Dalaletten Hidayete (El-Munkiz - Gazali

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 108

EL- GAZZALi

DILILETT·EN BIDJIYETE

Not ve izahlarla birlikte tercüme eden :


Doç. Dr. Ahmed Subhi Furat

ŞAMIL YAYlNEVI
Beyaz Saray, Kitapçılar Çarşısı No. 13
Beyazıt - İstanbul
Tel.: 26 58 78
1972 İstanbul
Şamil Yayınlan: No.: 9

Dizgi - Tertip : Yüksel Matbaası


Baskı : Birlik Matbaası
Kapak baskısı : Tekin Ofset
öN SöZ

Mistikterin izahı güç tecrübe ve hallere dair kendi


hayatlarından verdikleri misal ve bilgiler, tasavvuf edebi­
yatı için ihmal edilerniyecek malzeme mesabesindedir.
Eldeki hacmi küçük ve fakat değeri büyük eser de aynı
ehemmiyeti taşıyor. Kitabın müellifi, şahsiyet ve e�;erle­
riyle lsMm tasavvufunda mühim bir mevki işgal etmi$
olan El-Gazzali'dir. Eserinde hakiki bilgiye varmada ge­
çirdiği safhaları anlatan bu büyük mutasavvuf, Islam ta·
savvuf tarihçisi için küçümsenemiyecek bilgiler bırak­
mıştır.
Takdim edilen tercüme, Şehid Ali Paşa Kütüpha­
nesinde bulunan bir el yazması nüshasından yapılmıştır.
Kitabın sonunda tıpkı basımıda verilen bu nüsha El Gaz­
zall' nin vefatından 4 sene sonra yazılmış bulunmaktadır.{ I)
Kitabın, Türkçe'de dahil olmak üzere birçok dillere ter­
cümesi edilmiş olmasma rağmen, yeniden alınışında en
büyük tirnil de bu olmuştur. Islam kültürü ile yakından il­
gilenen okuyucuların öteden beri El-Münkız diye tanıdık­
ları bu eseri, muhteviyatı nazarı itibara alınarak sunulan
'

tercümede aDa/tiletten Hidayete!. _.şeklinde isimlendirdik.


Baskısı, vatanı hizmetin yapıldıği bir sıraya tesa­
düf eden bu çalışmada kendimi, hanımımın gerek dakti­
lo, gerekse tashih babında geçmiş bulunan hizmetleri için
teşekkürde bulunmaya mecbur hissediyorum. Türk kül­
tür hayatını asırlarca beslemiş olan Islam tasavvufuna dair
bu eserin eksikliklerinin giderilmesi için söz ve yazı ile bu­
lunulacak ikazlar da aynı duyguyla karşılanacakttr.
Doç. Dr. Ahmed Sublıi Fumt
Bahçelievler, 1972

(1) Hakkında fazla maliimat için bk. s. 16-18


El-GAZZALi'NiN VAŞADI�I DEVIR
VE MUHiT

El-Gazzali'ııin yaşadığı V. hicri/XI. miladi asır,


Abbasi halifelerinin siyasi nüfuz bakımından pek sö­
nük kaldıkları bir devirdir. Her tarafta gittikçe artan
karışıklıklar ,hilafet merkezi Bağdad'ta bile sık sık
görülmekte ve bir türlü önlenememektedir. Mazbut
ve selefierine nisbetle üstün bir şahsiyet olan halife
El-Kaim bile, Büveyhilerin elinde bir kukla haline gel­
miştiı-. Fakat, şi'iliğe mütemayil bu hanedan mensup­
ları da zamanla ,ortalığı kaplayan anarşi ve sünni-şii
kavgalarını bastırmağa muvaffak ,ı:ılamamaktadır. Bü·
veyhilerden Emir ul umerfı Cei�L. ud-devle asi asker­
lerin, Bağdad'taki sarayını istila etmeleri karşısında
birçok defalar şehri terketmek durumunda kalmıştır.
Verine geçen Ebu Kalicar zamanında, Bağdad'ın du­
rumu düzelir gibi olmuştur. Şahsen uzak görüşlü bir
kimse olan Ebu Kalicar, gelişmekte olan Selçuklula­
rın durumunu dikkate alarak onlarla dostane münase­
bet tesisine girişmiş, fakat bu siyaseti hicri 440/mi·
!adi 1048 deki ölümü ile sona ermişti. Bir müddet
normale avdet etıniş olan hayat yeniden eski halini
almıştı. Oğullarının eyaJetlerde birbirleriyle olan
mücadeleleri imparatorluğun durumunu pek vahim
a DAlALETDEN HiDAYETE

bir hale koymuş, ilerde EI-Gazzali'nin hayatı sırasında


görüleceği üzere, islam dünyasının her tarafına ya­
yılmış olan Fatimi harekatı için müsait zemin hazır­
Jamıştı. Aralarından Ebu Nasr Husrev, El-Melik Er-Ra­
him ünvanıyla babasının yerini almış, diğer kardeşi
Ebu MansOr FOlad ise Selçuklular ile anlaşmıştı.
Ebu Mansur'un bu hareketinde, Selçukluların
günden güne artmakta olan kuvvet ve nüfuzlarının
büyük tesiri vardı. Esasen Horasan'ın Nişapur, Tus,
Serahs, Merv ve Belh gibi büyük şehirlerini ellerine
geçirmiş olan Selçuklular, artık batıya doğru süratle
genişlemeye başlamışlardı. Arzettiği coğrafi imkan­
lar dolayısıyla Karahanlılar, Samaniler ve Gazneliler
arasında uzun zaman rekabet mevzuu olmuş bulu­
nan Horasan, artık sünni bir islam devletinin yerleş­
me sahası olmuştu. Bünyesinde islam ve Türk husO­
siyetlerini en güzel bir tarzda kaynaştırmış bulunan
Selçuklular adil ve cesur davranışlarıyla Bağdad'ta­
ki Abbasi halifelerinin tek ümit kaynağı olmuŞ lardı.
Halife EI-Kaim, Bağdat komutanlığını deruhte et­
miş olan El-Besasiri'nin gitgide artan nüfuz ve kud­
retinden endişeye düşüp Selçuklu sultanı Tuğrul bey­
den yardım istedi. Bağdat'ta karışıklıklar yeniden
alevlenmişti; vezir Ebu'I-Kasim Ali b. el-Hasan'ın kuv­
vetleriyle, EI-Melik er-Rahim'in komutanı El-Besasi­
ri'nin askerleri karşılıklı mücadeleye başlamışlardı.
EI-Besasiri'nin Fatimiler tarafını tutmasına karşılık,
vezir Selçuklularla işbirliği yapmak istiyordu.
Tuğrul bey bütün bu hususları da nazarı itibara
alarak, hac ve Kabe yollarını tamir etmek gibi bir ga­
ye ile lrak'a geldi. Herhangi bir kuvvete başvurma­
dan şehre girmek istedi. El-Melik er-Rahim buna ma­
ni olmak için halifeye israrlarda bulundu ise de mu­
vaffak olamadı. Tuğrul beyin adı h./22 Haziran 447/m.
DALALETDEN HiDAYETE 9

15 Kanunuevvel 1055'te hutbede okundu ve üç gün


sonra da şehre girdi .Bu sırada vukCıa gelen bir ayak­
lanma bastırıldı ve dahli bulunduğu düşüncesiyle El­
Melik er-Rahim ile EI-Besasiri'nin birçok taraftarı zin­
dana atıldı. Bağdad'ta Abbasi halifelerini bir müddet­
den beri tesir ve nüfuzları altına almış olan Büveyhi
hanedanı böylelikle sona ermiş oluyordu.
Fatımilerle aniaşmış olan EI-Besasiri, onlardan
gördüğü ve etraftan topladığı kuvvetlerle Musul ta­
raflarını. ele geçirmişti. Fakat Tuğrul bey, kısa bir za­
manda Tigrit'ten Diyarbekr'e kadar uzanan bölgeyi
hakimiyeti altına alarak Bağdad'a girdi. Esasen dindar
bir şahsiyet olan El-Kaim, Fatımilerin sünni islam
dünyası için arzettikleri tehlikeyi sezmiş olduğundan
Tuğrul beyi ccMeliku ı maşrık ve ı magrib, unva­
- -

nıyla taltif etti. Fakat bu sırada Tuğrul bey, yine Fa­


tımilerin teşvik ve tahrikleriyle ayaklanari kardeşi ib­
rahim Yınal ile uğraşmak mecburiyatinde kaldı. Bunu
fırsat bilen ve kendisine bazı emirlerin de iltihakıyle
kuvvetlenmiş bulunan EI-Besasiri, h. 450'de Bağdad'a
girdi ve hutbeyi Fatımi halifesi adına okuttu. Bütün
ileri gelenlerle, ilim ve din adamlarına, Fatımi hali­
fesi EI-Mustansir'e biat yemini ' ettirdi. Ancak Bağ­
dad'ta yapmış olduğu zulüm pek devam etmedi; kar­
deşinin isyanını bastırmış olan Tuğrul bey, h. 451'de
tekrar lrak'a dönünce EI-Besasiri şehri terketti ve
Kufe'ye kaçtı. Orada Tuğrul beyin kuvvetlerine karşı
yaptığı bir savaşta öldü.
işte ilerde islam dünyasının en seçkin simaların­
dan biri olacak EI-Gazzzali'nin doğduğu sıralar hilafet
merkezi bu hareketlere sahne olmaktaydı. Onun asıl
vatanı olan Tus'un bulunduğu Horasan da, hilafet
merkezinden uzaklığına rağmen h. V. asrın ilk yarı­
sında Gazneliler ile Selçuklular arasındaki mücade-
10 DALALETDEN HI DAYETE

1elere şahit olmuştu. Büyük bir yerleşme merkezi ve


kültür yeri olan Tus, mezkur iki taraftan birini tutan
Nişapur, Kirman ve Ebiverd emirleri arasındaki sa­
vaşlara katılmak mecburiyetinde kalmıştı. Bütün bu
karışıklıklar tabiatıyla, ilerde bilhassa EI-Gazzali'nin
ağzından da işitileceği üzere, hakikatın masum bir
imarnın talimi ile öğrenilebileceğini iddia eden Ba­
tın·ıye mezhebi mensuplarının siyasi ve fikri emelle­
rinin tahakkukunu kolaylaştırıyordu. Fakat bölgede,
neticede Selçukluların hakimiyeti, gittikçe daha teh-
1ikeli bir durum arzeden bu mezheb taraftarları kar­
şısına, aşılması güç bir mania olarak çıkacaktı.
HAYATI
Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed b. Muham­
med b. Ahmed h. 450/m. 1058'dc Tus'ta doğdu. Ba­
bası, hayatını yün eğirerek kazanan mütevazi, dindar
bir sanatkardı. Yapamadığı ve fakat bir türlü de bı­
rakarr.adığı tahsil arzusunu fırsat buldukça devam et­
tiği ilmi meclis ve sohbetlerde giderrneğe çalışıyor­
du. En büyük arzusu, hiç olmazsa oğullarını bundan
mahrum etmemekti.
Nitekim buna kısmen de muvaffak oldu; istikbal­
de islam dünyasının en güzide şahsiyetleri arasına
katılacak iki oğlu olmuştu: aralarından büyüğü, bura­
da hayatı kısaca anlatılacak olan Ebu Hamid Muham­
med, diğeri de daha çok bir vaiz olarak şöhret bula­
cak Ebu'l-futOh Ahmed'ti. An:a kader ona, bunları
göstermiyecekti. Oğullarının pek küçük bir yaşta bu­
lundukları sırada ölümünün yaklaştığını sezerek, on­
ları dostu olan bir sOfi'ye teslim ile tahsillerini de­
ruhte etmesini rica etti. Bu sOH kimdi? Adına kay­
naklarda rastlanılmıyor. Ancak bu sıralarda, Tus'ta
pek faal olan tasavvufi hayat nazarı itibara alınırsa,
Herde de temas edileceği üzere bunun EbO All Fadl
DALALETDEN HiDAYETE 11

b. Muhammed EI-Hırmedi'nin müritlerinden biri ol­


ması kuvvetle muhtemeldir.
MiHum olduğu üzere El-Farmedi, meşhur sGfi ve
mutasavvıf Ebu 1 Kasim Abd - Kerim EI-Kuşeyri'­
-

nin (v. 465/1072) müridi idi. El-Gazzali, devrin bu en


büyük tasavvuf şeyhine, onun Tus'ta bulunduğu sı­
ralar intisap etti. Böylece esasen yaradılışında bu
sahaya karşı temayülü olan EI-Gazzali, ilk gençlik
yıllarını bu tezkir muhitinde geçirdi. El-l<uşeyri'nin
tarunu olan Abd'ui-Gafir El-Farisi, EI-GazziW'nin, bu
şeyhinin talim ve telkinlerine son derece bağlı oldu­
ğunu kaydetmektedir.
Ancak EI-Gazzali, diğer islami ilimle meşguli­
yatten de geri kalmadı. Yine Tus'ta Alımed b. Mu­
hammed Er-Razekani'den fıkıh okumuş, daha sonra
bu dersleri Curcan'da Ebu Nasr El-ismaili'den takip
etmişti. TQs'a dönüşünde haydutlar, katıldığı kervanı
soymuşlar ve içinde hacasından tuttuğu notları
bulunan çantasını almışlardı. Hadiseyi kendisin­
den dinleyelim: arkalarından gittim; ölümle tehdit
edilmerne rağmen reisierine baş-vurup «yazılarımı
bana verin, size yaramaz» dedim. Bunların ne oldu­
ğunu sordu, dersler esnasında tuttuğum notlar oldu­
.
ğunu söyledim. Güldü ve: cıNas ıl olur da onları öğ­
rendiğini iddia edersin, çantan· alımnca onlardan mah­
rum kaldın, dedi. Ve sonra da emri üzerine adamla­
rından birinin getirdiği çantayı bana teslim etti. EI-Gaz­
zali anlattığı bu hadiseyi ilahi bir ihtar olarak kabul
etmiş, daha sonraki çalışmalarını hafızada kalacak
tarzda yapmıştır.
Tus'ta üç sene kadar kalan E!-Gazzali'yi daha
sonra Nişabur'da görüyoruz. Onun yaşadığı devir ve
muhitten bahsedilirken zikredildiği gibi Nişapur, bü­
yük bir kültür ve yerleşme merkezi idi. Selçuklu ve-
12 DALALETDEN HiDAYETE

ziri Nizam'ül-Mülk burada kendi adıyla anılan bir


medrese kurdurmuş, bunun hilatiyat ve Usul kürsü­
süne devrin en büyük alimi kabul edilen lmam'ui­
Haremeyn Ebu'I-Meali Ziyaeddin EI-Cüveyni'yi tayin
etmiştir. El-Gazzali, zekası ve çalışkanlığı sayesinde
yakın ilgisini çektiği bu hacasından fıkıh, usul, man­
tık ve kelam okudu. Onun vefatma kadar devam eden
bu münasebet, El-Gazzali'nin yetişmesinde pek mü­
him bir rol oynamıştır. Burada öğrendiği bilgilerin
hakikate uygun olup olmadığı hususunda yavaş yavaş
hissetrneğe başladığı bir şüpheden bahsetmek lazım­
dır. EI-Gazzali'nin felsefi meselelerle de uğraştığı bu
sıralar İslam dünyası birbirine zıt kanaat, görüş ve
fikir careyanlarına sahne olmaktaydı. Bu devresinde
tasavvufi hayatı ikinci planda kalan EI-Gazzali, insan­
ların çocukluk sıralarında maruz kaldıkları telkinlerle
dine bağlandıklarını, bu yüzden imanlarının taklidi ol­
duğunu görrr.üştü. Şimdi okuduklarının da tesiriyle
bütün fikir ölçülerini reddederek hakikat için şaşrr:az
bir nizarn aramaya koyulmuştu. Tahsil ettiği kelam
ve felsefe de onu tatmin etmemişti, huzursuzdu. Bu­
na hacası imam ui-Haremeyn'in vefatı da eklenince
Nişapur'da daha fazla kalanııyacağını aniayıp Bağ­
dad'a gitti. Tercüme-i halinden bahseden müelliflerin
çoğu, bu seyahati, vezir Nizam'ul-mülk'ün daveti üze­
rine yaptığını kaybederler ki bunun doğru olmaması
için ciddi bir sebep yoktur. Zira daha Nişapur'da iken
Nizam'ul-mülk'ün meclisinde yeralan El-Gazzali,
hocasının vefatından sonra oradaki hasımlarıyla yap­
tığı münazaralardaki üstünlüğü ile dikkati çekmişti.
Nizam'ül-mülk, Nişapur'dakine inuvazi olarak Bağ­
dad'ta tesis ettiği aynı ismi taşıyan Nizarniye medre­
sesine, EbO İshak El-Şirazi'yi getirmiş bunun vefatı
üzerine EI-Gazzali'yi tayin etmişti.
DALALETDEN Hi DAYETE 13

EI-Gazzali, bu medresade Eş'ari tatiminin esas­


larına dayalı bir tedris faaliyeti için tavzif edildi. Bu
tedrisin ağırlık noktasını her ne kadar hukuki ilim­
ler teşkil ediyor idiyse de, bunları gittikçe yayılan
Satınilik karşısında müdafaa etmek zarureti de var­
dı. Tabiatıyla bu da onların dayandığı itikat temelle­
rini kelam ilmi ile takviye sayesinde olabilecekti.
işte bütün bu zarCıretler, EI-Gaızali'yi, kesif bir ted­
ris ve telif faaliyetinde bulunmağa mecbur etmişti.
Her taraftan derslerine koşup gelenler onu, selefi
Ebu ishak Eş-Sirazi'deki bilgi ve ihatanın yeni bir te­
cellisi olarak görüyorlardı. Bugün elimizde bulunan
Mekisid'ul-felasife'si ile Tehafüt'ül-felasife'si bu se­
nelerin mahsOiüdür. Diğer taraftan Nizam'ül-mülk
ile olan münasebetleri, onu sünni islam dünyasının
ihya hizmetine sokmuştu. Kalemini, devlete meşru­
luğunu verecek olan fıkılıa dair eserler yazmakta kul­
landı ki El-iktisad, El-Veciz, EI-Bcısit ve EI-Vasit adlı
eserleri bu tarzda ortaya çıkmıştır. nun bu gayretleri
h. 488 senesine kadar sürdü. Ancak bu sıralarda, yu­
karda zikredildiği gibi, daha Nişap.ur'da iken hisset­
rneğe başladığı şüphenin kuvve.tlenmesi üzerine fa­
aliyetlerini terketti. Herşeyini Bağdad'ta bırakıp bir
uzlet hayatı yaşamağa karar verdi. Fakat alimlerin,
uzlet için tedris faaliyetine son verişine mani olabi­
leceklerini düşünüp, hac maksadıyla Hicaz'a gidece­
ğini söyleyerek, yerine kardeşi EbO'I-futtıh Ahmed'i
bıraktı ve Şam'a gitti.
Bunun sebebi neydi? Bunda giriştiği nefis müca­
delesinin payı inkar edilemezdi. Ayrıca yazmağı ta·
sarladığı ihya'sı için huzur ve sükOn aradığı da mu­
hakkaktı. Bağdad, bunun için uygun bir yer değildi.
Esasen Nlzam,ül-mülk'ün ölümü, onun için pek büyük
bir kayıptı. O böylece sadece bir dost ve hamiyi de·
14 DALAlETDEN Hi DAYETE

ğil ve fakat sünni islam dünyası için yaşattığı ideal­


lerinin de yıkıldığını görüyordu. Melikşah'ın da 33
gün sonra ölümü, siyasi hayatı büsbütün karıştırmış­
tı. Nizam'ül-mülk'ün ve Melikşah'ın. oğulları şimdi bir­
birleriyle siyasi mücadeleye girmişlerdi. Bu karışık­
lıklar, menfur erneilerini gizlice yürütmekte olan Batı•
nilerin işine yaramıştı. Hareketlerine mani olmak iste­
yen siyasi ve ilmi şahsiyetleri, suikastlar tertip ede­
rek ortadan kaldırıyorlardı. Onların bu tehdit ve teca­
vüzlerinden ınasun olan yer sadece Suriye ve Filistill'
idi. işte El-Gazzall, bu durumları göz önüne alıp Şam'a
gitınişti. Burada itikaf hayatını bir müddet devam et­
tirip Kudüs ve lskenderiye yolu ıle Hicaz'a gitmek is­
yitordu. Muvaffak olduğu bu planının dönüşünde Bağ­
dad'a uğradı. Burada ihya'sını takrir ettiği derslerine,
ilkinden daha kalabalık bir kitle geliyordu.
Fakat onun bu seferki faaliyetinin uzun sürmedi­
ği anlaşılıyor. Benliğini kuşatan sOfiyane hayat arzusu
onu Tus'a çekilrneğe mecbur etti. Doğduğu şehirde 1(}
sene kadar kalan EI-Gazzali'yi Bağdad'taki son tedris
hayatına Nizam'ül-mülk'ün haleti Fahr'ül-mül'k ikna,
edebilmişti. Ancak bu sefer de faaliyeti de uzun müd­
det devam etmedi. Şehrine dönen EI-Gazzali zamanını
evinin yanında yaptırdığı bir medrese ve tekkede ted­
ris ve irşadla geçirmeğe başladı.
Kendisini çekemeyenleri Sultan Sencer'e kadar
varan şikayetleri bir tarafa bırakılırsa onun, son sene­
lerini, huzur içinde geçirdiği söylenebilir. Sükunet do­
lu bu hayatı bozan hadise, Ebü Hanife aleyhinde bu-,
lunduğu iddiasından neş'et etmişti. Hanefi mezhebine,
karşı sevgi ile dolu Sencer, EI-Gazzali'nin EbO Hanife
hakkındaki kanaatini bizzat kendisinden dinlemiş; ya­
nıldığını anlamış, kendisine has üsiOp ve belagatine
hayran olarak onu, lzzet ve ikramla Tus'a göndermişti.,
DALALETDEN HiDAYETE

Ve bu büyük deha da doğduğu şehirde, 14 Cema­


ziyel-ahir 505 - 19 Kanunuevvel 1111'de Pazartesi gü­
nü vefat ederek Taberan semtine defnedildi.
ESERLERi:
Oldukça kısa ve fakat hareket dolu bir hayatın
kahramanı EI-Gazz�li bazıları yukarda da kaydedilmiş
olan Arapça ve Farsça birçok eser yazmıştı. Bunların:
en mühimi, olgun bir yaşta yazınağa başladığı ihyau
ulüm id-din'idir. Bu eseriyle o, fıkıh ile tasavvufu mez-·
cederek medrese ile tekke arasında bir ahenk tesis
etmeğe çalışmıştır. Diğerleri arasında şunlar da ha­
tırlatılmalıdır: Adab'us-süfiye (Kahire), EI-Edebu fid··
din (Kahire 1343). EI-Erbai'nu fi usuli d-din (Mekke
1302). Eyyuhe'l-veled (Beyrut, 1951; bu eser Almanca,
(1838, 1842), Fransızca ve ingilizce'ye tercüme edil­
miştir.) Bidayet'ul-hidaye (Kahire), Cevahir ui-Kur'an,
(Mekke, Kahire), EI-Hikmetu fi mahlukat illah (Kahire}
Hülasat ut-tesEınif (Farsça olarak kaleme aldığı bu e-·
ser, Muhammed Emin EI-Kurdi tarafından 1332'de A­
rapça'ya tercüme edilmiştir), Ed-Dürret lil-fahire (Ka­
hire), EI-Mürşid ül-emin (ihya'nın t�lhisi, Mısır, 1341),
Mişkat'ul-envar (Mısır, 1343), MJnhac'ul-abidin (Kahi­
re). Mizan'ul-amel (Kahire, 1328; eser Fransızca'ya da
tercüme edilmiştir, 1945), El-iktisadu fi'l-itikad (Eser·
Dr. ihrahim Agah Çubukçu ile Dr. Hüseyin Atay tara­
fından 1962'de Ankara'da neşredilmiştir). ilcam'ul-a··
vam (Kahire). Akidetu ehli's-sünne (iskenderiye), Fe··
daihu'I-Batıniye (Eser Fedaihu'l-Mustazhiriye ve EI­
Mustazhiri diye de adlandırılır. Leiden de 1916'da.
basılmıştır), Faysal'ut-tefrika (Mısır, 1343), El-Kıstas'·
ul-mustakim (Kahire), Kimyaus-saade (Farsça olarak
yazılmış olan bu eser de Mısır'da basılmıştır), El-Maz­
nunu bihi ala gayri ehlihi (Mısır), El-Maksadu'l-esni:
(Mısır, 1323), Esrir'ul-hacc (Mısır), EI-Vecizu fi'l-furOi
16 DALALETDEN HiDAYETE

(Mısır, 1317). Mearicu'l-kuds (Kahire, 1347), Miyar 'ul·


ilm fi'l-mantık (Mısır, 1329) (1).

