağlantılar kemik içinden Ca’un kemik
yüzeyine transferini sağlar ve bu işleme osteositik osteoliz adı verilir.

Osteositlerin kemik içinden Ca’un kemik yüzeyine doğru transferine osteositik osteoliz
adı verilir. Sıkı kortikal kemik, uzun kemiklerin ve vücut ağırlığıyla başa çıkması için
dayanıklılık sağlar. (Hoca cümleyi aynen bu şekilde kurdu)

Trabeküler (medullar) kemik

• toplam kemik kütlesinin %20sini oluşturur.

• Kemiklerin iç kısmında bulunur, vertebral korpus’ta belirgindir.

• Korteksten medullar boşluğa uzanan kemiğin ince kemik spiküllerinden oluşur.


Spiküllerin oluşturduğu dantelimsi yapının sınırları kemiğin yeniden yapılandırılmasında
rol oynayan osteoblastlar ve osteoklastlar tarafından çizilir.

• Trabeküler kemik sürekli sentezlenir ve bu hücresel elemanlar tarafından salınır. Kemik


döngüsü kortikal kemikte de meydana gelir ancak kısmi döngünün hızı görece daha
düşüktür.

• Kemik resorpsiyonunun hızı zamanla sentezi aşabilir. Bu durumda kemik mineral kaybı
ile osteoporoz hastalığına neden olabilir.

Kemiğin protein ana yapısını oluşturan kollajen ve diğer hücre dışı matriks proteinlerine
osteoit adı verilir. Osteoit kemiğin mineral komponenti olan hidroksiapetit kristallerinin
çekirdeklenmesi için yer sağlar. (Nükleasyon bölgeleri oluşumu)

Osteoit yekpare bir bileşim değildir, esas olarak osteoblastlar tarafından sentezlenen
matriks proteinlerinin iyi bir şekilde düzenlenmiş halidir.

Osteoit protein kütlesinin %90’ını tip 1 kollajen oluşturur.

2 tane alfa-1 ve 1 tane de alfa-2 kollajen monomerlerinden oluşan bir üçlü heliks
yapısına sahiptir.

Osteoblast içindeyken monomerler kendiliğinden çift heliks yapısı oluştururlar.


Osteoblastlardan salgılandıktan sonra heliksler, kollajen li er ile ilişkilenir. Hem li er içinde
hem li er arasında kollajen ile çapraz bağlanma meydana gelir.

Kollajen li er osteoit içinde çok düzenli bir şekilde dizilmiştir. Kollajen li er


organizasyonu, çekme mukavemetinde önemlidir.

Çekme mukavemeti sağlanmasının yanında, kollajen kemik mineralizasyonu için bir


kaynak olarak iş görür.

Hidroksiapetit kristalleri; kollajen li erin içinde, uzun ekseni, kollajen li erin uzun
ekseniyle hizalanmış şekilde yerleşir.

Osteoblast kaynaklı osteokalsin ve osteonektin gibi diğer birkaç protein de


mineralizasyon işleminde önemlidir.

Osteokalsin yeni kemik oluşum bölgelerinde osteoblastlar tarafından sentezlenen 6


kDa’luk (kilodalton) bir proteindir. 1,25 dihidroksivitamin D osteokalsin sentezini uyarır.

Osteonektin 35 kDa proteindir. Hidroksiapetite bağlanan başka bir osteoblast


ürünüdür. Ayrıca kollajen li ere bağlanarak invitro’da kollajen li erin mineralizasyonunu
kolaylaştırır. Mineraliazsyona katılan başka proteinler de tanımlanmıştır. Ör: kemikteki
ekstraselüler glikoproteinler; mineralizasyonu inhibe edebilirler ve mineralizasyonun
oluşması için ortamdan uzaklaştırılmaları gerekebilir.

fl
fl
fl
fl
fl
fl
fl
fl
fl
Osteoblastlar, osteoitteki proteinlerini sağlamanın yanı sıra Ca ve fosfatın biriktiği hücre
içi vezikülleri dışarı salarak da mineralizasyonu düzenlerler.

Ca ve fosfatın ekzositozu o iyonların normal hücre dışı sıvıdan çok daha fazla seviyede
osteoblastlar etrafında toplanmasına, kristal çekirdeklenmesine ve büyümeye yol açar.

Trabeküler kemiğin spikülleri boyunca kemik oluşumu çoğunlukla osteoklastların daha


önce çözdüğü bölgelerde meydana gelir. Kemik rezorpsiyonu ve sentez süreçleri aktif
temel çok hücreli birim içinde mekansal olarak birlikte gerçekleşir. Erişkinlerde 1 ila 2
milyon temel çok hücreli birim kemiği yeniden yapılandırır.

D vitamini ve PTH, osteoblastik hücrelerin makrofaj koloni uyarıcı faktör gibi


osteoklastik öncüllerin proliferat olmasını sağlayan faktörler salgılamasına neden olur. Bu
öncül hücreler mononükleer osteoklastlara farklılaşır ve RANK ligand (RANKL) denilen,
parathormon ile uyarılan osteoblastlardan salgılanır. RANKL uyarısıyla bir araya gelerek
çok çekirdekli osteoklastları oluştururlar.

Osteoklastlar, hücrenin tırtıklı kenarı ile temastaki özgün bölgelerden kemiği rezorbe
eder. Osteoklastlar, kemik matriksindeki vitronectin’e membranlarındaki integrinler
aracılığıyla tutunur ve böylece kemik matriks’e sıkıca tutunmuş olur.

Osteoklastlar tırtıklı kenarlar boyunca sınırlı çözünme alanına doğru asit ve proteazları
salgılarlar. Asit sekresyonu V-tipi H+ pompası ve tırtıklı kenarlardaki CIC7 klor kanalları
aracılığıyla gerçekleşir.

Hücre içinde bolca bulunan karbonikanhidraz(CA) enzimi H+ iyonu üretir. Kanla


temastaki membranda yerleşik olan Cl-HCO-3 değiştiriciler karbonikanhidraz tarafından
ara ürün olarak oluşturulan bikarbonatı ortamdan uzaklaştırır. Osteoklast altındaki asidik
ortam kemik minerallerini çözer ve asit proteazların matris proteinlerini hidrolize etmesini
sağlar. Kemiğin bir kısmının çözünmüş olduğu çok kısıtlı bir alanda osteoklastlar
oluşturdukları çukur ya da oluktan uzaklaşırlar. Osteoblastik hücreler osteoklastların yerini
alarak yeni kemik matriksini yaparlar ve mineralizasyonu sağlarlar.

Daha önceleri osteoprotegerin ligandı adı verilen RANKL, hem proosteoklastların


osteoklastlara farklılaşmasında, hem de osteoklastların aktivitesinde esas uyarıcı olarak
görev alan eleman olarak düşünülmektedir.

RANKL, tümor nekroz faktör ailesinin bir üyesidir ve hem stromal hücrelerin ve
osteoblastların yüzeyinde membrana bağlı m-RANKL hem de bu hücreler tarafından
çözülebilen s-RANKL formunda bulunur.

RANKL, osteoklastların RANK adı verilen tümor nekroz edici faktör (TNF) reseptör
ailesinin bir üyesi olan membrana bağlı reseptörüne bağlanır. Bu etkiyelim olgun
osteoklastların oluşumu için mutlaka gereklidir.

RANKL aktivitesi TNF reseptör ailesinin çözülebilen bir üyesi olan osteoprotegerin
(OPG) reseptörünün kontrolündedir. RANKL gibi OPG de osteoblastik ve stromal hücreler
tarafından üretilir.

OPG, RANKL’ı süpürmek suretiyle osteoklastogenezi sınırlar ve böylece kemiği


osteoklastik aktiviteden korur. Böylece RANKL, RANK ve OPG’nin osteoporoz
girişimindeki belirli rolleri anlaşılmıştır.

Paratiroid Hormon
(Parathormon)

Tiroid bezinin sol lobunun


arka üzerinde iki, sağ lobunun
arka üzerinde iki olmak üzere
toplam 4 paratiroid bezi vardır.
4’ünün toplam kütlesi 500
mg’ın altındadır.

Bezler büyük ölçüde PTH


sentezinden ve salgılanmasından
sorumlu olan şef (chief) hücrelerden
oluşur. Bu hücreler peptit hormon
salgılayan hücreler gibi kendi
ürününü sentezleme işleme ve
salgılama konusunda özelleşmiştir.

D vitaminin önemli bir rolü


olmasına rağmen PTH
sekresyonunun esas
düzenleyicisi(regülatörü) iyonize
plazma Ca iyon miktarıdır. Her ikisi
de PTH sentez ve salımını inhibe
eder. Tam tersinde plazma fosfat
konsantrasyonunda artış PTH
salgısını uyarır.

