Professional Documents
Culture Documents
D2M3 Fi̇zyo
D2M3 Fi̇zyo
Tükürük salgısı sindirim başlangıcı için oldukça önemli. Besinin ilk muamelesi
burada yapılıyor.Tükürük salgısı tükürük bezleriyle oluşturulur. Tükürük
bezlerinin ekzokrin bezler olduğunu biliyoruz. Parotis,Sublingual ve
submandibular bezler vardır kendi kanallarıyla salgılarını ağıza verilirler . Daha
küçük olan Bukkal bezler de vardır.
Salgı tiplerine bakarsak 2 tipte olduğunu görürüz :Seröz olan salgı daha sulu, az
yoğun mükoz olan salgı ise daha koyu, yoğun mukus içeriklidir. Farklı bezler
farklı salgılar yapar.Parotis sadece seröz, bukkal sadece müköz diğerleri ise hem
seröz hem müköz salgı yapar. Günlük 800-1500 ml tükürük salgılanıyor ağız içi
nötr ortam da bu şekilde sağlanıyor. Ağızda kimyasal sindirim başlasın diye
tükürük içinde amilaz (pityalin ) da salgılanıyor.
Kimi durumlarda ise ağız içerisinde uyaran bir etmen olmamasına rağmen bazen
sadece düşünülmesi bile beyinin salivator çekirdekleri aktive etmesini ve salya
salgılamasını sağlayabiliyor .
Çiğneme için ilk olan faz istemlidir . Yani herhangi bir besin önümüze geldiğinde
sevmediğimiz bir besinse ağzı açmazsak çiğneme başlamaz . Ama bir kere besini
alınca refleks fazını görüyoruz. Yani besini yemeye başlayığ başlamamak istemli
faz fakat bir kere yemeye başlayınca her çiğnemeyi düşünerek yapmıyoruz bu da
reflex fazını oluşturuyor.Ayrıca bu fazlarda ağız içi reseptörler ve çiğneme
kasları da görev yapmaya devam ediyor.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş
Çiğneme durumu merkezi bir control altında işler. Motor kortex hiyerarşide en
üstte yer alır. Çiğnemeyi başlatmayı ve bitirmeyi motor kortex sağlarken aradaki
reflex kısmını beyin sapı sağlar.
Az önce balık yerken kılçık fark etme durumunda kılçık yutulmasın
diye bunun fark edildiğini söylemiştik bu da gösterir ki ağızda aynı zamanda
sürekli duyusal uyarılar beyine giderek ağızdaki durum hakkında bilgi verir.
Çiğnemenin bir ağzımızı açma bir de kapama fazı var . Bu ağız açma ve kapama
işleri resiprokal innervasyon ile gerçekleşirler . Yani karşılıklı olarak inhibe ve
eksite olurlar. Biri inhibeyken diğeri eksite halinde çalışırlar.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş
Çiğneme refleksinde önemli bir yapı olarak intrafüzel lifler içerisinde kas
iğcikleri vardır . Yine mandibular sinir ,trigeminal çekirdek ve golgi tendon da
çiğnemede önemli olan yapılardır
Aslında reflex olarak tanımladığımız şey bir reflex zinciri. İki tane reflex arka
arkaya gelerek çiğnemeyi oluşturur. Öncelikle demiştik ki ilk istemli faz ile
ağzımız açılır sonra ise reflex fazına geçer. Yani ağız açıkken reflex başladığına
göre ilk reflex ağzın kapanmasını sağlıyor. Bu reflex aslında daha önce
duyduğumuz bir reflex :miyotatik gerim refleksti. Kasların boyundaki
değişimi(ağzımızı istemli açında kasların boyu uzadı) kas iğciği tespit eder ve
miyotatik geri tepme reflkesini uyararak çeneyi kapatır. Bu(ters miyotatik)
normalde spinal bir reflex burada ise afferent nöron trigeminal nöron.
Açılmış olan çene bu şekilde kapandı şimdi ise açacağız . Açmayı sağlayan reflex
ise nosireseptörler (ağrı reseptörleri) ile gerçekleşiyor.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş
Ağrı hissetmesek de dişlerin uyguladığı basınç sonucunda bu reflex sağlanıyor.
(Miyotatik refleksle ağız kapanınca dişler baskı yaptı ve nosireseptörler uyarıldı)
Ağrı lifleri trigeminal motor çekirdek üzerinden resiprokal bir innervasyonla
mevcut olan kasları çeneyi bu sefer yeniden açmak üzere uyarıyor ve bunu
sağlamak için az önceki(miyotatik refleksteki )kaslara ters hareket yaptırıyor .
(Hocamız canlı derste bunun üzerinde tekrar duracağını söyledi.)
İkinci evre farinks evresidir . Burada seçici açılma gerçekleşir. Farinks solunum
yollarıyla yakın komşuluktadır . Üst özafageyal sfinkteri görüyoruz. Buranın
hemen önünde trakeal açıklık var . Farinksin seçici açılmasıyla larinks yapısında
meydana gelen değişiklikler ile trakeanın kapanması ve özafagusa geçişin
sağlanması gerekiyor. Buradan sonra özafageyal evre başlayacak. Motiliteyi
konuşurken yeniden farinksin peristaltic hareketleri üzerinde duracağız.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş
Üçüncü evre ise Özafagus evresi olacak. Daha çok yer çekiminin yardımı ile
besinin mideye kadar gelmesi sağlanır. Eğer bu geçiş sağlanamazsa özafagusta
seconder peristaltic dalga görülür ve besinin iletimine itici güç oluşturur. Upper
Oesaphageal sphincter kapanır ve lower oesaphageal spinchter açılır.
Yutmanın sinirsel kontrolü için gerekli uyarı ağız içinde, damakta ,faringeal
açıklıkta yoğun bir biçimde bulunan reseptörlerle sağlanıyor. Temel afferent
olarak trigeminalden bahsettik 7 ve 10. Sinirler ise buna katkı verir . Merkez ise
yine medulla oblangatada tractus solitarius ile ilişkili alandadır. Efferentler ise
aşağıdaki tabloda verilmiş. Bu efferentler de farinksteki çizgili kaslara kadar
ulaşıyor.
Aşağıdaki şekili canlı derste daha ayrıntılı olarak anlatacakmış hocamız. Yutma
merkezinin solunum merkeziyle komşuluğu ve tabii üst merkezler tarafından
kontrolü ve uyarıların birbirini control edici biçimde olması besinin trakeaya
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş
kaçmaması açısından çok önemli. Besin özafagusa geçerken solunum çok kısa
süreli durdurularak besinin trakeaya kaçışı önleniyor.
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş
:
Çiğneme,yutma , salya salgılanma mekanizmaları Dr. Öğretim Üyesi Emel Güneş
Bu dersimizde Sindirim sistemi işlevlerinin temel mekanizmalarına odaklanıp, sindirim kanalının işlevsel
organizasyonunu bir bütün olarak ele alacağız.
Sindirim sisteminin temel işlevi; besin maddelerinden, içtiğimiz sudan, aldığımız vitaminlerden yararlanmamızı
ve elektrolitlerin organizmaya alınmasını sağlamaktır. Bu işlevlerin olabilmesi için özellikle büyük ve
emilemeyecek boyutlardaki moleküllerin parçalanması, daha küçük moleküllere bölünmesi gerekir. Bu sayede
içlerinden yararlı olanlar(büyük bölümü) emilerek dolaşıma geçebilecek, daha az olan emilemeyen kısım ise
artık olarak atılacaktır. Bunlar sindirim sisteminin temel işlevleri arasında yer alırlar.
Sindirim Sistemi,
• Artıkların atılması
işlemlerini gerçekleştirir.
Az önce bahsettiğimiz, sindirim sisteminin önemli işlevlerini 4 grupta ele alacağız. Sindirim sisteminin bu
gruplamanın dışında da işlevleri (ör: savunma sistemindeki görevi) bulunmaktadır fakat temel olarak ele
alacağımız için 4 madde olarak inceleyeceğiz. Diğer görevlerinden de yeri geldikçe bahsedilecektir.
1. Motilite - Hareket
Motilite, kelime anlamı olarak “hareket yeteneği” demektir. Gastrointestinal sistemde, besinlerin ilerletilmesi
anlamına gelir. İşlevi, yalnızca besinlerin kanal içinde ilerletilmesi değildir. Bu ilerleme sırasında, hareketten
kaynaklı, besinlerin küçültülmesinde ve -mideye ulaştığında- besinlerin o kompartmandaki salgılarla,
enzimlerle karışmasında da görev almaktadır.
2. Salgılama
Sindirim sistemi açısından çok önemlidir. Besinlerin emilmesi için küçük yapılara ve yapı taşlarına kadar
parçalanması gerekir. Bu yüzden mekanik parçalanma yeterli değildir ve kimyasal parçalanmaya ihtiyaç
duyar. Bunu sağlayan olay da salgılamadır. Salgıları “Ekzokrin Salgı” ve “Endokrin Salgı” olarak 2 başlıkta
inceliyoruz.
Sindirim sisteminin enzimlerini çeşitli ekzokrin salgı bezleri salgılar. Moleküllerin daha küçük yapılara ve yapı
taşlarına kadar parçalanmasını sağlarlar. Aynı zamanda bu bezler mide gibi bölümlerde, HCL ve bikarbonat
iyonu da salgılar. Bunun yanı sıra endokrin salgı bezleri, mide ve barsaklardan salgılanan hormonlar
aracılığıyla sindirime yardım eder. (Şimdilik bu kadar bahsedildi. İleride daha detaylı olarak işlenecektir.)
3. Sindirim
Temel işlev ve ana odağımızdır. Kompleks olarak aldığımız besinlerin, emilme boyutlarına ulaşması
gerekir. Sindirim, besinlerin hem mekanik hem de kimyasal yöntemlerle parçalanması sonucu,
emilme boyutlarına ulaşılabilmesini sağlar. Çeşitli moleküllerin (Karbonhidratlar, proteinler ve lipid
gibi kompleksler) sindiriminde farklılıklar görülür. Bu farklılıklar ve özellikler ileride incelenecektir.
4. Emilim
• SİNDİRİM KANALI:
-ağız
-farenks
-özofagus
-mide
-ince barsak
2.Bölüm - Farenks : Yutma açısından önemli bir yerdir. Çizgili kasların varlığı önem taşır.
3.Bölüm - Özofagus: İlerletmenin temel olarak ait olduğu yer burasıdır. Üst tarafında çizgili kaslar vardır.
Devamı düz kas biçiminde ve sindirim kanalının son bölümüne kadar içi boş organlar bütünü olarak devam
eder.
4.Bölüm - Mide: Hem mekanik hem de kimyasal sindirimin olduğu bir yerdir ve burada kimyasal sindirim
açısından özelleşen yapılar bulunur Özellikle proteinlerin sindirimi bakımından önemlidir. Burada hem
proteinlerin sindirimine yarayan enzimatik salgıların salgılandığı hem de proteinlerin sindiriminin mümkün
olması, ortamın asidik olabilmesi açısından HCL salgılandığı görülür. Aynı zamanda midede güçlü
kontraksiyonların olduğu atrium bölgesi yer alır ve mide depolama görevi yapar.
5.Bölüm - İnce barsak: 3 alt bölümden oluşur. Midenin devamındaki, en kısa kısım “duodenum” kısmıdır.
Buraya hem karaciğer salgısı olan safra salgısı hem de pankreas salgısı dökülür. Enzimatik salgının buraya
dökülmesinin yanında, mideden gelen asidik içerikli besinin nötralize olduğu yer olması bakımından da burası
önem taşır. Bu nötralizasyonu mümkün kılan şey ise pankreastan salgılanan HCO3(bikarbonat)’tır.
Devamında orta bölüme geliriz. Orta bölüm “jejenum” olarak isimlendirilir. Burası besin moleküllerinin
emiliminin fazla olduğu bir bölümdür. Bunun yanında duodenumda da emilim gerçekleşir. Emilimin büyük
oranda gerçekleştiği yerler, ince barsağın ilk 2 bölümüdür. Son bölüm olarak “ileum”, çeşitli elektrolit ve
vitaminlerin emiliminin olduğu bir yerdir fakat az önce de değindiğimiz gibi emilimin çoğunluğu üst
bölümlerde gerçekleşir. Devamında kalın barsak(kolon) yer alır.
6.Bölüm - Kalın barsak ve rektum: Rektum kalın barsağın son bölümüdür. Sindirim kanalının en uç bölgesi
olan anüste çizgili kaslar yer alır.
(Karaciğerin hem sindirimdeki hem de sindirim dışındaki öneminden bahsedeceğiz. Pankreasın ekzokrin
işlevlerine göz atacağız.)
• Tükürük bezleri
• Karaciğer
• Safra kesesi
• Pankreas
• Dişler
• Dil
• Mukoza
• Submukoza
• Muscularis Propria
Mukoza: İlk olarak ele alacağımız tabaka, lümenle komşu olan “mukoza” tabakası olacaktır. Mukoza
tabakasının lümenle direkt bağlantılı olan bölümü “epitelyum”dur. Epitelyum, kanal içerisinde bölgeden
bölgeye histolojik olarak farklılaşır. Örneğin, mikrovilluslar emilimin yoğun olduğu bölgelerde bol bulunur.
Bunun sağlanması şöyle gerçekleşir: emilim yüzeyi artar ve efektif olarak emilim işlemi gerçekleşir.
Epitelyumun hemen altında bazal membran, onun da altında bağ dokusu yapısında olan lamina propria
bulunur. Küçük kan damarları, lenf damarları ve küçük lifler burada bulunur. Altındaki submukoza
tabakasından “muscularis mucoza” adı verilen düz kas yapısı ile ayrılır. Bu üç yapı (epitel,bazal membran ve
lamina propria), mukoza tabakasını oluşturur.
Submukoza: Bu bölüm çok büyük öneme sahiptir. Bunun nedeni bir sinir ağı,pleksusu içermesidir. Bu
pleksus “submukozal sinir pleksusu” olarak isimlendirilir. Burada aynı zamanda kan damarları ve lenfatik
sistem kesitleri de görülür. Kanlanmanın regülasyonunu (kanlanmanın emilim sırasında artırılması) ve burada
bulunan ekzokrin bezlerinin salgılarını kontrol etmesi bakımından, bu sinir ağı önemlidir.
Muscularis Propria: Muscularis propria, temel olarak düz kas hücrelerinden ve ikincil bir sinir ağından oluşur.
Aynı zamanda bu bölüm düz kasların yerleşimi bakımından özelleşmiştir. Lümene yakın olan kısımda sirküler
kaslar bulunurken alt kısımda(serosaya yakın olan kısımda) longitudinal kaslar bulunur. Burada kasılmanın
kontrolünden, bahsettiğimiz sinir ağı sorumludur. Bu sinir ağı “myenteric pleksus” olarak isimlendirilir. En dış
kısımda seröz tabaka bulunur.
Sindirim kanalın duvarı bu şekilde özelleşmiş olmakla beraber, bazı bölgelerde farklılıklar görülebilir.
Gastrointestinal sistem iki büyük sinir ağına sahiptir: Myenterik Pleksus ve Submukozal Pleksus.
1- Myenterik Pleksus
(Auerbah’s Pleksus):
Longitudinal ve sirküler kas
tabakları arasında yerleşiktir.
Nöronlar, hücreler birbirleri ile
sinaptik bağlantılar yaparak
bu ağı oluştururlar. Temel
olarak, barsak boyunca
oluşan motor aktivitenin
kontrolü ile ilgilidir.
2-Submukozal Pleksus
(Meissner’s Pleksusu):
Submukoza tabakasında
yerleşiktir. Ekzokrin/endokrin
salgılamayı ve lokal kan
akımını kontrol eder. Mevcut
olan emilim işlevlerinde,
kanlanmanın değişmesini
sağlar. Bu yüzden, sistem
açısından büyük önem taşır.
Lokal işlevleri yerine getirirken enterik sistemin kendi iç organizasyonu yeterlidir ancak bu belli bir hiyerarşi
içerisinde gerçekleşir. Bu işleyişi kontrol eden ve bir üst basamakta bulunan sistem, “otonom sinir sistemi”dir
(Parasempatik ve sempatik sistem enterik sinir sistem işleyişini düzenler.).
Bahsedilen iki pleksusun arasında sinaptik bağlantılar bulunur. Bu bağlantılar karşılıklı sinaptik aktivitenin
düzenlenmesinde rol alır.
İç organizasyon: İç organizasyonun düzenlenmesinde değinmemiz gereken 3 farklı nöron tipi vardır. Bu nöron
tipleri şunlardır:
• Duysal nöronlar,
• Ara nöronlar
• Sekreto-motor nöronlar(efferent).
Efferent çıktı ile efektör organlara sinirsel uyarı da gider. Bu efferent nöronlar enterik sinir sisteminde
“sekretomotor nöronlar” olarak isimlendirilir. Submukozal pleksus için efektör organlar, lokal kan damarları ya
da submukozal pleksus içerisinde yer alan salgı bezleridir. Bunlar, enterik sinir sistemi tarafından uyarılır.
Miyenterik pleksus için ise buradaki efektör organlar düz kaslardır ve motor nöronlar aracılığıyla uyarılarak,
kasılması yani işlevlerinin sürdürülmesi sağlanıyor.
Çok sayıda nörotransmitter etkilidir. En başta, işlevlerin bir çoğunda yer alan “asetilkolin” gelir. Aynı zamanda
asetilkoline zıt çalışan nöroadrenalin gibi nörotransmitterler de yer alır. Bunlardan bazıları inhibitör bazıları ise
eksitatör etki gösterir.
• Asetilkolin
• Nöroadrenalin
• Adenozin Trifosfat
• Serotonin
• Dopamin
• Kolesistokinin
• P maddesi
• VIP
• Somatostatin...
Sindirim sisteminde aktif olan ve işlevlerin yürütülmesinde öncü olan sistem parasempatik sistemdir. Bu
nedenle bu yapılanma, enterik sistemin daha hızlı bir şekilde işlev yapmasında avantaj sağlar.
Parasempatik innervasyon:
• Parasempatik aktivasyon, enterik sinir sisteminin tamamında genel bir aktivite artışına neden olur.
Sempatik İnnervasyon:
• Sempatik innervasyon, parasempatik uyarımın neden olduğu etkilerin tersine, gastrointestinal kanalın
aktivitesini baskılar.
1-Nöroadrenalin düz kaslar üzerine etki ederek, sfinkterlerin tonusunu artırır ve kapalı konumunu destekler.
2-Nöroadrenalin aynı zamanda enterik nöronlar üzerinde güçlü baskılayıcı etki gösterir.
Burada, şu soruya cevap bulmaya çalışarak başlıyoruz: “Sindirim kanalından uyarılar ne şekilde merkeze
iletilir?”.
Bu iletimde, nervus vagus büyük önem taşır. Vagal afferent nöronlar, kas gerimini ve mukoza ile temas eden
içeriğin yarattığı çeşitli mekanik uyarımları algılayan mekanoreseptörleri kullanarak, merkeze sinyali iletir. Bu
mekanoreseptörlerin yanı sıra kemoreseptörlerin uyarımı ile oluşan sinyalleri de, vagal afferent nöronlar,
merkeze taşır. Burada merkez olarak kastettiğimiz merkez, vagal entegrasyon merkezidir. “Dorsal vagal
kompleks” olarak da isimlendirilir. Ayrıca bu entegrasyon merkezi birden fazla çekirdek içerir. Bu çekirdekler;
vagusun dorsal motor çekirdeği, nucleus tractus solitarius, nucleus ambiquus çekirdekleridir.
Kanal içerisinde ne olup bittiğine dair uyarılar, entegrasyon merkezinde entegre edilerek yanıt üretilir.
Burada entegre edilen uyarılar; kanal içinden geçen besinlerin mukoza ile temasında yol açtığı uyarı
yoğunluğu, kas gerimini ne ölçüde etkilediği ve aynı zamanda kanalın içindeki kimyasal bileşenlere dair
uyarılardır. Parasempatik sinir sisteminin etkinliğine ilişkin olan uyarı, buradaki kompleks merkezde üretilmiş
olur. Daha önce de değindiğim gibi burası bir entegrasyon merkezidir. Entegrasyon merkezi olması demek,
işlemlerin nöral ağlar üzerinden düzenlenmesi demektir. Daha üst merkezlerle yani hiyerarşinin üst
tarafındakilerle etkileşime geçerek, çeşitli durumlara ilişkin kontrolü sağlar. Kişinin o andaki emosyonu da
dahil olmak üzere, açlık-tokluk gibi durumlar değerlendirilir ve gerekli yanıt üretilerek enterik sisteme iletilir.
2- Kemoreseptörler üzerinden: pH, osmolarite, glukoz konsantrasyonu gibi luminal kimyasal uyaranlar.
• Dorsal vagal kompleksteki nöral ağlar ve kompleksin üst merkezlerle etkileşimi; yemek yenmesinden
hemen önce, yeme esnasında ve sindirim sırasında, üst sindirim kanalında hızla değişen durumlara karşı
hızlı kontrol sağlar.
Aynı zamanda bu sistemin çıktıları bağırsağın hareketi ve nasıl bir davranış paterni ortaya çıkacağı gibi
durumları da etkiler ve bu durumlar, enterik sinir sisteminin çıktıları doğrultusunda oluşturulur.
Sindirim kanalının, peristaltik ve segmentasyon gibi hareket biçimlerini ortaya çıkaran kalıp uyarılar buradan
çıkar. Yine hangi salgıların, ne hızda, ne ölçüde salgılanacağı ya da buradaki lokal dolaşımın ne şekilde
devreye sokulacağı gibi motor komutlar, enterik sinir sisteminin çıktılarıdır. Aynı zamanda daha üst
merkezlerden gelen uyarıları (yani kişinin o an da sahip olduğu çeşitli özellikleri) entegre eder ve değerlendirir.
Kanal içerisindeki kimyasal ve mekanik içerik belirlenerek bu bilginin, duyusal nöronlar aracılığıyla, üst
merkezlere iletilmesini sağlar. Bu da üst merkezlere, kanal içerisinde ne olduğu bilgisini verir ve vagal
entegrasyon merkezinde çıktı oluşturulması sağlanır.
Absorbe edilen maddeler, ara kimyasal işlemlerin yapılabilmesi ya da depolanması için portal vene, portal ven
aracılığıyla da karaciğere taşınır ki bu işlemler karaciğerde gerçekleşir. Karaciğerin diğer önemli bir özelliği de
kendisine ait bir savunma sistemi olmasıdır. Bu savunma sistemi, emilim sırasında sindirim kanalından
gelebilecek bakteri gibi zararlı birtakım maddelerin fagosite edilmesini sağlar. Ardından fagosite edilen bu
maddeler, genel kan dolaşımına verilir. Bu maddelerin zararlı etkilerinin önlenmesi bakımından portal vene
geçişi, büyük öneme sahiptir.
Eğer bu ders Çince anlatılsaydı ve benim Japonca yazmam gerekseydi, bu notu yazmam daha kolay olurdu
çünkü hoca is speaking the language of Gods.
-Umut Damar
Tat ve koku duyusu sindirimle yakından ilişkili özel duygular arasında yer alır. Bu iki duyu
arasında sindirimde tat daha ön planda gibi görünebilir ama her iki duyu da beslenme
sırsında bundan zevk alınmasını sağlamanın yanında organizma açısından koruyucu bir işlev
de görmektedir. Evrimsel süreç içerisinde canlılar bu iki duyusal özelliği kullanarak ağza
alınmış maddenin ona zarar verecek ya da onu zehirleyecek özellikte olup olmadığına ilişkin
bir uyarı sistemi devreye sokuyor. Bu zehirli ya da bozuk maddeleri, yenilebilir veya faydalı
besinlerden ayırt etmemizi sağlıyor.
Tat Duyusu
Temelde 5 tat duyusu bulunur. Bunlar; tatlı, tuzlu, acı, ekşi, lezzetli (umami)dir. -Umami
Japonca lezzetli kelimesinin karşılığıdır ve bir takım lezzet arttırıcı maddelerin tadıdır.-
Şu an ekleyeceğim ve * * işaretleri arasında kalan kısımda bu beş tat duyusu ayrıntılı bir
şekilde yazılmıştır. Hoca bu tat duyularını tat tomurcukları kısmında anlatacağım kadar
anlattı. Bu kısmı ise hem 2024 notlarında hem de Guyton da yazdığı için ekledim. (İlerleyen
yerlerde de bu sebeplerden dolayı ek bilgiler eklerken de bu işaretlemeyi kullanacağım.)
* Ekşi: Bir besini ekşi algılamamızın temel nedeni onun asidik yapısıdır. Bu tat duyusunun
şiddeti, besinin ortama verdiği hidrojen iyon konsantrasyonuyla orantılı. Yani bir besin ne
kadar asidikse ekşi tat algısı da o kadar fazla olur.
Tuzlu: Bu tada özgü reseptörler iyonize olabilen tuzlar ~temel olarak sodyum iyon
konsantrasyonu~ tarafından uyarılır. (Tadın niteliği tuzdan tuza değişebiliyormuş bunun
nedeni de söz konusu tuzun tuzluluk dışında diğer tatları da uyarabilme özelliği imiş) Tuzların
katyonları -yine ve yeniden özellikle sodyum katyonları-tuzlu tattan sorumluyken, anyonların
bu tada daha az katkısı olduğu biliniyor.
Tatlı: Tatlı tadın nedeni tek bir kimyasal madde sınıfı değil. Bu tadı meydana getiren bazı
kimyasallar: şekerler, glikoller, alkoller, aldehitler, ketonlar, amitler, esterler, bazı amino
asitler vb. Yalnız şuna dikkat çekelim, tatlı duyusuna neden olan maddelerin çoğu organik
yapıda. Bir diğer ilginç bilgi, bu kimyasal gruplara eklenen basit bir radikal gibi ufak tefek
yapısal değişiklikler çoğu zaman maddenin tadını tatlıdan acıya çeviriyor.
Acı: Acı da tıpkı tatlı gibi, tek bir kimyasal madde grubuna bağlı değil. Ve bir diğer benzerlik,
bu tadı oluşturan gruplar da çoğunlukla -hatta hemen hemen hepsi-organik yapıda. 2 belli
grubun özellikle bu tada neden olduğu düşünülüyor:1-azot içeren uzun zincirli organik
maddeler2-Alkaloidler (bitkisel kökenli azotlu maddeler): kinin, kafein, striknin, nikotin gibi
tıpta kullanılan birçok ilacı kapsıyor. (İlaçların tadının neden acı olduğunu artık öğrenmiş
olduk) (Ek bilgi: Kinin maddesi, hem sıtma ile savaşta, hem de sıtmaya karşı kullanılan
sentetik ilaçların geliştirilmesinde kullanılmış. Striknin ise organik hücreleri bozarak harab
eden zehirli bir alkoloid. Az miktarda kullanıldığında tıpta ilâç olarak istifade edilebiliyormuş.
Eee... Paracelsus boş yere dememiş her şey zehirdir, bir şeyi zehirsiz yapan dozudur diye) Acı
tat yüksek yoğunlukta ise bu kişinin besini reddetmesine yol açabiliyor. Bu olay acı tat
duygusunun önemli bir işlevi. Çünkü zehirli bitkilerde bulunan birçok toksin alkaloid yapıda
ve bunların hemen tümü, yenildiğinde şiddetli bir acı hissi uyandırıyor ve duyularımız
sağlıklıysa bunu fark edip o besini tükürüyoruz. Bir daha da öyle bilip bilmediğimiz şeyleri
ağzımıza almıyoruz.
Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
Umami: Ekşi, tuzlu, acı ya da tatlıdan farklı, hoşa giden bir tadı temsil ediyor. Et, peynir gibi L-
glutamat içeren besinlerin baskın tadı.
---Peki bizim farklı tatlara duyarlılığımız nasıl? Sizce en duyarlı olduğumuz tat ne ola ki?
Cevabınız acı ise doğru bildiniz! Mesela kinin konsantrasyonu 0.000008 M iken bile onu
algılayabiliyoruz. Bu da bize zehirli olabilecek maddelere karşı büyük bir avantaj sağlıyor. *
Tat Tomurcukları (Periferik Kısım)
Tat tomurcukları dil, damak, farinks, epiglot ve hatta özofagusun 1/3 üst kısmınd bulunan
tat alma işleviyle ilişkili olan çok önemli yapılardır. Tat tomurcuklarının şekli C görselinde
verilmiştir. Tat tomurcuğu 50 kadar hücreden oluşur. Bu hücreler sıklıkla portakal dilimine
benzetilir. Tat tomurcukları histolojik olarak çok önemli yapılardır. Reseptör hücresi işlevi
gören tat hücrelerinin arasında destek hücreleri de bulunur. Tat tomurcuklarının uç kısmı -
apexi- ağız boşluğuna açılır. Bu bölge tat poru olarak isimlendirilir ve burada ağız boşluğuna
uzanan mikrovilluslar bulunur. Mikrovillusların buradaki işlevi reseptör yüzeyini ağız
boşluğuna doğru daha fazla genişletmektir. Burada bulunan özellikle seröz yapıda olan
tükürük salgısı da ağza alınan maddelerin çözdürülerek tat alınmasını kolaylaştırır. Tat
tomurcuğunun bazalinde ise tat hücreleri ile sinaps yapan sinir hücreleri- tat sistemindeki
periferde bulunan 1. Duyu nöronlarıdır- bulunur. *Tat hücrelerinin ömrü çok kısadır.-2 hafta
kadar- Tat hücrelerimiz çevresindeki bazal hücrelerden farklılaşıyor ancak duyu aksonu
kesilmiş bir bölgede bu farklılaşma artık yapılamıyor. Hücreler dejenere oluyor. *
Tat tomurcukları; dilin ön 2/3 lük yüzeyinde fungiform(mantarsı) papillar üzerinde, dil
kökünde V şeklinde bir dizilime sahip sirkumvallat papillalar üzerinde – en yoğun olarak
burada bulunur-, dilin yan yüzleri boyunca uzanan kıvrımlara yerleşmiş foliat(yapraksı)
papillarda bulunuyor. Kalan az bir kısmı da damak, bademcik bağlantıları, küçük dil, farinkse
doğru epiglot hat ve özofagusun 1/3lük proksimalinde bulunuyor.
Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
Devamındaki üç şekilde tat tomurcukları içerisindeki tat hücrelerinin reseptör olarak nasıl işlev
gördüğünü ve farklı tat algılarında nasıl uyarıldığını anlatacağım. Bunun için farklı moleküller
resimlerde farkı şekillerde simgelenmiş. Bunlar alttaki gibidir.
Yandaki şekil ekşi olan tat duyusunun tat hücrelerini göstermektedir. Ağız
içerisinde asidik uyarılar ekşi tat algısını tetikler. Asitler de zayıf ve kuvvetli
olarak ikiye ayrılır. Bu iki asit çeşidinin reseptörlere etki mekanizması
farklıdır. Zayıf asitler apikal yüzeyden difüzyonla hücre içine geçerler.
Böylece hücre içinin asidik seviyesini arttırarak ligand kapıl katyon
kanallarının açılmasını tetiklerler. Böylece hücre zarı depolrizasyonu
gerçekleşir. Güçlü asitler ise direk kendileri lignd olarak işlev görürler. pH
sensitif olan bu kanallara doğrudan olarak etki ederler ve hücre içerisine
katyon girişiyle hücre zarı depolarize olur.
Böylece tat duyularını reseptörlere etki mekanizmasına göre ikiye ayırmış olduk. İlk grupu tuzlu, ekşi;
diğer grubu tatlı, acı, umami tatları oluşturmaktadır. Tuzlu ve ekşi tatlarda molekül içerikleri
doğrudan iyon kanallarından geçerek hücre zarının depolarizasyonunu tetiklerken; tatlı, acı ve umami
tatlarda moleküllerin hücre zarındaki G proteinleri bağımlı reseptörleri tetiklemesi sonrasında ikinci
habercilerin aktivasyonu ve onların etkisiyle de katyon kanallarının açılmasıyla hücre zarı depolarize
olur. Sonraki aşamalar benzerdir. Oluşan reseptör potansiyeli gelen uyarının şiddetine bağlı olarak
dereceli bir potansiyeldir. Hücre zarında voltaj değişimine yol açar. Voltaj bağımlı Ca++ kanalları her
iki durumda da açılarak veziküllerden egzositoz olayını tetikler. Sinaptik aralığa salınan
nörotransmitterler de afferent duyusal nöronlarda AP oluşumunu tetikler.
Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
Şimdi bir özet geçelim
*Tat refleksleri beyin sapında bütünleştiriliyor. Traktus solitariustan kalkan birçok tat sinyali beyin
sapı içinde superior ve inferior salivator çekirdeklere doğrudan iletiliyor ve bu alanlar sinyalleri,
besinin yenilmesi ve sindirilmesi sırasında tükürük salgılanmasının denetlenmesine yardım etmek
için, submandibular, sublingual ve parotis bezlerineaktarıyor. *
*•Bilinçli tat duyusu talamus ventral posterior medial nukleusu üzerinden kortekse (36. Brodmann
alanı) gider. •Tat yollarının büyük kısmı çapraz yapmaz. • “Ageusia” tat duyusunun kaybı demek. •
Dilin farklı bölgelerinin farklı tatlara duyarlılığı tat yolları ve korteksle ilgilidir. • Bir duyu siniri birden
fazla tat tipine yanıt verir ancak birine en çok duyarlıdır. *
Kemoreseptör görevi gören tat hücrelerinden uyarıyı alan duyusal afferent nöronlar sinyalleri
kortekse taşıdığında ağzımızdaki besinin ne olduğu bilgisi algılanır.
Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
Koku Duyusu
Gıdaların tadının alınabilmesi koku duyusuyla yakından ilişkilidir. Nezle olunduğunda yemeklerin
tadının alınamaması, sevdiğimiz bir gıdanın kokusunu almamız durumunda yemek yerken daha çok
keyif almamız koku duyusuyla sindirim olayının bağlantılı olduğunu kanıtlar.
Burun deliğinden giren havada bulunan kimyasal maddeler tarafından uyarılan koku reseptörleri
olfactor zar üzerinde bulunmaktadır. Bu zar her iki burun boşluğunun tavanında bulunmaktadır
Buradaki koku reseptörleri burun deliğinden geçerek gelen havanın yanında ağız boşluğundan burun
boşluğuna geçen hava tarafından da uyarılabilmektedir. (Görsel A da verilmiş.)
Koku hücreleri (Olfactor reseptör hücreleri) de tat hücrelerinde olduğu gibi destek hücreleri
arasında bulunur. Bu tabaka yenilenme hızı oldukça yüksek hücrelerin -Bazal hücreler- de bulunduğu
bir tabakadır. Olfactor reseptör hücreleri tat hücrelerinden farklı olarak bizzat kendileri bipolar
afferent duyusal nöronlardır. Apikal yüzeyinde genişlemiş tek bir dendrit bulunur. Dendritik yapıdan
çıkan siller burun boşluğundaki müköz mukus tabakası içerisinde yer alır. Buradaki koku hücreleri aynı
zamanda 1. Kranyal sinir olan Olfactör siniri temsi etmektedir.
Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
* Yaklaşık 1000 reseptör molekül tipi var. Bir olfaktor nöron, 1 tip
reseptör molekülü içeriyor. Nöronlar dağınık yerleşimli
olduğundan, epitelin bir kısmı hasarlansa bile spesifik koku kaybı
olmuyor. (Yeri gelmişken koku duyusu kaybına ‘Anozmi’ deniyor.)*
Bu görselde de olfactor kortekse kadar uzanan nöral yapıları birkez daha görüyoruz. Bu nöral
yapılar amygdala, periamygdaloid korteks, priform korteks, entorhinal korteks ile sinaps yapar. Bu
bölgeler olfaktor corteksi oluşturur. Bu görselde kırmızıyla gösterilen bir nöron da bulunmaktadır. Bu
nöron aynı koku uyarısının anterior commissura aracılığıyla diğer taraftaki hemisfere geçişini sağlar.
Bu şekilde tek bir burun deliğinden gelen uyarının karşı tarafa da geçebildiğini görüyoruz.
Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
Afferrent lifler
Efferent lifler
Bu görselde de kortikal işleyiş özetlenmiştir. Olfactor mukozada reseptörler vardı ve bu reseptörler
doğrudan 1. Kranyal sinir olan olfactor sinir üzerinda bulunuyordu. Ardından olfactor sinir olfactor
bulbusta sinaps yapıyordu. 2. Nöron olan mitral nöron MSS içerisine ilerliyor. Lateral olfactor tract
olfactor korteksteki bölgelere-Olfactory tubercle, primer korteks, anterior cortical amygdaloid
nucleus, periamygdaloid korteks, lateral entorhinl korteks- entegre oluyor. Anterior olfactor nükleus
anterior commissur aracılığıyla controlateral olfactor korteks ve bulbusa sinirler gönderiyor. Bunun
yanında aynı taraftaki olfactor bulbusa da yeniden efferent lifler gönderiyor. Diğer entegrasyon
merkezleri mlateral hypotalamus, dorsomedial thalamic nücleus, insular ve orbital koteks,
hippocampusa (kokunun belleğe kaydedilmesiyle ve kokunun hatırlanmasıyla ilişkili) efferentler
gönderiyor.
Lateral olfctor bölgeden çıkan nöronlar daha çok korteks altı bölgelere birtakım sinyaller gönderir.
Bu bölgelerde bireyin daha önceki deneyimlerine dayanarak bazı besinleri sevmeyi veya onlardan
hoşlanmamayı öğrenmesinde önem taşıyan yapılar yer alır. Hippocampus gibi daha az ilkel bölümler
başta olmak üzere lympik sistemin büyük bir bölümüne çeşitli sinyaller oluşur. Yani lateral koku alanı
ile lymbik sistemle arasında çok sayıda bağlantıbulunur. (Hoşlanmama-bulantı, kusma- tekrar
tüketmeme isteği) Medil ve lateral koku daha ilke yolakalrdır. Bu yolkalrın yanı sıra tanımlanmış yeni
bir yolak daha vardır. Bu yolak frontoorbtal bölgelere kadar uzanan projekiyonları kapsar.
S=Somotosensor duyusal
alanlar (Asosisyon alanı)
O=Priform korteks
Koku ve Tat Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
Aslında frontoorbital yolak hem koku hem de tatla ilişkili olan durumu açıklar. Frontoorbital
kortekste çeşitli projeksiyonların kordine edildiği, reconverjans- uyumlarının yeniden düzenlenmesi-
edildiği düşünülmektedir. Bu bölgeye amygdla(koku), tat merkezleri, priform korteksin yanında
somotosensor duyusal alanlardan yani asosiasyon alanlardan da projeksiyonlar geliyor. Yani belirli bir
andaki çeşitli başka duyusal parametrelerin de converje olup burada entegre oluyor, bütünleşiyorlar.
Ve bu şekilde tüm bu bölgelerden gelen sinyallerin converjansı sonrasında frontoorbital bölge için bir
çeşit asosiasyon bölgesi tarif etmiş oluyoruz. Yani tat ve kokuyla ilişkili olan bilinçli bir analizin bu
bölgelerde işlenmesi sonrasında gerçekleştiğini ve bunun insan davranışı üzerinde önem taşıdığı
düşünülüyor. Bu bölgenin ödül sistemiyle de ilişkili olduğu da düşünülüyor. Yani burada çok farklı
duyusal sistemlerden ve lymbik alanlardan gelen girdiler converje edilerek hoşlanma veya
hoşlanmama konusunda analiz yapılır ve bu doğrultuda beslenme açısından karar verme
gerçekleştirilir.
Koku Adaptasyonu
Olfactor bulbusa gelen efferent liflerin varlığından bahsetmiştik. Bu lifler olfactor bulbusta bulunan
mitral hücreler arasına yerleşmiş küçük granül hücreleri üzerinde sonlanırlar. Granül hücreler de
mitral hücrelerine inhibitör sinyaller gönderiyor. Dolayısıyla bu mekanizmalar aracılığıyla bir inhibitör
geri bildirim gerçekleşiyor ve çeşitli kokuların keskinleştirilmesi veya kokulara karşı adaptasyon
sırasında bu mekanizma önem taşımaktadır.
*Feromonlar
Feromonlar türe spesifik kimyasal haberciler olarak tanımlanıyor. (Feromon Yunanca hormon taşıyan
demekmiş. Ekzohormonlar olarak da biliniyorlar) İdrar veya glandular salgılarla salınıyorlar. Seksuel,
sosyal davranışlar ve üremede önemli. Östrus dönemlerini, puberte başlangıcını düzenliyor, dişilerde
salınarak çiftleşme davranışını etkiliyor. Hatta hocamız aynı ortamda yaşayan kadınların menstrual
sikluslarının feromonlar yoluyla birbirinden etkilendiğini söyledi. İnsanda varlığı-etkisi spekülatif. *
Notum buraya kadardı arkadaşlar. Umarım anlaşılır olmuştur. Şu an saatlerce masanın başına
olmanın yorgunluğuyla selam yazmaya üşendim gerçekten. Buradan bu notu okuyan herkese selam
olsun. Şu an boynum ve omzumda hissettiğim ağrı yüzünden demek istediğim tek şey günümüzün
çoğunun masa başında bir ekran karşısında geçirdiğimiz şu günlerde postürünüze dikkat etmeniz.
Yoksa bu gidişle Allah nasip ederse ameliyat masası başında geçireceğimiz o kıymetli saatler boyun
fıtığı gibi rahatsızlıklar sebebiyle bir işkence haline dönecek. Sağlıklı günlerle kalın.
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ
Enterik sinir sistemi, Myenterik pleksusun rolü, lokal nöral kontrol, endokrin kontrol
Peristaltizm
Segmentasyon
Sindirim kanalında mide dışındaki (midede sirküler ve longitudunal kas tabakasının yanı sıra oblik kas
tabakası da bulunuyor) diğer bölümleri sirküler ve longitudunal olmak üzere 2 kas tabakasından
oluşuyor. Bunlardan lümene yakın olan ve lümeni çepeçevre saran sirküler kas tabakasıdır
Gap junction bir noktadan uyarı geldiğinde bir bütün olarak kasılabilme özelliği sağlar. Sirküler
kas tabakası daha kalın ve bu tabakada hücreler arası geçit bağlantılar daha yoğun, bu da kalın
ve birlikte davranabilen bir kas tabakası olarak özelleşmesini sağlamıştır.
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ
1. Kas membranının depolarize olması sonrasında voltaja duyarlı kalsiyum kanalları açılarak
(elektromekanik eşleşme); iskelet kasındaki gibi.
• Gerime yanıt olarak, nöral ve endokrin etki olmadan spontan olarak kasılır.
Özelleşmiş sinir-kas kavşakları bulunmaz, nörotransmitterler çok sayıda kas lifini
etkiler.
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ
En üstte yer alan Cajal’ın interstisyel hücrelerinin (pacemaker hücreler) yavaş dalga
oluşturucu etkisi bulunuyor. Aynı zamanda bu hücreler intramüsküler olarak bulunabilirler. Bu
şekilde düz kas hücreleriyle yakın temas içerisinde bulunduğu için elektriksel aktivite ile
birlikte kasın da hücre zarı uyarılmış oluyor ve burada depolarizasyon oluşturuyorlar.
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ
Enterik motor nöronların varicosity özellikleri bulunuyor ve sinir kas kavşağındaki gibi iskelet
kaslarını uyaran motor nöronlarla olan bağlantılardan farklı bir şekilde buradaki sinir son
uçlarına doğru birden fazla varicosityden nörotransmitterler salgılanarak etrafa dağılıyor.
Resimde de nörotransmitterleri varicosity içerisindeki noktacıklar şeklinde görüyoruz. Şeklin A
ve B kısımlarında ise deneysel bir açıklama var. A kısmında pacemaker hücrelerin sağlam
olduğu bir deneyi B kısmında ise pacemaker hücrelerin hasarlı olduğu durumu görüyoruz.
Pacemaker hücrelerin spontan elektriksel aktivitesi dolayısıyla kaslarda spontan ritmik bir
şekilde membranlarında değişimler oluşuyor. Bunlar platolu potansiyeller. Depolarize olup
tekrar repolarize oluyor. BunlarI aksiyon potansiyeliyle karşılaştıracak olursak son derece
yavaş ve ritmik dalgalardır. Gerçek bir kontraksiyon oluşturucu olmadıkları kabul edilir. Belli
bölgelerde daha fazla tonusu artırma yönünde etkinlikleri olduğu söylenmektedir. Örneğin
midede bunu göreceğiz. B de ise pacemakerın hasarlı olduğu durumda düz kaslardan kayıt
alındığında mevcut olan zar potansiyelinin dinleniminden büyük ölçüde farklılaşmadığını
görüyoruz.
Yavaş Dalgalar
Farklı farklı bölgelerde değişiklikler gösteriyor. Düz kasların eşik değere ritmik bir şekilde
yaklaşması dolayısıyla daha kolay uyarılabilir bir halde tutulma özelliği kazandırması
açısından önemli bir etmendir. Kolay bir şekilde bu ritmik hareketlerin yavaş dalganın üzerine
gerçek kontraksiyon oluşturucu olan etmenler devreye girebiliyor.
• Sindirim kanalı düz kası dinlenim membran potansiyelinde meydana gelen spontan
ritmik dalgalanmalardır.
• Gastrik antrum ve kalın bağırsak sirküler kasında başlı başına bir elektriksel
aktivitedir.
• İnce bağırsakta her zaman bulunur; frekansları duodenumdan ileuma doğru gittikçe
azalır.
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ
Dikensi Potansiyeller
• Gerçek aksiyon potansiyelleridir. Kontraksiyon oluşturur.
– Yavaş dalganın eşik değeri aşma potansiyeli ne kadar fazla ise oluşan dikensi
potansiyel sıklığı o kadar fazla olur. Dolayısıyla kontraksiyon kuvvetine o kadar fazla
yansıyacak. Aşağıdaki şekilde kontraksiyon kuvvetleri birbirine benzerdir. Eşik değeri
aşma açısından da çok büyük bir farklılık gözükmemektedir.
• Büyük sinir liflerindeki aksiyon potansiyeline göre süresi 10-40 kat daha uzundur (10-20 ms).
Yavaş dalgalar oldukça uzun sürüyor ancak dikensi potansiyeller yavaş dalgalara göre
oldukça kısadır.
Gi Düz Kasında Aksiyon Potansiyeli
Depolarizasyon fazı: L tipi kalsiyum kanallarından hücre içine kalsiyumun iletkenliğinde artışla
oluşur. Daha yavaş kanallar olması aksiyon potansiyelinin daha uzun sürmesine neden olur.
Depolarizasyonda daha minimal etkiye sahip olan iyon Na+ kanalıdır.
Repolarizasyon fazı: Potasyum kanallarının açılması. Hücre içerisinden pozitif yüklü potasyum
iyonunun çıkarak kası tekrar dinlenim potansiyeline doğru getirildiği fazdır.
Dikensi Potansiyeller
Grafikte yavaş dalgaların dikensi potansiyellere göre çok daha uzun zaman aldığını görüyoruz.
Dinlenim zar potansiyelinde dalgalanmaya yol açan yavaş dalgaların üzerine eklenecek olan
stimulusla; depolarizyon artabilir, eşik değeri aşıp dikensi potansiyel oluşturarak eksitasyon
meydana gelebilir, ya da daha da hiperpolarize olarak aksiyon potansiyelinin oluşumu zorlaşabilir.
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ
İlk gördüğümüz dikensi potansiyelleri; mekanik olarak lümendeki içeriğin kanal duvarında gerim
oluşturması, asetilkolin varlığı ya da parasempatik uyaranlar oluşturur.
Daha yoğun dikensi potansiyellerin olduğu kısımda eşik değeri aşma potansiyelinin de daha
fazla olduğunu görüyoruz. Örneğin iki dikensi potansiyel oluşan bölümde membran potansiyeli
-40 a yakınken yoğun dikensi potansiyelin bulunduğu bölgede -35 değeri civarında olduğunu
görüyoruz. Nörepinefrin ve sempatiklerle uyarımlar ile de düz kas hücrelerinin membran
potansiyeli daha negatiflere taşınır.
• Büyük sinir liflerindeki aksiyon potansiyeline göre süresi 10-40 kat daha uzundur (10-20 ms).
Bu grafikte elektriksel eşiğin yanı sıra daha yavaş dalgaların da kontraksiyon oluşturabileceği bir
eşik daha görüyoruz. Bu eşik kontraksiyon gücüne de daha minimal olarak yansımıştır.
Kontraksiyon gücünü artıracak olan elektiriksel eşiğin aşılmasıdır. Elektriksel eşiğin daha fazla
aşılması yani daha fazla uyaranın depolarizasyona yol açması hem dikensi potansiyel sıklığının
artmasına hem de kontraksiyon gücünün artmasına sebep olur. (Grafiğin yanındaki depolarize ve
hİperpolarize edici faktörlere bakmayı unutmayalım.)
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ
Enterik Sinir Sistemi
Gİ kanal iki büyük sinir ağına sahiptir:
Duysal nöronlar (lümen içeriğinin kimyasal yapısı, osmolarite, pH; mekanik uyarımlar-
gerim; düz kasların gerimi) -afferent
Ara nöronlar (Bu ağa bir davranış paterni örerler ve bu davranış paterni en iyi
peristaltik hareketlerde çözümlenmiştir.)
PARASYMPATHETIC
Motor
Vagus Mechano-
nerve receptors
Motor
Motor
Chemo-
Pelvic nerve receptors
Motor
• Kimyasal bileşim
r neurons, bacterial enterotoxin in the jejunum can elicit identical
eration of Myenterik pleksusta:
responses: stimulation of profuse fluid and electrolyte
of chemi- Peristaltik refleks
secretion, together with propagated, propulsive, coordinated
eurons or smooth muscle contractions. Such preprogrammed ef-
ENS con- Primer afferent nöron – lokal ara nöronlar (motor/duysal)
ferent responses are probably initiated by sensory input
tions, and to the enteric interneuronal connections. However, efferent
afferent) Eksitatör: Ach, Substance P
responses controlled by the ENS may also be modified
uding dis- İnhibitör: NO, VIP, NPY, ATP
by input from autonomic ganglia, which are, in turn,
(e.g., pH, under the influence of the spinal cord and brain (see Chapter
imulation. Submukozal pleksusta:
14). In addition, the ENS receives input directly from
rneurons, the brain through parasympathetic nerves (i.e., the vagus
retomotor Sekretomotor ve vazodilator refleks
nerve).
imulate or Ach, VIP veya NO
uscle cells,
Acetylcholine, peptides, and bioactive amines
lectrolytes,
are the ENS neurotransmitters that regulate
cells.
epithelial and motor function
has given
he efferent ACh is the primary preganglionic and postganglionic neu-
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ
Kanal içerisindeki içeriğin ağızdan anüse doğru iletilmesi sırasında myenterik pleksus ve
buradaki mekanizmanın nasıl işlediğini anlatan bir görsel. Gerim ile gelen uyarı düz kas tabakaları
arasındaki myenterik pleksusa geçmiş. Ascending (çıkıcı) nöronlar oral yönde; descending (inici)
nöronlar ise anal yönde olan ara nöronlardır. Eksitatör ascending motor nöron ve inhibitör descending
motor nöronların aracılığıyla oral yönde kontraksiyon olurken anal yönde gevşeme gerçekleşiyor. Bu
sayede içerik ilerletilmiş oluyor. Eksitatör ve inhibitör olmada yani antagonizmada nörotransmitter
tipi etkili. Bu nörotransmitterlerin neler olduğunu bir önceki sayfada görüyoruz.
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ
Noradrenalin P maddesi
Serotonin Somatostatin…
Dopamin
Barsak etrafında kasılan halkalar meydana gelir ve ileri doğru hareket eder.
Kanal duvarının küçük bölümlerinin lokal kasılması (segmental hareket) sonucu oluşur.
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ
PERİSTALTİZM
Özofagustan rektuma kadar lümendeki içeriğin bağırsak duvarını germesi ile başlayan
reflekstir.
PS uyarılar
Kasılma halkası oralàanal yönde 0.5-2.0cm/sn lik hızla ilerler. Kimusun hareketi
yavaştır, sindirim ve emilimin gerçekleşmesini sağlar.
Segmentasyon
Sindirim kanalının farklı bölgelerinde farklıdır.
Barsak duvarında birkaç santimetrede bir 5-30 sn süren bölgesel aralıklı daraltıcı kasılmalar
oluşur; daha sonra bağırsağın başka bir noktasında yeni kasılma oluşur (parçalayıp bölme).
SİNDİRİM KANALINDAKİ HAREKETLER DR. ÖĞR. ÜYESİ EMEL GÜNEŞ
Tablodaki gastrocolic ,gastroileal ,ileogastric vb. kelimelerde ilk kısım tetikleyeni ikinci kısım ise
etkileneni anlatır. Örneğin gastrocolic ‘te midedeki bir uyaranın kolonu etkilediğini anlıyoruz.
Arkadaşlarım Beyza, Melike, Nilüfer, Dilara, Sevgi, Sena’ya; bu notu okuyan 2025 ve 2026’lılara ve
selam bekleyen herkese kucak dolusu selamlarımı gönderiyorum. Herkese sağlıklı günlerrr…
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
**Antral Pompa
Gövdenin bir bölümü ile esas olarak atrumu ilgilendiren
kısımdır. Güçlü daraltıcı peristatik dalgaların oluştuğu ve
dolayısıyla bunlara fazik kasılmaların eşlik ettiği için mide
içeriğini daha güçlü bir şekilde sıkıştırırlar. Böylece içeriği
ilerletmek üzere mide boşalması yönünde de etki
ederler. Bunlar sadece tonik kasılmalar değildir.
Dolayısıyla gastrik aksiyon potansiyeli olarak
isimlendirilirler. Gastrik AP hızlı depolarizasyon aşaması
ardından da plato evresi olarak karşımıza çıkıyor. Hızlı
depolarizasyon aşaması gastrik kasılma siklusu içerisinde
öncü kasılmayı yani birinci kasılma halkasını oluşturuyor.
Ardından plato fazının en fazla yükseldiği evresinde buna
karşılık gelen ikinci bir kasılma halkasını o da sürükleyici
kasılmayı oluşturmuş oluyor. Bu yaklaşık olarak
fonksiyonel ayrımın başladığı corpusun alt bölümünden
başlıyor. Ve de bu şekilde bu sürükleyici olan kasılma
dalgaları aracılığıyla atruma doğru ilerleme sağlanmış
oluyor.
(Arkadaş Hoca yukarıdaki tablo hakkında herhangi bir şey söylemedi. Aslında tamamen bağımsız
olmasa da konu bütünlüğünü de bozan bir görsel.Yine de ben Hocanın slaytının sırasını bozmamak
için buraya ekledim. Genel olarak mide kaslarının kontraksiyonunu etkileyen faktörler verilmiş.)
3)Midenin Boşalması
Şimdi motor fonksiyonlar açısından da mideden duodenuma olan geçiş ile ilgili birkaç önemli
noktayı vurgulayacağız.
• Pilor sfinkterinin tonusu normal olduğu zaman her güçlü peristaltik dalga ile birkaç ml kimüs
duodenuma geçer.
• Diğer bütün sifinkterlerde de olduğu gibi pilor sfinkterleri de tonik kasılma gösteren sirküler
düz kaslardan oluşur. Burada diğer bölümlerden-antrum ve duodenum komşuluğundaki
bölümler- daha güçlü bir tonik kasılma vardır. Bu durum mideden duodenuma geçişi
zorlaştırır.
• Kasılmanın derecesinin yani sifinkterin tonusunun ne kadar güçlü olacağı mide ve ön planda
duodenumdan gelen sinirsel ve endokrin sinyallerce kontrol edilir.
• Duodenuma geçiş hızı ince bağırsaktaki sindirim ve emilimin hızından fazla olmaması bu
şekilde ayarlanmış oluyor.
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
(!!! Mavi hücreyi anlatırken Hoca görselde de yazdığı gibi Endokrin hücre dedi. Ama corpusta bulunan
bu hücrelerin parakrin etki ettiğini, esas endokrin olarak görev yapanlarının yani hormon
salgılayanların atrumdaki bezlerde bulunduğunu belirtti. Dolayısıyla ben burada 2024 notundaki ve
de Hocanın da ileride bahsedeceği gibi ECL hücresi olarak yazdım. Yani corpus ve atrum arasında
bezler bakımından da farklılıklar var.)
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
(Atrumda bulunan Endokrin hücreler= Endokrin salgı yapıp salgısını kana veren ve yine sindirim
sistemini etkileyen hücrelerdir. Bunlar G ve D hücreleridir. G hücreleri gastrin hormonunu, D hücreleri
somatostatin hormonunu salgılar.) (Bu hücre dışındaki diğer hücreler her iki bölüm için ortaktır.)
(Arkadaşlar bu
görselle ilgili yazı
maalesef bir diğer
sayfada kaldı. Aynı
sayfada olsunlar
diye çok uğraştım
ama maalesef her
ikisini bir türlü tek
sayfada
birleştiremedim.)
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
Solda gövdeden alınan pariyetal hücresini görmekteyiz. Bu hücrenin üzerinde asetilkolin reseptörü
(M3), histamin reseptörü (H2), somatostatin reseptörü ve gastrin reseptörünü (CCKB veya CCK2)
görüyoruz. Bunlar üzerinden mide asidi salgısının etkileneceğini söyledik. Yine mide gövdesi
bölümünden alınan sağ üstteki resimde mide asidi salgısını etkileyen diğer hücreler de görmekteyiz.
Bunlar; histamin salgılayan enterokromafin hücresi (ECL-şekildeki kare hücre) ve somatostatin
salgılayan D hücresidir. (Şekilde yuvarlak hücre) Bu hücrelerin salgısı lokal olarak etki gösteren
kimyasallardır yani komşulukları yoluyla parakrin olarak etkilerini gösteriyorlr.
Parasempatik sistem için pregangliyonik kısım enterik sinir sistemi içerisindeki nöronlarla sinaps
yapmaktadır. Yani parasempatik sistemin postgangliyonik kısmı enterik sinir sistemi içerisine dahildir
-enterik sinir sistemi içerisindeki ACh nörotransmitterlerin reseptörünü taşıyan lifler aslında
parasempatik sistemin postgangliyonik lifleridir-.
