Aysel Özakın Kanal Boyu Yazko Yayınları

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 88

KANAL Bf>YU

öyküler
VAZKO
TDrkocaQı Cad. 17-19
CoQaloQiu-lstanbul
�7845

Yazarın öteki kitapları:

GURBET YAVRUM, roman


SESSiZ BIR DAYANIŞMA. roman

ALNlNDA MAVI KUŞLAR. roman 1979 Madarafı ÖdDID•


GEN KIZ VE ÖLOM. roman. 2. basım

Bu kitap AQaoQlu Yaymevl Testslerrnde


diz/ldl, badJidı, ciit/endi. 27 73 37
Kapak: Leyla Uoansu
Istanbul 1982
'ı?

p
KANALBOYU

AYSEL ÖZAKIN

Yazarlar ve Cevlrmenler Yayın Oretlnt


Kooperatifi
BERLiN'İN ESMER ÇOCUKLARI

Onu gözden kaçırmamaya çalışıyorum. Ki­


lisenin arkasındaki alanda hırçın ve coşkun
yüzüyle genç bir Alman erkeği gitar çalıp şar-­
kılar söylüyor. Bira içenler, çörek yiyenler,
şarkıcıyı çığlıklar atarak destekleyenler, öpü­
şenler, bir çember olup çocuksu bir biçimde
oynayanlar, birbirlerinin kırmızı, yeşil, mavi,
sarı boyalı yüzlerini öpenler, bedenlerini, duy­
gularını bağımsız bir dalgalanmaya bırakan­
lar, dalgınlıklarını ve yalnızlıklarını üstlerin­
den atamayarak tek başıanna hafif hafif,
belli belirsiz dansedenler, birbirlerinin yüzle­
rini ellerindeki fırçalarla sevecenlikle boya­
yanlar. . . Önu gözden kaçırmamaya çalışı­
yorum. Başörtülü küçük kızı.. . Kirli blu­
cini, bol gri kazağıyla, genç şarkıcı mik­
rofona doğru çığlıklar atıyor ve polise, kü­
çük burjuva ölçülerine, tutuculuğa karşı
hıncını haykınyor. Başörtüsü, uzun manto...
su, kalın çoraplarıyla yoksul bir kadın gibi
giyinmiş küçük kız kalabalığın içine giriyor,
çıkıyor, koşuyor, durgunlaşıyor, çığlıklara
kulak kabartıyor, gülümsüyor, kendi kendi­
ne mırıldanıyor. Onu, en çok onu anlamak
istiyorum. Yabancı bir işçinin başörtülü kü­
çük kızının karışık dünyasına girmek istiyo­
rum. Nasıl amınsayacak bütün bunları? Çığ­
lıklar atan, öpüşen, sıçrayan, yüzlerini çığ-

7
lıklarının rengine boyayan bu sanşm genç
kalabalığı ve kendi yabancı, ürkek, başörtülü
çocukluğuııu? Nasıl içiçe anunsayacak bütün
bunları? Genç ev işgalcilerinin kilisenin ar­
kasındaki alanda düzenledikleri şenlikte onu
hep izledim. Kendi yurttaşı olan yaşıUarını
buldu. Çocuklar için açılmış masalarm önüne
koşarak gittiler. Masaların üstünde alçıdan
ve hamurdan yapılmış rengarenk bebekler
ve küçük hayvan figürleri vardı. Çocuklar.
istediklerini seçip alıyorlardı. Helezonlar bi­
Çiminde, bakır tellerden yapılmış garip bir
müzik aleti vardı ve çocuklar çarnaklann ucu­
na geçirdikleri madeni halkaları bu tenerin
üstünden geçirerek tatlı tınlamalar duyabili­
yorlardı. Bu oyuncakların başına en çok üşü­
şenler esmer çocuklardı. Daha çok Türk iş­
çilerin yaşadığı bir semtti bu. Ev işgallerinin
de en çok olduğu bir semt ... Genç ev işgal­
cileri küçük esmer çocukları çok hoş tutma­
ya çalışıyorlardı. Onların oyuncaklar karşısm­
daki açgözlülü�ünü, birbirleriyle çekişmele­
rini, zaman zaman arsız ve kaba şakalarını
hoşgörüyorlardı. Boya şişeleriyle dolu bir ma­
sa da vardı. İsteyen eline fırçayı alıp ağaca
asılı aynanın karşısına geçiyor ve yüzüne is­
tediği resmi yapabiliyordu. Geometrik biçim­
ler, çiçekler, yıldızlar, çizgiler ... Sanşın f
cuklar kendileri gibi yüzleri boyalı genç an­
ne babalarının omuzlarında dolaşıyordu. Es­
mer çocuklar da yüzlerini boyamaya giriış­
ınişti. Onların anneleri babalan bu şenlikte
yoktu. Onlar tek başlarına, ya arkada§lany­
la bu şenliğe katılmıştı.
Küçük başörtülü kız da eline bir fırça al­
dı, boya şişesine çekingenlik ve ürkeklikle
daldırdı ve birden burnunun üstüne kırmızı

8
bir leke kondurdu. Aynaya baktı, gülümsedı.
Alnına sarı bir çizgi çekti. Yanaklarına mavi,
yeşil . . . Yeniden aynaya baktı. Gülümsedi. Ne
kadar tutuk bir gülümseme! Ne kadar eski,
ne kadar yalnız bir çocuktu o!
Hemen arkasında duruyordum. Bir süre
daha beklemek istiyordu. Onun karmakarı-
"'Şık, paramparça dünyasına girmek için .. . Ne
kadar üzgündüm ben de! Bu sarışınlığın, bu
,belki de umutsuz özgürlüğün insanı olamaz·
dım. Küçük kızın geldiği toplumdan gelmiş·
tim ben de. Ama o toplumun özgürleşme ola­
nağı bulan kadınlarından biriydim. İstesem
bu alanda ben de şarkılar söyleyip dansedebi­
lirdim. Ama onun bulunduğu bu alanda, kü­
çük başörtülü kızın bulunduğu bu alanda
bağlıydım ben de. Uzak ve acılı bir ülkenin
insanıydım. Burada ise ürkek ve kapalı ya­
şayan, bir topluluğun insanı . . .
Odun ateşinin alevleri neşeli, genç yüzleri
aydınlatıyordu. Gençliği, özgürlüğü sınırsız
yaşamak istiyordu onlar. İşgal ettikleri evier­
den bakıp alay ediyorlardı mülk sahipleriyk.
hayatı da bir mülk gibi yaşayanlarla. .. O:
lardan hoşlanıyordum, ama hiçbir zaman on­
lardan biri olamazdım. Gittim, küçük kızın
elinden tuttum. Alnını okşadım. Çok utandı
tenden. Yüzü kızardı. Türkçe konuştuğum
için çok utandı benden. Yüzünü boyadığı için,
· Alman çocukları gibi oynadığı için onu azar­
layacağımı sanıyordu belki. Buradaki sarışın
genç insanların onu azarlamayacağını bili­
yordu ama annesi,- teyzesi, babası gibi Türk·
çe konuşanlar böyle davrandığı için azarlat
yabilirlerdi onu. Eliyle yüzündeki boyaları
ovuşturtiyor, onları çıkarmaya çalışıyordu.
Oysa ben onu göğsüme bastırmayı, karışık-
lıktan kurtulması için ona yardımcı olmayı
istiyordum. Şaşırmıştı, bir anlam vermeye ça­
lışıyordu ona gösterdiğim yakınlığa. İlerde
anılar acaba nasıl dikilecekti karşısına? O da
annesi gibi bir kadın olunca, belki de kocası
ve çocuklarıyla, yorgun bir kadın olunca. ..
Almanya'da bir işçi çocuğu olarak yaşadığı
çocukluğun u düşününce ...
Berlin'de ne kadar az görüyoruz güneşi!
Mayısın ilk akşamı ve neredeyse kar serpişti­
recek bu alacakaranlık alana.
((Kalsın, dedim, bırak, silme yüzündeki bo-
yaları. Baban ne iş yapıyor? ıı
ccÇikolata fabrikasında çalışıyor.))
<rAnnen? ıı
ııBulaşık yıkıyor.ıı
ccSen? ıı
. ((Kuran kursuna gidiyorum.ıı
((Niye? »
((Babam 'git', diyor.ıı
ccBurayı seviyor musun? n
((Sevmiyorum.ıı
ccNeden? »
((Burası kötü.ıı
ccNeden kötü? »
<<Bilmem, kötü.>>
<'Peki bu insanlar kötü mü? Bak bunlar? n
((Onlar kötü değil. Ama burası kötü.»
cePeki ama niçin? >>
((Soğuk da ondan.>>
((Türkiye'de mi yaşamak istiyorsun? ıı
((Evet.>>
ıcNiçin? ıı
((Orada dedemgile gideriz.n

10
<<Nerede onlar?ıı
((Alacık köyünde.ıı
ccAlacık köyü hangi şehirde?ıı
ccBilmem.ıı
ccBüyüyünce ne olmak istiyorsun?ıı
ccBilmem.ıı
,, · · cc Annen gibi olmak ister misin ?ıı

ccİstemem.ıı
ccRüyanda en çok neyi görürsün?ıı
ccBizim tavukları.ıı
Onu çağırdılar; fırlayıp gitti. Öteki esmer
çocuklar çağırdı onu.
Sahnedeki genç erkek şimdi işgaller sıra­
sında yakalanıp hapishaneye götürülüşünü
anlatıyo:ı.·. Hücrede geçirdiği günleri anlatı­
yor. Sesten, insanlıktan, zamandan ayıran
beyaz duvarları ... Küçük başörtülü kıza duy­
duğum sevgiyi birden ona da duyuyorum.
Baskılardan acı duymak birden birleştiriyor
hepimizi. Yeniden gitarını eline alıyor ve
haykırarak şarkı· söylüyor. Sık sık ccEmanzi­
pationıı sözünü duyuyorum onun sınırsız, kız­
gın, tatlı sesinden.
Alanda herkes dansediyor. H�rkes dilediği
·

gibi, içinden geldiği gibi. .. Ben ise bedenimi


düşüncelerimin denetiminden kurtaramıyo­
rum. Başka acının, başka baskıların, başka
toplurnun insanıyım. Bunun bilinciyle tutu­
yorum kendimi. Sanki kendime taşkınlık vll
şenlik hakkı tanıyamıyorum.
Birden sarişın başların arasında küçük es·
mer başlarında kıpırdadığını gördüm. Küçük
esmer yüzlerin güldüğünü, sıkılganlıkla gül­
düğünü gördüm. Onlar da dansetmeye ko­
yulmuşlardı; çevrelerine bakıyorlar ve beden­
lerini, kollarını, boyunlarını kıvırmaya çalı­
şıyorlardı.

ll
O cıa dansedlyordu. Küçük başörtülü kız
da Kuran kursuna giden küçük utangaç
.. .

kız da .. . Beni o anda görmemesini ne kadar


isterdim! Benden korkmamasını. . .
Birden bütün sevinci, bütün özgürlüğü don­
du. Ufak bedeninin kıvrılışından çok utandı.
Kalabalıktan tek başına çıktı. Uzaklaştı. Göz­
den kayboluncaya kadar arkasından baktım.
Kar serpiştiriyordu. Akşamın buğulu ma­
viliği alana iniyordu.

12
OLANAKLAR AŞILABİLİR Mİ?

Heitereiter meyhanesi, yeni davranışları,


yeni yaşama biçimlerini arayan genç insan­
larla doluydu. Giyimlerinin, saçlarının dağı­
nıklığı arasında bir arayışın ışıltılarını sa·:;an
insanlarla ...
Sarı, kıvırcık saçları, pamuklu yeleği, boy­
nundaki ince bezden eşarbıyla bu genç in­
sanlardan biri olan garson, yeni gelenlere ne
istediklerini sorarken elini onların omuzuna
koyuyor, sevecenlik ve dostıukla yüzünü on­
ların yüzüne yaklaştırıyordu. Böylece buraya
gelenlerin, kendilerini bira içilip hesap öde­
nen bir meyhanede değil de, bir dostun evin­
deymiş gibi hissetmelerini sağlıyordu. Bir
barmak gibiydi burası. Dışardakl kar, dışar­
daki düzen, gecenin ilerleyişi unutuluyordu,
uzak bir yerdi sanlti. Kapının önünde uzayıp
giden geniş caddeden, kapılan erkenden ki­
litlenen yüksek yapılardan uzak bir yer ...
Barın hemen arkasındaki masada, ince
omuzlarını büzerek, ellerini masanın üstünde
kavuşturarak tek başına oturan Hanna sol­
gun yüzüyle, yalnızlık duygusunu, hüzüniii
umudunu burada özgürce yaşamak istiyordu.
Garson onun ince sırtını okşadı. Bir sevgili,
bir kardeş gibi yüzünü onun yüzüne yaklaş ·

tırdı. Hanna çekingen bir sevinçle ona bir


bira içmek istediğini söyledi.

13
Gecenin ilerlemiş saatlannda iki gitarist
geldi. Dip taraftaki sofaya çıktılar. Yanyana
durarak gitarıarını ellerine aldılar. Gitarist­
lerden biri ancak onaltı, onyedi yaşında var­
dı. Yeleği, çeşitli sloganlar taşıyan rozetlerle
doluydu. Kumral saçlan henüz çocukluktan
kurtulamamış omuzlarına dökülüyordu. Rok
müziği çalarak şarkılar söylemeye başladılar.
Ev işgalcileri ellerindeki kumbaralarla ge­
lip para toplayıp gidiyorlardı. Dergiler, bro­
şürler satılıyor, duyurular dağıtılıyordu.
Sofanın dibinde beş ·erkek arkadaşıyla bir-·
likte oturan Sabine sürekli şakalaşıyor, kah ­
kahalar atıyor ve boşluk duygusundan kor­
kuyormuş gibi ardarda bira. içiyordu. Birden
yanıbaşında oturan yumuşak, -dingin yüzlü
erkek arkadaşını dudaklarından öptü.
Hanna ise, uzaktan, genç gitariste bakıyor­
du. Kırık bir anıyla · yüklü gulümseyişiyle,
dünle yarın arasında yaşadığı terkedilmişlik
duygusuyla...
Genç gitarist hayat karşısındaki derieysiz­
liğini parmaklarını gitannın tellerini vura­
rak aşıyordu sanki. O anda çekingen, çocuk­
su yüzünü bir dayanıklılık, bir olgunluk kap­
lıyordu. Geçmişle gelecekle ilgili çok şey bi­
liyormuş gibi kayıtsız bakıyordu çevresine.
Hanna köşesinden gülümsedi ona.
Öteki masalarda arkadaşlarıyla, ya da sev­
gilileriylc oturanlar ise, az önce plaklardan
yayılan rok müziğinin bir benzeri olarak, bir
fon müziğ� gibi algılıyorlardı iki gitaristin çal­
dığı parçalan.
Gece uzakta akıp giderken kapı açıldı ve
Roland tekerlekli iskemiesiyle içeri girdi. Ro­
land önceden kafayı bulmuştu. Kapanan bir
meyhaneden çıkmış, karlı kaldınmlarda, te-

14
kerlekli iskemiesini zorlukla sürerek açık bir
meyhane aramıştı. Açık mavi kot takım el­
bisesiyle dolaşıyordu bu dondurucu soğukta.
Sarı saçlarının traşı bir devlet memurunun
traşını andırıyordu.
Roland içeri girer girmez masaların ara-
..sındaki boşlukta iskemiesini hızla sürerek iki
genç gitaristin bulunduğu sofanın tam kar­
şısında durdu. Garsona burada bulunanların
seslenınediği bir biçimde seslenerek: «Büyük
bir biraıı diye haykırdı. Bira kadehi yanında­
ki masanın üstüne konulur konulmaz Roland
kadehi kaptı, bir dikişte yarıladı, sert bir gü­
rü.i.Lüyle yeniden masanın üstüne koydu ka­
dehi. İri mavi gözlerini yumarak dudaklarıy­
la bir daire çizdi: Ve «Oooo! oooo!>ı diye ses­
ler çıkararak müziğe eşlik etmeye koyuldu.
Kollarını kaldırdı; iskemiesini sırtıyla ileri
geri hareket ettirerek dansetmeye başladı.
Belden aşağısı tutmayan bedenini olabildiği
kadar kıvırarak ... Olabildiği kadar ... Ama
Roland bu olabilenle yetinmemek için coşkun
bir çabayla çırpınıyordu. Sanki tek özlemi
buydu: Dansedebilınek ... Zaman zaman el­
lerini çırpıyor, başını ileri geri, sağa sola,
hızlı bir tempoyla sanıyordu. Bir ara bir düş ·

ten uyanır gibi duruverdi. Çevresine bakındı.