PTH geni, 5’ bölgesinde hem D vitamini hem de A vitamini için cevap elemanları gibi
artış yönünde düzenleyici elemanlara sahiptir. Bir D vitamini metaboliti genellikle 1,25
dehidroksivitamin D reseptörünü kapladığı zaman D vitamini cevap elemanı D vitamine
reseptörüne (DVR) bağlanır. DVR steroid ve tiroid hormon reseptörleri gibi çekirdek
reseptör ailesinin bir üyesidir. Tiroid hormon reseptörü gibi D vitamini reseptörü de retinoid
x reseptörü (RXR) ile heterodimer oluşturur ve bir transkripsiyon faktörü gibi hareket eder.
Reseptör D vitaminin 1,25-dehidroksi formuna en yüksek a niteyi gösterirken 25 hidroksit
formuna da daha az ve daha çok olarak da ana vitamine, vitamin D2 ve D3’e karşı da
a niteye sahiptir.

D vitamini ile D vitamini reseptörü konteksinin D vitamini reseptör cevap elemanlarının


bağlanması PTH transkripsiyon hızını azaltır.

fi
fi
PTH mRNA’nın sitozole taşınmasından sonra PTH granüllü ER’lerin ribozomlarında
sentezlenir ve salgılanmaya başlar. Önce 115 aminoasitlik bir pro-PTH (pre-PTH) olarak
kopyalanır. 25 aa’lik pre parçası PTH’un granüllü ER’nin lümenine taşınmasında rol oynar.
Bu sinyal dizisi PTH olarak parçalanır ve granüllü ER’ye girer. Salgılanma yoluna geçişte
90 aa’li pro-PTH işlenerek olgun 84 aa’lik PTH meydana gelir. Bu parçalanma etkili bir
biçimde gerçekleştiğinde depo granüllerinde artık bir pro-PTH’a rastlanmaz. Aksine bir 84
PTH, intakt PTH’un N ve C terminal bölümlerinin kırılması sekreter(secretory) granüllerde
başlar.

PTH Metabolizması

PTH bir kez salgılandıktan sonra serbest bir şekilde plazmada dolaşır ve hızlı bir şekilde
metabolize edilir.

1-84 PTH’un yarı ömrü yaklaşık 4 dk’dır.

Paratiroid şef hücrelerinin içindeki salgı granüllerinde başlayıp dolaşımda devam ederek
çoğunlukla karaciğerde PTH 33 aa’lik N-terminal peptit ve 36 aa’lik daha büyük C-
terminal peptit olarak iki esas parçaya ayrılır.

PTH’un bilinen bütün biyolojik aktivitesi özellikte böbrekten hızlıca hidrolize olan N-
terminal parçasında bulunur. Fakat C-terminal parçasının yarı ömrü N-terminal peptitten
ya da intakt 80 aa’lik PTH molekülünden daha uzundur. Dolaşımda PTH kaynaklı
peptitlerin tahmini %70-80i biyolojik olarak inaktif C-terminal parçası şeklindedir. Antijen
olarak tanınan fakat biyolojik olarak inaktif olan C-terminal parçalarının dolaşımda belirgin
şekilde varlığı hem klinik hem deneysel düzeneklerde PTH ölçümü için radioimmunoassay
yöntemlerin kullanılmasını zorlaştırır.

Yüksek plazma Ca iyonu konsantrasyonu PTH sentezini ve salımını inhibe eder. D


vitaminin katkıları göz ardı edilirse plazma Ca iyonu tarafından PTH salımının
düzenlenmesi basit bir negatif geri besleme döngüsü gibi görülmektedir. PTH sekresyonu
için esas uyarıcı kanda hipokalsemi ve ekstraselüler sıvıda Ca konsantrasyonundaki
düşüklüktür. Hipokalsemi ayrıca gerekli olan yeni PTH sentezini uyarır çünkü paratiroid
bez sekretuar cevaba sadece birkaç saat yetecek kadar PTH içerir.
Araştırıcılar PTH hücrelerin plazma membranında Ca sensing receptor( Ca algılayıcı
reseptör) (CaSR) tanımlamışlardır. Bu reseptörler G protein eşli reseptör ailesinin bir
üyesidir (Gq). Bu Ca reseptörünün G-alfa-q ile eşlenmesi fosfolipaz-C’yi (PLC) aktive eder.
Bu da inozitol trifosfat ve diaçil gliserol oluşumuna, sonuçta içerideki Ca depolarından Ca
serbestleşmesine ve proteinkinaz-C’nin aktivasyonuna neden olur.
PTH’un plazma Ca düzenlemesindeki etkisi PTH’un PTH-1 reseptörüne bağlanmasına
bağlı olarak oluşur. PTH-2 reseptörü de tanımlanmıştır fakat plazma Ca iyonu
düzenlenmesinde rolü olup olmadığı, varsa da nasıl bir rolü olduğu belirsizdir.
Böbrekte ve kemikte en fazla PTH-1 reseptör yoğunluğu mevcuttur ve böbrekte PTH-1
reseptörü en fazla proksimal ve distal kıvrımlı tüplerde bulunur. Kemiklerde proosteoblast
ve osteoblast esas hedef hücreleridir. Pth-1 reseptörü; PTH’un biyolojik olarak aktif, 1-34
peptidi olan PTH molekülünün bazı enterminal parçalarına ve aynı zamanda 1-84 intakt
PTH molekülüne bağlanan bir G-proteinle eşlenik reseptördür. PTH-1 reseptörü ayrıca
PTH ilişkili protein ile de bağlanır. PTH-2 reseptörü ise seçici bir şekilde PTH ile aktive
edilir.
PTH-1 reseptörü iki heterodimerik G-protein ile eşleşmiş gibi görünmektedir ve bu da
sinyal ileti sistemi anlamına gelir. PTH reseptörü ile bağlanması g-alfa-s’i (g-alpha-subunit)
uyarır ve daha sonra sırayla adenilat siklazı aktive eder, cAMP oluşur, bu da protein kinaz
A’yı uyarır, aktive olmuş PTH reseptörü ayrıca Gq’yu (g-alfa-q) uyarır bu da fosfolipaz-c’yi
uyararak inozitol trifosfat ve diaçil gliserol oluşumuna yol açar. İnozitol trifosfat içerideki
depolardan Ca salgılanmasına ve böylece Ca iyonunun konsantrasyonun artışına, Ca

iyonu bağımlı kinazların uyarılmasına yol açar. İnsanlarda osteoblastik hücrelerde kemik
PTH reseptörü renal kortikal hücrelerdekine çok benzerdir
PTH’un kemik ve böbrekte net etkileri plazma Ca konsantrasyonunu artırmak ve plazma
fosfat miktarını düşürmektir.

Arkadaşlar çok özür dileyerek burada notumu yarım bırakıyorum. İyi çalışmalar başarılar.

Büyüme Fizyolojisi Prof. Dr. Metin Baştuğ


BÜYÜME FİZYOLOJİSİ
Büyüme: Döllenmiş yumurtadan başlayarak yetişkinliğe hatta bazı hücrelerde
yaşamın sonuna kadar devam eden bir süreçtir.

Hipertrofi: Hücre hacmindeki artış olarak tanımlanır.


Hiperplazi: Bir doku ya da organın büyüklüğünün hücrelerinin sayısındaki artış
sebebiyle artmasıdır.

• Büyüme hücre proliferasyonu, protein sentezinde artış, ağırlık artışı ve boyda


uzama, maturasyonla devam eden karmaşık bir süreçtir.

• Doğumdan sonra büyüme 2 dönemde hızlanır;


1- Fetal büyüme dönemi; yaklaşık 2 yaşına kadar devam eder. Doğumdan sonra
büyümenin en hızlı olduğu dönem ilk 1 yıldır.
2- Puberte dönemi

• Büyümeyi genetik, çevresel ve hormonsal faktörler etkiler.


• Büyüme doğrusal büyüme veya vücut kitlesindeki artış şeklinde olur. Biz
bugün doğrusal büyümeyi inceleyeceğiz.
Büyümeyi Etkileyen Hormonlar:
+Büyüme hormonu( growth hormon )
+İnsülin
+Cinsiyet hormonları( östrojen, progesteron )
+Glikokortikoidler
+Tiroit hormonları
Büyüme hormonu:

• Ön hipofizden salgılanır.
• Fetal büyüme dönemine etkisi yok denecek kadar azdır, doğumla
birlikte etkinliği artar.

• Hücre bölünmesini artırarak kemik büyümesini hızlandırır. Bu etkisini


IGF-1 aracılığıyla gerçekleştirir.
Büyüme Fizyolojisi Prof. Dr. Metin Baştuğ

• Özellilkle kaslarda protein sentezini artırır. Bu etkisini de hücreye amino asit alımı,
ribozom sentez ve aktivitesini artırarak yapar.

• Enerji kaynağı olarak yağ kullanımını artırır.


• İnsülin direncine ve hücrelerde glikoz kullanımının azaltılmasına sebep olur. Kan
şekerini artırır. Yani eğer çok miktarda karbonhidrat alırsak growth hormon sentezi
azalır.

