Professional Documents
Culture Documents
789-Dunyada Turk Imgesi (Istanbul-2005)
789-Dunyada Turk Imgesi (Istanbul-2005)
T A R İ H VC C O Ğ R A F Y A D İ Z İ S İ - 3 2
D ü n y a d a T ü rk İm g e s İ/ Ö z l e m K u m r u la r { E d .)
© 2 0 0 5 , K İT A P Y A Y I N E V İ I T O
Y A Y IN A H A Z IR L A Y A N
Ö zlem Ku m r u la r
DÜ ZELTİ
N İH A İ. B O Z T£ K İN
K İT A P T A S A R I M I
Y E T K İ N BAŞA.R1R. B E K
T A S A R IM D A N IŞ M A N L IĞ I
SE K
C R A F İK U Y C U IA M A V£ B A S K I
M A S M A T B A A C I L I K A.Ş.
O E R E B O Y U C A D . 2 A C R A l| M R K .
B B L O K N O : l 3 4 3 9 8 M A S L A K - İS T A N B U l
t : ( 0 2 1 2 ) 2 S S 11 9 6
E: in f o @ m a s m a t .c o m .t r
1. B A S I M
M art 2005. İ s t an bu l
is s n 97 5 8 7 0 4 -8 0 X
Y A Y IK Y Ö N E T M E N İ
ÇAĞATAY A N AO O L
K İT A P Y A Y IN E V f LTD .
C İ H A N G İ R C A D D E S İ , 07 . 0 C U L S O K A Ğ I İ O / l - B
B E Y O Ğ L U J 4 4 3 3 İS T A N B U L
t: {0 2 12 ) 2 9 2 6 2 8 6 f: (0 2 12 ) 2 9 2 6 2 87
kitap® kitapvayinevi.com
e:
w: www.kitapyavmevi.com
İÇ İN D E K İL E R
Ö zlem K u m r u l a r / S u n u ş 7
a l a in S e r v a n t ie / B a t iu ia r i n G ö z ü n d e T ü r k İ m a jin in G e ç ir d iğ i d e ğ iş im l e r 27
M it h a t B ay d u r / H e r Y e rd e O lm ak, H iç b ir Y e rd e O lm am ak 16 9
B o z k u r t G ü v e n ç / K im lik , İm aj ve T ü r k İm aji 17 3
P a U L I N O T O L E D O / ‘T Ü R K L E R VE \ I İ R İ S T İ Y A N L AR A R A S I N D A ” A D L I K O M E D İ D E
M eh m et N ecatİ K u tlu / F r a n c is c o de M i r a n d a ’n i n S e y a h a t n a m e s i n d e
)a cq u es H u r e / R a c i n e ’in B a ja z e t ’s İn d e T ü r k İm g e sİ 295
İ l k İ n B a ş a r Ö z a l / K i b r i s ’t a T ü r k İ m a j i 3 11
S u n u ş
A nin Roma’nın eseri olduğunu iddia eder. Yine ona göre Türkün kö
tü imgesinin yaratıcısı da Avrupa'dır. Şüphesiz, Avrupa dünyada
Türk imgesinin oluşup kemikleşmesinde en büyük rolü oynamış ve bu im
geyi kendi politikaları çerçevesinde bir propaganda unsuru olarak kullanma
yı ihm al etmemiştir. Akdeniz’in bir ucundan diğerine ulaşan, yolda üzerine
eklenen hikâyelerle süslenen, çoğu zaman dönüşümlere uğrayan Türk im
gesi 15. ve 16. yüzyılda, Giovanni Ricci’nin Obsessione Turca (Türk Saplantı
sı) olarak nitelendirdiği kıtasal bir hastalığın tohumlarını da atacaktır.
Bugün Ispanya'da ardında elli yıllık bir yaşam bırakan pek çok in
san çocukluğunda “Türk geliyor” diye korkutulduğunu ve bu tehditle ken
dilerine her şey yaptırılabildiğini belirtir. Büyük bir ihtimalle kökü 16. yüz
yıla kadar uzanan, *Mama, i Turchi”, yani “Anneciğim, Tiirkler!” ünlemi,
İtalya'da olduğu gibi Franco dönemi Ispanya'sında da tüm tazeliğini koru
yan bir korkunun ifadesiydi. “Türk” adının coco (umacı) ile eşanlam lı tutul
m ası son yirmi-otuz yıla kadar yaşayan trajik bir gerçektir.
Avrupa'nın Türk tehdidini ensesinde hissetmeye başladığı yeni çağ
da korkuyla yoğrularak şekillenmeye başlayan Türk imgesi, artık kıtanın a
priori değil a posteriori tanıdığı bir Avrupa aktörünün eseri olacaktı. Kıtanın
içlerine doğru ilerleyen Türkler artık hikâye ve efsanelerin kahramanları
değil, Avrupa halkının karşısına dikilen etten kemikten insanlardan oluşu
yor ve kilise tarafından “ortak ve evrensel düşm an” olarak nitelendiriliyor
du. Kıtada dolaşan hikâye, anlatı ve kitapçıkların korkunç ogro'su, kötü kah
ram anı olarak bir çığ gibi büyüyen ününün altına imzasını koymaktan çe
kinmeyecek, askeri gücünü bu im genin kem ikleşm esi için kullanmaktan
rahatsızlık duymayacaktı. Askerlik sanatı Türklere, Osmanlı sınırları için
de altın çağını yaşayan sayısız sanat dallarından hiç birinin getiremediği
ünü getiriyordu. Nitekim Marlowe, “Tim urlenk” adlı eserinde Yıldırım Ba-
yezid’in ağzına şu sözleri konduruyordu: Türk silahının gücünü şim di gö
rürsün sen, / O tüm Avrupa'yı korkudan tir tir titreten.
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 7
Osmanlı'nın kibir, şiddet vc görkemle yarattığı imge, yine kendisi
tarafından bir fetih yöntemi olarak kullanılırken, Avrupa, Türkün bu kor
kunç im gesinden bir savunma mekanizması olarak faydalanacaktı. Ordu
ilerler ve kalelerin anahtarları art arda teslim edilirken, başrolde askeri güç
değil btı im genin olduğu su götürmez bir gerçek. Bir 16. yüzyd İspanyol
kroniğinde Türk portresi şöyle çiziliyordu: “Yüce Tanrım ızın yüceltildiği
onca tapınak vahşice saldırıya uğradı , bu korkunç ve iğrenç insanlar tara
fından onca bakire kirletildi, evli ve dul kadınlar zorlandı, onca asilin, onca
delikanlının ve ihtiyarın kafası uçuruldu ve bir o kadan da sefil esaret ha
yatına sürüklendi. Bu Hristiyan halkınına onca zulüm ve eziyet ettiler.”
Türk imgesi, bir katalizör gibi tepkimeye giriyor ve etkilenmeden
çıkıyordu. Büyük ya da küçük yenilgiler klasik Türk im gesini etkilemiyor
du. Ferdinand, önüne set çekilmez bir nehre benzetilen Türk içiıı “İşte
böyle, bir krallıktan diğerine, bir vilayetten ötekine geçerek tüm toprakları
ele geçirecek, tüm dünyayı ateşe ve kana vererek dolaşıp duracak” diyordu.
Vahşet, egzotizm, şehvet, kudret kavramları etrafında dönen ve şe
killenmesinde coğrafyanın büyük bir rol oynadığı Türk imgesi, kronikler,
şiirler, novellalar, romanlar, kiliselerin basıp dağıttığı kitapçıklarla ölüm
süzleşiyor, kıta ve deniz Avrupa’sından evanjelizasyon hareketleriyle birlik
te Yeni Dünya'ya da taşıyordu.
Bu çalışma Orta Asya'dan Şili’ye kadar uzanan bir coğrafyada Türk
im gesinin geçirdiği safhaları, coğrafya ve tarih ekseninde uğradığı
dönüşüm leri farklı perspektiflerden incelemeyi amaçlıyor. Türklerin güzel
sanatlarda kendileri için yarattıkları imgeden, Slovak edebiyatındaki Türk
im gesine kadar uzanan geniş bir yelpazeyi tüm renkli ayrıntılarıyla sunan
bu makalelerin, dünyadaki Türk im gesinin değiştirilmesi için izlenecek
politikaların belirlenmesinde büyük bir rol oynayacağını umuyorum.
Çalışmada emeği geçen herkese ve bu sempozyumu müm kün
kılan Bahçeşehir Üniversitesi mütevelli heyeti başkanı sayın Enver YüceFe,
her zaman desteğiyle yanımızda olan sayın rektörümüz Prof. Dr. Süheyl
Batum'a, eski dekanımız Prof. Dr. Şenay Yalçın ve yeni dekanımız Prof.
Dr. Ö m er Asım Saçlı’ya sonsuz teşekkürler.
Ö zlem Ku m ru lar
8 Su nuş
S ilv io M a r c h e t t i*
T
ürk uygarlığı, sekiz yüz yılı aşkın bir zaman önce Akdeniz kıyılarına
ulaşm ış olan, büyük uygarlıkların son ömeklerindendi. Akdeniz o
dönemde bölünmüş bir denizdi ve bu bölünmüşlük Muhammed ve
Charle Magne’tıın zamanlarından beri sürmekteydi. Bölünme, hem dinsel
hem de siyasal ayrımlara denk geliyordu ve daha yüzyıllar boyunca da sü
recekti; bugün bile bunun bir ölçüde devam ettiği söylenebilir.
Osmanlı İmparatorluğu olarak buraya yeni gelen Türkler, Akde
niz’in Müslüman güney ve doğu kıyılarının hâkimi oldular; Öyle ki, Batı’da,
Osmanlı İmparatorluğu’nun uçsuz bucaksız topraklarında yaşayan tüm
halklar Türklerle özdeşleştirildi. Akdeniz'in iki yakası arasındaki ayrım aşı
lamazdı; zira kökeninde, her iki taraftan kaynaklanan dinsel hoşgörüsüzlük
vardı. 15. ve 165. yüzyıllarda Hindistan'a ve Doğuya ulaşmak için alternatif
denizyolları aramak üzere coğrafi gezilerin başlatılmasının nedenlerinden
biri tam olarak Akdeniz’de yok olmak bilmeyen bu bariyerdi: Bu yüzyıllarda
yapılan önemli coğrafi keşifler Akdeniz'deki Hristiyanlarla Müslümanlar
arasındaki bölünmenin yarattığı trajediyi biraz olsun hafifletir.
Yüzyıllar boyunca, Akdeniz’in iki karşı kıyısından birbirine bakan
Hıristiyan ve Müslüman dünyaları arasında iletişim hemen hemen hiç
yoktu. Öte yandan, belki de doğulu bilim adamları, matematikçiler ve dü
şünürlerin erken başarılan sayesinde, Batı’da İslam dünyasına yönelik me
rak gitgide arltı. Bu merak olmasaydı, Batı, Arapça çeviriler sayesinde (Avi-
cenna, Averroe) tanıdığı Antik Yunan düşünürlerinin eserlerine ulaşamaz,
cebir Batı tarafından bilinemezdi. Batı, Doğu'yu endişe ve merakla izliyor
du. Türk ordularının Balkanlar’da ikinci Viyana kuşatmasına, denizlerde
Lepanto’ya uzanmalarına neden olan askeri zaferleri bu endişe ve merakı
öyle bir noktaya getirdi ki, İstanbul’da Batı Avrupa elçilikleri açılarak, Av-
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 9
rupa krallıklarını tehdit eden ve şaşırtan bu gitgide tırmaman fenomen
hakkında olabilecek her türlü bilgiyi toplamak üzere, diplomatik ve ticari
delegasyonlar Osmanlı Imparatorluğu’nun dörl bir yanına yollandı. Bu de
legeler Batı’ya yalnızca bilgi değil, halılar ve dokumalar, porselenler ve el
sanatları formunda görkemli sanat hâzineleri, daha da Önemlisi Batıda ef
sane haline gelen bir egzotik ihtişam fikrini taşıdılar.
Geçenlerde İstanbul'daki Italyan Kültür Merkezi, Sabancı Müze-
si’yle birlikte, Medici’krden Savoia’lara Floransa Kolleksiyonlannda Osmanlı
Büyüsü adlı bir sergi düzenleyerek, Floransa'dan yüz yirm i sanat hâzinesi
ni Boğaz’daki güzelim Sabancı M üzesi’nde bir araya getirdi. Bu hazineler
arasında, sultanın İtalyan sanatçılarının Medici ailesi için yaptıkları portre
ler, İstanbul'dan dokumalar ve halılar, Türkiye’den el sanatları, Rönesans
Avrupa'sındaki sanat hamileri ve kolleksiyoncuları içinde en görgülü aile
olan Floransalı Medicilerin Floraıısa'daki saraylarında özenle koruyup sak
ladıkları tüm eşyalar yer alıyor. Sergideki en ilginç parçalardan biri, Medi-
cilerden Floransa Granddükü II.Ferdiııand'ı Türk giysileri içinde, başında
bir sarıkla gösteren bir porlresiydi. Yakında Roma’ya ve daha sonra da Al
m anya'nın Berlin şehrine taşınacak bu sergi, Türklere tarih boyunca İtal
ya'da en görgülü aristokratlar tarafından nasıl bir saygı ve hayranlıkla ba
kıldığının elle tutulur bir tanığıdır.
Yine de, doğrudan temasların olmayışı, askeri sürtüşmeler ve din
sel farklılıklar, en azından 19. yüzyıla dek, bu iki dünya arasında ilişki ku
rulm asını son derece zorlaştırdı. Batıdaki sekülerleşme, daha hızlı ve daha
güvenli taşımacılığı (buharlı gemi, lokomotif) yaygınlaştıran teknolojik ge
lişmelerin sonucu olarak karşılıklı iletişimin artması, önemli değişimlere
yol açtı.
Düşmanca ilişkilerdeki bu azalmada devletlerin sekülerleşmesinin
büyük payı vardır; bir başka deyişle kilise ve devlet kurum lannın ayrılm a
sı, başlıca çatışma nedeni olarak dinin sahneden çekilmesini sağlamıştır.
Batı'da sekülerleşme, kısmen, kökleri kutsal kitaba dayanan bir inancın so
nucu olarak gerçekleşti: St. Matthevv İncil'ine göre, kilise ve devlet birbirin
den ayrı olmalıydı, kendi tabiriyle: "Tanrı’nın hakkı T an n ’ya, Sezar’ın hak
kı Sezar’a." Bu kural Hristiyanlığm yaygın uygulamalarında sık sık göz ar-
10 AVRUP AL I LARI N Ç Ö Z Ü Y L E T Ü R K L E R
dı edildi. St. Mathcws’un sözlerinden çok daha etkili olan 17. yüzyıl Avru
pa'sındaki din savaşlarının yarattığı yıkım, yüzbinlerce kurban verildikten
sonra, Batılı devletlere dini siyasetin dışında tutmaları için bir ders oldu.
Bu kanlı din savaşlarının doğrudan bir sonucu olarak modern laik devlet
kavramı ortaya çıktı: Din, bireyin manevi yaşamının mahrem alanına hap
sedildi. Devletin sekülerleşmesi başarıya ulaştı.
Türkiye'de bu değişim Türkiye Cum huriyetinin daha ilk yıllarında
gerçekleşti. Türkiye, aynı dönemde kadınlara Özgürleşme ve oy hakkı geti
ren çok önemli kanunları pek çok Avrupa ülkesinden Önce tanıdı: Pek çok
bakımdan modern ve ileri bir ülke olan İsviçre'nin seçimlerde kadınlara oy
hakkını en son tanıyan ülkelerden olması şaşırtıcıdır.
Daha Önce belirttiğimiz gibi, temelinde karşılıklı dinsel hoşgörü
süzlüğün de olduğu bu sorunlu tarihsel ilişki, kuşkusuz Akdeniz'in her iki
yakasında, diğer yakadakilere dair izlenimlerde olumsuz bir etki yaratm ış
tı. Yine de, yeni teknolojiler yoluyla daha kolay iletişimin, insan ve bilgile
rin daha hızlı aktarımının yol açtığı onyıllardır süren daha yakın temasla
rın bu olumsuz izlenime gerçek anlamda önemli bir etkisinin olmadığını
görmek şaşırtıcıdır, hele de Türkiye örneği söz konusu olduğunda. Nite
kim , Cumhuriyet kurulduğundan beri Türkiye sosyal, ekonomik, siyasi ve
kültürel tüm önemli alanlarda çok büyük adımlar atmıştır; öyle ki ülkenin
bir zaman sonra Avrupa Birliği'ne kabul edilmesi beklenmektedir.
Bu durumun nedeni, daha fazla bilgi aktarımının, beraberinde her
zaman daha derin bir anlayış ve bilgiyi getirmemesidir. Tersine, daha faz
la bilgi aktarımı çoğu zaman daha hızlı ve bir anlamda daha kaba sistem
leştirmeleri gerektirir ve bu da basmakalıplaştırmanm yolunu açar. Tipog
rafyadan türetilen basmakalıplaştırma kavramının anlamı, karmaşık bir
gerçeklikle rastgele bir temastan kaynaklanan olumsuz bir izlenimin, ger
çekliğin kendindeki değişime bakmadan, tembellikten ya da elverişlilikten
dolayı, kendini ebedileştirme eğiliminde oluşudur. Buradan, en ciddi teh
didi oluşturan küreselleşmeye geliriz. Küreselleşmenin dünyam ıza ilişkin
bilgim izi çok daha fazla artırması beklenir. Oysa gerçek ve daha derin bil
giye doğru ilerlememize yol açacak kültürel donanımla desteklenmediğin
de, küreselleşme, basmakalıplaştırma ve önyargıyı teşvik edebilir; dahası,
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ II
ortak olmayan bir paydada kültürel tektiplcştirmc mekanizmasını harekete
geçirebilir. Küreselleşmenin gerçek anlamda yararlı olabilmesi için, dün
yam ızın çeşitliliğini daha iyi kavrayabilmeye yarayan olağanüstü bir kül
türel çabayla desteklenmesi ve zenginleştirici bir sentez içinde pozitif ay-
nm cılığı harekete geçirmesi gerekir.
12 AVRUP AL I LARI N G Ö Z Ü Y L E T Ü R K L E R
H akan Erd em *
OSMANLI KAYNAKLARINDAN
YANSIYAN TÜRK İMAJ(LAR)I
“ ■ ^ iinyada Türk im ajı” gibi bir konuyu irdelerken Osmanlı kay-
I 1 naklarının tanıklığına da şüphesiz başvurulabilir. Bu daha önce
I S defalarca yapılmış ve Osmanlıların Türkleri nasıl gördüğüne dair
türlü yorumlar üretilmiş, çeşitli tezler geliştirilmiştir. Ayrıntılı bir analize
girm eksizin ve oldukça bileşik bir resim çizmek pahasına bu konuda mev
cut iki temel yaklaşımın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz.
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 13
inşa edildiğini savunması açısından ise ikinci yaklaşımı “constructionist”
(inşacı) olarak nitelemek mümkündür.
Primordialist yaklaşımda, tanım gereği, ulus/millet başlangıcını
tam bilem esek de çok eski dönemlere giden fakat bugünküne pek benzer
bir biçimde olması nedeniyle hemen tanınabilen bir varlıktır. Örnek ver
mek gerekirse, bu yaklaşım mesela, 6. veya 8. yüzyıllarda kendini siyasi
olarak “ Göktürk devletinde” ifade eden bir Türk milletinin varlığından veya
bu dönemde bir Türk milliyetçiliğinden hiç şüphe etmez, Orhon yazıt
larında geçen “Türük Bodun” terim ini rahatlıkla “Türk m illeti’' olarak
çevirir. Türkler, Türktür. Çinliler de Çinli.
Constructionist yaklaşım ise ulusun ilk kez ne zaman, nerede, hangi
koşullar altında oluşturulduğunu kendine konu edinir ve tartışır. Bu süreci
17. yüzyıldaki İngiliz devrimi ile başlatan bilim insanları var ise de genelde
kabul gören görüş, ulus düşüncesinin 18. yüzyıl sonundaki devrimler,
Amerikan ve daha da önemlisi Fransız devrimi ile ortaya çıktığıdır. Bu yak
laşıma göre Eski Mısırlılar, Romalılar, Sasaniler veya ortaçağda İngilizler
birer ulus değildir. Dolayısı ile 12. yüzyıldaki Selçuk veya 15. yüzyıldaki
Osmanlılardan da “Türk milleti/ulusu” olarak söz etmek mümkün değildir.
Böyle bir niteleme tarihsel değildir, anakronistiktir.
Hemen belirtilmelidir ki ağırlıklı olarak 15. yüzyılın başlarından 20.
yüzyılın başlarına kadar olan dönemde yazılı kayıtlar bırakan Osmanlı
uygarlığında "Türk” sözcüğünün her zaman, herkes tarafından yeknesak
bir anlam da kullanıldığını düşünm em ek gerekir. Sözcüğün kullanım ında
ki farklılıkları görebilmek ve zaman içindeki dönüşümleri yakalayabilmek
için tarihsel bağlamın olabildiğince yeniden oluşturulması bir gereklilik
olarak karşımıza çıkıyor. Bu ise tarihi metinleri kullananların edindiği
duruş veya takındığı tavır ile doğrudan ilintili olduğu için algıda ve yorum
lamada doğal olarak farklılıklara yol açmaktadır.
Bugünkü millet özellikleri ve şartlarının geçmişte de var olduğunu
savunan bir primordialist, eski metinlerde “Türk” sözcüğünü gördüğü
zaman bunun bir ulusu nitelediği konusunda hiç şüpheye düşmez. Hele
bu metin “Türkler” ile başka bir grup arasındaki bir çatışma veya anlaşm a
zlıktan bahsediyor ve “Türkler” tarafını tutuyorsa yazarının bir "Türk m il
14 E r k e n O s m a n l i Ka y n a k l a r i n o a n Y a n s i y a n T ü r k İ m a j l a r i
liyetçisi” olduğuna kesin hükm eder.1 İlginç olan, constructionist ekole soku
labilecek bazı yazarların da eski metinlerde “olmaması gereken” bir
kavram gördüklerini düşündükleri zaman belki genel paradigmalarının
sarsılacağı endişesiyle tuhaf bir açıklama gayreti içine girmeleridir. Tipik
bir Örnek olması bakımından şu alıntıya bakalım:
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 15
M esela, Gazavat-ı Sultan Murad b. Mehemmed H an’da Freııklcrden
yardım istem ek için Bizans tekfuru İtalya'ya gider ve O sm anlılar!
şikâyet eder. Papa da Macar kralı ve Sırp despotunu çağırarak bir haçlı
seferi Örgütlemeye çalışır. “ Göreyim sizi Hazret-i İsa dinini nice m am ur
edesiz” der. D iğerleri de “ Eyle olsun, her ne ki poh yedin ise canım ıza
m innet” derler.5 Konuşan, burada gerçekten Hıristiyan krallar mı?
Yoksa düşm anları ile alay ederek okuyucularını eğlendirm e kaygısı
güden yazar mı?
Metinleri anlamak açısından izlenm esi gerekli yöntem konusunda
bu saptamayı yaptıktan sonra yine de yukarıdaki alıntının sahibine haksı
zlık etmeyelim, çünkü A PZ'de dendiği gibi bir ayrım varsa, bunun
A P Z ’nin kendi işi olduğunu bilmemize rağmen yine de bir Önemi vardır.
Oyunun kurallarını bir an için kabul edelim ve A PZ tarihine bir göz atalım.
Gerçekten de bu tarihte “Türk atfım ” kullananlar hep “gayrı-Müslimler”
midir? Yani A PZ “Türk” sözcüğünü yalnızca gayrimüslimlere m i kul
landırm ıştır? Mesela, Osmanlıların atalarının Anadolu’ya nasıl geldikleri
ni hikâye ederken A PZ, Araplara yenilip duran İran hükümdarlarının
Türklere dayanarak Araplara nasıl galip geldikleri konusunda “kendi sesi
ni” kullanarak şöyle diyor: “Yafes neslinden göçer Tiirki kendülere sened
edindiler. Ol sebebten Arab'a galip oldular.”4 Veya acemi devşirmelerin
Türk köylülerinin yanına gönderilmesi uygulamasını anlatan, çok bilinen,
alıntılanan şu pasaja bakalım:
16 E r k e n O s m a n l i Ka y n a k l a r i n o a n Y a n s i y a n T ü r k İ m a j l a r i
A PZ'de bu türden, “Osmanlılar" tarafından kullanıldığına şüphe
olmayan ama Türkleri ne yeren ne de öven, belirli bir grup insanı nitele
mek gerektiği zaman alelusul kullanılm ış pek çok "Türk atfı" var. Peki
Türkleri öven, Osmanlılar^ O sm anlı hanedanından birini Türkler ile özdeş
kılan göndermeler yok mu? Bana saııki aranırsa bulunurm uş gibi geliyor.
A P Z , Sultan Orhan’ın oğlu Süleyman Paşa'nın Trakya bölgesini nasıl bir
adaletle yöneterek halkının gönlünü kazandığını anlatırken halkın
“ Nolaydı kadim zamandan bunlar bize beg olalar idi” dediğini aktarıyor ve
ekliyor: “Ve çok köyler bu Türk kavnımı gördilcr. Müsülnıan oldular."6
Şairliği pek iyi olmasa da APZ Orhan Bey’iıı oğlunu şöyle övüyor:
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 17
dolayısıyla “gayr-ı Müslimlerden" bir alıntılama veya aktarmalım söz
konusu olmadığı bir bağlamda, II. Murat ile “ Düzme” Mustafa arasındaki
güç mücadelesinde, Mustafa'nın Rumeli'de taraflar toplama gayretlerini
şöyle anlatır: “Rum ili’nde ne kadar Türk var ise devşürip katma getirdi. Her
birine mansıblar bildirüp dürlü dürlü va’deler itdü...”10
Yine 15. yüzyıl kaynaklarından Neşrî’de de Türk sözcüğü çeşitli
bağlamlarda yoğun olarak kullanılır. Tarihinin giriş cümleleri “Tevarilı-i
m uhtarda eydür: Etrak ki vardır, esnaf-ı kesired ir”11 olan Neşri,
Osmanlıların siyasi meşruiyetini Orta Asya Türk geleneklerine giderek
kurmaya çalışır. Ona göre “ Saltanat-ı Türk H an” diye adlandırılan bir Türk
imparatorluğu kavramı vardır. “Bi'l-külliye saltanat-ı Türk Han, selatin-i
Selçukiyye’ye intikal etti. Bunlar m eyseredendir.”11 dediğine göre bu
imperium bir bölük Türktcn diğerine geçebilmektedir. Ayrıca “saltanat-ı
bilâd -1 Rum ” dediği bir Roma ülkeleri imparatorluğu da vardır. “ Saltanat-
1 bilâd-ı Rum, Âl-i Selçuktan münkazi olub devlet-i Âl-i Selâçika münkariz
oldu” diyerek ve Moğollar zamanında Selçukluların “ınakhur” olduklarını,
bir kuru namları kaldığım vurgulayarak bu “saltanatın" Selçuklulardan
başkalarına geçtiğini zımnen de olsa söylemektedir.1*
İlginç olan, Neşri'nin Orta Asya siyasi meşruiyetini benimserken
veya Osmanlıların Orta Asya Türk dünyası ile ilgisini kurarken İslam ve
İslam öncesi dönem arasında bir ayrım yapmaksızın “Türk” sözünü kul
lanması, Türklerin çeşitli inançlarından, rahatlıkla söz edebilmesidir.
Neşri’11in “ Bazıları dahi var ki, hiç din nedir bilmezler” diye nitelediği veya
Yahudileri taklit eden, taşa, ağaca, öküze, ateşe tapan Türkler vardır.
Krallarına “hakan” denir, ipekler giyip, altın taçlar takarlar. “ Bu taife be-
gayet bahadır olurlar.” 14
Bunlara da Türk der, M üslüm an olduğunu bildiğimiz gruplara da.
Mesela, Anadolu Selçuklu sultanı Mesud b. Kılıç Arslan'dan bahsederken
"Ve bunun eyyam-ı devletinde Türk, İstanbul karşısında Üsküdar’a gelüp
melik-i Kostantiniyyeden dahi cizye ve haraç aldılar”15 demektedir. Yine
aynı şekilde Osmanlı devletinin kurucusundan bahsederken “...Osman'a
halkı izzet idüb avda kuşda etraküıı yiğidi yigili anun yanma cem olurlardı”
veya “Osman karındaşlarıyla kendü boylan içinde hakim olub tamamet-i
18 E r k e n O s m a n l i Ka y n a k l a r i n o a n Y a n s i y a n T ü r k İ m a j l a r i
göçer evli etrak, anım m ahkum u oldı” '6 ifadelerini kullanmaktadır.
Şurasını not etmeliyiz ki Neşri, ne Osmanlıların atalarının pagan oluşun
dan ulanır ne de ilk Osmanlıların göçebeliğinden.
Alıntıları daha fazla çeşitlendirmeden rahatlıkla söyleyebiliriz ki
N eşrî’de zaman içinde devamlılık gösteren, dini, coğrafi ve siyasi aidiyet
sınırlarını aşan bir “Türk” kimliği kurgulaması vardır. Osmanlıların çağ
daşları olan Aydınoğulları veya Karamanoğullarmdan bahsederken de
Türk nitelemesini kullanır, Türkistan’ın eski tarihinden bahsederken de.
Ne yaptıklarma, Osmanlı devletinin yanında mı yoksa karşısında m ı olduk
larına bakarak bu “Türkler”e olum lu veya olumsuz bir dille yaklaşmaktadır
Neşri. Mufassal eserinde yüzlerce kez yaptığı “Türk” göndermelerine bu
gözle bakmak, her bir referansın bağlamını dikkate almak gerekmektedir.
Yalnız şu kadarı var ki Neşri “Türk" dediği zaman, başka bir çağda
oluşan kullanım veya önyargıların aksine otomatik olarak “köylü”yü kastet
mez. Yeri geldiği zaman Osmanlı padişahının kendisi de bu kimliği
sahiplenir veya bundan gurur duyar. Konuşanın Murad değil, Neşrî
olduğunu bir an için bile unutmayarak şu pasaja bakalım: I. Kosova
Savaşı'ııdan öncedir. I. Murad ordusunu toplamış ve Sırp kralının meydan
okum ası ve daveti üzerine yanma her iki oğlunu da alarak sefere çıkmıştır.
Am a biraz gecikirler. Bu esnada Sırp kralından bir elçi gelir ve “ Üşde ben
hazıram. Üç aydan berıi. Eğer ki kanlı dahi olsa, gelmelii olaydı. Eğer er ise
gelsün uğraşalım ” türünde alaylı sözler söyleyerek Osmanlı ordusunu bir
an önce savaşa kışkırtır. Murad bunun üzerine çok gazaplanır ve şöyle der:
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 19
II. Bayczid döneminde Neşrî'nin böyle diyebildiğini biliyoruz. Hüküm
süren sultanın atasına “köylü” demek veya bir şekilde küçüm sem ek pek
politik olamayacağından Neşrî’nin başka bir noktada durduğunu, başka bir
amacı olduğunu, “Türk erliğine” olum lu bir şeyler yüklediğini varsaymak
durumundayız.
Başka bir 15. yüzyıl kaynağında, Vahat-ı Sultan Cem’de de yine
Osmanlı hanedanı üyelerinden birinin, Cem Sultan’ın kendisine atfedilen
cümleler vasıtasıyla “Türklüğü” kabullendiğini ve “Türklük” ile Özdeşleştir
ildiğini görmekteyiz. Cem Sultan’ın yakın çevresinden olan, Avrupa'daki
sürgünlük günlerinde şehzadenin yanında bulunan fakat kim liğini açıkça
bilmediğimiz yazara göre Cem Sultan’ı Fransa kralı ile görüştürmek iste
meyen Rodos şövalyeleri şehzadeye kralın ülkesinde Türk görm ek
istemediğini söylemişler, “...benüm memleketime Türk ayağı basduğı yok-
dur yine basmasın deyü yasağ etm işdiir.” Güya böyle dem işm iş kral. Sonra
bir Fransız soylu, Cem 'e acaba niçin Paris kentini ziyaret etmediğini
sorunca Cem: “Biz anda nice varalım idi ki Riga Fıransa şehrine Türk
ayağın basduğın istemezmiş ben lıod bir mahbus kişiyin benüm elimden
ne gelür’” 8 demiş. Böylece şövalyelerin hilesi ortaya çıkmış. Burada belirte
lim ki, bu yazar eserinin çeşitli yerlerinde Osmanlı padişahı için “Türk
beği” , efendisi Cem için de “Türk beğinin oğlu” nitelemelerini kullanm ak
tadır. Aynı kaynakta kullanılan “Fransa beği” , “ Rodos beği” , “ Üngürüs
beği” gibi sözcükleri dikkate alırsak buradaki “Türk beği” teriminden nis
peten coğrafi kesinlik ifade eder bir mana çıkarmak ve yazarın bazen
“Osmanlı memleketi”19 olarak da nitelediği Osmanlı ülkesini kastettiğini
anlamak mümkündür.
Bazı Osmanlı kaynaklarında ise Osmanlı ülkesi, o ülkede yaşayan
herkesin Türk olması gibi bir olguyu söz konusu edemesek bile, Türk eth-
nonim i ile beraber anılmaktadır. Mesela Firdevsi'nin Kutb-nâme adlı
manzum eserinde Osmanlı ülkesine bir haçlı savaşı açılmasını isteyen
Papa, Macar kralına;
20 E r k e n O s m a n l i Ka y n a k l a r i n o a n Y a n s i y a n T ü r k İ m a j l a r i
demekte, Macar kralı da şöyle konuşturularak bu projeye katılmaktadır:
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 21
Saltuk-nâme’de, başka anlamlarının yanı sıra Türk sözcüğünün Müslüman
sözcüğü ile karşılıklı değiştirilebilir bir tarzda kullanıldığını görürüz. Mesela,
hayali bir Fransa padişahı bir seferinde şöyle der: “ Papdaıı sonra ben
Firenk’de pap oluram. Yürüyüp Türki kiram, Hıristiyanları kuvvetlendi
reni.’'26, Bir seferinde de kendi tekfurlarım gayretsizlikle suçlayan
Rumlar/Bizanslılar şöyle den “Meğer sen Türk oldun, uğurlayın din tutasın,
bu Türklere dönmezsin, iınmazsın. Mesih dinine say eylemezsin.”27
Tabii her zaman bu “konuşanların” Rum veya Fransız gayrim üs
lim ler olduğunu düşünecekler olacaktır. O zaman aynı metindeki şu kısm a
bakalım: Sarı Saltuk dünyanın çeşitli yerlerinde maceradan maceraya
koşarken yolu Hindistan'a düşer ve buzağı öldürdüğü için Hiııdular
tarafından Öldürülmek istenen bir adamı kurtarır.
Server bakub gördi kim asm ağa alub gittikleri adam sünnilerden bir
kişidir. Şerif gazaba gelüb ileri vardı, eyitti: “ Bre kavm! Bunu bir
sığırdan ötüri m i öldürürsiz? Ol sığın lıod boğazlamak vardur bun
ların dininde” didi. Anlar eyittiler “ Bizüm dinimüzde yasaktır”
didiler. Şerif eyitti: “ Bu Türkler dininde şöyledir kim, bunlar kim s
eye muti olmayalar.”28
Ravileı* eyidürler kim, Şerif H abeş’te dört yıl eğlendi, üç kere girdi,
acaibler gördi ve hem H indistan’a gidüp ve Türkistan’a gittiğinde
dahi Tekür hareket eylemedi. Müslümanlardan katı korkardı, her
bir Türk’ü ejderha sanurdı. Kâfirler içine vehm düşdi, tınmazlardı...
22 E r k e n O s m a n l i Ka y n a k l a r i n o a n Y a n s i y a n T ü r k İ m a j l a r i
Öyle anlaşılıyor ki bu “kâfirlerdin "Türkleri” ejderha sanm ası için
elinden geleni de yapmış Saltuk! Arada sırada rahip veya keşiş kılığına
girip Hıristiyanlara kendi kutsal kitaplarından pasajlar okuyarak kendi din
lerini yorumlayıp anlatan Saltuk bir seferinde bir Hıristiyan cemaate vaaz
ederken şöyle demiş:
Bir gün Kefe diyarında bir gazi vardı. Tatar idi. Adına Kara Davud
dirlerdi. Seyyidden sonra çok gazalar ve erlikler eylemişdür... Geldük
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 23
çün Kara Davud ol hinde yiğit idi. Seyyid'e hizmet iderdi. Bazılar
Türk'den idi dirler. Anın gazası ve velayeti Tatar’da meşhurdur.5*
24 E r k e n O s m a n l i Ka y n a k l a r i n o a n Y a n s i y a n T ü r k İ m a j l a r i
Ne bilür anların ağızlan tad
Ne söz var dillerinde idecek yad.34
N otlar
1 B ir örnek olarak bkz. A. Taneri, Türk Kavramı’mn Gelişmesi (Ankara, 1993}. örn eğin IV. Bölüm,
“ Göktürkler'de VI. Yüzyılda» İtibaren Gelişen Türk Milliyetçiliği Anlayışı", s. 71*74 veya VIII. Bölüm,
“ Vani Mehmet Efendi ve XVII. Yüzyılda Osm anlı İmparatorluğunda Türk Milliyetçiliği’*, s. 149-155.
2 S . Aydın, “ Etnik Bir Ad Olarak T ü r k ’ Kavramının Sınırları ve Genişletilm esi Özerine’', Birikim.
7 1-7 2 , Mart-Nisan 19 9 5. s. 56.
3 H. İnalcık ve M. Oğuz, Gazavât-ı Suttan M urad b. Mektmmed Han (Ankara, 1978), 3-4.
4 Ahm ed Âşıkî (od. N.Atsız) Tevârih-i Âl-i Osman (İstanbul 19 4 9}. Bundan sonra A P Z . s. 9 2.
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 25
5 A P Z , s.128.
® A P Z s.120.
7 A P Z ,s .i2 5 -
S A P Z j s. 96.
9 Nilıat Azanıat (F. Giese Neşri), Anonim Tevârih-i A14 Osman (İstanbul, 1992), s. 26.
Bundan sonra Anonim.
10 Anonim , s. 62
11 M ehm ed Ncşrî (ed. F. R.Unat ve M .A.Köym en), KM b-j Cihan-Nümâ (Ankara, 1949). c. I, s. 9.
Bundan sonra Neşri.
12 Neşri, I, 23.
*3 N eşrî I, 39*41.
*4 N eşri, I, s. 9.
*5 N eşrî, I, 29.
^ Neşrî, 1, 7 1.7 3 .
*7 N eşrî, I, 269 .
21 Kutb-nâme, s. 79.
22 Kutb-nâme, s. 133.
23 Kutb-nâme, s. 139.
25 Neşri, I, s. 293.
Ebu’I-hayr-ı Rûm î (ed. Ş. H. Akalın), Saltuk-nâme (Ankara, 1987), c. 1, s. 23.
Bundan sonra Saltuk-nâme.
27 SaIfMfc-n4 me?, ü , s. m .
3° Saltuk-nâme , M, s.121.
31 Sfl/fufc-«4wc, I, s. 161-2.
32 Ibıı Kem al, Tevarih-i âl-i Osman, vii. Defter, s. 328.
34 Pend-nâme, s. 168.
26 E r k e n O s m a n l i Ka y n a k l a r i n o a n Y a n s i y a n T ü r k I m a j l a r i
A ia in S e r v a n t ie *
BATILILARIN GÖZÜNDE
TÜRK İMAJININ GEÇİRDİĞİ DEĞİŞİMLER
C e h e n n e m T e o l o jİ s în d e n D em o kra si
D E R S L E R İN E
I. G İ R İ Ş
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 27
Tablo i. Avrupa Parlamentosundaki siyasi grupların Türkiye'ye yaklaşımları
28 B a t i l i l a r i n G ö z ü n d e T ü r k I m a j i n i n G e ç i r d İ Ğİ D e ğ î ş İ m l e r
tırma, 25 yıl sonra Türkiye'nin, turizmdeki son dönem gelişm eler sayesin
de Batı kamuoyu tarafından biraz daha iyi tanınmış olsa da, hâlâ, üye ülke
lerin en az desteklediği ülke olduğunu gösterdi: Halihazırda üye olan 15 ül
kede ankete katılanlardan % 47’si Türklerin üyeliğine karşı iken, yalnızca
% 3 1 ’i bu ülkenin üyeliğine taraftardı; Romanya % 43 olumsuz, % 34 olum
lu görüş bildirirken, Macaristan'da % 48 üyelik taraftarına karşılık, Türki
ye üyeliği karşıtlarının oranı % 3 i ’di.} Bu tepkilerin ardında hangi derin
duygular yatıyor olabilir?
İnsanlar-, sosyal gruplar, uluslar, kendi konumlarını belirlemenin bir
yolu olarak, kendilerini ötekilerle ve çevreleriyle, farklılıklarından yola çıka
rak kıyaslarlar. Tarih boyunca, zıtlıkların yeniden gerekçelendirilmesi, ayırt
edici özelliklerin aşama aşama, en somutundan en soyutuna -giyim , ye
mek, yerleşim ya da cinsel davranışlardan, sınırları muğlak çizilmiş olan
“kültür”e - geçerek yeniden yorumlanmasına yol açmıştır. Her nesil geçmi
şini sorgulayabilir, ancak geçmişin yeni unsurlarla olan zıtlığı, o nesli diğer
lerinden ayırt edecek gerekçeler olarak korunur. Sonunda, ortak değerlerin
bile paylaşılır hale geldiği bir evrede, kişi daima “ama bizim farklı bir tarihi
miz var” görüşünü savunabilir. Günümüzde, enformasyon bolluğu daha et
raflı yorumlara olanak sağlasa da, bu durum ille de daha az yanılgı anlamı
na gelmiyor; eski zihinsel kalıplar, tıpkı yaşlı insanların beyinlerindeki en
eski sinir hücreleri gibi, köhneleşerek var olmayı sürdürebiliyorlar. “Görsel
(plastik) biçim, bir gruptan diğerine değişmeden kaldığında, anlamsal işle
vi tersine çevrilir. Öte yandan, anlamsal işlevin korunması durumunda, bu
kez görsel (plastik) biçim ters yüz edilir.”4 Toplumsal düşünme işleminin
özündeki, ne pahasına olursa olsun benzersizlik ihtiyacı, kişinin kendi kül
türel kimliğine geçerli bir dayanak bulma gereksinimi, onun en son algıla
nan ayrımları, sosyal anlamda etkili olacak her türlü zıtlığı öne çıkarmasına
ve bunlan farklılıklara dönüştürmesine yol açar. Bugün Avrupa ile Müslü
man dünya arasındaki kültürel farklılıklardan söz ederken, konuştuklarımız
kesin bir gerçekliğe tekabül etmez; zira bizleri aşılmaz farklılıkların ayrı kıl
dığı inancına yol açan atalarımızdan kalma kuruntular bilinçaltımıza işle
miş durumdadır. Nostaljik oryantalist eserlerin yeni baskıları, egzotizm ve
sömürgeler çağını, macera, fetihler ve muzaffer ya da en azından kaçınıl*
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 29
maz savaşlar dönemi olarak yüceltir.5 Son imgelerin izleri, tıpkı asla durul
mayan dalgalar gibi, kolektif bilincin derinliklerine işlemiş olarak karmaka
rışık bir halde durmaktadırlar. Laikleşmeye, modernleşmeye, köleliğin, çok
kadınla evliliğin ve haremin kaldırılmasına rağmen, kolektif bilinçaltında
yer eden Türk imajı hâlâ okul kitaplarında donup kalmış eski edebiyattan
miras kalan önyargılarla dolu. Günümüzde, modern rehberler, çoktan geri
de kalm ış olan geçmişin hayalini kurmaktan öleye gitmiyorlar...
Günümüzdeki yaklaşımlar bilgi katmanlarının üst üste gelişinin
bir yansıması: Tıpkı yeniden yazılmış eski bir parşömen gibi... Her neslin
söyledikleri, metni tekrar biçimlendiriyor. S ırf sözlü aktarımda, konuşma,
değişmeden kalan çok eski unsurların üzerine lekıar tekrar binen yeni un
surları bünyesinde, küresel bir mantıkla bütünleştirir (Örnek olarak Nuh
tufanı efsanesinin geçirdiği evrime bakın); bunun tersine, yazılı aktarımlar
her bir neslin stokastik6 ya da evrimsel bir çerçevede yeniden yorumladığı
birbirine zil bilgilerin üst üste yığılmasına olanak verir. Bu anlamda, “ tari
hin sonu” kavramı, -tıpkı Staliıı yönetimindeki Sovyet Rusya'nın ya da bu
gün Bush yönetimindeki A BD ’nin yaptığı gib i- bir mükemmellik safhası
na ulaştığını farz eden rejim ya da kültürlere aittir.
Batılılann, belli bir toprak parçasının şimdiki sakinleri ile geçmişte-
kilerin özdeş olduğu yönündeki inancı, Balkan uluslarının siyasal fikirleri
ne derin bir dayanak oluşturur. Bu uluslar, okullarında öğretilen resm i ta
rihi, ulusal ideolojilerini, 19 .yüzyılın milliyetçi politikacılarının görüşlerine
uyacak biçimde yeniden yazmışlardır. Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu, ne
redeyse iki yüz yıllık köhne prototipleri günüm üz siyasetine sunm ak gibi
acıklı bir durum yaşamaktadır. Balkan ülkelerinde tarihin çarpıtılması yo
luyla, etnik çatışmalar yeniden keşfedilmiştir. Örneğin, Bosna'daki etnik
“arındırm a” projesiyle bağlantılı olarak General Mladiç şöyle diyordu: MBu
bölgedeki Türklerden intikamımızı alm anın vakti gelmiştir."7 Böylelikle,
Avrupa'nın inşasının, bizleri, terapi görevi gören savaşların kökenindeki
şeytanlaştırma ve kurbanlaştırmayı aşarak, tüm Batılı imparatorluklardan
daha uzun süre yaşayan bu çokuluslu ve çokkültlirlü yapıyı keşfetmeye
sevk edeceği yerde, “Osmanlı'dan arındırm a” ve “dezoryantalizasyon” hâlâ
bir siyasi hedef olabilmektedir.8
30 B a t i l i l a r i n Ç ö z ü n d e T ü r k İ m a j i n i n G e ç i r d İ Ğİ D e ğ i ş İ m l e r
2. B i z i A y a r t m a k İ ç İ n , H a i i i a r i a S ü s l ü , B a k İ r e l e r l e D o l u B î r C ennet
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 31
Ortaçağ Hıristiyan inancında kadın daima şeytanın maşası olarak
sunulur; bu da, İslam ülkelerinde kadının durumunun kavranamamasına
yol açnıışlır.15 Aziz Anlhony’niıı günahları lemalı hikâyelerin yer aldığı 15.
yüzyıla ait süslü el yazmalarında, çöllerde dolanan bir münzevinin bir ne
hirde yıkanırken gördüğü ve onu alıp 10 0 1 gece sarayına götüren bir krali
çeyi anlatan bir Arap masalı yer alır.'6 Kilit altında tutulan, haremde gizle
nen, ona bekçilik eden hadımların iktidarsızlığından bıkmış kadın, kendi
ni şehvani düşlere kaptırır; Batılıların inancına göre, bu kadın, onu sırf
efendisinin arzularını yerine getiren bir alet haline getirmeyi amaçlayan
bir manastır hayatına mahkûm edilir ve efendisinin keyfi olarak hem cins
lerinden birinin cazibesine teslim olm ası halinde kıskançlık içinde çürü
yüp gider. O, kendisini esir alan ve akılsız kılan, sınırsız bir şehvet düşkün
lüğü içindedir. “ Kadınlar şehvet günahına son derece düşkün, erkekler öl
çüsüz bir zevk içindedir ve daha enerjik ve bu günaha hazır olmak için,
Hindistan ve Suriye’den gelen, günahkâr dürtüyü uyandıran reçellerden
bolca yer ve çok sayıda çocuk yaparlar/'17 “Türk kadınlan dünyanın en cazi
beli yaratıklarıdır: Adeta aşk için yaratılmışlardır; hareketleri, mimikleri,
konuşmaları ve görünüşleri cinsellik yüklüdür ve sevecen ve daimi bir tut
kuyu alevlemeye son derece yatkındır. Yapacak başka işleri olmadığından,
hoşnut etmeyi iş edinmişlerdir" ve kocalarını öyle meşgul ederler ki, erkek
lerin hiçbiri dörtten fazla zevceyi idare edemez.'8 “Tıpkı büyük manastırlar
daki rahibeler gibi yaşarlar... Ve yatak odalarının biri yaklaşık yüz kadın ala
bilir. Odanm her iki duvarı boyunca uzanan sedirlerde uyurlar; böylelikle
ortada yürüm ek için geniş bir boşluk kalm ış olur. Kral, bu bakireler kendi
sine ilk verildiği, onlardan birini yatağında istediği ya da müzik ve akroba
si numaralarıyla ona bir eğlence yaşatmak istediği zamanlar dışında, onla
rı hiç ziyaret etmez ve görmez.” Kızların hanım ı “aralarından en cana ya
kın ve güzel olduğunu düşündüklerini seçerek onları bir odada, iki grup
halinde sıraya dizer ve kralı içeri alır. Kral ortalarında dört beş volta alıp kız
ları iyice gördükten sonra, en beğendiğini dikkatle süzer, ancak hiçbir şey
söylemez; yalnız, odadan çıkarken o bakirenin eline bir mendil tutuşturur,
böylece kız o gece onunla yatacak olanın kendisi olduğunu anlar ve onca kı
zın arasından seçilmek gibi büyük bir kısmete erişmekten son derece
32 B a t i l i l a r i n Ç ö z ü n d e T ü r k I m a j i n i n G e ç i r d İ Ğİ D e ğ i ş İ m l e r
m em nun olan kız ... en yaratıcı yöntemlerle süslenerek giyinir kuşanır, bo
yanır ve güzel kokular süründükten sonra gece kadınların olduğu bölüme
(burada sırf bu iş için ayrılmış çeşitli odalar bulunur) Efendi Hazretleriyle
yatmaya götürülür. Ve yatakta bulundukları sırada, biri yatağın ayak ucun
da, diğeri kapının yanında olmak üzere iki büyük m um bütün gece yanıp
durur... Sabah, ekselansları yataktan kalktığında (önce o kalkar), tüm kıya
fetini baştan ayağa değiştirerek daha önceki giydiklerini ve ceplerinde bu
lunan az bir miktar parayı o gece yanında yatan kıza bırakarak ayrılır ve
kendi yaşadığı bölüme geçer ve ondan sonra da hemen, o geceki kızla ya
şadığı doyum ve hoşnutluğun derecesine göre ona mücevher, elbise veya
bol miktarda para gibi bir hediye gönderir.” '9 18 7 0 ’ler civarında, Türk kadı
nı hâlâ “kendisine toplumsal yaşamda layık gönden ikincil rolü hissederek,
erkekler için yetiştirilmiş halde, yalnızca bir tek şeyi hedefler: Bir gün efen
disi olacak erkeği şehvetle m em nun etmek... Onun duygularını tatmin et
m esi için, aşkın tüm incelikleri kendisine öğretilir. Halâ bakire olduğu hal
de, bu konularda, en tecrübeli kibar falıişelerin bildiklerini bilir. Onun söz
leri ve tavırları edep sınırlarını yok sayar...”20
Ortaçağ kilisesi, evliliği kutsayarak, üreme amacı taşımayan her tür
lü cinsel ilişkiyi lanetleyerek ve aynı zamanda ölçülülüğün üstünlüğünü sa
vunarak Batılıların tavırlarını değiştirmişti. Aynı dönemde kilise, tek eşlili
ği de yüceltiyordu. Rönesansta, Kalvinizmle birlikte, sekülerleşm e21 cinsel
ilişkinin araçsallaşması sonucunu doğurdu: Cinsel ilişki ancak bir ürüne
-ço c u k - yönelik olduğunda anlam taşır, sırf haz için haz duymak kınam ay
la karşılanırdı. Spermden ekonomik biçimde faydalanmak, orgazmın, döl
lenm enin başarılmasına yönelik olarak denetlenmesi salık verilir hale geli
yordu; daha sonra bundan e u g e n ic s doğacaktı. Harem, kadın-erkek ilişki
lerinin bedensel, cinsel unsurlarına indirgendiği, bedensel zevklerin mekâ
nı olarak düşünülür. Öte yandan, Jansenizm 25 ve Püritenlik, tıpkı Ingres’in
neoklasik tablolarındaki aseksüel kadınlar gibi, bu ilişkiyi gitgide daha se
mavi, ideal ve soyut bir hale getirir. Haremdeki Türk, sultan, bir Don Gi-
ovanni prototipi, tabiatın sınırsız güç ve kosnül güdüler bahşettiği, kendi
ni dünyevi hazlara sınırsızca adayan süper erkek, iblisin vücut bulduğu
baştan çıkarıcı, ilk günah kavramından uzaklaşmış, 300 karılı ya da cariye*
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 33
li (İncil'dc^ Salomon’la ilgili olarak geçen sayıdan kaynaklanmış olabilecek
bu rakam sık sık geçer) ya da (Binbir Gece Masalları’ndaki sayıdan iki faz
la) “bin üç kadını” olan adam, bir bakıma cinsel ilişkileri ziyan etmekte
dir.25 Don Giovanni’de olduğu gibi, cinsel ilişkiler, döllenme olmadığı du
rumda, katıksız hazza yönelik şeytani bir davranış olarak lanetlenir (dolayı
sıyla çokeşlilik de üretken olmadığı gerekçesiyle lanetlenmiştir...). Helmut
Schelsky gibi çağdaş bir sosyolog, hâlâ, siyasi yayılma ve “ Sümerler, Babil-
liler,Yunanlar ve Romalılar gibi büyük medeniyetler kurmuş halkların üs
tün uygarlık düzeyi” ile “katı bir tekeşliliğin benim senm esi” arasında
“mutlak bir uyum ” olduğunu, aşkın tek ve kişiselleştirilmiş ilişki karakte
rinin uygarlığımızın temeli haline gelm iş olduğunu söyler. Evlilik öncesi
ilişki yasağının Öncülü olan Batı tekeşliliği, bu yazara göre, yerini yozlaş
maya bırakmış olan bir uygarlık sembolüdür!26
Öte yandan, zaman değişiyordu: 18. yüzyılda, bir yandan ilk etnolo
jik araştırmaların ışığında cinsel özgürlük yeniden keşfedilirken, çokeşli
lik, Özgürlükçü toplum için, cinsellikte katıksız Hıristiyanlık ile ahlaksız İs
lam ikileminin zengin cinsel davranış çeşitlemelerinden yalnızca biri oldu
ğu ve Avrupa’dakinin belki de en sapkınlarından olduğunun öğrenilm esi
için bir fırsat oldu.
Göbek dansçıları, şehvet düşkünü kadınların canlı bir sim gesi ola
rak görülürdü. Roma İm paratorluğu'nun büyük şehirlerinde o zamandan
ortaya çıkm ış olan Saraken27 dansları. Bal des Ardents*de Fransız saraylıla
rı tarafından alaycı bir biçimde taklit edilirdi."*8 Çingene göbek dansçıları,
baştan çıkarıcı, şehvetli, müstehcen ve edepsiz olarak tasvir edilirdi; “öyle
şehvet dolu hareketler sergilerlerdi ki", o “ tiksindirici bayağılık, anormal
ahlaksızlıklarıyla m erm erleri eritebilirlerdi. Bu kaba çarpıtmalar Yunan
perilerinin m asum danslarıyla zıtlık oluştururdu.*9 Lady Montagu göbek
dansçılarını şöyle anlatıyor: " Malum fikirleri uyandırma konusunda hiçbir
şey bu denli ustalıklı, bu denli yerinde olamaz. O ne yum uşak ezgiler! Du
raklamalar ve göz devirmelerin eşlik ettiği o ne arzulu devinimler! Geriye
düşecek gibi yapıp, yarı yolda maharetle tekrar bir kalkışları var ki, dünya
nın en serinkanlı ve en katı erdem kum kum ası bile, eminim bunları gör
düğünde şimdi ağza alamayacağım şeyi düşünmeden edemezdi.” *0 Fla-
34 B a t i l i l a r i n Ç ö z ü n d e T ü r k İ m a j i n i n G e ç i r d İ Ğİ D e ğ i ş İ m l e r
ubcrt’in Salom e’si, etkisi daha sonra Wildc/ Richard Strauss'u!!, dansçı
nın uyandırılan ama doyurulmayan arzuyu, sembolik bir hadım etme ola
yını sim gelediği Salome*sinde ortaya çıkacak olan Küçük Hanım*dan esin
lenm iştir. 18 9 6 ’da çekilen ilk film lerden ikisi Belly Dance*' ve Dancing o f
Passion,3* müstehcenliği gerekçesiyle piyasaya çıktığı ilk günden itibaren
dağıtımı yasaklanarak, sinem a tarihinde sansürün başlangıcı oldu.” G ö
bek dansçıları, Hintli dansözler, okullu oğlanların rüyalarını süsleyen ve
şairlerin dizelerinde dans eden haz kadını, (Marcel Tinayre), yakın döne
me ait La porte d'Orient ve Le Poignard d ’Istanbul gibi çizgi romanlarda da
baştan çıkarmayı sürdürürler.
Louis Bertrand’ın, im gelem i umulmadık bir biçimde tersyüz edişiy
le, Batı pornografisinin vebali Doğuluların sırtına yüklenir: "Yazarlarım ı
zın ürettikleri romantik eser sağanağında, pornografi neredeyse tek başına
sivrilir. Bunun nedeni, bu tarz edebiyatın, yalnızca dilin suistim ali beceri
sinden ibaret olması ve bir de, yazarların bunda şehvani varlık tasavvurla
rının bir tür uzantısını bulmalarıdır. Onlar için pornografik bir kitaplık ha
remin suni bir uzantısı gibidir. [...] Çocuklar, sınır tanımayan bir bolluk
içinde büyürler. Erkekler, varoluşlarının başlıca uğraşının aşk yapmak ol
duğu, yorulmaz dölleyicilerdir. Yaşlanm ak iştahlarını azaltmaz: A sla tatmi
ne ulaşmazlar. Kahireli bir doktor, bana, alt sınıfta bile afrodizyak tüketi
minin alarm verici dozlarda olduğunu söyledi. Suriye’de sorguladığınız Ka
tolik papazlar, cemaatleri hakkında aynı sırları tekrarlıyorlar...” “ Oğlanlar”,
diyor Bertrand, “on altısında evlenirler: On altı-on yedi yaşlarında, âşık ol
dukları anlaşılan [genç İranlılara] bir cariye verilir.” Doğu sefahatinin Batı
pornografisini mazur gösterdiği etkileyici bir paragraf!*4 Richard Burlon ya
da Paul de Regla gibi, yaşadıklarına dayanarak Doğunun Batıdan daha yo
ğun biçimde cinselliğe odaklı olduğu varsayımını gerçekmiş gibi sunan
erotik yazarlar, kendi fantezilerini uydurma Doğulu yazarların ağzından
aktarırlar. Paul de Regla’nın Üsküdar’da ölüm döşeğindeki bir hocadan
dinlediğini Öne sürdüğü, yazarın deyimiyle bir Müslüman Kama-Sutrasın-
dan da öte olan El Kitab o f the Secret Laws o f Love35 geleneksel Türk ya da
Arap değerlerinden çok, 19. yüzyıl Batılı orta sınıfların ahlaki değerleriyle
işlenmiştir.*6 Bir yandan scientia sexualis,y işlevler görme iddiasında olsa da,
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 35
bu tür erotik edebiyat, gerçekte mahçup bir ars erotica biçiminde ortaya çı
kar. H er türlü pornografik edebiyatın yasaklanarak el altından dolaşıma
mahkûm edilmiş olması, edebiyatın lüm ünü erotikleştirir.*8
Doğudan uzakta ise, orta sın ıf erkekler, hijyene uygun olarak, Fran
sa taşrasının uzak köylerinden yoksul kızların, yağmurlu kasım ayında, be
yaz filler ve palmiye ağaçlarıyla süslü çiçekli perdelerin ardında müşterile
ri daha fazla tahrik etmek için odalıkların baştan çıkarıcı pegnoiflan içinde
çırılçıplak dolaştıkları “Türk evlerine” giderler; tıpkı Guy de Maupassant’ın
A la feuille de rose, tnaison turque adlı oyununda olduğu gibi.39 Flaubert'in
Education sentimentale'indeki kahraman ilk cinsel deneyimini, “Chez la
Turque” te4° yaşar: Burası, Zoraide Turk diye anılan ve “işletmesinin şiirsel
havasını pekiştirecek biçimde pek çok kişinin Müslüman bir kadın, bir
Türk olduğunu sandığı” bir patroniçenin yönetimindeki bir genelevdir. Re-
noir’nm Scbnt de Harem â Monmarire*ı da (1872) genelevlere göndermeler
le doludur.'11
I iarem/genelev, odalık/fahişe, zina/çokeşlilik arasındaki bu benzeş
tirme, genelevler ve fahişelerin, Viktorya dönemi aile boyunduruğunu orta
sın ıf erkekler için katlanılır kılan güvenlik vanaları görevi gördüğü bir za
manda, haremlere yönelik önyargıların kendiliğinden doğurduğu imgeler
dir. Doğuya ve onun hastalıklı yönlerine gönderme yapmak, genelevlerde
gizli Avrupa gerçeklerine gönderme yapmanın dolaylı (metaforik) bir yolu
dur. Odalık tasviri, orta sın ıf gerçekliğinin bir yansımasıdır: Bir erkeğin met
resiyle olan yasadışı, yasak ilişkisini, katıksız kösnüllüğü temsil eder.'1'1
36 B a t i l i l a r i n Ç ö z ü n d e T ü r k İ m a j i n i n G e ç i r d İ Ğİ D e ğ İ ş İ m l e r
şam sürenleri kovma talimatı verilmişti.451779'da, d'Entraigues, Kahire'de-
ki Batılı tüccarların bekâr olduklarını belirterek ekler: “ M ısır’ın verdiği ge
nel haz, bu yoksunlukla ödedikleri bedeli karşılar.” Bir başka deyişle, be
kârlık, arzulan harekete geçirerek onları baştan çıkarır.44
Edward Said'e göre, Sylvestre de Sacy, Lane ya da Rcnan gibi bazı
Doğu uzmanları, tarafsız bir sorgulam a yapmak gibi bilimsellik m askeleri
nin ardına gizlenerek, gerçekte “vahşice eril” bir dünyanın bekârlarından
bekleneceği gibi davranırlar: Dünyayı, kendilerini bilime adamış, tarafsız,
soğukkanlı, dışardan bakan tanıklar olarak gözlemliyor havasındadırlar; ni
tekim, bilgeliğin genellikle, duyguların “zevkine varm a” ve karmaşıklığının
tersine, “huzur” getirdiği varsayılır. Ancak gerçekte, vahşi bir kadın düş
manlığı ve sadomazoşist bir hazla, dervişlerin kendilerini sakatlamalarını,
Müslüm anlar arasında din ve serbestinin birlikteliğini, libidinal tutkuların
aşırılıklarını anlatırlar.45
Yirmi dört yaşındaki Saııderson, Halep ve İskenderiye için: “ İnsanı
kötülüğe sevk eden, hepsi iğrenç, son derece tiksindirici şeyler, orada bol
dur” der.46 Fransız elçi Nointel, Sayda47 kadısını ziyaret eder: “ Herhalde, ta
vırlarıma bakarak evli olup olm adığım ı anlamaya çalıştı ve Öyle olmadığımı
öğrenmek onu son derece şaşırttı; yine de, böyle bir düşünceye kapıldığını,
zira oğluna yeterince yakınlık gösterm em iş olduğumu, üstü kapalı olarak
belirtti.” 48 Yaşadığı birtakım cinsel deneyimlere gerekçe olarak Konstanti-
nopolis'e yaptığı söylenen yolculuğu kullanan Kazanova gibi,49 Lord Byron
da önce Hobhouse, sonra Lord Sligo eşliğinde gezen bekârlardı; tıpkı Ma-
xim e du Camp, Paris Operası m im arı Charles Garnier ve Fransa’da bir ni
şanlısı bile bulunmayan Charles Rolland’ın eşlik ettiği Flauberl gibi.50 Â şı
ğı (enny Colon'u yitirmiş olan Gerard de Nerval ulaşılmaz kadınların pe
şinden koşma konulu bir kitap yazmıştı.51 Ünlü bir fizikçinin oğlu, şair
(1800-1864), oryantalist )ean )aques Ampere ve ıS ^ 'd e , Prosper Merimee
ve evlilikten kurtulmak için ülkesinden kaçmış olan Charles Leııormant ile
Anadolu'ya seyahat eden Saint-Simonien de yine bekârdılar.52
Doğu üzerine yapılan tartışma aynı zamanda bekârlık üzerinedir ve
bu tartışmada, papazlarının evliliğine izin veren ve manastırları kapatan
Protestanlık, İslama daha yakın görünür. 11. yüzyıldan itibaren Katolik kili
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 37
sesi tarafından din adamlarına getirilen bekârlık dayatması, Reform tara
fından sorgulandıysa da sonuç alınam am ış, Trento konseyi evlilik yasağını
yeniden onaylamışlı. Aydınlanman düşünürler nüfus artışına merkanti-
list” bir bakış açısıyla yaklaşarak, üretkenliğe engel gördükleri, din adam
larına yönelik evlilik yasağını eleştirirler.54 Helvetius evlilik yasağını fana
tizmle ilişkilendirir: “Tecrübelerin kanıtladığı gibi, genellikle kendilerini
belli hazlardan yoksun bırakmayı ve katı kurallarla belli bir sofuluk pratiği
ni hedeflemiş kişiler daima mutsuzdurlar. Tarikat üyesinin dinin onca kut
si ve yumuşak ilkesiyle hoşgörüsüzlüğü nasıl birleştirebildiği ancak bu
nunla açıklanabilir.”55 Donkişotvari yalnız İspanyol hidalgosu,*6 aşk seyya
hı, kendinden hoşnuttur; yolculuğun amacı bir evliliği bozmak ya da bir
başkasını aramaktır, ama asla bir birleşmeyi el sürmeden bırakmaz.^Ken
dinden hoşnutluk, Schelsky gibi çağdaş bir sosyolog tarafından, hâlâ kültü
rel yaratıcılığa eş görülmektedir!**
Doğuya seyahat, gizli arzunun bir yolculuğu, T. E. Lawrence ya da
etinin deva bulmaz kanserinden söz eden Massignon gibi bekâr oryanta
listlerin asıl kimlikleri, cinsel sorunlar üzerine bir sorgulamadır.59 Bunlar
aynı zamanda doğum kontrolünün de -g e ri çekilme ya da coitus interruptus
biçiminde, 18. yüzyıl boyunca kentli ve taşralı aristokrasi arasında, daha
sonra Fransa ve Avusturya imparatorluğundaki orta sın ıf ve 19. yüzyılda sa
nayileşmiş dünyaya yayılan, yapılması zihinsel bir çaba, kısmi bir fedakâr
lık gerektiren ve onur meselesi olan- yeraltı orta sın ıf ahlak kurallarının ay
rılmaz bir unsun ı haline gelmeye başladığı, önem li ruhsal hayal kırıklıkla
rının yaşandığı bir dönemdeki, parçalanmış, tatminkâr olmayan bir cinsel
yaşama sahip bekârlardır.60
Henry de Moııtherlant, M uhammed'den alıntı yaparak konuyu şöy
le özetler: “ Münzevi bir seyyah, bir iblistir.” 6’
Cinselliği tehdit eden örtülü kadınlar ile, seyahat eden bekârların,
onları fantezilere itecek şekilde cinsel ilişki/yaşamdan yoksun oluşları ara
sında bir paralellik kurulabilir. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu’na ya da
Müslüm an topraklarına yolculuk eden Batılı seyyahlar, kadınlan ancak pe
çeyle görebiliyorlardı: Mr. Quin'e göre, Türklerin peçe adını verdiği şey,
sım sıkı kapalı bir hapishane, "endam ı gerçekten gizleyen bir örtü, kâfir ba-
38 B a t i l i l a r i n Ç ö z ü n d e T ü r k İ m a j i n i n G e ç i r d İ Ğİ D e ğ İ ş İ m l e r
kışlan gerçek anlamda safdışı etmek ve güzelliği saklamak niyetiyle bürü
nülm üş kıskanç ve kalın bir zar" olmalıydı. "Eğer erkek, Islamın beylik ku
rallarına sadıksa, peçe, gözlerin, burnun, ağzın, çenenin ve yüzün ardında
gizlendiği aşılmaz bir sur oluşturmalıdır. Kurallar böyle olm asını emreder,
ancak kurallar ustalıkla bertaraf edilir. Müslüman kadınlar bu peçeyi baş
larının etrafına tutturmaya devam etseler de, dikkat çekmek, bakışları üze
rine toplamak, merak uyandırmak için, onu son derece hesaplı bir ihm al
kârlıkla düşürürler.”62 Şeffaf peçelerin ardından fırlatılan bakışlar, hayali
bir ayartma oyunu haline gelir: Koket ve gizemli bakışlar, kulakları, boynu
açıkta bırakan anlamlı ve çabuk jestler, beğenilmeyi arzular...6*
Peçe, erkeğin kadın üzerindeki mülkiyet hakkını simgeler: 19. yüz
yıl burjuvasının, özgürleşmeye doğru atılan ilerici adımlarla çoktan demo
de olm uş rüyasıdır bu. NervaTin Voyage en Orient’ 111da64 peçe, bir maskeli
balo, bir kostüm, tövbekarın kukuletasıdır; ama aynı zamanda, “ M ısır’a ‘di
şi bir gömüt’ büyüsü veren maviıntrak kumaşların dökümlü gölgeleri” , ka
dınların, cinselliğin yokluğuna işaret ederken, sizi bir bolluğun hayalini
kurmaya iter.65 Peçe ile maskeli balo arasındaki paralellik, 18-19. yüzyıllar
da peçenin sınır tanımaksızın kadınlığın ayırt edici bir işareti olduğunu,
yüzdeki peçenin niceliğine ilişkin ancak göreceli bir fark olduğunu, kişi ba
şında ne kadarını gizlerse, belki aşağıda o kadarını sergileyebildiğini göste
riyor. Peçenin bir dinsel sim ge olarak yorumlanmaya başlaması yeni bir ol
gudur.66 M oıısigny’niıı Cadi Dupe'sinde kadıya verilen korkunç yaratık ya
da Gluck un Cadi o f Bagdad(,? ya da onun 1778 ’deki bir İngiliz uyarlaması,
Thom as Linley’nin komik İtalyanca operası The Cady o f Bagdad örneklerin
de görüldüğü gibi, peçe, yanıltma amaçlı da kullanılabilir.68
Lady Montagu'ııun mektuplarında yazdığı gibi, peçe, ardında her
türlü ihtirasın serbestçe yaşandığı (Müslümanların gizli yerlerde şarap tü
ketmeleri gibi) bir ikiyüzlülük maskesidir: “Hanım lar kafeslerinin ardın
dan etrafı gözetlerler... Bu sürekli maskelenme hali onlara, yakalanmadan
heveslerinin peşinde koşmak” ve pazar yerindeki Yahudi dükkânlarında
sevgilileriyle çevirdikleri entrikaları anlatmak için “tam bir serbesti sağlar":
Kadınların, âşığının tedbirsizliğinden hiç korku duymadıkları bir ülkede
kocalarına sadık kadınların ne denli az olduğunu tahayyül etmek zor de
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 39
ğil."669 Lady Craven: "Kadınların daha fazla özgürlüğe sahip olduğu ve ayıp
lamalardan bu kadar korunaklı olduğu başka ülke bilmiyorum. Hareminin
kapısında bir çift terlik gören Türk kocanın oraya girm em esi gerekir: Ya
bancı biri karısını ziyaret ettiğinde, kim isi bu cinse duyduğu saygıdan, içe
ri girmez. Bir erkek için kadın kılığına girip böyle ziyaretlerde bulunmak
hiç de zor olmasa gerek. Sokaklarda yürüm ek istediğimde ben de aynı şe
kilde giyinirdim, zira Türk kadınlarının peçesiz gördükleri kadınlara la f et
me gibi bir âdetleri var.”70
Peçe, erkeklerin amaçlarına ulaşm ak için ardına gizlendikleri bir
maske haline gelir: Hareme girmek, sultanın kullarına gizlice yaklaşması
gibi. Batı Avrupa’nın cinsel değerlerin uç noktada bastırılışına tanık oldu
ğu bir sırada, peçe, ardında her türlü serbestiye izin verilen bir vitrini, bir
tabuyu temsil eder. Peçe, döneme egem en olan Viktoryen ahlakın, bu ya
zarların büyük özlem duyduğu cinselliği anımsatan her şeyi yasaklayarak
cinsel olan her şeyin üzerini örttüğü tabu, başka bir deyişle, bastırılmış bi-
linçdışına utanmayı dayatan yasaklanmış şehvettir. Kadın, peçeye bürün
müş, gizlenmiş, bilinmez bir unsur olarak, tslamın baskısı altında, nere
deyse hasıraltı edilmiş, cisim siz ve m utsuz bir varlıktır. Peçe, hayali olana
odaklanır; seyyahların yoksun kaldıkları şeyin üzerini örter; aşırı örnekler
de, peçe giymek, giymemekten daha seksi görülür.71 Buradan kadının nasıl
peçenin ardında bilinmez bir fallusu gizleyerek erkekler için bir tehdit
oluşturabildiği anlaşılır. Seyyahların bu yabancı etkinliği röntgenciliğe dö
nüşür. Nicolas de Nicolay'da olduğu gibi, konumları gereği tatmini m üm
kün olmayan şehvetli bir erotizm yükledikleri peçeleri açmak için yanıp tu
tuşurlar.72 Peçe, maske gibi, üzerini örttüğü şeyden başka bir anlam taşır:
Bir arzu şifresinin işareti haline gelir. Kimliksizlik, arzu nesnesini eninde
sonunda yerine hayali imgelerin doldurulduğu bir boşluğa dönüştürür: Ka
çamak bakışın önemi de buradan doğar. Maskenin ardında yer alan, çıplak
lık, katıksız arzudur.73 Peçe, kadının seyyahlarla ilişkisini engeller: Bekâret
sembolüdür. Hapsedilen kadın istek ve korku uyandırır. Örneğin, odalık
lar ve Türk hamamlarınının olduğu tablolarda, maske-bedenin bastırılma
sı- tasvirlerinin maksimum görünürlüğü-çıplaklık-bedensellikle eşleştiril
mesi, Satıhların yasak cinselliğe dair çelişkilerinin bir yansımasıdır: Psika-
40 B a t i l i l a r i n Ç ö z ü n d e T ü r k İ m a j i n i n G e ç i r d İ Ğİ D e ğ İ ş İ m l e r
nalitik bakımdan, bedenin gizlenm esi karakteristik arzuyu kat kat artırır.