EL·MUNKIZU MiN ED·DALAL

EI -Gazzali'nin burada hususiyle üzerinde durul­


mak istenen eseri ise ilerde tercumesi sunulan E I-Mun·
kız'idir. Bu eser, hakiki bilgiye varış yolunda müellifi
EI-Gazzali'nin geçirdiği safhaları anlatmaktadır. islam
tasavvufunda bu nevi eserlerin sayısı pek fazla değil­
dir. 1-licri IV. asrın başlarında vefat ,eden El-Hakim ut·
Tirmizi'nin Buduvvu şajn adlı eseri(2) bir tarafa bırakı·
lırsa, EI-Munkız ınezkGr tarzın en mühim eserlerinin
başında yer alır. Bir mutasavvıtın yaşadığı halet-i rG­
hiyelerin bizzat kendisi tarafından anlatılması, esere
tasavvuf tarihinde müstesna bir yer kazandırmıştır.
EI-Gazzali bu eserini ne zam<m yc:ızmıştır? Bu hu­
susta kesin bir tarih vermek güçtü. Ancak eserin için·
de geçen bazı ipuçlarına dayanılarak takribi bir za­
man tayininde bulunabilir. Bunlara göre EI-Gazzali,
bu küçük eserini 50 yaşını aştığı bir sırada kaleme al­
mıştır. Ayrıca daha önce Tehafüt ül-felasife, Faysa­
l'ut -tefrika, EI-Kıstas'ul-mustakim, EI-Mustazhiri ve
Huccet ul-hakk gibi eserlerini yazmış bulunmaktadır.
Hemedan'da iken sorulan bir meselanin cevabı olan
Mufassa'ul-hilat ile Tus'ta karşılaştığı bir sorunun

(1) Eserleri hakkında daha fazla mal'limat için C. Brockel­


mann'ın Arap Edebiyatı Tarihi adlı eseri ile (: GAL, Suppl, I.
744-756) Kasım Kufralı'nın İslam Ansiklopcdisindeki Gazzalt
maddesine bakınız.
(2) El-Hakim'ut-Tİnhizi'nin mezkılr tercüme-i haline daya­
nılarak anlatılan hayat h ikayes i için bk. Şarkiyat Mecmu as ı, V
95-118 ( : Ahmet Suphi Furat, Ll-Hakim At-Tirmidı ve Kitab al­
'akl va' l -h ava risalesi).
DALALETDEN HiDAYETE 17

karşılığı mahiyetindaki Kitabu'd-derc de bu eserler


arasındadır.

NÜSHALARI:

EI-Munkız'in bugün elimizde birçok yazma nüs­


hası vardır. Birkaç tanesini hatırlatmak gerekirse Es-­
ad Efendi (nr. 1498 - 6). Hacı Beşir Ağa (nr. 411), Ha­
Jet Efendi (nr. 796 - 5) ve Uıla ismail Efendi (nr. 162 -
12) kütüphanelerinde bulunanlar zikredilebilir.
Eser h. 1287 ve 1303'te lstarıbul'da, h. 1303, 1309,
1316'da Mısır'da, h. 1352'de Dımaşk'ta, m. 1891'de
Bombay'da ve 1842'de Paris'te basılmıştır. Selımol­
ders tarafından yapılan bu sonuncu baskıda, tercüme­
si de verilmiştir. Barbier de Meynard'ın yaptığı Fran­
sızca tercümesi ise, Journal Asiatique mecmuasında
1873 senesinde neşredilmiştir. M. Pallia'nın EI-Munkiz
üzerinde yaptığı tahlili çalışrr.ası, teferruatlı olmasına
rağmen eksiktir (Bk. Memoires de I'Academie Rayale
·
des sciences morales et politiques, 1, '155 - 193). EI­
Munkiz'in Claude Field �arafından y�pılmış bir ingi­
lizce tercümesi Lahor'da yayınlanrnı�tır. Eser Mehmed
Zihni ve Mehmed Said efendiler tarafından Türkçe'ye
de tercüme ed!lmiştir. Bu tercüme h. 1287'de İstan­
bul'da, h. 12B9'da Amiriye matbaasında basılmıştır.
EI�Muııkiz'in daha muahhar bir tercümesi Hilmi Gün­
gör tarafından yapılmış olup «Dünya Edebiyatından
Tercüme! er" serisinde (Ankara, 1 !:160) çıkmıştır.
Takdim edilen tercümemiz ise, kitabın Şehid Ali
Paşa kütüphanesinde bulunan bir nüshasından yapıl­
mıştır. 17'12 numarad� kayıtlı bu nüsha 11x19 (8x16,5)
cm. ebadında olup koyu kahverengi, zincirekli ve mik­
Jepli meşin bir cilt içinde yer almaktadır. 23 - 28 ara­
sında satır ihtiva etmekte olur. nesilıle yazılmıştır.
18 DALALETDEN HiDAYETE

Sayfa kenarlarında notlar bulunmaktadır. Aynı mec­


muada EI-Gazzali'nin şu eserleri de görülmektedir:
1. l<itabu ilcam'il-avam an ilm il-kelam (: 1a -
32b)
2. Kitabu'l-munkız min ed-dalal (33a - 56b: 1a -
24b)
3. Kitabu taysal 't-tefrika (57a - 70b: 1a - 14b).
ilk risalenin sonunda (32b), EI-Gazzali'nin, bu son
eserini hicri 505 senesinin Cemaziyelahiresi başların­
da bitirdiği hatırlatılıp, müntensihin, bu risaleyi hicri
507 Şaban ortasında yazdığı kaydedilmektedir. Üzerin­
de durduğumuz ikinci risalenin sonunda, (24b), risa­
lenin Abd'ui-Hamid b. El-Fazi.. . Et-Taberi tarafından
hicri 509 senesi 7 Şevvalinde istinsah edildiği kaydı
vardır. Üçüncü risalenin sonunda ise (: 70b), risalenin,
yine aynı müstensih tarafından hicri 508'de Bağdad'ta
tamamlandığı yazılıdır. Anlaşılıyor ki bu risaleler bir
kaç sene farkı i_le istinsah edilmiş ve sonradan bir ara­
ya toplanmıştır.
Risalemizin istinsah tarihi olan 509 senesi, EI­
Gazzali'nin vefatının dördüncü yılıdır ki bir elyazması
nüsha için büyük bir kıymet ifade eder. Bugün elde
bulunan matbu nüshalardan bazı noktalarda ayrılan bu
el yazması nüshayı, tercümemize esas ittihaz edişimi­
zin sebebi de budur.

MUHTEVASI:

EI-Gazzali eserini, ismini açıklamadığı bir din kar­


deşinin «ilimleı-in gaye ve sırları ile mezhebierin he­
def ve inceliklerine, dair bir sorusuna cevap olarak
kaleme almıştır. Maksadı, taklit safhasından tahkik
mertebesine ulaşmak için başvurduğu ketarn ilmin­
den, talimiye mezhebinin görüşlerinden, felsefeden
DALALETDEN HiDAYETE 19

ve nihayet tasavvuftan öğrendiklerini ve bu sıralarda


yaşadığı halet-i ruhiyeleri anlatmaktadır. Esasen ona
göre, hakikat ve necat, her fırka ve mezhep mensup­
larınca kendi yolları olarak iddia edilmiştir; Kur'an-ı
Kerim ile hadis-i nebevinin işaret ettiği keyfiyet de
böylelikle tahakkuk etmiştir.
Bu fırka ve mezhepler EI-Gazzali'nin I lgisini, daha
gençliğinde, 20 yaşına varmadan çekmiştir. Yaradılı­
şı icabı onların mahiyetlerinin ve görüşlerinin neler
olduğunu anlamağa karşı büyük bir merakı vardır. işte
bu heves, onu, anne, baba ve hocaların taklidi ile el­
de edilen arizi aki'deleri aşarak hadiselerin hakikat­
larını öğrenmeğe zorlamıştır. Onca hakiki, yani yakin
derecesindeki bilgi, şüphe, yanlışlık ve vehim ihtima­
li olmayan ve kalbin yanlışlığına inanmadığı bilgidir.
Böyle bir bilgiyi elde edinceye kadar, geçirdiği saf­
haları samirniyetle anlatan EI-Gazzali, itiraflarına şöy­
le devam eder: Benim önceleri bu tarzda bir bilgim
yok idi. Mevcut mahsGsat ve zarGriyat nevinden bilgi­
lerime baktım; bunlardan mahsüsatın' beni yanıltabile­
ceğini anladım. Bazı sebeplerle akliyat hakkında da
aynı kanaat vardır. Ancak iki ay -k-adar bir zaman son­
ra, bilhassa bu son kanaatimle bir safsataya düştüğü­
mü anladım. Bu, Allah'ın kalbime attığı bir nur saye­
sinde olmuştu.
imdi. 1-fakk'ı arayanları dört grupta tasnif ediyor­
dum: Kelam alimleri, Batıniler, FeylesGflar ve sGfiler.
Bunlar arasında kelam alimleri, sünnetin ihyasına bü­
yük yardımlarda bulunmuşlardır. En �üyük başarıları
hasımları olan bid'at ehlinin, düştüğü tenakuzları gös­
tererek, saplandıkları yanlış fikirleri ortaya çıkarmak
olmuştur. Fakat bu hareket tarzlarının, zarGriyat dışın­
da birşey kabul etmeyenler karşısında faydası pek az­
dır. Bu yüzden kelam beni tatmin etmemiştir. Daha
20 DALALETDEN Hi DAYETE

sonra bilhassa şeri ilimleri ntasnif ve tedrisinden


artakalan zamanlarda, üç sene kadar felsefe ile meş­
gul oldum. Fakat bunun da maksadımı temin edeme­
yeceğini, aklın, bütün meseleleri kavramada müsta­
kil ve bütün müşkülleri halledecek durumda olmadı­
ğını anladım. Bu sıralar Talimiye mezhebi mensupla­
rının fikirleri yayılmaya başlamıştı. nlar, hadislein
hakla kaim bir imam tarafından öğrenebileceğini id­
dia ediyorlardı. Bu iddialarının manasızlığını isbat için,
hilafet makamından, haklarında bir kitap yazmam em­
redildi. Esasen onların fikirlerini, aralarına giren bir
arkadaşım vasıtasıyla öğrenmiştim. iddia ettikleri gi­
bi, mu�!lime şüphesiz ihtiyacı v�rdır: fakat bu, bizim
nazarımızda da Hz. Peygamber (A.S.)'dir.
Bu rr.ezhep mensuplarının belli başlı iddialarını
kısaca çürüten EI-Gazzal!, insan'ın bu görüşler için­
de gerçeği bir imama muhtaç olmadan kıstas-ı müs­
takim dediği ölçülerle tanıyabileceğini kaydeder. O,
beş esas olarak kabul ettiği bu ölçüleri EI-Kıstiis'ul­
mustrıkim adlı 20 varaklık eserinde anlatmıştır. Mez­
kur mezhebin tenkid!ne hasrettiği diğer eserleri ara­
sında EI-Must8zhiri, Huccet'ul-hakk, Mufassal'ul-hiliH
ve KitiHnı'd-derc'inde bulunduğunu ilave eden E!-Gaz­
zall, onların gerçek yüzierini öğrendikten sonra, ken­
dilerinden el çektiğini söyler.
Sonunda, safllerin yoluna giren EI-Gazzal'i, önce
EbCı Talib ei-Mekkl, EI-Haris'ul-muhasibl, EI-Cuneyd,
Eş-Şib!l, Ebu Yezid'ii-Bistami v.d.lerinin eserlerinden,
onların görüşlerini öğrenmiştir. l(anaatini: .. En büyük
sCıfi!erin elde etmek istedikleri, öğrenme ile değil de
zevk, hal ve sıfatiarın değişmesi yoluylaydı,. şeklinde
ifade eden EI-Gazzali şöyle devam ediyor: Artık dinle­
me ve öğrenme ile değil de zevk ve sü!Cıkla elde edile­
bilecekler kalmıştı. Bu düşüncelerin tesiriyle kendisini
DALALETDEN Hi DAYETE 21

kontroldan geçiren müellif, o ana kadar faydalı şeyle­


rin yanısıra, boş ve faydasız şeylerle uğraştığını da
görür ve uçurumun kenarında bulunduğuna, eğer hali�
ni düzaltrneğe kalkışınazsa ateşe yuvarlanacağına ka­
naat getirir. EI-Gazzali, 488 senesi Receb ayından iti­
baren 6 ay kadar bir zaman dünya arzularının cazibe­
si ile ahiret düşünceleri arasında kararsız kalmıştır.
Ama bu son ayda durum ihtiyari olmaktan çıkmış, za­
rOri bir hale gelmiş, dili tutulmuş, benliğini saran hü­
zün onu yemek ve içmekten etmişti. Doktorların da bir
çare bulamayışları karşısında, hiç bir çaresi kalma­
mış kimsenin sığınışı ile Allah feala'ya dua etmişti.
Duasını kabul eden Allah ona, mevki, mal, aile, ço­
cuk ve arkadaşlarından uzaklaşabilme gücü vermişti:
aiçinde Şam'a gitmek meyli olmasına rağmen, halife­
nin ve bütün arkadaşların Şam'da kalırak kararında
oluşunu öğrenmelerinden sakınanık Mekke'ye gitmek
arzusu izhar ettim» diyen EI-Gazzaii bu hareketinin
muhtelif tenkitlere mevzu olduğunu da hatırlatır.
Nihayet Şam'a giden EI-Gazzali, orada iki seneye
yakın kalır; Dımaşk camiinde bir itikaf hayatı yaşar
ve bunu, gittiği Kudüs'te de devaq:ı ettirir. Sonra Hi­
caz'a gider ve çoluk çocuğun .isteği üzerine tekrar
Bağdad'a döner. On sen;e müddetle, muhtelif meşga­
lelere rağmen uzlet hayatını burada da yaşayan EI­
Gazzali: «Bu uzlet hayatı boyuneel bana izah ederneye­
ceği m birçok şeyler mallım oldun demekte ve kanaat­
lerini şöyle ifade etmektedir: Sufilerin, Allah Teala'­
mn yoluna girmiş kimseler olduğunu, onların hayat
tarzlannın, en güzel hayat tarzı; yollarının en doğru
yol olduğunu yakinen anladım . Hülasa gayesi kalbi
. . n

Allah Teala'dan başka her şeyden temizlemek olan


bir tarikat için ne denebilir? Tarikatin başlangıcından
itibaren, keşif ve müşahedeler başlar. . . Daha sonra
22 DALALETDEN HiDAYm

durum şekil ve misallerin müşahedesinden, sözle ifa­


de edilemeyecek derecelere yükselir. Bunların anlatı­
lamayacak şeyler olduğunu belirten EI-Gazzali, bu hu­
susa dikkat edilmemesi yüzünden huiOI etme ve Al­
lah'la birleşme gibi bazı yanlış kanaat ve tutumlarda
bulunulduğunu ifade ederek hatanın nereden geldiğini
EI-Maksud'ui-Aksa adlı eserinde Izah ettiğini söyler.

Ei-Gazzali, tasawuf yolundaki bu nazari ve arneli


gayretlerinin neticesinde nübüwetin hakikat ve husu­
siyatierine dair bilgiler edindiğini itiraf ederek, lü­
zumlu gördüğü için bu mevzCıda malamat verir.
On seneye yakın uzlet hayatının, ona bahşettiği
hakikatler arasında şunlar vardır: "insan beden ve
kalbten yaratılmıştır. Burada kalble ifade etmek iste­
diği, et ve kandan müteşekkil olan yürek olmayıp, Al­
lah'ı tanımağa mahsus olan ruhtur. Nebiler tarafından
gösterilen ibadetlere ait ilaçların tesiri, akılla anlaşı­
lamaz. Burada bu incelikleri akılla değilse de nübüv­
vet nOruyla idrak eden Nebilerin taklid edilmesi gere­
kir... Hülasa; Nebiler kalb hastalıklarının tabibleridir.
Halk, feylesufların, mutasavvıfların, talimiye mezhebi
mensuplarının ve alim geçinen kimselerin garip dav­
ranışları yüzünden iman ve inanç bakımından zayıf
görünmektedirler.
Bu durumdan son derece müteessir olan EI-Gaz­
z&li, nasıl harekete geçeceğini düşündüğü bir sırada
devrin sultanından Nişapur'a gitme emri alır ve 497
senesi Zilkadesinde Nişapur'a doğru hareket eder.
Eserin bundan sonraki kısmında, zikredilen zeva­
tın halkı aldatıp yoldan çıkaran söz ve davranışları­
nın tenkidi yer alır ve takınılacak tavırlar tavsiye edi­
lir.
- ESERiN TERCÜMESi -

Her kitab ve makalenin başında kendisine ham­


dolunan Allah'a hamd olsun. Nübüvvet ve risalet
sahibi Hz. Muhammed Mustafa'ya, ailesine, dalalet­
ten kurtarıp doğru yola götüren arkadaşlarına Al­
lah rahmet etsin .
Ey din kardeşim, benden ilimierin gayesi ve
sırları ile mezheplerin hedef ve inceliklerini açıkla­
marnı istedin. İşte şimdi sana muhtelif meslek ve
yolların farklılığı, dini fırkalar arasından hakkı bu­
lup çıkarmakta çektiğim sıkıntıları; taklitten tahkik
mertebesine yükselirken, önce keİam ilminden isti­
fade ettiklerimi; sonra hakkın, imaını takliden elde
edilebileceğini düşünen ehH talimin, sonra da fel­
sefenin usullerinden elde ettiklerimi ve nihayet ta­
savvuf yolunda beğendiklerimi ve halkın gerçeğe
dair sözlerini tetkikim sırasında karşılaştıklarımı,
Bağdad'ta talebenin çokluğuna rağmen, beni ilmi
faaliyetten alıkoyan şeyi, uzun müddet sonra Nişa­
bur'a dönmenin sepeblerini anlatacağım. isteğinin
samirniyetine inandığımdan, arzuna hemen icabet
ediyorum. Allah'tan yardım isteyip O'na güvenerek,
24 DALALETDEN Hi DAYETE

O'ndan rnuvaffakiyet dileyip, O'na sığınarak diyo­


rum :
Kardeşlerim! - Allah sizin doğru yola gitmeni­
zi ve Hakk'a inkiyadınızı rnüyesser kılsın - insan­
ların muhtelif din ve milletlerde oluşu, ümmetin
birçok fırka ve yollar üzerinde farklı mezheplerde
bulunuşu, içinde çoklannın boğulduğu ve ancak azı­
nın kurtulduğu engin bir deniz rnanzarası arzeder.
Her gurup, kurtulanın kendisi olduğunu iddia eder.
Nitekim ayeti kerimede « . . . her zümre, kendi inan­
cından memnundur (Kur. (: el-Muminun) , 53)
buyurulmuştur. Nitekim peygamberlerin başı olan
ve en doğruyu söyleyen Hz. Peygamber-Allah'ın rah­
met ve selamı ona olsun- «Ümmetim 70 küsur fırka­
);a aynlacak, içlerinde kurtuluşa ere<:ek fırka bir ta­
nedir>> sözüyle bunu bize haber vermiştir. İşte v<ı;.ıd
ettiği de olmuştur.
Gençliğimin ilk senelerinde, 20 yaşına varma­
dan, yani bılluğ çağına yaklaşan bir zamandan beri
-ki şimdi 50 yaşını geçmiş bulun._tJ:Yorum- bu engin
denizin dalgalan ile mücadele ediyor, çckingen ve
korkağın değil, cesur bir kimsenin dalışı ile derin­
liklerine dalıyor, her karanlıkta uğraşıyor, her müş­
külü yenmeğe, her uçurumu adamağa çalışıyor, her
fırkanın akidesini dikkatle araştırıyor ve hakka
ulaşmış ile batılda kalmış olanı, sünnete göre hare­
ket edenle Bid'atte bulunanı tefrik için her tai­
fenin mezhep sırlarını keşf etmek istiyordum. Bir
batıninin hakkım yemiyor, sadece onun iç yüzünü
anlamak istiyordum, bir zahiriye de öyle; sadece
onun zahiri manalara göre hareketini öğrenmek is­
tiyordum. Aynı şekilde bir feylesuhm sadece felse­
fesinin aslına vakıf olmayı kasdediyor, bir mütekel-
DALALETDEN HiDAYETE 25

limin sadece sozunun ve mücadelesinin gayesine


mattali olmağa uğraşıyor, bir sılfinin iç temizliği­
nin sırrını öğrenmeğe gayret ediyor, bir abidin sa­
dece ibadetinin ona ne sağladığını takip ediyo r, bir
zındıkın sadece Allah'ı inkar cesaretini gösterişinin
ve zındıklığının sebeblerini araştırıyordum. Hadisele­
rin hakikatlarını anlamağ� susayış, ilk aniarımdan
itibaren Allah'ın bana balışettiği fıtri bir alışkanlı­
ğımdı. Bu benim ihtiyar ve gayretirole değildi. Ni­
hayet taklid bağından kurtuldum. Çocukluk çağına
yakın bir devrede, anne ve babamdan tevarüs etti­
ğim akidelerden sıyrıldım. Zira hıristiyan çocukları­
nın sadece hıristiyanlığa, yahudi çocuklarının da
sadece yahudiliğe, müslüman çocuklarının da sade­
ce islama göre yetiştiklerini gördüm. Allah'ın re.:;ıl­
lünden -Allah ona rahmet ve selam etsin- «Her do­
ğan, islam fıtratı üzere doğar. Anne ve babası onu
yahudi, hıristiyan ve meci'ı.si yapar»1 şeklinde riva­
yet edilen hadisi işitmiştiın. Neticede asli fıtrat ile
anne, baba ve hocaları taklidle elde edilen arızi uki­
delerin hakikatini araştırmağı, telkinlerle başlayan
ve hangisinin hak, hangisinin Q.�tıl olduğunda ihti­
_
laflar olan bu taklidleri birbirinden ayırınağı arLu
ettim. Önce kendi kendime: «arzum, hadiselerin ha­
kikatlerini öğrenmektir. İlınin hakikatini ve ri.e._ol­
du�unu araşt��ak belıcınehai lazımdır. » dedim.
:Nih;),et- ·a:ı1iad:im-ki--yaki�--cicreces1i1deki bilgi, için-
de hiçbir şüphe kalmayacak şekilde bilinen, kendi­
sinde yalnışlık ve vehim ihtimali varit olmayan, kal­
bin, yanlışlığına inanmadığıdır. Bu bilgi hatadan sa­
lim olmak için yakine o derece uygun olmalıdır ki