Büyüme Hormonu Salgısındaki Bozukluklar:


Hipofizer Cücelik: Hipofiz bezinin yetersiz işlev görmesi durumunda
normal oranlarla, anormal yavaş büyüme ve boy kısalığı.
Cücelik olgularının çoğu çocukluk döneminde
gelişen yaygın ön hipofiz salgısının
yetersizliği (panhipopitüiterizm) sonucu
oluşur. Genel olarak vücudun tüm fiziksel
bölümleri birbirleriyle orantılı gelişme gösterir
ancak büyüme hızı çok azalmıştır. 10 yaşına
gelmiş bir çocuk 4-5 yaşlarındaki bir çocuğun
vücut gelişimine sahip olabilir.

Devlik (jigantizm) Ve Akromegali: Ön hipofizin somatotrop hücre


tümörleri fazla miktarda büyüme hormonu salgılayarak çocuklarda
jigantizme erişkinlerde akromegaliye neden olur. Tümörün büyümesi
ergenlikten önce ise kişi anormal bir boya ulaşabilir.
Doğrusal büyümenin artık mümkün olmadığı
zamandan sonra; el ve ayakların olağandışı
büyümesi, osteoartrite bağlı vertebra değişiklikleri,
yumuşak doku büyümesi, vücutta kıllanma ile alın
ve çenede aşırı büyüme gibi akromegalinin
karakteristik özellikleri oluşur. İç organların aşırı
büyümesi işlevlerinin gittikçe bozulmasına yol
açabilir. Hipofizdeki tümörler büyüme hormonunun
fazla salgılanmasına neden olurken aynı zamanda
optik Sinire baskı yaparsa bilateral hemianopsi de
görülür.
Büyüme Fizyolojisi Prof. Dr. Metin Baştuğ

Akromegali Büyüme hormonunun fazla


salgılanmasına bağlı olarak gelişen bir
hastalıktır. Her yaşta ortaya çıkmakla
birlikte en sık olarak 30-50 yaş aralığında
yetişkinlerde görülmektedir. Aşırı miktarda
büyüme hormonuna büyüme plakları
kapanmadan önce maruz kalınması
durumunda “devlik” gelişir.

• GHRH hormonu growth hormonun salgılanmasını uyarırken


SS(somatostatin) hormonu growth hormonun salgılanmasını baskılar.

• SS hormonunun TSH’ un da salgılanmasını baskıladığı bugünler de


konuşuluyor.

• GHRH’ un insanda 2 tip formu var: 44 amino asitli tek zincir ve 40


amino asitli tek zincir. GHRH somatotroplar tarafından GH salgısını
uyarır, somatotroplardaki GH gen ifadesini uyarır.

• Growth hormon salgılanırken 2 farklı tipte growth hormon oluşur:


1. 22-kDa growth hormon ( 191 amino asit )
2. 20-kDa growth hormon ( 176 amino asit )

• Bu iki hormondan etkili olan 191 amino asit e sahip olan growth
hormondur.
Büyüme Fizyolojisi Prof. Dr. Metin Baştuğ

• Growth hormon sekresyonu ACH gibi diürinal bir ritme sahiptir. Sabah
uyanma döneminde pik yaparken derin uyku ve yavaş dalga uykusu
sekresyonunu uyarır.

• Gün içerisinde sekresyonu düşüktür yukarıdaki tabloda da gördüğümüz


gibi. Ve bu aydınlık karanlık siklusundan ziyade uyku uyanıklık
siklusundan daha çok etkilenir.

• Plazma GH düzeyi yaşa bağlı olarak değişir. Ancak yaşam boyunca


growth hormon salgılanmaya devam eder.

• Küçük yaşlarda growth hormon salgılanma miktarı fazladır yaş artıkça


azalır ama hiçbir zaman son bulmaz.

• GHRH somatotrop üzerinden G


proteinle etkileşime geçerek adenilat
siklazı aktive eder ve o da c-AMP
üzerinden GH salgılar.

• SS ise adenilat siklazı inhibe ederek GH


salgılanmasını baskılar.
Büyüme Fizyolojisi Prof. Dr. Metin Baştuğ

• Somatostatin, D hücreleri ve delta hücreleri gibi hedef organı mide, bağırsak,


karaciğer hücrelerinden salgılanır.

• GH etkisini direk veya karaciğer üzerinden insülin benzeri faktörler ( IGF-1 )


sayesinde gösteriyor.

• Ghrelin hormonunun da GH üzerinde artırıcı bir etkisi vardır. Dolayısıyla kanda kan
şekerini artırıcı bir etki yapar.

GH SALGISINI UYARANLAR:
+ Egzersiz
+ Travma, stres, heyecan
+ Yemeklerden önce mideden salgılanan Ghrelin hormonu
+ Büyüme hormonu serbestleştirici hormon (GHRH)
+ Derin uyku
+ Artmış kan amino asit düzeyi
+ Azalmış kan serbest yağ asidi düzeyi
+ Hipoglisemi: azalmış kan glikoz düzeyi
+Testosteron, östrojen
+Ciddi protein eksikliğinin eşlik ettiği açlık
GH SALGISINI BASKILAYANLAR:
- Artmış kan glikoz düzeyi
- Şişmanlık
- Somatomedinler ( IGF’ler)
- Büyüme hormonu eksojen
- Büyüme hormonu baskılayıcı hormon (somatostatin=SS=GHIH )
- Artmış kan serbest yağ asidi düzeyi
- Yaşlanma
- Cortisol
- REM uykusu
Büyüme Fizyolojisi Prof. Dr. Metin Baştuğ

• 22 k-DA GH’ nın yaklaşık %50’si hedef dokulardaki GH reseptörünün ekstrasellüler


parçası olan GH-bağlayıcı proteinler ile kompleks oluşturur. Bağlayıcı proteinlere
bağlanmak hormonun yarı ömrünü uzatıyor.

• GHR ( Growth hormon reseptörü ) 620 amino asitli 130 k-DA’lık Tirozin kinaz ilişkili
proteindir.

• GH Anabolik bir hormon olarak hücrelere amino asit alımını ve protein yapımını
artırıyor. Proteolizi baskılıyor.

• GH kas ve karaciğerde yağ asidi alımını ve oksidasyonu artırıyor. Aynı zamanda


ketojenik etkide gösteriyor.

GROWTH HORMONUN KISA SÜRELİ ETKİLERİ


Lipolitik: Yağ dokusunda lipolizi hızlandırır.
Diyabetojenik: Kas ve yağ dokuda glikoz kullanımını duraklatırken karaciğerde
glikoneogenezi artırır. Kas ve yağ dokuda glikoz ve yağ metabolizması üzerine
insülinin etkisini duraklatır, insülin direncine neden olur. (Demek ki growth hormon
eksikliği insülin benzeri etki gösteriyor.)

GROWTH HORMONUN UZUN DÖNEM (İNDİREK) ETKİLERİ


Uzun dönemde etkisini IGF(somatomedin)’ler ile gösterir.
SS, GHRH ve Ghrelin hormonları büyüme hormonu üzerine etki eder demiştik.
Büyüme hormonu da etkisini karaciğer üzerinde insülin benzeri growth faktör-1 ve 2
(IGF1 ve IGF2)‘nin salgılanmasını artırarak gösterir.
İnsan insüliniyle IGF’lerin yapısal olarak benzerlikleri var. Bazen IGF’ler insülinin
yokluğunda insülin gibi etki edebiliyor.
Karaciğer, böbrek, kas, kıkırdak ve kemikte üretilirler.

• GH kaslarda glikoz alımını azlatıyor ama IGF 1’in bağlanmasıyla glikoz ve amino
asit alımı artıyor.
BÜYÜMEYİ ETKİLEYEN HORMONLAR
IGF-1:

• Büyüme hormonu etkisi ile karaciğer ve diğer hücrelerden salgılanır.


• Plazma düzeyi GH gibi dalgalanma göstermez.
• IGF-1 bağlama proteinine bağlanarak taşınır.
• Reseptörü IGF1R’dir.
Büyüme Fizyolojisi Prof. Dr. Metin Baştuğ

• IGF1Rinsülin reseptörüne çok benzer ve insülinle aynı ya da benzer hücre içi


mekanizmayı kullanır.

• IGF-1’in reseptörleri alfa ve beta domainlerinden oluşur. Alfa zincirlerine


bağlanınca tirozin kinazı aktive ederek etkisini gösterir.

• Kıkırdak oluşumunu ve epifizyal büyümeyi hızlandırır.


• Protein sentezini hızlandırır.
• İnsülin benzeri etkisi ve antilipolitik aktivitesi vardır.
IGF-2:

• Düzeyi GH’a daha az bağlıdır.


• Reseptörü IGF-1’in reseptöründen farklıdır(IGF2R). Titozin kinazı yoktur, tek
zincirlidir. Bu farklılıklara rağmen metabolik etkileri ve büyüme üzerine etkileri IGF-1’e
benzer.