Peçe ve açığa çıkardığı her şey, kaçamak bakışlar, mücevherler, arzunun
yerine geçen metaforik simgeler haline gelir.74 En uç noktada peçe, “bede
nin yalnızca elbiseleri taşıyan bir araç işlevi gördüğü, libidonun tamamen
giysilerin kendisine yöneldiği” bir durum yaratır.75 İpekli dokumalara bayı
lan, Fas'ta binlerce peçeli kadın fotoğrafı çeken, Lacan’ın ustası psikiyatrist
Clerambault, ipekten haz duyan müşterilerinin bu takıntılarını lakaytlıkla,
çekinmeden dile getirir: “ İpeğin tem ası bakışlardan çok daha etkilidir; ama
daha da etkilisi ipeği kırıştırmaktır; sizi heyecanlandırır; zevkten sarhoş
olursunuz; bununla boy ölçüşecek hiçbir cinsel zevk düşünem em .” Aslın
da, arzu peçenin kendisidir; peçenin ardındaki tek şey kişisel arzudur.76
Öte yandan, fallik sim gelerin bolluğu, seyyahlar arasındaki sünnet
edilme, hadım edilme korkusunu yansıtır.
Muhammed'in üstünlükleri, Güney Fransa ya da Ispanya’daki bazı
Romanesk başkenüerde ya da popüler ortaçağ edebiyatında daha önce ser
gilenmiştir:77 O, kadınlan seven, fazlasıyla insani bir peygamberdir. “Yine
Renan’a göre”, Isa’nın tersine, “şeytanın kışkırtmalarına nasıl karşı koyma
sı gerektiğini bilmiyordu” . Muhammet, şarap yasağını etin hazlanyla telafi
ediyordu: “İklimin sıcaklığı Arapların kanını tutuşturur ve onların şehvani
görünümü antik dönem yazarlarının dikkatinden kaçmamıştır.” Ve "pey
gamberin yalnızca bir saat içinde on bir kadını tatmin ederek Herkül’ün on
üçüncü hünerini göstermeyi denediği söylenir.”78 Bayie, “Melek Cebrail ona
kadınların tadını çıkarması için büyük güç veren sebzeli yahninin nasıl ya
pılacağını öğretmişti” diye yazar.79 Salleberry, Muhammet’in yaptıklarının
Türkler için uyulması gereken bir model olduğunu öne sürer.80
Poligami (çokeşlilik) onu yaşayanlara dair cinsel fanteziler kurma
olanağı verir. O, despotun görkemli bedeni, kralların bedenleri, katıksız
hazzın yazılı olduğu bedendir:81 Peder Boucher ıG io'lerde şöyle yazar: “Ba-
tılıların gözünde Doğulular şehvetli, ahlaksız, kibirli, kösniil, uğursuz,8'
seks düşkünü olup” “hedef ayırt etmeyen bir cinsel dürtünün” egemenli-
ğindedirler. Pehlivanlar, Türk güreşçileri, kükreyen boğalar m isali, erkek
gücünü simgelerler: “güçlü, gürbüz, sinirli erkekler, [...] iyice yağlanmış
deri kispetleri saymazsak, yarı çıplak erkekler” diye yazar Belon. Pehlivan
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 41
lar bakirdirler.8* ... The Lustful Turk, hayali bir Cezayir beyini tasvir eder: O
dehşet verici aleti bakireliğin ölümcül düşmanı, olağanüstü sertlik ve iriliğiyle
doğanın bir başyapıtı, kadınların zevk kaynağı, zevkin ızdırabıdır.** Yine
Brantöme: “Türklerin elinden kaçan zavallı bir kölenin, diğer tüm zavallı
Hıristiyanlara yaptıkları gibi, ona uyguladıkları işkenceler ve kötülükleri
anlatması üzerine, bir leydiniıı tuttuğu dilek hoşuma gider. Leydi ona, ka
dınlara ne yaptıklarını sordu. “Ah, sormayın Madam, dedi köle, onlara en
ahlaksız işkenceleri aralıksız çektiriyorlar, ta ki kurbanları Ölene dek. -N e
olur Tanrım , dedi Leydi, o şehitliği tatmayı bana da nasip et!” 85 Chardin
Galian'ın iklimle ilgili yorumlarına göndermede bulunur: “Zevk içinde ya
şamak [...] genellikle kişinin aşk kıpırdanışlarını daha fazla hissedeceği ve
buna daha iyi yanıt verebileceği ölçüde sıcak ve kuru olan Pers ikliminde
[...] doğaldır, orada kadın tutkusu son derece şiddetlidir.”86
Seyyahlar utanç verici, müstehcen, kaba ve haysiyetsiz, son derece
açık saçık, rahatsız edici, sefih, ahlaksız, fazlasıyla şehvani, kepazece gü
lünç olarak niteledikleri Karagöz gösterilerini hiç kaçırmazlardı. Onunla il
gili olarak, “şok edici şakalarıyla anlatılamayacak kadar iğrenç” (Hobho-
use), "kinizm in isyanı” "rezil içgüdüler, hayvani arzularla zevk düşkünü;
korkunç silahı tüm düşmanlarını tehdit eden m eşhur Lampsaque tanrısı
benzeri, müstehcenlikle dolu gölge gösterileri” , “bir yumruk, bir tür Mr.
Punch®7 ama onun son derece özgün bir çeşidi” “aşkı, ama teknik ayrıntı
ları en hoşgörülü kişileri bile rahatsız edebilecek, son derece bedensel bir
aşkı dile getiriyor" (Rolland), “ve ilk örneğini sultan Bayezid'de, son (kal
mayacağını umduğumuz) örneğini reformcu Mahmud’da gördüğümüz gi
bi, kendini yasak zevklere kaptırıp, sık sık haremin ağırbaşlılığını bir kena
ra itiyor” gibi yorumlar yaparlar. Karagöz’ü izlemek isteyen seyyahlar, kız
larını "erkeklerin şehvani ihtiyaçlan ve iğrenç düşkünlükleriyle neye ben
zediklerini öğrenmeleri” için oraya getiren Türk annelerinin yaptığını ya
pıp, Rolland gibi, kendilerine Türk görüntüsü vermek için başlarına fes ta
karak gösteriye giderler, ama gösteri sona ermeden salonu terk ettiğini söy
leyen yoktur!38 Öte yandan, 19. yüzyıl sonuna doğru, Osmanlı sarayının Pa
palık elçisinin araya girerek, güvenlik yetkilileriyle yüz yüze görüşüp, bir
Karagöz oyunundaki “şaibeli” bir rahip rolünün hemen iptal edilm esi yö
42 B a t i l i l a r i n Ç ö z ü n d e T ü r k İ m a j i n i n G e ç i r d İ Ğİ D e ğ İ ş İ m l e r
nündeki ikna çabası başarılı olunca, Türkiye'de bu alandaki sansür uygula
m ası başlamıştır.89
Seyyahların lasvir ettiği Doğu mimarisinde erotizm baskındır. Le
Corbusier, İstanbul’da, “ balçığın cömert karnını elleriyle yoklayıp, onun
kutsal gerdanlığına sevgiyle dokunarak ve kusursuz ustalığın kıvrımlarını
keşfederek” kendinden geçer. “ [...] Sanat... Fiziki varlıkta derin yankılar
uyandırarak bedensel hazzı harekete geçirir. Bedene -içim izdeki hayvana-
hak ettiğini verdikten sonra, keyfin yayılmasına uygun bu sağlam temel
üzerine, en muazzam kolonlan sıralayabilir... Biçimler hacimli ve enerji
doludur... en güzel oylum, en büyük olandır.” “ Uzaktan bataklıktaki sazlık
lar gibi narin görünen heybetli minareler, temelden gelen bu itkiyi tepeye
doğru gereğince yönlendirir... İstanbul’da yalnız iki tip m im ari vardır:
Oluklu kiremitlerle kaplı geniş kırmataş çatılar ve minarelerin fışkırdığı ca
m ilerin oluşturduğu bombeli yapılar...”90 Peyzajın erkek seyyahlar arasın
da böyle erotikleştirilmesiııden, hepsi de fallik anlamlara çekilebilen cami
kubbeleri, minareler, gem i direkleri, serviler ve mezar taşlan da nasibini
alır.9’ Keşiş Miclıon’un yorumu: “Camilerde özgün olan, Müslümanlığa
ait, onurunu ondan alan tek bir şey vardır: Minare. Hristiyanlık adına onu
kıskanırım. Güzel olan yalnızca minaredir. O ne kusursuz bir tasarım
dır!..."9* “ Dört bir yanda, ufka karşı, her birine namaz vaktinde kurtancı bir
peygamberin ya da koruyucu bir meleğinki gibi bir ses bahşedilen minare
lerin keskin, komyucu m ız ıak laır, “ Sarıklı müezzinin belli saatlerde iba
det çağrısını yapabildiği balkonlarla taçlandırılmış ince uzun, beyaz kargı-
lann, yine öyle kusursuz, büyülü mavi bir göğe yükselerek, bizim İngiliz
güneşinin iki katı büyüklüğünde ve sıcaklığındaki güneşe öyle bir uzanışı
vardır ki, güzelliklerini son derece benzersiz kılar ve cazibeleri başka bir or
tama nakledilemez ve kelimelerle anlatması zordur. »93
Seyyahlar, yeniçeri saçı, sarık, mantar ve Karagöz sergisi görünüm
lü mezar taşları ve gömütlerden çok etkilenirlerdi.94 Loti, “ Kollarımla sıkı
ca kucakladığım o soğuk şey, toprağa dikilmiş m erm er bir m ezar taşıydı”
diye yazar.95 Servilerin işlevine ilişkin gerçek dışı bir açıklama Pouquevil-
le'den gelir: Mora'da “bunlar, her yıl ağaları denetiminde, hiçbir Beyazın
kabul edilmediği hurafı dinsel törenler yapmak üzere buraya dönen Zenci
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 43
lerin (hadımlar) gizli tapınmalarına” h ed ef olurlardı.96 Serviler, keşiş Mic-
hon üzerinde “olağanüstü bir etki” bırakırlar. Lady Craven, görkemli Türk
servilerine kıyasla, İngiliz porsuk ağaçlarının çalı gibi göründüğünü söy
ler,97 “ M usset’nin zavallı söğüdü gibi" diye ekler Mrs. de Regnier.98 Kolon
lardaki dikey çizgilere duyulan tutku: Thevet böyle üç tanesini saym ış.99
Binbir Gece gibi, binbir tonozlu sarnıç, Melville’e göre “saray yavrusu bir
tür Tartarus'tur...100 Eskiden su deposu olarak kullanılırdı. Şimdi ise ipek
ibrişim büken oğlan çocuklarıyla dolu... Soyulup cinayete kurban gidebile
ceğiniz korkunç bir yer.”10' De A m icis’i İtalyanca'dan Fransızca’ya aktaran
Fransız çevirmen, bir cami kolonu önünde duran bir harem ağası ile ilgili
bölümü çevirirken, neye gönderme yapıldığını anlamakta güçlük çekmiş
olacak ki, kolon yerine “ colline” (tepe) yazar.
Thornbury'nin ifadesiyle, sünnet, “ (yapılan tören farklı da olsa, biz-
deki vaftize karşılık gelen), bir M üslümanın cennete gidebilmesi için mut
laka geçm esi gereken bir cemaate kabul ayinidir" ki burada yazarın sözü
nü ettiği yer, dünyevi cennettir.102 İslam konusunda yazan Batılı yazarlar,
ortaçağdan itibaren sünnetle ilgili fanteziler kurarak, Hıristiyanlığın zafe
rinden sonra tuhaf bir biçimde saygınlık kazanan sünneti, “ İsa'nın kendi
sinin de yaptırmak istediği” “aşağılayıcı ve eziyetli bir tören” olarak niteler-
ler.,OJ Batılı erkekler ondan hadım edilmekten korktukları gibi korkarlar,
ancak aynı zamanda, kadınların, guddeyi orlaya çıkarmasından dolayı sün
netin erkekliği güçlendirdiği inancında olmalarından endişe duyarlar.104
Kadın için tecavüz, erkek için ters ilişki tehdidi içeren fallus çıkıntı
sının kendisi de, çelişkili bir biçimde, onu keşfeden sünnetin tehdidi altın
dadır. Canlacuzene sünnet törenlerini şöyle anlatır: “Akşam yemeği vaktin
de, sünnet edilecek çocuk içeri alınır. Cerrah, bezleri eliyle bulur ve bir
pense yardımıyla büzüşm üş deriyi muayene eder, soııra da sünneti ertesi
gün yapacağını söyleyip oradan ayrılır. Az sonra, hazırlıkla ilgili bir şey
unutmuş edasıyla, tek bir kelime söylemeden, gelip organın ucundaki de
riyi keser ve yaranın üzerine azıcık tuzla pamuk koyar. O zaman, çocuk,
sünnetli, yani Müslüman diye adlandırılır.” 105 İtalyan şehirlerinin sokakla
rında ağızdan ağıza dolaşan hikâyeler arasında Circumcision o f the Voyvo-
de’u n 106 adı, Aretino'nun Courtesan’mdaki the Turk’s War in Hungary 107 ve
44 B a t i l i l a r i n Ç ö z ü n d e T ü r k I m a j i n i n G e ç i r d İ Ğİ D e ğ i ş İ m l e r
the English Schism'** ile birlikte anılır.109 Rahip Robert, Lyon’lu yoksul bir
Fransız kölenin Türk efendisinin “ onun Müslüman olmasını ve sünnetine
izin verilm esini” ısrarla istediğini anlatır. “ Bu zavallı köle, gelip başrahibe,
efendisinin bu kararı vermesinin onu ne denli üzdüğünü, zira hâlâ iyi bir
Hıristiyan olarak kalmaya kararlı olduğunu anlattı. Başrahibimiz, köleye,
efendisinin onu iradesi dışında sünnet etmesi durumunda bile daim a iyi
bir Katolik olarak kalabileceğini söyleyerek onu yüreklendirdi. Bu, köleyi
öyle rahatlattı ki, efendisi ameliyatın yapılmasını istediğinde, M üslüm an
lar ne yaparsa yapsınlar, kendisinin bir Hıristiyan olarak kalacağını onlara
söyledi. Efendisi buna öyle hiddetlendi ki, kölenin kafasına bir balta ile vur
du; ama köleyi öldürmemişti ve daha sonra yaptığından pişmanlık duydu,
zira bu zavallı kölede sadakat duygusunun ne denli güçlü olduğunu anla
mıştı. O zaman, kölenin yarasını güzelce sardırarak, yaradan dolayı ölm e
sini engelledi.”110
Gibbon’a göre, bazı Arap doktorlar, M uhammed'in gulfesiz (sün
net derişiz) doğduğunu ve bu nedenle günahlardan kurtulmak için sünne
tin gerekli olduğunu öne sürüyorlardı; ancak daha büyük olasılıkla, pey
gamber “Mekke iklimine uygun, ancak Tuna ve Volga kıyılarında gereksiz
ya da zararlı olabilecek bir uygulamada” bulunuyordu.111 Buffon gibi o da
Thevenot'nun şu yazdıklarından alıntı yapabilirdi: “ Müslümanlar, gulfesi
kesilen erkeklerin soyunu devam ettirmede daha avantajlı olduklarına ina
nırlar ve doğrusu, Araplarda bu deri öyle uzundur ki, kesilm em esi duru
munda onlar için son derece rahatsızlık verici olabilir; kapı önlerinde böy
le aşırı uzun gulfeyle dolaşan çocuklara rastlanır. Bundan başka, bu deri
kesilmeseydi, idrar yaparken de daima birkaç damla içeride kalacaktı ki bu
onları kirletecekti.”" 2 Arabistan’a bir gezi düzenledikleri sırada, Niebuhr ve
meslektaşları Avrupalı profesörler tarafından, sünnetli erkeklerin cinsel
birleşme sırasında sünnetsiz olanlardan daha fazla haz alıp almadıklarını
soruştunnakla görevlendirildiler.1'3 E ssöî sur les Mceurs’de Voltaire, kendi
deneyimlerine dayanarak Thevenot’ya karşı çıkar: “ Etiyopyalılar, Araplar ve
M ısırlılann sünnet olm alan herhangi bir sağlık ilkesiyle açıklanamaz. Sün
net derilerinin çok uzun olduğu söyleniyor; ancak, bir milleti onun bir bi
reyine bakarak değerlendirebiliyorsak, şunu söyleyebilirim: Bir keresinde
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 45
kendi vatanından uzakta doğmuş, sünnetsiz genç bir Etiyopyalı göm m üş
tüm ve sizi temin ederim ki sünnet derisi bizimkilerden farksızdı.” Ya da
Byroıı: “ Türklerle aramızda fazla bir fark görmüyorum: Bizde olan, onlarda ol
mayan sünnet derisi hariç...""4
Aslında, sünnetten söz edilmesi, dolaylı olarak hadım edilme kor
kusun a gönderm e yapar. Bu korku harem ağalarında kişileştirilir.
Byroıı'un Childe Harold*da yazdığı gibi “Yağız Nubya'nın kötürüm çocuğu,
köreltilmiş bir Türk kargısı olan cerid’in ustası; buna erkeksi denebilir mi
bilmem, zira bu sanatın en büyük ustaları Konstantinopl'un siyah harem
ağalarıdır.” [Fırlatılan cirit gözden kaybolur...] ve Thornbury “ Tam [aynen
bu sözcükle] bir Suriye atma binm iş, kadınları atın terkisine almış, eli allın
süvari kılıcında, gözleri sarı-beyaz görünecek şekilde yuvarlarından fırla
mış, Frenkler kadınlara baktıkça atını kamçılayan Nubyalı vahşi bir harem
ağası” görür."5 Bekâr seyyahlar erkekliklerini tehdit altında hissederler.
“ Beyaz bir hadımın görüntüsü [Flaubeıt’de] hoşnutsuzluk yaratır. Ürkek
konuşmasıyla o, tuhaf bir üründür; gözünüzü ondan ayıramazsınız; Siyah
hadımların görüntüsü asla bende benzer bir his yaratmadı.” Okur, Fla-
ubert'in gözünü nereye diktiğini merak edebilir."6 Edmond Aboııt daha
açık konuşur: Ceplerine soktukları ellerine. “ Biz Batılı gezginler için, so
kakta bir arabanın koltuğunda bir kadınla yan yana ya da bir sarayın kapı
sı önünde, elleri ceplerinde dikilirken gördüğümüz bu eksik adamların sa
kalsız, parlak ve yumuşak yüzleri daim a merak uyandırıcıdır... Bu ülkede
seyyahın rotası, kelimenin tam anlamıyla sorularla doludur.”"7 (Soru işare
tini yaratan, cinsiyetin yokluğudur.) Reinach “Bu ablak, yağlı suratlar, gev
şek eller, feri kaçmış gözler, yabani gülüşlerden daha acıklı bir şey görm e
dim .” diye yazarken, “gevşek etler” sözüyle gönderme yaptığı şey, ereksi-
yon olamayışları değil m idir?"8
Nitekim, 18. yüzyıl, Napoli ve Monserrat manastırlarında büyüyen,
kendilerini Meryem Ana’ya adamış, 1555’ten itibaren papalık kiliselerinde
kadınların yerini alan, daha sonra barok operanın yıldızları olan sakalsız so
listlere, kastratolara karşı ikircikli bir tutumun dışa vurulduğu dönemdir."9
Keşiş de Conti, 1728 yılında, “ [Kastrato] Farinelli, Venedik’te öyle heyecan ya
ratıyor ki, Türkler Adriyatik denizine gelseler, iki küçük aryayı kaçırmamak
46 B a t i l i l a r i n Ç ö z ü n d e T ü r k İ m a j i n i n G e ç i r d İ Ğİ D e ğ i ş İ m l e r
için, sessizce kıyıya çıkmalarına izin verilirdi” diye yazar.,İO Suard, erkeğin
ayırt edici niteliklerini -yiğitlik, cesaret, güç ve ahlaki üstünlük- ifade eden
Latince virtus sözcüğünün oldukça müstesna bir biçimde lers yüz edilmesiy
le elde edilen virtüöz sözcüğünün, bu ayırt edici nitelikleri kaybetmiş olan er
kekler için kullanılmasına dikkat çeker.121 Paradoksal biçimde, Barok opera,
kastratolara harem ağası rolü veremezdi; onlar, soylu ve yakışıklı âşıkları,
muzaffer kahramanları, mitolojik tanrıları canlandırır, asla itaatkâr ve gü
lünç harem bekçileri olmazlardı. Die Enführungâa, Constance’ııı gardiyanı
Osman bir bastır; Caravane o f Cairo’daki12-1 Osnıin ise bir tenor. Böylece, bir
tersine çevirme ile, hadım erkeksi bir sese kavuşur! Paul Valery “Neden bun
ca hadım?" sorusunu sorar. En basil yanıt, bunun, 18-19. yüzyılların ahlak ya
da din adına her türlü cinsel ilişki kendilerine yasaklanmış bekâr seyyahları
nın, gebelikten korunmanın başlıca yolunun coitus interruptus [geri çekme],
bir başka deyişle zevki yarıda kesme, verimsizlik olduğu beraberliklerden
kaçmaya çalışmalarından kaynaklandığıdır. Sınırlı biçimde kullanabildikleri,
bastırılmış ve belki bir daha kullananıayacaklan bir cinselliği kaybetme kor
kusu onlarda takıntı halindedir. Hadım, dayatılmış bekâretin yerini alan bir
metafordur ve kısır imgelemini sonuçsuz tahriklerle karşılamaya çalışan be
kâr seyyahuı iktidarsızlığını temsil eder. Seyyah bir hadım pozisyonundaydı
ve onun çirkinliği ve dehşetini abartıyordu; hadım edilme fantezisi Türklere
atfedilen aşırı cinsel gücün bir tür tersine çevrimiydi.
Tablo 2. Erkek/hadım/kadın
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 47
m anlara atfettiği daha serbest bir yapıya doğru evrilmiş olan çağdaş Batı
toplumlarında ters yüz edilmişti. Bazı modem seyyahlar, deneyimlerini ve
cinsel ustalıklarını, uyuşturucu kullanım ları ve cinsel birleşmelerini iffet
taslamadan anlatırlar. Müslüman ülkeler katı kapitalist çalışma etiğinin
benzeri, yüzeyde katı görünen ahlaki değerleri benimsedikleri zaman, Ba
tıdan Viktoryen bir Püritenliği ödünç alarak, çirkin Batı toplumundaki eş
cinsel evlilikler, kadınların çıplak sunum u vb. serbestilerden rahatsız olu
yorm uş gibi görünürler.1^ Bunun sonucunda, Batılı liberaller cinsel Özgür
lüklerinin olmadığını söyler ve bunu İslamla bağdaştırırlar; oysa şim diki
resmi ahlaki değerleri, Avrupa Viktoryenizminin bu topluma aktarımın
dan ibarettir. İslam toplumlarında ve özellikle de Osmanlı Türkiye'sinde,
geleneksel cinsel yaklaşımlar, belki de Kalviııist ahlakçılık ve Viktorye-
nizmden çok, günümüz dünyasına yakındı. (Bkz. Tablo 3.)
Müslümanların cinsel özgürlük ya da “barbar” liberalizmin “ cinsel
m utluluk” örnekleri olarak tanımlanmaları 1680-1715 yılları arasındaki dö
nemde ortaya çıkar. Bu dönem, hem yakın hem uzak, tersine dönm üş bir
ayna olan İslamın Batının hayal kırıklıklarını eleştiren ve hayal kurmaya
sevk eden bir seks cennetini temsil eder hale geldiği önemli bir değişim
anıdır.1''4 Doğuya yapılan gezi, bedenin günahkâr isteklerinin baştan çıkarı-
cılığıyla karşı karşıya kalma tehlikesi barındırdığı gerekçesiyle, aynı zaman
da bir tür şehitlik macerası gibi görülür (Bkz. St Francis).125
48 B a t i l i l a r i n Ç ö z ü n d e T ü r k İ m a j i n i n G e ç i r d İ Ğİ D e ğ i ş İ m l e r
D ünyada
T a b lo 3. C in s e lliğ e k a r ş ı y a k la ş ım la r ın g e liş im i
T o p lu m la r G re k -R o m e n O rtaçağ G e le n e k s e l
T ürk
Ç o k e ş lilik - - + -/+
İ
B o şa n m a + - + +
B e k â re t
(e v lilik ö n c e s i ■ + + ■
c in s e llik y a sa ğ ı)
İffe t - + - -
D o ğ u m k o n tro lü - - _* +
M a s tü rb a s y o n a + - + +
h o şg ö rü
H a y v a n la rla + - + +
i 1 ş ki ye h o ş g ö r ü
E ş c in s e lliğ e + - + +
h o şg ö rü
“ T r a v e s t ile r " - - + +
H a d ım la r + P a p a z la ra + -
e v lilik y a s a ğ ı
İ ffe t ta s la m a * + • -
4^
* H a re m d e p a d iş a h ın e rk e k k a r d e ş le r in e d o ğ u m k o n tro lü .
tı gözündeki köklü Ötckiliğiylc paradoks oluşturan durum şuydu: 15-17.
yüzyıllardaki yorum culara göre, ordudaki ve idari kadrolardaki liderlerin
çoğu, O sm anlı Im paralorluğu’nun A vrupa’daki topraklarından, kendi rı
zasıyla din değiştirm e ya da devşirmelik yoluyla gelen köleler (kul) idiler.
Dolayısıyla, dönme Türk, dinini ve kültürünü değiştiren bir m elez ola
rak, Avrupalı gözünde olum suz bir im geye sahipti. Yazarlar, M üslüm an
lığı benim seyen Hristiyanların çokluğundan rahatsızdılar. Din değiştir
m eleri, zorlamaya, çıkara, Osm anlı hiyerarşisinde hızla yükselm e h ırsı
na ve sefahat düşkünlüğüne bağlıyorlardı. Dönme par excellence yeniçe
riydi ve yeniçerilerin orduya dahil edilişi, tüm yazarların ayrıntılarıyla
anlattıkları, hatta karşı tarafın da bir politika olarak benim sem esini
Önerdikleri bir yöntemdi. Katolikler, antihedonist ahlaki değerlerin H ı
ristiyan çoğunluk tarafından korunm asına gerekçe olsun diye, M üslü
m anlığa geçişleri, zorlamalara, işkence korkusuna atfetm ek zorunda ka
lıyordu. Bu fenomene ilişkin değerlendirm eler kararsız ve tutarsız görü
nür: Dönm eler, teknolojik yeniliklere ve M üslüm an dünyada bilim lerin
yeşerm esine (Em est Reııan) yol açan teknoloji transferlerinin güvence
leri ve topluma açıklık ve siyasi değişim ler getiren kişilerdi (Bkz. İbra
him paşa ve çok sayıda sadrazam ın, İbrahim M uteferrika'nın, Ferik Pa-
şa ’nın, hatta Atatürk'ün yaptıkları); ancak buna rağm en, asıl dinlerin
den126 olanlar tarafından bunlar, hainler, servet ve zevk düşkünleri, Türk
kökenlilerden daha kötü insanlar olarak görülüyorlardı. Rönseans döne
minde Katolikler ve Engzisyonun gözünde, İslam a ya da Protestanlığa
geçm ek bir tutulurdu; o kadar ki, V. Charles, padişah Süleym an’la ittifak
kuran I. Francis’le müttefik olan papayı eleştirirken iç çekerek şöyle der:
“Türklüğe geçm eden kalan son kişi olacağım .” 19 . yüzyıl sonlarının m u
hafazakâr Katolikleri, seküler (laik) insanları, dönm eler gibi görürler:
“ Devrim , Türk im paratorluğunu andırıyor, servet hırsıyla dolu Hristi-
yanlardan oluşuyor. Onlara, iyi bir dönm e olduğunu kanıtlamak için ona
karşı am ansız bir savaş açtıkları haçtan nefret etmeyi öğretiyor. H ıristi
yan annelere gelince, devlet okulları ve dernekler sağolsunlar, bu anne
ler de, hâlâ sevgiyle göğüslerinde taşıdıkları kutsal haçı lekeleyen edep
siz küçük Türkler doğurm aktan geri kalm ıyorlar...” (La Croix 13 Eylül
50 B a t i l i l a r i n Ç ö z ü n d e T ü r k I m a j i n i n G e ç i r d İ Ğİ D e ğ İ ş İ m l e r
1883)- Kom ünizm in 19 2 0 vc 19 8 9 yılları arasındaki cazibcsi dc benzer
sözlerle değerlendirilm işti.
Dönme tanımının çeşitli işlevleri vardı: Biri, Posterin gösterdiği gi
bi, Türk tanımına uyan bir şeyin aslında var olmayıp, onun ancak, m eşin
erkek kardeşin istendiği biçimde davranması durumunda ortadan kaybola
cak gayri meşru kardeşin yerini tutan bir paradigma olduğunun pekiştiril-
mesiydi. O, AvrupalInın dönüşm üş haliydi, dolayısıyla yenilm ez değildi.
İkinci işlev kasten kötüleştirilmiş zıt bir imge vermekti. Bu, din değiştir
m elerin yarattığı rahatsızlığın, ölüm den sonra bile kötülüğünü koruyan bir
im ge yarattığı şüphesini sembolize ediyordu: Dönmelerin cesetlerinin çü
rümediği söylenirdi.127 Üçüncü bir işlev, hükümdarın rasgele atanmışlığı-
na atfedilebilir güvenilmezlik ve ters yüz edilebilirliği vurgulamayı amaçlı
yordu: Dönmeler yozlaşarak tepeye ulaşıyorlardı. Çobanlar krallığa yükse
lebilir, ama belki daha da büyük bir hızla eski konumlarına düşebilirlerdi.
Dördüncü işlevi, Voloney ve Gobineau’nun yazdığı gibi, onların kısırlıkla
rını belirtmekti; buradaki amaç melezleşmeyi eleştirmek ve neredeyse ırk
çı bir ulus oluşturma döneminde, imparatorlukların çürüm esinin nedeni
olarak görülen ulusal saflığın yokluğuna hayıflanmaktı. Bir başka deyişle,
dönme tanımı, farkında olmadan düzene, hiyararşiye ve sınıflara saygı
duymaya yönelik bir davet olarak kullanılıyordu. Şehirli Türk/köylü Türk
karşılaştırmasında, Batılı milliyetçilerin çokuluslu imparatorluğa yönelik
dolaylı eleştirisinin işaretleri görülebilir.
Tablo 4. Taksonomi: Hristiyanlar-Müslümanlar
Yunanlılar, Türkler
Themistocles ve Pericles'in torunları bozkır insanları, yağmacılar
Ermeniler Kürtler
Hıristiyan, teslim olmuş, kaderine Müslüman, vahşi, kavgacı
boyun eğmiş, genellikle ağır kanlı, küstah ve m ağrur128
esnek, alçakgönüllü, hatta utangaç
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 51
T ab lo 5 . T a k s o n o m i : T ü r k l e r - î r a n l ı l a r , 1 7 - 1 8 . yüz yılla r
H ır is t iy a n la r (h ü k m e d ile n ) M ü s lü m a n la r
(a sli, y e rle ş ik ) (is tila c ı, g ö çe b e)
52 B a t i l i l a r i n G ö z ü n d e T ü r k I m a j i n i n G e ç i r d İ Ğİ D e ğ İ ş İ m l e r
vizyonuna uyacak şekilde basitleştirmeyi amaçlar. 19. yüzyıl başında, doğa
bilimleri ve palaentolojide evrim teorilerinin ve fîlojenesisin'5' gelişimine
paralel olarak bir Hint-Avrupa dil ailesinin inşası, antropologların d il ulus,
kavim, kültür ve ırk unsurlarım karıştırmalarına yol açtı. Her ne kadar Pit-
tard, 1915'te, Balkanlara Özgü farklı fizik tiplerini birbirinden ayırmanın
endama, kafatası ölçülerine ya da saç rengine bakarak mümkün olm adığı
nı savunarak “ Sıradan Avrupalı giysileri içindeki insanlara bakıp, lıata yap
m adan ,Bu Yunanlı, bu Türk’ diye ayırt edebilecek bir antropolog olduğu
na inanm ıyorum ” dese de, kendisi, sonradan, Atatürk'ün teşvikiyle, Prof.
Afet înan’la birlikte 6 4.000 Türk üzerinde yürüttüğü antropolojik bir araş
tırına sonunda, Türk ırkının çoğunlukla orla boylu, brakisefal ve dar bu
runlu, gözleri birbirine yakın olmayan tipolojide olduklarını gösterdi.02
19. yüzyıl milliyetçileri, geri kalmışlığın ırkçı yorumlanışı yoluyla Ba
tı hegemonyasını haklı göstermek için oluşturdukları, Marksistler de dahil
pek çok grup tarafından en iyi ekonomik ve siyasal gelişim modeli olarak gö
rülen Avrupa ulus devletini sorgulanır hale getirecek olan, birden fazla kavim
ve kültürü kapsayan çokuluslu toplum fikrini kabul edemezdi. (Bkz. Levy
Bruhl'un Primitive Mentality’deki [İlkel Zihniyet] analizi; kendisi, Nazizmin
yükselişine tanık olduğunda, bu analizinden dolayı pişmanlık duyacaktı.)1”
Bu sınıflandırma, eldeki verilerden yola çıkılarak Hint-Avrupa dil ailesinin
kurulduğu, insanların aile ağaçlarına dair teorilerin oluşturulduğu 19. yüzyıl
da gitgide daha fazla “bilimsellik” iddiasında bulunacaktı. [Hint-Avrupa gru
buna dahil olan Hitit kolunun konumu, 1914'te, Batılılann Anadolu'nun as
lında Hint-Avrupalı olduğu, Anadolu tarihinin Greko-Roman antikçağ tarihi
kapsamında olduğu, Hilitlerin ancak Trakyalılar, Frigyalılar ve Lidyalılar gibi
kökenlerini Hellenize olmuş Doğulu, semitik aileye dayandıran kenardaki
[periferik] Hint Avrupalı etnik grupların -d iğer gruplar Altaiktir-uzak akra
baları rolünde olduğu görüşüyle pekiştirilir.] Ne gariptir ki bu tartışma, gü
nümüzde de, tarım teknolojilerinin aktarımı ile dilsel, kültürel etkileri bağ
daştıran yazarlar tarafından sürdürülmektedir. Yakın tarihte Avrupa’da ya
yınlanan bir yazıda şöyle deniyor: “ Birkaç marjinal insan, başkalarından fark
lı yönlerinin Avrupa üzerindeki etkisini nicel olarak önemsiz kılacak biçim
de çevresinden öyle bir soyutlanır ki, kültürel olarak, Neolitik alt tabakanın
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 53
Hint Avrupalılaştırılması gibi, geleneksel miras, Hıristiyanlaştırma ve niha
yet halkın her bir bireyinin kendi dehasıyla şekillenmiş gibi görünür.” 134
Bu süreçte, bozkırın çocukları ile Pericles ve Themistocle'ın çocuk
ları karşılaştırılarak, İkinciler, 17 ve 18. yüzyılların neoklasizminin m im ari
de, resimde, heykelde ve tiyatroda moda haline getirdiği, kültürümüzün
kaynağındaki mitsel kahramanların mirasçıları olarak görülür.
Tablo 7,19, yüzyıl Osmanlı İmparatorluğumda ırklann taksonomisi1**
"Irk" Yunanlı Türk Dönme Ermeni Yahudi
Köken Eski İskit Hıristiyan Asyalı? Semitik
Yunanlılar Tatar Avrupalı Asyalı
Avrupalı Asyalı
54 B a t i l i l a r i n G ö z ü n d e T ü r k I m a j i n i n G e ç İ r d İğ İ D e Ğ İ ş i m l e r
Turistik rehber kitaplarda bolca kullanılan (Bkz. Mavi Rehber'in
[Guide Bleu] 19 12 baskısı) bu basit karakter özellikleri, bugün olsa, ırksal
nefreti körükledikleri gerekçesiyle dava edilirlerdi.
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 55
leme bağlamında, imparatorlukların yapısı, kaçınılmaz olarak alçalma, ahlak
sızlık ve sekse yol açıyordu. Yozlaşmanın, düşüşün ve kirlenmenin, saflığın
bozulmasından, “ırkların” karışmasından kaynaklandığı fikri, uç noktada Na
zizmin, Frankocu İspanya’nın, dirilişlerinin sembolü olarak anka kuşunu se
çen albaylar Yunanistan'ının, nüfus mübadelelerinin, 19. yüzyıl milliyetçi hc-
reketlerine içkin bir fikir olarak etnik temizliklerin yolunu açtı.141 Gobine-
au’nun, yozlaşma ile yaşlanma ve köhneleşmeyi bağdaştıran Essay on the îne-
quaiity o f the Hum an Races142 adlı denemesinde. Yunanlıların bozulması me
lezleşmeye, yabancı ve bozulmuş insanlarla yapılan kötü evliliklere bağlanı
yordu. Yozluk ya da yozlaşma, milliyetçiliğin galip olduğu bir dönemde nef
ret ve küçümseme ile bakılan kozmopolitlik, karışma yönüne doğru bir geri
leme, bozulmadır (piçleşme). Bir başka deyişle, “bölünmenin nedeni çokkül-
türcüliiktür.” 14* Fenerli George Bibesco “ırkının dirilişi” konusuyla ilgileni
yordu. “ Ona göre, bir devrime gerek yoktu ve Yunan ırkı (Yunanlılardan kas
tedilen Plato’yu okuyan herkes) sarsıntı ve şoklar olmaksızın, zamanla ve he
men hiç çaba göstermeden eski düzeyine ulaşacaktı; yeter ki katıksız dilini
korusuııdu.” 144 John Mahaffy, Yunanlıları, Avrupa'nın “en yoğun ve yaygın
biçimde demokratikleşmiş” halkı olarak görüyordu. “ Siyasal ve medeni er
demlerin, düşmüş ve köleleştirilmiş bir halkın elinde kaybolup gidişi, özgür
lüğün kayboluşunun beraberinde ahlaksızlık ve korkaklığı getirişi, önceki ku
şaklardan liberaller için başlıca gündem konusuydu.” Byron, Hobhouse ve
Finlay gibi Yunan kültürü hayranlan, Yunanların kölelikle yozlaştırıldığına
ancak bağımsızlaşarak bundan kurtulacaklarına ve zihnin bağımsızlığını ye
niden elde etmesinin ilerleme için en iyi koşullan sağlayacağına inanıyorlar
dı; bu, 19. yüzyıl liberalizminin temel söylencelerinden biridir.145
Yozlaşma kavramı, 18. yüzyılda sosyal, tarihsel ilerlemenin, dünya
nın Hıristiyanlık tarafından kurtarılacağını söyleyen Hıristiyan kurtuluş
kavramının yerini aldığı sırada ortaya çıktı.140 Lombroso’nun suçluların fi
ziksel tasvirine ilham veren Max Nordau, Degeneration*da sanatçıların yoz
laşmasını, suçluluğa, fulıuşa, zihinsel hastalıklara yol açan süreçle bağdaştı
rarak, 19 . yüzyıl sonlarındaki Avm pa’nm entelektüel ve sanatsal yaşamının
mahşeri bir betimlemesini yapar: Irkın sonu, erotomanyaklar, esrarkeşler,
ayyaşlar, inançsız ve kanunsuz, uyum suz benciller, toplumun ıslah olmaz,
56 Ba t il il a r in Ç ö z ü n d e T ü r k Im a j i n i n G e ç i r d İĞ İ D e ğ i ş İ m l e r
iktidarsız asalaklan, güçsüzlükten vc yozlaşmadan mustarip, dürtülerini de
netlemekten aciz, Baudelaire, Verlaine, Wilde örneğindeki gibi Cizvit eğiti
minin mirası olan bir mistisizm ile sınırsız bir kösnüllük arasında kararsız
ca salınan, Wagneı* gibi kendini Türk müziğine kaptırıp histerik Almanları
Türk keyfinin (aynen bu sözcükle) gizemiyle tanıştıran, hastalıklı, ahlaksız
entelektüeller. Bunun nedenleri alkolizme, tütüne, şehirlerin atmosferine
ve strese yüklenir!'47 Nordau, Siyonist hareketin liderlerindendi; ne para
dokstur ki, kırk yıl sonra, Yahudi sanatının kendisi de, Nazilerin söylemin
de yozlukla itham edilecekti. Yozluk terimi doğrudan sınıflandırıcı, ırkçı,
muğlak, gerçekleri maskeleyen bir terimdir. Bir yandan kısıtsız, anormal,
sapkın bir cinselliğin sonucu olarak görülen sanattaki yozlaşma, bir yandan
da “duyguların denetiminin” olmayışına neden olarak g ö s te r ilir .Y o z la ş
ma/yenilenme, düşüş/ilerleme, Batı’nm ahlaki ve ekonomik değerleri bağ
lamında normal/anormal ikilemine alternatif olarak kullanılıyordu.149 Yeni
lenme, Barres'in eserlerinde, geleneksel değerlere geri dönüş, katıksız bir
muhafazakârlık anlamına gelir.'50 Yine yozlaşma, Gabriele Mandel’in söyle
minde, endüstriyel uygarlığın evrenselleşmiş tecimsel değerleri uğruna ne
zaket, hoşgörü, yaşama sanatı gibi geleneksel değerlerden vazgeçilmesidir.'5’
Aynı şekilde, 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nu ele alırken, Jo-
seph Reinach “toplumda, idarede, devlette, kötü olan ne varsa Türklerdeıı
gelir... Şu düşünceye vardım ki, yalnızca Yunanlılar Doğuyu yeniden diril
tebilir” diye yazar.152 Osmanlı İmparatorluğumun Sultan Süleym an’ın ölü
m ünden sonra yozlaştığı, 19. yüzyıl başından itibaren tarihçilerin gelenek
sel görüşü haline gelmiş, muhafazakâr Osmanlı tarihçileri, Süleyman dö
nemindeki sisteme geri dönüşün imparatorluğu yeniden zirveye taşıyacağı
fikrine büyük ilgi göstermişlerdi.'5J Djait, Osmanlı İmpartorluğu ve tsla-
mın gerileyişi arasında bağlantı kurarak, İkincisini Arapçılıkla bağdaştırır:
Doğu Avrupa'dan gelen köleleri bünyesine almakla, »Osmanlı İmparator
luğu, ruhunu büyük ölçüde yok etm iş”, Avrupa'nın baştan çıkarıcılığına
teslim olmakla “örgütlenme ve M üslüm an toprakların bütünleştirilmesine
odaklanmak yerine, kendisine benzeştirmeye bile çalışmadığı Hıristiyan
toprakların fethine dalmıştı” . Bu, Osmanlı geleneklerinin bazı destekçileri
nin bir yüzyıl önce yazdığı -T ürklerin Bizans nılıunu benimseyerek bir tür
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 57
ahlaki çözülmeye uğradığı- fikrini tek rarlamaktadır. Claude Farrere’e gö
re, Türk yozlaşmasının nedeni göçebe yaşamını, savaşları bırakıp, kendile
rini sarayın zevklerine vermeleri ve Atatürk döneminde, en makul Islam i
geleneklerin bazılarından vazgeçmeleridir: Modernizm zararlıdır.’ss
Volney’e göre ise yozlaşmanın nedenleri, matbaanın olmayışından
kaynaklanan cehalet, yönetimde ve dindeki muhafazakârlıktı.'56 Renan’a
göre İslam düşüncesi yozlaşmıştır; o, yalnızca »filologların uzmanlık alanı
olan edebiyatın yozlaşmış son temsilcileri” arasında varlığını sürdürür ve
Rcnan Senıitiklerin katkılarını din ile sınırlar [Müslüman dünyayı eleştirir
ken, bilinçizce ve dolaylı yoldan, ırkçı bir dille, İslam öğretisini eleştirir].,S7
Yenilenme [rejenerasyoıı] sözcüğü, 18. yüzyılın özgürlükçü aşırılık
larına karşı, ahlaki düzene, eski ve katıksız olduğu varsayılan değerlere dö
nüş anlamında, devrim karşıtı, muhafazakâr Restorasyon koşullarında po
püler hale gelir [ancak devrim de zaten eski Rom a’nın kirlenmemiş cum
huriyetine geri dönüşü savunuyordu]. Daha sonra, Fransız Imparatorlu-
ğu’nurı çöküşüne rastlayan Özel koşullarda, Fransa, onu yenmiş olan İngil
tere ve Prusya karşısında yenilenmek zorundadır. Yenilenme, “demode in
sanlara, yozlaşmış ırklara, parti ruhunun vatanseverliğin yerini aldığı yıkı
lan imparatorluklara” zıt yönde, uygarlığa doğru giden işleyişte düm eni ele
almak olarak tanımlanır.'58
Eğitimde yenilenme, ilkin ulusal dile ve eski metinlere “eski uygar
lığın yapıtlarına” dönüş olarak anlaşılıyordu. Yabancı dillerden anadile gi
ren sözcükleri kovma çabaları, burjuvazinin, suni de olsa ulusal bir dili
destekleme yönündeki milliyetçi politikasının tipik bir göstergesidir. Bi
lim lerin ve yeni teknolojilerin öğretilmesi ancak ikincil önemdedir.159
Evrim Yozlaşma
Vahşi devlet iyi kalıt
(anarşi) =doğal devlet çocukluk
=güç, fanatizm =barış (Rousseau)
Uygarlık Kentsel çarpıklık yaşlılık
(kanunlar, özgürlükler) =zorbalık
5» Ba t il il a r in Ç ö z ü n d e T ü r k Im a j i n i n G e ç i r d İĞ İ D e ğ i ş İ m l e r
3 -3 - D o ğ u d e s p o t i z m i n d e n m e d e n i y e t l e r ç a t ı ş m a s ı n a
Seyyahlar, saray ve Doğu despotizmine ilişkin gelişmeleri, kendi
geldikleri kanunlara saygılı, resm ileşm iş toplum lara karşılaştırarak, keyfi
yete başvurma ve karar alma Özgürlüğü olarak görürler. Yahudi soykırımı
bir yana, Haçlı seferlerindeki katliamlar, engizisyonun işkenceleri, din sa
vaşlarının yarattığı yıkımlar ve Nantes Fennanı’nın geri alınm ası sürecin
de yaşanan fanatik aşırılıkların olduğu dönemlerde, İslamın hoşgörüsü ko
nusunda bolca yazılıp çizilmiştir.'60
Machiavelli, Türk krallığında, hükümdarların bir sürü ara güçle
(aristokrasi, din adamları, parlamento, loncalar) başa çıkmak zorunda ol
duğu Balı Avrupa krallıklarının aksine, aradaki kuvvetlerin hiç olmayışını
ilk kez ele alan kişi olmuştur. Rejiminde, çoğu Batı Avrupa ülkesinde oldu
ğu gibi halkın değil, askerlerin memnuniyetini temel alan Türklerin krallı
ğını fethetmek zor, ancak onu elde tutmak kolaydı.*6' Kral XIV. Louis için,
17. yüzyılda sultanın sarayını tasvir eden seyahat yazıları yazılmıştı; bu an
latılarda, Topkapı Sarayı Versaille Sarayı’nın mimarisiyle, İkincinin tarafı
nı tutarak karşılaştırılıyor, ancak görgü kuralları, âdetler ve saray hizm etle
rine paha biçilemiyordu. Dilsizler, şehzadelerin öldürülmesi, kadınların
denize atılması ve hadımlarla ilgili hikâyelerle zalimliklerin abartılması,
XIV. Louis’nin “ Doğu despotizmine” ulaşmadığı sürece, mutlak m onarşi
sinin ağırlığını dilediğince artırmasını sağlamıştı. 16-17. yüzyıllarda kusur
suzca işleyen düzenli Türk devleti miti, aristokrasiye karşı savaşında m er
kezi iktidarı güçlendirmek için kullanılıyordu.162 Doğu despotizmi, Mon-
tescjuieu’nün doğrudan eleştirmeleten çekindiği, “Fransız monarşisinin
güç istismarının abartılı bir im gesi” haline geldi.105 M onlesquieu’ye göre,
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki despotizm, açık bir veraset kanunun olm a
yışından, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin üçünün de sultanın sorum
luluğunda oluşunun yarattığı karışıklıktan, "İslam ın yayılması, çokeşlilik
ve despotizme yol açan sıcak iklim koşullarından” kaynaklanır; Montesqu-
ieu sonunda, “ılımlı yönetim Hıristiyan dinine, despotik yönetim M üslü
m anlığa daha uygundur” sonucuna vanr.î64
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki feodal yapıyı kendi diyalektik kurgu
suna uygun bulmayan Marx da, Montesquieu'niin sınıflandırmasını sorgu*
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 59
suzca kabullenmişti.,6s Engcls Türk sorununu tek bir cümleyle çözmeye ça
lışır: Güney Slavlarının, Balkanlarda “uzun zamandır her türlü ilerlemenin
muhalifleri olarak sahneye çıkan barbar Türkler ve Arnavutlardan başka” ra
kipleri yoktur “...Gerek tarih, gerekse son zamanlarda olup bitenler, Avru
pa'nın Müslüman devletinin yıkıntıları üzerinde bağımsız bir Hıristiyan
devleti kurulmasının şart olduğunu gösteriyor.”'66 Kari Wittfogel, aynı çizgi
den hareket ederek kurduğu büyük düşünce sisteminde, Doğu despotizmi
nin tipik Örnekleri olan “hidrolik toplumların” ancak keyfi bir despota sor
gusuz sualsiz hizmet eden kölelerden (yeniçeriler) oluşan özenle oluşturul
muş hiyerarşik bir bürokrasinin emrindeki tavizsiz bir kölelik sisteminde iş
leyebileceğini savunur. Hidrolik terimi, ne Bizans İmparatorluğuna, ned e
Orta Asya'dan Anadolu ve Balkanlara doğru hareket eden, köylü, göçebe
Tiirklere gerçek anlamda uyduğundan, Wittfogel bunları, “kenarda” yer
alan “ münferit hidrolik toplumlar” olarak “ marjinal bir yapıya” oturtur. Bu
rada, despotizmin temel ölçütünün, çokuluslu bir imparatorluğun, iktidarı
nı büyük mesafelerin Ötesinde kurabilmesi olduğu anlaşılmaktadır.167
Amerikan liberallerinin gurusu olarak görülen Francis Fukuyama,
tarihin sonunu haber veren ünlü kitabında, İslamı vicdan özgürlüğüne
karşı, Avrupa faşizmine benzer, hoşgörüsüz ve demokrasi karşıtı; İslam ül
kelerini “otoriter Asya devletleri” olarak görür ve İslamdan kopma çabaları
sayesinde bir tür demokrasi geliştirmeyi başarmış tek Müslüman ülkenin
Türkiye olduğunu söyler.’6* Buna benzer basit bir söylem, Huntiııgton’m
Clash o f civilisations '(>9 adlı kitabında da görülür.
60 Ba t il il a r in Ç ö z ü n d e T ü r k Im a j i n i n G e ç i r d İĞ İ D e ğ i ş İ m l e r
lanacaktır... Geleceğin İbraİıimleri bizleri Charles Martcl dönemine geri gö
türebilirler... Toplumsal yapısı kölelik ve çokeşlilik üzerine kurulm uş bir
halk, Moğol bozkırlarına geri gönderilmelidir... Osmanlı İmparatorluğunun
yıkılması, insanlık soyu için olsa olsa bir kazançtır... Siyasal toplumun ahlaki
değerlerinin tüm unsurları Hıristiyanlığın köklerindedir; toplumsal yıkımın
tüm tohumları ise İslam dininde. Şimdiki sultanın uygarlık yönünde adım
lar attığı söyleniyor: Bunun nedeni de, fanatik güruhunu, Fransız dönmeler
ve İngiliz ve AvusturyalI bazı subaylann yardımıyla düzenli askeri eğitimden
geçirmeye çalışması. Mekanik silah eğitiminden geçmek ne zamandan beri
dir uygarlık anlamına geliyor? Türkleri kendi bilimsel taktiklerimizden ha
berdar etmek, çok büyük bir hata, hatta bir suç sayılır. Eğer kasıtlı olarak top-
lumum uzun mezar kazıcılarını yetiştirmek niyetinde değilsek, disiplin altına
alınacak olan askerlerin vaftiz edilmeleri gerekir.”170 Pouqueville gibi “Türk
fobisi” olanlar da vardı: “ Despotizm ve bela, yaşamları yüz kızartıcı bir yaşam
aralığından ibaret olan Asyalı ırkların uyuşukluğu içinde yeşerdi ve büyü
mekte.” “Devletlerin belası olan Türklerin bunca zamandır neden yok edil
mediklerini hep merak ederim.”171 Guizot, Türk topraklarının parçalanma
ması gerektiğini savunsa da, kötümser görünür: “Müslüman dünyasından,
ne kendi reformu, ne de Hristiyanlar adma hiçbir umut yok. Tek beklediği
miz, kendi kanunlarının yarattığı felaketler silsilesi.”172 Paul Deschanel, 29
Şubat 1888’de millet meclisine hitaben yaptığı konuşmada: “ Doğu, kelime
nin tam anlamıyla geleneğin vatanıdır; o, değişmez karakterini yüzyıllardır
korumuştur ve bu karakterin ayrılmaz yönlerinden biri, dinsel meselelerin si
vil yaşamla iç içe olması ve bu ikisinin birbirine kanşmasıdır. Tüm Osmanlı
reformcuların karşısına çıkan aşılmaz güçlükleri bununla açıklayabiliriz. Yi
ne, büyük ihtiyatla da olsa, Türk imparatorluğundan önlemler, aykırı reform
lar isteyen Batılı politikacılann hataları, yanlış hesapları da bununla açıklana
bilir. Bu reformlan yalnızca kurumlanyla değil, tüm varoluşlarıyla yaşamala
rını beklediler, zira, görünüşe bakılırsa bizimki gibi siyasi bir devletle iş yap
tıklarına inanıyorlardı; oysa gerçekte savaşçı bir teokrasi, dinsel bir feodalite,
değişmez bir tutuculukla karşı karşıyaydılar."175 Renan: “ Sosyal devletlerin en
kötüsü, İslamcılık ve eski Papalık devletleri gibi, dogmanın dolaysız ve mut
lak bir egemenlik sürdüğü teokratik devlettir.”174
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 6l
“Türkiye asla değişmez.”175 “Bu halk, zalimliğinde en ufak bir değiş
me olmaksızın, uygar bir halkın yerini alarak, kavgacı gürühlarla göçebe aşi
retler için yapılmış kanunlarıyla, büyük bir şehre yerleşti... Osmanlılar, bi
zim bildiğimiz anlamdaki vatanseverlik erdeminden habersizdir... Türkle
rin kanunları, içinde yaşadıkları topraklardan ziyade, inandıkları dinle
uyumludur... Vatanseverliğe benzer her türlü şey, onlarda tamamen dinsel
fanatizmin emrine verilmiştir.”176 “ Paşanın, beyin, efendinin yaldızını şöyle
bir kazıdığınızda, altında onun vahşi dürtülerini, ölçüsüz nefretini, zalimce
bir hükümranlığa olan susuzluğunu bulursunuz.” ; Kuran’ın cihatla ilgili
hükümlerine inanarak onu kandıran ve şiddete yönelten din adamlarının
tahrikleri etkisinde, inançlı, acımasız bir fanatik. “Muhammed,177 tıpkı des
potizm -antik toplumlann bu iki haşeresi- kölelik ve fanatizm gibi, modem
demokrasilerimizde miyadım doldurmuştur.”17® Renan Islamisme et la Scien
ce’da: “Türk ırkı, felsefe ve bilim hevesinden tamamen yoksundur”, “Türk
ler Avrupa uygarlığına yetişmeyi asla başaramayacaklar: Dinleri onlar için
daima aşılmaz bir engel olacak.” “Bu yabani ırk, inanılmaz bir acımasızlık
la savaşmıştır. Yunan halkının zihnindeki tiksindirici hatırasını buna borç
ludur... Bu halk, günümüze dek acımasızlığını kaybetmemiştir. Uygarlık
ona göre değildir. Bana sık sık üstlerini kirletip annelerini üzen çocukları
ammsatmışlardır... Böyle insanlara ancak Asya'nın kuzeyindeki uçsuz bu
caksız bozkırlarda yaşamak yakışır" diye yazar. Abbot Michon, Batılı eğiti
min Türkleri değiştiremeyeceğim savunur: “Yabancı ülkelerden, Londra,
Paris ve Viyana'dan ülkelerine dönen Jön Türkler zerafet kazanmışlardır;
artık babuç [mes] giymezler ve son derece akıcı bir biçimde İngilizce, Fran
sızca ya da Almanca konuşabilirler; şarap içer, ramazanda sigara tüttürürler,
kötü birer vatandaş olmuşlardır ve inançlarını kaybetmişlerdir... Onlara gâ
vur denir ve toplumdan dışlanırlar... Ne zaman ki bu başıbozukluk kendile
rine ağır gelmeye başlar, bir bakarsınız ki kendi ülkelerinin alışkanlıklarına
dönmüşler; yanlarında taşıdıkları sahte Avrupa yaldızı gitgide dökülür ve bir
kez daha, bu defa her zamankinden daha koyu bir Türk olurlar ve Avrupalı
fikirlere genellikle ötekilerden daha düşmanca yaklaşırlar...”179
“Türkler Müslüman olarak kaldılar ve dolayısıyla da her türlü kay
naşmaya, Avrupa külüriine karşı direndiler. Kuran, esas itibariyle ktiçüm-
62 Ba t il il a r in Ç ö z ü n d e T ü r k Im a j i n i n G e ç i r d İĞ İ D e ğ İş İ m l e r
sem e vc nefret uayandırarak onlan yalıttı. Yüz yılda bir H ıristiyanlara ya
şadıkları birkaç temas da, onların fanatizmini pekiştirmeye ve Asyalı karak
terlerini öne çıkarmaya yaradı ancak. Şimdi her zamankinden daha yaban
cı ve zalim görünüyorlar; zira onları Avrupalılardan zaten ayrı kılan H ıris
tiyan inançları yetmemiş gibi, Avrupa, bir de, onların hiçbir şey katamaya-
cağı devrimci fikirleri ekledi... Gerçek şu ki, Türkler Avrupa uygarlığıyla
bütünleşemez; onlar asimile olamazlar; bugün bu, her zamankinden daha
zor görünüyor. Türk halkı Öldü... Sultan, Avrupa'nın hoş planlarına onay
verip im za koyabilir, ama bu kimsede güven uyandırnıayacaktır; çünkü
onun ve İslamın, doğalarını değiştirme konusunda içten olduklarına inan
mak bir imzayla olacak şey değil.” ,âo
Ve günümüzde benzer görüşler: “Türkiye ne coğrafyası, ne tarihi,
ne de kültürüyle Avrupa'ya aittir.”1®1 Türkiye “heterojendir” (Bayrou). “Tür
kiye’nin Kopenhag kriterlerini hayata geçirebileceğine inanm ıyorum ."182
3.5. K â f i r l e r l e i t ti fakların y a s a k l a n m a s ı n d a n , A v r u p a h a r e k e t i y l e b ü t ü n l e ş m e y e :
S ır a d a n kapitülasyonlar.
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 63
ayrımının tersine, Müslümanlarda şeriatın bir parçası olarak görülüyordu.
Nitekim, Kuran’da pacta sunt strvanda ilkesini (IX/4 ve XVI/93 no’lu sure
ler) ve elçilerin diplomatik dokunulmazlığını (§§ 732-733 / Şabani) işleyen
ayetler yer alır; güm rük vergileri, ticaretle ilgili kısıtlamalar, M üslüm an ol
mayan güçlerle karşılıklı kazanç getiren anlaşmalara varılması iznini işle
yen ayetler de vardır.,8i Ancak, bu ayetlerin kutsal kitapta yer alması, ulus
lararası ilkelerin tanınmasıyla çelişkili bir durum yaratmaz.
Kâfirlerle ittifak yapma yasağı (Pactum cum infıdelibus veya Foedus
impius) Kilise tarafından dinsel hukukun bir kanunu olarak ortaya çıktı: 9.
yüzyılda, Güney İtalya’daki lordlarla Müslümanların (Sarakenleriıı) ittifakı
nı engellemek amacıyla kâfirlerle evliliği yasaklayan Saint Paul'ün sözlerini
çarpıtan Papa VIII. John bunda Özellikle etkili oldu. Sonraları, 1228-1245 y^-
ları arasmda papalar, Schwaben'li II. Frederic ile Mısırlı Sultan el-Malik al-
Kâmil arasındaki ilişkilerin yürütülmesini engellemeye çalışırlar.'84 1179'd a
toplanan Lateran konseyi Müslümanlarla ticaret yasağını yeniden yürürlüğe
koydu; bu yasak 14. yüzyıla kadar hüküm sürdü, Vatikan tarafından çekince
[derogasyon] konsa da, V. Clement’in 1307 tarihli mührüyle onaylandı; Ra-
gusalılar, 1373’te kâfirlerle böyle sınırlı bir ticaret için papalıktan yetki alm ış
tı.’85 Dinsel kanunların hükümleri Hıristiyanların Müslümanlara tahıl,
odun, cephane ve silah sağlamalarını yasaklıyor, kâfirlerle yapılan anlaşma
lar daha baştan hükümsüz sayılıyordu. Cezası, aforoz edilme (bu Zapol-
ya'mn başına geldiyse de, I. Francis, II. Frederic gibi, böyle bir ceza almadı)
ya da hükümdarın, topraklarına girm esinin yasaklanmasıydı. Thomas Aqu-
ino, Hıristiyan bir hükümdara karşı olmayan ittifaklara izin veren, başka
dinden hükümdarlar için de uygulanabilir olan ju s humanum ile Hıristiyan
bir prense yönelik Hıristiyan/kâfır ittifaklarını toptan yasaklayan ju s divinum
ayrımını yaptı.*86 Papa, Macar Kralı John Hunyad'111187 Türk hükümdarı ile
bir anlaşma yaptığını öğrendiğinde, elçisi aracılığıyla, hiçbir Hıristiyan hü
kümdarın iman düşmanlarına iman göstermemesi gerektiğini bildiren bir
ferman yolladı; burada, iman [fıdes), hem düşmana duyulan güven anlam ın
da, hem de dinsel olarak, Tanrı'ya verilen söz anlamında kullanılıyordu.188
Aynı şekilde, I. Francis'in, V. Charles’a karşı Türklerle yaptığı ittifak da bir
skandal olarak karşılanmıştı. Oysa V. Charles’m Süleyman'a karşı Perslerle
64 Ba t il il a r in Ç ö z ü n d e T ü r k Im a j i n i n G e ç i r d İĞ İ D e ğ İş İ m l e r
yaptığı ittifak, aynı tepkiyi görmedi. I. Francis, Papa III. Paul'e bir mektup
yollayarak Türklerle olan ittifakını, uluslar ailesinin evrenselliğine dayana
rak lıaklı göstermeye çalıştı.'89 Öte yandan, 15 ve ı6.yüzyılların tarihi, diğer
Hıristiyan güçlere karşı Türklerle yapılan ittifakların Örnekleriyle doludur:
Bunlar arasında, Fransızların İtalya'ya yaptığı akınlardan ürkmüş olan papa
ların ittifakı da yer alır.1190 Dahası, papalığın ruhani gücünü yitirmesi, Re
form çağında yaptırımların da işlemez hale gelmesine yol açtı.191
Kâfirlerle “antlaşm a” yapılıp yapılamayacağı sonısu, 17-18. yüzyıl
larda Katolikler arasında hâlâ tartışılan bir konuydu. Gentili'yc göre, Türk
lerle ilişkiye izin olup olmadığı sorusunun yanıtı: “ Din, insanların kendi
aralarında değil, Tanrı ile insanlar arasındaki bir sorundur.” Enlernasyona-
list Grotius’a göre, “Hak dine m ensup olmayanlarla antlaşma ve ittifaklar
yapmanın serbest olup olmadığı, pek çok kişinin kafasmı karıştıran bir so
ru. Doğal hukuka göre değerlendirdiğimizde, yanıt hiç de zor değil; zira
dinsel farklılıklara bakılmaksızın, lüm insanların antlaşma yapm a hakları
vardır,” *92 ancak, başka bir yerde ( § xii) şöyle ekler: “Tek bir bedenin uzuv
ları olarak, tüm Hıristiyanlar, kendilerine yönelik kötülüklere karşı duyarlı
olmalıdırlar... Dinin düşmanlarından biri, Hıristiyan krallığının toprakları
na saldırdığında, krallar ve halkları birbirlerine yardım etmelidirler...”