Az önce priyetal hücrelerdeki ACh reseptörünü görmüştük ve ACh böylece doğrudan olarak HCl
salgısını arttırıyordu. Bir kez de ACh’ ın ECL ve D hücresi üzerinden etkisine bakalım. Vagus üzerinden
ECL üzerine etki ettiği durumda histamin salgısında bir artışa yani bir eksitasyona yol açıyor. D
hücreleri üzerine etki ettiği durumda ise somatosatatin salgısında bir azalışa yani inhibisyona yol
açıyor. Parasempatik sistem aktifleştirildiğinde somatostatin salgılayan hücreler inhibisyoa uğrayarak
HCl salgısını azaltacak parakrin ajanın salgılanmasında azalmaya yol açacak bu da HCl salgısının
artışına sebep olacak.
Şimdi de antral bezlerdeki hücrelere bakalım-sağ alttaki resim-. Burada endokrin etkide bulunacak
olan ligamentlerin alınımı var dedik. Buradaki hücrelerden biri G hücresidir ve gastrih hormonunu
salgılar. Hormon olması sebebiyle kana geçerek kan yoluyla pariyetal hücreler üzerindeki
reseptörlerine bağlanıyor. Buradaki reseptör aynı zamanda kolesistokinin reseptörü (CCKB) olarak
isimlendirilir. Gastrin hormonunun HCl salgısını arttırıcı yönde etkisi vardır. Diğer hücre ise D
hücresidir ve somatostatin salgılar. Yine hormon olarak kana gelir ve kan yoluyla pariyetal hücrelere
ulaşır ve kendi reseptörlerine bağlanır. Somatostatin hormonunun HCl salgısını azaltıcı yönde etkisi
vardır. Vagus G hücreleri üzerinde eksitasyona (GRP-Gastrin releasing peptid- aracılığıyla), D hücresi
üzerinde inhibisyona yol açar.
(!!! N. vagus ACh aracılığıyla D hücrelerini inhibe ederek G hücrelerini inhibe edecek somatostatin
hormonunun salgısını azaltıyor. Dolayısıyla G hücrelerinin aktivasyonunu dolaylı yoldan sağlamış
oluyor. GRP aracılığıyla ise doğrudan G hücrelerinin aktivasyonunu sağlıyor. Bu bir önceki sayfadaki
görselde ve bir sonraki sayfadaki diyagramda gösterilmektedir.) =Ek bilgi
Mide; Hareketleri, Salgılaması, Boşalması Mekanizmaları Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
Pepsinojen Salgısı
Notumun sonuna resmen gelmiş bulunmaktayız arkadaşlar. Sonunda bitti ama ben de bittim. Aslında
çok bir şey yok. Hoca sürekli aynı şeyleri tekrar etti ben de hocanın ders akışını bozmamak adına ve
çalışırken çoğu kez okumanın bilginin daha çok akılda kalıcı olmasını sağladığını düşündüğüm için
tekrar tekrar yazdım. Başlıklarla olabildiğince konuyu toparlamaya çalıştım. Arada 2024 notlarından
da yaralandım. Umarım notum anlaşılır olmuştur. Bu arada gerçekten Hocanın üzerinde uzun uzun
durduğu görseli yazısıyla bir arada tutmayı hayal etmiştim çalışırken daha rahat olacağını
düşündüğüm için ama hem görselin anlaşılır olması için büyük tutulmaya ihtiyacı vardı hem de malum
Hoca görsel üzerinde 8 dakikadan fazla konuşmuştu dolayısıyla nasip olmadı. İçimde kaldığı için
bunun için buradan herkese özürlerimi iletiyorum. İyi çalışmalar.
Selam kısmına gelecek olursak burası notumdan daha özlü olacak. Buradan bütün AÜTF ailesine tabi
ki de bu notu okuyacak her bir 2024 ve 2025 ailesi fertlerine selam olsun😊
inal 6700 ml
absorbed
into blood 500 ml’lik bir ekzokrin salgı duodenuma
geçiyor. Pankreas üzerinden de 1,5 lt’yi bulan
(small intestine) 1500 ml pancreatic secretions
ll of the gastro-
pankreatik sekresyonlar duodenuma dökülerek
1500 ml intestinal secretions
rated in Figure (primarily small intestine)
s highly convo-
buradaki etkilerini gösteriyor
1400 ml absorbed
ce area available into blood 1500 ml
urface is covered (large intestine)
gether along the
ons.
ocrine cells that Feces 100 ml water; 50 g solids excreted
docrine cells that
of the epithelium Figure 15–5
that secrete acid, Average amounts of solids and fluid ingested, secreted, absorbed,
the lumen. and excreted from the gastrointestinal tract daily.
Chapter 15
Ø Pankreasın endokrin
işlevleri var ancak bu
dersimizin kapsamında değil.
Ø Ekzokrin açısından temel
olarak iki salgısı var:
Bunlardan biri enzim salgısı.
Pankreasta sentezlenmiş olan
bu enzimler duodenuma
dökülerek çeşitli besin
moleküllerinin sindiriminde
böylece aracılık etmiş oluyor.
Hem karbonhidrat hem protein
hem de lipidlerin sindiriminde rol alan enzimler buradan geliyor.
Ø Pankreasın ekzokrin salgılama yapan birimi, tükürük bezlerindeki birimlere
benziyor ancak tükürük bezlerinden esas olarak karbonhidrat sindiriminde görev
alan amilaz enziminin sentezini görmüştük oysa pankreasta karbonhidratların da
proteinlerin de lipitlerin de sindiriminde rol alan enzimler sentezlenip salgılanır.
Ø Protein sindirimi açısından önem taşıyan birden fazla enzim var. Bunların
içerisinden en bol, miktar olarak en fazla salgılanan enzim tripsin. Diğerleri ise
kimotripsin ve karboksipeptidaz enzimi. Bu üç enzim de protein sindiriminde rol
aldıkları için mevcut olan kanal sistemini ve pankreasın kendisinin de
sindirilmemesi için koruyucu olarak öncelikle inaktif formda sentezlenip
Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş Karaciğer ve pankreasın salgısı ve salgılamanın
düzenlenmesi
salgılanıyor. Aktifleştikten sonra tripsin ise aynı zamanda diğer proteinlerin
aktivasyon mekanizmasında doğrudan rol alıyor
Ø Karbonhidrat sindirimi için yine amilaz enzimi var. Burada pankreatik amilaz
olarak isimlendirilir
Ø Lipid sindiriminde de rol alan enzimlerin de esas olarak burada pankreas
tarafından salgılandığını görüyoruz. (pankreatik lipaz, kolesterol esteraz,
fosfolipaz, kolipaz)
Ø Enzimlerin etki edebilmesi için pH’ın nötral olması gerekiyor fakat mideden gelen
içerik oldukça asidik bir yapıda, o nedenle nötralize edilmemesi durumunda
buradaki enzimler etkisini gösteremeyecek. Bu sebeple pankreasın ekzokrin
salgısından bikarbonat büyük bir öneme sahip oluyor. Mevcut olan enzimlerin
etkisini gösterebileceği bir ortam oluşturmuş oluyor
Ø Salgının kontrolünde yine vagal uyarı, tüm sindirim sisteminin önemli bir
bölümünde olduğu gibi pankreas salgılarının da devreye girmesinde önem taşıyor
ve asetilkolin üzerinden gerçekleştiriyor. Asiner hücrede kendisine ait reseptörü
var hücre içi etkilerini de bu reseptöre bağlandıktan sonra gösteriyor.
Bikarbonat ve Su Salgılanması
Ø Bir diğer salgı bikarbonat salgısıydı.
Yandaki resimde lümen içeriğine
bikarbonat salgısını görüyoruz. Kanal
hücrelerinden bikarbonatın yanı sıra aynı
zamanda buraya suyun da salgılandığını ve
de sulu bir sekresyon şeklinde karşımıza
çıktığını görüyoruz
Ø Luminal tarafta değiş tokuş yapan,
bikarbonatla kloru yine zıt transport
biçiminde değiştirici bir protein görüyoruz.
Klorun lüminal taraftaki düzeyini sürekli
olarak aslında destekleyici ek bir zar
proteini yer alıyor. Kistik fibrozis
transmembran iletim düzenleyicisi (CFTR)
olarak da isimlendirilen bu yapıdan sürekli
olarak hücre dışına klor salgılanıyor. Bu zar
proteinin aracılığıyla lüminal membrandaki
taşıyıcı protein bikarbonatı lüminal tarafa kloru ise hücre içerisine alarak etkinliğini
göstermiş oluyor
Kolesistokininin Etkileri
Bile salts
the heme
ythrocytes
nt bile pig-
od by liver Intestinal fatty acids and amino acids
Hepatic Ø Kolesistokinin,
(a) duodenuma geçen
portal vein
yellow and kimusta bulunan hepatic uzun
artery zincirli
Branch of
Blood yağ asitlerinin
Central vein
e through
absorbed
varlığında salgılanıyor. Plazmada
Small intestine
ne, giving Gallbladder
Common
bileCCK
ductsecretion
kolesistokinin artışıyla birlikte hücre
ract, some içerisine kendi reseptörlerine bağlanıp hücre
the brown Duodenum Ileum
içi mekanizmayı aktive ederek buradaki
BilePlasma
salts CCK 5% lost
fferent cell sindirim
in feces enzimlerinin salgılanma hızını
pigments artırmış oluyor
Small intestine
carbonate- Branch of Bile duct Liver cells Bile
Pancreas
lining the Figure 15–30 Enzyme secretion
portal vein canaliculus
ducts, just Enterohepatic circulation of bile salts. Bile salts are secreted into (b) (c)
secretin in bile (green) and enter the duodenum through the common bile
Branch of Branch of
duct. Bile salts are Flow
reabsorbed from the intestinal lumen into hepatic
of enzymes into small intestine hepatic artery portal vein Central vein Hepatocytes
ntration of portal blood (red arrows). The liver (hepatocytes) reclaims bile salts
secretions from hepatic portal blood.
the plasma
etion into
the intes-
Figure 15–30 physiological inquiry
Small intestine
Digestion of fats and protein
■ In addition to the hepatic portal vein, can you name another
increased
Figure 15–28
portal vein system and explain the meaning of the term “portal”?
of bile salt
Hormonal
Answer regulation
can be of pancreatic
found at end of chapter.enzyme secretion.
eatest dur-
ting some
nt where it
own as the
the dilute tion. Thus, the organic nutrients in the small intestine initi-
der. Here, ate, via hormonal and neural reflexes, the secretions involved Ø Kolesistokinin bir başka etkinliği de
Bile duct
ed as NaCl in their own digestion. Duodenum
Fatty acids
Although most of the pancreatic exocrine secretions are
Oddi sfinkteri
Figure 15–29 üzerinde bulunmakta.
e sphincter controlled by stimuli arising from the intestinal phase of diges- Oddi(a) Asfinkterinin
small section of (safra kesesiyle
the liver showing the location of bile canaliculi
rging con- tion, cephalic and gastric stimuli
CCK also play a role by way of
secretion and ducts with respect to blood and liver cells. Bile (green) is formed
pankreasın ana kanalı birleştiğinde
gallbladder the parasympathetic nerves to the pancreas. Thus, the taste by uptake by liver cells (hepatocyte) of bile salts and secretion into
l hormone of food or the distension of the stomach by food will lead to oluşan ortak kanalın
bile canaliculi. duodenuma
(b) Photomicrograph of the liver showing a portal
increased pancreatic secretion. space with its characteristic small artery and bile duct surrounded by
e presence Plasma CCK açıldığı bölge) gevşemesini tetiklemiş
connective tissue. H&E stain, medium magnification. (c) A central
hormone’s oluyor ve bu şekilde vein. H&Esalgıların
Bile Secretion and Liver Function (centrolobular) stain, medium magnification.
of the gall-
bile; cysto,
As stated earlier, bile is secreted by liver cells into a number duodenuma geçişi kolaylaşmış oluyor.
(a) Adapted from Kappas and Alvares; (b, c) Courtesy of M.F. Santos from Junqueira and Cameiro
Basic Histology Image Library (McGraw-Hill).
of small ducts, the bile canaliculi (Figure 15–29 ), which
the factors Gallbladder
converge to form the common hepaticSphincter
duct of Oddi
(see Figure 15–4). Öte yandan bir diğer etkinliği safra
Contraction Relaxation
Bile contains six major ingredients: (1) bile salts; (2) lecithin (a kesesinin kontraksiyonu ve safra
phospholipid); (3) bicarbonate ions and other salts; (4) choles-
içeriğinin de ortak kanala geçişini
terol; (5) bile pigments and small amounts of other metabolic
end products;
Bile flow into
and (6) trace metals. Bile
common bile duct
Bile flow
salts and lecithin are
into duodenum
böylece tetiklemiş
cytes (liver oluyor
cells) is driven
the bile. Uptake of bile salts from portal blood into hepato-
by secondary active transport cou-
pled to sodium. This recycling pathway from the liver to the
synthesized in the liver and, as we have seen, help solubilize
walls of the fat in the small intestine. Bicarbonate ions neutralize acid in intestine and back to the liver is known as the enterohepatic
h day. One Figure 15–31 and the last three ingredients represent sub-
the duodenum, circulation (Figure 15–30 ). A small amount (5 percent) of
e lumen is stances extracted
Regulation frominto
of bile entry thethe
blood
smallbyintestine.
the liver and excreted via the bile salts escapes this recycling and is lost in the feces, but
the bile. the liver synthesizes new bile salts from cholesterol to replace
From the standpoint of gastrointestinal function, the15
Chapter them. During the digestion of a meal, the entire bile salt con-
most important components of bile are the bile salts. During tent of the body may be recycled several times via the entero-
the digestion of a fatty meal, most of the bile salts entering the hepatic circulation.
intestinal tract via the bile are absorbed by specific sodium- In addition to synthesizing bile salts from cholesterol,
coupled transporters in the ileum (the last segment of the the liver also secretes cholesterol extracted from the blood into
small intestine). The absorbed bile salts are returned via the the11:16:55
8/2/07 bile. AM
Bile secretion, followed by excretion of cholesterol in
portal vein to the liver, where they are once again secreted into the feces, is one of the mechanisms for maintaining cholesterol
552
wid4962X_chap15.indd 552
Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş Karaciğer ve pankreasın salgısı ve salgılamanın
düzenlenmesi
Ø Protein sindiriminde özellikle rol alan enzimlerle ilişkili olan bu tabloda dikkat
etmemiz gereken nokta tripsin ve kimotripsin proteinleri çeşitli büyüklükteki
peptidlere parçalarlar; ancak tek tek aminoasitlere kadar parçalayamazlar. Diğer
taraftan, karboksipeptidaz peptidleri aminoasitlerine kadar ayırır ve böylece
proteinlerin aminoasitlere kadar sindirilmesi tamamlanmış olur.
Ø Bu tabloda yer almayan enzimler var. Fosfolipaz, fosfolipitlerden yağ asitlerini
ayırıyor. Kolesterol esteraz, lipid sindiriminde rol alan ve kolesterol esterlerini
parçalayan bir enzim.
Ø Pankreas salgısı, mide salgısına benzer şekilde üç evrede gerçekleşir. Bunlar, sefalik
evre, mide evresi ve bağırsak evredir.
Ø Sefalik evre, besin mideye girmeden önce özellikle besinin yenilmesi sırasında
gerçekleşir. Besinin görüntüsüne, kokusuna, düşünülmesine veya tadına bağlı
olarak ortaya çıkan vagal bir uyarıdır ve henüz mideye yiyecek gelmeden
pankreastan salgılarda hem enzim hem bikarbonat biçiminde salgı artışı başlamış
oluyor
Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş Karaciğer ve pankreasın salgısı ve salgılamanın
düzenlenmesi
Ø Mideye gelindiği durumda besinde yer alan protein içeriği, midenin gerilmesi yine
mekanik olarak olan etmenler. Özellikle burada gastrinin devreye girmesi
(kolesistokinin etkinliğine benzer ancak daha zayıf bir etkinlik gerçekleşiyor ki bu
hormon midede henüz sefalik fazda bile belli miktarda salınım başlıyor) ve yine
vagal uyarı ile asetilkolin etkisini görüyoruz. Midenin gerilmesi ile vagovagal
refleks tetikleniyor ve vagusun sadece midedeki efferentleri değil aynı zamanda
pankreas üzerindeki de efferent lifleri etkinliğini göstererek asetilkolinin
reseptörüne bağlanması sonrasında salgılarda artış gerçekleşiyor.
Ø Son aşama ise artık kimusun bağırsağa geçmesi. Asidik bir ortam var kimusta ve
buradaki asidite özellikle S hücrelerinin etkinliğini artırıyor. Sekretin buradan daha
fazla miktarda salgılanıyor. Sekretin özellikle de bikarbonat ve suyun salgısı
üzerinde önem taşıyor. Bunun yanı sıra uzun zincirli yağ asitleri özellikle
kolesistokinin üzerinde etkilidir. Aminoasit ve peptidler (yıkım ürünleri) daha zayıf
olarak kolesistokinini, yine vagovagal refleksi tetiklemiş oluyor. Son iki olay
bikarbonattan ziyade enzim salgısında artışa yol açıyor
Ø Bu evrelerin oranına bakacak olursak en etkili olan faz bağırsak fazı, sonrasında
sefalik faz bulunmaktadır. Mide fazı da üçüncü sırada olarak belirtiliyor
Safra Asitleri
Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş Karaciğer ve pankreasın salgısı ve salgılamanın
düzenlenmesi
Ø Safra asitleri, kolesterolün Sitokrom P450 oksidasyonu ile oluşan moleküllerdir.
Primer ve sekonder olmak üzere ikiye ayrılıyor. Primer safra asitleri (kolik asit,
kenodeoksikolik asit) hepatositlerde oluşur. Sonra gastrointestinal kanalda
deoksikolik asit ve litokolik asit biçiminde sekonder safra asitleri oluşuyor.
Ø İyonize olması durumunda safra tuzları oluşuyor ve bunlar daha polar
moleküllerdir. Polar moleküller hücre zarlarını daha zor geçiyor
Ø Bu moleküller lipitlerin sindiriminde rol alıyor
Ø Safra bu şekilde oluştuktan sonra safra kesesinde depolanıyor. Safranın
konsantrasyonu su emilimi sonrasında 5 kat kadar yoğunlaşıyor. Safra kesesinden
safra salgılanması, kolesistokininle uyarılıyor. Hem safra kesesinin kasılması bu
hormon aracılığıyla gerçekleşiyor hem de oddi sfinkterini gevşeyerek ince
bağırsağa safranın akışının artması sağlanmış oluyor
KEREM UZUT
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
Thehucresi
colonmukus salgılar.
(Fig. 44-1B) Buradaki
does not have hücrelerin enzimthe
villi. Instead, salgısı
cellsyapmadığını söylemiştik
lining the large
.Bunun
intestine are yanı
surfacesıraepithelial
kolesistokinin
cells,veand
sekretin hormonover
interspersed salgısı
the yapan
colonicendokrin
surface hücreler
are
vardırapertures
numerous .Aynı zamanda burada
of colonic bir turn
crypts over yani
(or glands) yapım
that ve yıkım
are similar in döngüsü vardır. Bu
function and
structure to thekök
nedenle small vardırcrypts.
intestinal
hücreler ve en Not
alttasurprisingly,
da panet hücreleri bulunmaktadır
the surface epithelial .Bu
cellsyapının
of theişlevler
colon are the primary cells responsible
açısından büyük bir önemi bulunmaktadır. for colonic electrolyte absorption,
whereas colonic gland cells are generally believed to mediate ion secretion.
The intestinal mucosa is a dynamic organ with continuous cell proliferation and
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
Bu şekilde sindirim kanalını görüyoruz .Sindirim kanalı içerisinde sindirim ve emilim açısından bir taEn
üstte glikoz monomerini görmekteyiz. Monomer şekilde aldığımız bir besin sindirim kanalında
herhangi bir değişikliğe uğramaz ve doğrudan bu haliyle emilebilir durumdadır ,bu şekilde enterosit
içerisine gelebilir. Polimer biçiminde olan yapılar ise lümende hidrolize uğrayıp en temel yapı
taşlarına kadar ayrılır. Şekilde 2.satırda proteinlerin hidrolizi sonucu oluşan aminoasitler
enterositlere geçer . Enterosit tarafından bir dönüşüme uğramadan emilir . Üçüncü satırda disakkarit
olan sükrozu görüyoruz. Sükroz da proteinden farklı olarak kendisini sindiren enzimin lümen
içerisinde bulunmadığını görüyoruz . Enzim fırça kenarlı hücre zarına integre olmuş halde hücre
zarının üzerinde bulunur ve hücre zarının bizzat yapı taşıdır . Bu yüzden sükrozun yıkımı enterositin
lüminal tarafında gerçekleşir. Böylece glikoz ve fruktoz oluşuyor ve onların hücre içerisinde hiçbir
değişikliğe uğramadan emildiğini görüyoruz .4 .satır da yine daha büyük bir molekülün hücre
içerisinde hidrolizi gerçekleşiyor ve oluşan dipeptit ve tripeptitler enterositlerin içine girip enterosit
içindeki enzimler aracılığıyla aminoasitlere dönüşürler . İkinci satırda proteinin lümen içerisinde
amino asitlere kadar yıkıldığını enterosit tarafından emilip enterosit içinde herhangi bir değişikliğe
uğramadığını gördük.Oysa dipeptit ve tripeptit biçiminde olan moleküllerin enterosite girdikten
sonra buradaki enzimler tarafından aminoasitlere dönüştürüldüğünü gördük.(Burada yıkım hücre
içerisinde gerçekleşiyor.)Son olarak trigliserite bakalım.Trigliserit lümen içerisinde lipaz ile gliserol ve
yağ asitlerine ayrılır , oluşan moleküller hücre zarından geçer .Enterositin içinde ise tekrar trigliserit
oluşur ve şilomikron formuna dönüşür ve bu şekilde emilir .Yukarıdakilerden farklı olarak lenfatik
dolaşıma geçer.
KARBONHİDRATLARIN SİNDİRİMİ
Karbonhidratları polisakkarit oligasakkarit monosakkarit olarak 3 gruba ayırıyoruz.Diyette
polisakkaritler en yüksek orandadır yüzde 60 a kadar çıkabilir .Özelleşmemiş bir diyette
nişasta bitkisel, glikojen hayvansal olarak bulunur .Oligosakkaritler yüzde 30 oranında
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
diyette bulunur .Örnek olarak sofra şekeri olan sükroz ve süt şekeri olan laktoz bicimindedir.
Diyette en az oranda monosakkarit olarak glikoz ve meyve şekeri olan fruktoz biçiminde olur
.
Karbonhidratları diğer bir sınıflandırma biçimi sindirime uğrama bakımından sindirilebilir ve
sindirilemeyen olarak 2 ye ayırırız yukarıda saydıklarımız sindirilebilir olanlardır.
Sindirilemeyenlere diyet lifi( meyve sebze kökenli selüloz ,pektin) örnek verilir.Sağlıklı yaşam
açısından sindirilemeyen karbonhidratların önemli olduğu anlaşılmıştır.Diyet lifini
tüketmemiz önemlidir çünkü bu besinler bağırsaktaki geçiş süresini kısaltır ve kabızlığı önler
,bağırsaktaki maligniteler açısından yararı vardır , kolesterolden olusan safra asitleriyle
bağlanarak kan kolesterolunu düşürür .
Şeklin a bölümünde alfa amilazın etkisini görüyoruz. (pankreatik formu ile ağızdaki formu aynı işlevi
görür. ) Karbonhidrat yapısı amiloz ya da amilopektin biçiminde olur. Amiloz yapısında glikoz
molekülleri birbirine alfa 1 -4 bağı ile bağlıdır.
Amilopektinde alfa 1 -4 bağı ile birlikte dallanmaya yol açan alfa 1 -6 bağı da bulunur yani
amilopektin dlalanmış bir yapıdır.
Alfa amilaz terminal olmayan alfa 1 -4 bağlarını kırar. Sonucunda maltotrioz ve maltoz oluşur
Bunun yanı sıra alfa amilazin kıramadığı bağ türü amilopektine ayrıcalık katan alfa 1 -6 bağıdır. Bu
bağa sahip yıkım ürünü ise alfa limit dextrindir .
B şeklinde fırça kenarlı enzimin etkisini görüyoruz. Bu enzimler integral proteindir ve hücre zarı
üzerinde etkisini gösterir.
Şekilde gördüğümüz laktoz laktaz enzimi aracılığıyla hidrolize uğrar ve oluşan monosakkaritler sglt 1
proteinleri ile enterosit içine alınır
Altta gördüğümüz fırça kenarli enzim glikoamilaz ( maltaz) ise maltotrioz ve maltozun yıkımına
aracılık eder ,oluşan monosakkariti yani glikozu ise sglt 1 proteini hücre içerisine alır ve emilim
baslar.
En altta bir çift fırça kenarlı enzim görüyoruz .Buradaki protein hem sükraz hem izomaltaz içerir. Bu
yüzden bu enzim hem oligosakkarit olan sükrozu hem de maltoz, maltotrioz ve alfa limit dextrini
parçalayan enzim içerir
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
Farklı olarak sükrozun sindirimi sonucu fruktoz ortaya çıkar ve diyetle monsosakkarit biçiminde
alınan fruktozla birlikte taşıyıcı glut 5 taşıyıcısı ile hücreye giriş yapar .
C seklinde interstisyel boşluğa geçişi görüyoruz. Glut 2 proteini glukoz ,fruktoz ve galaktozun hücre
içine girişine aracılık eder .Buradaki bazolateral membranda bulunan sodyum potasyum pompası
önem taşır çünkü integral protein olan sglt 1 proteini na ile cotransport biçiminde monosakkariti
hücre içine sokar. Bu bir sekonder aktif taşımadır .Na elektrokimyasal gradiyeti buradaki na- k
pompası tarafından sağlandığı için aktif transport mekanızması olduğu kabul edilir.
Oligosakkaritler içerisinden disakkarit olan laktozla ilgili laktoz intoleransı denilen özel bir durum
vardır. Laktoz intoleransında laktaz enzimi eksiktir. Eksikliği sonucu sulu diyare ve kramplar
olur.Sindirilemeyeceği için lümende biriken laktoz ve laktoz birikimi sonucu bakteriler tarafından
üretilen laktik asit ozmolarite artışına yol açar . Bunun sonucunda su emilimi artar. Lümende
biriken su gerilim artışına sebep olur . Mekanik mekanoreseptörler uyarılır. Peristaltik
hareket artışı olur . Sıvı birikimi ise sulu diyareye yol açar .
Laktoz intoleransı olan kişilerde sadece laktoz değil diğer sindirim ürünlerinin de emiliminde sorun
ortaya çıkar. Bu yüzden laktoz intoleransı olan kişilerde laktoz diyetten çıkarılmalıdır.Fark edilmesi
önem taşır.Ve laktoz intoleransı olan kişilerde laktoz diyetten çıkarılmalıdır.
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
PROTEİNLERİN SİNDİRİMİ
LİPİTLERİN SİNDİRİMİ
Pankreatik lipaz kolipaz bağımlı bir enzimdir. Kofaktör olan kolipaz pankreatik salgıların içerisindedir .
Pankreatik lipaz pankreastan aktif formda salgılanır ancak tam bir aktivite kazanması için kolipaza
ihtiyaç vardır.Tripsin diğer protein enzimlerini aktive ettiği gibi inaktif prokolipazı aktif hale çevirir ve
kolipaz oluşur. Kolipaz bir protein faktörü olup lipazla birlikte etkinliği önem taşır . pH ın alkali olması
,kalsiyum iyonlarının varlığı ve safra salgısındaki safra tuzları lipitlerin sindirilmesinde büyük önem
taşır.
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
bağırsaktan emildiğinde ilk önce lenf dolaşımına sonrasında kan dolaşımına katılır.
Az önce yağ asitleri zincir uzunluğu bakımından ayrılır demiştik. Bu aynı zamanda emilim
mekanizması için de önemlidir. Kısa zincirli olan yağ asitleri, gliserolun açil gliserol olmayan formu ve
gliserol doğrudan difüzyona uğradıktan sonra küçük moleküller olmaları sebebiyle kan dolaşımına
geçiş yapabilirler. Lipit sindirim ürünlerinden gliserol ve kısa zincirli yağ asitleri şilomikron formuna
dönüşmeden de geçebilir.
Böylece besin
moleküllerinin sindirim
ve emilimini tamamlamış
olduk.Özetleyecek
olurdak şu ana kadar
karbonhidrat protein ve
lipitleri gördük.Bunların
en yüksek oranda
duedonum sonrasında
jejenum ve en minimal
ileum tarafından
absorpsiyonu
gerçekleşir. Kalsiyum,
demir ve folat emilimi en
yüksek oranda
duedonumda olur.Ancak
kalsiyum emilim
mekanizması duedonum
Besinlerin sindirimi ve emilimi mekanizması Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
haricinde ileum ve jejenumda da vardır. Safra tuzlarını daha öncesinde konuşmuştuk. B12
vitamininin emilimi için midede intrensek faktör salgılanır ve B12 vitaminine bağlanır .Böylece b12
vitamini ileumdan emilebilir hale gelir.