• Erişkinde IGF-2 geni sadece koroid plexusta ve beyin zarında görünmektedir.


IGF-1 İLE BOY ARTIŞ ORANI İLİŞKİSİ:

• IGF-1’in düzeyi ile boy artışı arasındaki oranın uyum gösterdiği tek dönem puberte
dönemidir.

• Fetal dönemde ve ilk yıllarda IGF-1 düşük olmasına karşın büyüme hızlıdır.
• IGF-1’in düzeyi hayat boyunca devam eder ancak boy uzaması belli bir yaşa
kadar.

• GHRH, GH, IGF-1 kas-iskelet sisteminde uzunlamasına büyümeyi sağlar.


TİROİD HORMONLARI:

• Büyüme hormonunun yapım ve etkinliğini artırır.


• Diş gelişimi, yüz hatlarının oluşması, vücudun orantılı büyümesinde etkillidir.
• Fetüste sinir sisteminin gelişiminde rol oynar. Bu etkisini; sinir hücre ve
uzantılarının oluşumu, sinaps oluşumu, myelinizasyon, sinir dokusunun
damarlanmasını artırarak yapar.
Büyüme Fizyolojisi Prof. Dr. Metin Baştuğ

CİNSİYET HORMONLARI:

• 8-10 yaşlarında salgılanması artar. 5-10 yıl sonra platoya ulaşırlar.


• IGF-1 salgılanmasını artırarak kemik büyümesini hızlandırırlar. Puberte de uzun
kemiklerin ve omurganın büyümesi için gereklidirler.

• Testosteron anabolik etkilidir.


• Cinsiyet hormonları başlangıçta büyümeyi hızlandırmalarına rağmen, östrojenler
daha sonra epifiz plaklarının kapanmasına ve kemikte epifizyal büyümenin
durmasına yol açarlar.

KORTİZOL:

• Adrenal bezden salgılanan bir stres hormonudur.


• Yüksek yoğunlukta salgılanırsa büyümeyi baskılar.
Bu etkisini;

1. DNA replikasyonunu inhibe ederek,


2. Protein yıkımını artırarak,
3. Kemik büyümesini baskılayarak,
4. Büyüme hormonu salgılanmasını azaltarak yapar.

İNSÜLİN:

• Anabolik etkilidir.
• IGF-1 salgılanmasını uyarır.
• Fetal yaşamda hücre bölünmesi ve differansiyasyonunu hızlandırır.
PARAKRİN VE OTOKRİN ETKİLİ DİĞER BÜYÜME FAKTÖRLERİ:

• Nerve growth factor (NGF) • Fibroblast growth factor (FGF)


• Angiogenesis factor • Vascular endothelial growth factor (VEGF)
• Epidermal growth factor (EGF) • Hepatocyte growth factor (HGF)
Arkadaşlar notum burada bitiyor. Herkese sınavda başarılar.

Ömer Faruk Yenitürk


Büyüme Fizyolojisi Prof.Dr.Metin Baştuğ

BÜYÜME FİZYOLOJİSİ

• Büyüme, döllenmiş yumurtadan yetişkinliğe hatta hayat sonuna kadar devam eden
bir süreçtir.
• Hipertrofi hücre hacmindeki artışı ifade ederken hiperplazi hücre sayısında artış
anlamına gelir.
• Büyüme; hücre proliferasyonu, protein sentezinde artış, ağırlık artışı ve boyda uzama,
maturasyonla giden karmaşık bir süreçtir.
Yaşam sürecinde büyümenin hızlı gerçekleştiği iki dönem vardır;
1-) Fetal büyüme dönemi→ Fetal dönemden başlayıp yaklaşık iki yaşına kadar devam eder.
2-) Puberte dönemi
Büyüme iki şekilde olur. Doğrusal büyüme ve vücut kitlesinde artış. Bu ders doğrusal
büyümeden bahsedeceğiz.
BÜYÜMEYİ ETKİLEYEN HORMONLAR
BÜYÜME HORMONU

• Ön hipofizden salgılanır.
• Fetal büyümeye etkisi yok denecek kadar azdır, doğumla etkinliği artar.
• Hücre bölünmesini artırarak kemik büyümesini hızlandırır. Bu etkisini IGF-1 aracılığı
ile gerçekleştirir.
• Özellikle kaslarda protein sentezini artırır. Bu etkisini hücreye amino asit alımı,
ribozom sentez ve aktivitesini artırarak yapar.
BÜYÜME HORMONU SALGISINDAKİ BOZUKLUKLAR
Cücelik:


Cücelik olgularının çoğu çocukluk döneminde gelişen yaygın ön
hipofiz salgısının yetersizliği sonucu oluşur. Genel olarak
vücudun tüm fiziksel bölümleri birbirleriyle orantılı gelişme
gösterir ancak büyüme hızı çok azalmıştır. Resimdeki birey 17
yaşında olmasına rağmen 4-5 yaşlarındaki bir çocuğun vücut
gelişimine sahiptir.

Büyüme Fizyolojisi Prof.Dr.Metin Baştuğ

Devlik(jigantizm) ve akromegali:

Ön hipofizin somatotrop hücre tümörleri fazla
miktarda büyüme hormonu salgılayarak
çocuklarda jigantizme erişkinlerde
akromegaliye neden olur. Tümörün büyümesi
ergenlikten önce ise kişi anormal bir boya
ulaşabilir.

Doğrusal büyümenin artık mümkün olmadığı
zamandan sonra; el ve ayakların olağandışı
büyümesi, osteoartrite bağlı vertebra
değişiklikleri, yumuşak doku büyümesi,
vücutta kıllanma ile alın ve çenede aşırı
büyüme gibi akromegalinin karakteristik
özellikleri oluşur. İç organların aşırı büyümesi
işlevlerinin gittikçe bozulmasına yol açabilir.

Hipofizdeki tümörler büyüme hormonunun
fazla salgılanmasına neden olurken aynı
zamanda optik sinire baskı yaparsa bilateral
hemianopsi de görülür.


Büyüme Fizyolojisi Prof.Dr.Metin Baştuğ

Büyüme hormonu karaciğere etki ederek oradan IGF-1 salgılatıyor. Bunun dışında farklı
organ ve dokulara etki ederek başka hormonların salgılanmasını sağlıyor.


Şekilde de görüldüğü gibi GHRH(büyüme hormonu salgılatıcı hormon)nin GH (growth
hormone, büyüme hormonu) üzerinde artırıcı, SS(somatostatin)nin ise inhibe edici etkisi
vardır.



Büyüme hormonunun somatotrop hormonlarda yapılması:
mRNA’dan transkripsiyon ve translokasyon yaşadıktan sonra düz
endoplazmik retikuluma pre-pro-hormon şeklinde gelir. Golgide
pro-hormon haline gelir. Ardından hormon olarak iki farklı türde
salgılanır.
22-kDa (kilodalton)’luk 191 amino asitlik büyüme hormonu
20-kDa’luk 176 amino asitlik büyüme hormonu

• Bunlardan etkili olanı 191 amino asitlik olan büyüme


hormonudur.
Büyüme Fizyolojisi Prof.Dr.Metin Baştuğ

Aşağıdaki tabloda büyüme hormonuna benzer ve onun işini yapabilen hormonlar yer alıyor.


pvGH→ Plasentada büyüme hormonu birebir olarak bulunmuyor. Onun yerine büyüme
hormonunun plasental varyantı bulunuyor.
hCS1 ve hCS2→ Fötal yaşamdaki dönemde bu hormonların etkili olduğu düşünülüyor.
hPRL→ GH ile reseptörleri benzerdir. Bu sebeple bazen GH reseptörü, prolaktin reseptörleri
için agonist rol oynar.

GH sekresyonu gün içinde düşüktür.
Derin uyku ve yavaş dalga uykusu GH
sekresyonunu uyaran faktörlerdir. GH
sekresyonu aydınlık-karanlık
siklusundan ziyade uyku-uyanıklık
durumundan etkilenir.




Bu resimde GH sekresyonunun yaşa bağlı
olarak da değiştiğini görüyoruz. Yaş ilerledikçe
sekresyon azalır. Fakat yaşam boyu GH
salgılanması devam etmektedir.







Büyüme Fizyolojisi Prof.Dr.Metin Baştuğ

Büyüme hormonunun salgısı daha
çok GHRH tarafından yürütülür.
GHRH ön hipofiz bezindeki
büyüme hormonu hücrelerinin
(somatotrop hücreler) dış
yüzeyindeki özgül hücre zarı
reseptörlerine bağlanarak GH
salgısını uyarır.
GHRH’nin g-proteinle eşlenik bir
reseptörü vardır. Bu reseptör,
adenilat siklazı aktive eder.
Adenilat siklazın aktivitesiyle artan
hücrre içi cAMP düzeyi, protein
kinaz A aracılığı ile hücreye Ca+
girişini artırır ve GH’nin
salgılanmasını sağlar.
Somatostatin ise adenilat siklazı inhibe ederek etkisini gösterir.