Buna rağmen, Italyan şehir devletleri (Venedik, Piza, Floransa, Ce-
nova), Fransa Krallığı ya da Katalonya, kısa süre sonra, Müslüman (Saraken)
ülkelerle ticareti düzenleyen kanunları kabul ettiler ve 13 ve 14. yüzyıllarda
en önem li ticari limanlara temsilcilerini göndererek elçilikler kurdular. Ve
bu alandaki yasaklar geçersiz hale geldi.’93 Osmanlı İmparatorluğu ile Batılı
güçler arasındaki kapitülasyonlar, Bizans İmparatorluğu ile İtalyan cum hu
riyetleri arasındaki bu daha eski anlaşmaların yenilenmesiydi.194
Kapitülasyonlar, dinsel ayrımların ötesinde, uluslararası bir uzlaş
m ayı tanımlar; burada esas olan kişisel hükümler, dinsel farklılıkları bir ya
na koyarlar ve kendileri de bu şekilde tanınmak islerler. Osmanlı padişahı
tarafından verilen kapitülasyonlarda ticari olarak hiçbir karşılıklılık talep
edilmemiştir; çünkü kapitülasyonlar, imparatorluğun hiçbir çıkarının ol
madığı bir ticarette, bir köle ya da tebaaya (Venedik ya da Polonya gibi)
özerk bir biçimde verilen ayrıcalıklar olarak görülür.
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ <$5
Sousa'nın doğru saptamasına göre, kapitülasyonlar, Bizans ile orta
çağ Hristiyan devletleri arasındaki uluslararası uygulamanın bir devamından
başka bir şey değildir ve Müslüman hukukundan ya da dinsel farklılıklardan
kaynaklanmamaktadır (17. yüzyıldan itibaren Batılı güçler faaliyet alanlarım
genişletmek için söz konusu farklılıklarla ilgili yönlerini Öne çıkarmış olsalar
bile): Temel olarak, kanunların kişisel olduğu (bir hükümdarın tebaasına ya
da bir cumhuriyetin vatandaşlarına ve onların kölelerine uygulanan) feodal
rejim, Müslümanların hukuki rejimiyle benzerdi; bunun ortaçağdaki temsil
cilerin Doğu Akdeniz Latin devletlerinde, özellikle de aynı kökenden olan
yurttaşlar arasındaki adli meselelerde, daha çok Kıbrıs Krallığı ve Bizans İm-
paratorluğu'nda gördüğümüz uygulamaları, onların yerini alan Müslüman
devlette de, Önemli değişikliklere uğramadan devam etti.195
Şeriat ilkesi evrensel ve kişiseldir. Öte yandan, Augsburg barışının
ardından toprak egemenliği ilkesini ilan eden Batı hukuku, gitgide daha
fazla, laikleşmenin dinsel farklılıkların üzerini örttüğü bir bölgesel bir hu
kuk halini alacak, Türkiye de cumhuriyetin kum luşuyla birlikte böyle bir
yasayı benimseyecekti. 16. yüzyıldan itibaren yeni ortaya çıkan Avrupa ulus
devletlerinde baskın hale gelen bölgesel hukuk, gitgide ilerleyerek, Osm an
lı topraklarında hâlâ geçerli olan, ortaçağın kişisel hukuk sisteminin yerini
tamamen aldı. Sonsa Batı’da kişisel hukukun ortadan kalkması ve bölgesel
hukukun gelişiminin “Cerm en” yaşam biçiminin etkisiyle oluştuğunu be
lirtir (özgür tarımın gelişmesi, farklı cemaatten insanlar arasında yapılan
evlilikler, Kilisenin aile ilişkileri üzerindeki etkisinin standartlaşması, fe
odalizm). Aslında, toprak ağası ve kölesi arasında kişisel bir bağ oluşturan
feodalizmden ziyade, bölgesel hukuka geçişin nedeni, belli bir toprak sını
rını temel alan, cujus regio ejus religio ilkesinin geçerli olduğu ulus devletle
rin biçimlenmesinde aranmalıdır.
Avrupa'da, papanın ortaçağdaki rolünü bir tür seküler Örgütle değiş
tirme çabasıyla, sürekli bir barışın sağlanması yönündeki ilk tasarımlarda
(Sully, Leibniz, abbot de Saiııt-Pierre), Türklerin Avrupa’dan kovulması (Le-
ibniz'in 1684 tarihli Mars Christianissimum ’unda Polonya üzerinden;'96 ab
bot de Saint Pierre 2. baskı197) ya da Avrupa için düşünülen kurumlardan
dışlanmaları (Bacon'ın Bello sacro*su, E. Cmse) teklif edilir: daha uzaktaki
66 Ba t il il a r in Ç ö z ü n d e T ü r k İm a j i n i n G e ç i r d İĞ İ D e ğ i ş İ m l e r
Doğulu Müslüman komşuların Önünde bir set oluşturmaları için onlarla
birtakım antlaşmalar yapılması düşünülebilir tabii (abbot de Saint-Pierre).
ideolojik Hrisliyanlık/ İslam (dinsel) ikilemi şöyle gösterilebilir:
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 67
Sorun, 15 ve 16. yüzyıllarda, Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa'nın
diğer devletleri arasındaki uyuşmazlıklardan çok, imparatorluğun, 1 5 4 7 ve
15^5’te Habsburglarla yapılan, yüz elli yıl statükonun sabitlendiği barış ant
laşmalarının ardından Avrupa'nın kalan kısmına gitgide yabancılaşması ve o
dönemde bu topraklarda gerçekleşen değişimlerin dışında kalmasıydı/01 Ni
tekim, bu anlaşmalardan sonra Osmanlı İmparatorluğu, uluslararası hukuk
kurallarının oluşturulması sürecinde, bunun köşe taşlarını oluşturan Vestfal-
ya Antlaşması, Utrecht Barışı ve hatta Viyana Kongresi’nde yer almadı.
4. S o n u ç
68 Ba t il il a r in Ç ö z ü n d e T ü r k İm a j i n i n G e ç i r d İĞ İ D e ğ i ş İ m l e r
Yazarların gerçeğe en yakın biçimde yansıttıkları şey m idir o, yoksa
kendi kişisel fantezilerinin dışavurum u mu? İslam ve M üslümanlarla ilgi
li halihazırdaki fantezilerimiz, Batının cinsel bilinçaltının derinliklerinden
mi çıkıyor, yoksa bunlar yalnızca gerçekliğin sanat eserine aktarılmış hali
mi? Gezi anlatısı, daha Önceki gezi yazarları, gezi rehberleri, romanlar ve
görsel sanat eserleri, önyargılar ile deneyimleııen sözde gerçeklik arasında
ki hayali ilişkinin ürünüdür.205
Iorga, 16. yüzyıl için, “ateşli bir merak, Öğrenme arzusu, dikkat ve
içtenlik, her biri Doğuyu kendince yorumlayan farklı kişilikler; hepsi de
sonraki yüzyılda artık pek rastlanmayacak şeyler” der.2°6 16. yüzyılın, Os
manlı İmparatorluğu’na karşı saldırgan bir bakış da içeren bu belirgin ve
sakınım sız merakı, 17. yüzyılda, adeta zihinlerden uçup gitmiş ya da alt üst
olmuşçasına, gitgide aşınarak yok oldu. Daha sonra, 18. yüzyılda, yıkılm ak
ta olan imparatorluk, Avrupa'nın hasta adam ı , eleştirilerin hedef tahtası ha
line geldi.
Sanatçıların Özgürlüğü tarihi yeniden yaratabilir: Kişinin, bulundu
ğu grubun çıkarına göre, baskıların görece dengeli olduğu ve verimli bir
hayal gücünün olayların akışını değiştirmeye yetebileceği tarih sahnesinde,
açıkları hayal gücüyle doldurması m üm kündür/07
Kimileri ise, tam tersine, "şeytanın batağında” diye karalanan ve
ateist olan Postel gibi, açık görüşlü, tarafsız, Tiirksever ya da liberaldir.208
Voltaire Katolikliği eleştirmek adına, iklimin belirleyici olmadığı fikrini sa
vunur ve Müslüman dünyanın eşitlikçiliği ve misafirperverliğinden hay
ranlıkla söz eder;109 Lamartine*10 ve Thackeray, Haçlılara karşı Türklerden
yana tavır alırlar.2" Toynbee, 19 2 1'd e Yunanistan’ın Anadolu’daki işgalini
eleştirdiği için Oxford'daki kürsüsünden olmuştur...2,2 Burada kişisel öz
gürlüğün rolü vardır: Hiç kimse, aldığı eğitimle sınırlı değildir ve insanlar
arasında, özgürlükteki kısa dönemli kesintilerin değişim arayışını engelle
yeceği düzeyde farklılıklar bulunmamakladır.
Batı, Türklerin sunumunda, adeta, kaybedeceği, sorgulayacağı bir
düzenin ilkelerini, erkeğin egem enliğinin yıkılmak üzere olduğu (hadımın
sunumu) ve eşitlik isteğinin, kadınların özgür cinselliğinin belirdiği, vaz
geçilmez olduğu şifreli bir dili ortaya çıkarmıştı- çiftin icadı.21*
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 69
Septik bir Borges'lc yüz yüze geldiğimizde, “ Doğu, zaman gibidir.
Onu tanımlamamı istemedikleri sürece, ne olduğunu bilirim; Doğu nedir
diye soran olursa, bilemem” dediğini görürüz. Doğu/Balı karşıtlığı, sey
yahlar tarafından olumlu/olumsuz ölçütlerinin oluşturduğu çift kutuplu
bir düşünce biçimine göre işlendi. Bu biçim, geçm işi ve farklı grupları de-
ğersizleştiren çizgisel bir boyutu 18. yüzyıla taşımıştır. Oysa öte yanda, Do
ğu dünyası, örneğin Antik Yunan, aşırı diyebileceğimiz uçlar arasında bir
orta yol aram ıştır/'4
Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte haremler, hadımlar, hamamlar,
peçeler ve nargileler ortadan kalktı. Artık Türk kadınları gayrımüslümlerle
özgürce evlenebilir, boşanma girişiminde bulunabilir, mesleki kariyer ya
pabilir ve hatta iş dünyası ve siyasette egemen olabilirler/'5 Türkiye'de, 19.
yüzyılın ikinci yarısı boyunca kadınların konumunda yaşanan gelişim,
i9 4 o ’lardan sonra öyle büyük bir ivme kazandı ki, sonunda Batı devletleri
nin çoğuyla karşılaştırılabilir bir düzeye erişti. Kadınlar kimi alanlarda ba
zı Batılı ülkelerden daha Önce olmak üzere, endüstriye ve siyasete katılır
hale geldi. (1934'te oy kullanma hakkı; 1975'ten itibaren, Türkiye'de kadın
ların % 4 4 ’ü aktif çalışma hayatında. Endüstrileşmiş ülkelerin çoğuııdakin-
den daha yüksek bir yüzde216) Aynı şekilde, doğum kontrolüyle cinsel öz
gürlüğe ulaşmalan da bazı Batı ülkelerinden önce oldu. Müslüm an ülke
lerdeki kadınlar, aktif yaşamda rol almaya başladıklarında -so n derece dü
şük ücretler de onların eve dönmesi için bir neden olam az- aktif bir aile
planlaması politikası olsun ya da olmasın, (Kuzey Afrika ülkeleri ve Türki
ye örneğinde olduğu gibi) doğum kontrolü uygularlar/17 Doğum oranları
nın eğitim düzeyi arttıkça büyük düşüş gösterdiği Güney Avrupa’nın kato-
lik ülkelerindeki nüfus trendleri de bundan pek farklı değildir/’8
Sınırların değişmezliğine dair Rönesanstan kalan zalimane ilke: cu-
ju s regiö, ejus religiö ve Avrupa tarafından savunulan değerlerin evrenselliği
arasındaki çelişki sürmekledir. Berlin duvarının yıkılışı sınırların varlık ne
denini geçersiz kılmıştır. Berlusconi, Louis Michel ve Michel Rocard’ııı
bundan çıkardıkları sonuç: İngiltere'yi aramıza alıyorsak Türkiye, İsrail ve
Kuzey Afrika’yı neden almayalım?... İttifaklara duyulan sempatiye bağlı
olarak, kamuoyu Türkiye taraftan ya da karşıtı görüşler benimser: Kınm
70 Ba t il il a r in Ç ö z ü n d e T ü r k İm a j i n i n G e ç i r d İĞ İ D e ğ İş İ m l e r
Savaşı sırasında Fransa vc İngiltere'de sevilen Türkiye, Kaiser W ilhelm'in
İstanbul’a giderek Türkiye'yi üçlü ittifaka kattığı dönemde, bu iki ülkede
antipatik bulunuyordu.
Türk imajı 19. yüzyıl başında Byron'ın izinde romantik Helenizm
hayranlığının patlayışıyla, Cezayir fethinin sonrasına kadar olumsuzdu;
Fransız ve Ingilizlerin Ruslara karşı Türkiye’nin tarafını tuttuğu ve Os
manlı İmparatorluğu’ndaki reformların devamını savundukları Kırım Sa
vaşı süresince ise olumlu.219 Türkiye’nin gerilemesinin, o dönemde Avus
turya ve Özellikle de emperyalist hevesleri olduğu bilinen Rusya'nın gücü
ne karşı bir denge unsuru arayışında olan Fransa’nın (ve İngiltere'nin) çı
karlarına ters düştüğü söylenebilir. Türkiye kendini dönüştürdü ve mo
dernleşti.220 Yaklaşımlardaki bu farklılıklar, politikalar kamuoyunu değişti-
riebilirmiş gibi, politikalardaki değişim lere yoruldu; Fransızlar Doğuda iki
güçlü yönetim isterler: Türkiye ve Mısır. İngiltere, ticaretini güvenceye al
mak ve yaymak ister. Rusya, Boğazlar üzerinde hâkim olmayı hayal eder.
Yunanistan, Bizans İm paratorluğunun yeniden doğmasını ister. Yüzyılın
sonunda, Loti ve Claude Farrere'i ve Almanları saymazsak, Türk im ajı yine
olumsuzdur. Öte yandan Osmanlı İmparatorluğu'nda reformlar, özellikle
Balkanlar'daki siyasal evrimi dikkate alırsak, fazla gecikmişti. Batı, dinsel
ve ulusal azınlıklara sırtını yaslayarak kendi ilkelerini [hoşgörü, dinsel ay
rımcılığın ortadan kaldırılması] çiğneyerek, çıkarlarına göre davrandı: Yö
netmek için böldü. Türkiye'ye karşı kendini kollayıcı bir yaklaşım çizerken,
17. ve 18. yüzyıllarda bu ülkenin dinsel fanatizme karşı bir hoşgörü mode
li oluşturduğunu, sözde Islami fanatizmin yerini başka bir fanatizm türü
olan milliyetçiliğe bıraktığım unutuyordu...
Kendi imgesini gerçek kılan Medusa gibi, Türklerin aynadan yansı
yan çarpıtılmış imgesi, değişim lerine ket vurabilir...
Çeviren
S h rpİl Ç ağlayan
N o tlar
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 71
3 http://europa.eu.int/co1rnn/public_opinion/arcl1jves/eb/eb57/eb57-en.pdf. 2 0 0 4 ballarında yapı*
lan b ir M arianne-BVA kamuoyu araştırmasına göre, Fransızların % 51’i Türkiye'nin üyeliğe kabu
lüne onay verirken, % 34'ü karşı çıkıyor, sol (% 58 üyelik taraftan) ile sağ {% 55 Türkiye üyeli
ğine karşı) arasında keskin bir ayrım sergileniyordu ; Liberation, 19 .0 4 .2 0 0 4 .
4 C laude LĞvi-Strauss, La voie des masques, Skira, Geneva, 1 9 7 5 , 11, s. 28. Claude Levi-Strauss, Le to-
tfmisme aujourd’hui, Presses Universitaires de France, Paris, 1965.
5 Ali Behdad, Belated Travelkrs, Orientalism m the Age o f colonial Dİssolution, Duke University Press,
Durhaın & London. 19 9 4.
6 Rasgele, -ç.n.
7 Le Monde, 5 Tem m uz 19 9 6 .
8 Bkz. L Cari Brown der., Imperial Legacy- The Ottoman Imprint on the. Balkans and the Middle Easl,
Nevv York, Colum bia University Press, 19 9 6 , özellikle bkz. Norman ltzkovvitz, “The Problem o f
Perceptions" [Algılama Sorunları], s. 36-37, ve Maria Todorova, ‘T h e Ottoman Legacy in the Bal-
kans” [Balkanlardaki O smanlı Mirası), s. 45-77-
9 Biblioihtque orientale, VI, s.520. Hkber, osm anhcada en büyük, ulu anlam ına gelir. Burada en bü
yük yıldız anlamında Venüs yıldızına ekber denm esi kastediliyor olabilir. Ç.n.
10 J. D am asceııe, Ecrits sur l'lslam, der. Rayınond Le Coz, Editions du Cerf, Paris, 19 9 2 .
it Nicolas Le Huen, Des Sainctes Peregrinations de Jherusalem, Lyon, 1488, Clarence Dana Roıüllard
tarafından, The Turk in French History, Thought and Literatüre {i52C»-ı66o)’da alıntılanm ış, Boivin
& C ie, Paris, 1938, s. 43. Le Huen M üslüm an cennetini fazla insani bulur: « Dışkılamak zorunda
olunan bir cenneti asla kabul etm iyordu”.
12 Raınön Lull, Le U m dt la loi an Sarrazin, M oııtpcllier, 1307, Rouillard'da alıntılanmış, s. 53.
13 A nııa Cerbo, « Culhıra e reltgione islamica nella letteratura italıana del Trecento », Europa e Islant
tra i Secoli X IV e X V ! içinde, Napoli, 2 0 0 2 , 1. 1, özellikle s. 38-40.
14 Essflys/D<’n<?m<?Jıir / , 11, xii
15 Karşılaştır: Biancaınaria Scarcia Amoretti, Tolleranza e guerra santa m il'İslam , Saıısoni, Plorence,
s. 7 ,2 1- 2 2 .
16 B altru.aitis, Rtveils el prodiges, s. 2 9 1.
17 Cantacuz^no, Petit traicte de l'origine des Turcqz,ı<)0. “ Le donne sono di natura lussoriose, si come
sııole essere tutta la nazione levantina", / costunti et i modi particolari de la vita de Turchi, deseritti
da M . Luıgi Bassaııo da Zara.
18 S ieu r du Mont, A Hew Voyage to the Levant, s. 2 6 9 - 274. S ir George Courthop, Stanley M-ayes, An
Organ fo r the Sufıan içinde alıntı, Putnam, Loııdon, 19 56 . s. 176 . Ayrıca bkz. Jean Palerııe, P<Wg-
muziıons... Lyon, Jean Pillehottc, 16 0 6 , s. 270 . Count d'Entraigues, L'Egypte Galante, Nouvelle Re-
vue d e Belgİque, Brussels, 19 4 2, s. 19 ve 62*63. Iean Char£lin, Voyage de Paris â Ispahan. LD, I, s.
154, 1 6 1 , 2 6 7 ; Lanc, An Account o f the Manners and Customs o f the Modern Egyptians, s.2 9 6 -2 9 9 .
A. d e Gobineau, Trois Ans en Asie (De 185$ â 1858), Oeuvres, Pleıade, 1 . 11, s.50. Les Voyages et obser-
vations du sieur de La Boullaye-Le Gouz, G entillıom m e angevin, Kim£, Paris, 19 9 4 , s. 87. F.C.H .L.
Poucjueville, Voyage de h Grice, Firnıin Didot, Paris. 1 8 2 6 , 1, s. 119 : III, s. 220 -2 21. Kdward Said,
L ’Orientalisme, L ’Orient crU par İOccident, Le Seu il, Paris, 19 78 , özellikle s. 17 1- 17 2 ,17 2 , 18 9 -19 1
vc 238.
72 Ba t il il a r in G ö z O n o e T ü r k İm a j i n i n G e ç İ r d İĞ İ D e ğ İş İ m l e r
19 W ithers, Stanley Mayes tarafından alıntılanm ış, An Organ fo r the Sultan, Putnanı, Londra, 19 56 ,
s. 2 19 -221.
20 Faul de Regla, Les Bas-Fonds de Constaminople, Tresse & Stock, Paris, 18 9 2 . s. 1 6 7 - 1 6 8 ,1 7 6 ; E. De
A nıicis. Consiantinople, Hachette, Paris, 18 7 8 , 5.213*214
21 Laikleşme. Ç n .
22 İnsan ırkının soyaçekim yoluyla ıslahıyla uğraşan bilim dalı. Ç.11.
23 Ahlaki katılık ve çileciliğe dayalı, 17-18.y7.lara ait bir Hristiyanlık hareketi. Ç.n.
24 Onıın “kraliçe gibi 7 0 0 kadını ve 30 0 cariyesi vardı; ve kadınlar onun gönlünü çelerdiM(Kings, Ll-
II. xi, 3). Bkz. Cantacuzene, Postel, Palerne, baron de C oum em in (1621), Jaubert, Voyage en Arme'-
n ie et en Perse, s.242; Victor Hııgo- Les Oricntales.
25 Bkz. Alain Corbin, “ La petite Bible des jeuııes epoux", Amour et sexualile en Occidcnt idinde, Histo*
ire, Le Seuil. Paris, 19 9 1, s. 235-245; Georges Duby, Le Chevalier, la Femme et le Prelrt. Le mariage
dans la France ffo d a k , Hachette, Paris, 19 8 1, “ La fem m e, l’am oıır et le chevalier", Am our et srxuali-
U en Occident içinde, Hıstoire, Le Seuil, Paris, 19 9 1, s. 207-217; J .L Flandrin, Le Sexe et l ’Ocâdent.
Evolution des attitııdes et des comportemenis. Paris, Le Seuil, 19 8 1. Jacques Le GofT, “ Le refus du pla-
isir", Amour et sexualiU en Occident içinde, 1listoire, Le Seuil, Paris, 19 9 1, s. 177-189 . Michel Sot,
“ La gençse du mariage chr6tien” , a.g.e., s. 19 3-20 6. Gilles Le Bouvier, Rouillard s. 39.
26 Helm ut Schelsky, Sorio/ogi* de la sexualite, 1955, Fr. çev., Gallim ard, 19 6 6 , s. 49-55, l 54 *
27 Özellikle Haçlı seferleri zamanında M üslüm an ve/veya Arapları anlatmak için kullanılan isim. Ç n .
28 M axhne Rodinson, La fascination de l ’lslatn, La Decouverte, Paris, 19 8 9 , s. 187.
29 Jean Chardiıı, Voyage en Perse. $oci£te Bibliophile, Paris, s .2 4 5 ,314. Sieur du Mont, A New Voya
ge to ıJtf Levant. 2 76. Ayrıca bkz.: Baron dc Tott, Introductioıı s. xviij; C .F. Volncy, Voyage m £gyp-
te et en Syrie, pendant les annees ı? 8 j. 1784 et 17^5, Gîuvres Completes içinde, Firınin Didot, Paris,
18 4 3 ,2 9 8 .; F .C .H .L Pouqueville, Voyage de la Grice, Firm in Didot, Paris, 18 2 6 , s.512; Jaubert, Vo
yage en Armenie et en Perse, 5.205-209, 235; Coııntess Dora d’ lstria, Les Femmes en Orient, M eyer &
Z eller, Zürich, 1859, cilt. 1, 4 27 & 4 6 6 ; I lenry Cam m as & Andre Lefevre, “Voyage eti Egypte” , Le
Toıır du Monde. 1863. I, s. 193-224. {18 6 0 ) Charles Joseph de Ligtıe, Mes fcarts, Hditions Labor,
Brussels, 19 9 0 , s.63. M. Moynet, "Voyage au littoral de la nıer Caspienne, 1858’*, Le T o u rd u Mon
de, 1 8 6 0 , 1, s.307, Gobineau’nun « La danseuse de Sam akha”sına esin kaynağı olm uştur, NoutYf-
AsıalkjuM, G am ier, Paris, 19 65, s.48.
30 M ar Kontesine mektup, 18 Nisan 1717, l, 4 07.
31 Göbek dansı. Ç.n.
32 Aşkın Dansı. Ç n .
33 W endy Buonaventura, Les mille et une danses d'Orient, Artlıaud, Paris, 19 8 9 , s.10 4 . Caroline Juler,
I f s örientalistes de l ’ecole- italienne, AC R, Courbevoie, 19 9 4 , s. 10 , 2 2 ,7 0 , 97, io i, 14 2.
34 Louis Bcrtrand, Le mirage oriental, Librairie Academique Perrin et Cie, Paris, 19 10 , s. 2 17 , s.127-128.
35 A şkın G izli Kanunları Kitabı. Ç n .
36 Paul de RSgla, £/ Ktab desloissecrttesde l'amour. Hoca Ü m er Haleby, Abou Othmâıı, G eorges Car-
r£'ye göre, Paris, 1893, tekrar basım: Ö m er Haleby ve Paul de Regla. Les lois secritcs de l'amour en
Islâm, La Nadir-Balland, Paris, 19 9 2.
37 C insel eğitim. Ç n .
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 73
38 M ichel Foucault, Hisioirı^ de la sexualitlfCmsW/igw Tarihi), t. La volontf.de savoir, Gallinıard, Paris,
1976-, 94. Ayrıca bkz. Peter Gay, The Bourgeois Experience- Victoria to Freud, Educatİon o f the Sen-
ses, Oxford University Press, Oxford-New York» 19 8 4 , s. 358-379.
39 Au ç e rd e du livre precieux, Paris, 19 6 0 .
40 T ü rk’ün Yeri. Ç.11.
41 T o k y o , D o ğ u S a n a tla rı U lu sa l M ü z esi.
42 Lynne Thom ton, La femm e dans la peinture orientaliste, A C R , Courbevoie, 19 9 3 , s .126
43 Paul Masson, Hısfo»r<r du Commcrce Français dans le. Levant au X V !le Siecle, Libnıirie Hachette, Pa
ris, 18 9 6 , 5.460-463; S ir Harry Luke, Cyprus under the Turks, ly jı-ıt 'jZ , C. Murst & Cy, Londra,
19 6 9 , s. 89 . Volney, Considtrations sur I« Guerre des Turks en 1788 (1807), ag.e, s.7Ö5'te, evlilik ya
sağının genç erkekleri “tuhaf alışkanlıklara" sevkettiğıni söyler.
44 Count d’Entraigues, L'Egyple Galante, Brüksel. 19 42.
45 E. Said, L'Orientalisme. L'Orient crei parl'O cd d en l, 1978, özellikle s. 171-172, 172, 18 9 -19 1 ve 238.
46 The Travels o f John SA N D ER SO N , der. S ir W illiam Poster, Makluyt Socıety, Londra, 19 3 1, s. 4.
Pückler-M uskau, beş yıl karısından ayrı kaldığında, kendini, "infam en Passio», die ırıich a u fd e r
einetı Seile festhâlt und a u fd e r anderen degoutiert"?? e verir. {Südöstlicher Bildersaal, 1840*41. Ge-
liebte-r Pasha! Feurigste Gnom in! Liebesbriefe von Hermann Fiirst v. Piickler un Ada v. Treskou?, Arte-
mis, Zürih-M ünih, 19 8 6 , s. 15).
47 Lübnan’da. Ç.n.
48 Albert Vandal, L ’Odyssee d ’un Ambassadeur, Les voyages du marquis de Noinlel (1670-1680) , Plon,
Paris, 19 0 0 , s.133, dipnot 1.
49 Casanova, Histoire de ma vie, Robcrl Laflbnt. I5ouquins, 1 9 9 3 , 1, s.293-294.
50 Ch. Rolland, La Turquie contemporaine, 1854, s. 9 9 , 160.
51 PI6iade, II. 14 5 8 ,14 7 0 .
52 Raym ond Schvvab, La Renaissance Orientale, Payot, Paris, 1950, s. 330-334 ve s. 347-348.
53 Ticari zihniyelli.Ç.n.
54 De M elon, Essai poliıiqut surle Commerce, Chez François Clıanguion, Anısterdanı, 1754, s. 28: Lett-
re C X V U ; aynca bkz. Abbe de Saint-Pierre 'Observations politiques sur le eflibat des prğtres, yine ay
nı yazarın, Un Projel pour l'extirpation des çorsa ires de Barbark.
55 De VEsprit. Bkz. JL« inconvenients du ce'libat des prelres, prouves par des reeherehes historiques, A Ge*
neva, Pellet, 1781 (abbol G aubin’e illıafen), s. 2 14 ,2 4 8 ,2 6 9 ,3 3 4 - 3 6 5 ,3 8 1. Jean Clair, Mtduse, Cont-
ribution â ujk’ anlhropologie des arts du visuel, “ Connaissance de l’ lnconscient” , G allim ard, Paris,
19 8 9 , s. 85
56 İspanyol soylusu. Ç.n.
57 Karşılaştır: Ruth El Saflar, “Sex and the Single Hidalgo: Rejlections on Eros in Don Quixote", Studies
in Hcnor o f Elias Rivers içinde, der. Bruııo M. Danıiani ve Rutlı El SafTar, Potomac. 19 8 9 ; Jürgcn
I Iahn, The Origins o f the Baroyue Concepl ofPeregrinatio, University o f North Carolina, Chapel Hill,
19 7 3 ; Antonio Vilanova, mB peregrino andante en el Persiles de Cervantes” , Boletın de la Real Acade-
mia de Bcllas Letras de Barcelona 22 (1949): s. 97-159. Steven Hutchinson, Cervantine journeys,
The University o f Wisconsin Press, Madison, 19 9 2 . s .8 3 ,115.
58 H clm ut Sclıelsky, Sociohgie de la sexualit€, 1955, fr. çev., Gallinıard. 19 6 6 , s. 171-182.
74 Ba t il il a r in G ö z O n o e T ü r k İm a j i n i n G e ç i r d İĞ İ D e ğ î ş İ m l e r
59 Karşılaştır: Albert Hourani, /sfom in European ihought, Cambridge University Press, Cambridge
U .K., 19 9 1, s. 116-128.
60 Bkz. Geza Roheim, Psychanalyst el anihropologie, Gallim ard, Paris, 1967» s. 4 2 6 ve sonrası.
61 H enry de Montherlant, Hi$pano-More$que, Emile-Paul Freres, Paris, 19 2 9 , s. 39-41-
62 foanne tarafından alıntılanm ış, s. ı^S-139.Kadın giysilerine ilişkin, Bassano, Nicolay, Lady Moııta-
gu. M gr Mislin tarafından yapılan diğer tasvirler için bkz. I, 12 7 ; Niebuhr, Thorkild Hansen, La
mort en Arabie- Une exp(dition danoise-1761-1767, Editions de l’Aire, Lausanne, 19 8 1, s .10 6 , 224.
63 A.-L. Castellan, Lettres sı<r la Morfe. [...} et Constantinople, A. Nepveıı, Paris, 18 20 , 3 cilt ; Charles
Rolland, La Turquie contemporaine, Hom meset C.hoses, Etudessurl'Orient, Pagnerre, Paris, 1854, s.
258 , 374. Edwin de Leon, önder ıhe Slars and Under the Crescent, A Romance o f Bast and We$t,
Sam pson Low, Marston Searle & Rivington, Londra, istatistikler, cilt. 11, s. 10 3 ,15 3 . Edm oııd Abo-
ut, De Pontoise d Slamboul, s. 115. Mark Tvvairı, Le voyage des innocmts, Payot, Paris, 19 9 5 , s. 546.
Marcelle Tinayre, Notes d ’une voyageuse en Twrquit'.19 10 , s. 374. Paul FESC H , Constantmcpfc aux
derniersjours d ’Abdut-Hamid, 19 0 7 , s. 133 ; Ida Pfeifîer, Voyage d'unefem me autour du monde, Mac-
hette, 1 8 5 8 , 1, s. 594 ; . De Aırıicis, Consiantinople, Hachette, Paris, 1878, s. 19 8-20 0 , 2 0 2 : Tlı6op-
hile Gautier, Constantinople, Michel Levy, Paris, 1856, s. 16 4 - 16 5 ,18 7 ,2 2 8 ,3 2 5 .
64 D oğu’ya Yolculuk. Ç n .
65 İstanbul’daki kadınların peçeleri hakkında, bkz. Pleiade, II, s. 6 0 8 ,7 7 6 ,7 9 7 .
66 G . des Godins de Souhesm es, Turcs et Levantins, Victor-I lavard, Paris, 18 9 6 , s. 16.
67 Bağdat Kadısı. Ç n .
68 Financial Times, 25 Ekim 19 9 1.
69 Lady M. [RiclıJ'c 1 Nisan 1717 tarihli mektup; Kontes dc M ar’a 1 Nisan 17 17 tarihli mektup.
70 Lady Craven, Voyage â Consiantinople. par la Crimee en ıjS 6 , Paris, 1789, s. 192.
71 A lain Buisine, L'Orient voiU, Zııluıa. Cadeillıau, 19 9 3, özellikle s. 10 -11,3 3 .
72 Bkz. Frank Lestringant, "G uillaum e Postel et l’obsession turque”, Guillaume Postel ı$8î'SCf8) için
de, Tr£daniel, Paris, 19 8 5; ve Cosmographie du Levanı, giriş, Andre Thevet, Droz, Gen&ve, 1985.
73 Jean-Pierre Martiııon, Les metamorphoses du disir et de loeuvre. Le texte d'Eros ou le corps perdu,
Klincksieck, Paris, 19 7 0 , s. 2 0 0 -2 0 1.
74 A li Behdad, Belated Travelers. Orientalisme in the Age o f colonial Dissolulion, Duke U niversity Press,
Durham & London, 19 9 4 . s.18 , 28.
75 f.C . Plügel, “ De la valeur afteclive du veteınent", Revue française de psychanalyse, 111 içinde, 19 2 9 ,
s. 519 , Malek Chebel, L'esprit de- serail'de alıntılanm ış, Payot, 19 9 5, s. 12 1.
76 Alain Buisine, “Clerambault, un Neuro-Psydıiatre voile", L'Orient voitt, Zulm a, Cadeilhan, 19 9 3,
s. 173-198.
77 Em est Penan, Elutfes d'Histoire religieuse, M ichel Levy Freres, Paris, 1857, “ M ahomet et les origi-
nes de l'islam ism e” [M uhammet ve M üslüm anlığın Kökeni], s. 222-225.
78 Edvvard Gibbon, The Declineand Fail o f the Roman Empire, The Modern I.ibrary, New York, 111,7 6 ,
s. 116 -117 [Amınien M arcellin, XIV, 4 ’ten alıntı: “ Incredible est quo ardore apud eos in Venerem
uterque solvitur sexus"].
79 Grosrichard tarafından alıntılanm ış, s .12 6 .
80 Sallabcrry, Voyage â Constantinople. en Italie et aux iles de İArchipel par l ’Allemagne et la Hongrie,
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 75
C hez Maradaıı, Paris, an 7, s. 192.
81 Grosrichard, s.98.
82 Le Bouquei sacri, compost desphıs beliesJleurs de Terre Saincte, Paris, 16 2 0 , Rouillard tarafından alın
tılanm ış, s. 239; un autre voyageur, I.a-Boullaye*le*Gouz ecrit que le S. Boucher "decrit hardi-
ıneni... ce qu'il ıı'a vu que de loin."
83 Ayrıca bkz. Giovaıı Antoııİo Menavino, Trattato de coştum» e. vita de Turchi, 1548, s.16 6 ; Les naviga-
tions, pfre'grinations et voyagesfaits en in Turquie, Nicolas de Nicolay Dauphinois, vs., 19 89 ,8.172-173.
Joseph Pitts, A faithful account o f the religion and ma>tmys o f the Mahometans.elc. r8ıo, s. 444-445, )€'
an Chardin, Voyage en Perse, Societ£ Bibliophile, Paris, s.239, Nerval in Cairo, I, s. 131. Goytisolo, A
la recherche de Gaudl, s. 50-62. F .G H .L Pouqucville, Voyage en Grice et â Constantinople, 1795-1801,
Der. F.S. Vaillant, Vcyagfs autour du monde, s. 345; Gaspard Drouville, Voyage en Perse fa il en 1S12 et
1813, A Paris, A la Librairie nationale ct <Hrang£re, 1825, U. s. 22-29.
84 The? Luslful Turk, Anonim , Pagan Delights içinde, Caroll & G ra f Pııblishers, Inc., New York, 19 9 4 .
85 M fmoires de Messire Pierre de Bourdeille Seigneurde Brantome sur les vies des Dames Galantes de son
temps> Les Bibliophiles Africains, Casablaııca, III, s. 2 6 .1 4 1 . 16 9 . Ayrıca bkz. Marot Eptstre envo-
yte de Venize â Madame la duehesse de Ferrare içinde (1536).
86 Jean Chardin, Voyage en Perse, Soci6t6 Bibliophile, Paris, s. 367.
87 Ü nlü bir İngiliz kukla karakteri. Ç.n.
88 Paul Fesch, Constantinople aux derniersjours d ’Abdul-Hamid, 19 0 7 , N.M. Penzer, The HarSm, an
account o f the institution as it existed in the Palace o f the Turkish S u /Jû n s with a Ju s fo ry o f the Grand
Seragfio front Us foundaiion to modem times, Sprin g Books, Londra, 19 6 5, s.184. B. Sevin, F.C.l I.L
içinde alıntılanm ış, PouqueviIle, Voyage en G r i a ct d Comiantinopk, 1798*1801, Der. F.S. Vaillant,
Voyages autour du monde, s. 384. E. de A m icis, Costantinopoli, s. 194-195; L. Enault, Constaniinop*
le et la Turquic- Tableau historique, piltoresque, stalistiyue et moral de l'Empire Ottoman, Hachette, Pa
ris, 1855, s. 36 6; Dora d ’lstria, Les Femmes en Orient, M eyer & Zeller, Z iırih, 1859, cilt. I, s. 4 6 ; S.
Loti, Aziyadf, s. 70-72; Laııe, A n Account o f the Manners and Customs o f the Modem ügyptians, s.
386: M. Michaud et M. Poujoulat, Correspondance d'Orient (ı8 }0 ‘j8 )i), Brüksel, 18 4 1, IV, s. 27;
Nerval, II, s.642-655, ve “ La peinlure des T u rcs”, II, s. 874; Charles Rolland, La Turquie contempo
raine, Hommes et Choses, Etudes sur l'Orient, Pagncrre, Paris, 1854, s. 144-148
89 M gr Bonetti, La Voce della Veritâ, Hans Barth tarafından alıntılanmış, Le Droit du Croissant, H.C.
W olf, Paris, 189 8 , s. 174.
90 Le Corbusıer, Le Voyage d'Orient, Parentheses, Marseille, 19 8 7 , s. 12*16, 6 0 , 6 6, 73. Charles Rol
land, La Turyuie contemporaine, Hommes el Choses, Etudes sur l'Orient, Pagnerre, Paris, 1854, s.231-
232. Ayrıca bkz. G. Sandys, Dorothy Carriııgton tarafından alıntılanmış, The Travelkr's Eye, Re-
aders Union-Pilot Press, Londra, 19 4 9 , s. 96.
91 Chatcaubriand, İtineraire de Paris â Jerusalem et de Jirusalem â Paris, Bernardin-Bcchct, 9 0 , s.193;
ein W ald von Minaretts, von Masten und Zypressen V. Moltke, Unter dem Ilaİbmond, Erlebnisse in
der ailen Ttirkti, 1835-1839, Edition Erdmann, Stutigart, 19 8 4 , s. 5 9 ,6 3 ,6 4 ,1 0 9 .1 6 7 ,1 8 8 .
92 Abbc J. H. Michoıı, Voyage nligieux en Orient, M m c Vve Conıon, Paris, 18 5 3 . 1. Kitap, s. 2 19 , 222.
Aynca bkz.: H. Aurenche, La Mort de Stamboul, Peyronnet, Paris. 19 30 , s .176. “leur fiııesse stupe-
fic autant que leur lıautcur".
76 Ba t il il a r in G ö z Cj n o e T ü r k I m a j i n i n G e ç i r d İ Ğ İ D e ğ İ ş İ m l e r
93 W alter Thornbury, TwrJkis/ı Life, and Character, 1, s. 10 1, 250
94 Robert Gillon, Le. crfpuscııU des sultan*, Silhouettes d'lslam , Rossignol & Vandenbril, Bnıxelles,
19 13 , s. 87. Voir aussi: Sallaberry, Voyage- â Constantinople. m Italie et aux îles de l'Archipel par l'Al-
lemagne et la Hongrie, Chez Maradan, Paris, an 7, s. 14 4 ,18 6 -18 7 . Flaubert, Lettres d ’Orieni, I/ho-
rizon chim £rique, Bordeaııx, 19 9 0 . s. 247; Charles Rolland, La Turquic contemporaine, Pagnerre,
Paris, 1854, s. 2 16 , 250; Patrick Borrıan, Trfbizonde en hiver, Le serpent â plum es, Paris, 19 9 4 , s.
2 8 ,10 2 ; Fîdmondo De Am icis, Constantİnople, Librairie Hachette, Paris, 1878, s. 350
95 SM/>N7m's Vİsİoms d'Orient, s. 16, and Aziyadt, s. 30 6. Ayrıca bkz. Les Desenchantr.es, s. 49-50, s 67*
68 .
96 F .C .H .L Pouqueville, Voyage de- la Grice., C hez Firuıin Didot, Paris, 18 2 6 , IV, s. 397.
97 Dallavvay tarafından alıntılanmış, I, s. 6.
98 N6c de H^redia, Karşılaştın Cl. Farrfcre, Lafi, s. 90 .
99 Andre Thevet, Cosmographie de Levant, Librairie Droz, Cenevre, 1985, s. 8 0 , «.129-131.
10 0 Yunan M itolojisinde yeraltında kötülerin cezalarını çektiği cehennem . Ç n .
10 1 H ennan Melville, A Visit to Jb'urope and the Levant, 1857, Chronicles Abroad İstanbul içinde alıntılan
m ış-, C hronide Books, San Francisco, 19 9 5 , s. 75. Walter Thornbury. Twrfci$h Life and Character,
II, s. 204. Charles Texier, Asie Mineure. Description gfographique. Historique et Archfologique despro*
vinces et des vities de la Chersonnr.se d ’Asie, Firm in Didot, Paris, 18 6 2, s. 283.
10 2 W alter Thornbury, Turkish Lifeand Character, 11, s.149.
10 3 Karşılaştır: Manııel II Paleologue, Entrftim s avec un MıısHlmnr», 7em e Controverse, Les Editions
du Cerf, Paris, 19 6 6 , s. 211*213.
10 4 Karşılaştır: le Roman dc M ahomü, Rouillard, s. 52. Mandcville, Voyage aulour de la T t m , Los Bel*
les Lettres, Paris, 19 9 3, s.77; L. Bassano, Coştum! et i modt particolari de la vi(o de Turchi, s. 38-39;
J. Palem e, Peregrinattons... s.10 8 ; A. M orison, Relalion Hislorique d'un Voyage nouvelltment fait au
Mont Sinaı et â Jerusalem, 1705, s .7 6 ,4 7 0 ,7 0 7 . Devereux, Femme et mythe, s. 192. Sünnet tehdidi,
19 . yüzyıl boyunca, mastürbasyon ve onunla ilişkilendirilen hastalıklara karşı bir tür «tedavi» işle
vi gördü. (Sander L. Gilm an, "Plague in G erm any, 19 39 /19 8 9 : Cultural Iıııages o f Race, Space and
Disease", Nattonûlısms Sexualities, Der. Andrew Parker ve başkaları, Routledge, New York-Lond-
res, 19 9 2 , s. 180-181).
105 Theodore Spandouyn Cantacasin [Cantacuzene], Petit Traicle' de l'origine des Turcqz, Der. Ernest
Leroux, Paris, 18 9 6 , “ De la circoncision des Turcz”. Cosmographie de Mtinster içinde aynen kopya
edilm ilştir, Bâle, 1552; Ayrıca: Ottaviano BON, "The Sıı/tnH's Saraglio, An mtı'malr’ Portrait o f Life al
the Ottoman Court", Saqi Books, Londra, 19 9 6 , s. 59 ve 135. Elias A B E SÇ İ, Stat actud de l'Empire
olloman, Contenant des details öjc., Paris, 1 7 9 2 , 1, s. 113. Beş yıl Filistin’de yaşam ış olan Eugıme Ro-
ger'in 16 4 4 '^ basılan La Tene Sainte*te yazdığına göre, sünnet günlerinde, ziyafet sofrasına sün
net derileriyle dolu bir kap konurdu.
10 6 Voyvoda'nm Sünnet Edilmesi. Ç.n.
10 7 Türklerin Macaristan’daki Savaş. Ç.n.
10 8 İngiliz Hizipçiliğ. Ç.n.
10 9 Orhan Kologlu tarafından alıntılanm ış, Le Turc dans la presse française (Des dibuts ju sq u ’â 181$),
M aison d’Edition al-Hayat, Beyrut, 19 7 1, s. 57.
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 77
no Voyage en Turquie et en Grice, R.S. Robert de Dreux, 5.58*59.
in Rdvvard Gibbon, The D edim and Fail o f the Roman Empire, T he Modem I.ibrary, New York, III,
s.73, Pocock'tan, Specimen, s.319-320, ve Sale’d e» , Preliminaty Discourse. alıntı, s. 10 6 -10 7 .
11 2 Jean Thevenot, Voyage du Levant, L ’Empire du G rand Turc vu par un sujel de Louis X IV , der. Fran-
çois Billacois, Calmanıı-Levy, Paris, 19 6 5, s. 12 0 . Bufion, De l'homme.
113 Thorkild Hansen, La mort m Arabie- üne expedition danoise 1761-1767, Hditions de l’Aire, Lausan-
ne, 19 8 1. s. 9 4 ,1 2 6 . Bkz. ia n e , An Account o f the Manners and Customs o f the Modern Egyptians,
s .6 4 , s.500-502.
114 H en ıy Drury'ye mektup, 3 Mayıs 18 10 , der. Peter Quennell, Oxford University Press, Oxford,
19 9 0 , s. 65.
115 W alter Thorııbury, Turfcıs/î Life and Character, I, s. 158, 233, 236, 239; II, s. 57.
116 Voyage en Orient, s. 648.
117 Edm ond About, De Pontoise. â Stamboul, Hachette. Paris, 1884, s. 93.
118 Joseph Reinach, Voyage en Orient, G . Charpentier, Paris, 1879, tome 1, 217. Ayrıca bkz. Cantaca-
sin, Petit Traicii de l'origine des Turcqz, Palcrne. Penzer, Sir Richard Burtoıı, Brantöme. Vies des
Dames Galantes de s o k temps, Casablanca, 1 s. 14 7; Joseph Pius, A faithful account o f the religion and
manners o f the Mahometans, %c. 18 10 , 395.
119 Isabelle Moindrot, L'opera seria ou le regne des castrats, Fayard, 1993. Karşılaştır: Patrick Barbier,
The V/orld o f the Castraii. The history o f an exiraordinary operalic phenomenon, Souvenir Press, lon-
don, 19 9 6 .
12 0 Karşılaştır: Sylvie Mamy, Les Grands Castrats napolitains â Venise au X V !IU m e siide, M adarga, col-
lectioıı M usiquc/M usicologic, 19 94.
121 Jerusalem dflivrte, Giriş.
12 2 Kahire Kervanı. Ç.n.
123 Marshall G .S. Hodgson, The Venture o f İslam. Conscience and History in Worid Civilization. 3, The
Gunpoufder Empires and Modem Times, The University o f Chicago Press, Şikago, 19 74, s. 195.
124 G uy Turbet-Dolof, L'Afrique Barbaresque dans la Litterature Française aux X V le et X V f!e siccles,
Cenevre, Librairie Droz. 1973, s. 309-315.
125 Robotla Dcnaro, « In Partes barbarum et infıdelium : l'Oriente com e terra di martirio », Europa e /s-
lam tra i Secoli X IV e XVI, I, özellikle s. 308-309.
12 6 Hristiyanlık. Ç n .
127 Peder Dan’in görüşü, S. Calbcte de la Providence tarafından alıntılanm ış, Corsaires et Rfdempteurs,
Descl£e de Brouw eret Cie, Lille, 1884,
128 H enri Avelot, Croquis de G rice et de Tıırquie, 18 9 9 , s.10 4 .
12 9 Les Voyages et observations du sieur de La Boutlaye.-Le Gouz, Kime, Paris, 19 9 4 , 5.89-90. Fran-
sız/İranlı karşılaştırm ası, iki yüzyıl sonra Gobincau tarafından yeniden anım sanır. Jaubert.
Voyage en Armtnie et en Perse, s. 315*319.
130 Berberilerin tahakküm altındaki konum u. Fransız söm ürge propagandasında, M üslüm anları böl
m ek için kullanılmıştı.
131 Bir tiir ya da organizmanın evrim sel gelişim i ve çeşitlenmesi. Ç n .
132 Marc-R. Sauter, Les Races de l'Europe, Payot, Paris, 19 52, s. 182 ve 225. İrkçı ideolojiler hakkında
78 Ba t il il a r in G ö z Cj n o e T ü r k I m a j i n i n G e ç i r d İ Ğ İ D e ğ î ş İ m l e r
bkz. Michel Leiris, “ Irk ve uygarlık” , Cimj etudes d ’ethnologie içinde, Denoel-Gonthier, Paris, 19 6 9 ,
s. 9*80; Claude l>vi-Strauss, Raceet Hislotre, Gonthier-Unesco, Paris, 5.1961).
133 M arıa Todorova. “ Balkanlarda Osmanlı M irası", Imperial Legacy- The Ottoman Imprint on the Bal-
kans and the Middle East içinde, Nevv York, Colum bia University Press, 19 9 6 , s. 72.
134 “ Les strates foııdamentales de la personııalite europ£enne”> A ux sources de- l'identitf europfenne
içinde, Lambros Couloubaritsis, Marc de Leemv, Emile Noel, Claude Streckx, Prenses Univer*
sitaires Europeennes, Brüksel, 19 9 3
135 Dallaway, Constantinople anci^ım' el modeme, 1798, I, 130, 233.; Pouc|ueville , U bicini, Godins de
Souhesm e; Guûte bleıı 19 12 , ete.
136 Frank Lestringanl, “Alt6rit6$ critiques: du boıı usage du Turc â la Renaissance", D 'un Orient l'aul-
re, Cilt I- Conftgurations, Editions du C N R S, Paris, 19 9 1. s. 90*97.
137 D. Nicolaîdis, D ’une G rice û l'autre. Reprfsentation des Grecs modemes par la France rtvolutionnaire,
Les Belles Lettres, Paris, 19 9 2 , s. 48,5.56*57. Yazar, Yunanistan’ın bağım sızlığı öncesinde, seyyah
ların, Yunanlıları Türk'lerden ayırt etm ekle birlikte, onları da aynı derecede yoz görm elerinden
rahatsızlık duyar. Gobiııeau, Trots ans en Asie, Pl&ade, s.365.
138 Ernest Renan, Etudes d'Histoire religieuse, M ichel l£vy Preres, Paris, 1857, $.366-367
139 C .F . Volney, Les Ruines ou Miditations sur les Rfvolutions des Empires, Tünı Eserleri içinde, Firmin
Didot, Paris, 1843, s. 17, 19, s.26; Voyage en Egypte el en Syrie. pendant les annfes 1783, 17B4 et 17S5,
a.g.e. 116 ,13 5 ,15 3 . Considfrations sur la G u en ed es Turks en 17SS [1807), a.g.e., s. 769. Aynı şekilde:
Châteaubriand « La decrepitude des peııples les reconduit en enfance, diye yazar ve devam ed e r
le genie des nations s ’epuise, elleş vieillissent deplorablenıent, “el quand il a tout goûte, rassasie
dc ses propres chcfs*d'oeınTC, et iııeapablc d’en produire de ıtouveaux, il s’abrutit et retourne aux
sensations physiques” (Chateaubriand, Itineraire de Paris â Jtrusalem et de Jtrusalem â Paris, Ber-
nardin-Bechet, s. 15 7 ,16 9 ).
140 fean-Paul Roux, Turquie, Petite Planete, Le Seuil, Paris, 19 76 , s. 8.
14 1 Barres, Sparta devletindeki ırk ıslahınınd-aıı (eugenics] beğeniyle söz eder. M aurice Barres, Le
Voyage de Sparle, Emile-Paul Editeurs, Paris, 19 0 6 , s. 230*231, s. 274. Burada, Fransız muhafaza
k âr grupların oluşturduğu La Cocarde’ın, A lm anya’ya karşı Fransız nüfusunu artırm anın bir yolu
olarak milliyetçi bir kampanya başlattığı 18 7 0 ’teki Fransa-Prusya savaşı sonrasının milliyetçi or
tam ı göz önünde tutulmalıdır.
14 2 Insaıı Irklarının Eşitsizliği Üzerine. Ç.n.
143 f.B .B . Eyries, La Turquie ou Costumes, Moeurs et Usages des Turcs. Süite de gravures colorifes. avec
leurs explication$, Paris. Libraire de Gide fils.
144 Priııcosse Bibesco. La nymphe Europe, Livre 1 Mes Vies antmeures, Librairie Plon, Paris, 19 6 0 , s. 93,
Prens Georges Bibesco’nun bir kitabından alıntı, Le Fanatisme turc au X V I 1!e siecle. Pouqueville,
Yunan dc\'riininin tarihini yazdığı kitabına şu adı vermişti: Histoire de la regentralion de la Grice.
145 John Pemble, The Mediterranean Passion. Viclorians and F.dwardians in the South, Oxford Univer*
sity Press, Oxford, 1987, s. 234.
14 6 Karşılaştır: Grosrichard, s. 55-64. Karşılaştır: Mona Ozouf, L'hommr riginlrc, Gallinıard. Bibliot-
h£que des histoires.
147 Degeneration {Enlartung), Londres, William H einem ann, 18 9 5 ,esin kaynağı Dr. B.A. Morcl, Traitedes
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 79
Dfgentrescmces physiques, inUrüectuelles et morales de l'Espece humaine, et des causes qui produisent ces
Vartetfs maladives, Paris, 1857; Paul Moreaıı (de Tours), Des aberrations du sens gtn£sique, Paris, 1883.
148 M iclıel Foucault, Histoire- de la $cxualit£, 1, La voh n ti dr. savoir, Gallim ard, Paris, 19 7 6 , s . 56, 88,
156**57.
14 9 Sigm und Freud, D âire el rfres dans la "G radiva" de Jensen, Gallim ard. Fransi2 Devrim i başlan
gıcında, yenilenm e [rejenerasyoıı]muğlak bir siyasal kavramdı : XVI Louis,"Fransa'nın rejener*
atörii* olarak selam lanm ış. U lusal Birlik, Krallığı yenilem eye çağırılm ıştı; Krallık “ Rtats
generaııx”lar tarafından yenileniyordu; M irabeaıı, özgürlük yenileyicidir diye yazar. Daha sonra.
Devrimci basın Aristokratları, yoz, ahlaksız, sorum suz olarak tanımlar. Yurttaşlar, yenilenm ek
için, köklerine dönmeli, gereksi2 uzuvlardan kurtulm alıydı, v.s. (Mona Ozouf, L'homme rtgin M ,
G allim ard, 19 8 9 , s .12 6 *14 2 ,17 3.}
150 M aurice Barres, Le Voyage de Sparle, Emile-Paul fcditcurs. Paris, 19 0 6 , s. 29.
151 G abriele Mandel, Mamma li turchi, L'altra faccia della Mezzaluna, 11 Cannochiale/Lucchetti, Ber*
gam ç, 19 9 0 , s.175.
152 Joseplı Reiııach, Voyage. en Orient, G. Clıarpentier, Paris, 18 79 , tome II, s. 26, 221-223,
153 Leslie S. Peirce, The Imperial Harem, \Vomen and Sovereignty in ıhe Ottoman Empire, Oxford
University Press, New York, 19 9 3, s. 154-155.
154 Paul de Regla, Les Bas-Fonds de Consiantinople, Tresse & Stock, Paris, 18 9 2 , s. 162.
155 C laude Parrere, Forces spirituelks de l ’Orient, Flam m arion, Paris, 1937, s. 181-18 3, 237.
156 C.F. Volney, Voyage <?k Egypte et en Syrie, pendant les annfes 1783, 1784 et 1785, Tüm Eserleri içinde,
Firm in Didot, Paris, 1843, s. 2 9 9 ,3 0 4 .
157 Karşılaştın Christian Decobcrl, “ La lettrc dc Rcnan sur PHcolc du Caire” , D'un Orient lau trc, Cilt
2* Identifıcations, Editions du C N RS, Paris, 19 9 1, s. 5 ve Henry Laurens, "A propos de la controver*
se Renan/Afghani: İslam et protestantisme”, a.g.e., s. 220-227.
158 F. Julien , Papes et Sultans, Plon, Paris, 1879, s - 3* Ru&land Seine Regeneration unternahm ,
befand sich dies Laııd in einer solchen lsolierung von Europa, das$ die Staateıı des Abendlandes
fast gar keine Kenntnis nalımcu von M assrcgcln, deren Wichtigkeit sie erst in ihren gewaltigen
Folgen erkannten. Wie ganz Aııders İst das in osm anischeıı Reiche; man möchte sagen. Europa
nim m t m elır Anteil an der Türkei als die T ürkei selbst” Din ilerlemeyi engeller-"Türkiye'de
reform lar ölü doğm uştur. Sie bestand meist in Âusserlichkeiten, in Namen und Projekten. Die
unglücklichste Schöpfung w ar die eines H eers nach europâisclıen M ustern, mit nıssisclıen )ac-
ken, französischem Reglement, belgisehen Gew ehren, türkisehen Mützen, ungarisehen Sâtteln,
englisclıen Sâbeln und lnstruktors aus ailen Natioııeıı “ V. Moltke, Ünlerdem Halbmond, Erlebnis-
se in der ailen Türkei, 1835*1839, Edition Erdm ann, Stuttgart, 19 8 4 , s.349 ve 352.
159 J.J. Am pere, La Grece, Rome ti Dante, Etudes litteraires d ’apres nature, 6 .baskı, Didier ve C ie, Paris,
18 7 0 , s. 94. Coray, Mimoİre sur l'tlat actuel de ia civilisation dans la Grice, lu â la Soctât des obser-
vateurs de l'homme, le t6 nivöse an X I (6 janvier 1803), Lettres inedites de Coray â Chardon de la Roc-
bette içinde, Firmin-Didot, Paris. 1877, s. 4 5 1,4 5 3 ,4 8 1-4 8 8 .
16 0 Joseph Reinach. Voyage en Orient, G. Charpentier, Paris. 1879, II. Kitap, s. 230 , 244. 3 6 } ve 397,
Collas, La Turquie en 1859 ‘dan alıntı yapıyor. C h . M ism er, Soirtes de Consiantinople. Typographie
ct U thographic centrales, Konstantinopolis, 18 6 9 . s. 204 -209 .
80 Ba t il il a r in G ö z Cj n o e T ü r k I m a j i n i n G e ç i r d İ Ğ İ D e ğ i ş İ m l e r
ı6 ı ’Tutta la moııarchia del Turco e govcnıata da ınıo signore, li altri sono sua servi; e, distinguendo
e l suo regno in sangiachi, vi manda diversi amm inistratori, e li muta e varia com e pare a lııi’* II
principe. böl. IV. Aynca bkz. böl. XIX. Ayrıca bkz. Diego de Mendoza’ıım 154 3'te venedik
Senatosu’ ndaki konuşm ası ya da M ontesquieu’ye e sin kaynağı olan.C lıardin’in Iran rejim i tasviri,
Voyage en Perse, Soci£l£ Biblioplıile, Paris, s. 338-341.
16 2 C abricle Mandel, Mamma li lurchi, L ’altra faccia delta Mezzaluna, II Cannochiale/Lucclıetti, Ber*
gam e, 19 9 0 , s. 53, ve Machiavel ve Jean Bodin alıntılan, s. 94-95
163 C iiln j Necipoglıı, Architecture, Ceremonial and Power. The Topkapi Palace in the Fifternth and Six•
teenth Cenluries, Tlıe Architectural History Foundation, New York, ve T l te M İT Press» Cambridge,
M assachusells, 19 9 1- Abdessalanı Cheddadi. “ Les d6nıons du despotisme: Kn deça et au-delâ d’ıuı
concept", D ’un Orient l'autre, Cilt 2* Identifıcations, Editions du C N R S, Paris, 19 9 1, fl.g.ı’., s. 389-
393; M arie-Louise Dufretıoy, L ’Orient Romanesqıte en F ran ct-1704-/739. Etüde d ’histcire et de eri-
littâraire, Editions Beaııchemin, Montreal, 19 4 6 , s. 226.
16 4 L ’Esprit des Lois, böl. X V I.z ve X XIV .2. Bonaparte'ın M ısır seferine esin kaynağı olan Voltıey de,
uzun süre Kahire’de kaldıkları sonra, aynı görüşleri savunmuştu. C .F. Vohıey, Voyage en Egypte et
en Syrie, pendant les ann&s 178), 1784 et 178$, (1luvres compUtes içinde, Firm in Didot, Paris. 1843,
s .283-289.
165 Bkz. Perry Anderson, Lineages o f the Absolutist State, New Left Books, Londra, 19 7 6 (Fransızca
Çevirisi: L'Etat absolutiste, François M aspero, Paris, 1978), Kendisi, bilgisizliğim izin yanlış sın ıf
landırm alara yol açtığı sonucuna vardıktan sonra bile, Türkiye, Iran ve Moğol H indistan’ı içine
alan bir “ m üslüm an tarzının” var olduğunu savunmaya devam eder. Bkz. L V alensi, Venise et la
Sublim e Porte. La naissance du despote, H adıettc, 19 87, ve Alain Grosrichard, Struciurf du ScraiU La
fiction du despotisme asiatique dans l ’Occİdent classique, Seuil, Paris, 19 79 , s. 31-39.
16 6 A rtid e iıı Neu> York Daily Tribüne, 2 1 Nisan 1853, U s mancistes et la question nationale 184^-1914
içinde alıntılanm ış, Georges Haupt, Michael Lowy, Claudie Weill, Der. François M aspero, Paris,
* 9 74 -
16 7 Kari Wittfogel, Orientol despotism. A comparative study ofTotal Power, Yale University Press, 19 57
(Fransızca Çevirisi: Le despotisme oriental. Etüde comparative du pouvoir total esas alınm ış, Ar-
gum ents, Editions de Minuit, Paris, 19 6 4 , s. 188, 203, 2 28 , 243. 246-247, 254-260. 30 0 -311, 374,
38 4 ,4 73-4 7 9 . ö te yandan, bazı psikanalistler bu kavramı kullanmaya devam ediyorlar Bkz. Jean-
Trançois Lyotard, Des dispositifs pulsionnds, “ C apitalism e ^nergum ene", U nion G enerale
d ’Editions, Paris, 1973, s. 37*38.
16 8 Francis Fukuyama, Theend o f History and the Last Man, Avon Books, New York, 1993» s. 34-36,45-
4 6 . 2 17, 236-237. Endonezya ve Malezya için ne demeli?
16 9 Medeniyetler Çatışm ası. Ç n .
17 0 M em oirc k M. de La FERRO NAYS, 30 Kasını 1828.
171 T .C .II.L Pouqueville, Voyage de Ut Grice, C hez Firmin Didot, Paris, 18 2 6 , IV, s.12 1, V I, s. 84.
172 Mtmoires, t. V II, s. 240
173 Max Choublier. La Question d ’Orient dtpuis le Traitf de Berlin, âtude d ’Histoire Diplomatiyue, Paris,
Arthur Rousseau, 1897. Gladstoııe The Bulgarian Horrors, Karşılaştır: R.W. Seton-VVatsoıı, Dts-
raeli. Gladstone. and the Eastem Ques(ion, Londra. 1935; Ncw York, Barues & Noble, 19 6 3.
D ü n y a d a T ü r k İm c e s İ 8 l
174 Em est Renan, Souvenirs d'Enfance et de Jeunesse, Calmarırı*L£vy, Paris, 18 8 3 ,x ii,s . 130*131. Karşılaş*
tır H ourani, /slam in European thought, s.30.
175 H enri Avelot, Croguis de G rice el de Turquie, Autour de l'Arckipel, Alfred M aıne et Hils, T ours, 18 9 9 ,
s.77.
17 6 M. M ichaud et M. Poujoulat, Correspondance d'Orient ( ı8 } 0 'i8 ji), N.J. Gregoir, V. Wouter$ et Cie,
B n u elles, 18 4 1, [[, s. 151 ve s.2 2 1. Ayrıca bkz. C esar Vimercati, Constantinopk et l ’Egypte, H enri et
Charles Noblet, Paris, 1858, s. 49-86.
177 M üslüm anlık anlamında. Ç n .
178 Le C am us, 379.
179 Abbö J. H. Michon, Voyage religitux en Orient, Paris, 1853» 1. Kitap, s. 8 7 ,15 6 , 232.
18 0 E. Driault, La Çuestion d ’Orient, F. Alcaıı, Paris, 19 0 5, s. 387, Rodiııson, Mancism? ct monde musul*
man içinde, Editions du Seuil, Paris, 19 7 2 , s. 2 0 0 .
181 Mrs Grossetete, Avrupa Parlamentosu, ıNisan 2 0 0 4 ; Bourlanges, Figaro, 19 /4/ 2 00 4 .
182 Elm ar Brok, Avrupa Paralamentosu Dış İlişkiler Bölüm ü Başkanı, New Europe, 19 April 2 0 0 4 .
183 Shaybani, Muhamrnad ibn al-Hasaıı, tahmini 750-804 veya 5. The Islamic law o f nations: Shay-
bani’s Siyar. Macid 1ladduri tarafından yapılan bir çevirisi, I ladduri’nin giriş yazısı, notlan ve ek
lerle yayınlanmıştır. Baltimore, Johns Flopkiııs Press [1966]
184 2 Corinthians, 6 , 14.
185 Bo_ko I. B ojovL, "Dubrovnik (Raguse) et les O ttom ans", Turcica, XXIV (1992) s. 121. M anfroni,
'L ’Em pia Allianza », RıVisla Marittima, 18 9 6 , 3e trimestre, s. 278
18 6 Bkz. Octaviaııus Cacheram ıs, Disputatio an Principi Christiano fa s sil pro sui, $uorumque bonorum
tuidlafoedus mire, ac am kitia infıddibus iungı, ab eisqut auxilium advcnus alios Prinöprs Ckristianos
petere , Turin, ı>>6; Lyserus DispuiöJio Poliiica de Foederibus cum Infıdelibus (1676), J.H . Pott De
Fadcribus Fidelium cum Infıdelibus (1686). Nys, E .,« La Theorie dc l’equilibre europeen », RD 1LC,
25 {1893) s. 38*39. A. Gentili, Hispanica advocationis libri dıto. De iure belli, (New York, 19 2 1), IU,
s. 19 . B.N. Madrid Ms. 10 9 3, İslam dünyasıyla olan birlik ve ittifaklar üzerine 19 1 incelem e
187 H iinyadi Yanoş. Ç n .
18 8 Jean Bodın, Les S ix Livres de la Rfyublique, Kitap V, Bölüm 6 , Livre de Poche, 19 9 3, s. 475-476.
Bkz. Türkler tarafından Walcrand de W avrin'c sunulan Türk-M acar barış antlaşm ası, Jehan de
W avrin, An£hj>>ım's chronicyues d ’Engleterre içinde, Paris, M m e Ve fules Renouard, 1859, Cilt 2, s.
68 .
18 9 Aynca bkz. J. Mathorez, « Un apologiste de 1‘alliance franco-turque au XVIe siecle. François
Sagon », Bulletin du Bibliophile içinde, 3 (1913). s. 10 5 -12 0 ; Cari G ö lln e r,« Die Haltung der öfTent-
lichen M einung zum Türkenbündnis Franz E.“ . Revue historique du sud-esi europeen içinde, 20
(1943), s. 208-222; Rene Quatrefages, « La perception gouvernementale espagnole de l'alliance
franco-turque au X V le sieclc », Revue intenıationale d ’Hitoire Militaire içinde, n° 6 8 (1987) s. 71-
84. Iî. Nys, Les origines du Droit International, 18 9 4 , s. 162. Michelet, Histoire de France adlı kitabın
da, I. Francis'in Muhteşem Süleym an ile ittifakım “Çaresizlik sonucu karar verilen, Kralın ken
disinin dc olasılıkla kötülüğe davetiye olarak gördüğü, oysa gerçekte hayırlı birşey, dinlerin ittifakı
ve halkların uzlaşm asının temelini atan çok büyük bir olay'' olarak selam lar... Ona göre bu “Av
rupa ve Asya’yı barıştırmakla, Hristiyan uzlaşm asının yerine insanlığın uzlaşm asını getirerek
82 Ba t il il a r in G ö z Cj n o e T ü r k I m a j i n i n G e ç i r d İ Ğ İ D e ğ i ş İ m l e r
m odern çağa özgü yeni dengelerin, artaıı güvenliğin m im arı olan, kutsal bir girişim ” idi (XII ve
X V . Bölümler).
19 0 Uzunçarşılı, 453 ; K. Setton, The Papacyand ıhe Levant, 11, s. 4 56. 508, 513 dipnot 32, 514, 521. 534
dipnot 115, 537 ; J. Valera, Historia General de F.spaüa, 19 2 2 , Kitap V III, 13 . Talıa Toros, Geçmişte
Türkiye-Polonya ilişkileri, İstanbul, Perka, s .d .; J. G arbacik,« Le relazioni turco-polacclıe tra XVI e
X V II secolo alla luce dei rapporti e dei dispacci dei baili veneziani a Costantinopoli », Italia.
Venezia t Poloma ıra Umanesimo e Rinascimento içinde, 19 6 7 . Nicolas Durand de Villegaignon,
de l'expedition de Charles Quint contre Alger, Ç e v iri: Pierre Tolet, der. H. D. Gram m ont, A.
A ubry - Paris, 1874.
19 1 G iulio Vism ara, hnpium Foedus. Le origini della "Respublica Christiana”, M ilaıı, Dott. A. GıuffU*.
* 974 -
19 2 De ju re belli acpacis, II. Kitap, Böl. XV par.vıii.
19 3 Karşılaştın Fr. Rey, De la prolection diplomatique et consulaire dans les echelles du Levant et de Bar-
barie, 18 9 9 , s. 32.