Bakışları donuk bir şiddetle doluydu. Birden
çevresindekilere bağırdı: ((Niçin? Niçin?ıı O
kadar.. . Sanki ((Niçin siz de dansetmiyorsu­
nuz?» diye soruyordu. Yeniden gözlerini yum­
du. Başını geriye itti. Yeniden iskemiesini
hızla, hızla ileri geri hareket ettirmeye ko­
yuldu.
Sabine başını önüne eğerek gülmeye baş­
ladı.
Erkek arkadaşlarından biri ötekine: «(:ma
acımak ona saygısızlık etmektirıı dedi.
Bir başkası yanındakine şöyle söyledi: «İn­
san olanaklarını aşan bir savaşa girişmemeli. ı)
Roland gerçekten dansettiğini düşleyebi­
liyor muydu acaba? Bunu başarabiliyor muy­
du? Sınırlarını unutmayı, kendisini bir baş·
ka hayatın sınırları içinde duymayı başara­
biliyor muydu? Gözlerini açmadan elini yan­
daki masada duran kadehe doğru uzattı. Ka­
dehi kavrayacağı anda kadeh devrildi. Ma­
sanın üstüne biranın köpükleri yayıldı. Ro­
land gözlerini açtı. Masadan yere sızmakta
olan biraya baktı. Uzun uzun baktı. Birden
iskemiesini hızla geri geri itmeye koyuldu.
Hızla
. . .O anda yoluna çıkanı devirebilirdi.
Masaların arasındaki aralıktan kurtulup ba­
rm yanına gelinceye kadar hızını kesmedi.
Sonra birden kesti hızını. Durdu, gözlerini
Hanna'dan hiç ayırınadı artık. Hanna da eli
şakağında ona bakıyordu. O anda Hanna ba­
kışlarını Roland'dan ayırmamak için kendiy­
le savaşıyordu. Sakat bir insana bakar gibi
-değil de ilgi duyulan, yakınlık duyulan bir
erkeğe bakar gibi bakmayı başarmak istiyor­
du Hanna. Roland donuk bir şiddetle dolu
bakışlarıyla bunu anlamak istiyordu işte. Kot
ceketinin cebinden bir cigara çıkardı. Dudak­
larının arasına yerleştirdi. Aynı anda Hanna
da masanın üstünde duran paketinden bir
sigara aldı; dudaklarının arasına yerleştirdi.
Önce Hanna kibritini çaktı. Yanmakta olan
kibriti önce Roland'ın dudakları arasındaid
sigaraya doğru uzattı. Şaşılası bir çeviklikle
Roland da çakmağını cebinden çıkardı. Çak"
nıağın alevini Hanna'nın dudakları arasında·
ki sigaraya doğru uzattı. Aynı anda, birbir­
lerinin aleviyle yaktılar sigaralarını. Hanna
·

ı
Roland'ın sigarasını yakmış olan kibriti önün­
deki tabiaya bıraktı. Eğdi yüzünü. Bir daha
Roland'a bakmadı. Roland ise Hanna'nın ya­
nında duran boş iskemleyi kavradı birden.
Tek eliyle iskemleyi havaya kaldınp hızla
arkaya koydu. Sonra tekerlekli iskemiesini
·· ağır ağır, özenle, boşalan iskemlenin yerine,
Hanna'nın yanına doğru sürdü.
İkisi de başları önlerinde, hiç konuşmadan,
öylece duruyarlardı şimdi.
BERLiN'DE Mİ YAŞLANACAÖIM?

Pulun üstünde <CBüyükada» damgası...


Berlin'deyim. Penceremin önünden arabalar
akın akın geçiyor. Tam karşıda kurşuni blok
apartmanlar yükseliyor. İçinde kimler nasıl
yaşıyor, nelerle mutlu oluyorlar, nelere kızı­
yerlar tasarlıyamıyorum. Yabancı bir ülkeye
gelip yaşamak yeniden doğup büyümeye baş­
lamak gibi bir şey oluyor. Önce hiçbir şey al­
gılayamıyor insan, hiçbir şey anlıyamıyor.
Sonra günler geçtikçe kentin yapıları, renkle ·

ri, yüzlerdeki anlam, hayatın hızı belirginleş­


meye başlıyor.
Elimde «Büyükada»dan gelmiş mektup ...
Çam ormanları, eski ahşap yapılar, tepedeki
manastır, kıyı kahveleri, kediler, martılar .. .
Gemi yanaşıyor. Elimde mektup zarfı yerine
Büyükada'yı tutuyorum sanki. Yeşil bir ba­
dem ... Sımsıkı tutuyorum onu, özlem dolu
sıcak avucumda . . .
Büyükada yazları gürültücü ve gösteriş
düşkünü insaniann oluyordu. Kışın ise bi-
zim . . . Şehirde oturacak başka evi olmayan-
ların .. . Ekim ayının başlarında gemiler şe-
birdeki sıcak ve konforlu evlerine göçeden
yazlıkçıların eşyalarını taşıyordu... Biz on­
ların göçedişine hem seviniyorduk hem de kış
aylarının hüznüne hazırhyorduk kendimizi.
Kış aylarında son vapur akşam sekiz buçuk-

19
ta kalkıyordu. Büyükada'da oturan her in­
san son vapurun kalkışını bir odaya kilitle­
nen bır çocuk kırgınlığıyla hissederdi. Bizleri
adanın ıssız eteklerinde bırakıp giderdi ışıklı,
beyaz gemi. Bizler denizin ortasında, sanki
dünyanın uzağında, martılarla birlikte kalır­
dık. l3enim gibi yalnız yaşıyan insanlar ise
en çok duyardı bunu. Sokaktaki her sesi he­
yecanla dinlerdim. İşte yılki atıarı tepeden
indiler. Soğuk havalarda bile dayanarnayıp
balkona çıkardım. Atlara bakardım. Sokak
lambasının aydınlığında, çiseleyen yağmur­
da, atlar yelelerini ağır ağır sallıyarak yor�
gun, geçip giderlerdi.

Zarfı açtım. Berlin'deyim. Adanın bütün


kusurlarını bağışladım. Bana verdiği bütüu
hüznü, lodoslu, sisli havalarda kalkmayan
gemilerirıi, uykularımı bölen martı sürüleri­
ni, adanın en küçük evi olan soğuk evimi,
adadaki melankolikleri, intiharları, herşeyi
bağışladım. Berlin'deyim. Güneşi özlüyorum.
Mektup Melike'den geliyordu. Geçirdiği gü­
nü anlatıyordu Melike. Pazara gitmişti, ate­
şe ıspanak koymuştu. Oğlunun okuldan dö­
nüşünü bekliyordu. Bir yandan da sobaya
odun dolduruyordu. Kış başında aldığı altı
çeki odunun yarısından fazlası bitmişti bile
ve herşey gibi odun fiyatıarı da çok yüksel­
mişti. Gerginlik artıyordu ve Danay ölmüştü.

«Danay öldü.)) Benim en yakın komşum,


geceleri bana en yakın ışık, Ada'nın en çok
hayal kırıklıklarına uğramış insanı «Danay
öldü))!. Bu ölüme iki sözcükle nasıl inanabi­
lirim? Bir an «Danay öldü)) demek «Ada öl-

20
dül) demekmiş gibi geliyor bana. Danay İs­
tanbul'a indiği günler eski berelerinden bi­
rini giyer ve dudaklarını boyardı. İstanbul'a
hep para sıkıntısı yüzünden inerdi. Antika
eşyalarından birini satmak için, yabancı bir
konsoloslukta bir daktiloya ihtiyaç olup ol­
madığını sormak için. Tek gelirleri yazın bir
odasına sıkışıp, kiraya verdikleri ahşap ev­
lerinden aldıkları kiraydı çüiıkü.
Gözlerimi bu iki sözcükten ayıramıyordum.
Berlin'den ona bir kart bile atmadım. Birden
Danay bu yüzden ölmüş gibi geldi bana.
Onun en yakın dostu olmuştum. Ona kendi­
mi hiç bağışlatamıyacaktım. Küskünlüğünü
yanına alıp gitti o. Adada doğdu ve ellibir
yaşmda adada öldü. Ben belki yıllar sonra
adaya döneceğim, oturduğum küçük eve baş­
kalan yerleşmiş olacak. Rum mezarlığına gi­
deceğim. Danay'ı arayacağım.
Bulutlu gökyüzüne bakıyorum. Berlin'in
günleri, geceleri benim dışımda akıp geçiyor
sanki. Günlere, gecelere dokunamıyorum. Bu­
raya gelirken eşya getirmedim, ama Türkiye'­
nin yüzlerini, seslerini taşıdım; hergün on­
ları gözden geçiriyorum, dinliyorum. İşte
Ada'dan Berlin'e geliyor Danay'ın sesi. Yaş­
!anmayan, şımarmayan sesiyle bir şarkı söy­
lüyor.· Eski bir Fransız şarkısı... Her zaman
ürkek, ve tedirgin olan siyah gözleri şarkıy­
la birlikte yumuşuyor. Sesi avutuyor, okşu­
yor onu. Danay bir Fransız ortaokulunda
okumuş; Lamartin'i, Alfred de musset'yi ta­
nıyor. Bütün acısı bu. sanki. Yaşlı annesine
ve hasta kocasına bakarak geçirdiği bu yok­
sul ve yorucu hayat onu genç kızlığında ta­
nıdığı şairlerden, şarkılardan ayırmış. Benim
yazı makinama baktıkça iç geçiriyordu: «Sen

21
de sıkıntı Çekiyorsun biliyorum be kardeşim,
ama sen güzel şeylerle uğraşıyorsun. Ben bir
esirim.»
Danay'ın ölümüne ağlıyorum. Loş, soğuk,
eski mutfakta ocağın başında görüyorum
onu. Bahçedeki sarnıçtan su çekerken. Bir
yatakta annesinin, bir yatakta kocasının yat­
tığı küçük odada, çini sobanın başında, tepe­
lerden topladığı otları ayıklarken... Danay
donuk mavi bakışlarıyla tavana bakan koca­
sının başını okşuyor. Bu iki düşkün insan
için yaşamaktan kimse kurtaramıyor onu.
Seferis'in Türkçeye çevrilmiş bir kitabını
götürdüm ona. Bir türlü yenileyemediği si­
yah çerçeveli gözlüklerini taktı ve yüzü çe­
kingen, duygusal bir anlamla doldu. Türki­
ye'de doğup büyüdüğü halde Türkçe oku­
makta zorluk çekiyordu. Bu yüzden yadırga­
yabilirdim onu. Fransızca, İngilizce biliyordu
ama Türkçeyi önemsememişti. Dünyanın en
büyük hastalığı olan milliyetçi duygular bel­
ki ona da bulaşmıştı; ama dilediği dili ö�ren­
mek, dilediğini öğrenmernek hakkıydı onun
ve bu soruyu sormadım ona.
Danay adada benimle birlikte dolaşmaktan
hoşlanıyordu. İskeleye indiğimizde, birlikte
çarşıya çıktığımızda koluma giriyordu. B!.l
yakınlığı çevreye göstermek için çaba göste­
riyordu sanki. Danay hasta bir kocası olan
ınutsuz bir Rum kadını olmaktan utanıyor­
du sanıyorum. Manavın, bakkalın, balıkçıla­
rın bile kendisini küçümsediğini düşünüyor­
du. Rum tanıdıklarına rasıayınca da dostlu·
ğumuzu göstermek istiyordu onlara. Gizle­
rini en çok açtığı insan bendim. Kendi ka­
palı ve rahat hayatlarını yaşayan ve onunla
ilgilenmeyen rum arkadaşlarını da bana çe-

22
kiştiriyordu.
Danay'a Berlin'den bir kart atsaydım o kar­
tı mutlaka radyonun üstüne kayacaktı Ge­
lenlere gösterecekti. Dostunun vefasızlığın­
dan yıkılmbŞ ve ölüvermiş gibi geliyor şimdi
bana. Eski okul arkadaşlarından kimi Yu-
. nanistan'a gidip yerleşmişti. Kimileri ise kı·
şın İstanbul'a taşınıyordu. Benim tanıdığım
rum kadınlar arasında onun kadar yoksul
yoktu. O kadar istediği halde bir televizyon
bile satın alamamıştı; bir çamaşır makinası
bile yoktu. Leğenin başına oturup yıkardı
çamaşırlarını. Babasından kalma arsayı ise
kullanamıyordu. Bu arsada bir ev yaptırma.
hakkı yoktu ve bir avukat bile tutamıyordu.
Arsa benim oturduğum evin yanıbaşındaydı;
baharda yeşilin çeşitli tonlarında otlarla do­
luyordu. Sık sık koyunlar ya da atlar giriyor­
du arsaya, otları yiyordu. Danay buna çok
kızıyar ve arsanın tahta kapısının kanatları­
nı tellerle bağlıyordu. Çünkü bu otları kul­
lanmak istiyordu o. Salata ve börek yapmak
için. Ama teller sık sık çözülüyordu ve yine
koyunlar tüketiyordu otları. Bu koyunların
sahibini biliyordu Danay. <<Hacı baba'nın oğ­
lU>> diyordu. Hacı baba'nın adada iki dükkanı
ve bir kahvesi vardı. Bir zamanlar adaya yok­
sul olarak gelip bahçıvanlık yapan bu adam
Türkiye'den göçeden bazı rumların evlerini
çok ucuza kapatmıştı. Bazılarına para bile
ödemediğini söylüyordu Danay. Danay ada­
da mülk ve dükkan sahibi olan bir çok insa·
nın zenginlik kaynağını bilirdi. Onların yol·
suzluklarını ve acımasızlıklarını da... Danay'a
kendi konumunu anlatmaya çalışırdım bazen.
Bu bilince kavuşursa daha dayanıklı olacağı­
nı sanırdım.

23
«Yazın -onlar sahneye çıkıyor, biz kuliste
kalıyoruzı> diyordu Daİıay, gürültücü ve gös­
teriş düşkünü yazlıkçıları göstererek ...
Yiyeceklerdeki fiyat artışlarını ise çoğu za­
man ondan öğrenirdim: «Biliyor musun be­
yaz peynir kaça çıkmış? Artık bunları bile
yiyemiyeceğiz be kardeşim.»
Danay pazar sabahları kiliseye giderdi. Ev­
deki loşluğu, hastalığı ve yoksulluğu geride
bırakarak, siyah klasik mantosunu giyer, ya­
kasına altın iğnesini ve başına gri beresini
takardı. Gözlerine sürme çekerdi. Dudakları­
nı boyardı. Nedense böyle süslü olduğu sa­
bahlar sokaktan seslenirdi bana. Balkona çi­
kardım. Ne istediğini sorardım. <cNasılsın?»
derdi ve gülümserdi. Ona güzel olduğunu
söylerdim. Danay kocasından başka hiçbir
erkek tanımaınıştı ve kocası yıllardır hastay­
dı. Umutsuz bir hasta . .. Danay ellibir yaşın­
daydı ve bakireydi. Ona soru sormaktan çe­
kinmiştim. Duygusal ve utangaçtı. «Başka
hiçbir erkeği sevmedin mi? Gençkızlığında
aşık olmadın mı Danay?» Niçin Danay'ın giz­
ierini deşmedim? Niçin onu daha iyi tanıya­
madım?
Elinde bir kağıda sarılmış bir tabakla is­
keleye doğru yürürken görüyorum onu. Kıyı­
daki lokaııtaların arasında sıkışıp kalmış iki
katlı dar cepheli bir ev vardı ve üst katında
Madam Lili otururdu. Danay'ın anlattıkla
·

rından tanıyorum onu. İki gözü de görmeyen


seksenaltı yaşında bir kadındı. Rusya'dan ai­
lesiyle birlikte göçetmişti ve şimdi ailesinden
hiçkimse kalmamıştı.
iyimser ve kültürlü bir insandı Madam Li­
li. Danay'ı avutuyordu. Ona dünyada çok bü­
yük mutsuzlukların olduğunu söylüyordu.

24
Birlikte fransızca konuşuyorlardı. Madam
Lili Tolstoy'u ·ve Balzac'ı okumuştu. Danay
onun evinden ayrılırken kendini arınmış ve
doygunluğa varmış hissettiğini söylüyordu
bana. Madam Lili onun gözünde bir erm1ş
gibiydi. Ama ev sahibi Madam Lili'nin yıllar­
dır oturduğu evin kirasını arttırmak istiyor-
"'du. Danay gidip konuşmuştu ev sahibiyle.
Niçin. onların dayanışmasına, sohbetlerine
tanık olmadım? Acaba Madam Lili'yi hangi
·gömütlüğe koyacaklar? Onları yanyana yatır­
mayı düşünecek bir insan çıkacak mı acaba?
Türkiye'den çıktım. Büyükada'dan uzak­
laştım. Baskı büyük bir yer sarsıntısı gibi ür­
küntü veriyordu. Danay ve Madam Lili Bü­
yükada'da yaşadılar. Ya ben? Ben acaba Ber­
lin'de mi yaşlanacağım? Berlin'de mi? Bü··
yükada'da güneşin ısıttığı mavi iskemlelerde
oturup kitap okumaya alışmış bir insan için
Berlin'de yaşamak ne demektir? Hava puslu
ve soğuk. Burada iş ararnam gerekiyor. Otur­
ma izni sağlarnam gerekiyor. Ah Danay gü­
zel elbiselerini, değerli kristallerini dolaplar­
da saklıyordun. Onları kullanmıyordun. Duy­
gulannı, güzel sesini, bildiğin yabancı dilleri
kullanamadığın gibi . .. Bense senden oldukça
gencim ve baskısız bir hayatı arıyorum. Ye­
teneklerin tıkanmadığı bir hayatı. . .
Bu saatta kapımı ancak Danay çalabilir.·
Ada'ya İstanbul'dan son vapur çoktan geldi.
Kapıyı açıyorum. Danay küçük porselen kap­
ta güzel kokulu portakal reçelini uzatıyor
bana. Az önce yaptığı portakal reçelini. .. Bu
saatta benim dostluğuma gereksinme duyu­
§Unu bağışiatmak ister gibi.. .
«Girsene Danayıı diyorum.
Sana Berlin'den bir kart atamadığım için
beni bağışla.
25
HAMBURG'DAN SONRA?

Tren hangi perondan, saat kaçta kalkıyor'?