NOT:Son 2 slaytta ses kaydı olmadığı için sadece resimleri koymak zorunda kaldım .
RANA ULUKURT
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması
• Bir sonraki şeklin üst kısmına baktığımızda haustra’lar belirgin şekilde görülüyor
(konunun ilerleyen kısımlarında ayrıntılı bahsedilecek).
İnce bağırsak ile kalın bağırsak arasında belirgin birtakım farklılıklar vardır.
• Kalın bağırsağın emilim yüzeyi ince bağırsağa göre daha azdır. Kalın bağırsakta
besin molekülleri haricinde elektrolit ve su emiliminden bahsedilecek, bundan
dolayı kalın bağırsağın emilim yüzeyi vardır ancak ince bağırsağa göre azdır.
• İnce bağırsakta bulunan lieberkühn kriptaları kalın bağırsakta da bulunur ancak
villus yapısı bulunmaz. Dolayısıyla burada kıvrımlı, emilim yüzeyini artıran bir
yapı bulunmaz.
• Epitel hücreleri arasında bulunan sıkı bağlantılar su ve elektrolit geçişi açısından
önemlidir. İkisi de izoosmotik olan iki kompartımanın birbirinden ayrılarak
osmolarite farkının oluşturulması açısından önem taşıyor. Özellikle emilim
burada su ve elektrolit biçmindedir. Kalın bağırsakta var olan sıkı bağlantıların
ince bağırsağa göre daha belirgin oluşu bu farkı daha fazla
belirginleştirmektedir.
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması
• Besin moleküllerinin artık kalın bağırsakta sindirimi ve emilimi yoktur, dolayısıyla
kalın bağırsak sindirim enzimi içermez.
• Tüm sindirim kanalı boyunca önemli bir salgı olan mukus salgısı kolonda da
bulunur ve lumbrikasyonu (kayganlaştırmayı) sağlar.
• Bunların yanı sıra kalın bağırsağın bikarbonat salgısı vardır. Özellikle de içerik
yoğunlaştıkça ve kolon florasındaki bakteriler de sindirilmemiş olan ürünler
üzerinde etki etmeye başlayınca, birtakım asidik yan ürünler ya da -minimal
düzeyde de olsa- yağ asidi oluşumu gerçekleşiyor. Bu olaylar kolon içeriğinde
asidite oluşturur. Mukus haricindeki bikarbonat salgısı da burada nötralizasyonu
sağlar.
Parasempatik sistem diğer bölümlerde olduğu gibi uyarıcı yönde etkinliktedir. Oysa
sempatik sistem kolon hareketlerinde inhibisyona, baskılanmaya yol açar.
• Sindirim kanalının en sonunda yer alan dış anal sfinkter çizgili iskelet kası
biçimindeydi. Dolayısıyla bu kasın innervasyonu somatik motor sinirlerle
(pudendal sinir içinde seyreden alfa motor nöronlar) sağlanır.
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması
Kolon Hareketleri
Hareket açısından bakıldığında kolonda iki tür hareket vardır.
1- Haustral Hareket (Segmental Hareket):
• Haustra denen boğum yapıları kolonda belirginleşir. Haustra’lar, tenia
koli’lerin kasıldığı durumda sirküler kasın oluşturduğu kese benzeri
bölümlerdir.
• Segmental hareket için vurgulanması gereken şey belli bir ritimde,
düzenli oluşudur. Başladığında 30 saniye içinde bir tepe noktasına
ulaşır ve bir dakika içinde bu haustral hareket sönümlenir. Haustral
hareket, kasılma süresi boyunca özellikle çekum, çıkan kolonda anal
yönde yavaşça bir ilerlemeyle birlikte ilerler. Kolon içeriği bu şekilde
ileriye doğru sürüklenmiş olur. Birkaç dakika sonra tekrar başka bir
bölgede yeni bir haustral hareket başlar ve benzer bir ritimle ilerler.
• Bu esnada kalın bağırsak yüzeyiyle temas daha etkili sağlanır ve sıvı
ile elektrolitler iyi bir şekilde emilmiş olur. 1,5 L kimustan geriye 100-
200 ml kalacak şekilde emilim sağlanmış olur.
2- Kitle Hareketi:
• Haustral hareketten farklı olarak günde 1-3 kez olur. Temel olarak
defekasyonu tetikleyen bir harekettir.
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması
• Peristaltik harekete benzetilir. Fakat buradaki özel durum şudur:
kasılmış bölge uzun süre kasılı kalır ve içindeki feçes’i kolonun büyük
bir bölümünde ileri doğru iter.
• Genellikle transvers kolonda olmak üzere gerilen yapılar, yani duvar
çeperleri gerildikçe veya içeriğindeki moleküllerden dolayı irrite
oldukça bir daraltıcı halka oluşur ve kolonun bu daraltıcı halkasının
bulunduğu noktadan 20 cm veya daha fazla distal bölümünde
haustrasyon kasılmaları kaybolur. Yani önceki hareket daha yavaş
ilerlerken ve segmentasyona daha çok benzerken, kitle hareketi
haustrasyon kasılmasının inhibe olduğu bir evredir, bu yüzden uzun
mesafede bir ilerleme sağlanmış oluyor ve bir bütün olarak yani kitle
halinde ilerleyişinden ismini alır. Başlangıçta daha yavaş, sonrasında
güçlenen bir kasılmadır, toplamda yarım dakika kadar sürer.
Sonrasında 2-3 dakika içinde kolonun uzak bir yerinde yeni bir kitle
hareketi oluşur ve gerilme devam eder.
Defekasyon Refleksi
1- İntrensek Refleks: Bir sonraki şekilde 1 numaralı işaretler sinir liflerinin intrensek
reflekste yer aldığını belirtiyor. Kitle hareketiyle birlikte feçes, rektum’a kadar
ulaşmış oluyor demiştik. Lokal bir refleks, enterik sinir sisteminin tetiklediği bir
refleks devreye giriyor. Rektum dolunca geriliyor ve mekanoreseptörler uyarılıyor,
intermural plexus’taki devre uyarılıyor (?), internal sfinkterin kendisini innerve eden
inhibitör nöronlar uyarılıyor. Bu
şekilde kasılı olan düz kaslar
gevşiyor. Yani diğer düz kasların
uyarılması durumundaki
kasılmanın tam tersine bir olay
gerçekleşmesiyle buradaki lokal
olan devrede inhibitör ara
nöronlar araya girmiş oluyor ve
bunların sayesinde mevcut olan
kasılma internal sfinkter
açısından tam tersine dönüyor
ve bir gevşeme gerçekleşiyor.
İnternal sfinkterin düz kas
yapısında, eksternal sfinkterin de
çizgili kas yapısında olduğunu
söylemiştik. Henüz daha üst
merkezlerle ilişkisi olmayan bu
durum, sonrasında bilinçli rektal
(veya anal kanal) dolgunluk hissi
oluşturuyor. Feçes inen kolonda,
sigmoid kolonda ilerlerken
herhangi bir his oluşmuyor, yani
bu bilinçli değil ama anal kanala
gelindiğinde burası gerilince anal
duysal reseptörleri uyarılıyor ve
bunlar bilinçli olarak rektal
bölgede doluluk hissi sağlıyor, aynı zamanda pelvik taban kaslarının uyarılması da
bu bilinçli rektal dolgunluk hissine katkıda bulunuyor.
Bu aşamada internal sfinkter gevşeme yönünde bir etkiyle karşılaşıyor ancak onu
çevreleyen eksternal anal sfinkter de çizgili kas yapısında oluşu sebebiyle istemli
olarak kasılabiliyor. Buradaki anal duysal reseptörlerin uyarıldığı durumda da
çalışan devre bilinçli olarak kortekse kadar gider. Dolgunluğun hissedilip fark
edilmesi, bu bölgeyi innerve eden alfa motor nöronlarının devreye girmesini sağlıyor
ve bu sayede çizgili iskelet kasının innerve edilmesiyle defekasyon açısından ikinci
aşama, istemli olan aşama tamamlanıyor, yani defekasyon erteleniyor. Bu aslında
uygun olan ve olmayan koşullar durumunda kişinin mevcut anal dolgunluğuna nasıl
yanıt üreteceğini de belirlemiş oluyor. Defekasyon bu uyarım sayesinde ertelenmiş
oluyor. Sonuç olarak eksternal anal sfinkter kasılarak anal kanalı kapatmaya yönelik
bir etkinlikte bulunulur. Özetle, ilk olayda internal anal sfinkterin gevşemesinden
sonra eğer uygun ortam varsa kısa süreli bekletilip sonrasında eksternal anal
sfinkterin de gevşetilmesiyle defekasyon gerçekleşir. Ertelenmesi ise eksternal anal
sfinkter alfa motor nöronunun uyarılarak kasılmasıyla gerçekleşiyor. Puborektal
kasların kasılması da buna eşlik ediyor.
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması
2- PS Defekasyon Refleksi: Hiyerarşide daha üstte yer alan, otonom sinir sisteminin
parasempatik kısmının devreye girmesiyle ilgili bir reflekstir. Önceki sayfada aynı
şekilde 2 numaralı işaretler bu refleksle ilgilidir. Burada afferent pelvik lifler ilgili
medulla spinalis bölgesine ulaşıyor ve merkez sakral segment olan bölümün
ardından da (?) efferent pelvik parasempatik lifler çıkıyor. Buradaki lifler aynı
zamanda enterik sinir sistemi üzerinde de sinaps yapıyor. Enterik sinir sistemini
geçerek, rektum bölgesini, sigmoid bölgesini, inen kolonu uyararak buradaki
peristaltik dalgaları artırmış oluyor. Bu etkinlik intrensek refleksi güçlendirir. Bu
şekilde etkin, efektif bir defekasyon için de katkıda bulunmuş olur.
Kolonda Emilim
Su Emilimi: Kolondaki emilim açısından önem taşır. Kimus, feçes’e dönüşürken yüksek
miktarda su emilimi gerçekleşir, 1,5 L’den 150-100 ml’ye kadar iner. Proksimal kolonda
(absorbtif kolon) esas olarak daha fazladır. Çekum, çıkan kolon ve proksimal kolonda su
büyük ölçüde emilir. Daha sonraki bölümlerde kimus, feçes’e dönüşmüş olur.
Na⁺ Emilimi: Ağırlıklı olarak proksimal
Cl- Emilimi: kolonda emilir. è Su emilimiyle ilgili olan Na⁺ ve Cl- emilimi
K⁺ Emilimi: Kolonda emiliminin az olması duru- büyük etkiye sahiptir çünkü osmosun
munda sekrete edilen bir moleküldür. Dolayısıyla olabilmesi için kompartmanlar arasında
mukoza ve bikarbonatın yanı sıra kolonda K⁺ osmolarite farkı olmalıdır ve bu osmotik farklı
sekresyonu da olabilmektedir. oluşturan olay Na ve Cl iyonlarının emilimidir,
+2
Ca Emilimi: D vitaminine bağlı şekilde aktif bu şekilde kalın bağırsak mukozasında bir
olarak bağırsaklardan gerçekleşir. osmotik fark oluşturulmuş oluyor ve bu farkın
oluşmasında da hücreler arasındaki sıkı
bağlantılar önem taşır. Bu nedenle kolonda
izoosmotik iki kompartman olmasına rağmen
su emilimine aracılık eden ek bir mekanizma
bulunuyor.
Kolon Sekresyonu - Hareketleri Dr. Öğr. Üyesi Emel Güneş
ve Defekasyon Mekanizması
Dersin sonunda hocamız kolonda besin molekülü emilimi söz konusu olmadığı için su
emilimini öne çıkardığımızı, ancak miktar olarak sindirim kanalında suyun en fazla emildiği
yerin kolon olmadığını hatırlamamızı istedi.
Elektrolit emilimine eşlik eden su emilimi, duodenum ve jejenumda kolona göre daha
fazladır.
Notumuz burada bitiyor. İtiraf etmek gerekirse derste anlamadığım yerler çok oldu, büyük ihtimalle
yazarken de hatalı veya anlaşılmaz yazmama sebep olmuş olabilir bu durum, kusuruma bakmayın.
Düzeltmek istediğiniz yer olursa beraber düzeltelim. Tüm sevdiklerime selamlar.
İrem Şahin / 2. Yarı
Karaciğer Fizyolojisi Dr. Öğr. Üyesi Emel GÜNEŞ
Sindirim fizyolojisi dersinde karaciğere ait ekzokrin işlevleri ele almıştık bu derste ise
sinidirim dışı görevlerini ele alıcaz.
KARACİĞER
İç organlarımız arasında en büyük olanıdır. Yaklaşık olarak 1.5 kg bu da vücut ağırlığının
%2.5’i.
Çok düşük oranda (%25) kalsa bile kendisini tekrar bir bütün şekilde oluşturabilecek
rejenerasyon kapasitesine sahip.
Kardiyovasküler, renal ve immün sistemle etkileşerek homeostaszin sürdürülmesi açısından
büyük öneme sahip.
SİNÜZOİDLERİN ÖZELLİKLERİ
Diğer organların perfüzyonunu sağlayan kapillerlerden farklıdır.
KARACİĞERİN İŞLEVLERİ
♠Ekzokrin işlevler:
Safra tuzları sentezi ve
salgılanması
Bikarbonattan zengin salgı
♠Pıhtılaşma ve plazma
proteinlerinin sentezi
♠Depolama
♠Metabolik işlevler
♠İlaçların
detoksifikasyonu
♠Boşaltım ve ayrıştırma
işlevleri
♠Endokrin işlevler
BILIRÜBIN METABOLİZMASI
Bilirubin safranın ana pigmentidir.
♠Bilirubin herhangi bir nedenle vücuttan yeteri kadar uzaklaştırılamazsa kan dolaşımına
katılır ve cildin, mukozaların ve göz akının sarı renkte gözükmesine neden olur buna sarılık
denir.
PIHTILAŞMA İŞLEVLERİ
Karaciğerde yapılan ve pıhtılaşma işlevinde kullanılan fibrinojen protrombin
akselerator globülin,faktör VII ve diğer önemli koagülasyon faktörlerini oluşturur.
Pıhtılaşmada görev alan bu maddelerin bazılarının yapımı için K vitamini gereklidir.
K vitamini yokluğunda bu maddelerin konstanstrasyonu çok düştüğünden pıhtılaşma
engellenir.
KOLESTEROL METABOLİZMASI
♠Organizmanın kolesterol kaynağı vücutta
üretimi ve daha az miktarda diyetle alınan yağlı
besinler
AMONYAK METABOLİZMASI
+3
♠Amonyak (NH ), bilirübin gibi beyin için toksik
ENDOKRİN İŞLEVLERi
♠Büyüme hormonuna yanıt olarak IGF-1 salgılanması
♠Anjiyotensinojen salgılama
♠Sitokinleri sentezi
Evet arkadaşlar notumuzun sonuna geldik. Bu ders aslında 4.haftanın notu ama
hocamız dersi sisteme geç yüklediği için bu hafta yazabildim.
• Sinir sistemi: Etkisi hızlı, kısa süreli, hedef hücre veya organa yakındır. 1.haberci
nörotransmitterler.
Sinir sistemi; bir hücre ağı, sinir hücre sistemi ile tüm alt birimlerini oluşturan hücre süreçleriyle
birlikte dokuların işlevsel entegrasyonunu sağlar. Bu iki sistem iş birliği içerisinde çalışırlar.
• Endokrin sistem: Etkisi yavaş, uzun süreli, hedef hücre veya organ uzak olabilir. 1.haberci
hormonlar
Endokrin sistem; endokrin doku veya bezlerden ekstraselüler sıvıya salgılanan kimyasallar yoluyla
organ fonksiyonlarının entegrasyonunu gerçekleştirir. Hormonlar olarak adlandırılan bu kimyasallar
kan yoluyla uzaktaki hedef dokuya taşınır ve burada hücrelerin membranında, sitoplazmasında ya da
çekirdeğindeki özel reseptörlerine bağlanarak etkilerini gösterirler.
Bir hormon hedef doku veya dokular
tarafından tanındıktan sonra biyolojik
aktivitesini sinyal transdüksiyonu ya da
iletimi olarak bilinen bir işlem ile yerine
getirilir. Bazı hormonlar saniyeler içerisinde
yanıt oluştururken bazılarının yanıt
oluşturabilmesi için saatler veya günler
gerekebilir. Örneğin Epinefrin tarafından
tetiklenen kalp hızı artışı, Glukagon’un
hepatik glikojenin parçalanmasını uyarması
kısa sürelerde gerçekleşir; Aldesteron’un
tuz tutulumunu değiştirmesi, büyüme
hormonunun protein sentezini artırması
uzun sürelerde gerçekleşir.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
Kimyasal sinyalizasyon endokrin, parakrin veya otokrin yollarla oluşabilir. Endokrin sinyalizasyonda
salgı bezinden salınan bir hormon uzak mesafedeki bir dokuya sinyal taşır. Parakrin etki; ekstraselüler
sıvıya salgılanan hormonların sistemik dolaşıma geçmeden yakındaki hücrelerin faaliyetlerini de
düzenleyebilmesi olarak adlandırılır. Otokrin regülasyon ise kimyasal maddelerin asıl hormonu
salgılayan hücre üzerindeki veya içerisindeki bir reseptöre bağlanarak ve hormon salgılayan hücrenin
kendi işlevini etkilemesi olarak adlandırılır.
İnsan vücudunun başlıca hormonları yedi klasik endokrin bez veya bez çifti tarafından üretilir.
ü Ön hipofiz
ü Testisler
ü Tiroid
ü Overler
ü Paratiroid bezleri
ü Plasenta
ü Endokrin pankreas
ü Adrenal bezler: Adrenal korteks, Adrenal
medulla
Klasik endokrin sistemin parçası olarak
tanımlanmayan diğer dokular da hormon üretir
ve bunlar endokrin regülasyonunda
organizasyonda hayati rol oynarlar.
Primer fonksiyonu hormon sentezlemek olmayan
organlar içindeki endokrin hücreler tarafından
hormon salgılayanlar özellikle hipotalamus olmak
üzere epifiz bezi, merkezi sinir sistemini,
gastrointestinal sistemi (mide, bağırsak), yağ
dokusunu, karaciğer, kalp ve böbrekleri içerir.
Bunlara ek olarak gebelikte geçici fakat önemli bir
endokrin organ olarak görev yapan plasentayı da
saymak gerekir.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
Periferal dönüşümle üretilen hormonlar:
Akciğerler: anjiyotensin
Böbrekler:1,25-(OH)2 VİTAMİN
Birçok organ: Triiyodotronin
Kimyasal mesajcıları Nörotransmitterler, Endokrin hormonlar, Nöroendokrin hormonlar, Parakrin
hormonlar, Otokrin hormonlar ve Sitokinler olarak sayabiliriz ki bunlar bir arada Kompleks
Regüralatuar Sistem’i oluşturur.
Parakrin faktörler; klasik endokrin sistemin parçası olmayan, özel doku komşu hücrelerin biyolojik
tepki vermesini uyaran faktörleri hücre dışı sıvıya çok sayıda serbestlerler. İnterlökinler, Lenfokinler
Trombosit kökenli büyüme faktörü, Fibroblast büyüme faktörü gibi birçok büyüme faktörü Parakrin
faktörlere örnektir. Bu faktörler normal anlamda hormon değildir. Biz de burada bunları
işlemeyeceğiz. Glanduler dokular tarafından salgılanmazlar ve etki alanları genellikle lokaldir. Fakat
her zaman böyle olmayabilir. Bununla beraber bu sinyal molekülleri klasik Peptit ve Amin
hormonlarının birçok özelliğini de paylaşırlar. Çünkü yüzey reseptörlerine bağlanır ve belirli hücre içi
sinyal mekanizmalarını düzenlerler.
HORMONLARIN KİMYASAL YAPISI:
Hormonları değişik şekilde sınıflandırabiliriz bu Bir hormonun kimyasal yapısı hormonun;
sınıflandırmalardan biri de yapılarına göre • Sentez, depolama ve salgılanma
sınıflama olabilir. Kimyasal yapılarına göre • Kanda taşınım
sınıflandırabiliriz. • Yarılanma ömrü
• Hücresel etki mekanizması özelliklerini de
• Peptit/Protein hormonlar belirler.
• Steroid hormonlar
• Amin yapısında hormonlar
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
PEPTİD/PROTEİN HORMONLAR:
Peptit hormonları çeşitli endokrin
dokular tarafından yapılan geniş
bir hormon grubudur.
Pankreasta; İnsilün, Glukagon ve
Somatostatin yapılır.
Hipofiz bezi; Büyüme hormonu
(GH), ACTH, TSH, Prolaktin, iki
gonodotropin hormon olan LH ve
FSH üretir.
Paratiroid bezi; Paratiroid
hormonu üretir.
Tiroid bezleri; Kalsitonin üretir.
(Aslında Tiroid bezi Tiroid hormonlarını da üretiyor ama Tiroid hormonları peptit yapısında olamadığı
için buraya koymadık.)
Buna ek olarak Somatostatin ve birkaç serbestleyici hormon (örneğin büyüme hormonu serbestleyici
hormon GHRH gibi) diğer peptit hormonlar Hipotalamus tarafından yapılır. Sekretin, CCK, GLP-1
(Glukagon Benzeri Peptit1) ve diğer hormonlar klasik bir endokrin bez olarak düşünülmeyen
gastrointestinal sistem tarafından yapılır ve sağlanırlar.
AMİN HORMONLAR; Hipotalamus tarafından
salgılanan Dopamin, Tiroid bezi tarafından
salgılanan Triiyodotironin ve Tiroksin, böbrek üstü
medullası tarafından salgılanan Nöradrenalin ve
Adrenalin’dir.
STEROİT HORMONLAR; adrenal korteks tarafından
salgılanan Kortizol ve Aldesteron , testisler tarafından
salgılanan Testesteron, overler tarafından salgılanan
Östrojen ve Progesteron, plesentadan salgılanan
Östrojenler ve Progesteron, böbrek tarafından
salgılanan 1-25-dihidroksikolekalsiferol olarak
özetlenebilir.
Katekolaminlerin tirozinden ve steroid hormonların
kolesterolden sentezi sadece çok özel dokularda
bulunan bir dizi enzimi gerektirir. Tiroid hormonun
sentezi daha karmaşıktır. Ve sadece tiroid beziyle sınırlıdır.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
Hormonlar kanda serbest olarak veya taşıyıcı proteinlere bağlı olarak taşınabilirler. Birçok hormon
hedef dokuya ulaşana kadar kanda serbestçe dolaşır. Bazıları ise dolaşımda bir bağlayıcı protein ile
kompleks oluşturur. Bağlanma proteinlerinin kullanımı Tiroid hormonları, Steroid hormonlar, İnsülin
Benzeri Büyüme Faktörleri ve GF ( büyüme faktörü) için geçerlidir. Bir hormon ile dolaşımda
bağlayıcı protein arasında bu kompleksin oluşması çeşitli işlevlere hizmet eder. Birincisi kana bir
rezerv yani hormon havuzu sağlar ve böylece hormon konsantrasyonundaki oluşan dakika dakika
dalgalanmaları en aza indirir. İkincisi dolaşımdaki hormonun yarılanma ömrünü uzatır.
Hormonlar tamamlayıcı veya
birbirine zıt antagonistik etki
gösterebilir. Pek çok karmaşık
fizyolojik fonksiyonun
düzenlenmesi çeşitli
hormonların tamamlayıcı
etkisini gerektirir. Bu ilke anlık
homeostazi ve daha uzun vadeli
süreçler için geçerlidir.
Örneğin; Epinefrin, Kortizol ve
Glukagon vücuttaki kısa süreli egzersiz yanıtına katkıda bulunurlar (50m yüzme 100m koşu gibi). Bu
hormonlardan herhangi biri eksikse egzersiz performansı olumsuz etkilenir ve ağır bir Hipoglisemi ve
Hiperkalemi dediğimiz yani artmış plazma iyon konsantrasyonu gelişebilir.
Antagonist etkiler sergileyen hormonlar da vardır. Bu durumda; bir uç organ üzerindeki genel etki,
karşıt etkiler arasındaki dengeye bağlıdır. İnsülin ve Glukagon’un kan şekeri seviyesine karşı dengede
olan etkileridir. İnsülin karaciğerde glikojenoliz (glukojenin parçalanması), glikoneogenez (protein
yağlar gibi kimyasallardan glikoz yapılması) inhibe ederek ve kas dokusuna glikoz alımını uyararak
glikoz seviyesini düşürür. Bunun aksine Glukagon hepatik glukojenoliz ve glukoneogenezi uyarır.
Glukagon, kas ya da yağ tarafından glikoz alımını doğrudan antagonize etmiyor gibi görünse de
Epinefrin, Glukagon gibi hipoglisemiye yanıt olarak salgılanır doğrudan bunu yapar. Karşıt humoral
effektör mekanizmalar aracılığıyla doku fonksiyonunun dengelenmesi birçok hücresel fonksiyonun
kontrolünde önemli düzenleyici bir strateji gibi görünmektedir.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
Katekolaminlerin Tirozin’den ve Steroid hormonların kolesterolden sentezi sadece çok özel dokularda
bulunan bir dizi enzimi gerektirir. Tiroid hormonun sentezi daha karmaşıktır. Ve sadece tiroid beziyle
sınırlıdır.
Hormon Salgılanmasında Geribildirim Kontrolü:
Endokrin regülasyon geri bildirim kontrolüyle gerçekleşir. Hormon
konsantrasyonu sıkı kontrol edilir. Hormon salgılayan hücre
dolaşımdaki “regüle edilen madde” konsantrasyonunu kontrol eden
bir sensör aktivitesi gösterir. Regüle edilen madde; metabolik faktör,
başka bir hormonun aktivitesi, glikoz konsantrasyonu olabilir.
Herhangi bir düzenleyici sistemin anahtarı, kendi faaliyetini ne
zaman artırması ya da azaltması gerektiğini anlamasıdır. Endokrin
sistem için bu organizasyon hormon sekrasyonunun geri bildirim
kontrolüyle gerçekleştirilmesidir. Hormon salgılayan hücre bazı
denetimli değişkenin dolaşımdaki konsantrasyonunu sürekli olarak
izleyen bir sensör gibi görev yapar. Bu değişken bir metabolik faktör
örneğin glikoz konsantrasyonu veya başka bir hormonun aktivitesi
olabilir. Bu geribildirim hormonun sentezi /işlenmesi ya da
salgılanması ile ilgili her basamakta gerçekleşebilir.
HİPOFİZ:
Klasik endokrin dokular arasında hipofiz
bezi özel bir role sahiptir. Beyin tabanında
Hipotalamus’un hemen altında yer alan
Hipofiz; Sella Turcica olarak adlandırılan
eğer şeklindeki bir yapıda bulunur. Burası
kemik yapıdadır, anteior-posterior-
inferior sınırları vardır, fibröz bir doku
aracılığıyla her iki tarafında bulunan venöz
sinüslerden ayrılır.
İnsan hipofizi anterior ve posterior loblardan oluşur.
Hipofiz; vasküler ve sinirsel bağlantılar ile homeostazi
için gerekli sinir ve endokrin mekanizmaları birbirine
bağlar ve birleştirir. Hipofiz son derece vasküler bir
dokudur. Arka hipofiz arter kanı alırken ön hipofiz
Median Eminens’ten sadece portal venöz kan alır.
Hipofiz portal sistemi, hipotalamus ve hipofiz sapından
hipofiz ön lobuna gelen nöropeptitlerin taşınmasında
önemlidir.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
Ön hipofizde serbestleştirici bir
faktör olarak örneğin GHRH’ı
(büyüme hormonu serbestleştirici
hormonu) ele alalım. Belirli bir
peptit hormonu, sistemin kan
dolaşımına büyüme hormonunun
salgılaması için özelleşmiş olan
hücreleri uyarır.
Ön Hipofiz’in entegratif fonksiyonun
önemi; ön hipofiz hormonlarının
dördünün ( TSH, ACTH, LH, FSH) ana
hedefinin diğer endokrin dokular
olmasıdır. ACTH için adrenal
korteks, TSH için tiroid, FSH-LH için
overler ve testisler sayılabilir.
GH başka bir hormon olan İnsülin Benzeri
Büyüme Faktörü 1’in üretimini düzenlediği için
serbest bırakıcı bir faktör olarak da görev yapar.
İnsülin Benzeri Büyüme Faktör(IGF1), esas
olarak endokrin olmayan dokularda karaciğer,
böbrek, kas ve kıkırdakta yapılır. Dolaşımdaki
IGF1, Hipotalamus’a büyüme hormonu
salgılatıcı hormonun seviyesinin düşürmek için
geri bildirim yapar ve aynı zamanda büyüme
hormonu sekrasyonunu inhibe etmek için
hipofiz üzerinde geri bildirimde bulunur. GF
ekseni; Tirotropin salgılatıcı hormon TRH ve TSH
ekseni gibi klasik hipofiz yolaklarını içeren
eksene benzer.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
Geniş çaplı hipotalamik nöronlar ADH (Arginin,
Vazopressin) ve Oksitosin’i sentezler ve daha sonra
bu hormonları aksonları boyunca arka hipofizdeki
serbest bırakma bölgesine taşırlar.