19 4 Karşılaştır: Fr. Laııe, Venice, a Mariıime. Republic, 1975, P236. Auguste Beııoit, Elude sur les
Capitulaiions enire l'Empire Ottoman et la France et sur la Rfforme Judiciaire en Egypte, Paris, Lib
rairie Nouvelle de Droit et de Jurisprudence, 18 9 0 ; Gatteschi, Manuale di Diritto publico e privato
ollom ano; Carnazzi-Amari, Traitl du Droit Internationalpublic en temps de p a ix ; V. Feraud-Giraııd,
V e la Juridiction Jrançaise dans les Echelles du Levanı et de Barbarie ; Budes praiiques sur la question
d ’Orient, Reformes et Capitulations, Paris, Amyot, 18 6 9 . Bertold Spuler, « Die Europaische Dip-
lom alie in Konstaıılinopel bis zum Frieden von Belgrad (1739) » ,JahrbücherJUr Kultur und Gesc-
hichte der Slavm , Breslau, liaııd XI, 1935, s. 53-55. Aldo Gallotta, « II trattato turcovcııcto del 12
gennaio 1482 », .Çiadia Turcologica memoriae Alexii Bombaci dicata içinde, a cııra di Aldo Gallotta,
U go M arazzi, Napoli- Roma, Herder, 19 8 2 .
195 Ravndal, G .B., The origin o f the Capitulations and o f the Consular Institution, Senato Belgesi n° 34,
6 7 . Kongre, 1. Oturum» Washinton. Governm ent PrintingO ffice, 19 21;: W ansbrough,) ., «V en ice
and Florence in tlıe M aıııluk Com m ercial Privileges », Bullelin o f tlte School o f Oricntal and African
Studies, 28 {1965), s. 483-523: Contuzzi. La istituzione dei Consolati ed il diritto iniemazionale
europeo nella sı«ı applicabilitâ in Oriente, Naples. 1885, s. 147 ,15 2 -15 3 ; G. Pelissie du Raussas. Le
reğm e des cflpiJıdafKms dans l'empire ottoman, Cilt 1, Arthur Rousseau, Paris, 19 0 2 ; Francis Rey, De
la prolection diplomaiûjue el consulaire dans fes Echelles du Levanı et de Barbarie, these, Paris, Librairie
d e la Societe du Recueil General des Lois 8c des Arrets, 18 9 9 ; Alexandre de Miltiz, M anuel des con-
sul$, Londra, 1837-1838 ; W. Lelımann. Der Friedensvertrag zwischen Venedig und der Ttirkei vom 2.
Oktober 1540. naciı dem titrkischen Original herausgegeben tibersetzt und erlitutert, Bonn Orientalisc-
h e Studien, Heft 16 , Suttgart, W. Kohlham m er, 19 36 ; C. Villain-Gandossİ, « Contribution â l*e-
tude des relations diplomatiqucs et com m crciales entre Venise et la Porte Ottomanc au X V Ic şişe
le », Südosl Forschungen, 26 (1967), s. 23. Tafel, G. L Fr. & Thom as, G .M ., Urkunden zur âlteren
Handels- und Staatsgeschichte der Republik Venedig, Viyana, 1856-1857, 3 cilt (Fontes renim aust-
riacarum , t. XII a XIV). Francis Rey, De la prolection diplomatique et consulaire dans les fcheües du
Levant et de Barbarie, tez, Paris. Librairie de la Societe du Recueil General des Lois & des Arrets.
18 9 9 , Karşılaştın s. 1-; G. Salles, L'institution des consulats, son origine, son developpentmt au Moyen-
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 8î
Age chez les dijftrenls peuples. Paris, 1898; Mas*Latrie, Archives de l'Orient Latin, Kitap. I, s. 406*
4 08 ; Don Antoııİo de Capm any y de M ontpalau, Memorias histâricas sobre la marina, comercio y ar-
tes de to antigua ciudad de Barcelona, Madrid. 177 9 -179 2 , Kitap. 11 s. 156 ve 502. Nasiın Sonsa, The
Çapilulatory Rfgime o f Turkey. Its History, Origi*t and Nature, The John Hopkins Press, Baltimore,
19 33, s. 158-159, dipnot 4
19 6 Felix Julien tarafından alıntılanm ış, Papeset Sultanes, Plon, Paris, 1879, s.263.
19 7 Proje t de traite pour rendre Uı p aix perpftuelle entre, les souverains chr&iens, vb. Anîoine SC H O U TEN ,
UtTecht, 1713, s. 464*66. der. S. GO YARD FA B R E, G arnier 19 8 1
1 9 $ 1802., 4C.Rob., s. 16 9 , Nasim Sousa, The Capitulaiory Regime o f Turkey. lt$ Hisiory, Origin and
Nature içinde, The John Hopkins Press, Baltimore, 19 3 3 ,16 2 , fn.14
19 9 1837'de, Viyana’daki Osmanlı elçisi, O sm anlı tm paratorluğu’nun, dış politika krizlerini önlem ek
için Avrupa birliğine katılması gerektiğini söylem işti: Sadık Rıfat, Müııtehabat, V III, s. 46-49:
“A vnıpa devletleri beyninde cari olan hukuk-i düveliyeye dahil olm ak” Karşılaştır, Carter Vaughn
Fiıtdley, "Gtat et droit dans la pensee polİtique ottomane: droit de l'hom m e ou Rechtsstaat? A pro-
pos de deux relatioııs d'am bassade'’ Etudes Turques el Ottomanes, No:4, Aralık 19 9 5, E H E SS , Paris.
$.46-49.
2 0 0 Article 7 o f the Treaty : « Sa Majeste la Reine du Royaume Uni de la Grande Bretagne et d ’lrelan-
de, Sa M ajeste l’Empereur d'Autriche, Sa M ajeste l’ Em pereur des Français, Sa Majeste le Roi de
Prusse, Sa Majeste l’ Em pereur de loutes les R ussies, et Sa M ajeste le Roi de Sardaigne, dedarent
la Sııblim e Porte adm ise â participer aux avantages du droit public et du concert Europeens. Leurs
M ajest£s s ’engagent, chacune de son cöte, â respeeter l’indepeııdance et rintegrite lerritoriale de
l’Eınpire Ototnıan , garantissent en com m un la stricte observation de cel cngageuıcnt et con*
sidereront, en consequence, toııt aete de nature â y porter atteinte com m e une qııestion d ’interet
general » ; K arşılaştır Hugh McKinnon Wood, « Paris Antlaşm ası ve U luslararası Hukukta Tür
kiye’nin Statüsü », American Journal o f International Law, cilt 37 nfl 2 (1943) s. 262*274.
2 0 1 C em al Kafadar, « Osm anlılar ve Avrupa », Ifandbook o f European Hisiory 1400-1600. Lale Middle
Ages. Renaissance and Reformation, der. Thom as A. Brady, Heiko A. Obermaıı & Jam es D. Tracy,
E.J. Brill, Leyde, New York- Köln, 19 9 4 , s. 589-636.
2 0 2 Rouillard tarafından alıntılanm ış, s. 262.
203 Observations de plusieurs singularitez et choses memorables trouvees en Crece, Asit, Judee, Egypte,
Arabe, et autres pays estranges, 1553.
204 M axim e Rodinson, La fasdnation de 1‘lslam. sutvi de Le seigneur bourguignon el 1‘esclave sarrasin, La
Decouverte, Paris, 19 8 9 , s. 82.
205 K arşılaştır Jean-Paul Clıarnay. Les Contre-Orients ou Comment ptnser l'autre selon soi, Sindbad,
Paris, 19 8 0 , s.247. Jean-Claude Vatin, "Le Voyage- Elements pour une taxonomie" ve “A u terme
du voyage”, La Fuite «1 Egypte. Suppliment aux voyages europeens en Orient, C ED EJ, Lc C aire, 19 8 9 .
Jean-D idier Urbain, L'idiot du voyage, Histoire de touristes, Plon, Paris, 19 9 1, s.181*182
2 0 6 N. Iorga, Les voyageurs français dans l'Orient eıtropfen, C onftrences fa ites en Sorbonııe, Boivin &
Cie-Gam ber. Paris, 19 2 5, s. 49.
2 0 7 M arslıall G .S. Hodgsoıı, The Venture o f İslam. Conscience and History m Worid Civilizalion, 3, The
Gunpowder Empires and Modem Times, The University o f Chicago Press, Şikago, 19 74 . s. 5.
84 Ba t il il a r in G ö z u n o e T ü r k Im a j i n i n G e ç İ r d İĞ İ D e ğ î ş İ m l e r
20 8 Rouillard. s. 207.
2 0 9 £550» surles mceurs. Aziza Said, “ l.’Orient hüstorique chez Voltaire", ve Abdiilaziz Cabali, "Candide
ou le detoıır oriental de M onsieur de V oltaire”, La Fuiie en Egypıe, SuppUment aux voyages
europtens en Orient, C ED EJ, Cairo, 19 8 9 , s. 75*112.
2 10 Lamartine, Voyage en Oriem, Pagnerre-Hachette-Furne, Paris, 1856, II, s. 4 87-490.; Ayla Gökm en,
“ Un anıi de la Turquie: Lamartine”, Les camets de l'exotisme. n "n , Poitiers, Ocak-
T em m u z 1:993, s- $>*88.
2 11 Thackeray, A Joum ey from Cornhill to Cairo, Houghtoıı, M iffliıı and Co. , Boston ve New York,
18 8 9 , s. 4 11.
2 12 The Westem Çuestion in Greece and Turkey, Karşılaştır: R. Clogg, Politks and the Academy: Arthur
Toynbee and the Koraes Chair, Londra, Frank Cass, 1986 .
213 A lain Grosrichard, Structure du Strail* La Jiction du despotisme asiatique. dans l'Occident classique,
Editions du Seuil, Paris, 19 79 , özellikle s. 2 19 -228 .
2 14 Miclıel Foucaıılt, L ’usage desplaisirs, Gallim ard, s.132.
215 Karşılaştır: Klliot, Tinaire, Hellys.
2 16 Karşılaştır: E. Mine Tan, Kadın ekonomik yajam ı ve eğilimi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
Ankara, 19 79 .
2 17 [ean-Claııde Chasteland, "U ne dem ographie eclatee", Le Monde. 30 Ağustos 1994.
2 18 Karşılaştır: Gilberto Preire.
2 19 Karşılaştır: Hollander, H. Lamarche, Les Turcs et les Russes. Histoire dc la Guerre. d'Orient, Barba,
Paris, vb.
2 2 0 C harles Rolland, La Turquie coniemporaine, Hommts ti Choî«, Budes sur l ’Orieni, Pagtıerrc, Paris,
1854, s. 6 o -6 ı, s. 315-322; Frederick Bıırnaby, On horsehack through Asia Minör.
D ü n y a d a T ü r k İm c e s İ 85
F e r n a n d o F e r n â n d e z La n z a *
HABSBURG-OSMANLI REKABETİ
BAĞLAMINDA 16. YÜZYILDA İSPANYA DA
TÜRK İMAJI
İspa n yo lc a B a s il m iş K it a p ve E l ya zm a la r in d a T ü r k le r in O r İ j İ n İ,
S İy a sİ O r g a n iza sy o n u ve Y ö n e t İ m Ş e k İll e r İ
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 87
genellikle kendi içlerinde bir tutarlılıktan yoksun, bölük pörçük farklı lite
ratür geleneklerinden gelmesidir. Örneğin bu kaynaklar farklı ideolojik ve
dini geleneklerden ağızdan ağıza -önyargıları ve kendilerine ait bazı fikir
leri de ekleyerek- gelmekte ve sıklıkla olayları bu geleneklere göre icat et
mekte, bir kenara itmekte veya yeniden yapılandırmaktadır. Böylesine fakir
bir temel ciddi bir tarihsel yeniden yapılanmaya yardım edemeyeceğinden,
Osmanlı dünyası üzerine üretilen bibliyografya ve kaynakları da değerlen
dirmekte fayda vardır.
Açıklanabilir istisnai durum lar dışında 16. yüzyıl İspanyol kronikçi-
leri ve yazarları Türk kelim esini tamamen pejoratif bir bağlamda ele alır
lar. Bazı yazarlar bu tavırlarını kelim enin etimolojisi ile de haklı gösterme
ye çalışırlar:
Vahşi Türk milleti üzerine yazılı olarak birbirinden çok farklı bakış
açılarının olduğu göze çarpıyor: Latin ve Yunan tarihçilere ek olarak
İbrani ve Arap tarihçilerde de bunu görüyoruz. Bazıları Türk isminin
(Turco) acı çektirme (a torquendo) veya işkence (a tortura) ile ilişkili ol
duğunu, ‘ellerine düşenlere acılar veren belalılar’ anlamına geldiğini
dahi söylemeye çalışırlar. Bazılan aşın derecede zalim olduklarından
onlara trux-trucis dendiğini öne sürer. Diğer bir kısım, Türk olarak
adlandırıldıklarını, çünkü yeryüzünde yaşayacak güvenli bir yer arar
ken Hazar denizinin geçit vermez dağlarında yerleşen ünlü Theucra
soyundan geldiklerini ileri sürer. Bazıları ise onlara Türk dendiğini,
çünkü Turda adlı bir şehirde yaşadıklarını iddia eder. Ve bazıları bu
şeytani soya Türkler denmesinin, antikçağda Iskilya kralı olan Her-
küTün oğlu Theucra'dan ileri geldiğini belirtirler.1
88 H a b s b u r g - O s m a n l i R e k a b e t i B a ğ l a m i n d a 1 6 . Y ü z y i l d a Is p a n y a ' d a T ü r k İ m a ji
Turchia adlı bir İran şehrinden, Arabistan’dan ve Celosiria'dan ve
ya şimdiki Araplar ve Antik İskitler gibi geçtikleri yerleri yakıp yı
kan kırsal kökenli insanlardan geldiklerini söyleyenler de vardır. Bu
isim, geçtikleri her yerde yaptıkları yıkımı hatırlatır ve dolayısıyla
T ürkün geçtiği yerde ot bitmez' şeklindeki atasozünün günüm üze
kalması doğaldır.3
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 89
topraklara kendi çabanızla ve zahmet çekerek geldiniz; eğer başka
yerlere gitmek istiyorsanız bilesiniz ki o toprakların ihtiyaçtan bölü
şülmesinde de aranızda ayrılıklar yaşanacak ve bu sizlere Yunanlılar
dan gelecek olandan daha büyük bir zarar verecek. Benim size tavsi
yem, aranızdan eski vatanınızdaki lideriniz gibi iyi yönetim için he
pinizin itaat etmeyi kabul ettiği ihtiyatlı, cesur bir kumandan seçme
niz. Bu yolla düşmanlarınıza karşı muzaffer olacak ve dünyanın baş
ka yerlerine gitmeyeceksiniz...” Ve böylece ilk hükümdarları Türk
olarak adlandırıldığı için, onun peşinden gidip itaat edenler Truvalı-
lar değil Türk olarak adlandırılmak istediler, gördüğümüz kadarıyla
bugüne kadar da böyle geldi. Yunanlılar birçok defa üzerlerine yürü-
diiyse de Türkler her seferinde galip geldiler; sonunda Yunanlılar ye
nildi ve neredeyse hepsi öldü. Böylece Türkler Cecilia'yı fethedip,
buraya Türkün oğullarından Karaman adlı birinin adından yola çıka
rak Karamania adını verdiler. Bu zaferi izleyen günlerde Türkler As
ya'ya yayıldılar ve bölgenin büyük bir kısmını ele geçirdiler...'1
90 H a b s b u r g - O s m a n l i R e k a b e t i B a ğ l a m i n d a 1 6 . Y ü z y i l d a Is p a n y a ' d a T ü r k İ m a ji
vardığında daha ileriye gidemediler. Öncelikle Sarekcnlerle barış
yaptılar, onlara vergi verdiler; daha önce putperestken Muham-
med’iıı hukukunu kabul ettiler. Uzun yıllar böyle devam ettikten
sonra Sarakenler arasında çok büyük bölünmeler oldu. Anlaşıldığı
kadarıyla Türkistanlılar güçlü bir ordu kurdular ve Sarakenleri ko
vup İran’ın yarısını, Büyük ve Küçük Ermenistan’ı, Suriye’yi ve İs
tanbul yakınlarına kadar Asya’nın başka birçok vilayetini boyundu
rukları altına aldılar. O zamana kadar Türkistanlılar olarak adlandı
rılmışken, rivayete göre, büyüklükleri ve güçleri sebebiyle o günden
sonra müthiş Türkler olarak adlandırıldılar...5
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 91
Daha az tanınan yazarların da bu konuda yorum lan olmuştur.
Türkler bir insan gnıbu ve İskitya milleti, sınırları Germ ania (Al
manya) içinde olan bir vilayet; bu bahsettiğimiz insan grubu ve m il
let çok büyük ve geniş fundalıklarda ve büyük bataklıklarda yaşar;
hukuksuz ve düzensizdirler, sadece avlanırlar... Ne kasabaları, ne
92 H a b s b u r g - O s m a n l i R e k a b e t i B a ğ l a m i n d a 1 6 . Y ü z y i l d a Is p a n y a ' d a T ü r k İ m a ji
şehirleri vardır. Bu barbar insan grubu kendisiyle beraber taşıdığı
her şeyi hırsızlığa ve dolandırıcılığa borçludur... Ne tarımla uğraşır,
ne salın almayı, ne de salm ayı bilir.10
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 93
rak adlandırabileceğimiz kim se, 1300 yılında hüküm sürm eye baş
ladı... Kötü alışkanlıkları olan ve kötü mizaçlı bir adamdı; kadınlara
ve şaraba düşkündü. Kolay arkadaş edinen biriydi ve dolayısıyla
kendine benzeyen arkadaştan vardı; onların lideri olarak doğduğu
yerde hüküm sürmeye başladı. Ve yakınındaki bir kale olan, Trab
zon’a doğru Bursa'ya altı günlük mesafede olan bu yere Osman-
ZichMadını verdi. Kendisiyle beraber birçok hırsız vardı; gayretli bir
adamdı, cesurdu ve şansı hep yaver gitmişti. Böylece büyük denize
doğru birçok yerler ve kaleler ele geçirdi; önemli zaferleri arasında,
eskilerin Sabbasta adını verdiği asil şehir Sivas’ın fethi de vardı.'5
94 H a b s b u r g - O s m a n l i R e k a b e t i B a ğ l a m i n d a 1 6 . Y ü z y i l d a Is p a n y a ' d a T ü r k İ m a ji
Hıristiyanların doğasından ileri gelen sebeplerden yararlanarak ve
konseyindekilerin gayretleriyle Yunanistan’a geçmeye cesareti gös
terdi. Böylece yüz bin savaşçıdan, oluz bin başıbozuktan ve otuz bin
okçudan oluşan büyük bir ordu kurarak 1373 yılında Çanakkale Bo-
ğazı'na geldi. Ve o zaman Büyük Türk’ün aldığı bütün yerler im pa
ratora isyan etmiş yerlerdi, çünkü hep kendisini imparatorun iyi
dostu ve ona isyan edenlerin düşmanı olarak gösterdi. Bu arada
adamlarıyla imparatorluğa yakın topraklara da sızdı ve böylece kısa
zamanda Edirne'yi ve daha birçok yeri ve toprağı da alabildi; bütün
o topraklara da korku saçarak Sırbistan’a yürümeye başladı.18
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 95
gilenm cm işlerdir.”'10 Türkler arasındaki tek fark, Antonio dc Sosa'nın orta
ya koyduğu şekliyle şöyleydi:
2. S iy a s î O r g a n iz a sy o n ve Y ö n et İ m Ş e k l î : S ultan îl e İ d a r i, M a l î ve
H U K U K İ S İS T E M L E R İ 22
96 H a b s b u r g - O s m a n l i R e k a b e t i B a ğ l a m i n d a 1 6 . Y ü z y i l d a Is p a n y a ' d a T ü r k İ m a ji
makta fayda var: “Fakat, farklı olmalarına rağmen sadece neredeyse evren
sel üç prensliğe odaklanmakla kalıyoruz: Türk, Katolik Kral ve Papa.”16
Türklerin idari, mali ve hukuki organizasyonu üzerine en zengin
bilgiyi V. Carlos döneminde yazılan eserler verir.27 Doğal olarak V. Car-
los'tan sonra Türklerin sultanlarının (Selim veya Süleyman gibi) yöneti
minde odaklanmış olan devletlerinin organizasyonu ve Habsburglara yö
nelttikleri tehlikenin büyüklüğü konusundaki bilgi eksikliği İspanyol ya
zarları ve derlemecileri taze materyal aramak için çaba sa rf etmeye itmiş ve
çoğunlukla en iyi Avrupa metinlerini ele alıp birleştirmelerine veya çevir
melerine neden olmuştur.
İspanyol eserlerinin büyük bir kısmında, özellikle de 16. yüzyılın ilk
dönemlerinde, Katolik güç öne çıkarılmış, üstün tutulmuş ve daha Öncelik
li gösterilmeye çalışılmıştır.28 Diğer ortak strateji ise Türkleri güçsüzleştir-
meye çalışmak veya Osmanlı İmparatorluğu’nuıı "meşruiyetinin” hukuka
değil de tiranlığa veya aklın reddine dayalı olduğunu öne sürüp prestijini
elden geldiğince azaltmaktı.29
Döneme bağlı ufak farklılıklarla İspanyol eserlerinde sultan, daima
“ Büyük Türk” tabiriyle, özellikle 16 . yüzyılın başlarında "M uham m ed’in
inançlarmı izleyenlerin en güçlüsü” olarak görülüyordu*0 ve üstelik kendi
şahsiyetinde bütün gücü ve devletlerinin mali gücünü birleştiriyordu:
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 97
her sınıftan insan bulunur... B u söylediklerimize ek olarak Türk de-
rebeyler ayrıca şöyle bir düzene sahiptirler: Aralarından biri öldü
ğünde büyük bey nişanıyla birini gönderene kadar toprak para et
mez, işleııemez ve işlerken de karşılığını daha önceki gibi verir.î'
Büyük Türk’ün altında dev bir idare -ona yönetim, yargı ve adalet
alanlarında yardım eden ve danışmanlık yapan bir insan hiyerarşisi- var
dır. Bununla birlikte bu insanların görevlerine, yetkilerine, karar alm a ka
pasitelerine, kazandıklarına, haklarına ve ödevlerine ait referanslar azdır
veya m uğlaktır.
98 H a b s b u r g - O s m a n l i R e k a b e t i B a ğ l a m i n d a 1 6 . Y ü z y i l d a Is p a n y a ' d a T ü r k İ m a ji
tehlikelidir ve çoğu zaman mesleklerinde gözde olur, ölene kadar
böyle kalırlar... Bu üç paşadan sonra iki tane de beylerin beyi olarak
anılan beylerbeyi vardır. Biri Rumeli’nin lideridir, Büyük Türk Sof
ya'da ikamet ettiğinde o da Sırbistan’dan bölgeyi yönetir. Diğeri ise
Anadolu’nun lideridir ve Catey (Kütahya) şehrinde yaşar. Her biri
nin yıllık yirmi bin düka maaşı vardır ve bütün karar verme yetkisi
ve savaşların yönetimi onlardadır. Kimi zaman ise bu görevde olan
kişi, vezir görevini de üstlenir... Aynı şekilde, biri Yunanistan’ın
(Rumeli'nin), diğeri dc Anadolu'nun olmak üzere iki tane dc “dev
letin yargıçları” anlamına gelen Cadiles Cher (kadıleşker, kazasker)
vardır. Her birinin yıllık sekiz bin düka maaşı vardır ve buna ek ola
rak baktıkları davalardan yüzde iki gelirleri olur, sultana bağlı ola
rak çalışırken Ölen kişilerin mülklerin onda birinin sahibidirler.
Tıpkı Ispanya’da krallık konseyi başkanlarının corregidorf\uk*) yap
tıkları gibi bunların hepsi divanda bulunur ve devletin her yerine
kadı sağlamakla yükümlüdürler. Aynı şekilde sultanın büyük hiz
metkârları anlamına gelen ve yıllık dört bin ducado maaş alan def
terdar vardır. Defterdar sultanın bütün parasını kullanır, harcan
ması gerekeni hazinecilere verir, geri kalanını da hâzineye koyar.
Bir de sultanın genel sekreteri anlamına gelen nişancıbaşılar vardır
ki bunların yıllık üç bin düka maaşı ve çok geniş gelirleri vardır. Ve
Cortes’in’4 bütün sekreterleri ve yazıcıları onun hizmetkârlarıdır...
Büyük T ürk’ün topraklarında uyguladığı adalet ise şöyledir: Her vi
layette -Yunanistan’da olduğu gibi Anadolu’da d a - sancak anlam ı
na gelen ve hem liderlik hem de yönetim işleriyle ilgileneli biri gö
revlidir. Bunlar çok küçük yaşlardan itibaren sultanın sarayında ye
tişen dönme Hıristiyanlardır. Makamları çok saygıdeğerdir ve ka
zançları üç bin ile on dört bin arasında değişir. Sancakların altında
tımarlar (timarantis ) denilen bir diğer makam vardır ki bunlar şe
hirlerin özel yöneticileridir. Onlara yardımcı sıfatıyla subaşılar hiz
met eder ve tüm kadılar da şeyhülislam a bağlıdır. Bunlara ek olarak
Büyük Türk’ün devletinde ve divanında bilemediğimiz birçok fark
lı makam vardır -sö zü uzatmamak için bunları söylem iyorum -,
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 99
Büyük Türk’ünki kadar büyük olmayan yönetim birimleri de vardır.
Kendisi cumartesi, pazar ve pazartesi günleri eğer savaş, hastalık
veya başka bir sebep olmazsa haftada üç defa halka görünür. Bu
günlerde şafak söktükten sonra vezirler, kadılar, hazineciler ve kâ
tipler saraya giderler ve onlara yemek verilir. Büyük Türk halkın
içinde gezinmez, odasında oturur; istek sahipleri m em urlarına is
teklerini söylerler ve onlar da bunu sultana iletir; bu konular divan
da tartışıldıktan sonra o kendisine adil görünene karar verir.*5
Bu kronik yazarlarına göre Büyük Türk endişe veren, vahşi bir ca
navardır; bu, büyük ölçüde onun kendi vizyonunu ve durum unu bilem e
mekten ileri gelen ve her durumda önce Avrupa'yı sonra da dünyayı fethet
meye çalıştığını düşünen mitik bir imajdır. Bunların isteklerinin önüne
geçm enin tek yolu, bütün Hıristiyan hükümdarlarının bir araya gelmesi,
bütün Hıristiyanlığın “iyilik için” daha önce birçok durumda olduğu gibi
Ispanyol hükümdarının liderliğinde bir araya toplanmasıdır.*7 Bu durum
da O sm anlı’nm gücünü açıklayan sebepler Hıristiyanların kendi yanlışla-
IOO H a b s b u r g - O s m a n l i R e k a b e t i B a ğ l a m i n d a 1 6 . Y ü z y i l d a Is p a n y a ' d a T ü r k İ m a ji
rıj8 veya ilahi iradenin takdiri üzerinde odaklanıyordu.*9 Metinlerin büyük
bir kısm ında ve daha sonraki dönemlerde resmi ve özel belgelerle sürekli
tekrar edilen bu iki sebep, Cronica de los Turcos’ un değişik bölümlerinde de
devamlı ortaya çıkar. Kronik yazarlarının büyük bir kısmının gizlemeye ça
lışm asına rağmen, bu “dini vc ahlaki” karşıtlık, gerçekte siyasi ve ekono
mik sebeplerden kaynaklanır. Diğerlerinden çok özellikle işte bu somlar
Akdeniz’deki karşıtlığı sadece bir dinler karşıtlığı olarak ortaya koymayı en
gelleyen Fransız-Osmanlı ittifakını ürettiler.40
Iber Yarım adasından Yahudilerin vc Arapların kovuluşuna şahit ol
m uş 16. ve 17. yüzyılın İspanyol yazarlar için dini birliği olmayan bir devle
tin düşünülemez olduğunu görmek oldukça ilgi çekicidir. Büyük Türk’ün
aynı şeylere inanmayan ve farklı davranan bu kadar çeşitli insanları yönete
bileceğini hiçbir şekilde anlayamazlar. Başka bir deyişle, çokmilletli, çokkül-
türlü ve çokdinli bir devlet kavramına anlam veremezler. Aynı şey Osmanlı
devletinde çok önemli bir rol oynayan dönmeler için de geçerlidir."*1
Bu yüzyılların İspanyol kronik yazarlarına göre, Büyük Türk Os
manlı emperyal gücünün çekirdeğini teşkil eder, ordunun başındaki ve za
ferlerinde yenileneıılere saygı duymayan prenstir; adaletsizlikleri ve zulmü
yapan bir odur; devletin ve bütün mülklerin ve insanların mutlak hâkim i
dir. Bu karakterler sultandan sultana geçer ve devam eder:
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ IOI
Bu, Osmanlı Sclim'in oğlu Süleyman'a savaşçı ve acımasız bir kişilik
kazandırmak için bıraktığı bir kanun ve hatıradır. Bunun gibi, hatta
bundan daha kölü pek çok sözü de oğlu ve kendisinden sonra gele
ceklere ders olsun diye portresine kenar süsü ve hat şeklinde bırakır.42
Yönetimi akla ve mantiğa karşı dahi olsa, hiç kimse kararlarına mü
dahale etmeye bile kalkışamaz. Müslüman yöneticilerin davranışları
ve alışkanlıkları Muhammed'den gelir. Peygamber onların hepsinin
dünyada izledikleri ve yeryüzünde kullandıkları gücün modelidir.45
Müslüman yöneticilerin tiran davranışları “her şeyden Önce ken
dileri gibi yönettiklerinin de inandıkları dinin ve onun ortaya koy
duğu figürün ve ikinci olarak emirlerinde yaşayanların doğal karak
terinin mantıksal sonucudur; sadakatsizliğin ve kendilerinde kuru
102 H a b s b u r g - O s m a n l i R e k a b e t i B a ğ l a m i n d a 1 6 . Y ü z y i l d a Is p a n y a ' d a T ü r k İ m a ji
lu siyasi prensiplerin sonucu olarak despotizm onlan kontrol etme
nin ve yönetmenin tek yolu olarak ortada kalır. Menfaat, hasislik ve
lıırs onları hareket ettiren şeylerdir, hikâyeler ve batıl inançlar üret
meye yatkınlıkları da buradan gelir.”46
Ispanyolcadan çeviren
K iv a n ç U luso y
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 103
N otlar
1 Bkz. Vasco Diaz Tanco. Libro iniiiulado Palinodia de h nephanda y fa r a de los Turcos y de su cruel
rnodo y arte enga_oso de guerrear. Y de b s imperios. rrinos y provincias que han subjectado y postm con
inquieta ferocidad. Örense, 1547. Folyo. 2 arkayüz.
2 Tüm bu yorum lar için Migucl Angcl dc fiuncs Ibarra’nm m ükem m el çalışm asına bkz. M igııcl An*
gel de Bunes Ibarra. Uj imagen de los musulmanes y del Norte de Africa en la F.spana de los siglos XVI
y X V II. Madrid: C SIC , 19 8 9 . bölüm II, IV ve V.
3 Bkz. Antonio Fajaro y Arevedo. flftarion Universal de. todo el Imperio Otomam dividida en ocho lib-
ros por «J maestro.... BNM Elyazması 2793. Folyo. 10 9 , ön ve arka yüz.
4 Bkz. Fcm ando Fcrnândcz Lanza. La Cronica de fos Turcos: Juente inedita espanola del sigfo X V I p a
ra el mundo otomano. Alcalâ de H enares, Servk io de Publicaciones de la Universidad d e Alcala,
19 9 5. c. II, ek c. 1, bölüm I.
5 Age, ek c. I, bölüm II.
6 Age, e k c. I, bölüm III.
7 U zun Hasarı, Akkoyuıılular.
S Age, e k c. I, bölüm III.
9 Bkz. Paolo Giovio. Comenlarios dr. tas cosas de los Turcos. Ediciön espanola a cargo de Carlos Aırıo*
ros, Barcelona, 1543. önsöz.
10 Bkz. Fr. Cîonzalo Arredondo y Alvarado. Casiıtfo inexptıgnable d e la fe y concionatorio admirable p a
ra vencer a todos enemigos espriluaks y corporales y verdadera relaciön de las cosas maravillosas antigu-
as y rnodernas. V exhortacbn para ir conira el Turco y le vencer y aniquilar la seeta Mahoma y loda in-
fıeldad y ganar la Tierra Sanla confamoso y bienavenlurado triunfo. Juan de Junta Burgos, 1528. Fol*
yo. 2 8 arkayüz.
ir Vasco Diaz Tanco. Agr. folyo 2 arkayüz. G usta ve E. von G runebaum ’un fikrine göre, büyük sul
tanlar kendilerinin MakedonyalIlardan geldiklerini ve bu durumun onlara bu toprakları fethetme
şansın ı verdiğini düşünm üşlerdir. Desde la caida de Conslantinopla hasta nuestros tlias. Kİ İslam , II.
Historia Universal, c. XV. Madrid, Siglo XXI, 19 8 1.
12 Bkz. Vicente Roca. HUloria en la cual st trata del origen y guerras que han tenido b s Turcos, desde su
comienzo hasla nueslros dias. con mıty notables sucesos que diversas gentes y les ha aoontecido,
y de las costumbres y vida de ellos. Juan Navarro Valencia, 1556. Önsöz.
13 Bkz. aynı şeklide, Cröniea de b s 7 «rcos...Hısp. de la Biblioteca Nacional de Budapest.
14 Osmancık.
15 Bkz. Fcm ando Ferndndez Lanza. age. ek c. I, bölüm IV vc V. Çok benzer bir tasvir için bkz. Paolo
Giovio. Comentario de las cosas... Folyo 2.
16 Historia en la cual se trata del origen y guerras que han lenido b s Turcos... Valencia, 1556. Folyo 32 ön
ve arka yüz.
17 Bizanslılar ve Türklerin işbirliğine girm esi büyük ölçüde bu iki toplumun geleceğini belirlem iş
tir: “V c Murat büyük tamahkârlık göstererek am cası Karam an'ın devletini alınış, İstanbul’daki
imparatorla yeni bir barış yapmıştı. Ve bu, böyle bir uyum un ilk barışıydı, Murad Hıristiyanlara
karşı da yardım etmek için on beş bin adam ını çağıracaktı ve bunun maliyetini şim dilik kendi kar-
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 105
Phi/ippt- I I et Pkilippe III ou Us Osmanlis el la Monarchie Espagncle pendant Us X Vle. Et XVHe. Siec>
les (Paris, 1873) y Die Osmanen und die Spanische Monarchie im 16 und 17 Jahrhundert (Leipzig,
1877). Bu son kitabın İngilizce edisyonlarmı da görebilirsiniz Plıiledelphia (1885) ve Nevv York
(19 6 9 ) ve İspanyolca için Madrid (1893).
27 Francisco Lope2 de Goınara, bu dunm nı "B u iki imparator, Carlos ve Süleym an, Rom alıların
sahip olduğu kadar şeye sahiptirler ve İspanyolların Hint adalarında keşfettikleri ve kazandıklarını
saydığımda belki de daha fazlası desem yanılm ış olmam ve bu ikisi arasında monarşi ayrılm ıştır:
Bunlardan her biri hüküm dar olarak kalmak ister, dünyanın hâkim i: görüyoruz ki günahlarım ız
sebebiyle 0 . Carlos'a nazaran Süleym an daha iyi görünüyor: ikisi de aym yaşta, çok farklı talihleri
var; ikiside savaş peşinde, fakat Türkler istediklerine daha iyi u laşıyor Savaşta düzeni ve disiplini
daha iyi muhafaza ediyor, daha iyi tavsiyeleri var, paralarını daha iyi kullanıyorlar." Cronica de los
»my nombrados Omiche y Haradin Barbarroja. Memorial Historico Bspanol, c. VI, s. 546.
28 V iaje de Turquia’nm yazarı bunu ironık bir şekilde gösterir: “ Belirtmek isterim ki büyüklüğünüz
Fransız kralı ve Büyük Türk'ün birlikteliğinden daha fazladır, çünkü onların Ispanya’sı, Alm an
ya’s ı. İtalya'sı ve Flandra’sı yok, eğer görmek islerseniz, Fransız büyükelçisinin size ödünç verdiği
dünya haritasında bunu ben size gösterebilirim. I [aykırarak buyurdu: Öyleyse, insan getirm ediniz
mi kendinizle? Bunu ben sizden daha iyi biliyorum . Ben de ona cevap verdim: Efendim, ben nasıl
olur da kâhyalar, garsonlar, yamaklar, seyisler, bekçiler, saygınların seyislerine güvenebilirim ?
Beraberinde binden fazla, hatta iki bin atlı asker getirir: hatta daha fazlasını getrinler bile vardır.”
Garcıa Salinero, Fernando. Madrid: Câtedra-Letras H ıspânicas, 1985, 2. baskı, s. 196.
29 G om ez de Losada, Gabriel: 17. yüzyılın son üçle birinde bu faktör çok önemliydi, şu argüm anlar
kullanılıyordu: “Vc son olarak Türkler..., şim di çok geniş bir imparatorluğun efendisidirler,
büyüklüklerinin sebebi Osman, halkı soyan, yol kesen vahşi Türk, inanılmaz zalim liklerle ken
disini başa geçirtti ve birçok krallığın ve vilayetin imparatoru olarak tacı taktı ve bunları çocuk
larına bıraktı, onlar bunu konım ayı bilmedi fakat halen dünyada pek çok ülkeye hâkim ler.” Es-
cuela de trabajos en cuatro libros dividida. Primero del Cautiverio mas cruel... Madrid: julian de
Paredes, 16 70 . s. 10.
30 M iguel Angel de Bıuıes Ibarra. age. s. 305.
31 Bkz. Fernando Fernandez Lanza. age. ek c. II, s. 3 ve 4.
32 Viaje de Turquia. ed. Fernando Garcia Salinero. s. 414.
33 Cortes üyeliği, -ed.ıı.
34 Ispanyol divanı, -ed.n.
35 Bkz. Fernando Fernandez Lanza. age, ek c. II, s. 3-10.
36 “ Desde la caida de Constautinopla hasta nuestros dias”. El İslam, II. Madrid, 19 8 1, s. 83-83.
37 "Böylece aynı şekilde Ispanyollar Türkiye’nin yıkılm ası ve çökm esinin sebebi olabilirler, çünkü
bizim yüksek bir prensim iz var vc günahlarım ız adına H ıristiyaıılıkta bizden başkası yoktur, çün
kü M acarlar bozguna uğram ıştır. Almanlarda sahip oldııklan bölünmelerden ileri gelen büyük bir
karm aşa ve uyum suzluk hâkim. Italyanlar eskiden olduğu gibi başlan ve şefleri olm adığı için ev
lerinde çok az çıkıyorlar ve diğerleri de yabancı bir prensin egemenliğindeler. Fransızlar bu bar
barların çok iyi dostu olm alan sebebiyle onlara önceden destek oluyorlardı, onlara ihtiyaç duyduk
larından zarar verm ek istemiyorlar. Türkler b u bahsettiklerimizden em indirler, sadece İspanya
106 H a b s b u r g - O s m a n l i R e k a b e t İ B a ğ l a m i n d a 1 6 . Y ü z y i l d a Is p a n y a ' d a T ü r k İ m a ji
kralı dışında.", Vicente Roca. age, fol. 8 ı, arka yüz.
38 “ .....uyuşmazlıklanm ız, ölümcül uykum uz ve ihmalkârlık bugün büyük ve yayılmış bir beyliğin
b e y le rid ir ..A n to n io de Sosa. Topografut e Historia General de Argel, Valladolid, 16 12 . c. II, s. 53.
39 olayların gelişim i şahsiyetlere atfedilirse büyük bir aptallık ve körlük olur, aynı dununda
Büyük Türk -H ırisüyan krallara göre yüklenir, alır, sahiptir ve boşa harcar- daha sevilir, Tann'nuı
gözetimindedir; önceden tersini görüyorduk, en çok sevilenler en çok ceza çekenlerdir.” Baltasar
de Morales. Dİalogo de, las guerras de Oran compuesto por et capitan..., Francisco de C ea Cordoba,
1593. Nadir ve ilginç İspanyol kitaptan koleksiyonu, Madrid, 1881 (s. 238*379). S. 315.
40 Bkz. Miguel Angel de Bunes Ibarra. age, s. 310-311.
41 Bkz. Hınilio Sola Castano’ııuıı adı gcçeıı eserleri. Kınilio Sola Castarıo. Un Medittrranto de
Piratas...; Cervantes y Berberia', aynca La novela secreta, Madrid, 19 9 6 ; Los que vwı y uit-ne» (baskıda)
ayrıca son yirnıi beş yılda sın ır dünyası üzerine yaptığı kısa çalışmalar.
42 Vasco Diaz Tanco. Age. Folyo 4 1, önyüz.
43 Vicente Roca. age. Folyo 4 7, arkayüz.
44 D iğer tanıklar arasında Juaıı Ccveiro de V era’mn detaylı tarifini de örnek olarak verebiliriz:
“ ...Büyük Tanrı! Böyle insanlık dışı bir imparatorluk daha fazla acı çekemez, Büyük Türk'ün suç
su z çocuklarına yapılan o vahşi kurban etm e; çünkü ölürken, eğer büyük oğlun akli dengesi yerin
deyse onıı Büyük Türk olarak krallığa oturturlar ve diğerlerini ister adam olsunlar ister an
nelerinin kucağında bebek, boğazlarlar; bu vahşi katli kolayca yapmaya ek olarak sefil çocuklarım
da babalan ölene kadar yetiştirildikleri ve hiç çıkarılmadıkları Serrallo (saray) adı verilen yerden
daha sonra göm m ek için çıkarırlar... Bunun tanrıdan gelen kutsal bir adalet olduğuna ve im
paratorluğu korum ak için yapıldığına inanılır, bu sayede barış gelir, çünkü eğer bir kardeşin hay*
atını bağışlarsa bu iki vâris bir kapı açar ve krallıklarında büyük bölünm eler yaşarlar." Vûy'fs dc ia
Tierra Santa ydescripcion deJerusalem..., Madrid: Luis Sanchcz, 1597 (BNM. R-11133). Concepcion
Martînez Figureroa ve Elia Serra Rafols, LA Lağıma, 19 6 4 . s. 126-127.
45 Bkz. M iguel Angel de Bunes Ibarra. age, s. 285.
46 Age. s. 285-286.
47 Age. s. 289.
48 “ Hırslarının sınırı yoktur, iktidara geldikten hem en sonra bütün uygarlığı yönetm eye ve Büyük
İskender’in m eşnı vârisi olmaya niyetleri olduğunu söyler”, G. E von Bm nebaum . age, s. 58. Ay-
tıı anlamda alıntılan ve parçaları Vicente Roca; Antonio Fajardo y Acevedo; Vasco D iazT anco’ nun
eserlerinde de bulabilirsiniz. Cronica de b s Turcos, bu bağlamda özel bir ilgiyi hakeder. Bkz. CXV,
C X V 1, C X X IV sayılı bölüm ler ve sultanlann yerine geçme üzerine konulu diğer bölüm ler; bu
pratiklerin, serem onilerin ve kutlam alanıı ve yeniçeri güçlerinin önem inin yansıtıldığı diğer hari
ka bölümler.
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 107
Özlem K um rular*
T
ürk orduları yağmurların kabarttığı coşkun seller gibidirler. Kendile
rini tutan şeddin bir noktasından sızdılar mı, o delikten azgın sular
gibi boşanırlar ve dehşetli tahribat yaparlar. Kendilerini tutan engeli
bir defa yıktılar mı, artık bir daha önlerinde durulmaz, ta uzaklara kadar ya
yılır, her türlü tahmini aşan zararlar yaparlar” 1 diyordu 1555'te Şarlken'in
kardeşi, onun ölümüyle Avusturya İmparatoru olan Ferdinand’ın Kanu-
ni’ye gönderdiği elçi kendisine yazdığı mektupta. Birkaç yıl sonra, aynı ül
keye yaptığı yeni yolculuğuna dair ise Ferdinand'a şu satırları yazıyor-
du:“ Mektubunuzu aldım. Benim tekrar Türkiye’ye gideceğimi duyduğunu
zu, halkının barbarlığı ve vahşiliği ile tanınan yerlere ikinci defa gitmeye
razı olduğuma şaştığınızı yazıyorsunuz”'1 Busbecq satır aralarına taşan bu
birkaç cümleyle 16. yüzyılın ilk yarısında Türklerin Kıta Avrupa’sında ve
Akdeniz’de yarattığı korkunç im ajı etkili bir şekilde özetliyordu.
Kanuni’nin tahta çıkmasıyla Avrupa'da yeniçağın en büyük, en id
dialı iki imparatoru arasında mezarda sona erecek bir rekabet başlamış olu
yordu: İspanya kralı ve Roma Germ en İmparatoru Şarlken; yani Alm an
ya’nın V. Karl’ı, Ispanya’nın ise I. Carlos’u,3 Batı’nın imparatoru ile Do-
ğu’ııun imparatoru Kanuni Sultan Süleyman. Bu cihan tahtı kavgasını en
güzel dile getiren belki de İspanyol hizmetinde bulunan diplomat Antlıony
Sherley'dir. İspanyol İmparatorluğu’nu bir güneşe, Türk devletini de bir
aya benzetir ve ayla güneşin karşılaşması ise bir güneş tutulmasına, pek
çok kötülüğün, tehlikeli sonuçların doğabileceği bir karşılaşmaya benzer
kendisince.4 Bu tehlikeli düello Türkün o tüyler ürperten adının Kastilya’ya
* Dr. Özlem Kumrular, Bahçcşchir Üniversitesi Genel Kğitim Departmanı Öğretim Görevlisi.
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 109
kadar uzanıp, daha köklü bir şekilde tutunmasının da prelüdü olacaktır.
Türkleri sahil köylerinin yaşadığı korsan saldırılarıyla özdeşleştiren İber
Yarım adasında artık “Türk” kölü bir masal kahramanı, bir Mavi Sakal ol
maktan çıkıp oııtolojik realiteye bürünecektir.
Avrupa, değil kendisinden sadece adından korktuğu Yavuz Sultan
Selim ’in ölümü üzerine biraz nefes alacağı hayallerine kapılmıştı. Selim ’in
ölümü üzerine Papa X. Leon tarafından Roma’da ayinler, kutsal geçit alay
ları düzenlenmiş, papanın kendisi bunun hatırına yalınayak dolaşmıştı.5
İspanyol kronik yazan Tanco Diaz Vasco'nun “ Nihayetinde şeytani bir
adam ve büyük bir hükümdar idi, her yerde korkunç bir adalet uyguladığın
da ona adil bir imparatordan ziyade zalim kasap demek yeğdir”6 tanımını
yaptığı Selim 'in yerini hiç de kendini aratacak birine bırakmadığım anla
makta gecikmeyecekti kıta. VIII. H enry’nin sarayında bulunan Kardinal
Wolsey, Venedik elçisine tahta yeni çıkan Süleyman için şu yom m da bulu
nuyordu: “ Sultan Süleyman 25 yaşında ve çok iyi bir muhakeme yeteneği
var. Korkanm o da babası gibi davranacak.” Venedik doçu da elçisine gön
derdiği postada benzer bir yorumda bulunuyordu. "Sultan genç, güçlü ve
büsbütün Hıristiyan ırkının düşm anı."7 Avrupa’yı tehdit etmeye öm rü yet
meyen Selim 'in vârisi, kendisine atfedilen tüm sıfatları devralıyordu. “Tüm
milletlerin ortak düşm anı”, diyordu Süleyman için Şarlken’in kronik yaza-
n Pedro Mexia. “ Hıristiyan topraklarını ele geçirmekten başka bir şey dü
şünmeyen vahşi kasap atalarını taklit ederek, Hıristiyanlığa büyük zararlar
verecek.” 8 “Kendisi bugün dünyada hüküm süren en büyük zorbadır.”9 Pa
pa VI. Adriano Şarlken'e yazdığı mektupta Süleyman’ı “insan düşm anı
zorba” olarak niteler.10 İtalyan kronik yazarı, Nocera'lı Paolo Giovio “ Her
kes vahşi aslanın yerine uysal bir kuzu geçtiğini sanıyordu” yorumunda
bulunur.
Rodos'un düşme arifesinde Kanuni, Kastilya'da markiler ve mar
kizler arasında giden postaların da revaçla konusu haline gelm işli. 1523*16,
Velez Markisine gelen bir mektupta şöyle denmektedir: "Eğer Rodos düşe
cek olursa, kafesinden çıkan bir aslan gibi ortaya düşen Türklerin vahşi ve
genç hüküm dar tüm Hıristiyanlık alem i için tehlikeli olacak.”11 Rodos’un
düştüğü gün, Roma'da Papa VI. Adriano'nun başına bir şey gelir. Sarayın
Ey Alm an kahramanları,
Görebiliyor musunuz bu sefaleti?
Koşun, koşun, kılıcı alın
Kesin şu kan köpeğini*4
V a h şe t
Pek sevgisiz kardeşimiz Yüce Türk Selim, yüce sultan, Mekke ha
nedanının hükümdarı, Suriye, Küçük Asya ve Mısır’ın kralı, Trabzon,
Yunan ve Konstantinopolis imparatorluklarının imparatoru, (ve ben)
Don Fratıces, ilahi bağışla, büyük hatip: Pers ve Arap halklarının
efendisi, ne de olsa bizim meclisimiz önünde konuşmayı bilmezler.
Mekke ve Afrika’nın beyi ve tahripçisi, babadan oğula geçme yoluyla
Kudüs Dükü, Galilea ve Tiberiades denizlerinin kontu, Robden ve Ju-
das kabilelerinin efendisi, Yafa ve Rama valisi, Muhammed’in tarika
tının ortalık karıştırıcısı, sahte peygamber Muhammed’in Kuran’ınm
düşmanı, önemsiz delikanlıların arşidükü, kendini beğenmişliğin ıs
lahatçısı, Asya, Ponlus ve Tatar devletlerinin falihi, putperestlerin hır
sızı ve kadife pelerinlerle brokar kumaş arakçısı; para düşmanı.
Siz, pek şanlı Türkler ve M ağripliler arasında pek sivrilm iş, pek
m eşhur ve Hıristiyanlar arasında hiç de sevilmeyen, Selim Sultan;
size Kutsal Ruh önünde, onun tarafından aydınlanıp bizim kutsal
K İBİR
G örkem
Busbecq Ferdiııand’ın elçisi olarak İstanbul’a doğru yola çıkıp da, ilk
defa Türk askerleriyle karşılaştığında şu satırları eklemişti günlüğüne: “ Hiç
gönnediğim parlak renklere boyanmış kalkanları, mızrakları, m urassa pala
ları, rengarenk sorguçları, bembeyaz sarıkları, al yeşil renkte süsleri, güzel
N o tlar
1 Oqier glıislain de Busbccq, Türk Mektupları, ed. Rccep Kibar, İstanbul 2002, s. 16.
2 Age, s. 64.
3 Tarihçiler tarafından V. Carlos olarak anılır.
4 Anthony S horley, Le "Peso Poh'lico de todo el Mundo". Kd. Xavier A. Florcs, Paris 1965, s. 117.
5 Vasco Diaz Tanco, Palinodia de los Turcos (Reimpresion facsimilar de la rarîsima ediciön de Örense.
1547J. Badajoz 1947, fol. 42.
6 Age.
7 Lord Kindross, The Ottoman centuries. The Rise and thefail of the Turkish ümpire. s. 117.
® Pedro Mexıa, /fistona del Cmperador Carlos V, Madrid 1945, s. 78.
9 Age.
2t Age.
22 Gcrtrude von Sclıvvarzanfeld, Carlos V, Padre de Europa. (İspanyolca’ya çeviren: Aurora Garcia
Hervas), Cultura Clasica y Modema, Madrid 1958, s. 195.
23 Solak-zâde Mehmed Hemdenıi Çelebi: Solak-zâde Tarihi, Ankara 1989, s. 144.
24 Age.
25 Age.
2^ Kyyûbî, Menâkıb-l Sultân Süleymân. (Risâlei-i. Padişah-nâme). Hd. Dr. Mehmet Akkuş, K.B.Y.
19 9 1, s. 65.
27 Ij^rd Kindross; The Ottoman centuries. The Rise and the fail o f the Turkish Empire. 1977. N.Y.,
s. 189.
2^ Lord Kindross; The Ottoman centuries. The Rise and the fail o f the Turkish Kmpire, s. 192.
29 S. Covarruvias Orozco, Tesoro de la lengua rffsltfiiöna.Madrid 1979.
5° Juan Gines de Sepûlveda, Historia de Carlos V, op cit., s.too.
31 Francesillo de ZûıMga, Crönica buıiesca dei emperador Carlos V, Barcelona, 1986. s. 45.
32 R. Bauer; Lacroia: Die Korrespondenz Ferdinands /. cilt. 1, Viyana, 19 12, s. 452.
33 Age, s. 70.
34 Giovanni K.Hassiolis, « Venezia e i doıniııi veneziani Iramite di inforınazioni sui Turchi per gli
Spagnoli nel sec. XVI", Venezia, Centro di mediazione tra Oriente e. Occidente. (Secoli XV-XVlj. As-
petti e problemi. Firenze 1977» s. 119.
35 Gabriele Mandel, Anneciğim, Türkler geliyor! (Çeviri: Nihat Aksoy). Zaman Kitap, İstanbul 2004, s.
30
36 Dorothy M. Vaughan, Europe and the Turk: A Pauem o f Alliances, 1350-1700, ob. cit. s. 136
37 Margret Spohn, Herşey Türk işi. (Çev. Leyla Serdaroğlu), Y.K.Y.. 1996, s. 20.
D Ü N Y A D A T Ü R K İM GESİ 131
lar da gömülüyorlardı. Beşinci kurganda bulunan bir halı (Resim 3-4) ina
nılmaz inceliği, yüksek kalitesi, motiflerinin zenginliği ve özellikleri ile
dikkati çekmektedir. 1.89x2 m ölçülerindeki halı çok ince yünden yapılm ış
tır ve 10 cm _’de 36.000 Gördes (Türk) düğüm ü ile inanılmaz ve ulaşılmaz
bir ustalık eseridir. Halının iki ana bordüründen dışarıdaki en genişinde
kimine binilmiş kimi sürülen 28 at figürü yer almaktadır. Bu atların yele
ri kesilm iş, kuyrukları ise bağlanmıştır. Atın kuyruğunun kesilmesi, bağ
lanm ası ya da örülmesi matem işaretidir.9
Yazılı kaynaklarda olduğu gibi görsel kaynaklarda da Türkler ço
ğunlukla atları ile bütünleşmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Leningrad
Hermitage M useum ’da da bulunan, Kulagysh'ten gelen güm üş tabakta da
(Resim 5); hareket kabiliyetini artırmak üzere kesilmiş yeleleriyle dört nala
giden atı üzerinde, arkasına dönerek kendine saldırmaya çalışan aslanla
mücadele eden bir Hun süvarisi vazgeçilmez savaş aletleriyle oku-yayı ve
belinde kılıcıyla betimlenmiştir. Philadelphia University M useum ’da bulu-
136 T ü r k Im a jin in G ö r s e l Y a n s im a la r i
R esim 1 3 . N o in U la K u rg an ım d a b u lu n a n d o k u m a d a e rk e k b a şı
R esim 1 4 - 1 5 . L o re n z o L o tto , M a d o n n a , 1 5 2 1 - 1 5 2 3 *9
D O N Y A D A T O R K İM GESİ 139
dasını clc geçirip Orta Avrupa'ya, Viyana kapılarına dayanmaları ise bu il
ginin doruk noktası olmuş, Kanuni döneminde Türkler Avrupa için gerçek
bir tehlike olmuş, hem de yenilmez Türk imajı doğm uştur/5
Rönesans döneminde lö o o 'lü yıllara kadar çeşitli Avrupa dillerinde
Türkleri konu edinen pek çok kitap vc broşür yayınlanmıştır. Bunun nede
ni “Türklerin Avrupalılar tarafından bir tehdit olarak algılanması ise de,
amaç yalnızca kötülemek ya da onların ortadan kaldırmasının yollarının
araştırılması değil, bu ilk tepkinin de Ötesinde Türkleri değerlendirmek,
anlamak, dolayısıyla da kendilerini bu tehlikeli komşuluğa alıştırmak ol
m uştur” der Stefanos Yerasim os.26 Türkler, Orta Asya'dan kalkıp Batı’nın
tarih kurgusu içine otururken Doğu Roma Împaratorluğu'nun başkenti
Konstantinopolis’i alarak Roma Împaratorluğu’nun da m irasçısı konum u
na gelmişlerdi. Francesco Sansavino Türkler konusunda bilinenleri ve dü
şünülenleri bir araya getirerek bir sentez oluşturduğu 1571’de ilk baskısı ya
pılan “Türklerin Kökeninin ve İmparatorluğunun Evrensel Tarihi Konu
sunda” (Dell’ Historia Universale dell’Origine et imperio deTurchi) adlı kita
bında “ Yeterli bilgilere sahip olduğumuz dünya devletleri arasında Türk
hükümdarlarının devletini her zaman en fazla saygınlığa layık olduğunu
düşündüm , halkının büyük itaatinden ve tüm Türk milletinin mutlu tali
hinden dolayı. O denli kısa bir dönemde ne biçimde ve nasıl bir kolaylıkla
büyüyüp o denli bir ün ve şöhrete vardığım görmek hayret edilecek bir du
rumdur. Eğer kökenlerini araştırırsak ve dikkatli bir biçimde iç ve dış işle
rini gözden geçirirsek, gerçekten Romalıların ordu disiplininin, itaatinin
ve talihinin, bu devletin yıkılışından sonra, bu ırka geçmiş olduğunu söyle
yebiliriz.” der ve kitabın giriş bölümünde konuya, yalnızca hasm ının iyi ve
doğru tanınması gerektiğine inanan bir Rönesans aydını olarak açıklık ge
tirir. “Türk milletinin büyüklüğünün ve gücünün büyük bir saygıya layık
olduğunu her zaman savundum, çünkü çok eskiden beri var olan ordu ku-
rumlarına ve sivil düzenlerine bakıldığında, durumlarından kaba saba biri-
leri olmadıkları, aksine değerli kişiler oldukları görülüyor...27 Bunlar adı ge
çen Romalıların mirasçısı olarak sefer sırasında çok az şeyle yetinirler, zor
işlerde çok sabırlıdırlar, şeflerine itaat ederler, fetih amaçlarını inatla izler
ler, savaş hilelerinde ustadırlar ve sonuçta askeri işleri o denli sebatla yürü-
tadır. Kutsal Roma-Germen imparatorları gibi bir elinde dünyayı sim gele
yen bir küre tutan hükümdar, başında süslü sarığı, zengin kıyafetleri, va
kur bakışlarıyla diğer elinde kılıç tutar vaziyette bir tahtta otururken betim -
lenmiştir. (Resim 27) Dünya hâkimi, cihan devleti hükümdarı düşüncesi
II. M ehm ed’in Nüremberg’de yapılm ış bir başka gravüründe de karşımıza
çıkar. Resim 20 ve 2 1’de gördüğümüz özellikleri taşıyan betimlemede “ Ma-
humeth Turchoru Imperator” yazısı okunmakta, imparator sağ elinde bir
küre tutarken, sol elinde de kılıç yerine bir asa taşımaktadır. Despot hü
küm dar imajı burada da vurgulanmaktadır.
Avrupa’da ki siyasi etkileşimlerle sanata yansıyan Türk imgeleri dı
şında, kültürel olarak varlıklarından etkilenilerek betimlenen Türk imgele
ri de mevcuttur. Özellikle Türkler ile îtalyânlar arasında ticaret, siyasi etki
leşimlerin ötesinde kültürel olarak da bir etkileşim kurulmuş, Fatih, sara
yına ünlü Rönesans sanatçılarını davet ederek tablolarını yaptırmış, (Re-
sim 29 î5) imar faaliyetleri için ünlü mimarlara planlar sipariş edilmiştir.
İtalyan ressamları da tablolarında, etkilendikleri Türklere yer vermeyi ih
mal etmemişlerdir. Alışılm am ış ihtişamlı olana karşı duyulan beğeni, fark-
D O N Y A D A T Ü R K İM GESİ 143
L ond ra, N atio n al C alle ry
R esi m 3 0 . Fatih A lb ü m ü n d e n
Fatih P o rtre si,
Topkapı Sarayı Müzesi
D ü n y a d a T ü r k İm cesİ 145
seyirciye dönük sarıklı figürün Fatih’in oğlu Cem Sultan olduğunu ileri
sürmektedir. Magtegna’nııı tablosundaki figürün de Cem Sultan olabilece
ği, o dönemlerde Fransa ve İtalya'da rağbel gören sultanın, onu gören bu
ressam lar tarafından çok sevilerek çalışmalarında sıklıkla kullanmış olma
ları olasıdır.Figür, sarıklı, bıyıklı, belinde kuşağı, kaftanı, sakin, vakur du
ruşu ile genel tipolojiyi yansıtmaktadır. Aynı duruş ve figür "Aena Silvio
Piccolomini'nin Ancona'ya gelişi” sahnesinde yer almaktadır.57 (Resim 33)
RÖnesansta İtalya’da Floransa'da en Önemli ailelerin başında Medi-
ciler gelmekteydi. Aile, siyasi, ekonomik ve askeri olarak güç sahibi olm a
sının yanı sıra sanat koruyuculuğuyla büyük yaratıcılara destek olmuştur.
Doğu'da yer alan büyük bir güç haline gelen Osmanlılar da şüphesiz dik
katlerini çekmiş, saraylarında Türk tiplemelerinin yer aldığı tablolar, değer
li kumaşlar, silahlar, halılar, padişah portreleri toplamaya başlamışlardır.
Bu ilgi Medici ailesi ile sınırlı kalm am ış, Savoy hanedanı süresince de ko
leksiyonlara yansımıştır.
Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi ve İtalyan Kültür Mer
kezi ortaklığıyla İstanbul’da sergilenen bu eşsiz koleksiyondaki eserler,
modern zamanın başlarında Avrupa'da korku uyandıran ama kaçınılmaz
bir şekilde cazibesine kapılman farklı olguları, Türkleri, O sm anlInın ihti
şamını yansıtmaktadırlar.
Korku ile iç içe geçmiş olan derin hayranlık, merak ve şaşkınlık duy
guları asırlar boyunca çıkar ilişkileri doğrultusunda daima kültürel ilişkileri
canlı tutmayı başarmıştır.40 Hayatlarına giren Türklerin varlığı, sanatsal ya
ratıcılığı da etkisine altına almış, Türk figürleri Batı sanatında genellikle vü
cut yapısı ve görünüşte hayranlık uyandıracak güzellikte tasvir edilmişlerdir.
17. yüzyılda 16 8 9 öncesi Floransa ekolünün ürünleri olan altı yağ
boya tablodan oluşan “Türk tiplemeleri” serisi “Av Köpekli Türkler" Resim
(34-35-36-37-38-39) adı altında Medici envanterlerinde sınıflandırılmıştır.
Bu altı tabloluk dizi, Medici Sarayı'nın adli yargıcı Ferranle Capponi'ye ait
ken, onun ölümünden sonra Ferdinaııdo de' Medici tarafından satın alın
mıştır. Yargıcın idaresinde olan Medicilerin ikemetgâhlanndan Villino
deirim perialino'da bulunan tablolara Türk manzaraları da eklenm iş, villa
nın galerisi tablo temaları açısından bir Doğu pavyonuna dönüştürulmüş-
D O N Y A D a T Ü R K İM GESİ 147
yıklı, saçları tepeden bir tutam bırakılarak tıraş edilmiş saçlarıyla gösterilmiş
bu figürler kısmen Türklerin barbar, kavgacı imajlarım da hatırlatmaktadır.
Levni’nin 1720'lerde yaptığı bir minyatür de aynı temayı işlenmiştir. (Resim
40) Sade kıyafeti, sakin ve itaatkâr av köpeği, elinde şahini, belinde kılıcıyla
barbar bir vahşiden çok uzak bir görüntü sergilemektedir.
Sadece figürler değil, Türklerle özdeşleştiğini hatırlattığımız bazı
objeler de Türk temalı tabloların konusu olmuştur. (Resim 41) Bartlomeo
Bimbi tarafından I704’te yapılmış “Türk Ganim etleri” adlı tabloda, plan
lanmış ve dağınık bir biçimde bir Anadolu halısı üzerine yığın halde bıra
kılmış bir grup silah ve bu silahlar üzerine atılmış Türk kökenli ipek ku
maşlar resmedilmiştir. Kumaşların, metallerin parlaklığı, renkleri canlılığı
tabloyu çok gerçekçi kılmaktadır. Tablo, Prens Ferdinando’nun isteği üze
rine Grandükalık koleksiyonlarında bulunan Türk silahlarının bir bütün
halde resm edilmesinin isteği üzerine sipariş edilmiştir. Bugüne kadar
ulaşm am ış silah türlerinin de betimlendiği eserde, içinde oklar bulunan
tirkeş, yeniçeri başlıkları, sorguçlar, kılıçlar, hançerler, tüfek ve silahlar,
gürz, kem er gibi objelerin hepsi Türk imalatıdır. Bu tabloda yer almayan
D O N Y A D a T Ü R K İM GESİ 149
kü eserler gözlemlere dayalı değil, Avrupalılar arasında yaratılmış olaıı ef
sanevi Türk tipinden hareketle yazılmışlardır. Türkler genellikle korkak,
okuma yazma bilmeyen, miskin, alçak, tamahkar, aşırı gururlu, kaba ve
Hıristiyanları hiçe sayan insanlar olarak tasvir edilmişlerdir. Fakat 1630
sonrasında Osmanlı topraklarına gelen Avrupalı seyyahların eserlerinde
yavaş yavaş önyargılardan vazgeçilmeye, gözlemlerin ön plana çıkmaya
başladığı görülür; kanunların ve kurumların iyi işlediği bir imparatorluk
anlatılmaya başlanır. Osmanlının ilerlemesinin durduğu bu dönemde kâ
bus haline gelen Türk korkusunun azalm ası bakış açılarını da değiştirm e
ye başlamıştır.4517. yüzyıl Fransız seyyahlarının yazıları Türklerle ilgili in
tihaların değişmesinde önemli rol oynamıştır. Türklerle kaynaşan Fransız-
lar Türklerin merhamet ve iyi yürekliliklerinden, askerlerin azakanarlıkla-
nndan etkilenmişler, Türk yemeklerini ve Türk şarabını sevmişler ve Av
rupa’da Türklerin iftiraya uğradıklarını itiraf etmişlerdir.46
Osmanlı hnparatorluğu'nun ı6 8 3 ’de Viyana’da uğradığı yenilginin
ardından, Grandük III. Cosimo de’Medici Floransa’da Türklere karşı edi
len başarıları kutlamak, imparatorun gözüne girmek ve Hıristiyanlığın ko
ruyucusu payesini kazanmak amacıyla yoğun bir kutlama dönemi başlat
mıştır. Bu kutlamalar Doğu temalı özellikle Türk figürlü eserlerin üretim i
ni hızlandırmış ve 18. yüzyılın ilk on yılında Avrupa’nın başka şehirlerinde
de sıkça işlenir olmuştur.
Osmanlı ile Batı arasındaki ilişkiler 18. yüzyılda sarayın diplomatik
amaçlarla Avrupa’ya yönelmesi ile yeni ve farklı bir boyut kazanır. 1721'de
Osmanlı Sarayı'nın elçisi olarak Paris’ e giden Yirm i Sekiz Mehmed Çelebi
(Resim 43) dönemin egzotik konularına meraklı soylu çevrelerinde büyük
ilgi yaratmıştır. Türk kökenli öğeler, belki de Osmanlı İmparatorluğu’nun
Avrupa ile arasındaki politik dengede değişikliklere neden olan askeri olay
lar nedeniyle yenilenmiş ve sade bir yorumlamayla ortaya çıkmıştır. Kısa
sürede tüm Avrupa'yı fethetmiş ve hatla idaresi altına almış olan bu deği
şik, şiirsel, resimsel ve zarif olana duyulan merak, yüzyılın ortasından iti
baren tüm Avrupa'yı sarmış, filoloji ve antik uygarlık alanlarındaki araştır
m aların artmasına sebebiyet vermiştir. Bu sebeple bu yüzyılda Osmanlı
topraklanna seyahatler artmıştır. Osmanlı sarayı etkisinde oluşan egzotik
D O N Y A D a T O R K İM GESİ 153
R e sim 52. Liotard C o v e n try K o n tesi M ary C u n n in g , C e n e v re S a n a t v e Tarih M ü z e si
R e sim 53. O to p o rtre je a n E tien n e L io ta rd ,1 7 4 4 F lo r a n s a , G a lle ria d e lg i U ffizi
N o tlar
1 Halil Yıldırım, “Turk Kültür ve Uygarlığı Üzerine Bir Değerlendirme", hup://historicale nse.com/
Archive/Fener64_}.htm
2 Yaşar Çoruhlu, “Türk Hayvan Takviırıi-Hayvan Takviminin Ortaya Çıkış Sebepleri ve Kökeni
Meselesi”, http://dergi.org/202002/1302.htm, Şubat-Mart 2002.
3 http://www.ozturkler.com/data/0001/0001_17_28.htm
4 M. Aksoy, "Elalı-Kilim Sanatı ve Tarihi’', http:// mvw.mak$oy.$u.com/$osy/halkil$.htm
5 Süheyla Kroğlu, “ Krken Dönem Türk Sanatında At İkonografisi’', http://www.dergi.org/202002/jj01.htm
Şubat-Mart 2002.
^ Orta Asya bozkırlarında ve Anadolu’da, yazları küçükbaş havyan sürülerinin geniş yaylalarda
sürüldüğü, atın hayatın merkezinde olduğu bozkır kültürünün izleri halen görülmekte, yaşan
maktadır. Türklerin gelenekçi yapısına en güzel örnek yaşam tarzlarından binlerce yıldır vazgeç
memiş olmalarıdır.