(1) Bu hadis için bk. Sahih ul-Buhilri, II. cüz, s. 95


26 DALALETDEN HIDAYETE

mesela biri onun batıl olduğunu iddia etse, ve ta­


şı altına, değneği ejderhaya çevirse, bu, o bilgi sa­
bibine herhangi bir şek ve şüphe getirmemelidir.
Eğer ben, 10 sayısının 3'ten büyük olduğunu bildi­
:ğim halde, birisi « Hayır, 3, lO'ı;lan daha büyüktür»
diye iddia etse ve delil olmak üzere « Bu değneği ej­
derhaya çevireceğim » dese ve çevirse, ben de bunu
görsem, bu yüzden bilgirnde şüpheye düşmeıneliyiın.
Ancak, onug_ bul!�- ı:ı_g_ş_ı_LYJI..PMıı:ıa _ş_aşar_!J!l; yoksa
_

_
bildiğim şeyde şüphe yoktur. Bu şekilde bilmedi­
ğim, kendisine yakin hasıl etmediğim her bilgi, gü­
venilemiyecek ve emin olunarnıyacak bir bilgidir.
Kendisine itimad edilemiyen her bilgi de yakini bir
bilgi değildir.
SAFSATAYA VE İLİMLERİN İNKARINA DAİR

Sonra bilgilerimi tetkik ettim, ve kendim de


bu sıfatla rnuttasıf herhangi bir ilıniJ:! ...ol:rn�g!ğın�.
- · -
sadece hissiy�t ��-- zaiilr1yatın - ı;uı��duğunu anla-
ch!TI. Dedinı ki şimdi bü yeisten-sonra�-hlssiyat ve
zaruriyattan ibaret olan bedibi bilgilerden başka,
rnüşkülleri halledecek bir vasıta yoktur. Önce bu
bilgilerin derecelerini anlamarn lazımdır. Ta k i mah­
susata güvenim, zarılriyattaki yalnıştan emin olu­
şum, daha önce takHdlere dayanan balkın çoğunun
nazariyattaki emin oluşlan gibi mi, yoksa aldatma
ve başka bir gayesi olmayan gerçek bilgi sah:hiııin
emin oluşu mudur? anlaşılsın. Büyük bir ciddiyet­
le malısılsat ve zaruriyat üzerinde düşünrneğe, ken­
dimi şüpheye düşürüp düşürerniyeceğimi araştırma­
ya başladım. Nihayet uzun müddet şüphede kalış be­
ni, mahsusatta da emin oluşu kabul etmerneğe zor­
ladı. Bu husustaki şüphern kuvvedenrneğe başla­
dı. İ çim diyordu ki mahsusata güven, nereden gelir.?
Bunlann en kuvvetiisi göz hassesidir. Göz, gölgeye
bakar ve onu durur halde görür. Ve onda hareket
olmadığına hükmeder. Bir müddet sonra tecrübe ve
rnüşahede ile onun hareket ettiğini anlar. O, bir-
28 DAlALETDEN HIDAYETE

denbire değil de tedrici olarak, yavaş yavaş hare­


ket etmiştir. Öyle ki onun bir duruş hali bile ol­
mamıştır. Yine göz yıldızlara bakar, onları bir
para büyüklüğünde küçük görür. Halbuki geo­
metrik deliller, onun yeryüzünden daha büyük ol­
duğunu gösterir. Mahsusatta ki bu ve benzeri hal­
lerde hissi ( duyulara dayanan) davranış hakimdir;
oysa bunu akli davranış, müsamaha edilerniyecek
bir tarzda tekzib eder. Bunun üzerine « mahsıisata
güven(im) de yıkıldı» belki sadece «on, üçten daha
büyüktür», «Bir şey hem yok hem var olamaz»,
« Birşey hem hadis, hem kadim, hem var, hem yok,
hem bulunması zarıiri, hem imkansız olamaz» gibi
evveliyatı içine alan akliyata güvenmelidin> dedim.
Bunun üzerine mahsıisat; «Akliyata güveninin, mah­
susata olan güvenin gibi olmadığını nasıl ispat
edersin? Bana güveniyordun, akıl hakimi geldi be­
ni yalanladı. Eğer akıl hakimi olmasaydı, beni tas­
dikte devam edecektin. Belki aklın, idrakin ötesin­
de başka bir hakim vardır; ortaya çıkarsa, aklı, ver­
diği hükümden dolayı tekzib eder. Nitekim akıl ha­
kimi ortaya çıktı ve hissi, verdiği hükümden dolayı
yalanladı. idrakin ortaya çıkmayışı, onun olmayı­
şını göstermez» iddiasında bulundu.
Bu cevap karşısında nefis; biraz durakladı ve
şüphelerini rii.ya ile kuvvetlendirip: «Görmüyor
musun? uykuda birçok şeylerin varlığına inanıyor,
birçok haller tahayyül ediyor, onların sebat ve is­
tikrarı olduğuna kanaat getiriyorsun. Şu halde,
bunlar hakkında şüpheye düşmüyorsun. Sonra uya­
nınca düşünüp hayal ettiğin ve inandığın şeylerin
hiçbirinin aslı astarı olmadığını anlıyorsun. O halde
uyanık iken his veya akılla inandığın bütün şeylerin
DALALETDEN HIDAYETE 29

gerçek olduğuna nasıl emin olursun? Filhakika bu,


senin haline nazaran göz önline alınırsa gerçckt'r. Fa­
kat sana öyle bir hal gelebilir ki bu halin senin uya­
nıklık haline nisbeti, uyanıklık halinin uyku haline
nisbeti gibidir. Ve senin uyanıklık halin, ona nis­
betle uykudur. Bu hal gelirse , aklınla tevehhüm et·
tiğin bütün şeylerin neticesiz olduğunu kesin olarak
anlarsın. Bu hal belki, sufilcrin, kendilerinde bu­
lunduğunu iddia ettikleri haldir. Zira onlar, kendile­
rinden geçip, hislerinden uzaklaştıkları zaman, bu
makulata uymayan birçok halleri müşahede ettik­
lerini iddia ederler. Belki bu hal, ölüm halidir. Çün­
kü Allah'ın resulü -Allah ona rahmet ve selam et­
sin- <<İnsanlar uyur haldedirler; öldükleri zaman
uyanırlar» buyurmuştur. Belki, dünya hayatı, ahi­
rete nazaran bir uykudur. İnsan ölünce, herşey m.-.a,
ş imdi gördüğünden başka türlü görünmekte ve o
zaman kendisine: «İşte senden perdeDi kaldırıp aç­
tık, bugün göı:i.in ne kadar keskindir .(Kur'an, 50 ( �
Kaf), 22))) denilecektir.
Bu yesyeseler içime doğunca, 'ben de yer e tt i .

·
Bunlardan kurtulmak için bir çai-e bulmağa teşeb­
bi.is ettim, fakat kolay olmadı. Çünkü bunun gide·
rilmesi ancak delille olurdu . Bir delil ikamesi de
ancak bedibi bilgilerden olabilirdi. Bu husus kabul
edilmedikçe, delil göstermek te mümkün değildi.
B�Lh?.LJ?fu'J�ç�_ils-�-=-ıy�__y�kın içimjJ�emirdi. Ben cl.JJ.:­
n.ı_ın i ti��:r:!yJ..�-�ata me�?�?J�gii_!l!İ_ş__qLuyor_v_e
fakat kimseye söylemiyordum. Nihayet Allah teala
bu hastalığıma şifa verdi, sıhhat ve iticiale avdet et­
tim. Akli zaruretlcr emniyet ve yakin üzere makbul
ve güvenilir bir halde geri döndü. Saf5atadan bu
ayrılış, bir delil yardımıyla değil, Allah teala'nın
30 DALALETDEN HIDAYETE

kalbime attığı bir nur ile olmuştur. Bu nur birçok


bilgilerin anahtandır. Kim keşfin mücerret .-Jeiılle­
re bağlı olduğunu zannederse, Allah teala'nın geniş
rahmetini daraltmış olur. Allah'ın resulüne -Allah
ona mağfiret ve rahmet etsin- Allah teala'nın: «Al·
lah kime doğru yolu göstenneği isterse, onun göğ­
sünü islama açar. (Kur., 6 (:el-Enam), 125» ayetinie­
ki «şerh» kelimesinin manası sorulunca: «0 Allah
teala'nın kalbe balışettiği bir nurdur>> buyurmuş;
<cAlameti nedir?» diye sorulunca da: «Gurur evin­
den uzaklaşma ve ebedi yurda yönelmedir» demişti.
Bu, Hz. Peygamber'in, hakkında «Allah teala, malı­
lukatı karanlık içinde yarattı sonra onlara nurun­
dan serptı» dediği husustur. Keşfi bu nurdan ara­
mak gerekir. Bu nur, zaman zaman Allahın kere­
minden fışkırır. Onu gözetlernek lazımdır. Nitekim
Hz. Peygamber: -Allah ona mağfiret ve rahmet et­
sin- «Hayatımzda, Rabbinizin ilhamkar lutUflan
vardır. Onlara karşı uyanık bulunun» buyurmuştur.
Bu hadiseleri anlatmaktan maksat, araştırmada ara­
nılması icap etmeyen şeylere varıncaya kadar giden
ciddiydİn lüzumluluğunu göstermektir . Çünkü be­
dihiyatı araştırmak icab etmez. Bunlar hazır ha1(Ae·
dirler. Hazır olan şey aranırsa kaybolur ve gizlenir.
İstenilmeyeni arayan kimse, araştırılması gereken
şeyleri aramakta kusur etmekle suçlanamaz.
HAK.İKAT ARAYANLARlN SINIFLARI
HAKKINDA

Allah teala fazlı ve kereminin genişliği ile beni;


bu hastalıktan kurtarınca, hakkı arayanların dört
sınıfa ayrıldığını gördüm:
1. Kelam alimleri: Rey ve istidlal sahibi olduk­
larını iddia ederler.
2. Batıniler: Talim mezhebinden olduklarını ve
hakikatleri «masum imamdan» öğrendiklerini iddia.
ederler.
3. Feylesıiflar: Mantık ve burhan sahibi olduk­
larını ileri sürerler.
4. Sufiler: Bunlar da Allah'ın huzurunda bulun­
duklarını, müşahede ve mükaşefe sahibi oldukları-·
nı iddia ederler .
Ve kendi kendime «Hak bu dört zümrenin dı­
şında olamaz» dedim. Bunlar, hakikatı arama yolu­
na girmiş bulunuyorlar. Hakikat bu yolların dışın-­
da ise, ulaşma ümidi yoktur. Çünkü kendisinden
ayrıldıktan sonra takilde tekrar dönmek arzu edile­
mez. Zira takliteinin şartlanndan biri de taklitçi ol­
duğunu bilmemesidir. Eğer bunu bilirse taklit bar­
dağı kırılmıştır; bu ancak ateşte eritilip, başka bir·
32 DALALETDEN HI DAYETE

kalıba dökülmedikçe yeni bir şekil kazanmaz. Bu


yollara girmeğe, fırkaların görüşlerini tetkike ko­
yuldum. İşe kelam ilmi ile başlayıp sonra felsefe
yolunu, daha sonra batıni talimatını ve nihayet 5tt­
filerin mezhebini inceleyerek bu fırkalardaki düşün­
celeri iyice araştırdım.

Kelam ilınJnin maksat ve gayesi hakkında

Önce kclarn ilmine başladım. Onu esaslı şekilde


öğrendim. Bu sahadaki mütehassısların kitaplarını
mütalaa ettim. Ve bu mevzuda tasnif etmek iste­
diklerimi kaleme aldım. Sonunda bu ilmi , kendi
maksadını ifadeye yeter ve fakat benim gayem için
kifayet.siz bir halde buldum. Onun maksadı, sim·
net ehlinin akidesini muhafaza ve bunu bid'at ch­
linin tehli kesinden korumaktır. Allah teala, kulla­
rına, resulünün diliyle bir akide göndermiştir ki bu,
onların din ve dünya hayatlarının kurtuluşunu içi­
ne alan bir hakikattir. Nitekim bunu bize Knr'fm-ı
Kerim ve Hz. Peygamber'in sözleri bildiriyor. Fakat
şeytan, b !d'at elılinin vesveselerinden sünnete aykı­
rı birçok şeyler katmış, onlar da bunu dillerine do­
g
lamışlar ve hemen hemen do ru itikadı, sahiplerine
karışık bir halde göstermeye kadar gitmişlerdir.
Bunun üzerine Allalı teala kela.m ve alimleri zümre­
sini yaratmış ve onların ehli sünnet lehindeki gay­
retlerini , bid'at ehlinin muhalif ve müphem iddia­
larını ortaya koyan ifadelerle takviye ve teçhiz et­
miştir.

İşte kclarn ilmi ve mütekellimler bundan doğ­


du. İçlerinde bir zümre, Allah teala'mn kendilerine
verdiği vazifeyi ifa etmiş, sünneti müdafaayı, nü-
DALALETDEN Hi DAYETE 33

büwetin kabulü ile benimsenen ak1deyi koruroağı


ve bid'at ebiinin ortaya attıklarını değiştirmeği pek
güzel beccrmiştir. Fakat bu hususta hasımlanndan
aldıkları mukaddimelere dayanmışlardır ki sonun­
da bunları zorla kabule mecbur kalmışlardır. Bu da
ya taklid ya icmai ümmet ya da Kur'an-ı Kerim ve
Hz. Peygamber'in -Allah ona mağfiret ve selam et·
sin- sözlerinin mücerret kabulünden ibaretti. Onla­
rın en fazla uğraştıkları hasımlarının tenakuzlarını
bulup çıkarmak, kabul ettikleri esasların doğurdu­
ğu yalnış fikirleri mw1heze etmektir. Oysa bunun
zaruri şeylerden başkasını kabul etmeyen kimselere
karşı faydası azdır. Bu yüzden kelam ilmi beni tat­
min etmedi ve kendisinden şikayet ettiğim derdim
için şifa olmadı. Evet kelam ilmi meydana çıktık­
t�ı.n ve çalışmalar çoğalıp, üzerinden bir müddet geç­
tikten sonra, kelam alimleri, ehli sünnet akidele­
rin müdafaasından başka eşyanın hakikatlerini
araştırınağa da başladılar. Ccvherleri, arazları ve
bunların hususiyetlerini derinlemesine araştırdılar.
Fakat ilimleri olan kclamın maksadı bu olmadığın­
dan onun asıl gayesine ulaşamad.ı lar. Bu yüzden hal­
kın ihtilaflarındaki müphem tarafları, karanlıkları
tamamen iztlle edecek netice hasıl olmadı. Bu ne­
ticenin tahakkuk etmesini imkansız görmem. Hatta,
bunun bir zümre için tahakkuk etmesine de şüphe
etmem. Fakat bunun evveliyattan olmayan bazı hu­
suslarda taklidle karışık olduğu da şüphesizdir. Şu
andaki maksadım, bu ilimden şifa bekleyenleri
ümitsizliğe sevketmek değil, kendi durumumu an­
latmaktır. Zira şifa ilaçları, hastalığın çeşidine p:ö­
re değişir . Nice ilaç vardır ki bir hastaya fayda, di·
ğerine zarar verir.
FELSEFENİN GAYESi HAKKINDA

Burada felsefenin kötü olan ve olmayan kısım··


ları hangileridir, feylesuflar hangi sözlerinde tek­
fir olunurlar, hangilerinde olunmazlar ? Hangi hu­
suslarda bid'at ehlinden sayılırlar, hangilerinde sa­
yılmazlar? Hakikat ehlinin sözlerinden çalıp, batıl
iddialarını kabul ettirmek için kendi sözlerinin ara­
sına kattıkları nedir? Halk, onların hakikat diye id­
dia ettikleri bu sözlerinden nasıl nefret etmiştir?
Hakikat sarrafı olanlar, onların sözlerinden saf ha­
kikatı, kalp ve mağşuşundan nasıl ayırt etmişler-·
dir? gibi hususları izah edeceğim.

Kelamet ilmini öğrendikten sonra felsefeye baş­


ladım. Yakinen anladım ki bir ilimde, o sahadaki
en alim kimsenin seviyesine gelipte onu aşacak de·
recede vakıf olmayan kimse, herhangi bir bozuk­
luğa muttali olamaz. İnsan ancak bu şartlar altın­
da iddia ettiği eksikliklerde haklı olabilir. Ben is­
lam alimleri içinde inayet ve hiınmetini buna tek­
sif etmiş olan birini görmedim. Kelam alimlerinin
kitaplarında, sadece feylesüfları red sadedinde mü­
tem1kır ve ehemıniyetsiz ifadeler vardır. Bunlarla ..
ilimierin inceliklerine vakıf olduklarını iddia ede-·
DAlALETDEN Hi DAYETE 35

ler şöyle dursun, avamdan birinin bile aldanınası


düşünülemez. Nihayet anladım ki, mezhebi anla­
madan ve künhüne varmadan reddetmek karanlı­
ğa taş atmaktır. Bu ilmi herhangi bir üstad veya ho­
cadan yardım istemedcn, sadece kitaplardan oku­
ınakla tahsile ciddiyetic sarıldım. Şer'i ilimlerde
tasnif ve tedris faaliyetinden arta kalan zamanlar­
da buna çalıştım. Halbuki o sıralarda Bağdad'ta
300 talebeye ders vermekte idim. Allah teala beni
sadece okumak suretiyle 2 seneden daha az bir za­
man içinde onların ilimlerinin son mertebelerine
muttali kıldı. Bu ilmi anladıktan sonra bir seneye
yakın bir zaman, tekrar ederek, gaye ve derinlikle­
rini araştırarak, devamlı düşündüm. Nihayet, desi­
se, hakikat ve hayallere, şüphe etmiyecek bir şekil·
de muttali oldum. İşte şimdi, feylesfıfun ve ilimle­
rinin hikayesini dinle: Onları birkaç sınıf, ilimlerini
de birkaç kısım halinde gördüm. Onlara, çoklukla­
rına ve eskileri ile yenileri arasında hakka yakınlık
ve uzaklık farkına rağrrien küfür ve ilhad damgası­
nı vurmak lazımdır.

Feylesiiflann sınıflan ve hepsinin


küfür damgası taşıdıklan hakkında

Feylesfıfar, fırkalarının çokluğuna ve mezheı:·le­


rinin çeşitlilğiine rağmen üç kısma ayrılırlar: Dehri·
yün (Materiyalistler), Tabiiyfın (Naturalistler) , ve
ilahiler ( Metafizikçiler) .
Birinci sınıf, dehrilerd'ir. Bunlar e n eski feyle­
sfıflardan bir züri:ıredir. Kainatı idare eden ve her­
şeye muktedir olan bir yaratıcının varlığını inkar
etmişlerdir. Alemin bir yaratıcı tarafından değil de
36 DALALETDEN t-liDAYETE

ötedenberi kendiliğinden mevcut olduğunu, canimm


meniden, meninin canlıdan vücuda geldiğini, böyle­
ce ebedi olarak devam ettiğini iddia etmişlerdir ki
bunlar zındıklardır.
İkinci sınıf, Tabiiyün (Tabiatçılar) : Bunlar en
çok tabiat alemini, hayvan ve nebatların dikkate
değe:- taraflarını araştıran feylesuflardır. Onların
ençok uğraştıklan rnevzu, hayvan uzuvlarının cer­
rahisidir. Bu çalışm aları sırasında canlılarda, Allah
tdla'nın yaratışının, kendilerini hakim, had iselerin
gaye ve maksatlarına muttali kadir bir Allah'ın mev­
cudiyetini itirafa zorlayan hayretengiz hususiyetle­
rini, hikmetinin yüksekliklerini gördüler. Teşrih il­
mini ve uzuvlarını, faydalarının hikmetlerini tetk ik
eden her insan da, hayvan ve bilhassa insanın vü­
cudunu yaratan Allah'ın kemaline dair zarılri bir
bilgi meydana gelir. Şu kadar var ki bu feylesuflar,
tabiatı pek fazla inceledi.klerinden, mizac itidalinin,
hayvanın kuvvetinin teşekkülü üzerinde büyük bir
tesiri olduğunu düşündüler. Sonra insanın akıl kuv­
vetinin, ınizacına bağlı olduğunu; mizacının bozul­
rnasıyla, bozulduğunu; yok olursa : tekrar var ola­
rnıyacağını zannettiler. iddia ettikleri tarzda hare­
ketle nefsin öldüğüne ve dönmeyeceğine sahip ol­
dular ve neticede de ahiretin mevcudiyetini kabul
etmediler. Cenneti, cehennemİ, kıyameti ve hesabı
da inkar ettiler. Onların nazannda ibadet için se­
vap, günah için azap yoktur. Nihayet bağlardan çö­
zülüp, hayvanlar gibi şehevi arzulara daldıl ar Bun­
.

lar da zındıktırlar. Çünkü imanın esası, Allah'a ve


ahiret gününe inanmadır. Halbuki onlar, Allah'a ve
sıfatıanna inanınışiarsa da ahiret gününü inkar et­
mişlerdir.
DALALETDEN Hi DAYETE 37

Üçüncü sınıf, ilahiyatçılardır. Bu feylesuflar,


daha ·Sonrakilerdir. Aralarında Sakrat (Ef'latun'un
hocası ) ve Eflatun (Aristotalis'in hocası) vardır.
Aristotalis, onlara mantığı yazan, ilimleri geliştiren
ve istifade edilir hale getirendir. Böylece, bil gileri
anlaşılır bir hale gelmiştir. Bu feylesufların hepsi,
mezkfır iki zümrenin, Dehriyun ve tabiiyılnun gö­
rüşlerini reddetmişler ve rezaletlerini, başkalarına
söz bırakınıyacak şekilde ortaya koymuşlardır. On­
lan birbirleriyle çarpıştırarak «Allah mulüreb e
(hususunda ) müminlere elverdi (Kur., 33 ( : el-Ah­
zab) » Sonra Aris to, Eflatun'u, Sokrat'ı ve ondan ön­
ceki feylesufları, hepsinden uzak kalıncaya kadar
tam mam1siyle reddetti. Ancak onların küfürlerin­
den ve bid'atlerinden kötü taraflar kalmıştı. Onlar­
dan taınamiyle sıyrılmağa muvaffak olamadı. B u
sebeble onları v e İ slam fcylesuflarından İbn Sina,
El-Farabi ve diğerleri gibi onları takip edenleri tek­
fir etmek gerekir. Şu da ilave edilmeli ki i.slam fey­
lesuflarından hiçbiri, Aristo'nun felsefesini bize İ bn
Sina, el-Farabi gibi doğru nakledemeıniştir. Bu iki
feylesftfun haricindekilerin nakl��tikleri şeyler, mu­
talaa edenlerin kalbierini teş_viŞ eden hata ve karı­
şıklıklardan salim değildir. Anlaşılınayan bir şey na­
sıl red ve kabul edilir? Aristo'nun, İbn Sina ve- el­
Hırabi'nin nakillerine göre bilinen bütün felsefesi
üç kısma ayrılır: Bir kısmı küfrü icap ettirir, bir
·
kısmı bid'atı gerektirir; bir kısmı da esasında in­
karı icab ettirmez.
İLİMLERİN ÇEŞİTLERiNE DAİR

Feylestıfların ilimlerini maksadımıza uygun ola­


rak altı kısma ayıracağız : Riyazi, mantıki, tabii, ila­
hi, siyft.si ve ahlaki ilimler.