Böylece ön hipofiz gibi arka hipofiz de peptit
hormonlar salgılar. Ön hipofizdeki gibi bu
hormonların salgılanması Hipotalamus’un nihai
kontrolü altındadır
Arka hipofizin salgısı Hipotalamus’tan kaynaklanan
sinirsel uyarılarla kontrol edilir.
Prolaktin hormonun sekrasyonu diğer hipofiz
hormonları sekrasyonundan farklıdır. Çünkü
endokrin geri bildirim mekanizması henüz
tanımlanamamıştır. İnsanlarda hipofiz yaşam
boyunca Prolaktin’in nispeten düşük
seviyelerde salgılar. Bununla birlikte önemli
biyolojik etkisini sadece laktasyon döneminde
kadınlarda gösterir. Her ne kadar Prolaktin
belirlenmiş bir geri bildirim sisteminin bir
parçası olmasa da salgılanması kontrol
altındadır. Normalde Hipotalamus’tan
salgılanan Dopamin ile engellenir.
Reseptörlerin uyarılması sırasında sinirsel
affarentler Dopamin salınımını inhibe eder
böylece inhibitörün salgılanmasını engeller ve
laktasyonun devam etmesini sağlar. Prolaktin
reseptörü meme dışında birçok dokuda
bulunur ancak Prolaktin’in laktasyon dışındaki
diğer fizyolojik etkileri iyi tanımlanamamıştır.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
POLİPEPTİT/PROTEİN HORMONLAR:
Vücuttaki hormonların çoğu peptid/protein yapısındadır. Bu hormonların büyüklüğü 3 amino asitli küçük
peptitlerden (TRH) yaklaşık 200 amino asitli proteinlere (GH ve Prolaktin) kadar değişir. Peptid/protein
hormonlar endokrin hücrelerin GER’unda genellikle ilk önce biyolojik aktivitesi olmayan büyük protein
molekülleri şeklinde (preprohormon) sentezlenir. Bu proteinler daha sonra ER da prohormon denilen daha
küçük proteinleri oluşturmak üzere parçalanır. Takiben salgı vezikülleri içinde paketlenmek üzere golgi
aygıtına taşınırlar. Prohormonlar veziküllerdeki enzimler tarafından biyolojik olarak aktif hormonlara ve
aktif olmayan parçalara ayrılır. Bu veziküller sitoplazmada depolanırlar ve granül içeriğinin salgılanması
ekzositoz mekanizmasıyla gerçekleşir. Ekzositozu uyaran olay pek çok örnekte hücre içi Ca+2 düzeyinin
artmasıdır.
Özelleşmiş endokrin hücreler bu
hormonları sentezler, depolar ve
salgılarlar. Mantarlar gibi ilkel
organizmalar çevrelerine tepki
vermek ve onları etkilemek için
proteinler ya da peptitler salgılar.
Daha kompleks organizmalarda
peptit hormonları önemli gelişimsel
ve diğer düzenleyici rollerde görev
alırlar. Transkripsiyon aktif
olduğunda mRNA çekirdekte işlenir
ve bu mesaj GER üzerindeki
ribozomlarda etkileşimde olacağı
sitoplazmaya hareket eder.
Protein ER lümenindeyken gerçekleşen
işlemler ile (örneğin glikozidasyon veya diğer
proteolitik bölünme) olgun ve biyolojik
açıdan aktif hormonu oluşturur. Bu işlem
oldukça dinamik bir ortamda gerçekleşir.
Protein önce cis-golgi alanına daha sonra
trans golgi alanına ve nihayet sekrasyon
öncesi olgun hormonun depolandığı
membrana bağlı sekrasyon vezikülü ve
granüle aktarılır. Bu yol hormon sentezinin
düzenleme yolağı olarak adlandırılır. Çünkü
harici uyaranlar hücrenin salgı granülünde
depolanan hormonu serbest bırakması için
tetiklenebileceği gibi ek hormon sentezini de
artırır. Örneğin büyüme hormonu salgılatıcı hormonların Somotatroplara bağlanması büyüme
hormonunun serbest bırakılmasına neden olur. İkinci bir hormon sentez yolağının yapısal ya da
konstitütif yolak olarak adlandırabiliriz. Burada salgı cis-golgi veziküllerinde veya ER’de doğrudan
oluşur. Yapısal yolak tarafından olgun ya da yarı işlenmiş hormon salınımını salgılatıcı uyarana
düzenletici yolaktan daha az duyarlıdır.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
Polipeptit/Protein Hormonlar:
Protein/peptid hormonlar vücut sıvılarında çözünür olduklarından kanda ağırlıklı olarak bağlı formda
bulunmazlar ve bu nedenle biyolojik yarı ömürleri kısadır. Protein hormonlar kandan başlıca hormon-
reseptör kompleksinin endositozu ve lizozomal degredasyon (parçalanma) ile uzaklaştırılırlar. FSH ve LH
gibi küçük moleküllü hormonlar aktif formda idrara geçebilmektedir. Protein/peptitler hücre zarını
geçemedikleri için membran reseptörlerine bağlanarak hücresel cevaba neden olurlar.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
Peptit hormonlar membran reseptörlerine bağlanır ve hücre içi sinyal iletim sistemlerini aktive eder.
Protein/peptid hormonlarının etkisine aracılık eden çeşitli sinyal iletim sistemleri şunlardır:
• Somatostatin • Sekretin,
• Kalsitonin, • Katekolaminler(β ve α2 reseptörler),
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
Enzim olarak fonksiyon gören reseptörler: Plazma membranındaki reseptörler
intrensek enzim aktivitesine sahiptirler.
Tirozin kinaz reseptörleri: Bazı peptid hormonlar (örn.insülin, IGF-1, IGF-2) için hormon reseptörü
bizzat Tirozin Kinaz aktivitesine sahiptir. Reseptör- hormon kompleksi oluştuğu zaman kinaz, hem
hormon reseptörü üzerindeki Tirozin rezidülerini otofosforile ederek, hem sitozoldeki substratların
üzerindeki Tirozinleri fosforile ederek fosforilasyon reaksiyonlarından oluşan bir kaskadı başlatır.
Guanilil siklaz reseptörleri: Bazı peptid hormonlar (örn. ANP) bizzat kendisi guanilil siklaz işlevine
sahip (sitoplazmik GTP’yi cGMP ye dönüştüren) bir reseptöre bağlanarak etkisini gösterir. cGMP
cGMP- bağımlı kinazları, fosfatazları ve iyon kanallarını aktive edebilmektedir.
Sitoplazmik JAK kinazlarla ilişkili reseptörler: Reseptör bizzat enzimatik aktiviteye sahip değildir.
Reseptör sitoplazmik JAK kinaz (tirozin kinaz) ailesinin bir üyesini aktive eder. Bu da fosforilasyon
reaksiyonlarından oluşan bir kaskadı başlatır (örn.GH).
Birinci resimde Atrial Natriüretik peptit hormon sitoplazmik Guanilat Trifosfat’ı (GTP) Siklik Guanilat
Monofasfat’a (cGMP) dönüştüren Guanil Siklaz reseptörüne bağlanıyor. Arkasından cGMP’nin kendisi
cGMP’e bağlı kinazları, fosfatazları veya iyon kanallarını aktive ederek işlevini gerçekleştiriyor.
2. Resimde Reseptör Tirozin Kinaz IGF 1-2 hormon reseptörünün kendisi Tirozin Kinaz aktivitesine
sahip. Bu aynı zamanda trombositten derive olan büyüme faktörü ve epidermal büyüme faktörü gibi
büyüme faktörünün de bir özelliği . Reseptöre uygun hormonun bağlanması kinaz aktivitesini
artırıyor. Yani buradaki reseptörler alfa ve beta domainden oluşuyor alfa hücre dışında beta hücre
dışı ve içi arasında transmembran olarak yerleşmiş.
İnsülin, GF1 ve diğerlerinin reseptörlerindeki kinaz aktivitesi sitozol içerisindeki substratlarla birlikte
içerideki tirozinleri otomatik olarak fosforile ediyor ve böylece bir fosforilasyon reaksiyonları ile
kaskatı başlatıyor. Tirozin kinaz ilişkili reseptörler üçüncü resimde büyüme hormonuyla ilişkili
reseptörü örnek olarak verebiliriz.
3. Resimde bir JAK ailesi Kinazı , sitoplazmik Tirozin kinazı aktive ediyor. Reseptör Tirozin kinazda
olduğu gibi bu reseptör ilişkili kinazların aktivasyonu fosforliasyon reaksiyon kaskatını başlatıyor.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
AMİN HORMONLAR:
Amin hormonlar yapısal olarak Tirozin’den sentezlenen
adrenal medulla hormonları, Tiroid hormonları ve
Tiriptofan’dan üretilen Katekolaminleri sayıyoruz. Fakat
bunların etki mekanizmaları ile ilgili farklılıklar ortaya
çıktığından Katekolaminler ve Tiroit hormonlarını ayrı olarak
görebiliriz veya Tiroid hormonlarını steroid benzeri
hormonlar olarak da sayabiliriz.
Adrenal medulla hormonları Katekolaminler olarak bilinir.
Dört tane ana Katekolamin hormonu tanımlanmış. Adrenal
medulladan salgılanan Katekolamin hormonları Epinefrin ve
Nörepinefrin’dir. Bunlar Tirozinden üretiliyorlar. Bu
hormonlar endokrin sistem tarafından yapılan aktif temel
amin hormonlardır. Bir hormon olarak işlev görmesine ek olarak Nörepinefrin; SSS’de postganliyonik
sempatik nöronlarda bir nörotransmitter olarak da görev yapıyor. Yine Tirozinden sentezlenen
Dopamin SSS’de nörotransmitter görevi görüyor. Diğer dokularda da sentezleniyor ancak Dopamin’in
sinir sistemi dışında fonksiyonel rolü tam aydınlatılamamıştır. Serotonin; bağırsak mukozasında ve
büyük bronşlarda bulunan endokrin hücreleri tarafından Tiriptofan’dan yapılıyor. Bu yüzden 5-OH
Triptofan (5-HT) olarak adlandırılır. Bağırsakta lokal olarak motor ve salgı fonksiyonunu düzenliyor.
Santral sinir sistemi için de bir nörotransmitter olarak etki ediyor. Serotonin salgılayan hücrelerden
oluşan tümörler (karsinoid tümör) klinik öneme sahiptir
Katekolaminlerin sekrasyon sempatik uyarılmaya yanıt olarak gerçekleşir. Kanda çözünürler ve
serbest formda/ albümine gevşek şekilde bağlı olarak bulunurlar. Yarılanma ömürleri kısadır (1-2
dakika) ve kandan hücrelere uptake edilerek ve enzimatik etki ile uzaklaştırılırlar.
Katekolaminler yüzey reseptörleri aracılığıyla işlev görüyor o yüzden tiroid hormonlarından ayrılıyor.
Epinefrin hedef hücrelerin yüzey membranındaki Adrenerjik reseptörlerle etkileşiyor. Çok sayıda
Adrenerjik reseptör mevcut ve bu reseptörleri genel olarak α ya da ß olarak gruplandırabiliyoruz.
Bunların her biri birkaç aktivatöre sahiptir. Epinefrin ß-Adrenerjik reseptörler için α-Adrenerjik
reseptörlere göre daha büyük bir affiniteye sahiptir. Nörepinefrin’de baskın olarak α-Adrenerjik
reseptörler üzerinden etki görüyor. Çeşitli dokulardan ve türe göre izole edilen tüm
Adrenoreseptörler(Adrenerjik) klasik olarak G proteinine bağlı reseptörledir.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
ß-Adrenerjik uyarı Adenilat Siklaz üzerinden gerçekleşir. α2 reseptörü genellikle Adenilat Siklaz
vasıtasıyla aktive etki eder bununla beraber α1-Adrenerjik stimülasyon IP3 ve DAG’ü serbest bırakan
membrana bağlı Fosfolipaz c’yi aktive eden Gαq ile bağlantılıdır. IP3 hücre içi depolardan kalsiyum
serbestleştirirken, DAG doğrudan Protein Kinaz c aktivitesini artırır. Bu olaylar birlikte Ca Bağımlı
Kinazlar’ın hücresel aktivitesini artırır. Bu da hücrenin spesifik tepki üretmesini sağlar.
Bir hücrenin Adrenerjik stimülasyona dolaşımdaki Epinefrin ya da sempatik nöronlar tarafından lokal
olarak salgılanan Nörepinefrin aracılığıyla olabilir. Cevabı hücre membran türündeki reseptör tipine
bağlıdır. Sonuçta Adrenerjik reseptörlere verilen yanıt dokular arasında farklılaşır. Örneğin
karaciğerde ve kasta glikojenin glikojenolizin meydana gelmesi ağırlıklı olarak ß reseptörlerin etkisiyle,
vasküler düz kasta kasılmaya etkisi α1 reseptörler üzerinden veya gevşeme ß2 reseptörler üzerindeki
etki kalbin inotropik ve kronik durumundaki ß1 reseptörü üzerindeki etkisi değişiklikleri meydana
gelişine örnek olarak verilebilir. Dopamin de ayrıca birçok G proteiniyle eşlenik etkileşime girebilir. D1
reseptörü Gα stimülan’a; D2 Gα inhibitöre eşleniktir. (Gαs/Gαi)
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
STEROİD HORMONLAR:
Kolesterol steroid hormonlarının öncüsüdür. Kortizol, Aldesteron, Östrojen, Progesteron ve
Testesteron; kolesterolden üretiliyorlar .
Sadece Adrenal Korteks ve Gonodlar, kolesterolden aktif hormonlar oluşturabilir.
Adrenal Kortekste Kortizol, Aldesteron ve Androjen yapılırken gonadlardan Östrojen, Progesteron ve
Testesteron yapılıyor.
Steroid hormonların üretiminin hepsi hipofizden salgılanan tiropik hormonlar tarafından
düzenleniyor. Aldesteron için düzenlenmede Renin-Anjiyotensin sistemi önemli bir rol oynar.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
• Steroid hormonlar salgılanmadan önce veziküllerde depolanmazlar.
• Üretim ve salgılanma hızlıdır. (Birkaç saat)
• Steroid hormonların temel aktivitesi-gen transkripsiyonu üstündedir. Hedef hücrenin yanıtı
birkaç gün içinde gerçekleşir.
• Suda çözünmezler, plazma proteini ile bağlıdırlar. (Örnek: Globulin)
Hormonlar hedef hücrelerine gittiği zaman bunların steroid hormon reseptörleri hücre içerisinde
sitoplazmada ya da çekirdekte bulunur. Plazma membranını basitçe difüzyon ile geçerler. Hücre
içindeki sitoplazmadaki ya da çekirdekteki reseptörlerine bağlanırlar. Bu reseptörlere bağlandıktan
sonra reseptör konformasyonunda değişiklik meydana gelir. Böylece Reseptör-Hormon aktif
kompleksi oluşur. Hormon cevap elementi (HRE) veya sterol düzenleyici eleman (SRE) dediğimiz
elemanlara yüksek affinite ile bağlanırlar. Bundan sonra transkripsiyon ile spesifik Hormon-Reseptör
kompleksi tarafından regüle edilen olaylar ve işlevler başlar.
HRE: Belirli bir hormon reseptör kompleksine bağlanabilen ve dolayısıyla transkripsiyonu
düzenleyebilen bir genin promotörü içindeki kısa bir DNA dizisidir.
Response Element: Transkiripsiyon faktörlerini ve düzenleyicilerini gene bağlama yeteneğine sahip
gen promotör bölgesinde yer alan kısa baz dizileridir. Olumsuz koşullar ve stres altında,
transkiripsiyon aktivatör proteini response element dizisine bağlanır ve transkripsiyonu teşvik eder.
Tiroid Hormonlarının Etki Mekanizması:
Aslında amin hormon olan Tiroid hormonu da steroid hormon gibi etki gösteriyor. Hücre içi
reseptörlerine bağlanıyor. Tiroid hormonunu metabolik hız üzerine etki eder.
Folikül hücrelerden salgılanan Triiyodotironin-Tetraiyodotironin (T3-T4) çoğunlukla plazma
proteinine bağlıdır. Hedef hücrelere girer sitoplazmadaki ya da çekirdekteki reseptörlerine bağlanır.
Bu reseptörler steroid hormonuna benzer. T3 steroid hormon reseptörü T4’e oranla yüksek affiniteye
sahiptir. Dolaşımdaki tiroit hormonun yalnızca %5’ni T3 oluşturmasına rağmen tiroid hormon
sinyalizasyonun ana efFektörüdür. Aktife edilen tiroid hormon reseptörü, tiroid hormon duyarlı
genlerin 5’ bölgesindeki HRE dediğimiz tiroid hormonuna cevap veren elemanlarına bağlanır ve birçok
hedef genin transkripsiyonunu düzenler.
Prof.Dr. Metin Baştuğ Endokrin Kontrolün Organizasyonu
• Cevap zamanları farklılık oluşturuyor. Steroid hormonlar günler aylar ya da saatler sonra
cevap verirken peptit hormonların cevapları saniyeler ya da dakikalarla olduğunu
söyleyebiliriz .
Derste bahsedilen her şeyi nota eklemeye çalıştım. Bu ders geçen yıl daha farklı işlenmiş ve bilgi
olarak da çok fazla farklılık var. Her iki notu birlikte okumanın daha faydalı ve tamamlayıcı olacağını
düşünüyorum. Herkese iyi çalışmalar…
EYÜP KORKUT
Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ
Bu derste adrenal korteks hormonlarını işleyeceğiz. Adrenal medulla hormonlarını önceki derslerimizde
görmüşüz. Her slaytın açıklaması yanında veya altında. Ayrıca her slayt açıklamasıyla kalsın diye çok önemli
olmadığını düşündüğüm resimleri de küçük koydum.
Adrenal korteksi histoloji derslerinde gördüğümüz gibi üç katman halinde inceleyeceğiz: Zona
glomerüloza, zona fasikülata, zona retikülaris.
Glomerüloza tabakası daha yüzeye yakın yer alır. İçinde fasikülata daha içinde medullaya yakın olan
retikülaris tabakası yer alır. Zona glomerülozadan mineralokortikoid yani aldesteron, zona
fasikülatadan glukokortikoid, zona retikülaristen androjen hormonları salgılanır.
Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ
Burada bugün işleyeceğimiz iki hormonun yapılarını görüyoruz 1)glukokortikoid olan kortizol,
2)mineralokortikoid olan aldosteron.
Bunlar birbirine çok benzer ama
işlevleri birbirinden farklıdır. Ancak
fizyolojik dozlarda olmasa da çok
yüksek dozlarda yapısal olarak
birbirlerine birazcık benzediklerinden
dolayı aynı etkiyi gösterebiliyorlar.
Ama fizyolojik şartlarda bunu
gözlemek mümkün değil.
Böylece bu hormonların azlığı veya çokluğunda meydana gelen etkileri görmüş olduk. İlerleyen
yıllarda başka etkilerini de görecekmişiz.
Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ
Adrenal kortekste kolesterolden steroid hormonların sentezi temel olarak beş aşamadan oluşan bir
dizi reaksiyonla metabolize edilir. Buradaki enzimler mitokondri ya da düz ER de bulunurlar.
3betahidroksisteroid dehidrogenaz hariç diğerleri genellikle sitokrom p450 oksidaz ailesine ait
enzimlerdir.
Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ
Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ
Aslında bu steroid hormonla
ilgili reseptörler yapısal olarak
birbirine benzer işte burada
glukokortikoid reseptörle
mineralokortikoid reseptörün
yapısal olarak birbirine
benzediğini görüyoruz. Burada
gördüğümüz reseptörler (
steroid olmamasına rağmen
tiroid hormon reseptörü de
dahil) genelde etkilerini
genomik olarak gösteren
hormonların reseptörleridir.
Reseptörler hücre içinde
bulunurlar. Kortizolün genomik
etkisine ek olarak hipofiz bezi
kortikotropik hücrelerinin salgı
granüllerinde önceden oluşmuş
olan adrenokortikotropik
hormon salınımını bloke eden
akut bir geri bildirim etkisi de
vardır. Onun dışındaki etkileri
genelde gen transkripsiyonu
yoluyla gerçekleşir.
Kortizolün etkisine bakacak olursak etkisi aslında değişiyor mesela günlük öğünler arasında
salgılandığı zaman bu durumda İnsülin salgısı olmadığı için( insülin/glukagon oranı daha düşük
olduğunda) ama stresli bir durumda yani epinefrin ve norepinefrin salgılandığı durumda karaciğerde
glikojenoliz ve glukoneogenezle glikoz üretimine neden olur. İskelet kaslarında proteolizis ile
aminoasitlerin salınmasına neden olup protein sentezini azaltır. Yağ dokusunda da lipolize neden olup
lipogenezi azaltıp yine vücuda enerji kaynağı sağlanmasına neden olur. Ancak kronik bir stres
durumunda iş biraz farklılaşır mesela Cushing Hastalığı gibi çok salgılandığı durumda beraberinde
İnsülin/glukagon oranı diğerinden farklı olarak yüksek ve epinefrin düşükse o zaman hepatik glikojen
sentezi artmış olur yani daha önce glikojenoliz artmış derken şimdi sentezi artmış deriz. Ve santral
sinir sisteminde de iştahı da artıran bir mekanizma söz konusu. Bu durumda kaslarda da lipoliz
azalıyor, tag sentezi artıyor ve yağ birikimi meydana geliyor (karında yağ birikmesi olayı)
Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ
Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ
Ön hipofizden adrenokortikotropik hormon pro opio melanokortin( pomc )adı verilen geniş bir öncü
proteinin yani bir pre pro hormon kompleksinin posttranslasyonel işlenmesiyle oluşuyor. Bu pomc
sadece ACTH için değil aynı zamanda çeşitli peptit hormonlar için de bir prekürsör(prekürsör:herhangi
bir madde oluşmadan önceki öncü madde) olarak görev yapıyor. Bu ACTH bazen akciğerin küçük
hücreli kanser hücrelerinden de salgılanabiliyor. Bu pomc uzun bir N terminal peptit, bir bağlantı
peptiti (j peptit ) ACTH ve beta lipotropetten oluşuyor. Ve bunlar daha sonra ayrılıyorlar ve ACTH
ortaya çıkıyor. Hipofiz ara lobunda veya fetal yaşamda,hamilelikte aynı pomc yu farklı şekilde
işleyerek farklı bir dizi peptit üretilebiliyor aşağıda gördüğünüz gibi kısa bir N terminal peptit, gama
melanosit stimülen (gama msh), j peptidi, alfa melanosit stimülen hormon, kortikotropin benzeri
intermediyel lop peptidi (CLIP), ve gama LPH ve beta endorfin tarzında uzanan bir pomc de
sentezleyebiliyorlar. Bu msh lar ve ACTH melanokortin reseptörüne bağlanıyorlar. Bunlar G proteini
eşlenik reseptörler. Melanokortinden gelen mc1 den mc5 e kadar adlandırılmış reseptörler ve bunlar
pigment üretimine sebep oluyorlar. Daha önce de gördüğümüz ikizler slaytında adrenal yetmezlik
nedeniyle sağda ACTH fazla salgılanmış işte bu ACTH melanokortin reseptörüne bağlanıyor ve bu
reseptörler üzerinden etki ederek burada fazla pigmentasyona sebep oluyor. Bu ACTH nın
melanokortik aktivitesi sonucu bunların nasıl olduğu belirsizliğini koruyor. Burada beta gama
lipotropin zincir hayvanlarda lipitleri adipozitlerden mobilize eden bir hormon ama insanlardaki rolü
bilinmiyor o ara loptan salgılanan pomcnin son uzantisi olan beta endorfin ise güçlü opioit etkili (ağrı
kesici etki )
Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ
Hipofizden salgılanan ACTH hedef dokusu olan adrenal kortekse geliyor. ACTH daha önce de
söylediğimiz gibi bir peptit hormon. Adrenal korteksin hücre membranında yer alan mc-2
(melanokortin 2) reseptörüne bağlanıyor sonuçta adenilat siklazı aktive edip cAMP oluşturuyor o da
protein kinaz A yı aktifleştiriyor bununla birlikte de kolesterolden steroid hormonların sentezi
başlıyor. ACTH dan başka böbrek üstü beze etki eden faktörler de var. ACTH yokluğuna rağmen
glomerüloza bölümünde mineralokortikoid sentezi devam eder çünkü buradaki hücreler
anjiyotensin2 ve plazmadaki yüksek potasyum düzeyiyle etkilenirler. İşte ACTH olmadığı zaman
fasikülata ve retikülaris tabakaları atrofiye olmasına rağmen mineralokortikoid hormon sentezi
glomerüloza tabakasında devam eder veya sürekli olarak steroid hormonla tedavi edilen kişilerde de
ACTH olmadığı için bu fasikülata ve retikülaris tabakaları atrofiye olabilir ama mineralokortikoid
devam eder ama birdenbire ilaç kesilirse o zaman adrenal yetmezlik tablosu ortaya çıkar o yüzden
steroid hormonla tedaviden sonra aniden kesmek olmaz yavaş yavaş kesmek gerekir. Kronik olarak
ACTH sekresyonu çok yüksekse mesela hipofizde bir tümör varsa ve çok fazla ACTH sekrete ediyorsa
(Cushing Hastalığı deriz) veya kronik bir stres durumunda bu böbrek üstü bezinin zona fasikülata ve
retikülaris bölümlerinin önemi artar.
Kortizol kendi
sekresyonuyla aynı
aksı paylaşan
hipotalamus ve hipofiz
üzerine inhibitör etki
yapar böylece kendi
sekresyonunu kontrol
eder. Kortizol
salgılandığı zaman
hem hipotalamus hem
hipofiz bezi üzerinden
kortikotropin salgılatıcı
hormon ve ACTH
salgılanmasını inhibe
eder.Aslında
kortizolün
kortikotropin salgılatıcı
hormon üzerindeki
etkisi çok değildir ama
hipofizdeki
kortikotropik hücrelerdeki inhibitor etkisi daha önemlidir burada yine sitozolik bir reseptöre bağlanır
ve buna bağlanınca kortizolün genel etkilerinden farklı bir şekilde inhibitor bir etki yaparak pomc
transkripsiyonunu inhibe eder bu şekilde ACTH nın veziküllerden salgılanmasını inhibe eder.
İatrojenik( yani tedavi etmek amacıyla) kullanılırlar. Ekzojen kortikosteroid verilmesi tamamen CRH ve
ACTH yı inhibe eder bu durumda zona fasikülata ve retikülaris hücrelerini atrofiye uğratır.
Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ
Hipotalamusta kortikotropin
salgılatıcı hormon salgılayan
nöronlar hipotalamik hipofizel
adrenokortikal eksenin iki önemli
özelliğiyle üst santral sinir sistemi
etkisi altındadır. Bunlardan birincisi
ACTH ve kortizol sekresyonun
sirkadiyen ve pulsatil doğası diğeri
de vücudun çeşitli süpresörlere
(süpresör: baskı altında tutucu
etken) yanıtlarını modile eden
yüksek kortikal merkezlerden gelen
sinyallerin entegrasyonu.
Hipofiz ACTH yı
sirkadiyen bir ritimle
salgılar. Optik
kiyazmanın üstünde
bulunan ve retinadan
bilgi alan
hipotalamusun
suprakiyazmatik
çekirdeği vücudun
sirkadiyen ritimlerini kontrol eder. Burası eğer körlerde olduğu gibi günlük ışık değişimini
algılamıyorsa sirkadiyen ritim ortadan kalkar.
Daha önce de söylediğimiz gibi aldosteron zona glomerüloza hücrelerinde kolesterolden sentez edilir.
Bu bölgede 17alfahidroksilaz az olduğundan progesteron 17alfahidroksiprogesterona
dönüştürülemez. Bunun yerine düz ER de progesteron 21alfahidroksilaz ile hidroksilleyerek
11deoksikortikosteron üretirler ve daha sonra aldosteron üretilir. ACTH burada glomerüloza
hücrelerinde aldosteron üretimini uyarmakla birlikte burada aldosteron üretimini uyaran diğer
etkenler hücre dışı potasyum iyon konsantrasyonunun fazlalığı yada bir başka peptit hormon
anjiyotensin2 hormonundaki artıştır. Bunlar da önemli salgılatıcılardır. Bunlar aldosteron sentezinde
hız sınırlayıcı basamaktaki enzimlerin aktivitesini arttırarak sekresyonu arttırırlar. Aldosteron
salgılandıktan sonra kortizolden farklı olarak yüzde 37 si serbest halde kalır. Geri kalan yüzde 21 i
kortizol bağlayan globüline, yüzde 42 si albümine bağlı olarak taşınır.
Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ
Adrenal Korteks Hormonları Prof. Dr. Metin Baştuğ
Aldosteron tuz ve su tutma özelliği nedeniyle büyük öneme sahip bir hormon. Sağlıklı bir kişide ACE
dediğimiz anjiyotensin converting enzimini inhibe eden ilaçlarla aldosteron oluşumunun bloke
edilmesi anjiyotensin2 üretimini azaltıp belirgin bir biçimde plazma aldosteronunu düşürmesine
rağmen total vücut sodyum ve kan basıncında hafif bir düşmeye neden olur. Yani kan basıncını
korumak için devreye giren diğer mekanizmalar kan basıncının ani düşüşünü engeller. Sodyum
dengesi üzerindeki hafif etkinin nedeni muhtemelen tuz alımında oluşan adaptif bir artış.