7 Hroğlu, agm.
^ Oktay Aslanapa, Tiirk Sanatı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1995, s. 2 ve www.pitt.edu/haskins
9 Aslanapa, age, s. 1*2.
10 Turhan Kaçar "Hımlar, Hristiyanlık ve Romalı Entelektüeller” , Toplumsal Tarih. Aralık 2003, sayı
120, s. 47.
11 Bahaddin ö g e l Tiirk Mitobjisi, M.E.B. İstanbul 1993, s. 10.
12 hUp;//www.ozturkler.com/data/oooı/oooı_i7_}i.htm
\.vww.kfki.hu/ârthp/lıyml/lotto/i52i-23/ıı iadonn.html
20 www.vİrtualart.adımıı.tomsk.nı/holbei'/p*hholz*4.htın
21 www.virtualart.admin.tomsk.ru/holber/p-hholz-17.htm
22 http://infotrope.net/sca/household/tablecarpets.himl
23 Zeki Arıkan, “Avrupa’da Türk imgesi", Osmanlı Ansiklopedisi, Kültür ve Sanat c. 6, s. 81.
24 Arıkan, agm, s. 82.
2> Krhan Afyoııcu, "On Soruda Avnıpa'da Osmanlı Türk imajı” . Popüler Tarih, Aralık 2003, s. 16.
2^ Stcfanos Yerasimos, “ Rönesans Aydınlarının Türklere Bakışı”, Toplumsal Tarih, Ağustos 2003,
sayı 116 , s. 68.
27 Aynı düşünceler I533’te İstanbul’a seyahat eden Pieter Coecke van Aelst’in gravürlerinde de
(Moeurs et Fachons des Tucs- Manners and Customs o f tlıe Turks) vurgulanmıştır.
Yale Üniversitesi’nde sanat tarihi profesörü Cristopher Wood, bazı AvrupalIların Islamı korkunç
bir tehlike olarak gördüğü dönemde Pieter Coecke’in gravürlerinde Türklerin, barbar değil ama
belki de klasik geleneklerin değerli varisi rakip bir uygarlık olarak sunulduğunu belirtir.
Anonim, “Woodcut oflers panoramic view o f 16Ü1 century Müslim life”, Yak Birikti» el CaUnâar.
January 18 2002, Volüme 30/15 http://www.yale.edu/0pa/v30.n15/st0ry17.html
Yerasimos, agm, s. 70.
29 Yerasimos, agm, s. 70.
3° http://www.engramma.it/rivista/galleria/italiano/maggioo2/galleria.l1tm]
31 Yaşar Çoruhlu, “Türk Hayvan Takvimi-Hayvan Takviminin Ortaya Çıkış Sebepleri ve Kökeni
Meselesi”, hup://dergi.0rg/202002/tj02.htm , Şubat-Mart 2002.
32 ZaferToprak, “Cihan Harbi’nin Provası Balkan Harbi”, Toplumsal Tarih, Ağustos 2002, sayı 104,
s. 44.
33 Yerasimos, agm, s. 73.
34 hup://www.engramma.it/rivista/galleria/italiano/maggioo2/galleria.htm]
35 Anonim, fossam. Sultan ve Portesi. Yapı Kredi Yayıncılık Sergi Katalogu, İstanbul 19 9 9 .
36 Funda Berksoy. "Müneccim Kralların Tapuıması’ında Osmanlı İmgesi", Toplumsal Tarih. Ağus
tos, sayı 116 , s. 91.
Ka y n a k ç a
AFYONCU, Erhan, "On Somda Avrupa’da Osmanlı Türk imajı", Popüler Tarih, Aralık 2 0 0 3 , s . i 6*2T .
ANONİM, R«sam, Sultan ve Portesi, Yapı Kredi Yayıncılık Sergi Kataloğu. İstanbul. 1999.
ANONİM, “Turkish Salc”, Sotheby's, Londra, 11 Ekim 1996.
ARIKAN, Zeki, “Avrupa’da Türk İmgesi", Osmanlı Ansiklopedisi. Küllür ve Sanat c. 6, s. 81-93.
ASLANAPA, Oktay, Türk SarnUı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993.
BERKSOY, Funda, “ Müneccim Kralların Tapınması’ında Osmanlı İmgesi", Toplumsal Tarih, Ağustos,
sayı 116 , s. 91.
BİLGİ, Hülya, "Eski Hamam Eski Tas”, Toplumsal Tarih, Temmuz 2003, sayı 115, s. 16.
CASCİU, Stefaııo, “Türk Tiplemeleri Serisi” , Medicilerden Savoylara floransa Saraylarında Osmanlı
Görkemi Sergi Katalogu, İstanbul, 2003, s. 146*152.
ÇORUHLU, Yaşar, “Türk Hayvan Takvimi-Hayvan Takviminin Ortaya Çıkış Sebepleri ve Kökeni
Meselesi”, http://dergi.org/202002/tj02.htm, Şubat-Mart 2002.
ÇORUH LU .Yaşar, “ Hançer-Bıçak Tasvirlerinin Sembolizmi", http://ıvwu>.dergi.org/ıç)2002/i)02.htm,
Ocak- Şubat 2002.
DAMIANI, Giovanna, “Türk Ganimetleri”, Medicilerden Savoylara Floransa Saraylarında Osmanlı
Görkemi Sergi Katalogu, İstanbul, 2003, s. 138-139.
DAM 1AN 1, Govanni, “Çekici Fanteziler ve Gerçeği Arayış”,
Medicilerden Savoylara Floransa Saraylarında Osmanlı Görkemi Sergi Kataloğu, İstanbul, 2003.
DIKBAŞ, Mine, "Turquerie Modası” , Antik Dekor, Şubat-Mart 2000, sayı 57, s. 86-92.
EROGLU, Siıheyla, “ Erken Dönem Türk Sanatında At İkonografisi” ,
http://www.dergi.org/202002/1101Mm Şubat-Mart 2002.
KAÇAR, Turhan, “ Hıınlar, Hristiyanhk ve Romalı Entelektüeller”, Toplumsal Tarih, Aralık 2003,
sayı 120, s. 47.
KAYAYERLİ, Müjdat, “Avrupa’da Türk İmgesi” wunv.haberanaliz.com/detay.php?detayid=()74 1 Nisan 2004.
MAKZUME Erol -Esra Kocabaşoğlu, "Cenevreli Türk Ressam-)ean Ettienne Liotard", Toplumsal Tarih.
Eylül 2003, S.117, s. 62-65.
ÖGEL, Bahaddin, Türk Mitolojisi, M.E.B. İstanbul,1993.
ÖZBARAN, Salih, “ Rumilik”, Toplumsal Tarih, Mayıs 2002, sayı 10 1, s. 12.
G örüntüler Iç în Y a r a r la n ila n w eb S it e le r e ve D e r g il e r
www.humboldt.edu/ ’ rmj5/c465oart.hlml
www.kfki.hu/ârthp/hyml/Iotto/T52i-23/madonıı.html
www.virtualart.admin.tomsk.ru/holbci'7p-lıholz*4.htrn
www.virtijalart.admin.tomsk.nı/holbei‘7p-hholz-i7.htm
http://infoirope.net/sca/househoId/tablecarpets.luinl
http://www.cngramma.it/rivista/galk,ria/italian0/m.aggİ002/galleria.html
www.msi1no11eua.webwesleyan.edu/wescources/2002s/ital233/01/1464.htm
Aniifc Dekor. Şubat Mart 2000, sayı 57, s. 153.
Art Dekor, Şubat 2001, sayı 95, s. 28.
B
u konuşmamın maksadı; 19 yaşında iken “Türkleri tanımıyordum
ve sevmiyordum" diyen, önce Türkçe ve Türk tarihi ile, sonra Türki
ye ile tanışan bir genç kızın hayatının belli devresinden itibaren sa
dece "Türk dostıı" olmakla yetinmeyip “Türküm ” diyebilmeyi, hatta Ata
türk’ün ifade ettiği gibi “ Ne mutlu Türküm diyene!" diye haykırmayı iste
yen bir şahsiyet haline gelişine hayranlığımı ve takdirimi huzurunuzda ifa
de etmektir.
Bir İtalyanın, özellikle Otronto seferimizi, Viyana muhasaramızı,
Doğu Roma İmparatorluğu’na son verişim izi öğrenerek Türkler hakkında
hiç de hoş olmayan duygularla dolan bir genç kızın kalbinin, sonunda Tür
kiye’yi vatan sayıp, kendi ülkesi İtalya’yı da gurbet halinde görecek duruma
inkılap edişinden Türk eğitimcilerinin çıkaracağı önemli dersler olduğu
kanaatindeyim. Zira, biz, Türk olan, Müslüman olan ve bu coğrafyada do
ğan, okula başladığı ilk günden itibaren her sabah “Türküm, doğruyum..."
şeklinde başlayan ve “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diye tam am
lanan andı içen ve nihayetinde lıançereleri yırtılırcasına “ Ne mutlu Tür
küm diyene!" diye haykıran çocuklarımızın tahsil seviyesi arttıkça milliyet
leriyle iftihar etmek yerine onu kiîçüksediklerini üzülerek görüyoruz. Ya
bancı kültürlerden kendi kültür gelişim leri için, istifadenin Ötesinde, onla
ra teslimiyet psikolojisinin arttığına şahit oluyoruz.
Bu tezat herhalde üzerinde ciddi olarak düşünülm esi gereken bir
husustur.
Anna Masala 1934 yılında İtalya’da, Italyan-Ispanyol bir aileden dün
yaya geldi. Roma La Sapienza Üniversitesi’nde okudu. Burada hocası Prof.
Ettore Rosi’nin telkini ile Türkiyat tahsil etti. Aslında kendisi İslam tarihi ça
lışmak istiyordu; ama hocası “Akdeniz’de İslam tarihi yüzyıllarca Türkçe ko
nuştu" diyerek Türkçe’ye yönelmesini teşvik etti. Kendisi buna inanmıyor
du, ama hocasını dinledi Türkçe ve Türk tarihi tahsiline devam etti. Yıl
D ü n y a d a T ü r k İm g e s 165
yaratılanlar da bu sevgi çem berinin içine alınm ıştır. Bunun en güzel ör
neği kuş evleridir. Köprülerde; sarayların, cam ilerin, çarşıların, türbele
rin duvarlarında kuşevleri inşa edilm iştir. Ağaçlara yuvalar yapılmıştır.
Bacalar leyleklerin tabii mekânıdır. Bu sadece İstanbul’a m ahsus değil
dir. Anadolu şehirlerinde de, İslam iyet Öncesi dönem lerinde bu anlayışın
ürünü eserler vardır. Üstelik bu kuş evleri, alelade m ekânlar olarak değil,
yapan sanatkârın ince zevkini ortaya koyacak şekilde inşa edilm işlerdir.
Hatta onların da yaratana ibadet ettiği düşünülerek, Üsküdar Selimiye
C am ii’ndc olduğu gibi kuş evinin de iki küçük m inaresi vardır. Bu anla
yış öyle süreklidir ki 19 5 0 ’den sonra yapılan Anıtkabir'de de aynı kuş ev
leri mevcuttur.
Görülüyor ki, Anna Masala önceki dönemlerde inşa edilen türbeler
le Anıtkabir arasında fark görmüyor, irtibat kuruyor.
Anna Masala hangi iklimde bulunarak Türk dostluğunun ileri mer
haleye ulaştığını şöyle anlatıyor:
Tapduk'un tapusunda,
Kul olduk kapusunda
Yunus miskin çiğ idik,
Piştik Elhamdülillah.
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ
çik, Süleymaniye Kütüphanesiyle Ayasofya Müzesi’nin müdürleri,
Kapalıçarşı’da beni akrabası sayan kuyumcu, üniversite rektörüyle il
kokul öğretmeni, saçlarımı okşayan bir nine, benim için kırmızı
beyaz kalp şeklinde bir yastık işleyen genç gelin, havaalanında “Yine
gel” diyen Kıbrıslılar, “Bizde kal” diyen İstanbullular...
Anna Masala’nm hali, büyük Türkçü Ziya Gölcalp’in çok açık bir
teyiddir. Gökalp Türk milliyetine soyla değil, kültürle eğitimle intisap
edileceğini söylüyor. Anna Masala Türk kültür ikliminde, ebediyete intikal
eden ve yaşayan Türklerle hemhal olarak Türk olmuştur.
Türkmen şair kendisine “Bizi kenara atma, Türkiye’mizi unutma
Sayın Masala” demiştir. Cevabı, “Ben Türkiye’yi nasıl unutabilirim?” ol
muştur. Bugün onun tek arzusu vardır: Memleketinin -İtalya’nın- Av
rupa’nın bütün dünya insanlarının Türkleri kendisi gibi sevmeyi öğren
meleridir.
Ben bu temenniye bir ilave yaparak sözlerimi tamamlamak is
tiyorum: Türk eğitimi, inşallah, birgün Türk çocuklarının da milletlerini
Anna Masala gibi sevmelerini öğretecek seviyeye gelir. Sadece Türk dostu
değil, bu büyük Türke şükranlarımı ve saygılarımı sunuyorum.
168 A n n a M a sa la ’da T ü rk S e v c İs İ
M İ T H A T BAYDUR*
HERYERDE OLMAK,
HİÇBİR YERDE OLMAMAK
U
D
ünyada Türk imajı" ya da kendi başına “im aj” dendiğinde, imajın
içeriden ya da dışarıdan inşa edilen bir sürece tabi tutulduğunu
söylemek mümkündür. Eğer “im aj” oluşturmada inşa edilen bir
sürecin varlığı öncülümüz doğruysa, bu süreç içinde semboller, icat edici
anlayışlar başrolü oynayacaktır. Ayrıca, cumhuriyet dönemi ile birlikte, m e
deniyet bazında Önemli bir kırılm a yaşayan “gelenek”, "geçm iş" ve "kül
tür” ün hem kendi içinde, hem de dışarıya ve “öteki”ne karşı yeni bir imaj
gereksinim i duyduğunu söylemek olasıdır. Bu itibarla, “dünyada Türk
im ajı” dendiğinde böyle bir açılımın iki boyutlu olduğunu da ifade edebili
riz. Cumhuriyet öncesine kadar giden ve tüm bir ortaçağ, yeniçağ ve yakın
çağ dönemlerini kapsayan Osmanlı imajı ve cumhuriyet sonrası Türk im a
jı olarak iki aşamanın farklı tezahürleri veçhelerde analiz edilebilir.
Cumhuriyet sonrası Türk imajının en önemli dinamiği laikleşme po
litikalarında görülebilir. Burada, yine yukarıda işaret ettiğimiz gibi, sembol
ler ön planda yer almıştır. Örneğin, laikçilik sembolik olarak şapka ve kıyafet
devrimi, Batı müziği, Batı takvimi ve Latin alfabesinin kabul edilmesi, met
rik sisteme geçiş, Soyadı Kanunu vc ezanın Türkçeleştirilmesi gibi düzenle
melerle gündeme gelmiştir. Bu noktada, değerli bir siyaset bilimcimizin de
işaret ettiği gibi, bu tür düzenlemelerin “geleneğin icadı” sürecinden ne den
li farklı olduğu açıktır. İmaj oluşturulurken sembollere gerek duyulmakta,
semboller içinde, icat ve inşa edici bir süreç doğal olarak kendini göstermek
tedir. Yalnız bu süreçte gelenek, geçmiş ile süreklilik oluşturan bir şekilde
icat edilmemiş, aksine geçmiş ile bir kopuş, tarihsel bir kırılma yaşanmıştır.
Kuşkusuz, cumhuriyetin yepyeni bir imaj oluşturmada bir tür arka plan ola
rak beslendiği felsefi ekol pozitivizmdir. Pozitivizm, insanı, toplumu ve evre
ne bakışı kuşatan bir felsefi ekol olarak cumhuriyet kadrolarını ve dönemini
* Prof. Dr., Abant izzet Baysal Üniversitesi öğretim üyesi
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 169
sarmaladıkça, sevgili Ayşe Kadıoğlu’nun da çok güzel belirttiği gibi, arka pla
nın doğal bir uzantısı olarak “Cumhuriyet epistem olojisini inşa etmiştir.
Buradan hareketle, cumhuriyet epistemolojisinin en önemli tezahü
rü, ortaya çıkardığı aşırı-gerçekçi ildimdir. Yine, bu epistemolojinin en önem
li özelliği, geçmiş ile kopuşu imgeleyen inşa edici zihniyettir; zira, arzu edi
len yeni imaj, modemiteye tutunma çabasıdır. Ancak burada can alıcı nokta,
modern imaj, modern fikirlerden daha önemli olmuştur. Yine yukarıda ifa
de etmeye çalıştığımız gibi, imajın içini doldurmak için ihtiyaç duyulan sem
boller, oluşturdukları sanal bir âlemle, problemlerin özünü perdelemişlerdir.
Buradan yola çıkarak, cumhuriyet sonrası Türkiye’de siyasi eksenli
tartışma ve kutuplaşm alar genelde im ajlar düzeyinde cereyan etmektedir.
Örneğin laikçi-İslam kutuplaşm ası bir tür elbise ve gardrop savaşıdır. T e
settür giyim i karşısında Atatürk rozetleri, yahut dini ritüeller karşısında
senfoni orkestraları... İmaj oluşturma çerçevesinde Türk kadını için de ay
nı şeyler söylenebilir. Kadınların im ajlarının m odernleşm esi, cinsiyet rol
lerinin m odernleşm esinden daha önem li olarak algılanmıştır. Burada de
nebilir ki, cumhuriyet epistemolojisi, tarihsizliği ve hafıza kaybını getirir
ken, bir yandan da m odem görünüm lü bir toplum inşa etmeye çalışmıştır.
Bunun içeride ve dışarıda oluşturduğu imaj tartışılabilir; hatta cumhuriyet
epistemolojisinin çabalarının sonucu oluşturmaya çalıştırılan imaj, dış di
namikler nezdinde beklenilen sonuç açısından ayrıca değerlendirilebilir.
Özellikle 14 9 2 ’den sonra ve Granada’nm düşmesiyle birlikte A vru
pa’nın İslamiyete karşı bakış açısı değişir. Artık amaç, Avrupa’nın İslamla
birlikte karşısına çıkan siyasi güce ve oluşturduğu hegemonyaya set çek
mektir... Tehlike artık Avrupa’nın doğusundan gelmektedir. Araplar halle
dilmiş, am a tehlike kılık değiştirmiş, canlılığını korumaktadır ve eskisin
den daha ürkütücüdür... Tehlikenin yeni adı “Türkler”dir.
İngiliz papaz Knolles 1603'te General History o f the Turks’ü [Türklerin
genel tarihi] yazar ve kendi deyimiyle “ Dünyaya halihazırda dehşet saçan
Türkler”i anlatır. Shakespeare Othello’nun ağzından “başı sarıklı, zarar veren
Türk" der. Kuşkusuz, Batı için bu tehlike sadece dini değil, askeri ve dolayı
sıyla da siyasi bir tehlikedir ve nihayet artık Bati için, Türk denilen kişi, Dec-
cal’in ta kendisidir. Nitekim, Luther’in nezdinde Deccal iki açılımlı bir fela
170 H er Y e r d e O l m a k , H İç b İr Y e r d e O l m a m a k
kettir: papa ve Türkler. Hatta Luther için Türkler “Tann’mn gazabı”dır. Bu
bağlamda, İslam ya da Türkler veya Osmanlı, Avrupa’nın ticaret ortağı ama
dinen rakibi, siyasetin de hasımdır. O halde onu siyasi düzlemde alaşağı et
mek, yüzyıllar boyunca Avrupa’nın kolektif kimliğinin bir gereği olmuştur.
Avrupa’ya Avrupalılığını dikte ettiren, yaşatan Edgar Norin’in dediği gi
bi, kimliğinin sınırlarım ve niteliğini belirleyen İslamın ta kendisidir. İki din,
iki yaşam biçimi karşı karşıya gelmiş ve Hıristiyan Avrupa, bu tarihsel ve varo-
luşsal davasını güderken, kendi galibiyetini ve zaferim ilan etmek istemiştir.
Bugün de geçmişin imaja yönelik tezahürlerini transatlantik çerçe
vesinde görmek mümkündür. ABD’nin eski başkanlarmdan Nixon
1992’de yayınladığı bir eserinde aynen şöyle söyler: “Amerikalıların çoğu,
İslama mensup kişileri uygar olmayan, kirli, barbar, irrasyonel kişiler ola
rak görme eğilimindedir.” ABD’de Princeton Üniversitesi'nde, öğrencile
rin belli milletler hakkında ne tür bir imaja sahip olduğunu açığa çıkarmak
amacıyla bir araştırma yapılır ve denek olarak da öğrenciler kullanılır. Araş
tırma, 1933, 1951 ve 1969 yıllarında tekrar edilir; her bir dönem arasında
yaklaşık 20 yıl olmasına rağmen, imajlar değişmemiştir. Araştırmaya göre,
Zenciler tembel, Çinliler geleneğe bağlı, Almanlar bilimsel, Amerikalılar
materyalist, İngilizler soğuk, Türkler ise zalim ve saldırgandır!
Türkiye 1951’de Kore’ye asker gönderdi. 1952’de NATO’ya girdi. San
Francisco Konferansı’ndan sonra BM’ye üye oldu. Avrupa Konseyi üyesi ol
du. 1963’te Ankara Antlaşması imzalandı. Soğuk savaş yıllarında, Batı’mn
salahı için, Sovyet ordularını Anadolu topraklarında karşılamak ve Batı’mn
toparlanma sürecini sağlayabilmek amacıyla, Sovyet ordularım Anadolu’da
hiç olmazsa üç gün oyalayabilmek uğruna, Batı için fedailiğe soyundu.
Ancak, geçmişten gelen ve Batı’da inşa edilmiş “imaj” demek ki ko
lay değişmiyor; zira, bir kurama göre, imaj ve önyargılar siyasal, kültürel ve
ekonomik çalışmalarla beslenir, büyür ve gelişirler. Bir diğer unsur da, her
halde genelde kitle iletişim araçlarının halkın beklentisine uygun yayın
yapmasıdır. Birinci evrede cumhuriyetin aşırı-gelenekçi imaj oluşturabil
me çabalarıyla, ikinci evrede Osmanlı nezdinde Türklük ve İslamın Ba
tı’daki imajını incelemeye çalıştık. Kuşkusuz, ikinci evrede, birinci evrenin
bıraktığı tortu ve imajı değiştirmeye yönelik kaygıyı okuyabilecek biçimde
D Ü N Y A D A T Ü R K İM G E Sİ
radikal, aceleci ve aşırı-gelenekçi tutum dikkat çekicidir. Ancak biliyoruz ki,
imaj bizatihi zaten gerçeğin ta kendisi değildir. Öyle anlaşılıyor ki, imaj,
“öteki”nin algılayabildiği dinamikler çerçevesinde kurgulanmaktadır.
Dış konjonktürün zorlamasıyla demokrasiye geçebilmiş, geçtiği de
mokraside üç buçuk kez kazaya uğramış, aile biriminden üniversitesine ka
dar demokratik bir model oluşturamamış, tarım, sanayi ve bilgi toplumu gi
bi üç farklı dalgayı hâlâ aynı anda yaşayan, toplumun içinde ve kuramların
da, eğitiminde ve siyasetinde tolerans konseptini içine sindirememiş, Prens
Sabahattin’in “tecemmuî” dediği, merkezi bir yapıdan, “infiradî” dediği bire
ye dönük bir sistemi bir türlü oturtamamış, en küçük aykırı bir düşünceyi ha
in ilan etmeye hazır bir modelde, tabii ki özgür ve özgün bir düşünce üreti-
lemez. Özgür ve özgün bir düşünce biçimi olmayınca barıştan edebiyata, ik
tisattan fiziğe kadar herhangi bir alanda Nobel ödülü alan bir toplum çık
maz... Ama sorun galiba biraz da ulusal kimlik ile ilgili bir yerlerde. Doğulu
sizi kendinden görmüyor, Batılı da eski imajlardan kurtulamıyor. O zaman
Huntington’m dediği gibi, Taşkent’i yokluyorsunuz, o da umursamıyor.
Bellek bütünlüğünü sağlamış, iç barışını tesis etmiş, çevresiyle ve
dünya ile barışık, geçmişinden utanç duymayan, ileriye de umutla baka-
bilen bir dinamik, imajını dışarıda kendi kurgulatacaktır. Filozof Rıza Tev-
fık, Paris’te sürgündeyken bir ev tutar. Karşısındaki komşu kadın bir gün
ayaküstü sohbet ederlerken uyruğunu sorar. Rıza Tevfik de, “Tahmin edin”
der. Kadın sorar: “ İspanyol musunuz?” “Hayır” der Rıza Tevfik. “İtalyan
mısınız?” “Hayır.” “Güney Amerikalısınız o zaman...” “ Hayır.” “ O halde
Yunanlısınız.” “Hayır, Türküm.” “İnanın aklıma geldi, ama kızıp üzülür
sünüz diye söylemedim” der kadın!
Kentlerde yeniden estetik kaygılarını kurabilen, dinini köylülükten
kurtarabilmiş, bireyinden korkmamayı becerebilen, farklılıkları bir arada
tutabilecek modeller konusunda düşünce üretebilen, yaşam kalite arayışlarım
bir kusur olarak görmeyen bir Türk tipi, dışarıdaki imajını değiştirebileciktir.
Değişen koşullara göre, kâh Batı’ya yaslanmayı yeğleyen, kâh “Doğuluyuz gal
iba” deyip Doğu’dan medet ummak yerine ulusal bir sentez oluşturabilen bir
Türk tipidir aslolan; yoksa Montaigne’nin dediği gibi, “Hiçbir amaca bağlan
mayan ruh, yolunu yitirir; çünkü her yerde olmak, hiçbir yerde olmamaktır.”
172 H er Y erde O l m a k , H İ ç b İr Y e r d e O l m a m a k
Bozkurt G üvenç*
K İ M L İ K V E İM A JL A R IN B A Ğ I M L I L I Ğ I V E K A R Ş I T L IĞ I
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ m
Herkesin herkese karşı olduğu göründüğü bir âlemde, kişi ve toplum
kendini merkeze ve biraz da yüksekçe bir yerlere koyar; kendi varlığını öteki
lerden tistün görür ben/biz merkezcilik veya etnosantrizm böyle oluşur.
Özetle, ben biz algısı, kimlik seçimi, ötekilere karşı ya da karşılıklı
dır. Karşılıklılık da bir anlamda karşıtlıktır; dostluk bozulunca düşmanlığa,
karşıtlığa dönüşür ve öylece kalır.
S o ru ve S o r u n l a r in Ev r e n s e l l İğ i
ı Moities adı verilen (biz ve öteki gibi) “yanm ”lara bölünür. H er ya
rım kendini ötekine karşı algılar.
K İm Bu T ü r k i .h r ?
T ü r k Im a jl a r in in T ü rke Ka r ş it l iğ i
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 175
Batı dünyasındaki Türk im ajının tarihi kaynaklarını incelcycn
Am erikalı tarihçi Davison, şu tarihi gerekçeleri öneriyor:
K ü reselleşm e Y a n il g is i v e Y a n il s a m a s i
Her zaman bir küre olmuş olan yerküremiz, son zamanlarda sanki
yeniden küreselleşiyor ve bir “dünya köyü”ne dönüşüyor. Batılı kaynaklar
ca yazılıp söylendiğine ve küreselleşm enin Batılı yorumuna göre:
T ü rk K İm l İğ î ve T ü rk İm a ji
D ü n y a d a T ü rk İm g e s İ x7 7
ı AB şimdilik ulusal dil ve kim likleri kabul etse de, süper güçlerin
küreselleşme politikası, uygulam ası AB sürecini de etkileyecek
gibi görünmektedir.
S e ç İ l m İş ı o Ka y n a k
B ti, hayal kırıklığına uğrattı, bilimsel bir konuşm a olmadığı için; bi
limsel sınırların bu kadar dışına taşarak, güncel politikaya ilişkin
tercihlerini bu kadar dolaysız ve bu kadar sert bir biçimde buraya taşıdığı,
kendi tebliğ sırasını saldırgan bir siyasi polemik kürsüsüne dönüştürdüğü
için. Bir bakıma, Türkiye'nin alışılm ış kutuplaşmacı kültürünün tipik bir
ürünü, örneği oldu bu maalesef. Bilim alanı ile güncel politika alanı arasın
daki sınır pek gözetilmiyor bu ülkede. Oysa bu sınırları özellikle bilim
adamlarının koruması, kollaması gerek.
Örneğin Almanya'da, 1980'lerin ikinci yarısı ve 1990'ların başla
rında büyük bir historikerstreit, bir tarihçiler tartışması patlak verdi. Frank
furt Okulu’nun son kuşağından ünlü filozof Jiirgen Habermas, İkinci
Dünya Savaşı, Yahudi soykırımı ve Alm an ordusunun doğu cephesindeki
son katliamları hakkında yazıp çizen bazı tarihçilerin inceden inceye Nazi
rejiminin apolojisini yaptıklarından, daha doğrusu böyle bir niyet ve kasıt
tan yola çıktıklarından şüphelendi ve bu doğrultudaki görüşlerini günlük
basında yayınlayarak bir taarruz başlattı. Tarih alanının dışından birisi ola
rak Habermas öncelikle bir veriler ve olgular tartışması, yani bir tarih tar
tışması değil, doğrudan bir niyet ve kasıt tartışması yapmaya başlayınca or
tam hızla politize ve polarize oldu. Belirli bir noktada anlaşmak, uzlaşmak
hemen hemen im kânsız hale geldi. Kendisi de Yahudi kökenli, üstelik ai
lesini toplama kamplarında yitirmiş bir Am erikalı tarihçi olarak Charles
Maier bu historikerstreit üzerine yazdığı kitapta,2 sonuçta Habermas ne ka-
D ü n y a d a T ü r k İm a ji 179
dar haklı olursa olsun, tarihsel (yani bilimsel) tartışmaların cn azından baş
langıçta ve uzun süre olgusal bazda yürütülmeyip hızla tarafların ideolojik
pozisyonlarına indirgenm esi halinde (farklı görüşlerdeki) tarihçiler açısın
dan herhangi bir “ortak bilgi projesi” kalmayabileceğine dikkat çekiyor.5
Bu, Önemli bir öğüt; bilimi (veya sanatı) ideo-politik tercihlere indir
gememe, bu yoldan ucuz polemiklere girişm em e öğüdü. Bozkurt Güvenç
ise bunun tam tersini yaptı: Geçmiş yüzyıllarda Avrupa’da var olan Türk
imajından hareketle, (a) bu imajın bugün de aynen yürürlükte olduğunu
Öne sürdü; (b) bunu genel bir Avrupa ve AB karşıtlığına taşıdı; (c) konuş
masının içinde, Türkiye’deki Avrupa taraftarlığına sataşma, hatta hücum
ve suçlamalara çok geniş yer ayırdı, öyle ki esas olarak bunu konuştuğunu
söyleyebiliriz. Kendisini dinler ve kendi sıram ı beklerken, bilimsel bir plat
formun bu kadar kötüye kullanılması karşısında, acaba çekip gitsem mi di
ye çok düşündüm. Zar zor kalmaya karar verdimse bunun iki nedeni var.
Birincisi, buraya gene de bilimsel yaklaşımlar arayarak gelm iş olan insan
lara büyük haksızlık olacak. İkincisi, benim söyleyeceklerim bir bakıma
Bozkurt Güvenç’in vurgularının aynadaki aksini oluşturuyor. Güvenç hep
Avrupa'nın Türkiye'ye ve Türklere ne kadar düşm an olduğunu vurguladı.
Bunu a priori, ezeli ve ebedi bir düşmanlık gibi, dahası tarihsel gerçekliğin
biricik boyutu gibi sundu ve böylece bir yalıtma ve mutlaklaştırma operas
yonu uyguladı. Benim anlatacaklarımın önemli bir bölümü ise, Türklerin
en azından bir dönem Avrupa’ya, daha genel olarak dış dünyaya ne kadar
düşman olmuş olduklarıyla ilgili; yani tarihsel gerçekliğin farklı ve zıt bir
boyutunu içeriyor. Kendi payıma bu düşmanlığı mudaklaştırmamaya, ta
rihsel konjonktürünü saptamaya, zaman ve mekân içindeki sınırlarını çiz
meye ve dolayısıyla göreliliğini göz ardı etmemeye dikkat edeceğim. Ne ki,
benim üzerinde duracağım Mehmed A kiflerin ve Ömer Seyfeddin'lerin
medeniyet nefretinin, Batı düşmanlığının hâlâ ne ölçüde yaşadığı ve yaşa
tılmak istendiği, Bozkurt Güvenç’in tebliğine yansım ış bulunmakta.
180 K ü m e D ü ş m e Ko r k u s u n a O s m anu - T ü r k R e a k s İy o n u
mında bu emperyalizm kavramı çok fazla çığrından çıktığından, çok genel
leştirilip mutlaklaştırıldığından, olayın tarihsel özgüllüğünü korumak açı
sından 19. yüzyıl sonlan ve 20. yüzyıl başlarının yeni emperyalizmi demek
daha doğru olur. Başlığını ise aşikâr bir futbol (veya basketbol veya beyzbol
veya Amerikan futbolu ya da başka herhangi bir organize, profesyonel
spor) göndermesini içermekte. Günüm üzde belirli takım sporları televiz
yon sayesinde “big business” düzeyine ulaştı. Herhangi bir anda, puan sı
ralamasının üst yarısında yer alan takımlar bir üst lige çıkabilmek (ve bu
nun maddi, m ali avantajlanndan yararlanabilmek) için birbirleriyle yarışır
ken, puan cetvelinin alt yarısındakiler küme düşm e korkusunu yaşıyorlar;
zira küme düşmek sadece statü, prestij ve gelir kaybını değil, aşağılara in
dikçe tekrar yukarı çıkmanın büsbütün zorlaştığı belirli bir “ patika bağım-
lılığr'nı da beraberinde getiriyor.
Diyeceksiniz ki, bütün bunların yeni emperyalizm dönemiyle ne il
gisi var? Burada zihinsel bir bağlantı söz konusu. Avrupa-merkezcilik (Eu-
rocentrism) dediğimiz bakış açısı yeni emperyalizm Öncesinde, hayli belir
gin olarak 18. yüzyılın ikinci yarısının Aydınlanma döneminde de mevcut
tu. Bununla beraber, kendinden önceki çeşitli düşünce parçacıklarını alıp
birleştiren ve yeni bir ideolojik örgüye dönüştüren yeni emperyalizm, Av-
rupa-merkezciliği de kucakladı ve en net sistematizasyonuna kavuşturdu.
Avrupa'nın (Batı’nın) dünyanın diğer bölgeleri üzerindeki artan üstünlü
ğünün, Sanayi Devrim i'nin yarattığı teknoloji ve sermaye birikimi temelle
rine oturarak m aksim um a çıktığı bu nokta, aynı zamanda Avrupa-merkez-
ci perspektifin yaygınlık ve inandırıcılığının doruğu oldu.
D ü n y a d a T ü r k İm a ji 181
ülkelerinin dinamik geçmişi, 19. yüzyıl başlarında yeniden tanımlanan, aka
demik bir kurumsallığa kavuşturulan ve profesyonelleştirilen tarih disiplini
nin; şimdiki zamanları veya mevcul durumları ise üç yeni sosyal bilimin, ya
ni ekonomi, sosyoloji ve siyaset biliminin konusunu oluşturuyordu.
Buna karşılık en dış halkada, yani üçüncü kuşak veya kümede, 19.
yüzyılda emperyal kökenlerinin damgasını henüz çok yoğun bir şekilde ya
şayan antropolojinin ilgi alanına giren, bu yeni bilgi branşının da hayli öz-
cü (essentialist) bir şekilde yaklaştığı ve egzotize ettiği “ilkeller" -yan i genel
likle hem devlet örgütlenmesinden, hem dc kapsayıcı bir tcktanrıcı inanç
sisteminden yoksun kavim ler- yer almaktaydı. Mutlak anlamda “tarihsiz
halklar” olarak görülen bu kabile toplulukları muazzam bir biriktirme ve
tasnif faaliyetine tabi tutuluyor; kıyafetleri ve çıplaklıkları, alet, silah ve takı
ları, dil, müzik ve dansları, mabetleri, totemleri ve maskeleri toplanıyor,
kaydediliyor, fotoğraflanıyor; Avrupa’nın kendi dışına yayılmasının başlan
gıcı demek olan büyük coğrafi keşifler çağından bu yana koleksiyonu yapı-
lagelen hemen her şey gibi bunlar da kitap ve müzelere dönüştürülüyor; bu
dönemin karakteristiği olan Bitkiler Âlemi ve H ayvanlar Âlemi gibi yayınla
rın uzantısında, İnsanlar Âlemi gibi kompilasyonlar da Afrika’nın, Güney ve
Güneydoğu Asya'nın, Polinezya'nın, Kuzey Kutup dairesinin ya da Am a
zon cangılının “tu haf' görüntü ve âdetlerine odaklanıyordu.
Bu birinci ve üçüncü ligler arasındaki ikinci halka ise, o dönemde
yüksek uygarliklar diye anılan -v e Şarkiyatın (Oriental Studies) inceleme
alanına girerken, aynı zamanda söz konusu çalışm a alanının ürettiği, kıs
men de örtüştüğü Oryantalizm ideolojisine de konu olan5- başka bazı top
lumları barındırıyordu. Bunlar görece güçlü bürokrasi ve ordulara (hatta,
askeri devrim6 öncesine Özgü bir tarzda da olsa, ateşli silahlara) sahip olan
ve bu sayede oldukça geniş alanları kontrol edebilen (nitekim bu yüzden,
en azından bazıları Marshall Hodgson ile William McNeill tarafından “ba
rut imparatorlukları” olarak da nitelenen) kapitalizm öncesi devletli top-
lumlardı. Seferber edebildikleri bütün bu iktidar kaynak ve dayanakları sa
yesinde söz konusu sosyopolitik formasyonların, zamanın büyük devletle
ri tarafından hızla, dolaysızca ve toptan istila, işgal ve ilhak edilmeleri
müm kün değildi. Dolayısıyla kolayca sömürgeleştirilmek yerine, Avrupa
182 K ü m e D ü ş m e Ko r k u s u n a O s m anu - T ü r k R e a k s İy o n u
ile eşitsiz ama uzun vadeli bir “hem çatışma, hem birlikte ve yan yana var
olm a” sürecine girdiler. Birkaç yüzyıla yayılan yenilgi ve geri çekilişler kâh
toprak kayıpları, kâh hukuki veya ekonomik tavizlerle dolu can çekişmele
ri, kendine has bir azgelişm işleşm e örüntüsü veya morfolojisinin uçverme-
siııe, dünya sistemine yarı-sömürgesel (semi-coloniai) veya Örneğin Maria
Todorova’nın tercih ettiği terminolojiye göre, sömürgesel olmayan (non-co-
İonial) bir bağımlılık konumunda entegre olmalarına yol açtı.
Bu kronik zafiyet halinin bir Özelliği, bir türlü topyekün paylaşımla
ya da siyasal bağım sızlık vc devlet egemenliğinin tamamen yitirilmesi, böy-
lece informel imparatorluğun fornıel imparatorluğa dönüşmesiyle nokta-
laıımamasıydı. Psikolojik açıdan ise bu durum o güçlü, ileri ve buyurgan
Avrupa ile karmaşık bir aşk-ve-nefret ilişkisi doğuruyor; Batı'ya hem hay
ran olmayı ve Öykünmeyi, hem de içteıı içe tepki duymayı, daha ender ola
rak cepheden karşı koymayı beraberinde getiriyordu. Kendi içinde son de
rece çelişkili, düpedüz şizoid denebilecek bir "Türk ulusal kim liği” işte bu
çerçevede şekillenecek, bugüne kadar çözemediği veya aşamadığı zıtlık ve
melezlikleri peydahlayacaktı. Bunu, bu bildirinin ileriki sayfalarında bazı
kanıtlarıyla göstermeyi, açıklamayı umuyorum.
OSMANLILAR İÇİN C E N N E T , C E H E N N E M VE A R A F
D ü n y a d a T ü r k İm a ji 183
-sırasıyla Afrikalılar, Amerika yerlileri, Güney Pasifik kavimleri, en hor gö
rülenler olarak da Avustralya Aborijinleri- uzanmaktaydı.
Peki, Osmanlı toplumu ve kültürü açısından bütün bunlar ne anla
ma geliyordu? Çin ve İran gibi Osmanlılar da yüksek uygarliklaıi kapsayan
ikinci kümeye dahil ediliyorlardı. Dahası, kendileri de bunun farkındaydılar
ve 19. yüzyıl ya da 2.0. yüzyıl başı edebiyatımızdan çeşitli örneklerle gösteri
lebileceği gibi, bunu son derece istikrarsız, umutsuzca istikrarsız bir durum
olarak ya da cennet ile cehennem arasında arafta olmak gibi algılıyorlardı.
İmparatorluk en azından askeri ve siyasi açıdan bir gerileme, geri çekilme
sürecine girmiş; “ Şark meselesi”nin odağına yerleşmiş; “Avrupa’nın hasta
adamı” olarak tanımlanmıştı. Bu ölümcül hastanın mirasına göz dikenler
ise, hem -bazıları "pan” ideolojilerle iş gören- düvel-i muazzamayı, hem de
-daha küçük olmakla birlikte, “megali” ideolojileri, yani “büyük" veya “daha
büyük” bir Sırbistan veya Yunanistan veya Bulgaristan kurma özlemleri Os
manlılar açısından belki daha bile ciddi tehditler oluşturan- yeni Balkan
ulus-devletlerini kapsamaktaydı.Gene aynı sıralarda, 19. yüzyıl sonlarının
yeni emperyalizminin dalgaları, o “ilkeller” dünyasının kıyılarını dövüyor,
Özellikle Afrika büyük bir paylaşım yarışına konu oluyordu. Sömürgecilik al
mış yürümüştü, dur durak bilmeyen, fütursuz bir sömürgecilik; bu ortam
Osmanlılan, kendilerinin de “her mevsim avlanması serbest hayvanlar” ara
sında tanımlanabileceği konusunda son derece tedirgin kılıyordu.
184 K ü m e D ü ş m e Ko r k u s u n a O s m anu - T ü r k R e a k s İy o n u
mekti. Bu açıdan son boyölçüşmeler ve büyük dönüşüm eşiği, III. Selim ve
II. Mahmud’un çalkantılı saltanat dönemleriyle çıkageldi. Muhafazakâr di
renişin ezilmesiyle başlayan yukarıdan aşağı modernleşme ve batılılaşma
sürecinin ilk ve en önemli gündem maddesi, tabii (a) Avrupa ordusunun it
hali oldu.9 Ardından sıra, baştan planlanmamış olup ancak deneye yanıla,
el yordamıyla bulunan bir tarzda, (b) eski haliyle bu modern ordu aşısını
tolere edemeyeceği anlaşılan sivil bürokrasiye; oradan (c) bu idare mekaniz
masına yeni kurallar sunabilmek açısından hukuk ve (d) yeni kadrolar su
nabilmek açısından eğitim alanlarına geldi. Tipik olarak eğitim reformları
da en tepeden, yani en yüksek okul ve sınıflardan başladı, ama yaşları 50’ye
dayanmış, sakallı ve göbekli alay subaylarını kurmay okuluna çekip kısa za
manda trigonometri, balistik ya da en azından buhar makinelerini anlama
ya yetecek kadar fizik öğrenmelerini beklemenin abes olduğu anlaşılınca,
hep yukarıdan aşağı inen bir tarza, önce orta ve sonra ilk öğretim kademe
lerine taşındı, (e) Giyim kuşamda standardizasyon çabalarını, (f) daha iyi ver
gi toplayabilmek, bunun için de ekonominin (kapitalistleşmesini değilse
bile) en azından parasallaşmasını hızlandırmak açısından, ölçü ve tartıların,
sikkelerin, banknotların vefinans kurumlannm standardizasyonu izledi.
Bütün bunlar reel bir modernleşme atılımım ifade ediyordu. Ne ki,
Osmanlıların 1820 veya 30’lardan itibaren girdikleri mecranın tek boyutu
bu değildi. Aynı zamanda Avrupa’ya mensup olduklarını tescil ettirmeyi de
özlüyorlardı. Bu, reel plandaki modernleşme çabasıyla özdeş ya da onun
değişik bir veçhesinden ibaret değildi. Başlı başına bir hedefti; belki para
lel ve tamamlayıcı, fakat son tahlilde ayrı bir hedefti. Nitekim sadece ısla
hatın somut edinimleri temelinde değil, kendine özgü yöntemlerle, diplo
matik jestler ve kültürel gösteriler, gösterimler aracılığıyla da yürütülüyor
du. Osmanlılar Batı’nm kendi cinsinden olanları öldürüp yemeyeceği (baş
ka bir deyişle, sömürgeleştirmeyeceği) inanandaydılar. Kendi mantıkları
içinde bu, sadece Avrupa’ya karşı durabilmek için modernleşmeyi değil,
aym zamanda Avrupalı olarak tanınmak, Avrupalılık sertifikasını alabil
mek için modernleşmeyi (veya modern gözükmeyi) gerektiriyordu.
Dolayısıyla Osmanlılar 1 8 3 9 ^ Tanzimat’ı ve 1856’da Islahat Fer-
manı’nı benimsediklerinde, ya da Kırım Savaşı’nda İngiltere ve Fransa ile
D ü n y a d a T ü rk İm aji 185
aynı safta yer aldıklarında ya da bazıları daha da ileri gidip 1876’da Birinci
Meşrutiyeti ilan ettiklerinde veya 190 8 ’de Jön Türk devrimini gerçekleştir
diklerinde, sadece kendi kendilerini gerçekten dönüştürmeye çalışmakla
kalmıyor; aynı zamanda fiilen yaptıklarından çok daha fazlasını başarmış
olmayı istiyor, böyle düşünüyor, bunu iddia ediyor, dış dünyaya bunu ka
bul ettirmeye çalışıyorlardı. Avrupalılığa kestirme bir geçiş arıyor; işin ka
bul, tescil, tanınma, benimsenme boyutlarının, reel başarı ölçütlerinin ye
rine geçebileceğini hayal ediyor gibiydiler. Üçüncü lige düşüp sömürgeci
liğin meşru avı, hedefi haline gelmekten öylesine korkuyorlardı ki, bütün
sel reaksiyonları hem bir modernizasyon performansı ve hem de bir moder-
nite gösterimi boyutlarım peydahlıyor; bu ikisi arasında giderek bir gerilim
oluşuyor; hatta zamanla İkincisi daha önemli hale gelebiliyordu.
İt h a l e d il m iş v e İç selleşt İr İl m İş b ir A v r u p a -m e r k e z c î l î k
D ü n y a d a T ü rk İm aji 187
devletin en üst kademelerinde büyük tartışmalara yol açtı ve sonunda, geri
ve geleneksel değil modern, ileri ve medeni bir görüntü ya da Şarklı değil
Garplı bir görüntü sunulmasına karar kılındı. (3) İstanbul’da ve aynı zaman
da ordu ve bürokrasi dahil bütün devlet sektöründe, reformcular sadece m e
m urların işlerim nasıl yapacakları konusunda değil nasıl giyinecekleri konu
sunda da yeni kurallar getirmişler; böylece yeknesaklaşma, standardizasyon
ve homojenizasyon süreçlerini topçu ve piyade eğitiminden resm i evraka
hep aynı şekilde damga vurulması ve imza aülması işlemlerine, tören, nişan
ve madalyalardan kıyafet yasalarına kadar her alana yaymışlardı. Am a aynı
zamanda İstanbul’dan taşraya gönderdikleri talimat ve fotoğrafçılar aracılı
ğıyla, imparatorluğun çeşitli bölge ve yörelerinin geleneksel erkek ve kadın
“tip”lerinin resm ini çektirip, öyle bir Elbise-i Osmaniyye albümünde topla
mışlardı ki, dönemin diğer, hayli benzer Yunan ve Kıbrıs kıyafet albümleriy
le birlikte bu da son tahlilde genel bir çerçeve olarak Avrupalı antropologla
rın Pigme veya Bantu veya Zuluları belgeleme çalışmalarından esinlenmiş
sayılmalıdır. (4) Kendi topraklarında yaşayan bu gibi “ilkel”leri eğitmek ve
başkentten taşraya yayılması istenen yeni medeniyete entegre etmek ama
cıyla II. Abdülhamid’in 18 9 2-19 0 7 arasında İstanbul’da açtırdığı Aşiret
Mektebi de, Büyük Britanya’nın Afrika’daki sömürgelerinde İngiliz özel
okullarını örnek alarak kurulan ve öncelikle yerli, siyah elitleri eğitmeye yö
nelen ayrıcalıklı özel okulların muadili olarak düşünülebilir.17 Bu ve benze
ri bütün olaylarda, yeni Osmanlı seçkinlerinin Avrupa düşkünlüğü yalnızca
açık ve belirtik bir “Garp medeniyyeti” övgüsüne -ya da 19. yüzyılda henüz
hiçbir çokmerkezlilik veya çokkültürlülük anlayışı olmadığı için, sadece
“medeniyyet” övgüsüne- değil, çok daha önemlisi, kendi kendilerini “antro
polojik” diyebileceğimiz bir bakışla incelemelerine; keza aynı Avrupalı bakı
şını başkalarına, özel bazı “öteki”lere de yöneltmelerine yansımaktadır.
Ö ld ü ren cazİbe ve h a ya l k ir ik l iğ i
188 K ü m e D ü ş m e Ko r k u s u n a O s m a n l i -Tü r k R e a k s İy o n u
(a) 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve 1856 Islahat Fermanıyla, ör
neğin gayrimüslimlere çeşitli hak ve ayrıcalıklar tanımışlardı. Bu, impara
torluğun hayli karışık tebaasını modern bir hukuk devletinin eşit vatandaş
larına dönüştürmek açısından önemli bir kazanım değil miydi acaba? Bir
bütün olarak modernite hakkında derin bir felsefi kavrayışları yoktu Os
manlıların; daha ziyade, her yeni krize karşısında olabildiğince pragmatik
davranmayı yeğliyorlardı. Onun için yukarıdaki, soruyu bu terimlerle sor
mamış olmaları muhtemeldir. Üstelik bu sırada büyük devletler de kendi
taleplerini genel bir “kanun önünde eşitlik” platformu biçiminde değil, da
ha çok, himayeleri altında saydıkları şu veya bu Hıristiyan kesim için özel
ayrıcalıklar biçiminde formüle ediyorlardı. Bu da Osmanlılar açısından,
“Modern hukuk devletine ne kadar yaklaştık?” gibi soyut bir kriteri değil,
“düvel-i muazzamayi bu sefer tatmin edebildik mi?” diye özetlenebilecek
hayli basit ve ucuz bir yaklaşımı öne çıkarmaktaydı. Üstelik buna olumlu
yanıt verebilmeyi arzuluyorlar, bunu yaparken de imparatorluğun olanca
köhnemişliğini göz ardı ediyor, derken bir sonraki kriz gelip çatıyor ve se
faretler yeni yeni taleplerle kapılarını çalıyor, bu da bütün kabahati Batı’ya
transfer etmeleri eğilimini körüklüyordu.
(b) Çarlık Rusya’sına karşı İngiltere ve Fransa ile saf tuttukları Kırım
Savaşı’nm bitiminde çıkartılan 1856 Islahat Fermanı, Babıâli’yi Avrupa cami
asına dahil ettirecek şekilde tasarlanmış; bu da Paris Konferansı ve Antlaşma
sıyla gerçekleşir gibi olmuş; böylece Osmanlılar yirmi yıl süreyle nispeten ra
hat nefes alabilmişlerdi. Rus baskısı 1876’da yeniden yoğunlaştığında ise,
Midhat Paşa ve çevresindeki Osmanlı liberalleri bu sefer Tersane Konferan
sının toplandığı gün Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu ilan ederek, Batilı güçlere
şimdi her zamankinden fazla korunmaya layık oldukları sinyalini vermeyi
deneyeceklerdi. Kendi aralarında şöyle konuştuklarını sanki duyar gibiyiz:
“Şimdi sırf yukarıdan bahşedilmiş fermanlarımız değil, bir anayasamız da
var. Artık bununla da Avrupalı olunmazsa neyle olunur? Anayasalardan ve
anayasacılıktan, meşrutiyetçilikten daha Avrupai ne olabilir ki?” Ama tabii bu
da yetmeyecek ve sonunda yapayalnız bırakılıp 1877-1878 Osmanlı-Rus Sava-
şı’nda (93 Harbi'nde) bozguna uğrayacaklar; bu, sırf askeri yenilgi nedeniyle
değil, aynı zamanda II. Abdülhırnid’in bu krizi manipüle edip liberalizasyon
D ü n y a d a T ürk İm a j i 18 9
umutlarım ezerek yeni ve daha m odem bir otokrasi kurm ası yüzünden de aç
ve azgın köpeklerin önüne fırlatıldıkları hissini doğuracaktı.
(c) Bir otuz yıl daha geçtiği ve 1878 -18 81’de kurulan istibdat 1908
devrildiğinde, bu sefer Jön Türklerin kendi aralarında şöyle konuştuklarını
tahayyül edebiliriz: “ Eh, şimdi bir devrim de yaptığımıza göre, herhalde Av
rupa kulübüne alınırız artık, zira devrimlerden daha Avrupai ne olabilir ki?”
Gelgelelim daha sonraki olaylar ne asıl Batı’da, ne de Güneydoğu Avrupa'nın
yan dışarıda, yan içerideki Hıristiyan nüfusları arasında kimsenin onlan be
ğenmediğini, takdir etmediğini düşündürecektir. Kimsenin devrim veya re
form yapıp kendisini düzeltiyor, düzeltecek, düzeltebilir diye gerçekçi bir gü
veni de yoktu Osmanlı yönetimine, onu rahat bırakıp bu gelişmeyi beklemek
niyeti de. Nitekim 1 9 1 1 ’de İtalya Trablusgarp’ı işgal etti; ardından 19 12-19 13
Balkan Savaşlan patlak verdi ve yalnızca Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan
karşısında değil, m inik Karadağ karşısında da ezilip küçük düşmeyi berabe
rinde getirdi. Kötünün kötüsü şuydu: İttihatçılar henüz imparatorluk toprak
larında yaşamayı sürdüren Yunanlılar (Rumlar) ve Bulgarlar hakkında son
derece iyi niyetli davranmış, onlara 19 0 8 devrimiyle ortak bir Osmanlı kim
liği içinde birlik ve özgürlük sunm uş olduklanna, dolayısıyla şimdi (1912-
1 9 1 3 ^ ) alçakça bir ihanete uğradıklarına inanıyor, en azından kamusal alan
da böyle bir söylemi geliştiriyorlardı. (Ama tabii Yunan ve Bulgar, hatta Er-
m eniler de buna karşı, İttihatçıların daha başından beri aslında Türk milliyet
çisi olduğunu ve azınlıklar hakkında hiç de iyi şeyler düşünmediklerini, “Os
m anlılık” veya “ittihad-ı anâsır” politikalarını asla sam im i bir şekilde uygula-
madıklannı öne sürmekteydiler. Bugün de bu alanın historiyografisi, bu ra
kip milliyetçi tezler arasında bölünmüş olmaya devam ediyor.)
A şk V E N E F R E T İ L İ Ş K İ S İ N İ N M İ L L İ Y E T Ç İ R E A K S İY O N A Ş A M A S IN A U Z A N M A S I
Öyle veya böyle, konum uz açısından önemli olan şudur ki, geç dö
nem Osmanlı İm paratorluğu’nun ve/ya m odernleşen Türkiye'nin yönetici
leri, seçkinleri, aydınları, asker ve bürokratları böyle tek tek her olaydan,
tam atlayacakları sırada çıtanın yeniden yükseltilm iş ya da maç başladıktan
sonra çizgilerin yeniden çizilm iş ve kale direklerinin yerinden oynatılmış
olduğu hissiyle çıkıyordu. Kendilerine sorarsanız, sonuna kadar dürüst ve
190 K ü m e D ü ş m e Ko r k u s u n a O s m a n l i -Tü r k R e a k s İy o n u
namuslu talipler gibiydiler; oysa (gene kendi gözlerinde) tek yanlı bir aşk
ilişkisinde refüze edilmekte, sadakat teklif ve beklentilerinde kandırılmak
ta, aldatılmakta, gururlarıyla oynanmaktaydı.
Aslına bakarsanız o ilişki hiçbir zaman saf bir sevgiden ibaret olma
mış, itiraf etmek istemeseler de Avrupa’nın artan üstünlüğüne belirli bir
tepki boyutunu daima taşımıştı. Tanzimat ricali çokyönlü oynuyor, büyük
devletlerin ıslahat taleplerini hem kullanıyor, hem lanetliyordu. Ama işte
19. yüzyıl boyunca dış baskılar yoğunlaşıp verilen tavizler çoğaldıkça, lâkin
gene de müdahalelerin ardı arkası gelmeyip genel durum kötüleşmeye de
vam ettikçe, çekilmenin yanı sıra itilme de güçleniyor; oluşan ya da açığa
çıkan aşk ve nefret karmaşası içinde terazinin ibresi zaman zaman, özellik
le de 20. yüzyılın ilk çeyreğinde nefret yönüne kayıyor; ithal edilmiş, be
nimsenmiş, içselleştirilmiş bir Avrupa-merkezcilikle yan yana, tersyüz
edilmiş bir Avrupa-merkezcilik de uç veriyordu.
D ü n y a d a T ü r k İm a ji I9 I
dizeleriyle anlatır. Batı’nm öldürücü bir cazibeye sahip, aldatan ve ihanet
eden bir kadın olarak tarifi dönem edebiyatında hayli yaygın olmakla birlik
te belki burada klasik ifadesini bulur.
“ İstiklal M arşı”nda  k if bu fikri biraz farklı bir yöne bükerek, Le-
nin’in em peryalizm i “çürüyen kapitalizm ” diye nitelem esini ya da çok son
ra, Mao’nun “kâğıttan kaplan”dan söz etm esini çağrıştıran bir tarzda “me-
deniyyet”ten “tek dişi kalm ış canavar” olarak söz eder. Salt bu örnek bile şa
irin en ünlü ve önem li, kanonik nitelikteki iki metni arasındaki kalıplaşmış
yaklaşım lar içinde kolayca gözden kaçabilen içsel bağlantıya, kuvvetli de
vamlılık öğelerine işaret eder. Bunların ikisinde de Âkif, Erik Jan Zürc-
her’in haklı olarak “ M üslüm an yurtseverliği” diye tarif ettiği bir duygu ve
düşünce iklim i veya atmosferi içinde Türk sözcüğünü ağzına bile almaz.
Ancak çeşitli im ge ve imalardan anlaşılabileceği gibi (örneğin “kahraman
ırkım ” veya “ Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım ” veya “ Sen ki,
İslâm î kuşatm ış, boğuyorken hüsran / O dem ir çenberi göğsünde kırıp par
çaladın” dediğinde), sonuçta yeryüzünün bütün M üslüm anlarını değil, özel
olarak Türkiye M üslüm anlannı veya bu ülkenin M üslüm an Türkleri kastet
tiğini, onlara seslendiğini, kendini onlarla özdeşleştirdiğini belli eder.
19 15 ’te kalem e aldığı “ Çanakkale Şehitleri” nde Âkif, haklı fakat yok
sul m azlum lar olarak resmettiği bu (Müslüman) Türklerin, İtilaf devletle
rinin endüstriyel, emperyalist güç ve kudretine karşı kahramanca direnişi
ni över, yüceltir. Buradaki Davut ve Calut (David and Goliath) yaklaşım ı son
derece spesifik, zam an ve m ekân içinde gayet sınırlıdır: İtilaf donanm ala
rının 18 M art’ta Çanakkale Boğazı’nı zorlayıp geçme girişim i olsun, 24-25
Nisan çıkarm alannı izleyen sekiz aylık kanlı kara savaşları olsun,
m ısralannda olduğu gibi, adı sanı belli bir coğrafyaya yerleştirilir; aynı za
manda, top tüfek ve tayyareleri, zırh(lı)lan ve çelik tabyaları, lagamları ve
192 K ü m e D ü şm e Ko r k u s u n a O s m a n l i-Tü r k R e a k s İy o n u
m üstahkem m evkileri, gülleleri ve bom ba şim şekleri ile öylesine som ut b i
çim de resm edilir ki, bu günlük, teknik, alelade terim ler, M ehm ed  k if in
hayli abartılı anıtsallaştırm a çabalarıyla çelişir hale gelir. Buna karşılık alü yıl
sonraki denem esi çok daha b aşan lı sayılm alıdır. Büyük M illet M e d isi’nin
1 9 2 1 ’de açtığı yarışm aya sunduğu on kıta ile  kif, “ Çanakkale Şehitleri” nin
yer yer m an zum röportaj havasına giren ham lıklarını daha soyut bir dil için
de eritir. Bu, aynı zam anda 19 15 ’^ aşırı konjonktürelliğinin genişletilip çok
daha kapsam lı bir tarihsel m om ente, em peryalizm ile ezilen bir m illet ara
sında neredeyse ezeli ve ebedi bir boy ölçüşm eye dönüştürülm esi dem ektir.
194 K ü m e D ü ş m e Ko r k u s u n a O s m anu - T ü r k R e a k s İy o n u
gerekse taşıdıkları duygusal tonlama emperyalizmin, Avmpa-merkezcili-
ğin ve Oryantalizmin politik ve teorik vokabülerine aittir.
K E N A N ’ IN İHANETİ VE UYANIŞI
19 11 tarihli “Primo: Türk Çocuğu”, yüz yılllık Türk milliyetçi söyle
m inin neredeyse bütün karakteristik temalarını kucaklar. Olay Balkan Sa-
D ü n y a d a T ü r k İm a ji 195
vaşlan arifesinde, Selanik'te geçer. Hikâyenin baş kahramanı kendi şahsın
da geç dönem Osmanlı modernleşmesi ve batılılaşmasını meczeden genç
mühendis Kenan'dır. Alafranga adı ve keza dönemin tercihlerini yansıtan
çağdaş, ileri(ci), bilimsel (pozitivist) mesleğiyle uyumlu olarak Kenan, en iyi
Tanzimat mekteplerine gitmiş, ardından eğitimini Avrupa'da sürdürmüş,
Paris dönüşü bir İtalyan şirketinde “dolgun bir maaşla” iş bulup İzm ir’e
-R u m , Ermeni vesair Levanten nüfus yoğunlukları nedeniyle, ön-milliyetçi
Osmanlı terminolojisinde "gâvur İzm ir” olarak anılan o karışık, emperyal,
komprador liman kentine- yerleşmiş, hızla yükselmiş, hatta patronun kızı
Grazya'ya âşık olmuştur. Her türlü engeli -b u arada, Madam Rapi Zar-
di'nin, Türkler hakkında "bunlar koyun derisine saklanmış kurtlardır; inan
mağa gelmez; ne kadar Avrupa'da okusalar, terbiye görseler, yine bir gün
dişlerini çıkanr, insanı parçalarlar" yollu uyarılarını- aşarak evlenen Grazya
ile Kenan, hikâyenin başlarında artık Selanik’te yaşamaktadırlar; bir oğulla
rı olmuş, ona da İtalyanca bir ad vererek “ ilk çocuk” anlamında Primo de
mişlerdir. Yahudilik ve Masonluk, Türk milliyetçi muhayyilesinin uluslara
rası komplo ve Beşinci Kol teorileri arasında önemli bir yer tular. Özellikle
Masonluk vatansızlığın, ihanetin, emperyalizm işbirlikçiliğiniıı genelleşti
rilmiş bir simgesi gibidir. Nitekim işte Kenan da Selanik'teki mason locası
nın yüksek, saygın, kentin Avrupalı sosyetesiyle sıkı fıkı bir mensubu olarak
karşımıza çıkar. Kenan'ın masonlukla da birleşen, örtüşen diğer bazı özel
likleri, barışçılığı, savaştan nefret etmesi, sosyal Danvinizmi reddetmesi;
hatta II. Enternasyonalin sağ kanadından Eduard Bernstein'ın “uitra-em-
peryalizm” teorisini çağrıştıran bir şekilde emperyalist paylaşım yarışının
bir dünya hülkümetine yol açacağım savunmasıdır. Ömer Seyfeddin bu üç
tavır ve inanış arasında hiçbir ayrım yapmaz; hepsi, Kenan’ın ne kadar koz-
mopolitleştiğinin, Türklüğünü unutup gittiğinin kanıtları arasında sayılır.
Derken İtalya Trablus'u istila eder ve bu travmanın etkisiyle Kenan
hızlı bir ulusal bilinçlenme yaşamaya başlar. Bu uyanış onu sağlam bir Türk
milliyetçisine dönüştürecek, bundan böyle kendini Jön Türk davasına ada-
maya karar veren Kenan, yaklaşan savaş karşısında Selanik'i terkedip İtal
ya’ya sığınmayı reddedecek, kalıp direneceğini, savaşacağını bildirecektir.
Kenan ile Grazya bir yol aynmına gelmişlerdir; Primo’yu çağırıp ya birini ya
196 K ü m e D ü ş m e Ko r k u s u n a O s m anu - T ü r k R e a k s İy o n u
diğerini seçmesini isterler. Nâzım Hikmet'e göre “kan konuşmaz” , ama bir
milliyetçi olarak Ömer Seyfeddiıı'e göre kan pekâlâ konuşur: Doğru dürüst
Türkçe bile konuşamayan Primo, bir babasının kararlılığına, bir annesinin
perişanlığına bakar ve tabii babasını seçer. Hikâye, daha doğrusu sonradan
aldığı şekliyle hikâyenin ilk bölümü (“ Primo: Türk Çocuğu i. Nasıl doğdu?”),
D ü n y a d a T ü r k İm a ji 197
de hizm et etmek fikrinde bulunan İngilizlerin yalnız A frika’daki m üstem
lekesi on m ilyon kilom etre m urabbam dan biraz eksikti. Bir vakitler...
U m u m î sulhten en çok bahsedildiği zaman, meşrûtiyete, hattâ cum huriye
te m alik en m untazam idareli, küçük, fakat nam uslu bir hüküm etceğizin
üzerine aç ve kudurm uş bir hayvan gibi atılm ış, onu çatır çatır paralıyarak
yutm uştu. Zavallı T ransvalin yalnız bir günâhı vardı: Zenginliği, altın m a
denlerinin bol bulunm ası!... Alm anya, İspanya, hattâ Portekiz ve Belçi
ka’nın da cesîm m üstem lekeleri vardı. İşte A frika taksim olunm uştu. Bu,
o kadar aşikârdı ki... Koca kıtada ancak Habeş ve Liberya gibi bir iki yerli ve
m üstakil hüküm etceğiz kalm ıştı. İtalyaya da m üstem lekesi dar gelm işti...
Şim di beklenilm iyen, üm it ve tahayyül olunm ıyan bir dakikada T rablus’a
saldırıyor, elli senedir süren “A frika’yı lâtinleştirm ek” faciasının son perde
sini açıyor... Yahut kapıyordu. Bu nasıl insaniyet idi? Bu insaniyetin vahşi
likten, barbarlıktan, yam yam lıktan ne farkı vardı!... Silâhsız A frika’yı tam a
m en zapteden bu yırtıcı, insafsız, m üthiş Avrupalılar A sya’yı da paylaşıyor
lar, bu tecavüzlerine soğukkanla: “ Şark M eselesi!” diyorlardı.
Bir düzeyde bu çok güçlü, ateşli, ikna edici bir metindir; pekâlâ Le-
nin’in, H ilferding'in veya Rosa Luxemburg’un -y a da en azından Alexandre
Helphand’m, yani Parvus’un, İstanbul’a ve Türk Yurdu gibi milliyetçi yayın
organlarına sık sık konuk olan o II. Enternasyonal gezginin yazdığı bir risa
leden alınm ış da olabilirdi; belirli bir tarihsel dönem in realitelerini o kadar
canlı, çarpıcı bir şekilde anlatır; dolayısıyla, 19 0 8 ’in “ Big Bang”iyle oluşan sı
cak plazma ortam ında- yani gerek Sovyet devrimi, gerekse Kemalist devrim
ile ideolojilerin iyice birbirinden ayrışmasından, safların daha net ve sert çi
zilm esinden çok önce M arksizm ile (bir çeşit erken Üçüncü Dünya milliyet
çiliği olarak) Türk milliyetçiliği arasında henüz var olan sıhriyet ve örtüşme-
lere de tanıklık eder. Şu farkla ki, “ Prim o”nun bu ilk altı-yedi sayfasında “Ça
nakkale Şehitleri”nden çok daha tutarlı, çok daha enternasyonalist bir anti-
emperyalizm söz konusudur. Ya da ilk bakışta bu izlenimi uyandırır, ama
gerçekten öyle m idir acaba? Mehmed  k if gibi -tab ii  k if ten dört beş yıl ön
c e - Ömer Seyfeddin de Avrupa-merkezciliği çok benzer terimlerle tersyüz
eder: “Yırtıcı, insafsız, müthiş Avrupalılar”dan söz eder, örneğin18 ya da “ Bu
insaniyetin vahşilikten, barbarlıktan, yamyamlıktan ne farkı vardı?” diye hay-
198 K ü m e D ü ş m e Ko r k u s u n a O s m a n l i -Tü r k R e a k s İy o n u
kınr.'9 Ancak bu tür benzerlikler, Â k if in Ömer Seyfeddin’i okumuş olması
olasılığının ötesinde, ikisini de besleyen ortak kaynakların varlığını akla geti
rir. Zira bir kere daha, rasgele kötüleme sıfatları değildir bunlar; 19. yüzyıl
antropolojisinin kategorilerini yansıtmaktadırlar. Aynı şey Ömer Seyfed
din’in “ Sahranın silâhsız, saf, masum, munis, halûk ve asil evlâtlan”na düz
düğü övgü için de geçerlidir. Katıksız bir idealizasyon olarak bu, sadece Ay
dınlanma çağının “soylu vahşi” (noble savage) düşüncesini çağrıştırmakla kal
maz; bir yerde Rudyard Kipling ile de buluşur. Kipling, Amerika’nın Filipin-
lere girmesini Büyük Britanya’dan sonra genç A BD ’nin de artık uygarlık m is
yonunu üstlenmeye hazır olduğunun işareti olarak selamlamış, “Beyaz Ada
mın Sorumluluğu” (The White Man's Burderi) adlı şiirini bu olgunlaşma adı
mını kutlamak için yazmıştı. Kipling’e göre bu yük veya sorumluluk “vahşi
kavim”lerin, “yeni yakalanmış, somurtkan, yan-şeytan yan-çocuk” halkların
velayetini üstlenmeyi, onlara bakmayı ve hizmet etmeyi, onlan yetiştirmeyi
de içeriyordu.20 19. yüzyılda Avrupa’nın sömürgelerine çocuk gözüyle bak
mak, emperyalizmin (özellikle de İngiliz imparatorluğunun) yaptığmı ise, iş
te bu çocukları eğitip yetiştirmek olarak kavramlaştırmak oldukça yaygındı.