Riyazi İlimler

Riyazi bilgiler, hesap, hendese ve heyet ilimle­


riyle alakalıdır. Bu ilmin dini meselelere müteallik
menfi ve müsbet bir tarafı yoktur. Bilakis bu ilim­
ler aniaşılıp öğrenildikten sonra inkara imkan ol­
mayan burhani meselelerdir. Ancak bu ilimierin iki
mahzfıru vardır: birincisi, bunları mütalaa eden, in·
-celiklerine ve burhanlarının ortaya çıkışına hayret
·eder; bu sebeple feylesfıflara karşı inanışını kuv­
vetlendirir ve onların bütün bilgilerinin, vuzlıh ve
burhan mevsfıkiyeti bakımından bu ilim gibi oldu­
ğunu sanır. Sonra onların küfür ettiklerini, Allah'ı
inkarda bulunduklarını ve şeriate dair dillerde do­
laşan bazı hususları hor gördüklerini işitir, sadece
taklidle kafir olur ve «Din hak birşey olsaydı, riya­
'Ziyede tetkik sahibi olan bu kimselere de gizli kal­
mazdı» der. Onların küfrünü ve inkarlarını işiterek
DALALETDEN Hi DAYETE 39

öğrenirse gerçeğin, dini ı:ed ve inkar olduğuna ka­


naat getirir. Başka bir dayanağı olmadığı halde, bu
düşünce ile haktan ·Sapan nice kimseler gördüm.
Ona «Tek bir san'atta mahir olan kimsenin her san'­
atta da mahir olması gerekmez fıkıh ve kclarn'da
mahir olanın, tıbta da mahir olması, akli ilimleri
bilmeyenin, nahivde de cahil olması icab etmez. Bi­
lakis her san'atın başka sahalarda cahil ve bilgisiz
olsalar bile kendi sahalarında sivrilen ve önde P iden
erbabı vardır. Eskilerin sözleri riyazi ilimlerde bur·
hani, ilahi ilimlerde ise tahminidir. Bunu, ancak
tecrübe eden ve içine giren anlar. Bu husus, taklidi
benimseyen bir kimseye .söylense, kabui etmez. Hat­
ta heves ve arzusunun galebesi, tenbellik meyli,
akıllı görünme sevgisi onu, bütün ilimlerde feyle­
suflara karşı hüsnü zanda bulunmakta israra sev­
keder. Bu, büyük bir afettir; Bunun için, bu ilimlerle
pek fazla meşgul olanları men etmek lazımdır. Çün­
kü bunların din ile alakaları yoksa da, felsefeye ait
ilimierin başlangıcı olduğundan kqtülükleri ona da
geçer. Bu ilimlerle pek fazla meşgul olup da, dinden
.çıkmayan ve takvadan uzaklaşmayan kimseler az­
dırlar.

İkinci tehlike, samimi, fakat dine, felsefi ilim­


leri inkarla yardım edileceğini zanneden dl.hil kim­
seden gelmiştir. O, feyleslıfların bütün ilimlerini in­
kar etmiş, ay ve güneş tutulmasına dair sölzerini
inkara varıncaya kadar ceMJetlerini ve söyledikleri­
nin şeriatın aksi olduğunu iddia etmiştir. Bu iddia­
lar, mezkur hususlan kat'i delillerle bilenin kula­
ğına çalınsa, kençli burhanında şüphe etmez; fakat
o, İslamın, cehalete ve kat'i delilleri inkara dayan­
dığına inanır. Ve böylece, felsefeye karşı sevgısi . İs-
40 DAlALETDEN Hi DAYETE

lama karşı da buğzu artar. Ancak i slama, bu ilim­


leri inkar yoluyla yardım edeceğini zannedenin dine
karşı işlediği cinayet büyüktür. Şeriatta bu ilim­
lere karşı menfi ve müsbet bir tutum; bu ilimlerde
de dini meselelere karşı bir taarnız yoktur. Hz. Pey­
gamber'in -Allah ona rahmet ve selam etsin- «giineş
ve ny, Allah teala'nm büyüklüğünü gösteren a1runet­
lerden ikisidir. Onlar ne bir kimsenin ölümü ne de
hayatı için tutulurlar; onların tutulduğunu gördü­
ğünüz zaman Allalı'ı hatırlayınız ve namaz kılımz>>
sözüne gelince, bunda güneş ve ayın seyirlerini, kar­
şılaşmalarını bildiren hesap ilmini inkar eden bir
taraf yoktur.

Onun, _bir sözünün «Allah, ancak bir şeye tecel­


li ettiği zaman, o'na baş eğer» şeklinden devamı ise,
muteber hadis kitaplarında bulunmaz. i şte riyazi
ilimierin faydalı ve tehlikeli tarafları . . .

Mantıki İlimler

Bunlarda da dine ne menfi ve ne de müsbet şe­


kilde taalluk eden bir şey yoktur. Bilakis bu ilim,
delillerin, kıyasların, burhanla ilgili mukaciderne
şartlannın ve terkiplerinin hususiyetlerini, doğıu
tarifierin şartlarını ve tertibediliş yollarını inceler.
i lim ya tasavvur -ki bu durumda: öğreniliş yolu ta­
riftir- yahut ta tasdik -bu durumda da öğreniliş yo­
lu burhi'm olur- tir. Burada inkan gerektiren bir hu­
sus yoktur; bilakis, bu, kelam alimlerinin ve man­
tıkçıların deliller hakkında zikrettikleri şeyler ne­
vindendir. Ve onlardan sadece, ibareler, İstilahlar
ve tali kısırnlara verdikleri fazla ehemmiyetle ayrı­
lırlar. Mesela onlara göre, «her a, b ise, bazı b'nin
DALALETDEI\I HiDAYETE 41

a olması lazımdır» sözleri zikredilebilir . . . ; yani her


insanın hayvan . olduğu sabit olursa, hayvanların ba­
zılarının insan olması lazım gelir. Bunu şöyle ifade
ederler: mu'cibe-i külliye'nin aksi mu'cibe-i cüz'iye­
din . Bu sözlerden hangisi dinin mühim meseleleriy­
le ilgilidir ki reddedilsin ve inkar olunsun? İ nkar
edilirse, inkar edenin aklı ve bu inkar üzerine da­
yanan dini düşünceleri mantıkçılarca· makbul adde­
dilmez. Evet, mantıkçıların bu ilirnde bir çeşit hak­
sızlıkları vardır. Onlar, burhan için ortaya şüphesiz
burhanlada takviye edilmiştir. Ve tabiatiyle sonun­
da ibhi ilimiere iyice vakıf olmadan derhal küfre
yakin ifade eden şartlar koymuşlardır. Fakat dini
meseleleri tetkik sırasında, bazı şartlara bağlı ka­
lamamışlar, bilaids son derece müsamahakar dav­
ranmışlardır. Beğenen, çoğu kere mantığı da tetkik
eder, onu görür, anlaşılır bulur. Ve zanneder ki on­
lardan nakledilen ve küfre varan meseleler, bu gibi
sapar. Bu tehlike de mantığa arız olmaktadır.

Tabii İlimler

Bu ilimler, alemdeki cisi ml�ri, yani gökleri, yıl·


dızları, su, hava, toprak ve ateş gibi altında bulu­
nan basit; hayvan, nebat, rnadenler gibi mürekkep
cisimleri, bunların değişme, İstihale ve imtizaç etme
sebeplerini tetkik eder. Bu, tabibin insan cismini,
mühim ve tali uzuvlarını, mizacının değişme sdwp­
lerini araştırmasına benzer. Nasıl tıb ilmini inkar
etmek dinin şartından değilse, Tehafüt'ül-felasife
kitabında zikrett.i ğimiz belli bazı meseleler hariç,
bu ilmi de i nldr etmek, onun şartından değildir.
Bunların dışında, muhalefeti gerektiren meseleler
-42 DALALETDEN HiDAYETE

üzerinde düşünüldüğü zaman, onların da bu mese­


leler içinde yer aldığı anlaşılır. Hepsinin aslı « tabi­
atın, Allah teala'nın emri altında olduğunun, bizzat
kendisinin birşey yapmayıp, bilakis yataran tarafın­
.dan yaptırıldığının; güneş, ay, yıldızlar ve diğer eş­
yanın O'nun emrine tabi olduğunun ve bunların biz­
zat kendiliğinden bir fiilieri olmadığının bilinmesi­
dir.

ilahi ilimler

Feylesufların hatalarının çoğu bu ilimlerdediJ,".


Onlar mantıkta şart koştukları burhaniara sadık
kalamadılar. Bu sahada arlarınd, ihtilaf çoğldı. El ­
Farab'i ve İ bn Sina'nın nakline göre, Aristo bu ilim­
lerdeki mezhebini i slamı mezheplere yaklaştırmış­
tır. Ancak, haklarında hata ettikleri meselderin
lıepsi yirmi esasa dayanmaktadır. Bunların üçünde
tekfirleri; onyedisinde de bid'ate düştükleri kabUl
edilmelidir. Bu 20 meselede, mezheplerini çürütmek
için Tchaflırat kitabını tasnif ettik. Mezkur üç me­
.seleye gelince, feylesuflar, bu meselelerde bütün
müslümanların inançlarına muhalefet etmişlerdir.
Mesela bu ihtilaf «cesedler haşrolunmaz », « sevap ve
azab görecek olanlar, sadece ruhlardır. Azaplar ru­
hani olup cismani değildir» sözleri de vardır. Ruh­
ların azab göreceklerini kabul etmelerinde isabet et­
mişlerdir . Çünkü onlar da azab göreceklerdir; fakat
cesedierin tekrar dirileceğini inkar etmelerinde ha­
ta etmişler ve şer'iat nazarında, iddia ettikleri bu
hususta küfre girmişlerdir. Muhalif bulundukları
meselelerden biri «Allah teala külliyatı bilir, cüz'i­
yatı bilmez» sözleridir. Bu da bariz bir küfürdür.
DALALETDEN HiDAYETE 43

Bilakis gerçek» ne göklerde ne de yerde bir zerrenin


O 'nun ilminden uzak kalmadığıdır. » ( ı) Müslürnan­
larla ihtilafta bulundukları meselelerin biri de, on­
ların, alemin kadim ve ezeli olduğuna inanmaları­
dır. Müslümanlardan hiçbiri bu meseleleri bu tarz­
da kabul etmemişlerdir. Bunların dışında, Allah'ın
sıfa tiarını inkar etmede ve «Allah zatıyla bilir, ay­
rıca bir ilim sıfatı yoktur» gibi sözlerinde ve bun­
lara benzer hususlarda kanaatları, mfıtezile mezhe­
bine yakındır. Buna benzer hususlarda mütezilenin
tekfit edilmesi icabetmez. Bunu ve kendi mezhebine
muhalif olan hususlarda, karşısındakini hemen tek­
fit edenin yanlış hareketini misalleriyle Faysal'üt­
tafrika bayn'el-İ slam va'z-zindika kitabında zikret­
miştik.

Siyasi İlimler

Feylesfıfların bu husustaki bütün sözleri, dün­


yevi ve idari meselelerle ilgili hikmetlere dayanır.
Bunları, Allah'ın peygamberlere ·vahyettiği kitap­
lada ve peygamberlerin selefierinden naklonunan
hikmetli sözlerinden anlamı�h;ı�dır.

Ahlaki İlimler

Feylesufların bu sahadaki bütün sözleri, nef­


sin sıfatlannı, ahiakın nevileri ile bunların terbiye
ve islah çarelerini aniatmağa inhisar eder. Onlar
bu bilgileri, sufilerin sözlerinden almışlardır; sfı­
filer Allah'ı tanıyan, O'nu devamlı anan heva ve
hevesin aksini yapan, dünya lezzetlerinden yüz çe­
virerek Allah teala'ya giden yola sullık edenlerdir.

(1) Bk. Kur'an, 10 ( : Yunus), 6 1 ; 34 (: Sebe), 3 .


44 DALALETDEN Hi DAYETE

Bu gayretleri esnasında onlara, nefsin huylan, kö­


tü ve tehlikeli tarafları mahim olmuştur. Feylesılfp
lar bu sözleri almışlar ve kendi batıl sözlerini gü­
zelleştirip kabul ettirmek için kendilerinkileriyle
karıştırmışlardır. Kendi asırlarında, hatta her asır­
da Allah'ı tanıyanlardan bir zümre vardır; Allah
teala alemi onlarsız bırakmaz; Zira onlar yeryü­
zünün direkleridir. Bereketleri sayesinde yeryüzü
sakinlerine rahmet iner. Nitekim hadis-i şerifte,
Hz. Peygamber'in <<onlann yüzü suyu hünnetine
yağmur yağar, rızık ilisan olunur. Esbab-ı keyf on·
lardan bir zümre idiı> dediği rivayet edilmiştir. Su­
filer, Kur'an-ı Kerimin beyan ettiği vechiyle, eski
devirlerde de vardırlar. Feylesılfların, nebilerle
sufilerin sözlerini kendi kitaplarına dereetmelerin­
den iki mahzur doğmuştur: biri kabul eden, biri
de reddeden pakkındadır. Bunun, kendisini redde­
den hakkınaki tehlikesi büyüktür. Çünkü bilgileri
zayıf olan bir zümre: «bu söz onların kitaplarında
yazılı ve batıl fikirleriyle karışmış olduğundan, ter­
kedilmeli, hatırlatılmamalı, hatta hatırlatanlar ayıp­
lanmalı» demiştir. Zira bunlar evvela feylesuflardan
işittiklerinden batıl oldukları akıllarına önceden
yerleşmiştir; çünkü bunu söyleyen hakkı kabul et­
meyendir; o «Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur,
Hz. İsa (A.S.) onun resulüdür» sözünü hıristiyan­
dan işiten kimse gibidir. Tabiatıyla onu redderlecek
ve «Bu hıristiyan sözüdür; o, hıristiyanın bu sözü
tasdikle mi yoksa Hz Peygamber'in (A.S.V.) nü­
büvvetini inkarla mı kafir olduğunu durup düşün­
müyor» diyecektir. Eğer bu hıristiyanın kafir ol­
ması, Hz. Peygamber'i inkar yüzündense, bu kimse­
ye, kabul etmediği bu hususun dışında, kendisine
DALALETDEN HiDAYETE 45

göre hak olan diğer mevzularda muhalefet etmek


gerekmez. Bu, akılsızların adetidir. Onlar hakkı,
adamlarla tanırlar, adamları hakla değil, akıllı ada­
mı, akıllıların önderi Hz. Ali'nin -Allah ondan razı
olsun- «Hakkı adamlara göre tanıma; hakkı tanı,
sahibierini de tamrsm» şeklindeki sözüne uyar. Akıl­
lı kimse, hakkı tanır, sonra söze bakar. Eğer haks � ,
sahibi hakkı inkar eden yahut tasdik eden de olsa
kabul eder. Hatta bazan, altın madeninin toprak
olduğunu, .sarrafın hasiretine güveni oldukça, eli­
ni kalpazanın kesesine daldırıp halis altını kahbın­
dan ayırarak çıkarmasında bir beis olmayacağını
bilerek, hakikati dela.lct ehlinin sözlerinden çıkar­
mağa çalışır. Zira kalpazanla muamelede, hasiret­
li sarraf değil, köylü zarar görür. Deniz kenarından,
mahir yüzücüler değil boğulacaklar uzaklaştınllr.
Yılana dokunmaktan, mahir şerbetli olanlar değil,
çocuk alıkoyulur. Halkın çoğu, onları akıllı, temyiz
sahibi ve mahir sandıklarından, mümkün olduğu
·
kadar delalet ehlinin kitaplarını okumaktan me­
nedilmelidir. Çünkü onlar, zikr€ttiğimiz bu tehli­
keden kendilerini korusalar hile, ilerde zikredece­
ğimiz ikinci tehlikeden uzak kalamazlar. ilimlerde
ve i nceliklerinde ilerlememiş, basiretieri m•:!zhep­
lerin en son gayelerine çevrilmemiş olanlardan bir
zümre, din ilimlerinin sırlarına dair tasniflerimiz·
de kayıtlı bazı hususlara itiraz etmiş ve içlerinden
bazılarının kendi düşüncelerimiz olmasına rağmen,
eskilerin sözlerinden olduklarını iddia etmiştir.
«Bir hayvanın, evvelce geçen bir hayvanın izine
basması» imkansız değildir. Bu sözlerin bir kısmı
fıkhi kitaplarda ve çoğunun manası da süfilerin
eserlerinde vardır. Farzet ki bunlar sadece feylesfıf·
46 DALALETDEN HİDAYETE

ların kitaplarında olsun, eğer makul delille takviye


edilmiş, Kur'an ve sünnete uygun ise, terk ve in­
kar edilmeleri icabetmez. Biz bu şekilde hareket
edersek, önce bozuk fikirli birinin düşündüğü ger­
çeği terk etmemiz hakikatleri, hatta Kur'an ayet­
lerinden, Hz. Peygamber'in sözlerinden, geçmişle­
rin . hikayelerinden, hakimierin sözlerinden birçok­
brını bırakmamız gerekir. Çünkü İlıvan us-safa ki­
tabının müellifi bunları delil göstererek ve böy­
lece kendi bozuk davasına ahmakların kalplerini
ısındırarak eserlerinde zikretmiştir. Bu nevi bir dü­
şünce, kötü fikirlerin, hakikatleri kitaplarınd;ı. k n­
..

di sözlerine karıştırmak suretiyle elimizden alma­


larına sebep olur. Alimin en düşük derecesi, koyu
cahil halktan farklı olmasıdır. O, baldan içine pis­
lik konan şişede bile bulsa, tiksinmez. Bilir ki şişe
balın kendisini bozmaz ve nefsin bundan iğrenme­
si körükörüne bir cehalete dayanır. Esasen şişe,
pis kan için yapılmıştır. Halbuki diğeri, kan şişesi
olduğu için pistir, zaneder . Kendisinde bulunan bir
sıfatla pis olduğunu bilmez. Baldaki bu sıfat ol­
mazsa, sadece şişede olması, kendisine bu hali ver­
mez ve pis olması da icab etmez. Bu, batıl bir ve­
himdir; halkın çoğuna hakim olmuştur. Bunu, hak­
kında iyi düşündükleri birine isnad etsen, batılda
olsa kabul ederler. Ama, hakkında kötü düşündük­
leri birine isnad edersen, hakikatte olsa reddeder­
ler. Ve daima hakkı adamlarla tanırlar, adamları
hakla değil. Bu delaletin son derecesidir. Anlatılan
bu durumlar reddetme tehlikesidir.

İkinci tehlike kabul tehlikesidir. Onların İlıvan


as-safa ve benzeri kitaplarına bakan kendi ifadeleri­
ne Peygamber'in hikmetli sözlerinden, sufilerın ifa-
DALALETDEN Hi DAYETE 47

delerinden 'ilaveler yaptıklarını görür. Ekseriya


beğenir, kabul eder ve haklarında iyi düşünür. Ne­
ticede gördüğü ve beğendiği şeylerin verdiği iyi
zanla, onların batıliarını da kabul eder. Bu, batıl
yolu üzerinde bir nevi tuzaktır. İşte bu tehlike se­
bebiyle onların kitaplarını okumak, içlerinde bu­
lunan desise ve tehlike dolayısıyla yasaklanmalıdır.
İyi yüzerneyeni nehir kıyısında dolaşmaktan me­
netmek lazım geldiği gibj,
halkı da bu kitapları
okumaktan alıkoymak lazımdır. Ve yine çocuklan
yılanlardan korumak icabettiği gibi, kulakları da
bu sözlerin tehlikelerinden muhafaza etmek gere­
kir. Şerbetli kimse, çocuğunun kendisine uyaca•
ğını ve kendisi gibi yapacağını bilirse, onun önünde·
yılana dokunmamalıdır. Dilakis çocuğunu bizzat
kendisi gibi yılandan sakımasını öğretınelidir. H1ki·
ki alim de işte bu şekilde davramalıdır. Nasıl, şer­
betli ve mahir kimse, yılanı alıp panzehir ile zelı­
rini ayırır, panzehiri çıkarır, zehiri yok eder ve pan­
zehiri, muhtaç olana esirgemezse v� yine nasıl ma­
hir ve basiretli sarraf, elini kalpazanların kesesine
sokarak, halis altın çıkarıp kalpını atar ve geçer
parayı muhtaç olandan esirgemezse, alim de böyle­
hareket etmelidir. Panzehire muhtaç kimse, onun,
zehir kaynağı yılandan çıkarıldığını bildiği için tik­
sinirse ve yine paraya muhtaç olan fakir, kalpaza­
nın kesesinden çıkarılmış altını kabulden nefret
ederse, onlara, nefretlerinin sırf bu cehalet olduğu
tenbih edilmelidir. Yoksa bu, arzuladığı faydada:r.
mahrum kalış sebebi olacaktır. Şu da hatırlatılınalı
ki para ile kötü paranın aynı kese içinde oluşu do­
layısıyla aralanndaki yakınlık, kalp parayı iyi yap-
48 DALAlETDEN Hi DAYETE

madığı gibi, iyi parayı da kötü yapmaz. Hak ve ba­


tıl arasındaki yakınlık ta, hakkı batıl yapmayacağı
gibi batılı da hak yapmaz. İşte bunlar, felsefenin teh­
like ve zararı hakkında hatırlatmak istediklerimiz­
dir.
TA'LİM MEZHEBi VE TEHLİKESİ