Bunu sinirli sinirli tesbih çeken, mavi takım
elbiseli adama mı soracağım? Yoksa kıllı
göğsüııde altın zlnciri parlayan, çevresine
acıklı bir kurnazlıkla bakan, yanından geçen
Alman kızları meydan okurcasına, kendini
kanıtlamak istercesine süzen delikanlıya mı?
Bir aile babası arıyor gözlerim. Karısını, ço­
cuklarını ve valizlerini çevresine toplamış,
ailesini burada yaşatacak ve kendini koru­
yacak kadar Almanca bilen, tedirgin ve gü­
venilir bir aile babasını arıyor gözlerim. Ham­
burg garı insanları küçücük ve yalnız göste­
ren eski, görkemli bir yapı . . .
Koıtuğunun altında okul çantasıyla, elin­
de iri bir dondurma kulesini yalayarak ve to­
pallayarak giden 14-15 yaşlanndaki esmer
çocuğa yetiştim. Bağcıklı siyah pabuçlarıyla,
büyük beden ceketiyle, yalnızlığıyla ve yala­
dığı dondurmaya verdiği değerle Türkiyeli bir
çocuktu.
ccBana yardım eder misin? Berlin trenine
binrnek istiyorum. Yeni geldim. Hiç Almanca
bilmiyorum. n
Dondurmasını ağzından çekti. Almanya'da
yaşayan bu doğulu çocuklar kendilerine soru
sorulunca niçin bu kadar utanıyor-ve hocalı­
yor acaba? Niçin korku esmer tenlerinin he-

27
men gerisinde bekliyor?
Hüseyin . .. Onunla güven içinde yürüyorum
şimdi. Hüseyin Alınaneayı okulda öğreniyor.
Bana yol göstereceği için hem çekiniyor, hem
de onur duyuyor. Kuyrukta beklerken don­
durmasını bitirmek için acele ediyor. Enfor­
masyon bürosundaki yaşlı Alman Hüseyin'in
sorusuna asık yüzle ve hızlı hızlı karşılık ve­
riyor:
«Sekizinci perondan, 14.30'da.ıı
_

Hüseyin beni hemen bırakıp gidecek mi?


Trenin kalkmasına birbuçuk saat var. Dışar­
da hava güneşli. Uzaktan gelen kirli bir de­
niz kokusu .. .
«Şimdi nereye gideceksin Hüseyin?>>
«Eve. »
ıcEve biraz geç gitsen kızarlar mı? Merak
ederler mi?»
ıcEvde şimdi kimse yok. Herkes işde. Ben
eve gidip ders yapıyorum. ıı
ıcİstasyona niye geldin peki?>>
((Dondurma almak için.»
Hüseyin'e benimle bir saat kadar buralar­
da dolaşıp dalaşamayacağını sordum.
«Dolaşırım» diye karşılık verdi.
Hüseyin kendisinden istenilen şeyleri kolay­
ca yapan çocuklardan .. . Büyüklere karşı gel­
memeye alışmış çocuklardan . .. GQ.neşli kal­
dmmda yürüyoruz. Karşıdan bir küme açık
tenli, gürüıtücü okullu geliyor. Çoğu Hüse­
yin'in yaşıtı. Sözlerini anlamasam da şaka­
laştıklarını anlıyorum,
!!Sen de onlarla aynı okula mı gidiyorsun
yoksa'/ıı
ııHayır onların okulu çok zor. Biz meslek
okuluna gidiyoruz.»
«Orayı bitirince ne olmak istiyorsun?»

28
uBen oto tamircisi olmak istiyorum. »
«Başka bir şey olmak istemez misin?ıı
uBaşka?.. Ya fabrikaya gireriz. Ya ·da ser-
best zenatta çalışınz.ıı
Hüseyin duygularını belli etmeyen bir ço­
cuk . . . Durgun.
, · · ·Kaldınınlar tıklım tıklım dolu. Fotoğraf
makirıalanyla turistler, sarmaş· dolaş sevgi·
liler, köpekleriyle yürüyenler, yaşlılar, işçiler,
memurlar cesur görünen genç kızlar, sarışın
insanlar .. .
uHüseyin sen .nerelisin?ıı
ııKahraman Maraş .. >>
.

ııSahi mi? Siz buraya geleli çok oldu mu?))


ııEvvelden buraya ağabeyimgil çalışmaya
geldi. Sonra bizim ev yanınca... Bir de be­
nim ortanca ağabeyim vardı. Vurdular onu.

Sağ yanımızda sıra sıra vitrinler, sol ya­


nımızda hızla akan otomobiller... TelB.şlı ya
da durgun, neşeli ya da kederfi Almanca ses­
ler arasmda Hüseyin'in kolunu hafifçe tutu ­
yorum.
uNasıl oldu Hüseyin? Onu nasıl vurdular?))
Hüseyin önüne bakıyor:
ııBizim evin ltapısını kırıp girdiler. Ağabe­
yimi iki kişi vurdular. Bizim evi yaktılar. »
ııSen bütün bunları gördün mü?ıı
Hüseyin'in kolunu bırakıyorum. Ne kadar
yaşlı bir çocuk Hüseyin! Hayatını sanki gizli
duygularla bir düzene sokmuş.
«Gördüm. »
Hüseyin'e belki· bir daha hiçbir zaman ras­
lıyamayacağırn. Bir saat sonra ondan aynla·

29
cağım. Bu gizli duyguların bir glin nasıl bir
alevle tutuşacağını göremiyeceğim.
«Bu yüzden mi Almanya'ya geldiniz?ıı
«He.ıı
«Şu ara sokağa girelim mi?ıı
Ara sokak sessizdi. Eski I oş yapıların pen­
cerelerinde saksılar vardı.
«Başka neler hatırlıyorsun? Sık sık o gfuı..
leri düşünüyor musun?ıı
<cElbet. İnsan düşünmez mi?ıı
O zaman ben utangaçlaştım birden. Onu
tanımaya çalışıp tanıyamadığım için, onun
dünyasına giremediğim için ... Bir süre soru
sormadım ona. Artık geri dönüyorduk. Blr
köprüden geçiyorduk.
«Öğleden sonralarını nasıl geçiriyorsun?
Okuldan çıkınca?ıı
Hüseyin'in bana mutlu anlarından sözet­
mesını bekliyordum sanki. Oyunlanndan,
muzipliklerinden ...
<<Bazan eve giderim. Dersimi yaparım. Ba-
zan derneğe giderim.ıı
«Demekte ne yapıyorsunuz? »
«Kitap okuruz.ıı
«Ne kitapları okuyorsunuz? ıı
<ıBilimsel kitaplar okuruz.ıı
«Roman, hikaye, şiir, öyle şeyler de okur
":lUSUn?ıı
«Nasıl yani?ıı
((Yani böyle insaniann başından geçen
oiaylan hayallerle süsleyerek anlatan kitap­
lar . . . ıı
<cBiz öyle hayaller falan okumuyoruz.»
(!Peki Hüseyin sen hiç hayal kurmaz mısın?

30
Mesela büyüyünce şöyle şöyle yapacağım,
şöyle şöyle yaşayacağım ... Bunları düşünmez
misin?))
«Bunları düşünürüm.»
ııPeki ne düşünüyorsun? Ne yapmak isti­
yorsun ilerde? ıı
,, · <<Oto tamirciliği yapacağım. ))
«Peki işin o olacak diyelim. Mutlu olmak
için, hoş şeyler yapma, güzel şeyler yapmak
için, mesela yeni yerler görmek, gezmek için
neler hayal ediyorsun?))
cıBen tamircilik yapınca bir de kendime
bir otomobil alacağım. Onunla gideceğim. »
Hüseyin ilk olarak, belli belirsiz gülümsedi.
Yine sordum:
«Nereye gideceksin Hüseyin?»

Eylül 1981, Berlin

31
- ,_ .
BİR KADIN HEYKELİ

Gazetenin alt köşesinde bir başlık ilişti gö­


züme. Küçük bir başlık... Bir cinayet habe­
riydi bu. Neuköln'de sabaha karşı, bir mey­
hane sahibi sevdiği kadını boğarak öldürmüş­
tü. Donup kaldım. Küçük atölyemde, yaptı­
ğım heykeller arasında kulaklarım onun kah­
kahasıyla doldu. Eleni iri yarı bedeninin her
noktasından fışkıran hayat tomurcuklarıyla,
h�pimizi şaşkınlıkla ürperterek bir kahkaba
savuruyordu.
�'.Polisler Kirov'u Eleni'nin bedeni üstüne
l(�Lpanmış ona Türkçe birşeyler anlatırken
bU lmuşlardı.
} �Yeni bir çamur hazırlıyorum. Ben şimdi
Beni'nin hepimizin ölçüleriyle alay eden aş­
Jfı: ı bir heykele nasıl sığdıracağım?
.� <<Heykelci hanım, işte böyle ikimizin bir
. l).eykelini yap! Böyle başbaşa bir heykelimizi
ı yap hı
· Çamuru hazırlıyorum. Eleni n'olur görün
bana! Belleğimde danset. O iri kuvvetli kal­
ç�la, kadınlığını bir güce, bir savaşa dönüş­
türen o sağlam ve yaratıcı bedeninle Eleni
g � n bana! •
l3arışın genç bir sarhoşu omuzlarından tu­
tı:\f�k kapının dışına fırlattı. Siyah bir tulu­
mq vardı genç adamın. Kapı yeniden açılın­
ca.·yaııağındaki kırmızı çizgiyi farkettim. He-

Ka.Wı Boyu 33
nüz iyileşmiş bir yara i z L.. Sendeleyerek du­
vaı:a tutundu ve içeri giren bir çiftin ardın­
dan süzüldü o da. Kapının açılmasıyla ka­
panması bir oldu. Yeniden güçlü iki el deli­
kaniıyı omuzlarından kavrayıp dışarı fırlattı.
Bu iki güçlü elin bir kadının elleri olduğunu
gördüm. Eleni'ydi bu ...
<<Böyle meyhaneyi dünyanın hiçbir yerin­
çle bulamazsın, dedi şair Cemal. Türk usulü
rakı sofrası. Şu akordeon çalan eski bir na­
zi olabilir. Köşedeki iki genç belki de ev iş­
galcilerinden ... Orada işçiler ...»
Akordeon çalan adamla yanındaki şişman,
yaşlı kadın birlikte eski, içli şarkılar söylü­
yorlardı. İşleri buydu. Her gece birlikte bir­
kaç meyhaneyi dolaşıyorlardı. Şarkıyı biti­
rince Şair Cemal ve arkadaşlarının oturduğu
masaya dönüp gülümsediler. Şair Cemal eli·
ni cebine attı ve beş mark çıkarıp koydu yaş­
lı adamın uzanan avucuna. Yaşlı kan koca
birlikte teşekkür ettiler. Gülümsediler. Yaşlı
kadın kocasının kulağına . doğru eğildi. Bu­
nun üzerine adam bir tango çalmaya başlad1.
Eleni otuz yaşlarında bir Almanla barla
masaların arasındaki boşlukta dansetmeye
koyuldu.
Şimdi Kirov dalduruyordu bira kadehlerini.
Bir an gözucuyla baktı danseden Eleni'ye.
Sonra başını çevirdi. Şair Cemal'in yanına
geldi.
«Ey be koca Kirov!» dedi Cemal. Kolunu
Kirov'un omuzuna doladı:
«Kirov benim dostumdur. Benim en sevdi­
ğim dostıarımdandır. Biz Kirov'la burada
oturup ne kadar dertleşmişizdir! Ben her
Berlin'e uğrayışımda Kirov'la Eleni'yi aranın.
Sabahlara kadar içip içip söyleriz. Öyle değil

34
mi ha Kirov?» ·

Kirov şişkin göz kapaklarının arasından


temkinli bir yakınlıkla süzdü Cemal'i. Başını
salladı. Duyguların dile getirilmesinden, giz­
lerin açıklanmasından hoşlanmıyor gibiydi.
Ama Cemal'in yakınlığını karşılıksız bırak­
·niamak için eliyle omuzuna vurdu hafifçe.
Cemal yine coşkunlukla konuştu:
((Dünyada Kirov gibi kaç kişi kaldı be? Hey
gidi Dolapdereli Kirovl»
Kirov az önce masanın üstüne getirip koy­
ruğu rakı şişesini açtı. Önce dostu Hüseyin
Efe'nin kadehini doldurdu, sonra Cemal'in,
Suna'nın ve Suna'nın kocası Bekir'in. En
sonra kendi kadehini doldurdu ve kadehini
kaldırdı. Bir yudumda bitirdi içkisini ve kalk­
tı, yeniden bara doğru yürüdü. Eleni genç
Almanın kollarındıı dik başıyla ve duygulu
yüzüyle dansediyordu hala. Alman ise ona
alçak sesle birşeyler söylüyordu. Eleni'nin et­
li sırtına göınülmüştü parmaklan. Eleni o an ­
da öyle bir denge kurmuştu ki, hen» kışkırtı­
yor hem de aşılmaz bir duvar örüyordu san­
ki. Kirov onun kurduğu bu dengeyi çok iyi
tanıyordu. Eleni gözünün önünde o kadar
çok erkekle dansetmiş ve şakalaşmıştı ki. ..
Ama Kirov bir kale gibiydi. Herşeyi gizli blr
kararlılık ve sezgiyle denetleyen Kirov... Ele­
ni bir an Cemal'e çevirdi yüzünü ve muzip
bir biçimde göz kırptı ona.
. Meyhanede herkes Eleni'ye bakıyordu. Ele­
ni buraya gelmeye alışmış bütün müşterileri­
ne dağıttığı içkinin dışında da bir şeyler ver­
meye çabalıyordu. Herkes neyin eksikliğini
duyuyorsa Eleni seziyordu. Omuzlarını bü­
zerek, kadehinin içine . gömülürcesine içen
�enç bir erkeğe anaçlıkla soruyordu:

35
C<Ne derdin var senin?»
·

Eliyle yanağını okşuyor, sırtını dönüp uzak­


laşırken birden dönüp gülümsüyordu ona. ıçı­
vırcık siyah saçları, iri siyah gözleri, k-anal
burnu, kalın beli, kısa, küt bacaklarıyla Ele­
ni erkeklerin hayallerini süsleyen güzelliğin
·

ne kadar yanıltıcı olduğunu göstermeye ça­


lışıyordu sanki. Gerçek güzellik ondaydı.
Onun her insana değer veren sağlam ve dik­
katli bakışlarında, sınır tanımayan, ama ken­
disine yaklaşabilecek her tehlikeye karşı . aşıl­
maz bir sınır koyan özgürlüğünde, yorgunluk
tanımayan becerikliğinde, erkeğe meydan
okuyan ve erkeği okşayan kadınlığında, tek
başına her şeyi yapabilecek güçte olduğu haJ­
de bir erkeği özveriyle sevişinde ... Güzellik
ondaydı ve Eleni kendini tanıyordu.
Hüseyin Efe niçin her akşam buraya geli­
yor, her kadehi Kirov'la tokuşturuyar ve
meyhanedekiler dağıldıktan sonra aileden bit
kişi gibi güvenle oturuyor, onlar meyhaneyi
kapamaya karar verince onlarla birlikte ka­
pıdan çıkıp tek başırta evine dönüyordu? On­
beş yıl Siemens'de işçi olarak çalıştıktan son­
ra sinirleri bozulduğu için artık hiçbir işte
çalışamayan Hüseyin Efe niçin her gecesini
bu meyhanede geçiriyordu? Artık sarhoş ol­
manın sınırını aşmış ince, çökkün bedeniyle
hiç yıkılmadan, dökülmeden oturuyordu. Kü­
çük rakı kadehi boşaldıkça doluyordu. Aklına
gelen anılarını anlatıyor, bildiği fıkraları yi­
neliyordu. Buranın sürekli müşterileri ara­
sında nasıl oluyor da Kirov'un en çok inan­
·

dığı ve her kadehini tokuşturduğu insan Hü­


seyin Efe oluyordu?
C<Hüseyin Efe'nin beş çocuğu var,» dedi Ce­
mal Buna'yla kocasına.