• Somatostatin sadece hipotalamustan değil; midenin D hücrelerinden, duodenumdan


ve pankreastan da salgılanır. Hedef hücreleri arasında mide, bağırsak, pankreas ve
karaciğer de vardır. Genellikle inhibitör etki gösterir.


GH; bir dokuya ya direkt etki eder
ya da karaciğer ve diğer
organlardan IGF-1 salgılatarak
etkisini gösterir.
Büyüme hormonu üzerinde etkisi
olan bir diğer hormon da
ghrelin’dir. Ghrelin açlık
durumunda mideden salgılanır.
Ghrelin, GH salgılanmasını artırır.
Dolayısıyla kan şekerini artırıcı
etkisi vardır.




Büyüme Fizyolojisi Prof.Dr.Metin Baştuğ

GH SALGISINI UYARANLAR
• Ciddi protein eksikliğinin eşlik ettiği açlık
• Hipoglisemi: azalmış kan glikoz düzeyi
• Azalmış kan serbest yağ asidi düzeyi
• Artmış kan aa düzeyi
• Egzersiz
• Travma, stres, heyecan
• Testosteron, östrojen
• Derin uyku
• Büyüme hormonu serbestleştirici hormon (GHRH)
• Yemeklerden önce mideden salgılanan Ghrelin hormonu

GH SALGISINI BASKILAYANLAR
• Artmış kan glikoz düzeyi
• Artmış kan serbest yağ asidi düzeyi
• Yaşlanma
• REM uykusu
• Şişmanlık
• Büyüme hormonu baskılayıcı hormon (somatostatin=SS=GHIH)
• Büyüme hormonu eksojen
• Somatomedinler (IGF’ler)

ü GH’nin büyük çoğunluğu plazmada serbest dolaşır.
ü 22-kDa GH’nin yaklaşık %50’si hedef dokulardaki GH reseptörünün ekstraselüler
parçası olan GH-bağlayıcı proteinler ile kompleks oluşturur. Bu birleşme GH’nin yarı
ömrünü uzatır. (Normalde GH’nin yarı ömrü yaklaşık 20 dakikadır.)


GH reseptörü, 620 amino asitli 130-kDa’lık tirozin kinaz ilişkili bir
proteindir.






Büyüme Fizyolojisi Prof.Dr.Metin Baştuğ

Growth hormonun kısa süreli (doğrudan) etkileri
Burdaki etkileri çoğunlukla endokrin etkilerdir.

HEDEF ETKİ
Kas ↓Glukoz alımı
Yağ ↑Lipoliz
Karaciğer ↑Glukoneogenez
Kas, yağ ve karaciğer İnsülin direnci

Growth hormonun uzun dönem (indirekt) etkileri
- Hedef dokularda IGF(somatomedin)’ler üreterek gerçekleştirir.
- Karaciğer, böbrek, kas, kıkırdak ve kemikte üretilirler.
• IGF-2, IGF-1’den farklı olarak fetüste de üretilir.



Yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi IGF-1 reseptörü, insülin reseptörüne oldukça
benzerdir. IGF-1 reseptörü, aynı insülin reseptörü gibi α ve β zincirlerinden
oluşmuştur ve tirozin kinaz alanı vardır. Öbür taraftan IGF-2 reseptörü, insülin
reseptörüne pek bir benzerlik göstermez.
Büyüme Fizyolojisi Prof.Dr.Metin Baştuğ



IGF-1:
- Büyüme hormonu etkisi ile karaciğerden salgılanır.
- Plazma düzeyi GH gibi dalgalanma göstermez.
- IGF-1 bağlama proteinine bağlanarak taşınır.
- Reseptörü IG1R, ES iki α ve TM iki β zincirine sahiptir.
- Kıkırdak oluşumu ve epifizyal büyümeyi hızlandırır.
- Protein sentezini hızlandırır.
- İnsülin benzeri etkisi ve antilipolitik aktivitesi vardır.
IGF-2:
- Düzeyi GH’a daha az bağlıdır.
- Reseptörü (IGF2R) farklıdır. Tirozin kinazı yoktur, tek zincirlidir.
- Bu farklılıklara rağmen metabolik etkileri ve büyüme üzerine etkileri IGF-1’e
benzerdir.


Büyüme Fizyolojisi Prof.Dr.Metin Baştuğ

BÜYÜMEYİ ETKİLEYEN HORMONLAR
TİROİD HORMONLARI

• Büyüme hormonunun yapım ve etkinliğini artırır.


• Diş gelişimi, yüz hatlarının oluşumu, vücudun orantılı büyümesinde etkilidir.
• Fetüste sinir sisteminin gelişiminde rol oynar. Bu etkisini; sinir hücre ve uzantılarının
oluşumu, sinaps oluşumu, miyelinizasyon, sinir dokusunun damarlanmasını artırarak
yapar.
CİNSİYET HORMONLARI

• 8-10 yaşlarında salgılanması artar. 5-10 yıl sonunda platoya ulaşırlar.


• IGF-1 salgılanmasını artırarak kemik büyümesini hızlandırır. Pubertede uzun
kemiklerin ve omurganın büyümesi için gereklidir.
• Testosteron anabolik etkilidir.
• Epifiz plaklarının kapanmasına ve kemikte epifizyal büyümenin durmasına yol açar.
KORTİZOL

• Adrenal bezden salgılanan bir stres hormonudur.


• Yüksek yoğunlukta salgılanırsa büyümeyi baskılar. Bu etkisini:
1- DNA replikasyonunu inhibe ederek,
2- Protein yıkımını artırarak,
3- Kemik büyümesini baskılayarak,
4- Büyüme hormonu salgılanmasını azaltarak yapar.
İNSÜLİN

• Anabolik etkilidir.
• IGF-1 salgılanmasını uyarır.
• Fötal yaşamda hücre bölünmesi ve differansiyasyonunu hızlandırır.


Metin Hocanın canlı derste sorduğu birkaç soruyu da buraya ekliyorum.

1-) Hangileri büyüme hormonu sekresyonunu artırır? (2 tane seçilecek)
l-Glukoz
ll-Rem uykusu
lll-Glukagon
lV-Arginin
V-kortisol

2-) Büyüme hormonunun kısa süreli etkileri hangileridir? (3 tane seçilecek)
l-kaslarda glukoz alımını artırmak
ll-yağ hücrelerinde lipolizi artırmak
lll-kemiklerde kollajen sentezini artırır
lV-karaciğerde IGF sentezini artırır
V-karaciğerde glukoneogenezi artırır

3-) fötal dönemde büyüme üzerine etkili hormonlar hangileridir? (3 tane seçilecek)
l-büyüme hormonu
ll-insülin
lll-tiroid hormonları
lV-kortizol
V-insan koryonik somatomammotropin
Vl-prolaktin

4-) hangileri somatotrop hücrelerden büyüme hormonu salgılanmasını inhibe eder? (2 tane
seçilecek)
l-GHRH
ll-somatostatin
lll-TRH
lV-IGF-1
V-ghrelin

CEVAPLAR
1- lll ve lV
2- ll, lV ve V
3- ll, lll ve V
4- ll ve lV

Hocanın sisteme yüklediği ders kaydından ve geçen senenin notundan yararlanarak elimden
geldiğince anlaşılır bir not yazmaya çalıştım. Umarım faydalı olur. Herkese iyi çalışmalar…
M. HARUN KARABAĞ
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ

Ø Notu yazarken e-Kampüste yüklü olan ders kaydından yararlandım.

Hücreler büyümek çoğalmak göç etmek için yapısal bütünlüğünü ve iç ortamını korumak, uyaranlara
cevap vermek ve farklılaştırılmış işlevlerini yerine getirebilmek için sürekli olarak çalışıyor. İnsanların
dinlenmesi sırasında bu hücrelerin çalışması sonucu metabolizma hızı ortaya çıkıyor ve bu hız bir
insanın toplam potansiyel enerji harcamasının %60-%70’ini oluşturmaktadır.

Hücreler enerjilerini
ATP den karşılıyor. Bu
yüzden hücreler için ATP
kaynağı gerekir. Bu
kaynak karbon bazlı
yakıtların yani besin
maddelerinin veya enerji
substratlarının yakılması
ile elde ediliyor. Bu
enerji substratları
monosakkaritler, serbest
yağ asitleri, esterleşmiş
yağ asitleri, amino
asitler ile keton
cisimcikleridir.

Bu derste bahsedeceğimiz konular:

• Metabolik homeostazisin düzenlenmesinde birincil rolü olan hormonlar


• Spesifik enzimatik yolların hormonal düzenlenmesi
• Endokrin organ olarak adipoz dokunun rolü
• Enerji metabolizmasındaki dengesizlik ve sonucu olarak Diabetes Mellitus

Özet olarak metabolizmanın moleküler temellerinden bahsedilecek diyebiliriz.