Felsefeyi öğrenip anladıktan, tenkid ve redde­


dilmesi gereken yerleri reddettikten sonra, bunun
da maksadını tam manasıyla temin edemediğini,
aklın bütün meseleleri kavramada mustakil ve bü­
tün müşkilleri halledecek durumda olmadığını an­
ladım. ( Bu sıralarda ) «ta'limiyye mezhebh ortaya
çıkmış ve hadiselerin, Hakkla kaim masum bir
imam tarafından öğrenileceği iddiası için, bende
düşüncelerini araştırİnama arzusu uyandı. İşte bu
sırada onların mezhebinin iç yüzünü ortaya koya­
cak bir kitap tasnifi için hilafet makamından kati
bir emir gelmişti. Emre itaat etmemek imkansızdı.
Bu, dışardan çimdeki arzuyu tahrik etmişti. Kitap­
larını aramağa ve sözlerini toplamağa başladım,
eskilerin malum sözlerinden farklı ve bu asrın in­
sanlarının kalplerine doğan bazı yeni düşünceleri­
ni işitmiştim . Bu sözleri topladım, araştırma için
münasip bir şekilde tertip ettim; cevaplarını ver­
dim. Öyleki ehl-i. sünnetten bazıları benim bu hu­
sustaki aşırı gayretimi hoş karşılamamış ve «Bu
onların lehine bir çalışmadır, eğer senin onların
meselelerini araştırman ve tertibetmen olmasaydı,
so DAlALETDEN HiDAYETE

onlar bu benzerlikler dolayısıyla kendi mezheple­


rine faydalı olmazlardı » demişti. Bu hoş görmeme,
bir bakıma doğrudur. Nitekim, Ahmed b. Hanbel,
El-Haris el-Mühasibi'yi, mutazilileri reddetmek için
yaptığı eseri dolayısıyla kınamıştı. el-Haris «bid'atı
reddetmek farzdır» demiş ; bunun üzerine Ahm�d
b . I!anbel, şunları söylemişti :
- « Evet, fakat sen evvela onların şüphelerini
anlattın, sonra cevaplandırdın; şüphelere zihni ta­
kılıp, cevabın okunmaması da, yahut cevaba baki­
hp, esasının anlaşılınaması da mümkündür. »
Ahmed b. Hanbel'in dediği doğrudur; ancak ya-­
zılmamış ve şöhret bulmamış bir şüphe için. Şüphe
yayılmışsa, cevap verilmesi lazımdır. Tabiatıyla ce­
vap, ancak meselenin naklind:en sonradır. Evet onla­
rın ehemmiyet vermedikleri şüphelere ehemmiyet ve­
rilmemeli, ben de ehemmiyet verdim. Ben b •.:ı şüp­
heleri, onların arasına girmiş mezheplerini benim­
semiş olup, bana gelip giden arkadaşlarımın bi-
- rinden işitmiştim. Anlatmıştı: Onlar, kendilerini
reddetmek için eser tasnif edenlerin çalışmalarına
gülüyorlar; hal::i onların delillerini anlamamışlar;
sonra bu delili zikretti ve onlardan bahsetti. Delil­
lerinin aslından habersiz olduğumu zannetmelerine
nefsim razı olmadı. Bunun için onları zikrettim. De­
lillerini işitipte anlamadığım zannalunmasın diye,
onları takdir ettim. Demek istiyorum ki, onların
şüphelerini imkan nisbetinde açıkladım: sonra bo­
zukluklarını gösterdim. Hülasa nP esaslı bir gayeleri
ve ne de sözlerinin değeri vardır. Cahil dostum k ö­
tülüğü olmasaydı, zayıflığına rağmen bu bid'at bu
derece yayılmazdı. Fakat taassubtin şiddeti, hakkı
müdafaa edenleri, iddialarının esasları üzerinde mü-
DALALETDEN HlDAYETE 51

nakaşayı uzatmağa ve her dediklerini redde kadar


götürdü. Böylelikle onların « ta'lim ve muallime ih­
tiyaç vardır», «Her muallim işe yaramaz, muhak­
kak masum bir muallim lazımdır» şeklindeki dava­
larını reddettiler. Fakat bu zümrenin «ta'lim ve
muallime ihtiyaç vardır» tarzında ileri sürdükleri
deliller yanında, inkar edenlerin sözleri zayıf kal­
dı. Bir zümre de buna aldandılar ve bunun, mez­
heplerinin kuvvetli ve muhaliflerininkininse zayıf
oluşundan geldiğini zannettiler. Sadece hakka yardım
edenin zayıflığından ve kendi yolunun bilinmeme­
siden ileri geldiğini anlamadılar.
Şimdi, şüphesiz bir muallime ihtiyaç vardır.
Muallimin masum olması lazımdır. Ancak bizim
muallimimiz masumdur; ve o Hz. Muhammed'tir.
-Allah ona mağfiret ve rahmet etsin- Onlar: «0 ve­
fat etmiştir» derlerse bi : « Sizin mualliminiz de
gaiptir» deriz. Eğer: Muallimimiz, dilileri yetiştir­
miş ve onları ülkelere dağıtmıştır; onlar bir ihtila­
fa düşerler, yahut bir müşkille karşılaşırlarsa ınü­
racatlarını bekler» derlerse, biz 'de: << Bizim mualli­
-
mimiz de dailer yetiştirdi ve lllkclere dağıttı. On­
ları her bakımdan yetiştirdi . Zira Allah teala: «Bu­
gün dininizi kemale erdirdbn ( el-Maide: 3 ) ,, buyur­
muştur. Ortada olmayışı gibi, her şeyi öğrettİkten
sonra muallimin vefatı da zarar vermez » deriz. Ge­
riye şu sözleri kalıyor: «Onlar işitmedikleri husus­
larda nasıl karar verecekler; nasla mı ·ki bunıJ İ5it­
memişlerdir- yoksa ictihad ve rey ile mi -bu da ih­
tilaf mevzuudur- Deriz ki : cAllah'ın resulü'riin
-Allah ona mağfiret ve selam etsin-. Yemen'e gön­
derdiği ve kendisine; olduğu zaman nasla, olmad1ğı
zaman da ictihadla hareket etmesini emrettiği Hz.
Ş2 DAlALETDEN Hi DA'(ETE

Muaz gibi hareket ederiz. Nitekim onların daileri


de, şarkın en uzak yerlerinde imamdan uzak kaldık­
ları zaman böyle yaparlar. Zira onların nasla karar
vermesi imkansızdır; naslar mahduttur; sonu gel ­
meyen hadiseleri göstennez. Sonra her haclisede
imarnın bulunduğu yere gitmesine ve tekrar yerine
dönmesine de imkan yoktur. Bu zaman z:ırfında
meseley i soran kimse vefat etmi Ş olur; gidip dön­
mek bir fayda temin etmiş olmaz. Kıblenin ne ta­
rafta olduğunda şüpheye düşen kimsenin, ictihadla
namaz kılmaktan başka çaresi yoktur. Zira kıbleyi
öğrenmesi için imarnın bulunduğu doğru yola çık­
sa namaz vakti geçer. Şu halde, zannabinaen, kıble­
den başka bir yere doğru namaz da caizdir. İctiha-·
dında hata edene bir, isabet edene ise iki sevapt
Vt!rilir ve ictihada ait bütün meselelerde durum
böyledir. Zekatın, fakire sarfedilmesinde bu şekil­
de emredilıniştir. İnsan çok defa, aslında zengin
olduğu halde, malını gizliyen kimseyi fakir zanne­
der, ictihadıyla ona zekat verir. Ama o, bununla ha­
t:i etmiş bile olsa muaheze olunmaz. Çünkü insan
ancak kendi zanı1ına göre muaheze olunur . Bu züm­
reye mensup biri: « Onun muhalifinin zannı, kendi
zannı gibidir» derse: « 0 , başkası kendisine muha­
lefet etse de, kıble hususunda zanna göre hareket
eden Müctehid gibi kendi zannına uymağa emredil­
miştir» deriz. Eğer: «Ama arnelde mukallit olanlar,
Eş-Şafii ve Ebu Hanife'ye -Allah onlara mağfiret ve
rahmet etsin- ve diğerlerine uyuyorlar; taklid eden,
kıble hususunda şüpheye düştüğü zaman, müctehid­
ler bu hususta ihtilaf ederlerse ne yapar? denirse
şöyle deriz: Kıbleyi tayinde bizzat ictihadı olan, bu
haline rağmen, içlerinde en faziletli ve kıblenin de-
DALALETDEN HIDAYETE 53

Hilerini en iyi bilenin ictihadını takip edecektir"


Mezhepler mevzuunda da durum böyledir; halkın
ictihada baş vurması bir zarfırettir. Nebi ve imam­
lar (bile) ilimlerine rağmen bazan yanılırlar. Hatta
Allah'ın resfılü -Allah ona mağfiret ve selam etsin- :
«Ben zahirle hükmederim, sırlan Allah bilir>>, yani
ben şahitlerin sözlerinden hasıl olan hftkim
zanla karar veririm, buyurmuştur. Şahitler çoğu ke­
re hata ederler. İşte bu nevi ictihada müteallik me­
selelerde, nebiler için de hatadan emin olma imkanı
yoktur. Şu halde hata etmemek nasıl mümkün ola­
bilir?
Burada bu mezhebe mensup olanların iki so­
rusu vardır, birisi:
- Bu husus, ictihada dair meselelerde doğru
olsa bile, akldelerin esaslarında doğru olmaz; zira
bunlar hata eden mazfır değildir. O halde bu n a­
sıl halledilecektir? Buna cevaben :
- « Kitap ve sünnet, akidelerin esaslarını ıçı­
ne almaktadır. Bunların dışında k.alan tafsiH'ı.tlı ve
münı1zaalı mevzularda hak, «kıstas-i müstakim>> le
tartılarak bilinir ki, bunlar da Allah teala'nın kita­
bında z:ikrettikleridir. Bunlar,-· El-kıstas'ul-musta�
kim isimli kitabımda zikrettiğim beş esastır» de­
rim .
Bana:
- « Hasımların bu mizan hususunda sana mu­
halefet ediyorlar» dese,
- « ( İyice ) anlaşılırsa bu mizana muhalefet
edilmesi düşünülemez. Zira talimiye mezhebine
mensub olanlar, . buna muhalefet etmezler; çünkü
ben onu Kur'an'dan çıkardim ve öğrendim. Mantık­
çılar da bu hususta muhalefet edemezler; zira bu,
54 DALALETDEN HlDAYETE

mantıkta şart koştuklanna uygundur, aykın değil­


dir. Kelamcılar da bu hususta muhalefet edemez­
ler; zira bu onun, nazari meselelecin delilleri hak­
kında anlattıklarına uygundur. Kelami meseleler­
de lıak, bu mizanla bilinir,. derim.
Eğer: « Elinde bu mizanın bir benzeri varsa,
niçin halk arasındaki ihtilafı kaldırmıyorsun? » der­
se:
- «Beni dinlerlerse, aralanndaki anlaşmazlığı
kaldırırım» derim. Bu anlaşmazlığı gideriş yolunu
El-kıstas'ul-Mustakim, kitabında anlatmıştım. Hak
olduğunu bilmem içn onu düşün. Kulak verilirse ih­
tilaf kesin olarak kalkar. Halbuki onların hiçbiri
dinlemez. Mamafih bir zümre bana kulak vermiş­
ti ve ben de aralarındaki ihtilafı kaldırmıştım. Oysa
senin imaniın, halk kendisini dinlemediği halde,
onların arasındaki ihtilafı gidermek istiyor. Şim­
diye kadar niçin kaldırmadı? İmamların reisi ol­
duğu halde Hz. Ali bile -Allah ondan razı olsun- bu
ihtilafı kaldıramadı . O, bütün halkı zorla kendisi­
ni dinlerneğe mecbur edebileceğini iddia ediyor.
Şu ana kadar niçin zorlamadı? Bunu acaba hangi
güne bıraktı? O bu, davetiyle, halk arasında sadece
anlaşmazlık ve ihtilafın fazlalaşmasına sebep ol­
madı mı ? Evet, ihtilaftan bir zarar çeşidi olarak,
kan dökülmeğe, ülkeleri tahrip etmeğe, çocuklan
öksüz bırakmağa, yol kesrneğe ve mal yağma etme­
ğe varmasın diye korkuluyordu. Siiin ihtilafı kal­
dırınanızın hayırlı neticesi olarak alemde benzeri
olmamış hadiseler zuhur etti.
«Sen, halk arasındaki ihtilafı kaldıracağım id­
dia ediyorsun, fakat birbirine muhalif mezheplerle,
mütekabil ihtilaflar arasında şaşırmış olan kimse-
DALALETDEN HI DAYETE 55

nin, seni dinleyip hasmına kulak vermemesi gerek­


mez. Senin de muhalefet edebilecek hasımların var­
dır. Onlarla senin aranda fark yoktur» dese -ki bu
onların ikinci sualleridir- ona:
- «Bu sual herşeyden önce senin aleyhine ne­
tice verir; zira sen bu şaşırmış kimseyi, kendi tara­
fına davet edersen, sana « Sen muhaliflerinden ne
ile daha iyisin? Oysa alimler sana m�alefet edi­
yorlar» diyecektir. Buna neyle cevap vereceğini bil­
mek isterdim. «İmamın nasla tayin edilmiştir» di­
ye mi cevap vereceksin? Peygamberden nas işitme­
miş olan kimse davasında seni ne zaman tasdik
eder. Sonra tut ki o senin nassa dair davanı kabul
etti. Eğer nübüvvetin esasında şaşırıp:
- << Farzet ki imamın, Hz. İsa'nın mucizesini
bana gösterdi ve doğruluğuma delil olarak « senin
babanı diriltirim» dedi ve diriltti; .sonra da bana
haklı olduğunu söyledi. Ben onun doğruluğunu ne
ile bilirim ? Halkın hepsi bu mucize ile Hz. İsa'nın
doğruluğunu tanımadı. Bu hususta, ancak akli de­
lillerle cevaplandınlabilecek güç sÜ3.ller vardır. Ak­
li dellillerse, sence itimata aayık değildir. Mucize­
nin doğrulu� gösterişli, sihil' -ve bununla mucize
arasındaki fark bilinmedikçe anlaşılmaz. Allah'ın,
kullarını delalete sokup sokmayacağı sorusu ile ce­
vabının güçlüğü meşhurdur» dese, bunların hepsine
nasıl cevap verilir? Neden, senin imarnma muha­
lefet etmektense, uymak daha iyidir ?
O, bütün bu itirazlar karşısında beğenmediği
akli deliliere başvuracak; hasını da buna benzer
hatta daha açık delillerle davAsına kuvvet verecek­
tir.
Bu sual de, o şekilde aleyhlerine döndü ki, es-
56 DALALETDEN Hi DAYETE

ki ve yeni tarafların cevabını verrneğe kalksalar


başararnazlar. Bu hal, ehliyetsiz bir zümreden neşet
etti; bunlar, onlarla rnünazara ettiler, suali aleyhle­
rine çevirrneğe değilde; cevap verrneğe kalkıştılar.
Bu hususta çok söz söylenebilir. Fakat maksat sür'­
atle anlatılamaz. Dolayısıyla da hasının ağzını ka­
patmak uygun değildir.
Biri:
- « Onları, soruyu aleyhlerine çevirerek sus­
turmak şekli budur. Fakat bu suale cevap verebilir­
ler mi ?» dese;
- Evet, derim, işte cevabı : Mezheb ihtilafları
içinde şaşırmış kalmış olan adam: «ben şaşırmış
kalmışını dese ve hallernediği rneseleyi söyleyemez­
se ona: « Sen, ben hastayım diyen, fakat hastalığı­
nın ne olduğunu söyleyemeyen; ilacını arayan, bu
durumda kendisine, dünyada mutlak hastalığa ilaç
yoktur, ancak baş ağrısı, ishal ve diğerleri gibi
muayyen hastalıklar için ilaç vardır, denilen bir
hasta gibisin» denir. Şaşırmış kalmış kimse de iş­
te böyledir. Onun, şaşırıp kaldığı rneseleyi belirt­
ınesi lazımdır. Eğer belirtirse, hakkı kendisine, beş
ınizanla tartarak bildiririm. Bunlar ancak, tarttı­
ğı şeylerin dciğru olduğunu ve doğru tarttığını ka­
bul edenlerin anladığı ölçülerdir. Nitekim bir he­
sap öğrenen, hesap öğretmeninin hesap bildiğini ve
doğru yaptığını itiraf eder. Bu mizanları El-Kıstas
kitabında, yirmi varak içinde açıklarrtıştırn; iyice
düşii.nülsün. Şimdi maksadım, talimiye mezhebinin
bozukluğunu anlatmak değildir. Bunu evvela E l-

{1) Bu eser, Fadaih'ul-Batıniye veya Fadaihu'l-Mustazhiriye


ismi ile de anılır.
DALlttTDEN HiDAYETE 57

M u s t a z h i r i ( l) kitabında, sonra
Huccet'­
u 1 · H a k k ta -ki bu Bağdad'ta iken bana arzedi­
len bir sözlerinin cevabıdır- üçüncü olarak Mu •

f a s s a 1 ' u 1 - h i H t f ta -ki bu 12 fasıldır ve He·


medan' da iken bana arzedilen bir sözün cevabıdır-,
dördüncü olarak K i t a b ' u d - d e r c ' te -ki bu,
Tus'ta iken bana arzedilen sözlerinin zayıf taraf­
larını açıklar- ve beşinci olarak ta e1 - Kıstas
kitabında zikrettim ki, bu son kitap, müstakil bir
kitaptır; gayesi, ilimierin mizanının ve bu mizanla­
rı iyi kavramış olan kimsenin imftma muhtaç olma·
dığını göstennektir. Maksadıın, bu kimselerin fikir­
lerini vuzfıha kavuşturacak bir hususu anlatmaktır.
Bilakis onlar, imam tesbiti hususunda delil göster­
mekten de acizdirler. Uzun müddet onları denedik,
kendilerini talime ve masum imftma ihtiyaç husu­
sunda haklı gördük . Sonra kendilerine, bu masfım
imamdan öğrendikleri bilgileri sorduk ve alakah
meseleler arzettik. Bunları halletmek şö}lJe dur­
sun, anlamadılar bile. Müşkil durumda kalınca, bu­
nu gaib imama havale ettiler ve «ona gidip sor­
mak lazımdır» dediler. Ömürlerini', muallim aramak
ve o.nu bularak kurtuluşa ermeK·· uğruna feda etme­
leri ne gariptir! Ondan asla birşey öğrenemediler.
Tıpkı pisliğe bulaşmış, su aramaktan yorulan bir
insanın onu bulunca kullanamayıp, yine pisliklere
bulaşmış halde kalması gibi . . . İçlerinde, bazı şey­
ler bildiğini iddia edenler vardır ve bunlar da, Pi­
sagorun zayıf felsefesinden bazı kalıntılardır. Bu
zat, en eski feylesuflardan biridir; mezhebi, feyle­
sfıfların en kötü mezhepleri arasında yer alır. Ari s­
to da onu reddetmiş, görüşleri çok zayıf bulmuş ve
hatta onu müşkül. duruma sokmuştu. İhvanu's-safa
:St DALALETDEN HiDAYETE

İsınindeki kitapta buna temas edilmiştir. Esasen


bunlar, felsefenin manasız tarafıdır. Kendini ömür
boyunca ilim tahsiline verip te bu gibi manasız ve
-esassız şeylere kananların hali çok tuhaftır. Hatta
onlar, ilimierin en üstün gayesine vardıklarını da
-zannederler. Biz bunları da tecrübe ettik. Dış ve iç·
lerini yoklaaık. Gayeleri, halkı ve düşünemiyenleri
muallime ihtiyaç olduğuna inandırmak, � talime
ihtiyacı)) reddedenleri, kuvvetli, susturucu sözlerle
ikna etmeği başarmaktır. Öyle ki, biri, muallime
'ihtiyacı kabul eder görünüp: « muallimin ilmini bize
-de anlat . . . öğrettiklerinden bizi de faydalandır» de­
.se, duraklar ve ccşimdi mademki bu sözümü kabul
ettim, muallimi ara, benim maksaclım sadece bu
idi» der. Zira daha ileriye gidecek olsa, rezil olaca­
:ğmı ve müşküllerin en basitini bile çözemiyeceğini,
bilir. Hatta o, bunlara cevap vermekten, üstelik an­
lamaktan ta acizdir. İşte onların gerçek halleri . . .
Tecrübe et ki anlayasın. Nitekim biz tecrübe edince,
�nlardan el çektik.
SiJFİLERİN YOLUNA DAİR

Mezkur ilimleri tetkik ettikten sonra, �ütün


gücürole sufilerin yoluna yöneldim ve yollannın an­
cak ilim ve arnelle tamamlandığını anladım. Onla­
rın ilimlerinin gayesi, nefsin geçit yollarını kesmek ,
onu kötü huylardan ve kötü sıfatiardan uzak tut­
maktır. Ta ki kalb, Allah'tan başka şeylerden arın­
sm ve O'nun zikriyle süslensin. Bana bu yolun U:m
tarafı, amel tarafından daha kolay gelmişti. Sufilerin
ilimlerini tahsile, Ebu Talib El-Mekki'nin Kut'ul­
kulub'u, . . El-Haris'ul-Muhasibi'nin kitapları, El-Cu­
neyd, Eş-Sibli, Ebu Yezid, El-Bistami'nin ve diğer·
şeyhlerin sözlerini okumakla başladım. Nihayet on­
ların ilmi gayetetinin esasına muttali oldum ve mez·
heplerinden, öğrenme ve dinleme yoluyla elde edi­
lebilecek şeyleri tahsil ettim. Bende şu kanaat ha­
sıl oldu: En .. büyük sufilerin elde etmek istedikleri,
öğrenme Ü� değif de zevk, hal ve sıfatıann değiş­
mesi yoluylaydı. Ama, sıhhatin ve tokluğun tarif·
lerini, sebeblerini ve şartlarını bilmekle sıhhatli,
tok olmak arasında, sarboşluğun «mideden yükselen
buhann dimağı kaplamasından Ilieydana gelen bir
haldir» şeklindeki tarifini bilmekle, sarhoş olmak
60 DALALETDEN HiDAYETE

arasmda ne kadar fark varmış ! Sarhoş, sarboşlu­


ğun tadfini bilmez, o, sarhoş hakkında bir şey bil­
mediği halde sarhoştur. Ayık kimse, kendisinde sar­
hoşluktan bireser olmadığı halde, sarboşluğun ta­
rifini ve lüzumlu şeylerini bilir. Hasta olan tabib­
te, sıhhatin tarifini, .sebeblerini, ilaçlarını bilir; fa­
kat o anda sıhhatini kaybetmiştir. Aynı şekilde . ı"i.ih­
dün hakikatini, şartlarını ve sebeblerini bilmen ile
·
zahid�me hayat yaşam<;n ve nefsinin dünyadan
uzaklaşması arasında bir fark vardır. Onların söz
değil, hal sahibieri olduklarını iyice anladım. Oku­
ınakla öğrenilebilecek olanları elde ettim. Artık
dinleme ve öğrenme ile değil de zevk ve sulCık.la
elde edilebilecekler kalmıştı. Tetkik ettiğim ilimler­
den, · Şer'i ve akli ilimleri kontrol için sulCık ettiğim
yollardan, bende Allah'a teala'ya, nübüvvet ve €:hi­
ret gününe yakini bir iman hasıl olmuştu. İ manın
bu üç esası bende muayyetı ve mücerret bir delille
değil, bilakis izah edilemeyecek sebebler, karineler
ve tecriibelerle sağlarnca yerleşmişti. Ahiret seade­
ti için tek yolun, takvfı ve nefsin heva ve hevesten
menedilmesiyle olacağı kanaatİ " hasıl olmuştu. Bu­
nun esası da, gurur evinde dünyadan uzaklaşıp,
ebedilik evine ( ahirete) bağlanmak ve bütün gay­
retle Allah teala'ya teveccüh etmek suretiyle kalbin
dünyadan ilgisini kesrnektir. Tabiatıyla bu da an­
cak, mevki ve maldan uiaklaşma, engelleyici meş­
gale ve ahlaklardan kaçınakla tamamlanır. ';onra
kendi durumuınu gözden geçirdim, bir de ne g<:re­
yim! dünyevi al akalar iÇine dalınişıın. Onlar beni her
taraftan sarmışlar. i şlerimi göz önüne getirdim; t>n
güzeli tedris ve talim idi. Fakat bunlar arasında da
ahiret yolu için ehemmiyetsiz ve faydasızlarla uğ-
DALALETDEN HiDAYETE