36
<<.N'apalım, dedi Hüseyin Efe. Bizim hanım
tembel çıktı. Pes etti. Biz de bu sebeple her
akşam buraya geliyoruz.» Çökkün, esmer yü­
zünü muzip bir gülücük kapladı :
ııBizin1 hanım namaz kılıp durur. Herke­
sin de başının etini yer. Ben oğlanlara kanş­
mam. Gençtir derim. Biz yaşayamadık, bari
,siz yaşayın. Ama hanım onları rahat bırak­
maz ki. Biz urloba gitmiştik bir seferinde.
Oğlanlardan biri eve bir Alman kız getirmiş.
Dönüşte komşular hemen hanıma yetiştirdi­
ler. O da kıyameti kopardı. Burası kerhane
mi diye? Böyle yapma hanım dedim. Burası
Almanya. inatçı. İlle de oğlana bir Türk kı­
zı bulup evermek ister. Bizim sözümüz geç­
mez artık.»
<<Bak gördün mü? dedi Cemal Suna'ya. Bır
de kadının kurtuluşu diye kıyameti kopanr­
sınız. Ben demiyor muyum erkek artık daha
zavallıdır diye? Erkek hapı yutmuştur.ıı
Hüseyin Efe düzgün takma dişlerini gös­
tererek güldü .
«Ama, dedi Suna, Hüseyin Efe istediği saat­
ta evden çıkıp istediği saatta dönebiliyor.n
«Öyle olsa ne çıkar? dedi Cemal. Hüseyin
Efe acaba keyfinden mi her akşam buraya
gelip kafayı çekiyor ? Öyle değil mi söylesene
be Hüseyin Efe? Bu okumuş kadınlar, erkek­
ler kadınları eziyor diye ortalığı birbirine ka­
tıyor.»
Hüseyin Efe sigarasının külünü silkip kur­
naz kurnaz gülümsedi :
«E, pek de yalan değil hani. Bizim hanım
da gençliğinde bizden çok çekti . Ben eskiden
vazifesini yapmadı mı hanımı döverdim. Ço­
cuğa bakınadı diye, komşuya gitt� diye . . . Çok
siıür:iiylllm.ıı

37
((Senin suçun değil ki Hüseyin Efe. dedi
Selim. ·sen de büyüklerinden öyle görmüştün.
Gelenek öyleydi . . . Ama sonra . . . »
«Kuranda da yazılıdır,» dedi Hüseyin Efe
g ülerek . . . «Şunu şunu yapmadı mı karını
döveceksin . . . Şöyle şöyle döveceksin. Halbuki
kadını niye dövüyorsun? O senin kölen mi ?
Bunları tabii sonra akıl ettik.»
«Gördün mü?» dedi Suna, Cemal'e döne­
rek. «Hüseyin Efe senden daha gerçekçi.ıı
·

«Ben mi gerçekçi değilim?)) dedi Cemal. Yü­


zü öfkeyle gerilmişti. «Ben insandan sözedi­
yorum. Benim sorunum acı çeken insanın
kurtuluşudur . Kadının kurtuluşu diye ayrı
bir şey tanımıyorum ben . . Bütün bunlar ya­
lan . Yine batının uydurduğu bir yalan i Bu­
gün artık kadın erkeği ezmeye başlamıştir l ı'
Suna birçok erkekle bu konuyu tartışmak··
tan usanmış gibi iç geçirdi.
«Sen onun söylediklerine bakmaıı dedi Hü­
seyin Efe, Suna'ya, babacan bir gülümsemey ­
le. (<F'inlandiya'larda kala kala sinirleri bo ·
zuimuş onun.))
O sırada Kirov geldi. Kirov sessizliğiyle
Suna'yla Cemal'in öfkesini dağıtıverdi bir­
den. Sessizdi ve herkes onu dinliyordu sanki.
Yeni bir rakı şişesi getirmişti . İri, kararlı el-·
leriyle şişeyi açtı. Kadehleri doldurdu . . Kade ­
hini kaldırdı. Masadakiler de ona uydu .
«Dostluğa içelim b e Kirov l )) diye bağırdı
Cemal. Yeniden kolunu Kirov'un omuzuna
doladı. Kirov yaramazlık yapan bir çocuğu ·
hoşgörüyle karşılıyormuş gibi ona kısık göz­
leriyle gülümsedi. O sırada Eleni de geldi .
«Gel Eleni 1 Gel kraliçe ı Dünya güzeli ! l)
dedi Cemal elini Eleni 'ye doğru uzatarak. Ele­
ni elini verdi ona :

38
«N umaracı ! » dedi başını sallayarak. ııBu­
raya gelince iltifatları yağdırırsın. Dostluk
dostluk diye naralar atarsın. Gider gitmez de
unutursun. Bir kart bile atmazsın be ! »
Cemal kolunu Eleni'nin beline doladı :
ııNe desen haklısın be güzelim i Ben berbat
,bir adamım. Ama bilsen şu mezarlık gibi
memlekette ne bunalımlar geçiriyorum ! Şu
Avrupa yedi bitirdi bizi ! Bombok ett i ! »
{ıMadem öyle a l sen d e karını git yerleş be
İstanbul'a ! ıı
Cemal öfke ve çaresizlik gösteren abartma­
lı el kol hareketleriyle :
ııOrada karnımızı kim doyuracak be Ele­
ni?» dedi.
Hüseyin Efe gülümseyerek başını salladı.
Onun. yüzünde ise karamsarlık yoktu . Nere­
de olsa aynı hayatı yaşayacağını düşünüyor­
du belki. Bu sofrada rakı içmekten başka
mutluluk tasarlayamıyordu sanki.
ııBeni de atacaklar yakında, biliyor musun?
Üç ay sonra polis oturma vermeyecek bana,ı>
dedi Eleni, yan umursamazlık, yarı hüzün­
le. Sonra kahkahalarla gülerek konuşmasını
sürdürdü :
«Geçenlerde herifin birine yumruk attım.
Yere düştü . İki kaburga kemiği kınlmış.»
Masadakiler şaşkınlık içinde gülümsedi.
ııNe bileyim herifin o kadar hanım evildı
olduğunu? Burada kaç adamı dövdüm de
birşey olmadı. Dayağı yiyen kös kös gitti. Bir
daha da bu semte uğramadı. Bu seferki böy­
le hanım eviadı çıktı işte. Halbuki şöyle it­
tim herifi be Cemal.»
«Eleni bu be ! Eleni'yle kin:ı başa çıkabilir?
Kırdın herifin kemiklerini ha? Ne yaptı he­
rifçioğlu?»

39
«Her zamanki hikaye. Burada bir türlü çe­
kemediler bizi. Burası iyi iş yapıyor diye öte­
ki knaypeler buraya adamlarını yollayıp de ­
falarca olay çıkarttılar. Kaç sefer pOlis geldt.
Karakonara düştük. Bu yüzden bir sürü mah­
kememiz var. İnanmazsın her ay 1000 mark
avukat parası ödüyoruz.»
«Ama harbi kazandınız,ıı dedi Hüseyin Efe,
kac.i.ehinden bir yudum alıp:
«Ne kazanması be Hüseyin Efe? Üç ay son­
ra beni apar topar alıp koymasınlar uçağa.ıı
ıcHiçbir şey yapamazlar. Hiçbir şeycik ya­
pamazlar. Herşeyin bir kolayı bulunur,» de­
di Hüseyin Efe.
Eleni Kirov'un uzattığı kadehteki rakıyı
bir yudumda içti ve :
cıVakit tamam» dedi, Suna'ya gülerek göz
kırpttı. Bara doğru yürüdü. Bann üstündeki
bir dizi karpuz biçimindeki ışık Sönüverdi
birden. Meyhanede bir kaç erkeğin kahka­
halarla karışık itirazı yükseldi. Eleni gür se­
siyle meyhanenin kapandığını ilan etti. Müş- .
teriler teker · teker kalkıp kapıdan çıkarken
Eleni'yle şakalaşıyorlardı. Kirov ise hep uzak­
tı. Derin ve gururlu bakışlada süzüyordu
herşeyi. Sanki bakmasa da, herşeye sırtını
dönse de görürdü o. Kirov bu işin ustasıydı.
Uzaktan bakıp herşeyi sezmenin ustası . . .
Eleni bunu biliyordu.
Barda yalnız iki kişi kalmıştı şimdi. Moni­
ka'yla Erol. . . Onlar da Eleni'yle Kirov'un
herkes dağıldıktan sonra içerde kalabilen
dostlarındandı. Erol dört düğmesl açık be­
yaz frenkgömleğiyle geldiği ülkenin sıcak ik- •
limini taşıyordu sanki üstünde. Kavruk ince
bedeniyle korku . ve suçlarla yaşanmış bir ço­
cukluğun izlerini taşıyordu. Kış günleri ç1-

40
rak olarak çalıştığı dükkanın önünde bir te­
nekenin içinde ateş yakmaya uğraştığı ikin­
di vakti, uzaktan sevdiği kızın evinin önün­
de, bir duvarın kıyısında bayıltılıncaya kadar
dövüldüğü akşam üstü, evden kaçıp Kordon
boyunda arkadaşlarıyla ilk içkiyi içip bir san-
, . dalın içinde uyuya kaldığı şafak vakti . . . Erol
birbiri ardına bira içen, omuzuna yaslanan
Monika'nın yanında sık sık dalıp dalıp gidi ­
yordu.
Eleni fısıldadı Cemal'e :
!iBU Erol da aşık. İzmir'de karısı, üç çocu­
ğu var. O burda Monika'ya sevdalandı.»
Monika Erol'un yanağına hafif bir öpücük
kondurdu. Erol oralı olmadı. Kendi yurttaş­
larının bulun duğu yerlerde Monika'ya yakın­
lık göstermekten sakınıyordu. Nasıl bir aşk­
tı bu? Erol akşamüstü işten dönünce Mani­
ka'ya ütülettiği frenkgömleklerinden birini
giyiyordu. Erol'un geceleri Monika'yla gide­
bileceği tek yer burasıydı sanki. Suçluluk duy­
gusundan kaçıyordu o. Monika'yla birlikte .
sarhoş oluyordu. Monika yirmibir yaşınday­
dı. Sabahları Erol işe gittikten sonra o öğle­
ye kadar yataktan çıkmıyordu . Ailesinden ve
Alman arkadaşlarından uzaklaşınıştı o da.
Işslzdi.
·

Eleni birden meyhanenin havasını değiş­


tirivermişti. Burası şimdi bir meyhane değil,
Eleni'nin evinde bir konuk odasıydı sanki ve'
herkes Eleni'den birşeyler bekliyordu. Eleni
bütün bu umutların farkındaydı. Erol korku
ve kavgalarla geçen delikanlılığını unutmak
istiyor, bir aşkın sarhoşluğu içinde kaybol­
mak istiyordu. Monika onaltı yaşından beri
tezgahtarlık yapmıştı. Şimdiye kadar tanı ­
dığı erkekler bedenine ve duygularına bir an-

Kanal Boyu 41
lam kazandıramamıştı. Oysa Erol . . . Arzuyla
öfkeyle koruyordu onu. Ama gelecek neydi?
Monika biliyordu ki, gelecek başka bir şey­
dir. Onun sırdaşı Eleni'ydi. Eleni gelecek kor­
kusunu unutturuyordu ona .
Hüseyin Efe için ise Eleni bir merhemdl.
Ellibeş yıllık bir hayattan yenik çıkmak . . .
Buna karşı bir merhem işte. Kavuşamadığı,
kavuşamıyaca�ı herşey Eleni'deydi. Başörtü­
lü kansı namaz kılıyordu. Bedeni ve neşesi
kaybolmuş bir kadın . . .
Şair Cemal için Eleni hayatın kendisi de­
mekti. Her an kıpırdayan, fışkıran, şaşırtan
hayat . . . Eleni bir dinlenmeydi . Düşünüp qü­
şünüp bir yol bulamamanın karşıtıydı . Bir­
den bire belirip yiteri bir sağanak. . . Onun
Eleni'ye karşı duyduğu aşk anlık, anlamsız
bir aşktı. Yazdığı şiirlerin hangi imgesini an .
layabiiirdi Eleni? Bu sarhoşluk ve özlem an­
larından başka hangi anlan Eleni'yle payla­
şabilirdi? «Beni yurdum unuttu .» Eleni bu ­
nun acısını anlar mıydı? c<Düşünmekten kur ­
tar beni Eleni ! Acının şiirini yazmaktan beni
kurtar ! ıı
Suna Eleni'den ne bekliyordu? Bir kadının
yaratarak üreterek bağımsızlığına kavuşaca­
ğına inanan, heykelleriyle kadının gücünü ve
güçsüzlüğünü anlamaya çalışan Buna . . . Şim­
di Eleni 'yi sessizce gözleyerek neyi öğrenme k
istiyordu? Eleni hem nesne hem de özne ol­
mayı nasıl birarada yaşayabiliyordu? Erkek­
leri kışkırtırken bir nesne , becerikliğiyle, kor­
kusuzluğuyla bir özne ... Eleni 'nin gizi neydi?
Bu taşkın neşenin, bu çevresindeki boşlukla ­
rı hızla, özenle doldurmasının gerisindeki gi­
zi neydi Eleni'nin?
cıHeykelci hanım, ne o Karadeniz'de gemi-

42
Ierin mi hattı?ı>
Eleni Suna'ya bakarak yine kahkahalarla
güldü. Müşteriler gittiğinden beri Eleni Türk
müziğiyle doldurmuştu meyhaneyi. Kasetler­
den klasik Türk müziği parçaları, oyun hava­
ları, arabesk parçalar yayılıyordu.
Monika'yla Erol yandaki masada oturuyor ­
du şimdi. Aynı masaya gelip oturabUirlerd l,
ama Monika istememişti bunu. O hem bu
düşsel hayatın içinde erirnek istiyor, hem de
hayatı coşkulu bir gürültüye boğan bu grup­
tan ürküyordu.
Eleni elindeki tepsiyi masanın üstüne
bırakıp bedeninin her noktasını birden bire
hareke te geçiren bir oyuna başladı. Siyah
·gür saçlarının dalgaları bile oyunun ritmiyle
titreşiyordu. Sırtından, omuzlarından, kolla­
rından, dolgun karnından hızlı dalgalanma­
lar yayılıyordu. Yüzü ise dingin ve güleçti .
Kirov Cemal'in yanına oturmuştu. Öne
doğru eğilmişti. Bir elini dizine dayamıştı.
öteki elinde ise hızla boşaltıp yeniden dol­
durduğu küçük içki kadehini taşıyordu. Uf ·

ku görmeye çalışan yalnız bir insan gibi göz­


lerini kısarak bakıyordu Eleni'ye .
Şair Cemal içi içine sığmayan coşkunluk­
larını bir tiyatro oyuncusu edasıyla Suna'ya
anlatıyordu :
«Şuna bak be hacım ! Biz bu müziği unutu­
yoruz. Biz aslında kendimizi unutuyoruz. Biz
buyuz i§te. Biz doğuluyuz . Duyguların kayna­
ğı, üretimin kaynağı doğudur ! Müzik ! Müzik
hayatın aynasıdır. Bu parçadaki kervan sesi­
ni duyuyor musun? Develer, çıngıraklar ! Ba ­
tılı anlayamaz bunu. Batılı bu çağrışımlara,
bu duygulara ulaşamaz ! Şu Eleni'nin oyna -

43
yışı ! Ne kadar kendiliğinden, ne kadar ger­
çek ! Gerçek, bizim gerçeğimiz ! . Biz Tür kiye'­
nin aydınları, sanatçıları kendi zengin kay­
naklarunızdan uzaklaşıyoruz. Va-r sa yoksa
batıda var sanıyoruz. Bu yüzden köreüyoruz.
Bırak batının sanatını batılılar yapsın t Sen
tarihine, halkına, doğuya sarıl ! Ben senin .
heykellerini niye seviyorum? Anadolu kadı­
nını bütün inceliği, bütün anlaşılmamışlığıy­
la yakalıyorsun da ondan . Bizim başka kay­
nağımız yok işte ! Kendimize kendi kaynağı ­
mıza inanınayı başarmalıyız ! »
«Ama ! » dedi Suna . «Artık halkların kui ·

landığı aletler, teknik bu kadar birbirine


benzer olunca . . . Belki herşeyde hem yerellik
var, hem de evrensellik, etkilenmeler . ıı
. .

«Şu müzikte katıksız bir Anadolu var işte,


doğu var ! »
Yeniden sesi öfkeyle yükselmişti Cemal'in :
«Her müziğin ayrı bir dili ayrı bir kayna­
ğı var ! ı>
Hüseyin Efe sigarasının dumanını içine
derin derin çekerek dinliyordu Cemal'i . Kü­
çük yorgun gözleri merakla açıldı bir an :
«Peki, dedi, Cemal bey, bir şey daha var.
Mesela yağmurun sesi diyelim. Yağmurun
sesi bir müzik gibidir. Bu sesi duyunca bü­
tün talıiat, kuşlar hayvanlar kulak kesilir
d in� ermiş . . . »
Cemal birden hayranlıkla başım salladı.
Elini Hüseyin efeye uzatarak:
<<Ne güzel söyledin be Hüseyin efe ! Bir fi ­
lozofsun sen ! >> diye haykırdı.
Hüseyin Efe çocuksu bir çekingenlikle gü­
lümsedi. «Alay etme» der gibi salladı başını.
Sonra kalktı, mutfağa doğru yürüdü.
Eleni Monika'yı kolundan tutup çekti. Mo-

44
nika önce ürktü. Gizli bir ürküntüsü vardı
onun. Donuk bir meydan okumanın gerisin­
de gizlenen körpe bir ürküntü . . .
. ııHadi, dedi, Erol, Almanca. Hadi bunlar
yabancı değil.»
Monika kollarını başının iki yanında kıvı-
. ·rarak düzgün bir daire çizdi. Küçük, gergin
karnma birden hızlı, ölçülü dalgalanmalat
verdi. Monika göbek dansını bu kadar usta­
ca yapabilmek için ne kadar uğraşmıştı !
Videodan dansözleri seyrederek, aynanın
karşısında kendisini seyrederek, Erol'la bir­
likte gittiği gazinoda dansözün bütün devi­
nimlerini belleğine çizmeye uğraşarak . . . Mo­
nika çok çalışmıştı. Göbek dansını başarınca
Erol'un karısını, çocuklarını terkederek gös­
terdiği özverinin karşılığını öder gibi duy­
muştu kendini. Erol'un duyabileceği bütün
özlemierin kaynağı Monika'ydı sanki artık.
Erol'un karısına karşı batılı oluşuyle üstün­
lük taşıyordu, şimdi de doğunun tadıarını
karnının, kollarının, kalçasının titreşimlerin­
de taşıyordu. Monika göbek dansına başlar
başlamaz dolgun dudaklarıyla bir daire çi­
ziyordu. Hüseyin Efe mutfaktan mezelerle
dolu bir tepsiyle çıkageldi.
Kirov kuru yaprak kırıntılarını ufaladı. On ·
ları bir sigara kağıdına yerleştirdi. Huni bi­
çiminde sardı. Ateşledi. İlk dumanı aldı. Son ­
rakül tablasının kıyısına yerleştirdi. Hep ses­
siz törenler yaşıyordu sanki o. Hayat bir tö­
renler dizisiydi onun için. Sonra Cemal . . . Su
na ilk olarak eline alıyordu, esrarlı bir teh­
likeyi. . . Kirov'la kurulan ilk bağlantı . . .
«Güzel bir kokusu var,» dedi.
Cemal ona işaret etti. Onu tablaya, soğu­
. maya . bırakmalıydı. Eleni sırasına yetişti.