Bütün hücreler lipit, nükleik


asit protein gibi makro
moleküllerin sentezi ve
organellerin düzenlenmesi için
enerji sağlamalıdır ve bu enerji
denge içerisinde olmalıdır.
Hücre içinde master
düzenleyici ve besin enerji
sensörleri bulunuyor. Burada
mTORC1 ve AMP kinaz (AMPK)
adı verilen iki önemli yolak
bulunuyor. mTORC1 yolağı
anabolik bir yolak iken AMPK
yolağı katabolik bir yolaktır.


METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ

Anabolik yolak yani tokluk durumunda alınan besinlerin depolanması iken katabolik yolak enerji
gerektiğinde yani hücre içi AMP arttığı Ca2+ arttığı oksijenin azaldığı durumlarda aktive olan yolaktır.
Açlıkla ilgili yolak AMPK’yı aktive ederken aktif AMPK diğer taraftan mTORC1 aktivitesini inhibe
ediyor. Katabolik yollar glikoz serbest yağ asitleri ve beta oksidasyon gibi yollarla enerji oluşturuyor.

Kan glukoz düzeyi 60 mg/100ml altına düşerse (akut hipoglisemi) nöroglikopeni semptomları
(terleme, bulantı, kalp çarpıntısı) gözlenir. Ciddi hipoglisemide koma, konvülziyon ve ölüm gözlenir.
Bu yüzden kan glukoz düzeyinin sabit tutulması hayati önem taşıyor. Glukagon ve katekolamin kan
glukoz düzeyini 60 mg/dl üzerinde sürdürme işlevinde önemli bir role sahiptir.

Açlık kan glukoz düzeyinin 100 mg/dl üzerine çıkması durumunda ise glukoz intoleransı veya
diyabetes mellitus (DM) olarak adlandırılan, önemli metabolik ve osmotik bozukluklara neden olan
tabloya zemin hazırlar

Kandaki lipitler, yağ asitleri (FFAs), tigliseritler (TGs) ve kolesterol de glukoz metabolizması ile yakın
ilişkilidir.

Lipitlerin adipoz doku dışında birikmeleri (ektopik lipit) insülin direnci ve tip 2 DM’ye neden olur.

ENERJİ METABOLİZMASI İLE İLGİLİ HORMONLAR

Başlıca hormonları biliyoruz. İnsülin, glukagon, epinefrin ve norepinefrin. Ek olarak başka birçok
hormon var. Adipoz dokudan salgılanan hormonlar kortikosteroidler, tiroid hormonları, büyüme
hormonunu da ekleyebiliriz ama ilk dört hormon esas ilişkili hormondur.

Bu hormonların çoğu esas olarak pankreasın endokrin bölümünde bulunuyorlar.

İNSÜLİN
• İskelet kası ve yağ hücrelerine glukoz alımını sağlar.
• Karaciğer iskelet kasında glikojen depolanmasını artttırır.
• Karaciğerden glukoz çıkışını baskılıyor.
• Karaciğer ve yağ dokuda trigliserit sentezini sağlar.
• Yağ dokuda trigliserit depolarının lipolizisini baskılar.

İnsülin anabolik bir hormondur. Tokluk durumunda kan glikozunun yükselmesini önleyip bu glikozu
daha sonra kullanmak üzere değişik formlarda (glikojen, yağ) depolamaya yönelik fonksiyon gösterir.
Ek olarak protein sentezini de arttırıyor ve doygunluk üzerine etkisi ile metabolik homeostasizi
düzenliyor.


METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ

İnsülin yapı olarak A, B ve C zincirlerinden


oluşuyor daha sonra C zinciri ayrılıyor
ardından A ile B disülfit (S-S) bağları ile
bağlanıyor ve aynı sekretuar granülde
bulunuyor. Ayrıca bu granül içinde çinko da
bulunuyor ve slaytta gördüğümüz gibi
salgılandığını biliyoruz.

Dolaşımda insülin salgılanması plazma


glikoz düzeyine bağlıdır. Plazma glikoz
düzeyi arttıkça plazma insülini salgılanması
gerçekleşiyor.


Bu slaytta pankreas langerhans adacıkları beta hücresinden insülinin nasıl salgılandığını görüyoruz.
Glikozun GLUT2 dediğimiz taşıyıcı proteinlerden hücre içine girdikten sonra burada glikozun
glukokinaz enzimi ile glukoz-6 fosfata yıkılması ve daha sonra olayları başlatması durumunu
görüyoruz eğer burada glukokinaz enzimi hücrelerde olmazsa insülinin salgılanması duracaktır. Bu
durum genç yaşta ortaya çıkan Tip 1 diyabet türü sebebidir.

Yemek sonrası insülin sekresyonunu arttıracak faktörler olarak aminoasitlerde (lösin gibi) kolinerjik
stimülasyonunu söyleyebiliriz.

İncretinler kan glukoz düzeylerinde azalmayı uyaran metabolik bir hormon grubudur. Gastrik inhibitör
peptit(GIP), kolesistokinin, sekretin, gastrin adenliat siklazı aktive etmek sureti ile hücre içine Ca2+
girişini arttırarak insülin sekresyonunu arttırıyorlar .Diğer taraftan epinefrin ve norepinefrin alfa 2
adrenerjik reseptör aracılığı ile insülin salgılanmasını inhibe ediyor. Bu durum özellikle egzersiz
sıranda önemliydi. Diğer bir inhibe eden faktör de somotostatindir.
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
Bu slaytta insülinin
hedef hücreye
bağlanması ile hücre
içi sinyal yolakları
aracılığı ile
gerçekleşen etkiler
görülüyor. İnsülin
bir tirozin kinaz
aktivasyonu sağlıyor
ve fosfo tirozin
rezidüleri ile 3
adaptör protein işe
katılıyor. Bunlardan
bir tanesi IRS1-4
proteinleri diğeri
SHC yolağı
sonuncusu burada
görülmeyen APS
SOX yolağı(?). Bu yolaklar mitojen aktive edilen aktive protein kinaz yolağına çıkıyor. Yoldaki önemli
faktörlerden bir tanesi SREBP1c (Sterol Regulatory Element-Binding Protein 1c). SREBP1c birçok
enzimin genetik olarak ifadesini sağlıyor. SREBP1c den anahtar rol oynayan yolak olarak
bahsedebiliriz. SOX ailesi APS ile birlikte IRS proteinlerini azaltıyor diyebiliriz. Esas olarak etkilerini
gerçekleştirdiği mTORC ve SREBP1c ile insülin genetik olarak nükleustan hücre içine birtakım
proteinlerin sentezini sağlıyor. Bu yüzden SREBP1c yolağına anahtar bir yolak diyoruz.

GLUKAGON
• Karaciğerde glikojenoliz ve glukoneogenez ile glukoz üretimini sağlıyor
• Karaciğerde glukozun glikojen ve lipitlere dönüşümünü azaltıyor
• Glukozun yağ doku ve kasa alımını azaltıyor
• Hepatik ketogenezi arttırır
• Kas ve yağ dokuda glukeneogenik substratların salgılanmasını arttırıyor
• Yağ dokuda hormon duyarlı lipazı ve serbest yağ asidi salınımını arttırır.

Önceki derslerde
katekolaminlerden
bahsetmiştik.
Katekolaminler alfa 2
reseptörü aracılığı ile
insülin salgılanmasını
baskılıyor. Amino asitler de
benzer şekilde glukagon
sekresyonunu stimüle
ediyorlar. Katekolaminler
beta 2 ve 3 reseptörleri ile
G protein bağlı sinyal
yolağıyla cAMP’yi arttırarak
glukagon sekresyonunu
stimüle ediyor.


METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
ENERJİ METABOLİZMASI
Enerji metabolizmasında özellikle 3 organdan bahsediyoruz çünkü hem enerjinin kullanımı hem de
depolanmasında baskın rol oynuyorlar. Bu organlar karaciğer, iskelet kasları ve yağ dokusu.
Hipotalamusu da bu organlara ekleyebiliriz. Hipotalamus hormonlar aracılığı ile besin maddelerine
yanıt olarak yakıtların alınması, kullanılması ve depolanmasında önemli rol oynuyor. Bunlara ek
olarak gastrointestinal kanaldan (GIK) ve yağ dokusundan kaynaklanan enerji metabolizmasını
düzenleyen diğer hormonlardan da bahsedebiliriz.

TOKLUKTA ENERJİ METABOLİZMASI


GIK venöz drenajı hepatik sinüsoidlerde sonlanır. Karbonhidrat ve amino asitler önce karaciğere gelir.
Trigliseritler şilomikron partikülleri olarak ilk seferinde karaciğeri bypass ederler.