raşmışım. Sonra tedris halkındaki niyetimi düşün­


düm. Baktım ki Allah nzası için değil mevki ve
şöhret endişesiyle hareket etmişim. Bu durum kare
şısında, uçurumun kenarında bulunduğuma, eğer
halimi düzeltmeğe kalkışmazsam ateşe yuvarlanaca­
ğıma kanaat getirdim. Bir müddet mütemadiyen
bunu düşündüm; sonra birini tercih durumunda
kalmıştım. Birgün Bağdad'tan çıkınağa ve bu halle­
ri terketrneğe karar veriyor, ertesi gün bu kararı
bozuyordum. Bir adım atıyor, diğerini geri çekiyor­
dum. Bir sabah ahirete meyil ve arzum belirdi, ak­
şam üzeri dünya arzuları onun üzerine saldırıyar ve
onu dağıtıyordu. Dünya arzuları, zincirleriyle beni
makama ve mevkie doğru çekiyor, iman münadisi
ise:
- Göz zamanı gelmiştir. Ömründen çok az
kaldı. Önünde uzun yolculuk var. Elde ettiğin bü­
tün amel ve ilim bir riya ve gösteriştir. Ahirete şim·
di hazırlanmazsan, ne zaman hazırlanırsın? Dünye­
vi alakalarını şimdi kesmezsen, ne zaman kesersin?
diye sesleniyor. Bunun üzerine içimdeki arzu yayılı­
yor, kaçmak ve firar etmek azmi yerleşiyordu. Son­
ra seytan geliyor ve:
- « Bu geçici bir haldir; ona uymaktan sakın.
Zira o çabuk yok olur. Ona uyar ve bu yüksek mev­
kii, kimsenin bozamıyacağı muntazam hayatı ve
hasımların hücumlarından kurtulup sükfınet bul­
muş işi bırakırsan, birgün nefsin onu arzu eder ve
fakat dönüş kolay olmaz diyordu. 488 senesi Receb
ayından itibaren � ay kadar bir zaman dünya arzu­
larııun cazibesi ile ahiret düşünceleri arasında ka­
rarsız kaldım. Bu son ayda durum, ihtiyari olmak­
tan çıkmış zaruri hale gelmişti. Zira Allah dilimi,
62 DALALETDEN Hi DAYETE

tedris yapamayacak bir halde kilitlenmişti. Ken­


dimi bir gün olsun, gelen talemelerin hatırı için
ders verrneğe zorluyor, fakat dilim bir kelime söy­
lemiyor, buna muktedir olamıyordum. Dilimdeki
bu tutukluluk sonra kalbirnde bir hüzün doğ>ırdu.
Bunun tesiriyle, hazım kuvveti kalmadı; yemek ve
içmek iştahım kesildi. Bağazımdan ne bir yudum
su geçiyor ve ne de bir lokma hazınedemiyordum.
Bedeni kuvvetlerim zayıf düşmüştü. Nihayet dok­
torlar ilaçtan ümitlerini kestiler ve: «Bu kalbe arız
bir haldir; buradan mizaca sirayet etmiştir. Kalbe
anz olan hüzün gitmedikçe ilaçla tedavisine imkan
yoktur» dediler. Sonra bir şey yapamıyacağımı an­
layıp, güç ve takatım tamamen elden gidince, hiç
bir çaresi kalmamış kimsenin sığınışı ile Allah tea­
la'ya sığındım . Çaresizin duasını kabul eden Allah
teala duaını kabul etti. Mevki, mal, aile, çocuk ve
arkadaşlaracin uzaklaşmamı kalbime kolaylaştırdı.
İçimde Şam'a gitmek meyli olmasına rağmen, hali­
fenin ve bütün arkadaşların Şam'da kalmak kara­
rında oluşumu öğrenmelerinden sakınara k Mekke'­
ye gitmek arzusu izhar ettim. Bağdad'tan bir daha
dönmernek üzere çıkışımda tuhaf hilelere başvur­
dum; Irak'ın ileri gelen alimlerinin tenkirlierine he­
def olmuştum. Zira onlar arasında, içinde bulun­
duğun herşeyden uzaktaşmanın dini bir sebeple ol­
. duğunu kabul edecek kimse yoktu. Onlar bu mevkii-
min, dinde varılacak en yüksek makam olduğunu
zannediyorlardı; bu onların, ilimden anladıkları
şeyi gösteriyordu. Halk tahminler içinde şaşırıp
kalmış, Irak'tan uzakta olanlar ise bunun memleke­
ti idare edenlerin arzularından ileri geldiğini zan­
netmişlerdi. Ancak devlet adamlarına yakın olanlar,
DALALETDEN H ID�VETE

onların beni bırakmamakta ısrarlannı, üzerime


düşmelerini ve benim de onlardan yüz çevirdiğimi, .
sözlerini umursamadığımı görüyorlar ve : « - Bu
semavi bir iş. Müslümanlara ve �llimler zümresine'
göz değdi; başka sebebi olamaz» diyorlardı. Bağ·
dad'tan ayrıldım, malımı dağıttım; Irak'taki ma­
lımdan sadece, müslümanlara vakfedilmiş oluşu do-­
layısıyla, hayırlı işlere tahsisini düşünerek, ker.di­
min ve çocuklarımın nafakasına yetecek miktarı
ayırdım. Dünyada, alimin kendi çoluk çocuğu için.
ayırabileceği bundan iyi bir mal görmemiştim. Son-­
ra Şam'a gittim, orada iJ(i seneye yakın oturdum . .
Sufilerden öğrendiğim şekilde, orada nefsi temizle­
me, ahlakı düzeltme, Allah'ı teala-yı zikr için kal­
bi tasviye, uzlet, lı.alvet, riyazet ve müciheden baş­
ka meşgalem yoktu. Bir müddet Dımaşk camiinde:
itikafa çekiliyor, bütün gün caminin minaresine çı­
kıyor ve kapıyı içerden kilitliyordum. Sonra Ku-­
düs'e gittim, her gün sahra'ya ( l ) giı:er, kapısını içer­
den kapıyordum . Hz. Halil'i -Allah'ın rahmet ve
mağfiretleri ona olsun- ziyaretteri sonra bende, hac.
farizasını ifa, Mekke'yi, Medine'yi ve Allah'ın resfı-.
lünü -Allah ona rahmet ve mağfiret etsin- ziyaretle , .
teberrükte bulunmak arzusu belirdi ; Hicaz'a gjt­
tim. Sonra meşgaleler ve çoluk çocuğun daveti be-­
ni memlekete çekti. Bir müddet herkesten fazla
arzusuz olduğum halde, njhayet döndüm. Orada da
kalbi tasviyeye itina göstererek uzlet hayatını ter-·
cih ettim. Hadiseler, çoluk çocuğun meseleleri, ge­
çim zamretleri buzurumu kaçırıyor ve yalnızlığın.

(1) Kudüs' te bulunan ve altında, Peygamberlerin dua ve:


ibii.det ettikleri rivayet edilen mukaddes kaya.
64 · DALlLETDEN Hi DAYETE

zevkini bozuyordu. Halet-i ruhiyem ancak arasıra


düzeliyordu. Fakat buna rağmen ondan ümidimi
kesiyordum . Maniler beni ondan alıkoyuyor, fakat
ben ona tekrar dönüyordum. 10 sene kadar bu şe­
kilde deva mettim. Bu uzlet hayatı boyunca bana
izah edemiyeceğim birçok şeyler malum oldu. Ara­
larından, faydalanılması için zikredeceklerim şun­
lardı : Sufilerin, Allah teala'nın yoluna girmiş kim­
seler olduğunu, onların hayat tarzlarının, en güzel
hayat tarzı; yollarının en doğru olduğunu, ahlak­
larının ahiakın en güzeli bulunduğunu yakinen an­
ladım. Akıllı isanlar, hakimler, şeriatİn sırlarına va­
kıf alimler, onların hayat tar.llarından ve ahlakın­
dan birşey değiştirmek ve yerine daha iyisini koy­
mak üzere bir araya gelseler, buna bir imkan bula·
mazlar. Onların dış ve içlerindeki hareket ve duy­
gularının hepsi, nübüvvet kandilinin ışığından alın­
mıştır. Yeryüzünde nübüvvet nfrrunda başka, ken­
disiyle aydınlanacak bir ışık yoktur. Hülas.:ı. te­
mizliği -ki bu şartların ilkidir- kalbi Allah teala'­
dan başka herşeyden, tamamen temizlemek olan bir
tar'ikat için ne denebilir? Bu tarikatın tekbiri me­
sabesinde olan anahtarı, kalbin tamamiyle Allah
zikriyle müsteğrak ve sonunda, Allah'ta tamamiyle
yok olmasıdır. Allah'ta yok olmuş olan sonuncusu,
başlangıçta ihtiyar ve kesbe'e girebilecek şeylere
göredir; yoksa hakikatte bu tarikatın başlangıcıdır.
Bundan öncekiler ise, bu mezhebe gireceklerin deh­
lizidlr. Tarikatın başlangıcından itibaren, keşif ve
müşahedder başlar. Hatta onlar, uyanık hallerinde
bile, melekleri, nebflerin ruhlarını görürler, onlar­
dan sözler iŞitir ve faydalar temin ederler. Daha
sonra durum, şekil ve misallerin müşahedesinden,
DALALETDEN HI DAYETE 65

sözle ifade edilerniyecek derecelere yükselir. Bun­


ları aniatmağa teşebbüs eden, söylediklerinde mu­
hakkak kaçınılması mümkün olmayan açık bir
hataya düşer. Kısaca durum, içlerinden bir zümre­
nin, Allah'a hulul etmelerini, bir zümrenin Allah'la
birleştiğini ve bir zümrenin de O 'na kavuştuğunu
t'ahayyüf edebilecekleri hale varır. Bunların hepsi
yanlış tutumlardır. Biz bu husustaki yalnış .:ibeti
El-Maksad'ul-Aksa kitabında açıkladık. Bu dur:ırr.da
olanın, şairin:
- «Anlatamıyacağım şey vuku buldu .
- Hüsn-ü zanda bulun, hakikatinin nasıl ol-
duğunu sorma>>. deyişine birşey ilave etmemesi la­
zımdır. Kısaca, zevkle bundan birşey tatmamış olan
kimse, nübüvvetin hakikatinden bir şey anlamaz,
sadece ismini bilir. Hakikatte velilerin kerametleri,
nebilerin ilk zamanlarındaki halleridir. Bu Allah'ın
resulünün -Allah ona rahmet ve ma�firet etsin- Hi­
ra dağına gidip, orada Rabbiyle yalnız kaldığı ve iba­
det ettiği zamanki ilk haliydi. Öyleki, Araplar ( Hz.)
«Muhammed Rabbine aşık oldu>�' demişlerdi. Bu,
yoluna girenin gerçeği zevkle - anladığı bir haldir.
Bu zevkten nasibi olmayanlar, bunları, sufilerin
ahvalinin karınelerine ittila kesbetmek için onların
meclislerine çokça devam ederlerse, görüp işitmek
suretiyle anlarlar. Onlarla birlikte oturan, bu imanı
onlardan alır. Onlar, meclis arkadaşlarının bedbaht
olmayacağı bir zümredir. Sohbetlerinden nasip al­
mamış kimse, İhyau ulfun'ul-Din kitabının Aca'ib'­
ul-kalb ( kalbin tuhaflıkları) bölümünde zikrettiği·
miz veçhiyle, akli 'delillerle yakinen bunun mümkün
olduğunu anlar. Bir hali delillerle araştırma ilim­
dir. Bu halin kendisiyle hallenmek zevktir. Dinleme
66 DALALETDEN i-dDAYETE

ve tecrübe yolundan hüsn-ü zanla kabul, imandır.


Bunlar üç derecedir. «Allah teala sizden iman eden­
leri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yük­
seldr» ( Kur'an,: el-Mucadile, 2 ) buyurmuştur. Bun­
ların yanında cahil bir zümre vardır ki onlar bu
halin aslını inkar ederler, bu sözlere şaşarlar, din­
lerler, alay ederler ve ne şaşılacak şey! nasıl beze­
yanlarda bulunuyorlar! )) derler. Allah teala, bu
kimseler hakkında: «içlerinde seni dinleyenler var­
dır, senin yanından çıktıklan zaman, kendilerine
ilim verilmiş olanlara: O demin ne söyledi?)) derler.
Allalı'ı, kalbieri üzerine mühür hastıklan kimse­
Ierdir, heva ve heveslerini taldp ederler. Allah'ta
onları sağır ve gözleri:rJ. kör etmiştir. (Kur., ( :Mu­
hammed) , 1 6, 23 ) )) buyurmuştur. Onların yollarını
tecrübe etmemin zaruri neticesi olarak nübüvvetin
hakikat ve hususiyederine dair bilgilerde edindim.
Kendisine şiddeti ihtiyaçtan dolayı, bu hususla il­
gili tenbihlerde bulunmak lazımdır.
NÜBÜVVETİN HAKiKATI VE
BÜTÜN İNSANLARlN ONA
MUHTAÇ OLUŞLARI

insan aslında, basit ve Allah teala'nın alemle­


rinden habersiz olarak yaratılmıştır. Alemler çok­
tur, sayılarını sadece Allah teala bilir, nitekim Ce­
nab-ı Hak «Rabbinin ordulannı sadece O bilir ( Kur.
Muddesir, 31 )» buyurmuştur. insanın bu alemler­
den haberdar olması, idrak vasıtasryladır. idraklerin
herbiri, insanın onun vasıtasıyla bir aleme muttali
olması için yaratılmıştır. Aleml�;le, varlıkların cins­
lerini kastederiz. insanda ilk yaratılan, dokunma
duygusudur. İnsan bununla sıcaklık, soğukluk, ru­
tubet, kuruluk, yumuşaklık, sertlik ve diğerleri gibi
varlıkların çeşitlerini idrak eder. Dokunma duyusu,
renkleri ve sesleri katiyen idrak edemez. Bunlar
dokunma rluyusuna göre yok gibidir. Bundan son­
ra insan için göz yaratılır. O, bununla rekleri ve
şekilleri idrak eder. Malısılsat alemlerinin en ge­
nişi budur. Sonra insanın işitme duygusu gelişir.
İnsan bununla sesleri ve nameleri işitir. Sonra tat­
ma duyusu yaratılır. Böylece mahsusat alemini geç·
mesiyle, onda temyiz kudreti yaratılır ki bu 7 yaş-
68 DAlALETDEN HiDAYETI;

larına yakın olur. Bu, varlığının başka bir devresi­


dir. Bu sıralarda malıslisat aleminin dışındaki şey­
leri de idrak eder ki bunların hiçbiri his aleminde
bulunmaz. Sonra daha başka bir devreye girer akıl
yaratılır. Bununla vacib, caiz, muhal şeyleri ve da­
ha önceki devrelerde bulunmayan halleri idrak
eder. Aklın yamsıra, başka bir durum vardır. Ora­
da başka bir göz açılır ki insan bununla gaybı, ge­
lecek olacakları ve temyiz kuvvetinin makulatı id­
rakte aczi gibi aklın ermediği şeyleri görür. Temyiz "'
gücüne sahip birine, aklın idrak ettikleri şeyler
söylense, nasıl onları kabule yanaşmaz ve olmaz
şeylerden addederse, bunun gibi bazı akıllılar da
nübüvvet sahibinin idrak ettiği şeyleri kabul etmiş­
ler ve bunları imkansız telakki etmişlerdir. Oysa
bu, cehaletin ta kendisidir. Zira onların bu husus­
ta dayandıkları bir nokta yoktur. Bu, onların he­
nüz varamadıklan ve kendileri için yok olan bir
durumdur. Esasen bunun mevcut olmadığını zan­
nederler. Yaratılıştan kör olan, tevatür yoluyla ve
dinlemekle renkleri ve şekilleri öğrenmemiŞ olsa,
bunlar ilk defa kendisine anlatılsa, anlamaz ve ka­
bul etmeğe yanaşmaz . Allah teala, kullarına, nü­
büvvetin bassasından bir numlıne vermekle lutufta
bulunmuştur ki bu da uykudur. Zira uyuyan kimse
gaybten olacakları ya açıkça yahut ta tabide anla­
şılacak bir şekilde misaile idrak eder. İnsan bunu
bizzat tecrübe etmemiş olsa, kendisine <<İnsanlar
arasında ölü gibi baygın düşenler, hisleri, işitme,
görme duyuları kaybolanlar ve fakat gaybı idrak
edenler vardır» dense, şüphesiz bunu inkar eder,
bunun imkansız olduğunu delille ispata çalışır ve
« idrakin sebepleri hissi kuvvetlerdir; eşyayı hissi
DALALETDEN HiDAYETE 69

kuvvetleri mevcut ve hazır iken idrak etmeyen kim­


senin, bu kuvvetlerin sukunet halinde oldukları1
zaman idrak etmemesi akla daha uygundur» der.
İşte bu, varlık ve müşahedenin yalanciadığı bir kı­
yas çeşididir. Akıl nasıl, içinde duyuların idrak ede­
mediği makulat çeşitleri göreceği bir göz meydana
gelen beşeri hallerden biri ise, nübüvvet te, içinde,
nurundan gaybın ve aklın idrak edeıniyeceği şey­
lerin doğduğu nüra sahip bir göz meydana gelen
bir haldir. Nübüvvet hakkında şüpheye düşmek ya
onun imkanında, ya mevcudiyetinde vekuunda ya­
hutta muayyen bir şahıs için hasıl oluşundadır.
Onun mümkün oluşunun delili, var oluşudur. Var
oluşunun delili, tıb ve hücum ilmi gibi alemde akıl­
la elde edilmesi düşünülemiyen bilgilerin varlığı­
dır. Mezkur bu iki ilirnde araştırma yapan kimse
bunların ancak ilahi ilham ve Allah teala tarafın­
dan bir tevfikle idrak edilebileceklerini zaruri ola­
rak bilir. Bu bilgilerin tecrübe ile elde edilmesi im­
kansızdır. Yıldızlada lgili öyle hacllseler vardır ki,
bin senede bir kere vuku bulur; şu halde bu tec­
rübe ile nasıl el edilebilir? tfaçların hassalan da
Ş
böyledir. İşte bu delille anı; ılmıştır ki, aklın id­
rak edemiyeceği bu şeylerin anlaşılmasında bir yo­
lun olması imkan dahilindedir. Bu da, nübüvvette
kastedilendir. Zira nübüvvet, sadece bundan ibaret­
tir. Hatta aklın idrak edebildiklerinin dışında ka­
lan bu gibi şeylerin idraki, nübüvvetin hassalarının
biridir. Nübüvvetin bundan başka daha birçok
hassaları vardır. Bahsettiğimiz, onun denizinden bir
damladır; sadece bunu zikrettik. Zira sen de ondan
bir numupe vardır ki, bunlar da uykuda idrak et­
tiklerinle tıb ve nücuın ilmi nevinden bilgilerdir.
70 DALALETDEN HI DAYETE

Bunlar nebilerin mucizeleridir; akıllı kimselerin


onları akıl sermayesi ile elde etmelerine asla imkan
yol<tur. Nübüvvetin diğer hasalan ancak tasavvuf
yoluna girmekle sağlanacak zevk vasıtasıyla idrak
edilir. Çünkü nübüvvet hassasım, nasibdar oldu­
ğum bir numune ile -ki uykudur- anladım. Bu nu­
mune olmasaydı, tasdik . etmezdim. Nebinin sende
numunesi bulunmayan bir hassası varsa asla anla­
mazsın, şu halde nasıl tasdik edersin? Tasdik, an­
lamadan sonradır. Bu, tasavvuf yolunun başlangı­
cında meydana gelen sadece bir numfınedir. Bunun­
la, meydana geldiği nisbette, bir çeşit zevk ve kı­
yasla elde edileınİyen şeyleri bir nevi tasdik vılcud
bulur. Bu tek hassa, nübüvvetin esasına iman için
sana kafi gelir.