45
Eleni herşeyi yapmak istiyordu. Her iyiliği,
her kötülüğü...
Herkes sabırla ve saygıyla sırasını bekli­
yordu şimdi . Kirov ise töreni yönetiyordu.
Köpek geldi . Birdenbire geldi köpek. Arka
bölmedeki gizli yerinden. . . Herkesi teker te­
ker kokladı. Kirov'un önünde durdu. Kirov
ellerini uzattı ona. Köpek ön ayaklarını Ki ­
rov'un avuçlarına bıraktı. Kirov yüzünü onun
y üzüne dayadı, kokladı ve uzun uzun öptti
onu. Köpek gözlerini kırptı.
ccBu köpek Kirov'un sevgilisidir, dedi güle ­
rek Cemal. Kirov'un bu dünyada iki sevgi­
lisi vardır : biri köpeği, öteki Eleni . Hangisini
daha çok sever, orası bilinmez.»
ccBeni sever en çok» diye atıldı Eleni kah ·
kahalarla.
«Orası belli olmaz. Öyle değil mi ha Kirov ?;}
dedi Cemal Kirov'a dönerek.
Kirov hafif bir gülümsemeyle başını salla­
dı :
ccBen üç ay bu köpekle başbaşa kaldım.
Evde . . . Başka kimse yok. üç ay tek başıma
evde işsiz oturdum. Kimseyle görüşmedim.
Bu köpek olmasaydı çıldıracaktım . »
Birden masada koyu bir sessizlik oldu . Ki­
rov gizlerinin çölünde yalnız bir adamdı san. -
ki .
Eleni herkesi oyuna kaldırıyordu. Kimse
karşı koyamazdı. Karşı koymak kendini be­
ğenmişlik demekti. Kimse Eleni'nin hatırını
kıramazdı. Doğu törelerinin hızla yaşandığı
bu yerde hatır kırmak batıtım bencilliğine
kaymak anlamına geliyordu .
Şimdi Erol bir Ege oyunu oynuyordu. Ce -.
mal de ona eşlik ediyordu. Cemal'in oyunu
karmakarışıktı. Onun oyunu rok müziğine de

4
uyabilirdi. Hızlı, coşkun, telaşlı oynuyordu o .
Erol ise sade, ölçülü ve dingin . . . Oyunun ku­
rallarını bozmamak için özen gösteriyordu.
Erol'un bu oyuna, bu oyunun geçmişine
saygısı vardı. Egeli erkekler böyle oynardı bu
oyunu. Dar omuzları, çekingen gülümseyişiy­
le sessiz sedasız oturan Erol oyuna kalkınca
zarif, kendine güvenli ve kişilikli bir insan
oluvermişti. Bu oyunu çok iyi tanıyordu. Su­
na farketti en çok Erol'daki bu değişikliği.
Kaslann, beden kıvrımlarının dilini anlıyor­
du o. Ne tükenmez bilgi kaynağıydı bedenin
dili !
Eleni kimseye birşey söylemeden kapıyq.
yönelince köpek de hemen arkasından gitti.
Köpekle Eleni dışarı çıkınca Kirov da ağır
ağır ayağa kalktı . Barın önünde durdu. Ka­
pıya gitmedi. Kapıda bir tıkırtı olduğunu ilk
duyan Eleni olmuştu. Eleni oyun havasıyla
birlikte el çırparken, rakısını yudumlarken
tıkırtıyı nasıl duymuş ve o ağır bedeniyle na­
sıl uçar gibi kapıya koşuvermişti? Kirov ise
sırasını biliyordu. Ne türlü bir hayat savaşı
ikisine bu kurallar demetini armağan etmişti
acaba?
<•Bak,ıı dedi, Cemal Suna'ya. «Kirov bekler
şimdi. Önce Eleni anlar, bilgi toplar . Kirov
da gerekeni yapar . Böyle işte. Şu dengeye
bak ! »
<<Niye bütün yorumlarını bana da kabul
ettirmek istiyorsun?ı> Erkeğin sözcülüğüne
kızıyordu Suna.
<<Anlatmak istiyorum ! Coşuyorum� şaşırı·
yorum ! Söylemek istiyorum. Şairim ben l ı> di·
ye bağırdı Cemal.
<<Ben de gören, anlayan: bir insanım ! ıı Su­
na öfkeden titredi bir an.

7
�<Bireycisin,ıı dedi - Cemal.
«Erkeğin bireyciliğine karşı ç ıktığım için
mi?ıı
Suna'nın kocası Bekir gülümsedi. Bu ge ­
ceki değişikliğin tadını dinginlikle çıkarmak
istiyor ve çoğu zaman yanında oturan Hüse­
yin Efe'nin anlattıklarını dinliyordu. Çalış­
kan ve ölçülü bir bilim adamıydı. Cemal'in
sık sık heyecanlanmasını, bağırıp çağırması­
nı, her duyguyu abartarak yaşamasını onun
şairliğine veriyordu.
Eleni kapıdaki Türk'ü geri çevirmedi. Adam .
yaşlıydı ve bir kolu sakattı. Eleni ve Kirov
ona da sık sık yakınlık göstermişlerdi. Yıkın­
tı halinde bir evin bir odasında yaşıyordu.
Uyku tutmamıştı. Çıkıp gelmişti işte. Bu
saatte başka nereye gidebilirdi? Dışardan du­
yuluyordu şarkılar ve Eleni'nin kahkahala­
rı . . . Eleni onun gelişine hoşnut olmamıştı,
ama geri çevirememişti onu.
Yaşlı ve bir kolu sakat Türk köşedeki ma­
sada tek başına oturdu, sabaha kadar hiç
söze karışmadı. Yalnızca rakısını yudumladı
ve zaman zaman gülümsedi.
Bu gece duygulardan örülmüş derin bir ku­
yuydu.
Rakı şişeleri hızla boşalıyordu.
Eleni Kirov'un yanıbaşına oturdu. Sanki
aralarına girmiş olan şeyleri birden bire fırla­
tıp atarak birbirlerine yeniden kavuştular.
Eleni Kirov'un yaşlı yüzünü, yaşlı boynunu
öpüyordu. Elini onun alnında, saçlannda,
omuzlarında gezdiriyordu. Kirov'un üstüne
örtülen bir ipek gibiydi şimdi Eleni. Bu göz­
kapakları şiş, solgun, yaşlı yüzlü, kısa boylu,
ve gururlu kabadayıyı Eleni'den başka hangi
kadın bu kadar katıksız bir sevecenlikle ok-

48
şayabilirdi?
«Aşk ! diye bağırdı Cemal. Ne büyük aşk !
Kahramanlık bu işte. Siz birer kahramansı­
nız ! »
Kirov başını önüne eğdi. Eleni Cemal'e
bakıp gülümsedi :
((Biz şair değiliz aslanım.»
Bu söz üzerine Kirov birden Eleni'nin gür,
dalgalı , siyah saçlarını iki eliyle kavradı ve
adeta öfkeli bir hırsla dudaklanna kapandı
onun.
Hüseyin Efe işgal ettiği küçücük yerinde
kendi kendine gülümsüyordu. Yaşlı Türk eli­
ni çenesine dayamış, şaşkınlıkla Eleni'yle Kl­
rov'a bakıyordu. Eleni'yle ilgili hayallerini
kim alabilirdi elinden? O uzak düşmüş bir
adamdı artık. Kendi bedenind em, Türkiye'de ­
ki torunlarından, bütün şehirlerden uzak
düşmüş bir adam . . .
Yeniden Monika oynuyordu. Cemal de fır­
lRuı. Kendine göre oynuyordu yine. Kolları­
nı Monika'nın koliarına doğru çapraz yaklaş­
tırarak, göbeğini onun küçük karnma yak ·
J.�tırarak, uzaklaştırarak . . . Monika yeniden
dudaklarıyla bir daire çizmişti.
Birden Erol ayağa kalktı. O anda herkes
Erol'un Monika'yla gönül eğlendirmediğini
anladı . Sarhoştu. Monika'yı bileğinden yaka­
ladı. ccYürüı> dedi Almanca. Eleni atıldı bir ­
den. Buna izin vermezdi. Cemal iri yarı bir
adamdı. Erol ise gergin ufak tefek ve hınç­
lı . . . Monika soğuk kanlı davrandı. cc Gidelimıı
dedi yalnızca . Çok mutsuzdu. Gittiler. Eleni
Cemal'in yüzünü okşadı : ((Çocuk sinirli. Sen
büyüksün, onun kusuruna bakma. Hadi ko ­
ç uın ! »
Hüseyin Efe yeniden mutfaktan çıkıp gel-

49
di. Pastırina dilimlerini bir . tabağa çiçek gibi
dizmişti. öteki tabağa beyaz peynir, salatalık
ve domates dilimler ini . . . Tabakları sessizce
masaya yerleştirdi ve yerine oturdu. Kirov
ona derin bir dostıukla gülümsedi. «Yine baş ·
başa kalsak» der gibiydi bakışı.
Eleni 'nin anlatımı okşayışlarıydı artık. Ki­
rov'un tenini anlıyordu. Onun yorgun, hırslı,
aç tenini . .. Kirov ise Eleni'ye doyamıyordu.
Çünkü hayatı bütün gözeneklerinden içeri
sokan Eleni'ydi. Kirov Eleni'yi kucağına
oturtmuştu şimdi . Onun kalçalarını hafif ha ­
fif okşuyordu.
«Ya yine gelirse?» diye mırıldandı Kirov.
«Gelirse ona haddini bildiririm,» dedi Ele­
ni, Kirov'un alnını okşayarak.
«Senin peşini bırakmazsa onu öldürürüm»
dedi Kirov, Eleni 'nin gözlerinin içine baka ­
rak ... O anda Kirov masadakileri, Eleni'den
başka herkesi unutmuş gibiydi. Yeniden Ele­
ni'yi saçlarından kavrayıp dudaklarına ka ­
pandı. Masadakiler ürperdi. Suna sonradan
öğrendi Eleni'nin genç bir erkekle evli oldu­
ğunu ve bir çocuğu olduğunu . . .
Kadehler dolduruldu. Herkes aynı anda . : .
Aralık pencereden içeri ıssız bir mavilik sü­
zülüyordu artık. Berlin'in erkenci maviliği,
serin saba}lları . . .
Herkes son olarak kadehini kaldıracaktı.
Bu kuyu ne kadar derindi l Herbiri dibe doğ­
ru gidiyordu. Kimi aşka, kimi yalnızlığa, ki­
mi derin pişmanlıklara . . . Hayatın sınırına
d oğru sanki , ölüme doğru sanki. . .
Eleni tam kadehini eline aldığı a n birden
duTdu. Kirov'un henüz masanın üstünde du­
ran kadchine ilişti gözü. Kirov'un kadehi
iJyle doluydu ki, kıpırdarsa hemen taşacaktı.

50
Kirov kadehi · eline alırsa rakı ağzının kıyısın­
dan sızacaktı. Bu da inatçı ve gururlu Ki­
rov'a yakışmazdı. Eleni hafifçe başını eğdl.
Kirov'un kadehine dudaklarını değdirdi. İlk
yudumu aldı. Kadehin kıyısında bir boşluk
bıraktı.

Birden Eleni'yi buldum. Yapacağım hey­


kelin anlamını buldum. Eleni Kirov'un kade­
hindeki rakının taşmasını önlemek için ya­
vaşça eğildi. Bir öpücüğü andırıyordu bu .
Benden başka bu derin özeni, bu ince sorum ­
luluğu farkeden oldu mu bilmiyorum.
Kirov Eleni'yi öldürürken yuvarlanan, par­
çalanan ve toz haline gelen bir kaya gibi miy­
di acaba?

'H
YUSUF

Güneş hattı. Aydınlık sürüyor hala. Yu­


suf'la Selim kanal boyundaki çimenlerin üs­
tüne oturdular.
ccBu kanal dün gece katil olmuşı> diyor
Yusuf.
«Ne olmuş?)) diye soruyor Selim.
«Dün gece Hallaches Tar'un orda gençten
biri içine düşmüş boğulmuş.ı>
Selim irkiliyor. Kendi bedenini kanalın bu ­
lanık sulannda görür gibi oluyor. Günlerdir
onu umutsuzluğun sınırına götüren bir te­
dirginliğin içinde Selim. Geri dönmekten
-korkuyor. Buralarda kalmak ise utandırıyor
onu. Sık sık polise uğrayıp kağıtlarını göster­
mek, sosyal yardım parasıyla geçinmek, ki ·
ra ödemeden Alman gençlerinin kaldığı bir
evde kalmak . . .
Yusuf ise sıcak yaz günlerinde .bile kışlık,
lacivert ceketiyle dolaşıyor. Koyu bir doğu
şivesiyle konuşuyor. O da Selim gibi sosyal
yardım parasıyla geçiniyar ve bundan utanı­
yor, ama Selim'in yaşadığı sarsıntıdan uzak
o. Selim'e Berlin'e gelişinin öyküsünü anla­
tıyor:
ccSüleyman'Ia çıktık yola. İstanbul'da şö ·

förle anlaştık. Bulgaristan'ın sokakları çok


temizdir. Bu temizlik hoşuma gitti. Ama or­
dan geçen Türk şöförleri Bulgar kıziarına

53
elma atıyordu. Bu d9ğrusu hoşuma gitmedi.
Sonra Yugoslavya'ya vardık. Ben garajda Sü­
leyman'ı bırakıp ekmek almaya gittim. Dön­
düm baktım bir herif Süleyman'ı kolundan
çekip duruyor. Geldim dedim ne var? Adam
bizden para koparmaya çalışıyor. Evine çağı­
rıyor. Güzel karısı varmış. Ben o an şaştım
kaldım. Adamı zor başımızdan attık. O gece
bir otelde kaldık. Sabah uyandık. Çorba içi­
yoruz. Adam dedi ki yarın yine burada sabah
çarbasını birlikte içeriz. Dedim neden? dedi
bu şoför sizi kandırıyor. Sahi de öyleymiş. Bu
adam iyi bir adammış. Bize yol gösterdi.
Trenle Varşova, ordan Doğu Almanya, yine
trenle Frederik Strase"den Batı B�rlin . . . Ada­
mın sözünü dinledik. Şoförle gitmedik. O ge­
ce biz yine Üsküp'de kaldık. O gece bayram­
mış. İnsanlar sokakta. Lüks kızlar, lüks ka ­
dınlar dansediyor. Ama orada öpüşme yok­
tur. Almanya'daki kadar yoktur. Otelde yı­
kandık. Ben küveti de ilk orda görmüşüm.
Ertesi sabah da yola koyulmuşuz.n
Selim de aynı yolla Berlin'e girdiğini söy­
lüyor. Doğu Almanya üzerinden . . . Türkiye' ­
de arandığı günlerde . . . Selim artık b u ger­
gin bekleyiş içinde gücünü yitirmeye doğru
yol alıyor. Sığınma isteği kabul edilmeyecek,
bunu biliyor.
Yusuf çimenlerin üstünde koyunlarını ot ­
latan bir çobanın dinginliğiyle uzanmış, ka­
nalın sularına, kanaldaki kuğulara bakıyor.
Selim gibi kitaplar okumamış o. Birgün ça­
lıştığı kahveyi adamlar basmış, o da kansı ­
nı ve dört çocuğunu köyde bırakıp amcaoğlu
Süleyman'la birlikte düşmüş yola.
ı• Alışabildin mi?» diye soruyor ona Selim.
({Burada ağalar yoktur. Burada insanlar

54
birbirine karışmıyor. Bu bakımdan daha iyi­
dir. Ama insanın kendi memleketinde yaşa­
ması elbet daha iyidir.»
<<Peki, diyor Selim. Ailen, çoluk çocuğun
arda, sen burda . . . Zor olmuyor mu??ıı
«Ben şimdi ızdırap çekiyorum,» diyor Yu·
. suf. Dişlerinin arasında bir otu çiğniyor. «<z­
dırap çekmiyorum desem yalan. Ailem de
düşünür ki ben burada belki Alman kadını
bulmuşum. Almanya bize yüzbinin üstünde
patladı. Tabii ki ailem zor durumdadır. >>
Yusuf'un siyah gözlerinden ılık bir sevgi
ışını yayılıyor. Kanalın karşı kıyısında ma­
yolarıyla çimenlere uzanmış genç bir çift
öpüşüyor. Ilık yaz akşamlarında kanal boy ­
larını yumuşak bir mutluluk dolduruyor. Su­
lara atıayan köpekler, koşuşan çocuklar, bir­
birlerine sarılarak uzanan genç çiftler, kal­
kola gezintiye çıkan yaşlılar ve çimenlerin
üstüne sofra serip .akşam yemeklerini yiyen
yabancı işçi ailMeri. . . Günün bu saatlarında
ışığın, suyun ahengi insanların içine doluyar
sanki. Birgün sonra loş, ıslak bir gün geri
alabilir bu mutluluğu. Berlin'lilerin içine iş­
leyen bir tedirginlik: Güneşe doyaniamak.
Bu seyrek geleri güneşli günlerde hemen ini­
yarlar çimenlere, kanal boylarına. Zaman za­
man kanalın bulanık, kirli sularını geniş ku­
laçlarla yaran genç bir erkek bedeni görülü­
yor. Bu sularda kulaç atması için insanın n_;
kadar yalnızlık duyması gerekir !
Selim ise toprağından koparılmış, bir vazo­
nun içinde solmaya, kurumaya mahkum bir
çiçek gibi duyuyor kendini. Arkadaşları on ·
daki bu umutsuzluğu kınıyor. Çoğu tartışı ­
yor. Selim ise kararusarlığının kabuğuna çe­
kiliyor. Türkiye'deki hiçbir arkadaşından ha-