Tokluk durumunda
karaciğer hücresinde
kan glukozu yükselince
GLUT 2 taşıyıcılar ile
karaciğer hücresine
glikoz giriyor ve insülin
siyah oklar ile gösterilen
yolağı stimüle ediyor
yani o yolakları aktive
ediyor sarı ile gösterilen
yolakları inhibe ediyor.
Glikojen depolanmasını
sağlıyor. Karaciğerde 80
gram civarında glikojen
depo edilebiliyor. Glikoz
glikolize giriyor
sonrasında pirüvat
aracılığı ile trikarboksilik
asit döngüsüne ve
oksidatif fosforilasyona girip ATP oluşumu sağlanıyor. Elektron transport zinciri aracılığı ile NADH
oluşuyor. NADH’ın fazla oluşması sonucunda Malonil-CoA (MAL CoA) aracılığı ile de nova lipogenez
işlemi ile yağ asitleri ve VLDL oluşumu sağlanıyor. Bunlar karaciğerde depolanıyor hücre dışına
salgılanmıyor. Dolaşımdaki şilomikron rezidüleri (CR) de hücre içerine alınıyor. İnsülin bu sırada
glikoneogenezi ve glikojenolizi baskılıyor.

Bütün bu olayları yöneten insülin.


İnsülin ile aktive olan transkripsiyon
faktörü de biraz önce bahsettiğim
SREBP1c ile stimüle olan hepatik
genlerdir. Bu hepatik genler glikolizi,
de novo lipogenezi ve pentoz fosfat
yolunu sağlayan ilgili enzimleri
kodlayan genlerin transkripsiyonunu
sağlıyor. Tablodaki enzimleri
kodlayan genlerin transkripsiyonunu
sağlamış oluyor. Bu yüzden SREBP1c
önemli bir transkripsiyon faktörüdür.
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
Burada monosakkaritlerin
hücre içine taşınmasını ve
tutulmasını görüyoruz.
Karaciğer sinüzoidlerine
ulaşan monosakkaritlerinin
konsantrasyon gradienti ile
hepatositlerin içine GLUT 2
taşıyıcı ile girmesi ve girmesi
ile beraber insülinin
bahsettiğimiz SREBP1c
transkripsiyon faktörünün
anahtar rol oynadığı
görülüyor. Sonrasında
glikozun glukoz-6 fosfata
çevrilmesi glukokinaz
enzimini aktifleştirmesi
görülüyor. Glukokinaz
enzimi nukleusta glukokinaz bağlayan protein ile birleşiktir. Glukokinaz gen ekspresyonunu SREBP1c
transkripsiyon faktörü sağladığı zaman glukokinaz serbestleşip sitoplazmaya geçiyor ve glikoz-6
fosfatın oluşumunu sağlıyor. Normalde bu reaksiyon geri dönüşümsüz bir reaksiyon bu reaksiyonun
geri dönüşümünü sağlayan antagonist enzim ise glikoz-6 fosfatazdır. Glikoz-6fosfatazı kodlayan
glikoz-6 fosfataz gen ekspresyonunu insülin FOXO1in inhibisyonu yolu ile gerçekleştiriyor.

Burada diğer
monosakkaritimiz
fruktozdan bahsedeceğiz.
Galaktoz glikoza dönüşüp
glikoz ile aynı yolağı izliyor.
Burada fruktozun pirüvat
oluşması için anahtar enzim
fosfofruktokinaz 1(PFK1)
enzimi olduğunu söylemek
gerekir. Fosfofruktokinaz 1
(PFK1) enzimi fruktoz-6
fosfatı früktoz-1,6-bifosfata
dönüşüyor. O da daha
sonra pirüvata dönüşecek.
Bu yolakta fruktoz-2,6
bifosfat fosfofruktokinaz
enziminin aktivatörü olarak
rol oynuyor. Fruktoz-2,6-bifosfat oluşumunu sağlayan fosfofruktokinaz 2 (PFK2) enzimininin
aktivasyonunu sağlayan insülin ve protein fosfatazlardır. Sonuç olarak fruktoz metabolizmasında
fruktozun pürivata parçalanmasında SREBP1c yolağı etkili değildir. İnsülin protein fosfatazlar ile
protein fosfokinaz 2 (PFK2)yi aktive ederek protein fosfokinaz 1 (PFK1) i aktive ediyor. Glukagon ve
katekolaminler protein kinaz A (PKA) ile fosfofruktokinaz 2(PFK2) yi inaktive ediyorlar ve fruktoz-2,6
bisfosfattan fruktoz-2,6-bifosfataz enzimi aracılığı ile fruktoz-6 fosfata dönüşümünü sağlayan bir
yolaktır. (Bu slaytı hoca biraz karışık anlattı. Tam olarak açıklayamamış olabilirim. Ders kaydından
dinleyebilirseniz daha yararlı olabilir. Kusura bakmayın. Kayıtta 27.05)
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
Karaciğerde aktif
mitokondriye giren
pirüvat tokluk
durumunda ATP ve NADH
bol miktarda oluştuğunda
trikarboksilik asit siklusu
başlıyor ve oluşan sitrat
sitoplazmaya geçiyor.
Burada gösterilmemiş
ama sitratın bir kısmı
kolesterole de karbon
veriyor. Karaciğerde
başta olmak üzere iskelet
kası ve meme bezinde de
nova lipogenaz
gerçekleşiyor ve sitratın
yağ asitlerine dönüşmesi
gerçekleşiyor. Bu aşamada yine SREBP1c transkripsiyon faktörünün rolünü görüyoruz. ATP sitrat liyazı
(ACLY) Asetil-CoA karboksilaz 1 ve 2 (ACC1&2) enzimlerini yine yağ asiti sitrat enziminin
aktivasyonunu ve lipogenik gen ekspresyonu ile sağlayan PKB/AKT yolağı sayesinde SREBP1c
transkripsiyon faktörünün burada rolünü görüyoruz.

Önceki slaytta
anlatılanlara ek olarak
Asetil-CoA karboksilaz 1
(ACC1)aktivitesi insülin
tarafından
defosforilasyon ile aktive
edilmektedir. Tersine
açlık durumunda Asetil-
CoA karboksilaz 1(ACC1)
ve Asetil-CoA karboksilaz
2( ACC2) enzimleri AMPK
tarafından fosforile
edilerek inaktifleştirilir.
AMPK ile aktifleşen
malonil CoA
dekarboksilaz (MDC)
enziminin oluşumu da
antagonize edilir. Bu
Asetil-CoA karboksilaz ile oluşan malonil CoA mitokondri dış membranında Karnitin Palmitol
transferaz-1 (CPTI) i inhibe eder ve böylece oksidasyon ve ketogenez de inhibe edilmiş olur.

Özet olarak insülin; karaciğerde glikojen sentezini, glikolizi, de novo lipit sentezini, pentoz fosfat
yolunda NADPH üretimini, protein ve organel sentezini (bunu mTORC1 ile yapıyor) stimüle eder.
Glikojenoliz ve glukoneogenez ile hepatik glukoz üretimi yağ asit oksidasyonu ve ketogenez
proteolizisi inhibe eder.


METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
Anabolik yollar mTORC1
yolağı ile gerçekleştirilirken
açlıkta AMPK yolağı
mTORC1i baskılıyor ve
katabolik yolağa giriyor bu
sayede açlıkta özellikle
beyin için gerekli glikoz
dolaşıma sağlanmış oluyor.
Sonuç olarak toklukta
amino asitler ve insülin
mTORC1 ile stimüle olur.
mTORC1 protein sentezini
stimüle eder.mTORC1 de
novo lipogenezi SREBP1c
ile stimüle eder. Aşırı ATP
nedeniyle bu yolakta AMPK
inaktiftir.

İSKELET KASI

Tokluk durumunda kanda


glukozun yükselmesi ile
karaciğer glukozun kana
verilmesini engelledi böylece
glukoz toleransı olarak
adlandırdığımız kan glukoz
konsantrasyonun oynaması
minimize edilmiş oldu.
Glukoz toleransının
sağlanmasının primer
yollarından biri de glukozun
hücreler içine özellikle kas
hücresi içine alınmasıdır.
Glukozun kas hücresi içine
alınması farklı bir taşıyıcı
protein GLUT4 olarak
adlandırılan taşıyıcı protein
ile olur. GLUT 4 insülin bağımlı bir taşıyıcı protein ve depolarda depo veziküllerda bulunuyor. İnsülin
sayesinde hücre membranına translokasyonu gerçekleşiyor ve hücre içine glikoz giriyor. Glikoz girince
karaciğerde olduğu gibi glikojen sentezi gerçekleşiyor ve diğer taraftan insülin aracılığı ile glikoliz ile
pürivata sonra trikarboksilik asit siklusuna doğru işlem gerçekleşiyor. Fazla ATP olduğu zaman yine
insülinin hücre içi sinyal yolakları sayesinde aktifleşen transkripsiyon faktörü SREBP1c ectopic
intramyocellular trigliserit ve lipitlerin oluşumunu sağlıyor. Egzersiz intracellular Ca2+
konsantrasyonunun artması hücre içinde AMP ATP oranının artması sonucu bu sefer AMPK artışı
meydana geliyor ve lipogenezin inhibisyonu, serbest yağ asidi oksidasyonu gerçekleşiyor. Normalde
iskelet kasında bol miktarda protein bulunuyor. Bu proteinlerin sentezi de ortamda tokluk
durumunda insülin sayesinde stimüle ediliyor


METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
ADİPOZ DOKU

Glikozun hücre içerisine girmesi


için GLUT 4 (bazı kaynaklar GLUT
12 den de bahsediyor) insülin
sinyali ile hücre membranına
transloke oluyor ve glukozun
hücre içerisine girmesini sağlıyor.
Yağ dokuda glikojen sentezi
yoktur. Glikoz glikolize oluyor ve
yağ asitlerine doğru
esterifikasyon işlemi
gerçekleşiyor yine başka bir olay
insülin sayesinde ekstracellular
lipoproteinlipaz(LPL) enzimi
stimüle oluyor ve buradaki
şilomikronlardaki serbest yağ
asitlerinin yağ doku içerisine
alınma işlevi gerçekleşiyor.