Nitekim bu dönemde İngiltere’de basılan bazı afişlerde “Britannia” kılığında
ki Kraliçe Victoria’nın, üzerlerine Kanada, Avustralya, İrlanda, Güney Afrika,
Yeni Zelanda yazılı çocukların annesi gibi resmedildiğini, onlan ellerinden
tutup aydınlık bir geleceğe yönelttiğini görüyoruz.
S ö m ü rge o lm ak m i? S ö m ü rge p e ş in d e k o şm a k m i?
D ü n y a d a T ü r k İm a ji x99
lak misafiri olması, fikri gelişmesini büsbütün hızlandırır. Okulu asıp Rum
çocuklarıyla rıhtımdan balık tutmaya gittiği bir gün, mektep arkadaşlarından
Orhan’ı görür. “ Bir Türk paşasının oğlu” olan Orhan korkusuz bir tiptir; li
derlik vasıflan vardır; daha şimdiden minyatür bir milli kahraman gibi anla
tılır. Orhan Primo’yu yanma çağırır ve aralarında şu konuşma geçer;
200 K ü m e D ü ş m e Ko r k u s u n a O s m anu - T ü r k R e a k s İy o n u
duldalını, ne kadar mağlup olmaz bir kuvvet olduklarını tekrar an-
Uyacaklar ve düşünmeğe başlayacaklardı. Bütün Avrupa'nın teşvikiyle
İtalya ortaya atılmıştı. Onun zırhlıları çoktu !... Orhan:
- Ah, bizim de olsaydı... diyor, fakat karada bir şey yapamıyacaklannı,
denizden içerlerin Italyanlar için mezar olacağını söylüyor [du]...
A V R U P A 'N I N V E O S M A N L I İ M P A R A T O R L U Ğ U N U N Y E N İ S E M B O L İK C O Ğ R A F Y A S I
D ü n y a d a T ü r k İm a ji 2 0 1
kcn Türk milliyetçileri kendilerini bir yandan Avrupa emperyalizminin kur
banları arasında sayıyor (ya da “ Batı’ya karşı ötekilerle beraber” gibi görüyor
ve gösteriyor), bu da ideolojik düzeyde “Avrupa-merkezciliği tersyüz eden”
bir düşünce kurgusuna denk düşüyordu. Öte yandan olanca zaaflarına kar
şın hâlâ cmperyal büyüklük iddiaları taşıyor; sadece mazide değil, halde de
kendi imparatorluklarını aramaya devam ediyorlardı.
Üstelik bu, İngiliz, Fransız veya Alman imparatorluklarına ben
zetilmiş bir imparatorluk olmalıydı. 19. yüzyıl boyunca, Özellikle de II.
Mahmud (1808-1839), Abdülmecid (1839-1861) ve Abdiilaziz (1861-1876)
dönemlerinde Osmanlı hanedanının habire kendisini yeniden tanım
lamaya çalıştığını; bu uğurda modern devletin sadece temel kurum ve ay
gıtlarını değil, süslü vitrinini, dış görüntüsünü, saray sosyetesini, tören
lerini ve protokolünü de ithal ve taklit etmeye giriştiğini, daha önce kaydet
miştim. Ama şimdi görüyoruz ki, yeni meşruiyet ve himaye gerekçeleri
bulma, Avrupa’ya Avrupalılık itimatnameleri sunmaya yönelik bu arayış,
Osmanlı sülalesini bir Avrupa hanedanına benzetmekle kalmıyor, son
demlerindeki imparatorluğu da alelacele bir Avrupa imparatorluğu gibi
göstermeyi, takdim etmeyi içeriyordu.
202 K ü m e D ü ş m e Ko r k u s u n a O s m anu - T ü r k R e a k s İy o n u
N o tlar
1 Bu bildirinin giriş bölümü, 14 Mayıs 2004 Cuma günü Pera Palas’taki sempozyumda sunulduğu
koşullara tepkimi yansıtıyor. Bunun dışındaki, asıl bilimsel içeriğiyle ilgili meseleleri zaman
zaman, Sabancı Üniversitesi Tarih Programından arkadaşlarım ve meslektaşlarım Hakan Erdem,
Metin Kunt ve Akşin Somel ile tartışabilmiş olmaktan mutlu, kendilerine teşekkür borçluyum.
Hakan Erdem’e ayrıca, 14 Mayıs 2004’teki sunuşum sırasında tuttuğu notlar için de teşekkür
ederim.
2 Charles Maier, The Unmasterable Past. History, Holocaust, and German National Identity, Harvard
University Press, 1988.
3 Aynı eser, özellikle bkz. s. 12-13, 61-65.
4. Buradaki özetin temelleri için, bkz. [Immanuel Wallerstein vd] Open the Social Sciences. Repon of
the Gulhenkian Commission on the Restructuring o f the Social Sciences, Mestizo Spaces, Stanford
University Press, 1996, özellikle I. Bölüm: “The Historical Construction o f the Social Sciences,
from the Eighteenth Century to 1945” (1-32).
5 Edward Said’in Orientalism’inde (1978), bir çalışma alanı olarak ve bir ideoloji olarak Şarkiyat ay
rımının yeterince yapılmadığına ilişkin eleştiri ve tartışmalar için, bkz. A. L. Macfie, Orientalism,
Pearson Education, Longman, 2002.
6 “Askeri devrim” kavramıyla, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ateşli silahların daha etkili kul
lanımı, özellikle de piyade ateşinin hızlandırılması etrafında Batı Avrupa ordularında meydana
gelen taktik, manevra, örgütlenme, yanaşık düzen eğitimi ve disiplin değişikliklerinin bütünü kas
tedilir. Örneğin bkz. Geoffrey Parker, The military revolution. Military innovation and the rise of the
West, 1500-1800, Cambridge University Press, 1988.
7 Stephen Howe, Empire : A Very Short Introduction, Oxford University Press, 2002, özellikle bkz. s.
85-87.
8 Yeniçağ Avrupa’sının batısı ve doğusunda yer alan çeşitli mutlakıyet rejimlerinin farklı kökenleri
ve politik kültürleri konusunda, bkz. Perry Anderson, Lineages of the Absolutist State, New Left
Books, 1974.
9 Bu ifade için bkz. David B. Ralston, Importing the European Army, The University o f Chicago Press,
1990.
10 “A self-colonizing vision and mental outlook” kavramını, geçmişte Sofla Çenter for Advanced
Studies tarafından yürütülen NEXUS projesinin atölye çalışmalarından birinde kullandığımda,
Bulgaristan’ın önde gelen edebiyat kuramcılarından, değerli arkadaşım ve meslekdaşım Alexan-
der Kiossev’in, tam bu konuda bir makalesi olduğunu öğrenmiştim. Alexander Kiossev, “Notes on
Self-Colonising Cultures” şu derlemelerde bulunabilir: (a) Cultural Aspects of the Modernisation
Process, Oslo, 1995; (b) Bulgariavangarda, Salon Verlag, Kraeftemessen II, 1998; (c) Afterthe Watt.
Art and Culture in Post-Communist Europe, Modern Museum, Stockholm, 19 99 ; (d) Ivailo Znepols-
ki, Koprinka Chervenkova, Alexander Kiossev (der), Penser la Transition / Rethinking the Transition,
Sofla University Press, 2002.
11 Zeynep Çelik, Displaying the Orient. Architecture of İslam at Nineteenth-century World's Fairs, Ber-
keley, Los Angeles, Oxford, 1992.
D ü n y a d a T ürk İm a ji 203
12 Selim Deringil, The Well-Protected Domains. Ideology and the legitimation o f power in the Ottoman
Empire, 1876-1909, I. B. Tauris, 19 9 8 .
13 Eugene Rogan, “A şiret Mektebi: Abdülham id II's School for Tribes (18 9 2-19 0 7)” ; International
Jo u rn a l ofM iddle East Studies, 29 (19 9 6 ), s. 83-107.
14 A h m et Ersoy, “A Sartorial Tribute to Late Tanzim at Ottom anism : the Elbise-i O sm aniyye A lb üm ” ;
M uqarnas, c. 2 0 (2003), s. 187-207.
15 W endy M eryem K ural Shaw, “ Phantom s o f Bygone Days: the perform ance o f history in Ottoman
m ilitary m useum s.” M iddle East Studies Association’m (MESA) 31. yillik toplantisina sunulan b il
diri, 22-24 Kasım 19 9 7 , San Francisco, California.
16 D onald Quataert, “C lothing Laws, State, and Society in the Ottoman Em pire”; International Jo u r
nal ofM iddle East Studies, 29 (19 9 7 ), s. 403-25.
17 Bkz. Terence Ranger, “The Invention o f Tradition in Colonial Africa” ; E. J. H obsbawm ve T eren
ce Ranger (der), The Invention o f Tradition, Cam bridge University Press 19 83, Canto 19 9 2 içinde,
s. 2 11-2 6 0 .
18 Krş. “yırtıcı, his yoksulu, sırtlan k ü m esi” (Çanakkale Şehitleri, 1915).
19 K rş. "... Vahşetler denk / Kim i H indu, kim i yam yam , kim i bilm em ne belâ" (Çanakkale Şehitleri,
19 15).
20 İngilizce orijinali: "... wait[ing] in heavy harness / On fluttered folk and wild — / Your new-caught,
sullen peoples, / Half-devil and half-child.”
21 “İnsanlığın efendileri” ibaresini iki ayrı neslin em peryalizm tarihçilerinden ödünç alıyorum : Vic-
tor Kiernan, The Lords o f Human Kind. European attitudes to the outside world in the imperial age,
19 6 9 ; Penguin, 19 7 2 ; Anthony Pagden, Lords o f ali the World. Ideologies o f Empire in Spain, Britain
and France c. 1500 - c. 1800, Yale U niversity Press, 19 9 5 . İlginç bir husus, K iernan’ın çalışm asının,
Said ’in Onentalism'inden (1978) dokuz yıl önce yayınlanm ış (ama. çok büyük bir etki uyandır
m am ış) olmasıdır.
204 K ü m e D ü ş m e Ko r k u s u n a O s m a n l i -Tü r k R e a k s İy o n u
F a t o ş A d İLOGLU*
G ö rsel K ü l t ü r : S in em a ve İm aj
Görsel işitsel medya ile alman büyük yol, yalnızca eğlence için de
ğil, aynı zamanda politika, eğitim ve bilim, bilginin saklanması ve
yayılması, toplumsal deneyimlerin kaydedilmesi ve öznelliğin ku
rulması üzerine genel dönüşümlerdeki sinemanın rolünü bize ha
tırlatmaktadır.1
D ü n y a d a T ürk İm g e s i 205
lanmaktan” söz ederken, “sunum ”u tanımlamakta,2 “akim önünde açıkça
portrelemek” ve “aynı zamanda topluma kendi im gesini geri vermek ya da
bir bölüm ü olarak görev yapm ak” şeklinde değerlendirmektedir. Bu doğ
rultuda diğer ifade alanları arasında sunum “bireyleri ve grupları çevrele
yen kaotik ve rasgele toplumsal yapıların anlam ım güçlendirmekte ve ken
dilerini bu çevreye göre tanımlayıp konumlandırmalarına yardımcı olmak
tadır” yorum unu getirmektedir.3 Sinema, bileşenleriyle yeniden sunum ve
temsiliyet için belirleyici olmaktadır.
însan deneyimlenişinin her zamankinden daha görsel olduğu çağı
mızda görsel kültür ürünü ve aracı olarak sinema, sosyokültürel bağlamda,
anlam üretiminde etkin bir rol almaktadır. Sinemanın en belirgin özellikle
rinden biri görsel izlenim oluşturmaktır. En genel anlamıyla da imaj, insan
ların bir kişiyi ya da bir nesneyi nasıl algıladıklarıdır. Demet Gürüz'e göre,
M ekân : T ü r k iy e v e T e m s İl
D Ü N Y A D A T Ü R K İMGESİ 2 0 7
ona yol gösteren ve de seyirciyi de peşinden sürükleyen özelliktedir. Bu
nunla birlikte tem sil gücünün çalıştırıldığı yer portrelenmesi kavramı, “ Bir
film de m ekânların kullanım şekilleri ve yerlerin portrelenmesi, kültürel
norm ları, ahlaki değerleri, toplum sal yapıları ve ideolojileri yansıtır.”9 şek
linde açıklanmaktadır; yani görselleştirilen öykülerin anlattığı “yer’le r ve
“yer”lerin anlattığı öyküler oluşmaktadır. Bu öykülerin oluşum unda sunu
m un tüm bileşenlerini öngördüğü ise unutulm am alıdır. Scognam illo’ya
göre sinem acıların büyülü yolculuklara çıkarttığı hem “oryantal” hem de
“m odern” gizemli yer, İstanbul’dur.
G e ç m iş t e n G elen T ürk İm a ji
T em s İ l İ F İl m ler :
A R A B İS T A N L I L A W R E N C E , T O P K A P I, G E C E Y A R IS I E K S P R E S İ VE A R A R A T
210 2 0 . Y Ü Z Y I L S İ N E M A S I N DA T ü r k i MA) i
Sanat Yönetmeni: John Box
Müzik: Sir Adrian Boult
Yapım: Sam Spiegel, David Lean/Columbia, İngiltere, 196217
1962 yapımı, David Lean’in yönettiği ArabistanlI Lawrence, en iyi
film Oscar’ını kazanmasının yanı sıra, yedi Oscar ödülünden altısını almış
tır. Bunun neticesinde film geniş bir izler kitleye ulaşmasından dolayı, gö
rüntülenen Türk imajının aktarılması ve etki bırakması açısından önemli ol
muştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında, İngiliz casus T. H. Lavvrence’ın
Arap Yarımadasındaki halkları Osmanlılara karşı kışkırtmak ve ayaklandır
mak için buraya gelmesinin ardından gelişen olaylar filmin ana konusudur.
Olay örgüsü içerisindeki söylem Türklerin düşman, istilacı, özgürlük düş
manı ve hatta tecavüzcü olduğu yönündedir. Filmde geçen olaylar, kahra
man ve karakterler, kültür ve değer algısını yapılandım nitelikte aktarılır.
Buna göre, düşman ve acımasız Türk imajının sergilendiği bir yapımda,
Emir Faysal’m kampını acımasızca bombalayan Türk uçakları, köylere sal
dıran Türk askerleri, istilacı olarak bahsedilen bir Türk kavramı belirgindir.
Görsel temaşanın etkili bir biçimde sunulmasının yanı sıra özellik
le Türklerle ilgili olumsuz yönde sözlü tanımların yapılması dikkat çekici
dir. Çölün doğasının sinematografik olarak etkili bir biçimde aktarıldığı
filmde renk, doku ve ışık ustalıkla kullanılır. Ancak yine de zihinlerde iz bı
rakan sahneler, işkence ve tecavüzü ima eden sahnelerdir. İzlenim oluştur
mada ve imaj yaratmada etkisinin azımsanamayacağı bu mekân-beden-za-
man dinamiği çevresindeki sahneler sözlü aktarımı eklemler niteliktedir.
Filmde, özgürlük düşmanı olarak gösterilen Türk varlığı, işkence
ci ve tecavüzcü olan Türk görevliler ve Lawrance’m Türk nefretinin kay
nağında, tutukluluğu sırasında uğradığı tecavüzün olduğu yoruma açık
bırakılmıştır.
T O P K A P I (T O P K A P I)
D ü n y a d a T ürk İm g e s İ 211
Müzik: Manos Hacidakis
Yapım: Jules Dassin, ABD, i964*s
G e c e y a r is i E kspresi (M İd n îg h t Ex pr ess )
212 2 0 . Y Ü Z Y I L S İN E M A S IN D A T Ü R K İM AJI
Müzik: Giorgio Morodcr
Yapım: Casablanca Film Works/Colombia, Ingiltere, 1978 19
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 213
de, film in Ermeni m eselesini 21. yüzyıla yansıtacak bir izler kitleye ulaş
mak yolu ile, amaca yönelik bir kurgu içerdiğine dikkat çekmektedir. Ma
kalenin başlığında yer alan im a, gönderi, amaç ve izler kitle kelimeleri sözü
geçen görsel-işitsel metnin okuma etkinliği çerçevesinde ele alınmakla bir
likte, Ararat’111 yakın zamanlardaki Türk imajına nasıl yansıdığına ışık tut
maktadır. Ermeni perspektifinden aktarımı içeren bu film, Türk imajını
olumlu yönde etkilememektedir. Öyle ki, filmin politikası ve politikanın fil
mi kavramları tartışılabilir. Kuran Burçoğlu görsel-işitsel metinde “yanılsa
ma ve gerçek", “adaletin yerini bulması ve Türklerin hainliği", “tarihi ste
reotipi olarak Türklerin Hıristiyan düşm anlığı” ile ilgili çıkarımların söz
konusu olduğuna işaret etmektedir. Buna bağlı olarak da 20 0 2 yılında yan
sıyan şekliyle, Türklerin hâlâ değişmediği ve eskisi gibi/kadar kötü olduk
ları izlenimi belirmektedir. Sinematografik açıdan Özelliği olmayan film
içinde asıl hikâye R affi’nin babasının ideallerini ve neden böyle bir işe kal
kıştığını öğrenmeye çalışması olsa da, konuya eklenen ve örtük olarak ek
lemlenen Ermeni soykırımı anlatısı sebebiyle “düşm an Türk” imajı kulla
nılmaktadır. 19 15-19 18 yıllarında Van'da görev alm ış doktor Clarence Uss-
her’ın anılarından yola çıkarak yapılan dönem özetinde Türk askerleri iş
kenceci, tecavüzcü ve katil olarak sunulur. Film içinde film kurgusu aracı
lığı ile Türk im ajını olumsuz yönde etkileyecek aktanm ise görsel iletişim
tasarımına örnek teşkil etmektedir.
S o nsöz
214 2 0 . Y Ü Z Y I L S İN E M A S IN D A T Ü R K İM AJI
doğru bir biçimde kullanımının büyük sincm acılann işi olduğunu ifade et
mekte ve sinem a ile ilgili bir politika oluşturmaktan söz etm ektedir/'
Sinemada sesle eklem lenm iş görüntü, izleyicinin anlam oluşturma
sürecini etkileyerek izlenim yaratır. Optik ve lıaptik algılama neticesinde
ortaya çıkan izlenim, genel geçer yargılan içermez; yorumlayanın kendi ki
şisel tercihlerine ve sosyokültürel altyapısına göre değişim gösterir. Sine
mada bu algılama süreci sonrası bireyin aklında kalan, hafızasına “yerle
şen" görsel-işitsel hatıralardır. Sinemada imaj, olay örgüsü içinde konu, ki
şi, karakter vc kahraman çevresinde mekân, zaman ve beden gibi görsel ile
tişim dinamikleri etkileşiminde izlenim yaratma yoluyla oluşur. İletişim
aracı olarak da ele alabileceğimiz im ajın izlenim yaratmadaki etkinliği, göz
ardı edilmemesi gereken bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Geçmişten günümüze m iras kalan Türk imajının olum suz ve yanıl
tıcı yönde iz bırakmasını önlemek için sinemada üretime yönelik, sinem a
nın altyapısının oluşum unu destekleyici bir politika yürütülmelidir. Ba-
tı’nrn Önyargılı Türk imajına teslimiyet bırakılmalıdır. Demokrasiyi işler
kılan Türk imajını belirleyici bir sinem a politikası ile imajın değişm esi söz
konusu olabilir ve bunun için belgesel sinemadan başlanabilir.
D ü n y a d a T ü r k İm g e s İ 215
fcO
51 Fil m in A d i Y il İ ş l e n e n K o n u -K İ ş i İm a j Ü z e r İ n h N o t la r
Nastradin Kodzha i Hitar Petar Kurnaz Peter'in bir direniş ve hiciv simgesi Türk yöneticileri, zengin Bulgarlar
olarak kullanılması ve Yunanlı papazlarla alay ederler.
Kurnaz Peter/Hitar Peter 1938 Bulgar folklorunda Keloğlan’a benzeyen Kurnaz Peter ve Nasrettin Hoca filmde
Kurnaz Peter’in bir direniş ve hiciv sim gesi Türk yöneticileri, zengin Bulgarlar
olarak kullanılması. ve Yunanlı papazlarla alay ederler.
TÜRK
Sürgün'deki Kazaklar/ *939 Çariçe Katerina zamanında göç etmeye Kazakların Türkiye'de rahat bir yaşam sürmesi
Cossacks in Exile zorlanan ve Türkiye’ye gelen bir grup ve Arnavutlara karşı Türkiye'yi savunmalan.
İ MAJ I
Kazağın hikâyesi.
D ünyada
F il m in A di Y il İ ş l e n e n K o n u -K İş î İ m a j Ü z e r İ n e N o tla r
Gül Baba/Gabor Diak 1940 Türklerden kaçan iki arkadaşın Gül Baba’nın İnsancıl ilişkiler, uzlaşmalar, maceralar ve aşklar
bahçesine sığınmalan ve gelişen olaylar. ile amansız mücadeleler ile savaşlann
T ürk
Loksandra 19 8 3 ö n cek i yüzyılın İstanbu l’unda Rum azınlık ı8 9 o ’lan n Galata, Tarlabaşı, Kurtuluş, Feriköy ve
ve onların yaşam ları. Pera’sının özlem le anlaümı.
H arem 19 8 7 Kaçırılıp sultanın harem ine kapatılan ve Ü creüerini alm adıkları için padişaha isyan eden
sonradan sevgilisi tarafından kurtarılan subaylar ve modaevi görünüm lü, sürekli
A m erikalı bir genç kızın heyecanlı macerası. davetlerin, çay partilerinin e dedikodunun olduğu
bir harem ve yaşlı, romantik, anlayışh ve kadın avcısı
bir padişah ve entrika uzm anı bir baş kadının
anlatıldığı bir saray yansım ası.
Fascali’nin Adası/ 19 8 8 B ir Yunan adasındaki O sm anlı yönetim i. Adada yaşayan ve çökmekte olan ve sürekli
Pascali’s Island çatışıp son dönemlerini yaşayan Osmanlı devletinin
ve savaş öncesi Avrupa’sının temsilcilerinin hepsinin
kaçakçı, üçkağıtçı ve kokuşm uş olarak yansıtıldığı
bir yapım.
Gözde/The Favori te 19 8 9 Sultan Abdülham id, Selim ve M ahm ut
dönem lerindeki tarihsel gerçeklerden çok
saray entrikaları ve harem in kapalı dünyası.
Dracula 19 9 3 Vlad T epes’in O sm anlılarla m ücadelesi ve
onlar yüzünden, intikam için Kar B üyü ’yü ve
ondan edindiği vam pirliği yeğlem esi.
Kartal Kaline/Kaline Orelat O sm anldara karşı direnişe geçen Kaline’nin Bulgaristan’ın O sm anlı yönetimi altından
sürgüne gönderilm esinden 15 yıl sonra yeni çıktıktan sonra karşdaşüğı sorunlar yansıtılmıştır.
B ulgaristan’a dönm esi ve yaşadığı hayal kırık
İstiklal Savaşı 1877 Rom en-Türk savaşı.
N o tlar
1 Thomas Elsaesser ve Barker Adam, Early Cinema: Space-Frame-Narrative, BFI Publishiııg, 19 9 0 , s. r.
2 Stuart C. Aitken ve E. Leo Zoıuı, ed., Place, Poıver, Situation, And Spectacle: AGeography o f Film,
ABD: Rowm an & Littlefield Publislıers Inc., 19 9 4 , s. 5.
4 Demet G ürüz, “ Halkla İlişkiler ve Tanıtım Faaliyetlerinin Etkinliğinde İzlenim (İmaj) Yönetimi,
2"J International Symposium, Communication in theMillennium, A dialogue Between Turkish and
Am erican Scolars, İstanbul Üniversitesi, 2 0 0 4 , s. 791.
7 Giovanni, Scognamillo, Bat 1 Sinemasında Türkiye ve Türkler, İstanbul: İnkılap Kitapevi, 19 9 6 , s. 149.
8 Andrew H igson, Dissolving Views: Key Writings on British Cinema, Cassell, 19 9 4 , s. 156.
10 Scogııonıillo. age.
11 Boğaziçi ve çevresi, Hilton Oteli, Kapalıçarşı, Tünel Meydanı, Bahçekapı, İstinye, Topkapı Sarayı
ve Şile'de moteller, Binbirdirek Sarnıcı, Yerebatan Sarnıcı, Şişli, Karaköy, Sirkeci G arı, camiler,
m ezarlıklar, surlar, caddeler, ara sokaklar, hurdacılar, antikacılar, rıhtım, Galata Köprüsü, ham al
lar, cum balı evler, çarşaflı köylü kadınlar, Hilton Oteli, Divan Oteli, Pera Palas, Boğaziçi kıyıları,
kalabalık caddeler, dar sokaklar, ham am lar, yalılar, Tophane ve Dolmabalıçe, Küçükçekm ece Köp
rüsü, pazarlar, İstiklal Caddesi, Boğaz Yolları, araba vapurları, Kabataş, Fındıklı ve Süleymaniye
Cam ileri, Rum elihisarı, Kasımpaşa, Sultanahmet, Kapalıçarşı, Haydarpaşa G arı, Belgrat Orm anı,
Bentler, Kilyos Otelleri, Tophane, Pera Palas, Kapalıçarşı, Kilyos, Yeşilköy H avaalanı, Sirkeci İsts-
yoııu, Haydarpaşa Garı, Taksiler, Tokatlıyan Oteli görüntüler inin yer aldığı film ler için bkz. Scog-
nom illo, “Türkiye: Bir M ekân", age, s. 14 9 -16 9 .
*5 Tahir Alper Çağlayan, “ Batı Sinem asında Türk İm ajı’’ , Aydınlanma 1923, s. 33-38.
D u n y a d a T ü r k İMGESİ 221
Ka yn akça
Aitken C. Stııart ve Zonn E. Leo, ed.: Place, Power, Situation. And Spectacle: A Gcography o f Film , U SA:
Rovvman & Littlefıeld Publishers Inc., 1994.
Çağlayan Alper, Tahir, “ Batı Sinem asında Türk İm ajı". Aydınlanma 1923, 2 00 3. s. 33-38.
Elsaesser, Thom as veBarker, Adam, Early Cinem a: Space-Frame-Narrative, Londra: B Fl Publishing,
19 9 0 .
Burçoglu, Kuran Nedret, "The implied Message o f Ararat and its Intended Audience”, R<?wu> o f Armenian
Sturftes, c. 1, no 1, ASAM lnstitute for Arm enian Research.
H igso», Androw, Dissolving Vitıvs: Key \Vritings ön B riiiik Cinema, Cassell, 19 9 6 .
Gottlieb, Sidney, Hitchcock on Hiıchcock: Selecttd Wriıing$ and lnterviews, ABD: University o f Califomia
Press. 1995.
Gürüz, Demet, “ Halkla ilişkiler ve Tanıtım Faaliyetlerinin Etkinliğinde izlenim (imaj) Yönetim i” , 2n^
International Symposium, Communication in theMillennium, A dialogue Bet\veeıı T urkislı and
Amc-rican Scolars, İstanbul Üniversitesi, 2 0 0 4 , s. 7 9 1.
Scognam illo, Giovanni, Batı Sinemasında Türkiye ve Türkler, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 19 9 6 .
2 2 2 20. Y Ü Z Y IL S İN E M A S IN D A TÜ RK İM A JI
H a n d e B İlsel*
K
üreselleşmenin bir sonucu olarak 9 0 ’h yıllarla birlikte ivme kaza
nan kültürler arası iletişim, bu kültürler arasındaki farklılıkları orta
dan kaldırıp adeta ortaya “üniform ” bir kültür çıkarmaya doğru ev-
rilirkerı, bir yandan da bu sürece karşı durmaya çalışanlar olduğunu görü
yoruz. “Karşı duranlar” bu çerçevede “Özgürlük alanı” , “direniş vahası” ve
“kültürel özerklik” adı verilen kurtarılmış bölgelerin altını her zam ankin
den fazla çiziyorlar. İşte kimilerine göre, bu “direniş vahalarTndan biri de,
toplumların en güncel, en gündelik, belirgin ve kestirme zihin haritalarını
oluşturan reklamlar. Diyelim ki, ziyaret ettiğiniz bir ülkede bir otele kaydı
nızı yaptırdınız, odanıza girdiğinizde ilk yapacağınız şeylerden biri mutla
ka farklı uluslararası kanallardan yayın yapan televizyonu açmak olacaktır;
bir süre kanallar arasında gezindikten sonra, kaçınılmaz olarak birkaç rek
lam kuşağıyla karşılaşırsınız. Her birinin bir sesi, rengi ve bildiklerinizden
farklılığı vardır. Çok da tanımlanamaz bir şeyler, sizin görmeye alışkın ol
duklarınızdan farklı yapar onlan. Nedeni ise basittir aslında: Reklamlar bir
ülkeyi ve bir dönemi en çarpıcı imgesellikle en kestirme ve karm aşık olm a
yan yoldan anlatan iletişim kanallarıdır.
Modem toplumlarda reklam en etkili sosyalleşme kuram larından
biri haline gelmiştir. Kitle iletişiminin içeriği üzerinde belirleyici olabilen,
cinsel ve ulusal kimliğin oluşum unda önemli bir rol oynayan, nesnelerin
kullanım değerlerinin dışına taşarak farklı gereksinim alanları yaratan, si
yasi kampanyalardaki stratejileri yönlendiren reklam, aynı zamanda spor
ve m üzik gibi belli başlı kültürel kurum lar üzerinde de etkili bir kontrol
m ekanizm ası oluşturarak yaşamlarımızın hem gündelik akışında belirleyi-
* M .A., Balıçeşelıir Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim görevlisi
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 223
ci bir söylem yaratmış, hem de en korunaklı, kuytu köşelerine kadar sızma
yı başarmıştır.
İnsanlarla nesneleri arasındaki ilişki biçimini yaşamın yüzeysel ya
da sıradan özelliklerinden biri olarak algılamak “sosyal anlamları” hiçe say
mak olur. Oysa günümüzde bu ilişki artık insan varoluşunun çoğu yönünü
açıklayan bir veriye dönüşmüştür. Pazar ekonomisinin geçerli olduğu top-
lumlarda, malların kullanım değeri değişim değerinin altında ezilmeye
mahkûm kılınmıştır. Reklam da bu bağlamda bir çeşit katalizör olarak sem
boller ve yeni güç ilişkileri üreterek sosyal rolünü oynamaktadır. Çoğu top
lum eleştirmenine göre reklam, tüketicilerin aslında yaşamlarında ciddi ola
rak gereksinim duymadıkları şeyleri arzular konuma getirilmeleri yolunda
malların üreticileri tarafından kontrol altına alınıp yönlendirilmesi düşün
cesini içerir. Bu talep yaratımı, bir sistem olarak kapitalizmin çok fazla sayı
da piyasaya sürebildiği ürünlerden kaynaklanmaktadır. Durağan bir ekono
mik oluşumdan çekinen ya da kapitalizmin çökmüş bir ekonomik sistem al
tında tamamen ezilmesi kâbusunu ortadan kaldırmaya çalışan bir üretici,
üretilen malın mutlaka tüketilmesini sağlayacak bir mekanizma oluştur
mak zorundadır. îşte reklam bu noktada üreticilerin ürünleri için uygun bir
tüketim pazarı “yaratmaları” yönünde kullandıkları ana silah olagelmiştir.
Bu bağlamda reklam insanlar için “yapay” (yapay çünkü yaratılan gereksi
nimler tüketicilerden çok üreticilere yöneliktir aslında) gereksinimler yarat
ma ve bunları iletme aşamalarında önemli bir rol üstlenir. Stuart Ewen, rek
lamın ve tüketim kültürünün kökenlerini araştırdığı Captains of Conscious-
ness1(1976) adlı çalışmasında henüz geçtiğimiz yüzyılın başlarında yeni ye
ni oluşmaya başlayan tüketim toplumunda farklı arzular yaratma yönelimi
nin ürün odaklı ekonomi anlayışından, insanlar ve ürünler arasındaki ilişki
nin geliştirilmesine yönelik bir bağlama kaydığını vurgular. Böylelikle rek
lamla beraber, tüketici sosyal statü ve sembolik anlamların zengin ve karma
şık ağına giderek daha yoğun biçimlerde eklemlenebilmiştir.
Reklam sembolizmi kişinin derinlerinde yatan duygularını yansıt
maya ve dolayısıyla manipüle etmeye çalışır. Günümüzde tüketim, geniş
kapsamlı bir davranışsal kodun işleyişi dahilinde, göstergelerin sistematik
manipülasyonuyla ilintili bir olgu haline gelmiştir. Artık nesnelerin kulla-
224 R E K L A M L A R D A T Ü R K İM AjIN A G e r İ D ö n ü ş
mm değerleriyle çok fazla ilgileri kalmamış gibi görünmektedir. Bu yeni
tabloda nesneler artık sürekli olarak değişen ve sayıları gittikçe artan somut
niteliklerin maddesel gösterenlerine (signifier) dönüşmüştür. İşte bu nokta
da da, anlamlandırma (signification) mantığı ve talep üzerindeki kontrol ile
ri seviyelerde seyreden kapitalizmin özünü oluşturur. Bu kontrol, gereksi
nimler, ürünler ve reklam tarafından çevrelenen bir belirsizlik üçgeni üze
rinden işler. Kapitalizmin akışkan yapısı içinde kişiler hem kendi gereksi
nimleri ve isteklerinin gerçekte ne olduğu hem de bunları doyurmak için
seçilecek en doğru yöntemin ne olduğu konusunda çelişkiler yaşamaktadır
lar. Gittikçe karmaşıklaşan istekler ve ürünler sonucunda belirsizlik duru
m u ortaya çıkar. Reklam bu gri alanda, gereksinim ve ürünlerin eşleştiril
mesi ve belirsizliğin yapısal şartlarının iki şekilde yoğunlaştırılması süreci
olarak çıkar karşımıza. Birincisi, ürünlerin sembolik özelliklerine ilişkin
bağlamlar sürekli olarak kayganlaştırılır ve giriftleştirilir. Ürünlerin somut,
özellikle de sembolik özellikleri pazarlama stratejileri değiştikçe ve pazar
payı üzerindeki rekabet etkinliği yoğunlaştıkça farklılıklar gösterir. Böylesi
bir bağlamda ürün imajlarının durağanlığı diye bir şey söz konusu olamaz.
Böylece arzuların ve ürünlerin eşleştirilmesi daha sorunlu bir hal alır. İkin
cisi, reklamın tarihsel gelişimi sürecindeki farklı eğilimlerin bile bu olgu
ya katkısı büyük olmuştur. 20. yüzyıl reklamcılığı süresince, iki önemli pa
ralel gelişmeden söz edilebilir: açık değer ifadelerinden örtük değerlere ve
yaşam tarzı (lifestyle) imgelerine geçiş ve metinsel malzemeden “mutlu,
sağlıklı, neşeli, zengin yaşamlara” göndermelerde bulunan görsel im gele
re doğru farklılaşan bir eğilim. Leiss, Kline ve Jhally (1986) bu bağlamda
reklamı, medya kurumlan, endüstri ve marka iletişimlerinin tek potada eri
diği bir “pazar-endüstri ekonomisi”2 yapısı içinde değerlendirirler. Bu ge
niş açılı yapıdaki temel unsur, reklamcıların farklı demografileri farklı kod
larla ve stratejilerle kuşatmasıdır. Örneğin, “güzellik”, “sıcak aile ilişkileri”
ve “aşk” kodları genellikle kadın kitleye uygulanırken, “sertlik” ve “kardeş
lik” temaları erkek kitleye kodlanmaktadır. Reklam iletileri içine yerleştiri
len anlam ve imgeler birbirinden bağımsız birçok kültürel göndermeden
damıtılarak farklı anlam bütünlerine dönüştürülür. Böylelikle reklam sade
ce ürünle ilgili bilgi aktaran işlevsel misyonundan sıyrılır; sosyal ve sembo-
DC i N Y A D A T Ü R K İ M G E S İ 225
lik bilgi ileten, toplumsal rollerde aracılık eden, bireylere daha şık, popüler
ve başarılı olmaları ya da görünmeleri için çeşitli ürünlere sahip olmaları
gerekliliğini öğütleyen bir üst kuruma dönüşür. Bu geçişli bağlamlar dahi
linde, reklam birçok sembolik eylemi ve söylemi içselleştirip birbiri içinde
eriterek yeni imaj kültürüne geçiş sürecinde kilit bir rol üstlenir.
Tüketim ideolojisine göre ulusal kim likler ya da yerellikler günü
müzde tüketim ekseninde oluşturulan, kullanılan ve pekiştirilen birer kur
gu halini almıştır. Stuart Ewen, Frank Presbrey’in History and Development
o f Advertising kitabına yaptığı göndermede reklamın homojen bir toplum
kurgusu ve duygusu yaratmadaki gücüne değinir:
Bütün etnik farklılıklara rağmen son zamanlarda topraklarımız
üzerinde yeşeren ulusal birliktelik duygusu ve düşünce birliğinin, nüfus
yapısı homojen topluluklardan oluşan, dolayısıyla ulusallaştırılm ası çok da
ha kolay olabilecek Avrupa ülkelerinden bile daha hızlı bir ivmeyle giderek
güçlenmesi ulusal reklamcılığın başarısına ve gücüne bağlıdır.
Am erika'nın kültür mirasının bütüncül işleyişi ve yaşamını sürdür
mesinde giderek kültürel bir ton kazanan reklamcılığın rolü tartışılmazdır.
İçinde her karşıtlığı eriten ve sessizce merkeze çeken bu gri alan, Ameri
ka'nın yarattığı imgeler, ikonlar ve markalar bütününün DNA’sım oluştu
ran Amerikan rüyası mitinin tüm hücrelerine sızan pazarlama iletişimi tak
tikleri ve tüm kitle iletişim ağlarının seferber edilmesiyle ulusal zemininin
dışına da kaydırılmıştır. Özellikle televizyon mecrasında ana ve baskın for-
matına kavuşan reklamlar, televizyon anlatısının "çelişkileri giderici” , “ste-
reotipleri kurgulayıcı ve yineleyici" karakterinden güç alarak kendilerine kit
lelerin bilinçaltında korunaklı ve kalıcı mitik nişler oluşturmuşlardır. Böyle
likle tıpkı televizyonun semboller dizgemizin ana eksenini oluşturarak bas
kın değer ve kurum lan ayinsel bir atmosfer içinde kutlaması ve kutsaması
gibi, reklam da baskın kültüre bağlı belirli davranış ve düşünce kalıplarını ve
“iyi yaşam” felsefesini muştulayan bir “kapitalist kıssa”* olarak okunabilir.
Fowles, ilk bakışta pek masum görünen reklam iletilerinin, derin
lemesine incelendiğinde, toplumda var olan her şeyi tüketim uğruna etkin
bir "dönüştürme m ekanizm ası" (“ an active proselytizer” ) olarak kendi diline
çevirdiğini öne sürer:4
226 R e k l a m l a r d a T ü r k Im a j in a C er İ Dö nüş
Tek başına duran bir reklam, öteki dostlarından oluşan orduya katıl
dığında, ortaya büyük çapta bir ideolojik güç tablosu çıkar. Tüketimci inanç
sistemi kutsal simgeler ve anlamların satın alınabilir mallar formunda var
oldukları düşüncesine dayanır. Başka hiçbir şekilde olmadığı kadar kişi sa
tın aldığı şeylerle kişisel tanımlarını inşa eder ve yine bu satın alınan şeyler
le bu tanımlar ötekilerle ilintilendirilir. Metaların bu üstünlüğünün sonucu
olarak, bu inanç sistemine sorunsuz bir şekilde eklemlenmek arzusunda
olan her bireyin temel etkinlik alanını tüketim oluşturmaktadır. 1 nanaıılar
öncelikle sürekli olarak güncelleştirilen reklamın Mukaddes Kitap'ından ha
berdar olarak ve daha sonra bunlara bağlı alışverişler sonucunda komünyon
yem ini ederek tüketim etkinliğine zaman ayırmak durumundadırlar.
Reklamın imgesel dünyası bu yeni tüketim ideolojisinin ikonogra
fisini oluşturmaktadır. İçinde yol aldığı kitlenin kültürel dinamiklerinden
ve değerlerinden doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenen reklam insanlık
durumlarından ve görünüşlerinden kutsal, komik, duygusal, değerli ya da
üstün olarak kabul edilebilecek olanları damıtarak bu görünüm leri s a f bir
şekilde paketlenmiş halde karşılarında bulmak isteyen kitlelere kusursuz-
laştırarak geri sunar.
T Ü R K İY E Ö R N EĞ İ: “ REKLAMIN SULTANLARI”
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 227
zulannı, Ewen’in da belirttiği gibi "Uygarlığın metalaşmış kabulüne doğ
ru”5 kaııalize edebileceği bir yaşam alternatifi sunm uştur.
9 0 ’h yıllara gelindiğinde dünya genelinde küreselleşme dalgasının
Ön plana çıkardığı yerelliklerin, popüler kültür simgelerinin ve ulusal söy
lemlerin de tüketim ideolojisi ve pazarlama iletişimi çerçevesinde merkeze
çekilerek kullanıldığını görüyoruz. Küreselleşmeyle birlikte “Glocal” (Global
Düşün Yerel Davran) bir yaklaşımla dünyada rahal ve emin adımlarla dola
şan çokuluslu sermayeye, kendi ekonomik ve stratejik çıkarları doğrultusun
da hareket eden süper güçlere karşı yeni bir markalaşma, imgeleşme, yerel
leşme hareketi Türkiye piyasalarından ara sıra oldukça cüretkar bir çıkışla
kendini gösterebiliyor. Örneğin, reklam/medya ilişkisinin vurgulu içerikle
rinden biri olan, çağlardır Batı'nın Doğu'yu, son zamanlarda da Doğu’nun
kendisini bir arzu nesnesi olarak egzotize etmesinin sonucunda iletişim en
düstrisinde de kullanılagelen “alaturka” kavramı hem yerli markaların ya
bancı markalara karşı iç pazarda girişebileceği bir milli seferberlik silahı,
hem de yabancı markaların hedef kitleyle daha rahat iletişim kurabileceği,
bütünleşebileceği bir yerelleşme aygıtı olarak işlev görebiliyor. Simon An-
holt, “kültür sepeti” 6 kavramı çerçevesinde, reklam üretiminde kültürel fak
törlerin önemine değinerek, hitap edilen toplumun kültürünü anlayıp
özümsemeden reklam iletişiminin başarıya ulaşamayacağını vurgular:
Bir reklam için iyi bir şaka, tema ya da bakış açısı bulmak, popüler
kültür sepetinden doğru oyuncakları seçip dikkat çekici ve akılda kalan bir
kombinasyon oluşturana kadar onlarla oynamaya benzer (...) Ulusal rek
lamlar, yazarları geniş, heyecan verici ve içi sürekli dolu olan yerel kültür
sepetinden oyuncak seçebilme lüksü olduğu için başarılı olurlar (...) Ulus
lararası bir reklam kampanyası yaratırken sürecin başlangıcında, denizaşı
rı ülkelerdeki tüketicilerimizi çevirinin yetersiz araçlarını kullanarak post-
prodiiksiyoıı aşam asında yıldırım çarpmışa döndürmek için girişimde bu
lunmak yerine, onların kültürel ihtiyaçlarını düşünm ek zorundayız. Biz
onları 11e kadar hızlı çarparsak o kadar hızlı yere düşeceklerdir. Onları bir
şekilde, kekin içine atıp pişirmeliyiz.
Ulusal kültür kalelerini hedef alan saldırgan pazarlama stratejileri
nin 9 0 lı yıllarla birlikte özellikle televizyon reklamlarında, Türkiye’ye öz
228 R e k l a m l a r d a T ü r k Im a j in a C er İ Dö nüş
gü dramatik ve mizahi motifleri içerdiğini görüyoruz. Özellikle 9 0 'h yıllar
dan günümüze doğru bakıldığında bazı reklam kampanyalarında kullanı
lan yerel bilginin Türkiye'nin sosyokültürel yapısını hissettiren, Türk tari
hine, kimliğine ve geleneklerine göndermede bulunan reklamlar olduğu
görülüyor. Bunlardan bazıları, B P ’nin “Ağzı Olan Konuşuyor", Dcrby'nin
“ Burası Türkiye Yok Öyle!" Garanti'nin “ Banka Şubelerini Hiç Sevm em",
Yapı Kredi’nin “Anlayışı, Felsefesi, Kültürü Farklı” , yine Yapı Kredi'nin
“Tık Tık Tık Eyi Günler!” Dem irdöküm ’ün “ Sorgusuz Sualsiz İade, Bizde
Böyle”, Tikveşli’nin “ Hem A nnem i Hem Babamı Özledim” türküsüyle yo
ğurt yiyerek ağlayan delikanlısı, Coca Cola’mn Sordum Sarı Çiçeğe ilahisi
ni modifiye ederek fonda kullandığı ramazan kampanyaları, Ülker Çam lı
ca Gazoz’un “Ayıla Gazoz Bayılana Limon”, İxir’in kokoreççileri, McDo-
nald's'ın Anadolulu yağız aşçıbaşısı, Nazar’ın “ Nazar Etme Ne Olur Çalış
Senin de Olur”, FritoLay Grubundan Alaturka Cips’in “Kıskananlar Çatla
sın” türküsüyle göbek eten ev hanımları, Cem Yılm az’ın “ Dünyada Eşi
Yok!” diyerek Amerikan cipsini sahiplenen delikanlı tiplemesi, A B kapısın
da Avrupa’ya kafa tutan, dünyayı giydiren modern Türkiye'nin öncüleri
Colins jeans gençleri, Mavi Jeans’in “ Bu Türkler de Çok Oluyor” diyen Tür
kün gücü karşısında paranoyaya kapılan Amerikan “Conileri” , Kent’in to
runlarının yolunu gözleyen iç kıyıcı iki yalnız yaşlısı, Ülker KolaTurka’mn
Türkleşerek “bendensin” diyen Am erikalı karakterleri... daha bunun gibi
birçok reklamın, kültürel motiflerden beslendiğini görüyoruz.
Türk reklamlarına bakıldığında, markaların ağırlıklı olarak kültürel
toplumcular (duyarlılar)7 diye adlandırılan psikografik tüketici profili üze
rinden iletişim kurduğunu görüyoruz. Kültürel toplumcular genellikle ko
lektif anlayışta hareket eden Meksika, Hindistan, İspanya gibi toplumlar
olarak çerçevelendiriliyor. Türkiye de kültür yapısı olarak bu gruba dahil
ediliyor. Bu pazarlardaki tüketici gruplarının global markaların bile kendi
kültürlerini algılamalarını ve sahiplenmelerini, gerektiğinde de hem iletişi
min hem de ürünün yerel değerlere adapte edilmesini beklediği belirtiliyor.
Türk kültürünün stereotipik davranış ve düşünce kalıpları olarak su
nulan otoriterlik, toplumculuk, belirsizlikten hoşlanma, erkeksilik, şove
nizm, vatanseverlik gibi temel özelliklerinin son dönem Türk reklam tar
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 229
zında da belirleyici olduğu gözlenebilir. Neredeyse üzerine bir reklam eko
lü inşa edilen bu yerel bilgiler ve özelliklerle reklamın en önemli hedefle
rinden olan “farkındalık yaratma” işlevi garanti altına alınmış oluyor. Türk
reklamlarındaki “ mükemmele ulaşm a”, “gücü ve statüyü ele geçirme” me
sajlarının arkasında hep otoriter ve erkeksi bir destek yapısı görüyoruz.
Toplumculuk ve grup içinde var olma ve grup psikolojisiyle hareket etme
“gösteri” ve “gösteriş”i temel alan dolaylı bir anlatım biçimini beraberinde
getirmiştir. Türk reklamlarında ve Türkiye’de pazarlanan global markaların
yerelleştirilen söylemle şekillendirdiği reklamlarda “ortama’' kalabalıklar
hâkimdir. İnsan o kalabalıkla bütünleşebildiği ölçüde mutludur. Bilginin
aktarım şekli, genellikle Türk toplumunun en önemli özelliklerinden biri
olarak görülen “muhabbet” teması çerçevesinde formatlanır. Toplumun
güvenini kazanma ve eğlendirme amaçlı olarak öykülemeye (story format)
dayalı mizah oldukça yaygın olarak kullanılır. Yüzyıllardan beri Anadolu
millerinin değişmeyen “masalcı” motiflerini reklamlarda da izlemek m üm
kündür. Zira merkezi otoritenin genelde söz sahibi olduğu toplumlarda
söylenemeyenlerin mizah yoluyla dışavurumu çok yaygın bir davranış biçi
midir. Popüler kültürden organik kanallarla beslenen, öykülenmiş, drama
tik ve duygusal unsurların, yerelliklerin vurgulandığı mizahi unsurlar Türk
kültürünün yansım ası olarak Türkiye’deki baskın reklam tarzını belirliyor.
Böylelikle kültürün ezici etkisinin baskın olduğu Türkiye gibi ülkelerde
ürün ve hizmetler yerelleşerek, ya da ürün ve hizmetleri yerel bilgi, duygu
ve stereotiplerle kişileştirerek özde birbirinin kopyası olan, tüketiciye aslın
da çok da farklı bir şey vaat etmeyen yüz binlerce markanın yüzdüğü kültür
denizinde farklılaşabilme, kendilerini tüketiciye daha rahat algılatma, be
nimsetme ve tüketiciyle özdeşleşme gücüne sahip olabiliyorlar.
Cumhuriyet sonrası batıya dönük ideolojilerin bir izdüşümü olarak
6o'lı, 7o'li ve özellikle de 8ö'li yıllar boyunca ulusal iletişim kurgularında,
özellikle de reklamlarda laik çekirdek aile formatının ve Batı tipi bakımlı,
renkli gözlü, beyaz tenli, inci dişli, hatta sapsan saçlı erkek, kadın, genç ve
çocuk imgelerinin belirgin olarak çizildiğini görüyoruz. Özellikle, bankacı
lık, sigortacılık, gıda/içecek, otomotiv ve temizlik malzemeleri kategorile
rinde ideal Türk tüketicisi tipi öjenik bir çerçevede son derece steril ve ya
230 R e k l a m l a r d a T ü r k Im a j in a C er İ Dö nüş
pay ortamlarda görsclleştdrilmcktcdir. Geride bıraktığımız son on yılın rek
lamlarında 7 0 li, 8o'li yıllarda köyden kente eklemlenme sürecinde dışarı
da bırakılan, Avrupa'ya eklemlenme sürecinde çizilecek olan bu ideal tab
loya asla dahil edilemeyecek “ötekF’nin, “Anadolulumun, “kıro”nun, “ara
b e sk in , Zizek’in tabiriyle toplumsal benlik içinde arzulanan ve bulunan
ancak büyük A (autre , büyük Öteki) yani devlet baba figürü tarafından ya
saklanan objetpetit a'nın (küçük öteki) lekıar diriltildiğini, lıatta 9 o ’lı yıllar
dan 2 0 0 0 li yıllara kadar uzanan süreç içinde yeni ekol Türk reklamcılığı
na hâkim olduğunu görüyoruz. Kara kaşlı kara gözlü delikanlıların, pala bı
yıklı köy büyüklerinin, dedikoducu kenar mahalle kadınlarının, köyden
kente göç edip kentte her türlü yolsuzluğu yaparak "yırtmaya” çabalayan
tüketim sarhoşu bir kalabalığın yıllarca kulak tıkanan türküler, arabesk
motifli müziklerle karikatiirize ve lıatta ridikiilize edilmesiyle bir kahkaha
bombardımanı içinde tansiyonlar eritiliyor. Birdenbire 20 yıl boyunca çok
izine rastlamadığımız o tabandan gelen ses birden Anadolu'nun gücünü
haykırmaya başlıyor, Türk ekonomisi yıllarca bastırmış olduğu bir dizi öte
kiyi reklam arenasına dizginlerinden boşalırcasına bu pazarlama maskeli
balosu adına boca ediyor. Birçok markanın iletişimi için ortayolcu Türkiye
li insanın egosunu okşayacak biçimde idealize ve egzotize edilm iş Türk
kim liğinin vurgulanması ve yüceltilmesi, Batılı tüketim ikonlannı Türkleş
tirme stratejisi ya da asla yan yana gelemeyecek, zıt kavramların bir arada
kullanılması, örneğin Kola Turka markasında için Amerika ve Türkiye’nin
yan yana getirilerek bu zıtlıktan m izah çıkarılması yeni binyılın döneme
cinde reklamın en belirleyici özellikleri olarak karşım ıza çıkıyor.
Ben bu noktadan hareket ederek kolektif bilinçaltımızı uyaran son
dönemde üründen çok reklamın reklamının söz konusu olduğu ColaTurka
kurgusunu ele almak istiyorum. Ülker’in yeni yıldız ürünü ColaTurka'yla
Türk reklamı, güçliıler ve ezilm işler arasındaki anlatılar mücadelesinin bir
parçası olarak yine karşı taarruza geçmiş bulunuyor. Her zaman için Ba-
tı’nnı, Batilı değerler ve imgeler bütünün idealize edildiği, en kutsal arzu
nesneleri haline dönüştürüldüğü Türk popüler kültür sermayesi şim di kli
şeleri tersine çevirmiş külhani bir edayla Batı’ya tıpkı Mavi Jeans’in geçtiği
miz yıllarda uygulanan kampanyasında olduğu gibi "Türk'ün gücünü” gös
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 23i
teriyor. Çağlar boyunca Batılı metinlerde kasap, cani, barbar, asimile edici,
yok edici gibi farklı şekillerde karşımıza çıkan Türk bu kez bizzat kendi ulu
sal sınırları içerisinde iki binli yıllara doğru kendisini yeniden kurgulayarak
televizyon seyirlerimizin reklam kuşaklarından 30 saniyelik reklam çatlak
larından bilinçaltımıza doğru sızıyor. Reklamlarda mizahla yoğrulmuş, iro-
nik, olumlayıcı bir hava esiyor. Yüzyıllık Amerikan içeceği Kola ikonu, Türk
imgesinin tornasından geçerek bir Türk içeceğine, Amerikalıyla savaşma
dan onu doğrudan kendine benzetme usulüyle yok eden bir güç iksirine dö
nüşüyor. Amerika kendi yarattığı silahla yüzyıllar sonra vuruluyor, hem de
komik duruma düşürülerek, birden metamorfoza uğratılıyor.
Çoğu Amerika'da, bir kısm ı da Türkiye'de çekilen reklam spotların
da aslında doğrudan Amerikan karşıtı, saldırgan bir milliyetçi hava esm i
yor. Daha ziyade bir Amerikan sembolü haline gelm iş olan kola fikrini Co-
laTurka içtikten sonra birdenbire Türkleşen Amerikalıları, daha sonra bir
dizi başka yabancıyı göstererek yapıbozuma uğratm ış oluyor. New York’ta
çekilen ColaTurka reklamlarının başrol oyuncusu, Hollywood komedileri
nin ünlü sim ası Chevy Chase.
“Am erika'nın Kemal Sunal'ı” olarak nitelendirilen Chase, ColaTur
ka reklamında tipik bir Amerikan babasını canlandırıyor. Kahve içmek için
girdiği bir kafede arkadaşının elinde b ir KolaTurka kutusu gören
Amerikalı kahraman, “Yenge nasıl?” , “ Çoluk çocuk”, “ Bendensin” "Joe
Efendi”, “Öğren de gel”, “Çok şükür May God”, “ nohut pilav” gibi ifadeleri
yanaklarından bir hışım öperek uğurlanma, kapıcıya sepet sarkıtma, eş
dostla bir el tavla atma, oruç açmak için iftar topunu bekleme gibi Tür
kiye’de sıkça kullanımda olan stereotipik davranış kalıplan bütünlüyor.
Başka bir reklam filminde ise Chevy Chase, eşinin akşam yemeğine gele
cek olan kayınvalide ve kayınpederi için biber dolm ası yapışına tanık oluy
or. Cola Turka’nın başı çektiği sofrada, aile bireyleri, Amerikan şarkılarını
bir tarafa bırakıp “ Dağ başını duman alm ış”ı söylemeye başlıyorlar. Uğur
lama kısmında anne ve babalarını el öperek ve arabanın arkasından su dök
erek gönderen ailenin evinin Önünden “ patates” ve “soğan” satan bir sey
yar satıcı geçiyor ve Chevy Chase ColaTurka'yı yudumlarken bıyıklan çıkıy
or. Soğuk bir “m erhaba”yla geçiştirilen, uzaktan uzağa ceket-kravat oy
232 R e k l a m l a r d a T ü r k Im a j in a C er İ Dö nüş
nanan Amerikan kent oyunu yerini sıcak, bol dokunuşlu, gündelik bir
Doğu masalına bırakıyor. Böylelikle toplum olarak süper güçler karşısında
ezilmişliğimize de bir teneke kola serpilmiş oluyor, rahatlıyoruz.
“K o l a T u r k a ’y i İç e n b ir d e n T ü r k l e ş İy o r ”
ABD ile Türkiye’nin arasında bir gerilime neden olan “Irak’a asker
gönderme krizine” rastlayan günlerde “pozitif milliyetçilik” söylemiyle or
taya çıkan ColaTurka reklamı, Irak savaşma paralel olarak dünyada ve Tür
kiye’de hızla yayılan Amerikan karşıtı harekete denk gelmesi nedeniyle ol
dukça dramatik bir tırmanışla yükselen “farkmdalık” grafiği yaratmıştı.
Reklamın, sloganının ve iletisinin Amerikan karşıtı damara parodiyle,
yumuşakça destek vermesi nedeniyle Türk toplumu arasında kabul gör
müş olma olasılığı oldukça yüksek. Bu reklam aynı zamanda korkunç bir
ivmeyle küreselleşen dünyada Amerikan kültürünün en güçlü ikonu
haline gelen Coca-Cola’ya şakayla karışık bir edayla kafa tutuyor, go’lı yıl
larda yaşanan bir dizi olumsuz siyasi ve toplumsal gelişme, kültürel çözül
meler, yaşanan doğal felaketler ve 2002 yılında yaşanan ekonomik kriz
sonrasında, 2003 yılının göreceli olarak getirdiği siyasi istikrar ve ulusal
başarı paketlerinin bir bir açılmasıyla başarı ve umut sarhoşu olan Türk
milleti bir kez daha bir şeref turu atmış oluyor Ülker’in yeni ürünü
ColaTurka’yla. Ve tüm sıkıntıların gazı böylelikle alınmış oluyor.
Özellikle son yirmi yıldır çözülmeye yüz tutan yerel pazar egosu da
kendi kendini egzotize ederek, bir yandan kendine ciddi bir yer edinmek,
bir yandan da güçlü bir sosyopsikolojik damarı yakalayarak bunu başarmak
sevdasına kapılıyor. Bu “alaturka” yaklaşımı, kampanyanın yaratıcısı Ser
dar Erener ise “Esprili reklamlarla ‘pozitif milliyetçiliği’ vurguladık” sözüy
le açıklıyor. ABD’ye karşı somut veya eylemsel düzlemde yapabileceği bir
şeyi olmayanlar ya da bunu göze alamayanlar en azından Coca-Cola tüket
meyerek, ya da bunun yerine ColaTurka içerek tepki göstermeyi
düşünebilirler bu “pozitif milliyetçilik” yaklaşımı ekseninde bu pazarlama
gurularına göre.
Türkiye, yine eski alışkanlıklarından biri olan kendine dönük güç
gösterisini yeni bir markanın konumlandırma stratejisiyle eğlenceli bir
R ek la m k l ip l e r İ:
• D D F T ü rk iye tan ıtım rek lam ı-M istifık asyo n , otooryantalizm , D o ğu + B atı sentezi: 0 0 2 6 1
• K ola T u rk a- T ü rk ü n Z a fe ri: 3 58 -7 6 3-76 6 -7 6 7
• D oritos Alaturka: gö b ek atan, alatu rk alıkların ı kutlayan orta s ın ıf T ü rk kadın ları: 383
• G a ran ti B ankası: 453
• M N G K argo: 536
• O m o K ebap Lekesi: 0 1 0 1 2
• T ik v e şli A ltın K aym ak lı Y o ğu rt: 0153
• M uya: 0 2 1 1
N o tlar
2 L e iss, W ., K îine S. an d Sh ally S. 1 9 8 6 . Social Com m unication in Advertising: Persons, Products and
Im ages ofW ell-B eing, N ew York: M eth eu en , s. 6.
236 Ru s E D E B İ Y A T I N D A TÜRK İ M G E S İ
olm asa gerek... Yine dc, sözünü ettiğimiz yapıtta, düşm anın kötülenişinin
yenilginin sorumlularının eleştirisiyle birlikte yapılması ilginçtir:
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 237
yenilginin “rövanş”ı gibidir. Fark, bu kez yenilgiye uğrayanların Türkler ve
Tatarlar, utku kazananların Ruslar oluşudur...
Bu iki yapıt, dil, imgeler, olay örgüsü bakımlarından ilginç bir kar
şılaştırmalı edebiyat konusu oluşturabilir. Her iki yapıtta da doğa, anlatılan
olayların tanığı ve katılımcısıdır. “ îgor Alayı D estanında Rus yenilgisi üze
rine “ot merhametten başını eğmekte, ağaçlar acı içinde yere kapanmak
tanken, Lomonosov’un kasidesinde, bu kez Türklerin ve Tatarların bozgu
na uğrayarak kaçışım gören ay, yüzünü utançla karanlığa gizlemektedir...
Kasidenin bir yerinde şairin “îstanbul”a seslenerek “Nerede şimdi övün™
genliğin?/Küstahlığın nerede?/Savaşta direşkenliğin?” gibi sorular yönelt
mesi, Rus ulusal bilincinin oluşmasında Türk imgesinin önemli yerini
gösteren ilginç öğelerdir.
Klasist Rus edebiyatı ürünlerinde bu türden öğelerin derlenip ince
lenmesi ayrıca çok ilginç bir araştırma konusu olabilir. Rus edebiyatındaki ilk
romanların yazarı, Türk kökenli bir Ukraynalı olan Fyodor Emin (1735-1770)
konumuz bakımından da oldukça ilginç bir kişiliktir. Genç yaşta Türkiye'ye
gelmiş, İslam dinini kabul etmiş, sonra yeniden Ukrayna'ya ve Hıristiyanlı
ğa dönmüştür. 1763’te yayınladığı Miramond’un Serüvenleri Rusça'da ilk yer
li roman örneği sayılır. “Türk genci” Miramond’un başından geçenlerin ve
“Mısır Prensesi Sümbül” ile aşkının anlatıldığı yapıt, olay örgüsü ve diliyle
Petro döneminin masalsı aşk-serüven-şövalye öykülerini anıştırsa da, kahra
manın -yazarın kendisinin™ gezip gördüğü yerlerdeki halkların yaşamları ve
görenekleri üstüne içerdiği gerçekçi bilgilerle bu tür yapıtlardan ayrılır.
Türk imgesinin Rus edebiyatında gerçekçi bir yaklaşımla yansıtıldı
ğı ilk yazınsal ürün, büyük hümanist Aleksandr Puşkin’in (1799-1837) ge
zi edebiyatı türünde bir başyapıt olan “Erzurum Yolculuğu” başlıklı yolcu
luk notlarıdır. Dönemin Osmanlı-Türk imgesi ve toplumsal yaşam ortamı,
1 8 3 6 ^ yayınlanan bu yapıtta, büyük şairin ince mizahı, sevecen ve nesnel
anlatımıyla sergilenmektedir. Hem nesnel belgeselliği hem yalın anlatı
mıyla değerini her zaman koruyacağı kuşkusuz olan bu gezi notlarına, ör
neklerle, biraz daha yakından bakmak ilginç olacak.
Reformcu padişah II. Mahmud'un saltanat dönemine rastlayan
1827 yılında Rus-İngiliz-Fransız birleşik deniz güçleri Güney Yunanis-
238 Rus E D E B İ Y A T I N D A T Ü R K İ M G E S İ
tan’daki Navarin Koyu’nda Tiirk-M ısır ortak donanmasını yok etmişler,
Yunan ayaklanmasını desteklemek için yapılan bu saldın 1828 Osmanlı-
Rus savaşma yol açmıştı. Puşkin, savaşçı olarak değil, gözlemci ve yazar
-denebilir ki bir çeşit savaş m uhabiri- Kafkasya üzerinden Anadolu’nun
doğusuna ilerleyen Rus ordusunun içindedir. Türk topraklarına giriş, “ Er
zurum Yolculuğu"ııda yalın bir şiirsellikle anlatılır:
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 239
min kırıntısının bile bulunmadığı çok açıktır... Çatışmada yaşamını yitirmiş
bir Türkün betimlendiği satırlarda insancıl yaklaşım çok daha belirgindir:
Yolda yanlam asına uzanmış yatan genç bir Türkün cesedi önünde
durdum. 18 yaşlarında bir delikanlıydı bu. B ir kızınkini andıran sol
gun yüzü henüz tazeliğini yitirmemişti. Sarığı tozlar içinde yatıyor
du. Tıraşlı ensesinde bir kurşun yarası vardı.
Asya görkemi sözünden daha anlam sız bir şey bilmiyorum. Bu de
yim Haçlı Seferleri sırasında çıkmış olmalı. Kalelerinin çıplak du
varlarını, meşe odununda sandalyelerini bırakarak sefere katılan ve
Doğunun kırm ızı divanlarını, renk renk halılarını, kabzaları renkli
taşla süslü hançerlerini görünce gözleri kamaşan yoksul şövalyele
rin işidir bu. Bugün Asya yoksulluğundan, Asya ilkelliğinden söz
edilebilir ancak. Görkem, hiç kuşkusuz, Avrupa’nın sahip olduğu
bir şeydir artık. Pskov ilinin ilk taşra kentindeki küçük b ir bakkal
dükkânında bulabileceğiniz herhangi bir şeyi, Erzurum’da dünya
nın parasını dökseniz satın alamazsınız.
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 24i
Saraya döndüğümde (...) Erzurum ’da veba görüldüğünü öğren
dim. Aklıma hemen karantinanın korkunçluğu geldi ve o günden
tezi yok ordudan ayrılmaya karar verdim. Veba düşüncesi tatsız, alı
şılmadık bir duygu uyandırıyor insanın içinde. Bu izlenimi silm ek
amacıyla pazar yerinde dolaşmaya çıktım. Bir silahçı dükkânı önün
de durup bir hançeri gözden geçirmeye koyuldum. Ansızın bir el
dokundu omzuma. Döndüm ve korkunç bir dilenciyle burun buru
na geldim. Yüzü ölü yüzü gibi sararmıştı. Kan çanağına dönmüş
irinli gözlerinden şıpır şıpır yaş akıyordu. Veba düşüncesi yine içi
me düştü. Dilenciyi anlatılmaz bir tiksinti duygusuyla itip, gezinti
ye çıktığıma bin pişman saraya döndüm.
Am a merak ağır bastı. Ertesi gün hekimle birlikte ben de ordugâ
ha gittim. Vebalılar vardı burada. Çadırdan bir hasta çıkarıp getirdi
ler. Yüzü sapsarıydı. Sarhoş gibi sallanıyordu. Bir başka hasta ken
dinden geçmiş yatıyordu. Vebalıyı gözden geçirip zavallı adama ça
buk iyi olacağı üm idini verirken iki Türk ilgimi çekti. Bunlar hasta
nın koluna giriyor, onu soyuyor, elleriyle vücudunu yokluyorlardı.
Adam veba değil de nezleydi sanki. Bunu görünce Avrupalı ürkek
liğimden utandığımı itiraf ederim.
242 R U S E D E B İY A T IN D A T Ü R K İM G E S İ
lında şairin kendi yurdu, o dönem Rusya’sı olduğu, şiirin sonuna düşülen
dipnotlarda belirgin olarak im a edilmiştir. Bunu çarlık sansürünün anladı
ğından da kuşku yoktur. Fakat yine de, “tutsak ve zincir altında inleyen ki-
şi”nin simgesi olarak “Türk”ün, “yabanıl ülke”nin simgesi olarak da onun
yurdunun seçilmiş olması ilginçtir...
D Ü N Y A D A T u RK İ M G ES İ 243
rov'un X. vc X. bölümlerdeki öyküsü (annesinin bir Türk "ağa” tarafından
kaçırılıp öldürülmesi, gerçeği öğrenen baba İnsarov’un öç almak amacıyla
bu ağayı hançeriyle öldürmek isleyip ancak yaralayabilmesi ve sonra da
idam edilmesi vb.) inandırıcılıktan uzak, melodramatik ve yapıştırmadır.
Aynı şey Bulgaristan yurtseveri İnsarov'un “id ealistliğin i betimleyen şu
yine oldukça yüzeysel ve klişe sözler için de söylenebilir: “ ...Türklerden,
yaptıkları zulümlerden, yurttaşlarının uğradığı acılardan ve yıkımlardan
söz etti. Her bir sözcükte, köklü ve değişmez bir tutkunun enine boyuna
düşünülm üşlüğii sezinleniyordu.” 6
“ Rus Edebiyatında Türk im gesi” başlıklı bu oldukça hızlı ve özet
değerlendirm eyi Lev Tolstoy’un (18 28 -19 10 ) ölüm süz yapıtı A nna
Karenina'n m son sayfalarında yazarın Osm anlı-Sııp savaşına ilişkin yak
laşım ına değinerek tam am lam ak istiyorum. Yapıtın Türkçe’ye kim i
çevirilerinde kullanılan sözcük “Osmanlı” olmakla birlikte, aralarında
roman kahramanı Vronski’nin de bulunduğu “gönüllükler, “ Slav kardeş
liği” adına Sırpların yanında savaşa hazırlanırken, karşılarındaki düşman
"Türk’lerdir...