55
ber alamıyor. .
Ama şu anda Yusuf'u tanıdığı · içinde için­
de hafif bir sıcaklık duyuyor. Yusuf'da bir
denge var, geçmişteki zorluklarla şimdiki
zorluklar arasında bir denge, az yaşamakla
az düş kurma arasındaki denge . . . Yusuf na­
sıl oluyor da bu kadar değişik bir sürgün ha­
yatı karşısındaki sarsıcı bir şaşkınlığa düş­
müyor?
Yusuf esmer yüzÜnde belli belirsiz bir gü­
lümsemeyle karşı kıyıda öpüşen çifte bakı­
yor. . . Güzel, soyunuk bedeniere . . .
((Biz geçen gün şaşırıp çıplaklar kampına
girmişiz Süleyman'laıı diyor.
<'E, diyor, Selim, yadırganıadınız mı?ıı Yu­
suf'un yanına, çimenlere uzanıyor o da. Yu­
suf ona garip bir güven duygusu veriyor. Bir
baba gibi . . . Selim'in çocukluğu hep Anka­
ra'da, küçük bir apartman dairesinde geçti.
Şimdi toprakla yoğrulmuş bu dayanıklı er­
keğin yanında bir sevecenlik özlemi sızıyor
içine.
«Biz öyle yapamayız, ama ben yine de on ­
ları yadırgamam. Onlar öyle yetişmiş. Bura­
da toplum bunu kabul ediyor,» diyor Yusuf.
<<Peki senin hamının burda olsaydı. Onun­
la beraber öyle bir yere gitseydiniz o ne ya­
pardı?ıı
«Utanırdı, ama biz başkalarına karışama­
yız. Benim ailem başörtülü gezer. Bu da top­
lum baskısıdır. Ben allerne demem ki şöyle
şöyle yap. O başörtülü gezer. Biz birgün Van
gölüne gitmişiz. Bir kaç arkadaşla. Onların
da aileleri vardı. Biz orada suya düşmüşüz.
Ama bunu başkalannın bulunduğu yerde ya ­
pamayız.ıı
((Sen kendini nasıl böyle yetiştirdin Yusuf?ıı

56
«Ben yirmi ya§ıma kadar ç_ok kötü yetiş­
mişim. Çocukken medreseye gitmişim. Bizim
memlekette şehre giden, yüksek tahsil ya­
panlar oldu. Ben onlarla da çok konu§muşum.
Ben kendim öğrenince aileme de öğrettim.
Bizim memlekette kadınlar köledir. Ama ben
· aileme eziyet etmem. Ben ne kadar yaşarsam
o da o kadar yaşar. Ama bende yok, onda
da yoktur. O benden razıdır. Çünkü görüyor.
Bizim komşularımız var. Onlar çok softadır.
Benim ailem onlara gider, onlarla konuşur.
Ben gidince onl�rın ailesi hemen örtünür.
Gider saklanır. Ben bir gün kızmışım : Artık
böyle şeyler kaldı mı? dedim. Niye saklanı­
yorsun? Benim ailem saklanıyor mu? Ben
arncam kızıyla, yengemle oturur konuşurum.
Bizde şakalaşma çoktur. Aslında bizim orda
softalık kalksa insanlar başka türlü olabilir.
Benim on yaşında kızım benim karşıma çık­
mış, · demiş baba ben hocaya gitmem. Ben de
onu hiç hocaya göndermemişim. »
Yusuf lacivert ceketinin i ç ceplerini karış­
tırmaya başladı. Ve dört çocuğuyla, karısıyla
çekilmiş bir fotoğrafı uzattı Selim'e. O za ­
man Selim onun lacivert ceketini niçin hiç
çıkarmadığını, en sıcak günlerde bile niçin o
ceketle dolaştığını anlar gibi oldu.
Selim akşamın eflatun renkleriyle kapla­
nan gökyüzüne bakarken birden aylardır duv­
madığı belli belirsiz bir iyimserlik duydu.

57
BİR KÜÇÜK BURJUVANIN
ACILARI II

Selma bugün para harcamaktan hiç sakın­


mıyordu. Öyle bir sofra donatacaktı ki . . .
Çerkez tavuğu, sigara böreği, yaprak sarma­
sı, cacık, pilaki . . . «İşte bizim mutfağımız, iş­
te Türk mutfağı,» Selma'nın yemekleri Türk
arkadaşları tarafından da çok beğeniliyordu.
Bazı arkadaşları takılıyordu ona : ccSelma'cı­
ğım sen burada lokanta açsan en kısa zaman­
da milyoner olursun vallahi.» Şaka olarak da
söylense parlak bir fikir. Ama bir lokantanın
mutfağında düşünemiyor kendini Selma.
Evinde iyi bir aşçı olmayı seviyor.
Selma Karstad'dan dopdolu iki plastik tar­
tıayla çıktı. Yorgundu. Türkiye'deyken alış­
verişi kocası yapıyordu. Ama burada kocası
sabahın beşinde işbaşı yapıp hava kararınca
eve döndüğü için Selma çalıştığı ana oku­
lundan çıkıp alışverişi de yapıyordu, ev işle­
ri, çocuklar. . . «Almanya'da yorgunluktan
başka ne gördük ki? Ama şimdi çocukla :·ı
okullarından ayırıp nasıl döneriz? Buranın
okul sistemine alıştılar. Daha önce dönebi1-
seydik . . . O zaman da anarşi belası vardı.
Şimdi çok şükür ortalık duruldu. İzne gitti­
ğimizde gördük. İnsanlar artık korkmadan
geceleri sokaklardan dolaşıyor. Sinemaya ga­
zinolara, ahbap gezmelerine gidebiliyor.
Hayatta en önemli şey emniyet duygusu.

59
Mesela şu Kreuzbergtde de bir sürü serseri
türedi. Alkolikler, hipiler, işgalciler. Eve bi­
raz geç dönsem yüreğim ağzıma geliyor. He'"
le şu Araplardan ödüm kopuyor. Son zaman­
larda da kara kara Sirilankalılar doldurdu et ­
rafı. Bu Alman hükümeti onlara karşı ted­
bir almakta haklı tabii. Kendi hükümetine
başkaldıran, suç işleyen soluğu Almanya'da
alıyor. Almanya da gitgide anarşi yuvası ha­
line geliyor.
Selma boylu boslu bir kadındı. Tayyörleri­
ni Türkiye'de diktirmişti. Boynuna ipekli
eşarplar bağlar, zarif, topuklu ayakkabılar gi·

yerdi. Almanlar Türk kadınlarının zevk sa ­


hibi olduğunu görmeliydi. «Türk kadını de- .
yince Almanların gözünde yalnız kısa boylu,
başörtülü, kalın çoraplı esmer bir kadın ima­
jı canlanıyor. Bizim Anadolu'nun köylerin­
den gelen kadınlanmız . ıı Köylü kadınların
. .

şöyle başörtülerini atmalannı, güzel pardü­


söler giymelerini, saçlarını kestirmelerini ço�
isterdi Selma. «Bunu bir başarabilselerdi belki
Almanlar onları, bizleri bu kadar küçümse­
mezlerdi.ıı Yine de Anadolu'nun köylerinden
gelip burada işçi olarak çalışan çilekeş kadın­
ların şık giyimli, kendini beğenmiş Alman ka­
dmiarından daha iyi yürekli olduğuna inanır­
dı Selma. Hemen samimi oluverirler, içierini
dökerler, adres verirlerdi. «Bizim Anadolu'lu
insanımız saygılıdır. Kendisi yeniez misafirine
yedirir. Oysa Almanların biraz çıkanna do ­
kun hemen sana düşman olurlar.ıı
Selma çoğu zaman derin bir yalnızlık du ,
yuyordu. Çocuklan büyüdükçe kendi arka­
daşlarıyla beraber vakit geçirmeyi tercih edi­
yorlardı. Kocası ise ya yorgun argın televiz-

60
yon seyrediyor, ya da dışarda arkadaşlarıyla
buluşuyordu. Selma ccBizim kadınlarımızı> di­
ye sözettiği kadınları iyi kalpli buluyordu
ama «aradaki görgü, bilgi, sosyal seviye far­
kı. . . ı> Selma'yı onlardan ayırıyordu. Birkaç
memur kadın arkadaşı vardı ama onlar da.
· biraz Almanlaşmışlardı. Randevularla görü­
şüyorlardı. «Ayrıca her zaman fikirlerimiz
uyuşmuyor. Galiba burada hepimizin sinir­
leri bozuldu. ı>
Selma evinin basamaklarını çıkarken nefes
nefese kalmıştı. Kırküç yaşındaydı ve çok ne­
şesizdi. «Buraya hiç gelmemiş olsaydık ! ı> Ba­
zı arkadaşları ona şöyle diyordu : «Selma'cı­
ğım burada bu kadar çok sıkılıyorsan topar­
lan git Türkiye'ye öyleyse.» Ama çocukların
okulu . . . Kocasının orada kendi "Jaşına bir iş
kurabilmesi için daha çok sermayeye ihtiya­
cı var. Türkiye'de hayat pı:ı,halılığı yıldan yıla
artıyor.
Selma plastik torbaları duvara dayayıp ka­
.pıyı açtı. Şimdi bu evden memnundu. Kalori- ,
ferliydi, sıcak suyu vardı. Daha önceleri tu­
valeti dışarda olan evlerde bile oturdular.
Mobilyalar, halılar, perdeler, yatak odaları,
artık herşey Selma'nın zevkine göreydi. Evi
her zaman pırıl pırıldı. «Bir de Türklerin pis
olduğunu söylerler. Kendi hipHerine baksın­
ıar ı n Selma kocası ve çocuklarıyla evin dü­
zenini bozdukları zaman kavgaya tutuşurdu.
Ayakkabılarını çıkarıp girişteki ayakkabı
dolabına yerleştirdi. Terliklerini giydi. Üstü­
nü değiştirdi. Yapacağı . yemekleri kaç gün
önceden tasarlamıştı. Üç dört saatta hepsini
lıazırlayabilirdi.
Elleri öylesine alışkındı ki . . . Hava kararır­
ken yemekler mermer tezgahın üstüne sıra-
lanmıştı. ·
Selma banyoya koştu. Mizanplili, kabarık
·

saçlarının bozulmaması için ba§ına kıyıları


dantelli başlığını geçirerek duş aldı. Sıkıntı­
larına, yorgun!uklarına en iyi gelen şey ılık
bir duş almaktı. Kurulandıktan sonra sık sık
yaptığı gibi tartıldı. Şu kiloları atmak ne zor­
du ! «Sıkıntıdar:ı yiyoruz.» Empirme jarseden
eflattin elbisesini giydi. Makyajını tazeled·t
Kulaklarının arkasına, göğsüne parfüm sür­
dü. Şimdi gerçekten mükemı:nel bir kadın
olarak duyuyordu kendini. Ama dengine düş­
müş müydü? Ne gezer! Kocası pek öyle ilti­
fat etmeyi, gönül almayı bilmeyen bir adam­
dı. Konuşkan da değildi. Şimdiden yaşlı bır
adam oluvermişti. Saçları ağarmış, dökül­
müş . . . Ama kocasından başka hiçbir erkeği
düşünemezdi Selma. İdeal bir ev kadını ve
ideal bir anne olmaya çoktan karar vermiş,
gururlu bir kadındı.
Almanlar teker teker gelmeye başladılar.
Bu arada kocası da geldi. Herkesi memnun
etmek Selma'ya düşüyordu. Güler yüzlüydü:
«Misafire surat asılır mı?ı>
Almanlar çiçeklerle geldiler. Şimdi çok na­
ziktiler, yumuşaktılar. işyerindeki kırgınlık ­
lar unutuluvermişti. Selma'ya kampliman
yağdırıp duruyorlardı ; <<Evin ne güzel?» «Sel­
ma ne kadar şıksın?» , <<A bu yemekierin hep­
sini sen mi yaptın? » , <<Selma harikadır ! » ,
<<Ah, diye düşünüyordu Selma, iki yüzlü ol­
madıklarına bir inansaydım ! » İnanamıyordu.
Almanlar'ın birdenbire nasıl sert olabildikle­
rini, kavgaya tutuşup, nasıl ağır konuştukla­
rını birçok kere görmüştü.
Salondaki, beyaz kolalı bir örtüyle kaplı
yuvarlak yemek masasının çevresirte oturttu

62
onları. Bir kadınla bir erkeği yanyana oturt­
maya özen göstererek. . . Modern bir Türk ka··
dım olduğu belliydi Selma'nın. Yoksa böyle
giyinmeyi, böyle davranınayı burada mı öğ­
rendi?
((Türkiye'yi tanımayan Almanlar pekala
· böyle düşfuıebilirler .»
Selma'nnı kocası Kemal konuk ağırlama
konusunda kansı gibi telaşlı ve özenli değil­
di. Daha çok Almanlar konuklarına nasıl dav­
ranırlarsa o da öyle davranmaya çalışıyordu.
Almanların Türklerle ilgili görüşlerini de pek
umursamıyordu artık. Ne istediğini bilen bir
adamdı . Şimdiden Türkiye'de iki daireleri var­
dı. En çok özlediği şey İstanbul'da gün doğ­
madan sandaHa denize açılmak, balık avlamak,
bir de yaz akşamları halkonda rakı sofrasına
oturabilrnekti. Karısının yakınmalarına, has­
talıklarına, sık sık Almanları çeki§tirip dur­
masına da pek aldırdığı yoktu. Türkiye'de
yaşasalardı sanki daha mı mutlu olacaklar­
dı? Karısı orada da yakınılacak birçok şey
bulurdu. Kemal burada da efkar dağıtmak
için arkadaşlarıyla buluşup tavla atabiliyor,
natta rakı sofrasına oturabiliyordu. Hayat
böyleydi işte. Ne eksik ne fazla. Alınteriyle
· yaşayanlar için böyleydi. İçinde birtek piş-\
manlığı taşıyordu yalnız : Şöyle saçlarını sa­
vurarak kahkahalar atan, cckocacığım» diye­
rek gelip gelip bir öpücük konduran, zaman
zaman da güzel sesiyle şarkı türkü söyleyen
bir kadınla hayatını birleştirernemiş olmak ..
aAma hakkını yememek lazım. Selma yuva­
sına düşkün, namuslu ve hamarat bir ka­
dındır .»
Zamanla heyecanlar kayboluyordu tabii.
Kemal Alman konuklara Türkiye'nin hava-

63
sından, turistik yerlerinden sözediyordu şim ­
di. Selma da yiyecekleri masanın üstüne yer­
leştiriyordu. Genç kızlığında eve görücüler
gelmiş gibi heyecan içindeydi doğrusu. Böy­
lesi bir ağırlamadan sonra belki iş arkadaş­
ları artık onun görüşlerine, önerilerine biraz
daha önem verirler, ona aklı ciddi konulara
ermeyen bir kadın gibi davranmazlardı.
Yorgunluktan mı nedir, elleri titriyordu
Selma'nın.
<�Yardım edebilir miyim?» diye soruyordu
ıneslekdaşlarından birinin kocası.
((A yok teşekkür ederim. Herşey hazır. ıı
Eve gelen misafirlere iş göstermek Selma'­
nın hiçbir zaman yapamayacağı bir şeydi
Hele bir erkek misafirin yardımı. . . Selma Al­
manya'da daha yirmi yıl yaşasa Almanıann
davranışlarını taklid etmeyecekti. Türk örf
ve adetlerini en iyi şekilde temsil etmek ! Sel­
ma nedense böyle bir görevle yükümlü bulu­
yordu kendini.
Ne o? Niçin kimse çerkes tavuğunun tadı­
na bakmıyor? Hay Allah bir tadına baksalar?
Selma'nın en değerli sanat eseri o. Börek yi­
yorlar, salata alıyorlar, pilaki . . . Henüz sar­
ınayla çerkes tavuğuna dokunan yok. «Buy­
run)) diyerek çerkes tavuğunu gösteriyor Sel ­
ma. ııTeşekkür ederim» deyip yüzlerini çevi­
riyorlar. Yoksa kirli birşey gibi mi görünüyor
gözlerine?
Birden Frau Braun uzandı yaprak sarma­
sına. Tabağına aldı. Sonra ucundan ısırdı.
Selına göz ucuyla izliyor.
ıcAh, dedi, birden. Tanıdım. Dolma ! Yunan
yemeği değil mi bu?)ı
Selma o atalarından devraldığı misafir say­
gısını bir an unutabilseydi elini masaya vu-

64
racak, Yunanlıların nasıl Türk yemeklerini
taklidedip turistlere Yunan yemeği diye yut­
turduğunu, bunun gibi daha birçok şeyi, mü­
ziğinden tut da, şarabına kadar nasıl Türk­
lerden çaldıklarını bağıra çağıra söyleyecekti.
Ama Selma Türk kadının hanımefendiliğine
, , leke sürınemek için yalnızca alaycı bir gü­
lümsemeyle :
«Hayır Fra Braun, dolma öz be öz Türk
yemeğidirıı diye karşılık verdi.

65
SABAH İLK METRO

Saat 4.40'da kalkan ilk Metroda yarım


kalmış isteklerin ağırlığı var. Geeeki konuş­
nıalar yarım kalmış, gecenin derinliğindeki
özlemler, sabah içilen kahve, ısırılan ekmek
dilimi . . .
Şu anda yalnız iki kadının sesi ve gülüş­
meleri duyuluyor. Artık Metrolarda bu ya ­
bancı sesleri ve yabancı gülüşleri duymayan
Alman kalmamıştır herhalde. Yalnız olunca
bakışlan vahşi bir küskünlükle, loş bir kor­
kuyla dolu yabancılar . . . Birlikte olunca ise
yüksek sesle, hiç durmadan konuşan, çevre­
lerindeki durgunluktan, sessizlikten öç alır
gibi gülen yabancılar. . . Korkuyla meydan
okuma arasında gidip gelen yabancılar . . .
Metroların yalnızlık, yorgunluk ve düzen
yüklü havasını giyimleri, saçları ve şakalarıy­
la uyumsuzluklarını ilan eden panklar, dün­
yayla kavgaya tutuşmaya çalışan akıl hasta­
ları, alkolikler bozuyor. Bir de biraraya gelin­
ce şakalaşan esmer yabancılar . . . Onların dı­
şında Metrolar sarsıntılarla yuvarlanan ıssız
kaya parçaları sanki. MetrGlarda niçin bu
kadar keder ve yalnızlık oluyor? Güneşli kı ­
yılarda, tarlalar arasında, turunç kokulu yol­
larda yürüyerek işlerine gidip gelmiş güney­
li insanlar Metrolarda yol alırken hangi piş-
,manlıklarla sarsılıyorlar acaba?