Muayyen bir şahsın nebi olup olmadığı hakkın­


da şüpheye düşersen, ancak onun hallerini ya mü­
şahede, ya tevatür ya da işitme yoluyla yakin elde
edersin. Zira, eğer tıb ve fıkıh ilmini bilirsen fakih
ve tabibleri, hallerini müşahede ve kendilerini gör­
mesen bile sözlerini dinleme sayesinde tamrsın. Fı­
kıh ve tıbba dair birşey öğrenip, kitaplan ve eser­
lerini mütalaa ederek Eş -Şafii'nin -Allah ona rahmet
etsin- bir fakih, Calinfıs'un da bir tabib olduğunu,
başkasına taklidle değil, kendin tahkik ederek an­
layabilirsin. Böylece sende onların hali hakkında
zaruri bir bilgi hasıl olur. işte nübüvvetin manası­
nı anladıysan, Kur'an ve hadisleri çok mütalaa et.
B u sende, Allah'ın resulünün -Allah ona mağfiret ve
rahmet etsin- en üstün nübüvvet derecesinde oldu­
ğuna dair, zarfıri bir bilgi hasıl eder. Bu kanaatini,
onun ibadetler ve bunlan:çı kalb tasfiyesindeki te­
sirleri hakkında söylediklerini tecrübe ederek kuv-
DALALETDEN Hi DAYETE 71

vetlendir. Onun « kim bildiği şeyle aınel ederse, Al·


lah ona bilmediği şeylerhı bilgisini verir», a:Kim bir
zalime yardım ederse, Allah o zaliıni ona musaHat
eder.» «Sabahleyin, kimin düşünceleri Allah hakkın·
da ise, Allah onu dünya ve ahiret endişelerinden kur·
tanr» sözlerini tecrübe et. Bunları bin, ikibin ve
binlerce defa tecrübe edersen hakkında sende hiç
şüpheye düşmeyeceğin zarfıri bir bilgi hasıı olur.
Nübüvvet hakkında kesin bilgiyi bu yoldan ara, yok­
sa değneği ej derhaya çevirmek, ayı ikiye bölmek gi­
bi mucizelere bakınakla bu elde edilemez. Sadece
bu mfıcizelcre bakar ve bunlara sayılamıyacak de­
recede çok olan hariçteki karineleri eklemezsen, ço·
ğu zaman bunları bir sihir, bir hayal yahut Allah'ın
bir saptırması zannedersin . Zira O «Dilediğin! dela­
lete düşürür, dilediğini hidayete eriştirir ( Kur., el­
Müddesir, 3 1 ) ». Bu suretle mucizeler meselesine ta­
kılır kalırsın. Eğer, mucizenin nübüvvete delaleti
mevzuunda imanının dayanağı düzgün bir söz ise,
diğer düzgün bir sözle şüpheye düşer sin. Senin , mu­
ayyen bir dayanağı zikredilmiyen zarfıri bir ilmin ol­
ması için bu hakikatierin ben:z:..erleri, nazarında de­
lil ve karincierin biri olsun. Bir cemaattan tevatür
yoluyla bir haber alan kimsenin, tek muayyen bir
şahsın sözüyle yakin elde et tiğini zikretmesi müm­
kün değildir. Bilakis bu, bilmediği birisinden gel­
miştir ama bu, toplumun ha.ricinde düşünülemez.
Bu, kuvvetli ve ilmi imandır. Zevkse, müşahede et­
mek ve elle tutmak gibidir ki ancak tasavvuf yolun­
da bulunur. Nübüvvetin hakikati hakkında bu ka·
dar bilgi, buradaki maksaclım için kafidir. Buna
olan ihtiyacın sebebini ilerde anlatacağım.
72 DAlALETDEN HiDAYETE

AYRlLDIKTAN SONRA TEDRİSE TEKRAR


BAŞLAMAMIN SEBEBi

On seneye yakın bir zaman, uzlet ve halvete de­


vam ettim. Bu esnada bariiri olarak bende sayamı­
yacağım sebebler dolayısıyla, bazan zevk, bazan ak­
li delil ve bazan da imandan ileri gelen bir kabul ile,
insan beden ve kalbten yaratıldığı hususu zahir ol­
du. Kalble, ölü olan ve et ve kandan müteşekkil bir
halde, hayvanlarda da bulunan yürekten ayrı ola­
rak, Allah'ı tanımağa mahsus yer olan ruhun haki­
katini kastediyorum. Bedenin, saadetinin kendisine
bağlı olduğu bir sıhhati ve helakine sebeb olacak
bir hastalığı vardır. Kalbin de aynı şekilde bir sılı­
hat ve selameti vardır. «Ancak selim bir kalble Al­
lah'ın huzuruna gelenler ( Kur., ( :eş-Şuara) , 89 ) » ne­
cat bulurlar. Onun yanısıra kalbin, Allah teala'nın
«Kalblerinde bir hastalık vardır» ( Kur., ( :el-Baka·
re ), 1 0 ) » buyurduğu gibi, içinde insanın eb edi ve uh­
revi helaki bulunan bir hastalığı vardır. Allah'ı bil­
meme, öldürücü bir zehirdir. Arzu ve hevese uyarak
Allah'a karşı gelme, bu zehrin verdiği bir hastalıktır.
Allah teala'yı tanıma, onun diriitici panzehiridir; ar­
zu ve hevese karşı gelerek O'na itaat etme, onun şi·
fa verici ilacıdır. Onun, hastalığının izalesi ve sıhha­
tini elde etmesi ancak ilaçlarla mümkündür. Nite­
kim bedenin tedavisi de ancak bu yolla olur. Bede­
nin tedavisinde kullanılan ilaçlar, içlerinde bulunan
hassa ile sılılıatİn tekrar kazanılmasına tesir ederler.
Bunları, akıllı kimseler, akıl sermayesiyle idrak ede­
mezler. Burada, ilaçların tesirini eşyanın hassalan­
na nübüvvet bassası sayesinde muttali olmuş nchi­
lerden almış olan tabibieri tedkik etmek icab eder.
DAlALETDEN HiDAYETE 7l

Ayni şekilde bana, nebiler tarafından tarif ve


miktarları tayin edilen ibadetlere ait ilaçların tesi·
rinin, akıllılar tarafından anlaşılamıyacağı husüsu
da zariıri olarak malum oldu. Bilakis burada, bu
hassaları, akıl sermayesi ile değil de übüvvet nuroy­
la idrak eden nebilerin taklid edilmesi icab etmek­
tedir. İlaçlar cins ve miktarlan farklı maddelerden
yapılır. Bazıları tartıda diğerlerinin iki mislidirler.
Miktarlarının farklı oluşu, bir sırra mebnidir ki bu
hassaların icabındandır. Kalb hastalıklarının ilaç­
ları olan ibadetler de aynı şekilde cins ve miktarı
farklı fillerden meydana gelr. Secde, rukuun iki ka­
tıdır; sabah namazı ise ikindi namazının yarısıdır.
Bu, ancak nübüvvet nuroyla muttali olunacak has­
salar kabilinden bir sırdır. İbadetlerin bu durumla­
rı için akıl yoluyla bir hikmet istiyen yahut bunla­
rın hususi bir şekilde ilahi bir sırra müsteniden de­
ğil -de tesadüfen zikredildiğini zanneden ortaya ha­
makatini koymuştur. ilaçların içinde esası teşkil
eden maddeler vardır ki bunlar, ilaçların rükünle·
ridir. İçlerinde birde sonradan ilave edilen madde­
ler bulunur ki bunlar da onlarİn tesirlerini tamam­
layıcı olanlardır. Herbirinin,-e� ası teşkil eden husus­
lar için ayrı tesirleri vardır. Aynı şekilde nafile ve
sünnetlerde ibadetterin rükünleri olan farzları ta·
mamlayanlardan sayılırlar. Hulasa Nebiler kalb
hastalıklarının tabibleridir.

Aklın faydası ve işi, bize bu hususu bildirmek,


niibüvveti tasdike delalette bulunmak, kendisinin
nübüvvet gözüyle idrak edemediğini kabul etmek­
tir. O, bizi elimizden tutar ve bizi körlerin, kendile­
rini götürecek kimselere, şaşırıp kalmış hastaların,
müşfik tabibiere teslimi gibi nübüvvete teslim eder.
14 DALALETDEN HiDAYETE

Aklın hududu ve sahası, buraya kadardır. Bundan


sonrakilere karışamaz, sadece tabibin kendisine söy­
lediğini bize iletir. Bunlar, halvet ve uzlet zarfında
zarurfolarak müşahede yoluyla öğrendiğimiz husus­
lardır. Sonra nübüvvetin aslı, daha sonra nübüvve­
tin hakikati ve en sonunda da nübüvvetin açıkladığı
amel hususuda itikatların zayıflığını, bu halin haik
arasında yayıldığını gördük. Halkın itikadının gev­
.
şeme ve i manların ın zayıflığı sebeblerini araştır­
dım. Karşıma dört sebep çıktı: Biri felsefe ile meş­
gul olanlardan, ikincisi tasavvuf yoluna girenler­
den, üçüncüsü « talim>• davasına bağlananlardan;
.dördücüsü de halk arasında ilirole tanınmış kimse­
lerin davranışlarından gelmekteydi. Bir nıüddet
h�lktan teker teker, şeriatİn emirlerine uymakta
neden gevşek davrandıklarını, niye şüphe ettiklerini
sorarak düşUncelerini araştırdım ve herbirine: «ne·
den emirleri ifada kusur ediyorsun?; eğer ahirete
inanıyor ve fakat hazırlanmıyor, onu dünya karşı­
lığında satıyorsan bu bir aptallıktır; zira sen ikiyi
bire karşı vermemelisin, nasıl olurda sonsuzu, sayı­
lı günler karşılığında satarsın ? eğer ona inanmıyor­
san, İman elde etmek için hemen tedbir al. Her ne
kadar imanla güzel görünmek, şeriatla şereflenmek
için izhar etmiyorsan da, batmen mezhebinin, zahi­
ren de cesaretinin sebebi olan gizli küfrünün sebebi
nedir? araştır» dedim.

B iri :
- Bu, muhafazası icab eden bir husus olsaydı,
bunu ifaya en layık kimseler alimler olurdu. Fazi­
letli kimseler arasında filan kimse namaz kılınıyor,
filan şarab içiyor, filan evkafın ve yetimlerin malla­
rını yiyor, filan padişahın ihsanlarıyla geçiniyor, ha
-
DALALETDEN HiDAYETE 75

ramdan sakınmıyor, filan hakimlikte ve şahitlikte


ıiişvet alıyor, vesaire . . . diyor. Diğer biri, tasavvuf il­
mine vakıf olduğunu iddia ediyor ve ibadete ihti­
yaç gösterınİyen bir dereceye kadar yükseldiğini ile­
ri sürüyordu. Bir üçüncüsü, ehl-i ibahanın şüphe­
lerinden biriyle şüpheye düştüğünü zikrediyordu.
Ehl-i ibaha tasavvuf yolundan sapanlardır. EhH ta­
lim ile görüşmüş bir dördüncüsü: «Hakkı bulmak
güçtür, ona giden yol kapalıdır. Bu hususta ihtilaf
pek çoktur. Mezheplerin bazısı, diğerinden daha iyi
değildir. Akıiıarın ileri sürdükleri deliller birbirle­
rine muhaliftir. Rey sahiplerinin fikirlerine itimad
edilmez. HUim mezhebine davet eden de mütehak­
kimdir, onun delili yoktur. Şu halde, şüphe uğru·
na yakini nasıl bırakabilirsin? diyordu. Bir beşinci­
si de: - «Bunu, taklid ederek yapıyorsun. Ben tel­
sefe okudum ve nübüvvetin hakikatini anladım. Bu­
nun neticesi hikmet ve masiahat dayanıyor. ibadetler­
den maksat, halkın cahil kısmını zaptetmek, onları
birbirlerini öldürmekten, çekişmekten ve nefsani
arzulara dalmaktan alıkoymaktır. Ben, cahil halk­
tan birisi değilim ki şer'i hükürrUerin altına gire­
yim. Ben, hakimlerdenim, hikrriete uyarım. Hakikati
bununla görürüm, bu hususta taklide ihtiyacım yok­
tur. Bu, ilahiyatçıların felsefesini okuyanın varaca­
ğı son inançtır. O bunu, İbn Sina, Ebu Nasr el-Fara­
bi'nin kitaplarından öğrenmiştir. Bunlar, İ slamı
kendileri için süs vasıtası yapanlardır. Çoğu kere
onlardan birini, Kur'an okur, cemaatlere iştirak
edip namaz kılar ve dolayısıyla şeriatı tebcil eder
görürsün. Fakat buna rağmen o, şarab içmeği, kötü­
lüklerin her türlüsünü yapınağı terk etmemiştir.
Eğer ona:
76 DALALETDEN HiDAYETE

« - Nübüvvet eğer, sahih değilse, niçin namaz

kılıyorsun» dense, çoğu zaman:


« - O, bedeninin idmanı, şehir halkının adeti,

malın ve çoluk çocuğun muhafazasıdır» der. Bazan


da:
«- Şeriat doğrudur, nübüvvet haktırı� diye ce­

vap verir. Bunun üzerine kendisine, niye şarab içi­


yorsun» denilirse :
« - Şarab, düşmanlık ve kin doğurduğu için
yasak edilmiştir. Oysa ben hikmetin sayesinde bun­
dan sakınının ve bunun maksadı sadece zihni aç­
maktır» der. İbn Sina bile yazdığı bir ahitnamede,
<<Allah teala'ya şu ve bu akidlerde bulunduğunu,
şer'i davranışları tazim edeceğini, dini ve bedeni
ibadetlerde kusur etmiyeceğini, şarabı zevk için de­
ğil, fakat tedavi maksadıyla ve şifa bulsun diye içe­
ceğiniı) yazmıştı der. Onun iman safveti ve ibadet­
lerio ifasındaki ihtimamı hususundaki son tutumu,
şifa maksadıyla şarabı içmeği istisna etmeğe kadar
varmıştı. İşte, bu onlar arasında, imanları olduğu­
nu iddia edenin imanıdır. Kendileriyle birlikte bir
kısım insan da aldanmışlardır. Yukarıda işaret et­
tiğimiz şekilde, hendese, mantık, ve benzerleri gibi
kendileri içni zarüri olan ilimleri inkar eden kirn�e­
lerin tirazlarının zayıf oluşu da, onların aldanışia­
rını arttırmıştır.
Bu gibi sebeplerle her çeşit halkla imanın bu
derece zayıf düştüğünü ve kendimi bu şüpheyi gi­
dermek için müsait durumda görünce - öyleki sü­
filerin, felyesüfların, talimiye mezhebi mensupları­
nın ve alim geçinen kimselerin ilimleriyle pek fazla
meşguliyetim sayesinde, onları matetmek benim
için bir yudum su içmekten daha kolay olmuştu ....,...
DALALETDEN HiDAYETE 77

içime, bunu şimdi gerçekleştirmek lılz»mu doğdu .


Kendi kendime.: << Hastalık salgın halini almış, ta­
bibler hastaianmış ve halk helflk olmak üzere iken,
halvet ve uzlet ne fayda verir? » diyordum. Sonra
içimden, bu belayı gidermek, bu karanlıkta çarpış­
mak için ne zaman imkan bulabilirsin? Zaman, ret­
ret zamanıdır; devir batıl devirdir. Eğer halkı, ken­
di yollarından Hakka davetle meşgul olursan, za­
mane insanlarının hepsi sana düşman olurlar; on­
lara nasıl mukavemet edersin; ve onlarla asıl geçi­
nirsin. Bu, ancak müsait bir zamanda, ınütedeyyin
ve kudretli bir sultan sayesinde yapılabilir» diyor­
dum. Hakkı delille izhardan aciz olduğumu bahane
ederek kendi kendime uzlete devam etmeği karar·
lastırdım. Nihayet Allah teala, dışandan bir tesir ol­
maksızın, zamanın sultanının arzusunu kamçıladı
ve bu fetreti kaldırmak için onun vasıtasiyle Nişa­
bur'a gitmemi kesin bir şekilde emretti. Emir o de­
rece kesin idi ki, muhalefette israr. etseydim, onun
kalbini kırmış olurdum. Böylece kendimi mazur
görmemin zayıf biı: mesnede dayandığını farketmiş­
tim. Kendi kendime; « sana uzleÜe kalman için ten­
belliğin, istirahatin, nefsi aziz kılmanın ve onu kendi
ezasından korumanın .kafi sebep olmaması lazım­
dır. Sen, nefsine halkın vereceği sıkıntılara katlan­
ınama ruhsatı vermedin» diye düşünüyordum . Allah
teala ccElif, lam, miım.. İnsanlar sadece inandık diye­
ceklerde öylece bırakılıp imtihana çekllmiyecekler
mi sandılar. Biz onlardan öncekileri de imtihan et·
mişizdir. ( Kur., ( :el-Ankebiı.t) , 1-2 ) » buyurmaktadır.
Allah azze ve cell� , yaratıklannın en kıymetiisi ol­
tekzib
duğu halde ccsenden önceldı peygamberler de
olundular fakat tekzib olunmalanna ve cefalanna
78 DALALETDEN HIDAYETE

katlandılar. Nihayet yardımımız onlara yetişti. Al·


lah'ın kelimelerini değiştirecek yoktur. Sana pey·
gamberlerln haberleri gelmiştir. (Kur., ( :en'am) ,
34) », «Ralıman ve rahim olan Allah'm adıyla. Yasin.
Hikmetlerle dolu olan Kur'an'a yemin ederim ki sen
hiç şüphesiz gönderilen peygamberlerdensin, Do:r
loğru bir yol üzerindesin. Bu Kur'an yegane gali4
çok eslrgeyici Allah'm indirdiği bir kitaptır. Bunun
hikmeti de yakm atalan azah ile korkutulmamış, bu
yüzden ken.dileıi gaflet içinde kalmış olan bir kav·
mi onunla korkutmandır. Andolsun ki hunlann ço·
ğu üzerie o söz hak olmuştur. Artık bular iman et·
ınezler. Hakikat, biz onlann boyunlarma öyle hal·
kalar taktık ki bunlann çenelerine kadar dayandı.
Ş�mdi onlar, kafaları ve burunlan yukarı kaidınl­
mış haldedirler. Biz hem önlerinden bir sed, hem
arkalanndan bir sed çektik. Böylece onlan sanver•
dik. Onları azab ile ha kol'kutmuşsun ha korkutma·
mışsın, onlarca birdir. iman etmezler, sen ancak
Kur'an'a uyan ve çok esirgeyici Aliah'a grubane bü·
yük saygı gösteren kimseleri inzar edeceksin. İşte
sen onları hem ınağfiretle, hem çok şerefli müka·
fatlada müjdele ( Kur., 36 ( :Yasin ) , 1-1 1 ) » diyor. Bu
hususta kalb ve müşahede erbabından bir zümre ile
istişare ettim. Onlar uzleti terk ve zaviyeden çık­
mamda ittifak ettiler. Buna, salih kulların, bu ha­
reketin, Allah'ın bu yüzyıl başında takdir ettiği bir
hayır ve rüşdün başlangıcı olduğunu gösteren bir­
çok mütevatir rüyaları da eklendi. Gerçekten Allah
teala, her yüzyıl başında dinini ihya edeceğini va'd
etmiştir. Bu şehadetler sebebiyle içimde ümid kuv­
vetlendi ve hüsnü zan hakim oldu Ve Allah teala bu
.

mühim vazifeyi ifa için 497 senelerinin zilkadesinde


DAlALETDEN HIDAYETE

Nişabur'a hareketimi müyessir kıldı. Bağdadytan


ayrılış 487 senesinin zilkadesinde olmuş, uzlet müd­
cleti l l seneyi bulmuştu. Bu Allah teali'nın takdir
ettiği bir harekettir. Nasıl Bağdad'tan çıkacağım ve
bu halden ayrılacağım asla hatıı·ıma gelmernişse, bu
hareket te, uzlet esnasında kalbirnden geçmemişti.
Allah teali kalbieri ve halleri değiştirendir. Bir ha­
diste «Müminin halleri, Rabman olan Allah'ın par•
maklarından ikisinin arasındadır!) buyunılrnuştur�
Tedris hayatına dönmüş göriilüyorsam da dönmedi·
ğimi biliyordum . Zira dönmek, eski hale gelmek de­
mektir. Ben bu geçen zaman zarfında kendisiyle
mevkii elde edilen ilmi yayıyor. İnsanları, söz ve
arnelimle buna davet ediyordum. Kasıt ve niyetim
bu idi. Fakat şimdi, mevkii ve rutbeyi terkettiren il­
me davet ediyorum. Şimdiki niyet, maksat ve ar·
zum budur. Allah bu halimi bilir. Ben nefsimi ve di-­
ğerlerini islah etmeği istiyorum. Muradıma erişir·
miyim ? Yoksa mahrum mu kalırım, bilmem. Fakat
ben, yakin ve müşahedeye varaiı bir imanla «Bir­
halin değişmesinin, bir işi yapmak gücünün ancak
ulu Allah sayesinde olabilec�ine» inanıyorum. Ben_
hareket etmedim, fakat o beni harekete getirdi. Ben
bir şey yapmadım, fakat o bana yaptırdı. Ondan, ön-­
ce beni islah etmesini, sonra benim vasıtamla baş-­
kalarını islah etmesini, önce beni doğru yola kavuş-·
turmasını, sonra benim vasıtamla diğerlerini doğ-­
ru yola kavuşturrnasını; bana Hakkı göstermesini
ve ona uymağı nasib etmesini; batılı batıl gösterme­
sini ve ondan sakınınağı nasib etmesini isterim .
Şimdi, onları doğru yola getirme ve helak ol­
madan kurtarina usulünü zikrederek daha önce an··
}attığımız iman zayıflığına dönüyoruz.
80 DALALETDEN HlDAYETE

Talimiye mezhebi mensuplarından işittikleri


şeylerle ne yapacaklarını şaşıranların devası, el-Kıs·
tas'ül-Mustakiın kitabında zikrettiklerimizdir. Onla­
n anlatarak sözü uzatmıyacağız. Ehl-i İbaha'nın te·
vekküm ettiği şeylere gelince, onların şüphelerini 7
çeşit olarak topladık ve «Kimya'üs-se'ade» kitabın­
da açıkladık. İmanını felsefe yoluyla, nübüvvetin as·
lım inkara varıncaya kadar bozmuş olan kimseye
gelince, biz nübüvvetin aslını, zarılri olarak, il<lç ve
yıldızlar ilminin ve diğerlerinin varlığı deliliyle ıik·
retmiştik. Bu mukaddimeyi bunun için sunduk ve
tıb ve yıldızların hassalanndan delil getirdik. Zira
bunlar feylesufların ilimlerindendir. Biz yıldız, tıb,
tabiat, sihir ve tılsım gibi ilimiere vakıf her alime
nübüvveti isbat için, onun kendi ilminden deliller
açıklarız. Nübüvveti kendi ,diliyle kabul edip, şerl­
atin vazettiği meseleleri hikınetle izaha çalışan kim­
se muhakkak nübüvvete inanmayan bir kafirdir. o
sadece, başkalarının kendisini takib ettiği bir haki­
me inanmıştır ki bu hiç bir zaman nübüvvet değil­
dir. Bilakis nübüvvet, aklın ötesinde,. içinde aklın
anlamaktan aciz kaldığı şeyleri idrak eden gözün
açıldığı bir haldir. Nasıl işitme duygusu renkleri,
görme duyusu sesleri anlamaktan acizse, aklın öte­
sinde kalan haller de akılla idrak edilemez. Feyle­
suf, bunu caiz görmüyorsa, biz onun imkanına hatta
varlığına delil getirdik. Caiz görüyorsa, etrafında
aklın asla dolaşamıyacağı, hatta tekzib edip muhal
olduğuna bükmedeceği «havası> denilen birşeylerin
bulunduğunu kabul etmiştir. Mesela afyon danik,
öldürücü bir zehirdir. Zira o, tabiatİnin aşırı dere­
cede soğuk oluşu yüzünden, damarlardaki kanı dur­
durur. Tabiat ilmine vakıf olduğunu iddia eden, mü-
DALALETDEN H1DAYETE 8\

rekkep cisimlerin ancak su ve toprak unsurlanyla


soğuduğunu ileri sürer. Bunlar iki soğuk unsurdur.
Diğer taraftan, yüzlerce kilo su ve toprağın, insa­
nın içinde yapacağı soğutmanın bu dereceye vara­
mıyacağı da herkesçe malumdur. Meseleyi bilmeyen
bir tabiat alimi bunu diniesc <ıbu imkansızdır» der.
Bunun imkansız uluşunun delili, içinde ateş ve ha­
va unsurlarının oluşudur. Bu unsurlar, onun soğuk­
luğunu arttırmazlar. Cismin hepsini su ve toprak
olarak kabul etsek bile, bu derece soğutmaz . Ona iki
sıcak unsur katılsa, soğutmayacağı daha kuvvetle
meydandadır. Bu bir delil olarak kabul edilir. Fey­
lesUfların ve tabiat ilimlerinin çoğunun delilleri bu
kabildendir. Onlar, eşyayı buldukları ve düşündük­
leri ölçüde tasavvur ederler. Görrneğe alışmadıkla­
rının muhal olduklarına hükmederler. Sadık rüya­
lar herkesçe kabul edilmemiş olsaydı da, biri hisle­
rin sükunet halinde gaybi bildiğini iddia etseydi, bu
tarzda akıllarıyla hareket edenler onu inkar ederler-
·

di . Birine:
<<- Dünyada, bir tane kadal' büyüklükte bir
şey, bir şehre konulsun, önce oırdan yemiş olan şe­
hir halkını, sonra da kendisini yok etsinde ne şe­
hirden, ne içindekilerden ve ne de kendisinden bir
iz kalmasın? Bu mümkün mü?>> denilse: <<bu imkan­
sızdır ve hurafedir» der. Ama bu ateşin halidir. Ate­
şi görmemiş olan bunu işitse, inkar eder. Ahiretin
acaib şeylerinin çoğu bu kabildendir. Tabiat alimi­
ne:
- Sen afyonda, tabiattaki normal hallere kı­
.
yas edilmeyen bir �oğutma bassası olduğunu 5Öyle­
meğe mecbur kaldın; o halde kalbieri tedavi ve tas­
fiye hususunda şeriatte vaz edilen meseleler akli
82 DALALETDEN HIDAYETE

hikmetle aniaşılmayan ve ancak nübüvvet gözüyle


görülebilen hassaların bulunması niçin dtiz bı'ılun­
masın ? deriz.
Onlar ( feylesuflar) , kitaplannda zikrcttikleri şeY·
ler arasında bundan daha tuhaf hassalan kabul et­
mişlerdir. Mesela aşağıdaki şekil, çocuk dağururken
çok zahmet çeken bir kadını kolay doğurması için
tatbik edilen acaip hassalardan biridir:

1
.