Roman, 7. bölümünün sonunda Anna Karenina'nm trajik ölümüy
le sona ermiş gibiyken Lev Tolstoy'un son bir bölümle anlatısını sürdür
m esi bu son bölümde söyleyeceklerine verdiği önem i gösterir. Kont Vrons
ki’nin Rus gönüllüler arasında savaşa gitmesi, A nna’mn ölümünün anlatıl
dığı sayfalardan sonra olay örgüsünün dramatik gelişim sürecinde pek de
Önemli değildir. Bu süreç, romanın asıl kahramanı Anna'nın yaşamdan ay-
nlışıyla doruk noktasına ulaşm ış ve tamamlanmıştır... Öyleyse Lev Tols
toy'un yeni ve son bir bölümle anlatısını sürdürm esinin başlıca neden
lerinden biri Levitı’in ruhsal oluşum unu göstermekse, aynı ağırlıkta bir
Öteki, savaş konusunda düşüncelerini dile getirm ektir... Nitekim,
“TürkMlere karşı savaşmaya gidenlerin betimlendiği istasyon sahnesinde,
yazarın, orada bulunuşları çeşitli ve birbirine benzemez durumların sonu
cu, genellikle de övüngen ve gösterişçi bu insan topluluğuna karşı olumsuz
tutumu belirgindir...7 Fakat, konu Türklerle savaş olmakla birlikte, aslında
savaş olgusunun kendisidir... İlk dönem yapıtlarından Sivastopol
Hikâyeleri’nde ve yine dev yapıdanndan Savaş ve Barış ’ta “savaş” ve "halk”
244 R U S E D E B İY A T IN D A T Ü R K İM G E S İ
kavramlarını evrensel değerde bir barışçı düşünür kimliğiyle irdeleyen Lev
Tolstoy, A nna Karenina ’nm bu son sayfalarında da aynı cesur ve bilge
kişiliği sergilemektedir. Tolstoy için savaş, hangi millete karşı ve hangi
amaçla yapılırsa yapılsın “hayvanca, vahşi ve dehşet vericimdir.8
Bu kesin ahlaki tavır karşısında ırkçılık, ulus ve din ayrımcılığı gibi
kavramlar değersizleşmekte, insan olma olgusu ve erdemi biricik insanlık
değeri olarak hepsinin üstünde yükselmektedir.
N o tlar
1 Hrestom atiya po drevne ruskoy literatüre, (M. E. Federova, T. A. Su m n iko va), İzdatelstvo “V ısşaya
Şkola, M oskva 1 9 6 9 , s. 50-56.
2 Age, s. 137-145.
3 R usskaya Poeziya X V IIIovo veka, İzdatelstvo “ H udojestvennaya literatu ra” , M oskova, 19 7 2 , s. 123-130.
^ Age, s. 7 56 -759.
O
rta ve Batı Avrupalı kimliğinin oluşum unda belirleyici simgelerden
biri, yarı-tarihsel, yarı-metaforik Türk imajıdır. Türk imgeleri, yüz
yıllar boyunca, bu bölgedeki kültürlerin çoğunda yabancı hüküm
ranlığına ait tehditkâr bir gücün sembolü olarak boy gösterdi. Slovakya ör
neğini diğer Doğu Avrupalı Türk tasavvurlarından ayrı kılan, onun dolay
sız tarihsel deneyimden pek az etkilenmiş olmasıdır. Slovakya’daki Türk
imajı daha ziyade, diğer Slav uluslarla aralarındaki uzun bir tarihi olan et
kileşim ve duygudaşlık aracılığıyla, dolaylı olarak oluşturulmuştur. Hatta,
1978'de gerçekleşen bir Çekoslovak-Yugoslav konferansında, Osmanlı İm-
paratorluğu’nun (günümüz Slovakya’sını oluşturan topraklara görece
özerklik tanımış olan) Macaristan'ı işgalinin, “bir devlet oluşum u olarak
Slovakya kavramını ortaya çıkardığı” söylenmiştir.1 Türk tehdidi, Barok dö
nemin Slovak baladlannda baskın bir tema oldu ve “Türk” temsilleri, deği
şen siyasal bağlama uyarlanarak, yüzyıllar boyunca Slovak edebiyatında
farklı biçimlerde tekrar tekrar boy gösterdi. Türk akınları tehdidi tarihe ka
rıştıktan sonra bile, Türk imajı diğer baskı biçimlerinin yerini tutan bir
simge olarak işlev görmeye devam etti.
Slovak edebiyatındaki Türk imajı, Prag yapısalcılık ekolünden Jan
Mukarovsky’niıı tanımladığı modele uygundur: "Verili bir estetik alanda ve
verili bir sosyal çevrede sağlam yer edinmiş normlar çok uzun süre varlığı
nı sürdürebilir... Özellikle halk kültüründe, estetik normların yüzyıllar bo
yunca yok olmadan kalabildiği durumlar vardır."2 B u süreç, iki Slovak halk
türküsünün m odem ve postmodern düzyazıya uyarlanma biçimlerinde gö
rülebilir: Bir 17. yüzyıl Slovak türküsü “Türk Tahsildar” , bu türkünün
ı8 5o ’de Bozena Nemcovâ tarafından yapılan “Güzel Katerina ve Türk" isim
li masal uyarlaması; yine folklorik kaynaklardan yararlanan Samo Chapul-
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 247
ka'nın 1863 tarihli “ Poniky'li Türk” baladı vc Pavcl Vilikovsky'nin, Chapul-
ka'nın şiirinin postmodern bir çeşitlemesi olan, 1 9 8 9 ^ yayınlanmış “Tür-
ke Dair”i. Jonas Zâborsky’ııin taşlama romanı Faustiad*da (1864), sultanın
efsanevi hareminde oda hizmetçisi kılığına giren baş karakter Faust ile,
“Türk” imajı trajik olmaktan çıkıp komikleşir. Yabancı vc tchditkâr bir güç
olarak Türk unsurunun belli başlı bileşenleri sabit kalmakla birlikte, ulus ve
cinsiyete ilişkin kavramlar, muğlak ama özgün biçimlerde geliştirilmiştir.
Slovak edebiyatında Türk boyunduruğu temasının ilk Örneklerin
den biri, İstanbul'da geçen, (aynı zamanda “ İki Macar Soylusu vc Türk İm
paratorunun Kızının Türküsü” adıyla bilinen) 1560 tarihli “ Silâdi ile Had-
mâzi” adlı şiirdir.* Başlıkta geçen karakterler, sultanın zindanlarında tutsak
düşen, onun kızına âşık olan ve tehlikeli bir kaçış serüvenine giren iki Ma
car lordudur: “ İmparatorun kızı / altın süvari kılıçlan verdi / genç lordlar-
dan her birine / ve onlar uçurdu kellelerini / süvari birliğinin başının / ve
onun askerleri ve atlarının / en güçlü üç alı alıp hızla uzaklaştılar.”4 Ancak,
vatanlanna utkulu dönüşleri, iki erkeğin Türk prenses için düelloya girme
leriyle gölgelenir: Doğu Avrupa uluslarının, akınlar karşısındaki güçlerini
büyük ölçüde zayıflatan kendi aralarındaki kavgaların bir sembolüdür bu.
Buradaki prenses im gesi özellikle ilgiye değerdir: Türk topraklarında, er
kekleri serbest bırakarak onların özgürleşmesine öncülük eden cesur ve
korkusuz prenses, Balkanlar'a vardığında, şövalyeleri peşlerindeki Türkle
ri püskürtürken çaresizce olanları izleyen, geleneksel “endişeli küçüklıanı-
m a” dönüşür. “ Silâdi ile Hadmâzi” elyazmasının bir kopyası, Martin'deki
(Slovak milliyetçiliğinin geleneksel merkezi) Slovak Edebiyatı Ulusal Mü-
zesi'nde baş köşede durur. Eseri en eski Slovak aşk şiirlerinden biri olarak
tanımlayan tanıtım yazısının hemen yanında, “ Slovakya çapulcusu” olarak
tanımlanan (ve olasılıkla baladdaki cesur soylular tarafından faka bastırı
lan) 111. M ehm ed'in bir resmi yer alır.
"Türk Tahsildar” (“Ten lurecky mytnik"), Osmanlı İmparalorlu-
ğu’nun Macaristan da dahil hemen tüm Doğu Avrupa’ya egemen olduğu
17. yüzyıla ait bir anonim Slovak şarkısıdır. Şu dizelerle başlar: “Türk tah
sildar / oturmuş uzak bir diyarda / karanlık bir zindanda / bağlıydı elleri
de ayaklan da.”s Başlıkta geçen “T ürk” tahsildar, gerçekte bir Hıristiyan
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 25i
larken Türk bebeği.” Burada, hikâye şaşırtıcı bir dönemece girer: Türk, Slo
vak kadının bebeğe “canım torunum” dediğini duyar. Öfkeyle kadına çıkış
tığında, kadın nazik bir edayla, kendi bebeği üç yaşında iken onu elinden
aldıklarını, ama vücudunun bir yanındaki doğum lekesinden, Türkün
onun oğlu olduğunu anladığını söyler.
“Poniky’li Türk” , “Türk Tahsildar” hikâyesini ilginç bir biçimde ta
mamlar: Katarina masalı, babasının elinden alman bir kıza odaklanırken,
“Turcin” hikâyesi oğluna yeniden kavuşan bir anneyi anlatır. Öte yandan
“Tahsilatçı” hikâyesi bir kınamayla sona ererken, ikinci şiir bir a f dileğiyle
biter ve bu dilek hemen yerine getirilir. Daha sonra, bilge yaşlı kadın, daha
nazikçe ve kızgınlık barındırmayan bir dille de olsa, Katarina'nm Hıristi
yan anavatanına olan özlemini tekrarlar: “Haçların gölgesinde, atalarım /
uyurlar sessiz mezarlarda / Tanrı emrettiğinde ben de, dilerim / huzurla
yatarım yanlarında.” Chapulka’nm Türk anlamında kullandığı sözcük bile
(standart “Turek” yerine “Turcin”), Güney Slav dillerinde hâlâ standart ol
makla birlikte, Çekçe ve Slovakça’da arkaik bir sözcüktür. Modern kulla
nımda, İslam dinine geçen bir Hıristiyanı anlatan, deyim niteliğinde bir
kavramdır. Artık kullanımdan kalkmış bir terimi tekrar canlandıran ve
Çekçe’nin dolaysız etki alanının ötesindeki diğer Slav kültürleriyle daha
kapsamlı bir bağ kuran bu kullanım, Slovak “ulusal uyanışının” kapsamlı
hedeflerinin kusursuz bir örneğidir.
Jonâs Zâborsky’nin The Faustiad’ı (1864’te yazılmış, ancak 19 12 ’de
yazarın ölümünden sonra yayınlanmıştır) 19. yüzyıl ortalarındaki Avrupa
politikalarının durumunu eleştiren sert bir taşlamadır. Oscâr Cepan, eseri,
“On dokuzuncu yüzyıl Slovak edebiyatının en provokatif, estetik bakımdan
en tartışmalı ve polemiğiyle en pervasız eseri”10 olarak değerlendirir. Ro
mandaki fantastik ve komik unsurlara rağmen, Zâborsky’nin yer yer Rabe-
lais’yi anımsatan mizah duygusu, acımasızlığından taviz vermez. Onun za
lim eleştiri oklarından nasibini almayan kalmaz: Esas hedefi Almanlar,
Macarlar ve Yahudiler olsa da, diplomatik kazançlar uğruna Balkan ulusla
rını kaderine terk eden Batı Avrupalıları da eleştirir ve en keskin oklarını
da Türk düşmanlara hizmet eden Hıristiyanlara, özellikle de Slavlara sak
lar. The Faustiad’a adını veren karakter, Dante’niıı İlahi Komedya’sının bir
252 S l o v a k E d e b İy a t i n d a B İ r B a s k i M e t a f o r u O l a r a k T ü r k l e r
parodisinde, sihirli bir ejderin sırtında yol katederek cehennem, a raf ve
cennette gider. Faust, cennette bile Slav milletlerin baskı gördüklerine iliş
kin kanıtlara rastlar. Tanrı’nm resim galerisinin duvarlarındaki resimler,
Türk riyakarlığından sahnelere yer verir. Hatta resimlerden biri, Türk sul
tanını, “bir yandan, İngiliz İncil derneğinden bir temsilci, Türkleri Hristi-
yan dinine geçireceğini umarak ona sandıklar dolusu İncil satarken, öte
yanda, Hıristiyanlara daha fazla zulmedebilsin diye İngilizlerin ona para
akıtmalarını gülerek izleyişini” gösterir.11 Bir başka resimde, (Balkanlar’da-
ki bir isyanı bastırmış, sonradan Müslüman olmuş bir Hırvat olan) Ömer
Paşa’yı, bir Karadağlıyı şişe geçirmiş, ateşte pişirirken görürüz.
Romanın altıncı bölümünde, Faust cennetin kapısından çıkar ve
orada kadınların cennete girerken bıraktıkları bir yığın kasnak etek bulur.
B unlardan birini giyer ve rüzgâr onu güvenli bir biçimde yeniden dünyaya
indirir. Ancak, indiği yer, Sultan Abdülmecid’in İstanbul’daki haremidir.
Eteği yüzünden onu kadın sanarlar; ancak sultanın gözde odalığı Fatıma,
onun göründüğü gibi olmadığını anlar ve onu kendine oda hizmetçisi ya
par. Ufak tefek sorunlara rağm en (Faust Fatıma’yı “bir kaz kadar kaba” bu
lurken, kadın da, domuz yediği için Faust’u “büyük günahkâr” olarak gö
rür) birlikte mutlu mesut yaşarlar; Zâborsky’nin deyişiyle, Troyalı Aeneas
ile Kartacalı Dido’dan daha m utlu.12 Öte yandan, Zâborsky, Faust’un kaza
ra içine düştüğü kısmeti, Batılı güçlerin Doğu Avrupa üzerinde nüfuz ka
zanmak amacıyla Babıâli’yi avuçları içinde oynatmalarım eleştirmekte kul
lanır. Faust, güya sultanın gözde cariyesinin gözde hizmetkârıdır: “Böyle
ce, vezir sanı taşıyan ve saçını üç at kuyruğu yapanlar, gidip onun elini ete
ğini öpüyordu ve kendisine Rus ve Macar soyluları kadar çok hediye verili
yordu.” Faust, bir tutsak olduğu halde, bir yandan Britanyalılann İncil sat
malarına izin verirken bir yandan da isyankâr Balkanlar’a karşı Türk aske
ri seferlerine destek sağlamak için İngiliz parası alan, Zâborsky’nin bakı
şıyla ikiyüzlü Osmanlı siyasetinin gönüllü ortağıdır.
Fatima, sultanın, “oda hizmetçisini”, yukarıda adı geçen Ömer Pa-
şa’ya satmasını engellemeyi başarır. Ancak bir gün, Fatima alışverişe gitti
ğinde, Faust’un şansı ters döner. O yokken, “ şeytan Abdülmecid’i oraya ge
tirdi ve tecrübeli orospu taciri oda hizmetçisine zorla sahip oldu.” Faust if-
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 253
fotini korumaya çalışsa da başaramaz vc sultan, “keşfettiği tatsız sürprizle”
öfkeden deliye döner: “ Faust’a küfürler ediyordu: Haremi her önüne gele
nin islediği gibi lekeleyebileceği bir yer miydi?” ilginçtir ki, Zâborsky, eski
den Slovakça’da küfür etmenin eşanlamlısı olarak kullanılan, çevirisi zor
Macarca bir sözcük olan “ teremtette”yi kullanıyor. Sultanın cinsel gücünü
Avrupalı davetsiz m isafire zorla dayattığı o anda, yazar alttan alta, Macarla
rın Slovak azınlık üzerindeki mutlak gücüne gönderme yapar. Sultan Fa
ust’u yollayıp dövdürür ve Slovak edebiyatındaki “ Siladi ile Hadmazi” ve
“Türk Tahsildar" gibi eserleri anım satır biçimde, zindana attırır. Faust, er
tesi gün Fatima’nın çorap bağıyla boğulacaktır (acımasız ve “Türk usulü”
cezanın tipik bir örneği) ancak o, sihirli ejderi yardıma çağırır ve ejder zin
danı yıkarak onu oradan kaçırır. Sultan, dürbünüyle, tutsağının kaçışını Öf
keden kudurarak izlerken, Faust ona yıldırıcı bir m esaj yollar: “ Sevgili eniş-
teciğim! İstanbul'da öğrendim ki, en basit din bile en karmaşık hurafeler
le akraba olabilir ve ayın parıldadığı yerde, daha önce güneş batmış demek
tir. İlerleme potansiyeli olan Hıristiyan ulusları her türlii soylu duyguyu
boğan bu efemine, vahşi Asyalı barbarların yüz karası boyunduruğuna
mahkûm eden şu Avrupa diplomasisine lanet ediyorum!” Zâborsky’nin
Slav Hıristiyan uluslan baskı altında tutan acım asızlar olarak gördüğü
Türkleri tasviri elbette ki son derece olumsuzdur. Ancak, diğer yandan, Fa-
ustiad Slovak edebiyatında bir dönüm noktasına işaret eder: (Onun döne
min terminolojisiyle "Avrupa’nın hasta adam ı” olarak andığı) Osmanlı İm
paratorluğu, bundan böyle korku salmaktan çıkıp, yazann küçümseme ve
alaylarının nesnesi haline gelir.
Çek ve Slovak uluslan birleşerek, I9 i8 ’de Çekoslavakya’yı kurdular
ve II. Dünya Savaşı'ndaki Alman işgalinin yaşandığı (Slovakya'nın bağım
sız bir kukla devlet olduğu) dönemi saymazsak, 1993'te banşçıl yollarla ay-
nlarak bağımsız Cumhuriyetlere dönüşene kadar, birleşik kaldılar.1* Bu ay
rılığa yol açan gerilimleriıı pekçoğunuıı kökeni i9 7 0 İe r ve i9 8 o ’lerde bu
lunabilir ve hatta, bu ince ama son derece belirleyici farklılıklar, Çek ve Slo
vak yazarların "Türk" im ajını kullanışlanndaki farklı biçimlere bile yansı
mıştır. Çekler için Türklere ilişkin olumsuz fikirler belli belirsizdi; bunlar,
özellikle AvusturyalI, genel olarak da Avm palıların anti-İslamcı hassasiyet
Çeviren
S er p İl Çağlayan
1 VESHLA, Zdeııa: " 16 ve 17. yüzyıllarda Slovakya vc Osmanlı Yayılmacılığı," ı6 .ve 17. yüzyıllarda Orta
A vrupa ve Balkan larda O sm anlı Yönetim i. Prag,1978.
2 MU KAROVSKY, Jaıı.: Aesthetic Function, Norm and Value as S o cial Facts [Toplumsal O lgular O larak
Estetik İşlev. Norm ve Değer], Trad. Mark E. Suiııo, Aıın Arbor, 19 7 0 .s.42.
3 Slovakça ve Çekçe m etinlerin tiim çevirleri, aksi belirtilmedikçe, şahsım a aittir. “ Silâdi ile Had-
ınâ2i” “Türk Tahsildar” ve “Güzel Katerina ve T ürk” şiirlerinin çevirileri daha önce yayınlandığı
yen SA BATO S, Charles: “ Damıbe’d fn Boğaz’a : Türk Boyunduruğu Üzerine Yazılm ış İlk Çeko
slovak Metinlerden Oç Çeviri:" Kosmos: Çekoslovak ve Orta A vrupa Araştırm aları Yayın Organı. 15-
2*(2002) 5.47-67
4 M ISIA N IK , jân: Antologia starsej slovenskej literatûry. Bratislava: Veda Vydavatelstvo Slovenskej
Academie Vied. 19 8 1, s.207
11 a.g.e, s.38
12 a.g.e, 5.42-43.
13 Bkz.önceki makalem , SA BATO S, Charles: “View s ofT urkey and the 'T ürk’ in 2 0 ^ 1 Century Czech
and Slovak Literatüre'’ BURÇO GLU . Nedret Ktıran, der. The İmage o f the Turk in Europt, 1923-199#
içinde, tstanbul, 2 0 0 0 . s. 261*270.
x5 Z IL K A .T ib or: International Postmodemism içinde. B ERT H EN S.H ans ve FOKKEM A, Douwe, der.
Aııısterdauı, 19 9 7. 5.415.
*6 V İLİKO V SKY, Pavel. “ Slovo o Turcinovi”. Escalâda d tu içinde. Bratislava: T atran ,i989. 5.99-107.
G
ünümüzde dünyada Türkiye ve Tüıkler hakkında mevcut olan ima
jın tam olarak gerçeği yansıttığını söylemek mümkün değildir. Bu
nun başlıca nedeni Türkiye ve Türkler aleyhinde asırlardır yürütül
mekte olan ve son 30 yıldır dozunu iyice artıran gayri ahlaki bir propaganda
nın varlığıdır. Türkiye'nin bu antipropagandaya karşı etkili bir şekilde müca
dele edebildiği söylenemez. Bunun en canlı Örneği Geceyansı Ekspresi adlı
filindir. Bu filmin yapımcısına karşı dava açılmamış olmasıyla büyük bir fır
sat kaçırılmıştır. Türkiye’nin talep edeceği yüklü bir tazminat, daha sonraki
La pasiön turca ve Ararat gibi fılimlerin ortaya çıkmasını önleyebilirdi.
Yeteri kadar tanıtım yapılamamasından ve bilgi eksikliğinden do
layı bugün dünyanın herhangi bir ülkesindeki vasat bir insanın kafasında
son derece korkunç bir Türk im ajı yer etmiş bulunmaktadır. Türkiye'yi vc
Türkleri tanımayan bir yabancının zihnine kazınm ış bu müthiş Türk tipi
ni çıkarıp atmak, bir şişenin içindeki mantarı şişeyi kırmadan çıkarmakla
aynıdır. Kanaatimce Türkiye’nin uluslararası platformlarda yalnız kalması
nın ve bazı haklı davalanyla ilgili olarak (mesela Kıbns konusunda) haksız
ve yanlış kararlara muhatap olmasının başlıca sebebi yabancıların sahip ol
duğu bu önyargıdır. Bu önyargıda tarihi sebeplerin de küçümsenemez pa
yı olduğu muhakkaktır.
Bizler kendimizi dünyaya tanıtmakta aciz kaldığımız için bu görevi
genellikle objektif ve iyi niyedi bazı yabancı gezginler daha etkili bir şekilde
yapmışlardır. Bunlardan biri de Ispanyol romancısı Vicente Blasco Ibâ-
nez'dir. (d. 1867 Valensiya-ö. 1928 Menton, Fransa) Blasco Ibânez, Don Qu-
ijote’nin (Don Kişot) yaratıcısı ünlü İspanyol yazarı Cervantes'len sonra dün-
* Prof. D r., A n k ara Ü n iversitesi Dil ve Tarih- Co ğrafya Fakültesi, Isp an yol Dili v e Edebiyatı A n abilim
D ah ö ğretim üyesi.
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 259
yada cn tanınmış İspanyol romancısıdır. Eserleri hemen hemen bütün mo
dern dillere çevrilen ve ülkemizde de tanınan bu yazarın Kulübe (La havraca),
Kan ve Kum (Sangre y arena), Baharlar Açarken (Entre naranjos) ve Sazlar ve
Çam ur (Canas y barro) adlı romanları Türkiye’de yayınlanmıştır. Ama İstan
bul'u vc Türkleri anlattığı bir gezi kitabı olan El Oriente adlı eseri henüz Tiirk-
çeye çevrilip basılmamıştır. Blasco Ibânez bu eserinde 190 7 yılında Avru
pa’nın muhtelif ülkelerine yaptığı gezilerini anlatır. Kitabının son bölümleri
( s. 102-266) Türkiye, daha doğrusu İstanbul izlenimlerini içerir.
O zamanlar Cumhuriyetçi Parti’den Valensiya milletvekili olan
Blasco Ibânez bir süre siyasi ortamdan uzaklaşmak ve dinlenmek amacıy
la Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yolculuk etmiştir. Yazar, Budapeşte’dey
ken Osmanlı devletini görmeye karar vermiş ve trenle yaptığı uzun bir yol
culuğun sonunda, 19 0 7 yılının ağustos ayında İstanbul’a gelmiştir. İstan
bul’da kaldığı yaklaşık dört ay zarfında şehrin önemli yerlerini gezen ve in
tihalarını yukarıda adı geçen seyahatnamesinde toplayan İspanyol romancı
kuvvetli gözlem yeteneği sayesinde İstanbul'u ve Türkleri yakından tanı
mak fırsatını bulm uş ve tarafsız bir bakış açısıyla ve herhangi bir ön yargı
ya kapılmadan görüşlerini açıklamıştır. Sadrazam Ferit Paşa (Damat Ferit
Paşa ile karıştırılmamalıdır) tarafından kabul edilen romancı, eserinde bu
Osmanlı devlet adamından takdirle bahseder. Sadrazam, Blasco Ibâııez’in
Le Temps’de yayınlanan La barraca adlı eserinin Fransızca çevirisini oku
yup çok beğenmiş ve İstanbul’da olduğunu öğrenince kendisini tanımak
istemiştir. Sonradan Sultan II. Abdülhamid tarafından da kabul edilen ro
mancı, her nedense bu son ziyareti eserinde anlatmamıştır.
Bir yabancının bizler hakkında yaklaşık yüz sene önce ne tür bir yar
gıya vardığını bilmenin, o dönemden bize kusur ya da meziyet olarak geri
ye neler kalmış olduğunu fark etmenin yararlı olacağı düşüncesiyle kitabı
nın bazı kısımlarını okurlara olduğu gibi aktarmayı uygun bulduk. Fayda
landığımız kaynak Plaza y Janes Yayıııevi'nin Barselona 1980 baskısıdır.
V ic e n t e B la sco I b â^ e z’ d e T O rk Î m a h
demiryolu görevlileri ve subaylardır. Onların dış görünüşlerini okuyucuya
anlatırken hiçbir detayı kaçırmaz:
YAZARIN T Ü R K L E R H A R K IN D A K İ G E N E L GÖRÜŞÜ
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 26i
ce başında bekliyorlar, çünkü amaçları vakit geldiğinde m irastan is
tedikleri parçayı almayı garanti etmektir.
Ben de Türkiye'yi sevenlerdenim, bu iyi ve acı çekmiş milletin ırk
ve din farklılığından ileri gelen bir önyargıyla hâlâ Avrupa’da bu
lunm asından rahatsızlık duyanlardan değilim. Onun bütün günahı
Avrupa’yı istila edenlerin sonuncusu olması ve hâlâ orada bulun
masıdır. Bu nedenledir ki her harbin beraberinde getirdiği şiddet ve
gaddarlıklar hafızalarda hâlâ taptaze olarak yer etmiş bulunuyor.
Avrupa'da sadece bu kıtanın ilk sakinlerinin safkan torunlarının ya-
şamasına karar verilse ve sonradan Asya ve Afrika'dan gelen istila
cı milletlerin soyundan gelenler kovulsaydı kıtamız bomboş kalırdı.
Ben Türkü seviyorum, tıpkı onu yakından görüp tanıyan ve derin
bir sevgiyle bağlanan her yazar ve sanatçı gibi. Geniş Osmanlı İm
paratorluğunda on dokuz ayrı ırk barınıyor. Müslümanlar, Yahudi
ler ve Hıristiyanlar ve onların sayısız tarikatları, farklı kökenli ve örf
ve âdetli bu insanlardan oluşan bu topluluğun adı Türkiye; bunun
la birlikte Lamartin’in de dediği gibi “ Geniş imparatorluğundaki
farklı milletler arasında Türk milleti en asil olanıdır” ...
Bugün tüm Avrupa'da halk kesim inin Türkler hakkında sahip
olduğu yanlış bir kam vardır. Buna göre Türk barbar, şehvet düş
künü ve en büyük vahşeti işlem eye muktedir biridir ve hayatını ke
sik başlar ve vücutlarının tüm şuhluğunu danslarıyla sergileyen
cariyeler arasında geçirir. Hollanda ve Flandre’nin yaşlılarının biz-
ler hakkında düşündükleri de aynı; İspanyamdan ne zaman söz açıl
sa onların akima gelen ilk şey, dua sırasında en basit bir hatadan
dolayı insanların ateşte Engizisyoncular tarafından acımasızca ya
kıldığı ve bütün vatandaşlarının eski Alba dükü gibi gaddar oldu
ğu bir ülkedir.
Türkler zalim oldular, çünkü çok savaştılar ve savaş hiçbir zaman
iyiliklerin ve zarif âdetlerin okulu olm am ıştır ve olmayacaktır.
İsa'nın adını ağızlarından hiç düşürmeyen diğer medeni milletler
toplarıyla ve tüfekleriyle Afrika ve Asya’nın yerlilerine Türklerin
Balkan milletlerine yaptıklarından çok daha kötü davrandılar.
262 V ic e n t e B la sco I b â n e z ’d e T ü rk İm a ji
Türkiye'ye gelen bütün yazarlar bu millete layık görülen haksız
lıklara karşı infial duymaktadırlar. Türk iyi ve açık yüreklidir. Onun
zarafeti hayvanlara karşı olan sevgisinde açıkça görülür. Hiçbir za
man hayvanlara kötü davrandığı görülmemiştir.
Haksızlık ve ihanet onun öfkesini kamçılayan iki saiktir. Bütün
nezaketine rağm en hakaret ve aşağılanma durum unda intikamını
ilk fırsalta alır.
Misafirperverlik onun en belirgin meziyetlerinden biridir. Türki
ye'de her evin bir odasının misafire ayrılm adığı tek bir köy yoktur,
özellikle bizim nasıl insanlar olduğumuzu onlara göstermemiş Av
rupalIların bulunmadığı Asya kesiminde yolcu, herhangi bir şey
Ödemeksizin ve ev sahibi tarafından kendisine kimin nesi olduğu,
ne için yolculuk ettiği sorulmaksızm bir gece geçirebilir.
Zavallı Türkiye! Onu yakından tanıdıkça daha çok seviyorum,
çünkü meziyetlerini daha iyi fark edip takdir ediyor ve onu tehdit
eden tehlikeleri daha açık bir şekilde görüyorum.
Oraya gelirken son zamanlarda kaybettiği geniş topraklan gör
dükçe insan hayretler içinde kalıyor.
Güni'ımüzde Karadağ, Bosna-Hersek, Sırbistan, Bulgaristan, Roman
ya elinden çıkmıştır ve son olarak da Rumeli’yi kaybetmiş bulunuyor.
Eski hâkimiyetinin bu kalıntıları birer krallık olarak ortaya çıkıyorlar.
Batı Avrupa, Türkleri Avrupa’daki topraklarından sökerek Bo-
ğaz’ın öbür yakasına atmanın düşünü kuruyor; kıtada hâlâ geniş
topraklan var, am a geçmişte sahip olduklarıyla kıyaslanacak olursa
bunlar önem siz sayılır.
Bazıları bunu büyük bir tarihi başarı olarak görüyorlar, kendile
rine o kadar zamandır korku salan istilacılan Asya topraklanna sür
mekle Avrupa'nın intikamını almış olacağını düşünüyorlar.
Bu çok yanlış! Türkler artık Asyalı değiller, tıpkı bizim artık Latin
olmadığımız gibi; her ne kadar bu gruba dahil ediliyorsak da. Dün
yadaki hiçbir millet adını taşıdığı kökene hakkıyla layık değildir.
Moğolların topraklannda yaşamakta olan Orta Asyalı Türkler,
Batı’ya dalgalar halinde gitmek üzere kendilerini terk edenlerle kar-
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 263
dcştirler. Asyalı Türkler sarı ırktandır. Osmanlı İmparatorluğu’nun
bizim tanıdığımız Türkleri ise bizler gibi Kafkas ırkındandırlar. Be
yaz ırkla devamlı olarak evlenmeler, harpler ve diğer sebeplerle ilk
etnik unsur zamanla kaybolmasıyla bugünkü duruma geldiler.
İstanbul'un bir caddesinde dolaşmakla M adrid'in bir caddcsinde
dolaşmak arasında fark yoktur. Gördüğünüz her yüz size birini ha
tırlatır. Bazen yolda karşılaştığınız biriyle göz göze geldiğinizde ta
nıdık biri sanıp onu selamlamak için ister istemez elinizi şapkanı
za götürüyorsunuz. Öyle ki kendinizi bir an için bir karnavalda zan
nederek ona seslenmek ihtiyacını duyuyorsunuz:
- Dostum Lopez... veya dostum Fernândez, şakayı bırak, o kırm ı
zı başlığı çıkar, seni tanıdım!
T Ü R K L E R İN D İN İ HOŞGÖRÜSÜ
V ic e n t e B la sco I b â^ e z’ d e T O rk İ m a h
dc bir Bacdccker'le ziyaret eden, her şeyi görm ek isteyen, her şeye
dokunan, ibadet biçim lerine ve dua sırasında m üm inlerin yü zü n
deki vecde gülen ve babalarından gördükleri inanca körü körüne
bağlı olduklarından başkalarının atalarının keşfetm iş olduğu gerçe
ği kabul etm ek istem eyen ve bu yüzden de herşeyi tenkit eden A v
rupalIlardan rahatsız olm aktadırlar.
Dünyanın hiçbir yerinde İstanbul’da olduğu kadar dinsel özgür
lük yoktur.
Dünyadaki bütün M üslümanları aynı kefeye koyan ve Türklerin
zalim ve fanatik Faslılarla aynı olduğunu düşünenler, Türkleri tanı
dıktan sonra bu düşüncelerinin ne kadar yanlış olduğunu fark ede
ceklerdir. İstanbul’da bütün dinler geniş bir özgürlüğe sahiptirler
ve farklı dinin din adamlarına da eşit derecede saygı gösterilir. Rum
patrik, Ermeni patrik, hahambaşı, Katolik Ermeni başpiskoposu ve
Latin Katolik başpiskoposu imparatorluğun birer memurlarıdırlar
ve müftü ile eşit derecede saygıya sahiptirler...
Türkler hiçbir zaman misyonerlik faaliyeti içinde olmamışlardır.
İmamlar başka bir dinin mensubunu kendi dinlerine çekmeyi asla dü
şünmezler. Aksine mürtedleri küçümserler, hatta bunlar onların dini
ni seçmiş olsalar bile bu din değiştiren insanlara kuşkuyla bakarlar.
S o nuç
Vicente Blasco Ibânez'in El Oriente ’de Türkler hakkında yazdıkları
uzayıp gidiyor, ancak sayfalarımızın sınırlı olması nedeniyle görüşlerinden
en çarpıcı olanları alabildik. Anlattıkları yabancılara ilginç gelse de bizim
için bir yenilik teşkil etmiyor. Am a yazarın eserinde altını çizdiği en önem
li husus, yabancıların Türkler hakkında yanlış bir kanıya sahip olmalarıdır.
Ayrıca Ibânez Türklerin en belirgin özelliklerinden birinin dinsel hoşgörü
olduğunu ısrarla vurgulamıştır. Dinsel hoşgörü Türkiye Cum huriyetinin
laik yapısı nedeniyle günüm üzde daha da artmış ve kesin çizgilerle belir
ginleşmiştir. Buna rağm en geçmişte dinsel fanatizm sebebiyle tarihleri
kara lekelerle dolu olan birçok yabancı devlet bugün haksız olarak Tür
kiye’yi suçlamakta ve insan hakları ve din özgürlüğü konusunda bize ders
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 265
vermeye kalkışmaktadırlar. Buna sayısız örnekler vermek mümkündür,
ama şimdilik Kıbrıs Dosyası adlı kitabın yazan Banoğlu'ndaıı aldığımız bir
örnekle yetineceğiz:
GİRİŞ
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 267
nıtı ulaştığı noktaya bir örnek teşkil etmektedir. Bu komedi, aynı zamanda,
V. Carlos ve Kanuni Sultan Süleyman ile temsil edilen, iki dünyanın, iki
kültürün, iki dinin, Hıristiyanlık ve îslamiyetin çatışmasının bir yansıma
sıdır. Başka bir deyişle, İspanyol monarşisinin deniz ve kara düşmanı olan
Türklere karşı düşmanlığı beslemek için araç olmuştur.
Ancak bu komediyle ilgili birtakım örnekler vermeden önce, bir
yanda “ Osmanlı fenomeni”, diğer yanda Türklerin deforme olmuş ve kor™
lcunç imajının oluştuğu 15-16. yüzyılları birbirine bağlayan bu tarih süreci
hakkında bazı fikirleri sunmak isterim. Öncelikle, Osmanlı devletinin ge
lişmesinin en yüksek noktaya ulaştığı 16. yüzyılın ortalarında Avrupa’daki
“Osmanlı fenomeni” konusunu açıklayalım.
Bu dönemde Avrupa’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşumunu
ve geleneklerini öğrenmeye karşı yoğun ilgisi başlamıştır. Bu yüzyılın ikin
ci yarısı boyunca, Osmanlılar hakkmdaki bilgi kaynakları bu yüzyılın ilk ya
rışma nazaran iki kat artmıştır. Güçlü bir imparatorluk ile sonuçlanan ge
lişim maratonu tüm Avrupa’da hayranlık uyandırmış, bu sebeple de ente
lektüel çevrelerde de büyük ilgi görmeye başlamıştı. Örneğin, devletlerin
kudretiyle ilgilenen Machiavelli, Hükümdar4 adlı yapıtında, bütün impara
torluk otoritesinin kaynağı olan sultanın mutlak gücünü hayretle kabul edi
yordu. Machiavelli gibi pek çok başka yazar da Türklerin yaşamlarına ve İs
tanbul’a (Konstantinopl’a) karşı ilgi duymuş ve Osmanlı toprakları Avrupa-
lılar tarafında sık sık ziyaret edilmeye başlamıştı.
Bu sebepledir ki, Avrupa, Türkleri Hıristiyanlığın ortak düşmanı
olarak görmesine rağmen, Bizans İmparatorluğu’nun halefi olan ve aynı
zamanda devam ettiren bu imparatorluğa karşı olan hayranlığını gizleye-
miyordu. Bu da, 16. yüzyıl boyunca Avrupa’nın, Türklerin hayatı ve gele
nekleri hakkmdaki (doğru ve yanlış) bilgilerle sarsılmasına sebep olmuş
tur. Buna örnek olarak, Paolo Giovio’nun, 1531’den 1546 yılma kadar 22 kez
basılmış ve 6 dile çevrilmiş Comentarios de las Cosas de Turcos adlı eseri ve
rilebilir.5 En ilginç olay, 16. yüzyılın ortalarında Türklerle ilgili kitap, bro
şür, afiş ve karikatürlerin bolluğuyla karşılaşan Fransa’da cereyan etmiştir.
Öyle ki, Atkinson, bu dönemde Fransa’da Türkler hakkmdaki edebiyatın
Amerika’nın keşfiyle ilgili edebiyattan çok daha geniş olduğunu tespit et
268 “ T Ü R K LE R VE H lR İS T İY A N IA R A R A SIN D A ” A D L I KO M ED İD E T Ü R K İM G E S İN İN B İÇ İM L E N M E Sİ
m iştir.6 Belki buna, I. François zamanında artan Türk-Fransız ilişkilerinde
ki gelişme politikası neden olmuştur. Ancak genel olan olay, herkesin im
paratorluk ve halkı ile ilgili bilgi edinmek istediği bu dönemde, Avrupa’nın
büyük bölümünde “ Osmanlı fenom eni”nin oluşmasıdır. Bu da, hakkında
pek çok efsane yazılan bilinmeyen bir dünya ve imparatorluk ile ilgili bilgi
vererek merak giderilmeye çalışılan bir imajdır.
Fakat bu im ajın karşısında, saray bilgisi olarak adlandırabileceği
miz ikinci bir imaj ortaya çıkmaktadır: Türk dehşeti ve barbarlığı; büyük
bir bölümü ne gerçeği ne de Türklerin nasıl olduğunu yansıtan, fakat itiba
rını sarsarak Türkleri yıkmaya çalışan bir imaj. Buradaki ana fikir, Türkle
rin, Hıristiyan âleminin işlediği günahları cezalandırmak amacıyla Tanrı
tarafından gönderilmiş bir musibet olduğudur. Aynı fikir, Martin Lut-
her’in7 Exhortacion a Orar Contra los Turcos (Türklere Karşı Dua Etme Uya
rısı) başlıklı metninde de bulunmaktadır.
Bu imaj nasıl oluşmuştur? Türk im ajının deforme olmasını sağla
yan dönüm noktası hangisidir?
İstanbul’un fethi, o ana kadar anlaşılmamış Türk tehlikesinin mut
lak gerçeğini Avrupalılara gösteren bir işaret olarak dönüm noktası olm uş
tur. Bu tarihten itibaren, Türk tehlikesi her daim Avrupa kapılarında ola
caktır. Boyutları değişecek ve 16. yüzyıl edebiyatında yansımaları görülece
ği gibi iki farklı kültürel ve siyasi blok olarak Türk-Avrupa çatışmasının da
başlangıcı olacaktır.
İspanya hususunda da aynı dönüm noktasından söz edilebilir. İstan
bul’un fethinden önce Türk egemenliğinde olan şehirleri ve yerleşim yerle
rini ziyaret eden İspanyol gezginleri Ruy Gonzâlez de Clavijo ve Pero Ta-
fur’un eserlerinde, Türk imajındaki bu deformasyona değinilmemiştir. Ruy
Gonzâlez de Clavijo8, Ekim 14 0 3’te Semerkant’a giderken İstanbul’dan geç
miş ve Türklerle ilgili gözlemleri, onun alışılagelmiş tasvirlerinden daha
farklı olmamıştır. Aynı husus, “Türkler asil insanlar, çok neşeliler ve insan
cıllar ve hoşsohbetler”9 dediği Fatih Sultan Mehmed’i Aralık 1437’de Edir
ne’deki (Andrinopolis) sarayında ziyaret eden Pero Tafur için de geçerlidir.
Türkler hakkmdaki fikirleri, Türkleri ve İspanyolları büyük düşman haline
getiren, bir sonraki yüzyılın başlarında oluşan zıddiyeti içermiyordu.
“ T Ü R K L E R VE H IR İS T İY A N LA R A RA SIN D A ” ADLI K O M E D İN İN G E L İ Ş İ M İ
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 27i
yanlar A rasın da” adlı kom edide yer alan aynı düşüncelerle devam edebili
riz. 12 sahnede gelişen kom edinin örgüsünü inceleyelim .
ESERDEKİ Kİ Şİ LER:
B İr İn ci Sa h n e
İk İn c İ Sa h n e
Hıristiyan Kral, V. Carlos, ilk olarak diplom atik yollarla çözmeye çalı
şarak Sultan Süleym an'ın karşısına dükü elçi olarak gönderm eyi düşünür.
Kutsal haça fidye ödenm esi için gerekli yolları düke danışır. Dük, Süleym an'a
272 “T Ü R K L E R VE H I R İ S T İ Y A N L A R A R a S I N D a " A D L I K O M E D İ D E T Ü R K İ M G E S İ N İ N B İ Ç İ M L E N M E S İ
haç karşılığında altın duka ödenm esi taraftarıdır, ancak V. Carlos buna karşı
dır. Sahne, kont, m areşal ve generalleri Amadeo ve Enrique ile görüşm eleri
ile devam eder. Sonunda, dükü elçi olarak gönderm eye karar verir.
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 273
nız, inancım ızın sem bolü olan kutsal haçı geri ver
m esi için, T ürk'e bir elçi gönderelim .
Bay Enrique: A llah'ın laneti İsa'ya dokunm asın diye ölüm cül
d üşm anım ız olan T ü rk'e karşı savaşacağım a yem in
ederim .
V. Carlos: Dük, ilk öneride bulunan şendin , seni Türke karşı
elçi olarak görevlendiriyorum am a ona fidye tekli
finde bulunm a. H açı geri verm esini söyle, aksi tak
dirde hiç kim se hayatta kalm ayacak.23
Ü ç ü n c ü Sa h n e
274 “T Ü R K L E R VE H I R İ S T İ Y A N L A R A R A S I N D A * A D L I K O M E D İ D E T Ü R K İ M G E S İ N İ N B İ Ç İ M L E N M E S İ
Süleym an: G it vc kralına şöyle söyle; haçını geri istiyorsa, bana
011 bin altın dukayı fidye olarak göndersin; ve eğer
o kadar küstahsa, haçı için kendisi gelsin.
Türk Nöbetçi: Utanm az ve saygısız, kötü yetiştirilm iş insan, geri
dönersen seni darağacında sallandırırım .'14
Dördüncü Sahne
B eşİn c İ Sa h n e
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 275
tüm hizm etkârlarında sadecc cehennem ateşi için
köm ür olarak kullanılırlar.
Süleym an: Böyle konuşm aya kim cüret ediyor? Sen m isin
kont?
Koni: Benim !
Süleym an: Askerler, yakalayın!
Kont: Arkadaşlar! Dayanın. H açı buradan alacağız ve ye
rine koyacağız ve kralım ız ve hüküm darım ıza ha
beri vereceğiz.
H ıristiyanlar: Para verm eden ve savaşm adan, büyük bir cesaretle
haçım ızı Berberiye'den alıyo ru z/6
A ltinci Sa h n e
27 6 “T Ü R K L E R VE H I R İ S T İ Y A N L A R A R A S I N D A * A D L I K O M E D İ D E T Ü R K İ M G E S İ N İ N B İ Ç İ M L E N M E S İ
Süleym an: İlk sen git. Seni sefir olarak görevlendiriyorum ; Ya
kutsal haç ya da altın! Allah yardım cın olsun!-*7
Y edİncî Sahne
Kutsal haçın g eri verilm esini isteyen T ürk elçinin V. C arlos’un sa
rayına gelm esi ile başlayan sahnede, Türkün gönderilm e cüreti karşısında
V. Carlos onu huzurundan kovar ve pazarlık yapılam az.
S e k î z İn c İ Sa h n e
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 277
Süleyman: Aziz elçi, Hıristiyan kral size ne dedi?
Türk askeri: Kabul etmedi, beni huzurundan gönderdi ve dedi ki:
“ Elçi unvanının sayesinde konuşabiliyorsun yoksa
havlayan köpek gibi alırım ayağımın altına../7
Süleyman: Ahmet! Haydi git Rum efendisi Sultan Süleyman'ı
bu durumdan kurtar.
Ahmet: Yenilmez sultanım biliyorsunuz ki derhal emriniz
deyim.hülcümdarlığmız konusunda hiçbir endişem
yok; savaş ilan etmek için cesaretim bana yeter.bo
razanlar çalsın İspanyol düşmanı çağır.29
D o kuzun cu Sa h n n e
O nuncu Sa h n e
O n b İr în c î Sa h n e
O n İk İn c İ Sah n e
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 279
tiz edilm eyi kabul ederek, H ıristiyanların T an rı'sın ı “en ilahi, en güçlü, ka
inatın h âkim i” olarak tanır.
N o tlar
2 8 0 “T Ü R K L E R VE H I R İ S T İ Y A N L A R A R a S I N D a " A D L I K O M E D İ D E T Ü R K İ M G E S İ N İ N B İ Ç İ M L E N M E S İ
Sotoırıayorla yapılan, 31 Tem m uz 2 0 0 2 tarihinde, Şili, Puerto Montt, EJ Llanquihue. gazetesinde
yayınlanan “Quenac: Türkler ve H ıristiyanlar Arasında geleneğinin ölm esine direnen yer" adlı
röportaja bakın. Bu röportajda, adı geçen kom edinin ada halkı tarafından yapılan son tem silinin.
«974 yılında gerçekleştiği belirtiliyor.
3 Ricardo del Arco y Garay, Nolas del Folklore Alto Aragonte, Instiluto Antonio de Nebrija. Graficas
Barragâıı, Madrid, 1943, s. 10 9 ; fos e M anuel Gömez-Tabanera, Trajes Populares y Costumbres
Tradİcİonales, Ediciones Siglo X X, Madrid, 1950, s. 77-78.
4 Nicolâs Maquiavelo, E/ Principe, Ediciones Sarpe, 1983, s. 44-45. Türkçe baskısı için Bkz. Nazım
Güvenç: Machiavelli, Prens, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 19 9 4 . s. >3-54-
5 Şarlkcn'e ithaf edilen Paolo Giovio’ııun Commentario delîe Cose de Turchi eserinin baskı ve ter
cümeleri: Birinci baskı, Roma 1531. Tekrar baskı: 153 5,15 37 ,153S, 154 0 ,15 4 1,15 4 4 . Tercümeleri: Latin
ce, Hstraburg 1537; Wıttemberg 1537; Anvers 1538; Paris 1538 ,1539 . Fransızca, Paris 15 3 8 ,15 4 0 . Al
m anca, Wittemberg 1537; Augsbourg 1538; Frankfurt 1545. İngilizce, Londra 1546. İspanyolca, 1543.
6 Geoffroy Atkinson, La lilU ralure G<tographique Francaise de la Renaissance. Rfyertoire Biblbgrap-
hique. Paris. 19 2 7 . Ayrıca bkz. Suppiement du Rtpertoire Btbliographique. se Rapportant a la Lii-
tfraturt GJographique Francaise de la Renaissance, New York, 19 6 8 ; Les Nouveau* Iforizons de la
Culture- Francaise, Paris 1935.
7 Kenneth M. Setton, The. Papacy and the. Levant (1204-1571), Philadelphia, 19 76 -19 8 4 , c. III, s. 143-
144.
8 Ruy Gonzâlez de Clavijo, Embajada a Tamerlân, Miragııano Ediciones, Madrid, 19 8 4 .
9 Pero Tafur, Andanzase Viajesde un Hidalgo E$patıoiPe.ro Tafur (1436-1439,), Ediciones El Albir, Bar-
celona. 19 8 2, s. 156.
10 Fuad Carım , Cezayir’de Türkler, Sanat Basım evi, Istanbul, 19 6 2 , s. 17.
11 Pedro Mexıa, Silwx de varia lecciön, Ediciön de Antonio Castro, 19 8 9 . s. 274; Bkz. M iguel Angel de
Bunes Ibarra en “ Estambul en los relatos d e los cautivos espanoles de la Edad M oderna”, Quade.r-
nos del Bosforo, [, Editorial [sis, Estambul, 2 0 0 3 , s. 117-118 .
12 D iegode Haedo. Topograjia e Historia Generalde Argel, Sociedadde Bibliöfılos espafloles, Madrid. 1927.
13 Haedo, age, s. 230.
14 Haedo, age. s. 234.
15 Haedo, age, s. 247.
16 l laedo, age, s. 264.
17 Haedo, age, s. 231.
18 Francisco Lopez de Gom ara, Crönica de los Corsarios Barbarroja, Ediciones Polifem ıo, Madrid,
19 8 9 , s. 15. Metin için ayrıca bkz. Memoriaf Histörico Espanol. Colecciön de. Documentos, Opûsculos
y Antigiiedadt'.s. Tom o V I, Madrid, 1853, s. 333-334.
19 M iguel dc Ccrvantes, Los Trabajos de Persiles y Sigismunda, Ediciön de Juan B. Avallc-Arce, Cas-
talia, Madrid, 19 8 8 , s. 344*345; Ertuğrul ö n alp , Es cieria la imagen de Dragut rejkjada en el Persiles?.
Konferans. Cervam es Enstitüsü, Brüksel. 2 0 0 3 , s. 1.
20 M iguel de Cervantes, Don Quijote de la Mancha, Tom o I, Ediciones Orbis, Barceloua, 1983, s. 367.
21 Bkz. Marîa Antonia Garces, Cervantes in Algiers. A Captive's Tale. Vaııderbilt University Press,
Naslıville-Tenııcsse. 2 0 0 2 .
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 28i
22 Constantino Contreras, age, s. 87.
23 Constantino Contreras, age, s. 88-89.
24 Constantino Contreras, age, s. 90-91.
25 Constantino Contreras, age, s. 92.
26 Constantino Contreras, age, s. 93.
27 Constantino Contreras, age, s. 93-94-
28 Constantino Contreras, age, s. 95.
29 Constantino Contreras, age, s. 96.
30 Constantino Contreras, age, s. 96-97.
31 Constantino Contreras, age, s. 97.
32 Constantino Contreras, age, s. 97.
33 Enrique Gomez Carrillo, Ciudades de Ensueno , Ed. Caîpe, Madrid y Barcelona, 19 20, s. 10-11;
Paulino Toledo, Descripciones Hispanoamericanas de Estambul (Constantinopla), basılmakta.
34 Alexandrine N. St. Clair, The İmage o f the Turk in Europe, The Metropolitan Museum o f Art, New
York, s. 7.
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 283
kalkm ıştır. Y aşam ın ın bu kesiti M iranda için dc olu m lu olm uş ve genç su
bay bu dönem de gösterdiği hizm etler ve kıdem i göz önünde bulundurula
rak yarbaylığa terfi ettirilm iştir. Bu dönem de Kaıayipler'de başka bazı ça
tışm alara da katılan M iranda, 17 8 1 yılında İngiliz G eneral Cam pbeU'in Ha-
vana'da bazı askeri bölgelerde incelem eler yapm asından sorum lu tutul
m uş ve hakkında soruşturm a başlatılm ıştır. Bu dönem de em ir subaylığını
yaptığı G eneral Ju an M anuel Cajigal, genç subayın “ olay anında H avana'da
bulunm adığım ” öne sürerek bu badireyi atlatm asına yardım cı olm asına
karşın, C ajigal’in tayininin çıkm ası sonrasında M iranda oldukça zor d u
rum da kalm ıştır.4 İspanya ordusundaki sicilinin bozulduğu ve ceza alm a
tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bu olay sonrasında Francisco de M iranda
1783 yılında A m erika Birleşik Devletleri’ne gitm iştir. A m erika Birleşik
Devletleri’nde bu lu n du ğu dönem de özel bağlantılar kurduğu anlaşılan M i
randa, burada bir yandan bu ülkenin bağım sızlık m ücadelesi sürecini in
celem iş, bir yandan da aralarında George W ashington (1732-1799), Alexan-
der H am ilton (1755-1804), Sam uel A dam s (1722-18 03), Lafayette M arkisi
Gilbert du M atier'nin (1757-1834) de bulunduğu ön em li kişilerle tanışm a
im kânı bulm uştur. Latin A m erika'da yürütülecek bir bağım sızlık m ücade
lesi fikrinin dim ağında şekillendiği dönem in de b u yıllara denk geldiğini
düşünm ek akla yatkındır. 1784 yılında, düşüncelerinde şekillendirdiği La
tin A m erika'nın bağım sızlığı fikri için destek arayışıyla İngiltere’ye giden
Miranda, bu ülkede aradığı desteği üm it etm iş olduğu düzeyde bulam a
m akla birlikte, bu seyahati, eski dünyayı daha yakından tanım ası, A vru
pa'ya hâkim olan özgürlük ortam ını özü m sem esi ve entelektüel anlam da
kendini yetiştirm esi açısından onun için yararlı olm uştur.
178 5-178 9 yıllan arasında dört yılını A vrupa'yı dolaşm aya ayıran M i
randa, gittiği ülkelerden bazılarında da Latin A m erika'n ın bağım sızlığı için
destek arayışında bulunm uştur. Y azar bu gezi çerçevesinde ziyaret ettiği
ülkelerin bir kısm ında salt seyyah kim liğiyle ön e çıkarken, diğerlerinde
araştırm acı yönü öne çıkmaktadır. Yazarın bu dönem de gezip gördüğü ve
incelediği ülkeler ve m illetler hakkında gezi sırasın d a tuttuğu son derece
ayrıntılı notlar V enezuela cum hurbaşkanlığı tarafından M iranda’nın tüm
arşivi ile birlikte on altı ciltlik bir eser halinde, “ C olom beia” adıyla yayın
284 F r a n c i s c o d e M j r a n d a ' n i n S e y a h a t n a m e s î ’ n d e T ü r k Iy e v e T ü r k l e r
lanmıştır.5 Bu incelemeye konu olan cilt, “Colombeia” adlı eserin dördün
cü cildidir ve bu cildin yaklaşık olarak ıoo sayfası yazarın ülkemizde bu
lunduğu döneme dair anılara ayrılmıştır.
Francisco de Miranda’nm bu geziye çıkış nedenlerinden biri, şüp
hesiz, kafasında oluşmuş bulunan Latin Amerika bağımsızlık hareketine
destek bulabilmektir; ancak iyi bir gözlemci ve araştırmacı olan Miran-
da’nın, böylesi uzun ve yorucu bir geziden birden çok fayda temin etmiş ol
ması da kuvvetle muhtemeldir. 16 Nisan 1783 tarihinde Küba’da bulundu
ğu sırada bizzat yazarın kendisi, uzun süredir himayesinde ve hizmetinde
bulunduğu General Juan Manuel Cajigal’e yazdığı mektupta gezilerinin
bir nedenini “eğitimini tamamlayabilmek üzere deneyim ve bilgi kazan
mak”6 olarak açıklamıştır. Miranda’nm gezilerinin biri herkesçe bilinen
(Latin Amerika’nın bağımsızlığı için destek arayışı), diğeri ise bizzat ken
dinin açıkladığı bu iki nedeninin ötesinde gizli bir üçüncü nedeninin ola
bileceği de günlüğün içeriğinden ortaya çıkmaktadır. Yazarın anılarında bu
çerçevede değerlendirilebilecek birçok idari, mali ve askeri bilgi bulunmak
tadır ve geçtiği ülkelerin birçoğunun karşılıklı çıkarları ve husumetleri söz
konusu olduğundan, Miranda'nm bu bilgileri dikkatlice derledikten sonra
olası amaçları doğrultusunda uygun platformlarda değerlendirmiş olması
da muhtemel görünmektedir. 1786 yılının temmuz ayı başında ülkemize
gelen Miranda’nm aynı yılın ekim ayında ülkemizden ayrıldıktan sonra Ka
radeniz üzerinden Rusya'ya gittiği de bu kapsamda hatırda tutulmalıdır.
Miranda’nm kişiliğinin gezilerine yansıyan ve oldukça dikkati çeken bir di
ğer yönü de gittiği her ülkede ve her şehirde derhal önemli şahsiyetlerle te
masa geçmesi ve onlardan büyük ölçüde kabul görmesidir. Birbirinden
farklı yönetim tarzları olan, farklı diller konuşan ve farklı dini inançların
hâkim olduğu ülkelerde Miranda’nm gördüğü bu itibarın anahtarı belli öl
çüde beraberinde götürdüğü tavsiye mektuplarına bağlıysa da, bu hususta
da alenen görünmeyen başka unsurların olması muhtemeldir. Yaşadığı dö
nemde aydınlanma fikirleriyle yoğurulan ilerici bir aydın olarak tanınan
Francisco de Miranda’nm aynı dönemde yaşayan ve dünya görüşleri ken
disine yakın olan birçok ünlü aydınla yakınlığı olduğu bilinen bir gerçektir.
Bu çerçevede yazarın gittiği değişik ülkelerde birbirini tanıyan ve dünya gö
Yazar T ürklerin düşünce tarzları hakkm daki bir diğer çarpıcı gözle
m ini ise İzm ir'den İstanbul'a deniz yoluyla gittiği esnad a bindiği gem ide
yapar. Bindiği g em in in T ürk kaptanının her gün sofrasın a değişik yolcula
rı m isafir ettiğini ve b u uygulam ada kesinlikle ayrım yapm adığını şu söz
lerle ve biraz hayretle kaydeder:
T ürk kaptan gem isin i bizim uzak yol süvarilerim izden daha otori
ter şekilde yönetiyor. A llah için, herkesi m um gibi yapm ış. B u n u n
la beraber, yolcular arasında hiç ayrım yapm aksızın her gün ikisini
üçünü sofrasın a davet ediyor. İster Zen ci bir Arap olsun, isterse
Türk bir ağa, hiç fark etm iyor; hepsi parm aklarıyla yiyorlar ve elle
rini ayııı kaba daldırıyorlar."
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 287
dan aynı düzey bir iyiniyct görem ediğinden yakınır ve bu tutum un olası
nedeni hakkında bazı yorum lar da yapar:
288 F r a n c i s c o d e M j r a n d a ' n i n S e y a h a t n a m e s î ’ n d e T ü r k İy e v e T ü r k l e r
9 A ğustos 17 8 6
Bu sabah saat 011 su ların da yangın ihbarı oldu. Y an gın ancak saat
beşe doğru sön d ü rü ld ü . O zam ana dek şiddetle sürdü ve V enedik
ile Fran sa sarayların ın bu lu n du ğu bölgeye d o ğru yayıldı. G ö rü n ü
şe göre yüz e llin in ü zerinde ev yan m ış. E vlerin i ve evlerinin için
de bulun an kıym etli neleri varsa bırakıp kaçarak canlarını ku rta
ran insanların hali gerçekten içler acısı. P ad işah derhal olay yeri
ne geldi. H er zam an gelip, yan gın ın en şidd etli old u ğu bölgede
bir eve g ire rm iş, m u h afızları ve söndürm e faaliyetine katılan halk
da o evi koru m ak için gayret gösterir ve yan gın böylelikle daha k o
lay sön erm iş. Y an g ın devam ettiği takdirde ise o evden çıkıp bir
diğerine geçerm iş. B u kez, büyük kayığına binerek, boğazda bu
lunan sarayından geldi. G eçtiği esnada lim an d a bulun an İspanyol
gem isi tarafından top atışıyla selam lan dı. Y an g ın sön er sönm ez
de geri d ö n d ü .15
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 289
Kaptan-ı Derya Gazi H aşan Paşa’nın kapı kcthüdalığında bulunup,
sonra efendisinin delâletiyle vezirlikle Mora m uhassılı olan Y u su f Pa
şa, yine efendisinin tavsiyesiyle Şahin Ali Paşa'nın yerine sadarete ge
tirilmişti (24 Rebîulevvel 12 0 0 ve 25 Ocak 1786)... Y u su f Paşa, ham i
yetli, faal bir zat olup ordu sevk ve idaresinde acem i ise de, Rusların
temadi eden haksız hareketlerine karşı infial duymakta olup, Halil
Hâmid Paşa’nın yapm ış olduğu hazırlık da kendisine Ruslarla çarpı
şacak cesareti vermekte idi... Fena bir âkıbete uğram am ak için başta
Padişah olm ak üzere ileri gelen devlet ricali harbe aleyhtar bulunu
yorlardı; fakat Kırım 'ın Ruslara terkinden dolayı İstanbul'daki halk
çoğunluğu pek m üteessir olup Ruslara harp açılm asını istiyorlardı;
halkın bu galeyanını gören Y u su f Paşa aym zam anda Prusya ve İngil
tere’nin de telkinleri altrnda kaldı ve K ın m ’ı geri alm ak için ortaya atı
larak, m uharebeden çekinmekte olan Birinci Abdülham id’i iknaya ça
lıştı; bu hususta halkın galeyanını ileri sürerek şayet Ruslara harp ilan
etm ezse hüküm darlıkta kalamayacağını da padişaha söyledi.17
290 F r a n c i s c o d e M j r a n d a ' n i n S e y a h a t n a m e s î ’ n d e T ü r k Iy e v e T ü r k l e r
sup iki m ühendis olan Bay Le Roy ve Bay D u Reste sayesinde her ye
ri gördük. Fransız yapım ı 7 4 lü k bir gem inin tamiratında çalışıyor
lar, bunun yanı sıra i 4 ’er loplu birkaç korvetin pruvalarına da 3 6 lık
birer top yerleştirerek bunları bizim topçekerlere benzetiyorlar.
T ürkler bahsettiğim icadı Öylesine beğenm işler ki bu işlem in m ut
laka yapılm asını istem işler... Bu esnada tersaneyi de bir kez daha
gördük, deniz tarafı tam am ıyla açık ve hiçbir korum a önlem i yok.'8
Y azar aynı günlerde izlediği bir topçu talim ini ise şöyle anlatm ış ve
yorum lam ıştır:
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 29i
parça da m cvcut. A m a yaptıkları büyük b ir hata var; gem ileri yaş
tahtalarla in şa ediyorlar, bu nedenle de altı yedi yıl sonra gem iler
kullanılm az hale geliyor. D onanm anın halihazırdaki du ru m u hak
kında bizzat G em i İnşa M ühendisi Bay Le Roy tarafından hazırla
nan rapor eklidir.'11
292 F r a n c i s c o d e M j r a n d a ' n i n S e y a h a t n a m e s î ’ n d e T ü r k Iy e v e T ü r k l e r
burada yaşayan insanların, özellikle de rehberlik yapan dragoman-
ların, adı geçen şehir hakkında pek az şey bilm eleri, hatta hiçbir şey
bilm em eleri ben i şaşırtm ıştı. Birçok gezgin P era’ya gelip bir drago
nlara kendilerine akıl hocası olarak tutuyorlar, daha sonra da bu n
lardan aldıkları bilgiler sayesinde bu m illeti ve devleti çok iyi
tanıdıklarını sanıp çekip gidiyorlar/3
N o tlar
1 Antonio Egea I.6pezt "El pensam iento filosofıco y poh'tico de M iranda” (Miranda’nın Felsefî ve
Siyasa] Düşüncesi), Academia Nacional de la Historia, Caracas, 19 8 3, s. 19 .
2 Tom âs Polanco Alcâutara, “ Don Francisco dc M iranda", Revista del M inisteriodc Relaciones Ex-
teriores de la Repûblica Bolivariana de Venezuela, Caracas, 2 0 0 0 , s. 37.
7 a. e., s. 68.
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 293
5 M İranda yaşam ının daha sonraki bir döneminde, 179 4 yılında F raıısa’da. bu ülke ordusu safların
da savaştığı dönem de bir kez daha bu tt'ır bir ihanet suçlam asıyla karşı karşıya kalmış ve Devrim
M ahkem esinde yargı! an m ıştır.
11 a. e., s. 4 0 2 .
12 a. e., s. 4 10
*3 a. e.. s. 4 16
*4 a. e., s. 4 20 .
T5 a. c. s. 420.
*6 a. e., s. 4 20 .
*7 İsmail Hakkı U zunçarşılı, "Büyük Osmanlı Tarihi" V. Cilt, 6. Baskı, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu, T ü rk Tarilı Kurumu Yayınlan, Ankara, 2 0 0 0 . s. 499 -50 1.
*9 Özgün metinde “vara” sözcüğü geçmektedir ve bu uzunluk ölçüsü, 835 milimetreye denk gelen
bir uzunluğu ifade etmektedir.
21 a. e., s. 443.
22 a. e., s. 443.
23 a. e., s. 4 6 6 .
Kayn akça
294 F r a n c i s c o d e M j r a n d a ' n i n S e y a h a t n a m e s î ’ n d e T ü r k İy e v e T ü r k l e r
Ja c q u es H u re *
D ü n y a d a T ü r k İm cesİ 295
c a y a çevrilen yapıtı The History o f the Preseni State o f the Otoman Empire’a.
(O sm anlı İm paratorluğu’nun G ü n ü m ü z Tarihi) gönderm e yapmaktadır.
Racine bu sohbetlerden ve okuduklarından neleri seçip alıyor? Tıpkı Bri-
tannicus’ta olduğu gibi, siyaset ve sevda tutkusu (ne var ki, bu yapıtta bir ka
dında ortaya çıkm aktadır) aracılığıyla insan psikolojisinin karm aşık bir im
gesini çizdiği bir trajedinin taslağıdır aldığı.
Sözün kısası, ikinci önsözünde Racine, aldıklarını, oyununun ko
n u su oluşturacak bir entrikayla donattığını kendi ağzıyla açıklıyor:
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 297
cok Bajazet'nin gözüne girm ek istiyor. Dolayısıyla, bu değişikliği sağlaya
cak kom plonun düzen lenm esi işine geliyor ve Sultan Roxane’ın Bajazet’ye
duyduğu tulku ona bu fırsalı yaralıyor.
Entrikada güçlü, tem el, başka bir deyişle olayın itici gücünü oluştu
ran kişi Roxane,dır. Racine’in, bu adı Kanuni Süleym an’ ın karısı Roxela-
n e ’ın (H ürrenı Sultan) adından yola çıkarak oluşturduğu tahm in ediliyor:
K anuni Süleym an’ ın en çok sevdiği oğlu Şehzade M ustafa’nın öldürülm e
si olayında adını duyuran ve bu bağlam da Fran sız rom an geleneğindeki
Türk etkisini sim geleyen Roxelan. Daha genel olarak, 16 . ve 17. yüzyıllarda
padişah kanlarının ya da analarının ellerinde bulundurdukları, tarihçilerin
"kadınlar saltanatı” adını verdikleri güce gönderm e yapıyor. Bununla bir
likte Racine, hanım sultanı sevdalı kadın çizgileri içinde göstererek tarihin
ve T ürk gerçekliğinin dışına çıkıyor ve böylece belleğinde D oğu'yu (en say
gın biçim iyle - s a r a y - ele alınıyor), açıklam aların yapıldığı, kadın tutkusu
nun genç bir adam a yöneldiği konuya uygun bir yer olarak tanımlıyor.
Racine bir iç entrikayı dışarıda geçm iş gib i gösteriyor. Türklerle il
gili derleyebildiği verileri genel koşullarından saptırıyor. Paris'e ulaşan bil
gilerin (Racine’in aktardığı yorum karm aşa ve yanlışlarla doludur) anlam
larını saptırarak, saydam lık eksikliğinden kaynaklanan boşlukları gün ü
m üzün sarayında bulunan olgularla doldurarak sarayla ilgili yanlış bir re
sim çiziyor.