67
Vagonun arka kanapesinde Nuran'la Bir­
sen zaman zaman kavga eder gibi sert bir
sesle konuşuyorlar, zaman zaman da elleriy­
le alınlarını tutarak gülüyorlar.
Birsen Simens Stand'daki lamba fabrika ­
sına gidiyor. Günde sekiz saat beyaz eldiven
lerle sıcak camları U biçimindeki kalıpların
içine yerleştiriyor. Birsen için mevsimler de­
ğişmiyor sanki. Yakıcı bir yaz sıcağının için ·
de yaşıyor o.
cc Sen bu sabah niye Halleehes Tar'dan bin­
din allahaşkına ?>> diye soruyor Birsen.
ccBana bakma sen, diyor Nuran. Ben bir­
gün Nollendorf'dan binerim, birgün Hallec­
hes Tor'dan. Benim eteğime yapışan mı var?
Ben bütün Berlin'i dolaşırım. Giderim bir ah­
baba, televizyon seyrederken uykum gelir.
Uyuyup kalırım. Sabah da ardan giderim
firmaya.»
Birsen kurnazlıkla gülümsüyor. Halleehes
Tar'da İhsan'ın oturduğunu Birsen de bili­
yor. . İhsan'la Nuran'ın kaçak aşkını herkes
biliyor artık. Bunu Nuran'ın yüzüne vunna�
istemiyor yine de :
ccSen o firmadan da bir türlü aynlmadın,
diyor. Almancan o kadar iyi. İsteseri ne işler
bulursun. Daha çabuk para yaparsın.»
cePara yapıp da ne olacak? diyor Nuran.
Sonunda dört metrelik kefenden başka neye
ihtiyacını olacak ki?»
Birsen başını önüne eğerek gülümsüyor.
Gülümseyişi çabucak sönüyor. Siyah gözle­
rinden ince bir mahmurluk akıyor. Siyah ku.:
maştan ceketi, ekose eteğiyle temiz bir büro- .
da çalışan bir sekreteri andırıyor Birsen.
Türkiye'de lise ikiden ayrılmıştı. On yıl ön·
ce kocasıyla birlikte buraya gelmişti. Dönüş-

68
te bir daire satın alabilmek, bu dairede yor­
gunluklannı unutup, kaygısız bir ev kadını
olmak umuduyla . . . Gerçekleşemeyen bir d:i­
nüş. Onları buraya bağlayan güvence tutku­
su . . . İki çocuğun geleceği . . .
Oysa Nuran . . . iri kalçasına dar gelen blu-
. ,cini artık çevresindeki kimseyi ne Almanları
ne de Türkleri umursamadığını göstermek
ister gibi sık sık gür kumral saçlarını savu­
rup üstten bakışıyla, kahkahasının hemen
sönüveren yaşlı yüzüyle dönüş hayallerinden
kurtarmış kendini. Metrolarda sık sık açılan
bir konu bu. Dönmek mi? Ne zaman dönmek ?
Ne kadar yatırımla dönmek? Buradaki umut
sahnesinden ne zaman geri çekilmek? Perde
kapanıyor çünkü. Birsen'le Nuran da bundan
sözediyorlar şimdi.
«Ah ! diyor Birsen. Bari kovsalar da gitsek ! ıı
«Ne diye gidecekmişim?)) diye yanıtlıyor
Nuran. Kollarını göğsünde kavuşturup, başı­
nı geriye yaslayarak. Kuru, öfkeli bir sesle
konuşuyor:
«En güzel günlerim burada geçti. Gençli .
ğim, en güzel yınarım burada geçti.H
Ayaklarını öne doğru uzatıyor. Bir kaş1
kalkıyor. Yüzü geriliyor.
(\Türkiye'de bu yaştan sonra ne yapayım?
Bütün gençliğimi, bütün kuvvetimi buraya
vermişim . . . Şimdi gidip de kimin bokunu yi­
yeyim?))
Burnunu çekiyor. Yüzünde sert, kuru bir
gülümseme . . .
Birsen gülüyor. Bu Nuran dobra dobra ko­
nuşuşuyla, açık saçık şakalarıyla her karşt­
laşmalannda güldürüyor onu. Nuran başını
yine geriye yaslıyor. Gözlerini yumuyor. Sa­
yJklar gibi konuşuyor :

69
ııKimse artık beni buradan çıkaramaz.
Eme:kli olurum. Alman moruklan gibi köpe­
ğimi alır parklarda dolaşırım ben de . . >>.

ıı İhsan'la evlenmeyecek misin?» diye soru­


yor Birsen gizli bir alaycılıkla.
Nuran omuz silkiyor:
<�0 boklu köylü karısından ayrılır mı o?
Aman zaten evlenenlerin başı göğe mi eri­
yor?»
Bu kez Birsen mahzunlaşıyor. Terli göm ­
leğini çıkarıp fabrikadan ayrıldıktan sonra
her akşam evde sofrayı kuruyor. Çocuklara
bağırıyor. Bulaşıkları yıkıyor. Geceliğini gi­
yiyor.
<�Duydun mu Emine yine gebeymiş?» diyor
Nuran. Gözleri hala kapalı, alaycı bir gülüm­
semeyle.
ııAa ! Bu kaçıncı ! »
ııKarıda akıl yok. Gelene geç diyor. Gele ·
ne geç diyor. » Nuran'ın sesi acımasız, kızgın . . .
<�Ay yavaş ! diyor Birsen. Karşıdaki adam
güldü. Türk galiba. »
ııNe yapalım Türkse?» diyor Nuran omuz
silkerek. Başını çeviriyor. Karşıda oturan si­
yah bıyıklı, kalın kaşlı adama küçümser gi­
bi bakıyor. Yine başını geriye yaslıyor. Göz­
lerini yumuyor. Konuşmuyor artık.
ııBeni Kaizerdam'a gelince dürtüver» di­
yor Birsen ·e.
İlk Metrolarda birçok kişi biraz kestirebil ·
mek için başını geriye yaslar. Kimileri gaze­
te okur. Birgün öncesinin gazeteleri . . . Bir­
sen bu gazetelere uzaktan göz gezdirir. O da
Türklerin çoğu gibi Almanca gazete almaz.
Karşısında oturan kadının elindeki B. Z.
gazetesinin büyük yazılarını sökmeye çalışı­
yor : Romy Berlin'de.

70
Gazetenin ilk sayfası büyük güneş gözlük­
leriyle, ensesine toplanmış saçlarıyla artık
orta yaşa gelmiş Rommy Schneider'in fotoğ­
raflarıyla dolu. Havaalanında, arabaya biner­
ken, otelin önünde . . . Yanında orta yaşlı bir
erkek . . . Erkek onu yanağından öperken . . .
Kim bu Rommy? Niçin gazete onun Ber­
lin'e gelişine bu kadar önem veriyor? Rommy
kim acaba?
Yoksa? yoksa? .. Birsen bir çocukluk arka­
daşına raslamış gibi heyecanıanıyor birden.
Artist Rommy değil mi? İnci sinemasır.ın da
yıllar önce gördüğü Sissi filminin artisti .
Rommy . . . Gülümseyerek Nuran'a çeviriyor
yüzünü. Sissi filmiyle ilgili anılarını onunla
payl aşmak istiyor. Oysa Nuran'ın çatlak ka­
lın dudaklan sarkmış. Gerçektende artık Nu ·
ran'ı kim alır? Yaşı eliiye yaklaşmış . . . Nu­
ran'ın şu hafifliği olmasaydı ! Belki o da şim­
di çoluk çocuğuyla . . . Birden şu ara işsiz ol­
duğu için sabahları geç kalkan kocası geldi
aklına. Birsen'in eve döndüğü saatlarda o
kahvede oluyordu çoğu zaman. Birsen yemek
yapıyor, çocuklara bağırıyor, bulaşıkları yı­
kıyor, geceliğini giyiyor. . . Kaizer Dam'a ka­
dar uyuyabilir Nuran. Kendileri dönecekler,
mutlaka dönecekler ve kaloriferli dairelerin�
yerleşecekler, arabalarını kapılarının önüne
park edeceklerdi. Ya Nuran? Yaşlı alman ka­
dınları gibi yapyalnız . . . Yapyalnız . . . Birsen
yeniden gazeteye doğru çevirdi başını. Rom­
my artık ağırbaşlı görünüyor. Oysa Sissi
fiiıninde ne kadar afacan, ne kadar sarışındı?
Omuzlarını açıkta bırakan karpuz kollu, ete­
ği kasnaklı tuvaletiyle baloya gidiyordu. Bu
kadar güzel olmak ne büyük şanstı ! Sissi'yi
çok sevmişti Birsen. Yeni yetişen bir genç kız-

71
ken sarışın ve saraylı Sissi nasıl özlemler
uyandırmıştı içinde ! AlmanY,a'y_a gelirken de
Sissi'nin ülkesi diye düşünmüştü. Sissi'nln
ülkesi. . . Sissi'nin ülkesinde güzel binalar gü­
zel ormanlar, güzel elbiseier . . . Oysa sekiz yıl­
dır beyaz eldivenlerle sıcak ampülleri tutuyor
Birsen . . . Artık öyle güzel filmler çevrilm1yor
gibi geldi Birsen'e. Ya da artık filmler, artist­
ler heyecanlandırmıyor onu. Şu Rommy'ye
bir rasıasa Berlin'de ! Hay Allah şu işe bak,
şu anda Sissi'yle aynı şehirde oturuyor. Ama
Sissi gazetede mahzun görünüyor ve eskisi
kadar sarışın değil. Yoksa mutlu olmadı mı?
Hangi semtte olduğunu bilse Birsen işten
çıkınca gidip uzaktan seyredecek onu. Ama
işten çıkınca eve gidecek, sofrayı kuracak,
çocuklara bağıracak, bulaşıkları yıkayacak,
geccliğini giyecek . . .
Adam Rommy'ye arabanın kapısını açıyor.
Onu yanağından öpüyor. Kimbilir bu kaçın- .
cı? Artistler böyle oluyor. Gömlek değiştirir
gibi adam değiştiriyorlar. Bari mutlu mu?
Sissi mutlu mu? Birden ne kadar yorgun ve
uykusuz olduğunu farkediyor Birsen. Hay
Allah ! Kayzerdam ! Az kalsın unutacaktı.
Birden dürtüyor Nuran'ı :
(ıNuran abla uyan ! »

72
.. �� ' .
KANAL BOYU

Gülizar'la birlikte caddenin kalabalığından


sıyrılıp kanal boyunca uzanan ağaçlıklı yola
girdik. Onun acısını hafifletebilmek için bir
gezinti yapmamızı önermiştim. Renata, Gü­
lizar'm en yakın arkadaşı Renata intihar et­
mişti.
, Loş ve nemli günlerden sonra güneş birden
ısıtıvermişti Berlin'i. Bir an bu güneşli hava
ve yanımda yürüyen Gülizar beni Türkiye'ye
geri götürüverdi sanki. Gülizar ise kendisi gi­
bi doktor yardımcılığı yapan Renata'nın ölü­
münü· düşünüyordu yalnız. Onu düşünüyor,
ondan sözediyord�:
«Rena aradığını bulamıyordu.ıı
Kanal'dan küçük beyaz bir vapur geçiyor­
du .. Berlin�in yüzen kahveleri . . . Vapurun kü­
çük güvertesinde oturanlar biralarını, mey­
ve sularını yudumluyordu. Sarışm, şişman
·

bir adam yüzünü güneşe dönmüş akerdeon


�alıyordu.
((Ne güzel değil mi?ıı dedim.
Gülizar şöyle bir göz attı kanala doğru. Yi­
ne başı önünde, ince esmer bedenini ağırlaş�
tıran bir kederle Renata'ya getirdi sözü: ,
<ıRena'cık sevgiye doyamamıştı. Çoctiklu­
�unda annesi babası onu çok sıkmıştı. Şu saat­
ta ders çalışman lazım, şu saatta şunu yapa­
caksın, şu saatta bunu yapacaksın . . . Bugün

-�Kanal Boyu
kiliseye. gideceksin. Şu elbiseni giyeceksin . •>
. .

Gülizar yirmiüç yaşındaydı ve onbir yıldır


l>urada, yaşıyordu:
c'Onu en iyi ben anlıyordum.»
Ben .Söylerken Gülizar'ın gözleri doldu.
•<Sana daha önce söylemiş miydi? Yani ya··
şamaktan usandığını, intihar etmek istediği­
ni söylemiş miydi sana?»
c<Söylememişti. Bir yol bulmak için çırpı ­
nıyurdu. ,ı
«Ne gibi bir yol?»
«Rena ailesinden kurtulmak için evlenmi']­
ti. Ama kocası sık sık başka kızlarla buluşu ·

yordu. Rena'ya da özgürlük tanıyordu, ama,


biliyorum Rena bunu yapamıyordu. O çok acı
çekiyordu.>>
Gülizar omuzuna asılı çantasından sigara
paketini çıkardı. Sokakta sigara içmekten
gurur duyar gibi yaktı sigarasını. Gözlerini
kısarak uzaklara baktı. Üstünde genç Alman
kızlarının giydiği şalvar pantatonlardan var­
dı. Boynuna da Pakistan kumaşından ince.
rengarenk bir eşarp bağlamıştı.
ccOnun en yakın arkadaşı ben olmuştum.
Duygularını kocasından çok bana· söylüyor­
du. Rena çocuk sahibi olmak istiyordu. Ama
kocası aile hayatından hoşlanmıyordu ki.»
c<Niye bunun için intihar etsin? dedim. Ko­
casından ayrılabilirdi. Bir başka erkekten
çocuk yapabilirdi.»
«Ama o duygulara değer veriyordu, dedi.
O öteki Almanlara benzemiyordu. Almanla­
rın çoğu duygularını tanımazlar.»
Bir süre sustuk ikimiz de. Sonra yine Gü­
Uzar yorgun, kırgın bir sesle konuştu :
ccDün akşam kocasına telefon ettim. Ken­
disiyle konuşmak istediğimi söyledim. Benim

74
Rena'yı ne kadar sevdiğimi biliyor. Bir arka­
daşıyla bira içmeye gideceğini söyledi. Bili­
yorum kız arkadaşıyla gidiyordu. Ona öyle·

kızıyoruın, öyle kızıyorum ki. . .»


«Ama, dedim, onu yakından tanımıyorsun.
Bilemezsin belki de çok acı çekiyordur. O da
yehi bir yol arıyordu belki.ıı
Gülizar sözlerime bir anlam veremiyormuş
gibi baktı yüzüme.
Kanal'ın sağ yanında taze çimenlerle kaplı
bir alana gelmiştik. Birçok kişi mayolarıyla
güneşleniyordu. Gülizar'a çimenlerin üstüne
oturmamızı önerdim.
Gülizar verimli bir ovada yaşamıştı çocuk­
luğunu. İki hafta sonra tatilini geçirmeye yi­
ne oraya gidecekti. Köyde onu yadırgayıp ya­
dırgamadıklarını sordum.
((Artık bana söz geçiremiyorlar, dedi Güli­
zar. Bizin1 orda kızlar köle gibi yaşıyor. Da-­
yımgillere dedim ki; bana karışırsanız bir
daha köye hiç gelmem. «Gft.vur olmuşıı diyor­
lar benim için. Desinler n'apalım.))
Çlınenlerin üstüne oturduk. Ben yanıbaşı­
mızdaki papatyaları toplamaya koyuldum.
Papatyaların yaprakları narindi, renkleri sol­
gundu. Bizim aralardaki papatyalara benze­
miyorlardı. Ama yeni bir şehri tanımak ho­
şuma gidiyordu. Oysa Gülizar şu anda yaşlı
bir kadın gibi uzaklaşınıştı bütün tadlardan.
Ben Renata'yı tanımadım. Onun ölümü için
belirgin bir acı duyamıyorum. Ama Gülizar'­
ın artık hiçbir şeye kavuşmak istemiyormu�
gibi bıkkın duruşu bana çok dokunuyor:
«Dönmeyi düşünüyor musun?»
<•Orada yaşayarnam artık. Orada benim
herşeyiıne karışırlar. Beni tanımadığım biriy­
le evlendirmeye kalkışırlar.»
' .
·'

75
<'Sen de büyük şehirde yaşarsın. İş bulur­
sını. Köye dönmezsin.»
ccAilem çok kızar. Türkiye'de hastabakıcı
olarak çalışmak da hoşuma gitmiyor. Hem
parası az, hem de hastabakıcıları küçük gö­
rüyorlar.»
ıcÖyleyse burada :nutlu olmaya çalışmal ı ·

sm Gülizar.» dedim gülümseyerek. Gülizar


yeniden bir sigara yakıp dumanını gökyüzü­
ne doğru üfledi:
rıBurda da işimi sevmiyorum ki. Hep bu iş­
de mi çalışacağım?>>
ıcPeki okula gitmek için uğraştın mı?))
«Burada bizim gibilerin okuması çok zor.
Ben onbeş yaşında temizlikte çalışmaya baş­
iadım. Kazandığım parayı da hep babaıngile
verdim.
<cBelki de şimdi başka bir iş arayabilirsin,
diyorum. Seveceğin bir iş . ..))
Buruk bir gülümsemeyle bakıyor uzaklara..
Yirmiüç yaşında bir genç kızın yüzünde na.:
sıl bu kadar çizgi olabilir?
«Ancak fabrikada işçi olabilirim» diyor.
Susuyoruz ikimiz de. Gülizar'a birşeyler
söylemek, onun umutlarını tazelemek istiyo­
rum. Oysa o yeniden Renata'nın ölümüne
duyduğu acıya gömülüyor :
«0 kendisine bir yol arıyordu. Bu toplumun
adetlerinden de sıkılıyordu. Son zamanlarda
ikimiz de terminsiz (*) görüşmeye karar ver­
miştik. Birbirimizi ne zaman görmek istersek,
ne zaman dertleşrnek istersek, bir sıkıntımız
olursa birbirimize koşacaktık. Rena benden
başka kimseyle yapamazdı bunu. Burda prog­
ız.mlara göre görüşüyorlar. Şu saatta spor

(*) termin : randevu

76
yapacağım, şu saatta alışverişe gideceğim, şu
saatta uyurnam lazım. Seninle ancak perşem ­
be aıtıda gürüşebilirim. Hep termin . . . ;Rena
·

artık bu terminlerden sıkılıyordu.»