4 9 2 j ı_.)
.

3 1
.

5 [_ _9) .)

R 1 B [_ ı _,

Bu, suyun değmediği iki bez üzerine yazılır . Ha­


mile kadın ona bakar ve ayaklarına koyar. Çocuk
derhal doğar. Onlar bunun mümkün olacağını ka­
bul etmektc ve onu imkansız gibi görünen nadir şey­
ler arasında zikretmcktedirler. Bu, içinde 9 hane
olan bir şekildir. Bu hanelere uzunluğuna, genişli­
ğine ve karşılıklı köşelere doğru, ayni hizadaki top­
lamları 15 olacak rakari1lar yazılır . Bunu tasdik ede­
nin, sabah namazını 2, öğle namazının 4, akşam na­
mazının 3 rekat olmasını kabul etmeyişinin sebe­
bini öğrenmek isterdim. Bunlar, onlara göre makul
şeyler değildir; zira bi�birinden farklıdırlar. Oysa
bu hassalar ancak nübüvvet gözüyle idrak olunabi­
lir. Tuhaftır ki bu ifademizi müneccimlerin ifadesi­
ne çcvirs�k bu vakitlerin farklılığını anlarlar. Gü­
neşin göğün ortasında, dogmakta ve batmakta oldu­
ğu zamanlar da onun hakkinda verilen hükümler de-
DALALETDEN HiDAYETE 83

ğişmiyor mu? Hatta onlar Heylaç ( l ) ihtilafım, ömür


ve eecllerin farklılığını buna göre tesbit etmiyorlar
mı? Güneşin zevalde oluşu ile göğün ortasında ol­
ması arasında, batmakta olmasıyla rnagrib vakti ta­
birleri arasında fark yoktur. Bunu tasdik etmesi bu­
nu, yalancılığını belki yüz defa tecrübe ettiği mÜ·
neccimin ağzından dinlemiş olmasındandır. O mü·
neccime her zama tasdikten geri kalmaz. Hatta mü­
neccim :
- Güneş göğün ortasında iken, fihln yıldız ona
baksa ve tali'de filan burçta ise, eğer yeni bir elbi­
se giymişse, bu elbise içinde öldürülür» bile dese,
kabul eder ve şiddetli soğuktan muzdarip olması­
na ve bu sözü, yalancılığı müteaddit defalar tecrü­
be edilmiş bir müneccimden işitmesine rağmen ye­
ni elbise giymez. Aklı, bu nevi garip halleri ka bul
eden, bunların bazı nebilerin mucizesiyle bilinebi­
leceğini kabule mecbur olan bir kimse nasıl olur da
bunların bezerlerini doğru sözlü, mucizelerle teyid
edilmiş, yalanı asla işitilmemiş bit peygamberin ağ­
zından dinlerse inkar eder? Bir, feylcsUf namaz re­
katlarının sayısında, şeytan t�şl i:m1ada, hac rükün·
lerinde ve şeriatin diğer ibadetlcrindeki bu hususi­
yederi inkar ederse bunlarla, ilaçların ve yıldızların
hassaları arasında asla bir fark bulamaz. Eğer:

- Ben yıldızlar ve tıb ilminden birçok şeyler


tecrübe ettim. Bazısını doğru buldum; içimde onla­
n tasdik etmek fikri belirdi ve olmıyacak gibi gör­
rnek ve inkar etmek düşüncesi silindi. Fakat bu se­
ninkileri tecrübe etmedim; olabileceklerini kabul

( 1 ) Bir yıldız adı olup, doğan çocukların ömürleri ile ilgili­


olarak değişik durumlarda görüldüğü rivayet olunur.
84 DALALETDEN HiDAYETt

etsem bile var ve gerçek olduklannı nasıl bileyim•


derse, ben ( de ) :
- Sen tecrübe ettiğin şeyleri tasdikle yetinme·
yip tecrübe edenlerin haberlerini de dinledin ve on·
ları taklid ettin. Şu halde velilerin sözlerini de din·
le; onlar da tecrübe etmişler, şeriatİn getirdiği bü­
tün şeylerde Hakk'ı müşahede etmişlerdir. Onların
yoluna gir ki bunların bir kısmını rnüşahedc ile an­
layasın. Ben onun tecrübe edilmediğini söylüyoı·sam
da, aklımın, tasdik etmek ve uymak lazım geleceğini
kabul etmesi gerekir. Bir adam düşünelim, ergen·
lik yaşına ermiş, aklı başında fakat hastalık görme­
miş olsun. Hastalansın. Kendisinin tıb sahasında
ınahir bir babası olsun. Aklı erdiğinden beri onun
tıb ilmindeki şöhretini işitiyor bulunsun. Babası
ona bir ilaç yapıp «Bu senin hastalığını iyi eder ve
hastalığına şifa verir» dese, onun· ne yapınası lazım­
dır - İlaç acı ve fena kokulu ise, onu alır ını? Yok­
sa babasını yalanlayıp; «Bu ilacın şifa getireceğini
aldım kabul etmiyor, onu tecrübe etmedim mi» der?
Bunu derse, babasının onu ahmak bulacağı şüphe­
sizdir. Aynı şekilde, ibadetlerin hususiyetlerini ka·
bulde tereddüt etmen dolayısıyla hasiret salıipieti
de seni ahmak bulacaklardır. Eğer:
«- Hz. Peygamber'in şefkatini ve onun bu tıb·
bı bildiğini ne ile bileyim » dersen, ben:
«- Babanın şefkatini ne ile taJ;udın. Bu hisse­
dilir bir şey değildir. Ama sen onu, hallerini ve sa·
na karşı davranışlarını görmekle şüphe edemiyece·
ğin zan1ri bir şekilde anladın» dedim.
Allah'ın resulünün -Allah ona mağfiret ve rah­
met etsin- sözlerine, halkı irşad hususunda göster­
diği ihtimama dair gelen haberlere, ahla.klannı gü-
DALALETDEN Hi DAYETE as

zelleştirmek hususunda insanlara karşı nezaket ve


lutu fla muameledeki gayretine, aralannı bulmağa ve
hülasa onların din ve dünyaianna yaraycak şeylere
outün himmetiyle eğilen ki mseı.· in davranışlarını gö­
re , onun ilinınetine karşı şefkatinin, babasının çocu­
ğuna olan şefkatinden daha büyük olduğunu zaruri
olarak kabul eder. O kimse, Hz. Peygamber'den za­
hir olan nadir işlere, Kur'an-ı Kerim de onun lisanı
ile bildirilen acaip hallerle, hadislerde ahir zaman
hakkında zikrettiklerine, bunlan:-;ı anlattığı gibi çık­
tığına bakarsa, zarfıri olarak anlar ki o, aklın iStesin­
de bir seviyeye ermiştir; Nadirat aracılığı ile gaybın
göründüğü bir gözü vardır ve aklın idrak edemiye­
ceği tasarrufa sahiptir. İşte bu, Hz. Nebi'yi -Ona se­
lam olsun- tasdik eden zarfıri ilmin tahsil yoludur.
Tecrübe et, Kur'an-ın ayetlerini iyi düşün ve hadis­
leri mütlaaa etde bunu açık olarak anlayasın. Bu ka­
dar söz, feylesfı.f geçinenleri uyarmak için kafidir-.
Bunu, şu zamanda kendisine çok ihtiyaç olduğu için
anlattık .
Dördüncü sebebe gelince, bu alimierin kötü gi­
dişatı sebebiyle imanın zayıjiamasıdır ki bu hasta­

lık üç şeyle tedavi olunur.
Birinci tedavi şekli : İmanı zayıflamış olana de­
melisin ki (( haram yediğini söylediğin alimin, bunun
haram kılmışını bilişi, senin şarabın, faizin hatta
gıybe�in, yalan söylemenin ve kovuculuğun haram
kılmışını blmen gibidir. Sen bunu biliyorsun ve ima­
nın olmadığı için değil, sana hakim olan heves ve
arzundan dolayı da yapıyorsun . İ şte onun arzusu da
seninki gibidir. Seni mağlup eden arzu onu da mağ­
lup etmiştir. O bunun ötesindeki meseleleri bilişi ile
senden aynlır. İşlediğini bu günahtan dolayı onu da·
86 DALALETDEN tflDAYETE

ha fazla mualıeze etmek uygun düşmez. Tıbba inan­


dığı, fakat tabip kendisini menettiği halde meyva
ve soğuk suya sabredemeyen nice insan vardır. Bu,
meyva ve suyun zararsız oluşunun ve onun tıbba
inancinın doğru olmadığını göstennez. İşte alimierin
hataları da böyle telakki edilmelidir.•

İkinci tedavi şekli Cahil kimseye şöyle denil·


melidir: Sen, alimin, ilmini ahirette kendisi için bir
azık olarak ayırdığına inanmalısıiı. O , ilmin kendi·
sini kurtaracağını, kendisine şefaatçi olacağını zan­
neder. O, ilminin üstünlüğüne dayanarak, hareket­
lerinde müsamahalı davranır. İlıninin kendi aleyhi·
ne bir delil olması caizse de, derecesinin lehinde art­
ması da caizdir. O, arneli terk etmişse de, ilme gü­
venir. Fakat ey cahil kimse, sen, eğer sen ona bakıp
arneli terkedersen, ilmin de olmadığı için, kötü ame·
lin yüzünden helak olursun. Şefaatçın da yoktur.

Üçüncü tedavi şekli: -ki tedavi şekillerinin en


doğrusudur-:
Hakiki alim, günahı ancak yanılmak suretiyle
işler, O günah işiernekte asla israr etmez. Zira ha·
kik' ilim, günalım öldürücü bir zehir, ahiret!n de
dünyadan daha hayırlı olduğunu ögretendir. Bunu
bilen kimse, daha hayırlı olanı, daha kötüyle değiş­
rn.ez. Bu ilim, insaniarın çoğunun meşgul olduğu çe­
şitli ilimlerle elde edilmez. Onlann meşgul olduk­
ları ilimler, kendilerinde sadece Allah tealaya karşı
günah işlernek cüretini arttırır. Bu korku kendisiy­
le günahları arasına girer. Ancak beşerin kurtula·
�adığı hatalar müstesnadır. Bunlar imanın z<tyıflı­
ğını göstermez. Mürnin hatalara düşerse de, çok tev­
be edicidir. Günah işiernekte israr etmez.
KİTABİYAT

Ez-Zebidi, İthaf'us-sade ( 10 cilt halinde) ; bil­


hassa Lci ciltte yeralan mukaddemeden istifade
edilmiştir ( : 1 , s_ 6-44) .
Es-Subki, Tabakat'uş-şifiiye (Mısır ), IV, 101-
1 08.
İbn-i Kes'i:r, El-Bidaye ve'n-nihaye ( Mısır, 1358) ,
XII, 173.
El-Yafii, Mir'at'ul-canan, Haydarabad, 1 338, III,
1 77-192 .
İbn'ul-İmad, Şazarafuzczahab, Mısır, 1350, IX,
10.
Dr. Zeki Mübarek, El-Ahlak inde'l-Gazzali, Mı-
sır.
J. Obermann, Der Philosophische und religiöşe
Subjectivismus ghazalis, Leipzig, 1921 .
Asin Palacios, La Mystique d'Al-Ghazali, Melan­
ges de la Faculte Orientale de Byrouth, VII, 67-104.
Asin Palacios,· La Mystique d'Al-Gazali, Semina­
ire d'Ethmologie religieuse, Paris, 1914, 441-461.
Dr. Hikmet Haşim, L a critique du Peripatetis-
me et du Neo-Platoisme chez Al Gazel ( 1947) , (Dok­
tora tezi) .
Golziher, Streitschrift des Gazali gegen die Ba­
tiniya-Sekte 1916. J. A . 1918 (Journal Asiatique)
A. J. Wensinck, La Pense de Ghazzali, Paris,
1 940.
Celal Humai, Gazzali-name, Tahran, 1317.
Al-Munkiz min ad-Dalal, Neşr. Dr. Cemil Saltba,
Dr. Kamil İyad, 1376/1956.
L ti' G A T Ç E

Ahmed b. Hanbel Hanbeli mezhebinin imaını olup


h. 1 64-241 · (m. 780-855 ) yıllan arasında yaşamış­
tır.
Akide İnanılan şey; bir din veya mezhebin inanıl­
ması gerekli şeylerinin topluluğu.
Aldiyat : Anlaşılabilen ve akılla araştırılabilir durum-
da olan hususlar.
Araz Geçici bir zaman için görülen hal ve sıfat.
Arlstetalls Meşhur Yunan fil�zofu Aristo.
Batıl Hakikata uymayan.
Batıni İç yüze ait, gizli. Ayetlerin açık mkanalan­
nı bırakarak, iddia et-tikleri derimi manalannın
alıp, düşünce ve hareketlerini bunlara dayayan
batıniye mezhebinin mensupları.
Bedibi Delil ve isbata ihtiyaç göstermeyecek de­
recede açık.
Bld'at Dine dair hususlarda Hz. Peygamber'den
sonra ortaya çıkmış şey.
Durhani Delille ilgili (husus).
Cevher Öz, zat; yaradılıştan olan istidat.
Ebu Hanife : Hanefi mezhebinin kurucusu olup h .
150 (m. 767) d e vefat etmiştir.
Ebi\ Talib El-Mekld : Büyük bir sufi olup h. 386
(m. 996) 'da vefat etmi ş tir Kut'ul-kulub, en
.

meşhur eser idi r.


Ebt\ Yerid El-Bistami Meşhur bir sufi olup k . 261
(m. 875 ) te vefat etmiştir.
Ehl-i talim Hakikatın, masum bir imam tarafından
öğretilebileceğine inanan talimiye mer;hebi
mensupları.
Faldh İslam hukuku ( :fıkıh) alimi.
El-Fin\bi : Meşkur İslam feylesufu; h. 339/m. 950)
de vefat etmiştir.
Fıkıh İslam hukuku.
Fırka İnsan topluluğu; siyAsi ve dini cemaat.
Gitlle Halledilmesi güç mesele.
Halvet Yalnız kalma, tenha bir yerde yaşama. İba­
det veya zikir ve m urakabe ile meşgul olm ak
için bir odaya kapanma.
El-Harls El-Muhasibi : Meşhur İ slam mutasavvıfla­
nndan biri olup h. 243 (m. 837) de vefat etmiş­
tir.
Hasse : Duygu.
Haşr Toplama. Kıyamet gününde insanların amel·
lerine bakılmak üzere bir yere toplanması.
Hulül Girme, nüfuz etme anlamında olup Allah'ın
insana nüfuz ettiğine inananların mezhebine
4(hululiye» denir.
İbn Siua İslam feylesuflarından biri olup h. 370-
429 (m. 980-1037 ) yılları arasında 'yaşamıştır.
İhvanu's-safa h. IV. (m. X . ) asırda yaşamış oltıp.
İsmai liye mezhebine mütemayil bir siyasi-dtnı
birliğin rriensuplarıdır.
İlhlm Allah'ın, kulurt kalbine bir şey atması.
İnayet İhsan, lütUf; dikkat, himmet .

İnkıyad İ taat etme, söz dinleme.


İtik.Af : Bir mabedte veya bir yerde ve bilhassa Kabe
civarında bir yerde ibadetle meşgul olmak üze­
re herşeyden eletek çekme.
Kalp Sahte, takliden yapılmış.
Kelinı : Ulılhiyet ve vahdaniyetle ilgili meseleleri
akıl yoluyla izah eden ilim.
Keşf Meydana çıkarma; bir şeyin etraflıca tetkiki.
Künh : Bir şeyin en uç noktası.
Mağşt1j Karışık; hileli.
Mahst1sat : Duygular vasıtasıyla elde edilen bilgiler.
Mezhep İ lmi, dini ve felsefi sahada takip edilen
yol.
Mulull : İ mkfmsız, gayr-i kabil.
Mt1tezili : Ehl-i sünnetten ayrılan mıitezile mezhe­
bine bağlı.
Muttali Birşey hakkında bilgisi olan.
Mücihede Gayret; nefsin kötü arzularına karşı gel­
mek için gösterilen ihtimam.
Müneccim : Yıldıziann hal ve hareketlerine baka-
rak geleceğe dair bilgiler veren kimse.
Mürekkep : İki veya daha ziyade şeyden müteşekkil
Mütedeyyin : Dindar.
Mütehassıs Bir ilim dalında derinleşmiş olan.
Mütekelliım Kclarn elimi.
Nasibdar : Hissesine düşmüş olan.
Riyazet ·: Nefsin heva ve arzularına mfmi olmak için
sarfedilen gayret.
Safsata Görünüşte doğnı intibaını verdiği halde
aslında yanlış olan.
Salıra Kudüs'te, altında nebilerin ibadet ettikleri
taş.
Eş-ŞAfii Şafiiye mezhebinin kurucusu olup, h. 1 50
204 (m. 767-820) yılları arasında yaşamıştır.
Şer'l Şeriat denilen ilahi kanunla ilgili.
Tahkik Bir şeyin hakikatını araştırma; inandıncı
delillerle isbat etme.
Tasnif Kitap yazma, telif etme.
Teberriik Uğur sayma; bereket addetme .

.Tedris Ders verme.


Tekzib Yalan isnadında bulunma.
Temyiz Ayırma, seçme.
Tevarüs İ rsiyat yoluyla geçme; mirasa konma.
TevehhUm Zannetme, vehme bağlanma.
Uzlet Bir tarafa çekilip yalnız başına yaşama.
Vesvese Tereddüt, şüphe.
Yakin : Şüphe edilerniyecek derecede bilme.
Yeis Ümitsizlik.
Zarurlyat : İster isteme zolması gereken şeyler.
Zeval Güneşin tam ortada bulunduğu zaman.
Zühd İlahi yasaklara son derece ihtimam göste-
rerek, bütün zamanı ibadetle geçirme.
İ Ç İ N D E KİLE R

önsöz . . . . . . 5
El-Gazzali'nin yaşadığı devir ve mnhit 7-10
Hayatı 10-15
Eserleri 15-18

EL-MUNKIZU MIN ED-DALAL

Nüshaları 1 6-18
Muhtevası 18-22
"1
Eserin tercüm�i 21-86
Safsataya ve ilimierin inkarma dair 27 3 0
Hakikat arayanların sınıfları 30-33
Felsefenin gayesi . . . 34-3.5
Feylesuflımn sınıflan 3 � -37
llimlerin çeşitleri 38-48
Talimiye mezhebi ve tehlikesi 4Q-58
Sufilerin yoluna dair . . . .59-66
Ntibtivvetin hakikatı ve bütün insanların ona muhtaç
oluşları 67 71
Tedrise tekrar başlama 72-86
Kitabiyat 87-88
Lütgatçe 89-91
YllYlNEViMİZiN
NEŞRiYATLIRI
Fiatı
1 - Gerçek Müslümanlar 5,-
Ali Tantavi

2 - Sosyalizm ve İslam 5 ,-
Abdü'l-Aziz El-Bedri

3 - Tasavvufun Esaslan 7.50


İmam-ı Gazali

4 - İslamda Beşeri Münasebetier 10,-


Prof. M. Ebu Zelıra

5 - Müsbet ilim ve Allah 8,-


Mehmet Aydın

6 - Teşri-i İslam Tarihi 6,-


Prof. Abdü'l-Vehha.b Hallaf

7 - İslam Cemiyetine Doğru 8 ,-


Prof. Senid Kutup

8 - islam ve Mataryalizme Göre İnsan 25,­


Muhammed Kutub

9 - Dalaletden Hidayete 7.50


El-Gazzali
KITABÜ ' L MiZAN
ABDÜLVEHHAB EŞ-ŞA'RANİ
Tercüme : AK.SAY ÖNCEL

Halk arasında; M)zfmü-1 Kübra, ilim


adamları arasında Mizan-ı Şa'rani diye tanı­
nan bu eser, ülcmasından üdebasına, alimin­
den fazılma, ilim sahibinden cahiline kadar
herkesin elinde ve kütüphanesinde bulundura­
cağı temel eserdir. Bu hususta biz bir şey
söylemeyip, sözü İmaın-ı Şa'ranl'ye bırakalım ;
«Bu kitap, kadri yüksek nefis bir mizan­
dır. Bu kitapta görünüşte ayn ayn gibi görü­
nen ve bir esasta toplanmalan mümlcüıı olan
bütiin delilleri; gelmiş geçmiş bütün müçtelıit
ve mukallltlerinin sözlerinil toplamaya çalış­
tml. Diğer devirlerde bu sahada benden önce
böyle bir eser telif edeni bilmiyorum.
Bu kitabı, asrın büyük meşayih ve imam­
larının işaretiyle tasnif ettim. �itap baline ge­
tirmeden önce onları arz edip, tetkik etme­
lerini söyledim. Şayet beğeniderse ortaya ko­
yacağımı, beğerunezlerse -malıvedeceğ.inıi bil­
dirdim . . . >>
Şimdi de mütercime sözü bırakalım:
«Bu kitapta fıkıh bablannın her birinde
evvela mezhep imamlannın ittifak ettikleri
hususlar; sonra da aralarında vaki olan ihti­
laflar ve bunlann talıfif ve teşdid mertebeleri­
ne dönüşleri ve dolayısiyle bu kitabın takip
ettiği i!d mertebeye girişleri zikrolunur.»
ŞAMiL YAYINEVİ'nin, ilim hayatına ka­
zandıracağı bu eser hazırlanmaktadır.
I S LAM FU T Ü H ATI v e
KUMA N DA N LA R I
GENERAL MAHMUT ŞİT HATTAB

1 MÜTERCİMLER :

1�
İsmail Hakkı Polat - İbrahim Kafi Dönmez

Allah'ın son elçisi Hz . Muhammed'in tut-


� tuğu ışıkla, İslam hudutlarını: Çin'den Fran­
� sa'ya, Sibirya' dan Hint Okyarrusuna kadar ge­
j nişleten, cihat yolunda ömür tüketen, şerefli
1 kurnandanların hayatını dile getiren ilmi bir
�'4 eser . . .
'O(

� Hiçbir şeyin Allah yoluna fedadan çekin­

1
meyen ve İslam sancaklarını ülkeden ülkeye
taşıyan, İslam bahadırlarının gönüllere coş­
kunluk veren maceralarını bu kitap'dan okur­

1
ken; duygulanacak, tarihi kaynaklann sadece
malıdut kişiler tarafından okunabilen, malı-
zun satırlan arasına terkedilmiş birçok yeni
1 .

1..
bilgiler ve olaylarla karşılaşacaksınız.
r

En güvenilir tarih kitaplarını kaynak edi­


nen ve İslam kumandanlarını ayrı ayrı inceli­
yen bu ilmi eseri akıcı ve sürükleyici bir us­
lfıpla dilimize çevrilmiş bulacaksınız.
Şamil Yayınevi Türk Basınında önemli
bir boşluğu dolduracağına inandığı bu eseri,
neşretmekle şeref duyar. Bekleyinizi

You might also like