Adrenal korteks yetmezliği olan kişiler sıklıkla diyette çok tuz almak isterler. Fizyolojik olarak normal
kişilerde düşük aldosteronun kan basıncı ve sodyum iyon dengesi üzerine olan etkileri azdır. Ama
aldosteron üretiminin bloke edilmesi potasyum dengesi üzerinde hiperkalemiyle sonuçlanan önemli
etkiler oluşturabilir.O yüzden aldosteron antagonisti, ACE inhibitörü yani bu mekanizmada olan renin-
anjiyotensin- aldosteron aksındaki herhangi bir yeri bloke eden ajanlar içeren ilaçlar verilen kişilerde
potasyum düzeyleri sık sık takip edilmelidir. Çünkü bu düzeydeki değişimler hayatı tehdit edicidir.
Hocamız anlatırken bazı yerleri birçok kez tekrar etti ben de daha akılda kalıcı olacağını düşünerek her seferinde
tekrar yazdım. Ayrıca hocamızın bir sürü cümlesini de kendim toparlamak zorunda kaldım umarım hata
yapmamışımdır. Geçen yıl bu konuyu Hakan hoca anlattığı için de 2024 ü eklemedim. Hepimize kolay gelsinn
BEYZA ÇOBAN
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
Pankreas hem endokrin hem de ekzokrin salgısı olan bir bezdir. Barsak lümenine sindirim
enzimleri ve bikarbonat salgılarken langerhans adacıklarından endokrin salgılarını yapar.
Langerhans adacıkları toplam doku kütlesinin yaklaşık %1-2 sini içermektedir. Normal insan
pankreasında 500.000 ila 1.000.000 arasında adacık bulunur. Bunlar oval veya küresel olabilir
ve çapları 50 ila 300 mikrometre arasındadır. Adacıklar çeşitli vasküler ve sinirsel elemanların
yanı sıra 5 tip sekresyon hücresi içerir. Bunlar; alfa, beta, delta, epsilon ve gama hücreleri
olarak adlandırılır.
β hücreleri adacıklar içerisinde en çok bulunan salgı hücresi türüdür. Adacık boyunca
bulunurlar ama merkezde daha çok sayıdadırlar.
Adacıklar çok iyi perfüze edilmiştir. Doku gramı başına kan akışı miyokardın yaklaşık 5
katından daha fazladır. Sempatik ve parasempatik innervasyon da zengindir.
Sekresyon hücreleri birbirleriyle çok iyi iletişim içerisindedir ve her biri diğerinin
salgılanmasını etkileyebilir. Bu iletişim bağlantıları yaklaşık 3 kategoriye ayrılır:
Ø Humoral iletişim
Ø Hücre-Hücre iletişimi
Ø Sinirsel iletişim
Humoral İletişim:
Adacıkların kan dolaşımı adacık merkezinden çevresine doğrudur ve bu yolla glikoz ve diğer
salgılatıcıların taşınması sağlanmaktadır.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
Sıçanlarda β hücreleri adacık merkezinde dah bol bulunurken α ve δ hücreleri periferde daha
boldur. İnsanlarda böyle olmadığı söyleniyor.
Belli bir adacık içindeki hücreler diğer hücrelerin salgılanmasını etkileyebilir çünkü kan
dolaşımı yoluyla her hücre türünün salgılamış olduğu humoral ürünün dışarıya doğru
taşınması söz konusudur. Örneğin glukagon güçlü bir insülin salgılatıcıdır. İnsülin çok hafif bir
şekilde glukagon salınımını engeller. Somatostatin güçlü bir şekilde insülin ve glukagon
salgısını önler.
Hücre-Hücre İletişimi:
Hem oluklu (gap junction) hem de sıkı bağlantı (tight junction) yapıları adacık hücrelerini
birbirinr bağlar. Hücrelerin sahip oldukları oluklu bağlantılar insülin ve glukagon
salgılanmasının düzenlenmesi açısından önemli olabilir.
Sinirsel İletişim:
Otonom sinir sisteminin hem sempatik hem de parasempatik bölümleri adacık
sekresyonlarını düzenler. Kolinerjik stimülasyon insülin sekresyonunu güçlendirirken
adrenerjik stimülasyon beta adrenerjik uyarıcı veya alfa adrenerjik inhibe edici uyarının
baskın olmadığına bağlı olarak uyarıcı veya inhibe edici etkiye sahip olabilir.
Bu 3 iletişim mekanizması adacık hormonlarının sentezi ve salınımı üzerinde sıkı bir kontrol
sağlar.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
İNSÜLİN
İnsülin kas, karaciğer ve yağ dokusunda yakıt depolarını yeniler. İnsülin hem açlık
dönemlerinde hem de beslenme sırasında vücut metabolizmasını verimli bir şekilde entegre
etmeye çalışır. Bir kişi aç olduğunda beta hücresi daha az daha az insülin salgılar yani insülin
salgılanması tokluk sürecinde olur. Açlık durumunda insülin düzeyi düştüğünde adipoz
dokuda (yağ dokusu) enerji için lipidler mobilize edilir. Aynı zamanda aminoasitler kas ve
diğer dokulardaki depolarından mobilize edilir. Bu lipidler ve aminoasitler oksidasyon için
yakıt sağlarlar ve sırasıyla karaciğerde ketogenezis ve glikoneogenezis için öncül işlev
görürler. Beslenme sırasında insülin salgısı hemen artar. Bu artış endojen yakıt depolarının
mobilizasyonunu azaltır ve insüline duyarlı hedef dokular tarafından karbonhidrat lipit ve
aminoasitlerin hücre içine alınımını uyarır. Bu şekilde insülin dokuların açlık boyunca
tüketilen yakıt rezervlerinin doldurulmasını sağlar.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
İnsülin Sekresyonu:
İnsülin sekresyonu sadece langerhans adacıklarının beta hücreleri tarafından yapılır. 11.
kromozomun kısa kolunda tek bir gen tarafından kodlanır. Bunun uyarılması için adacıklara
glikoz gelmesi gerekir ve bu şekilde insülin sentezi ve sekresyonu başlar.
Sentez gen ürününün transkripsiyonu ile başlar. Tam uzunlukta bir haberci mRNA tarafından
kodlanan preproinsülin üretilir. mRNA, 5’ ucundan başlayarak bir öncül sekansı ve daha
sonra gelen B, C ve A peptid alanlarını kodlar. Bu prepro hormon sentezlendiğinde yaklaşık
24 aminoasitlik öncül dizisi, granüler endoplazmik retikulum içerisine girerken ayrılır ve
sonuçta B, C ve A bölgelerini içeren proinsülin kalır.
C peptit insülin ve proinsülin sekretuvar granüllerden portal kana salınır. C peptidin hiçbir
biyolojik etkisi yoktur ama insülinle birebir molar oranda salgılanması nedeniyle insülin salımı
için kullanılan bir belirteç olarak yararlanırız. Proinsülinin de insüline benzer faaliyetleri vardır
ama molar konsantrasyonu insülinin 1/20 i kadardır ve kan şekeri düzenlenmesinde önemli
bir rolü yoktur. Portal kan içine salınan insülinin çoğu karaciğerden ilk geçişte uzaklaştırılır.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
C peptid ise doğrudan kana geçer. Bu yüzden kandaki C peptid miktarını ölçmek ne kadar
insülin salgılandığını görmek açısından önemlidir. Sonuçta C peptid idrarla tamamen atılır.
İnsülin sekresyonunun ana düzenleyicisi glikozdur. Glikoz sağlıklı bireylerde oldukça dar
aralıkta tutulur. Bir gece (ortalama 8 saat) açlıktan sonra plazma glikoz konsantrasyonu
ortalama 4-5 milimolar arasındayken yemekten sonra yükselir. (10 milimoları geçmez)
plazma glikoz konsantrasyonundaki bu artışlar insülin salgılanmasında belirgin bir artışa
neden olur. Plazma glikoz konsantrasyonundaki %20 lik bir azalma bile plazma insülin
konsantrasyonunu düşürür. Yemeye ve aç kalmaya yanıt olarak plazma glikoz
konsantrasyonundaki değişim insülin sekresyonunun ana belirleyicisidir.
İntravenöz olarak kilogram başına yarım kilogram glikoz yüklemesi yapıldığında plazma glikoz
konsantrasyonu oral yolla verilen glikozdan daha hızlı yükselir. Plazma glikoz
konsantrasyonunda böyle hızlı bir yükselme insülin sekresyonunun 2 ayrı safhasına yol açar.
Akut faz denilen ilk fazda insülin yanıtı sadece 2-5 dk sürer. İkinci fazda ise kan glikoz düzeyi
yüksek kaldığı sürece devam eder.
İntravenöz glikoz yükselmesine karşı akut faz insülin yanıtı sırasında salınan insülin önceden
oluşturulmuş ve beta hücresi plazma membranına yerleştirilmiş sekretuvar veziküllerde
paketlenmiş insülinden kaynaklanmaktadır. İkinci faz insülin yanıtı ise yeni sentezlenmiş
insülinin katkısıyla birlikte veziküller içinde önceden oluşturulmuş insülinden kaynaklanır. Bir
kişi glikoz ya da karışık bir yemek tükettiğinde plazma glikoz konsantrasyonu yavaş bir şekilde
yükselir. Plazma glikoz düzeyi gastrik boşalmaya ve bağırsaktan emilime bağlıdır. Plazma
glikoz konsantrasyonu yavaş arttığından akut faz insülin yanıtı artık kronik yanıttan ayırt
edilemez ve bu durumda insülin sekresyonunun tek bir fazı belirgindir. Bununla birlikte oral
glikoz uygulamasına karşı oluşan toplam insülin yanıtı plazmada glikoz konsantrasyonundaki
değişimlerle kıyaslandığında glikozun intravenöz uygulamasından daha fazladır. Bu farklılığa
inkretin etkisi denilmektedir.
İnkretin Etki: Oral yolla alınan glikozun intravenöz yolla verilen glikoza göre daha fazla insülin
sekresyonuna yol açmasıdır.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
Sadece glikoz değil diğer şekerlerde (galaktoz, mannoz) beta hücrelerine girer ve beta
hücreleri bunları metabolize eder. Bunlardan her biri adacıklardan insülin sekresyonunu
tetikleyebilir. Beta hücresine taşınan ama metabolize edilemeyen heksozlar insülin
sekresyonunu uyarmazlar. Bazı aminoasitler (özellikle arjinin ve lösin ) , küçük ketoasitler ve
ketoheksozlar zayıf şekilde insülin sekresyonunu uyarırlar. Aminoasitler ve ketoasitler sadece
sitrik asit siklusu yoluyla oksidasyon metabolik yolunu kullanırlar. Glikoz insülin
salgılanmasını 7 aşamalı bir süreçle tetikler.
1. Glikoz kolaylaştırılmış difüzyon yolu ile GLUT2 dediğimiz glikoz taşıyıcısıyla beta
hücresine girer. (aminoasitler ise farklı taşıyıcı gruplarla beta hücresi içerisine
girmektedirler.)
2. Hücreye giren glikoz, glikokinaz enziminin varlığında glikolize ve aynı zamanda sitrik
asit döngüsü yoluyla oksidasyona uğrar. ADP nin fosforilasyonu gerçekleşir ve ATP
konsantrasyonunda artış meydana gelir. Bazı aminoasitlerde sitrik asit döngüsüne
girerler. ATP/ADP oranı, NADH/NAD oranı ve NADPH/NADP oranı bu süreçlerde artar
3. Artan oranlar potasyum kanallarının kapanmasına neden olur.
4. Hücre zarının potasyum iletkenliğinin azalması beta hücrelerinin depolarize olmasına
neden olur.
5. Bu depolarizasyon voltaj kapılı Ca kanallarını aktif hale getirir.
6. Ca geçirgenliğinin artması Ca’un hücre içine geçişini artırır. Hücre içinde Ca miktarı
artar. Ayrıca hücre içi kaynaklı Ca salınımı da tetiklenir.
7. Ca konsantrasyonunun hücre içinde artması Ca kalmodilin fosforilasyon kaskatının
aktivasyonuna yol açarak insülin salgılanmasına neden olur.
İnsülin sekresyonunu inhibe eden somatostatin, adenilaz siklazı inhibe ederek bu etkiyi
gösterir.
Otonom sinir sistemi tarafından adacık hücreleri hem sempatik hem de parasempatik olarak
yoğun bir şekilde innerve edilir. Sinir sinyallerinin birçok durumda beta hücresinin yanıtında
önemli görevleri vardır. Beta adrenerjik uyarım adacıkların insülin sekresyonunu adenilaz
siklazın aktivitesini artırarak gerçekleştirirken alfa adrenerjik uyarım ise adenilaz siklaz
aktivitesini azaltarak sekresyonu engellemektedir.
Norepinefrin ve sentetik alfa adrenerjik agonistler, insülin salınımını hem bazal olarak hem
de hiperglisemik cevaba karşı baskılarlar.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
Pankreastaki postsinaptik sempatik sinirlerden salınan norepinefrin, betadan daha çok alfa
adrenoreseptörleri uyardığından çölyak sinirleri vasıtasıyla sempatik uyarım insülin
salgılanmasını inhibe eder. Alfa adrenerjik stimülasyonun aksine asetilkolin salınımına neden
olan vagus siniri yoluyla parasempatik uyarım ise insülin salgılanmasında bir artışa neden
olur.
Max. oksijen konsantrasyonunun %70 i ile yapılan 30 dakikalık bisiklet egzersizinde insülin
seviyesi düşer. Ortadaki küçük grafikte gösterildiği gibi egzersiz şiddeti arttıkça plazmaya
geçen insülin miktarı azalır ama çok şiddetli egzersiz yapılırsa (anaerobik şiddette bir
egzersiz) bir miktar yükselir.
Egzersiz sırasında insülin sekresyonu alfa adrenerjik inhibisyon ile azalır. Bunun amacı
egzersiz sırasında hipoglisemiyi önlemektir. Egzersizde kas dokusu plazma insülin
konsantrasyonu düşük olduğunda bile glikoz kullanır. İnsülin düzeyi artarsa kas tarafından
glikoz kullanımı arttığından hipoglisemi olur. İnsülin konsantrasyonunun artışı lipolizisi ve yağ
hücrelerinden yağ asidi mobilizasyonunu önleyerek kasın glikoza alternatif bir yakıt olarak
kullanabileceği yağ asidi varlıklarını da azaltır. Dahası, insülin konsantrasyonundaki artış
karaciğer tarafından glikoz üretimini azaltır. Egzersiz sırasında insülin sekresyonunun
baskılanması kasın aşırı şekilde glikoz alımını engeller. Eğer kasın glikoz alımı, karaciğerin
glikoz üretme kapasitesini aşarsa bu durum şiddetli hipoglisemiye yol açar, beyni riske atar
ve herhangi bir egzersizin bile kötü bir şekilde sonuçlanmasına neden olabilir.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
dışı bölgesinde glikozile olur. Reseptör glikozilasyonu, insülinin bağlanması ve aktivitesi için
gereklidir. İnsülin, reseptörünün α zincirleri bölgesine bağlandığında hücre içinde bulunan β
zincirlerinin tirozin kinaz aktivitesinde belirgin bir artış olur. İnsülin reseptörü hem kendini
hem de hücre içinde bulunan diğer molekülleri tirozin bölgesinden fosforile eder.
Tirozin fosforilasyonu ile insülin reseptör substrat (IRS 1-4) olarak bilinen sitozolik protein
ailesinde ve aynı zamanda src hemoloji C terminali (SHC) aracılığıyla hedef dokuların hücre
membranlarında insülin sinyalinin iletilmesi gerçekleşmektedir.
IRS proteinleri yerleşik proteinlerdir. Farklı alt bölgelerde bulunan efektör proteinler bunlara
bağlanır ve aktive olurlar. IRS I genellikle özel motiflerinde en az 8 tirozin içeren SH2
bölgesine bağlanır ve tek bir IRS molekülü eş zamanlı olarak birden fazla yolağı aktive eder.
İnsülin reseptörüyle yakın bir ilişkiye sahip olan IGF I reseptörü de IRS proteinleri aracılığıyla
etki yapar. Burada tirozin fosforilasyonu ile tetiklenen 3 ana sinyal yolağı vardır.
1. PI3K yolağı: PI3K ( fosfotidil inozitol 3 kinaz ) bir membran lipidi olan PIP2 yi fosforile
ederek PIP3 oluşumuna yol açar. Glikoz ve protein metabolizmasındaki major
etkilerden sorumludur.
2. Ras sinyal yolağı: bu yolak 2 farklı şekilde başlayabilir. İnsülin reseptörü SHC yi
fosforile ederek başlayabilir ya da büyüme faktörü reseptör bağlı protein (GRP2) IRS
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
ye bağlanır ve aktif hale gelir. Burada hem fosforile SHC hem GRP2, Ras sinyal yolağını
tetikleyerek gen ekspresyonunda ve büyümede artış meydana getirir.
Farelerde genlerin delesyon çalışmaları IRS 1 delesyonunun diyabete neden
olmadığını ama büyümeyi azalttığını göstermiştir. Ama IRS 2 delesyonunun
pankreatik β hücrelerinde bozulmuş insülin salınımına neden olarak diyabet
oluşturduğu görülmüştür.
3. SH2 (Src homology domain 2) içeren proteinlerin aktivasyonu: Bu yolak SH2 içeren
proteinlerin fosfotidil inozitol trikinaz ve GRP den başka insülin reseptörü ya da IRS
proteinlerinde bulunan spesifik fosfotirozin gruplarına bağlanmasıyla başlar.
İNSÜLİN ETKİSİ:
İnsülin etkisini 3 temel organda gösterir. Bunlar karaciğer, kas ve yağ dokusudur. Karaciğerde
insülin glikozun glikojen depolarına ve triaçil gliserollere dönüşümünü tetikler. Pankreatik
venler, portal venöz sistem içine aktığından pankreastan salgılanan tüm hormonlar sistemik
dolaşıma girmeden önce karaciğere taşınır. İnsülin hormonu için karaciğer, hem etkisini
gösterdiği hedef bir doku hem de esas olarak konsantrasyonunun azaldığı bir yer (insülinin
yaklaşık %60 ı karaciğerde kalır). Karaciğerde konsantrasyon azaltılmadan önce portal venöz
kandaki insülin konsantrasyonu sistemik dolaşımdaki konsantrasyondan 3-4 kat fazla olabilir.
Bu nedenle hepatosit nispeten yüksek insülin konsantrasyonu içerir ve buna bağlı olarak
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
plazmada akut insülin konsantrasyonu değişikliklerine karşı daha iyi yanıt verir. Yemek
yedikten sonra beta hücrelerinin glikoz, sinirsel ve inkretin uyarılarıyla tetiklenmesi sonucu
plazmada insülin konsantrasyonu artar. İnsülinin artışı karaciğerde enerji metabolizmasında
yer alan 4 ana sürecin etkinliklerini de artırır.
Glikoz kendisinin kolaylaştırılmış difüzyonuna aracılık eden GLUT2 kanalı yoluyla kandan
hepatosite girer. GLUT2 insülin yokluğunda bile karaciğer plazma membranında bol miktarda
bulunur ve aktivitesi insülin tarafından etkilenmez. İnsülin, glikozdan glikojen sentezini
glikokinaz ve glikojen sentazı aktive ederek uyarmaktadır. Glikojen sentaz çok sayıda serin
fosforilasyon sahası içerir. İnsülin proteinin net bir defosforilasyonuna neden olur ve böylece
enzimin aktivitesini artırır. Glikojen sentaz aktive edilirken aynı zamanda hem insülin hem de
glikozdaki artış glikojen fosforilaz aktivitesini azaltır. Bu enzim glikojen yıkımı için hız
kısıtlayıcıdır. Glikojen sentazı defosforile eden ve dolayısıyla aktive eden enzim fosforilazları
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
da defosforile eder ve böylece insülin karşıt enzimler üzerindeki zıt etkileriyle net etki olarak
glikojen oluşumunu teşvik eder.
İnsülin ayrıca glikoz 6 fosfotazı inhibe eder. Aksi halde glikoz 6 fosfat, glikojenoliz ve
glikoneogenezden türetilen glikoza dönüştürülürdü. Glikojen hem karaciğer hem de kasta
karbonhidratın önemli bir depo formudur. Yiyecek alımından sonra vücutta depolanan
glikojen saatler sonra bile glikoz kaynağı olarak kullanılabilir. İnsülin karaciğer tarafından
alınan glikozun bir kısmının da pirüvata dönüştürülmesini sağlar ve tersine glikoneogenez için
pirüvat ve diğer 3 karbonlu bileşiklerin kullanımını azaltır. İnsülin glikokinaz enziminin
transkripsiyonunu indükler. Böylece glikozun glikoz 6 fosfata fosforilasyonundan ve glikoz
metabolizmasının başlatılmasından sorumlu olan bu enzimin sentezinin artmasına neden
olur. Glikolizi teşvik etmek ve glikoneogenezi azaltmak için insülin bir glikoz metaboliti olan
fruktoz bifosfatın sentezini indükler. Bu bileşik glikozda kilit bir düzenleyici enzim olan
fosfofruktokinazın güçlü bir allosterik aktivatörüdür. İnsülin ayrıca pirüvat oluşturan
pirüvatkinaz ve pirüvat oksidasyonunda ilk adımı katalizleyen pirüvat dehidrogenazı uyarır.
Son olarak heksozmonofosfat şantı ile glikoz metabolizmasını da uyarmaktadır.
Kas insüline en çok duyarlı dokulardandır ve insülin aracılı glikoz alımının ana bölgesidir.
İnsülinin kas üzerindeki etkisi 4 temel noktada toplanabilir.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
1. Kasta karaciğerin aksine glikoz, temel olarak insüline duyarlı bir glikoz taşıyıcısı
olan GLUT4 ile plazma membranından geçer. İnsülin önceden oluşturulmuş
taşıyıcıların hücre stoplazmasındaki bir membranöz bölmeden plazma
membranına alınmasını içeren bir işlem ile hem kas hem de yağ dokudaki GLUT4
ü belirgin bir şekilde uyarır.
2. Hekzokinaz enzimi aracılığıyla glikojen sentazı aktive ederek glikozun glikojene
dönüşümünü artırmaktadır.
3. İnsülin, fosfofruktokinaz ve pirüvat dehidrogenaz aktivitesini artırarak glikozu ve
oksidasyonunu artırmaktadır.
4. Protein sentezini uyarıp var olan proteinlerin yıkımını yavaşlatır. Sonuç olarak güç
ve hareketin korunmasında bariz yararlı etkilere sahip olan kas proteininin
korunmasını sağlamaktadır.
Egzersiz ve insülinin iskelet kasının üzerindeki etkilerinde ilginç paralellikler vardır. Her ikisi
de GLUT4 taşıyıcısını güçlendirerek ve glikoz oksidasyonunu artırarak kasa glikoz alımını
artırmaktadır. Ayrıca egzersiz ve insülin sinerjik etkilere de sahiptir. Klinik olarak bu sinerji
egzersiz ile uyarılan insülin duyarlılığında belirgin bir artış olarak kendini gösterir ve diyabetli
hastaların tedavisinin bir parçası olarak kullanılır.
İnsülin kasta;
• Karaciğerde olduğu gibi birden fazla bölgede etki ederek hücresel yakıt
metabolizmasını yönlendirir.
• Her iki dokuda da insülin karbonhidrat oksidasyonunu artırarak vücut proteinlerini ve
yağ depolarını korur.
• Oksidatif bir yakıt olarak derhal kullanılan aşırı miktarda alınan karbonhidrat ya
karaciğerde ve kasta glikojen olarak ya da karaciğerde lipide dönüştürülerek yağ
dokusu ve kasa verilir.
asetil coA karboksilaz enzimlerini uyarmak suretiyle glikozun yağ asidine dönüşümünü
kolaylaştırır.
İnsülin basit kütlesel eylemlerle triaçilgliserollerin oluşumunu teşvik eder. Artmış α gliserol
fosfat seviyeleri triaçilgliserolleri oluşturmak üzere yağ asitleri ile esterleşmesini artırır. Yağ
asitlerinin çoğu kandaki şilomikron ve VLDL lerden kaynaklanmaktadır. Onlar adipositlere
girerler. Yağ hücresinin kütlesinin çoğunu oluşturan lipid damlacıklarında bulunan
triaçilgliserolleri ayırır. İnsülin triaçilgliserolleri diaçilgliserollere dönüştüren adipoz
triaçilgliserol lipaz aktivitesini ve diaçilgliserolleri monoaçilgliserollere dönüştüren hormon
duyarlı lipaz aktivitesini azaltır. Yağda bu enzimler depolanmış triaçilgliserollerin diğer
dokulara ihraç edilmek üzere yağ asitlerine ve gliserole dönüşmesini inhibe etmiş olur.
İnsülinin yağ dokusunda diğerlerinden farklı bir etkinliği daha vardır. Lipoprotein lipaz
sentezini indükler. Lipaz adipoz doku içinde değil de damar endoteli üzerinde etkisini
gösterir. Ordaki şilomikron ve VLDL lerdeki triaçilgliserollere etki ederek onları gliserol ve yağ
asitlerine dönüştürür ve bunlar daha sonra adipoz doku içine girerler ve triaçilgliserolleri
oluştururlar. Bu mekanizma insülinin adipoz dokuda lipid depolanmasını teşvik edebileceği
bir diğer önemli yol olarak karşımıza çıkar.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
GLUKAGON
Pankreas adacıklarından salgılanan vücut enerji metabolizmasının düzenlenmesinde rol
oynayan diğer önemli hormonumuzdur.
Glukagonun ana hedef dokusu karaciğerdir. İnsülin gibi glukagonda ilk olarak portal dolaşıma
salgılandığından hepatik metabolizmayı düzenlemek için anatomik olarak iyi bir
pozisyondadır.
Glukagon sadece karaciğere etki etmez ayrıca kalp ve iskelet kası üzerinde glikojenolitik
etkiye, yağ dokusunda lipolitik etkiye ve çeşitli dokularda proteolitik etkiye sahiptir.
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
Birçok durumda glukagonun karaciğer üzerindeki etkileri insülin etkilerini antogonize etme
şeklindedir.
Glukagon langerhans adacıklarının α hücreleri tarafından sentezlenen 31 aminoasitli bir
peptid. Molekül ağırlığı yaklaşık 3500 dalton. Glukagon geni insanlarda 2. kromozom
üzerinde bulunuyor. Başlangıç gen ürünü preproglukagonu kodlayan mRNA dır. İnsülinde
olduğu gibi bir peptidaz proglukagon oluşturacak şekilde granüler endoplazmik retikulumda
mRNA nın translasyonu sırasında preproglukagon sinyal dizisini kaldırır. α hücrelerindeki
proteazlar daha sonra proglukagonu olgun glukagon molekülüne ve çeşitli aktif peptidlere
ayırır.
• GLP-1
• IP-2
• GLP-2
• Glisentin (glukagonun aminoasit dizilimini içermesine rağmen glukagon reseptörüne
bağlanmaz.)
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
Karbonhidrat veya protein alımına yanıt olarak barsak tarafından dolaşıma salınan GLP-1,
insülin sekresyonunu uyaran en güçlü inkretinlerden biridir.
Gece boyunca oluşan açlıkta insülin konsantrasyonu düşük olduğunda glukagon beyin ve
diğer dokuların devam eden fonksiyonları için gerekli olan glikozu üretmek için karaciğeri
uyarır. Proteinden zengin bir yemeğin sindirimi sonucu emilen aminoasitler hepatik glikoz
üretimini inhibe edebilen karaciğer ve kas tarafından glikoz depolanmasını artırabilen insülin
sekresyonunu tetikler. Yemek karbonhidrat içermiyorsa salgılanan insülin hipoglisemiye
PANKREASIN ENDOKRİN FONKSİYONLARI METİN BAŞTUĞ
neden olabilir. Bununla birlikte proteinden zengin yemeğe yanıt olarak salgılanan glukagon,
insülinin karaciğer üzerindeki etkisini dengeler ve böylece glikoz üretimini korur ve
hipoglisemiyi önler.
Glukagonun önemli bir etkisi de karaciğerde ketogeneze yol açabilen yağ oksidasyonunu
uyarmasıdır. Glukagon hepatik lipit metabolizmasında önemli bir düzenleyici rol
oynamaktadır. Yağ asitlerinin dış mitokondriyal membran boyunca transfer edilmesini
sağlayan CAT-1 aktivitesini artırarak dolaylı yoldan yağ oksidasyonunu uyarır. Glukagon bu
uyarımı karaciğer tarafından yağ asitlerinin sentezinde ilk işlenen ara madde olan malonil
coA yı üreten asetil coA karboksilazı inhibe ederek oluşturur. Mitokondriye yağ asidi taşınım
oranı, ADP yi fosforile etmek için karaciğerin ihtiyaç duyduğundan fazla olursa yağ asitleri
kısmen oksitlenecektir. Bu durum 3 keton cisimciklerinden ikisi olan beta hidroksi bütirik asit
ve asetik asit isimli ketoasitlerin birikmesiyle sonuçlanır. Bu ketoasitler diğer dokular
tarafından oksidatif yakıt olarak kullanılmak üzere mitokondri ve karaciğeri terk edebilir.