Gülizar birden Rena'nın niçin intihar et­
tiğini anlamış gibi sustu, uzaklara baktı.

,. ,, . , ·
,,. '

ANNEM İŞİNİ KAYBETTİ

Sevim yandaki odada kalan Gudrun'a yaz­


dırdı izin kağıdım. Hasta olduğu için bu haf­
ta sonu kızı Canan'ı Heim'dan alamıyacağını
ve onu benim alıp gezdirebileceğimi belirti­
yordu bu kağıtta. Altına imzasını attı. Yaz­
mayı yeni öğrenen bir çocuğun imzasını an­
dınyordu bu: SEVİM ÖZKÖK. Elimdeki bu
Kağıtla Canan'ı Heim'dan alıp saat altıya ka­
ci.ar gezdirebilirdim.
«Moralim çok bozuk, dedi Sevim, Canan be­
ni böyle görsün istemiyorum.»
Yeniden ağlamaya başladı. Divanda uyu­
yan küçük kızım uyandırmamak için fısıltıy­
la konuşuyordu. Sevim'e artık çalışma izni
verilmiyordu. İki yıl boyunca rapor aldığı için
çalışma izni iptal edil.mlıjti. Sevim onyedi yıl ­
dır burada, Berlin'de yaşıyordu. Birçok işte
çaiışmıştı, teınizlikte, fabrikalarda. . . İki ka­
lın siyah saç örgüsü ve çiçekli pazen elbise-:­
siyle onaltı yaşında bir genç kızken gelmişti
buraya. Aynı fabrikada çalışan bir Türkle ev­
ıemni§ti. İki kızı da burada doğmuştu. İki
yıldır çocuk Helm'ında yaşayan Canan ve şu
anda divanda ağzında emziğiyle uyuyan dört
yaşında Zeiiş . . . Kocası onu dövüyordu ve ba­
ıı geceler eve gelmiyordu. Elli yaşlarında bir
Alman kadııuyla da ilişkisi olduğunu öğren­
mişti Sevim. Kocasından ayrılınca ise kendi-

79
etni o kadar güçsüz duymuştu ki intiliara
kalkışınıştı. O zamandan bu yana da sık sık
hastaneye yatmıştı. Sevim şimdi Türkiye'ye
nasıl döııerdi? Parasız, iki çocuklu ve buna­
lımlar içinde . . . Kocasından ayrılmış kadınla­
rın yoksul olunca Türkiye'de dedikodtılarla
nasıl yıpratıldığını da biliyordu. Türkiye'de
burada bulabildiği koşulları da bulamazdı;
İşsizlik parası, sağlık sigortası, çocuk Heim'ı
ve ona yardımcı olmaya çalışan Gudrun'la
,
Gisela . . .
uAma önce Heim'a telefon etmelisin, dedi
Sevim. Belki de Gisela almıştır onu.» Giselıı
ev işgaleisi bir genç kızdı.
Sevim'i yaşlarla ısıanmış esmer yanakla­
rından öptüm.
:ı Üzülıne dedim. Bir çare bulunur herhal­
de.»
Küf kokulu, loş, taş basamaklan inerken
düşünüyordum : Nasıl bir çare? Sevim'in kız­
lanyla birlikte biraz daha mutlu olabilmesi
için, Canan'ın bir türlü sevemediği Helm'dan
ayrılıp annesinin yanına dönebilmesi için na­
sıl bir çare? Canan'a Heim'da niçin kalmak
i stemediğini sormuştum.
- «Çünkü evde annerne yardım etmek istiyo­
rum, demişti. Kardeşime bakmak istiyorum.»
Gerçekten de Canan hafta sonları evde
olunca aşağıdan kovayla kömür taşıyor, kar­
deşinin altını değiştiriyor, onu kucağına alı­
yor, eline bisküit veriyordu. Hatta yıkanmış
çamaşırlan katiayıp dalaba yerleştiriyordu.
Henüz on yaşına basmaınıştı Canan. Türkçe­
yi konuşurken yabancı bir dili konuş11r gibi
zorluk çekiyordu. Annesiyle de Almanca ko­
nuşuyordu.
So:Kağa çıktım. Atkıını boynuma doladım.

8
Soğuk gözlerimi yaşartıyordu. Canan'la bir­
likte kanal boyuna gidebilir, kuğulara, martı­
lara, ördeklere yem atabilirdik. Sonra da bir
pastaneye gidebilirdik. Canan'a istediği pas­
tayı alabilirdim. Ne kadar kısa mutluluk an-
. , ları ! Canan'ı Heim'a dönmekten, yalnızlık
duymaktan kurtarmayan küçük tadlar . . .
Canan yolda yürürken annesinin ya da an­
nesinin bir arkadaşının elini tutmaktan çog
hoşlanıyordu. Heim'da yaşadığı olaylardan
birini ya da çıktıkları bir geziyi heyecanla
anlatmaya koyuluyordu.
Telefon kulübesine girdim. Birden neden.c;e
garipsedim bir çocuk Heim'ına telefon etme ­
yi. Hayatımda ilk olarak bir çocuk Heim'ına
telefon ediyordum. Evci çıkamayan çocuklar
kendilerine telefon edilmesinden hoşlanırlar­
<.lı herhalde. Bu bir oyun gibi onları neşelen­
direbilirdi. Arkadaşlarının yanında da bunun­
la övünebilirlerdi. Telefonla aranmak . . . Cid­
diye alınmak, önemsenrnek gibi bir şey olma­
lıydı bu. Unutiılmamak gibi bir şey . . .
ccLütfen, dedim Canan'la görüşmek istiyo­
rum.»
Telefondaki genç kız sesinin çevresinde ço­
<; Uk sesleri duyuluyordu. Genç kız kim oldu­
ğumu sordu. Almanya'da telefonlarda titiz ·
likle gözetilen bir kuraldı bu : Önce kim oldu­
gunu sÖylemen gerekiyordu. Bu kuralın ço­
cuk Heiın'ında da gözetilmesi bana hoş gö­
ründü. Ayrım gözetmemek gibi bir şey . . . Ço·
cuklara ((Seni falanca arıyor>> demek gereki­
yordu. Canan telaş, heyecan ve coşkuyla kar·
şıladı sesimi.
'<Seni gelip almak istiyorum>> dedim. Söz·
Jerimi anlamakta güçlük çekti. Almanca:
,, ((Lütfen tekrarlar mısın?>> dedi.

Kanal Boyu 81
<ıBugün seni geztneye götürmek istiyorum.
Nereye istersen . . . »
«Bak, bugün olmaz . İch gehe mit Gisela .» •
Canan Türkçe başladığı bir cümlenin so­
nunu Türkçe getiremiyordu.
<<Peki dedim almanca söyle.»
Bundan sonrasını yalnız almanca konuş­
Luk .
<<Bugün Gisela da bana telefon etti . Şimdi
gelecek. Belki kaymaya gideceğiz. İstersen
sen de bizimle gelebilirsin.»
<< Öy}eyse sen bugün Gisela'yla çık, benim­
le de gelecek hafta çıkarsın,ıı dedim.
<<Yapmayın ! » diye azarladı Canan yakının­
daki çocukları.
<•Rahat bırakmıyorlar beni» diye bana açık­
ladı sonra. Arkasında çocuk gülüşmeleri du­
yuluyordu.
((Sen ama başka gün de buraya gelebilir- ·
sin. Beni ziyaret etmeye gelebilirsin.ıı
((Tabii, dedim, gelebilirim.ıı
<<Bugün ama Gisela'yla gidiyoruz. Ben Gi­
sela 'yla çıkınca annerne de uğramak istiyo­
rum.ıı
<<Annen . biraz hasta. Bugün uğrama ister ­
sen. Gisela ile gez daha iyi . ıı
<•Hayır, dedi, hasta değil. Biliyor musun
annem işini kaybetti.»
Canan bu iki sözcük arasında ağladı bir ­
den. Kısacık ve telaş içinde ağlayıverdi.

..

(•) Gisela'vla gtdtJIOrum.

82
,, , BOYU KADAR UZUNDU HÜZNÜ

Yağmutlu bir öğle sonrası İsmail'e Kot­


Busserdam'da rastladım. Kafasını üç numa­
ra traş ettirmişti ve yine siyah köylü kaske­
tini takmıştı. Gür bıyıkları ve sert bakışla­
ı ıyla kaba ve yaban bir görünüşü vardı. Bun­
dan önceki haıatı pamuk tarlalarında ırgat­
lık yaparak geçmişti. Kaçak olarak gelip bu-
. rada çalışmak isteyenlerden biriydi o da. Ama
onun durumu buraya para biriktirmeye ge­
lenlerin durumundan farklıydı. İsmail'e bi­
linmeyen kişiler tarafından ateş edilmişti.
Kalabalık kaldırırnda yanyana yürümeye
koyulduk. İ smail'i burada ev işgalcilerinin
sık sık düzenlediği şenlikte tanımıştım. Bu
şenliklerde sokağın bir köşesinde rok müziği
çalınırken bir köşesinde de saz çalınıyordu.
'I ürküler söyleniyordu. İşte İsmail de sokağın
biı köşesinde saz çalanlardan biriydi. Köfte,
döner, sucuk kokuları arasında . . .
Hava yine kül rengi ve ıslaktı. Kaldırımla­
rı dolduranlar daha çok esmer, kavruk insan·
lardı. Sabah 5'de iş başı yapıp bu saatlarda
işden çıkanlar . . .
((Ne . yaptın İsmail, dedim, bir yol bulabii­
din mi?ıı
İsmail sığınma için başvurmamıştı. Sığın·
ma isteyenlerin ne kadar yıpratıcı bir bek­
leyiş içinde olduklannı görüyordu. Çoğunun
.başvurusu geri çevriliyordu, geri çevrilecektt.

83
ı.lOğuk odalarda, yer yataklarında tartışarak,
şakalaşarak, hüzünlenerek geçirdikleri uzun
bir kıştan sonra . . .
İsmail'in köylü kasketinin gölgesindeki yü­
zünü çekingen, bir gülümseme kapladı :
«Evlilik yaptım. »
İsmail'in iri elleri pantalonunun ceplerimi
zorlukla sığıyordu. Bu yağmurlu havada in·
ce siyah kumaştan bir ceketle dolaşıyordu.
Boyunun uzunluğu birden hüzün verdi bana
«Almanla mı?» diye sordum.
Önüne bakarak : «Evet>> dedi.
«Nasıl gerçek mi, yoksa formalite mi?»
ccFormalite tabii.»
Bu dediğim çok yaygınlaşmıştı. Alman'la
her evlenen için aynı soru ortalıkta dolaşı­
yordu.
ccİyi bari, dedim, oturma izni de almışsın ·

dır. İş bulabiidin mi?»


« İş yok ki.»
Tam karşımızda metro istasyonu duruyor­
du. Katı, ve kara . . . Sarsılmaz bir görünüşü .
vardı metro istasyonunun. Taştan ve demir­
den . . . En çok metro içlerinde yabancılığımızı
'
duyuyorduk belki. Almanlarla yabancılann
ımbirlerini en çok inceledikleri yer metro ic
leriydi. Birbirlerini suskunluk ve tedirginlik­
le süzdükleri yer . . .
İ smail metro istasyonuna bakarak başını
sa!ladı. Kendi kendine konuşur gibi:
'
<< İş bulamazsak şu onbin markı nasıl öde·
yeceğiz? » dedi.
<<Hangi onbin markı?» ·
«Alman kadınma bizimle evlenmesi için -'>n
bin maı-k verdik. Yoksa bizimle evlenmez.»
«Çok be İ smail. Bu parayı nasıl buldun?ı.
İsmail benim telaşıma buruk bir gülüm-

84
serneyle karşılık verdi:
ııBizim akrabalar, heınşehriler . . . Denkleşti­
rlp verdik.»
İsmail'in yüzünde yumuşak, gösterişsiz bir
keder vardı.
«Ailem de ille beni aldır diye mektup ya­
zıyor.ıı
, , , «Sen evli miydin?ıı
İsmail yine önüne bakarak gülümsedi. Her­
şeyi yaşamaya hazır bir görünüşü vardı
onun. Her acıyı, her karışıklı�ı ya.§amaya . . :
lile garip bir güç bu?
ııGelmeden yirmi gün önce evlenmiştik.
Ama öyle resmi nikah değil. Bizim orda adet­
tir, önce imam nikahı kıydırırlar. Ona dedim,
durumları düzelteyim seni aldırırım.»
ı<Resmi nikah da olmuş muydu?ıı
ııDoğrusunu istersen biz kaçtik. Kızın ba·
IJası razı gelmiyordu. Biz beş yıl bekledik. Kl­
zın babası başlık parası istiyordu.»
<<Peki şimdi ona birşey yapmazlar mı?»
ııO şimdi benim akrabaların yanında du­
ruyor. Hiç dışarı çıkmaz. Onu bulamazlar.»
;,Peki ya onu getirtemezsen?ıı
«Bekler o. Biz beş yıl birbirimizi beklemı-·
şiz. Oralarda konuşmak görüşmek serbest
değil. Buralar gibi değil.>ı
«Evet, dedim, buradakiler rahat bu bakım­
dan.»
ıcAma burada da duygu yoktur,» dedi.
«Niye olmasın? Burada da birbirlerini se­
venler çok.n
ııYok, dedi İsmail. Burada bağlılık _yoktur.»
Dört yol ağzına gelmiştik. Karşıya geçmek
için yeşil ışığın yanmasını bekliyorduk Ara­
lıalar her yandan hızla kayıp gidiyordu. Met­
ro istasyonunun tam altında durmuştuk. Bir

85
metro treni boğuk bir gürültüyle geçti üstü­
müzden.
((Peki onu nasıl getirteceksin? »
İsmail sözlerimi duyamadı. Kulağını yak­
laştırdı. Gürültülerin tedirginliği titreşti genç
yüzünde. Karşıya geçerken soruma karşılık
verdi:
<(Ona yazdım. Dedim, ben burada karnıını
cıoyuramadım. İş bulurum, o zaman seni . ge­
tirtirim. Onun da burada bir akrabası vardır.
Onlarla konuşmuş. Razı gelmişler. Onu tu­
rı&t olarak getirtiriz. Sonra belki ona da bu­
.ı ada bir formalite evlilik yaptırmak lazım. •>
Yağmur dinmişti. Bulutların arasından si­
lik bir güneş ışını süzülüvermişti birden. İs­
mail'den ayrılınarn gerekiyordu. İsmail ise tı
için dolaşmaya gidecekti yine. Günlerce yal ­
nız bunun için dolaşacaktı. inşaatlarda, fab ­
rikalarda, yollarda . . .
(cPeki o bunu kabul edecek mi?ıı
((Kabul eder,» dedi İsmail. inanıyordu bu­
na. Kendisi böylesi bir çözüm yolu buluyor­
sa, bunu uygun görüyorsa, o da kabul ederdi.
« İş bulunca ikimiz de boşanırız. Burad�·
evlenil:izıı dedi.
Ben birden Türkiye'de işlenen cinayetıerl
anımsadım. Kıskançlık yüzünden, aşk uğru-
na işlenen cinayetleri . . . .
<r Herşey dilediğin gibi olsunıı dedim t3-
mail'e. Tokalaşmak için elimi uzattım. Saklı,
derin bir özlem va:rdı İsmail'in yüzünde. San­
ki uzun yıllar sürmüş ve uzun yıllar sürecek
olan bir özlem . . .

86
İ Ç İ N D E K İ L E R

Berlin'in Esmer Çocukları 7


Olanaklar Aşılabilir mi? 13
Berlin'de mi Yaşlanacağim 19
Hamburg'dan Sonra? 27
Bir Kadın Heykell 33
Yusu r 53
B i r Küçük Burjuvanın Acıları II 59
Sabah ilk Metro 67
Kanal Boyu 73
Annem İşin! Kaybetti 79
Boyu Kadar Uzundu Hüznü 83
ınsana dönüş'ün özlemiyle dolu bir kitap <<Kanal
Boyu)). Aile yaşamının en ince ayrıntılarını bile
kalıplara bağlayan, çağım ız insanının belki dt' en
büyük çıkmazına dönüşmüş bir duyguyu, yalnızlık
duygusunu görmezlikten gelmek gibi bir gaflete
düşmüş olan dünyamız için Aysel Özekın'ın öykü leri,·
s_oylu bir yardım çağrısı; insana insanın yolunu
göstererek sunuiab ilecek bir yardım . . .

ÖNEMLi NOT

Bu kitap bas1/1 fiyatinin üzerinde sat1/amaz.


90 Lira

You might also like