Bununla birlikte, Racine’in dehası da bu noktada ortaya çıkıyor: Ba-
ja zet’de verdiği T ü rk saray adam ları im gesinin dikkate alınm ası gerekir; zi
ra Fransız edebiyatının oluşturabileceği T ü rklerin etkisi altındaki Doğu
resm ine egem en olan iki düşünceyi dile getiriyor.
Birinci düşünce, sevda tutkusunun Doğu kadınınca özüm lenm esi,
daha doğrusu, tutkunun bir cinsin adlandırılm asından çok psikolojik bir il
ke olarak görülen kadınlık tarafından özü m len m esi. Doğu, varlığın bütün
lüğün ü bozm a gücüne sahip bir kadın en erjisin in yeri olacak, kendi
niteliği gereği olarak kadın özelliğinin yeri olacak; işte, gezginlerin, özellik
le de NervaTin 19 . yüzyılda keşfedeceği de zaten bu oldu.
Fransızcadan çeviren
T eoman T u n ç d o ğ a n
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 299
E d it h M a z e a u d -Ka r a g i a n n i s *
T
ürk, özellikle de Osmanlı imgesi 16. yüzyıl Fransız edebiyatında sık
sık karşımıza çıkar. Bunda Türklerin askeri ve diplomatik başarıları
nın da etkisi vardır. Osmanlıların Avrupa’daki askeri başarıları
(1521’de Belgrad ve Rodos’un, 1526’da Mohaç ve Budapeşte’nin düşüşü,
1529’da Viyana ve 1537’de Macaristan’ın istilası) ve Pavia yenilgisinden
(1525) sonra Muhteşem Sultan Süleyman ile Fransa Kralı I. Francis arasın
da imzalanan Fransız-Türk ittifakının ardından bu imgelere daha da sık
rastlanır. Fransız-Türk ittifakı, Francis’in oğlu Kral II. Henri’nin saltanatı
boyunca da sürdü ve 1565’te Malta kuşatmasının başarısızlığa uğramasıyla
son buldu. Bu olay, Batı Akdeniz’in kapılarının Türklere kapatılmasına yol
açtı. Bu dönem boyunca tüm yazarlar ve şairler, en çok da,askeri ve dinsel
kavramlarla, Türklerden söz ederler: Osmanlılar, korkunun yanı sıra me
rak ve cazibenin de odağıdırlar.
Akdeniz’deki Fransız Türk donanma tatbikatlarının yapıldığı 1551-1555
yıllan arasında bu ilgi son derece gözle görünür seviyededir. Bu dönem, Ron-
sard’m başı çektiği ve sarayla yakın ilişkileri olan bir grup Fransız şairinden
kurulu Pleiade’m ilk yıllarına rastlar. Bu şairler, Fransız şiirinin ortaçağdan
moderniteye geçmesini sağlamışlardır. Kralı ve maiyetini eğitmeyi ve gerek
siyasette, gerekse felsefe, din ya da edebiyatta aktif rol oynamayı görev bilirler.
Ronsard ve arkadaşları Du Bellay, Baıf, Belleau, Osmanlılara ilişkin (“Osman
lılar” ya da “Türkler”) beklenenden çok daha diyalektik bir imaj çizerler.
Bu şairlere göre, Osmanlı Türkü Doğuludur. Öte yandan o, onların
dizelerinde ancak belli belirsiz işlenen diğer Yakındoğu ve Ortadoğu halkla
rının çoğundan farklı görülür. Türk, baş düşman rolü için Araplar ve diğer
Müslümanlarla yarışır. Bu düşman iki bakış açısından değerlendirilir: Bir
* Prof. Dr., Strasbourg Üniversitesi öğretim üyesi.
D ün y a d a T ürk Im g e s İ 301
yandan bir savaşçı olarak gösterdiği tavır ve Osmanlı devlet yönetimine özgü
unsurlar, diğer yandan, onu geleneksel hasım haline getiren farklı bir dinsel
cemaate ait olması bakımından. Bunun sonucunda, bu insanlara yönelik
hisler karmaşık olup, çoğu zaman diplomasinin iniş çıkışlarından etkilenir.
Güzel ya da sempatik imgeler boldur. Örneğin, aşk şiiri, Afrodit ve
Eros’u Troya’mn koruyucuları yapan Homeros epik geleneğine uygun bi
çimde onları yüceltir. Eros’un simgesi daima çift kıvrımlı “Türk yayı” (“arc
turquois”) olarak geçer.1 Modern Afrodit Prenses Claude de France’m dü
ğün gününde taktığı kemeri süsleyen kıvrımlar da bu Türk yayının mode
lindedir.2 Baif in sevgili âşığı Meline'in güzel kaşları (“beau sourci”)3 ve du
dakları da bu yaya benzetilir.4 Yine Premiere Jo u m ee de la Bergerie’de (Berge-
rie’nin ilk günü), Bellau tarafından düzenlenen şiir yarışmasının ödülü “Üs
tü bir Türk marokeniyle kaplı, beyaz fildişi bir yay, ok ve sadaktır5
Ancak çok daha sık rastlanan durum, Osmanlıların tüm Avrupa
halkının düşmanı olarak gösterilmesidir. Burada, bu imajın Pleiade şiirle
rine yansıyan birkaç özgün yönünün altını çizmek gerekir.6
Her yıl “ Hristiyan diplomasisi, Tiran Denizi’nde, sultanın donan
masının ve Barbar korsan gemilerinin yeniden ortaya çımasını” sağladı
ğından7 I. Francis ve II. Henri’nin denge politikaları karşısında, Pleiade şa
irleri, bu tür şiddet biçimlerine karşı net bir tavır takınırlar. Dolaylı olarak
Yunanlıları desteklerler. Osmanlılar, 1459’dan beri Yunan topraklarını iş
gal etmiş olduklarından ve Yunan halkı kendini Hıristiyan diye tanımladı
ğından, bu şairler Hıristiyanların tarafını tutarlar. Yunanlılara desteklerini
ve dolayısıyla Türklere olan güvensizliklerini pekiştiren bir başka unsur da,
Yunanlıların aynı zamanda Antik Yunan ve Bizans ihtişamının mirasçıları
olarak görülmeleridir.
Örneğin, Baıf, Bizanslı akademisyenlere kucak açan Cozimo ve Lo-
renzo de Medici’yi saygıyla anar. Bu akademisyenler “troupeau deloge” [ko
vulmuş cemaat] olarak tanımlanır:
302 1 6 .Y Ü Z Y I L F R A N S IZ Ş İ İ R İ N D E T Ü R K İM A JI
Osmanlılar Akdeniz’deki son istilalarından sonra özellikle korku
uyandırırlar.9 Pleiade şairleri bu olayların anısını canlı tutmaya çalışırlar:
Naksos ve Kios adalarının düşüşünden sonraki yıl, 1567’de, Baif, Belgrad,
Mohaç ve Budapeşte muharebelerini anar ve anımsatır. Taşrada yaşayan ve
(...)
Ne Türk, ne saldırdıkları,
Ne de Macarlardan aldığı kentler
Heyecan vermez ona.10
“Bizi boyunduruk altına almak için denizi aşıp gelecek” \pour nous
donter il ne passe la mer]13 korkusu, “Asya’ya boyun eğdirmiş” [qui surmonta
l’Asienne contree] bu Türke duyulan hayranlık ve güçlü bir karşı çıkma iste
ğiyle iç içedir. Les Regrets’da [Pişmanlıklar] Du Bellay’m yergili biçemini
kışkırtan, tam da bu duygulardır. Barış içinde bir arada yaşamayı tercih et
miş olan Venediklilere karşı çıkarak, Venedik dükasmm denizle olan evli
liği için şu benzetmeyi yapar:
D ü n y a d a T ü rk İm c e s İ 3 0 3
Ki onlar kocalardır ve Türk de zinacı14
Yukarıda ima edildiği gibi, dinsel bakış açısı da yine askeri ve siya
si unsurlarla iç içe geçmiştir. Hıristiyan Batı yalnızca kendini Türklerden
korumakla kalmamalı, aynı zamanda savaş başlatan taraf da olmalı ve bu
1 6 .Y Ü Z Y I L F R A N S IZ Ş İ İ R İ N D E T Ü R K İM A JI
nu “imansızlara” karşı yapmalıdır: Papa III. Jules ve V. Pie’nin sık sık tek
rarladığı bu görüşler, Pleiade şairlerinin eserlerinde de bolca görülür.
Ne ilginçtir ki, bu temayı işlerken her birinin aldığı konum, onların
kimliklerini ele verir. 1559’da Navarre kraliçesine ithaf edilen Hymn de la
Paix ’de [Barış İlahisi], Baif, Hıristiyan krallara, Tanrı tarafından seçilmiş
olmalarının, “ne barbar Mağriplileri, ne de imansız Türkleri”19 yönetmek
için olduğunu anımsatır. Bir başka deyişle, şaire göre, bu kralların öncü ol
duğu savaşlar yersiz, hatta suçtur. Belleau, kraldan kendi özvatamm, “za
vallı Fransa’yı” korumasını ister:
Anlayışlı, ciddi, etkili ve güçlü bir kişi olan padişahın hafife alınma
ması gerekir. Tam tersine o, “diğer tarafa” yani Hıristiyanlara örnek göste
rilmelidir. Aynı yılın (1563) mart ayında protestanlarm yayınladığı risaleler
de saldırılara hedef olan Ronsard’m görüşü budur; kraliçeye padişahın din
D ü n ya d a T ürk İm c e s İ 3 0 5
politikasının nc den li doğru olduğunu gösterir vc Protestan papazları yok
etm esini öğütler:
Malta ku şatm asın ın olduğu 1565 tarihinde, yine aynı çelişkili cazi
beye tanık oluyoruz. Fransı Kralı IX. C lıarles'a yazdığı bir şiirde Ronsard,
T ürklerin kibrini kınar. Yine de, bu savaş hüküm ran ların ın askeri hü ner
leri ve değerleri ile dine gösterdikleri saygıyı övm ekten geri kalm az:
306 l 6 . Y Ü Z Y I L F R A N S I Z Ş İ İ R İ N D E T Ü R K İ MA [ I
Oysa, sözün kısası, vaaz verirken, bir Türk, bir Arap bana onlara ya
nıt verm e iznini çok alçakgönüllüce verirler/6
Çeviren
S e r p il Ç ağlayan
N o tlar
1 Bkz. Örn. Ronsard OdeXX. v.76, Le. Premier Livre des Odes, s.675; Du Bellay. sone C III. v.y, Les Reg-
rets, ay.y.,1, s.9 0 ; Bellau, Premiere Joum ee de la Bergerie, ay.y., 1, s.251; Baif, “A M onsieur Brulard*,
T iers livre des Po&mes, II, 8.136.
2 Belleau, Prettıiere Joum ee de la Bergerie. I, s .246
3 Belleau. age. s.251
4 Baif, 1. s.53.
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 307
5 Belleau, I, s.294
6 Türkler ve Fransa’da Rönesans üstüne etkileri hakkında, bkz. C .D . Rouillard, The Turk in French
History, Thought and Literatüre. 15 2 0 16 6 0 , Paris, s.d. [1941] A yn ı zamanda bkz.Gabriel Bcnınin’in
La Suliatıe (K anım Sultan) adlı trajedisi, der. M .Dasonville, Henri II ve Charles IX Döneminde
Trajedi içinde, L S . O lsclıki-PU F, Floransa-Paris, 1. Dizi, l. Cilt, 19 8 9 , s. 295 $q. Siyasal ve çağdaş
temalı bıı trajedi, o dönem Fransa'sının M üslüm an dünyasına yönelttiği ilgiye tanıklık ediyor.
7 Din Savaşlanmn Siyasal Kökenleri, Paris, 1 9 1 3 , 1, s.4 9 2. Aynca bkz. B. Bennassar, J.Jacquart, X VI.
Yüzyıl, Paris, 19 72 , s. 337
8 Baif, «A {..) Catherine de Medicis». ay.Yay.U, s.372. Ronsard için, bkz. K.Christodoulou, «Ron-
sard'uı hüm anizm i v c helenseverliği üstüne», Ronsard et la Grice, Actesdu colloque d'Athineset de.
Ddphcs (Ronsard ve Yunanistan, Atina ve Delplıoi Kolokyumu Oturumları), 4-7 Ekim 1985, der.
ICChristodoulou, Paris, Nizet, 1988, s. 12. Aynı zamanda kcııdi makaleme de gönderme yapıyo
rum: «Fransa’da Rönesans döneminde, Helmsrverliğin göbeğindeki tartışmalar", Atina Fransız
Okulu. Uluslararsı Düşünce Günleri Oturumları- Mart 19 9 8 , Atina, Atina Fransız Okulu, 2 0 0 1.
9 14 7 9 ’da Adriya denizine kadar ilerlemelerinden ve özellikle d e Kari V'i geri püskürttükleri 14
Ekim 152 9 ’daki Viyana kuşatm asından beri Avrupa’ya dehşet saçtıklarını anım satalım. LR om ier,
1552’de Calabria’da, Klbe adasında, Korsika’da. 1554’de Puglia’daki yakıp yıkm aları ve «korkunç
davranışları» anımsatıyor, ay. Yap. s. 493.
10 Baif, MMores, II, s.4 0
11 La Porte, «Türk» maddesi, ay. yap. s. 4 09 .
12 Age
13 Ronsard, “Contirıuatiorı du discours â la Roync", b la .2 6 0 vc 2 6 2 , Discours des Miseres de. ct temps,
II, s .1003
14 Du Bellay, Sone C X X X III, bkz. 14, U s Regreis (Pişmanlıklar), ad. yay., s. 105.
15 Ronsard, Le Quatri?sme Livre de. La Franciade (La Franciade’ın Dördüncü Kitabı), bkz. 1 4 1 3 ,1, s. 1143.
16 Ronsard, «Discours de 1'alteration el C h a n g e des choses hum aines» («însansal şeylerin bozulması
ve değişm esi»), bkz. 117 -12 0 , Le Premier Livre des Poemes (Birinci Şiirler Kitabı), II, s. 747.
17 Belleau, «Larmes s u r le trepas de M onseigneur Ren£ de lorraine» (Monseııyör Rene de Lor-
raine’ın ö lü m ü Ü stüne Gözyaşları) [1566], Seconde. Joum /e de la Bergtrie (La Bergerie’nin İkinci
Günü), II, s. 7 1. Bu ikincil olgu. Padişahın 1522’de ele geçirdiği Rodos’un korkunç işgalcilerine
karşı yapılan b ird e n iz savaşının başında gerçekleşti.
18 Du Bellay, «Chant de l ’amour.et du printemps» {«Aşk ve İlkbahar Şarkısı»), bkz. 81-84, DrVı?rsJeu x
ru$tiques (Çeşitli Kırsal Oyunlar), II, s. 172.
19 Baif, «L’ Hymne de la Paix» («Barışın Ezgisi»), II, s.228 . Ozan, Bayonne şölenleri (1565) için aynı
motifi yeniden kullanıyor, II, s. 336.
20 Belleau, «Au Roy, s u r un Crucefix peint dans ses heures sortant d ’un sc p u lc h ro (Krala, bir
mezardan çıktığı saatlerdedeki hali resm edilm iş bir Haç üstüne»), Petites inventions (Küçiik Buluş
lar), I, s. 175.
21 Denemder (Essais), II, X II, s. 4 19 .
22 Ronsard, «A la Royne Calilerine de M edicis» {«Kraliçe Cateriııe de M edicis’ye), bkz. 213-218, Le
Bocage Royale 11 (Kraliuet Korusu II), II, s. 90.
308 l 6 . Y Ü Z Y I L F R A N S I Z Ş İ İ R İ N D İ T Ü R K İ MA [ I
23 Age, bkz. 219 *220 ve 227*228.
24 Age, bkz.49-52
25 Bkz S.Goulart, Mtmoires de İ'estat de France sous Charles neufıesmt {Charles IX Dönem inde Fran
s a ’nın Durumuna İlişkin Anılar), M iddlebıırg, 1576-8, f.365. Brantönıe, I.ouvre sarayında bir
ilahiyatçının «Protestan olmaktansa Türk olm ayı yüz kez yeğleyeceğini» söylediğini işitti, (Evres
comple-tes (Tüm Yapıtları), Lalamıe yay. C. V , s. 60.
2 6 Ronsard, Epistre (Mektuplar), OC, U, s. 10 4 2.
27Pierre Poııpo, Sone LXIV, bkz. Ay. y., s. 309.
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 309
İlk İ n B aşar Ö zal*
D
ünyada Türk im ajı deyince sürekli olarak dış dünyanın bizim lıak-
kım ızdaki kötü tanım lam aları üzerinde durulm aktadır. B u bildiri
de am açlanan ise hem dünyanın hem de bizim T ürk im ajın a bakı
şım ızı, bir başka deyişle içe dönük olarak neler gördüğüm üzü ya da gör
m ek istediğim izi ortaya koym aktır. Bunun için de konu olarak K ıbrıs’ta
T ü rk im ajı üzerinde yoğunlaşm ıştır. Kıbrıs, hepim izin hayatının bir an ın
da kendisine yer bulduğu ve en azından hakkında bir cüm le sa rf etm iş ol
du ğu m u z bir konudur. Şu anda bile gündem de olm ası olgusal boyutta ön e
m in i ortaya koym aktadır. Konuya girm eden önce K ıbrıs’ın konum u ve
M iislüm an-Türk kavram larının ku llan ım ına dikkat çekm ek gereklidir.
Kıbrıs, Doğu A kdeniz’de A nadolu, Ortadoğu ve Kuzey A frik a bölge
lerin e olan yakınlığı nedeniyle stratejik bir konum a sahiptir. Bu konum u
nedeniyle tarihsel perspektif içerisinde Batı güçlerinin gözünde D oğu dün
yasında ileri bir karakol ve ticari etkinliklerin, m alların yığıldığı bir depo,
D oğu dünyası için ise Batı yönündeki genişlem e sürecinde arkada bırakıl
m am ası gereken bir yer olarak algılanm ıştır. Doğal olarak da buradaki
T ü rk im ajı farklı bakış açılarından incelenm ek zorundadır: Burada özellik
le Batı m erkezli, A nadolu m erkezli ve Kıbrıs m erkezli bakış açılarının olu
şu m u n d a etkin olan olay ve olgulara yer verilecektir. M ü slü m an ve T ürk
kavram larının kullanılm asında da özellikle dikkat edilm esi gereken nokta,
Jön T ü rk etkisinin görüldüğü 19 . yüzyıla kadar m etinlerde geçen T ü rk kav
ram m m M üslüm an kavram ını karşılam ış olm asıdır. Jön Türkler ile birlik
te eln ik tanım lam ada kullanılm aya başlanan T ürk kavram ı A nadolu devri-
m in in başarıya u laşm asının ardından yeni bir boyut kazanarak “u lu s” an
layışında Anadolu ile olan bağların kuvvetlendirilm esi için kullanılm ıştır.
Bir diğer nokta ise bir ada kültürünün oluşum una sahne olduğu için yoğun
bir etkileşim alanı olm asıdır. Adaya gelen toplum ların kültürleri bir anali
ze tabi tutulur, uygun olanlar ile yerel kültürün sentezi yaşanır. B u gü n bi-
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 311
le bunu görebilirsiniz: G alonla benzin alır, m ille gidersiniz; pazara çıktığı
nızda ise kum aşı arşın la ölçtürür, patatesi okka h esabına göre alırsınız.
Stratejik konum u nedeniyle Doğu Akdeniz bölgesine hâkim olan ve
olm ak isteyen bütün güçlerin etkinlik gösterdiği bir alandır burası. İlkçağ
toplum larınm hem en hepsi adayla ilgilenm iş, ancak Rom a egem enliği ta
rih sahnesinde daha kalıcı bir yer edinm iştir. R on ıa’ nın ikiye ayrılm asın
dan sonra Bizans sınırları içerisinde kalan K ıbrıs'ta Ortodoks Rum nüfusu
yerel toplum olm a Özelliği kazanm ıştır. I. R ichard’ın Haçlı Seferleri sıra
sında adayı ele geçirm esiyle bir Katolik egem enlik süreci başlam ıştır. Hos-
patalier şövalyaleri, Lusigııan devleti ve nihayet V enedik egem enliği süre
cinde adanın Ortodoks halkı Katolik baskısı altında yaşam ak zorunda bıra
kılm ıştır. Adayı 1570 -1571 yıllarında kontrol altına alm ayı başaran O sm anlı
devleti bunun bedelini pahalı Ödemiştir. D oğu'daki ileri karakolunu Orta
A vrupa’da etkinlik gösteren bir güce kaptıran Batı dünyası topladığı haçlı
donanm ası ile O sm anlı deniz gücünü 1571 yılında ortadan kaldırm ıştır. Kı
sa süre sonra deniz gücünü yenilem esine rağm en O sm anlılar bir daha as
la A kdeniz'de 1571 öncesindeki etkinliklerini kuram am ışlardır. 1571 sonra
sı Kıbrıs A dası'nda M ü slüm an/O sm anlı egem en lik dönem i başlam ıştır.
Kıbrıs, 1571 yılında, O sm anlı İm paratorluğu tarafından fethedilm e
sinin ardından aktarılan M üslüm an nüfus sonucu, H ıristiyan ve M üslü
m anların birlikte yaşadığı O sm anlı vilayetlerinden biri oldu. K ıbrıs’a yer
leştirilen M üslüm an nüfus, adada yaşayan ve büyük çoğunluğunu Rum ca
konuşan O rtodoksların oluşturduğu H ıristiyanlarla geleneksel O sm anlı
toplum u düzenine u ygun bir yaşam sürdürüyordu. Bu toprağa bağlı tanm
loplum unda aidiyet duygusu din kökenliydi ve M üslüm an nüfusun yine
dinden kaynaklanan vergi im tiyazlarına karşın, iki toplum arasında “refah
farkı” diye bir şey söz konusu değildi.1 V enedik dönem inde Katoliklerin
ağır baskısı altında susturulan ve bu yüzden K ıb rıs'ın O sm anlılar tarafın
dan fethedilm esini m em nunlukla karşılayan O rtodoks kilisesi yeniden ha
yat bulurken, başpiskopos “ millet başı” olarak tanınm ış ve vergi toplam a da
dahil, çeşitli im tiyazlara kavuşm uştu. O sm anlı İm paratorluğu’nun genel
seyrine bağlı olarak, K ıbrıs’ın toplum sal yapısında da giderek değişiklikler
yaşanm ıştır. M ü slü m an olm ayan pek çok tüccar, O sm anlı İm paratorlu
312 K i b r i s ’t a T O r k Î m a h
ğu 'ııd a doğduğu halde, yabancı konsolosluklar yoluyla kapitülasyonlardan
yararlanm a yoluna gitm işlerdir.3
O sm anlı hüküm ranlığının son yıllarında geleneksel toplum yapısı
çözülm eye başlam ıştı. Bir bağım sız Y u nan devletinin ku ru lm ası Kıbrıs
R u m toplum unu etkisi altına alıyordu. İngiliz dönem inin başlam asın ın ar
dından da m odern form asyonlar daha da hız kazanacaktı. 18 7 8 yılında,
Berlin K onferansı’nda, Ingiltere, K ıb rıs’ı, O sm anlı İm paralorluğu’ ndan ki
raladı. Rus tehlikesine karşı im paratorluğu korum ak için yapılan anlaşm a
ile İngilizler, Süveyş K analı'nııı kontrolünü sağlayacak konum a sahip oldu
ğu için K ıbrıs’ın yönetim ini ele geçirdiler, tngilizlerin K ıbrıs’ta uyguladık
ları ilk anayasanın (1882) m anlığı, “böl-yönel” ilkesi çerçevesinde, hıgiliz-
M üslüm an işbirliğine dayanıyordu.
İngiliz yönetim i ile tam b ir işbirliği içinde olan dönem in işbirlikçi
sadık seçkinleri, 18 7 8 -19 14 yılları arasında Kıbrıs O sm anlı egem en liği al
tında bulunduğundan, İngilizlerle işbirliği yaparken bir anlam da O sm anlı
egem en liğini koruyor oluyorlardı. H em Kıbrıslı Rum lara, hem de İngiliz-
lere adanın O sm anlı toprağı olduğu sık sık hatırlatılıyordu. M üslüm an-İn-
giliz işbirliği Enosis tehdidine karşı alınm ış bir önlem olarak dü şü n ülüyor
du. Nitekim , İngilizlerin K ıbrıs’ı ilhak ettiğini açıklam ası ile birlikte, toplu
m u n önde gelen liderleri İngiliz yüksek kom isere başvurarak ilhakı ben im
sediklerini bildirdiklerinde, istedikleri tek güvence, “ K ıbrıs’ ın hiçbir zam an
Y u n an istan ’a verilm em esi ve ebediyen Büyük Britanya İm paratorluğu’nun
m ü lkü olarak kalm ası” yönündeydi.
Bu arada, söm ürge yönetim inin görece “liberal” tutum u, Abdülha-
m id rejim inden kaçan bazı Jön T ürklerin K ıbrıs’a gitm esine yol açm ıştı.
“ A ydınlar arasında taraftar bulm akla beraber genelde halk tarafından ‘con’
diye hakir görülen bu göçm enlere uyan K ıbrıslı aydınlar da aynı sıfatla ta
nınırlardı."* 20 . yüzyılın başında, geleneksel M üslüm an-O sm anlı kim liği
nin güçlü olduğu M üslüm an K ıbrıs toplum unun fikir hayalı, sın ırlı da ol
sa, K ıb rıs’ta bulunan Jön T ürkler tarafından etkilenm işti. Türk terim i etnik
bir kavram olarak kullanılm aya başlandı. Ancak, toplum un büyük çoğun
luğu padişaha sadıktı. Bir yanda, Enosise karşı tepki, diğer yanda, Jön
T ü rklerin etkisi, özellikle aydınlan hareketlendiriyordu. Savaş son rası Kıb-
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 313
n s'ta iki toplum birbirine zıt bir tutum içine sürüklenm işti. T ürkler "Y u
nan tehlikesi” karşısında, çaresiz, Ingilizlere sığınırken, R um lar İngiliz
dü şm anı haline gelm işlerdi.
i 9 2 o ’li yıllarda, geleneksel dindar ve işbirlikçi seçkinlere karşı m u
halefet eden, yüzü T ürkiye'ye ve M ustafa Kem al’e dönük genç aydınlar g i
derek güçlenm eye başlıyorlardı.4 H em Kıbrıs R um toplum unun Enosis se
ferberliğinden tedirgin olan, hem de M ünir Bey'in “ tek adam ” yönetim ine
karşı çıkan o dönem in aydınları için M ustafa K em al ve yeni ku nd an T ü rki
ye Cum huriyeti büyük bir esin kaynağı olm uştu. G erçekten de, İngiliz sö
m ürge yönetim inde “karşı kuvvet” rolünü üstlenen geleneksel seçkinlerin
gücü, yükselen T ü rk milliyetçiliği ve K em alizm in etkisiyle giderek azalıyor
du. 19 3 0 yılında, Kavanin M eclisi üyelerini belirlem ek için yapılan seçim
ler, yukarıdaki öngörüyü doğrularcasına, dönem in Kem alistlerindcn Neca
ti Ö zkan'ın m eclis üyeliğini kazanm asıyla sonuçlandı.5 Bu durum söm ü r
ge yönetim ini daha da telaşlandırdı. Necati Bey, K ıbrıslı Rum larla birlikte
oy kullanm aktan çekinm em işti ve ı8 8 2 ’den beri süregelen, Ingiliz-Türk iş
birliğine son verm işti. 19 3 0 'la n n başında, Kıbrıs T ü rk toplum unda hüküm
süren gerginlik ve çatışm a derinleşti. Bir yanda yüzü T ürkiye’ye ve M usta
fa Kem al'e dönük olan aydınlar, diğer yanda gücü n ü söm ürge yönetim in
den alan geleneksel seçkinler etkili olm aya çalıştılar. Bu dönem de, daha
önce de değinildiği gibi, Kıbrıs Rum toplum u içinde Enosis istem i kökle
şerek kitleselleşm işti.6 19 3 1 yılının Ekim ayında Enosis istem i ile İngiliz yö
netim ine karşı gerçekleştirilen ilk kitlesel başkaldırı bunun en açık göster
gesiydi, İngiliz yönetim i bu ayaklanm ayı bahane ederek Kavanin M eclisi’ni
dağıttı ve anayasayı askıya alarak her iki toplum un milliyetçi eğilim lerine
karşı tedbirler alm aya başladı. Özellikle eğitim sistem in i kontrol etmeye
Önem verildi, Y u nanistan ve Türkiye'den kitap ve öğretm en getirilm esi ya
saklandı. M üfredattan Türk ve H elen m illiyetçiliklerini teşvik eden konu ve
bölüm ler çıkartıldı. 19 3 0 'lu yıllarda güçlenen T ürkiye ve Atatürk hayranlı
ğı, Kıbrıs T ü rk toplum unun önde gelen genç aydınları için bir kim lik ve
şahsiyet arayışına tekabül ediyordu. Süratle m odernleşen, ekonom ik geliş
m e bakım ından K ib n s T ürk toplum undan çok ileride olan, iyi örgütlenm iş
Kıbrıs Rum toplum unun yanında Kıbrıs T ürk toplum u son derece sönük
K i b r i s ’t a T O r k İ m a h
kalıyordu. Ü stelik, Kıbrıs Rum toplum unda Y unanistan'la bütünleşm e is
teği ulusal kim liğin en temel ifadesi haline gelm işti. Bu ortam da yüzünü
T ü rkiye’ye çevirm ek, Kıbrıs Türk toplum u için korunm a ve kim lik edinm e
alanlarında hayati Önem taşım aktaydı.
D önem in aydınları T ü rkiye’de yapılan reform ların K ıbrıs’ ta da u y
gulanm asını büyük bir hevesle gündem e getirm işlerdi. Şapka ve dil re
form ları hem en uygulanm aya koyulm uştu. Laik etnik T ürk kim liği giderek
geleneksel, dini kim liğin yerini alıyordu. Kıbrıslı T ürkler arasında “anava
tan T ürkiye hayranlığı” biçim inde ortaya çıkm aya başlayan u lu sal bilinç,
aslında T ürk milliyetçiliği olarak K em alizm in fikirsel ve kültürel etkisiyle
olduğu kadar, Enosis karşıtlığı tem elinde gelişiyordu. Kıbrıs'ta yükselen
"K em alist hareket”i yakından izleyen söm ürge yönetim inin değerlendir
m esi dc bu yöndeydi. Sonuç olarak, bu dönem de Kıbrıs T ü rk kim liğin in et
nik boyutunun Kem alist T ürkiye’nin etkisiyle güçlendiği, am a K ıbrıs Türk
toplum unda m illiyetçiliğinin siyasi bir program çerçevesinde kitlesel bir
harekete dönüşm esin in H elen m illiyetçiliği, dolayısıyla Enosis karşıtlığı
üstünden gerçekleştiği söylenebilir. 19 3 0 ’lu yılların sonuna doğru, söm ü r
ge yönetim i yüzü T ürkiye’ye dönük yeni yetişen okur yazar kuşağının gü ç
lendiğini görerek, K ıbrıslı R u m ların Enosis istem ine karşı yenilikçi Kıbrıs-
lı Türklerle işbirliği arayışına yöneldi.
19 4 0 ’h yılların başından itibaren “yenilikçi Kıbrıslı T ü rk ler” ile İn
giliz söm ürge yönetimi, Kıbrıslı R um ların Enosis istem ine karşı ortak ara
yışlar içine girecekti. İkinci D ünya Savaşı'nda İngiltere ile Y u n an istan ’ın
aynı cephede, A lm anya’ya karşı birlikte savaşm aları Kıbrıs Rum toplu m u n
da Enosis um utlarını iyice artırm ıştı. Bu arada, 19 3 1 Ekim ayaklan m asın
dan sonra uygulanan baskıcı rejim kısm en gevşetilm iş ve siyasi partilerin
ku ru lm asın a m üsaade edilm işti. 1 9 4 1 yılında, kom ünist A K EL ile sağcı
M illi Kıbrıs Partisi kuruldu. K ıbrıslı Rum ların bu iki büyük partisi de Eno
sis ü lkü sü nü n gerçekleştirilm esini am aç edinm işlerdi. K ıbrıslı Rum lar
kendi kaderini tayin hakkına dayanarak Enosisi ulusal bir hak sayıyorlardı.
Ortodoks kilisesi ile A K EL arasında, harekete kim in öncülük edeceği konu
sunda yoğun bir yan ş yaşanıyordu. Bu dönem de, O rtadoğu’da söm ü rgele
rini kaybetmeye başlayan Büyük Britanya Kıbrıs A dası’nı stratejik açıdan
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 315
önemli saydığı için, ada halkının kendi kaderini tayin hakkını kullanması
na karşı çıkıyordu. Açıkçası, İngiltere Kıbrıs’ı elden çıkarmak niyetinde de
ğildi. Bu arada Kıbrıs Türk toplumu da, ufukta görülen Enosis tehlikesin
den iyice tedirgindi. 1943 yılında, İngilizlerin destek ve girişimiyle “Kıbrıs
Adası Türk Azınlıklar Kurumu” kuruldu.7 Başta Dr. Küçük olmak üzere,
Kıbrıslı Türk aydınların büyük çoğunluğu “ Enosisi engellemek için en et
kili yöntemin, Türkiye’yi Kıbrıs davasına angaje etmek” olduğuna inanıyor
du. Kıbrıs’ta, Enosis karşıtlığı temelinde yükselmeye başlayan Türk milli
yetçiliği giderek kitleselleşiyor ve örgütleniyordu. Temel amaç Enosisi en
gellemek, temel strateji ise Türkiye’yi Kıbrıs sorununda taraf olmaya teşvik
etmekti. Özellikle 19 4 0 ’h yılların ikinci yarısında İngiltere zor duruma düş
müştü. Kıbrıs’taki varlığını sürdürebilmek amacıyla, 1947 yılında Kıbrıs
için “bir tür özerklik” öngören öneriler hazırlamış ve iki tarafı da özerklik
konusunu görüşmeye çağırmıştı. Kıbrıs kilisesi bu önerilere anında karşı
çıktı ve görüşmelere katılmayacağını açıklayarak, Kıbrıslı Rumları kilisenin
kanatları altında Enosis için mücadele etmeye çağırdı. AKEL ise, özerklik
için yapılacak görüşmelere katılacağını bildirmiş olmasına karşın, daha
sonra görüşmelerden çekilmiş ve Yunan Komünist Partisi Genel Sekreteri
Nikos Zahariadis’in tavsiyesi üzerine yeniden Enosis politikasına dönmüş
tü.8 İngiltere 1948 yılında Türk İşleri Komisyonu’nun kurulmasına izin
verdi. Komisyonun kurulmasıyla birlikte Kıbrıslı Türkler ile Türkiye arasın
da iletişim köprüleri de kurulmuş, karşılıklı ziyaretler başlamıştı. Koloni
yönetimi Kıbrıslı Türklere karşı hoşgörülü davranıyor, Türkiye’nin Kıbrıslı
Türklere dönük kültürel yardımları da aynı yılda, 1948 yılında başlıyordu.9
Bu koşullar içinde, 19 4 0 ’h yıllarda ortaya çıkan çeşitli Kıbrıslı Türk örgüt
leri Enosisi engellemek amacıyla aralarındaki farklılıkları bir kenara bıraka
rak, 1949 yılında Kıbrıs Türk Kurumlan Federasyonu’nu kurabilmişlerdi.
1950’li yılların başında Kıbrıs sorunu önce Türk kamuoyuna, sonra
da Menderes hükümetinin gündemine girdi. Özellikle, Sedat Simavi’nin
Hürriyet gazetesinde başlattığı “ Kıbrıs Türktür” kampanyası, oldukça etki
li oldu.10 Türkiye’yi Kıbrıs sorununda taraf yapma uğraşı veren üçüncü ak
tör, Büyük Britanya devletiydi. Sömürgesi Kıbrıs’ı elden çıkarmak isteme
yen İngiltere, Kıbrıs Rum toplumunun İngiltere’yi doğrudan hedef alan
316 K i b r i s ’t a T ü r k İ m a j i
Enosis politikasına karşı, bir yandan Kıbrıslı T ürklerin toplum sal k o n u m u
nu güçlendirm ek için yeni politikalar geliştirirken, diğer yandan Kıbrıs
T ü rk liderliği ile işbirliği içinde, T ürkiye'yi harekete geçirm ek için çeşitli gi
rişim lerde bulunuyordu.
K ıbrıs’ta T ü rk im ajı çok büyük Ölçüde bir kontra-m illiyctçilik bağla
m ında, yani Enosise tepki duyarak şekilleniyordu. Bunun için m illiyetçi
duygular "biz” kavram ından çok, "on lar” kavram ı tarafından belirleniyor
du. “O nlar” , kuşkusuz, R um lar ve Enosis istekleriydi. En osis, Kıbrıslı
T ü rkler açısından tehdit oluşturduğu için, kabul edilebilir değildi. B u teh
dit algılam asın ın kökü, O sm anlı İm paratorluğu’nun dağılm a sürecinde
özellikle G iıit’in Y u nanistan’la birleşm esi esnasında M üslüm an nüfusun
yaşadıkları O sm anlı devletinin diğer vilayetlerinde olduğu gibi K ıb rıs’ta da
derinden hissedilm işti."
Bu dönem de adanın T ürkiye'ye verilm esini isteyerek m illiyetçi bir
tepkiyle ortaya çıkanlar, K ıbrıs’ın İngiliz idaresinde kalm asına itiraz etm i
yorlardı. K ıbrıs’ta Türk m illiyetçiliğinin "K ıbrıs Türktür" sloganında vurgu,
“ Kıbrıs Yunan olam az” noktasında yoğunlaşıyordu ve Ingilizlerin adada
kalm asıyla K ıbrıs'ın “Y u n an ” olm asın ın engellenebileceğine inanılıyordu.
B ir söm ürge olan K ıbrıs’ta, K ıbrıslı Türkler arasında başlayan m illiyetçi h a
reketlenm e, söm ürgeciliğin devam ından yana tavır alıyordu; çünkü etnik
boyutun “ keşfin e” karşın, toplum hâlâ çöken O sm anlı İm paratorluğu’ nun
ardından adeta bir azınlık toplum uydu; tıpkı Birinci Dünya Savaşı esn asın
da ve sonrasm da olduğu gibi kend in i korum a altına alm aya çalışıyordu.
A ntisöm ürgeci mücadele, ulusal bağım sızlık gibi diğer söm ürge halkaları
arasında görülen tutkulara Kıbrıslı Türkler arasında rastlanm ıyordu.12 O n
lar için önem li olan, adanın K ıbrıslı Rum ların, dolayısıyla Y u n an istan ’ın
eline geçm em esiydi.
İngiliz yönetim i Kıbrıslı T ü rklerin tepkisinden yararlanm ayı, za
m an zam an da bu tepkiyi bizzat yönlendirm eyi temel strateji haline getir
m işti. Nitekim , T ürk İşleri K om isyonu da İngiliz Vali Lord W inston tara
fından kurulm uştu.
Söm ürge yönetim i Kıbrıs T ü rk liderliği ile işbirliği halinde T ü rki
ye’de "K ıbrıs lobiciliğine” devam ederken, Kıbrıs Rum toplum unda Enosis
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 317
mücadelesi yeni bir boyut kazandı. 1949 yılında başpiskoposluk koltuğuna
oturan III. Makarios, dinamik bir çıkışla, Enosis istemini uluslararası ka
muoyunun gündemine getirmek üzere seferberlik başlattı. 1950 yılında ki
lisenin öncülüğünde gerçekleştirilen referandumda, Kıbrıslı Rumların
yüzde 95,73’ü tavrını Enosisten yana koydu.13 Bu durum, iç savaştan yeni
çıkmış Yunanistan’da heyecanla karşılandı. Yunan halkı sokaklara döküle
rek Kıbrıslı Rumların isteklerine destek verdi. Makarios, referandumun so
nuçlarını dünyaya duyurmak için her tarafa heyetler gönderiyordu. İngilte
re’ye bağımlı Yunan hükümetlerinin Kıbrıslı Rumların taleplerini karşıla
mada yetersiz kalması, Makarios’u Yunan kamuoyunu Yunan hükümetle
rine lcarsı kışkırtmaya itiyordu. Giderek güçlenen kamuoyu baskısı ve Yu
nanistan’ın İngiltere’den çok, ABD’ye bağımlı duruma gelmiş olması, Yu
nan hükümetinin 1952 yılında Enosis istemini resmen gündeme getirme
sine yol açtı. Yunanistan bir adım daha atarak, 1954 yılında, Kıbrıs mesele
sini Birleşmiş Milletler’e götürmeye karar verdi. 1Nisan 1955 tarihinde, Al
bay Grivas başkanlığında kurulan EOKA örgütü, Enosis için adadaki İngi
liz hedeflerini vurmaya başladı.14
Bu gelişmeler karşısında hem Türkiye’deki Turancı lobi, hem Kıb
rıs Türk liderliği, hem de İngiltere, Türkiye’yi Kıbrıs’a angaje etmek için
çalışmalarını yoğunlaştırdılar. Kıbrıs Türk heyetleri Türkiye’yi daha sık zi
yaret etmeye başladılar. Ancak, işin başında, Türkiye çekingen davranıyor
du. Türkiye bu aşamada Kıbrıslı Türklere İngiltere’yi desteklemelerini sa
lık veriyor ve para yardımı yapmak ve öğretmen göndermekle yetiniyordu.
Yunanistan’ın 1954 yılında Kıbrıs sorununu BM’ye götürmesiyle çabalar
daha da hızlandırılmıştı. Kıbrıs Türk heyeti, İngilizlerin teşviki ve “vize ve
yolculuk işlemlerinde yardımı”yla, BM oturumlarını izlemek üzere New
York’a gönderildi. İngiliz yönetimi “diplomatik” girişimlerin yanı sıra, EO-
KA’ya karşı, büyük çoğunluğu Kıbrıslı Türklerden oluşan bir yardımcı po
lis gücü oluşturmuştu. Dönemin Türk hükümeti, önceleri “Kıbrıs Türktür,
Türk kalacaktır” anlayışını benimsemediği gibi, milliyetçi kampanyaları da
dizginlemeye çalışıyordu. Ancak, 1950’lerin ortasında Kıbrıs’a ilişkin res
mi politika milliyetçi söylem temelinde şekillenmeye başlıyordu. Bu deği
şikliğin pek çok nedeni vardı. 1950 yılında çok partili döneme geçilmiş ve
318 K i b r i s ’t a T ü r k Î m a j i
o tarihe kadar clitist-m cdcniyctçi b ir m odernleşm e projesi olan T ü rk m illi
yetçiliği, giderek kitleselleşm ede b aşan kazanm ıştı. Basın ve iletişim gibi
m illi kam uoyu yaratm aya yönelik seferberlik m ekanizm alarının yaygınlık
kazanm ası ve kitleselleşm eyi kolaylaştıran popülist söylem ler bu sürece
yardım cı olm uştu. Y in e bu dönem inde gerçekleştirilen altyapı yatırım ları,
k ırsal kesim le kentleri birbirine bağlayan yol yapım ı, kitlesel iletişim i ko
laylaştırıyordu. Türkiye adeta yeni yeni ulus olm a sürecini tam am lıyordu.
19 50 'li yıllarda, Soğuk Savaş antikom ünizm i bu sorunu ideolojikleş-
tirmişti. K ib n s’la ilgili faaliyet gösteren dem eklerin söylem inde, Kıbrıslı
R unılar ve AKEL partisi kom ünist olarak da tanımlanm aya başladılar. Kıbrıs-
lı Rum ların “büyük çoğunluğunun kom ünist olduğu” iddia ediliyor ve am aç
larının adayı Sovyetler Birliği’ne kazandırm ak olduğu ileri sürülüyordu.15
Popülist M enderes hüküm eti, böyle bir ortam da, İngiltere'n in de
teşvikiyle, Kıbrıs konusuna el atm aya karar verdi. 1954 yılında, “ Kıbrıs
T ü rktü r Kom itesi” üyelerini görüşm eye çağırdı.16 Sonunda T ürkiye Kıbrıs'a
el atm ıştı. İngiltere'nin düzenlediği Londra K o n fe ran sın a Y u n an istan 'la
birlikte Türkiye de çağrılm ıştı. Y unanistan, Kıbrıs halkının kendi kaderini
tayin hakkının kabul edilm esini savunurken, Türkiye, adada İngilizlerin
kalm asını, eğer İngiltere çıkacaksa, K ıbrıs’ın Türkiye'ye verilm esin i iste
m işti. Pek tabii, u zlaşm a sağlanam adı am a İngiltere am acına ulaştı. İngi-
lizler Kıbrıs'taki toplum lar arasındaki görüş ayrılıklarının açığa çıkm asını
sağlam ışlardı. K ıbrıs'ta İngiliz söm ürgeciliğin in devam ını istem ek kolayca
savunulabilir bir şey değildi. D iğer yandan ileri sürülen ikinci alternatif, ya
ni adanın Türkiye'ye verilm esi olacak iş değildi.
Kıbrıs sorunu her ne kadar T ürk kam uoyunun gün dem ine yukarı
da sözü edilen yöntem lerle getirildiyse de, T ürk toplum unun belleğinde
derin izler bırakan Y u n an ordusunun A nadolu'daki etkinlikler daha etkiliy
di. Böylelikle, Kıbrıs sorunu T ü rkiye'n in “ m illi davası" haline getirilm işti.
Y akın Türkiye tarihinde ilk kez bir dış politika konusu “ m illi dava" oluyor
ve elitist T ürk dış politikası ilk kez, kitlelerin duygularına açılıyordu. Bu sü
reçte farklı aktörler farklı kaygılarla yer alm ışlardı. Enosisin K ıbrıslı T ü rk
ler tarafından bir tehdit olarak algılanm ası karşı-m illiyetçi bir tepkiye yol
açm ış ve bu tepki K ıbrıs’ta T ü rk m illiyetçiliğinin güçlenm esiyle noktalan
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 319
m ıştı. Türkiye halkında ise Kıbrıslı Rum ların E n osis politikası, Y u nan or
dularının İzm ir’ i işgalin i çağrıştırıyordu. Bu konuda kolektif hafıza iyice
yüklüydü. T ürk hüküm eti açısından ise hem popülist milliyetçilik hem de
stratejik kaygılar söz konusuydu. Özellikle T ü rkiye’nin güney sahillerinin
askeri güvenliği için Enosis m utlaka engellenm eliydi. İngiltere K ıb rıs’ta
kendi varlığını sağlam a alm ak için siyasi bir m anevra sergileyerek taksim
tezini öne çıkarm ış ve T ürklerin hareketlenm esine yardım cı olm uştu. So
nuç olarak, 19 5 0 le r in sonuna doğru gelindiğinde, hüküm eti, kam uoyu ve
derin devleti ile K ıb rıs'a angaje olm uş bir T ürkiye vardı.
Kıbrıs’ta T ü rk m illiyetçiliği böyle bir süreç içinde doğup gelişti. Ö n
celeri, “anavatanla özd eşleşm e” itkisi ile ortaya çıkan etnik T ürk kim liğine
sarılm a eğilim ini, 1 9 4 0 ’h yıllarda “anavatana bağlan m a” tutkusu olarak te
zahür eden m illiyetçi refleksler izledi. 19 5 0 'ıi yıllarda ise, K ıbrıs’ta Türk
milliyetçiliği, siyasi bir pogram ı olan, kitleselleşen aksiyoner bir ideoloji
olarak tarih sahnesinde yerini aldı.
50'li yılların sonlarına geldiğim izde ise K ıb rıs’ın d u n u n u ilginç bir
hal aldı. Yunanistan Enosisi gerçekleştirecek kadar, Türkiye taksim i sağla
yacak kadar ve İngiltere K ıbrıs’ı elinde tutacak kadar güçlü olm adıkların
dan üç devletin denetim i altında ve garantörlük haklarının sağlandığı yapay
bir devlet olan Kıbrıs Cum huriyeti kuruldu.17 T ü rk kim liği bu devlet içeri
sinde “ezik ortak” olarak tanım lanır hale geldi. 7/3 oranında tem sil edilm e
si ve alınacak olan kararların hem Rum devlet başkanı hem de T ürk baş
kan yardım cısı tarafından onayına bırakılm ası çalışm aların tıkanacağının
en Önemli göstergesiydi. Kısa zam anda Rum toplum u ele geçirm iş olduğu
gücü kullanm a yolunda çalışm alara başladı. İki toplum arasında yükselen
tansiyon 19 6 3 kanlı noeli ile en üst düzeye çıktı ve T ürk toplum u dar alan
ların içerisinde hayatını devam ettirm ek zorunda kaldı. 19 6 3 ile 19 7 4 ara
sındaki süreçte K ıbrıs'ta bulunan T ü rkler R u m lar tarafından adadaki var
lıkları öyle ya da böyle sona erdirilm esi gereken azın lık olarak algılanm aya
başlandı. Dış dün ya ise gelişm elere sın ırlı etkinlikler ile tepki gösterdi, hat
ta A BD Başkanı Joh n son 'ın yazdığı m ektupla yaptığı gibi kim i zam an T ü r
kiye’nin etkinliklerini engelledi. 15 T em m uz 19 7 4 yılında Nikos Sam pson
tarafından gerçekleştirilen darbe sonrası Kıbrıs C um huriyeti C u m h u rbaş
320 K [ B R I S ’TA T Ü R K İ M A f l
k an ı M akarios görevden alındı. T ürkiye 20 Tem m uz günü garantörlük
haklarını kullanarak Kıbrıs Barış H arek âtın ı gerçekleştirdi. 2 0 -2 2 T em
m uz arasında ilk çıkartma dünya tarafından m em nunlukla karşılandı: Y u
n an istan ’da cunta devrildi ve T ürkiye askeri gücüne rağm en harekâtı kısa
tutarak barış yanlısı olduğunu gösterdi. A ncak 14-16 A ğustos'taki ikin ci h a
rekâtın hem en sonrasında T ürkiye ağır itham lar ile karşılaştı. Çizilm iş
olan Atilla hattı sayesinde taksim anlayışına bir adım daha yaklaşm ası, T ü r
kiye’nin dünya kam uoyunda “ işgal kuvveti” olarak algılanm asına yol açtı.
20. yüzyılın başından 19 7 4 ’e kadar geçen süre içinde yükselerek g e
lişen Kıbrıs'ta T ürk milliyetçiliği, 1974'ten sonra “ tarihi m isyon u ” nu ta
m am lam aya yöneldi. Türk-m erkezci milliyetçilik anlayışı ve bu anlayıştan
kaynaklanan politikalara karşı, “ Kıbrıstürk-m erkezci" ve “ Kıbrıs-rnerkezci"
tepkiler yükselm eye başladı. K ib n slı T ürklerin ezici çoğunluğu T ürkiye’ nin
K ıbrıs'a m üdahalesini büyük bir coşkuyla karşılam ış, bu coşku, Kıbrıslı
Rum lardan arda kalan ganim eti paylaşırken tam bir bayram sevincine dö
nüşm üştü. Lüks binalar, evler, fabrikalar, oteller birdenbire K ıbrıslı T ürkle
rin olm uştu. Ada taksim olm uştu ve Rum lar bir daha K ıbrıs'ın kuzeyine
dönm eyeceklerdi, dönm em eliydi. Ezici çoğunluk bunu benim siyordu. 19 7 4
öncesi “gettolarda” kıt kanat geçinen K ibnslı Türkler, şim di zengin Kuzey
K ıbrıs'ın yeni zenginleriydiler.'8 B u arada T ürkiye’den gelen “ soydaşlar” da,
K ıbrıslı T ürklerin yeni kom şuları olarak Kuzey K ıbrıs’a yerleşm eye başla
m ışlardı. 1975 yılında Kuzey K ıbrıs coğrafyasını m illileştirm eye dönük ilk
siyasi adım atılarak, K ıbns T ü rk Federe Devleti kuruldu. M illileştirm eye sü
ratle devam edilerek, bütün R um ca isim ler Türkçe olarak değiştirildi. Çıka
rılan soyadı yasası gereğince Kıbrıslı Türkler de kendilerine öz Türkçe yeni
isim ler seçm işlerdi. R a u f Denktaş, Kıbrıs T ü rk Federe Devleti’nin cu m hu r
başkanı seçilirken, onun önderliğinde kurulan U lusal Birlik Partisi de ilk
seçim lerde ezici bir üstünlük sağlayarak hüküm et oldu. Yeni kurulan T op
lu m cu Kurtuluş Partisi ve 19 7 4 öncesinden kalm a Cum huriyetçi T ü rk Par
tisi m u h a lif partiler olarak siyasi yaşam da yerlerini aldılar. K ıbrıslı T ürkle
rin tatm in edilenleri hüküm et partisine oy verirken, küskünler m u h a lif par
tilere yöneliyorlardı. Bu arada, 19 7 6 yılında, Türkiye ve D enktaş’ın isteği
üzerine, KTFD parlam entosunda yer alan bütün partiler Kıbrıs sorununa
D ü n y a d a T ü r k İm ges İ 32i
tek çözüm şeklinin “iki bölgeli, iki toplumlu federasyon” olduğuna oybirli
ğiyle karar verdiler. Ancak UBP, Denktaş’ın politikasına paralel olarak fede
ral çözümden süratle uzaklaşınca, federasyon muhalif partilerin savundu
ğu ve bu yüzden horlandıkları bir siyasi ilke olarak kaldı/9
Bu arada, Türkiye’den gelen soydaşlarla birlik sağlanamadı ve Kıbns-
lı Türkler giderek, anavatanla özdeşleşme aşamasından, farklılıklarını keşfet
meye başladıkları, yeni bir aşamaya geçiyorlardı. Türkiye’den gelenler de Kıb
rıs’taki soydaşlarını, “ulusal fantezilerindeki gibi bulmamışlardı. Konuştuk
ları Türkçe’den kılık kıyafetlerine, kadınlarının “serbestliği”nden toplumsal
etkinliklerine kadar, “Türke benzemeyen” bir sürü halleri vardı. Soyut soy
daşlar birliği, yerini somut farklılığa bırakıyordu. Kazanılan topraklara, kimin
daha fazla kan akıttığı yanşı içinde yeni bir gerilimin tohumlan ekiliyordu.
Kuzey Kıbrıs'ı Türkleştirme programı çerçevesinde Türkiye’den aktarılan nü
fus arttıkça önyargılar da güçleniyor ve günlük yaşamın ayrılmaz parçası ha
line geliyordu. Her şey, geleceğin huzursuz toplumuna işaret ediyordu. Ku
zey Kıbrıs millileştiriliyordu ama uluslararası bir özne olamıyor ve adeta Kıb
rıs’ın kuzeyine sıkışıyordu. 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin
ilanı bu durumu sadece ağırlaştırmıştı. Bu koşullar altında başlayan göç, gi
derek hızlanıyordu. “Anavatan” Kıbrıs’taydı ama Kıbrıslı Türklerin Lond
ra'daki sayısı durmadan artıyordu; işsizlik, partizanlık, gelecek endişesi, in
sanları göç yollarına düşürmüştü. Gidenlerin yerine Türkiye’den soydaşlar
gelmeye devam ediyordu. “Taksim yıldızı” parladıkça, Kıbrıs Türk toplumu
sönüyordu. Kibnslı Türklerin kaderini değiştirmek umuduyla muhalif parti
lere yönelmesi sonuç getirmiyordu. Kuzey Kıbrıs, dünyadan kopuk, Türki
ye’ye her şeyi ile bağımlı bir coğrafyaydı ve bu bağımlılığın bir bedeli vardı.
Kıbns Türk toplumuna gelecek kuramayan Türk milliyetçileri, geçmişi yeni
den kurmaya yöneldiler. Meçhul asker anıtlan, şehitler haftası, Barbarlık Mü
zesi, katliamları unutma kampanyaları, 20 Temmuz şenlikleri, şükran gün
leri ve ilkel tarih kitaplanna dayalı eğitim sistemiyle, içinde nostalji olmayan
bir “geçmiş” yaratılmaya çalışıldı ve “gelecek geçmişin hizmetine” sunuldu.
Kibnslı Türklere adeta kendilerinin olmadığı bir geçmiş yaratıldı.
Kıbrıs Türk etnikliği Türk milliyetçiliğine eklemlenirken, Kıbns
Türk toplumunun zamansal ve mekânsal durumundan kaynaklanan aidi
322 K i b r i s ’t a T ürk Î m a ji
yeti yok sayılıyor vc neredeyse K ıb n s T ürk toplum unu tam am en inkâr et
m eye varan bu yaklaşım , “ entelektüel bir yanılsamamdan çok, taksim tem el
li siyasi tercihlere m eşruiyet aram aktan kaynaklanıyordu.
K ıbrıs’ta ortay konm aya çalışılan ulus anlayışında, Rum karşıtlığı ve
T ürkiye Cum huriyeti ile Özdeşleşme dışında gündem e gelen her türlü d u
yarlılık, ihanet ve anlaşılm az aydın saçm alıkları olarak değerlendiriliyordu.
H er şeyin “kökensel bir kim lik” içinde eritildiği bir ortam da, farklılaşm a,
örgütlü yapıya karşı bir kom plo olarak değerlendiriliyor, Kıbrıs, “ü lk e” ola
rak anlam sızlaştırırken, aym zam anda, “T ürklüğün kalesi” olarak işlevsel
leştiriliyordu. Kıbrıslı T ürklerin ayrı bir toplum olarak varlığı bu işlevselleş-
tirıneye m eşruiyet kazandırm aya yaradığı oranda hatırlanıyor, özellikle
i 9 9 o ’lı yıllardan sonra, buna da gerek duyulm uyordu.
Sovyetler Birliği’nin dağılm asıyla, daha Önce dar ve m arjinal siyasal
kadroların program ında yer alan Pantiırkçü kültürel ve siyasal irredantist
öğeler, bu kez geniş ölçekli olarak yeniden sahneye çıktı. Sovyeller B irli
ği’n in çözülm esinden önce ve M H P ’nin ve daha az olm ak üzere diğer sağ
partilerin sözcülüğünü yaptığı bu düşünce, çözülm eden sonra yaygın bir
eğilim haline geldi. Bu dönem de K ıbrıslı T ürklerin Kuzey K ıbrıs’a dair za
ten cılız olan söz söylem e hakkı iyiden iyiye yadsındı. En yetkili ağızlardan
“ Kuzey K ıbrıs'ın önem li olduğu ve K ıbrıs’ın geleceğiyle ilgili kararları
‘oranın sak in lerin in değil, 'u lu su n tem silcisi120 Türkiye hüküm etinin ala
bileceği” söylendi.
B u siyasi, ekonom ik, ideolojik ve kültürel ortam da, K ıbrıs'ta T ürk
m illiyetçiliğine karşı, geleceği taksim projesi dışında arayan b ir Kıbrıslı
T ü rk harekeli gelişti. Bu harekelin lem elinde yalan dürtü yadsınm ayı yad
sım aktır. Farklılıkların kendiliğinden çatışm aya yol açm adığı, ancak som ut
bağlam larda ortaya çıkan anlaşm azlık ve çatışm aların kültürel b ir boyut
kazandığı düşünülürse, Kıbrıslı T ü rklerin farklılıklarını siyasallaştırm aya
koyulm aları, Kıbrıs veya K ıbrıslı Türk-m erkezci yaklaşım ların kim lik
hareketleri olarak ortaya çıkm aları daha kolay anlaşılır. K ıbrıslı Türkler
arasında yükselen bu arayışlar, daha önce Kıbrıs Rum toplum unda oluşan
K ıbns-m erkezci arayışlardan önem li bir farklılık sergilem ektedir. Ö zellik
le, 19 7 4 öncesinde Yunan cun tasının tutum una karşı yükselen Kıbns-m er*
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 323
kczci tavır, H elen m illiyetçiliğinin K ibnslı Rum versiyonu olarak ortaya
çıkm ıştı. Bu yönelişte, Kıbrıslı T ürkleri içine alan ortak yurt ve ortak yurt
taşlık gibi kavram lardan eser yoktu. Kıbrıs, bir H elen ülkesi olarak tahay
yül edilm iş, ortak bir sosyal-siyasal-alan olarak kurgulanm am ıştı. Kıbrıs-
m erkezciliğinin K ıbrıslı Rum versiyonu, K ıbrıslı T ürklerin varlığı vc
iradesini gözetm ek gibi, birlikte yaşam anın ayrılm az öğelerine yer ver
m em işti; K ıbrıslı T ü rk versiyonu ise, adanın bölünm esi ve taksim poli
tikasına karşı çıkarken, K ıbrıs’ı, Kıbrıslı Rum ve T ürklerin “ortak yurdu”
olarak kavram sallaştırarak, K ıbns tarihinde ilk kez olası bir postnasyonal
Kıbrıs yurtseverliğinin tohum larını atmaktadır.
19 7 4 ’ ten sonra oluşturulan statükoyu değiştirm eye dönük bütün
çabalar, bugüne kadar sonuçsuz kaldı. Bir yanda K ib n slı Türkler arasında
yükselen postnasyonal K ıb n s yurtseverliği, diğer yanda K ıbrıs Rum
tarafının A B 'ye yönelm esi ve Yunanistan’ın yardım ıyla üyeliğe sahip olm ası
yeni dinam iklerin oluşm asına yol açıyor. H er şeyden önce, Batı diplom asisi
içinde “ Doğu A kdeniz'in uzak adası” , birdenbire A vrupa sorununa dönüş
tü. Avrupa Birliği’ nin genişlem e sürecini tehdit edebilecek bir sorun haline
gelm esi ve Türkiye A B ilişkilerini çok yakından ilgilendiriyor olm ası, Batı'da
unutulan Kıbrıs soru nu nu n yeniden gündem e gelm esini sağladı. Kıbrıs
sorunu, bir kez daha “ Batı’nın iç sorunu”olarak boy gösteriyor. Tarih, adeta
tekerrür ediyor. Bir zamanlar, Kıbrıslı Rum lann Yunanistan'la birleşm e
hareketi Kıbrıs'ı Batı’nm sorunu haline getirmişti, şim di Kıbrıslı Rum ların
A B üyeliği aynı sonuca yol açıyor. O zam anlar ada içinde Kıbrıslı Rum ların
konum u daha güçlüydü am a Türkiye’nin Batı içinde stratejik önem i bunu
karşılıyordu. Şim di, T ürkiye’ nin ada içindeki konum u daha güçlüdür, am a
Kıbrıslı Rum lar ve Yunanistan'ın AB içinde üstünlüğü vardır. 19 7 4 öncesi
K ıbrıslı Rum ların uyguladıkları “çözüm süzlük çözüm dür” politikasını
19 7 4 ’ten sonra uygulam aya koyan ve Kıbrıs sorununu iki taraf arasında bir
iç sorun olarak sergileyen T ürk tarafı, A B ’nin devreye girişiyle, A da’nın
statüsünü m üzakereye açm ak zorunda kaldı. Kıbrıs sorununun “Avrupalaş-
m ası” , Türk-AB ilişkilerinin “ K ıbnslaşm ası” na yol açtı.
Sonuç olarak ortaya çıkan görüntüde Kıbrıs'taki T ürk im ajını 2 0 0 4
seçim lerine kadar ş u şekilde özetleyebiliriz:
324 K i b r i s ’t a T O r k İ m a h
ı Batı m erkezli olarak d eğişen koşulların ışığında;
ı O sm anlı İmparatorluğu dönem inde: Egem en güç, istikrar sağlayıcı
ı İngiliz egem enliği sürecinde: Kontrol edilebilir azınlık, sadık kille,
uslu toplum
ı 19 6 0 -19 7 4 : C um huriyetin ezik ortağı
1 19 74-19 8 3: İşgal kuvvetleri desteğinde hareket eden, Cum huriyete
darbe vurm uş kesim
- 19 8 3: Y asadışı devlet kurucuları ve u zlaşm a karşıtları
1 Y u n an istan gözünde ise Önce M egalo idea daha so n ra enosisi
engelleyen asim ile edilm esi gereken etnik azınlık
1 T C gözünde ise
_ 19 2 3-19 5 0 arası: İngiliz kontrolü altındaki soydaşlar adeta Batı
Trakya Türkleri
1 19 5 0 -19 6 0 arası: Stratejik dış savunm a ya da denge u n su ru
1 19 6 0 -19 6 3 arası: Bölgedeki varlığın devam lılığını sağlayacak yerel
unsuru
1 19 6 3-19 7 4 arası: Milli dava unsuru, kurtarılm ası gereken soydaşlar
. 19 7 4 -19 8 3 arası: Kurtarılm ış bölge halkı, uluslararası platform daki
m illi davası ya da doğal sorunu
1 19 8 3 sonrası ise bir ayrışm a yaşanm ıştır.
1 T C 'n in K ıbrıs’a bakışı: Şehit kanı ile su lanm ış terk edilem ez top
raklar ya da tam tersi olarak her olayda karşım ıza çıkan kam bur
1 K ıbrıs'ın T C 'ye bakışı: Kurtarıcı kollayıcı ya da tam tersi olar
bütünleşm enin önündeki baskı unsuru
2 0 0 4 Kıbrıs genel seçim lerinde ortaya çıkan sonuç ilk kez T C ve
Kıbrıs arasındaki farklı düşünceyi ortaya koym uştur. B u sonuç R a u f Denk-
taş'ın tek adam yönetim ine karşı olan hem de AB sürecinden etkilenen
gü n ü m ü z Kıbrıs Türk toplum unun tepkisini gösterm ektedir. G ü çlü bir
konum da olm ak için birleşilm esi gereken dönem de ayrışm a başlam ış, hat
ta K K TC yönetim i T C vatandaşlarına vize uygulam a karan alacak kadar
bağım sız hareket etm e düşün cesin e ulaşm ıştır. B u gü n içinde bulunulan
bu durum un, yani Kıbrıs'taki T ü rk im ajındaki ulanıklığın nedeni T C ’nin
olaya m illi bir dava olarak bakm ası m illi bir politika üretem em esidir.
D ü n y a d a T ü r k İm ces İ 325
T a r İh ve C o ğ ra fya D İz İs İ’n d e n S e ç m e l e r
B İ R O S M A N L I K İ M L İ Ğ İ : I 4 . - I 7 - Y Ü Z Y IL L A R D A R Û M / R Û M İ A İ D İ Y E T VE İ M G E L E R İ
Salih Özbaran
OSMANLI KÖLELİĞİNİN S O N U l8 0 O - X 9 O 9
Y. Hakan Hrdem
T e h lİk e iî T a t la r , T a r ih B o y u n ca B a h a ra t
Andrew Dalby
B İ z a n s ’i n D a m a k T a d i : K o k u l a r , Ş a r a p l a r , Y e m e k l e r
Andrew Dalby
Kâ ğ i d a İş l e n e n U y g a r l ik : Kâ ğ id in T a r ih î ve İ s l a m U y g a r l i ğ i n a Et k İ s İ
J O N A T H A N M . B lO O M
K u r t u l u ş S a v a ş i ’n d a B e k t a ş İ l e r
Hülya Küçük
O S M A N L I D Ü N Y A S I VE A V R U P A I3O O - I7O O
Daniel GofFman
O s m a n li K a r ik a tü r ü n d e B a lk a n S o r u n u 1908-1914
Tobias Heinzelmann
O S M A N L IN IN SO N Y lL L A R I 1 9 0 8 - 1 9 2 3
A. L. Macfie
S a n a t, K ü ltü r ve M u tfa k
Phyllis Pray Bober
Y e m e n ’d e n B a s r a ’y a S i n i r d a k İ O s m a n l i
Salih Özbaran
Edward J. Erickson
Yunanca D ü şü n c e , arapça Kültür
B a ğ d a t ’t a Y u n a n c a - A r a p ç a Ç e v i r i H a r e k e t i v e E r k e n A b b a s î T o p l u m u
Dimitri Gutas
Avrupa ülkeleri 14. yüzyılın sonlarından Dışardan Osmanlı’ya bakarken
itibaren “Türk" sözcüğünü giderek daha kurgulanmış bir Türk imgesinin yanı
çok duymaya başladılar. Ne var ki, sıra bir de Osmanlıların, Osmanlı
o zaman “Türk” sözünün bugünkünden mülkünde yaşayanların bir bölümü
daha geniş bir anlamı vardı, dar anlamda hakkında geliştirdiği bir “Türk imgesi"
yalnızca Osmanlı sultanının tebaasını söz konusuydu. İşte bu kitap Şili gibi
değil, neredeyse bütün Müslümanları uzak ülkelere büe ulaşan Türk
kapsıyordu. Osmanlıların Avrupa imgelerini farklı perspektiflerden
topraklarının içlerine giderek daha fazla incelemeyi amaçlıyor. İspanyol
nüfuz etmeleriyle yavaş yavaş edebiyatından Slovak edebiyatına,
"Türk” sözcüğüyle ifade edilen bir Osmanlı tarih yazıcılarından
“imge” ortaya çıkmaya başladı. Batı'mn kronik yazarlarına kadar
Akdeniz'in bir ucundan diğerine ulaşan, uzanan geniş bir yelpazede
yolda üzerine eklenen hikâyelerle Türk imgesini/imgelerini ele alıyor.
süslenen, çoğu zaman dönüşümlere
uğrayan Türk imgesi 15. ve 16. yüzyılda,
Giovanni Ricci'nin “Türk Saplantısı”
diye adlandırdığı bir nitelik kazandı.
Osmanlılar ile Avrupa devletleri arasında
hem Avrupa sahnesinde, hem de daha
sonraki yüzyıllarda Basra Körfezi,
Umman Denizi ve Hint Okyanusu Ta r İh ve Co ğrafya Dizisi
üzerinden "Dünya” sahnesinde cereyan
eden olaylar, imgeler dünyasındaki
çatışmayı şiddetlendirdi. Coğrafi
keşiflerle başka kıtalara yayılan Avrupa
uygarlığı bu çatışma içinde şekillenmiş
Türk imgesini de uzaklara taşıdı. KİtapYAYINEVİ
Ama madalyonun bir de öteki yüzü var.
ISBN 975-8704-80-X
18,-YTL
18.000.000.-TL