Açlık durumunda insülin azalması ve glukagondaki artış ketogenezi destekler. Bu işlem
ketoasitleri yakıt olarak kullanabilen ama yağ asitlerini kullanamayan santral sinir sistemi için
hayati öneme sahiptir. Açlığa adaptasyonda glukagon, yağ asitlerinin ketonlara dönüşümünü
teşvik etmede önemli rol oynar ve beyne açlık durumunda fonksiyonunu sürdürmesi için
ihtiyaç duyduğu yakıtı sağlar.
SOMATOSTATİN
SOMATOSTATİN:
Ø Büyüme hormonu
Ø İnsülin
Ø Glukagon
Ø Gastrin
Ø VIP
Ø TSH salgılanmasını inhibe eder.
İREM BAŞBUĞ
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ
Tiroid hormonunun fizyolojisinin bir diğer alışılmadık özelliği tiroid kolloidi adı verilen
oldukça proteinli bir materyal içerisinde hücre dışı bir bölgede depolanmasıdır.
Bu materyal içerisinde ana protein tiroglobulin(TG) olup esas yapısının bir parçası olarak
tiroid hormonları; tetraiyodotironin veya buna T4 ya da tiroksin adını veriyoruz ve
triiyodotironin kısaca T3 içeriyor.
Prohormon olan tiroglobulin tiroid hormonlarının sentezinden sorumlu olan tiroid folliküler
hücreleri ile çevridir.Folliküler ünitenin bir parçası olmayan tiroidin C hücreleri (parafolliküler
hücreler) başka bir hormon olan kalsitonini sentezlerler.
Tiroid hormonlarının fizyolojik etkilerinin de çeşitli benzersiz yönleri vardır. Büyük bir protein
olan tiroglobulin(TG) ‘den türemiş olmasına rağmen T4 ve T3 peptit değil. Peptit
hormonların veya tekli amino asitlerden türetilen hormonların mesela katekolaminlerin
aksine T4 veya T3 için hücre membranıı reseptörleri de mevcut değil, bunun yerine steroid
hormonlar gibi tiroid hormonları esas olarak nükleer reseptörlere bağlı olarak etki gösterir ve
hücre proteinlerinin transkripsiyonunu düzenler.
T3 ve T4 birden fazla doku üzerinde etki eder ve normal gelişim, büyüme ve metabolizma için
gereklidir.
Ayrıca bilinen biyolojik etkiye sahip olmayan bir de reverse T3 vardır. Burada bunun iyot yeri
-tek iyot yeri- farklı olarak yani iç ve dış halkadaki iyotlar farklı yerleşim göstermiştir.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ
Yetişkinlerde 150 µg
Çocuklarda 90 -120 µg
İyot anyonu gastrointestinal kanal yoluyla emilir. Tiroid folliküler hücrenin bazolateral
membranında yani kana bakan yönde özel bir Sodyum/İyot (Na/I) Transporterı (taşıyıcısı)
buna Sodyum/İyot (Na/I) Simporter’dan gelen NIS veya SLC5A5 adı da veriliyor, bununla
aktif olarak alınır.
NIS; zarın iki tarafında uzanan 13 parçaya sahip olduğuna inanılan 65 kDa’luk bir integral zar
proteinidir. Bu protein 2 sodyum(Na) ve 1 iyotu(I); iyotun elektrokimyasal gradiyentine karşı,
sodyumun ise elektrokimyasal gradiyent enerjisini kullanarak follikül hücresinin içine
hareket ettirir. Birçok başka anyon da :Perklorat (ClO₄⁻), Perteknetat ( TcO⁻), Tiyosiyanat
([SCN] ⁻) gibi tiroid bezi tarafından alım için iyot ile rekabet edebilir. İyodür folliküler
hücreden ayrılır ve apikal zardan follikülün lümenine girer.Klor /İyot (Cl/I) Değiştiricisi
(Pendrin), buna SLC26A4 de deniyor; İyot sekresyonuna katkıda bulunduğu apikal zar
üzerinde bulunuyor. Bu proteindeki mutasyonlar büyük bir tiroid bezi yani guatr ve işitme
kaybı ile karakterize konjenital bir sendroma sebep olabilir.
Bir veya iki oksitlenmiş iyot atomu seçici olarak TG(tiroglobulin )’in spesifik tirozil
kalıtlarına dahil edilir.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ
Bu sayfadaki görselleri konunun daha iyi anlaşılması için ekledim , iyi çalışmalar.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ
Folliküler lümende TG(tiroglobulin )’e bağlı olan tiroid hormonları kolloid damlacıklarını
içeren endositik veziküller içerisinde apikalden bazolateral membrana doğru hareket ettikçe
bir lizoendozom oluşturmak için lizozomlarla kaynaşır. Bu vezikülün içinde lizozomal enzimler
TG’i hidrolize eder, tiroksin ve T3 ile beraber aynı zamanda Diiyodotironin (DIT) ,
Monoiyodotiroin(MIT) oluştururlar .Vezikül hem tiroksin hem de T3’ü bazolateral membran
yakınına salar ve bu maddeler bilinmeyen bir mekanizma ile hücreden kan içine girerler.
Tiroid tarafından salgılanan tiroid hormonunun yaklaşık ℅90’ı T4 olarak ℅10’u ise T3 olarak
salınır.Tiroid kana çok az miktarda reverse T3 salgılar .Tiroid tarafından salgılanan T4 ,tiroid
dışı dokularda T3 ve reverse T3 ‘e metabolize olur. Dolaşımdaki T3’ün yaklaşık dörtte üçü
T4’ün esas olarak karaciğer ve böbrekte gerçekleşen periferik dönüşümden ortaya çıkar.
Dolaşımda hem tiroksin hem de triiyodotironin plazma proteinlerine yüksek oranda
bağlanır.Bu bağlanmanın çoğunda Tiroid Bağlayıcı Globulin (TBG),Albumin ve
Transtiretin(TTR) görev alır. Bu bağlayıcı proteinlerin afiniteleri özellikle T4 için ℅99,98 yani
oldukça yüksektir ve hormon proteine sıkısıkıya bağlı bir şekilde dolaşımda yer alır.T3 biraz
daha az ℅99,5 oranında proteine bağlanır. Dolaşımdaki serbest veya bağlı olmayan hormon
hedef dokulardaki tiroid hormonlarının etkilerinden sorumlu olduğundan bağlanmış hormon
miktarının fazlalığı plazma toplam T3 veya T4 miktarının tiroid hormon salgılanmasının
yeterliliğinin belirlenmesi için güvenilir bir endeks elde etme amacıyla yararlanacağı basit
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ
ölçümleri kullanma kabiliyetimizi ciddi şekilde sıkıntıya sokmaktadır. Tiroid Bağlayan Globulin
(TBG) 450 aminoasitten oluşan 54kDa ‘luk bir glikoproteindir. T4 ve T3 için en yüksek
afiniteye sahiptir ve plazmada tiroid bağlama kapasitesinin çoğundan sorumludur. Tiroid
hormonlarının geniş ölçüde plazma proteinlerine bağlanması çeşitli işlevleri yerine getirir.
Dolaşımdaki tiroid hormonları için geniş bir tampon havuzu oluşturur. Böylece dolaşımda
aktif hormon konsantrasyonları dakikadan dakikaya temelde çok az oranda değişir. Plazma
proteinlerine bağlanan hem T4 hem T3’ün yarılama ömrü belirgin şekilde uzar.
Dolaşımdaki T3’ün büyük bir kısmı tiroid dışı dokularda T4’ün T3’e dönüştürülmesi ile
oluştuğundan plazma T4’ünün geniş bir havuzunun bulunması T3’ün sentezi için mevcut bir
prohormon rezervi sağlar.T3 tiroid hormonlarının biyolojik aktivitesinin çoğundan sorumlu
olduğu için bu rezervin özel bir elemanıdır.
Periferik dokular T3’ü üretmek üzere T4 ‘ü deiyodine eder, tiroid T3’ten çok fazlaT4 sentezler
ve saklar. Bu durum tiroid tarafından salgılanan T4 ‘ün T3’e olan yaklaşık 10’a 1 oranına da
yansır. Bununla birlikte vücudun bazı dokuları T4 için seçici olarak deiyodinasyon
kapasitesine sahiptir ve bu şekilde T3 veya reverse T3 üretirler. T3 ve reverse T3’ün her biri
daha da deiyodinasyona tabi tutularak çeşitli diiyodotironinlere ve monoiyodotironinlere
dönüşebilir. Hem DIT’ler hem de MIT ‘ler biyolojik olarak etkisizdir.
T3 çok daha fazla miktarda bulunan T4 ‘ten biyolojik olarak çok daha aktif olduğu için
periferik dokularda T4’ün T3’e düzenli olarak dönüştürülmesi ,aynı zamanda T4 ve T3’ün
inaktif metabolitlere dönüşümü önem taşımaktadır.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ
Tip 1 Deiyodinaz ( 5'/ 3'monodeiyodinaz Tip 1) ;karaciğer, böbrek, iskelet kası ve tiroitte
yüksek konsantrasyonda bulunur.Dolaşıma ulaşan T3’ün çoğunun üretilmesinden bu Tip
1 Deiyodinaz sorumludur.
Tip 2 Deiyodinaz; ağırlıklı olarak hipofiz bezi ,merkezi sinir sistemi ve plesentada
bulunur ve bu dokularda plazma kaynaklı T4’ten lokal olarak T3 üretilmesinde görev
alır. Hipofizdeki Tip 2 enzimi burada üretilen T3 ,daha sonra bahsedeceğimiz Tirotropin
yani tiroid uyarıcı hormon, tiroid stimüle edici hormon salınımının geribildirim
inhibisyonundan sorumlu olduğundan özellikle önemli.
Tip 3 Deiyodinaz; iyodu iç halkadan çıkararak reverse T3 oluşturur.
Tiroid hormonları hedef dokularda etkilerini nükleer reseptörler aracılığı ile gerçekleştirir .
Hem metabolik hem de gelişimsel etkiler yaratan tiroid hormonları pek çok vücut dokusuna
etki eder.T4 ve T3 plazmadan ayrıldıktan sonra hücre membranının lipidleri arasından
difüzyon veya taşıyıcı aracılı transport ile hücreye girer. Tiroid hormonlarının etkilerinin çoğu
hormonlar nükleer reseptörlere bağlandığı ve aktive ettiği zaman meydana gelir.
Biyolojik olarak T3 , T4’ten çok daha önemli. Bu durum dolaşımdaki T4 ‘ün toplam
konsantrasyonu, toplam T3 konsantrasyonun 50 katından daha yüksek olduğu için şaşırtıcı
değildir. Bununla birlikte T3 , üç nedenden dolayı daha büyük biyolojik aktiviteye sahiptir;
1. T4 (℅99,98) plazma proteinlerine T3 (℅99,5)’e göre daha sıkı bağlanır. Net etki
dolaşımdaki serbest T4 ve T3 miktarının karşılaştırılabilir olmasıdır.
2. Hücre T4’ün bir kısmını hücrelere girdikten sonra T3’e dönüştürür.
3. Çekirdekteki reseptörler T3 için T4 için olduğundan yaklaşık 10 kat daha fazla afinite
gösterirler.
Tiroid hormon reseptörlerinin A’dan F’ye kadar bölgeler içerebilen nükleer reseptör süper
ailesine sahip olduğu söylenmiştir.
Tiroid hormonları her ne kadar bu şekilde nükleer reseptörlere bağlanarak etki etse de
nongenomik yolakların da olduğu bildirilmiştir.
Bu tabloda tiroid
hormonlarının çeşitli
parametreler üzerindeki
etkisi özetlenmiştir.Özet
olarak tiroid hormonları
yağları, karbonhidratları ve
proteinleri etkileyen
yolaklarda katabolik ve
anabolik reaksiyonları
uyararak bazal metabolizma
hızını artırır.Karbonhidratlar
üzerine temel olarak
glukoneojenik aktviteyi
artırır karaciğerde, böylece
karaciğer kaynaklı glukoz
üretimi artınca plazma
insülin sekresyonunu
artırarak cevap alır ve bu
etki de plazmada glukoz
iyon konsantrasyonunun
artışını sınırlar .
Tiroid hormonları ayrıca artan glukoneogenetik aktivit için gerekli başlangıç materyalini yani
aminoasitler ve gliserol varlığını da artırır.
Yağ dokusunda depolanan triaçilgliserollerin yıkımını artırır, yağ asitleri ve gliserolleri serbest
bırakırlar.Yağ asitleri karaciğerde glukoneogenez için gerekli ihtiyacını karşıklamak amacıyla
yakıt sağlarken gliserol glukoneogenez için gerekli başlangıç maddelerinin bir kısmını sağlar .
Tiroid hormonları yalnızca lipolizi artırmakla kalmaz aynı zamanda lipogenezi de artırır.
Gerçekte uygun miktarda tiroid hormonu yağ asitlerinin karaciğer tarafından normal sentezi
için gereklidir.T3 düzeyinin çok yüksek olması genel yağ mobilizasyonu ve vücut yağ
depolarının kaybı ile sonuçlanan lipoliz lehine dengeyi değiştirir.
Tiroid hormonlarnın bazal metabolik hızı nasıl etkilediğini açıklamak moleküler düzeyde zor
bir sorudur.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ
Tiroid hormonlarının hedef dokulardaki etkilerine ilişkin pek çok spesifik örnek bunlara genel
etki mekanizmalarını göstermek için kullanılır.Mesela Sodyum-Potasyum(Na/K) Pompası ;
kas,karaciğer ve böbrekte tiroid hormonlarının uyardığı oksijen tüketimindeki artışlar plazma
zarındaki Sodyum-Potasyum(Na/K) Pompasının aktivitesindeki artışla paraleldir.
T3, Sodyum-Potasyum (Na/K) Pompasının hem α hem de β alt üniteleri için genlerin
transkripsiyonunu uyarır.Buna ek olarak T3 , Sodyum-Potasyum(Na/K) Pompasını kodlayan
mRNA ‘yı stabilize ederek translasyonu artırır.
Aşırı tiroid hormonu dokuların adrenerjik hormonların etkilerine karşı duyarlılığını artırır.
Kalp,iskelet kası ve yağ dokusunda bu etki en azından kısmen bu dokulardan β-Adrenerjik
reseptörlerin artmış ekspresyonunun bir sonucudur.
Kalpte tiroid hormonları ayrıca miyozin ağır zincirinin spesifik formlarının ekspresyonunu da
düzenler. Özellikle kemirgenlede tiroid hormonu miyozin α zincirinin ekspresyonunu artırır
ve böylece miyozin ağır zincirinin α/α izoformunun oluşumunu destekler. Bu izoformda hem
aktin hem de kalsiyum ile aktive olan ATPaz ‘ın aktivitesindeki artış, daha hızlı lif kasılması ve
daha büyük kontraktilitre ile ilişkilidir.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ
Hocamız bu kısımda sadece tabloda yazanları okudu tablo zaten anlatılanların özeti
niteliğinde.
KARDİYOVASKÜLER ETKİLERİ
DİĞER ETKİLERİ
Tiroid follikül hücrelerindeki TSH reseptörü bir G proteinine bağlı reseptördür. Diğer
glikoprotein hormonları ( LH ,FSH ,insan koriogonadotropin) gibi TSH reseptörü G-
alfa(s) aracılığı ile adenilat siklazı aktive eder.Bu da fizyolojik süreçleri başlatır.
İlk olarak Na/I Simportu (NIS) ile tiroid folliküler hücrelerinin bazolateral membranı
üzerindeki iyodür alımı artar. Bu taşıyıcıların uyarılması diyetteki iyodun tiroid bezi içine
yakalanmasını sağlar . Folliküler lümende TG(tiroglobulin )’in iyodinasyonunu sağlar.
İyotlanmış tirozinlerin TG(tiroglobulin ) molekülü içinde tiroksin ve tiriiyodotironin
oluşturmak üzere konjugasyonunu sağlar. İyotlu TG(tiroglobulin )’lerin tiroid kolloidinden
follikül hücrelerine endositozunu kolaylaştırır. Follikül ,hücredeki iyotlu TG(tiroglobulin ) ’in
proteolizini artırır.T4 ve T3’ün dolaşıma salınmasını sağlar ve son olarak TSH’ın büyüme
destekleyici etkileri nedeniyle tiroid bezinin hiperplazisine neden olur.
Birincil Hipotiroidizm
Diyette yeterli iyot eksikliği (toksik olmayan guatr, endemik guatr)
Benign nodüller veya büyümeyle ilişkili gen mutasyonu (toksik olmayan guatr)
Etiyolojisi bilinmeyen sporadik hipotiroidizm (toksik olmayan guatr)
Kronik tiroidit (Hashimoto hastalığı; otoimmün- tiroid fonksiyonunda indüklenmiş
eksiklik)
Hipertiroidizm
Bir otoantikor tarafından TSH reseptörünün aşırı uyarılması (Graves hastalığı)
TSH üreten bir tümörden aşırı TSH salgılanması (yani ikincil hipertiroidizm)
Tiroid hormonu üreten (toksik) adenom (nodüler) veya toksik multinodüler guatr
TRB-2'de inaktive edici bir mutasyon
Son olarak T3 ‘ün TSH salgılanması üzerindeki negatif geri bildiriminden bahsedelim,
Dolaşımdaki hem serbest T4 hem de serbest T3 hipotalamik nöronlar tarafından hem TRH
salgılanması hem de hipofizdeki tirotroplar tarafından TSH ‘nın salınmasını inhibe ederler.
Plazma TSH konsantrasyonu serbest T4 veT3 seviyelerindeki değişimlere oldukça
duyarlıdır.Serbest T4 seviyesindeki %50’lik bir düşüş plazma TSH düzeylerinin 50 ile 100 kat
artmasına neden olur.
Tiroid Hormonları Prof. Dr. Metin BAŞTUĞ
T4 ve T3’ün TSH salınımı üzerindeki geri bildirimi aynı zamanda portal damarlar vasıtasıyla
hipotalamustan tirotroplara geçen Somatostatin ve Dopamin kontrolü altında da olabilir.
Somatostatin ve Dopamin her ikisi de tirotrop hücre için T3 inhibisyonuna daha duyarlı hale
getirerek TSH sekresyonunu inhibe eder yani T3 için ayar noktasını kaydırır dolayısıyla
Somatostatin ve Dopamin TRH ‘nın uyarıcı etkisini dengeler.Bu inhibitör etkiler bu ajanların
farmakolojik infizyonuyla kolaylıkla gösterilmiş olmasına rağmen TSH sekresyonunun
düzenlenmesindeki fizyolojik rolü bilinmemektedir.
T3 ile TSH arasındaki geri bildirimin özel bir örneği anormal T3 seviyesine sahip olan
annelerin yeni doğanlarında görülür. Annenin hipertiroidi olması durumunda T3 plesentaya
geçebildiği için hem onun hem de fetüsün TSH düzeyi düşük olur. Doğumdan sonra yeni
doğan bebek hızla T3 ‘ünü metabolize eder ancak TSH baskılanmış olur.Böylece bebek geçici
olarak hipotiroidi hale gelir.Tersine eğer annenin tiroid bezleri çıkarılırsa yeterli miktarda
tiroid hormonu replasman tedavisi almadığı için hipotiroidi ise hem annenin hem de fetüsün
dolaşımında yüksek miktarda TSH olacaktır.Doğumdan hemen sonra yeni doğan geçici olarak
hipertiroidi olur.
Tiroid hormonu yeni doğandan sonra her yaşta takip edilmesi gereken önemli bir
endokrin organdır.Tiroid hormonları da önemli hormonlardır.
Feyza DALASLAN
KALSİYUM VE FOSFAT HOMEOSTAZİSİNİN HORMONAL KONTROLÜ -
‘’PROF. DR. METİN BAŞTUĞ’’
Derste;
• 1,25-dehidroksivitamin D reseptörleri
Kalsiyum(Ca+2)
• Hormon sekresyonu
• Kas kasılması
• Sinir iletimi
• Ekzositoz
• Enzimlerin aktivasyonu ve inaktivasyonu gibi birçok hücresel süreçte kritik rol oynar.
Hücre membranından hücre içine bilgi taşıyan bir hücre içi ikincil haberci olarak da çalışır.
Dolayısıyla serbest iyonize Ca ve zyolojik olarak aktif formu dikkatli bir şekilde
düzenlenmeye ve plazma iyonize Ca konsantrasyonu dar sınırlar içinde tutulmaya çalışılır.
• 1.0-1.3 mM
Fosfat (PO43-)
ATP molekülünün bir parçası olduğundan hücresel enerji metabolizmasında çok önemlidir,
ayrıca enzimlerin aktivasyon ve deaktivasyonunda önemli görevi vardır fakat plazma
Fosfat konsantrasyonu Ca gibi sıkı bir şekilde düzenlenmez ve seviyesi gün boyunca,
özellikle yemeklerden sonra dalgalanır.
Fakat bu hormonların Ca ve PO üzerine etkileri ters olabilir. Bir hormon bir iyonun
seviyesini artırırken diğerininkini düşürebilir.
• Düşük moleküler ağırlıklı organik anyonlarla (ör. fosfat, sitrat ve okzalat) birleşik halde
%10
fi
fi
Sağlıklı bireylerde Ca’un %45i serbest halde, %45i proteinlere bağlı ve %10u küçük
anyonlara bağlı şekildedir.
Vücut Ca’unun iyonize formu sıkı bir şekilde düzenlenir. İyonize form Ca’un biyolojik
etkilerine en fazla katılan, ve PTH sekresyonunun düzenlenmesinde rol alan en önemli
formdur.
Toplam vücut Ca’unun çoğu kemikte bulunur. 1 kg kadardır. Hücre dışı havuzdaki
toplam Ca bu miktarın çok küçük bir kısmıdır ve 1 g kadardır.
Diyetle alınan Ca günlük 800 ila 1200 mg kadardır. Süt ürünleri diyetteki Ca’un esas
kaynağıdır.
Diyetteki Ca’un yaklaşık yarısı (günlük 500 mg) bağırsaklardan emilmesine rağmen
ayrıca bağırsaklar günde yaklaşık 325 mg Ca’un atılmasına aracılık etmektedir. Dolayısıyla
bağırsaktan net Ca alımı 175 mg/gün’dür.
3. Organ olarak böbrekler günde toplam hücre dışı Ca havuzunun 10 katını, günde
10000 mg kadarını ltreler ancak bunun %99’u geri emilir. Sonuçta ltre edilen Ca’un
genel yoldan atılımı yaklaşık %1 kadardır. Bir kişide Ca dengesi söz konusu olduğunda
böbreklerden günlük atılan Ca miktarı 175 mg’dır.
fi
fi
Fosfat Dengesi
Bağırsaklar, böbrekler ve kemikler ayrıca fosfat(PO4-3) dengesini de düzenlerler.
Dolaşımdaki inorganik fosfatın iyonize (%50) ve Na, Ca veya Mg ile kompleks halinde
(%40) bulunan toplam %80-90lık kısmı böbrekler tarafından ltre edilebilir. Proteinlere
bağlı halde bulunan küçük kısmı (%10-%15) ltre edilemez.
Ca gibi toplam vücut fosfatının da çoğu kemikte bulunur. (Yaklaşık 600 mg.)
Çok küçük miktarda fosfat (100 mg kadar) yumuşak dokularda bulunur. Esas olarak
bunlar fosfolipitler, fosfoproteinler, nükleik asitler ve nükleotitler gibi organik fosfatlar
şeklinde yumuşak dokularda bulunur.
Yine küçük miktarda (yaklaşık 500 mg) hücre dışı sıvıda inorganik fosfat olarak bulunur.
Böbrekler fosfatın toplam hücre dışı havuzunu günde 7000 mg, 14 kez ltre eder ve
6100 mg kadarını geri emer. Sonuç olarak net renal fosfat atımı günde 900 mg’dır.
Gastrointestinal kanaldan net emilimle aynıdır.
fi
fi
fi
Kemik Fizyolojisi
Kemik, protein ve hidroksiapatit kristallerinden oluşan hücre dışı matrikse ve küçük bir
hücre popülasyonuna sahiptir. Matriks dayanıklılık ve kararlılık sağlar. (Kuvvet ve stabilite)
Hücresel elemanlar büyümeyi sağlamak için sürekli olarak kemiği yeniden yapılandırır ve
değişken streslere göre kemiğin yeniden şekillenmesine (remodeling) olanak sağlar.
Osteositlerin kemik içinden Ca’un kemik yüzeyine doğru transferine osteositik osteoliz
adı verilir. Sıkı kortikal kemik, uzun kemiklerin ve vücut ağırlığıyla başa çıkması için
dayanıklılık sağlar. (Hoca cümleyi aynen bu şekilde kurdu)
• Kemik resorpsiyonunun hızı zamanla sentezi aşabilir. Bu durumda kemik mineral kaybı
ile osteoporoz hastalığına neden olabilir.
Kemiğin protein ana yapısını oluşturan kollajen ve diğer hücre dışı matriks proteinlerine
osteoit adı verilir. Osteoit kemiğin mineral komponenti olan hidroksiapetit kristallerinin
çekirdeklenmesi için yer sağlar. (Nükleasyon bölgeleri oluşumu)
Osteoit yekpare bir bileşim değildir, esas olarak osteoblastlar tarafından sentezlenen
matriks proteinlerinin iyi bir şekilde düzenlenmiş halidir.
2 tane alfa-1 ve 1 tane de alfa-2 kollajen monomerlerinden oluşan bir üçlü heliks
yapısına sahiptir.
Hidroksiapetit kristalleri; kollajen li erin içinde, uzun ekseni, kollajen li erin uzun
ekseniyle hizalanmış şekilde yerleşir.
fl
fl
fl
fl
fl
fl
fl
fl
fl
Osteoblastlar, osteoitteki proteinlerini sağlamanın yanı sıra Ca ve fosfatın biriktiği hücre
içi vezikülleri dışarı salarak da mineralizasyonu düzenlerler.
Ca ve fosfatın ekzositozu o iyonların normal hücre dışı sıvıdan çok daha fazla seviyede
osteoblastlar etrafında toplanmasına, kristal çekirdeklenmesine ve büyümeye yol açar.
Osteoklastlar, hücrenin tırtıklı kenarı ile temastaki özgün bölgelerden kemiği rezorbe
eder. Osteoklastlar, kemik matriksindeki vitronectin’e membranlarındaki integrinler
aracılığıyla tutunur ve böylece kemik matriks’e sıkıca tutunmuş olur.
Osteoklastlar tırtıklı kenarlar boyunca sınırlı çözünme alanına doğru asit ve proteazları
salgılarlar. Asit sekresyonu V-tipi H+ pompası ve tırtıklı kenarlardaki CIC7 klor kanalları
aracılığıyla gerçekleşir.
RANKL, tümor nekroz faktör ailesinin bir üyesidir ve hem stromal hücrelerin ve
osteoblastların yüzeyinde membrana bağlı m-RANKL hem de bu hücreler tarafından
çözülebilen s-RANKL formunda bulunur.
RANKL, osteoklastların RANK adı verilen tümor nekroz edici faktör (TNF) reseptör
ailesinin bir üyesi olan membrana bağlı reseptörüne bağlanır. Bu etkiyelim olgun
osteoklastların oluşumu için mutlaka gereklidir.
RANKL aktivitesi TNF reseptör ailesinin çözülebilen bir üyesi olan osteoprotegerin
(OPG) reseptörünün kontrolündedir. RANKL gibi OPG de osteoblastik ve stromal hücreler
tarafından üretilir.
Paratiroid Hormon
(Parathormon)
PTH geni, 5’ bölgesinde hem D vitamini hem de A vitamini için cevap elemanları gibi
artış yönünde düzenleyici elemanlara sahiptir. Bir D vitamini metaboliti genellikle 1,25
dehidroksivitamin D reseptörünü kapladığı zaman D vitamini cevap elemanı D vitamine
reseptörüne (DVR) bağlanır. DVR steroid ve tiroid hormon reseptörleri gibi çekirdek
reseptör ailesinin bir üyesidir. Tiroid hormon reseptörü gibi D vitamini reseptörü de retinoid
x reseptörü (RXR) ile heterodimer oluşturur ve bir transkripsiyon faktörü gibi hareket eder.
Reseptör D vitaminin 1,25-dehidroksi formuna en yüksek a niteyi gösterirken 25 hidroksit
formuna da daha az ve daha çok olarak da ana vitamine, vitamin D2 ve D3’e karşı da
a niteye sahiptir.
fi
fi
PTH mRNA’nın sitozole taşınmasından sonra PTH granüllü ER’lerin ribozomlarında
sentezlenir ve salgılanmaya başlar. Önce 115 aminoasitlik bir pro-PTH (pre-PTH) olarak
kopyalanır. 25 aa’lik pre parçası PTH’un granüllü ER’nin lümenine taşınmasında rol oynar.