İnsülin ayrıca yağ asidi transport


proteinlerini (FATP) hücre zarına
translokasyonunu sağlayarak yağ
asitlerinin adipoz dokuya girişini
kolaylaştırır. Diğer taraftan hormon
duyarlı lipazı inaktive ederek
trigliseritlerin proteinle
kaplanmasını sağlar ayrıca PPRE
gama adlı reseptörü aktive ederek
preadipozitlerin adipozit haline
farklılaşmasını böylece
trigliseritlerin depo edilebileceği
olgun adipozit kitlesinin oluşmasını
sağlar.Bu durum da insülin
resitansı dediğimiz durumun
oluşumunu azaltan önemli bir
faktördür.

Açlıkta insülin azalırken glukagon


artar. Glukagon ve katekolaminler
hepatik glukoz üretimini sağlarlar
ve glukoz kana verilmeye başlar.
Diğer taraftan keton cisimciklerinin
sentezi VLDL (çok küçük dansiteli
lipoproteinler) serbest yağ asitleri
olarak kana verilir. AKT ile
indüklenmiş FOXO1 inhibisyonu
glukoneogenezi ve VLDL çıkışını
kolaylaştıran bir faktör olarak
karşımıza çıkar.
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
İskelet kasında GLUT 4 bazal
seviyelerine iner glukoz alımı
azalıyor. Glukozu serbest yağ
asitleri ve keton cisimcikleri
haline çevrilmesi ve kana
verilmesi olayı gerçekleşiyor
ayrıca laktatın glukoneogenezde
kullanılması için kana geçişi de
sağlanıyor. Egzersiz ya da
herhangi bir panik durumunda
glikojen depoları mobilize
oluyorlar.

Adipoz dokuda da açlıkta


benzer şeyler meydana geliyor.
Glut 4 taşıyıcı proteini çok az
miktarda ve glikoz girişi
olmuyor. Serbest yağ asitlerinin
enerji için kullanılması için
salgılanması gerçekleşiyor.
Karaciğerde yapılmış olan keton
cisimciklerinin de kullanılması
için adipozitler burada aracı
görevinde rol oynuyorlar.

Açlık durumunda karaciğerde


piruvat (tabi burada pirüvat laktattan
alaninden ve gliserolden oluşmuş
olan pirüvat) yağ asitleri ile burada
piruvat dehidrogenaz ile AsetilCoA ve
oksalaasetite dönüşür. Karnitil
palmitol transferaz 1 ve 2 (CTPI
veCTPII) üzerinde inhibisyon da
kalkınca yağ asitleri hücre içine girer
oradan mitokondriye geçip beta
oksidasyonuna uğrar. Malonil CoA
azalmış olduğu için oksalaasetata
dönüşür ve burada sonrasında malat
oluşur sitoplazmaya geçer
oksalaasetat oluşur.Bu noktada
glukagon epinefrin sinyali tarafından
protein kinaz A (PKA )ile kodlanmış
olan FOXO1ve CREB ile
fosfoenolpirüvatsitokinaz (PEPCK)
aktifleştirilir ve fosfoenolpiruvat
(PEP) ve ardından glukoz oluşur.
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
Diğer taraftan yağ asitlerinin kullanılmasında PPAR alfanın aktive olması sureti ile yağ asidi
oksidasyonunda keton cisimciği dediğimiz asetoasetoz beta hidroksi bütürat oluşur ve bunlar kana
geçerler.

İskelet kasları açlık


durumunda protein
sentezini azaltır ve iskelet
kaslarının yağ asitlerini de
enerjide kullanma yeteneği
söz konusu burada
lipoprotein lipazı aktive
ederek VLDL şeklinde kanda
dolaşan yağ asitleri hücre
içerisine girer ve burada
CPTI ve CPTII ile mitokondri
içerisinde trikarboksilik asit
döngüsü veya beta
oksidasyonuna uğrar ve
pürivata dönüşür ve enerji
üretilir. Sonrasında pürivat
laktata dönüşür ve laktat
karaciğer tarafından
kullanılmak üzere kana
verilir.

Yağ dokusunda insülin


sinyalı olmayınca
katekolamin sinyali artışı
gerçekleşince hormon
sensitive lipazın (HSL)
inaktivasyonu gerçekleşiyor
ve perilifin ile kaplanmış
yağ asitleri açığa çıkıyor.
Bunlar da enerjide
kullanılmak üzere gliserol
ve yağ asidi olarak kana
veriliyorlar.

YAĞ DOKU KAYNAKLI HORMON VE SİTOKİNLER


Beyaz yağ dokusu hormon ve adipokin üretimi yolu ile erişkinde enerji metabolizmasının
düzenlenmesine katkıda bulunuyor. Yağ dokusu birkaç hücre tipinden oluşuyor. Trigliserit depolayan
hücreye adipozit adı veriliyor. Bu hücreler insanlarda preadipozitlerden gebelik sırasında gelişiyor.
Yaşam boyunca devam edebilen adipozit farklılaşma süreci çeşitli transkripsiyon faktörleri
tarafından teşvik ediliyor. Bu faktörlerden bir tanesi serbest yağ asitleri ve trigliserit sentezinde yer
alan genleri düzenleyen bahsettiğimiz SREBP1c .SREBP1c lipitlerin yanı sıra insülin ve çeşitli büyüme
faktörleri ve sitokinler tarafından da aktive ediliyor .
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
Yağ dokusunda bir diğer önemli transkripsiyon faktörü PPAR alfa. PPAR alfa nükleer reseptör süper
ailesinin bir üyesi doğal ligandları serbest yağ asitleri ve bunların türevleri. Aktifleştirilmiş PPAR alfa
trigliserit depolanmasında yer alan genlerin ekspresyonunu destekliyor. Bu nedenle gıda
tüketimindeki bir artış preadipozitlerin küçük adipozitlere farklılaşmasını arttırır. SREBP1c ve PPAR
alfa aktivasyonuna ve fazla yağın depolanmasına izin vermek için bu hücrelerdeki enzimlerin
upregülasyonuna rol açar.

BEYAZ YAĞ DOKUSU (WAT)


Beyaz yağ dokusunun yerleşimi irtibari ile deri altı ve intraabdominal ya da visseral depolara
bölünmüştür. Karın içindeki bu yağ dokusu esas omental ve mezentarik yağ anlamına gelir ve daha
küçük olandır. Bu depoların kan kaynakları farklıdır karın içi yağdan venöz dönüş hepatik portal
sistemedir bu nedenle intraabdominal yoldan türetilen yağ asitleri çoğunlukla karaciğer tarafından
temizlenirken subkutan yağ egzersiz veya açlık sırasında kana serbest yağ asitleri sağlamak için birinci
bölgedir. Karın içi ve deri altı yağ doku düzenlenmesi farklılık gösterir bu depolar omurilik ve beyin
sapındaki otonom çekirdekteki farklı nöron kümeleri tarafından innerve edilir diğer yandan seks
tiroidlerinden de farklı etkilenir. Erkeklerde android yağlanma karın içinde olma eğilimde iken
kadınlarda ise jinekoid armut şeklinde yağlanma kalçalarda olma eğilimindedir.

(Hormonların yazılı olduğu slaytlar bu sayfaya sığmadı o yüzden bir sonraki sayfaya ekledim. Hoca
sadece adlarını okuyup hızlıca geçti. Bir sonraki sayfadan bakabilirsiniz.)


Vücut kitle indeksini Kg / m2 oranı olarak söyleyebiliriz.

Sağlıklı kişilerde bu oranın 20 ile 25 arasında olması istenir. Değerin 25 üzerinde olması kilolu olarak
adlandırılır. 30’un üzerinde olması obez olarak tanımlanır. Bel çevresi ve kalça çevresi ölçümü sonucu
ikisinin oranı da önemlidir. Bel ve kalça çevresi oranının kadınlarda 0.85’ten küçük olması erkeklerde
0.95’ten küçük olması sağlıklı bir vücut yapısını gösterir.


METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ

Umarım faydalı bir not olmuştur. Sınavda herkese başarılar dilerim.

Mehmet TUNA

You might also like