Bu sinyal dizisi PTH olarak parçalanır ve granüllü ER’ye girer. Salgılanma yoluna geçişte
90 aa’li pro-PTH işlenerek olgun 84 aa’lik PTH meydana gelir. Bu parçalanma etkili bir
biçimde gerçekleştiğinde depo granüllerinde artık bir pro-PTH’a rastlanmaz. Aksine bir 84
PTH, intakt PTH’un N ve C terminal bölümlerinin kırılması sekreter(secretory) granüllerde
başlar.
PTH Metabolizması
PTH bir kez salgılandıktan sonra serbest bir şekilde plazmada dolaşır ve hızlı bir şekilde
metabolize edilir.
Paratiroid şef hücrelerinin içindeki salgı granüllerinde başlayıp dolaşımda devam ederek
çoğunlukla karaciğerde PTH 33 aa’lik N-terminal peptit ve 36 aa’lik daha büyük C-
terminal peptit olarak iki esas parçaya ayrılır.
PTH’un bilinen bütün biyolojik aktivitesi özellikte böbrekten hızlıca hidrolize olan N-
terminal parçasında bulunur. Fakat C-terminal parçasının yarı ömrü N-terminal peptitten
ya da intakt 80 aa’lik PTH molekülünden daha uzundur. Dolaşımda PTH kaynaklı
peptitlerin tahmini %70-80i biyolojik olarak inaktif C-terminal parçası şeklindedir. Antijen
olarak tanınan fakat biyolojik olarak inaktif olan C-terminal parçalarının dolaşımda belirgin
şekilde varlığı hem klinik hem deneysel düzeneklerde PTH ölçümü için radioimmunoassay
yöntemlerin kullanılmasını zorlaştırır.
iyonu bağımlı kinazların uyarılmasına yol açar. İnsanlarda osteoblastik hücrelerde kemik
PTH reseptörü renal kortikal hücrelerdekine çok benzerdir
PTH’un kemik ve böbrekte net etkileri plazma Ca konsantrasyonunu artırmak ve plazma
fosfat miktarını düşürmektir.
Arkadaşlar çok özür dileyerek burada notumu yarım bırakıyorum. İyi çalışmalar başarılar.
BÜYÜME FİZYOLOJİSİ
Büyüme: Döllenmiş yumurtadan başlayarak yetişkinliğe hatta bazı hücrelerde
yaşamın sonuna kadar devam eden bir süreçtir.
• Ön hipofizden salgılanır.
• Fetal büyüme dönemine etkisi yok denecek kadar azdır, doğumla
birlikte etkinliği artar.
• Özellilkle kaslarda protein sentezini artırır. Bu etkisini de hücreye amino asit alımı,
ribozom sentez ve aktivitesini artırarak yapar.
• Bu iki hormondan etkili olan 191 amino asit e sahip olan growth
hormondur.
Büyüme Fizyolojisi Prof. Dr. Metin Baştuğ
• Growth hormon sekresyonu ACH gibi diürinal bir ritme sahiptir. Sabah
uyanma döneminde pik yaparken derin uyku ve yavaş dalga uykusu
sekresyonunu uyarır.
• Ghrelin hormonunun da GH üzerinde artırıcı bir etkisi vardır. Dolayısıyla kanda kan
şekerini artırıcı bir etki yapar.
GH SALGISINI UYARANLAR:
+ Egzersiz
+ Travma, stres, heyecan
+ Yemeklerden önce mideden salgılanan Ghrelin hormonu
+ Büyüme hormonu serbestleştirici hormon (GHRH)
+ Derin uyku
+ Artmış kan amino asit düzeyi
+ Azalmış kan serbest yağ asidi düzeyi
+ Hipoglisemi: azalmış kan glikoz düzeyi
+Testosteron, östrojen
+Ciddi protein eksikliğinin eşlik ettiği açlık
GH SALGISINI BASKILAYANLAR:
- Artmış kan glikoz düzeyi
- Şişmanlık
- Somatomedinler ( IGF’ler)
- Büyüme hormonu eksojen
- Büyüme hormonu baskılayıcı hormon (somatostatin=SS=GHIH )
- Artmış kan serbest yağ asidi düzeyi
- Yaşlanma
- Cortisol
- REM uykusu
Büyüme Fizyolojisi Prof. Dr. Metin Baştuğ
• GHR ( Growth hormon reseptörü ) 620 amino asitli 130 k-DA’lık Tirozin kinaz ilişkili
proteindir.
• GH Anabolik bir hormon olarak hücrelere amino asit alımını ve protein yapımını
artırıyor. Proteolizi baskılıyor.
• GH kaslarda glikoz alımını azlatıyor ama IGF 1’in bağlanmasıyla glikoz ve amino
asit alımı artıyor.
BÜYÜMEYİ ETKİLEYEN HORMONLAR
IGF-1:
• IGF-1’in düzeyi ile boy artışı arasındaki oranın uyum gösterdiği tek dönem puberte
dönemidir.
• Fetal dönemde ve ilk yıllarda IGF-1 düşük olmasına karşın büyüme hızlıdır.
• IGF-1’in düzeyi hayat boyunca devam eder ancak boy uzaması belli bir yaşa
kadar.
CİNSİYET HORMONLARI:
KORTİZOL:
İNSÜLİN:
• Anabolik etkilidir.
• IGF-1 salgılanmasını uyarır.
• Fetal yaşamda hücre bölünmesi ve differansiyasyonunu hızlandırır.
PARAKRİN VE OTOKRİN ETKİLİ DİĞER BÜYÜME FAKTÖRLERİ:
• Büyüme, döllenmiş yumurtadan yetişkinliğe hatta hayat sonuna kadar devam eden
bir süreçtir.
• Hipertrofi hücre hacmindeki artışı ifade ederken hiperplazi hücre sayısında artış
anlamına gelir.
• Büyüme; hücre proliferasyonu, protein sentezinde artış, ağırlık artışı ve boyda uzama,
maturasyonla giden karmaşık bir süreçtir.
Yaşam sürecinde büyümenin hızlı gerçekleştiği iki dönem vardır;
1-) Fetal büyüme dönemi→ Fetal dönemden başlayıp yaklaşık iki yaşına kadar devam eder.
2-) Puberte dönemi
Büyüme iki şekilde olur. Doğrusal büyüme ve vücut kitlesinde artış. Bu ders doğrusal
büyümeden bahsedeceğiz.
BÜYÜMEYİ ETKİLEYEN HORMONLAR
BÜYÜME HORMONU
• Ön hipofizden salgılanır.
• Fetal büyümeye etkisi yok denecek kadar azdır, doğumla etkinliği artar.
• Hücre bölünmesini artırarak kemik büyümesini hızlandırır. Bu etkisini IGF-1 aracılığı
ile gerçekleştirir.
• Özellikle kaslarda protein sentezini artırır. Bu etkisini hücreye amino asit alımı,
ribozom sentez ve aktivitesini artırarak yapar.
BÜYÜME HORMONU SALGISINDAKİ BOZUKLUKLAR
Cücelik:
Cücelik olgularının çoğu çocukluk döneminde gelişen yaygın ön
hipofiz salgısının yetersizliği sonucu oluşur. Genel olarak
vücudun tüm fiziksel bölümleri birbirleriyle orantılı gelişme
gösterir ancak büyüme hızı çok azalmıştır. Resimdeki birey 17
yaşında olmasına rağmen 4-5 yaşlarındaki bir çocuğun vücut
gelişimine sahiptir.
Büyüme Fizyolojisi Prof.Dr.Metin Baştuğ
Devlik(jigantizm) ve akromegali:
Ön hipofizin somatotrop hücre tümörleri fazla
miktarda büyüme hormonu salgılayarak
çocuklarda jigantizme erişkinlerde
akromegaliye neden olur. Tümörün büyümesi
ergenlikten önce ise kişi anormal bir boya
ulaşabilir.
Doğrusal büyümenin artık mümkün olmadığı
zamandan sonra; el ve ayakların olağandışı
büyümesi, osteoartrite bağlı vertebra
değişiklikleri, yumuşak doku büyümesi,
vücutta kıllanma ile alın ve çenede aşırı
büyüme gibi akromegalinin karakteristik
özellikleri oluşur. İç organların aşırı büyümesi
işlevlerinin gittikçe bozulmasına yol açabilir.
Hipofizdeki tümörler büyüme hormonunun
fazla salgılanmasına neden olurken aynı
zamanda optik sinire baskı yaparsa bilateral
hemianopsi de görülür.
Büyüme Fizyolojisi Prof.Dr.Metin Baştuğ
Büyüme hormonu karaciğere etki ederek oradan IGF-1 salgılatıyor. Bunun dışında farklı
organ ve dokulara etki ederek başka hormonların salgılanmasını sağlıyor.
Şekilde de görüldüğü gibi GHRH(büyüme hormonu salgılatıcı hormon)nin GH (growth
hormone, büyüme hormonu) üzerinde artırıcı, SS(somatostatin)nin ise inhibe edici etkisi
vardır.
Büyüme hormonunun somatotrop hormonlarda yapılması:
mRNA’dan transkripsiyon ve translokasyon yaşadıktan sonra düz
endoplazmik retikuluma pre-pro-hormon şeklinde gelir. Golgide
pro-hormon haline gelir. Ardından hormon olarak iki farklı türde
salgılanır.
22-kDa (kilodalton)’luk 191 amino asitlik büyüme hormonu
20-kDa’luk 176 amino asitlik büyüme hormonu
pvGH→ Plasentada büyüme hormonu birebir olarak bulunmuyor. Onun yerine büyüme
hormonunun plasental varyantı bulunuyor.
hCS1 ve hCS2→ Fötal yaşamdaki dönemde bu hormonların etkili olduğu düşünülüyor.
hPRL→ GH ile reseptörleri benzerdir. Bu sebeple bazen GH reseptörü, prolaktin reseptörleri
için agonist rol oynar.
GH sekresyonu gün içinde düşüktür.
Derin uyku ve yavaş dalga uykusu GH
sekresyonunu uyaran faktörlerdir. GH
sekresyonu aydınlık-karanlık
siklusundan ziyade uyku-uyanıklık
durumundan etkilenir.
Bu resimde GH sekresyonunun yaşa bağlı
olarak da değiştiğini görüyoruz. Yaş ilerledikçe
sekresyon azalır. Fakat yaşam boyu GH
salgılanması devam etmektedir.
Büyüme Fizyolojisi Prof.Dr.Metin Baştuğ
Büyüme hormonunun salgısı daha
çok GHRH tarafından yürütülür.
GHRH ön hipofiz bezindeki
büyüme hormonu hücrelerinin
(somatotrop hücreler) dış
yüzeyindeki özgül hücre zarı
reseptörlerine bağlanarak GH
salgısını uyarır.
GHRH’nin g-proteinle eşlenik bir
reseptörü vardır. Bu reseptör,
adenilat siklazı aktive eder.
Adenilat siklazın aktivitesiyle artan
hücrre içi cAMP düzeyi, protein
kinaz A aracılığı ile hücreye Ca+
girişini artırır ve GH’nin
salgılanmasını sağlar.
Somatostatin ise adenilat siklazı inhibe ederek etkisini gösterir.
HEDEF ETKİ
Kas ↓Glukoz alımı
Yağ ↑Lipoliz
Karaciğer ↑Glukoneogenez
Kas, yağ ve karaciğer İnsülin direnci
Growth hormonun uzun dönem (indirekt) etkileri
- Hedef dokularda IGF(somatomedin)’ler üreterek gerçekleştirir.
- Karaciğer, böbrek, kas, kıkırdak ve kemikte üretilirler.
• IGF-2, IGF-1’den farklı olarak fetüste de üretilir.
Yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi IGF-1 reseptörü, insülin reseptörüne oldukça
benzerdir. IGF-1 reseptörü, aynı insülin reseptörü gibi α ve β zincirlerinden
oluşmuştur ve tirozin kinaz alanı vardır. Öbür taraftan IGF-2 reseptörü, insülin
reseptörüne pek bir benzerlik göstermez.
Büyüme Fizyolojisi Prof.Dr.Metin Baştuğ
IGF-1:
- Büyüme hormonu etkisi ile karaciğerden salgılanır.
- Plazma düzeyi GH gibi dalgalanma göstermez.
- IGF-1 bağlama proteinine bağlanarak taşınır.
- Reseptörü IG1R, ES iki α ve TM iki β zincirine sahiptir.
- Kıkırdak oluşumu ve epifizyal büyümeyi hızlandırır.
- Protein sentezini hızlandırır.
- İnsülin benzeri etkisi ve antilipolitik aktivitesi vardır.
IGF-2:
- Düzeyi GH’a daha az bağlıdır.
- Reseptörü (IGF2R) farklıdır. Tirozin kinazı yoktur, tek zincirlidir.
- Bu farklılıklara rağmen metabolik etkileri ve büyüme üzerine etkileri IGF-1’e
benzerdir.
Büyüme Fizyolojisi Prof.Dr.Metin Baştuğ
BÜYÜMEYİ ETKİLEYEN HORMONLAR
TİROİD HORMONLARI
• Anabolik etkilidir.
• IGF-1 salgılanmasını uyarır.
• Fötal yaşamda hücre bölünmesi ve differansiyasyonunu hızlandırır.
Metin Hocanın canlı derste sorduğu birkaç soruyu da buraya ekliyorum.
1-) Hangileri büyüme hormonu sekresyonunu artırır? (2 tane seçilecek)
l-Glukoz
ll-Rem uykusu
lll-Glukagon
lV-Arginin
V-kortisol
2-) Büyüme hormonunun kısa süreli etkileri hangileridir? (3 tane seçilecek)
l-kaslarda glukoz alımını artırmak
ll-yağ hücrelerinde lipolizi artırmak
lll-kemiklerde kollajen sentezini artırır
lV-karaciğerde IGF sentezini artırır
V-karaciğerde glukoneogenezi artırır
3-) fötal dönemde büyüme üzerine etkili hormonlar hangileridir? (3 tane seçilecek)
l-büyüme hormonu
ll-insülin
lll-tiroid hormonları
lV-kortizol
V-insan koryonik somatomammotropin
Vl-prolaktin
4-) hangileri somatotrop hücrelerden büyüme hormonu salgılanmasını inhibe eder? (2 tane
seçilecek)
l-GHRH
ll-somatostatin
lll-TRH
lV-IGF-1
V-ghrelin
CEVAPLAR
1- lll ve lV
2- ll, lV ve V
3- ll, lll ve V
4- ll ve lV
Hocanın sisteme yüklediği ders kaydından ve geçen senenin notundan yararlanarak elimden
geldiğince anlaşılır bir not yazmaya çalıştım. Umarım faydalı olur. Herkese iyi çalışmalar…
M. HARUN KARABAĞ
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
Hücreler büyümek çoğalmak göç etmek için yapısal bütünlüğünü ve iç ortamını korumak, uyaranlara
cevap vermek ve farklılaştırılmış işlevlerini yerine getirebilmek için sürekli olarak çalışıyor. İnsanların
dinlenmesi sırasında bu hücrelerin çalışması sonucu metabolizma hızı ortaya çıkıyor ve bu hız bir
insanın toplam potansiyel enerji harcamasının %60-%70’ini oluşturmaktadır.
Hücreler enerjilerini
ATP den karşılıyor. Bu
yüzden hücreler için ATP
kaynağı gerekir. Bu
kaynak karbon bazlı
yakıtların yani besin
maddelerinin veya enerji
substratlarının yakılması
ile elde ediliyor. Bu
enerji substratları
monosakkaritler, serbest
yağ asitleri, esterleşmiş
yağ asitleri, amino
asitler ile keton
cisimcikleridir.
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
Anabolik yolak yani tokluk durumunda alınan besinlerin depolanması iken katabolik yolak enerji
gerektiğinde yani hücre içi AMP arttığı Ca2+ arttığı oksijenin azaldığı durumlarda aktive olan yolaktır.
Açlıkla ilgili yolak AMPK’yı aktive ederken aktif AMPK diğer taraftan mTORC1 aktivitesini inhibe
ediyor. Katabolik yollar glikoz serbest yağ asitleri ve beta oksidasyon gibi yollarla enerji oluşturuyor.
Kan glukoz düzeyi 60 mg/100ml altına düşerse (akut hipoglisemi) nöroglikopeni semptomları
(terleme, bulantı, kalp çarpıntısı) gözlenir. Ciddi hipoglisemide koma, konvülziyon ve ölüm gözlenir.
Bu yüzden kan glukoz düzeyinin sabit tutulması hayati önem taşıyor. Glukagon ve katekolamin kan
glukoz düzeyini 60 mg/dl üzerinde sürdürme işlevinde önemli bir role sahiptir.
Açlık kan glukoz düzeyinin 100 mg/dl üzerine çıkması durumunda ise glukoz intoleransı veya
diyabetes mellitus (DM) olarak adlandırılan, önemli metabolik ve osmotik bozukluklara neden olan
tabloya zemin hazırlar
Kandaki lipitler, yağ asitleri (FFAs), tigliseritler (TGs) ve kolesterol de glukoz metabolizması ile yakın
ilişkilidir.
Lipitlerin adipoz doku dışında birikmeleri (ektopik lipit) insülin direnci ve tip 2 DM’ye neden olur.
Başlıca hormonları biliyoruz. İnsülin, glukagon, epinefrin ve norepinefrin. Ek olarak başka birçok
hormon var. Adipoz dokudan salgılanan hormonlar kortikosteroidler, tiroid hormonları, büyüme
hormonunu da ekleyebiliriz ama ilk dört hormon esas ilişkili hormondur.
İNSÜLİN
• İskelet kası ve yağ hücrelerine glukoz alımını sağlar.
• Karaciğer iskelet kasında glikojen depolanmasını artttırır.
• Karaciğerden glukoz çıkışını baskılıyor.
• Karaciğer ve yağ dokuda trigliserit sentezini sağlar.
• Yağ dokuda trigliserit depolarının lipolizisini baskılar.
İnsülin anabolik bir hormondur. Tokluk durumunda kan glikozunun yükselmesini önleyip bu glikozu
daha sonra kullanmak üzere değişik formlarda (glikojen, yağ) depolamaya yönelik fonksiyon gösterir.
Ek olarak protein sentezini de arttırıyor ve doygunluk üzerine etkisi ile metabolik homeostasizi
düzenliyor.
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
Bu slaytta pankreas langerhans adacıkları beta hücresinden insülinin nasıl salgılandığını görüyoruz.
Glikozun GLUT2 dediğimiz taşıyıcı proteinlerden hücre içine girdikten sonra burada glikozun
glukokinaz enzimi ile glukoz-6 fosfata yıkılması ve daha sonra olayları başlatması durumunu
görüyoruz eğer burada glukokinaz enzimi hücrelerde olmazsa insülinin salgılanması duracaktır. Bu
durum genç yaşta ortaya çıkan Tip 1 diyabet türü sebebidir.
Yemek sonrası insülin sekresyonunu arttıracak faktörler olarak aminoasitlerde (lösin gibi) kolinerjik
stimülasyonunu söyleyebiliriz.
İncretinler kan glukoz düzeylerinde azalmayı uyaran metabolik bir hormon grubudur. Gastrik inhibitör
peptit(GIP), kolesistokinin, sekretin, gastrin adenliat siklazı aktive etmek sureti ile hücre içine Ca2+
girişini arttırarak insülin sekresyonunu arttırıyorlar .Diğer taraftan epinefrin ve norepinefrin alfa 2
adrenerjik reseptör aracılığı ile insülin salgılanmasını inhibe ediyor. Bu durum özellikle egzersiz
sıranda önemliydi. Diğer bir inhibe eden faktör de somotostatindir.
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
Bu slaytta insülinin
hedef hücreye
bağlanması ile hücre
içi sinyal yolakları
aracılığı ile
gerçekleşen etkiler
görülüyor. İnsülin
bir tirozin kinaz
aktivasyonu sağlıyor
ve fosfo tirozin
rezidüleri ile 3
adaptör protein işe
katılıyor. Bunlardan
bir tanesi IRS1-4
proteinleri diğeri
SHC yolağı
sonuncusu burada
görülmeyen APS
SOX yolağı(?). Bu yolaklar mitojen aktive edilen aktive protein kinaz yolağına çıkıyor. Yoldaki önemli
faktörlerden bir tanesi SREBP1c (Sterol Regulatory Element-Binding Protein 1c). SREBP1c birçok
enzimin genetik olarak ifadesini sağlıyor. SREBP1c den anahtar rol oynayan yolak olarak
bahsedebiliriz. SOX ailesi APS ile birlikte IRS proteinlerini azaltıyor diyebiliriz. Esas olarak etkilerini
gerçekleştirdiği mTORC ve SREBP1c ile insülin genetik olarak nükleustan hücre içine birtakım
proteinlerin sentezini sağlıyor. Bu yüzden SREBP1c yolağına anahtar bir yolak diyoruz.
GLUKAGON
• Karaciğerde glikojenoliz ve glukoneogenez ile glukoz üretimini sağlıyor
• Karaciğerde glukozun glikojen ve lipitlere dönüşümünü azaltıyor
• Glukozun yağ doku ve kasa alımını azaltıyor
• Hepatik ketogenezi arttırır
• Kas ve yağ dokuda glukeneogenik substratların salgılanmasını arttırıyor
• Yağ dokuda hormon duyarlı lipazı ve serbest yağ asidi salınımını arttırır.
Önceki derslerde
katekolaminlerden
bahsetmiştik.
Katekolaminler alfa 2
reseptörü aracılığı ile
insülin salgılanmasını
baskılıyor. Amino asitler de
benzer şekilde glukagon
sekresyonunu stimüle
ediyorlar. Katekolaminler
beta 2 ve 3 reseptörleri ile
G protein bağlı sinyal
yolağıyla cAMP’yi arttırarak
glukagon sekresyonunu
stimüle ediyor.
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
ENERJİ METABOLİZMASI
Enerji metabolizmasında özellikle 3 organdan bahsediyoruz çünkü hem enerjinin kullanımı hem de
depolanmasında baskın rol oynuyorlar. Bu organlar karaciğer, iskelet kasları ve yağ dokusu.
Hipotalamusu da bu organlara ekleyebiliriz. Hipotalamus hormonlar aracılığı ile besin maddelerine
yanıt olarak yakıtların alınması, kullanılması ve depolanmasında önemli rol oynuyor. Bunlara ek
olarak gastrointestinal kanaldan (GIK) ve yağ dokusundan kaynaklanan enerji metabolizmasını
düzenleyen diğer hormonlardan da bahsedebiliriz.
Tokluk durumunda
karaciğer hücresinde
kan glukozu yükselince
GLUT 2 taşıyıcılar ile
karaciğer hücresine
glikoz giriyor ve insülin
siyah oklar ile gösterilen
yolağı stimüle ediyor
yani o yolakları aktive
ediyor sarı ile gösterilen
yolakları inhibe ediyor.
Glikojen depolanmasını
sağlıyor. Karaciğerde 80
gram civarında glikojen
depo edilebiliyor. Glikoz
glikolize giriyor
sonrasında pirüvat
aracılığı ile trikarboksilik
asit döngüsüne ve
oksidatif fosforilasyona girip ATP oluşumu sağlanıyor. Elektron transport zinciri aracılığı ile NADH
oluşuyor. NADH’ın fazla oluşması sonucunda Malonil-CoA (MAL CoA) aracılığı ile de nova lipogenez
işlemi ile yağ asitleri ve VLDL oluşumu sağlanıyor. Bunlar karaciğerde depolanıyor hücre dışına
salgılanmıyor. Dolaşımdaki şilomikron rezidüleri (CR) de hücre içerine alınıyor. İnsülin bu sırada
glikoneogenezi ve glikojenolizi baskılıyor.
Burada diğer
monosakkaritimiz
fruktozdan bahsedeceğiz.
Galaktoz glikoza dönüşüp
glikoz ile aynı yolağı izliyor.
Burada fruktozun pirüvat
oluşması için anahtar enzim
fosfofruktokinaz 1(PFK1)
enzimi olduğunu söylemek
gerekir. Fosfofruktokinaz 1
(PFK1) enzimi fruktoz-6
fosfatı früktoz-1,6-bifosfata
dönüşüyor. O da daha
sonra pirüvata dönüşecek.
Bu yolakta fruktoz-2,6
bifosfat fosfofruktokinaz
enziminin aktivatörü olarak
rol oynuyor. Fruktoz-2,6-bifosfat oluşumunu sağlayan fosfofruktokinaz 2 (PFK2) enzimininin
aktivasyonunu sağlayan insülin ve protein fosfatazlardır. Sonuç olarak fruktoz metabolizmasında
fruktozun pürivata parçalanmasında SREBP1c yolağı etkili değildir. İnsülin protein fosfatazlar ile
protein fosfokinaz 2 (PFK2)yi aktive ederek protein fosfokinaz 1 (PFK1) i aktive ediyor. Glukagon ve
katekolaminler protein kinaz A (PKA) ile fosfofruktokinaz 2(PFK2) yi inaktive ediyorlar ve fruktoz-2,6
bisfosfattan fruktoz-2,6-bifosfataz enzimi aracılığı ile fruktoz-6 fosfata dönüşümünü sağlayan bir
yolaktır. (Bu slaytı hoca biraz karışık anlattı. Tam olarak açıklayamamış olabilirim. Ders kaydından
dinleyebilirseniz daha yararlı olabilir. Kusura bakmayın. Kayıtta 27.05)
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
Karaciğerde aktif
mitokondriye giren
pirüvat tokluk
durumunda ATP ve NADH
bol miktarda oluştuğunda
trikarboksilik asit siklusu
başlıyor ve oluşan sitrat
sitoplazmaya geçiyor.
Burada gösterilmemiş
ama sitratın bir kısmı
kolesterole de karbon
veriyor. Karaciğerde
başta olmak üzere iskelet
kası ve meme bezinde de
nova lipogenaz
gerçekleşiyor ve sitratın
yağ asitlerine dönüşmesi
gerçekleşiyor. Bu aşamada yine SREBP1c transkripsiyon faktörünün rolünü görüyoruz. ATP sitrat liyazı
(ACLY) Asetil-CoA karboksilaz 1 ve 2 (ACC1&2) enzimlerini yine yağ asiti sitrat enziminin
aktivasyonunu ve lipogenik gen ekspresyonu ile sağlayan PKB/AKT yolağı sayesinde SREBP1c
transkripsiyon faktörünün burada rolünü görüyoruz.
Önceki slaytta
anlatılanlara ek olarak
Asetil-CoA karboksilaz 1
(ACC1)aktivitesi insülin
tarafından
defosforilasyon ile aktive
edilmektedir. Tersine
açlık durumunda Asetil-
CoA karboksilaz 1(ACC1)
ve Asetil-CoA karboksilaz
2( ACC2) enzimleri AMPK
tarafından fosforile
edilerek inaktifleştirilir.
AMPK ile aktifleşen
malonil CoA
dekarboksilaz (MDC)
enziminin oluşumu da
antagonize edilir. Bu
Asetil-CoA karboksilaz ile oluşan malonil CoA mitokondri dış membranında Karnitin Palmitol
transferaz-1 (CPTI) i inhibe eder ve böylece oksidasyon ve ketogenez de inhibe edilmiş olur.
Özet olarak insülin; karaciğerde glikojen sentezini, glikolizi, de novo lipit sentezini, pentoz fosfat
yolunda NADPH üretimini, protein ve organel sentezini (bunu mTORC1 ile yapıyor) stimüle eder.
Glikojenoliz ve glukoneogenez ile hepatik glukoz üretimi yağ asit oksidasyonu ve ketogenez
proteolizisi inhibe eder.
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
Anabolik yollar mTORC1
yolağı ile gerçekleştirilirken
açlıkta AMPK yolağı
mTORC1i baskılıyor ve
katabolik yolağa giriyor bu
sayede açlıkta özellikle
beyin için gerekli glikoz
dolaşıma sağlanmış oluyor.
Sonuç olarak toklukta
amino asitler ve insülin
mTORC1 ile stimüle olur.
mTORC1 protein sentezini
stimüle eder.mTORC1 de
novo lipogenezi SREBP1c
ile stimüle eder. Aşırı ATP
nedeniyle bu yolakta AMPK
inaktiftir.
İSKELET KASI
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
ADİPOZ DOKU
(Hormonların yazılı olduğu slaytlar bu sayfaya sığmadı o yüzden bir sonraki sayfaya ekledim. Hoca
sadece adlarını okuyup hızlıca geçti. Bir sonraki sayfadan bakabilirsiniz.)
Vücut kitle indeksini Kg / m2 oranı olarak söyleyebiliriz.
Sağlıklı kişilerde bu oranın 20 ile 25 arasında olması istenir. Değerin 25 üzerinde olması kilolu olarak
adlandırılır. 30’un üzerinde olması obez olarak tanımlanır. Bel çevresi ve kalça çevresi ölçümü sonucu
ikisinin oranı da önemlidir. Bel ve kalça çevresi oranının kadınlarda 0.85’ten küçük olması erkeklerde
0.95’ten küçük olması sağlıklı bir vücut yapısını gösterir.
METABOLİZMAYA ETKİLİ FAKTÖRLER PROF. DR. METİN BAŞTUĞ
Mehmet TUNA